Mezar bir tarihtir.
Mezar bir kitaptır. Mezar bir ibret levhasıdır. Yeter ki insan gönlünün
gözüyle bakabilsin, ruhuyla İdrak edebilsin kabirleri. Mezar terbiye ocağıdır.
Mezar muhasebe mekanıdır. Mezarlar vahiy ölçüsüyle ve ötenin hesabıyla isabetli
kararların alınabileceği, ince duyguların Kuran ve sünnet ile
değerlendirileceği berrak yerlerdir. Anlamını ve yaşama gayesini yitiren
kentlerin ve insanların yanında,
en diri,
en canlı,
en anlamlı şehirlerdir
mezarlar.
Mezarlar diridir,
mezarlar canlıdır..
Özünden ve özümüzden
bakınca mezarlara, susarak anlatımın en kemal noktasını görürüz. Hele siz bir
gidin oraya ve tanış olmaya çalışın oradakilerle ve bir bir
dinleyin özgeçmişlerini. Ağaçları sizlere nasihat eder, taşlan bile konuşur
mezarların. Eğilin, eğilin de ruhunuzun hasku-lağıyla bir dinleyin gelen sesleri. Her kulak öze
'yakınlığı nisbetince birşeyler
duyacaktır orada.
Bakmasını bilen
gözler,
işitmesini bilen
kulaklar, neler görmez ki, neler işitmez ki mezarlarda..
Şimdi Ada:2 Parsel:
1008 de bulunan 1280 nolu kabrin başındayız. Namık
oğlu, Hatice eşi, Hasan Şenol. Doğum: 1938
Ölüm: 1984
Herhalde yakında
ziyaretçisi geimiş, üzerine konan çiçekler henüz
kurumamış, Kabrin başucunda iki adet buruşmuş, burun veya gözyaşı silinmiş
kağıt mendiller. Kim-bilir hangi duyguların anlatımını yansıtıyor?.
Kabrin üzerine
şimdilik topraktan başka ağırlık konmamış. Siparişleri verilmiş, yakında mermerlenecekmiş. Mezann mermerleneceğini, bembeyaz mermerlerle kaplatılacağım ben
duymuştum ama acaba kendisi de biliyor muydu?
Mezarın mermerle
kaplatılacağım bilse sevinir miydi? Mermersiz mezarlara bakarak, kendisine
yapılan mermerli mezarla gururlanır mıydı?
Kendisine haber
vereyim düşüncesiyle.,
"Mezann mermerle kaplatılacakmış!." diye fısıldadım.
Git işine be adam,
bana ne mermerden! haykırışı, sanki iç dünyamda yankılandı.
Doğru söylüyordu,
mermerden ona neydi? Mezarı mermer kaplanmış veya kaplanmamış ona ne faydası
vardı? Peki bu mezarlan mermerlerle kaplataniar, bunu kimin için yapıyorlardı?
Sorumdaki saflığıma
kendim de gülümsedim. Kimin için yaptıkları, kimin için yapacakları belli değil
miydi?
"Elalem ne der?" endişesiyle kendi itibarlan,
kendi şanları, kendi şereflen için yaptırmıyorlar mıydı?
Bunlar hem toprağın
üstünden ve hem de toprağın altından gafii insanlar
değil miydi?
Şimdilik sade bir
görünümde olan kabire tekrar baktim.
İzmir'in Bayındır kazasında 1938 yılında doğan Hasan Şenoi,
ailesiyle birlikte kendisi sekiz yaşındayken İzmir'e yerleşmiş. Ortaokul
mezunu olan meyyit, Diyarbakır'da askerliğini yapıp, 1963 yılında evlenmiş. Bu
evlilikten biri kız diğeri erkek iki çocuğu olmuş. Kürtaj silahıyla kaç
çocuğunu, hangi suçtan dolayı öldürdüğünü veya öldürttüğünü ise siz sormayın.
Çünkü bildiğiniz gibi bunu Rabbimiz soracak..
Bir yolsuzluk
iddiasıyla çalıştığı bankadan atılan Hasan Şenol, bulunduğu mahallede bir
kahvehane açarak yaşamını sürdürmüş. Değişik kesimlerden insanlarla karşılaşıp,
onlarla çeşitli mevzularda konuşan Hasan Şenol, çenesi laf eden, bulunduğu
konumda kendisini haklı görüp, haklı çıkaran bir mizaca ve yeteneğe sahip.
Kahvehanede kumar
oynatıp, içki içirmesine rağmen müslümanhğına toz
kondurmaz ve kalbinin temizliğini her fırsatta dile getirirdi. Bağkur emekliliğine dört yıl kala karşılaştığı müslüman tipli insanlara.,
"Emekli olduktan
sonra bu işlere tevbe edip namaza başlayacağım"
derdi.
Ancak ne olduysa,
1984'ün nisan ayının
ilk haftasının cumartesi akşamı oldu. Eski bir dostuyla, kahvede masanın
kenarında içki içmeyteyken, hesap yüzünden çıkan bir
tartışmada araya girmiş ve dört yerinden bıçaklanmıştı.
Hastaneye kanlar
içinde götürülürken ölümün soğuk çehresiyle karşılaşıyor, yaşantısının
muhasebesini yaparken .haklı bir telaşa kapılıyordu.
Şimdi ölmenin sırası
mıydı!.
Daha tevbe edecek, içkiyi ve kumarı bırakacaktı.
Bu halde, üstelik
içkiliyken nasıl kabre girecek, hangi yüzle Allah'ın huzuruna çıkacaktı?
Kızı aklına geldi.
"Keşke manken olmasına izin vermeseydim" diye geçirdi içinden. Sahi ya! Manken olmasına, orasını, burasını açmasına, elalemin erkeklerine teşhir etmesine neden izin vermişti
ki? Dilinin ucuna gelen "Ulan sen pezevenk misin?" ifadesini, köpek
dişleriyle ısı-np, azı dişleriyle öğütmek istedi,
Oğlu aklına gelince,
sanki beşinci, altıncı, yedinci bıçak darbesini yemişti. Sövdü, küfretti..
Kendisinin yetiştirmediği, kendisinin terbiye vermediği oğluna bir daha, bir
daha küfretti..
Tekrar kendine döndü.
Ölmemeliydi, ne yapıp edip Ölmemeliydi. "Kurtulursam İlk işim namaza
başlamak" diye geçirdi içinden. Namaza başlamak için bu dört sene süreyi
de nereden çıkarmışkı ki?
İnsan bu!. Dört sene
yaşayacağı ne malum?
Ya hemen ölürse!
Ya hemen ölürsem!
Yok yok ölmemeliyim, ağzım da leş gibi rakı koku-
yor..
yor.
Başını tutan adamın
sesini duyJu.,
Birader hızlı sür,
adam ölecek. Çok kan kaybedi-
"Kim Ölecek? Ben
mi? Ben mi öleceğim? Ben ölmemeliyim, ben yaşamalıyım. Çünkü ben tevbe edeceğim, çünkü ben namaz kılacağım, çünkü ben hıkk.. Ben ölmemeliyim, ölmeyeceğim, ölmeyeceğim.. İçkili
halde hiç ölünür mü?
Keşke içmeseydim,
keşke tevbe etseydim, keşke namaz kılsaydım,
keşke..."
Kardeşim' hızlı
gitmene gerek yok, öldü adamcağız!.
Bu özgeçmiş ile Hasan
Şenol'un kabrine tekrar bakıyoruz. Ve "Keşke" haykırışlarının aynı
dirilik ve aynı canlılıkla tekrarlandığım duyuyoruz.
Keşke.. .
Keşke....
Keşke.......
Gece lambası da dahil
tüm ışıkları söndürdüm. Yatağa uzandım. Gecenin tam ortasıydı, henüz hiçbir
horoz sesi duymamıştım. Son günlerde horozlar önceki geceler gibi erken
vakitlerde ötmüyor.
Hava ılıktı, üstüme
ince bir çarşafı örttüm. Odam karanlıktı, benden başka evdekilerin hepsi
uykudaydı. Sessizliği dinlemeye başladım. Yarınımı düşündüm, mezara
gidecektim, hazırlanmalıydım.
Kendimi bir kabrin
içine koydum. Çarşafa Öyle do-ladım ki vücudumu, adeta
kendimin kefeni yaptım. Gönlümden, Rabbimden başka herşeyi,
Rabbimin rızasından gayri herbir şeyi dışarı atmaya
çalıştım.
Kabrin içinde gibiyim
artık.
Tekrar bu dünyaya
dönüşün olmadığı, olamayacağı, inandığımız ama mahiyetini kavrayamadığımız,
ancak peygamberlerin haber verdiği kadanyle
bilebildiğimiz, istesek de, istemesek de, hangi vakitte olacağını bilemediğimiz
bir öte dünyanın giriş kapısından adımımı atmıştım artık.
Dönüp arkama,
yaşadığım şu fani hayat çizgisinde yaptıklarıma baktım. Yann
yapanm diye ertelediğim, şu zaman bu zaman yapanm diye biriktirdiğim, nedense bir türlü eyleme
dönüştüremediğim bir yığın yapılamamış, temenniden öte geçememiş,
bana faydası olmayan arzular..
Utandım..
Nasıl çıkarım Rabbimin
huzuruna? Evet tekrar arkama baktım, nefsime, şeytana, şeytanın dostlarına,
nevama uyarak yaptığım, derinliğiyle tevbesi,
nedameti bile yapılamamış günahlarımın yığını. Bir anda okyonusun
ortasında hissettim kendimi. Evet okyonusun dağ
dalgaları arasında, kendimi su üstünde tutacak hiçbir nesnenin ve ışık namına
hiçbir şeyin olmadığı, koyu zifiri karanlık bir gecede suia-rın içindeydim.
Sadece Rabbim ve O'nun
rızası için halis niyetle yaptığım amellerime baktım,
baktım ki onlara
tutunayım..
Ne yazık ki, onlar bir
saman çöpü kadar küçük, birkaç saman çöpü kadar az göründü gözlerime.. Beni okyonusun sulan arasında, kurtaracak kuvvete malik
değiller....
Gecenin ilk horozu
ötmeye başladı. Saydım, tam onüç kez Öttü. Sabaha bir
adım kala yatağımdan kalktım. Abdest aldım. Kur'an okudum, tevbe ettim,
bilinçsiz tevbe-ferimden de Allah'a sığındım, yann eğer yaşarsam, bu günümden farklı olsun dedim.
Rabbim, nasip edersen yann kabristana gideceğim. Yaptıklarımın ve yapmam
gerekirken yapmadıklanmın şerrinden Sana sığınırım.
Beni ve müslüman kardeşlerimi hayırlara kavuştur...
Çoğu zaman ruhumun
benden koparak, izdıraplı ve anlamlı geziler yaptığı
mezara, herşeyin gölgesinin iki katına çıktığı anda
geldim. Mezar işçilerinin inşaat
sesleri,
uzaklardan gelen
şehrin gürültüsü, ağaçlann hışırtısı, ağustos
böceklerinin ötüşü kulaklanma değen seslerdi. Kovulmuş
şeytanın şerrinden Rabbime sığınarak adımımı attım.
Toprağın altındaki
ölülerin başuçlanna, cami kapılarındaki dilencilerin
önlerine koydukları birer mendil parçası gibi, faütiha
isteyen kimi mermer, kimi taş, kimi siyah beyaz tenekelere yazılı "Ruhuna
Fatiha" yazısı beni üzdü ve düşündürdü!.
Kur'an'ın anası, Kitab'ın anası
Fatiha, dirilerin yaşantısından kopanlmış, mezar
çerçevelerine oturtulmuş. Her gelen genellikle Fatihayı sadece ölüiere okuyor.
Fatiha'nın anlamını
düşündüm.
"Hamd, alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve din gününün
Malik"i olan Allah'adır. Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden
yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna,
gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil."
Acaba "Ruhuna
Fatiha" denilen bu meyyitlerin, yaşadıkları hayatta Fatiha ile ilgileri
neydi?
Bunlar yaşantılarında
Fatihanın anlamına teslim olarak sadece Allah'a kulluk edip, sadece Allah'tan yardım
bekleyen insanlar mıydı?
Gazaba uğrayanların ve
sapıkların yolundan Allah'a sığmıyorlar mıydı?
Şayet onlarda bu
vasıflar yoksa, kendilerine binlerce Fatiha okunsa ne olurdu ve ne kazandırırdı
bu meyyitlere?
Sırat-ı müstakim,
yaşayan insanların talip olmaları gereken bir yoldu. Yolunu bitirmiş meyyitler
için "Bizi doğru yola ilet" duasının ne anlamı vardı? Öldükten sonra
mı doğru yola gelecekler, öldükten sonra mı doğru yolun yolcusu olacaklardı?
Ben kendime ve yaşayan
insanlara Fatihayı okudum.
Gösterişsiz, nişansız,
bazı duygulann beni kendisine yönelttiği, baş ucuna
yazısız kara bir taşın dikili olduğu mezarın yanında toprağa oturdum.
Gözümün baktığı her
yön kabirdi..
Canlıyken, ölmemişken
mezardaydım. Salih amellerden oluşan, yol azığının en az olduğu ve yarınlarda
yapmayı umduğum güzel eylemlerin yapılamadığı, uzun emellerin beni oyaladığı,
dünya sevgisinin kontrolsuz beni çepeçevre sardığı
bir zamanda, geriye dönüşü olmayacak bir şekilde bu mezara gelebilirdim. Ve o
zaman şu üstüne oturduğum toprağın altında "Keşke dünyada bir daha olsam,
neleri yapmazdım" diyebileceğim faydasız inlemenin, arzunun, nedametin
içine gömülür ve hesabımı bu ızdırapla vermeye
başlamış olabilirdim.
Bu duygulan yaşarken
bando sesleri duymaya başladım. Sesler gittikçe artarak mezara doğru
geliyordu. Oturduğum kabirden kalktım, bir cenaze getiriliyordu. Bando
eşliğinde, metruş, kravatlı, takım elbiseli, şehrin
ileri gelenlerinden, zenginlerinden oluşan bir grup, resmi plakalı arabalar,
üst rütbeli generaller, ölen general arkadaşiannı
çelenklerle yan taraftaki özel mezarlığa getiriyorlardı.
Sarıklı, cübbeli, sakalsız, bıyıksız, kravatlı iki mezar
imamı, mezar kapısında
ekabire karşı saygı ve hürmetin abidesi gibi süklüm püklüm, el pençe tabutun
arabadan inişini bekliyorlardı.
Bazıları ölü
gömülürken kapıda bekleyip mezara girmediler. Belki abdestsiz
mezara girilmez biliyorlardı. Belki de hiç gelmek istemedikleri bir yerdi
burası!.
Her zamanki gibi
geleneksel bir dizi halinde defin işi ikmal edildi. Ölünün üzeri çelenklerle
kuşatıldı.
Olanları biraz geriden
izliyordum. Herkes dağıldıktan sonra yavaş yavaş
kabre doğru ilerledim. Çelenklerin üzerindeki yazılara gözüm İlişti. Bankalar,
okullar, holdingler, bir takım resmi ve özel kuruluşlar, şahıslar, sanki yarış
edercesine çelenk hazırlatmışlardı.
Kabire iyice yaklaştım, generalin konumunu düşünmeye
başladım. Kimilerinin sevdiği, kimilerinin kızdığı bir general yatıyordu
burada.
Görkemli üniforması
ile.,
"Nasılsın
asker?" dedikten sonra, binlerce askerin hepbir
ağızdan.,
"Sağoi" dediği general ölmüştü!.
Bunları düşündükten
sonra kabre bakarak "Nasılsın general?" demek istemedim. Fakat
generalin durumunu düşündükçe birbiri ardı sıra gelen sorularla karşılaşıyordum.,
0 şimdi kimin
huzurunda?
O şimdi hangi hukuka
göre ve hangi mahkemede nelerin hesabını verecek?
Allah'ın dünyadaki
hükümlerine karşı çıkmışsa ve Allah'ın hükümlerine zıd
hükümlerin yürütücüsü, koruyucusu, savunucusu olmuşsa, bu generali şimdi kim
kurtarabilir?
Hangi şey onu Allah'ın
katında kıymetlendirir, değerlendirir? Biimem hangi
bankanın yüksek fiyatla hazırlattığı nadide çiçeklerden oiuşan
çelenk mi, yoksa kendisine parayla indirtilecpk
hatimler mi, mevlitler mi, alacağı parayı düşünen din görevlisi mi onu
kurtaracak?.
Güneşin batımında
mezardan ayrılıp yavaş yavaş şehre dönüyordum.
Generalin öte dünyasını yaptıklarına göre değerlendirdiğimde, ona ve onun
gibilere İnsan oldukları için acıdım ve bu dünyada hidayet bulmaları için dua
ettim.
Mevtaya sormadığım,
sormakta fayda görmediğim soruyu, yaşayan generallere sormak istedim.,
Nasılsın general!..
Yakıcı güneş ve
rüzgarsız bir gün.
İç anadolu
yörelerinde bir köy mezarlığındayım. Samimiyetle sordum kendime; " Neden
buradayım?1', "Niçin ölülerin arasındayırn?
"
Yalnızlığı sevdiğim
bir gerçek, bahar gibi yeşeren yalnızlığı...
Fakat sadece bu değil
beni mezarlıklara çeken, sadece yalnızlık isteği değil... Babamın gömüldüğü
günü hatırlıyorum.. Beni öpen, beni koklayan ve "Oğluum"
diyerek beni kucaklayan babamın gömüldüğü günü.
Toprak kazılmıştı.
Toprağın bağrında bir babaya, bir oğulun babalı
dünyasına yer açılmıştı.
Bir çukur, bir baba,
bir oğul ve baba ile oğul arasına atılan kürek kürek
kara toprak.
Kürek tutan ellere
bakıyordum. Babamı kara toprak ile örten yüzlere bakıyordum.
Donuk yüzler,
ağlamasını bilmeyen gözler ve ne yaptıklarından habersiz eller.
Babam" diyeceğim,
sarılıp elini öpeceğim, nazlı nazlı isteklerde
bulunacağım babam, babacığım gömülüyordu.
Neden ve niçin? "
sorularıma, Fahri hocamız benim anlayabileceğim bir şekilde cevap vermişti;
" Allah'ın emri, her yaşayan ölecek ve kıyamet günü diriltilerek hesap verecek...
"
İşte o günden sonra,
babamı örten kara toprak bana yabancı ve benden uzak olmadı. Toprağın üstüne
basıp, toprağın.altında gezindiğim günler, ölümü yakinen
düşündüğüm günlerdi.
Ve mezarlıklar!.
Bana yaşama fırsatını,
pişmanlıkları, gafleti, İlahi hesabı hatırlatan mezarlıklar.
Mezarlıklara
gelmekteki asıl maksadım bu olsa gerek, Onları görmek, onları duymak ve onlalardan ibret almak...
İnsan kendisini sık sık hesaba çekmeli. Topluma indiğimiz ve topluma Rabbani
doğrulan götürdüğümüz bazı zamanlarda kendimizi unutabiliyoruz.
Bakışlarımı kendime,
içime yönelttim. Gözyaşı ve kalbe ait buruk sözlerle tevbe, dua, hamd ve şükür ettim..
N'aber Hüseyin ağa!
Sesin geldiği yöne
döndüm. Garip bir adam, bir kabrin başında durmuş ve kabre doğru
sesleniyordu...
N'aber? Sana yaşarken " N'aber
"diye sorduğum da göbeğini tutarak; " İyiyiz, İyiyiz " derdin.
Şimdi de iyi misin haa, şimdi de iyi misin Hüseyin
ağa?.
Demedim mi sana, dediim... Anlatmadım mı sana, anlattmm...
Ne oldu malın, haa ne oldu malın/ Allah yolunda
kullanmadığın, Allah'a vermediğin mallarını oğlun şeylere veriyor, şeylere...
Yine İstanbul'da kıymetli oğlun. Sen İstanbul'a gidince camileri gezerdin ya, oğlun pavyonları geziyor...
Yooo kızma, kızma Hüseyin ağa!. Onu ben değil, sen
yetiştirdin.
Demedim mi sana, ha
demedim mü? Oğlana Allah'ın hükmünü öğret, ben öğreteyim demedim mü? Dediim..
Ya sen, sen ne yaptın?
Söyle, söyle utanma..
Beni muhtara şikayet ettin. Şimdi de et Hüseyin ağa, şimdi de et. Bak muhtar da
ora-. da yatıyor!..
Hey muhtar, Hüseyin
ağanın şikayeti var.. Hayretle izlediğim bu garip adam ilerleyerek başka bir
kabrin başında durdu.
Duydun mu muhtar!.
Hüseyin ağanın şikayeti var. Duymuşsundur, sen duymuşsundur. Senin köyde
duymadığın haber olur mu? Hele şimdi, şimdi daha iyi duymuşsundur. Hadi
muhtar hadi, yine beni şikayet et. Bi altı sene daha
yatayım. Yine uydur ne uyduracaksan!. Şikayet etsene muhtar, şikayet etsene..
Niye cevap
vermiyorsun, öldün mü be adam! Öldün mü?
Haa, sahi sen ölmüştün değil mi? Vah, vah, vaah.. Eeee şimdi kim şikayet
edecek? Du sana söyleyim,
ben..,, Şimdi ben şikayet edecem!.. Kime mi?
Seni oraya upuzun
yatırana muhtar!. Nasıl rahatmısın orda? Devlet
güvencesi orda da va mı? Söyle vaa
mı yardımcın, yardım çağrıyon mu? Çağır, çağır
muhtar, çağnr... Daha çok çağıracaan!..
Eeee, artık anladın değil mi muhtar? Artık anladın..
Allah'tan başka dost
olmadığını, Allah'tan başka yardımcı olmadığını artık anladın, anladın ammaa iş işten geçti..
Değişik mezarları
gezen bu garip adam, bazen elini öfkeli bir şekilde kaldırıyor, bazen ılık ve
sevecen bir sesle hitabetini sürdürüyordu.
Ee, kendisine imam denilen zat na'beer?
Şimdi de mevlid okuyup, yolunu buluyon
mu? İndirmediğin hatimlere müşteri çıkıyo mu? Yine
arkanda, sana cahilce hürmet eden cemaat va mı?
Onlara yine aynı müfredatı okuyon mu?
Haa sahi, anlatmadığın, gizlediğin hükümler n'oldu? O. hükümleri yine gizleyebil iyon mu? Söyle, söyle gizliyon mu?
Gizleyemeyon, hiç gizleyemeyon.. Allah'ın
hükmü kullardan gizlenir, gizienir de,
Allah'tan gizlenir mi? Gizlenmeez.. Gizlenmez elbet..
Şimdi anladın, anladın ya geçmiş ola!.. Yüzaltrraşüç-ten kurtuldun, kurtuldun ammaa,
Allah'ın hükmünden nasıl kurtulacaksın?
Biraz evvel muhtarla
konuştum, halinden hiç memnun değil. Hüseyin ağa da öyle.. Yine onlara iltimas
geçecek, onlara cennet vadedecek
misin? Allah'a inanıp, îağu-ta kulluk yapan o
zavallılara cennet va'dederek misin?
Öldükleri zaman onlara
kelime-i şehadetin manasını sorsalar, hangisi
bilecek?
Tabi bilmezler, sen
anlatmadın ki!. Anlattın mı? Anlatmadın.,
Anlatmadığın yetmiyomuş gibi benim anlattıklarımı da tevil ettin,
geçiştirdin.. Onlardan çoğu da senin dediği-np
inandı. Şimdi de seninle beraberler.
Şükret kabirlerinden
kalkamıyorlar. Yoksa gelip kemiklerini kıracaklar..
Öyle değil mi muhtar,
öyle değil mi Hüseyin ağa!., öyle, Öyle ya iş işten
geçti. Vay sizin halinize..
Bir hayli şaşırmıştım.
Mezarlar arasında gezen bu adam kimdi? Ölüleri tanıdığına göre bu köyden olmalıydı.
Söylediklerini ve mezardakileri düşünüyordum.,
Hüseyin ağayı,
Muhtarı,
Namaz kıldıran zatı..
Bunlar bizlere yabancı
olan tipler değildi. Bu gibi insanlarla aynı toplumda bulunuyor ve aynı
toplumda yaşıyorduk.
Bu gibi insanlann rahat ve cahilane yaşantılannı
düşündüm..
Oysa burada yatan
onlardı.
Burada yatacak olan onlardı..
Bu sesin onlara
yaşıyorken ulaşması, bir kez, bir kez daha, bir kez daha ulaştırılması
gerekiyordu..
Sesin kesildiğini fark
ettiğim de etrafıma baktım. Ölülere seslenen garip adam yoktu..
Oysa konuşmak isterdim
kendisiyle, Ölülere böyle konuşan bu adam, dirilerle kimbilir
nasıl konuşurdu?
Mezardan aceleyle aynlarak köye doğru yürüdüm. Görmedim, göremedim o garip
adamı.. Bazı köylülere sorduğumda tanımadıklarını, belki de "Deli
hoca" olabileceğini söylediler.
Deli hoca!..
Çok kısa bir sürede,
farklı, muhtevalı anılan bağnn-da taşıyan mazimde,
hayal ve tefekkürle, anlamlı, hüzünlü, sevinçli, pişmanlıklı, umutlu, keşkeli, karamsar ve garip gezintiler yapıp, iki elimin
arasına kafamı alarak, kendimi, yaptıklarımı, Rabbimin ölçüsüyle hesaba çektim,
Masum olmadığımı, hata, sevap ve günahların içinde, mazimdeki tavırlarımı,
amellerimi kuşattığını, sardığını gördüm.
Hatalarım bir köz gibi
içimi sardı. Hüznün denizine yaslandım. Karanlık bir odadaydım, hatalanrn bu karanlık odada el yordamıyla tutunduğum ve
elim değdikçe de beni ürperten, garip, korkutucu nesneler gibiydi.
Tevbe; muştulu, sevecen bir ay gibi bu karanlık odadan
çıkmama mürşitlik eden bir kapı olarak önümde ışıldadı.
Silkelendim..
İçime işleyen
günahlarımın pişmanlığı ruhumun kalbini yakarken, tevbenin
umud verici ılık kucağında serinlemeye çalıştım.
Anladım, bildim ki; bu dünya benim mü'min olarak
refah duyacağım bir mekan değil.
Gurbetteydim.
Dünya benim gurbetimdi..
Yolcuydum,
misafirdim..
Ebediliği olan bir
aleme, tekrar bu gurbete dönmemek üzere hesabını vereceğim vakitleri tüketerek
yol alıyordum.
Sık sık aralarında gezindiğim mezarlar bana, yıllarca okuduğum
kitaplardan, dinlediğim nasihatlerden, edindiğim bilgilerden daha müşahhas
öğüt veriyor, ders veriyordu.
Mezarlar, içimin
şiirlerinde beni uyaran mısralardı. Ölüler, ruhumun kürsüsünde beni etkileyen,
gafletimi dağıtan en sadık, en etkili hatiplerdi.
Her insanın ölümü,
benim her ölü bir yanımın dirilmesine sebeb
oluyordu. yolunda beni rahat bırakmıyorlar, bazen bir gaflet, bazen bir
vesvese, bazen farkına varamadığım cahili bir gölge, bazen cahiliyenin
verdiği aksak ve sakat bir değer ölçüsü, çarpık mantığı, vahiyle kontrol
edemediğim aklım ve sayamadığım şerrin ve kötünün çağırıcılan
beni, çok kısa da olsa bir anhk gaflete itiyor ve
gözyaşlarıyla tevbesi-ni
yapacağım hatanın, günahın elem verici çukuruna sürüklüyor. Bu nedenle sürekli
Rabbime dua ediyorum. Kendimi sık sık hesaba
çekiyorum.
Bu hesabımı genellikle
bu dünyadan ahirete açılan, her biri birer pencere
olan kabirlerin arasında, mezarlarda yapıyorum.
Dönüşümün, varışımın
alemlerin Rabbine olduğunu biliyorum ve O'nun hükümlerine, O'nun ölçüsüne göre
kendimi yargılıyorum.
Ve ben kendimi
aklayamıyorum. Korkuyla umud arasında çırpmıyorum.
Sabahın erken
saatlerinde ölülerin üzerinde ılık ılık esen,
okşayıcı, uyarıcı meltemin, ana kucağını andıran sancı sıcak koynuna sokulup
yaslanarak, bir milletvekilinin kabrinin başucunda, soylu bir duyguyla ruhumun
beşeri ve cahili kirlerle bozulmamış, berrak, ak, aydın alanına eğilerek, yanlıziığm geyik gözlü köşesinde, yüreğime vahiyden başka
bir şey koymadan ve Rabbimden başkasından bir şey beklemeden, kendimi hesaba
çekme ihtiyacı duydum.
Bazı duygular sardı
beni.,
Milletvekillerini
düşündüm!..
Kendilerinin
hazırladıkları yasalarla, dokunulmazlıklanı sağlayan
bu vekiller!.
Bunlar acaba Allah'ın
huzurunda herhangi bir dokunulmazlığa sahip midirler?
Bir ayncalıklan olacak mı mahkeme-i kübrada?
Mezarları
diğerlerinden farklıydı.
Birinci kalite mermer
ve yaldızlı bir yazı. A.. D.1923 Ö.1985 Ruhuna fatiha MİLLETVEKİLİ
Özgeçmişini hayal
ettim., Millet Meclisinde kürsüdeki konuşmalan geçti
gözümün önünden bir şerit gibi...
Bu meyyit vekil
sağlığında neler yapmıştı, neler yapmamıştı ki!..
Bir gün mazbut
vekillerden birisi kürsüde, içkinin zararlarını tıbbi açıdan ele almıştı.
Birtakım İstatistik bilgileri de toplamış. İçkiden şu kadar kişi hastalanmış,
şu kadar kişi ölmüş.. Trafik dosyalarından tesbitlenmiş;
ülkede bir senede içkiden şu kadar trafik kazası olmuş, bu kadar insan ölmüş,
bu kadar mali zarar ülke ekonomisine.. Ve yine bu vekil konuşmasına devam
ediyordu..
Mecliste gürültüler, yuhlamalar..
Şu an önümde, kabrin
içinde ceseti bulunan milletvekili ise.,
Seninle aynı partiden
olduğum için utanıyorum, konuşacak başka şey yok mu? Bırak be kardeşim
içsinler., demişti.
Başkan; "Lütfen
konuşmayı kesmeyelim, yerinizden müdahale etmeyiniz, söz hakkı size geldiğinde
kürsüden konuşursunuz" dedi.
Diğer milletvekili
içkinin akabinde mahkemelere yansıyan cinayet, kavga, boşanma, yaralama
olaylarını vesikalandırdtktan sonra "Ben
İnsanımıza zararlı olan bu maddenin üretilmemesine dair bir yasanın
çıkarılmasını istiyorum. Şunu da belirteyim ki bu kanun teklifinin dinsel bir
kaygıyla sunulmadığını, vicdanımın sesiyle bunu teklif ettiğimi bilmenizi
isterim.." demişti.
Meyyit vekil hemen
arkasından söz aldı; "Bu ülkede yasalar insanlar tarafından, ki o insanlar
milletvekilleri, siz değerli üyelerce çıkarılır. İçki İslam'ın bir yasağıdır.
Kuran yasalarında geçer. Hiçbir kimse bu ülkedeki yasaları az da olsa dini
yapıya dönüştüremez. Din ile devletin ayn olduğunu
vurgular, ayrıca ülke ekonomisine içkinin sağlamış olduğu katkıyı da belirtmek
ister, böyle bir teklifin görüşülmesine ve hatta konuşulmasına bile karşı
olduğumu ifade ederim.." demişti.
Kur'an'ı Kerim'den bazı ayetler gözümün önüne geldi.,
Fakat insan, devamlı
suç işleyerek, ilerisini berbat etmek ister.
Göz kamaşır, ay
tutulur, güneş ve ay bir araya toplanır. O gün insan "Kaçacak yer
neresi?" der. Hayır o gün kaçacak yer, sığınacak yer yok. [1]
Hep merak ederim! Bu
insanlar nelere veya nelerine güveniyor?
Paranın, malın,
şöhretin, servetin, rütbenin, etiketin, torpilin, makamın hiç mi hiç Allah
katında kendilerine bir masumluk, bir imtiyaz kazandırmayacağım bilmezler mi?
Öleceklerini ve
Allah'ın huzurunda hesaba çekileceklerini nasıl unutabiliyorlar?
Kur'an'ı hiç mi okuyup, anlamak istemezler? Yoksa Allah'tan
başkasından, kendilerine bir haber mi geldi?
Allah'ı kendisine
vekil edinmeyen milletvekilinin mezarından ayrılırken, kulaklarımda şu ayet
yankılanıyordu.,
Ahh, keşke ben bu hayatım için iyi işler yapıp
gönderseydim. [2]
Keşke Allah'ın kulu
olabilseydim, keşke Allah'ın ayet ve hükümlerine karşı gelmeseydim, keşke
tesettüre dil uzatmasaydım, keşke, keşke...
Mezardan ayrılırken
birçok kabirden yükselen bu keş-kelerin beni bir ahtapot gibi sarıp-kuşattığım
hissediyordum.
Rabbim nasip etse de
etrafımdaki insanlara, milletvekillerine, başkanlara, generallere açık ve net
bir şekilde İslam'ı ulaştırabilsem, tebliğ edebilsem..
Allah'a kul olmaya
davet edebilsem.
Aldıkları her nefesin,
ölüme yaklaştıran adımlar olduğunu kavratabilsem.
Ve bunu,
Rabbimin rızası,
kendilerinin kurtuluşa ermelerini istediğim için yapmış olduğumu
anlatabilsem..
Kurana teslim olmadan,
Allah'ın emir ve hükümlerini yerine getirmeden, Allah'tan başka ilahlan inkar etmeden, Allah'ın dininden başka dinleri
reddedip, Allah'ın razı olacağı dine girmeden, Allah'ın huzuruna gitmek ne feci
bir akibet...
Ahh bunu anlayabilseler!.
Ölüm her an peşimizde,
Hangi nefesimiz, hangi
nefesiniz son nefes olacak?
İsteseniz de, istemeseniz
de dönüşünüz Allah'adır, Ve Allah'a hesap vereceksiniz....
Günahlardan korunup,
kendisini düzeltenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. [3]
Sıcak tavırların,
samimi bakışların, ılık, tatlı sevmelerin, içtenlik sözlerin, dost kabul
ettiklerimiz tarafından durgunluğa, donuklağa ve
suskunluğa sürüklendiği bir fetret döneminin, buruk, yürek dağlayıcı vakitleri
arasında, yalnızlığın yeşerdiği, dünyaya ilgilerin köreldiği, ruhlann derinleştiği, ufukların genişlediği,
sorumlulukların bir köz, bir ateş gibi şuurlara döküldüğü, Rabbani yoldaki
yavaşlığın hızlandığı, nefislerin kötü çehrelerinin, adi yüzlerinin kaybolduğu,
saklandığı, uzaklaştığı, kaçtığı, hayıra ve iyiye uzanışlann
arttığı, duygulann beyinleri sarstığı, her bir kabirdeki
her bir Ölünün, ölü toprağının altından çıkıp doğrularak "Simdi
üstümüzdesin, yarın yanımızda olacaksın" diye haykırdığı, kelimelerle,
sözlerle ifade edilemeyen, eşsiz, anlamlı duygulann,
tefekkürün, hüznün, garipliğin, yabancılığın, ayrılığın, özlemin çepeçevre
insanı sarıp kuşattığı mezardayım..
Bir grup İnsanın
tekbir sesleriyle, üzerinde kelime-i tevhid yazılı
siyah bir örtüye bürünen tabutu mezarlığa doğru getirdiklerini görüp, oturduğum
yerden kalktım ve içimde beni adeta kendisine çeken bir duygunun etkisiyle
mezarın kapısında onları karşılamaya doğru hızlı hızlı
yürümeye başladım.
Selamün aleyküm
Ve aleyküm
selam Abdullah abi.. Herkes mahzundu...
Bu cenazeyi
uğurlayanların, buruk dudaklarından ke-lime-i tevhid gerçeği öz anlamıyla idrak edilmiş olarak, on-lann yaralı kalplerinin, en ihlaslı
köşesinden, tek ve bir olan, hüküm koyan Allah'ın yüceliğini, alemlerin Rabbi
olan Allah(c.c.)'dan başka tüm ilahlann dışlanışını
ve İlahlık taslayan müstekbirlerin ve sistemlerinin
reddini simgeleyen, ilan eden bir duygu, bir inanç haykırışı İle mezarlığın
kapısından bahar gibi şehire yükseliyordu.
Bu müslümanlann
dudaklanndaki tekbir; muvahhid
müminlerin umudiannın bir işareti, bir rumuzuydu.
Allah büyüktür..
Ondan başka ilah
yoktur..
Sözlerindeki tekbiri,
hallerinde yansıtmanın zorluğu ve çilesini çeken bu kutlu müslümanlar,
ölümle dirileri çok sevdikleri bir dostlannı
uğurluyorlardı.
Kimdir? -O!.
Demek o, nasıl olmuş?
Kardeşimizi zindanda şehid etmişler!.. Kardeşim, kardeşimiz.. Yutkundum..
Zindandan şehadetle kurtuluş.
Zindandan öteye
doğmak, dirilmek...
Şehadetle yeni bir dünyaya doğmak.
Ben İse, biz ise
sevdiğimiz bir dostumuzu ahirete uğurluyoruz. Fakat
onun yokluğunu, eksikliğini hissederek..
Tekbir sesleriyle bir
dostu uğurluyoruz.
Bir genç geldi,
kalabalığın arkasında koluma girdi "Abdullah abi,
başınız sağolsun" diyerek kulağıma fısıldadı.
Hepimizin başı sağolsun, İslam sağolsun..
Abi, üzerinde işkence izleri vardı. Bir doktor abi-miz, naşını inceledi ve
ağlayarak ne gibi işkenceler yapılmış olduğunu anlattı. Hepimiz ağladık abi.
Gözyaşlarımı ben de tutamadım.
Ölümlerin en güzeli.
Ne mutlu sana şehid kardeşim..
Sen.,
"Rabbim Allah"
dedin.
Sen.,
"Ben Rabbimin herbirimizden istediği hükmüne dönmenizi istiyorum"
dedin.
Sen, Allah'ın
hükümlerini net ve açık bir şekilde bildirip.,
"Bu benim
isteğim" değil, alemlerin Rabbinin isteğidir" dedin.
Sen.,
"Kullara kul
olmayalım, Allah'a kul olalım" dedin.
Sen.,
"Beni, sizi,
hepimizi ve herşeyi yaratan, tek olan Allah'a, hüküm
ve kanun koyucu Allah'ın dinine, tüm batıl ve beşeri dinleri dışlayarak girmeye
davet ediyor, kendimden bir şey söylemiyorum. Ben herbirinizin
evinde, raflarda, sanki inzal oluşu ölülerin arkasından okunmakmış gibi telakki
edilen Kuranın içindekileri sözümüzle, tavrımızla, gücümüz yettiğince
yaşayalım, yaşatalım" dedin.
Sen.,
"Ben size,
Allah'ın hükümlerini, sadece Allah'ın nzası için
anlatıyorum. Sizden bir ücret istemiyorum. Allah'ın huzurunda yaptıklarımızın
hesabını vereceğiz. O hesap gününde durumunuz kötü olacak, size acıyorum, size
merhamet ediyorum, o nedenle Allah'a döneceğiniz ölüm günü gelmeden, Allah'a
kulluğa dönün. Allah'ın hükümlerine teslim olun" dedin.
Ve senin merhametle,
kendilerini kurtarmak üzere gittiğin o insanlar, seni işkenceye tabi tuttular.
Sen onlara zor ve baskı kullanmadın. Hak sözü, Allah'ın sözünü, peygamberin
sözünü bir aracı olarak, bir mübelliğ olarak sadece
Rabbin için duyurdun..
öteden beri sık sık yaptığı vasiyeti gereği, çok sade bir mezara defnedilen
bu şehid dostumla, onu uğurlayan dostlan,
kardeşleri mezardan aynldıktan sonra onunla baş-başa
kaldım.
Ve ben ilk kez bir şehid mezarının başında, tüylerim ürperip, kalbim kabına
sığmayan bir su gibi göğsümden taşmaya hazır, akıtılan bu şehid
dostumun mübarek kanının damarlarımda dolaştığını hissettim.
"Rabbim
Allah" dediği için şehid edilen bir müslüma-nın kanını damarlarımda
hissettim,
Bu kan, onun darbe
yemiş, kamçı yemiş, jiletlenmiş pak vücudundan, alınlanyla
beraber herşeylerini Allah'a secdeye koymuş, müslüman ferdlerin, toplumun
damarlarına, bir aksiyon, bir ruh, bir mana kazandırarak akıyordu.
Bu kan, cahiliyenin kökleşip yerleştiği bir toplumda muvahhid müslümanların sözlerinde
ve hallerinde kelime-i tevhidin yücelmesine güç katıyordu.
Bu kan, sömürdükleri
halka karşı, dost gözüken müs-tekbirlerin adi,
iğrenç, rezil, çirkef olan firavunlaşmış yüzlerini apaçık günyüzüne
çıkarıyordu.
Oturdum şehidin
başucunda..
Ağladım,
Düşündüm,
Dirildim,
Yeniden dirildim..
Ve yolumun yakınlığını
hissettim
Ve yolumun zorluğunu
Ve yolumun güzelliğini
hissettim..
Ve yolumda,
meselesini, davasının özünü kavramamış insanlan
görüp yalnızlığımı hissettim.
Ve Rabbime çok yakın
hissettim kendimi..
Bilinçli olarak
sorumluluğumu kavradım,
Küçük ve küçülmüş
dertlerimi unuttum.
Tek derdim İslam
vardı.
Silinmiş, tahrif
edilmiş, yozlaştırılmış, bağnazlaştml-mış, geleneksel bir din kalıbı ve anlayışı içinde uyutulan,
uyuşturulan, sömürülen insanlann Rabbe, Kur'aria dönmelerinin gerekliliği, zaruriyeti,
hüznü, zorluğu, sorumluluğu tek derdim oldu.
İnsanlan kullara kul edenlerin karşısına dikilip, alemlerin
Rabbine kulluğa çağırmanın derin idraki içinde bu şehid
dostumun kabrinden yükselen bahan kentin kışına taşımalıyım.
Rabbim yar ve
yardımcımız ol,
Sensin bizim Rabbimiz,
Senden başka İlah
yoktur,
bizi Sen yarattın,
biz Sen'in kulunuz
Dua, sevgi, Rabbimizin
selam ve rahmeti üzerine olsun aziz şehid dostum..
Çoktandır bir
fırsatını bulup gidemediğim,
ama zaman zaman hayalen içinde gezdiğim
mezarlıkta gecelemeye karar verdim. Mezar bekçisiyle olan tanışıklığımız,
bana bu fırsatı veriyordu. Mezarlık içindeki bekçi kulübesi, ölü kentlerdeki
bir mü'min evi gibi garip ve yalnız canlılığını
koruyordu.
Bekçi kulübesinden
çıkarak mezarlar arasında bir süre dolaştım. Kabirler arasında bir can, bir
canlı yürüyordu. Kim bilir kaç yüz, kaç bin, kaç milyon, kaç milyar mevta şu
an benim yerimde, senin yerinde yani yaşayanların, yaşam fırsatını yitirmemiş
olanların yerinde olmak istiyordur!.
Ne gariptir ki onlann çoğu yaşayan insanların yerinde olmak isterken, yaşayanlann çoğu onlann yerinde
olmak istemiyor. Oysa yaşam fırsatını yitiren mevtaların istediği değil, şu
an yaşayan insanların istemedikleri şey gerçekleşecek!
Kabirlere, bütün bu
gerçeklerin durgun berraklığı ile tekrar baktım. Yağmur, günlerdir ölülerin
kabirleri üzerindeki kurumuş toprağa yavaş yavaş
dökülüyordu. Etraf bir hayli karanlıktı. Toprağa çarpan yağmurun sesi kulağıma
çok hoş geliyordu. Bu mezarlığın sürekli ziyaretçisi olduğumdan neyin nerede
olduğunu biliyordum.
Yağmur hızlandı.
Sesler fazlalaştı. Gök gürlemeye başladı. Şimşeklerin çıkardığı ışık, karanlığı
bir anda aydınlığa çeviriyordu. Islanmama aldırış etmiyordum. Yağmuru uzun zamandır
özlemiştim.
Kıyameti düşündüm!..
Şimşeğin ışığı,
önümdeki bir kabrin mermerlerini beyaz bir balyoz gibi gözüme vurdu. Ve ben
kendi ölümümü düşledim.
Yağmurun altında, kabirin dibinde,
yüreğime Rabbimin
rızasını yerleştirerek, yaptıklan-mt,
yapmadıklanmı Kuran ve Sünnet ölçüsünde değerlendirip
kendimi hesaba çekmek üzere oturdum.
Sorumlulukla nmm çepeçevre beni sardığı bu düşünce atmosferinde zamanın
naşı! geçtiğini bilmiyordum..
Hayal gücümle anlamlı
geziler yaptığım geçmişimden, geleceğe uzanmıştım. Öte dünyada; "Oku
kitabını bugün senin nefsinin hesabı için sana yeter." ayetiyle muhatap
oldum. Kitabımı alıp okumaya başladım. Sıkıntı ve pişmanlıkla okurken, gecenin
içine sanki yalın kılıç gibi sokulan bir horozun sesi beni bu hayallerden
kopardı.
Horozlar çeşitli
yönlerden çok kısa aralıklarla ötmeye başladılar. Horozların arkasından, sabah
ezanları, mezarı müteharrikeye dönüşmüş, her biri
birer mezar olmuş apartmanların arasından hedefini bulamayan, boşluğa sıkılmış
mavzer kurşunlan gibi dağılıyordu.
Sabah namazını eda
edip, güneşin kabirlere doğuşunu seyrettim. Güneşin doğuşu gibi mezardan
toplumun arasına doğmahydım. Yenilenerek, dirilerek
ve basamaklar atlayarak katılmalıydım.
Aldanmış, aldatılmış
ve eksik, yanlış, çarpıtılmış din bilgisiyle avutulmuş, şeytanın ve dostlarının
bilerek ya da bilmeyerek İzinden giden toplumun
fertlerine; Rablerini ve Rablerinin istediklerini, halimle ve sözümle göstermek
için toplumun dertlerine uzanmalıydım.
Çünkü Efendimiz
(s.a.v.)'in bir köşede oturup, insanları düşünmeyen, onlann
dertleriyle dertlenmeyen bir kişi olmadığını çok iyi biliyordum. İnsanlara
ulaşmalıydım.
Rabbani gerçekleri
yılmadan, usanmadan, beşeri menfaat ve korkulan hesap dışı yaparak sadece
Rabbimin rızası için anlatmalı, insanları Rabbimizin razı olacağı dine davet
etmeliydim. Bir muvahhid olarak, dimdik ayaklan-mm
üzerine doğrulup "La ilahe illa Allah" tevhidini bu insanlara
anlayıp, kavrayacakları biçimde tebliğ etmeliydim.
Ve ben ölümle
dirilmeyi arzulayan samimi bir duyguyla, yaşayan ölülerin arasına katılmaya
karar verdim. Mezarlığın kapısından çıkarken bir cenaze geliyordu.
Şimdiye kadar ahirete giden birini uğurlayanlann
bu kadar çok olduğu cenazeyle karşılaşmamıştım. İkiyüzün
üzerinde Özel arabanın ve sayısını tam kesti-remediğim
insan selinin önünde tahta bir kutu içinde sonsuzluk denizine çakıl taşı gibi
sürüklenen bu meyyit kimdi?
Tabuta bağlanan ince
nakışlı tülbentten kadın olduğu anlaşılıyordu.
Onu uğurlayanlann arasında ünlü film yıldızlan, ses
sanatkarları, tiyatro oyuncuları, film yapımcıları, muhabirler, gazeteciler ve
yazarlar vardı..
Kimdi bu kadın?
Şöhretli biri olduğu
belliydi.
Mezar imamını
tanıyordum, beni görünce güiümsedi. "Kimmiş
bu" dedim.
Bu ünİü
film yıldızı..
İmam, defniyle görevli
olduğu Ölü için yazıya aktara-mıyacağim kötü bir
kelimeyi kullandı.
Peki hocam o kadını
böyle biliyorsun da niçin buradasın?
İmam kızarak, fakat
kızarmayarak "Görevimiz" dedi.
Bu görevi ona kimin
verdiğini bildiğim için sormak istemedim. Gazete manşetlerine bakınca meyyitenin dünyevi şöhreti belli oluyordu. Estetik
ameliyatla cildini gerdirip kendini gençleştirip güzelleştirmeye çalışan bu
meyyite bayan, keşke ölmeden önce ahlakını güzelleştirseydi, yaşantısını
değiştirseydi.
Yemekte, çayda, her
şarkısında, her sahneye çıkışında, filmin her sahnesinde, yazda, kışta,
baharda, kah şurada, kah burada giydiği, herbirinin
maliyeti miyonlan aşan elbiselere sahip olan ve bu
konuda hastalıktan da Öte bir titizlik gösteren bu zavallı, son yolculuğunda
dikişsiz bir bez parçasının içinde, milyarlara ulaşan mücevherlerinden bir
yüzüğünü bile parmağına takmadan,
takamadan öte dünyaya
göçüyordu. özel terzileri, özel kuaförü, özel arabaları, şoförleri,
hizmetçileri, kendisini pazarlayan
organizatörleri ve bir hayli çevresi olan meyyitenin
kabrinden, bütün yakınlarının bir bir ayrıldıklarını
seyrediyordum. Acaba bu hanım biliyor muydu? Dostlarının, dost bildiklerinin
kendisini mezarda yalnız, yapayalnız bırakacaklarını ve kendisini bir çukura
gömüp, arkalarına bakmadan gideceklerini biliyor muydu!. Konan çiçek ve
çelenklerden kabrin toprağı görülmüyordu.
Makyaj eşyaları
Avrupa'dan geliyormuş. Leydi isimli köpeğinin tıraşı için bir Fransız kuaför
getirtmiş. Yine Avrupa'dan gelen özel şampuanla bu köpeğe sık sık banyo aldınrmış.
Acıdım köpeğe köle
olanlara..
Yüzündeki, cildindeki
küçük bir lekeden rahatsız olan, utanan, sıkılan bu kadın, yanağındaki bir
sivilce için ünlü üç cilt doktoruna muayene olmuş..
Toprağın soğuk
kucağında şimdi bu kadın. Yazın tatlı sıcağı karşısında "Ölsem
dayanamam" diyerek Özel yazlığına giden bu kadın, yaptıklarının karşılığını
göreceği bir öte dünyada ateşe, azaba nasıl dayanacak? Onu Allah'ın azabından,
cehennemden, öte dünyadaki hesaptan, özel mama hazırlattığı köpeği Leydi mi
kurtaracak?
Yoksa içki masalarında
eğlenen sarhoş hayranlarına sahnede vücudunu ve sesini sunarak, bir dua gibi
okuduğu
müstehcen şarkılar mı
onu kurtaracak?
Halkının yüzde
doksanının müslümanf!) olduğu söylenen bir toplumun
arasında şöhretleşen, alkışlanan bu kadın Allah'ın huzuruna nasıl çıkacak?
Allah'ın azabının ve
cehennemin korkunç şiddetini Kur'an'dan öğrenen bir
insan olarak, bu yolun yolcularına acıdım. Onu ve onun gibileri kullananlara, onlan kendi iğ-renç istekleri
için böylesi yollara itenlere nefretti bir buz duydum.
Bu meyyite bayanla
beraber olmak için milyonlar veren bir dostu, gece ölen meyyitenin
başında bir saat beraber kalmaya dahi tahammül edememişti. Bilmem ne Ölüsünden,
bilmem ne leşinden kaçar gibi, meyyiteden
uzaklaşmıştı.
Mezarlıktan aynlırken gözüm bir köpeğe ilişti. Çe-lenkierle çevrili yeni mezarın başına getirilmişti.
Kıvırcık tüylerine ve ziynetti tasmasına bakılırsa özel değeri olan bir
köpekti.
Burnuyla mezan kokladı.
Sıkışmış veya
kendisine gösterilen ilgiyle sıkıştırılmış olacak ki mezann
baş kısmını ön ayağıyla hafif eşeledi. Yan döndü, sol ayağını kaldırdı ve
rahatladı!. Köpeğin ne yaptığını gören bakıcısı ise şaşkınlıkla seslendi.,
Yapma Leydi, çok
ayıp!..
Şehir ve içindekiler
beni sıktı.
Gazetelerin
sayfalarına bakarken cehennemin sıcaklığını hissettim.
Sokaklar ve caddeler fuhşiyat vitrinleri gibiydi.
Meyhaneier doluydu.
Marketler, bakkallar,
yarışırcasına içki satıyorlardı. Bankalar köşe başlarında modern eşkiya olmuş, avlarını bekliyordu. Avlayan memnundu,
avlanan memnundu!.
Çocuğuma aldığım
bisküvi parasını verirken, üreticinin kullandığı kredinin faizi de benden
alınıyordu.
Yürüdüğüm asfaltın
bilmem yüzde kaçında faiz vardı. Sinamalar batının ve
batılın sergileyicisi olmuştu. İnsanların yüzüme bakışlarından rahatsız
oluyordum. Bu kentte yabancıydım. Bu kentte yalnızdım.
Televizyon beyinlere
Allah ı unutturan, Allah'tan uzaklaştıran zehiri
şırınga ediyordu. Her şey sanki şeytanın işini kolaylaştırıyordu.
İnsanlar
uyuşturuluyordu, uyutuluyordu.
Sözler anlamsızdı,
bakışlar anlamsızdı bu kentte.
Sevgiler sahteydi.
İlişkiler menfaatlere
göre ayarlanıyordu.
Belediye otobüsüne
binemedim.
Yürüdüm,
düşüncelerimin yoldaşlığında yürüdüm.
Bir, kenar mahallenin
sokaklarından, yüzleri kirli, elbiseleri eski, kalpleri temiz olan, cıvıl cıvıl oynaşan çocukları gözlerimle seve.seve ilerliyordum.
Ev önlerine oturmuş
kadınlar sohbet ediyorlardı.
Sohbet!.. Dedikodu..
Bir kadın, kocasının
istediklerini almadığından yakındı.,
Bir kadın, kocasının hergün eve sarhoş geldiğini söyledi.,
Bir kadın, televizyonlarının
hala siyah beyaz olduğunu ama aybaşında artık renkli alacaklarını gururla
anlattı.,
Bir kadın, kocasının
kendisini her sabah erkenden namaza kaldırdığından dert yandı.,
Bir kadın kasıla kasıla övünerek üç yaşını doldurmuş kızına hazırladığı
çeyizleri gösteriyordu.,
Bir kadın kızına
dünürcü gelenlerden bahsetti. Evi yokmuş, maaşı çok azmış.,
Bir kadın, Emine hoca
hanıma babası için okuttuğu mevlide tam .... lira ödediğini ve bu parayla
birlikte geliş gidiş ücretini de pazarlık gereği verdiğini söylüyordu..
Bir kadın
televizyondaki filmi anlatıyordu.,
Başroldaki kadının etek ve bluz rengi konuşuluyor-du.,
Hatice hanım niçin
kocasını akşam evde sıkıştırma-sındı?. 0, bunlar konuşulurken susmuştu. Mutlaka
renkli almalıydılar. Yoksa renkli televizyonlu komşulan
arasında mahcup olurdu, mahzun olurdu!..
Bir kadın evsahibinden yakındı.,
Allah'tan bahseden
birilerine rastiayamadığım bu büyük şehrin kıyı
mahallelerinden kopup mezara ulaşmıştım. Ölümün ayak seslerini bu kentin
insanları niçin duymazlar?
Oysa hergün birileri aralarından eksilmekte.
Çevremde beni üzen herşeyde, müslüman olarak benim
de kusurum, gücüm oranında bir sorumluluğum olduğunu düşündüm.
İçinde' bulunduğum cahiliyenin yerleşip kökleştiği bu toplum, bir zamanlar,
Allah'ı, Allah'ın emir ve nehiylerini bilen ve
Allah'ın hükümlerini anlayışları nisbetince tavırlarında,
yaşantılarında soluyan neslin evlatlarıydı, varisleriydi.
Bu insanlar, bilerek
veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek şeytanın adımlarını
izlemekteydiler. Küfre gitmişlerdi. Şirke bulaşmışlardı.
Beni sıkan bu kentin
kirli havasından arınmak için Rabbimin gösterdiği yol ve metod
içersinde çalışmam gerekiyordu.
Ben değişmeliydim.
Bu insanlar
değişmeliydi.
Bu insanlar cahili
kirlerden arındırılmalıydı.
Bu insanlar dirilmeliydi.
Bu insanlar kötü huy
ve tavırlarını atmalıydı.
Bu insanlar
kendilerini değiştirmedikçe, Rabbimiz on-lann
durumunu değiştirmeyecekti.
O halde ben ne
yapmalıydım?
Nereden başlamalıydım?
Aldatılmış ve aldanmış
bu kitlenin Allah'a kulluğa davet edilmesi gerekiyordu.
Peygamberlerin
görevlendirildiği toplumlarla birçok konuda benzerliğe sahip bu toplum, mü'min ve müslüman insanların güç
de olsa, zor da olsa, tehlikeli de olsa bırakıp terkedecekleri,
kaçacaktan bir toplum değildi.
Bizzat Rabbin nzasını kazandıracak zorlu amellerin ifa edileceği bir
toplumdu.
"Ne yapmalı?
Ne yapmalıyım?
önce ne yapılmalı?
Nereden, nasıl
başlamalı?"
Bu soruların, sözün
ötesinde, kelimelerin ötesinde içimize işlemesi gerek. Bu soruların ızdırabını duymak gerek.
Bugün her kabrin
başında bu somların yüreğimi dağladığını hissediyordum...
Allah'a kulluklarını
unutmuş, İlahi dinin, hayatlarında hiçbir etkinliği kalmamış, Kur'an'ı tozlu raflara ve lafızlara hapsetmiş bu toplumun
fertlerinden hergün birileri Allah'tan bihaber, İslam'dan
bihaber, yanlış Allah bilgisi, yanlış Allah inancı, yanlış Allah anlayışı,
eksik din bilgisi, bulanık, pürüzlü, Allah'ın kabul etmeyeceği bir akideyle
öte dünyaya gidiyordu.
Tevhidi çizgide
Allah'ı bilen, İslam'a gönül veren insanlar, bu insanlara karşı sorumludurlar.
Tekrar tekrar anlayabilecekleri, kavrayabilecekleri
şekilde Allah, İlah, Rab, Din bu insanlara anlatılmalıydı, aktarılmalıydı.
"Ben Allah'a
inanıyorum, ben Allah'ın kuluyum" derken, bir insan bu imandan, bu
kulluktan neyi anlıyor, neyi anlamıyordu?
Nedir kulluk?
"Ben Allah'a
kulum" diyen bir insan, Allah'tan başkasının koyduğu hükümlere tabi
olmuşsa, "Dinim İslam" diyen bir insan, dinsizlerin, hatta tahrif edilmiş
dinlilerin yaşantısından, düşüncelerinden farksız bir hal ve yaşayış
içindeyse, bu insana nereden yaklaşmak lazım?
Her insanın doğruyu ve
hakkı anlayabilmesine, kavrayabilmesine ve gerçek İslam'ı Allah'ın istediği
bir biçimde yaşayabilmesine engel olan, kendinden ve çevresinden kaynaklanan
birtakım psikolojik ve sosyal marazları vardır. Rabbimiz Kur'an'da
bu marazlara işaret etmiştir.
Bu marazlar tek tek öğrenilmeli, bilinmeli.
Bu marazlar tek tek kazınmalı, atılmalı, terkedilmeli.
Hak ve batılın arasında,
hakkı örten, hakka gidişi, hakkı kabulü, hakkı yaşayışı engelleyen bu
marazların, bu duvann yıkılması lazım. Bu duvarın
aşılması lazım,.
Ölmüş insana nasihat
edilmez.
Ölüler dirilere
nasihat ediyorlar. Yeter ki ölümün ibret ve ders verici öğüdünü anlayabilelim.
Geçen hafta vefat eden
bu kentin belediye başkanı kim bilir ne gibi pişmanbklanyla
inliyor şu önümdeki kabirde!. Şehrin trafik kargaşalarını yoğun bir çalışma
sonucu, yollar, geçitler oluşturarak çözen bu meyyit başkan, ruhundaki
kargaşalıkları giderecek hak ve doğru yolu bulamadan, bilemeden, seçemeden
gitti.
Edison ışığı icad etti, dünyayı aydınlattı. Ama alemlerin Rabbi olan
Allah (c.c.)'a ve O'ndan başka tüm ilahlan reddederek
ve Allah'ın hükümlerini en yüce bilerek iman edemedi. Tüm dünyayı aydınlattı
fakat kalbini, ruhunu aydınlatamadı.
Tüm dünya kendisini
sevse, bu sevgi tevhidi çizgide iman edememiş olan kişiye Allah katında hiçbir
şey kazandırmaz. Bu dünyada, her köşe başına yüksek fiyatlarla utançtan
anıtları dikilse, kitaplara, füimlere, konferanslara
konu olsa, ahirete imansız olarak giden birine bütün
bunlar ne yarar sağlar?
Soruyorum sizlere.,
Meyyit başkan içki
içer miydi?
Kumar oynar mıydı?
Hanımının başını örter
miydi?
Namaz kılar mıydı?
İslam için ne yaptı?
Nasıl hüküm veriyordu?
Bu sorulan çoğaltmak
mümkündür. İçkiyi Allah haram kıldı. Kuman Allah (c.c.) haram kıldı. Kadınlann başlarını örtmelerini AİIah
istiyor. Namaz Allah (c.c.)'ın emri..
Allah'tan başka kimin
hükmü güzel?
İslam, Rabbimizin
bizden razı olacağı din.
"Kim İslam'dan
başka din seçerse, o seçtiği kendisinden kabul olunmayacak ve o, ahirette zarar, ziyan ve hüsrana uğrayanlardan
olacaktır."
Zarar ve ziyana
uğramamak için,
daha ölmemişken, bu
dünyada nefes alıp verirken din olarak İslam'ı seçmek ve yaşamak en akıllıca
iştir.
Mtyyit belediye başkanına gelince ne diyeyim ki?
İnsanları İlahi
vahiyden engelleyen, İlahi vahyin hakikat elçiliğini yapacak yerde, kurdurduğu
uydu çanaklanyla pomo
filmlerin elçiliğini yapan mevtaya, bu mevtaya ne denir ki!..
Hüznün gözyaşı, ateşten
bir kor gibi gönlüme düşmektedir. Kabirler beni dünyadan ve dünyalıklardan
koparmaktadır. Her kabir yolculuğumu hatırlatmakta, bir öte dünyanın hesabını
içimde diriltmektedir.
Mezarda sanki hiç
ölmeyecekmiş gibi bu geçici dünyaya sarılanları tahayyül edip,
sanki yarın sabah
erkenden,
sabahın nefes almaya
başladığı bir sırada, nefesimin son buluvereceğini düşündüm. Pişmanlıklar birer
alev olup beynimi yakıp kavurmaya başladı.
Terliyordum,
titriyordum, içim ürperiyordu..
Mezarın çeşmesine
doğru ilerledim, içimde bir duygu beni çeşmeye doğru süri.iklüyordu.
Abdest aldım.
Dua, tevekkül, tevbe ve şükür ile abdest aldım.
Yıkanıyordum, su
elimi, yüzümü, ayağımı yıkarken, nasuh bir tevbe içimi yıkıyordu, mazimi yıkıyordu. Sanki bu su, bu nasuh tevbe, İslam dışı eğitim ve
öğretimin yaşantıma, düşüncelerime bulaştırdığı cahili lekeleri bir bir temizliyordu.
Dua, tevekkül, tevbe ve şükrün ılık kucağında tüm teslimiyetimle Rabbe yöneiiyordum.
Kabirlere baktım.
İçindekileri ve dünyadaki amellerimi düşündüm.
Yaşayanlan düşündüm, kendimi düşündüm.
Ölümlü dünyanın
ölümsüz tek güzel şeyi salih amellerdi. İman
edenlerin, salih amel işleyenlerin büyük ecirlere
ulaşacağını biliyoruz. "Onlar Rableri katında mahzun olmayacaklardır"
gerçeğine inanıyoruz!
Tabutsuz bir ölü
getiriliyordu. Babasının kucağında nakışlı bir kilime sarılmış ölü çocuk.
Hayatın baharında, dalından koparılmış bir gül tomurcuğu gibi 3-4 yaşlarında
bir kız.
Üzerine düşen
babasının gözyaşından ve geriye bıraktığı bağn yanık
anne yüreğinden habersiz, Allah'a, ahi-rete
gidiyordu.
Acaba kalbi yanık anne
"Ne olurdu onu alacağına beni alsaydın" derken, neler hissediyordu?
Birden caddeye
fırlayan küçük kızının hiç mi hatası yoktu ki, hapse götürülen şoföre lanetler
yağdırıyordu bu
anne.
Bu öiümün
hayırlara vesile olacağını, birtakım hikmetleri taşıdığını nasıl
anlayabilirdik!
Baba, kendini
değiştirmişti ölüm sonrasında. Annenin ısrarına rağmen şoförden davacı olmamış
"Öldüren de Allah, dirilten de O. Ne yapalım, Allah'ın takdiri.."
diyerek, karısının mahzun bir şekilde evde beklediği şoförü tutukluluktan
kurtarıp, evine göndermişti. Şoför de değişmişti. Çarptığı çocuğu hastaneye
götürürken ne dualar etmişti..
Daha sonra
öğrendiklerimi de bu arada zikrettikten sonra tekrar sabinin gömüldüğü o güne
dönüyorum.
İçimden cenazeye
katılmak geçmişti. Ölü bir sabi idi, masumdu.
Rahatsız olduğum tek
yüz, imamın yüzüydü.
Neden bir tüccar
gibidir mezar imamlan?
Kalpleri nasırlaşmış
mıdır bu insanların?
Kalbi de yüzü gibi
temiz olan bu küçük çocuk, küçücük kabrine büyük acılan arkasında bırakarak
hüzünle gömüldü.
Bu çocuk; dünyanın,
kendisine irin akıtan, küfür akıtan bataklığından ölmekle kurtulmuştu,
kurtuluvermişti.
Ya ölmemiş çocuklar!..
Nefes alıp veren
çocuklar!..
İslam fıtratı üzere
doğan tüm dünya çocukları neyin, nelerin arasında, kimlerin elindeydi?
Yaşayan çocuklar için
kendimi tutamadım, ölen çocuğun kabri başında ona değil, yaşayan çocuklara
ağladım..
Bir çocuk ki, anne
babası Allah'ı bilmez, Allah'tan başka ilahlar edinmiş..
Bir çocuk ki, babasını
ayık hiç görememiş..
Bir çocuk ki, annesi
para için vücudunu satıyor..
Bir çocuk ki küfürlü
sözler bir dua gibi, bir alfabe gibi kendisine belletiliyor..
Bir çocuk ki,
babasının "Büyük adam olma" kaprisleri arasında, baskı altında,
şiddet altında..
Bir çocuk ki, babasız,
yetim..
Bir çocuk ki öksüz..
Bir çocuk ki, ne
annesini biliyor, ne babasını. Duygusuz, merhametsiz bir toplumun içinde
yalnız, kimsesiz, itilmekte, kakılmakta..
Bir çocuk ki,
kemikleri çıkmış, bir lokma ekmeğe muhtaç, açlığın, sefaletin kucağında,
Afrika'da..
Bir çocuk ki,
kurşunlanmış annesinin, babasının kanlı cesedi başında, kanlı annesine sanlmış, eli kan, yüzü kan ağlamakta, Filistin'de..
Bir çocuk ki, boyundan
büyük tüfeği başında, eli tetikte, gözü namluda, dudağında tekbir, şehid düşen babasının yerini almış, Afgan dağlarında..
Ve dünya çocuklarının
derdini dert edinmeyen dünyanın büyükleri, herhangi bir seneyi değil bütün
seneleri masa başında çocuk yılı ilan etseler, bir kısmı burjuvazinin besili
çocuklarını, allı, pullu renkli elbiseler içinde "Bugünün çocukları, yannın büyükleridir" diyerek kameralarda, gazetelerde,
mecmualarda teşhir etseler, bunun ne önemi, ne anlamı var ki, Filistinli,
Afrikalı, Afganlı ve dünyanın daha bilmem neresindeki mustazaf
çocukların yanında!..
Ey ölen çocuk,
ey sevgili yavrucak!.
Babanın gözünde yaş, annenin yüreğinde yara bıraksan da sen kurtuldun.
Sen kurtuldun tağuttan ve tağutu yaşatan
toplumdan. Sen kurtuldun sevgili yavrum!.
Üzerleri en kaliteli
mermerlerle kapatılmış ve rengarenk çiçeklerle donatılmış, dış görünümüyle
gözü yormayan, temiz, tertipli, planlı, geniş bir hiristiyan
mezarlığında, denizde damla misali müslümanlar için
ayrılmış bölüme mü'min bir Alman kardeşi gömeceğiz.
Genç yaşta, hem
dünyadaki yaşı, hem de İslam'daki yaşı genç olan, dört sene öncesinde
Hıristiyanlıktan İslam'ı seçip, aramıza katılan kardeşimizi son yolculuğunda
uğurlamak üzere gelmişiz bu mezara.
Farklı bölgelerden,
farklı ülkelerden değişik ırktaki müminlerden oluşan kalabalık bir cemaat
mezarın kapısında.
Tartışma, mütela, yorum, kin, öfke, buğz ve
merhamet kapristanın önünde...
Tabutla gömülme gereği
üzerine yapılan tartışmalar, batının kendi usullerinden taviz vermeyişiyle iki
saat kadar sürüyor.
Bir gurup, batılıların
tabutla gömüş şeklinin Suudi Arabistan'da ve Mısır'da da uyguladığını
söyleyerek, bu kadar beklemenin boşuna olduğunu belirtiyorlar.
Bazı müslümanlar ise merhumu en ince sünnetleri bile ihmal
etmeden ihlasla yaşayan, tavizsiz, muttaki bir mümin
olduğunu vurguluyarak islami
usul ne ise o uygulanmalıdır diyorlar. "Şayet merhum aramızda olsaydı ve
böylesi bir durum İle karşılaşsaydı, bunların hepsiyle tartışır ve bu konuda
asla taviz vermezdi." ifadesini, merhum adına samimiyetle
tekrarlıyorlar...
Müslümanların bir
bölümü de, kararsız ve yorumsuz bir bekleyişte derin derin
düşünüyorlar. Kimbilir belkide
kendi ölümlerini tahayyül ediyorlar, hatalarının hüznünü, yapmadıklarının,
güçleri yetiyorken yapmadıklarının acısını ve ıztırabını
yaşıyorlar...
Cenazesine Amerika'dan
Hıristiyan babası geldi annesiyle. Pilotmuş babası Amerika'da. Oğlunun müslüman olmasına üzülmesine rağmen, taktir edilecek bir
tavır göstererek "gaslinden defnine kadar kendi dinine göre gerekenler
yapılsın." dedi.
Ne var ki Mısır'ın tağut güdümlü hocaları "Tabutla da mezara gömülebilir,
hiç önemli değil." fetvasını söylediler. Bunun üzerine bekleyişte sıkılan
baba, bir grup Hıristiyan akrabaları, merhumun müslüman
karısına gelip, "Boşuna bekletilmesin, bak tabutla da konulabiliyormuş,
bir an önce gömülsün, tartışmaya gerek yok. " dediler. Bir Alman müslüman ortaya atılıp, heyacanh
ve düşündürücü bir konuşma yaptı:
"Ölen müslümandır, bizim kardeşimizdir. Ne akraba-lannın isteğine, ne de Aiman
formalitelerine göre gömülecek, Allah'ın istediği şekilde İslam'i
kurallara göre gömülecektir.
Bir hayli diretti,
mezar yetkiliüleriyle uzun uzun
tartıştı. Mezar yetkilileri ise tabutla gömülmesi için itikadi
ve inadı bir direnç gösteriyorlardı.
Çünkü yasalar
böyleydi!.
Evet,
Halkında müslüman olan Doğu ülkelerinde müslüma-nın canlısına müdahale edilirken, böylesi Batı ülkelerinde
canlısına değil ölüsüne müdahale ediliyordu. Doğuülkele-rinde
ise böyle bir müdahale yoktu. Ölen bir kimse İslam'i
kurallara göre yıkanabilir, kefenlenebilir, namazı kıhnabilir
ve yine İslam'i kurallara göre defnedilebilir. Daha
açık bir ifade ile ölen bir kimseye İslam'i kurallann uygulanmasında hiç mazhur
yoktu.
Tabi ki ölmüş olması
kaydıyla!..
Netice olarak tabutun
toprakla doldurulmasına karar veriliyor. İki saatlik bir bekleyişten sonra
tabuta tenekelerle toprak getiriliyor ve tabut toprakla dolduruluyor. Merhumun
yüzü kıbleye çevriliyor, tabutun kapağı örtülüyor ve öylece konuyor kazılmış kabire..,
Okunan Kuran ayetleri,
dirileri düşündürüyor.
Yapılan dualar,
Rahmet dileyişleri ve
bir kardeş daha aramızdan bedenen ayrılıyor. Dört senelik güzel bir maziyi,
örnek alınacak sözleri ve özlenecek davranışlan
kardeşlerine bırakarak.
Uğurladık bir müslümanı,
onu sevenlere ve onun
sevdiklerine uğurladık.
Ne üzülüyoruz, ne
hayıflanıyoruz onun için.
Mezarlıktan çıkarken,
bir kardeşi öz vatana
uğurladıktan sonra gurbette kalmanın garipliğini ve hüznünü soluyoruz..
Eüzü besmele ile mezara girdim.
Bu kez öyle bir kabrin
basma geldim ki, bu kabrin içindeki insanı net olarak tanımlamak, birçok insana
doğruyu ve hakkı buldurur.
Sağlığında insanların
pek çoğu ne yazık ki onu tanıyamamışlardır. Şimdi de onun gibilerini hala
tanıyamadan, ömürlerini, mesailerini ve mallarını tüketenler bir hayli fazladır.
Böylelerinin gerçek çehrelerini tanımak için, . Aİİah'ın bizlere
uymamızı, yaşamamızı istediği dini, asli
kaynaklarından Öğrenmek ve bilmek lazımdır ki; böylesi insanlann
ne olduğu, ne olmadığı anlaşılmış olsun. Bu İnsanlar Allah adına konuşurlar,
fakat konuştuklannm büyük bir bölümü, Allah'ın konuşulmasını
istediği meseleler değildir.
Bu İnsanlar "din
adamı!" olarak popüler bir makamda söz söyleme yetkisine sahiptirler.
Allah'tan başkalarından korkarlar, çekinirler, Allah'tan başkasını severler.
Etrafındaki insanların
gerçekten ihtiyacı olan meselelerde, ya derin bir
sükutun içindedirler, ya da meseleyi bay patronlannın beğenisini kazanacak, kendi aleyhlerine tehdit
ve tehlike oluşturmayacak bir şekilde, kendi te'vil
ve tefsirleriyle makaslayarak biçimlendirip, özünden saptırırlar. Bunlar, başı
ağnyan insanlara karın ağrısından söz eden ve karın
ağrısının gidericisi olan hap ve İlaçlan tavsiye eden ve veren ve bu icraatleriyle iyilik yaptıklarını, bir başka deyişle hizmet
ettiklerini iffetsizce söyleyen aldatıcılardır.
Bu insanlar Allah'ın Kitab'ının içindekileri bilirler.
Bilirler Kur'an'ın sadece namazdan, oruçtan bahsetmediğini. Arapça,
fıkıh, siyer, tefsir gibi dersleri okuturlar. Maalesef ne bildiklerini, ne de
okuttuklarını yaşamazlar. Kendilerine hükümler hatırlatıldığında batıl tevil ve
tefsir ile kendilerini hakîı çıkarırlar.
Dahası böyleleri gözler yaşartıcı konulan kürsülerde, meclislerde,
sohbetlerde aktörce dile getirdikleri için İslami bir
değer ölçüsüne sahip olmayan halkın büyük çoğunluğu tarafından beğenilirler ve
ilgi toplarlar.
Maalesef halk, onların
yanlışını, eksiğini, ihanetini bilemez, zaten düşünmezler de.. Değil mi ki
hocadır, "Hoca yanlış söyler mi?"..
Halkın dini duygulannı kendi maddi ve politik çıkarlarına veya
politikacıların çıkarlanna alet eden bu gibilerini
bazı kişiler zaman zaman tanırlar. Ama bu tanıyanlar
halkın yekünü yanında çok azdır.
Evet bunlar
çıkarcıdırlar, ağızlan ve sözleri değişkendir..
Böylesi bir betamın
kabri başındayım. Allah'ın hükmünü gizleyen, Allah'ın Kitab'ını
az bir ücret karşılığı satan, Kitab'ı arkaya atan,
gittiği mevlitlerde daha fazla para kazanmak için anfiyi
de beraberinde gezdiren, bir ramazan ayında on, onbeş
hatim siparişi alan ve kendisine "Ya hoca, sen
hafız da değilsin! Bu hatimleri nasıl indiriyorsun? Vakit yeter mi buna?"
denildiğin de "Size bir meslek sırrı söyleyeyim. Üç ihlas,
bir fatiha bir hatimdir." diyerek sıntan, kalbi
maddi çıkarın ve dünyanın sîsi ve kiri altında kararan ve katılaşan bu
sahtekar, bu din tüccan şu anda Allah'ın huzurunda..
Etrafındaki saf ve iyi
niyetli insanlan aldattığını sanan bu zavallı,
gerçekten kendisini aldattığını şu anda çok iyi
anlamıştır.
Ebu Hureyye (r.a.)'dan rivayet
edilir, Rabbimizin huzuruna ilk önce hükmü verilmek üzere getirilen üç sınıf
insandan birileri de böyleleridir.,
Allah'ın huzuruna
Kuran okuyan, Kuran okutan, öğreten kişi getirilir. Rabbimiz ona sorar:
Sana verilen nimeti
hatırla."
Biliyoruz ki.,"o
gün nimetlendirilen şeylerden sorulacaktır."
Allah'ın huzuruna
getirilen o kişi:
Ya Rabbi, Senin nzan için
Kuranı okudum, öğrettim., der.
Rabbimiz:
Yalan söylüyorsun, sen
Kuranı "Ne güzel Kur'an okuyor" desinler
diye okudun., buyurur.
Ve hakkında hüküm
verilecek. Yüz üstü cehenneme ilk girenler böyleleri
olacak.
Bir an düşündüm.
Şu önümdeki kabrin
içindeki meyyit belam bir sünnet merasiminde mutfağa girerek çiğ bir yumurta
istedi.
Birisi:
Hayrola hocam ne
olacak bu?
Bugün üçüncü mevlüdüm, sesimizin aynalı çıkması lazım.!
Evet sesinin aynalı
çıkması lazım, çiğ yumurtayı içmesi lazım, yoksa üçüncü sınıf durumuna
düşebilir!.
Hayatı boyunca birinci
sınıf olarak okumasını sürdüren bu mezkur meyyit, birinci sınıftan düşmedi,
ama bir arşınlık toprağın içine, kabire düşüverdi. Ve
hesabını zor vereceği, veremeyeceği lekeli bir mazinin kirli amellerini de
beraberine alarak Allah'ın huzuruna götürdü.
Dualannı hatırlıyorum
Okuduklarını ve
okuyuşunu hatırlıyorum..
Yaptığı pazarlıktan,
gizlendiği hükümleri, korktuğu makamları, aldığı arsaları, biriktirdiğ
metalan.. hepsini düşünüyor ve hepsini
hatırlıyorum...
Korktukları,
gizledikleri, biriktirdikleri nerede!.
Ve kendisi nerede!..
Namaz için camiye
uğradığımda, musalla taşındaki cenazenin başında, el pençe, boynu bükük iki
kişi bekliyordu. Cemaat farzın sonlanndaydı.
Şadırvanda abdest almaya başladım.
Çelenklerle doluydu
tabutun etrafı. Bir grup iç avluda, bir grup caminin dış duvar diplerinde, ana
giriş kapısının önünde, arabalann arasında,
yakalarında meyyitin resmi olduğu halde bekliyorlardı.
Yorum yok nadide
çiçeklerden oluşturulan çelenklere,
yorum yok tabutun
başında bekleyenlere ve yine yorum yok yakınlarının, meyyiti uğurlayanların
neden içeride veya namazda değil de, dışarıda beklediklerine!.
Şaşırmadım,
alışılagelen bir haldir bu..
Ben abdestimi aldım, şadırvanda oturarak bekliyordum. Cemaat
dışarı çıktı, saflar dizildi. İmam önde, camiden çıkan cemaat imamının
arkasında, ölü imamın önünde. Ölünün en yakınları caminin avlusunun dışında
kılınan cenaze namazını seyrederek bekliyorlardı.
Ahlar, vahlar, iyi
insandı, şöyle İnsandı, böyle İnsandı sesleri..
Namaz kılındı. Hoca
cemaate döndü;
"Mevtayı nasıl
bilirsiniz?" diye sordu. Cemaat kurulmuş saat gibi öttü.,
İyi biliriz
Allah taksiratını
affetsin..
İmam, şadırvanın
yanındaki özel odada. Ölünün birinci dereceden akrabaları, ya
da birinci dereceden defni ile ilgilenen yakınları ise imamın karşısında, imamı
dinliyorlar. ,
Tabi hocam
Önemli değil hocam
Ben takdim edeyim mi
Arif bey?
Hediyenizi telkinden
sonra da verebilirsiniz.. Kulaklarımı tıkadım duymamak için ama duyuyordum,
duymuştum bu pazarlığı!.,
Bir insan ölmüş,
defninin, gaslinin hediyesi var! Hele din işlerinden hiç anlamıyorsanız, o an
ki hüznünüzün, duygularınızın, vicdanınızın sesine veya aldığınız yalan yanlış
din bilgisine göre amel etmeye kalkarsanız, hediyeniz büyük olacaktır.
Meyyitin oğlu, hocaefendinin koluna girdi; "Sayın hocam, merhum
babamdır, burada, mezarda, mezardan sonra, evde, camide, yedisinde, kırkında, elliikisinde, hatminde, mevlidinde ne gerekiyorsa yapınız,
masraflarınızı tesbit ediniz. Size bu çeki
bırakıyorum, diğer bocalan da siz ayarlarsınız."
Ölünün yakınları
yastayken, hüzündeyken, dertliyken hoca eline gelen çek ile yepyeni bir sevinç
atmosferine girivermişti. Ölümün ne güzel bir nimet olduğunu düşündü!. Tabi ki
başkalarının Ölümü!.
Bu din tüccarlarının
gözlerine nefret ve öfkeyle baktım.
Hak ve hakikatten
habersiz gözlerinde; çölde bir cesetle karşılaşan ve o cesete
menfaat duygularıyla saldıran bir akbaba ifadesi, bir akbaba bencilliği iğrenç
bir şekilde beliriyordu.
Bütün bu olanlara
garip bakan, anlamlı bir çift göz aradım cenazeyi uğurlayanlar arasında,
bulamadım, bulamadım
aradığım bakışları.. Şadırvandan doğruldum, caminin camlannda
kendimi ve yalnızlığımı gördüm.
Ölümünün üçüncü
gününde, mezkur meyyitin, mer-merlenen
mezannda şunlar yazılıydı., D. 1925-Ö. 1985 Ruhuna
Fatiha Holding Kuruculanndan
Mezara ve mezar taşına
bakarak düşündüm. Hatırladım Allah'ın ayetlerini.,
Karun Musa'nın
kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz kendisine öyle hazineler
vermiştik ki onun (hazinelerinin) anahtarlarını (taşımak) güçlü bir topluluğa
ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki; "Şımarma, Allah, kibirlenip
şımaranları sevmez."
Allah'ın sana verdiği
bu servet için de ahiret yurdunu ara, dünyadan da
nasibini unutma. Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et.
Yeryüzünde bozgunculuk etmeyi isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.
"Bu servet bende
bulunan bilgi sayesinde bana verildi" dedi. O (mağrur) bilmedi mi ki
Allah, kendisinden önceki nesiller arasından, kendisinden daha güçlü ve ondan
daha çok cemaati bulunan nice kimseleri helak etmiştir.
Karun süsü, debdebesi
içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler; "Keşke Karun'a
verilenin bir benzeri de bize verilseydi, hakikaten o büyük nasip
sahibidir" dediler.
Kendilerine bilgi
verilmiş olanlar ise; "Yazık size, inanan ve iyi iş yapan kimse için
Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşturulur" dediler.
Nihayet biz onu da,
evini de yere batırdık. Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı.
Kendi kendini savunup kurtulanlardan da değildi.
Dün onun yerinde
olmayı isteyenler; "Vay, dernek Allah, kullarından dilediğine rızkı açar
ve kısar. Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yere batırırdı. Demek,
kafirler gerçekten iflah olmaz" dediler.
İşte ahiret yurdu. Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk
etmek istemeyenlere veririz. Güzel sonuç, günahlardan sakınanlarındır.
Kim bir iyilik
getirirse ona, ondan daha güzeli vardır. Kim kötülük getirirse, kötülükleri yapanlar, ancak yaptıkları
kötülük kadar cezalanırlar, (Kasas 76...83) Evet,
Karun bir zengindi,
bir azgındı ve Öldü. Rabbini dinlemedi. Rabbinin emirleri kendisine iletildiğinde
kibirlendi, şımardı.
Acaba şu an toprağın
altında yatan Holding'in kurucusuna da nasihal eden,
tebliğ eden oldu mu? Bilmiyor muydu, hayatın sadece bu dünya hayatından ibaret
olmadığını?
Bilmiyor muydu, o malı
mülkü ve serveti, kendisine Allah'ın verdiğini ve bu mal ile imtihan
edileceğini?
Bilmiyor muydu, bir fakirin,
bir işçinin hakkını gaspettiği zarrran
bunun hesabını tek tek vereceğini?
Bilmiyor muydu,
kazanma ve harcama konusunda Allah'ın hükmü olduğunu ve bu hükümden sorguya
çekileceğini?
Acaba bilmiyor muydu,
malını, mülkünü ve güç sahibi gördüğü dostlarını geride bırakarak, onlardan
koparak alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın huzuruna
yalnız, yapayalnız ve çırılçıplak bir şekilde çıkacağını, yaptıklarından ve
yapması gerekirken yapmadıklanndan tek tek hesap vereceğini?
Bilmiyor muydu bütün bunlan?
Yoksa, yoksa biliyor
muydu?..
Bir dostun şehadetinin 6. yılında...
Uzun bir süreyi geride
bıraktım onsuz. O yokken onunla geçen bir zaman şeridini geride bıraktım.
Sıkılıyordum.
Yalnızlığım zirvelerde, yalnızlıktan öte bir yalnızlık kucağında, karamsar,
hüzünlü, düşünceli, kanayan bir yara gibi duruyordu. Umut, serinletici,
ferahlatıcı bir ab-i hayat gibi beni diriltiyor, bilemediğim, yanların beni
kavuşturacağı olaylar arasında gezinen haya! dünyamın ayaklan bir mezann taşına takılıyor, yere düşüyordum, elim toprağa
değiyor, yarınlar için bildiğim kesin gerçek, ölüm!..
Ölüm bana ne kadar
uzak!.. Ölüm bana ne kadar yakın!..
Benim ölüme yakınlığım
ne?
Benim ölüme hazırlığım
ne?
Benim ölümlere
duyarlığım ne?
Ölümde dirilmek için
yakın gelecekte bu gurbeti terketmemeliyim. Bu
gurbetin terki kendi elimde değil ki.
Vakit gecedir ve hiç
bir horoz ötmemiştir. Gökyüzünde ay yoktur. Kentin sabahına çok var. Ama benim
sabahıma çok a2 kalmış olabilir.
Sabaha, güneşe hazır
mıyım? Daha bu gecede kalmalıyım. Sabaha geçiş bu
geceden. Güneşe vanş bu geceden. Uğraşı vermeliyim.
Bu geceyi değerlendirirsem; Rab-bimin katında değerim
artar, Uyumamalıyım. Herkesin uyuduğu, uyutulduğu bir gecede uyanık kalmak güç
olsa da uyumamalıyım.
Gurbetim uzun olsun
gam değil. Bu gurbeti Allah adına yaşamalıyım, Allah adına sevmeliyim,
çekmeliyim. Bu gurbetim biterse, Rabbimin nzasını
kazandıracak ey . Semlerim de bitecek. Çünkü bu gurbetin eylemleri Hak katında
ya çok değer kazandırır ya
da kaybettirir.
Ya Rabbi bu gurbette yaşamamı her hayrımın artışına
vesile kıl. Allah'ım hayrı ve hayırlıyı istiyorum. Hayırlara kavuşturacak
eylemleri bana kolaylaştır, güç ve kuvvet ver, sabır ver, irademi güçlendir,
hakkımda ve müminler hakkında hayırlı olanı ver.
Ya Rabbi özümde, içimde, kendine yakın, Seni seven,
Sana her şeyini veren, şer ve kötünün el atamadığı şeytanın ve uşaklarının
sokulamadığı, Senin yolunda bin kez yok olsa, tekrar Senin yolunda ölmek üzere
bin kez varolmayı arzulayan, sıkıntıların, hüznün onu asla sarsmadığı,
dünyanın bir sivrisinek kadar değerinin olmadığı, kutsal eylemlere, hem de en ağınna, en zoruna talip, beşeri, cahili hiç bir unvana
değer vermeyen, itibar etmeyen, Allah'ı seven birini bulunca, her şeyi ile onu
Allah için seven, Allah'ı bilmeyenlere, idrak etmeyenlere merhametle eğilen ve
net, berrak Rabbani ölçüde tebliğini yapan, hidayetini dileyen, ama katli
vacip olmuş müstekbirler güruhuna kini öfkesi bir
dağ kadar şedit, müstazafın derdini dert edinen,
hayatını, ezilmiş sömürülmüş, aldatılmış halka adayan bir kişiliği dirilten,
bu önümdeki şehit dostumun kabri başında, ihlasla,
samimiyetle elimi Sana açarak, içimi Sana açarak, fazlınla Sen'den en
hayırlıyı, en doğru yolu istiyorum. Bu yolun yolcusu yap beni. Bu yolun
adabını, edebini, disiplin ini, eylemlerini bilecek, yaşayacak gücü kudreti
bana ver Ya Rabbi...
Acizliğim, kusurlarım
kendimdendir.
Güzelliklerim,
iyiliklerim lutfundandır.
Hayırlarda
yarışanlardan eyle.
Şehadeti nasip eyle. Kanım Sen'in yolunda aksın. Ölümüm Sen'in
için olsun. Yaşayışım Sen'in için olsun, Ya Rabbi
beni hizbinden eyle. Şeytanın hizbinden ve şerlerinden beni Sen koru.
Şehitler ölmez.
Allah yolunda ölmeyen,
dirileri; toplumun, nabzında bir uyanış, bir diriliş atışları yapan şehidin
kabri; kabri değil, Rabbe yükseldiği, Rabbe kavuştuğu fiziki manada bir buçuk
arşınlık çukur, gerçek manada dünyadan, dünyalardan daha değerli, kalbimin,
kalıbımın, düşüncelerimin, ruhumun dirildiği, irkildiği yenilendiği kutlu bir
mekandayım..
Ne yazayım, ne
söyleyeyim bilemiyorum. Bir kuş tüyü kadar hafif, kafesin demirlerini kıran,
silen, yok eden, ruhumun yüceldiğini, beni çok ötelere çektiğini, şartlanmış
perdeli gözlerin göremediğini, paslı, tıkalı kulakların duyamadığını, gönlüne
Allah'tan başka sevgilerin yer ettiği kişilerin hissedemediğini, kelimelerin,
sözlerin ifadelendiremediği o anı, o duyguyu hiçbir kaiem
yazamaz..
Şehid..
Vücudunu Allah'a
vermiş, kendisinin Allah'tan geldiğini bilen ve yine kendisini Allah'a
vermekten esirgemiyen, peygamberler, veliler İle
birlikte haşroîacak.
Peygamberdeki, Allah
(c.c.)'in insanlar arasında kendine elçi, kendine rasul
olarak seçtiği mümtaz, pak, temiz, ismet sıfatına sahip, yeryüzünde hiçbir kire
bulaşmamış masum şahşsiyetler.. Allah şehidi, onların
yanına koyuyor. Allah şehidi onlarla birlikte yanma alıyor, huzuruna alıyor.
öte alemde sorgu yok, sual yok.
Tüm dünyayı ve içindekileri
verseler, mü'min yolundan döner mi?
Mü'min insan yolundan sapar mı?
İnancından taviz verir
mi?
Bu dünyanın nimeti, ahiretin yanında okyanusun bir damlasının binde biri. Yok
olmaya, kaybolmaya mahkum. "Helalinin hesabı, haramının azabı olan bu
dünya" baki değil. Bu dünyanın korkusu, tehlikesi, sıkıntısı, elemi,
işkencesi, ahiret azabının yanında nedir ki? Mü'min insan dünyevi korku ve tehditlere aldanıp yolundan
sapar mı, taviz verir mi, uzlaşır mı hiç...
Şehid, kamil imanını kanıyla eyleme döken, sulayan ve
halka, topluma dibdiri mesaj veren insandır.
"Cihad etmeyen ve cihad etmeyi
gönlünden geçirmeyen bir nevi nifak üzere ölür."
Ya Rabbi, dünyevi menfaatler, namlar, şanlar, itibarlar
için değil, sadece ve sadece Sen'in nzan İçin, bu
yolda dirilmek ve dirilmeye vesile olmak için şehadeü
diliyoruz. Bize nasip eyle..
Allah'ım
Yolunda yaşamayı
bizlere nasip et ki, yolunda ölmeye yüzümüz ve umudumuz olsun..
Kanın yerde değildir şehid kardeşim...
Nasıl yaşadığına
bakmadan nasıl gömüldüğüne bir bakalım..
En meşhur(!) imamı
getirdiler cenazesine.
Mevlit ekiplerinin
sıralanmasında birinci derecede bulunan birinci sınıf bir hoca. Mevlitlerde en
çok parayı alan, parsayı toplayan adam. Sesi davudi, makamı ünlü, şöhreti yurt
dışında tanınmış adam..
Hem neden olmasın ki!
Masraftan mı kaçılacaktı? Meyyit dünyadan ayrılmıştı ama dünyanın servetini
bırakmıştı varislerine.
Çiçekçilere de gün
doğmuştu.
Bir katliam sonrası
kazıklara geçirilen binlerce kelle gibi binlerce çiçek dalından koparılmış ve
kargılara geçirilerek çelenklere bağlanmıştı.
Mevtanın tanımadığı
daha doğrusu mevtayı tanımayan pek yoktu. Onun ölümüyle boşalan koltuğuna yine
Ölmeye namzed olan başka kimseler oturacak ve hiç
ölmeyeceklermiş gibi sosyal, siyasal ve ekonomi İlişkilerini devam ettireceklerdi.
Bu nedenle cenazeye gönderilen çelenklerin siyasal ve ekonomik önemi vardı.
Binlerce firmanın ve
kuruluşun gelecekteki menfaatleri açısından büyük büyük
çelenkler gönderilmiş ve bu çe-lenklerin
üzerinde parti isimleri, holding isimleri, firma ve kuruluş isimleri
yazılmıştı.. Aynı zamanda bu isimlerle reklam da yapılmış oluyordu. Çünkü
ünlüler oradaydı, basın oradaydı, televizyon oradaydı. Reklama bağlı bir
dünyada yaşandığı için bu fırsat tabi ki değerlendirilmeliydi.
Rahmetsizin ölümüne çiçekçilerle
birlikte, onun zulmünden bıkan mustazaflar da
sevinmişti. Nitekim hiçbiri cenazeye gelmemişti. Gerçi onların gelmesine de
gerek yoktu. Çünkü her yer zaten dolmuştu.
Cenaze törenine gelip
de cenaze namazına katılmayanlar büyük çoğunluğu oluşturuyordu.
Hem neden kılsınlar
ki! Farz-ı ayn'ı yaşamayan bu bir yığın nursuz insan,
farz-ı kifayeye mi katıhcak?
Caminin avlusuna kadar geldiler ya! Bayramlarda bile camiye gelmeyen bu insanlar,
büyüklerini öte dünyaya yolcu ederken camiye kadar geldiler, yetmez mü.
Ölümden sonraki hayatı
inkar eden ve konuyla ilgili safsatalarını birçok mecmuada tehşir
eden ve mevtanın en yakın arkadaşı olan ilerici profesör de oradaydı. Yakından
yüzüne baktım. Yüzü karanlıktı..Belki de inkarının pis gölgesi yüzüne vuruyordu.
Yoksa ölüme getirdiği materyalist yorum ile fıtratındaki duygular mı
çatışıyordu!.
Zavallı profösör, mevtayı ne kadar çok severdi. Üç gün Önce
makamında kabul gördüğü, görüştüğü ve çok sevdiği bu adam şimdi az ilerde tahta
bir kutunun içinde upuzun yatıyordu.
Bu adam toprağa
karışık, yok olup gidecek miydi?
Yaptıklarının
karşılığı yok muydu?
Ölümle her şey bitiyor
muydu?
Bütün bunları inkar
eden profösör acaba şimdi ne düşünüyordu? Yanına
gelen bir talebesi benim de duyabildiğim bir sesle fısıldadı.
Hocam, bu şimdi yok
olmadı mı?
Öğrencinin tabutu
gösteren elini eliyle indiren profösör başını
sallayarak "Evet" dedi.
Öğrenci gözlerini
hayretle açarak tekrar sordu:
Bir yok için bunca
merasim niye? Niye geldik buraya?
Soruya canı sıkılan profösör Öğrenciye omuzunu çevirerek
benden tarafa döndü. Kendisini tanıyanların yaptıkları gibi hafifçe başımı
salladım ve başını sallayarak karşılık verdi. Beni tanıyabilmek için bana
bakarken tabutun üzerindeki örtüyü göstererek sordum;
Beyefendi tabutun üzerindeki örtüde " Allah'tan başka
ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın Resulüdür." yazılı. Mevtanın bu ifadeyi
kabul etmediğini siz de biliyorsunuz, Bunun yen'ne
mevtanın sık sık tekrarladığı "Ne mutlu
demokratım diyene," yazılı bir Örtü konsaydı daha iyi değilmiydi?
Yüzünü buruşturarak
uzaklara bakmasından cenaze merasimine geldiği için pişman olmaya başladığı
anlaşılıyordu.
Cenaze namazı için
hazırlıklar tamamlanmıştı. Bu tür merasimlerde cami cemaatının
tavırlarını hep hayretle seyretmişimdir. Ölen adamın oğlu, kardeşi, akrabası,
dostu ve bir yığın İnsan kazık gibi dinelip, cenaze namazını kılmazlar iken
cami cemaati ölenin kimliğine önem vermeden büyük bir iştahla namaza
dururlar!.
Namaz kılacaklar
saflardaki yerlerini alırlar. Kılmayanlar
ise en arkada sessiz bir bekleyişte.
"Er kişi
niyetine... " dedi müezzin efendi!. Gür sesli imamın "Allâhuekber" tekbiri,
en arkada duranlar, Allah'tan başka büyükler tanıyanlar ve kendilerinin
büyük olduğuna inananlar tarafından da duyuldu.
Allah büyüktür"
tekbiri imamın gür sesiyle üç kez tekrarlandı. Namazı kılanlar da içinden
tekrarladı bunu.
Ve imam döndü
"Merhumu nasıl bilirsiniz? Hakkı hukuku olan helal etsin" dedi.
Bütün ağızlar gayrihtiyari açıldı.,
İyi biliriz,
Helal olsun,
Allah rahmet etsin,
"Ruhu için fatiha" denildi.
Canlılar için bir dua,
bir şükür olan fatiha, bilinçsiz ağızlar tarafından bilinçli bir kafire tekrar
okundu.
Askerler yerlerini
aldı. Bando ölüm marşını çalıyordu. Arabalar doluydu. Bir gurup yürüyordu.
Cenaze resmi tören için makamın olduğu binaya getirildi, Bayraklar yanya indi. Üç dakikalık saygı duruşu yapıldı. Ve oradan görülmemiş
bir kalabalık sel gibi mezara aktı.
Kimler yoktuki bu cenazede merasiminde!
Meclis üyeleri, bazı
milletvekilleri, resmi din görevlileri, artistler, yazarlar, tüccarlar, parti
yetkileri, kanun koyucular, kanunlan koruyanlar ve
kanunlara uyanlar hep or-daydı.
Binlerce dönüm araziye
sahip mevta için iki metre uzunluğunda elli santim genişliğinde yani toplam bir
metrekare olan bir çukur kazılmıştı. Mutad olduğu üzre cenaze defnedildi. Herkes son görevini yapmanın
verdiği huzur ile kabirden yavaş yavaş ayrılıyordu.
Mezar imamından başka meyyidin kabri başında kimse bırakılmadı.
İmamın yalnız başına
kabrin başında kalışı bazı meraklı gazetecilerin dikkatini çekmişti. Gazetecilerden
birisi orada bulunan bir din görevlisine yanaşarak sormaya başladı;
Kabrin başındaki imam
ne yapıyor?
Telkin veriyor...
Anlayamadım. Biraz
açar mısınız?
Efendim, ölüye bazı
hatırlatmalarda bulunacak.
Neyi hatırlatacak?
Allah'ı Peygamberi Kitabı,
Dini...
Bu hatırlatma ona
ulaşıyor mu?
Ümit ediyorum efendim.
Yani diriden ölüye
mesaj mı?
Din görevlisi
konuşurken suç işliyormuş gibi cevap veriyordu gazeteciye. Gazetecinin
bunaltıcı soruları karşısında en sonunda susmayı yeğlemişti.
Esasen telkinde
yapılan şuydu. Ölen adam olur ki ölümden sonra rnünker
ve nekir gelip kendisine sual sorduğunda
hatırlayamaz. Diri imam, ölünün kabri başında Ölüye bunlan
hatırlatmaya çalışır.,
"Ey filan kadının
oğlu falanca. Hatırla, zikret, şahadeti söyle. Hatırla, Allah'tan başka İlah
yoktur. Allah'tan başka yaratıcı, rızk verici, öldürücü, diriltici yoktur.
Ey filan kadının oğlu,
de ki.,
Ben yegane yaratıcı,
rızk verici, öldürücü ve mutlak hakim olarak sadece Allah'ı tanıyorum.
Allah'tan başka İlah yoktur.
De ki.,
Rabbim Allah, dinim
İslam, peygamberim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)..
De ki.,
Bana rehberlik eden Kitab'ım, Kur'an'ı Kerim'dir.
Hatırla bunlan ey ölü,
Ve de ki.,
Terbiye edicim,
koruyucum, kendisine itaat ettiğim, hüküm ve yetki sahibi bildiğim Sen'sin Rabbim.
Ey filan kadının oğlu
de ki.,
Ya Rabbi ben ancak Sana kulluk edileceğine, Sen' den
yardım dileneceğine, Sana itaat edileceğine inanırım.
Sen benim yegane
Rabbimsin.
Hatırla ey ölü,
hatırla bunları...
Verilen telkin ile
bunlar hatırlatılır ölüye.
İslam'ı bilen
kardeşlerimiz "Bu telkinden ziyade açık tebliğdir" diyeceklerdir.
Evet, açık tebliğdir
bu!.
Ölülere açık tebliğ!.
Ölülere olduğu için
bir sakıncası yok. Ölülere olduğu için telkin veren imam efendi rahat. Hiç
korkmuyor telkin verirken.
Oysa aynı imamı bir
hafta önce mevtanın makamına göndererek "Adam sağ iken bunları anlat"
deseydik, ne mümkün efendim!. Bize korkuyla bakarak "Siz benim ekmeğimle
mi oynuyorsunuz?" diyecekti.
Fakat artık rahattır!.
Korkmasına gerek yoktur. Nasıl olsa ölüdür kabirde yatan, kabirden kalkıp
kendisini işten atacak veya sürgüne gönderecek değil ya!
Bu rahatlıkla telkin
vermeye devam etmektedir.
Telkin veren imama
bakarak toprağın altındaki ölüyü düşündüm. İmam ikide bir "Hatırla.. De
ki. " diyordu. Neyi, nasıl hatırlayacak ve nasıl diyecekti ki!..
Sağlığında kimi Rab
kabul etmişti?
İlahı kimdi? Kime
kulluk yapıyordu?
Hangi dine bağlıydı?
Hangi dini yaşıyordu?
Kabirde yatan gerçek
bir müslüman ise Rahman ve Rahim olan Allah zaten onu
zor durumda bırakmazdı. Böyle bir sorgulamayla karşılaşacaksa zaten onun için
korku yoktu. Yaşadığı din İslam ise elbetteki "Dinim İslam" cevabını
verecekti.
Diyelim ki şaşırdı,
söyleyemedi.
Söyleyemedi diye
elbetteki hıristiyan veya budist
kabul edilmeyecekti!. Yaşadığı din İslam ise tabi ki gayrimüslim muamelesi
görmeyecekti. Fakat yaşadığı din İslam değilse, diriyken İslam'da değilse
ölümünde verilen telkinin veya ölüsüne verilen tebliğin ne faydası olacaktı?
Bu telkin İslam'a ne
zaman ve nerede girmişti?
Dünya müslümanlan için mümtaz Önder ve Örnek olan Resulullah (s.a.v.) dirilere tebliğ ediyor, dirileri uyarıp
korkutuyordu. Kur'an'ı Kerim, Yasin suresinde beyan
edildiği gibi dirileri uyarmak için indirilmişti.
Peki bu din
görevlileri ne yapıyordu?
Ölülere telkin verip,
dirilerden bahşiş toplayan bu şaşkınlar kimdi?
Yoksa gerçek ölüler
bunlar mıydı?..
Bugünkü okumam
tefekkürdü. Düşüncelerim beni ızdıraba sürükledi.
Aynaya baktım. Zaman zaman aynaya bakarım, ikinci bir
ben, beni denetler.
Kendimi iyi göımedim.
Kendimi yeterli görmedim.
Takvamın zayıflığını hissettim. Yaptıklarımın, yapamadıklarımın sıkıntısı
yüzüme vurmuştu. Yüzüm bana karanlık göründü.
Sanki Ölümü
unutmuştum.
Sanki ben öleceğimi
unutmuştum.
Neyim ben?
Kimim?
Bir fani, bir kul, bir
aciz insan..
Rabbimden nasıl gafil
olabilirim?
Ürperdim, sarsıldım..
Rızıkların taksim edildiğini bilmeme rağmen neredeyse fayda
vermeyen emel ve arzulann ölümcül girdabına düşmek
üzereymişim.
Ve ben çok azının
farkında olduğum lekeli, kusurlu, kirli yanlarımın arındırılmasından kendimi
uzaklarda tutmuşum.
Kur'an'ı anlamayan, İsiam'ı yanlış
ve eksik bilen, tev-hidden
uzak, cahiiiyyenin yerleşip kökleştiği bu toplumda.
Kuranla içimi temizleyip, nurlandırarak, tavırlanmı Rabbi-min hükmüne göre
denetleyip şekillendirerek, peygamberin tebliğ ve davet konusundaki
hassasiyetlerini kavrayıp, insanın, insaniığın
kurtarılması konusunda, ızdırap duymam gerekirken bu
konuda gevşeklik göstermiştim.
Canımız, canlarımız
sıkılır, hüzne kapılırız. Yalnızlıkta boğuluruz. Karamsarlaşırız.
Iztırap içimizi dışımızı kuşatır.
Üzülürüz.
Suskunlaşınz.
Konuşmak istemeyiz hiç
kimseyle.
Hiçbir şey yapmak
gelmez içimizden.
Bütün bunlar nedendir,
niçindir?
Kimin için üzülüyoruz?
Bizi sıkan ne?
Niçin elimiz ayağımız
bağlanır?
Eğer dertlerimiz,
sıkıntılarımız Allah adına ise, halimize oturup şükredelim ve yapmamız
gerektiğini kavrayıp, yapmamız gerekenleri Rabbimiz adına, hiçbir telaş, panik,
korku, çekimserlik, pısırıklık, uyuşukluk, cimrilik, çıkarcılık gözetmeden,
izzetle, onurla, şerefle bir müslümanda olması gereken
kişiliğe bürünerek yerine getirelim.
Tavırlarımız
sözlerimizin gölgesi, en açık yansıması olmalı,
Laf, söz adamı değil,
hakkı söyleyen ve yaşayan insan olmalıyız.
Etrafımızda çok
görürüz konuşanlan, konuştukları gibi yaşayamazlar. Yaparr.ıyacaklannın edebiyatı ile
bir ömür tüketirler. Üzerine düşmeyen eylem ve ibabetlerin
yorum, mütala ve tartışması ile, her anı bir yakut,
bir inci olan kıymetli zamanlannı beyhude yere
bitirirler. Sadece kendilerinin değil, çevresinde iyi niyet ile beklentide bulunan
bir çok samimi insanlann da zamanını ve çalışmalan-nı da mahfederler.
Bazılan yaptıklannı süslü görüp, heva ve heveslerini ilah edindikleri için böyle
davranırlar.
Bunlann bazılan cehalet ve
gafletten bu konuma düşerler.
Bazılan tağuttan korktukları ve rahatlarının
bozulmasını istemedikleri için böyle davranırlar.
Bazıları satın
alınırlar bir eşya gibi, bir ayakkabı gibi bedellidirler, çıkarcıdırlar, menfaatlerinin
doğrultusunda biçilen fiyata göre şekil ve renk alırlar.
Bir kısmı
şahsiyetsizdir, kişilikleri siliktir.
Her eyleminde, her
düşünce ve yaklaşımlannda "Acaba bu davranış, bu
düşünce, bu yaklaşım Rabbimin katında nasıidır?
Rabbimin hoşnutluğuna, hükmüne uygun mudur?" deyip, düşünce ve davranışlannda salih olarak, net
olarak ızdırapla Allah'ın hükmünü arayan ve o hükümden
karşılaştığına, can ile baş ile dört elle sarılıp, elinden geldiğince ihlasla ifa etmeye çalışan, salih
insanlara ne kadar da çok ihtiyacın, Özlemin duyulduğu, nazik, bulanık sorumluluklarla
yüklü hazin bir ortamın içinde mezara geldim...
Doluydum...
Durulmak, dirilmek,
yenilenmek, tekrar tekrar tazelenmek için oradaydım.
Mezarlar şehrin
dışında, bazı yerlerde şehrin ortasında bir alarmdır. Mezarlar bir sinyaldir.
Mezarlar bir öte dünyanın varlığından, hesabından gafil olanlara bir ikaz, bir
sirendir, bir tehlike çanıdır. İsrafil'in surunun bir yankısı duyulur
mezarlarda.
Ruhları ve gönülleri
dünyanın ve dünya sevgisinin toz ve kiriyle nasırlaşan insanlar, mezann siren sesini işitmez ve Ölümün diriltici dersindeki
hikmeti, nasihati anlayıp kavrayamazlar.
Yanı başında siyah
boyalı cenaze arabasının geçişinde, hiçbir endişe ve
hiçbir ruhi titreşimi duymayan, duyamayan insan, gaflet çukurunda kahlaşan kalbiyie, donan ruhuyla
hüsran denizinde boğulmuş bir ceset gibidir.
Böylesi yaşayan
Ölülerin arasında buîunmaktansa, zaman zaman
mezarlarda olmak daha iyi oluyor.
Dünyadaki her tipin,
her karakterin mezardaki son durumunu görebilirsiniz, hissedebilirsiniz. Orada
gözünüz iki dünyayı da görebilir.
Ufkunuz açılır,
bakışlarınız fiziki boyutları aşar. Görülmeyini
hissederek görebilirsiniz.
Ruhun gözü açılır. Kitab'ın hükümlerine bakar ve o hükümlerin örneklerini ve o
hükümlerin gerçekleştiğini görürsünüz.
Hani Allah'ı ve
Allah'ın hükümlerini inkar eden, Allah 'a inananlara zulmeden, sadece Allah'a
kul oldukları ve "Rabbimiz Allah" dedikleri için bir çok insana işkence
eden ve bir çok insanı şehit eden müstekbir ve zalimler
vardır. Ve bu müstekbirlerin bir kısmı hala
yaşamaktadır.
Ama siz, o kibirlenen,
büyüklenen , ilahlık taslayan, firavunlann, müstekbirlerin kabirdeki halini, mezarda yanı başımızda
görebilirsiniz.
Ölecekleri hiç
akıllarına gelmeyen,
peygamberlerin,
inananların kendilerine haber verdiği Allah'ı ve ahireti
inkar eden bu zalimler kabirdedir ve size Kitab'ınız onlann sonunu haber vermektedir. Bu haberi orada
görürsünüz, yaşarsınız.
Onlann acı sonunu, yaşayanların da aynı acı sona doğru adım adım ilerlediğini görürsünüz.
Ve istersiniz ki
içinde bulunduğunuz cahili toplumdaki müstekbir ve firavunlan Allah'ın hükmüyle uyarasınız ve istersiniz ki
yaşayan insanlar bu feci akibetten ders alsınlar.
Bir insan düşünün, hem
"Allah'a inandım" diyor ve hem de inandığı Allah'ın hükümlerine gücü
oranında boyun eğmiyor, Allah'tan başka hüküm koyucular tanımış, onlara itaat
ediyor. Hem "Alİah vardır" diyor ve hem de
varolan Allah'ın kendisinden istediklerini değil, Allah'ın is-tedikleriyle çatışan, efendisinin, nefsinin, nevasının
menfaatinin isteklerini yerine getiriyor.
Hangi kişilikte insan tasavur ediyorsanız, o insanların ölüm sonrası durumunu
mezarlarda seyredebilirsiniz.
Hepsi toprakta
Hepsi dünyadan maddi
hiç bir şey götürememiş.
Ve hepsi Allah'ın
bildirdiği bir öte dünyanın muhasebesinde,
Sanki terliyorlar...
Sanki ceza
çekiyorlar...
Sanki ateşteler...
Sanki... Sanki...
Ve bir kısım insanlar
vardır. İnsanlığın yüz akıdır. Toplumun karanlığında, gecesinde ay gibidirler,
yıldız gibidirler. Allah için yaşarlar, Allah için severler, Allah için verirler,
gayeleri Allah nzasıdır. Allah yolunda bir çok meşakkat
ve eziyetlere uğramışlardır. Kanları dökülmüştür.
Onlan görürsün kabirde ve onlann
ölmediğini, hem bu dünyada, hem de Allah katında yaşadıklarını, mutluluklarını
hissedersin. Bu mezarlardan, dünya yaşantısına ilişkin pişmanlıklar ve
keşkeler değil, hamd ve şükürler yükselir. Onlann mezarına, onların toprağına bakan gözleriniz
aydınlanır. Onlann yerinde ve onlar gibi olmak
istersiniz. "Bunlar gibi olmak için, bunlar gibi yaşamak gerek" dersiniz
kendi kendinize.
Öleceklerini ve bu
imtihan dünyasının hesabını Allah'a vereceklerini unutanlara mezardan bir
diriliş, bir uyanış, bir muştu sesi götürmek istersin.
Her bir kabirden herbir insanın evine aktarılacak baharın bir bir çiçeklerini devşirirsin mezarlarda.
Ölüme karşı bakışları
miyoplaşmış insanlara, ölümü uzak görmemeleri için miyop gözlükler bulursun
kabirlerde.
Toplumu ve insanları
düşünürken kendine bakarsın, bu bakışın objektiftir, bu bakışın gerçek bir
bakıştır ve utanırsın kendinden, hay edersin durumuna, temize çıkaramazsın
kendini.
Ölülerin arasındasmdır, onlann halini
görmüşsündür, onların seslerini işitmişsindir ama sen ölmemişsindir. Tevbe kapısının kendine henüz açık olduğunu, salih eylemleri yapmaya fırsat ve zamanın var olduğunu yakinen bilirsin.
Dirilirsin
Yenilenirsin
Ve mezardan, bu umud ile dönersin hayata, bu inanç ile dönersin şehire!.
Fakat bil ki, iyi bil
ki, çok çok iyi bil ki, bu dönüşünün olmayacağı gün
de gelecektir!..
O gün belki de çok,
çok yakındır.