RASULÛLLAH’IN HAYATINDAN İMANİ DERSLER
1. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in Şerefli Nesebi.
2. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in
Yaratılışındaki Özellikleri:
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in Sıfatları Hakkında Bilgi Veren Bazı Hadisler
3. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in İsimleri ve Künyeleri
Kureyş’in Peygamber’in Adını Tahrif Etmeleri:
4. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in, Mü’minlerin Anneleri Olan Hanımları
1. Abdulmuttalib’in Zemzem Kuyusunu Kazması
2. Abdulmuttalib’in Oğullarından Birini Kesmeyi Adaması
A. Abdulmuttalib’in Oğlu Abdullah’ın Veheb’in Kızı Âmine
İle Evlenmesi
B. Muhammed Mustafa -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in Doğumu ve Büyümesi
Yüce Allah’ın Peygamber’ini Gençliğinde Cahiliye Döneminin
Pisliklerinden Koruması
2. Erdemliler Anlaşması (Hilfu’l-Fudul)
3. Resullullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in Hatice -Radıyallahu
anha- İle Evlenmesi
4. Ka’be’nin Yeniden İnşâası ve Hakem Olayı
4. VAHYİN BAŞLANGICIYLA KUTSAL HİCRET ARASI
Kutsal Çağrının Gizlice Yapıldığı Dönem
Kutsal Çağrının Açıktan Yapıldığı Dönem
1. Hamza bin Abdilmuttalib’in Müslüman Olması.
2. Birinci Habeşistan Hicreti.
3. Ömer bin Hattab -Radıyallahu
anh-’ın Müslüman Olması
5. Zulüm Belgesi ve Genel Boykot
6. Ebu Tâlib’in ve Hz. Hatice -Radıyallahu anha-’nın Vefatı
7. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in Taif’e Gitmesi
5. MEKKE’DEN MEDİNE’YE KUTSAL HİCRET
Sahabilerin (Allah
hepsinden razı olsun) Medine’ye Hicretleri
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in ve Arkadaşının Hicreti
Fıkhu’s-Sîre
Rasûlullah’ın
-Sallallahu aleyhi vesellem-
Hayatından
İMANİ DERSLER
Ahmed Ferid
Çeviri:
Oktay YILMAZ - M.Ahmet VAROL
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Andolsun
ki, Allah’ın peygamberinde sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı
çokça ananlar için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb: 33/21)
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur:
“Biriniz,
ben kendisi için babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevimli
olmadıkça iman etmiş olamaz.”[1]
İmam Malik -Rahimehullah- şöyle demiştir:
“Bu ümmetin başı ne ile ıslah oldu ise, sonu da
ancak onunla düzelir.”[2]
Yüce Allah’tan sonunu güzel getirmesini
diliyoruz.
Yaratıkları kendi gücüyle yaratan, onları
irâdesiyle türlere ayıran ve ilâhlığına delil kılan Allah’a hamdolsun. Her bir
yaratık O’nun birliğine şahitlik etmektedir. Yaratılmış olan her şey O’nun Rab
olduğuna delâlet etmektedir. Allah insanları da cinleri de, içlerinden herhangi
birine ihtiyacı olmadığı halde kendisine ibadet etmekle yükümlü kılmak üzere
yaratmıştır. O’nun yaratıklarının hiçbirine ihtiyacı yoktur.
Allah’tan başka ilâh olmadığına. O’nun bir
olduğuna ve ortağı olmadığına, dengi olmayan tek bir ilâh olduğuna, hiçbir şeye
ihtiyacı olmayan yüce varlık olduğuna, eş veya çocuk edinmediğine şehâdet
ederiz.
Muhammed’in de O’nun kulu, elçisi, peygamberi,
seçilmiş yaratığı, kendisinden razı olduğu dostu, vahiy konusunda güvendiği ve
yaratıkları arasından seçtiği biri olduğuna şehâdet ederiz. Yüce Allah onu
müjdeleyici, uyarıcı, O’nun izniyle Allah’a davet edici biri ve aydınlatıcı bir
kandil olarak hak üzere göndermiştir. Allah’ın salâtı ve bol bol selâmı onun,
temiz sahabilerinin, mü’minlerin anneleri olan eşlerinin üzerine olsun.
İmdi;
İslâmi uyanış hayatında geçirilen şu zor dönemde
Müslümanların, nerede duracaklarını, nasıl hareket edeceklerini, nasıl bir yol
izleyeceklerini, hangi hedefe doğru yöneleceklerini, ne zaman bir şeyden el
çekmelerinin, namaz kılmalarının ve zekât vermelerinin gerektiğini, ne zaman
(düşmanla) barış ve anlaşma yapmalarının, ne zaman cihad etmelerinin ve
çarpışmaya girmelerinin gerekeceğini kendilerine gösterecek açık bir
değerlendirmeye ne kadar çok ihtiyaçları var! Sayılan konularda insanlar
değişik kaynaklar ortaya koydular. Yer yer birbirinden tamamen farklı yollar
izlediler. Bazen birbirine tamamen ters metodlar tutturdular. Bazıları,
Müslümanların ve İslâm’ın yücelmesinin yolunun, ilk günden itibaren kara
cahiliyeye karşı silahlı mücadeleye girişmek olduğunu ileri sürdü. Bazıları
halk üzerinde hâkimiyet bayrağını yükseltmenin yolunun siyasi çalışmalar yapmak
ve parlamentoya girmek olduğunu ileri sürdü.
Bazıları yüce yaratıcının rızasını kazanmanın ve
ülkelerde İslâm bayrağını yükseltmenin yolunun eğitim ve insan yetiştirme
olduğunu ileri sürdü. Bazıları bundan daha dar bir çağrıyla ortaya çıktılar. Bu
gibilerin İslâm’ın yüceltilmesini isteme ve mutlak hâkimiyet sahibi, her şeyin
ilmine sahip olan Allah’ın bayrağını yükseltme gibi bir kaygıları yoktur.
Bunlar sadece toplumu ıslaha çalışmayı hedefleyenlerdir. Dolayısıyla insanların
iyiliğe çağrıya olumlu cevap vermeleri yeterlidir.
Bazıları ise bundan daha basit gayelerle
uğraşmaktadırlar. Onların İslâm davası diye bir davaları da yoktur. Bu
gibilerin kafa yapılarına ve düşüncelerine göre Rahman’ın hükmüne başvurmakla,
yeryüzünün aşağılık tağutlarının hükümlerine başvurmak arasında bir fark
yoktur. Bu konuda izleyecekleri tutum onların arzularıyla ve şehevi hisleriyle
bağlantılıdır. Üstün gayelerden bir nasipleri yoktur. Ahiretle ilgili bir
beklenti ve ümit içinde de değildirler.
Biz bu gibilere, içinde bulundukları durumdan
tevbe etmeleri ve yerin ve göğün Rabbine yönelmeleri çağrısından başka bir
çağrı yöneltmiyoruz.
Buradaki çağrımız Müslümanların diğer
gruplarından ihlas sahiplerine, dosdoğru dine çağıran cemaatlere yöneliktir ve
ilgimiz onlaradır. Onlara, Yüce Allah’a çağırma konusunda Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in gösterdiği
hidâyet yolunu esas alarak ışık tutmaya çalışacağız. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in değerli
sahabileri nasıl yetiştirdiğini, İslâm devletini nasıl kurduğunu, davetinin
güneşin değişik bölgelere ışığını yayması gibi nasıl yayıldığını ve Allah’ın
izniyle gece ile gündüzün yaşandığı her yere onun çağırısının nasıl ulaşacağını
açıklayacağız.
Şüphesiz Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sîreti ve hidâyet yolu yolların en
hayırlısı ve en güzelidir. Yüce Allah bize onun yolundan gitmemizi ve sünnetini
izlememizi farz kılmıştır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Öyleyse
Allah’a ve o ummî peygamber olan Rasûle iman edin -ki o Rasûl de Allah’a ve
sözlerine iman etmektedir- bir de ona uyun ki, doğru yolu bulabilesiniz.” (A’raf: 7/158)
Ondan başkasının yoluna uymaktan ve onun
emrinden yüz çevirmekten de sakındırmış ve şöyle buyurmuştur:
“O’nun
emrine aykırı davrananlar başlarına bir belanın gelmesinden veya kendilerine
acıklı bir azabın gelip çatmasından sakınsınlar.” (Nur: 24/63)
Allah’ın şeriatının uygulamaya konmasını
isteyenleri bu meselede de Allah’ın şeriatının hükümlerine başvurmaya
çağırıyoruz. Bu hükümler, Yüce Allah’ın bayrağının nasıl yüceltileceğini,
Müslümanların kendilerine vaadedilen ortama, kendileri için belirlenmiş olan
gayeye nasıl ulaşacaklarını ortaya koymaktadır. Bu da Müslümanların Yüce
Allah’ın şeriatının hükümlerine başvurma nimetine dönmeleri, İslâm’ın
gölgesinde gölgelenmeleri, gerek yöneticilerin ve gerekse yönetilenlerin her
şeyin sahibi, her şeyi bilen Allah’ın dinine boyun eğmeleridir.
Allah’ın izniyle daha önce yayınlanmış olan “Teysiru’l-Mennân fi Kısasi’l-Kur’an”
adlı kitabımızda, peyamberlerin metodlarının nasıl olduğunu, insanların göğün
ve yerin Rabbine ibadet etmelerini sağlamada izledikleri yolun ne olduğunu
açıklamıştık. Allah’ın izniyle bu bizim peygamberimizin davetinden farklı
değildir. Nasıl farklı olabilir ki, Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem peygamberlerin sonuncusu ve efendisidir.
Peygamberler atadan kardeştirler.[3]
Dinleri birdir. Onların dinleri de bütün insanlar ve cinler için seçtiği ve
hoşnut olduğu İslâm’dır. Bunu Yüce Allah şu sözüyle bildiriyor:
“Sizin
için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Maide: 5/3)
Yüce Allah diğer bir âyette de şöyle buyuruyor:
“O: “Dini
dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye dinden Nuh’a buyurduğunu,
sana vahyettiğimizi ve İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya buyurduğumuzu sizin için de
dinden bir şeriat kıldı. Müşrikleri kendisine çağırdığın şey onlara ağır geldi.
Allah dilediğini kendine seçer ve gönülden yöneleni kendine iletir.” (Şurâ: 42/13)
Bu kıymetli kitapta da seçilmişlerin efendisi
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
sîretiyle ilgili en sağlam haberleri ve en sahih rivayetleri vermeye çalıştım.
Bununla birlikte gelişmelerin özünü de ortaya koymaya gayret ettim. Bundaki
amacım verilen bilgilerin okunmasına ve dinlenmesine teşvikti. Sonra bu
gelişmelerden çıkarılan fıkhî hükümlere, imâni değerlere ve hayat ölçülerine
ışık tutmaya çalıştım.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in mubarek sîretiyle ilgili bütün sahih rivayetleri
topladığımı, onun sîretinden çıkarılabilecek bütün ibretleri, öğütleri,
ölçüleri ve etkileri sıraladığımı ileri sürmüyorum. Ancak bu konuda hayli çaba
harcadım. Yüce Allah’tan, bu çalışmamda ihlaslı davranmış olmamı ve çalışmamın
da kabule değer olmasını umuyorum. Bu kitapta hadisçilerin metodlarıyla,
habercilerin (tarihçilerin) metodları arasında orta bir yol izledim. Bir olayla
ilgili sahih veya hasen bir hadis bulduğumda ona dört elle sarıldım. Böyle bir
hadisin bulunduğu bir konuda sîret yazarlarının ve tarihçilerin kitaplarına
ihtiyaç duymadım. Ancak hakkında, güvenilir hadis kaynakları içinde sahih bir
hadise rastlamadığım tarihi gelişmelerle ilgili bilgi toplamak için
tarihçilerin verdiği rivayetleri değerlendirmek zorunda kaldım. Bununla
birlikte bu konularda da İbn İshak gibi belli bir itibara sahip, kabul görmüş
kimselerin rivayetlerini esas aldım. Fakat hiçbir zaman Vâkıdi ve Kelbi gibi
zayıf ve rivayetleri kabul görmeyen kimselerin verdiği bilgileri esas almadım.
Benim bu kitabımdaki her şeyin sahih olduğu
söylenemez. Çünkü bu alanda bunu gerçekleştirmek oldukça zordur. Ancak
rivayetlerin en sağlıklı olanlarını toplamaya çalıştım. Bununla birlikte bir
konuyla ilgili rivayetlerin en sağlıklı olanının da zayıf olması mümkündür.
Fakat böyle bir rivayet diğerlerinden daha iyi derecededir ve zayıflığı diğer
rivayetlerin zayıflığından azdır. Beni böyle davranmaya yönelten de sîretin bir
tarih olmasıdır. Hatta insanlık tarihindeki dönemlerin en önemlisi ve en
seçkinidir. Bu dönemle ilgili rivayetlerin tümünün sahih olmasını şart
koşarsak, bazı zaman dilimleri aralarda boşluklar halinde kalır ve bu
dilimlerle ilgili bilgiler toplamamız zor olur. Böylece olaylar ve gelişmeler
arasında bağlantıyı da kuramayız.
Prof. Dr. Ekrem el-Umeri şöyle diyor: “Öncelikle
yapılması gereken sahih rivayetlere dayanmak ve bunlara öncelik tanımaktır.
Sonra hasen rivayetlere dayanılır. Bundan sonra İslâm’ın başlangıç döneminde
Müslüman toplumla ilgili gelişmelerin tarihi çizelgesini ortaya çıkarmak için
zayıf rivayetlerin herhangi bir yönden desteklenenleri esas alınır. İki
rivayetin birbirine ters düşmesi durumunda sürekli kuvvetli olan tercih edilir.
Herhangi bir yönden desteklenmeyen veya te’yid edilmeyen zayıf rivayetlerden ise
sadece, hakkında sahih veya hasen rivayet bulunmadığı için arada bir boşluk
gibi duran dönemler açısından yararlanılır. Ancak bunların da inançla veya
şer’i bir ilkeyle bir ilgisinin olmaması gerekir.”[4]
İmkân ölçüsünde olayları birbirleriyle
bağlantılı bir şekilde vermeye çalıştım. Hakkında sahih rivayet olmayan
dönemlerle ilgili bilgiler içinde çoğunlukla İbn Hişâm’ın Sîret’ine başvurdum. İbn Hişâm ise İbn İshak’ın öğrencilerinden ve
İmam Malik’in (öl. H. 151) çağdaşlarındandır. Dolayısıyla o, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
peygamberlik güneşinin ışıklarını saçtığı döneme yakın bir dönemde yaşamıştı.
İmamlar onun bu alanda öncülük ettiğini ifade etmişlerdir. İbn Seyyidi’n-Nâs, Uyunu’l-Eser (1/8-18)’de İbn İshâk’ın
hayat hikâyesini (biyografisini) verirken, ilim sahiplerinin onunla ilgili
sözlerini de aktarmıştır. Bunlardan bazıları: “İbn Şihâb ez-Zuhri’ye meğaziden
(Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
savaşlarından) soruldu. “Bu konuda insanların en bilgilisi şudur -yani İbn
İshak’tır- dedi.[5] İbn Adiyy de
şöyle söylemiştir: “Onun hadislerini inceledim. Naklettiği hadisler içinde
zayıf olduğu üzerinde kesin hüküm verilebilecek bir hadise rastlamadım. Bazen
hata etmiş veya başkalarının hata ettikleri gibi tereddüde düşmüştür. Sika
kişiler ve imamlar ondan rivayette bulunmaktan kaçınmamışlardır. O (İbn İshak)
rivayetinde sakınca görülmeyen (lâ be’se bih) biridir.”
Prof. Dr. el-Umerî şöyle der: “Bu açıklamalar
büyük bir öneme sahiptir. Sadece İbn Adiy’in bilinen konumu veya onun ravileri
sika olarak kabul etmek için ağır şartlar ileri sürmesi dolayısıyla değil, aynı
zamanda rivâyetlerin iyice tetkik edilmesi sonucu varılmış olmasından dolayı da
önemlidir.”[6]
Olayları birbirleriyle bağlantılı olarak vermek
ve imkân ölçüsünde bu olaylardan çıkarılacak ölçüleri ortaya koymak. Bu konuda
İbnu’l-Kayyim’in Zâdu’l-Me’ad’da, İbn
Kesir’in el-Bidâye ve’n-Nihâye’de.
İbn Abdilberr’in el-Meğazi ve’s-Siyer’in
özeti olan ed-Durer’de yaptığı bazı
açıklamaları aktarmamı gerektirdi. Ayrıca çağdaş ilim adamlarından da, Prof.
Dr. Ekrem el-Umeri gibi sîret konusunda bilgi ve otoriteye sahip olanların ve
aynı zamanda tutarlı bir metod izleyenlerin açıklamalarına da başvurdum. Allah
yolunda kardeşimiz olan Âdil Abdulgafur (Allah
kendisinden yararlanılmasını nasib etsin)’un mastır çalışması gibi çeşitli
ilmi araştırmalardan da çok yararlandım.
Sîretle ilgili gelişmelerden çıkarılacak imani
ölçüleri ve faydalı sonuçları da belirlemeye çalıştım. Bu konuda sadece sünnet
(hadis) alimlerinin verdiği bilgilere dayanma şartı da aramadım. Çünkü hikmet
mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır. Sünnete ağırlık ve önem veren
ekolle uyuşmayan ekollerden olduklarını bildiğim halde, Muhammed Gazali ve Buti
(Said Ramazan el-Buti)’den de bazı bilgiler aktardım. Bir Müslümanı bir yönden
sevmek bir yönden de kendisine karşı çıkmak mümkündür. Bunun yanısıra Muhammed
Münir’in el-Menhecü’l-Hareki
li’s-Sire’n-Nebeviyye ve Fıkhu’s-Sîre gibi eserlerinden de yararlandım.
Yine Said Havva’nın el-Esâs fi’s-Sünne’sinden
de yararlandım. Bu kitap içlerinde en iyi nitelikte ve hadisçilerin metodlarına
da en yakın olanıdır. Rivayetlerin senetlerinin incelenmesi konusunda selefî
davetin önderi Allâme el-Albâni (Muhammed Nasıruddin el-Albâni)’nin, Buti’nin
ve Gazali’nin kitaplarındaki nakillerin senetleriyle ilgili incelemelerinden
yararlandım. Bu arada Şeyh Muhammed Rızk et-Terhuni’nin es-Sîre’z-Zehebiyye adını taşıyan basılmış kitabının az bir
bölümünü inceleme inkânı da buldum. Ondan herhangi bir şey aktarmadım ama
izlediği metodu inceledim. Allah kendisine güzel karşılıklar versin.
Şüphesiz sîretle ilgili olarak yazılmış kitaplar
hayli çoktur ve metodları birbirinden farklıdır. Bunlardan bazıları halkın
genelini bilgilendirmeye uygundur. Bazılarının metodları şer’i ilimleri öğrenen
kimseleri bilgilendirmeye elverişlidir. Ama çoğu elle tutulur bir şey ortaya
koyamamaktadır. Bu gibi eserler, rivâyetlerin sıhhati hakkında bilgi içermeyen
bir haberler derlemesidir. Rivayetler hakkında açıklamalar içermedikleri gibi
bunlardan çıkarılacak ibretlere ve öğütlere değer vermezler.
Ben bu kitapta rivayetlerin en sahih olanlarını
bulmaya çalıştım. Arkasından da onlardan çıkarılacak ibretlere ve öğütlere yer
verdim. Bununla birlikte sözü bıktırıcı bir şekilde uzatmaktan da, açıklamaları
yarım bırakacak derecede kısa tutmaktan da kaçındım: Böylece insanları Allah’a
çağıran davetçi kardeşlerimin ve bu değerli ilmi öğrenmek isteyenlerin
önlerine, eğitime yönelik derli toplu bir metod ortaya koymaya çalıştım.
Bu metodu ve bu medresenin ilkelerini asıl
belirleyen kişi ise peygamberlerin ve elçilerin önderi, öncekilerin ve
sonrakilerin efendisi Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’dir. Bu medresede eğitim gören ve bu mübarek nebevî metoda
göre hareket edenler ise insanlar için çıkarılmış olan hayırlı bir ümmet ve
insanlığın kendilerine mensub olmakla övüneceği bir nesildir. Bu nesil cihadda,
fedakârlıkta, cesarette, cömertlikte, mertlikte, davette, sabırda, kişilerin ve
toplumların övülmesine vesile olacak diğer bütün alanlarda en güzel örnekleri
sergilemişlerdir. Bu nesil İslâm üzere ve İslâm için eğitim görmüştür. Onlar
Allah’ın dinini ayakta tutmuşlar, Allah’ın dini de onları ayakta tutmuştur. Her
bir sahabi kendi zatında bir efsaneydi. Onların herbiri için bu kitap gibi bir
kitap yazılsa yeridir. İslâm’ın yüceliği ve insanların hayatlarında ne gibi
köklü değişiklikler yapabileceği onlarla ortaya çıkmıştır. Niçin olmasın ki, bu
Allah’ın kulları için uygun gördüğü metoddur. Bu araştırmanın içerdiği konular
arasında Mus’ab bin Umeyr, Hamza bin Abdilmuttalib, Abdullah bin Revâhâ, Ca’fer
bin Ebi Talib, Ali bin Ebi Tâlib, Haram bin Melhân, Amir bin Fuheyre -Allah hepsinden razı olsun- gibilerin
ve onlar gibi pek çok kimsenin hayat hikâyelerinden kısmen söz edeceğiz.
Onlarla din ayakta kalmış, Yüce Allah mü’min kullarını onların vasıtasıyla
yeryüzünde güç sahibi kılmıştır.
İslâm’a sıcak bakan, İslâm’ı laiklik, komünizm,
kapitalizm gibi beşeri sistemlere tercih eden ama kendilerini dini hâkim kılmak
ve alemlerin Rabbinin bayrağını yükseltmek için gereken fedakârlık ve gayrete
hazırlamayan kitlelere Allah’ın yardımı ulaşmaz. Yüce Allah’ın yardımı ancak
aşağıdaki ayete sözünü ettiği kitlelere ulaşır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Ey iman
edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, kendisinin onları
sevdiği onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere
karşı onurlu ve güçlü, Allah yolunda cihad eden ve hiçbir kınayanın
kınamasından korkmayan bir topluluk getirecektir.” (Maide: 5/54)
İşte bu nesil ne zaman Yüce Allah’ın yukarıdaki
ayetinde saydığı nitelikleri kazanmasını sağlayacak bir terbiyeden geçerse, o
zaman Allah’ın yardımı kendilerine ulaşır ve hâkimiyet Allah’ın dininin ve
(seçkin) kullarının olur. Yüce Allah’ın ilâhi sünneti böylece tecelli
edegelmiştir. Bununla birlikte Allah kâfirleri helâk etmeye ve beşeri sebepler
olmasa bile kendi dinini hâkim kılmaya güç yetirebilir. Nitekim bir âyetinde
şöyle buyurmaktadır:
“Allah
dileseydi onlardan öc alırdı. Ancak sizi birbirinizle imtihan etmek için (böyle
diler).”
(Muhammed: 47/4)
Aynı şekilde Yüce Allah davetçilerin herhangi
bir çabası olmadan da insanları doğru yola eriştirme gücüne sahiptir .Bu konuda
da şöyle buyuruyor:
“İsteseydik
her nefse hidayetini verirdik.” (Secde: 32/13)
Ancak Yüce Allah her şeyi bir sebebe
bağlamıştır.
Birçokları, Allah’ın sağlam şeriatını
uygulamadan kaldıran zalim yöneticilere karşı savaşa girişilebileceğini,
insanların nefis terbiyeleri ve Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmeleri
için eğitimleri işiyle de bundan sonra uğraşılacağını sanıyorlar. Oysa bu metod
Kur’an’ın metoduna terstir. Kur’an’ın metoduna göre savaş önce nefislerde
başlamalıdır. Bu da nefislerin şirkten ve günâhlardan arındırılması, yalnız
Allah’a kulluk etmeye yöneltilmesi ve ibadetlerle tezkiye edilmesiyle olur. Bu
konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Bir
topluluk kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d: 13/11)
Bir başka ayette de şöyle buyuruyor:
“Allah
sizden iman edip salih ameller işleyenlere, kendilerinden öncekileri hükümran
kıldığı gibi onları da yeryüzüne hükümran kılacağını, onlar için seçip
beğendiği dinlerini onların lehine güçlendirip yerleştireceğini ve
korkularından sonra onları güvene kavuşturacağını vâdetti. Çünkü onlar bana
ibadet eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan sonra kimler inkâr ederse
işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.” (Nur: 24/55)
Davetçilerin görevi insanları Allah’a kulluk
etmeye yöneltmektir. Sahabiler, peygamberlerin ve elçilerin görevi olan bu
görevi iyi anlamışlardı. Rib’iy bin Âmir, Perslerin kumandanı Rüstem’in yanına girdiğinde
şöyle demişti: “Allah bizi, isteyeni kullara kulluktan çıkarıp Allah’a kulluğa
ulaştırmamız, dünyanın darlığından kurtarıp genişliğine kavuşturmamız, çeşitli
dinlerin zulümlerinden kurtarıp İslâm’ın adaletine ulaştırmamız için
görevlendirdi...”[7]
İşte peygamberlerin ve onları izleyenlerin yolu
buydu. Yani cahiliye toplumuna karşı hemen ilk günden itibaren silaha sarılmak
ve siyasi sloganlar atmak değil. Ancak doğru bir eğitime, geceyi namazla
gündüzü oruçla geçirmeye, sonra da bayrağı yüceltmek ve amaca ulaşmak için
gereken fedakârlığı göstermeye çağrıydı.
İnsanları Allah’a davet edenler tarafından da
yolun uzak ve zor olduğunun, davetin bir merhaleden sonra başka bir merhaleye
gireceğinin, davet merhalelerinin her birinin kendine uygun kulluk görevlerinin
olduğunun açıkça bilinmesi gerekir. Sahabilerin Mekke’de iken, devletlerinin ve
yaptırım güçlerinin olmadığı sırada yerine getirmeleri gereken kulluk görevi
insanları açıktan Allah’a davet etmek, bu konuda eziyetlere, alaylara,
işkencelere ve yalanlamalara katlanmaktı. Bu dönemdeki kulluk görevlerinin
arasında savaştan el çekmek, namazı kılmak ve zekâtı vermek de vardı.
Kur’an ile Medine fethedilince, Ensar Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem’e ikinci
bey’atı yapınca ve Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem sahabilere hicret etmelerini emredince, çocukları, malları,
yakınları, aşireti bırakarak dinini kurtarmak, Müslümanları güçlendirmek,
Medine-i Münevvere’de İslâm devletini kurmak kulluk görevi olmuştur. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye
hicret ederek orada devletini kurunca ve gücünü artırınca Yüce Allah cihada
izin verdi. Bunun üzerine cihad, çarpışma, Allah’ın vaadinin gerçekleşmesi için
kâfirlerin kanlarını akıtmak, canlarını almak kulluk görevi oldu. Ardından
zafer ve fetih gerçekleşti. İnsanlar kitleler halinde İslâm’a girmeye
başladılar.
Buna göre davet merhalelerini bilmek, her bir
merhaleyle ilgili davet prensiplerini ve o merhalede yerine getirilmesi istenen
kulluk görevini anlamak zorunludur. Şüphesiz bu, İslâmi uyanış gençliği
açısından, balık için su, diğer canlılar için de hava ne kadar önemliyse o
derecede bir öneme sahiptir.
Acelecilik ve yapılanların meyvelerini bir an
önce toplama arzusu insanın tabiatına yerleştirilmiş bir özelliktir. Bu konuda
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“İnsan
(adeta) “acele”den yaratılmıştır.” (Enbiyâ: 21/37)
Habbab bin Eret Radıyallahu anh’ın Mekke’de uğradığı şiddetli eziyetlerin akabinde
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e
giderek:
“Bizim için dua etmeyecek misin? Bizim için
yardım dilemeyecek misin?” demiş; Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Allah’a davet edenlerin mutlaka imtihan
edileceklerini ve bazı musibetlerin başlarına geleceğini bildirmişti. Bu arada
ona İslâm’ın üstün geleceğini ve zafere ulaşacağını da müjdelemişti. Daha sonra
insanlara hâkim olan özelliği ortaya koyarak şöyle buyurmuştu: “Fakat siz acele ediyorsunuz.”[8]
Zamanımızdaki aceleciler de bazen silahlı
çatışmaya girmek için acele ediyor ve zafere yakın olduklarını, İslâm’ı hâkim
kılmak için zamanı kısaltacaklarını sanıyorlar. Oysa kendilerinin bu arada
Allah’a davet işini geriye bıraktıklarını bilemiyorlar. Böylece yaratılmışların
efendisi Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in sünnetine aykırı bir tavır takınıyorlar.
Ya da parlamento yolunu ve siyasi metodları seçiyor
ve bu yolun kolay, yakın bir yol olduğunu, bu yolun en kısa zamanda kendilerini
gayelerine ulaştıracağını sanıyorlar. Bu yolda çok fazla fedakârlığa, insanları
yetiştirmek ve arındırmak için büyük binalar yapmayı amaçlayan geniş çaplı
harcamalara gerek olmadığını sanıyorlar. Sanıyorum Cezayir tecrübesi bu yolun
önü kapalı ve gayeye ulaştırmayan bir yol olduğuna en açık delildir. Bunun
yanısıra bu yol peygamberlerin (Allah’ın
salâtı ve selâmı üzerlerine olsun) izlediği bir yol değildir.
Biz kardeşlerimizi davetin merhalelerini ve her
bir merhalede yerine getirilmesi gereken kulluk görevlerini öğrenmeye
çağırıyoruz. Bunun yanısıra onları, dinin üstün geleceğine kesin olarak
inanmaya ve bunu yakînen bilmeye çağırıyoruz.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“Allah’a
ortak koşanlar istemese de, hak dini bütün dinlerden üstün kılmak için
Peygamber’ini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.” (Tevbe, 9/33)
Yüce Allah bir başka ayette de şöyle buyuruyor:
“Ve hiç
şüphesiz üstün gelecek olanlar da bizim askerlerimizdir.” (Sâffât, 37/173)
Yeryüzünde Allah’ın askerleri bulununca onlara
Yüce Allah’ın yardımı mutlaka iner. Dolayısıyla davetçilerin görevi davayı
tebliğ etmekle birlikte yeryüzünde söz sahibi olmaya lâyık olacak ve kendileri
vasıtasıyla Müslümanların bayrakları yükselecek nesli yetiştirmektir.
Bunun savaştan el çekme, namazı kılmak, zekâtı
vermek, iman ve cihad eğitimi almak aşamasında bulunan İslâmi uyanış gençliği
şunu bilmeli ki; savaştan el çekmek, kalbini cihad sevgisinden, ona olan
arzudan, malı ve canı Allah için feda etme duygusundan arındırmak demek
değildir. Sahih bir rivayette Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğu bildirilmiştir:
“Kim
savaşmadan veya içinden bunu arzulamadan ölürse bir tür nifak üzere ölmüş
olur.”[9]
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in sîretini öğrenmenin bazı yararlarını burada, bu
incelemenin başında vermek isterim:
1. Birçok Kur’an âyetinin
iniş sebebinin öğrenilmesi mümkün olur. Bu ise âyetlerin anlaşılmasına,
onlardan hüküm çıkarılmasına, onların indiği şartları ve ortamı zihinde
tasavvur etmeye yardımcı olur. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in hadisi şerifleri için de aynı şey söz konusudur. (Yani
sîretin öğrenilmesiyle bazı hadislerin hangi sebeplerden dolayı ve ne gibi
şartlarda söylendiğini öğrenmek mümkün olur.)
2. Sîret bilgisi
davetçiler ve Allah yolunda cihad edenler için faydalı bir azıktır. Geçmişte
gösterilen büyük gayretler, dini yüceltmek, alemlerin Rabbinin bayrağını
yükseltmek için akıtılan kanlar hakkında bilgi edinmeleri; bu dine girmenin
sağladığı nimetin değerini, bu dine mensub olmanın ve ona davet etmenin, onun
bayrağını yükseltmek için cihad etmenin ne büyük bir şeref kazandırdığını
bilmeleri onların gayret ve kararlılıklarını artırı;.
3. Sîret kendi başına,
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
mucizelerinden bir mucize ve peygamberliğinin delillerinden bir delildir.
Nitekim İbn Hazm şöyle demektedir: “Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in bu büyük sîreti üzerinde düşünen
birisi onu kaçınılmaz olarak doğrulamak zorunda kalır. Çünkü sîreti onun
Allah’ın gerçek bir elçisi olduğuna şahitlik etmektedir. Onun sîretinden başka
bir mucizesi olmasaydı yine yeterdi.”[10]
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
sîretini inceleyen bir kimse zaten onun birçok mucizesi hakkında bilgi edinir.
Şüphesiz Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem’in mucizeleri onun doğruluğuna olan imanımızı ve kendisine karşı
sevgimizi artırmaktadır.
4. Bununla (sîretin
öğenilmesiyle) İslâm’ın ve Müslümanların yücelmesini sağlayacak yolun
öğrenilmesi mümkün olur. Yüce Allah’ın, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i gönderdiği sırada insanların durumu,
daha önce her hangi bir peygamberin gönderildiği en kötü dönemden de daha
kötüydü. Öyleki Allah bu haliyle yeryüzüne bakmış ve Arap olanlarına da
olmayanlarına da gadab etmişti. Peygamberî davet nasıl başladı, sonra bir
merhaleden diğer merhaleye nasıl geçti? Sonuçta Allah onun vasıtasıyla dinini
ve Müslümanların üzerindeki nimetini nasıl tamamladı? Bu konulara daha önce
işaret ettiğimizden burada sözü fazla uzatmak istemiyoruz.
5. Sahabileri insanlığa
öncülük etmeye lâyık hale getiren özelliklerinin ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in onları
nasıl eğittiğinin öğenilmesi mümkün olur. Bu ise onları sevmeye, gidişatlarını
almaya ve yollarını izlemeye yöneltir.
6. Değerli ashâbla
birlikte yaşamak ve yaratıkların en hayırlısıyla sohbet mutluluğuna erişmek
mümkün olur. Onların sevinmeleriyle sevinir, onların ağlamalarıyla ağlarız.
Onların elde ettikleri başarılarla gözlerimiz aydınlanır. Şüphesiz gerek sevinç
anında ve gerekse darlıkta uzun süre sohbet etmek sevgi ve kardeşlik bağlarını
güçlendirir. İşte bu da şerefli sîreti öğrenmenin bereketlerindendir. Bu aynı
zamanda iman bağlarından bir bağdır. Çünkü bir kimse Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i, babasından,
çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe mükemmel bir imana
kavuşamaz.
7. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in sîretini
öğrenmek, ruhu besler, temiz kalpleri gıdalandırır. Fısk ve günâhlara dalmış
kimseler basit filmler, değersiz tiyatrolar seyrederek, çirkin işleri ve
günâhları görerek beslenirken bizim güzel bilgileri alarak gıdalanmamız niçin
mümkün olmasın! Her nefis kendine göre olan şeylerden gıda alır. Herkes de ne
için yaratılmışsa kendisine o kolaylaştırılır.
8. Sîreti öğrenmek Müslümanın
birçok fıkhî hükmün dayanağını öğrenmesine, eğitimle ilgili dersler çıkarmasına
ve şer’i siyaseti anlamasına imkân sağlar. Bir komutan komutanlığın nasıl
olması gerektiğini öğrenebilmek için sîreti öğrenmeye muhtaçtır. Bir asker de
askerliğin nasıl olması gerektiğini öğrenebilmek için sîreti öğrenmeye mutlak
ihtiyacı vardır. İnsanları Allah’a çağıran davetçiler de, Allah’a davetin nasıl
olması gerektiğini öğrenebilmek için sîreti öğrenmeden edemezler. Aynı şekilde
eğitimcilerin de eğitimin nasıl olması gerektiğini öğrenebilmek için yine
sîreti öğrenmeye mutlaka ihtiyaçları vardır.
9. Bu yolla, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
üstünlüğünü, Yüce Allah’ın onu insanlardan nasıl koruduğunu, Bedir, Ahzab ve
Huneyn savaşlarında Meleklerin nasıl inip onunla birlikte çarpıştıklarını, Uhud
olayında Cibril -Aleyhisselam- ve
Mikâil -Aleyhisselam-’ın nasıl inerek
bizzat onu savunduklarını öğrenmek mümkün olur.
10. Bu yolla zaferin ve
yenilginin sebeplerini öğrenmek mümkün olur. Zaferin sebeplerinden bazıları
Allah’a güven, O’na dayanmak (tevekkül), O’na boyun eğmek (tazarru) ve zafere
ulaştıracak sebeplere yapışmak, ama bu sebeplere güvenmemek, zaferin ancak
Allah katından geleceğine iman etmektir. Yenilginin sebeplerinden bazıları da
Uhud olayında olduğu gibi dünyalığa ilgi duymak ve Huneyn olayında olduğu gibi
sayının çokluğundan dolayı zaferin Allah’tan olduğunu unutmak ve gurura
kapılmaktır.
11. Sîreti öğrenmek,
Müslüman fert ve toplum için belirlenmiş yaşayış tarzıdır; İslâm şeriatını
anlamada bulunmaz bir yardımcı, yeryüzünün şahid olduğu en mükemmel yaşayış
tarzının en doğru şeklini gösteren en büyük bir tablodur. Çünkü sîret
peygamberlerin en üstünü ve bütün insanlığın efendisi olan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in yaşadığı
tarihtir.[11]
Bunlar Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi vesellem’in sîretini öğrenmenin yararlarından
bazıları. Ancak hepsi bu kadar değil. Ben, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e dayandırılan rivayetleri incelemede,
karşılığını Allah’tan beklediğim bir gayret sarfettim. Ancak rivayetlerin yer
aldığı kaynakların tümünü tesbit ettiğimi ileri sürmüyorum. Fakat en azından
özlü bir şekilde ve biraz önce mukaddime içinde ifade etiğim üzere hadisin
sahih, hasen veya en azından rivayeti pek sağlam olmamakla birlikte zayıflığı nisbeten
telafi edilebilen türde zayıf bir hadis olduğuna işaret etmekle yetindim. Bu
kitabın yazılmasındaki amaç İslâmi uyanış gençliğini Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in mübarek
hidayet çizgisi hakkında bilgilendirmek, onları değerli sahabilerin eğitildikleri
metod üzere eğitmek olduğundan, derlemesi ve düzenlenmesiyle şereflendiğim,
rivayetlerini inceleme ve gözden geçirme mutluluğuna eriştiğim bu eseri:
“Vakafât Terbeviyye Ma’a’s-Sîreti’n-Nebeviyye (Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Sîretinden Hayat Ölçüleri)” olarak
adlandırdım.
Yüce Allah’tan amellerimizi içindeki eksiklere
ve kusurlara rağmen kabul etmesini, bize en büyük ecir ve sevap verme lütfunda
bulunmasını, Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’i ve sahabilerini görmekten bizi mahrum kılmamasını diliyoruz.
Gönüller onların sevgileriyle doludur. Onları görmeyi ve kendilerine yakın
olmayı arzulamaktadır. Allah’ın salâtı ve selâmı alemlere rahmet olarak
gönderilen Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in, onun temiz, tâhir âli beytinin, bereket ve hayır kapısı olan
sahabilerinin üzerine olsun. Duamızın sonu alemlerin Rabbi olan Allah’a
hamdolsun demektir.
Ahmet Ferid
Muharrem 1412
İçerdiği konular:
1. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in şerefli nesebi.
2. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in yaratılıştaki özellikleri.
3. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in isimleri, künyeleri ve bir çocuğa onun hem adının hem de
künyesinin verilmesinden kaçındırma.
4. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in, mü’minlerin anneleri olan hanımları.
5. Çocukları.
Şüphesiz peygamberler, yaratılış ve ahlâk
bakımından insanların en mükemmelleri oldukları gibi neseb yönünden de en
şereflileridirler. Bu yüzdendir ki, Herakliyus Ebu Sufyân bin Harb’e Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem’in
nesebini sorarak:
“Onun aranızda nesebi nasıldır?” demişti. Ebu
Sufyân da:
“O bizim içimizde yüksek bir nesebe sahiptir.”
cevabını vermişti. Bunun üzerine Herakliyus şunu söylemişti:
“Ben sana onun nesebinden sordum. Sen onun sizin
içinizde üstün bir nesebe sahip olduğunu söyledin. İşte Peygamberler bu şekilde
kendi kavimleri arasında yüksek bir nesebe sahip olarak gönderilirler.”[12]
Peygamberlerin kıssaları arasında geçen, Şu’ayb -Aleyhisselam-’ın kavminin Şu’ayb -Aleyhisselam-’a söyledikleri söz de bu
konudaki delillerdendir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Dediler
ki: Yakın çevren olmasaydı seni mutlaka taşlardık.” (Hud, 11/91)
Bir diğer delil de Salih -Aleyhisselam-’ın kavminin onu öldürmek üzere görüş birliği
yaptıklarında söyledikleri şu sözdür:
“Muhakkak
gece ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim sonra velisine: “Biz onun
ailesinin öldürülüşünde bulunmadık ve gerçekten biz doğru söyleyenleriz “
diyelim.” (Neml,
27/49)
İbn Haldun, peygamberliğin alametleriyle ilgili
açıklamasında şöyle söylemiştir: “Onların alâmetlerinden biri de kavimleri
içinde saygın bir aileye mensup olmalarıdır.”
Peygambelerin içinde bütün üstünlüklere en lâyık
olan da onların sonuncuları ve efendileri olan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’dir. Onun nesebinin üstünlüğü hakkında
sahih rivayetler nakledilmiştir. Bunlardan biri Müslim’in Vâile ibnu’l-Aska’dan
naklettiği şu rivayettir: “Vâile dedi ki: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“Yüce
Allah İsmail oğullarının arasından Kinane oğullarını seçti. Kinâne oğullarının
arasından da Kureyş’i seçti. Kureyş’in içinden Hâşim oğullarını seçti. Beni de
Hâşim oğullarının içinden seçti.”[13]
Kureyş’in üstünlüğü hakkında Ummu Hanî’den merfu
olarak (Peygamber Efendimiz’e isnad edilerek) şu rivayet nakledilmiştir: “Yüce
Allah Kureyş’i yedi özellikle üstün kılmıştır: On yıl kendisine ibadet
etmeleriyle üstün kılmıştır ki bu süre içinde Kureyş’ten başka ona kulluk eden
yoktu. Fil olayında müşrik olmalarına rağmen kendilerine yardım etmekle üstün
kılmıştır. Haklarında Kur’an’da bir sure indirmekle üstün kılmıştır ki onlardan
başkası(nın adı) bu sürede geçmemiştir. Bu sure de: “Kureyş’in güvenlik ve esenliği için...” sûresidir. Ayrıca peygamberin
aralarından çıkmasıyla, hilafetin kendilerine verilmesiyle, Ka’be’nin örtüsüyle
ilgilenme (hicâbe) ve hacılara su dağıtma (sikaye) görevlerinin kendilerine
verilmesiyle üstün kılmıştır.”[14]
İbn Hazm -Rahmetullahi
aleyh- şöyle söylemiştir:
“Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem, Ebu’l-Kâsım Muhammed’dir. Babası Abdullah’tır. Onun babası
Abdulmuttalib’di ki, asıl adı Şeybetü’l-Hamd’di. Onun babası Hâşim’di ki onun
da asıl adı Amr’dı. Onun babası Abdu Menâf’tı -asıl adı Muğire’ydi- Onun babası
Kusay’dı -asıl adı Zeyd’di-. Onun babası Kilâb, onun babası Murre, onun babası
Ka’b, onun babası Lu’eyy, onun babası Galib, onun babası Fihr, onun babası
Mâlik, onun babası en-Nadr, onun babası Kinâne, onun babası Huzeyme, onun
babası Mudrike, onun babası İlyâs, onun babası Mudarr, onun babası Nizâr, onun
babası Ma’add, onun babası da Adnan’dı. Nesebi hakkında üzerinde herhangi bir
şüphe olmayan doğru bilgiler buraya kadar ulaşmaktadır.
Adnan şüphesiz Allah yolunda kurban edilmesi
istenen ve Allah’ın peygamberi olan İsmâil -Aleyhisselam-’in
soyundandı. O da Allah’ın dostu ve elçisi İbrâhim -Aleyhisselam-’in oğluydu. Allah’ın salâtı efendimiz Muhammed’in,
adı geçen iki peygamberin ve bütün nebi ve rasullerin üzerine olsun.[15]
İbn Kesir -Rahmetullahi
aleyh- şöyle söylemiştir: “Burada bilinmesi gereken şudur ki, İbrâhim -Aleyhisselam-’in soyundan iki büyük
erkek çocuk dünyaya gelmişti. Birisi Hacer’den dünyaya gelen İsmâil, diğeri de
daha sonra Sâre’den dünyaya gelen İshak’tı. İshak’ın soyundan da Ya’kub dünyaya
geldi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Karısı da
ayaktaydı ve bunun üzerine güldü. Biz de ona İshak’ı ve İshak’ın ardından da
Ya’kub’u müjdeledik.” (Hud: 11/71)
Ya’kub ise, diğer kollarının kendisine nisbet
edildiği İsrâil’dir. Peygamberlik de onun soyundaydı. Onun soyundan çok sayıda
peygamber gelmiştir. Öyleki kendilerine peygamberlik veren ve risaletle onları
mümtaz kılan (Allah)tan başkası onların
sayılarını bilmemektedir. İsrâil oğullarından gelen peygamberler Meryem
oğlu İsâ ile son bulmuştur.
İsmâil -Aleyhisselam-’a
gelince: Araplar onun soyundan gelmiştir. Allah’ın izniyle ileride
açılayacağımız üzere çeşitli kabileleriyle bütün Araplar onun soyundan
gelmişlerdir. Onun soyundan peygamber olarak sadece peygamberlerin sonuncusu,
efendisi, dünya ve ahirette bütün insanlığın övgüsü olan önce Mekkeli sonra
Medineli Muhammed bin Abdillah bin Abdulmuttalib bin Hâşim el-Kureşi (Allah’ın
salâtı ve selâmı üzerine olsun) gelmiştir.
Bu şerefli koldan ve sıcak daldan sözü edilen
parlak cevherden, ışık saçan inciden, gerdanlığın en değerli “orta taşı”ndan
başka bir (peygamber) çıkmamıştır. O da bütün herkesin kendisiyle övündüğü,
kıyamete kadar öncekilerin de sonrakilerin de kendisine gıpta ettiği kişi ve
insanlığın efendisidir.”[16]
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in teni kırmızıya çalan açık beyaz renkteydi. Geniş
alınlıydı. Gözlerinin siyahları koyu siyah ve iriydi. Göz kapaklarının kirpik
bitiminin doğuştan siyah olduğu da söylenmiştir. Dişleri hafif seyrekti.
Sakalları sıktı ve göğsünü dolduruyordu. Geniş omuzluydu. Topukları ve ayak
tabanları enliydi. İnce ve uzun veya kısa ve enine biri değildi. Saçları hafif
dalgalıydı. Saçlarını omuzlarına doğru uzatırdı. Konuştuğu zaman adeta ön dişlerinin
arasından bir nur çıkıyormuş gibi olurdu. Kafası ve eklem yerleri iriydi. Yüzü
yuvarlakçaydı. Göğsünden göbeğine kadar bir çizgi halinde uzanan kıllar vardı.
Yürüdüğü zaman adeta yukarıdan aşağıya iniyormuş gibi kuvvetli adımlarla
yürürdü. Yüzü ondördündeki ay gibi parıldardı. Güzel sesliydi. Yanakları düzgün
ve yumuşaktı. Ağzı büyükçe idi. Göğsü ve karnı aynı hizadaydı (göbeği şişkin
değildi). Omuzları, kollarının dirsekleriyle bilekleri arası ve göğsünün
yukarıları kıllıydı. Bilekleri uzundu. El ayaları genişti. Topukları etli
değildi. İki kürek kemiği arasında çadır düğmesi veya güvercin yumurtası gibi
peygamberlik mührü vardı. Yürüdüğü zaman adeta yer onun için dürülürdü. Ona
kavuşmak için hızlıca yürürler, fakat kendisinin de yorulmadığı görülürdü.
Önceleri saçlarını düz bir şekilde tarayarak sarkıtıyordu sonra ortadan bölmeye
başladı. Saçlarını ve sakallarını tarardı. Her gece yatarken uykudan önce
herbir gözüne üçer kere olmak üzere sürme taşının tozuyla sürme çekerdi.”[17]
Rebi’a bin Ebi Abdirrahman’ın şöyle söylediği
rivayet edilmiştir:
Enes bin Malik Radıyallahu anh’in Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in sıfatlarından söz ederken şöyle dediğini duydum: “Halkın
içinde orta boylu biriydi. Ne çok uzun ne de kısa idi. Kırmızıya çalan beyaz
renkte bir teni vardı. Açık beyaz veya esmer değildi. Kıvırcık ve kısa saçlı
olmadığı gibi düz ve uzun saçlı da değildi. Saçları dalgalı mutedil idi. Kırk
yaşındayken kendisine vahiy geldi. Kendisine vahyin gelmeye başlamasından sonra
on yıl Mekke’de, on yıl Medine’de kaldı. Ruhu alındığında başında ve sakalında
toplam yirmi kadar beyaz kıl yoktu.” Rebi’a dedi ki: “Onun bir tüyünü gördüm.
Kırmızı renkteydi. Sorduğumda kokudan dolayı kırmızılaştığı söylendi.”[18]
Berâ Radıyallahu
anh’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem insanların
yüz olarak en güzeli olduğu gibi ahlakça da en güzelleriydi. Ne ince uzun boylu
ne de kısa boyluydu.”[19]
Ebu İshak’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
“Berâ’ya: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in yüzü kılıç gibi miydi?” Diye soruldu. O: “Hayır. Aksine onun
yüzü ay gibiydi” dedi.[20]
Abdullah bin Ka’b’ın şöyle söylediği rivayet
edilmiştir: “Ka’b bin Mâlik’in Tebük savaşından geri kalması olayından söz
ederken şöyle dediğini duydum: “Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’e selâm verdiğimde yüzü sevinçten şimşek gibi parıldıyordu.
Resullullah Sallallahu aleyhi vesellem
sevindiğinde yüzü adeta ayın bir parçasıymış gibi parıldardı. Biz de bunu
(sevinçli olduğunu) bu durumundan anlardık.”[21]
Abdullah bin Abbas Radıyallahu anh’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem saçlarını düz
bir şekilde tarayarak sarkıtırdı. Müşrikler saçlarını ortadan böler, kitap ehli
ise düz tarayarak sarkıtırdı. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem da kendisine herhangi bir emrin gelmediği hususlarda kitap
ehline uymayı tercih ederdi. Daha sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de saçlarını ortadan bölmeye başladı.”[22]
Enes bin Malik Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in avucundan
daha yumuşak bir ipeğe veya ibrişime dokunmuş değilim. Ve asla Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kokusundan
daha güzel bir koku koklamış değilim.”[23]
Ebu Said el-Hudri Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem örtüsü
içindeki bir genç kızdan daha utangaçtı.”[24]
Câbir bin Semure Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ağzı
büyükçeydi. Gözlerinin beyazı biraz kırmızıya çalıyordu. Topukları etli
değildi.”[25]
Nevevi şöyle söylemiştir: “Ravi burada
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
iri ağızlı olduğunu söylemiştir. Çoğunluk da böyle söylemiştir. Rivâyetlerden
çıkan sonuç budur. Araplar bunu bir beğeni vesilesi olarak görür ve küçük
ağızlıları beğenmezlerdi. Sa’leb’in büyük ağızlı denirken kastedilenin, geniş
ağızlı anlamı olduğu sözünde ifade edilen husus da budur. Semer ise söz konusu
ifadeyle kişinin iri dişli olduğu anlamının kastedildiğini söylemiştir.”[26]
Ebu Tufeyl’in şöyle söylediği rivayet
edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’i gördüm. Bugün yeryüzünde benden başka onu gören bir adam
kalmadı.” (Ravilerden) el-Cureyrî dedi ki: “onu nasıl gördün?” diye sordum.
Şöyle dedi: “Beyaz tenli, düz yuvarlak yüzlü ve orta bir şişmanlıktaydı (ne
zayıf ne de şişmandı)”[27]
Berâ Radıyallahu
anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Zülüfleri olanlar arasında,
kırmızı hulle içinde bulunan Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’den daha güzel birisini görmedim. Saçları omuzlarına doğru
sarkmıştı. İki omuzunun arası genişti. Kısa veya uzun boylu değildi.”[28]
Ali Radıyallahu
anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem uzun veya kısa boylu değildi. Avuçları
ve ayak tabanları genişti. Başı iriceydi. Eklem yerleri de iriydi. Mesrubesi
(göğsünden göbeğine doğru uzanan kıl çizgi) uzundu. Yürüdüğü zaman adımlarını
büyük büyük atar ve adeta yukarıdan aşağıya doğru iniyormuş gibi yürür,
ayaklarını yere kuvvetli bir şekilde basardı. Ondan sonra da önce de bir
benzerini görmüş değilim.”[29]
Aişe -Radıyallahu
anhâ-’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sizin
yaptığınız gibi öyle hızlı hızlı konuşmazdı. O konuşurken anlaşılır bir şekilde
konuşurdu. Hatta yanında oturan birinin ezberleyebileceği şekilde kelimeleri
birbirinden ayırırdı.”[30]
Cubeyr bin Mut’im’den şöyle söylemiştir:
“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyururdu:
“Benim beş
adım var: Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben Allah’ın küfrü mahvetme vesilesi
kıldığı mahvediciyim, ben insanları ayaklarının altında toplayacak toplayıcıyım
(haşrediciyim) ve ben kendinden sonra peygamber gelmeyecek olan sonuncuyum.”[31]
Hafız (İbn Hacer) şöyle söylemiştir: “İfadeden
anlaşıldığına göre bu sözüyle: “Benim bana özel beş adım vardır. Benden önce
kimseye bu adlar verilmemiştir.” Yahut: “Benim adlarımın başta gelenleri
bunlardır” ya da “geçmiş ümmetlerde meşhur olan adlarım bunlardır” demek
istemiştir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem bu sözü isimlerinin tamamını saymak amacıyla söylememiştir.”
Iyad (Kadı İyad) da şöyle söylemiştir:
“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
bu adları, kendisinden önce kimseye verilmemiş olması itibariyle kendine has
kılmıştır. Ancak bazı Arapları kâhinlerin ve hahamların o zamanda, adı Muhammed
olan peygamber gönderileceğini haber verdiklerini duyunca (çocuklarını) Muhammed
olarak adlandırıyorlardı. Sözü edilen peygamberin kendi çocukları olmasını
umarak bu adı çocuklarına veriyorlardı. Söylendiğine göre bunlar altı kişiydi,
yedincileri yoktur (Kadı) böyle demiştir.”
Suheylî de er-Ravd’da
şöyle söylemiştir: “Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’den önce Araplar içinde üç kişiden başka Muhammed olarak
adlandırılan biri bilinmiyordu. Bu üç kişi de şunlardı: Muhammed bin Sufyân bin
Mucaşi, Muhammed bin Uhayha ibni’l-Culâh, Muhammed bin Humrân bin Rabi’a.” Bu
sözü Suheyli’den önce Ebu Abdillah bin Hâluye, “Leyse” adlı kitabında söylemiştir. Ancak Muhammed adını
taşıyanların sadece bu kadar olduğu iddiası kabul edilebilecek bir iddia
değildir. Çünkü bu adı taşıyanların listesi ayrı bir cüz içinde verilmiştir ki
sayıları yirmiyi bulmaktadır. Ancak bazılarının adları birden fazla anılmıştır,
bazılarının da adlarının öyle olup olmadığında tereddüt vardır. Bundan bu ismi
alanların on beşi aşmadığı ortaya çıkmaktadır.[32]
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in: “Ben Allah’ın
küfrü mahvetme vesilesi kıldığı mahvediciyim” sözü hakkında şöyle
denmiştir: “Bununla kastedilen küfrün Arap yarımadasından silinmesidir. Ancak
bu konuda kesin bir şey söylenemez. Çünkü Ukeyl ve Ma’mer’in rivayetlerinde:
“Allah benimle kafirleri mahveder” denmiştir. Bu konuda: “Küfrün ortadan
kaldırılmasının bağlılarının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağı anlamı
kastedilmektedir” şeklinde bir açıklama yapılabilir. Burada sadece Arap
yarımadasının kastedilmiş olabileceği izahı ise, küfrün bütün beldelerden kaldırılmış
olmaması dolayısıyladır. Burada çoğunluk esas alınarak böyle bir ifadenin
kullanıldığı da söylenmiştir. Yahut anlatılmak istenen şudur: Onun vasıtasıyla
küfür ortadan kalkmaya başlar ve zaman içinde zayıflayarak Meryem oğlu İsa
zamanında (yani onun yeniden dünyaya döndüğü zamanda) tamamen yok olur. O cizyeyi
kaldırır ve Müslüman olmaktan başka hiçbir şeyi kabul etmez.
“Ben
insanların ayakları arkasında toplanacağı toplayıcıyım (haşrediciyim)”: Yani benim izim üzere
toplanırlar. Yani o insanlardan önce haşr edilir. Bu açıklama bir başka
rivayette geçen: “İnsanlar benim
topuklarım üzere (benim arkamdan) haşr edilir” ifadesine uygun düşmektedir.
Burada ayak ile zaman da kastedilmiş olabilir. Yani: “Benim iki ayağım üstüne
kalktığım zaman haşr alametlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte insanlar haşr
edilirler”. Bu da kendisinden sonra bir başka peygamber ve başka bir şeriat
gönderilmeyeceğine işarettir.
“Ben
sonuncuyum”:
Yunus bin Yezid, Zuhri’den naklettiği rivayette şu fazlalığa yer vermiştir:
“Ben kendisinden sonra peygamber olmayan sonuncuyum. Allah onu rauf (yumuşak
kalpli) ve rahim (merhametli) olarak adlandırmıştır.” Beyhaki, ed-Delâil’de: “Allah onu rauf ve rahim
olarak adlandırmıştır” sözü hakkında şu açıklamayı yapmıştır: “Bu söz Zuhri
(hadisin ravilerinden olan İbn Şihâb ez-Zuhri) tarafından hadise eklenmiş bir
sözdür. Ben derim ki: Gerçekte de öyledir. Bu sözüyle herhalde Berâe Suresinin
son kısmına işaret etmek istemiştir. “Kendinden sonra peygamber olmayan”
ifadesinin de raviler tarafından eklenmiş bir ifade olduğu anlaşılmaktadır.
İlim adamlarının ortak görüşlerine göre onun
Kur’an’da yer alan adlarından bazıları şunlardır: “Şâhid, Mübeşşir
(müjdeleyici), en-Nezîrü’l-Mubin (apaçık uyarıcı), ed-Da’i ilâ’llah (Allah’a
davet eden), es-Sirâcu’l-Munir (ayınlatıcı kandil).” Yine Kur’an’da geçen bazı
adları da şunlardır: “el-Müzekkir (uyarıcı), er-Rahme (rahmet), en-Ni’me
(nimet), el-Hâdi (doğru yola yönelten), eş-Şehid (şâhid), el-Emin (güvenilir),
el-Muzzemmil (örtüsüne bürünen), el-Muddessir (elbisesine bürünen).” Daha önce
Amr bin As’ın naklettiği hadiste hakkında mütevekkil (Allah’a güvenen, tevekkül
eden) adı da geçmişti. Yine onun meşhur olan adları arasında şunlar da vardır:
“el-Muhtâr (seçilmiş), el-Mustafa (arındırılmış), eş-Şefi’ (şefaat eden),
el-Muşeffe’ (şefaat ettirilen), es-Sâdıku’l-Mesduk (hem doğru söyleyen hem sözü
doğrulanan).” Bunun yanısıra, İbn Dihye Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in adlarına özel bir eserinde şöyle
demektedir: “Bazıları şöyle söylemişlerdir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in adlarının sayısı Yüce Allah’ın
adlarının sayısı kadar yani doksan dokuzdur.”[33]
Rahmet peygamberi, Tevbe Peygamberi
adlandırmaları da onun adları arasında geçenlerdir. Müslim, Ebu Musa el-Eş’ari Radıyallahu anh’ın şöyle söylediğini rivayet
etmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem bizim yanımızda kendisini çeşitli adlarla adlandırır ve şöyle
buyururdu:
“Ben
Muhammed’im, Ahmed’im, Mukaffî’yim (yani bütün peygamberlerin sonuncusuyum),
Hâşir’im (yani insanlar benim ayaklarımın arkasında toplanırlar), tevbe
peygamberiyim ve rahmet peygamberiyim.”[34]
Nevevi şöyle söylemiştir: “Tevbe peygamberi,
rahmet peygamberi ve merhamet peygamberi ibarelerinin anlamları birbirine
yakındır. Bunlarla kastedilen ise şudur: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem tevbe imkânını getirmiş ve karşılıklı
ilişkilerde merhameti yerleştimiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Kendi
aralarında merhametlidirler.” Yine şöye buyuruyor:
“Sonra
iman edip, birbirlerine sabır tavsiye edenlerden ve birbirlerine merhamet
tavsiye edenlerden olmak.” (Beled, 90/17)
Bir hadiste de: “Ve savaş peygamberiyim” demektedir. Çünkü Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Allah yolunda
cihad etmek üzere gönderilmiştir.”[35]
Ebu Hureyre Radıyallahu
anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“Yüce
Allah’ın, Kureyş’in sövmelerini ve lanetlerini benden nasıl uzak tuttuğu
dikkatinizi çekmiyor mu? Onlar kötülenmiş olana sövüyor ve kötülenmiş olanı
lanetliyorlar, ben ise Muhammed’im (övülmüş biriyim).” -Allah’ın salâtı ve selâmı üzerine olsun-[36]
Hafız İbn Hacer şöyle söylemiştir: “Kureyşliler
kendisinden çok nefret etmeleri dolayısıyla, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i övgü anlamı taşıyan bir adla
adlandırmıyorlardı. Bunun yerine onun tam tersi anlam taşıyan ad kullanıyor ve
“kötülenmiş kimse (muzemmem)” diyorlardı. Ondan kötü bir şekilde söz
ettiklerinde: “Allah Muzammem’e şöyle yapsın” diyorlardı. Oysa Muzammem onun
adı değildi ve o adla tanınmıyordu. Dolayısıyla onların bu sözlerinin anlamı
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e
değil içlerinden bir başkasına denk geliyordu.”
İbn Tîn şöyle söylemiştir: “Bazıları bundan, imâ
yoluyla birine zina, iftira eden kimsenin üzerinden had cezasının kaldırıldığı
anlamını çıkarmışlardır. Bunlar daha çok İmam Malik’e muhalefet edenlerdir.”
Nesâî de şu hükmü çıkarmıştır: Bir kimse boşama
anlamına ters ve mutlak olarak ayrılma anlamı taşımayan bir söz söyler ve
bununla boşama anlamı kastederse bundan dolayı boşama (talak) gerçekleşmez.
Örneğin karısına: “Ye” diyen ve bu sözle boşama anlamı kasteden bir kimsenin
durumu böyledir. Bu sözle karısını boşamış olmaz. Çünkü “yemek” hiçbir şekilde
boşama anlamına gelecek bir şekilde yorumlanamaz. Bunun gibi Muzemmem
(zemmedilmiş, kötülenmiş) kelimesinin de hiç bir şekilde Muhammed (övülmüş -salât ve selâmın en güzeli onun üzerine
olsun- kelimesi anlamına yorumlanması mümkün değildir.[37]
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in künyesine gelince: O, oğlu Kâsım’a nisbetle Ebu’l-Kâsım
olarak künyelenirdi. Kâsım çocuklarının en büyüğüydü. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
peygamberlikle görevlendirilmesinden önce mi yoksa sonra mı vefat ettiği
konusunda ihtilaf edilmiştir. Enes Radıyallahu
anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem pazarda bulunuyordu. Bir adam (birine):
“Ey Eba’l-Kâsım!” diye seslendi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem o tarafa
doğru baktı ve şöyle buyurdu:
“Benim
adımı takın ama benim künyemle künyelenmeyin.”[38]
Hafız (İbn Hacer) şöyle söylemiştir: “Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem’in
künyesini almanın caiz olup olmadığı üzerinde ihtilaf edilmiştir. Şafiî’den
nakledilen görüşlerin meşhur olanına göre yukarıdaki hadisin taşıdığı açık
anlam (zâhir) gereğince almamak gerekir. Bu yasağın sadece onun (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in) yaşadığı
döneme özel olduğu da söylenmiştir. Bir görüşe göre de onun adını alan birinin
aynı zamanda künyesini alması (yani hem Muhammed adını hem de Ebu’l-Kâsım künyesini
alması) yasaktır.[39]
İmam Zehebi: “Onun adları arasında Dahuk
(güleryüzlü) ve Kattâl (çok savaşan) adları da vardır.” Bazı rivayetlerde onun
şöyle buyurduğu bildirilmiştir: “Ben
Dahuk ve Kattâl’ım.”
Abdullah bin Mes’ud radıyallahu anh şöyle söylemiştir: “Bize, doğru sözlü ve sözü
doğrulanan Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurdu...”
Tevrat’ta onun ümmileri (avamı) koruyan biri
olduğu ve adının Mütevekkil (Allah’a güvenen) olduğu bildirilmiştir.
Adlarından biri de Emin (güvenilir)’dir. Kureyş
onu peygamberlikle görevlendirilmeden önce bu adla anardı.
Yine adlarından bazıları Fatih (fetheden) ve
Kusam (toplayan, birleştiren, mükemmel)’dir.
Ali bin Zeyd bin Cud’an şöyle söylemiştir:
“Arapların söylediği en güzel beyitin hangisi olduğunu birbirlerine sordular.
Ali Radıyallahu anh’ı Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hakkında
şöyle söylediği şu beyit olduğunu tespit ettilerr:
“(Allah) onun üstünlüğünü ortaya koymak için ona
kendi adından türeme bir ad koydu.
Arş’ın sahibinin adı Mahmud, onun adı da
Muhammed’dir.”[40]
Hanımların ilki Hatice bintu Huveylid bin Esed
bin Abdiluzza’dır. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem onunla yirmi beş yaşındayken evlendi. Hatice -Radıyallahu anhâ- hicretten üç yıl önce
vefat eti. Bir yıl önce vefat ettiği de söylenmiştir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, o ölünceye
kadar bir başka kadınla evlenmemiştir.
Sonra Sevde binti Zem’a Radıyallahu anh ile evlendi. Yaşlandığında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendisini
boşamak istedi. Ancak o Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’den kendisini nikâhı altında tutmasını ama kendisine
ayırdığı günü Ebu Bekir Radıyallahu anh’ın
kızı Aişe Radıyallahu anha’ya
ayırmasını istedi. Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem onu nikâhı altında tuttu ve daha Mekke’deyken Ebu Bekir
Sıddık Radıyallahu anh’ın kızı Aişe’yi
Sıddıka Radıyallahu anha ile
nikâhlandı. Aişe Radıyallahu anha o
zaman altı yaşındaydı ve Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem, onunla hicretten sonra, dokuz yaşındayken biraraya geldi.
Aişe Radıyallahu anha h. 58 yılında
vefat etmiştir.
Ardından hicretten iki yıl sonra Ömer
İbnu’l-Hattab Radıyallahu anh’ın kızı
Hafsa Radıyallahu anha ile evlendi.
Hafsa Radıyallahu anha Medine’de h.
45 yılında vefat etti. Cenaze namazını da o zaman Medine valisi olan Mervan
kıldırdı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem onu boşamış, sonra Yüce Allah’ın geri almasını emretmesi üzerine
geri almıştı.
Sonra asıl adı Hind binti Ebi Umeyye olan Ummu
Seleme Radıyallahu anha ile evlendi.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
hanımlarından en geç vefat eden budur. Hicri 59 yılında vefat etmiştir.
Yine Zeyneb binti Cahş Radıyallahu anh ile evlendi ki o da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in vefatından sonra hamınlarından en
önce vefat edendir. Ömer Radıyallahu anh’ın halifeliğe geçmesinin
ilk dönemlerinde vefat etti. Zeyneb Radıyallahu
anha, Yüce Allah’ın Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’le evlendirdiği kadındır. Değişik ülkeler fethedilince ve
Ömer Radıyallahu anh ganimetlerden
onun için belirlenen miktarı verince ağlamış ve Yüce Allah’tan kendisine bir
sonraki yılı göstermemesini çok az bir dünyalıkla kendisinden ayrıldığı
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e
kavuşturmasını dilemişti. Gerçekten de o yıl çıkmadan vefat etti.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem sonra Cuveyriye binti’l-Hâris’le evlendi. Cuveyriye Radıyallahu anha h. 26 yılının
Rebi’ul-evvel ayında vefat etti ve cenaze namazını Mervan kıldırdı.
Sonra Ummu Habibe Radıyallahu anha ile evlendi. Onun asıl adı Remle’ydi. Hind olduğu
da söylenmiştir. Ebu Sufyan bin Harb’in kızıydı. Habeşistan’a hicret
edenlerdendi. H. 44 yılında kardeşi Muaviye’nin halifeliği döneminde vefat
etmiştir.
Hayber’in fethedilmesinin hemen arkasından Nadir
oğullarından Huyey bin Ahtab’ın kızı Safiyye Radıyallahu anha ile evlendi. Safiye Radıyallahu anha h. 50 yılında vefat etmiştir. 52 yaşında vefat
ettiği de söylenmiştir.
Sonra Meymune binti’l-Hâris Radıyallahu anha ile evlendi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in en son evlendiği hanımı budur. Onunla
kaza umresini yerine getirdiği yıl ihramdan çıktıktan sonra Mekke’de evlendi.
Kendisiyle Şeref’te biraraya geldi. Meymune Radıyallahu
anha, Muaviye Radıyallahu anh
döneminde orada (Şeref’te) vefat etmiştir. Halife bin Hayyat’ın söylediğine
göre vefatı h. 51 yılında gerçekleşti. Kabri de oradadır (Şeref’te).
el-Cevniye’ye de kendisiyle evlenmek için haber
gönderdi, Sonra teklifte bulunmak üzere yanına girdi. Ama o, ondan Allah’a
sığındı. Allah da onu korudu ve Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem onunla evlenmeyerek ailesine geri gönderdi.[41]
Nevevi -Rahmetullahi
aleyh- şöyle söylemiştir: “İlk evlendiği kadın Hatice Radıyallahu anha’dir. Sonra sırasıyla Sevde, Aişe, Hafsa, Ummu
Habibe, Ummu Seleme, Zeyneb binti Cahş, Meymune, Cuveyriye ve Safiyye ile
evlendi. Bu dokuzu Hatice -Radıyallahu
anhâ-’dan sonradır ve Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem vefat ettiğinde nikâhı altında idiler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Hatice -Radıyallahu anhâ-’nın sağlığında başka
bir kadınla evlenmemiştir. Aişe -Radıyallahu
anhâ-’dan başka bâkire bir kızla da evlenmemiştir. Sağlığında iken
ayrıldığı kadınlar hakkında oldukça değişik görüşler olduğundan burada ondan
söz etmedik.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in iki câriyesi vardı: Mâriye ve Reyhâne binti Zeyd, Bintu
Şem’un olduğu da söylenmiştir. Onu (Reyhâne’yi) daha sonra azad etmiştir.
Katade’nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onbeş kadınla evlendi. Bunların onüçüyle
gerdeğe girdi. Aynı anda nikâhı altında onbir kadını toplandı. Vefat ettiğinde
dokuz kadınla nikâhlıydı.”[42]
Nevevi -Rahmetullahi
aleyh- şöyle söylemiştir:
“Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in üç erkek çocuğu oldu. Birinci oğlu Kâsım, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onunla
künyelenirdi (yani Ebu’l-Kâsım olarak künyelenirdi). Kâsım, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem daha
peygamberlikle görevlendirilmeden önce dünyaya geldi ve iki yaşındayken vefat
etti. İkinci oğlu Abdullah’tır. Tayyib ve Tâhir olarak da adlandırılmıştır.
Çünkü o Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinden sonra dünyaya gelmiştir.
Tayyib ve Tâhir’in Abdullah’tan ayrı olduğu da söylenmiştir. Ancak doğru olan
birincisidir.[43] Üçüncü oğlu
da İbrâhim’dir. H. 8 yılında Medine’de dünyaya gelmiş ve h. 10 yılında onyedi
veya yirmi aylıkken yine orada vefat etmiştir.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in dört tane de kızı olmuştur:
Zeyneb: Onunla teyzesi Hâle binti Huveylid’in
oğlu Ebu’l-As bin Rebi’ bin Abdiluzza bin Abdişşemş evlenmiştir.
Fâtıma: Onunla Ali bin Ebi Tâlib Radıyallahu anh evlenmiştir.
Rukiyye ve Ummu Külsüm: Bu ikisiyle Osman bin
Affan Radıyallahu anh evlenmiştir.
Önce Rukiyye’yle (sonra onun ölümünün ardından) Ummu Külsüm’le evlendi. Her
ikisi de onun nikâhı altında vefat etmiştir. Bundan dolayıdır ki Osman -Radıyallahu anhâ-, Zunnûreyn (iki nur
sahibi) olarak adlandırılmıştır. Rukiyye -Radıyallahu
anhâ- h. 2 yılında Ramazan ayında Bedir gününde vefat eti. Ummu Külsüm Radıyallahu anhâ da h. 9 yılının Şa’ban
ayında vefat etti.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in kızlarının sayısının dört olduğunda ihtilaf yoktur.
Oğullarının sayısı ise sahih olan rivayete göre üçtür. İlk dünyaya gelen çocuğu
Kâsım, sonra Zeyneb, sonra Rukiyye, sonra Ummu Külsüm, sonra Fâtıma’dır.
Fâtıma’nın Ummu Külsüm’den yaşça daha büyük olduğu da rivayet edilmiştir.
İbrâhim’den başka bütün çocukları Hatice -Radıyallahu anhâ-’dan dünyaya
gelmiştir. İbrâhim ise kıbti asıllı olan Mâriye’den dünyaya gelmiştir.
Fâtıma’dan başka bütün çocukları kendisinden önce vefat ettiler. Fâtıma Radıyallahu anha, en sahih ve en meşhur
olan rivayete göre Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’den sonra altı ay yaşadı.[44]
İçerdiği konular:
Muhammed -Aleyhisselam-’ın peygamber olarak
gönderilmesinden önceki Mekke’nin durumuyla ilgili bir giriş.
1. Abdulmuttalib’in Zemzem
kuyusunu kazması.
2. Abdulmuttalib’in
oğullarından birini kurban etmeyi adaması.
3. Fil olayı.
Şüphesiz büyük olaylardan ve önemli
gelişmelerden önce bazı işâretler, olaylar ve mucizeler yaşanır. Bu gelişmeler
meydana gelecek büyük olaylar için ortamı hazırlar ve onların ortaya çıkma
zamanının yaklaştığını haber verir. İnsanlık bu olaydan daha büyük bir olay
yaşamamıştır. Bu olay da, Yüce Allah’ın kendisi vasıtasıyla bu geniş hayrı,
büyük fazileti (insanlığa) ulaştırdığı hidâyete erdirici Muhammed Mustafa -Aleyhisselam-’ın doğumu olayıdır.
Yeryüzünün her tarafı kötülüklerle ve şirkle karardıktan, Yüce Allah’ın
insanlara bakıp da Arap olanlarına da olmayanlarına da gadab etmesinden sonra
bu büyük gelişme olmuştur.
Nitekim hadiste şöyle denilmektedir:
“Haberiniz
olsun ki işte bu günümde Rabbim, bana öğrettiklerinden sizin bilmediğiniz
şeyleri size öğretmemi emredip şöyle buyurdu: Kullarımdan herhangi bir kula
verdiğim mal o kul için helaldir. Ben bütün kullarımı hanifler olarak yarattım.
Onlara şeytanlar geldi de; doğru dinlerini bozuverdi; benim kendilerine helal
kıldığım şeyleri şeytanlar onlara haram kıldı. Hakkında hiçbir hüccet
indirmediğim şeyleri bana ortak koşmalarını da onlara yine şeytanlar emretti.
Ve Allah yeryüzü ahalisine baktı. Kitab ehlinden doğru din üzere bakî kalanlar
mustesna yeryüzü ahalisine, arabına da arab olmayanına da gazab etti. Sonra
peygamber gönderip: Ben seni, ancak hem de kendilerine gönderilenleri imtihan
etmek için gönderdim. Ve senin üzerine öyle bir kitab indirdim ki (göğüslerde
muhafaza edilir) suyun yıkamasıyla yok olmaz. Sen onu uyurkende, uyanıkken de
okursun! buyurdu. Ve Allah bana Kureyş’i yakmamı emretti. Ben: Ey Rabbim! Onlar
benim kafamı yarıp kırarlar onu bir ekmek parçasına çevirirler dedim. Onların
seni çıkardıkları gibi sen de onları çıkar, onlara karşı savaş aç. Biz sana
yardım ederiz. Sen infak et ki biz de sana infak edelim. Bir ordu gönder, biz
onun gibi beş ordu gönderelim. Sana itaat edenlerle beraber, karşı gelenlerle
savaş...”[45]
Muhammed Gazali, Mekke’deki hayatı tasvir
ederken şöyle diyor: “Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinden önce Mekke
şehvetlerin ve günâhların oluşturduğu bir fırtına ile çalkalanıyordu. Erkekler
arzulara düşkünlükte ve fikri sapmalarda güçlü örnekler ortaya koyuyorlardı.
Yahut insanı hâkimiyeti altına alan bir arzunun gölgesinde veya sadece bu
arzuya hizmet için fikirler geliştiriyorlardı.
Allah’ı ve âhiret gününü inkâr, dünya
nimetlerinin içinde yüzerken yine ona ilgi, toplumda etkili konuma gelme, yükselme
ve söz sahibi olma arzusu, hiçbir tutarlılığı olmayan taraftarlıklar (asabiyet)
ve onun için barış, onun için savaş yapma, kişinin maddi ve edebi çalışmalarına
yön veren eskilerden alınma gelenekler (işte bunlar o dönemin Mekke’sinden
görüntüler). O zaman Mekke’nin medeniyetten kopuk, vahşet içinde, dünyada olan
bitenlerden zorunlu olarak etrafa yayılan gelişmelerin dışında hiçbir şeyden
haberdar olmayan bir yerleşim merkezi olduğunu ileri sürmek yanlıştır. Asla
böyle değildi. (O zamanki medeniyetin ürünleriyle) boğazına kadar doymuştu.
(Mekkeliler) büyüklük için kavga ediyor, hatta bu yüzden çarpışmalara
giriyorlardı. Orada nefsani arzuların çukurlarına düşüp taşkınlık içinde
yalpalayıp duran pek çok kimse vardı. Bu gibi birinin oradan çıkarılmak zoruna
giderdi. Onlar ya doğruya karşı kördüler, ya da onu tamamen inkâr ediyorlardı.
İşte aklî medeniyetten söze gelir bir nasib alamamış olan bu toplumda kişilerin
benlik duyguları son raddesine ulaşmıştı. İçinde, taşkınlık ve benlik davasında
Firavun’la yarış edebilecek kişiler bulunabilirdi.
Amr bin Hişâm, Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberliğini inkâr etmesinin
sebebini açıklarken şöyle demişti: “Abdu Menâf oğullarıyla üstünlük yarışı
içine girdik. Nihayet biz ve onlar iki baş at gibi iken: “Bizde kendisine
vahyedilen bir peygamber var” dediler. Vallahi ona geldiği gibi bize de vahiy
gelmedikçe ona inanmayız ve asla peşinden gitmeyiz.” Söylendiğine göre el-Velid
bin Muğire, “Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’e şöyle demişti: “Peygamberlik gerçek olsaydı, ben ona senden daha
lâyık olurdum. Çünkü ben senden yaşça daha büyüğüm ve malım da seninkinden daha
çok.”[46]
el-Cezâirî -Allah
kendisini korusun- özet olarak şunları söylüyor: “İslâm öncesinde Arap
toplumunda yaygınlaşan kötü adetler arasında şunlar vardı:
1. Meysir olarak bilinen
kumar. İslâm, Maide suresindeki şu âyetle bunu yasaklamıştır:
“Ey iman
edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işinden olan
pisliklerdir. Bunlardan sakının; umulur ki felâha erersiniz.” (Maide, 5/90)
2. İçki içmek, bunun için
meclisler düzenlemek, içtiği içkinin eskiliğiyle (iyice ekşimişliğiyle) ve
değerinin yüksekliğiyle övünmek.
3. İstibda’ nikâhı: Bu da
şuydu: Bir kadın bir erkekle beraberliği esnasında hayız görür, sonra
temizlenince adam (kocası) karısının soylu erkeklerin taşıdığı üstün
özelliklere sahip bir çocuk doğurması için o erkeklerden karısıyla ilişkide
bulunmalarını isterdi.
4. Kızların gömülmesi: Bu
da bir adamın kınanmak korkusuyla kız çocuğunu diri diri toprağa gömmesiydi.
5. Erkek olsun kız olsun
çocukların öldürülmesi. Bu uygulamaya çok şiddetli fakirliğin olması durumunda
başvurulurdu.
6. Kadınların kendilerini
süsleyip ortaya çıkmaları, öyleki bir kadın güzelliklerini ortaya çıkararak
yabancı erkeklerin yanından geçer, onların ilgilerini çekmek için kırıta kırıta
yürürdü. Sanki kendini ona takdim ediyormuş ve onun başkalarına olan ilgisini
kesip kendine çekmek istiyormuş gibi hareket ederdi.
7. Erkekler kadınların
arasından, kadınlar erkeklerin arasından gizli dostlar edinirdi.
8. Cariyeler fuhuş
yaptıklarını açıktan ilan ederlerdi. Bunu da evlerinin kapılarına kırmızı bir
bayrak asmak suretiyle yaparlardı. Böylece kendilerinin fuhuş yaptıklarının
bilinmesini ve erkeklerin kendilerine gelmelerini sağlamak isterlerdi.
9. Kabilecilik anlayışına
dayanan asabiyet hâkimdi.
10. Birbirlerine karşı
yağmalamalar yapar, mal almak ve gasp amacıyla saldırılar düzenler, bu amaçla
savaşlar çıkarırlardı. En ünlü savaşları Dahis, Gabrâ, Buas ve Ficâr
savaşlarıdır.[47]
Muhammed Gazali diyor ki: “Yeryüzü
bozgunculuklarla ve sapıklıklarla dolunca insanların ortaya çıkacağı bildirilen
ıslahatçının gelişi için beklentileri arttı. Bazı kimseler vardı ki hâkim olan
cehalete karşı çıkıyor, üstün bir mevki umuyor ve kendilerinin bu mevki için
seçilmelerini temenni ediyorlardı. Bunlardan biri de Umeyye bin Ebi’s-Salt’tı.
Bu kişi Allah’tan O’nun sahip olduğu üstünlüklerden söz eden şiirler yazmıştı.
“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
onun hakkında: “Umeyye neredeyse Müslüman
olacaktı” demiştir.[48]
Amr bin Şirerîd’in babasından rivayet ettiğine
göre, (babası) şöyle söylemiştir: “Bir gün Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bineğinin arkasına bindim. Bana:
“Umeyye
bin Ebi’s-Salt’ın şiirlerinden ezberinde bir şey var mı?” diye sordu.
“Evet” dedim.
“Oku
öyleyse”
diye buyurdu. Ben bir beyit okudum.
“Oku, oku” diye buyurdu. Ben de
böylece yüz beyit kadar okudum.”[49]
Ancak yüce kader şâirlerden ve diğerlerinden
olan bu arayış içindeki (beklenen kişinin kendileri olması için arayış ve
temenni içinde olan) kişileri aşmış ve büyük emaneti hiç bunun için bir
beklenti içinde olmayan birine vermişti. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Sen
Kitab’ın sana vahyedileceğini umuyor değildin. Ancak Rabbinden bir rahmet
olarak (vahyedildi). Şu halde asla inkârcılara arka olma.” (Kasas, 28/86)
Büyük elçilikler için yapılan seçim onun için
ümit beslemekle olmaz. Ancak onu kaldırabilecek güce sahip olmakla olur.
Hayatta nice beklenti sahipleri var ki ümit beslemeye cü’ret etmekten başka bir
güç gösteremezler. Ve nice işin derinliğine dalmış kimseler var ki
sessizlikleri onları gizli tutmaktadır. Ama yükümlü kılındıklarında insanları
hayretler içinde bırakan başarılar gösterirler. Canların nelere
dayanabileceğini ancak onları yaratan bilir. Bütün insanlığı doğru yola
eriştirmek isteyen Yüce Yaratıcı büyük gaye için büyük bir kişiyi seçer.”[50]
İnsanlığın en üstünü ve peygamberlerin en
şereflisi olan Muhammed -Aleyhisselam-’ın
doğumu hakkında bilgi vermeye başlamadan önce, onun doğumundan önce meydana
gelmiş olan bazı büyük mucizeleri ve önemli olayları açıklamak istiyoruz. Bazen
büyük olaylardan önce onlara işaret eden ve dikkat çeken bir takım önemli
gelişmeler olur. Bu konuda Yüce Allah’ın izniyle rivayetlerin en sahih
olanlarını seçeceğiz. Bu konuda yukarıda verdiğimiz girişten sonra sadece üç
olaydan söz etmekle yetineceğiz. Bunlar:
1. Abdulmuttalib’in Zemzem
kuyusunu kazması.
2. Abdulmuttalib’in,
oğullarından birini kesmeyi adaması.
3. Fil olayı.
İbn İshak şöyle söylemiştir: “Abdulmuttalib’in
ilk olarak o kuyuyu kazmaya başlaması şu şekilde olmuştu: Bana Yezid bin Ebi
Habib el-Mısrı’nin Mursed bin Abdillah el-Buzeni’den onun Abdullah bin Zeriri’l-Gafiki’den
onun da Ali bin Ebi Tâlib Radıyallahu anh’den
rivayet ettiğine göre Ali Radıyallahu anh,
Abdulmuttalib’in Zemzem kuyusunu kazması olayını anlatırken şöyle söylemiştir:
“Abdulmuttalib dedi ki: “Ben Hicr’de (Ka’be’nin yanında yarım daire şeklinde
çevrili olan ve Hatim olarak da adlandırılan kısımda) uyuyordum. (Rüyada)
birisi yanıma gelerek:
“Güzel yeri (tibeyi) kaz” dedi. Ben:
“Tibe nadir?” diye sordum. Sonra yanımdan
ayrılıp gitti. Ertesi gün olunca yine daha önce yattığım yere döndüm ve orada
uyudum. (Aynı kişi) gelip:
“Berreyi (hayır yerini) kaz” dedi. Ben:
“Berre nedir?” diye sordum. Sonra yanımdan
ayrılıp gitti. Ertesi gün olunca yine daha önce yattığım yere döndüm ve orada
uyudum. (Aynı kişi) gelip:
“Madnuneyi (kıskanılan şeyi) kaz” dedi. Ben:
“Madnune nedir?” diye sordum. Sonra yanımdan
ayrılıp gitti. Ertesi gün olunca yine daha önce yattığım yere döndüm ve orada
uyudum. (Aynı kişi) gelip:
“Zemzemi kaz” dedi. Ben:
“Zemzem nedir?” diye sordum. Dedi ki:
“O hiç tükenmez ve sen kınanmazsın. Büyük
hacılara su verirsin. O kan ile atık arasındadır. Alaca karganın gagasının
olduğu yerde, karıncalar yuvasının yanındadır.”
İbn İshak diyor ki: “(Rüyada gördüğü kişi)
kendisine Zemzem’in durumunu açıklayınca ve yerini de bildirince doğru konuştuğunu
anladı. Ertesi gün levyesini alıp oğlu Haris bin Abdilmuttalib’le birlikte
çıktı. O zaman başka oğlu yoktu. Zemzem’in yerini kazmaya başladı.
Abdulmuttalib’e gizlenmiş olan şey görününce tekbir getirdi. Kureyşliler onun
aradığı şeyi bulduğunu anladılar ve yanına gittiler.
“Ey Abdulmuttalib! Bu atamız İsmâil’in
kuyusudur. Bizim de bunda hakkımız var. Bizi de buna ortak et” dediler.
Abdulmuttalib:
“Bunu yapamam. Bu içinizden sadece bana özel
kılınmıştır. Aranızda sadece bana verildi” dedi. Onlar:
“Bize insaf et. Bu konuda seninle hesaplaşmadan
başından ayrılmayız” dediler. Abdulmuttalib de:
“Öyleyse aramızda birini hakem tayin edin onun
hükmüne başvuralım” dedi.
“Sa’d oğularının kâhin kadını Huzeym olsun”
dediler. O da:
“Olur” dedi. Bu kadın Şam (Suriye) civarında
oturuyordu. Abdulmuttalib, kendi sülâlesinden, Abdu Menâf oğullarından bazı
kimseleri alarak bineğine binip yola çıktı. Kureyş’in tüm kabilelerinden de
bazı kimseler bineklerine binip yola çıktılar. O zaman bu gittikleri yol
üzerinde çöller vardı. Yola koyuldular. Hicaz ve Şam (Suriye) arasındaki
çöllerden birine geldiklerinde Abdulmuttalib’in ve arkadaşlarının suyu bitti.
Fena halde susadılar. Neredeyse ölecek hâle geldiler. Beraberlerindeki, değişik
Kureyş kabilelerine mensub kişilerden su istediler. Onlar bunu kabul etmediler
ve:
“Biz şimdi bir çölde bulunuyoruz. Sizin başınıza
gelenin bizim başımıza da gelmesinden korkuyoruz” dediler. Abdulmuttalib
adamların kendisine ve arkadaşlarına yaptığını görünce:
“Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. Onlar:
“Bizim görüşümüz ancak senin görüşüne tabidir.
Sen istediğini emret” dediler. O da:
“Benim görüşüme göre şimdi herkes sahip olduğu
güçle kendisi için bir kuyu kazsın. Her bir kişi öldüğünde arkadaşları onu
kendi kuyusuna gömer sonra üzerine kapatırlar. En sonunda tek bir kişi kalır.
Bir kişinin cesedinin ortada kalması bütün bir grupta bulunanların cesetlerinin
ortada kalmasından daha uygundur” dedi. Ötekiler:
“Evet senin emrettiğin gibi yapalım” dediler.
Sonra kalkıp her biri kuyusunu kazdı. Sonra da oturup susuzluktan ölümü
beklemeye başladılar. Daha sonra Abdulmuttalib arkadaşlarına:
“Vallahi, ortalıkta dolaşmadan ve kendimiz için
bir şey aramadan böyle kendimizi kendi ellerimizle ölüme terketmemiz bir
acizliktir. Belki Allah civardaki yörelerin birinden bize su lutfedebilir.
Haydi kalkın” dedi. Onlar da kalktılar. Yerlerinden kalktıklarında,
beraberlerindeki Kureyş kabilesi mensupları onların ne yapacaklarına
bakıyorlardı. Abdulmuttalib bineğinin yanına gitti. Üzerine bindi. Hayvan
yürümeye başlayınca ayağının altından tatlı su fışkıran bir kaynak ortaya
çıktı. Abdulmuttalib tekbir getirdi. Arkadaşları da tekbir getirdiler. Sonra
bineğinden indi ve o sudan içti. Arkadaşları da içtiler. Bütün su kaplarını
dolduracak kadar oradan su aldılar. Sonra Kureyş kabilelerinin mensuplarını
çağırdı ve
“Suya gelin. Allah bize su verdi. Siz de için ve
kaplarınızı doldurun” dedi. Sonra onlar:
“Vallahi (Allah) senin lehine hüküm verdi ey
Abdulmuttalib. Artık Zemzem hakkında seninle asla hesaplaşmayacağız. Şüphesiz
şu çölde sana su veren de, sana o Zemzem suyunu verendir. Şimde sen o suyuna
gönül rahatlığı içinde dön” dediler. O da döndü. Beraberindekiler de döndüler
ve söz konusu kâhin kadına gitmeden aralarındaki meseleyi halletmiş oldular.”[51]
Taberi, Tarih’inde
şöyle söylemiştir: “Bana Yunus bin Abdil’a’la rivayet etti. O İbn Veheb’den, o
Yunus bin Yezid’den, o İbn Şihâb’dan rivayet etmiş, o da Kubeysa bin Zu’eyb’in
şöyle bildirdiğini nakletmiştir: Bir kadın, bir işi için o işini yapabilmesi
durumunda oğlunu Ka’be’nin yanında kesmeyi adadı. Kadın o işini yaptı ve adağı
hakkında soru sormak için Medine’ye geldi. Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’ın yanına gitti.
Abdullah İbni Ömer Radıyallahu anh
ona:
“Allah sizi canlarınızı öldürmekten nehy
etmiştir” dedi. Abdullah İbni Ömer Radıyallahu
anh kadını bu konuda ikna edemedi. Sonra kadın Abdullah İbni Abbas Radıyallahu anh’ın yanına gitti ve ondan
fetva sordu. O da şöyle söyledi:
“Allah adaklarınızı yerine getirmenizi emretti.
Adak bir borçtur. Ancak o canlarınızı öldürmekten de nehyetti. Abdulmuttalib
İbni Hâşim, on oğlunun olması durumunda birini (kurban olarak) kesmeyi
adamıştı. On oğlu olunca hangisini keseceğine karar vermek için aralarında
kur’a çekti. Kur’a Abdullah bin Abdulmuttalib’e çıktı. O ise Abdulmuttalib’in
insanlar içinde en çok sevdiği kişiydi. Sonra Abdulmuttalib:
“Ey Allah’ım! Ya o ya da yüz deve!” dedi. Sonra
onunla yüz deve arasında kur’a çekti ve kur’a yüz deveye çıktı.”
Ardından İbn Abbas Radıyallahu anh kadına:
“Benim görüşüme göre sen oğlunun yerine yüz deve
kesmelisin” dedi. Daha sonra bu söz o zaman Medine valisi olan Mervan’a ulaştı.
O da:
“Benim görüşüme göre ne İbn Ömer, ne de İbn
Abbas fetvasında isabet etmiştir. Allah’a isyan olan bir şeyle ona adak
yapılamaz. Sen Allah’tan bağış dile ve günâhından dolayı Allah’a tevbe et.
Bunun yanısıra tasaddukta bulun ve gücünün yettiğince hayır işle. Oğlunu
kesmekten ise Allah seni nehy etmiştir.” İnsanlar buna sevindiler ve Mervan’ın fetvasını
beğendiler. Onun isabetli bir fetva verdiğini düşündüler. Bundan sonra da hep
Allah’a karşı günâh olan bir şeyin adak olarak adanamayacağı üzere fetva vemeye
başladılar.[52]
Bu olayı Yüce Allah, yüce kitabında dile
getirmiştir. Hadis kitaplarının en sağlamlarından olan Buhari ve Müslim’in
sahihlerinde geçen hadislerde de “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu olaya işaret etmiştir. Olayın
tafsilatıyla ilgili bilgiler de sîret ve tarih kitaplarında yer almıştır.
Tefsir alimleri de bu olaydan tefsirlerinde söz etmişlerdir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Rabbinin
Fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların oyunlarını boşa çıkarmadı mı?
Üzerlerine sürü sürü kuşları gönderdi. O (kuş)lar onların üzerlerine pişirilmiş
çamurdan taşlar atıyorlardı. Sonuçta onları yenik ekin yaprağı gibi yaptı.” (Fil Suresi)
İbn Kesir -Rahmetullahi
aleyh- şöyle söylemiştir:[53]
“Bu, Yüce Allah’ın Kureyş’e lutfettiği nimetlerdendir. Bu olayda Fil sahipleri
onlardan uzak tutulmuştur. Onlar Ka’be’yi yıkmaya ve bütün izlerini silmeye
karar vermişlerdi. Ama Allah kendilerini helâk etti ve burunlarını yere sürttü.
Bütün çabaları boşa gitti. Yaptıklarından bir sonuç elde edemediler. En büyük
kayba uğradılar. Onlar hıristiyan bir topluluktu. O zaman dinleri Kureyş’in yaptığı
putlara kulluğa en yakın bir haldeydi. Ancak bu gelişme Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
gönderileceği ortamın ve şartların hazırlanmasıydı. Rivayetlerin en meşhur
olanına göre “Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem o yıl (yani Fil olayının meydana geldiği yıl) dünyaya
gelmiştir. İlâhi gücün dili adeta şöyle diyordu: “Ey Kureyş halkı! Size, sizin
Habeşilere olan üstünlüğünüz dolayısıyla yardım etmedik. Ama peygamberlerin
sonuncusu ümmi Peygamber Muhammed -Aleyhisselam-’ın
gönderilişiyle şereflendireceğimiz ve üstün kılacağımız o Eski Ev’i (Beyti
Atik’i) korumak için yardım ettik.”
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in bu olaya olan işaretlerinden bazıları ise şunlardır:
“Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem Hudeybiye anlaşmasının olduğu zaman yola çıktı. Onlara
doğru ineceği tepeye geldiğinde devesi çöktü. İnsanlar: “Yürü, yürü” dediler.
Deve kalkmak istemedi. (Oradakiler): “Kusvâ[54]
yolda kaldı” dediler. “Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:
“Kusvâ
yolda kalmadı. Bu onun huyu da değildir. Ancak Fil’i durduran şey onu da
durdurdu.”[55]
Yüce Allah, “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e Mekke’nin fethini nasib ettiğinde,
“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
insanların arasında durdu, Allah’a hamd ve senâ etti. Sonra şöyle buyurdu:
“Muhakkak ki Allah, Fil’i Mekke’ye girmekten
alıkoydu. Ancak elçisini ve mü’minleri oraya soktu.”[56]
Hakim’in Müstedrek’inde,
Beyhaki’nin de ondan nakille ed-Delâil’de
rivayet ettiğine göre Abdullah bin Abbas Radıyallahu
anh şöyle söylemiştir: “Fil sahipleri yola çıktılar. Mekke’ye
yaklaştıklarında Abdulmuttalib karşılarına çıktı. (Komutanlarına):
“Yanımıza gelmene sebep olan nedir? Senin bizden
bir isteğin olduğunda bir adam gönderseydin biz istediğini sana getirseydik”
dedi. Adam:
“İçine giren herkesin güvene kavuştuğu şu evin
haberi bana ulaştı. Oranın halkını korkutmaya geldim” dedi. (Abdulmuttalib):
“Biz sana ne istiyorsan verelim, geri dön” dedi.
Adam içeri girmekten başka bir şeyi kabul etmedi ve ona (Ka’be’ye) doğru
ilerlemek üzere harekete geçti. Abdulmuttalib geriye çekildi. Bir dağın üzerine
çıktı ve
“Şu evin (Ka’be’nin) yıkılışını ve halkının yok
edilişini görmek istemiyorum” dedi. Sonra şöyle söyledi:
“Ey Allah’ım! Her ilâhın bir kutsal yeri vardır,
Sen de kutsal yerini koru,
Onların kutsalları senin kutsal mekânına üstün
çıkmasın.
Ey Allah’ım! Yapacaksan, uygun gördüğün şeyi
emret.”
Bu sırada deniz tarafından bulut gibi bir şey
ortaya çıktı. Çok geçmeden üzerlerine Yüce Allah’ın haklarında: “O (kuşlar),
onların üzerlerine pişirilmiş balçıktan taşlar atıyorladı” diye buyurduğu sürü
sürü kuşlar üstlerini gölgeledi. Fil şiddetle bağırmaya başladı. Sonuçta onları
(Allah) yenik ekin yaprağı gibi yaptı.[57]
1. Bu olay, insanlar için
ma’bed olarak yapılan ilk ev olan Ka’be’nin üstünlüğünü, müşriklerin de o evi
(cahiliye döneminde) nasıl üstün tuttuklarını göstermektedir. Habeşistanlı
Ebrehe bu yüzden onu kıskanmış ve yıkmak istemiştir. İslâm’la birlikte
Ka’be’nin şeref ve üstünlüğü artmıştır. Ebrehe’nin ve beraberindekilerin helâk
edilmelerinin sebebi Mekke halkının itibarı dolayısıyla değildi. Sadece Amine
bintu Veheb’in karnında taşıdığı o mübarek cenin müstesnaydı. Yüce Allah
âyetinde şöyle buyuruyor:
“Onların
oyunlarını boşa çıkarmadı mı?”
Râzi (Fahruddin Râzi) şöyle söylemiştir: “Bil ki
“oyun (keyd)” bir başkasına gizlice zarar verme amacı gütmektedir. Eğer:
“Burada sözü edilen fiil niçin “oyun (keyd)” olarak adlandırılıyor? Oysa o adam
işi açıktan yapıyordu ve kendisinin Ka’be’yi yıkacağını açıkça söylüyordu” denirse;
deriz ki: “Evet. Ama kalbinde sakladığı düşünce açığa vurduğundan daha fenaydı.
Çünkü o Araplara karşı içinde bir kıskançlık duygusu besliyordu. Onların Ka’be
dolayısıyla kazanmış oldukları şerefi kendilerinden ve topraklarından silerek,
bu şerefin kendisine ve ülkesine geçmesini istiyordu.”[58]
2. Kâsımi şöyle
söylemiştir: “Kâşâni diyor ki: “Fil sahipleriyle ilgili olay ünlüdür ve
“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
doğumuna yakın bir sırada gerçekleşmiştir. Bu olay Yüce Allah’ın gücünü ortaya
koyan mucizelerden biri ve kendisinin hürmetli kıldığı varlıklara saldırıda
bulunmaya cür’et gösterenlere karşı olan gadabının bir eseridir. Kuşlara ve
hayvanlara ilhamda bulunulması insanlara ilhamda bulunulması ihtimalinden
yüksektir. Çünkü onların de ruhları basittir. Yüce Allah’ın kazandırdığı bir
özellikle o taşların gösterdiği etkiyi de garip karşılamamak gerekir. Yüce
Allah’ın gücünü ortaya koyan âlemi ibretle inceleyen, kendisi için hikmet
perdesi açılan bir kimse bunun pek çok örneğini görebilir.”
Şöyle diyor: “Zamanımızda da Abyurt şehrini
farelerin sarmasıyla ve şehrin bütün tarım ürünlerini tahrib etmesiyle bunun
bir benzeri ortaya çıkmıştır. Bu farelerin her biri karadan Ceyhun ırmağının
kıyısına gelmiş, sonra her biri ırmağın kıyısında bulunan meşe ağaçlarının
kabuklarından birer parça almış ve sonra bunların üstüne binerek ırmağın karşı
kıyısına geçmişlerdir.”[59]
3. Mâverdi diyor ki:
“Mülkün sahibi olan Allah’ın üstün gücünün delilleri gayet açıktır.”
(Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in)
peygamberliğini ortaya koyan deliller de açıktır. Bu konudaki gelişmelerin
başları sonları hakkında şahitlik etmektedir. Dolayısıyla bunlarda doğru ile
yanlış, uydurma ile gerçek birbirine karışmaz. Müjdeleri ve uyarıcıları da gücü
ve bu gücünün etrafa yayılması nisbetinde olmaktadır.
“Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in doğumu yaklaşınca onun peygamberliğine işaret eden
mucizeler ve getirdiği bereketin işaretleri birbiri ardından ortaya çıkmaya
başladı. Bunların en çok dikkat çekeni, en açık ve en kesin olanı da fil
sahipleriyle ilgili olaydır. Onları Necâşi, Habeşistan yöresinden, ordusuna
mensup kalabalık bir kitle ile birlikte, Ka’be’yi yıkmaları, civarındaki
erkekleri öldürmeleri ve kadınları da esir almaları üzere Mekke’ye
göndermişti.”
Daha sonra şöyle diyor: “Fil olayında
“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
mucizesi, bu olayın onun Mekke’de anasının karnında olduğu sırada meydana
gelmesidir. Çünkü “Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem, Fil olayından elli gün sonra ve babasının ölümünün
ardından Rebiulevvel ayının on ikinci gecesinde dünyaya gelmiştir. “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bu olayda
iki yönden mucizesi vardır:
Birincisi: Eğer o askerler başarı
elde etselerdi Mekke halkını esir edecek ve köle haline getireceklerdi. Yüce
Allah, peygamberinin anasının karnında köle haline getirilmesini ve köle olarak
doğmasını önlemek için o askerleri helâk etmiştir.
İkincisi: Kureyş halkı, Fil
sahiplerinin kendilerinden uzaklaştırılmasını hak edecek bir ilâh inancına
sahip değillerdi. Kitap ehli de değillerdi. Çünkü onlar ya puta tapıyor, ya
putperestlik dinini benimsiyor, ya din dışı şeyler söylüyor, ya da (bütün bu
anlayışlardan) dönmek isteyenlere engel oluyorladı. Ancak Yüce Allah İslâm’ın
ortaya çıkmasını, peygamberlik kurumunun temellerinin sağlamlaştırılmasını,
Ka’be’nin yüceltilmesini, onun namaz için kıble ve hac için ziyaret yeri
kılınmasını dileyince (bu gelişmeler oldu).
Eğer: “Nasıl oldu da Kabe, henüz kıble ve hacda
ziyaret edilecek yer (mensek) kılınmadan korunduğu halde, kıble ve hacda
ziyaret edilecek yer (mensek) olduktan sonra Haccac’ın onu mancınıklarla
döverek yıkmasına ve yakmasına engel olunmadı? Denilerek, ayrıca rivayet
edildiğine göre (Haccac):
“Tozlarının ışık saçmasını nasıl görüyorsun?
Oysa ileri sürdüklerine göre onun komşusu
Allah’tır.”
demiştir. Mancınıkla taş atan kişi de şöyle
söylemiştir:
“Ağzı köpüren deve gibi savuruyor.
Onunla her mescid direğine atıyorum.” (bunlara
ne denir)? diye sorulursa;
Şöyle cevap verilir: “Haccac’ın yaptığı iş dinin
yerleşmesinden sonra gerçekleşmiştir. Dolayısıyla (bu dönemde) dinin
yerleştirilmesiyle ilgili mucizelere ihtiyaç yoktu. Fil sahipleri ise Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem’in ortaya
çıkmasından önceydiler. Dolayısıyla onların engellenmesi peygamberin ortaya
çıkacağına işaret eden bir mucizeydi. Bunun yanısıra “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Ka’be’nin
yıkılacağı konusunda uyarıda bulunmuştu. Dolayısıyla yıkılması da onun mucizesi
olmuştur. Bu itibarla her iki olayın arkasındaki hikmetler farklıdır. En
doğrusunu ise ancak Yüce Allah bilir.
Araplar arasında, Yüce Allah’ın Fil sahipleri
ordusuna yaptığı muamelenin haberi yayılınca Harem’i daha çok yüceltmeye ve ona
saygısızlık etmekten çekinmeye başladılar. Onun gönüllerdeki hürmeti daha da
arttı. Kureyş kabilesine de itaat duygusuyla yaklaştılar ve şöyle söylediler:
“Allah’ın halkına karşı saldırıda bulunanları Allah kendisi savundu ve
düşmanlarının oyunlarını başlarından savdı.” Bundan sonra, var olan saygı ve
itibarları arttı. Kureyş halkı da rifade, sidâne ve sikâye gibi hizmetleri
yürüttüler. Rifâde şuydu Kureyş halkı her yıl mallarından belli bir miktar
ayırır ve onunla Minâ günlerinde hacılar için yemek yaparlardı. (Sidâne,
Ka’be’nin korunması ve hizmetlerinin yürütülmesi, sikâye ise hacılara Zemzem
suyu dağıtılmasıdır.) Böylece din mensuplarının liderleri ve arkalarından
kendilerini izleyenlerin önderleri oldular. Fil sahipleri ise taşkınlık edenler
için bir örnek oldu.”[60]
4. Şeyhulislâm (İbn
Teymiyye) -Rahmetullahi aleyh- de
şöyle diyor: “Fil sahipleri olayı hakkında mütevâtir rivayetler nakledilmiştir.
Bu rivâyetlere göre Habeşistanlı hıristiyanlar, bazı Arapların kendilerinin
Yemen’de yaptırdıkları kiliselerini aşağılamaları (veya pisletmeleri) üzerine,
büyük bir orduyla Ka’be’yi yıkmak için yola çıktılar. Ka’be’yi aşağılamak ve
kendi kiliselerini yüceltmek amacındaydılar. Allah da onların üzerine sürü sürü
kuşlar göndererek hepsini birden helâk etti. Bu olay “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in doğduğu
yıl meydana gelmişti. O zaman Ka’be’nin civarında oturan insanlar müşriktiler.
Putlara tapıyorlardı. Hıristiyanların dinleri onlarınkinden üstündü. Buradan
anlaşılmaktadır ki bu olay o zaman Ka’be’nin etrafında oturan insanlar için
olmamıştı. Bizzat ya Ka’be için veya o yıl Ka’be yakınında dünyaya gelen
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
için ya da her ikisi için birden olmuştu. Hangisi için olursa olsun bu olay
yine de Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in peygamberliğine delalet eden olaylardandır.
Eğer: “Bu Ka’be için ve onun korunması, ona
yönelik saldırıların savılması için olan bir mucizeydi. Çünkü o Allah’ın
Halîl’i İbrâhim -Aleyhisselam-’ın
inşa etmiş olduğu Beytullah’tır (Allah’ın Evi’dir)” denirse (deriz ki):
“Bilindiği kadarıyla geçmiş ümmetlerin içinde, (İbrahim’den sonra) Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem ümmetinden
başka bu evi (Ka’be’yi) hacceden ve ona doğru namaz kılan kimse yoktu. Muhammed
bu evin haccedilmesini ve ona doğru namaz kılınmasını farz kılmıştır.”[61]
İçerdiği konular:
A. Abdulmuttalib’in oğlu
Abdullah’ın Veheb’in kızı Amine ile evlenmesi.
B. Muhammed Mustafa
-Sallallahu aleyhi vesellem-’in doğumu ve büyümesi.
C. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in peygamberlikle görevlendirilmesinden önce meydana gelen
önemli olaylar.
1. Ficâr Savaşı.
2. Erdemliler Anlaşması
(Hilfu’l-Fudûl).
3. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in Hatice -Radıyallahu anhâ- ile evlenmesi.
4. Kureyş’in Ka’be’yi
yeniden inşâ etmesi.
Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah, babasının
oğulları arasında en çok sevdiği biriydi. Kesilmekten kurtulunca ve babası
Abdulmuttalib yerine yüz deveyi kurban edince Mekke’nin en soylu hanımlarından
biriyle evlendirildi. O da Veheb bin Abdi Menâf bin Zuhre bin Kilâb’ın kızı
Âmine’ydi.
Âmine’nin (Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’e) hamile kalmasının üzerinden fazla
zaman geçmeden babası (Abdullah) öldü ve Medine’de Adiy bin Neccâr oğullarından
olan dayılarının yanına gömüldü. (Abdullah) ticaret için Şam tarafına gitmişti.
Dönüşte Medine’deyken ölüm kendisini yakaladı ve arkasında o temiz cenini
bıraktı. Kader adeta şöyle diyordu: “Senin bu dünyadaki görevin bitti. Bu temiz
ceninin terbiyesini, yetiştirilmesini ve insanlığı karanlıklardan aydınlığa
çıkarması için hazırlanmasını ise Yüce Allah hikmetiyle ve rahmetiyle
üstlenir.”
Peygamber -Aleyhisselam-’la
ilgili gelişmeler Abdullah’ın Amine ile evlenmesiyle başlamıyordu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e:
“Seninle ilgili gelişmelerin başlangıcı nedir?”
diye soruldu. O da şöyle buyurdu:
“Ben atam İbrâhim’in duası ve İsâ’nın
müjdesiyim. Annem kendisinden Şam saraylarını aydınlatan (yani Şâm’ın sarayları
görünecek kadar etrafı aydınlatan) bir nurun çıktığını gördü.”[62]
İbrâhim -Aleyhisselam-’ın
duası ise şuydu:
“Ey
Rabbimiz! Onların içinden kendilerine senin ayetlerini okuyacak, onlara Kitab’ı
ve hikmeti öğretecek ve onları arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz sen
pek yüce ve hikmet sahibisin.” (Bakara, 2/129)
İsâ’nın müjdesine ise Yüce Allah’ın, Mesih -Aleyhisselam-’ın dilinen ifade ettiği
şu sözde işaret edilmektedir:
“Meryem
oğlu İsa da: “Ey İsrailoğulları! Ben Allah’ın size, benden önce gelmiş olan
Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek adı da Ahmed olan peygamberi
müjdeleyici olarak gönderilmiş bir peygamberim” demişti.” (Saf, 61/6)
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in: “Annem kendisinden Şam saraylarını aydınlatan bir nurun
çıktığını gördü” sözü hakkında İbn Receb şöyle söylemiştir: “Bu nurun çıkması
annesinin onu doğurması esnasında olmuştu, Bu ondan çıkacak ve yeryüzü halkının
hidayeti bulmasına, şirk karanlığının kaybolmasına vesile olacak olan nura
işaretti. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Gerçekten
size Allah’tan bir nur ve açık bir Kitap geldi. Allah onunla rızasının
gözetenleri selamet yollarına eriştirir ve kendi izniyle onları karanlıklardan
aydınlığa çıkarıp dosdoğru yola iletir.” (Maide, 5/15-16)
Yüce Allah bir âyetinde ise şöyle buyuruyor:
“Ona iman
eden, saygı gösteren, yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nura uyan
kimseler işte onlar felâha erenlerdir.” (A’raf, 7/157)[63]
İbn Kesir de şöyle diyor: “Nurun ortaya
çıkmasında özellikle Şâm’ın anılması onun dininin Şâm diyarında (Suriye, Ürdün
ve Filistin topraklarını içine alan bölgede) yerleşeceğine ve orada karar
kılacağına işarettir. Dolayısıyla bu bölge âhir zamanda (kıyamete yakın
dönemde) İslâm’ın ve Müslümanların güç merkezi haline gelir. Meryem oğlu İsâ
oraya iner, indiğinde ilk önce Dimeşk’teki Beyaz Doğu Minâresinde görünür.
Bundan dolayıdır ki Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde geçen bir hadiste şöyle
denmektedir:
“Ümmetimden
bir topluluk sürekli hak üzere direnmeye devam eder. Kendilerini
aşağılayanların veya karşı çıkanların onlara bir zararları olmaz. Onlar bu hal
üzereyken Allah’ın emri gelir.”
Buhari’nin Sahih’inde: “Onlar Şâm’da olurlar” denmektedir.[64]
Rebiulevvel ayının ikinci, bir rivayete göre
sekizinci, bir rivayete göre onuncu, bir rivayete göre de onikinci -ki
çoğunluğun kabul ettiği rivayet budur- gecesi dünyaya geldi. Bu doğum Fil
olayının yaşandığı yılda oldu. Sabahın yaklaştığını müjdeleyen gelişmeler
ortaya çıktı ve Muhammed Mustafa Sallallahu
aleyhi vesellem dünyaya geldi.[65]
Doğumu Haşim oğulları vadisinde Ebu Tâlib’in
evinde gerçekleşti. Burası daha sonra Haccac bin Yusuf’un kardeşi olan Muhammed
bin Yusuf’un evi olarak adlandırılmıştır. Bugün burası genel kütüphanedir.
Ebeliğini babasının cariyesi olan Habeşistanlı
Ummu Eymen Bereke yaptı. Kendisini ilk emziren de amcası Ebu Leheb’in câriyesi
Sevbiyye oldu.
Ummu Habibe Radıyallahu
anha’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e:
“Kızkardeşim yani Ebu Süfyân’ın kızı ile evlen”
dedim.
“Bunu
istiyor musun?”
diye sordu. Ben:
“Evet isterim zaten ortağı olmaksızın sizinle
tek başıma değilim. Hayırda bana ortak olmasını en çok istediğim kız
kardeşimdir.” dedim. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem de:
“Bu bana
helâl olmaz”
diye buyurdu.
“İyi ama biz (aramızda) senin Ebu Seleme’nin
kızıyla evlenmek istediğinden söz ediyoruz” dedim.
“Ummü Seleme’nin kızı mı?” diye sordu.
“Evet” dedim. O da şöyle buyurdu:
“Eğer benim bakımım ve terbiyem altındaki üvey
kızım olmasaydı bile, yine de bana helâl olmazdı. Çünkü o benim süt kardeşimin
kızıdır. Beni ve (babası) Ebu Seleme’yi Suveybe emzirmişti. Artık bana
kızlarınızı ve kız kardeşlerinizi teklif etmeyin.”[66]
Urve dedi ki: “Suveybe Ebu Leheb’in cariyesiydi. Ebu Leheb kendisini azad
etmişti. O da Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’i emzirmişti. Ebu Leheb ölünce yakınlarından biri rüyada
onu çok fena bir halde gördü. Kendisine: “Nasıl bir şeyle karşılaştın?” diye
sordu. Ebu Leheb de “Sizden sonra hiç rahat yüzü görmedim. Ama Suveybe’yi azad
etmemden dolayı bana buradan su içirildi” dedi.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem daha sonra Sa’d bin Bekr oğullarından süt anneye verildi.[67]
Araplar çocuklarının daha sağlıklı olmaları için kırsal bölgelerde süt ana
tutmayı adet edinmişlerdi. “Şehirde yetişen bir çocuğun zekâsı ve azmi zayıf
olur” derlerdi. Sa’d bin Bekr oğullarından bazı kadınlar süt çocuk almak üzere
geldiler. Değerli süt çocuğu da Sa’d oğullarından Halime’nin payına düştü.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in Sa’d bin Bekr oğullarının kırsal bölgesinde olduğu
sırada göğsünün yarılması olayı geçekleşti.[68]
Müslim, Enes İbn Mâlik Radıyallahu anh’ten
şöyle rivayet etmiştir: “Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in çocuklarla oynadığı bir sırada Cibril -Aleyhisselam- yanına gelip kendisini aldı.
Bayılttı. Kalbini yardı. Sonra kalbini dışarı çıkardı. Oradan bir kan pıhtısı
çıkardı ve: “Bu şeytanın sendeki payıdır” dedi. Sonra onu altın bir leğen
içinde Zemzem suyuyla yıkadı. Sonra onu yeniden yapıştırdı ve yerine
yerleştirdi. Öte yandan çocuklar koşarak süt annesine geldiler ve: “Muhammed
öldürüldü” dediler. Yanına vardıklarında rengi değişmişti.”
Enes Radıyallahu
anh dedi ki: “Ben göğsünde o yarılmış yerin izini görüyordum.”[69]
Sonra (Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in) süt annesi onun hakkında endişeye kapıldı ve onu annesine geri
gönderdi. Annesi kendisini alıp, babasının (yani Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in babasının)
dayıları olan Adiy bin Neccar oğullarını ziyaret için Medine’ye doğru yola
çıktı. Dönüşte yolda annesini ölüm yakaladı ve Ebvâ’da[70]
vefat etti ve oraya gömüldü.
Kaderin dili bu çocuk hakkında şöyle diyordu
adeta: “Bu çocuğun eğitiminde ne babasının ne de annesinin herhangi bir etkisi
olabilir. Yüce Allah onun eğitimini ve yetiştirilmesi işini üzerine almıştır.
Çoğunluğun bildirdiğine göre Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in annesi Âmine’nin vefatı kendisi daha altı yaşındayken
gerçekleşmiştir. Bundan sonra onun bakımını Ummu Eymen üzerine aldı. Geçimiyle
de dedesi Abdulmuttalib ilgileniyordu. Dedesi, kendi oğullarına titremediği
kadar onun üzerine titriyordu.
Abdurrezâk’ın Musannef’inde Ma’mer’den onun da Zuhri’den rivayet ettiğine göre
(Zuhri) şöyle söylemiştir: “Sonra annesi öldü ve dedesinin bakımında bir yetim
olarak kaldı. O zaman birkaç yaşında bir çocuktu. Dedesinin yastığına gelip
üzerine otururdu. Bunun üzerine dedesi dışarı çıkardı. Kendisiyle ilgilenen
câriye:
“Dedenin yastığından in” derdi. Abdulmuttalib
de:
“Oğlumu rahat bırak. Orada kendisini rahat
hissediyor” dedi. Sonra Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem daha çocukken dedesi de vefat etti.”[71]
Abdulmuttalib vefat ettiğinde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sekiz yaşına
gelmişti. Daha sonra onun geçimiyle ilgilenmeyi babasının öz kardeşi olan Ebu
Tâlib üzerine aldı. Kendisine karşı çok merhametliydi. Ancak mal varlığı azdı.
Bu yüzden Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem amcasına yardımcı olmak amacıyla koyun çobanlığı yaptı.
Ebu Hureyre Radıyallahu
anh’ın rivayet ettiğine göre Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem:
“Allah
herhangi peygamber gönderdiyse mutlaka koyun gütmüştür” diye buyurdu. Ashabı:
“Sen de
mi?”
diye sodular. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:
“Evet. Ben
de Mekke halkının birkaç kuruş parası karşılığında (koyun) güttüm.”[72]
Cabir bin Abdillah Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
“Merru’z-Zahrân’da Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem ile birlikteydik. Biz Erâk ağacının meyvelerini
topluyorduk. (Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem):
“Siyahlarını
seçin. Onlar daha iyidir” diye buyurdu. Bunun üzerine kendisine:
“Sen koyun güder miydin?” diye soruldu. O da
şöyle buyurdu:
“Evet. Onu
gütmeyen peygamber var mı?”[73]
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem daha sonra ticaretle uğraşmaya başladı.
Abdurrezzâk, Ma’mer’dan o da Zuhri’den rivayet
etmiştir. (Zuhri) sîretle ilgili olarak verdiği bilgiler arasında şöyle
söylerdi: “Büyüyüp delikanlılık çağına gelince, pek fazla malı yoktu ve
Hüveylid’in kızı Hatice onu Habaşe pazarında -burası Tihâme’de bir pazardır-
çalıştırmak üzere ücretle tuttu. Onunla birlikte Kureyş’ten bir başka adam daha
tuttu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem, Hatice Radıyallahu anha’dan
söz edeken şöyle derdi: “Ben Hatice’den
daha hayırlı ücretli eleman çalıştıran birini görmedim.”[74]
Yüce Allah Peygamber -Aleyhisselam-’ı cahiliye döneminin şirkinden ve putlara ibadetten
korumuştur. Buna, ameli yönden bütün şeriatların en üstünü, tevhidde samimi
olunması konusunda en katısı ve şirkten en uzağı olan, bütün eksikliklerden
uzak çağrının sahibinden daha lâyık kim olabilirdi? Ahmed bin Hanbel’in Müsned’de Hişâm bin Urve’den onun da
babasından rivayet ettiğine göre (babası) şöyle söylemiştir: “Bana Hatice’nin
bir komşusunun rivayet ettiğine göre o, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Hatice’ye şöyle dediğini duymuş:
“Ey
Hatice! Vallahi ben Lât’a ve Uzzâ’ya ibadet etmem.” (Ravi) dedi ki:
“Bunlar onların kendilerine ibadet ettikleri,
sonra yattıkları (yani yatmadan önce ibadet ettikleri) putlarıydı.”[75]
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem dikili taşlar için kesilmiş şeylerden yemezdi. Bu konuda
Zeyd bin Amr bin Nufeyl de onun gibi hareket ederdi. Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’den şöyle rivayet
edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem kendisine vâhiy inmeden önce Aşağı Beldah’ta[76]
Zeyd bin Amr bin Nufeyl’le karşılaştı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in önüne bir sofra kondu. Ama o (Zeyd)
ondan yemekten kaçındı. Sonra Zeyd dedi ki:
“Ben sizin dikili taşlarınız için
kestiklerinizden yemem. Üzerine Allah’ın adı anılarak kesilmiş olandan
başkasını da yemem.” Zeyd bin Amr Kureyşlileri hayvan kesmeleri konusunda
tenkid eder ve şöyle derdi:
“Allah koyunu yarattı ve onun için gökten su
indirdi, yerden bitki bitirdi. Sonra siz buna karşı nankörlük ederek ve başka
varlıkları yücelterek onu Allah’tan başkasının adına kesiyorsunuz.”[77]
Yüce Allah, peygamberlikle görevlendirmeden önce
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i
Arafat’ta vakfeye durmaya muvaffak kılmıştır. Kureyşlilerin uydurdukları hamasete
ve din konusundaki katılıklarına ters olarak bunu yaptı. Kureyşliler bunu
hamaset olarak adlandırıyorlardı. Şeytan onları kendine çekmiş ve onlara: “Siz
eğer kendi hareminizden başka bir yeri yüceltirseniz insanlar sizin hareminizi
küçümserler” demişti. Bu yüzden Arefe günü Arafat’ta vakfeye durmazlardı. Diğer
insanlar ise Arafat’ta vakfeye dururlardı. Daha sonra Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in şeriatında
da Arafat’ta vakfe uygulaması yer almıştır. Nitekim Yüce Allah bir ayette şöyle
buyuruyor:
“Sonra
insanların toplu halde akın ettikleri yerden siz de topluca akın edin ve
Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayan ve rahmet edendir.” (Bakara, 2/199)
Muhammed bin Cubeyr’in babası Cubeyr bin
Mut’ım’dan rivayet ettiğine göre (Cubeyr) şöyle söylemiştir: “Devemi kaybettim.
Arefe günü onu aramaya çıktım. Bu sırada Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i Arafat’ta vakfe yaparken gördüm.
Vallahi bu adam hums ashabından bir Kureyşlidir. Bunun burada ne işi var!”
dedim.”[78]
Yüce Allah onu, avret yerlerini (görünmesi yasak
olan yerlerini) açmaktan yahut çıplak olarak dışarı çıkmaktan korumuştur. Cabir
bin Abdillah Radıyallahu anh’ın şöyle
söylediği rivayet edilmiştir: “Ka’be inşa edilmeye başlanınca Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ve Abbas taş
taşımaya gittiler. Abbas Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’e:
“İzârını boynuna koy. Boynunu taştan korusun”
dedi. (Böyle yapınca) Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem yere düştü, gözü göğe doğru kabardı. Sonra kendine geldi
ve:
“İzârımı
getirin, izârımı getirin” dedi. Sonra hemen izârını bağladı.” Buhari ve Müslim’in
Zekeriya bin İshâk’tan onun Amr bin Dinâr’dan rivâyeti yoluyla nakledilen metne
göre de (Amr bin Dinâr) şöyle söylemiştir: “(Abbas’ın teklifi üzerine) izârını
çıkardı. Omuzlarının üzerine koydu. Bunun üzerine kendinden geçmiş bir halde
yere düştü. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem bundan sonra hiç çıplak olarak görülmemiştir.”[79]
İşte Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem gençliğini böyle Yüce Allah’ın koruması
altında geçirdi. Allah onu cahiliye döneminin pisliklerinden ve kusurlarından
korudu. Çünkü onu üstün kılmak ve peygamberlikle görevlendimek istiyordu. İbn
İshâk’ın dediği gibi olgunluk çağına eriştiğinde kavminin mürüvvette en üstün,
güzel ahlâkta en yüce, ilişkilerde en dikkatli, komşulukta en iyi, güzel
niteliklerde ilerde, en doğu sözlü, emânete en çok dikkat eden, fenalıklardan
ve kişilerin kirlenmesine yolaçan fiillerden en uzak, en temiz, en nazik bir
ferdiydi. Hatta kavmi içinde onu “emin (güvenilir)” olarak adlandırıyorlardı.
Çünkü Allah bütün güzel özellikleri onda toplamıştı.[80]
C. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in Peygamberlikle
Görevlendirilmesinden Önce Meydana Gelen Önemli Olaylar
Bu bölümde Allah’ın izniyle dört olaydan kısaca
söz edeceğiz. Bunlar:
1. Ficâr Savaşı.
2. Erdemliler Anlaşması
(Hilfu’l-Fudûl).
3. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in Hatice -radıyallahu anhâ- ile evlenmesi.
4. Kureyş’in Ka’be’yi
yeniden inşa etmesi.
Bu savaş Kays Aylân ile Kureyş arasında olmuştu.
Sakif kabilesi ve daha başka bazı kabileler Kays Aylân’ın yanında yer almıştı.
Kureyş’in anlaşmalıları olan Ehâbiş de onların yanında yer almıştı. Hâşim
oğullarının başkanı Zubeyr bin Abdulmuttalib’di. Kardeşleri Ebu Tâlib, Hamza ve
Abbas da onunla beraberdi. Kureyş kabilelerinin her bir kolunun başında bir
başkan vardı. Sonra savaşa tutuştular. Bu savaş Araplar arasında meydana gelen
çatışmaların en şiddetlisi olmuştur. Bu çarpışmada Arapların kutsal saydığı
Mekke’nin haremleri ihlâl edildiğinden (yani çarpışılması yasak kabul edilen
yerlerde çarpışmalara girişildiğinden) bu savaş Ficâr (taşkınlık) Savaşı olarak
adlandırılmıştır. Gelişme Kays’ın aleyhine oldu ve onun yanında yer alan
kabilelerden bazıları yenilgiye uğradı. Ancak çarpışanları barışa çağıranlar
kavgayı şöyle bir sonuca bağladılar: Her iki taraftan öldürülenler sayılacak ve
hangi tarafın ölüsü fazla çıkarsa karşı taraftan o fazlaların diyetini
alacaktı. Kays’ın tarafından öldürülenlerin sayısı fazla çıktı ve Kureyş’ten
onların diyetini aldı. Bu diyeti ödemeyi Harb bin Umeyye üzerine aldı ve oğlu
Ebu Sufyan’ı da bu diyet borcunu ödeyinceye kadar rehin verdi. Başlangıçtaki
Arap savaşlarına çok benzeyen bu savaş da böyle bitti. Allah kalplerini
birleştirdi ve İslâm nurunun aralarında yayılmasıyla kendilerini bu tür
olaylara sokan sapıklıklarını ortadan kaldırdı.[81]
İbn Hişâm şöyle söylemiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu
çarpışmanın bazı günlerine şahit oldu. Onu amcaları kendileriyle birlikte
çıkarmışlardı. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem dedi ki: “Düşmanları tarafımdan amcalarıma atılan okları
yerden toplayıp onlara veriyordum.”[82]
Suheyli de şöyle söylemiştir: “Şüphesiz Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem amcalarıyla birlikte çarpışmamıştır.
Çünkü bu bir taşkınlık savaşıydı ve savaşanların hepsi kâfirlerdi. Allah ise
bir mü’mine Allah’ın sözünün en yüce olması için olan savaştan başka bir savaşa
girmeye izin vermemiştir.”[83]
Tercih edilen rivayete göre o zaman on
yaşlarındaydı. Musâ bin Ukbe, Sîret’inde
Ficâr savaşıyla Ka’be’nin inşa edilmesi arasında on beş yıl olduğunu, Ka’be’nin
inşasının ise Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinden on beş yıl önce
gerçekleştirildiğini ifade etmiştir. Sahih olan rivayete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
peygamberlikle görevlendirilmesi kırk yaşında olduğu sırada olmuştur. Bu hesaba
göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem, Ficâr savaşının olduğu sırada on yaşındaydı.[84]
Fadlullah el-Ceylâni şöyle söylemiştir:
“Kureyş’ten dokuz kol biraraya geldi. Aralarında Hâşim oğulları, Zuhre oğulları
ve Teym oğulları da vardı. Bunlar, Fil olayından bir süre önce, Abdu Menâf
oğullarının sikâye (hacılara su verme) ve sancaktarlık işlerini Abdu
Daroğullarının ellerinden almak istemesi üzerine, İbn Ced’an’ın evinde
toplandılar. Bu kollar bu konuda aralarında yeminleştiler. Abdulmuttalib’in
kızı Ummu Hakim de kedilerine çanak içinde koku gönderdi. Ona ellerini bandırdı
sonra Ka’be’ye sürdüler. Bu yüzden bu anlaşma “Kokulananlar Anlaşması” olarak
adlandırıldı. Uygulama anlaşma doğrultusunda devam etti. Sonra Mekke’ye
Zabid’den bir adam ticaret eşyası getirdi ve bu eşyalarını As bin Vail
es-Sehmi’ye sattı. Sonra As adamın parasını vermedi ve ona üstün gelerek
eşyalarını elinden aldı. Adam yardım istedi. Bunun üzerine Haşimoğulları,
Muttaliboğulları, Esed bin Abdiluzzaoğulları, Zuhre bin Kilaboğulları ve Taym
bin Murreoğulları Abdullah bin Ced’an’ın evinde biraraya gelerek ister Mekke
halkından olsun ister başkalarından olun Mekke’de birisinin haksızlığa
uğratıldığını gördüklerinde onun yanında yer almak ve gasbedilen hakkı geri
alıncaya kadar haksızlık edene karşı durmak üzere aralarında anlaştılar. Bu,
önceleri “el-Mutayyibûn” diye anılanların yaptıkları anlaşmanın bir devamıydı. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem bu
anlaşmanın ilkinde bulunamamış ancak Hilfu’l-Fudûl’da (Erdemliler anlaşması
olarak adlandırılan ikincisinde) bulunmuştur. Anlaşmayı gerçekleştirenlerin
bazılarının adları Fadl ile başladığından -Fadl bin Haris, Fadl bin Veda’a,
Fadl bin Fudale gibi- bu anlaşma Hilfu’l-Fudûl olarak adlandırılmıştır.[85]
Abdurrahman bin Avf Radıyallahu anh’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur:
“Amcalarımla
birlikte Kokulananlar anlaşması’nda bulundum. O zaman daha çocuk yaşındaydım.
Bu anlaşmayı bozmam karşılığında kırmızı develerimin olmasını istemem (yani
karşılığında kırmızı develer verilse de yine bu anlaşmayı bozmak istemem.)”[86]
Muhammed Gazali şöyle diyor: “Hatice büyük bir
adamın hayatını tamamlayan değerli bir kadın niteliğindeydi. Kendilerine
elçilik görevi verilenler oldukça hassas kalpler taşırlar. Değiştirmek
istedikleri ortamda çok zorluklarla karşılaşırlar. Yerleştirmek istedikleri
hayır için cihad ederken büyük sıkıntılarla karşı karşıya gelirler. Dolayısıyla
özel hayatlarında kendilerine ünsiyet sağlayacak ve gönül rahatlığı verecek
birilerine çok ihtiyaç duyarlar. İşte Hatice Radıyallahu anha bu özelliklerle herkesten öndeydi. Dolayısıyla
Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in
hayatında onun güzel bir etkisi olmuştur.”[87]
İbn İshâk ta şöyle diyor: “Huveylid kızı Hatice Radıyallahu anha ticaretle uğraşan,
şeref ve mal sahibi bir kadındı. Ticari işleri için ücretle adamlar tutar, elde
edecekleri kârdan kendilerine belli bir yüzde vermek üzere onlarla anlaşma
yapardı. Kureyş halkı da ticaretle uğraşan bir halktı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in doğru
sözlü, son derece güvenilir ve üstün ahlâka sahip biri olduğu haberi Hatice Radıyallahu anha’ya ulaşınca ona haber
gönderdi ve ticari mallarını Şâm’a götürmesini teklif etti. Ona, diğer
tüccarlarla verdiği payların en yükseğini vereceğini bildirdi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu teklifi
kabul eti ve Hatice Radıyallahu anha’nın
mallarını Şâm’a doğru çıkardı. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’le birlikte Hatice Radıyallahu
anha’nın kölesi de kendisine yardımcı olmak üzere çıktı ve birlikte Şâm’a
vardılar.[88]
Mekke’ye döndüklerinde Hatice Radıyallahu anha malında o zamana kadar
görmemiş olduğu bir bereket gördü. Bu arada Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in özelliklerini de öğrenince aradığını
bulduğunu düşündü. İçine doğan düşünceyi yakın akadaşı Nefise binti Muneyye’e
açtı. Bu kadın Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’e Hatice ile evlenmesini teklif etmek üzere gitti. O da bu
teklifi kabul etti. Sonra amcalarıyla konuştu. Amcaları Hatice Radıyallahu anha’nın amcasına gitti ve
Hatice için teklifte bulundular. Bu olayın arkasından evlilik gerçekleşti.
Hatice Radıyallahu anha o zaman kırk
yaşındaydı ve kavminin kendi zamanındaki kadınları arasında hem soy, hem mal
varlığı, hem de zekâ bakımından en üstün olanıydı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kendisiyle
ilk evlendiği kadın odur. O ölünceye kadar başka kadınla evlenmemiştir. Allah
ondan razı olsun, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in İbrâhim’in dışındaki çocuklarının hepsi ondan dünyaya
gelmişti. Hatice Radıyallahu anha,
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den
önce Ebu Hâle ile evlenmişti ve Ebu Hâle onunla evli olduğu sırada vefat
etmişti. Ondan, Hâle adında bir oğlu dünyaya gelmişti. Bu Hâle, Muhammed
Mustafa Sallallahu aleyhi vesellem’in
üvey oğludur.
Ka’be ve Mescid-i Haram, yeyüzünde insanlar için
konulan ilk ma’beddir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“İnsanlar
için (ma’bed olarak) kurulan ilk ev Mekke’deki, mübarek ve bütün insanlar için
doğru yola yöneltici işaret olan evdir.” (Âli İmrân, 3/96)
Ebu Zer Radıyallahu
anh’in şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e “Yeryüzünde konulmuş olan ilk mescid
(ma’bed) hangisidir?” diye sordum.
“Mescid-i
Haram”
diye buyurdu.
“Sonra Hangisi?” diye sordum.
“Mescid-i
Aksa”
diye buyurdu.
“İkisi arasında ne kadar süre var?” diye sordum.
“Kırk yıl” diye buyurdu. (Sonra
şöyle buyurdu):
“Bundan sonra bütün yeryüzü senin için
Mescid’dir. Nerede namaz vakti girerse orada namazını kıl. Fazilet bundadır.”[89]
Bu Beyti Atik’i (Eski Ma’bed’i) ilk inşa eden
kişi Allah dostu İbrâhim -Aleyhisselam-
ve oğlu İsmail -Aleyhisselam-’dır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hani,
İbrâhim ve İsmail birlikte Ka’be’nin sütunlarını yükseltiyorlardı. (O zaman
şöyle demişlerdi): “Ey Rabbimiz! Bizden kabul et! Sen duyan ve bilensin.” (Bakara, 2/127)
Ka’be birara yıkılacak gibi oldu. Bir rivayete
göre bir yangına uğraması sebebiyle bu duruma geldi. Bir rivayete göre de
şiddetli bir sel baskınından dolayı böyle oldu. Bu olay tercih edilen rivayete
göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinden beş yıl önce olmuştu.
Kureyşliler bu binayı yeniden inşa etmekten başka çıkar yol bulamadılar.
Sahih hadislerde bu olaya işaret edilmiştir.
Buhari’nin Aişe Radıyallahu anha’dan
rivayet ettiğine göre, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem ona şöyle söylemiştir:
“Senin
kavminin Ka’be’yi yeniden inşa ederken İbrâhim’in koyduğu temellerden bir
kısmını terkedip te Ka’be’yi daralttıklarını biliyor musun?” (Aişe Radıyallahu anha dedi ki):
“Ben: “Peki onu yeniden İbrâhim -Aleyhisselam-’ın kurduğu temeller
üzerine inşa etmeyecek misin?” diye sordum. Şöyle buyurdu:
“Kavmin
küfürden yeni kurtulmuş olmasaydı bunu yapardım.”
Abdullah ibn Ömer Radıyallahu anh dedi ki:
“Ka’be, tam olarak İbrâhim -Aleyhisselam-’ın koyduğu temeller üzerine kurulmamıştı.”[90]
Kureyş’in hayır için topladıkları ve içine
şüpheli kazanç karışmamış olan malları (nafakayi tayyibeleri) yetmedi. Çünkü
onun inşaatına böyle şüpheden uzak kazançtan başkasının, fuhuştan elde edilen
gelirin, faiz gelirinin, birine haksızlık edilerek alınan malın
karıştırılmamasını kendileri için şart koymuşlardı. Bu şekilde topladıkları mal
yetmeyince kuzey yandan altı zirayı dışarda bıraktılar. Burası bugün Hicr ve
Hatim olarak adlandırılmaktadır. Kendi istediklerinden başka kimsenin içine
girmemesi için kapısını yer seviyesinden yukarda yaptılar. Duvarlar on beş zira
yüksekliğine çıkınca üstüne altı sütun üzerine dayanan bir tavan yaptılar.
Biraz öncede geçtiği üzere Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de amcası
Abbas’la bilikte Ka’be’nin inşaasına katılmıştır. Ahmed bin Hanbel’in
Mücâhid’den onun da mevlâsından (eski sahibinden, yani Abbas Radıyallahu anh’tan) rivayet ettiğine
göre, o (yani Abbas Radıyallahu anh
cahiliye döneminde Ka’be’yi inşa edenler arasında bulunmuş ve) şöyle
söylemiştir: “ Benim bir taşım vardı. Onu elimizle yontardık. Sonra Yüce
Allah’ı bırakıp ona ibadet ediyordum. Katılaşmış bir miktar süt getiriyor,
içine üflüyor sonra onu (sütü) onun (yontulmuş taşın) üzerine döküyordum.
Ardından bir köpek gelip onu yalıyor, sonra arka ayaklarından birini kaldırıp
işiyordu. Biz inşaatı yapıp Haceri Esved’in yerine kadar geldik. Kimse Haceri
Esved’i göremiyordu. Bir de baktık ki taşlarımızın arasında bir adamın başı
gibi duruyordu. Onun bir yönü tıpkı bir adamın yüzü gibi görünüyordu.
Kureyş’ten bir kol:
“Onu yerine biz koyacağız” dedi. Diğerleri de:
“Biz koyacağız” dediler. Sonunda:
“Aranızda birini hakem tayin edin” dediler.
“Şu yoldan ilk görünen adam hakem olsun”
dediler. Biraz sonra Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem geldi. Oradakiler:
“Yanınıza emin (güvenilir kişi) geldi” dediler.
Durumu ona söylediler. O da Hacer’i bir elbise üzerine koydu. Sonra bütün
kolları çağırdı ve her bir elbisenin bir yanından tuttu. Sonra yerine kendisi
yerleştirdi.”[91]
Peygamberlik güneşinin doğması
Kutsal çağrının gizlice yapıldığı dönem.
Kutsal çağrının açıktan yapıldığı dönem.
Peygamberlik
Güneşinin Doğması.
Mü’minlerin annesi Aişe Radıyallahu anha’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e
başlangıçta yapılan vahiy uykuda doğru rüya (ruyâ-yı sadıka) şeklindeydi. Her
rüya sabah aydınlığı gibi aynen çıkardı. Daha sonra kendisine yalnızlık sevdirildi.
Yalnız başına Hira mağarasına çekilerek orada, ailesinin yanına dönmeden sayısı
belli günlerde sürekli ibadet yapardı. Bunun için yanına azık alırdı. Yanındaki
azık bitince Hatice Radıyallahu anha’nın
yanına dönerek benzer bir süre ibadete çekilmek üzere yanına azık alırdı.
Sonunda Hira mağarasında bulunduğu sırada Hak kendisine geldi. Melek yanına
gelerek:
“Oku” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:
“Ben okuma
bilmem”
dedi. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem) dedi ki:
“Bunun üzerine beni alıp takatım kesilinceye
kadar sıktı. Sonra:
“Oku” dedi. Ben:
“Ben okuma
bilmem”
dedim. Bunun üzerine beni tekrar alıp, takatım kesilinceye kadar sıktı. Yine:
“Oku” dedi. Ben tekrar:
“Ben okuma
bilmem”
dedim. Bu kez beni yine adı ve üçüncü kez sıktı. Sonra bıraktı. Sonra şöyle
söyledi:
“Yaratan
Rabbinin adıyla oku, O insanı bir alakadan (embriyodan) yarattı. Oku! Rabbin en
büyük kerem sahibidir. O kalem ile ile öğretendir. insana bilmediğini O
öğretti.”
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem bu olayın üzerine yüreği titreyerek döndü. Hatice binti
Huveylid Radıyallahu anha’nın yanına
girdi ve:
“Benim
üstümü örtün. Benim üstümü örtün” dedi. Korkusu gidinceye dek onu örttüler.
Hatice Radıyallahu anha’ya başından
geçenleri anlattı. “Ben başıma bir şey gelmesinden korkuyordum” dedi. Bunun
üzerine Hatice Radıyallahu anha da:
“Asla, Allah asla seni mahcub etmez, Sen
akrabaya iyilik edersin, kimsesizlere bakarsın, kimsenin kazandıramayacağını
kazandırırsın, misafire yedirirsin, hak için uğraşanlara yardım edersin” dedi.
Daha sonra Hatice Radıyallahu anha
kendisini alıp amcasının oğlu Varaka bin Nevfel bin Esed bin Abdiluzza’ya
götürdü. Bu adam cahiliye döneminde Hıristiyan olmuş biriydi. İbrânice yazı
yazardı. Allah’ın dilediği kadarıyla İncil’i İbrânice yazabiliyordu. O zaman
gözleri kör olmuş yaşlı bir adamdı. Hatice Radıyallahu
anha ona:
“Ey amcamın oğlu! Kardeşinin oğlundan dinle”
dedi. Varaka:
“Ne görüyorsun, ey kadeşimin oğlu?” dedi.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
kendisine gördüğü şeyleri anlattı. Varaka da şöyle söyledi:
“Bu Musa’ya gelmiş olan Nâmus’tur. Keşke o zaman
(senin insanları dine çağıracağın zaman) genç olsaydım. Kavminin seni
çıkaracağı gün keşke sağ olsaydım.” Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:
“Yoksa onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu.
Varaka:
“Evet. Her kim senin getirdiğin gibisini
getirdiyse mutlaka kendisine düşman olunmuştur. Eğer senin o gününe ulaşırsam
sana destek verip yardımcı olurum” dedi. Bu olayın üzerinden çok zaman geçmeden
Varaka öldü. Bu sırada bir süre vahiy de kesildi.[92]
İşte Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e vahyin gelmeye başlaması böyle
olmuştu. Allah bir şeyin olmasını istediğinde onun sebeplerini hazırlar.
Böylece olmasını istediği şey yavaş yavaş ortaya çıkar. Vahyin başlangıcı olan
doğru rüya mü’mine göre peygamberliğin parçalarından bir parçadır (cüzdür).
Sonra Allah, Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’e yalnızlığı sevdirmiştir. Bu ise ibadet yapmak ve Allah’a daha
yakın olmak amacıyla insanlardan uzak bir yere çekilmektir. Muhammed -Aleyhisselam-’ın gönlü niçin ibadete
bağlanmasın ve ibadeti sevmesin ki, o Yüce Allah’ın insanlığı karanlıklardan
aydınlığa çıkarması, yüksek mertebelere ulaşması, üstün seviyelere yükselmesi
için hazırladığı son peygamberdi. Bu kolayca ve basit bir şekilde olmayacaktı.
Çeşitli zorluklarla ve sıkıntılarla olabilecekti. Cibril -Aleyhisselam-’ın Peygamberimiz -Aleyhisselam-’ı
takatı kesilinceye kadar sıkması da buna işaret etmektedir. Çünkü davet yapma
işi, enerji, zoruklara katlanma ve direniş gücü gerektiriyordu. Vahiy alması da
böyle olmuştu. Genellikle zorlanarak, meşakkatle ve ağırlığına katlanarak vahiy
almıştır. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’e:
“Sana vahiy nasıl geliyor?” diye sorulduğunda
onun verdiği cevap da buna işaret etmektedir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu cevabında şöyle demişti.:
“Bazen bir
zil sesi şeklinde gelir. Bu ise benim için en zor olandır. Benden ayrıldığında
söylediğini kavramış olurum. Bazen melek bana bir adam şeklinde görünür.
Benimle konuşur ve ben söylediğini kavrarım.”
Aişe Radıyallahu
anha dedi ki:
“Oldukça soğuk bir günde kendisine vahyin
geldiğini görmüşümdür. Kendisinden o hal geçince şakaklarından şapır şapır ter
akıyordu.”[93]
İnsanları Allah’a çağıran davetçiler de davetin
zorluklarıyla karşılaşmaktadırlar. Ancak değerli peygamberlerin alacakları ecir
çok olacağından ve değerlerinin büyüklüğünden dolayı hem davetin hem de
Allah’tan vahiy almanın zoruklarına katlanıyorlardı. Nitekim onlar hakkında
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmaktadır:
“İnsanların
içinde en zor imtihanlara tabi tutulanlar peygamberlerdir.”[94]
1. Kötülüklerin ve
günahların içine dalmış kimselerden uzak durmanın faziletine ve ibadet ve
Allah’a yaklaşma amacıyla yalnızlığa çekilmenin bereketine işaret vardır. Yüce
Allah’ın İbrâhim -Aleyhisselam-’ın
dilinden aktardığı şu sözler de buna işaret etmektedir:
“Sizden ve
Allah’tan başka taptıklarınızdan ayrılıyor ve Rabbime dua ediyoum. Umarım ki
Rabbime duamda mahrum olmam.” Böylece onlardan ve Allah’tan başka
taptıklarından ayrılınca biz ona İshâk ve Yakub’u bahşettik ve her birini
peygamber yaptık.” (Meryem,
19/48-49)
2. Mü’minin gördüğü veya
kendisine gösterilen doğru rüyanın önemine işaret vardır. Doğru rüya
peygamberlik güneşinin doğmasının başlangıcıydı. Bu şekilde ortaya çıkan ışık
gittikçe etrafa yayıldı ve sonunda peygamberlik güneşi doğdu.
3. Annemiz Hatice Radıyallahu anha’nın faziletine, onun
nasıl, kocasına ibadet ve itaatta yardım eden örnek bir saliha kadın olduğuna,
kadının sıkıntılı olarak geldiğinde kocasını nasıl karşılaması, sıkıntısını
gidermek, gönlünü rahatlatmak için nasıl çaba harcaması gerektiğine işaret
vardır. Hatice Radıyallahu anha
kocasının sıkıntısını önce onun güzel niteliklerini anarak, bu nitelikleri
taşıyan birini Allah’ın mahcub etmesinin mümkün olmadığını, aksine böyle birini
mutlaka yükselteceğini ve şerefli kılacağını hatırlatarak hafifletmiştir.[95]
Daha sonra Hatice Radıyallahu anha
bununla da yetinmeyerek eşini alıp Varaka bin Nevfel’e götürmüş, o da kendisine
peygamberliğin geldiğini müjdelemiştir. Hatice Radıyallahu anha niçin böyle olmasın ki, Allah onu peygamberlerinin
sonuncusuna, eçilerinin önderlerine dünya ve ahirete eş olması üzere seçmişti.
Onun üstünlüğü hakkında şöyle bir rivayet
nakledilmiştir: “Cibril onun hakkında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e şöyle söylemiştir:
“Şu Hatice’ye Rabbinden ve benden selâm söyle.”
Aynı zamanda (Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’e), onun için cennette, içinde gürültü ve yorgunluk olmayan
inciden bir ev hazırladığını müjdelemesini emretmiştir.[96]
4. Hadiste aynı zamanda
Varaka bin Nevfel’in faziletine işaret vardır. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onu vefatından sonra rüyasında güzel bir
halde görmüştür.[97] Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onun hakkında
şöyle buyurmuştur: “Varaka’ya kötü söz
söylemeyin. Ben onun için bir veya iki cennet gördüm.”[98]
5. Hafız İbn Hacer diyor
ki: “Olay aynı zamanda başına bir şey gelen birinin sıkıntısının hafifletilmesi
ve içinde bulunduğu zorluğun kolaylaştırılması amacıyla kendisiyle yakınlık
kurmanın müstehab olduğuna işaret etmektedir. Aynı şekilde başına bir şey gelen
birinin öğüdüne ve doğru görüşlülüğüne güveneceği birine danışmasının müstehab
olduğuna da işaret edilmektedir.”
6. Hadiste geçmiş
ümmetlerin kendilerini Allah’a çağıranlar karşısında takındıkları tavırlardan
birine işaret vardır. Bu tavır da onları yalanlamaları ve vatanlarından
çıkarmalarıdır. Yüce Allah da Lut kavmi hakkında şöyle buyuruyor:
“Kavminin
cevabı ise sadece: “Onları
kasabanızdan çıkarın. Onlar pek fazla temiz olmaya çalışan insanlar!” demek
oldu.” (Neml, 27/56)
Bunun gibi Şu’ayb -Aleyhisselam-’ın kavmi hakkında da şöyle buyuruyor:
“Kavminin
büyüklük taslayan ileri gelenleri dediler ki: “Ey
Şu’ayb! Ya seni ve seninle birlikte iman edenleri kasabamızdan çıkaracağız, ya
da dinimize döneceksiniz”, O da şöyle dedi: “İstemesek de mi?” (A’raf, 7/88)
Yine bir âyetinde de şöyle buyuruyor:
“İnkâr
edenler peygamberlerine: “Kesinlikle ya sizi toprağımızdan çıkaracağız ya da
bizim dinimize döneceksiniz” dediler. Bunun üzerine Rableri onlara şöyle
vahyetti: “Zalimleri mutlaka helak edeceğiz.” (İbrâhim, 14/13)
7. Hadiste geçen: “Bir
süre vahiy kesildi” sözü hakkında:
Safiyyurrahman el-Mubârekfuri diyor ki: “Vahyin
kesilme süresi hakkında İbn Sa’d’ın Abdullah bin Abbas Radıyallahu anh’tan rivayet ettiğine göre bu kesinti sadece birkaç
gün sürmüştü. Tercih edilen hatta kesinlik kazanan da budur. Olay değişik
yönleriyle incelendiğinde de bu açıklamanın doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Bu
kesintinin üç yıl veya iki buçuk yıl boyunca sürdüğü yolundaki açıklamalar ise
hiç bir şekilde doğru değildir. Burada bu görüşün doğru olmadığını ortaya
koymak için tafsilata girecek durumda değiliz. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem vahyin kesildiği birkaç gün kederli ve
sıkıntılı olmuş, dehşet ve hayrete kapılmıştır.”[99]
Hafız İbn Hacer de şöyle diyor: “Vahyin
kesilmesiyle kastedilen onun belli bir süre gecikmesidir. Bu da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in içine
düştüğü dehşet halinin geçmesi ve kendisinde aynı halin tekrarlanmasını
arzulaması içindi.”[100]
Ensardan Cabir bin Abdullah Radıyallahu anh’ın vahyin kesilmesi döneminden söz ederken şöyle
söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem bir hadisinde şöyle buyurdu:
“Bir ara
yürürken gökten bir ses duydum. Gözümü yukarıya çevirdim. Bir de baktım ki Hira
mağarasında yanıma gelen melek gökle yer arasında bir kürsi üzerinde oturuyor.
Ondan oldukça korktum. Hemen döndüm ve: “Beni örtün, beni örtün” dedim. Bunun
ardından Yüce Allah şu âyetleri indirdi:
“Ey elbisesine
bürünen! Kalk ve uyar. Rabbini tekbir et (yücelt). Elbiseni temizle. Pislikten
uzak dur.” (Müddessir,
74/1-5)
Bundan
sonra vahyin gelmesi hızlandı ve birbirini izlemeye başladı.”[101]
Üstad Abdulvehhab Hamude de şöyle diyor:
“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
münâcâtın tadına vardıktan, ruhu kutsal nurlarla aydınlandıktan ve onlarla
dolduktan sonra Rabbi ile münâcâta duyduğu şevkin artırmasında garipsenecek bir
şey yoktur. Çünkü: “Tadan bilir, mahrum olan ise yan çizer.”
Yüce Allah o sırada vahyin kesilmesini özellikle
istemişti. Bu kesinti mutlak güç sahibi eğiticinin, hikmete dayanan
öğreticinin, gönülleri ve onların gizlediklerini bilen, kalplerden ve onlardaki
değişimlerden haberi olan yüce yaratıcının bildiği bir hikmete dayanıyordu.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
meleğin ilk kez kendisine gelmesi esnasında bir korkuya kapılınca, kendisini
belirtildiği şekilde titreme alınca ve başına bir şeyin gelebileceği endişesine
kapılınca Yüce Allah kendi ilâhi hikmetiyle ilk dersten sonra ondaki korku
gidinceye, gönlü rahatlayıncaya, o ilk korkuyu unutuncaya ve bu korku tamamen
dağılıncaya kadar ara vermeyi dilemiştir. O korkunun dağılmasından sonra o ilk
buluşmanın tadını hatırlayacak, ruhu o buluşmanın zevkini yaşamaya başlayacak,
kalbi güç kazanacak, gönlünde kararlılık oluşacak ve risâleti (peygamberlik
görevini) üstlenmek ve ilâhi vahyi almak için hazırlanacaktı. (Yüce Allah şöyle
buyuruyor):
“Bu
Kur’an’ı bir dağın üzerine indiseydik, muhakkak onu baş eğmiş, Allah’ın
korkusuyla parça parça olmuş görürdün. İşte biz bu örnekleri, belki düşünürler
diye insanlara veriyoruz.” (Haşr, 59/21)
Daha sonra Yüce Allah ona arzuladığı şeyi
bahşetmeyi, canının çektiği o rahmânî ünsiyeti, ilâhi keşfi, rabbani vahyi
vermeyi diledi. Gönlünde de o sıkıntıdan sonra rahatlık oluştu. O zor saatten
sonra ruhu da rahata kavuştu. Bunun ardından vahyin gelişi hızlandı ve
birbirini izlemeye başladı.[102]
Bu kutsal dönem Yüce Allah’ın şu sözünün
inmesiyle başladı:
“Ey
elbisesine bürünen! Kalk ve uyar. Rabbini tekbir et (yücelt).” (Müddessir, 74/1-3)
Yine (bu dönemin başlangıcında) şu âyetler
geldi:
“Önce en
yakın hısımlarını uyar. Mü’minlerden sana uyanlara kanatlarını ger. Eğer sana
karşı gelirlerse: “Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım” de.” (Şu’arâ, 26/214-216)
İlim adamları bu dönemin üç yıl olduğunu
vurgulamışlardır. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem bu dönemde kendi kanaatince bu dine gireceğini ve kendisine
yaptığı açıklamayı gizleyeceğini düşündüğü kimseleri davet etmeye çalışmıştır.
Bu İslâm siyasetinin bir yönünü ve davette maslahatın gözetilmesi anlayışının
temelini oluşturmaktadır. Eğer açıktan davet zarar verecekse davetin gizli
yapılması gerekir. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem önce hanımı Hatice Radıyallahu
anha’yı davet etti. O kadınlardan ilk Müslüman olan kişidir. Ayrıca
kendisine son derece güvendiği, sırrını saklayan yakın arkadaşı ve Yüce
Allah’ın kendisinden: “Küfredenler onu
iki kişinin ikincisi olarak (Mekke’den) çıkardıklarında Allah kendisine yardım
etmişti” (Tevbe, 9/40) diye söz ettiği Ebu Bekir Sıddık Radıyallahu anh’ı davet etmişti. O da
hiç tereddüt etmeden kabul etti. Ebu Bekir Radıyallahu
anh İslâmda ilk davetçidir. Onun Müslüman olmasının ve davetinin
bereketiyle birçok kimse dine girmiştir. O İslâm’a koşan ilklerdendir. İslâm’da
büyük fedakârlıklar göstermiş ve büyük sıkıntılara katlanmıştır. Allah
hepsinden razı olsun. Bu dönemde davet edilenlerin arasında iki nur sahibi
Osman Radıyallahu anh ve Zubeyr bin
Avvam Radıyallahu anh da vardı.
Zubeyr Radıyallahu anh, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in havarisi
ve halası Safiyye binti Abdilmuttalib’in oğludur. Yine Abdurrahman İbn Avf Radıyallahu anh ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in dayısı
Sa’d bin Ebi Vakkas Radıyallahu anh
da bu dönemde Müslüman olanlardandır. Ebu Bekir Radıyallahu anh’ın davetiyle İslâm’a girmiş olan bu kişilerin tümü
cennetle müjdelenmiş olan on kişidendir.
Çocuklardan ilk Müslüman olan kişi Ali bin Ebi
Tâlib Radıyallahu anh’dır. O zaman
sekiz yaşındaydı. Daha büyük olduğu da söylenmiştir. Ali Radıyallahu anh’ın ilkler arasına girmesinde, onun Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bakımı
altında olmasının etkisi olmuştur. Kölelerden ilk Müslüman olan da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in çok
sevdiği bir kişi olan Zeyd bin Hârise Radıyallahu
anh’dır. O Hatice Radıyallahu anha’nın
kölesiydi ve evlendikleri zaman Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’e hediye etmişti.
Mutluluk, iman ve ibadette öne geçen bütün bu
değerli kişilerin oluşturduğu topluluktan sonra bir başka değerli ve faziletli
topluluk İslâm’a girmişti. Bunların arasında bu ümmetin emini olan Ebu Ubeyde
bin Cerrah Radıyallahu anh, cennetle
müjdelenmiş on kişiden Sa’id bin Zeyd Radıyallahu
anh, Habbab bin Eret Radıyallahu anh,
Abdullah bin Mes’ud Radıyallahu anh
ve Aişe Radıyallahu anha vardı. Aişe
daha küçük bir kız çocuğuyken Müslümân oldu. Esmâ Radıyallahu anha ise Zubeyr bin Avvam Radıyallahu anh ile evliydi.
Kureyş’in faziletli fertlerinin Müslümân olması
işi devam etti. Çok geçmeden Ca’fer bin Ebi Tâlib Radıyallahu anh, hanımı Esmâ binti Umeys Radıyallahu anh Erkâm bin Ebi’l-Erkâm Radıyallahu anh, Osmân bin Maz’un Radıyallahu anh Ammar bin Yâsir Radıyallahu
anh ve Suheyb bin Sinân er-Rumi Radıyallahu
anh Müslüman oldu. Bu dönemde davet halka açık yerlerde, toplantı
yerlerinde, meclislerde açıktan yapılmıyordu. Sadece kişisel görüşmelerde ve
davetçinin davet edeceği kişinin özeliklerini göz önünde bulundurarak vereceği
karara göre yapılıyordu.
Üstad Munir el-Gadbân şöyle diyor: “Bu dönemde,
gelişmeye başlayan Müslüman kitleyle cahiliye toplumu arasında herhangi bir
çatışma olduğuna dair bir şey duymadık. Müslüman kitlenin düşünceleri oluşan bu
kitleye katılacağı umulan kişilerden başkalarına açıklanmıyordu. Bu dönemde
açıktan davet yapılması bir amaç değildi. Hatta Müslümanlar başkalarının
tavırlarına karşı durmak, tenkid etmek veya açıktan muhalefet etmek gibi bir
müdahalede bulunmuyorlardı. Esas olan da zorlayıcı bir durumun olması dışında
muhalefetin açıktan yapılmamasıdır. Teşkilat ve düşünce için tam gizlilik
şartının korunması gerekir.”[103]
Mubârekfuri de diyor ki: “Üç yıl boyunca davet
böyle gizlice ve kişisel bir şekilde sürdü. Bu süre içinde mü’minler bir cemaat
oluşturdular. Bu cemaat kardeşlik, yardımlaşma, vahyedilenlerin (risâletin)
tebliği ve yerleştirilmesi için çalışma ilkeleri üzere oluşmuştu. Daha sonra
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i
kendisine vahyedileni kavmine açıktan söylemekle, onların batıl anlayışlarına
karşı çıkmakla ve putlarını yermekle (yani putperestliğin yanlış olduğunu
açıktan söylemekle) yükümlü tutan vahiy geldi.”[104]
1. Said Ramazan el-Buti
şöyle diyor: “Buradan anlaşılıyor ki, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bu dönemdeki davet metodu, Allah’tan
aldığını hemen tebliğ eden bir peygamber sıfatıyla olmaktan daha çok, bir lider
olarak izlenmesi gereken siyaset-i şer’iyye türündendi. Buna göre her dönemde
İslâm’a davet edenlerin içinde bulundukları şartlara göre davetin nasıl olması
gerektiğini belirlemeleri mümkündür. Gizli mi yoksa açıktan mı, yumuşak mı
yoksa sert mi olması gerektiği şartlara ve yaşadıkları çağın gereklerine göre
belirlenir. Bu konudaki uyum, sınırlarını İslâm şeriatının, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
sîretindeki gelişmelere göre belirlemiş olduğu bir uyumdur. Bu da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in geçirdiği
ve daha önce sözünü etmiş olduğumuz dört dönemin[105]
şartlarına göre belirlenmiştir. Bütün bu dönemlerde Müslümanların ve İslâm
davetinin çıkarlarının (maslahatlarının) gözetilmesi temel ilke olarak kabul
edilmiştir.
Buradan hareketle fıkıhçıların çoğunluğunun
ortak görüşlerine göre eğer Müslümanlar sayıca az olurlarsa veya hazırlıkları
yetersiz olur ve düşmanlarıyla karşı karşıya gelmeleri durumunda onlar üzerinde
hiçbir başarı gösteremeden öldürülecekleri konusunda kuvvetli kanaatleri olursa
bu durumda canı koruma maslahatının öne çıkarılması uygundur. Çünkü bunun
karşılığında sağlanması düşünülen maslahatın yani dini koruma maslahatının
sağlanıp sağlanamayacağı şüphelidir veya sağlanamayacağı kesindir.
İzz bin Abdisselâm bu gibi durumda cihada
girişmenin haram olduğunu açıklarken şöyle demektedir: “Düşmanı yenmek mümkün
olmayınca yenilmek mukadderdir. Çünkü direnilmesi durumunda can kaybı olacak bu
da kâfirlerin gönüllerini rahatlatacak ve Müslümanların baskı altına
alınmalarına imkân sağlayacaktır. Burada direniş tamamiyle fesada sebep olmuş
olur ve sürdürülmesinde bir yarar olmaz.”
Ben derim ki: Burada canı korunma maslahatına
öncelik verilmesi sadece görünüş itibariyledir. Gerçekte ve uzun vadede ise her
zaman dini koruma maslahatının öne çıkarılmasıdır. Zaten belirtilen durumda da
dini koruma maslahatı, başka alanlarda ve fırsatlarda cihad edebilmeleri,
çarpışabilmeleri için Müslümanların canlarının sağ kalmasını gerektirir. Aksi
takdirde onların yok olmaları bizzat dine zarar verilmesine ve kâfirlerin
önlerindeki kapalı yolların açılmasına, onların bu yollarda ilerlemelerine
fırsat verilmesine yolaçar.
Sonuç olarak eğer açıktan davet veya çarpışma
davaya zarar verecekse davetin gizli yapılması ve barış içinde olunması
gerekir. Ama davetin açıktan yapılması mümkün ve aynı zamanda yararlı olursa o
zaman gizlice yapılması caiz olmaz. Eğer yeterli güç ve savunma imkânları varsa
zâlimlerle ve (İslâm’a karşı) fırsat kollayanlarla anlaşma yapmak ta caiz değildir.
Cihad için gerekli şatların ve sebeplerin oluşması durumunta müslümanların
kâfirler karşısında cihaddan geri kalması ve evlerinde oturmaları caiz
değildir.”[106]
2. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in (bu
dönemdeki) davetini kabul edenlerin çoğu zayıflardan ve kölelerdendi. Bunlar da
insanlar içinde peygamberlerin davetlerini kabul etmeye en yatkın olanlardır.
Çünkü başkalarını izlemek onlara ağır gelmez. Toplumda üstün bir mevkiye,
makama ve etkili konuma sahip onları ise çoğunlukla büyüklenme duygusu, makam
sevgisi ve başkalarına bağlanmaktan kendini yüce görme anlayışı engeller. Yüce
Allah da Musa -Aleyhisselam-
kıssasında şöyle buyuruyor:
“Sonra da
zayıf düşürülen topluluğu (mustaz’afları) o yerin bereketlendirdiğimiz
doğularına ve batılarına mirasçı kıldık.” (A’râf, 7/137)
Nuh -Aleyhisselam-’ın
kavmi de şöyle demişti:
“Biz seni
ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz ve ilk anda, düşünmeden sana uyan
aşağılarımız dışında kimsenin sana uyduğunu görmüyoruz.” (Hud, 11/27)
Yüce Allah, Salih -Aleyhisselam-’ın kıssasında da şöyle buyuruyor:
“Kavminin
büyüklük tasyalan ileri gelenleri içlerindeki zayıf düşürülmüşlerden
(mustaz’aflardan) iman edenlere: “Biliyor musunuz? Salih rabbi tarafından
gönderilmiş elçilerdenmiş.” dediler. Onlar da: “Biz onunla gönderilene iman
edenlerdeniz” dediler. Bunun üzerine büyüklenenler: “Biz de sizin iman
ettiğinizi inkâr edenlerdeniz” dediler.” (A’raf, 7/75-76)
3. Muhammed Gazali şöyle
diyor: “Eğer kalbin vadilerine girer ve derinliklerine yerleşirse iman
büyüleyici bir güçtür. Neredeyse olması mümkün olmayanı bile oldurur.
Biz, herhangi bir düşünce etrafında toplanan
sonra, tamamıyle maddi bir düşünce olmasına rağmen onu gönülerine sağlam bir
inanç olarak yerleştiren birtakım gençler ve yaşlılar gördük. Öyle ki hayatlarını
hareketlerinin yakıtı haline getiriyor ve hareketlerinin başarı yönünde her
türlü sıkıntıya katlanıyorlar. Bu yaptıklarını da ilkelerinin başarısı ve öne
geçirilmesi için yapmaları gerekenin sadece bir kısmı olarak görüyorlar. Artık
İslâm’ın başlangıç döneminde, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’a ve insanın
bu dünya hayatından sonra ulaşacağı, Allah’ın huzurunda her yönden zengin
bahçelerin, altından ırmaklar akan parlak sarayların ve sonsuz nimetlerin
bulunduğu cennetlere kavuşacağı ahiret gününe iman şeklinde ortaya çıkan yüce
inancın neler gerçekleştireceğini düşünün.”[107]
4. Şeyh Ebu Bekir
el-Cezâirî şöyle diyor: “Bugün Müslümanların yaşadıkları bölgelerde, Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem’in ilk üç
yıllık dönemde yaptığı gibi davetin gizlice yapılması gerektiğini ileri
sürenlerin delilleri yoktur. Çünkü o zaman Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve ashabının: “Allah’tan başka ilâh
yoktur, Muhammed de Allah’ın elçisidir” demelerine, ezan okumalarına, namaz
kılmalarına izin verilmiyordu. Ancak belli bir güç kazandıklarında daveti
açıktan yapmakla emrolundular ve açıktan yapmaya başladılar. Bu yolda da
Müslümanlar tarafından bilinen çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya geldiler.”[108]
Ancak bazı şartlar oluşursa o zaman Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in o dönemde
izlediği metod örnek alınabilir. Bu konuda da Yüce Allah’ın şu sözünde
bildirilen hükme göre amel edilmiş olur:
“Andolsun
ki, Allah’ın peygamberinde, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve
Allah’ı çokça ananlar için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21)
Durumları birbirine kıyas edecek ve uyulması
gereken şer’i esasları belirleyecek olanlar ise ilim adamlarıdır! Şer’i
ilimlerden öğrenilmesi gereken miktarı öğrenemeyen sonra davetin hatta ümmetin
geleceğiyle ilgili konularda içtihad yapmaya çalışan gençler değil! Bu
gençlerin yapmaları gereken ilim adamlarının dizlerinin dibine oturarak ilim
öğrenmek ve Yüce Allah’ın şu emrine uymaktır:
“Eğer
bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” (Enbiya, 21/7)
Abdullah bin Abbas Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “(Önce) en yakın hısımlarını uyar.” (Şuara,
26/214) âyeti inince Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem Safa tepesine çıktı ve şöyle seslenmeye başladı:
“Ey Fihr
oğulları! Ey Adiyy oğulları -Bu şekilde Kureyş’in değişik boylarını saydı-” Derken
toplandılar. Öyleki kendisi gidemeyen ne olduğuna bakması için bir elçi
gönderdi. Ebu Leheb ve Kureyş(‘in diğer ileri gelenleri) geldiler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:
“Ne dersiniz?
Ben vadide sizin üzerinize baskın yapacak bir süvari topluluğunun olduğunu
söylesem beni doğrular mısınız?” diye buyurdu. Onlar:
“Evet. Biz senin doğrudan başka bir söz
söylediğine şahid olmadık” dediler. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:
“Ben sizi
şiddetli bir azap öncesinde uyarıyorum.” Bu söze karşı Ebu Leheb:
“Yuh sana! Bizi bunun için mi topladın?” dedi.
Bunun üzerine şu âyetler indi:
“Ebu
Leheb’in iki eli kurusun ve (zaten) kurudu da. Malı ve kazandığı ona bir yarar
sağlamadı. O alevli bir ateşe girecektir. Hanımı da. Odun taşıyarak ve Boynunda
kalınca bükülmüş bir ip olarak.” (Tebbet suresi)[109]
Ebu Hureyre Radıyallahu
anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “(Önce) en yakın hısımlarını uyar” âyeti inince Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kalktı ve
şöyle buyurdu:
“Ey Kureyş
topluluğu!
-veya buna benzer bir söz söyledi- Canlarınızı
satın alın (sizi azaptan koruyacak tedbiri alın). Ben size bir fayda
sağlayamam. Ey Abdulmuttalib’in oğlu Abbas! Allah’a karşı ben sana bir fayda
sağlayamam. Ey Allah’ın elçisinin halası Safiyye! Allah’a karşı ben sana bir
fayda sağlayamam. Ve ey Muhammed’in kızı Fâtıma! Benden malımdan arzu ettiğini
iste. Ama Allah’a karşı sana bir fayda sağlayamam.”[110]
Hafız İbn Hacer diyor ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem: “Ben vadide
sizin üzerinize baskın yapacak bir süvari topluluğunun olduğunu söylesem beni
doğrular mısınız?” sözüyle onlara bilinmeyen bir şeyden haber verdiğinde doğru
konuştuğunu bildiklerini kendilerine ikrar ettirmek istiyordu.
“Ben sizi uyarıyorum”: Müslim ve Ahmed bin
Hanbel’in kitaplarında geçen, Kubaysa İbn Muhârik ve Zuheyr bin Amr’dan
nakledilen rivayette şöyle denmektedir: “Sonra şöyle seslenmeye başladı:
“Ben bir
uyarıcıyım. Benimle sizin durumunuz düşmanı görüp de: “Ehlini korumak için
fırlayıp koşan ve düşmanların kendinden önce varmalarından korkup avaz avaz
bağırmaya başlayan kimsenin durumuna benzer.”
Ebu Hureyre Radıyallahu
anh’ın rivayetinde geçen: “Canlarınızı satın alın” sözü şu anlamdadır:
“Canlarınızı ateşten kurtarmak suretiyle.” Yani adeta: “Müslüman olun ateşten
kurtulursunuz” demiş olmaktadır. Bu ise insanın kendini satın alması gibidir.
Bu durumda bir bakıma itaatlarını kurtuluşun karşılığı olarak vermiş
olmaktadırlar. Yüce Allah da bir âyetinde şöyle buyuruyor:
“Allah,
Allah yolunda çarpışıp öldüren ve öldürülen mü’minlerden, karşılığı cennet
olmak üzere, mallarını ve canlarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111)
Burada mü’min sevap ve cennet karşılığı almak
üzere bir satış yapmıştır. Bu da bütün canlara Allah’ın sahip olduğuna
işarettir. Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak
suretiyle gereken itaati gösteren bir kimse üzerine düşen ücreti ödemiş olur.
Başarı Allah’tandır.”[111]
Safiyyurrahman el-Mubârekfuri de şöyle diyor:
“Bu ses (yani Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in çağrısı) Mekke’nin dört bir tarafında yankılanırken,
Yüce Allah şöyle buyurdu: “Sen,
emrolunduğun şeyi açıkça bildir ve müşriklere aldırış etme.” (Hicr, 15/94)
Bunun ardından Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem şirk hurafelerini ve saçmalıklarını tenkid etmeye başladı.
Putların gerçek mahiyetinden, onların gerçekte bir değerinin olmadığından söz
ediyor, onların acizliklerini örneklerle açıklıyordu. Onlara kulluk edenlerin
ve onları kendisiyle Allah arasında aracı edinenlerin açık bir sapıklık içinde
olduklarını açık delillerle ortaya koyuyordu.
Bundan sonra Mekke hiddet duygularıyla patladı.
Bu gelişmeyi garipseyen ve reddeden düşünceler dalga dalga yayıldı. Müşriklerin
ve putlara tapanların sapıklık içinde olduklarını bildiren ses duyulunca bu
onlar için adeta bulutları parçalayan, gök gürültüsü çıkaran, şimşekler
çaktıran, sakin havayı sarsan bir yıldırım gibi gelmişti. Kureyşliler,
birdenbire ortaya çıkan ve geleneklerini, atalarından devraldıkları uygulamaları
ortadan kaldırmasından endişe ettikleri bu başkaldırıya karşı durmak için
hazırlık yapmaya başladı.”[112]
Bu sırada kutsal çağrıya iman edenlerin sayısı
da kadın ve erkek olarak toplam kırk küsuru bulmuştu. Bu kutlu dönemde Allah ve
Rasûlü Sallallahu aleyhi vesellem’in
arslanı, aynı zamanda Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in amcası ve süt kardeşi Hamza bin Abdulmuttalib Radıyallahu anh iman etti. Aynı şekilde
Ömer el-Faruk Radıyallahu anh da iman
etti.
Cezairî diyor ki: “Ömer Radıyallahu anh ve Hamza Radıyallahu
anh’ın Müslüman olmasıyla birlikte davet yeni bir dönem içine girdi. Bundan
sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem çağrısını açıktan yapmaya başladı ve Rabbinin kendisine
emrettiğini sesli bir şekilde söyledi. Bu yeni tutum müşriklerin yataklarında
uykularını kaçırdı. Dehşet içinde kalmalarına sebep oldu. Müslümanların
sayılarının artması, Müslüman olduklarını açıkça söylemeleri ve müşriklerin
düşmanca tutumlarına aldırmamaları karşısında korku ve dehşetleri daha da
arttı. Bu durum, Kureyş’in ileri gelenlerini Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile pazarlık yapma girişiminde bulunmaya
yöneltmişti.”[113]
Bu dönemin bazı önemli özellikleri şunlardır:
Birinci özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e ve ashabına
-Allah hepsinden razı olsun- çok fazla işkence ve eziyet edilmesi.
İkinci özelliği: Davetin, insanların
onunla muhatab olmasını önlemeyi amaçlayan çeşitli engellerle karşı karşıya
gelmesi.
Üçüncü özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e insanlara
davet ettiği hak üzerinde kendisiyle pazarlık yapmak için çok sık teklifte
bulunulması ve Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in hiçbir tavizi kabul etmemesi.
Dördüncü özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in doğru bir
inanç üzere eğitime önem vermesi ve sahabilerin kalplerinin namaza, oruca ve
Kur’an okumaya bağlı olması.
Beşinci özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sahabileri
işkencelere karşı sabır, nefse aldanmama ve bilgisizlerden yüz çevirme
konularında eğitmesi.
Altıncı özelliği: Sahabiler değişik işkence
türlerinin en şiddetlilerine çarptırılırken kendilerine zafer ve üstünlük
müjdelerinin verilmesi.
Bu dönem, bu zamanda davetin çeşitli ülkelerde
yaşadığı merhaleyle aynı olduğundan, Yüce Allah’tan bu döneme biraz ışık
tutmamız ve bu dönemdeki gelişmelerden ibret çıkarmamız için bize yardımcı
olmasını diliyoruz. Belki böylece İslâmi uyanış gençliğinin önünde, yükselmeye
ve hâkimiyete giden yol aydınlanmış olur. Öncekilerin ve sonrakilerin efendisi
olan Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in hidâyet çizgisine uyulur. İmam Malik Radıyallahu anh şöyle söylemiştir: “Bu ümmetin sonunun durumu da
ancak başının durumu ne ile düzeldiyse onunla düzelir.” Allah’ın kulları
üzerindeki ilâhi sünnetleri tekdir, değişmez. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“(Bu)
Allah’ın daha önce geçenler hakkındaki kanunudur. Allah’ın kanununda bir
değişiklik bulamazsın.” (Ahzab, 33/62)
Bir âyette de şöyle buyuruyor:
“Allah’ın
sünnetinde bir sapma da bulamazsın.” (Fatır, 35/43)
Bütün herkes soruyor: “İslâm’ın ve Müslümanların
yüceliği nasıl sağlanacak? İhlaslı Müslümanlar ümit ettikleri ortama,
kendilerine vaad edilen sona, yani insanların küfür hükümlerinden ve
sistemlerinden kurtularak Yüce Rablerinin şeriatının gölgesinde yönetilme
mutluluğuna erecekleri ortama nasıl kavuşacaklar?” Bu sorulara durumlara ve
şartlara göre değişik cevaplar verilmektedir. Bazılarına göre mutlaka yönetimde
söz sahibi olmak, makam, mevki elde etmek ve parlamentoya girmek gerekir.
Bazılarına göre belirtilen sonuca ulaşmanın yolu servet elde etmek ve ekonomik
alanda söz sahibi olmaktır. Bazı kimselere göre bu sonuca ancak hızlı ve
yıpratıcı bir çarpışmayla erişilebilir. Böyle bir çarpışmanın başında veya
sonunda istenilen sonuca erişilir. Bazı kimseler de var ki, temelde böyle bir
gaye taşımamaktadırlar. Onlara göre İslâmi davet sadece insanların ahlâklarını
ve bibirleriyle olan ilişkilerini düzeltmeleri için sürdürülecek ıslah
çağrısıdır. Onların en fazla istedikleri insanların namazlarını kılmaları,
zekâtlarını vermeleri, Ramazan oruçlarını tutmaları ve Ka’be’yi ziyaret ederek
hac görevlerini yerine getirmeleridir. Bu gibilerin tevhid bayrağının
yükseltilmesi, kötülük ve şirkin izlerinin silinmesi ve insanlığın ikinci bir
kez Rablerinin hükümleriyle yönetilme mutluluğuna ermesi için fedâkarlıkta
bulunmaya yatkınlıkları da yoktur.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in davetini açıktan yaptığı, müşriklerin hayal ürünü
anlayışlarının sefihliğini ortaya koyduğu, tapındıkları varlıkları basite
aldığı ve böylece peygamberi çizgisini açık şekilde ortaya koyduğu dönemin
özellikleri hakkında tafsilatlı bilgiler vermeye başlamadan, daha önce
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem‘in
çizgisinden söz ederken kaldığımız beyaz sayfaya dönüyor ve diyoruz ki:
“Parlamento yolu sağlıklı bir İslâmi çözüm değildir. Çünkü bu ancak birçok
taviz vermekle, siyasi sloganlar atmakla ve bu dinin en önemli davasında,
tevhid davasında bile yağcılık yapmakla mümkün olmaktadır. Bu dava Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile
gönderilen bu dinin beynidir; hatta diğer peygamberlerin ve elçilerin getirmiş
olduğu dinlerin bile. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Senden
önce gönderdiğimiz elçilerimizden sor: Biz Rahman’dan başka kulluk edilecek
ilâhlar kılmış mıyız?” (Zuhruf, 43/45)
Parlamento yolu İslâm’ın ve Müslümanların
üstünlüğünü sağlayacak bir yol değildir. O halde yol nedir? Yükselmeyi sağlayan
sebepleri elde edebilmek için servetler biriktirmek ve İslâmi şirketler kurmak
mıdır? Belki bu düşüncede olanları, Allah’ın kendilerini lanetlemiş olduğu
yahudilerin, bazı ülkelerin ekonomileri üzerinde söz sahibi olduklarından o
ülkelerin siyasi hayatlarına da hükmetmeleri etkilemiş olabilir. Bu durumu
görenler Müslümanların da servet sahibi olmaları ve ekonomik hayata
hükmetmeleri durumunda üstün olacaklarını sanmışlardır. Ancak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in şöyle
buyurduğunu unutuyorlar:
“Bil ki, mü’minin şerefi gece ibadet etmesi,
üstünlüğü ise insanlara muhtaç olmamasıdır.”[114]
Yine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’ın şu sözü üzerinde düşünmüyorlar:
“Vallahi, benim sizin için korktuğum fakirlik değildir. Ancak sizden öncekilere
açıldığı gibi dünyanın size de açılmasından, onların yarıştıkları gibi sizin de
(dünyalık için) yarışmanızdan, dolayısıyla (dünyalığın) onları helâk ettiği
gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”[115]
Bunlar aynı şekilde Ömer Radıyallahu anh’ın şu sözünden de habersizdirler: “Biz insanların
en altta olanlarıydık. Allah bizi peygamber’iyle üstün kıldı. Ne zaman ondan
başkasında yücelik arasak Yüce Allah bizi aşağı düşürüyor.”
Bu ümmetin yücelmesi ancak dinine bağlanmasıyla
ve Rabbinin emrini yüce bilmesiyle mümkündür. O halde yol nedir? Askeri
ihtilaller ve intihar saldırıları mı? Öyle olsa birkaç eylemle İslâm’ın ve
Müslümanların hâkimiyeti sağlanır. Ama Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve hatta bütün peygamberlerin
davetlerini inceleyen bir kimse çok yakından bilecektir ki bu yol
peygamberlerin yolu değildir. Bu yol aynı zamanda genel geçer şer’i kaidelere
de varlık alemindeki genel geçer (kevnî) kaidelere (kevni sünnetlere) de
aykırıdır. Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyuruyor:
“Bir
topluluk kendi duumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
Öyleyse mutlaka davetin yayılması ve insanların
kalplerinin de, bedenlerinin de tevhid inancıyla ve üstün şeriata itaatle ıslah
edilmesi gerekir. Bakın Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem, Mekke’de on üç yıl kalarak insanları tevhide çağırmakla
uğraştı. Bu arada sahabilerini gece ibadetiyle ve daha başka ibadetlerle
eğitti. Gerek o ve gerekse sahabileri bu faaliyet esnasında işkencenin ve
alayın her türlüsüne katlanıyorlardı. Kardeşlerimizin Allah’a davetin
başlangıcının nasıl olduğu hakkında bilgi edinmeleri için Allah’ın izniyle yeri
geldikçe bunlardan bazı örnekler sunacağız.
Ensar, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le ikinci Akabe bey’atını yaptıklarında:
“İstersen bu vâdi (Mekke) halkına saldırıda
bulunur ve hepsini bir kerede öldürürüz” dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:
“Ben
bununla emrolunmadım”
dedi. Yüce Allah da bu konuda şu âyetini indirdi:
“Kendilerine:
“Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi?
(Nisâ, 4/77)
Söz konusu düşüncelerin sahipleri, bu din
hakkında öncekilerin ve sonrakilerin efendisinden (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den ) daha mı
gayretliler? Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in Mekke’de daveti açıktan yapmaya başladığı zamanki durumu
nasıldı? Değerli sahabilerin durumları nasıldı? Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sahabilerini nasıl eğitti? Medine’de
İslâm devletini kurmak için şartları nasıl hazırladı?
İhlaslı Müslüman gençliğin öncelikle öğrenmesi
gerekenler bunlardır. Ta ki gayretleri boşa gitmesin ve işleri, şer’i bir yarar
sağlamadan sonuçsuz kalmasın. Biz de, Peygamber’in sîretinin bu bölümüyle
ilgili araştırmada, Allah’ın izniyle ve yardımıyla bunu açık bir şekilde ortaya
koymak istiyoruz. Bu açıklamaların ışığında, Allah’ın yardımıyla bu dönemin
bariz özelliğiyle ilgili bilgiler vermeye başlayalım.
Bu dönemin Birinci özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e ve ashabına
-Allah hepsinden razı olsun- çok
fazla işkence ve eziyet edilmesi.
Abdullah bin Mes’ud Radıyallahu anh’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Ka’be’nin
yanında namaz kılıyordu. Ebu Cehl ve bazı arkadaşları da (yakında bir yerde)
oturuyorlardı. Birbirlerine:
“Hanginiz filanca oğullarının (yeni boğazlanan)
devesinin döl eşini (işkembe) getirip de, secdeye vardığında Muhammed’in
sırtına koyabilir?” dediler. Oturanların en taşkını kalkıp sözü edilen şeyi
getirdi. Baktı; ta ki, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem secdeye vardığında onu sırtına iki omuzunun arasına koydu.
Ben de bakıyor, bir şey yapamıyordum. (Ah ne olurdu) elimde engelleyebilecek
kuvvet olsaydı (Adamın deriyi Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in sırtına koyması üzerine) oradakiler birbirlerinin
üzerine yıkılırcasına gülmeye başladılar. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de secdede kaldı, başını kaldırmadı.
Sonunda Fâtıma gelerek o şeyi sırtından attı. Sonra (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem) başını
kaldırdı ve şöyle söyledi:
“Ey
Allah’ım! Kureyş’i sana havale ediyorum.” Bu sözü üç kere tekrar etti. Aleyhlerine
dua edince bu onların zorlarına gitti. Çünkü o yerde yapılan duanın kabul
edileceğine inanıyorlardı. Ondan sonra (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem) isim isim saymaya başladı ve şöyle
buyurdu:
“Ey
Allah’ım! Ebu Cehl’i sana havale ediyorum. Utbe bin Rebi’a’yı sana havale
ediyorum. Şeybe bin Rebi’a’yı sana havale ediyorum. Velid bin Utbe’yi sana
havale ediyorum. Umeyye bin Halef’i sana havale ediyorum. Ukbe bin Ebi Mu’ayt’ı
sana havale ediyorum.” Yedinciyi de saydıysa da ravi ismini unutmuştur. Canım
elinde olana yemin ederim ki Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in saydıklarının hepsini çukurda, yani Bedir çukurunda can
verip düşmüş halde gördüm.”[116]
Müslim, Ebu Hureyre Radıyallahu anh’ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir:
“Ebu Cehl:
“Muhammed sizin aranızda yüzünü toprağa sürüyor,
değil mi?’” diye sordu.
“Evet” dendi. Bunun üzerine şöyle söyledi:
“Lât ve Uzza’ya yemin olsun. Eğer onu görürsem
boynuna basacağım veya yüzünü iyice toprağa sürteceğim.” Sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem namaz
kılarken geldi. Ebu Cehl, boynuna basabileceğini sanıyordu. Buna teşebbüs
edince hemen geri geri çekilmeye ve elleriyle kendini savunur gibi hareketler
yapmaya başladı. Oradakiler:
“Ne oluyor sana ey Ebu’l-Hakem?” dediler.
“Benimle onun arasında ateşten bir hendek var.
Şunlar da kanatlar” dedi. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem da buyurdu ki:
“Eğer bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça
ederlerdi.”[117]
Urve bin Zubeyr Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Abdullah
bin Amr bin As Radıyallahu anh’a:
“Müşriklerin Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e yaptıkları en şiddetli şey neydi, bana
bildir?” diye sordum. Şöyle dedi:
“Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem Ka’be’nin Hicr’inde (Hatîm olarak da adlandırılan yarım
daire şeklindeki kısmında) namaz kılarken Ukbe bin Ebi Mu’ayt geldi. Elbisesini
boynuna doladı. Boynunu şiddetli bir şekilde sıktı. Derken Ebu Bekir gelip
omuzundan tutarak, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in yanından uzaklaştırdı ve şöyle söyledi:
“Bir adamı
“Rabbim Allah’tır” dediğinden dolayı öldürüyor musunuz?” (Mü’min, 40/28)[118]
Halkın geneli üzerinde de, belli kişiler
üzerinde de önemli bir etkinliği ve saygınlığı olan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e bu
saldırılar yapılırken değerli sahabilere, özelikle onların zayıf olanlarına
neler yapıldığını artık varın düşünün Bu zamandaki sisli ortamda insanları
Allah’a davet edenlerin gönüllerine bir teselli, ayaklarını kararlı kılacak bir
vesile ve bir örnek olması için onlara uygunlanan işkencelerden de bazı
örnekler sunacağız.
Habbab bin Eret Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in yanına
gittim. Ka’be’nin gölgesinde hırkasını yastık yapmış yaslanmış oturuyordu.
Müşriklerin işkencelerinden şikayette bulunduk. Ben:
“Ey Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem! Bizim için Allah’a dua etmeyecek
misin?” dedim. Yüzü kıpkırmızı bir halde oturdu ve şöyle buyurdu:
“Sizden
öncekiler demirden taraklarla taranır, bunlarla kemiklerinin üzerinde et ve
sinir adına ne varsa hepsi ayrılırdı. Yine de bu onları dinlerinden
alıkoymazdı. Andolsun ki, Allah bu işi kemaline ulaştıracaktır. Öyleki binekli
bir kimse Allah’tan başka kimseden korkmaksızın San’a’dan Hadramevt’e kadar
gidebilecektir...”[119]
Abdullah bin Mes’ud Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “İlk olarak
Müslümanlıklarını açığa vuranlar şu yedi kişiydi: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem. Ebu Bekir, Ammâr,
annesi Sümeyye, Suheyb, Bilâl ve Mikdad. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i Yüce Allah amcası Ebu Tâlib
vasıtasıyla korudu. Ebu Bekir’i Yüce Allah kavmi vasıtasıyla korudu.
Diğerlerini ise müşrikler aldılar. Demir zırhlar giydirdiler ve güneşin altına
attılar. Onların içinde Bilâl’den başka hepsi istediklerini yaptı. Bilâl ise
Allah yolunda nefsini önemsemedi. Başına gelenlere katlandı. Kavmi de onu
önemsemedi. Onu alıp çocuklara verdiler. Onlar da Mekke’nin sokaklarında
dolaştırmaya başladılar. O ise: “Ehad, ehad - Bir, bir” diyordu.”[120]
Kays bin Ebi Hâzim Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Said bin
Zeyd bin Amr’in Kûfe camisinde şöyle dediğini duydum: “Vallahi, Ömer daha
Müslüman olmadan önce beni Müslüman olduğum için zincire bağlamıştı.”[121]
Ebu Zerr Radıyallahu
anh’ın Müslüman olması olayıyla ilgili olarak Abdullah bin Abbas Radıyallahu anh’tan şöyle rivayet
edilmiştir: “Bunun üzerine (yani onun Müslüman olması üzerine) Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendisine:
“Kavmine
dön. Durumu kendilerine bildir ve benim emrim sana gelinceye kadar bekle” diye buyurdu. O da:
“Canım elinde olana yemin olsun ki, bunu onların
(yani Mekkelilerin) aralarında bağıracağım” dedi. Sonra çıkıp Mecidi Haram’a
geldi ve avazının çıktığı kadar bir sesle: “Allah’tan başka ilâh olmadığına
Muhammed’in de Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet ederim” diye bağırdı. Sonra
oradakiler (müşrikler) kalkıp kendisini dövdüler ve iyice canını acıttılar. Bu
sırada Abbas geldi. Üzerine durdu ve:
“Yazık size! Onun Gifar’dan olduğunu ve sizin
Şâm tarafına giden tüccarlarınızın yollarının onlara uğradığını bilmiyor
musunuz?” dedi. Böylece onu ellerinden kurtardı. Ertesi gün yine gelip aynı
hareketi yaptı. Yine başına uşuşup dövdüler ve Abbas gelip kurtardı.”[122]
1. Bu konuyla ilgili
gelişmeler Yüce Allah’ın şu sözünü te’yid etmektedir:
“İnsanlar
yalnız: “İman ettik” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebut, 29/2)
Yine şu âyetindeki anlamı da te’yid etmektedir:
“Yoksa siz,
sizden önce geçenlerin başlarına gelenin benzeri sizin de başınıza gelmeden
cennete gireceğinizi mi sandınız?” Onlar öylesine sıkıntı ve darlık içerisine
düştüler ki, peygamber ile yanındakiler “Allah’ın yardımı acaba ne zaman?”
diyecek kadar sarsıldılar. Bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)
Benzer bir âyette de Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Andolsun
mallarınızda ve canlarınızda imtihan olunacak ve gerek kendilerine sizden önce
kitap verilmiş olanlardan, gerekse Allah’a ortak koşanlardan çokça rahatsız
edici sözler duyacaksınız. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bilin ki) bu,
gerçekten azmedilecek işlerdendir.” (Âli İmrân, 3/186)
Bu imtihanın yararlarından biri de mü’minlerin
arındırılması ve kâfirlerin helâke itilmesidir. Nitekim Yüce Allah bir âyetinde
şöyle buyurmaktadır:
“Ancak
Allah, helâk olanın apaçık bir delille helak olması yaşayanın da apaçık bir
delille yaşaması için yapılması kesinleşmiş olan işi yaptı. Muhakkak ki Allah
işitendir, bilendir.” (Enfal, 8/42)
Bunun yanısıra Yüce Allah dostlar ve şehitler
edinmek istemiştir. Allah yolunda, arkalarını dönmüş olarak değil, öne atılarak
ilerleyerek şehid olmayı dileriz.
İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle diyor: “Buradaki
amaç şudur: Yüce Allah’ın ilâhi hikmeti canların mutlaka imtihan edilmesini ve
birtakım musibetlere çarptırılmalarını gerektirmiştir. İmtihan ile, temiz olan
pis olandan ayrılır. Allah dostluğuna ve lütfuna lâyık olanla olmayanı
birbirinden ayırır. Sevgisine lâyık olan kimseleri seçmek ve imtihan körüğüyle
kendilerini arındırmak istemektedir. Tıpkı altının safının ortaya çıkarılması
işlemi gibi. Altınla beraber bulunan yabancı maddeleri ayırmak da ancak
imtihanla (Arapça’da bu işleme de aynı isim verilmektedir.) mümkündür. Çünkü
nefis esasta cahil ve zâlimdir. Cehalet ve zulüm onu kirletmektedir. Arındırma
ve ayıklama yoluyla bu kirden temizlenmesine ihtiyaç vardı. Eğer bu dünyada bu
kirden kurtulursa ne âlâ! Kurtulamazsa cehennem körüğünde ayıklanır. Kul
kendini eğitir ve arındırırsa cennete girmesine izin verilir.”[123]
2. el-Cezâiri, en-Netâic ve’l-İber’de şöyle diyor: Yüce
Allah’ın Peygamber’ine olan vaadinin doğruluğu şu âyette bildirilmektedir: “O alay edenlere karşı biz sana yeteriz.” (Hicr,
15/95)
Nitekim Yüce Allah onların hepsini, Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in gözünün
önünde, çok kısa bir zaman sonra ve çok dar bir zaman içinde helâk ederek
onlara karşı kendisine yetmiştir.[124]
3. Dr. Said Ramazan
el-Buti diyor ki: “Yüce Allah’ın, Rasûlüne “...
Emrolunduğun şeyi açıkça bildir” ayetindeki genel içerikli emirle yetinerek;
özel olarak akrabalarını ve soydaşlarını korkutmasını emretmemesi mümkündü.
Çünkü aşiretinin ve akrabalarının bütün fertleri önlerinde davette bulunacağı
ve cehennem azabı ile korkutacağı genel topluma dahildiler. Öyleyse kendi
aşiretini uyarmakla ilgili özel emrin hikmeti neydi?
Sorumlulukta en alt derece kişinin kendi
nefsinden sorumlu olmasıdır. İşte (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in) bu dereceye hakkını vermesi için
vahyin başlangıcı dönemi daha önce gördüğümüz gibi uzun bir müddet sürmüştür. Yani
Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in
gönlünün, kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber, kendisine
indirilenlerin de Yüce Allah tarafından bir vahiy olduğu konusunda tam mutmain
olmasına kadar bu dönem devam etti. Böylece o önce kendi kendine iman etmiş ve
ilerde alacağı bütün ilkeleri, ölçüleri ve hükümleri kabul etmeye yatkın bir
hale gelmiştir.
Sonra gelen sorumluluk derecesi ise Müslümanın
kendi ailesinden ve kendileriyle arasında bağ olan yakın akrabalarından sorumlu
olmasıdır. Yüce Allah bu mesuliyetin hakkını vermeye dikkat çekerek; umumi ve
açıktan tebliği emrettikten sonra aileyi ve yakın akrabayı cehennem azabıyla
korkutma ve onlara İslam’ı tebliğ etme zaruretini özel olarak belirtti.
Sorumluluğun bu derecesinde akraba ve aile sahibi her müslüman mesuliyeti
yüklenmek hususunda müşterektirler.
Üçüncü derece ise alim bir kişinin kendi
mahallesinden ve yöresinden, yöneticinin de devletinden ve halkından sorumlu
olmasıdır. Bunların herbiri belirtilen çevrelerde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e vekâlet
etmektedirler.”[125]
Üstad Münir el-Gadbân diyor ki: “İlk merhalede
davetin akraba çevresinde olması doğal bir şeydir. Özellikle açıktan yapılacak
mücadelenin mahiyeti bunu gerektiriyorsa. Çünkü böyle bir mücadele davetçiyi
tehlikeye atmaktadır. Dolayısıyla bir koruyucu çevrenin olması zorunludur. Bir
davetçinin aşireti insanlar içinde onu korumaya en yatkın kimselerdir.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den
sonra insanlar içinde İslâm’a ilk girenler eşi Hatice binti Huveylid Radıyallahu anha, kölesi Zeyd bin Hârise
Radıyallahu anh ve yanında kalan
amcası oğlu Ali bin Ebi Tâlib Radıyallahu
anh olmuştur.”[126]
4. Şeyh Muhammed Gazali
diyor ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem sahabilerini kısa veya uzun vadede elde edecekleri bir ganimet
için toplamamıştır. O gözlerin üzerindeki perdeyi kaldırmış böylece o gözler
uzun zaman içinde göremedikleri gerçeği görmüşlerdir. O aynı şekilde
kalplerdeki pası gidermiş böylece kalpler yaratılıştaki fıtratına uygun olan ve
cahiliyenin engel olduğu kesin gerçeği anlamaya başlamıştır. O insanlığı
Rablerine ulaştırmıştır. Kendilerinin derin kökleriyle ve varoluşlarının gerçek
sebebiyle bağlantılarını kurmuştur. Önceden mahsur kalmış bir durumda ve
şaşkınlık içindeydiler. O, sonsuzlukla geçici hayatı birbirine kıyasladı.
Onlarda (sahabiler) sonsuzluk âlemini geçici âleme tercih ettiler. Basit
putlarla yüce ilâh arasında tercih yapmalarını istedi. Onlar da taşların
yontulmasıyla elde edilen putları küçümseyerek göklerin ve yerin yaratıcısına
yöneldiler.
Muhammed Sallallahu
aleyhi vesellem kendisine bu bol miktardaki hayrın verildiğini düşündü.
Sahabileri de onun kendilerine verdiği önem dolayısıyla kendileriyle
ilgilendiğini düşündüler. Dolayısıyla eziyet gördüklerinde Allah’tan sevap
umarak katlandılar. Putlar olarak şekillendirilen pisliklere kulluk edenler
onlara saldırınca onlar kendi bildikleri gerçeklere sarıldılar. Küfür ile imân
arasında vuku bulacak savaş bir gün kendini gösterecek, kimlerin şehid
olacağını, kimlerin helâke gideceğini ortaya çıkaracak, Allah’ın emirlerini
yerine getiren mü’minlerle, baş aşağı giden müşrikler Allah’ın izniyle
birbirinden ayrılacaktı.
Yüce Allah şöyle buyuruyur:
“İmân
etmeyenlere de ki: “İmkânınızın elverdiğini yapın. Biz de yapmaktayız.
Bekleyin. Biz de beklemekteyiz”. Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Bütün
işler O’na döndürülür. O’na kulluk et ve O’na dayan. Rabbin yaptıklarınızdan
habersiz değildir.” (Hud,
11/121-123)[127]
5. Dr. Mustafa es-Sıba’î diyor
ki: Şirk ve sapıklık içinde olanların, işkence ve baskının her şekline
başvurmalarına rağmen; mü’minlerin inançlarında kararlılık göstermeleri
imânlarının doğruluğuna, inandıkları şeylerde samimi olduklarına, gönüllerinin
ve ruhlarının yüceliğine en büyük delildir. Çünkü inandıklarından dolayı
içlerinde duydukları gönül rahatlığı, kalp huzuru, zihinlerinin inandıkları
şeylerin doğruluğuna kesin kanaat etmesi ve Yüce Allah’ın rızasına kavuşma
ümitleri dolayısıyla bedenlerinin çektiği eziyet, mahrumiyet ve baskı onlara
çok hafif geliyordu.
Samimi mü’minler ve ihlaslı davetçiler ruhlarına
ve kalblerine hakim olan iman sebebiyle nefsani isteklerini sonraya bırakır,
Bedenlerinin rahatlığına zevk ve safa içinde olmasına aldırış etmezler. İşte
davetler bununla başarıya ulaşır. Kalabalıklar bu yolla karanlıklardan ve cehaletlerden
kurtulurlar.”[128]
Bu dönemin ikinci özelliği: Davetin, insanların
onunla muhatab olmasını önlemeyi amaçlayan çeşitli engellerle karşı karşıya
gelmesi.
Safiyyurrahman el-Mubârekfuri özet olarak şöyle
söylüyor: “Kureyşliler, Muhammed -Aleyhisselam-’ı
hiçbir şeyin davasından alıkoyamadığını görünce bir kez daha oturup düşündüler
ve bu davetten kurtulmalarını sağlayacak daha başka baskı yolları belirlediler.
Bunlar da şunlardı:
1. Alay, küçümseme, basite
alma, yalanlama ve eğlence konusu yapma. Bu tutumla Müslümanları küçük
düşürmeyi, onları manevi yönden zayıf düşürmeyi amaçlıyorlardı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e çok çirkin
iftiralarda bulundular. Aşağılık küfürler savurdular. Onu deli olarak
adlandırıyolardı. Kur’an’da şöyle buyuruluyor:
“Dediler
ki: “Ey kendisine zikir (kitap)
indirilen! Sen muhakkak delisin.” (Hicr, 15/6)
Aynı şekilde kendisini büyü yapmakla ve yalan
söylemekle suçluyorlardı. Bu konuda da Kur’an-ı Kerim’de şöyle deniyor:
“Kendilerine
içlerinden bir uyarıcı gelmesine hayret ettiler. Küfredenler dediler ki: “Bu
yalancı bir büyücüdür.” (Sad, 38/4)
Onların tutumlarını Yüce Allah, Kur’an-ı
Kerim’in bir yerinde de şöyle anlatıyor:
“Doğrusu o
suç işleyenler iman edenlere gülerlerdi. Yanlarından geçtiklerinde birbirlerine
kaş göz işaretleri yaparlardı. Ailelerine döndüklerinde de (mü’minleri alaya
almalarından) zevk duyarak dönerlerdi. Onları gördüklerinde: “Bunlar hiç
şüphesiz sapıklardır” derlerdi. Oysa kendileri, onların üzerlerine gözcü olarak
gönderilmemişlerdi.” (Mutaffifin,
83/29-33)
2. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- getirdiği
yüce İlkeler hakkında zihinleri bulandırmak, bunlar hakkında şüphe uyandırmaya
çalışmak, asılsız iddialar ortaya atmak, bu ilkeler, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in bizzat
kendisi ve şahsiyeti etrafında tutarsız bir takım iddialar yaymak. Buna göre
Kur’an-ı Kerim hakkında şöyle diyorlardı:
“(Bunlar)
öncekilerin masallarıdır. O onları yazdırmıştır ve sabah akşam kendisine
okumaktadır.” (Furkân,
25/5)
“Bu
(Kur’an), onun (Muhammed’in) uydurduğu bir düzmeceden başka bir şey değildir.
Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir.” (Furkan, 25/4)
Yine şöyle diyorlardı:
“Ona bir
insan öğretiyor.” (Nahl,
16/103)
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem hakkında da şöyle diyorlardı:
“Bu ne
biçim Peygamber, (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor, Ona
kendisiyle birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut
kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil
miydi?” (Furkan,
25/7-8)
Kur’an-ı Kerim’de onların bu tür iddialarına
verilen cevaplarla ilgili birçok örnek vardır. Bazı yerlerde onların iddiaları
dile getirilerek, bazen dile getirilmeden cevap verilmektedir.
3. Kur’an’a eskilerin
masallarıyla karşı çıkılması ve insanların Kur’an’dan alıkonması için onlarla
(masallarla) meşgul edilmeleri: Rivayet edildiğine göre bir gün Nadr bin Haris
Kureyş halkına şöyle diyor: “Ey Kureyş halkı! Vallahi başınıza öyle bir şey
geldi ki, siz ondan kurtulmak için bir çıkış yolu bulamadınız. Muhammed sizin
aranızda genç bir çocuktu. Aranızda olduğu sürece sizi memnun etmişti. Size hep
doğru söz söylemişti. Emânetinize büyük dikkat göstermişti. Ama iki şakağına
aklık düştüğünü gördüğünüzde önünüze şu bildiğiniz şeyi çıkardı. Siz tuttunuz:
“Büyücü” dediniz. Hayır, vallahi o büyücü değildir. Biz büyücüleri, onların
üflemelerini ve ilmek bağlamalarını gördük. Yine: “Kâhin” dediniz. Hayır,
vallahi, o kâhin değildir. Biz kâhinleri. onların deliklere bir şeyler
geçirmelerini gördük ve nakaratlarını da dinledik. Yine tuttunuz: “Şair”
dediniz. Hayır, vallahi, o şâir değildir. Biz şiiri gördük ve her şeklini
dinledik. Sonra tuttunuz: “Deli” dediniz. Hayır, vallahi, o deli değildir. Biz
deliliği gördük. Ona delilik nöbetleri gelmiyor ve delilerin yaptığı gibi kendi
kendine söylenmiyor. Zihninde karışıklıklar olmuyor. Ey Kureyş topluluğu! Nasıl
bir durumla karşı karşıya olduğunuza iyi bakın. Vallahi, oldukça ciddi bir olay
başınıza gelmiş bulunuyor.”
Nadr daha sonra Hiyere’ye gitti. Orada İran
krallarının masallarını, Rüstem’in, İsfendiyar’ın masallarını öğrendi.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
ne zaman insanlara Allah’ı hatırlatmak, gadabına karşı uyarmak amacıyla bir
meclis oluştursa Nadr arkasında durup: “Vallahi, Muhammed benden daha güzel
konuşamaz” derdi. Sonra da etrafına toplananlara Rüstem, İsfendiyar gibi İran
krallarının masallarını anlatırdı. Ardından: “Muhammed ne ile benden daha güzel
söz söyleyecek?” derdi.[129]
4. Pazarlıklara
girişmeleri. Bu yolla İslâmla cahiliyenin yolun ortasında buluşarak bir anlaşma
yapmasını sağlamaya çabalıyorlardı. Bu planlarına göre müşrikler savundukları
bazı şeylerden vazgeçecek, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem de savunduğu bazı şeyleri bırakacaktı. Bu konuda Yüce Allah
şöyle buyuruyor:
“İstediler
ki sen yumuşak davranasın da onlar da (sana) yumuşaklık göstersinler.” (Kalem. 68/9)
İbn İshak’ın senediyle birlikte verdiği bir
rivayette şöyle denmektedir: “Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in Ka’be’yi tavaf ettiği bir sırada Esved bin Abdilmuttalib
bin Esed bin Abdiluzza, Velid bin Muğire. Ümeyye bin Halef ve As bin Vâil
es-Sehmi karşısına çıktı. Bunlar kavimlerinin yaşlılarıydılar. Dediler ki: “Ey
Muhammed! Gel , biz senin ibadet ettiğine ibadet edelim. Sen de bizim ibadet
ettiğimize ibadet et. Biz ve sen ortak bir şeyde birleşmiş olalım. Eğer senin
ibadet ettiğin bizim ibadet ettiklerimizden hayırlıysa biz ondan nasibimizi
almış oluruz. Bizim ibadet ettiğimiz senin ibadet ettiğinden hayırlı ise sen
ondan (bizimkinden) nasibini almış olursun.” Bunun üzerine Yüce Allah şu sûreyi
indirdi:
“De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma
tapıyor değilsiniz. Ben sizin taptıklarınıza tapacak da değilim. Siz de benim
taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfirun
Suresi)[130]
Onların o gülünç anlaşma tekliflerini Yüce Allah
bu kesin ayırıcı hükmüyle reddetmiş oldu.
5. Bu konuda başvurdukları matodlardan biri de
yine işkence ve eziyetti. Daha önceki bölümde bu uygulamaların bazı
örneklerinden söz edilmişti. Bu merhalede başvurdukları bir uygulama da
ekonomik ambargo ve abluka uygulamasıdır. Bununla ilgili açıklama ileride
gelecek Allah’ın izniyle. Bir diğer metod da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e tevhid davasından taviz vermesi için
çok sık teklifte bulunulmasıdır. Bunun hakkında da ileride inşâallah bilgi
verilecektir.
6. Bu amaçla başvurdukları
metodlardan biri de, Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’i korumaktan ve onu savunmaktan vazgeçmesi için amcası Ebu
Tâlib’le çok sık pazarlık teşebbüsünde bulunmalarıdır. Ancak o bu yöndeki
istekleri kabul etmekten kaçınmış ve yakınlarını kendisine yardımcı olmaya
çağırmıştır. Hâşim oğulları ve Muttalib oğullarından da Ebu Leheb dışındakiler
onun çağrısına olumlu karşılık verdiler. Ebu Talib bu konuda şu ünlü beyitleri
söylemiştir:
“Vallahi hepsi biraraya gelse de sana
dokunamayacaklar,
Ben toprağa gömülüp, sırtım yere
dayandırılmadığı sürece.
Sen kendi davanı haykır, senin için bir korku
yok.
Sevin ve gözlerin aydın olsun!
Sen beni çağırdın ve biliyorum ki sen bana iyi
şeyler öğütlüyorsun.
Şüphesiz doğru söyledin ve sonra sen güvenilir
birisin.
Hem öyle bir din sundun ki,
Onun yeryüzündeki dinlerin en hayırlısı olduğunu
biliyorum.
Eğer bu kınanma ve sövülme korkusu olmasaydı,
Benim buna açık bir yakınlık duyduğumu görürdün.”[131]
7. Yine bu amaçla
başvurdukları yollardan biri de Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’den çokça mucize isteyerek onu zor durumda bırakmaya
çalışmaktı.
Şeyh Muhammed el-Hudari diyor ki: “Müşrikler
kendilerinin ileri sürdükleri isteklerin kabul edilmediğini görünce bir başka
kapıdan gimek istediler. Bu Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’i çokça mucize istemek suretiyle zor durumda bırakmaktı.
Bunun için toplandılar ve dediler ki: “Ey Muhammed! Eğer doğru söylüyorsan bize
senden isteyeceğimiz bir mucize göster. Bu da ayı bizim için ikiye ayırmandır.
Allah ona bu mucizeyi verdi ve ay ikiye ayrıldı. Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem: “Şahid olun (veya şehadet getirin)!”
diye buyurdu.[132]
Bu olayı Abdullah bin Mus’ud Radıyallahu anh rivayet etmiştir ki o
ilk Müslüman olanlardandır. Ondan değişik tariklerle rivayet edilmiştir. Ondan
Abdullah bin Abbas Radıyallahu anh ve
daha başkaları rivayet etmişlerdir. Onlardan da çok sayıda insan rivayet
etmiştir. Öyleki hadis neredeyse mütevatir derecesine çıkmıştır. Kur’an-ı Kerim
bu olaydan, Kamer suresinin başında söz etmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle
buyuruyor:
“Kıyamet
yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer: 54/1) İnançlılar
bu büyük mucizeyi gördüklerinde içlerinden bazıları: “Ebu Kebşe’nin oğlu sizi
büyüledi” dedi. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi:
“Bir âyet
(mucize) görseler yüz çevirir ve: “Devam edegelen bir büyüdür” derler.” (Kamer: 54/2)
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’den daha sonra başka mucizeler istediler. Bunları isterken
sırf küfürlerinde inat ve ısrar etmeyi amaçlıyorlardı. Bu istedikleri hakkında
İsrâ suresinde şöyle buyurulmaktadır:
“Dediler
ki: “Yerden bir kaynak fışkırtmadığın sürece sana inanmayacağız. Yahut senin
hurmalardan ve üzümlerden bir bahçen olmalı ve aralarından şarıl şarıl ırmaklar
akıtmalısın. Yahut ileri sürdüğün gibi göğü üzerimize parça parça düşürmeli
veya Allah’ı ve Melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut altından bir evin
olmalı veya göğe yükselmelisin. Üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin
sürece yükselmene de inanmayacağız” (İsrâ, 17/90-93)
Yüce Allah’ın onların bütün bu isteklerine
cevabı şu olmuştu:
“De ki:
“Rabbimi tenzih ederim! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?” (İsrâ, 17/93)
Çünkü Yüce Allah onların kalplerinin sakladığı
inadı ve taasub düşüncesini, ne kadar çok mucize görseler de inanmayacaklarını
biliyordu. Nitekim Yüce Allah En’am Suresinde, bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine
bir mucize gelmesi durumunda iman edecekleri konusunda bütün güçleriyle Allah’a
yemin ettiler. De ki: “Mucizeler Allah katındadır.” Üstelik o gelse de onların
yine iman etmeyeceklerinin bilincinde değil misiniz?” (En’am, 6/107)
Enfal suresinde bildirilen şu sözleri
söyleyenlerden nasıl bir hayır beklenebilir ki?”
“Bir zaman:
Ey Allah’ım! Bu senin katından gönderilme bir gerçekse bizim üzerimize gökten
taş yağdır veya bize acıklı bir azap gönder” demişlerdi.” (Enfal, 8/32) Oysa: “Ey
Allah’ım! Bu senin katından gönderilme bir gerçekse bizi ona ilet”
dememişlerdi.[133]
1. Doğrusu hak ile batıl
arasındaki mücadelenin şekilleri farklı olsa da mantığı birdir. Batıla
uyanların kullandıkları metodlardan biri hak çağrı ve doğruya çağıranlar
hakkında kafaları bulandırmak, şüpheler uyandırmaktadır. Geçmişte bu işlem
doğruya çağıranların delilikle, büyücülükle ve benzeri şeylerle suçlanması
suretiyle yapılıyorduysa da günümüzde hak ehlinin aşırı dincilikle, tutuculukla
suçlanmaları yoluyla yapılmaktadır. Bu suçlamayı yapanlar insanları Allah’ın
yolundan alıkoymayı ve Allah’ın yolu hakkında tereddütler uyandırmayı
amaçlamaktadırlar. Bunlar kendilerini de başkalarını da kendilerinin İslâm’a
karşı savaşmadıklarına, onun (İslam’ın) anlaşılması konusundaki aşırılıklara
karşı savaştıklarına inandırmaya çalışmaktadırlar. Böyle davranmakla da
iyilikte bulunduklarını sanıyorlar. Çünkü onlar İslâm’ın hükümlerinin çoğunu
bırakmış ve az bir kısmıyla yetinmektedirler. İslâm’ın bütün hükümlerine
yapışanlar da onların gözlerinde aşırıya giden ve yan çizen kimseler
olmuşlardır. Çünkü İslam’ın sadece belli bir yanını alarak gerisini
bıraktıkları gibi İslâm’ı bir bütün olarak koruyan, İslâm’ın tümüne davet eden
Müslümanların cemaatlerinden ayrılarak yan çizmektedirler.
“Oysa
Allah onları arkalarından kuşatmıştır.” (Buruc, 85/20)
2. İslâmi uyanışa karşı
başvurulan modern metodlardan biri de inananların şehevi arzularına düşkün hale
getirilmeleridir. Bu da fuhşu ve aşağılık işleri yaymaya çalışan kontrolden
çıkmış medya vasıtasıyla yapılmaktadır. Yönetimde söz sahibi olanlar da gençlerin
çoğunluğunun yasak tanımazlık ve taşkınlık akımlarının etkisine kapılacağı
ümidiyle bunlara destek oldular. Dolayısıyla öğütçülerin öğütleri, vaaz
edenlerin vaazları bunlara bir yarar sağlamamaktadır. Küfür önderlerinden biri
de bu hususta şöyle diyor: “Bir futbol topu ve bir şarkıcı kadın, doğu
toplumlarında kırk savaş topunun yapamadığını yapar.”
Kominist lider ve ünlü ateist Karl Marks’a:
“Tanrı inancının alternatifi nedir?” diye sorulduğunda: “Onun alternatifi
tiyatrodur. Onları tanrı inancından alıkoymak için tiyatroyla meşgul edin...”
diyor. Onun ahlâka ve dinlere karşı başlattığı savaşta tiyatronun kimbilir
nasıl bir rolü olmuştur.
3. Bu yönde kullanılan
metodlardan bazıları da sık sık tutuklamalar ve İslâm daveti bayrağını
taşıyanların hapis ve işkenceyle korkutulmasıdır. Ama nice gençler vardır ki
hapishanede daha da bileniyor. Hapisten daha da bilenmiş, kararlılığı daha da
artmış, Yüce Allah’ın yolunda daha çok fedakârlık göstermeye ve daha çok çaba
harcamaya hazır bir halde çıkmaktadır. Gençlerin helâki hapishanelerde
değildir. Dünyadaki asıl helâk şehvetlerin, zevklerin peşine takılmaktır.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur:
“Sizin
için korktuğum fakirlik değildir. Ancak sizden öncekilere açıldığı gibi
dünyanın size de açılmasından, onların yarıştıkları gibi sizin de (dünyalık
için) yarışmanızdan, dolayısıyla (dünyalığın) onları helâk ettiği gibi sizi de
helâk etmesinden korkuyorum.”[134]
4. Dr. Mustafa es-Sıba’i
diyor ki: “Bozguncuların ve inkarcıların hak daveti kabulleri hiçbir zaman
kolay olmamıştır. Hakka daveti ortadan kaldırma ve ona karşı çarpışma sırasında
kullandıkları taktikler boş çıkıp geçerliliğini kaybettikleri an, derhal yeni
yollar denemişlerdir. Hak ile batıl arasında süren bu mücadele hakkın zaferi
kesinleşinceye ve batıl son nefesini verinceye dek sürecektir.”[135]
5. Şeyh Muhammed el-Gazali
diyor ki: “Su üzerinde yüzen yosunlar akıp giden gemileri durduramazlar.
Cahiliye Arapları, müslümanlara sabiî (dini terk eden) diye hucum edince
müslümanlar da onların sefîh (beyinsiz) kimseler olduklarını söyleyerek ve
akıllarıyla alay ederek Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği hurafelerine
karşı daha şiddetli bir tavır aldılar.
Muhammed Sallallahu
aleyhi vesellem’in Mekke’nin ortasında başlatmış olduğu davet küçük bir vatan
kurmak için başlatılmış değildi. Aksine hakkı devralacak ve onu yeryüzünün
değişik köşelerine ulaştıracak, bu davayı kıyamete kadar ayakta tutacak yeni
bir nesil ve ümmeti yetiştirmek için başlatılmış bir davetti. Bir kişinin veya
kabilenin karşı çıkması, böyle bir amaç için başlatılmış bir davanın o zamanki
gelişmesine ve geleceğine ne zarar verebilir? O karşı çıkanlar da kimlerdi ki?
Akılları taşlaşmış bazı mutaasıplar kendilerine
muhalefet edenler karşısında sahip oldukları güce aldanıyorlardı. Bu konuda
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Onlara
apaçık âyetlerimiz okunduğunda inkâr edenlerin yüzlerindeki hoşnutsuzluğu
anlarsın. Neredeyse kendilerine âyetlerimizi okuyanların üzerlerine
saldıracaklar. De ki:
“Size bundan daha kötüsünü bildireyim mi?
Ateş! Allah onu küfredenlerin vaad etmiştir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” (Hacc,
22/72)
Refah ve rahatlık içinde olanlar varlıklarıyla
mutluydular. Bu yüzden bâtılı seviyorlardı. Çünkü rahat koltuklar üzerinde
oturuyorlardı. Haktan hoşlanmıyorlardı. Çünkü o kendilerine süsler ve dünyalık
sağlamıyordu. Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyuruyor:
“Onlara
apaçık âyetlerimiz okunduğunda küfredenlerin iman edenlere derler ki: “İki
gruptan hangisi makam bakımından daha iyi ve topluluk bakımından daha
güzeldir?” (Meryem,
19/73)
Ya da bu kimseler Rahman’ın hidayetini çirkin
görüp bunu dinden çıkmak sayan kişilerdi. Veya hidayeti süslü elbiseler gibi
kabul edip bunu bırak şunu al diyenlerdi. Yüce Allah bu konuda da şöyle
buyuruyor:
“Onlara
âyetlerimiz apaçık bir şekilde okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan
başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir” derler.” (Yunus, 10/15)
Yahut aralarında birtakım faaliyetler
düzenleyerek Kur’an âyetlerinin okunduğu sırada bu âyetlerin duyulmaması
dolayısıyla temiz bir akılda ve duru bir kalpte herhangi bir etki bırakmaması
için yüksek sesler veya sevimsiz gürültüler çıkarmaları üzere birbirlerine
tavsiyelerde bulunan beyinsizlerdi. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“Küfredenlerin
dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin ve (okunurken) içine yaygaralar karıştırın.
Olur ki üstün gelirsiniz.” (Fussilet, 41/26)[136]
Bu dönemin üçüncü özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e insanları
davet ettiği hak üzerinde kendisiyle pazarlık yapmak için çok sık teklifte
bulunulması ve Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in hiçbir tavizi kabul etmemesi.
Müşrikler, Müslümanları dinlerinden alıkoymak
için işkencelerini, alaylarını ve aşağılayıcı tutumlarını artırdılar. Ancak bu
Müslümanların imanlarının ve inandıklarının doğruluğuna olan güvenlerinin
(yakinlerinin) artmasından başka bir sonuç doğurmadı. Bu konuda izledikleri
yoldan bir yarar sağlayamadılar. Bu kez daha farklı günümüzün diliyle daha
diplomatik bir metoda başvurdular. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e belki savunduğu bazı şeylerden
vazgeçer yahut insanları davet ettiği haktan kısmen de olsa taviz verir
ümidiyle birtakım tekliflerde bulundular. Bu tekliflerden biri için Utbe bin
Rebi’a’yı, problemin çözümü olarak gördükleri planı Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e sunması
üzere gönderdiler. Utbe dedi ki:
“Ey kardeşimin oğlu! Şüphesiz sen bizdensin.
Çünkü soy bakımından nasıl bir yere sahip olduğunu biliyorsun. Fakat kavmine
oldukça büyük bir şey getirdin. Bu yüzden onların birliklerini bozdun. Şimdi
beni dinle. Sana bazı şeyler teklif edeceğim. Belki bunlardan bazılarını kabul
edersin. Sen bu iş karşılığında mal istiyorsan. Senin için mallarımızdan
toplayalım. İçimizde en varlıklı kişi sen ol. Bununla bir üstünlük istiyorsan.
Seni başımıza geçirelim. Sana danışmadan hiçbir işe karar vermeyelim. Krallık
istiyorsan seni kral yapalım. Şu sana gelen ve senin gördüğün varlığı
(cinlendin de) başından savamıyorsan senin için tıp uzmanlarını çağıralım.
İyileşmen için mallarımızdan ne gerekiyorsa harcayalım.”
Utbe sözünü bitirince Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Fusssilet
suresinin baş tarafından şu âyetleri okudu:
“Hâ. Mîm.
(Bu kitap) Rahman ve Rahim tarafından indirilmiştir. Bilen bir topluluk için
âyetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak.
Ama onların çoğu yüz çevirdi. Artık onlar duymazlar. Dediler ki: “Bizi
kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü içindedir. Kulaklarımızda
da bir ağırlık var. Bizimle senin aranda da bir perde var. Artık sen
(bildiğini) yap, biz de (bildiğimizi) yapıyoruz.” De ki: “Ben ancak sizin gibi
bir insanım. Bana sizin ilahınızın bir ilah olduğu vahyolunuyor. Şu halde O’na
yönelin, ve O’ndan bağışlanma dileyin. Ortak koşanların vay hallerine! Onlar
ki, zekâtı vermezler ve onlar ahireti inkâr ederler. İman edip salih ameller
işleyenler için kesintisiz bir ecir vardır. De ki: “Siz yeryüzünü iki günde
yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? İşte âlemlerin Rabbi
O’dur.” Orada, üstünden sabit dağlar var etti; onu bereketli kıldı ve onda soranlar
(rızıklarını arayanlar) için eşit olarak gıdalarını dört günde takdir etti.
Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek
gelin” dedi. Onlar: “İsteyerek geldik” dediler. Böylece onları iki günde yedi
gök olarak belirledi ve her göğe emrini vahyetti. En yakın göğü de kandillerle
donattık ve korumaya aldık. Bu, güçlü ve alîm olanın düzenlemesidir. Eğer yüz
çevirirlerse de ki: “Ben sizi Ad ve Semud’un yıldırımları gibi bir yıldırımla
uyardım.” (Fussilet,
41/1-13)[137]
1. el-Cezâirî diyor ki:
“Mübârek sîretin bu bölümünden çıkarılacak çeşitli sonuçlar ve ibretler vardır.
Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
- Müşriklerin, Muhammed -Aleyhisselam-’ın davetinin karşısındaki şaşkınlıkları ortaya
çıkarıyor ki bu şaşkınlık hal devam etmektedir.
- Müşriklerin daveti zayıf düşürmek ve nurunu
söndürmek için pazarlık matodlarını kullandıkları açıklanıyor.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem bütün pazarlık teklifleri ve saldırılar karşısında dimdik
bir dağ gibi kararlılık gösteriyor ve sarsılmıyor.[138]
2. Şüphe yok ki, bu cazip
teklifler parlamento yoluyla çözümden yana olanların önüne konsaydı: “Zaten
bizim istediğimiz de buydu. Yönetim ve söz hakkı bizim olacak. O zaman Yüce
Allah’ın şeriatını uygularız” derlerdi. Ancak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bunun pahalı bir karşılığının olacağını,
onun da tevhid davasında gevşeklik göstermek olacağını biliyordu. Bu ise dinde
en tehlikeli bir alandır. Asla gevşeklik kabul etmez. Peygamberlerin yolu
kalplerin ve vucut azalarının ıslah edilmeleriyle başlar. Bundan sonra Yüce
Allah onlar için, yüceliğin, zaferin ve üstünlüğün sebeplerini oluşturur.
3. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bu teklifi
ve müşriklerle pazarlıklara girmeyi kabul etmemesi şüphesiz Yüce Allah’ın şu
emrinin muhtevasına giriyordu:
“Sen,
emrolunduğun şeyi açıkça bildir ve müşriklere aldırış etme.” (Hicr, 15/94)
Müşriklerden yüz çevrilmesi, onlara aldırış
edilmemesi onların tekliflerinden ve pazarlıklarından yüz çevrilmesini de
kapsar. Gördüğümüz gibi Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem sözü edilen kişinin tekliflerini tartışmamıştır. Çünkü o
teklifler Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in tartışmaya değer bulmayacağı kadar basit ve değersiz
tekliflerdi. Ancak o adamın böyle bir teklif için gelmesini kendisini Yüce
Allah’a davet etmek ve ona Kur’an okumak için bir fırsat olarak değerlendirdi.
İmana yatkın olan kalpler, onu kabul etmeye, ona meyl etmeye ve ona boyun
eğmeye hazırdır. Katı kalpler ise hiç etkilenmez. Bu gibi kalplere yapılan öğütler
onların sadece taşkınlıklarını ve sapıklıklarını artırır.
Bu dönemin dördüncü özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sahih
itikad (doğru inanç) üzere sahabilerin iman terbiyesi almalarına ve
beraberindeki ibadet terbiyesi ile bunların kalplerine yerleşmesine önem
vermesi.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in İslâm devletini kurarken attığı adımları incelerken,
Kur’an’ın bu dönemde nasıl değerli sahabilerin kalplerini iman terbiyesiyle
terbiye edecek tarzda indiği gayet açık bir şekilde karşımıza çıkacaktır. Bu
terbiye de tevhid inancının ve âhiret gününe imanın kalplere iyice
yerleştirilmesi suretiyle oluyordu.
Aişe Radıyallahu
anha’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
“Kur’an’dan ilk indirilen şey içinde cennet ve
cehennemden söz edilen bir suredir.”
-Aişe Radıyallahu
anha burada Müddessir Suresini kasdetmektedir. Bu ise ikinci olarak
indirilen suredir.- Bu surede Yüce Allah şöyle buyurdu:
“Sur’a
üflendiği zaman, işte o gün, çok zor bir gündür. İnkârcılar için kolay
değildir.” (Müddessir,
74/8-10)
Yine bir yerinde de şöyle buyurdu:
“Her can
kazandığına karşılık bir rehinedir. Ancak sağ ashabı hariç (Onlar)
cennetlerdedirler. Birbirlerine sorarlar, Suçlulardan, “Sizi Sekar’a ne
sürükledi?” (Müddessir,
74/38-42)
İnsanlar gruplar halinde İslâm’a girmeye
başlayınca helaller ve haramlarla ilgili açıklamalar inmeye başladı. Hemen ilk
günden: “Zina etmeyin” diye emir inseydi belki: “Biz asla zinayı bırakmayız”
derlerdi. Aynı şekilde: “Şarap içmeyin” diye emir inseydi: “Biz asla şarabı bırakmayız”
derlerdi. Ben daha oyuncaklarla oynayan küçük bir kızken Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e şu âyet
indirildi:
“Daha
doğrusu, asıl onlara vaadedilen (azab)ın geleceği vakit kıyamet saatidir.
Kıyamet saati ise daha korkulu bir felakettir ve daha acıdır.” (Kamer, 54/46)
Ancak Bakara ve Nisâ Sureleri Medine’de ben onun
yanında iken inmiştir.”
Bu kutsal dönem sahabilerin namazla ve diğer
ibadetlerle eğitilmeleri için de iyi bir fırsat oldu. Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh şöyle söylemiştir: “Biz
bir dönem yaşadık ki. bu dönemde bir kimseye Kur’an’dan önce iman öğretilirdi.”
Bu gösteriyor ki sahabilerin metodunda iman
ilimden öncelikliydi. Aynı şekilde ilim de söz ve amelden önce geliyordu.
Aişe Radıyallahu
anha’nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Yüce Allah Peygamberi Sallallahu aleyhi vesellem’e gece
ibadetini farz kıldı. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem gece ibadetine kalktı. Bir yıl boyunca sahabiler de onunla
birlikte kalktılar. Yüce Allah surenin son kısmını on iki ay boyunca bekletti.
Sonra üzerlerindeki yükü hafifleten hüküm indi.”[139]
Aişe Radıyallahu
anha’nın bu sözünde gece ibadetinin farz kılınmasıyla Yüce Allah’ın şu
sözlerindeki emri kasdetmiştir:
“Ey
örtüsüne bürünen! Az bir kısmı dışında geceleyin (ibadete) kalk. Yarısı kadar.
Yahut bundan biraz eksilt. Yahut bunu artır ve Kur’an’ı ağır ağır, tane tane
oku. Doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. Gerçekten, gece
kalkışı etki bakımından daha kuvvetli ve okuma bakımından da daha sağlamdır.” (Müzzemmil, 73/1-6)
Yüklerinin hafifletilmesiyle de aynı surenin son
âyetini kasdetmiştir. Bu âyette de Yüce Alah şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz
Rabbin senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde
(ibadet için) kalktığını, seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle
yaptığını) biliyor. Geceyi de gündüzü de Allah takdir etmektedir. O sizin bunu
sayamayacağınızı (buna güç yetiremeyeceğinizi) bildi ve tevbelerinizi kabul
etti. Artık Kur’an’dan kolay geleni okuyun. (Allah) içinizde hastalar
bulunduğunu, başkalarının Allah’ın lutfundan (rızık) arayarak yeryüzünde
dolaşacaklarını ve daha başkalarının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi.
Artık ondan borç verin. Kendiniz için önceden ne gönderirseniz Allah katında
onu daha hayırlı ve ecir bakımından daha büyük olarak bulursunuz. Allah’tan
bağışlanma dileyin. Allah bağışlayan ve rahmet edendir.” (Müzzemmil, 73/20)
Safiyyurrahmân Mübârekfuri şöyle diyor:
“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
Kur’an ve Hikmeti öğreterek, onların ruhlarını, kendilerini imana teşvik eden
ve nefislerini arındıran unsurlarla beslemekten hiç geri kalmadı. Onları hassas
ve derin bir eğitime tabi tutuyordu. Böylece nefislerini ruhun yüceldiği,
kalbin arındığı, ahlâkların temizleştiği, ruhun maddenin hâkimiyetinden
kurtulduğu, şehevi arzulara direndiği ve kendini göklerin ve yerin yaratıcısına
verdiği yüksek mevkilere yükseltiyordu. Kalplerinin korlarını arındırıp onları
karanlıklardan aydınlığa çıkarıyordu. Onlara eziyetlere karşı sabrı, aldırış
etmeyip geçmeyi, nefsi hâkimiyet altında tutmayı öğretiyordu. Böylece dinde
kararlılıkları, arzulara karşı dirençleri, Allah’ın rızasını elde etme
yolundaki fedakârlıkları, cennete olan istekleri, ilim öğrenme, dini daha iyi
kavrama yolundaki gayretleri daha da arttı. Nefislerini daha çok hesaba
çekmeye, onun taşkınlıklarını bastırmak, heyecanlara üstün gelmek, kendilerini
galeyana getiren ve taşkınlığa iten duygulara hâkim olmak ve kendilerini sakin
bir şekilde, vakarla sabır ilkesine bağlı kılmak için daha çok çaba harcamaya
başladılar.”[140]
Bu dönemin beşinci özelliği: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in sahabileri
eziyet ve işkencelere karşı sabır ve cahillerden yüz çevirme konularında
eğitmesi.
Bu durum Habbab Radıyallahu anh’ın karşılaştıkları zorluklardan dolayı Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem‘e şikayetçi
olması olayında gayet açık bir şekilde görülmektedir. Habbab Radıyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Ka’be’nin
gölgesinde bir cübbeye dayanmış olduğu bır sırada durumumuzdan dolayı kendisine
şikayetçi olduk.
“Bizim için yardım dilemeyecek misin? Bizim için
dua etmeyecek misin?” dedik. Şöyle buyurdu:
“Sizden
önce geçmiş olanlardan bir adam alınır, kendisi için yerde bir kuyu kazılır,
onun içine konur, sonra bir testere getirilir, başının üzerine konur ve başı
ikiye ayrılırdı. Aynı şekilde demirden taraklarla etleri ve kemikleri
birbirinden ayrılırdı. Gene de bu durum kendisini dininden alıkoyamazdı.
Vallahi, Allah muhakkak bu işi sonuca erdirecektir. Hatta bir binekli San’a’dan
Hadramevt’e kadar gidecek ve Allah’tan ve koyunlarına kurtların saldırmasından
başka bir şeyden korkmayacaktır. Ama siz acele ediyorsunuz.”[141]
Şüphesiz Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bu sözü en mükümmel bir teselli ve en
güzel sabır eğitimidir. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem muhakkak onlar için yardım diliyor ve dua ediyordu. Ancak o
Sallallahu aleyhi vesellem bununla
birlikte bu durumun geçmişten beri süregelen ilâhi bir sünnet olduğunu, iman
sahiplerinin muhakkak zorluklarla karşılaşacaklarını bilmelerini istiyordu.
Arkasından da aynı doğrultuda zafer ve başarı müjdesini, korku hallerinin
güvene dönüşeceği haberini veriyordu. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Allah
sizden iman edip salih ameller işleyenlere, kendilerinden öncekileri hükümran
kıldığı gibi onları da yeryüzüne hükümran kılacağını vaad etti. Kendileri için
seçip beğendiği dinlerini onlar için güçlendirip yerleştirecek ve korkularından
sonra onları güvene kavuşturacaktır. Onlar bana ibadet eder, hiçbir şeyi bana
ortak koşmazlar. Bundan sonra kimler küfrederse işte onlar yoldan çıkmış
olanlardır.” (Nur,
24/55)
İbn Kesir, Yüce Allah’ın: “İman edenlere söyle: “Allah’ın bir kavmi kazandıklarından dolayı
cezalandırması için, Allah’ın (ceza) günlerini ummayanları (şimdilik)
bağışlasınlar” (Casiye, 45/14) Sözünü tefsir ederken şöyle demiştir: “Yani
şimdilik onlara adırış etmesin ve onların kendilerine yaptığı eziyetlere
katlansınlar. Bu İslâm’ın başlangıç dönemindeydi. O zaman müşriklerin
eziyetlerine sabremekle emrolunmuşlardı. Bu onların kalplerinin ısındırılması içindi.
Ancak onlar kendi inatlarında ısrar edince Yüce Allah da zor kullanmayı ve
cihadı meşru kıldı.”[142]
Seyyid Kutub şöyle diyor: “Böyle olması belki
Mekke döneminin bir eğitim ve belli bir çevrede, belli bir topluluk için ve
belli şartlar altında hazırlık dönemi olması yüzündendi. Bu gibi bir çevre
içindeki eğitim ve hazırlığın amaçlarından biri bizzat Arap şahsiyetinin
normalde katlanamadığı bazı şeylere katlanmayı öğrenmesini sağlamaktı. Çünkü o
normalde ne kendi şahsının ne de gözetimi altındaki kimselerin küçük
düşürülmesine, haksızlığa uğratılmasına katlanabilirdi.
Belki bu aynı zamanda Yüce Allah’ın, ilk
zamanlarda Müslüman olanlara işkence eden inatçılarının çoğunun, bizzat
kendilerinin zaman içinde İslâm’ın samimi askerleri hatta kumandanları olacağını
bilmesi dolayısıylaydı. Onların içinden Ömer bin Hattab Radıyallahu anh öyle olmadı mı? Belki de bu durum o zaman
Müslümanların sayılarının azlığı ve Mekke’ye sıkıştırılmış olmaları
dolayısıylaydı. Çünkü davet Arap yarımadasının diğer bölgelerine henüz
ulaşmamıştı.”[143]
Müşriklerden yüz çevrilmesine ise Yüce Allah’ın
şu sözünde işaret edilmektedir:
“Sen,
emrolunduğun şeyi açıkça bildir ve müşriklere aldırış etme.” (Hicr, 15/94)
Üstad Münir el-Gadban şöyle diyor: “Müşriklerden
yüz çevrilmesi hususu aynı anda iki düşünceyi içermektedir.
Birinci düşünce: Davetçinin, karşıtlarının
kızmalarını veya duygularını yahut görüşlerini dikkate almadan davasının yaymak
için ilerlemesi ve onun ilkelerini açıklaması.
İkinci düşünce: Onların maddi ve manevi
işkencelerine, kendisini yaralama, zorda bırakma ve aşağılama çabalarına
aldırış etmemesi. Bu konuda da Yüce Allah’ın şu âyetinde dile getirilen tavrı
takınacaktır:
“Onlar boş
söz işittiklerinde ondan yüz çevirirler ve: “Bizim yaptıklarımız bize sizin
yaptıklarınız sizedir. Size selâm olsun. Biz cahilleri benimsemeyiz” derler.” (Kasas, 28/55)
Yine bir âyette de bu hususta şöyle buyuruluyor:
“Rahman’ın
kulları yeryüzünde alçak gönüllülükle yürürler ve cahiller kendilerine laf
attıklarında “selâm” derler.” (Furkan, 25/63)[144]
Bundan dolayıdır ki, kendimize ve kardeşlerimize
korkmadan ve dehşete kapılmadan açıktan insanları Allah’a davet etmelerini
öğütlüyoruz. Aynı zamanda kendimizi eziyetlere ve zorluklara karşı sabırlı
olmaya alıştıracağız. Kendimiz, kardeşlerimiz ve tüm diğer Müslümanlar için
Yüce Allah’tan af, dünya ve ahirette huzur diliyoruz. Bunun anlamı kulun
zorluğu istemesi değildir. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem de bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Düşmanla karşılaşmayı istemeyin. Karşılaştığınız zaman da sabredin.”[145]
Aynı şekilde kişinin, İslâm’ın ve Müslümanların
yücelmesi için bir yarar sağlamayacak işlere girişerek kendini sıkıntılara
sokması da uygun değildir. Böyle yapmanın anlamı, en ufak bir yarar elde
edilmeyeceği halde sıkıntıya girmektir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Mü’minin
kendini aşağılara düşürmesi uygun değildir.”
“Kendini nasıl aşağılara düşürür.” diye soruldu.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
de şöyle buyurdu:
“Kendini
katlanamayacağı bir zorlukla karşı karşıya bırakır.”[146] Bu itibarla bütün
işleri şeriat ölçülerine göre belli bir düzene koymak, bu doğrultuda yararları
ve zararları önceden değerlendirmek gerekmektedir. Elde edilmesi kesin olan
yararla, elde edilmesi şüpheli olan yarar birbirinden ayırdedilmelidir ki,
gayretler boşa gitmesin ve elde edilmesi uzak bir ihtimal olan şüpheli bir
yararın peşinde koşulurken büyük zararlara katlanma zorunluluğu ortaya
çıkmasın.
Sanırız Müslümanların Allah’ın şeriatını hâkim
kılma arzuları, Allah’ın dinine olan sevgileri ve onun zafer elde etmesi
arzuları kendilerini adımlarını hızlı hızlı atmaya yöneltmektedir. İslâm’ın
hâkimiyet günlerinin çok yaklaştığını, o günlere fazla bir zaman kalmadığını
sanıyor olabilirler. Sonra davetin merhalelerini ve her bir merhalede yerine
getirlmesi gereken kulluk görevinin ne olduğunu bilmek, İslâm’ın ve
Müslümanların yücelmesini isteyen ihlaslı her Müslüman için zorunludur.
Bu dönemin
altıncı özelliği:
Sahabiler değişik işkence türlerinin en şiddetlilerine çarptırılırken
kendilerine zafer ve üstünlük müjdelerinin verilmesi.
Şeyh Muhammed Gazali şöyle diyor: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem adamlarının
kalplerine güven unsurlarını yerleştiriyordu. İslâm’ın zafere ulaşacağı ve
ilkelerinin etrafa yayılacağı, doğuda ve batıda İslâm’ın üstün başarılar
gerçekleştirmesi karşısında taşkınların hâkimiyetlerinin son bulacağı konusunda
Yüce Allah’ın onun kalbine yerleştirdiği kuvvetli ümitleri o da sahabilerinin
kalplerine yerleştiriyordu. Onların bu konudaki güvenlerini, alaycılar kendi
alayları ve gülmeleri için malzeme olarak değerlendiriyorlardı. Esved bin
Muttalib ve sohbet dostları Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in sahabilerini gördüklerinde onlara karşı kaş göz
işaretleri yapıyor ve “Bakın yanınıza yarın Kisrâ ve Kayser’in saltanatına son
verecek olan yeyüzünün sultanları geldi” diyorlardı. Sonra da ıslık çalıyor ve
el çırpıyorlardı.”[147]
Safiyyurrahman el-Mübârekfuri şöyle diyor:
“Müslümanlar ta baştan baskı ve işkenceyle karşılaştıkları ilk günden
biliyorlardı ki, İslâm’ın amacı sıkıntılara ve zorluklara yol açmak değildi.
Aksine İslâmi davet ilk günden itibaren kör cahiliyete ve onun akıldışı
düzenine son vermeyi amaçlıyordu. Onun temel amaçlarından biri, etkinliğini
yeryüzüne yaymak ve bütün dünyada siyasi alanda hâkimiyeti ele geçirmekti.
İnsanlığı ve dünya kamuoyunu Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yönetmek,
onları kullara kulluktan kurtarıp Allah’a kul olmaya yöneltmek için bu gayesini
gerçekleştirmek istiyordu.
Kur’an-ı Kerim’de, bazen açık ifadelerle bazen
kinâye yoluyla bu müjdeleri veren âyetler indiriliyordu. Müslümanlara
yeryüzünün dar geldiği, boğulacak ve hayatlarını kaybedecek duruma geldikleri
bu zor dönemde geçmiş peygamberlerle, onları yalanlayan ve inkâr eden kavimleri
arasında geçen olayları anlatan âyetler indiriliyordu. Bu âyetler tamamen o
zamanki Mekke Müslümanlarıyla kavimleri arasında meydana gelen gelişmelere
benzer gelişmelerden söz ediyordu. Daha sonra bu âyetler, anlatılan
gelişmelerden sonra kâfirlerin ve zâlimlerin helâk edilmeleri ardından Allah’a
kulluk edenlerin yüryüzüne ve o bölgeye hâkim oluşlarından söz ediyordu. İşte
bu kıssalarda gelecekte Mekke halkının yenilgiye uğrayacağı ve Müslümanların,
dolayısıyla İslami davetin başarılı olacağı yolunda açık işâretler vardı.
Bu dönemde mü’minlerin üstün olacaklarını açıkça
ifade eden âyetler inmiştir. “Yüce Allah bu âyetlerden birinde şöyle buyuruyor:
“Andolsun,
peygamber olarak gönderilenler hakkında şu sözümüz geçmiştir (hükmümüz yerine
gelecektir): Onlar elbette yardım göreceklerdir. Ve hiç şüphesiz üstün gelecek
olanlar da bizim askerlerimizdir. Bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
(Başlarına geleceği) gözetle. Nitekim onlar da yakında göreceklerdir. Onlar
azabımızın çarçabuk gelmesi mi istiyorlar? Fakat (azap) onların alanlarına
inince uyarılanların sabahları ne kötü olur!” (Saffat, 37/171-177)
Bir âyette de şöyle buyuruyor:
“Yakında o
topluluk bozulacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.” (Kamer, 54/45)
Yine bir âyette de şöyle buyuruyor:
“Onlar
burada (çeşitli) fırkalardan oluşan bozguna uğratılmış bir ordudur.” (Sâd, 38/11)
Habeşistan’a hicret edenler hakkında da şu âyet
inmiştir:
“Zulme
uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada güzelce
yerleştireceğiz. Ahiret karşılığı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi!” (Nahl, 16/41)
(Kitapsız) İranlılarla (Kitap ehli) Bizanslılar
arasında savaş başladığında inkârcılar, müşrik olmaları dolayısıyla İranlıların
üstün gelmelerini istiyorlardı. Müslümanlar da, Allah’a, peygamberlere, vahye,
kitaplara ve ahiret gününe inanmaları dolayısıyla Bizanslıların üstün
gelmelerini arzuluyorlardı. Ancak bu çarpışmada İranlılar üstün geldi. Ardından
Yüce Allah, birkaç yıl içinde Bizansların üstün gelecekleri müjdesini indirdi.
Ancak sadece bu müjdeyi vermekle yetinmedi. Bir başka müjdeyi de açık bir
şekilde verdi. O da mü’minlerin zafer elde edecekleri müjdesiydi. Bu anlamda da
şöyle buyurdu:
“O gün
Müslümanlar sevinirler. Allah’ın yardımıyla.” (Rum, 30/4-5)
Bizzat Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de, zaman zaman buna benzer müjdeler
veriyordu. Hac döneminde insanlar bölgeye toplandıklarında, Ukaz, Micenne ve
Zu’l-Mecaz’da mesajını iletmek için insanlar arasında konuşmalar yapardı. Bu
konuşmalarında sadece cennet müjdesini vermekle yetinmiyordu. Aynı zamanda
gayet açık bir ifadeyle şunları bildiriyordu:
“Ey
insanlar! “Allah’tan başka ilâh yoktur” deyin başarıya erersiniz. Arapların
yönetimini ele geçirirsiniz. Sizinle birlikte Arap olmayanlar da sizin dininize
girer. Öldüğünüz zaman da cennette sultanlar olursunuz.”[148]
Habbab Radıyallahu
anh’a şöyle demişti:
“Vallahi,
Allah muhakkak bu işi sonuca erdirecektir. Hatta bir binekli San’a’dan
Hadramevt’e kadar gidecek ve Allah’tan ve -ravinin açıklamasında şu ifade de yer
almaktadır: “Koyunlarına kurtların
saldırmasından”- başka bir şeyden korkmayacaktır.” Bir rivayette ayrıca şu
fazlalığa yer verilmiştir: “Ama siz acele
ediyorsunuz.”[149]
1. Kitaptan ve sahih
sünnetten birçok delil dünya ve âhirette hayırlı sonucun takva sahiplerinin
olacağını göstermektedir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Sonuç
(Allah’ın azabından) sakınanlarındır.” (Kassas, 28/83)
“Şüphesiz
biz peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında da şahitlerin
duracakları günde de yardım ederiz.” (Mü’min, 40/51)
“Allah:
“Elbette ben ve peygamberlerim galip geleceğiz” diye yazmıştır. Şüphesiz Allah
güçlüdür, yücedir.” (Mücadele,
58/21)
“Peygamberini
hidayetle ve onu bütün dinlere üstün kılmak için hak dinle gönderen O’dur.
Şahit olarak Allah yeter.” (Fetih, 48/28)
el-Albâni şöyle diyor: “Bu âyeti kerime bize
geleceğin İslâm’ın olacağını müjdelemektedir. Bu âyetin ifade ettiği anlam
İslâm’ın gelecekte hâkimiyeti ve üstünlüğü ele geçireceği ve diğer bütün
dinlere üstün çıkacağını gösteriyor. Bazıları bunun Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, râşid halifeler
ve salih sultanlar döneminde gerçekleştiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak öyle
değildir. Onların zanlanlarında bu âyette vaadedilenlerin sadece bir kısmı
gerçekleşmiştir. Nitekim Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem de bir hadisinde buna şu şekilde işâret etmiştir:
“Lât ve
Uzza’ya ibadet edilmedikçe gece ve gündüz gitmez Kıyamet kopmaz.” Aişe Radıyallahu anha dedi ki:
“Ey Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem! Ben sanıyordum ki, Yüce Allah: “Peygamberini hidayetle ve onu bütün dinlere
üstün kılmak için hak dinle gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.” diye
buyurunca bu tamamen gerçekleşti.” Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’de şöyle buyurdu:
“Şüphesiz
bu (Allah’ın dininin üstünlüğü) Allah dilediği kadar sürecektir. Sonra...”[150]
İslâm’ın ne derece üstünlük sağlayacağını ve ne
kadar yayılacağını gösteren daha başka hadisler de rivayet edilmiştir. Bunlar,
Allah’ın izniyle ve yardımıyla geleceğin İslâm’ın olacağı hakkında hiçbir şüphe
bırakmamaktadır. Burada bu hadislerden mümkün olduğu kadar bir kısmını vermeye
çalışacağım. Umarım bunlar İslâm için çalışanların gayretlerinin bilenmesine
vesile olur, ümitsizliğe düşmüş ve bir çaba içine girmekte yarar görmeyenlere
karşı da delil olur.
Birincisi: “Allah benim için yeri
dürdü ve doğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin hâkimiyeti benim için
dürülen yerlere kadar ulaşacaktır.”[151]
İkincisi: “Bu dava geceyle gündüzün ulaştığı yerlere kadar ulaşacaktır. Allah
çamurdan veya kıldan bir ev bırakmaksızın hepsine bu dini sokacaktır. Ya
yücenin yüceltilmesiyle ya da aşağılığın aşağılanmasıyla bu olacaktır.
Yücelikte Allah İslâm’ı yüceltecek, zilletle de küfrü aşağılık kılacaktır.”[152]
Üçüncüsü: “Ebu Kabil’in şöyle
söylediği rivayet edilmiştir:
“Abdullah bin Amr bin As Radıyallahu anh’ın yanında bulunuyorduk.
“Hangi şehir daha önce fethedilecektir.
Konstantiniyye mi yoksa Rumiye mi?” diye soruldu. Abdullah etrafında halkalar
olan bir sandık istedi. İçinden bir kitap çıkardı. Abdullah dedi ki:
“Biz Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in etrafında yazı yazarken bir ara
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e
“Hangi şehir daha önce fethedilecektir.
Konstantiniyye mi yoksa Rumiye mi?” diye soruldu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’de şöyle
buyurdu:
“Hirakl’ın
şehri önce fethedilir. Yani Konstantiniyye.”[153]
el-Albâni diyor ki: “Mu’cemu’l-Buldan’da da bildirildiği üzere Rumiye ile kastedilen
Roma’dır. Bu şehir bugün İtalya’nın başkentidir. Bilindiği üzere birinci fetih
Osmanlı sultanı Muhammed Fatih’in eliyle gerçekleşti. Bu olay Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in haber
vermesinin üzerinden sekiz yüzyıldan fazla bir zaman geçtikten sonra
gerçekleşti. Allah’ın izniyle ikinci fetih de gerçekleşecektir ve bu kesindir.
Bu haberin doğruluğunu bir süre sonra göreceksiniz. Şüphesiz ikinci fethin
gerçekleşmesi İslâm ümmetine yeniden râşid halifeliğin dönmesini
gerektirmektedir.
Dördüncüsü: “Peygamberlik (yani peygamber dönemi) sizin içinizde Allah’ın sürmesini
dilediği kadar bir süre sürer. Sonra Allah onu kaldırmayı dilediğinde kaldırır.
Sonra peygamberlik çizgisi üzere giden halifelik olur. Bu da Allah’ın devam
etmesini dilediği kadar bir süre devam eder. Sonra Allah kaldırmayı dilediğinde
onu da kaldırır. Sonra baskıcı krallık gelir. Bu da Allah’ın devam etmesini
dilediği kadar bir süre devam eder. Sonra Allah kaldırmayı dilediğinde onu da
kaldırır. Sonra peygamberlik çizgisi üzere giden halifelik olur.” Bunu
dedikten sonra sustu.”[154]
özetlenerek.[155]
2. Bazen hak üzere
olanların amelde kusur etmeleri ve görevlerini gereği gibi yerine getirmemeleri
dolayısıyla bazı dönemlerde bâtıl üstün çıkabilir. Nitekim Uhud olayında
bazılarının Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in emrine aykırı hareket etmeleri dolayısıyla Müslümanların
yenilgiye uğratılmaları üzerine Ebu Süfyân:
“Bedir gününe karşı bir gün. Savaşlar birbirini
izler” demişti. Ancak bâtılın üstünlük sağladığı bu tür gelişmelerin sonucu ve
vardığı nokta farklıdır. Cehenneme gideceklerle cennete gidecekler bir
değildir. Bundan dolayıdır ki Ömer Radıyallahu
anh, Ebu Sufyân’a verdiği cevapta şöyle demişti:
“Ama bizim ölülerimiz cennette sizin ölüleriniz
ise cehennemdedir.”[156]
Kâfirlere karşı yapılan savaşta Müslümanların
tarafından kim öldürülürse o şehiddir. Allah’ın cennetine götürülür. Kâfirler tarafından olup öldürülenler
ise cehenneme ve acıklı azaba iletilirler. İki kitle arasında ne kadar büyük
bir fark olduğunu gör. Ayrıca kesin sonuç mutlaka Müslümanların lehine
olacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Ve hiç
şüphesiz üstün gelecek olanlar da bizim askerlerimizdir.” (Saffat, 37/173)
Mesele bizim Allah’ın ihlaslı askerleri olup
olmadığımız meselesidir. İşte asıl mesele budur. Eğer böyle olursak Allah’ın
bize yönelik vaadinin gerçekleşmesi kesindir. Yüce Allah ayeti kerimesinde
şöyle buyuruyor:
“Allah
sizden imân edip salih ameller işleyenlere, kendilerinden öncekileri hükümran
kıldığı gibi onları da yeryüzüne hükümran kılacağını vaad etti. Kendileri için
seçip beğendiği dinlerini onlar için güçlendirip yerleştirecek ve korkularından
sonra onları güvene kavuşturacaktır. Onlar bana ibadet eder, hiçbir şeyi bana ortak
koşmazlar. Bundan sonra kimler küfrederse işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.”
(Nur, 24/55)
Kutsal uyanışın gençleri kesin zaferi ve
hâkimiyeti, inatçılara, yalanlayanlara, yahudilere, hıristiyanlara ve onların
münâfıklardan olan dostlarına boyun eğdirileceğini müjdeleyen bu açık
ifadelerle sevinsinler. İnsanları Allah’ın yolundan alıkoyan ve onda eğrilik
bulmaya çalışan Allah düşmanları da dünyada yenilgi ve helâkin, ahirette de
azabın müjdesini alsınlar.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“İnkâr
edenler mallarını, Allah’ın yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar
da. Sonra bu onlar için yürek acısı olacak, sonra yenilecekler ve inkâr edenler
cehenneme sürüleceklerdir.” (Enfal, 8/38)
Allah’ın izniyle bu kutsal dönemin genel
özelliklerini açıkladıktan sonra, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in temiz soluklarının yakınlığından
mahrum olmamak için bu dönemin önemli olaylarına ışık tutacağız. Böylece
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
sıkıntılarını ve ızdıraplarını onunla birlikte yaşayacak, hissedeceğiz.
Bu önemli olaylar özetle şunlardır:
1. Hamza bin
Abdilmuttalib’in Müslüman olması.
2. Birinci Habeşistan
hicreti.
3. Ömer bin Hattab Radıyallahu anh’ın Müslüman olması.
4. İkinci Habeşistan
hicreti.
5. Zulüm belgesi ve genel
boykot.
6. Hatice Radıyallahu anha’nın ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in amcası Ebû
Tâlib’in vefatı.
7. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Tâif’e
yolculuğu.
8. İsrâ ve Mirac olayı.
9. Birinci Akabe bey’atı.
10. İkinci Akabe bey’atı.
Şimdi bu önemli olayları açıklamaya başlayalım.
Yardım edecek olan Allah’tır. Yalnız O’na güveniyoruz.
Bulutlarla dolu ufuktan ortalığı aydınlatacak
bir şimşeğin çakması kuvvetli ihtimaldir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e yönelik sözü edilen eziyet ve alay,
onun amcası ve süt kardeşi Hamza Radıyallahu
anh’ın Müslüman olmasına sebep olmuştur. Hamza Radıyallahu anh’ın Müslüman olmasının sebebi hakkında şöyle bir
rivayet nakledilmiştir: “Bir câriye Ebu
Cehl’in, kardeşinin oğluna eziyet etmesinden dolayı onu (Hamza’yı) kınadı.
Bunun üzerine o Ebu Cehl’e doğru yöneldi, ona kızdı ve sövdü.
“Ben onun dini üzere olduğum halde sen
Muhammed’e nasıl söversin?” dedi. Suratını da feci bir şekilde yaraladı. Hamza Radıyallahu anh’ın başlangıçtaki
Müslümanlığı bir tarafgirlik duygusuyla olmuştu. Ancak daha sonra Allah onun
gönlünü yakîn nuruyla açtı ve böylece mü’minlerin seçkinlerinden oldu.[157]
Muhammed bin Ka’b el-Kurazi’nin şöyle söylediği
rivayet edilmiştir: “Hamza Radıyallahu
anh’ın Müslümanlığı hamiyet (akrabaya olan tutkunluk ve tarafgirlik)
duygusuyla olmuştu. Haremden çıkıp avlanırdı. Döndüğünde Kureyşlilerin toplandıkları
yerlere uğrardı. Onlar Safa ve Merve civarında otururlardı. Hamza Radıyallahu anh onların yanına uğrar:
“Şöyle şöyle oklar attım, şöyle şöyle yaptım” derdi. Sonra da evine giderdi.
Bir gün yine avından döndü. Bir kadın karşısına çıktı ve:
“Kardeşinin oğlu, Ebu Cehl tarafından nasıl
muamelelere tabi tutuldu (biliyor musun?) Kendisine sövdü, tartakladı ve şöyle
şöyle yaptı” dedi. Hamza Radıyallahu anh:
“Onu gören biri oldu mu?” diye sordu. Kadın:
“Vallahi bütün herkes gördü” dedi. Bunun üzerine
ilerleyerek Safa ve Merve civarındaki söz konusu meclisin yanına gitti. Onlar
oturuyorlardı. Ebu Cehl de aralarında bulunuyordu. Hamza Radıyallahu anh yayına dayandı ve:
“Şöyle şöyle oklar attım, şöyle şöye yaptım”
dedi. Sonra iki eliyle birden yayını tuttu ve onunla Ebu Cehl’in iki kulağının
arasına vurdu. Kulak ibiğini yardı. Sonra şöyle dedi:
“Sen onu yayla diğerini de kılıçla al. Ben onun
Allah’ın peygamberi olduğuna şehadet ediyorum. Onun Allah’tan getirdiği her
şeyin gerçek olduğuna şehadet ediyorum” Oradakiler:
“Ey Ebu Ammâre! O bizim ilâhlarımıza sövdü.
(Bizim nazarımızda) Sen ondan üstün olduğun halde şayet sen de olsaydın yine de
seni doğrulamazdık. Bu senin yaptığın bir aşırılıktır ey Ebu Ammâre!” dediler.[158]
İlim adamlarının çoğunluğuna göre bu olay
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
peygamberlikle görevlendirilmesinin beşinci yılının Receb ayında
gerçekleşmiştir. Hicret edenler on erkekten ve dört kadından oluşuyorlardı.
Başkanları da Osman bin Affan Radıyallahu
anh’dı. Beraberinde Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in kızı Rukiyye Radıyallahu
anha da vardı. Bu grubun içerisinde Ebu Seleme, Ummu Seleme, Ebu Sibre bin
Ebi Ruhm ve eşi Ummu Külsüm, Amir İbn Rebi’a ve eşi Leylâ, Ebu Huzeyfe bin Utbe
bin Rebi’a ve eşi Sehle binti Suheyl, Abdurrahman bin Avf, Osmân bin Maz’un,
Mus’ab bin Umeyr, Suheyl bin Beydâ ve Zubeyr bin Avvam da vardı. Bunların
çoğunluğu Kureyş’tendi. Deniz kenarına ulaştıklarında bir gemi kiraladılar ve
bu gemi kendilerini istedikleri yere ulaştırdı. Müşriklerden kendilerine
dokunacak işkencelerden emin bir şekilde orada bir süre kaldılar. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte
ise az sayıda (Müslüman) kaldı.
Abdullah bin Mes’ud Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Ömer Radıyallahu anh Müslüman olduğundan beri
hep güçlü kimseler olmuşuzdur.”[159]
Ömer Radıyallahu
anh’ın Müslüman olması birinci Habeşistan hicretinden sonra
gerçekleşmiştir. Bazı ilim adamlarının tercih ettiği görüşe göre bu olay ilk
hicrette hicret edenlerin Mekke’ye geri dönmelerinin sebeplerinden biri
olmuştur.
Ömer Radıyallahu
anh’ın Müslüman olması olayı ise şöyle gerçekleşmiştir:[160]
“Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’ın
şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Ben Ömer Radıyallahu anh’in herhangi bir konuda: “Ben bunun şöyle olduğunu
sanıyorum” deyip de onun dediği gibi çıkmadığını görmedim. Ömer Radıyallahu anh otururken güzel bir adam
yanından geçti. Ömer Radıyallahu anh
dedi ki:
“Ya ben kanaatimde hata ettim yahut bu
cahiliyedeki dini üzeredir. Veya bu onların kâhinleriydi. Adamı bana çağırın.”
Adam yanına çağrıldı. Ona bunu söyledi. (Adam):
“Bugünkü gibi bir Müslüman adamın karşılandığını
görmedim” dedi. (Ömer):
“Sorduğum şeyi mutlaka bana bildirmeni
istiyorum” dedi. (Adam):
“Cahiliye döneminde onların kâhinleriydim” dedi.
“Cinlerinin sana getirdikleri içinde en garib
olanı neydi?” diye sordu. Adam şöyle söyledi:
“Bir gün ben çarşıdayken cinnim beni büyük
hayrete düşürdüğünü bildiğim bir şey getirdi. Dedi ki:
“Cinleri ve onların yoldan çıkarmalarını,
alıştırdıktan sonra ümitsiz bırakmalarını, develerin ve semerlerinin üstüne
binmelerini gördün mü?” Ömer Radıyallahu
anh dedi ki:
“Ben onların ilâhlarının yanında uyurken bir
adam bir buzağı getirip kesti. Bir kimse de şiddetle bağırdı ki, ondan daha
yüksek sesle bağıran birini görmemiştim.
“Ey çarpışma! Kurtarıcı iş! Edebi konuşan adam!
diye seslendi. Yine: “Senden başka ilâh yoktur” diyordu. Kalktım. Ondan sonra:
“Şu peygamberdir” deninceye kadar çarpışmaya
girmedik.[161]
Hafız İbn Hacer diyor ki: “(Buhari) bu hikayeyi
Ömer Radıyallahu anh’ın Müslüman
olması bâbı’nda Aişe Radıyallahu anha’dan
rivayet edildiği şekliyle ve Talha’nın Ömer Radıyallahu
anh’den rivayet ettiği şekilde vermiştir. Çünkü (bildirildiğine göre) bu
olay Ömer Radıyallahu anh’ın Müslüman
olmasına sebep olmuştur.[162]
Onun Müslüman olmasının sebeplerinden biri de Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in duasıdır. Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’den rivayet edildiğine
göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle demişti:
“Ey Allah’ım! İslâm’ı şu iki adamdan sana en
sevimli olanıyla, Ebu Cehl’le ve Ömer bin Hattab’la üstün kıl.” (İbn Ömer) Radıyallahu anh dedi ki:
“Onların Allah’a en sevimli olanları Ömer Radıyallahu anh’dı.”[163]
Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Ömer Radıyallahu anh Müslüman olunca insanlar
evinin etrafında toplandı ve: “Ömer dininden çıktı” dediler. Ben de o zaman
genç bir çocuktum ve evin damında bulunuyordum. O sırada üzerinde ipek bir
hırka bulunan bir adam geldi ve:
“Ömer dininden mi çıktı?” Bu da neyin nesi?” Ben
onun komşusuyum” dedi. İnsanlar onu görünce dağıldılar. Ben:
“Bu kimdir?” diye sordum.
“As bin Vâil” dediler.”[164]
Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Ömer bin
Hattab Radıyallahu anh Müslüman
olduğunda Kureyşliler onun Müslüman olduğunu bilmiyordu. O,
“Mekke halkı içinde bir haberi en hızlı
yayabilen kimdir?” diye sordu.
“Cemil bin Ma’mer el-Cumhi” dediler. Onun yanına
gitti. Ben de kendisiyle beraberdim. Peşinden gidiyordum. Duyduğumu ve
gördüğümü anlayabiliyordum. Adamın yanına vardı ve:
“Ey Cemil! Ben Müslüman oldum” dedi. Vallahi
adam bir tek söz söylemeden Mescidi Haram’a gitmek üzere kalktı. Kureyş
topluluklarına seslendi ve:
“Ey Kureyş halkı! İbn Hattab dinden çıktı” dedi.
Ömer Radıyallahu anh de:
“Yalan söylüyor. Aksine ben Müslüman oldum ve
Allah’a iman ettim. O’nun elçisini doğruladım” dedi. Kureyşliler onun üzerine
üşüştüler. O güneşin ışıkları başlarında kararmaya başlayıncaya kadar
kendileriyle vuruştu. Sonra Ömer Radıyallahu
anh biraz durdu ve oturdu. Ötekiler başına durdular. Ömer Radıyallahu anh onlara:
“Ne istiyorsanız yapın. Vallahi eğer üç yüz adam
olsaydık ya siz Mekke’yi bize bırakırdınız veya biz onu size bırakırdık” dedi.
Onlar böyle başında toplanmış dururlarken üzerinde ipek bir cübbe ve mavimsi
gömlek bulunan bir adam geldi.
“Ne oluyor size?” diye sordu.
“İbnu Hattab dininden çıktı” dediler. Adam:
“Bırakın. Bir adam kendisi için bir din seçmiş.
Siz Adiy oğullarının adamlarını size bırakacaklarını mı sanıyorsunuz?” dedi.
Bunun üzerine adeta üzerinden çıkarılmış bir elbise gibi oldular (etrafından
dağıldılar). Ben daha sonra kendisine Medine’de:
“O gün senin etrafına toplananları dağıtan adam
kimdi?” diye sordum.
“Oğlum o, Âs bin Vâil’di” dedi.”[165]
Kıymetli muhacirler (Allah kendilerinden razı
olsun) Mekke’de Müslümanlara uygulanan baskının biraz hafiflediğini sandılar.
Gurbet hayatı da kendilerine ağır geldi. Dolayısıyla geri döndüler. Ancak
kendilerine ulaşan haberlerin doğru olmadığını gördüler. Müslümanlar üzerindeki
baskı daha da artmıştı. Bu yüzden Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendilerine tekrar hicret etmeleri için
işaret vermekten başka bir yol bulamadı.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in hanımı Ummu Seleme binti Ebi Umeyye bin Muğire’nin şöyle
söylediği rivayet edilmiştir: “Habeşistan toprağına ayak bastığımızda orada
hayırlı bir komşuya, Necaşi’ye komşu olduk. Dinimiz hakkında güvene kavuştuk.
Eziyet edilmeden ve hoşumuza gitmeyecek bir söz duymadan Allah’a kulluk ettik.
Bunun haberi Kureyş’e ulaştığında aralarında görüştüler ve bizim hakkımızda
Necaşi’ye iki etkili adam ve onlarla birlikte Mekke mallarından seçecekleri
çeşitli hediyeler göndermeye karar verdiler. Hazırladıkları hediyelerin en hoş
olanlarından biri çok güzel bir şekilde işlenmiş ceylan derisiydi. Necaşi’nin
patriklerinden hiçbirini müstesna tutmaksızın hepsine birer hediye
hazırlamışlardı. Sonra bunlarla Abdullah bin Ebi Rebi’a ile Amr bin As’ı
gönderdiler. Onlara ne yapmaları gerektiğini bildirdiler. Dediler ki:
“Onların (gidenlerin) hakkında Necaşi’yle
konuşmadan önce her bir patriğe hediyesini verin. Sonra Necaşi’nin hediyelerini
takdim edin. Sonra ondan gidenleri kendileriyle hiç konuşmadan size teslim
etmelerini isteyin.” O iki kişi yola çıktı. Necaşi’nin yanına vardılar. Biz de
onun yanında, hayırlı bir komşunun yanında hayırlı bir yuvada bulunuyorduk.
Gelenler Necaşi’yle konuşmadan önce patriklerden hiçbirini müstesna tutmaksızın
hepsine hediyelerini verdiler. Her bir patriğe şöyle dediler: “Kralın yurduna
içimizden akli durumları pek yerinde olmayan genç yaşta bazı kimseler
sığındılar. Bunlar kavimlerinin dinlerinden çıktılar. Sizin dininize de
girmediler. Bizim de sizin de bilmediğiniz yeni bir din ortaya çıkardılar. Bizi
krala, onları bize vermesi için kavimlerimizin ileri gelenleri gönderdiler. Biz
onların hakkında kralla konuştuğumuzda siz krala, hiç kendileriyle konuşmadan
onları bize teslim etmesi yönünde fikir veriniz. Onların kavimleri kendilerini
daha yakından tanımakta ve daha iyi düşünmektedir. Kendilerini kötülemelerine
sebep olan şeyi daha iyi bilmektedirler.” Onlar da kendilerine:
“Evet” dediler. Sonra o iki kişi hediyelerini
Necaşi’ye takdim ettiler. Necaşi onların hediyelerini kabul etti. Sonra onlar
kendisiyle konuşmaya başladılar ve şöyle dediler:
“Ey Kral! Senin yurduna içimizden akli durumları
pek yerinde olmayan genç yaşta bazı kimseler sığındılar. Bunlar kavimlerinin
dinlerinden çıktılar. Senin dinine de girmediler. Bizim de senin de bilmediğin
yeni bir din ortaya çıkardılar. Bizi sana, onları kendilerine geri vermen için
kavimlerimizin ileri gelenleri, bizzat kendi babaları, amcaları ve aşiretleri
gönderdiler. Onların kavimleri kendilerini daha yakından tanımakta ve daha iyi
düşünmektedir. Kendilerini kötülemelerine ve azarlamalarına sebep olan şeyi
daha iyi bilmektedirler.” Abdullah bin Ebi Rebi’a ve Amr bin As için Necaşi’nin
onların (muhacirlerin) sözlerini dinlemesinden daha sinirlendirici bir şey
yoktu. Etrafındaki patrikler hemen:
“Ey Kral! Bunlar doğru söylüyor. Onların
kavimleri kendilerini daha iyi bilir ve düşünür. Onları kötülemelerine sebep
olan şeyi kendileri daha iyi bilir. Onları bu iki kişiye teslim et. Yurtlarına
ve kavimlerine geri götürsünler” dediler. Necaşi buna kızdı ve şöyle söyledi:
“Hayır, Allah’a yemin olsun ki. öyleyse onları
bu iki kişiye teslim etmiyorum. Bir topluluk bana sığındıktan, benim yurduma
yerleştikten, benim dışımdakileri bırakıp beni seçtikten sonra kendilerini
çağırıp, bunların onlarla ilgili olarak ileri sürdükleri hakkında ne
dediklerini dinlemeden teslim etmem. Eğer durum bunların dediği gibiyse onları
kendilerine teslim eder ve kavimlerine geri gönderirim. Ama bunların dediğinden
farklıysa onları kendilerine vermem ve benim yanımda kaldıkları sürece
kendilerine iyi muamelede bulunurum.” Daha sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
sahabilerine adam gönderip onları yanına çağırdı. Kralın elçisi sahabilerin
yanına gelince toplandılar. Sonra birbirlerine:
“Adamın yanına çıktığınızda ne diyeceksiniz?”
diye sordular. (Görüşmeden sonra):
“Vallahi bildiğimizi ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bize
söylediğini söyleriz. Artık bundan dolayı ne olacaksa olsun” dediler.
Necaşi’nin yanına vardıklarında papazları da etrafına toplanmış ve etrafında
mushaflarını da açmışlardı. Necaşi sahabilere:
“Kendisi için kavminizin dinini terkettiğiniz,
benim dinime ve şu milletlerden hiçbirininin dinine girmeyip de kabul ettiğiniz
şu din nedir?” diye sordu. Krala karşı konuşan kişi Cafer bin Ebi Tâlib oldu.
Krala şu cevabı verdi:
“Ey Kral! Biz putlara ibadet eden, ölü hayvan
eti yiyen bir cahiliye toplumuyduk. Kötülükleri işler, akrabayla bağı koparır,
komşularımıza kötü muamele ederdik. İçimizde güçlü olan zayıf olanı yerdi. İşte
biz bu hal üzereyken Yüce Allah bize içimizden, nesebini, doğruluğunu, emanete
riayetini ve iffetini bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi, Allah’ı bir
bilmemiz ve O’na kulluk etmemiz, bizim ve atalarımızın Allah’tan başka
tapındığı taşları ve putları bırakmamız için Allah’a çağırdı. Bize doğru sözlü
olmamızı, emanetin hakkını yerine getirmemizi, akrabaya iyiliği, komşuya iyi
muamelede bulunmayı, haramlardan ve kan dökmekten uzak durmayı emretti. Bizi
kötülüklerden, yalan sözden, yetim malı yemekten, namuslu kadına iftirada
bulunmaktan nehyetti. Bize yalnız Allah’a kulluk etmemizi, O’na hiçbir şeyi
ortak koşmamamızı emretti. Aynı şekilde bize namazı, zekâtı ve orucu emretti.”
Bu şekilde ona İslâm’ın hükümlerini saydı. (Sonra sözüne şöyle devam etti.): “Biz
de onu doğruladık, kendisine iman ettik ve bize Allah’tan getirdikleri
konusunda kendisine uyduk. Yalnız Allah’a kulluk ettik ve hiçbir şeyi O’na
ortak koşmadık. Onun bize haram kıldığını haram saydık. Bize helal kıldığını da
helal bildik. Bunun üzerine kavmimiz bizim üzerimize geldi ve bize işkence
ettiler. Dinimizden dolayı, bizi Allah’a ibadetten tekrar putlara ibadete
çevirebilmek için, daha önce helal saydığımız pislikleri yeniden helal saymamız
için bize baskı yaptılar. Onlar bizi ağır bir baskıya maruz bırakınca, bize
haksızlık yapınca, iyice sıkıştırınca ve dinimizin gereğini yerine getirmemize
engel olunca senin yurduna geldik, başkalarına karşı seni tercih ettik. Sana
yakın olmayı istedik ve senin yanında haksızlığa uğratılmayacağımızı umduk, ey kral!”
Bunun üzerine Necaşi:
“Onun (peygamberin) Allah’tan getirdiğinden
yanında (ezberinde) bir şey var mı?” diye sordu. Ca’fer:
“Evet” dedi. Necaşi de:
“Onu bana oku” dedi. O da “Kaf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd”
(Meryem) suresinin baş tarafından bir miktar okudu. Vallahi bunun üzerine
Necaşi sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Aynı şekilde (Ca’fer Radıyallahu anh’in) kendilerine okuduğu
şeyleri duyunca kralın papazları da önlerindeki mushafları ıslanıncaya kadar
ağladılar. Sonra Necaşi şöyle söyledi:
“Şüphesiz bu ve İsa’nın getirdiği aynı kaynaktan
çıkmadır. Siz ikiniz çıkın gidin. Vallahi ben onları size teslim etmem ve onlar
da teslim olacak değillerdir.” O ikisi (Necaşi’nin) yanından çıktıklarında Amr
bin As:
“Vallahi yarın ona (Necaşi’ye) onların köklerini
söktürecek şeyleri söyleyeceğim” dedi. Bizim hakkımızda daha merhametli olan
Abdullah bin Ebi Rebi’a da:
“Böyle yapma. Onlar bize muhalefet yapmış
olsalar da içimizde onların akrabaları var” dedi. (Amr bin As yine de):
“Vallahi ona, onların Meryem oğlu İsa’nın kul
olduğunu ileri sürdüklerini söyleyeceğim” dedi. Sonra ertesi gün erkenden
(kralın) yanına gitti ve şöyle söyledi:
“Ey Kral! Onlar Meryem oğlu İsa hakkında çok
büyük bir söz söylüyorlar. Sen onlara bir adam gönderip kendilerine onun
hakkında ne söylediklerini sor.” Bunun üzerine Kral onun (İsa’nın) hakkında
soru sorması için onlara bir adam gönderdi. Böyle bir şey bizim hiç başımıza
gelmemişti. Cemaat toplandı. Sonra birbirlerine:
“Meryem oğlu İsa hakkında size soru sorulduğunda
onun hakkında ne diyeceksiniz?” diye sordular. (Sonra da) şöyle dediler:
“Vallahi Peygamberimizin onun hakkında getirmiş
olduğunu söyleriz. Artık bundan dolayı ne olacaksa olsun. (Necaşi’nin) yanına
girdiklerinde:
“Meryem oğlu İsa hakkında ne diyorsunuz?” diye
sordu. Ca’fer bin Ebi Tâlib de şöyle söyledi:
“Onun hakkında Peygamberimizin bize getirdiğini
söylüyoruz. O, Allah’ın kulu, peygamberi, ruhu ve kelimesidir. Allah onu bekâr
ve iffetli Meryem’e ilkâ etmiştir.” Bunun üzerine Necaşi eliyle yere vurdu,
oradan bir çalı parçası aldı ve şöyle söyledi:
“Vallahi Meryem oğlu İsâ senin söylediğinden şu
çalı parçası kadar bile farklı değildir.”[166]
1. Cezâiri diyor ki:
“Güzel sîretin bu döneminden çıkarılacak çeşitli neticeler ve ibretler vardır.
Bunları şu şekilde özetliyoruz: Hicretin meşru olduğu. Hicret ise kulun Allah’a
kulluk görevini yerine getirmekte zorlandığı küfür beldesinden herhangi bir
işkenceye maruz kalmadan Allah’a ibadet etme imkânı bulacağı bir yere göç
etmesidir. Burada aynı zamanda dedikoduların tehlikesi ortaya konmaktadır.
Çünkü muhacirler bunlara inanarak geri dönmüş sonra tekrar daha önce gördükleri
işkencenin aynısını görmüş dolayısıyla ikinci kez hicret etmek zorunda
kalmışlardır.”[167]
2. Bu olay Yüce Allah’ın
şu sözünü doğrulamaktadır:
“Kim
Allah’tan sakınırsa (Allah) onun için bir çıkış yolu var eder.” (Talak, 65/2)
Burada aynı zamanda Yüce Allah’ın veli kullarına
olan lütfu ve onları nasıl savunduğu ortaya konuyor. Nitekim bir âyetinde de
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz
Allah iman edenleri savunur.” (Hac, 22/38)
Bu olay Yüce Allah’ın şu sözünü de
doğrulamaktadır:
“Küfredenler
mallarını, Allah’ın yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar da.
Sonra bu onlar için yürek acısı olacak, sonra yenilecekler ve küfredenler
cehenneme sürüleceklerdir.” (Enfal, 8/36)
Burada aynı şekilde doğruluğun sonucu ortaya
konmakta, Cafer bin Ebi Tâlib ve beraberindekilerin nasıl Necaşi’ye karşı doğru
konuştukları, inançlarından bir şeyi gizlemedikleri ve böylece en güzel, en
övgüye değen bir sonuçla karşılaştıkları görülmektedir.
3. Olayda aynı zamanda
Necaşi’nin üstünlüğü de ortaya konmaktadır. Bu konuda Buhari’nin Cabir Radıyallahu anh’den rivayet etmiş olduğu
bir hadis de bulunmaktadır. Bu hadise göre, Necaşi öldüğünde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurdu:
“Bugün
salih bir adam öldü. Kalkın kardeşiniz Ashame için namaz kılın.”[168] Necaşi kelimesi
Habeşistan kralları için kullanılan lakabdır.
İmam Muhammed bin Yusuf Salihi eş-Şâmi şöyle demiştir:
“Ebu’l-Esved, Zuhri, Musa bin Ukbe ve İbn İshak şöyle demişlerdir:
“Kureyşliler, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in ashabının güven ve huzur buldukları bir ülkeye
yerleştiklerini, onlardan oraya sığınanların korunduklarını, öte yandan arkasında
ne olduğuna aldırmayan heybet sahibi Ömer Radıyallahu
anh’ın Müslüman olduğunu, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in sahabilerinin onu ve Hamza’yı kendilerine siper
edindiklerini -ki O ve Hamza Radıyallahu
anh Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in sahabileriyle birlikteydiler- ve İslâm’ın kabileler arasında
yayılmaya başladığını görünce aralarında bir görüş birliği yaptılar. Bu
konudaki ortak görüşleri Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’i öldürmekti. “Çocuklarımızı ve kadınlarımızı bize karşı fesada
sürükledi” dediler. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in kavmine de şöyle dediler:
“Bizden katkat diyet alın. Onu Kureyş’ten
olmayan biri öldürsün. Böylece siz de rahatlamış olursunuz.” Ancak kavmi Hâşim
oğulları bunu kabul etmedi. Muttalib bin Abdi Menâf oğulları da bu konuda
onlara destek oldular.
Kureyşliler, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kavminin kendini koruduğunu görünce
Kureyş’ten müşrik olanlar onlara karşı tavır almaya ve onları Mekke’den Vâdi’ye
(Şi’b’e çıkarmaya) karar verdiler. Bu konuda görüşbirliği yaptılar ve Hâşim
oğullarıyla Muttalib oğullarına karşı aralarında işbirliği yapacaklarına dair
bir yazı (anlaşma metni) yazmaya karar verdiler. Bu anlaşmaya göre onlardan kız
almayacak ve onlardan birine kız vermeyeceklerdi. Onlara bir şey satmayacak ve
onlardan bir şey satın almayacaklardı. Kendileriyle hiçbir anlaşma kabul
etmeyeceklerdi. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’i öldürmeleri üzere kendilerine teslim etmedikleri sürece
onlara hiçbir şekilde acımayacaklardı. Biraraya geldiklerinde bu konuda bir
metin yazdı ve bu metinde belirtilenlere uyacakları üzere aralarında anlaşma
yapıp birbirlerine söz verdiler. Daha sonra yazdıkları metni, kendi açılarından
daha çok bağlayıcı olması için Ka’be’nin duvarına astılar. Böylece onlarla
bütün ticari ilişkilerini kestiler. Onlara hiçbir yiyecek, giyecek bırakmıyor,
onlara birşey satmıyor ve ihtiyaçlarını da başkalarından satın alıyorlardı.
Kureyşliler bu uygulamayı başlatınca Hâşim oğulları ve Muttalib oğulları Ebu
Tâlib’in etrafına toplandılar ve mü’min olanları da kâfir olanları da onunla
birlikte bir vadiye toplandılar. Mü’min olan dini dolayısıyla kâfir olan da
kabile tutuculuğu (hamiyyeti) dolayısıyla buraya girdi. Sadece Hâşim
oğullarından Ebu Leheb, Kureyşlilerin tarafına geçti ve onlara destek verdi.
İbn İshak ve daha başkaları şöyle demişlerdir:
“Üç yıl süreyle bu hal üzere kaldılar. İyice zor duruma düştüler. Kureyş’ten
kendilerini ziyaret etmek ve onlara bir şey getirmek isteyen kimse bunu ancak
gizlice ve başkalarından saklayarak yapabiliyordu.”[169]
İbn Kesir de şu bilgileri veriyor:
“Daha sonra Kureyşlilerden bazıları bu anlaşmayı
bozmaya çabaladı. Anlaşmanın bozulması görevi Hişâm bin Amr bin Rebi’a bin
Hâris bin Hubeyyib bin Cuzeyme bin Mâlik bin Hisl bin Amir bin Luey’e verilmişti.
Konuyla (anlaşmanın bozulması konusuyla) ilgili olarak Mut’ım İbn Adiy’e ve
Kureyş’ten bir topluluğun yanına giti. Ona bu konuda olumlu cevap verdiler.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
de kendi kavmine, Yüce Allah’ın o yazı metnine bir kurt saldığını ve o kurdun
Allah ibareleri dışındaki bütün yazıları yediğini haber verdi. Gerçekten de
öyle olmuştu. Sonra Haşim oğulları ve Muttalib oğulları Mekke’ye döndüler ve
Ebu Cehl Amr bin Hişâm’ın itirazına rağmen barış sağlandı.[170]
Bu noktada karşımıza şu soru çıkmaktadır: Haşim
oğulları ve Muttalib oğulları mü’minleriyle, kâfirleriyle bu şiddetli sıkıntıya
ve apaçık belâya nasıl katlanabilmişlerdir?
Bu sorunun cevabı şudur: En yüce, en ulu ve en
çok hikmet sahibi olan Allah daha iyi bilir de, müşrikler inanç ve din konusunu
dikkate almadan, asabiyetleri (tarafçılıkları), yakınlara ve akrabaya olan
hamiyyetleri ve Muhammed Sallallahu
aleyhi vesellem’i, Kureyş’in Hâşim oğullarıyla Muttalib oğulları dışında
kalanlara teslim ederek onu öldürmelerine ve kendisine haksızlık etmelerine
fırsat vermeleri durumunda içine düşecekleri aşağılığı kabul etmek istememeleri
dolayısıyla buna katlanmışlardır.[171]
Müslümanların katlanmalarının birkaç sebebi
vardı. Bunlar:
1. Sevgisi kalplerini
kuşatmış olan Allah inancı: Bu inanç dolayısıyla, çektikleri sıkıntı ve maruz
kaldıkları işkence Allah’ın rahmet ve lütfunu kazandıracak sebeplerden olduğu
sürece bedenlerine eziyet edilmesine aldırış etmiyorlardı. Hirakl, Ebu Sufyân
bin Harb’e Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in sahabileri hakkında şu soruyu sormuştu:
“Onlardan biri o dine girdikten sonra dininden
dönüyor mu?” O da:
“Hayır” cevabını vermişti. Bunun üzerine Hirakl
şöyle demişti:
“Sevgisi kalplere girdiğinde iman da böyledir.”[172]
2. Çeşitli faziletleri
üzerinde taşıyan, kusurları olmayan ve basitliklerden de uzak olan bir önderin
varlığı: Şüphesiz onların sabretmelerinin ve başarıya ulaşmalarının en önemli
sebeplerinden biri böyle bir önderin varlığıydı. Nitekim İbn Kesir de şöyle
söylemiştir: “Kureyşliler Hubeyb Radıyallahu
anh’ı asacakları zaman darağacına çıkardılar ve:
“Şu an Muhammed’in senin yerinde olmasını ister
miydin?” diye sordular. O da şöyle söyledi:
“Büyük Allah’a yemin olsun ki, benim
kurtarılmama karşılık olarak ayağına bir diken batırılmasını bile istemem.” Bu
söz üzerine oradakiler güldüler.
Bu konuda bir şair de şöyle diyor:
“Kureyş bir Müslümanı esir etti.
Hiç korkmadan cellâdına yürüdü.
Sordular: “İster miydin, sen kurtuluşa erseydin
de,
Sana fidye olarak Peygamber öldürülseydi?”
O da şu cevabı verdi: “Asla! İstemezdim ki,
Ben en zor durumdan kurtulsaydım da
Muhammed’in burnu kanasaydı.”
İşte ona olan sevgilerinin etkisiyle onlar,
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
bir tek tırnağının acımaması için boyunlarının ipe gitmesine razı oluyorlardı.
3. Sorumluluk duygusu:
Safiyyurrahman el-Mubârekfuri şöyle diyor:
“Sahabiler, bir insanın üzerinde ne kadar büyük ve önemli bir sorumluluk
olduğunun tam bir şekilde farkındaydılar. Aynı zamanda bu sorumluluktan hiçbir
durumda kaçılamayacağını ve yan çizilemeyeceğini de biliyorlardı. Bu
sorumluluğu taşımaktan kaçılması yüzünden doğacak sonuçlar, içinde bulundukları
sıkıntılı durumdan daha ağır, daha katı ve daha çok zararlı olacaktı. Bu
sorumluluktan kaçılması sonrası ortaya çıkacak zarar onların hepsini ve bütün
insanlığı birden etkileyecekti. Bu ise, söz konusu duruma katlanmaları
dolayısıyla karşılaştıkları sıkıntılarla kıyaslanamayacak derecede ağır
olacaktı.”[173]
4. Kur’an’ın ve Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem’in
kendilerini Allah’ın rahmetiyle ve hoşnutluğuyla müjdelemesi, kâfirlerin ise
azap göreceklerini bildirmesi. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“O gün
yüzleri üzere ateşe sürüklenecekler. “Cehennemin dokunuşunu tadın.” (Kamer, 54/48) Aynı
şekilde sahabiler zaferle, dünyada hâkimiyeti ele geçirilmekle müjdelenmiş,
kâfirlerin ve yalanlayıcıların ise helâk edilecekleri haber verilmişti.
Şüphesiz bu dört etken sabır ve kararlılıkta en
güçlü etkenlerdendir.
İbn İshak şöyle diyor: “Daha sonra Hatice binti
Huveylid Radıyallahu anha ve Ebu
Tâlib aynı yıl içinde vefat ettiler. Hatice Radıyallahu
anha’nın ve ardından da amcası Ebu Tâlib’in vefatıyla Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem birbirini
izleyen musibetlerle karşı karşıya geldi. Hatice Radıyallahu anha onun için İslâm konusunda sadık bir yardımcıydı.
Sıkıntılarını ona açıyordu. Amcası da kendisini davasında koruyor, kavmine
karşı savunuyor ve onlara engel oluyordu. Bu olaylar Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Medine’ye
hicretinden üç yıl önce meydana geldi. Ebu Tâlib vefat edince, Kureyşliler,
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e
onun sağlığında yapmaya cesaret edemedikleri eziyetler etmeye başladılar.”[174]
Museyyib’den rivayet edildiğine göre Ebu Tâlib
can çekişirken Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem yanına girdi. Yanında Ebu Cehl de vardı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:
“Ey
amcacığım! Allah’tan başka ilâh yoktur” de bu
sözü Allah katında senin için bir hüccet olarak göstereyim” diye buyurdu.
Bunun üzerine Ebu Cehl ve Abdullah, İbn Ebi Umeyye:
“Ey Ebu Tâlib! Abdulmuttalib’in dininden dönüyor
musun” dediler. Bu sözü sürekli tekrar ettiler. Sonunda Ebu Tâlib son söz
olarak:
“Abdulmuttalib’in dini üzere” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle
buyurdu:
“Nehy edilmediğim
sürece senin için Allah’tan mağfiret dileyeceğim.” Ancak daha sonra şu
âyet indi: “Cehennemlik oldukları belli
olduktan sonra, akraba bile olsalar Allah’a ortak koşanlar için mağfiret
dilemek Peygambere ve mü’minlere yaraşmaz.” (Tevbe, 9/113) Ayrıca şu âyet
indi: “Sen sevdiğini doğru yola
iletemezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola iletir ve O doğru yola
erecekleri daha iyi bilir.” (Kasas, 28/56)[175]
Abbas bin Abdilmuttalib’den rivayet edildiğine
göre o Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’e:
“Amcana bir faydan olmadı mı? Oysa o seni
koruyor ve senin için (başkalarına) kızıyordu” dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle
buyurdu:
“O
cehennemin hafif bir bölgesindedir. Eğer ben olmasaydım cehennemin en alt
tabakasında olurdu.”[176]
İbnu’l-Cevzi’nin rivayet sahiplerinin
tesbitlerini birleştirirken tercih ettiği görüşe göre Hatice Radıyallahu anha’nın vefatı Ebu Tâlib’in
vefatından yaklaşık iki veya üç ay sonra olmuştur.[177]
O (yani Hatice Radıyallahu anha
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
peygamberlikle görevlendirilişinin onuncu yılının Ramazan ayında vefat etti.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
aynı yılın Şevval ayında da Sevde binti Zem’a ile evlendi. O da daha önce
evlenmiş olan kadınlardandı ve ikinci Habeşistan hicretine katılmıştı. Kocası
Sekrân bin Amr da Habeşistan toprağında veya Mekke’ye döndükten sonra vefat
etmişti.
İbn İshak şöyle diyor: “Ebu Tâlib vefat edince,
Kureyşliler, Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’e amcası Ebu Talib’in sağlığında yapmaya cesaret edemedikleri
eziyetler etmeye başladılar. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem de Sakif’ten bir destek aramak, onların kendisini kavmine
karşı korumalarını sağlamak amacıyla ve onların kendisinin Allah’tan getirdiği
şeyleri kabul edecekleri ümidiyle Tâif’e gitti. Bu niyetle yalnız başına
onların yanına gitti.”[178]
Urve’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hanımı
Aişe Radıyallahu anha kendisine şöyle
bildirmiştir: “O (yani Aişe Radıyallahu
anha Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’e:
“Uhud gününden daha şiddetli bir gün başına
geldi mi?” diye sordu. O da şöyle buyurdu:
“Ben senin
kavminden bir çok sıkıntılar gördüm ancak, onlardan Akabe günü çektiğimden daha
şiddetlisini görmedim. O zaman İbn Abdi Yâlîl bin Abdi Kulâl’e durumumu
arzetmiştim. O ise benim isteğimi kabul etmemişti. Ben de üzüntülü bir halde
yüzüm doğrultusunda (Mekke’ye doğru) çıkmıştım. Kendime geldiğimde
Karnu’s-Se’alib’de idim. Başımı kaldırıp baktım ki, üstümde bir bulut beni
gölgeliyor. Dikkatlice baktım içinde Cibril vardı. Bana seslendi ve şöyle
söyledi: “Şüphesiz Allah senin kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri
cevabı duydu. Allah, kendisine onlar hakkında istediğini emretmen için dağlar
meleğini sana gönderdi.” Dağlar meleği bana seslendi. Selâm verdi ve sonra: “Ey
Muhammed!” dedi ve şöyle söyledi: “Bu konuda senin istediğin olacak. İstersen
Mekke’nin iki yanındaki dağları onların üstünde birbirine yapıştırırım.” Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle
buyurdu:
“Aksine
Allah’ın onların soylarından yalnız Allah’a kulluk eden, O’na hiçbir şeyi ortak
koşmayan kimseler çıkarmasını umuyorum.”[179]
Hafız İbn Hacer özetle şöyle söylemiştir: “İbn
Abdi Yâlîl, Sakif kabilesinden ve Tâif’in ileri gelenlerindendi. Abd bin
Humeyd, Tefsir’inde İbn Ebi Nuceyh’in Mücâhid’den rivayeti yoluyla, Yüce
Allah’ın: “Ve dediler ki: “Bu Kur’an iki
kentin birinden, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf, 43/31)
sözü hakkında şöyle bir rivayet nakletmiştir: “Bu âyet Utbe bin Rebi’a ve
Sakifli İbn Abdi Yâlîl hakkında inmiştir. (Yani kastedilen “iki kişi” adı geçen
iki kişidir.) Katade’den rivayet edildiğine göre de o şöyle söylemiştir: “Söz
konusu iki kişi Velid bin Muğire ve Urve bin Mes’ud’dur.”
Musa bin Ukbe’nin ve İbn İshak’ın bildirdiğine
göre Kinâne bin Abdi Yâlîl onuncu yılda Tâif heyetiyle birlikte Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e geldi ve
hep birlikte Müslüman oldular. Bundan dolayıdır ki İbn Abdilberr onu sahabiler
arasında anmıştır. Ancak el-Medini’nin bildirdiğine göre söz konusu heyette
bulunanlardan Kinâne dışında olanlar Müslüman oldular. O ise Rumların ülkesine
gitti ve daha sonra orada öldü. En doğrusunu ise ancak Yüce Allah bilir.
Musa bin Ukbe’nin el-Meğazi’de İbn Şihâb’dan
rivayetle bildirdiğine göre Ebu Tâlib vefat edince Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Tâiflilerin
kendisini koruyacakları ümidiyle Tâif’e doğru yola çıktı. Sakif kabilesinin
ileri gelenlerinden üç kişiye teklifte bulundu. Bu üç kişi İbn Abdi Yâlîl ve
Amr’ın oğulları Habib ile Mes’ud’du. Onlara durumunu arzetti, kavminin
kendisine yaptığı haksızlıklardan şikâyetçi oldu. Ancak onlar onu en çirkin bir
şekilde geri çevirdiler.
Bu olayı İbn İshak da isnadını vermeden uzun bir
şekilde nakletmiştir. İbn Sa’d da bu olayın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlikle görevlendirilmesinin
onuncu yılının Şevval ayında meydana geldiğini ve Ebu Tâlib ile Hatice Radıyallahu anha’nın vefatından sonra
olduğunu bildirmiştir.[180]
Cezâiri şöyle diyor: “Allah’ın sevgili dostu
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e
karşılaştığı zorluklar, çektiği sıkıntılar ve üzüntüler karşısında Rabbani bir
mükâfat verildi. Çünkü Ebu Tâlib Vadisi’nde (Şi’bu Ebi Tâlib’de) üç yıl süreyle
devam eden ablukaya maruz bırakılmıştı. Bu abluka esnasında açlık ve mahrumiyet
içinde kalmıştı. Sonra en yakın yardımcısını kaybetmişti. Aynı zamanda
mü’minlerin annesi Hatice Radıyallahu
anha’yı kaybetmişti. Bunun yanısıra Sakif hakkında beslediği ümidi boşa
çıkmıştı. Onların aşağılıkları, çocukları ve köleleri tarafından kötü bir
muameleye maruz bırakılmıştı.
İşte bütün bu sıkıntılardan sonra dost dostunu
mükâfatlandırdı ve onu kendi katına yükseltti. Onu kendisine yaklaştırdı.
Üzerine çektiği bütün sıkıntıları, içine düştüğü üzüntüleri, zorlukları ve
yorgunlukları, hatta kendisine vahyedilenleri tebliğ ederken ve davetini
yayarken karşılaşabileceği zorlukları unutturacak hoşnutluk elbisesini
giydirdi. Allah’ın salâtı onun, âlinin ve ashabının üzerine olsun.”[181]
Bu konuda bizi mutlu edecek âyetler ve Buhari ve
Müslim’in nakletmiş olduğu sahih hadisler bulunmaktadır. Dolayısıyla konuyu
sadece siyer sahiplerinin naketmiş olduğu rivâyetlere bırakmayacağız.
Yüce Allah şöyle buyuruyur:
“Kulunu,
kendisine birtakım âyetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram’dan
çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya yürütenin şanı pek yücedir.
Şüphesiz o işitendir, görendir.” (İsra, 17/1)
Kâsımi -Rahimehullah-
şöyle demiştir: “Bu âyet İsrâ olayının kesin oduğuna delâlet etmektedir. Bu
ise, Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in gece vakti Mescidi Aksa’ya kadar yürütülmesidir. Göklere
yükseltilmesi olayına ise bu âyet delâlet etmemektedir. Ancak bazıları Necm
suresinin ilk âyetlerini bu olaya delil saymaktadırlar.”[182]
Kadı İyaz da şöyle demiştir: “Selefin ve genelde
Müslümanların çoğunluğu İsrâ olayının bedenle birlikte ve uyanıklık halinde
olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Gerçek olan da budur.” Kadı İyaz yine şöyle
diyor: “Allah’ın izniyle İsrâ, bütün olay boyunca hem beden hem de ruhla
olmuştur.” Ayet, sahih rivayetler ve muteber görüşler buna delâlet etmektedir.
Zâhir ve gerçek anlamın alınması imkânsız olmadığı sürece bu anlam bırakılarak
te’vil yoluna gidilmez.[183]
Burada da eğer olay uyku halinde gerçekleşmiş olsaydı (Yüce Allah): “Kulunu”
demez, bunun yerine: “Kulunun ruhunu” derdi. Ayrıca Yüce Allah bir âyetinde de
şöyle buyuruyor: “Göz kaymadı ve (sınırı)
aşmadı da.” (Necm, 53/17) Üstelik eğer olay uyku halinde gerçekleşmiş
olsaydı bir mucize ve ilâhi bir âyet olmazdı. Çünkü böyle bir şeyi kâfirler
inkâr etmez ve yalanlamazlardı. İslâm’a girmiş olanlardan da inançları zayıf
olanlar bundan dolayı tereddüde düşmez ve dinden dönmezlerdi. Çünkü bu tür
olayların rüyada gerçekleşmesi inkâr edilmez. Bütün bu sayılanlar onların, söz
konusu olayın Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in bedeniyle birlikte ve uyanıklık halinde gerçekleşiği
haberini almaları üzerine olmuştur.”[184]
Burada Müslim’in İsrâ ve Mirac olayıyla ilgili
rivâyetini verelim. Çünkü onun verdiği rivâyet Buhari’nin rivâyetinden daha
kapsamlıdır. Müslim’in rivâyetinde hem İsrâ hem de Mirac olayından söz
edilmekte, Buhari’nin rivâyetinde ise sadece Mirac olayı anlatılmaktadır.
Enes bin Mâlik Radıyallahu anh’ten rivâyet edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurdu:
“Bana
Burak getirildi. -Ki o eşekten büyük katırdan küçük, beyaz ve uzun bir
binittir. Adımını gözünün ulaştığı en son noktaya atar.- Ben ona bindim.
Mescidi Aksa’ya geldim. Onu (bineği) peygamberlerin bineklerini bağladıkları
halkaya bağladım. Sonra Mescid’e girdim ve orada iki rek’at namaz kıldım. Sonra
çıktım. Cibril içinde şarap bulunan bir kapla, süt bulunan bir kap getirdi. Ben
içinde süt olanı seçtim.” Bunun üzerine Cibril -Aleyhisselam- (Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem’e) “Fıtrata uygun olanı seçtin” dedi. (Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem sonra sözüne şöyle devam etti): “Sonra biz göğe
yükseltildik. Cibril kapının açılmasını istedi.
“Sen
kimsin?” diye soruldu.
“Cibril”
dedi.
“Beraberinde
kim var?” denildi.
“Muhammed”
cevabını verdi.
“Ona
elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.
“Ona elçilik görevi verildi” dedi. Bunun
üzerine bize kapı açıldı. Orada Adem -Aleyhisselam- ile karşılaştım. Beni
merhabaladı ve benim için hayır dua etti. Sonra biz ikinci göğe yükseltildik.
Cibril -Aleyhisselam- kapının açılmasını istedi.
“Sen
kimsin?” diye soruldu.
“Cibril”
dedi.
”Beraberinde
kim var?” denildi.
“Muhammed”
cevabını verdi.
“Ona
elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.
“Ona
elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada iki teyze oğuluyla,
Meryem oğlu İsâ ve Zekeriya oğlu Yahya ile karşılaştım. Bana merhaba dediler ve
benim için hayır dua ettiler. Sonra üçüncü göğe yükseltildik. Cibril kapının
açılmasını istedi.
“Sen
kimsin?” diye soruldu.
”Cibril”
dedi.
”Beraberinde
kim var?” denildi.
“Muhammed”
cevabını verdi.
“Ona
elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.
“Ona
elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada Yusuf ile
karşılaştım. Gerçekten ona güzelliğin yarısı verilmişti. Bana merhaba dedi ve
benim için hayır dua eti. Sonra dördüncü göğe yükseltildik. Cibril
-Aleyhisselam- kapının açılmasını istedi.
“Sen
kimsin?” diye soruldu.
“Cibril”
dedi.
”Beraberinde
kim var?” denildi.
“Muhammed”
cevabını verdi.
“Ona
elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.
“Ona elçilik
görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada İdris ile
karşılaştım. Bana merhaba dedi ve benim için hayır dua etti. Yüce Allah da
şöyle buyurmuştur: “Biz onu (İdris’i) yüce bir yere yükselttik.” (Meryem,
19/57) Sonra beşinci göğe yükseltildik. Cibril -Aleyhisselam- kapının
açılmasını istedi.
“Sen
kimsin?” diye soruldu.
“Cibril”
dedi.
“Beraberinde
kim var?” denildi:
“Muhammed”
cevabını verdi.
“Ona
elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.
“Ona
elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada Harun ile
karşılaştım. Bana merhaba dedi ve benim için hayır dua etti. Sonra altıncı göğe
yükseltildik. Cibril -Aleyhisselam- kapının açılmasını istedi.
“Sen
kimsin?” diye soruldu.
“Cibril”
dedi.
“Beraberinde
kim var?” denildi.
“Muhammed”
cevabını verdi.
“Ona
elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.
“Ona
elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada Musa ile
karşılaştım. Bana merhaba dedi ve benim için hayır dua etti. Sonra yedinci göğe
yükseltildik. Cibril -Aleyhisselam- kapının açılmasını istedi.
“Sen
kimsin?” diye soruldu.
“Cibril”
dedi.
“Beraberinde
kim var?” denildi.
“Muhammed”
cevabını verdi.
“Ona
elçilik görevi verildi mi?” diye soruldu.
“Ona
elçilik görevi verildi” dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Orada İbrâhim ile
karşılaştım. Sırtını Beyti Ma’mur’a dayamıştı. Oraya hergün yetmiş bin melek
giriyor ve bir daha da dönmüyorlardı. Sonra ben Sidretü’l-Muntehâ’ya
götürüldüm. Onun (yani Sidretü’l-Muntehâ denilen ağacın) yaprakları tıpkı filin
kulakları gibiydi. Meyveleri de tıpkı büyük testiler gibiydi. Allah’ın emri onu
kuşatınca bana başka bir hal oldu. Artık Allah’ın yarattıklarından hiç kimse
onun güzelliğini anlatamaz. Allah bana vahyettiğini etti ve üzerime her gün ve
gecede elli (vakit) namazı farz kıldı. Musa -Aleyhisselam-’ın yanına indim.
“Rabbin
ümmetine neyi farz kıldı?” diye sordu.
“Elli
namaz” dedim.
“Rabbine
dön. Onu hafifletmesini iste. Senin ümmetin buna güç yetiremez. Ben İsrail
oğullarını imtihan ettim ve denemeden geçirdim” dedi. Bunun üzerine Rabbime
döndüm ve:
“Ey
Rabbim! Ümmetime farz kıldığını hafiflet” dedim. Benim için beş vakiti
kaldırdı. Ardından tekrar Musa -Aleyhisselam-’ın yanına döndüm ve:
“Benim
için beş vakiti kaldırdı” dedim. O tekrar:
“Senin
ümmetin buna da güç yetiremez. Rabbine dön. Onu hafiflemesini iste” dedi. Bu
şekilde Rabbimle Musa -Aleyhisselam- arasında gidip gelmeye devam ettim. En
sonunda (Yüce Allah) şöyle buyurdu:
“Ey
Muhammed! Bu (farz kılınan) her gün ve gecede beş (vakit) namazdır. Her namaz
için beş katı (ecir) verilecek. Bu da elli namaz eder. Kim bir iyilik yapmayı
düşünür de yapamazsa onun için bir iyilik yazarım. Eğer yaparsa onun için on
(iyilik) yazarım. Kim bir kötülük düşünür de yapmazsa onun için bir şey
yazılmaz. Eğer yaparsa o zaman sadece bir kötülük yazılır.” Sonra tekrar Musa
-Aleyhisselam-’ın yanına döndüm ve durumu kendisine bildirdim. O yine:
“Rabbine
dön. Onu hafifletmesini iste” dedi. “Ardından Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Rabbime
(çok fazla) döndüm ancak kendisinden (böyle bir istekte bulunmaktan) utandım.”[185]
İbnu’l-Kayyim -rahmetullahi aleyh- şöyle demiştir: “Sahabilerin Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in o gece
Rabbini görüp görmediği konusunda ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas Radıyallahu anh’tan sahih olarak nakledilen
bir rivayete göre Rabbini görmüştür. Yine ondan sahih olarak nakledilen bir
başka rivayete göre ise kalben görmüştür.”[186]
Aişe Radıyallahu
anha ve Abdullah bin Mes’ud Radıyallahu
anh’den sahih olarak nakledilen rivâyetlere göre ise onlar bunu kabul
etmemişlerdir. (Onların dediğine göre) Yüce Allah’ın: “Andolsun ki, o onu bir başka kez daha inişte gördü.
Sidretü’l-Muntehâ’nın yanında.” (Necm, 53/13) sözünde kastedilen kişi
Cibril’dir.[187]
Ebu Zer Radıyallahu
anh’dan sahih olarak rivâyet edildiğine göre o, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e:
“Rabbini gördün mü?” diye sordu. O da şöyle
buyurdu:
“Bir nur
(vardı). O’nu nasıl görebilirdim.” Yani benim O’nu görmemi nur engelledi. Nitekim
bir hadis metninde de: “Bir nur gördüm”
denmektedir.[188] Osman bin
Sa’id ed-Darimi’nin rivâyet ettiğine göre de sahabiler Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in O’nu
görmediği konusunda görüş birliğine varmışlardır.[189]
İbnu’l-Kayyim şöyle demiştir: “Sabah olunca
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem,
olanları, Rabbinin büyük âyetlerinden gördüklerini kavmine anlattı. Bunun
üzerine onlar kendisini daha çok yalanlamış, daha çok eziyet etmeye ve daha
fazla sıkıştırmaya başladılar. Kendilerine Mescidi Aksa’yı anlatmasını
istediler. Allah da onun görüntüsünü karşısına getirdi ve açıktan görmeye
başladı. Böylece Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem onun üzerindeki işâretleri kendilerine haber vermeye
başladı. Dolayısıyla onun bildirdiği hiçbir şeyi inkâr edemediler. İsrâ
olayında gidiş ve dönüş esnasında karşılaştığı durumları, varış vaktini, o
sırada gelen develerin durumunu kendilerine haber verdi. Gerçekten de olaylar
aynen onun anlattığı gibi gerçekleşmişti. Ama bu durum sadece onların
nefretlerini artırdı ve zâlimler küfürden başka bir şeyi kabul etmeye
yanaşmadılar.”[190]
1. Yüce Allah: “Kulunu, kendisine birtakım âyetlerimizi
göstermek için bir gece Mescidi Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi
Aksa’ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o işitendir, görendir.” (İsrâ,
17/1) diye buyuruyor. Burada Mescidi Aksa’nın fazileti ortaya konmaktadır.
Kâsımi şöyle söylemiştir: “Aksa kelimesi “en
uzak” anlamındadır. Mekke’ye olan uzaklığından dolayı böyle adlandırımıştır.
Sonra şöyle buyuruyor: “Çevresini mübarek kıldığımız...” Yani etrafında bulunan
yerleri din ve dünya bereketleriyle mübarek kıldığımız. Çünkü bu kutsal
topraklar peygamberlerin yurtlarıdır. Buralarda onlara vahiy inmiştir. Tarımsal
açıdan da verimli ve değişik meyvelerin yetiştiği bir yerdir. İlâhi bereket
bütün yönleriyle orayı sarmıştır. Bu itibarla kutsal topraklarda bulunması ve
Yüce Allah’ın en büyük mescidlerinden olması dolayısıyla Mescidi Aksa kat kat
bir kutsallığa sahiptir. Mescidler Allah’ın evleridir. Mescidi Aksa,
peygamberlerin ibadet ettiği, ikamet ettiği ve kendilerine vahyin geldiği bir
yer olması dolayısıyla da bir kutsallığa sahiptir. Onların bereketleriyle ve
uğurlarıyla da mübarek kılınmıştır.
Mescidi Aksa’nın özellikleri hakkında şöyle
denmiştir: “Orası eski peygamberlerin ibadet ettikleri yerdir. Peygamberlerin
sonuncusunun İsrâ olayının gerçekleştiği yerdir. Aynı şekilde yüksek göklere ve
üstün mekânlara yükselmesi olayının (miracın) başlangıç yeri orasıdır. Allah’ın
tafsilatlı âyetlerde işaret ettiği Ev’dir. Yuşa -Aleyhisselam-’ın kendilerine vaadde bulunduğu kimselere söylediği
şekilde orayı fethedebilsin ve yaklaşabilsin diye Allah’ın onun için güneşi
bekletip batırmadığından dolayı vahiyle indirilmiş olan dört kitap orada
okunmuştur. Önceki iki milletin (kitap ehlinin) namazlarında yöneldikleri
kıbledir. İslâm’ın da hicretten sonraki ilk dönemlerinde Kıble olmuştur. Bu
yüzden orası iki kıblenin ilki, (yeryüzüne en önce yapılan) iki Mescid’in
ikincisi ve haram mescidlerin üçüncüsüdür. İki mescidden (Mescidi Haram ve
Mescidi Nebevi’den) sonra ibadet kastıyla yolculuk sadece oraya yapılır.”
Mescidi Aksa’nın faziletlerinden bazıları da
Ahmed bin Hanbel, Nesâî ve el-Hâkim’in Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh’den naklettikleri ve (el-Hakim’in) sahih olduğunu söylediği
şu rivayette bildirilmiştir: “İbn Ömer Radıyallahu
anh dedi ki: “Rasûlallah Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“Süleymân
-Aleyhisselam- Mescidi Aksa’yı yaptığında Rabbinden üç şey istedi. Rabbi ona
ikisini verdi. Ben üçüncüsünü de vermiş olmasını ümit ediyorum.”
Kendisine, kendi hükmüne denk gelecek hüküm
vermesini istedi. (Rabbi) bu isteğini verdi.
Kendisinden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir
saltanat vermesini istedi bu istediğini de verdi.
Bir de her kim, bu Mescid’de -yani Mescidi
Aksa’da- namaz kılmak amacıyla evinden çıkarsa anasından doğmuş gibi
günâhlarından sıyrılsın istedi.”
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem buyurdu ki:
“Biz
Allah’ın bu isteğini de ona vermiş olmasını ümit ediyoruz.”
[191]
Yüce Allah’tan orayı yahudilerin pisliklerinden
temizlemesini, Kudüs’ün ve Müslümanların diğer beldelerinin üzerinde yeniden
İslâm bayrağını dalgalandırmasını diliyoruz. Selahaddin döneminde gerçekleştiği
gibi Allah’ın bize orada namaz kılmayı nasib etmesini temenni ediyoruz. Nitekim
oranın Müslümanların eline geri dönmesinden sonra Mescidi Aksa’da kılınan ilk
cuma namazında cuma hutbesini verirken şu âyetle başlamıştı:
“Böylece
zulmeden topluluğun arkası kesildi. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.” (En’am, 6/45)
Allah’tan, orayı birinci kez işgal edenlerin
arkası kesildiği gibi ikinci kez işgal edenlerin de arkasını kesmesini ve
bizleri buna vesile kılmasını diliyoruz. Şüphesiz O her şeye güç yetirir ve
duaları da en güzel kabul eden O’dur.
2. Gazali “İsrâ’nın
hikmeti” başlığı altında şöyle diyor:
“Bu şekilde Yüce Allah elçilerine, kendi ilâhi
gücünü gösteren büyük manzaraları görebilmeleri için fırsatlar vermektedir.
Böylece onların gönüllerini kendine karşı güvenle doldurmakta, kinle dolu
kâfirlere karşı dururken, onların kurulmuş hâkimiyetlerine saldırırken kendine
dayanmalarını sağlamaktadır.
Nitekim Musa -Aleyhisselam-’ı
peygamber olarak göndermeden önce de kendisine ilâhi gücünün bazı mucizelerini
göstermek istemişti. Bu sebeple asasını yere atmasını istemişti. Bu konuda Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
“(Allah)
dedi ki: “Onu at, ey Musa!” Böylece onu attı. Birden o, hızla koşan bir yılan
oluverdi. (Allah) dedi ki: “Onu al ve korkma. Onu tekrar ilk haline
döndüreceğiz. Elini koynuna sok. Bir hastalık olmadan, başka bir mucize olarak,
bembeyaz çıksın. Böylece sana, büyük mucizelerimizden (birini) göstermiş
olalım.” (Taha,
20/19-23)
Onun bu büyük mucizeleri gözleriyle görmesi
karşısında kalbi hayretle dolunca Yüce Allah ona bundan sonra şöyle seslendi:
“Firavun’a
git. Çünkü o gerçekten azdı.” (Taha, 20/24)
İsrâ ve Mirac olayının amacının Yüce Allah’ın Peygamber’ine
o büyük ilâhi âyetleri göstermek olduğunu görüyoruz. Ancak bu Musa -Aleyhisselam-’ın başından geçenlerde
olduğu gibi, Peygamberlikten önce değil tam aksine, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
peygamberlikle görevlendirilmesinden oniki yıl sonra gerçekleşmiştir. Bu
gerçektir. Bunun sırrı ise daha önce açıkladığımız üzere peygamberlerin
sîretlerinde görülen harikulade olaylarla onların peygamberliklerinin doğruluğu
konusunda milletlerinin ikna edilmesi amaçlanır. Bu tür olaylar, karşıtlarının
onları asılsız iddialarda bulunmakla suçlamalarına karşı kendilerine bir
destektir. Muhammed Sallallahu aleyhi
vesellem’in sîreti bu düzeyin de üstündedir. Kur’an-ı Kerim, daha ilk
günden akıl sahiplerini ikna etmeyi üzerine almıştı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in yolunda
harikulade olaylar onun bizzat kendini şereflendiren, gönlüne rahatlık veren
gelişmeler türünden biri olarak ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın istediği normal
akli metoda aykırı veya bu metodu geçersiz kılacak nitelikte gelişmeler olarak
ortaya çıkmamıştır.
İsrâ ve Mirac olayında peygamberler arasındaki
yakınlık bağlarına da işaret edilmektedir. Bu ise İslâm’ın temel değerlerinden
biridir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Peygamber
kendine Rabbinden indirilene inandı, mü’minler de (buna inandılar) Tümü
Allah’a, meleklerine. kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. “Biz O’nun
peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız.” (Bakara, 2/285)
Rasûlallah Sallallahu
aleyhi vesellem’le onun geçmiş kardeşleri arasındaki selâmlaşmalar bu bağı
daha da kuvvetlendirmektedir.” [192]
3. Safiyyurrahman
el-Mubârekfuri şöyle diyor:
“İsrâ suresini okuyan biri Yüce Allah’ın İsrâ
olayından sadece bir âyette söz ettiğini görür. Yüce Allah daha sonra
yahudilerin çirkin işlerinden ve büyük suçlarından söz etmeye başlamaktadır.
Daha sonra onlara bu Kur’an’ın en doğru yola yönelttiğini hatırlatmaktadır.
Okuyucu (baştaki) iki âyet arasında bir bağlantı olmadığını sanabilir. Oysa
durum böyle değildir. Yüce Allah bu uslubuyla İsrâ olayının Mescidi Aksa’ya doğru
yürünmesi şeklinde gerçekleştiğine işaret etmektedir. Çünkü yahudiler
işledikleri büyük suçlar dolayısıyla insanlığı yönetme makamından
azledileceklerdi. Bu suçları işlemelerinden sonra artık o makamda kalmalarına
imkân yoktu. Yüce Allah bu makamı fiili olarak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e vermekte, İbrâhimî, davetin iki
merkezini de Onun şahsında toplamaktaydı. Manevi liderliğin bir ümmetten başka
bir ümmete geçmesinin zamanı gelmişti. Tarihi haksızlık, hıyanet, günâh ve
düşmanlıkla dolmuş bir ümmetten, iyilik ve hayırlar koşan ve Kur’an vahyi ile
gıdalanan bir ümmete geçecekti.
Ancak Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem insanlar arasında kabul görmez toplumdan
tecrid edilmiş bir halde Mekke dağlarında dolaşırken bu önderlik nasıl
geçecekti. İşte bu soru bir başka gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırmaktadır. O
da şudur: Bu olayla İslâm davetinin bir döneminin sonuna yaklaşılmıştı ve bu
dönem kapanmak üzereydi. Akış tarzı bu birinci dönemden daha farklı olan yeni
bir dönem başlayacaktı. Bu yüzden müşriklere karşı açık uyarılar ve şiddetli
tehditler içeren bazı âyetler görmekteyiz. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Biz bir
kenti helak etmek istediğimizde oranın varlıklılarına emrederiz. Onlar da
(emirlerimize uymayıp) orada bozgunculuk çıkarırlar. Bunun üzerine artık söz
hak olur ve orayı darmadağın ederiz. Nuh’tan sonra nice kuşakları helak ettik.
Kullarının günâhlarını haber alıcı, görücü olarak Rabbin yeter.” (İsrâ, 17/16, 17)
Bu âyetlerin yanısıra İslâm toplumunun dayandığı
uygarlığın kurallarını, maddelerini ve ilkelerini açıklayan daha başka âyetler
de bulunmaktadır. Onlar adeta bir yere sığınmış gibiydiler. Orada işlerine
bütün yönlerden hâkim olmuşlardı. Orada toplum değirmeninin üzerinde döndüğü,
dayanışma içindeki bir birlik oluşturmuşlardı. Burada aynı zamanda Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bir
sığınak, davasının üzerinde karar kuracağı güvenlik bir yer bulacağına ve bu
yerin dünyanın her yanına davetini yayması için bir merkez niteliği
kazanacağına işaret vardır. İşte bu, söz konusu kutsal yolculuğunun sırlarından
biridir. Bizim incelememizle bağlantısı olduğundan dolayı bunu özellikle anmayı
tercih ettik. Bu ve benzeri hikmetlerinden dolayı İsrâ olayının birinci Akabe
bey’atından önce veya iki Akabe bey’atı arasında gerçekleştiğini görüyoruz. En
doğrusunu ise ancak Yüce Allah bilir.” [193]
4. Hafız İbn Hacer -Rahimehullah.- İsrâ ve Mirac hadisinden
çıkarılacak anlamlar hakkında özetle şunları söylüyor:
“Bu hadis daha önce geçenlerin dışında da
birtakım anlamlar içermektedir. (Bunlardan bazıları): “Göğün gerçek olarak
kapıları ve bu kapılar için görevlendirilen görevliler vardır. Burada aynı
zamanda bir yere girerken izin istemenin gerekliliği ortaya konuyor. Yine
buradan anlaşıldığına göre bir kimse bir yere girmek için izin istediğinde, (kim
olduğu sorulduğunda) sadece “ben” demekle yetinmeyip “ben filancayım” şeklinde
kim olduğunu bildirmesi gerekir. Çünkü “ben” cevabı sorulan sorunun tam cevabı
değildir. Yine bu hadisten anlaşıldığına göre yürüyen oturandan daha üstün olsa
da yürüyenin oturana selâm vermesi gerekir. Buradan, fazilet sahibi kimseleri
sevgi ve mutlulukla karşılamanın. onlardan övgüyle söz etmenin ve kendileri
için dua etmenin müstehab olduğu anlaşılmaktadır. Yine övgüden dolayı gurura
kapılmayacağına güvenilen bir kimseyi yüzüne karşı övmenin caiz olduğu
anlaşılmaktadır. Bu hadisten anlaşıldığına göre kıbleye sırtını veya bir başka
yönünü dönmek caizdir. Bunu İbrâhim -Aleyhisselam-’ın
sırtını Beyti Ma’mur’a dayamasından anlıyoruz. O ise her yönden Kıble olması
itibariyle Ka’be gibidir. Yine buradan anlaşıldığına göre bir olayın meydana
gelmesinden önce o olayla ilgili hükmün neshedilmesi mümkündür. Buradan gece
yolculuğunun gündüz yolculuğundan üstün olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü İsrâ
olayı gece meydana gelmiştir. Bu yüzden Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in (nafile) ibadetlerinin çoğu gece
olurdu. Aynı şekilde yolculuklarının çoğunu da gece yapardı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bir hadisinde
de şöyle buyurmuştur: “Gece yolculuğunu
tercih edin. Çünkü yer gece vakti dürülür.” Bu hadisten anlaşıldığına göre
tecrübe, istenen bir şeyi elde etmede çok bilgi sahibi olmaktan daha etkili bir
yoldur.[194] Bunu Musa -Aleyhisselam-’ın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e söylediği
sözlerden çıkarıyoruz. O, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’e kendisinin insanları daha önce denediğini ve tecrübe
ettiğini söylemiştir. Yine buradan hükümde göreneğe başvurulabileceği ve daha
üstün olandan edinilen tecrübeyi, daha aşağıda olana uygulamanın mümkün olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü daha önce geçmiş ümmetlerin mensupları bedence bu
ümmetin mensuplarından daha güçlüydüler. Musa -Aleyhisselam- onları, (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e farz kılınandan) daha azıyla
denediğini ancak onların muvafakât etmediklerini söylemiştir. İbn Ebi Cemre de
buna işaret etmiş ve şöyle demiştir: “Yakın dostluk makamı hoşnutluk ve
teslimiyet makamıdır. Konuşma makamı ise delil gösterme ve geniş bilgi verme
makamıdır. Bundan dolayıdır ki, İbrâhim -Aleyhisselam-
herhangi bir şey söylemediği halde Musâ -Aleyhisselam-,
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den
kendisine farz kılınanın hafifletilmesi için talepte bulunmasını ısrarla
istemiştir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem İbrâhim’in soyundan gelmesi, onun milleti üzere olması ve
makamının yüksek olması itibariyle, Musa -Aleyhisselam-’a
nisbetle İbrâhim -Aleyhisselam-’a
daha yakındı.” Daha başkaları şöyle demişlerdir: “Bundaki hikmet Musa -Aleyhisselam-’ın aynı hadiste işaret
ettiği şeydir. Çünkü o kendi kavmini aynı ibadette daha önce tecrübe etmişti.
Onlar kendilerine muhalefet etmiş ve karşı gelmişlerdi.” Yine bu hadisten
anlaşıldığına göre cennet ve cehennem yaratılmıştır. Çünkü hadisin bazı
rivayetlerinde bunu ortaya koyan şu ifade geçmektedir: “Bana cennet ve cehennem
gösterildi.” Bu konu daha önce Bed’u’l-Halk
(Yaratılışın Başlangıcı) bölümünde[195]
geçmişti. Yine bu hadisten anlaşıldığına göre Allah’tan çok şey istemek, çokça
şefaat dilemek müstehabdır. Çünkü Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Musa -Aleyhisselam- ile istişare ederek onun, kendisine farz kılınanın
hafifletilmesi için talepte bulunması yolundaki tavsiyesini kabul etmesi bunu
göstermektedir. Yine buradan haya etmenin ve öğüde ihtiyacı olan birine, öğüt
verecek kişiye fikir danışmasa bile bolca öğütte bulunmanın faziletli bir şey olduğu
anlaşılmaktadır.” [196]
5. Muhammed Said Ramazan
şöyle diyor:
“Cibril -Aleyhisselam-’ın
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e
şarap ve süt sunması esnasında Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’ın sütü tercih etmesi sembolik olarak İslâm’ın fıtrat dini
olduğuna delâlet etmektedir. Yani İslâm inanç ilkeleri ve bütün hükümleri
itibariyle, insanın sahip olduğu asil fıtratında taşıdığı özelliklerin
gereklerine uyan bir dindir. İslâm’da insanın asli tabiatına ters düşen bir şey
yoktur. Eğer ki fıtrat belli bir boyu ve boyutları olan bir beden olsaydı
İslâm, o bedene tümüyle oturan bir elbise gibi ona uyardı. İşte İslâm’ın bu
kadar geniş alana yayılmasının ve insanların hızla onu kabul etmelerinin
sırları da burdadır. Çünkü insan uygarlıkta ne kadar ilerlese de, ne kadar çok
maddi refahın içine dalsa da fıtratında taşıdığı özelliklerin gereklerine cevap
vermek zorundadır. Kendi tabiatından uzak karmaşalardan ve kuruntuların
oluşturduğu havadan kurtulmaya meyillidir. İşte İslâm da, beşeri fıtratın
taşıdığı özelliklerin en derinliklerine kadarki ihtiyaçlarına cevap verebilen
tek düzendir.” [197]
İbnu’l-Kayyim -Rahimehullah- şöyle demiştir: “Daha sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hac döneminde
Akabe’de ensardan altı kişiyle buluştu. Bunların hepsi de Hazrec
kabilesindendi. Bu altı kişi şunlardı: “Ebu Umame Es’ad bin Zurâre, Avf bin
Haris, Rafi’ bin Mâlik, Kutbe bin Amir, Ukbe bin Amir ve Cabir bin Abdillah bin
Ri’âb, Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem onları İslâm’a çağırdı ve onlar da Müslüman oldular.[198]
Onlar daha sonra Medine’ye döndüler ve oranın halkını İslâm’a davet ettiler.
Çok geçmeden İslâm orada yayıldı ve İslâm’ın girmediği ev kalmadı. Ertesi yılın
hac döneminde Medine halkından on iki kişi (hey’et olarak) geldi. Bunlardan
beşi bir önceki yıl Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’le buluşmuş olanlardı. Öncekilerden sadece Cabir bin
Abdillah yoktu. Diğerleri de şunlardı: “Daha önce adı geçen Amr’ın[199]
kardeşi Muaz bin Hâris bin Rufa’a, Zekvân bin Abdilkays, -Zekvân bir süre Mekke’de
kalmış ve daha sonra Medine’ye hicret etmiştir. Bu yüzden onun hakkında hem
muhacir hem de ensâri denir- Ubâde bin Sâmit, Yezid bin Sa’lebe, Ebu’l-Heysem
bin Teyyihân ve Uveymir bin Mâlik.Toplamı oniki kişiydi.[200]
Bu bey’atta konuşulanlar hakkında farklı
rivayetler bulunmaktadır. Buhari’nin Ebu İdris Âizullah bin Abdillah’tan onun
da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le
birlikte Bedir savaşına katılmış olanlardan ve onun Akabe gecesine katılan
sahabilerinden olan Ubade bin Samit Radıyallahu
anh’den rivayet ettiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, etrafında sahabilerden bir grubun
bulunduğu sırada şöyle demiştir:
“Gelin,
Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek,
çocuklarınızı öldürmemek, elleriniz ve ayaklarınız arasından yalan uydurup
iftira atmamak (yani bile bile insanlara iftira atmamak) ve bana iyilikte karşı
gelmemek üzere bey’at edin. Kim sözünde durursa o Allah’tan ecrini alır. Kim bu
sayılanlardan birini işler de dünyada ondan dolayı cezalandırılırsa bu onun
için keffaret olur. Kim de bunlardan bir şey işler ve Allah onun günâhını
örterse artık onun işi Allah’adır. Dilerse cezalandırır ve dilerse affeder.”[201]
İbn İshak diyor ki: “Gelenler yanından ayrılınca
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
onlarla birlikte Mus’ab bin Umeyr bin Hâşim bin Abdi Menâf bin Abdiddâr bin
Kuayy’ı gönderdi. Ona, onlara (Medineli Müslümanlara) Kur’an okumasını,
kendilerine İslâm’ı öğretmesini ve din hakkında onları bilgilendirmesini
emretti. Bu yüzden o Medine okutucusu (öğretmeni) Mus’ab olarak adlandırılırdı.
Orada Es’ad bin Zurâre bin Ades bin Ebi Umâme’nin yanında kalıyordu.”
Mekke’nin en çok refah içinde yaşayan
gençlerinden olmasına rağmen İslâm’a koşan, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in gözetiminde kendini yetiştiren, sonra
da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
tarafından Medine’yi İslâm’ın güzel kokusuyla kokulandırması, oranın halkına
Kur’an’ı öğretmesi ve onları Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem’in hicreti için hazırlaması üzere elçi olarak görevlendirilen
bu genç davetçiden rivayet edilenler içinde en çok dehşete düşüreni ve Allah’a
davet konusunda en çok ibret verici olanı İbn Hişam’ın İbn İshâk’tan naklettiği
şu rivayettir: “İbn İshak dedi ki: “Bana Ubeydullah İbn Mu’aykib ve Abdullah
bin Ebi Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm şöyle rivayet ettiler: Es’ad bin
Zurâre, Mus’ab’ı yanına alarak Abduleşhel oğullarının ve Zafer oğullarının
konaklarına gitmek üzere çıktı. Sa’d bin Mu’az bin Nu’mân bin İmru’u’l-Kays bin
Zeyd bin Abdileşhel, Es’ad bin Zurâre’nin teyzesinin oğluydu. Onunla (yani
Mus’ab’la) birlikte Zafer oğullarının bahçelerinden bir bahçeye girdi. Bu bahçe
Marak kuyusu adı verilen bir kuyunun başındaydı. Bahçede oturdular. Müslüman
olanlardan bazı kimseler başlarına toplandılar. Abduleşhel oğullarından Sa’d
bin Mu’az ve Useyyid bin Hudayr o zaman kendi kabilelerinin başıydılar. O zaman
her ikisi de kavimlerinin dini üzere devam eden birer müşriktiler. Onun
(Mus’ab’ın) geldiğini duyunca Sa’d bin Mu’az, Useyyid bin Hudayr’a:
“Sen güçlü adamsın, yardımcıya ihtiyacın yok.
Kalk, bizim zayıflarımızı şaşırtmak için konağımıza gelen şu iki adamın yanına
git. Onlara engel ol ve kendilerini konağımıza gelmekten nehyet. Şüphesiz senin
de bildiğin gibi Es’ad bin Zurâre benden olmasaydı ben bu işi sana bırakmazdım.
O benim teyzemin oğludur. Bu yüzden onun üzerine gitmeye cesaret edemiyorum.”
dedi. Bunun üzerine Useyyid bin Hudayr kamasını aldı. Sonra onlara doğru çıktı.
Es’ad bin Zurâre Radıyallahu anh onu
görünce Mus’ab bin Umeyr Radıyallahu anh
dedi ki: “Bu, kavminin başıdır. Sana geliyor. Geldiğinde onun hakkında Allah’a
sadakatini göster.” Mus’ab Radıyallahu
anh:
“Eğer oturursa kendisiyle konuşurum” dedi.
Useyyid, başlarında durup bağırıp çağırmaya başladı.
“Sizi buraya getiren nedir? Zayıflarımızı
şaşırtmak mı istiyorsunuz? Eğer kendi kendinize ihtiyaç duyuyorsanız (hayatta
kalmaya ihtiyaç duyuyorsanız) bizden uzaklaşın” dedi. Mus’ab radıyallahu anh:
“Oturup bizi dinlemez misin? Biz bir şey eğer
hoşuna giderse kabul edersin. Hoşlanmazsan, hoşlanmadığın şeyi kendinden uzak
tutarsın” dedi. Sonra kendisine Kur’an okudu.” Raviler onun hakkındaki
rivayetlerinde dediler ki:
“Vallahi, o daha konuşmaya başlamadan yüzündeki
sevinçten ve rahatlamasından biz onun yüzünden Müslüman olduğunu anlamaya
başlamıştık. Sonra şöyle dedi:
“Bu söz ne kadar güzel ve tatlıymış. Siz bu dine
girmek istediğinizde ne yapıyorsunuz?” Onlar da şöyle dediler:
“Yıkanırsın, kendini ve elbiseni temizlersin.
Sonra hak üzere (Allah’ın birliği, Muhammed Sallallahu
aleyhi vesellem’in de O’nun elçisi olduğu üzere) şehadet getirirsin. Sonra
namaz kılarsın.” Bunun üzerine hemen kalkıp yıkandı, elbisesini temizledi, hak
üzere şehadet getirdi. Sonra kalkıp iki rek’at namaz kıldı. Sonra da onlara
(Mus’ab Radıyallahu anh’a ve Es’ad
bin Zurâre Radıyallahu anh’e) şöyle
dedi:
“Benim arkamda bir adam var. O eğer size uyarsa
kavminden hiç kimse kalmaksızın hepsi size uyar. Şimdi onu size göndereceğim. O
Sa’d bin Mu’az’dır.” Sonra kamasını alıp Sa’d’ın ve kavminin yanına gitti.
Onlar da kendi meclislerinde oturuyorlardı. Sa’d bin Mu’az onun gelmekte
olduğunu görünce:
“Allah’a yemin ederim ki, Useyyid sizin
yanınızdan ayrıldığı sıradaki yüzünden farklı bir yüzle yanınıza geldi” dedi.
Meclisin başında durunca Sa’d kendisine:
“Ne yaptın?” diye sordu. O da şöyle dedi
“O iki adamla konuştum. Vallahi kendilerinde
herhangi bir fena durum görmedim. Onları (yaptıklarından) nehyettim. “Senin
istediğini yaparız” dediler. Harise oğullarının Es’ad bin Zurâre’yi öldürmek
üzere çıktıklarını söyledim. Bunu da, onun senin teyzenin oğlu olduğunu
bildikleri için senden utanırlar (diye söyledim).” Bunun üzerine Sa’d hızla,
sinirlenmiş ve Harise oğulları hakkında söylenilenden dolayı endişeli bir halde
kalkarak, mızrağı eliden aldı ve:
“Vallahi gördüğüm kadarıyla sen hiçbir şeyi
halletmemişsin” dedi. Sonra o iki kişinin yanına gitti. Sa’d onların gayet
rahat bir halde olduklarını görünce, Useyyid’in kendisini onlarla karşı karşıya
getirmek ve onların sözlerini bizzat duymasını sağlamak amacıyla öyle
konuştuğunu anladı. Başlarına durup kendilerine sövmeye başladı. Es’ad bin
Zurâre’ye şöyle dedi:
“Ey Ebu Umâme! Eğer seninle benim aramda
yakınlık olmasaydı bu benden bir şey alamazdı (bana bir şey engel olamazdı).
Kendi yurdumuzda bizim başımıza hoşumuza gitmeyecek bir şey mi saracaksın?”
Es’ad bin Zurâre de Mus’ab bin Umeyr’e şöyle dedi:
“Ey Mus’ab! Vallahi sana arkasındaki kavminin
efendisi geldi. Eğer bu sana uyarsa onlardan (onun kavminden) iki kişi bile
senden (senin davetine uymaktan) geri kalmaz.” Mus’ab da ona dedi ki:
“İstersen otur ve dinle, eğer hoşuna giden ve
beğendiğin bir şey olursa kabul edersin. Hoşlanmazsan o zaman da senin
hoşlanmadığın şeyi senden uzak tutarız.” Sa’d:
“İnsaflı davrandın” dedi. Sonra süngüsünü
topladı ve oturdu. Ardından ona İslâm’ı anlattı ve kendisine Kur’an okudu. O
ikisi dediler ki:
“Vallahi bu esnada, sevinmesinden ve kendini
rahat hissetmesinden o daha konuşmaya başlamadan biz onun yüzünden Müslüman
olduğunu anladık.” Sonra onlara:
“Siz Müslüman olduğunuza ve bu dine girdiğinizde
ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da şöyle dediler:
“Boydan boya yıkanırsın (gusul edersin). Kendini
güzelce temizlersin. Bu arada elbiseni de temizlersin. Sonra hak üzere şehadet
getirirsin. Sonra iki rek’at namaz kılarsın.” Bunun üzerine kalkıp boy abdesti
aldı (gusletti). Elbisesini temizledi. Hak üzere şehadet getirdi. Sonra iki
rek’at namaz kıldı. Sonra Useyyid bin Hudayr’ı da yanına alarak kavminin
toplanma yerine getirmek üzere yola çıktı.
Kavmi onun gelmekte olduğunu görünce şöyle
dediler:
“Vallahi Sa’d sizin yanınızdan ayrıldığı
sıradaki yüzden farklı bir yüzle yanınıza geliyor.” (Sa’d) başlarında durunca:
“Ey Abduleşhel oğulları! Benim sizin aranızdaki
konumum nasıldır?” diye sordu. Onlar:
“Efendimiz, en isabetli görüş sahibimiz ve en
uğurlu temsilcimizsin” dediler. Bu kez: “Artık Allah’a ve Peygamberlerine iman
edinceye kadar sizin erkeklerinizin ve kadınlarınızın sözleri bana haramdır”
dedi. O ikisi (Mus’ab ve Es’ad Radıyallahu
anh) dediler ki:
“Vallahi Abduleşhel oğulları yurdunda bir tek
adam ve kadın müstesna olmaksızın hepsi akşama Müslüman olarak girdiler.” Es’ad
ve Mus’ab Radıyallahu anh Es’ad bin
Zurâre Radıyallahu anh’nın evine
döndüler. (Mus’ab Radıyallahu anh
orada ikamet ederek insanları İslâm’a davet etmeye başladı. Derken ensârın
evlerinden, Umeyye bin Zeyd, Hateme, Vâil ve Vâkıf’ınkilerden dışında kalan
evlerin hepsinde kadın ve erkek Müslümanlar oldu.[202]
1. Bu bölümde verilen
bilgilerde ve bölümün sonunda verdiğimiz Medine’de Mus’ab bin Umeyr’in başından
geçen bir olayı anlatan kıssada Mus’ab Radıyallahu
anh’ın fazileti, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in onu nasıl Medine halkının kalblerini ve o yurdu İslâm’a
açması için seçtiği ortaya konmaktadır. Buradan onun bu görevi nasıl başarıyla
yerine getirdiği ve bir yıl içinde bu kutsal davetin etkilerinin nasıl ortaya
çıktığı da anlaşılmaktadır. Bu süre içinde, İbn İshak’ın saydığı kişilerin
evleri dışında İslâm’ın girmediği bir tek ev kalmamış, her bir ev halkının ya
bir kısmı ya da tamamı Müslüman olmuştur. Bu genelde bütün sahabilerin, özelde
Yüce Allah’a davetin nasıl olacağını mükemmel bir şekilde öğrenen bu kutlu
davetçinin faziletine delalet etmektedir. Aynı şekilde Es’ad bin Zurâre Radıyallahu anh’ın faziletine onun ne
güzel bir yardımcı ve öğütçü olduğuna, nasıl sözünü dinlettiğine delalet
etmektedir. O, Mus’ab Radıyallahu anh.’a
şöyle diyordu:
“Bu kavminin efendisidir. Sana geldi. Onun
hakkında Allah’a karşı sadakatli ol.” Onun bu sadakatinin karşılığı ve bereketi
de kavimlerinin tümüyle Müslüman olmalarına vesile olan iki adamın İslâm’a
girmesi oldu. Bunların tümü Mus’ab Radıyallahu
anh ve Es’ad bin Zurâre Radıyallahu
anh’ın terazilerine konmuştur. Nitekim Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın
senin vesilenle bir kimseye hidayet vermesi senin için kırmızı develerden daha
hayırlıdır.”[203]
Yine bir hadisinde de şöyle buyurmuştur:
“Kim
hidayete çağırırsa kendisine uyanların sevabı kadar sevap alır. Bununla
birlikte onların sevaplarından bir şey eksiltilmez.”[204]
2. Bu konuda yine ensârın
fazileti, Yüce Allah’ın onları nasıl doğruluk, vakâr ve mürüvvetle donattığı,
onların da bu dini kabul etmek ve öncekilerin ve sonrakilerin de efendisi olan
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e
yardım için nasıl kendilerini hazırladıkları ortaya konmaktadır. Yine burada,
vefatından dolayı Rahmân’ın Arşı sallanan Sa’d bin Mu’az Radıyallahu anh’ın ve Kur’an okumasını dinlemek için meleklerin
indiği Useyyid bin Hudayr Radıyallahu anh’ın
fazileti ortaya konmaktadır. Ona, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Eğer
okumaya devam etseydin sabaha çıktığında insanlar onlara bakarlardı ve onlar
(melekler) onlardan (insanlardan) saklanmazlardı.”[205]
3. Bu bölümde ayrıca doğru
eğitimin ürünleri, daveti yüklenecek ve tebliğ edecek bir yapının oluşturulması
için yürütülen eğitimin ne kadar uzun bir zaman alacağı ortaya konmaktadır. Bu
eğitim böyle uzun zaman alır ancak ondan sonra da kısa zamanda çok ve değerli
ürünler verir. İşte Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in İslâm üzere eğittiği ve kendisini Kur’an’la suladığı
Mus’ab bin Umeyr Radıyallahu anh’ın
durumu, Yüce Allah’ın onun vasıtasıyla nasıl fetih (gönüller fethi) nasib
ettiği ortada. Ben bazen değerli sahabilerden bir adamın bizim yaşadığımız
zamanda aramıza gönderildiği bir durum tahayyül ediyorum. Yüce Allah onun
vasıtasıyla ne yararlar sağlar! Onun elleriyle ne fetihler nasib eder! İstersen
bunu İbn Teymiyye ve onun öğrencisi İbnu’l-Kayyim gibi ilimle ameli
birleştirmiş selef alimlerinden biri açısından da söyleyebilirsin. Onlardan
biri bizim zamanımızda gönderilmiş ve Yüce Allah’a davet etmiş olsa, ben kesin
olarak inanıyorum ki, onun vasıtasıyla gelecek yarar, ülkelerin ve kulların
kalplerinin İslâm’a açılması suretiyle sağlanacak iyilik ömürlerini davet
yolunda harcayan çağdaş davetçilerin binlercesinin sağladığından fazla
olacaktır. Bizimle o seçkin kişiler arasındaki fark ilim ve eğitimdir. Eğer
ilim Yüce Allah için olursa o aynı zamanda bir eğitimdir. İşte bu şekilde
eğitimin bereketi ortaya çıkmıştır. Oysa çağdaş islâmi akımların çoğu bunun pek
bir değeri olmadığı, insanların ömürlerini bunun için harcamalarında bir yarar
olmadığı ve bunun bir getirisinin de olmayacağı kanaatini taşımaktadır. Onlar
bu çalışmayı bir zaman kaybı olarak görüyor ve İslâm’ın doğru inanç üzere ve sahabilerin
yetiştiği gibi gece ibadet, gündüz oruç eğitimiyle yetişmemiş insanlarla ayakta
duracağını sanıyorlar. Biz bu husus üzerinde sözü hayli uzattık. Çünkü kitabın
asıl gayesi ve vermek istediği mesaj bundadır. Yüce Allah’tan bizi değerli
sahabilerin yollarına girmeye muvaffak kılmasını, bu yolda öne geçen ilklerle
yücelttiği gibi bizimle de dini yüceltmesini, bizimle onları insanların
alemlerin Rabbinin huzurunda toplanacağı gün öncekilerin ve sonrakilerin
efendisiyle birlikte biraraya getirmesini diliyoruz.
4. Dr. Muhammed Said
Ramazan diyor ki: “On bir yıl cihad ve yalnız Allah yolunda sürekli sabır
göstermek, işte bu yeryüzünün doğusuna ve batısına yayılan güçlü bir İslâm
hâkimiyetine ulaşılmasının ücreti ve yoludur. O hâkimiyetin önünde Bizansın gücü
dökülüyor, onun önünde Farisîler ezilip gidiyor, onun etrafında çeşitli
düzenlerin ve uygarlıkların değerleri eriyip yok oluyordu.
Ücret cihad, sabır, yorgunluk ve zorluklara
katlanmaktır. Allah için, bunlar olmadan da İslâmi toplumun direklerini oturtmak
gerçekten çok kolaydı. Ancak bu Yüce Allah’ın kulları hakkındaki ilâhi
sünnetidir. Kendilerine kulluk niteliği zorunlu olarak verildiği gibi onların
kulluk görevlerini kendi seçimleriyle yerine getirmelerini istedi. Gayret
gösterilmeden kulluk görevi yerine getirilemez. Eziyete katlanılmadan ve
şehadete atılmadan samimi bir kimseyle yalancı birbirinden ayırdedilemez. Bir
insanın kendi nefsinden bir ödeme yapmaksızın, bir şey sarfemeksizin ganimet
kazanması adalete uygun değildir. Bu yüzden Yüce Allah insanı iki şeyle yükümlü
kılmıştır:
1. İslâm şeriatını
uygullamak ve İslâm toplumunu oluşturmak.
2. Dikenli, zorlu ve
rahatlatıcı olmayan bir yolda bunun için yürümek.”[206]
Ben diyorum ki:”Sîretten bazı olaylar ve bütün
peygamberlerin hayatları bunun için birer delil teşkil ettiği gibi Yüce
Allah’ın şu sözü de bu açıdan bir delildir:
“Allah
dileseydi onlardan öc alırdı. Ancak sizi birbirinize imtihan etmek için (böyle
emrediyor). Allah yolunda öldürülenlerin ise (Allah) amellerini boşa
çıkarmayacak. Onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecektir. Onları
kendilerine tanıttığı cennete sokacaktır.” (Muhammed, 47/4-6)
İbn İshak, ondan da Ahmed bin Hanbel, Ka’b bin
Mâlik Radıyallahu anh’ın ikinci Akabe
olayı ile ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “...O gece
kavmimizle birlikte bineklerimizde uyuduk. Gecenin üçte biri geçince Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem ile
buluşma sözümüz (randevumuz) için bineklerimizden ayrıldık. Kedilerin gizlice
yürümesi gibi gizlice sessiz bir şekilde yürüyorduk. Derken Akabe’deki bir
vadide toplandık. Biz yetmiş iki erkektik. Aramızda hanımlarımızdan da iki kişi
vardı. Bunlardan biri Mâzin bin Neccar oğullarının kadınlarından olan Ummu
Umâre Nesibe binti Ka’b’dı. Diğeri de Seleme oğullarının kadınlarından olan
Esmâ binti Amr bin Adiyy İbn Nâbi’ydi ki o da Ummu Meni’dir. Vadide toplanıp
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i
beklemeye başladık. Sonunda geldi. Beraberinde Abbas bin Abdilmuttalib Radıyallahu anh vardı. O, o zaman kendi
kavminin dini üzereydi. Ama kardeşinin oğlunun işinde bulunmak ve onun için
güvence oluşturmak istemişti. Oturduğunda ilk konuşan Abbas bin Abdilmuttalib
oldu. Dedi ki:
“Ey Hazrec topluluğu! -Araplar o zaman ensârdan
olan bu ahalinin tamamını Evs’iyle Hazrec’iyle Hazrec olarak adlandırıyorlardı-
Sizin de bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir. Biz kendisini, kavminden, onun
hakkında bizimle aynı düşünceye sahip olanlardan koruduk. O kavmine karşı bir
yücelik üzeredir ve kendi beldesinde korunmada tutulmaktadır. O size yönelmek
ve aranıza katılmaktan başka bir şeyi de kabul etmiyor. Siz eğer onu teslim
edecekseniz, onu aranıza aldıktan sonra perişan halde bırakacaksanız daha
şimdiden peşini bırakın. Şüphesiz o kavmine karşı bir yücelik üzeredir ve
beldesinde korunmaktadır.” Biz de ona şöyle dedik:
“Senin dediğini duyduk. Ya Rasûlallah Sallallahu aleyhi vesellem! Şimdi sen
konuş ve kendin ve Rabbin için istediğini tercih et.” Bunun ardından Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem konuştu.
Kur’an okudu. Allah’a davet etti. İslâm’ı kabul etmeye teşvik etti ve:
“Kadınlarınızı
ve çocuklarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanız üzere sizinle bey’at
ediyorum”
diye buyurdu. Bunun üzerine Berâ bin Ma’rur elinden tuttu. Sonra şöyle dedi:
“Evet, seni hak üzere gönderene yemin olsun ki
biz bakımımız altında olanları koruduklarımızdan, seni de koruyacağız. Bunun
üzerine seninle bey’at ettik ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem! Vallahi biz savaş ve birlikler
oluşturmada ehil kimseleriz. Biz bu kabiliyeti nesilden nesile devraldık.”
Berâ, Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’le konuşurken Ebu Heysem bin Tihan söze karıştı ve şöyle dedi:
“Ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem! Bizimle bazı adamlar -yani yahudiler-
arasında bağlar var. Biz bu bağları koparacağız. Eğer biz bunu yaparsak, sonra
Allah seni üstün kılarsa bizi bırakıp kavmine döner misin?” Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bu söze
tebessüm etti. Sonra şöyle buyurdu:
“Aksine
kanımız bir, yıkıntımız bir olacak[207]
Ben sizdenim ve siz bendensiniz. Sizin savaştıklarınıza karşı savaşacak, sizin
barış yaptıklarınızla barış yapacağım.”[208]
Ka’b dedi ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem: “Benim
için her biri kendi kavmini temsil edecek oniki temsilci çıkarın” diye
buyurdu. Onlar da dokuzu Hazrec’ten, üçü Evs’ten olmak üzere oniki temsilci
çıkardılar. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in elini ilk tutan kişi Berâ bin Ma’rur oldu. Ondan sonra diğer
fertler bey’at ettiler. Biz Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’e bey’at edince şeytan Akabe tepesinden kedinin bile
duyabileceği gür bir sesle şöyle bağırdı:
“Ey evlerin sahipleri! Atalarının dinlerini
terkedenler onunla birlikte size karşı savaşmak üzere biraraya gelirken
kötülenmiş adam karşısında öyle duracak mısınız?” Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle
buyurdu:
“Bu
Akabe’nin şeytanıdır! Bu Akabe’nin şeytanıdır! Ona İbn Ezib de denir. Ey
Allah’ın düşmanı, şunu duy ki, muhakkak seninle uğraşmaya da vakit ayıracağım.” Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem daha sonra:
“Şimdi
bineklerinize geri dönün” diye buyurdu. Abbas bin Ubâde bin Fudle de:
“Beni hak üzere gönderene yemin olsun ki, eğer
istersen yarın Minâ halkının üzerine kılıçlarımızla saldırabiliriz” dedi.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
ise:
“Biz bununla emrolunmadık. Ancak siz şimdi
bineklerinize geri dönün” diye buyurdu. Derken biz yattığımız yerlere geri
döndük ve sabah olunca Kureyş tarafından gönderilenler bize doğru geldiler.
Evlerimize kadar varıp dediler ki:
“Ey Hazrec topluluğu! Bize haber verildiğine
göre siz bizim şu arkadaşımızın yanına gelmişsiniz. Onu bizim aramızdan alıp
bize karşı savaşmak üzere kendisiyle bey’at ediyormuşsunuz. Şu kesindir ki,
vallahi, Arap kabileleri içinde bizimle kendisi arasında savaş çıkması
durumunda size karşı göstereceğimiz sertlik kadar kimseye göstermeyiz.” Bunun
üzerine bizim kavmimizin müşriklerinden bazı kimseler öne çıkarak:
“Böyle bir şey olmadı ve bizim böyle bir şeyden
haberimiz olmadı” diye yemin etmeye başladılar. Gerçekten de doğru söylediler.
Onların böyle bir şeyden haberleri olmamıştı. Bu arada biz birbirimize
bakıyorduk. Bu sırada bir grup kalktı. Bunların içinde Hâris bin Hişâm bin
Muğire el-Mahzumi de vardı. Onun ayaklarında da yeni nalinler vardı. Ben
kendisine:
“Şununla konuş” dedim. Ben bunu derken biraz o
grubu söyledikleri söze ortak etmek istiyordum. Dediler ki:
“Ey Ebu Câbir! Sen kendin bir şey yapamaz
mısın?” Sen Krueyş’ten şu gencin nalinleri gibi efendilerimizden bir
efendisin.” Hâris bu sözü duydu. Bunun üzerine onları ayaklarından çıkarıp
benim üzerime attı ve:
“Vallahi onları sen giyeceksin” dedi. Ebu Câbir
diyordu ki:
“Bırak. Vallahi genci korumaya aldın.
Nalinlerini kendisine geri ver.” Ben de şöyle dedim:
“Hayır, vallahi, onları kendisine geri
vermeyeceğim. Vallahi bu yerinde bir yorumlama. Eğer yorumlama doğru çıkarsa
onu çıkaracağım.”[209]
1. Muhammed Gazali diyor
ki: “Bu Akabe bey’atında, o olayda kesinleştirilen anlaşmalarda ve o esnada
yapılan karşılıklı görüşmelerde yakîn, fedakârlık ve kahramanlık ruhu hâkimdi.
O topluluğun tamamına ve söyledikleri her söze bu ruh hâkim olmuştu. Görülen o
ki, konuşmaya yön veren veya bir takım antlaşmalara yönelten unsur sadece
ateşli duygular değildir, asla. Şüphesiz geleceğin hesabı bugünün hesabına
dayanılarak yapılır. Ele geçirilmesi bir ihtimal olan ganimetlerden önce ele
geçirilmiş ganimetlere bakılır.
Onlar en kuvvetli imanla iman etmiş kimseler
olarak Yesrib’den gelmişlerdi. Fedakârlığa çağıran bir kimsenin çağrısına cevap
vermişlerdi. Peygamber -Aleyhisselam-’ı
ise öyle ayaküstü bir şekilde tanımışlardı ve bu tanımanın üzerinden günler
geçmişti. Kanaate göre bu tanımanın unutulmuş olması gerekirdi. Ancak cesaret
ve güvenden gücünü alan böyle bir enerjinin kaynağını unutmamız uygun olmaz.
Her ne kadar ensar büyük bey’attan önce Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i öyle kenardan köşeden görme dışında
tanıma fırsatı bulamamış idilerse de gökten ışık saçan vahiy onların yollarını
aydınlatmış ve gayelerinin net bir şekilde görülmesini sağlamıştı.
Kur’an’ın yarısına yakın bir kısmı Mekke’de
indi. Hafızların dillerine yerleşmiş ve değerli yazıcıların sahifelerinde
dolaştırılıyordu. Mekke’de inen Kur’an ayetleri ahirette verilecek karşılığı
adeta gözle görülüyormuş gibi tasvir ediyordu. Sanki elini attığın zaman cennet
meyvelerini toplayacakmışsın gibi. Kendini hakka veren bir bedevi çok kısa bir
an içinde Arap yarımadasının düzlüğünden çıkıp nimetlerle çevrili ırmakların ve
mühürlenmiş içeceklerin yanına geçebilirdi.
Aynı şekilde Kur’an öncekilerin başlarından
geçenlerin, mü’minlerin nasıl kurtarıldıklarını ve peygamberleriyle nasıl
kurtulduklarını, inkârcıların nasıl taşkınlık ettiklerini, kendilerine mühlet
verilmesinin nasıl onları sarhoş ettiğini, böylece nasıl aşırı gittiklerini ve
despot kesildiklerini, daha sonra ilâhi adaletin nasıl yerini bulduğunu,
böylece zâlimlerin helak olup gittiklerini, arkalarında da kendilerine sırt
çevrilmiş bir dünya ve harap olmuş evler bıraktıklarını anlatıyordu.
Onlar arkalarını döndüler, yerin yüzleri ise
onları lanetliyor,
Tıpkı Hakkın celâli karşısında yıkılıp gitmiş
batıl gibi.
Allah’a iman, O’nun için sevmek. O’nun dini
üzere kardeşlik ve O’nun adına yardımlaşma. İşte tüm bunlar, ahalisi taşkınlığa
dalmış olan Mekke’nin civarında gece vaktinde biraraya gelen nefisleri böyle
bir şeye yönelten unsurlardı. Onlar böyle bir şeye Allah’ın yardımcılarının
(ensârının) O’nun Peygamber’ini, kendi namuslarını korudukları gibi
koruyacaklarının, namuslarını canlarıyla savundukları gibi onu da canlarıyla
savunacaklarının duyurulması için yöneliyorlardı. Artık onlar sağ oldukları
sürece o Peygamber -Aleyhisselam-’a
bir zarar dokundurulamayacaktı. Mekke müşrikleri kendilerinin İslâm’ı, içinden
çıkamayacağı bir alan içerisinde kuşatmaya aldıklarını, Müslümanları da kendi
canlarıyla uğraşmaya zorladıklarını sanıyorlardı. Dolayısıyla suç işleyip de
kendisine kısas uygulanmayacağından emin olan bir suçlunun rahat bir şekilde
uykuya dalması gibi uykuya dalmışlardı.
Günler güzel geçerken sen de günler için iyi
şeyler düşünmüştün.
Kaderin getireceği sıkıntılardan hiç
korkmamıştın.
Geceler seninle barış yaptı sen de ona aldandın,
Ama gecelerin sadeliğinde keder gelip çatıyor.
Evet. Bu gece, hakkın askerleri putperestliğin
belini kırmak, cahiliyeye son vermek ve onun adamlarını ortadan kaldırmak üzere
antlaşıyorlar.”[210]
2. Umarız, İslâm’ın ezip
geçen bir darbe ile hâkim kılınabileceğini sanan hızlı düşünce sahibi birtakım
kimseler bu bey’at olayından ibret alırlar. Nasıl oldu da, savaş konusunda
uzman ve tecrübe sahibi olan ensâr, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e o vadi halkının bir saldırı düzenlemek
için teklifte bulundukları halde Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem kendilerini bundan nehyetti ve: “Ben bununla emrolunmadım” dedi? Meyvelerin toplanmasında acele
edilmesi sarfedilen çabaların boşa gitmesine yolaçabilir. Böyle bir durumda
İslâmi hareket ürünlerini veremez. Sonuç mevcut olan kişilerin de kaybedilmesi
ve elde edilmesi sadece bir ihtimal olan çıkar için onların davetlerinin zayi
edilmesi olur. Bu, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in Habbab Radıyallahu
anh’a söylediği şu sözüne de şahitlik etmektedir: “Ama siz acele ediyorsunuz.”[211]
3. Prof. Muhammed Said
Ramazan diyor ki: “Ensârın İslâma girişinin başlangıcının nasıl olduğu hakkında
verdiğimiz bilgiler üzerinde düşünüldüğü zaman görülecektir ki, Yüce Allah
Medine’deki hayatı ve ortamı İslâm davetini kabul için hazırlamıştır. Medine
halkının buna ilk başlaması sırasında bu dini kabul için psikolojik (nefsani)
bir hazırlık söz konusuydu.
Medine’de oturanlar birbirine karışmış değişik
unsurlardan oluşuyorlardı. Bunların bazıları Medine’nin yerlileriydi ki, onlar
müşrik Araplardı. Diğerleri de Arap yarımadasının değişik bölgelerinden
Medine’ye göç etmiş yahudilerdi. Müşrikler iki büyük kabileye ayrılıyorlardı.
Bunlardan biri Evs diğeri de Hazrec’di. Yahudiler ise üç kabileden meydana
geliyorlardı: Kurayza oğulları, Nadir oğulları ve Kaynuka oğulları. Yahudiler
adetleri üzere uzun süre oyunlar çevirdiler. Böylece Evs ve Hazrec
kabilelerinin arasına düşmanlık tohumları ektiler. Böylece Araplar birbirini
izleyen yıpratıcı savaşlarla birbirlerini yemeye başladılar. İşte bu uzun süren
düşmanlığın etkisi altında Evs ve Hazrec kabilelerinin herbiri yahudilerden bir
kabileyle antlaşma yapmıştı. Evs kabilesi Kurayza oğullarıyla antlaşmış, Hazrec
kabilesi de Nadir oğullarıyla ve Kaynuka oğullarıyla antlaşmıştı. Onların
aralarında meydana gelen en son çatışma da Bu’as çatışmasıydı. Bu olay
hicretten birkaç yıl önce meydana gelmişti. Bu, büyük bir çatışma oldu ve
kabilelerin ileri gelenlerinin çoğu bu olayda öldürüldü.
O sıralarda yahudilerle Araplar arasında ne
zaman bir sürtüşme çıksa yahudiler o zaman hemen: “Gelecek olan bir peygamberin
ortaya çıkma zamanı yaklaştı” diye tehdidde bulunuyor ve kendilerinin onunla
birlikte olacaklarını, böylece onları Ad ve İrem’in öldürülmesi gibi
öldüreceklerini söylüyorlardı.
İşte o şartlarda, Medine halkında bu dine karşı
bir ilgi uyanmıştı. Ona kuvvetli ümitler bağlamışlardı. Onun faziletiyle
yeniden saflarını birleştimeleri ve yeniden birliklerini sağlamaları mümkün
olabilirdi. Böylece aralarında düşmanlığa yolaçan sebepler ortadan
kalkabilirdi. İbnu’l-Kayyim’in Zâdu’l-Me’ad’da dediği gibi bunlar Yüce Allah’ın
Peygamber’i için hazırladığı şeylerdi. Böylece, onun Medine’ye hicreti için
şartlar oluşturuluyordu. Çünkü Allah’ın rahmeti, İslâm’ın aydınlığının
yeryüzünün her tarafına yayılmasında oranın bir merkez rolü oynamasını
gerektirmişti.”[212]
4. İbn İshak diyor ki:
“Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e
Akabe bey’atından önce savaş için izin verilmemiş, kan akıtmak kendisine helal
kılınmamıştı. Sadece Allah’a çağırmak, eziyetlere katlanmak ve cahillere
aldırmamakla emrolunuyordu. Kureyşliler de muhacirlerden ona uyanlara baskı
yapıyorlardı. Öyleki onları dinleri hakkında zora sokmuş ve kendi yurtlarından
kovmuşlardı. Onlardan bazıları dinine aykırı sözleri söylemeye zorlanıyor,
bazıları onların ellerinde işkenceye maruz bırakılıyor, bazıları onlardan
kaçarak değişik beldelere gidiyordu. Yurtlarını terketmek zorunda kalanların
kimisi Habeşistan’a, kimisi Medine’ye gitmişti. Her türlü uygulama oluyordu.
Kureyş halkı Allah’a karşı gelince, O’nun kendileri için dilediği üstünlüğü
geri çevirince, Peygamberini -Aleyhisselam-
yalanlayınca, yalnız O’na kulluk eden, Peygamberini -Aleyhisselam- doğrulayan ve onun dinine sarılan kimselere işkence edince,
Yüce Allah da Peygamberine Aleyhisselam
savaş etmesi ve Müslümanların, kendilerine zulmedenlere, baskı yapanlara karşı
aralarında (savaş için) dayanışma yapmaları için izin verdi. Bana Urve bin
Zubeyr’den ve daha başka ilim adamlarından ulaşan habere göre Yüce Allah’ın
onlara savaş için izin vermesi, kan akıtmayı helâl kılması ve Müslümanların
kendilerine karşı taşkınlık edenlerle çarpışmalarına müsaade etmesi hakkında
inen ilk ayet Yüce Allah’ın şu sözüdür:
“Kendileriyle
savaşılan mü’minlere zulmedilmeleri dolayısıyla (savaşa) izin verilmiştir.
Şüphesiz Allah onlara yardım etmeye güç yetirir. Onlar sırf: “Rabbimiz
Allah’tır” dediklerinden dolayı haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır. Eğer
Allah’ın insanların bazılarını bazılarıyla savması olmasaydı şüphesiz içlerinde
Allan’ın adı çokça anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler
yıkılırdı. Allah kendine yardım edenlere elbette yardım edecektir. Şüphesiz
Allah güçlüdür, yücedir. Onlar, kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı
kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu
Allah’ındır.” (Hacc,
22/39-41)
Yani onlar zulme uğratıldıklarından dolayı
kendilerine savaş yapmayı helal kıldım. İnsanlarla aralarında çıkan meselede,
onların yalnız Allah’a ibadet etmek dışında bir suçları yoktur. Onlar üstün
geldikleri zaman namazı kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder, kötülükten
nehyederler. Yani Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem ve sahabileri (“onlar” diye kastedilenler bu kimselerdir).
Allah hepsinden razı olsun.”[213]
Sahabilerin (Allah hepsinden razı olsun)
Medine’ye Hicretleri
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in
Medine’ye Hicreti
İbn Abdilberr -Rahimehullah- özet olarak şöyle diyor:
“Bu sözü edilenlerin Akabe gecesinde Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e bey’at
etmeleri tamam olunca Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem beraberinde bulunan Müslümanlara gruplar halinde Medine’ye
hicret etmelerini emretti. Söz konusu bey’at hem Medinelilerin kâfir
olanlarından hem de Kureyş kâfirlerinden gizli bir şekilde gerçekleşmişti.
Söylendiğine göre ilk yola çıkan kişi Ebu Seleme bin Abdilesed el-Mahzumi’ydi.
Onun hanımı Ummu Seleme binti Ebi Umeyye’nin beraberinde çıkmasına engel
olunmuş ve yaklaşık bir yıl Mekke’de alıkonmuştu. Daha sonra onun da kocasının
yanına gitmesine izin verildi ve o da hicret etmek üzere yola çıktı. Onun
Medine’ye gitmesi için yol hazırlıklarını o zaman henüz kâfir olan Osman bin
Talha bin Ebi Talha yaptı. Ebu Seleme Radıyallahu
anh Kubâ’ya yerleşti.
Sonra, Adiyy bin Ka’b oğullarının antlaşmalısı
olan Amir bin Rebi’a beraberinde hanımı Leylâ binti Ebi Hasame bin Ganim olarak
hicret etti. Bu hanım Medine’ye giren muhacir kadınların ilkidir. Daha sonra
Abdullah bin Cahş ve kör şair olan kardeşi Ebu Ahmed bin Cahş hicret etti.
(Sözü edilen kadının) annesi ve kardeşlerinin annesi Umeyme binti Abdilmuttalib
de bu arada hicret etti. Bütün Cahş oğulları hanımlarıyla birlikte hicret
ettiler. Onların gitmesinden sonra Ebu Süfyân evlerine yerleşti ve orayı
sahiplendi. Ebu Süfyân bin Harb’in kızı Fari’a, Ebu Ahmed bin Cahş’in nikâhı
altındaydı. Bu sözü edilen dört kişi de Kubâ’ya yerleşti.”
Böyle bir grubu saydıktan sonra şöyle diyor:
“Sonra Ömer bin Hattab ve Ayyaş bin Rebi’a yirmi binekliyle birlikte çıktılar
ve Medine’ye geldiler. Onlar Umeyye bin Zeyd oğullarının mıntıkasında el-Avâlî
denilen yere yerleştiler.Onlara Ebu Huzeyfe Radıyallahu
anh’nin mevlâsı (kölesi) Sâlim Radıyallahu
anh namaz kıldırıyordu. İçlerinde en çok Kur’an bilenleri oydu. Hişâm bin
As bin Vâil de Müslüman olmuş, Ömer bin Hattab Radıyallahu anh’a kendisiyle birlikte hicret etmek üzere söz vermiş
ve: “Seninle Gifar oğullarının kuyusunun yanında buluşuruz” demişti. Ancak
Hişâm’ın kavmi onun niyetini anlamış ve kendisini hicretten alıkoymuştu. Sonra
Ebu Cehil ve Hâris bin Hişâm Medine’ye geldiler. Ayyaş bin Ebi Rebi’a’yla
konuştular. O, onların anadan kardeşleri ve amcalarının oğluydu. Ona annesinin,
kendisini görmeden başını yıkamamak ve gölgede durmamak üzere adakta
bulunduğunu haber verdiler. Bu haber üzerine yüreği yandı ve onların
dediklerini doğruladı. Dolayısıyla onlarla birlikte geri dönmek üzere çıktı.
Ama onlar yolda onun ellerini arkadan bağladılar. Bu şekilde Mekke’ye götürdüler
ve orada hapsedilmiş bir halde saklamaya başladılar. Yüce Allah onu Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in duasıyla
kurtarıncaya kadar da böyle kaldı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bir namazın kunut duasında şöyle dua
etti:
“Ey Allah’ım!
Velid bin Velid’i, Seleme bin Hişâm’ı, Ayyaş bin Ebi Rebi’a’yı ve mü’minlerden
güçsüzlüklerinden dolayı baskı altında tutulanları (mustaz’afları) kurtar. Ey
Allah’ım! Mudar üzerindeki azabını artır. Bunu onlar için Yusuf’un kıtlık
yılları gibi kıtlık yılları kıl. Sonra, ey Allah’ım, Ayyaş bin Ebi Rebi’a’yı ve
diğerlerini kurtar ve onları Medine’ye hicret ettir.”
Daha sonra Talha bin Ubeydillah geldi. O ve
Suheyb bin Sinân, Haris bin Hazrec oğullarının arasında Hubeyb bin İsâf’ın
yanına yeleştiler. Talha’nın Ebu Umâme Es’ad bin Zurâre’nin yanına yerleştiği
de söylenmiştir. Suheyb mal sahibi biriydi. Kureyşliler onu öldürmek ve malını
almak için peşine takıldılar. Onlar yanına geldiklerinde, kendilerine doğru
baktı. Onlar da ona baktılar. Bu sırada onlara: “Bildiğiniz gibi ben sizin
içinizde en iyi atan adamım. Vallahi, Allah’ın içinizden ölmesini dilediği
kimseler ölmeden bana ulaşamazsınız.” Onlar da:
“Öyleyse malını bırak sen çekip git” dediler. O
da:
“Ben malımı Mekke’de bıraktım. Size bir işaret
veririm siz ona göre bulup alırsınız” dedi. Onlar, onun doğru söylediğini
anladılar ve aldıkları işarete binaen, peşini bırakıp Mekke’ye geri döndüler.
Böylece malını aldılar. Bunun üzerine şu âyet indi:
“İnsanlardan
öyleleri de vardır ki, canlarını Allah’ın rızasını kazanma yolunda feda
ederler. Allah kullarına karşı şefkatlidir.” (Bakara, 2/207)
Osman bin Affan Radıyallahu anh, Neccar oğullarından Hassan bin Sâbit Radıyallahu anh’ın kardeşi Evs bin Sâbit
Radıyallahu anh’ın yanına yerleşti.
Uzzâb da Sa’d bin Hayseme’nin yanına yeleşti. O bekârdı. Böylece Mekke’de
Müslümanlardan (kendi iradeleriyle) Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Ebu Bekir Radıyallahu anh ve Ali Radıyallahu
anh’den başka kimse kalmadı. Bu ikisi Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in emriyle onun yanında kalmışlardı.
Bazı kimseler de zorla tutuldular. Onları kendi kavimleri alıkoydu. Onlar
hicret etmeye çok arzulu olduklarından kendileri için mücahitlere yazılan ecir
yazıldı.[214]
Gazali diyor ki: “İşte muhacirler Mekke’yi böyle
gruplar halinde veya teker teker terkediyorlardı. Sonuçta Mekke neredeyse
Müslümanlardan tamamen arındırılmış bir hal aldı. Kureyşliler de, bir yurdun
kendini İslâm’a feda ettiğini, İslâm’ın üzerinde kök salacağı ve içinde
korunacağı bir rol üstlendiğini hissettiler. Dolayısıyla Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’in davetinin
girdiği bu (kendi açılarından) tehlikeli dönemden dolayı içlerine bir korku
düştü. Kanlarında, canından korktuğu zaman iyice saldırganlaşan canavarların
duygularına benzer duygular hareket etmeye başladı.
Muhammed Sallallahu
aleyhi vesellem henüz Mekke’deydi. Ancak bugün yarın sahabilerine
kavuşacağını mutlaka biliyordu. Sıranın kendine gelmesine kadar acele
etmiyordu.”[215]
1. Prof. Muhammed Said
Ramazan şöyle diyor:
“Mekke’de Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ashabının karşı karşıya oldukları
imtihan; işkence, eziyet görmek ve müşriklerden gördükleri çeşitli şekillerdeki
alay ve hakaretlerdi. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem onlara hicret için izin verince bu seferki imtihanları da
vatanlarını, mallarını, evlerini ve varlıklarını terketmek oldu. Onlar dinleri
hakkında vefakâr, Rablerine karşı ihlaslı kimselerdi. Gerek birinci ve gerekse
ikinci imtihanın getirdiği sıkıntıları ve zorlukları kararlı bir sabır ve yıkılmaz
bir azimle karşıladılar. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem kendilerine Medine’ye hicret etmeleri üzere işarette
bulunduğunda, arkalarında vatanlarını ve içindeki mallarını, varlıklarını,
yakınlarını bırakarak o tarafa yöneldiler. O zaman kendilerini saklayarak ve
gizlenerek çıktılar. Bunu ise varlıklarını ve ağırlık teşkil eden eşyalarını
geride bırakmak suretiyle gerçekleştirmeleri mümkündü. Nitekim dinlerini
kurtarmak için bütün bunları Mekke’de bıraktılar. Bunların yerine, kendilerini
barındırmak ve yardımcı olmak üzere onları Medine’de bekleyen kardeşler
kazandılar.”[216]
2. Üstad Muhibbuddin
el-Hatib diyor ki:
“İslâmi ruh, İslâm hidayetini kolayca
anlayabileceği, hayatın her alanında bu hidayet çizgisine göre amel etme imkânı
bulabileceği, istediği herkesi İslâm’a davet etme özgürlüğüne sahip olacağı,
bütün gerçekleri ve iyilikleri onlara ulaştırabileceği bir düzen ve yönetim
ortamında yaşamak ister. Böyle bir ortamda gerek Müslüman ferdin ve gerekse
İslâmi cemaatin bütün hallerinde söz konusu iki şeyin açıktan yerine
getirilmesi mümkün olur. O ortamda hakkın öyle bir gücü olur ki bu güçle, ona
engel olan veya Müslümanların insanları hidayete davet etmelerini, o hidayetin
gereğini evlerinde, dükkanlarında, derneklerinde, toplantı yerlerinde yerine getirmelerini
engelleyen kimsenin yola getirilmesi mümkün olur. İslâmi ruh gelince islâm
hükümlerini uygulayan, onun davetini koruyan ve ümmeti onun adâbına yönlendiren
düzenin gölgesinde ilerleyince artık bu ruh İslâm için, onun yücelmesi,
dairesinin genişlemesi amacıyla çalışan, onun bahçelerinde ürün veren bir güç
haline gelir. Ama eğer İslâm’a ters düşen, onun davetini ezen, ümmeti onun
adâbına göre eğitmeyen bir düzen altında ortaya çıkar ve gelişirse, onun gücü
İslâm’ı destekleme ve hidayetini etrafa yayma imkânından mahrumdur.”[217]
3. Şeyh Abdülaziz bin
Râşid en-Necdi de özet olarak şöyle diyor:
“Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in ve diğerlerinin hicretinde pek çok yarar ve düşünen için
birçok ibret vardır. Bunlardan bazılarına işaret edeceğiz ki, bir mü’min
zalimlerden söz konusu hicreti yapan kimselerin karşılaştığı gibi bir
uygulamayla karşılaşırsa dini kurtarmak ve Allah’a davet işini yürütmek üzere
gideceği toprağa ulaşmak için bir yol ve imkân bulduğunda hicret etsin.
Birincisi: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, kendisine ve
diğerlerine katlanamayacakları işkenceler etmelerine rağmen kavmi kendisini
hakka davet etmekten alıkoymak üzere öldürmeye karar verinceye kadar onların
arasından çıkmamıştır. Bunda ise onun dinine davet edenler için ibret vardır.
İkincisi: Sahabileri -Allah kendilerinden razı olsun- ondan
önce ve Medine hicretinden önce, işkencelere katlanamayacak derecede zayıf
düşünce Habeşistan’a hicret ettiler. Bununla birlikte onlardan Mekke’de
dinlerine davet eden bazı kimseler kaldı. Ancak onlar sayıca azdı ve
aralarından bazılarını koruyan adamları vardı. Onlar Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e olan
sevgilerinden ve cihada (küfür karşısında dayanmaya) güç yetirebilmelerinden
dolayı, bozgunculara karşı hüccet ortaya koymak ve zayıf görülenlerden ve
diğerlerinden hak üzere olanları savunmak amacıyla kaldılar. Bu durumda olan
bir kimse için uygun olan, eziyetlerine sabredebildiği sürece zalimlerin
arasından bir başka yere geçmemesidir.
Üçüncüsü: Allah’a, Kitab’ına ve
Rasûl’üne gerçek anlamda iman kalplere girince ve ruh onu bilgi ve anlayış
üzere iyice sindirince onun mutlaka dışa akseden amellerle ve canla, malla
verilen cihadla ürünlerini ortaya koyması gerekir.
Dördüncüsü: Burada daha önceki
hususu açıklayıcı bir durum vardır ki o da şudur: Onlar kendilerine Allah’tan
ve Rasûl’ünden ulaşanları üstün tutarak, beraberindeki acılara rağmen hakkı,
mal, evlad, aile, aşiret ve vatan gibi kendi nazarlarında en kıymetli olan
varlıklara tercih ederek kavimlerinden ayrılmışlardır.
Beşincisi: Bağlayıcı yönünden
olmasına rağmen mal azlığı onları hicretten alıkoymamıştır. Bunun yanısıra
çoluk çocuğu, dostları, üzerinde yetiştikleri ortamı ve Mekke’de çok basit
yollarla elde ettikleri kazançları hicretten geri kalmak için gerekçe
göstermemişlerdir. Çünkü bütün bunların hatta bütün dünya varlıklarının
Allah’ın hicretleri karşılığında kendileri için hazırladığı ecre denk
olmadığını biliyorlardı. Bunun yanısıra bir şeyi terkedene dünyada ve ahirette
onun karşılığının verileceğini anlamışlardı. Nitekim gelişmeler ve olaylar da
bunu doğru çıkarmıştır.
Altıncısı: Düşmanlarının gücüne
denk veya ona yakın bir güce sahip oluncaya kadar, kendi dinlerini benimsemeyen
ve onun hükmüne razı olmayan kimselerin tahakkümü altında aşağılanmaya ve boyun
eğmeye razı olmadılar. İşe yarar silahların dışında sahip oldukları her
şeylerini arkalarında bırakıp Allah’a güvenerek yola çıktılar. Bununla birlikte
gizlice uzaklaşma, tuzak kurma, işlerini düşmanlarından saklama, aralarında
birlik oluşturma, saflarını birleştirme, kendilerine düşman olan herkese karşı
durmalarına ve onlardan korunmalarına yarayacak geleceğe yönelik kuvvet
hazırlama gibi güç yetirdikleri ve yetirebilecekleri sebeplere de başvurdular.
Bunlarla ve Rabblerinin kendilerini desteklemesiyle geniş beldeler fethettiler.
Ey mü’min! Boyunlarına kölelik ve sömürge boyundurluğu geçirilmiş, bugün ve
bugünden önce başlarına karanlık kâbusu örtülmüş Müslümanların sıfatlarını
incele. Sözünü ettiğimiz kimselerin sıfatlarının tam tersi olduğunu görürsün.”[218]
4. Muhammed Gazali şöyle
diyor: “Hicret bir görevlinin yakın bir beldeden uzak bir beldeye geçmesi
değildir. Rızık arayan bir kimsenin verimsiz bir topraktan verimli bir toprağa
göç etmesi de değildir. Kendi yuvasında güven içinde yaşayan bulunduğu yerde
kök salmış olan bir kimsenin çıkarlarını heba etmeye, bütün mallarını feda
ederek sadece kendini kurtarmaya zorlanmasıdır. Kendisini buna zorlayanların,
kendisine karşı gayet rahat hareket edeceklerini, yağmacı bir anlayışla
davranacaklarını bildiğinden yolun başında veya sonunda öldürülmeyi de göze
alır. İşte böyle bir şeye mü’minden başkası güç yetiremez. Çok şüpheci, zayıf
karakterli ve endişeli bir kimse böyle bir şeye hiçbir şekilde güç yetiremez. O
Yüce Allah’ın hakkında şöyle buyunduğu kimselerdendir:
“Biz eğer
onların üzerine: “Kendi nefislerinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın” diye
yazsaydık çok azı dışındakiler bunu yapmazlardı.” (Nisa: 4/66)
Mekke’de Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le buluşan ve ondan hidayet nurları alan
ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye eden erler ise, kendilerine “hicret
edin” dendiği anda hiç zorlanmadan yola koyuldular ve İslâm’ı yüceltecekleri,
onun geleceğini güvenceye alacakları yerlere hicret ettiler. Müşrikler birde
baktılar ki, halkıyla mamur olan Mekke bomboş bir hale gelmiş ve insanların
dolaştığı yerler ıssız bir hale gelmiş.”[219]
İbn İshak diyor ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, hicret eden
sahabilerinden sonra kendisine de hicret için izin verilmesini bekleyerek
Mekke’de kaldı. Sahabilerinden hapsedilenler ve oyuna getirilenler dışında Ali
bin Ebi Talib Radıyallahu anh ve Ebu
Bekir Radıyallahu anh’den başka
Mekke’de onunla beraber kimse kalmamıştı. Ebu Bekir Radıyallahu anh hicret için Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den sık sık izin istiyor ancak o: “Acele etme belki Yüce Allah sana bir
arkadaş tayin eder” diyordu. Ebu Bekir Radıyallahu
anh o arkadaşın (Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in) bizat kendisi olmasını arzuluyordu.[220]
Muhammed Gazali diyor ki: “Mekke’nin tağutları
bu meseleyle ilgili köklü bir karar almak üzere Dâru’n-Nedve’de toplandılar.
Bazıları Muhammed -Aleyhisselam-’ın
ellerine zincir vurularak ve kuvvetli bir şekilde bağlanarak hapse atılması,
kendisine yiyecekten başka bir şey verilmemesi ve ölünceye kadar bu hal üzere
bırakılması yönünde görüş ortaya attılar. Bir başkası Mekke’den sürgün edilmesi
ve bir daha oraya girmesine izin verilmemesi böylece Kureyş’in onun işinden
elini çekmesi yönünde görüş ileri sürdü. Bu görüşlerin her ikisi de kesin bir
sonuca ulaştırmayacak nitelikte görüldüğünden kabul edilmedi ve Ebu Cehil’in
teklif ettiği şeyin uygulanması üzerinde görüş birliğine vardı. Ebu Cehil şöyle
demişti:
“Benim görüşüme göre Kureyş’in her kolunda
soylu, orta halli ve gayretli bir genç bulun. Sonra her gence keskin bir kılıç
veririz. Sonra onların hepsi birden ona, bir adamın vurması gibi vururlar,
öldürdüklerinde kanı bütün kabileler arasında dağılmış olur. Haşim oğullarının
bütün Kureyş’e savaş açmaya güç yetireceklerini sanmıyorum. Artık önlerinde
diyetten başka bir seçenek kalmayınca biz de diyetini öderiz.”
Toplantıya katılanlar kendilerini şaşkına
çeviren problem için bu çözümü kabul ettiler ve bunu uygulamak için gerekli
hazırlıkları yapmak üzere dağıldılar. Kur’an-ı Kerim bu cinayetin tasarlanması
hadisesine şu şekilde işaret etmiştir:
“Hani
inkâr edenler seni bağlayıp hapsetmek, öldürmek veya (Mekke’den) çıkarmak için
tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak
kuranların en hayırlısıdır.” (Enfal: 8/30)[221]
Aişe Radıyallahu
anha’nın rivayet ettiği ve Buhari’nin, hadis kitaplarının en sahihi olan
kitabında naklettiği, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in hicretiyle ilgili hadiste, Aişe Radıyallahu anha İbn Dağinne’nin Ebû Bekir’i himayesine almasını,
Ebû Bekir’in onun himayesini geri çevirmesini sözkonusu ettikten sonra şöyle
demiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem o gün Mekke’deydi. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem, Müslümanlara dedi ki:
“Bana sizin
hicret yurdunuz gösterildi. İki kayalık arasında hurmalık bir alandır”. Böylece hicret edebilen
herkes Medine tarafına doğru hicret etti. Daha önce Habeşistan toprağına hicret
etmiş olanların geneli de Medine’ye döndü. Ebu Bekir Radıyallahu anh da Medine tarafına hicret etmek üzere hazırlandı.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
ona:
“Acele
etme. Ben izin verileceğini umuyorum” diye buyurdu. Ebu Bekir Radıyallahu anh da:
“Babam sana feda olsun, sen böyle bir şey umuyor
musun?” diye sordu. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem:
“Evet” dedi. Bunun üzerine Ebu
Bekir Radıyallahu anh, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in arkadaşı
olmak için kendisini hicretten alıkoydu. Bundan sonra dört ay süreyle, yanında
tuttuğu iki binek devesini ağaç yaprağıyla besledi.
İbn Şihab diyor ki: “Urve şöyle söyledi: “Aişe Radıyallahu anha dedi ki:
“Biz bir gün öğlenin ilk vakitlerinde Ebu Bekir Radıyallahu anh’ın evinde otururken bir
kişi Ebu Bekir Radıyallahu anh’a:
“Şu, başı örtülü halde gelen kişi Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’tır!” dedi.
-Daha önce yanımıza gelmediği bir saatte geliyordu- Ebu Bekr Radıyallahu anh:
“Annem ve babam ona feda olsun. Bu saatte onun
gelmesine sebep mutlaka önemli bir iş olmalıdır.” dedi. (Aişe Radıyallahu anha dedi ki:
“Derken Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem gelip içeri girmek için izin istedi.
Kendisine izin verildi. İçeri girdi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem, Ebu Bekir Radıyallahu anh’a:
“Yanındakileri
çıkar”
dedi. Ebu Bekir Radıyallahu anh da:
“Babam sana feda olsun, onlar senin aile
efradındır, ey Allah’ın Rasulü Sallallahu
aleyhi vesellem!” dedi. (Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem:
“Bana
(hicret için) yola çıkma izni verildi” diye buyurdu.
Ebu Bekir Radıyallahu
anh:
“Babam sana feda olsun, arkadaşlık edecek miyim,
ey Allah’ın Rasulü ” diye sordu. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem:
“Evet” dedi. Bunun üzerine Ebu
Bekir Radıyallahu anh:
“Babam sana feda olsun, şu iki bineğimden birini
al ya Rasulallah Sallallahu aleyhi
vesellem!” dedi. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem:
“Ücretiyle” diye buyurdu. Aişe Radıyallahu anha dedi ki:
“Biz onlar için güzel bir yol hazırlığı yaptık.
Kendileri için dağarcığa azık koyduk. Esmâ binti Ebi Bekr Radıyallahu anh kuşağının bir kısmını koparıp onunla dağarcığın
ağzını bağladı. Bu yüzden o “kuşaklı” olarak adlandırıldı.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem ve Ebu Bekr Radıyallahu
anh Sevr dağında bir mağaraya vardılar. Üç gece orada saklandılar. Abdullah
bin Ebi Bekr geceleri yanlarında kalıyordu. O, o zaman delikanlılık çağında,
etrafı tanıyan ve iyi kavrayışlı bir gençti. Seher vakti ortalık daha tam
aydınlanmadan yanlarından ayrılıyor ve adeta Mekke’de gecelemişçesine
Kureyşlilerle birlikte sabahlıyordu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e ve Ebu Bekir Radıyallahu anh’a karşı planlanan her ne oyunu duysa hemen onu
zihnine yerleştiriyor ve ortalık iyice kararmadan bu duyduğu şeylerin
haberlerini kendilerine ulaştırıyordu. (Mağarada) onların etrafında Ebu Bekr Radıyallahu anh’ın mevlâsı (kölesi) Amir
bin Fuheyre sağmal bazı koyunlar otlatıyordu. Akşamın biraz geçmesinden sonra
koyunları yakınlarına getirip yatırıyordu. Onlar (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ve Ebu Bekir Radıyallahu anh)da taze sütlerden
içtikten sonra yatıyorlardı. Bu içtikleri süt kendi sağmal koyunlarının sütüydü
ve içine kızgın taş atılarak kaynatılıyordu. Amir bin Fuheyre ortalık daha tam
aydınlanmadan gelip koyunlarını kaldırır (ve otlağa götürürdü). (Amir) onların
mağarada kaldıkları üç gece boyunca, her gece aynı şeyi yaptı. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ve Ebu Bekir Radıyallahu anh ed-Diyl’den bir kişiyi
-bu kişi Abd bin Adiyy oğullarındandı- rehber ve yol göstericisi olarak
tuttular. Bu kişi yolları iyi bilen, rehberlikte tecrübeli bir adamdı. Bu kişi
elini kana bandırarak As bin Vâil es-Sehmi ailesi arasında yemin etmişti. O
adam o zaman Kureyş kâfirlerinin dinindendi. (Belirtilen şekilde yemin etmesi
üzerine) ona güvendiler. Bineklerini ona teslim ettiler. Bu adamla (mağarada
geçen) üç geceden sonra üçüncü gecenin sabahında Sevr mağarasında sözleştiler.
Amir bin Fuheyre de, beraberlerinde rehber olmak üzere, onlarla birlikte yola
çıktı. Rehber onları sahil yolundan götürmeye başladı.[222]
Daha sonra Buhari, senedini vererek İbn Şihâb’ın
şöyle dediğini rivayet ediyor: “Bana Abdurrahman İbn Mâlik el-Mudlic -bu kişi
Surâke bin Mâlik bin Cu’şum’un kardeşinin oğludur- rivayet etti, o kendisine
babasının rivayet ettiğini bildirdi, o da kendisinin Suraka İbn Cu’şum’un şöyle
dediğini duyduğunu bildirdi: “Kureyş kâfirlerinin elçileri bize geldi.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i
ve Ebu Bekr Radıyallahu anh’ı
öldürecek ve esir edecek kişiye onların herbiri için ayrı ayrı ödül
verileceğini ifade ediyorlardı. Ben, kavmim Mudlic oğullarının meclislerinden
bir mecliste oturmakta olduğum bir sırada onlardan bir adam geldi. Biz
otururken yanıbaşımızda durdu ve
“Ey Suraka! Ben sahilde bazı karartılar gördüm.
Sanıyorum onlar Muhammed ve arkadaşlarıydı” dedi. Suraka dedi ki: “Ben bu
kimselerin onlar olduğunu anladım. Fakat dedim ki:
“O gördüklerin onlar değildirler. Ancak sen
filan ve falan kişileri görmüşsündür. Bunlar bizim gözlerimizin önünde çıkıp
gittiler” dedim. Sonra mecliste bir süre oturdum. Sonra kalkıp (evime) girdik.
Cariyeme atımı alıp çıkarmasını ve yüksek tepenin arkasında beni beklemesini
emrettim. Ben de kargımı alarak evin arkasından çıktım. Kargımın (demirli) alt
tarafını yerde sürükledim, üst tarafını da aşağıya doğru eğdim. Sonra atımın
yanına geldim ve (Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem ve beraberindekilere hızla) yaklaşmak için atımı dört nala
kaldırdım. Sonunda onlara yaklaştım. Bu sırada atım sürçtü ve ben de üzerinden
düştüm. Ancak hemen kalktım ve elimi fal oklarının çantasına soktum. Ordan fal
oklarını çıkarıp:
“Bunlara zarar verir miyim yoksa veremez miyim?”
diye fal çektim. Azulamadığım şey çıktı. (Yani üzerine “hayır” yazan ok çıktı.)
Ben yine de atıma bindim ve fal oklarında çıkan sonuca muhalefet ettim.
(Atımın) beni onlara (Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’e ve beraberindekilere) yetiştirmesi için uğraştım.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
Kur’an okuyuşunu duyacak kadar yaklaştım. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem arkasına dönüp bakmıyor, Ebu Bekir Radıyallahu anh ise sık sık dönüp
bakıyordu. Bu sırada atımın ön ayakları tâ dizlerine kadar yere (kuma) battı.
Ben de attan düştüm. Sonra (atı) kalkmaya zorladım ve o da kalktı. Ancak
ayaklarını bir türlü çıkaramıyordu. Kalkıp doğrulabildiğinde de ön ayaklarının
bıraktığı izden göğe doğru duman gibi parıltı ile bir şey yükseldi. Ardından
yine fal oklarıyla fal çektim ve arzulamadığım şey çıktı. Bunun üzerine onlara
“emân” diye seslendim. Onlar da durdular. Ben atıma binerek yanlarına gittim.
İçimde onlara herhangi bir şey yapmaktan alıkonulmam karşısında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in işinin üstün
geleceği kanaati hasıl oldu. (Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’e):
“Kavmin senin başına ödül koydu” dedim ve
insanların onların hakkında yapmak istedikleri şeylerden haberlerini
kendilerine bildirdim. Kendilerine yol azığı ve ihtiyaç maddeleri sundum. Ancak
benden bir şey almadılar ve hiçbir şey de istemediler. Sadece (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:
“Bizim
haberimizi gizle”
dedi. Ben, bana bir emân yazısı yazmasını istedim. Amir bin Fuheyre’ye emretti.
O da bir deri parçasının üzerine yazdı. Sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem yoluna devam eti.”[223]
İbn Şihab dedi ki: “Bana Urve bin Zubeyr’in
bildirdiğine göre daha sonra Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem, Müslümanların bir kafilesi içinde bulunan Zubeyr Radıyallahu anh’a yetişti. Bunlar Şâm
tarafından gelen tüccarlardı. Zubeyr Radıyallahu
anh, Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’e ve Ebu Bekir Radıyallahu
anh’a beyaz elbiseler giydirdi. Medine’de de Müslümanlar Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in Mekke’den
yola çıktığını duydular. (Bu yüzden onu karşılamak amacıyla) her sabah Harra
denilen mevkiye gelip öğle sıcağı bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün
yine uzun süre bekledikten sonra dönmüşlerdi. Onlar evlerine çekildikten sonra
yahudilerden bir adam beklediği bir şeye bakmak için kulelerinden birine çıktı.
Bu sırada Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem’in ve arkadaşlarının beyazlara bürünmüş halde serap görüntüsünü
yararak geldiklerini gördü. Bunun üzerine yahudi avazının çıktığı kadar bir
sesle: “Ey Arap topluluğu! İşte sizin beklediğiniz o davetliniz geliyor” diye
bağırmadan kendini alamadı. Bunun üzerine Müslümanlar hemen silahlarını
kuşanarak yola koyuldular ve Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’i Harra üzerinde karşıladılar. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onların sağ
taraflarından ilerledi ve beraberindekilerle birlikte Amr bin Avf oğullarının
mahallesinde indi. Bu olay Rebi’ul-evvel ayının Pazartesi günü meydana
gelmişti. Ebu Bekir Radıyallahu anh
insanların arasında ayakta durdu. (Yani “hoş geldin” demeye gelenlerle
ilgilenip, onlarla musafaha etti.) Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de sessiz bir şekilde oturdu. Hatta ensardan
gelenler içinde Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’i daha önce görmemiş olanlar Ebu Bekir Radıyallahu anh’e selâm veriyorlardı. Sonunda Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e güneş
vurunca Ebu Bekir Radıyallahu anh
ridâsıyla onu gölgelendirdi ve insanlar bu gelişme üzerine onun Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem olduğunu
anladılar.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem, Amr bin Avf oğullarında on dört küsur gece kaldı. (Bu süre
içinde) takva üzere bina edilmiş olan mescidi (yani Kur’an-ı Kerim’de: “Şüphesiz ilk günden takva üzere kurulan
mescid...” (Tevbe, 9/108) diye
sözü edilen Kuba Mescidini) inşa etti. Sonra bineğine bindi ve ilerledi.
İnsanlar da onunla birlikte yürüdüler. Sonunda (devesi) Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
Mescidi’nin bulunduğu mevkiye çöktü. O zaman Müslümanlardan bazı erkekler
namazlarını orada kılıyorlardı (yani orayı kendilerine bir namazgâh
edinmişlerdi). Bu yer, Sa’d bin Zurâre’nin himasinde olan Sehl ve Süheyl adlı
iki yetim çocuğa ait bir hurma kurutma yeriydi. Bineği oraya çökünce Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem:
“İnşallah
konaklayacağımız yer, burası olacaktır” diye buyurdu. Sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem (adı geçen)
iki genci çağırıp, hurma kurutma yerini mescid yapmak için onlarla bu yer
hakkında pazarlık yaptı. Onlar:
“Hayır. Biz burayı sana bağışlıyoruz, ey
Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi
vesellem!” dediler. Ancak Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem orayı bağış olarak kabul etmek istemedi ve onlardan belli
bir karşılıkla satın aldı. Sonra oraya Mescid inşa etti. Mescidin yapımında
kendisi de onlarla (sahabilerle) birlikte kerpiç taşımaya başladı. Kerpiç
taşırken bir yandan da şu beyitleri okuyordu:
“Ey
Rabbimiz! Bu taşıdığımız yük Heyber’in (kıymetli hurma) yükleri değildir.
Ama bu
yükler -ey Rabbimiz!- onlardan daha değerli ve daha temizdir.
Ey
Allah’ım! Gerçek karşılık ancak ahiret karşılığıdır.
Sen ensâra
da muhacirlere de rahmet eyle.”
Müslümanlardan ismi bana zikredilmemiş bir adama
ait şiirini okumuştu.
İbn Şihab dedi ki: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in bu
beyitlerin dışında, bir şiirin beyitlerini tam olarak okuduğu, hadislerde bana
rivayet edilmedi.”[224]
Enes İbn Mâlik Radıyallahu anh’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
“Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem, arkasına Ebu Bekir Radıyallahu
anh’ı almış olarak Medine’ye geldi. O zaman Ebu Bekir Radıyallahu anh yaşı biraz ilerlemiş ve tanınan biriydi. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem ise pek
tanınmayan ve henüz genç sayılacak yaşta biriydi. Bazen bir adam Ebu Bekir Radıyallahu anh ile karşılaşır ve
kendisine:
“Ey Ebu Bekir! Şu önündeki adam kimdir?” diye
sorardı. O da:
“Bu bana doğru yolu gösteren adamdır” derdi.
Adam da onun normal gittiği yolu, kasdettiğini sanar ve gitmek istediği yola en
kestirme ve doğru yoldan gidebilmek için önündeki kişiden yararlandığını
düşünürdü. Bir keresinde Ebu Bekir Radıyallahu
anh arkasına baktı. Atlı birinin arkadan kendilerine yetiştiğini gördü.
“Ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem! Arkamızda bir atlı var, bize yetişmiş”
dedi. Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem de arkasına baktı ve:
“Ey
Allah’ım! Onu yere düşür” diye buyurdu. Bu sırada atı adamı düşürdü. At sonra
kişneyerek kalktı. Adam:
“Ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem! Bana istediğini emret” dedi. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem de:
“Öyleyse
yerinde dur ve bizim peşimizden gelecek kimseyi bırakma” diye buyurdu. Böylece
günün başında Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in canına kasteden biriyken aynı günün sonunda adeta onu
savunan bir silah haline gelmiş oldu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem (bu yolculuğun) sonunda Harra civarına
yerleşti. Sonra ensâra haber gönderdi. Onlar Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve Ebu Bekir Radıyallahu anh’ın yanlarına gelerek kendilerine selâm verdiler ve
şöyle dediler:
“Güven içinde bineklerinize binin. Size itaat
edilecek.” Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem ve Ebu Bekir Radıyallahu
anh bineklerine bindiler. Gelen ensâriler de önlerinde silahlı bir çember
oluşturdular. Medine’de de: “Allah’ın Peygamberi geldi. Allah’ın Peygamberi
geldi” denildi. Böylece onlar da gelerek bakmaya ve “Allah’ın Peygamberi geldi”
demeye başladılar. (Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem Medine’ye doğru yönelip ilerlemeye başladı. Sonunda Ebu
Eyyub Radıyallahu anh’ın evinin
yanında indi. O bu sırada ailesiyle konuşuyordu. Bu arada, ailesine ait bir
hurmalıkta onlar için hasat yapmakta olan Abdullah bin Selâm da (olanları)
duydu. Hemen aceleyle onlar için topladığını yanına alıp geldi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den bir
şeyler dinleyip sonra ailesine geri döndü. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:
“Yakınlarımızdan
kimin evi en yakındır?” diye sordu. Ebu Eyyub Radıyallahu
anh:
“Benim, ey Allah’ın Resulü! Şu evim, şu da
kapımdır” dedi. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem:
“Öyleyse
git bize uyuyacağımız bir yer hazırla” diye buyurdu. O da:
“Allah’ın bereketiyle kalkın” dedi.
Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem gelince Abdullah bin Selâm da geldi ve şöyle söyledi:
“Ben senin Allah’ın Peygamberi olduğuna ve hak
üzere geldiğine şehâdet ederim. Yahudiler beni kendilerinin efendileri,
efendilerinin oğlu, en bilgilileri ve en bilgililerinin oğlu olarak
bilmişlerdir. Onlar benim Müslüman olduğumu öğrenmeden sen onları çağır. Çünkü
benim Müslüman olduğumu öğrenirlerse hakkımda bende olmayan şeyler söylerler
(beni olduğumdan farklı bir şekilde nitelerler).” Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onlara bir
adam gönderdi. Onlar hemen gelip yanına girdiler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendilerine:
“Ey
Yahudiler topluluğu! Yazık size, Allah’tan korkun. Kendisinden başka ilâh
olmayan Allah’a yemin olsun ki siz benim gerçek peygamber olduğumu ve benim hak
üzere geldiğimi biliyorsunuz. Artık Müslüman olun” diye buyurdu. Onlar:
“Böyle bir şey bilmiyoruz” dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e böyle
dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
aynı sözü üç kere tekrarladı. (Ardından):
“Size göre
Abdullah bin Selâm nasıl bir adamdır?” diye sordu. Onlar da:
“O bizim efendimiz ve efedimizin oğlu, en
bilgilimiz ve en bilgilimizin oğludur” dediler. Bu kez:
“Peki o
Müslüman olursa ne düşünürsünüz?” diye sordu. Onlar:
“Allah korusun, o Müslüman olacak biri değildir”
dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem tekrar:
“O
Müslüman olursa ne düşünürsünüz?” diye sordu. Onlar yine:
“Allah korusun, o Müslüman olacak biri değildir”
dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem yeniden:
“O
Müslüman olursa ne düşünürsünüz?” diye sordu. Onlar da yine:
“Allah korusun, o Müslüman olacak biri değildir”
dediler. Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem:
“Ey İbn
Selâm! Çık yanlarına!” dedi. O da çıktı ve şöyle söyledi:
“Ey yahudiler topluluğu! Allah’tan korkun.
Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin olsun ki siz onun gerçek peygamber
olduğunu ve onun hak üzere geldiğini biliyorsunuz.” Onlar:
“Yalan söylüyorsun” dediler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de onları
yanından çıkardı.”[225]
Buhari’nin Sahih’inde
geçen hicretle ilgili hadislerden biri de Enes Radıyallahu anh’ın Ebu Bekr Radıyallahu
anh’den rivayet ettiği şu hadistir: “(Ebu Bekr Radıyallahu anh dedi ki: “Mağarada Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’le birlikteydim. Başımı kaldırdım. Gelen
adamların ayaklarını gördüm.
“Ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem! İçlerinden biri bu tarafa doğru aşağı
bakacak olsa bizi görür” dedim. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem de:
“Sus, ey
Ebu Bekir! (Biz) üçüncüleri Allah olan iki kişiyiz” diye buyurdu.”[226]
“İmâni dersler ve ölçüler” kısmına geçmeden önce
hicret esnasında meydana gelen iki olaydan söz etmek istiyoruz. Bunlardan
birincisini Sahih’inde Buhari, ikincisini ise el-Hakim ve Taberânî rivayet
etmiştir.
Buhari, Berâ Radıyallahu
anh’ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir: “Ebu Bekir Radıyallahu anh Azib’den bir eğer satın aldı. Ben onu, onunla
birlikte taşıdım. Azib ona Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’ın yolculuğundan (hicretinden) sordu. O da:
“Bizim durumumuz izlenmeye başlandı” dedi.
Derken geceleyin yola çıktık. O gece ve gündüz hızlı bir şekilde yürüdük. Öğle
vakti oldu. Bizim için bir kaya kaldırıldı. Onun yanına geldik. Onun biraz
gölgesi vardı. Ben Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem için yere bir hırka serdim. Sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onun üzerine
yan üstü uzanıp yattı. Ben etrafındakileri kolaçan edip tehlikeli bir şey varsa
gidermek üzere çıktım. Bu sırada bir çobana rastladım. Koyunlarının önüne
düşmüş kayadan bizim yararlandığımız şekilde yararlanmak istiyordu (yani
gölgesinden yararlanmak istiyordu). Ona:
“Ey delikanlı! Sen kime aitsin (kimin kölesi
veya hizmetçisisin)” diye sordum.
“Ben filanca kişiye aitim” dedi. “Koyunlarının
arasında hiç sütlü olan var mı?” diye sordum.
“Evet” dedi. Bu kez:
“Peki sağar mısın?” diye sordum. O da
“Evet” dedi ve sürüsündan bir koyunu aldı.
“Memesini salla” dedim. O da az bir miktarda süt
sağdı. Yanında bir de, üzerinde hırka bulunan bir su tulumu vardı. Onu da
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
için güzelce süzdüm. Ardından süte döktüm ve alt tarafını serinletti. Sonra onu
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e
götürdüm ve:
“İç, ey Allah’ın Rasulü Sallallahu aleyhi vesellem!” dedim. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de içti. Ben de böylece memnun oldum.
Sonra yola koyulduk. Bizi izleyenler de izimiz üzere geliyorlardı.”[227]
Kays bin Nu’man’ın şöyle dediği rivayet
edilmiştir:
“Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem ve Ebu Bekr Radıyallahu
anh gizlice yola çıktıklarında Ummu Ma’bed’e uğradılar. O:
“Vallahi bizim (süt veren) koyunumuz yok.
Koyunlarımız hep gebe olduklarından hiç sütümüz kalmadı” dedi. Sanıyorum
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
de:
“Şu koyun
nedir?”
diye buyurdu. O, o koyunu getirdi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem onun için bereketle dua eti. Sonra da
ondan bir kap süt sağdı ve onlara ikram etti. Onu içtiler. Bunun üzerine adam:
“Sanıyorum sen kendisinin sabii olduğunu sanan
kişisin” dedi. (Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem:
“Bunu
onlar diyorlar”
dedi. Adam:
“Senin getirdiğine şehâdet ederim” dedi. Sonra:
“Sana uyayım mı?” diye sordu. (Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem de):
“Bizim
güçlenerek ortaya çıktığımızı duyana kadar hayır” dedi. Daha sonra ona
uydu.[228]
Hicret kısmını, Ebu Kays Sırme el-Ensâri’nin
söylemiş olduğu şu güzel beyitlerle tamamlıyoruz:
Kureyş’in arasında on küsur yıl kaldı
Kendisine bir dostla karşılaştığında öğüt
vererek,
Hac dönemlerinde gelenlere kendisini arzederdi
Ne kendisini barındıracak birini ne de bir davet
eden görebildi.
Ancak bize geldiğinde ve gönüller ona kesin
güvenince
Çok hoşnud oldu ve gönlü huzurla doldu
Artık hiçbir zalimin zulmünden korkmaz oldu
İnsanlardan hadi aşacak kimselerden birinden de
korkmaz oldu.
Helal yoldan kazandığımız mallarımızdan onun
için bolca harcadık
Savaşlarda ve yardımlaşma anlarında da
canlarımızı feda ettik
Bütün insanlardan ona düşmanlık edene düşmanlık
ederiz
Çok yakın ve gönülden bir dostumuz dahi olsa
Allah’tan başka Rab olmadığını biliriz
Allah’ın kitabının hidayete götürdüğünü de.[229]
1. Yüce Allah hicretten
söz ederken şöyle buyuruyor:
“Siz ona
(Peygamber’e) yardım etmezseniz, (bilin ki) küfredenler onu iki kişinin
ikincisi olarak (Mekke’den) çıkardıklarında Allah kendisine yardım etmişti. O
ikisi mağarada iken arkadaşına: “Üzülme! Allah bizimledir” diyordu. Allah da
ona güven duygusu vermiş, sizin görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş ve
inkâr edenlerin sözlerini alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah yücedir,
hakimdir.” (Tevbe,
9/40)
Muhammed el-Gazali diyor ki: “Bâtılı yenilgiye
uğratan ve hakka yardım eden askerlerle kastedilen sadece belli bir silah türü
veya olağanüstü bir şekilde kendini gösteren bir gelişme değildir. Bu maddi ve
manevi bütün yönleri kapsayacak şekilde geniş bir anlam içerir. Maddi bir şey
olduğu zaman akla mutlaka çok büyük varlıkları getirmek gerekmez. Bazen gözün
görmediği küçük bir mikrop bile güçlü bir ordunun yaptığını yapabilir. Nitekim
Yüce Allah buyuruyor:
“Rabbinin
askerlerini O’ndan başkası bilmez.” (Müdessir, 74/31)
Bazen Allah Peygamberi için düşmanlarının
gözlerini köreltir. Bu da bir tarafa yardım niteliği taşır. Bu kaderin,
kurtuluş sebeplerine yapışmakta kusur eden bir topluluğa haksızlığı değildir.
Aksine kaderin, hiçbir tedbir vesilesini bırakmaksızın hepsini kullanan bir
topluluğa mükâfatıdır. Nice planlar var ki, insanlar büyük bir dikkatle
hazırlarlar, başarılı olması için son derece özen gösterirler, ancak daha sonra
insan iradesini aşan yahut önceden hesapta olmayıp sonradan ortaya çıkan
birtakım gelişmeler dolayısıyla çeşitli zorluklarla karşı karşıya gelir ve en
sonunda yüce hikmet neyi gerektiriyorsa o olur. İşte bu Yüce Allah’ın şu
sözünde anlamını bulan bir gelişmedir:
“Allah
emrinde galibdir (mutlak güç ve irade sahibidir), ancak insanların çoğu
bilmez.” (Yusuf,
12/21)[230]
2. Kâsımi diyor ki:
“Zeydilerin müfessirlerinden bazıları şöyle demişlerdir: “Bu âyet yani Yüce
Allah’ın: “O ikisi mağarada iken
arkadaşına: “Üzülme. Allah bizimledir” diyordu...” sözü Ebu Bekir Radıyallahu anh’in ne derece yüksek bir
mevkiye sahip olduğuna birçok yönden delalet etmektedir:
Ayette: “Allah
bizimledir” deniyor.
“Allah da
ona güven duygusu vermiş...” sözünde kastedilen kişinin Ebu Bekir Radıyallahu anh olduğu söylenmiştir. Bu
açıklama Ebu Ali ve el-Asamm’dan rivayet edilmiştir. Ebu Ali şöyle demiştir:
“Çünkü korku içinde olan dolayısıyla güvene ihtiyaç duyan oydu.”
Burada kastedilen kişinin Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem olduğu da
söylenmiştir. Bu açıklama da ez-Zeccac ve Ebu Müslim’den rivayet edilmiştir.
Câru’llah şöyle demiştir: “Kim Ebu Bekir Radıyallahu anh’in sahabiliğini inkâr
ederse kâfir olur. Çünkü o Allah’ın kitabında bildirilen bir şeye karşı çıkmış
olur.”[231]
3. Dr. Mustafa es-Sıbâî,
çıkartılacak dersler ve öğütler ile ilgili olarak şöyle diyor:
“Islah çağrısında samimi sadakat sahibi bir
asker, komutanı için canını feda etmekten çekinmez. Çünkü komutanının selâmeti
davanın selâmeti demektir. Onun ortadan kaldırılması davanın bertaraf
edilmesine veya zayıf düşürülmesine yolaçar. Ali Radıyallahu anh’ın, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in hicrete çıktığı gece onun yatağında yatması Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in hayatta
kalması için kendi canını ortaya koymaktan başka bir şey değildi. Çünkü
Kureyş’in gençleri kendisinden intikam almak için kılıçlarını ona
saplayabilirlerdi. Zira o Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in kurtulmasına imkan sağlamıştı. Buna rağmen Ali Radıyallahu anh böyle bir şeye aldırış
etmedi. Ümmetin peygamberinin ve davanın kumandanının kurtulması onun için
yeterliydi.[232]
4. Yine şöyle diyor:
Müşriklerin gözlerine perde çekilmiş ve böylece
Sevr mağarasında Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’i ve arkadaşını görememişlerdi. Oysa hemen yanıbaşlarına
kadar gitmişlerdi. Rivayetlerde bize aktarılan, mağaranın kapısına örümceğin ağ
örmesi ve kuşun yuva yapması olayı, Yüce Allah’ın peygamberlerine,
davetçilerine ve sevdiklerine nasıl özen gösterdiğini ortaya koyan ve gönüllere
rahatlık veren temsillerden bir temsildir.[233]
Allah’ın kullarına olan rahmeti, Peygamber -Aleyhisselam-’ın
müşriklerin eline geçmesine ve onların onu ve davetini ortadan kaldırmalarına
müsaade edecek değildi. Nitekim o bütün alemlere rahmet olarak gönderilmişti.
Aynı şekilde Yüce Allah samimi davetçi kullarına da zorluk anlarında lütfuyla
yardım eder ve onları içinde bulundukları darlıktan kurtarır, haksızlığa
uğratılmaktan korur. Müşrikler etraflarını sardıktan sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve
arkadaşının onlardan kurtarılması Yüce Allah’ın şu sözünü doğrulayan bir
gelişmeden başka bir şey değildir:
“Şüphesiz
biz peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında da şahitlerin
duracakları günde de yardım ederiz.” (Mü’min, 40/51)
Yine Yüce Allah’ın şu sözünü doğrulamaktadır:
“Şüphesiz
Allah iman edenleri savunur. Allah hiçbir hain ve nankörü sevmez.” (Hacc, 22/38)[234]
5. Üstad Münir el-Gadbân
şöyle diyor:
“Plan tamamen gizli tutulduğu, Aişe Radıyallahu anha, Esma Radıyallahu anha, Ebu Bekr Radıyallahu anh, İbn Ureykit Radıyallahu anh, İbn Fuheyre ve Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem’in içinde
bulunduğu grup dışında Müslüman kitleden bile gizlendiği halde bir insanın
tasarlıyabileceğinin üstünde birtakım gelişmeler dolayısıyla planın bazı
yönleri açığa çıktı. Ancak Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem bu gelişmeleri tam bir teslimiyetle karşıladı ve: “Üzülme! Allah bizimledir. Üçüncüleri Allah
olan iki kişi hakkında sen ne diyorsun?” diye buyurdu. Hicretteki
planlamada gösterilen dehayı müşahade ettikten sonra bize düşen şu üç ciheti
gözden uzak tutmamaktır:
Birincisi: Beşerî planlamada bütün
gücümüzü ortaya koymamız ve tüm tecrübelerimizi değerlendirmemiz gerekir.
İkincisi: Allah’a olan
tevekkülümüz sebeplere olan güvenimizden önce gelmelidir.
Üçüncüsü: Yüce Allah’ın bizim
gücümüzün üstünde olan kaza ve kaderini kabullenmeli ve onun İslâm ve
Müslümanlar için hayırlı olduğu konusunda gönlümüz rahat olmalı.”[235]
6. Yine şöyle diyor:
“İnsandan istenen gayretin son noktasına gelindiği ve beşeri enerjinin bittiği
yerde Yüce Allah peygamberine ve onun arkadaşına yardım ederek kendilerini
düşmanlarının ellerine düşmekten korumuştur. Yüce Allah vahiyle bildirdiği
sağlam (muhkem) sözünde de bu hususu te’yid etmiştir. Nitekim, kitabında
yeryüzündeki güçlerin ona bir şey yapamadığı, bütün Müslümanların Medine’de kalan
veya Mekke’de gizlenen beşeri bir güçten ibaret kaldıkları, onu korumak için
yanında bir kişiden başka kimsenin bulunmadığı anda kendisinin onu koruduğunu
ve ona yardım ettiğini bildirmektedir:
“Siz ona
(Peygamber’e) yardım etmezseniz, (bilin ki) inkâr edenler onu iki kişinin
ikincisi olarak (Mekke’den) çıkardıklarında Allah kendisine yardım etmişti. O
ikisi mağarada iken arkadaşına: “Üzülme. Allah bizimledir” diyordu. Allah da
ona güven duygusu vermiş, sizin görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş ve inkâr
edenlerin sözlerini alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah yücedir,
hakimdir.” (Tevbe,
9/40)
Burada yeryüzünün bütün güçleri Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den uzaktır.
Müslümanlar da kâfirler de. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem de arkadaşına kesin şekilde söylüyor: “Üzülme. Allah bizimledir.”
Yüce Allah’a davet edenlerin de sürekli şekilde,
beşeri güçlerin tükendiği yerde Allah’ın yardımının ulaşacağı konusunda sağlam
bir inanca sahip olmaları gerekir. Güçlerin bittiği, elden bir şeyin gelmediği
anda, düşmanın planının başarıya ulaşmasını Allah’ın yardımının engelleyeceğine
sağlam bir şekilde inanmak gerekir. Aynı şekilde zaferin başta da sonda da
Allah’ın elinde olduğuna kesin bir şekilde kanaat etmeleri gerekir.”[236]
7. Muhammed el-Gazali
özetle şöyle diyor:
Çöl seyahati güçlü bedenlere sahip olan develeri
bile takatsiz bırakıyorsa, kanı heder edilmiş, hakkının elinden alınması mübah
addedilmiş yolcuların durumunu artık sen düşün.
Arapların azık ve su azlığına rağmen bu kabil
zorluklara katlanabilme güçleri oldukça üst düzeydedir. Önceki sayfalarda
geçtiği üzere Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem daha çocukken bu yolu katetmişti. Annesiyle birlikte
babasının kabrini ziyaret için gitmiş sonra yalnız başına dönmüştü. Şimdi de 53
yaşına geldiği sırada bu yolu katediyordu. Bu seferki yolculuğu Medine’de vefat
etmiş olan anne ve babasının kabrini ziyaret için değil; Mekke halkı kendisini
de, onun etrafında toplananları da reddettikten sonra Yesrib (Medine)
topraklarında kök salan risâletini (davasını) korumak içindi. Allah’ın
kendisine yardım edeceğine ve dinini zafere erdireceğine güveni tamdı. Ama yine
de karşılaştığı sert tepki, ilk günden beri gördüğü inkarın onu bu şekilde
hicrete zorlaması esef vericiydi. O şimdi Mekke’den rabbine hicret etmek üzere
çıkıyordu.”[237]
8. Yine şöyle diyor:
Allah’ın yardımını Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem kadar hakeden ve O’nun desteğine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den daha
lâyık bir insan bilmiyoruz. O Allah yolunda çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya
geldi. Bununla birlikte en yüksek derecede desteğe lâyık olmak bile sebeplere
yapışmakta ve gerekli araçlardan yararlanmakta bir karınca boyunca dahi
ihmalkâr davranmaya müsaade etmez. Bundan dolayıdır ki Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hicretiyle
ilgili planı oldukça sağlam yaptı ve hazırlanması gereken her şeyi hazırladı.
Hiç bir şeyi raslantıya bırakmadı.
Bir mü’minin de hazır olan bütün sebeplere
onların hepsinin başarıya ulaştırıcı şeyler olduğunu düşünerek yapışması sonra
da Allah’a tevekkül etmesi gerekir. Çünkü Allah dilemedikten sonra hiçbir şey
gerçekleşmez. Kişi eğer elinden gelen bütün gayreti ortaya koyar ve artık
yapacak bir şeyi kalmazsa bir imtihan olarak başına gelen yenilgiden dolayı
Allah onu hesaba çekmez. Bu gibi durumlar ise sadece insan iradesini aşan
kaderin gereği yerine geldiğinden (kader öyle olmasını gerektirdiğinden) dolayı
olmaktadır. Bunda ise kişi mazurdur (elinden gelen bir şey olmadığından
kabahatsizdir.) Çoğu zaman insan zaferin ön şartlarını gayet güzel bir şekilde
hazırlar sonra çok daha yüksek bir yardım gelir ve o zaferin meyvelerini ikiye
katlar. Tıpkı başarılı bir kaptanın yönetiminde güzelce suyu yarıp giderken
hava şartları kendisine yardım eden ve gittiği yöne doğru rüzgâr esen bir gemi
gibi. Bu durumda gemi varmak istediği noktaya belirlenenden çok daha kısa zaman
içinde ulaşır. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in Mekke’den Medine’ye hicreti bu şekilde gerçekleşmiştir.”[238]
9. Şeyh el-Hudari -Rahmetullahi aleyh- şöyle diyor:
Bu hicretle Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hakkında da kendinden önce geçmiş olan
peygamber kardeşlerinin sünneti gerçekleşmiş oldu. Peygamberlerin babası ve
Allah’ın dostu İbrahim -Aleyhisselam-’dan
Allah’ın kelimesi İsa -Aleyhisselam-’a
kadar hiçbir peygamber yoktur ki kendisinin yetiştiği ortamda yaşayanlar
tarafından dışlanmış ve bu yüzden oradan hicret etmek zorunda kalmış olmasın.
Derecelerinin üstün, makamlarının yüksek olmasına rağmen hepsi kavimleri
tarafından aşağılanmışlardı. Ancak onlar da, Allah uğrunda olduğu sürece
zorluklara tahammül ve sabırla kendilerinden sonra gelecek tabilerine örnek
olmak amacıyla başlarına gelenlere katlanmışlardı.”[239]
Ben derim ki: “Varaka bin Nevfel bundan dolayı:
“Keşke kavmin seni (yurdundan) çıkardığında sağ olsaydım” demişti.[240]
Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:
“İnkâr
edenler peygamberlerine: “Kesinlikle ya sizi toprağımızdan çıkaracağız ya da
bizim dinimize döneceksiniz” dediler.” (İbrahim, 14/13)
10. Muhammed el-Gazali
şöyle diyor:
“Hayatın tenakuzlarına ve insanların ihtilaflarına
hayret etmek gerekir. Mekke halkının, öldürmek amacıyla kendisine karşı silah
çektiği, dolayısıyla onların yurtlarından baskı altında çıkan kişiyi
Medineliler def ve methiyeyle karşılıyor, adamları onu korumak için canlarını
ortaya koyuyor ve kendisi için her türlü hazırlığı yapıyorlardı.”[241]
11. Muhammed Said Ramazan
da şöyle diyor:
“Belki Müslümanın aklına Ömer bin Hattab Radıyallahu anh’ın hicretiyle Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem’in hicreti
arasında bir kıyas yapma düşüncesi gelebilir ve kendi kendine: “Neden Ömer Radıyallahu anh müşriklere kafa tutarak,
hiçbir şeyden korkmadan ve çekinmeden açıktan hicret ederken Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem saklanarak
kendini gizlemek için çeşitli tedbirlere başvurarak hicret etti. Ömer bin
Hattab Radıyallahu anh Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’den daha mı
cesaretliydi?”diye sorabilir. Böyle bir sorunun cevabı şudur: Ömer bin Hattab Radıyallahu anh’ın veya Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in dışında
kalan herhangi bir Müslümanın hareketi Şeriat açısından hüccet nazarıyla
bakılmayan kişisel bir hareketti. Dolayısıyla onun kendisine uygun gelen,
cesaret gücüne ve iman kuvvetine uygun düşen yollardan, araçlardan veya
metodlardan birini seçme imkânı vardı. Ancak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şeriat koyucuydu. Yani dinle bağlantılı
tüm hareketleri bizim için bir şeriat ölçüsü sayılır. Bundan dolayıdır ki
şeriat hükümlerinde onun sünneti ikinci kaynak olmuştur. Sünnetine ise tüm
sözleri, fiilleri, nitelikleri ve benimsemeleri (takrirleri) girer. O eğer Ömer
Radıyallahu anh’ın yaptığı gibi
yapsaydı insanlar vacib olanın (yapılması gerekenin) bu olduğunu, herhangi bir
tedbir almanın, ihtiyatlı davranmanın korku halinde gizlenmenin caiz olmadığını
sanırlardı. Oysa Yüce Allah şeriatını bu dünyadaki sebeplere ve sebeplerin
gerektirdiği şeyler üzerine bina etmiştir. Her ne kadar bütün bu sebeplerin ve
gereklerin Allah’ın dilemesiyle ve iradesiyle konulduğunda şüphe yoksa da!
Bundan dolayı Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem, böyle bir işte insan aklının gerektirdiği bütün dünyevi
sebeplere ve tedbirlere başvurmuştur. Hatta bu konuda akla gelecek hiçbir
tedbir bırakmaksızın hepsine başvurmuş ve hepsini kullanmıştır. Buna göre Ali
bin Ebi Talib Radıyallahu anh’ı
yatağında uyuması ve yorganını örtünmesi üzere yerinde bırakmış, kendisine emân
vermesinden sonra düşmanlarının aklına gelmeyecek kenar bir yoldan kendisini
götürmesi üzere bir müşrikten yararlanmış, mağarada üç gün kalarak saklanmış ve
bunun dışında insan aklına gelebilecek bütün diğer dünyevi sebeplere
başvurmuştur. Bununla Yüce Allah’ın ilâhi hikmetinin sebep olmasını
gerektirdiği birtakım dünyevi sebeplere yapışmanın Yüce Allah’a iman etmeye
ters düşmeyeceğini ortaya koymak istemiştir.”[242]
12. Yine şöyle diyor:
“Medine-i Münevvere halkının Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’i karşılayış
şekilleri bize, Medine halkının oluşturduğu ensarın gönüllerinin erkekleriyle,
kadınlarıyla ve çocuklarıyla Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’e karşı ne kadar büyük bir sevgiyle dolup taştığını
göstermektedir. Her gün Medine dışına çıkarak güneşin altında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
kendilerine ulaşmasını bekliyorlardı. Gün bitince ertesi sabah yine onu
beklemek için çıkmak üzere evlerine geri dönüyorlardı. Sonunda Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendilerine
görününce gönüllerindeki duygular coşmuş ve O’nu görmenin, O’nun kendilerine
ulaşmasının sevinciyle dilleri kasideler, ilahiler söylemeye başlamıştı. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem de onları
aynı sevgiyle karşılamıştı. Hatta etrafına toplanmış, onun gelişinden dolayı
kasideler, ilahiler söyleyen Beni Neccar cariyelerine doğru bakarak: “Beni
seviyor musunuz? Vallahi benim kalbim de sizin sevginizle dolu” diyordu.”[243]
13. Allâme Muhibbuddin
el-Hatîb şöyle diyor:
“Hicret olayının dayandığı hikmeti anlasaydık ve
Allah’ın kitabının, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in ashabından Mekke’de kalan, namaz kılıp oruç tutan ama
İslâm’a ters sistemlerin gölgesinde kalmaya razı olan, o sistemleri
değiştirmeye güçleri yetmediği halde İslâm’ın bu sistemleri değiştirmek için
çalışan askerlerinden olmak üzere onun kalesine hicret etmeyen bir topluluğu
azarladığını bilseydik İslâm’ın; mensuplarının namaz kılıp oruç tutmalarını
yeterli görmediğini, bunun yanısıra sistemlerini, kurallarını evlerinde,
çarşılarında, teşkilatlarında, toplumlarında ve yönetimlerinde uygulamalarını
da istediğini anlardık. Yine onların evlerinden başlayarak İslâm’ın bu
gayesinin gerçekleşmesi için her yola başvurmalarının gerektiğini anlardık. Bu
yöndeki çalışma da önce kişilerin kendi emanetlerinde bulunan oğullarını ve
kızlarını eğitmeleriyle başlar. Sonra İslam’ın yücelmesi için uğraşan,
kardeşlerinin öne çıkmaları için çalışan kimselerle yardımlaşır. İşte bu ıslah
çabası geniş alanlara yayılınca onun ışıkları altında batılın karanlıkları
dağılır gider. İşte hicret metodlarından biri olan bu metodun Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in ve onun
ilk ashabının hicretinin etkileri gibi etkileri olacaktır.
Müslim, Sahih’inin İmâre Kitabında Ebu Osman
en-Nehdi’den şöyle rivayet etmiştir: “Mucaşi’ İbn Mes’ud es-Sulemi Radıyallahu anh dedi ki: “Kardeşim Ebu
Ma’bed’i fetihten sonra Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’e götürdüm ve:
“Ya Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem! Onunla hicret etmesi üzere bey’at et”
dedim.
“Hicret
ehlini alıp geçti (yani şimdiye kadar hicret edenler ettiler,bundan sonra o
anlamda bir hicret söz konusu değildir)” diye buyurdu. Bu kez Mucaşi:
“Ne üzere sana bey’at edebilir?” diye sordu.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
de:
“İslâm,
cihad ve hayır işlemek üzere” diye buyurdu.”
Ebu Osman en-Nehdi dedi ki: “Ben Ebu Ma’bed’le
karşılaştım ve kendisine Mucaşi’nin sözünü haber verdim. O da: “Doğru söylemiş”
dedi.”[244]
Hadis kitaplarında ve kısmen Sahihayn’da
geçtiğine göre Abdullah İbn Amr İbn ‘As Radıyallahu
anh ve Mukale İbn Ubeyd İbn Nâkid el-Ensâri Radıyallahu anh’den şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Muhacir kötülüklerden hicret edendir
(kötülükleri terkedendir).”[245]
Öyleyse ey Müslümanlar haydi hicrete!
Kötülüklerden ve günâhlardan hicrete!
Evlerimizde ve yaptığımız işlerde İslâm nizamına
ters düşen her şeyden hicrete! Zaafı, miskinliği, ihmâli, zevk düşkünlüğünü,
yalanı, gösterişi ve her şeyi yerli yerine koymama alışkanlığını bırakma
hicretine!”[246]
14. Dr. Muhammed Ebu Fâris
şöyle diyor:
“Hicret İslâm devletinin tarihinde önemli bir
olaydır. Çünkü İslâm ümmetinin İslâm’ı yaymak ve onun onurunu korumak için
gereken siyâsi otoriteleri bu olayla birlikte kurulmuştur. Bu büyük öneminden
dolayı takvim (hicri takvim), Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in doğumu, peygamber olarak görevlendirilmesi, Bedir olayı
ve benzerleri gibi diğer önemli olaylardan biriyle değil hicret olayıyla
başlatılmıştır. Müslümanlar kendi ümmetlerinin müstakil ve kendine özel bir kimliğe
sahip olması dolayısıyla başkalarının takvimlerini esas almamışlardır.
Hicret
olayı bize davetçilerin davet için nasıl sürekli şekilde verimli topraklar
araştırmaları ve buraları davetin merkezi, çıkış noktası, çekirdeği olarak
kullanmaları gerektiğini öğretmektedir.”[247]
[1] Buhârî,
(1/75), Kitâbu’l-İmân; Müslim (2/15). Kitâbu’l-İmân.
[2] Kadı İyad, eş-Şifâ, II, 88.
[3] Atadan kardeşler:
Babaları bir anaları ise farklı olan kardeşlere denir. Burada şeriatlarının
farklılığına işaret edilmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Sizin her
biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik.” (Maide: 5/48)
İnançlarının birliğine ise Yüce Allah bir
ayetinde şöyle işaret etmektedir:
“O,: “Dini
dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye dinden Nuh’a buyurduğunu,
sana vahyettiğimizi ve İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya buyurduğumuzu sizin için de
bir şeriat kıldı.” (Şurâ:
42/13).
[4] es-Sîretu’n-Nebeviyyetu’s-Sahiha,
Muhâveletün li Tatbiki Kavâidi’l-Muhaddisin fî Nakdi
Rivâyâti’s-Sîretu’n-Nebeviyye (1/40) Mektebetu’l-Ulum ve’l-Hikme, Medine.
[5] İbn
Seyyidi’n-Nâs, Uyunu’l-Eser fi Fununi’l-Meğâzi ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer
(1/10-11). Dâru’l-Ma’rife. Ayrıca bkz. Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, İbn İshâk’ın
hayatıyla ilgili kısım, (7/33-55).
[6] es-Sîretu’n-Nebeviyyetu’s-Sahiha,
(1/56-57).
[7] Bkz. Taberi
Tarihi, Rib’iy bin Âmir’in Rüstem’in yanına girmesi olayı, (3/520),
Dâru’l-Me’arif.
[8] İnşâallah ileride bu hadisin metni ve rivâyet senedi
verilecektir.
[9] Müslim (13/56) İmâre:
Ebu Davud (2485 nolu hadis) Cihâd; Nesâî (6/8) Cihâd. İbn Mübârek şöyle söylemiştir: “Bunun yalnız Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in dönemi
için söz konusu olduğu görüşündeyiz.” Nevevi de şöyle söylemiştir: “İbn
Mübârek’in bu söylediği bir ihtimal olabilir. Ancak başkaları bunun genel
olduğunu, öyle yapanların (yani cihad etmeyen ve cihad etmeyi düşünmeyen
kimselerin) bu konuda cihaddan geri kalan munâfıklara benzemiş olacaklarını
şöylemişlerdir. Şüphesiz cihadın terki nifak yollarından bir yoldur.”
[10]
İbn Hazm el-Fisal fi’l-Milel ve’n-Nihal (2/190).
[11] Mesâdirü’s-Sireti’n-Nebeviyye
ve Takvimuhâ
(sh. 19). Adil Abdulğafur’un Merviyâtu’l-Ahdi’l-Mekki’sinden naklen. Yüksek
Lisans tezi baskısı.
[12] Buhârî
(1/42) Bed’u’l-Vahy.
[13] Müslim
(15/36) Fedâil; Tirmizî (13/94) Menâkıb; Ahmed ibnu Hanbel (4/107).
Müslim kendi rivayetinde hadisin başında şu fazlalığa yer vermiştir! “Allah
İbrâhim’in oğullarının arasından İsmâil’i seçti.” Nevevi diyor ki: “mezhebimize
mensup (şafiî) âlimleri, bunu, Kureyş’in dışındakilerin onlara denk
olmadıklarına, Hâşim oğullarının ve de Muttalib oğullarının dışındakilerin
onlara denk olmadıklarına delil saymışlardır. Buna göre, sahih bir hadiste de
ifade edildiği üzere onlar (Muttalib oğulları) ve Haşim oğulları aynı
konumdadırlar.”
[14] Buhârî,
et-Târihu’l-Kebir (1/341); İbn Adiyy,
el-Kâmil, (1/262); Hakim (2/536,
4/54). Hakim hadisin sahih olduğunu, el-Irâki hasen olduğunu söylemiştir.
el-Albâni de şâhidlerinin bulunması dolayısıyla hasen olduğunu söylemiştir. es-Sahihâ, no: 1944.
[15] İbn Hazm, Cevâmiu’s-Sîre
(2). Faysalâbâd, Pakistan. Ahmed Şâkir’in tahkikiyle. Mısır, Daru’l-Me’ârif
tarafından yapılan tıpkı basım.
[16] İbn
Kesir, Kısasu’l-Enbiyâ (175), Dâru
Ömer İbnu’l-Hattab.
[17] Daha
fazla bilgi için bkz. Kurtubî, el-İ’lâm
bimâ fi Dini’n-Nasarâ min Fesâdin ve Evhâm (291,292); Tirmizî’nin eş-Şemâilu’l-Muhammediye’sinin
muhtasarı, özetleme ve tahkik, el-Albâni (13-29), Nevevi, Tahzibu’l-Esmâ ve’l-Lugât (1/25-26); Fethu’l-Bâri (6/651-669) Menâkıb;
Müslim (15/91-116) Fedâil; İbn Hazm, Cevâmi’u’s-Sîre (21/22); Beyhaki, Delâilu’n-Nubuvve, Dr. Abdulmu’ti
Kal’acı’nın tahkikiyle (1/194-285), burada konu en geniş şekilde ele
alınmaktadır.
[18] Buhârî
(6/652) Menâkıb; Müslim (15/100) Fedâil, anlam itibariyle rivayet
etmiştir.
[19] Buhârî
(6/652) Menâkıb; Müslim (15/92) Fedâil.
[20] Buhârî
(6/653) Menâkıb; Tirmizî (13/116) Menâkıb.
[21] Buhârî
(6/653) Menâkıb.
[22] Buhârî
(6/654) Menâkıb; Müslim (15/90) Fedâil.
[23] Buhârî
(6/653) Menâkıb.
[24] Buhârî
(6/653) Menâkıb.
[25] Müslim (15/90) Fedâil;
Tirmizî (106320) Menâkıb.
[26] Nevevi’nin
Sahihi Müslim Şerhi’nden özetlenerek
(15/93).
[27] Müslim
(15/93) Fedâil.
[28] Müslim (15/91) Fedâil;
Tirmizî (13/115-116) Menâkıb.
[29] Tirmizî
(13/116) Menâkıb; eş-Şemâil’de 40
nolu hadis olarak rivayet edilmiştir. el-Albâni’nin eş-Şemâil muhtasarından. el-Albâni bu hadisin sahih olduğunu
söylemiştir.
[30] Tirmizî
(13/118) Menâkıb. Tirmizî şöyle
söylemiştir: “Bu hadis hesendir. Zuhri’den nakledilen rivayet şeklinden başka
rivayetini bilmiyoruz. Bunu Yunus bin Yezid, Zuhri (İbn Şihâb ez-Zuhri)’den
rivayet etmiştir.” Bu hadis eş-Şemâil
muhtasarında 191 nolu hadis olarak geçmiştir. el-Albâni bu hadisin hasen
olduğunu söylemiştir.
[31]
Buhârî (6/641) Menâkıb. -el-Akıb (sonuncu) kelimesinin
açıklamasına yer verilmeden-; Müslim (15/104); İmam Malik (Muvatta) (2/1004); Ahmed bin Hanbel (4/84). Burada (Ahmed bin
Hanbel’in rivayetinde) el-Akıb kelimesinin açıklamasının Zuhri’nin kendi sözü
olduğu bildirilmiştir. Darimi (2/317-318)
[32] el-Feth (6/642)’den özetlenerek,
el-İsâbe (3/369-385)’te adları
Muhammed olan 62 sahabinin biyografisi verilmiştir. -Bunların tamamından
birinci kısımda söz etmiştir- Bunlarsa sahabilikleri (Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’le
görüştükleri) kesin olanlardır. Ancak 7755 ile 7817 numara arasında mukerrer
olanlar vardır. Anlaşılana göre belirtilen bölümü sahabiler hakkında yazılmış
eserleri toplamaya ve bunlardan el-İsâbe
adlı ansiklopedik eserini yazmaya başlamadan önce tasnif etmişti. En doğrusunu
ise ancak Yüce Allah bilir. Sonra benim anladığım kadarıyla sözü edilen cüz,
genellikle cahiliye döneminde daha Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in peygamberlikle
görevlendirilmesinden önce Muhammed olarak adlandırılmış onlanlarla ilgilidir.
Buna göre burada sözü edilenler el-İsâbe’de
sözü edilenlerin sadece bazılarıdır ve aralarında Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in
sahabilerinden, onun peygamberlikle görevlendirilmesinden sonra Muhammed olarak
adlandırılanlar bulunmamaktadır. En doğrusunu ise ancak Allah bilir. Hafız’ın
sözünü etmiş olduğu bu cüz’ü elde edebilmiş değilim. Daha sona bu cüz’ün adına
Dr. Şâkir Mahmud Abdulmun’im’in, Bağdat Üniversitesi’nde İslâm Tarihi’nden
doktora tezi olarak hazırladığı İbn Hacer’in eserlerinin listesi arasında
rastladım. Söz konusu tez: *İbn Hacer el-Askalani ve Eserleri, Metodu ve
el-İsâbe’deki Nakilleri” adını taşımaktadır. (Söz konusu cüz’ün adının geçtiği
yer): (1/600-601). Sözü edilen cüz’ün adı da şöyledir: “el-i’lâm bi men Summiye
Muhammeden Kable’l-İslâm.” Bu bilgiler Sehâvi’nin el-Cevâhir ve’d-Durer fi
Tercemeti Şeyhi’l-İslâm ibni Hacer adlı kitabından ve daha başka kitaplardan
aktarılarak verilmiştir. Ancak kitabın el yazmasından söz edilmemiştir. Buradan
anlaşıldığına göre bu eser kaybolmuş eserler arasındadır. En doğrusunu ise
ancak Yüce Allah bilir.
[33] el-Feth (6/643-644)’ten
özetlenerek.
[34] Müslim
(15/105) Fedâil.
[35] Nevevi’nin Sahihi Müslim Şerhi, hâmiş (kenar açıklaması) (15/106).
[36] Buhârî (6/641) Menâkıb.
[37] el-Feth (6/645)’den özetlenerek.
[38] Buhârî (6/647) Menâkıb.
[39] Fethu’l-Bâri (6/648).
[40] Zehebi, Sîre (2/10). Bu da islâm tarihinin bir
bölümüdür.
[41] İbn
Hazm, Cevâmiu’s-Sîre (31-38),
özetlenerek. Daha fazla bilgi için ayrıca bkz. İbn Asâkir, Tarihu Dimeşk (1/136-138)
[42] Tehzibu’l-Esmâ
ve’l-Lügât (1/27), Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye.
[43] İbn
Hazm, Cevâmiu’s-Sîre (40)’da bunu
tercih etmiştir.
[44] Tehzibu’l-Esmâ
ve’l-Lügât (1/26)’dan özetlenerek.
[45] Müslim
(17/197-199) el-Cennetu ve Sıfatu
Na’imihâ. Ahmed bin Hanbel (4/162). İbn Mace (4/1179) özet halinde. (Allah
bana Kureyş’i yakmamı emretti” sözü onlarla çarpışacağından kinâyedir. (Camiu’l-Usûl, 11/750)
[46] Fıkhu’s-Sîre (25-26)’dan özetlenerek.
[47] Hazâl-Habib Yâ Muhibb (31, 32).
[48] Bir
hadisten bir bölüm. Hadisin kaynakları: Buhârî (10/553) Edeb: Müslim (15/13) Şiir.
Baş tarafı şöyledir: “Bir şâirin söylediği en doğru söz...” Tirmizî (10/291) Edeb’de bunun sadece ilk bölümünü
nakletmişti.
[49] Müslim
(15/11) Şiir. Nevevi şöyle
söylemiştir: “Hadiste anlatılmak istenen şudur: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Umeyye’nin
şiirlerinden hoşlanır ve sık sık okunmasını isterdi. Çünkü bu şiirlerde
Allah’ın birliği ve yeniden diriliş dile getiriliyordu. Bu hadis içerisinde
kötü sözler olmayan şiirleri okumanın ve dinlemenin caiz olduğunu ortaya
koymaktadır. Okunan şiirin câhiliye dönemine ait olması veya başka şiirlerden
olması bu açıdan farketmez. İçinde kötü söz olmayan şiirleri okuma hakkında
tenkid edilmiş olan hareket ise şiiri çok fazla okumak ve insanın şiir okumaya
iyice kendini kaptırmasıdır. Az miktarda şiir okumakta, dinlemekte ve
ezberlemekte ise bir sakınca yoktur.” Nevevi’nin Sahihi Müslim Şerhi. 15/12. deki dipnot
[50] Muhammed
el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre (27-28).
[51] İbn
Hişâm Sîresi (1/166-168). Değerli
kardeşimiz Adil Abdulgâfur “Mekke Dönemi
Rivâyetleri Araştırması” adlı riselesinde şöyle diyor: “Bunun isnâdı
hasendir. İbn İshâk’ın dışındaki râvileri sikâdırlar. İbn İshâk ise saduktur.
Burada kendisinin hadisi rivayetle aldığını söylemiş (yani “haddesenâ”
ifadesine kullanmış) dolayısıyla tedlis (râvilerle karıştırma yapma) ihtimali
kalmamıştır.” (Sh. 84) Daktilo ile yazılmış olan yüksek lisans tezi.
[52] Taberi Tarihi (2/239-240) Abdulğafur, “Mekke Dönemi Rivâyetleri Araştırması”nda
şöyle söylemiştir: “Bu rivâyetin senedi sahihtir. Râvilerinin hepsi
sikadırlar.” Daktilo ile yazılmış şeklinde, sh. 94.
[53] İbn
Kesir, Tefsiru Kur’ani’l-Azim
(4/548-549),
Ebabil: Odun yığını hakkında kullanılır.
Kalabalık kuş sürüsü hakkında bir istiâre olarak kullanılmıştır.
Siccil: Pişirilerek taş gibi sertleştirilmiş
çamur.
“Sonuçta onları yenik ekin yaprağı gibi yaptı”: İbn Cerir şöyle
söylemiştir: “Küçük böceklerin yiyip delik deşik bir hale getirdiği ekinler
gibi. Aynı şekilde onların bedenleri de üzerlerine inen azap sonucu kurudu,
sonra eklemleri birbirinden ayrıldı ve yenmiş ekinin parçalara ayrılıp
dağılması gibi onların da bedenlerinin bütün parçaları dağıldı.” (Mehâsinu’t-Te’vil, 17/256’dan
özetlenerek.)
[54] Rasûlullah
-Sallallahu aleyhi vesellem-’in
devesi.
[55] Buhârî
(5/388) Şurut.
[56] Buhârî
(5/104-105) Lukata; Müslim (10/128) Hacc; Ebu Davud (201 nolu hadis) Menâsik.
[57] Hâkim
(2/535) Tefsir. Beyhaki, Delâil (1/121-122). Hâkim: “Bu hadisin
isnâdı sahihtir ancak Buhârî ve Müslim kitaplarına almamışlardır” demiş, Zehebi
de onun bu açıklamasına muvafakât etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir.
[58] Fahruddin
Râzi, et-Tefsiru’l-Kebir -veya Mefatihu’l-Ğayb- (32/94).
[59] Mehâsinu’t-Te’vil. (17/262).
[60] Mâverdi,
A’lâmu’n-Nubuvve (185-189)’dan
özetlenerek, el-Ezher Kütüphanesi.
[61] el-Cevâbu’s-Sahih (4/122).
[62] Ahmed bin Hanbel
(5/262). Hakim (2/600) Tarih. Hakim:
“Bu hadisi Buhârî ve Müslim kitaplarına almış olmasalar da isnâdı sahihtir”
demiş, Zehebi de ona muvafakât etmiştir. Hadisin değişik rivayet tarikleri
mevcuttur. Bkz. es-Sahiha, nu:
1545-1546.
[63] Letâifu’l-Me’arif (89).
[64] Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim (1/184). el-Halebi
(1/268). eş-Şa’b. Bu hadisi Buhârî (13/206) el-İ’tisâm
bi’l-Kitâbi ve’s-Sunne’de; Müslim (13/65) el-İmâre’de rivayet etmiştir.
[65] Rasûlullah
-Sallallahu aleyhi vesellem-’in
sünnet edilmiş ve göbeği kesilmiş olarak doğduğuna dair rivayetler kesin
değildir. Doğru olan ise onun da Arap adetleri üzere sünnet olduğudur. Bu adet
Arapların genelince uygulanan bir adet olduğundan herhangi bir kimse için bu
konuda özel bir muameleye gerek yoktu. Kadınların üzerine koyduğu çömleğin
patladığına dair rivayetler de doğru değildir. Aynı şekilde aya doğru
uzandığına ve ona parmaklarıyla işaret ettiğine dair rivayetler de sahih
değildir. (Bkz. Adil Abdulğafur,
Merviyyâtü’l-Ahdi’l-Mekki).
[66] Buhârî (9/43) Nikâh. Müslim (10/25-28) Reda’a.
[67] Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in süt
anneye verilmesi olayıyla ilgili bilgiler, bizzat Halime binti Abdillah bin
Haris es-Sa’diyye hadisinde yer almıştır. Bu hadisi İbn İshâk rivayet etmiştir.
(Siretu İbn Hişâm ma’a’r-Ravdi’l-Enf,
(1/183-188). Ezheriye. Yine İshâk İbn Râhuye de Müsned’inde rivayet etmiştir. (el-Metâlibu’l-Aliye, 4252’de geçtiği
üzere) Yine İbn Cerir et-Taberi, Tarih
(2/158-160)’da rivayet etmiştir. Ebu Nu’aym da Delâilu’n-Nubuvve (sh. 111)’de rivayet etmiştir. Beyhaki, Delâilu’n-Nubuvve (1/132-136)’da rivayet
etmiştir. İbn Asâkir, Târihu Dimeşk’de
rivayet etmiştir. (es-Siretu’n-Nebeviyye,
1/74-76). İbn Hıbban da. Sahih’inde
rivayet etmişti. (Mevârid, 2094). Ebu Ya’lâ, Müsned’inde (7163)’te rivayet etmiştir. Bunların hepsi de hadisi
İbn Ishâk tarıkıyla nakletmiştir. Ancak görüldüğü kadarıyla rivayet senedinde
kopukluk vardır. Fakat es-Sahiha’da geçen 373 ve 1545 numaralı hadisler bu
rivayetin şâhidleridir. Sa’d kabilesine mensup olan Halime, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in
Ci’râne’den inmekte olduğu bir sırada karşısına çıkmıştır. Bununla ilgili
rivayeti Buhârî, el-Edebu’l-Mufred
(sh. 1295)’te, Ebu Davud, Sünen’de
(5244 nolu hadis olarak), Ebu Ya’la, (900)’de, İbn Hibban, Sahih’te (Mevârid, 2249),
Hakim, Müstedrek (3/618)’de rivayet
etmiştir. Bu hadis Ebu Tufeyl Amir bin Vâsile tarıkıyla nakledilmiştir. Bu
rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- Ci’râne’de bulunuyor ve et dağıtıyordu. Ebu Tufeyl dedi
ki: “Ben de o zaman genç bir çocuktum. Devenin bir organını taşıyordum. Bu
sırada bedevi bir kadın geldi. Kadın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e yaklaşınca, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem cübbesini onun için serdi. Kadın da onun
üzerine oturdu. Ben: “Bu kimdir?” diye sordum. “Süt annesi” dediler.
[68] Ahmed
bin Hanbel (4/184). Hakim (2/616-617). Darimi (1/8-9) Hakim: “Bu hadis
Müslim’in şartına göre sahihtir” demiş, Zehebi de ona muvafakât etmiştir.
el-Albâni de şöyle söylemiştir: “Sahihliği kesin değildir. Hazreci’nin de
söylediği üzere Bakiyye’nin (yukarıdaki hadisin râvilerinden biri) Müslim’de
mutabi niteliğinde ferd bir hadisi geçmektedir. Bu rivayetin isnâdı hasendir.
Bakiyye, rivayetinde hadisi kendisinin sözlü bir şekilde aldığına açıkça
delalet edecek ifade kullanmıştır.” Sonuçta da şöyle diyor: “Bu hadisin birçok
şahidi vardır.” (Bkz. es-Sahihâ, Nu:
373.)
[69] Müslim
(2/215-217) İmân. Göğsünün yarılması
işlemi İsrâ olayı esnasında da tekrarlanmıştır. Rivâyete göre Süleymân İbn
Muğire şöyle söylemiştir: “Sâbit, Enes bin Malik radıyallahu anh’ın şöyle söylediğini rivayet etti: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki:
“Geldim. Beni çıkarıp Zemzem’e
götürdüler. Göğsüm yarıldı. Sonra Zemzem suyuyla yıkandı. Sonra indirildim.”
Bunu Müslim rivayet etmiştir. (2/215) İmân.
[70] Mekke ile Medine arasında bir köy. Medine’ye daha
yakındır.
[71] Abdurrezâk, Musannef (5/318). Beyhâki, ed-Delâil (1/88-89). Bu rivayet Zuhri
(İbn Şihâb ez-Zuhri)’ye dayandırılan sahih ve mürsel bir rivayettir.
[72] Tirmizî (4/516) İcâre, İmam Malik (2/971) İsti’zân. İbn Mace (2148 nolu hadis) Ticârât.
[73] Buhârî (9/488) Et’ime. Müslim (14/5-6) Eşribe.
[74] Abdurrezzâk, Musannef
(5/319). Beyhâki, el-Delâil (1/90 ve
2/68). Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem-’in Hatice -Radıyallahu
anha- adına Şâm tarafına ticarete çıkması hakkında daha başka ve uzun rivayetler
nakledilmiştir. Bu rivayetlerden bazılarında bildirildiğine göre bu yolculuklar
esnasında kendisinde bazı peygamberlik alametleri görülmüştür. Bu alametlerin
de Hatice -Radıyallahu anha-’nın
onunla evlenmek istemesinde etkisi olmuştur. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- de onun bu yöndeki teklifini kabul
etmiştir. Ancak bu rivayetler zayıf rivayetlerdir. Bkz. et-Tabakâtu’l-Kubra (1/129, 130-131, 155-157); Ebu Nu’aym, ed-Delâil (1/219-222); Târihu Dimeşk (1/10-11); Zehebi, es-Siretu’n-Nebeviyye (31).
[75] Ahmed
bin Hanbel (4/222; 5/362). Fedâilu’s-Sahabe
(2/851) Nu: 1578. Heysemi, Mecmau’z-Zevâid (8/225)’te: “Ravileri Sahih’te
isimleri geçen ravilerdir” demiştir.
[76] Ya’kut,
Mu’cemu’l-Buldân (1/480)’de bu yeri
zikretmiş ve şöyle söylemiştir: “(Adı geçen yer) Mekke’den önce gelen ve batı
yönünde yer alan bir vadidir.” Hafız İbn Hacer de el-Feth’de şöyle söylemiştir: “Ten’im yolu üzerinde bir yerdir.
Vadi şeklinde olduğu söylenmiştir.”
[77] Buhârî
(7/142) Nu: 3826, 5499 nolu rivayette de bir kısmı geçmektedir. Ahmed bin
Hanbel (2/69). İbn Sa’d (3/1/276-277). Nesâi es-Sunenu’l-Kûbrâ’den Fedâil
adıyla basılmış olan menkıbeler cüzü (sh. 86). el-Albâni şöyle söylemiştir:
“Zeyd kendisine sunulan etin Allah’ın haram kıldığı türden olup olmadığında
tereddüt etmiştir. Ancak kesin olan bir şey var ki, o da Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-’in evinde
putlar adına kesilen hayvanların etlerinin yenmediğiydi. Fakat o kendi adına
işi sağlama almak ve bu konudaki görüşünü ortaya koymak istemişti. Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- onun bu
tutumunu unutmadı ve kendisi de bundan hoşnud oldu.” el-Gazzali’nin Fıkhu’s-Sire’sine düştüğü dipnotundan.
(sh. 87)
[78] Buhârî
(3/602) Hacc. Müslim (8/197-198) Hacc.
[79] Buhârî
(3/513) Hacc. Müslim (4/33-34) Tahara.
[80] Siretu İbn Hişâm Ma’a
Ravdi’l-Unuf
(1/207). Ezher Basımevi. (özetlenerek alınmıştır.)
[81] Nuru’l-Yâkin
(16-17)’den özetlenerek ve bazı değişikliklerle. Dâru’l-Kalem.
[82] Siretu İbn Hişâm Ma’a
Ravdi’l-Unuf
(1/210).
[83] Siretu İbn Hişâm Ma’a Ravdi’l-Unuf (1/209). Dipnot.
[84] Bkz. Beyhâki, Delâilu’n-Nubuvve (2/58-60).
[85] Fadlu’llahi’s-Samed Şerhu’l-Edebi’l-Mufred. dipnot (2/28).
[86] Buhârî, el-Edebu’l-Mufred (567). İbn Hibban (Mevarid: 2062). Hakim (2/220) Tefsir. Hakim: “isnadı sahihtir, ancak
Buhârî ve Müslim kitaplarına almamışlardır” demiş Zehebi de ona muvâfakât
etmiştir. Ahmed bin Hanbel (1/190-193). es-Sahiha’da 1900 numarayla geçmektedir.
[87] el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre
(79-80). özetlenerek.
[88] Siretu İbn Hişâm Ma’a Ravdi’l-Unuf (1/212).
[89] Buhârî
(6/469) Hafız İbn Hacer diyor ki: “Bu hadis Yüce Allah’ın: “İnsanlar için (ma’bed olarak) kurulan ilk ev Mekke’deki, mübarek ve
bütün insanlar için doğru yola yöneltici işaret olan evdir” sözünde kastedilen
anlamı açıklamaktadır. Buradan anlaşıldığına göre âyette “beyt” kelimesiyle
alelade bir ev değil ibadet için kurulan ev kastedilmektedir. Bunu gayet açık
bir şekilde ortaya koyan bir rivayet Ali -Radıyallahu
anh-’den nakledilmiştir. İshâk bin Rahuye, İbn Ebi Hâtim ve daha
başkalarının nakletmiş olduğu bu rivayete göre Ali -Radıyallahu anh- şöyle söylemiştir: “Ondan önce de evler vardı.
Ancak o Allah’a ibadet için kurulan ilk ev olmuştur.” (Fethu’l-Bâri, 6/470’ten.)
[90] Ahmed İbn Hanbel
(3/425), es-Sâib bin Abdillah’tan rivayetle verilmiştir. Albâni bu hadisin
hasen olduğunu ifade etmiş ve şöyle söylemiştir: “Sonra bu hadisin Ali -Radıyallahu anh-’den rivayet edilmiş
olan bir şâhidini buldum. Bu hadisi et-Teyâlisi, Müsned’inde, Şeyh Abdurrahman el-Bennâ’nın düzenlemesine göre
(2/86)’da rivayet etmiştir.” (el-Gazzali’nin Fıkhu’s-Sire’si dipnot: 85)
[91] Buhârî
(3/513) Hacc.
[92] Buhârî
(1/30-31) Bed’u’l-Vahy. Ayrıca Tefsir
ve Ta’bir kitaplarında da geçmektedir. Müslim (2/197-204) İmân.
[93] Buhârî (1/25-26) Bed’u’l-Vahy.
[94] Tirmizî (9/243) Zühd.
Tirmizî: “Bu hadis hasen, sahihtir” demiştir. el-Albâni de, Tahkiku’l-Mişkât’ta hasen olduğunu
söylemiştir.
[95] İbnu’l-Kayyim
-Rahmetullahi aleyh- şöyle
söylemiştir: “Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in taşıdığı üstün özelliklerden, güzel ahlâklardan ve
huylardan yola çıkarak, bu niteliklerdeki bir kimsenin asla mahcub edilmeyeceği
neticesine varmıştır. Sahip olduğu kuvvetli akli muhakeme gücüyle ve keskin
zekâsıyla, iyi amellerin, güzel özelliklerin ve üstün karakterlerin, çeşitli
yönlerden Allah’ın lütfuna, desteğine ve ihsanına lâyık olduğunu, mahcub ve
perişan edilmeye lâyık olmadığını anlamıştır. Böylesine ancak bu kötü hallerin
zıddı yaraşır. Allah kime en güzel özellikleri ve huyları kazandırmış, onu
güzel amellere muvaffak kılmışsa o, O’nun lütfuna ve üzerindeki nimetinin
tamama erdirilmesine lâyık kılınmış demektir. Kime de kötü huylar ve
karakterler kazandırılmış, kötü işler yapmasına fırsat verilmişse o da onlara
uygun bir sonuca lâyıktır. İşte Hatice -Radıyallahu
anha-’nın bu aklî muhakeme gücüne sahip olması ve doğruluğu dolayısıyla
Yüce Rabbi kendisine elçisi Cibril -Sallallahu
aleyhi vesellem- ve Muhamed -Sallallahu
aleyhi vesellem- vasıtasıyla selâm göndemiştir.” (Zâdu’l-Me’âd, 13/19). Risâle.
[96] Buhârî
(7/166) Meâkıbu’l-Ensâr. Müslim
(15/199) Fedâil.
[97] el-Albâni
şöyle diyor: “Bu rivayet iki ayrı tarikle nakledilmiştir. Hafız İbn Kesir, el-Bidâye’de her ikisini de hasen olarak
görmüştür. Bunlardan birini Ahmed bin Hanbel, Aişe -Radıyallahu anha-’ya dayanan bir
isnâdla vermiş; diğerini de Ebu Ya’lâ Cabir’e dayanan bir rivayetle
vermiştir. He iki rivayet birarada değerlendirildiğinde hadis en azından hasen
olmaktadır. (Fıkhu’s-Sire, dipnot:
102)
[98]
Bu hadisi Bezzar ve
Hakim rivayet etmiştir. Hakim (2/409). İbn Asâkir de Aişe -Radıyallahu anha-’ya dayanan bir senedle rivayet etmiştir. Hakim:
“Buhârî ve Müslim’in şartlarına göe sahihtir” demiş ve el-Albâni de ona
muvâfakât etmişlerdir. İbn Kesir isnâdının iyi (ceyyid) olduğunu söylemiştir. (Fıkhu’s-Sire, dipnot: 102). Hafız İbn
Kesir: “Varaka bu hastalıktan daha sonra kalkmamıştır” demiştir. Yani bu
olaydan kısa süre sonra vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin ve kendisinden
razı olsun. Varaka’nın bu sözleri söylemesi karşılaştığı şeyi doğrulamasından,
vahiy yoluyla bildirilene iman etmesinden ve gelecek hakkında iyi bir düşünce
taşımasından kaynaklanıyordu. (el-Bidâye
ve’n-Nihâye, 3/9, Dâru’l-Fikr).
[99] er-Rahiku’l-Mahtum (79-80). Mektebetu’s-Sahabe, Cidde.
[100] Fethu’l-Bâri (1/36).
[101] Buhârî (1/37) Bed’u’l-Vahy.
İbn İshak, Duha Suresinin vahyin kesildiği
bu dönemden sonra indiğini rivayet etmiştir, ancak bu rivayet zayıftır. Sebilu’l-Hudâ ve’r-Reşâd’da şöyle
denmektedir: “İbnu İshak’ın Duha Suresinin iniş sebebi hakkında söylediklerini
Taberânî, el-Avfi tarıkıyla rivayet etmiştir. Bu kişi ise zayıf biridir. O söz
konusu rivayeti Abdullah İbn Abbas -Radıyallahu
anh-’tan nakletmiştir. (Taberânî) ayrıca Zubeyr ailesinin azatlısı
(mevlâsı) İsmâil tarikiyla nakletmişti. Bunu Süleymân et-Teymî kendi derlediği Sîret’te zikretmiştir. Hafız İbn Hacer
şöyle söylemişti: “Bu rivayetlerin hiçbiri, herhangi bir şekilde kesinlik
kazanmamıştır. Ayrıca Buhârî ve Müslim’in söz konusu surenin iniş sebebi
hakkında rivayet ettikleri de bunlara tersdir. Buhârî ve Müslim’in Cundeb bin
Sufyân el-Beceli’den rivayet ettiklerine göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- durumdan rahatsız oldu. İki veya üç
gece kalkmadı. Bunun üzerine bir kadın gelerek: “Ey Muhammed! Umarım şeytanın
seni bırakmıştır. İki veya üç geceden beridir sana yaklaşmadı” dedi. Bunun
ardından Yüce Allah Duha Suresini indirdi.” Hafız İbn Hacer -Rahmetullahi aleyh- diyor ki: “Gerçek
şu ki, bu surenin iniş sebebi olan, vahiy kesilmesi olayı vahyin başlangıcında
olan fetret (kesilme) döneminden ayrıdır. Başlangıçtaki günlerce sürmüştü. Bu
ise sadece iki veya üç gece sürmüştü. Bazı râviler bunları birbirine
karıştırmışlardır. Araştırma sonunda çıkan sonuç ise benim burada yaptığım
açıklamadır. (Sebilu’l-Hudâ ve’r-Reşâd,
1/367).
[102] Saâtun Harce fi
Hayâti’r-Rasul (sh. 17-18) (özetlenerek).
[103] el-Menhecu’l-Hareki
li’s-Sireti’n-Nebeviyye (1/30). el-Menâr.
[104] Safiyyurrahman
el-Mubârekfuri, er-Rahiku’l-Mahtum
(90).
[105] Bu dört dönem:
Birinci
dönem:
Davetin gizli yapıldığı dönem. Bu dönem üç yıl sürmüştür.
İkinci
dönem:
Davetin açıktan ve sadece dille yapıldığı, herhangi bir çarpışmaya girilmediği
dönem. Bu dönem hicrete kadar sürmüştür.
Üçüncü
dönem:
Açıktan davet yapılırken aşırıya gidenlere ve çarpışmaya veya fenalıkta
bulunmaya kalkışanlara karşı çarpışmaya girildiği dönem. Bu dönem de Hudeybiye
anlaşmasına kadar sürmüştür.
Dördüncü
dönem:
Allah’a davet yoluda engel olarak çıkan veya müşriklerden, inkarcılardan ve
puta tapanlardan -davet ettikten ve daveti bildirdikten sonra- İslam’a
girmekten kaçınan herkesle savaşarak açıktan yapılan davet. -Bu dönem İslamdaki
cihad hükmünün ve İslam şeriatının üzerinde karar kıldığı ve son şeklini aldığı
dönemdir. (Fıkhu’s-Sire, 75).
Bazıları ikinci dönemi iki ayrı döneme
ayırmıştır. Bunlar: Birincisi:
Mekke’nin içinde açıktan davet merhalesi ki hicretten önce onuncu yıla kadar
sürmüştür. İkincisi: Mekke dışında
açıktan davet. Bu da onuncu yıldan itibaren başlamış ve hicrete kadar
sürmüştür.
[106] Muhammed
Sa’id Ramazan el-Buti, Fıkhu’s-Sîre /76-77),
8. baskı. el-İzz bin Abdiselâm’ın sözleri: Kava’idi’l-Ahkâm
fi Mesâlihi’l-Enâm (1/95)’ten.
[107] Muhammed
el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre (100)
(özetlenerek).
[108] Hazâ’l-Habib Muhammedun
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Yâ Muhibb (99) Line yayınevi.
[109] Buhârî
(8/360) Tefsir. Müslim (3/83) İmân.
[110] Buhârî
(8/360) Tefsir. Müslim (3/81) İmân.
[111] el-Feth (8/361-362) Kitâbu’t-Tefsir. özetlenerek.
[112] er-Rahiku’l-Mahtum (93-94).
[113]
Hazâ’l-Habib Muhammedur-Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem- Yâ Muhibb
(98).
[114] el-Ukayli
onu, ed-Du’afâ sh. 127’de zikretmiş,
ravilerinden Davud’un el-Evzai’den asılsız rivayetler nakletmiş olması
dolayısıyla bu hadisi ma’lul (zayıf, mevzu veya mevzuya yakın) görmüştür.
İbnu’l-Cevzi’de el-Ukayli’nin rivayetiyle el-Mevzu’at’ta yer vermiştir.
el-Albâni de şöyle söylemiştir: “Ancak bu hadisin merfu birtakım şahidleri
mevcuttur ki, bu şâhidlerle hadis Allah’ın izniyle hasen derecesine
yükselmektedir.” (es-Sahiha, Nu:
1903)
[115] Buhârî
(11/248) Rikâk. Tirmizî (9/286-287) Sıfatu’l-Kıyâme.
[116] Buhârî (1/416) Vudû.
Müslim (12/151-152) el-Cihâd ve’s-Siyer.
[117] Müslim
(17/139) Sıfatu’l-Kıyâme. Bu hadisin
devamı vardır ve devamında şöyle denmektedir: “Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: “Hayır. İnsan geçekten
azar...” Bunun Ebu Hureyre -Radıyallahu
anh-’ın hadisinde mi geçtiğini yoksa ona ulaşan bir hadiste mi geçtiğini
bilmiyoruz.” Nevevi diyor ki: “Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in Ebu Cehl’den ve kendisine zarar vermek isteyen daha
başka müşriklerden korunduğu hakkında bunun benzeri birçok hadis bulunmaktadır.
Yüce Allah âyetinde şöyle buyurmuştur: “Allah
seni insanlardan korur.” (Maide, 5/67) Bu âyet hicretten sonra inmiştir. En
doğrusunu ancak Yüce Allah bilir.
[118] Buhârî (7/203) Menâkıbu’l-Ensâr.
[119] Buhârî (7/202) Menâkıbu’l-Ensâr.
Ahmed bin Hanbel (5/109).
[120] İbn
Mace No: 150. Mukaddime, el-Albâni bu rivayetin hasen olduğunu söylemiştir.
[121] Buhârî
(7/214) Menâkıbu’l-Ensâr.
“Ömer beni... bağlamıştı”. Yani Ömer -Radıyallahu anh- Müslüman olmadan önce, onu Müslüman olmasından
dolayı aşağılamak ve İslâm’dan dönmesini sağlamak amacıyla iplerle bağlamıştı.
[122] Buhârî
(7/211) Manâkıbu’l-Ensâr.
[123] İbnu’l-Kayyim,
Zâdu’l-Me’âd (3/18). Şu’ayb ve
Abdulkadir el-Arnavut’un tahkikiyle er-Risâle
baskısı.
[124] Haze’l-Habib (sh. 119).
[125] Fıkhu’s-Sîre (81) (özetlenerek).
[126] el-Menhecu’l-Hareki li’s-Sîret’n-Nebeviyye (1/41) (özetlenerek).
[127] Fıkhu’s-Sîre (112-113).
[128] es-Siretu’n-Nebeviyye:
Durus ve İber
(49-50) el-Mektebu’l-İslâmi.
[129] Sîretu İbn Hişâm Ma’a
Ravdi’l-Unuf
(2/107-108).
[130] er-Rahiku’l-Mahtum (97-99) (özetlenerek).
[131] İmam
Abdullah İbnu Muhammed İbn Abdilvehhab’ın Muhtasaru
Sîreti Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem-’ından naklen (69) Mektebu’r-Riyadi’l-Hadise.
[132] Nuru’l-Yakîn fi
sîreti Seyyidi’l-Murselin (69-71) kısmen değiştirilerek. el-Ezher.
[133] Nuru’l-Yakîn fi Sîreti
Seyyidi’l-Murselin
(69-71) kısmen değiştirilerek. el-Ezher.
[134] Siretu İbn Hişam Ma’a Ravdi’l-Unuf (1/207) Ezher
Basımevi (özetlenerek alınmıştır)
[135] es-Sîretu’n-Nebeviyye: Durus ve İber (51)
el-Mektebu’l-İslâmi.
[136] Fıkhu’s-Sîre (107-108) (özetlenerek).
[137] el-Albâni şöyle diyor: “Bu hikayeyi İbn İshak, el-Meğazi’de nakletmiştir. (İbn Hişâm Sîresi’nde 1/185). İbn İshak bunu
Muhammed İbn Ka’b el-Kurazi’den mürsel olarak ve hasen bir senedle rivayet
etmiştir. Abd bin Humeyd, Ebu Ya’la ve el-Beğavi bir başka tariktan, Câbir -Radıyallahu anh-’e ulaşan bir rivayetle
mevsul olarak nakletmişlerdir. Bu rivayet İbn
Kesir Tefsiri (4/90-91)’de geçmektedir. Bu rivayetin senedi inşâalah
hasendir.”
[138] Hazâ’l-Habib Muhammedur-Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem- Yâ Muhibb (109-110).
[139] Müslim’in naletmiş olduğu bir hadisin bir bölümü. Bkz.
Müslim (6/26) Yolcu Namazı. Ahmed bin
Hanbel (6/54): Ebu Davud (1328) Kıyamu’l-Leyl:
Nesâî (4/199) Kıyamu’l-Leyl.
[140] er-Rahiku’l-Mahtum (147).
[141] Kaynağı
daha önce geçmişti.
[142] İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim
(4/149), Dâru’l-Ma’rife baskısı. Beyrut.
[143] Seyyid Kutub, Fi Zilâli’l-Kur’an (3/1438).
[144] el-Menhecu’l-Hareki li’s-Sîreti’n-Nebeviyye (1/44).
[145] Buhârî (6/181) Cihad;
Müslim (12/45) Cihad. Nevevi şöyle
diyor: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem- kişinin düşmanla karşı karşıya gelmeyi arzulamasını nehyetmiştir.
Çünkü bunda insanın kendini beğenmesi, nefsine dayanması ve sahip olduğu güç ve
kuvvete güvenmesi söz konusudur. Bu ise bir tür taşkınlıktır. Allah ise kendine
karşı taşkınlık edenlere yardım etmeyeceğini bildirmiştir. Çünkü bundan O’nun
yardımının basite alınması ve çok fazla önemsenmemesi söz konusudur. Bu da
ihtiyat ve tedbir şartına aykırıdır. Bazılarının açıklamalarına göre ise burada
bazı özel durumlarda düşmanla karşı karşıya gelmenin arzulanmasından
nehyedilmiştir. Bu özel durumlar da herhangi bir yarar elde edilmesinin zayıf
ve bir zarar gelmesinin ise kuvvetli ihtimal olduğu durumlardır. Yoksa (Allah
yolunda) çarpışmak her zaman faziletli ve itaat türünden olan bir iştir. Doğru
olan ise birincisidir. Bu yüzden Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- sözünü: “Allah’tan
afiyet dileyin” şeklinde tamamlamıştır. Bu ise tüm istenmeyen hallerin
uzaklaştırılması anlamı taşıyan genel anlamda bir sözdür. Bu ifadenin anlamı
gerek bedenle, gerekse din, dünya ve ahiretle ilgili insanın bilemeyeceği hoş
olmayan durumların uzaklaştırılması(nı içeren huzur) temennisidir. Ey Allah’ım!
Senden kendim, sevdiklerim ve tüm Müslümanlar için genel afiyet diliyorum.”
(Nevevi, Sahihi Müslim Şerhi, Dipnot,
12/46).
[146] Tirmizî /9/112), Fiten;
İbn Mace (4016). Tirmizî: “Bu hadis hasen, ğaribdir” demiştir. el-Albâni de bu
hadisin sahih olduğunu ifade etmiştir.
[147] Fıkhu’s-Sîre (113)
[148] Hadisin
son kısmına ve “Lâ ilâhe illallah” deyin başarıya erersiniz... kısmına
rastlamadım. Ancak bu, birden fazla hadiste rivayet edilmiştir. Bunlardan biri
de Ahmed bin Hanbel’in (5/376)’da rivayet ettiği hadistir. el-Heysemi, el-Mecma’ (6/22)’de: “Bu hadisin
ravileri Sahih’te (Buhârî’nin
Sahih’inde) isimleri geçen ravilerdir” demektedir. Bu hadislerden biri de
Taberânî’nin (20/343)’te Mudrike İbnu’l-Haris’ten
nakletmiş olduğu hadistir. Bu hadiste bildirildiğine göre Mudrike şöyle
söylemiştir:
“Babamla birlikte haccettim. Minâ’ya indiğimizde
bir cemaatle karşılaştık. Babama:
“Bu cemaat nedir?” diye sordum.
“Bu sabiidir (dinden dönmüştür)” dedi. Bir de
gördüm ki Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem- şöyle diyordu:
“Lâ ilâhe illa’llah (Allah’tan başka ilâh
yoktur)” deyin.” el-Heysemi, el-Mecma (6/21)’de: “Bunun râvileri Sahih’te (Buhârî’de) isimleri geçen
râvilerdir” demektedir.
[149] er-Rahiku’l-Mahtum
(145-146)’dan özetlenerek. Hadisin tahrici (kaynağı ve rivayet senedi) daha
önce geçmişti.
[150] Müslim (16/32) el-Fiten
ve Eşrâtu’s-Sa’a. el-Hakim (4/446,
447, 549).
[151] Müslim /16/13) el-Fiten
ve Eşrâtu’s-Sa’a. Tirmizî (9/22) el-Fiten. Ebu Davud Hadis no: 4232 el-Fiten
ve’l-Melâhi.
[152] Ahmed bin Hanbel
(4/103). el-Hakim (4/430-431) el-Hakim: “Bu hadis Buhârî ve Müslim’in
şartlarına göre sahihtir” demiştir. Mevârid
(1631). el-Albâni Tahziru’s-Sâcid sh.
119’da ve es-Sahiha No: 3 (1/1/7)’de
bu hadisin Müslim’in şartına göre sahih olduğunu söylemiştir.
[153] Ahmed bin Hanbel
(2/176). Darimi (1/126). el-Hakim (4/508) el-Hakim: “Bu hadisin isnâdı
sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim bunu kitaplarına almamışlardır” demiş, Zehebi
de ona muvâfakât etmiştir. el-Albâni’de, es-Sahiha
4 (1/1/8)’de bu açıklamaya muvâfakât etmiştir.
[154] Ahmed bin Hanbel
(4/273). Heysemi de el-Mecme
(5/189)’da: “Ravileri sikadırlar” demiştir. Bu hadis es-Sahiha No:5’de geçmektedir.
[155] el-Albâni, es-Silsiletu’s-Sahiha (1/6-10)’dan
özetlenerek.
[156] Bu hadisin tahrici (senedi) inşaallah ileride Uhud
ğazvesiyle ilgili bölümde gelecek.
[157] Bunu Beyhaki, ed-Delâil’de
rivayet etmiş ve şöyle söylemiştir: “Bunu bize Ebu Abdillah el-Hâfız okutarak
(İmlâ yoluyla) rivayet etti. Dedi ki: “Bize Ebu’l-Abbas Muhammed bin Ya’kub
rivayet etti, o Ahmed bin Abdilcebbâr’dan rivayet etti, o Yunus bin Bukeyr’den
rivayet etti, o Eslem’den olan ve hafızası güçlü bir adamdan rivayet etti.
(2/213) Bunu İbn İshak da (1/304)’te rivayet etmiştir. İbn Kesir de (3/33)’te
nakletmiştir.
[158] Heysemi: “Bunu Taberânî mürsel olarak rivayet etmiştir
ve ravileri Sahih’te isimleri geçen ravilerdir” demiştir. Mecmau’z-Zevâid (9/261) Hamza -Radıyallahu
anh-’ın fazileti hakkında gelen rivayetler bâbı.
[159] Buhârî (7/215) Menâkıbu’l-Ensar.
[160] Sîret kitaplarında, Ömer
-Radıyallahu anh-’ın kızkardeşinin
evine gitmesi, Kur’an okuması, Müslüman olması sonra Dâru’l-Erkam’a gitmesi
konusunda onun kölesi (mevlâsı) Eslem’in naklettiği rivayet meşhur olmuştur. Bu
gelişmeler o rivayette uzun bir şekilde anlatılmaktadır. Hafız Nureddin
el-Heysemi şöyle demiştir: “Bu rivayeti Bezzâr nakletmiştir ve ravileri
arasında Usâme bin Yezid bin Eslem vardır ki bu kişi zayıf biridir.” (Mecmau’z-Zevâid, 9/65) Ben derim ki: “Bu
rivayetin râvileri arasında aynı şekilde İshâk bin İbrâhim el-Huneyni
bulunmaktadır. Bezzâr onun rivayeti tek başına naklettiğini (yani kendinden
önceki râviden rivâyeti sadece onun aldığını ondan başka bu rivâyeti alan
birinin bulunmadığını) söylemiştir. Hafız onun hakkında şöyle diyor: “İshak bin
İbrâhim el-Huneyni, Ebu Ya’kub el-Medeni’dir. Zayıf biridir.” (Takribu’t-Tehzib, 1/55)
Kıssayı ise el-Beyhaki, ed-Delâil (2/216)’da senediyle rivayet etmiştir. İbn İshak diyor
ki: “Bana nakledildiğine göre Ömer -Radıyallahu anh-’ın Müslüman olması
şöyle olmuştur...” İbn Hişam, Sire, (1/355)
[161] Buhârî (5/215-216) Menâkıbu’l-Ensar.
Bu hadisin Sahihi Buhârî’de geçen metni bu
kitabın Arapçasında geçen metinden biraz farklıdır. Ancak biz tercümede
kitaptaki metni esas aldık. (Çeviren)
[162] Fethu’l-Bâri (7/220).
[163] Tirmizî (13/143)
el-Menâkıb. Tirmizî: “Bu hadis hasen, sahih, garibdir. İbn Ömer’den nakledilen
rivayetlerdendir” demiştir. el-Albâni de bunun sahih olduğunu söylemiştir:
Sahihu’t-Tirmizî’yle ilgili kitabı, No: 2907.
[164] Buhârî (7/215)
Menâkıbu’l-Ensar.
[165] İbn Hibban (15/302-303)
No: 6879. Abdullah bin Ahmed, Fedâilu’s-Sahabe’ye
yaptığı ilavelerinde (372)’de rivayet etmiştir. Heysemi de, el-Mecme’u de: “Bunu Bezzar ve muhtasar
olarak Taberânî rivayet etmiştir. Ravileri sikadırlar. Ancak İbn İshak tedlis
yapan biriydi (zayıf ravileri bilinmeyen ad veya ünvanlarıyla anarak hadisin
senedindeki zaafı gizlemeye çalışan biriydi)” demiştir. Şu’ayb el-Arnâvut ona, el-İhsân fi Takribi Sahihi İbni Hibban
adlı eserinde: “Bu hadisin isnâdı kuvvetlidir (kavidir)” demiştir. Bu hadisi
el-Hakim de (3/85)’de muhtasar olarak rivayet etmiş ve şöyle söylemiştir: “Bu
hadis Müslim’in şartlarına göre sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim bunu
kitaplarına almamışlardır.” Zehebi de el-Hakim’in bu açıklamasına muvâfakât
etmiştir.
[166] Bunu İbn Hişâm, İbn İshak’tan rivayet etmiştir. Sîretu İbn Hişâm ma’a’r-Ravd (2/87-88)
Ahmed bin Hanbel (1740). İbn Huzeyme (2260). İbn Huzeyme bu rivayetin sahih
olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Ebu Nu’aym da, el-Hilye (1/115, 116)’da, Beyhaki, el-İ’tikâd (11)’de rivayet etmiştir. Allame Ahmed Şâkir de: “Bu
hadisin isnadı sahihtir” demiştir. el-Albâni de, Fıkhu’s-Sîre’ye yazdığı tahkikte (134)’te bu rivayetin isnadının
sahih olduğunu söylemiştir. Bu rivayetin, Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde Abdullah bin Mes’ud -Radıyallahu anh-’dan rivayet edilen bir
şahidi mevcuttur. Müsned (4400).
[167] Haza’l-Habib Yâ Muhibb (122).
[168] Buhârî (7/230) Menâkıbu’l-Ensâr.
[169] Sebilu’l-Hudâ ve’r-Reşâd
min Sîreti Hayri’l-İbâd (2/502-504). Mecme’u’l-Buhûsi’l-İslâmiyye
(özetlenerek).
[170] Hafız İbn Kesir, el-Fusul fi’htisâri Sîreti’r-Resul (90,
91). Tahkik ve ta’lik: Muhammed el-İyd el-Hatrâvi ve Muhyiddin Mistu.
[171] Ebu Tâlib’in zikrettiği
şiiri İbn İshak rivayet etmiştir. O, söz konusu şiirde kendisinin Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’e iman edip
Müslüman olmuş biri olmadığını ancak onu asla helâk edilmek üzere birine
bırakamayacağını açıkça ifade etmiş ve şöyle söylemiştir:
Toplumun kendilerine bir sevgi olmadığını
Bütün bağları ve kulpları kopardıklarını
Bize açıkça düşmanlık ve eziyet ettiklerini
Arkadan izleyen düşmanın emrine uyduklarını
Aleyhimizde birtakım zanları olan
Arkamızdan bize kinlerinden parmaklarını ısıran
bir kavimle anlaştıklarını gördüğümde
Onlara karşı nefsimi koyu esmer sabra yönelttim.
Kralların mirası bembeyaz bir
Adamlarımı ve kardeşlerimi Beyt’in yanına
getirdim.
Onun elbiselerinden, yemâni sırmalarla tuttum.
Birlikte, kapalı bir kapıya yönelerek,
(Kötülükten) uzak kalmak isteyen herkesin ahdini
yerine getirdiği mekândan
İbn Hişâm Sîresinin Şerhi (er-Ravdu’l-Unuf,
2/13)
[172] Buhârî (1/42-43) Bed’u’l-Vahy.
[173] er-Rahiku’l-Mahtum (143).
[174] İbn Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unuf’la birlikte (2/166).
[175] Müslim
(1/314) İmân.
[176] Buhârî (7/233) Menâkıbu’l-Ensâr.
Müslim (3/84) İmân.
[177] İbn Kesir bu ikisinin
arasında üç gün geçtiği görüşünü tercih etmiştir. (Bkz. el-Fusul fi’htisari Sîreti’r-Rasul, 92).
[178] İbn Hişâm Sîresi,
er-Ravdu’l-Unuf’le birlikte (2/172)
[179] Buhârî (6/360) Bed’u’l-Halk. Müslim (12/154-155) Cihâd.
[180] Fethu’l-Bâri (6/363).
Karnu’s-Se’alib: Necd ahalisinin mikât
yeridir. Burası Karnu’l-Menâzil
olarak da adlandırılır.
[181] Hâza’l-Habib Yâ Muhibb (135).
[182] Mehâsinu’t-Te’vil (10/187-188)’den özetlenerek.
[183] Doğru olan şudur:
Herhangi bir delilin veya karinenin (işaretin) bulunması durumunda kastedilen
anlamın ifadenin zâhirindeki anlam olmadığı anlaşılır.
[184] eş-Şifâ fi’t-Ta’rif bi Hukuki’l-Mustafa (1/189)
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in o sırada uyanık olduğunun delillerinden biri de
Buhârî’nin (7/236)’da Cabir bin Abdillah -Radıyallahu
anh-’tan naklettiği rivayettir. Bu rivayete göre Câbir -Radıyallahu anh-, Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in şöyle dediğini duymuştur: “Kureyş beni yalanladığında
Hacer’in yanında durdum. Allah Mescidi Aksa’yı benim gözümün önüne getirdi.
Böylece ben de onun üzerindeki işaretleri kendilerine bildirmeye başladım.”
Eğer Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem- onlara kendisinin bütün bunları rüyada gördüğünü bildirmiş
olsaydı onlar da ona Mescidi Aksa’nın üzerindeki işaretleri ve onun
özelliklerini sorma gereği duymazlardı. Burada sözü edilen gelişme ise
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in
ikinci bir mucizesidir.
[185] Müslim (2/210-215) İmân. Buhârî (7/241-242) Menâkıbu’l-Ensâr.
[186] Müslim (3/7) İmân. Tirmizî (12/172) Tefsir.
[187] Buhârî (8/472) Tefsir. Müslim (3/7) İmân. Ebu Hureyre -Radıyallahu
anh-: “Cibril’i gördü” demiştir. Aişe -Radıyallahu
anha-’nın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Kim Muhammed’in Rabbini
gördüğünü ileri sürerse Allah’a karşı büyük bir yalan söylemiş olur.”
[188] Müslim (3/12) İmân. Tirmizî (12/172) Tefsir.
[189] Zâdu’l-Meâd (3/36-37).
[190] Zâdu’l-Meâd (3/36-37).
[191] Mehâsinu’t-Te’vil (10/185). Ahmed bin Hanbel (2/176) Ahmed Muhammed
Şâkir’in tahkikindeki numarası: 6644. Nesâî (2/34) Mesâcid. Mescidi
Aksa’nın fazileti bâbı. İbn Mace
(1408). İbn Huzeyme (607) İbn Huzeyme bunun sahih olduğunu söylemiştir. Allame
Ahmed Şâkir: “İsnâdı sahihtir” demektedir. el-Hakim
(1/30-31) İmân. el-Hakim bunun sahih
olduğunu söylemiş Zehebi de ona muvâfakât etmiştir. el-Albâni de Nesâî ve İbn
Mace’nin Sahih’leriyle ilgili tahkikinde bunun sahih olduğunu söylemiştir.
[192] Fıkhu’s-Sîre (143-144)’ten özetlenerek.
[193] er-Rahiku’l-Mahtum (167-168).
[194] Yani pratik bilgi teorik
bilgiden daha sağlamdır. Çeviren.
[195] Yani Sahihi Buhari’nin Kitâbu Bed’i’l-Halk bölümündeki
hadislerin şerhinde, bunu İbn Hacer kendisinin şerhine nisbetle
söylüyor.-Çeviren.
[196] Fethu’l-Bâri (7/258).
[197] el-Buti,
Fıkhu’s-Sîre (120-121).
[198] Bunu İbnu’l-Kayyim. Zâdu’l-Meâd (3/45)’te zikretmiştir. İbn Hişâm da es-Sîre (2/176-177)’de İbn İshak’tan
nakletmiştir. Ancak iki rivayet arasında ibare farklılığı bulunmaktadır. Zâdu’l-Meâd’ın tahkikçisi: “Ravileri
sikadırlar ve senedi de hasendir” demiştir.
[199] Burada isim yanlış yazılmış olmalı. Çünkü daha önce
Haris’in oğlu olarak anılan kişinin adı Avf’tır. Rivâyetlerde geçen ad da
budur. (Çeviren)
[200] 192
Zâdu’l-Meâd (3/45)
Burada
birinci Akabe bey’atına katılanlardan Câbir bin Abdillah’ın ikinci Akabe
bey’atında bulunmadığı söylenmekte ancak, birincilere ek olarak altı kişinin
adı verilmektedir. İkinci Akabe bey’atına katılanların kimler olduğu konusunda
farklı rivayetler bulunmaktadır. Bazı rivayetlerde yukarıda sayılanların
dışında veya bunlardan bazılarının yerine Evs bin Sâbit, Evs bin Yezid ve Berâ
bin Ma’rur’un adları geçmektedir. (Çeviren)
[201]
Buhârî (1/83) İmân. Müslim (10/222) Hudûd. Tirmizî (6/218) Hudûd. Nesâî (7/148) Bey’at.
Hafız İbn Hacer el-Feth’de burada sözü edilen gelişmelerin Akabe bey’atındaki
gelişmeler olmadığı, bunun Mekke’nin fethinden sonra gerçekleştirilmiş bir
başka bey’at olduğu görüşünü tercih etmiştir. Ubade -Radıyallahu anh- iki ayrı bey’atte bulunmuştur. Akabe bey’atı
kendisinin iftihar ettiği bir olay olduğundan konuştuğunda geçmişindeki bu
şerefli işlere atıfta bulunmak için ondan söz ederdi.
Hafız
İbn Hacer diyor ki: “Ubade -Radıyallahu
anh-’ın hadisinde sözü edilen ve metinde geçen şekilde anlatılan bey’at
Akabe gecesi gerçekleştirilen bey’at değildir. Akabe gecesi meydana gelen
bey’at İbn İshak’ın ve diğer Meğazi sahiplerinin naklettikleri bey’attır. Buna
göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem- kendisine gelen ensâra: “Sizinle, eşlerinizi ve çocuklarınızı
koruduğunuz şeylerden beni de korumanız üzere bey’at ediyorum” diye buyurdu.
Onlar da bu şart ve onunla sahabilerinin yanlarına gitmesi üzere bey’at
ettiler. Bu kitabın Kitâbu’l-Fiten
kısmında ve daha başka yerlerinde Ubâde -Radıyallahu
anh-’ın hadisi de gelecektir. Bu hadise göre Ubâde -Radıyallahu anh- şöyle söylemiştir: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’le zorlukta
ve kolaylıkta, gönüllü olsak da gönülsüz olsak da itaat etmek ve söz dinlemek
üzere bey’at ettik.” Ahmed bin Hanbel
ve Taberânî’nin bir başka yoldan, Ubâde -Radıyallahu
anh-’den rivayet ettikleri diğer bir hadiste burada anlatılmak istenen şey
daha açık bir ifadeyle ortaya konmaktadır. Bu rivayete göre Şâm’da Muaviye -Radıyallahu anh-’ın yanında Ebu Hureyre
-Radıyallahu anh-’le aralarında bir
gelişme oldu ve dedi ki: “Ey Ebu Hureyre! Biz dinç olduğumuz zamanlarda da
üzerimize tembellik çöktüğü zamanlarda da itaat etmek ve söz dinlemek, iyilikle
emretmek, kötülükten nehyetmek, hakkı söylemek, Allah için hiçbir kınayanın
kınamasından korkmamak, Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- Yesrib’e yanımıza geldiğinde onu kendimizi, eşlerimizi ve
çocuklarımızı koruduğumuz şeylerden korumak üzere bey’at ettiğimizde sen
bizimle beraber değildin. (Bu bey’ata uymamız karşılığında) bize cennet
vaadedilmişti. İşte Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’le aramızda gerçekleştirilen bey’at buydu.” Sonra (İbn
Hacer) şöyle diyor: “Bunu (bu iddiayı) kuvvetlendiren bir şey de bu olayın
(yani Ubade -Radıyallahu anh-’ın
hadisinde sözü edilen bey’atın) Mekke’nin fethinden, Mümtehine Suresinde geçen:
“Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, Allah’a
bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını
öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ve bir
iyilikte sana karşı gelmemek üzere sana bey’at etmeye geldiklerinde onların
bey’atlarını kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile” (Mümtehine,
60/12) âyetinin inmesinden sonra olmuştur. Bu âyetin ise Hudeybiye olayından
sonra indiği konusunda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur.” (el-Feth, 1/84-85’ten özetlenerek).
[202] Yani
aile fertlerinin tümü Müslüman olmasa da her eve mutlaka İslâm girdi. Hedrev
halkından, kadın ya da erkek en azından bir kişi Müslüman oldu. –Çeviren-
İbn
Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unuf’le birlikte (2/186-187).
[203] Buhârî (7/87) Fadâilu’s-Sahabe.
Müslim (15/178) Fadâilu’s-Sahabe. Ebu
Davud, İlim (3644) Ebu Davud’un
rivayetinde geçen ibare şöyledir: “Vallahi senin öncülüğünde bir kimsenin
hidayete erdirilmesi senin için kırmızı develerden daha hayırlıdır.”
[204] Müslim (16/227) İlim.
[205] Müslim (6/82-83) Salâtu’l-Musâfirin.
Buhârî (8/679) Fadâi’l-Kur’an’da
sahih olduğu vurgulanarak muallak bir şekilde (senedi verilmeden) rivayet
edilmiştir.
[206]
Fıkhu’s-Sîre (124-125) özet olarak.
[207] Yani
aramızdan birinin kanı akıtılacak olsa hep birlikte onun hakkını arayacağız,
birimizin bir şeyi tahrib edilecek olsa onu ortak bir kayıp olarak göreceğiz
–Çeviren-.
[208] İbn Hişam şöyle diyor: “Kanımız bir, yıkıntımız bir olacak”: Yani benim zimmetim sizin
zimmetiniz, benim kendi nefsim adına koruma gereği duyduğum şey (mahremim)
sizin de korumanız gereken şeydir (mahreminizdir). İbn Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unufle birlikte (3/189).
[209] İbn
Hişâm, İbn İshak’tan naklen (2/187-192). Buradakinden daha uzun bir şekilde.
Ondan da Ahmed bin Hanbel, Müsned’inde rivayet etmiştir. (3/460-463). Taberânî
(19/87-91) Bu hadis uzun şekliyle Mecmau’z-Zevâid
(6/42-46)’da geçmektedir. Heysemi şöyle diyor: “Bunu Ahmed bin Hanbel ve benzer
şekilde Taberânî rivayet etmiştir. Ahmed bin Hanbel’in rivayetindeki ravilerin
İbn İshak dışında kalanları isimleri Sahih’te geçen ravilerdir.O da kendisinin
bizzat duyduğunu ortaya koyan ifade kullanmıştır.” el-Albâni de, Fıkhu’s-Sîre’nin tahkikinde: “Bu sened
(hadisin senedi) sahih bir seneddir” diyor. el-Feth’te
geçtiğine göre İbn Hibban da bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[210] Fıkhu’s-Sîre (161-163) özetle.
[211] Kaynağı daha önce
geçmişti.
[212] Fıkhu’s-Sîre (162-167) özetle.
[213] İbn Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unuf’le birlikte (2/211).
[214] İbn Abdilberr’in ed-Durer
fi’htisari’l-Meğazi ve’s-Siyer’inden özetlenerek. (75-79). Dr. Şevki
Dayf’ın tahkikiyle. Dâru’l-Me’arif baskısı.
[215] Fıkhu’s-Sîre (168-169).
[216] Fıkhu’s-Sîre (137).
[217]
Min İlhâmâti’l-Hicre (8-9), Selefiye Yayınevi baskısı.
[218] Usûlu’s-Sîreti’l-Muhammediye (71-73) özetlenerek.
[219] Fıkhu’s-Sîre (166-167) özetle.
[220] İbn Hişâm Sîresi, er-Ravdu’l-Unuf’la birlikte (2/221).
[221] Fıkhu’s-Sîre (169), İbn Hişâm
Sîresi, er-Ravdu’l-Unuf’la birlikte (2/221-223)’ten özetlenerek.
[222] Buhârî
(7/272-273) Menâkıbu’l-Ensâr
Hafız İbn Hacer şöyle diyor:
“İki kayalık arasında hurmalık bir alandır” Bu
ifade hadisin metnine sokulmuştur. Ancak bu ibare ez-Zuhri’ye ait olan bir
açıklamadır. Burada sözü edilen rüya da bu babın (yukarıdaki hadisin geçtiği
babın) başında sözü edilen rüyadan ayrıdır. O da (birinci rüya da) Buhârî’nin
Ebu Musa -Radıyallahu anh-’dan onun
da Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem-’den rivayet ettiği şu hadiste geçmektedir: “(Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu
ki):
“Rüyamda
Mekke’den hurmalık bir yere hicret ettiğimi gördüm. Aklıma buranın Yemâme veya
Hacer olabileceği geldi. Ancak buranın Yesrib (Medine) olduğunu anladım.” Buhârî bunu (7/267)’de Menâkıbu’l-Ensâr’ın “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in ve
ashabının hicreti” başlıklı babında muallak (senedsiz) kesin ifadeyle
nakletmektedir.
“Onlar senin aile efradındır”: Bu sözüyle Aişe -Radıyallahu anha- ve Esmâ -Radıyallahu anha-’yı kastediyordu.
“Ücretiyle”: es-Suheyli, er-Ravd’da Mağrib alimlerinden birinden şöyle bir şey nakleder: “Bu
kişiye, Ebi Bekr -Radıyallahu anh-’ın
bütün malını Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’e bağışlamasına rağmen Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in ondan niçin (ücretsiz) binek
almaktan kaçındığı soruldu. O da şöyle söyledi: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- hicretinin
sadece kendi malıyla olmasını arzuladı.”
“Bu kişi yolları iyi bilen, rehberlikte
tecrübeli bir adamdı”: Bu söz ez-Zuhri’ye aittir. Ancak hadisin metnine
sokulmuştur.
“Bu
kişi elini kana bandırarak As bin Vâil es-Sehmi ailesi arasında yemin etmişti”:
Onlar bir şeye yemin ederken ellerini kana veya kirletecek bir şeye
bandıdırlardı. Bu hareket onlarda yemini te’kid anlamına geliyordu.
[223] Kaynağı ileride
verilecek.
Hafız İbn Hacer şöyle diyor:
“Bazı karartılar gördüm”: Yani bazı insanlar
gördüm.
“Kargımın (demirli) alt tarafını yerde
sürükledim, üst tarafını da aşağıya doğru eğdim”: Böyle yapmasındaki gayesi
kargının demirinin parıltısının arkadan görünmemesini sağlamaktı. Çünkü
kimsenin kendisinin ardından gelip de konulan hediyeye ortak olmasını istemiyordu.
“Oklar”: Burada kasdettiği oklar ucunda demir ve
arkasında kuyruk bulunmayan fal oklarıdır.
“Arzulamadığım şey çıktı”: Yani “zarar
veremezsin” oku çıktı.
“Peygamber onun aleyhine dua etti”:
el-İsmâili’nin verdiği, Berâ’dan rivayet edilen ve Halife’nin naklettiği
hadiste de şöyle denmektedir: “Bunun üzerine: Ey Allah’ım! İstediğin şekilde
bizden (karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeyi) sav” dedi.” İlgili babın 18.
hadisi olan Enes -Radıyallahu anh-
hadisinde de şöyle denmektedir: “Bunun üzerine Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ona baktı ve “Allah’ım onu yere düşür”
dedi ve atı onu yere attı.”
“Duman gibi parıltılı bir şey...”: Bunun ateşsiz
şekilde bur duman olduğu söylendiği gibi toz olduğu da söylenmiştir.
“Onlara “emân” diye seslendim”: Ebu Halife’nin
rivayetinde de şöyle denmektedir: “Ey Muhammed! Bunun senin işin olduğunu
anladım. Beni içinde bulunduğum durumdan kurtarması için Allah’a dua et.
Vallahi ben de senin arkandan gelen (seni izleyen) kimsenin gözünü körelteceğim
(yani yanıltarak sana ulaşmasını önleyeceğim). (el-Feth, 7/283-285’ten özetlenerek.)
[224] Buhârî (7/281-28) Menâkıbu’l-Ensâr.
Hafız İbn Hacer şöyle diyor:
“Öğle sıcağı bastırıncaya kadar bekliyorlardı”:
İbn Sa’d’ın rivayetinde şöyle deniyor: “Güneş kendilerini yakınca evlerine
dönüyorlardı.”
“Beyazlara bürünmüş halde...”: Zubeyr -Radıyallahu anh- ve Talha -Radıyallahu anh-’ın kendilerine
giydirmiş olduğu beyaz elbiseleri giyinmiş halde.
“Serap görüntüsünü yararak...”: Yani onların
ortaya çıkmasıyla ışık yansımasının meydana getirdiği serap kayboluyordu.
“Ey Arap topluluğu!”: Abdurrahman bin Uveym’in
rivayetinde de “Ey Kıyele oğulları!” diye geçmektedir. Bu kişi ise ensârın eski
bir nineleriydi. Evs ve Hazrec’in anneleri bu kişiydi. Bu kişi ise Kıyele binti
Kâhin bin Uzre’dir.
“Bu olay Rebiu’l-Evvel ayının Pazartesi
günü meydana gelmişti”: Muteber olan tarih bu tarihtir. Bu olayın Cuma günü
meydana geldiğini söyleyenler yanılmışlardır. Musa bin Akabe’nin İbn Şihâb’dan
naklettiği rivayette de şöyle denmektedir: “Oraya Rebiu’l-Evvel ayının
hilâlinde geldi.” Yani adı geçen ilk gününde gelmişti. (el-Feth, 7/286-287’den özetlenerek.)
[225]
Buhârî (7/294) Menâkıbu’l-Ensâr.
Hafız İbn Hacer şöyle diyor: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-, arkasına
Ebu Bekir -Radıyallahu anh-’i almış olarak
Medine’ye geldi”: Burada Ebu Bekir -Radıyallahu
anh-’ı kendi bineğinin arkasına yani terkisine aldığının kastedilmiş olması
da, Ebu Bekir -Radıyallahu anh-’ın
arkadan bir başka binekle geldiğinin kastdilmiş olması da mümkündür. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: “Birbirini izleyen bin
melekle size yardım edeceğim” (Enfal, 8/9) (Bu âyetin metninde, yukarıdaki
hadisin metninde geçtiği gibi “arka arkaya” anlamına “murdif” kelimesi
kullanılmaktadır.)
“Ebu Bekir -Radıyallahu
anh- yaşlı ve tanınan biriydi”: Burada yaşlı denirken onun saçlarının
ağarmış olduğu anlamı kastedilmektedir. “Tanınan biriydi”: Çünkü o ticaret için
yaptığı yolculuklarda Medine’ye uğruyordu. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ise bu iki hususun her ikisinde de
ondan farklıydı. O Mekke’den (ticaret yolculuklarına) çıkmayalı epey olmuştu ve
onun henüz saçları ağarmamıştı. Yoksa gerçekte Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-, Ebu Bekir -Radıyallahu anh-’den yaşça daha büyüktü. Müslim’in Sahih’inde Muaviye -Radıyallahu anh-’den rivayet edildiğine göre Ebu Bekr -Radıyallahu anh- 63 yıl yaşadı.
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’den
sonra da iki yıl ve birkaç ay yaşamıştı. Dolayısıyla Sahih’teki rivayete göre Ebu Bekr -Radıyallahu anh-’ın Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’den yaşça iki yıldan daha küçük olması gerekir.
“Bu bana yol gösteren adamdır”: İbn Sa’d bunun
sebebini kendisinin naklettiği bir rivayette şöyle açıklamıştır: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Ebu Bekir -Radıyallahu anh-’den insanları
kendisinden alıkoymak için oyalamasını istemişti. Bu yüzden: “Sen kimsin?” diye
sorulduğunda: “Bir ihtiyacını karşılamaya çalışan biriyim” diyordu.
“Beraberindeki kişi kimdir?” diye sorulduğunda da: “Bana yol gösteren rehbedir
(hâdidir)” diyordu. O bu sözüyle onun dinde kendisine yol gösterdiği, hidâyete
erdirdiği anlamını kastediyordu. Ancak insanlar onun normal yolu tarif eden
rehber olduğunu sanıyorlardı.
“Rasûlullah
-Sallallahu aleyhi vesellem-’den bir
şeyler dinleyip sonra ailesine geri döndü”: Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde ve Tirmizî’nin Sunen’inde Zurâre bin Evfâ’nın Abdullah
bin Selâm’dan rivayeti tarıkıyla nakledilen, Tirmizî’nin ve el-Hakim’in sahih
olduğunu söyledikleri bir rivayete göre Abdullah bin Selâm -Radıyallahu anh- şöyle söylemiştir: “Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Medine’ye
geldiğinde insanlar onun etrafında toplandılar. Ben de kendisine bakmak için
insanların arasında gittim. Yüzünü yakından görünce o yüzün yalancı yüzü
olmadığını anladım.”
[226] Buhârî (2/302) Menâkıbu’l-Ensâr.
[227] Buhârî (2/300) Menâkıbu’l-Ensâr.
[228] Heysemi şöyle
söylemiştir: “Bunu Bezzar rivayet etmiştir ve ravileri Sahih’te isimleri geçen ravilerdir.” (6/58) Mecmau’z-Zevâid. Bunun el-Hakim (3/9, 10)’da, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in sahabisi
Hişâm bin Hubeyş’ten rivayet edilen bir şâhidi bulunmaktadır. Müellif
(el-Hakim) bu hadisin isnadının sahih olduğunu ancak Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerine almadıklarını söylemiştir.
Bu rivayetin sahihliğine ve râvilerinin doğruluğuna çeşitli deliller
gösteriyor. Bunlardan biri Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in Haymeteyn’de kaldığının birkaç sahih rivayette
bildirilmiş mütevatir bir haber olmasıdır. Bir diğer delil de şudur: Hadisi bu
şekilde nakledenler, hadis uydurmakla, herhangi bir artırma ve eksiltme
yapmakla itham edilmeyen bedevilerden olan Haymeteyn halkıdır. Hadisi Ebu
Ma’bed ve Ummu Ma’bed’den ibare olarak almış ve ibare olarak nakletmişlerdir.
Bir diğer delil de şu: Bunun tıpkı elle almak gibi senedleri var. Çocuk
babasından, baba da dededen almıştır. Ravilerde herhangi bir zayıflık veya
mürsel yoktur. Bir diğer delil: Hurr bin Sabah en-Neha’i rivayeti Ebu
Ma’bed’den nakletmiş, ondan da kendi oğlu nakletmiştir. Zâdu’l-Meâd’ın tahkikçisi de rivayetin hasen olduğunu ifade
etmiştir. (3/57) el-Albâni de şöyle diyor: “Bu hadisin iki ayrı rivayeti daha
bulunmaktadır ki, onları Hafız İbn Kesir, el-Bidâye
(3/192-194)’te nakletmiştir. Bütün bu rivayetleriyle hadis en azından hasen
derecesinin altına düşmemektedir.
[229] İbn Hişâm Sîresi (1/512). Zâdu’l-Meâd (3/60).
[230] Fıkhu’s-Sîre (176).
[231] Mehâsinu’t-Te’vil (8/218).
[232] es-Sîretu’n-Nebeviyye,
Durûs ve İber (67-68).
[233] Bu konuda Enes bin Malik -Radıyallahu anh-’ın Ebu Bekir -Radıyallahu
anh-’den rivayet ettiği hadis yeterlidir. Enes bin Malik -Radıyallahu anh-’ın rivayet ettiğine
göre Ebu Bekir -Radıyallahu anh-
şöyle söylemiştir: “Mağarada Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- ile birlikteydim. Başımı kaldırdım. Gelenlerin ayaklarıyla
karşı karşıya olduğumu gördüm. “Ey Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-! İçlerinden biri bize doğru aşağı
bakacak muhakkak bizi görür” dedim. O da: “Sus,
ey Ebu Bekr! Üçüncüleri Allah olan iki kişi (yani biz üçüncüleri Allah olan iki
kişiyiz)” diye buyurdu.”
[234] es-Sîretu’n-Nebeviyye,
Durûs ve İber (71).
[235] el-Menhecu’l-Harekiyyu
li’s-Sîreti’n-Nebeviyye (1/198-199).
[236] el-Menhecu’l-Harekiyyu
li’s-Sîreti’n-Nebeviyye (1/193).
[237] el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre
(172-179) özetlenerek.
[238] el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre
(171)
[239] Nuru’l-Yakîn (74)
[240] Kaynağı
daha önce geçti.
[241] el-Gazzali, Fıkhu’s-Sîre
(183).
[242] el-Buti, Fıkhu’s-Sîre
(144-145) özetlenerek.
[243] el-Buti, Fıkhu’s-Sîre
(147) özetlenerek.
[244] Müslim (13/7) İmâre.
[245] Buhârî (1/29) İmân. Müslim (2/10). Ebu Davud (2464)
Cihâd.Nesaî (8/105) İmân.
[246] İlhâmâtu’l-Hicre (11-14), özetlenerek.
Mektebetu’s-Selefiyye.
[247] Fi Zılâli’s-Sîreti’n-Nebeviyye, Said Havva’nın el-Esas
fi’s-Sunne’si (1/358)’den naklen.