DÜNDEN
BUGÜNE ŞEYTAN VE DOSTLARI
Şeytan Ve Dostlarını Düşman Bilmek
Müstekbirlerin
İlahi Kitaplardan Rahatsızlığı:
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
Hamd, sena ve
övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri
yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren
Allah (c.c.)'a mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi
tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp
idrak edebilme nisbetince
sevebildikleri:, efendimiz,
önderimiz, rehberimiz Hz.
Muhammed Mustafa'ya, aline, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan
ümmeti üzerine olsun. Şeytan ve dostlarıyla ilgili böyle bir çalışmaya, neden
gerek duyuldu?
Hak yolda bulunmak ve
Hak yolda yaşamak için sadece Hak'kı bilmek yeterli olsaydı, böyle bir kitap
çalışmasına elbetteki gerek olmayacaktı. Ne var ki Hak'kı bilmelerinde rağmen
batıldan gafil olan birçok
insan, isteyerek veya
istemiyerek gafil oldukları batıla düşmektedirler. Bu nedenledir ki
ınüslümanlar için bir hidayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim, Hak'tan bahsederken
batıla karşı ilgisiz kalmamakta, Hak'kı anlatırken batılın gerçek çehresini de
açıklamaktadır.
Kur'an-ı Kerimin ilgi
sahasındaki bu konuya müslümanların gerekli ilgiyi gösterdiklerini ve şeytana
karşı uyanık olduklarını söyleyemeyiz. Müslümanlar arasında, şeytanın
dostlarına karşı yüzeysel bir ilgi gözükse de, şeytana karşı açık bir
ilgisizlik ve duyarsızlık gözlenmektedir.
Birçok müslüman,
şeytanın varlığını bilmesine ve bu şeytana Rabbimiz tarafından kıyamete kadar
mühlet verildiğini idrak etmesine rağmen; bu şeytanın nerede olduğunu,
şimdiye kadar neler
yaptığını ve şimdi neler yapmak istediğini bilmemekte ve bu konuya karşı
yeterli dikkati göstermemektedir. Halbuki Allah'ın varlığına inanan
müslümanların, Allah'ın varlığına inandıkları gibi şeytanın da varlığına
inanmaları ve varolan bu şeytana karşı uyanık olmaları gerekmektedir. Fakat ne
hazindir ki Allah'a inanan birçok insan, şeytandan gafil oldukları için
kendileri sapmışlar ve kendilerine tabi olan, insanları da saptırmışlardır.
Cahili sistemler ile
İslami hareketler arasındaki mücadeleleri incelediğimiz zaman, cahili
sistemlerin müslümanlara karşı değişik tavırlar sergilediklerini
gözlemleyebiliriz. Öncelikle bilmemiz gereken husus, cahili sistemlerin
hareketlerine yön veren bazı müstek-birler olsa da, cahili hareketlerin gerçek
lideri ve belirleyicisi Şeytan aleyhillanedir. Müslümanların karşısında Firavun, Nemrut
ve Ebu Cehil
gibi müstekbirler gözükse de, bu müstekbirlerin bağlı olduğu lider
şeytandır. Firavunların ölmesine karşın, firavunluğun yaşaması bu nedenledir.
Çünkü ölen ve öldüren
firavunlardır, Firavunla-ğa davet eden şeytan ise yaşamaktadır. Şeytan
aleyhil-lane her dönemde kendisine uşaklık yapabilecek dostlar bulabilmekte ve
bu insanları şeytani istekleri istikametinde kullanabilmektedir.
Çeşitli hastalıklara
karşı savaş açan doktorların, bu hastalığa neden olan mikropları bilmeleri ve
bu mikropları tanımaları nasıl gerekli ise, küfre karşı savaş açan
müslümanların da, küfre davet eden şeytanı ve küfre sebeb olan şeytani
fikirleri bilmeleri gerekmektedir. Kendisine tabi olan Firavunları, Nemrut'ları,
Ebu Cehilleri müslümanlar üzerine kışkırtan Şeytanın, kendisine özgü şeytani
prensipleri bulunmaktadır. Nitekim şeytan aleyhillarıe, kendisine bağlı olan
müstekbirlere yön gösterirken, bu prensiplerini dikkate almaktadır.
Ancak,
bu prensipler özde
aynı olmasına rağmen bu prensiplerden kaynaklanan şeytani davranış biçimleri
arasında zam,an ve mekana göre değişik farklılıklar olabilmektedir.
İşte dikkat etmemiz
gereken ikinci husus budur!.
Tarihin değişik
dönemlerindeki cahili tavırları incelerken, bu tavırların görünür şekillerinden
ziyade hu tavırlara yön veren mantığı tanımalıyız. Şeytanın yön verdiği cahili
sistemler, tarih boyunca müslümanlara farklı davranış biçimleriyle yaklaşmış
olsalar dahi, bu farklı davranış biçimleri aynı şeytani mantıktan
kaynaklanmaktadır. Değişik davranış biçimlerindeki mantık, aynı mantık
olmasına rağmen bu mantığın tezahürleri farklı olabilmektedir. Mesela mum
ışığının önüne tutulan bir yüzüğün, duvara yansıyan gölgesi bulunmaktadır. Bu
gölge, yüzüğün muma ve duvara olan yakınlığına veya duvarın yüzeyine göre
farklı şekillerde olabilir. Duvarın üzerinde değişik engebeler varsa, yüzüğün
gölgesi bu engebelere göre şekil alacaktır. Farklı duvarlarda farklı bir görünüm
yansıtacak olan bu gölge, aslında aynı yüzüğün gölgesidir. Yüzük aynı olmasına
rağmen bu yüzüğün gölgesi yansıdığı duvarın yapısına göre değişik şekiller
alabilmektedir, Yüzüğün gölgesi yansıdığı duvarın yapısına göre nasıl
değişiklik gösteriyor ise, şeytani mantık da yansıdığı toplumların yapısına
göre değişik görüntüler sergilemektedir. Fakat bu görüntüler farklı olsa da,
bu görüntülerin kaynaklandığı mantık aynıdır. Mantık aynı olmasına rağmen bu
şeytani mantıktan kaynaklanan davranış biçimleri arasında farklılıklar olabilmektedir.
Bu nedenle geçmiş
dünya tarihinde sergilenen cahili davranış biçimlerini şeklen bilmemiz, bizler
için yeterli olmayacaktır. Çünkü müslümanlar için tehlikeli olan husus, bu
davranış biçimlerinden ziyade, bu davranışlara yön veren şeytani mantıktır.
Bilmemiz ve sakınmamız gereken husus, bizzat bu mantığın kendisidir!. Bizler
sadece geçmiş tarihte vuku bulan cahili davranışları bilir ve müşahhas olarak
gördüğümüz bu davranışlardan sakınmaya çalışırsak, aynı şeytani mantıktan
kaynaklanan farklı cahili davranışlarla aldanmamız ve aldatılmamız mümkün
olacaktır. Nitekim bazı şeytani davranış biçimlerini bilmelerine rağmen bu
davranışlara yön veren şeytani mantığı tanımayan kimseler, aynı şeytani
mantıktan kaynaklanan farklı davranış biçimleri karşısında gaflete düşmüşler
ve neticede helak olmuşlardır.
Bu kimselerde genel
olarak şabloncu bir zihniyet hakimdir. Ne yazık ki aynı şabloncu zihniyet, bazı
kardeşlerimizde de bulunmaktadır. Geçmişteki tevhidi hareketlere şabloncu bir
zihniyetle yaklaştıkları için yaşadığımız çağda tevhidi bir hareket
başlatamayan bu kimseler, geçmiş cahili sistemlerine de aynı şabloncu
zihniyetle yaklaştıkları için günümüz cahiliyesi ile geçmiş cahiliyeleri
birbirinden ayrı değerlendirmekte-Ur ve günümüz cahiliyesinin sergilediği
tavırlar karşısında şaşkın bir konumda bulunmaktadırlar.
Böylesi bir duruma
düşmemek için dünya tarihinde karşılaşabileceğimiz her cahili tavırdaki mantığı
ve maksadı idrak etmemiz gerekmektedir. Şeytandan ve şeytanın dostlarından
kaynaklanan cahili tavırlardaki maksadı an laya bilirsek, aynı maksada sahip
olan zamanımızdaki şeytan ve dostlarının da neler yaptıklarını ve aynı maksatla
daha neler yapabileceklerini anlamamız kolay olacaktır.
Şeytan i. hakim
iyetlerin yaygınlaştığı bir çağda, şeytan ve dostlarının genel yaklaşımlarını
içeren böyle bir çalışmaya bu nedenle gerek duyulmuştur.
Bu kısa çalışmanın,
bu önemli konuyu
kuşatabilecek yeterli bir çalışma olmadığı aşikardır. Yine de bu çalışmanın,
konuyla ilgili meselelerimize dikkat çekme noktasında hayırlara vesile
olmasını temenni ediyoruz.
Kovulmuş şeytandan,
şeytanın dostlarından
ve her türlü kötülükten, şanı
yüce olan Rahbimize sığınırız.
Allah'ın selamı ve
rahmeti üzerinize olsun.
Allah'ın adıyla
"Şeytan ve dostları"
adını taşıyan bu kitap çalışması, mevcut statükoyu meşru gören, geleneksel
anlayışları alkışlayan, neyi muhafaza ettikleri açıklık kazanmayan
muhafazakarları müjdeleyen, islam dinine nisbet edilen bid'at ve hurafeleri
yine din adına kutsayan bir kitap çalışması değildi. Şayet böyle bir kitap
çalışması olsaydı, hiç şüphesiz ki insanların boş ha-yellerini tasdik ve tebrik
eden bir kitap çalışması olarak geniş kitleler tarafından benimsenebilirdi.
Oysa bunu yapmadık ve
bunu yapamazdık^ Geleneksel anlayışları, bid'at ve hurafeleri, din adına meşru
gösterilen batıl mercileri ve dine nisbet edilen sapıklıkları, inandığımız ve
teslim olduğumuz islam adına sorgulamayı, mahkum, etmeyi tercih ettik, işte
böyle bir kitap çalışmasının özellikle yaşadığımız toplumda dikkate alınmaması,
dışlanması ve bazı batıl isnatlarla bir kenara atılması beklenebilecek bir neticeydi.
Fakat böyle olmadı!.
Kitabın birinci
baskısı kısa sürede tükendiği gibi ikinci, üçüncü ve diğer baskıları da aynı
grafiği sürdürdü. Şaşırdığımızı ve bu şaşkınlıkla beraber umud-landığımızı
itiraf etmeliyiz.
Bizi umudlandıran
husus,
yaşadığımız
coğrafyadaki bütün olumsuzluklara ve bulandırıcı propagandalara rağmen böyle
bir kitabın iştiyakla okunması ve okunmaya, devam etmesidir. Bu kitap çalışmasına
gösterilen ilgi, yaşadığımız toplumda hakkı arayan, hakka teslim olmak isteyen
insanların önemli Ölçüde varolduğunu ve bu varoluşun genişlediğini
göstermektedir. Daha açık bir ifadeyle yaşadığımız coğrafyada hakka dayalı
samimi çalışmaları sahiplenecek ve bu çalışmaların yeşermesine neden olacak
bir potansiyel bulunmaktadır, işte bu potansiyele dikkat çekerek, yetenekli
kardeşlerimizi daha fazla celide, daha gerekli ve daha verimli çalışmalara
davet etmek istiyoruz. "Şeytan ve dostları" kitabı,
öncele?i, birçok
grupta okunan ve içeriği anlatılan bir kitaptı. Ancak bu açıklık politikası
uzun sürmedi. Bazı gruplardaki ahiler ve efendiler, kitapta belirtilen
gerçeklerin konuşulmasından ve kendilerine yöneltilen sorulardan rahatsız
olmuşlardı. Çünkü bu gibi sorular, onların durumunu açığa çıkaracak sorulardı.
Doğruya "Doğru" deseler, yanlış üzere olduklarını da kabul etmiş
olacaklardı. Fakat ne yazık ki kendilerinde bu samimiyet ve bu teslimiyet
yoktu. Kur'an-ı Kerim'le sabit olan doğrulara "Yanlış" diyebilmeleri
ise, kendilerini Kur'an-ı Kerime nishet eden bu kimseler için hiç mümkün
değildi. Netice olarak fiili malum, faili ve nedeni meçhul bir davet çıktı
ortaya.,
"Şeytan ve
dostları" kitabı, bu gruplarda yasaklanmıştı!.
Kendilerine soru yönelten
müslümanların soruları cevaplandırılmadan gruplardan uzaklaştırılmasına ve
fitnenin(!) daha fazla yay gınlaş maması için kitabın yasaklanmasına karar
verilmişti!. Fizandaki bir yazarın falan konudaki görüşünü büyük bir şevkle
tenkid eden bu kimseler, burunlarının dibinde yayınlanan bir kitaba boykot
kararı alıyorlar, amma bunun nedenini açıklamıyorlardı!. Kitaba herhangi bir
tenkid, herhangi bir eleştiri getirmiyorlardı!.
Daha açık bir ifadeyle getir emiyorlar di. Çünkü bu
kitap çalışmasında ele alınan şeytani fiiller, şeytani yaklaşımlar, Islami
hükümler çerçevesinde yargılanıyor, şeytan ve dostları apaçık olan bu hükümler
isti-. kametinde mahkum ediliyordu. O halde neden?
Neden bu kitap
çalışmasından rahatsız oluyorlardı ?
Şeytan ve dostlarının
rahatsız olması gereken bu kitapdan, kendilerine müslümand) denilen bazı kimseler,
bazı ahiler, bazı efendiler neden rahatsız oluyorlardı?
Yoksa onlar da,
onlar da şeytanın
dostu muydu?
Bu sorunun, cevabını,
onları tanıyan ve bu kitabı okuyan kardeşlerimize bırakmak istiyoruz. Çünkü eğriliği
görmek, doğruluğu bilmekle mümkün olacaktır.
Selam ve rahmet
üzerinize olsun..
Halkında müsiüman olan
ülkelerde yaşayan birçok kardeşimiz, meselelere yaklaşımlarda ve tesbitlerde
bazı yanılgılara düşmektedirler. Bu bölgelerde yaşayan ve İslam'a talip olan
müslümanlar, cahiliyye hükümleri ve gelenekleri ile iç içe yaşar bir duruma
düşmüşlerdir. Bunlardan bir kısmı cahiliyenin yasaklamadığı bazı ferdi
ibadetleri yerine getirerek, Allah'a kulluklarını tam anlamı ile ifa ettikle-'
rini zannetmektedirler.
Tabi ki hoş gözükse
de, boş bir zandır bu!.
İslami şuura
yakınlaşmış bulunan diğer müslümanlar ise yaşanılan cahiliyeden şiddetle
rahatsız olmaktalar, ancak bu duruma düşmelerinin nedenini kendi nefislerinin
dışında aramakta ısrar etmektedirler. Bu müslümanlarla görüşüldüğünde mevcut
durumdan uzun uzun şikayet etmekteler ve bu olumsuz durumun yegane suçlusu
olarak bazı isimleri ve tağutu itham etmektedirler.
Zikrettikleri
isimlerin ve tağutun ne olduğu aşikardır. Ancak tağutu ve belli isimleri
suçlamakla, şeytanı suçlamak arasında herhangi bir fark yoktur!. Şeytan,
şeytanın dostları ve tağut, isimlerine yakışan eylemleri yapmışlar ve
yapacaklardır. Şeytan şeytanlığını, Firavun firavunluğunu yerine getirecektir.
Karşılaşılan olumsuz durumlarda şeytanı suçlu görmek ne kadar abes ise, bu gibi
olumsuz durumların yegane suçlusu olarak bazı firavunları ve tağutu görmek de
o kadar abestir.
İçinde bulundukları
durumdan şikayet eden ve bu duruma düşmelerinin nedenini kendi nefislerinin
dışında aramakta ısrar eden müslümaniarın bu yaklaşımı, cahili bir
yaklaşımdır. Meselemize Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bir olayla açıklık
getireceğiz.,
Bilindiği gibi Allah
fc.c), Adem (a.s.)'ı yarattıktan sonra, meleklere Adem (a.s.)'a secde
etmelerini emretti. Sadece İblis secde edenlerden olmadı. Allah (c.c.) cin taifesinden
olan İblise şöyle buyurdu.,
Sana emrettiğimde,
seni secde etmekten engelleyen neydi?[1]
Rabbimiz bu soruyu
neden sordu?
Elbetteki bu soruyu
yöneltmesi, kendi zatı İçin değildi!. İblis'in neden secde etmediğini, onu
secde etmekten engelleyen şeyin ne olduğunu Rabbimiz elbetteki biliyordu.
İblise yöneltilen bu
soru, biz yaratılmışların meseleye vakıf olması için sorulan bir sorudur.
"Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi1?"
sorusundan anlamamız gereken ilk husus; secde etmeyen İblis'in, bu isyanı
nedensiz değildi. Adem (a.s.)'a secde etmeyen İblis'i, secde etmekten
engelleyen bir neden vardı. Şanı yüce Rabbimiz, İblise yönelttiği soru İle bu
isyanın bir nedene bağlı olduğuna İşaret etmiş ve bizlerin bu nedeni bilmesini
murad etmişti. Nitekim İblis'in bu soruya verdiği cevapla, Adem (a.s.)'a secde
etmeme nedenini anlıyoruz. İblis, secde etmeme nedenini şöyle açıklıyor,.
Ben ondan hayırlıyım;
beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.[2]
Burada bir isyan
olayına tanık oluyoruz. Allah'ın nimetleri ile nimetlenen İblis'in, Allah'ın
rahmetinden uzaklaştırıldığını, kovulduğunu görüyoruz. Bu olay, İslam dairesinde
bulunan, İslam nimetleriyle nimetlenen müslümaniarın dehşetle ve ibretle
izlemeleri gereken bir olaydır.
Nedir, İblis'in
azmasına sebeb olan şey?
Nedir, onu Allah'ın
rahmetinden uzaklaştıran tavır?
İblis'in bir bilgisi
ve bilgisinden kaynaklanan gururu vardı. Bu bilgisine göre ateş, yaratılış,
bakımından topraktan üstündü. İşte bu bilgisi Allah'ın hükmü ve emri ile çatıştığı
zaman; İblis, Allah'ın hükmünü değii, kendi bilgisini tercih etmişti.
Evet!..
Allah'ın hükmü,
İblis'in bilgisi ile çatışmıştı. İblis'i isyana götüren sebeb, Allah'ın
hükmüne rağmen kendi bilgisini tercih etmesiydi. Cahiii kültür ve eğitime göre
kendilerini bilgili sanan ve bu bilgi anlayışının kuşattığı konularda Kuran ve
Sünnete yönelme ihtiyacı duymayan gafil müslümaniarın, bu hususta çok dikkatli
olmaları gerekmektedir. Çünkü bu önemli yönelişteki gaflet, bu gaflete düşen
müs-lümanları İslam'ın nimetlerinden uzaklaştırabilecek tehlikeli bir
gaflettir.
Mesela' bazı samimi
müslümanlar İslam'ı hakim kılmak için bilgi, kültür ve tecrübelerine dayanarak
ortaya bir yol, bir metod koyuyorlar. Ortaya koydukları bu yolu tasdik
ettirebilmek için Kurana yöneliyorlar ve 6349 ayet
olan Kur'an-ı
Kerim'den bazt ayetleri seçerek, bunları delil olarak ileriye sürüyorlar.
Öncelikle şu gerçek apaçık bilinmelidir ki; Kur'an-ı Kerim, insanların bilgi,
kültür ve tecrübelerinden kaynaklanan beşeri bir yolu tasdik etmek için değil,
bizzat tasdik olunması için indirilen Rabbani bir yoldur.
Dolayısıyle bilgi,
kültür ve tecrübelerine dayanarak ortaya bir yol ve bir metod koyan bu
kardeşlerimiz, "Ne yapmalı?" sorusu ile Kur'anın bütününe yönelmeli
ve Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde beyan edilen Rabbani yol ile kendi yolları
çatışıyor ise, tereddüt etmeden ve tevile gitmeden Rabbimizin gösterdiği yolu
tercih ve tasdik etmelidirler. Bilgiler vahiyden kaynaklanmalı ve vahiyle
sı-nanmalı, bilgiyle vahyin çatıştığı noktada gerçek bilgi olarak vahiy
alınmalıdır, Bu olaydan Örnek alacağımız ilk tavır budur. Çünkü İblis'in sapma
nedeni bundan kaynaklanıyordu.
Ayet-i kerimede de
beyan edildiği gibi İblis, Allah'ın varlığını inkar etmemişti. "Beni
ateşten yarattın" derken, kendisini yaratanın Allah (c.c.) olduğunu
biliyor ve bu gerçeği ikrar ediyordu. Verdiği cevaptan da anlaşılacağı gibi
İblis secde etmekten değil, Adem (a.s.)'a secde etmekten içtinap etmişti. Secde
etmekten içtinap etseydi, "Ben secde edicilerden değilim.."
diyebilirdi. Şayet orada Allah'a secde edilmesi emredilseydi, İblis elbetteki
secde edenlerden olacaktı. Allah'a secde edecek olan İblis, Adem (a.s.)'a
secde etmekten içtinap etmişti.
Bir yaratığın diğer
bir yaratığa secde etmemesi görünürde basit bir olaydır. Meselenin dehşetli
olan yönü, bir yaratığın Yaratıcının hükmüne karşı çıkmasıdır. Adem (a.s.)'a
secde edilmesini emreden Rabbimiz, Adem (a.s.)'a
değil, bir karıncaya
secde edilmesini de emredebil irdi. Emredilen hüküm ne olursa olsun, Allah'ın
hükmüdür. Karıncayı küçük görerek, Allah'ın hükmüne rağmen karıncaya secde
etmemek; karıncayı değil. Allah 'in hükmünü küçük görmektir. Nitekim Adem
(a.s.)a secde etmeyen İblis, Adem (a.s.)'a değil, Allah'a isyan etmiş oluyordu.
Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi Allah'ın varlığını inkar etmeyen, Yaratıcı olarak Allah'ı İkrar
eden ve Allah 'a secde edebilecek olan İblis, Allah'ın bir hükmüne karşı çıkarak
küfre düşmüştür. Meselenin bu boyutunu,günümüze getirecek olursak; Allah'ın
varlığına inanmalarına ve camilerde Allah'a secde etmelerine rağmen, fiil ve
inançlarıyla Allah'ın birçok hükmünü tevil ve tahrif ederek inkara sapanlar,
İblis'in yolunda bulunmaktadırlar. Camilerde Allah'a, sokaklarda putlara,
yaşantılarında tağuta yönelen bu insanlar, müslüman oldukları kuruntusuyla
kendilerini aldatan insanlardır.
Tekrar kıssaya dönecek
olursak, bilgisinden1 kaynaklanan bir gurur ve tavır ile Allah'ın hükmüne
itaat etmeyen İblis'in, içine düştüğü ikinci hata daha büyüktür. İblis, Allah'ın
rahmetinden kovulduğu zaman nasıl bir duruma düştüğünü anladı. Ancak bu duruma
düşmesinde suçlu olarak kendi nefsini değil, Adem (a.s.)'ı görmüştü. Kendisini
suçlu görmediği için Allah'a tevbe etmemiş. Adem (a.s.)'a şedid bir şekilde
düşman olmuştu.
Adem (a.s.)'a bir eş
olarak Havva validemizi yaratan Allah (c.c). her ikisini cennete
yerleştirmişti. Burada nefislerinin arzuladığı herşey vardı. Adem (a.s.) ve
Havva validemiz, bu cennet bahçesinde yaşıyorlar, cennet nimetleriyle
nimetleniyorlardı. Rablerİ kendilerine sadece bir ağacın meyvesini
yasaklamıştı. Onlar bu ağacın neden yasaklandığını bilmiyorlar ancak cennette
ebedi kalmak istiyorlardı. İşte şeytan aleyhillane onlara bu noktadan yaklaştı
ve şöyle dedi..
"Rabbinizin size
bu ağacı yasaklaması, sadece, sizin iki melek olmamanız veya ebedi
yaşayanlardan kılınmamanız içindir." Ve: "Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin
etti.[3]
Bu aldatma ile aldanan
Hz. Adem ve Havva, yasaklanmış olan meyveyi tatmışlar ve ayıp yerleri kendilerine
açılmıştı. Bunun üzerine Rableri kendilerine şöyle hitap etti.,
Ben sizi bu ağaçtan
men etmemiş miydim? Ve, şeytanın da sizin gerçekten apaçık düşmanınız olduğunu
söylememiş miydim?[4]
Burada önemle dikkat
etmemiz gereken bir husus vardır. Rableri kendilerine seslenince Adem (a.s.) ve
Havva validemiz; "Ya Rabbi şeytan bize geldi, şunları söyledi ve Senin
adına da yemin etti" diyerek şeytanı suçlayıp kendi nefislerini temize
çıkarmaya çalışmamışlardır.
Çünkü böyle bir
mazeretle, kendi nefislerini temize çıkaramazlardı.
Çünkü düşmanın
düşmanlık yapacağı aşikardı ve şanı yüce Rabbimiz her ikisine de "Şeytanın
onlar için apaçık bir düşman olduğunu" önceden bildirmişti.
Nitekim Adem (a.s.) ve
Havva validemiz suçu bizzat kendi nefislerinde görerek Rablerine şöyle
yönelmişlerdi.,
Rabbimiz, biz
nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten
kayba uğrayanlardan olacağız.[5]
Şeytanın, Allah'ın
hükmüne rağmen Adem (a.s.)'a secde etmemesini ve Allah'ın hükmüne rağmen yasak
meyvenin yenilmesini dikkate aldığımız zaman, iki isyan olayının akabinde iki
ayrı tavır görüyoruz. Suçu kendi nefsinde görmeyen şeytan aleyhillane ve suçu
kendi nefislerinde görerek Allah'a tevbe ve istiğfarla yönelen Adem fa.s.) ve
Havva validemiz. Elbette ki bu iki tavırın birisinden içtinap etmemiz,
diğerini ise örnek almamız gerekmektedir, örnek almamız gereken ve Örnek
alacağımız tavır ise, hiç şüphesiz ki Adem (a.s.)'ın tavrı olacaktır.
Kur'an-ı Kerim'de
zikredilen bu kıssayı dikkate alarak günümüze ve günümüzdeki müslümanlara
bakacak olursak, bu kıssanın ve kıssadaki gerçeklerin günümüz müslümanlan
tarafından yeterince dikkate alınmadığını görürüz.,
Mesela günümüzdeki
müslümanlar fert ve toplum olarak, İslam'ın hoş görmediği çeşitli ortam ve
konumlara düşmüş olabilirler. Tabi ki onların bu duruma düşmelerine sebeb olan
müstekbirler ve aldatıcılar vardır. Bu durumda suçu müstekbirlere ve
aldatıcılara yükleyerek nefsi temize çıkartmaya çalışmak, şeytani bir tavırdır.
Çünkü aldatıcılar görevlerini yapmışlar ve haia yapmaktadırlar. Şayet müslümanlar
bu aldatıcıların tesirinde kalarak aidanmışlar ise,
suçu, aldattıkları
için aldatıcılarda değil,
aldandıkları için
kendi nefislerinde görmeleri ve kendi nefislerini hesaba1 çekmeleri
gerekmektedir.
Ne var ki birçok
müslümanın dert yanmaları, şikayetleri, suçlamaları., hep aldatıcılara ve
müstekbirlere yöneliktir.,
"Falanca
müstekbir şöyle yaptığı, filanca aldatıcı böyle dediği için bu durumlara
düşülmüştür!" ifadeleri, sık sık karşılaşılan ifadelerdir. Falanca müstekbîrier öyle yapar-
ken, filanca
müslümanlann ne yaptığı veya ne yapmadığı pek dikkate alınmaz bu suçlamalarda!.
Genel olarak hep
aldatıcılar suçlanmakta, hep müs-tekbirler lanetlenmekte ve dolayısıyle
müslümanlar ve müslüman nefisler temize çıkarılmaktadır!.
Oysa böylesi
yönelişler, bizleri Rabbimizin rızasına götürecek yönelişler değildir. Böylesi
yaklaşımlar, bizleri kurtuluşa erdirecek yaklaşımlar değildir.
Çünkü bir uyan, bir
ikaz, bir hidayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim'de, şeytan ve dostlarının
müslümanlar için apaçık düşmanlar olduğu beyan edilmektedir. Bunların
yaptıkları ve yapabilecekleri kötülüklere işaret edilmekte ve tüm müslümanlara
bunlardan sakınmaları emredilmektedir. O halde şeytan ve şeytanın dostları
düşman olarak bilinmeli ve onlara karşı uyanık bulunulmalıdır.
Şayet,
düşman olarak
bildirilen ve düşman olarak bilinmeleri gereken müstekbirter, düşman olarak
bilinmeleri gereken aldatıcılar, cahili değer Ölçüsüne göre dost kabul edinilmiş
ve onların telkinleri ile aldanılmış ise, bu müstekbirleri veya bu aldatıcıları
suçlamanın bir faydası yoktur.
Suçlu.
aldatıcıları dost
kabul eden müslümanlardır.
Suçlu, aldanan
müslümanlardır.
Nitekim cehenneme
yalnız aldatıcılar değil,
İlahi vahiyle
uyarılmalarına rağmen aldananlar da girecektir.
Şeytan ve şeytanın
dostlarını düşman olarak kabul eden müslümanlann, bu düşmanlarının yapısını, ne
gibi düzenler kurduklarını, silahlarının ve aldatma vasıtaların ne olduğunu
bilmeleri gereklidir. Bunlar bilinmelidir ki, düşman olarak tanınan şeytan ve
dostlannın şerlerinden koru-nabilmeleri mümkün olsun.
Bilinmeyen ve
tanınmayan küçük düşman, bilinen ve tanınan büyük düşmandan daha tehlikelidir.
Müslümanlann en büyük düşmanı olan şeytan ve dostlarının gerektiği gibi
tanınmaması, müslümanlan bu düşmanlarının karşısında zayıf düşürmekte ve
yenilgiye mazur bırakmaktadır.
Müslümanlardan hiçbiri
şeytanı dost kabul etmemekte ve kendilerine sorulduğunda; "Şeytan elbetteki
bizim en büyük düşmanınıızdır." demektedirler. Ancak, şeytanı düşman
bilen bu müslümanlardan kaç tanesi şeytandan rahatsız olmakta, şeytandan gelen
vesvese, düşünce ve tavırlara karşı uyanık olup, bütün bunlardan Allah'a
sığınmaktadırlar. Bu soruya ne yazık ki olumlu cevaplar verebilme durumunda
değiliz.
Bir kardeşimize
"Şeytanla en son ne zaman karşılaştın?" sorusunu yönelttiğimizde,
başını sallayarak "Hiç.." cevabını verdi. "Şeytan sana hiç
gelmiyor mu?" sorusunu ise "Lanet olasıyı hiç farkedemiyoruml"
diyerek cevapladı.
Aslında bizlerin
durumu da, bu kardeşimizden pek farklı değildir. Bizler de yaşantımızda ve
fikir dünyamızda şeytanın varlığını yeterince hissedebilme durumunda değiliz.
Nitekim bizlere pişmanlık veren birçok hatamız, bu gafletimizden kaynaklanmıyor
mu? Peki neden?
Yaşantımıza ve fikir
dünyamıza müdahale edebilen şeytanın varlığını neden hissedemiyoruz?
Kur'an-ı Kerim'de
beyan edildiğine göre şeytan aleyhillane kişiyi kötülüğe çağırmakta, azgınlığa
ve küfre davet etmektedir. Daha açık ifade ile bir çağına, bir davet edici
durumundadır.
Peki, insanları isyana
ve küfre davet eden şeytan, bu davet eylemini hangi kişilik veya hangi vasıfla
yerine getirmektedir?
Elbetteki insanları
küfre davet ederken, bazı saçma resimlerde çizildiği gibi elindeki üç ağızlı
mızrağı ve boynuzlarını sallayarak., "Ben şeytanım ve seni bu konuda
şöyle davranmaya davet ediyorum.." demiyecektir!.
Burada önemle dikkat
etmemiz gereken husus; şeytan aleyhillane bir insana müdahale ederken, bir
insanı küfre davet ederken, ikinci bir kimlikle veya ikinci bir kişilikle
seslenmez. Yaşadığımız an sahip olduğumuz kişilik ne ise, şeytan aleyhillane
bize bu kişilil#ile yaklaşmakta ve bizi küfre davet ederken, bize yabancı
olmayan bu kişilikle davet etmektedir. Bu nedenledir ki iç dünyamızda zuhur
eden her isteği, her düşünceyi ve her kararı kendimizden sanmakta ve bütün
bunları tahlil etmeye gerek duymadan
sahip çıkabilmekteyiz.
Oysa bu istek ye düşünceleri Rabbani ölçüye göre tahlil ettiğimiz zaman, bu
istek ve düşüncelerden bir kısmının şeytandan kaynaklandığını müşahade
edebileceğiz.
Elbetteki her insanın
iç dünyasında birçok istek ve düşünceler tezahür edebilir. Bunların hepsini
tahlil etmemiz gerekmese de, eyleme dönüştüreceğimiz istek ve düşünceleri
yeterince tahlil etmemiz gerekmektedir. İç dünyanızda bir İstek veya bir
düşünce tezahür edebilir ve bunu yapmaya niyetlenirsiniz. İşte bu noktada o
isteği tahlil etmelisiniz. İslami görüşünüze, İslami ölçülerinize uygun ise, o
eylemi yaparsınız. Şayet İslami ölçülerinizle çelişen şeytani bir vesvese ise,
bu vesveseden Allah'a sığınır ve bu vesvesenin gerektirdiği eylemden
vazgeçersiniz. İşte bu şekilde davranmanız, Kur'an-ı Kerime uygun bir davranış
biçimi olacaktır., 7
Eğer sana şeytandan
bir kışkırtma (vesvese) gelirse, hemen Allah 'a sığın; çünkü O işitendir,
bilendir.
Sakınanlara, şeytandan
bir vesvese eriştiğinde (Allah'ın emir ve yasaklarını) düşünürler, kemen (gerçeği)
görürler.[6]
Tahlil etmemiz gereken
diğer istek ve düşüncelerimiz ise, bizleri hayırlı .eylemlerden alıkoyan istek
ve düşüncelerdir. Daha açık bir ifade ile. bizleri bir eyleme sürükleyen
istek ve düşüncelerimizi tahlil etmemiz gerektiği gibi, bizleri bir eylemden
alıkoyan istek ve düşüncelerimizi de tahlil etmemiz gerekmektedir.
Allah için yapılması
gereken bir eylemle karşılaşıp, bu eylemi yapmaya niyetlendiğimiz zaman, iç
dünyamızda şu gibi vesveseler tezahür edebilir.,
"Bu işi de bana
yıktılar!" veya "Bu işi benden başka yapacak insan yok muydu?"
Bütün bunlar,
şeytan kaynaklı
vesveselerdir. Ancak bu vesveselerin şeytandan kaynaklandığını anlamak güçtür.
Çünkü bu şeytani vesvese iç dünyamızda "Bu işi SENDEN başka yapacak
insan yok muydu?" ifadesiyle tezahür etmiyor. Daha Önce de belirttiğimiz
gibi bu vesveseler, ikinci bir şahısa nisbet edilmiyor. Bu nedenle iç
dünyasında "Bu işi de BANA yıktılar!" veya "Bu işi BENDEN başka
yapacak insan yok muydu?" ifadeleri ile karşılaşan insan, bu gibi
vesveseleri kendi düşüncesi olarak kabul edebilmektedir (Tabi ki buraya kadar
yazdıklarımız, vesvesenin iç dünyamızdaki son şekline binaen yazılanlardır.
Şeytani vesvesenin ilk anım lafzi veya lisanı olmayan bir ilka olarak kabut
edersek, bu ilkanın ifadesini bulması şahsın kendi kişiliğine göre olacağından
sonuç yine değişmeyecektir).
Netice olarak
şeytandan bihaber olarak yaşantısını sürdüren insanlar, şeytan ile ünsiyet
peyda etmekteler ve ondan yelen vesveselere, kendi istek ve düşünceleriymiş
gibi sahip çıkmaktadırlar.
Hiç şüphesiz ki
Allah'a inanan ve O'na tevekkül eden müslümanlar için. yeterince tanınan ve
kendisine karşı uyanık bulunulan şeytan tehlikeli değildir. Şeytanın tehlikesi,
yeterince tanınmamasından ve kendisine karşı uyanık olunmamasından İleri
gelmektedir. Bu nedenle şeytan ve dostları tanınmalı, şeytani yaklaşımlar
bilinmelidir.
İnsanlara karşı
gizlenerek düşmanlık eden şeytan aleyhillane, Rabbimize' karşı bazı itiraflarda
bulunmuş ve insanlara nasıl düşmanlık yapacağını, onlara nasıl yaklaşacağını
açıklamıştır. Şanı yüce Rabbimiz, şeytanın bu İtiraflarını Kur'an-ı Kerim'de
zikretmekte ve bizleri ikaz etmektedir. Şeytanı düşman olarak kabul eden
müslümaniarın, bu düşmanı tanıya bilmeleri için şeytanın bu itiraflarını değerlendirmeleri
gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen bu itiraflardan bir tanesi şöyle
zikredilmektedir..
Dedi ki: "Bana
onların diriltileceği güne kadar mühlet ver"
Allah "Sen mühlet
verilenlerdensin" dedi.
Dedi ki: Beni
azdırdığın şeyden dolayı onlarfı saptırmak) için dosdoğru yolunda
oturacağım."
"Sonra onlara
önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım. C 'arın çoğunu
şük-rediciler olarak bulmayacaksın" dedi.[7]
"Şeytan
aleyhillane hangi yolda bulunmaktadır?" sorusuna, "Sırat-ı
müstakimdedir." cevabını verebiliriz.
Evet,
şeytan aleyhillane
Sırat-ı müstakimde bulunmaktadır. Ancak sırat-ı müstakimde bulunma gayesi
Rabbimizin rızasını kazanmak için değil, bu doğru yoldaki müslümanları
saptırmaya çalışmak ve onları bu yoldan uzaklaştırmak İçindir. Şeytan
aleyhillane doğru yolda bulunmasına rağmen, doğru yolun doğru yolcusu
değildir.
Nitekim zamanımızdaki
şeytanın dostları da, aynı şeytani gaye ile müslümanlann arasında, camilerde ve
cemaatlerde bulunmaktadırlar. Gayeleri Rabbimizi hoşnut etmek değil,
müslümanlan saptırmaya ve doğru yoldan engellemeye çalışarak tağutu hoşnut
etmektir. Ne yazık ki müslümanlann bilgisizliğinden ve gafletinden
faydalanarak, bu konuda önemli bir başarı gösterebilmektedirler.
Rablerinin rızasını
gözeterek doğru yola talip olan müslümanlann, bu yolda görecekleri her insanı
samimi bir müslüman olarak kabul etmemeleri gerekir. Çünkü şeytanın birçok
dostu, şeklen ve zahiren bu yolda gözükmekte, "Müslümanlar
kardeştir" hükmüne göre kendilerini kardeş kabul eden müslümanlan
aldatmaktadırlar. Bunlar doğru yoldaki sapık kullardır. Doğru yolda gözükmelerine
rağmen müslümanlann kardeşi değil, müslümanlann düşmanıdırlar.
Şeytan aleyhillane
"Senin dosdoğru yo/un üzerinde durarak; onlara Önlerinden, arkalarından,
sağlarından ve sollarından yanaşacağım." demektedir. Dikkat edilirse bu
yanaşmada tek bir yon belirtmemekte; Önlerinden, arkalarından, sağlarından ve
sollarından yanaşacağını ifade etmektedir.
Bu itirafı
değerlendirmemiz için, sırat-ı müstakimdeki bir müslümanın önünde, arkasında,
sağında ve solunda ne olduğu belirlememiz gerekecektir. Bu konudaki birçok görüşü
değerlendirerek, meseleyi şu şekilde ele alabiliriz.,
Sırat-ı müstakimdeki
bir müsiümanın arkasında; kalu bela denilen, Allah (c.c.)'ın varlığını ve
birliğini tasdik ve İkrar etmesi, geçmiş dünya tarihi ve ataları, yaratılışı,
yaşadığı dünya hayatı ve yapmış olduğu ameller bulunmaktadır. Müslümanın
önünde; yaşayacağı dünya hayatı, ölüm, kabir, kıyamet, haşr, mahşer, hesap,
cehennem ve cennet vardır. Müslümanın sağında, yapmış olduğu iyilikler ve
Rabbimizin yapılmasını emrettiği hayırlı, ameller: müslümanın solunda ise
yapmış olduğu kötülükler ve Rabbimizin yapılmasını yasakladığı ameller
bulunmaktadır.
Şeytan aleyhillane,
İnsanlara bu dört yönden de yaklaşacağını ifade etmektedir. Bu ifadeden
şunları anlayabiliriz. Şeytan sol taraftan yanaşamadığı insanlara, sağdan,
önden ve arkadan yanaşacaktır. Arkadan ve sol taraftan yanaşamadığı insanlara,
Önden ve sağdan yanaşacaktır. Önden, arkadan ve soldan yanaşamadığı insanlara
-ki bunlar seçkin müslümanlardır sag taraftan yanaşacaktır,
Şeytan aleyhillanenin
bu yaklaşımlarından korunmak isteyen müslümanların, bu yaklaşımları bilmeleri
gerekmektedir. Meseleyi bu şekilde genel bir çerçeveye aldıktan sonra,
şeytanın arkadan yanaşmasını inceleyebiliriz.
İnsanların arkasında
kalu bela denilen, Alİah (c.c.)'in varlığını ve birliğini tasdik ve ikrar
etmeleri, yaratılışları, geçmiş dünya tarihi ve ataları, yaşadıkları dünya
hayatı ve yapmış oldukları ameller bulunmaktadır. Şeytanın arkadan yanaşmasını,
bunları dikkate alarak incelememiz gerekecektir.
Her insan kalu bela'da
Allah'ın birliğini tasdik ve ikrar etmiştir. Dünya alemine gelen her insanın
özünde bu İlahi gerçek bulunmaktadır. "Hatırlat" emri ile muhatap
olan tüm peygamberler, insanlara bu İlahi gerçeği hatırlatıyorlar ve insanları
bu İlahi gerçeğe davet ediyorlardı. Duydukları ve gördükleri ayetleri tefekkür
ederek bu İlahi gerçeği hatırlayacak olan samimi insanlar, bu gerçekler
istikametinde yaşamak işeyeceklerinden, şeytan ve dostlarının müdahalesi bu
noktadan başlamaktadır. Bu konuda Allah'ı inkar ettirmek veya Allah'a eş
koşturmak gibi iki ayrı hedefleri vardır.
İnsanları ve tüm
kainatı yaratan Allah (c.c.)'ı inkar ettirebilmeleri için. herkesin açıkça
müşahade ettiği bu yaratılışla ilgili bir görüş, bir teori ileri sürmeleri
gerekiyordu. Çünkü en basit düşünceli insanlar bile, Allah'ı inkar etme temayülündeki
bu kimselere; "Yaratıcı olarak Alİah' ı inkar ettiğinize göre, bütün bu
yaratılmışların yaratıcısı kim?" sorusunu soracaklardı. Bilindiği gibi bilimsellik
adı altında yapılan birçok çalışma, bu soruya bir açıklık getirebilme gayretindedir.
Yaratılmış olan tabiatı, yaratıcı kabul eden bu çalışmaların gülünç bir
hüsranla karşılaşması elbetteki kaçınılmazdır. Nitekim Daru in'in ileri
sürdüğü; "Atalarımız maymundur" görüşü, hayvanları tanıyan insanların
gülmelerine neden olmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de
cumartesi yasağını çiğneyen yahu-dilerin, Rabbimizin azap emriyle aşağılık ve
zelil maymunlar haline getirildiği beyan edilmektedir. Bir yahudi olan Darwin
"Atalarımız maymundur" görüşü ile maymunlaştın-lan yahudi atalarını
kastediyor olsaydı, bu görüş kendi açısından kısmi bir doğruluk taşıyabilirdi.
Ne var ki bu gibi görüşler, atalarının ve kendilerinin birer insan olduklarını
idrak edenler için bağlayıcı değildir. Ancak bütün bu sapık teoriler
bilimsellik adına ileri sürüldüğü için. bilimselliği kö-rükörüne putlaştıran
insanlar tarafından tasvip görmüş ve bu insanları küfür vadisine sürüklemiştir.
Nitekim bu karanlık vadide birbirlerinin leşleri üzerine basarak yükselmeye
çalışan, ancak yükselmeye çalıştıkça daha da alçalan birçok sözde ilim adamı ve
sahte aydın bulunmaktadır.
Allah'ı inkar
hususunda geniş kitlelere tesir edemeyen şeytan ve dostları, çalışmalarını
ikinci hedef üstünde yoğunlaştırmışlardır. Tek yaratıcı olarak Allah'a inanan
insanları İslam'dan uzaklaştırmak için, bu insanların şirke sürüklenmesi
gerekiyordu. Şeytanın dikkat ettiği husus, şirk vasıtalarının yaşanılan çağın
kültür ve anlayışına göre tespit edilmesiydi. Geçmiş dünya tarihini ve
günümüzü incelediğimiz zaman, bu şirk vasıtalarının: güneş, ay, yıldızlar, ateş,
nefs, heva, ölen bazı kimselere nisbet
edilen putlar ve Allah'ın hukukuna tecavüz ederek ilahlık taslayan birçok
müstekbirler olduğunu müşahade ediyoruz. Bunlar kimi zaman gizlenmişler, kimi
zaman açık bir şekilde ortaya çıkmışlardır. Mesela Firavun, kavmine ilahlık
taslarken bu tavrını gizlememiş ve onlara "Ben sizin Rabbinizim"
derken, küfründe mert bir tavır göstermiştir. Zamammızdaki ilahlık taslayan
firavunlar ise, aldattıkları insanları uyandırmamak için "Biz de Allah'ın
kuluyuz, biz de müslümanız" demektedirler!. Kendilerini ve kendilerine
tabi olan insanları aldatan bu şaşkınların, Nil vadisinde bulunarak. Londra
British müzesinde teşhir edilen Firavun'un cesedine ibretle bakmaları
gerekmektedir. İnsanları Allah'ın ayetlerinden uzaklaştırarak, propaganda vasıtaları ile
batılı hak göstererek, müslümanlara baskı ve eziyet yaparak Firavun'un
yolunu takip etmektedirler. Firavun'un yolundan ve Firavun'un tavırlarından
vazgeçmezlerse, akibetleri de Firavun'un akıbeti gibi olacaktır. Çünkü Firavun
gibi Allah'a karşı çıkmakta ve yine onun gibi Allah'a karşı savaş
açmaktadırlar.
Şeytanın arkadan
yanaşmasında inceleyeceğimiz diğer husus, insanların körükörüne atalarına
bağlılığıdır. İnsanların arkasından geçmiş bir dünya tarihi bulunmaktadır. Bu
dünya tarihindeki atalarımız içerisinde; Allah'a kul olmuş, müslüman olarak
yaşayıp, müslüman olarak ölen atalarımız bulunduğu gibi, müşrik ve kafir olarak
yaşayan ve bu isyankarlıkla ölen kimseler de bulunmaktadır.
Atalara bağlılık
hususunda, Kuran ve Sünnet gibi Rabbani bir değer Ölçüsü gereklidir. Bu değer
Ölçüsünü yitiren veya bu değer ölçüsünden gafil olan insanlara, şeytan ve
dostlarının müdahalesi kolay olmakta ve bu insanlara kendilerinin tesbit
ettikleri ataları, kendi
şeytani
maksatlarına uygun
olarak empoze etmektedirler. Böylesine bir bağlılığın kurbanı olan insanlar,
karşılaştıkları hak ve kendilerine sevdirilen atalarının görüşü çatıştığı
zaman, atalarının yolunu tercih etmekte ve hakka karşı_ çıkmaktadırlar.
Ne zaman onlara:
"Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar "Hayır, biz,
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya atalarının aklı
bir şeye ermez ve doğru yolu bulmamış idiyseler?[8]
Şeytan aleyhillane
sapık ve kafir ataları empoze ettiği gibi, atalarımız içersindeki salih
kimseleri de. kendi çıkarlarına uygun olarak empoze etmektedir. Bu şeytani işlev yerine
getirilirken, salih kimselere
batıl isnatlarda bulunmakta ve
bu kimselerin eserleri tahrif edilerek maksada uygun bir şekilde
tanıtılmaktadır. Mesela Mesnevi'de zikredilen ve Mevlana Celaleddin Rumi'ye nisbet edilen birçok
görüş, salih bir müslümana yakışmayacak görüşlerdir. Bu durumda ya Mevlana'yı
sapıklıkla itham etmemiz, ya da onu salih bir müslüman kabul ederek bu gibi
isnatlardan tenzih etmemiz gerekecektir. Şeytan ve dostlarının Hz.İsa (a.s.)
gibi peygamberlere dahi batıl isnatlarda bulunduklarını dikkate
aldığımız zaman, Mevlana
Celaleddin Rumi'ye hüsnüzania yaklaşıyor ve salih bir müslüman kabul
ettiğimiz bu zatı, sözkonusu batıl isnatlardan tenzih ediyoruz.
Şayet itham edilen
sapık fiillerin faili ise, bu durumunu da Allah'a havale ediyoruz.
Şeytanın bir diğer
müdahalesi, kişinin ataları ile övünme noktasında kendisini gösterir. Birçok
müslüman, salih ve abid atalarımızı zikrederek "Bizim Atalarımız şöyle
insanlardı, biz onların nesilleriyiz" diyerek, bu durumdan kendilerine bir
pay çıkartmakta ve kendilerini bununla tatmin etmeye çalışmaktadırlar.
Atalarımız arasında
salih ve abid kimselerin bulunması sevindirici olmakla birlikte, bu durumun
bizlere bir faydası yoktur. Çünkü her insan, her toplum, her cemaat kendi
yaptığının hesabını verecek ve kendi yaptıklarının karşılığını görecektir.
Nuh (a.s.)'nın oğlu
Kenan, babası peygamber olmasına rağmen kendisi Rabbani yolda bulunmadığı için
tufandan kurtulamamış ve ebedi azaba müstehak olmuştur. Herkes işlediği
amellere göre abid veya asidir. Kişi bu gibi sıfatları, İşlediği amellerin
karşılığında kazanır. İnsan Rabbani yolda değilse: peygamber babası, peygamber
amcası, peygamber hanımı olsa bile, bu durum o insanı kurtaramaz.
Bu İlahi gerçek her
insan, her cemaat, her ümmet için geçerlidir. Her ümmet kendi yaptıklarından
hesaba çekilecektir..
Onlar bir ümmetti
gelip geçti; kazandıkları kendisinin, sizin kazandıklarınız da sizindir. Siz
onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız.[9]
Şeytanın arkadan
yanaşmasının bir diğer yönü ise insana yaptıklarını süslü göstermesidir.
İnsanın arkasında bıraktığı yaşantıda iyi veya kötü birçok amel bulunmaktadır.
Şeytan aleyhillane insanın işlediği kötü amelleri süslü göstererek, insanı
tevbeden uzaklaştırmakta ve bu gibi kötü amellerin devamını sağlamaktadır.
Yaşamış olduğu batılı süslü gören insanlar, batıl, olan bu yaşantılarını
benimsemekte ve devam ettirmektedirler.,
Kendi yapmakta olduklarını
şeytan onlara süsle çekici kıldı, böylece onları (doğru) yoldan alıkoydu.[10]
Kötü amelleri süslü ve
çekici gösteren şeytan aleyhil-lane. insanın iyi amellerine de müdahale etmekte
ve bu amelleri abartarak maksadına ulaşabilmektedir. Yaptıkları iyi amellerle
büyüklenenler veya geçmişte yaptıkları bazı iyi amellerle Övünenler, bunlarla
teselli bulanlar, bu şiiani müdahaleye maruz kalan insanlardır. Söz ve
sohbetlerde geçmişte yaptıklarını zikredenler, bu yaptıkları ile Övünenler, bugünü
unutan,
bugünü yaşamayan
insanlardır. Hayatının birkaç yıllık döneminde verdiği mücadele ile hayatı
boyunca teselli bulmaya çalışan bu İnsanlar, boş bir teselli arayışı içerisindedirler.
Çünkü mücadele içerisinde geçen birkaç yılımızdan değil, bütün bir
hayatımızdan sorumluyuz. Yaşadığımız bütün yılların hesabını vermekle
mükellefiz.
Birgün yediğimiz
yemekle bir hafta yetinmediğimiz gibi, dün yaptıklarımızla da bugün auunmamah,
bugün yetinmemeliyiz.
Bugünü yaşamakla,
bugünü iyi amellerle
donatmakla mükellef olduğumuzu idrak etmeliyiz.
Kur'an-ı Kerim'de,
amel defterleri sağ
taraftan verilecek olan ashab-ı meymene'den ve amel defterleri sol taraftan
verilecek olan ashab-ı meş'eme'den örnekler zikredilmekte, bunların aki-betleri
açıklanmaktadır. Amel defterleri sağ taraflarından verilenler kutlanırken, amel
defterleri sol taraflarından verilenler ise azap ehli olarak nitelendirilmektedir.
Ancak Kur'an-ı
Kerim'de zikredilen bu olayın, günümüz Türkiyesi'sinde yaşanan sağcılık ve
solculukla herhangi bir ilgisi yoktur. Sosyalistleri ve komünistleri solcu
kabul ederek kendilerini sağcı gösteren kapitalist müstekbirler de, Kurana göre
amel defterleri sol taraflarından verilecek oian meşeme ashabındandır.
Rabbani ölçüye göre,
müstekbirler in komünistleri ve kapitalistleri arasında hiçbir fark yoktur.
Allah'a isyan eden müstekbirler ister faşist, ister komünist, ister kapitalist
olsunlar, amel kitaplarını sol taraflarından alacaklar ve azap ehline dahil
olacaklardır.
Fakat ne yazık ki.
Allah'a inanan ve
Allah'ın razı olacağı dine talip olan birçok insan, sosyalist müstekbirlere
düşmanlık beslerken, kendilerini sağcı olarak empoze eden faşist ve kapitalist
müstekbirlere sahip çıkmakta, bunların zulmünü desteklemektedir. Yaşanılan bu
olaylar, şeytan ve dostlarının sağdan yanaşmasına açık örneklerdendir.
Allah'a inanan
insanlara sağ taraftan yanaşan şeytan ve dostları, müsiüman kimliği ile görünmekte
ve aldatıcı propagandalarında
Allah'ın adını kullanmaktadırlar. Bu müstekbirlere göre, Allah'a inanan
insanları uyandırmadan sömürebilmek için müsiüman gözükmenin ve Allah adına
yemin etmenin hiçbir sakıncası yoktur. Bunun da Ötesinde, böyle gözükmek onlar
için siyasi bir gerekliliktir. Bu müstekbirler bulundukları çevreye göre renk
değiştiren bukalemun gibidirler. Sömürmek istedikleri insanlar mecusi ise
bunlar da mecusi gibi gözükürler. Bu müstekbirlerce önemli olan, sürü olarak
kabul ettikleri insanların sevgisini kazanmak ve bu sürüyü ürkütmemektir.
Nitekim yakın tarihte Hindistan'da yaşanılan bir olay. bu konuda zikredebileceğimiz
örneklerden sadece bir tanesidir.,
Hindistan'ı sömüren
İngiltere'ye bağlı bir müstekbir. siyaset icabı bir Hint mabedini ziyaret
edecektir. Kendisine mabede girerken ayakkabılarını çıkartması gerektiğini,
bunun mabede saygı olduğu hatırlatılır. Yalan çevresi ile yola koyulan İngiliz
müstekbir, mabede yüz metre kala "Bu kutsal yol ayakkabı ile yürünmez"
diyerek saygı ile ayakkabılarını çıkarır ve mabede doğru yalınayak yürürken,
kendisim izleyen halkın sevgi ve saygı gösterileri ile karşılaşır!.
Halkında müsiüman olan
ülkelerde de buna benzer olaylar yaşanmaktadır. Müslümanları sömürmek için müsiüman
gözüken ve gerekirse hacca giden müstekbirler bulunmaktadır. Bu müstekbirlerin
en büyük yardımcıları ve destikçileri bel'amlardır. Cehenneme davet ettikleri
halkı, cennet vaadleriyle uyutan bu bel'amlar, satılmış din adamlarıdır.
Şanı yüce Rabbimizin:
"Ey insanlar, hiç şüpesiz Allah'ın vadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sizi
aldatmasın ve aldatıcılar da sizi Allah ile aldatmasın"[11]uyarısına
rağmen uyanmayan müsiüman-lar, Allah adını kullanan aldatıcılara inanabilmekte
ve onlara sahip çıkabilmektedirler.
Arapça yazılmış bir
İçki etiketini bulsalar", ayet sanıp duvara asabilecek olan bu insanlar,
.aldatıcıları da kılık ve kıyafetlerine göre değerlendirmektedirler. Nitekim bu
duruma vakıf olan zamanınızdaki birçok aldatıcı, bu niyetle cübbe giymekte ve
bu niyetle sakal bırakmaktadırlar. Çünkü gayri İsiami görüntüler ile, İslam'a
talip olan insanların aldatılması zordur!.
Ökse ile kuş avlamak
isteyen avcı, ökseye avlamak İstediği kuşun hoşlanacağı yiyecekleri koyar.
Yaşadığımız ortamda da birçok grubun kendilerine has ökseleri vardır. Bu
ökselerin hepsinde, parça parça alınmış İsiami gerçekler bulunmaktadır. Belli
bir tevhidi şuura gelmemiş olan müsiümanlann, bu ökselerden kurtulabilmeleri
oldukça zordur. Bu ökselere yakalanan müslumanlar, ökselerde gördükleri parça
gerçekleri İslam'ın bütünü sanmakta ve diğer insanları da bulundukları
ökselere davet etmektedirler!.
Değişik ökselerden
gelen bu davetlerde: "Biz buna çağırmakla aslında Allah'a çağırıyoruz, biz
buna davet etmekle aslında İslam'a davet ediyoruz" denilmektedir. Oysa ki
İsiami davetin bu şekilde ikiyüzlülüğe, bu şekilde zikzaklı yollara hiçbir
ihtiyacı yoktur. Çağrı ve davet tüm açıklığı ile Allah'adır.,
Sana indirildikten
sonra, sakın seni Allah'ın ayetlerinden alıkoymasınlar. Sen Rabbine çağır ve sakın
müşriklerden olma.[12]
Bu İlahi buyruk ile
davetin sadece Allah'a olacağı beyan edilmiş, bunun dışındaki davet sahipleri
müşriktik ile tehdit edilmiştir. Durum böyle olmasına rağmen günümüz
Türkiye'sinde İslam adı altında çok değişik davetlerde bulunulmaktadır.
Allah'ın dostu olarak gözüken birçok insan, bilerek veya bilmeyerek İslam'a
ihanet etmektedir. Bunları dost kabul eden ve Allah'ın gösterdiği Rabbani yolun
dışında mücadele veren bu insanların çoğunda iyi niyet vardır. Ancak sahip
oldukları iyi niyet bu insanları kurtarmayacaktır. Çünkü niyet, takva ile
ilgili amellerde müessirdir. Takva ile ilgili bir amel niyetin bozuk olmasıyla
İsyana dönüşebilmektedir. Ne var ki isyan olan bir amel iyi niyetle takvaya
dönüşmeyecektir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle beyan
edilmektedir.,
O'ndan başka veliler
edinenler (derler ki): "Biz bunlara, bizi Allah'a daha fazla
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.[13]
Ayet-i kerimede
belirtilen insanlar, Allah'a daha fazla yaklaşma niyeti ile Allah'tan başka
dostlar edinmişlerdir.
Niyetleri Allah'a daha
fazla yaklaşmaktır!.
Allah'a daha fazla
yaklaşma niyeti ile Allah'tan başka dostlar edinmişlerdir. Fakat görünürde iyi
olan bu niyetleri onları kurtarmamış ve kurtarmayacaktır, Ancak bu noktada
şunu belirtmek gerekir ki, bir insanın, Allah'ın dostunu dost edinmesi,
Allah'tan başka dost edinmesi olarak nitelendirilmez. Kur'an-ı Kerime göre
Allah'ın dostları ise; Allah'tan korkan, Allah'ın hükmünü yasayan ve insanları
sadece Allah'a davet eden kimselerdir.
Kuran-ı Kerim'den aldığı
bazı ayet-i kerimeleri slogan laştırarak, insanları bu kısmi ayet-i
kerimelerin gölgesinde kendi görüşlerine davet eden insanlar, Alİah1 in dostu
değil, Allah'ın düşmanıdırlar. Bilerek veya bilmeyerek bu davete icabet eden
kimseler, Allah'tan başkasını dost edinmişlerdir. Çünkü Allah'ın düşmanını dost
kabul etmek, Allah'tan başkasını dost edinmenin en açık ifadesidir.
Caferiyye mezhebi
mensuplarını imamların masum olduğuna inandıkları için tenkid eden birçok
kimse, savundukları bu görüşe muhalif yaşamakta; tabi oldukları hoca ve
imamlara toz kondurmayarak, onlara masum muamelesi yapmaktadırlar. İmam ve
hoca görünümündeki şahıslara, Rabbani ölçüyü dikkate almadan körükörüne bağlanmak
birçok insanı hıristiyanlann durumuna düşürmüş ve hala düşürmektedir.,
Onlar, Allah'ı bırakıp
da bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler.[14]
Dikkat edilirse
Allah'a inanan hıristiyanlann yöneldikleri şahıslar azgınlar veya ahlaksızlar
değil, bilginler ve rahiplerdir. Çünkü görünürdeki niyetleri Allah'ın rızasını
kazanmaktadır. Ancak İlahi ölçüyü tahrif ettikleri ve gözönünde
bulundurmadıkları için, bilginlerin ve rahiplerin söylediği herşeye körükörüne
itaat ederek, onları rab itti-haz etmişlerdir, Allah'a kul olmak isterlerken.
Alİah1 m lükrnünü dikkate almayan rahiplere itaat ederek, rahiplere oıl
olmuşlardır.
Şeytan ve dostlarının
müslümanlara sağdan yanaşma-ı, müslümanlar için en tehlikeli yaklaşım
biçimidir. Müslümanların fert ve toplum olarak karşılaştıkları birçok
hezi-îetin kökeninde, şeytan ve dostlarının sağdan yanaşma "iadisesi
bulunmaktadır, Asr-ı saadet döneminden bu yana Müslümanları aldatan firavunlar,
müslümaniarın karşısına
Musa kimlikleriyle
çıkmışlardır.
Günümüzde de durum pek
farkı değildir!. Halkında müslüman olan birçok ülkede firavunlara 6zqu zulümler
sürmekte, ne var ki firavun sıfatına hiç kimse sahip çıkmamaktadır. Çünkü
firavunluk yapan müstek-birler, ellerine birer asa alarak Musa kimliklerine
soyunmuşlardır.
Artık çağdaş
piramitlerde,
bu Musafların
denetimindeki köleler çalışmaktadır. Bu
zavallılar firavunları Musa
zannetmekte, kendilerini Kur'an-ı
Kerim'e davet eden gerçek Musa'ları ise, belamların tahriklerine aldanarak
fitneci firavunlar kabul etmekte ve bilmeden taşlamaktadırlar!. Gerçek Musa'lar
gariptir, gerçek Musa'lar yalnızdır bu ülkelerde.. Musa'ların karşısında yine
Musa kimliğinde firavunlar, Musa kimliğinde bel'amlar bulunmaktadır. Hepsinin
ellerinde birer asa vardır. Fakat
hiçbirisi dayandıkları asayı, dayandıkları
delil ve mesnetleri
ortaya koyma, ortaya atma durumunda değillerdir. Çünkü
bilirler,
dayandıkları
asanın-Musa'nın asası olmadığını!. Çünkü bilirler,
dayandıkları
mensetlerin ve delillerin geçersiz olduğunu!.
Musa gibi
gözükmelerine rağmen, birer Musa olmadıklarını, Musa gibi olmadıklarını çok
iyi bilirler!,.
İnsanların önünde,
yaşayacakları dünya
hayatı, ölüm, kabir, kıyamet, haşr, mahşer, hesap, cehennem ve cennet olduğunu
belirtmiştik. İnsanlara Önden yanaşma fırsatı bulan şeytan ve dostları, bu
esaslardan bazılarını inkar ettirerek, inkarı mümkün olmayan esaslara ise
şeytani yorumlar getirerek insanları saptırmaya çalışmaktadırlar.
İnsanlar yaratılışları
itibari ile sevdikleri, beğendikleri, özendikleri hedefler istikametinde amel
ederler. Bu gerçeği çok iyi bilen şeytan ve dostları, belirledikleri cahili
hedefleri süslü ve cazip hale getirerek, bu hedefleri insanlara empoze
etmektedirler.
Bu şeytani yaklaşım,
Kur'an-ı Kerim'deki
Firavun ve Karun kıssalarında şöyle beyan edilmektedir.,
Böylelikle (Karun)
kendi ihtişamlı süsü içinde kavminin karşısına Çıktı. Dünya hayatını istemekte
olanlar; "Ah keşke Karun'a verilenin bir benzeri, bizim de olsaydı.
Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir" dediler.[15]
Karun'un ihtişamlı bir
şekilde kavminin karşısına çıkma nedeni, o insanları mal ve makam büyüsü ile
büyülemektir. Böylesine bir büyünün tesirine giren insanlar, hayran oldukları
Karun'a benzemek veya Karun'a yakın olmak İsteyecekler ve bu nedenle Karun'un
koyduğu hükümlere bağlı kalarak. Karun'a kul olacaklardır. Çünkü firavunlara ve
karunlara Özenen kimselerin, firavunların ve karunlann yolunu takip edecekleri
aşikardır.
Günümüzdeki cahili
kültür faaliyetlerinde de aynı Karun psikolojisi, aynı şeytani yaklaşım
gözlenmektedir. Karunlara dublörlük eden satılmış sanatçılar, karunları rahatsız
etmeden bu işlevi yerine getirmektedirler. Göz, kulak, kalp gibi duyu
organlarını televizyona yöneltmiş olan kitleler, televizyon ekranında birçok
karunlar görmekte ve hazırlanan senaryolar ile bu karunları sevmektedirler.
Yaşanmakta olan bu olayları müşahade ettikten sonra; "İnsanlar neden
firavunları veya karunları seviyorlar, onları destekliyorlar ve onların yolunu
takip ediyorlar?" sorusu, tabi ki abes bir soru olacaktır.
Bazı köylerde su
çıkartmak için kullanılan dolaplar vardır. Bu dolaplarda, dolap beygirinin az
önüne bir tutam ot konulmakta ve beygir bu ota yetişebilmek için sabahtan
akşama dönmektedir. Tabi ki günde 50 Km. yürüse bile, kendisinden 50 cm.
uzaklıktaki ota yetişememektedir. Çünkü sistem öyle kurulmuştur!. Nitekim bu
dolap beygirleri sabahtan akşama kadar dönmekte ve çalışmaları ile bu sistemi
kuran köylülere hizmet etmektedir.
Bazı köylerde
bulunduğunu söylediğimiz bu dolapların en modem şekli, emperyalizmin girdiği
her ülkede bulunmakta ve sistemli bir şekilde çalışmaktadır. Ancak bu dolaplara
insanlar koşulmakta ve bir tutam ot yerine, hergün değişen yeni tüketim
maddeleri ve umud paketleri konmaktadır. Modern dünyanın, böylesine modem dolapları
sömürü çarklarına bağlı olmakta ve sabah sekiz, akşam beş mesaisine bağlı
kalınarak hergün döndürülmektedir.
Evet,
dünyanın birçok
ülkesinde sömürü çarkları her gün dönmekte, her gün döndürülmektedir. Fakat ne
gariptir ki. dünyadaki sömürü çarklarını sömürenler değil, bizzat sömürülenler
çevirmektedir!.
İnsanları böylesine
bir esarete mahkum eden şeytan ve dostları, dünya sevgisini değişik
propagandalar ile canlı tutmakta ve bu sevginin gölgesinde cahili hedeflere
yönelttikleri kitleleri istedikleri gibi kullanmaktadırlar.
Şeytanın insanlara bir
diğer yaklaşımı da Ölümü uzak göstermesidir. Bütün insanlar arasında genel bir
hastalık olan bu konuyla ilgili olarak zikredilen bir kıssa vardır..
Hoca efendi köyün
kenarından geçerken, bir köylünün kerpiç yapmak istediği çamurun içinde
zıpladığını görür ve sorar..
Ey Allah'ın kulu ne
yapıyorsun öyle?
Ne yapayım hocam
kerpiç yapıp satacağım da. çamuru çiğniyorum. Ne yapacaksın fani dünya bu.
Sırtına sardığın tutum
içindeki şey nedir ki, sen zıpladıkça o da kabarıp iniyor?
Yoğurttur hocam. Hazır
zıplarken o da yayılıp, ayra-nıyla yağı bir tarafa ayrılsın da satayım dîye
düşünmüştüm. Ne yapacaksın fani dünya bu.
Şu elinde eğirdiğin
şey nedir?
Bu çoraplık yündür
hocam, elim boş durmasın eğirip satayım diye düşünmüştüm. Ne yapacaksın fani
dünyabu.
Ağzınla da bir şeyler
mırıldtyordun galiba, o neydi?
Bazı kimseler
geçmişleri için ücretli Yasin okumamı istediler de, onlar için de Yasin
okuyordum. Ne yapalım hocam. fani dünya bu!.
Hoca efendi, bunun
üzerine şöyle der.,
Ayağınla çamur
çiğniyorsun, aynı anda sırtındaki yoğurdu da yayıyorsun, bu yetmiyormuş gibi
elinle de İp eğiriyorsun ve bununla da kalmayarak aynı anda ağzınla da Yasin
okuyorsun. Behey şaşkın, bunun neresi fani dünya? Baki dünya olsaydı nasıl
çalışacaktın?
Günümüzde de durum
aynıdır!. Fani dünyanın fani insanları, baki bir dünyada baki kalacaklarmış
gibi çalışmaktadırlar!.
Sizlere sormak
istiyorum, günümüzdeki insanlara "Bundan sonra dünya hayatı
baki olacaktır" şeklinde bir hüküm gelse, kaç kişinin yaşantısı
değişicektir? Tabi ki Önemli bir değişiklik olmayacaktır!. Çünkü bu insanlar
zaten dünya hayatı bakiymiş gibi çalışmakta ve bu fani hayata bakiymiş
bağlanmaktadırlar. Oysa hüküm açık ve değişmezdir..
Her nefis ölümü
tadacaktır, sonra bize döndürülecektir.[16]
Kaçınılması mümkün
olmayan ölüme doğru gittiğini idrak eden bir insan, öldükten sora karşılaşacağı
ahiret hayatının bilincinde olursa, geri kalan hayatını bu gerçeğin
istikametinde yaşamaya çalışacaktır. Böyle bir Rabbani yaşantıya girdiği zaman
ise şeytan ve dostlarını düşman tanıyacak onların ölçü ve hükümlerini
reddedecek ve dolayısıyla sömürü çarkları arasında çelik bir leblebi olacaktır.
Tabi ki insanların bu bilince ulaşması, şeytan ve dostlarının işine gelmemekte
ve satılmış kafalarla, satılmış kalemleri, satılmış ağızlarla "Ahiret
hayatı yoktur. Asıl hayat yaşadığınız dünya hayatıdır" propagandası
yapılmaktadır.
Geçmiş dönemlerde
olduğu gibi yaşadığımız çağda da insanlar iki davet arasındadır. Bir tarafta
insanları Allah'ın rızasına ve cennete davet eden Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v.)'in daveti, diğer tarafta ise insanları Allah'ın gazabına ve cehenneme
davet eden şeytan ve dostlarının daveti!. Her iki davet de insanın aklını
muhatap almakta, ancak İlahi davet muhatap aldığı akıla, meseleyi hakikat
düzleminde ve doğru bir düşünce yöntemiyle değerlendirmesini önermektedir.
Mesala şeytan ve
dostları insanların dikkatini mezarlıklara yönelterek, oradaki çürümüş
kemikleri göstermekte ve: "Bu çürümüş kemikler, toprak olmuş vücutlar hiç
dirilir mi?" diyerek akla hitap etmektedir. Meseleyi sadece bu dar
çerçevede değerlendiren akıl, bu vesvesenin tesirinde kalmaktadır. Bunun
neticesinde ise ya ahireti inkar etmekte veya ahirete karşı kuşku duyarak
"Ahiretin olup-olmadığını zaman gösterecektir" demektedir. Tabi ki
her iki durumda da insan ahiretten gafil yaşamakta ve yüzükoyun cehenneme
sürüklenmektedir.
İlahi davet ise
kainatın ve insanların yaratılışını İzah ederek, Yaratıcıya ve Yaratıcının
kudretine dikkatleri çekmekte ve "Herşeyi yoktan yaratan bu Yaratıcı, siz
çürüseniz, taş toprak olsanız bile sizi tekrar diriltmeye muktedirdir"
diyerek, muhatap aldığı akılı ve akı! sahibini net bir değerlendirmeye davet
etmektedir.
Muinin, münafık,
müşrik veya kafir her insanın aklı bulunmakta, ancak bu aklın işlediği sistem
değişiklik göstermektedir. Örnek vermek gerekirse, akılı elektriğe benzetebiliriz.
Buzdolabına bağlı elektrik havanın soğutulmasına vesile olurken, fırına bağlı
elektirik havanın ısıtılmasına vesile olmaktadır. Elektirik aynı elektirik
olmasına rağmen, farklı sistemlere bağlı olduğu için, farklı sonuçlara vesile
olmaktadır.
Kur'an-i Kerim'de
aklını doğru bir düşünce sisteminde kullananlar, temiz akıl sahipleri olarak
zikredilmişlerdir. Beyan edilen apaçık hükümler ile, temiz akıl sahipleri düşünmeye
davet edilmektedir.
Akıl, Rabbimizin
bizlere lütfettiği bir nimettir. Şeytan ve dostlarına karşı kullanmamız gereken
bir silahtır. Bu silahını düşmanına teslim eden veya bu silahı onların gösterdiği
sistem ve istikamette kullanan kişi, kendi silahı ile kendisini helak eden
kişidir.
Mesela J. Paul Sartre
akılsız bir insan değildir. Akılsız bir insan olmadığı gibi, yaşantısına
bakılırsa çalışkan ve mücadeleci bir İnsan olduğu da gözlenir. Ancak aklını
doğru bir düşünce sisteminde kullanmadığından, doğruların ve yanlışların içice
olduğu birçok sonuçlarla karşılaşmıştır. Bazı doğrularda derinleşmesine rağmen
içine düştüğü yanlışlar sapmasına ve helakına neden olmuştur.
Netice olarak Rabbani
düşünce sisteminin mahiyeti, boyut ve Özellikleri incelenmesi gereken bir
meseledir. Bu incelemede. Kuran ve sünnet bütünlüğünde zikredilen meselelerin
hangi boyutlardan gözlendiğini, nasıl yaklaşıldığını, değer ölçüsünün ne
olduğunu, sebeb sonuç ilişkisinin nasıl bir zaman anlayışına göre
değerlendirildiğini, ne gibi maslahatların gözetildiğini, maslahatlar
arasındaki tercihin ve bu tercihteki değer ölçüsünün hangi esaslardan
kaynaklandığını dikkate almamız gerekecektir.
Halk arasında sık sık
kullanılan "Şeytana uydu" ifadesi vardır. İnsanlar tarafından
kolaylıkla teşhis edilebilen bu şeytana uyma vakası, genellikle şeytanın soldan
yanaşmasının bir tazahürüdür.
Türbelere çaput
bağlayan, ölmüşlerden medet bekleyen kimseler; kendi durumlarına bakmadan,
içki içen bir sarhoşu gördüklerinde; "Şeytana uymuş" ifadesini kullanırlar.
Şeytanın sağ taraftan yanaşmasına karşı gafil oian bu kimseler, şeytanın soldan
yanaşmasına karşı kısmen duyarlıdırlar. Çünkü İblis'in şeytani yüzü, soldan
yanaşma esnasında çok daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Yaratılışı ve yaratılış
gayesini idrak edemeyen insanlara sol taraftan yanaşan şeytan ve dostları,
onları açıkça küfre davet etmekte ve Allah'ın yasakladığı eylemlere çağırmaktadırlar.
İslam toplumlarında iyiliğe çağırmak, kötü-iükten menetmek için yapılan
davetler; cahili toplumlarda kötülüğe çağırmak, iyilikten menetmek için
yapılmaktadır!, Bu gibi cahili toplumlarda apaçık bir şekilde içkiye, kumara,
zinaya davet edilen insanların, aynı açıklıkla Allah'a davet edilmesi suçtur!.
Putlara kulluk yapan,
kravatlarından tutularak put meydanlarına sürüklenen ve bu meydanlarda putlara
kurban edilmek istenen insanların, yegane kurtuluşun gereği olarak putları
inkara ve sadece Allah'a kulluğa davet edilmeleri suçtur!.
Bu olay karşısında
gözleri dolmayan, yumruğunu ve dişlerini sıkarak acı ile yutkunmayan kimseler,
meselelenin idrakinde olmayan kimselerdir. Bu kimseler yaşanan olaylar
karşısında acı çeken müslümanlann, neden acı çektiklerini henüz
anlayamamışlardır. Bunu anlayamadıkları gibi, "Faiz haramdır" dediği
için hapse atılan ve hapishane televizyonunda
banka reklamını seyreden müslümanın neden ve kimin İçin ağladığını da
anlayamıyacaklardır!. Çünkü sahip
oldukları propaganda vasıtaları ile insanların duygu ve düşüncelerine tahakküm
eden şeytan ve dostları, "Rab-bimiz Allah'tır" diyen ve insanları
sadece Allah'a kul olmaya davet eden bu müslümanlan yanlış tanıtmaya devam
etmektedirler.
Kur'an-ı Kerim'de
şeytanla ilgili olarak zikredilen bir diğer ayet-i kerimede şöyle
buyurulmaktadır.,
Allah onu lanetle
mistir. O da şöyle dedi: "And olsun ki, kullarından belirli bir kısmını
(emrime) alacağım. Onları mutlaka saptıracağım,, onları olmayacak kuruntulara
düşüreceğim ve onlara emredeceğim, hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine
onlara emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirecekler." Kim Allah'ı bırakıp
da şeytanı dost
edinirse, kuşkusuz apaçık bir
kayba uğramıştır.[17]
Şeytan aleyhillane;
"Kullarından belirli bir kısmını emrime alacağım, onları kendime uşak
edineceğim" demektir. Bu açıklamadaki kul ifadesi insanları ve cinleri
içine almaktadır. Şeytana uşaklık yapan, şeytanın grubuna dahil oian bu
insanlar ve bu cinler, şeytanın her yönden sarıp-kuşattığı yaratıklardır.
Şeytan onları
sarıp-kuşatmıştır, böylelikle de onlara Allah'ın zikrini unutturmuştur, işte
onlar, şeytanın fırkasıdır. Dikkat edin, şeytanın fırkası şüphesiz kayba
uğrayanların ta kendisidir.[18]
Şeytanın bu fırkası1
zamanımızda bir hayli genişlemiştir. Bu fırka içerisinde birçok devlet
başkanları, milletvekilleri, parîementerler, iş adamları, basın yayın
mensupları ve din adamı görünümdeki birçok satılmış bulunmaktadır. Dünya
müslümanlan arasında henüz gerçekleşmemiş olan birlik, şeytanın dostları
arasında birçok konuda teşekkül etmiş bir durumdadır.
Birbirine dost gözüken
müslümanlar, kısmi ihtilaflara dayanan ayrılığı ve düşmanlığı yaşarlarken: çoğu
kez birbirlerine düşman gözüken şeytanın dostları, emperyalist menfaatlere
dayanan beraberliği ve dostluğu yaşamaktadırlar.
Sağ ve sol gibi iki
gruba ayrılmış gözükseler de, bu iki grup aynı kafaya bağlı iki el gibidir.
Zihniyetleri ve dünyaya yaklaşımları aynıdır. Her iki grup da emperyalizme
dayanmakta, her iki grup da para gücünü elinde bulunduran Siyonizme boyun
eğmektedir. Ezilmiş ve ezilmekte olan ülkeler, sağ ve sol gruptaki emparyalist
çıkarlara hedef olmakta, bilerek veya bilmeyerek boyun eğdikleri bu zulmü
çekmeye devam etmektedirler. Tabi ki bu zulme boyun eğdikleri sürece, bu zulmü
çekmeye devam edeceklerdir.
İçinde bulundukları
zulmü farkeden ve insani duygularla bu zulme baş kaldıran dava adamları İse,
emperyalizmin diğer bir oyununa düşebilmektedirler.
Çünkü kapitalist veya
komünist emparyalizmin yaşandığı ve yaşatıldığı ülkelerde, alternatif olarak
yine bu iki emperyalist ideolojiden birisi sunulmaktadır. Sömürüye başkaldıran
dava adamlarına alternatif olarak, yaşadıkları emparyalist ideolojinin karşıtı
gözüken diğer emparyalist ideoloji empoze edilmekte ve bu yolda mücadele
vermeleri istenmektedir. Bu konuda gözettikleri maksat, zulme başkaldıran dava
adamlarının mücadelelerini kontrol altına almak ve meydana gelen muhalefet
potansiyelini istedikleri gibi deşarj etmektir. Şayet herhangi bir ülkede
muhalefet potansiyeli aşın boyutlara varmışsa, karşı ideolojinin iktidarına
izin verilir. Bu iktidar değişikliği devrim gibi gözükse de, dünya emparyalizmi
bu devrimi kendi yapısı için tehlikeli görmez. Çünkü bu gibi devrimlerle,
emperyalizmin devrilmesi söz konusu değildir. Devrim adı verilen böylesi
yönetim değişiklikleriyle, sadece söz konusu ülkelerdeki emperyalizmin rengi değişmektedir.
Siyonizm ve dünya emperyalizmi yine memnundur. Hangi renkte olursa olsun, her
iki durumda da söz konusu ülke kendi tahakkümü altında bulunmaktadır.
Değişik dil, ırk ve
milletlere mensup olan1 şeytanın dostları, hedef ve gaye birliği içerisinde
şeytani bütünlüğü sağlamışlardır. Hepsinin gayesi şeytani fikirleri yaymak,
şeytani tavırları desteklemek ve şeytanı memnun etmektir. Bunların en büyük
düşmanı, Allah'a inanıp sadece Allah'a yönelen dünya müslümanlandır. Sömürmekte
oldukları ülkelerde İslam'ın gündeme gelmesini, Rabbani hakikatlarin topluma
yansıtılmasını istemezler.
Çünkü bilirler,
Rabbani hakikatleri kavrayan bir toplumu istedikleri gibi
ezip-sömüremeyeceklerini.
Çünkü bilirler,
Rabbani hakikatler karşısında şeytani görüşleri savunamayacaklannı.
Bilirler,
çok iyi bilirler,
Rabbani hakikatleri kavrayan ve bu hakikatlerle dirilen toplumum onlara boyun
eğmeyeceğini, onları yargılıyacağını, makamlarıyla birlikte onları yere çarpacağını.,
Bunu bildikleri için,
insanların duygu ve
düşüncelerine tahakküm etmek isterler. Toplumların idaresini ellerine geçirerek
şeytani bir hakimiyet kurmak ve bu hakimiyeti devam ettirmek isterler. Çünkü
şeytani hakimiyetlerini devam ettirdikleri sürece, insanları yönlendirmeleri
ve istedikleri şeytani vadilere sürüklemeleri kolaylaşmaktadır. Yegane kurtuluşu Allah'a kullukta gören
müslümanları gerici, yobaz olarak tanıtacaklar ve aldattıkları halkın onayı
ile bu müsiümanian susturmaya veya öldürmeye çalışacaklardır. Nitekim birçok
ta-ğuti sistemde bu işlerlik
gözükmektedir. Satılmış basın-yayın organları üzerlerine düşen görevi
fazlasıyle yerine getirmekte, muhatap aldıkları insanlara batılı hak, hakkı
batıl olarak empoze etmektedirler.
Şeytani müdahaleler
ile aldatılan halk kitleleri katilleri doktor, doktorları katil kabul
edebilmekte ve doktor kabul ettikleri katillere birçok kurbanlar vermektedir.
Hint filozofu Beydeba'nın Kelile ve Dimme adlı kitabında, konumuzla ilgili
olarak ibret almamız gereken bir kıssa vardır.,
Bir Balıkçıl 'kuşu.
göl kenarında, hergün tutabildiği birkaç balıkla geçinip gidiyormuş. Gitgide
İhtiyarlamış, artık balık tutamaz olmuş. Bu gidişle artık açlıktan öleceği
muhakkakmış. Nihayet gıdasını temin edebilmek için, kurnazca bir çareye başvurmuş.
Göldeki bir yengece giderek demiş ki: "Geçen gün buraya avcılar geldi.
Göle ağ atacaklarını ve ne kadar balık varsa, hepsini tutacaklarını
söylediler. Zavallı balıklara yüreğim acıdı. Gölde nesilleri kuruyup
gidecek."
Yengeç balıklarla
beraber kendisinin de avlanacağını sezerek pürtelaş balıkları tehlikeden
haberdar edince, cümlesinin aklı başlarından gitmiş. Kendilerini kurtarmak
için. bir çare aramışlar-sa da bulamamışlar. Düşmanlarından fikir almak gibi.
aşağılık bir düşünceyle, Balıkçıl kuşunun yanına gelmişler. Kendilerini, bu
akıbetten kurtarabilmek için neler düşündüğünü sormuşlar.
Balıkçıl kuşunun
"Şurada bir nehir var. Oraya taşınırsanız kurtulursunuz." demesi
üzerine, geniş nehirde avcıların ağlarından kurtulabileceklerine balıkların
aklı yatmış. Lakin oraya nasıl gidebileceklerdir? Bu meselede de bir yol
göstermesini düşmanları olan kuştan rica etmişler.
Balıkçı! kuşu:
"Ah, keşke genç olsaydım. Sizi oraya pek kolay taşırdım. Şimdi
ihtiyarladım. Ne kadar gayret etsem, bir-gün de ancak birkaçınızı
taşıyabilirim" demiş. Balıklar, bu yardımı kendilerinden esirgememesini
kendisinden tekrar, tekrar rica etmişler. İşi bu raddeye getiren Balıkçıl,
hergün birkaç balığı alıyor, nehire diye ormana götürüp afiyetle yiyormuş.
Göldeki balıklar ise
giden arkadaşlarının o büyük nehirde rahat bir şekilde yaşadıklarına dair
Balıkçılın verdiği haberi alıyorlar ve çok seviniyorlarmış!..
Bu kıssayı
gülümseyerek okuyan ancak kıssadaki balıklardan farkı olmayan birçok insan
olabilecektir. Bu nedenle durumumuzu tahlil etmemiz ve kıssadan ibret almamız
gerekir. Çünkü yaşanılan toplumlarda Balıkçıl zihniyetii birçok müstekbir
bulunmaktadır.
Sömürdükleri insanlara
ekonomik, siyasi, iktisadi birçok değişik tehlikeler gösteren bu müstekbirler,
söz konusu tehlikelere karşı yegane kurtarıcı olarak kendilerini göstermektedirler.
Nitekim böylesi propagandalar ile aldatılmış toplumlar, bu gibi tehlikelere
karşı onları kurtarıcı olarak kabul etmekte ve müstekbirlerin İlahi vahye zıd
olan şeytani görüşlerini benimseyerek, onlara kulluk yapmaktadırlar.
Oysa asıl tehlike,
gösterdikleri siyasi,
ekonomik, iktisadi meseleler değil, bizzat kendileridir. Asıl büyük tehlike,
savundukları ve basınyayın organlarıyla halka empoze ettikleri şeytani görüşlerdir.
Gündeme getirdikleri siyasi, ekonomik, iktisadi tehlikeler, tehlikenin ta
kendisi olan "bu namussuzların icraatından kaynaklanan tehlikelerdir.
Bunların tanınması ve
tanıtılması gereklidir.
Bunlara akıl damşılmaması,
bunlardan yardım beklenilmemesi, savundukları şeytani görüşlerin karşısına Rabbani
hükümlerle çıkılması ve aldatılan zavallıların kurtuluşa, gerçek kurtuluşa
davet edilmesi gereklidir.
Gerçek kurtuluş ise,
Allah'a kul olmayı.
Allah'ın hükmü ile çatışan şeytani hükümleri reddetmeyi ve Allah'ın hükmüne
teslim olmayı gerekli kılmaktadır..
Toplumlar,
insanlardan meydana
gelmesine rağmen, insan ve toplum arasında bazı farklar bulunmaktadır. Birçok
batılı sosyolog bu farklar üzerinde durmuş ve bu farkları açıklamışlardır.
İnsan psikolojisi ile toplum psikolojisi arasındaki farkları anlayabilmemiz
için batılı sosyologlara yönelmemiz bizler için yeterli olmayacağı gibi, bazı
yanlış saplantılara düşmemize de neden olabilecektir.
Çünkü birçok batılı
sosyologun toplumlarla ilgili ileri sürdükleri görüşler, cahili toplumlara nisbet
edilen ve bu gibi toplumlar esas alınarak ileri sürülen görüşlerdir- Değişik
toplumlar arasında benzer yönler olmasına rağmen, İslam toplumu ile cahili
toplumlar arasında belirgin farklılıklar bulunmaktadır., Bu farklılıklar
toplum psikolojisini etkilemekte ve dolayısıyla cahili toplum psikolojisiyle İslam
cemaati psikolojisini birbirinden ayırmaktadır. Emperyalizme danışmanlık eden
sosyologlar bu farkı idrak edemedikleri ve edemeyecekleri için, müslümanlar
üzerine yaptıkları bazı hesaplarda aldanmışlar ve aldanmaya devam
edeceklerdir.
Şimdilik bu
farklılıklara işaret etmeden toplumların genel yapısı üzerinde duracağız. Çünkü
insanların ve insanlardan meydana gelen toplumların Rabbani düzlemde
kurtuluşunu umud ve gaye edinen dünya müslümanlarının, toplumların genel
yapısını bilmeleri gerekmektedir.
Birarada yaşama
durumunda olan insanlar, tarihin her döneminde farklı toplumlar meydana
getirmişlerdir. Toplumları oluşturan insanların bir arada yaşama nedenleri;
siyasi, iktisadi, coğrafi ve milliyetçilik gibi değişik alanlarda
incelenmektedir. İslami veya cahili niteliğe sahip olan her toplumu ayakta
tutan; din, iman, kitap ve amel gibi dört ana temel vardır. İslam toplumunda
bulunduğu gibi birçok cahili toplumda da bulunan bu dört esası, genel bir
perspektif içinde kısaca tanımlayacağız.
Din: Her toplum
yaşantısına yön verecek bir dünya görüşünü, bir yaşam biçimini benimseme
durumundadır. Her din bir yaşam biçimi ve her yaşam biçimi bir din olduğu
için, toplumların dini, bu toplumların benimsedikleri yaşam biçimidir.
Hangi toplum
hangi yaşam tarzını benimsemişse, içinde bulundukları
yaşam tarzı, o toplumun dinidir.
Mekke'li kafirler
hiçbir semavi dine mensup olmamalarına rağmen, onlara; "Sizin dininiz
size, benim dinim bana"[19]
buyruğu ile seslenilmesi, onların bir din üzere olduklarına işaret etmektedir.
Tabi ki Mekke
müşriklerinin içinde bulundukları bu din, beşeri görüşlerden kaynaklanan beşeri
bir dindir. Semavi bir din ise, Rabbani hükümler ile beyan edilen ve bu
hükümler çerçevesinde yaşanılan bir dindir.
İman: Dinlerin ortaya
çıkışı tesadüfi bir olay değildir. Her dini belirleyen, hükümlerini vazeden bir
merci vardır. Semavi dini ve bu dinin hükümlerini vazeden merci, alemlerin
Rabbi o!an Allah (c.c.)'dır. Budizm, Kapitalizm, Nasyonalizm. Komünizm., gibi
beşeri dinlerin ortaya çıkışında ise Allah'a isyan eden ve kendi menfaatleri
doğrultusunda çıkardıkları hükümlerle, hükmettikleri insanlara ilahlık
taslayan firavunlar bulunmaktadır.
İster semavi, ister
beşeri olsun, her iki durumda da mevcut dine karşı iman ve teslimiyet
istenmektedir. Semavi dinde Allah'a, peygambere ve hükümlere iman istenirken;
beşeri dinlerde, bu dini ortaya koyan firavuna ve firavunun va'zettiği
hükümlere İman istenmektedir. Nitekim "Büyük önder, büyük lider" sloganlarıyla
büyütülmeye çalışılan firavunlar; bu propagandanın tesirinde kalarak kendilerine
inanan ve bu inançla küçülen insanlara gayet rahat hükmedebilmededirler.
Kitap: Toplumlar hangi
dini, hangi hayat tarzını benimsemişi erse, bu hayat tarzını açıklıyan bir
kitaba sahiptirler. Bu kitapta vazedilen kanunlar, benimsenen hayat tarzını
ortaya koyar. Nasıl ve ne şekilde yaşanacağı bu kitapta beyan edilmiştir.
Haramlar, helaller, suç ve cezalar bu kitaplarda açıklanmaktadır.
Herhangi bir toplumun
nasıl ve ne şekilde yaşayacağını beyan eden ve pratik yaşantıda yürürlükte
olan kitap, o toplumun kitabıdır.
Fakat ne gariptir ki,
halkında müslüman olan ve beşeri hükümlere göre idare edilen ülkelerde, çarpık
bir kitap anlayışı vardır. Bu ülkelerde kitaba küfretme vakıası, genelde
Kur'an-ı Kerime küfretme olarak anlaşılmaktadır.
Oysa ki mevcut
anayasayı benimseyerek onaylayan kimselerin kitabına küfredildiği zaman, bu
insanların rafa kaldırdıkları Kur'an-ı Kerime değil, anayasaya küfredildiği
anla-şılmakdır.
Amel: Toplumları
ayakta tutan dördüncü esas ameldir. Dini, imanı ve kitabı olan toplumların,
vazedilen hükümler çerçevesinde amel etmeleridir. Toplumların maddi ve manevi
gücü, bu amellerin bir neticesi olarak ortaya çıkar. Mevcut dini ve bu dinin
yaşanır şeklini beyan eden kitabı benimseyerek, bu iman istikametinde amel
eden insanlar, o dine canlılık ve güç kazandırmış olurlar.
Din, İman, kitap ve
amel gibi dört esası bünyesinde bulunduran ve yaşayan toplumlar, sıhhatli
toplumlardır. Bulundukları toplumu güçlendirmek isteyen kimseler, bu dört esasa
genişlik ve derinlik kazandırmaya gayret sarfe-derler. Çünkü eğitim ve kültür
faaliyetleri ile bu dört esas pekiştirildiği zaman, kitlelerin maddi ve manevi
potansiyeli yükselecek dolayısıyle kitlesel bir güçlenme gerçekleşecektir.
Toplumları
güçlendirmek istiyen kimseler bu dört esası hedef aldıkları gibi, herhangi bir
toplumu yıkmak isteyen kimseler de yine bu dört esası hedef almaktadırlar.
Onlar da bu esasları muhatap almakta, bu esasları zayıflatmak ve çürütmek için
gayret göstermektedirler. Nitekim toplumsal çözülmeler ve yıkımlar, bu
esaslardaki tahribatların bir neticesi olarak ortaya çıkmaktadır.
Din, İman, kitap ve
amel konularındaki bu kısa açıklamalardan sonra, şeytanın toplumlara
yaklaşımını inceyebiliriz..
Şeytan aleyhillane
müslüman ferde düşmandır, müslüman aileye daha çok düşmandır. Şeytanın en büyük
düşmanlığı ise İslam'ı kabul eden ve yaşayan İslam toplumunadır. Çünkü İslam
toplumunda emri bil maruf ve nehyi anii münker yaygınlaştırılmakta, İslam'ın
Hak ve adil çehresi günyüzüne çıkmakta ve muallaktaki birçok insan duyduğu,
gördüğü ve teneffüs ettiği bu Rabbani iklime teslim olmaktadır. Şeytanın bu
toplumlardaki insanları azdırması ve yoldan çıkarması hiç şüphesiz ki oldukça
güçleşmektedir.
Böylesi bir durumun
ciddiyetini ve vehametini kavrayan şeytanın düşmanlığı, haliyle doruk
noktasına çıkmaktadır. Elindeki her imkanı ve her fırsatı, bu İslam toplumunu
parçalamak ve yıkmak için kullanan şeytanın da; din, iman, kitap ve amel gibi dört
hedefi vardır. İslam toplumunu parçalamak ve yıkmak için, bu dört esası tahrif
etmesi gerekmektedir.
Dünya tarihini
incelediğimiz zaman, şeytan ve dostlarının bu yolda amansız bir mücadele
verdiklerini görüyoruz. Çalışmalarını öncelikle küçük hedefler üzerine yoğunlaştıran
şeytan ve dostları, müslümanların gafletinden yararlanarak büyük tahribatlara
neden olmuşlardır.
İslam toplumunu hedef
alarak müslümanların dinine, imanına, kitabına ve ameline saldıran şeytan ve
dostları, tevil ve tahrif ederek yaşantıdan uzaklaştırdıkları Rabbani
değerlerin yerlerini boş bırakmamışlar, bu yerlerdeki boşlukları şeytani
değerler ile doldurmuşlardır. Bu şeytani yaklaşımın ne anlama geldiği ve
neticesinin ne olacağı düşünülmelidir. Bu idrak edildiğinde, ismi İslam olan
birçok gayri İslami yapılanmanın nedeni de İdrak edilecektir.
Cahili yapıların
mimarı olarak ön planda bazı müs-tekbirler gözükse de, cahili yapıların gerçek
mimarı arkaplanda olan şeytan aleyhillanedir. İlginçtir ki cahili yapıların
gerçek mimarı olan şeytan aleyhillane, bu cahili yapıları oluştururken model
olarak islami yapıları almış ve bu modeli şeytani malzemeler ile inşa etmiştir.
İsiami yapıda bulunan din, iman, kitap, amel gibi esaslar cahili yapılarda da
bulunmakta, fakat mahiyetinde küfri farklılıklar göstermektedir,
Şeytan aleyhillane
İslam toplumunu hedef alan çalışmasında yıkım sahasını boş bırakmamış, bu
yıkım sahasında yeni dinler, yeni imanlar, yeni kitaplar, yeni ameller
oluşturmuştur. Halkında müslüman olan ülkelerde meydana getirilen şeytani
yapılar ise. halkın nabzı gözönünde bulundurarak bazı İslami kavramların
sloganlaştırdığı duvar kağıtları ile ustaca kaplanmıştır. Nitekim bir zamanlar
müslümanları uyandırmak için çalınan ramazan davulu, bu şeytani yapılarda
müslümanları uyutmak için çalınmaktadır.
Ezanlar ninni, camiler
vatandaş beşiği durumuna getirilmiştir bu şeytani yapılarda!..
Sun'i duvar kağıtları
arasında yaşayan ve meselesini idrak etmeyen müslümanlar, duvar kağıtlarındaki
bazı İslami motiflere bakarak "İslam var" demekteler, ne var ki İslam'dan
ve İslam'ın adaletinden uzak bir konumda, zulüm ve sömürü çarkları arasında
yaşamaktadırlar.
Bu hazin durumu idrak
eden dünya müslümanlarının. öncelikle bu duvar kağıtlarını yırtmaları ve
şeytani yapının şeytani çehresini aldatılmış kitlelere göstermeleri gerekmektedir,
Konumuzla ilgili
olarak İslam toplumunun parçalanmasını ve yıkılmasını. Kitab'ın, imanın,
amelin ve dinin tahrif edilmesi gibi dört temel grupta inceleyeceğiz.
Yaşadığımız ülkede
İslam toplumu olmamasına rağmen, İslam toplumunu yıkmak için gerçekleştiren
tahribatlar bizlerin ilgi sahasındadır. Çünkü İslam toplumunu parçalamak ve
yıkmak için gerçekleştirilen tahribatların hepsi günümüze de uzanmış ve
günümüzde de yaşanmaktadır.
Daha açık bir ifadeyle
asırlar önce İslam düşmanları tarafından döşenen mayınlar, hergün tekrar tekrar
patlamakta ve yeni yıkımlara neden olmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'de
beyan edildiğine göre bazı İlahi kitapların şeytan ve dostları tarafından
tahrif edildiğini müşa-hade ediyoruz. İlahi kitapların tahrif edilmesi
meselesine girerken, şeytan ve dostlarının bu tahrifata neden gerek duyduğunu
tesbit etmemiz gerekecektir. Çünkü "Tarih tekerrürdür" ifadesini,
eylemlerden ziyade bu eylemlere yön veren zihniyetlerin bir tekerrürü olarak
anlamalıyız. Bu nedenledir ki şeytan ve dostlarını tanımaya çalışırken.
"Şeytan ve dostlarının eylemlerinden ziyade onların meseleye yaklaşım
zihniyetlerini tesbit etmemiz gerekir" demiştik. Bu şeytani zihniyetleri
tesbit edebilirsek, bu zihniyetlerden kaynaklanabilecek olan her türlü şeytani
eylemlere karşı uyanık olabiliriz.
BNitekirn geçiniş
dünya tarihini incelediğimiz zaman, aynı şeytani zihniyetten kaynaklanan
değişik eylem biçimleriyle karşılaşıyoruz. Bazı şeytani eylemleri bilmelerine
rağmen bu eylemlere yon veren şeytani zihniyetleri tesbit edemeyen kimseler, bu
şeytani zihniyetlerden kaynaklanan yeni ve değişik eylemler karşısında yenik
düşmüşlerdir.
Şeytan ve dostlarını
tanımak, onların meselelere yaklaşım zihniyetlerini tanımakla mümkündür. Bu
zihniyetleri
tanıdığımız zaman, bu
zihniyetlerden kaynaklanacak olan her türlü şeytani eylemlere karşı uyanık
olabileceğiz.
Şeytan ve
dostlarının İlahi kitaplardan
rahatsızlığı neydi?
Neden İlahi kitapları
tahrif etmek istediler?
Tarihin her
dönemindeki müstekbirler, İlahi kitaplardan büyük bir rahatsızlık duymuşlardır.
Bu rahatsızlık İlahi kitaplarda beyan edilen İlahi hükümler nedeniyledir.
Çünkü bu İlahi hükümler yaşandığı sürece, müstekbirler diğer insanları
sömürememekte ve onlara tahakküm edememektedirler. Müstekbirlerin emparyalist
arzularına ulaşabilmeleri için, bu İlahi hükümleri yürürlükten kaldırılmaları
ve kendi -menfaatlerine uygun şeytani hükümler vazetmeleri gerekmektedir.
Şeytan aleyhillane tüm
insanların cehenneme sürüklenmesini istemesine rağmen, müstekbirlerin böyle
bir problemleri yoktur. İnsanlar cennete veya cehenneme gidecekmiş onları
ilgilendirmez. Müstekbirlerin kendilerine ilişkin böyle bir endişeleri yoktur
ki, diğer insanlar için bu endişeyi duysunlar!.
Onların yegane arzusu,
her türlü isteklerini gerçekleştirebilecekleri bir yaşam sürmektir. Bu
müstekbirler milyonlarca insanı sömürerek, onları açlığa ve sefalete
terke-derek böylesi bir yaşantıya talip olmaktadırlar. Tabi ki bunu
gerçekleştirebilmeleri için İlahi hükümleri yürürlükten kaldırmaları, eşitlik,
hürriyet ve çağdaşlık sloganları altında şeytani hükümler vazetmeleri
gerekmektedir.
Şeytanın İlahi
kitaplardan rahatsızlığı: Şey tanın İlahi kitaplardan rahatsızlığı neydi?
Meseleyi kısmen idrak eden her kardeşimiz bilecektir ki şeytanın rahatsızlığı,
taş üzerine kazınmış veya kağıt üzerine yazılmış İlahi hükümler değildir.
Şeytan aleyhillane bu hükümlerden veya bu hükümlerin yazılı olduğu nüshalardan
değil, bu hükümlerin yaşanmasından rahatsız olmaktadır. İşte bu rahatsızlık
nedeniyle, İlahi kitapları tahrif edilebilmek için değişik çalışmalara
yönelmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de zikredilen olaylarda, şeytanın oyununa
gelen veya şeytana taraf olan kimselerin, İlahi kitaplardaki hükümleri
değiştirdiklerini, gizlediklerini ve arkalarına attıklarını görüyoruz.
Görülen olay, İîahi
kitapların tahrif edilmesidir. Oysa ki bu tahrifata yön veren şeytanın asıl
hedefi İlahi kitabı tahrif etmek değil, İlahi kitapdan kaynaklanan yaşantıyı
tahrif etmektir.
İîahi dine mensup olan
insanlar, mensup oldukları dinin yaşanır şeklini elbetteki bu dinin kitabından
öğreneceklerdir. Netice olarak İlahi kitaba göre şekillenen Rabbani
yaşantıları ile kurtuluşa nail olacakları için, Şeytan, bu Rabbani yaşantıyı
tahrif etmek istemektedir. Rabbani yaşantıyı tahrif edebilmesi için, bu
yaşantının kaynağı olan İlahi kitabı tahrif etmesi gerekmektedir. Tabi ki İlahî
kitap tahrif edildiği zaman, bu kitaba göre şekillenen Rabbani yaşantı da
tahrif edilmiş olacaktır. Nitekim İlahi kitapların tahrif edildiği dönemlerde,
bu tahrifat yaşatıya da yansımış ve dolayısıyle yaşantı da tahrif edilmiştir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi şeytanın asıl hedefi İlahi kitabı tafrif etmek
değil, İlahi kitabın İndiriliş gayesini ve yaşantıdaki etkinliğini tahrif
etmektir.
Resuluiiah (s.a.v.)'in
zamanına kadar ki dönemde, şeytanın İlahi kitapları tahrif etme nedenini bu
şekilde ta-
nımlayabiliriz.
Resulullah (s.a.v.) döneminde ise. şeytan aieyhillane o zamana kadar hiç
karşılaşmadığı yeni bir durumla karşılaşmıştır. İslam'a teslim olan
müslümanlann, bu teslimiyet ile yönelecekleri, okuyacakları, öğrenecekleri ve
yaşayacakları İlahi kitap Kur'aıı-ı Kerim, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'in
korumasına alınmıştı.,
Hiç şüpesiz zihri
(Kur'an-ı) biz indirdik ve onu biz koruyacağız.[20]
Şeytan için bir
duraklama!..
Ne yapacaktı?
Şayet bu İnsanlar
Kur'an-ı Kerim'i okur ve okuduklarını yaşarlarsa şüphesiz cennete
gideceklerdi. Kendisi cehenneme giderken, şedid bir şekilde düşman olduğu bu
insanlar cennete gideceklerdi. Önceki İlahi kitapları tahrif ederek, tahrif
ettirerek, Rabbani yaşantıyı da tahrif ettirmişti. Fakat karşılaştığı bu yeni
durum farklı idi. Karşısında bir harfine bile uzanamayacağı, bir kelimesini
bile değiştiremeyeceği İlahi bir kitap vardı!.
Şimdi ne yapmalıydı?
Elbetteki şeytani
mücadelesinden vazgeçmeyecek ve elbetteki elinden geleni ardına koymayacaktı.
Bu durumda çok yönlü bir çalışmaya girmesi gerekiyordu. Hedefi Rabbani
yaşantıyı tahrif etmek olduğu için, insanların yaşantısında Rabbani bir etkisi
olmayan Kur'an-ı Kerim, onun için bir engel teşkil etmezdi.
Bu kitab ilk günkü
tazeliğini ve temizliğini taşıyor olsa da, insanların yaşantısına müdahale
etmeyen İlahi bir kitaptan rahatsızlık duymasına gerek yoktu.
Şeytanın hedefi belli
olmuştu!.
Tahrif edemediği ve
edemeyeceği Kur'an-ı Kerim'i yaşantıdan uzaklaştırarak, yaşantıdan soyutlamak
için çalışacaktı. Dostlarını ve uşaklarını bu yolda bir mücadeleye davet
edecekti.
Ancak bunu nasıl
yapacaktı?
Kur'an-ı Kerim'i
yaşantıdan nasıl soyutlayacaktı?
Çünkü Kur'an-ı Kerim
ortada idi. Müslümanlann elinde, dilinde, zihninde Kur'an-ı Kerim vardı.
Okuyorlar, öğreniyorlar ve öğrendiklerini yaşıyorlardı.
Bu yaşantıyı kısa sürede
tahrif etmesi düşünülemezdi. Bu nedenle uzun hesaplar yapması ve aralıksız
çalışması gerekiyordu. İlk tesbit ettiği şeylerden birisi, müslümanlann İlahi
kitabı okumaları, öğrenmeleri ve yaşamaları idi. Halbuki sadece okuyup
öğrenseler ve bu çalışmaya boğularak öğrendiklerini yaşamasalar, şeytan için
müsbet bir gelişme olabilecekti. Çünkü insanların öğrendikleri ve bildikleri
ile değil, yaşadıkları ile cennete gideceğini biliyordu.
O halde İlahi kitabı
okuyan müslümanları, sırrını ve hikmetini idrak edemeyecekleri müteşabih
ayetlere yöneltmeli ve bu ayetler çerçevesinde fikri bir çalkantı meydana
getirmeliydi. Nitekim ilk dönemlerde bu şeytani müdahale gerçekleştirilmiş ve
değişik fitneler ortaya çıkmıştı.
Ancak bu yeterli
değildi.
Çünkü müslümanlar yine
kitaplarını okuyorlar ve muhkem ayetler çerçevesinde yine
bütünfeşebiliyorlardı. Çok daha şeytanca bir çalışmaya girmeliydi!.
Fakat nasıl bir
çalışma?
Görmüş olduğu en büyük
tehlike.
Kur'an-ı Kerim'in
müslümanlann müracaat kitabı olmasıydı. Müslümanlar genelde Kuran-ı Kerime
müracaat ediyorlar ve yaşantılarına bu İlahi hükümler istikametinde yön
veriyorlardı. Şeytan aleyhillane meselenin can alıcı noktasını tesbit etmişti.
Bütün sorunlar, bütün
proplemler Kur'an-ı Kerim'in ilk müraacaat kitabı olmasından kaynaklanıyordu.
Müslümanlar, müslü-manca yaşayabilmek için ilk önce Kur'an-ı Kerime müracaat
ediyorlardı.
Bu durumu tesbit eden
şeytan aleyhillane ne yapması gerektiğini açıkça anlamıştı. Yaşanan bir din ve
bu dinin tahrif edilmesi mümkün olmayan İlahi bir kaynağı vardı. O halde tahrif
edilmesi mümkün olan kaynakların türetil-mesi, bu kaynakların
bayraklaştırılması ve müslümanlann bayraklaştınlan bu kaynaklara yöneltilmesi
gerekiyordu. Bayraklaştıracağı kaynaklar sapık kimselerin kitapları olabileceği
gibi, salih kimselerin kitapları da olabilirdi. Çünkü bu kitaplara gereken
dikkati çektikten ve müsİümanlar İs-larnj yaşantılarını bu kitaplara göre
tanzim etmeye başladıktan sonra, şeytanın yapması gereken tek bir iş kalıyordu.,
"Müslümanların
İslam'ı yaşamak için yöneldikleri bu beşeri kitapları tahrif etmek. Salih
kimselere nisbet edilen bu kitaplardaki bazı hükümleri değiştirmek, bazı
görüşleri tevil ve tahrif etmek!.."
Bunu yapması mümkün
müydü?
Beşeri kitaplar İlahi
bir koruma altında olmadığına göre, elbetteki bu tahrifatı yapması,
yaptırabilmesi mümkündü. Yeter ki müslümanlar bu gibi kaynaklara yönelsinler
ve bu kaynakları bayraklaştırsınlar. Yeter ki müslümanca yaşamak için müracaat
ettikleri kitap, Kur'an-ı Kerim olmasın.
Kur'an-ı okusunlar.
Kur'an-ı yüce ve
kutsal bir kitap olarak bilsinler. Ama yeter ki İslam'ı anlamak ve İslam'ı
yaşamak için Kur'an-ı Kerime müracaat etmesinler.
Önemli olan, dinin
yaşanır şeklini belirleyen Kur'an-ı Kerim'in yüksek ve kutsal bir rafa
kaldırılması ve dinin yaşanır şeklini belirleyen ikinci, üçüncü, dördüncü
kaynakların türetilmesiydi. Bu beşeri kaynaklar, dinin asli kaynağı durumuna
getirildiği zaman, bu kaynaklardaki bazı can alıcı görüşler tahrif edilerek,
dinin yaşanır şekli de tahrif edilebilecekti.
"Bu şeytani
yaklaşım olmuş mudur veya olmakta mıdır?" şeklindeki bir soru, abes bir
sorudur. Vefat eden birçok salih kimsenin eserlerinde yapılan tahrifatlar, bu kimselere
nispet edilen sapık görüşler, söz konusu şeytani yaklaşımın açık bir
göstergesidir. Bu konuda şeytan ve dostlarının dikkat ettiği husus, eserlerine
müdahale edecekleri kimselerin vefat etmiş olmasıdır. Çünkü müellif vefat
ettiği zaman, batıl isnatlar karşısında itiraz veya tekzip etme durumu
olmamaktadır.
Bizlere göre büyük bir
önemi olan bu meselede ifrat ve tefride düşülmemesi gerekmektedir. Bu meselede
dikkati çekmek istediğimiz husus, müellifleri salih kimseler de olsa beşer
kaynaklı kitapların tahrif edilebilme olasılığıdır. Bu olasılığa ihtimal vermek
ancak birçok fıkhi mirası bizlere intikal ettiren salih kimseleri gözönünde
bulundurarak, bu tahrifatı geniş boyutlu düşünmemek durumundayız. Bu olasılık
bizleri uyanık kılmalı, savunduğumuz veya savunacağımız görüşleri tetkik ve
tahkik etmeye yöneltmelidir.
Peki başka, daha başka
neler yapmışlardır şeytan ve dostları?
Şeytan ve dostlarının
daha başka neler yaptıklarını anlayabilmemiz için, Kur'an-ı Kerim'in
günümüzdeki durumunu incelememiz yeterli olabilecektir. Çünkü günümüzde
yaşanan birçok olay, söz konusu şeytani yaklaşımların bir neticesi olarak
ortaya çıkmaktadır.
Yaşadığımız
coğrafyalarda müslümanların birçok dert ve problemleri bulunmaktadır. Bu
problemler karşısında umutsuz bir şekilde düşünmemize ve sadece akıla dayanan
çözümler tasarlamamıza gerek yoktur. Şiddetle gerek duyduğumuz yegane husus,
Allah'ın ayetlerine dönme ve bu ayetleri hatırlama vakasıdır.
Ümmet genelinde
başımıza gelen her felaketin kökeninde. Allah'ın ayetlerini unutma hastalığını
görmekteyiz. Müslümanlar okudukları Kur'an-ı Kerim ayetlerinden gafil oldukları
her dönem, yeni felaketlerle karşılaşmışlardır. Bu nedenle üzerinde durmamız
gereken en önemli konu, Allah'ın ayetlerini hatırlama ve Allah'ın ayetlerini
hatırlatma olmalıdır. Ne var ki cahili toplumlarda yaşayan müslümanlann
Allah'ın ayetlerini hatırlaması ve Allah'ın ayetlerini hatırlatması oldukça
ciddi çalışmaları gerektirmektedir.
Meselemiz. Allah'ın
ayetlerinin bilinmesiyle halledilebilecek bir mesele olsa, arapça bilen ne
kadar hafızımız varsa, o kadar rehberimiz var demektir. Ne var ki meselemiz,
Allah'ın ayetlerinin bilinmesinin ötesinde bu ayetlerin Rabbani manalarını
anlamak, kavramak ve iman etmek meselesidir. Ne yazık ki birçok kardeşimizde bu
bilinç yoktur. Falancanın kitabını okur gibi Allah'ın kitabını okumaktadırlar.
Okuduğu ile ezilmesi, okuduğu ile inlemesi ve yepyeni bir dünyaya dirilmesi
gerekirken, kıraati ile övünmekte veya mealini vererek kibirlenmektedir. Bir
çeyiz aksesuarı olarak kabul edilen, işlemeli kılıflara konularak raflara
terkedilen,
merasim gecelerinde
okunan kitap. Allah'ın kitabıdır. Kainatı ve bizleri yaratan Allah (c.c.)'ın
kitabıdır.
Rahman ve Rahim olan,
Gaffar ve Kahhar olan
Allah'ın kitabıdır.
Okumak, öğrenmek,
yanlışı bilmek, yanlıştan sakınmak, doğruyu bilmek, doğruyu yaşamak için
yönelmemiz gereken kitap; ilk günkü tazeliğini koruyan, pak ve temiz olan
Kur'an-ı Kerim'dir. Neyi okumamız gerektiğini ve neyi okuduğumuzu idrak
etmeliyiz.
Herhangi bir müslüman
dağların yürütülüşüne, göğün yanlışına şahid olsa ve bu olayı yaşarken,
dağlardan, taşlardan, ağaçlardan velhasıl her yönden "İnsanlardan korkmayın,
yalnız Ben'den korkun" şeklinde İlahi bir hitapla karşılaşsa, bu hitabı
nasıl anlar ve nasıl kavrarsa: Kur'an-ı Kerim sayfaları arasında sakin bir
şekilde yerinde duran "insanlardan korkmayın, Ben 'den korkun"ayet-i
kerimesini de aynı şekilde anlamak ve kavramakla yükümlüdür.
Kur'an-ı Kerim
ayetlerini bu şekilde duyuyor, bu şekilde anlıyormuyuz?
Arılamıyorsak niye?
Allah'a inanmış ve
O'na teslim olmuş müslümanlar için, İlahi mesajın tüyler ürpertici bir sayhayla
duyulması ile Allah'ın kitabında yazılması arassnda ne fark vardır?
Elbetteki hiçbir fark
yoktur.
Musa (a.s.)'ın Sina
dağında muhatap olduğu kelam, nasıl ki İlahi bir kelam ise: Kur'an-ı Kerim'de
bizleri muhatap alan kelam da, aynı şekilde İlahi bir kelamdır. Firavunların
karşısına Rabbani bir hüviyetle çıkabilmesi için, bu kelamla Sina dağında
muhatap oimak ile, sayfa ve satırlarda muhatap olmak arasında hiçbir fark
yoktur. Her ikisi de Allah'ın kelamı, her ikisi de Allah'ın emridir. Fakat ne
yazıktır ki, bu gerçekler henüz müslümanlann dünyasında yeterince yer
etmemiştir.
Dünyanın birçok
yöresindeki kapitalist, komünist, faşist gibi cahili toplumlarda, yadırganması
ve hayretle karşılanması gereken bir olay daha yaşanmaktadır. Bu olay, mevcut
cahili otoritelerin izni ile Kur'an-ı Kerim'in resmi matbaalarda bastırılması
ve ayrıca okunmasına ve okutulmasına izin verilmesidir.
Bu olay, ilk bakışta
hayret edilecek bir olaydır!. Nasıl olurdu?
Tağut için en
tehlikeli kitap olan Kur'an-ı Kerim, ta-ğutun matbaalarında nasıl bastırılır ve
okunmasına nasıl izin verilirdi?
Oysa ki Mekke
dönemindeki kafirler ve müşrikler Kuranın okunmaması için her yola başvuruyorlar
ve birbirlerine; "Kur'an'ı duyduğunuz zaman bağırıp-çağırarak velvele
yapınız ve Kur'an'ın sesini bastırınız" diyorlardı.
O halde ne olmuştu?
Günümüzdeki şeytan ve
dostları. Kur'an-ı Kerim' den neden rahatsız olmuyorlar ve kendileri için çok
tehlikeli bir kitap olan Kur'an-ı Kerim'in basılmasına ve okunmasına nasıl
izin veriyorlardı?
Yoksa bir değişiklik
mi vardı?
Oysa ki tağut, aynı
isyankar tağuttu!.
Peki ya müslümanlar? ne
yazık ki müslümanlar aynı müslüman değildi!. Bir değişiklik vardı ve bu değişiklik
Kur'an-ı Kerim'de veya tağutta değil, müsiümanlardaydı. Müslümanlar
değişmişti!.
Müslümanlar Öylesine
değişmişti ki, şeytan ve dostları bu müslümanların Kur'an-ı Kerime sahip
olmalarından veya Kur'an-ı Kerim'i okumalarından rahatsız olmuyordu.
Peki neden?
Tağut, Kur'an-ı
Kerim'i okuyan bu müsiümanlardan neden rahatsız olmuyordu?
Şaşkınlıkla beraber
utanç ve ızdırap verici bu durumun kökeninde, İslam'a talip olan müslümanların
cahili yaklaşımlara ve cahili değer ölçülerine sahip olmaları bulunmaktadır.
Cahili toplumlarda yaşayan müslümanlar, bilerek veya bilmeyerek cahili
yaklaşımlara ve cahili değer ölçülerine sahip olmuşlardır.
Cahili sistemlerin
önemle üzerinde durdukları ilk konu müntesiplerine cahili değer ölçüsünü
vermek, eğitim ve kültür faliyetleri ile bu değerlerif!) pekiştirmektir. Çünkü
cahili değer ölçülerine sahip olan insanlar, sahip oldukları cahili değer
ölçüsü ile cahiliyeye destek olacaklar ve cahili sistemler için bir tehlike
arzetmeyeceklerdir.
Herhangi bir
meseleyle, görüşle veya olayla karşılaşan İnsanların bunu
değerlendirebilmeleri, iyi veya kötü, güzel veya çirkin olduğuna karar
verebilmeleri için, bu insanların bir değer ölçüsüne sahip olmaları
gerekmektedir. İnsanlar sahip oldukları değer ölçüsüne göre meselelerini değerlendirebileceklerdir.
Karşılaştıkları olay ve görüşlerin iyi veya kötü, çirkin veya güzel olduğuna bu
değer Ölçüsüne göre karar verebileceklerdir.
İnsanların hangi değer
ölçüsüne sahip oldukları, bu nedenle çok büyük bir önem arzetmektedir. Şeytan
ve dostları bu Önemli konu üzerinde yeterince durmuşlar ve şimdi de
durmaktadırlar. Cahili sistemlerin eğitim ve kültür faaliyetleriyle empoze
ettikleri cahili değer ölçüsünü benimseyen İnsanlar, karşılaştıkları olaylar
ve görüşler karşısında cahiliyenin istediği İstikamette karar vereceklerdir.
Çünkü sahip oldukları ve kullandıktan ölçü. cahili değer ölçüsüdür.
Karşılaştıkları olay ve görüşleri cahili değer ölçüsüne göre
değerlendireceklerinden, cahiliyenin istediği sonuçlara varacaklar:
cahiliyenin "Doğru" dediğine "Doğru", "Yanlış"
dediğine "Yanlış" diyeceklerdir.
Zamanımızdaki
müslümanlann birçoğunda da cahili değer ölçülerinden değişik birikimler
bulunmaktadır. Cahili değer ölçüsüne sahip olan müslümanlarm Kur'an-ı Kerim'i
okumalarından, cahili sistemler bu nedenle rahatsız olmamaktadırlar. Çünkü
Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen Rabbani gerçeklere cahili değer ölçüleriyle
yaklaşan insanlar, bu Rabbani gerçekleri anlayamayacaklar ve neticede bu gerçeklerden
kaynaklanan Rabbani tavırları gösteremeyeceklerdir.
Kaldı ki cahili
toplumlarda Kur'an-ı Kerim'i okuyanların büyük bir kısmı, sadece
okuyucudurlar. Bunlar yaşanmayan bir Kur'an-ı okuyarak, cennete gireceklerini
ummaktadırlar. Şeytan ve dostları bu kimselerden neden rahatsız olsun ki!.
Nitekim dünya müstekbirlerinin,
Kur'an-ı Kerim'i sadece okumakla yetinen bu gibi kimselerden herhangi bir
rahatsızlığı yoktur. Mesela Libya lideri Kaddafi. ülkesindeki müslümanlann
Kur'an-ı Kerim'i okumalarından rahatsızlık duymamaktadır. Çünkü bu ülkede
Kur'an-ı Kerim okunmakta, fakat Libya lideri Kaddafi'nin yazdığı Yeşil Kitap'taki
ilkeler ise yaşanmaktadır.
Kaddafi neden rahatsız
olsun ki?
Okunan Kur'an-ı Kerim,
yaşanan ise Yeşil Kitaptır!.
Kaddafi'ye gidilerek:
"Yeşil Kitab'ı kıraatle okuyup, Kur'an-ı Kerim'i yaşayalım" şeklinde
bir teklif sunulsa, bu teklif karşısında Kaddafi'nin ne kadar müslüman oiduğu
ortaya çıkacak, kendi kitabına reva görmediği davranışı, Allah'ın kitabına
reva gördüğü anlaşılacaktır.
Tabi ki Kur'an-ı
Kerim'i sadece okumak için okuyanların yanısıra, Kur'an-ı Kerim'i anlamak ve
yaşamak için okuyanlar da vardır. Ne var ki cahiliyye bunlardan da pek rahatsız
olmamaktadır. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi. cahili değer ölçüsüne bilerek
veya bilmeyerek sahip olan bu müsiümanlar Kur'an-ı Kerim'i okumakta, ancak
Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen Rabbani gerçekleri cahili değer ölçüsüyle
değerlendirdikleri için Rabbani gerçekleri kavraya-mamakta ve neticede Rabbani
tavır gösterememektedirler. Yaşanan ve yaşanmakta olan bu olaylara zamanımızdan
bazı Örnekler verebiliriz.,
Şam yüce Rabbimiz
Kur'an-ı Kerim'de. kendisine inanmış ve teslim olmuş müslümanlarm üstün ve
güçlü olduklarını beyan etmektedir. Ne var ki bu İlahi buyruğu yüzlerce kez
okuyan birçok müslüman, bu buyruğun vermiş olduğu izzet ve şeref ile
doğrulması gerekirken, cahili toplumlarda silik ve pasif bir şahsiyet olarak
yaşamaya devam etmektedir.
Sanki müslüman olmakla
yüz kızartıcı bir suç işlemiştir!.
Allah'a isyan eden
kafirler ve müşrikler, isyan ettikleri Allah'ın arzında, cadde ve sokaklarda
haketmedikleri sahte bir izzetle gezinirlerken; Allah'a kul, Resulullah
(s.a.v.)'e ümmet olan müsiümanların boynu bükük tavırları nedendir?
Yüce Rabbimizin
"İnanmışsanız, üstün olan sizlersiniz" buyruğu, bu müsiümanların
yaşantısında ve tavırlarında neden gözükmemektedir?
Çünkü, bu müslümanlara
cahili sistemler tarafından, üstün ve güçlü olmaya ilişkin cahili değer ölçüsü
verilmiştir. Bu cahili değer ölçüsüne göre üstün ve güçlü olabilmek için:
mal, makam, para, silah ve asker gibi yaratılmış nesnelere İhtiyaç vardır.
Müslümanlarda ve müslümanlara yön veren birçok kimsede böylesi cahili değer
ölçüleri bulunmaktadır. Meselenin en hazin tarafı ise. bu şaşkınların. İslam'ı
hakim kılmak için böylesi cahili değer ölçüsüne göre güçlenmeye çalışmalarıdır!.
Nitekim kapitalist ekonomiye ve tağuti makamlara bu niyetle talip
olunmaktadır!.
Cahili değer ölçüsüne
göre üstün ve güçlü olabilmek için yaratılmış nesnelere yönelen müslümanlar, bu
nesneleri yaratan Allah (c.c.)'ın buyruğunu anlayamamakta ve yüceliğini idrak
edemedikleri Allah'ın yardımı karşısında gafil bulunmaktadırlar.
Bir milyarder,
herhangi bir müslümana; "Falanca işi yaparsan sana yüz milyon yardım
ederim" dese, o müslüman yüz milyonluk vaadi cebinde bilir. Çünkü
kendisine vaadde bulunan bu milyarderi, vaadini yerine getirmeye muktedir
görmektedir.
Fakat ne hazindir ki,
aynı müslüman Kur'an-ı
Kerim'de Rabbimizin birçok vaadleri ile karşılaşmasına rağmen, bu vaadlere
karşı muğlak ve kararsız bir tavır göstermektedir. Oysa ki Kur'an-ı Kerim'in birçok
yerinde "Bunları yaparsanız, sizlere şunları va'detmekteyim."
buyruğunu beyan eden. vaadinden hiçbir zaman dönmeyen ve her şeye kadir olan
Allah (c.c.)'dır.
Bu ve buna benzer
yaklaşımlar, müslümanlarda az veya çok olarak gözüken cahili yaklaşımlardır.
Kendimize yöneldiğimiz ve hoşgörü örtüsünü üzerimizden kaldırdığımız zaman, bu
cahili birikimlerin bizlerde de bulunduğunu üzüntü ve kızgınlık ile müşahade
edebiliriz. Yine de bu gibi cahili birikimleri tesbit edebilmemiz, bizler için
olumlu bir gelişme sayılabilecektir. Çünkü temizlenebilmemiz ve İsla-mi bir
kişiliğe sahip olabilmemiz, bu gibi cahili birikimleri bilmemiz ve bunları
izale etmeye çalışmamızla gerçekleşebilecektir.
Cahili değer
ölçüleriyle Rabbani gerçekleri kavramamız veya cahili kimliklerle Rabbani bir
iklime çıkabilmemiz mümkün değildir. Müslümanlar için yegane değer ölçüsü,
Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen Rabbani değer ölçüsüdür. Bu Rabbani değer
ölçüsünde şanı yüce Rabbimizin neleri değerli kılıp, neleri değersiz kıldığı
net bir şekilde açıklanmakta, bizlere kesin ve değişmeyen ölçüler
verilmektedir.
Müslümanlar Kur'an-ı
Kerim'de beyan edilen bu hususları kişisel yaklaşımlar ve beşeri ölçülerle
değerlendirmeye ve Ölçmeye yetkili değildirler. Çünkü bildirilen bu Rabbani
esaslar bizlerin ölçüp-değerlendireceği görüşler değil, bizler için kesin ve
değişmeyen ölçülerdir. Ölçü ve ölçülecek nesne ilişkisinde netleşmemiz, neyin
ölçü ve neyin ölçülecek nesne olduğunu idrak etmemiz gerekir. Bunu idrak
edelim ki. metre ile kumaşı ölçmemiz gerekirken,
kumaş ile metreyi
ölçmeye kalkışmayalım!.
Kur'an-ı Kerim'de
beyan edilen Rabbani esasların hepsi, bizler için ölçülecek bir nesne değil,
kesin bir ölçüdür. Beşeri fikir, düşünce ve görüşlerimiz ise, Rabbani esaslar
karşısında ölçülecek bir nesne durumundadır. Her Rabbani değer bir ölçü, beşeri
değerler ise ölçülecek nesnedir.
Beşeri değerleri ölçü
kabul ederek,
Rabbani esasları bu
ölçüye göre değerlendiren kimseler birçok çıkmazlara girecekler ve Rabbani
mesajı kav-rayamayacaklardır. Böylesi durumlara düşmememiz için beşeri
ölçülerle Kur'an-ı Kerim'i değerlendirmekten vazgeçerek, Kur'an-ı Kerim ile
değerlendirilmemiz ve Kur'an-ı Kerim ile değerlenmemiz gerekmektedir.
Kur'an-ı Kerim bizim
yaklaşımlarımıza ve ölçülerimize göre bir Kitap olmayacak. Bizler Kur'an-ı
Kerim'in yaklaşım ve ölçülerine göre müslüman olacağız. Ve o zaman, ancak o
zaman kurtuluş bulucağız..
İman, bütün dünya
müslümanlarının ortak bilinci, ortak inancıdır. Alİah birdir, eşi ve ortağı
yoktur. Yerlerin ve göklerin yegane Rabbidir. Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.)
Allah'ın kulu ve son Resulüdür. Kur'an-ı Kerim haktır ve kıyamete kadar tüm
dünya insanlarını Rabbani bir hayat tarzına, dolayısıyla ebedi kurtuluşa davet
etmektedir. Diğer İlahi kitaplara, peygambere, meleklere, kadere ve gayba
inanma İle şekillenen bu İman; müslümanların rnüs-lümanca yaşama gücü, zorluk
ve güçlüklere karşı dayanabilme yeteneğidir.
Bu duygudur, oruçlu
insanı sabırla ve umutla bekleten.
Bu bilinçtir, işkence
altındaki yiğit müslümanlara; "Allah Bir, Allah Bir.." dedirten.
Bu hakikattir. İnsanı
mü'min ve müslüman yapan..
İman bu ve imanlı
insan böyle İse, yaşanılan birçok olayı nasıl yorumlayabiliriz?
Küfrü yaşamalarına ve
küfrü tasdik etmelerine rağmen; "Biz mü'miniz. biz müslümamz" diyen
bu insanlar kimdir?
Nasıl bir imana
sahiptirler?
Alman asıllı bir
müslümari kardeşimiz Türkiye'ye geldiğinde bu tuhaf durumu görmüş ve:
"Müslüman olmazdan evvel Türkiye'ye gelseydim, müslümanlık budur zannedip
müslüman olmazdım!." demişti!.
Gerçekten bunlar
müslüman mıydı veya müslümanlık bu muydu?
Ne var ki Alman
kardeşimizin yadırgadığı bu durum, birçok insanımız tarafından
yadırganmamaktadır.
Çünkü inanç hürriyeti
vardır!.
İnanmak ve İnanmamak
serbest olduğu gibi nasıl inanılacağı da serbest bırakılmıştır. Bu inanç
hürriyetine göre, neye, nasıi inanılacağı sınırlandırılamazdı.
İsteyen. istediğine. istediği
şekilde inanabilirdi!.
İnancın İslami
hakikatlerden soyutlandığı, sapık kafa-larca iğdiş edildiği toplumlarda,
böylesine bir inanç hürriyeti yaşanmaktadır. Bu toplumlarda veya bu gruplarda
amentüye göre kulluk yok,
kulluğa göre amentüler
vardır!.
İslami endişe ve
sorumluluğu hisseden birçok kardeşimizin sosyal yaşantıda karşılaştıkları,
çoğu kez de cevabını bulamadıkları bir soru vardır. Bu kardeşlerimiz derler
ki:"Allah'a inandığını söyleyen bir müslümana gidiyoruz. Bu müslümana
inandığı Allah'ın razı olacağı dinden ve bu dinin müslümanlara yüklediği
sorumluluktan bahsediyoruz. Ancak bu anlatılanları dinlemelerine rağmen kendilerinde
bir depreniş, bir
silkelenme, bir harekete geçme yok... neden?"
Allah'a inandıklarını
söyleyen bu insanlar,
inandıkları Allah'ın
emir ve nehiylerine neden teslim olmuyorlar?
Allah'a inandıklarını
söylemelerine rağmen neden Allah'tan korkmuyorlar, korkup sakınmıyorlar?
Çünkü bu insanların
birçoğuna yanlış ve kısır telkinlerden kaynaklanan eksik bir iman telakkisi
verilmiştir. Allah'a inandığım söyleyen on insanın kalbine nüfuz edilebilse,
belki de on değişik Allah telakkisi ile karşılaşılacaktır!.
Meselemizle ilgili
olarak, basit olmasına rağmen anlamlı bir kıssa vardır.,
Hayatında hiç zeytin
ağacı görmemiş ve zeytin yememiş saf bir adam. ilk kez bir zeytin ağacıyla
karşılaşır. Bu ağacın zeytin ağacı olduğunu Öğrenince, zeytin ağacının dalına
uzanarak bir zeytin koparır ve ağızına götürür. Zeytin henüz olmadığı ve
ol-gunlaşmadığı için ağzı acılanır. Ve bu acı ile yüzünü buruşturarak:
"Ya Rabbi, Sen bu zeytini Kur'an-ı Kerîm'de methediyorsun. Acaba tadına
baktında mı methettin, yoksa tadına bakmadan mı methettin" der.
Tebessüm ederek
karşıladığımız imani bilince ilişkin bu yanılgı, değişik boyutlarda az veya çok
olarak müslümanlarda bulunmaktadır. Allah'a inanmalarına rağmen Allah'tan
gerektiği gibi korkup sakınmayan insanlarda, bu gibi yanılgılardan kaynaklanan
değişik ve eksik Alİah telakkileri vardır. Allah'a imanları tevhidi bir
istikamette olmayan insanlara, Allah'ın razı olacağı dinden ve bu dinin getirdiği
sorumluluklardan bahsetmek, elbetteki o insanları harekete geçirmeyecektir.
Bir insanın herhangi
bir talebi yerine getirmesi için, talep sahibini hak olarak bilmesi
gerekmektedir. Buna sosyal yaşantıdan birçok örnek verebiliriz. -Bir insana
elçi göndererek, o insandan bazı taleplerde bulunsanız: talepte bulunduğunuz
insan sizi tanıyıp sevdiği veya sizden kor-kup-sakındığı oranda talebinizi
yerine getirecektir.
Televizyonda veya
radyoda yayınlanan vergi ihtarlarından sonra veznelerin önünde meydana gelen
kuyruk, açık bir sakınmanın tezahürü değil midir?
Yaratıklardan oluşan
devletin İhtarına karşı duyarlı olan insanların, Yaratıcının ihtarına karşı
duyarsız olmalarının nedeni, Yaratıcıyı eksik ve yanlış tanımlamalanndan-ek.
Böyle bir durumda ne
yapılacak ve teğlibe muhatap olan insanlara nasıl bir telakki verilecektir?
İmani meseleler üzerinde
durarak; "Topluma Allah 'in varlığını anlatmalıyız" diyen
müslümanlarla birlikte, Kalu Bela'dan şehadet ettiğimiz Allah'ı tanımak ve
insanların fıtratında bulunan, ancak çeşitli nedenlerle perdelenen bu hakikati
günyüzüne çıkarmakla mükellefiz.
Bunun aksine cahili
kültür ve eğitimden etkilenerek tahayyül edilen uzlaşmacı bir iman telkin
etmek, müslümanlan Allah'ın rızasına ve arzu ettikleri neticeye
ulaştırmayacaktır.
Ne hazindir ki zulmün,
sömürünün ve şirkin yaygınlaştırıldığı toplumlarda imani tebliğde bulunmak
isteyen bazı kimseler, muhatap aldıkları insanlara; zulme, sömürüye, şirke ve
tağuta müdahale etmeyen bir Allah telakkisi vermeye çalışmaktadırlar. Samimi
olduklarına hüsnüzan ettiğimiz bu kimseler, tabiat olayları ve yaratışla ilgili
meseleler üzerinde durarak "İlla Allah" tebliğini değişik boyut-
lardan yapmaya
çalışmaktadırlar. Oysa ki bu gibi meseleler tevhidi teğlibin sadece bir
cüz'ünü teşkil etmektedir. Bu cüz, tevhidi tebliğden ayrı olmadığı gibi,
tevhidi tebliğ sadece bu cüzden ibaret de değildir.
Herhangi bir insan
yaratılışla ilgili bazı olayları görerek ve tefekkür ederek: "Allah
vardır" dese, sadece bu ikrar ve bu inanç o insanı müslüman yapmaz.
Bilindiği gibi müşrikler de yaratıcı olarak Allah'a inanmaktalar ve; "Allah
vardır" demektedirler. Nitekim müşriklerle ilgili olarak Kuran-ı Kerim'de
şöyle buyrulmaktadır.
Andolsun, onlara;
"Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?"
diye soracak olursan, şüpİıesiz; "Allak" diyecekler. Şu halde nasıl
oluyorlar da, çevriliyorlar?[21]
Andolsun, onlara;
"Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, hiç tartışmasız;
"Allah" diyecekler. De ki; "Hamd Allah'ındır." Hayır
onların çoğu bilmezler.[22]
Andolsun, onlara;
"Gökten su indirip de ölümünden sonda yeryüzünü dirilten kimdir?"
diye soracak olursan, şüphesiz; 'Alİah" diyeceklerdir. De ki; "Hamd
Allah'ındır." Hayır onların çoğu akletmiyorlar.[23]
Kur'an-ı Kerim'de
zikredilen bu ayet'i kerimelerle meseleye açıklık getirilmektedir. Müşrik,
Allah'a inanmasına rağmen Allah'a eş koşan insandır. Allah'a eş koşan bu insanın,
Allah'ın varlığına olan imanı ister taklidi iman, ister tahkiki iman olsun bu
insan müşriktir ve İslam dairesinde değildir. Böyle bir insana "İlla
Allah" tebliğinin değişik boyutlardan yapılması, o insanı İslam dairesine
dahil etmeyecektir.
Tagutu ve tağuti
görüşleri inkar ettirmeden, insanları Allah'ın varlığına iman ettirmeye çalışan
ve bununla yetinen kimseler, bu yolu ve bu davet metodunu nereden almışlardır?
Bu çerçevede yapılan
çalışmaların neticesinde "Allah'a inanıp, tağuta kulluk yapan"
kimliklerin tazahürü gö-zönüne getirilirse: söz konusu davet metodu, tağuti bir
görünüm arzetmektedir. Nitekim tağuti sistemlerin böylesi davetlerden herhangi
bir rahatsızlıkları yoktur. Hatta böylesi davetleri destekleyebilmektedirler.
Çünkü bu gibi davetlerde sadece Allah'ın varlığı anlatılmakta, insanları sömüren
firavunların sahte ilahlığına dil uzatmamaktadır.
Zaten onların istediği
de bu değil midir?
Mekke müşrikleri.
Resulullah (s.a.v.)'e; "Senden sadece bizim ilahlarımıza di! uzatmamanı
istiyoruz" şeklinde bir uzlaşma teklifi götürmüşlerdi. Resulullah fs.a.v.)
tarafından reddedilen bu teklif, acaba sözü edilen çalışmalara yön veren
kimseler tarafından kabul mü edilmiştir?
Bu gibi çalışmalara
yön veren kimseleri alim kabul ettiğimiz zaman, durum daha fazla
karışmaktadır!.
Çünkü herhangi bir
alimin.
asılla ilgili olan bu
meseleleri çok iyi bilmesi gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin
neden gönderildiği zikredilerek, peygamber varisi olan alimlerin tak'ip
edecekleri yol açıkça beyan edilmektedir.,
Andohun, biz her
ümmete; "Allah'a kulluk edin ve tağuta (Allah'tan başka her şeye)
kulluktan kaçının" (demesi için) bir peygamber gönderdik.[24]
Nitekim kelime-i tevhid
"La İlahe" ile başlamakta, tagutu red ve inkar ederek temizlenen
kalbe "İlla Allah" gerçeği sunulmaktadır.
Tevhidi tebliğ, bu
esaslardan kaynaklanan ve bu esaslara göre şekillenen tebliğdir. Tevhidi
tebliğin gündeme gelmediği toplumlarda kimlerin müslüman, kimlerin kafir
oldukları açıklık kazanmış değildir. Çünkü müslümanhk ve kafirlik gibi
sıfatlar, hak tebliğe muhatap olan insanların, bu tebliğe karsı gösterdikleri
ve gösterecekleri tavrın bir neticesi olarak o insanlara verilmektedir.
Müslüman, karşılaştığı
hak tebliği kabul eden ve bu hakka teslim olan insandır. Kafir ise. hak
tebliğle karşılaşmasına rağmen bu hakkı örten, hakkı gizleyen ve hakkı inkar
eden insandır. Tevil ve tahrif edilmiş gayri İslami tebliğle karşılaşan
insanlar, bu tebliği kabul etmekle İslam'a göre müslüman olmayacakları gibi, bu
tebliği reddetmekle de İslam'a göre kafir olmazlar. Her iki durumda da cahil
diyebileceğimiz gayrimüslimdirler. Kafir kabul edilip tekfir edilmeleri veya
müslüman kabul edilip cennetle müjdelen-meleri caiz değildir.
Bizlerden istenilen ve
bizlere emredilen yükümlülük, bu insanları tevhidi tebliğ ile yüzyüze
getirmemizdir. Hak tebliğle karşılaşmadıkları için kendilerine telkin edilen yalanlarla
gayri islami yaşantılarını sürdüren insanlara "Kafir" diyerek onları
tekfir etmekten ve dalalete terketmekten Allah'a sığınırız. Bu insanları
cennete davet etmedik ki, cehenneme terkedelim. Kaldı ki Rabbani tebliğle net
ve açık bir şekilde muhatap olmayan bu insanlar, hergün değişik şeytani
tebliğlere muhatap olmaktadırlar.
İslam toplumunu yıkmak
isteyen şeytan ve dostları, diğer esaslarda olduğu gibi iman esasında da büyük
tahribatlar yapmışlar ve bu insanlara yanhş bir Allah telakkisi vermişlerdir.
Bu yanlış telakki insanları şirke, bu yaniış telakki insanları inkara
sürüklemiştir. Nitekim yaşadığımız toplumda neye iman ettiğini bilmeyen
şaşkınlar ve neyi inkar ettiklerini bilmeyen ateistler bulunmaktadır.
Şeytan aleyhillane
bazı İlahi hükümleri birçok müslü-mandan daha iyi bilmekte ve hareket metodunu
bu hükümlere göre tesbit etmektedir. Şeytana göre, Allah'ı inkar eden
ateistler ile Allah'ın varlığına inanmalarına rağmen Allah'a eş koşan müşrikler
arasında herhangi bir fark yoktur. Her iki grup da cehenneme yuvarlanmakta, yol
ve akibetleriyle şeytanı memnun etmektedirler.
Şeytan aleyhillane her
iki durumdan da, her iki grup-dan da memnundur. Çünkü Allah'ı inkar eden
ateistlerle birlikte, Allah'a inanmasına rağmen Allah'a eş koşan müşriklerin
de cehennem ehli olduğunu bilmektedir..
Hiç şüphesiz Allah:,
kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan dilediğini [25]
Ey İsrailoğalları,
benim de Rab bini, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Çünkü O, kendisine
şirk koşana kuşkusuz cenneti haram kılmıştır, O'nun barınma yeri ateştir.[26]
Kur'an-ı Kerim'de
zikredilen bu hükümlerde, Allah'a inanmalarına rağmen Allah'a eş koşan
müşriklerin akibet-
leri beyan
edilmektedir. Kafirler ve müşrikler arasında ameli farklılıklar olsa da,
müşriklerin amelleri boşa çıkmaktadır. Yaratıcı olarak Allah'a inanıp, namaz
ve oruç gibi bazı ibadetleri yapmalarına rağmen Allah'a eş koşan müşriklerin
hüsrana uğrayacakları, Allah için yaptıklarını zannettikleri amellerin kabul
edilmeyeceği ve boşa çıkacağı Kur'an-ı Kerim'de açıkça beyan edilmektedir.,
Eğer şirk koşacak
olursan, şüphesiz senin de amellerin boşa çıkacak ve elbette nen kayba uğrayanlardan
olacaksın.[27]
Onlar da şirk
koşsalardı, elbette bütün amelleri boşa çıkmış olurdu.[28]
Müşriklik ve kafirlik
açısından akibete ilişkin herhangi bir fark olmadığı için, şeytan aleyhillane
sinsice davranmakta, geleneksel bir İnanç ile Allah'a inanan insanları
Allah'ın varlığını inkara değil, Allah'a eş koşmaya davet etmektedir. Böyle
bir çalışma şeytan ve dostları için hem çok daha kolay, hem çok daha verimli
olmaktadır.
Bu şeytani çalışmalar
yapılmış mıdır ve günümüzde de yapılmakta mıdır?
Bu sorunun cevabını
Kur'an-ı Kerim'de zikredilen müşrikler ile günümüz insanlarının mukayesesinde
görebiliriz. Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen müşriklerin vasıflarım ve
Allah'tan başka yöneldikleri, kulluk yaptıkları nesnelerin ne olduğunu
bilirsek, günümüz insanlarını d eğeri erdirmemiz daha kolay olacaktır.,
Müşrikler Allah'a
inanmalarına rağmen Allah'tan başka nelere tapıyorlar ve neleri İlah kabul
ediyorlardı?
Şeytan ve dostları
onları nelere davet ediyorlar ve onları nasıl müşrik durumuna düşürüyorlardı?
İşte bu soruların
cevabını ve bu meselemizi genel olarak şu başlıklarda değerlendirebiliriz.
Tabiata tapanlar:
Geçmiş dünya tarihinde güneşe, aya ve yıldızlara tapan kavimler bulunmaktadır.
Bu kavimler güneşte, ayda veya yıldızlarda büyük güçler olduğunu kabul etmekte
ve karşılaştıkları olayların bu güçlerin etkisiyle meydana geldiğine
İnanmaktadırlar. Geçmişte bu gibi şeylere ayrı ayrı tapıhrken, günümüzde tabiat
ve doğa adı altında topluca tapümaktadır. Tabiatperest denilen bu kimseler bir
yaratık olan tabiatı yaratıcı yerine koymaktalar ve bu sapık görüşlerini
bilimsellik adı altında yaymaya çalışmaktadırlar. Laboratuvarda gördüklerini
tasdik eden ancak göremedikleri her şeyi İnkar eden, yalanlayan bu sapıklar, yalanladıkları
akibete duçar olacaklardır..
Cehennem ateşine
sürülüp, itilecekleri gün; "İşte sizin yalanlamakta olduğunuz ateş
budur" (denilecektir).[29]
Oradan her çıkmak
istediklerinde oraya geri çevrilirler ve onlara; "Yalanlayıp durduğunuz
ateşin azabını tadın" denir.[30]
Yıldızların insanların
kaderi üzerinde müessir olduğuna, yıldıznameye ve yıldız falına inanan
kimseler de. bu sapık fırkanın, sapık müntesipleridir.
Kendileri gibi birer
mahluk olan insanlara tapanlar: Kendilerini ilahlaştırmaya çalışan ve diğer
insanları da şeytani hüküm ve görüşlere davet eden bu mahlukları, iki ayrı
grupta inceleyebiliriz. Birinci grubun küfrü aşikardır. Bunlar kendileri azdığı
gibi kendilerine uyanları da azdırıp, saptırmışlardır.,
Üzerlerine (azap) sözü
hak olanlar derler ki; "Rabbimiz, işte bizim azdırıp-saptırdıklarımız
bunlar, kendimiz azıp saptığımız gibi onları da azdırıp-saptırdık."[31]
Diğer İnsanların bu
azgınlara kulluğu, bu azgınları dost kabul etmeleri ve bunları fayda veya zarar
vermeye muktedir görmeleri üzerine gerçekleşmektedir. Bir kısım İnsanlar bu
firavunları severek, bu firavunlara kulluk yaparlarken diğer bir kısım
insanlar ise, bu firavunlardan korktukları için bu firavunlara kulluk
yapmaktadırlar.
Ne garip ve ne
hazindir ki dünyadaki sömürü çarklarını sömürenler değil, sömürülenler
çevirmektedir. Çağdaş firavunları güçlü görerek bu firavunlara itaat eden ve
kulluk yapan bu zavallılar, firavunlarda gördükleri ve ürktükleri gücün,
kendi kulluklarından kaynaklandığını idrak etmezler!.
Halbuki firavunların
sahip oldukları güç, bu kölelerin gücüdür!.
Çağdaş firavunlar,
hükmettikleri bu
kölelerin gücü ile ayakta durmakta ve kölelerden aldıkları bu güç İle kölelere
hükmedebilmektedirler! .
Firavunluğu yaşatan ve
firavunları güçlendiren bu kölelerdir!.
Sonra. sonra da
kendilerinin verdiği bu güçten korkarak kulluğa devam edenler yine bunlar,
Çağımızdaki birçok
insanda, kimlere ve ne için itaat ettikleri bilinci yoktur. Herhangi bir binek
hayvanı bile sahibinden başkası sırtına binince, rahatsız olmakta ve
huy-suzlanmaktadır. Köleliğe alışmış olan insanlar ise karınlarını
doyurabilmek İçin gözlerini bir tutam ota yöneltmişler, sırtlarına kimin
inip-bindiğine hiç önem vermemektedirler. Şanı yüce Rabbimiz biz insanları bu
konuda uyarmakta ve Resulullah (s.a.v.); "Allah'a itaat etmeyene itaat
edilmez" buyruğu ile bizleri ikaz etmektedir.
Şeytana kulluk
yapmaktan içtinap etmeye çalışan kimseler, farkında olmadan şeytanın dostlarına
kulluk yapmaktadırlar. Oysa ki şeytana kulluk yapmak ile şeytanın dostuna
kulluk yapmak arasında herhangi bir fark yoktur.
Birinci gruptaki
saptırıcıların küfürleri aşikar olmasına
karşın, ikinci gruptaki
saptırıcıların küfürleri herkese açık değildir. Bunlar müslümanlann arasında
yaşamakta,. müslüman gözükmekte ve meseleye vakıf olmayan kardeşlerimiz
tarafından müslüman bilinmektedirler. Bu gruptakiler,
birinci gruptakilere
nazaran çok daha tehlikelidirler. Şeytanın sağdan yanaşmasında da belirttiğimiz
gibi bunlar dost gözüken düşmanlardır. Allah adını kullanarak müslü-manları
aldatmaktalar ve bu samimi insanları sapık yollara davet etmektedirler.
Müslümanlar Allah
(c.c.)'ı tekbir etmek ve diğer insanları Allah'a davet etmekle yükümlüdürler.
Kendilerini veya başkalarını yüceltenler ve diğer insanları bunlara davet
edenler açık bir sapıklığı yaşamaktadırlar. En seçkin insan Resulullah
(s.a.v.) dahi sadece Allah'ı tekbir etmiş ve insanları kendisine değil, Allah'a
davet etmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.v.)'e ve efendimizi örnek alan
müslümanfara emredilen tavır budur., .
Sen Rabbine çağır ve
sakın müşriklerden olma.[32]
Her gördüğü sakallıyı
hacı, her gördüğü sarıklıyı hoca sanan insanların, bu aldatıcılara
aldanmalarının kökeninde, Kur'an-ı Kerim ifadesiyle şu yanılgı bulunmaktadır..
Oysa biz, insanların
ve cinlerin Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık.[33]
Aldanari insanlar.
bu aldatıcıları yüce
ve emin kişiler olarak görmekte ve onların Allah adını kullanarak yalan
söyleyebileceklerine hiç ihtimal vermemektedirler. Oysa ki bu aldatıcılar
"Besmele" ile söze başlamaktalar ve insanları tağuta kulluğa davet
ettikten sonra 'Elhamdülillah' diyerek sözü bitirmektedirler.
Müslümanların bu
konuda dikkatli olmaları, sevdikleri ve itaat ettikleri kimseleri Allah'ın
hüküm ve ölçülerine göre değerlendirmeleri gerekmektedir. Bu bilinçten uzak bir
teslimiyet ile hoca ve üstadlarına teslim olan bazı kimseler, bilginlerini ve
rahiplerini Rab kabul eden hiristiyanla-nn durumuna düşmektedirler.
Ölmüşlere tapanlar:
Ölülere tapma hadisesi, ölmüş olan salih veya azgın kimselerin, onlarda
olmayan va-
sıflarla yüceltilmesi,
çok ulvi makamlara çıkarılması ve onlara bu itikatla yönelinmesi üzerine
gerçekleşmektedir. Müşrikler, bu şekilde yücelttikleri bir mevtaya yönelmekte:
bu mevtanın görüş ve ilkelerine itaat ederek, bu mevtanın sevgi ve rızasını
gözeterek, ihtiyaçlarını bu mevtaya arze-dip, bu mevtadan isteyerek.. Allah'tan
başkasına kulluk yapmakta ve küfre girmektedirler. Kur'an-ı Kerim apaçık şirk
olan bu yönelişi zikretmekte ve bu müşriklerin nasıl bir zelil duruma düştüklerini
beyan etmektedir.,
Allah'tan başka
çağırdıkları, hiçbir şeyi yaratamazlar, üstelik onlar yaratılıp
durmaktadırlar. Ölüdürler, diri değildirler; ne zaman diriliceklerinin şuuruna
da varamazlar.[34]
Evet,
geçmişteki ve
günümüzdeki müşriklerin yöneldikleri, itaat ettikleri, kurban verdikleri ve
kulluk ettikleri insanlar ölüdürler!.. İnsanları zelil bir duruma getiren bu
hadise geçmişte yaşandığı gibi, ne yazık ki günümüzde de yaşanmaktadır!.
İstanbul'daki Eyyüp Sultana uzanan eller, İzmir'deki Susuz Dedeye dökülen
sular ve Ankara'dakine akıtılan kanlar bunun açık bir göstergesi değil midir?
Yaşanılan zillet öyle
boyutlara varmıştır ki,
dünya işleri falanca
ölüye bırakılırken, ahiret işleri filanca ölülere bırakılmaktadır!. Daha açık
bir ifadeyle dirilerin idaresi, ölülere tevdi edilmiştir!. Tabi ki ölülere
yönelen bu insanlara.
"Diri"
denilebilirse!..
Sebcblere tapanlar:
Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde zikredildiğine göre, sıkıntıya düşen
insanların Allah'a yalvardıklan ve sıkıntıları giderilince Allah'a eş
koştukları beyan edilmektedir.,
Nimet olarak size
ulaşan ne varsa. Allah'tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda ancak ö'na yalvarmaktasınız.
Sonra sizden zararı kaldırdığında, sizden bir grup Rablerine sirk koşar/ar;
Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etmek için. Öyleyse yararlanın,
ilerde bileceksiniz.[35]
Bu olay geçmiş tarihte
yaşanmış ve günümüzde de sık sık yaşanmaktadır. Sıkıntıya düşen insanların
duası Allah'a, sıkıntı kalktıktan sonra hamd ve şükrü ise sıkıntılarının
kalkmasına vesile olan sebebedir. Halbuki o sebeb ile sıkıntıyı kaldıran Allah
(c.c.)'dır.
Sebebi yaratan da. o
sebeble yardım eden de sanı yüce olan Rabbimizdir. Allah'ın yardıma mazhar
olmalarına rağmen sebebleri yücelterek hamd ve şükürlerini bu sebeblere
yönelten kişiler, Allah'a nankörlük eden müşrikler durumuna düşmektedirler.
Geçmişte yaşanan bazı
olaylar.
bu meseleye açık bir
Örnek niteliğindedir. Düşman istilasına uğrayan herhangi bir ülkedeki
insanlar, yardım etmesi için Allah'a dua ediyorlar ve Allah'ın yardımıyla üstün
geldikleri zaman Allah'ı değil komutanlarını yüceltip, komutanlarına
şükrediyorlarsa, bu ülkedeki insanlar açık bir sapıklağa girmektedirler.
Bu insanlar ,
Allah'ın yardımına
vesile olan herhangi bir sebebi ilahlaştırmaya çalışarak, kurtuluşlarına vesile
olan sebebi. helaklanna vesile olacak bir sebeb durumuna getirmektedirler! .
Putlara tapanlar:
Geçmiş müşriklerin ağaçtan ve taştan yonttukları putlara taptıkları, onlardan
yardım diledikleri, onların önünde saygıyla durdukları ve bu putlara kurbanlar
adadıkları birçok insan tarafından bilinmektedir. Bu putların mahiyetini ve bu
putlara yönelen putperestlerin durumunu idrak eden kardeşlerimiz, aynı
hadisenin günümüzde de tekrar edildiğini müşahade edeceklerdir. Putlar ve
putraperest mantığı günümüzde de yaşamaktadır. Tabi ki günümüzdeki putların
isimleri değişmiş ve sayılan da artan nüfusa ve ihtiyaca gÖre(!)
fazlalaşmıştır.
Bilindiği gibi
İsrailoğullanndan bir kısmı böğüren buzağı heykeline tapınışlardı.
Tefsirlerden açıklandığına göre Samiri tarafından yapılan bu altın buzağı
heykelinin içinde hava akımını sağlayacak kanallar vardı ve rüzgarın esme-siyle
böğürtüye benzeyen bir ses çıkarmaktaydı. Günümüzdeki putlar bu şekilde
böğürrnese de, bu putlara yönelen putperestler ibadetleri sırasında çeşitli
besteleri terennüm ederek, bu boşluğu telafi etmektedirler!.
Müşriklerin
durumlarıyla İlgili bu yönelişlerin hepsi, şehadeti bozan unsurlardır. Şeytan
ve dostlarının bu yolda vermiş oldukları mücadelede ne derece başarılı
oldukları ise. yaratıcı olarak Allah'ın varlığına inanan birçok insanın içine
düşdüğü durumda belirginleşmektedir. Allah'a inanıp, taguta kulluk yapan bu
kimseler, hem Allah'tan hem de tağuttan korkmaktadırlar. Ne Allah'ı ve ne de
tağutu ga-zapiandırmak isterler. Tağutu gazaplandırmamak için tağuta itaat
ederken. Allah'ı gazaplandırmamak için
Allah'a dua ederler. Gençliklerini tağut yolunda, yaşlılıklarını
Allah'ın yolunda geçirirler. Kısacası bu şaşkınlar hem Allah'ı ve hem de tağutu
hoşnut etmeye çalışmaktadırlar!.
Açık şirk içinde
bulunan bu insanlarla konuşur ve bu insanları tanımaya çalışırsak, bu
insanlardan birçoğunun aldatıcılar ve müstekbirler tarafından aldatıldıklarını,
saptırıldıklarını, işledikleri şirkte bilinçsiz olduklarını müşahaae ederiz.
Bu insanların Allah'a
inandıklarını zikretmiştik. Nitekim herhangi bir müstekbir silah çekerek, bu
toplumdan yüz insana; "Allah'a küfredin" dese: 0 insanlar kızgınlıkla
sarsılacaklar, dehşete kapılacaklar ve hatta bazıları Allah'a değil o m üs
tekbirle re küfrederek ölümü bile göze alacak lardır. Bir örnek olarak
verdiğimiz bu olay, sözkonusu insanların eksik de olsa samimi bir şekilde
Allah'a inandıklarını göstermektedir.
Allah'a inanan bu
insanların aldatılarak şirke sürüklenmelerini de, şu şekildeki bir soru ile
açığa çıkarabiliriz. Şirk içinde olmalarına rağmen bayram, cuma veya vakit
namazı kılan insanlara şunu sorunuz.,
Herhangi bir insan,
herhangi bir parti veya herhangi bir devlet, namaz kılacağınız zaman Kabe'ye
değil de falanca anıta yönelmeniz konusunda bir hüküm çıkarsa, bu hükme uyar
mısınız?
Bu soruya verilecek
cevap genelde aynıdır., "Uymayız.."
Bu hükme, bu kanuna
neden uymadıklarını ve uymayacaklarını sorduğunuzda ise; "Çünkü bu konuda
Allah'ın hükmü vardır. Allah fc.c.) biz namaz kılarken, bizlerin Kabe'ye
yönelmesini emretmiştir,." diyeceklerdir.
Açıkça anlaşılacağı
gibi "Kabe'ye değil de. anıta yönelin" hükmüne, dini asabiyetle
uymamaları onların samimiyetini, fakat bunun yanısıra Allah'ın hükmüne muhalif
birçok şeytani hüküm ve görüşlere uymaları ise onların aldatılmışlığın;
göstermektedir.
İşte durum budur!
Vicdan sahibi
kimselerin, vicdanını sızlatacak durum budur!.
İnsanımız
aldatılmıştır. insanlarımız aldatılmaktadır. Cehalet içinde bulunan
insanlarımız, bu cehalet İle cehenneme sürüklenmektedir.
Namazlarında ve
günülük yaşantılarında yüzlerce kez "La ilahe illa Allah" diyen bu
insanlar, tevhidin özünü ifade eden bu kelimeyi ikrar etmelerine rağmen
tevhidi hakikatten bihaber bulunmaktadırlar. Gerçi bu insanlardan bir kısmı
"Tevhid" kelimesine de yabancı değillerdir. Günlük yaşantılarında ve
değişik sohbetlerde "Tevhid" kavramını kullanmaktalar fakat ne var
ki. bu kavrama yanlış ve eksik manalar yüklemektedirler. Tevhid kavramına karşı
gösterilen bu batıl yaklaşım, diğer İslami kavramlarda da yaşanmış ve hala
yaşanmakta olan bir hadisedir.
Dikkat edilirse
Kur'an-ı Kerim'de inkardan ve sapıklıktan bahsedilmektedir. İnkar, herhangi
bir kavramı mana ve lafzı ile birlikte reddetmektir. Sapıklığın kökeninde ise
kavramın lafzına sahip çıkarak, bu lafzın içerdiği manayı değiştirmek veya
inkar etmek vardır. Nitekim sapıklığa düşen birçok fırka, sapıklığa
düşmelerine rağmen İslam'dan ve mü si limanlıktan vazgeçmek istememişler,
dolayısıyle İslam, tevhid ve müslümanhk gibi kavramlardan feragat etmemişlerdir.
Ancak, sahiplendikleri
kavramın içerdiği anlam ile nefislerini değiştirmeleri gerekirken, nefsani
istekleri ile kavramın anlamını değiştirmişlerdir!.
Tabi ki bu ve benzer
hadiselerin kökeninde, şeytan ve dostlarının müdahalelerini görmekteyiz. Halkında
müs-lüman olan ülkelerde şeytani bir hakimiyet kurmak isteyen şeytan ve
dostları halkın nabzını gözönünde bulundurmuşlar ve "Müslüman"
sıfatından vazgeçmeyecek olan insanları kendilerine kul-köle yapmalarına
rağmen onlardan müslümanhk sıfatını almamışlardır.
Zaten Rabbani manasını
iğdiş ettikleri bu sıfatı onlardan almalarına gerek de kalmamıştır!.
Çünkü anlamını ve
aksiyonunu kaybeden bu sıfat, müstekbirlere kulluk yapan insanların
göğüslerinde kupkuru birer rozet olarak durmaktadır; Çağdaş firavunların piramitlerine,
cahili bir sevgi ve cahili bir korku ile emek ve ömür taşıyan bu zavallıların:
"Bizler müslümanız" demeleri. Firavunları rahatsız etmemektedir. Bu
toplumlarda müslü-man lafzı kalmış, fakat ne yazık ki Rabbani anlamı İle
müslümanhk yitirilmiştir!.
Tevhid. din, ibadet ve
benzer kavramlarda da aynı acı hadiseler yaşanmaktadır. Bunun açık bir
göstergesi' "İslam'ın hakikati" veya "Tevhidin hakikati"
başlığında yayınlanan kitaplar ve bu
kitaplara duyulan ihtiyaçtır.
Çünkü herhangi bir ülkede
"Tevhidin hakikati" başlığına gerek duyuluyorsa, bu gereksinme, o
ülkede yalan ve yanlış tevhidi(!) anlayışlar olduğunu göstermektedir.
Mevcut sapmalar ve
sapıklıklar karşısındaki ölçü. el-betteki Ktır'an-ı Kerim'dir. Bizleri tevhide
davet eden Rabbimiz, bizleri bu önemli konuda muhayyer bırakmamıştır ki, herkes
kendi anlayış ve ölçülerine göre tevhidi yaşayabilsin. Nikekim tevhidi
prensipler Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde beyan edilmekte ve Resulullah
{s.a.v.)'in sünnetinde örneklendirilmektedir.
Tevhid.
Allah (c.ç.)'ı
zatında, sıfatlarında ve fiillerinde birlemek ve Oha hiçbir şeyi eş
koşmamaktır.
Tevhid,
Allah'a inanan
insanların yaşadıkları süreee ilgi ve dikkatlerini Allah'a yöneltmeleri,
Allah'a teslim olmaları, hiçbir yaratığı hiçbir konuda mutlak muktedir
görmeyerek, her İş ve her durumda mutlak muktedirin Allah fc.c.) olduğunu
idrak etmeleri ve Allah'ın gösterdiği yolda, Allah'ın emrettiği kişilikle
sadece Allah'a kulluk etmeleridir.
Alemlerin Rabbi olan
Alİah ic.:Ct)'a imanı tevhidi istikamette olan bir müslüman, elbetteki bu iman
ile arayışa geçecek ve yavrusunu kaybeden anne telaşı ile: "Rabbim için ne
yapmam gerekir?" sorusunu soracaktır. Nitekim Rabbani yükümlülükler bu
soruyu soran, bu sorunun çile ve ızdırabını çeken müslümanlara
yüklenebüecekdir.
Konuşmalarında ve
sohbetlerinde sahabe gibi yaşamak istediklerini belirten kardeşlerimi?, iman
düzleminde de sahabe gibi inanmak durumundadırlar.
Kimin dininde
olduğumuzu. Kimi hoşnut etmek istediğimizi, bu din için mücadale verirken yardımcımızın
Kim olduğunu idrak etmeli ve idrak ettiğimiz bu bilince yakinen iman
etmeliyiz. Ancak bu şekildeki bir iman müslümanı müslümanca bir yaşantıya dahil
edecek ve müsiümanı Allah(c.c.)'ın hoşnutluğuna yaklaştırabilecektir.
Müminlerin
vasıflarından birisi de Allah(c.c.)'ı her türlü noksanlıktan tenzih ve her
türlü yüce değerlerle takdis etmeleridir. Her namazda ve namaz dışında
teklarlanan bu eylem, müslümanlara emredilen Rabbani bir hükümdür.
Rabbinin yüce olan
ismini teşbih et..
Rabbini güneşin doğuşundan
önce ve batışından önce hamd ile teşbih et. Gecenin bir bölümünde ve secdelerin
arkasında da O'nu teşbih et.
Ve O'nu tekbir
edebildikçe tekbir et.
Hükmünde hikmet sahibi
olan Rabbimizin. bu hükümlerindeki hikmet nedir?
Tekrarlanan tenzih ve
takdis ile Rabbimizin annıp-yücelmeyeceği aşikardır. Çünkü şanı yüce Rabbimiz
zaten her türlü noksanlıktan münezzeh ve mukaddestir.
O halde bizlere
emredilen ve bizler tarafından tekrarlanan tenzih ve takdisin hikmeti nedir?
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, insanların kalplerinde değişik Allah telakkileri
bulunmaktadır. Tabi ki bu değişik telakkilerde bazı yanlışlıklar ve eksiklikler
bulunabilmektedir. İşte söz konusu eylemdeki tenzih ve takdis, aynı zamanda
kişinin kalbi istikametindedir. Tekrarlanan tenzih ile Allah değil, kalplerdeki
Allah imanı arındırılmakta ve takdis ile yine kalplerdeki Allah imanı
yüceltilmektedir.
Kalplerdeki bu gerçek
ne kadar arındırılır ve ne kadar yüceltilirse, hiç şüphesiz ki asıl gerçeğe o
kadar yakın olacak ve bu istikamette olgunlaşan iman.
Allah 'tan korkmayı,
Allah'ı sevmeyi ve
Allah'a güvenmeyi beraberinde getirerek, müsiümanları bir bir ayağa
kaldıracaktır.
Fikirler ve
ideolojiler yaşandığı sürece canlılık kazanmakta, olumlu ve olumsuz yönleri yaşandığı
zaman ortaya çıkmaktadır. Birçok beşeri ideoloji kitap sayfalarında, seminerlerde
ve konferanslarda insanlara cazip gelmesine rağmen, bu ideolojiler yaşam
vadisine girince çarpıklık ve tezatları günyüzüne çıkmaktadır. Teori ve pratik
arasındaki bu uçurum, dünyanın birçok ülkesinde kendisini göstermiş ve
günümüzde de göstennektedir.
İşçi ve köylü sınıfına
özgürlük vadeden komünizm, bu yaldızlı söylevlerden sonra Rusya'daki
tatbikatında işçiye ve köylüye en fazla tahakküm eden bir ideoloji olarak günyüzüne
çıkmıştır.
İslam'a ve îslami
hükümlere düşman olan İngiltere, kendi dünya görüşüne göre bir hukuk sistemi
ortaya koymuş ve kendilerine göre insancıl olan bu hukuk sistemi suc
eylemlerinin azalacağını ileri sürmüştür. Ne var ki mevcut tatbikatlar onların
bu iddiasını yalanlamış sadece 1982
yılında dosyalara geçen birmilyondokuzyüzbin adi şuç işlenmiştir. Yetkililerin
ifadesine göre dosyalara geçen birmilyondokuzyüzbin suç olayının birmilyondan
fazlasını hırsızlık teşkil etmektedir. Silahlı hırsızlık yani gasp olayında ise
yine 1982 yılında 300-400 arası İngiliz ölmüştür. Yaşadıkları ve içinde
bulundukları bu duruma rağmen İslam'a yöneltmeye çalıştıkları ithamlarda
herhangi bir değişiklik yoktur. Onların bakış açısına göre İslam, hırsızların
kolunu kesen vahşi bir dindir.
Evet, ne tuhaf bir
anlayıştır ki, her sene silahlı gasp olayında 300-400 masum insanın
boğazlanması medenilik(!), böylesi medeniliğin Önüne geçmek için birkaç kol
kesmek vahşiliktir!.
Yorum yapmıyoruz!.
İslam'ın hakim olduğu
geçmiş toplumlarda hırsızlık olayının çok nadir olduğunu, gerçekleştirilen
sosyal adalet ile hırsızlık nedenlerinin ortadan kaldırıldığını, 200-300 yıl
içerisinde sadece birkaç kol kesildiğini ve buna mukabil toplumun mal ve can
güvenliğinin sağlandığını biliyor, fakat yorum yapmıyoruz.
Yeniden dirilmeyi
inkar eden kafirlerin, Kur'an-ı Ke-rim'de zikredilen bir istekleri vardır.,
Biz yeniden
dirilip-kaldırılacak olanlar değiliz. Eğer doğru .söylüyorsanız, şu halde
atalarımızı getirin bakalım.[36]
Bu ve benzeri ayetleri
okuduktan sonra bazen düşünüyorum..
Rahbinıiz, ashab-ı
kiramdan bir müslümam diriltse ne yaparız?
İçinde bulunduğumuz
durumu ve yaşanılan olayları ona nasıl İzah ederiz?
Tabi ki bazı kimseler
ona; "20. Yüzyılda yaşadıklarım, artık medeni olduklarını, hırsızların
kolunu vahşice kesmediklerini ve hırsızlan eğitimle ıslah ettiklerini.."
söyleyeceklerdir. Sonra da ne kadar müslünıan olduklarını kanıtlayabilmek
için onu değişik camilerde gezdireceklerdir.
Merak ettiğim bir
husus,
camileri gezen bu sahabe,
vakit namazları dışında camilerin neden kilitlendiğini veya cami
tuvafetlerindeki muslukların bir kelepçe ile duvara neden kaynaklandığını sorsa,
ona nasıl eevap verilecektir?
Bırakın camideki
halıları, cami tuvaletierindeki muslukların bile çalındığını ve bu nedenle
musluklara bir kelepçe geçirerek duvara kaynak yapmak zorunda kalındığı hangi
medeni yorumla anlatılacaktır?
Velhasıl zor bir
hadise'..
Farazi olan bu
meselede biz yine yorum yapmıyor, diriltildiği zaman yüzaltmışüçle (veya yeni
uyarlaması olan terör yasasıyla) karşı karşıya gelebilecek olan sahabenin
di-riİtilmesini ve Resulullah (s.a.v.)'i gören kurlu gözlerin, çağın
pisliklerine bakarak kirlenmesini istemiyoruz.
Konumuzun başında,
"Fikirler ve
ideolojiler yaşandığı sürece canlılık kazanmakta, olumlu ve olumsuz yönleri,
yaşandığı zaman ortaya çıkmaktadır." demiştik. Nitekim teoride kulağa hoş
gelen şeytani hükümler, pratikte asıl rengini göstermekte ve konuşmalarda
hikmek va'deden hükümlerden zillet tecelli etmektedir.
Şam yüce Rabbimiz ise
hükmünde hikmet sahibidir. Yaşanılan Rabbani hükümlerin, yaşandığı sürece
ortaya çıkan güzel sonuçları bulunmaktadır.
Rabbani hükümlerin yaşandığı
İslam toplumunda meydana gelen ve bu toplumdaki insanları kuşatan mal. can.
din, akıl ve nesil güvenliği, yaşanılan Rabbani hükümlerin hikmetlerindendir.
Fakat şu açık bir
gerçektir ki,
aneak ve ancak
yaşanılan Rabbani hükümlerin hik-metiyle karşılaşılır. Rabbani bir hükmün
hikmetiyle karşılaşabilmek için, söz konusu hükmün mutlaka ve mutlaka yaşanması
gerekmektedir. İşte bu nedenle Şeytan ve dostları Rabbani hükümlerin yaşantıdan
soyutlanması üzerinde durmuşlar ve değişik çalışmalarda bulunmuşlardır. Rabbani
hükümleri yaşantıdan soyutladıklan zaman şeytani emellerine
kavuşabilmektedirler. Çünkü yaşanılan Rabbani hükümlerle cennete gidebilmek
mümkündür. Müslümanlar, bildikleri ve tasdik ettikleri hükümlerden ziyade,
yaşadıkları hükümlerle cennete yaklaşabileceklerdir.,
Allah, amel bakımından
hanginizin daha iyi (ve daha güzel) olacağını denemek (açığa çıkarmak) için
ölümü ve hayatı yarattı..[37]
Bu ve benzeri ayet-i
kerimelerde yaratılış gayesine açıklık getirilmekte, imtihanın ameli düzlemde
olacağı beyan edilmektedir. Bilgice, malca veya makamca üstünlük Rabbimiz
nezdinde geçerli olmamakta, gerçek üstünlük amellere göre
değerlendirilmektedir.
Rabbani bilgi ile
karşılaşan ve bu bilgiyi kavrayan insan, söz konusu bilginin ışığında Rabbani
bir amelde bulunmuyorsa, sahiplendiği fakat yaşamadığı bu bilgi kendisi için
bir yük, bir vebaldir.
Nitekim bildikleri
ile amel etmeyen
kimselerin Kur'ani tabirle "Kitap yüklü eşeklere" benzetilmesi
meseleye açıklık getirmektedir. Eşek hepimizin bildiği gibi bir yük
hayvanıdır. Hayvan olma hasebiyle taşıdığı yükten faydalanma bilincinden
uzaktır. Sırtında taşıdığı yük ne olursa olsun, onun sıfatını ve değerini
değiştirmez.
Sırtında odun da
taşısa, altın da tasısa. kitap da taşısa onun sıfatı yine aynıdır.
Rabbani bilgiye sahip
olmasına ve o bilgiyi taşımasına rağmen, taşıdığı bilgiden faydalanmayan kimsenin,
elbetteki adı zikredilen hayvandan bir farkı yoktur. Bu kimse yaşadığı zaman
faydalı olabilecek bilgiyi taşımakta ancak yaşamadığı için bu bilgiden
faydalanmamakta ve faydalanmadığı bilgiyi bir yük olarak taşımaktadır.
Faydalanmadığı bu ilimden diğer insanları faydalandırması ise oldukça zor bir
hadisedir. Bu konuda merhum Said Nursi'nin güzel bir ifadesi vardır..
Hakiki mürşid-i alim;
koyun olur, kuş olmaz.
Hasbi verir ilmini.
Koyun verir kuzusuna
hazmolmuş musaffa sütünü.
Kuş veriyor ferhine
luabalud kayyım
Bu beyitlerde,
talebelerine yol gösteren bir alimin, talebelerine karşı kuş gibi değil, koyun
gibi olması gerektiği vurgulanmaktadır. Ana kuş yavrusunu, ağzına aldığı yiyeceği
tükrüğü ile karıştırıp kusmukla beslerken: koyun yediğini hazmetmekte,
özümlemekte ve bunu süt olarak yavrusuna vermektedir.
Okuduğunu hazmetmeden.
yaşamadan, özümlemeden talebelerine tükrükle karışık bir anlatımla aktaran
kimselerin, yediklerini hazmetmeden kusmuk olarak yavrusuna veren kuşlardan ne
farkı vardır. Merhum Said Nursi bu noktaya temas etmekte ve bu gerçeği güze!
bir şekilde örneklendirmektedir.
Bilgi, mal. makam...
vs. gibi değer kabul edilen her şey. insanlara Allah'ın izniyle ve insanların
denenmesi için verilmektedir. Şunu idrak etmeliyiz ki Allah'ın bize verdikleri
ile değil, Allah'ın bize verdiklerini Allah yolunda kullanarak ve Allah'a
takdim ederek cennete girebileceğiz. Mesela el. ayak. dil, dudak. göz. kulak
gibi uzuvlarımız. Allah'ın bizlere lütfettiği nimetlerdir. Bu nimetlerin
bizlere verilmesi ve bizlerin bu nimetlere sahip olması, bizleri cennete
sokmaz. Ancak ve ancak Allah'ın verdiği bu nimetleri Alİah yolunda kullanarak
cenneti umabiliriz.
Bilgi. mal. mülk. para
ve servet de Allah'ın izniyle insanlara verilen nimetlerdir. Bu nimetlere
sahip olmak üstünlük değildir. Üstünlük bu nimetten Allah yolunda kullanmakla
gerçekleşebilir. Bu nimetler Allah'ın razı olacağı yolda kullanılarak Allah'a
takdim edildiği zaman nimet olma vasfını koruyacak ve nimet sahibinin
kurtuluşuna vesile olacaktır.
Sahip oldukları malı
Allah'ın razı olacağı yolda kullanarak ebedi kurtuluşlun için
değerlendiremeyen kimseler, değerlendiremedikleri ve dolayısiyle
faydalanamadıklan malı taşıyan (haya ederek söylüyorum; eşek gibidirler. Öyle
ki eşekler yüklerine yük katılmasını istemezlerken, bu kimseler yüklerine yük
katabilmek için geceli çabalamaktadırlar. Normal eşeklerin bile tuhafına gidecek
bu durum, henüz bu seviyeye ulaşamamış kimselerin oldukça rağbet ettikleri bir
durumdur!.
Allah'ın verdiği malı.
Allah yolunda infak etmekten çekinenler. Kur'an-ı Kerim'de şöyle
zikredilmektedir;
Ve onlara: "Size
Allah'ın rızık olarak verdiklerinden infak edin" denildiği zaman, o küfre
sapanlar iman edenlere derler ki: "Allah'ın eğer dilemiş olsaydı
yedireceği kimseye, biz mi yedirecek misiz? Gerçekten siz, apaçık bir sapıklık
içindesiniz."[38]
Meseleye yaklaşım
mantıkları gavet açıktır: "Allah di-" leseydi o muhtaçlara verirdi.
Allah'ın vermediği kimselere biz mi vereceğiz" demektedirler.
Bu mantık zamanımıza
yabana mı?
Elbetteki değil!..
Allah'ın razı olacağı
yolda mücadele eden müslünıan-lara infak etmekten içtinap ederek, bu
müslümanlara; Allah yardımcınız olsun" diyen kimselerde de aynı mantık,
aynı cahili hastalık bulunmaktadır. Allah'ın razı olacağı yolda mallarını infak
etmekten içtinap eden bu kimseler, savaş emri ile mükellef olduklarında yine
kenara çekilecekler ve müslümanlara yine: 'Allah yardımcınız olsun"
diyerek, onlardan uzak durabileceklerdir. Çünkü bu cahili yaklaşımın ilk
patentini ellerinde bulunduran İsra i loğu Harının davranışı böyledir..
Dediler ki: "Ey
Musa, onlar orada durduğu sürece biz hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve
Rabbin git, İkiniz savaşın. Biz şüphesiz burada, duranlarız."[39]
Ayet-i kerimeden de
anlaşılacağı üzere şöz konusu beldeye girerek oradaki insanlarla savaşmaları
emredilen İsrailoğulları. oradaki insanları kuvvetli gördükleri için can
korkusuyla savaşmaktan kaçınmaktalar ve Musa
(a.s.)'a:
"Sen bizim gibi
acizleri, güçsüzleri bırak. Gerçek kuvvet ve güç sahibi olduğunu söylediğin
Rabbinle git ve ikiniz savaşın. Biz burada bekleyeceğiz. Siz onları yenip, o
beldeden uzaklaştınnca biz oraya geleceğiz.." demektedirler.
İsrailoğulları
tarafından binlerce yıl önce söylenen bu sözler. Resulullah (s.a.v.)'in
ümmetinden olduklarını iddia eden birçok kimse tarafında şu şekilde
tekrarlanmaktadır: "Bak kardeşim görüyorum ki çok samimisiniz ve Allah rızası
için mücadele etmek istiyorsunuz. Fakat bilmeniz lazım ki düşman çok kuvvetli.
Can ve mal korkusunu taşıyan müslümanlan ise biraraya toplamamız mümkün değil.
Mutlaka bir bahane bulup, sizin yanınızdan savuşacaklar-dır. Ben tabi ki
onlardan değilim. Ama bildiğiniz gibi çoluk çocuk sahibiyim ve bir baba olarak
onların geleceğinden sorumluyum. Yarın okula gidecekler. Haydi diyelim ki okul
önemli değil fakat mezun oldukları zaman durum ne olacak? Ne iş yapacaklar? Ne
yeyip. ne içecekler? Bütün bunları düşünmek zorundayım. Görüyorsun ki kolay
değil. Herneyse dertlerimle seni de dertlendirmeyeyim!. Ben yine de sizin için
dua edeceğim. Alİah yardımcınız olsun. İnşallah onları yenersiniz de
hepbirlikte İslam'ın nimetlerinden faydalanırız!.."
Evet, böyle
diyebiliyorlar ve bunları dedikten sonra da kendilerini kutlamamızı ve
dualarını bizlerden esirgemedikleri için onlara "Hay Allah sizden razı olsun"
dememizi bekliyorlar!. Tabi ki üzülüyoruz, sıkılıyoruz, iğreniyoruz bu
durumlarından. Onların bu durumuna bakarak "Hay Alİah müstahakmızi
versin" demeye de gerek duymuyoruz. Zaten Allah(c.c) müstahaklarını
vermiş!.
Şeytan ve dostlarının
ameli sahada yaptıkları tahribatlardan bir diğeri ise. müslümanlan emr-i bil
maruf ve nehyi anil münkerden uzaklaştırmalarıdır. Emirler ve ne-hiyler
karşısında basit gibi gözüken bu suskunluk korkunç neticeler vermiş, çeşitli
kötülüklerin İslam toplumunda yaşamasına ve yayılmasına zemin hazırlamıştır.,
Yapmakta oldukları
rnünkerlerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları .şey ne kötü
idi[40]
Zikredilen İlahi
buyruk ile bu hastalığa işaret edilmektedir. "Her koyun kendi bacağından
asılır, sana ne, bana ne.." gibi tabirlerle kök salan bu tutum,
kötülüklerin yaşamasına ve yaygınlaşamasına neden olmuştur. Fahişelerin ve
homoseksüellerin içinde bulunduğu durum ve onların bu rezilliklerine müdahale
edilmemesi, yaşanılan durumun vehametini göstermektedir. Hatta öyle durumlara
gelinmiştir ki, sokaklarda görülen homoseksüellere gülümsenmekte ve iğfal
edilen genç kızların haberlerini yayınlayan gazeteler satış rekoru
kırmaktadır. Çünkü toplumun ahlak seviyesi o kadar düşmüş ve düşürülmüştür ki,
bu gibi olaylar İğrenç bir hoşgörü ve sapık bir hoşnutlukla
karşılanabilmektedir.
Bir genç kızın
aldatılarak iğfal edilmesini ve kötü yola düşürülmesini sapık bir zevkle okuyan
kimseler, aynı durum kendi kızkardeşlerinin veya kendi kızlarının başına geldiğin
de aoaba ne yapacaklardır?
Bu soru kendilerine
yöneltildiğinde kızacaklar ve kaşlarını çatarak: "Hiç böyle şey olur
mu?" diyeceklerdir!.
Bunlar cahil
kimselerdir!
Bu kimseler toplumsal
kültürün ne olduğunu ve bu kültürün insanlar üzerindeki etkisini
bilmemektedirler. İğfal edilen kızın babasına veya erkek kardeşine sorsalar,
onlar da böyle bir şeyin olacağını hiç düşünmüyorlardı. Onîar da "Hiç
böyle şey olur mu?" diyeceklerdi. Onlar da böyle bir rezilliğe ihtimal
vermiyorlardı.
Fakat düşünmedikleri,
ihtimal vermedikleri bu rezillik gerçekleşmiş, olmaz dedikleri şey olmuştu
işte!.
Hem neden olmasın ki?
Şeytan ve dostları
böylesi rezilliklerin gerçekleşmesi için her türlü şartı ve zemini
hazırlamamışlar mı?
Söz konusu insanlar
böyle bir zeminde ve bu şartlardan etkilenerek yaşamıyorlar mı?
Tabi ki bunu biraz
açıklamamız gerekecektir.. Bu toplumlarda öncelikle görücü usulü evlenme yadırganmış
ve basın-yayın faaliyetleriyle böylesi evlilikler ilkel ve çağdışı olarak
empoze edilmiştir. Değişik kültür faaliyetlerinde görücü usulü ile evlenmeye
çarpık örnekler verilmiş, birbirini görmeden, birbirini tanımadan evlenen
çiftlerin karşılaştıkları olaylar dram ve komedi türünde sergilenmiştir.
Görücü usulü ile evlenmeyi böyle sanan genç kızlar elbetteki bu kültür
faaliyetlerinin tesiri altına girmektedirler. Bu gibi faaliyetlerin toplum
kesiminde ne derece kabul gördüğü ise aşikardır. Görücü usuİü ile evlenmekten
söz edildiği zaman, genç kızların büyük bir çoğunluğu dudak bükmekte ve alaycı
bir üslupla; "Hangi çağda yaşıyoruz" demektedirler.
Peki ama bu genç
kızlar nasıl evleneceklerdir?
Bu soruya da birçok
yazar, tiyatrocu, fotoromana ve sinamacı cevap vermektedir. Sık sık yayınlanan
fotoromanlarda ve sahneye konulan filmlerde genç kızın bir erkekle tanışması,
onunla gezmesi, onunla beraber olması ve daha sonra evlenerek mutlu sona
ulaşmaları konu edilmektedir. Bu fotoromanları dikkatle okuyan ve bu filmleri
hayranlıkla seyreden genç kızlara, nasıl evlenecekleri konusunda çiçekli bir
yol gösterilmektedir.
Artık yapılacak iş.
kendisiyle ilgilenen erkeklerden bir tanesini seçmek ve onunla bir süre
arkadaşlık yaptıktan sonra evlenip-mutlu olmaktır. Fakat ne yazık ki tanıştığı
erkek, filmlerde seyrettiği (hadım) erkek gibi davranmamış ve kendisine zorla
sahip olmuştur. Daha da kötüsü, almış olduğu kültüre göre sahip olduğu kızla
evlenmeyi enayilik telakki eden erkek arkadaşı, ona sahip olduktan sonra onu ya
satmaya yeltenmiş, ya da terketmiştir. Daha sonra karşılaşabilecekleri
olaylarla kısa sürede "Satılık kadın" durumuna düşebilecek olan bu
zavallılar, aldatılarak sürüklendikleri bu durumun bedelini hayatlarıyla
ödeyecekler ve gözyaşları İçinde; "Gerçek hayat, filmlerdeki gibi
değilmiş!" diyeceklerdir.
Peki bu adi zihniyet,
bu namus düşmanları,
gerçek hayatın filmlerdeki gibi olmadığını bilmiyorlar mı?
Ne yazık ki
yüzbinlerce kızın kötü yola düşmesine vesile olan bu zihniyet, kötü yola düşen
kızları toplumun yüzkarası olarak damgalarken, kendileri saygm(!) mevkilerde
bulunmaktadırlar. Aslında toplumun gerçek yüzkarası, cahiller tarafından
alkışlanan bu namussuzlar ve bu namussuz zihniyettir.
Bu zihniyeti
alkışlayan.
bu zihniyetin
yaşamasına göz yuman şaşkınlar, bu zihniyete kendi ailelerinden de kurbanlar
vereceklerdir. Komşusunu yakan ateş, onların evine de sıçrayabilecektir.
İnsanları emr-i bil
maruf nehyi anil münkerden uzaklaştıran şeytan ve dostları, namaza da müdahale
etmişler ve bu müdahaleye maruz kalan insanlar, namazın anlamından uzak bir
konuma düşmüşlerdir. Nitekim halkında müslüman olan ülkelerde yaşayan birçok
İnsan namaz kılmakta, fakat ne var ki kıldıkları namazdan gafil bulunmaktadırlar.
Kur'an-ı Kerim ifadesiyle bu kimseler namazlarında yanılgıdadırlar, ne için
nereye yöneldiklerinin, ne yaptıklarının bilincinde değildirler..
işte (şu) namaz
kılanların vay haline, ki onlar namazlarında yanılgıdadırlar. Onlar gösteriş
yapmaktadırlar.[41]
Müslümanların en
görkemli ve en anlamlı ibadeti olan namaz, günümüzde ne yazık ki Önemini ve
etkinliğini kaybeden bir eylem durumuna getirilmiştir.
Namaz kılmayı veya
hacca gitmeyi ticari bir bonservis olarak kullananları bir kenara bıraksak
bile. samimi müslümanlarda da namaza ilişkin yanılgılarla karşılaşabiliyoruz.
"Ne
yapmalı?" sorusuyla yanınıza gelen bir müslümana; "Öncelikle dosdoğru
namaz kıl" dediğinizde, bir el havada sallanmakta ve; "Zaten namaz
kılıyoruz" şeklinde basit bir cevap verilmektedir!.
Oysa ki bu namaz.
Mekke dönemi
müslümanlarının en büyük eylemle-rindendi. Bu kutlu müslümanlar dosdoğru
kıldıkları namaz ile cahili pisliklerden temizleniyorlar, dosdoğru kıldıkları
namaz ile dosdoğru bir Rabbani kimliğe kavuşuyorlardı.
Nitekim Resulullah
(s.a.v.) Efendimiz.,
"Herhangi
birinizin kapısında günde beş defa yıkandığı bir nehir nisa, o kimsenin
üzerinde kir kalabileceğini tasavvur edebilir misiniz?" buyurunca Ashab:
"Kir kalmaz" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.): "İşte beş
vakit namaz da böyledir" buyurdu. [42]
Cahili toplumlarda
yaşayan müslümaniar, bu cahiliyeden kaçınılmaz olarak etkilenmektedirler. Bu
müslümania-ra sosyal yaşantıları esnasında cahiliyeden birçok izler, birtakım
pislikler bulaşmaktadır. Böyle bir konumda bulunan müslümanlann öyle namaz
kılmaları gerekir ki, kılacakları bu namaz ile üzerlerindeki cahili izler ve
pislikler dökülebil-sin. Dosdoğru kılacakları bu namazla dirilsinler, bu namaz
İle Rabbani iklimi teneffüs etsinier.
Allah'ın huzuruna
durdukları zaman, neleri terketmeleri gerektiğini ve neleri terkettiklerini
bilsinler. Yöneldikleri kıbleye, vücudlanyla, akıllarıyla, fikirleriyle,
kalbleriyle, her şeyieriyle yönelsinler..
Rabbim şahiddir,
muhtacız böylesi namazlara!.
Havaya, suya, ekmeğe
muhtaç olmamızdan daha fazla , çok daha fazla muhtacız böylesi namazlara.
Çünkü böyle kılınan namazlarda temizlenebilecek ve böylesi namazlarda
dirilebileceğiz..
Evlerinizde namaza
durmazdan önce düşünün!..
Resulullah (s.a.v.) o
sırada, evinizin bir odasına teşrif etmiş olsa, Resulullah (s.a.v.)'in
bulunduğu odaya, onun huzuruna nasıl girersiniz?
Bunu düşünün!...
Vücudunuzun heyecanla
titremesini, kalbinizin say gıyla çarpışını dinleyin!.
Sonra seccadenize
bakın!.
Kendi kendinize;
"Şimdi Resulullah (s.a.v.)'in huzuruna değil, onun ve hepimizin Rabbi
olan Allah (c.c.)'ın huzuruna çıkıyorum" diyerek kendinizi uyarın, ikaz
edin.
Korkarak, titreyerek, severek,
sevinerek girin O'nun huzuruna.
"Allahuekber"
diyerek O'nu tekbir ettiğiniz zaman, O'nun dışında kalan herşeyin küçüklüğünü,
acizliğini bir kez daha idrak edin.
Namaz boyunca
Rabbinizle konuşmanın, Rabbinize açılmanın, Rabbinize sığınmanın haşyetini
teneffüs edin.
Ve açın ellerinizi,
isteyin Rabbinizden,
O'ndan isteyin,
Malik'ül Mülk'ten
isteyin,
Rahman ve Rahim
olandan isteyin..
Kendinizi unutup,
kardeşleriniz için isteyin,
garipler, mustazaflar,
muvahhidler için isteyin..
Sonra doğrulun
seccadenizden ve dosdoğru kimliklerle, dosdoğru eylemlere doğru yürüyün..
İnsanları kurtarmaya
ve gerçek kurtuluşa doğru yürü vüni...
Geçtiğimiz konularda
imanın, kitabın ve amelin tahrif edilmesine değinmiştik. Bu tahrifatlardan
sonra "Dinin tahrif edilmesi" başlığında yazacak fazla birşey
kalmamaktadır. Çünkü değindiğimiz tahrifatlardan sonra dinin tahrif edilmemiş
tek bir vasfı, yani sadece ismi kalmaktadır.
Tabi ki aklımıza şu
soru gelebilir..
İlahi dinin ismi olan
"İslam" kelimesine neden dokunmamışlardır?
İlahi dinin yaşanır şeklini
belirleyen hükümleri tevil ve tahrif eden şeytan ve dostları, hükümlerde bu
tahrifatı yapmalarına rağmen İlahi dinin ismi olan "İslam" kelimesine
neden dokunmamışlar ve bu ismi neden değiştirmemişlerdir?.
İnsanları ve,
insanlardan meydana gelen toplumları yakından tahlil eden kimseler için önemli
olan bu soruyu, kelimeler ve kelimelerin anlamları üzerinde durarak açıklayabiliriz.,
Konuşabilme yeteneğine
sahip olan insanlar, sosyal yaşantılarında birçok kelimeler ve kavramlar
kullanmaktadırlar. Kelimeler ve kavramlar taşıdıkları anlam ile değer
kazanmakta ve bu anlama göre kullanılmaktadır. Kelimeler ve kavramlar
anlamlarına göre değer kazanmalarına rağmen kelimeler ile anlamları arasında
somut ve değişmez bağlar yoktur. Çünkü kelimeler ve anlamları farklı düzlemlerde
bulunmaktadırlar.
Harf ve seslerden
meydana gelen kelimeler, müşaha-de edilebilir maddi bir düzleme ait olmalarına
rağmen bu kelimelerin içerlediği anlam zihinsel bir düzleme aittir. Kelimeler
ve anlamlar farklı düzlemlere ait oldukları için bunlar arasında doğru
orantılı bir bağlantı yoktur. Bu nedenledir ki harf ve seslerden meydana gelen
kelimeler aynı kalmasına rağmen, bu kelimelerin zihinlerde uyandırdığı anlam
nesilden nesile değişebilmektedir. Bir toplumun zihninde çok geniş anlamlar
uyandıran bir kelime, daha sonraki toplumların zihninde bu derin anlamını
yitirebiimekte-dir. Hatta bunun ötesinde, içerdiği anlam ile Önceki nesillerin
uyanmasına vesile olan bazı kelimeler bu anlamlarını yitirerek yanlış anlamlar
yüklenmekte ve bu yanlış anlamlar ile daha sonraki nesillerin uyutulmasına
vesile olabilmektedir.
Kelimeler aynıdır, harf
ve seslerden meydana gelen yapısı değişmemiştir. Değişen ve değiştirilen, bu
kelimelerin zihinlerde uyandırdığı anlamlardır. Şunu bilmemiz gerekir ki bir
nesilden daha sonraki nesillere intikal eden miras, kelimelerin içerdiği
anlamdan ziyade kelimelerin kendisidir. Geçmişe ve geçmişteki sevdiklerine
bağlı kalmak isteyen toplumlar, kendilerine miras kalan bu kelimelere karşı çok
tutucudurlar. Mesela saadet asrından günümüze intikal eden birçok kelime
vardır. Saadet asrı müslümanlarının kullandığı bu kelimeler, günümüzde yaşayan
birçok insan tarafından da kullanılmaktadır. Ne var ki saadet asrından günümüze
intikal eden sedece kelimelerdir. Bu kelimelerin İçerdiği birçok yüce anlam
günümüze intikal etmemiş, saadet asrında kalmıştır.
Saadet asrında
kullanılan birçok kelimenin anlamı, tevil ve tahrif edilerek günümüze
ulaşmıştır. Fakat insanlar yine de bu kelimeleri dışlamak, bu kelimelerden
feragat etmek istemezler. Çünkü birçok umudlan, birçok özlemleri bu kelimeler
üzerine bina edilmiştir. "Aîlahuekber" nidaları ile kazanılan
savaşları okudukları zaman, aynı kelimeyi tekrarlayarak, aynı kelimeyi
haykırarak yeni savaşlar kazanacaklarına inanırlar.
Oysa düşünmeleri
gerekiri.
"Alhhuekber"
kelimesi, asr-ı saadet müslümanlan için ne anlam ifade ediyordu?
Öncelikle bunu
düşünmeleri, bunu araştırmaları ve bunu idrak etmeleri gerekir. Bu yüce
kelimenin, yüce manasını anladıktan sonra, dönsünler kendilerine, incelesinler
çevresindeki insanları ve bu insanların "Alhhuekber" kelimesinden ne
anladıklarım ve bu kelimeyi hangi anlamda kullandıklarım tesbit etsinler.
Bunu tesbit ettikleri
zaman.
insanları arkalarına
alarak hergün kıldırdıkları namazlarda yüzlerce kez "Allahuekber"
diyen kimselerin neden aciz olduklarını da tesbit edebileceklerdir, Ve
anlayacaklardır,
kıldıkları ve
kıldırdıkları namazlarda yüzlerce kez "Yegane büyük Allah'tır" diyen
kimselerin, zikrettikleri bu söze rağmen yüce olan Allah'tan değil de, zelil
olan tağuttan korkmalarının nedenini!,.
Konumuzla ilgili olan
"Din" ve "İslam" kelimeleri de, nesilden nesile miras kalan
ve her neslin genellikle sahip çıktığı kelimelerdir. Resulullah (s.a.v.) ve
ashab-ı kiram nasıl ki "Dinimiz İslam" demişlerse, yaşadığımız
toplumun büyük bir çoğunluğu da bu kelimelere sahip çıkmakta ve "Dinimiz
İslam" diyerek, bu kelimeleri telaffuz etmektedirler. Ne var ki sahip
çıktıkları ve telaffuz ettikleri sadece bu kelimelerdir!.
Şeytan ve dostları
insanların sımsıkı sarıldıkları bu kelimelere müdahale etmeye gerek
duymamışlarıdır. Çünkü onların rahatsız olduğu husus harflerden ve seslerden
oluşan kelimeler değil, bu kelimelerin zihinlerde ve gönüllerde uyandırdığı
anlamlardır. Bu nedenle kelimeleri değil, kelimelerin anlamlarını tahrif
etmişler ve bu tahrifatla istedikleri şeytani hedeflere ulaşmışlardır.
Din nedir?
İslam nedir?
"Dinimiz
İslam" ne demektir? sorularının gerçek cevabını bilmeyen birçok insan, bu
soruların cevabını bilmemelerine rağmen "Dinimiz İslam"
diyebilmektedirler. Bu insanlar şeytan ve dostları tarafından aldatılmışlardır.
Bu insanlar Allah adına konuşan ancak tağuta uşaklık yapan satılmışlar,
belamlar ve din tüccarları tarafından aldatılmışlardır.
Satılmışlar tarafından
aldatılan bu insanlar, "Din" kelimesinin asli manasım bilmedikleri
gibi bilmediklerini de bilmemektedirler. Çünkü şeytan ve dostları bu kelimeye
kendi menfaatlerine uygun bir anlam yüklemişler ve sömürdükleri insanlara
"Din" kelimesini bu şeytani anlamla birlikte vermişlerdir.
"Dinimiz İslam" diyen birçok insan, bu ifadeyi kullanırken şeytan ve
dostlarının empoze ettiği manayı anlamakta ve bu manada kullanmaktadır. anlayış,,
taguttan aidıg, destekle hayli yaygınlaşrmştır Tabi ki ortaya çıkan bu din
anlayışına göre kendilerine "Aziz din adamı" denilen bazı zelil
kimseler de, vaaz ve fetva kürsülerine oturmuşlardır!.
Artık dine ait bütün
sorunları halletmek için, bu kimselere müracaat edilmesi gerekmektedir. Çünkü
bu gibi işler, bunların görevleridir. Şeytan ve dostları bu satılmışları,
sapık bir din anlayışını anlatmaları ve yaygınlaştırmaları için görevlendimiş
ve bunlara değişik makamlar ve unvanlar vermişlerdir.
Bunlar tağuta hürmet
ettikleri için hürmete layık görülen kimselerdir!.
Tağutun çıkar ve
menfaatlerine hürmet etmeyen gerçek alimler, gerçek hocalar cezalandırılırken:
tağutun önünde eğilip, bükülen bu satılmışlar, üç-beş parça kemikle
ödüllendirilmektedir. Oysa yedikleri kemikler, namaz kıldırdıkları cemaatin
kemikleridir. Hak adına yapılan batıl konuşmalarla aldatılan cemaatlerin
etlerini yiyen tağut, kemikleri de bu köpeklere atmaktadır.
İslam dinine karşı
işlenebilecek olan cürümler, bu satılmışlar tarafından işlenmektedir. Bu
cürümlerden bazılarını, Kur'an-ı Kerİm'de beyan edilen şu örneklerle zikredebiliriz..
Onlar dinlerini oyun
ve eğlence (konusu) edinmişlerdi ve dünya hayatı da onları aldatmıştı..[43]
Topluma verilen din
anlayışının temel direklerinden olan "Mevlid" toplantıları, bu ayet-i
kerimeye açık bir Örnektir. "Mevlid farz mıdır, sünnet midir, nafile
midir?. sorularına; "Güzel bir adettir" şeklinde cevap verilmektedir.
"Güzel bir
adettir" cevabını verenler,
bu güzel adetle yolunu
bulan mevlidhanlardır!. Din adamı geçinen bu mevlidhanlara okudukları mevlidler
için para verilmese, "Mevlidin dinde yeri olmadığını, bidat ve hurafe
olduğunu" önce onlar, hiç şüpheniz olmasın ki önce onlar söyleyeceklerdir.
Boş ellere, boş zarflara bakacaklar ve "Bize faydası olmayan mevlidin,
ölmüşlere hiçbir faydası yoktur" diyeceklerdir.
"Cengizhan mı
yoksa Mevlidhan mı daha zalimdir?" sorusuna: "Mevlidhan" diye
cevap vermek daha doğru olacaktır. Çünkü dini bir kisve altına saklanan bu
mevlidhan-lar, gizli düşmanlıkları ile insanların dünyalarına ve ahiret-lerine
büyük zararlar vermektedirler.
Avrupa'da para karşılığı
"Cennet tapusu" satan geçmiş papazlar ile bunlar arasında elbetteki
bir fark vardır. Papazlar "Hıristiyanlık" adı altında İnsanları
sömürürken, bunlar "İslam" adı altında insanları sömürmektedirler.
İçki masaları arasında
yapılan sünnetler ve bu sünnet düğünlerinde Kuran ve mevlid okuyan zeliller,
dinlerini oyun ve eğlence konusu edinenlerin ta kendileridir.
Apaçık belgelerle
indirdiklerimizi ve insanlar için kitapta açıkladığımız hidayeti gizlemekte
olanlara, işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilenler lanet
eder.[44]
Hakkı batıla
karıştırmayın ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin.
Bu ayet-i
kerimeler, hakkı bilmelerine
rağmen bu mualmaktadır, Dünyalık
menfaatler için hakk, gi bu
kimselere aenellikle "nin
Dın adamı denilmektedir, s-lamda Din adamı sıfatı ile ayncahkh bir sınrf
bulunmamasına rağmen halkında müslüman olan birçok ülkede din adamları zümresi
bulunmaktadır. Cahiliyeye bağlı olan bu din adamları, İslam dinini, cahili
görüşlerle çatışmayacak bir şekilde anlatmakla görevlidirler!.
Geçmiş devirlerdeki
peygamberlerden şeytani isteklerde bulunan cahiliye mensupları, peygamber
varisi (!) olduklarını İddia eden günümüzdeki bu din adamlarından da aynı
isteklerde bulunmaktadır. Değişik ifadelerle tekrarlanan bu İsteklerde:
"İslam dini Öyle bir şekilde anlatılmalıdır ki, cahili yapıların çıkar ve
menfaatleriyle çatışmasın" denilmektedir.
Bu mümkün müdür?
İnsanların insanlara
kulluk yapmasının reddedildiği İs-lami dünya görüşü ile insanların insanlara
kulluğuna dayanan beşeri dünya görüşlerinin çatışmaması mümkün müdür?
Elbetteki mümkün
değildir!.
Bu iki ayrı dünya
görüşünün çatışmaması için, bu dünya görüşlerinden birisinin tevil ve tahrif
edilerek diğer dünya görüşüne göre değiştirilmesi gerekmektedir. Ya beşeri dünya
görüsü, İlahi dünya görüşüne göre değiştirilecek; ya da İlahi dünya görüşü
tevil ve tahrif edilerek, beşeri dünya görüşü ile çatışmayacak bir duruma
getirilecektir.
Peygamberler
tarafından reddedilen bu gibi şeytani istekler, günümüzdeki din adamları
tarafından kabul edilebilmektedir. Dünyalık menfaat için bu işe talip olan dm
adamları, menfaat duygusuna can korkusu da ekleninceseçimlerini yapmaktalar ve
İslam dinini, cahiliyenin çıkar ve menfaatleriyie çatışmayacak bir şekilde
anlatmaya çalışmaktadırlar. Namaz, abdest. oruç ve güzel ahlakla ilgili
meseleler, cahiliyenin çıkar ve menfaatlerini etkilemediği için söz konusu din
adamları devamlı bu meseleler üzerinde durmaktadırlar. Tekrar tekrar gündeme
getirdikleri bu meseleleri anlatırlarken gayet rahattırlar. Cahili sistemler bu
meselelerin anlatılmasını sakıncalı görmemişlerdir. Çünkü müstekbirler. bu gibi
meselelerin gündeme gelmesinden rahatsız olmazlar.
Peki neden?
Neden rahatsız
olmazlar?
Fazla düşünmemize
gerek olmadan bu nedenin cevabını yakın tarihte yaşanılan bir olayda müşahade
edebiliriz. ,
İrak, İngilizlerin
tahakkümü altındayken ezan sesini duyan İngiliz komutan; "Bu nedir?"
diye sorar. Kendisine duyduğu sesin ezan olduğunu söylediklerinde: "Bu
ezanın İngiliz siyasetine ve İngiltere'nin menfaatlerine herhangi bir zararı
var mıdır?" şeklinde ikinci bir soru sorar. Bu soruya: "Herhangi bir
zararı yoktur hatta müdahale edilmemesinin faydası vardır" karşılığını
alınca; "O halde bırakın okusunlar" cevabını verir,
Evet,
halkında müslüman olan
ülkelere tahakküm eden birçok müstekbir, bu ülkelerde okunan ezanlardan ve
sömürdükleri insanların namazlarından, oruçlarından rahatsız olmamaktadırlar.
Çünkü bu insanlar namaz kılşa da, oruç tutsa da bu müstekbirlerin hükümlerine
göre yaşamaktalar ve dost kabul ettikleri bu müstekbirlerin şeytani görüşlerine
itaat ederek, boyun eğerek bu
müstekbirlere kulluk
Peki İslam dinine göre
böyle bir kulluk anlayışı var mıdır?
İslam'da olduklarını
söyleyen bu insanlar, Allah'ın hükümlerine göre İslam dininde midir?.
Herhangi bir İnsanın
İslam dinine girmesi için keli-me-i şahadet esas alınmıştır. Bir insanın
müslüman olması için "Lailahe İUaAlhh Muhammedun Resulullah" buyruğunu
tasdik ve ikrar etmesi gerekmektedir.
"Allah'tan başka
İlah yoktur ancak Alİah vardır ve Muhammed (s.a.v.) Allah'ın Resulüdür"
ifadesi ne demektir?
Bu ifadeyi tasdik eden
kimseler, neyi tasdik etmektedirler?
Kelime-i şahadette
"La ilahe" yani "(Allah'tan başka) İlah yoktur" ifadesine
neden gerek duyulmuştur?
Neden sadece:
"Alİah vardır ve Muhammed(s.a.v.) Allah 'm Resulüdür" denilmemiştir?.
Allah'tan başka İlah
var mıdır ki,
şanı yüce Rabbimiz
Allah (c.c.) bizleri "La ilahe" (Allah'tan başka İlah yoktur)
buyruğuna davet etmektedir?
Akıllı olduklarını
söylemelerine rağmen akılsızca bir aldanış içinde buiunan insanlar bunu
düşünmüyorlar mı?
Allah'tan başka İlah
olmadığına göre "La ilahe" buyruğunu tasdik ve ikrar etmemiz neden
emredilmiştir?
Çünkü!.
Allah'tan başka İlah
yoktur gerçeğine rağmen tahakküm ettikleri insanlara ilahlık taslayan,
kendilerini ilahlaş-tırmaya çalışan firavunlar bulunmaktadır. "La
ilahe" buyruğu ile bunlar inkar edilecektir. Kendilerini ilahlaştırmaya
çalışan bu müstekbirler inkar edilecektir.
Peki.
İlahlaşmaya çalışmak
ve insanlara ilahlık taslamak ne demektir?
Milyonlarca insanın
kabul ve tasdik ettiği gibi her şeyi Allah (c.c.) yaratmıştır. İnsanları
yaratan Allah (c.c), insanları dünya yaşantısında kendi zatından habersiz bırakmamış
ve bu insanlara peygamberler göndererek nasıl ve ne şekilde yaşamaları gerektiğini
kendilerine bildirmiştir. Bildirilen bu hükümlerle insanlara bir yol, bir dünya
görüşü, bir yaşam biçimi sunulmaktadır.
Bir yol, bir dünya
görüşü, bir yaşam biçimi olarak ifade ettiğimiz şeyin en kısa adı
"DiıY'dir. Din kelimesi bütün bunları kuşatmaktadır. "Her yaşam şekli
bir dindir ve her din bir yaşam şeklidir" ifadesi, genel olarak doğru bir
ifadedir. Tabi ki Allah'ın hükümlerine göre belirlenen ve şekil alan din,
Allah'ın razı olacağı dindir. Herhangi bir toplumun gittiği yol, herhangi bir toplumun
dünya görüşü, herhangi bir toplumun yaşam şekli Allah'ın hükümlerine göre
belirleniyor ise bu toplum Allah'ın razı olacağı bir din üzeredir. Allah'ın
razı olacağı dini, yani İslam'ı yaşayan toplumlarda, Allah'ın hükümleri
karşısında herkes eşittir. Bu hükümlerden muaf tutulan ayrıcalıklı veya
dokunulmaz bir sınıf yoktur.
Peki bu durumdan
herkes memnun mudur?
Elbetteki değildir!.
İnsanlan ezmek ve
sömürmek isteyen müstekbirler
bu durumdan hiç memnun
değillerdir. Çünkü İlahi hükümlere göre insanlan ezmeleri ve sömürmeleri
mümkün değildir. Bu durumda yapacakları iş, kendi çıkar ve menfaatlerine
dokunan İlahi hükümleri tevil ve tahrif etmek ve yaşam şeklini belirleyen yeni
hükümler vazetmektir.
Yaşam şeklini
belirleyecek yeni hükümler vazetmek!..
Ne demektir bu?
Allah (c.c.) böyle bir
yetkiyi kime vermiştir?
Okuduğu Kur'an-ı
Kerim'i anlamaya çalışan herkesin bildiği gibi, Allah (c.c.) böyle bir yetkiyi
peygamberlerine dahi vermemiştir.
Bu demektir ki.
insanların nasıl ve ne
şekilde yaşayacaklarına dair hüküm vazetme yetkisi sadece ve sadece Allah
(c.c.)'a aittir. Hiçbir insana verilmeyen bu yetki ancak Allah'a aittir. Daha
açık bir ifade ile insanların nasıl ve ne şekilde yaşayacaklarını belirleme
hakkı, sadece ve sadece Allah'ın hakkıdır.
İlah olmakla,ilgili
olan bu hak, yegane İlah olan Allah (c.c.)'tn hakkıdır.
İnsanların nasıl ve ne
şekilde yaşayacaklarına dair hüküm vazetme meselesi, İlah olmakla ilgili bir
mesele ise aldatılan bütün şaşkınlara soruyoruz..
"İnsanların nasıl
ve ne şekilde yaşamaları gerektiğini beyan eden Allah'ın hükümlerine rağmen,
kendi çıkar ve menfaatlerine uygun şeytani hükümler vazeden bu firavunlar
kimdir? İnsanların nasıl ve ne şekil yaşayacaklarına dair hüküm vazetme
meselesi, İlah'lıkla ilgili bir mesele olduğuna göre bunlar İlah mıdır?"
Bağırsaklarında pislik
taşıyan bu mahluklar, elbetteki İlah değildir. Ne var ki İlah olmayan bu
firavunlar. İlah'likla ilgili meselelerde hüküm vazederek ilahlaşmaya
çalışmaktalar ve tahakküm ettikleri insanlara ilahhk taslamaktadırlar.
İşte ilahlaşmaya
çalışmak veya İnsanlara İlahhk taslamak budur. Bu anlaşıldığı zaman, "La
ilahe" (Allah 'tan başka İlah yoktur) hükmünün vazedilme nedeni ve hikmeti
daha iyi anlaşılacaktır.
Bizleri bu hükme davet
eden Rabbimiz, bizlere bu hükmün gerektirdiği tavrı emretmektedir. Bu hükmün gereği
İşe ilahlaşmaya çalışan, insanlara ilahlık taslayan firavunların red ve İnkar
edilmesidir. Kelime-i şahadette yer alan "La ilahe" buyruğu bunu
gerektirmektedir.
Herhangi bir insanın
İslam dinine girebilmesi için; kendisine ilahhk taslayan bütün firavunları,
ilahlaştırılmaya çalışan bütün putları "La ilahe" buyruğu ile İnkar
etmesi, bu inkardan sonra "İlîaAllah" diyerek alemlerin yegane yaratıcısı
olan Allah (c.c.)'a yönelmesi ve 'Muhammedun Re-sulullah' buyruğu ile Hz.
Muhammed Mustafa (s.a.v.)'i Re-sulullah olarak, bir önder ve bir örnek olarak
kabul ettiğini ikrar etmesi gerekmektedir.
Kelime-i şahadetin
manasını bilmeden, bunun gerektirdiği tavın idrak etmeden, bu kelimeyi
telaffuz eden herkesi müslüman kabul edebilmemiz mümkün değildir. Çünkü
günümüzde yaşayan birçok firavun bil kelime-i şahadeti telaffuz etmekte ve
müslüman olduklarını ileri sürmektedirler.
Alim geçinen bazı şaşkınlar da; "Şayet
Bu gibi kimselere alim
denilse de bunlar aslında cahildirler. Çünkü Kur'an Kerim'de yapmakla
emredildiği-miz ve yapmaktan nehyedüdiğimiz hükümler vardır. Herhangi bir
müslüman yapmakla emredildiğimiz takva ile ilgili bir hükmü yaşamamasına rağmen
inkar etmezse dinden çıkmaz. Fakat yapmaktan nehyedüdiğimiz küfre ait bir
hükmü, inkar etmemesine rağmen, ikrah söz konusu değilken yaparsa dinden
çıkar. Tabi ki kişiyi günaha sokan ameller ile küfre sokan amelleri birbirinden
ayrı değerlendirmemiz gerekir.
Kelime-i şahadeti
telaffuz etmelerine rağmen firavun-laşan ve firavunlara kulluk yapan kimseler
müslüman değildirler. Çünkü kelime-i şahadet sihirii veya büyülü bir kelime
değildir ki. bu sözü söyleyen kimsenin hali, durumu, yönelişi, fiilleri ne
olursa olsun hemencecik onu mümin yapabilsin!. Oysa büyüden ve sihirden
münezzeh olan kelime-i şahadetin yüce bir anlamı vardır. Nitekim bu yüce anlam,
bu sözü söyleyen kimselerin yaşantılarına ve fiillerine müdahale etmektedir.
İşte bu müdahale ile, bu müdahaleyi kabul ve tasdik etmek ile bir insan
müslüman olabilir.
Netice olarak kelime-i
şahadeti telaffuz. etmelerine rağmen, firavunların şeytani hükümlerine gönülden
itaat eden kimseler; namaz da kılsalar, oruç da tutsalar, hacca da gitseler ne
yazık ki müşriktirler.
Peki bu zavallılara
tekrar tekrar namazı, tekrar tekrar abdesti, tekrar tekrar orucu ve güzel
ahlakı anlatan birçok din adamı bu durumu bilmiyor mu?
Hem Allah'a, hem de
tağuta kulluk yapılmayacağını bilmiyorlar mı?
Hem Allah'a, hem de
tağııta kulluk yapmaya çalışan kimselerin müşrik olduklarını ve bu kimselerin
yaptıkları bütün amellerin boşa gideceğini bilmiyorlar mı?
0 halde neden. neden
anlatmıyorlar.
Allah'a kul
olmak istiyen bu
insanlara acımıyorlar mı?
Bilmeyerek cehenneme
doğru yol alan
insanları.
cennet vaadleriyle
aldatmaya utanmıyorlar mı?
Allah(c.c.)'m Kahhar
olduğunu ve hakkı gizledikleri için kenelerini kahredeceğini bilmiyorlar mı?
O halde neden, Çünkü
sakıncalı!.. Allah'a karsı cürüm islemeyi sakıncalı görmeyen bu gatjîmışlar.
firavunlara karşı cürüm işlemeyi sakıncalı görme kte di i'ler Allah'tan değil
de firavunlardan korkan bu satılmilara artık ne
Allah'ın hükümlerini
derin bir suskunlukla gizleyen ve büyük bir cüretle tevil eden bu satılmışlar,
cahiliyenin akar ve menfaatlerine dokunmayan bazı İlahi hükümleri tekrar tekrar
anlatarak "Din adamı!" unvanlarım korumaktadırlar.
Bunların din adamı
oldukları doğrudur. Bilmemiz ve bilinmesi gereken husus, bu aldatıcıların kimin
dini üzerinde olduklarıdır!.
Aldıkları az bir paha
karşılığında hakkı gizleyen bel'amlardan bazıları, anlattıkları birkaç doğruyu
dikkate alarak halkı ıslah ettiklerini ve iyi işler yaptıklarını zannetmektedirler.
Oysa Kur'an-ı Kerim ifadesiyle bunlar tesatçı-ların ta kendileridir.,
(Mustek birlerin ve
aldatıcı lann) kendilerine; "Yeryüzünde fesat çıkarmayın"
denildiğinde: "Biz yalnızca ıslah edicileriz" derler.
Haberiniz olsun;
gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama farkında değildirler.[45]
Alİah adını kullanarak
insanları insanlara kul yapan, bilerek veya bilmeyerek zulmü ve sömürüyü
meşrulaştıran bu aldatıcılardan ortak bir ses gelir..
Biz yanlızca ıslah
edicileriz!.
Firavunların zulmüne,
emperyalistlerin
sömürüsüne uğrayan insanları ıslah etmek, daha doğru bir ifadeyle onları
ehilleştirmek isterler.
Allah'ın rızasını
isteyen İnsanlara; "Şayet Allah'ın rızasını istiyorsunuz, saygıdeğer
firavunlara itaat edin ve sakın fesat çıkarmayın" derler. Peygamberlere
ve peygamber varislerine itaat etmekle ilgili olan ayet-i kerimeleri, firavunlara
itaat edilmesi için delil olarak ileri sürerler. Devamlı olarak Allah'ın adını
kullandıkları ve Allah adına yemin ettikleri için, aldatılan insanların bu
satılmışları tanımaları ve tesbit etmeleri güçtür. Nitekim Kuran' Kerim bizleri
bu konuda da uyarmaktadır.,
Ey insanlar; hiç
şüphesiz Allah'ın va'di haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve
aldatıcıar) da sizi Allah ile (Allah adını kullanarak) aldatmasın.[46]
Daha Önce de
zikrettiğimiz bu ayet-i kerimeyi düşünmemiz gerekmektedir. Çünkü birçok insan
bu şekilde aldatılmaktadır. Allah'ın affetmeyeceği cürümleri işleyen
kimseleri, Allah'ın adını kullanan satılmışlar tarafından; "Allah
Rahmandır, affeder" denilmekte ve bu insanlar Allah'ın affedeceğini umud
ederek aynı cürümleri işlemeye devam etmektedirler. Oysa ki ayet-i kerimede:
"Hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır" buyurulmaktadır. Söz konusu
cürümleri İşleyenlere cehennem va'dedilmişse. Allah'ın bu va'di haktır.
Allah'ın affetmeyeceği
cürümler hakkında "Allah affeder" diyerek tevbeyi ahirete bıraktıran
ve İnsanları bu cürümlerden uzaklaştırmayan kimseler, ayet-i kerimede beyan
edilen aldatıcıların ta kendileridir. Fakat yine belirtiyorum, bu aldatıcıların
tanınmaları ve tanıtılmaları zordur.
Bu meseleyle ilgili
olarak yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum..
Mahalle komşumun bir
av köpeği vardı. Hangi niyetle yaptığını bilmiyorum, bu köpeğin boynuna bir
koyun çıngırağı takmış. Geceleri evde çalışırken, sokaktan gelen çıngırak
sesini duyar ve "Acaba kimin koyunu?" diye düşünürdüm. Aynı çıngırak
sesini duyduğum bir gece sokağa çıkıp baktığım da, bunun koyun değil, komşunun
köpeği olduğunu görmüştüm!.
Odama dönerken kendi
kendime gülümsüyor, ses ve sözlere aldanılmaması gerektiğini kendime bir kez
daha hatırlatıyordum.
Evet!.
Dünyalık menfaatler
için ahiretierini satan din adamlarının boynunda da firavunların taktığı buna
benzer bir çıngırak bulunmaktadır. Bu çıngıraktan gelen sese ve söze kulak
verenler, çıngırak sahiplerini bu ses İle değerlendirenler, onların birer
koyun olacaklarını sanacaklardır. Halbuki onlar firavuna köpeklik yapan
zavallılardır. Menfaatten yağ bağlamış kuyruklarına ne zaman hassanız,
havlamaya başlayacaklar ve dişlerini göstereceklerdir.
Allah'ın adını
kullanan ve Allah'a yalan isnat eden bu sapıklar: haramlara helal, helallara
haram diyebilmektedirler. Haramlara helal denilmesine örnek vermemize gerek
yoktur. Tesettürün farz olmadığına dair
yapılan beyanatlar ve "Okula giderken başınızı açabilirsiniz"
şeklinde verilen ruhsatlar haramın helal kabul edilmesine açık örneklerdendir.
Helallere haram
denilmesine ise sadece bir örnek vermekle yetinelim.,
Urfa'daki Halil-ul
Rahman Camisine gidenler, cami bahçesindeki havuzda yüzen kutsal balıkları görmüşlerdir. Bir süre önce Urfa'ya
gittiğimizde tutulması yasak, yenilmesi haram olan bu balıklan bizler de
görmüştük.
Kutsal balıklar!..
Hindistan'daki kutsal
inekleri çok önceleri duymamıza rağmen Urfa'daki kutsal balıklan yeni
görmüştük!. İneği kutsallaştıran Budistlerdi. Peki ama bu balıklan kutsallaştıran
kimlerdi?
İneği kutsallaştıran
Budistlere gülen müslümanlar, şimdi kimlere güleceklerdi?
Kimdi?
Allah'ın helal kıldığı
balığı haram ilan eden şaşkınlar!. Hangi dinin şeriatına göre bu hükmü veriyorlardı?
Bazı balıkları
kutsallaştıran ve yenilmesini haram kılan din, cihetteki İslam değildi.,
Ey iman edenler,
Allah'ın bizin için hela! kıldığı güze! şeyleri haram kılmayın ve haddi
aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez. Allah'ın size rızik olarak
verdiklerinden helal ve temiz olarak yiyin.
İslam dini adına
konuşan birçok aldatıcı.
İslam'a yabancı bir
din anlayışı ortaya koymaktadırlar. Haramların helal, helallann haram
kıhnabildiğini bu din anlayışına ne yazık ki "İslam" ismi verilmektedir.
Böylesi İslam anlayışlarıyla karşılaşan
insanlar, samimi niyetlerle bu anlayışları kabullenmekteler ve "Dinimiz
İslam" diyerek, İslam dininde oldukları hayaline kapılmaktadırlar.
"Her din bir
hayat şekli ve her hayat şekli bir dindir" gerçeğini bilmeyen bu
insanları, İslam'a davet ettiğimiz zaman şaşirmaktalar ve bizleri derin bir
acıyla yaralayan şu cevabı vermektedirler..
"Biz zaten İslam
dinindeyiz ki!."
İnsanımızın bu durumu
karşısında acıyla yutkunuyor ve sözlerimizi dünya şeytanizmini lanetliyerek
bitirmek istiyoruz.,
Vey! olsun, firavunlara
uşaklık yapan satılmışlara. Veyl olsun, hakkı bilip, hakkı gizleyen dilsiz
şeytanlara..
Ve lanet olsun. yine
lanet olsun, yine lanet olsun şeytan ve dostlarına...
[1] 7-A'raf 12
[2] 7-A'raf 12
[3] 7-A'raf 20.21
[4] 7-A'raf 22
[5] 7-A'raf 23
[6] 7-A'raf 200.201
[7] 7-A'raf 14..17
[8] 2-Bakara 170
[9] 2-Bakara 141
[10] 29-Ankebut 38
[11] 31-Lokman 33
[12] 28-Kasas 87
[13] 39-Zümer 3
[14] 9-Tevbe 31
[15] 28-Kasas 79
[16] 29-Ankebut 57
[17] 4-Nisa 118.119
[18] 58-Mücadele 19
[19] 109-Kafirun 6
[20] 15-Hicr 9
[21] 29-Ankebut 61
[22] 31-Lokman 25
[23] 29-Ankebut 63
[24] 16-Nahl 36
[25] 4-Nisa 116
[26] 5-Maide 72
[27] 39-Zümer 65
[28] En'am 88
[29] 52-Tur 13.14
[30] 32-Secde 20
[31] 28-Kasas 63
[32] 28-Kasas 87
[33] 72-Cin 5
[34] 16-Nahl 20.21
[35] 16-Nahl 53..55
[36] 44-Duhan 35.36
[37] 67-Mülk 2
[38] 36-Yasin 47
[39] 5-Maide 24
[40] 5-Maıde 79
[41] 107-Maun 4...6
[42] Sünen-i Nesei 461
[43] 7-Araf 51
[44] 2-Bakara 159
[45] 2-Bakara 11.12
[46] 35-Fatır 5