FIKHU’S-SÎRE.. 3

RASULÛLLAH’IN HAYATINDAN İMANİ DERSLER.. 3

ÖNSÖZ.. 9

1. GİRİŞ. 15

1. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Şerefli Nesebi. 17

2. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Yaratılışındaki Özellikleri: 18

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Sıfatları Hakkında Bilgi Veren Bazı Hadisler. 18

3. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in İsimleri ve Künyeleri 19

Kureyş’in Peygamber’in Adını Tahrif Etmeleri: 21

Peygamberimizin Diğer Adları: 21

4. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in, Mü’minlerin Anneleri Olan Hanımları 22

5. Çocukları 22

2. MUHAMMED MUSTAFA -Aleyhisselam-’IN DOĞUMUNDAN ÖNCE MEYDANA GELEN ÖNEMLİ OLAYLAR VE İBRETLİ GELİŞMELER.. 24

Muhammed Mustafa -Aleyhisselam-’ın Doğumundan Önce Meydana Gelen Önemli Olaylar ve İbretli Gelişmeler. 25

Giriş. 25

1. Abdulmuttalib’in Zemzem Kuyusunu Kazması 26

2. Abdulmuttalib’in Oğullarından Birini Kesmeyi Adaması 27

3. Fil Olayı 28

İmâni Dersler ve Ölçüler. 29

3. RASÛLULLAH -Sallallahu aleyhi vesellem-’İN DOĞUMUYLA PEYGAMBERLİKLE GÖREVLENDİRİLMESİ ARASINDAKİ DÖNEM... 31

A. Abdulmuttalib’in Oğlu Abdullah’ın Veheb’in Kızı Âmine İle Evlenmesi 33

B. Muhammed Mustafa -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Doğumu ve Büyümesi 33

Yüce Allah’ın Peygamber’ini Gençliğinde Cahiliye Döneminin Pisliklerinden Koruması 35

1. Ficâr Savaşı 39

2. Erdemliler Anlaşması (Hilfu’l-Fudul). 39

3. Resullullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Hatice -Radıyallahu anha- İle Evlenmesi 40

4. Ka’be’nin Yeniden İnşâası ve Hakem Olayı 40

4. VAHYİN BAŞLANGICIYLA KUTSAL HİCRET ARASI 42

Peygamberlik Güneşinin Doğuşu. 43

İmâni Dersler ve Ölçüler. 44

Kutsal Çağrının Gizlice Yapıldığı Dönem.. 45

İmâni Dersler ve Ölçüler. 46

Kutsal Çağrının Açıktan Yapıldığı Dönem.. 48

İmâni Dersler ve Ölçüler. 52

İmâni Dersler ve Ölçüler. 55

İmâni Dersler ve Ölçüler. 57

İmâni Dersler ve Ölçüler. 61

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Davetinin Bu Döneminde Meydana Gelen Önemli Gelişmeler ve Büyük Olaylar. 63

1. Hamza bin Abdilmuttalib’in Müslüman Olması. 63

2. Birinci Habeşistan Hicreti. 64

3. Ömer bin Hattab -Radıyallahu anh-’ın Müslüman Olması 64

4. İkinci Habeşistan Hicreti 65

İmâni Dersler ve Ölçüler. 67

5. Zulüm Belgesi ve Genel Boykot 67

6. Ebu Tâlib’in ve Hz. Hatice -Radıyallahu anha-’nın Vefatı 69

7. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Taif’e Gitmesi 70

8. İsrâ ve Mi’râc. 70

İmâni Dersler ve Ölçüler. 73

9. Birinci Akabe Bey’atı 76

İmâni Dersler ve Ölçüler. 78

10. İkinci Akabe Bey’atı 79

İmâni Dersler ve Ölçüler. 80

5. MEKKE’DEN MEDİNE’YE KUTSAL HİCRET. 83

Sahabilerin (Allah hepsinden razı olsun) Medine’ye Hicretleri 85

İmâni Dersler ve Ölçüler. 86

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in ve Arkadaşının Hicreti 87

İmâni Dersler ve Ölçüler. 93




FIKHU’S-SÎRE

 

RASULÛLLAH’IN HAYATINDAN İMANİ DERSLER



 

 

Fıkhu’s-Sîre

Rasûlullah’ın

-Sallallahu aleyhi vesellem-

Hayatından

İMANİ DERSLER

 

Ahmed Ferid

 

Çeviri:

Oktay YILMAZ - M.Ahmet VAROL



 

 

 

 

 

 

 

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki, Allah’ın peygamberinde sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çokça ananlar için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb: 33/21)

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:

“Biriniz, ben kendisi için babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamaz.”[1]

İmam Malik -Rahimehullah- şöyle demiştir:

“Bu ümmetin başı ne ile ıslah oldu ise, sonu da ancak onunla düzelir.”[2]



 

 

ÖNSÖZ

 

Yüce Allah’tan sonunu güzel getirmesini diliyoruz.

Yaratıkları kendi gücüyle yaratan, onları irâdesiyle türlere ayıran ve ilâhlığına delil kılan Allah’a hamdolsun. Her bir yaratık O’nun birliğine şahitlik etmektedir. Yaratılmış olan her şey O’nun Rab olduğuna delâlet etmektedir. Allah insanları da cinleri de, içlerinden herhangi birine ihtiyacı olmadığı halde kendisine ibadet etmekle yükümlü kılmak üzere yaratmıştır. O’nun yaratıklarının hiçbirine ihtiyacı yoktur.

Allah’tan başka ilâh olmadığına. O’nun bir olduğuna ve ortağı olmadığına, dengi olmayan tek bir ilâh olduğuna, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan yüce varlık olduğuna, eş veya çocuk edinmediğine şehâdet ederiz.

Muhammed’in de O’nun kulu, elçisi, peygamberi, seçilmiş yaratığı, kendisinden razı olduğu dostu, vahiy konusunda güvendiği ve yaratıkları arasından seçtiği biri olduğuna şehâdet ederiz. Yüce Allah onu müjdeleyici, uyarıcı, O’nun izniyle Allah’a davet edici biri ve aydınlatıcı bir kandil olarak hak üzere göndermiştir. Allah’ın salâtı ve bol bol selâmı onun, temiz sahabilerinin, mü’minlerin anneleri olan eşlerinin üzerine olsun.

İmdi;

İslâmi uyanış hayatında geçirilen şu zor dönemde Müslümanların, nerede duracaklarını, nasıl hareket edeceklerini, nasıl bir yol izleyeceklerini, hangi hedefe doğru yöneleceklerini, ne zaman bir şeyden el çekmelerinin, namaz kılmalarının ve zekât vermelerinin gerektiğini, ne zaman (düşmanla) barış ve anlaşma yapmalarının, ne zaman cihad etmelerinin ve çarpışmaya girmelerinin gerekeceğini kendilerine gösterecek açık bir değerlendirmeye ne kadar çok ihtiyaçları var! Sayılan konularda insanlar değişik kaynaklar ortaya koydular. Yer yer birbirinden tamamen farklı yollar izlediler. Bazen birbirine tamamen ters metodlar tutturdular. Bazıları, Müslümanların ve İslâm’ın yücelmesinin yolunun, ilk günden itibaren kara cahiliyeye karşı silahlı mücadeleye girişmek olduğunu ileri sürdü. Bazıları halk üzerinde hâkimiyet bayrağını yükseltmenin yolunun siyasi çalışmalar yapmak ve parlamentoya girmek olduğunu ileri sürdü.

Bazıları yüce yaratıcının rızasını kazanmanın ve ülkelerde İslâm bayrağını yükseltmenin yolunun eğitim ve insan yetiştirme olduğunu ileri sürdü. Bazıları bundan daha dar bir çağrıyla ortaya çıktılar. Bu gibilerin İslâm’ın yüceltilmesini isteme ve mutlak hâkimiyet sahibi, her şeyin ilmine sahip olan Allah’ın bayrağını yükseltme gibi bir kaygıları yoktur. Bunlar sadece toplumu ıslaha çalışmayı hedefleyenlerdir. Dolayısıyla insanların iyiliğe çağrıya olumlu cevap vermeleri yeterlidir.

Bazıları ise bundan daha basit gayelerle uğraşmaktadırlar. Onların İslâm davası diye bir davaları da yoktur. Bu gibilerin kafa yapılarına ve düşüncelerine göre Rahman’ın hükmüne başvurmakla, yeryüzünün aşağılık tağutlarının hükümlerine başvurmak arasında bir fark yoktur. Bu konuda izleyecekleri tutum onların arzularıyla ve şehevi hisleriyle bağlantılıdır. Üstün gayelerden bir nasipleri yoktur. Ahiretle ilgili bir beklenti ve ümit içinde de değildirler.

Biz bu gibilere, içinde bulundukları durumdan tevbe etmeleri ve yerin ve göğün Rabbine yönelmeleri çağrısından başka bir çağrı yöneltmiyoruz.

Buradaki çağrımız Müslümanların diğer gruplarından ihlas sahiplerine, dosdoğru dine çağıran cemaatlere yöneliktir ve ilgimiz onlaradır. Onlara, Yüce Allah’a çağırma konusunda Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in gösterdiği hidâyet yolunu esas alarak ışık tutmaya çalışacağız. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in değerli sahabileri nasıl yetiştirdiğini, İslâm devletini nasıl kurduğunu, davetinin güneşin değişik bölgelere ışığını yayması gibi nasıl yayıldığını ve Allah’ın izniyle gece ile gündüzün yaşandığı her yere onun çağırısının nasıl ulaşacağını açıklayacağız.

Şüphesiz Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sîreti ve hidâyet yolu yolların en hayırlısı ve en güzelidir. Yüce Allah bize onun yolundan gitmemizi ve sünnetini izlememizi farz kılmıştır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Öyleyse Allah’a ve o ummî peygamber olan Rasûle iman edin -ki o Rasûl de Allah’a ve sözlerine iman etmektedir- bir de ona uyun ki, doğru yolu bulabilesiniz.” (A’raf: 7/158)

Ondan başkasının yoluna uymaktan ve onun emrinden yüz çevirmekten de sakındırmış ve şöyle buyurmuştur:

“O’nun emrine aykırı davrananlar başlarına bir belanın gelmesinden veya kendilerine acıklı bir azabın gelip çatmasından sakınsınlar.” (Nur: 24/63)

Allah’ın şeriatının uygulamaya konmasını isteyenleri bu meselede de Allah’ın şeriatının hükümlerine başvurmaya çağırıyoruz. Bu hükümler, Yüce Allah’ın bayrağının nasıl yüceltileceğini, Müslümanların kendilerine vaadedilen ortama, kendileri için belirlenmiş olan gayeye nasıl ulaşacaklarını ortaya koymaktadır. Bu da Müslümanların Yüce Allah’ın şeriatının hükümlerine başvurma nimetine dönmeleri, İslâm’ın gölgesinde gölgelenmeleri, gerek yöneticilerin ve gerekse yönetilenlerin her şeyin sahibi, her şeyi bilen Allah’ın dinine boyun eğmeleridir.

Allah’ın izniyle daha önce yayınlanmış olan “Teysiru’l-Mennân fi Kısasi’l-Kur’an” adlı kitabımızda, peyamberlerin metodlarının nasıl olduğunu, insanların göğün ve yerin Rabbine ibadet etmelerini sağlamada izledikleri yolun ne olduğunu açıklamıştık. Allah’ın izniyle bu bizim peygamberimizin davetinden farklı değildir. Nasıl farklı olabilir ki, Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem peygamberlerin sonuncusu ve efendisidir. Peygamberler atadan kardeştirler.[3] Dinleri birdir. Onların dinleri de bütün insanlar ve cinler için seçtiği ve hoşnut olduğu İslâm’dır. Bunu Yüce Allah şu sözüyle bildiriyor:

“Sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Maide: 5/3)

Yüce Allah diğer bir âyette de şöyle buyuruyor:

“O: “Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye dinden Nuh’a buyurduğunu, sana vahyettiğimizi ve İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya buyurduğumuzu sizin için de dinden bir şeriat kıldı. Müşrikleri kendisine çağırdığın şey onlara ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve gönülden yöneleni kendine iletir.” (Şurâ: 42/13)

Bu kıymetli kitapta da seçilmişlerin efendisi Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sîretiyle ilgili en sağlam haberleri ve en sahih rivayetleri vermeye çalıştım. Bununla birlikte gelişmelerin özünü de ortaya koymaya gayret ettim. Bundaki amacım verilen bilgilerin okunmasına ve dinlenmesine teşvikti. Sonra bu gelişmelerden çıkarılan fıkhî hükümlere, imâni değerlere ve hayat ölçülerine ışık tutmaya çalıştım.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in mubarek sîretiyle ilgili bütün sahih rivayetleri topladığımı, onun sîretinden çıkarılabilecek bütün ibretleri, öğütleri, ölçüleri ve etkileri sıraladığımı ileri sürmüyorum. Ancak bu konuda hayli çaba harcadım. Yüce Allah’tan, bu çalışmamda ihlaslı davranmış olmamı ve çalışmamın da kabule değer olmasını umuyorum. Bu kitapta hadisçilerin metodlarıyla, habercilerin (tarihçilerin) metodları arasında orta bir yol izledim. Bir olayla ilgili sahih veya hasen bir hadis bulduğumda ona dört elle sarıldım. Böyle bir hadisin bulunduğu bir konuda sîret yazarlarının ve tarihçilerin kitaplarına ihtiyaç duymadım. Ancak hakkında, güvenilir hadis kaynakları içinde sahih bir hadise rastlamadığım tarihi gelişmelerle ilgili bilgi toplamak için tarihçilerin verdiği rivayetleri değerlendirmek zorunda kaldım. Bununla birlikte bu konularda da İbn İshak gibi belli bir itibara sahip, kabul görmüş kimselerin rivayetlerini esas aldım. Fakat hiçbir zaman Vâkıdi ve Kelbi gibi zayıf ve rivayetleri kabul görmeyen kimselerin verdiği bilgileri esas almadım.

Benim bu kitabımdaki her şeyin sahih olduğu söylenemez. Çünkü bu alanda bunu gerçekleştirmek oldukça zordur. Ancak rivayetlerin en sağlıklı olanlarını toplamaya çalıştım. Bununla birlikte bir konuyla ilgili rivayetlerin en sağlıklı olanının da zayıf olması mümkündür. Fakat böyle bir rivayet diğerlerinden daha iyi derecededir ve zayıflığı diğer rivayetlerin zayıflığından azdır. Beni böyle davranmaya yönelten de sîretin bir tarih olmasıdır. Hatta insanlık tarihindeki dönemlerin en önemlisi ve en seçkinidir. Bu dönemle ilgili rivayetlerin tümünün sahih olmasını şart koşarsak, bazı zaman dilimleri aralarda boşluklar halinde kalır ve bu dilimlerle ilgili bilgiler toplamamız zor olur. Böylece olaylar ve gelişmeler arasında bağlantıyı da kuramayız.

Prof. Dr. Ekrem el-Umeri şöyle diyor: “Öncelikle yapılması gereken sahih rivayetlere dayanmak ve bunlara öncelik tanımaktır. Sonra hasen rivayetlere dayanılır. Bundan sonra İslâm’ın başlangıç döneminde Müslüman toplumla ilgili gelişmelerin tarihi çizelgesini ortaya çıkarmak için zayıf rivayetlerin herhangi bir yönden desteklenenleri esas alınır. İki rivayetin birbirine ters düşmesi durumunda sürekli kuvvetli olan tercih edilir. Herhangi bir yönden desteklenmeyen veya te’yid edilmeyen zayıf rivayetlerden ise sadece, hakkında sahih veya hasen rivayet bulunmadığı için arada bir boşluk gibi duran dönemler açısından yararlanılır. Ancak bunların da inançla veya şer’i bir ilkeyle bir ilgisinin olmaması gerekir.”[4]

İmkân ölçüsünde olayları birbirleriyle bağlantılı bir şekilde vermeye çalıştım. Hakkında sahih rivayet olmayan dönemlerle ilgili bilgiler içinde çoğunlukla İbn Hişâm’ın Sîret’ine başvurdum. İbn Hişâm ise İbn İshak’ın öğrencilerinden ve İmam Malik’in (öl. H. 151) çağdaşlarındandır. Dolayısıyla o, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlik güneşinin ışıklarını saçtığı döneme yakın bir dönemde yaşamıştı. İmamlar onun bu alanda öncülük ettiğini ifade etmişlerdir. İbn Seyyidi’n-Nâs, Uyunu’l-Eser (1/8-18)’de İbn İshâk’ın hayat hikâyesini (biyografisini) verirken, ilim sahiplerinin onunla ilgili sözlerini de aktarmıştır. Bunlardan bazıları: “İbn Şihâb ez-Zuhri’ye meğaziden (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in savaşlarından) soruldu. “Bu konuda insanların en bilgilisi şudur -yani İbn İshak’tır- dedi.[5] İbn Adiyy de şöyle söylemiştir: “Onun hadislerini inceledim. Naklettiği hadisler içinde zayıf olduğu üzerinde kesin hüküm verilebilecek bir hadise rastlamadım. Bazen hata etmiş veya başkalarının hata ettikleri gibi tereddüde düşmüştür. Sika kişiler ve imamlar ondan rivayette bulunmaktan kaçınmamışlardır. O (İbn İshak) rivayetinde sakınca görülmeyen (lâ be’se bih) biridir.”

Prof. Dr. el-Umerî şöyle der: “Bu açıklamalar büyük bir öneme sahiptir. Sadece İbn Adiy’in bilinen konumu veya onun ravileri sika olarak kabul etmek için ağır şartlar ileri sürmesi dolayısıyla değil, aynı zamanda rivâyetlerin iyice tetkik edilmesi sonucu varılmış olmasından dolayı da önemlidir.”[6]

Olayları birbirleriyle bağlantılı olarak vermek ve imkân ölçüsünde bu olaylardan çıkarılacak ölçüleri ortaya koymak. Bu konuda İbnu’l-Kayyim’in Zâdu’l-Me’ad’da, İbn Kesir’in el-Bidâye ve’n-Nihâye’de. İbn Abdilberr’in el-Meğazi ve’s-Siyer’in özeti olan ed-Durer’de yaptığı bazı açıklamaları aktarmamı gerektirdi. Ayrıca çağdaş ilim adamlarından da, Prof. Dr. Ekrem el-Umeri gibi sîret konusunda bilgi ve otoriteye sahip olanların ve aynı zamanda tutarlı bir metod izleyenlerin açıklamalarına da başvurdum. Allah yolunda kardeşimiz olan Âdil Abdulgafur (Allah kendisinden yararlanılmasını nasib etsin)’un mastır çalışması gibi çeşitli ilmi araştırmalardan da çok yararlandım.

Sîretle ilgili gelişmelerden çıkarılacak imani ölçüleri ve faydalı sonuçları da belirlemeye çalıştım. Bu konuda sadece sünnet (hadis) alimlerinin verdiği bilgilere dayanma şartı da aramadım. Çünkü hikmet mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır. Sünnete ağırlık ve önem veren ekolle uyuşmayan ekollerden olduklarını bildiğim halde, Muhammed Gazali ve Buti (Said Ramazan el-Buti)’den de bazı bilgiler aktardım. Bir Müslümanı bir yönden sevmek bir yönden de kendisine karşı çıkmak mümkündür. Bunun yanısıra Muhammed Münir’in el-Menhecü’l-Hareki li’s-Sire’n-Nebeviyye ve Fıkhu’s-Sîre gibi eserlerinden de yararlandım. Yine Said Havva’nın el-Esâs fi’s-Sünne’sinden de yararlandım. Bu kitap içlerinde en iyi nitelikte ve hadisçilerin metodlarına da en yakın olanıdır. Rivayetlerin senetlerinin incelenmesi konusunda selefî davetin önderi Allâme el-Albâni (Muhammed Nasıruddin el-Albâni)’nin, Buti’nin ve Gazali’nin kitaplarındaki nakillerin senetleriyle ilgili incelemelerinden yararlandım. Bu arada Şeyh Muhammed Rızk et-Terhuni’nin es-Sîre’z-Zehebiyye adını taşıyan basılmış kitabının az bir bölümünü inceleme inkânı da buldum. Ondan herhangi bir şey aktarmadım ama izlediği metodu inceledim. Allah kendisine güzel karşılıklar versin.

Şüphesiz sîretle ilgili olarak yazılmış kitaplar hayli çoktur ve metodları birbirinden farklıdır. Bunlardan bazıları halkın genelini bilgilendirmeye uygundur. Bazılarının metodları şer’i ilimleri öğrenen kimseleri bilgilendirmeye elverişlidir. Ama çoğu elle tutulur bir şey ortaya koyamamaktadır. Bu gibi eserler, rivâyetlerin sıhhati hakkında bilgi içermeyen bir haberler derlemesidir. Rivayetler hakkında açıklamalar içermedikleri gibi bunlardan çıkarılacak ibretlere ve öğütlere değer vermezler.

Ben bu kitapta rivayetlerin en sahih olanlarını bulmaya çalıştım. Arkasından da onlardan çıkarılacak ibretlere ve öğütlere yer verdim. Bununla birlikte sözü bıktırıcı bir şekilde uzatmaktan da, açıklamaları yarım bırakacak derecede kısa tutmaktan da kaçındım: Böylece insanları Allah’a çağıran davetçi kardeşlerimin ve bu değerli ilmi öğrenmek isteyenlerin önlerine, eğitime yönelik derli toplu bir metod ortaya koymaya çalıştım.

Bu metodu ve bu medresenin ilkelerini asıl belirleyen kişi ise peygamberlerin ve elçilerin önderi, öncekilerin ve sonrakilerin efendisi Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’dir. Bu medresede eğitim gören ve bu mübarek nebevî metoda göre hareket edenler ise insanlar için çıkarılmış olan hayırlı bir ümmet ve insanlığın kendilerine mensub olmakla övüneceği bir nesildir. Bu nesil cihadda, fedakârlıkta, cesarette, cömertlikte, mertlikte, davette, sabırda, kişilerin ve toplumların övülmesine vesile olacak diğer bütün alanlarda en güzel örnekleri sergilemişlerdir. Bu nesil İslâm üzere ve İslâm için eğitim görmüştür. Onlar Allah’ın dinini ayakta tutmuşlar, Allah’ın dini de onları ayakta tutmuştur. Her bir sahabi kendi zatında bir efsaneydi. Onların herbiri için bu kitap gibi bir kitap yazılsa yeridir. İslâm’ın yüceliği ve insanların hayatlarında ne gibi köklü değişiklikler yapabileceği onlarla ortaya çıkmıştır. Niçin olmasın ki, bu Allah’ın kulları için uygun gördüğü metoddur. Bu araştırmanın içerdiği konular arasında Mus’ab bin Umeyr, Hamza bin Abdilmuttalib, Abdullah bin Revâhâ, Ca’fer bin Ebi Talib, Ali bin Ebi Tâlib, Haram bin Melhân, Amir bin Fuheyre -Allah hepsinden razı olsun- gibilerin ve onlar gibi pek çok kimsenin hayat hikâyelerinden kısmen söz edeceğiz. Onlarla din ayakta kalmış, Yüce Allah mü’min kullarını onların vasıtasıyla yeryüzünde güç sahibi kılmıştır.

İslâm’a sıcak bakan, İslâm’ı laiklik, komünizm, kapitalizm gibi beşeri sistemlere tercih eden ama kendilerini dini hâkim kılmak ve alemlerin Rabbinin bayrağını yükseltmek için gereken fedakârlık ve gayrete hazırlamayan kitlelere Allah’ın yardımı ulaşmaz. Yüce Allah’ın yardımı ancak aşağıdaki ayete sözünü ettiği kitlelere ulaşır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, kendisinin onları sevdiği onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve güçlü, Allah yolunda cihad eden ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmayan bir topluluk getirecektir.” (Maide: 5/54)

İşte bu nesil ne zaman Yüce Allah’ın yukarıdaki ayetinde saydığı nitelikleri kazanmasını sağlayacak bir terbiyeden geçerse, o zaman Allah’ın yardımı kendilerine ulaşır ve hâkimiyet Allah’ın dininin ve (seçkin) kullarının olur. Yüce Allah’ın ilâhi sünneti böylece tecelli edegelmiştir. Bununla birlikte Allah kâfirleri helâk etmeye ve beşeri sebepler olmasa bile kendi dinini hâkim kılmaya güç yetirebilir. Nitekim bir âyetinde şöyle buyurmaktadır:

“Allah dileseydi onlardan öc alırdı. Ancak sizi birbirinizle imtihan etmek için (böyle diler).” (Muhammed: 47/4)

Aynı şekilde Yüce Allah davetçilerin herhangi bir çabası olmadan da insanları doğru yola eriştirme gücüne sahiptir .Bu konuda da şöyle buyuruyor:

“İsteseydik her nefse hidayetini verirdik.” (Secde: 32/13)

Ancak Yüce Allah her şeyi bir sebebe bağlamıştır.

Birçokları, Allah’ın sağlam şeriatını uygulamadan kaldıran zalim yöneticilere karşı savaşa girişilebileceğini, insanların nefis terbiyeleri ve Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmeleri için eğitimleri işiyle de bundan sonra uğraşılacağını sanıyorlar. Oysa bu metod Kur’an’ın metoduna terstir. Kur’an’ın metoduna göre savaş önce nefislerde başlamalıdır. Bu da nefislerin şirkten ve günâhlardan arındırılması, yalnız Allah’a kulluk etmeye yöneltilmesi ve ibadetlerle tezkiye edilmesiyle olur. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Bir topluluk kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d: 13/11)

Bir başka ayette de şöyle buyuruyor:

“Allah sizden iman edip salih ameller işleyenlere, kendilerinden öncekileri hükümran kıldığı gibi onları da yeryüzüne hükümran kılacağını, onlar için seçip beğendiği dinlerini onların lehine güçlendirip yerleştireceğini ve korkularından sonra onları güvene kavuşturacağını vâdetti. Çünkü onlar bana ibadet eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan sonra kimler inkâr ederse işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.” (Nur: 24/55)

Davetçilerin görevi insanları Allah’a kulluk etmeye yöneltmektir. Sahabiler, peygamberlerin ve elçilerin görevi olan bu görevi iyi anlamışlardı. Rib’iy bin Âmir, Perslerin kumandanı Rüstem’in yanına girdiğinde şöyle demişti: “Allah bizi, isteyeni kullara kulluktan çıkarıp Allah’a kulluğa ulaştırmamız, dünyanın darlığından kurtarıp genişliğine kavuşturmamız, çeşitli dinlerin zulümlerinden kurtarıp İslâm’ın adaletine ulaştırmamız için görevlendirdi...”[7]

İşte peygamberlerin ve onları izleyenlerin yolu buydu. Yani cahiliye toplumuna karşı hemen ilk günden itibaren silaha sarılmak ve siyasi sloganlar atmak değil. Ancak doğru bir eğitime, geceyi namazla gündüzü oruçla geçirmeye, sonra da bayrağı yüceltmek ve amaca ulaşmak için gereken fedakârlığı göstermeye çağrıydı.

İnsanları Allah’a davet edenler tarafından da yolun uzak ve zor olduğunun, davetin bir merhaleden sonra başka bir merhaleye gireceğinin, davet merhalelerinin her birinin kendine uygun kulluk görevlerinin olduğunun açıkça bilinmesi gerekir. Sahabilerin Mekke’de iken, devletlerinin ve yaptırım güçlerinin olmadığı sırada yerine getirmeleri gereken kulluk görevi insanları açıktan Allah’a davet etmek, bu konuda eziyetlere, alaylara, işkencelere ve yalanlamalara katlanmaktı. Bu dönemdeki kulluk görevlerinin arasında savaştan el çekmek, namazı kılmak ve zekâtı vermek de vardı.

Kur’an ile Medine fethedilince, Ensar Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e ikinci bey’atı yapınca ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sahabilere hicret etmelerini emredince, çocukları, malları, yakınları, aşireti bırakarak dinini kurtarmak, Müslümanları güçlendirmek, Medine-i Münevvere’de İslâm devletini kurmak kulluk görevi olmuştur. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye hicret ederek orada devletini kurunca ve gücünü artırınca Yüce Allah cihada izin verdi. Bunun üzerine cihad, çarpışma, Allah’ın vaadinin gerçekleşmesi için kâfirlerin kanlarını akıtmak, canlarını almak kulluk görevi oldu. Ardından zafer ve fetih gerçekleşti. İnsanlar kitleler halinde İslâm’a girmeye başladılar.

Buna göre davet merhalelerini bilmek, her bir merhaleyle ilgili davet prensiplerini ve o merhalede yerine getirilmesi istenen kulluk görevini anlamak zorunludur. Şüphesiz bu, İslâmi uyanış gençliği açısından, balık için su, diğer canlılar için de hava ne kadar önemliyse o derecede bir öneme sahiptir.

Acelecilik ve yapılanların meyvelerini bir an önce toplama arzusu insanın tabiatına yerleştirilmiş bir özelliktir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“İnsan (adeta) “acele”den yaratılmıştır.” (Enbiyâ: 21/37)

Habbab bin Eret Radıyallahu anh’ın Mekke’de uğradığı şiddetli eziyetlerin akabinde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e giderek:

“Bizim için dua etmeyecek misin? Bizim için yardım dilemeyecek misin?” demiş; Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Allah’a davet edenlerin mutlaka imtihan edileceklerini ve bazı musibetlerin başlarına geleceğini bildirmişti. Bu arada ona İslâm’ın üstün geleceğini ve zafere ulaşacağını da müjdelemişti. Daha sonra insanlara hâkim olan özelliği ortaya koyarak şöyle buyurmuştu: “Fakat siz acele ediyorsunuz.”[8]

Zamanımızdaki aceleciler de bazen silahlı çatışmaya girmek için acele ediyor ve zafere yakın olduklarını, İslâm’ı hâkim kılmak için zamanı kısaltacaklarını sanıyorlar. Oysa kendilerinin bu arada Allah’a davet işini geriye bıraktıklarını bilemiyorlar. Böylece yaratılmışların efendisi Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sünnetine aykırı bir tavır takınıyorlar.

Ya da parlamento yolunu ve siyasi metodları seçiyor ve bu yolun kolay, yakın bir yol olduğunu, bu yolun en kısa zamanda kendilerini gayelerine ulaştıracağını sanıyorlar. Bu yolda çok fazla fedakârlığa, insanları yetiştirmek ve arındırmak için büyük binalar yapmayı amaçlayan geniş çaplı harcamalara gerek olmadığını sanıyorlar. Sanıyorum Cezayir tecrübesi bu yolun önü kapalı ve gayeye ulaştırmayan bir yol olduğuna en açık delildir. Bunun yanısıra bu yol peygamberlerin (Allah’ın salâtı ve selâmı üzerlerine olsun) izlediği bir yol değildir.

Biz kardeşlerimizi davetin merhalelerini ve her bir merhalede yerine getirilmesi gereken kulluk görevlerini öğrenmeye çağırıyoruz. Bunun yanısıra onları, dinin üstün geleceğine kesin olarak inanmaya ve bunu yakînen bilmeye çağırıyoruz.

Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:

“Allah’a ortak koşanlar istemese de, hak dini bütün dinlerden üstün kılmak için Peygamber’ini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.” (Tevbe, 9/33)

Yüce Allah bir başka ayette de şöyle buyuruyor:

“Ve hiç şüphesiz üstün gelecek olanlar da bizim askerlerimizdir.” (Sâffât, 37/173)

Yeryüzünde Allah’ın askerleri bulununca onlara Yüce Allah’ın yardımı mutlaka iner. Dolayısıyla davetçilerin görevi davayı tebliğ etmekle birlikte yeryüzünde söz sahibi olmaya lâyık olacak ve kendileri vasıtasıyla Müslümanların bayrakları yükselecek nesli yetiştirmektir.

Bunun savaştan el çekme, namazı kılmak, zekâtı vermek, iman ve cihad eğitimi almak aşamasında bulunan İslâmi uyanış gençliği şunu bilmeli ki; savaştan el çekmek, kalbini cihad sevgisinden, ona olan arzudan, malı ve canı Allah için feda etme duygusundan arındırmak demek değildir. Sahih bir rivayette Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğu bildirilmiştir:

“Kim savaşmadan veya içinden bunu arzulamadan ölürse bir tür nifak üzere ölmüş olur.”[9]

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sîretini öğrenmenin bazı yararlarını burada, bu incelemenin başında vermek isterim:

1. Birçok Kur’an âyetinin iniş sebebinin öğrenilmesi mümkün olur. Bu ise âyetlerin anlaşılmasına, onlardan hüküm çıkarılmasına, onların indiği şartları ve ortamı zihinde tasavvur etmeye yardımcı olur. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hadisi şerifleri için de aynı şey söz konusudur. (Yani sîretin öğrenilmesiyle bazı hadislerin hangi sebeplerden dolayı ve ne gibi şartlarda söylendiğini öğrenmek mümkün olur.)

2. Sîret bilgisi davetçiler ve Allah yolunda cihad edenler için faydalı bir azıktır. Geçmişte gösterilen büyük gayretler, dini yüceltmek, alemlerin Rabbinin bayrağını yükseltmek için akıtılan kanlar hakkında bilgi edinmeleri; bu dine girmenin sağladığı nimetin değerini, bu dine mensub olmanın ve ona davet etmenin, onun bayrağını yükseltmek için cihad etmenin ne büyük bir şeref kazandırdığını bilmeleri onların gayret ve kararlılıklarını artırı;.

3. Sîret kendi başına, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in mucizelerinden bir mucize ve peygamberliğinin delillerinden bir delildir. Nitekim İbn Hazm şöyle demektedir: “Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in bu büyük sîreti üzerinde düşünen birisi onu kaçınılmaz olarak doğrulamak zorunda kalır. Çünkü sîreti onun Allah’ın gerçek bir elçisi olduğuna şahitlik etmektedir. Onun sîretinden başka bir mucizesi olmasaydı yine yeterdi.”[10] Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sîretini inceleyen bir kimse zaten onun birçok mucizesi hakkında bilgi edinir. Şüphesiz Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in mucizeleri onun doğruluğuna olan imanımızı ve kendisine karşı sevgimizi artırmaktadır.

4. Bununla (sîretin öğenilmesiyle) İslâm’ın ve Müslümanların yücelmesini sağlayacak yolun öğrenilmesi mümkün olur. Yüce Allah’ın, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i gönderdiği sırada insanların durumu, daha önce her hangi bir peygamberin gönderildiği en kötü dönemden de daha kötüydü. Öyleki Allah bu haliyle yeryüzüne bakmış ve Arap olanlarına da olmayanlarına da gadab etmişti. Peygamberî davet nasıl başladı, sonra bir merhaleden diğer merhaleye nasıl geçti? Sonuçta Allah onun vasıtasıyla dinini ve Müslümanların üzerindeki nimetini nasıl tamamladı? Bu konulara daha önce işaret ettiğimizden burada sözü fazla uzatmak istemiyoruz.

5. Sahabileri insanlığa öncülük etmeye lâyık hale getiren özelliklerinin ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in onları nasıl eğittiğinin öğenilmesi mümkün olur. Bu ise onları sevmeye, gidişatlarını almaya ve yollarını izlemeye yöneltir.

6. Değerli ashâbla birlikte yaşamak ve yaratıkların en hayırlısıyla sohbet mutluluğuna erişmek mümkün olur. Onların sevinmeleriyle sevinir, onların ağlamalarıyla ağlarız. Onların elde ettikleri başarılarla gözlerimiz aydınlanır. Şüphesiz gerek sevinç anında ve gerekse darlıkta uzun süre sohbet etmek sevgi ve kardeşlik bağlarını güçlendirir. İşte bu da şerefli sîreti öğrenmenin bereketlerindendir. Bu aynı zamanda iman bağlarından bir bağdır. Çünkü bir kimse Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i, babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe mükemmel bir imana kavuşamaz.

7. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in sîretini öğrenmek, ruhu besler, temiz kalpleri gıdalandırır. Fısk ve günâhlara dalmış kimseler basit filmler, değersiz tiyatrolar seyrederek, çirkin işleri ve günâhları görerek beslenirken bizim güzel bilgileri alarak gıdalanmamız niçin mümkün olmasın! Her nefis kendine göre olan şeylerden gıda alır. Herkes de ne için yaratılmışsa kendisine o kolaylaştırılır.

8. Sîreti öğrenmek Müslümanın birçok fıkhî hükmün dayanağını öğrenmesine, eğitimle ilgili dersler çıkarmasına ve şer’i siyaseti anlamasına imkân sağlar. Bir komutan komutanlığın nasıl olması gerektiğini öğrenebilmek için sîreti öğrenmeye muhtaçtır. Bir asker de askerliğin nasıl olması gerektiğini öğrenebilmek için sîreti öğrenmeye mutlak ihtiyacı vardır. İnsanları Allah’a çağıran davetçiler de, Allah’a davetin nasıl olması gerektiğini öğrenebilmek için sîreti öğrenmeden edemezler. Aynı şekilde eğitimcilerin de eğitimin nasıl olması gerektiğini öğrenebilmek için yine sîreti öğrenmeye mutlaka ihtiyaçları vardır.

9. Bu yolla, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in üstünlüğünü, Yüce Allah’ın onu insanlardan nasıl koruduğunu, Bedir, Ahzab ve Huneyn savaşlarında Meleklerin nasıl inip onunla birlikte çarpıştıklarını, Uhud olayında Cibril -Aleyhisselam- ve Mikâil -Aleyhisselam-’ın nasıl inerek bizzat onu savunduklarını öğrenmek mümkün olur.

10. Bu yolla zaferin ve yenilginin sebeplerini öğrenmek mümkün olur. Zaferin sebeplerinden bazıları Allah’a güven, O’na dayanmak (tevekkül), O’na boyun eğmek (tazarru) ve zafere ulaştıracak sebeplere yapışmak, ama bu sebeplere güvenmemek, zaferin ancak Allah katından geleceğine iman etmektir. Yenilginin sebeplerinden bazıları da Uhud olayında olduğu gibi dünyalığa ilgi duymak ve Huneyn olayında olduğu gibi sayının çokluğundan dolayı zaferin Allah’tan olduğunu unutmak ve gurura kapılmaktır.

11. Sîreti öğrenmek, Müslüman fert ve toplum için belirlenmiş yaşayış tarzıdır; İslâm şeriatını anlamada bulunmaz bir yardımcı, yeryüzünün şahid olduğu en mükemmel yaşayış tarzının en doğru şeklini gösteren en büyük bir tablodur. Çünkü sîret peygamberlerin en üstünü ve bütün insanlığın efendisi olan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in yaşadığı tarihtir.[11]

Bunlar Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi vesellem’in sîretini öğrenmenin yararlarından bazıları. Ancak hepsi bu kadar değil. Ben, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e dayandırılan rivayetleri incelemede, karşılığını Allah’tan beklediğim bir gayret sarfettim. Ancak rivayetlerin yer aldığı kaynakların tümünü tesbit ettiğimi ileri sürmüyorum. Fakat en azından özlü bir şekilde ve biraz önce mukaddime içinde ifade etiğim üzere hadisin sahih, hasen veya en azından rivayeti pek sağlam olmamakla birlikte zayıflığı nisbeten telafi edilebilen türde zayıf bir hadis olduğuna işaret etmekle yetindim. Bu kitabın yazılmasındaki amaç İslâmi uyanış gençliğini Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in mübarek hidayet çizgisi hakkında bilgilendirmek, onları değerli sahabilerin eğitildikleri metod üzere eğitmek olduğundan, derlemesi ve düzenlenmesiyle şereflendiğim, rivayetlerini inceleme ve gözden geçirme mutluluğuna eriştiğim bu eseri: “Vakafât Terbeviyye Ma’a’s-Sîreti’n-Nebeviyye (Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Sîretinden Hayat Ölçüleri)” olarak adlandırdım.

Yüce Allah’tan amellerimizi içindeki eksiklere ve kusurlara rağmen kabul etmesini, bize en büyük ecir ve sevap verme lütfunda bulunmasını, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i ve sahabilerini görmekten bizi mahrum kılmamasını diliyoruz. Gönüller onların sevgileriyle doludur. Onları görmeyi ve kendilerine yakın olmayı arzulamaktadır. Allah’ın salâtı ve selâmı alemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in, onun temiz, tâhir âli beytinin, bereket ve hayır kapısı olan sahabilerinin üzerine olsun. Duamızın sonu alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun demektir.

 

Ahmet Ferid

Muharrem 1412

 


1. GİRİŞ

 

İçerdiği konular:

 

1. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in şerefli nesebi.

2. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in yaratılıştaki özellikleri.

3. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in isimleri, künyeleri ve bir çocuğa onun hem adının hem de künyesinin verilmesinden kaçındırma.

4. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in, mü’minlerin anneleri olan hanımları.

5. Çocukları.



 

 

1. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Şerefli Nesebi.

 

Şüphesiz peygamberler, yaratılış ve ahlâk bakımından insanların en mükemmelleri oldukları gibi neseb yönünden de en şereflileridirler. Bu yüzdendir ki, Herakliyus Ebu Sufyân bin Harb’e Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in nesebini sorarak:

“Onun aranızda nesebi nasıldır?” demişti. Ebu Sufyân da:

“O bizim içimizde yüksek bir nesebe sahiptir.” cevabını vermişti. Bunun üzerine Herakliyus şunu söylemişti:

“Ben sana onun nesebinden sordum. Sen onun sizin içinizde üstün bir nesebe sahip olduğunu söyledin. İşte Peygamberler bu şekilde kendi kavimleri arasında yüksek bir nesebe sahip olarak gönderilirler.”[12]

Peygamberlerin kıssaları arasında geçen, Şu’ayb -Aleyhisselam-’ın kavminin Şu’ayb -Aleyhisselam-’a söyledikleri söz de bu konudaki delillerdendir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Dediler ki: Yakın çevren olmasaydı seni mutlaka taşlardık.” (Hud, 11/91)

Bir diğer delil de Salih -Aleyhisselam-’ın kavminin onu öldürmek üzere görüş birliği yaptıklarında söyledikleri şu sözdür:

“Muhakkak gece ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim sonra velisine: “Biz onun ailesinin öldürülüşünde bulunmadık ve gerçekten biz doğru söyleyenleriz “ diyelim.” (Neml, 27/49)

İbn Haldun, peygamberliğin alametleriyle ilgili açıklamasında şöyle söylemiştir: “Onların alâmetlerinden biri de kavimleri içinde saygın bir aileye mensup olmalarıdır.”

Peygambelerin içinde bütün üstünlüklere en lâyık olan da onların sonuncuları ve efendileri olan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’dir. Onun nesebinin üstünlüğü hakkında sahih rivayetler nakledilmiştir. Bunlardan biri Müslim’in Vâile ibnu’l-Aska’dan naklettiği şu rivayettir: “Vâile dedi ki: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

“Yüce Allah İsmail oğullarının arasından Kinane oğullarını seçti. Kinâne oğullarının arasından da Kureyş’i seçti. Kureyş’in içinden Hâşim oğullarını seçti. Beni de Hâşim oğullarının içinden seçti.”[13]

Kureyş’in üstünlüğü hakkında Ummu Hanî’den merfu olarak (Peygamber Efendimiz’e isnad edilerek) şu rivayet nakledilmiştir: “Yüce Allah Kureyş’i yedi özellikle üstün kılmıştır: On yıl kendisine ibadet etmeleriyle üstün kılmıştır ki bu süre içinde Kureyş’ten başka ona kulluk eden yoktu. Fil olayında müşrik olmalarına rağmen kendilerine yardım etmekle üstün kılmıştır. Haklarında Kur’an’da bir sure indirmekle üstün kılmıştır ki onlardan başkası(nın adı) bu sürede geçmemiştir. Bu sure de: “Kureyş’in güvenlik ve esenliği için...” sûresidir. Ayrıca peygamberin aralarından çıkmasıyla, hilafetin kendilerine verilmesiyle, Ka’be’nin örtüsüyle ilgilenme (hicâbe) ve hacılara su dağıtma (sikaye) görevlerinin kendilerine verilmesiyle üstün kılmıştır.”[14]

İbn Hazm -Rahmetullahi aleyh- şöyle söylemiştir:

“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Ebu’l-Kâsım Muhammed’dir. Babası Abdullah’tır. Onun babası Abdulmuttalib’di ki, asıl adı Şeybetü’l-Hamd’di. Onun babası Hâşim’di ki onun da asıl adı Amr’dı. Onun babası Abdu Menâf’tı -asıl adı Muğire’ydi- Onun babası Kusay’dı -asıl adı Zeyd’di-. Onun babası Kilâb, onun babası Murre, onun babası Ka’b, onun babası Lu’eyy, onun babası Galib, onun babası Fihr, onun babası Mâlik, onun babası en-Nadr, onun babası Kinâne, onun babası Huzeyme, onun babası Mudrike, onun babası İlyâs, onun babası Mudarr, onun babası Nizâr, onun babası Ma’add, onun babası da Adnan’dı. Nesebi hakkında üzerinde herhangi bir şüphe olmayan doğru bilgiler buraya kadar ulaşmaktadır.

Adnan şüphesiz Allah yolunda kurban edilmesi istenen ve Allah’ın peygamberi olan İsmâil -Aleyhisselam-’in soyundandı. O da Allah’ın dostu ve elçisi İbrâhim -Aleyhisselam-’in oğluydu. Allah’ın salâtı efendimiz Muhammed’in, adı geçen iki peygamberin ve bütün nebi ve rasullerin üzerine olsun.[15]

İbn Kesir -Rahmetullahi aleyh- şöyle söylemiştir: “Burada bilinmesi gereken şudur ki, İbrâhim -Aleyhisselam-’in soyundan iki büyük erkek çocuk dünyaya gelmişti. Birisi Hacer’den dünyaya gelen İsmâil, diğeri de daha sonra Sâre’den dünyaya gelen İshak’tı. İshak’ın soyundan da Ya’kub dünyaya geldi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Karısı da ayaktaydı ve bunun üzerine güldü. Biz de ona İshak’ı ve İshak’ın ardından da Ya’kub’u müjdeledik.” (Hud: 11/71)

Ya’kub ise, diğer kollarının kendisine nisbet edildiği İsrâil’dir. Peygamberlik de onun soyundaydı. Onun soyundan çok sayıda peygamber gelmiştir. Öyleki kendilerine peygamberlik veren ve risaletle onları mümtaz kılan (Allah)tan başkası onların  sayılarını bilmemektedir. İsrâil oğullarından gelen peygamberler Meryem oğlu İsâ ile son bulmuştur.

İsmâil -Aleyhisselam-’a gelince: Araplar onun soyundan gelmiştir. Allah’ın izniyle ileride açılayacağımız üzere çeşitli kabileleriyle bütün Araplar onun soyundan gelmişlerdir. Onun soyundan peygamber olarak sadece peygamberlerin sonuncusu, efendisi, dünya ve ahirette bütün insanlığın övgüsü olan önce Mekkeli sonra Medineli Muhammed bin Abdillah bin Abdulmuttalib bin Hâşim el-Kureşi (Allah’ın salâtı ve selâmı üzerine olsun) gelmiştir.

Bu şerefli koldan ve sıcak daldan sözü edilen parlak cevherden, ışık saçan inciden, gerdanlığın en değerli “orta taşı”ndan başka bir (peygamber) çıkmamıştır. O da bütün herkesin kendisiyle övündüğü, kıyamete kadar öncekilerin de sonrakilerin de kendisine gıpta ettiği kişi ve insanlığın efendisidir.”[16]

 

2. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Yaratılışındaki Özellikleri:

 

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in teni kırmızıya çalan açık beyaz renkteydi. Geniş alınlıydı. Gözlerinin siyahları koyu siyah ve iriydi. Göz kapaklarının kirpik bitiminin doğuştan siyah olduğu da söylenmiştir. Dişleri hafif seyrekti. Sakalları sıktı ve göğsünü dolduruyordu. Geniş omuzluydu. Topukları ve ayak tabanları enliydi. İnce ve uzun veya kısa ve enine biri değildi. Saçları hafif dalgalıydı. Saçlarını omuzlarına doğru uzatırdı. Konuştuğu zaman adeta ön dişlerinin arasından bir nur çıkıyormuş gibi olurdu. Kafası ve eklem yerleri iriydi. Yüzü yuvarlakçaydı. Göğsünden göbeğine kadar bir çizgi halinde uzanan kıllar vardı. Yürüdüğü zaman adeta yukarıdan aşağıya iniyormuş gibi kuvvetli adımlarla yürürdü. Yüzü ondördündeki ay gibi parıldardı. Güzel sesliydi. Yanakları düzgün ve yumuşaktı. Ağzı büyükçe idi. Göğsü ve karnı aynı hizadaydı (göbeği şişkin değildi). Omuzları, kollarının dirsekleriyle bilekleri arası ve göğsünün yukarıları kıllıydı. Bilekleri uzundu. El ayaları genişti. Topukları etli değildi. İki kürek kemiği arasında çadır düğmesi veya güvercin yumurtası gibi peygamberlik mührü vardı. Yürüdüğü zaman adeta yer onun için dürülürdü. Ona kavuşmak için hızlıca yürürler, fakat kendisinin de yorulmadığı görülürdü. Önceleri saçlarını düz bir şekilde tarayarak sarkıtıyordu sonra ortadan bölmeye başladı. Saçlarını ve sakallarını tarardı. Her gece yatarken uykudan önce herbir gözüne üçer kere olmak üzere sürme taşının tozuyla sürme çekerdi.”[17]

 

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Sıfatları Hakkında Bilgi Veren Bazı Hadisler

 

Rebi’a bin Ebi Abdirrahman’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

Enes bin Malik Radıyallahu anh’in Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sıfatlarından söz ederken şöyle dediğini duydum: “Halkın içinde orta boylu biriydi. Ne çok uzun ne de kısa idi. Kırmızıya çalan beyaz renkte bir teni vardı. Açık beyaz veya esmer değildi. Kıvırcık ve kısa saçlı olmadığı gibi düz ve uzun saçlı da değildi. Saçları dalgalı mutedil idi. Kırk yaşındayken kendisine vahiy geldi. Kendisine vahyin gelmeye başlamasından sonra on yıl Mekke’de, on yıl Medine’de kaldı. Ruhu alındığında başında ve sakalında toplam yirmi kadar beyaz kıl yoktu.” Rebi’a dedi ki: “Onun bir tüyünü gördüm. Kırmızı renkteydi. Sorduğumda kokudan dolayı kırmızılaştığı söylendi.”[18]

Berâ Radıyallahu anh’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem insanların yüz olarak en güzeli olduğu gibi ahlakça da en güzelleriydi. Ne ince uzun boylu ne de kısa boyluydu.”[19]

Ebu İshak’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Berâ’ya: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in yüzü kılıç gibi miydi?” Diye soruldu. O: “Hayır. Aksine onun yüzü ay gibiydi” dedi.[20]

Abdullah bin Ka’b’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Ka’b bin Mâlik’in Tebük savaşından geri kalması olayından söz ederken şöyle dediğini duydum: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e selâm verdiğimde yüzü sevinçten şimşek gibi parıldıyordu. Resullullah Sallallahu aleyhi vesellem sevindiğinde yüzü adeta ayın bir parçasıymış gibi parıldardı. Biz de bunu (sevinçli olduğunu) bu durumundan anlardık.”[21]

Abdullah bin Abbas Radıyallahu anh’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem saçlarını düz bir şekilde tarayarak sarkıtırdı. Müşrikler saçlarını ortadan böler, kitap ehli ise düz tarayarak sarkıtırdı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem da kendisine herhangi bir emrin gelmediği hususlarda kitap ehline uymayı tercih ederdi. Daha sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de saçlarını ortadan bölmeye başladı.”[22]

Enes bin Malik Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in avucundan daha yumuşak bir ipeğe veya ibrişime dokunmuş değilim. Ve asla Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kokusundan daha güzel bir koku koklamış değilim.”[23]

Ebu Said el-Hudri Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem örtüsü içindeki bir genç kızdan daha utangaçtı.”[24]

Câbir bin Semure Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ağzı büyükçeydi. Gözlerinin beyazı biraz kırmızıya çalıyordu. Topukları etli değildi.”[25]

Nevevi şöyle söylemiştir: “Ravi burada Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in iri ağızlı olduğunu söylemiştir. Çoğunluk da böyle söylemiştir. Rivâyetlerden çıkan sonuç budur. Araplar bunu bir beğeni vesilesi olarak görür ve küçük ağızlıları beğenmezlerdi. Sa’leb’in büyük ağızlı denirken kastedilenin, geniş ağızlı anlamı olduğu sözünde ifade edilen husus da budur. Semer ise söz konusu ifadeyle kişinin iri dişli olduğu anlamının kastedildiğini söylemiştir.”[26]

Ebu Tufeyl’in şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i gördüm. Bugün yeryüzünde benden başka onu gören bir adam kalmadı.” (Ravilerden) el-Cureyrî dedi ki: “onu nasıl gördün?” diye sordum. Şöyle dedi: “Beyaz tenli, düz yuvarlak yüzlü ve orta bir şişmanlıktaydı (ne zayıf ne de şişmandı)”[27]

Berâ Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Zülüfleri olanlar arasında, kırmızı hulle içinde bulunan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den daha güzel birisini görmedim. Saçları omuzlarına doğru sarkmıştı. İki omuzunun arası genişti. Kısa veya uzun boylu değildi.”[28]

Ali Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem uzun veya kısa boylu değildi. Avuçları ve ayak tabanları genişti. Başı iriceydi. Eklem yerleri de iriydi. Mesrubesi (göğsünden göbeğine doğru uzanan kıl çizgi) uzundu. Yürüdüğü zaman adımlarını büyük büyük atar ve adeta yukarıdan aşağıya doğru iniyormuş gibi yürür, ayaklarını yere kuvvetli bir şekilde basardı. Ondan sonra da önce de bir benzerini görmüş değilim.”[29]

Aişe -Radıyallahu anhâ-’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sizin yaptığınız gibi öyle hızlı hızlı konuşmazdı. O konuşurken anlaşılır bir şekilde konuşurdu. Hatta yanında oturan birinin ezberleyebileceği şekilde kelimeleri birbirinden ayırırdı.”[30]

 

3. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in İsimleri ve Künyeleri

 

Cubeyr bin Mut’im’den şöyle söylemiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyururdu:

“Benim beş adım var: Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben Allah’ın küfrü mahvetme vesilesi kıldığı mahvediciyim, ben insanları ayaklarının altında toplayacak toplayıcıyım (haşrediciyim) ve ben kendinden sonra peygamber gelmeyecek olan sonuncuyum.”[31]

Hafız (İbn Hacer) şöyle söylemiştir: “İfadeden anlaşıldığına göre bu sözüyle: “Benim bana özel beş adım vardır. Benden önce kimseye bu adlar verilmemiştir.” Yahut: “Benim adlarımın başta gelenleri bunlardır” ya da “geçmiş ümmetlerde meşhur olan adlarım bunlardır” demek istemiştir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu sözü isimlerinin tamamını saymak amacıyla söylememiştir.”

Iyad (Kadı İyad) da şöyle söylemiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu adları, kendisinden önce kimseye verilmemiş olması itibariyle kendine has kılmıştır. Ancak bazı Arapları kâhinlerin ve hahamların o zamanda, adı Muhammed olan peygamber gönderileceğini haber verdiklerini duyunca (çocuklarını) Muhammed olarak adlandırıyorlardı. Sözü edilen peygamberin kendi çocukları olmasını umarak bu adı çocuklarına veriyorlardı. Söylendiğine göre bunlar altı kişiydi, yedincileri yoktur (Kadı) böyle demiştir.”

Suheylî de er-Ravd’da şöyle söylemiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den önce Araplar içinde üç kişiden başka Muhammed olarak adlandırılan biri bilinmiyordu. Bu üç kişi de şunlardı: Muhammed bin Sufyân bin Mucaşi, Muhammed bin Uhayha ibni’l-Culâh, Muhammed bin Humrân bin Rabi’a.” Bu sözü Suheyli’den önce Ebu Abdillah bin Hâluye, “Leyse” adlı kitabında söylemiştir. Ancak Muhammed adını taşıyanların sadece bu kadar olduğu iddiası kabul edilebilecek bir iddia değildir. Çünkü bu adı taşıyanların listesi ayrı bir cüz içinde verilmiştir ki sayıları yirmiyi bulmaktadır. Ancak bazılarının adları birden fazla anılmıştır, bazılarının da adlarının öyle olup olmadığında tereddüt vardır. Bundan bu ismi alanların on beşi aşmadığı ortaya çıkmaktadır.[32]

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in: “Ben Allah’ın küfrü mahvetme vesilesi kıldığı mahvediciyim” sözü hakkında şöyle denmiştir: “Bununla kastedilen küfrün Arap yarımadasından silinmesidir. Ancak bu konuda kesin bir şey söylenemez. Çünkü Ukeyl ve Ma’mer’in rivayetlerinde: “Allah benimle kafirleri mahveder” denmiştir. Bu konuda: “Küfrün ortadan kaldırılmasının bağlılarının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağı anlamı kastedilmektedir” şeklinde bir açıklama yapılabilir. Burada sadece Arap yarımadasının kastedilmiş olabileceği izahı ise, küfrün bütün beldelerden kaldırılmış olmaması dolayısıyladır. Burada çoğunluk esas alınarak böyle bir ifadenin kullanıldığı da söylenmiştir. Yahut anlatılmak istenen şudur: Onun vasıtasıyla küfür ortadan kalkmaya başlar ve zaman içinde zayıflayarak Meryem oğlu İsa zamanında (yani onun yeniden dünyaya döndüğü zamanda) tamamen yok olur. O cizyeyi kaldırır ve Müslüman olmaktan başka hiçbir şeyi kabul etmez.

“Ben insanların ayakları arkasında toplanacağı toplayıcıyım (haşrediciyim)”: Yani benim izim üzere toplanırlar. Yani o insanlardan önce haşr edilir. Bu açıklama bir başka rivayette geçen: “İnsanlar benim topuklarım üzere (benim arkamdan) haşr edilir” ifadesine uygun düşmektedir. Burada ayak ile zaman da kastedilmiş olabilir. Yani: “Benim iki ayağım üstüne kalktığım zaman haşr alametlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte insanlar haşr edilirler”. Bu da kendisinden sonra bir başka peygamber ve başka bir şeriat gönderilmeyeceğine işarettir.

“Ben sonuncuyum”: Yunus bin Yezid, Zuhri’den naklettiği rivayette şu fazlalığa yer vermiştir: “Ben kendisinden sonra peygamber olmayan sonuncuyum. Allah onu rauf (yumuşak kalpli) ve rahim (merhametli) olarak adlandırmıştır.” Beyhaki, ed-Delâil’de: “Allah onu rauf ve rahim olarak adlandırmıştır” sözü hakkında şu açıklamayı yapmıştır: “Bu söz Zuhri (hadisin ravilerinden olan İbn Şihâb ez-Zuhri) tarafından hadise eklenmiş bir sözdür. Ben derim ki: Gerçekte de öyledir. Bu sözüyle herhalde Berâe Suresinin son kısmına işaret etmek istemiştir. “Kendinden sonra peygamber olmayan” ifadesinin de raviler tarafından eklenmiş bir ifade olduğu anlaşılmaktadır.

İlim adamlarının ortak görüşlerine göre onun Kur’an’da yer alan adlarından bazıları şunlardır: “Şâhid, Mübeşşir (müjdeleyici), en-Nezîrü’l-Mubin (apaçık uyarıcı), ed-Da’i ilâ’llah (Allah’a davet eden), es-Sirâcu’l-Munir (ayınlatıcı kandil).” Yine Kur’an’da geçen bazı adları da şunlardır: “el-Müzekkir (uyarıcı), er-Rahme (rahmet), en-Ni’me (nimet), el-Hâdi (doğru yola yönelten), eş-Şehid (şâhid), el-Emin (güvenilir), el-Muzzemmil (örtüsüne bürünen), el-Muddessir (elbisesine bürünen).” Daha önce Amr bin As’ın naklettiği hadiste hakkında mütevekkil (Allah’a güvenen, tevekkül eden) adı da geçmişti. Yine onun meşhur olan adları arasında şunlar da vardır: “el-Muhtâr (seçilmiş), el-Mustafa (arındırılmış), eş-Şefi’ (şefaat eden), el-Muşeffe’ (şefaat ettirilen), es-Sâdıku’l-Mesduk (hem doğru söyleyen hem sözü doğrulanan).” Bunun yanısıra, İbn Dihye Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in adlarına özel bir eserinde şöyle demektedir: “Bazıları şöyle söylemişlerdir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in adlarının sayısı Yüce Allah’ın adlarının sayısı kadar yani doksan dokuzdur.”[33]

Rahmet peygamberi, Tevbe Peygamberi adlandırmaları da onun adları arasında geçenlerdir. Müslim, Ebu Musa el-Eş’ari Radıyallahu anh’ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bizim yanımızda kendisini çeşitli adlarla adlandırır ve şöyle buyururdu:

“Ben Muhammed’im, Ahmed’im, Mukaffî’yim (yani bütün peygamberlerin sonuncusuyum), Hâşir’im (yani insanlar benim ayaklarımın arkasında toplanırlar), tevbe peygamberiyim ve rahmet peygamberiyim.”[34]

Nevevi şöyle söylemiştir: “Tevbe peygamberi, rahmet peygamberi ve merhamet peygamberi ibarelerinin anlamları birbirine yakındır. Bunlarla kastedilen ise şudur: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem tevbe imkânını getirmiş ve karşılıklı ilişkilerde merhameti yerleştimiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Kendi aralarında merhametlidirler.” Yine şöye buyuruyor:

“Sonra iman edip, birbirlerine sabır tavsiye edenlerden ve birbirlerine merhamet tavsiye edenlerden olmak.” (Beled, 90/17)

Bir hadiste de: “Ve savaş peygamberiyim” demektedir. Çünkü Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Allah yolunda cihad etmek üzere gönderilmiştir.”[35]

 

Kureyş’in Peygamber’in Adını Tahrif Etmeleri:

 

Ebu Hureyre Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

“Yüce Allah’ın, Kureyş’in sövmelerini ve lanetlerini benden nasıl uzak tuttuğu dikkatinizi çekmiyor mu? Onlar kötülenmiş olana sövüyor ve kötülenmiş olanı lanetliyorlar, ben ise Muhammed’im (övülmüş biriyim).” -Allah’ın salâtı ve selâmı üzerine olsun-[36]

Hafız İbn Hacer şöyle söylemiştir: “Kureyşliler kendisinden çok nefret etmeleri dolayısıyla, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i övgü anlamı taşıyan bir adla adlandırmıyorlardı. Bunun yerine onun tam tersi anlam taşıyan ad kullanıyor ve “kötülenmiş kimse (muzemmem)” diyorlardı. Ondan kötü bir şekilde söz ettiklerinde: “Allah Muzammem’e şöyle yapsın” diyorlardı. Oysa Muzammem onun adı değildi ve o adla tanınmıyordu. Dolayısıyla onların bu sözlerinin anlamı Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e değil içlerinden bir başkasına denk geliyordu.”

İbn Tîn şöyle söylemiştir: “Bazıları bundan, imâ yoluyla birine zina, iftira eden kimsenin üzerinden had cezasının kaldırıldığı anlamını çıkarmışlardır. Bunlar daha çok İmam Malik’e muhalefet edenlerdir.”

Nesâî de şu hükmü çıkarmıştır: Bir kimse boşama anlamına ters ve mutlak olarak ayrılma anlamı taşımayan bir söz söyler ve bununla boşama anlamı kastederse bundan dolayı boşama (talak) gerçekleşmez. Örneğin karısına: “Ye” diyen ve bu sözle boşama anlamı kasteden bir kimsenin durumu böyledir. Bu sözle karısını boşamış olmaz. Çünkü “yemek” hiçbir şekilde boşama anlamına gelecek bir şekilde yorumlanamaz. Bunun gibi Muzemmem (zemmedilmiş, kötülenmiş) kelimesinin de hiç bir şekilde Muhammed (övülmüş -salât ve selâmın en güzeli onun üzerine olsun- kelimesi anlamına yorumlanması mümkün değildir.[37]

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in künyesine gelince: O, oğlu Kâsım’a nisbetle Ebu’l-Kâsım olarak künyelenirdi. Kâsım çocuklarının en büyüğüydü. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinden önce mi yoksa sonra mı vefat ettiği konusunda ihtilaf edilmiştir. Enes Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem pazarda bulunuyordu. Bir adam (birine):

“Ey Eba’l-Kâsım!” diye seslendi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem o tarafa doğru baktı ve şöyle buyurdu:

“Benim adımı takın ama benim künyemle künyelenmeyin.”[38]

Hafız (İbn Hacer) şöyle söylemiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in künyesini almanın caiz olup olmadığı üzerinde ihtilaf edilmiştir. Şafiî’den nakledilen görüşlerin meşhur olanına göre yukarıdaki hadisin taşıdığı açık anlam (zâhir) gereğince almamak gerekir. Bu yasağın sadece onun (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in) yaşadığı döneme özel olduğu da söylenmiştir. Bir görüşe göre de onun adını alan birinin aynı zamanda künyesini alması (yani hem Muhammed adını hem de Ebu’l-Kâsım künyesini alması) yasaktır.[39]

 

Peygamberimizin Diğer Adları:

 

İmam Zehebi: “Onun adları arasında Dahuk (güleryüzlü) ve Kattâl (çok savaşan) adları da vardır.” Bazı rivayetlerde onun şöyle buyurduğu bildirilmiştir: “Ben Dahuk ve Kattâl’ım.”

Abdullah bin Mes’ud radıyallahu anh şöyle söylemiştir: “Bize, doğru sözlü ve sözü doğrulanan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu...”

Tevrat’ta onun ümmileri (avamı) koruyan biri olduğu ve adının Mütevekkil (Allah’a güvenen) olduğu bildirilmiştir.

Adlarından biri de Emin (güvenilir)’dir. Kureyş onu peygamberlikle görevlendirilmeden önce bu adla anardı.

Yine adlarından bazıları Fatih (fetheden) ve Kusam (toplayan, birleştiren, mükemmel)’dir.

Ali bin Zeyd bin Cud’an şöyle söylemiştir: “Arapların söylediği en güzel beyitin hangisi olduğunu birbirlerine sordular. Ali Radıyallahu anh’ı Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hakkında şöyle söylediği şu beyit olduğunu tespit ettilerr:

“(Allah) onun üstünlüğünü ortaya koymak için ona kendi adından türeme bir ad koydu.

Arş’ın sahibinin adı Mahmud, onun adı da Muhammed’dir.”[40]

 

4. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in, Mü’minlerin Anneleri Olan Hanımları

 

Hanımların ilki Hatice bintu Huveylid bin Esed bin Abdiluzza’dır. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onunla yirmi beş yaşındayken evlendi. Hatice -Radıyallahu anhâ- hicretten üç yıl önce vefat eti. Bir yıl önce vefat ettiği de söylenmiştir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, o ölünceye kadar bir başka kadınla evlenmemiştir.

Sonra Sevde binti Zem’a Radıyallahu anh ile evlendi. Yaşlandığında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendisini boşamak istedi. Ancak o Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den kendisini nikâhı altında tutmasını ama kendisine ayırdığı günü Ebu Bekir Radıyallahu anh’ın kızı Aişe Radıyallahu anha’ya ayırmasını istedi. Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onu nikâhı altında tuttu ve daha Mekke’deyken Ebu Bekir Sıddık Radıyallahu anh’ın kızı Aişe’yi Sıddıka Radıyallahu anha ile nikâhlandı. Aişe Radıyallahu anha o zaman altı yaşındaydı ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, onunla hicretten sonra, dokuz yaşındayken biraraya geldi. Aişe Radıyallahu anha h. 58 yılında vefat etmiştir.

Ardından hicretten iki yıl sonra Ömer İbnu’l-Hattab Radıyallahu anh’ın kızı Hafsa Radıyallahu anha ile evlendi. Hafsa Radıyallahu anha Medine’de h. 45 yılında vefat etti. Cenaze namazını da o zaman Medine valisi olan Mervan kıldırdı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onu boşamış, sonra Yüce Allah’ın geri almasını emretmesi üzerine geri almıştı.

Sonra asıl adı Hind binti Ebi Umeyye olan Ummu Seleme Radıyallahu anha ile evlendi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hanımlarından en geç vefat eden budur. Hicri 59 yılında vefat etmiştir.

Yine Zeyneb binti Cahş Radıyallahu anh ile evlendi ki o da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in vefatından sonra hamınlarından en önce vefat edendir.  Ömer Radıyallahu anh’ın halifeliğe geçmesinin ilk dönemlerinde vefat etti. Zeyneb Radıyallahu anha, Yüce Allah’ın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le evlendirdiği kadındır. Değişik ülkeler fethedilince ve Ömer Radıyallahu anh ganimetlerden onun için belirlenen miktarı verince ağlamış ve Yüce Allah’tan kendisine bir sonraki yılı göstermemesini çok az bir dünyalıkla kendisinden ayrıldığı Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e kavuşturmasını dilemişti. Gerçekten de o yıl çıkmadan vefat etti.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sonra Cuveyriye binti’l-Hâris’le evlendi. Cuveyriye Radıyallahu anha h. 26 yılının Rebi’ul-evvel ayında vefat etti ve cenaze namazını Mervan kıldırdı.

Sonra Ummu Habibe Radıyallahu anha ile evlendi. Onun asıl adı Remle’ydi. Hind olduğu da söylenmiştir. Ebu Sufyan bin Harb’in kızıydı. Habeşistan’a hicret edenlerdendi. H. 44 yılında kardeşi Muaviye’nin halifeliği döneminde vefat etmiştir.

Hayber’in fethedilmesinin hemen arkasından Nadir oğullarından Huyey bin Ahtab’ın kızı Safiyye Radıyallahu anha ile evlendi. Safiye Radıyallahu anha h. 50 yılında vefat etmiştir. 52 yaşında vefat ettiği de söylenmiştir.

Sonra Meymune binti’l-Hâris Radıyallahu anha ile evlendi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in en son evlendiği hanımı budur. Onunla kaza umresini yerine getirdiği yıl ihramdan çıktıktan sonra Mekke’de evlendi. Kendisiyle Şeref’te biraraya geldi. Meymune Radıyallahu anha, Muaviye Radıyallahu anh döneminde orada (Şeref’te) vefat etmiştir. Halife bin Hayyat’ın söylediğine göre vefatı h. 51 yılında gerçekleşti. Kabri de oradadır (Şeref’te).

el-Cevniye’ye de kendisiyle evlenmek için haber gönderdi, Sonra teklifte bulunmak üzere yanına girdi. Ama o, ondan Allah’a sığındı. Allah da onu korudu ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onunla evlenmeyerek ailesine geri gönderdi.[41]

Nevevi -Rahmetullahi aleyh- şöyle söylemiştir: “İlk evlendiği kadın Hatice Radıyallahu anha’dir. Sonra sırasıyla Sevde, Aişe, Hafsa, Ummu Habibe, Ummu Seleme, Zeyneb binti Cahş, Meymune, Cuveyriye ve Safiyye ile evlendi. Bu dokuzu Hatice -Radıyallahu anhâ-’dan sonradır ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem vefat ettiğinde nikâhı altında idiler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Hatice -Radıyallahu anhâ-’nın sağlığında başka bir kadınla evlenmemiştir. Aişe -Radıyallahu anhâ-’dan başka bâkire bir kızla da evlenmemiştir. Sağlığında iken ayrıldığı kadınlar hakkında oldukça değişik görüşler olduğundan burada ondan söz etmedik.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in iki câriyesi vardı: Mâriye ve Reyhâne binti Zeyd, Bintu Şem’un olduğu da söylenmiştir. Onu (Reyhâne’yi) daha sonra azad etmiştir. Katade’nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onbeş kadınla evlendi. Bunların onüçüyle gerdeğe girdi. Aynı anda nikâhı altında onbir kadını toplandı. Vefat ettiğinde dokuz kadınla nikâhlıydı.”[42]

 

5. Çocukları

 

Nevevi -Rahmetullahi aleyh- şöyle söylemiştir:

“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in üç erkek çocuğu oldu. Birinci oğlu Kâsım, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onunla künyelenirdi (yani Ebu’l-Kâsım olarak künyelenirdi). Kâsım, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem daha peygamberlikle görevlendirilmeden önce dünyaya geldi ve iki yaşındayken vefat etti. İkinci oğlu Abdullah’tır. Tayyib ve Tâhir olarak da adlandırılmıştır. Çünkü o Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinden sonra dünyaya gelmiştir. Tayyib ve Tâhir’in Abdullah’tan ayrı olduğu da söylenmiştir. Ancak doğru olan birincisidir.[43] Üçüncü oğlu da İbrâhim’dir. H. 8 yılında Medine’de dünyaya gelmiş ve h. 10 yılında onyedi veya yirmi aylıkken yine orada vefat etmiştir.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in dört tane de kızı olmuştur:

Zeyneb: Onunla teyzesi Hâle binti Huveylid’in oğlu Ebu’l-As bin Rebi’ bin Abdiluzza bin Abdişşemş evlenmiştir.

Fâtıma: Onunla Ali bin Ebi Tâlib Radıyallahu anh evlenmiştir.

Rukiyye ve Ummu Külsüm: Bu ikisiyle Osman bin Affan Radıyallahu anh evlenmiştir. Önce Rukiyye’yle (sonra onun ölümünün ardından) Ummu Külsüm’le evlendi. Her ikisi de onun nikâhı altında vefat etmiştir. Bundan dolayıdır ki Osman -Radıyallahu anhâ-, Zunnûreyn (iki nur sahibi) olarak adlandırılmıştır. Rukiyye -Radıyallahu anhâ- h. 2 yılında Ramazan ayında Bedir gününde vefat eti. Ummu Külsüm Radıyallahu anhâ da h. 9 yılının Şa’ban ayında vefat etti.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kızlarının sayısının dört olduğunda ihtilaf yoktur. Oğullarının sayısı ise sahih olan rivayete göre üçtür. İlk dünyaya gelen çocuğu Kâsım, sonra Zeyneb, sonra Rukiyye, sonra Ummu Külsüm, sonra Fâtıma’dır. Fâtıma’nın Ummu Külsüm’den yaşça daha büyük olduğu da rivayet edilmiştir.

İbrâhim’den başka bütün çocukları Hatice -Radıyallahu anhâ-’dan dünyaya gelmiştir. İbrâhim ise kıbti asıllı olan Mâriye’den dünyaya gelmiştir. Fâtıma’dan başka bütün çocukları kendisinden önce vefat ettiler. Fâtıma Radıyallahu anha, en sahih ve en meşhur olan rivayete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den sonra altı ay yaşadı.[44]


2. MUHAMMED MUSTAFA -Aleyhisselam-’IN DOĞUMUNDAN ÖNCE MEYDANA GELEN ÖNEMLİ OLAYLAR VE İBRETLİ GELİŞMELER

 

İçerdiği konular:

Muhammed -Aleyhisselam-’ın peygamber olarak gönderilmesinden önceki Mekke’nin durumuyla ilgili bir giriş.

1. Abdulmuttalib’in Zemzem kuyusunu kazması.

2. Abdulmuttalib’in oğullarından birini kurban etmeyi adaması.

3. Fil olayı.


Muhammed Mustafa -Aleyhisselam-’ın Doğumundan Önce Meydana Gelen Önemli Olaylar ve İbretli Gelişmeler.

 

Giriş

 

Şüphesiz büyük olaylardan ve önemli gelişmelerden önce bazı işâretler, olaylar ve mucizeler yaşanır. Bu gelişmeler meydana gelecek büyük olaylar için ortamı hazırlar ve onların ortaya çıkma zamanının yaklaştığını haber verir. İnsanlık bu olaydan daha büyük bir olay yaşamamıştır. Bu olay da, Yüce Allah’ın kendisi vasıtasıyla bu geniş hayrı, büyük fazileti (insanlığa) ulaştırdığı hidâyete erdirici Muhammed Mustafa -Aleyhisselam-’ın doğumu olayıdır. Yeryüzünün her tarafı kötülüklerle ve şirkle karardıktan, Yüce Allah’ın insanlara bakıp da Arap olanlarına da olmayanlarına da gadab etmesinden sonra bu büyük gelişme olmuştur.

Nitekim hadiste şöyle denilmektedir:

“Haberiniz olsun ki işte bu günümde Rabbim, bana öğrettiklerinden sizin bilmediğiniz şeyleri size öğretmemi emredip şöyle buyurdu: Kullarımdan herhangi bir kula verdiğim mal o kul için helaldir. Ben bütün kullarımı hanifler olarak yarattım. Onlara şeytanlar geldi de; doğru dinlerini bozuverdi; benim kendilerine helal kıldığım şeyleri şeytanlar onlara haram kıldı. Hakkında hiçbir hüccet indirmediğim şeyleri bana ortak koşmalarını da onlara yine şeytanlar emretti. Ve Allah yeryüzü ahalisine baktı. Kitab ehlinden doğru din üzere bakî kalanlar mustesna yeryüzü ahalisine, arabına da arab olmayanına da gazab etti. Sonra peygamber gönderip: Ben seni, ancak hem de kendilerine gönderilenleri imtihan etmek için gönderdim. Ve senin üzerine öyle bir kitab indirdim ki (göğüslerde muhafaza edilir) suyun yıkamasıyla yok olmaz. Sen onu uyurkende, uyanıkken de okursun! buyurdu. Ve Allah bana Kureyş’i yakmamı emretti. Ben: Ey Rabbim! Onlar benim kafamı yarıp kırarlar onu bir ekmek parçasına çevirirler dedim. Onların seni çıkardıkları gibi sen de onları çıkar, onlara karşı savaş aç. Biz sana yardım ederiz. Sen infak et ki biz de sana infak edelim. Bir ordu gönder, biz onun gibi beş ordu gönderelim. Sana itaat edenlerle beraber, karşı gelenlerle savaş...”[45]

Muhammed Gazali, Mekke’deki hayatı tasvir ederken şöyle diyor: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinden önce Mekke şehvetlerin ve günâhların oluşturduğu bir fırtına ile çalkalanıyordu. Erkekler arzulara düşkünlükte ve fikri sapmalarda güçlü örnekler ortaya koyuyorlardı. Yahut insanı hâkimiyeti altına alan bir arzunun gölgesinde veya sadece bu arzuya hizmet için fikirler geliştiriyorlardı.

Allah’ı ve âhiret gününü inkâr, dünya nimetlerinin içinde yüzerken yine ona ilgi, toplumda etkili konuma gelme, yükselme ve söz sahibi olma arzusu, hiçbir tutarlılığı olmayan taraftarlıklar (asabiyet) ve onun için barış, onun için savaş yapma, kişinin maddi ve edebi çalışmalarına yön veren eskilerden alınma gelenekler (işte bunlar o dönemin Mekke’sinden görüntüler). O zaman Mekke’nin medeniyetten kopuk, vahşet içinde, dünyada olan bitenlerden zorunlu olarak etrafa yayılan gelişmelerin dışında hiçbir şeyden haberdar olmayan bir yerleşim merkezi olduğunu ileri sürmek yanlıştır. Asla böyle değildi. (O zamanki medeniyetin ürünleriyle) boğazına kadar doymuştu. (Mekkeliler) büyüklük için kavga ediyor, hatta bu yüzden çarpışmalara giriyorlardı. Orada nefsani arzuların çukurlarına düşüp taşkınlık içinde yalpalayıp duran pek çok kimse vardı. Bu gibi birinin oradan çıkarılmak zoruna giderdi. Onlar ya doğruya karşı kördüler, ya da onu tamamen inkâr ediyorlardı. İşte aklî medeniyetten söze gelir bir nasib alamamış olan bu toplumda kişilerin benlik duyguları son raddesine ulaşmıştı. İçinde, taşkınlık ve benlik davasında Firavun’la yarış edebilecek kişiler bulunabilirdi.

Amr bin Hişâm, Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberliğini inkâr etmesinin sebebini açıklarken şöyle demişti: “Abdu Menâf oğullarıyla üstünlük yarışı içine girdik. Nihayet biz ve onlar iki baş at gibi iken: “Bizde kendisine vahyedilen bir peygamber var” dediler. Vallahi ona geldiği gibi bize de vahiy gelmedikçe ona inanmayız ve asla peşinden gitmeyiz.” Söylendiğine göre el-Velid bin Muğire, “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e şöyle demişti: “Peygamberlik gerçek olsaydı, ben ona senden daha lâyık olurdum. Çünkü ben senden yaşça daha büyüğüm ve malım da seninkinden daha çok.”[46]

el-Cezâirî -Allah kendisini korusun- özet olarak şunları söylüyor: “İslâm öncesinde Arap toplumunda yaygınlaşan kötü adetler arasında şunlar vardı:

1. Meysir olarak bilinen kumar. İslâm, Maide suresindeki şu âyetle bunu yasaklamıştır:

“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işinden olan pisliklerdir. Bunlardan sakının; umulur ki felâha erersiniz.” (Maide, 5/90)

2. İçki içmek, bunun için meclisler düzenlemek, içtiği içkinin eskiliğiyle (iyice ekşimişliğiyle) ve değerinin yüksekliğiyle övünmek.

3. İstibda’ nikâhı: Bu da şuydu: Bir kadın bir erkekle beraberliği esnasında hayız görür, sonra temizlenince adam (kocası) karısının soylu erkeklerin taşıdığı üstün özelliklere sahip bir çocuk doğurması için o erkeklerden karısıyla ilişkide bulunmalarını isterdi.

4. Kızların gömülmesi: Bu da bir adamın kınanmak korkusuyla kız çocuğunu diri diri toprağa gömmesiydi.

5. Erkek olsun kız olsun çocukların öldürülmesi. Bu uygulamaya çok şiddetli fakirliğin olması durumunda başvurulurdu.

6. Kadınların kendilerini süsleyip ortaya çıkmaları, öyleki bir kadın güzelliklerini ortaya çıkararak yabancı erkeklerin yanından geçer, onların ilgilerini çekmek için kırıta kırıta yürürdü. Sanki kendini ona takdim ediyormuş ve onun başkalarına olan ilgisini kesip kendine çekmek istiyormuş gibi hareket ederdi.

7. Erkekler kadınların arasından, kadınlar erkeklerin arasından gizli dostlar edinirdi.

8. Cariyeler fuhuş yaptıklarını açıktan ilan ederlerdi. Bunu da evlerinin kapılarına kırmızı bir bayrak asmak suretiyle yaparlardı. Böylece kendilerinin fuhuş yaptıklarının bilinmesini ve erkeklerin kendilerine gelmelerini sağlamak isterlerdi.

9. Kabilecilik anlayışına dayanan asabiyet hâkimdi.

10. Birbirlerine karşı yağmalamalar yapar, mal almak ve gasp amacıyla saldırılar düzenler, bu amaçla savaşlar çıkarırlardı. En ünlü savaşları Dahis, Gabrâ, Buas ve Ficâr savaşlarıdır.[47]

Muhammed Gazali diyor ki: “Yeryüzü bozgunculuklarla ve sapıklıklarla dolunca insanların ortaya çıkacağı bildirilen ıslahatçının gelişi için beklentileri arttı. Bazı kimseler vardı ki hâkim olan cehalete karşı çıkıyor, üstün bir mevki umuyor ve kendilerinin bu mevki için seçilmelerini temenni ediyorlardı. Bunlardan biri de Umeyye bin Ebi’s-Salt’tı. Bu kişi Allah’tan O’nun sahip olduğu üstünlüklerden söz eden şiirler yazmıştı. “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onun hakkında: “Umeyye neredeyse Müslüman olacaktı” demiştir.[48]

Amr bin Şirerîd’in babasından rivayet ettiğine göre, (babası) şöyle söylemiştir: “Bir gün Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bineğinin arkasına bindim. Bana:

“Umeyye bin Ebi’s-Salt’ın şiirlerinden ezberinde bir şey var mı?” diye sordu.

“Evet” dedim.

“Oku öyleyse” diye buyurdu. Ben bir beyit okudum.

“Oku, oku” diye buyurdu. Ben de böylece yüz beyit kadar okudum.”[49]

Ancak yüce kader şâirlerden ve diğerlerinden olan bu arayış içindeki (beklenen kişinin kendileri olması için arayış ve temenni içinde olan) kişileri aşmış ve büyük emaneti hiç bunun için bir beklenti içinde olmayan birine vermişti. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Sen Kitab’ın sana vahyedileceğini umuyor değildin. Ancak Rabbinden bir rahmet olarak (vahyedildi). Şu halde asla inkârcılara arka olma.” (Kasas, 28/86)

Büyük elçilikler için yapılan seçim onun için ümit beslemekle olmaz. Ancak onu kaldırabilecek güce sahip olmakla olur. Hayatta nice beklenti sahipleri var ki ümit beslemeye cü’ret etmekten başka bir güç gösteremezler. Ve nice işin derinliğine dalmış kimseler var ki sessizlikleri onları gizli tutmaktadır. Ama yükümlü kılındıklarında insanları hayretler içinde bırakan başarılar gösterirler. Canların nelere dayanabileceğini ancak onları yaratan bilir. Bütün insanlığı doğru yola eriştirmek isteyen Yüce Yaratıcı büyük gaye için büyük bir kişiyi seçer.”[50]

İnsanlığın en üstünü ve peygamberlerin en şereflisi olan Muhammed -Aleyhisselam-’ın doğumu hakkında bilgi vermeye başlamadan önce, onun doğumundan önce meydana gelmiş olan bazı büyük mucizeleri ve önemli olayları açıklamak istiyoruz. Bazen büyük olaylardan önce onlara işaret eden ve dikkat çeken bir takım önemli gelişmeler olur. Bu konuda Yüce Allah’ın izniyle rivayetlerin en sahih olanlarını seçeceğiz. Bu konuda yukarıda verdiğimiz girişten sonra sadece üç olaydan söz etmekle yetineceğiz. Bunlar:

1. Abdulmuttalib’in Zemzem kuyusunu kazması.

2. Abdulmuttalib’in, oğullarından birini kesmeyi adaması.

3. Fil olayı.

 

1. Abdulmuttalib’in Zemzem Kuyusunu Kazması

 

İbn İshak şöyle söylemiştir: “Abdulmuttalib’in ilk olarak o kuyuyu kazmaya başlaması şu şekilde olmuştu: Bana Yezid bin Ebi Habib el-Mısrı’nin Mursed bin Abdillah el-Buzeni’den onun Abdullah bin Zeriri’l-Gafiki’den onun da Ali bin Ebi Tâlib Radıyallahu anh’den rivayet ettiğine göre Ali Radıyallahu anh, Abdulmuttalib’in Zemzem kuyusunu kazması olayını anlatırken şöyle söylemiştir: “Abdulmuttalib dedi ki: “Ben Hicr’de (Ka’be’nin yanında yarım daire şeklinde çevrili olan ve Hatim olarak da adlandırılan kısımda) uyuyordum. (Rüyada) birisi yanıma gelerek:

“Güzel yeri (tibeyi) kaz” dedi. Ben:

“Tibe nadir?” diye sordum. Sonra yanımdan ayrılıp gitti. Ertesi gün olunca yine daha önce yattığım yere döndüm ve orada uyudum. (Aynı kişi) gelip:

“Berreyi (hayır yerini) kaz” dedi. Ben:

“Berre nedir?” diye sordum. Sonra yanımdan ayrılıp gitti. Ertesi gün olunca yine daha önce yattığım yere döndüm ve orada uyudum. (Aynı kişi) gelip:

“Madnuneyi (kıskanılan şeyi) kaz” dedi. Ben:

“Madnune nedir?” diye sordum. Sonra yanımdan ayrılıp gitti. Ertesi gün olunca yine daha önce yattığım yere döndüm ve orada uyudum. (Aynı kişi) gelip:

“Zemzemi kaz” dedi. Ben:

“Zemzem nedir?” diye sordum. Dedi ki:

“O hiç tükenmez ve sen kınanmazsın. Büyük hacılara su verirsin. O kan ile atık arasındadır. Alaca karganın gagasının olduğu yerde, karıncalar yuvasının yanındadır.”

İbn İshak diyor ki: “(Rüyada gördüğü kişi) kendisine Zemzem’in durumunu açıklayınca ve yerini de bildirince doğru konuştuğunu anladı. Ertesi gün levyesini alıp oğlu Haris bin Abdilmuttalib’le birlikte çıktı. O zaman başka oğlu yoktu. Zemzem’in yerini kazmaya başladı. Abdulmuttalib’e gizlenmiş olan şey görününce tekbir getirdi. Kureyşliler onun aradığı şeyi bulduğunu anladılar ve yanına gittiler.

“Ey Abdulmuttalib! Bu atamız İsmâil’in kuyusudur. Bizim de bunda hakkımız var. Bizi de buna ortak et” dediler. Abdulmuttalib:

“Bunu yapamam. Bu içinizden sadece bana özel kılınmıştır. Aranızda sadece bana verildi” dedi. Onlar:

“Bize insaf et. Bu konuda seninle hesaplaşmadan başından ayrılmayız” dediler. Abdulmuttalib de:

“Öyleyse aramızda birini hakem tayin edin onun hükmüne başvuralım” dedi.

“Sa’d oğularının kâhin kadını Huzeym olsun” dediler. O da:

“Olur” dedi. Bu kadın Şam (Suriye) civarında oturuyordu. Abdulmuttalib, kendi sülâlesinden, Abdu Menâf oğullarından bazı kimseleri alarak bineğine binip yola çıktı. Kureyş’in tüm kabilelerinden de bazı kimseler bineklerine binip yola çıktılar. O zaman bu gittikleri yol üzerinde çöller vardı. Yola koyuldular. Hicaz ve Şam (Suriye) arasındaki çöllerden birine geldiklerinde Abdulmuttalib’in ve arkadaşlarının suyu bitti. Fena halde susadılar. Neredeyse ölecek hâle geldiler. Beraberlerindeki, değişik Kureyş kabilelerine mensub kişilerden su istediler. Onlar bunu kabul etmediler ve:

“Biz şimdi bir çölde bulunuyoruz. Sizin başınıza gelenin bizim başımıza da gelmesinden korkuyoruz” dediler. Abdulmuttalib adamların kendisine ve arkadaşlarına yaptığını görünce:

“Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. Onlar:

“Bizim görüşümüz ancak senin görüşüne tabidir. Sen istediğini emret” dediler. O da:

“Benim görüşüme göre şimdi herkes sahip olduğu güçle kendisi için bir kuyu kazsın. Her bir kişi öldüğünde arkadaşları onu kendi kuyusuna gömer sonra üzerine kapatırlar. En sonunda tek bir kişi kalır. Bir kişinin cesedinin ortada kalması bütün bir grupta bulunanların cesetlerinin ortada kalmasından daha uygundur” dedi. Ötekiler:

“Evet senin emrettiğin gibi yapalım” dediler. Sonra kalkıp her biri kuyusunu kazdı. Sonra da oturup susuzluktan ölümü beklemeye başladılar. Daha sonra Abdulmuttalib arkadaşlarına:

“Vallahi, ortalıkta dolaşmadan ve kendimiz için bir şey aramadan böyle kendimizi kendi ellerimizle ölüme terketmemiz bir acizliktir. Belki Allah civardaki yörelerin birinden bize su lutfedebilir. Haydi kalkın” dedi. Onlar da kalktılar. Yerlerinden kalktıklarında, beraberlerindeki Kureyş kabilesi mensupları onların ne yapacaklarına bakıyorlardı. Abdulmuttalib bineğinin yanına gitti. Üzerine bindi. Hayvan yürümeye başlayınca ayağının altından tatlı su fışkıran bir kaynak ortaya çıktı. Abdulmuttalib tekbir getirdi. Arkadaşları da tekbir getirdiler. Sonra bineğinden indi ve o sudan içti. Arkadaşları da içtiler. Bütün su kaplarını dolduracak kadar oradan su aldılar. Sonra Kureyş kabilelerinin mensuplarını çağırdı ve

“Suya gelin. Allah bize su verdi. Siz de için ve kaplarınızı doldurun” dedi. Sonra onlar:

“Vallahi (Allah) senin lehine hüküm verdi ey Abdulmuttalib. Artık Zemzem hakkında seninle asla hesaplaşmayacağız. Şüphesiz şu çölde sana su veren de, sana o Zemzem suyunu verendir. Şimde sen o suyuna gönül rahatlığı içinde dön” dediler. O da döndü. Beraberindekiler de döndüler ve söz konusu kâhin kadına gitmeden aralarındaki meseleyi halletmiş oldular.”[51]

 

2. Abdulmuttalib’in Oğullarından Birini Kesmeyi Adaması

 

Taberi, Tarih’inde şöyle söylemiştir: “Bana Yunus bin Abdil’a’la rivayet etti. O İbn Veheb’den, o Yunus bin Yezid’den, o İbn Şihâb’dan rivayet etmiş, o da Kubeysa bin Zu’eyb’in şöyle bildirdiğini nakletmiştir: Bir kadın, bir işi için o işini yapabilmesi durumunda oğlunu Ka’be’nin yanında kesmeyi adadı. Kadın o işini yaptı ve adağı hakkında soru sormak için Medine’ye geldi. Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’ın yanına gitti. Abdullah İbni Ömer Radıyallahu anh ona:

“Allah sizi canlarınızı öldürmekten nehy etmiştir” dedi. Abdullah İbni Ömer Radıyallahu anh kadını bu konuda ikna edemedi. Sonra kadın Abdullah İbni Abbas Radıyallahu anh’ın yanına gitti ve ondan fetva sordu. O da şöyle söyledi:

“Allah adaklarınızı yerine getirmenizi emretti. Adak bir borçtur. Ancak o canlarınızı öldürmekten de nehyetti. Abdulmuttalib İbni Hâşim, on oğlunun olması durumunda birini (kurban olarak) kesmeyi adamıştı. On oğlu olunca hangisini keseceğine karar vermek için aralarında kur’a çekti. Kur’a Abdullah bin Abdulmuttalib’e çıktı. O ise Abdulmuttalib’in insanlar içinde en çok sevdiği kişiydi. Sonra Abdulmuttalib:

“Ey Allah’ım! Ya o ya da yüz deve!” dedi. Sonra onunla yüz deve arasında kur’a çekti ve kur’a yüz deveye çıktı.”

Ardından İbn Abbas Radıyallahu anh kadına:

“Benim görüşüme göre sen oğlunun yerine yüz deve kesmelisin” dedi. Daha sonra bu söz o zaman Medine valisi olan Mervan’a ulaştı. O da:

“Benim görüşüme göre ne İbn Ömer, ne de İbn Abbas fetvasında isabet etmiştir. Allah’a isyan olan bir şeyle ona adak yapılamaz. Sen Allah’tan bağış dile ve günâhından dolayı Allah’a tevbe et. Bunun yanısıra tasaddukta bulun ve gücünün yettiğince hayır işle. Oğlunu kesmekten ise Allah seni nehy etmiştir.” İnsanlar buna sevindiler ve Mervan’ın fetvasını beğendiler. Onun isabetli bir fetva verdiğini düşündüler. Bundan sonra da hep Allah’a karşı günâh olan bir şeyin adak olarak adanamayacağı üzere fetva vemeye başladılar.[52]

 

3. Fil Olayı

 

Bu olayı Yüce Allah, yüce kitabında dile getirmiştir. Hadis kitaplarının en sağlamlarından olan Buhari ve Müslim’in sahihlerinde geçen hadislerde de “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu olaya işaret etmiştir. Olayın tafsilatıyla ilgili bilgiler de sîret ve tarih kitaplarında yer almıştır. Tefsir alimleri de bu olaydan tefsirlerinde söz etmişlerdir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Rabbinin Fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların oyunlarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşları gönderdi. O (kuş)lar onların üzerlerine pişirilmiş çamurdan taşlar atıyorlardı. Sonuçta onları yenik ekin yaprağı gibi yaptı.” (Fil Suresi)

İbn Kesir -Rahmetullahi aleyh- şöyle söylemiştir:[53] “Bu, Yüce Allah’ın Kureyş’e lutfettiği nimetlerdendir. Bu olayda Fil sahipleri onlardan uzak tutulmuştur. Onlar Ka’be’yi yıkmaya ve bütün izlerini silmeye karar vermişlerdi. Ama Allah kendilerini helâk etti ve burunlarını yere sürttü. Bütün çabaları boşa gitti. Yaptıklarından bir sonuç elde edemediler. En büyük kayba uğradılar. Onlar hıristiyan bir topluluktu. O zaman dinleri Kureyş’in yaptığı putlara kulluğa en yakın bir haldeydi. Ancak bu gelişme Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in gönderileceği ortamın ve şartların hazırlanmasıydı. Rivayetlerin en meşhur olanına göre “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem o yıl (yani Fil olayının meydana geldiği yıl) dünyaya gelmiştir. İlâhi gücün dili adeta şöyle diyordu: “Ey Kureyş halkı! Size, sizin Habeşilere olan üstünlüğünüz dolayısıyla yardım etmedik. Ama peygamberlerin sonuncusu ümmi Peygamber Muhammed -Aleyhisselam-’ın gönderilişiyle şereflendireceğimiz ve üstün kılacağımız o Eski Ev’i (Beyti Atik’i) korumak için yardım ettik.”

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bu olaya olan işaretlerinden bazıları ise şunlardır:

“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Hudeybiye anlaşmasının olduğu zaman yola çıktı. Onlara doğru ineceği tepeye geldiğinde devesi çöktü. İnsanlar: “Yürü, yürü” dediler. Deve kalkmak istemedi. (Oradakiler): “Kusvâ[54] yolda kaldı” dediler. “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:

“Kusvâ yolda kalmadı. Bu onun huyu da değildir. Ancak Fil’i durduran şey onu da durdurdu.”[55]

Yüce Allah, “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e Mekke’nin fethini nasib ettiğinde, “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem insanların arasında durdu, Allah’a hamd ve senâ etti. Sonra şöyle buyurdu:

“Muhakkak ki Allah, Fil’i Mekke’ye girmekten alıkoydu. Ancak elçisini ve mü’minleri oraya soktu.”[56]

Hakim’in Müstedrek’inde, Beyhaki’nin de ondan nakille ed-Delâil’de rivayet ettiğine göre Abdullah bin Abbas Radıyallahu anh şöyle söylemiştir: “Fil sahipleri yola çıktılar. Mekke’ye yaklaştıklarında Abdulmuttalib karşılarına çıktı. (Komutanlarına):

“Yanımıza gelmene sebep olan nedir? Senin bizden bir isteğin olduğunda bir adam gönderseydin biz istediğini sana getirseydik” dedi. Adam:

“İçine giren herkesin güvene kavuştuğu şu evin haberi bana ulaştı. Oranın halkını korkutmaya geldim” dedi. (Abdulmuttalib):

“Biz sana ne istiyorsan verelim, geri dön” dedi. Adam içeri girmekten başka bir şeyi kabul etmedi ve ona (Ka’be’ye) doğru ilerlemek üzere harekete geçti. Abdulmuttalib geriye çekildi. Bir dağın üzerine çıktı ve

“Şu evin (Ka’be’nin) yıkılışını ve halkının yok edilişini görmek istemiyorum” dedi. Sonra şöyle söyledi:

“Ey Allah’ım! Her ilâhın bir kutsal yeri vardır, Sen de kutsal yerini koru,

Onların kutsalları senin kutsal mekânına üstün çıkmasın.

Ey Allah’ım! Yapacaksan, uygun gördüğün şeyi emret.”

Bu sırada deniz tarafından bulut gibi bir şey ortaya çıktı. Çok geçmeden üzerlerine Yüce Allah’ın haklarında: “O (kuşlar), onların üzerlerine pişirilmiş balçıktan taşlar atıyorladı” diye buyurduğu sürü sürü kuşlar üstlerini gölgeledi. Fil şiddetle bağırmaya başladı. Sonuçta onları (Allah) yenik ekin yaprağı gibi yaptı.[57]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Bu olay, insanlar için ma’bed olarak yapılan ilk ev olan Ka’be’nin üstünlüğünü, müşriklerin de o evi (cahiliye döneminde) nasıl üstün tuttuklarını göstermektedir. Habeşistanlı Ebrehe bu yüzden onu kıskanmış ve yıkmak istemiştir. İslâm’la birlikte Ka’be’nin şeref ve üstünlüğü artmıştır. Ebrehe’nin ve beraberindekilerin helâk edilmelerinin sebebi Mekke halkının itibarı dolayısıyla değildi. Sadece Amine bintu Veheb’in karnında taşıdığı o mübarek cenin müstesnaydı. Yüce Allah âyetinde şöyle buyuruyor:

“Onların oyunlarını boşa çıkarmadı mı?”

Râzi (Fahruddin Râzi) şöyle söylemiştir: “Bil ki “oyun (keyd)” bir başkasına gizlice zarar verme amacı gütmektedir. Eğer: “Burada sözü edilen fiil niçin “oyun (keyd)” olarak adlandırılıyor? Oysa o adam işi açıktan yapıyordu ve kendisinin Ka’be’yi yıkacağını açıkça söylüyordu” denirse; deriz ki: “Evet. Ama kalbinde sakladığı düşünce açığa vurduğundan daha fenaydı. Çünkü o Araplara karşı içinde bir kıskançlık duygusu besliyordu. Onların Ka’be dolayısıyla kazanmış oldukları şerefi kendilerinden ve topraklarından silerek, bu şerefin kendisine ve ülkesine geçmesini istiyordu.”[58]

2. Kâsımi şöyle söylemiştir: “Kâşâni diyor ki: “Fil sahipleriyle ilgili olay ünlüdür ve “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in doğumuna yakın bir sırada gerçekleşmiştir. Bu olay Yüce Allah’ın gücünü ortaya koyan mucizelerden biri ve kendisinin hürmetli kıldığı varlıklara saldırıda bulunmaya cür’et gösterenlere karşı olan gadabının bir eseridir. Kuşlara ve hayvanlara ilhamda bulunulması insanlara ilhamda bulunulması ihtimalinden yüksektir. Çünkü onların de ruhları basittir. Yüce Allah’ın kazandırdığı bir özellikle o taşların gösterdiği etkiyi de garip karşılamamak gerekir. Yüce Allah’ın gücünü ortaya koyan âlemi ibretle inceleyen, kendisi için hikmet perdesi açılan bir kimse bunun pek çok örneğini görebilir.”

Şöyle diyor: “Zamanımızda da Abyurt şehrini farelerin sarmasıyla ve şehrin bütün tarım ürünlerini tahrib etmesiyle bunun bir benzeri ortaya çıkmıştır. Bu farelerin her biri karadan Ceyhun ırmağının kıyısına gelmiş, sonra her biri ırmağın kıyısında bulunan meşe ağaçlarının kabuklarından birer parça almış ve sonra bunların üstüne binerek ırmağın karşı kıyısına geçmişlerdir.”[59]

3. Mâverdi diyor ki: “Mülkün sahibi olan Allah’ın üstün gücünün delilleri gayet açıktır.” (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in) peygamberliğini ortaya koyan deliller de açıktır. Bu konudaki gelişmelerin başları sonları hakkında şahitlik etmektedir. Dolayısıyla bunlarda doğru ile yanlış, uydurma ile gerçek birbirine karışmaz. Müjdeleri ve uyarıcıları da gücü ve bu gücünün etrafa yayılması nisbetinde olmaktadır.

“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in doğumu yaklaşınca onun peygamberliğine işaret eden mucizeler ve getirdiği bereketin işaretleri birbiri ardından ortaya çıkmaya başladı. Bunların en çok dikkat çekeni, en açık ve en kesin olanı da fil sahipleriyle ilgili olaydır. Onları Necâşi, Habeşistan yöresinden, ordusuna mensup kalabalık bir kitle ile birlikte, Ka’be’yi yıkmaları, civarındaki erkekleri öldürmeleri ve kadınları da esir almaları üzere Mekke’ye göndermişti.”

Daha sonra şöyle diyor: “Fil olayında “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in mucizesi, bu olayın onun Mekke’de anasının karnında olduğu sırada meydana gelmesidir. Çünkü “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Fil olayından elli gün sonra ve babasının ölümünün ardından Rebiulevvel ayının on ikinci gecesinde dünyaya gelmiştir. “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bu olayda iki yönden mucizesi vardır:

Birincisi: Eğer o askerler başarı elde etselerdi Mekke halkını esir edecek ve köle haline getireceklerdi. Yüce Allah, peygamberinin anasının karnında köle haline getirilmesini ve köle olarak doğmasını önlemek için o askerleri helâk etmiştir.

İkincisi: Kureyş halkı, Fil sahiplerinin kendilerinden uzaklaştırılmasını hak edecek bir ilâh inancına sahip değillerdi. Kitap ehli de değillerdi. Çünkü onlar ya puta tapıyor, ya putperestlik dinini benimsiyor, ya din dışı şeyler söylüyor, ya da (bütün bu anlayışlardan) dönmek isteyenlere engel oluyorladı. Ancak Yüce Allah İslâm’ın ortaya çıkmasını, peygamberlik kurumunun temellerinin sağlamlaştırılmasını, Ka’be’nin yüceltilmesini, onun namaz için kıble ve hac için ziyaret yeri kılınmasını dileyince (bu gelişmeler oldu).

Eğer: “Nasıl oldu da Kabe, henüz kıble ve hacda ziyaret edilecek yer (mensek) kılınmadan korunduğu halde, kıble ve hacda ziyaret edilecek yer (mensek) olduktan sonra Haccac’ın onu mancınıklarla döverek yıkmasına ve yakmasına engel olunmadı? Denilerek, ayrıca rivayet edildiğine göre (Haccac):

“Tozlarının ışık saçmasını nasıl görüyorsun?

Oysa ileri sürdüklerine göre onun komşusu Allah’tır.”

demiştir. Mancınıkla taş atan kişi de şöyle söylemiştir:

“Ağzı köpüren deve gibi savuruyor.

Onunla her mescid direğine atıyorum.” (bunlara ne denir)? diye sorulursa;

Şöyle cevap verilir: “Haccac’ın yaptığı iş dinin yerleşmesinden sonra gerçekleşmiştir. Dolayısıyla (bu dönemde) dinin yerleştirilmesiyle ilgili mucizelere ihtiyaç yoktu. Fil sahipleri ise Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in ortaya çıkmasından önceydiler. Dolayısıyla onların engellenmesi peygamberin ortaya çıkacağına işaret eden bir mucizeydi. Bunun yanısıra “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Ka’be’nin yıkılacağı konusunda uyarıda bulunmuştu. Dolayısıyla yıkılması da onun mucizesi olmuştur. Bu itibarla her iki olayın arkasındaki hikmetler farklıdır. En doğrusunu ise ancak Yüce Allah bilir.

Araplar arasında, Yüce Allah’ın Fil sahipleri ordusuna yaptığı muamelenin haberi yayılınca Harem’i daha çok yüceltmeye ve ona saygısızlık etmekten çekinmeye başladılar. Onun gönüllerdeki hürmeti daha da arttı. Kureyş kabilesine de itaat duygusuyla yaklaştılar ve şöyle söylediler: “Allah’ın halkına karşı saldırıda bulunanları Allah kendisi savundu ve düşmanlarının oyunlarını başlarından savdı.” Bundan sonra, var olan saygı ve itibarları arttı. Kureyş halkı da rifade, sidâne ve sikâye gibi hizmetleri yürüttüler. Rifâde şuydu Kureyş halkı her yıl mallarından belli bir miktar ayırır ve onunla Minâ günlerinde hacılar için yemek yaparlardı. (Sidâne, Ka’be’nin korunması ve hizmetlerinin yürütülmesi, sikâye ise hacılara Zemzem suyu dağıtılmasıdır.) Böylece din mensuplarının liderleri ve arkalarından kendilerini izleyenlerin önderleri oldular. Fil sahipleri ise taşkınlık edenler için bir örnek oldu.”[60]

4. Şeyhulislâm (İbn Teymiyye) -Rahmetullahi aleyh- de şöyle diyor: “Fil sahipleri olayı hakkında mütevâtir rivayetler nakledilmiştir. Bu rivâyetlere göre Habeşistanlı hıristiyanlar, bazı Arapların kendilerinin Yemen’de yaptırdıkları kiliselerini aşağılamaları (veya pisletmeleri) üzerine, büyük bir orduyla Ka’be’yi yıkmak için yola çıktılar. Ka’be’yi aşağılamak ve kendi kiliselerini yüceltmek amacındaydılar. Allah da onların üzerine sürü sürü kuşlar göndererek hepsini birden helâk etti. Bu olay “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in doğduğu yıl meydana gelmişti. O zaman Ka’be’nin civarında oturan insanlar müşriktiler. Putlara tapıyorlardı. Hıristiyanların dinleri onlarınkinden üstündü. Buradan anlaşılmaktadır ki bu olay o zaman Ka’be’nin etrafında oturan insanlar için olmamıştı. Bizzat ya Ka’be için veya o yıl Ka’be yakınında dünyaya gelen Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem için ya da her ikisi için birden olmuştu. Hangisi için olursa olsun bu olay yine de Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberliğine delalet eden olaylardandır.

Eğer: “Bu Ka’be için ve onun korunması, ona yönelik saldırıların savılması için olan bir mucizeydi. Çünkü o Allah’ın Halîl’i İbrâhim -Aleyhisselam-’ın inşa etmiş olduğu Beytullah’tır (Allah’ın Evi’dir)” denirse (deriz ki): “Bilindiği kadarıyla geçmiş ümmetlerin içinde, (İbrahim’den sonra) Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem ümmetinden başka bu evi (Ka’be’yi) hacceden ve ona doğru namaz kılan kimse yoktu. Muhammed bu evin haccedilmesini ve ona doğru namaz kılınmasını farz kılmıştır.”[61]


3. RASÛLULLAH -Sallallahu aleyhi vesellem-’İN DOĞUMUYLA PEYGAMBERLİKLE GÖREVLENDİRİLMESİ ARASINDAKİ DÖNEM

 

İçerdiği konular:

A. Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın Veheb’in kızı Amine ile evlenmesi.

B. Muhammed Mustafa -Sallallahu aleyhi vesellem-’in doğumu ve büyümesi.

C. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in peygamberlikle görevlendirilmesinden önce meydana gelen önemli olaylar.

1. Ficâr Savaşı.

2. Erdemliler Anlaşması (Hilfu’l-Fudûl).

3. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Hatice -Radıyallahu anhâ- ile evlenmesi.

4. Kureyş’in Ka’be’yi yeniden inşâ etmesi.



 

 

A. Abdulmuttalib’in Oğlu Abdullah’ın Veheb’in Kızı Âmine İle Evlenmesi

 

Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah, babasının oğulları arasında en çok sevdiği biriydi. Kesilmekten kurtulunca ve babası Abdulmuttalib yerine yüz deveyi kurban edince Mekke’nin en soylu hanımlarından biriyle evlendirildi. O da Veheb bin Abdi Menâf bin Zuhre bin Kilâb’ın kızı Âmine’ydi.

Âmine’nin (Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’e) hamile kalmasının üzerinden fazla zaman geçmeden babası (Abdullah) öldü ve Medine’de Adiy bin Neccâr oğullarından olan dayılarının yanına gömüldü. (Abdullah) ticaret için Şam tarafına gitmişti. Dönüşte Medine’deyken ölüm kendisini yakaladı ve arkasında o temiz cenini bıraktı. Kader adeta şöyle diyordu: “Senin bu dünyadaki görevin bitti. Bu temiz ceninin terbiyesini, yetiştirilmesini ve insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarması için hazırlanmasını ise Yüce Allah hikmetiyle ve rahmetiyle üstlenir.”

Peygamber -Aleyhisselam-’la ilgili gelişmeler Abdullah’ın Amine ile evlenmesiyle başlamıyordu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e:

“Seninle ilgili gelişmelerin başlangıcı nedir?” diye soruldu. O da şöyle buyurdu:

“Ben atam İbrâhim’in duası ve İsâ’nın müjdesiyim. Annem kendisinden Şam saraylarını aydınlatan (yani Şâm’ın sarayları görünecek kadar etrafı aydınlatan) bir nurun çıktığını gördü.”[62]

İbrâhim -Aleyhisselam-’ın duası ise şuydu:

“Ey Rabbimiz! Onların içinden kendilerine senin ayetlerini okuyacak, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretecek ve onları arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz sen pek yüce ve hikmet sahibisin.” (Bakara, 2/129)

İsâ’nın müjdesine ise Yüce Allah’ın, Mesih -Aleyhisselam-’ın dilinen ifade ettiği şu sözde işaret edilmektedir:

“Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrailoğulları! Ben Allah’ın size, benden önce gelmiş olan Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek adı da Ahmed olan peygamberi müjdeleyici olarak gönderilmiş bir peygamberim” demişti.” (Saf, 61/6)

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in: “Annem kendisinden Şam saraylarını aydınlatan bir nurun çıktığını gördü” sözü hakkında İbn Receb şöyle söylemiştir: “Bu nurun çıkması annesinin onu doğurması esnasında olmuştu, Bu ondan çıkacak ve yeryüzü halkının hidayeti bulmasına, şirk karanlığının kaybolmasına vesile olacak olan nura işaretti. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Gerçekten size Allah’tan bir nur ve açık bir Kitap geldi. Allah onunla rızasının gözetenleri selamet yollarına eriştirir ve kendi izniyle onları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru yola iletir.” (Maide, 5/15-16)

Yüce Allah bir âyetinde ise şöyle buyuruyor:

“Ona iman eden, saygı gösteren, yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nura uyan kimseler işte onlar felâha erenlerdir.” (A’raf, 7/157)[63]

İbn Kesir de şöyle diyor: “Nurun ortaya çıkmasında özellikle Şâm’ın anılması onun dininin Şâm diyarında (Suriye, Ürdün ve Filistin topraklarını içine alan bölgede) yerleşeceğine ve orada karar kılacağına işarettir. Dolayısıyla bu bölge âhir zamanda (kıyamete yakın dönemde) İslâm’ın ve Müslümanların güç merkezi haline gelir. Meryem oğlu İsâ oraya iner, indiğinde ilk önce Dimeşk’teki Beyaz Doğu Minâresinde görünür. Bundan dolayıdır ki Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde geçen bir hadiste şöyle denmektedir:

“Ümmetimden bir topluluk sürekli hak üzere direnmeye devam eder. Kendilerini aşağılayanların veya karşı çıkanların onlara bir zararları olmaz. Onlar bu hal üzereyken Allah’ın emri gelir.”

Buhari’nin Sahih’inde: “Onlar Şâm’da olurlar” denmektedir.[64]

 

B. Muhammed Mustafa -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Doğumu ve Büyümesi

 

Rebiulevvel ayının ikinci, bir rivayete göre sekizinci, bir rivayete göre onuncu, bir rivayete göre de onikinci -ki çoğunluğun kabul ettiği rivayet budur- gecesi dünyaya geldi. Bu doğum Fil olayının yaşandığı yılda oldu. Sabahın yaklaştığını müjdeleyen gelişmeler ortaya çıktı ve Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi vesellem dünyaya geldi.[65]

Doğumu Haşim oğulları vadisinde Ebu Tâlib’in evinde gerçekleşti. Burası daha sonra Haccac bin Yusuf’un kardeşi olan Muhammed bin Yusuf’un evi olarak adlandırılmıştır. Bugün burası genel kütüphanedir.

Ebeliğini babasının cariyesi olan Habeşistanlı Ummu Eymen Bereke yaptı. Kendisini ilk emziren de amcası Ebu Leheb’in câriyesi Sevbiyye oldu.

Ummu Habibe Radıyallahu anha’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e:

“Kızkardeşim yani Ebu Süfyân’ın kızı ile evlen” dedim.

“Bunu istiyor musun?” diye sordu. Ben:

“Evet isterim zaten ortağı olmaksızın sizinle tek başıma değilim. Hayırda bana ortak olmasını en çok istediğim kız kardeşimdir.” dedim. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de:

“Bu bana helâl olmaz” diye buyurdu.

“İyi ama biz (aramızda) senin Ebu Seleme’nin kızıyla evlenmek istediğinden söz ediyoruz” dedim.

“Ummü Seleme’nin kızı mı?” diye sordu.

“Evet” dedim. O da şöyle buyurdu:

“Eğer benim bakımım ve terbiyem altındaki üvey kızım olmasaydı bile, yine de bana helâl olmazdı. Çünkü o benim süt kardeşimin kızıdır. Beni ve (babası) Ebu Seleme’yi Suveybe emzirmişti. Artık bana kızlarınızı ve kız kardeşlerinizi teklif etmeyin.”[66] Urve dedi ki: “Suveybe Ebu Leheb’in cariyesiydi. Ebu Leheb kendisini azad etmişti. O da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i emzirmişti. Ebu Leheb ölünce yakınlarından biri rüyada onu çok fena bir halde gördü. Kendisine: “Nasıl bir şeyle karşılaştın?” diye sordu. Ebu Leheb de “Sizden sonra hiç rahat yüzü görmedim. Ama Suveybe’yi azad etmemden dolayı bana buradan su içirildi” dedi.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem daha sonra Sa’d bin Bekr oğullarından süt anneye verildi.[67] Araplar çocuklarının daha sağlıklı olmaları için kırsal bölgelerde süt ana tutmayı adet edinmişlerdi. “Şehirde yetişen bir çocuğun zekâsı ve azmi zayıf olur” derlerdi. Sa’d bin Bekr oğullarından bazı kadınlar süt çocuk almak üzere geldiler. Değerli süt çocuğu da Sa’d oğullarından Halime’nin payına düştü.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Sa’d bin Bekr oğullarının kırsal bölgesinde olduğu sırada göğsünün yarılması olayı geçekleşti.[68] Müslim, Enes İbn Mâlik Radıyallahu anh’ten şöyle rivayet etmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in çocuklarla oynadığı bir sırada Cibril -Aleyhisselam- yanına gelip kendisini aldı. Bayılttı. Kalbini yardı. Sonra kalbini dışarı çıkardı. Oradan bir kan pıhtısı çıkardı ve: “Bu şeytanın sendeki payıdır” dedi. Sonra onu altın bir leğen içinde Zemzem suyuyla yıkadı. Sonra onu yeniden yapıştırdı ve yerine yerleştirdi. Öte yandan çocuklar koşarak süt annesine geldiler ve: “Muhammed öldürüldü” dediler. Yanına vardıklarında rengi değişmişti.”

Enes Radıyallahu anh dedi ki: “Ben göğsünde o yarılmış yerin izini görüyordum.”[69] Sonra (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in) süt annesi onun hakkında endişeye kapıldı ve onu annesine geri gönderdi. Annesi kendisini alıp, babasının (yani Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in babasının) dayıları olan Adiy bin Neccar oğullarını ziyaret için Medine’ye doğru yola çıktı. Dönüşte yolda annesini ölüm yakaladı ve Ebvâ’da[70] vefat etti ve oraya gömüldü.

Kaderin dili bu çocuk hakkında şöyle diyordu adeta: “Bu çocuğun eğitiminde ne babasının ne de annesinin herhangi bir etkisi olabilir. Yüce Allah onun eğitimini ve yetiştirilmesi işini üzerine almıştır. Çoğunluğun bildirdiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in annesi Âmine’nin vefatı kendisi daha altı yaşındayken gerçekleşmiştir. Bundan sonra onun bakımını Ummu Eymen üzerine aldı. Geçimiyle de dedesi Abdulmuttalib ilgileniyordu. Dedesi, kendi oğullarına titremediği kadar onun üzerine titriyordu.

Abdurrezâk’ın Musannef’inde Ma’mer’den onun da Zuhri’den rivayet ettiğine göre (Zuhri) şöyle söylemiştir: “Sonra annesi öldü ve dedesinin bakımında bir yetim olarak kaldı. O zaman birkaç yaşında bir çocuktu. Dedesinin yastığına gelip üzerine otururdu. Bunun üzerine dedesi dışarı çıkardı. Kendisiyle ilgilenen câriye:

“Dedenin yastığından in” derdi. Abdulmuttalib de:

“Oğlumu rahat bırak. Orada kendisini rahat hissediyor” dedi. Sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem daha çocukken dedesi de vefat etti.”[71]

Abdulmuttalib vefat ettiğinde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sekiz yaşına gelmişti. Daha sonra onun geçimiyle ilgilenmeyi babasının öz kardeşi olan Ebu Tâlib üzerine aldı. Kendisine karşı çok merhametliydi. Ancak mal varlığı azdı. Bu yüzden Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem amcasına yardımcı olmak amacıyla koyun çobanlığı yaptı.

Ebu Hureyre Radıyallahu anh’ın rivayet ettiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Allah herhangi peygamber gönderdiyse mutlaka koyun gütmüştür” diye buyurdu. Ashabı:

“Sen de mi?” diye sodular. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:

“Evet. Ben de Mekke halkının birkaç kuruş parası karşılığında (koyun) güttüm.”[72]

Cabir bin Abdillah Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Merru’z-Zahrân’da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikteydik. Biz Erâk ağacının meyvelerini topluyorduk. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem):

“Siyahlarını seçin. Onlar daha iyidir” diye buyurdu. Bunun üzerine kendisine:

“Sen koyun güder miydin?” diye soruldu. O da şöyle buyurdu:

“Evet. Onu gütmeyen peygamber var mı?”[73]

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem daha sonra ticaretle uğraşmaya başladı.

Abdurrezzâk, Ma’mer’dan o da Zuhri’den rivayet etmiştir. (Zuhri) sîretle ilgili olarak verdiği bilgiler arasında şöyle söylerdi: “Büyüyüp delikanlılık çağına gelince, pek fazla malı yoktu ve Hüveylid’in kızı Hatice onu Habaşe pazarında -burası Tihâme’de bir pazardır- çalıştırmak üzere ücretle tuttu. Onunla birlikte Kureyş’ten bir başka adam daha tuttu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Hatice Radıyallahu anha’dan söz edeken şöyle derdi: “Ben Hatice’den daha hayırlı ücretli eleman çalıştıran birini görmedim.”[74]

 

Yüce Allah’ın Peygamber’ini Gençliğinde Cahiliye Döneminin Pisliklerinden Koruması

 

Yüce Allah Peygamber -Aleyhisselam-’ı cahiliye döneminin şirkinden ve putlara ibadetten korumuştur. Buna, ameli yönden bütün şeriatların en üstünü, tevhidde samimi olunması konusunda en katısı ve şirkten en uzağı olan, bütün eksikliklerden uzak çağrının sahibinden daha lâyık kim olabilirdi? Ahmed bin Hanbel’in Müsned’de Hişâm bin Urve’den onun da babasından rivayet ettiğine göre (babası) şöyle söylemiştir: “Bana Hatice’nin bir komşusunun rivayet ettiğine göre o, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Hatice’ye şöyle dediğini duymuş:

“Ey Hatice! Vallahi ben Lât’a ve Uzzâ’ya ibadet etmem.” (Ravi) dedi ki:

“Bunlar onların kendilerine ibadet ettikleri, sonra yattıkları (yani yatmadan önce ibadet ettikleri) putlarıydı.”[75]

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem dikili taşlar için kesilmiş şeylerden yemezdi. Bu konuda Zeyd bin Amr bin Nufeyl de onun gibi hareket ederdi. Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’den şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendisine vâhiy inmeden önce Aşağı Beldah’ta[76] Zeyd bin Amr bin Nufeyl’le karşılaştı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in önüne bir sofra kondu. Ama o (Zeyd) ondan yemekten kaçındı. Sonra Zeyd dedi ki:

“Ben sizin dikili taşlarınız için kestiklerinizden yemem. Üzerine Allah’ın adı anılarak kesilmiş olandan başkasını da yemem.” Zeyd bin Amr Kureyşlileri hayvan kesmeleri konusunda tenkid eder ve şöyle derdi:

“Allah koyunu yarattı ve onun için gökten su indirdi, yerden bitki bitirdi. Sonra siz buna karşı nankörlük ederek ve başka varlıkları yücelterek onu Allah’tan başkasının adına kesiyorsunuz.”[77]

Yüce Allah, peygamberlikle görevlendirmeden önce Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i Arafat’ta vakfeye durmaya muvaffak kılmıştır. Kureyşlilerin uydurdukları hamasete ve din konusundaki katılıklarına ters olarak bunu yaptı. Kureyşliler bunu hamaset olarak adlandırıyorlardı. Şeytan onları kendine çekmiş ve onlara: “Siz eğer kendi hareminizden başka bir yeri yüceltirseniz insanlar sizin hareminizi küçümserler” demişti. Bu yüzden Arefe günü Arafat’ta vakfeye durmazlardı. Diğer insanlar ise Arafat’ta vakfeye dururlardı. Daha sonra Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in şeriatında da Arafat’ta vakfe uygulaması yer almıştır. Nitekim Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:

“Sonra insanların toplu halde akın ettikleri yerden siz de topluca akın edin ve Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayan ve rahmet edendir.” (Bakara, 2/199)

Muhammed bin Cubeyr’in babası Cubeyr bin Mut’ım’dan rivayet ettiğine göre (Cubeyr) şöyle söylemiştir: “Devemi kaybettim. Arefe günü onu aramaya çıktım. Bu sırada Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i Arafat’ta vakfe yaparken gördüm. Vallahi bu adam hums ashabından bir Kureyşlidir. Bunun burada ne işi var!” dedim.”[78]

Yüce Allah onu, avret yerlerini (görünmesi yasak olan yerlerini) açmaktan yahut çıplak olarak dışarı çıkmaktan korumuştur. Cabir bin Abdillah Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Ka’be inşa edilmeye başlanınca Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ve Abbas taş taşımaya gittiler. Abbas Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e:

“İzârını boynuna koy. Boynunu taştan korusun” dedi. (Böyle yapınca) Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem yere düştü, gözü göğe doğru kabardı. Sonra kendine geldi ve:

“İzârımı getirin, izârımı getirin” dedi. Sonra hemen izârını bağladı.” Buhari ve Müslim’in Zekeriya bin İshâk’tan onun Amr bin Dinâr’dan rivâyeti yoluyla nakledilen metne göre de (Amr bin Dinâr) şöyle söylemiştir: “(Abbas’ın teklifi üzerine) izârını çıkardı. Omuzlarının üzerine koydu. Bunun üzerine kendinden geçmiş bir halde yere düştü. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bundan sonra hiç çıplak olarak görülmemiştir.”[79]

İşte Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem gençliğini böyle Yüce Allah’ın koruması altında geçirdi. Allah onu cahiliye döneminin pisliklerinden ve kusurlarından korudu. Çünkü onu üstün kılmak ve peygamberlikle görevlendimek istiyordu. İbn İshâk’ın dediği gibi olgunluk çağına eriştiğinde kavminin mürüvvette en üstün, güzel ahlâkta en yüce, ilişkilerde en dikkatli, komşulukta en iyi, güzel niteliklerde ilerde, en doğu sözlü, emânete en çok dikkat eden, fenalıklardan ve kişilerin kirlenmesine yolaçan fiillerden en uzak, en temiz, en nazik bir ferdiydi. Hatta kavmi içinde onu “emin (güvenilir)” olarak adlandırıyorlardı. Çünkü Allah bütün güzel özellikleri onda toplamıştı.[80]


C. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Peygamberlikle Görevlendirilmesinden Önce Meydana Gelen Önemli Olaylar

 

Bu bölümde Allah’ın izniyle dört olaydan kısaca söz edeceğiz. Bunlar:

1. Ficâr Savaşı.

2. Erdemliler Anlaşması (Hilfu’l-Fudûl).

3. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Hatice -radıyallahu anhâ- ile evlenmesi.

4. Kureyş’in Ka’be’yi yeniden inşa etmesi.



 

 

1. Ficâr Savaşı

 

Bu savaş Kays Aylân ile Kureyş arasında olmuştu. Sakif kabilesi ve daha başka bazı kabileler Kays Aylân’ın yanında yer almıştı. Kureyş’in anlaşmalıları olan Ehâbiş de onların yanında yer almıştı. Hâşim oğullarının başkanı Zubeyr bin Abdulmuttalib’di. Kardeşleri Ebu Tâlib, Hamza ve Abbas da onunla beraberdi. Kureyş kabilelerinin her bir kolunun başında bir başkan vardı. Sonra savaşa tutuştular. Bu savaş Araplar arasında meydana gelen çatışmaların en şiddetlisi olmuştur. Bu çarpışmada Arapların kutsal saydığı Mekke’nin haremleri ihlâl edildiğinden (yani çarpışılması yasak kabul edilen yerlerde çarpışmalara girişildiğinden) bu savaş Ficâr (taşkınlık) Savaşı olarak adlandırılmıştır. Gelişme Kays’ın aleyhine oldu ve onun yanında yer alan kabilelerden bazıları yenilgiye uğradı. Ancak çarpışanları barışa çağıranlar kavgayı şöyle bir sonuca bağladılar: Her iki taraftan öldürülenler sayılacak ve hangi tarafın ölüsü fazla çıkarsa karşı taraftan o fazlaların diyetini alacaktı. Kays’ın tarafından öldürülenlerin sayısı fazla çıktı ve Kureyş’ten onların diyetini aldı. Bu diyeti ödemeyi Harb bin Umeyye üzerine aldı ve oğlu Ebu Sufyan’ı da bu diyet borcunu ödeyinceye kadar rehin verdi. Başlangıçtaki Arap savaşlarına çok benzeyen bu savaş da böyle bitti. Allah kalplerini birleştirdi ve İslâm nurunun aralarında yayılmasıyla kendilerini bu tür olaylara sokan sapıklıklarını ortadan kaldırdı.[81]

İbn Hişâm şöyle söylemiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu çarpışmanın bazı günlerine şahit oldu. Onu amcaları kendileriyle birlikte çıkarmışlardı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem dedi ki: “Düşmanları tarafımdan amcalarıma atılan okları yerden toplayıp onlara veriyordum.”[82] Suheyli de şöyle söylemiştir: “Şüphesiz Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem amcalarıyla birlikte çarpışmamıştır. Çünkü bu bir taşkınlık savaşıydı ve savaşanların hepsi kâfirlerdi. Allah ise bir mü’mine Allah’ın sözünün en yüce olması için olan savaştan başka bir savaşa girmeye izin vermemiştir.”[83]

Tercih edilen rivayete göre o zaman on yaşlarındaydı. Musâ bin Ukbe, Sîret’inde Ficâr savaşıyla Ka’be’nin inşa edilmesi arasında on beş yıl olduğunu, Ka’be’nin inşasının ise Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinden on beş yıl önce gerçekleştirildiğini ifade etmiştir. Sahih olan rivayete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesi kırk yaşında olduğu sırada olmuştur. Bu hesaba göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Ficâr savaşının olduğu sırada on yaşındaydı.[84]

 

2. Erdemliler Anlaşması (Hilfu’l-Fudul)

 

Fadlullah el-Ceylâni şöyle söylemiştir: “Kureyş’ten dokuz kol biraraya geldi. Aralarında Hâşim oğulları, Zuhre oğulları ve Teym oğulları da vardı. Bunlar, Fil olayından bir süre önce, Abdu Menâf oğullarının sikâye (hacılara su verme) ve sancaktarlık işlerini Abdu Daroğullarının ellerinden almak istemesi üzerine, İbn Ced’an’ın evinde toplandılar. Bu kollar bu konuda aralarında yeminleştiler. Abdulmuttalib’in kızı Ummu Hakim de kedilerine çanak içinde koku gönderdi. Ona ellerini bandırdı sonra Ka’be’ye sürdüler. Bu yüzden bu anlaşma “Kokulananlar Anlaşması” olarak adlandırıldı. Uygulama anlaşma doğrultusunda devam etti. Sonra Mekke’ye Zabid’den bir adam ticaret eşyası getirdi ve bu eşyalarını As bin Vail es-Sehmi’ye sattı. Sonra As adamın parasını vermedi ve ona üstün gelerek eşyalarını elinden aldı. Adam yardım istedi. Bunun üzerine Haşimoğulları, Muttaliboğulları, Esed bin Abdiluzzaoğulları, Zuhre bin Kilaboğulları ve Taym bin Murreoğulları Abdullah bin Ced’an’ın evinde biraraya gelerek ister Mekke halkından olsun ister başkalarından olun Mekke’de birisinin haksızlığa uğratıldığını gördüklerinde onun yanında yer almak ve gasbedilen hakkı geri alıncaya kadar haksızlık edene karşı durmak üzere aralarında anlaştılar. Bu, önceleri “el-Mutayyibûn” diye anılanların yaptıkları anlaşmanın bir devamıydı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu anlaşmanın ilkinde bulunamamış ancak Hilfu’l-Fudûl’da (Erdemliler anlaşması olarak adlandırılan ikincisinde) bulunmuştur. Anlaşmayı gerçekleştirenlerin bazılarının adları Fadl ile başladığından -Fadl bin Haris, Fadl bin Veda’a, Fadl bin Fudale gibi- bu anlaşma Hilfu’l-Fudûl olarak adlandırılmıştır.[85]

Abdurrahman bin Avf Radıyallahu anh’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Amcalarımla birlikte Kokulananlar anlaşması’nda bulundum. O zaman daha çocuk yaşındaydım. Bu anlaşmayı bozmam karşılığında kırmızı develerimin olmasını istemem (yani karşılığında kırmızı develer verilse de yine bu anlaşmayı bozmak istemem.)”[86]

 

3. Resullullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Hatice -Radıyallahu anha- İle Evlenmesi

 

Muhammed Gazali şöyle diyor: “Hatice büyük bir adamın hayatını tamamlayan değerli bir kadın niteliğindeydi. Kendilerine elçilik görevi verilenler oldukça hassas kalpler taşırlar. Değiştirmek istedikleri ortamda çok zorluklarla karşılaşırlar. Yerleştirmek istedikleri hayır için cihad ederken büyük sıkıntılarla karşı karşıya gelirler. Dolayısıyla özel hayatlarında kendilerine ünsiyet sağlayacak ve gönül rahatlığı verecek birilerine çok ihtiyaç duyarlar. İşte Hatice Radıyallahu anha bu özelliklerle herkesten öndeydi. Dolayısıyla Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in hayatında onun güzel bir etkisi olmuştur.”[87]

İbn İshâk ta şöyle diyor: “Huveylid kızı Hatice Radıyallahu anha ticaretle uğraşan, şeref ve mal sahibi bir kadındı. Ticari işleri için ücretle adamlar tutar, elde edecekleri kârdan kendilerine belli bir yüzde vermek üzere onlarla anlaşma yapardı. Kureyş halkı da ticaretle uğraşan bir halktı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in doğru sözlü, son derece güvenilir ve üstün ahlâka sahip biri olduğu haberi Hatice Radıyallahu anha’ya ulaşınca ona haber gönderdi ve ticari mallarını Şâm’a götürmesini teklif etti. Ona, diğer tüccarlarla verdiği payların en yükseğini vereceğini bildirdi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu teklifi kabul eti ve Hatice Radıyallahu anha’nın mallarını Şâm’a doğru çıkardı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le birlikte Hatice Radıyallahu anha’nın kölesi de kendisine yardımcı olmak üzere çıktı ve birlikte Şâm’a vardılar.[88]

Mekke’ye döndüklerinde Hatice Radıyallahu anha malında o zamana kadar görmemiş olduğu bir bereket gördü. Bu arada Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in özelliklerini de öğrenince aradığını bulduğunu düşündü. İçine doğan düşünceyi yakın akadaşı Nefise binti Muneyye’e açtı. Bu kadın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e Hatice ile evlenmesini teklif etmek üzere gitti. O da bu teklifi kabul etti. Sonra amcalarıyla konuştu. Amcaları Hatice Radıyallahu anha’nın amcasına gitti ve Hatice için teklifte bulundular. Bu olayın arkasından evlilik gerçekleşti. Hatice Radıyallahu anha o zaman kırk yaşındaydı ve kavminin kendi zamanındaki kadınları arasında hem soy, hem mal varlığı, hem de zekâ bakımından en üstün olanıydı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kendisiyle ilk evlendiği kadın odur. O ölünceye kadar başka kadınla evlenmemiştir. Allah ondan razı olsun, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in İbrâhim’in dışındaki çocuklarının hepsi ondan dünyaya gelmişti. Hatice Radıyallahu anha, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den önce Ebu Hâle ile evlenmişti ve Ebu Hâle onunla evli olduğu sırada vefat etmişti. Ondan, Hâle adında bir oğlu dünyaya gelmişti. Bu Hâle, Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi vesellem’in üvey oğludur.

 

4. Ka’be’nin Yeniden İnşâası ve Hakem Olayı

 

Ka’be ve Mescid-i Haram, yeyüzünde insanlar için konulan ilk ma’beddir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:

“İnsanlar için (ma’bed olarak) kurulan ilk ev Mekke’deki, mübarek ve bütün insanlar için doğru yola yöneltici işaret olan evdir.” (Âli İmrân, 3/96)

Ebu Zer Radıyallahu anh’in şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e “Yeryüzünde konulmuş olan ilk mescid (ma’bed) hangisidir?” diye sordum.

“Mescid-i Haram” diye buyurdu.

“Sonra Hangisi?” diye sordum.

“Mescid-i Aksa” diye buyurdu.

“İkisi arasında ne kadar süre var?” diye sordum.

“Kırk yıl” diye buyurdu. (Sonra şöyle buyurdu):

“Bundan sonra bütün yeryüzü senin için Mescid’dir. Nerede namaz vakti girerse orada namazını kıl. Fazilet bundadır.”[89]

Bu Beyti Atik’i (Eski Ma’bed’i) ilk inşa eden kişi Allah dostu İbrâhim -Aleyhisselam- ve oğlu İsmail -Aleyhisselam-’dır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Hani, İbrâhim ve İsmail birlikte Ka’be’nin sütunlarını yükseltiyorlardı. (O zaman şöyle demişlerdi): “Ey Rabbimiz! Bizden kabul et! Sen duyan ve bilensin.” (Bakara, 2/127)

Ka’be birara yıkılacak gibi oldu. Bir rivayete göre bir yangına uğraması sebebiyle bu duruma geldi. Bir rivayete göre de şiddetli bir sel baskınından dolayı böyle oldu. Bu olay tercih edilen rivayete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinden beş yıl önce olmuştu. Kureyşliler bu binayı yeniden inşa etmekten başka çıkar yol bulamadılar.

Sahih hadislerde bu olaya işaret edilmiştir. Buhari’nin Aişe Radıyallahu anha’dan rivayet ettiğine göre, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ona şöyle söylemiştir:

“Senin kavminin Ka’be’yi yeniden inşa ederken İbrâhim’in koyduğu temellerden bir kısmını terkedip te Ka’be’yi daralttıklarını biliyor musun?” (Aişe Radıyallahu anha dedi ki):

“Ben: “Peki onu yeniden İbrâhim -Aleyhisselam-’ın kurduğu temeller üzerine inşa etmeyecek misin?” diye sordum. Şöyle buyurdu:

“Kavmin küfürden yeni kurtulmuş olmasaydı bunu yapardım.”

Abdullah ibn Ömer Radıyallahu anh dedi ki:

“Ka’be, tam olarak İbrâhim -Aleyhisselam-’ın koyduğu temeller üzerine kurulmamıştı.”[90]

Kureyş’in hayır için topladıkları ve içine şüpheli kazanç karışmamış olan malları (nafakayi tayyibeleri) yetmedi. Çünkü onun inşaatına böyle şüpheden uzak kazançtan başkasının, fuhuştan elde edilen gelirin, faiz gelirinin, birine haksızlık edilerek alınan malın karıştırılmamasını kendileri için şart koymuşlardı. Bu şekilde topladıkları mal yetmeyince kuzey yandan altı zirayı dışarda bıraktılar. Burası bugün Hicr ve Hatim olarak adlandırılmaktadır. Kendi istediklerinden başka kimsenin içine girmemesi için kapısını yer seviyesinden yukarda yaptılar. Duvarlar on beş zira yüksekliğine çıkınca üstüne altı sütun üzerine dayanan bir tavan yaptılar.

Biraz öncede geçtiği üzere Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de amcası Abbas’la bilikte Ka’be’nin inşaasına katılmıştır. Ahmed bin Hanbel’in Mücâhid’den onun da mevlâsından (eski sahibinden, yani Abbas Radıyallahu anh’tan) rivayet ettiğine göre, o (yani Abbas Radıyallahu anh cahiliye döneminde Ka’be’yi inşa edenler arasında bulunmuş ve) şöyle söylemiştir: “ Benim bir taşım vardı. Onu elimizle yontardık. Sonra Yüce Allah’ı bırakıp ona ibadet ediyordum. Katılaşmış bir miktar süt getiriyor, içine üflüyor sonra onu (sütü) onun (yontulmuş taşın) üzerine döküyordum. Ardından bir köpek gelip onu yalıyor, sonra arka ayaklarından birini kaldırıp işiyordu. Biz inşaatı yapıp Haceri Esved’in yerine kadar geldik. Kimse Haceri Esved’i göremiyordu. Bir de baktık ki taşlarımızın arasında bir adamın başı gibi duruyordu. Onun bir yönü tıpkı bir adamın yüzü gibi görünüyordu. Kureyş’ten bir kol:

“Onu yerine biz koyacağız” dedi. Diğerleri de:

“Biz koyacağız” dediler. Sonunda:

“Aranızda birini hakem tayin edin” dediler.

“Şu yoldan ilk görünen adam hakem olsun” dediler. Biraz sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem geldi. Oradakiler:

“Yanınıza emin (güvenilir kişi) geldi” dediler. Durumu ona söylediler. O da Hacer’i bir elbise üzerine koydu. Sonra bütün kolları çağırdı ve her bir elbisenin bir yanından tuttu. Sonra yerine kendisi yerleştirdi.”[91]


4. VAHYİN BAŞLANGICIYLA KUTSAL HİCRET ARASI

 

Peygamberlik güneşinin doğması

Kutsal çağrının gizlice yapıldığı dönem.

Kutsal çağrının açıktan yapıldığı dönem.

Peygamberlik Güneşinin Doğması.


Peygamberlik Güneşinin Doğuşu

 

Mü’minlerin annesi Aişe Radıyallahu anha’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e başlangıçta yapılan vahiy uykuda doğru rüya (ruyâ-yı sadıka) şeklindeydi. Her rüya sabah aydınlığı gibi aynen çıkardı. Daha sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Yalnız başına Hira mağarasına çekilerek orada, ailesinin yanına dönmeden sayısı belli günlerde sürekli ibadet yapardı. Bunun için yanına azık alırdı. Yanındaki azık bitince Hatice Radıyallahu anha’nın yanına dönerek benzer bir süre ibadete çekilmek üzere yanına azık alırdı. Sonunda Hira mağarasında bulunduğu sırada Hak kendisine geldi. Melek yanına gelerek:

“Oku” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Ben okuma bilmem” dedi. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem) dedi ki:

“Bunun üzerine beni alıp takatım kesilinceye kadar sıktı. Sonra:

“Oku” dedi. Ben:

“Ben okuma bilmem” dedim. Bunun üzerine beni tekrar alıp, takatım kesilinceye kadar sıktı. Yine:

“Oku” dedi. Ben tekrar:

“Ben okuma bilmem” dedim. Bu kez beni yine adı ve üçüncü kez sıktı. Sonra bıraktı. Sonra şöyle söyledi:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku, O insanı bir alakadan (embriyodan) yarattı. Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir. O kalem ile ile öğretendir. insana bilmediğini O öğretti.”

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu olayın üzerine yüreği titreyerek döndü. Hatice binti Huveylid Radıyallahu anha’nın yanına girdi ve:

“Benim üstümü örtün. Benim üstümü örtün” dedi. Korkusu gidinceye dek onu örttüler. Hatice Radıyallahu anha’ya başından geçenleri anlattı. “Ben başıma bir şey gelmesinden korkuyordum” dedi. Bunun üzerine Hatice Radıyallahu anha da:

“Asla, Allah asla seni mahcub etmez, Sen akrabaya iyilik edersin, kimsesizlere bakarsın, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafire yedirirsin, hak için uğraşanlara yardım edersin” dedi. Daha sonra Hatice Radıyallahu anha kendisini alıp amcasının oğlu Varaka bin Nevfel bin Esed bin Abdiluzza’ya götürdü. Bu adam cahiliye döneminde Hıristiyan olmuş biriydi. İbrânice yazı yazardı. Allah’ın dilediği kadarıyla İncil’i İbrânice yazabiliyordu. O zaman gözleri kör olmuş yaşlı bir adamdı. Hatice Radıyallahu anha ona:

“Ey amcamın oğlu! Kardeşinin oğlundan dinle” dedi. Varaka:

“Ne görüyorsun, ey kadeşimin oğlu?” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendisine gördüğü şeyleri anlattı. Varaka da şöyle söyledi:

“Bu Musa’ya gelmiş olan Nâmus’tur. Keşke o zaman (senin insanları dine çağıracağın zaman) genç olsaydım. Kavminin seni çıkaracağı gün keşke sağ olsaydım.” Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Yoksa onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. Varaka:

“Evet. Her kim senin getirdiğin gibisini getirdiyse mutlaka kendisine düşman olunmuştur. Eğer senin o gününe ulaşırsam sana destek verip yardımcı olurum” dedi. Bu olayın üzerinden çok zaman geçmeden Varaka öldü. Bu sırada bir süre vahiy de kesildi.[92]

İşte Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e vahyin gelmeye başlaması böyle olmuştu. Allah bir şeyin olmasını istediğinde onun sebeplerini hazırlar. Böylece olmasını istediği şey yavaş yavaş ortaya çıkar. Vahyin başlangıcı olan doğru rüya mü’mine göre peygamberliğin parçalarından bir parçadır (cüzdür). Sonra Allah, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e yalnızlığı sevdirmiştir. Bu ise ibadet yapmak ve Allah’a daha yakın olmak amacıyla insanlardan uzak bir yere çekilmektir. Muhammed -Aleyhisselam-’ın gönlü niçin ibadete bağlanmasın ve ibadeti sevmesin ki, o Yüce Allah’ın insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarması, yüksek mertebelere ulaşması, üstün seviyelere yükselmesi için hazırladığı son peygamberdi. Bu kolayca ve basit bir şekilde olmayacaktı. Çeşitli zorluklarla ve sıkıntılarla olabilecekti. Cibril -Aleyhisselam-’ın Peygamberimiz -Aleyhisselam-’ı takatı kesilinceye kadar sıkması da buna işaret etmektedir. Çünkü davet yapma işi, enerji, zoruklara katlanma ve direniş gücü gerektiriyordu. Vahiy alması da böyle olmuştu. Genellikle zorlanarak, meşakkatle ve ağırlığına katlanarak vahiy almıştır. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e:

“Sana vahiy nasıl geliyor?” diye sorulduğunda onun verdiği cevap da buna işaret etmektedir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu cevabında şöyle demişti.:

“Bazen bir zil sesi şeklinde gelir. Bu ise benim için en zor olandır. Benden ayrıldığında söylediğini kavramış olurum. Bazen melek bana bir adam şeklinde görünür. Benimle konuşur ve ben söylediğini kavrarım.”

Aişe Radıyallahu anha dedi ki:

“Oldukça soğuk bir günde kendisine vahyin geldiğini görmüşümdür. Kendisinden o hal geçince şakaklarından şapır şapır ter akıyordu.”[93]

İnsanları Allah’a çağıran davetçiler de davetin zorluklarıyla karşılaşmaktadırlar. Ancak değerli peygamberlerin alacakları ecir çok olacağından ve değerlerinin büyüklüğünden dolayı hem davetin hem de Allah’tan vahiy almanın zoruklarına katlanıyorlardı. Nitekim onlar hakkında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır:

“İnsanların içinde en zor imtihanlara tabi tutulanlar peygamberlerdir.”[94]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Kötülüklerin ve günahların içine dalmış kimselerden uzak durmanın faziletine ve ibadet ve Allah’a yaklaşma amacıyla yalnızlığa çekilmenin bereketine işaret vardır. Yüce Allah’ın İbrâhim -Aleyhisselam-’ın dilinden aktardığı şu sözler de buna işaret etmektedir:

“Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan ayrılıyor ve Rabbime dua ediyoum. Umarım ki Rabbime duamda mahrum olmam.” Böylece onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından ayrılınca biz ona İshâk ve Yakub’u bahşettik ve her birini peygamber yaptık.” (Meryem, 19/48-49)

2. Mü’minin gördüğü veya kendisine gösterilen doğru rüyanın önemine işaret vardır. Doğru rüya peygamberlik güneşinin doğmasının başlangıcıydı. Bu şekilde ortaya çıkan ışık gittikçe etrafa yayıldı ve sonunda peygamberlik güneşi doğdu.

3. Annemiz Hatice Radıyallahu anha’nın faziletine, onun nasıl, kocasına ibadet ve itaatta yardım eden örnek bir saliha kadın olduğuna, kadının sıkıntılı olarak geldiğinde kocasını nasıl karşılaması, sıkıntısını gidermek, gönlünü rahatlatmak için nasıl çaba harcaması gerektiğine işaret vardır. Hatice Radıyallahu anha kocasının sıkıntısını önce onun güzel niteliklerini anarak, bu nitelikleri taşıyan birini Allah’ın mahcub etmesinin mümkün olmadığını, aksine böyle birini mutlaka yükselteceğini ve şerefli kılacağını hatırlatarak hafifletmiştir.[95] Daha sonra Hatice Radıyallahu anha bununla da yetinmeyerek eşini alıp Varaka bin Nevfel’e götürmüş, o da kendisine peygamberliğin geldiğini müjdelemiştir. Hatice Radıyallahu anha niçin böyle olmasın ki, Allah onu peygamberlerinin sonuncusuna, eçilerinin önderlerine dünya ve ahirete eş olması üzere seçmişti.

Onun üstünlüğü hakkında şöyle bir rivayet nakledilmiştir: “Cibril onun hakkında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e şöyle söylemiştir:

“Şu Hatice’ye Rabbinden ve benden selâm söyle.” Aynı zamanda (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e), onun için cennette, içinde gürültü ve yorgunluk olmayan inciden bir ev hazırladığını müjdelemesini emretmiştir.[96]

4. Hadiste aynı zamanda Varaka bin Nevfel’in faziletine işaret vardır. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onu vefatından sonra rüyasında güzel bir halde görmüştür.[97] Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Varaka’ya kötü söz söylemeyin. Ben onun için bir veya iki cennet gördüm.”[98]

5. Hafız İbn Hacer diyor ki: “Olay aynı zamanda başına bir şey gelen birinin sıkıntısının hafifletilmesi ve içinde bulunduğu zorluğun kolaylaştırılması amacıyla kendisiyle yakınlık kurmanın müstehab olduğuna işaret etmektedir. Aynı şekilde başına bir şey gelen birinin öğüdüne ve doğru görüşlülüğüne güveneceği birine danışmasının müstehab olduğuna da işaret edilmektedir.”

6. Hadiste geçmiş ümmetlerin kendilerini Allah’a çağıranlar karşısında takındıkları tavırlardan birine işaret vardır. Bu tavır da onları yalanlamaları ve vatanlarından çıkarmalarıdır. Yüce Allah da Lut kavmi hakkında şöyle buyuruyor:

Kavminin cevabı ise sadece: “Onları kasabanızdan çıkarın. Onlar pek fazla temiz olmaya çalışan insanlar!” demek oldu.” (Neml, 27/56)

Bunun gibi Şu’ayb -Aleyhisselam-’ın kavmi hakkında da şöyle buyuruyor:

“Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri dediler ki: “Ey Şu’ayb! Ya seni ve seninle birlikte iman edenleri kasabamızdan çıkaracağız, ya da dinimize döneceksiniz”, O da şöyle dedi: “İstemesek de mi?” (A’raf, 7/88)

Yine bir âyetinde de şöyle buyuruyor:

“İnkâr edenler peygamberlerine: “Kesinlikle ya sizi toprağımızdan çıkaracağız ya da bizim dinimize döneceksiniz” dediler. Bunun üzerine Rableri onlara şöyle vahyetti: “Zalimleri mutlaka helak edeceğiz.” (İbrâhim, 14/13)

7. Hadiste geçen: “Bir süre vahiy kesildi” sözü hakkında:

Safiyyurrahman el-Mubârekfuri diyor ki: “Vahyin kesilme süresi hakkında İbn Sa’d’ın Abdullah bin Abbas Radıyallahu anh’tan rivayet ettiğine göre bu kesinti sadece birkaç gün sürmüştü. Tercih edilen hatta kesinlik kazanan da budur. Olay değişik yönleriyle incelendiğinde de bu açıklamanın doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Bu kesintinin üç yıl veya iki buçuk yıl boyunca sürdüğü yolundaki açıklamalar ise hiç bir şekilde doğru değildir. Burada bu görüşün doğru olmadığını ortaya koymak için tafsilata girecek durumda değiliz. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem vahyin kesildiği birkaç gün kederli ve sıkıntılı olmuş, dehşet ve hayrete kapılmıştır.”[99]

Hafız İbn Hacer de şöyle diyor: “Vahyin kesilmesiyle kastedilen onun belli bir süre gecikmesidir. Bu da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in içine düştüğü dehşet halinin geçmesi ve kendisinde aynı halin tekrarlanmasını arzulaması içindi.”[100]

Ensardan Cabir bin Abdullah Radıyallahu anh’ın vahyin kesilmesi döneminden söz ederken şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bir hadisinde şöyle buyurdu:

“Bir ara yürürken gökten bir ses duydum. Gözümü yukarıya çevirdim. Bir de baktım ki Hira mağarasında yanıma gelen melek gökle yer arasında bir kürsi üzerinde oturuyor. Ondan oldukça korktum. Hemen döndüm ve: “Beni örtün, beni örtün” dedim. Bunun ardından Yüce Allah şu âyetleri indirdi:

“Ey elbisesine bürünen! Kalk ve uyar. Rabbini tekbir et (yücelt). Elbiseni temizle. Pislikten uzak dur.” (Müddessir, 74/1-5)

Bundan sonra vahyin gelmesi hızlandı ve birbirini izlemeye başladı.”[101]

Üstad Abdulvehhab Hamude de şöyle diyor: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in münâcâtın tadına vardıktan, ruhu kutsal nurlarla aydınlandıktan ve onlarla dolduktan sonra Rabbi ile münâcâta duyduğu şevkin artırmasında garipsenecek bir şey yoktur. Çünkü: “Tadan bilir, mahrum olan ise yan çizer.”

Yüce Allah o sırada vahyin kesilmesini özellikle istemişti. Bu kesinti mutlak güç sahibi eğiticinin, hikmete dayanan öğreticinin, gönülleri ve onların gizlediklerini bilen, kalplerden ve onlardaki değişimlerden haberi olan yüce yaratıcının bildiği bir hikmete dayanıyordu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem meleğin ilk kez kendisine gelmesi esnasında bir korkuya kapılınca, kendisini belirtildiği şekilde titreme alınca ve başına bir şeyin gelebileceği endişesine kapılınca Yüce Allah kendi ilâhi hikmetiyle ilk dersten sonra ondaki korku gidinceye, gönlü rahatlayıncaya, o ilk korkuyu unutuncaya ve bu korku tamamen dağılıncaya kadar ara vermeyi dilemiştir. O korkunun dağılmasından sonra o ilk buluşmanın tadını hatırlayacak, ruhu o buluşmanın zevkini yaşamaya başlayacak, kalbi güç kazanacak, gönlünde kararlılık oluşacak ve risâleti (peygamberlik görevini) üstlenmek ve ilâhi vahyi almak için hazırlanacaktı. (Yüce Allah şöyle buyuruyor):

“Bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indiseydik, muhakkak onu baş eğmiş, Allah’ın korkusuyla parça parça olmuş görürdün. İşte biz bu örnekleri, belki düşünürler diye insanlara veriyoruz.” (Haşr, 59/21)

Daha sonra Yüce Allah ona arzuladığı şeyi bahşetmeyi, canının çektiği o rahmânî ünsiyeti, ilâhi keşfi, rabbani vahyi vermeyi diledi. Gönlünde de o sıkıntıdan sonra rahatlık oluştu. O zor saatten sonra ruhu da rahata kavuştu. Bunun ardından vahyin gelişi hızlandı ve birbirini izlemeye başladı.[102]

 

Kutsal Çağrının Gizlice Yapıldığı Dönem

 

Bu kutsal dönem Yüce Allah’ın şu sözünün inmesiyle başladı:

“Ey elbisesine bürünen! Kalk ve uyar. Rabbini tekbir et (yücelt).” (Müddessir, 74/1-3)

Yine (bu dönemin başlangıcında) şu âyetler geldi:

“Önce en yakın hısımlarını uyar. Mü’minlerden sana uyanlara kanatlarını ger. Eğer sana karşı gelirlerse: “Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım” de.” (Şu’arâ, 26/214-216)

İlim adamları bu dönemin üç yıl olduğunu vurgulamışlardır. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu dönemde kendi kanaatince bu dine gireceğini ve kendisine yaptığı açıklamayı gizleyeceğini düşündüğü kimseleri davet etmeye çalışmıştır. Bu İslâm siyasetinin bir yönünü ve davette maslahatın gözetilmesi anlayışının temelini oluşturmaktadır. Eğer açıktan davet zarar verecekse davetin gizli yapılması gerekir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem önce hanımı Hatice Radıyallahu anha’yı davet etti. O kadınlardan ilk Müslüman olan kişidir. Ayrıca kendisine son derece güvendiği, sırrını saklayan yakın arkadaşı ve Yüce Allah’ın kendisinden: “Küfredenler onu iki kişinin ikincisi olarak (Mekke’den) çıkardıklarında Allah kendisine yardım etmişti” (Tevbe, 9/40) diye söz ettiği Ebu Bekir Sıddık Radıyallahu anh’ı davet etmişti. O da hiç tereddüt etmeden kabul etti. Ebu Bekir Radıyallahu anh İslâmda ilk davetçidir. Onun Müslüman olmasının ve davetinin bereketiyle birçok kimse dine girmiştir. O İslâm’a koşan ilklerdendir. İslâm’da büyük fedakârlıklar göstermiş ve büyük sıkıntılara katlanmıştır. Allah hepsinden razı olsun. Bu dönemde davet edilenlerin arasında iki nur sahibi Osman Radıyallahu anh ve Zubeyr bin Avvam Radıyallahu anh da vardı. Zubeyr Radıyallahu anh, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in havarisi ve halası Safiyye binti Abdilmuttalib’in oğludur. Yine Abdurrahman İbn Avf Radıyallahu anh ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in dayısı Sa’d bin Ebi Vakkas Radıyallahu anh da bu dönemde Müslüman olanlardandır. Ebu Bekir Radıyallahu anh’ın davetiyle İslâm’a girmiş olan bu kişilerin tümü cennetle müjdelenmiş olan on kişidendir.

Çocuklardan ilk Müslüman olan kişi Ali bin Ebi Tâlib Radıyallahu anh’dır. O zaman sekiz yaşındaydı. Daha büyük olduğu da söylenmiştir. Ali Radıyallahu anh’ın ilkler arasına girmesinde, onun Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bakımı altında olmasının etkisi olmuştur. Kölelerden ilk Müslüman olan da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in çok sevdiği bir kişi olan Zeyd bin Hârise Radıyallahu anh’dır. O Hatice Radıyallahu anha’nın kölesiydi ve evlendikleri zaman Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e hediye etmişti.

Mutluluk, iman ve ibadette öne geçen bütün bu değerli kişilerin oluşturduğu topluluktan sonra bir başka değerli ve faziletli topluluk İslâm’a girmişti. Bunların arasında bu ümmetin emini olan Ebu Ubeyde bin Cerrah Radıyallahu anh, cennetle müjdelenmiş on kişiden Sa’id bin Zeyd Radıyallahu anh, Habbab bin Eret Radıyallahu anh, Abdullah bin Mes’ud Radıyallahu anh ve Aişe Radıyallahu anha vardı. Aişe daha küçük bir kız çocuğuyken Müslümân oldu. Esmâ Radıyallahu anha ise Zubeyr bin Avvam Radıyallahu anh ile evliydi.

Kureyş’in faziletli fertlerinin Müslümân olması işi devam etti. Çok geçmeden Ca’fer bin Ebi Tâlib Radıyallahu anh, hanımı Esmâ binti Umeys Radıyallahu anh Erkâm bin Ebi’l-Erkâm Radıyallahu anh, Osmân bin Maz’un Radıyallahu anh Ammar bin Yâsir Radıyallahu anh ve Suheyb bin Sinân er-Rumi Radıyallahu anh Müslüman oldu. Bu dönemde davet halka açık yerlerde, toplantı yerlerinde, meclislerde açıktan yapılmıyordu. Sadece kişisel görüşmelerde ve davetçinin davet edeceği kişinin özeliklerini göz önünde bulundurarak vereceği karara göre yapılıyordu.

Üstad Munir el-Gadbân şöyle diyor: “Bu dönemde, gelişmeye başlayan Müslüman kitleyle cahiliye toplumu arasında herhangi bir çatışma olduğuna dair bir şey duymadık. Müslüman kitlenin düşünceleri oluşan bu kitleye katılacağı umulan kişilerden başkalarına açıklanmıyordu. Bu dönemde açıktan davet yapılması bir amaç değildi. Hatta Müslümanlar başkalarının tavırlarına karşı durmak, tenkid etmek veya açıktan muhalefet etmek gibi bir müdahalede bulunmuyorlardı. Esas olan da zorlayıcı bir durumun olması dışında muhalefetin açıktan yapılmamasıdır. Teşkilat ve düşünce için tam gizlilik şartının korunması gerekir.”[103]

Mubârekfuri de diyor ki: “Üç yıl boyunca davet böyle gizlice ve kişisel bir şekilde sürdü. Bu süre içinde mü’minler bir cemaat oluşturdular. Bu cemaat kardeşlik, yardımlaşma, vahyedilenlerin (risâletin) tebliği ve yerleştirilmesi için çalışma ilkeleri üzere oluşmuştu. Daha sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i kendisine vahyedileni kavmine açıktan söylemekle, onların batıl anlayışlarına karşı çıkmakla ve putlarını yermekle (yani putperestliğin yanlış olduğunu açıktan söylemekle) yükümlü tutan vahiy geldi.”[104]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Said Ramazan el-Buti şöyle diyor: “Buradan anlaşılıyor ki, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bu dönemdeki davet metodu, Allah’tan aldığını hemen tebliğ eden bir peygamber sıfatıyla olmaktan daha çok, bir lider olarak izlenmesi gereken siyaset-i şer’iyye türündendi. Buna göre her dönemde İslâm’a davet edenlerin içinde bulundukları şartlara göre davetin nasıl olması gerektiğini belirlemeleri mümkündür. Gizli mi yoksa açıktan mı, yumuşak mı yoksa sert mi olması gerektiği şartlara ve yaşadıkları çağın gereklerine göre belirlenir. Bu konudaki uyum, sınırlarını İslâm şeriatının, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sîretindeki gelişmelere göre belirlemiş olduğu bir uyumdur. Bu da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in geçirdiği ve daha önce sözünü etmiş olduğumuz dört dönemin[105] şartlarına göre belirlenmiştir. Bütün bu dönemlerde Müslümanların ve İslâm davetinin çıkarlarının (maslahatlarının) gözetilmesi temel ilke olarak kabul edilmiştir.

Buradan hareketle fıkıhçıların çoğunluğunun ortak görüşlerine göre eğer Müslümanlar sayıca az olurlarsa veya hazırlıkları yetersiz olur ve düşmanlarıyla karşı karşıya gelmeleri durumunda onlar üzerinde hiçbir başarı gösteremeden öldürülecekleri konusunda kuvvetli kanaatleri olursa bu durumda canı koruma maslahatının öne çıkarılması uygundur. Çünkü bunun karşılığında sağlanması düşünülen maslahatın yani dini koruma maslahatının sağlanıp sağlanamayacağı şüphelidir veya sağlanamayacağı kesindir.

İzz bin Abdisselâm bu gibi durumda cihada girişmenin haram olduğunu açıklarken şöyle demektedir: “Düşmanı yenmek mümkün olmayınca yenilmek mukadderdir. Çünkü direnilmesi durumunda can kaybı olacak bu da kâfirlerin gönüllerini rahatlatacak ve Müslümanların baskı altına alınmalarına imkân sağlayacaktır. Burada direniş tamamiyle fesada sebep olmuş olur ve sürdürülmesinde bir yarar olmaz.”

Ben derim ki: Burada canı korunma maslahatına öncelik verilmesi sadece görünüş itibariyledir. Gerçekte ve uzun vadede ise her zaman dini koruma maslahatının öne çıkarılmasıdır. Zaten belirtilen durumda da dini koruma maslahatı, başka alanlarda ve fırsatlarda cihad edebilmeleri, çarpışabilmeleri için Müslümanların canlarının sağ kalmasını gerektirir. Aksi takdirde onların yok olmaları bizzat dine zarar verilmesine ve kâfirlerin önlerindeki kapalı yolların açılmasına, onların bu yollarda ilerlemelerine fırsat verilmesine yolaçar.

Sonuç olarak eğer açıktan davet veya çarpışma davaya zarar verecekse davetin gizli yapılması ve barış içinde olunması gerekir. Ama davetin açıktan yapılması mümkün ve aynı zamanda yararlı olursa o zaman gizlice yapılması caiz olmaz. Eğer yeterli güç ve savunma imkânları varsa zâlimlerle ve (İslâm’a karşı) fırsat kollayanlarla anlaşma yapmak ta caiz değildir. Cihad için gerekli şatların ve sebeplerin oluşması durumunta müslümanların kâfirler karşısında cihaddan geri kalması ve evlerinde oturmaları caiz değildir.”[106]

2. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in (bu dönemdeki) davetini kabul edenlerin çoğu zayıflardan ve kölelerdendi. Bunlar da insanlar içinde peygamberlerin davetlerini kabul etmeye en yatkın olanlardır. Çünkü başkalarını izlemek onlara ağır gelmez. Toplumda üstün bir mevkiye, makama ve etkili konuma sahip onları ise çoğunlukla büyüklenme duygusu, makam sevgisi ve başkalarına bağlanmaktan kendini yüce görme anlayışı engeller. Yüce Allah da Musa -Aleyhisselam- kıssasında şöyle buyuruyor:

“Sonra da zayıf düşürülen topluluğu (mustaz’afları) o yerin bereketlendirdiğimiz doğularına ve batılarına mirasçı kıldık.” (A’râf, 7/137)

Nuh -Aleyhisselam-’ın kavmi de şöyle demişti:

“Biz seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz ve ilk anda, düşünmeden sana uyan aşağılarımız dışında kimsenin sana uyduğunu görmüyoruz.” (Hud, 11/27)

Yüce Allah, Salih -Aleyhisselam-’ın kıssasında da şöyle buyuruyor:

“Kavminin büyüklük tasyalan ileri gelenleri içlerindeki zayıf düşürülmüşlerden (mustaz’aflardan) iman edenlere: “Biliyor musunuz? Salih rabbi tarafından gönderilmiş elçilerdenmiş.” dediler. Onlar da: “Biz onunla gönderilene iman edenlerdeniz” dediler. Bunun üzerine büyüklenenler: “Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr edenlerdeniz” dediler.” (A’raf, 7/75-76)

3. Muhammed Gazali şöyle diyor: “Eğer kalbin vadilerine girer ve derinliklerine yerleşirse iman büyüleyici bir güçtür. Neredeyse olması mümkün olmayanı bile oldurur.

Biz, herhangi bir düşünce etrafında toplanan sonra, tamamıyle maddi bir düşünce olmasına rağmen onu gönülerine sağlam bir inanç olarak yerleştiren birtakım gençler ve yaşlılar gördük. Öyle ki hayatlarını hareketlerinin yakıtı haline getiriyor ve hareketlerinin başarı yönünde her türlü sıkıntıya katlanıyorlar. Bu yaptıklarını da ilkelerinin başarısı ve öne geçirilmesi için yapmaları gerekenin sadece bir kısmı olarak görüyorlar. Artık İslâm’ın başlangıç döneminde, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’a ve insanın bu dünya hayatından sonra ulaşacağı, Allah’ın huzurunda her yönden zengin bahçelerin, altından ırmaklar akan parlak sarayların ve sonsuz nimetlerin bulunduğu cennetlere kavuşacağı ahiret gününe iman şeklinde ortaya çıkan yüce inancın neler gerçekleştireceğini düşünün.”[107]

4. Şeyh Ebu Bekir el-Cezâirî şöyle diyor: “Bugün Müslümanların yaşadıkları bölgelerde, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ilk üç yıllık dönemde yaptığı gibi davetin gizlice yapılması gerektiğini ileri sürenlerin delilleri yoktur. Çünkü o zaman Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve ashabının: “Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed de Allah’ın elçisidir” demelerine, ezan okumalarına, namaz kılmalarına izin verilmiyordu. Ancak belli bir güç kazandıklarında daveti açıktan yapmakla emrolundular ve açıktan yapmaya başladılar. Bu yolda da Müslümanlar tarafından bilinen çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya geldiler.”[108]

Ancak bazı şartlar oluşursa o zaman Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in o dönemde izlediği metod örnek alınabilir. Bu konuda da Yüce Allah’ın şu sözünde bildirilen hükme göre amel edilmiş olur:

“Andolsun ki, Allah’ın peygamberinde, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çokça ananlar için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21)

Durumları birbirine kıyas edecek ve uyulması gereken şer’i esasları belirleyecek olanlar ise ilim adamlarıdır! Şer’i ilimlerden öğrenilmesi gereken miktarı öğrenemeyen sonra davetin hatta ümmetin geleceğiyle ilgili konularda içtihad yapmaya çalışan gençler değil! Bu gençlerin yapmaları gereken ilim adamlarının dizlerinin dibine oturarak ilim öğrenmek ve Yüce Allah’ın şu emrine uymaktır:

“Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” (Enbiya, 21/7)

 

Kutsal Çağrının Açıktan Yapıldığı Dönem

 

Abdullah bin Abbas Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “(Önce) en yakın hısımlarını uyar.” (Şuara, 26/214) âyeti inince Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Safa tepesine çıktı ve şöyle seslenmeye başladı:

“Ey Fihr oğulları! Ey Adiyy oğulları -Bu şekilde Kureyş’in değişik boylarını saydı-” Derken toplandılar. Öyleki kendisi gidemeyen ne olduğuna bakması için bir elçi gönderdi. Ebu Leheb ve Kureyş(‘in diğer ileri gelenleri) geldiler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Ne dersiniz? Ben vadide sizin üzerinize baskın yapacak bir süvari topluluğunun olduğunu söylesem beni doğrular mısınız?” diye buyurdu. Onlar:

“Evet. Biz senin doğrudan başka bir söz söylediğine şahid olmadık” dediler. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:

“Ben sizi şiddetli bir azap öncesinde uyarıyorum.” Bu söze karşı Ebu Leheb:

“Yuh sana! Bizi bunun için mi topladın?” dedi. Bunun üzerine şu âyetler indi:

“Ebu Leheb’in iki eli kurusun ve (zaten) kurudu da. Malı ve kazandığı ona bir yarar sağlamadı. O alevli bir ateşe girecektir. Hanımı da. Odun taşıyarak ve Boynunda kalınca bükülmüş bir ip olarak.” (Tebbet suresi)[109]

Ebu Hureyre Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “(Önce) en yakın hısımlarını uyar” âyeti inince Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kalktı ve şöyle buyurdu:

“Ey Kureyş topluluğu! -veya buna benzer bir söz söyledi- Canlarınızı satın alın (sizi azaptan koruyacak tedbiri alın). Ben size bir fayda sağlayamam. Ey Abdulmuttalib’in oğlu Abbas! Allah’a karşı ben sana bir fayda sağlayamam. Ey Allah’ın elçisinin halası Safiyye! Allah’a karşı ben sana bir fayda sağlayamam. Ve ey Muhammed’in kızı Fâtıma! Benden malımdan arzu ettiğini iste. Ama Allah’a karşı sana bir fayda sağlayamam.”[110]

Hafız İbn Hacer diyor ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem: “Ben vadide sizin üzerinize baskın yapacak bir süvari topluluğunun olduğunu söylesem beni doğrular mısınız?” sözüyle onlara bilinmeyen bir şeyden haber verdiğinde doğru konuştuğunu bildiklerini kendilerine ikrar ettirmek istiyordu.

“Ben sizi uyarıyorum”: Müslim ve Ahmed bin Hanbel’in kitaplarında geçen, Kubaysa İbn Muhârik ve Zuheyr bin Amr’dan nakledilen rivayette şöyle denmektedir: “Sonra şöyle seslenmeye başladı:

“Ben bir uyarıcıyım. Benimle sizin durumunuz düşmanı görüp de: “Ehlini korumak için fırlayıp koşan ve düşmanların kendinden önce varmalarından korkup avaz avaz bağırmaya başlayan kimsenin durumuna benzer.”

Ebu Hureyre Radıyallahu anh’ın rivayetinde geçen: “Canlarınızı satın alın” sözü şu anlamdadır: “Canlarınızı ateşten kurtarmak suretiyle.” Yani adeta: “Müslüman olun ateşten kurtulursunuz” demiş olmaktadır. Bu ise insanın kendini satın alması gibidir. Bu durumda bir bakıma itaatlarını kurtuluşun karşılığı olarak vermiş olmaktadırlar. Yüce Allah da bir âyetinde şöyle buyuruyor:

“Allah, Allah yolunda çarpışıp öldüren ve öldürülen mü’minlerden, karşılığı cennet olmak üzere, mallarını ve canlarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111)

Burada mü’min sevap ve cennet karşılığı almak üzere bir satış yapmıştır. Bu da bütün canlara Allah’ın sahip olduğuna işarettir. Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak suretiyle gereken itaati gösteren bir kimse üzerine düşen ücreti ödemiş olur. Başarı Allah’tandır.”[111]

Safiyyurrahman el-Mubârekfuri de şöyle diyor: “Bu ses (yani Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in çağrısı) Mekke’nin dört bir tarafında yankılanırken, Yüce Allah şöyle buyurdu: “Sen, emrolunduğun şeyi açıkça bildir ve müşriklere aldırış etme.” (Hicr, 15/94) Bunun ardından Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şirk hurafelerini ve saçmalıklarını tenkid etmeye başladı. Putların gerçek mahiyetinden, onların gerçekte bir değerinin olmadığından söz ediyor, onların acizliklerini örneklerle açıklıyordu. Onlara kulluk edenlerin ve onları kendisiyle Allah arasında aracı edinenlerin açık bir sapıklık içinde olduklarını açık delillerle ortaya koyuyordu.

Bundan sonra Mekke hiddet duygularıyla patladı. Bu gelişmeyi garipseyen ve reddeden düşünceler dalga dalga yayıldı. Müşriklerin ve putlara tapanların sapıklık içinde olduklarını bildiren ses duyulunca bu onlar için adeta bulutları parçalayan, gök gürültüsü çıkaran, şimşekler çaktıran, sakin havayı sarsan bir yıldırım gibi gelmişti. Kureyşliler, birdenbire ortaya çıkan ve geleneklerini, atalarından devraldıkları uygulamaları ortadan kaldırmasından endişe ettikleri bu başkaldırıya karşı durmak için hazırlık yapmaya başladı.”[112]

Bu sırada kutsal çağrıya iman edenlerin sayısı da kadın ve erkek olarak toplam kırk küsuru bulmuştu. Bu kutlu dönemde Allah ve Rasûlü Sallallahu aleyhi vesellem’in arslanı, aynı zamanda Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in amcası ve süt kardeşi Hamza bin Abdulmuttalib Radıyallahu anh iman etti. Aynı şekilde Ömer el-Faruk Radıyallahu anh da iman etti.

Cezairî diyor ki: “Ömer Radıyallahu anh ve Hamza Radıyallahu anh’ın Müslüman olmasıyla birlikte davet yeni bir dönem içine girdi. Bundan sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem çağrısını açıktan yapmaya başladı ve Rabbinin kendisine emrettiğini sesli bir şekilde söyledi. Bu yeni tutum müşriklerin yataklarında uykularını kaçırdı. Dehşet içinde kalmalarına sebep oldu. Müslümanların sayılarının artması, Müslüman olduklarını açıkça söylemeleri ve müşriklerin düşmanca tutumlarına aldırmamaları karşısında korku ve dehşetleri daha da arttı. Bu durum, Kureyş’in ileri gelenlerini Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile pazarlık yapma girişiminde bulunmaya yöneltmişti.”[113]

Bu dönemin bazı önemli özellikleri şunlardır:

Birinci özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e ve ashabına -Allah hepsinden razı olsun- çok fazla işkence ve eziyet edilmesi.

İkinci özelliği: Davetin, insanların onunla muhatab olmasını önlemeyi amaçlayan çeşitli engellerle karşı karşıya gelmesi.

Üçüncü özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e insanlara davet ettiği hak üzerinde kendisiyle pazarlık yapmak için çok sık teklifte bulunulması ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hiçbir tavizi kabul etmemesi.

Dördüncü özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in doğru bir inanç üzere eğitime önem vermesi ve sahabilerin kalplerinin namaza, oruca ve Kur’an okumaya bağlı olması.

Beşinci özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sahabileri işkencelere karşı sabır, nefse aldanmama ve bilgisizlerden yüz çevirme konularında eğitmesi.

Altıncı özelliği: Sahabiler değişik işkence türlerinin en şiddetlilerine çarptırılırken kendilerine zafer ve üstünlük müjdelerinin verilmesi.

Bu dönem, bu zamanda davetin çeşitli ülkelerde yaşadığı merhaleyle aynı olduğundan, Yüce Allah’tan bu döneme biraz ışık tutmamız ve bu dönemdeki gelişmelerden ibret çıkarmamız için bize yardımcı olmasını diliyoruz. Belki böylece İslâmi uyanış gençliğinin önünde, yükselmeye ve hâkimiyete giden yol aydınlanmış olur. Öncekilerin ve sonrakilerin efendisi olan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hidâyet çizgisine uyulur. İmam Malik Radıyallahu anh şöyle söylemiştir: “Bu ümmetin sonunun durumu da ancak başının durumu ne ile düzeldiyse onunla düzelir.” Allah’ın kulları üzerindeki ilâhi sünnetleri tekdir, değişmez. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“(Bu) Allah’ın daha önce geçenler hakkındaki kanunudur. Allah’ın kanununda bir değişiklik bulamazsın.” (Ahzab, 33/62)

Bir âyette de şöyle buyuruyor:

“Allah’ın sünnetinde bir sapma da bulamazsın.” (Fatır, 35/43)

Bütün herkes soruyor: “İslâm’ın ve Müslümanların yüceliği nasıl sağlanacak? İhlaslı Müslümanlar ümit ettikleri ortama, kendilerine vaad edilen sona, yani insanların küfür hükümlerinden ve sistemlerinden kurtularak Yüce Rablerinin şeriatının gölgesinde yönetilme mutluluğuna erecekleri ortama nasıl kavuşacaklar?” Bu sorulara durumlara ve şartlara göre değişik cevaplar verilmektedir. Bazılarına göre mutlaka yönetimde söz sahibi olmak, makam, mevki elde etmek ve parlamentoya girmek gerekir. Bazılarına göre belirtilen sonuca ulaşmanın yolu servet elde etmek ve ekonomik alanda söz sahibi olmaktır. Bazı kimselere göre bu sonuca ancak hızlı ve yıpratıcı bir çarpışmayla erişilebilir. Böyle bir çarpışmanın başında veya sonunda istenilen sonuca erişilir. Bazı kimseler de var ki, temelde böyle bir gaye taşımamaktadırlar. Onlara göre İslâmi davet sadece insanların ahlâklarını ve bibirleriyle olan ilişkilerini düzeltmeleri için sürdürülecek ıslah çağrısıdır. Onların en fazla istedikleri insanların namazlarını kılmaları, zekâtlarını vermeleri, Ramazan oruçlarını tutmaları ve Ka’be’yi ziyaret ederek hac görevlerini yerine getirmeleridir. Bu gibilerin tevhid bayrağının yükseltilmesi, kötülük ve şirkin izlerinin silinmesi ve insanlığın ikinci bir kez Rablerinin hükümleriyle yönetilme mutluluğuna ermesi için fedâkarlıkta bulunmaya yatkınlıkları da yoktur.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in davetini açıktan yaptığı, müşriklerin hayal ürünü anlayışlarının sefihliğini ortaya koyduğu, tapındıkları varlıkları basite aldığı ve böylece peygamberi çizgisini açık şekilde ortaya koyduğu dönemin özellikleri hakkında tafsilatlı bilgiler vermeye başlamadan, daha önce Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem‘in çizgisinden söz ederken kaldığımız beyaz sayfaya dönüyor ve diyoruz ki: “Parlamento yolu sağlıklı bir İslâmi çözüm değildir. Çünkü bu ancak birçok taviz vermekle, siyasi sloganlar atmakla ve bu dinin en önemli davasında, tevhid davasında bile yağcılık yapmakla mümkün olmaktadır. Bu dava Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile gönderilen bu dinin beynidir; hatta diğer peygamberlerin ve elçilerin getirmiş olduğu dinlerin bile. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizden sor: Biz Rahman’dan başka kulluk edilecek ilâhlar kılmış mıyız?” (Zuhruf, 43/45)

Parlamento yolu İslâm’ın ve Müslümanların üstünlüğünü sağlayacak bir yol değildir. O halde yol nedir? Yükselmeyi sağlayan sebepleri elde edebilmek için servetler biriktirmek ve İslâmi şirketler kurmak mıdır? Belki bu düşüncede olanları, Allah’ın kendilerini lanetlemiş olduğu yahudilerin, bazı ülkelerin ekonomileri üzerinde söz sahibi olduklarından o ülkelerin siyasi hayatlarına da hükmetmeleri etkilemiş olabilir. Bu durumu görenler Müslümanların da servet sahibi olmaları ve ekonomik hayata hükmetmeleri durumunda üstün olacaklarını sanmışlardır. Ancak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğunu unutuyorlar:

“Bil ki, mü’minin şerefi gece ibadet etmesi, üstünlüğü ise insanlara muhtaç olmamasıdır.”[114]

Yine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’ın şu sözü üzerinde düşünmüyorlar: “Vallahi, benim sizin için korktuğum fakirlik değildir. Ancak sizden öncekilere açıldığı gibi dünyanın size de açılmasından, onların yarıştıkları gibi sizin de (dünyalık için) yarışmanızdan, dolayısıyla (dünyalığın) onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”[115]

Bunlar aynı şekilde Ömer Radıyallahu anh’ın şu sözünden de habersizdirler: “Biz insanların en altta olanlarıydık. Allah bizi peygamber’iyle üstün kıldı. Ne zaman ondan başkasında yücelik arasak Yüce Allah bizi aşağı düşürüyor.”

Bu ümmetin yücelmesi ancak dinine bağlanmasıyla ve Rabbinin emrini yüce bilmesiyle mümkündür. O halde yol nedir? Askeri ihtilaller ve intihar saldırıları mı? Öyle olsa birkaç eylemle İslâm’ın ve Müslümanların hâkimiyeti sağlanır. Ama Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve hatta bütün peygamberlerin davetlerini inceleyen bir kimse çok yakından bilecektir ki bu yol peygamberlerin yolu değildir. Bu yol aynı zamanda genel geçer şer’i kaidelere de varlık alemindeki genel geçer (kevnî) kaidelere (kevni sünnetlere) de aykırıdır. Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyuruyor:

“Bir topluluk kendi duumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)

Öyleyse mutlaka davetin yayılması ve insanların kalplerinin de, bedenlerinin de tevhid inancıyla ve üstün şeriata itaatle ıslah edilmesi gerekir. Bakın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Mekke’de on üç yıl kalarak insanları tevhide çağırmakla uğraştı. Bu arada sahabilerini gece ibadetiyle ve daha başka ibadetlerle eğitti. Gerek o ve gerekse sahabileri bu faaliyet esnasında işkencenin ve alayın her türlüsüne katlanıyorlardı. Kardeşlerimizin Allah’a davetin başlangıcının nasıl olduğu hakkında bilgi edinmeleri için Allah’ın izniyle yeri geldikçe bunlardan bazı örnekler sunacağız.

Ensar, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le ikinci Akabe bey’atını yaptıklarında:

“İstersen bu vâdi (Mekke) halkına saldırıda bulunur ve hepsini bir kerede öldürürüz” dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Ben bununla emrolunmadım” dedi. Yüce Allah da bu konuda şu âyetini indirdi:

“Kendilerine: “Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? (Nisâ, 4/77)

Söz konusu düşüncelerin sahipleri, bu din hakkında öncekilerin ve sonrakilerin efendisinden (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den ) daha mı gayretliler? Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Mekke’de daveti açıktan yapmaya başladığı zamanki durumu nasıldı? Değerli sahabilerin durumları nasıldı? Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sahabilerini nasıl eğitti? Medine’de İslâm devletini kurmak için şartları nasıl hazırladı?

İhlaslı Müslüman gençliğin öncelikle öğrenmesi gerekenler bunlardır. Ta ki gayretleri boşa gitmesin ve işleri, şer’i bir yarar sağlamadan sonuçsuz kalmasın. Biz de, Peygamber’in sîretinin bu bölümüyle ilgili araştırmada, Allah’ın izniyle ve yardımıyla bunu açık bir şekilde ortaya koymak istiyoruz. Bu açıklamaların ışığında, Allah’ın yardımıyla bu dönemin bariz özelliğiyle ilgili bilgiler vermeye başlayalım.

Bu dönemin Birinci özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e ve ashabına -Allah hepsinden razı olsun- çok fazla işkence ve eziyet edilmesi.

Abdullah bin Mes’ud Radıyallahu anh’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Ka’be’nin yanında namaz kılıyordu. Ebu Cehl ve bazı arkadaşları da (yakında bir yerde) oturuyorlardı. Birbirlerine:

“Hanginiz filanca oğullarının (yeni boğazlanan) devesinin döl eşini (işkembe) getirip de, secdeye vardığında Muhammed’in sırtına koyabilir?” dediler. Oturanların en taşkını kalkıp sözü edilen şeyi getirdi. Baktı; ta ki, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem secdeye vardığında onu sırtına iki omuzunun arasına koydu. Ben de bakıyor, bir şey yapamıyordum. (Ah ne olurdu) elimde engelleyebilecek kuvvet olsaydı (Adamın deriyi Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sırtına koyması üzerine) oradakiler birbirlerinin üzerine yıkılırcasına gülmeye başladılar. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de secdede kaldı, başını kaldırmadı. Sonunda Fâtıma gelerek o şeyi sırtından attı. Sonra (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem) başını kaldırdı ve şöyle söyledi:

“Ey Allah’ım! Kureyş’i sana havale ediyorum.” Bu sözü üç kere tekrar etti. Aleyhlerine dua edince bu onların zorlarına gitti. Çünkü o yerde yapılan duanın kabul edileceğine inanıyorlardı. Ondan sonra (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem) isim isim saymaya başladı ve şöyle buyurdu:

“Ey Allah’ım! Ebu Cehl’i sana havale ediyorum. Utbe bin Rebi’a’yı sana havale ediyorum. Şeybe bin Rebi’a’yı sana havale ediyorum. Velid bin Utbe’yi sana havale ediyorum. Umeyye bin Halef’i sana havale ediyorum. Ukbe bin Ebi Mu’ayt’ı sana havale ediyorum.” Yedinciyi de saydıysa da ravi ismini unutmuştur. Canım elinde olana yemin ederim ki Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in saydıklarının hepsini çukurda, yani Bedir çukurunda can verip düşmüş halde gördüm.”[116]

Müslim, Ebu Hureyre Radıyallahu anh’ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

“Ebu Cehl:

“Muhammed sizin aranızda yüzünü toprağa sürüyor, değil mi?’” diye sordu.

“Evet” dendi. Bunun üzerine şöyle söyledi:

“Lât ve Uzza’ya yemin olsun. Eğer onu görürsem boynuna basacağım veya yüzünü iyice toprağa sürteceğim.” Sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem namaz kılarken geldi. Ebu Cehl, boynuna basabileceğini sanıyordu. Buna teşebbüs edince hemen geri geri çekilmeye ve elleriyle kendini savunur gibi hareketler yapmaya başladı. Oradakiler:

“Ne oluyor sana ey Ebu’l-Hakem?” dediler.

“Benimle onun arasında ateşten bir hendek var. Şunlar da kanatlar” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem da buyurdu ki:

“Eğer bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi.”[117]

Urve bin Zubeyr Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Abdullah bin Amr bin As Radıyallahu anh’a:

“Müşriklerin Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e yaptıkları en şiddetli şey neydi, bana bildir?” diye sordum. Şöyle dedi:

“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Ka’be’nin Hicr’inde (Hatîm olarak da adlandırılan yarım daire şeklindeki kısmında) namaz kılarken Ukbe bin Ebi Mu’ayt geldi. Elbisesini boynuna doladı. Boynunu şiddetli bir şekilde sıktı. Derken Ebu Bekir gelip omuzundan tutarak, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in yanından uzaklaştırdı ve şöyle söyledi:

“Bir adamı “Rabbim Allah’tır” dediğinden dolayı öldürüyor musunuz?” (Mü’min, 40/28)[118]

Halkın geneli üzerinde de, belli kişiler üzerinde de önemli bir etkinliği ve saygınlığı olan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e bu saldırılar yapılırken değerli sahabilere, özelikle onların zayıf olanlarına neler yapıldığını artık varın düşünün Bu zamandaki sisli ortamda insanları Allah’a davet edenlerin gönüllerine bir teselli, ayaklarını kararlı kılacak bir vesile ve bir örnek olması için onlara uygunlanan işkencelerden de bazı örnekler sunacağız.

Habbab bin Eret Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in yanına gittim. Ka’be’nin gölgesinde hırkasını yastık yapmış yaslanmış oturuyordu. Müşriklerin işkencelerinden şikayette bulunduk. Ben:

“Ey Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem! Bizim için Allah’a dua etmeyecek misin?” dedim. Yüzü kıpkırmızı bir halde oturdu ve şöyle buyurdu:

“Sizden öncekiler demirden taraklarla taranır, bunlarla kemiklerinin üzerinde et ve sinir adına ne varsa hepsi ayrılırdı. Yine de bu onları dinlerinden alıkoymazdı. Andolsun ki, Allah bu işi kemaline ulaştıracaktır. Öyleki binekli bir kimse Allah’tan başka kimseden korkmaksızın San’a’dan Hadramevt’e kadar gidebilecektir...”[119]

Abdullah bin Mes’ud Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “İlk olarak Müslümanlıklarını açığa vuranlar şu yedi kişiydi: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem. Ebu Bekir, Ammâr, annesi Sümeyye, Suheyb, Bilâl ve Mikdad. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i Yüce Allah amcası Ebu Tâlib vasıtasıyla korudu. Ebu Bekir’i Yüce Allah kavmi vasıtasıyla korudu. Diğerlerini ise müşrikler aldılar. Demir zırhlar giydirdiler ve güneşin altına attılar. Onların içinde Bilâl’den başka hepsi istediklerini yaptı. Bilâl ise Allah yolunda nefsini önemsemedi. Başına gelenlere katlandı. Kavmi de onu önemsemedi. Onu alıp çocuklara verdiler. Onlar da Mekke’nin sokaklarında dolaştırmaya başladılar. O ise: “Ehad, ehad - Bir, bir” diyordu.”[120]

Kays bin Ebi Hâzim Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Said bin Zeyd bin Amr’in Kûfe camisinde şöyle dediğini duydum: “Vallahi, Ömer daha Müslüman olmadan önce beni Müslüman olduğum için zincire bağlamıştı.”[121]

Ebu Zerr Radıyallahu anh’ın Müslüman olması olayıyla ilgili olarak Abdullah bin Abbas Radıyallahu anh’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Bunun üzerine (yani onun Müslüman olması üzerine) Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendisine:

“Kavmine dön. Durumu kendilerine bildir ve benim emrim sana gelinceye kadar bekle” diye buyurdu. O da:

“Canım elinde olana yemin olsun ki, bunu onların (yani Mekkelilerin) aralarında bağıracağım” dedi. Sonra çıkıp Mecidi Haram’a geldi ve avazının çıktığı kadar bir sesle: “Allah’tan başka ilâh olmadığına Muhammed’in de Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet ederim” diye bağırdı. Sonra oradakiler (müşrikler) kalkıp kendisini dövdüler ve iyice canını acıttılar. Bu sırada Abbas geldi. Üzerine durdu ve:

“Yazık size! Onun Gifar’dan olduğunu ve sizin Şâm tarafına giden tüccarlarınızın yollarının onlara uğradığını bilmiyor musunuz?” dedi. Böylece onu ellerinden kurtardı. Ertesi gün yine gelip aynı hareketi yaptı. Yine başına uşuşup dövdüler ve Abbas gelip kurtardı.”[122]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Bu konuyla ilgili gelişmeler Yüce Allah’ın şu sözünü te’yid etmektedir:

“İnsanlar yalnız: “İman ettik” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebut, 29/2)

Yine şu âyetindeki anlamı da te’yid etmektedir:

“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin başlarına gelenin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” Onlar öylesine sıkıntı ve darlık içerisine düştüler ki, peygamber ile yanındakiler “Allah’ın yardımı acaba ne zaman?” diyecek kadar sarsıldılar. Bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)

Benzer bir âyette de Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Andolsun mallarınızda ve canlarınızda imtihan olunacak ve gerek kendilerine sizden önce kitap verilmiş olanlardan, gerekse Allah’a ortak koşanlardan çokça rahatsız edici sözler duyacaksınız. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bilin ki) bu, gerçekten azmedilecek işlerdendir.” (Âli İmrân, 3/186)

Bu imtihanın yararlarından biri de mü’minlerin arındırılması ve kâfirlerin helâke itilmesidir. Nitekim Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır:

“Ancak Allah, helâk olanın apaçık bir delille helak olması yaşayanın da apaçık bir delille yaşaması için yapılması kesinleşmiş olan işi yaptı. Muhakkak ki Allah işitendir, bilendir.” (Enfal, 8/42)

Bunun yanısıra Yüce Allah dostlar ve şehitler edinmek istemiştir. Allah yolunda, arkalarını dönmüş olarak değil, öne atılarak ilerleyerek şehid olmayı dileriz.

İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle diyor: “Buradaki amaç şudur: Yüce Allah’ın ilâhi hikmeti canların mutlaka imtihan edilmesini ve birtakım musibetlere çarptırılmalarını gerektirmiştir. İmtihan ile, temiz olan pis olandan ayrılır. Allah dostluğuna ve lütfuna lâyık olanla olmayanı birbirinden ayırır. Sevgisine lâyık olan kimseleri seçmek ve imtihan körüğüyle kendilerini arındırmak istemektedir. Tıpkı altının safının ortaya çıkarılması işlemi gibi. Altınla beraber bulunan yabancı maddeleri ayırmak da ancak imtihanla (Arapça’da bu işleme de aynı isim verilmektedir.) mümkündür. Çünkü nefis esasta cahil ve zâlimdir. Cehalet ve zulüm onu kirletmektedir. Arındırma ve ayıklama yoluyla bu kirden temizlenmesine ihtiyaç vardı. Eğer bu dünyada bu kirden kurtulursa ne âlâ! Kurtulamazsa cehennem körüğünde ayıklanır. Kul kendini eğitir ve arındırırsa cennete girmesine izin verilir.”[123]

2. el-Cezâiri, en-Netâic ve’l-İber’de şöyle diyor: Yüce Allah’ın Peygamber’ine olan vaadinin doğruluğu şu âyette bildirilmektedir: “O alay edenlere karşı biz sana yeteriz.” (Hicr, 15/95)

Nitekim Yüce Allah onların hepsini, Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in gözünün önünde, çok kısa bir zaman sonra ve çok dar bir zaman içinde helâk ederek onlara karşı kendisine yetmiştir.[124]

3. Dr. Said Ramazan el-Buti diyor ki: “Yüce Allah’ın, Rasûlüne “... Emrolunduğun şeyi açıkça bildir” ayetindeki genel içerikli emirle yetinerek; özel olarak akrabalarını ve soydaşlarını korkutmasını emretmemesi mümkündü. Çünkü aşiretinin ve akrabalarının bütün fertleri önlerinde davette bulunacağı ve cehennem azabı ile korkutacağı genel topluma dahildiler. Öyleyse kendi aşiretini uyarmakla ilgili özel emrin hikmeti neydi?

Sorumlulukta en alt derece kişinin kendi nefsinden sorumlu olmasıdır. İşte (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in) bu dereceye hakkını vermesi için vahyin başlangıcı dönemi daha önce gördüğümüz gibi uzun bir müddet sürmüştür. Yani Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in gönlünün, kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber, kendisine indirilenlerin de Yüce Allah tarafından bir vahiy olduğu konusunda tam mutmain olmasına kadar bu dönem devam etti. Böylece o önce kendi kendine iman etmiş ve ilerde alacağı bütün ilkeleri, ölçüleri ve hükümleri kabul etmeye yatkın bir hale gelmiştir.

Sonra gelen sorumluluk derecesi ise Müslümanın kendi ailesinden ve kendileriyle arasında bağ olan yakın akrabalarından sorumlu olmasıdır. Yüce Allah bu mesuliyetin hakkını vermeye dikkat çekerek; umumi ve açıktan tebliği emrettikten sonra aileyi ve yakın akrabayı cehennem azabıyla korkutma ve onlara İslam’ı tebliğ etme zaruretini özel olarak belirtti. Sorumluluğun bu derecesinde akraba ve aile sahibi her müslüman mesuliyeti yüklenmek hususunda müşterektirler.

Üçüncü derece ise alim bir kişinin kendi mahallesinden ve yöresinden, yöneticinin de devletinden ve halkından sorumlu olmasıdır. Bunların herbiri belirtilen çevrelerde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e vekâlet etmektedirler.”[125]

Üstad Münir el-Gadbân diyor ki: “İlk merhalede davetin akraba çevresinde olması doğal bir şeydir. Özellikle açıktan yapılacak mücadelenin mahiyeti bunu gerektiriyorsa. Çünkü böyle bir mücadele davetçiyi tehlikeye atmaktadır. Dolayısıyla bir koruyucu çevrenin olması zorunludur. Bir davetçinin aşireti insanlar içinde onu korumaya en yatkın kimselerdir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den sonra insanlar içinde İslâm’a ilk girenler eşi Hatice binti Huveylid Radıyallahu anha, kölesi Zeyd bin Hârise Radıyallahu anh ve yanında kalan amcası oğlu Ali bin Ebi Tâlib Radıyallahu anh olmuştur.”[126]

4. Şeyh Muhammed Gazali diyor ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sahabilerini kısa veya uzun vadede elde edecekleri bir ganimet için toplamamıştır. O gözlerin üzerindeki perdeyi kaldırmış böylece o gözler uzun zaman içinde göremedikleri gerçeği görmüşlerdir. O aynı şekilde kalplerdeki pası gidermiş böylece kalpler yaratılıştaki fıtratına uygun olan ve cahiliyenin engel olduğu kesin gerçeği anlamaya başlamıştır. O insanlığı Rablerine ulaştırmıştır. Kendilerinin derin kökleriyle ve varoluşlarının gerçek sebebiyle bağlantılarını kurmuştur. Önceden mahsur kalmış bir durumda ve şaşkınlık içindeydiler. O, sonsuzlukla geçici hayatı birbirine kıyasladı. Onlarda (sahabiler) sonsuzluk âlemini geçici âleme tercih ettiler. Basit putlarla yüce ilâh arasında tercih yapmalarını istedi. Onlar da taşların yontulmasıyla elde edilen putları küçümseyerek göklerin ve yerin yaratıcısına yöneldiler.

Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem kendisine bu bol miktardaki hayrın verildiğini düşündü. Sahabileri de onun kendilerine verdiği önem dolayısıyla kendileriyle ilgilendiğini düşündüler. Dolayısıyla eziyet gördüklerinde Allah’tan sevap umarak katlandılar. Putlar olarak şekillendirilen pisliklere kulluk edenler onlara saldırınca onlar kendi bildikleri gerçeklere sarıldılar. Küfür ile imân arasında vuku bulacak savaş bir gün kendini gösterecek, kimlerin şehid olacağını, kimlerin helâke gideceğini ortaya çıkaracak, Allah’ın emirlerini yerine getiren mü’minlerle, baş aşağı giden müşrikler Allah’ın izniyle birbirinden ayrılacaktı.

Yüce Allah şöyle buyuruyur:

“İmân etmeyenlere de ki: “İmkânınızın elverdiğini yapın. Biz de yapmaktayız. Bekleyin. Biz de beklemekteyiz”. Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Bütün işler O’na döndürülür. O’na kulluk et ve O’na dayan. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Hud, 11/121-123)[127]

5. Dr. Mustafa es-Sıba’î diyor ki: Şirk ve sapıklık içinde olanların, işkence ve baskının her şekline başvurmalarına rağmen; mü’minlerin inançlarında kararlılık göstermeleri imânlarının doğruluğuna, inandıkları şeylerde samimi olduklarına, gönüllerinin ve ruhlarının yüceliğine en büyük delildir. Çünkü inandıklarından dolayı içlerinde duydukları gönül rahatlığı, kalp huzuru, zihinlerinin inandıkları şeylerin doğruluğuna kesin kanaat etmesi ve Yüce Allah’ın rızasına kavuşma ümitleri dolayısıyla bedenlerinin çektiği eziyet, mahrumiyet ve baskı onlara çok hafif geliyordu.

Samimi mü’minler ve ihlaslı davetçiler ruhlarına ve kalblerine hakim olan iman sebebiyle nefsani isteklerini sonraya bırakır, Bedenlerinin rahatlığına zevk ve safa içinde olmasına aldırış etmezler. İşte davetler bununla başarıya ulaşır. Kalabalıklar bu yolla karanlıklardan ve cehaletlerden kurtulurlar.”[128]

Bu dönemin ikinci özelliği: Davetin, insanların onunla muhatab olmasını önlemeyi amaçlayan çeşitli engellerle karşı karşıya gelmesi.

Safiyyurrahman el-Mubârekfuri özet olarak şöyle söylüyor: “Kureyşliler, Muhammed -Aleyhisselam-’ı hiçbir şeyin davasından alıkoyamadığını görünce bir kez daha oturup düşündüler ve bu davetten kurtulmalarını sağlayacak daha başka baskı yolları belirlediler. Bunlar da şunlardı:

1. Alay, küçümseme, basite alma, yalanlama ve eğlence konusu yapma. Bu tutumla Müslümanları küçük düşürmeyi, onları manevi yönden zayıf düşürmeyi amaçlıyorlardı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e çok çirkin iftiralarda bulundular. Aşağılık küfürler savurdular. Onu deli olarak adlandırıyolardı. Kur’an’da şöyle buyuruluyor:

Dediler ki: “Ey kendisine zikir (kitap) indirilen! Sen muhakkak delisin.” (Hicr, 15/6)

Aynı şekilde kendisini büyü yapmakla ve yalan söylemekle suçluyorlardı. Bu konuda da Kur’an-ı Kerim’de şöyle deniyor:

“Kendilerine içlerinden bir uyarıcı gelmesine hayret ettiler. Küfredenler dediler ki: “Bu yalancı bir büyücüdür.” (Sad, 38/4)

Onların tutumlarını Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’in bir yerinde de şöyle anlatıyor:

“Doğrusu o suç işleyenler iman edenlere gülerlerdi. Yanlarından geçtiklerinde birbirlerine kaş göz işaretleri yaparlardı. Ailelerine döndüklerinde de (mü’minleri alaya almalarından) zevk duyarak dönerlerdi. Onları gördüklerinde: “Bunlar hiç şüphesiz sapıklardır” derlerdi. Oysa kendileri, onların üzerlerine gözcü olarak gönderilmemişlerdi.” (Mutaffifin, 83/29-33)

2. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- getirdiği yüce İlkeler hakkında zihinleri bulandırmak, bunlar hakkında şüphe uyandırmaya çalışmak, asılsız iddialar ortaya atmak, bu ilkeler, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in bizzat kendisi ve şahsiyeti etrafında tutarsız bir takım iddialar yaymak. Buna göre Kur’an-ı Kerim hakkında şöyle diyorlardı:

“(Bunlar) öncekilerin masallarıdır. O onları yazdırmıştır ve sabah akşam kendisine okumaktadır.” (Furkân, 25/5)

“Bu (Kur’an), onun (Muhammed’in) uydurduğu bir düzmeceden başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir.” (Furkan, 25/4)

Yine şöyle diyorlardı:

“Ona bir insan öğretiyor.” (Nahl, 16/103)

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hakkında da şöyle diyorlardı:

“Bu ne biçim Peygamber, (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor, Ona kendisiyle birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” (Furkan, 25/7-8)

Kur’an-ı Kerim’de onların bu tür iddialarına verilen cevaplarla ilgili birçok örnek vardır. Bazı yerlerde onların iddiaları dile getirilerek, bazen dile getirilmeden cevap verilmektedir.

3. Kur’an’a eskilerin masallarıyla karşı çıkılması ve insanların Kur’an’dan alıkonması için onlarla (masallarla) meşgul edilmeleri: Rivayet edildiğine göre bir gün Nadr bin Haris Kureyş halkına şöyle diyor: “Ey Kureyş halkı! Vallahi başınıza öyle bir şey geldi ki, siz ondan kurtulmak için bir çıkış yolu bulamadınız. Muhammed sizin aranızda genç bir çocuktu. Aranızda olduğu sürece sizi memnun etmişti. Size hep doğru söz söylemişti. Emânetinize büyük dikkat göstermişti. Ama iki şakağına aklık düştüğünü gördüğünüzde önünüze şu bildiğiniz şeyi çıkardı. Siz tuttunuz: “Büyücü” dediniz. Hayır, vallahi o büyücü değildir. Biz büyücüleri, onların üflemelerini ve ilmek bağlamalarını gördük. Yine: “Kâhin” dediniz. Hayır, vallahi, o kâhin değildir. Biz kâhinleri. onların deliklere bir şeyler geçirmelerini gördük ve nakaratlarını da dinledik. Yine tuttunuz: “Şair” dediniz. Hayır, vallahi, o şâir değildir. Biz şiiri gördük ve her şeklini dinledik. Sonra tuttunuz: “Deli” dediniz. Hayır, vallahi, o deli değildir. Biz deliliği gördük. Ona delilik nöbetleri gelmiyor ve delilerin yaptığı gibi kendi kendine söylenmiyor. Zihninde karışıklıklar olmuyor. Ey Kureyş topluluğu! Nasıl bir durumla karşı karşıya olduğunuza iyi bakın. Vallahi, oldukça ciddi bir olay başınıza gelmiş bulunuyor.”

Nadr daha sonra Hiyere’ye gitti. Orada İran krallarının masallarını, Rüstem’in, İsfendiyar’ın masallarını öğrendi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ne zaman insanlara Allah’ı hatırlatmak, gadabına karşı uyarmak amacıyla bir meclis oluştursa Nadr arkasında durup: “Vallahi, Muhammed benden daha güzel konuşamaz” derdi. Sonra da etrafına toplananlara Rüstem, İsfendiyar gibi İran krallarının masallarını anlatırdı. Ardından: “Muhammed ne ile benden daha güzel söz söyleyecek?” derdi.[129]

4. Pazarlıklara girişmeleri. Bu yolla İslâmla cahiliyenin yolun ortasında buluşarak bir anlaşma yapmasını sağlamaya çabalıyorlardı. Bu planlarına göre müşrikler savundukları bazı şeylerden vazgeçecek, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de savunduğu bazı şeyleri bırakacaktı. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“İstediler ki sen yumuşak davranasın da onlar da (sana) yumuşaklık göstersinler.” (Kalem. 68/9)

İbn İshak’ın senediyle birlikte verdiği bir rivayette şöyle denmektedir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Ka’be’yi tavaf ettiği bir sırada Esved bin Abdilmuttalib bin Esed bin Abdiluzza, Velid bin Muğire. Ümeyye bin Halef ve As bin Vâil es-Sehmi karşısına çıktı. Bunlar kavimlerinin yaşlılarıydılar. Dediler ki: “Ey Muhammed! Gel , biz senin ibadet ettiğine ibadet edelim. Sen de bizim ibadet ettiğimize ibadet et. Biz ve sen ortak bir şeyde birleşmiş olalım. Eğer senin ibadet ettiğin bizim ibadet ettiklerimizden hayırlıysa biz ondan nasibimizi almış oluruz. Bizim ibadet ettiğimiz senin ibadet ettiğinden hayırlı ise sen ondan (bizimkinden) nasibini almış olursun.” Bunun üzerine Yüce Allah şu sûreyi indirdi:

“De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Ben sizin taptıklarınıza tapacak da değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfirun Suresi)[130]

Onların o gülünç anlaşma tekliflerini Yüce Allah bu kesin ayırıcı hükmüyle reddetmiş oldu.

5. Bu konuda başvurdukları matodlardan biri de yine işkence ve eziyetti. Daha önceki bölümde bu uygulamaların bazı örneklerinden söz edilmişti. Bu merhalede başvurdukları bir uygulama da ekonomik ambargo ve abluka uygulamasıdır. Bununla ilgili açıklama ileride gelecek Allah’ın izniyle. Bir diğer metod da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e tevhid davasından taviz vermesi için çok sık teklifte bulunulmasıdır. Bunun hakkında da ileride inşâallah bilgi verilecektir.

6. Bu amaçla başvurdukları metodlardan biri de, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’i korumaktan ve onu savunmaktan vazgeçmesi için amcası Ebu Tâlib’le çok sık pazarlık teşebbüsünde bulunmalarıdır. Ancak o bu yöndeki istekleri kabul etmekten kaçınmış ve yakınlarını kendisine yardımcı olmaya çağırmıştır. Hâşim oğulları ve Muttalib oğullarından da Ebu Leheb dışındakiler onun çağrısına olumlu karşılık verdiler. Ebu Talib bu konuda şu ünlü beyitleri söylemiştir:

“Vallahi hepsi biraraya gelse de sana dokunamayacaklar,

Ben toprağa gömülüp, sırtım yere dayandırılmadığı sürece.

Sen kendi davanı haykır, senin için bir korku yok.

Sevin ve gözlerin aydın olsun!

Sen beni çağırdın ve biliyorum ki sen bana iyi şeyler öğütlüyorsun.

Şüphesiz doğru söyledin ve sonra sen güvenilir birisin.

Hem öyle bir din sundun ki,

Onun yeryüzündeki dinlerin en hayırlısı olduğunu biliyorum.

Eğer bu kınanma ve sövülme korkusu olmasaydı,

Benim buna açık bir yakınlık duyduğumu görürdün.”[131]

7. Yine bu amaçla başvurdukları yollardan biri de Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’den çokça mucize isteyerek onu zor durumda bırakmaya çalışmaktı.

Şeyh Muhammed el-Hudari diyor ki: “Müşrikler kendilerinin ileri sürdükleri isteklerin kabul edilmediğini görünce bir başka kapıdan gimek istediler. Bu Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i çokça mucize istemek suretiyle zor durumda bırakmaktı. Bunun için toplandılar ve dediler ki: “Ey Muhammed! Eğer doğru söylüyorsan bize senden isteyeceğimiz bir mucize göster. Bu da ayı bizim için ikiye ayırmandır. Allah ona bu mucizeyi verdi ve ay ikiye ayrıldı. Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem: “Şahid olun (veya şehadet getirin)!” diye buyurdu.[132]

Bu olayı Abdullah bin Mus’ud Radıyallahu anh rivayet etmiştir ki o ilk Müslüman olanlardandır. Ondan değişik tariklerle rivayet edilmiştir. Ondan Abdullah bin Abbas Radıyallahu anh ve daha başkaları rivayet etmişlerdir. Onlardan da çok sayıda insan rivayet etmiştir. Öyleki hadis neredeyse mütevatir derecesine çıkmıştır. Kur’an-ı Kerim bu olaydan, Kamer suresinin başında söz etmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:

“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer: 54/1) İnançlılar bu büyük mucizeyi gördüklerinde içlerinden bazıları: “Ebu Kebşe’nin oğlu sizi büyüledi” dedi. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi:

“Bir âyet (mucize) görseler yüz çevirir ve: “Devam edegelen bir büyüdür” derler.” (Kamer: 54/2)

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den daha sonra başka mucizeler istediler. Bunları isterken sırf küfürlerinde inat ve ısrar etmeyi amaçlıyorlardı. Bu istedikleri hakkında İsrâ suresinde şöyle buyurulmaktadır:

“Dediler ki: “Yerden bir kaynak fışkırtmadığın sürece sana inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan ve üzümlerden bir bahçen olmalı ve aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut ileri sürdüğün gibi göğü üzerimize parça parça düşürmeli veya Allah’ı ve Melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut altından bir evin olmalı veya göğe yükselmelisin. Üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece yükselmene de inanmayacağız” (İsrâ, 17/90-93)

Yüce Allah’ın onların bütün bu isteklerine cevabı şu olmuştu:

“De ki: “Rabbimi tenzih ederim! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?” (İsrâ, 17/93)

Çünkü Yüce Allah onların kalplerinin sakladığı inadı ve taasub düşüncesini, ne kadar çok mucize görseler de inanmayacaklarını biliyordu. Nitekim Yüce Allah En’am Suresinde, bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine bir mucize gelmesi durumunda iman edecekleri konusunda bütün güçleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: “Mucizeler Allah katındadır.” Üstelik o gelse de onların yine iman etmeyeceklerinin bilincinde değil misiniz?” (En’am, 6/107)

Enfal suresinde bildirilen şu sözleri söyleyenlerden nasıl bir hayır beklenebilir ki?”

“Bir zaman: Ey Allah’ım! Bu senin katından gönderilme bir gerçekse bizim üzerimize gökten taş yağdır veya bize acıklı bir azap gönder” demişlerdi.” (Enfal, 8/32) Oysa: “Ey Allah’ım! Bu senin katından gönderilme bir gerçekse bizi ona ilet” dememişlerdi.[133]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Doğrusu hak ile batıl arasındaki mücadelenin şekilleri farklı olsa da mantığı birdir. Batıla uyanların kullandıkları metodlardan biri hak çağrı ve doğruya çağıranlar hakkında kafaları bulandırmak, şüpheler uyandırmaktadır. Geçmişte bu işlem doğruya çağıranların delilikle, büyücülükle ve benzeri şeylerle suçlanması suretiyle yapılıyorduysa da günümüzde hak ehlinin aşırı dincilikle, tutuculukla suçlanmaları yoluyla yapılmaktadır. Bu suçlamayı yapanlar insanları Allah’ın yolundan alıkoymayı ve Allah’ın yolu hakkında tereddütler uyandırmayı amaçlamaktadırlar. Bunlar kendilerini de başkalarını da kendilerinin İslâm’a karşı savaşmadıklarına, onun (İslam’ın) anlaşılması konusundaki aşırılıklara karşı savaştıklarına inandırmaya çalışmaktadırlar. Böyle davranmakla da iyilikte bulunduklarını sanıyorlar. Çünkü onlar İslâm’ın hükümlerinin çoğunu bırakmış ve az bir kısmıyla yetinmektedirler. İslâm’ın bütün hükümlerine yapışanlar da onların gözlerinde aşırıya giden ve yan çizen kimseler olmuşlardır. Çünkü İslam’ın sadece belli bir yanını alarak gerisini bıraktıkları gibi İslâm’ı bir bütün olarak koruyan, İslâm’ın tümüne davet eden Müslümanların cemaatlerinden ayrılarak yan çizmektedirler.

“Oysa Allah onları arkalarından kuşatmıştır.” (Buruc, 85/20)

2. İslâmi uyanışa karşı başvurulan modern metodlardan biri de inananların şehevi arzularına düşkün hale getirilmeleridir. Bu da fuhşu ve aşağılık işleri yaymaya çalışan kontrolden çıkmış medya vasıtasıyla yapılmaktadır. Yönetimde söz sahibi olanlar da gençlerin çoğunluğunun yasak tanımazlık ve taşkınlık akımlarının etkisine kapılacağı ümidiyle bunlara destek oldular. Dolayısıyla öğütçülerin öğütleri, vaaz edenlerin vaazları bunlara bir yarar sağlamamaktadır. Küfür önderlerinden biri de bu hususta şöyle diyor: “Bir futbol topu ve bir şarkıcı kadın, doğu toplumlarında kırk savaş topunun yapamadığını yapar.”

Kominist lider ve ünlü ateist Karl Marks’a: “Tanrı inancının alternatifi nedir?” diye sorulduğunda: “Onun alternatifi tiyatrodur. Onları tanrı inancından alıkoymak için tiyatroyla meşgul edin...” diyor. Onun ahlâka ve dinlere karşı başlattığı savaşta tiyatronun kimbilir nasıl bir rolü olmuştur.

3. Bu yönde kullanılan metodlardan bazıları da sık sık tutuklamalar ve İslâm daveti bayrağını taşıyanların hapis ve işkenceyle korkutulmasıdır. Ama nice gençler vardır ki hapishanede daha da bileniyor. Hapisten daha da bilenmiş, kararlılığı daha da artmış, Yüce Allah’ın yolunda daha çok fedakârlık göstermeye ve daha çok çaba harcamaya hazır bir halde çıkmaktadır. Gençlerin helâki hapishanelerde değildir. Dünyadaki asıl helâk şehvetlerin, zevklerin peşine takılmaktır. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Sizin için korktuğum fakirlik değildir. Ancak sizden öncekilere açıldığı gibi dünyanın size de açılmasından, onların yarıştıkları gibi sizin de (dünyalık için) yarışmanızdan, dolayısıyla (dünyalığın) onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”[134]

4. Dr. Mustafa es-Sıba’i diyor ki: “Bozguncuların ve inkarcıların hak daveti kabulleri hiçbir zaman kolay olmamıştır. Hakka daveti ortadan kaldırma ve ona karşı çarpışma sırasında kullandıkları taktikler boş çıkıp geçerliliğini kaybettikleri an, derhal yeni yollar denemişlerdir. Hak ile batıl arasında süren bu mücadele hakkın zaferi kesinleşinceye ve batıl son nefesini verinceye dek sürecektir.”[135]

5. Şeyh Muhammed el-Gazali diyor ki: “Su üzerinde yüzen yosunlar akıp giden gemileri durduramazlar. Cahiliye Arapları, müslümanlara sabiî (dini terk eden) diye hucum edince müslümanlar da onların sefîh (beyinsiz) kimseler olduklarını söyleyerek ve akıllarıyla alay ederek Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği hurafelerine karşı daha şiddetli bir tavır aldılar.

Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in Mekke’nin ortasında başlatmış olduğu davet küçük bir vatan kurmak için başlatılmış değildi. Aksine hakkı devralacak ve onu yeryüzünün değişik köşelerine ulaştıracak, bu davayı kıyamete kadar ayakta tutacak yeni bir nesil ve ümmeti yetiştirmek için başlatılmış bir davetti. Bir kişinin veya kabilenin karşı çıkması, böyle bir amaç için başlatılmış bir davanın o zamanki gelişmesine ve geleceğine ne zarar verebilir? O karşı çıkanlar da kimlerdi ki?

Akılları taşlaşmış bazı mutaasıplar kendilerine muhalefet edenler karşısında sahip oldukları güce aldanıyorlardı. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğunda inkâr edenlerin yüzlerindeki hoşnutsuzluğu anlarsın. Neredeyse kendilerine âyetlerimizi okuyanların üzerlerine saldıracaklar. De ki: “Size bundan daha kötüsünü bildireyim mi? Ateş! Allah onu küfredenlerin vaad etmiştir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” (Hacc, 22/72)

Refah ve rahatlık içinde olanlar varlıklarıyla mutluydular. Bu yüzden bâtılı seviyorlardı. Çünkü rahat koltuklar üzerinde oturuyorlardı. Haktan hoşlanmıyorlardı. Çünkü o kendilerine süsler ve dünyalık sağlamıyordu. Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyuruyor:

“Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğunda küfredenlerin iman edenlere derler ki: “İki gruptan hangisi makam bakımından daha iyi ve topluluk bakımından daha güzeldir?” (Meryem, 19/73)

Ya da bu kimseler Rahman’ın hidayetini çirkin görüp bunu dinden çıkmak sayan kişilerdi. Veya hidayeti süslü elbiseler gibi kabul edip bunu bırak şunu al diyenlerdi. Yüce Allah bu konuda da şöyle buyuruyor:

“Onlara âyetlerimiz apaçık bir şekilde okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir” derler.” (Yunus, 10/15)

Yahut aralarında birtakım faaliyetler düzenleyerek Kur’an âyetlerinin okunduğu sırada bu âyetlerin duyulmaması dolayısıyla temiz bir akılda ve duru bir kalpte herhangi bir etki bırakmaması için yüksek sesler veya sevimsiz gürültüler çıkarmaları üzere birbirlerine tavsiyelerde bulunan beyinsizlerdi. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:

“Küfredenlerin dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin ve (okunurken) içine yaygaralar karıştırın. Olur ki üstün gelirsiniz.” (Fussilet, 41/26)[136]

Bu dönemin üçüncü özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e insanları davet ettiği hak üzerinde kendisiyle pazarlık yapmak için çok sık teklifte bulunulması ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hiçbir tavizi kabul etmemesi.

Müşrikler, Müslümanları dinlerinden alıkoymak için işkencelerini, alaylarını ve aşağılayıcı tutumlarını artırdılar. Ancak bu Müslümanların imanlarının ve inandıklarının doğruluğuna olan güvenlerinin (yakinlerinin) artmasından başka bir sonuç doğurmadı. Bu konuda izledikleri yoldan bir yarar sağlayamadılar. Bu kez daha farklı günümüzün diliyle daha diplomatik bir metoda başvurdular. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e belki savunduğu bazı şeylerden vazgeçer yahut insanları davet ettiği haktan kısmen de olsa taviz verir ümidiyle birtakım tekliflerde bulundular. Bu tekliflerden biri için Utbe bin Rebi’a’yı, problemin çözümü olarak gördükleri planı Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e sunması üzere gönderdiler. Utbe dedi ki:

“Ey kardeşimin oğlu! Şüphesiz sen bizdensin. Çünkü soy bakımından nasıl bir yere sahip olduğunu biliyorsun. Fakat kavmine oldukça büyük bir şey getirdin. Bu yüzden onların birliklerini bozdun. Şimdi beni dinle. Sana bazı şeyler teklif edeceğim. Belki bunlardan bazılarını kabul edersin. Sen bu iş karşılığında mal istiyorsan. Senin için mallarımızdan toplayalım. İçimizde en varlıklı kişi sen ol. Bununla bir üstünlük istiyorsan. Seni başımıza geçirelim. Sana danışmadan hiçbir işe karar vermeyelim. Krallık istiyorsan seni kral yapalım. Şu sana gelen ve senin gördüğün varlığı (cinlendin de) başından savamıyorsan senin için tıp uzmanlarını çağıralım. İyileşmen için mallarımızdan ne gerekiyorsa harcayalım.”

Utbe sözünü bitirince Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Fusssilet suresinin baş tarafından şu âyetleri okudu:

“Hâ. Mîm. (Bu kitap) Rahman ve Rahim tarafından indirilmiştir. Bilen bir topluluk için âyetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak. Ama onların çoğu yüz çevirdi. Artık onlar duymazlar. Dediler ki: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü içindedir. Kulaklarımızda da bir ağırlık var. Bizimle senin aranda da bir perde var. Artık sen (bildiğini) yap, biz de (bildiğimizi) yapıyoruz.” De ki: “Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana sizin ilahınızın bir ilah olduğu vahyolunuyor. Şu halde O’na yönelin, ve O’ndan bağışlanma dileyin. Ortak koşanların vay hallerine! Onlar ki, zekâtı vermezler ve onlar ahireti inkâr ederler. İman edip salih ameller işleyenler için kesintisiz bir ecir vardır. De ki: “Siz yeryüzünü iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? İşte âlemlerin Rabbi O’dur.” Orada, üstünden sabit dağlar var etti; onu bereketli kıldı ve onda soranlar (rızıklarını arayanlar) için eşit olarak gıdalarını dört günde takdir etti. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. Onlar: “İsteyerek geldik” dediler. Böylece onları iki günde yedi gök olarak belirledi ve her göğe emrini vahyetti. En yakın göğü de kandillerle donattık ve korumaya aldık. Bu, güçlü ve alîm olanın düzenlemesidir. Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Ben sizi Ad ve Semud’un yıldırımları gibi bir yıldırımla uyardım.” (Fussilet, 41/1-13)[137]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. el-Cezâirî diyor ki: “Mübârek sîretin bu bölümünden çıkarılacak çeşitli sonuçlar ve ibretler vardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

- Müşriklerin, Muhammed -Aleyhisselam-’ın davetinin karşısındaki şaşkınlıkları ortaya çıkarıyor ki bu şaşkınlık hal devam etmektedir.

- Müşriklerin daveti zayıf düşürmek ve nurunu söndürmek için pazarlık matodlarını kullandıkları açıklanıyor.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bütün pazarlık teklifleri ve saldırılar karşısında dimdik bir dağ gibi kararlılık gösteriyor ve sarsılmıyor.[138]

2. Şüphe yok ki, bu cazip teklifler parlamento yoluyla çözümden yana olanların önüne konsaydı: “Zaten bizim istediğimiz de buydu. Yönetim ve söz hakkı bizim olacak. O zaman Yüce Allah’ın şeriatını uygularız” derlerdi. Ancak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bunun pahalı bir karşılığının olacağını, onun da tevhid davasında gevşeklik göstermek olacağını biliyordu. Bu ise dinde en tehlikeli bir alandır. Asla gevşeklik kabul etmez. Peygamberlerin yolu kalplerin ve vucut azalarının ıslah edilmeleriyle başlar. Bundan sonra Yüce Allah onlar için, yüceliğin, zaferin ve üstünlüğün sebeplerini oluşturur.

3. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bu teklifi ve müşriklerle pazarlıklara girmeyi kabul etmemesi şüphesiz Yüce Allah’ın şu emrinin muhtevasına giriyordu:

“Sen, emrolunduğun şeyi açıkça bildir ve müşriklere aldırış etme.” (Hicr, 15/94)

Müşriklerden yüz çevrilmesi, onlara aldırış edilmemesi onların tekliflerinden ve pazarlıklarından yüz çevrilmesini de kapsar. Gördüğümüz gibi Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sözü edilen kişinin tekliflerini tartışmamıştır. Çünkü o teklifler Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in tartışmaya değer bulmayacağı kadar basit ve değersiz tekliflerdi. Ancak o adamın böyle bir teklif için gelmesini kendisini Yüce Allah’a davet etmek ve ona Kur’an okumak için bir fırsat olarak değerlendirdi. İmana yatkın olan kalpler, onu kabul etmeye, ona meyl etmeye ve ona boyun eğmeye hazırdır. Katı kalpler ise hiç etkilenmez. Bu gibi kalplere yapılan öğütler onların sadece taşkınlıklarını ve sapıklıklarını artırır.

Bu dönemin dördüncü özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sahih itikad (doğru inanç) üzere sahabilerin iman terbiyesi almalarına ve beraberindeki ibadet terbiyesi ile bunların kalplerine yerleşmesine önem vermesi.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in İslâm devletini kurarken attığı adımları incelerken, Kur’an’ın bu dönemde nasıl değerli sahabilerin kalplerini iman terbiyesiyle terbiye edecek tarzda indiği gayet açık bir şekilde karşımıza çıkacaktır. Bu terbiye de tevhid inancının ve âhiret gününe imanın kalplere iyice yerleştirilmesi suretiyle oluyordu.

Aişe Radıyallahu anha’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

“Kur’an’dan ilk indirilen şey içinde cennet ve cehennemden söz edilen bir suredir.”

-Aişe Radıyallahu anha burada Müddessir Suresini kasdetmektedir. Bu ise ikinci olarak indirilen suredir.- Bu surede Yüce Allah şöyle buyurdu:

“Sur’a üflendiği zaman, işte o gün, çok zor bir gündür. İnkârcılar için kolay değildir.” (Müddessir, 74/8-10)

Yine bir yerinde de şöyle buyurdu:

“Her can kazandığına karşılık bir rehinedir. Ancak sağ ashabı hariç (Onlar) cennetlerdedirler. Birbirlerine sorarlar, Suçlulardan, “Sizi Sekar’a ne sürükledi?” (Müddessir, 74/38-42)

İnsanlar gruplar halinde İslâm’a girmeye başlayınca helaller ve haramlarla ilgili açıklamalar inmeye başladı. Hemen ilk günden: “Zina etmeyin” diye emir inseydi belki: “Biz asla zinayı bırakmayız” derlerdi. Aynı şekilde: “Şarap içmeyin” diye emir inseydi: “Biz asla şarabı bırakmayız” derlerdi. Ben daha oyuncaklarla oynayan küçük bir kızken Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e şu âyet indirildi:

“Daha doğrusu, asıl onlara vaadedilen (azab)ın geleceği vakit kıyamet saatidir. Kıyamet saati ise daha korkulu bir felakettir ve daha acıdır.” (Kamer, 54/46)

Ancak Bakara ve Nisâ Sureleri Medine’de ben onun yanında iken inmiştir.”

Bu kutsal dönem sahabilerin namazla ve diğer ibadetlerle eğitilmeleri için de iyi bir fırsat oldu. Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh şöyle söylemiştir: “Biz bir dönem yaşadık ki. bu dönemde bir kimseye Kur’an’dan önce iman öğretilirdi.”

Bu gösteriyor ki sahabilerin metodunda iman ilimden öncelikliydi. Aynı şekilde ilim de söz ve amelden önce geliyordu.

Aişe Radıyallahu anha’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Yüce Allah Peygamberi Sallallahu aleyhi vesellem’e gece ibadetini farz kıldı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem gece ibadetine kalktı. Bir yıl boyunca sahabiler de onunla birlikte kalktılar. Yüce Allah surenin son kısmını on iki ay boyunca bekletti. Sonra üzerlerindeki yükü hafifleten hüküm indi.”[139]

Aişe Radıyallahu anha’nın bu sözünde gece ibadetinin farz kılınmasıyla Yüce Allah’ın şu sözlerindeki emri kasdetmiştir:

“Ey örtüsüne bürünen! Az bir kısmı dışında geceleyin (ibadete) kalk. Yarısı kadar. Yahut bundan biraz eksilt. Yahut bunu artır ve Kur’an’ı ağır ağır, tane tane oku. Doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. Gerçekten, gece kalkışı etki bakımından daha kuvvetli ve okuma bakımından da daha sağlamdır.” (Müzzemmil, 73/1-6)

Yüklerinin hafifletilmesiyle de aynı surenin son âyetini kasdetmiştir. Bu âyette de Yüce Alah şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz Rabbin senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde (ibadet için) kalktığını, seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) biliyor. Geceyi de gündüzü de Allah takdir etmektedir. O sizin bunu sayamayacağınızı (buna güç yetiremeyeceğinizi) bildi ve tevbelerinizi kabul etti. Artık Kur’an’dan kolay geleni okuyun. (Allah) içinizde hastalar bulunduğunu, başkalarının Allah’ın lutfundan (rızık) arayarak yeryüzünde dolaşacaklarını ve daha başkalarının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. Artık ondan borç verin. Kendiniz için önceden ne gönderirseniz Allah katında onu daha hayırlı ve ecir bakımından daha büyük olarak bulursunuz. Allah’tan bağışlanma dileyin. Allah bağışlayan ve rahmet edendir.” (Müzzemmil, 73/20)

Safiyyurrahmân Mübârekfuri şöyle diyor: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Kur’an ve Hikmeti öğreterek, onların ruhlarını, kendilerini imana teşvik eden ve nefislerini arındıran unsurlarla beslemekten hiç geri kalmadı. Onları hassas ve derin bir eğitime tabi tutuyordu. Böylece nefislerini ruhun yüceldiği, kalbin arındığı, ahlâkların temizleştiği, ruhun maddenin hâkimiyetinden kurtulduğu, şehevi arzulara direndiği ve kendini göklerin ve yerin yaratıcısına verdiği yüksek mevkilere yükseltiyordu. Kalplerinin korlarını arındırıp onları karanlıklardan aydınlığa çıkarıyordu. Onlara eziyetlere karşı sabrı, aldırış etmeyip geçmeyi, nefsi hâkimiyet altında tutmayı öğretiyordu. Böylece dinde kararlılıkları, arzulara karşı dirençleri, Allah’ın rızasını elde etme yolundaki fedakârlıkları, cennete olan istekleri, ilim öğrenme, dini daha iyi kavrama yolundaki gayretleri daha da arttı. Nefislerini daha çok hesaba çekmeye, onun taşkınlıklarını bastırmak, heyecanlara üstün gelmek, kendilerini galeyana getiren ve taşkınlığa iten duygulara hâkim olmak ve kendilerini sakin bir şekilde, vakarla sabır ilkesine bağlı kılmak için daha çok çaba harcamaya başladılar.”[140]

Bu dönemin beşinci özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sahabileri eziyet ve işkencelere karşı sabır ve cahillerden yüz çevirme konularında eğitmesi.

Bu durum Habbab Radıyallahu anh’ın karşılaştıkları zorluklardan dolayı Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem‘e şikayetçi olması olayında gayet açık bir şekilde görülmektedir. Habbab Radıyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Ka’be’nin gölgesinde bir cübbeye dayanmış olduğu bır sırada durumumuzdan dolayı kendisine şikayetçi olduk.

“Bizim için yardım dilemeyecek misin? Bizim için dua etmeyecek misin?” dedik. Şöyle buyurdu:

“Sizden önce geçmiş olanlardan bir adam alınır, kendisi için yerde bir kuyu kazılır, onun içine konur, sonra bir testere getirilir, başının üzerine konur ve başı ikiye ayrılırdı. Aynı şekilde demirden taraklarla etleri ve kemikleri birbirinden ayrılırdı. Gene de bu durum kendisini dininden alıkoyamazdı. Vallahi, Allah muhakkak bu işi sonuca erdirecektir. Hatta bir binekli San’a’dan Hadramevt’e kadar gidecek ve Allah’tan ve koyunlarına kurtların saldırmasından başka bir şeyden korkmayacaktır. Ama siz acele ediyorsunuz.”[141]

Şüphesiz Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bu sözü en mükümmel bir teselli ve en güzel sabır eğitimidir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem muhakkak onlar için yardım diliyor ve dua ediyordu. Ancak o Sallallahu aleyhi vesellem bununla birlikte bu durumun geçmişten beri süregelen ilâhi bir sünnet olduğunu, iman sahiplerinin muhakkak zorluklarla karşılaşacaklarını bilmelerini istiyordu. Arkasından da aynı doğrultuda zafer ve başarı müjdesini, korku hallerinin güvene dönüşeceği haberini veriyordu. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Allah sizden iman edip salih ameller işleyenlere, kendilerinden öncekileri hükümran kıldığı gibi onları da yeryüzüne hükümran kılacağını vaad etti. Kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için güçlendirip yerleştirecek ve korkularından sonra onları güvene kavuşturacaktır. Onlar bana ibadet eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan sonra kimler küfrederse işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.” (Nur, 24/55)

İbn Kesir, Yüce Allah’ın: “İman edenlere söyle: “Allah’ın bir kavmi kazandıklarından dolayı cezalandırması için, Allah’ın (ceza) günlerini ummayanları (şimdilik) bağışlasınlar” (Casiye, 45/14) Sözünü tefsir ederken şöyle demiştir: “Yani şimdilik onlara adırış etmesin ve onların kendilerine yaptığı eziyetlere katlansınlar. Bu İslâm’ın başlangıç dönemindeydi. O zaman müşriklerin eziyetlerine sabremekle emrolunmuşlardı. Bu onların kalplerinin ısındırılması içindi. Ancak onlar kendi inatlarında ısrar edince Yüce Allah da zor kullanmayı ve cihadı meşru kıldı.”[142]

Seyyid Kutub şöyle diyor: “Böyle olması belki Mekke döneminin bir eğitim ve belli bir çevrede, belli bir topluluk için ve belli şartlar altında hazırlık dönemi olması yüzündendi. Bu gibi bir çevre içindeki eğitim ve hazırlığın amaçlarından biri bizzat Arap şahsiyetinin normalde katlanamadığı bazı şeylere katlanmayı öğrenmesini sağlamaktı. Çünkü o normalde ne kendi şahsının ne de gözetimi altındaki kimselerin küçük düşürülmesine, haksızlığa uğratılmasına katlanabilirdi.

Belki bu aynı zamanda Yüce Allah’ın, ilk zamanlarda Müslüman olanlara işkence eden inatçılarının çoğunun, bizzat kendilerinin zaman içinde İslâm’ın samimi askerleri hatta kumandanları olacağını bilmesi dolayısıylaydı. Onların içinden Ömer bin Hattab Radıyallahu anh öyle olmadı mı? Belki de bu durum o zaman Müslümanların sayılarının azlığı ve Mekke’ye sıkıştırılmış olmaları dolayısıylaydı. Çünkü davet Arap yarımadasının diğer bölgelerine henüz ulaşmamıştı.”[143]

Müşriklerden yüz çevrilmesine ise Yüce Allah’ın şu sözünde işaret edilmektedir:

“Sen, emrolunduğun şeyi açıkça bildir ve müşriklere aldırış etme.” (Hicr, 15/94)

Üstad Münir el-Gadban şöyle diyor: “Müşriklerden yüz çevrilmesi hususu aynı anda iki düşünceyi içermektedir.

Birinci düşünce: Davetçinin, karşıtlarının kızmalarını veya duygularını yahut görüşlerini dikkate almadan davasının yaymak için ilerlemesi ve onun ilkelerini açıklaması.

İkinci düşünce: Onların maddi ve manevi işkencelerine, kendisini yaralama, zorda bırakma ve aşağılama çabalarına aldırış etmemesi. Bu konuda da Yüce Allah’ın şu âyetinde dile getirilen tavrı takınacaktır:

“Onlar boş söz işittiklerinde ondan yüz çevirirler ve: “Bizim yaptıklarımız bize sizin yaptıklarınız sizedir. Size selâm olsun. Biz cahilleri benimsemeyiz” derler.” (Kasas, 28/55)

Yine bir âyette de bu hususta şöyle buyuruluyor:

“Rahman’ın kulları yeryüzünde alçak gönüllülükle yürürler ve cahiller kendilerine laf attıklarında “selâm” derler.” (Furkan, 25/63)[144]

Bundan dolayıdır ki, kendimize ve kardeşlerimize korkmadan ve dehşete kapılmadan açıktan insanları Allah’a davet etmelerini öğütlüyoruz. Aynı zamanda kendimizi eziyetlere ve zorluklara karşı sabırlı olmaya alıştıracağız. Kendimiz, kardeşlerimiz ve tüm diğer Müslümanlar için Yüce Allah’tan af, dünya ve ahirette huzur diliyoruz. Bunun anlamı kulun zorluğu istemesi değildir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Düşmanla karşılaşmayı istemeyin. Karşılaştığınız zaman da sabredin.”[145]

Aynı şekilde kişinin, İslâm’ın ve Müslümanların yücelmesi için bir yarar sağlamayacak işlere girişerek kendini sıkıntılara sokması da uygun değildir. Böyle yapmanın anlamı, en ufak bir yarar elde edilmeyeceği halde sıkıntıya girmektir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:

“Mü’minin kendini aşağılara düşürmesi uygun değildir.”

“Kendini nasıl aşağılara düşürür.” diye soruldu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:

“Kendini katlanamayacağı bir zorlukla karşı karşıya bırakır.”[146] Bu itibarla bütün işleri şeriat ölçülerine göre belli bir düzene koymak, bu doğrultuda yararları ve zararları önceden değerlendirmek gerekmektedir. Elde edilmesi kesin olan yararla, elde edilmesi şüpheli olan yarar birbirinden ayırdedilmelidir ki, gayretler boşa gitmesin ve elde edilmesi uzak bir ihtimal olan şüpheli bir yararın peşinde koşulurken büyük zararlara katlanma zorunluluğu ortaya çıkmasın.

Sanırız Müslümanların Allah’ın şeriatını hâkim kılma arzuları, Allah’ın dinine olan sevgileri ve onun zafer elde etmesi arzuları kendilerini adımlarını hızlı hızlı atmaya yöneltmektedir. İslâm’ın hâkimiyet günlerinin çok yaklaştığını, o günlere fazla bir zaman kalmadığını sanıyor olabilirler. Sonra davetin merhalelerini ve her bir merhalede yerine getirlmesi gereken kulluk görevinin ne olduğunu bilmek, İslâm’ın ve Müslümanların yücelmesini isteyen ihlaslı her Müslüman için zorunludur.

Bu dönemin altıncı özelliği: Sahabiler değişik işkence türlerinin en şiddetlilerine çarptırılırken kendilerine zafer ve üstünlük müjdelerinin verilmesi.

Şeyh Muhammed Gazali şöyle diyor: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem adamlarının kalplerine güven unsurlarını yerleştiriyordu. İslâm’ın zafere ulaşacağı ve ilkelerinin etrafa yayılacağı, doğuda ve batıda İslâm’ın üstün başarılar gerçekleştirmesi karşısında taşkınların hâkimiyetlerinin son bulacağı konusunda Yüce Allah’ın onun kalbine yerleştirdiği kuvvetli ümitleri o da sahabilerinin kalplerine yerleştiriyordu. Onların bu konudaki güvenlerini, alaycılar kendi alayları ve gülmeleri için malzeme olarak değerlendiriyorlardı. Esved bin Muttalib ve sohbet dostları Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sahabilerini gördüklerinde onlara karşı kaş göz işaretleri yapıyor ve “Bakın yanınıza yarın Kisrâ ve Kayser’in saltanatına son verecek olan yeyüzünün sultanları geldi” diyorlardı. Sonra da ıslık çalıyor ve el çırpıyorlardı.”[147]

Safiyyurrahman el-Mübârekfuri şöyle diyor: “Müslümanlar ta baştan baskı ve işkenceyle karşılaştıkları ilk günden biliyorlardı ki, İslâm’ın amacı sıkıntılara ve zorluklara yol açmak değildi. Aksine İslâmi davet ilk günden itibaren kör cahiliyete ve onun akıldışı düzenine son vermeyi amaçlıyordu. Onun temel amaçlarından biri, etkinliğini yeryüzüne yaymak ve bütün dünyada siyasi alanda hâkimiyeti ele geçirmekti. İnsanlığı ve dünya kamuoyunu Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yönetmek, onları kullara kulluktan kurtarıp Allah’a kul olmaya yöneltmek için bu gayesini gerçekleştirmek istiyordu.

Kur’an-ı Kerim’de, bazen açık ifadelerle bazen kinâye yoluyla bu müjdeleri veren âyetler indiriliyordu. Müslümanlara yeryüzünün dar geldiği, boğulacak ve hayatlarını kaybedecek duruma geldikleri bu zor dönemde geçmiş peygamberlerle, onları yalanlayan ve inkâr eden kavimleri arasında geçen olayları anlatan âyetler indiriliyordu. Bu âyetler tamamen o zamanki Mekke Müslümanlarıyla kavimleri arasında meydana gelen gelişmelere benzer gelişmelerden söz ediyordu. Daha sonra bu âyetler, anlatılan gelişmelerden sonra kâfirlerin ve zâlimlerin helâk edilmeleri ardından Allah’a kulluk edenlerin yüryüzüne ve o bölgeye hâkim oluşlarından söz ediyordu. İşte bu kıssalarda gelecekte Mekke halkının yenilgiye uğrayacağı ve Müslümanların, dolayısıyla İslami davetin başarılı olacağı yolunda açık işâretler vardı.

Bu dönemde mü’minlerin üstün olacaklarını açıkça ifade eden âyetler inmiştir. “Yüce Allah bu âyetlerden birinde şöyle buyuruyor:

“Andolsun, peygamber olarak gönderilenler hakkında şu sözümüz geçmiştir (hükmümüz yerine gelecektir): Onlar elbette yardım göreceklerdir. Ve hiç şüphesiz üstün gelecek olanlar da bizim askerlerimizdir. Bir süreye kadar onlardan yüz çevir. (Başlarına geleceği) gözetle. Nitekim onlar da yakında göreceklerdir. Onlar azabımızın çarçabuk gelmesi mi istiyorlar? Fakat (azap) onların alanlarına inince uyarılanların sabahları ne kötü olur!” (Saffat, 37/171-177)

Bir âyette de şöyle buyuruyor:

“Yakında o topluluk bozulacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.” (Kamer, 54/45)

Yine bir âyette de şöyle buyuruyor:

“Onlar burada (çeşitli) fırkalardan oluşan bozguna uğratılmış bir ordudur.” (Sâd, 38/11)

Habeşistan’a hicret edenler hakkında da şu âyet inmiştir:

“Zulme uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz. Ahiret karşılığı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi!” (Nahl, 16/41)

(Kitapsız) İranlılarla (Kitap ehli) Bizanslılar arasında savaş başladığında inkârcılar, müşrik olmaları dolayısıyla İranlıların üstün gelmelerini istiyorlardı. Müslümanlar da, Allah’a, peygamberlere, vahye, kitaplara ve ahiret gününe inanmaları dolayısıyla Bizanslıların üstün gelmelerini arzuluyorlardı. Ancak bu çarpışmada İranlılar üstün geldi. Ardından Yüce Allah, birkaç yıl içinde Bizansların üstün gelecekleri müjdesini indirdi. Ancak sadece bu müjdeyi vermekle yetinmedi. Bir başka müjdeyi de açık bir şekilde verdi. O da mü’minlerin zafer elde edecekleri müjdesiydi. Bu anlamda da şöyle buyurdu:

“O gün Müslümanlar sevinirler. Allah’ın yardımıyla.” (Rum, 30/4-5)

Bizzat Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de, zaman zaman buna benzer müjdeler veriyordu. Hac döneminde insanlar bölgeye toplandıklarında, Ukaz, Micenne ve Zu’l-Mecaz’da mesajını iletmek için insanlar arasında konuşmalar yapardı. Bu konuşmalarında sadece cennet müjdesini vermekle yetinmiyordu. Aynı zamanda gayet açık bir ifadeyle şunları bildiriyordu:

“Ey insanlar! “Allah’tan başka ilâh yoktur” deyin başarıya erersiniz. Arapların yönetimini ele geçirirsiniz. Sizinle birlikte Arap olmayanlar da sizin dininize girer. Öldüğünüz zaman da cennette sultanlar olursunuz.”[148]

Habbab Radıyallahu anh’a şöyle demişti:

“Vallahi, Allah muhakkak bu işi sonuca erdirecektir. Hatta bir binekli San’a’dan Hadramevt’e kadar gidecek ve Allah’tan ve -ravinin açıklamasında şu ifade de yer almaktadır: “Koyunlarına kurtların saldırmasından”- başka bir şeyden korkmayacaktır.” Bir rivayette ayrıca şu fazlalığa yer verilmiştir: “Ama siz acele ediyorsunuz.”[149]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Kitaptan ve sahih sünnetten birçok delil dünya ve âhirette hayırlı sonucun takva sahiplerinin olacağını göstermektedir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Sonuç (Allah’ın azabından) sakınanlarındır.” (Kassas, 28/83)

“Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında da şahitlerin duracakları günde de yardım ederiz.” (Mü’min, 40/51)

“Allah: “Elbette ben ve peygamberlerim galip geleceğiz” diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, yücedir.” (Mücadele, 58/21)

“Peygamberini hidayetle ve onu bütün dinlere üstün kılmak için hak dinle gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.” (Fetih, 48/28)

el-Albâni şöyle diyor: “Bu âyeti kerime bize geleceğin İslâm’ın olacağını müjdelemektedir. Bu âyetin ifade ettiği anlam İslâm’ın gelecekte hâkimiyeti ve üstünlüğü ele geçireceği ve diğer bütün dinlere üstün çıkacağını gösteriyor. Bazıları bunun Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, râşid halifeler ve salih sultanlar döneminde gerçekleştiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak öyle değildir. Onların zanlanlarında bu âyette vaadedilenlerin sadece bir kısmı gerçekleşmiştir. Nitekim Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de bir hadisinde buna şu şekilde işâret etmiştir:

“Lât ve Uzza’ya ibadet edilmedikçe gece ve gündüz gitmez Kıyamet kopmaz.” Aişe Radıyallahu anha dedi ki:

“Ey Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem! Ben sanıyordum ki, Yüce Allah: “Peygamberini hidayetle ve onu bütün dinlere üstün kılmak için hak dinle gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.” diye buyurunca bu tamamen gerçekleşti.” Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’de şöyle buyurdu:

“Şüphesiz bu (Allah’ın dininin üstünlüğü) Allah dilediği kadar sürecektir. Sonra...”[150]

İslâm’ın ne derece üstünlük sağlayacağını ve ne kadar yayılacağını gösteren daha başka hadisler de rivayet edilmiştir. Bunlar, Allah’ın izniyle ve yardımıyla geleceğin İslâm’ın olacağı hakkında hiçbir şüphe bırakmamaktadır. Burada bu hadislerden mümkün olduğu kadar bir kısmını vermeye çalışacağım. Umarım bunlar İslâm için çalışanların gayretlerinin bilenmesine vesile olur, ümitsizliğe düşmüş ve bir çaba içine girmekte yarar görmeyenlere karşı da delil olur.

Birincisi: “Allah benim için yeri dürdü ve doğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin hâkimiyeti benim için dürülen yerlere kadar ulaşacaktır.”[151]

İkincisi: “Bu dava geceyle gündüzün ulaştığı yerlere kadar ulaşacaktır. Allah çamurdan veya kıldan bir ev bırakmaksızın hepsine bu dini sokacaktır. Ya yücenin yüceltilmesiyle ya da aşağılığın aşağılanmasıyla bu olacaktır. Yücelikte Allah İslâm’ı yüceltecek, zilletle de küfrü aşağılık kılacaktır.”[152]

Üçüncüsü: “Ebu Kabil’in şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

“Abdullah bin Amr bin As Radıyallahu anh’ın yanında bulunuyorduk.

“Hangi şehir daha önce fethedilecektir. Konstantiniyye mi yoksa Rumiye mi?” diye soruldu. Abdullah etrafında halkalar olan bir sandık istedi. İçinden bir kitap çıkardı. Abdullah dedi ki:

“Biz Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in etrafında yazı yazarken bir ara Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e

“Hangi şehir daha önce fethedilecektir. Konstantiniyye mi yoksa Rumiye mi?” diye soruldu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’de şöyle buyurdu:

“Hirakl’ın şehri önce fethedilir. Yani Konstantiniyye.”[153]

el-Albâni diyor ki: “Mu’cemu’l-Buldan’da da bildirildiği üzere Rumiye ile kastedilen Roma’dır. Bu şehir bugün İtalya’nın başkentidir. Bilindiği üzere birinci fetih Osmanlı sultanı Muhammed Fatih’in eliyle gerçekleşti. Bu olay Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in haber vermesinin üzerinden sekiz yüzyıldan fazla bir zaman geçtikten sonra gerçekleşti. Allah’ın izniyle ikinci fetih de gerçekleşecektir ve bu kesindir. Bu haberin doğruluğunu bir süre sonra göreceksiniz. Şüphesiz ikinci fethin gerçekleşmesi İslâm ümmetine yeniden râşid halifeliğin dönmesini gerektirmektedir.

Dördüncüsü: “Peygamberlik (yani peygamber dönemi) sizin içinizde Allah’ın sürmesini dilediği kadar bir süre sürer. Sonra Allah onu kaldırmayı dilediğinde kaldırır. Sonra peygamberlik çizgisi üzere giden halifelik olur. Bu da Allah’ın devam etmesini dilediği kadar bir süre devam eder. Sonra Allah kaldırmayı dilediğinde onu da kaldırır. Sonra baskıcı krallık gelir. Bu da Allah’ın devam etmesini dilediği kadar bir süre devam eder. Sonra Allah kaldırmayı dilediğinde onu da kaldırır. Sonra peygamberlik çizgisi üzere giden halifelik olur.” Bunu dedikten sonra sustu.”[154] özetlenerek.[155]

2. Bazen hak üzere olanların amelde kusur etmeleri ve görevlerini gereği gibi yerine getirmemeleri dolayısıyla bazı dönemlerde bâtıl üstün çıkabilir. Nitekim Uhud olayında bazılarının Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in emrine aykırı hareket etmeleri dolayısıyla Müslümanların yenilgiye uğratılmaları üzerine Ebu Süfyân:

“Bedir gününe karşı bir gün. Savaşlar birbirini izler” demişti. Ancak bâtılın üstünlük sağladığı bu tür gelişmelerin sonucu ve vardığı nokta farklıdır. Cehenneme gideceklerle cennete gidecekler bir değildir. Bundan dolayıdır ki Ömer Radıyallahu anh, Ebu Sufyân’a verdiği cevapta şöyle demişti:

“Ama bizim ölülerimiz cennette sizin ölüleriniz ise cehennemdedir.”[156]

Kâfirlere karşı yapılan savaşta Müslümanların tarafından kim öldürülürse o şehiddir. Allah’ın cennetine götürülür. Kâfirler tarafından olup öldürülenler ise cehenneme ve acıklı azaba iletilirler. İki kitle arasında ne kadar büyük bir fark olduğunu gör. Ayrıca kesin sonuç mutlaka Müslümanların lehine olacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Ve hiç şüphesiz üstün gelecek olanlar da bizim askerlerimizdir.” (Saffat, 37/173)

Mesele bizim Allah’ın ihlaslı askerleri olup olmadığımız meselesidir. İşte asıl mesele budur. Eğer böyle olursak Allah’ın bize yönelik vaadinin gerçekleşmesi kesindir. Yüce Allah ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor:

“Allah sizden imân edip salih ameller işleyenlere, kendilerinden öncekileri hükümran kıldığı gibi onları da yeryüzüne hükümran kılacağını vaad etti. Kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için güçlendirip yerleştirecek ve korkularından sonra onları güvene kavuşturacaktır. Onlar bana ibadet eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan sonra kimler küfrederse işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.” (Nur, 24/55)

Kutsal uyanışın gençleri kesin zaferi ve hâkimiyeti, inatçılara, yalanlayanlara, yahudilere, hıristiyanlara ve onların münâfıklardan olan dostlarına boyun eğdirileceğini müjdeleyen bu açık ifadelerle sevinsinler. İnsanları Allah’ın yolundan alıkoyan ve onda eğrilik bulmaya çalışan Allah düşmanları da dünyada yenilgi ve helâkin, ahirette de azabın müjdesini alsınlar.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“İnkâr edenler mallarını, Allah’ın yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu onlar için yürek acısı olacak, sonra yenilecekler ve inkâr edenler cehenneme sürüleceklerdir.” (Enfal, 8/38)

 

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Davetinin Bu Döneminde Meydana Gelen Önemli Gelişmeler ve Büyük Olaylar

 

Allah’ın izniyle bu kutsal dönemin genel özelliklerini açıkladıktan sonra, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in temiz soluklarının yakınlığından mahrum olmamak için bu dönemin önemli olaylarına ışık tutacağız. Böylece Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sıkıntılarını ve ızdıraplarını onunla birlikte yaşayacak, hissedeceğiz.

Bu önemli olaylar özetle şunlardır:

1. Hamza bin Abdilmuttalib’in Müslüman olması.

2. Birinci Habeşistan hicreti.

3. Ömer bin Hattab Radıyallahu anh’ın Müslüman olması.

4. İkinci Habeşistan hicreti.

5. Zulüm belgesi ve genel boykot.

6. Hatice Radıyallahu anha’nın ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in amcası Ebû Tâlib’in vefatı.

7. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Tâif’e yolculuğu.

8. İsrâ ve Mirac olayı.

9. Birinci Akabe bey’atı.

10. İkinci Akabe bey’atı.

Şimdi bu önemli olayları açıklamaya başlayalım. Yardım edecek olan Allah’tır. Yalnız O’na güveniyoruz.

 

1. Hamza bin Abdilmuttalib’in Müslüman Olması.

 

Bulutlarla dolu ufuktan ortalığı aydınlatacak bir şimşeğin çakması kuvvetli ihtimaldir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e yönelik sözü edilen eziyet ve alay, onun amcası ve süt kardeşi Hamza Radıyallahu anh’ın Müslüman olmasına sebep olmuştur. Hamza Radıyallahu anh’ın Müslüman olmasının sebebi hakkında şöyle bir rivayet nakledilmiştir: “Bir câriye  Ebu Cehl’in, kardeşinin oğluna eziyet etmesinden dolayı onu (Hamza’yı) kınadı. Bunun üzerine o Ebu Cehl’e doğru yöneldi, ona kızdı ve sövdü.

“Ben onun dini üzere olduğum halde sen Muhammed’e nasıl söversin?” dedi. Suratını da feci bir şekilde yaraladı. Hamza Radıyallahu anh’ın başlangıçtaki Müslümanlığı bir tarafgirlik duygusuyla olmuştu. Ancak daha sonra Allah onun gönlünü yakîn nuruyla açtı ve böylece mü’minlerin seçkinlerinden oldu.[157]

Muhammed bin Ka’b el-Kurazi’nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Hamza Radıyallahu anh’ın Müslümanlığı hamiyet (akrabaya olan tutkunluk ve tarafgirlik) duygusuyla olmuştu. Haremden çıkıp avlanırdı. Döndüğünde Kureyşlilerin toplandıkları yerlere uğrardı. Onlar Safa ve Merve civarında otururlardı. Hamza Radıyallahu anh onların yanına uğrar: “Şöyle şöyle oklar attım, şöyle şöyle yaptım” derdi. Sonra da evine giderdi. Bir gün yine avından döndü. Bir kadın karşısına çıktı ve:

“Kardeşinin oğlu, Ebu Cehl tarafından nasıl muamelelere tabi tutuldu (biliyor musun?) Kendisine sövdü, tartakladı ve şöyle şöyle yaptı” dedi. Hamza Radıyallahu anh:

“Onu gören biri oldu mu?” diye sordu. Kadın:

“Vallahi bütün herkes gördü” dedi. Bunun üzerine ilerleyerek Safa ve Merve civarındaki söz konusu meclisin yanına gitti. Onlar oturuyorlardı. Ebu Cehl de aralarında bulunuyordu. Hamza Radıyallahu anh yayına dayandı ve:

“Şöyle şöyle oklar attım, şöyle şöye yaptım” dedi. Sonra iki eliyle birden yayını tuttu ve onunla Ebu Cehl’in iki kulağının arasına vurdu. Kulak ibiğini yardı. Sonra şöyle dedi:

“Sen onu yayla diğerini de kılıçla al. Ben onun Allah’ın peygamberi olduğuna şehadet ediyorum. Onun Allah’tan getirdiği her şeyin gerçek olduğuna şehadet ediyorum” Oradakiler:

“Ey Ebu Ammâre! O bizim ilâhlarımıza sövdü. (Bizim nazarımızda) Sen ondan üstün olduğun halde şayet sen de olsaydın yine de seni doğrulamazdık. Bu senin yaptığın bir aşırılıktır ey Ebu Ammâre!” dediler.[158]

 

2. Birinci Habeşistan Hicreti.

 

İlim adamlarının çoğunluğuna göre bu olay Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinin beşinci yılının Receb ayında gerçekleşmiştir. Hicret edenler on erkekten ve dört kadından oluşuyorlardı. Başkanları da Osman bin Affan Radıyallahu anh’dı. Beraberinde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kızı Rukiyye Radıyallahu anha da vardı. Bu grubun içerisinde Ebu Seleme, Ummu Seleme, Ebu Sibre bin Ebi Ruhm ve eşi Ummu Külsüm, Amir İbn Rebi’a ve eşi Leylâ, Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rebi’a ve eşi Sehle binti Suheyl, Abdurrahman bin Avf, Osmân bin Maz’un, Mus’ab bin Umeyr, Suheyl bin Beydâ ve Zubeyr bin Avvam da vardı. Bunların çoğunluğu Kureyş’tendi. Deniz kenarına ulaştıklarında bir gemi kiraladılar ve bu gemi kendilerini istedikleri yere ulaştırdı. Müşriklerden kendilerine dokunacak işkencelerden emin bir şekilde orada bir süre kaldılar. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte ise az sayıda (Müslüman) kaldı.

 

3. Ömer bin Hattab -Radıyallahu anh-’ın Müslüman Olması

 

Abdullah bin Mes’ud Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Ömer Radıyallahu anh Müslüman olduğundan beri hep güçlü kimseler olmuşuzdur.”[159]

Ömer Radıyallahu anh’ın Müslüman olması birinci Habeşistan hicretinden sonra gerçekleşmiştir. Bazı ilim adamlarının tercih ettiği görüşe göre bu olay ilk hicrette hicret edenlerin Mekke’ye geri dönmelerinin sebeplerinden biri olmuştur.

Ömer Radıyallahu anh’ın Müslüman olması olayı ise şöyle gerçekleşmiştir:[160] “Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Ben Ömer Radıyallahu anh’in herhangi bir konuda: “Ben bunun şöyle olduğunu sanıyorum” deyip de onun dediği gibi çıkmadığını görmedim. Ömer Radıyallahu anh otururken güzel bir adam yanından geçti. Ömer Radıyallahu anh dedi ki:

“Ya ben kanaatimde hata ettim yahut bu cahiliyedeki dini üzeredir. Veya bu onların kâhinleriydi. Adamı bana çağırın.” Adam yanına çağrıldı. Ona bunu söyledi. (Adam):

“Bugünkü gibi bir Müslüman adamın karşılandığını görmedim” dedi. (Ömer):

“Sorduğum şeyi mutlaka bana bildirmeni istiyorum” dedi. (Adam):

“Cahiliye döneminde onların kâhinleriydim” dedi.

“Cinlerinin sana getirdikleri içinde en garib olanı neydi?” diye sordu. Adam şöyle söyledi:

“Bir gün ben çarşıdayken cinnim beni büyük hayrete düşürdüğünü bildiğim bir şey getirdi. Dedi ki:

“Cinleri ve onların yoldan çıkarmalarını, alıştırdıktan sonra ümitsiz bırakmalarını, develerin ve semerlerinin üstüne binmelerini gördün mü?” Ömer Radıyallahu anh dedi ki:

“Ben onların ilâhlarının yanında uyurken bir adam bir buzağı getirip kesti. Bir kimse de şiddetle bağırdı ki, ondan daha yüksek sesle bağıran birini görmemiştim.

“Ey çarpışma! Kurtarıcı iş! Edebi konuşan adam! diye seslendi. Yine: “Senden başka ilâh yoktur” diyordu. Kalktım. Ondan sonra:

“Şu peygamberdir” deninceye kadar çarpışmaya girmedik.[161]

Hafız İbn Hacer diyor ki: “(Buhari) bu hikayeyi Ömer Radıyallahu anh’ın Müslüman olması bâbı’nda Aişe Radıyallahu anha’dan rivayet edildiği şekliyle ve Talha’nın Ömer Radıyallahu anh’den rivayet ettiği şekilde vermiştir. Çünkü (bildirildiğine göre) bu olay Ömer Radıyallahu anh’ın Müslüman olmasına sebep olmuştur.[162] Onun Müslüman olmasının sebeplerinden biri de Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in duasıdır. Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle demişti:

“Ey Allah’ım! İslâm’ı şu iki adamdan sana en sevimli olanıyla, Ebu Cehl’le ve Ömer bin Hattab’la üstün kıl.” (İbn Ömer) Radıyallahu anh dedi ki:

“Onların Allah’a en sevimli olanları Ömer Radıyallahu anh’dı.”[163]

Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Ömer Radıyallahu anh Müslüman olunca insanlar evinin etrafında toplandı ve: “Ömer dininden çıktı” dediler. Ben de o zaman genç bir çocuktum ve evin damında bulunuyordum. O sırada üzerinde ipek bir hırka bulunan bir adam geldi ve:

“Ömer dininden mi çıktı?” Bu da neyin nesi?” Ben onun komşusuyum” dedi. İnsanlar onu görünce dağıldılar. Ben:

“Bu kimdir?” diye sordum.

“As bin Vâil” dediler.”[164]

Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Ömer bin Hattab Radıyallahu anh Müslüman olduğunda Kureyşliler onun Müslüman olduğunu bilmiyordu. O,

“Mekke halkı içinde bir haberi en hızlı yayabilen kimdir?” diye sordu.

“Cemil bin Ma’mer el-Cumhi” dediler. Onun yanına gitti. Ben de kendisiyle beraberdim. Peşinden gidiyordum. Duyduğumu ve gördüğümü anlayabiliyordum. Adamın yanına vardı ve:

“Ey Cemil! Ben Müslüman oldum” dedi. Vallahi adam bir tek söz söylemeden Mescidi Haram’a gitmek üzere kalktı. Kureyş topluluklarına seslendi ve:

“Ey Kureyş halkı! İbn Hattab dinden çıktı” dedi. Ömer Radıyallahu anh de:

“Yalan söylüyor. Aksine ben Müslüman oldum ve Allah’a iman ettim. O’nun elçisini doğruladım” dedi. Kureyşliler onun üzerine üşüştüler. O güneşin ışıkları başlarında kararmaya başlayıncaya kadar kendileriyle vuruştu. Sonra Ömer Radıyallahu anh biraz durdu ve oturdu. Ötekiler başına durdular. Ömer Radıyallahu anh onlara:

“Ne istiyorsanız yapın. Vallahi eğer üç yüz adam olsaydık ya siz Mekke’yi bize bırakırdınız veya biz onu size bırakırdık” dedi. Onlar böyle başında toplanmış dururlarken üzerinde ipek bir cübbe ve mavimsi gömlek bulunan bir adam geldi.

“Ne oluyor size?” diye sordu.

“İbnu Hattab dininden çıktı” dediler. Adam:

“Bırakın. Bir adam kendisi için bir din seçmiş. Siz Adiy oğullarının adamlarını size bırakacaklarını mı sanıyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine adeta üzerinden çıkarılmış bir elbise gibi oldular (etrafından dağıldılar). Ben daha sonra kendisine Medine’de:

“O gün senin etrafına toplananları dağıtan adam kimdi?” diye sordum.

“Oğlum o, Âs bin Vâil’di” dedi.”[165]

 

4. İkinci Habeşistan Hicreti

 

Kıymetli muhacirler (Allah kendilerinden razı olsun) Mekke’de Müslümanlara uygulanan baskının biraz hafiflediğini sandılar. Gurbet hayatı da kendilerine ağır geldi. Dolayısıyla geri döndüler. Ancak kendilerine ulaşan haberlerin doğru olmadığını gördüler. Müslümanlar üzerindeki baskı daha da artmıştı. Bu yüzden Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendilerine tekrar hicret etmeleri için işaret vermekten başka bir yol bulamadı.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hanımı Ummu Seleme binti Ebi Umeyye bin Muğire’nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Habeşistan toprağına ayak bastığımızda orada hayırlı bir komşuya, Necaşi’ye komşu olduk. Dinimiz hakkında güvene kavuştuk. Eziyet edilmeden ve hoşumuza gitmeyecek bir söz duymadan Allah’a kulluk ettik. Bunun haberi Kureyş’e ulaştığında aralarında görüştüler ve bizim hakkımızda Necaşi’ye iki etkili adam ve onlarla birlikte Mekke mallarından seçecekleri çeşitli hediyeler göndermeye karar verdiler. Hazırladıkları hediyelerin en hoş olanlarından biri çok güzel bir şekilde işlenmiş ceylan derisiydi. Necaşi’nin patriklerinden hiçbirini müstesna tutmaksızın hepsine birer hediye hazırlamışlardı. Sonra bunlarla Abdullah bin Ebi Rebi’a ile Amr bin As’ı gönderdiler. Onlara ne yapmaları gerektiğini bildirdiler. Dediler ki:

“Onların (gidenlerin) hakkında Necaşi’yle konuşmadan önce her bir patriğe hediyesini verin. Sonra Necaşi’nin hediyelerini takdim edin. Sonra ondan gidenleri kendileriyle hiç konuşmadan size teslim etmelerini isteyin.” O iki kişi yola çıktı. Necaşi’nin yanına vardılar. Biz de onun yanında, hayırlı bir komşunun yanında hayırlı bir yuvada bulunuyorduk. Gelenler Necaşi’yle konuşmadan önce patriklerden hiçbirini müstesna tutmaksızın hepsine hediyelerini verdiler. Her bir patriğe şöyle dediler: “Kralın yurduna içimizden akli durumları pek yerinde olmayan genç yaşta bazı kimseler sığındılar. Bunlar kavimlerinin dinlerinden çıktılar. Sizin dininize de girmediler. Bizim de sizin de bilmediğiniz yeni bir din ortaya çıkardılar. Bizi krala, onları bize vermesi için kavimlerimizin ileri gelenleri gönderdiler. Biz onların hakkında kralla konuştuğumuzda siz krala, hiç kendileriyle konuşmadan onları bize teslim etmesi yönünde fikir veriniz. Onların kavimleri kendilerini daha yakından tanımakta ve daha iyi düşünmektedir. Kendilerini kötülemelerine sebep olan şeyi daha iyi bilmektedirler.” Onlar da kendilerine:

“Evet” dediler. Sonra o iki kişi hediyelerini Necaşi’ye takdim ettiler. Necaşi onların hediyelerini kabul etti. Sonra onlar kendisiyle konuşmaya başladılar ve şöyle dediler:

“Ey Kral! Senin yurduna içimizden akli durumları pek yerinde olmayan genç yaşta bazı kimseler sığındılar. Bunlar kavimlerinin dinlerinden çıktılar. Senin dinine de girmediler. Bizim de senin de bilmediğin yeni bir din ortaya çıkardılar. Bizi sana, onları kendilerine geri vermen için kavimlerimizin ileri gelenleri, bizzat kendi babaları, amcaları ve aşiretleri gönderdiler. Onların kavimleri kendilerini daha yakından tanımakta ve daha iyi düşünmektedir. Kendilerini kötülemelerine ve azarlamalarına sebep olan şeyi daha iyi bilmektedirler.” Abdullah bin Ebi Rebi’a ve Amr bin As için Necaşi’nin onların (muhacirlerin) sözlerini dinlemesinden daha sinirlendirici bir şey yoktu. Etrafındaki patrikler hemen:

“Ey Kral! Bunlar doğru söylüyor. Onların kavimleri kendilerini daha iyi bilir ve düşünür. Onları kötülemelerine sebep olan şeyi kendileri daha iyi bilir. Onları bu iki kişiye teslim et. Yurtlarına ve kavimlerine geri götürsünler” dediler. Necaşi buna kızdı ve şöyle söyledi:

“Hayır, Allah’a yemin olsun ki. öyleyse onları bu iki kişiye teslim etmiyorum. Bir topluluk bana sığındıktan, benim yurduma yerleştikten, benim dışımdakileri bırakıp beni seçtikten sonra kendilerini çağırıp, bunların onlarla ilgili olarak ileri sürdükleri hakkında ne dediklerini dinlemeden teslim etmem. Eğer durum bunların dediği gibiyse onları kendilerine teslim eder ve kavimlerine geri gönderirim. Ama bunların dediğinden farklıysa onları kendilerine vermem ve benim yanımda kaldıkları sürece kendilerine iyi muamelede bulunurum.” Daha sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sahabilerine adam gönderip onları yanına çağırdı. Kralın elçisi sahabilerin yanına gelince toplandılar. Sonra birbirlerine:

“Adamın yanına çıktığınızda ne diyeceksiniz?” diye sordular. (Görüşmeden sonra):

“Vallahi bildiğimizi ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bize söylediğini söyleriz. Artık bundan dolayı ne olacaksa olsun” dediler. Necaşi’nin yanına vardıklarında papazları da etrafına toplanmış ve etrafında mushaflarını da açmışlardı. Necaşi sahabilere:

“Kendisi için kavminizin dinini terkettiğiniz, benim dinime ve şu milletlerden hiçbirininin dinine girmeyip de kabul ettiğiniz şu din nedir?” diye sordu. Krala karşı konuşan kişi Cafer bin Ebi Tâlib oldu. Krala şu cevabı verdi:

“Ey Kral! Biz putlara ibadet eden, ölü hayvan eti yiyen bir cahiliye toplumuyduk. Kötülükleri işler, akrabayla bağı koparır, komşularımıza kötü muamele ederdik. İçimizde güçlü olan zayıf olanı yerdi. İşte biz bu hal üzereyken Yüce Allah bize içimizden, nesebini, doğruluğunu, emanete riayetini ve iffetini bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi, Allah’ı bir bilmemiz ve O’na kulluk etmemiz, bizim ve atalarımızın Allah’tan başka tapındığı taşları ve putları bırakmamız için Allah’a çağırdı. Bize doğru sözlü olmamızı, emanetin hakkını yerine getirmemizi, akrabaya iyiliği, komşuya iyi muamelede bulunmayı, haramlardan ve kan dökmekten uzak durmayı emretti. Bizi kötülüklerden, yalan sözden, yetim malı yemekten, namuslu kadına iftirada bulunmaktan nehyetti. Bize yalnız Allah’a kulluk etmemizi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı emretti. Aynı şekilde bize namazı, zekâtı ve orucu emretti.” Bu şekilde ona İslâm’ın hükümlerini saydı. (Sonra sözüne şöyle devam etti.): “Biz de onu doğruladık, kendisine iman ettik ve bize Allah’tan getirdikleri konusunda kendisine uyduk. Yalnız Allah’a kulluk ettik ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmadık. Onun bize haram kıldığını haram saydık. Bize helal kıldığını da helal bildik. Bunun üzerine kavmimiz bizim üzerimize geldi ve bize işkence ettiler. Dinimizden dolayı, bizi Allah’a ibadetten tekrar putlara ibadete çevirebilmek için, daha önce helal saydığımız pislikleri yeniden helal saymamız için bize baskı yaptılar. Onlar bizi ağır bir baskıya maruz bırakınca, bize haksızlık yapınca, iyice sıkıştırınca ve dinimizin gereğini yerine getirmemize engel olunca senin yurduna geldik, başkalarına karşı seni tercih ettik. Sana yakın olmayı istedik ve senin yanında haksızlığa uğratılmayacağımızı umduk, ey kral!” Bunun üzerine Necaşi:

“Onun (peygamberin) Allah’tan getirdiğinden yanında (ezberinde) bir şey var mı?” diye sordu. Ca’fer:

“Evet” dedi. Necaşi de:

“Onu bana oku” dedi. O da “Kaf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd” (Meryem) suresinin baş tarafından bir miktar okudu. Vallahi bunun üzerine Necaşi sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Aynı şekilde (Ca’fer Radıyallahu anh’in) kendilerine okuduğu şeyleri duyunca kralın papazları da önlerindeki mushafları ıslanıncaya kadar ağladılar. Sonra Necaşi şöyle söyledi:

“Şüphesiz bu ve İsa’nın getirdiği aynı kaynaktan çıkmadır. Siz ikiniz çıkın gidin. Vallahi ben onları size teslim etmem ve onlar da teslim olacak değillerdir.” O ikisi (Necaşi’nin) yanından çıktıklarında Amr bin As:

“Vallahi yarın ona (Necaşi’ye) onların köklerini söktürecek şeyleri söyleyeceğim” dedi. Bizim hakkımızda daha merhametli olan Abdullah bin Ebi Rebi’a da:

“Böyle yapma. Onlar bize muhalefet yapmış olsalar da içimizde onların akrabaları var” dedi. (Amr bin As yine de):

“Vallahi ona, onların Meryem oğlu İsa’nın kul olduğunu ileri sürdüklerini söyleyeceğim” dedi. Sonra ertesi gün erkenden (kralın) yanına gitti ve şöyle söyledi:

“Ey Kral! Onlar Meryem oğlu İsa hakkında çok büyük bir söz söylüyorlar. Sen onlara bir adam gönderip kendilerine onun hakkında ne söylediklerini sor.” Bunun üzerine Kral onun (İsa’nın) hakkında soru sorması için onlara bir adam gönderdi. Böyle bir şey bizim hiç başımıza gelmemişti. Cemaat toplandı. Sonra birbirlerine:

“Meryem oğlu İsa hakkında size soru sorulduğunda onun hakkında ne diyeceksiniz?” diye sordular. (Sonra da) şöyle dediler:

“Vallahi Peygamberimizin onun hakkında getirmiş olduğunu söyleriz. Artık bundan dolayı ne olacaksa olsun. (Necaşi’nin) yanına girdiklerinde:

“Meryem oğlu İsa hakkında ne diyorsunuz?” diye sordu. Ca’fer bin Ebi Tâlib de şöyle söyledi:

“Onun hakkında Peygamberimizin bize getirdiğini söylüyoruz. O, Allah’ın kulu, peygamberi, ruhu ve kelimesidir. Allah onu bekâr ve iffetli Meryem’e ilkâ etmiştir.” Bunun üzerine Necaşi eliyle yere vurdu, oradan bir çalı parçası aldı ve şöyle söyledi:

“Vallahi Meryem oğlu İsâ senin söylediğinden şu çalı parçası kadar bile farklı değildir.”[166]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Cezâiri diyor ki: “Güzel sîretin bu döneminden çıkarılacak çeşitli neticeler ve ibretler vardır. Bunları şu şekilde özetliyoruz: Hicretin meşru olduğu. Hicret ise kulun Allah’a kulluk görevini yerine getirmekte zorlandığı küfür beldesinden herhangi bir işkenceye maruz kalmadan Allah’a ibadet etme imkânı bulacağı bir yere göç etmesidir. Burada aynı zamanda dedikoduların tehlikesi ortaya konmaktadır. Çünkü muhacirler bunlara inanarak geri dönmüş sonra tekrar daha önce gördükleri işkencenin aynısını görmüş dolayısıyla ikinci kez hicret etmek zorunda kalmışlardır.”[167]

2. Bu olay Yüce Allah’ın şu sözünü doğrulamaktadır:

“Kim Allah’tan sakınırsa (Allah) onun için bir çıkış yolu var eder.” (Talak, 65/2)

Burada aynı zamanda Yüce Allah’ın veli kullarına olan lütfu ve onları nasıl savunduğu ortaya konuyor. Nitekim bir âyetinde de Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz Allah iman edenleri savunur.” (Hac, 22/38)

Bu olay Yüce Allah’ın şu sözünü de doğrulamaktadır:

“Küfredenler mallarını, Allah’ın yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu onlar için yürek acısı olacak, sonra yenilecekler ve küfredenler cehenneme sürüleceklerdir.” (Enfal, 8/36)

Burada aynı şekilde doğruluğun sonucu ortaya konmakta, Cafer bin Ebi Tâlib ve beraberindekilerin nasıl Necaşi’ye karşı doğru konuştukları, inançlarından bir şeyi gizlemedikleri ve böylece en güzel, en övgüye değen bir sonuçla karşılaştıkları görülmektedir.

3. Olayda aynı zamanda Necaşi’nin üstünlüğü de ortaya konmaktadır. Bu konuda Buhari’nin Cabir Radıyallahu anh’den rivayet etmiş olduğu bir hadis de bulunmaktadır. Bu hadise göre, Necaşi öldüğünde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

“Bugün salih bir adam öldü. Kalkın kardeşiniz Ashame için namaz kılın.”[168] Necaşi kelimesi Habeşistan kralları için kullanılan lakabdır.

 

5. Zulüm Belgesi ve Genel Boykot

 

İmam Muhammed bin Yusuf Salihi eş-Şâmi şöyle demiştir: “Ebu’l-Esved, Zuhri, Musa bin Ukbe ve İbn İshak şöyle demişlerdir: “Kureyşliler, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ashabının güven ve huzur buldukları bir ülkeye yerleştiklerini, onlardan oraya sığınanların korunduklarını, öte yandan arkasında ne olduğuna aldırmayan heybet sahibi Ömer Radıyallahu anh’ın Müslüman olduğunu, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sahabilerinin onu ve Hamza’yı kendilerine siper edindiklerini -ki O ve Hamza Radıyallahu anh Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sahabileriyle birlikteydiler- ve İslâm’ın kabileler arasında yayılmaya başladığını görünce aralarında bir görüş birliği yaptılar. Bu konudaki ortak görüşleri Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i öldürmekti. “Çocuklarımızı ve kadınlarımızı bize karşı fesada sürükledi” dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kavmine de şöyle dediler:

“Bizden katkat diyet alın. Onu Kureyş’ten olmayan biri öldürsün. Böylece siz de rahatlamış olursunuz.” Ancak kavmi Hâşim oğulları bunu kabul etmedi. Muttalib bin Abdi Menâf oğulları da bu konuda onlara destek oldular.

Kureyşliler, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kavminin kendini koruduğunu görünce Kureyş’ten müşrik olanlar onlara karşı tavır almaya ve onları Mekke’den Vâdi’ye (Şi’b’e çıkarmaya) karar verdiler. Bu konuda görüşbirliği yaptılar ve Hâşim oğullarıyla Muttalib oğullarına karşı aralarında işbirliği yapacaklarına dair bir yazı (anlaşma metni) yazmaya karar verdiler. Bu anlaşmaya göre onlardan kız almayacak ve onlardan birine kız vermeyeceklerdi. Onlara bir şey satmayacak ve onlardan bir şey satın almayacaklardı. Kendileriyle hiçbir anlaşma kabul etmeyeceklerdi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i öldürmeleri üzere kendilerine teslim etmedikleri sürece onlara hiçbir şekilde acımayacaklardı. Biraraya geldiklerinde bu konuda bir metin yazdı ve bu metinde belirtilenlere uyacakları üzere aralarında anlaşma yapıp birbirlerine söz verdiler. Daha sonra yazdıkları metni, kendi açılarından daha çok bağlayıcı olması için Ka’be’nin duvarına astılar. Böylece onlarla bütün ticari ilişkilerini kestiler. Onlara hiçbir yiyecek, giyecek bırakmıyor, onlara birşey satmıyor ve ihtiyaçlarını da başkalarından satın alıyorlardı. Kureyşliler bu uygulamayı başlatınca Hâşim oğulları ve Muttalib oğulları Ebu Tâlib’in etrafına toplandılar ve mü’min olanları da kâfir olanları da onunla birlikte bir vadiye toplandılar. Mü’min olan dini dolayısıyla kâfir olan da kabile tutuculuğu (hamiyyeti) dolayısıyla buraya girdi. Sadece Hâşim oğullarından Ebu Leheb, Kureyşlilerin tarafına geçti ve onlara destek verdi.

İbn İshak ve daha başkaları şöyle demişlerdir: “Üç yıl süreyle bu hal üzere kaldılar. İyice zor duruma düştüler. Kureyş’ten kendilerini ziyaret etmek ve onlara bir şey getirmek isteyen kimse bunu ancak gizlice ve başkalarından saklayarak yapabiliyordu.”[169]

İbn Kesir de şu bilgileri veriyor:

“Daha sonra Kureyşlilerden bazıları bu anlaşmayı bozmaya çabaladı. Anlaşmanın bozulması görevi Hişâm bin Amr bin Rebi’a bin Hâris bin Hubeyyib bin Cuzeyme bin Mâlik bin Hisl bin Amir bin Luey’e verilmişti. Konuyla (anlaşmanın bozulması konusuyla) ilgili olarak Mut’ım İbn Adiy’e ve Kureyş’ten bir topluluğun yanına giti. Ona bu konuda olumlu cevap verdiler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de kendi kavmine, Yüce Allah’ın o yazı metnine bir kurt saldığını ve o kurdun Allah ibareleri dışındaki bütün yazıları yediğini haber verdi. Gerçekten de öyle olmuştu. Sonra Haşim oğulları ve Muttalib oğulları Mekke’ye döndüler ve Ebu Cehl Amr bin Hişâm’ın itirazına rağmen barış sağlandı.[170]

Bu noktada karşımıza şu soru çıkmaktadır: Haşim oğulları ve Muttalib oğulları mü’minleriyle, kâfirleriyle bu şiddetli sıkıntıya ve apaçık belâya nasıl katlanabilmişlerdir?

Bu sorunun cevabı şudur: En yüce, en ulu ve en çok hikmet sahibi olan Allah daha iyi bilir de, müşrikler inanç ve din konusunu dikkate almadan, asabiyetleri (tarafçılıkları), yakınlara ve akrabaya olan hamiyyetleri ve Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’i, Kureyş’in Hâşim oğullarıyla Muttalib oğulları dışında kalanlara teslim ederek onu öldürmelerine ve kendisine haksızlık etmelerine fırsat vermeleri durumunda içine düşecekleri aşağılığı kabul etmek istememeleri dolayısıyla buna katlanmışlardır.[171]

Müslümanların katlanmalarının birkaç sebebi vardı. Bunlar:

1. Sevgisi kalplerini kuşatmış olan Allah inancı: Bu inanç dolayısıyla, çektikleri sıkıntı ve maruz kaldıkları işkence Allah’ın rahmet ve lütfunu kazandıracak sebeplerden olduğu sürece bedenlerine eziyet edilmesine aldırış etmiyorlardı. Hirakl, Ebu Sufyân bin Harb’e Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sahabileri hakkında şu soruyu sormuştu:

“Onlardan biri o dine girdikten sonra dininden dönüyor mu?” O da:

“Hayır” cevabını vermişti. Bunun üzerine Hirakl şöyle demişti:

“Sevgisi kalplere girdiğinde iman da böyledir.”[172]

2. Çeşitli faziletleri üzerinde taşıyan, kusurları olmayan ve basitliklerden de uzak olan bir önderin varlığı: Şüphesiz onların sabretmelerinin ve başarıya ulaşmalarının en önemli sebeplerinden biri böyle bir önderin varlığıydı. Nitekim İbn Kesir de şöyle söylemiştir: “Kureyşliler Hubeyb Radıyallahu anh’ı asacakları zaman darağacına çıkardılar ve:

“Şu an Muhammed’in senin yerinde olmasını ister miydin?” diye sordular. O da şöyle söyledi:

“Büyük Allah’a yemin olsun ki, benim kurtarılmama karşılık olarak ayağına bir diken batırılmasını bile istemem.” Bu söz üzerine oradakiler güldüler.

Bu konuda bir şair de şöyle diyor:

“Kureyş bir Müslümanı esir etti.

Hiç korkmadan cellâdına yürüdü.

Sordular: “İster miydin, sen kurtuluşa erseydin de,

Sana fidye olarak Peygamber öldürülseydi?”

O da şu cevabı verdi: “Asla! İstemezdim ki,

Ben en zor durumdan kurtulsaydım da

Muhammed’in burnu kanasaydı.”

İşte ona olan sevgilerinin etkisiyle onlar, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bir tek tırnağının acımaması için boyunlarının ipe gitmesine razı oluyorlardı.

3. Sorumluluk duygusu:

Safiyyurrahman el-Mubârekfuri şöyle diyor: “Sahabiler, bir insanın üzerinde ne kadar büyük ve önemli bir sorumluluk olduğunun tam bir şekilde farkındaydılar. Aynı zamanda bu sorumluluktan hiçbir durumda kaçılamayacağını ve yan çizilemeyeceğini de biliyorlardı. Bu sorumluluğu taşımaktan kaçılması yüzünden doğacak sonuçlar, içinde bulundukları sıkıntılı durumdan daha ağır, daha katı ve daha çok zararlı olacaktı. Bu sorumluluktan kaçılması sonrası ortaya çıkacak zarar onların hepsini ve bütün insanlığı birden etkileyecekti. Bu ise, söz konusu duruma katlanmaları dolayısıyla karşılaştıkları sıkıntılarla kıyaslanamayacak derecede ağır olacaktı.”[173]

4. Kur’an’ın ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kendilerini Allah’ın rahmetiyle ve hoşnutluğuyla müjdelemesi, kâfirlerin ise azap göreceklerini bildirmesi. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“O gün yüzleri üzere ateşe sürüklenecekler. “Cehennemin dokunuşunu tadın.” (Kamer, 54/48) Aynı şekilde sahabiler zaferle, dünyada hâkimiyeti ele geçirilmekle müjdelenmiş, kâfirlerin ve yalanlayıcıların ise helâk edilecekleri haber verilmişti.

Şüphesiz bu dört etken sabır ve kararlılıkta en güçlü etkenlerdendir.

 

6. Ebu Tâlib’in ve Hz. Hatice -Radıyallahu anha-’nın Vefatı

 

İbn İshak şöyle diyor: “Daha sonra Hatice binti Huveylid Radıyallahu anha ve Ebu Tâlib aynı yıl içinde vefat ettiler. Hatice Radıyallahu anha’nın ve ardından da amcası Ebu Tâlib’in vefatıyla Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem birbirini izleyen musibetlerle karşı karşıya geldi. Hatice Radıyallahu anha onun için İslâm konusunda sadık bir yardımcıydı. Sıkıntılarını ona açıyordu. Amcası da kendisini davasında koruyor, kavmine karşı savunuyor ve onlara engel oluyordu. Bu olaylar Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Medine’ye hicretinden üç yıl önce meydana geldi. Ebu Tâlib vefat edince, Kureyşliler, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e onun sağlığında yapmaya cesaret edemedikleri eziyetler etmeye başladılar.”[174]

Museyyib’den rivayet edildiğine göre Ebu Tâlib can çekişirken Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem yanına girdi. Yanında Ebu Cehl de vardı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Ey amcacığım! Allah’tan başka ilâh yoktur” de bu sözü Allah katında senin için bir hüccet olarak göstereyim” diye buyurdu. Bunun üzerine Ebu Cehl ve Abdullah, İbn Ebi Umeyye:

“Ey Ebu Tâlib! Abdulmuttalib’in dininden dönüyor musun” dediler. Bu sözü sürekli tekrar ettiler. Sonunda Ebu Tâlib son söz olarak:

“Abdulmuttalib’in dini üzere” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:

“Nehy edilmediğim sürece senin için Allah’tan mağfiret dileyeceğim.” Ancak daha sonra şu âyet indi: “Cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, akraba bile olsalar Allah’a ortak koşanlar için mağfiret dilemek Peygambere ve mü’minlere yaraşmaz.” (Tevbe, 9/113) Ayrıca şu âyet indi: “Sen sevdiğini doğru yola iletemezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola iletir ve O doğru yola erecekleri daha iyi bilir.” (Kasas, 28/56)[175]

Abbas bin Abdilmuttalib’den rivayet edildiğine göre o Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e:

“Amcana bir faydan olmadı mı? Oysa o seni koruyor ve senin için (başkalarına) kızıyordu” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:

“O cehennemin hafif bir bölgesindedir. Eğer ben olmasaydım cehennemin en alt tabakasında olurdu.”[176]

İbnu’l-Cevzi’nin rivayet sahiplerinin tesbitlerini birleştirirken tercih ettiği görüşe göre Hatice Radıyallahu anha’nın vefatı Ebu Tâlib’in vefatından yaklaşık iki veya üç ay sonra olmuştur.[177] O (yani Hatice Radıyallahu anha Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilişinin onuncu yılının Ramazan ayında vefat etti. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem aynı yılın Şevval ayında da Sevde binti Zem’a ile evlendi. O da daha önce evlenmiş olan kadınlardandı ve ikinci Habeşistan hicretine katılmıştı. Kocası Sekrân bin Amr da Habeşistan toprağında veya Mekke’ye döndükten sonra vefat etmişti.

 

7. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Taif’e Gitmesi

 

İbn İshak şöyle diyor: “Ebu Tâlib vefat edince, Kureyşliler, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e amcası Ebu Talib’in sağlığında yapmaya cesaret edemedikleri eziyetler etmeye başladılar. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de Sakif’ten bir destek aramak, onların kendisini kavmine karşı korumalarını sağlamak amacıyla ve onların kendisinin Allah’tan getirdiği şeyleri kabul edecekleri ümidiyle Tâif’e gitti. Bu niyetle yalnız başına onların yanına gitti.”[178]

Urve’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hanımı Aişe Radıyallahu anha kendisine şöyle bildirmiştir: “O (yani Aişe Radıyallahu anha Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e:

“Uhud gününden daha şiddetli bir gün başına geldi mi?” diye sordu. O da şöyle buyurdu:

“Ben senin kavminden bir çok sıkıntılar gördüm ancak, onlardan Akabe günü çektiğimden daha şiddetlisini görmedim. O zaman İbn Abdi Yâlîl bin Abdi Kulâl’e durumumu arzetmiştim. O ise benim isteğimi kabul etmemişti. Ben de üzüntülü bir halde yüzüm doğrultusunda (Mekke’ye doğru) çıkmıştım. Kendime geldiğimde Karnu’s-Se’alib’de idim. Başımı kaldırıp baktım ki, üstümde bir bulut beni gölgeliyor. Dikkatlice baktım içinde Cibril vardı. Bana seslendi ve şöyle söyledi: “Şüphesiz Allah senin kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri cevabı duydu. Allah, kendisine onlar hakkında istediğini emretmen için dağlar meleğini sana gönderdi.” Dağlar meleği bana seslendi. Selâm verdi ve sonra: “Ey Muhammed!” dedi ve şöyle söyledi: “Bu konuda senin istediğin olacak. İstersen Mekke’nin iki yanındaki dağları onların üstünde birbirine yapıştırırım.” Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:

“Aksine Allah’ın onların soylarından yalnız Allah’a kulluk eden, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler çıkarmasını umuyorum.”[179]

Hafız İbn Hacer özetle şöyle söylemiştir: “İbn Abdi Yâlîl, Sakif kabilesinden ve Tâif’in ileri gelenlerindendi. Abd bin Humeyd, Tefsir’inde İbn Ebi Nuceyh’in Mücâhid’den rivayeti yoluyla, Yüce Allah’ın: “Ve dediler ki: “Bu Kur’an iki kentin birinden, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf, 43/31) sözü hakkında şöyle bir rivayet nakletmiştir: “Bu âyet Utbe bin Rebi’a ve Sakifli İbn Abdi Yâlîl hakkında inmiştir. (Yani kastedilen “iki kişi” adı geçen iki kişidir.) Katade’den rivayet edildiğine göre de o şöyle söylemiştir: “Söz konusu iki kişi Velid bin Muğire ve Urve bin Mes’ud’dur.”

Musa bin Ukbe’nin ve İbn İshak’ın bildirdiğine göre Kinâne bin Abdi Yâlîl onuncu yılda Tâif heyetiyle birlikte Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e geldi ve hep birlikte Müslüman oldular. Bundan dolayıdır ki İbn Abdilberr onu sahabiler arasında anmıştır. Ancak el-Medini’nin bildirdiğine göre söz konusu heyette bulunanlardan Kinâne dışında olanlar Müslüman oldular. O ise Rumların ülkesine gitti ve daha sonra orada öldü. En doğrusunu ise ancak Yüce Allah bilir.

Musa bin Ukbe’nin el-Meğazi’de İbn Şihâb’dan rivayetle bildirdiğine göre Ebu Tâlib vefat edince Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Tâiflilerin kendisini koruyacakları ümidiyle Tâif’e doğru yola çıktı. Sakif kabilesinin ileri gelenlerinden üç kişiye teklifte bulundu. Bu üç kişi İbn Abdi Yâlîl ve Amr’ın oğulları Habib ile Mes’ud’du. Onlara durumunu arzetti, kavminin kendisine yaptığı haksızlıklardan şikâyetçi oldu. Ancak onlar onu en çirkin bir şekilde geri çevirdiler.

Bu olayı İbn İshak da isnadını vermeden uzun bir şekilde nakletmiştir. İbn Sa’d da bu olayın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinin onuncu yılının Şevval ayında meydana geldiğini ve Ebu Tâlib ile Hatice Radıyallahu anha’nın vefatından sonra olduğunu bildirmiştir.[180]

 

8. İsrâ ve Mi’râc

 

Cezâiri şöyle diyor: “Allah’ın sevgili dostu Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e karşılaştığı zorluklar, çektiği sıkıntılar ve üzüntüler karşısında Rabbani bir mükâfat verildi. Çünkü Ebu Tâlib Vadisi’nde (Şi’bu Ebi Tâlib’de) üç yıl süreyle devam eden ablukaya maruz bırakılmıştı. Bu abluka esnasında açlık ve mahrumiyet içinde kalmıştı. Sonra en yakın yardımcısını kaybetmişti. Aynı zamanda mü’minlerin annesi Hatice Radıyallahu anha’yı kaybetmişti. Bunun yanısıra Sakif hakkında beslediği ümidi boşa çıkmıştı. Onların aşağılıkları, çocukları ve köleleri tarafından kötü bir muameleye maruz bırakılmıştı.

İşte bütün bu sıkıntılardan sonra dost dostunu mükâfatlandırdı ve onu kendi katına yükseltti. Onu kendisine yaklaştırdı. Üzerine çektiği bütün sıkıntıları, içine düştüğü üzüntüleri, zorlukları ve yorgunlukları, hatta kendisine vahyedilenleri tebliğ ederken ve davetini yayarken karşılaşabileceği zorlukları unutturacak hoşnutluk elbisesini giydirdi. Allah’ın salâtı onun, âlinin ve ashabının üzerine olsun.”[181]

Bu konuda bizi mutlu edecek âyetler ve Buhari ve Müslim’in nakletmiş olduğu sahih hadisler bulunmaktadır. Dolayısıyla konuyu sadece siyer sahiplerinin naketmiş olduğu rivâyetlere bırakmayacağız.

Yüce Allah şöyle buyuruyur:

“Kulunu, kendisine birtakım âyetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o işitendir, görendir.” (İsra, 17/1)

Kâsımi -Rahimehullah- şöyle demiştir: “Bu âyet İsrâ olayının kesin oduğuna delâlet etmektedir. Bu ise, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in gece vakti Mescidi Aksa’ya kadar yürütülmesidir. Göklere yükseltilmesi olayına ise bu âyet delâlet etmemektedir. Ancak bazıları Necm suresinin ilk âyetlerini bu olaya delil saymaktadırlar.”[182]

Kadı İyaz da şöyle demiştir: “Selefin ve genelde Müslümanların çoğunluğu İsrâ olayının bedenle birlikte ve uyanıklık halinde olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Gerçek olan da budur.” Kadı İyaz yine şöyle diyor: “Allah’ın izniyle İsrâ, bütün olay boyunca hem beden hem de ruhla olmuştur.” Ayet, sahih rivayetler ve muteber görüşler buna delâlet etmektedir. Zâhir ve gerçek anlamın alınması imkânsız olmadığı sürece bu anlam bırakılarak te’vil yoluna gidilmez.[183] Burada da eğer olay uyku halinde gerçekleşmiş olsaydı (Yüce Allah): “Kulunu” demez, bunun yerine: “Kulunun ruhunu” derdi. Ayrıca Yüce Allah bir âyetinde de şöyle buyuruyor: “Göz kaymadı ve (sınırı) aşmadı da.” (Necm, 53/17) Üstelik eğer olay uyku halinde gerçekleşmiş olsaydı bir mucize ve ilâhi bir âyet olmazdı. Çünkü böyle bir şeyi kâfirler inkâr etmez ve yalanlamazlardı. İslâm’a girmiş olanlardan da inançları zayıf olanlar bundan dolayı tereddüde düşmez ve dinden dönmezlerdi. Çünkü bu tür olayların rüyada gerçekleşmesi inkâr edilmez. Bütün bu sayılanlar onların, söz konusu olayın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bedeniyle birlikte ve uyanıklık halinde gerçekleşiği haberini almaları üzerine olmuştur.”[184]

Burada Müslim’in İsrâ ve Mirac olayıyla ilgili rivâyetini verelim. Çünkü onun verdiği rivâyet Buhari’nin rivâyetinden daha kapsamlıdır. Müslim’in rivâyetinde hem İsrâ hem de Mirac olayından söz edilmekte, Buhari’nin rivâyetinde ise sadece Mirac olayı anlatılmaktadır.

Enes bin Mâlik Radıyallahu anh’ten rivâyet edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

“Bana Burak getirildi. -Ki o eşekten büyük katırdan küçük, beyaz ve uzun bir binittir. Adımını gözünün ulaştığı en son noktaya atar.- Ben ona bindim. Mescidi Aksa’ya geldim. Onu (bineği) peygamberlerin bineklerini bağladıkları halkaya bağladım. Sonra Mescid’e girdim ve orada iki rek’at namaz kıldım. Sonra çıktım. Cibril içinde şarap bulunan bir kapla, süt bulunan bir kap getirdi. Ben içinde süt olanı seçtim.” Bunun üzerine Cibril -Aleyhisselam- (Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’e) “Fıtrata uygun olanı seçtin” dedi. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sonra sözüne şöyle devam etti): “Sonra biz göğe yükseltildik. Cibril kapının açılmasını istedi.

“Sen kimsin?” diye soruldu.

“Cibril” dedi.

“Beraberinde kim var?” denildi.

“Muhammed” cevabını verdi.

“Ona elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.

 “Ona elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada Adem -Aleyhisselam- ile karşılaştım. Beni merhabaladı ve benim için hayır dua etti. Sonra biz ikinci göğe yükseltildik. Cibril -Aleyhisselam- kapının açılmasını istedi.

“Sen kimsin?” diye soruldu.

“Cibril” dedi.

”Beraberinde kim var?” denildi.

“Muhammed” cevabını verdi.

“Ona elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.

“Ona elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada iki teyze oğuluyla, Meryem oğlu İsâ ve Zekeriya oğlu Yahya ile karşılaştım. Bana merhaba dediler ve benim için hayır dua ettiler. Sonra üçüncü göğe yükseltildik. Cibril kapının açılmasını istedi.

“Sen kimsin?” diye soruldu.

”Cibril” dedi.

”Beraberinde kim var?” denildi.

“Muhammed” cevabını verdi.

“Ona elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.

“Ona elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada Yusuf ile karşılaştım. Gerçekten ona güzelliğin yarısı verilmişti. Bana merhaba dedi ve benim için hayır dua eti. Sonra dördüncü göğe yükseltildik. Cibril -Aleyhisselam- kapının açılmasını istedi.

“Sen kimsin?” diye soruldu.

“Cibril” dedi.

”Beraberinde kim var?” denildi.

“Muhammed” cevabını verdi.

“Ona elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.

“Ona elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada İdris ile karşılaştım. Bana merhaba dedi ve benim için hayır dua etti. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: “Biz onu (İdris’i) yüce bir yere yükselttik.” (Meryem, 19/57) Sonra beşinci göğe yükseltildik. Cibril -Aleyhisselam- kapının açılmasını istedi.

“Sen kimsin?” diye soruldu.

“Cibril” dedi.

“Beraberinde kim var?” denildi:

“Muhammed” cevabını verdi.

“Ona elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.

“Ona elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada Harun ile karşılaştım. Bana merhaba dedi ve benim için hayır dua etti. Sonra altıncı göğe yükseltildik. Cibril -Aleyhisselam- kapının açılmasını istedi.

“Sen kimsin?” diye soruldu.

“Cibril” dedi.

“Beraberinde kim var?” denildi.

“Muhammed” cevabını verdi.

“Ona elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.

“Ona elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada Musa ile karşılaştım. Bana merhaba dedi ve benim için hayır dua etti. Sonra yedinci göğe yükseltildik. Cibril -Aleyhisselam- kapının açılmasını istedi.

“Sen kimsin?” diye soruldu.

“Cibril” dedi.

“Beraberinde kim var?” denildi.

“Muhammed” cevabını verdi.

“Ona elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.

“Ona elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada İbrâhim ile karşılaştım. Sırtını Beyti Ma’mur’a dayamıştı. Oraya hergün yetmiş bin melek giriyor ve bir daha da dönmüyorlardı. Sonra ben Sidretü’l-Muntehâ’ya götürüldüm. Onun (yani Sidretü’l-Muntehâ denilen ağacın) yaprakları tıpkı filin kulakları gibiydi. Meyveleri de tıpkı büyük testiler gibiydi. Allah’ın emri onu kuşatınca bana başka bir hal oldu. Artık Allah’ın yarattıklarından hiç kimse onun güzelliğini anlatamaz. Allah bana vahyettiğini etti ve üzerime her gün ve gecede elli (vakit) namazı farz kıldı. Musa -Aleyhisselam-’ın yanına indim.

“Rabbin ümmetine neyi farz kıldı?” diye sordu.

“Elli namaz” dedim.

“Rabbine dön. Onu hafifletmesini iste. Senin ümmetin buna güç yetiremez. Ben İsrail oğullarını imtihan ettim ve denemeden geçirdim” dedi. Bunun üzerine Rabbime döndüm ve:

“Ey Rabbim! Ümmetime farz kıldığını hafiflet” dedim. Benim için beş vakiti kaldırdı. Ardından tekrar Musa -Aleyhisselam-’ın yanına döndüm ve:

“Benim için beş vakiti kaldırdı” dedim. O tekrar:

“Senin ümmetin buna da güç yetiremez. Rabbine dön. Onu hafiflemesini iste” dedi. Bu şekilde Rabbimle Musa -Aleyhisselam- arasında gidip gelmeye devam ettim. En sonunda (Yüce Allah) şöyle buyurdu:

“Ey Muhammed! Bu (farz kılınan) her gün ve gecede beş (vakit) namazdır. Her namaz için beş katı (ecir) verilecek. Bu da elli namaz eder. Kim bir iyilik yapmayı düşünür de yapamazsa onun için bir iyilik yazarım. Eğer yaparsa onun için on (iyilik) yazarım. Kim bir kötülük düşünür de yapmazsa onun için bir şey yazılmaz. Eğer yaparsa o zaman sadece bir kötülük yazılır.” Sonra tekrar Musa -Aleyhisselam-’ın yanına döndüm ve durumu kendisine bildirdim. O yine:

“Rabbine dön. Onu hafifletmesini iste” dedi. “Ardından Rasûlullah şöyle buyurdu:

“Rabbime (çok fazla) döndüm ancak kendisinden (böyle bir istekte bulunmaktan) utandım.”[185]

İbnu’l-Kayyim -rahmetullahi aleyh- şöyle demiştir: “Sahabilerin Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in o gece Rabbini görüp görmediği konusunda ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas Radıyallahu anh’tan sahih olarak nakledilen bir rivayete göre Rabbini görmüştür. Yine ondan sahih olarak nakledilen bir başka rivayete göre ise kalben görmüştür.”[186]

Aişe Radıyallahu anha ve Abdullah bin Mes’ud Radıyallahu anh’den sahih olarak nakledilen rivâyetlere göre ise onlar bunu kabul etmemişlerdir. (Onların dediğine göre) Yüce Allah’ın: “Andolsun ki, o onu bir başka kez daha inişte gördü. Sidretü’l-Muntehâ’nın yanında.” (Necm, 53/13) sözünde kastedilen kişi Cibril’dir.[187]

Ebu Zer Radıyallahu anh’dan sahih olarak rivâyet edildiğine göre o, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e:

“Rabbini gördün mü?” diye sordu. O da şöyle buyurdu:

“Bir nur (vardı). O’nu nasıl görebilirdim.” Yani benim O’nu görmemi nur engelledi. Nitekim bir hadis metninde de: “Bir nur gördüm” denmektedir.[188] Osman bin Sa’id ed-Darimi’nin rivâyet ettiğine göre de sahabiler Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in O’nu görmediği konusunda görüş birliğine varmışlardır.[189]

İbnu’l-Kayyim şöyle demiştir: “Sabah olunca Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, olanları, Rabbinin büyük âyetlerinden gördüklerini kavmine anlattı. Bunun üzerine onlar kendisini daha çok yalanlamış, daha çok eziyet etmeye ve daha fazla sıkıştırmaya başladılar. Kendilerine Mescidi Aksa’yı anlatmasını istediler. Allah da onun görüntüsünü karşısına getirdi ve açıktan görmeye başladı. Böylece Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onun üzerindeki işâretleri kendilerine haber vermeye başladı. Dolayısıyla onun bildirdiği hiçbir şeyi inkâr edemediler. İsrâ olayında gidiş ve dönüş esnasında karşılaştığı durumları, varış vaktini, o sırada gelen develerin durumunu kendilerine haber verdi. Gerçekten de olaylar aynen onun anlattığı gibi gerçekleşmişti. Ama bu durum sadece onların nefretlerini artırdı ve zâlimler küfürden başka bir şeyi kabul etmeye yanaşmadılar.”[190]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Yüce Allah: “Kulunu, kendisine birtakım âyetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o işitendir, görendir.” (İsrâ, 17/1) diye buyuruyor. Burada Mescidi Aksa’nın fazileti ortaya konmaktadır.

Kâsımi şöyle söylemiştir: “Aksa kelimesi “en uzak” anlamındadır. Mekke’ye olan uzaklığından dolayı böyle adlandırımıştır. Sonra şöyle buyuruyor: “Çevresini mübarek kıldığımız...” Yani etrafında bulunan yerleri din ve dünya bereketleriyle mübarek kıldığımız. Çünkü bu kutsal topraklar peygamberlerin yurtlarıdır. Buralarda onlara vahiy inmiştir. Tarımsal açıdan da verimli ve değişik meyvelerin yetiştiği bir yerdir. İlâhi bereket bütün yönleriyle orayı sarmıştır. Bu itibarla kutsal topraklarda bulunması ve Yüce Allah’ın en büyük mescidlerinden olması dolayısıyla Mescidi Aksa kat kat bir kutsallığa sahiptir. Mescidler Allah’ın evleridir. Mescidi Aksa, peygamberlerin ibadet ettiği, ikamet ettiği ve kendilerine vahyin geldiği bir yer olması dolayısıyla da bir kutsallığa sahiptir. Onların bereketleriyle ve uğurlarıyla da mübarek kılınmıştır.

Mescidi Aksa’nın özellikleri hakkında şöyle denmiştir: “Orası eski peygamberlerin ibadet ettikleri yerdir. Peygamberlerin sonuncusunun İsrâ olayının gerçekleştiği yerdir. Aynı şekilde yüksek göklere ve üstün mekânlara yükselmesi olayının (miracın) başlangıç yeri orasıdır. Allah’ın tafsilatlı âyetlerde işaret ettiği Ev’dir. Yuşa -Aleyhisselam-’ın kendilerine vaadde bulunduğu kimselere söylediği şekilde orayı fethedebilsin ve yaklaşabilsin diye Allah’ın onun için güneşi bekletip batırmadığından dolayı vahiyle indirilmiş olan dört kitap orada okunmuştur. Önceki iki milletin (kitap ehlinin) namazlarında yöneldikleri kıbledir. İslâm’ın da hicretten sonraki ilk dönemlerinde Kıble olmuştur. Bu yüzden orası iki kıblenin ilki, (yeryüzüne en önce yapılan) iki Mescid’in ikincisi ve haram mescidlerin üçüncüsüdür. İki mescidden (Mescidi Haram ve Mescidi Nebevi’den) sonra ibadet kastıyla yolculuk sadece oraya yapılır.”

Mescidi Aksa’nın faziletlerinden bazıları da Ahmed bin Hanbel, Nesâî ve el-Hâkim’in Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’den naklettikleri ve (el-Hakim’in) sahih olduğunu söylediği şu rivayette bildirilmiştir: “İbn Ömer Radıyallahu anh dedi ki: “Rasûlallah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

“Süleymân -Aleyhisselam- Mescidi Aksa’yı yaptığında Rabbinden üç şey istedi. Rabbi ona ikisini verdi. Ben üçüncüsünü de vermiş olmasını ümit ediyorum.”

Kendisine, kendi hükmüne denk gelecek hüküm vermesini istedi. (Rabbi) bu isteğini verdi.

Kendisinden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir saltanat vermesini istedi bu istediğini de verdi.

Bir de her kim, bu Mescid’de -yani Mescidi Aksa’da- namaz kılmak amacıyla evinden çıkarsa anasından doğmuş gibi günâhlarından sıyrılsın istedi.”

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:

“Biz Allah’ın bu isteğini de ona vermiş olmasını ümit ediyoruz.” [191]

Yüce Allah’tan orayı yahudilerin pisliklerinden temizlemesini, Kudüs’ün ve Müslümanların diğer beldelerinin üzerinde yeniden İslâm bayrağını dalgalandırmasını diliyoruz. Selahaddin döneminde gerçekleştiği gibi Allah’ın bize orada namaz kılmayı nasib etmesini temenni ediyoruz. Nitekim oranın Müslümanların eline geri dönmesinden sonra Mescidi Aksa’da kılınan ilk cuma namazında cuma hutbesini verirken şu âyetle başlamıştı:

“Böylece zulmeden topluluğun arkası kesildi. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.” (En’am, 6/45)

Allah’tan, orayı birinci kez işgal edenlerin arkası kesildiği gibi ikinci kez işgal edenlerin de arkasını kesmesini ve bizleri buna vesile kılmasını diliyoruz. Şüphesiz O her şeye güç yetirir ve duaları da en güzel kabul eden O’dur.

2. Gazali “İsrâ’nın hikmeti” başlığı altında şöyle diyor:

“Bu şekilde Yüce Allah elçilerine, kendi ilâhi gücünü gösteren büyük manzaraları görebilmeleri için fırsatlar vermektedir. Böylece onların gönüllerini kendine karşı güvenle doldurmakta, kinle dolu kâfirlere karşı dururken, onların kurulmuş hâkimiyetlerine saldırırken kendine dayanmalarını sağlamaktadır.

Nitekim Musa -Aleyhisselam-’ı peygamber olarak göndermeden önce de kendisine ilâhi gücünün bazı mucizelerini göstermek istemişti. Bu sebeple asasını yere atmasını istemişti. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“(Allah) dedi ki: “Onu at, ey Musa!” Böylece onu attı. Birden o, hızla koşan bir yılan oluverdi. (Allah) dedi ki: “Onu al ve korkma. Onu tekrar ilk haline döndüreceğiz. Elini koynuna sok. Bir hastalık olmadan, başka bir mucize olarak, bembeyaz çıksın. Böylece sana, büyük mucizelerimizden (birini) göstermiş olalım.” (Taha, 20/19-23)

Onun bu büyük mucizeleri gözleriyle görmesi karşısında kalbi hayretle dolunca Yüce Allah ona bundan sonra şöyle seslendi:

“Firavun’a git. Çünkü o gerçekten azdı.” (Taha, 20/24)

İsrâ ve Mirac olayının amacının Yüce Allah’ın Peygamber’ine o büyük ilâhi âyetleri göstermek olduğunu görüyoruz. Ancak bu Musa -Aleyhisselam-’ın başından geçenlerde olduğu gibi, Peygamberlikten önce değil tam aksine, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinden oniki yıl sonra gerçekleşmiştir. Bu gerçektir. Bunun sırrı ise daha önce açıkladığımız üzere peygamberlerin sîretlerinde görülen harikulade olaylarla onların peygamberliklerinin doğruluğu konusunda milletlerinin ikna edilmesi amaçlanır. Bu tür olaylar, karşıtlarının onları asılsız iddialarda bulunmakla suçlamalarına karşı kendilerine bir destektir. Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in sîreti bu düzeyin de üstündedir. Kur’an-ı Kerim, daha ilk günden akıl sahiplerini ikna etmeyi üzerine almıştı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in yolunda harikulade olaylar onun bizzat kendini şereflendiren, gönlüne rahatlık veren gelişmeler türünden biri olarak ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın istediği normal akli metoda aykırı veya bu metodu geçersiz kılacak nitelikte gelişmeler olarak ortaya çıkmamıştır.

İsrâ ve Mirac olayında peygamberler arasındaki yakınlık bağlarına da işaret edilmektedir. Bu ise İslâm’ın temel değerlerinden biridir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Peygamber kendine Rabbinden indirilene inandı, mü’minler de (buna inandılar) Tümü Allah’a, meleklerine. kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. “Biz O’nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız.” (Bakara, 2/285)

Rasûlallah Sallallahu aleyhi vesellem’le onun geçmiş kardeşleri arasındaki selâmlaşmalar bu bağı daha da kuvvetlendirmektedir.” [192]

3. Safiyyurrahman el-Mubârekfuri şöyle diyor:

“İsrâ suresini okuyan biri Yüce Allah’ın İsrâ olayından sadece bir âyette söz ettiğini görür. Yüce Allah daha sonra yahudilerin çirkin işlerinden ve büyük suçlarından söz etmeye başlamaktadır. Daha sonra onlara bu Kur’an’ın en doğru yola yönelttiğini hatırlatmaktadır. Okuyucu (baştaki) iki âyet arasında bir bağlantı olmadığını sanabilir. Oysa durum böyle değildir. Yüce Allah bu uslubuyla İsrâ olayının Mescidi Aksa’ya doğru yürünmesi şeklinde gerçekleştiğine işaret etmektedir. Çünkü yahudiler işledikleri büyük suçlar dolayısıyla insanlığı yönetme makamından azledileceklerdi. Bu suçları işlemelerinden sonra artık o makamda kalmalarına imkân yoktu. Yüce Allah bu makamı fiili olarak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e vermekte, İbrâhimî, davetin iki merkezini de Onun şahsında toplamaktaydı. Manevi liderliğin bir ümmetten başka bir ümmete geçmesinin zamanı gelmişti. Tarihi haksızlık, hıyanet, günâh ve düşmanlıkla dolmuş bir ümmetten, iyilik ve hayırlar koşan ve Kur’an vahyi ile gıdalanan bir ümmete geçecekti.

Ancak Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem insanlar arasında kabul görmez toplumdan tecrid edilmiş bir halde Mekke dağlarında dolaşırken bu önderlik nasıl geçecekti. İşte bu soru bir başka gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırmaktadır. O da şudur: Bu olayla İslâm davetinin bir döneminin sonuna yaklaşılmıştı ve bu dönem kapanmak üzereydi. Akış tarzı bu birinci dönemden daha farklı olan yeni bir dönem başlayacaktı. Bu yüzden müşriklere karşı açık uyarılar ve şiddetli tehditler içeren bazı âyetler görmekteyiz. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Biz bir kenti helak etmek istediğimizde oranın varlıklılarına emrederiz. Onlar da (emirlerimize uymayıp) orada bozgunculuk çıkarırlar. Bunun üzerine artık söz hak olur ve orayı darmadağın ederiz. Nuh’tan sonra nice kuşakları helak ettik. Kullarının günâhlarını haber alıcı, görücü olarak Rabbin yeter.” (İsrâ, 17/16, 17)

Bu âyetlerin yanısıra İslâm toplumunun dayandığı uygarlığın kurallarını, maddelerini ve ilkelerini açıklayan daha başka âyetler de bulunmaktadır. Onlar adeta bir yere sığınmış gibiydiler. Orada işlerine bütün yönlerden hâkim olmuşlardı. Orada toplum değirmeninin üzerinde döndüğü, dayanışma içindeki bir birlik oluşturmuşlardı. Burada aynı zamanda Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bir sığınak, davasının üzerinde karar kuracağı güvenlik bir yer bulacağına ve bu yerin dünyanın her yanına davetini yayması için bir merkez niteliği kazanacağına işaret vardır. İşte bu, söz konusu kutsal yolculuğunun sırlarından biridir. Bizim incelememizle bağlantısı olduğundan dolayı bunu özellikle anmayı tercih ettik. Bu ve benzeri hikmetlerinden dolayı İsrâ olayının birinci Akabe bey’atından önce veya iki Akabe bey’atı arasında gerçekleştiğini görüyoruz. En doğrusunu ise ancak Yüce Allah bilir.” [193]

4. Hafız İbn Hacer -Rahimehullah.- İsrâ ve Mirac hadisinden çıkarılacak anlamlar hakkında özetle şunları söylüyor:

“Bu hadis daha önce geçenlerin dışında da birtakım anlamlar içermektedir. (Bunlardan bazıları): “Göğün gerçek olarak kapıları ve bu kapılar için görevlendirilen görevliler vardır. Burada aynı zamanda bir yere girerken izin istemenin gerekliliği ortaya konuyor. Yine buradan anlaşıldığına göre bir kimse bir yere girmek için izin istediğinde, (kim olduğu sorulduğunda) sadece “ben” demekle yetinmeyip “ben filancayım” şeklinde kim olduğunu bildirmesi gerekir. Çünkü “ben” cevabı sorulan sorunun tam cevabı değildir. Yine bu hadisten anlaşıldığına göre yürüyen oturandan daha üstün olsa da yürüyenin oturana selâm vermesi gerekir. Buradan, fazilet sahibi kimseleri sevgi ve mutlulukla karşılamanın. onlardan övgüyle söz etmenin ve kendileri için dua etmenin müstehab olduğu anlaşılmaktadır. Yine övgüden dolayı gurura kapılmayacağına güvenilen bir kimseyi yüzüne karşı övmenin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu hadisten anlaşıldığına göre kıbleye sırtını veya bir başka yönünü dönmek caizdir. Bunu İbrâhim -Aleyhisselam-’ın sırtını Beyti Ma’mur’a dayamasından anlıyoruz. O ise her yönden Kıble olması itibariyle Ka’be gibidir. Yine buradan anlaşıldığına göre bir olayın meydana gelmesinden önce o olayla ilgili hükmün neshedilmesi mümkündür. Buradan gece yolculuğunun gündüz yolculuğundan üstün olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü İsrâ olayı gece meydana gelmiştir. Bu yüzden Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in (nafile) ibadetlerinin çoğu gece olurdu. Aynı şekilde yolculuklarının çoğunu da gece yapardı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: “Gece yolculuğunu tercih edin. Çünkü yer gece vakti dürülür.” Bu hadisten anlaşıldığına göre tecrübe, istenen bir şeyi elde etmede çok bilgi sahibi olmaktan daha etkili bir yoldur.[194] Bunu Musa -Aleyhisselam-’ın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e söylediği sözlerden çıkarıyoruz. O, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e kendisinin insanları daha önce denediğini ve tecrübe ettiğini söylemiştir. Yine buradan hükümde göreneğe başvurulabileceği ve daha üstün olandan edinilen tecrübeyi, daha aşağıda olana uygulamanın mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü daha önce geçmiş ümmetlerin mensupları bedence bu ümmetin mensuplarından daha güçlüydüler. Musa -Aleyhisselam- onları, (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e farz kılınandan) daha azıyla denediğini ancak onların muvafakât etmediklerini söylemiştir. İbn Ebi Cemre de buna işaret etmiş ve şöyle demiştir: “Yakın dostluk makamı hoşnutluk ve teslimiyet makamıdır. Konuşma makamı ise delil gösterme ve geniş bilgi verme makamıdır. Bundan dolayıdır ki, İbrâhim -Aleyhisselam- herhangi bir şey söylemediği halde Musâ -Aleyhisselam-, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den kendisine farz kılınanın hafifletilmesi için talepte bulunmasını ısrarla istemiştir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem İbrâhim’in soyundan gelmesi, onun milleti üzere olması ve makamının yüksek olması itibariyle, Musa -Aleyhisselam-’a nisbetle İbrâhim -Aleyhisselam-’a daha yakındı.” Daha başkaları şöyle demişlerdir: “Bundaki hikmet Musa -Aleyhisselam-’ın aynı hadiste işaret ettiği şeydir. Çünkü o kendi kavmini aynı ibadette daha önce tecrübe etmişti. Onlar kendilerine muhalefet etmiş ve karşı gelmişlerdi.” Yine bu hadisten anlaşıldığına göre cennet ve cehennem yaratılmıştır. Çünkü hadisin bazı rivayetlerinde bunu ortaya koyan şu ifade geçmektedir: “Bana cennet ve cehennem gösterildi.” Bu konu daha önce Bed’u’l-Halk (Yaratılışın Başlangıcı) bölümünde[195] geçmişti. Yine bu hadisten anlaşıldığına göre Allah’tan çok şey istemek, çokça şefaat dilemek müstehabdır. Çünkü Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Musa -Aleyhisselam- ile istişare ederek onun, kendisine farz kılınanın hafifletilmesi için talepte bulunması yolundaki tavsiyesini kabul etmesi bunu göstermektedir. Yine buradan haya etmenin ve öğüde ihtiyacı olan birine, öğüt verecek kişiye fikir danışmasa bile bolca öğütte bulunmanın faziletli bir şey olduğu anlaşılmaktadır.” [196]

5. Muhammed Said Ramazan şöyle diyor:

“Cibril -Aleyhisselam-’ın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e şarap ve süt sunması esnasında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’ın sütü tercih etmesi sembolik olarak İslâm’ın fıtrat dini olduğuna delâlet etmektedir. Yani İslâm inanç ilkeleri ve bütün hükümleri itibariyle, insanın sahip olduğu asil fıtratında taşıdığı özelliklerin gereklerine uyan bir dindir. İslâm’da insanın asli tabiatına ters düşen bir şey yoktur. Eğer ki fıtrat belli bir boyu ve boyutları olan bir beden olsaydı İslâm, o bedene tümüyle oturan bir elbise gibi ona uyardı. İşte İslâm’ın bu kadar geniş alana yayılmasının ve insanların hızla onu kabul etmelerinin sırları da burdadır. Çünkü insan uygarlıkta ne kadar ilerlese de, ne kadar çok maddi refahın içine dalsa da fıtratında taşıdığı özelliklerin gereklerine cevap vermek zorundadır. Kendi tabiatından uzak karmaşalardan ve kuruntuların oluşturduğu havadan kurtulmaya meyillidir. İşte İslâm da, beşeri fıtratın taşıdığı özelliklerin en derinliklerine kadarki ihtiyaçlarına cevap verebilen tek düzendir.” [197]

 

9. Birinci Akabe Bey’atı

 

İbnu’l-Kayyim -Rahimehullah- şöyle demiştir: “Daha sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hac döneminde Akabe’de ensardan altı kişiyle buluştu. Bunların hepsi de Hazrec kabilesindendi. Bu altı kişi şunlardı: “Ebu Umame Es’ad bin Zurâre, Avf bin Haris, Rafi’ bin Mâlik, Kutbe bin Amir, Ukbe bin Amir ve Cabir bin Abdillah bin Ri’âb, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onları İslâm’a çağırdı ve onlar da Müslüman oldular.[198] Onlar daha sonra Medine’ye döndüler ve oranın halkını İslâm’a davet ettiler. Çok geçmeden İslâm orada yayıldı ve İslâm’ın girmediği ev kalmadı. Ertesi yılın hac döneminde Medine halkından on iki kişi (hey’et olarak) geldi. Bunlardan beşi bir önceki yıl Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le buluşmuş olanlardı. Öncekilerden sadece Cabir bin Abdillah yoktu. Diğerleri de şunlardı: “Daha önce adı geçen Amr’ın[199] kardeşi Muaz bin Hâris bin Rufa’a, Zekvân bin Abdilkays, -Zekvân bir süre Mekke’de kalmış ve daha sonra Medine’ye hicret etmiştir. Bu yüzden onun hakkında hem muhacir hem de ensâri denir- Ubâde bin Sâmit, Yezid bin Sa’lebe, Ebu’l-Heysem bin Teyyihân ve Uveymir bin Mâlik.Toplamı oniki kişiydi.[200]

Bu bey’atta konuşulanlar hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Buhari’nin Ebu İdris Âizullah bin Abdillah’tan onun da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le birlikte Bedir savaşına katılmış olanlardan ve onun Akabe gecesine katılan sahabilerinden olan Ubade bin Samit Radıyallahu anh’den rivayet ettiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, etrafında sahabilerden bir grubun bulunduğu sırada şöyle demiştir:

“Gelin, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarınızı öldürmemek, elleriniz ve ayaklarınız arasından yalan uydurup iftira atmamak (yani bile bile insanlara iftira atmamak) ve bana iyilikte karşı gelmemek üzere bey’at edin. Kim sözünde durursa o Allah’tan ecrini alır. Kim bu sayılanlardan birini işler de dünyada ondan dolayı cezalandırılırsa bu onun için keffaret olur. Kim de bunlardan bir şey işler ve Allah onun günâhını örterse artık onun işi Allah’adır. Dilerse cezalandırır ve dilerse affeder.”[201]

İbn İshak diyor ki: “Gelenler yanından ayrılınca Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onlarla birlikte Mus’ab bin Umeyr bin Hâşim bin Abdi Menâf bin Abdiddâr bin Kuayy’ı gönderdi. Ona, onlara (Medineli Müslümanlara) Kur’an okumasını, kendilerine İslâm’ı öğretmesini ve din hakkında onları bilgilendirmesini emretti. Bu yüzden o Medine okutucusu (öğretmeni) Mus’ab olarak adlandırılırdı. Orada Es’ad bin Zurâre bin Ades bin Ebi Umâme’nin yanında kalıyordu.”

Mekke’nin en çok refah içinde yaşayan gençlerinden olmasına rağmen İslâm’a koşan, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in gözetiminde kendini yetiştiren, sonra da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem tarafından Medine’yi İslâm’ın güzel kokusuyla kokulandırması, oranın halkına Kur’an’ı öğretmesi ve onları Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in hicreti için hazırlaması üzere elçi olarak görevlendirilen bu genç davetçiden rivayet edilenler içinde en çok dehşete düşüreni ve Allah’a davet konusunda en çok ibret verici olanı İbn Hişam’ın İbn İshâk’tan naklettiği şu rivayettir: “İbn İshak dedi ki: “Bana Ubeydullah İbn Mu’aykib ve Abdullah bin Ebi Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm şöyle rivayet ettiler: Es’ad bin Zurâre, Mus’ab’ı yanına alarak Abduleşhel oğullarının ve Zafer oğullarının konaklarına gitmek üzere çıktı. Sa’d bin Mu’az bin Nu’mân bin İmru’u’l-Kays bin Zeyd bin Abdileşhel, Es’ad bin Zurâre’nin teyzesinin oğluydu. Onunla (yani Mus’ab’la) birlikte Zafer oğullarının bahçelerinden bir bahçeye girdi. Bu bahçe Marak kuyusu adı verilen bir kuyunun başındaydı. Bahçede oturdular. Müslüman olanlardan bazı kimseler başlarına toplandılar. Abduleşhel oğullarından Sa’d bin Mu’az ve Useyyid bin Hudayr o zaman kendi kabilelerinin başıydılar. O zaman her ikisi de kavimlerinin dini üzere devam eden birer müşriktiler. Onun (Mus’ab’ın) geldiğini duyunca Sa’d bin Mu’az, Useyyid bin Hudayr’a:

“Sen güçlü adamsın, yardımcıya ihtiyacın yok. Kalk, bizim zayıflarımızı şaşırtmak için konağımıza gelen şu iki adamın yanına git. Onlara engel ol ve kendilerini konağımıza gelmekten nehyet. Şüphesiz senin de bildiğin gibi Es’ad bin Zurâre benden olmasaydı ben bu işi sana bırakmazdım. O benim teyzemin oğludur. Bu yüzden onun üzerine gitmeye cesaret edemiyorum.” dedi. Bunun üzerine Useyyid bin Hudayr kamasını aldı. Sonra onlara doğru çıktı. Es’ad bin Zurâre Radıyallahu anh onu görünce Mus’ab bin Umeyr Radıyallahu anh dedi ki: “Bu, kavminin başıdır. Sana geliyor. Geldiğinde onun hakkında Allah’a sadakatini göster.” Mus’ab Radıyallahu anh:

“Eğer oturursa kendisiyle konuşurum” dedi. Useyyid, başlarında durup bağırıp çağırmaya başladı.

“Sizi buraya getiren nedir? Zayıflarımızı şaşırtmak mı istiyorsunuz? Eğer kendi kendinize ihtiyaç duyuyorsanız (hayatta kalmaya ihtiyaç duyuyorsanız) bizden uzaklaşın” dedi. Mus’ab radıyallahu anh:

“Oturup bizi dinlemez misin? Biz bir şey eğer hoşuna giderse kabul edersin. Hoşlanmazsan, hoşlanmadığın şeyi kendinden uzak tutarsın” dedi. Sonra kendisine Kur’an okudu.” Raviler onun hakkındaki rivayetlerinde dediler ki:

“Vallahi, o daha konuşmaya başlamadan yüzündeki sevinçten ve rahatlamasından biz onun yüzünden Müslüman olduğunu anlamaya başlamıştık. Sonra şöyle dedi:

“Bu söz ne kadar güzel ve tatlıymış. Siz bu dine girmek istediğinizde ne yapıyorsunuz?” Onlar da şöyle dediler:

“Yıkanırsın, kendini ve elbiseni temizlersin. Sonra hak üzere (Allah’ın birliği, Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in de O’nun elçisi olduğu üzere) şehadet getirirsin. Sonra namaz kılarsın.” Bunun üzerine hemen kalkıp yıkandı, elbisesini temizledi, hak üzere şehadet getirdi. Sonra kalkıp iki rek’at namaz kıldı. Sonra da onlara (Mus’ab Radıyallahu anh’a ve Es’ad bin Zurâre Radıyallahu anh’e) şöyle dedi:

“Benim arkamda bir adam var. O eğer size uyarsa kavminden hiç kimse kalmaksızın hepsi size uyar. Şimdi onu size göndereceğim. O Sa’d bin Mu’az’dır.” Sonra kamasını alıp Sa’d’ın ve kavminin yanına gitti. Onlar da kendi meclislerinde oturuyorlardı. Sa’d bin Mu’az onun gelmekte olduğunu görünce:

“Allah’a yemin ederim ki, Useyyid sizin yanınızdan ayrıldığı sıradaki yüzünden farklı bir yüzle yanınıza geldi” dedi. Meclisin başında durunca Sa’d kendisine:

“Ne yaptın?” diye sordu. O da şöyle dedi

“O iki adamla konuştum. Vallahi kendilerinde herhangi bir fena durum görmedim. Onları (yaptıklarından) nehyettim. “Senin istediğini yaparız” dediler. Harise oğullarının Es’ad bin Zurâre’yi öldürmek üzere çıktıklarını söyledim. Bunu da, onun senin teyzenin oğlu olduğunu bildikleri için senden utanırlar (diye söyledim).” Bunun üzerine Sa’d hızla, sinirlenmiş ve Harise oğulları hakkında söylenilenden dolayı endişeli bir halde kalkarak, mızrağı eliden aldı ve:

“Vallahi gördüğüm kadarıyla sen hiçbir şeyi halletmemişsin” dedi. Sonra o iki kişinin yanına gitti. Sa’d onların gayet rahat bir halde olduklarını görünce, Useyyid’in kendisini onlarla karşı karşıya getirmek ve onların sözlerini bizzat duymasını sağlamak amacıyla öyle konuştuğunu anladı. Başlarına durup kendilerine sövmeye başladı. Es’ad bin Zurâre’ye şöyle dedi:

“Ey Ebu Umâme! Eğer seninle benim aramda yakınlık olmasaydı bu benden bir şey alamazdı (bana bir şey engel olamazdı). Kendi yurdumuzda bizim başımıza hoşumuza gitmeyecek bir şey mi saracaksın?” Es’ad bin Zurâre de Mus’ab bin Umeyr’e şöyle dedi:

“Ey Mus’ab! Vallahi sana arkasındaki kavminin efendisi geldi. Eğer bu sana uyarsa onlardan (onun kavminden) iki kişi bile senden (senin davetine uymaktan) geri kalmaz.” Mus’ab da ona dedi ki:

“İstersen otur ve dinle, eğer hoşuna giden ve beğendiğin bir şey olursa kabul edersin. Hoşlanmazsan o zaman da senin hoşlanmadığın şeyi senden uzak tutarız.” Sa’d:

“İnsaflı davrandın” dedi. Sonra süngüsünü topladı ve oturdu. Ardından ona İslâm’ı anlattı ve kendisine Kur’an okudu. O ikisi dediler ki:

“Vallahi bu esnada, sevinmesinden ve kendini rahat hissetmesinden o daha konuşmaya başlamadan biz onun yüzünden Müslüman olduğunu anladık.” Sonra onlara:

“Siz Müslüman olduğunuza ve bu dine girdiğinizde ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da şöyle dediler:

“Boydan boya yıkanırsın (gusul edersin). Kendini güzelce temizlersin. Bu arada elbiseni de temizlersin. Sonra hak üzere şehadet getirirsin. Sonra iki rek’at namaz kılarsın.” Bunun üzerine kalkıp boy abdesti aldı (gusletti). Elbisesini temizledi. Hak üzere şehadet getirdi. Sonra iki rek’at namaz kıldı. Sonra Useyyid bin Hudayr’ı da yanına alarak kavminin toplanma yerine getirmek üzere yola çıktı.

Kavmi onun gelmekte olduğunu görünce şöyle dediler:

“Vallahi Sa’d sizin yanınızdan ayrıldığı sıradaki yüzden farklı bir yüzle yanınıza geliyor.” (Sa’d) başlarında durunca:

“Ey Abduleşhel oğulları! Benim sizin aranızdaki konumum nasıldır?” diye sordu. Onlar:

“Efendimiz, en isabetli görüş sahibimiz ve en uğurlu temsilcimizsin” dediler. Bu kez: “Artık Allah’a ve Peygamberlerine iman edinceye kadar sizin erkeklerinizin ve kadınlarınızın sözleri bana haramdır” dedi. O ikisi (Mus’ab ve Es’ad Radıyallahu anh) dediler ki:

“Vallahi Abduleşhel oğulları yurdunda bir tek adam ve kadın müstesna olmaksızın hepsi akşama Müslüman olarak girdiler.” Es’ad ve Mus’ab Radıyallahu anh Es’ad bin Zurâre Radıyallahu anh’nın evine döndüler. (Mus’ab Radıyallahu anh orada ikamet ederek insanları İslâm’a davet etmeye başladı. Derken ensârın evlerinden, Umeyye bin Zeyd, Hateme, Vâil ve Vâkıf’ınkilerden dışında kalan evlerin hepsinde kadın ve erkek Müslümanlar oldu.[202]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Bu bölümde verilen bilgilerde ve bölümün sonunda verdiğimiz Medine’de Mus’ab bin Umeyr’in başından geçen bir olayı anlatan kıssada Mus’ab Radıyallahu anh’ın fazileti, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in onu nasıl Medine halkının kalblerini ve o yurdu İslâm’a açması için seçtiği ortaya konmaktadır. Buradan onun bu görevi nasıl başarıyla yerine getirdiği ve bir yıl içinde bu kutsal davetin etkilerinin nasıl ortaya çıktığı da anlaşılmaktadır. Bu süre içinde, İbn İshak’ın saydığı kişilerin evleri dışında İslâm’ın girmediği bir tek ev kalmamış, her bir ev halkının ya bir kısmı ya da tamamı Müslüman olmuştur. Bu genelde bütün sahabilerin, özelde Yüce Allah’a davetin nasıl olacağını mükemmel bir şekilde öğrenen bu kutlu davetçinin faziletine delalet etmektedir. Aynı şekilde Es’ad bin Zurâre Radıyallahu anh’ın faziletine onun ne güzel bir yardımcı ve öğütçü olduğuna, nasıl sözünü dinlettiğine delalet etmektedir. O, Mus’ab Radıyallahu anh.’a şöyle diyordu:

“Bu kavminin efendisidir. Sana geldi. Onun hakkında Allah’a karşı sadakatli ol.” Onun bu sadakatinin karşılığı ve bereketi de kavimlerinin tümüyle Müslüman olmalarına vesile olan iki adamın İslâm’a girmesi oldu. Bunların tümü Mus’ab Radıyallahu anh ve Es’ad bin Zurâre Radıyallahu anh’ın terazilerine konmuştur. Nitekim Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın senin vesilenle bir kimseye hidayet vermesi senin için kırmızı develerden daha hayırlıdır.”[203]

Yine bir hadisinde de şöyle buyurmuştur:

“Kim hidayete çağırırsa kendisine uyanların sevabı kadar sevap alır. Bununla birlikte onların sevaplarından bir şey eksiltilmez.”[204]

2. Bu konuda yine ensârın fazileti, Yüce Allah’ın onları nasıl doğruluk, vakâr ve mürüvvetle donattığı, onların da bu dini kabul etmek ve öncekilerin ve sonrakilerin de efendisi olan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e yardım için nasıl kendilerini hazırladıkları ortaya konmaktadır. Yine burada, vefatından dolayı Rahmân’ın Arşı sallanan Sa’d bin Mu’az Radıyallahu anh’ın ve Kur’an okumasını dinlemek için meleklerin indiği Useyyid bin Hudayr Radıyallahu anh’ın fazileti ortaya konmaktadır. Ona, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Eğer okumaya devam etseydin sabaha çıktığında insanlar onlara bakarlardı ve onlar (melekler) onlardan (insanlardan) saklanmazlardı.”[205]

3. Bu bölümde ayrıca doğru eğitimin ürünleri, daveti yüklenecek ve tebliğ edecek bir yapının oluşturulması için yürütülen eğitimin ne kadar uzun bir zaman alacağı ortaya konmaktadır. Bu eğitim böyle uzun zaman alır ancak ondan sonra da kısa zamanda çok ve değerli ürünler verir. İşte Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in İslâm üzere eğittiği ve kendisini Kur’an’la suladığı Mus’ab bin Umeyr Radıyallahu anh’ın durumu, Yüce Allah’ın onun vasıtasıyla nasıl fetih (gönüller fethi) nasib ettiği ortada. Ben bazen değerli sahabilerden bir adamın bizim yaşadığımız zamanda aramıza gönderildiği bir durum tahayyül ediyorum. Yüce Allah onun vasıtasıyla ne yararlar sağlar! Onun elleriyle ne fetihler nasib eder! İstersen bunu İbn Teymiyye ve onun öğrencisi İbnu’l-Kayyim gibi ilimle ameli birleştirmiş selef alimlerinden biri açısından da söyleyebilirsin. Onlardan biri bizim zamanımızda gönderilmiş ve Yüce Allah’a davet etmiş olsa, ben kesin olarak inanıyorum ki, onun vasıtasıyla gelecek yarar, ülkelerin ve kulların kalplerinin İslâm’a açılması suretiyle sağlanacak iyilik ömürlerini davet yolunda harcayan çağdaş davetçilerin binlercesinin sağladığından fazla olacaktır. Bizimle o seçkin kişiler arasındaki fark ilim ve eğitimdir. Eğer ilim Yüce Allah için olursa o aynı zamanda bir eğitimdir. İşte bu şekilde eğitimin bereketi ortaya çıkmıştır. Oysa çağdaş islâmi akımların çoğu bunun pek bir değeri olmadığı, insanların ömürlerini bunun için harcamalarında bir yarar olmadığı ve bunun bir getirisinin de olmayacağı kanaatini taşımaktadır. Onlar bu çalışmayı bir zaman kaybı olarak görüyor ve İslâm’ın doğru inanç üzere ve sahabilerin yetiştiği gibi gece ibadet, gündüz oruç eğitimiyle yetişmemiş insanlarla ayakta duracağını sanıyorlar. Biz bu husus üzerinde sözü hayli uzattık. Çünkü kitabın asıl gayesi ve vermek istediği mesaj bundadır. Yüce Allah’tan bizi değerli sahabilerin yollarına girmeye muvaffak kılmasını, bu yolda öne geçen ilklerle yücelttiği gibi bizimle de dini yüceltmesini, bizimle onları insanların alemlerin Rabbinin huzurunda toplanacağı gün öncekilerin ve sonrakilerin efendisiyle birlikte biraraya getirmesini diliyoruz.

4. Dr. Muhammed Said Ramazan diyor ki: “On bir yıl cihad ve yalnız Allah yolunda sürekli sabır göstermek, işte bu yeryüzünün doğusuna ve batısına yayılan güçlü bir İslâm hâkimiyetine ulaşılmasının ücreti ve yoludur. O hâkimiyetin önünde Bizansın gücü dökülüyor, onun önünde Farisîler ezilip gidiyor, onun etrafında çeşitli düzenlerin ve uygarlıkların değerleri eriyip yok oluyordu.

Ücret cihad, sabır, yorgunluk ve zorluklara katlanmaktır. Allah için, bunlar olmadan da İslâmi toplumun direklerini oturtmak gerçekten çok kolaydı. Ancak bu Yüce Allah’ın kulları hakkındaki ilâhi sünnetidir. Kendilerine kulluk niteliği zorunlu olarak verildiği gibi onların kulluk görevlerini kendi seçimleriyle yerine getirmelerini istedi. Gayret gösterilmeden kulluk görevi yerine getirilemez. Eziyete katlanılmadan ve şehadete atılmadan samimi bir kimseyle yalancı birbirinden ayırdedilemez. Bir insanın kendi nefsinden bir ödeme yapmaksızın, bir şey sarfemeksizin ganimet kazanması adalete uygun değildir. Bu yüzden Yüce Allah insanı iki şeyle yükümlü kılmıştır:

1. İslâm şeriatını uygullamak ve İslâm toplumunu oluşturmak.

2. Dikenli, zorlu ve rahatlatıcı olmayan bir yolda bunun için yürümek.”[206]

Ben diyorum ki:”Sîretten bazı olaylar ve bütün peygamberlerin hayatları bunun için birer delil teşkil ettiği gibi Yüce Allah’ın şu sözü de bu açıdan bir delildir:

“Allah dileseydi onlardan öc alırdı. Ancak sizi birbirinize imtihan etmek için (böyle emrediyor). Allah yolunda öldürülenlerin ise (Allah) amellerini boşa çıkarmayacak. Onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecektir. Onları kendilerine tanıttığı cennete sokacaktır.” (Muhammed, 47/4-6)

 

10. İkinci Akabe Bey’atı

 

İbn İshak, ondan da Ahmed bin Hanbel, Ka’b bin Mâlik Radıyallahu anh’ın ikinci Akabe olayı ile ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “...O gece kavmimizle birlikte bineklerimizde uyuduk. Gecenin üçte biri geçince Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile buluşma sözümüz (randevumuz) için bineklerimizden ayrıldık. Kedilerin gizlice yürümesi gibi gizlice sessiz bir şekilde yürüyorduk. Derken Akabe’deki bir vadide toplandık. Biz yetmiş iki erkektik. Aramızda hanımlarımızdan da iki kişi vardı. Bunlardan biri Mâzin bin Neccar oğullarının kadınlarından olan Ummu Umâre Nesibe binti Ka’b’dı. Diğeri de Seleme oğullarının kadınlarından olan Esmâ binti Amr bin Adiyy İbn Nâbi’ydi ki o da Ummu Meni’dir. Vadide toplanıp Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i beklemeye başladık. Sonunda geldi. Beraberinde Abbas bin Abdilmuttalib Radıyallahu anh vardı. O, o zaman kendi kavminin dini üzereydi. Ama kardeşinin oğlunun işinde bulunmak ve onun için güvence oluşturmak istemişti. Oturduğunda ilk konuşan Abbas bin Abdilmuttalib oldu. Dedi ki:

“Ey Hazrec topluluğu! -Araplar o zaman ensârdan olan bu ahalinin tamamını Evs’iyle Hazrec’iyle Hazrec olarak adlandırıyorlardı- Sizin de bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir. Biz kendisini, kavminden, onun hakkında bizimle aynı düşünceye sahip olanlardan koruduk. O kavmine karşı bir yücelik üzeredir ve kendi beldesinde korunmada tutulmaktadır. O size yönelmek ve aranıza katılmaktan başka bir şeyi de kabul etmiyor. Siz eğer onu teslim edecekseniz, onu aranıza aldıktan sonra perişan halde bırakacaksanız daha şimdiden peşini bırakın. Şüphesiz o kavmine karşı bir yücelik üzeredir ve beldesinde korunmaktadır.” Biz de ona şöyle dedik:

“Senin dediğini duyduk. Ya Rasûlallah Sallallahu aleyhi vesellem! Şimdi sen konuş ve kendin ve Rabbin için istediğini tercih et.” Bunun ardından Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem konuştu. Kur’an okudu. Allah’a davet etti. İslâm’ı kabul etmeye teşvik etti ve:

“Kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanız üzere sizinle bey’at ediyorum” diye buyurdu. Bunun üzerine Berâ bin Ma’rur elinden tuttu. Sonra şöyle dedi:

“Evet, seni hak üzere gönderene yemin olsun ki biz bakımımız altında olanları koruduklarımızdan, seni de koruyacağız. Bunun üzerine seninle bey’at ettik ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem! Vallahi biz savaş ve birlikler oluşturmada ehil kimseleriz. Biz bu kabiliyeti nesilden nesile devraldık.” Berâ, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le konuşurken Ebu Heysem bin Tihan söze karıştı ve şöyle dedi:

“Ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem! Bizimle bazı adamlar -yani yahudiler- arasında bağlar var. Biz bu bağları koparacağız. Eğer biz bunu yaparsak, sonra Allah seni üstün kılarsa bizi bırakıp kavmine döner misin?” Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu söze tebessüm etti. Sonra şöyle buyurdu:

“Aksine kanımız bir, yıkıntımız bir olacak[207] Ben sizdenim ve siz bendensiniz. Sizin savaştıklarınıza karşı savaşacak, sizin barış yaptıklarınızla barış yapacağım.”[208]

Ka’b dedi ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem: “Benim için her biri kendi kavmini temsil edecek oniki temsilci çıkarın” diye buyurdu. Onlar da dokuzu Hazrec’ten, üçü Evs’ten olmak üzere oniki temsilci çıkardılar. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in elini ilk tutan kişi Berâ bin Ma’rur oldu. Ondan sonra diğer fertler bey’at ettiler. Biz Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e bey’at edince şeytan Akabe tepesinden kedinin bile duyabileceği gür bir sesle şöyle bağırdı:

“Ey evlerin sahipleri! Atalarının dinlerini terkedenler onunla birlikte size karşı savaşmak üzere biraraya gelirken kötülenmiş adam karşısında öyle duracak mısınız?” Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:

“Bu Akabe’nin şeytanıdır! Bu Akabe’nin şeytanıdır! Ona İbn Ezib de denir. Ey Allah’ın düşmanı, şunu duy ki, muhakkak seninle uğraşmaya da vakit ayıracağım.” Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem daha sonra:

“Şimdi bineklerinize geri dönün” diye buyurdu. Abbas bin Ubâde bin Fudle de:

“Beni hak üzere gönderene yemin olsun ki, eğer istersen yarın Minâ halkının üzerine kılıçlarımızla saldırabiliriz” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ise:

“Biz bununla emrolunmadık. Ancak siz şimdi bineklerinize geri dönün” diye buyurdu. Derken biz yattığımız yerlere geri döndük ve sabah olunca Kureyş tarafından gönderilenler bize doğru geldiler. Evlerimize kadar varıp dediler ki:

“Ey Hazrec topluluğu! Bize haber verildiğine göre siz bizim şu arkadaşımızın yanına gelmişsiniz. Onu bizim aramızdan alıp bize karşı savaşmak üzere kendisiyle bey’at ediyormuşsunuz. Şu kesindir ki, vallahi, Arap kabileleri içinde bizimle kendisi arasında savaş çıkması durumunda size karşı göstereceğimiz sertlik kadar kimseye göstermeyiz.” Bunun üzerine bizim kavmimizin müşriklerinden bazı kimseler öne çıkarak:

“Böyle bir şey olmadı ve bizim böyle bir şeyden haberimiz olmadı” diye yemin etmeye başladılar. Gerçekten de doğru söylediler. Onların böyle bir şeyden haberleri olmamıştı. Bu arada biz birbirimize bakıyorduk. Bu sırada bir grup kalktı. Bunların içinde Hâris bin Hişâm bin Muğire el-Mahzumi de vardı. Onun ayaklarında da yeni nalinler vardı. Ben kendisine:

“Şununla konuş” dedim. Ben bunu derken biraz o grubu söyledikleri söze ortak etmek istiyordum. Dediler ki:

“Ey Ebu Câbir! Sen kendin bir şey yapamaz mısın?” Sen Krueyş’ten şu gencin nalinleri gibi efendilerimizden bir efendisin.” Hâris bu sözü duydu. Bunun üzerine onları ayaklarından çıkarıp benim üzerime attı ve:

“Vallahi onları sen giyeceksin” dedi. Ebu Câbir diyordu ki:

“Bırak. Vallahi genci korumaya aldın. Nalinlerini kendisine geri ver.” Ben de şöyle dedim:

“Hayır, vallahi, onları kendisine geri vermeyeceğim. Vallahi bu yerinde bir yorumlama. Eğer yorumlama doğru çıkarsa onu çıkaracağım.”[209]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Muhammed Gazali diyor ki: “Bu Akabe bey’atında, o olayda kesinleştirilen anlaşmalarda ve o esnada yapılan karşılıklı görüşmelerde yakîn, fedakârlık ve kahramanlık ruhu hâkimdi. O topluluğun tamamına ve söyledikleri her söze bu ruh hâkim olmuştu. Görülen o ki, konuşmaya yön veren veya bir takım antlaşmalara yönelten unsur sadece ateşli duygular değildir, asla. Şüphesiz geleceğin hesabı bugünün hesabına dayanılarak yapılır. Ele geçirilmesi bir ihtimal olan ganimetlerden önce ele geçirilmiş ganimetlere bakılır.

Onlar en kuvvetli imanla iman etmiş kimseler olarak Yesrib’den gelmişlerdi. Fedakârlığa çağıran bir kimsenin çağrısına cevap vermişlerdi. Peygamber -Aleyhisselam-’ı ise öyle ayaküstü bir şekilde tanımışlardı ve bu tanımanın üzerinden günler geçmişti. Kanaate göre bu tanımanın unutulmuş olması gerekirdi. Ancak cesaret ve güvenden gücünü alan böyle bir enerjinin kaynağını unutmamız uygun olmaz. Her ne kadar ensar büyük bey’attan önce Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i öyle kenardan köşeden görme dışında tanıma fırsatı bulamamış idilerse de gökten ışık saçan vahiy onların yollarını aydınlatmış ve gayelerinin net bir şekilde görülmesini sağlamıştı.

Kur’an’ın yarısına yakın bir kısmı Mekke’de indi. Hafızların dillerine yerleşmiş ve değerli yazıcıların sahifelerinde dolaştırılıyordu. Mekke’de inen Kur’an ayetleri ahirette verilecek karşılığı adeta gözle görülüyormuş gibi tasvir ediyordu. Sanki elini attığın zaman cennet meyvelerini toplayacakmışsın gibi. Kendini hakka veren bir bedevi çok kısa bir an içinde Arap yarımadasının düzlüğünden çıkıp nimetlerle çevrili ırmakların ve mühürlenmiş içeceklerin yanına geçebilirdi.

Aynı şekilde Kur’an öncekilerin başlarından geçenlerin, mü’minlerin nasıl kurtarıldıklarını ve peygamberleriyle nasıl kurtulduklarını, inkârcıların nasıl taşkınlık ettiklerini, kendilerine mühlet verilmesinin nasıl onları sarhoş ettiğini, böylece nasıl aşırı gittiklerini ve despot kesildiklerini, daha sonra ilâhi adaletin nasıl yerini bulduğunu, böylece zâlimlerin helak olup gittiklerini, arkalarında da kendilerine sırt çevrilmiş bir dünya ve harap olmuş evler bıraktıklarını anlatıyordu.

Onlar arkalarını döndüler, yerin yüzleri ise onları lanetliyor,

Tıpkı Hakkın celâli karşısında yıkılıp gitmiş batıl gibi.

Allah’a iman, O’nun için sevmek. O’nun dini üzere kardeşlik ve O’nun adına yardımlaşma. İşte tüm bunlar, ahalisi taşkınlığa dalmış olan Mekke’nin civarında gece vaktinde biraraya gelen nefisleri böyle bir şeye yönelten unsurlardı. Onlar böyle bir şeye Allah’ın yardımcılarının (ensârının) O’nun Peygamber’ini, kendi namuslarını korudukları gibi koruyacaklarının, namuslarını canlarıyla savundukları gibi onu da canlarıyla savunacaklarının duyurulması için yöneliyorlardı. Artık onlar sağ oldukları sürece o Peygamber -Aleyhisselam-’a bir zarar dokundurulamayacaktı. Mekke müşrikleri kendilerinin İslâm’ı, içinden çıkamayacağı bir alan içerisinde kuşatmaya aldıklarını, Müslümanları da kendi canlarıyla uğraşmaya zorladıklarını sanıyorlardı. Dolayısıyla suç işleyip de kendisine kısas uygulanmayacağından emin olan bir suçlunun rahat bir şekilde uykuya dalması gibi uykuya dalmışlardı.

Günler güzel geçerken sen de günler için iyi şeyler düşünmüştün.

Kaderin getireceği sıkıntılardan hiç korkmamıştın.

Geceler seninle barış yaptı sen de ona aldandın,

Ama gecelerin sadeliğinde keder gelip çatıyor.

Evet. Bu gece, hakkın askerleri putperestliğin belini kırmak, cahiliyeye son vermek ve onun adamlarını ortadan kaldırmak üzere antlaşıyorlar.”[210]

2. Umarız, İslâm’ın ezip geçen bir darbe ile hâkim kılınabileceğini sanan hızlı düşünce sahibi birtakım kimseler bu bey’at olayından ibret alırlar. Nasıl oldu da, savaş konusunda uzman ve tecrübe sahibi olan ensâr, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e o vadi halkının bir saldırı düzenlemek için teklifte bulundukları halde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendilerini bundan nehyetti ve: “Ben bununla emrolunmadım” dedi? Meyvelerin toplanmasında acele edilmesi sarfedilen çabaların boşa gitmesine yolaçabilir. Böyle bir durumda İslâmi hareket ürünlerini veremez. Sonuç mevcut olan kişilerin de kaybedilmesi ve elde edilmesi sadece bir ihtimal olan çıkar için onların davetlerinin zayi edilmesi olur. Bu, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Habbab Radıyallahu anh’a söylediği şu sözüne de şahitlik etmektedir: “Ama siz acele ediyorsunuz.”[211]

3. Prof. Muhammed Said Ramazan diyor ki: “Ensârın İslâma girişinin başlangıcının nasıl olduğu hakkında verdiğimiz bilgiler üzerinde düşünüldüğü zaman görülecektir ki, Yüce Allah Medine’deki hayatı ve ortamı İslâm davetini kabul için hazırlamıştır. Medine halkının buna ilk başlaması sırasında bu dini kabul için psikolojik (nefsani) bir hazırlık söz konusuydu.

Medine’de oturanlar birbirine karışmış değişik unsurlardan oluşuyorlardı. Bunların bazıları Medine’nin yerlileriydi ki, onlar müşrik Araplardı. Diğerleri de Arap yarımadasının değişik bölgelerinden Medine’ye göç etmiş yahudilerdi. Müşrikler iki büyük kabileye ayrılıyorlardı. Bunlardan biri Evs diğeri de Hazrec’di. Yahudiler ise üç kabileden meydana geliyorlardı: Kurayza oğulları, Nadir oğulları ve Kaynuka oğulları. Yahudiler adetleri üzere uzun süre oyunlar çevirdiler. Böylece Evs ve Hazrec kabilelerinin arasına düşmanlık tohumları ektiler. Böylece Araplar birbirini izleyen yıpratıcı savaşlarla birbirlerini yemeye başladılar. İşte bu uzun süren düşmanlığın etkisi altında Evs ve Hazrec kabilelerinin herbiri yahudilerden bir kabileyle antlaşma yapmıştı. Evs kabilesi Kurayza oğullarıyla antlaşmış, Hazrec kabilesi de Nadir oğullarıyla ve Kaynuka oğullarıyla antlaşmıştı. Onların aralarında meydana gelen en son çatışma da Bu’as çatışmasıydı. Bu olay hicretten birkaç yıl önce meydana gelmişti. Bu, büyük bir çatışma oldu ve kabilelerin ileri gelenlerinin çoğu bu olayda öldürüldü.

O sıralarda yahudilerle Araplar arasında ne zaman bir sürtüşme çıksa yahudiler o zaman hemen: “Gelecek olan bir peygamberin ortaya çıkma zamanı yaklaştı” diye tehdidde bulunuyor ve kendilerinin onunla birlikte olacaklarını, böylece onları Ad ve İrem’in öldürülmesi gibi öldüreceklerini söylüyorlardı.

İşte o şartlarda, Medine halkında bu dine karşı bir ilgi uyanmıştı. Ona kuvvetli ümitler bağlamışlardı. Onun faziletiyle yeniden saflarını birleştimeleri ve yeniden birliklerini sağlamaları mümkün olabilirdi. Böylece aralarında düşmanlığa yolaçan sebepler ortadan kalkabilirdi. İbnu’l-Kayyim’in Zâdu’l-Me’ad’da dediği gibi bunlar Yüce Allah’ın Peygamber’i için hazırladığı şeylerdi. Böylece, onun Medine’ye hicreti için şartlar oluşturuluyordu. Çünkü Allah’ın rahmeti, İslâm’ın aydınlığının yeryüzünün her tarafına yayılmasında oranın bir merkez rolü oynamasını gerektirmişti.”[212]

4. İbn İshak diyor ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e Akabe bey’atından önce savaş için izin verilmemiş, kan akıtmak kendisine helal kılınmamıştı. Sadece Allah’a çağırmak, eziyetlere katlanmak ve cahillere aldırmamakla emrolunuyordu. Kureyşliler de muhacirlerden ona uyanlara baskı yapıyorlardı. Öyleki onları dinleri hakkında zora sokmuş ve kendi yurtlarından kovmuşlardı. Onlardan bazıları dinine aykırı sözleri söylemeye zorlanıyor, bazıları onların ellerinde işkenceye maruz bırakılıyor, bazıları onlardan kaçarak değişik beldelere gidiyordu. Yurtlarını terketmek zorunda kalanların kimisi Habeşistan’a, kimisi Medine’ye gitmişti. Her türlü uygulama oluyordu. Kureyş halkı Allah’a karşı gelince, O’nun kendileri için dilediği üstünlüğü geri çevirince, Peygamberini -Aleyhisselam- yalanlayınca, yalnız O’na kulluk eden, Peygamberini -Aleyhisselam- doğrulayan ve onun dinine sarılan kimselere işkence edince, Yüce Allah da Peygamberine Aleyhisselam savaş etmesi ve Müslümanların, kendilerine zulmedenlere, baskı yapanlara karşı aralarında (savaş için) dayanışma yapmaları için izin verdi. Bana Urve bin Zubeyr’den ve daha başka ilim adamlarından ulaşan habere göre Yüce Allah’ın onlara savaş için izin vermesi, kan akıtmayı helâl kılması ve Müslümanların kendilerine karşı taşkınlık edenlerle çarpışmalarına müsaade etmesi hakkında inen ilk ayet Yüce Allah’ın şu sözüdür:

“Kendileriyle savaşılan mü’minlere zulmedilmeleri dolayısıyla (savaşa) izin verilmiştir. Şüphesiz Allah onlara yardım etmeye güç yetirir. Onlar sırf: “Rabbimiz Allah’tır” dediklerinden dolayı haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır. Eğer Allah’ın insanların bazılarını bazılarıyla savması olmasaydı şüphesiz içlerinde Allan’ın adı çokça anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılırdı. Allah kendine yardım edenlere elbette yardım edecektir. Şüphesiz Allah güçlüdür, yücedir. Onlar, kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu Allah’ındır.” (Hacc, 22/39-41)

Yani onlar zulme uğratıldıklarından dolayı kendilerine savaş yapmayı helal kıldım. İnsanlarla aralarında çıkan meselede, onların yalnız Allah’a ibadet etmek dışında bir suçları yoktur. Onlar üstün geldikleri zaman namazı kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder, kötülükten nehyederler. Yani Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ve sahabileri (“onlar” diye kastedilenler bu kimselerdir). Allah hepsinden razı olsun.”[213]


5. MEKKE’DEN MEDİNE’YE KUTSAL HİCRET

 

Sahabilerin (Allah hepsinden razı olsun) Medine’ye Hicretleri

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Medine’ye Hicreti



Sahabilerin (Allah hepsinden razı olsun) Medine’ye Hicretleri

 

İbn Abdilberr -Rahimehullah- özet olarak şöyle diyor:

“Bu sözü edilenlerin Akabe gecesinde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e bey’at etmeleri tamam olunca Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem beraberinde bulunan Müslümanlara gruplar halinde Medine’ye hicret etmelerini emretti. Söz konusu bey’at hem Medinelilerin kâfir olanlarından hem de Kureyş kâfirlerinden gizli bir şekilde gerçekleşmişti. Söylendiğine göre ilk yola çıkan kişi Ebu Seleme bin Abdilesed el-Mahzumi’ydi. Onun hanımı Ummu Seleme binti Ebi Umeyye’nin beraberinde çıkmasına engel olunmuş ve yaklaşık bir yıl Mekke’de alıkonmuştu. Daha sonra onun da kocasının yanına gitmesine izin verildi ve o da hicret etmek üzere yola çıktı. Onun Medine’ye gitmesi için yol hazırlıklarını o zaman henüz kâfir olan Osman bin Talha bin Ebi Talha yaptı. Ebu Seleme Radıyallahu anh Kubâ’ya yerleşti.

Sonra, Adiyy bin Ka’b oğullarının antlaşmalısı olan Amir bin Rebi’a beraberinde hanımı Leylâ binti Ebi Hasame bin Ganim olarak hicret etti. Bu hanım Medine’ye giren muhacir kadınların ilkidir. Daha sonra Abdullah bin Cahş ve kör şair olan kardeşi Ebu Ahmed bin Cahş hicret etti. (Sözü edilen kadının) annesi ve kardeşlerinin annesi Umeyme binti Abdilmuttalib de bu arada hicret etti. Bütün Cahş oğulları hanımlarıyla birlikte hicret ettiler. Onların gitmesinden sonra Ebu Süfyân evlerine yerleşti ve orayı sahiplendi. Ebu Süfyân bin Harb’in kızı Fari’a, Ebu Ahmed bin Cahş’in nikâhı altındaydı. Bu sözü edilen dört kişi de Kubâ’ya yerleşti.”

Böyle bir grubu saydıktan sonra şöyle diyor: “Sonra Ömer bin Hattab ve Ayyaş bin Rebi’a yirmi binekliyle birlikte çıktılar ve Medine’ye geldiler. Onlar Umeyye bin Zeyd oğullarının mıntıkasında el-Avâlî denilen yere yerleştiler.Onlara Ebu Huzeyfe Radıyallahu anh’nin mevlâsı (kölesi) Sâlim Radıyallahu anh namaz kıldırıyordu. İçlerinde en çok Kur’an bilenleri oydu. Hişâm bin As bin Vâil de Müslüman olmuş, Ömer bin Hattab Radıyallahu anh’a kendisiyle birlikte hicret etmek üzere söz vermiş ve: “Seninle Gifar oğullarının kuyusunun yanında buluşuruz” demişti. Ancak Hişâm’ın kavmi onun niyetini anlamış ve kendisini hicretten alıkoymuştu. Sonra Ebu Cehil ve Hâris bin Hişâm Medine’ye geldiler. Ayyaş bin Ebi Rebi’a’yla konuştular. O, onların anadan kardeşleri ve amcalarının oğluydu. Ona annesinin, kendisini görmeden başını yıkamamak ve gölgede durmamak üzere adakta bulunduğunu haber verdiler. Bu haber üzerine yüreği yandı ve onların dediklerini doğruladı. Dolayısıyla onlarla birlikte geri dönmek üzere çıktı. Ama onlar yolda onun ellerini arkadan bağladılar. Bu şekilde Mekke’ye götürdüler ve orada hapsedilmiş bir halde saklamaya başladılar. Yüce Allah onu Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in duasıyla kurtarıncaya kadar da böyle kaldı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bir namazın kunut duasında şöyle dua etti:

“Ey Allah’ım! Velid bin Velid’i, Seleme bin Hişâm’ı, Ayyaş bin Ebi Rebi’a’yı ve mü’minlerden güçsüzlüklerinden dolayı baskı altında tutulanları (mustaz’afları) kurtar. Ey Allah’ım! Mudar üzerindeki azabını artır. Bunu onlar için Yusuf’un kıtlık yılları gibi kıtlık yılları kıl. Sonra, ey Allah’ım, Ayyaş bin Ebi Rebi’a’yı ve diğerlerini kurtar ve onları Medine’ye hicret ettir.”

Daha sonra Talha bin Ubeydillah geldi. O ve Suheyb bin Sinân, Haris bin Hazrec oğullarının arasında Hubeyb bin İsâf’ın yanına yeleştiler. Talha’nın Ebu Umâme Es’ad bin Zurâre’nin yanına yerleştiği de söylenmiştir. Suheyb mal sahibi biriydi. Kureyşliler onu öldürmek ve malını almak için peşine takıldılar. Onlar yanına geldiklerinde, kendilerine doğru baktı. Onlar da ona baktılar. Bu sırada onlara: “Bildiğiniz gibi ben sizin içinizde en iyi atan adamım. Vallahi, Allah’ın içinizden ölmesini dilediği kimseler ölmeden bana ulaşamazsınız.” Onlar da:

“Öyleyse malını bırak sen çekip git” dediler. O da:

“Ben malımı Mekke’de bıraktım. Size bir işaret veririm siz ona göre bulup alırsınız” dedi. Onlar, onun doğru söylediğini anladılar ve aldıkları işarete binaen, peşini bırakıp Mekke’ye geri döndüler. Böylece malını aldılar. Bunun üzerine şu âyet indi:

“İnsanlardan öyleleri de vardır ki, canlarını Allah’ın rızasını kazanma yolunda feda ederler. Allah kullarına karşı şefkatlidir.” (Bakara, 2/207)

Osman bin Affan Radıyallahu anh, Neccar oğullarından Hassan bin Sâbit Radıyallahu anh’ın kardeşi Evs bin Sâbit Radıyallahu anh’ın yanına yerleşti. Uzzâb da Sa’d bin Hayseme’nin yanına yeleşti. O bekârdı. Böylece Mekke’de Müslümanlardan (kendi iradeleriyle) Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Ebu Bekir Radıyallahu anh ve Ali Radıyallahu anh’den başka kimse kalmadı. Bu ikisi Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in emriyle onun yanında kalmışlardı. Bazı kimseler de zorla tutuldular. Onları kendi kavimleri alıkoydu. Onlar hicret etmeye çok arzulu olduklarından kendileri için mücahitlere yazılan ecir yazıldı.[214]

Gazali diyor ki: “İşte muhacirler Mekke’yi böyle gruplar halinde veya teker teker terkediyorlardı. Sonuçta Mekke neredeyse Müslümanlardan tamamen arındırılmış bir hal aldı. Kureyşliler de, bir yurdun kendini İslâm’a feda ettiğini, İslâm’ın üzerinde kök salacağı ve içinde korunacağı bir rol üstlendiğini hissettiler. Dolayısıyla Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in davetinin girdiği bu (kendi açılarından) tehlikeli dönemden dolayı içlerine bir korku düştü. Kanlarında, canından korktuğu zaman iyice saldırganlaşan canavarların duygularına benzer duygular hareket etmeye başladı.

Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem henüz Mekke’deydi. Ancak bugün yarın sahabilerine kavuşacağını mutlaka biliyordu. Sıranın kendine gelmesine kadar acele etmiyordu.”[215]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Prof. Muhammed Said Ramazan şöyle diyor:

“Mekke’de Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ashabının karşı karşıya oldukları imtihan; işkence, eziyet görmek ve müşriklerden gördükleri çeşitli şekillerdeki alay ve hakaretlerdi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onlara hicret için izin verince bu seferki imtihanları da vatanlarını, mallarını, evlerini ve varlıklarını terketmek oldu. Onlar dinleri hakkında vefakâr, Rablerine karşı ihlaslı kimselerdi. Gerek birinci ve gerekse ikinci imtihanın getirdiği sıkıntıları ve zorlukları kararlı bir sabır ve yıkılmaz bir azimle karşıladılar. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendilerine Medine’ye hicret etmeleri üzere işarette bulunduğunda, arkalarında vatanlarını ve içindeki mallarını, varlıklarını, yakınlarını bırakarak o tarafa yöneldiler. O zaman kendilerini saklayarak ve gizlenerek çıktılar. Bunu ise varlıklarını ve ağırlık teşkil eden eşyalarını geride bırakmak suretiyle gerçekleştirmeleri mümkündü. Nitekim dinlerini kurtarmak için bütün bunları Mekke’de bıraktılar. Bunların yerine, kendilerini barındırmak ve yardımcı olmak üzere onları Medine’de bekleyen kardeşler kazandılar.”[216]

2. Üstad Muhibbuddin el-Hatib diyor ki:

“İslâmi ruh, İslâm hidayetini kolayca anlayabileceği, hayatın her alanında bu hidayet çizgisine göre amel etme imkânı bulabileceği, istediği herkesi İslâm’a davet etme özgürlüğüne sahip olacağı, bütün gerçekleri ve iyilikleri onlara ulaştırabileceği bir düzen ve yönetim ortamında yaşamak ister. Böyle bir ortamda gerek Müslüman ferdin ve gerekse İslâmi cemaatin bütün hallerinde söz konusu iki şeyin açıktan yerine getirilmesi mümkün olur. O ortamda hakkın öyle bir gücü olur ki bu güçle, ona engel olan veya Müslümanların insanları hidayete davet etmelerini, o hidayetin gereğini evlerinde, dükkanlarında, derneklerinde, toplantı yerlerinde yerine getirmelerini engelleyen kimsenin yola getirilmesi mümkün olur. İslâmi ruh gelince islâm hükümlerini uygulayan, onun davetini koruyan ve ümmeti onun adâbına yönlendiren düzenin gölgesinde ilerleyince artık bu ruh İslâm için, onun yücelmesi, dairesinin genişlemesi amacıyla çalışan, onun bahçelerinde ürün veren bir güç haline gelir. Ama eğer İslâm’a ters düşen, onun davetini ezen, ümmeti onun adâbına göre eğitmeyen bir düzen altında ortaya çıkar ve gelişirse, onun gücü İslâm’ı destekleme ve hidayetini etrafa yayma imkânından mahrumdur.”[217]

3. Şeyh Abdülaziz bin Râşid en-Necdi de özet olarak şöyle diyor:

“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve diğerlerinin hicretinde pek çok yarar ve düşünen için birçok ibret vardır. Bunlardan bazılarına işaret edeceğiz ki, bir mü’min zalimlerden söz konusu hicreti yapan kimselerin karşılaştığı gibi bir uygulamayla karşılaşırsa dini kurtarmak ve Allah’a davet işini yürütmek üzere gideceği toprağa ulaşmak için bir yol ve imkân bulduğunda hicret etsin.

Birincisi: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, kendisine ve diğerlerine katlanamayacakları işkenceler etmelerine rağmen kavmi kendisini hakka davet etmekten alıkoymak üzere öldürmeye karar verinceye kadar onların arasından çıkmamıştır. Bunda ise onun dinine davet edenler için ibret vardır.

İkincisi: Sahabileri -Allah kendilerinden razı olsun- ondan önce ve Medine hicretinden önce, işkencelere katlanamayacak derecede zayıf düşünce Habeşistan’a hicret ettiler. Bununla birlikte onlardan Mekke’de dinlerine davet eden bazı kimseler kaldı. Ancak onlar sayıca azdı ve aralarından bazılarını koruyan adamları vardı. Onlar Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e olan sevgilerinden ve cihada (küfür karşısında dayanmaya) güç yetirebilmelerinden dolayı, bozgunculara karşı hüccet ortaya koymak ve zayıf görülenlerden ve diğerlerinden hak üzere olanları savunmak amacıyla kaldılar. Bu durumda olan bir kimse için uygun olan, eziyetlerine sabredebildiği sürece zalimlerin arasından bir başka yere geçmemesidir.

Üçüncüsü: Allah’a, Kitab’ına ve Rasûl’üne gerçek anlamda iman kalplere girince ve ruh onu bilgi ve anlayış üzere iyice sindirince onun mutlaka dışa akseden amellerle ve canla, malla verilen cihadla ürünlerini ortaya koyması gerekir.

Dördüncüsü: Burada daha önceki hususu açıklayıcı bir durum vardır ki o da şudur: Onlar kendilerine Allah’tan ve Rasûl’ünden ulaşanları üstün tutarak, beraberindeki acılara rağmen hakkı, mal, evlad, aile, aşiret ve vatan gibi kendi nazarlarında en kıymetli olan varlıklara tercih ederek kavimlerinden ayrılmışlardır.

Beşincisi: Bağlayıcı yönünden olmasına rağmen mal azlığı onları hicretten alıkoymamıştır. Bunun yanısıra çoluk çocuğu, dostları, üzerinde yetiştikleri ortamı ve Mekke’de çok basit yollarla elde ettikleri kazançları hicretten geri kalmak için gerekçe göstermemişlerdir. Çünkü bütün bunların hatta bütün dünya varlıklarının Allah’ın hicretleri karşılığında kendileri için hazırladığı ecre denk olmadığını biliyorlardı. Bunun yanısıra bir şeyi terkedene dünyada ve ahirette onun karşılığının verileceğini anlamışlardı. Nitekim gelişmeler ve olaylar da bunu doğru çıkarmıştır.

Altıncısı: Düşmanlarının gücüne denk veya ona yakın bir güce sahip oluncaya kadar, kendi dinlerini benimsemeyen ve onun hükmüne razı olmayan kimselerin tahakkümü altında aşağılanmaya ve boyun eğmeye razı olmadılar. İşe yarar silahların dışında sahip oldukları her şeylerini arkalarında bırakıp Allah’a güvenerek yola çıktılar. Bununla birlikte gizlice uzaklaşma, tuzak kurma, işlerini düşmanlarından saklama, aralarında birlik oluşturma, saflarını birleştirme, kendilerine düşman olan herkese karşı durmalarına ve onlardan korunmalarına yarayacak geleceğe yönelik kuvvet hazırlama gibi güç yetirdikleri ve yetirebilecekleri sebeplere de başvurdular. Bunlarla ve Rabblerinin kendilerini desteklemesiyle geniş beldeler fethettiler. Ey mü’min! Boyunlarına kölelik ve sömürge boyundurluğu geçirilmiş, bugün ve bugünden önce başlarına karanlık kâbusu örtülmüş Müslümanların sıfatlarını incele. Sözünü ettiğimiz kimselerin sıfatlarının tam tersi olduğunu görürsün.”[218]

4. Muhammed Gazali şöyle diyor: “Hicret bir görevlinin yakın bir beldeden uzak bir beldeye geçmesi değildir. Rızık arayan bir kimsenin verimsiz bir topraktan verimli bir toprağa göç etmesi de değildir. Kendi yuvasında güven içinde yaşayan bulunduğu yerde kök salmış olan bir kimsenin çıkarlarını heba etmeye, bütün mallarını feda ederek sadece kendini kurtarmaya zorlanmasıdır. Kendisini buna zorlayanların, kendisine karşı gayet rahat hareket edeceklerini, yağmacı bir anlayışla davranacaklarını bildiğinden yolun başında veya sonunda öldürülmeyi de göze alır. İşte böyle bir şeye mü’minden başkası güç yetiremez. Çok şüpheci, zayıf karakterli ve endişeli bir kimse böyle bir şeye hiçbir şekilde güç yetiremez. O Yüce Allah’ın hakkında şöyle buyunduğu kimselerdendir:

“Biz eğer onların üzerine: “Kendi nefislerinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın” diye yazsaydık çok azı dışındakiler bunu yapmazlardı.” (Nisa: 4/66)

Mekke’de Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le buluşan ve ondan hidayet nurları alan ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye eden erler ise, kendilerine “hicret edin” dendiği anda hiç zorlanmadan yola koyuldular ve İslâm’ı yüceltecekleri, onun geleceğini güvenceye alacakları yerlere hicret ettiler. Müşrikler birde baktılar ki, halkıyla mamur olan Mekke bomboş bir hale gelmiş ve insanların dolaştığı yerler ıssız bir hale gelmiş.”[219]

 

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in ve Arkadaşının Hicreti

 

İbn İshak diyor ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, hicret eden sahabilerinden sonra kendisine de hicret için izin verilmesini bekleyerek Mekke’de kaldı. Sahabilerinden hapsedilenler ve oyuna getirilenler dışında Ali bin Ebi Talib Radıyallahu anh ve Ebu Bekir Radıyallahu anh’den başka Mekke’de onunla beraber kimse kalmamıştı. Ebu Bekir Radıyallahu anh hicret için Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den sık sık izin istiyor ancak o: “Acele etme belki Yüce Allah sana bir arkadaş tayin eder” diyordu. Ebu Bekir Radıyallahu anh o arkadaşın (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in) bizat kendisi olmasını arzuluyordu.[220]

Muhammed Gazali diyor ki: “Mekke’nin tağutları bu meseleyle ilgili köklü bir karar almak üzere Dâru’n-Nedve’de toplandılar. Bazıları Muhammed -Aleyhisselam-’ın ellerine zincir vurularak ve kuvvetli bir şekilde bağlanarak hapse atılması, kendisine yiyecekten başka bir şey verilmemesi ve ölünceye kadar bu hal üzere bırakılması yönünde görüş ortaya attılar. Bir başkası Mekke’den sürgün edilmesi ve bir daha oraya girmesine izin verilmemesi böylece Kureyş’in onun işinden elini çekmesi yönünde görüş ileri sürdü. Bu görüşlerin her ikisi de kesin bir sonuca ulaştırmayacak nitelikte görüldüğünden kabul edilmedi ve Ebu Cehil’in teklif ettiği şeyin uygulanması üzerinde görüş birliğine vardı. Ebu Cehil şöyle demişti:

“Benim görüşüme göre Kureyş’in her kolunda soylu, orta halli ve gayretli bir genç bulun. Sonra her gence keskin bir kılıç veririz. Sonra onların hepsi birden ona, bir adamın vurması gibi vururlar, öldürdüklerinde kanı bütün kabileler arasında dağılmış olur. Haşim oğullarının bütün Kureyş’e savaş açmaya güç yetireceklerini sanmıyorum. Artık önlerinde diyetten başka bir seçenek kalmayınca biz de diyetini öderiz.”

Toplantıya katılanlar kendilerini şaşkına çeviren problem için bu çözümü kabul ettiler ve bunu uygulamak için gerekli hazırlıkları yapmak üzere dağıldılar. Kur’an-ı Kerim bu cinayetin tasarlanması hadisesine şu şekilde işaret etmiştir:

“Hani inkâr edenler seni bağlayıp hapsetmek, öldürmek veya (Mekke’den) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Enfal:  8/30)[221]

Aişe Radıyallahu anha’nın rivayet ettiği ve Buhari’nin, hadis kitaplarının en sahihi olan kitabında naklettiği, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hicretiyle ilgili hadiste, Aişe Radıyallahu anha İbn Dağinne’nin Ebû Bekir’i himayesine almasını, Ebû Bekir’in onun himayesini geri çevirmesini sözkonusu ettikten sonra şöyle demiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem o gün Mekke’deydi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Müslümanlara dedi ki:

“Bana sizin hicret yurdunuz gösterildi. İki kayalık arasında hurmalık bir alandır”. Böylece hicret edebilen herkes Medine tarafına doğru hicret etti. Daha önce Habeşistan toprağına hicret etmiş olanların geneli de Medine’ye döndü. Ebu Bekir Radıyallahu anh da Medine tarafına hicret etmek üzere hazırlandı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ona:

“Acele etme. Ben izin verileceğini umuyorum” diye buyurdu. Ebu Bekir Radıyallahu anh da:

“Babam sana feda olsun, sen böyle bir şey umuyor musun?” diye sordu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Evet” dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir Radıyallahu anh, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in arkadaşı olmak için kendisini hicretten alıkoydu. Bundan sonra dört ay süreyle, yanında tuttuğu iki binek devesini ağaç yaprağıyla besledi.

İbn Şihab diyor ki: “Urve şöyle söyledi: “Aişe Radıyallahu anha dedi ki:

“Biz bir gün öğlenin ilk vakitlerinde Ebu Bekir Radıyallahu anh’ın evinde otururken bir kişi Ebu Bekir Radıyallahu anh’a:

“Şu, başı örtülü halde gelen kişi Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’tır!” dedi. -Daha önce yanımıza gelmediği bir saatte geliyordu- Ebu Bekr Radıyallahu anh:

“Annem ve babam ona feda olsun. Bu saatte onun gelmesine sebep mutlaka önemli bir iş olmalıdır.” dedi. (Aişe Radıyallahu anha dedi ki:

“Derken Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem gelip içeri girmek için izin istedi. Kendisine izin verildi. İçeri girdi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Ebu Bekir Radıyallahu anh’a:

“Yanındakileri çıkar” dedi. Ebu Bekir Radıyallahu anh da:

“Babam sana feda olsun, onlar senin aile efradındır, ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem!” dedi. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Bana (hicret için) yola çıkma izni verildi” diye buyurdu.

Ebu Bekir Radıyallahu anh:

“Babam sana feda olsun, arkadaşlık edecek miyim, ey Allah’ın Rasulü ” diye sordu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Evet” dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir Radıyallahu anh:

“Babam sana feda olsun, şu iki bineğimden birini al ya Rasulallah Sallallahu aleyhi vesellem!” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Ücretiyle” diye buyurdu. Aişe Radıyallahu anha dedi ki:

“Biz onlar için güzel bir yol hazırlığı yaptık. Kendileri için dağarcığa azık koyduk. Esmâ binti Ebi Bekr Radıyallahu anh kuşağının bir kısmını koparıp onunla dağarcığın ağzını bağladı. Bu yüzden o “kuşaklı” olarak adlandırıldı.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ve Ebu Bekr Radıyallahu anh Sevr dağında bir mağaraya vardılar. Üç gece orada saklandılar. Abdullah bin Ebi Bekr geceleri yanlarında kalıyordu. O, o zaman delikanlılık çağında, etrafı tanıyan ve iyi kavrayışlı bir gençti. Seher vakti ortalık daha tam aydınlanmadan yanlarından ayrılıyor ve adeta Mekke’de gecelemişçesine Kureyşlilerle birlikte sabahlıyordu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e ve Ebu Bekir Radıyallahu anh’a karşı planlanan her ne oyunu duysa hemen onu zihnine yerleştiriyor ve ortalık iyice kararmadan bu duyduğu şeylerin haberlerini kendilerine ulaştırıyordu. (Mağarada) onların etrafında Ebu Bekr Radıyallahu anh’ın mevlâsı (kölesi) Amir bin Fuheyre sağmal bazı koyunlar otlatıyordu. Akşamın biraz geçmesinden sonra koyunları yakınlarına getirip yatırıyordu. Onlar (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ve Ebu Bekir Radıyallahu anh)da taze sütlerden içtikten sonra yatıyorlardı. Bu içtikleri süt kendi sağmal koyunlarının sütüydü ve içine kızgın taş atılarak kaynatılıyordu. Amir bin Fuheyre ortalık daha tam aydınlanmadan gelip koyunlarını kaldırır (ve otlağa götürürdü). (Amir) onların mağarada kaldıkları üç gece boyunca, her gece aynı şeyi yaptı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ve Ebu Bekir Radıyallahu anh ed-Diyl’den bir kişiyi -bu kişi Abd bin Adiyy oğullarındandı- rehber ve yol göstericisi olarak tuttular. Bu kişi yolları iyi bilen, rehberlikte tecrübeli bir adamdı. Bu kişi elini kana bandırarak As bin Vâil es-Sehmi ailesi arasında yemin etmişti. O adam o zaman Kureyş kâfirlerinin dinindendi. (Belirtilen şekilde yemin etmesi üzerine) ona güvendiler. Bineklerini ona teslim ettiler. Bu adamla (mağarada geçen) üç geceden sonra üçüncü gecenin sabahında Sevr mağarasında sözleştiler. Amir bin Fuheyre de, beraberlerinde rehber olmak üzere, onlarla birlikte yola çıktı. Rehber onları sahil yolundan götürmeye başladı.[222]

Daha sonra Buhari, senedini vererek İbn Şihâb’ın şöyle dediğini rivayet ediyor: “Bana Abdurrahman İbn Mâlik el-Mudlic -bu kişi Surâke bin Mâlik bin Cu’şum’un kardeşinin oğludur- rivayet etti, o kendisine babasının rivayet ettiğini bildirdi, o da kendisinin Suraka İbn Cu’şum’un şöyle dediğini duyduğunu bildirdi: “Kureyş kâfirlerinin elçileri bize geldi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i ve Ebu Bekr Radıyallahu anh’ı öldürecek ve esir edecek kişiye onların herbiri için ayrı ayrı ödül verileceğini ifade ediyorlardı. Ben, kavmim Mudlic oğullarının meclislerinden bir mecliste oturmakta olduğum bir sırada onlardan bir adam geldi. Biz otururken yanıbaşımızda durdu ve

“Ey Suraka! Ben sahilde bazı karartılar gördüm. Sanıyorum onlar Muhammed ve arkadaşlarıydı” dedi. Suraka dedi ki: “Ben bu kimselerin onlar olduğunu anladım. Fakat dedim ki:

“O gördüklerin onlar değildirler. Ancak sen filan ve falan kişileri görmüşsündür. Bunlar bizim gözlerimizin önünde çıkıp gittiler” dedim. Sonra mecliste bir süre oturdum. Sonra kalkıp (evime) girdik. Cariyeme atımı alıp çıkarmasını ve yüksek tepenin arkasında beni beklemesini emrettim. Ben de kargımı alarak evin arkasından çıktım. Kargımın (demirli) alt tarafını yerde sürükledim, üst tarafını da aşağıya doğru eğdim. Sonra atımın yanına geldim ve (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ve beraberindekilere hızla) yaklaşmak için atımı dört nala kaldırdım. Sonunda onlara yaklaştım. Bu sırada atım sürçtü ve ben de üzerinden düştüm. Ancak hemen kalktım ve elimi fal oklarının çantasına soktum. Ordan fal oklarını çıkarıp:

“Bunlara zarar verir miyim yoksa veremez miyim?” diye fal çektim. Azulamadığım şey çıktı. (Yani üzerine “hayır” yazan ok çıktı.) Ben yine de atıma bindim ve fal oklarında çıkan sonuca muhalefet ettim. (Atımın) beni onlara (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e ve beraberindekilere) yetiştirmesi için uğraştım. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Kur’an okuyuşunu duyacak kadar yaklaştım. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem arkasına dönüp bakmıyor, Ebu Bekir Radıyallahu anh ise sık sık dönüp bakıyordu. Bu sırada atımın ön ayakları tâ dizlerine kadar yere (kuma) battı. Ben de attan düştüm. Sonra (atı) kalkmaya zorladım ve o da kalktı. Ancak ayaklarını bir türlü çıkaramıyordu. Kalkıp doğrulabildiğinde de ön ayaklarının bıraktığı izden göğe doğru duman gibi parıltı ile bir şey yükseldi. Ardından yine fal oklarıyla fal çektim ve arzulamadığım şey çıktı. Bunun üzerine onlara “emân” diye seslendim. Onlar da durdular. Ben atıma binerek yanlarına gittim. İçimde onlara herhangi bir şey yapmaktan alıkonulmam karşısında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in işinin üstün geleceği kanaati hasıl oldu. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e):

“Kavmin senin başına ödül koydu” dedim ve insanların onların hakkında yapmak istedikleri şeylerden haberlerini kendilerine bildirdim. Kendilerine yol azığı ve ihtiyaç maddeleri sundum. Ancak benden bir şey almadılar ve hiçbir şey de istemediler. Sadece (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Bizim haberimizi gizle” dedi. Ben, bana bir emân yazısı yazmasını istedim. Amir bin Fuheyre’ye emretti. O da bir deri parçasının üzerine yazdı. Sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem yoluna devam eti.”[223]

İbn Şihab dedi ki: “Bana Urve bin Zubeyr’in bildirdiğine göre daha sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Müslümanların bir kafilesi içinde bulunan Zubeyr Radıyallahu anh’a yetişti. Bunlar Şâm tarafından gelen tüccarlardı. Zubeyr Radıyallahu anh, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e ve Ebu Bekir Radıyallahu anh’a beyaz elbiseler giydirdi. Medine’de de Müslümanlar Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Mekke’den yola çıktığını duydular. (Bu yüzden onu karşılamak amacıyla) her sabah Harra denilen mevkiye gelip öğle sıcağı bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün yine uzun süre bekledikten sonra dönmüşlerdi. Onlar evlerine çekildikten sonra yahudilerden bir adam beklediği bir şeye bakmak için kulelerinden birine çıktı. Bu sırada Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve arkadaşlarının beyazlara bürünmüş halde serap görüntüsünü yararak geldiklerini gördü. Bunun üzerine yahudi avazının çıktığı kadar bir sesle: “Ey Arap topluluğu! İşte sizin beklediğiniz o davetliniz geliyor” diye bağırmadan kendini alamadı. Bunun üzerine Müslümanlar hemen silahlarını kuşanarak yola koyuldular ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i Harra üzerinde karşıladılar. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onların sağ taraflarından ilerledi ve beraberindekilerle birlikte Amr bin Avf oğullarının mahallesinde indi. Bu olay Rebi’ul-evvel ayının Pazartesi günü meydana gelmişti. Ebu Bekir Radıyallahu anh insanların arasında ayakta durdu. (Yani “hoş geldin” demeye gelenlerle ilgilenip, onlarla musafaha etti.) Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de sessiz bir şekilde oturdu. Hatta ensardan gelenler içinde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i daha önce görmemiş olanlar Ebu Bekir Radıyallahu anh’e selâm veriyorlardı. Sonunda Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e güneş vurunca Ebu Bekir Radıyallahu anh ridâsıyla onu gölgelendirdi ve insanlar bu gelişme üzerine onun Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem olduğunu anladılar.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Amr bin Avf oğullarında on dört küsur gece kaldı. (Bu süre içinde) takva üzere bina edilmiş olan mescidi (yani Kur’an-ı Kerim’de: “Şüphesiz ilk günden takva üzere kurulan mescid...” (Tevbe, 9/108) diye sözü edilen Kuba Mescidini) inşa etti. Sonra bineğine bindi ve ilerledi. İnsanlar da onunla birlikte yürüdüler. Sonunda (devesi) Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Mescidi’nin bulunduğu mevkiye çöktü. O zaman Müslümanlardan bazı erkekler namazlarını orada kılıyorlardı (yani orayı kendilerine bir namazgâh edinmişlerdi). Bu yer, Sa’d bin Zurâre’nin himasinde olan Sehl ve Süheyl adlı iki yetim çocuğa ait bir hurma kurutma yeriydi. Bineği oraya çökünce Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“İnşallah konaklayacağımız yer, burası olacaktır” diye buyurdu. Sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem (adı geçen) iki genci çağırıp, hurma kurutma yerini mescid yapmak için onlarla bu yer hakkında pazarlık yaptı. Onlar:

“Hayır. Biz burayı sana bağışlıyoruz, ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem!” dediler. Ancak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem orayı bağış olarak kabul etmek istemedi ve onlardan belli bir karşılıkla satın aldı. Sonra oraya Mescid inşa etti. Mescidin yapımında kendisi de onlarla (sahabilerle) birlikte kerpiç taşımaya başladı. Kerpiç taşırken bir yandan da şu beyitleri okuyordu:

“Ey Rabbimiz! Bu taşıdığımız yük Heyber’in (kıymetli hurma) yükleri değildir.

Ama bu yükler -ey Rabbimiz!- onlardan daha değerli ve daha temizdir.

Ey Allah’ım! Gerçek karşılık ancak ahiret karşılığıdır.

Sen ensâra da muhacirlere de rahmet eyle.”

Müslümanlardan ismi bana zikredilmemiş bir adama ait şiirini okumuştu.

İbn Şihab dedi ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bu beyitlerin dışında, bir şiirin beyitlerini tam olarak okuduğu, hadislerde bana rivayet edilmedi.”[224]

Enes İbn Mâlik Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, arkasına Ebu Bekir Radıyallahu anh’ı almış olarak Medine’ye geldi. O zaman Ebu Bekir Radıyallahu anh yaşı biraz ilerlemiş ve tanınan biriydi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ise pek tanınmayan ve henüz genç sayılacak yaşta biriydi. Bazen bir adam Ebu Bekir Radıyallahu anh ile karşılaşır ve kendisine:

“Ey Ebu Bekir! Şu önündeki adam kimdir?” diye sorardı. O da:

“Bu bana doğru yolu gösteren adamdır” derdi. Adam da onun normal gittiği yolu, kasdettiğini sanar ve gitmek istediği yola en kestirme ve doğru yoldan gidebilmek için önündeki kişiden yararlandığını düşünürdü. Bir keresinde Ebu Bekir Radıyallahu anh arkasına baktı. Atlı birinin arkadan kendilerine yetiştiğini gördü.

“Ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem! Arkamızda bir atlı var, bize yetişmiş” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de arkasına baktı ve:

“Ey Allah’ım! Onu yere düşür” diye buyurdu. Bu sırada atı adamı düşürdü. At sonra kişneyerek kalktı. Adam:

“Ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem! Bana istediğini emret” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de:

“Öyleyse yerinde dur ve bizim peşimizden gelecek kimseyi bırakma” diye buyurdu. Böylece günün başında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in canına kasteden biriyken aynı günün sonunda adeta onu savunan bir silah haline gelmiş oldu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem (bu yolculuğun) sonunda Harra civarına yerleşti. Sonra ensâra haber gönderdi. Onlar Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve Ebu Bekir Radıyallahu anh’ın yanlarına gelerek kendilerine selâm verdiler ve şöyle dediler:

“Güven içinde bineklerinize binin. Size itaat edilecek.” Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ve Ebu Bekir Radıyallahu anh bineklerine bindiler. Gelen ensâriler de önlerinde silahlı bir çember oluşturdular. Medine’de de: “Allah’ın Peygamberi geldi. Allah’ın Peygamberi geldi” denildi. Böylece onlar da gelerek bakmaya ve “Allah’ın Peygamberi geldi” demeye başladılar. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye doğru yönelip ilerlemeye başladı. Sonunda Ebu Eyyub Radıyallahu anh’ın evinin yanında indi. O bu sırada ailesiyle konuşuyordu. Bu arada, ailesine ait bir hurmalıkta onlar için hasat yapmakta olan Abdullah bin Selâm da (olanları) duydu. Hemen aceleyle onlar için topladığını yanına alıp geldi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den bir şeyler dinleyip sonra ailesine geri döndü. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Yakınlarımızdan kimin evi en yakındır?” diye sordu. Ebu Eyyub Radıyallahu anh:

“Benim, ey Allah’ın Resulü! Şu evim, şu da kapımdır” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Öyleyse git bize uyuyacağımız bir yer hazırla” diye buyurdu. O da:

“Allah’ın bereketiyle kalkın” dedi.

Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem gelince Abdullah bin Selâm da geldi ve şöyle söyledi:

“Ben senin Allah’ın Peygamberi olduğuna ve hak üzere geldiğine şehâdet ederim. Yahudiler beni kendilerinin efendileri, efendilerinin oğlu, en bilgilileri ve en bilgililerinin oğlu olarak bilmişlerdir. Onlar benim Müslüman olduğumu öğrenmeden sen onları çağır. Çünkü benim Müslüman olduğumu öğrenirlerse hakkımda bende olmayan şeyler söylerler (beni olduğumdan farklı bir şekilde nitelerler).” Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onlara bir adam gönderdi. Onlar hemen gelip yanına girdiler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendilerine:

“Ey Yahudiler topluluğu! Yazık size, Allah’tan korkun. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin olsun ki siz benim gerçek peygamber olduğumu ve benim hak üzere geldiğimi biliyorsunuz. Artık Müslüman olun” diye buyurdu. Onlar:

“Böyle bir şey bilmiyoruz” dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e böyle dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem aynı sözü üç kere tekrarladı. (Ardından):

“Size göre Abdullah bin Selâm nasıl bir adamdır?” diye sordu. Onlar da:

“O bizim efendimiz ve efedimizin oğlu, en bilgilimiz ve en bilgilimizin oğludur” dediler. Bu kez:

“Peki o Müslüman olursa ne düşünürsünüz?” diye sordu. Onlar:

“Allah korusun, o Müslüman olacak biri değildir” dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem tekrar:

“O Müslüman olursa ne düşünürsünüz?” diye sordu. Onlar yine:

“Allah korusun, o Müslüman olacak biri değildir” dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem yeniden:

“O Müslüman olursa ne düşünürsünüz?” diye sordu. Onlar da yine:

“Allah korusun, o Müslüman olacak biri değildir” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Ey İbn Selâm! Çık yanlarına!” dedi. O da çıktı ve şöyle söyledi:

“Ey yahudiler topluluğu! Allah’tan korkun. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin olsun ki siz onun gerçek peygamber olduğunu ve onun hak üzere geldiğini biliyorsunuz.” Onlar:

“Yalan söylüyorsun” dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de onları yanından çıkardı.”[225]

Buhari’nin Sahih’inde geçen hicretle ilgili hadislerden biri de Enes Radıyallahu anh’ın Ebu Bekr Radıyallahu anh’den rivayet ettiği şu hadistir: “(Ebu Bekr Radıyallahu anh dedi ki: “Mağarada Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le birlikteydim. Başımı kaldırdım. Gelen adamların ayaklarını gördüm.

“Ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem! İçlerinden biri bu tarafa doğru aşağı bakacak olsa bizi görür” dedim. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de:

“Sus, ey Ebu Bekir! (Biz) üçüncüleri Allah olan iki kişiyiz” diye buyurdu.”[226]

“İmâni dersler ve ölçüler” kısmına geçmeden önce hicret esnasında meydana gelen iki olaydan söz etmek istiyoruz. Bunlardan birincisini Sahih’inde Buhari, ikincisini ise el-Hakim ve Taberânî rivayet etmiştir.

Buhari, Berâ Radıyallahu anh’ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir: “Ebu Bekir Radıyallahu anh Azib’den bir eğer satın aldı. Ben onu, onunla birlikte taşıdım. Azib ona Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’ın yolculuğundan (hicretinden) sordu. O da:

“Bizim durumumuz izlenmeye başlandı” dedi. Derken geceleyin yola çıktık. O gece ve gündüz hızlı bir şekilde yürüdük. Öğle vakti oldu. Bizim için bir kaya kaldırıldı. Onun yanına geldik. Onun biraz gölgesi vardı. Ben Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem için yere bir hırka serdim. Sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onun üzerine yan üstü uzanıp yattı. Ben etrafındakileri kolaçan edip tehlikeli bir şey varsa gidermek üzere çıktım. Bu sırada bir çobana rastladım. Koyunlarının önüne düşmüş kayadan bizim yararlandığımız şekilde yararlanmak istiyordu (yani gölgesinden yararlanmak istiyordu). Ona:

“Ey delikanlı! Sen kime aitsin (kimin kölesi veya hizmetçisisin)” diye sordum.

“Ben filanca kişiye aitim” dedi. “Koyunlarının arasında hiç sütlü olan var mı?” diye sordum.

“Evet” dedi. Bu kez:

“Peki sağar mısın?” diye sordum. O da

“Evet” dedi ve sürüsündan bir koyunu aldı.

“Memesini salla” dedim. O da az bir miktarda süt sağdı. Yanında bir de, üzerinde hırka bulunan bir su tulumu vardı. Onu da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem için güzelce süzdüm. Ardından süte döktüm ve alt tarafını serinletti. Sonra onu Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e götürdüm ve:

“İç, ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem!” dedim. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de içti. Ben de böylece memnun oldum. Sonra yola koyulduk. Bizi izleyenler de izimiz üzere geliyorlardı.”[227]

Kays bin Nu’man’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ve Ebu Bekr Radıyallahu anh gizlice yola çıktıklarında Ummu Ma’bed’e uğradılar. O:

“Vallahi bizim (süt veren) koyunumuz yok. Koyunlarımız hep gebe olduklarından hiç sütümüz kalmadı” dedi. Sanıyorum Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de:

“Şu koyun nedir?” diye buyurdu. O, o koyunu getirdi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onun için bereketle dua eti. Sonra da ondan bir kap süt sağdı ve onlara ikram etti. Onu içtiler. Bunun üzerine adam:

“Sanıyorum sen kendisinin sabii olduğunu sanan kişisin” dedi. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:

“Bunu onlar diyorlar” dedi. Adam:

“Senin getirdiğine şehâdet ederim” dedi. Sonra:

“Sana uyayım mı?” diye sordu. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de):

“Bizim güçlenerek ortaya çıktığımızı duyana kadar hayır” dedi. Daha sonra ona uydu.[228]

Hicret kısmını, Ebu Kays Sırme el-Ensâri’nin söylemiş olduğu şu güzel beyitlerle tamamlıyoruz:

Kureyş’in arasında on küsur yıl kaldı

Kendisine bir dostla karşılaştığında öğüt vererek,

 

Hac dönemlerinde gelenlere kendisini arzederdi

Ne kendisini barındıracak birini ne de bir davet eden görebildi.

 

Ancak bize geldiğinde ve gönüller ona kesin güvenince

Çok hoşnud oldu ve gönlü huzurla doldu

 

Artık hiçbir zalimin zulmünden korkmaz oldu

İnsanlardan hadi aşacak kimselerden birinden de korkmaz oldu.

Helal yoldan kazandığımız mallarımızdan onun için bolca harcadık

Savaşlarda ve yardımlaşma anlarında da canlarımızı feda ettik

 

Bütün insanlardan ona düşmanlık edene düşmanlık ederiz

Çok yakın ve gönülden bir dostumuz dahi olsa

 

Allah’tan başka Rab olmadığını biliriz

Allah’ın kitabının hidayete götürdüğünü de.[229]

 

İmâni Dersler ve Ölçüler

 

1. Yüce Allah hicretten söz ederken şöyle buyuruyor:

“Siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (bilin ki) küfredenler onu iki kişinin ikincisi olarak (Mekke’den) çıkardıklarında Allah kendisine yardım etmişti. O ikisi mağarada iken arkadaşına: “Üzülme! Allah bizimledir” diyordu. Allah da ona güven duygusu vermiş, sizin görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş ve inkâr edenlerin sözlerini alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah yücedir, hakimdir.” (Tevbe, 9/40)

Muhammed el-Gazali diyor ki: “Bâtılı yenilgiye uğratan ve hakka yardım eden askerlerle kastedilen sadece belli bir silah türü veya olağanüstü bir şekilde kendini gösteren bir gelişme değildir. Bu maddi ve manevi bütün yönleri kapsayacak şekilde geniş bir anlam içerir. Maddi bir şey olduğu zaman akla mutlaka çok büyük varlıkları getirmek gerekmez. Bazen gözün görmediği küçük bir mikrop bile güçlü bir ordunun yaptığını yapabilir. Nitekim Yüce Allah buyuruyor:

“Rabbinin askerlerini O’ndan başkası bilmez.” (Müdessir, 74/31)

Bazen Allah Peygamberi için düşmanlarının gözlerini köreltir. Bu da bir tarafa yardım niteliği taşır. Bu kaderin, kurtuluş sebeplerine yapışmakta kusur eden bir topluluğa haksızlığı değildir. Aksine kaderin, hiçbir tedbir vesilesini bırakmaksızın hepsini kullanan bir topluluğa mükâfatıdır. Nice planlar var ki, insanlar büyük bir dikkatle hazırlarlar, başarılı olması için son derece özen gösterirler, ancak daha sonra insan iradesini aşan yahut önceden hesapta olmayıp sonradan ortaya çıkan birtakım gelişmeler dolayısıyla çeşitli zorluklarla karşı karşıya gelir ve en sonunda yüce hikmet neyi gerektiriyorsa o olur. İşte bu Yüce Allah’ın şu sözünde anlamını bulan bir gelişmedir:

“Allah emrinde galibdir (mutlak güç ve irade sahibidir), ancak insanların çoğu bilmez.” (Yusuf, 12/21)[230]

2. Kâsımi diyor ki: “Zeydilerin müfessirlerinden bazıları şöyle demişlerdir: “Bu âyet yani Yüce Allah’ın: “O ikisi mağarada iken arkadaşına: “Üzülme. Allah bizimledir” diyordu...” sözü Ebu Bekir Radıyallahu anh’in ne derece yüksek bir mevkiye sahip olduğuna birçok yönden delalet etmektedir:

Ayette: “Allah bizimledir” deniyor.

“Allah da ona güven duygusu vermiş...” sözünde kastedilen kişinin Ebu Bekir Radıyallahu anh olduğu söylenmiştir. Bu açıklama Ebu Ali ve el-Asamm’dan rivayet edilmiştir. Ebu Ali şöyle demiştir: “Çünkü korku içinde olan dolayısıyla güvene ihtiyaç duyan oydu.”

Burada kastedilen kişinin Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama da ez-Zeccac ve Ebu Müslim’den rivayet edilmiştir.

Câru’llah şöyle demiştir: “Kim Ebu Bekir Radıyallahu anh’in sahabiliğini inkâr ederse kâfir olur. Çünkü o Allah’ın kitabında bildirilen bir şeye karşı çıkmış olur.”[231]

3. Dr. Mustafa es-Sıbâî, çıkartılacak dersler ve öğütler ile ilgili olarak şöyle diyor:

“Islah çağrısında samimi sadakat sahibi bir asker, komutanı için canını feda etmekten çekinmez. Çünkü komutanının selâmeti davanın selâmeti demektir. Onun ortadan kaldırılması davanın bertaraf edilmesine veya zayıf düşürülmesine yolaçar. Ali Radıyallahu anh’ın, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hicrete çıktığı gece onun yatağında yatması Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hayatta kalması için kendi canını ortaya koymaktan başka bir şey değildi. Çünkü Kureyş’in gençleri kendisinden intikam almak için kılıçlarını ona saplayabilirlerdi. Zira o Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kurtulmasına imkan sağlamıştı. Buna rağmen Ali Radıyallahu anh böyle bir şeye aldırış etmedi. Ümmetin peygamberinin ve davanın kumandanının kurtulması onun için yeterliydi.[232]

4. Yine şöyle diyor:

Müşriklerin gözlerine perde çekilmiş ve böylece Sevr mağarasında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i ve arkadaşını görememişlerdi. Oysa hemen yanıbaşlarına kadar gitmişlerdi. Rivayetlerde bize aktarılan, mağaranın kapısına örümceğin ağ örmesi ve kuşun yuva yapması olayı, Yüce Allah’ın peygamberlerine, davetçilerine ve sevdiklerine nasıl özen gösterdiğini ortaya koyan ve gönüllere rahatlık veren temsillerden bir temsildir.[233] Allah’ın kullarına olan rahmeti, Peygamber -Aleyhisselam-’ın müşriklerin eline geçmesine ve onların onu ve davetini ortadan kaldırmalarına müsaade edecek değildi. Nitekim o bütün alemlere rahmet olarak gönderilmişti. Aynı şekilde Yüce Allah samimi davetçi kullarına da zorluk anlarında lütfuyla yardım eder ve onları içinde bulundukları darlıktan kurtarır, haksızlığa uğratılmaktan korur. Müşrikler etraflarını sardıktan sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve arkadaşının onlardan kurtarılması Yüce Allah’ın şu sözünü doğrulayan bir gelişmeden başka bir şey değildir:

“Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında da şahitlerin duracakları günde de yardım ederiz.” (Mü’min, 40/51)

Yine Yüce Allah’ın şu sözünü doğrulamaktadır:

“Şüphesiz Allah iman edenleri savunur. Allah hiçbir hain ve nankörü sevmez.” (Hacc, 22/38)[234]

5. Üstad Münir el-Gadbân şöyle diyor:

“Plan tamamen gizli tutulduğu, Aişe Radıyallahu anha, Esma Radıyallahu anha, Ebu Bekr Radıyallahu anh, İbn Ureykit Radıyallahu anh, İbn Fuheyre ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in içinde bulunduğu grup dışında Müslüman kitleden bile gizlendiği halde bir insanın tasarlıyabileceğinin üstünde birtakım gelişmeler dolayısıyla planın bazı yönleri açığa çıktı. Ancak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu gelişmeleri tam bir teslimiyetle karşıladı ve: “Üzülme! Allah bizimledir. Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında sen ne diyorsun?” diye buyurdu. Hicretteki planlamada gösterilen dehayı müşahade ettikten sonra bize düşen şu üç ciheti gözden uzak tutmamaktır:

Birincisi: Beşerî planlamada bütün gücümüzü ortaya koymamız ve tüm tecrübelerimizi değerlendirmemiz gerekir.

İkincisi: Allah’a olan tevekkülümüz sebeplere olan güvenimizden önce gelmelidir.

Üçüncüsü: Yüce Allah’ın bizim gücümüzün üstünde olan kaza ve kaderini kabullenmeli ve onun İslâm ve Müslümanlar için hayırlı olduğu konusunda gönlümüz rahat olmalı.”[235]

6. Yine şöyle diyor: “İnsandan istenen gayretin son noktasına gelindiği ve beşeri enerjinin bittiği yerde Yüce Allah peygamberine ve onun arkadaşına yardım ederek kendilerini düşmanlarının ellerine düşmekten korumuştur. Yüce Allah vahiyle bildirdiği sağlam (muhkem) sözünde de bu hususu te’yid etmiştir. Nitekim, kitabında yeryüzündeki güçlerin ona bir şey yapamadığı, bütün Müslümanların Medine’de kalan veya Mekke’de gizlenen beşeri bir güçten ibaret kaldıkları, onu korumak için yanında bir kişiden başka kimsenin bulunmadığı anda kendisinin onu koruduğunu ve ona yardım ettiğini bildirmektedir:

“Siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (bilin ki) inkâr edenler onu iki kişinin ikincisi olarak (Mekke’den) çıkardıklarında Allah kendisine yardım etmişti. O ikisi mağarada iken arkadaşına: “Üzülme. Allah bizimledir” diyordu. Allah da ona güven duygusu vermiş, sizin görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş ve inkâr edenlerin sözlerini alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah yücedir, hakimdir.” (Tevbe, 9/40)

Burada yeryüzünün bütün güçleri Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den uzaktır. Müslümanlar da kâfirler de. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de arkadaşına kesin şekilde söylüyor: “Üzülme. Allah bizimledir.”

Yüce Allah’a davet edenlerin de sürekli şekilde, beşeri güçlerin tükendiği yerde Allah’ın yardımının ulaşacağı konusunda sağlam bir inanca sahip olmaları gerekir. Güçlerin bittiği, elden bir şeyin gelmediği anda, düşmanın planının başarıya ulaşmasını Allah’ın yardımının engelleyeceğine sağlam bir şekilde inanmak gerekir. Aynı şekilde zaferin başta da sonda da Allah’ın elinde olduğuna kesin bir şekilde kanaat etmeleri gerekir.”[236]

7. Muhammed el-Gazali özetle şöyle diyor:

Çöl seyahati güçlü bedenlere sahip olan develeri bile takatsiz bırakıyorsa, kanı heder edilmiş, hakkının elinden alınması mübah addedilmiş yolcuların durumunu artık sen düşün.

Arapların azık ve su azlığına rağmen bu kabil zorluklara katlanabilme güçleri oldukça üst düzeydedir. Önceki sayfalarda geçtiği üzere Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem daha çocukken bu yolu katetmişti. Annesiyle birlikte babasının kabrini ziyaret için gitmiş sonra yalnız başına dönmüştü. Şimdi de 53 yaşına geldiği sırada bu yolu katediyordu. Bu seferki yolculuğu Medine’de vefat etmiş olan anne ve babasının kabrini ziyaret için değil; Mekke halkı kendisini de, onun etrafında toplananları da reddettikten sonra Yesrib (Medine) topraklarında kök salan risâletini (davasını) korumak içindi. Allah’ın kendisine yardım edeceğine ve dinini zafere erdireceğine güveni tamdı. Ama yine de karşılaştığı sert tepki, ilk günden beri gördüğü inkarın onu bu şekilde hicrete zorlaması esef vericiydi. O şimdi Mekke’den rabbine hicret etmek üzere çıkıyordu.”[237]

8. Yine şöyle diyor: Allah’ın yardımını Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kadar hakeden ve O’nun desteğine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den daha lâyık bir insan bilmiyoruz. O Allah yolunda çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya geldi. Bununla birlikte en yüksek derecede desteğe lâyık olmak bile sebeplere yapışmakta ve gerekli araçlardan yararlanmakta bir karınca boyunca dahi ihmalkâr davranmaya müsaade etmez. Bundan dolayıdır ki Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hicretiyle ilgili planı oldukça sağlam yaptı ve hazırlanması gereken her şeyi hazırladı. Hiç bir şeyi raslantıya bırakmadı.

Bir mü’minin de hazır olan bütün sebeplere onların hepsinin başarıya ulaştırıcı şeyler olduğunu düşünerek yapışması sonra da Allah’a tevekkül etmesi gerekir. Çünkü Allah dilemedikten sonra hiçbir şey gerçekleşmez. Kişi eğer elinden gelen bütün gayreti ortaya koyar ve artık yapacak bir şeyi kalmazsa bir imtihan olarak başına gelen yenilgiden dolayı Allah onu hesaba çekmez. Bu gibi durumlar ise sadece insan iradesini aşan kaderin gereği yerine geldiğinden (kader öyle olmasını gerektirdiğinden) dolayı olmaktadır. Bunda ise kişi mazurdur (elinden gelen bir şey olmadığından kabahatsizdir.) Çoğu zaman insan zaferin ön şartlarını gayet güzel bir şekilde hazırlar sonra çok daha yüksek bir yardım gelir ve o zaferin meyvelerini ikiye katlar. Tıpkı başarılı bir kaptanın yönetiminde güzelce suyu yarıp giderken hava şartları kendisine yardım eden ve gittiği yöne doğru rüzgâr esen bir gemi gibi. Bu durumda gemi varmak istediği noktaya belirlenenden çok daha kısa zaman içinde ulaşır. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Mekke’den Medine’ye hicreti bu şekilde gerçekleşmiştir.”[238]

9. Şeyh el-Hudari -Rahmetullahi aleyh- şöyle diyor:

Bu hicretle Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hakkında da kendinden önce geçmiş olan peygamber kardeşlerinin sünneti gerçekleşmiş oldu. Peygamberlerin babası ve Allah’ın dostu İbrahim -Aleyhisselam-’dan Allah’ın kelimesi İsa -Aleyhisselam-’a kadar hiçbir peygamber yoktur ki kendisinin yetiştiği ortamda yaşayanlar tarafından dışlanmış ve bu yüzden oradan hicret etmek zorunda kalmış olmasın. Derecelerinin üstün, makamlarının yüksek olmasına rağmen hepsi kavimleri tarafından aşağılanmışlardı. Ancak onlar da, Allah uğrunda olduğu sürece zorluklara tahammül ve sabırla kendilerinden sonra gelecek tabilerine örnek olmak amacıyla başlarına gelenlere katlanmışlardı.”[239]

Ben derim ki: “Varaka bin Nevfel bundan dolayı: “Keşke kavmin seni (yurdundan) çıkardığında sağ olsaydım” demişti.[240]

Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

“İnkâr edenler peygamberlerine: “Kesinlikle ya sizi toprağımızdan çıkaracağız ya da bizim dinimize döneceksiniz” dediler.” (İbrahim, 14/13)

10. Muhammed el-Gazali şöyle diyor:

“Hayatın tenakuzlarına ve insanların ihtilaflarına hayret etmek gerekir. Mekke halkının, öldürmek amacıyla kendisine karşı silah çektiği, dolayısıyla onların yurtlarından baskı altında çıkan kişiyi Medineliler def ve methiyeyle karşılıyor, adamları onu korumak için canlarını ortaya koyuyor ve kendisi için her türlü hazırlığı yapıyorlardı.”[241]

11. Muhammed Said Ramazan da şöyle diyor:

“Belki Müslümanın aklına Ömer bin Hattab Radıyallahu anh’ın hicretiyle Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hicreti arasında bir kıyas yapma düşüncesi gelebilir ve kendi kendine: “Neden Ömer Radıyallahu anh müşriklere kafa tutarak, hiçbir şeyden korkmadan ve çekinmeden açıktan hicret ederken Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem saklanarak kendini gizlemek için çeşitli tedbirlere başvurarak hicret etti. Ömer bin Hattab Radıyallahu anh Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den daha mı cesaretliydi?”diye sorabilir. Böyle bir sorunun cevabı şudur: Ömer bin Hattab Radıyallahu anh’ın veya Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in dışında kalan herhangi bir Müslümanın hareketi Şeriat açısından hüccet nazarıyla bakılmayan kişisel bir hareketti. Dolayısıyla onun kendisine uygun gelen, cesaret gücüne ve iman kuvvetine uygun düşen yollardan, araçlardan veya metodlardan birini seçme imkânı vardı. Ancak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şeriat koyucuydu. Yani dinle bağlantılı tüm hareketleri bizim için bir şeriat ölçüsü sayılır. Bundan dolayıdır ki şeriat hükümlerinde onun sünneti ikinci kaynak olmuştur. Sünnetine ise tüm sözleri, fiilleri, nitelikleri ve benimsemeleri (takrirleri) girer. O eğer Ömer Radıyallahu anh’ın yaptığı gibi yapsaydı insanlar vacib olanın (yapılması gerekenin) bu olduğunu, herhangi bir tedbir almanın, ihtiyatlı davranmanın korku halinde gizlenmenin caiz olmadığını sanırlardı. Oysa Yüce Allah şeriatını bu dünyadaki sebeplere ve sebeplerin gerektirdiği şeyler üzerine bina etmiştir. Her ne kadar bütün bu sebeplerin ve gereklerin Allah’ın dilemesiyle ve iradesiyle konulduğunda şüphe yoksa da! Bundan dolayı Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, böyle bir işte insan aklının gerektirdiği bütün dünyevi sebeplere ve tedbirlere başvurmuştur. Hatta bu konuda akla gelecek hiçbir tedbir bırakmaksızın hepsine başvurmuş ve hepsini kullanmıştır. Buna göre Ali bin Ebi Talib Radıyallahu anh’ı yatağında uyuması ve yorganını örtünmesi üzere yerinde bırakmış, kendisine emân vermesinden sonra düşmanlarının aklına gelmeyecek kenar bir yoldan kendisini götürmesi üzere bir müşrikten yararlanmış, mağarada üç gün kalarak saklanmış ve bunun dışında insan aklına gelebilecek bütün diğer dünyevi sebeplere başvurmuştur. Bununla Yüce Allah’ın ilâhi hikmetinin sebep olmasını gerektirdiği birtakım dünyevi sebeplere yapışmanın Yüce Allah’a iman etmeye ters düşmeyeceğini ortaya koymak istemiştir.”[242]

12. Yine şöyle diyor:

“Medine-i Münevvere halkının Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i karşılayış şekilleri bize, Medine halkının oluşturduğu ensarın gönüllerinin erkekleriyle, kadınlarıyla ve çocuklarıyla Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e karşı ne kadar büyük bir sevgiyle dolup taştığını göstermektedir. Her gün Medine dışına çıkarak güneşin altında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kendilerine ulaşmasını bekliyorlardı. Gün bitince ertesi sabah yine onu beklemek için çıkmak üzere evlerine geri dönüyorlardı. Sonunda Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendilerine görününce gönüllerindeki duygular coşmuş ve O’nu görmenin, O’nun kendilerine ulaşmasının sevinciyle dilleri kasideler, ilahiler söylemeye başlamıştı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de onları aynı sevgiyle karşılamıştı. Hatta etrafına toplanmış, onun gelişinden dolayı kasideler, ilahiler söyleyen Beni Neccar cariyelerine doğru bakarak: “Beni seviyor musunuz? Vallahi benim kalbim de sizin sevginizle dolu” diyordu.”[243]

13. Allâme Muhibbuddin el-Hatîb şöyle diyor:

“Hicret olayının dayandığı hikmeti anlasaydık ve Allah’ın kitabının, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ashabından Mekke’de kalan, namaz kılıp oruç tutan ama İslâm’a ters sistemlerin gölgesinde kalmaya razı olan, o sistemleri değiştirmeye güçleri yetmediği halde İslâm’ın bu sistemleri değiştirmek için çalışan askerlerinden olmak üzere onun kalesine hicret etmeyen bir topluluğu azarladığını bilseydik İslâm’ın; mensuplarının namaz kılıp oruç tutmalarını yeterli görmediğini, bunun yanısıra sistemlerini, kurallarını evlerinde, çarşılarında, teşkilatlarında, toplumlarında ve yönetimlerinde uygulamalarını da istediğini anlardık. Yine onların evlerinden başlayarak İslâm’ın bu gayesinin gerçekleşmesi için her yola başvurmalarının gerektiğini anlardık. Bu yöndeki çalışma da önce kişilerin kendi emanetlerinde bulunan oğullarını ve kızlarını eğitmeleriyle başlar. Sonra İslam’ın yücelmesi için uğraşan, kardeşlerinin öne çıkmaları için çalışan kimselerle yardımlaşır. İşte bu ıslah çabası geniş alanlara yayılınca onun ışıkları altında batılın karanlıkları dağılır gider. İşte hicret metodlarından biri olan bu metodun Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve onun ilk ashabının hicretinin etkileri gibi etkileri olacaktır.

Müslim, Sahih’inin İmâre Kitabında Ebu Osman en-Nehdi’den şöyle rivayet etmiştir: “Mucaşi’ İbn Mes’ud es-Sulemi Radıyallahu anh dedi ki: “Kardeşim Ebu Ma’bed’i fetihten sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e götürdüm ve:

“Ya Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem! Onunla hicret etmesi üzere bey’at et” dedim.

“Hicret ehlini alıp geçti (yani şimdiye kadar hicret edenler ettiler,bundan sonra o anlamda bir hicret söz konusu değildir)” diye buyurdu. Bu kez Mucaşi:

“Ne üzere sana bey’at edebilir?” diye sordu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de:

“İslâm, cihad ve hayır işlemek üzere” diye buyurdu.”

Ebu Osman en-Nehdi dedi ki: “Ben Ebu Ma’bed’le karşılaştım ve kendisine Mucaşi’nin sözünü haber verdim. O da: “Doğru söylemiş” dedi.”[244]

Hadis kitaplarında ve kısmen Sahihayn’da geçtiğine göre Abdullah İbn Amr İbn ‘As Radıyallahu anh ve Mukale İbn Ubeyd İbn Nâkid el-Ensâri Radıyallahu anh’den şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Muhacir kötülüklerden hicret edendir (kötülükleri terkedendir).”[245]

Öyleyse ey Müslümanlar haydi hicrete!

Kötülüklerden ve günâhlardan hicrete!

Evlerimizde ve yaptığımız işlerde İslâm nizamına ters düşen her şeyden hicrete! Zaafı, miskinliği, ihmâli, zevk düşkünlüğünü, yalanı, gösterişi ve her şeyi yerli yerine koymama alışkanlığını bırakma hicretine!”[246]

14. Dr. Muhammed Ebu Fâris şöyle diyor:

“Hicret İslâm devletinin tarihinde önemli bir olaydır. Çünkü İslâm ümmetinin İslâm’ı yaymak ve onun onurunu korumak için gereken siyâsi otoriteleri bu olayla birlikte kurulmuştur. Bu büyük öneminden dolayı takvim (hicri takvim), Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in doğumu, peygamber olarak görevlendirilmesi, Bedir olayı ve benzerleri gibi diğer önemli olaylardan biriyle değil hicret olayıyla başlatılmıştır. Müslümanlar kendi ümmetlerinin müstakil ve kendine özel bir kimliğe sahip olması dolayısıyla başkalarının takvimlerini esas almamışlardır.

Hicret olayı bize davetçilerin davet için nasıl sürekli şekilde verimli topraklar araştırmaları ve buraları davetin merkezi, çıkış noktası, çekirdeği olarak kullanmaları gerektiğini öğretmektedir.”[247]
 



[1] Buhârî, (1/75), Kitâbu’l-İmân; Müslim (2/15). Kitâbu’l-İmân.

[2] Kadı İyad, eş-Şifâ, II, 88.

[3] Atadan kardeşler: Babaları bir anaları ise farklı olan kardeşlere denir. Burada şeriatlarının farklılığına işaret edilmektedir. Nitekim Yüce Allah  şöyle buyuruyor:

“Sizin her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik.” (Maide: 5/48)

İnançlarının birliğine ise Yüce Allah bir ayetinde şöyle işaret etmektedir:

“O,: “Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye dinden Nuh’a buyurduğunu, sana vahyettiğimizi ve İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya buyurduğumuzu sizin için de bir şeriat kıldı.” (Şurâ: 42/13).

[4] es-Sîretu’n-Nebeviyyetu’s-Sahiha, Muhâveletün li Tatbiki Kavâidi’l-Muhaddisin fî Nakdi Rivâyâti’s-Sîretu’n-Nebeviyye (1/40) Mektebetu’l-Ulum ve’l-Hikme, Medine.

[5] İbn Seyyidi’n-Nâs, Uyunu’l-Eser fi Fununi’l-Meğâzi ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer (1/10-11). Dâru’l-Ma’rife. Ayrıca bkz. Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, İbn İshâk’ın hayatıyla ilgili kısım, (7/33-55).

[6] es-Sîretu’n-Nebeviyyetu’s-Sahiha, (1/56-57).

[7] Bkz. Taberi Tarihi, Rib’iy bin Âmir’in Rüstem’in yanına girmesi olayı, (3/520), Dâru’l-Me’arif.

[8] İnşâallah ileride bu hadisin metni ve rivâyet senedi verilecektir.

[9] Müslim (13/56) İmâre: Ebu Davud (2485 nolu hadis) Cihâd; Nesâî (6/8) Cihâd. İbn Mübârek şöyle söylemiştir: “Bunun yalnız Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in dönemi için söz konusu olduğu görüşündeyiz.” Nevevi de şöyle söylemiştir: “İbn Mübârek’in bu söylediği bir ihtimal olabilir. Ancak başkaları bunun genel olduğunu, öyle yapanların (yani cihad etmeyen ve cihad etmeyi düşünmeyen kimselerin) bu konuda cihaddan geri kalan munâfıklara benzemiş olacaklarını şöylemişlerdir. Şüphesiz cihadın terki nifak yollarından bir yoldur.”

[10] İbn Hazm el-Fisal fi’l-Milel ve’n-Nihal (2/190).

[11] Mesâdirü’s-Sireti’n-Nebeviyye ve Takvimuhâ (sh. 19). Adil Abdulğafur’un Merviyâtu’l-Ahdi’l-Mekki’sinden naklen. Yüksek Lisans tezi baskısı.

[12] Buhârî (1/42) Bed’u’l-Vahy.

[13] Müslim (15/36) Fedâil; Tirmizî (13/94) Menâkıb; Ahmed ibnu Hanbel (4/107). Müslim kendi rivayetinde hadisin başında şu fazlalığa yer vermiştir! “Allah İbrâhim’in oğullarının arasından İsmâil’i seçti.” Nevevi diyor ki: “mezhebimize mensup (şafiî) âlimleri, bunu, Kureyş’in dışındakilerin onlara denk olmadıklarına, Hâşim oğullarının ve de Muttalib oğullarının dışındakilerin onlara denk olmadıklarına delil saymışlardır. Buna göre, sahih bir hadiste de ifade edildiği üzere onlar (Muttalib oğulları) ve Haşim oğulları aynı konumdadırlar.”

[14] Buhârî, et-Târihu’l-Kebir (1/341); İbn Adiyy, el-Kâmil, (1/262); Hakim (2/536, 4/54). Hakim hadisin sahih olduğunu, el-Irâki hasen olduğunu söylemiştir. el-Albâni de şâhidlerinin bulunması dolayısıyla hasen olduğunu söylemiştir. es-Sahihâ, no: 1944.

[15] İbn Hazm, Cevâmiu’s-Sîre (2). Faysalâbâd, Pakistan. Ahmed Şâkir’in tahkikiyle. Mısır, Daru’l-Me’ârif tarafından yapılan tıpkı basım.

[16] İbn Kesir, Kısasu’l-Enbiyâ (175), Dâru Ömer İbnu’l-Hattab.

[17] Daha fazla bilgi için bkz. Kurtubî, el-İ’lâm bimâ fi Dini’n-Nasarâ min Fesâdin ve Evhâm (291,292); Tirmizî’nin eş-Şemâilu’l-Muhammediye’sinin muhtasarı, özetleme ve tahkik, el-Albâni (13-29), Nevevi, Tahzibu’l-Esmâ ve’l-Lugât (1/25-26); Fethu’l-Bâri (6/651-669) Menâkıb; Müslim (15/91-116) Fedâil; İbn Hazm, Cevâmi’u’s-Sîre (21/22); Beyhaki, Delâilu’n-Nubuvve, Dr. Abdulmu’ti Kal’acı’nın tahkikiyle (1/194-285), burada konu en geniş şekilde ele alınmaktadır.

[18] Buhârî (6/652) Menâkıb; Müslim (15/100) Fedâil, anlam itibariyle rivayet etmiştir.

[19] Buhârî (6/652) Menâkıb; Müslim (15/92) Fedâil.

[20] Buhârî (6/653) Menâkıb; Tirmizî (13/116) Menâkıb.

[21] Buhârî (6/653) Menâkıb.

[22] Buhârî (6/654) Menâkıb; Müslim (15/90) Fedâil.

[23] Buhârî (6/653) Menâkıb.

[24] Buhârî (6/653) Menâkıb.

[25] Müslim (15/90) Fedâil; Tirmizî (106320) Menâkıb.

[26] Nevevi’nin Sahihi Müslim Şerhi’nden özetlenerek (15/93).

[27] Müslim (15/93) Fedâil.

[28] Müslim (15/91) Fedâil; Tirmizî (13/115-116) Menâkıb.

[29] Tirmizî (13/116) Menâkıb; eş-Şemâil’de 40 nolu hadis olarak rivayet edilmiştir. el-Albâni’nin eş-Şemâil muhtasarından. el-Albâni bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[30] Tirmizî (13/118) Menâkıb. Tirmizî şöyle söylemiştir: “Bu hadis hesendir. Zuhri’den nakledilen rivayet şeklinden başka rivayetini bilmiyoruz. Bunu Yunus bin Yezid, Zuhri (İbn Şihâb ez-Zuhri)’den rivayet etmiştir.” Bu hadis eş-Şemâil muhtasarında 191 nolu hadis olarak geçmiştir. el-Albâni bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.

[31] Buhârî (6/641) Menâkıb. -el-Akıb (sonuncu) kelimesinin açıklamasına yer verilmeden-; Müslim (15/104); İmam Malik (Muvatta) (2/1004); Ahmed bin Hanbel (4/84). Burada (Ahmed bin Hanbel’in rivayetinde) el-Akıb kelimesinin açıklamasının Zuhri’nin kendi sözü olduğu bildirilmiştir. Darimi (2/317-318)

[32] el-Feth (6/642)’den özetlenerek, el-İsâbe (3/369-385)’te adları Muhammed olan 62 sahabinin biyografisi verilmiştir. -Bunların tamamından birinci kısımda söz etmiştir- Bunlarsa sahabilikleri (Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’le görüştükleri) kesin olanlardır. Ancak 7755 ile 7817 numara arasında mukerrer olanlar vardır. Anlaşılana göre belirtilen bölümü sahabiler hakkında yazılmış eserleri toplamaya ve bunlardan el-İsâbe adlı ansiklopedik eserini yazmaya başlamadan önce tasnif etmişti. En doğrusunu ise ancak Yüce Allah bilir. Sonra benim anladığım kadarıyla sözü edilen cüz, genellikle cahiliye döneminde daha Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in peygamberlikle görevlendirilmesinden önce Muhammed olarak adlandırılmış onlanlarla ilgilidir. Buna göre burada sözü edilenler el-İsâbe’de sözü edilenlerin sadece bazılarıdır ve aralarında Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in sahabilerinden, onun peygamberlikle görevlendirilmesinden sonra Muhammed olarak adlandırılanlar bulunmamaktadır. En doğrusunu ise ancak Allah bilir. Hafız’ın sözünü etmiş olduğu bu cüz’ü elde edebilmiş değilim. Daha sona bu cüz’ün adına Dr. Şâkir Mahmud Abdulmun’im’in, Bağdat Üniversitesi’nde İslâm Tarihi’nden doktora tezi olarak hazırladığı İbn Hacer’in eserlerinin listesi arasında rastladım. Söz konusu tez: *İbn Hacer el-Askalani ve Eserleri, Metodu ve el-İsâbe’deki Nakilleri” adını taşımaktadır. (Söz konusu cüz’ün adının geçtiği yer): (1/600-601). Sözü edilen cüz’ün adı da şöyledir: “el-i’lâm bi men Summiye Muhammeden Kable’l-İslâm.” Bu bilgiler Sehâvi’nin el-Cevâhir ve’d-Durer fi Tercemeti Şeyhi’l-İslâm ibni Hacer adlı kitabından ve daha başka kitaplardan aktarılarak verilmiştir. Ancak kitabın el yazmasından söz edilmemiştir. Buradan anlaşıldığına göre bu eser kaybolmuş eserler arasındadır. En doğrusunu ise ancak Yüce Allah bilir.

[33] el-Feth (6/643-644)’ten özetlenerek.

[34] Müslim (15/105) Fedâil.

[35] Nevevi’nin Sahihi Müslim Şerhi, hâmiş (kenar açıklaması) (15/106).

[36] Buhârî (6/641) Menâkıb.

[37] el-Feth (6/645)’den özetlenerek.

[38] Buhârî (6/647) Menâkıb.

[39] Fethu’l-Bâri (6/648).

[40] Zehebi, Sîre (2/10). Bu da islâm tarihinin bir bölümüdür.

[41] İbn Hazm, Cevâmiu’s-Sîre (31-38), özetlenerek. Daha fazla bilgi için ayrıca bkz. İbn Asâkir, Tarihu Dimeşk (1/136-138)

[42] Tehzibu’l-Esmâ ve’l-Lügât (1/27), Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye.

[43] İbn Hazm, Cevâmiu’s-Sîre (40)’da bunu tercih etmiştir.

[44] Tehzibu’l-Esmâ ve’l-Lügât (1/26)’dan özetlenerek.

[45] Müslim (17/197-199) el-Cennetu ve Sıfatu Na’imihâ. Ahmed bin Hanbel (4/162). İbn Mace (4/1179) özet halinde. (Allah bana Kureyş’i yakmamı emretti” sözü onlarla çarpışacağından kinâyedir. (Camiu’l-Usûl, 11/750)

[46] Fıkhu’s-Sîre (25-26)’dan özetlenerek.

[47] Hazâl-Habib Yâ Muhibb (31, 32).

[48] Bir hadisten bir bölüm. Hadisin kaynakları: Buhârî (10/553) Edeb: Müslim (15/13) Şiir. Baş tarafı şöyledir: “Bir şâirin söylediği en doğru söz...” Tirmizî (10/291) Edeb’de bunun sadece ilk bölümünü nakletmişti.

[49] Müslim (15/11) Şiir. Nevevi şöyle söylemiştir: “Hadiste anlatılmak istenen şudur: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Umeyye’nin şiirlerinden hoşlanır ve sık sık okunmasını isterdi. Çünkü bu şiirlerde Allah’ın birliği ve yeniden diriliş dile getiriliyordu. Bu hadis içerisinde kötü sözler olmayan şiirleri okumanın ve dinlemenin caiz olduğunu ortaya koymaktadır. Okunan şiirin câhiliye dönemine ait olması veya başka şiirlerden olması bu açıdan farketmez. İçinde kötü söz olmayan şiirleri okuma hakkında tenkid edilmiş olan hareket ise şiiri çok fazla okumak ve insanın şiir okumaya iyice kendini kaptırmasıdır. Az miktarda şiir okumakta, dinlemekte ve ezberlemekte ise bir sakınca yoktur.” Nevevi’nin Sahihi Müslim Şerhi. 15/12. deki dipnot

[50] Muhammed el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre (27-28).

[51] İbn Hişâm Sîresi (1/166-168). Değerli kardeşimiz Adil Abdulgâfur “Mekke Dönemi Rivâyetleri Araştırması” adlı riselesinde şöyle diyor: “Bunun isnâdı hasendir. İbn İshâk’ın dışındaki râvileri sikâdırlar. İbn İshâk ise saduktur. Burada kendisinin hadisi rivayetle aldığını söylemiş (yani “haddesenâ” ifadesine kullanmış) dolayısıyla tedlis (râvilerle karıştırma yapma) ihtimali kalmamıştır.” (Sh. 84) Daktilo ile yazılmış olan yüksek lisans tezi.

[52] Taberi Tarihi (2/239-240) Abdulğafur, “Mekke Dönemi Rivâyetleri Araştırması”nda şöyle söylemiştir: “Bu rivâyetin senedi sahihtir. Râvilerinin hepsi sikadırlar.” Daktilo ile yazılmış şeklinde, sh. 94.

[53] İbn Kesir, Tefsiru Kur’ani’l-Azim (4/548-549),

Ebabil: Odun yığını hakkında kullanılır. Kalabalık kuş sürüsü hakkında bir istiâre olarak kullanılmıştır.

Siccil: Pişirilerek taş gibi sertleştirilmiş çamur.

 “Sonuçta onları yenik ekin yaprağı gibi yaptı”: İbn Cerir şöyle söylemiştir: “Küçük böceklerin yiyip delik deşik bir hale getirdiği ekinler gibi. Aynı şekilde onların bedenleri de üzerlerine inen azap sonucu kurudu, sonra eklemleri birbirinden ayrıldı ve yenmiş ekinin parçalara ayrılıp dağılması gibi onların da bedenlerinin bütün parçaları dağıldı.” (Mehâsinu’t-Te’vil, 17/256’dan özetlenerek.)

[54] Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in devesi.

[55] Buhârî (5/388) Şurut.

[56] Buhârî (5/104-105) Lukata; Müslim (10/128) Hacc; Ebu Davud (201 nolu hadis) Menâsik.

[57] Hâkim (2/535) Tefsir. Beyhaki, Delâil (1/121-122). Hâkim: “Bu hadisin isnâdı sahihtir ancak Buhârî ve Müslim kitaplarına almamışlardır” demiş, Zehebi de onun bu açıklamasına muvafakât etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir.

[58] Fahruddin Râzi, et-Tefsiru’l-Kebir -veya Mefatihu’l-Ğayb- (32/94).

[59] Mehâsinu’t-Te’vil. (17/262).

[60] Mâverdi, A’lâmu’n-Nubuvve (185-189)’dan özetlenerek, el-Ezher Kütüphanesi.

[61] el-Cevâbu’s-Sahih (4/122).

[62] Ahmed bin Hanbel (5/262). Hakim (2/600) Tarih. Hakim: “Bu hadisi Buhârî ve Müslim kitaplarına almış olmasalar da isnâdı sahihtir” demiş, Zehebi de ona muvafakât etmiştir. Hadisin değişik rivayet tarikleri mevcuttur. Bkz. es-Sahiha, nu: 1545-1546.

[63] Letâifu’l-Me’arif (89).

[64] Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim (1/184). el-Halebi (1/268). eş-Şa’b. Bu hadisi Buhârî (13/206) el-İ’tisâm bi’l-Kitâbi ve’s-Sunne’de; Müslim (13/65) el-İmâre’de rivayet etmiştir.

[65] Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in sünnet edilmiş ve göbeği kesilmiş olarak doğduğuna dair rivayetler kesin değildir. Doğru olan ise onun da Arap adetleri üzere sünnet olduğudur. Bu adet Arapların genelince uygulanan bir adet olduğundan herhangi bir kimse için bu konuda özel bir muameleye gerek yoktu. Kadınların üzerine koyduğu çömleğin patladığına dair rivayetler de doğru değildir. Aynı şekilde aya doğru uzandığına ve ona parmaklarıyla işaret ettiğine dair rivayetler de sahih değildir. (Bkz. Adil Abdulğafur, Merviyyâtü’l-Ahdi’l-Mekki).

[66] Buhârî (9/43) Nikâh. Müslim (10/25-28) Reda’a.

[67] Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in süt anneye verilmesi olayıyla ilgili bilgiler, bizzat Halime binti Abdillah bin Haris es-Sa’diyye hadisinde yer almıştır. Bu hadisi İbn İshâk rivayet etmiştir. (Siretu İbn Hişâm ma’a’r-Ravdi’l-Enf, (1/183-188). Ezheriye. Yine İshâk İbn Râhuye de Müsned’inde rivayet etmiştir. (el-Metâlibu’l-Aliye, 4252’de geçtiği üzere) Yine İbn Cerir et-Taberi, Tarih (2/158-160)’da rivayet etmiştir. Ebu Nu’aym da Delâilu’n-Nubuvve (sh. 111)’de rivayet etmiştir. Beyhaki, Delâilu’n-Nubuvve (1/132-136)’da rivayet etmiştir. İbn Asâkir, Târihu Dimeşk’de rivayet etmiştir. (es-Siretu’n-Nebeviyye, 1/74-76). İbn Hıbban da. Sahih’inde rivayet etmişti. (Mevârid, 2094). Ebu Ya’lâ, Müsned’inde (7163)’te rivayet etmiştir. Bunların hepsi de hadisi İbn Ishâk tarıkıyla nakletmiştir. Ancak görüldüğü kadarıyla rivayet senedinde kopukluk vardır. Fakat es-Sahiha’da geçen 373 ve 1545 numaralı hadisler bu rivayetin şâhidleridir. Sa’d kabilesine mensup olan Halime, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Ci’râne’den inmekte olduğu bir sırada karşısına çıkmıştır. Bununla ilgili rivayeti Buhârî, el-Edebu’l-Mufred (sh. 1295)’te, Ebu Davud, Sünen’de (5244 nolu hadis olarak), Ebu Ya’la, (900)’de, İbn Hibban, Sahih’te (Mevârid, 2249), Hakim, Müstedrek (3/618)’de rivayet etmiştir. Bu hadis Ebu Tufeyl Amir bin Vâsile tarıkıyla nakledilmiştir. Bu rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Ci’râne’de bulunuyor ve et dağıtıyordu. Ebu Tufeyl dedi ki: “Ben de o zaman genç bir çocuktum. Devenin bir organını taşıyordum. Bu sırada bedevi bir kadın geldi. Kadın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e yaklaşınca, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem  cübbesini onun için serdi. Kadın da onun üzerine oturdu. Ben: “Bu kimdir?” diye sordum. “Süt annesi” dediler.

[68] Ahmed bin Hanbel (4/184). Hakim (2/616-617). Darimi (1/8-9) Hakim: “Bu hadis Müslim’in şartına göre sahihtir” demiş, Zehebi de ona muvafakât etmiştir. el-Albâni de şöyle söylemiştir: “Sahihliği kesin değildir. Hazreci’nin de söylediği üzere Bakiyye’nin (yukarıdaki hadisin râvilerinden biri) Müslim’de mutabi niteliğinde ferd bir hadisi geçmektedir. Bu rivayetin isnâdı hasendir. Bakiyye, rivayetinde hadisi kendisinin sözlü bir şekilde aldığına açıkça delalet edecek ifade kullanmıştır.” Sonuçta da şöyle diyor: “Bu hadisin birçok şahidi vardır.” (Bkz. es-Sahihâ, Nu: 373.)

[69] Müslim (2/215-217) İmân. Göğsünün yarılması işlemi İsrâ olayı esnasında da tekrarlanmıştır. Rivâyete göre Süleymân İbn Muğire şöyle söylemiştir: “Sâbit, Enes bin Malik radıyallahu anh’ın şöyle söylediğini rivayet etti: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: “Geldim. Beni çıkarıp Zemzem’e götürdüler. Göğsüm yarıldı. Sonra Zemzem suyuyla yıkandı. Sonra indirildim.” Bunu Müslim rivayet etmiştir. (2/215) İmân.

[70] Mekke ile Medine arasında bir köy. Medine’ye daha yakındır.

[71] Abdurrezâk, Musannef (5/318). Beyhâki, ed-Delâil (1/88-89). Bu rivayet Zuhri (İbn Şihâb ez-Zuhri)’ye dayandırılan sahih ve mürsel bir rivayettir.

[72] Tirmizî (4/516) İcâre, İmam Malik (2/971) İsti’zân. İbn Mace (2148 nolu hadis) Ticârât.

[73] Buhârî (9/488) Et’ime. Müslim (14/5-6) Eşribe.

[74] Abdurrezzâk, Musannef (5/319). Beyhâki, el-Delâil (1/90 ve 2/68). Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Hatice -Radıyallahu anha- adına Şâm tarafına ticarete çıkması hakkında daha başka ve uzun rivayetler nakledilmiştir. Bu rivayetlerden bazılarında bildirildiğine göre bu yolculuklar esnasında kendisinde bazı peygamberlik alametleri görülmüştür. Bu alametlerin de Hatice -Radıyallahu anha-’nın onunla evlenmek istemesinde etkisi olmuştur. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- de onun bu yöndeki teklifini kabul etmiştir. Ancak bu rivayetler zayıf rivayetlerdir. Bkz. et-Tabakâtu’l-Kubra (1/129, 130-131, 155-157); Ebu Nu’aym, ed-Delâil (1/219-222); Târihu Dimeşk (1/10-11); Zehebi, es-Siretu’n-Nebeviyye (31).

[75] Ahmed bin Hanbel (4/222; 5/362). Fedâilu’s-Sahabe (2/851) Nu: 1578. Heysemi, Mecmau’z-Zevâid (8/225)’te: “Ravileri Sahih’te isimleri geçen ravilerdir” demiştir.

[76] Ya’kut, Mu’cemu’l-Buldân (1/480)’de bu yeri zikretmiş ve şöyle söylemiştir: “(Adı geçen yer) Mekke’den önce gelen ve batı yönünde yer alan bir vadidir.” Hafız İbn Hacer de el-Feth’de şöyle söylemiştir: “Ten’im yolu üzerinde bir yerdir. Vadi şeklinde olduğu söylenmiştir.”

[77] Buhârî (7/142) Nu: 3826, 5499 nolu rivayette de bir kısmı geçmektedir. Ahmed bin Hanbel (2/69). İbn Sa’d (3/1/276-277). Nesâi es-Sunenu’l-Kûbrâ’den Fedâil adıyla basılmış olan menkıbeler cüzü (sh. 86). el-Albâni şöyle söylemiştir: “Zeyd kendisine sunulan etin Allah’ın haram kıldığı türden olup olmadığında tereddüt etmiştir. Ancak kesin olan bir şey var ki, o da Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-’in evinde putlar adına kesilen hayvanların etlerinin yenmediğiydi. Fakat o kendi adına işi sağlama almak ve bu konudaki görüşünü ortaya koymak istemişti. Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- onun bu tutumunu unutmadı ve kendisi de bundan hoşnud oldu.” el-Gazzali’nin Fıkhu’s-Sire’sine düştüğü dipnotundan. (sh. 87)

[78] Buhârî (3/602) Hacc. Müslim (8/197-198) Hacc.

[79] Buhârî (3/513) Hacc. Müslim (4/33-34) Tahara.

[80] Siretu İbn Hişâm Ma’a Ravdi’l-Unuf (1/207). Ezher Basımevi. (özetlenerek alınmıştır.)

[81] Nuru’l-Yâkin (16-17)’den özetlenerek ve bazı değişikliklerle. Dâru’l-Kalem.

[82] Siretu İbn Hişâm Ma’a Ravdi’l-Unuf (1/210).

[83] Siretu İbn Hişâm Ma’a Ravdi’l-Unuf (1/209). Dipnot.

[84] Bkz. Beyhâki, Delâilu’n-Nubuvve (2/58-60).

[85] Fadlu’llahi’s-Samed Şerhu’l-Edebi’l-Mufred. dipnot (2/28).

[86] Buhârî, el-Edebu’l-Mufred (567). İbn Hibban (Mevarid: 2062). Hakim (2/220) Tefsir. Hakim: “isnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim kitaplarına almamışlardır” demiş Zehebi de ona muvâfakât etmiştir. Ahmed bin Hanbel (1/190-193). es-Sahiha’da 1900 numarayla geçmektedir.

[87] el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre (79-80). özetlenerek.

[88] Siretu İbn Hişâm Ma’a Ravdi’l-Unuf (1/212).

[89] Buhârî (6/469) Hafız İbn Hacer diyor ki: “Bu hadis Yüce Allah’ın: “İnsanlar için (ma’bed olarak) kurulan ilk ev Mekke’deki, mübarek ve bütün insanlar için doğru yola yöneltici işaret olan evdir” sözünde kastedilen anlamı açıklamaktadır. Buradan anlaşıldığına göre âyette “beyt” kelimesiyle alelade bir ev değil ibadet için kurulan ev kastedilmektedir. Bunu gayet açık bir şekilde ortaya koyan bir rivayet Ali -Radıyallahu anh-’den nakledilmiştir. İshâk bin Rahuye, İbn Ebi Hâtim ve daha başkalarının nakletmiş olduğu bu rivayete göre Ali -Radıyallahu anh- şöyle söylemiştir: “Ondan önce de evler vardı. Ancak o Allah’a ibadet için kurulan ilk ev olmuştur.” (Fethu’l-Bâri, 6/470’ten.)

[90] Ahmed İbn Hanbel (3/425), es-Sâib bin Abdillah’tan rivayetle verilmiştir. Albâni bu hadisin hasen olduğunu ifade etmiş ve şöyle söylemiştir: “Sonra bu hadisin Ali -Radıyallahu anh-’den rivayet edilmiş olan bir şâhidini buldum. Bu hadisi et-Teyâlisi, Müsned’inde, Şeyh Abdurrahman el-Bennâ’nın düzenlemesine göre (2/86)’da rivayet etmiştir.” (el-Gazzali’nin Fıkhu’s-Sire’si dipnot: 85)

[91] Buhârî (3/513) Hacc.

[92] Buhârî (1/30-31) Bed’u’l-Vahy. Ayrıca Tefsir ve Ta’bir kitaplarında da geçmektedir. Müslim (2/197-204) İmân.

[93] Buhârî (1/25-26) Bed’u’l-Vahy.

[94] Tirmizî (9/243) Zühd. Tirmizî: “Bu hadis hasen, sahihtir” demiştir. el-Albâni de, Tahkiku’l-Mişkât’ta hasen olduğunu söylemiştir.

[95] İbnu’l-Kayyim -Rahmetullahi aleyh- şöyle söylemiştir: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in taşıdığı üstün özelliklerden, güzel ahlâklardan ve huylardan yola çıkarak, bu niteliklerdeki bir kimsenin asla mahcub edilmeyeceği neticesine varmıştır. Sahip olduğu kuvvetli akli muhakeme gücüyle ve keskin zekâsıyla, iyi amellerin, güzel özelliklerin ve üstün karakterlerin, çeşitli yönlerden Allah’ın lütfuna, desteğine ve ihsanına lâyık olduğunu, mahcub ve perişan edilmeye lâyık olmadığını anlamıştır. Böylesine ancak bu kötü hallerin zıddı yaraşır. Allah kime en güzel özellikleri ve huyları kazandırmış, onu güzel amellere muvaffak kılmışsa o, O’nun lütfuna ve üzerindeki nimetinin tamama erdirilmesine lâyık kılınmış demektir. Kime de kötü huylar ve karakterler kazandırılmış, kötü işler yapmasına fırsat verilmişse o da onlara uygun bir sonuca lâyıktır. İşte Hatice -Radıyallahu anha-’nın bu aklî muhakeme gücüne sahip olması ve doğruluğu dolayısıyla Yüce Rabbi kendisine elçisi Cibril -Sallallahu aleyhi vesellem- ve Muhamed -Sallallahu aleyhi vesellem- vasıtasıyla selâm göndemiştir.” (Zâdu’l-Me’âd, 13/19). Risâle.

[96] Buhârî (7/166) Meâkıbu’l-Ensâr. Müslim (15/199) Fedâil.

[97] el-Albâni şöyle diyor: “Bu rivayet iki ayrı tarikle nakledilmiştir. Hafız İbn Kesir, el-Bidâye’de her ikisini de hasen olarak görmüştür. Bunlardan birini Ahmed bin Hanbel, Aişe -Radıyallahu anha-’ya dayanan bir  isnâdla vermiş; diğerini de Ebu Ya’lâ Cabir’e dayanan bir rivayetle vermiştir. He iki rivayet birarada değerlendirildiğinde hadis en azından hasen olmaktadır. (Fıkhu’s-Sire, dipnot: 102)

[98] Bu hadisi Bezzar ve Hakim rivayet etmiştir. Hakim (2/409). İbn Asâkir de Aişe -Radıyallahu anha-’ya dayanan bir senedle rivayet etmiştir. Hakim: “Buhârî ve Müslim’in şartlarına göe sahihtir” demiş ve el-Albâni de ona muvâfakât etmişlerdir. İbn Kesir isnâdının iyi (ceyyid) olduğunu söylemiştir. (Fıkhu’s-Sire, dipnot: 102). Hafız İbn Kesir: “Varaka bu hastalıktan daha sonra kalkmamıştır” demiştir. Yani bu olaydan kısa süre sonra vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin ve kendisinden razı olsun. Varaka’nın bu sözleri söylemesi karşılaştığı şeyi doğrulamasından, vahiy yoluyla bildirilene iman etmesinden ve gelecek hakkında iyi bir düşünce taşımasından kaynaklanıyordu. (el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3/9, Dâru’l-Fikr).

[99] er-Rahiku’l-Mahtum (79-80). Mektebetu’s-Sahabe, Cidde.

[100] Fethu’l-Bâri (1/36).

[101] Buhârî (1/37) Bed’u’l-Vahy.

İbn İshak, Duha Suresinin vahyin kesildiği bu dönemden sonra indiğini rivayet etmiştir, ancak bu rivayet zayıftır. Sebilu’l-Hudâ ve’r-Reşâd’da şöyle denmektedir: “İbnu İshak’ın Duha Suresinin iniş sebebi hakkında söylediklerini Taberânî, el-Avfi tarıkıyla rivayet etmiştir. Bu kişi ise zayıf biridir. O söz konusu rivayeti Abdullah İbn Abbas -Radıyallahu anh-’tan nakletmiştir. (Taberânî) ayrıca Zubeyr ailesinin azatlısı (mevlâsı) İsmâil tarikiyla nakletmişti. Bunu Süleymân et-Teymî kendi derlediği Sîret’te zikretmiştir. Hafız İbn Hacer şöyle söylemişti: “Bu rivayetlerin hiçbiri, herhangi bir şekilde kesinlik kazanmamıştır. Ayrıca Buhârî ve Müslim’in söz konusu surenin iniş sebebi hakkında rivayet ettikleri de bunlara tersdir. Buhârî ve Müslim’in Cundeb bin Sufyân el-Beceli’den rivayet ettiklerine göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- durumdan rahatsız oldu. İki veya üç gece kalkmadı. Bunun üzerine bir kadın gelerek: “Ey Muhammed! Umarım şeytanın seni bırakmıştır. İki veya üç geceden beridir sana yaklaşmadı” dedi. Bunun ardından Yüce Allah Duha Suresini indirdi.” Hafız İbn Hacer -Rahmetullahi aleyh- diyor ki: “Gerçek şu ki, bu surenin iniş sebebi olan, vahiy kesilmesi olayı vahyin başlangıcında olan fetret (kesilme) döneminden ayrıdır. Başlangıçtaki günlerce sürmüştü. Bu ise sadece iki veya üç gece sürmüştü. Bazı râviler bunları birbirine karıştırmışlardır. Araştırma sonunda çıkan sonuç ise benim burada yaptığım açıklamadır. (Sebilu’l-Hudâ ve’r-Reşâd, 1/367).

[102] Saâtun Harce fi Hayâti’r-Rasul (sh. 17-18) (özetlenerek).

[103] el-Menhecu’l-Hareki li’s-Sireti’n-Nebeviyye (1/30). el-Menâr.

[104] Safiyyurrahman el-Mubârekfuri, er-Rahiku’l-Mahtum (90).

[105] Bu dört dönem:

Birinci dönem: Davetin gizli yapıldığı dönem. Bu dönem üç yıl sürmüştür.

İkinci dönem: Davetin açıktan ve sadece dille yapıldığı, herhangi bir çarpışmaya girilmediği dönem. Bu dönem hicrete kadar sürmüştür.

Üçüncü dönem: Açıktan davet yapılırken aşırıya gidenlere ve çarpışmaya veya fenalıkta bulunmaya kalkışanlara karşı çarpışmaya girildiği dönem. Bu dönem de Hudeybiye anlaşmasına kadar sürmüştür.

Dördüncü dönem: Allah’a davet yoluda engel olarak çıkan veya müşriklerden, inkarcılardan ve puta tapanlardan -davet ettikten ve daveti bildirdikten sonra- İslam’a girmekten kaçınan herkesle savaşarak açıktan yapılan davet. -Bu dönem İslamdaki cihad hükmünün ve İslam şeriatının üzerinde karar kıldığı ve son şeklini aldığı dönemdir. (Fıkhu’s-Sire, 75).

Bazıları ikinci dönemi iki ayrı döneme ayırmıştır. Bunlar: Birincisi: Mekke’nin içinde açıktan davet merhalesi ki hicretten önce onuncu yıla kadar sürmüştür. İkincisi: Mekke dışında açıktan davet. Bu da onuncu yıldan itibaren başlamış ve hicrete kadar sürmüştür.

[106] Muhammed Sa’id Ramazan el-Buti, Fıkhu’s-Sîre /76-77), 8. baskı. el-İzz bin Abdiselâm’ın sözleri: Kava’idi’l-Ahkâm fi Mesâlihi’l-Enâm (1/95)’ten.

[107] Muhammed el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre (100) (özetlenerek).

[108] Hazâ’l-Habib Muhammedun Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Yâ Muhibb (99) Line yayınevi.

[109] Buhârî (8/360) Tefsir. Müslim (3/83) İmân.

[110] Buhârî (8/360) Tefsir. Müslim (3/81) İmân.

[111] el-Feth (8/361-362) Kitâbu’t-Tefsir. özetlenerek.

[112] er-Rahiku’l-Mahtum (93-94).

[113] Hazâ’l-Habib Muhammedur-Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Yâ Muhibb (98).

[114] el-Ukayli onu, ed-Du’afâ sh. 127’de zikretmiş, ravilerinden Davud’un el-Evzai’den asılsız rivayetler nakletmiş olması dolayısıyla bu hadisi ma’lul (zayıf, mevzu veya mevzuya yakın) görmüştür. İbnu’l-Cevzi’de el-Ukayli’nin rivayetiyle el-Mevzu’at’ta yer vermiştir. el-Albâni de şöyle söylemiştir: “Ancak bu hadisin merfu birtakım şahidleri mevcuttur ki, bu şâhidlerle hadis Allah’ın izniyle hasen derecesine yükselmektedir.” (es-Sahiha, Nu: 1903)

[115] Buhârî (11/248) Rikâk. Tirmizî (9/286-287) Sıfatu’l-Kıyâme.

[116] Buhârî (1/416) Vudû. Müslim (12/151-152) el-Cihâd ve’s-Siyer.

[117] Müslim (17/139) Sıfatu’l-Kıyâme. Bu hadisin devamı vardır ve devamında şöyle denmektedir: “Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: “Hayır. İnsan geçekten azar...” Bunun Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-’ın hadisinde mi geçtiğini yoksa ona ulaşan bir hadiste mi geçtiğini bilmiyoruz.” Nevevi diyor ki: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Ebu Cehl’den ve kendisine zarar vermek isteyen daha başka müşriklerden korunduğu hakkında bunun benzeri birçok hadis bulunmaktadır. Yüce Allah âyetinde şöyle buyurmuştur: “Allah seni insanlardan korur.” (Maide, 5/67) Bu âyet hicretten sonra inmiştir. En doğrusunu ancak Yüce Allah bilir.

[118] Buhârî (7/203) Menâkıbu’l-Ensâr.

[119] Buhârî (7/202) Menâkıbu’l-Ensâr. Ahmed bin Hanbel (5/109).

[120] İbn Mace No: 150. Mukaddime, el-Albâni bu rivayetin hasen olduğunu söylemiştir.

[121] Buhârî (7/214) Menâkıbu’l-Ensâr.

 “Ömer beni... bağlamıştı”. Yani Ömer -Radıyallahu anh- Müslüman olmadan önce, onu Müslüman olmasından dolayı aşağılamak ve İslâm’dan dönmesini sağlamak amacıyla iplerle bağlamıştı.

[122] Buhârî (7/211) Manâkıbu’l-Ensâr.

[123] İbnu’l-Kayyim, Zâdu’l-Me’âd (3/18). Şu’ayb ve Abdulkadir el-Arnavut’un tahkikiyle er-Risâle baskısı.

[124] Haze’l-Habib (sh. 119).

[125] Fıkhu’s-Sîre (81) (özetlenerek).

[126] el-Menhecu’l-Hareki li’s-Sîret’n-Nebeviyye (1/41) (özetlenerek).

[127] Fıkhu’s-Sîre (112-113).

[128] es-Siretu’n-Nebeviyye: Durus ve İber (49-50) el-Mektebu’l-İslâmi.

[129] Sîretu İbn Hişâm Ma’a Ravdi’l-Unuf (2/107-108).

[130] er-Rahiku’l-Mahtum (97-99) (özetlenerek).

[131] İmam Abdullah İbnu Muhammed İbn Abdilvehhab’ın Muhtasaru Sîreti Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’ından naklen (69) Mektebu’r-Riyadi’l-Hadise.

[132] Nuru’l-Yakîn fi sîreti Seyyidi’l-Murselin (69-71) kısmen değiştirilerek. el-Ezher.

[133] Nuru’l-Yakîn fi Sîreti Seyyidi’l-Murselin (69-71) kısmen değiştirilerek. el-Ezher.

[134] Siretu İbn Hişam Ma’a Ravdi’l-Unuf (1/207) Ezher Basımevi (özetlenerek alınmıştır)

[135] es-Sîretu’n-Nebeviyye: Durus ve İber (51) el-Mektebu’l-İslâmi.

[136] Fıkhu’s-Sîre (107-108) (özetlenerek).

[137] el-Albâni şöyle diyor: “Bu hikayeyi İbn İshak, el-Meğazi’de nakletmiştir. (İbn Hişâm Sîresi’nde 1/185). İbn İshak bunu Muhammed İbn Ka’b el-Kurazi’den mürsel olarak ve hasen bir senedle rivayet etmiştir. Abd bin Humeyd, Ebu Ya’la ve el-Beğavi bir başka tariktan, Câbir -Radıyallahu anh-’e ulaşan bir rivayetle mevsul olarak nakletmişlerdir. Bu rivayet İbn Kesir Tefsiri (4/90-91)’de geçmektedir. Bu rivayetin senedi inşâalah hasendir.”

[138] Hazâ’l-Habib Muhammedur-Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Yâ Muhibb (109-110).

[139] Müslim’in naletmiş olduğu bir hadisin bir bölümü. Bkz. Müslim (6/26) Yolcu Namazı. Ahmed bin Hanbel (6/54): Ebu Davud (1328) Kıyamu’l-Leyl: Nesâî (4/199) Kıyamu’l-Leyl.

[140] er-Rahiku’l-Mahtum (147).

[141] Kaynağı daha önce geçmişti.

[142] İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim (4/149), Dâru’l-Ma’rife baskısı. Beyrut.

[143] Seyyid Kutub, Fi Zilâli’l-Kur’an (3/1438).

[144] el-Menhecu’l-Hareki li’s-Sîreti’n-Nebeviyye (1/44).

[145] Buhârî (6/181) Cihad; Müslim (12/45) Cihad. Nevevi şöyle diyor: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- kişinin düşmanla karşı karşıya gelmeyi arzulamasını nehyetmiştir. Çünkü bunda insanın kendini beğenmesi, nefsine dayanması ve sahip olduğu güç ve kuvvete güvenmesi söz konusudur. Bu ise bir tür taşkınlıktır. Allah ise kendine karşı taşkınlık edenlere yardım etmeyeceğini bildirmiştir. Çünkü bundan O’nun yardımının basite alınması ve çok fazla önemsenmemesi söz konusudur. Bu da ihtiyat ve tedbir şartına aykırıdır. Bazılarının açıklamalarına göre ise burada bazı özel durumlarda düşmanla karşı karşıya gelmenin arzulanmasından nehyedilmiştir. Bu özel durumlar da herhangi bir yarar elde edilmesinin zayıf ve bir zarar gelmesinin ise kuvvetli ihtimal olduğu durumlardır. Yoksa (Allah yolunda) çarpışmak her zaman faziletli ve itaat türünden olan bir iştir. Doğru olan ise birincisidir. Bu yüzden Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- sözünü: “Allah’tan afiyet dileyin” şeklinde tamamlamıştır. Bu ise tüm istenmeyen hallerin uzaklaştırılması anlamı taşıyan genel anlamda bir sözdür. Bu ifadenin anlamı gerek bedenle, gerekse din, dünya ve ahiretle ilgili insanın bilemeyeceği hoş olmayan durumların uzaklaştırılması(nı içeren huzur) temennisidir. Ey Allah’ım! Senden kendim, sevdiklerim ve tüm Müslümanlar için genel afiyet diliyorum.” (Nevevi, Sahihi Müslim Şerhi, Dipnot, 12/46).

[146] Tirmizî /9/112), Fiten; İbn Mace (4016). Tirmizî: “Bu hadis hasen, ğaribdir” demiştir. el-Albâni de bu hadisin sahih olduğunu ifade etmiştir.

[147] Fıkhu’s-Sîre (113)

[148] Hadisin son kısmına ve “Lâ ilâhe illallah” deyin başarıya erersiniz... kısmına rastlamadım. Ancak bu, birden fazla hadiste rivayet edilmiştir. Bunlardan biri de Ahmed bin Hanbel’in (5/376)’da rivayet ettiği hadistir. el-Heysemi, el-Mecma’ (6/22)’de: “Bu hadisin ravileri Sahih’te (Buhârî’nin Sahih’inde) isimleri geçen ravilerdir” demektedir. Bu hadislerden biri de Taberânî’nin (20/343)’te Mudrike İbnu’l-Haris’ten nakletmiş olduğu hadistir. Bu hadiste bildirildiğine göre Mudrike şöyle söylemiştir:

“Babamla birlikte haccettim. Minâ’ya indiğimizde bir cemaatle karşılaştık. Babama:

“Bu cemaat nedir?” diye sordum.

“Bu sabiidir (dinden dönmüştür)” dedi. Bir de gördüm ki Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle diyordu:

“Lâ ilâhe illa’llah (Allah’tan başka ilâh yoktur)” deyin.” el-Heysemi, el-Mecma (6/21)’de: “Bunun râvileri Sahih’te (Buhârî’de) isimleri geçen râvilerdir” demektedir.

[149] er-Rahiku’l-Mahtum (145-146)’dan özetlenerek. Hadisin tahrici (kaynağı ve rivayet senedi) daha önce geçmişti.

[150] Müslim (16/32) el-Fiten ve Eşrâtu’s-Sa’a. el-Hakim (4/446, 447, 549).

[151] Müslim /16/13) el-Fiten ve Eşrâtu’s-Sa’a. Tirmizî (9/22) el-Fiten. Ebu Davud Hadis no: 4232 el-Fiten ve’l-Melâhi.

[152] Ahmed bin Hanbel (4/103). el-Hakim (4/430-431) el-Hakim: “Bu hadis Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahihtir” demiştir. Mevârid (1631). el-Albâni Tahziru’s-Sâcid sh. 119’da ve es-Sahiha No: 3 (1/1/7)’de bu hadisin Müslim’in şartına göre sahih olduğunu söylemiştir.

[153] Ahmed bin Hanbel (2/176). Darimi (1/126). el-Hakim (4/508) el-Hakim: “Bu hadisin isnâdı sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim bunu kitaplarına almamışlardır” demiş, Zehebi de ona muvâfakât etmiştir. el-Albâni’de, es-Sahiha 4 (1/1/8)’de bu açıklamaya muvâfakât etmiştir.

[154] Ahmed bin Hanbel (4/273). Heysemi de el-Mecme (5/189)’da: “Ravileri sikadırlar” demiştir. Bu hadis es-Sahiha No:5’de geçmektedir.

[155] el-Albâni, es-Silsiletu’s-Sahiha (1/6-10)’dan özetlenerek.

[156] Bu hadisin tahrici (senedi) inşaallah ileride Uhud ğazvesiyle ilgili bölümde gelecek.

[157] Bunu Beyhaki, ed-Delâil’de rivayet etmiş ve şöyle söylemiştir: “Bunu bize Ebu Abdillah el-Hâfız okutarak (İmlâ yoluyla) rivayet etti. Dedi ki: “Bize Ebu’l-Abbas Muhammed bin Ya’kub rivayet etti, o Ahmed bin Abdilcebbâr’dan rivayet etti, o Yunus bin Bukeyr’den rivayet etti, o Eslem’den olan ve hafızası güçlü bir adamdan rivayet etti. (2/213) Bunu İbn İshak da (1/304)’te rivayet etmiştir. İbn Kesir de (3/33)’te nakletmiştir.

[158] Heysemi: “Bunu Taberânî mürsel olarak rivayet etmiştir ve ravileri Sahih’te isimleri geçen ravilerdir” demiştir. Mecmau’z-Zevâid (9/261) Hamza -Radıyallahu anh-’ın fazileti hakkında gelen rivayetler bâbı.

[159] Buhârî (7/215) Menâkıbu’l-Ensar.

[160] Sîret kitaplarında, Ömer -Radıyallahu anh-’ın kızkardeşinin evine gitmesi, Kur’an okuması, Müslüman olması sonra Dâru’l-Erkam’a gitmesi konusunda onun kölesi (mevlâsı) Eslem’in naklettiği rivayet meşhur olmuştur. Bu gelişmeler o rivayette uzun bir şekilde anlatılmaktadır. Hafız Nureddin el-Heysemi şöyle demiştir: “Bu rivayeti Bezzâr nakletmiştir ve ravileri arasında Usâme bin Yezid bin Eslem vardır ki bu kişi zayıf biridir.” (Mecmau’z-Zevâid, 9/65) Ben derim ki: “Bu rivayetin râvileri arasında aynı şekilde İshâk bin İbrâhim el-Huneyni bulunmaktadır. Bezzâr onun rivayeti tek başına naklettiğini (yani kendinden önceki râviden rivâyeti sadece onun aldığını ondan başka bu rivâyeti alan birinin bulunmadığını) söylemiştir. Hafız onun hakkında şöyle diyor: “İshak bin İbrâhim el-Huneyni, Ebu Ya’kub el-Medeni’dir. Zayıf biridir.” (Takribu’t-Tehzib, 1/55)

Kıssayı ise el-Beyhaki, ed-Delâil (2/216)’da senediyle rivayet etmiştir. İbn İshak diyor ki: “Bana  nakledildiğine göre Ömer -Radıyallahu anh-’ın Müslüman olması şöyle olmuştur...”  İbn Hişam, Sire, (1/355)

[161] Buhârî (5/215-216) Menâkıbu’l-Ensar.

Bu hadisin Sahihi Buhârî’de geçen metni bu kitabın Arapçasında geçen metinden biraz farklıdır. Ancak biz tercümede kitaptaki metni esas aldık. (Çeviren)

[162] Fethu’l-Bâri (7/220).

[163] Tirmizî (13/143) el-Menâkıb. Tirmizî: “Bu hadis hasen, sahih, garibdir. İbn Ömer’den nakledilen rivayetlerdendir” demiştir. el-Albâni de bunun sahih olduğunu söylemiştir: Sahihu’t-Tirmizî’yle ilgili kitabı, No: 2907.

[164] Buhârî (7/215) Menâkıbu’l-Ensar.

[165] İbn Hibban (15/302-303) No: 6879. Abdullah bin Ahmed, Fedâilu’s-Sahabe’ye yaptığı ilavelerinde (372)’de rivayet etmiştir. Heysemi de, el-Mecme’u de: “Bunu Bezzar ve muhtasar olarak Taberânî rivayet etmiştir. Ravileri sikadırlar. Ancak İbn İshak tedlis yapan biriydi (zayıf ravileri bilinmeyen ad veya ünvanlarıyla anarak hadisin senedindeki zaafı gizlemeye çalışan biriydi)” demiştir. Şu’ayb el-Arnâvut ona, el-İhsân fi Takribi Sahihi İbni Hibban adlı eserinde: “Bu hadisin isnâdı kuvvetlidir (kavidir)” demiştir. Bu hadisi el-Hakim de (3/85)’de muhtasar olarak rivayet etmiş ve şöyle söylemiştir: “Bu hadis Müslim’in şartlarına göre sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim bunu kitaplarına almamışlardır.” Zehebi de el-Hakim’in bu açıklamasına muvâfakât etmiştir.

[166] Bunu İbn Hişâm, İbn İshak’tan rivayet etmiştir. Sîretu İbn Hişâm ma’a’r-Ravd (2/87-88) Ahmed bin Hanbel (1740). İbn Huzeyme (2260). İbn Huzeyme bu rivayetin sahih olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Ebu Nu’aym da, el-Hilye (1/115, 116)’da, Beyhaki, el-İ’tikâd (11)’de rivayet etmiştir. Allame Ahmed Şâkir de: “Bu hadisin isnadı sahihtir” demiştir. el-Albâni de, Fıkhu’s-Sîre’ye yazdığı tahkikte (134)’te bu rivayetin isnadının sahih olduğunu söylemiştir. Bu rivayetin, Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde Abdullah bin Mes’ud -Radıyallahu anh-’dan rivayet edilen bir şahidi mevcuttur. Müsned (4400).

[167] Haza’l-Habib Yâ Muhibb (122).

[168] Buhârî (7/230) Menâkıbu’l-Ensâr.

[169] Sebilu’l-Hudâ ve’r-Reşâd min Sîreti Hayri’l-İbâd (2/502-504). Mecme’u’l-Buhûsi’l-İslâmiyye (özetlenerek).

[170] Hafız İbn Kesir, el-Fusul fi’htisâri Sîreti’r-Resul (90, 91). Tahkik ve ta’lik: Muhammed el-İyd el-Hatrâvi ve Muhyiddin Mistu.

[171] Ebu Tâlib’in zikrettiği şiiri İbn İshak rivayet etmiştir. O, söz konusu şiirde kendisinin Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’e iman edip Müslüman olmuş biri olmadığını ancak onu asla helâk edilmek üzere birine bırakamayacağını açıkça ifade etmiş ve şöyle söylemiştir:

 

Toplumun kendilerine bir sevgi olmadığını

Bütün bağları ve kulpları kopardıklarını

 

Bize açıkça düşmanlık ve eziyet ettiklerini

Arkadan izleyen düşmanın emrine uyduklarını

 

Aleyhimizde birtakım zanları olan

Arkamızdan bize kinlerinden parmaklarını ısıran bir kavimle anlaştıklarını gördüğümde

 

Onlara karşı nefsimi koyu esmer sabra yönelttim.

Kralların mirası bembeyaz bir

 

Adamlarımı ve kardeşlerimi Beyt’in yanına getirdim.

Onun elbiselerinden, yemâni sırmalarla tuttum.

                   

Birlikte, kapalı bir kapıya yönelerek,

(Kötülükten) uzak kalmak isteyen herkesin ahdini yerine getirdiği mekândan

İbn Hişâm Sîresinin Şerhi (er-Ravdu’l-Unuf, 2/13)

[172] Buhârî (1/42-43) Bed’u’l-Vahy.

[173] er-Rahiku’l-Mahtum (143).

[174] İbn Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unuf’la birlikte (2/166).

[175] Müslim (1/314) İmân.

[176] Buhârî (7/233) Menâkıbu’l-Ensâr. Müslim (3/84) İmân.

[177] İbn Kesir bu ikisinin arasında üç gün geçtiği görüşünü tercih etmiştir. (Bkz. el-Fusul fi’htisari Sîreti’r-Rasul, 92).

[178] İbn Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unuf’le birlikte (2/172)

[179] Buhârî (6/360) Bed’u’l-Halk. Müslim (12/154-155) Cihâd.

[180] Fethu’l-Bâri (6/363).

Karnu’s-Se’alib: Necd ahalisinin mikât yeridir. Burası Karnu’l-Menâzil olarak da adlandırılır.

[181] Hâza’l-Habib Yâ Muhibb (135).

[182] Mehâsinu’t-Te’vil (10/187-188)’den özetlenerek.

[183] Doğru olan şudur: Herhangi bir delilin veya karinenin (işaretin) bulunması durumunda kastedilen anlamın ifadenin zâhirindeki anlam olmadığı anlaşılır.

[184] eş-Şifâ fi’t-Ta’rif bi Hukuki’l-Mustafa (1/189)

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in o sırada uyanık olduğunun delillerinden biri de Buhârî’nin (7/236)’da Cabir bin Abdillah -Radıyallahu anh-’tan naklettiği rivayettir. Bu rivayete göre Câbir -Radıyallahu anh-, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in şöyle dediğini duymuştur: “Kureyş beni yalanladığında Hacer’in yanında durdum. Allah Mescidi Aksa’yı benim gözümün önüne getirdi. Böylece ben de onun üzerindeki işaretleri kendilerine bildirmeye başladım.” Eğer Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- onlara kendisinin bütün bunları rüyada gördüğünü bildirmiş olsaydı onlar da ona Mescidi Aksa’nın üzerindeki işaretleri ve onun özelliklerini sorma gereği duymazlardı. Burada sözü edilen gelişme ise Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in ikinci bir mucizesidir.

[185] Müslim (2/210-215) İmân. Buhârî (7/241-242) Menâkıbu’l-Ensâr.

[186] Müslim (3/7) İmân. Tirmizî (12/172) Tefsir.

[187] Buhârî (8/472) Tefsir. Müslim (3/7) İmân. Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-: “Cibril’i gördü” demiştir. Aişe -Radıyallahu anha-’nın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Kim Muhammed’in Rabbini gördüğünü ileri sürerse Allah’a karşı büyük bir yalan söylemiş olur.”

[188] Müslim (3/12) İmân. Tirmizî (12/172) Tefsir.

[189] Zâdu’l-Meâd (3/36-37).

[190] Zâdu’l-Meâd (3/36-37).

[191] Mehâsinu’t-Te’vil (10/185). Ahmed bin Hanbel (2/176) Ahmed Muhammed Şâkir’in tahkikindeki numarası: 6644. Nesâî (2/34) Mesâcid. Mescidi Aksa’nın  fazileti bâbı. İbn Mace (1408). İbn Huzeyme (607) İbn Huzeyme bunun sahih olduğunu söylemiştir. Allame Ahmed Şâkir: “İsnâdı sahihtir” demektedir. el-Hakim (1/30-31) İmân. el-Hakim bunun sahih olduğunu söylemiş Zehebi de ona muvâfakât etmiştir. el-Albâni de Nesâî ve İbn Mace’nin Sahih’leriyle ilgili tahkikinde bunun sahih olduğunu söylemiştir.

[192] Fıkhu’s-Sîre (143-144)’ten özetlenerek.

[193] er-Rahiku’l-Mahtum (167-168).

[194] Yani pratik bilgi teorik bilgiden daha sağlamdır. Çeviren.

[195] Yani Sahihi Buhari’nin Kitâbu Bed’i’l-Halk bölümündeki hadislerin şerhinde, bunu İbn Hacer kendisinin şerhine nisbetle söylüyor.-Çeviren.

[196] Fethu’l-Bâri (7/258).

[197] el-Buti, Fıkhu’s-Sîre (120-121).

[198] Bunu İbnu’l-Kayyim. Zâdu’l-Meâd (3/45)’te zikretmiştir. İbn Hişâm da es-Sîre (2/176-177)’de İbn İshak’tan nakletmiştir. Ancak iki rivayet arasında ibare farklılığı bulunmaktadır. Zâdu’l-Meâd’ın tahkikçisi: “Ravileri sikadırlar ve senedi de hasendir” demiştir.

[199] Burada isim yanlış yazılmış olmalı. Çünkü daha önce Haris’in oğlu olarak anılan kişinin adı Avf’tır. Rivâyetlerde geçen ad da budur. (Çeviren)

[200] 192 Zâdu’l-Meâd (3/45)

Burada birinci Akabe bey’atına katılanlardan Câbir bin Abdillah’ın ikinci Akabe bey’atında bulunmadığı söylenmekte ancak, birincilere ek olarak altı kişinin adı verilmektedir. İkinci Akabe bey’atına katılanların kimler olduğu konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır. Bazı rivayetlerde yukarıda sayılanların dışında veya bunlardan bazılarının yerine Evs bin Sâbit, Evs bin Yezid ve Berâ bin Ma’rur’un adları geçmektedir. (Çeviren)

[201] Buhârî (1/83) İmân. Müslim (10/222) Hudûd. Tirmizî (6/218) Hudûd. Nesâî (7/148) Bey’at.

Hafız İbn Hacer el-Feth’de burada sözü edilen gelişmelerin Akabe bey’atındaki gelişmeler olmadığı, bunun Mekke’nin fethinden sonra gerçekleştirilmiş bir başka bey’at olduğu görüşünü tercih etmiştir. Ubade -Radıyallahu anh- iki ayrı bey’atte bulunmuştur. Akabe bey’atı kendisinin iftihar ettiği bir olay olduğundan konuştuğunda geçmişindeki bu şerefli işlere atıfta bulunmak için ondan söz ederdi.

Hafız İbn Hacer diyor ki: “Ubade -Radıyallahu anh-’ın hadisinde sözü edilen ve metinde geçen şekilde anlatılan bey’at Akabe gecesi gerçekleştirilen bey’at değildir. Akabe gecesi meydana gelen bey’at İbn İshak’ın ve diğer Meğazi sahiplerinin naklettikleri bey’attır. Buna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- kendisine gelen ensâra: “Sizinle, eşlerinizi ve çocuklarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanız üzere bey’at ediyorum” diye buyurdu. Onlar da bu şart ve onunla sahabilerinin yanlarına gitmesi üzere bey’at ettiler. Bu kitabın Kitâbu’l-Fiten kısmında ve daha başka yerlerinde Ubâde -Radıyallahu anh-’ın hadisi de gelecektir. Bu hadise göre Ubâde -Radıyallahu anh- şöyle söylemiştir: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’le zorlukta ve kolaylıkta, gönüllü olsak da gönülsüz olsak da itaat etmek ve söz dinlemek üzere bey’at ettik.”  Ahmed bin Hanbel ve Taberânî’nin bir başka yoldan, Ubâde -Radıyallahu anh-’den rivayet ettikleri diğer bir hadiste burada anlatılmak istenen şey daha açık bir ifadeyle ortaya konmaktadır. Bu rivayete göre Şâm’da Muaviye -Radıyallahu anh-’ın yanında Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-’le aralarında bir gelişme oldu ve dedi ki: “Ey Ebu Hureyre! Biz dinç olduğumuz zamanlarda da üzerimize tembellik çöktüğü zamanlarda da itaat etmek ve söz dinlemek, iyilikle emretmek, kötülükten nehyetmek, hakkı söylemek, Allah için hiçbir kınayanın kınamasından korkmamak, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Yesrib’e yanımıza geldiğinde onu kendimizi, eşlerimizi ve çocuklarımızı koruduğumuz şeylerden korumak üzere bey’at ettiğimizde sen bizimle beraber değildin. (Bu bey’ata uymamız karşılığında) bize cennet vaadedilmişti. İşte Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’le aramızda gerçekleştirilen bey’at buydu.” Sonra (İbn Hacer) şöyle diyor: “Bunu (bu iddiayı) kuvvetlendiren bir şey de bu olayın (yani Ubade -Radıyallahu anh-’ın hadisinde sözü edilen bey’atın) Mekke’nin fethinden, Mümtehine Suresinde geçen: “Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, Allah’a bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ve bir iyilikte sana karşı gelmemek üzere sana bey’at etmeye geldiklerinde onların bey’atlarını kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile” (Mümtehine, 60/12) âyetinin inmesinden sonra olmuştur. Bu âyetin ise Hudeybiye olayından sonra indiği konusunda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur.” (el-Feth, 1/84-85’ten özetlenerek).

[202] Yani aile fertlerinin tümü Müslüman olmasa da her eve mutlaka İslâm girdi. Hedrev halkından, kadın ya da erkek en azından bir kişi Müslüman oldu. –Çeviren-

İbn Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unuf’le birlikte (2/186-187).

[203] Buhârî (7/87) Fadâilu’s-Sahabe. Müslim (15/178) Fadâilu’s-Sahabe. Ebu Davud, İlim (3644) Ebu Davud’un rivayetinde geçen ibare şöyledir: “Vallahi senin öncülüğünde bir kimsenin hidayete erdirilmesi senin için kırmızı develerden daha hayırlıdır.”

[204] Müslim (16/227) İlim.

[205] Müslim (6/82-83) Salâtu’l-Musâfirin. Buhârî (8/679) Fadâi’l-Kur’an’da sahih olduğu vurgulanarak muallak bir şekilde (senedi verilmeden) rivayet edilmiştir.

[206] Fıkhu’s-Sîre (124-125) özet olarak.

[207] Yani aramızdan birinin kanı akıtılacak olsa hep birlikte onun hakkını arayacağız, birimizin bir şeyi tahrib edilecek olsa onu ortak bir kayıp olarak göreceğiz –Çeviren-.

[208] İbn Hişam şöyle diyor: “Kanımız bir, yıkıntımız bir olacak”: Yani benim zimmetim sizin zimmetiniz, benim kendi nefsim adına koruma gereği duyduğum şey (mahremim) sizin de korumanız gereken şeydir (mahreminizdir). İbn Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unufle birlikte (3/189).

[209] İbn Hişâm, İbn İshak’tan naklen (2/187-192). Buradakinden daha uzun bir şekilde. Ondan da Ahmed bin Hanbel, Müsned’inde rivayet etmiştir. (3/460-463). Taberânî (19/87-91) Bu hadis uzun şekliyle Mecmau’z-Zevâid (6/42-46)’da geçmektedir. Heysemi şöyle diyor: “Bunu Ahmed bin Hanbel ve benzer şekilde Taberânî rivayet etmiştir. Ahmed bin Hanbel’in rivayetindeki ravilerin İbn İshak dışında kalanları isimleri Sahih’te geçen ravilerdir.O da kendisinin bizzat duyduğunu ortaya koyan ifade kullanmıştır.” el-Albâni de, Fıkhu’s-Sîre’nin tahkikinde: “Bu sened (hadisin senedi) sahih bir seneddir” diyor. el-Feth’te geçtiğine göre İbn Hibban da bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[210] Fıkhu’s-Sîre (161-163) özetle.

[211] Kaynağı daha önce geçmişti.

[212] Fıkhu’s-Sîre (162-167) özetle.

[213] İbn Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unuf’le birlikte (2/211).

[214] İbn Abdilberr’in ed-Durer fi’htisari’l-Meğazi ve’s-Siyer’inden özetlenerek. (75-79). Dr. Şevki Dayf’ın tahkikiyle. Dâru’l-Me’arif baskısı.

[215] Fıkhu’s-Sîre (168-169).

[216] Fıkhu’s-Sîre (137).

[217] Min İlhâmâti’l-Hicre (8-9), Selefiye Yayınevi baskısı.

[218] Usûlu’s-Sîreti’l-Muhammediye (71-73) özetlenerek.

[219] Fıkhu’s-Sîre (166-167) özetle.

[220] İbn Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unuf’la birlikte (2/221).

[221] Fıkhu’s-Sîre (169), İbn Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unuf’la birlikte (2/221-223)’ten özetlenerek.

[222] Buhârî (7/272-273) Menâkıbu’l-Ensâr

Hafız İbn Hacer şöyle diyor:

“İki kayalık arasında hurmalık bir alandır” Bu ifade hadisin metnine sokulmuştur. Ancak bu ibare ez-Zuhri’ye ait olan bir açıklamadır. Burada sözü edilen rüya da bu babın (yukarıdaki hadisin geçtiği babın) başında sözü edilen rüyadan ayrıdır. O da (birinci rüya da) Buhârî’nin Ebu Musa -Radıyallahu anh-’dan onun da Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’den rivayet ettiği şu hadiste geçmektedir: “(Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki):

“Rüyamda Mekke’den hurmalık bir yere hicret ettiğimi gördüm. Aklıma buranın Yemâme veya Hacer olabileceği geldi. Ancak buranın Yesrib (Medine) olduğunu anladım.” Buhârî bunu (7/267)’de Menâkıbu’l-Ensâr’ın “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in ve ashabının hicreti” başlıklı babında muallak (senedsiz) kesin ifadeyle nakletmektedir.

“Onlar senin aile efradındır”: Bu sözüyle Aişe -Radıyallahu anha- ve Esmâ -Radıyallahu anha-’yı kastediyordu.

“Ücretiyle”: es-Suheyli, er-Ravd’da Mağrib alimlerinden birinden şöyle bir şey nakleder: “Bu kişiye, Ebi Bekr -Radıyallahu anh-’ın bütün malını Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’e bağışlamasına rağmen Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in ondan niçin (ücretsiz) binek almaktan kaçındığı soruldu. O da şöyle söyledi: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- hicretinin sadece kendi malıyla olmasını arzuladı.”

“Bu kişi yolları iyi bilen, rehberlikte tecrübeli bir adamdı”: Bu söz ez-Zuhri’ye aittir. Ancak hadisin metnine sokulmuştur.

“Bu kişi elini kana bandırarak As bin Vâil es-Sehmi ailesi arasında yemin etmişti”: Onlar bir şeye yemin ederken ellerini kana veya kirletecek bir şeye bandıdırlardı. Bu hareket onlarda yemini te’kid anlamına geliyordu.

[223] Kaynağı ileride verilecek.

Hafız İbn Hacer şöyle diyor:

“Bazı karartılar gördüm”: Yani bazı insanlar gördüm.

“Kargımın (demirli) alt tarafını yerde sürükledim, üst tarafını da aşağıya doğru eğdim”: Böyle yapmasındaki gayesi kargının demirinin parıltısının arkadan görünmemesini sağlamaktı. Çünkü kimsenin kendisinin ardından gelip de konulan hediyeye ortak olmasını istemiyordu.

“Oklar”: Burada kasdettiği oklar ucunda demir ve arkasında kuyruk bulunmayan fal oklarıdır.

“Arzulamadığım şey çıktı”: Yani “zarar veremezsin” oku çıktı.

“Peygamber onun aleyhine dua etti”: el-İsmâili’nin verdiği, Berâ’dan rivayet edilen ve Halife’nin naklettiği hadiste de şöyle denmektedir: “Bunun üzerine: Ey Allah’ım! İstediğin şekilde bizden (karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeyi) sav” dedi.” İlgili babın 18. hadisi olan Enes -Radıyallahu anh- hadisinde de şöyle denmektedir: “Bunun üzerine Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ona baktı ve “Allah’ım onu yere düşür” dedi ve atı onu yere attı.”

“Duman gibi parıltılı bir şey...”: Bunun ateşsiz şekilde bur duman olduğu söylendiği gibi toz olduğu da söylenmiştir.

“Onlara “emân” diye seslendim”: Ebu Halife’nin rivayetinde de şöyle denmektedir: “Ey Muhammed! Bunun senin işin olduğunu anladım. Beni içinde bulunduğum durumdan kurtarması için Allah’a dua et. Vallahi ben de senin arkandan gelen (seni izleyen) kimsenin gözünü körelteceğim (yani yanıltarak sana ulaşmasını önleyeceğim). (el-Feth, 7/283-285’ten özetlenerek.)

[224] Buhârî (7/281-28) Menâkıbu’l-Ensâr.

Hafız İbn Hacer şöyle diyor:

“Öğle sıcağı bastırıncaya kadar bekliyorlardı”: İbn Sa’d’ın rivayetinde şöyle deniyor: “Güneş kendilerini yakınca evlerine dönüyorlardı.”

“Beyazlara bürünmüş halde...”: Zubeyr -Radıyallahu anh- ve Talha -Radıyallahu anh-’ın kendilerine giydirmiş olduğu beyaz elbiseleri giyinmiş halde.

“Serap görüntüsünü yararak...”: Yani onların ortaya çıkmasıyla ışık yansımasının meydana getirdiği serap kayboluyordu.

“Ey Arap topluluğu!”: Abdurrahman bin Uveym’in rivayetinde de “Ey Kıyele oğulları!” diye geçmektedir. Bu kişi ise ensârın eski bir nineleriydi. Evs ve Hazrec’in anneleri bu kişiydi. Bu kişi ise Kıyele binti Kâhin bin Uzre’dir.

“Bu olay Rebiu’l-Evvel ayının Pazartesi günü meydana gelmişti”: Muteber olan tarih bu tarihtir. Bu olayın Cuma günü meydana geldiğini söyleyenler yanılmışlardır. Musa bin Akabe’nin İbn Şihâb’dan naklettiği rivayette de şöyle denmektedir: “Oraya Rebiu’l-Evvel ayının hilâlinde geldi.” Yani adı geçen ilk gününde gelmişti. (el-Feth, 7/286-287’den özetlenerek.)

[225] Buhârî (7/294) Menâkıbu’l-Ensâr.

Hafız İbn Hacer şöyle diyor: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-, arkasına Ebu Bekir -Radıyallahu anh-’i almış olarak Medine’ye geldi”: Burada Ebu Bekir -Radıyallahu anh-’ı kendi bineğinin arkasına yani terkisine aldığının kastedilmiş olması da, Ebu Bekir -Radıyallahu anh-’ın arkadan bir başka binekle geldiğinin kastdilmiş olması da mümkündür. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Birbirini izleyen bin melekle size yardım edeceğim” (Enfal, 8/9) (Bu âyetin metninde, yukarıdaki hadisin metninde geçtiği gibi “arka arkaya” anlamına “murdif” kelimesi kullanılmaktadır.)

“Ebu Bekir -Radıyallahu anh- yaşlı ve tanınan biriydi”: Burada yaşlı denirken onun saçlarının ağarmış olduğu anlamı kastedilmektedir. “Tanınan biriydi”: Çünkü o ticaret için yaptığı yolculuklarda Medine’ye uğruyordu. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ise bu iki hususun her ikisinde de ondan farklıydı. O Mekke’den (ticaret yolculuklarına) çıkmayalı epey olmuştu ve onun henüz saçları ağarmamıştı. Yoksa gerçekte Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-, Ebu Bekir -Radıyallahu anh-’den yaşça daha büyüktü. Müslim’in Sahih’inde Muaviye -Radıyallahu anh-’den rivayet edildiğine göre Ebu Bekr -Radıyallahu anh- 63 yıl yaşadı. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’den sonra da iki yıl ve birkaç ay yaşamıştı. Dolayısıyla Sahih’teki rivayete göre Ebu Bekr -Radıyallahu anh-’ın Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’den yaşça iki yıldan daha küçük olması gerekir.

“Bu bana yol gösteren adamdır”: İbn Sa’d bunun sebebini kendisinin naklettiği bir rivayette şöyle açıklamıştır: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Ebu Bekir -Radıyallahu anh-’den insanları kendisinden alıkoymak için oyalamasını istemişti. Bu yüzden: “Sen kimsin?” diye sorulduğunda: “Bir ihtiyacını karşılamaya çalışan biriyim” diyordu. “Beraberindeki kişi kimdir?” diye sorulduğunda da: “Bana yol gösteren rehbedir (hâdidir)” diyordu. O bu sözüyle onun dinde kendisine yol gösterdiği, hidâyete erdirdiği anlamını kastediyordu. Ancak insanlar onun normal yolu tarif eden rehber olduğunu sanıyorlardı.

“Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’den bir şeyler dinleyip sonra ailesine geri döndü”: Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde ve Tirmizî’nin Sunen’inde Zurâre bin Evfâ’nın Abdullah bin Selâm’dan rivayeti tarıkıyla nakledilen, Tirmizî’nin ve el-Hakim’in sahih olduğunu söyledikleri bir rivayete göre Abdullah bin Selâm -Radıyallahu anh- şöyle söylemiştir: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Medine’ye geldiğinde insanlar onun etrafında toplandılar. Ben de kendisine bakmak için insanların arasında gittim. Yüzünü yakından görünce o yüzün yalancı yüzü olmadığını anladım.”

[226] Buhârî (2/302) Menâkıbu’l-Ensâr.

[227] Buhârî (2/300) Menâkıbu’l-Ensâr.

[228] Heysemi şöyle söylemiştir: “Bunu Bezzar rivayet etmiştir ve ravileri Sahih’te isimleri geçen ravilerdir.” (6/58) Mecmau’z-Zevâid. Bunun el-Hakim (3/9, 10)’da, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in sahabisi Hişâm bin Hubeyş’ten rivayet edilen bir şâhidi bulunmaktadır. Müellif (el-Hakim) bu hadisin isnadının sahih olduğunu ancak Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerine almadıklarını söylemiştir. Bu rivayetin sahihliğine ve râvilerinin doğruluğuna çeşitli deliller gösteriyor. Bunlardan biri Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Haymeteyn’de kaldığının birkaç sahih rivayette bildirilmiş mütevatir bir haber olmasıdır. Bir diğer delil de şudur: Hadisi bu şekilde nakledenler, hadis uydurmakla, herhangi bir artırma ve eksiltme yapmakla itham edilmeyen bedevilerden olan Haymeteyn halkıdır. Hadisi Ebu Ma’bed ve Ummu Ma’bed’den ibare olarak almış ve ibare olarak nakletmişlerdir. Bir diğer delil de şu: Bunun tıpkı elle almak gibi senedleri var. Çocuk babasından, baba da dededen almıştır. Ravilerde herhangi bir zayıflık veya mürsel yoktur. Bir diğer delil: Hurr bin Sabah en-Neha’i rivayeti Ebu Ma’bed’den nakletmiş, ondan da kendi oğlu nakletmiştir. Zâdu’l-Meâd’ın tahkikçisi de rivayetin hasen olduğunu ifade etmiştir. (3/57) el-Albâni de şöyle diyor: “Bu hadisin iki ayrı rivayeti daha bulunmaktadır ki, onları Hafız İbn Kesir, el-Bidâye (3/192-194)’te nakletmiştir. Bütün bu rivayetleriyle hadis en azından hasen derecesinin altına düşmemektedir.

[229] İbn Hişâm Sîresi (1/512). Zâdu’l-Meâd (3/60).

[230] Fıkhu’s-Sîre (176).

[231] Mehâsinu’t-Te’vil (8/218).

[232] es-Sîretu’n-Nebeviyye, Durûs ve İber (67-68).

[233] Bu konuda Enes bin Malik -Radıyallahu anh-’ın Ebu Bekir -Radıyallahu anh-’den rivayet ettiği hadis yeterlidir. Enes bin Malik -Radıyallahu anh-’ın rivayet ettiğine göre Ebu Bekir -Radıyallahu anh- şöyle söylemiştir: “Mağarada Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikteydim. Başımı kaldırdım. Gelenlerin ayaklarıyla karşı karşıya olduğumu gördüm. “Ey Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-! İçlerinden biri bize doğru aşağı bakacak muhakkak bizi görür” dedim. O da: “Sus, ey Ebu Bekr! Üçüncüleri Allah olan iki kişi (yani biz üçüncüleri Allah olan iki kişiyiz)” diye buyurdu.”

[234] es-Sîretu’n-Nebeviyye, Durûs ve İber (71).

[235] el-Menhecu’l-Harekiyyu li’s-Sîreti’n-Nebeviyye (1/198-199).

[236] el-Menhecu’l-Harekiyyu li’s-Sîreti’n-Nebeviyye (1/193).

[237] el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre (172-179) özetlenerek.

[238] el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre (171)

[239] Nuru’l-Yakîn (74)

[240] Kaynağı daha önce geçti.

[241] el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre (183).

[242] el-Buti, Fıkhu’s-Sîre (144-145) özetlenerek.

[243] el-Buti, Fıkhu’s-Sîre (147) özetlenerek.

[244] Müslim (13/7) İmâre.

[245] Buhârî (1/29) İmân. Müslim (2/10). Ebu Davud (2464) Cihâd.Nesaî (8/105) İmân.

[246] İlhâmâtu’l-Hicre (11-14), özetlenerek. Mektebetu’s-Selefiyye.

[247] Fi Zılâli’s-Sîreti’n-Nebeviyye, Said Havva’nın el-Esas fi’s-Sunne’si (1/358)’den naklen.