Öğrencisi Olduğu Dershaneyi Satın Aldı
Bir Öğretmenin Sıfırdan Zirveye Başarı Öyküsü
Almanya'da "Yılın
İşadamı" Ödülünü Aldı
Çalışmak En İyi Yatıştırıcıdır
Güzel Bir Hatıra Bırakan İnsan
Çözümsüz
Denilen İki Matematik Sorusu
Yardım Niyeti
Üniversite Yaptırdı
Ne Kadar Yükseğe Zıplayabilirsiniz?
İnandırınız İçin
Başarılı Oldunuz
En Önemli An En Önemli
Kişi En Önemli İş
Karayı
Görebilseydim Başarabilirdim
Affetmenin Dayanılmaz Hafifliği
Kazlardan Öğrenecek Çok Şey Var
Ellerine Gözlerini Yükleyen Adam
Microsoft Ve Volkswagen Kavgası
Deha Düşünce Ve Emeklerimin Sonucudur
Dövüştüğüm En Zor Rakibim Üzüntüydü
Neden Üniversiteye
Gitmiyorsun?
Makrodan mikroya her
şey bir değişim içerisindedir. Bu değişimi müspet manada yakalayıp çağa ayak
uydurmak, başarılı olmak ve isteklerini gerçekleştirmek herkesin arzusudur.
Başarının elde
edilmesinde ve hayatın zorluklan karşısında mücadele etmede kuşkusuz
motivasyon Önemlidir. Hayalini kurduğumuz şeyleri elde eden insanların olduğunu
bilmek, onların verdikleri mücadeleyi adım adım izleyerek, gösterdikleri
kararlıktan beslenmek motivasyonumuzu arttırıp bizi harekete geçirecek
enerjiyi oluşturacaktır.
Evet siz de
başarabilirsiniz der insanımıza bu öyküler ve onların mücadele güçlerini
perçinleyip daha sağlam adımlarla ilerleyebilmele-ri için bir dayanak noktası
oluşturur.
Emil CONE der ki:
"Bir şeyi yapabileceğinize kendinizi inandı-nrsanız, ne kadar güç olursa
olsun onu başarırsınız. Fakat dünyada en basit işi yapamayacağınız kuruntusuna
kapılırsanız, onu yapmanıza imkan kalmaz, tepecikleriyle karşınıza aşılmaz
dağlar gibi dikilir." Bu sözlerin gerçekliğinin bilinciyle ilk olarak
başarısızlığın kader, başarının ise ulaşılmaz ve hayal olmadığını anlatmaya
çalıştık.
Bu düşünceyle her
birini zevkle okuyacağınız sizi derinden etkileyecek yüzden fazla yaşanmış
öyküyü bir araya getirdik. Bu amaçla bir araya getirdiğimiz bu yüzden fazla
öyküde harekete geçmeniz için sizi te-tikleyecek yüzden fazla sebep
bulacaksınız. Bu yüz sebep ki bir yandan
sizlere Behçet
Necatilgil'in: "Ya ümitsizsiniz ya da ümit sizsiniz. Ya çaresizsiniz ya
da çare sizsiniz, "diye seslenirken, bir yandan da estetik bir zevkle
bezenmiş satırlarıyla duygu dünyanızı genişletecektir.
Zevkle okuyup
elinizden bırakamayacağınız bu birbirinden güzel öyküler, içinizdeki başarı
duygusunu tutuşturacak ve harekete geçmenizi sağlayan bir sıçrama tahtası
olacaktır. Bu Öyküler başarıyla birlikte size bilgiyi, sevgiyi, düşünmeyi,
barışı ve hoşgörü iklimini, insan sıcaklığını ve yaşama zevkini tattırarak
yaşamdan zevk almanızı sağlayacaktır.
Hepinize
sevdiklerinizle beraber huzur dolu günler diliyorum... Başarı ve mutluluk hep
sizinle olsun...
Abdurrahman BAŞARAN
NLP Practitioner
'Başarı Öyküsü'
dendiği zaman genel olarak sıfırdan başlayıp zengin olan insanlann öyküleri
akla gelir. Yazılı ve görsel iletişim araçlarında da 'basan öyküleri'
kazanılan servetlerin öyküleridir. İçinde bulunduğu güç koşullan yenip de
kendine yaşamda yol açan insanların öyküleri 'Örnek yaşam öyküsü' sayılmaz ya
da topluma aktarılacak önemde bulunmaz. Oysa, en önemli basan öyküleri
onlardır.
'En büyük başarılar'
güç koşullann içinden çıkıp ken-di geleceğini biçimlendiren, kendi yaşam
yolunu açan insanların başanlandır.
Şimdi böyle bir
başarıdan söz etmek istiyorum.
Ferit UÇAR, köyde
büyüyen bir çocuk. Bursa'nm Orhangazi ilçesine bağlı Yenigürle köyünde
çiftçilik yapan Hüseyin Uçar'm dört çocuğunun en küçüğü. İlk ve ortaöğrenimini
köyünde tamamlıyor. İlçe lisesine geldiği zaman okul müdürü Ferit'i liseye
almak istemiyor. Köy okullarında notlan şişiriyorlar, iyisi mi siz bu çocuğu
Endüstri Meslek Lisesi'ne kaydettirin" diyor.
Fakat Ferit'in dayısı
araya giriyor ve Ferit liseye kaydediliyor. Lise üçüncü sınıfa geldiği zaman
ilçede yeni açılan bir dershanenin seviye tespit sınavında indirimli eğitim
görme hakkı kazanıyor. Yıl sonunda liseyi birincilikle bitiriyor, Koç
Üniversitesi Matematik Bölü-mü'nü burslu olarak kazanıyor. Üniversitedeki çift
anadal eğitimi sisteminde matematik eğiti-mi yanında ekonomi eğitimi de
görüyor. Bu yılları Ferit UÇAR şöyle anlatıyor:
"Koç
Üniversitesi'nin çeşitli bölümlerinde part-time işlerde çalıştım. Son iki
yılımda araştırma ve ders asistanlıkları yaptım. 1,5 yıl merkezi Londra'da
bulunan Sage Publicatio-ns'un çıkardığı 'International Journal of Cross
Cultural Mana-gement' Dergisi'nin editör asistanlığım yaptım."
Bu yaşam öyküsü bana
Isaak NEWTON'u anımsatıyor. Onun yetiştiği köy ortamı ve Cambridge Üniversitesi'ne
girişi, orada hem çalışıp hem okuyuşunun öyküsünü yazmış, 'Erken Büyüyen
Çocuklar' adındaki son kitabıma da almıştım. Aslında bu basan öyküleri arasındaki
benzerlik çok dikkatimi çekiyor. Bütün başarılı insanların yaşamları
arasındaki ortak noktalar üzerinde çok durulmalıdır.
Ferit UÇAR
anlattıklarını şöyle sürdürüyor: "ABD'ye doktora için başvurma fikrimi
üniversitedeki profesörlerime açtım. Onların re-feranslanyla ABD'nin ekonomi
alanındaki en iyi 15 üniversitesine başvurdum. Bunların yedisinden tam burslu
kabul aldım." Chicago, Prin-ceton, Wiskonsin-Madİson, Minnesota, Los
Angeles (UÇLA), Colum-bia ve Rochester üniversiteleri arasında tercih yapmakta
zorlanan başarılı genç, sonunda dünyanın yüz ayn ülkesinden 14 binden çok
adayın başvurduğu, New Jersey eyaletindeki Princeton Üniversitesi'nde karar
kılıyor. Şimdi bu üniversitede ekonomi dalında doktora yapıyor.
Bu haber 30 Ekim 2002
tarihli Sabah Gazetesi'nde yayımlandı. İşte, hepimizi etkilemesi gereken,
hepimizin başucumuza asıp her gün okumamız gereken büyük bir "Başarı
Öyküsü".
Köyde yetişen bu
gencin, Ferit Uçar'in doktorasını yaptığı Princeton Üniversitesi, ünlü
matematik dehası John NASH'in yetiştiği üniversitedir. Orada okumak, orada
çalışmak dünyanın en önemli başarılarından birisidir ve aramızdan çıkan bir
köy çocuğu, önündeki bütün engelleri sarsılmaz iradesiyle aşarak bu başarıya
erişmiştir.
Şimdi bu olaydan
alınacak derslere bir göz atalım: Başarı için koşulların çok iyi olmasını isteyen, başarısızlığına
-hep kendi dışında sürekli mazeret bulan1 gençlerimize bu öyküyü dikkatle
okumalarını Önerelim. İnsanlar kendilerine başkalarının Örnek gösterilmesinden
hoşlanmazlar, ama bu örneğe dikkatle bakmaları gerekiyor.
Hedefini seçmek,
hedefine odaklanmak, hedefine giden yolun haritasını çizmek, bu yolda azimle,
kararlılıkla, sebatla yürümek ve kendine hiçbir mazeret tanımamak.
Bunu yapabilenler
kazanır,, işte kazanıyor ve bütün mazeretleri geçersiz kılıyor.
"Ama bilgisayarın
başından ayrılamıyorum."
"Ama cep
telefonuyla konuşmadan duramıyorum."
"Ama hep ders mi
çalışacağım."
"Gençliğimi hiç
yaşamayacak iniyim?"
"Babam beni
dışarıda okutacak."
"Ailemin işinde
çalışırım."
"Benim hiçbir
ihtiyacım yok ki."
Bu ve benzeri
mazeretleri olanlar da var ve onlar kendi kendilerinin engeli oluyorlar.
Her zaman kendi
seçimimizi yaparız. Geleceğimiz de bu seçimin ucundadır.
Uçar'lara başarılar
diliyorum. Onlar başarıyı hak ediyor.
Gece çalışarak işçi
emeklisi gündüz okuyarak doktor oldu.
28 yaşında gittiği
ortaokul ve liseyi birincilikle bitirip 36 yaşında tıp fakültesini kazandı.
Gece işçi olarak çalışıp, gündüz okuyarak fakülteden hem emekli, hem mezun
oldu. Cen-giz Doğan 14 yıldır doktorluk yapıyor.
CENGİZ Doğan hayata
gözlerini açtığında ailesini sevince boğmuştu. Ancak mutluluk dolu başlayan
hikayesi kısa sürdü. Henüz iki yaşındayken babası cezaevine girdi. Annesiyle de
uzun yıllar geçiremedi; 8 yaşındayken çok sevdiği annesini kaybetti. Uzun
yıllar annesinin arkasından ağladı.
Hayatta kimsesiz kalan
Doğan, dedesi ve halaların yanında yaşamaya başladı. Dedesinin ekonomik durumu
iyi değildi. Bu yüzden ilkokulu zar zor bitirdi; sonra da okumaya ara ver-mek
zorunda kaldı. Oysa en büyük hayali doktor olmak, hastaların yardımına
koşmaktı. Her şeye rağmen içindeki okuma aşkını hiç dindİremedi. ve hayalinden
vazgeçmedi.
Küçük yaşına rağmen
ufak tefek işlerde çalışmaya başlayan Cengiz Doğan, Makine Kimya Enstitüsü'nün
açtığı çıraklık kursuna yazıldı. Tam iki yıl yatılı eğitim gördü, kursu
birincilikle bitirdi. 1961 yı-
lında da MKE'de tornacı
olarak işe başladı. Kısa süre sonra da İlk görüşte aşık olduğu Sema Doğan ile
hayatını birleştirdi. 4 çocukları oldu. Mutlu bir yuvası ve canından çok
sevdiği çocuklarına rağmen Cengiz Doğan'in bir yanı hep eksikti.
Okuyup, doktor
olmalıydı. Eşinin de desteğiyle gece okullarına yazıldı. Gündüz çalışıyor,
geceleri ise okula gidiyordu. 8 yılda ortaokulu ve liseyi birincilikle bitiren
Doğan, 1982 yılında da üniversite sınavına girdi. Eğitim hayatında gösterdiği
başarıyı bu sınavda da yakalayan Doğan, 36 yaşında Sivas Cumhuriyet
Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni kazandı.
Hayalleri gerçek
olmuştu. Ancak çocukları da kendisi gibi üniversite öğrencisiydi. Onların
eğitimi için para kazanması gerekiyordu. Bu nedenle, üniversite hastanesinin
kan merkezinde çalışmaya başladı. Gündüz okula gidiyor, gece çalışıyordu.
Yaşadığı tüm acılara
rağmen sıkı sıkıya tutunduğu hayatta gece çalışıp, gündüz okuyan Doğan; mezun
olmasına iki yıl kala, çocukluğundan beri çalıştığı için SSK'dan emekli oldu.
1988 yılında da mezun olup, 42 yaşında hayallerindeki beyaz önlüğü giymeye hak
kazandı.
Çektiği kurada tayini
Hakkari'nin Çukurca İlçesi'ne çıktı. Çocuklarının eğitimini tamamlamamış
olması nedeniyle Hakkari'ye gitmek istemedi. Eşinin memleketi Bilecik'teki bir
şirkette işçi statüsünde asgari ücretle yaklaşık bir yıl çalıştı; ikin-ci
kurada ataması Bilecik'e yapıldı.
BİLECİK Devlet
Hastanesi'nde 1990 yılında acil bölüm doktoru olarak göreve başlayan Cengiz
Doğan'ın bu süreçte büyük kızı Jale ziraat mühendisi, küçük kızı Lale biyolog, büyük oğlu
Cem Doğan doktor, en küçük oğlu Can Doğan da inşaat mühendisi oldu. Kınkkale-li
Cengiz Doğan'm hayat hikayesi çok isteyerek neler başarılabileceğinin en güzel
kanıtı.
Okumanın yaşı yoktur diyen
Dr. Cengiz Doğan, hissettiklerini şu sözlerle anlatıyor: "Hayatta her şeyi
gördüm. Her acı-yı tattım. İşçi olarak çalıştığım arkadaşlarımın bana verdiği
paralarla okudum. Hem kendim okudum, hem de çocuklarımı okuttum. Okuyan
herkesin yanındayım. Hastalarıma okumanın güzelliklerini anlatıyorum. Çok
mutluyum. Ölsem de gözüm arkada kalmayacak. Çocuklarımın da okuyarak iyi
meslek sahibi olmaları beni mutlu etti..."
Öğrencisi olduğu Uğur
Dershaneleri'ni satın alan ve sonradan da Bahçeşehir Koleji'ni kuran Enver
Yücel, şimdi de ABD'de dershane açıyor. Aynı zamanda Bahçeşehir
Üniversitesi'nin kurucularından olan Enver Yücel'in dershanecilikle tanışması,
1972 yılında lise öğrencisiy-ken Laleli'de bulunan Uğur Dershanesi'nde kurs
almasıyla başlamış.
Daha sonra dershanede
işe de giren ve temizlik işlerinden sekreterliğe kadar pek çok işle İlgilenen
Yücel, Haydarpaşa Lisesi'nde yatılı okumasına karşın dershane ile ilişkisini
devam ettirmiş. Eğiti-me büyük ilgi duyduğunu belirten Yücel, dershanede
öğrenciyken, çalışanı, daha sonra öğretmeni şimdi de sahibi. Yücel,
girişimciliğinin öyküsünü şöyle anlatıyor:
"O yıllarda bizim
dershane sahibi olmamız, dershaneyi kuran kişinin adeta dershaneyi bırakıp
gitmesiyle gerçekleşti. Biz para karşılığında bir dershaneyi almadık. Üç odalı
bir yer-di. Sadece Milli Eğitim Bakanlığından izni alınmış, daha sonra da bize
devredilmiş küçük bir yerdi. Hiç unutmuyorum, nişanlıydım. İlk arabamı
almıştım. Maaşları Ödemek için altı ay sonra arabamı satmıştım. Bunu çok iyi
hatırlıyorum. Ve o gün, bu gün aşağı yukarı 30 yıla yakındır çalışanlarımızın
maaşını bir saat geciktirdiğimi bilmem."
Cumhur Atış, 11
yaşında babasını kaybetti, simitçiliğe başladı. Liseyi ve üniversiteyi binbir
zorlukla bitirdi, öğretmen oldu. Özel okullarda çalıştı. Bir grup arkadaşıyla
dershane işine girdi. Bugün 10 dershanesi, 4 okulu var. Okullarında 6 bin 200
çocuk okuyor. Simit sattığı günlerden kalan boyun fıtığı ağrısını 'mutlu bir
hatıra' gibi taşıyor yanımda...
Cumhur Atış, 1953'te,
tütün üreticisi bir ailenin çocuğu o-Iarak Ödemiş'te doğmuş. "Tütün
üreticiliği 12 ay devam eden zahmetli ve yorucu bir iştir. Kundaktaki bebekten
bile yardım beklenir. Bu nedenle çalışmaya başladığım tarihi
hatırlamıyo-rum" diyor.
11 yaşındayken
babasını kaybetmiş. O günlerde taşıdığı a-ğır simit tezgâhının hatırasını,
boyun fıtığı olarak hâlâ taşıyan Cumhur Atış, henüz orta bir öğrencisiyken,
hafta sonları Öde-miş Pazarı'nda simit satarak evin bütçesine katkıda bulunmak
zorunda kalmış. Para kazanayım derken sınıfta kalmış.
Aynı yıl, Ödemiş'te
yapılan bir lise inşaatı, ileride kazancını eğitimden sağlayacak olan Atış'a,
bu kez farklı biçimde u-nutamayacağı bir olanak sağlamış. Ağabeylerinin
desteğiyle liseyi okumuş. Arkasından Karadeniz Teknik Üniversitesi Matematik
Bölümü'nü bitirmiş. 1977'de Milli Eğitim'e bağlı kurumlarda eğitimci olarak
çalışmaya başlayan Cumhur Atış, daha sonra özel eğitim kurumlarına geçmiş.
Doğru zaman, doğru yer!
Özel eğitim kurumlarında çalış-mâ dönemi Cumhur Atış için, iş fırsatlarına
giden yollan açmış. Kendi anlatımıyla 'doğru zamanda, doğru yerde, doğru
insanlarla' olmanın avantajını yakalamış. Kendisi gibi bir grup eğitimci
arkadaşıyla 1990'da Özel Basan Dershaneleri'ni oluşturur.
İzmir - Alsancak'ta
kurulan bu dershane, önemli bir başarı düzeyi yakalar. Cumhur Atış, 1996'da
Tire'de, 1997'de de Ödemiş'te dershane açar. Dershane zinciri büyürken, daha
rasyonel çalışma ve entegrasyon gerekleri ile Türev Matbaacılık ve Reta
Ajans'ı kurar. 2000 yılında Ödemiş'te üçüncü dershaneyi açar.
Atış'a göre
'düşlediklerini yapmak, yapacaklarını düşlemektir.' O da kendi düşlerini
gerçekleştirmek için Önemli bir adım daha atmaya hazırlanır. Başarı
Dershaneleri'nin Bayındır şubesini açtığı yıl, (2000 -2001 eğitim öğretim yılı)
İzmir Bostanlı'da 'Özel Karşıyaka Basan İlköğretim Okulu'nu açar. Böylece,
kendi deyimiyle 'eğitimle ilgili meslek yaşantısını taçlandırır.
Sistemli, düzenli ve
güvenli servis için, 2001 "de yaklaşık bin 500 kişilik yemek kapasiteli
Arslanaga Tabildot Gida'yı kurarak gıda sektörüne de adım atar.
Başaran topluluk;
Basan dershaneler zinciri büyümeye devam eder. Urla, Alsancak ve Aliağa'da üç
yeni dershaneyi daha açar ve şube sayısı 9'a çıkar. Cumhur Atış'ın duracağı
yoktur. Anasmıfmdan üniversiteye uzanan eğitim zincirinde lise halkasını Mart
2003'te tamamlar. İzmir'in köklü eğitim kuruluşlarından Özel İzmir Lisesi'ni
zincire katan Cumhur Atış; Özel İzmir Başarı Eğitim Kurumlan (Özel İzmir
Basan A-nadolu Lisesi, Özel İzmir Basan
İlköğretim Okulu, Özel İzmir Basan Kevser Tatari Anaokulu) adı altında hizmet
veren üç o-kula daha sahip olur. Bugün eğitim alanındaki deneyimiyle büyüyen ve
başarı grafiği hızla yükselen Basan Topluluğu, 2003 - 2004'te 300 Öğretmen,
150 yardımcı hizmet personeliyle 6 bin 200 öğrenciye eğitim veriyor.
Şimdiki düşü
üniversite; Atış'ın yeni hedefi İzmir'e yeni bir üniversite kazandırmak.
"Şu aşamada vakıflaşma ve mütevelli heyetinin oluşturulması çalışmalarını
yürütüyoruz. Buca' da eğitim yeri olarak aynlmış bazı özel mülkler için
görüşmelerimiz sürüyor. Yüksekokul üzerinde yoğunlaştık. Turizme a-ra eleman
yetiştirme, elektrik - elektronik ve bilgisayar programcılığı gibi çağımızın
mesleklerine yönelik bölümler açmayı düşünüyoruz. Basan Eğitim Kurumlan yoluna
devam edecek. Basan hayata atılan imzadır. Biz de bu imzayı atmaya devam
edeceğiz" diyor.
Düşünün şimdi! Kaç
öyküde kahramanımız düşlerine dokuna-bilmiştir?.. Cumhur Atış'ın hayatında
büyük zorluklar da var ama sonuç? O, düşlerine dokunabilmiş şanslılardan. Bu
yüzden kendini çok mutlu hissettiğini söylüyor. Aslında onu 'Başan'nın
topluluğuna götüren felsefe çok basit: Koca bir ağaç, küçük bir sürgünden
yetişir. Görkemli bir kulenin hayranlık uyandıran heybetini takdir etmek
kolay, önemli olan yapımına 'küçücük bir tuğla' ile başlandığını unutmamak!
Şahinler Holding
Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Şahin, dünya genelinde tekstil sektöründe gerileme
yaşandığı ve şirketlerin birçoğunun küçüldüğü bir Ortamda uyguladıktan doğru
stratejilerle başanyı yakaladıklannı vurguladı... Çeşitli gazetelerde manşete
taşınan bu haber Kemal Şahin'in dünyadaki şirketlerle rekabet ettiğini
göstermektedir... Kendi yaşadıklanm ve başanlannı şu şekilde ifade etmektedir:
"Son zamanlarda
bana en sık yöneltilen sorulardan birisi "Kısa zamanda nasıl bu kadar
başanlı oldunuz?" sorusudur. Bu soruya görsel ve yazılı basındaki
röportajlarımda yüzlerce hatta binlerce defa cevap verdim. Tabii ki bu
cevapların içinde yeni açılar ve bulgular vardı. Aynı soruyu çoğu zaman
ken-dime de yönelttim v bu başarının sim ne olabilir diye uzun u-zadıya
düşündüm. Belki beş bin mark sermaye ile başlayarak, şu anda 10 bin kişiyi
istihdam eden Şahinler Holding'i oluşturmam çok olağanüstü bir başarı değildi.
Ancak sıfır noktasından başlayarak 17 sene gibi kısa bir zaman diliminde bu
başanyı elde etmem çok dikkat çekiyordu.
Her insanın hayatında
irili ufaklı binlerce basan ve başansızlık var. Büyük hedeflere, kademe kademe
elde edilen küçük basanlarla ulaşılır. Tekrar edilmeyen hatalar, başarı grafiğinizi sürekli
yükseltir. Ayrıca bu başarıların bir kısmım dışarıya gös-teremez, sadece
kendinize saklarsınız. Aynı şey başarılı olama-ma durumu için de geçerlidir.
Ancak ortaya koyduğum
çok zor bir hedefe ulaşmam benim için büyük basandır. Bu açıdan ele aldığımda,
hayatımda-ki en büyük başarı, 1974 yılında Üniversite sıralarında yavaş yavaş
başladığım ve büyük mücadelelere rağmen bir türlü bırakamadığım sigara içme
alışkanlığımı terk etmektir. Günde i-ki paket sigara içen bir tiryaki
olmuştum. Herkese olduğu gibi bana da büyük zarar veren sigara belasından kurtulmak
için yüzlerce teşebbüsüm oldu. Her seferinde başarısızlığa uğradım. Hayatta
doğru olduğunu bildiğim bir şeyi azim yetersizliğinden dolayı
gerçekleştirememek bende büyük bir başarısızlık duygusu yaratıyordu. Nihayet
beş sene sonra 1979 yılın-da bir sabah "Sigara içmeme" mücadelesi
başlattım ve o gün bugündür bir tek sigara bile ağzıma almadım. Bu, benim için
şu ana kadar elde ettiğim en büyük basan oldu.
İkinci büyük başarım,
Etibank'ın yurt dışı bursunu kazanarak Almanya'ya gitmem oldu. Bu başannın
altında lise son sınıfta sistemli bir şekilde üniversite sınavlarına
hazırlanmam yatıyordu. Bu sayede beş önemli yüksek okul imtihanım da
kazanmıştım. 1973 yılı sonundaki bu başlangıç bana üç yabancı dil ve yüksek
mühendislik diploması getirmekle kalmadı, dünya-ya ve insanlara bakış açımı
değiştirip, ufkumu değiştirdi. Dünya arenalarında büyük basanlara imza atmamın
temelinde lise, hatta orta okul ve ilkokuldaki değişim ve gelişim için büyük
bir inançla yaptığım çalışmalar yatar.
Taşlıpınar'ın zor
şartlarında fakir bir ailenin çocuğu olarak yetişen bir insanın ortaya koyduğu
hedeflere basamak basamak ulaşarak 10 bin kişiye doğrudan, 25 bin kişiye
dolaylı iş verir duruma gelmesi, bu inançlı çalışmaların bir ürünüdür. Yılın iş
ada-mı Kemal Şahin, odalar birliği başkanım Hans Peter Stihl'in açılış
konuşmasından sonra jüri başkanı >ve Mann Heim Üniversitesi eski rektörü
sayın prof. Eduard Gaugler söz aldı. Sayın Gaug-ler özgeçmişimi ve Ödülün bana
niçin verildiğini, başanlanmı sa-yarak okurken bir yandan duygulanıyor, diğer
yandan sevinçten
gözlerim yaşarıyordu. Sanki bu filmin aktörü bendim ve büyük bir perdede kendi
filmimi izliyordum. Bu aradan on beş yıl gibi kısa sürede neler yaptığımızın
farkına vanyor ve bu başarıya benimle beraber koşan çalışanlarımı
düşünüyordum. Bu düşünceler ödül aldıktan sonra söyleyeceğim cümlelere zemin
hazırlıyordu.
İçte ve dışta çeşitli
yörelerde karşılaştığım insanlar bana kalpten tebrikler yağdırıyorlardı. Bu
durum bana az da olsa dünya arenalarında elde ettiğimiz spor başarılarım
hatırlatıyordu.
Türk Milli Futbol
Takımımızın yanı sıra Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş'ın yurt dışındaki
başanlanna da bütün ulus büyük bir coşkuyla cevap veriyor muydu? Son zamanlarda
özellikle dünya arenalarında büyük basanlara hasret ulusun duygulan olmalı bu.
Bu basan; gurbette
çalışan, kendilerini bulundukları topluma kabul ettirmekte zorlanan milyonlarca
Türk için de büyük bir motivasyon kaynağıydı. Galiba bu olay zor şartları
ye-nerek'zirveye tırmanmak isteyen bütün gençlere, çalıştığım zaman ben de
başarabilirim mesajı veriyordu. Bilhassa gençlerin böyle örneklere ihtiyacı
olduğunu görüyorum. İlerleyen günler de bilhassa yurt dışında yaşayanlar adına
çok daha fazla sevinmeye başladım."
Teddy Stallard okula
karşı ilgisiz, saçları hiçbir zaman taranmayan, giysileri her zaman buruşuk,
boş ve ifadesiz bakışlı, Ölü yüzlü "kötü" öğrencilerinden biriydi.
Bayan Thompson Teddy'yle konuştuğu zaman, aldığı yanıtlar hep tek heceli
olurdu. Hiçbir çekici özelliği olmayan, moti-vasyonu sıfır, mesafeli bir çocuk
olduğu için de sevilmezdi.
Her ders, sınıf
öğretmenin kendisini sevdiğini söylemesine karşın, bu sözlerin gerçek olmadığı
ortadaydı. Teddy'nin sınav kağıtlarım değerlendirirken, belli ki, her yanlış
yanıtın yanma "X" ler karnesine " başansız"lar yazdığında,
yine de hakkındaki iyi düşüncelerini yazmaktan geri kalmıyordu, ama yine de
Teddy'ye karşı yaklaşımı içten değildi. Teddy'yi herkesten daha iyi tanıyor
olmalıydı. Teddy hakkında hakkın da yazdığı raporlar şöyleydi.
1. Sınıf: Teddy yaptığı çalışmalar ve
davranışlarıyla umut veriyor, ama evdeki koşullan yetersiz.
2. Sınıf: Teddy daha iyisini yapabilir. Annesi
çok hasta. Evde kimseden yardım alamıyor.
3. Sınıf: Teddy çok iyi bir çocuk, ama
gereğinden fazla ciddi. Yavaş öğreniyor. Enesi geçen yıl öldü.
4. Sınıf: Teddy çok
yavaş öğreniyor, ama çok terbiyeli bir çocuk Babasından hiç ilgi görmüyor.
Noel geldi ve Bayan
Thompson'un sınıfındaki öğrenciler ona Noel armağanları aldılar. Bütün
armağanlar masasının ü-zerine yığıldı ve çocuklar Bayan Thompson armağan
paketlerini açarken, heyecanla çevresinde toplandılar. Armağanlann arasında
Teddy'nin armağanı da vardı. Teddy kendisine bir armağan getirdiği için
şaşırmıştı açıkçası. Teddy armağanını kahverengi adi bir kağıda sarmış ve
paketi seloteyple yapıştır-mıştı. Üzerine de Teddy'den Bayan Thompson'a
yazmıştı. Bayan Thompson Teddy'nin paketini açtığında içinden taşlarının yarısı
dökülmüş eski bir bilezik ve bir şişe ucuz bir parfüm çıktı.
Diğer çocuklar
Teddy'nin armağanını görünce, gülüşmeye başladılar, fakat Bayan Thompson hemen
bileziği koluna takıp, parfümden de bir parça koluna sıktı ve çocukları
sustur-du. Parfüm sıktığı bileğini çocuklara uzatıp, "Ne kadar güzel
kokuyor, değil mi?" dedi. Bunun üzerinde çocuklar mesajı alıp, parfümü çok
beğendiklerini dile getirdiler.
Günün sonunda diğer
çocuklar sınıftan çıktı, ama Teddy biraz oyalanıp, geride kaldı. Yavaş yavaş
Bayan Thompson' un masasına yanaştı ve ona usulca, Bayan Thompson, aynı an-nem
gibi kokuyorsunuz... Üstelik annemin bileziği de size çok yakıştı.
Armağanlarımı beğenmenize çok sevindim" dedi. Teddy çıktıktan sonra bayan
Thompson dizlerinin üzerine çöktü ve o güne kadar Teddy'ye yeterince anlayış
göstermedi-ği için Tanrı'dan kendisini bağışlamasını diledi.
Günün ertesi gün okula
geldiklerinde karşılarında bambaşka bir bayan Thompson buldular. Artık sadece
bir Öğretmen değildi, adeta bir peygamber gibi davranıyordu. Tüm sevgisini
çocuklanna adamıştı, artık bütün çocuklara, özellikle de Teddy Stallard gibi
yavaş öğrenen çocuklara elinden gel-diğince yardım ediyordu. O ders yılının
sonunda Teddy inanılmaz derecede ilerleme kaydetmişti. Hemen her derste arkadaşlarına
yetişmiş, hatta bazılarında onları bile geçmişti.
Teddy'den uzunca bir
süre haber alamadı. Sonra ondan şu notu aldı:
Sevgili Bayan
Thomposon:
"Bu haberi ilk
sizin duymanızı istedim. Sınıfımı ikincilikle geçiyorum bu yıl.
Sevgiler, Teddy
Stallard
Dört yıl sonra da şu
notu aldı:
Sevgili Bayan
Thompson:
"Sınıfımı
birincilikle geçtiğim haberini alır almaz bunu si-ze bildirmek istedim.
Üniversite pek de kolay değil, ama derslerime büyük zevkle çalışıyorum.
Sevgiler, Teddy
Stallrd
Bİr dört yıl daha
geçtikten sonra ise şu not geldi Bayan T-homp-son'a:
Sevgili Bayan
Thompson:
"Bugünden
itibaren öğrencimiz Theodore Stallard bir tıp doktoru. Bu haber hoşunuza gitti
mi? Önümüzdeki ayın 27'sinde evleneceğimi de ilk kez sizin duymanızı istedim.
Du-ğünümüze gelmenizi ve törende, yaşasaydı annemin oturması gereken yerde
oturmanızı istiyorum. Benim tek ailem sizsiniz, çünkü babamı geçen yıl
kaybettim."
Sevgiler, Teddy
Stallard
Bayan Thompson
Teddy'nin düğününe gitti ve annesinin oturacağı yerde oturdu törende. Orada
oturmayı hak etmişti. Teddy'ye yaşamı boyunca unutamayacağı bir iyilik
yapmıştı.
Elizabeth Silance
Ballard
Elli yıl önce babam
bana öyle bir söz söyledi ki, o zamandan beri o sözle yaşadım. Hekimdi. Peşte
Üniversitesinde hukuk Öğrenimine yeni başlamıştım. Bir dersten kaldım. O
utançtan sonra yaşayamayacağımı sandım. Başarısızlığın en ya-km dostu ve hep
el altında olan alkolde bir kurtuluş aradım. Doğrusunu söylemek gerekirse
konyağa alıştım.
Babam ansızın
ziyaretime geldi. Nazik bir doktor gibi bir anda hem derdimi, hem şişeyi
keşfetti. Gerçeklerden niçin kaçtığımı söyledim.
Babam sözde bir reçete
verdi. Alkolde, uyku ilacında, herhangi bir ilaçta gerçek kurtuluş olmayacağını
anlattı: "Her-hangi keder için tek çare var, dünyanın bütün ilaçlanndan
daha iyidir, daha güvenilirdir. ÇALIŞMAK!" dedi.
Babam ne kadar doğru
söylüyordu! Çalışmaya alışmak zor olabilir. Ama insan ergeç başarılı olur.
Bütün uyuşturucuların yerine geçer. Alışkanlık yerine geçer. Bir kez alışıldı
mı insan artık vazgeçemez. Ben elli yıldan beri bu alışkanlıktan vazgeçemedim.
Ference MOLNAR Macar
Tiyatro Yazar
Bu öykü; çiftlikten
çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atlan terbiye etmeye çalışan gezgin bir at
terbiyecisinin genç oğlunun öyküsüdür. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak
ve ne yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını ister hocası.
Çocuk, bütün gece
oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan yedi
sayfalık bir kompozisyon yazar. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlatır. Hatta
hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizer. Binaların, ahırların ve
koşu yollarının yerlerini gösterir.
. Ertesi gün hocasına
sunduğu yedi sayfalık ödev, tam kalbinin sesidir. İki gün sonra ödevi geri
aldığında, kağıdın üzeri-ne kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir
"sıfır" ve "dersten sonra beni gör uyarısını görür.
"Neden sıfır
aldım?" diye merakla sorar hocasına. "Bu ö-dev, senin yaşında bir
çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" der hocası.
Paran yok. Gezgin bir
aileden geliyorsun. At çiftli-ği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi
satm alman lazım. Damızlık hayvanlarda almalısın. Bunu başarman imkansız"
der ve ekler: "Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden
yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."
Çocuk hüzünlü bir
şekilde evine döner. Uzun uzun düşünür. Babasına danışır. "Bak
oğlum" der babası, " Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin
için oldukça önemli bir seçim." Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra
ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürür hocasına:
"Siz verdiğiniz
notu değiştirmeyin..." der, "ben de hayallerimi..."
O orta iki öğrencisi,
bu gün 200 dönümlük arazi üzerinde 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar
önce yazdığı ödev ise şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı...
Kimsenin,
hayallerinizi çalmasına izin vermeyin. Ne durumda olursanız olun...
40 yıl kadar önce,
Aiplerin Fransa tarafında, turistlerin pek bilmediği kısımlarda seyahat
ediyordum. O sıralar bütün buralar çıplak ve renksiz bir arazi görünümündeydi.
Yabani lavanta
çiçeklerinden başka hiçbir şey yetişmiyor-du. Üç gün' yürüdükten sonra, terk
edilmiş bir köyün civarında çadır kurdum. Suyum bir gün önce bitmişti, acilen
su bulmam gerekiyordu. Etrafımda bulunan harap evler, bir zamanlar buralarda
su bulunduğuna işaret ediyordu. Gerçekten de bir kaynağa rast geldim, ama suyu
çoktan kurumuştu. Burası, çatısı çökmüş beş - altı evle, içinde insanların
yaşadığı bir köyü anımsatıyordu, ama hayat çoktan buralardan elini eteğini
çekmişti. Güneşli, parlak bir haziran günü olmasına rağmen rüzgar öylesine sert
esiyordu ki, çadırı bozup yeniden yola koyulmak zorunda kaldım.
Beş saatlik bir
yürüyüşten sonra hala su bulamamış haldeydim. Su bulacağıma dair ümit verici
bir manzara da yoktu. Etrafım, hep aynı sararmış otlarla kaplı, kurak bir
araziden ibaretti. Uzakta küçük siyah bir siluet görerek, bunu bir ağaç
kütüğüne benzettim. Her ne olursa olsun, bu karaltıya doğru yürümeye başladım.
Yaklaştığımda anladım ki, uzaktan ağaç kütüğüne benzettiğim bu karaltı, bir
çobana aitti. Sağında solunda ot arayan otuz kadar koyunla, buralarda
yaşıyordu. Bana tulumundan su verdi, sonra da kulübesine götürdü.
Çoban pek konuşkan
biri değildi. Ama kendine güveni tam bir insan izlenimi de bırakıyordu.
Oturduğu taş kulübeyi kendi elleriyle yapmıştı, odalar süpürülmüş, tüfek
yağlanmıştı. Ateşin üstünde çorba kaynıyordu. Çobanın kendi üstü başı da
temizdi. Çorbasını benimle paylaştı. Ona sigara ikram ettiğimde, tütün
kullanmadığım söyleyerek, ikramımı kibarca geri çevirdi. Geceyi orada geçirmem
gerektiğini anlamıştım. Zira, çobanın verdiği bilgiye göre, en yakın köy
buradan bir buçuk günlük bir mesafedeydi.
Ben pipomu içerken,
çoban da bir torbadan yere bir yığın meşe palamudu döküp iyileri ile kötülerini
ayırmaya başlamıştı. Yardımcı olmak istedim; ama bunun kendi işi olduğunu
söyledi. Israr etmedim. Yüz kadar çok iyi palamudu seçip ayırdıktan sonra,
ayıklama işini bıraktı ve yatmaya gitti. Böyle bir insanla bir arada yaşamak,
sükunet denilen şeyi eliyle tutup gözüyle görmek gibi bir şeydi.
Ertesi sabah,
kendisine, yanında bir gün daha kalıp kalamayacağımı sordum. Olumlu cevap
verdi. Kahvaltı namına bir şeyler yedikten sonra, beraberce tepelere çıktık.
Orada, elindeki uzun sopayı toprağa daldırarak, sopanın açtığı çukurlara birer
palamut atmaya başladı. Misafiri olduğum çoban, meşe ağacı dikiyordu.
Ona, bu arazinin
kendisine mi ait olduğunu sordum.
"Hayır" dîye
cevap verdi.
Kimin olduğunu da
bilmiyordu. Belki devlete aitti, belki de birinin özel mülküydü. Kimin arazisi
olduğunun, onun için pek önemi yoktu. O, dün akşam seçtiği meşe palamutlarını
açtığı çukurlara birer birer yerleştirmekle meşguldü.
Sohbetimiz ilerledikçe,
sorduğum sorular sayesinde, şunları öğrendim: Üç senedir bu çorak tepelere
meşe palamudu dikiyordu. Açtığı çukurlara bıraktığı meşe palamudu sayısı
aşağı-yukarı 100.000'i buluyordu ve bu tohumlar arasında da telef olup
gidecekler vardı. Ama, şimdiye kadar tek bir ağacın yetişmediği bu çorak
tepelerde hiç olmazsa 10.000 meşe ağacım büyüyeceğini tahmin e-diyordu.
Adamdan bu bilgileri
aldıktan sonra, adamın yaşını merak etmeye başladım.
"Elli beş
yaşındayım" dedi.
Adı, Elzeard Bouffier
idi. Bir zamanlar bir çiftliği ve çok sevdiği bir karısı, bir de oğlu vardı.
Önce oğlunu, arkasından da karısını kaybetmiş, çiftlik günlerinden geriye
kalan üç-beş hayvanla buralarda yalnız başına yaşamaya başlamıştı.
Bu toprakların
ağaçsizlık yüzünden ölmeye yüz tuttuğu düşün-cesindeydi. Başka bir işi olmadığı
için, elinden geldiğin-ce, bu topraklan kurtarmaya karar vermişti.
Kendisine:
"Otuz yıl sonra,
bu 10.000 meşeyle buralarda muazzam bir orman meydana getireceksin"
dedim.
Mütevazı bir tavırla:
"Allah ömür verirse
dikeceğim ağaçların yanında, şimdikiler denizde bir damla su gibi kalır"
dedi.
Şimdilerde, meşe
palamudunun yanında, gürgen ağacı da yetiştirmeye çalışıyor ve evinin arka
tarafında etrafı telle çevrili ufak bahçede bu işi için fidan yetiştiriyordu.
Ertesi gün kendisiyle
vedalaştım. Alpler'in o kısımlarında birkaç hafta daha dolaştıktan sonra,
evime döndüm.
Birkaç yıl sonra,
Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Askere çağrılanlar arasında olduğumdan,
çoban Elzeard'ın diktiği ağaçlan düşünecek halim yoktu. Beşe sene böylece
geçti. Savaş bittikten sonra, içimde temiz bir kır ve dağ havası alma isteği
duydum. Aklıma ilk gelen yer Alp dağlarıydı. Bu sayede, Elzeard Bouffer'nin
şimdi ne halde olduğunu da öğrenebilirdim. Elzeard ölmemişti. Ama işini değiştirmiş-
ti. Artık sürüsünü
dört koyuna indirmiş bulunuyordu. Ona buna yönelten şey, yani ağaç fidanlarını
bu hayvanlardan koruma düşüncesiydi.
Savaşın ona bir tesiri
olmamıştı. O, dünyada olup bitenlerin uzağında, bu çorak tepelerde ağaç dikmeye
devam etmişti. 1910'da diktiği meşeler şimdi 10 yaşmdaydılar ve ikimizin
boyundan da uzun hale gelmişlerdi. Bu manzara karşısında ne diyeceğimi
bilemedim.
Bütün günü, pek
konuşmadan, onun kendi elleriyle yetiştirdiği ormanda dolaşarak geçirdik. On
bir kilometre boyunda ve üç kilometre eninde upuzun bir ormanı bir tek insanın
kendi elleriyle yetiştirmiş olması, akıl alacak gibi bir şey değildi. Ama
Elzeard Bouffier bunu başarmıştı.
Bu yeni ziyaretimde,
bu topraklara beş sene önce dikmiş olduğu kayın fidanlarını da bana gösterdi.
Onları, evvelce düşündüğü gibi, vadinin nemli kısımlarına ekmişti. Vaktiyle
çadır kurmuş olduğum terkedilmiş köye geldiğimizde ise, o sıralar kurumuş
haldeki su yataklarından yeniden sular aktığını gördüğüm değişiklikler içinde
beni en ziyade etkileyen de, bu oldu. Bölge ağaçlanıp buralar yeniden su tutar
hale gelince, insanlar tekrar buralara gelmiş, eski evler tamir edilmiş, araziye
bir canlılık gelmişti. Bu terkedilmiş köy, yeniden dirilmiş gibiydi sanki...
Elzeard Bouffer'yi en
son 1945 yılı Haziran'ında gördüm. Artık seksen yedi yaşma gelmişti. Aradan
geçen zaman zarfında, orman iyice büyüyüp gelişmiş, civarda yeni yeni binalar
inşa edilmiş, eski terkedilmiş köy orta halli ve capcanlı bir kasabaya
dönüşmüştü. Şimdi refah ve mutluluk içinde bu beldede yaşamakta olan on bini
aşkın insan, bu sonucu Elzeard Bouffer'ye borçluydu.
Bu tarihten iki yıl
sonra, bir huzurevinde gerçekten huzur içinde ölen bu azimli insan aklıma
geldikçe, insanın hayran olunacak özelliklerle donatıldığını düşünüyorum.
Jean Gİono
1977 yılı Bursa
doğumlu Nihat Demir, iki yaşındayken geçirdiği çocuk felci nedeniyle koltuk
değneklerine bağımlı kalır. Liseyi bitirdikten sonra bir gazetecinin
teşvikiyle atletizm sporuna başlar. Nihat, ortopedik özürlü olmasına rağmen
atletizim ve özellikle de maraton dalında çalışarak Türkiye'de ilkleri
başlatan sporculardan biri olma şansını yakalar. Nihat, ilk kez uluslararası
bir yanş olan Claudiad de sevilla Maratonu'nda 42.195 km'yi 8.53.33 sn'de koşup
dünya 5'incisi olarak çalışmaların meyvelerini toplamaya başlar (24 Şubat
2000). Bu yarışmadan sonra dünyanın birçok ülkesinden maratonlara davet
edilir. 25 Şubat 2001'de İspanya'daki maratonda, Engelliler Federasyonu ve Spor
Bakanlığınca, ilk kez ortopedik özürlü bir sporcu olarak Türk Milli Takımi'nm
forması ile ülkemizi temsil etme gururunu yaşar. Nihat, Dünya Atletizim
Federasyonu (IAAF) sporcusu olarak çalışmalarına devam ediyor. Tadına varanlar
için pek heyecan vermese de, öykümüze konu olan Nihat için
"Başarmak" daha başka anlam taşıyor. "Kader kurbanı gibi
gösterilip hayatın bir kenanna atılmak İstenen Nihat gibi 'engelli'
kahramanlarımız için 'Başarmak' aslında 'Hayata asılmak' anlamına geliyor. Siz
en iyiyi amaçlarsınız ama koşullar ve rastlantılar, size geri adım attırır.
Ortalama sonuçlan hedefleyenlerin kade-
ri ise çoğu kez
kalitesizlik olur. Yeniden yapılandırma becerisi için gerekli olan cesaret ve
esneklik ancak en iyiyi büyük bir tutkuyla isteyenlerde vardır. Hayatta en iyi
rota, başarı çizgisi ile kişinin mutluluk anlayışının bileşkesidir. Toplumda
geçerli olan başarı kriterlerinin tutsağı olanlar ve kendi hayatını yaşamaktan
vaz geçenler için başarı bir süre sonra anlamsızlasın Başarıyı başkalarını
geride bırakmak için değil de kendi kendisiyle yanşmak için isteyenlerin ödülü
ise daima mutluluk olur. Koşullar insanı yenik düşürdüğünde bile irencini ve
mücadele gücünü koruyabilenler ve teslim olmayanlar hayattaki en büyük
'Başa-rı'ya ulaşmış sayılır. Bu dünyada Nihat gibilerden, gerçeklere yenik düşüp
'Hayal Gömücüler' olmak yerine muazzam engelleri aşarak 'Hayal Galipleri' olan
kişilerden çok şey öğrenebiliriz.
Maalesef hayatta
başarının sihirli bir formülü yok. Başarının senaryosu önce beyinde yazılıyor.
Grupta ve Govindarajan adlı Hint asıllı iki bilim adamı bunu şöyle açıklıyor;
"Beyninizdeki kurgu ve kullandığınız analiz seti yanlışsa, günlük
olaylardan doğru sonuçlan çıkaramazsınız. Beyindeki alet takımının en önemli
aracı, bakış açısı ve analizdir. Başanya ulaşmak isteyen kişi geleceğe bakmak,
eğilimleri görebilmek ve oyunu okumak zorundadır. Beyninizdeki göz doğru
hedefe yönelmişse, on binlerce olay ve olgu arasından doğru ve gerekli olanı
seçebilir ve öncelikli olanı süzebilirsiniz." Kendinizi doğru bir şey yaparken
yakalamak için önce ne yapmak istediğinize karar vermelisiniz. Bunu için
değerlerinizi ve misyonunuzu tam olarak ifade etmelisiniz. Yüzyılımızın
tanınmış yazarlardan Henry Ward Beecher der ki: "Heyecan yaratan
konularda, bu durumlarla karşılaşanların aklı başında dav-ranamamalarmı
anlamayan hiç kimsenin aklı başında değildir.
Vedat AKMAN
Yıl 1947. Üç
maceraperest Venezuala'da zengin olmak ümidiyle elmas arayarak aylar
geçirmişlerdi. Sürekli olarak yürümüşler, yerlere eğilmiş, elmas çıkar
ümidiyle binlerce taş toplamışlardı. Ama nafile! Çok yorulan ve yıpranan bu
ekip ümitlerini iyice kaybetmişlerdi! İçlerinden iri yan olanı Rafeal Solana,
kuru nehir yatağındaki bir kayaya oturup iki arkadaşını yanına çağırdı:
"Ben
vazgeçtim" dedi. "Daha ileri gitmenin anlamı yok. Şu taşa bakın,
Bulduğun dokuz yüz bin dokuz yüz doksan dokuzuncu taş belki de. Ama tek bir
elmas yok. Bir tane daha alırsam bir milyonuncu taşı toplamış olacağım. Ama
neye yarar. Ben den bu kadar. Ben vazgeçiyorum."
Diğer ikisinden biri
alayla:
"Bari bir tane
daha topla da bir milyon olsun" dedi. Solano şakaya şakayla karşılık
vererek:
"Pekala' dedi.,
"Bu işi bırakmada önce bîr taş daha arayayım bari."
Yorgun gözlerini
kapatarak elini elmas umuduyla eşeledikleri taş yığınına uzattı ve yumurta
büyüklüğünde bir taşı aldı:
"İşte
arkadaşlar," dedi, milyonuncu taş da tamam. Ben den bu kadar,
bırakıyorum."
Baktı ki, eline aldığı
bu son dediği taş diğerlerinden daha ağırdı. Bu durumun farkına varır varmaz
Solano eliyle taşı birkaç kez daha tarttı, sonra da:
"Bu bir elmas
galiba!" diye bağırdı, "Bu gerçekten elmas!" Sonrasında, New
York'lu kuyumcu, Rafael Solano'ya topladığı o belki de milyonuncu taş için yüz
binlerce dolar ödedi.
Daha da sonraları,
"Kurtuluş" adı verilen bu taşın, dünya da bulunan en büyük ve en saf
elmaslardan biri olduğu anlaşılacaktı.
W. G. Montgomery
Beyninizi besleyen
mükemmellik örnekleri sergileyen görüntülerden en üst düzeyde faydalanmak için
bütün duygularınızı harekete geçiren hayal gücünüzü kullanarak başrolünü
üstlendiğiniz kendi ruhi video görüntülerinizi ortaya koyabilirsiniz.
Önemli olan, bu
görüntülerde kendinizi yapmak istediği şeyi başarıp, amacına ulaşan kişi
olarak canlandırmanızdır. Mükemmelliğe dair görüntünüzü net bir hale getirerek;
kendinizi, uygun miktarda güç kullanımı, tam anlamıyla zevk alma, disiplinli
çalışma, rahatlık ve zarafet gibi üstün nitelikleri sergiler bir halde
zihninizde canlandırın. Dünyanın bir çok yerinde psikologların yaptığı
araştırmalar, hayalde canlandırma işleminin işe yaradığım ispatlamaktadır. Bu
konuda yapılan klasik deneylerden biri Avusturyalı psikolog Alan Richardson
tarafından yürütülmüştür.
Richardson,
oluşturduğu üç ayrı gruptaki insanlara, serbest basketbol atışları yaptırdı.
İlk gruptakilere her gün yirmi dakika boyunca idman yapmaları söylendi. İkinci
gruptan basketbole dair her şeyi unutmaları istendi. Üçüncü gruptakilere ise,
sakin bir şekilde yere oturmaları
ve yirmi dakika boyunca kendilerini sahada başarılı atışlar yapar halde
zihinlerinde canlandırmaları söylendi. Richardson, bu insanlardan topa
uzandıklarını hissetmelerini, mükemmel rotayı görmelerini, ağın içinden topun
çıkardığı sesi duymalarını ve zihinlerinde canlandırdıkları bu başarılı sonucun
verdiği tatmin duygusunu hissetmelerini istedi.
Deney sürecinin
sonucunda; birinci grup, yani her gün düzenli bir şekilde idman yapan
deneklerin atışları % 24 oranında gelişme göstermişti. İkinci grup, basketbol
hakkındaki her şeyi unutması istenen grup, hiçbir gelişme göstermemişti.
Üçüncü grup, yani sadece "düşünmesi, hayal etmesi" istenen grubun
atışları ise % 23 oranında gelişmişti.
Basketbol dışında
birçok etkinlik kapsamında yapılan deneylerden de benzer sonuçlar elde
edilmiştir.
Berkeley'de
Kaliforniya Üniversitesi Matematik bölümü öğrencisi olan George Dantzig
başından geçen olayı şöyle anlatıyor: "Her zamanki gibi sınıfa geç girdim
ve tahtadaki iki soruyu ev ödevi sanarak defterime geçirdim. O akşam, soruların
üzerinde çalışırken bunu şimdiye kadar profesörün verdiği en zor ödev olduğunu
gördüm. Her gece, başarmasam da sırayla her iki problemin üzerinde saatlerce
çalıştım. İnat etmiştim. Birkaç saat sonra, beynimde bir şimşek çaktı ve her
iki problemi birden çözdüm. Ertesi gün cevapları okula götürdüm. Profesör
masasının üzerine bırakmamı söyledi. Masanın üzerinde kağıttan bir tepe
oluşmuştu. Benim kağıdımın bunların arasında kaynayacağını düşünüp bir sıraya
üzgünce oturdum. Altı hafta sonra, bir Pazar sabahı kapının vurulmasıyla
uyandım. Kapıda profesörü görünce dondum kaldım. "George! George!"
diye bağırıyordu, "Problemi çözmüşsün!", "Çözmem gerekmiyor
muydu?" diye cevap verdi. Profesör, tahtaya yazılmış olan o iki problemin
ev ödevi olmadığını, dünyanın önde gelen matematikçilerinin şimdiye kadar
çözmemiş oldukları iki ünlü problem olduğunu açıkladı. Birkaç gün içinde
ikisini birden çözebildiğime inanmıyordu. Birisi bana onların iki ünlü, çözülmemiş
problem olduğunu söylemiş olsaydı, sanırım onları çözmeyi denemezdim
bile." demektedir.
George Dantzig
Bir öğle vakti bir
lokantada yemek yerken, yan masalardan birinde kanser uzmanı olduklarını
anladığım iki doktorun konuşmalarına kulak misafiri oldum.
Biri, yana yakıla
şikayet ediyordu:
"Bob,
anlamıyorum. Seninle ben aynı ilaçlan, aynı dozda, aynı düzende ve aynı
kriterlere göre kullanıyoruz. Fakat benim hastalarımın tedaviye cevap verme
oranı % 22, seninkilerin ise % 47. Ki bu oranda bir iyileşme, metastaz
kanserinde duyulmamış bir şey. Bunu nasıl be-ceriyorsun?"
Meslektaşı cevap
verdi:
"İkimiz de tedavi
için Etoposide, Platinum, Oncovin ve Hydrox-yurea kullanıyoruz. Biliyorsun, biz
doktorlar bu dört ilacın ismini birleştirip kısaca EPOH demeyi adet edinmişiz.
Ben bu sıralamayı değiştirdim. Hastalanma, kendilerine HOPE verdiğimi
söylüyorum. Böylece, durumlan kötü olsa bile, onlara yine de bir ümidin mevcut
olduğunu hissettiriyorum."
NOT: HOPE İngilizce'de
"ÜMİT" anlamına gelmektedir.
Üiam M. Buchho
Bundan yıllar önce, o
zamanın en gözde göz cerrahlarından John Wheeler, gözüne perde inen Siyam
Kralı'm ameliyat etmek için görevlendirildiğinde, bu işi E. Brower Burchell'in
fikrini almadan yapmayacağına karar verdi. Wheeler'in nazik davetini kırmayan
Burchell kralın gözünü muayene etti, bazı bakteriyolojik tahliller istedi,
sonra da ameliyatın uygun olacağı tavsiyesinde bulundu.
Burchell'in tıp
kariyeri, ne lise ne de tıp fakültesinde değil, New York Göz ve Kulak
Hastanesinde hademelikle başlamıştı! Duvar ustası olan babası kısa süre önce
ölmüş, bu durum 17 yaşındaki genci ayda 18 dolar getiren bir işle hayatım
kazanmak zorunda kalmıştı. Hastanenin serum ve bakteriyoloji laboratuarlarında
yerleri silerken, teknisyenleri dikkatle inceleyen genç, arada onlara sorular
soruyordu. Geceleri, doktor ve diğer uzmanlar evlerine gittikten sonra, gizlice
laboratuara gidiyor, gündüzleri gördüğü deneyleri kendisi yapmaya çalışıyordu.
Bir gün, hastaneyi
ziyaret eden bir nöroloji uzmanı, orada doğru dürüst bir omurilik örneğinin
bulunmadığından şikayet etti. Burchell, gizlice mutfağa indi, aşçının
kendilerinden birisini yakaladı ve ertesi gün nöroloji uzmanına hiçbir siniri
zarar görmemiş bir omurilik olduğunu söyleyen doktor, ayrıca Burchell'e 2
dolar verdi ve onun laboratuara yardımcı eleman olarak tayin edilmesini
sağladı.
Birkaç ay sonra,
hastaneden ayrılan bir cerrah, kalın bir anatomi kitabını bavuluna
sığdıramaymca, onu atması için Burchell'e verdi. Kitabı evine götüren
Burchell, hazine bulmuş gibi seviniyordu. Kitabı satır satır dikkatle okudu.
Çok geçmeden,
doktorların elden çıkardıkları kitaplara bir kütüphane kurdu. Bir taraftan da
tıp bilgisini genişletmek için çareler arıyordu. Bir süre sonra, yalnız
Columbia Üniversitesi tıp talebelerine açık olan ameliyat salonuna girmenin yolunu
buldu. Çünkü, koltuğunun altına bir - iki kitap sıkıştırdığı ve talebe gibi
yürüdüğü zaman, kimse tarafından rahatsız edilmeden, konferansları ve
ameliyatları izleyebileceğini anlamıştı.
Aylık kazancını
arttırmak içi; kulağın karmaşık mekanizmasını koyan şakak kemiklerinin
modellerini aramaya başladı. Fransa'dan gelen önekleri gördüğünde, bunları
daha da mükemmelleştirebileceğini düşündü ve kendi modellerine, incelenmelerini
kolaylaştırmak için küçük menteşeler ekledi. Çok geçmeden anatomi profesörleri
onun örneklerini Fransızlarmkine tercih etmeye başladılar.
Daha sonra onun
hazırladığı 400 kemik ve 100 göz kesitinden oluşan koleksiyon dünyanın en
zengin koleksiyonu olarak kabul edildi. Bütün göz ve kulak anormallikleri ve
hastalıkları bu koleksiyonda mevcuttu. Birçok uzman Londra, Paris vs.
şehirlerinden kalkıp bu koleksiyonu görmeye geldi. Dünyaca ünlü bir cerrahın
ifadesiyle "Burchell, göz ve kulak hakkında, bütün doktorlardan daha fazla
bilgi toplamıştı."
Bir orta okul
diplomasına bile sahip olmamasına rağmen, Burchell birçok üniversite ve tıp
derneğinde konferanslar verdi. New York Üniversitesi Tıp Fakültesi ve New York
Göz Kulak hastanesinde 30 yıl boyunca hocalık yaptı. Verdiği konferanslara en
tanınmış uzmanlar katıldı. Hatta Harverd, Columbia ve John Hopkins gibi
Üniversitelerin tıp fakültelerini bitirenler, kendilerine göz kulak uzmanlığı
kazandıracak sınava girmeden önce Burchell'den ders aldılar...
Tam bir dolar seksen
yedi senti vardı. O kadar, ne bir eşik ne de fazla. Genç kadın, paraları üç
defa saydı. Evet tam bir dolar seksen yedi sentti. Halbuki ertesi gün yeni
yıla adım atılacaktı. Evleri, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir
apartman. Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirane. Ertesi günü yılbaşıydı
ve kocasına hediye alabileceği sadece bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu
parayı da bakkaldan, kasaptan, manavdan yaptığı alış verişler esnasında yavaş
yavaş biriktirmişti. Halbuki şimdi hiçbir işe yaramadıklarını görebiliyordu.
Çok sevdiği biricik eşine güzel bir şey almak hususunda hülyalar kurarak bir
çok mesut anlar yaşamıştı. Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın karşısına
attı. Gözleri pırıl pırıl parh-yordu, ama yirmi saniye içerisinde rengi
uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü. İftihar ettikleri
iki şeyi vardı. Biri eşine büyük babasından kalan altın saat, diğeri de
kendisinin omuzlan üzerine dökülen beline kadar uzanan, altın renkli saçlan.
Bir aralık bir an durdu. Tereddüt eder gibi oldu.
Yerdeki kırmızı tüyleri
dökük halıya iki damla gözyaşı aktı. Ve gözlerinin yaşı kurumadan kapıdan
fırladı.
Takma saç yapan bayan
kuaförünün Önünde durdu. Bir hamlede içeri girdi. "Saçlarımı satın alır
mısınız?" diye sordu. Kuaför saçlan elleriyle yokladıktan sonra:
"Yirmi dolar eder" dedi. "Çabuk parayı verin, kabul
ediyorum" dedi. Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üzerinde uçar
gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu. Eşi için almak istediği hediyeyi
bulmak için dükkanların altını Üstüne getirdi. Nihayet bulabildi. Altın saat
zinciri. Zincir, eşinin o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi. Eve gitti,
saçlanna baktı. Kocasının bu halini beğenmesi için dua etti.
Az sonra eşi kapıyı
açıp içeri girdi. Gözlerini sevgilisine dikmiş sadece bakıyordu. Sonra, hediyesini
uzattı. Kadın paketi açtığında, ipek gibi saçlan için uzun zamandır beğenip
alamadığı bir çift tarak gördü. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Kendisini
toparladı, tatlı bir tebessümle eşine hediyesini uzattı. Adam, paketi
açtığında saat zincirini gördü. Ama artık saati yoktu. Çünkü, eşinin güzelim
saçlanna çok beğendiği taraklan alabilmek için o da saatini satmıştı.
Üzülmediler...
Çünkü önemli olan tek
şey vardı sevgileri... O da ne satılır ne de satın alınabilirdi...
Geç kız üzgün görünen
yabancıya gülümsedi. Adam kendini daha iyi hissetti. Geçmişte bir arkadaşının
yaptığı bir iyiliği hatırladı ve ona teşekkür mektubu yazdı. Bu mektup,
arkadaşının o kadar hoşuna gitti ki, yemek yediği lokantada iyi bir bahşiş
verdi. Bu bahşişin miktarına şaşıran garson, paranın bir kısmını yolda gördüğü
fakire verdi. Fakir adam çok sevindi çünkü iki gündür ağzına bir lokma
koymamıştı. Yemeğini bitirdikten sonra kaldığı izbe odaya gitmek üzere yola
koyuldu.
Yolda soğuktan
titreyen bir köpek yavrusuna rastladı ve onu alıp eve götürdü. Soğuktan
kurtulup başını sokacak yer bulduğu için köpek -çik çok mutluydu. Gece evde
yangm çıktı. Köpek yavrusu havlamaya başladı. Bütün ev halkını uyandırana kadar
havladı ve böylece yangından herkes kurtuldu. Kurtulan çocuklardan birisi
büyüdü ve Cumhurbaşkanı oldu. Bunların hepsinin nedeni bir kuruşa bile mal
olmayan, masum, sıcak ve içten bir "GÜLÜMSEME" idi...
Kendinizi iyi
hissetmek istiyorsanız gülümseyiniz, sağlıklı olmak İstiyorsanız gülümseyiniz,
dost kazanmak istiyorsa-nız gülümseyiniz, iyi iletişim kurmak istiyorsanız
gülümseyiniz, her eli sıktığınızda gülümseyiniz, konuşurken ortamı
güzelleştirmek için gözlerinizle gülümseyiniz... Kazanan siz olacaksınız...
İş arkadaşlarının ve
etrafındaki insanlann çok sevdiği ve takdir ettiği biriydi Jerry. Keyfi her
zaman yerindeydi. Her zaman söylenecek bir sözü olurdu. Ne zaman birisi, nasıl
olduğunu sorsa:
"Bomba
gibiyim" diye yanıt verirdi. Jerry doğal bir motivasyon uzmanıydı...
Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir gündeyse, Jerry yanına koşar,
durumu nasıl, olumlu bakılacağını anlatırdı. Bu tarzı fena halde
düşündürüyordu beni, bir gün Jerry'e gittim.
"Anlamıyorum,
nasıl oluyor da, her zaman her koşulda bu kadar olumlu bir insan
olabiliyorsun... Nasıl başanyorsun bunu?
"Her sabah
kalktığımda kendi kendime "Jerry bugün iki seçimin var. Havan ya iyi
olacak ya da kötü... " derim. Genelde havamın iyi olmasını seçerim. Kötü
bir şey olsa gene iki seçimim var. Kurban olmak veya ders almak.
Ben başıma gelen kötü
olaylardan ders almayı seçerim. Birisi bana bir şey için şikayete geldiğinde,
gene iki seçimim var: Şikayetini kabul etmek veya ona hayatının olumlu
yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim..."
"Yok yahu... Bu
kadar kolay yani..." diye protesto ettim.
"Evet...
Kolay" dedi Jerry...
"Hayat
seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçimin vardır. Sen her duruma göre
nasıl davranacağını seçersin. İnsanların senin tavrından nasıl
etkileneceklerini seçersin. Sen havanm veya tavnnm iyi ya da kötü olmasını
seçersin... Yani sen hayatını nasıl yaşayacağını seçersin... Yani sen hayatını
nasıl yaşayacağını seçersin!..
Jerry 'nîn sözleri
beni oldukça etkiledi. Onu uzun yıllar görmedim. Ama hayatımdaki talihsiz olaylara
dönmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım. Yıllar
sonra, Jerry'nin başına tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar,
paniğe kapılıp, Jerry'i delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş,
haftalarca yoğun bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde, kurşunların yoğun
bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.
Ben, onu altı ay sonra gördüm.
"Nasılsın"
diye sorduğumda.
"Bomba
gibiyim" dedi. "Bomba gibi"
"Olaylar sırasmda
neler hissettin Jerry?" dedim.
"Yerde yatarken,
iki seçimim var diye düşündüm: Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü... ben yaşamayı
seçtim."
"Korkmadın mı,
şuurunu kaybetmedin mi?.."
"Ambulansla gelen
sağlık görevlileri harika insanlardı."
Bana hep,
"İyileşeceksin merak eme" dediler. Ama acil servisin koridorlannda
sedyemi hızla sürerlerken doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce
ilk defa korkum. Bu gözler bana "Adam ölmüş" diyordu. Bir şeyler
yapmazsam, biraz sonra Ölü bir adam olacaktım gerçekten...
"Ne yaptın?"
diye merakla sordum...
"Kocaman bir
hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi
bir şeye alerjim olup
olmadığını sordu... "Evet" diye yanıt verdim... "Var..."
Doktorlar ve hemşireler merakla sustular... Derin bir nefes alarak kendimi
topladım ve bağırdım; "Benim kurşunlara alerjim var!" Doktorlar ve
hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım... "Ben yaşamayı seçtim.
Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil..." Jerry,
sadece doktorlann büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavnnm büyük
katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana bir ders oldu. Her gün, hayatımızı dolu dolu
yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim... Ve her şeyin
kendi seçimimize bağlı olduğunu...
Francie Baltazar -
Schartz
Bu öykü NİCK adında
bir demiryolu işçisine ait. Nick iri yan, güçlü, sağlıklı bir işçi; manevra
sahasında çalışıyor. Arkadaşlarıyla ilişkisi iyi ve işini iyi yapan güvenilir
bir insan. Ne var ki, çok kötümser biri, her şeyin kötüsünü bekler ve başına
kötü şeyler geleceğinden korkar.
Bir yaz günü, tren
işçileri, ustabaşmın doğum günü nedeniyle bir saat önceden serbest bırakılır.
Tamir için gelmiş olan ve manevra alanında bulunan bir soğutucu vagonun içine
giren Nick, yanlışlıkla içerden kapıyı kapatır, bilmeden kendini soğutucu
vagona kilitler. Diğer işçiler Nick'in kendilerinden önce çıktığını
düşünürler. Nick kapıyı tek kendilerinden önce çıktığını düşünürler. Nick
kapıyı tekmeler, bağırır, ama kimse duymaz, duyanlar da bu tür seslerin sürekli
geldiği bir ortamda olduğu için pek kulak asmazlar. Nick burada donarak öleceğinden
korkmaya başlar. Eğer buradan çıkamazsam, burada kaskatı olacağım, diye
düşünmeye başlar. İçeride yansı yırtılmış bir karton kutunun içine girer.
Titremeye başlar. Eline geçirdiği bir kağıda karısına ve ailesine son
düşündüklerini yazar: Çok soğuk, bedenim hİssizleşme-ye başladı. Bir uyusam!
Bunlar benim son sözlerim olabilir...
Ertesi günü soğutucu
vagonun kapısını açan işçiler, Nick'in donmuş bedeniyle karşılaşırlar. Nick'in
bedeninde hiçbir iz ve yara yoktur, peki Nick neden ölmüştü. Üzerinde yapılan
otopsi, onun donarak Öldüğünü göstermektedir. Fakat bu olayı olağanüstü yapan,
soğutucu vagonun soğutma motorunun bozuk ve çalışmıyor olmasıydı. Vagonun
içindeki ısı 18 C idi, ve vagonda bol hava vardı.
Nick'in korkusu,
kendini gerçekleştiren bir kehanet oluşturmuştu.
Bir kurbağa sürüsü
ormanda zıplayarak yol alırken, içlerinden ikisi bir çukura düştü. Diğer bütün
kurbağalar çukurun etrafında toplandılar. Çukur bir hayli derindi ve
arkadaşlarının zıplayarak dışarı çıkması mümkün değildi.
Yukandaki kurbağalar,
boşuna uğraşmamalarını söylediler arkadaşlarına:
"Çukur çok derin.
Dışan çıkmanız imkansız."
Ancak çukura düşen
kurbağalar onlann söylediklerine aldırmayıp çukurdan çıkmak için mücadeleye
devam ettiler. Yukarıdakiler ise hala boşuna çırpınıp durmamalannı, ölümün
onlar için kuruluş olduğunu söylüyorlardı.
Sonunda kurbağalardan
birisi söylenenlerden etkilendi ve mücadeleyi bıraktı. Diğeri ise çabalamaya
devam etti. Yukandakiler de, çırpınıp durarak daha çok acı çektiğini söylemeyi
sürdürdüler.
Ne var ki, çukurdaki
kurbağa son bir hamle daha yaptı, bu kez daha yükseğe sıçramayı başardı ve
çukurdan çıktı.
Çünkü, bu kurbağa
sağırdı. O yüzden, arkadaşlannın ümit kinci sözlerine kulak asmamıştı.
Paul Estridge
Dr. Russel Conrvveirin
konferanslarında kullandığı, Afrika'da geçen, gerçek bir hikaye vardır:
Afrikalı bir çiftçi, elmas bularak varlık sahibi olan çiftçilerin hayat
hikayelerini "dinleyince, çiftliğini satarak elmas aramaya karar verir.
Çiftliğini sattıktan sonra yıllarca elmas arasa da bu aramalarının olumlu bir
sonucunu göremez. Elindeki tüm varlığını kaybederek yoksullaşan çiftçi
bunalıma girerek intihar eder. Çiftliğin yeni sahibi çiftliğini gezdiği bir
gün, çiftliğinin bir yerinde ilginç bir taş bulur ve bulduğu taşı evine
götürerek şöminesinin üzerine koyar. Günler sonra evine gelen bir arkadaşı, o
taşın büyük bir elmas olduğunu söyler. Bunun üzerine çiftlikte araştırmalar
başlar. Araştırmalar sonunda çiftliğin büyük bir elmas yatağı olduğu
anlaşılır. Bu çiftlik Afrika'nın en ünlü elmas yatağı olur. Zavallı çiftçi
üzerinde oturduğu büyük hazineyi satarak küçük hazineleri bulmanın peşine
düşmüştü. Kendi gücünün farkında bile olmadan başkalarının basanlarını ağzının
suyunun akıtarak dinleyen insanların misali... Başkalarının elindeki nimetleri
tanımaya ayırdığı zamanı, kendinde var olan nimetleri bulmaya ayırmamıştı.
1978 doğumlu, Urfa'nın
Siverek ilçesinin Hamo köyünden olan Mustafa Şahin'in İlkokul mezunu, İlkokul
yıllarından başlayıp askerliğe kadar çizimle uğraşan Şahin, bir gün
televizyonda genç stüistler yarışmasıyla ilgili bir haber duyunca yarışmaya
katılmaya karar verir. Etrafındaki insanların kendisini küçümseyip alay
etmesine aldırmadan yürüyerek köyden Urfa'ya gider, çizimlerini Kargoya
yetiştirir. Mustafa'ya bir gün telefon gelir telefonun karşısındaki kişi
Mustafa'ya, İngiltere de eğitim gören bir çok kişi arasından sıyrılarak
elemeleri geçtiğini söyler, çizimlerinin çok beğenildiğini anlatır ve
Mustafa'yı İstanbul'a çağırır. En büyük yardımcısı olduğunu söylediği
annesinin nişan yüzüğünü satarak kendisine yol parası bulur ve İstanbul'a
gider. İstanbul da yaşadığı olumsuzluklar yüzünden üç ay içerisinde köyüne
geri döner. Bu olumsuz durum, çevresindeki insanların alay konusu olur. Tüm
yaşadığı bu olumsuzlukları aldırmayan Mustafa çizimlerine devam eder. Ta ki
bir T.V muhabirinin bunu fark edip habere taşımasıyla kendisi için tekrar yeni
kapılar aralanır. Mustafa ŞAHİN, 08.11.2004 tarihli bir T.V programında kendi
başarısını şu şekilde tanımlıyor: "Ben küçüklüğümden beri çizim yapardım
fakat bilinçli olarak yaptığım bir çalışma değildi. Çünkü etrafımda bana esin
kaynağı olacak herhangi bir şey yoktu. Yanımda küçük bir çantam vardı. Aklıma
geldikçe, çiftçilik yaparken bazı çizimler yapıyordum. Her sabah beş'te kalkıp
sulama yapardım, aklıma gelince çizerdim, koyunlarla uğraşırken aklıma gelir
küçük çizimler yapardım. Ayrıca Annem bana çok destek verdi. Bana her zaman
şunu söylerdi 'Oğlum Mustafa üzülme bir gün bir yerlere geleceksin.'"
Hayallerine
kilitlenen, olumsuzluklara kulak asmayan ve gelecekte başarılı olacağına inan
Mustafa kararlılıkla yoluna devam eder.
On yıl içinde iki bine
yakın çizim yaptığını söyleyen Mustafa Şahin tamamen yaptıklarının Allah
vergisi olduğunu ve birçok insanın kendisini başarıya ulaştıracak kaabiliyete
sahip olduğunu söylüyor...
Aslında, hepimizi
başarıya ulaştıracak topluma yararlı olacağımız bir yönümüz vardır. Önemli
olan bunu açığa çıkarıp işlemek... Allah insanı yaratırken her yönüyle
donanımlı bir şekilde yaratmaktadır. Bize verilen zenginliğin farkında olmak,
bu zenginliği işleyip güzel sonuçlar almak bizi daha da mutlu kılacaktır. Siz
de sizi başarıya ulaştıracak içiniz deki sihirli gücü keşfedebilirsiniz.
Başarı yolundaki ilk adımınızı atabilirsiniz, dışarıda ve uzakta aradığımız
başarı aslında içimizde, içimize biraz yönelebilsek, birazcık gayret göstersek
kısa sürede çok güzel neticeler alacağımız hiç de zor değil. Bize düşeni
yaptığımızda netice kendiliğinden gelecektir...
Bir zamanlar çok
susamış bir karga vardı. Su bulabilmek için uzun bir yol aldı ve hayli yoruldu.
Ansızın, yerde büyükçe
bir sürahi gördü. Alçaldı ve sürahinin dibinde bir miktar su olduğunu gördü.
Fakat, gagası suya yetişmedi.
"Bu suya ulaşmam
şart" diye gak'ladı. "Daha uzağa uçamayacak kadar yorgunum. Ne
yapmam lazım? Buldum! Sürahiyi yana çevirmeliyim."
Kanatlarıyla sürahiye
vurmaya başladı. Fakat sürahi çok ağırdı.
Hareket ettiremedi.
Sonra, bir süre
düşündü.
"Şimdi
buldum" diye sevinçle söylenmeye başladı.
"Sürahiyi kırıp,
dökülen suyu içeceğim."
Gagası, pençesi ve
kanatlarıyla sürahinin üstüne atladı. Ama kıramadı. Sürahi çok sertti.
Zavallı karga, durdu
ve biraz dinlendi. Etrafta bir sürü küçük taş vardı. Onlan tek tek toplayıp
sürahiye fırlatmaya başladı. Taşlar sürahiye doldukça, sürahinin dibindeki su,
daha yukarı çıkmaya başladı. Sonunda, su, içebileceği seviyeye çıkmıştı.
Kana kana suyu
içerken:
"Her zorluğun bir
çaresi vardır" diye düşünüyordu. "Yeter ki,
arayalım."
Ezop
Yüzündeki çökmüş
ifadeyle bakkal dükkanından içeri doğru yürüdü Louise Redden. Kılık
kıyafetinden fakır olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. Tezgahın ardındaki bakkala
mahcup bir şekilde yaklaşarak veresiye birkaç şey alıp almayacağını sordu.
Kocasının hasta olup çalışamadığını, yedi çocukları olduğunu ve yiyeceğe
ihtiyaçları olduğunu anlattı.
Bakkalın sahibi John
Longhouse, kadına küçümseyici bir edayla baktı ve azarlayıcı bir ses tonuyla,
dükkanından hemen ayrılmasını istedi.
Kadın mahcup ve
düşünceli olarak:
"Lütfen
bayım" diye yalvardı. "Size parayı en kısa zamanda ödeceğim."
Bakkal ise, veresiye
olarak bir şey vermeyeceğini söyledi yeniden.
Bu arada, kasanın yanındaki
bir müşteri konuşulanlara kulak misafiri olmuştu. Bakkala yaklaşarak, usulca,
kadının aldıklarının parasını kendisinin ödeyeceğini söyledi. Bakkal isteksiz
bir şekilde kadına sordu.:
"Elinde
alacaklarım n listesi var mı?"
"Evet,
bayım."
"Pekala, listeni
şuradaki teraziye koy, listen ne kadar ağır gelirse ben de sana o kadar mal
vereceğim."
Louise kafasını eğip
bir an duraksadı, daha sonra cüzdanına uzanıp bir kağıt parçası çıkardı, ve
üzerine bir şeyler karaladı. Sonra, kafası yine eğik vaziyette kağıdı
terazinin bir kefesine bıraktı. Terazinin kefesi hızla aşağıya indi. Bakkal
gözlerine inanamadı.
Ama ağzından bir söz
çıkmıştı bir kere... Terazinin diğer kefesine yiyecekleri doldurmaya başladı.
Ancak, ne kadar doldursa da, terazi dengelenmiyordu. En sonunda, terazi daha
fazla eşya alamayacak kadar doldu. Bakkal hayretler içerisinde kalakalmıştı.
Sonunda, terazideki
kağıdı merakla aldı ve üstündeki yazıyı büyük bir şaşkınlıkla okudu. Bu
esasmda yiyecek listesi filan değildi. Şöyle yazıyordu:
"Allahım!
İhtiyaçlarımı sana havale ediyorum."
Bakkal terazideki
yiyecekleri kadına uzattı ve sessizliğe büründü.
Louise diğer müşteriye
teşekkür etti ve bakkalın uzattıklarını alarak dükkandan ayrıldı.
Diğer müşteri John'a
elli dolar uzattı ve:
"Her kuruşuna
değdi" dedi.
Bu olaydan kısa bir
süre sonra bakkal John Loghouse terazinin ortadan kırılmış olduğunu fark etti.
Artık duanın gücünü anlamış sayılırdı....
Büyük maça saatler
kalmıştı. Günlerdir bu maça hazırlanıyorlardı. İleri üçlüde görev alacaktı.
Bir önceki maçta hiç beklenmedik bir farkla yenildikleri takımdan "intikam
almaya" hazırlanıyorlardı. Ayağına top değmemiş kimi spor yazarları
formdan düştüğünü, yedekte kalacağını yazıyordu. Kaybettikleri maçta
taraftarların hışım dolu bakışlarını unutmamıştı. Statta yankılanan sloganları
duyuyordu. "Ölmeye ölmeye geldik..."
Bulunduğu konuma
gıptayla bakan milyonlarca insan vardı. Fakat kimsenin fark edemeyeceği bir
yük taşıyordu üzerinde. Henüz yirmili yaşlarda, toy bir delikanlı olduğu
halde, maçı kaybetmenin ağır bedelini karısına ve çocuklarına karşı günler
süren mahcubiyetle ödüyordu. Her defasında "Ölmeye ölmeye..." gelen
taraftarlar gibi, onlarında kendisini şartlı sevdiğini düşünmeye başlamıştı.
Kazanırlarsa omuzlara almıyordu. Gol atarsa seviliyordu. Kaybederse yerden yere
vuruluyordu. Gol atamazsa suçlanıyordu.
Maç başlamak üzereydi.
Evden çıkarken karısının yanağından makas almış, kendisi ve takımı için dua
etmesini istemişti. Sonuçta maç başladı. Çok kritik bir noktada oynuyordu. Ayağının her hareketi taraftarların
ve spor yazarlarının gözünde onu ya nefrete ya hayranlığa konu ediyordu. Rakip
takım formundaydı.
Birazdan fileler
havalandı. Taraftarlar coşkun tezahüratla alkışladılar onu. Henüz maçın
başlarındaydı. Her an her şey olabilirdi. Kan ter içinde oynamaya devam etti.
Maç bitti. Ondan başka
herkesin iki rakamdan ibaret gördüğü sonuç stadın skorboardunda yanıp
sönüyordu. Duaları kabul edilmiş, genç omuzlarına yüklendiği ağır yükü bir defa
daha 90 dakika boyunca taşıyabilmiş ti. Maçı farklı bir skorla almışlar,
teknik direktörlerinin "İntikam" sözü yerine gelmişti.
Takımın çoğu çalışanı
zafer sarhoşluğuna yeni sarhoşluklar eklemek için oraya buraya dağıldı. O
evine gitmeyi yeğledi. Karısı tebessümle karşıladı kapıda. Akşam yemeğim
çoktan hazırlamıştı. İştahla sofraya oturdu. Çorba kasesinin yanında özenle
yazılmış bir not gözüne ilişti. "Tebrikler seni ne kadar sevdiğimi
anlatmak için..."
Hem sevinmiş hem
şaşırmıştı. Bu yemekleri yapmaya maçtan önce başlamış olmalıydı. Maçı
kazanacaklarım nereden biliyordu ki...
Tatlıları almak için
mutfağa doğru giden karisinin cebinden, şimdi okuduğuna benzer bir kartın daha
düştüğünü fark etti. Usulca yere eğildi. Karısına fark ettirmeden okudu:
"Maçı kaybetmiş de olsan, benim aşkımı hak ettin. Ne olursa olsun, seni
seviyorum. Bu yemekleri seni ne kadar sevdiğimi anlatmak için..."
Kaba saba, soluk
yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir
tavırla rektörü bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak
önlerini kesti. Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Hanvard
gibi üniversitede ne işleri olabilirdi? Adam yavaşça rektörü görmek
istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak
saniyesi yoktu. Yaşlı kadın çekingen bir tavırla, "Bekleriz" diye
mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi. Sekreter sesini
çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. "Sadece
birkaç dakika görüşseniz. Yoksa gidecekleri yoktu. Genç rektör isteksiz bir
biçimde kapıyı açtı. Sekreterinin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten
taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın
ofisine gelmeye cesaret etmek!... Olacak şey miydi bu? Suratı asılmış
sinirleri gerilmişti.
Yaşlı kadın hemen söze
başladı. Harward'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi.
Oğullan burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir
yere, bir anıt dikmek istiyorlardı. Rektör, dokunaklı öyküden duygulanmak bir
tarafa öfkelenerek. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz
Hanvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası
mezarlığa döner..."
"Hayır,
hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın. "Anıt değil... Belki Hanvard'da
bir bina yaptırabiliriz."
Rektör, yıpranmış
giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek
tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son
yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..."
Tartışmayı
noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaktan kurtulabilirdi. Yaşlı
kadın sessizce kocasına döndü. "Üniversite inşaatına başlamak için
gereken para bu muymuş? Peki, biz kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o
halde?"
Rektörün yüzü
karmakarışıktı. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve Bayan Leland Stanford dışan
çıktılar. Doğu Califomia'ya, Pa-lo Alto'ya geldiler. Ve Hanvard'in yaşatacak
üniversiteyi kurdular.
Amerika'nın en önemli
üniversitelerinden birini... S-TAN-FORD'U...
Ayağınıza kadar gelip,
sizinle görüşmek isteyen insanlara daha iyi yaklaşım göstermeniz dileğiyle...
Eski Çin'de, köylerin
birinde fakir bir adam varmış. Ama kral bile onu kıskanırmış. Çünkü, adamın
Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kralda bile öylesi yokmuş. Atlara
çok düşkün olan kral, bu beyaz at için adama neredeyse bir servet önermiş, ama
adam çok sevdiği atını satmaya yanaşmamış.
"Bu at, benim
için herhangi bir at değil" diyormuş. "O benim dostum. Dost satılır
mı?"
Gelin görün ki, adam
bir sabah kalkıp ahıra gittiğinde atı her zamanki yerinde bulamamış.
Köylüler adamın başına
toplanmışlar:
"Bu atı sana
bırakmayacakları belliydi. Keşke krala satsaydın! Ömrünün sonuna kadar beyler
gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın..."
Adam:
"Karar vermek
için acele etmeyin" dermiş. "Sadece "at kayıp" deyin. Çünkü
gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz. Arkasının nasıl geleceğini kimse
bilemez."
Aradan on beş gün
geçmeden at bir gece ansızın dönmüş. Hem de, on iki vahşi atı peşine takıp
getirmiş olacak...
Köylüler, adamın
etrafına toplanıp:
"Sen haklı
çıktın" demişler. "Şimdi bir değil, bir sürü atın var."
Adam:
"Karar vermek
için gene acele ediyorsunuz" demiş.
"Sadece atın geri
döndüğünü söyleyebilirsiniz. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne
getireceğini henüz bilmiyoruz."
Bir hafta geçmeden,
adamın vahşi atlan terbiye etmeye çalışan tek oğlu attan düşmüş ve ayağını
kırmış.
Köylüler, adama:
"Bir kez daha
haklı çıktın" demişler. Bu atlar yüzünden oğlun bacağını uzun süre
kullanamayacak. Şimdi eskisinden daha beter duruma düştün."
Adam, tekrar:
"O kadar acele
etmeyin" demiş. "Oğlum bacağım kırdı. Gerçek bu... Ondan ötesi sizin
yorumunuz."
Birkaç hafta sonra,
Çin'e saldıran düşman ordusuna karşı, eli silah tutan bütün gençler askere
çağrılmış. Köye gelen görevliler; ihtiyarın kırık bacaklı oğlu hariç, bütün
gençleri askere almışlar. Köyü matem havası sarmış. Çünkü savaşın çetin
geçeceğini hesaplıyor, gençlerin çoğunun ya öleceğinden ya da esir düşeceğimden
korkuyorlarmış.
Adama:
"Gene haklı
çıktın" demişler. "Oğlunun bacağı kink, ama hiç değilse yanında.
Bizimkiler ise belki asla köye dönemeyecekler."
"Ne olacağını
kimse bilemez" demiş adam. "Bilinen gerçek sadece şu: Benim oğlum
yanımda, sizinkiler ise askerde. Ama bunlann hangisi iyi, hangisi kötü bir
durumdur; ancak Allah bilir."
Bilge Lao Tzu çok
sevdiği bu öyküyü öğrencilerine muhakkak anlatır, sonunda şu tavsiyede
bulunurrhuş: "Hayatın bir parçasına bakıp da hayatın tamamı hakkında
karar vermekten kaçının."
Çin halk hikayesi
Uyuşturucu ve içki
bağımlısı adamm hayatının büyük bir bölümü hapishanede geçer. Hapishanede
olmadığı zamanlarda bile eviyle ve çocuklarıyla ilgilenmez. İki oğlu anne ve
baba terbiyesinden yoksun olarak büyürler. Oğullardan biri de babası gibi
uyuşturucu bağımlısıdır ve hapishanede yatmaktadır. Diğeri büyük bir şirketin
genel müdürüdür.
Olay gazetecilerin
ilgisini çeker ve bu adamla röportaj yapmaya giderler. Röportaj sırasında adam,
oğullarına asla farklı muamele yapmadığını söyler. Çünkü ikisiyle de hiç
ilgilenmemiştir.
Gazeteciler, önce
hapisteki oğlanı ziyaret eder ve ona niçin bu durumda olduğunu sorarlar. Cevap
üzücü fakat bir o kadar da açıktı: "Babamı tanıyorsunuz, başka ne
yapabilirdim ki?"
Olayın en çarpıcı
yanı, şirket yöneticisi olan oğlanın düşüncesidir. Gazeteciler onunla da
röportaj yaparlar ve ona da nasıl bu duruma geldiğini sorarlar. Cevap çok
ilginçtir: "Babamı tanıyorsunuz, başka ne yapabilirim ki?"
Bir Amerikalı iş adamı
ile bir Japon meslektaşı orman içerisindeki bir otelde düzenlenen bir
seminerin arasında ormanda dolaşıyorlardı. Duydukları vahşi bir sesle her
ikisi de irkildi. Dönüp arkalarına baktıklarında aç bir aslanın üzerlerine
doğru koşmaya başladığını gördüler. Her ikisi de hızla oradan kaçmaya başladı.
Kaçarken Japon aniden durdu ve yere oturarak çantasından bir şeyler çıkarmaya
başladı. Bu sırada Amerikalı yaklaşık 20 metre kadar fark yapmıştı.
Japon'un ne yaptığını
merak eden Amerikalı geriye dönüp baktığında gözlerine inanamadı. Aç aslan
hızla üzerine yaklaşıyor olmasına rağmen, arkadaşı çantasından spor
ayakkabılarını çıkarmış ve giyiyordu. Amerikalı: "O spor ayakkabılarını
giyince aç bir aslandan daha hızlı koşabileceğini mi sanıyorsun?" diye
bağırarak kaçmaya devam etti. Spor ayakkabılarını giyen Japon ok gibi yerinden
fırlayarak, Amerikalıyı Önce yakaladı sonra da geçti. Amerikalı iş ayakkabıl
arıyla koşarken Japon spor ayakkabıları yla koştuğu için Amerikalıya fark
atmaya başlamıştı. Amerikalının gerilerde kaldığını ve aslana yem olmak üzere
olduğunu gören Japon, Amerikalıya cevabını verdi: "Evet ben bu spor
ayakkabılarımla aç bir aslandan daha hızlı koşamayabilirim ama senden hızlı
koşarım."
New York'taki
Manhattan ile Brooklyn arasındaki nehir üzerine kurulmuş olan Brooklyn Köprüsü
bir mühendislik harikasıdır. John Re-obling adında yetenekli ve idealist bir
mühendis, 1883 yılında gösterişli bir köprü projesi yapmış. Ancak köprü inşaat
uzmanları ona bu projeyi unutmasını, çünkü böyle bir köprü kurmanın imkansız
olduğunu söylemişler.
Roebling, geleceği
parlak bir mühendis olan oğlu Was-hing-ton'u köprünün inşa edilebileceğine ikna
etmiş. Baba-o-ğul birlikte işin nasıl başarılabileceği ve engellerin nasıl
aşılacağı üzerinde epey fikir jimnastiği yapıp zihin ve yürek teri dökmüşler.
Her nasılsa bankacıları da proje için gereken maddi desteği vermeye ikna
etmişler. Sonra da dizginlenemez bir heyecan ve enerjiyle adamlarını tutmuş ve
hayallerindeki köp-rüyü inşa etmeye başlamışlar.
Projenin devreye
konmasının üzerinden daha birkaç ay geçmemişken İnşaat sahasında meydana gelen
acı bir kazada John Roebling ölmüş, oğlu Washington da ciddi biçimde
yaralanmış.
Washington'un beyni
şiddetli zarar gördüğü için, ne konuşabiliyor ne de yürüyebiliyormuş. Köprünün
nasıl inşa edilebileceğim yalnızca baba-oğul Roebling'ler bildiği için, herkes
bu büyük projenin çöpe gittiğini sanmış.
Washington Roebling,
hareket edemediği ve konuşamadığı halde zekası hala zehir gibiymiş.
Bir gün hastanede
yatağa mahkum vaziyette yatarken Washing-ton'un aklına bir iletişim şifresi
oluşturma fikri gelmiş. Yalnız tek bir parmağını oynatabilen Washington bu
par-mağıyla karısına dokunmuş. Uzunu uğraşlar sonunda parmağı vurarak, parmak
işaretleriyle karısına köprü inşaatını sürdüren mühendislere neler söylemesi
gerektiğini anlatmış.
Yatalak mühendisin on
Üç yıl boyunca, evet tam on üç u-zun yıl boyunca hasta yatağında tek parmağıyla
verdiği direktiflerle gösterişli Brooklyn Köprüsü tamamlanmış.
Hayatta hedeflediği
şeyleri bir türlü başaramadığını düşünen bir adam, yaşlı bir baba dostunu
ziyarete gitmişti. Yaşlı adam, çevresindeki insanlarm bilgi ve tecrübesinden
istifade ettiği akıllı ve babacan bir adamdı.
Halini hatırını
sorduğunda, adam:
"Vallahi durumum
pek iyi değil" dedi ona. "Bir türlü hayatımda istediğim noktaya
gelebilmiş değilim. Bakabiliyorum da, yaptığım işlerin yarıdan fazlasında
başarısız oldum. Ne yapmam gerektiğini de bilmiyorum."
Yaşlı adam:
"Buna mı
sıkılıyor canın?" diye sordu.
Adam:
"Evet" dedi,
"size de, akıl danışmaya geldim. Bu durumu düzeltmek için ne yapmam
gerekiyor?"
Bunun üzerine, yaşlı
adam şu cevabı verdi:
"Sana tavsiyem,
bugün evine giderken bir kütüphaneye uğrayıp New York Times'ın 1970 almanağını
bulman ve 930. sayfasına bakmandır" dedi. "Orada, sana lazım olan
şeyi bulacaksın."
Adam, yaşlı baba
dostunun evinden ayrıldıktan sonra, koşar adım bir kütüphaneye gitti. New York
Times'in 1970 almanağını buldu ve 930. sayfasını heyecanla açtı. Ama hayal
kırıklığına uğradı.
Zira, bu sayfada,
beyzbol oyunuyla ilgili istatistiklerden başka bir şey yoktu. Dünyanın en iyi
beyzbol oyuncuları ve i-sabet yüzdeleri vardı yalnızca. Almanağın verdiği
rakamlara göre, bu alanda birincilik, Ty Cobb'a aitti. Ty Cobb, kendisine
atılan her on topun 3.67'sine isabetle vurmayı başarmıştı. Beyzbol tarihinin
en ünlü oyuncularından Rabe Ruth bile bu orana ulaşabilmiş değildi.
Adam, evine
vardığında, ilk iş olarak yaşlı baba dostuna telefon etti:
"Almanağa baktım.
Ty Cobb, 3.67 yazıyor" dedi. Yaşlı a-dam, kısık kısık güldükten sonra:
"Gördün mü?"
dedi. "Beyzbolda topa isabet bakımından bir numaralı oyuncu bile 3,67'de
kalmış. Bunun anlamı nedir? Kendisine gelen her üç topun ancak birine doğru
düzgün vura-bilmiş. Sen ne umuyorsun ki?"
Adam:
"Şimdi
anladım" dedi, "pek de başansız olmadığımı, ama beklentilerimi makul
bir düzeye indirmem gerektiğini söylüyorsunuz."
Pireleri eğitmeye
çalışanlar bir yönüyle garip, bir tarafıyla da akla yatkın bir şey
gözlemlediler. Üstü kapalı bir kutuya koyulan pireler zıplayıp tekrar tekrar
kutunun tavanına çarpıyorlardı. Fakat bir müddet sonra ilginç bir şey oluyordu.
Pireler zıplamaya devam ediyor, ama bu defa tepeye vuracak kadar yükseğe
zıplamıyorlardı. Belli ki, tavana vurduklarında canlarının yanması onları
bundan alıkoyuyordu...
İşin ilginç tarafı
işte burada başlıyordu. Kutunun üstündeki tavan kaldırıldığında pireler
zıplamaya yine devam ediyorlardı. Ama hiçbir zaman kutunun dışına atlamaya
çalışmıyorlardı. Çünkü isteseler de atlayarmyorlardı. Bunun nedeni ise
basitti: Kendi kendini daha yükseğe zıplayamayacaklarma şartlandırmışlardı. Ama
bir müddet sonra, şartlandırmadan vazgeçtiklerinde istedikleri kadar zıplamaya
yine başlıyorlardı.
Çoğu kez, biz
insanların başına da aynı şey gelmiyor mu? Kendimizi öncelikle kendimiz
sınırlıyoruz ve ulaşabileceğimiz hedefler ulaşamayacağımızı düşünüp bir anlamda
kendimizi başarısızlığa şartlandırıyoruz. Tıpkı pireler gibi daha yükseğe
zıplayamayacağımıza inanıyoruz. Zıplayamadığımız zaman da "Bak gördünüz
mü, ben zaten o kadar yükseğe zıplayamam" deyiveriyoruz.
Yapacağımız şey çok
basit: Öncelikle kendimizi iyi tanımak, hedefimizi tanımlamak, sonra da ona
yetişeceğimize İnanmak, ye elbette ki var gücümüzle zıplamak...
Bir zamanlar Mein
balıkçısı diye, talihi ile meşhur bîr adam varmış. Mein kıyılarında balık pek
az tutulduğu halde bu adam ne zaman balığa çıksa boş dönmez, sepetler dolusu
balıkla gelirmiş.
Adam bu yüzden para
kazanırken talihi de dillere destan olmuş. O kadar ki, birinin fazla talihi
olduğunu anlatmak için "Mein balıkçısı gibi talihli" demek adet
haline gelmiş.
Günün birinde balıkçı
Ölmüş. Cenaze için evine gelenler, Mein balıkçısının evinde balık ve su üzerine
zengin bir kütüphane olduğunu hayretler görmüşler; adamın neden balık avından
boş dönmediği o zaman anlaşılmış.
"Bir yıl
sonrasıysa düşündüğün, tohum ek.
Ağaç dik, on yıl
sonrasıysa tasarladığın.
Ama düşünüyorsan
yüzyıl ötesini, halkı eğit o zaman
Bir kez tohum ekersen
bir kez ürün alırsın.
Bir kez ağaç dikersen
on kez ürün alırsın.
Yüz kez olur bu ürün,
eğitirsen milleti.
Birisine bir balık
verirsen, doyar bir defalık.
Balık tutmayı öğret,
doysun ömür boyunca."
Kuan-Tzu
Değişik açılardan
bakabilirsek, neredeyse hayatımızdaki her hadise bir fırsattır.
Yıllar önce, bir
ayakkabı şirketinin sahibi Pazar araştırma-sı yapmaları için Afrika'ya
pazarlamacılar gönderdi.
Birinci pazarlamacı,
Pazar araştırması yaptıktan sonra patronunu aradığında şöyle dedi;
"Burada bizim için hiçbir fırsat yok. Çünkü hiç kimse ayakkabı
giymiyor."
Birkaç ay sonra giden
ikinci pazarlamacı patronunu arayıp heyecanla şöyle dedi; "Afrika da
inanılmaz fırsatlar var. Burada hiç kimsenin ayakkabısı yok."
Fırsatları yakalamanın
anahtarı, her güne bir fırsat olarak bakmak ve fırsatları arayıp bulmaktır.
Bu, birlikte olduğumuz insanlardan, okuduklarımızdan ya da gelişen herhangi bir
hadiseden doğabilir."
Dört kafadar
üniversite Öğrencisi, sabah uyanamamış ve matematik final sınavını
kaçırmışlardı. Sınav sona erdiğinde hocalarının yanına gidip, ona aynı yalanı
söylediler:
"Hocam, okula
gelirken bindiğimiz arabanın lastiği patladı. O yüzden sınava yetişemedik, bize
bir şans daha verir misiniz?"
Hocalan öğrencilerin
yalvarmalarına dayanamadı ve onları üç gün sonra ayrı bir sınava tabi
tutacağını söyledi.
Sınav günü, matematik
hocası dört kafadan sınıfın ayrı birer köşesine oturttu. Sınavı geçmek için en
az 50 almak gerekiyordu ve toplam 5 soru vardı. İlk dört soru 10 puan
değerinde oldukça kolay sorulardı. Sonuncu soruyu gördüklerinde öğrenciler
neye uğradıklarını şaşırdılar:
60 puanlık bu soru
şöyleydi:
"Üç gün Önce
sınava gelirken bindiğiniz arabanın hangi lastiği patladı?"
Bir sabah ofisime
giderken, arabamı koyduğum garajda yaşadığım küçük bir olaydan harika bir ders
aldım.
Garaj kapısını açınca,
kanatlarını açmış, çırpınıp duran bir kelebekle karşılaştım. Dışarı çıkmaya
çalışıyor, habire kapalı camlara çarpıp duruyordu.
Kelebeğin dışan
çıkmasına yardım etme düşüncesiyle, garaj kapısını iyice açtım. Ama bu, işe
yaramadı. Tam aksine, garaj kapısının açılırken çıkardığı sesten ürken kelebek,
daha yüksekten uçmaya başladı ve bir örümcek ağına dolandı. Bu kez, uzun saplı
bir süpürgenin yardımıyla, onu ağdan kurtara-madim ve süpürgeyle dürterek
dışan çıkarmaya çalıştım. Gene olmadı.
Kelebek, dışan çıkması
için tek yolun, şeffaf olduklan için dışa-nyı gösteren ama gerçekte kapalı olan
camlar olduğunu sanıyor olmalıydı. Yine, dışarı çıkmak için cama çarpıp
durmaya başladı. Oysa, birazcık başını aşağı eğse, onun dışarı çıkması için
kocaman bir kapının açıldığını görecekti.
Ne var ki, bütünü
göremeyip sadece bir noktaya odaklandığı için, kendisini garajın içinde tutsak
kalmaya mahkum etmişti...
Joie Lake
Tarihin büyük başarı
Öykülerinden biri kısa ve içten bir cümle ile başladı. Bu cümleyi bir kadın
söyledi. Bu cümleyi kocasına sadık bir kadın söyledi. Bu cümleyi kocasına olan
sevgi ve güvenini onun başarılı olmasına bağlamayan bir kadın söyledi. Bu
cümleyi kocasını seven, kocasını hiç koşulsuz seven bir kadın söyledi, bugün
edebiyat dünyası Nathaniel Haethorne'un yazdıklarını kazanamayacaktı.
Nathaniel bir akşam
üstü onum kırılmış, ümitlerini yitirmiş olarak eve döndüğünde, karısının
yüzüne bakmayacak ka-dar utanıyordu: "İşten atıldım tatlım!" dedi.
Bunun üzerine karısı,
neşeyle ellerini çırptı. "Tamam işte!" dedi. "Şimdi kitabını
yazabilirsin!"
"İyi ama."
dedi Nathaniel tereddütle, "ben kitabımı yazar-ken nasıl
geçineceğiz."
Adamın şaşkın
bakışları arasında, karısı bir çekmeceyi açtı ve para destesi çıkardı.
"Bunları nereden
buldun Allah aşkına?"
"Hep senin bir
dahi olduğuna inandım" dedi kadın. "Bir gün bir şaheser
yazabileceğini biliyorum. Bu yüzden her ay bana teslim ettiğin maaştan bir
kısmını ayırdım. Şimdi bize bir yıl yetecek kadar paramız var."
Kadın daha sonra
gözlerini kocasının gözlerine dikti. U-mutla kocasının gözlerinde saklı daha
parıltısını aradı. Bu ara-da gözlerinden iki damla yaş süzüldü.
Kadının "Şimdi
kitabını yazabilirsin!" şeklindeki kısa ve içten cümlesi ve İki damla göz
yaşı bir edebiyat şaheserinde beşiklik etti. Nathaniel Hawthorne'un unutulmaz
şaheseri çok geçmeden geldi: "Kızıl Leke" dünyanın bildiği ismiyle
"Scar-let Letter".
Japonya'da bir çocuk
on yaşlarındayken bir trafik kazası geçirmiş ve sol kolunu kaybetmiş. Oysa
çocuğun büyük bir i-deali varmış, büyüyünce iyi bir judo ustası olmak
istiyormuş. Sol kolunu kaybetmesiyle birlikte bu hayali de yıkılan çocuğun
büyük bir depresyona girdiğini gören babası, belki ümit ı-şığı olabilir
düşüncesiyle Japonya'nın ünlü bir judo hocasına gidip, çocuğunun durumunu
anlatarak yapılacak bir şey olup olmadığını sormuş.
Judo hocası:
"Çocuğu getir
bakalım" demiş.
Ertesi günü baba oğul
çıkmışlar hocanın karşısına. Hoca çocuğu şöyle bir süzmüş ve:
"Tamam, demiş.
Yarın çocuğun eşyalarını getir, çalışmalara başlıyoruz."
Ertesi gün çocuk
geldiğinde hocası ona bir hareket göstermiş ve
bu harekete çalış
demiş.
Çocuk bir hafta aynı
hareketi çalışmış. Sonra hocasının yanına gidip, "Bu hareketi öğrendim,
başka hareket göstermeyecek misiniz?" diye sormuş. Hocanın cevabı:
"Çalışmaya devam
et." olmuş.
İki ay, üç ay, altı ay
derken çocuk okuldaki bir yılını doldurmuş. Bu bir yıl boyunca da hep o aynı
hareketi tekrarlamış. Hocasının yanına tekrar gitmiş:
"Hocam bir yıldır
aynı çalışıyorum. İyi de yapıyorum. Ba-na yeni bir hareket öğretmeyecek
misiniz?"
"Sen aynı
hareketi çalış oğlum. Zamanı gelince yeni hare-kete geçeriz."
İki yıl, üç yıl derken
çocuk hocasının nezaretinde beş yılını doldurmuş. Bir gün hocası çocuğun yanma
gelip, "Hazır ol" demiş. "Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın
maça çıkacaksın?" Delikanlı şok olmuş. Hem sol kolu yok, hem de judoda
bildiği tek bir hareket var. Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir
şansının olmayacağım düşünmüş.; ama hocasına saygısından ses çıkaramamış.
Turnuvanın birinci
günü delikanlı ilk müsabakasına çıkmış. Rakibine bildiği o tek hareketi yapmış
ve kazanmış. Derken ikinci, Üçüncü maç... Çeyrek final, yan final, ve
umulma-dık bir biçimde finale katılmaya hak kazanmış.
Finalde delikanlının
karşısına ülkenin son on yıldır yenil-meyen şampiyonu çıkmış. Rakip, judoda tam
bir üstat. Delikanlı dayanamayıp hocasının yanma koşmuş?
"Hocam, demiş.
Hasbelkader buraya kadar geldik. Ama rakibime bir bakın hele yıllann şampiyonu
Ben de ise bir kol eksik ve bildiğim tek bir hareket var. Bu kadar bana yeter.
Bari çıkıp da rezil olmayayım. İzin verin turnuvadan çekileyim."
Hocası: "Olmaz.
Yenilirsen de namusunla yenil." Çocuk çaresiz çıkmış müsabakaya ve maç
başlamış. Delikanlı yine o bildiği tek hareketi yapmış ve bir hamlede rakibini
yere sererek şampiyon olmuş. Kupayı aldıktan sonra hocasının yanma koşmuş:
"Hocam, nasıl
oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var. Nasıl oldu da
ben kazandım?
"Bak oğlum, demiş
hocası. İlk olarak, beş yıldır aynı hareketi çalışıyorsun. O kadar çok çalıştın
ki, artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok. İkinci
olarak da, o hareketin tek bir karşı hareketi vardır. Onun için de, rakibinin
senin sol kolundan tutması gerekir!..."
Ohio Devlet
Üniversitesi'nde tavşanlar üzerinde yapılan bir araştırmada, yüksek oranda
yağlı besinlerle beslenmenin damar sertliğine tesirleri araştın İmiş tır. Bu
araştırmanın sonuçlan şu düşündürücü gerçeği ortaya çıkarmıştır.
Aynı tür ve aynı
şekilde yağlı besinlerle beslendikleri halde sevilip okşanan tavşanlarda,
diğerine oranla daha az yağ bulunduğu tespit edilmiştir. Gerçekten de sevgide
bedenimizin kimyasını değiştirecek kadar sihirli bir güç vardır.
Bu konuda Helen
Colton'un tespitleri son derece önemlidir:
"Bir insana
dokunulduğunda, onun kanındaki hemoglobin önemli ölçüde artar. Hemoglobin,
kanın oksijenini kalp ve beyni de içermek üzere bedenin tüm organlarına götüren
bölümdür. Kandaki hemoglobin oranının artışı tüm bedeni güçlendirir,
hastalıkların bedene girişini önler ve iyileşmelerini hızlandırır.
Senelerdir evliydiler.
Sevgi ağacını sabırla besleyip meyvelerini bu dünyada tatmak, sonsuz hayatta
yemekti duaları. Dualarını işiten yaratıcıları da onlara iki evlat hediye
etmişti. Küçük zorluklar, büyük mutluluklar içinde yaşıyorlardı.
Bir yaz tatilinde anne
ve çocuklar tatile çıktılar. Baba çalıştığı için gidemedi, günleri yalnız
geçirmek zorunda kaldı. Ama, yalnızlık ona göre değildi. Sıkıldı, özledi,
aradı. "Normal" gördüğü zamanlarda şair gibi:
"Bir insan daha
var, çok şükür, evde;
Nefes var,
Ayak sesi var;
Çok şükür, çok
şükür."
Diye şükredemediğini
fark etti. Özlemle bekledi, telefonla hasret giderdi, ama yetmedi. Nihayet
günler geçti. Evin güzel annesi ve çocuklar eve döndüler. Kadını evde güzel
bir sürpriz bekliyordu.
Kapıdan İçeri adım
attığında, ayakkabı dolabının üstünde kırmızı bir gül ve bir not duruyordu:
"Hayat seninle
mutlu."
Hoş bir duyguydu yaşadığı.
Sevgi ve Özlemle kocasının boynuna sarıldı. Kadın, su içmek için mutfağa
girdiğinde bu defa masanın üzerinde başka bir kırmızı gül ve not buldu:
"Yemekler seninle
lezzetli."
Şimdi bütün odaları
gezmesi ve gülleri toplaması gerektiğini anlamıştı. Oturma odasına girdi,
başka bir gül ve not bekliyordu onu:
"Sohbetler
seninle bereketli."
Heyecanla girdiği
çocukların odasında da benzer bir işaret buldu:
"Çocuklarımız
seninle arkadaş ve muhabbetli."
Banyoda aynanın
önünde:
"Güzellikler
seninle güzel."
Salonda:
"Hayat seninle
mutlu."
Sevdiğini ve
sevildiğini yüreğinde hissedip kocasının elini tutup yatak odasına girdiğinde
son notu ve gülü buldu:
"Mutluluk seninle
mutlu!"
Bir hastane odasında
üç yürüyemeyecek durumda olan ağır durumda olan hasta vardı. Bunlardan birisi
pencerenin önün, ikincisi ortaya, üçüncüsü ise kapı kenarına yatırılmıştı.
Uzun süre aynı odada ve aynı yatakta kalmak onları bazen bunalıma sokuyordu.
Pencere kenarındaki adam iyimser bir adam olduğu için, neşeli konuşmaları ile
diğerlerini eğlendiriyor ve sıkıntılarını azaltmaya çalışıyordu. Her gün
dı-şan bakarak ağaçlan, neşeli çocukları ve karşı dağdaki çiçek dolu kırları
uzun uzun anlatıyor, onu dinleyen arkadaşlarını rahatlatıyordu.
Bir süre sonra,
hastanenin kasvetli havası dağılmış ve bir türlü geçmek bilmeyen can sıkıcı
saatler, tatlı hikayelerle dolmuştu.
Bîr-gün, ortadaki
hastanın aklına ansızın bir fikir geldi. Eğer pencerenin önündeki hastaya bir
şeyler olacak olsa oraya kendisi geçecek ve onun hikayelerini dinlemektense,
dışarıdaki renkli ve canlı hayatı kendi gözleriyle görecekti. Pencere önündeki
hastaya, arada bir kriz geliyor ve İlaç alınca geçiyordu. Bir gece vakti, bu
krizlerden birine yakalanan adam, ilaçlarım almaya çalışırken, ortadaki hasta
büyük bir gayretle doğrularak onun ilacını devirivermişti. Şişe yere düşmüş ve
paramparça olmuştu. Ertesi sabah pencere kenanndaki hastayı ölü buldular. Onun
yerine ortada yatan hastayı pencere kenanndaki yatağa geçirdiler.
Adam, göreceği
manzaranın heyecanıyla dışarıya baktığında, beyninden vurulmuşa döndü.
Pencerenin birkaç
metre ötesinde, simsiyah bir duvardan başka bir şey yoktu.
Almanya'da Erlangen
Üniversitesi'nde Tıp Psikolojisi öğretim üyesi ve araştırmacısı Siegfried
Lehr'in bilimsel araştırma bulgularına göre; atıl, faaliyet yapmayan ve tembel
tembel vakit geçiren kişilerin zeka gücü azalmaktadır. Buna karşılık ise,
çalışıp herhangi bir şey üzerine faaliyet gösterme de zekanın aktivi-tasyonu
üzerinde çok olumlu tesirler meydana getirmektedir.
Psikolog Lehr,
araştırın alanna göre sakız çiğnemenin dahi zihinsel performansı
geliştirdiğini ifade ediyor. Üniversitede ders dinleyen öğrencilerden örnek
veren Siegfried Lehr, sakız çiğneme suretiyle beyne fazla oksijen gittiğini ve
sonuçta sakız çiğneyen öğrencilerin zihninin daha açık olduğunu söylüyor.
Kalemle oynamak ve hatta örgüyle uğraşmak gibi küçük hareketler dahi bu konuda
yararlı hareketler sınıfına girmektedir.
Zihnin açık kalması
için genel olarak hareketlilik tavsiye eden Lehr, konsantrasyonun zayıflamaması
için sık sık bir şeyler içmeyi ve atıştırmayı tavsiye ediyor. Zira susuzluk
duyulmaya başlandığında vücudun zaten kurumuş olduğunu söylüyor.
İnsanların rahat
oldukları zamanlarda daha verimli olduklarını da söyleyen Lehr, onlara ilgi
alanlan ile uğraşırken ilham gelmediği zamanlarda bir paydos yapmayı ve birkaç
dakika başka şeylerle uğraşmayı tavsiye ediyor. Lehr ayrıca sürekli stres
altında yaşayan kişilerin beyinlerinin ise en geç kırk yaşından sonra
gerileyeceğini ifade ediyor.
Amerikan iç savaşından
birkaç sene önce, güzel bir bahar günü, genç bir adam zengin bir çiftçinin
kapısını çaldı. Tek istediği, karın tokluğuna çalışabileceği bir iş ve yatacak
bir yerdi. Zengin çiftçi, adının Jim olduğunu söyleyen bu çocuğu çiftliğine
aldı.
Jim gerçekten de
çalışkan bir çocuktu. Bütün gün her işe aşkla şevkle koşturduktan sonra
yemeğini mutfakta aşçılarla birlikte yiyor ve samanlıkta yatıyordu.
Jim bütün yaz aylarını
o çiftlikte çalışarak geçirdi. Bu süre zarfında çiftçinin kızına aşık olmuştu.
Kızın da onda gönlü vardı. Bir gün bütün cesaretini toplayarak zengin çiftçiye
kızıyla evlenmek istediğini açıkladı. Zengin çiftçi bu işe çok öfkelendi ve:
"Senin gibi
parasız pulsuz ve şerefli bir soyadından mahrum birine kızımı vermem"
diyerek Jim'i çiftliğinde kovdu.
Aradan tam otuz beş
yıl geçti. Çiftçi yeni ve daha büyük bir samanlık yaptırmak için eski
samanlığı yıkmaya karar verdi. Yıkım sırasında, seneler önce kaldığı odanın
duvarına delikanlının ismini tam söylenişiyle kazımış olduğunu gördü: James A.
Garfield.
O tarihte Amerika
Birleşik Devletlerinin Cumhurbaşkanı James A. Garfield idi!..
Henry Ford, her sabah
New York'un kuzey kesimindeki evinden çıkar, güney kesimindeki işine yürürmüş.
Yürürken de, aklına o upuzun yolun tamamını getirmezmiş. Yola başladığında,
"Bir blok ötede çiçekçi vardı; bugün vitrininde ne tür çiçekler var
acaba?" diye düşünür, çiçekçiyi geçtikten sonra, iki blok ötedeki gazete
bayisine ulaşmayı hedefler, onu da geçince daha ilerideki mağazayı düşünmeye
başlarmış. Bu şekilde, her defasında kendisine birkaç yüz metrelik hedef
seçtiğinden, kilometrelerce yürüyüşü gözünde hiç büyütmeden bitirirmiş.
Çözümü parçalara
bölmeyi, bu sayede düşünmüş. Yolu parçalara bölmeyi, bu sayede düşünmüş. Yolu
parçalara bölerek kolayladığı gibi, otomobil imalatını da bu şekilde kolay ve
hızlı hale getirmenin mümkün olup olmadığını düşünmeye başlamış. Ve yürüyen
bant üzerinde araba imal etme yolunu bu şekilde keşfetmiş. Motor, bir şerit
önünde kayacak, bir işçi birbiri ardınca geçen motorlara hep aynı parçayı
ekleyecek, her işçi bir parça eklerken, büyük bir hızla otomobil imal edilmiş
olacak. Ve her bir işçi, işinin sadece bir parça ekleyip birkaç vida sıkmak
olduğunu bilip, kolaylıkla onu uygulayacak...
Bir çocuk sekropia
denilen bir tür güve kozalarını topluyor ve bahar gelince, güvelerin kozalardan
nasıl çıktıklarım hayret ve ilgi ile seyrediyordu. Fakat güvelerin kozadan
çıkarken sarf ettikleri gayret, çırpınma karşısında da içinde bir acıma hissi gelişiyordu. Babası
bir gün, bu böceklerin bir tanesinin kozadan çıkmasını güçleştiren ipeği
makasla kesti. Fakat sonuç şaşırtıcıydı; çok geçmeden böcek öldü. Baba, bu
hadise üzerine oğluna şu hayat dersini verdi: "Oğlum, bu böcek kozasından
dışarı çıkarken sarf ettiği gayret neticesinde, vücudundaki zehiri dışarı
verir. Eğer o zehir dışan verilmezse böcek Ölür. Aynı zamanda da, bu çırpınışlar sayesinde ileride kendisi
için çok gerekli olan kasları güçlenir. İnsanlar da, daha güçlü, daha dayanıklı
ve daha iradeli olmak ve böylece istediklerini yapabilmek için Önlerine çıkan
zorluklarla mücadele ederek olgunlaşır, gelişir ve güçlenirler. Eğer insanlar,
arzularına kolayca ulaşırlarsa, karakterleri zayıflar, adeta, içlerinde bir
şeyin ölmüş olduğunu hissederler.
Okuyacağınız gerçek
öykü, Kellog Business School'da (North-western Üniversitesi) iş idaresi mastır
Öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer.
Profesör sınıfa girip
karşısında duran dünyanın en seçme öğrencilerine kısa bir süre baktıktan
sonra,
- Bu gün Zaman
Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız dedi.
Kürsüye yürüdü,
kürsünün altında kocaman bir kavanoz çıkardı. Arkadan kürsünün altından bir
düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşlan bir dikkatle kavanozun içine
yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan
sonra öğrencilere döndü ve
- Bu kavanoz doldu mu?
diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan:
- Doldu diye
cevapladılar. Profesör:
- Öyle mi? dedi ve
kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun içine yavaş
yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın yerleşmesini sağladı. Sonra
öğrencilerine dönerek bir kez daha:
- Bu kavanoz doldu mu?
diye sordu.
- Bir öğrenci,
- Dolmadı herhalde
diye cevap verdi.
- Doğru dedi profesör
ve yine kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum
tanelerini taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene
Öğrencilerine döndü ve
- Bu kavanoz doldu mu?
diye sordu. Tüm sınıf bir ağızdan,
- Hayır, diye
bağırdılar.
- Güzel dedi profesör
ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar
doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek.
- Bu deneyin amacı
neydi diye sordu. Uyanık bir Öğrenci hemen:
Zamanımız ne kadar
dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır diye
atladı.
- Hayır dedi profesör.
Bu deneyin esas anlatmak istediği; "Eğer büyük taşları baştan
yerleştirmezsek küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun
içine koyamazsın" gerçeğidir.
Öğrenciler şaşkınlık
içinde bir birine bakarlarken profesör devam etti. Nedir hayatımızdaki büyük
taşlar? Eşiniz, çocuklarınız, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz,
hayalleriniz, bîr eser ortaya çıkarmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir
şey Öğretmek!
Büyük taşlarını belki
de bunlardan birisi, belki de bir kaçı, belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan
önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangilerini iyi karar verin.
Bilin ki büyük taşlannızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiçbir zaman
bir daha koyamazsınız, o zaman ne kendinize ne de çalıştığınız kuruma, ne de
ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekten de iyi bir adam
olmayacağınızı gösterir.
Bir prens atıyla
gezerken, tarlasında neşe ve gayretle çalıştığı her halinden belli olan bir
köylüye rast geldi ve onunla sohbet etmek için yanma yaklaştı.
Prens atından inerek
köylüye iyi günler diledi, köylü de prensi kibarca selamladı.
Birkaç sorudan sonra
prens, tarlanın köylünün kendisine ait olmadığını, köylünün az bir gündelikle
çalıştığını Öğrendi.
Kendisini bildi bileli
çok para harcamaya alışmış prens, adamcağızın bu kadar parayla nasıl
geçinebildiğine, üstelik nasıl bu kadar neşeli ve gayretli olabildiğini hayret
etmişti. Yamalı ce-ketinin cebinden çıkardığı mendiliyle alnındaki terleri
silen köylü, prense gülümseyerek şöyle cevap verdi:
"Sevgili prensim,
ben bu paranın bile üçte biriyle geçinmek zorundayım. Kazandığım üçte biriyle
geçinmek zorundayım. Kazandığımın üçte birini borçlanma veriyorum, artan üçte
biriyle de yatırım yapıyorum."
Bunları duyan prensin
kafası iyice karıştı. Aman neşeli köylünün söyleyecekleri henüz bitmemişti.
Prensin bu işe daha da şaşırdığını fark eden köylü, sözlerine şöyle devam
etti:
"Paramın üçte
birini, çocukluğumda bana gözleri gibi bakmış, ellerinden geldiği kadarıyla bir
dediğimi iki etmemiş ihtiyar annem ve babam için harcıyorum Anne- baba hakkı
Ö-denmez ama, bu şekilde biraz olsun onlara borcumu ödemiş oluyorum. Üçte
biriyle de çocuklarımın ihtiyaçlarını karşıhyo-rum. İşte yatırımım da bu.
Kalanıyla da kendim ve eşim idare ediyoruz işte..."
Prens bu cevabı çok
beğendi, ancak köylüye bir sürü ödül verdikten sonra oradan uzaklaştı.
Bir zamanlar, tahta
oymacılıkla uğraşan, hayatın sadece yüzeyinde kalmayıp, hakikatlerini de
hissetmeyi beceren yaşlı bir usta yaşardı. Bu ustanın, her şeyden şikayet eden
bir çırağı vardı. Çırak başına gelen en küçük sıkıntıdan bile şikayet
ediyordu. Hayat onun için sanki sırf kötülüklerden, sıkıntılardan ve
mutsuzluklardan ibaretti.
Ustası bir gün çırağı
tuz almaya gönderdi. Adeti olduğu üzere, çırak söylene söylene dediği şeyi
yaptı. Döndüğünde "Şimdi tuzun ne gereği vardı?" gibisinden bir
edayla tuzu ustasının önüne koydu.
Usta, ona şimdi bir
avuç tuzu bir bardak suya döküp karıştırmasını söyledi. Çırak yine suratı asık
bir şekilde söyleneni yaptı. Usta "Şimdi de o suyu iç" diye emretti.
Çırak, Önce kaşlarını çattı. Bir bardak tuzlu suyu içmesini nasıl isterdi ki
ustası? Ama ona olan saygısından, zorlanarak da olsa bardaktan bir yudum aldı,
almasıyla suyu tükürmesi bir oldu.
"Tadı
nasıldı?" diye sordu usta. "Acı!" diye kızgınlıkla cevap verdi
çırak. Usta, anlamlı anlamlı gülümseyerek çırağı bu defa köyün kenarındaki
tatlı su gölünün kıyısına götürdü. Çırağın aynı şeyi burada yapmasını, bir
avuç tuzu göle atmasını, sonra da gölden su içmesini söyledi. Çırak söyleneni
yaptı, suyu göle atıp gölün tatlı suyundan kana kana içti. O ağzının
kenarlarından akan suyu eliyle silerken ustası sordu: "Tadı nasıldı?"
"Bal gibi
tatlı!" diye karşılık verdi çırak. "Tuzun tadını alabildin mi?"
"Hayır."
Bunun üzerine, bilge
usta, suyun yanında diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve ona ömrü
boyunca unutamayacağı şu dersi verdi:
"Evladım!
Hayatımızdaki sıkıntılar tuz gibidir, ne azdır ne de çok. Sıkıntıların miktarı
hep aynıdır. Ancak, bu sıkıntıların kişiye ne kadar ıstırap vereceği onun neyin
içine konulacağına bağlıdır. Bu sıkıntının, ıstırabın olduğunda yapman gereken
şey duygularını genişletmektir. Bardak olmayı bırakıp göl olmaya çalışmaktır.
O anda göreme-sen bile, o sıkıntıların sonucunda güzellikleri
görebilmektir."
On dördüncü yüzyılda
Güneybatı Asya'da İmparator Timur-lenk'in ordusu kuvvetli ve güçlü bir düşman
tarafından bozguna uğratılmıştı. Düşman askerleri bölgeyi terk ederken Timur
terk edilmiş bir ahırda yatarak saklandı. Orada ümitsizce yatarken bir buğday
tanesini dik bir duvara taşımaya çalışan karıncayı gördü. Buğday tanesini
karıncanın kendisinden daha büyüktü. İmparator, karıncanın o taneyi altmış
dokuz kez taşımaya çalıştığını saydı. Altmış dokuz kez geri düştü. Yetmişinci
denemesinde buğdayı duvarın üzerine çıkarabildi.
Timur birden yerinden
fırladı. O da sonunda kazanabilir, zafere ulaşabilirdi. Elbette ordusunu
yeniden toparlayarak ve düşmanın üzerine daha güçlü bir duygu ile giderek bunu
başardı.
Eğer olumsuz şeyler
düşünürseniz olumsuz sonuçlar elde edersiniz. Buna karşılık olumlu şeyler
düşünürseniz, olumlu sonuçlara ulaşırsınız. Bu çok önemli ve evrensel bir
kuraldır. İşte başarıya ulaşıp mutlu olmak için uyulması gerekli en önemli
kuralı üç kelime ile özetleyebiliriz: "İnanırsan başarıya
ulaşabilirsin."
Delikanlı kedi,
bahçede bir taraftan sükunetle güneşlenen, bir taraftan da kuyruğunu mutlulukla
sallayan babasının yanma geldi. Genç kedinin yüzünden ve halinden mutsuzluğu
apaçık okunabiliyordu. Bir müddet yanında oturduktan sonra, sıkıntısını
babasına açtı.
"Şey, baba
bilirsin, kediler hayatlanndaki en güzel ve Önemli şe-yîn kuyruklarını
yakalamak ve böylece mutlu olmak olduğunu düşünürler. Ben de böyle
düşünüyorum. Ne var ki, şimdiye dek ne yaptıysam kuyruğumu ve de mutluluğu
yakalayamadım. Çok mutsuzum. Ne yapacağımı bilemiyorum."
Baba kedi, önce
anlayışla gülümsedi, sonra da genç diye şu cevabı verdi:
"Evladım, be de
bir zamanlar senin gibi kuyruğumu yakalarsam mutluluğu da yakalayacağımı düşünüyordum.
Bu yüzden de vaktim kuyruğumun peşinde koşmakla geçti. Ama aylar, yıllar
geçtikçe şu gerçeği daha iyi anladım: Kuyruğumu kovaladıkça, onun ardında
koştukça o bana yaklaşmıyor, tersine uzaklaşıyordu. Fakat, ne zaman onun
peşini bırakıp kendi hayatıma baksam, o da benim ardımdan geliyordu. Bu gerçeği
anladığımdan beri, kendi hayatımla ilgileniyorum ve kuyruğum benden hiç
ayrılmıyor!"
Bilge sultanın
vezirlerinden birisini-baş vezirliğe tayin etmesi gerekiyordu. Bu göreve layık
veziri bulabilmek için bütün vezirlerini etrafına topladı ve onları bir sınava
tabi tuttu. Onlan o güne kadar gördükleri en büyük ve ağır kapının önüne
getirip şöyle dedi:
"Sizler çok
akıllı ve güçlü insanlarsınız ve ümit ediyorum ki içinizden birisi ülkemin şu
en büyük kapısını açabilir. Şimdi sizi kapıyla baş başa bırakıyorum. Göreyim
bakayım, hanginiz bu kapıyı açabilecek."
Saray mensuplarından
bazıları daha kapıyı görür görmez dudaklarını büküp bu kapıyı açmanın mümkün
olmadığına karar vermişti. Diğerlerine göre daha akıllı sayabilecek bazıları
kapıyı daha yakından incelediler, ama kapının azameti karşısında onlar da pes
etmekte gecikmedi. Kendİ aralarında yaptıkları konuşmalarda bu kapının imkanı
yok açılamayacağında fikir birliği ettiler.
Sarayın en seçkin
adamları kapının karşısında ümitsizce beklerken, o zamana kadar saygısından
öne geçmeyen en genç vezir diğerlerinin arasından sıyrılarak kapının yanma
gitti. Onu şöyle bir gözden geçirdi. Sonra da onu elleriyle yokladı. En
sonunda, bütün kuvvetiyle kapıya yüklendiğinde ağır kapı ardına kadar açıldı.
Meğerse kapı zaten tam
kapah değildi ve onu açabilmek için gereken sadece deneme cesareti
gösterebilmekti. Sultan bu cesareti gösterebilen genç vezire şunları söyledi:
"Sadece görüntüye
bakarak daha baştan ümitsizliğe kapılmadın, sonunda başarısız kalacak olsan
bile deneme cesareti gösterdin. Bu yüzden, baş vezirlik makamına seni tayin
ettim."
Bir üniversite hocası
derse yanında getirdiği büyükçe bir beyaz kağıdı sınıf tahtasının tam ortasına
yapıştırır. Elindeki kurşun kalemle kağıdın ortasına siyah bir nokta yapar.
Sınıfa dönerek:
"Arkadaşlar gördüğünüz şeyi bana anlatır mısınız?"
Sınıfın tamamı elini
kaldırır ve hoca dört beş kişiye söz hakkı verir. İstisnasız hepsi şunu söyler:
"Siyah bir nokta."
Hoca, oturduğu masadan
kalkarak sınıfa doğru döner ve şu enfes cümleyi söyler: "Hiçbiriniz
koskoca beyaz kağıdı görmedi!"
Evet günlük
hayatımızda acaba o beyaz kağıdı kaçımız görebiliyoruz? Yoksa komşumuzun
tavuğu bize kaz mı görünüyor?
"Zengin olmayı
hedefleyen genç bir üniversite öğrencisi, bu konuda kitap yazmış bir yazara
gider ve kendisine zengin olmanın yollarını öğretip öğretmeyeceğini sorar.
Yazar, bu delikanlıya bunu öğretebileceğim söyler ve ona şu öğütleri verir.
- Bir konuda hedefine
odaklanırsan dikkatin o hedefe toplanır ve neticeye gidersin. Hayatını hedef
belirlemeden geçirirsen hayatın kararsızlık ve sıkıntıyla dolu geçer. Çünkü o
zaman senin için her şey zaman geçirici ve oyalayıcı olmaktan başka bir anlam
İfade etmez. Ayrıca çeşitli zorluklar karşısında dayanma gücü bulamazsın.
Hedefin yoksa sahip
olduğun potansiyelin hiçbir anlamı yoktur. Barajı olmayan bir akarsuyun suları
faydasızca akar gider. Eğer hayatın efendisi olmak istiyorsan hedeflerinin bir
listesini yap, bunları bir kağıda dök, hatta hayallerinin rengarenk resimlerim
çiz. Delikanlı yazan dikkatle dinler ve şu cevabı verir:
"Hocam bu
söyledikleriniz çok güzel, ama hedeflerimi kağıda yazmamın benim için hiçbir
anlamı yok. Benim hedeflerim yıllardır aklımda ve sürekli olarak bunları
düşünüyorum der.
Yazarın ısrarlarına
rağmen delikanlı hedeflerini yazmaya yanaşmaz.
Peki der yazar
delikanlıya, seni şu yandaki odaya alalım.
Delikanlı yandaki
odaya girer ve kapı arkasından kapanır. Odada bir bilgisayar vardır ve
ekrandan şöyle bir yazı geçmektedir. "Bu oda bir dakika sonra infilak
edecek!"
Delikanlı bu yazıyı
görünce paniğe kapılır ve hemen kapıya yönelir, ancak kapı kapalıdır ve
bağırmaya başlar. Sesini kimseye duyu-ramaymca kapıyı tekmeler. Bu sırada
ekranda geri sayım başlamıştır. "58,57,56..."
Delikanlının paniği
iyiden iyiye artmıştır. Kapı açılmayınca pencerelere doğru koşar, ancak
pencerelerde demir parmaklık vardır. Bu arada saniyeler "27,26,25..."
diye geriye doğru ilerlemektedir. Tekrar kapıya doğru yönelir, bütün gücü ile
kapıyı yumruklamaya ve avazı çıktığı kadar "imdat!..." diye bağırmaya
başlar. Saniyelerin geri sayımı sürmektedir: "9,8,7,6..." O sırada
kapı açılır ve yazar içeri girer.
- "Ne oldu
evladım, ne bu panik?" diye sorar.
- "Derhal buradan
kaçalım! Biraz sonra burası infilak edecek!" diye bağırır delikanlı.
Yazar gayet sakin bir
şekilde:
- "Hayır öyle bir
şey yok, nereden çıkardın bunu?" diye sorar. Delikanlı şaşkın bir şekilde
bilgisayar ekranın gösterir:
- "Ama orada Öyle
yazıyordu," der.
"Öyle mi?"
der yazar. "Yazı, demek bu kadar önemli. Öyleyse hadi gel, kaçmayı bırakıp
hedeflerimizi yazmaya başlayalım."
1953 yılında Yale
Üniversitesi mezunları arasında yapılan bir çalışma, bu noktayı çok açık olarak
bize göstermektedir. Mezunlarla yapılan görüşmede onlardan açık ve belirli
amaçlara sahiplerse, bunlara nasıl ulaşacaklarına ilişkin plânlarını yazmaları
istenmiştir. Mezunların sadece % 3'ünün böyle yazılı amaçlara sahip olduğu
görülmüştür. Yirmi yıl sonra, 1973'te araştırmacılar 1953'te görüşme yaptıkları
kişilere tekrar gitmişler, diğer konular bir tarafa daha önce yazılı amaçlara
sahip olan % 3'lök kesimin ekonomik açıdan; geri kalan % 97'nin toplamından
daha iyi durumda olduklarını görmüşlerdir. Araştırmacılar ölçümü zor olan;
mutluluk, neşeli olma gibi öznel durumlarda da % 3'lük kesimin çok daha iyi
olduklanm belirlemişlerdir. Bu durum gerçekten net olarak amaçlan belirlemenin
gücünü göstermektedir.
San Francisco
Körfezi'ndeki bir okulda, okul müdürü üç öğretmeni çağınp şöyle demişti:
"Siz üç öğretmen, sistemde en iyi ve en uzman kişiler olduğunuz için,
doksan tane seçkin üstün zekalı öğrenciyi size vereceğiz. Bu öğrencilerin
gelecek yıl da hızlarım korumalarını sağlamanızı ve çok şey öğrenmelerini
bekliyoruz."
Üç öğretmen,
öğrenciler ve öğrencilerin anne babası bunun çok iyi bir fikir olduğunu
düşünmüşlerdi. O okul dönemi hepsinin özellikle hoşuna gitmişti. Okul bittiği
zaman bütün San Francisco Körfezi'ndeki diğer öğrencilere göre yüzde 20 - 30
daha başarılıydı. Yıl sonu geldiğinde müdür üç öğretmem çağırıp onlara,
"Bir itirafta bulunmak istiyorum. En zeki Öğrencilerin 9O'ı sizde
değildi. Onlar ortalamanın biraz üstünde öğrencilerdi. 90 öğrenciyi sistemden
tesadüfen seçtik." Öğretmenler, doğal olarak öğrencilerde görülen
başarının kendi istisnai öğretme becerilerine bağlanması gerektiği sonucuna
vardı. "Bir itirafım daha var." dedi müdür: "Siz de en parlak
Öğretmenler değilsiniz. İsimlerinizi bir şapkanın içine doldurduğum kağıtların
arasından rasgele seçtim. Siz inandığınız için başarılı oldunuz."
Meksika körfezi ile
Antil Adlan arsındaki Yakutan' da yaşayan biri bir gün bana çok ibret verici
bir öykü anlattı.
Dünyada sarf olunan
Sisal'ın (Kenevire benzer, büyük yapraklı, bol elyaflı, dokuma sektöründe
kullanılan bir bitki) büyük kısmı Yakutan da üretilirmiş. Bu bitki taşlı, sert
ve faydalı organik maddesi az toprakta yetişmiş.
Bir müddet önce bir
Amerikan şirketi Florida' da Sisal üretmeye karar vermiş. Ve iyi bakılmış,
Mükemmel açılmış bir araziye tohum atılmış Vakti gelmiş, bitki büyümüş.
Amerikalılar
sevinmişler: . "Hora! Sisal
ticaretini Yakutanhlar'm elinden aldık!"
Mahsulü biçmişler. Ve
yapraklar içinde bulunması gereken elyafı aramaya başlamışlar. Fakat o büyük
yapraklarda bir gram elyaf bulunmadığım büyük bir hayretle görmüşler. İşte o
zaman mesele anlaşılmış: Hayatının kolaylaştırılması bu bitkiyi mahvediyor!
Bir Sisal bitkisi
zorluklarla mücadele etmek sureti ile gelişiyor, kemale ulaşıyor. Sert toprak,
soğuk rüzgar, sıcak güneş ve bunlarla mücadele etmek istiyor! Sisal'm kıymetli
cevheri nasıl elyafı ise, insanın cevheri de karakteridir. Bunların her ikisi
de zorluklarla gelişir, huzur ve istirahatla değil...
Herbert N. Casson
General Elektrik
Şirketi'nde yaygınlaşmış bir şaka vardır. Şirkete yeni bir eleman alınınca, o
kişiden beyaz ışık yayan bir ampul yapması istenir. Şirketin kıdemli
elemanları böyle bir ampulün yapılamayacağını bilirler. Sırf yeni gelen eleman
laboratuarda bu İş için zaman harcayıp sonunda pes etsin diye şaka yapmak
isterler. Yeni elemanların bu ampulün yapılamayacağını bilmediklerinden, büyük
bir hevesle bunu keşfetmek için laboratuar a çalışmaya can atarlar. Yaptıkları
deneylerin bir sonuç vermediğini görünce de, insan yaradılışına uygun olan
"Ben yapamam!" yolunu seçer ve araştırmalarına son verirler.
Ancak içlerinden
yalnız biri, Marvin Pipkin, "Ben yapamam!" yolu yerine, "Ben
yapabilirim!" yolunu seçmiş, gecesini gündüzüne katarak yılmadan çalışmış
ve sonunda gündüz ışığı gibi beyaz ışık veren floresan lambasını bulmuştur. Bu
olayda olduğu gibi bir insan yaratılışından gelen "Ben yapamam!"
düşünme tarzını yenip, onun yerine "Ben yapabilirim!" tarzını geçirmek
çok büyük mucizeler oluşturabilmektedir.
Yıllardan beri
insanlar, bir milin (1609.31 m) dört dakikadan daha kısa sürede
koşulamayacağma inanmışlardır. Fakat 1954 yılında Ro-ger Bannister bu Önemli
inancı, kendi inancını devreye sokarak yıkmıştır. Mümkün olmayanı kendisine
yaptırmıştır. Bunu zannettiğiniz şekilde
fiziksel egzersiz ile değil, olayı sürekli olarak zihnin de prova etmekle,
dört dakika engelini hayalinde defalarca, büyük duygu yoğun-luklanyla aşmakla,
kafasında çok canlı referanslar oluşturarak kendi sinir sistemine sonuç alacak
emirleri verdirmeyi sağlamakla başarmıştır. Ama insanların büyük bir kısmı,
onun bu başarısının asıl başkalarına olan etkisini anlayamamışlardır.
Başlangıçta, dört dakika sınırını hiç kimsenin aşamayacağı sanılmıştır. Ama
Roger'in o rekoru kırmasının üzerinden bir yıl geçmeden, 37 koşucu daha aynı
İşi başarmıştır. Onun örneği, diğerlerine güçlü bir referans olmuştur. Öyle bir
emin olma duygusu geliştirmiştir ki artık "imkansız"ı onlarda başarabilmişlerdir. Daha sonra 300 koşucu
daha aynı şeyi yapmıştır.
Yıllar Önce bir adam
yağmurun altında Arizona'ya doğru yol alıyordu. Arabasını bir benzin
istasyonunda durdurdu ve penceresini aralayarak istasyondaki görevliye
seslendi: "Depoyu doldurur musunuz lütfen?"
Kendisi arabanın
içinde ıslanmadan otururken yağmurun altında arabasının deposunu dolduran adama
baktı ve pencereden parayı uzatırken "Sizin böyle yağmurun altında
ıslanmanıza neden olduğum için üzgünüm" dedi özür dilercesine.
Petrol istasyonunda
çalışmakta olan adam yüzünde güneşli bir günün işıltılanyla "Merak etmeyin
bayım, ben yaşantımdan çok memnunum! Birkaç yıl önce Vietnam Savaşi'nda bir
siperde beklerken kendi kendime buradan sağ çıkarsam bütün koşullar altında
mutlu olmaya çalışacağım, koşullarım nedeniyle yaşama sitem etmeyeceğim demiştim
ve yağmurun altında çalışmak beni mutsuz edemez" diye yanıtladı adama.
Genç bir buz patencisi
yarışmadan Önce çok heyecanlıdır. Antrenörüne buz üzerine çıkmayacak kadar
korktuğunu söyler. Antrenörü ise kendisine "Korkmuyorsun. Yalnızca
heyecanlısın. Bu ikisinin arasındaki fark var." Der ve sonra da şu
hikayeyi anlatır: Adamın biri bir lokantaya girip 100 dolarlık yiyecek sipariş
eder. Bu adam, heyecanlıdır, çünkü çok pahalı bir yemek yiyecektir, ama
cebinde 100 doları vardır. Şimdi korkuya gelelim: Korku, cebinde hiç para
olmadığı halde lokantaya girip 100 dolar tutarında yemek sipariş eden kişinin
içinde bulunduğu durumdur."
Bunun üzerine buz
patencisi piste çıkar ve birinci olur. 106
Eski zamanlarda
yaşamış yaşlı bir adamla, genç bir çocuğun hikayesidir bu:
Yaşlı adamın adı,
Sartebusi, genç çocuğunki ise, Kim'di...
Kim, yalnız yaşayan;
yiyecek ve başını örtecek bir çatıdan çok, bir "sebep" arayan, köyden
köye dolaşan bir yetimdi. "Neden?" diye merak ederdi, "Neden her
şey bu kadar zor? Biz, kendimiz mi dolaştırıyoruz, yoksa mücadele etmemiz
gerektiği için mi zorluklarla karşılaşmamız gerekiyor?..."
Bunlar, Kim yaşlarında
genç bir çocuk için bilgece düşüncelerdi...
Bir gün, aynı yolda
seyahat eden yaşlı bir adamla tanıştı.Yaşlı adam, oldukça ağır görünen, üzeri
örtülü, büyük bir sepet taşıyordu. Yol kenarında mola verdiklerinde, yaşlı
adam, yorgun bir halde sepetini yere koydu. Kim'e, sanki yaşlı adam varını
yoğunu bu sepette taşı-yormuş gibi geldi.
"Sepetin içinde
onu bu kadar ağır yapan ne var?" diye sordu Kim, Sartebus'a ve ekledi:
"Onu senin için taşımak beni mutlu edecektir. Ne de olsa, sana göre çok
genç ve güçlüyüm."
"O, senin benim
yerime taşıyabileceğin bir şey değil!" diye yanıtladı yaşlı adam,
"Kendim taşımam gereken bir şey." Ve ekledi; "Bir
gün, kendi yolunda yürüyeceksin ve
benimki kadar ağır bir sepet taşıyacaksın sen de."
Günlerce ve kilometrelerce
birlikte yürüdüler. Kim Sarte-bus'a, insanlanri neden böyle kendi kendilerine
eziyet ettikleri hakkında sorular sordu. Ama ne yanıtlarını öğrenebildi, ne de
yaşlı adamın taşıdığı sepetin içindeki ağır yükün ne olduğunu...
Sonunda, Sartebus, artık
daha fazla yürüyemeyeceği ve son kez dinlenmek için uzandığı zaman sepetin
içindeki sırrı söyledi ve neden insanların kendi kendilerine eziyet
ettiklerinin yanıtını da verdi:
"Bu
sepette..." dedi Sartebus, "kendim hakkında inandığım ama gerçek
olmayan şeyler var. Onlar, yolculuğum boyunca ağırlık yapan taşlardı..."
"Şüphenin her
çakıl taşının, tereddüdün her kum tanesinin ve yanılgının yol boyunca her
kilometre taşının ağırlığını sırtımda taşıdım. Bunlar olmadan çok ilerilere
gidebildim. Hayalimde canlandırdığım insan olabilirdim. Ama gördüğün gibi,
yolun sonunda bunlarla başbaşa-yım..."
Ve... sepeti kendisine
bağlayan ipleri bile çözemeden, yaşlı adam gözlerini kapadı, son uykusuna
daldı...
Kim, sepeti
Sartebus'un sırtından çözdü ve merakla sepetin içini açtı: Sepetin içi
bomboştu!... Ve o anda, sorularının yanıtını anlar gibi oldu: Çoğumuz,
sırtımızdaki bir sepette "korkularımızı ve kendi oluşturduğumuz
sınırlarımızı" taşıyarak yaşadığımız için hayallerimizle birlikte
gömülüyoruz...
"Kim'in hikayesi"
kimlerin hikayesi, bilinmez ama... bu, bizim hikayemiz olmalı.
Ünlü bir aşçı bir gün,
kendisine hayatındaki sıkıntılarından yakman kızını mutfağına götürdü ve ona,
kendisini dikkatle izlemesini söyledi.
Ünlü aşçı baba, aynı Ölçüde
suyla doldurduğu eşit boyuttaki üç tencereden birinin içine İri bir havuç,
ikincisinin içine bir adet yumurta, üçüncüsünün içine ise bir avuç çekilmemiş
kahve çekirdeği koyduktan sonra tencereleri, ateşlerini aynı derecede yaktığı
üç ocağın üstlerine yerleştirdi. Kendisinin ne yapmakta olduğuna bir türlü
akıl erdiremeyen kızıyla birlikte yirmi dakika süreyle, tenceredeki suların
kaynamasını izledi.
Yirminci dakikanın
sonunda aşçı baba, ocaklardaki ateşi söndürdü ve kızından, sofraya iki tabak
ve bir bardak koymasını istedi. Kızı, tabaklan ve bardağı getirdi, masaya
koydu. Aşçı baba ise, önce birinci tenceredeki havucu aldı, tabaklardan birine
koydu.
Sırada şimdi, ikinci
tencerede kaynayan yumurta vardı. Aşçı baba, yumurtayı da aldı, onu da ikinci
tabağa koydu.
Şimdi sıra, içine bir
avuç kahve çekirdeğini attı ve artık rengiyle de, kokusuyla tümüyle kahveye
dönüşen suyu alıp, bardağa boşaltmaya gelmişti. Aşçı baba, tencereleri
boşalttıktan sonra kızını sordu:
"Söyle bakalım
şimdi, kızım..." dedi. "bu tabaklarda ve bu bardakta ne
görüyorsun?"
Kızı, bir solukta
yanıtladı babasını:
"Ortada ne varsa,
tabii ki onları görüyorum, babacığım..." dedi. "Havuç, yumurta ve
kahve görüyorum."
Baba, kızını elinden
tuttu ve onu masaya yaklaştırdı:
"Gördüklerine,
şimdi yakından bakıver." dedi. "Onların ne olduklarını anlaman için,
istersen dokunabilirsin de..."
Kız, elindeki çatalı
önce havuca batırdı ve havucun ne denli çok sertleştiğini gördü. Sonra
yumurtayı eline aldı, kabuğunun ne denli çok sertleştiğini gördü, hatta hafifçe
masanın kenarına vurarak kırdığı kabuktan parmağıyla, yumurtanın katılaşmış
içini de yokladı. Daha sonra . ise, bardaktaki kahveden bir iki yudum içti
ve... Babasının sorusu daha ayrıntılı bir biçimde yanıtladı:
"Bu tabakta,
haşlanmış, yumuşak bîr havuç görüyorum." dedi. "Bu tabakta ise,
pişmekten kabuğu sertleşmiş, hatta içi katılaşmış bir yumurta var. Bardakta
ise, kokusu da tadı da çok nefis bir kahve var."
Kızı bunları
söyledikten sonra bu kez, babasına merakla sordu:
"Bunları bana
niçin soruyorsun, babacığım?" dedi. "Bir körün bile yanıtlayabileceği
bu sorulan bana niçin sordun şimdi?"
Ünlü aşçı, işte o an
başladı kızma bir yaşam dersi vermeye:
"Bak, kızım"
dedi. "Burada gördüğün her şey, aynı büyüklükteki tencerelerde, aynı ölçüde
suyun içinde, aynı sıcaklıkta, aynı sürede pişti. Fakat sonunda tümü de,
birbirlerinden çok değişik tepkiler gösterdiler.
Havuç ilk başta
sertti, güçlü idi. Fakat kaynatılınca yumuşadı, hatta güçsüzleşti. Yumurta
başta çok kırılgandı. Hafifçe dokunulduğunda çatlayabilir, kırılabilirdi.
Fakat kaynatılınca, içi sertleşti, hatta katılaştı. Bir avuç çekilmemiş kahve
de başlangıçta sertti fakat kaynar suyun içinde o çekirdeklere ne olduğunu
gözlerinle gördün. Su kaynadıkça tüm çekirdekler kaynadı, gevşedi ve
içindekilerin tümünü suya yaydı. Kokularını suya verdiler, tatlarını suya
verdiler ve içinde oldukları suyu, lezzetli bir kahveye dönüştürdüler."
Baba bunları
söyledikten sonra kızını bir soru daha sordu:
"Şimdi şu soruma
yanıt ver bakayım, kızım" dedi. "Sen, bu üçünden hangisine
benziyorsun?"
Kızı önce anlayamadı.
"Nasıl yani,
babacığım?" dedi.
Baba, sorusunu bu kez
açarak sordu:
"İçinde
bulunduğun, yani içinde piştiğin yaşamın zorlukları karşısında sen nasıl bir
tepki gösteriyorsun?"
Bir zamanlar dağda,
kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu
varmış.
"Bu hayattan
bıktım artık. Yontmak! Devamlı mermer yontmak... öldüm artık! Üstelik bir de
bu güneş, hep bu yakıcı güneş! Ah! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim,
orada yükseklerde her şeye hakim olacaktım, ışınlarımla etrafı
aydınlatacaktım." diye söylenir durur yontucu.
Bir mucize eseri
olarak dileği kabul olunur ve yontucu o an güneş olur. Dileği kabul edildiği
için çok mutludur. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada
ışınlarının bulutlar tarafından engellendiğini fark eder.
"Basit bulutlar
benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre benim güneş olmam
neye yarar!" diye isyan eder.
"Mademki bulutlar
güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim."
O zaman hemen bulut
olur. Dünyanın üzerinde uçuşmaya başlar, oradan oraya koşuşur, yağmur yağdırır
fakat birden bîre rüzgar çıkar ve bulutlan dağıtır.
"Ah, rüzgar geldi
ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o, öyleyse ben rüzgar olmak
istiyorum." Diye karar verir.
Ve dünyanın üzerinde
eser durur, fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir. Fakat birden bire
önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görür. Çok yüksek ve çok sağlam
bir duvar. Bu bir dağdır.
"Basit bir dağ
beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgar olmam neye yarar?" der.
O zaman dağ olur. Ve o
anda bir şeyin O'na durmadan vurduğunu hisseder. Kendinden daha güçlü olan
şeyin, onu içinden oyan şeyin.. . Bu, küçük bir mermer yontucusudur.
Bir zamanlar bir
kralın aklına şöyle bir düşünce geldi; "Eğer bir işe ne zaman
başlayacağımı, kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu
bilseydim, giriştiğim her işi başarırdım."
Krallığın dört bir
yanına, kim kendisine her iş için en uygun anı, bu iş için en gerekli kişinin
kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona
büyük bir ödül vereceğini duyurdu. Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat
sorulara verdiği yanıtlar birbirinden tümüyle farklı oldu. Kral hala doğru
yanıtları aradığı için, yakınlardaki bir bilgiye danışmaya karara verdi. Bilge
kişi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşıyor, yanına halk dışında kimseyi
kabul etmiyordu. Bu nedenle kral halktan
biri gibi giyindi ve yola düştü. Bilge kişinin yaşadığı kovuğa
yaklaştıklarında kral atından indi ve korumalarını orada bırakıp, yola tek
başına koyuldu. Bilgenin olduğu yere vardığında onu, yaşadığı kovuğun önüne
çiçek tarlalarını kazarken gördü.
"Ey bilge kişi
size birkaç önemli konuda danışmaya geldim." dedi. "Doğru şeyi doğru
zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla gereksinim duyduğum, dolayısıyla
ötekilerden daha fazla ilgi göstermem gereken kişi kimdir? En önemli ve her
şeyden önce gelen Önemli sorum ise şu: Kendimi vermem gereken işler
nelerdir?"
Bilge, büyük bir
dikkatle kralı dinledi, fakat bir yanıt vermedi. Döndü, yapmakta olduğu işini
sürdürdü. "Yoruldunuz" dedi. Kral. "Küreği bana verin de siz
biraz dinlenin."
Bilge kişi
"Sağulun" dedi ve küreği krala verdi, yere oturup dinlenmeye
başladı. Kral iki tarh kazdıktan sonra soruları yineledi. Bilge kişi ona yanıt
vermek yerine ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve "Siz biraz dinlenin,
bir parça da ben çalışayım." dedi. Fakat kral küreği ona vermedi, tarh
kazmayı sürdürdü. Saatler birbirini kovalıyor, güneş yavaş yavaş ağaçların
ardından batmaya başlıyordu. Sonunda kazmayı toprağa saplayıp, bilgeye döndü:
"Ey bilge kişi,
senin yanma sorularıma bir cevap bulmak için geldim" dedi. "Eğer cevap
veremeyeceksen, söyle de evime döneyim." Bilge kişi gözlerini uzaklara
dikti.
"Bak bir adam
koşarak buraya geliyor." dedi. "Bakalım kimmiş ne istiyormuş?...
"Kral arkasını döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini
gördü. Adamın kamına bastırdığı ellerinin altında kan sızıyordu. Kralın yanına
ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve
bilge kişi hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir
yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve bilge kişinin
havlusuyla sardı, kanı durdurdu. Adam bir süre sonra kendisine içecek bir
şeyler istedi. Kral dereden taze su getirdi, verdi. Bu arada akşam olmuş hava
soğumuştu. Kral, bilge kişinin yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatırdı.
Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral koşuşturmadan
ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki eşiğin dibine çökmüştü ve
orada uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti. Sabah
uyanınca, yatakta uyanmış canlı gözlerle dikkatle kendine bakan yabancının kim
olduğunu anımsamaya çalıştı. Kralın uyandığını gören adam, zayıf bir sesle
"Beni affedin" dedi krala. Kral: "Sizi tanımıyorum, üstelik
affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi ama adamın konuşmasını kesmedi:
"Siz beni
tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum." Dedi. "Ben, kardeşimi
astırdığınız ve mallarım elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş
bir düşmanmızım. Tek başına bilge kişiyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve
dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz.
Ben de pusuya yattığım yerden çıkıp, sizi aramaya koyulduğumda korumalarınıza
yakalandım. Onlar beni tanıdılar ve öldürmek istediler. Ellerinden kurtuldum
ama yaralıydım; yaramdan kan akıyordu. Siz dün akşam yaramı saımasaydiniz kan
kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, fakat siz benim yaşamımı
kurtardınız. Eğer yaşarsam, şimdiden sonra en sadık köleniz olarak size hizmet
edeceğim ve oğullanma da aynı şeyi yapmalannı emredeceğim."
Kral düşmamyla bu
denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu. Onu
yalnızca affetmekle kalmadı, uşakla-nm ve kendi doktorunu gönderip onun
tedavisini de yaptıracağım söyledi. Aynca el konulan tüm mallarının geri
verileceğini de bildirdi. Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne cevap
vermesini bir kez daha istedi.
"Siz,
beklediğiniz cevabı çoktan aldınız." dedi bilge, ve şöyle sürdürdü
sözlerini, "Dün eğer benim güçsüzlüğüme acımayıp şu tarh-lan
kazmasaydınız, buradan aynlacaktmız ve geri dönerken şu adamın saldınsına
uğrayacaktınız. Yani dün sizin için en
önemli an, tarhlan kazdığınız andı. Sizin için en önemli kişi bendim ve sizin
için en önemli iş bana iyilik yapmaktı. Daha sonra yaralı adam koşarak geldi
yanımıza. Sizin için en önemli an, onunla ilgilendiğiniz andı. Çünkü eğer onun
yaralarım sarmasaydınız o adam sizinle banşmadan ölecekti. Dolayısıyla o zaman
sizin için en önemli kişi oydu. Ve yine o zaman en önemli işiniz de, onun için
yaptıklanmzdı."
Bilge bunlan söyledikten
sonra krala bir öğüt verdi: "Sizin için en önemli anın, İçinde
bulunduğunuz an olduğunu hiçbir zaman unutmayın. Çünkü yalnızca o an elimizden
bir şey gelebilir. Sizin için en önemli kişi ise, o an birlikte olduğunuz
kişidir. Çünkü hiç kimse, bir başka kişiyle bir daha görüşüp görüşmeyeceğini
bilemez. Ve sİzîn İçin en Önemli iş ise iyilik yapmaktır. Çünkü kişinin bu
dünyaya gelmesinin tek nedeni budur."
İskoçya'da yoksul mu
yoksul Fleming adında bir çiftçi yaşardı. Bir gün tarlada çalışırken bir çığlık
duydu. Sesin geldiği yere koştuğunda, bataklığa beline kadar batmış bir
çocuğun, kurtulmak için çırpındığını gördü. Çocuk, bir yandan da avazı çıktığı
kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkararak ölümden kurtardı. Ertesi
gün Fle-ming'in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat
indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendisini
"Oğlumu
kurtardınız, size bunun karşılığını vermek isti-yorum" dedi. Yoksul ve
onurlu Fleming:
"Kabul
edemem!" diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan çiftçinin
küçük oğlu göründü.
"Bu senin oğlun
mu?" diye sordu aristokrat.
Çiftçi gururla.
"Evet" dedi.
Aristokrat devam etti;
"Gel seninle bir
anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer
karakteri babasına benziyor-sa ileride gurur duyacağın bir kişi olur."
Bu konuşmalar sonunda
Fleming'in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti.
Çiftçi fleming'in oğlu Londra'daki St. Mry's Hospital Tıp Fakültesi'nde mezun
oldu ve tüm dünyaya adını "penilisin"i bulan Sir Alexander F-leming
olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreeye yakalandı. Onu
penisilin kurtardı!
Aristokratın adı; Lord
RandolpChurchill'di... Oğlunun a-dı ise: Sir Winston Churchill. Kurtaran
doktor: Çiftçinin oğlu Sir Alexender Fleming'di.
.Fransa'da işçilerin
işleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir
görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Görevli, ilk İşçiye yaklaşır ve sorar:
"Ne
yapıyorsun?"
"Nesin sen, kör
mü?" diye öfkeyle bağırır işçi.
"Bu parçalanması
imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya
yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir iş,
ölümden beter."
Görevli hızla oradan
uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşır. Aynı soruyu sorar:
"Ne
yapıyorsun?"
İşçi cevap verir:
"Kayaları mimari
plana uygun şekilde yerleştirebilmeleri için, kullanılabilir şekle getirmeye
çalışıyorum. Bu ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için
para gerekli. Sonuçta bir işim var. Daha kötü de olabilirdi."
Biraz cesaretlenen
görevli üçüncü işçiye doğru ilerler.
"Ne
yapıyorsun?" diye sorar.
"Görmüyor
musun?" der işçi kollarım gökyüzüne kaldırarak.
"Bir katedral
yapıyorum."
Bu hikayenin enteresan
tarafı İse, her üç işçinin de aynı işi yapıyor olmaları...
Ailen Klein
4 Temmuz 1952 günü 34
yaşında bir kadın, Pasifik Okyanu-su'na dalarak, Catalina adasından, 21 mil
batıda kalan Kaliforniya'ya doğru yüzmeye başladı. Eğer başarılı olursa, bunu
yapan ilk kadın olacaktı. Adı Flornce Chadwick olan bu yüzücü, Manş Denizi'ni
her İki yönde geçen ilk kadındı. O sabah su, vücudu uyuşturacak kadar soğuktu
ve sis o kadar yoğundu ki, beraberindeki tekneleri güçlükle seçebiliyordu.
Milyonlarca insan televizyonlarından onu izliyordu, Köpekbalıkları ve
dondurucu soğuğun etkisini hiçe sayarak 15 saat yüzdü. Yakındaki bir teknede
bulunan annesi ve antrenörü, karaya çok yaklaştığını ve devam etmesini
söyledilerse de o, kendisini sudan çıkarmalarını istedi. Azimli yüzücü,
Kaliforniya kıyısına yarım mil kala sudan çıkışının nedenini şöyle açıkladı:
"Karayı görebilseydim, başarabilirdim!" Vazgeçmesinin nedenine
yorgunluk, ne de soğuktu... Tek neden, sis yüzünden karayı görememekti.
Massachusetts
İnstitute of Technology'de okuyan bir öğrencinin tanık olduğu bu öykü, bir tez
çalışmasının nelere yol açacağını göstermesi açısından ilginç bir Örnek
oluşturuyor: Bir lisansüstü öğrencisi bir yaz mevsimi süresince her gün üzerine
siyah-beyaz çizgili bir tişört giyerek Harvard futbol sahasına gider. 15
dakika boyuca sahayı bir baştan diğer uca yürüyerek yerlere kuş yemi serper.
Bu arada cebinden bir hakem düdüğü çıkartıp Öttürür. Yağmur çamur demeden her
gün aynı saatte aynı hareketleri törensel bir ciddiyetle yapar. Derken sonbahar
gelir, futbol mevsimi başlar. Harvard futbol takımının ilk maçı oynanacaktır.
Siyah - beyaz tişörtlü hakem başlama düdüğünü çalar ve o anda olanlar olur.
Yüzlerce kuş sahaya hücum eder ve doğal olarak maç ertelenir. Bu arada öğrenci
tezini vermiş ve mezun olmuştur.
Bir lise öğretmeni bir
gün derste öğrencilerine teklifte bulunur: •"Bir hayat deneyimine katılmak
ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul
ederler. "O zaman" der öğretmen.
"Bundan sonra ne
desem yapacağına söz verin" Öğrenciler bununda yaparlar.
"Şimdi yannki
Ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates
getireceksiniz!"
Öğrenciler, bu işten
pek bir şey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde
patatesler ve torbalar hazırdır.
Kendisine meraklı
gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:
"Şimdİ; bugüne
dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o
patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun."
Bazı öğrenciler
torbalarına üçer - beşer patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse
ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?"
der gibi bakan Öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:
"Bir hafta
boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbalan yanınızda taşıyacaksınız.
Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? Hep
yanınızda olacaktır." Aradan bir hafta geçmiştir. Hocalan sınıfa girer
girmez, söylenenler yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar:
"Hocam, bu kadar
ağır torbayı her yere taşımak çok zor." "Hocam patatesler kokmaya
başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem
yorulduk?"
Öğretmen gülümseyerek
öğrencilerine şu dersi verir: "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl
kendinizi cezalandırıyorsunuz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum
ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki
affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir."
Göç eden yaban
kazlarının havada süzülürken "V" şeklinde bir formasyonla uçtuklarını
görmüşsünüzdür.,. Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarım
araştırmışlar.
"V" şeklinde
uçulduğunda, uçan her kuş, kanat çırptığında arkasındaki kuş için, onu
kaldıran bir hava akımı yapıyormuş. Böylece "V" şeklinde bir
formasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan
hava akımını kullanarak uçuş menzillerini % 70 oranında uzatiyorlarmiş. Yani
tek başına gidebilecekleri maksimum yolu. grup halinde neredeyse ikiye
katlıyorlarmış.
Bir kaz, "V"
grubundan çıktığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kuşların yarattığı
hava akımının dışında kalmış oluyor. Bunun sonucunda, genellikle gruba geri
dönüyor ve yoluna bu şekilde devam ediyor.
"V" grubunun
başında giden kaz hiçbir hava akımından yararlanamıyor. Bu yüzden diğerlerine
oranla daha çabuk yoruluyor. Bu durumda en arkaya geçiyor ve bu defa hemen
arkasındaki kaz lider grubun her noktasında yer almış oluyor.
Uçuş hızı
yavaşladığında gerideki kuşlar, daha hızlı gitmek üzere Önündekileri bağırarak
uyarıyorlar.
Gruptaki bir kuş
hastalanırsa ya da avcı tarafından vurulup uçmayacak duruma gelirse; düşen
kuşa yardım etmek üzere gruptan iki kaz ayrılıyor ve korumak üzere hasta /
yaralı kazın yanma gidiyor. Tekrar uçabilene (ya da eğer ölürse, ölümüne
kadar) onunla beraber kalıyorlar; yaralı kuşu asla terk etmiyorlar. Daha sonra
kendilerine başka bir kaz grubu buluyorlar. Hiçbir kaz grubu, kendilerine bu
şekilde katılmak isteyen kazları reddetmiyor...
Sevgi, bütün dünyanın
ortak dili. Eğer bu dili biliyorsanız herkesle anlaşabilirsiniz. Barış
Manço'nun dediği gibi "İnsanların öğrenmesi gereken ilk dil tatlı
dildir." İşte bu "tatlı dil" aslında "sevgi dili" dir.
Aşağıda okuyacağınız öykü de bu anlamda kaleme alınmıştır:
İki kardeş babalarının
Ölümüyle daha da yakınlaştıiar. Büyük çocuğu kollamaya; küçük de büyüğe saygıda
kusur etmemeye dikkat ediyor.
Baba vefat etmeden
Önce iki oğluna mahsulü ikiye bölmüş ve adaletli olmalarım sıkı sıkıya tembih
etmişti. İki kardeş gerçekten birbirlerini çok seviyordu.
Adet olduğu üzere her
hasat sonunda ürünü ve kan ikiye bölüyorlardı. Bu adet kardeşlerden büyüğü
evlenene kadar devam etti.
Büyük kardeş zamanla
evlenmiş ve çocuğu olmuştu. Sorumlulukları artmıştı.
Hasat zamanı yine ürün
ve kar ikiye bölünüyordu. Aralarında en küçük bir problem yaşanmamıştı.
Ta ki o güne kadar...
Bekar olan kardeş
böyle bir bölüşümün adaletli olmayacağını düşünüyordu. Kendisi bekardı; ama
abisinin bakmak zorunda olduğu eşi ve çocukları vardı. Ama bunu ona belli etmek
istemiyordu. Bu yüzden geceleri kendi ambarındaki mahsullerden çuval çuval alıp
abisinin ambarına götürüyordu.
Bu arada büyük kardeş
de kendi kendine "Mahsulü ve karı iki eşit parçaya bölüşmemiz hiç adaletli
değil. O evlenmek üzere olan bir genç. Onun şu anda daha fazla paraya ihtiyacı
var." diye düşünüyordu. O da geceleri kendi ambarında çuval çuval
mahsulleri küçük kardeşinin ambarına götürüyordu.
Bu karşılıklı gidiş
gelişler yıllarca devam etti. Ama hiçbirinin diğerinden haberi yoktu. Onlar da
bir anlam veremiyordu. Bu duruma. Çünkü ürünlerinde bir eksilme olmuyordu.
Aksine artıyordu.
Ama bir gece... İki
kardeş sırtlarında buğday çuvalı bir birlerinin ambarına götürüyorlardı. İki
ambarın orta yerinde karşılaştılar. İkisinin de sırtlarında kocaman çuvallar
vardı. Olan biten anlaşılmıştı. Gözyaşları içerisinde birbirlerine sarıldılar.
Mutluluğu ve sevgiyi
bundan daha iyi anlatacak öykü olabilir mi?
Mutluluk, adım
atmaktır. İlk tebessümü etmektir. İlk taşı koymaktır. Mutluluk, buğday
çuvalını sırtlanmaktır.
Evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde bir kasabada yaşayan dünyalar güzeli bir kız varmış. Bu kız
öyle güzelmiş kİ,çok uzak şehirlerden ve ülkelerden çok zengin, çok yakışıklı,
asil pek çok delikanlı onu görmeye gelmiş. Kendisiyle evlenmek isteyen nice
prensi, nice şövalyeyi reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmiş.
Bu arada aynı kasabada
yaşayan ve bu kıza aşık olan bir delikanlı da bu kızı istemiş. Ama kız onu da
reddetmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmış.
Kendine başka bir hayat kurmuş ve evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış.
Bir gün yolu bir
zamanlar yaşadığı güzel, küçük kasabaya düşmüş. Orada tanıdık birine
rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli kız gelmiş ve
ona ne olduğunu sormuş. Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek
kızın evlendiğini söylemiş. Bizim ki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın
kocasını çok merak etmiş.
Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel ve
çirkin mi çirkin bir adammış. Üstelik zengin bile değilmiş. Çok merak eden
adam kocası gittikten sonra evin kapısını çalmış.
Kız kapıyı açınca
kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş. Kız da
ona, arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse, cevabı
vereceğini, bu arada tek şartının bahçede ilerlerken, geriye dönmemesi olduğunu
söylemiş.
Adam da bunun üzerine
yüzlerce gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Birden çok güzel san bir
gül görmüş. Tam ona doğru eğilirken biraz ileride kocaman pembe bir gül gözüne
çarpmış. Tam ona uzanırken daha ileride muhteşem güzellikte kırmızı bir gül
goncası görmüş. Tam onu koparırken ileride...
Derken bir de bakmış
ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki sonuncu gülü koparıp kıza
götürmüş. Bahçenin en güzel gülünü beklerken kız bir de ne görsün yapraklan
solmuş cılız bir gül. Gülmüş adama...:
"Bak gördün
mü" demiş. "Her zaman daha iyisini bulmak isterken Ömür geçer ve sen
sonunda en kötüsüne bile razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik
gitmeden doğru seçimler yapmayı öğrenmek gerekir."
Konserini bitiren dahi
piyanist, salon alkıştan inlerken, dinleyicilerinin önünde eğiliyordu.
Sahnenin ortasında, kuyruklu piyanonun önünde duruyor, alkış sesleri ve bis
çığlıkları kulaklannda uğultular meydana getirirken, izleyicilere tatlı tatlı
gülümsüyordu.
Kendisi, dehası
dünyaca takdir gören bir piyanistti. En müşkülpesent müzik eleştirmenleri bile
onun ideal bir piyanist olduğunu söylüyorlardı.
Bu dahi piyanist, daha
on bir yaşındayken Amerika'da bir turneye çıkmış ve büyük alkış toplamıştı. O
günlerde daha büyük bir şöhrete erişmesi mümkünken, Çocuk Esirgeme Kurumu
henüz çocuk yaştaki piyanistin menajeri aleyhinde takibata girişmiş ve bu
durum dahi çocuğun Amerika'daki konserlerine son verilmesine sebep olmuştu. Bunun
üzerine, müzik eğitimine devam edebilmesi için Avrupa'ya götürülmüştü.
Büyüdükten sonra,
ülkesinde dinleyicilerinin gönlünü yeniden fethetmeyi başardı. Gerek
dinleyiciler, gerek eleştirmenler onu yere göğe sığdıramıyorlardı.
Oysa, hiç kimse
bilmiyordu ki, bu dahi piyanistin vücut yapısı gerçekte onun sıradan bir
piyanist olmasına bile imkan tanımıyor. Bu dahi piyanist, kendisi için özel
olarak yaptırdığı dar tuşlu bir piyanoyu kendisiyle birlikte bir konser
salonundan diğerine naklettiriyordu. Piyano o kadar ustalıkla yapılmıştı ki,
neredeyse hiç kimse, Josef Hof-man'ın ellerinin normal bir piyano üzerinde
çalışmasını imkansız kılacak derecede küçük olduğunu fark etmemişti.
Ernest Weidaer
Bir şehirde dört
kafadar yaşıyordu... Bunların adlan da, Herkes, Birisi, Herhangi biri ve Hiç
kimse imiş... Bir gün yapılması gereken çok önemli bir iş ortaya çıkmış...
Herkes, Birisi'nin bu işi yapacağından eminmiş. Gerçi işi, Herhangi biri de
yapabilirmiş ama, Hiç kimse yapmamış...
Birisi bu duruma çok
kızmış. Çünkü iş, Herkes'in işiymiş. Herkes, Herhangi biri'nin bu işi
yapabileceğini düşünüyormuş. Ama, Hiç kimse, Herkes'in yapamayacağının farkında
değilmiş.
Sonunda, Herhangi
biri'nin yapabileceği bir işi, Hiç kimse yapmadığı için, Herkes Birisi'ni
suçlamış...
Onun yaptığı
resimlerden birini ilk kez bir gazetenin manşetinde görmüştüm. Devlet
başkanlarına varasıya çizdiği o mükemmel resimler beni dehşete düşürmüştü.
İnsana hangi şartlarda olursa olsun yaşamanın dayanılmaz tadını hatırlatıyordu.
Düşündüm ve onun bir öyküsünü yazmam gerektiğine karar verdim.
Onun hayatında
hepimize yetecek kadar azim, kararlılık ve heyecan var, Yeter ki ellerimizi
açmasını bilelim. Veya gönlümüzü.. .Yaratıcı içimizdeki arzu ve istek oranında
güç vererek bizi hiç umulmadık alanlarda başanlı kılmaktadır. İstek, gayret ve
çalışma bizden vermek ve başarıya ulaştırmak ondan....
Bu güzel öykü
elleriyle gören adamın öyküsü...
Doğuştan göremeyen
Eşref Armağan, hayata küsüp bir kenara Çekilmez tam aksine hayata dört elle
sarılarak hayatını diğer insanlar gibi görüyormuş gibi devam eder. İstanbul
Küçük çekmecede soba satarak hayatını devam ettirir. Onun hayata bağlılığı
etrafındaki insanlan da olumlu yönde etkiler. Yaşamın o güzelliğini
etrafındakilere de hissettirir.
Eşref Armağan O bir
ressam evet yanlış okumadınız hem de meslektaşlannın yaptığı resimlerden hiç
farkı olmayan bir ressam. Hem öyle bir ressam ki göremediği renkleri, hayalinde
öyle bir renklendirmiş ki gerçeğiyle yan yana getirdiğiniz de ayırt
edemiyorsunuz.
Yaşamı hep ince
yanlarıyla yaşamış Eşref Armağan. Yaşamın Zor yanma talip olmuş, onu aramış.
Onu istemiş...
Eşref Armağan resim
yapmaya çok küçük yaşlarda başlamış. Önceleri heykelleri incelemiş, kabartma
resimler ve rölyeflerle çalışmış. Renkleri insanlara sorarak öğrenmiş.
Armağan'in asıl yönü buradan sonra başlıyor. "Bir insanın sesini duyunca
gırtlaktan çıkan sesten, şişman mı, zayıf mı olduğunu ayırt edebiliyorum."
diyor. Biraz daha ileri gidiyor ve "Mutfakta pişen yemeğin kokusundan
altıncı kattaki dairemin yolunu bulabiliyorum." diyor.
Sürekli çalışıyor...
"Eğer bir deniz
manzarası yapıyorsam, o denizin dalgası ve serinliğini adeta hissediyorum.
Martıların ötüşleri kulağıma geliyor." diyor.
Ve Eşref Armağan bize
anadan doğma kör olan bir insanın parmaklarını göz gibi kullanabileceğini
ispat ediyor. Adeta bize haykırıyor:
"Yenilmeyin
hayatınıza. Zorluklar ne kadar güç olursa olsun istedikten sonra onları
aşabilirsiniz."diyor.
Kendi yaşadığı bir
olayı şöyle anlatıyor:
"Geçenlerde
yatıya bir misafirim geldi. Hepsi yattı, ben de resim yapıyorum. Misafirim
herhalde tuvalet ihtiyacı olmuş. Koridorda yanımda geçerken, "küt"
diye çarptı bana.
"Ne yapıyorsun
sen burada?" dedi.
"Resim
yapıyorum."dedim.
"Işığı niçin
yakmıyorsun?" demez mi!-
Asıl bizler, beş
dakika gözlerimizi kapatıp bir kısa deneme yapsak? Çok korkunç değil mi? Tüm
hayatımız gözlerimizde saklı sanki... Hiçbirimizin aklından bile geçmiyor...
Hiç düşündük mü? Gözlerimizi her gün ne kadar kullanıyoruz? Sahip olduğumuz bu
hazinenin kıymetini ne kadar biliyoruz ve bu hazineyi ne kadar
değerlendiriyoruz...
Asrın insanı:
"Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır."
diyor.
Jaques D. İle 1931 'de
ikimizin de arkadaşı olan bir zatın evinde tanışmıştım. Daha sonraları, onunla
birçok samimi görüşmeler de bulunduğum halde, kendisinin hayat öyküsünü ancak
1936'da, ölümünden sonra öğrenebildim.
Ben onu tanıdığımda,
Jacques'in giyim eşyası satan bir çok mağazası ve ayda 1 milyon franklık bir
geliri vardı.
Fakir bir ailenin
oğluydu. Küçüklüğünde ufak bir dükkanda çalışmıştı. Görevi, kapının dışındaki
sergilere bakmaktı. O sıralar başına gelen bir olay, onun insanlık ve hayat
hakkındaki görüşlerini etkilemiş; tevazusu yüzünden kimsenin kendisini övmesini
istemediği için, pek az insanın bildiği olağanüstü işler başarmıştı.
Soğuk bir kış günü,
üstünde lime lime olmuş eski bir elbise ile eski ve ince bir atkı bulunan on
beş yaşındaki küçük Jacques, dükkanın önündeki yerinde titrerken, yanma gelen
iyi giyinmiş bir adam kendisine dikkatlice baktıktan sonra içeri girer. Geri
geldiğinde, elinde bulunan kaim bir palto ile kürklü bir başlığı Jacques'a
uzatarak:
"Bunları hemen
giy, ama benden hiçbir açıklama isteme" der. "Bunu aslında kendi
iyiliğim için yapıyorum. Allahaısmarladık, dostum."
Bu sözlerden sonra
adam hızla oradan uzaklaşır.
Bu olay Jacques'ın
üzerinde derin bir iz bırakır. Ona göre, bu adam, karşılığını düşünmeden iyilik
yapabilmenin ne kadar ender görülen bir meziyet olduğunu ona anlatmış ve
hayatı boyunca kullanabileceği bir formülü vermiştir.
Hiç tanımadığı
insanlara hayatlarının en büyük sevinçlerinden birini tattırmak: İşte
Jacques'ın gizli formülü buydu.
Jacques, sonradan bir
milyon franklık gelirinden beşte birini, bütçesinin dengesini bozmadan ve rutin
birtakım hayır İşleri için ayrıca harcadığı paranın miktarını değiştirmeden
bir kenara koyabileceğini hesaplamıştı. Her perşembe günü, uşaklarının ve
işçilerinin arasından kaybolur, gözlerine siyah bir gözlük takar, ceplerini farklı
miktarlara göre yazılmış mektup ve çeklerle doldurarak yola çıkar. Bir gün
Champs Elysees'de bir köşe başında elinde sepetle giden bir ihtiyar kadına
rastladı. Kadının yüzüne iyice bakıp, iyi kalpli birine benzediğine kanaat
getirerek, yanma yaklaştı.
"Affedersiniz,
bayan" dedi. " bazı çocuklara ufak tefek hediyeler götürmek
istiyorum. İşim de çok acele. Acaba elinizdeki sepetin içindeki eşyalarla
beraber ne kadar ettiğini öğrenebilir miyim?"
"Durun bakayım,
on iki karamela, tanesi üç frank eder. Fıstıklar da altı kere sekiz eşittir
kırk sekiz. Aman Allahım, ben bu işin içinden çıkamayacağım galiba."
Jacques hesaba yardım
etti ve sonunda sepetteki lerin toplam fiyatı, ihtiyar kadına göre, otuz frank
tuttu.
"Kırk frank
diyelim" dedi Jacques. "Sepetinizi de almak istiyorum. Ona ne
istersiniz?"
"Yenisini
yirmiden aşağı almam ama, bu epeyce eski. Onun için on frank eder."
"Yirmi kırk daha
altmış. İşte size yüz frank. Sizi çok da zahmete soktum üstü kalsın. Haydi
güle güle."
Jacques bundan sonra
bir taksi çağırarak şoföre kendisini en yakın okula götürmesini söyledi. Okula
gelince, müdireye:
"Öğrencilerinize
bazı hediyeler vermek istiyorum. Bunu onlara dağıtıverin lütfen" dedi.
Daha öğle olmadan,
buna benzer hoş sürprizlerle bir çok zavallı insanın gönüllerim almış; İlk
bakışta hüzünlü gibi görünen bu dünyanın derinliklerinin kendileri için ne
büyük iyilik ve şefkat kaynaklarıyla dolu olduğuna onları inandırmıştı.
Başka bir gün,
çocuğunun elinden tutmuş bir anne gördü. İkisinin yüz ifadeleri Jacques'ı
derinden etkiledi. Onları takip ederek, sıkı bir araştırma sonucunda,
oturdukları yeri, kadının kocasının çok çalıştığını, ailenin de iyi bir aile
olarak biliniyor olduğunu öğrendi. Bunun üzerine, forma halindeki mektuplardan
birini doldurarak, adreslerine yolladı:
"Muhterem Bay ve
Bayan Girard, uzun zamandır sizinle alakadarım. Size bu ilgimin hatırası
olarak ufak bir hediye vermek beni mutlu edecek. Zarfın içindeki bin franklık
çeki sevimli ailenizin mutluluğunu daha da arttıracak şekilde kullanacağınızı
ümit ederim. İşlerim çok olduğu için sizinle tanışmak fırsatını bulamayacağım.
Bana teşekkür etmek için yorulmayın lütfen.
Hürmetlerimle,
İmza (Okunaksız)"
"Hayatta
doyamadığım bir şey varsa, o da para değil, çalışmaktır. Çünkü çok kısa
sürede, harcayanı ayacağım kadar paraya, bana yetecek kadar varlığa kavuştum.
Ama çalışmak, bir işi başarmak, paradan farklı şeylerdir. Futbolcunun gol
atması, bestekarın eserini tamamlaması gibi bir şey.
Biz çalışmayı
babamızdan öğrendik. Çalışmayı seven insan, ya-nındakini de çalıştırır.
Bir bestekar, eseri
çalınınca beğenilmesinden, alkış seslerinden nasıl zevk alırsa, ben de
yatırımın tamamlanmasından, makinelerin "şakır şukur" işlemesinden,
çıkan ürünleri görmekten öyle zevk alırım, işte doyamadığım zevk budur.
Bu alışkanlıktan
vazgeçilemeyeceğini de anladım.
Kalp ameliyatından
sonra, doktorlar bana daha az çalışmayı, daha kontrollü yaşamayı öğütlediler.
Bir süre kendimi frenledim. Baktım olmuyor, freni koyuverdim. Böyle mesut olabildiğime
göre, devama karar verdim. Allah'ın izin verdiği kadar, hizmet verme, başarma,
kazanma zevkini sürdürmeye niyetliyim.
Nasıl ki, bir koşucu
finalde ipi göğüslediği zaman başarısını gö-rebiliyorsa, biz de başarımızı,
çalışmalarımızın, uğraşımızın sonucunda istihdamda, üretimde, karda, daha çok
vergi ödemede görürüz. Bir ya-nş bitti mi, yenisi başlar. Bir koşucu hiçbir
zaman, hayatında bir kere koşup, tek bir yarış kazanmak amacıyla hazırlanmaz.
Dünyanın her köşesinde
rekabet büyük kamçıdır. Bu kamçı, 'İfrata kaçmayacak şekilde' insanlar
üzerinde dolaşmalıdır ki, insan daha ileriye koşma arayışında olsun. Yarışma
duygusu insanları daima dinamik tutar."
Sakıp SABANCI
Koşmak harika bir
bireysel spordur. Bütün sporlar içerisin de yaşamaya gelişmeye en çok benzeyen
spor koşmaktır. Aklı başında bir yaşam gibi, koşarken başkasına göre ne kadar
hızlı veya yavaş olduğunuz çok da önemli değildir. Bu yarışı kay bedem ezsin
iz; çünkü bir başkasıyla yarış halinde değilsinizdir. Sadece kendinizle
yarışryorsunuz-dur ve koştuğunuz kadar da kazamyorsunuzdur.
Bursa da başarılı bir
iş adamı olan Şevket ERDEMİR: "İş yaşamımda ve insanlarla olan
iletişimimde her zaman istikrarlı oldum, hiç ara vermedim. Yani tıpkı koşmak
gibi. Koştukça bedenim nasıl zinde kalıyor ve güçleniyorsa, istikrarlı bir
çalışmayla da zamanla güçlendim." diyor. Sempatikliği ve karizma kişiliği
ile tanınan bu iş adamının benzetmesi yerinde bir tespit olsa gerek.
Koşmak, tıpkı yaşamak
gibi, basit ve sadece bir faaliyettir. Özel bir teçhizata gerek yoktur. Sadece
iyi bir çift ayakkabı yeterlidir; tıpkı hayatta sağlıklı duyguların yetmesi gibi. Hemen hemen
her yerde her zaman koşabilirsiniz. Pek çok spordan farklı olarak, yapmak için
uzun olmanıza gerek yoktur. Her ölçü, şekilde ve hızda insan koşmaktan zevk
duyabilir. Yeter ki, koşmanın kendisinden zevk almaya çalışın.
Daha önemlisi, ne
kadar hızlı ya da yavaş koştuğunuz değildir aslolan. Attığınız her adım,
kaslarınız ve sağlığınızın gelişmesine katkıda bulunur, tster yarış kazanmak
için, ister formda kalmak için koşun; sonuçta herkes koşmanın bizzat
kendisindeki güzelliği tatmak zorundadır.
Ve tıpkı yaşamak gibi,
koşmak da öncelikle zihinsel bir faaliyettir. Şevk, cesaret, irade, program
vs. ile gerçek anlamım bulur.
Yine yaşamda olduğu
gibi, hırsa tahammül edemez koşu. Koşmak kolaydır; ama yapılacak programın
adım adım gelişen, insanın kaldıramayacağı kadar ağır olmayan nitelikte olması
şarttır. Aksi takdirde, istenilenin tam tersi sonuçlarla karşılaşmak işten
değildir. Uzmanlar, çok hızlı ve süratli koşmayı kesinlikle tavsiye etmezler.
Sabırla, yavaş yavaş ilerlemek başarıya giden anahtardır.
Koşmak hayata
gerçekten de çok benzer. Çünkü ne kadar koşarsanız koşun, Önünüzde sonsuza
uzanan bir yol vardır ve duygulanmz gibi kaslarınız da giderek gelişir...
Bili Gates
Microsoft'un seminerlerinde bilgisayar sektöründeki gelişmenin hızını anlatmak
için şöyle bir benzetme yapmış: "Eğer Volswagen firması son 25 yıl içinde
bilgisayar sektörü kadar hızlı gelişmiş olsaydı bugün 500 $'a alacağımız
arabalara 25 S'lık benzin koyup dünya turu atmamız mümkün olacaktı."
Birkaç gün sonra
Volswagen firmasından bir basın açıklaması yayımlanmış: "Eğer otomotiv
sektörü Bili Gates'in İşletim sistemi gibi gelişmiş olsaydı, her alacağımız
arabada tek koltuk olacak, diğer koltuklar için ekstra lisans parası Ödemek
zorunda kalacaktık; arabamız sadece bizim ürettiğimiz benzinle çalışacak;
gösterge tablosundaki tüm ikaz ve uyan ışıklan yerine üzerinde ARABANIZ GEÇERSİZ
BİR İŞLEM YÜRÜTTÜ VE KAPATILACAKTIR yazan tek bir lamba olacaktı. Ayrıca her
kazadan sonra arabanın hava yastıkları açılmadan önce bir düğmenin üzerinde
HAVA YASTIKLARI AÇILACAK, EMİN MİSİNİZ diyen bir ışık yanacaktı.
Amerikan anayasasını
hazırlayanlardan ve ABD'nİn ilk hazine bakanı Alexander Hamilton (1755-1804)
halkın kendisini çok takdir edip, kendisine dahilik vasfı yakıştırmaları
üzerine şunlan söyler:
"Halk, benim dahi
olduğumu söylüyor. Benim bütün deham şurada: Elimde bir konu olduğu zaman, onu
derinden derine incelerim. Gece ve gündüz o konu kafamdan çıkmaz. Onun
doğurabileceği muhtemel bütün neticeleri, neler yapılacağını düşünürüm.
Kafamda artık başka hiçbir konu yoktur. Halk, bütün bu düşünce, gayret ve
çalışmalarımın meyvesine de "deha" diyor. Hayır, deha değil, düşünce
ve emeklerimin mahsulüdür.
Bir adam, Büyük
Okyanus'un ortasında bir tahliye salında yolunu kaybetmişti. Yirmi bir gün
boyunca bu şekilde sürüklendikten sonra, yeri tespit edilip kurtanlan adam, bu
olay sonucu Amerika'da büyük bir ün kazanacaktı.
Ünlü Amerikalı yazar
Dale Carnegie, bir gün Rickenbacker adlı bu adama, yaşadığı bu tecrübeden
neler öğrendiğini sordu.
Adamın verdiği cevap
şuydu:
"Bu tecrübeden edindiğin
en büyük ders, insanın içebileceği kadar tatlı suyu ve yiyebileceği kadar
ekmeği olduktan sonra, hayatta hiçbir şeyden şikayet etmemesi
gerektiğidir."
Uzun kumsalı olan bir
tatil kasabasına giden bir yazar denizi sey-rederken bir adamın ga-rip
hareketler yaptığını görür. Sahile biraz yak-laşınca adamın çırpınır-casma
kumsalın üzerin-deki deniz yıldızlarını a-lıp denize fırlattığını fark eder.
Yazar adama yaklaşarak sorar:
"Ne
yapıyorsun?"der.
Adam: "Deniz
yıldızlarını denize atıyorum."der. Sonra ekler "Bunlar kumsalda
kalmış, az sonra kızgın güneş altında kuruyacaklar ve Ölecekler."
Yazar, kumsala bir
bakar ki kilometrelerce uzunlukta ve üzerinde belki binlerce deniz yıldızı
var.
"Deniz yıldızları
o kadar çok ki, senin attıklarınla ne fark eder?" der. Adam, bir deniz
yıldızını daha denize attıktan sonra "İşte onun için fark etti."
cevabım verir...
Birinci Dünya
Savaşında kalma bir hikaye... Savaşın en kanlı günlerinde biri... Asker, en iyi
arkadaşının az İleride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir
saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru alımdaydılar. Asker
teğmene koştu. x"Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?"
"Delirdin
mi?" der gibi baktı teğmen.
"Gitmeye değer mi?
Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla Ölmüştür bile. Kendi hayatını da
tehlikeye atma" Asker ısrar etti... Teğmen:
"Peki git... Git
o zaman..." İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru
altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı koşa koşa döndü. Birlikte siperin
içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti. Sonra onu
sipere taşıyan arkadaşına döndü:
"Sana değmez,
hayatmı tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bak haklı çıktım. Bu zaten
ölmüş..."
"Değdi
teğmenim" dedi asker...
"Nasıl
değdi?" dedi teğmen... "Bu adam ölmüş görmüyor musun?"
"Gene de değdi
komutanım. Çünkü yanma ulaştığımda henüz yaşıyordu... Onun son sözlerini duymak
dünyaya bedeldi benim İçin..." ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak
tekrarladı teğmene:
"Geleceğini
biliyordum!..." demişti arkadaşı.
ABD'de işsiz bir genç,
iş istemek için ünlü iş adamı Ford'a bürosuna gider. Sekre-terden kavga dövüş,
sekiz ay sonraya randevu alır. Rande-vu günü sekreter der ki:
"Ford şu an
dışarı çıkıyor. Siz de onu takip edin lütfen!" Bir arabaya binen Ford.
Genç de yanındadır. Yol boyu hiç konuşulmaz. Arabadan inip bir mağazaya
yürürler. Kapıda-kiler, büyük bir saygıyla karşı-lanırlar ünlü misafirini.
Birlikte gezdikten sonra da, aynı şekil-de 2. 3. 4. ve 5. Büyük mağazalar da
gezildikten sonra dönüş için tekrar otomobile bilinir. Genç daha fazla
dayanamaz ve sorar: "Sayın Ford, benimle bir iş görüşmesi yapmayacak
mısın?" "Ya! Demek öyle?... Peki o halde!" Ford arabayı durdurup,
gencin inmesini ister ve hızla uzaklaşır. Şehirden uzak, tenha bir yerdir.
Gencin cebindeyse hiç para yoktur. Sinirlenerek yürümeye başlar. Kan-ter içinde
evine gelir. Bir taraftan da düşünür:
"Mutlaka bir ders
vermek istedi. Ama ne?" Günlerce yorum yapıp gizli mesajın ne olduğunu
anlamaya, bulmaya, çözmeye çalışır. Bir sonuca ulaşınca da Ford'un ilk ziyaret
ettiği mağazaya koşar. İlgililer, büyük bir saygı gösterirler. Her sorusuna, sanki
karşılarında Ford varmış gibi nezaketle cevap verirler. Bundan sonra, 2. 3. 4.
ve 5. mağaza yetkililerine der ki:
"Ürünlerinizi
pazarlamak istiyorum."
"Buyurun
istediğiniz kadar alm-satın, parasını sonra ödeyin!"
Genç adam, beş yıl
içinde, Amerika'nın en büyük iş adamlarından biri olur. "Ford'u ziyaret
ederek teşekkür edeyim" diye düşünür. Ford'un sekreterine görüşmek
istediğini söyler söylemez, aldığı cevap enteresandır:
"Buyurun efendim,
Ford sizi bekliyor." Ford genç adama şunu söyler:
"Aynı yerde
arabadan indirdiğim ne ilk kişisiniz, ne de son. İçlerinden bir tek siz
anladınız ne demek istediğimi. O günden beri, hayranlıkla takip ediyorum
sizi!"
Bir tüccar mutluluğun
sırlarım öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanma yollamış.
Delikanlı bir çölde 40 gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan
güzel bir şatoya ulaşmış Söz konusu bilge burada yaşıyormuş. Bir ermişle
karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzara ile
karşılaşmış: Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir
orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş; dünyanın dört bir yanında gelen lezzetli
yiyeceklerle dolu bir masa da varmış. Bilge sırayla bu insanlarla konuşuyormuş
ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda
kalmış. Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge,
ama mutluluğun sırrını açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip
sarayda dolaşmasını, kendini iki saat sonra görmeye gelmesini belirtmiş.
"Ama sizden bir
ricada bulunacağım," diye eklemiş bilge, delikanlının eline bir kaşık
verip sonra bu kaşığa iki damla sıvı yağ koymuş.
"Sarayı
dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz." Delikanlı
sarayın merdivenlerini inip çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş.
iki saat sonra bilgenin huzura çıkmış.
"Güzel, demiş
bilge, peki yemek salonumdaki Acem halılarını gördün mü? Kütüphanemdeki güzel
parşömenleri fark ettin mi? Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf
etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye
çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş.
"Öyleyse git,
evimin harikalarını tanı, oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin."
İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp saraya gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara
asılmış, tavanları süsleyen sanat yapılarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri,
çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat
yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini bütün
ayrıntıları ile anlatmış.
X "Peki sana
emanet ettiğim iki damla yağ nerede? Diye sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı,
iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş.
"Sana
verebileceğim tek bir öğüt var: Mutluluğun sırrı dünyanm bütün harikalarını
görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan...
Ortaokuldayken, sınıf
arkadaşlarımdan birisiyle ciddi bir tartışmaya girdim. Onun haksız olduğundan,
kendiminse haklı olduğumdan emindim. Öğretmenimiz bize çok iyi bir ders vermeye
karar verdi. Bizi bütün sınıfın Önüne çıkardı ve onu masanın bîr tarafına,
beni de diğer tarafına yerleştirdi. Masanın tam ortasında yuvarlak bir nesne
vardı. Siyah renkli bir nesne.
Arkadaşıma nesnenin
rengini sordu. Arkadaşım, "Beyaz" diye yanıtladı. Söylediğine
inanamadım; çünkü nesne siyahtı. Yeniden tartışmaya başladık, bu kez de nesnenin
rengi hakkında. Öğretmen bu kez beni arkadaşımın yerine, onu da benim yerime
geçirdi. Ve bu kez bana nesnenin rengini sordu. "Beyaz", yanıtını
vermek zorundayım, çünkü belli ki nesnenin bir tarafı beyaz, diğer tarafı ise
siyahtı. Öğretmenimiz o gün bana çok güzel bir ders verdi. Karşımdaki kişinin
bakış açısını anlamam için, kendimi onun yerine koymam gerekiyordu. Empati dediğimiz
bu yolu kaçımız deniyoruz...
Boksörlüğüm boyunca,
üzüntünün, karşılaştığım ağır ağırsiklet boksörlerinden kurtulmayı öğrenmek
zorunda olduğumu anladım. Üzüntüden kurtulmayı öğrenmek zorunda olduğumu
anladım, aksi halde üzüntü canlılığımı emip kurutacak ve başarımı
baltalayacaktı. Böylece yavaş yavaş, kendim için bir yöntem geliştirdim. Şunları
yaptım:
1-
Cesaretimi ayakta tutabilmek için, dövüş sırasında kendi kendime güç veren
konuşmalar yapacaktım. Örneğin, Firpo'yla dövüşürken, "Beni hiçbir şey
durduramayacak. Bu adam canımı yakmayacak. Yumruklarını hissetmeyeceğim. Benim
canım yanmaz. Ne olursa olsun, devam edeceğim."diyordum. Kendi kendime bu
tür olumlu iç konuşmalar yapmak ve olumlu düşünmek bana çok yaran oldu. Hatta
kafamı o kadar meşgul tuttu ki rakibin yumruklarını hissetmedim. Mesleğim
süresince, dudaklarım patladı, gözlerim şişti, kaburga kemiklerim kırıldı.
Firpo iplerden fırlatıp attı ve ben bir muhabirin daktilosu üzerine düşüp
paramparça ettim. Ama Firpo 'nun yumruklarının birini bile
asla hissetmedim. Gerçekten hissettiğim
yalnızca bir yumruk vardır. O da Lester Johnson'un üç kaburga kemiğimi kırdığı
geceydi. Yumruk canımı yakmadı ama nefes almamı etkiledi. Dürüst olarak
söyleyebilirim ki ringlerde bundan başka yumruğu hissetmedim.
2- Yaptığım
diğer şey üzüntünün yararsızlığını kendime sürekli anımsatmaktı. Üzüntülerimin
çoğu büyük karşılaşmalardan önce, hazırlık dönemindeydi. Sık sık geceleri
saatlerce yalpalayarak ve üzülerek uyanık kalırdım. İlk rauntta elimi kınp
veya bileğimi burkup veya gözümü patlatıp yumruklarımı kontrol edemeyeceğim
diye korkup üzülürdüm. Kendimi böyle kötü hissedince yataktan çıkar, aynaya gider
ve kendimle konuşurdum. Kendi kendime, "Olmamış veya hiçbir zaman
olmayacak bir şey için üzülmekle ne kadar aptallık ediyorsun. Yaşam kısa ve
yaşayacak birkaç yılım var, yaşamdan zevk almalıyım." dedim. Kendi
kendime, Sağlığımdan başka hiçbir şey Önemli değil," diye anımsar
dururdum. Uykusuz kalmak ve üzüntü sağlığımı bozar diye yinelerdim. Bu şeyleri,
her gece, her yıl söyleyerek İçime işlettim ve üzüntülerden kurtuldum.
3- Yaptığım
üçüncü ve en iyi şey dua etmekti. Bir karşılaşma için hazırlanırken günde
birkaç kez dua ederdim. Ringde olunca her raunt için çan çalmadan önce dua
ettim. Bu bana cesaret verdi ve güvenle dövüşmemde yardımcı oldu. Yaşamımda
hiçbir zaman dua etmeden yatağa girmedim.
JafckDEMPSEY
Bir gün bir adam,
büyük düşünür Aristo'ya gider yalvarır:
"Lütfen, Aristo,
bana bildiğin her şeyi öğret" der. "Bildiğin her şeyi, ama her şeyi
bilmek istiyorum!"
"İstediğini
düşüneceğim. Ama önce, birlikte nehre doğru şöyle bir yürüyelim, ne
dersin?" der. Aristo. Genç adam Aristo ile beraber nehre doğru gider.
Nehre vardıklarında Aristo yerden bir taş alır, suya bırakır ve genç adama taşı
sudan çıkarmasını söyler. Genç adam taşı çıkarmak üzere suya eğilince Aristo
onu ensesinden kavrayıp kafasını suya sokar ve genç adam canhıraş bir halde
kollarını sallayana dek öylece tutar. Genç adam nefes alabilmek için debelenip
durur. Aristo, genç adamın bu numaradan kendine bir ders çıkaracağına kanaat
getirince kafasını sudan çıkarır.
Nihayet tekrar
konuşabilecek hale gelince şaşkınlık ve öfkeyle sorar genç adam: "Neden
yaptın bunu? Az kalsın boğuluyordum!"
Aristo yanıtlar:
"Sana bildiğim her şeyi öğreteceğim. Ama Öğreteceklerimi öğrenmen için,
öğreteceklerime fena halde ihtiyaç duyman lazım. Yaşamak için nefes almaya
duyduğun kadar öğrenmeye gereksinim duymuyorsun, öğreneceklerinin sana bir
faydası olmaz."
Lise öğretmeniyle
karşılaşan genç, konuşma sırasında üniversiteye gitmediği için pişmanlık duyduğunu
söyler. Öğretmeni sorar: "Peki şimdi neden gitmiyorsun?"
Öğrenci, "Çünkü
artık yirmi beş yaşındayım. Evliyim, bir çocuğum var ve üniversiteyi bitirmem
en az dört yılımı alır" der.
Öğretmen başka bir
soru sorar: "Peki söyler misin bana, eğer üniversiteye devam edersen
bitirdiğinde kaç yaşında olacaksın?"
Öğrenci, bir anlam
çıkartmaya çalışarak, "Yine yirmi dokuz" diye cevap verir.
Ardından öğretmenin ne
demek istediğini anlayarak şöyle devam eder: "Evet, dört yıl sonra yirmi
dokuz yaşında olacağım. Üniversiteye gitsem de, gitmesem de..."
En iyi Buğday
yarışmasına senelerdir katılan bir çiftçi, büyük ödülü o yıl da kazanmıştı.
Yarışmayı izleyen gazeteciler, çiftçiden bu başarısının sırrını öğrenmek
istediler.
Çiftçi, bu sırrın,
kendi buğday tohumlarını komşularıyla paylaşmasında yattığını söyledi.
Gazeteciler bu cevaba
çok şaşırdılar:
"Onlar sizin
rakibiniz olarak yarışmaya katılıyor. Buna rağmen, ne diye tohumlarınızı
onlarla paylaşıyorsunuz?" diye sordular.
Çiftçi:
"Neden olmasın?"
dedi. "Bilmiyor musunuz: Rüzgar, olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır
ve tarladan tarlaya taşır. Bu bakımdan, komşularımın kötü buğday
yetiştirmeleri demek.
Bir plak şirketi
tarafından, ünlü sanatçıların şarkılarını p-Iaklara kaydetmek üzere
görevlendirilen Frederick ve William Gaisberg kardeşler, pekçok ünlü opera
sanatçısının seslerini plak basma üç dolar karşılığında kaydetmişlerdi. Oysa şu
an karşılarında duran adı şanı duyulmamış bir tenor kendilerine:
"Beş yüz dolar karşılığında
on şarkımın kaydını alabilirsi-niz" diyordu.
Gaisberg'ler
"Saçma!"
diye haykırdılar. "Bu para ile Metropolitan Operasının her sanatçısının
onar şarkısının kaydını alabiliriz."
Tenor:
"Ama benim sesim,
Metropolitan Operası'nın herhangi bir sanatçısının on kat daha güzel"
dedi.
Gaisberg kardeşler:
"Fakat sizin
adınızı bilen yok ki!" diyecek oldular.
Tenor sözlerim kesti:
"Yakında herkes
dinleyip Öğrenecektir."
Şaşkına dönen Gaisberg
'ler, durumu Londra'daki Victor Gramofon Şirketine telgrafla bildirdiler.
Gelen cevapta şunlar yazılıydı:
"İstenen para çok
fazla. Bu işten derhal vazgeçin!"
Fakat, bu zaman
zarfında Gaisberg'ler düşünmeye başla-mış-Iardı. Zira, tenorun şarkılarını
dinlemiş, sesinin gerçekten harikulade olduğunu anlamışlardı. Ne var ki, Onun
tanınmamış biri olduğu da bir gerçekti. Ancak başkaları da, Gais-berg'ler gibi,
tenorun sesine hayran oldukları takdirde, bu işe yatırılan para kesinlikle boşa
gitmemiş olacaktı. Ama şirketin Londra'daki merkezinden, kesin bir hayır
cevabı almamışlar mıydı?
Frederick Gaisberg,
kardeşine:
"Biz gene de
plakları dolduralım" dedi. "Ücreti de kendi paramızdan öderiz."
Kardeşi William
endişeliydi:
"Şirket bu durumu
öğrenirse işimizden oluruz."
"Bu tehlikeyi de
göze alalım."
Kararlarım veren iki
kardeş, beş yüz doları Ödeyerek tenorun on şarkısının kaydını aldılar. Bu
plaklar kısa zaman sonra, şirketlerine 75.000 dolar kar getirdi. Şarkıcının
daha sonraki plakları İse 15 milyon dolar daha kazandırdı! Meçhul tenorun
şöhreti, dünyanın her köşesine yayılmıştı.
Gaisberg kardeşler
işlerini ve beş yüz dolan tehlikeye atmayı göze almış olmasalardı, dünya bütün
zamanların en iyi tenorlarından biri sayılan Enrico Caruso'nun harikulade
sesini bekli de duyamayacaktı.
Emest Weİdner
Dişlerimdeki ağrı
dayanılmaz bir hal almıştı. Aylardır ağrı kesicilerle idare etmeye
çalışmıştım, ama artık böyle gitmeyeceği apaçık ortadaydı. İlaçlar kar
etmiyordu artık. Kaçınılmaz son kapımı nihayet çalmıştı. Bir diş hekimine
gidip, dişlerime ne yapacaksa ona razı olmak zorundaydım.
Ancak iş, diş
hekiminin kapısını çalıp tedavi için koltuğa o-tur-maya razı olmakla da
bitmiyordu. Üniversitede Öğrenciydim ve okuldan arta kalan zamanda çalıştığım
işyerinden aldığım parayla ancak geçinebiliyordum. Fakat, dişlerim iyice
zonklu-yordu artık; ödemeyi nasıl yapacağımı düşünecek mecalim bile
kalmamıştı.
Koşar adım kütüphaneye
gidip, elime aldığım ilk gazetenin küçük ilanlar sayfasını açtım ve karşıma
çıkan ilk diş doktoru ilamndaki telefon numarasını bir kenara kaydettim. Bu
numarayı aradığımda, sekreter kadın hemen gelebileceğimi söyledi. Faturayı
nasıl ödeyeceğimi bile düşünmeden, aceleyle kampusten çıktım.
Üç-beş dakika sonra,
koltuğa oturmuş, muayeneden geçiyordum. Diş hekimi, bir müddet ağzımın iki
tarafına dikkatle baktıktan sonra:
"Hımm" dedi,
"dişleriniz çok kötü durumda."
Korkumu saklamaya
çalışarak:
"Biliyorum"
dedim.
"Ama üzülmeyin,
hepsini iyileştireceğim" diye cevap verdi.
Telaş ve üzüntü
karışımı bir sesle:
"Korkarım, bu
mümkün olmayacak" dedim. Size Ödeyecek param yok."
Diş hekimi, babacan
bir edayla:
"Üniversitede mi
okuyorsun?" diye sordu.
"Evet"
dedim.
Bu kez:
Mezun olmana kaç yılın
var?" diye sordu. "Bir aksilik olmazsa bir buçuk yıl sonra fakülteyi
bitirmiş olacağım" dedim.
"Ve okulu
bitirdiğinde bir iş bulacağını umuyorsun, değil mi?"
"Evet okulu
bitirdiğimde düzgün bir iş bulmak zorundayım."
Bunun üzerine,
gülümseyerek:
"Tamam"
dedi. "Ben dişlerini şimdi yapayım, sen de borcunu bana o zaman
ödersin."
Adama baktım, yüzünde
bir alay veya aldatma alameti yoktu. Söylediklerinde ciddi olduğu
anlaşılıyordu.
"Peki" dedim
kısık bir sesle. "Teşekkür ederim" diye de ekledim.
Diş hekimi o gün
dişlerimi ilk bakımını yaptı, sonraki bir buçuk ay boyunca da haftada en az bir
gün tedavi için onun kapısını çalmam gerekti.
Bir buçuk yıl sonra
mezun olduğumda ise, iyi bir iş buldum ve altı ay içinde ona olan bütün borcumu
ödedim.
Ve bu olayı izleyen
kırk yıl içinde, bu diş hekimine benzer bir dizi insanla karşılaştım. Pek ortada gözükmeyen,
sadece onların yardımına ihtiyacınız olduğunda karşınıza çıkan bir dizi
insanla. Birisi ben parasız haldeyken dişimi tedavi etti, bir başkası yolda
kaldığımda karşıma çıkıp beni gideceğim yere götürdü, bir diğeri bana borç
para verdi, başka biri ise verdiği öğütle büyük bir hatanın eşiğinden dönmemi
sağladı.
Onları düşündükçe,
kendi kendime, "Aramızda insan yüzlü melekler mi var, yoksa melek kalpli
insanlar mı?" diye sormadan edemiyorum.
Varda One
Bir zamanlar Cassius
Marcellus Clay Jr. Olarak bilinen Mu-hammed Ali Clay 17 Ocak 1942 tarihinde
Louisville'in Kentucky şehrinde dünyaya geldi. Ali'nin gençlik yıllarında
Louisville siyahların yaşadıkları Kentucky Derby ve beyaz aristokratların
yaşadıkları Güney olmak üzere İkiye ayrılmış durumdaydı. Afrika asıllı
Amerikalılar beyazların hizmetçileri ve yoksul işçi sınıfını oluşturuyordu. O
yıllarda siyahların en büyük düşleri siyahların gittikleri kiliselerde rahip
ya da siyah çocukların gittikleri okullarda öğretmen olabilmekti.
Genç Cassius'un büyük
düşleri vardı, ama onun bu düşleri çer-çevesindekilerin kafalarını
karıştırıyordu. Önemli biri olduğunu ve sınıfın üzerindeki baskının kalkması
gerektiğini biliyordu. O yıllarda boksu keşfetti. İlk resmi boks maçını
yaptığında 12 yaşında ve 45 kiloydu. Maçı kazandığında olduğu yerde zıplamaya
ve "En büyük benim. Gelmiş geçmiş en büyük boksör ben olacağım," diye
bağırmaya başladı.
Aradan yıllar geçti.
Sınıf arkadaşlarından biri Ali'ye ilişkin anılarını şöyle dile getiriyordu:
"Ortaokulu birlikte okuduk. Cassius da bizlerden biriydi. O yaşlarda
itişir, kakışır, kavga edersiniz. Onun da bu tür kavgaları kaybettiği ve
kazandığı zamanlar oluyordu. Bu yüzden ağır sıklet dünya şampiyonluğunu Sonny
Liston'ın elinden aldığı zaman hepimiz güldük ve birimize, "Kendi
mahallemizdeyken yenilmez değildi. Nasıl dünya şampiyonu olur?" diye
sorduk."
Açıklaması zordur ama,
bütün sporlar içinde en prestijli ödül ya da basan ağır siklet boks
şampiyonluğunda elde edilendir. Cassius Clay şampiyon olduktan sonra Müslüman
oldu. Adını Muhammed Ali olarak değiştirdi ve dini inançları nedeniyle A.B.D.
ordusuna katılmadığı için unvanından vazgeçti ve dünya şampiyonluğunu iki kez
daha elde etti. O gerçekten de en büyüktür. Yalnızca gelmiş geçmiş en büyük
boksör değil, aynı zamanda tüm dünyadaki en ünlü sporcudur.
Delikanlıyken ben de
boks yaptım. O yıllarda Ali benim ido-lümdü. Yaptığı her şeyi taklit ediyordum.
Hızlı yumruklarım ve herkesi dövme isteğim nedeniyle ben de "Büyük Beyaz
Umut" olarak un yapmıştım. Maçlarımda taraftarlarım, "Danny,
Danny," diye bağırmak yerine, "Dali, Dali," diye tempo
tutarlardı. Muhammed Ali benim kah-ramanımdı ve onunla tanışabilmek için her
şeyimi verebilirdim.
Aradan yıllar geçti ve
1988 yılında Michigan'm Berrien Springs şehrindeki Andrews Üniversitesi'nde
öğrencilere hitaben bir konuşma yaptım. Öğrenci Konseyi binasında öğrencilere
kitaplanmı imzalarken, Öğrencilerin aralarında kampusta Muhammed Ali'yi
gördüklerini konuştuklarına kulak misafiri oldum. O kadar heyecanlanmıştım ki,
onu nerede gördüklerini zar zor sorabildim. Gittiğini, ama üzülmemem gerektiğini,
çünkü yakında yaşadığını ve okullarına sık sık geldiğini söylediler. Hemen
özür diledim ve iki öğrenciden bana bir fotoğraf makinesi bulmalarım ve beni
Ali'nin evine götürmelerini istedim. Onu görmemin hiçte kolay olmadığını
söylediler. Fakat beni yine de evine götürdüler. Uzun bir yolun başındaki
yüksek beyaz duvarların giriş bölümündeki demir kapıda beni arabadan
indirdiler. O güzelim eve kadar yaklaşık yüz metre yürüdüm. Ali'nin "Muhammed
Ali'nin çiftliği" adını verdiği muhteşem evi 88 dönümlük bir arazinin
üzerindeki ve eski sahibi Chicago'lu ünlü gangster Al Capone'du.
Kalbim yerinden
çıkacakmış gibi çarpıyordu. Derin bir soluk aldıktan sonra kapıyı çaldım.
Kapıyı çok güzel bir kadın açtı. Bu güzel kadını fotoğraflardan tanıyordum.
Muhammed Ali'nin sevgili eşiydi. "Buyurun?" dedi. Ona, Muhammed evde
mi?" diye sordum. "Kimin aradığını söyleyeyim?" diye sordu.
Aptallaşmıştım. "Elbette," dedim. "Dan Clark." Eşi içeriye
girdikten birkaç saniye sonra, 1.80'lik 110 kiloluk dünya şampiyonu, dünya
barış elçisi, insan hakları savunucusu, yaşayan efsane ve ideol kapıya çıktı.
Yüzünde o ünlü gülümsemesi vardı ve o yumuşak sesiyle beni içeriye davet etti.
Bir dakikasını rica ettikten sonra bahçeye geri koştum ve merakla beni
bekleyen arkadaşlarıma el sallayıp, onları da çağırdım.
1988 yılında Parkinson
hastalığı Muhammed'in konuşma yetisini henüz engellememişti. Yavaş konuşmasına
rağmen, hala bir fırtına gibi eşiyordu. Tam dört buçuk oturma odalarında
oturup, videoda en büyük maçlarını birlikte izledik. Kendi yorumlan, şakaları
ve öyküleriyle, her bir maçı can kazandı. Daha sonra en sevdiği sihirli
numaralarını bile gösterdi bize. Fakat o gün olan en inanılmaz şey bana,
"Hiç boks yaptın mı?" sorusunu sorması oldu. Kendine evet yanıtını
verince, "O zaman sol çengelini görelim," dedi. Karşılıklı
yumruklarımızı kaldırdık ve zıplamaya başladık birbirimizin çevresinde. Fakat o
kadar atikti ki, sağ yumruğu biranda gözüme indi. "Herkes benim en büyük
olduğumu biliyor, ama sen de büyüksün. Söylediklerimi yinele, 'En büyük
benim.'" Söylediklerini yineleyince bu kez, "Daha yüksek sesle, daha
yürekten," dedi. Bir daha yineledim. "Hayır," dedi. "Rocky
gibi yürekten söyle dostum. Jeo Frazier'ı yenmek istiyormuşsun gibi söyle!"
Ben Howard Coll'mişim de bana söylüyormuşsun gibi.söyle!" Bir daha
"En büyük benim!" diye bağırdı ve kendisini taklit etmemi istedi
benden. Sonra da kolunu omzuma attı ve bana sarıldı. Gözlerimin içine bakarak
fısıltıyla, "Kendini nasıl hissediyorsun? Söylediklerine inanıyor musun?
Ben inanıyorum" dedi.
O inanılmaz günden bu
yana uzun yıllar geçti, ama evimin bodrum katındaki "Ünlüler Duvarı'ndaki
fotoğrafların önünden ne zaman geçsem o gün gelir aklıma. Fotoğraflardan daha
önemli olan şey, ne zaman cesaretimi yitirirsem Ali'nin gözlerini kısarak bana
"En büyük benim" sözlerini yineletmesini düşünürüm. Muhammed Ali
elbette en büyük olacağımıza inanmamızı ister.
Dan Clark
Sınıf, öğrencilerin
gürültü patırtılanyla inlerken, bu durumdan memnun olmayan ders hocası kapıdan
girer ve sınıfı süzdükten sonra kürsüye geçer. Tebeşirle tahtaya kocaman bir
(1) rakamı çizer.
"Bakın" der.
"Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."
Sonra (l)'in yanına bir
(0) yazar:
"Bu, başarıdır.
Başarılı bir kişilik (l)'i (10) yapar."
Bir (0) daha...
"Bu, tecrübedir.
(10) İken (100) olursunuz."
Sıfırlar böyle uzayıp
gidiyor:
Yetenek... Disiplin...
Sevgi... Hoşgörü...
Eklenen her yeni
(O)'ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline
silgiyi alıp en baştaki (l)'i siler. Geriye bir sürü sıfır kalır. Ve Hoca
yorumunu açıklar:
"Kişiliğiniz
yoksa, Öbürleri hiçtir."
Sınıf, mesajı alıp
sessizliğe gömülür...
Farz edelim ki, her
sabah bankanız mesaiye başlar başla-maz hesabınıza 86 400 milyon TL. para
yatırılıyor. Siz gün boyu bu parayı istediğiniz gibi harcamakta serbestsiniz.
Yalnız harcamayı başaramadığınız meblağ her ne kadar olursa olsun ertesi güne
devretmiyor. Yani siz bu paranın hiçbir bölümünü her ne sebeple olursa olsun
saklaya-miyorsunuz. Bir önceki günün tutarının tamamını harcamış veya bir
bölümünü harcamamış da olsanız, ertesi sabah yine bankanız hesabınıza 86 400
TL yatıracaktır.
Biraz düşünelim,
kendinizi böyle bir durumda bulursanız ne yaparsınız ? Sanırım siz de pek
çoğumuz gibi bu parayı her gün harcamak için mutlaka iyi bir yol bulurdunuz.
Öncelikle acil ihtiyaçlannız için gerekli her şeyi satın almakla işe
başlardınız. Ancak biraz zeki ve eğitimli iseniz, bu paranın önemli bir
bölümünü her gün yatıracak bir yer bulup, uzun vadede en büyük getiriyi almaya
çalışırdınız.
Bunun zaman yönetimi
ile ilgisi nedir? diye sorabilirsiniz.
Çok ilgisi vardır.
Bizler farkında olsak ta olmasak ta yaşamımızın her gününde bu durumla
karşılaşmaktayız. Çünkü ZAMAN bir' BANKA' dır ve bize her gün istediğimiz gibi
harcayabileceğimiz 86 400
saniye verir. Biz bu saniyeleri kullanmayı başaramaz isek onları ebediyen
kaybederiz.
Çoğumuzun aksine
'BAŞARILI İNSANLAR' zamanın değerinin farkındadır. Büyük devlet adamı ve yazar
Benjamin Franklm; zamanın ne olduğunu soranlara "Sen, hayatı sevmez
misin? Öyleyse zamanını boşa harcama, zira hayat ondan yapılmıştır"
diyerek, insan hayatında zamanın değerini açıkça ortaya koymuştur.
Evet hayat; bu dünyada
sahip olduğumuz kısıtlı zamandan oluşur. Yaşamı daima değerli olarak kabul
etmemize rağmen zamanı (yani hayatın yapıldığı şeyi) boşa harcarız.
Bir sene'nin değerini
anlamak için; sınıfta kalan bir öğrenciye sorun.
Bir ay'in değerini
anlamak için; prematüre bir bebeği dünyaya getiren anneye sorun.
Bir hafta'mn değerini
anlayabilmek için; haftalık bir derginin editörüne sorun.
Bir dakika'nın
değerini anlamak için; treni henüz kaçırmış bir kişiye sorun.
Bir saniye'nin
değerini anlayabilmek için; bir kazayı kıl payı atlatmış kişiye sorun.
Bir milisaniye'nin
değerini anlayabilmek için; olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan kişiye sorun.
Sahip olduğunuz her anı değerlendirin. Daha fazla değer verin. Çünkü onu çok
özel biriyle, zamanı harcamaya değecek kadar özel biriyle paylaşınız.
Şunu unutmayın ki,
zaman hiç kimseyi beklemez...
Dün artık mazi oldu,
yarjn ise muamma; bugün avuçlarınızın içinde bize sunulmuş bir armağandır...!
Her şey sende gizli:
Yerin seni çektiği kadar ağırsın Kanatlarının çırpındığı kadar hafif...
Kalbinin attığı kadar canlısın Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin Nefret ettiklerin kadar kötü... Ne renk olursa olsun
kaşın gözün
Karşındakinin
gördüğüdür rengin...
Yaşadıklarım kar
sayma:
Yaşadığın kadar
yakınsın sonuna ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadar
Ömrün...
Gülebildiğin kadar
mutlusun
Üzülme, bil ki
ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her
şeyi, sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır
doğanın sana verdiği değer
Ve karşmdakine değer
verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan
söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana
güvendiği kadar inansın...
Ay ışığındadır
sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret
kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yağmurun
yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı
kadar ıslaksın
Kendini yalnız
hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel
hissettiğin kadar güzelsin...
İşte budur hayat!
İŞte budur yaşamak
bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda
aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakinİ
unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar
güzeldir
Kuşlar ötebildiği
kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar
bebektir
Ve her şeyi öğrendiğin
kadar bilirsin
Bunu da öğren,
sevdiğin kadar sevilirsin...
Mevlana
Her sabah bîr ceylan uyanır
Afrika'da.
Kafasında tek bir
düşünce vardır.
En hızlı koşan
aslandan daha hızlı koşabilmek.
Yoksa aslana yem
olacaktır.
Her sabah bir aslan
uyanır Afrika'da.
Kafasında tek bir
düşünce vardır.
En yavaş koşan
ceylandan daha hızlı koşabilmek.
Yoksa açlıktan ölür.
İster aslan olsun,
ister ceylan olsun hiç Önemi yok.
Yeter ki güneş
doğduğunda koşuyor olmanız gerektiğini bilin.
Yaşam adlı koşuyu ne
kadar güzel anlatan bir Afrikalı hikayesi...
Bir önceki günden daha
hızlı koşmak gerekmektedir.
Çünkü eğer aslansanız.
--'"
En yavaş koşan ceylanı
bir önceki gün yakalamışsanız,
Ve bugün bir ceylan
yakalamak niyetindeyseniz,
Artık bilmelisiniz ki
en yavaş ceylan sizden daha hızlıdır,
O halde düne göre
hızınızı artırmanız gerekmektedir.
Yok eğer ceylansanız,
Ve henüz aslana yem
olmamışsamz.
Hızınızı düne göre
mutlaka arttırmalısımz.
Çünkü sıra size gelmiş
demektir..
"Dağ tepesinde
bir çam olamazsan Vadide bir çalı ol.
Fakat, dere
kenarındaki en büyük çalı sen olmalısın.
Ağaç olmazsan çalı ol.
Çalı olmazsan bir ot
parçası ol.
Bir yola neşe ver.
Bir mis çiçeği
olmazsan bir saz ol...
Fakat, gölün içindeki
en canlı saz sen olmalısın.
Hepimiz kaptan
olmalıyız, tayfa olmaya mecburuz,
Burada hepimiz için
bir şeyler var.
Yapacak büyük şeyler
var, küçük işler var.
Yapacağımız iş, bize
yakın olan iştir.
Cadde olmazsan patika
ol,
Güneş olmazsan yıldız
ol.
Kazanmak, yahut
kaybetmek ölçü değildir.
Sen Her Neysen Onun En
İyisi Olmalısın..."
Dauglas Malloch
"Albert Einstein
dört yaşma kadar konuşamadığını ve yedi yaşına gelinceye dek de okuyamadığım
biliyor muydunuz? Öğretmeni ve ailesi onun zihinsel özürlü olduğundan
kuşkulanmışlardı.
Beethoven'in müzik
öğretmeni ise onun asla bir besteci olamayacağını söylemişti. Ya genç Luchvig
Beethoven ona inansaydı!
Woolworth
mağazalarının kurucusu F. W. Woolworth bir mağazada çalışmaya başladığı zaman
21 yaşındaydı ama gerekli duyarlılıktan yoksun olduğu gerekçesiyle müşteri
ilişkilerinden uzak tutulmuştu!
Walt Disney ünlü
olmadan önce çalıştığı gazeteden 'işe yaramaz fikirleri olduğu gerekçesiyle
kovulmuştu!
Caruso'ya müzik
öğretmeni 'sen asla şarkı söyleyemezsin çünkü sesin yok' demişti!
Bütün bu insanlar
çevrelerindeki kişilerin söylediklerine inansa-lardı ne olurdu? Dünya
Beethoven'in müziğinden, Caruso'nun sesinden, Einstein'm buluşlarından yoksun
kalacaktı!
Oscar Levant 'Ne
olmadığınız değil, ne olamadığınız acı vericidir,' demiştir.
İçimizdeki potansiyeli
kimse sizden iyi bilemez. Yapabileceğinize inandığınız her şeyi
gerçekleştirebilirsiniz. Ne olmak istediğinize inandığınız an dünya üzerindeki
yerinizi de belirlersiniz."
Büyük Dünya Dergisi
Uzak doğu'da yetişen
bir tür bambu ağacı olan Moso, dikildikten sonra, beş yıl boyunca, en ideal
şartlar altında dahi hiçbir gelişme göstermez.
Sonra, sihirli bir el
dokunmuş gibi, birdenbire günde 40-45 cm. kadar-büyümeye başlar ve nihayet altı
hafta içinde yaklaşık 27 m'lik boyuna ulaşır.
Aslında sihir değil
yaşanan. Moso ağacının duruyormuş gibi yapıp birden bire hızla büyümesinin sebebi,
beş yıl boyunca toprağa sabırla saldığı yüzlerce metrelik kökleridir.
Karga bütün gün hiçbir
şey yapmadan ağacın en yüksek dalında duruyordu. Onu gören küçük bir tavşan
sordu: "Ben de senin gibi bütün gün hiçbir şey yapmadan oturabilir
miyim."
"Elbette,"
dedi karga, "neden olmasın?"
Tavşan da onun bu
yanıtı üzerine olduğu yere çöktü, hiçbir şey yapmadan oturmaya başladı.
Bir süre sonra
çalılıkların arasından bir tilki fırlayıp tavşanın üstüne atladı ve onu
oracıkta yiyiverdi.
Aşağıda olup bitenleri
yukarıdan üzüntüyle izleyen karga kendi kendine söylendi: "Hem aşağıda
olup hem de hiçbir şey yapmadan oturabilmenin bedeli çok yüksektir tavşan
kardeş...
Sen işin bu yanını hiç
düşünmedin..."
LaraBarto
Gazeteci, tıp
alanındaki buluşlarıyla çığır açan bir bilim adamına, bu "işin
sırrı"m soruyordu: "Sizi diğer bilim adamlarından farklı kılan nedir
ki, böylesine başarılı oldunuz ve büyük buluşlar yaptınız?"
Başarılı tıp adamı
"Benim başarı öyküm iki yaşındayken, annem sayesinde yaşadığım bir tecrübe
ile başladı" dedi ve sonra da bu macerasını anlattı:
"İki yaşındayken
buzdolabından süt şişesini almaya çalışıyordum. Ama şişe elimden yere düştü ve
her taraf süt oldu. Annem gürültüyü duyup mutfağa geldiğinde ne bağırdı, ne
söylendi, ne de beni cezalandırdı. Ne dedi biliyor musunuz?
'"Ne kadar güzel
bir hata yapmışsın böyle!' dedi. 'Şimdiye kadar hiç bu kadar büyük bir süt
birikintisi görmedim. Temizlemeden önce yerdeki sütle biraz oynamak ister
misin?'"
"Böylece ben de
yerdeki sütle oynamaya başladım. Daha sonra annem yanıma geldi ve:
173
"Böyle bir şey
yaptığında bunu senin temizlemen ve her şeyi eski haline getirmen gerekiyor,
bunu biliyorsun değil mi?" dedi. "Bunu nasıl yapmak istediğine sen
karar ver. İstersen sünger kullanalım, istersen havluya da bir bez, ne
dersin?"
"Ben süngeri
seçtim, birlikte yere dökülen sütü temizledik. Sonra annem, bu küçük kazanın
nedenini açıkladı:
"İkİ minik elinle
süt şişesini taşıyamadığın için oldu bu. Şimdi bahçeye çıkalım ve sen şişeyi
suyla doldurup onu düşürmeden taşımaya çalış."
"Sonra, bana
şişenin çıkıntılı yerinden tuttuğun takdir de onu düşürmeyeceğimi öğretti. O
günden sonra, bütün başarısızlıklarım benim için birer engin tecrübeye
dönüştü. Her başarısız deneyden sonra, yani şeyler öğrendim, ümitsizliğe
düşmeyip daha çok şevklendim..."
Etrafında herkes
şaşkına dönmüş, yollanın şaşırmış ve bundan seni mesul tutarken sen kendi
tuttuğun yoldan aynlmaz ve başını dik tutabilirsen;
Eğer beklemeyi bilir
ve beklemekten yorulmazsan;
Başkaları seni
aldatırken sen yalanla iş görmezsen veya onlar senden nefret ederken sen nefret
etmeye yanaşmazsan ve bütün bunlara rağmen fazlasıyla İyİ görünmez ve
fazlasıyla hakimane konuşmazsan;
Rüya görebilirsen,
fakat rüyalarının kölesi olmazsan;
Düşünebilir, fakat
düşüncelerini hayatının esas gayesi yapmazsan;
Eğer zafer ve
yenilgiyle karşılaşılabilir ve bu iki boş şeye karşı aynı şekilde kayıtsızca
hareket edebilirsen;
Söylediğin
hakikatlerin reziller tarafından akılsızlan aldatmak için değiştirebilerek
kullanıldığını işitmeye tahammül edebilirsen; veya
yapmak için bütün hayatını verdiğin
şeylerin bir an içinde yıkıldığını görür de tekrar eğilir, yorgun vücudun ve
yıpranmış aletlerinle onlan yeniden yapabilirsen;
Eğer kalbin,
sinirlerin ve kasların bitmiş, içinde sadece dayan, diyen iradenden başka bir
şey kalmamışsa ve sen onlan tekrar çalıştıra-bilirsen;
Krallarla gezer
sağduyunu elden bırakmazsan;
Herkesle konuşabilir,
fakat faziletini muhafaza edebilirsen;
Ne düşmanların ne de
dostların seni incitebİlirse;
Herkes sana
güvenebilirse, fakat bu güvende sınırsız olmazsa;
Eğer sen ömrünün her
saatine 60 dakikalık değer verebilmişsen;
İşte o zaman
içindekilerle beraber bütün dünya senin olur, hatta bundan da üstünü, sen bir
insan olursun oğlum....
Rudyard Kippling
"Başarı
istediğimiz yere gelmez...
Yenildiğinizi
düşünüyorsanız yenümişinizdir.
Cesur olmadığınızı
düşünüyorsanız korkaksınızdır.
Kazanmak istiyor fakat
kazanamayacağınızı düşünüyorsanız kesinlikle kazanamazsınız demektedir.
Kaybedeceğinizi
düşünüyorsanız çoktan kaybetmişinizdir.
Dışarıdaki dünyaya
çıktığınızda anlayacaksınız ki başarı ancak onu istediğiniz takdirde
gelecektir.
Her şey insanın
kafasında biter.
Alt edildiğinizi
düşünüyorsanız alt edilmişinizdir.
Yükselmek için yüksek
düşünmelisiniz.
Bir ödülü kazanmadan
önce kendinizden emin olmalısınız.
Yaşam savaşını kazanan
her zaman en güçlü ya da en hızlı olan değildir.
Er ya da geç kazanan
kişi, kazanacağını Önceden düşünebilen kişidir..."
Amold Palmer
Öğrendik ki...
Arkadaşlanmızın değişebileceğini kabul edersek, arkadaş değiştirmek zorunda
kalmayız...
Öğrendik ki... En
sevdiğimiz kişi bile bizi bir kez kırabilir, ama o her zaman affedilmeyi hak
eder...
Öğrendik ki... Gerçek
dostluk ve gerçek aşk, araya mesafeler bile girse büyümeye devam eder...
Öğrendik ki... Bir
saniyede yaptığımız bir şey size hayat boyu kırık bir kalp bırakabilir...
Öğrendim ki... Olmak
istediğimiz gibi biri olmak bazen hayat boyu sürebilir...
Öğrendim ki... Sevdiklerimizin
yanında ayrılırken son sözlerimiz güzel şeyler olmalı, belki de bu onları son
görüşümüzdür...
Öğendim ki...
Yaptıklarımızın sorumluluğu bize aittir, nasıl hissedersek hissedelim...
Öğrendik ki... Biz
davranışlarımızı kontrol etmezsek davranışlarımız bizi kontrol etmeye
başlar...
Öğrendik ki... Bir
ilişki ne kadar ateşli başlasa da, tutku gün geçtikçe söner... birbirine
gerçekten bağlı olanlar, kalplerindeki sevgi asla sönmeyenlerdir...
Öğrendik ki...
Kahramanlar, doğru şeyi doğru zamanda ve sonuçlarını düşünmeden yapanlardır
Öğrendik ki... Adalet
parayla sağlanmaz...
Öğrendik ki... En iyi
arkadaşlarımız, ilikte hiçbir şey yapmadan da çok şey yaparak da iyi vakit
geçirebildiğimiz kişilerdir...
Öğrendik ki... Kızmaya
hakkımız var ama zalimce davranmaya hakkımız yok...
Öğrendik ki... Biri
bizi istediğimiz şekilde sevmiyorsa bu bizi tüm kalbiyle sevmediği anlamına
gelmez...
Öğrendik ki... Olgun
olmak kaç doğum günü kutladığımıza değil, hayatta neler görüp geçirdiğimiz ve
bunlardan neler öğrendiğimize bağlıdır...
Öğrendik ki... Bazen
etraftakilerin bizi affetmesi yetmez, bizim de kendimizi affedebilmemiz
gerekir...
Öğrendik ki... Biz ne
kadar acı çekiyor olsak da dünya dönmeye devam ediyor...
Öğrendik ki...
Yetişirken ailemiz ve çevremiz bizi etkiler, ama sonunda nasıl biri olduğumuz
sadece bize bağlıdır...
Öğrendik ki... İki
insan kavga ediyorlarsa bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez, iki
İnsan hiç kavga etmiyorlarsa bu da birbiri-lerini sevdikleri anlamına gelmez...
Öğrendik ki... Bazen bir
sırrı öğrenmek için ısrarcı olmak gerekir, öğrendiğimiz şey hayatımızı sonsuza
kadar değiştirebilir...
Öğrendik ki... İki
insan aynı yöne bakıp apayrı şeyler görebilir...
Öğrendik ki... Sizi
hiç tanımayan insanlar birkaç saniyede hayatınızın akışını değiştirebilir...
Öğrendik ki... Birini
ne kadar çok severseniz hayat onu sizden o kadar erken alır...
Öğrenmesi gerekli,
biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını. Fakat şunu da öğret ona:
Her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini
adamış bir lider vardır. Her düşmana karşılık bir dost olduğunu öğret ona.
Zaman alçak biliyorum. Fakat eğer öğretebilırsen ona, kazanılan bir dolann
bulunan beşinden daha değerli olduğunu öğret.
Kaybetmeyi öğrenmesini
öğret ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı. Kıskançlıktan uzaklara yönelt
onu. Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini Öğret ona. Bırak erken
Öğrensin zorbaların görünüşte galip olduklarını.eğer yapabilirsen, ona
kitapların mucizelerini öğret ona. Fakat ona sessiz zamanlar da tanı.
Gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki anların ve yemyeşil yamaçtaki
çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği... Okulda hata yapmanın hile yapmaktan
çok daha onurlu olduğunu Öğret ona.
Kendi fikirlerini
inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi. Nazik insanlara
nazik, sert insanlara karşı da sert olmaşım Öğret ona. Herkes birbirine
takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma.
Tüm insanları dinlemesini öğret ona. Fakat tüm dinlediklerini gerçeğin
eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları olmasını da öğret. Eğer
yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona. Gözyaşlannda
hiçbir utanç olmadığını Öğret.
Herkesin sadece kendi
iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşın ilgiye
dikkat etmesini. O-na kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını,
fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret. Uluyan
bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona. Ve eğer kendinin
haklı olduğuna inanıyorsa dimdik dikilip savaşmasını öğret. Ona nazik davran,
onu kucaklama. Çünkü ateş çeliği saflaştmr. Bırak sabırsız olacak kadar cesarete
sahip olsun. Bırak cesur olacak sabn olsun. Ona her zaman kendisine karşı
derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç
taşıyacaktır. Bu büyük bir taleptir, ne kadanni yapabilirsin bir bak bakalım.
O, ne kadar iyi, küçük bir insan.
AbrahamLÎNCOLN
Annesi... Bir de
kendisi... O kadar bütün hayatı... Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı
kendini sokağa...
Bir yığın vitrinin
önünden geçti... Tam bir CD satan dükkanı da geride bırakmıştı ki, bir an
durdu. Geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha
baktı. Kendi yaşlarında harika genç bir kızdı tezgahtar... Hani ilk bakışta aşk
derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte...
İçeri girdi... Kız
gülümseyerek koştu ona... "Size nasıl yardım edebilirim" diye...
Nasıl bir gülümsemeydi o... Hemen ora-cıkta sarılıp öpmek istedi kızı...
Kekeledi, geveledi, sonra "Evet" diyebildi... Rasgele bir plağı
işaret ederek..."Evet... Şu CD'yi bana sarar mısınız?.." Kız CD'yi
aldı, içeri gitti. Az sonra paket edilmiş geri geldi. Aldı paketi, çıktı dükkandan,
evine dön-dü, açmadan dolabına attı...
Ertesi sabah gene
gitti aynı dükkana... Gene CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı
paketi dolaba, gene açmadan... Günler hep alınıp sardırılan CD'lerle geçti...
Kıza açıl-maya bir türlü cesaret edemiyordu.
Annesine açıldı
sonunda... Annesi
"Git konuş oğlum,
ne var bunda" dedi.
Ertesi sabah bütün
cesaretini topladı. Erkenden dükkana gitti. Bir CD seçti. Kız gülerek aldı
plağı. Arkaya gitti, paketlemeye. Kız içerdeyken bir kağıda "Sizinle bir gece çıkabilir
miyiz?" diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi, notu kasanın yanma
koydu gizlice... Sonra paketini alıp kaçtı gene dükkandan...
İki gün sonra telefonu
çaldı... Anne açtı telefonu...CD dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan...
Delikanlıyı istedi... Notunu yeni buluştu da...
Anne ağlıyordu...
"Duymadınız
mı" dedi... "Dün kaybettik oğlumu..."
Cenazeden birkaç gün
sonra, anne oğlunun odasına girebildi sonunda...
Ortalığa çeki düzen
vermeliydi. Dolabı açtı... Ortaya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü...
Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı... İçinden bir CD
vardı, bir de minik not...
"Merhaba... Sizi
öyle buldum ki... Daha yakından tanımak istiyorum.. . Bir akşam birlikte
çıkalım mı...
Sevgiler...
Jacelyn!"
Anne bir paket daha
açtı...
Onda da bir CD ve bir
not-vardı..
"Siz gerçekten
çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık..
Sevgiler..
Jacelyn!.."
Zamanında
söyleyemediğinizi daha sonra söylemek için za-man bulamayabiliriz... Onun için
söylemek istediklerinizi çekin-meden karşınızdakine ifade edin... Sevdiğinizi
söylemekten korkmayın.. .Yaşamı yaşanmaya değer kılan şey sevgidir...
Bir küçücük oğlancık,
bir gün okula başlamış. Pek mi pek akil-liymış. Okulu da pek büyükmüş. Ama akıllı
çocuk, sınıfına dışarıdan kestirme bir yol bulmuş. Buna çok sevinmiş. Artık
okulu ona kocaman görünüyormuş.
Bir zaman sonra, bir
sabah öğretmen demiş ki;
"Bugün resim
yapacağız."
wNe güzel!" demiş
çocuk. Resim yapmayı pek severmiş. Her türlüsünü de yaparmış. Aslanlar,
kaplanlar, tavuklar, inekler, trenler, gemiler... Mum boyasını çıkarmış ve
çizmeye başlamış.
Ama öğretmen
"Durun!" demiş. "Henüz başlamayın." Ve çocuk herkes hazır
olana kadar eklemiş.
"Şimdi"
demiş öğretmen, "Çiçek çizmeyi öğreneceğiz."
"İyi demiş"
çocuk. Çiçek çizmeyi çok severmiş ve pek güzeller-lini yapmaya başlamış pembe,
mavi, turuncu mum boyalarıyla...
Ama öğretmen,
"durun" demiş, "size nasıl yapılacağını göstereceğim."
Yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş. "İşte" demiş Öğretmen,
"Böyle çizeceksiniz. Şimdi başlayabilirsiniz."
Küçük çocuk bir
öğretmenin resmine bakmış, bir de kendininki-ne... Kendininkini daha bir sevmiş
ama bunu söyleyememiş. Kağıdı çevirip öğretmeninki gibi yeşil saplı kırmızı bir
çiçek çizmiş.
Bir başka gün küçük
oğlancık, sınıfa çıkan kapıyı tek başına açmayı becerdiğinde, şöyle demiş
öğretmen. "Bu gün çamurdan bir şey yapacağız."
"İyi" demiş
çocuk. Çamurla oynamayı pek severmiş. Her şeyi yapabilirmiş onunla. Yılanlar, kardan adamlar, filler,
fareler, arabalar... Başlamış çamuru yoğurup sıkıştırmaya...
Ama öğretmen
"Durun, daha başlamayın!" ve beklemiş hazır olmasını herkesin.
"Şimdi" demiş öğretmen, "Bir çanak yapacağız."
"Güzel"
demiş çocuk. Çanak yapmasını da pek severmiş ve başlamış yapmaya boy boy,
şekil şekil çanakları.
Ama öğretmen
"Duru!" demiş, "Size nasıl yapılacağını göstereceğim." Ve
de göstermiş herkese bir büyük çanağın nasıl yapılacağını. "İşte"
demiş öğretmen "Artık başlayabilirsiniz." Küçük bir öğretmenin
çanağına bakmış, bir de kendininkine. Kendininki daha çok sevmiş, ama bunu
söyleyememiş. Toprağım yuvarlayıp yeniden yapmış Öğretmeninki gibi derin bir
çanak.
Ve çok geçmeden küçük
çocuk öğrenmiş beklemeyi, izlemeyi ve her şeyi öğretmen gibi yapmayı. Ve çok
geçmeden başlamış kendiliğinden hiçbir şey yapmamaya. Ama birdenbire küçük
çocuk ve ailesi taşmıvermiş başka bir eve, başka bir şehre ve çocuk gitmiş
başka bir okula...
Bu okul daha da
büyükmüş Öbüründen. Kestirme yolu da yokmuş dışarıdan.
Büyük basamakları
çıkmak ve uzun koridorları geçmek gerekiyormuş sınıfa kadar.
Ve daha ilk gün demiş
ki öğretmen: "Şimdi resim yapaca-ğız!" "Güzel" demiş çocuk
ve beklemiş Öğretmenin ne yapacağını söylemesini. Ancak öğretmen bir şey
söylemeden başlamış dolaşmaya.
Küçük çocuğun yanma
gelince sormuş:
"Resim yapmak
istemiyor musun?"
"İstiyorum"
demiş çocuk. "Ne yapacağız?"
"Ne
istersen" demiş öğretmen.
"Her kes aynı
resmi yaparsa ve aynı renkleri kullanırsa, kimin ne yaptığını ve neyin ne
olduğunu nasıl anlarım ben?"
"Bilmem"
demiş çocuk ve başlamış "yeşil saplı kırmızı çiçeği" çizmeye...
Helen Buckiey
Anne rahmine düşen
ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersiz-miş. Haftalar birbirini izledikçe
onlarda gelişmişler. Elleri, ayaklan, iç organları o-luşmaya başlamış. Bu
arada, et-raflannda olup biteni fark et-meye başlamışlar. Bulundukla-n rahat,
güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirleri-ne hep aynı şeyi
söylüyorlarmış:
"Anne rahmine
düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be
kardeşim!" Büyüdükçe, i-çinde yaşadıkları dünyayı keş-fe koyulmuşlar. Öyle
ya, haya-tm kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anele-riyîe
onlan birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sa~yesinde, hiçbir zahmet
çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tespit etmişler.
"Annemizin
şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi
gönderiyor." Artık aylar birbirini ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor,
diğer bir değişle "yolun sonuna yaklaşıyormuş. Bu değişiklikleri hayretle
gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini
almaya başlamışlar. Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli
hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş:
"Neler oluyor?
Bütün bunların anlamı nedir" Öteki daha sakin ve aklı başındaymış.
Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş
bir alemi arzuluyor-muş. O cevap vermiş:
"Bütün bunlar, bu
dünyada daha fazla kalamayacağımız anlamına geliyor." Ve eklemiş:
"Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz." "Ama ben gitmek
istemiyorum" diye haykırmış kardeşi. "Hep burada kalmak
istiyorum." "Elimizden gelen bir şey yok. Hem, belki doğumdan sonra
hayat vardır." "Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl
mümkün olabilir ki?" diye cevaplamış öteki. "Bize hayat veren kordon
kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana?" Hem, bak bizden
Önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiç birisi geri
gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu her şeyin
sonu olacak. Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş:
"Hem, belki de
anne diye bir şey yok!" "Olmak zorunda" diye itiraz etmiş
kardeşi. "Buraya başka türlü nasıl gelmiş ola-biliriz, nasıl hayatta
kalabiliriz ki?" "Sen hiç anneni gördün mü?" diye üstlenmiş
öteki. "O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi
bizi rahatlattığı için onu bel-ki de biz uydurduk." Böylece, anne
rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda
doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka
bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Çünkü gördükleri
manzara hayallerinin bile ötesindeymiş...
Anthony de Mello'dan
Hayatımızı
şekillendiren, bizi kimi zaman neşeli, kimi za-man da düşünceli yapan renkler
ve marifetleri saymakla bitmez. İşte renklerin dünyası, şirketlerin bunu nasıl
kullandıkları ve bizle nasıl oynadıkları;
Kansas Üniversitesi
Sanat Müzesi'nde bir araştırma için halının altını elektronik bir sistemle
donatmışlar, duvar rengini beyaz ve kahverengi olarak değişebilir yapmışlar.
Arka fon beyaz kullanıldığında, insanlar müzede yavaş hareket etmiş, daha uzun
süre kalıp, daha fazla alanda dolaşmışlar. Arka fon kahverengine döndüğünde
ise, insanlar müzede çok daha hızlı hareket edip, daha az alan dolaşmış ve
müzeyi çok daha kısa sürede terk etmişler. O yüzden dikkat ederseniz dünyadaki
fast - food restaurantlannın hepsinin sandalyeleri ve masaları kahverengi,
duvar boyaları ise kahverengi şampanya pembe karışımıdır. Hiçbir fast-foodçunun
duvarını beyaz göremezsiniz. Burger King, Ken-tucky Fried Chicken ve benzer
fast-foodlar yıllardır bilinçli olarak tüm duvarlarını baştan aşağıya
kahverengi ağaç kaplama yaparlar. Bizim lokantacılar ise hala lüks
tutkusunda...
Büronuzda kahverengi
mobilyalar kullanmayın! Kahverengi aynı zamanda teklifsiz, rahat bir renk
olarak kabul edilir. Karşınızdakinin kendini resmiyetten uzak, daha rahat
hissetmesini ve açılmasını sağlar.Tüm ünlüleri rahatlıkla konuşturrnasıyla
tanınan ünlü televizyoncu Larry King'i programında her seferinde kahverengi
kravatlar ve ceketlerle görürsünüz. Rivayetlere göre 40'h yıllardan bu yana
Avustralya'da kahverengi üç parça takım elbise üretilmediği söylenir. Batılılar,
'You blend in people' diyorlar. Kahverengi toprak rengidir ve diğer insanlar
arsında kaybolur gidersiniz. İş görüşmelerinizde, profesyonel toplantılarda
sakın kahverengi giymeyin.
Kırmızı, iştah açar.
Dünyadaki ünlü gıda firmalarının hepsinin logosunun kırmızı olduğunu hayretle
fark edeceksiniz; Coca Cola, Piz-za Hut, MC Donald's, Ülker, Burger King... Bu
listeyi binlere çıkarabilirsiniz. Kırmızı tansiyonu yükseltir ve kan akışım
hızlandırır. 'Peki boğalar niye kırmızı renge saldırıyor?' cevabı ise ilginç;
maymunların dışında, araştırılan hayvanların hemen hepsi siyah-beyaz
görmektedir. Yani boğalar da renk körüdür. Kırmızıya değil, kendilerine
sallanan koyu renkli beze saldırırlar. Birinin çıkıp İspanyollara bu gerçeği
anlatması gerekir. Belki de kanı, heyecanı ve enerjiyi anlatan o kırmızı bez
arenadaki, Ölüme mahkum olan o zavallı boğaya değil de, tribünlerde oturan,
televizyonları başında ölümü, kanı arayan kişilere sallanıyor.
Yeşil, güven verir. O
yüzden bankaların logolarında en çok tercih edilen iki renkten biridir. Yatak
odası içinde rahatlatıcı bir renktir. Batıda büyük otellerin mutfaklarında
duvar renginin, aşçılarının yeniliklerini arttırmak için yeşile boyandığı
söylenir. Hastanelerde logo ve iç dizaynlarında yeşili tercih eder. Çünkü
rahatlatıcı ve sakinleştiricidir.
Tabiatı en çok
rahatlatan renktir. Yeşil alanlarda insanların daha az mide ağrısı çektikleri
tespit edilmiş. Sakız paketlerinde ve sebze satılan yerlerde yeşil en çok
tercih edilen renktir.
Siyah, gücü ve tutkuyu
temsil eder. Hırsın da bir ifadesidir. Bizde ve batı da siyah, matemi
simgelerken Japonya da mutluluğun simgesidir. Fonda kullanıldığında
karamsarlığı çağrıştırır. Işığı yok eder. Konsantrasyonu en gerektiren renktir.
Einstein'm konsantre olabilmek için perdeleri siyah, gün ışığı olmayan bir
odaya girip ve bu şekilde düşündüğü söylenir.
Freud, mavi sakin diye
niteler. Faber Birren ise tansiyonu düşürdüğünü söyler. Araplar ise mavi
taşların kanın akışını yavaşlattığını inanırlar. Nazar boncuğu o yüzden mavidir.
Sakinleştirici bir renktir. Batıda bu etkisi yüzünden intiharları azaltmak için
körü korkuluklarını maviye boyarlar. Mavi ve özellikle lacivert kozmik bir renk
olarak kabul edilir; sonsuzluğu, otoriteyi ve verimliliği çağrıştırır. Uluslar
arası toplantılarda tüm devlet bakanları lacivert takım elbise giyerler. O yüzden
dünyadaki firmaların yansından fazlası logolarında maviyi kullanırlar. Aynı
şekilde Bili Clinton, büyük jüriye İfade vermesinden önce mavi kravat takarak
daha altın bronz karışımı bir şekil ve rengi kullandığını hatırlayın. Daha çok
altını ve parayı çağrıştırır çünkü.
Mor, nevrotik duygulan
açığa çıkardığı, insanları bilinç altında korkuttuğu tespit edilen bir renk.
1998 yılında Ataköy'de çatıdan atlayarak intihar eden çocuğun şizofren olduğu
belirtilmişti. İntihar fotoğrafında, yerdeki ajandadan, bir kenara savrulmuş
çakmağa kadar her şey mordu. Tırnakları dahi mora boyanmıştı.
Pembe giyenlere,
hizmetlerinden dolayı ödeme yaparken kendinizi daha rahat hissettiğimizi
tespit etmişler. İngiltere'de Boots ve Marks and Spencer mağazalarında tüm
tezgahtarların pembe gömlek giydiği bilinir.
Sarı, geçiciliğin ve
dikkati çekiciliğin ifadesidir. O yüzden tüm dünyada taksiler sandır. Dikkati
çeksin ve geçici olduğu bilinsin diye. Araba kiralama firmaları logolarında hep
sarıyı kullanırlar. 'Ürün geçici, lütfen geri getirin' demek istiyorlar. O
yüzden dünya da hiçbir banka amblemlerinde bildiğimiz sanyı kullanmaz.
(Portakal ve bronz ya da bakır kimi zaman yer alabilir) Paranın geçici değil,
kalıcı olmasını İsterler. Türkiye de sanyı logosunda baskın bir renk olarak
kullanan tek banka, devlet bankası Vakıf bank'tır.
Beyaz, istikran,
devamlılığı ve temizliği simgeler. Bu yüzden üzerinde fazla şaibeler olanlann,
beyaz ağırlıklı kıyafetleri seçmelerinde yarar var. Beyaz elbiseler sizin
temiz olduğunuz imajını verir.
Göktürk Kitabesi
Eski bir Tapmak
yazıtında şöyle der
"Gürültü ve
patırtının ortasında sükunetle dolaş, sessizliğin içinde huzur bulunduğunu
unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış.
Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun.
Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma. İçten ol; telaşsız, kısa ve
açık-seçik konuş. Başkalarına da kulak ver. Aptal ve cahil oldukları zaman bile
dinle onlan. Çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır.
Yalnız planlarının
değil; başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa
olsun, ilgilen; hayattaki dayanağın odur. Seveceğin bir iş seçersen, yaşamında
bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle seveceksin ki başarıların
bedenini ve yüreğini güçlendirirken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar
başlatmış olacaksın.
Olduğun gibi görün ve
göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bulun
ama hükmetme. İnsanı yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz. Ve unutma ki
insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri; sonsuz uzunlukta bir kumsaldaki tek bir
kum taneciğinden daha fazla değildir.
Aşka burun kıvırma
sakın; o, çöl ortasındaki yemyeşil bir bahçedir, O bahçeye layık bir bahçıvan
olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma.
Kaybetmeyi ahlaksız
bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür
boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki o yolda mağlup olman bile
zafer sayılır. Bu dünyada bırakacağın en büyük miras, dürüstlüktür.
Yılların geçmesine
Öfkelenme; gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe.
Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme.
Rüzgarın yönünü
değiştirmediğin zaman yelkenlerini rüzgara göre ayarla. Çünkü dünya,
karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle
ilgilenir. Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki evreni yargılamak
imkansızdır. Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış
içinde ol.
Hatırlar mısın
doğduğun zamanlan: Sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyordu. Öyle bir ömür
geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlulukla gülümse. Sabırlı, sevecen,
erdemli ol. Önünde sonunda bütün servetin sensin. Görmeye çalış ki bütün
pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya, yine de insanoğlunun biricik güzel
mekanıdır."
X.SENnUSİÖ.IX.YY