Paylaşılamayan Acılar Ve Yarım Kalan Türküler
Vehbi Bardakçı'nın Yazın Serüveni
Terör ortamında yaşıyoruz. Kimin kime niçin vurduğu
belli değil. Sorarsanız, emperyalist sömürüye karşı haklı bir savaş
yürütülüyor. Fakat, bu savaş, okullarda, derneklerde ve sokaklarda
yürütülüyor. Esnaf birbirine düşman. İşçiler birbirine, köylüler birbirine
düşman. Öğretmenler, öğrenciler birbirine düşman. Okula gitmek için hergün
evden çıktığımda:
-«Çabuk gel!» diyor
anam. «Okuldan çıkar çıkmaz gel, takılıp kalma olur olmaz yerlerde. Yürek
ağrısına oturtma beni.»
Çocuğum onun gözünde.
Küçük, savunmasız bir çocuk... «Olur olmaz yerlerde takılıp kalma» diyor, uyarıyor
beni. Onu hiç umursamıyorum, fakat o çok haklı. Yürek ağrısına tutulmaktan korkuyor.
Oysa yüzlerce ana, hergün yüzlerce ana yürek ağrısına tutuluyor... Hayatı
çekilmez hale getirdiler.
Hergün olduğu gibi o
gün de anamın sıkı öğütlerini yedikten sonra evden çıkıyorum. Güneşli, ışıl
ışıl bir mayıs sabahı. Okulun bahçe kapısından içeri gireceğim sıra-
da7 tam bu sırada, eli
sopalı üç kişi çıktyor önüme. Suratları öfkeden nar gibi kızarmış, vahşi
yırtıcılar gibi bakıyorlar bana. Üzerime saldıracaklar, bu belli...
-«Sana kaç kere
söyledik lan!? Hâlâ geliyor musun bu okula!?» diyorlar. -«Bas git burdan!..»
-«Bak gitmezsen, sonun
çok kötü olacak!...» -«Burası, sizin olduğu gibi bizim de okulumuzdur» diyorum.
«Sizin tek umudunuz nasıl okumaksa, bizim tek umudumuz da...»
Sözümün sonunu
getiremiyorum tabu. Sadece üzerime inen sopaları hatırlıyorum. Bir de mideme
gelen diz darbesini... Bu darbeyle un çuvalı gibi yere yığıldığımı da
hatırlıyorum. Film burda kopuyor. Sonrası yok... Gözlerimi açtığımda, kendimi
müdür yardımcısının odasında buluyorum. Sosyoloji hocası Şeyda Hanım, üzüntü,
şaşkınlık ve panik içinde, yaralarımı tedavi etmek için çırpınıp duruyor. Bunu
yaparken de durmadan söyleniyor. -«Uyandı uyandı!» -«Açtı gözlerini!» diyorlar.
Sesleri istiyorum,
fakat başıma gelenleri tam olarak kavra-yabilmiş değilim. Şeyda Hanım, üzerime
eğilerek soruyor: -«Kaç kişiydiler?» diyor. -«Üç» diyorum. -«Bu muydu biri?»
diyor.
Boynumu sola kınp,
Şeyda Hanımın gösterdiği yere bakıyorum. Birini yakalamışlar, diğer ikisi yok.
Müdür yardımcısı, yakalanan saldırganı köşeye sıkıştırmış, öfkeyle yumrukiuyor.
-«Evet, biri buydu»
diyorum.
-«Beyinsizler!» diyor
Şeyda Hanım. «Eşkıya takımı, haydut bunlar! Aç kurtlar gibi saldırdılar
üzerine değil mi?»
-«Evet» diyorum. «Aç
kurtlar gibi...»
Müdür de yanımda.
İkide bir kaikıp odanın içinde dolanıyor, sonra ne yapacağını bilemeden gelip
yerine otu-ruyor. Sonra kalkıp müdür yardımcısının kolunu tutuyor:
-«Bırak iti, vurma,
bela olur başımıza» diyor.
Müdür yardımcısının
sert yumruklarına dayanamayan saldırgan, küt diye düşüyor, mosmor kesiliyor.
Kısa süreli yoğun bir pansk yaşanıyor. Herkes çok korkuyor. Şeyda Hanım-beni
bırakıp, yere düşen saldırgana koşuyor. Önce ne yapacağını bilemeden dönüp
duruyor. Sonra müdürün aklına yapay solunum yaptırmak geliyor. Birkaç dakika
sonra canlanıyor. Herkes rahat birer soluk alıyor. Olayı yeni duyan
öğretmenler, öğrenciler koşup geliyorlar. Her kafadan bir ses çıkıyor;
«hastane!..» diyorlar, «doktor!..» diyorlar, «ölür!..» diyorlar, duyuyorum. İki
kişinin yardımıyla ayağa kalkıyorum. Bu sırada, boy aynasında kendimi görüyorum.
Kendi görüntüm, ömür boyu silinmeyecek derin bir iz bırakarak belleğime
nakışlanıyor. Ceketim, gömleğim, pantolonum paramparça olmuş. Burnum açılmış,
şişmiş, patlıcan gibi morarmış! Sol gözüm tamamen kapalı! Dudağım patlamış,
yanağım çizikler ve tırmıklar içinde. Ağrılarım gittikçe artıyor, dayanılmaz
oluyor. Kan-revan içindeyim!
Müdürün arabasına
biniyoruz. Müdür, Şeyda Hanım ve iki Öğrenci arkadaşım var yanımda. Doktor,
kırılan burnumu ameliyat etmek için hazırlanırken, içim ılıyor, başım dönüyor,
her şey usul usul silinip yitiyor. Zor işitilen bir sesle, «gidiyorum» dediğimi
hatırlıyorum. Sadece «gidiyorum» dediğimi... Ayılınca öğreniyorum uzun süre
baygın yattığımı.
Ameliyattan sonra eve
dönüyoruz. Evin önü, komşularla tıklım tıklım... Çoktan getirmişler haberi.
Herkes beni bekliyor. Şeyda Hanımın ve arkadaşlarımın yardımıyla arabadan
çıkarılıyorum. Anam... Yürek yangını, evlat vurgunu, ciğerim anam... Beni
görür görme2 basıyor feryadı. Koşup boynuma sanlıyor.
-«Demedim mi?!» diyor.
«Ben demedim mi?!» Müdür, Şeyda Hanım ve iki öğrenci arkadaşım, anama «geçmiş
olsun» deyip gidiyorlar. Eve giriyoruz. Odanın içi komşularla dolu. Her kafadan
bir ses çıkıyor, Öğüt venyorlar. -«Ay aman karışma!» -«Neyine gerek!» diyorlar.
-«Olmaz olsun!» -«Hepsi de bir!» diyorlar. -«Bırak okulu!» -«Okuyup da...»
-«Sen de...»
-«Adarn...» diyorlar.
Halam, başucumda nöbet
tutar gibi oturuyor. Ve oturduğu yeri kimseye bırakmıyor. Saçlarımı okşuyor,
ikide bir eğilip yanağımdan öpüyor.
-«Yadigâr» diyor bana.
«Kardeşimin yadigârı...»
-«Ali getirdi haberi»
diyor anam. «Halanla koşup okula vardık. Meleyi meleyi kuzusunu arayan deli
koyun olduk.
(Hastaneye gitti>
dediler. Dediler ya, gel sen bana sor! <Ey-vah gitti bu!> dedim,
İnanmadım ki hastanede olduğuna!.. Şükürler olsun Rabbime! Seni bana bağışlayan
Rabbime şükürler olsun. Bu, kurbanlık bir iş oldu!»
Akşama doğru
arkadaşlarım geliyor. Olayı değerlendiriyoruz. Değerlendirecek sanki ne varsa!
Dayak yemenin, dayak atmanın felsefesi olur mu? öyle bilimsel konuşu-yoriar ki,
duyanların aklı şaşıyor! Tam bu sırada Ali giriyor içeri. Soluk soluğa, koşarak
giriyor. Heyecandan uçacak.
-«Bilin bakalım, ne
haber getirdim?!» diyor.
-«Uzatma Ali, söyle»
diyorum.
-«Sen haber kuşu mu
oldun bugün!?» diyor anam. «Oğlumun acı haberini de sen getirdin!»
-«Ama» diyor Ali, «bu
sefer acı değil, tatlı!... Hem çok tatlı! Oyie tatlı ki, tadından
yiyemezsiniz!»
-«Uzatma ya Alİ, şimdi
seni çekemem!» diyorum.
-«Sen» diyor Ali,
«Herhangi bir yarışmaya, öykünle filan herhangi bir yarışmaya katıldın mı?»
Yoksa ben... Kimseye
söylememiştim oysa! Yarışmaya katıldığımı bırakın, öykü yazdığımdan bile
kimseye söz etmemiştim. Aman Allahım, yoksa ben kazandım mı?
-«Okulun müdürüne kirn
telefon etmiş biliyor musunuz?» diyor Ali. «KaraoğlanL Evet, şaşırmayın!
Karaoğlan, okulun müdürüne telefon etmiş ve kutlamış! (Öğrenciniz, öykü
yarışmasında birinci oldu, sizin şahsınızda okulunuzu kutlarım> demiş.»
Kültür Bakanlığı ile
Gençİik ve Spor Bakanlığının ortaklaşa açtıkları bir yarışmaya gönderdiğim
öykü birinci ol-muş. Başbakan Bülent Ecevit, okulun müdürüne telefon etmiş.
Müdür beni çağırıyormuş. Eğer rahatsızsam, yerimden kalkamazsam, o gelecekmiş
yanıma. -«Gidebilir misin?» diyor arkadaşlarım. -«Gitmeliyim!» diyorum.
Hemen kalkıyoruz.
Yüreğim!.. Ey benim vakur yüreğim!.. Seni çok seviyorum! Hangi yönden estiği
bilinmeyen bir sevinç fırtınasındayim. Burnumun kocaman sargı-siyla ve
morarmış sol gözümle müdürün odasına giriyorum. Sabırsızlıkla beni
bekltyormuş. Ben içeri girer girmez: -«Hah!» diyor. «Geldin işte! Otur şuraya.
Öykü yazıyordun demek? Aşkolsun be evladım, hiç söylemedin bize! Başbakan
telefon etti biraz Önce. Senin şahsında, hepimizi, tüm okulu kutladı. Çok
sevindim! Nasıl sevindim bir bilsen. Gel bir Öpeyim seni. Ödülünü Ecevit
verecek--miş. Senin bu ödülü alman çok
iyi oldu be evladım. Gençliğin durumunu gözleriyle görsün. Şu haline bak, savaştan
çıkmış gibisin. Yann bakanhkta olman gerekiyormuş, ödülün, 19 Mayıs Töreni
sırasında verilecekmiş. Giderleri-ni bakanlık karşılayacakmış. Yol paran var
mı?» Cebine davranıyor.
-«Paran yoksa al,
çekinme evladım, al!...» -«Sağol Hocam, var» diyorum.
Nasıl bir Öykü
yazdığımı soruyor, söylüyorum. Sözcüğün tek anlamıyla mutluyum. Eve gelip
uzanıyorum. Tatlı düşler, beni alıp, uzaklara, taa uzaklara götürüyor. Ertesi
gün, aynı haberi bildiren bir telgraf alıyorum bakanlıktan. Artık gitme
zamanıdır...
Bakanlıktayım, öykü
ikincisi, üçüncüsü ve yarışmanın diğer dallarındaki birinciler, ikinciler,
üçüncüler de ordalar. Tanışıyoruz. Biraz sonra, Kültür Bakanlığında görevli ve
aynı zamanda yarışmanın seçici kurul üyelerinden Mahmut Makal geliyor. Hepimize
ayrı ayrı hoşgeliş ettikten sonra:
-«Birinci olan
<AcıIar Paylaşılmaz» adlı öykünün yazarı hanginiz?» diye soruyor.
Yerimde heyecanla
kıprdanıp kendimi belli ediyorum. Bir süre sessiz bakışıyoruz. Sargılı burnuma,
morarmış gözüme ne olduğunu düşünüyor belki.
-«Sen misin?» diyor.
-«Evet» diyorum.
-«Gazi misin?» diyor.
-«Sorma hocam, o
konuya hiç girmeyelim» diyorum. «Burdayım işte, kazandım!»
-«Çok şaşırdım! Doğrusu
ben öykünden çok etkilenmiştim, ama senin şu halin...»
-«Öyküyü nasıl
buldunuz hocam?»
-«Mükemmel... Çok İyi
yazılmış bir öykü. Gerçekten yaşanmış mıdır bu olay?»
-«Hergün böyle
yüzlercesi yaşanmıyor mu hocam? Gün geçmiyor ki, faili meçhul katliamlar
olmasın!»
-«Haklısın. Zaıen
bunun için, güncel olduğu için birinci oldu; fakat <güncel> derken,
«kalıcı değib demek istemiyorum. «Acılar paylaşi!maz> mükemmel bir öykü,
çok sağlam. Başka öykülerin de var mı?»
-«Hayır, bu ilk...»
-«Yüz yetmiş dört öykü
katıldı bu yarışmaya. On beşi kurallara uymadığı için yarışma dışı bırakıldı.
Seninki, yüz elli dokuz öykünün içinden sıyrılıp birinci oldu. İkinciliği alan
kimdi?»
Yanımda oturan
İstanbullu kız (bu arkadaşın adını keşke hatırlayabilseydim; ama eğer bu kitabı
okuyorsa, o kendini bilir), heyecanla kıpırdanıyor yerinde:
-«Benim» diyor.
-«Seninki de çok
güzel» diyor Makal. «Dilin çok temiz ve akıcı. Ama sanıyorum ilerde toplumsal
sorunlara da eğilirsin.»
Bu sırada bir gazeteci
geliyor. Topluca fotoğraflarımızı çektikten sonra, bana, adını ve gazete
bürosunun adresini veriyor. Yarın ödül töreninden sonra gazete bürosuna uğramamı
söyleyip gidiyor. Mahmut Makal da kalkıyor.
-«Sizi tanıdığıma ve
başarılarınıza çok sevindim arka-daşlar» diyor. «Daha burdasınız, görüşürüz.»
Mahmut Makal gittikten
sonra, ben ikinciliği alan Öyküyü okumaya başlıyorum. Bu arada, ikinciliği
alan arkadaş da benim öykümü okumaya başlıyor. Öykünün orta-larındayken,
dalında ses alma aygıtıyla, genç, esmer, güzel bir bayan giriyor içeri. İnce
bir gülümseyişle hepimizi selamlıyor. Merakla ona bakıyoruz. Kendini bize,
«Ankara Radyosundan İnci Gürbüzatik» diye tanıtıyor.
Memnuniyetimizi
belirtiyoruz. Yerine otururken, sunucusu olduğu programı dinleyip
dinlemediğimizi soruyor. Hepimiz de dinlemişiz. Aygıtı çantasından çıkanrken,
hepimize teker teker memleketimizi, okulumuzu, yaşımızı soruyor.
-«öykü birincisi?»
-«Ben...»
-«Önce sizinle
başlayalım» diyor.
Aygıtın düğmesine
basıp, mikrofonu ağzıma tutuyor. Kalp atışlarımın hızlandığını hissediyorum.
-«önce tanışalım»
diyor.
Galiba önemli adamlar
oluyoruz. Heyecandan dilim tutuluyor. Bu durumda neler söylenir, bilmiyorum.
Ben hiç Önemli adam olmadım ki. inci Hanım, aygıtı kapatmak zorunda kalıyor.
-«İsterseniz önce özel
bir konuşma yapalım» diyor. «Yorgun görünüyorsunuz. Heyecan da var tabii.»
-«Müthiş
heyecanlıyım.»
-«Devam edin lütfen.
Okulunuzda durumlar nasıl? Aslında yaralı görüntünüzle bu sorunun yanıtını çok
açık bir biçimde veriyorsunuz.»
Anlatıyorum. Konuşmam
bittikten sonra, Incİ Hanım, elindeki mikrofonu öykü ikincisi kıza uzatıp, aynı
soruları ona da sormaya başlıyor. Programını bitirdikten sonra yanıma geliyor
ve bana başka neler yazdığımı soruyor.
-«Şiir» diyorum.
Radyoya gelmem için
randevu veriyor. Benimle bir program daha yapacağını söyleyip gidiyor.
Bir görevli,
geldiğimiz yerlerin uzaklık yakınlık durumuna göre, yol, yeme, içme ve otel
paralarımızı bir zarf içinde verdikten sonra:
-«Bir otel bulun
kendinize» diyor. «Bakanlığa yakın olsun. Sabah saat sekizde burda bulunmanız
gerekiyor.
Hep beraber törenin
yapılacağı stadyuma gideceğiz. Ödüllerinizi Başbakan Sayın Ecevit'in vereceği
bildiril-misti size; ama son anda bir değişiklik oldu, Başbakanın da hazır
bulunacağı törende, ödülünüzü Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk verecek.»
Orta sınıf bir otel
buluyorum kendime. Odamda yal' nıztm. Fakat görüntüm beni rahatsız etmeye
başlıyor. Ay' nanın karşısına geçip, burnumun sargısını açıyorum. Zenci
boksörlerin burnuna benziyor. Aynadaki kendimi yardırıyorum. En iyisi sargıyı
tekrar kullanmak. Yara henüz çok taze. Burnumda, ameliyatın dikiş iplikleri...
Sargılı durmaktan başka çare yok.
-«Verimli topraklarda
fidelenmedi umutlarım. Benim umutlarım, vahşetin kucağında döllendi.»
Ertesi gün sabah
bakanlıktayız. Bizi bir arabaya bindirip, törenin yapılacağı stadyuma
götürüyorlar. Bayram töreninin sonundayız. Ödüllerimizin verileceği anons ediliyor.
Ve adımı duyuyorum. Cumhurbaşkanının oturduğu türbindeyim. Yanına varıyorum.
Elimi sikip kutluyor. Ödülümü veriyor.
Fakat burnumla hiç ilgilenmiyor. Sonra Başbakan Ecevit ve Rahşan Hanım
kutluyor. Bülent Ece-vit, elimi sıkarken,, burnuma ne olduğunu soruyor.
-«Kırdılar» diyorum. Kameralar burnumu çekiyor.
Ödül töreninden sonra,
adresini aldığım gazete bürosuna gidiyorum. Önüme ilk çıkan görevliye, beni
buraya çağıran gazetecinin adını söylüyorum. Beni alıp ona götürüyor. Bir
masaya oturuyoruz karşılıklı. İlk soru olarak:
-«Burnun?» diyor.
-«Eh!» diyorum.
«Düşüncelerinden dolayı birbirine saldıran gençliğin içinde okuyorum. Aslında
bunda şaşılacak bir şey yok. Şaşılacak şey, yarasız beresiz okuyabilmektir.»
-«Sanat?» diyor.
-«Tutku» diyorum.
«Aşkla bağlandığım ve onsuz asla yaşamak istemediğim bir tutku.»
-«Çalışmaların?»
diyor.
-«Sürecek» diyorum.
Söyleşimiz bittikten
sonra gazete bürosundan çıkıyorum. Aslında bugün dönmem gerekir. Anam
kaygılanıyor şimdi, biliyorum. Ama yarın saat on dörtte Radyoda olmam da
gerekiyor. İnci Hanımla böyle sözleştik. Otel arıyorum kendime.
Ertesi gün,
sözleştiğimiz saatte Ankara Radyosuna varıyorum. İnci Hanım, kendi bölümünün
kapısında beni sıcak bir ilgiyle karşılıyor. Hoşgeliş edip, odasına alıyor. Çok
dağınık bulduğu masasını aceleyle toplamaya başlıyor. Karşılıklı oturuyoruz.
-«Ne içersin?» diyor.
-«Çay» diyorum.
Biraz sonra iki çay
geliyor. Bir yandan çaylarımızı içerken, diğer yandan İnci Hanım programına
başlamak istiyor.
-«Başlayalım» diyorum.
Yazdığım öykü üzerine
ayrıntılı bir konuşma yaptıktan sonra, şiir üzerine konuşuyoruz. Kimleri
okuduğumu, kimlerden etkilendiğimi soruyor.
-«Nazım» diyorum.
-«Haa, baksana» diyor.
«Çok kötü bir kavgadan çıkmışa benziyorsun. Utanırsın belki diye o gün iyice
soramadım. Kimler yaptı bunu?» -«Önemi yok» diyorum.
-«Var!» diyor.
«Hayatından daha önemli ne olabilir ki? Hiçbir ideoloji, insanın önüne geçemez.
Eğer geçiyorsa, bunda bir yanlışlık var demektir.»
-«İdeoloji aslında bir
saplantıdan başka şey değil» diyorum. «Benim öyle bir saplantım yok. Fakat ben
seviyorum. Yaşadığım hiçbir olumsuzluk, beni bu sevgiden vazgeçi' remez.»
-«Kimi, neyi
seviyorsun?»
-«Hayatı seviyorum. Okumayı, yazmayı seviyorum. Fakat birileri,
<şunu oku, bunu okuma> diye dayatıyor. <Bunu sev, şunu sevme>
diyorlar. <Nazırn'ı sevme, Nazım yasak> diyorlar. Hayır, ben yasaklan
sevmiyorum. Fakat ben Nazım'ı seviyorum. İnsanı, sanatı, sanatçıyı seviyorum.
Umutlarımı seviyorum. Ozlemeyi, düşlemeyi, düşünmeyi, üretmeyi seviyorum. O
zaman sizden çıkan şeyler birilerine ters düşüyor. Ters düştüğü için de burnunuzu
kırıyorlar. Ne yapmalıyım? Her şeyden vaz mı geçmeliyim? Birilerine ters
düşmemek için kendime mi ters düşmeliyim?»
-«Radyomuz için çocuk
oyunları yazar mısın?» -«Ben mi?»
-«Denersin, öyküden
daha zor değildir. Senin için iyi bir olanak. Kısa olacak, üç daktilo
sayfası...»
Kalkıyor, «Oyun Yazma
Tekniği» adlı bir kitap alıyor kitaplıktan. Kitabı bana uzatıp:
-«Önce bunu oku, sonra
yazarsın» diyor. Teşekkür ediyor ve ayrılıyorum. Kızılay'a doğru avare avare
yürümeye başlıyorum. Başarı belgesi ve plaketten başka, ödül olarak aldığım
onbin liralık çek var cebimde. Çeki bozdurup, Zafer Çarşısına gidiyorum. Doya
doya bakıyorum alamadığım kitaplara. Doya doya, sindire sin-dire... İstediğim
her kitabı alabilecek durumdayım. -«Şimdi siz bana yalvarın» diyorum. Almam
gereken pek çok kitap var. Kitapları koyabileceğim bir çanta alıyorum Önce.
Elliyi aşkın kitap dolduru-yorum içine. Kitaplar, sanat dergileri... Hop deyip
yerinden kalkmıyor çanta. O geceyi de Ankara'da geçiriyorum. Ertesi sabah bir
taksi tutup gara gidiyorum. Yarım saat sonra kalkacak otobüsü beklemeye
başlıyorum.
Otobüsteyim. Mamak köprüsünü
geçiyoruz. On bir ve on sekiz yaşlarında iki kız var yan koltukta. Bir yerden
tanıyacak gibi oluyorum onları, ama tam olarak çıkaramıyorum. Aralarında
fısıltıyla konuşup bana bakıyorlar. Birbirimizle konuşmaya bir süre cesaret
edemiyoruz.
-«Afed ersin iz»
diyorum sonunda. «Sizi bir yerden ta-nıyacak gibi oluyorum ama...»
-«Adım Kübra» diyor
büyük olanı. «Bu da kardeşim Funda. Biz de.seni biraz tanır gibi olduk. Bizim
köylü değil misin?»
-«Köylü mü? Bizim
köylü mü? Siz bizim köylü müsünüz? Yok ya, bu mümkün değil!»
-«Aslında aynı
köylüyüz, ama pek de Öyle sayılmayız. Ben çok küçükken kasabaya göçmüşüz.
Kasabada babamı ve ağabimi mutlaka görmüşündür, dükkânları vardı Çarşıda.
<Hasan Çavuş> derler babama.»
-«Tamam ya, onları çok
iyi tanıyorum. Bu nedenle bana tanıdık gelmiş olmalısınız. Ama onlar şimdi...»
-«Yozgat
Cezaevindeler.»
-«Evet ya, doğru... O
talihsiz olayı yaşadığınızı biliyorum. Anneni de almışlardı içeri, değil mi?
Peki o nerde şimdi?»
-«Ankara Ulucanlar
Cezaevinde yatıyor. Ben Sivas'da, teyzemin yanında okudum bu yıl Kardeşim de
Ankara'da, dayımın yanında okudu. Hiç aksatmadan, her ay, Sivas'dan Ankara'ya
annemi ziyarete geldim. Şimdi de okuliar kapanınca, kardeşimi almaya geldim.
Köye gidiyoruz.» -«Köye mi?»
-«Kasabada kimsemiz
yok, evimizi de yıkmışlar, orda kalamayız artık. Diğer iki kardeşim köye
sığınmıştı zaten, Annem çıkana kadar biz de köyde kalacağız, halamın yanında...»
-«Ne zaman çıkacak
annen?»
-«Yedi ayı var. Geçen
gün seni televizyonda gördük, Öykü yarışmasında birinci olmuşun, kutlarım.»
-«Teşekkür ederim, ama
sen...»
-«Dayım söyledi bizim
köylü olduğunu. Aynı otobüste yolculuk edeceğimizi hiç düşünmemiştim.
Burnundaki sargıdan tanıdık. Sahi noğoldu burnuna?»
-«Önemi yok, küçük bir
yara...»
-«Köyde seninle
görüşmek istiyordum zaten. Yani görüşebilmeyi umuyordum. Anlatacağım olayları
belki yazarsın diye düşünmüştüm.»
-«Hangi olayları? Hani
şu sizin ailenin...»
-«Yani tam olarak o
değil, ama ona bağlı gelişmeler. Şu son aylarda yaşadığım olaylar... Aslında
ben yaşadıklarımın etkisinden hâlâ kurtulamadım. Yaşadıklanma inanamıyorum
ya!»
Bir süre sessiz
kalıyoruz. Gözgöze geliyoruz birkaç kez. Küçük kardeşiyle yer değiştirsek ne
İyi olurdu! Bunu, ona söyleyemiyorum tabii. Ama o, sanki düşüncemi
okuyormuşcasına:
-«Funda'yla yer
değiştirir misin?» diyor.
Allahım, bu ne
isabetli bir buluşma! Sevincimi ve şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak:
-«Tabii»
diyebiliyorum.
Yerleşmemiz uzun
sürmüyor. Kübra, hoşnut ve biraz da heyecanlı bir sesle:
-«Bilmem ki, nerden
başlasak» diyor. «Bana sorarsan, bu öykünün adı <Yarım Kalan Türkü>
olmalı.»
-«Neler yaşadın?»
diyorum.
-«Neler yaşamadım ki!»
diyor.
Hayatım boyunca
unutamayacağım o güzel sesiyle anlatmaya başlıyor. Anlatırken yeniden yaşıyor
sanki. Gözleri bazen dehşetle açılıyor, bazen hüzünlü bir gülümseme yayılıyor
yüzüne, bazen sesi titriyor ve ağlamaya başlıyor. Biz, otobüste olduğumuzu ve
yolculuğumuzu unutmuş, tamamen farklı bir dünyaya açılmışken, Elmadağı'nda
askerler görünüyor ellerinde silahlarla. Gelip geçen arabaları durdurup arama
yapıyorlar. Sürücü, dikiz aynasından yolculara bakarak:
-«Yanınızda boktan
şeyler olmasın sakın!?» diyor. -«Yok, yok, sür otobüsünü, korkma!» diyorlar.
Ben hiç konuşamıyorum. Çantam, «boktan» şeylerle dolu çünkü. Otobüsümüz
durdurulup sağa yanaştırılıyor. Askerlerin bir kısmı bagajlara bakarken, bir
kısmı da otobüsün içine dalıyor. Yolcuları ve çantaları didik didik arıyorlar.
Sıra benim çantada... -«Breh, breh, breh!..» diyor. -«Kimin bu çanta?»
-«Benim...»
Bir dergiyi alıp
karıştırmaya başlıyor. «Dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar birleşin!»
yazısını, çenesini sağa sola oynatarak, yüksek sesle ve biraz da alaylı
okuyor. Sonra imalı bir ses tonuyla:
-«Ezilen sınıf ha?»
diyor. «Sınıf, işçi sınıfı!.. Dünyanın işçileri birleşecek ha? Kime karşı? Sen
bunların yasak olduğunu bilmiyor musun?»
-«Yasak mı? O halde
neden Ankara'nın göbeğinde, açıktan açığa satılıyor? Bunlar illegal değil ki,
herbirinin üzerinde ciddi yayınevlerinin logosu var.»
-«Senin dilin pek de
uzunmuş! Keserim o dilini senin! Sen kiminle konuştuğunu biliyor rnusun?»
-«Ben bir Türk
askeriyle konuşuyorum. Konuşurken de hiçbir şekilde saygısızlık ve hakaret
içeren sözcükler kullanmıyorum. Sadece bunların yasak olmadığını söylüyorum.»
-«Bunların yasak olup
olmadığını sen mi bileceksin, yoksa ben mi? Ben yasak diyorsam, yasaktır! Şuna
bak, şuna!.. Nazım Hikmet!.. Yasak değil mi Nazım Hikmet? Steinbeck!.. Bu da
kim? Lenin'den, Mao'dan başka şimdi de bu mu çıktı? Şu ne peki?»
-«Ödül belgesi.»
-«Ne belgesi?»
-«Ödül...»
-«Ne ödülü?»
-«Öykü yazmıştım
da...»
"«Hırnmm, öykü de
yazıyorsun demek!? Sen, benim tahmin ettiğimden de tehlikelisin! Bu ne peki?»
-«Dergi, aylık.»
-«Bu?»
-«Bu, «İnsanları
Seveceksim, roman.»
-«Çok seviyorsunuz
belli. Bunları okuyup okuyup terör estiriyorsunuz. Nerde okuyorsun?»
-«Kayseri Fevzi Çakmak
Lisesinde.»
-«Sakın bana olaylara
katılmadığını söyleme. Savaştan daha yeni çıkmış bir halin var! Hem öykü de
yazıyorsun! Kimbilir neler yazıyorsun? Söyle bakalım, hangi olaylarda kırıldı
burnun?»
-«Olaylar gelip beni
bulmuş olamaz mı?»
-«İn, in, sen in
bakayım! Komutanım, burda şüpheli bir şahıs var! öykü de yazıyormuş! Alıkoyalım
mı bunu ko-mutanım?»
«Al, al aşağı!»
Kitapları çantaya
yerleştiriyorum. İki asker bana yardım ediyor. Kübra'nın gözleri gözlerimde.
Konuşmadan anlaşıyoruz. Çantamı omuzlayıp yürüyorum. Yerdeyim. Sağımda solumda
askerler. Dönüp bakıyorum- Kübra kapıda...
-«Bekleyeceğim» diyor.
«Bıraktığım yerden başlayaca-ğım anlatmaya. Mutlaka yazmalısın. Bıraktığım
yerden...»
Otobüs hareket ediyor.
Kübra camda. Karşılıklı el sallıyoruz. Acıyla, hüzünle burkuluyor yüreğim.
Tuhaf duygularla gülümsemeye çalışıyorum.
-«Bizim türkümüz de
yarım kaldı» diyorum.
Kitaba adını veren
«Yarım Kalan Türkü», onun bana parça parça anlattıklarıdır. Yanm kalmış
ilişkilerin, yarım kalmış türkülerin, tamamlanmayı bekleyen sabırlı soluyuşlarıdır.
Vehbi Bardakçı
Hockenheim, 1983
Eylül kendini usul
usul toparlıyordu. Pörsümeye yüztutmus yapraklar, soluk bir sarıya dökmüştü
yaşamı. Kuşlar da uzaklara gitmiş, sadece serçeler pineklemiş kalmıştı
dallarda. Acı bir sessizlik sinmişti doğaya.
Curali Köyü, umudunu,
alın terini devşiriyordu topraktan. Herkes, «eylüle güvenilmez» diye,
yangından mal kaçırır gibi hasadını İçeri alıyordu. Cevizler toplanıyordu bir
koldan.
Bir koldan bağ-bostan
bozuluyordu.
Elmas, ikide bir
duruyor, sağına soluna bakıyor, dönüp ardına bakıyor; bozduğu bostanı yılların
verdiği deneyin terazisiyle tartıyordu. Birden sanki renkler ışıklanıp söndü,
parmaklarının ucuyla gözlerini oğuşturdu. Ilık bir sarsıntı, ağır bir yorgunluk
duydu. Eski bir giysi gibi buruşmuş yüzünü biçimden biçime sokarak, belini
arkaya doğru esnetti. Omuzlarından beline doğru bir kütürtü aldı indi.
Günlerdir oğlunu
düşünüyordu. İki yıldır nişanlıydı Hasan. Ankara Gazi Eğitim'de okuyordu.
Korkuyordu El' mas; ortalığın toz duman oluşundan, öğrencilerin bitme--yen
kanlı kavgalarından çok korkuyordu.
-«Can dediğin ne ki!»
diyordu. «Şu günde insan canı on para etmiyor! Seni düşünen mi var! Ne hallerle
doğurduğunu, besleyip büyüttüğünü bilen mi, ana yüreğini duyan mı var!»
Bir acı dalgası kopup
geldi içinden. Ağlamaya başladı. Kazmayı daha bir öfkeyle salladı.
-«Vurun bakalım
yiğitlen!» dedi. «Sanan ki hırsızlık yaptılar! Sanan ki yol kesip adam
soydular! Vergi kaçırdılar! Yurdu gâvura sattılar!..»
Dağların ardından top
top gelen bulutlar birleşip güneşi karşılamış, ortalık birden kararmıştı.
Usuldan bir yel vurup'geçti. Bir gazete parçası döne döne uçtu. Biraz Ötede bir
toz direği yükseldi. Hasan'ın nişanlısı Zeliş çıkıp geldi tozların içinden.
Düşünceli görünüyordu. Rengi soluk, bakışları sönüktü.
-«Kolay gele» dedi.
Elmas, bir suçlu gibi
dönüp gözlerini sildi. Ağladığını kimseler görsün istemiyordu. Hele Zeliş'in
görmesini hiç istemiyordu.
-«Hoşgeldin kızım»
dedi. «Ağladın mı yoksa, gözlerin kızarmış! Yorgun bir halin var.»
-«Yok ana İyiyim.
Ocağa kazan kurdum da çamaşır kaynatıyom bugün. Senin kirlileri almaya geldim.»
-«Ellerine sağlık.
Birikti kaldıydi zaten. Nasıl yurum di--ye düşünüyordum. Eh, yaşlandım artık,
aklîm kesmiyor kızım, bir ayağım çukurda.»
-«Ağzından yel alsın
ana, o nasıl söz! Sen çok iyisin valla, yaşıtların daha beter!»
-«Aman kızım, bundan
sonra yeşerip de bostan mı olacağım. Allah tez elden benim canımı alsın da
sizin acınızı yaşatmasın.»
-«Sen hiç böyle
değildin kız ana, noğoldu sana böyle! Kaç gündür uykuyu tüneği zaten yitirdim,
bir de sen böyle konuşup da yüreğini kanatma insanın!»
Elmas, ağır ağır kazma
sallıyor, yorgun bedenini bir indirip, bir kaldırıyordu. Başını sağa sola
çevirdi, kütür kütür etti boyun damarları.
-«Yarın posta günü»
dedi. «Hasan'ın mektubu yarın geür, mutlaka gelir! Giderken sıkıca tembih
ettiydim; (kudasını aldığım, mektubunu tez gönder, beni bu dağbaşın-da deli
etme> dediydim. <Olur ana, gönderirim, sen hiç kaygılanma> dediydi.
Gideli iki ay oldu, göndermedi! Ama gelir, yarın mutlaka gelir, mektup gördüm
rüyamda...»
Zeliş çok durgun
görünüyordu. Çömelmiş, yüzünü a-vuçlarının İçine almış, sözde, Elmas'ın kazma
vuruşlarına bakıyordu. Bakımlı bir bahçeydi burası. Çevresinde, dallarını cömertçe
uzatmış söğütler sıralıydı. Sonra Zeliş de çalışmaya başladı. Elmas'ın söktüğü
soğanları temizleyip atıyordu kalbura.
-«Bırak kızım, ben
toplarım yavaş yavaş. Ananı kızdırmadan git yavrum, işine bak, hadi kızım.»
Zeliş. kalburu
"kucaklayıp söğütlerin dibine götürdü. Soğanları oraya döküp kaynanasının
yanına döndü. Kanğın başına çöküp daha istekli çalışmaya başladı. Soğanları
alıyor, yere bir-iki vurup keseğinden arındırdıktan sonra kalbura atıyordu.
Dalgındı Zeliş, düşünceliydi, durgundu, hiç konuşmuyordu. Elmas'in gözlerinden
kaçmadı onun bu durgunluğu.
-«Durgun sular derin
olur, bilirim» dedi. «Senin bir derdin var besbelli.»
-«Yok ana, ne derdim
olsun!»
-«Var, var, bir derdin
var senin. Her zaman böyle de^ ğildin, gözleriyin içi gülerdi.» -«Ne derdim
olsun.'?»
Elmas, gözucuyla
Zeliş/e bakıyor, onun ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordu. Binbir şey
geliyordu aklına. Niye üzgün duruyordu bu kız? Altın inci alınmadı, ondan mı;
yoksa Hasan'dan mektup gelmiyor diye mi? Ama bugün değilse bile yarın mutlaka
gelirdi! «Ah gençlik!» diye geçirdi içinden. Yüzünde belli belirsiz bir
gülümseme belirip kayboldu. Bu kız ayrılığa dayanamıyordu besbelli.
-«Hasretlik zordur
kızım, bilirim» dedi. «Yüze yüze kuy--ruğuna geldik. Biraz daha sabır, bir yılı
kaldı oğlanın. Okulu bitirir bitirmez düğün yapank. İyi kötü bir yuva kurarsınız.
Evlendiğimizde bizim hiçbir şeyimiz yoktu. Eski bir hasırı vardı rahmetlinin,
ona sannır da yatardık. İki go-nÜl bir olursa, samanlıklar saray olur. Hadi
güzel kızım, üzme şirin canını.»
Zeliş, toprağı
elleriyle çekip karıştırıyor, iri soğan başlanni bulup anndınyordu keseğinden.
Dipsiz düşüncelere salmıştı kendini. Hasan'm okulu bitirmesi, öğretmen olması
ve evlenmeleri... Bunlar uzakta, sisler içinde bir masaldı. Umutlarını
birdenbire yitirmiş, kendini, su halkalan gibi açılan, genişle--yen, gittikçe
tüm benliğini kuşatan bir karamsarlığa bırakmıştı.
-«Kavgalar büyüyor
ana, gün geçtikçe daha çoğalıyor! Dünden beri içimde bir sızı var. Yüreğime bir
bıçak saplanmış sanki, kanar durur.»
Karığın ikisi
bitmişti. Elmas üçüncü karığa başladı. Zaten canı burnundaydı, bu kız ne
konuşuyordu böyle deli deli!
-«Zeliş, ananı
bekletme kızım, kirlileri al da git işine. Ben usul usul çalışır, akşama
bitiririm burayı.»
Zeliş, hiç konuşmadan
kalktı, eve girdi. Kirli çamaşırları alıp gitti. Babası, avlunun örtmeliğinde
tütün sarıyordu. Tütün bahane, dalıp gitmişti.
Ocak, iğde ağaçlarının
duldalığma kurulmuştu. Kirli çarşaflarla, yatak, yorgan, yastık yüzleriyie dolu
bir kazan vardı ocakta. Dudu, ocağın başına çömeîmiş, üfleyerek tezekleri
tutuşturmaya çalışıyordu. Kızının geldiğini görünce işini bıraktı.
-«Kız kör olasıca!»
diye çıkıştı. «Sen burdan gideli kaç saat oldu kız!»
Zeliş, kaynanasının
evinden getirdiği kirli çamaşırları ocağın yanına bırakırken, anasına bakarak,
suçlu suçlu yutkundu. Bu arada Çot Musa girdi söze:
-«Avrat, kızın üstüne
çok varma» dedi. «Boş oturduğu mu var zavallının! Kemikleri görünüyor baksana,
incelmiş iplik olmuş!»
Zeliş, kazanda
kaynayan çamaşırları kalın bir sopayla Çıkarıp leğene koydu. Kollarını sıvayıp
oturdu leğenin başına. Suyu ılıtıp döktü, köpürttü İyice. Usta bir alışkanlıkla,
hızlı hızlı yıkamaya başladı. 'Fakat çok mutsuz görünüyordu.
Çamaşırlan yıkayıp
bitirdiğinde gün devrilip gitmişti. Kendini ilk akşamdan bıraktı yatağa. Günün
ağırlığı sıyrılıp indi üstünden. Nişanlısından ve kendini tedirgin eden
kaygılarından, korkularından gittikçe uzaklaşıyor, hoş bir sıcaklığa
gömülüyordu. Uyku, yumuşak bir tüy gibi sarıyor, Zeliş'i tatlı bir sessizliğin
içine alıyordu.
Devrisi gün sabah,
gözlerini açıp biraz düşününce, nişanlısının okulda olduğunu ve mektup
göndermediğini anımsadı. Yüreği, acı ve hüzünle yeniden burkuldu. Ve anılarında
türlü görüntüler almış yüzünü, Hasan'ın yüzünü bulmaya çalıştı. Çoktandır
sabahların tadını böyle çıkarıyordu; yüzünü yastığa gömüyor, kurabildiğince
güzel düşler kuruyordu.
Çot Musa, elinde
ibrik, ağzında sigarayla tuvaletten çıktı. Her zamanki yerine, minder ve
yastıkla döşenmiş kayısı kütüğüne doğru yürürken, öksürüklü sesiyle:
-«Kız ZelişL» diye
bağırdı. «Gün tepeye dikildi, gâvurun kızı, bu vakte kadar uyu...»
Sözünün sonunu
getiremedi; ciğerini tırmalayıp gelen, dipsiz, balgamlı bir öksürüğe tutuldu.
Bir süre boğulurcası-na öksürdü. Mosmor kesildi. Bu sırada, Dudu, avluda ocağa
tezek sokuşturuyor, Üflüyor, gözlerine kaçan dumana küfürler yağdırıyordu.
Dönüp hışımla kocasına baktı.
-«O zıkkımın kökünü iç
iç öksür!» dedi. «Sabahın köründe iç iç öksür! Yanmıyor meret, evde bir damla
gaz yok ki döksem! Elimizi yüzümüzü yumaya sabun da yok! Tembel tembel
oturacağına, gitsen, iki kilo sabun, bir teneke gaz getirsen, kıçın mı
küçülür!»
-«Ne zaman bitirdin
kız bir kilo sabunu! Aferin avrat sana, aferin yani! Boşuna <batakçı>
dememişler anana! Eh, armut dibine düşer, batakçının kızı batakçı olacak
elbet.»
-«Anam batakçıydı, ama
bitli değildi şükür. Senin ananı bitSer yedi bitirdi lan, yoksa öîür müydü o
dağ gibi avrat! Bahardan bahara zor sokardım suya.»
Zeliş uyku sersemi
avluya çıktı. Varıp anasının yanına çömeldi. Pişen bazlamalara eliyle dokunup
parmaklarını yaladı. Bazlamanın sacdan taşan kenarı bazen alevleniyor, sabah
esintisine yanık bir ekmek kokusu bırakıyordu. Kokusuyla, gölgesiyle,
esintisiyle, bu soluk görüntüsüyle, sabah, yaşanmış eski günleri
anımsatıyordu. Ne zaman yoğurtlu bazlama kokar, ne zaman yapraklar solar ve
kuşlar uzaklara göçer, işte o zaman, uzun bekleyişler, korkulu bekleyişler
başlar, hep aynı özlemler yaşanırdı. Anasının sesiyle sıyrılıp çıktı
düşlerinden.
-«Kız, daldın gene»
diyordu. «Aklın nerelerde geziyor! Git içerden bardakları getir, sofrayı kur.»
Zeliş kalktı, koşarak
eve girdi. Biraz sonra elinde çay bardaklarıyla dışarı çıktı. İğde ağaçlarının
altına sofrayı kurup, bardaklara çay doldurdu. Onlar daha kahvaltıya başlamadan
Elmas geldi.
-«Sabahımız hayrola»
dedi.
-«Hoşgeldin bacı, gel
otur şöyle, gel gel» diyerek, sofrada yer açtılar.
Zeliş onlan
duymuyordu. Lokması ağzında, gözlen uzaklarda asılı, öylece duruyordu. Elleri
ayakları çözülmüş ve sonunda yüreğindeki kıvılcım tutuşmaya başlamıştı.
-«Oraya bakın»
diyebildi.
Once, kalın bir toz
bulutu içinde gelen kalabalığı gördüler. Tozdan yüzler iyice seçilmiyordu.
Omuzlarda taşınan tabutu gördüler sonra. Yüreklerine kahredici bir korku düştü.
Kalkıp kalabalığa doğru koşmaya başladılar. Curali Köyü, yaşlısıyla, genciyle,
kadını, kızı ve çocuğuyla dışan döküldü. Kalabalık gelip, Elmas'ın evi önünde
dur' du. Küçük oda erkeklerle, büyük oda kadınlarla doldu.
Elmas dizlerini
morartmıştı vura vura. Tutam tutam saçlarını yoluyor, yanık, içli, derin
ağlıyordu. Bir ağızdan çıkarcasına, güçlü, gümbür gümbür, gökgürültüsünü andıran
bir koro-ağit yayılıyordu ortalığa. Sonra herkes susuyor, Elmas yeniden
başlıyordu dövünmeye, dövünerek ağıtlar yakmaya..,
Zeliş ağlamıyordu.
Küçük bir çocuk gibi anasının kuca-gına yatmış, anlamsız gözlerle hep aynı
noktaya bakıyordu. Baygınlıkla ayıklık arasının, o puslu, muğlak düş anında,
birtakım sesler geliyordu kulağına; «vurulmuş» diyorlardı. Başına toplanan bu
kadınları tanıyacak gibi oluyor, yüreği yanacak gibi oluyor, tam bu sırada
Hasan gerçeği, belleğinin kuytularında, karanlık köşelerinde kalıyor, unutuyordu
her şeyi. Bir rüyada gibiydi sanki, ama seslen duyuyordu; «vurulmuş»
diyorlardı. Kim vurulmuştu? Yaşanan gerçekle, belleği arasında, bir bağ. bir
köprü kuramı--yordu. Bir bağ kuracak olsa, yaşanan olayı aydınlığa tam
çıkaracağı sırada her şey yeniden karanlıklara gömülüyordu. Düşünemiyordu, konuşamıyordu, yüreğindeki
acıyı söküp atamıyordu. Bulut oluyor, yağmur oluyor, rüzgar oluyor; uzak,
karanlık, bilinmez deryalarda esiyor, esiyordu. Sesler geliyordu; gittikçe
açılan, yayılan, netleşen sesler... «Vurulmuş» diyorlardı, duyuyordu. Sonra
sesler yine karışıyor, kaynaşıyor, uzaklaşıyor, boş ve anlamsız bir uğultuya
dönüşüyordu.
Zaman nasıl geçti
biimiyordu. işte pencere, işte pencere camı, her şey tek îek aydınlanıyordu.
Yağmur yağıyordu dısarda. Yağmur damlaları cama vuruyor, saydam zeminde ince
bir iz bırakarak akıp iniyordu. İşte un çuvalları, işte ortadirek, işte
terek... Her şey bıraktığı gibi duruyordu. Derin bir uykudan uyanıyordu sanki.
Kadınları görüyor, yüzlerini tek tek seçmeye başlıyordu. Yüzeye doğru
çıktıkça, acıyla, hüzünle karışık, soğuk bir titreme dalgasına yakalanıyordu.
işte anası, işte
kaynanası... Kaynanası, çaresiz bir çırpınış, yanık bir ağıt olup yitiyordu.
Ağıtlar arasında, «vurulmuş» diyorlardı yine, duyuyordu, ama bu kez kimin vurulduğunu
çok iyi anımsıyordu. Kanayan, ağrıyan, gittikçe derinleşen bir yara açılıyordu
yüreğinde. Uzun bir çığlık atarak uyanıp, yaşadığı anın gerçeğine dönüyor,
sonra bu çığlıklar kara bir ağıda dönüşüyordu. Çok sürmüyordu Ze-lîş'in
ağıtlan; her varlık yine donuyor, kalın bir sis perdesine gömülüyordu.
Uzaklardan, sanki taa yerin dibinden geliyordu sesler; «Hasanım» diyorlardı,
«yiğidim» diyorlardı, «kara yiğidim» diyorlardı...
Ağır ağır yürüyordu
topluluk. Bazen duruyor, sallanıyor ve yeniden yürüyordu, önden arkaya, arkadan
öne doğru, büyüyen, dalga dalga açılan, genişleyen bir ağıt akıyordu.
Pir Sultanlar gibi
gürleyen; kavgalarda, sevdalarda, türkülerde gürleyen Anadolu, bu kez yaman
ağlıyor, derin ağlıyor, için için, sessiz ağlıyordu...
İlkokul çocukları da
vardı bu topluluğun içinde. Ali Öğretmenin peşinde üzgün üzgün yürüyorlardı.
Bir kız çocuğu, «evlat acısına son!» pankartını taşıyordu. Hasan'ı toprağa
verdikleri zaman gün devrilip çoktan inmişti. Hasan'in Ankara'dan gelen
arkadaşları o akşam gittiler. Onlar gidince köy bomboş kaldı. Zeliş, yerden
yere attı kendini. Kimseler avutamadı onu.
Devrisi gün, Zeliş,
sırtını duvara vermiş oturuyordu. Nakışlı bir kilim Örtmüşlerdi bacaklarına.
Boş gözlerle sü' rekli aynı noktaya bakıyordu. Kara ve kıvırcık saçlan, sarkık
bıyığı, elmacık kemikleri çıkık, kuru, esmer yüzüyle Hasan geliyordu gözlerinin
önüne. Onun gülüşleri, onun bakışları, onun öpüşleri, ucu ağılı çelik bir bıçak
gibi saplanıyordu yüreğine.
Hasan, duygusallığından arınmaya ve tüm gücüyle
inançlarına sarılmaya çalışırdı. İnançları, yaşamı kirleten ne kadar itlik,
kepazelik, utanmazlık varsa, hepsini bir vuruşta devirir, tüm incelikleri ve
güzellikleri yaşamanın, in> san olmanın tadını verirdi. Duyarlıydı Hasan.
Çabuk etkilenen, çabuk örselenen bir kişiliği vardı. Bir türkü dinlese, içinde
uykuya yatmış bin yıllık acılar devinir; sonra coşkuyla dolar, yaşama umutla
sarılır, yüreğini olanca yalın-lığıyla çıkarıp sevdiklerine uzatırdı.
Arkadaşlarının,
«Hasanlar Ölmez!» diye haykırması, Ze-liş'in yüreğindeki yangını söndürmeye,
taa derinlerde kök salmış acılan söküp atmaya yetmemişti. Hasan gitmişti ve bir
daha geri gelmeyecekti. Onunla birlikte, özlemleri, bek-lenîileri, umutlan da
kurşuna dizilmişti, «insan, gürül gürül akan bir umut ve taşlan çatlatan bir
sabırdır» derdi Hasan. «Umut ve sabırdan, köklü bir yaşama sevinci doğar. Bir
insanın umutlan tükenir, sabrı tükenirse, yaşama sevinci de tükenir» derdi.
«Yaşama sevinci tükenen insan, serseri bir kurşun gibi saplanır alnına adamın!
Sabrımızı ipe çekmeyin ve kurşuna dizmeyin umutlanmızı!» derdi. Böyle derdi Hasan.
Zeliş büyülenerek dinlerdi onu. Bilemediği, adını koyamadığı duyguların akışına
kapılır, yumuşak, sıcak, okşayıcı bir huzurun tadına varırdı. Ama şimdi çok
yanıktı, taa derinden yaralıydı, kan damlıyordu yüreğinden... Hiçbir şey,
hiçbir söz onu teselli edemiyordu.
-«Hasan öldü!..»
diyordu kendini inandırmak istercesine. «O öldü!..»
O ölmüştü...
Gözlerinden sızan yaşlar akıp iniyordu çenesine doğru. Kimselere göstermeden,
kimseleri incitmeden, örselemeden, için için ağlıyordu. Ama Dudu görüyordu.
Acılann onda nasıl döllenip ürediğini, çoğalıp genişlediğini, günden güne kızının
nasıl eriyip tükendiğini görüp duruyordu.
-«Etme kuzum, kınalı
kuzum» dedi birgün. «Geceler boyu uyumadın, günler boyu yemedin, içmedin, halın
hayrın kalmadı, için dışına çıktı ağlayı ağlayı! Sil gözleriyin yaşını,
Allah'a ağır varmasın, isyan olmasın acılann, <tövbe> de kızım. Yüreğin
çok yaralı, ama sabır dile Allah'dan! Yazgıya karşı gelinmez kuzum, kınalı
kuzum!» dedi.
Zeliş, çocuklar gibi
içini çekerek anasının kucağına yattı. Dudu, kızının gözlerini sildi, başını
okşadı. Biraz sonra kapanıverdi Zeliş'in gözleri. Anasının kucağı yataktan daha
rahat gelmişti ona.
Günler bu minval üzere
geçip gitti- Yorgun köylüler, bağda-bostanda kalmış son hasada koşuyordu.
Yaşlılar, güzün son sıcaklarıyla duvar diplerinde uyuşup kalmışlar-df. Göz
kapayıp açana dek akşamın gölgeleri uzuyor ve herkes işini gücünü bırakıp evine
dönüyordu. Zeliş, avluda, iğdelerin altında oturuyordu. Bacaklarını büküp, karnına
doğru çekmiş, elleri ayaklarında, çenesi dizlerinde, uzaklara, ufukların ardına
doğru boş boş bakıyordu. Durmadan çoğalan, üreyen yetmezliği, duygusal olarak
kurduğu ya da kurmaya çalıştığı iç düzenini altüst ediyordu. Hasan'la birlikte
yüreğinden bir şeyler kopup gitmişti. Kendini, onsuz eksik ve anlamsız
hissediyor, içindeki labirentte umutsuz ve çaresiz çırpınışlar yaşıyordu.
Bazen intihar etmeyi düşünüyor, bazen kendini bile hayrete düşürecek bir
başkaldırı isteğiyle doğrulup ayağa kalkıyor, küçükken masal ve hikâyelerde
dinlediği kahramanların korkusuz meydan okuyuşlarında buluyordu kendini.
Ayırdı-na varmadan, tüm kapılarını dış dünyaya her geçen gün daha sıkı
kapatıyor, kendi içinde çok sessiz bir yaşam sürüyordu. Bu sessizlikte, dış
dünyayla bağlantısını kuran, bir arının vızıltısı bîle olsa, o vızıltı
kulaklarında ezgileşiyor ve bir ağıdın burukluğu oluyordu.
Bir gece Elmas sabaha
kadar namaz kıldı. Namazdan sonra uzun uzun dua etti. Seccadeyi Özenle toplayıp
kalktı ve onu aceleyle sandığın üstüne bırakfp çıktı. Yaşından umulmayan bir
hızla ve kararlı adımlarla yürümeye başladı. Üstleri başları dağınık, saçları
taranacak, ayaklan yalın kız çocukları, sığır sürüsünün ardısıra koşuyor,
ineklerin buharlı, sıcak bokunu, henüz yere düşmeden, havada kapıyordu.
Kadınların bağırtısı, ineklerin böğürtüsü, öteden, evlerin arasından gelen bir
köpek ürümesi, bir horoz çığlığı, bir çocuk ağıdıyla, bilinen bir köy sabahı
yaşanıyordu. Elmas, sığır sürüsünü geçip, mezarlığa yöneldi.
Mezarlığa her
gidişinde, taşlarla, otlarla, kuşlarla konuşuyordu. Hasan'ın bebekliği hiç
çıkmıyordu aklından. Öpmeye, okşamaya kıyamadığı... Buğday tarlalarında çalışırken,
salıngaçlar içinde koruduğu... Yemeyip yedirdiği, içmeyip içirdiği... Ninniler
söylediği, adaklar adadığı, uğruna ölümlere gidip geldiği,.. Nar tanesi, nur
tanesi, bir tanesi... Maddi varlığından uzaklaşıyor ve sanki başka boyutlara
taşınıyor, oğluyla ruhsal bir bütünlük kuruyordu. Hasan'dan sonra iki kez düşük
yapmıştı. Düşüklerden sonra da hiç çocuğu olmadı.
Elmas, üç yıİ önce,
yine böyle bir sonbahar sabahı kocasını kaybetti. Zayıf kalbi onu daha fazla
taşiyamadı, kahvaltı sofrasında ansızın devriidi ve bir daha doğrulup
kalkamadı. Elmas'ı yaslara boğarak geçip gitti. Daha onun acısı dinmeden
tuz-biber ekti yarasına düşman!
Hasan'ın korkulu
gecelerinde, uykusuz, bulanık gecelerinde, ona adanmış bir masal, bir ninniydi
Elmas. Yazılmamış bir destan, okunmamış bir kitaptı. Dağların koynunda,
kurtların, çakalların, akbabaların diyarında, tüm acıları deneyimleyen,
göğüsleyen, onlara meydan okuyan bir ana... Dinmeyen bir yürek ağrısı, uzayıp
giden bir çığlık, bir ünlem..- Ağlarken vakur, düşünürken vakur, konuşurken
vakur...
-«Kara yiğidim.
Hasanım» diyordu.
Bu sözler hiç
eksilmiyordu dudaklarından. Dualar okuyarak mezarlığa girdi. Bir otun, bir
çiçeğin, bir böceğin suskunluğunda buluyordu onu. Onu, gecelerde, uykusuz,
tedirgin gecelerde... Onu, uzayıp giden ağıtlarda, türkülerde buluyordu. Bu
yara, bu yürek yarası, onunla mahşere kadar gidecekti.
Varıp oğlunun başucuna
çömcldi. Ağlayarak uzun uzun dualar etti. Toprağı sevgiyle okşadı, sonra eğilip
özlemle öptü. Yine onu görüyordu. O, bir yelin esişi, bir dalın «küt!» diye
kırılışı, bir arının vızıltısı, bir kuşun ötüşüydü. Kuşlar ne güzel Öter!
Kuşlar Öter ve bu Ötüşler ezgile-şir, bir türkünün burukluğu olur, işte o türkü
Hasan'dı. Hasan, türkülerini çok içli söylerdi, yanık, dokunaklı söylerdi. Saz
da çalardı. Hasan'ın ellerinde bin yıllık acıları haykırırdı teller. Teller
delienir, ağlar, çıldırırdı onun ellerinde. İnsanı alıp, uzaklara, taa
uzaklara götüren bir sesi vardı.
-«Yüreğim yangm
yeridir, gözlerim iki kan çanağı» diyordu. «Anayım ben taşlar. Ölenlerin,
doğanların, yeniden doğanların anası... Fatma'yı, Meryem'i geç, Havva'dan
beri uzun bir çığlıktır sesim. Ya akşam karanlığında kurşuna dizilenlerin, ya
da sabaha karşı ipe çekilenlerin, kan akıtan iki pınarı, İki kan pınarıyım.
Anayım ben taşlar, duyun beni... Acılarım vardır, acılarım, ağılardan yeşil-
Ağıtlarım, türkülerim vardır, közlerden yanık...»
Elmas'ın feryadını;
dağlardan, taşlardan, kurtlardan ve kuşlardan başka kimse duymuyordu.
Bakan Nuri,
kahvaltıdan sonra ceketini giydi- Kravatını düzeltmek için son bir kez daha
baktı aynaya. Bıyığını kıvırdıktan sonra kaşlarını çattı. Ciddi suratın, kendine
yakışıp yakışmadığını görmek istiyordu. Sonra kendini her iki taraftan
seyretmeye başladı. Dökülen saçlarını ve gittikçe artan kırışıklarını düşünerek
gününü zehir etmek istemiyordu. Oynak bir ıslık havası tutturdu. -«Çantamı
verir misin Nuriyeciğim» dedi. Kahvaltıdan sonra sigara keyfi yaşayan Nuriye
Hanım, kocasını kapıya dek uğurladı. -«Gülegüle Nuriciğim» dedi.
Nuri, evinin genel
kapısından dışarı çıkınca, bedenin--de ılık bir gevşeme, bir çözülme duyup
rahatladı. Kenarları çiçeklerle süslü, parkeli bahçe yolunda usul usul yürümeye
başladı. Ve mermer sütunlu bahçe kapısını açıp caddeye çıktı. Şoförünün ve
koruyucusunun gelmesine yarım saat vardı. Nuri, her sabah, açık havada
gezinerek beklerdi onları. Bakan olduğundan beri bir alışkanlık haline
getirmişti bunu. Seviyordu açık havayı. Hele böyle baharsa mevsim...
Kollarını iki yana
açarak şöyle bir gerindi. Kürek kemiklerini oynattı. Başıyla daireler çizerek
boyun kaslarını gevşetti. Göbeğini okşadıktan sonra pantolonunu yukarı çekti.
Pantolonu sık sık düşüyordu. Olabilir, terzilerin halasıydı. Kafasında
«memleket meseleleri» yerine «müstehcen resimler» taşımıyordu herhalde. Gerçi
biraz zamparalığı vardı, ama namusuna söz yoktu. Çantasını sağ elinden sol
eline aldı. Başında sanki yumurta küfesi taşıyor gibiydi Nuri. Dimdik
yürüyordu.
-«İsveç hesabını bu
yıl içinde hedefe ulaştırmalı» dedi. «Ayrıca şu Marmaris işini de kokusu
çıkmadan bitirmeli. Arsa parsellenmiş kardeşim! Altyapı planı hazır! Yani bu
işi daha fazla sallayıp sürüklemenin bir anlamı var mı! Bir yandan muhalifler
sıkıştırıyor, hep o <erken seçim> zırvası, (isteriz de isteriz> diye
tutturdu adamlar, söyledikleri başka şey yok. Ulan kerizler; millet bizi dört
yıllığına seçmedi mi? Ee, siz kim oluyorsunuz da bu hakkı elimizden alıyorsunuz!
Hukuk devletinde böyle bir adaletsizlik olamaz. Bu ülkede demokrasi var
arkadaş! Diğer yandan ordu sıkıştırıyor, durup durup işaret parmağını
sallayarak, <gelirim haa, doğru durun!> diyor. Gelirsen gel ya! Sen ne
zaman gelmek istedin de biz <geime> dedik. Gel arkadaş! Memleketi
düzelteceksen hiç durma gel!»
Nuri, gözlerini
kırpıştırarak ve gerinerek güneşe baktı. Derin derin soluklandı, ciğerini,
baharın taze havasıyla doldurup boşalttıktan sonra:
-«Gidip Akdeniz'de
bir-iki hafta dinlenmeli» dedi. «Yorulduk kardeşim. Davulun sesi uzaktan hoş
gelirmiş.
Meclisin işleri kolay
mı! Hele o muhalifler! Hele onlar! Diplomalı cahiller!»
Nuri, köşeye gelince
kararsız durup bir süre bekledi. Geri dönüp acaba şoförünü ve koruyucusunu mu
bekleseydi, yoksa köşeyi dönüp bir çeyrek saat daha mı yürüseydi? -«Boşver!»
dedi elini boşlukta sallayarak. Evinin önünde kazık gibi dikilip, emrinde
çalıştırdığı adamları beklemesi olacak şey değildi. Elbette onlar Nuri'yi
bekleyecekti. Köşeyi dönüp yürümeye başladı.
-«Yahu ne demişti şu
bizim Nuriye? Hepsini unuttum vallahi! Bir davete katılacağını mı söylemişti?
Haa Önce kuaförüne uğrayıp saçlarını boyatacaktı. «Sarışın olmaktan bıktım
Nuri, biraz da esmer olsam rnı?> diye sorduydu. Sonra kozmetik ürünleri
mağazasına gidecek; parfüm, losyon, oje, rimel, ruj filan alacaktı. Kadın
elbette güzel kokmali. Tabiİ kardeşim, güzel kokmalı, leş gibi ter kokacak
değil ya! Manikür-pedikür de yaptıracaktı gaiiba. Daha sonra da gidip
bacaklarının kılını aldıracaktı. Şu bizim Nuriye şanslı kadın canım. Gerçi ben
ondan daha şanslıyım ya!... Babadan, dededen kalma epey bir serveti var. Ee,
ne de olsa babası zamanın hatın sayılır zenginlerindenrniş. Akıllı adamamış
canım! Çalışmış, çalmış çırpmış, çeşme akarken küpünü doldurmuş.,.»
-«Günaydın Nuri Bey,
yürüyüşe mi çıktınız?» Yolsuzluk ve rüşvet olaylarının baş danışmanı, en yakın
komşularından ve dostlarından müteahhit Şükrü Beyin sesiyle kendine geldi,
Şükrü Bey, tokalaşmak için elini uzatmış:
-«Günaydın efendim,
günaydın, yürüyüşe mi çıktınız, aman ne güzel» diyordu.
-«Günaydın Şükrü Bey,
şoförüm gelene dek şöyle biraz temiz hava almak istemiştim. Sabahları yürümek
iyi geliyor bana. Nasılsınız, iyisiniz inşallah?»
-«Teşekkür ederim,
gördüğünüz gibi çok iyiyim Nuri Bey... Sizi sormalı, siz nasılsınız efendim?»
-«Şükürler olsun Şükrü
Bey, şükürler oİsun. Nasıİ olalım, memleket meseleleri işte... Milletin derdi
bitmiyor efendim. Uğraşıp duruyoruz.»
-«Allah iyilik versin
efendim, sağlık versin. Hadi size iyi günler... Yürüyüşünüze devam edin.»
-«Size de Şükrü Bey,
size de iyi günler.»
Köşeyi döndükten
sonra, Nuri, ikinci kavşağa dek yü-rümüştü. Epey uzaklaştığının ayırdına vardı.
Geri dönüp, evine doğru yürüdü. Aklı karısındaydı.
-«Nuriye'nin işi çok
zor. <Bacaklanmm kılını aldıracağına diye gidiyor, eve mosmor dönüyor. Son
günlerde tutturdu, <Nuri, burnumu biraz küçülttürsem mi? Nuri. dudaklarımı
biraz kalınlaştırsam mı? Nuri. herkes yaptınyor, göğüslerimi ben de yaptırsam
mı?> Ulan bu ne iştir!... Yok efendim, kal-çalan biraz genişmiş! Olsun
varsın! Bence daha İyi! Her tarafını kestir diktir bakalım. Para bol nasılsa!
Hem, bu yaştan sonra Marilyn Monroe mi olacaksın, kadın?»
-«Günaydın efendim.»
Liseli bir kız.
gülümseyerek, saygılı bir biçimde Nuri'yi selamlıyordu. Nuri, kızın sesiyle
ansızın uyanıp kendine geldi. Önce tanıyamadı, çıkaramadı kim olduğunu. Sonra
hatırladı birden.
-«Günaydın yavrum»
dedi. «Günaydın evladım. Okula mı gidiyorsun?» -«Evet efendim.»
-«Babana selam söyle.
Onu çok özledim, oturup da Şöyle bir doya doya kahve içemedik.»
-«Peki efendim,
söylerim selamınızı. Hadi size iyi günler, iyi çalişmalar.»
-«Gülegüle kızım,
gülegüle... Hadi bakalım, sana da iyi dersler, başarılar evladım.»
-«Teşekkür ederim
efendim.»
-«Ee, tabii bunlar
medya çocuğu. Bizim zamanımızda medyanın
olanakları çok kısıtlıydı. Gazete bulamazdık okumaya. Şimdiki çocuklar
çabuk gelişiyor. Eğitim olanakları da arttı canım. Bizim kız bu yıl Anadolu
Lisesini bitirecek inşallah. Tutturdu, <baba ben arkeoloji okuyaca--ğım>
diye... <Kızım, ne var su arkeolojide, bok mu var! Git Amerika'da ekonomi
oku!) diyorum, ama seni dinleyen kim! Oğlan akıllı canım! Anasına çekmemiş...
Beni dinledi, şimdi Fransa'da krallar gibi yaşıyor. Uçak mühendisi olacak,
dile kolay. Başta o da karşı çıktıydı bana. <Baba. Türkiye'de bu alanda iş
yok> dediydi. <Lan oğlum, ne işin var Türkiye'de!» dedim. <Git
Avrupa'da, Amerika'da çalış! Sen uçak mühendisi ol, gerisine karışma, deli,
havada kaparlar seni!> dedim. Aferin oğluma! Sözümü dinledi, adam gibi bir
adam oldu. Babasına çekmiş kerata. <Hık> demiş şeyimden düşmüş! Neydi o
yahu, bir atasözü var' di... Evet hatırladım, burnumdan... <Hık> demiş
burnumdan düşmüş! Tıpkı ben!»
Nuri, giderken döndüğü
köşeyi şimdi gelirken yine dö-nüyordu. Köşeyi dönerken muhalifleri anımsadı.
-«Şu bizim muhalifler
çok şey! Memleketi kan gölüne çevirdiler! Kardeşi kardeşe düşman ettiler! Peki
biz ne yaptık? İktidara gelir gelmez köşeyi... Pardon, şeyi döndük. Yahu ben
köşeyi döndükten sonra çok yürüdüm galiba! İsveç bankalarında hesabım varmış
da, yok efendim bu pa-ralann kaynağını söyleyecekmişim de... Varsa var efendim,
kime ne! Benim karı tarafı çok zengin. Yani biz zengin karıyla evlendik diye
suçlu muyuz kardeşim? iktidara gelir gelmez terörü durdurduk. Memlekette artık
hiç kimsenin burnu kanamıyor. Az şey mi yani! inkâr ediyorlar! Yaptığımız
hizmet, gözlerine durur inşallah!»
Nuri, yürümenin
tadını, yalnızlığın, rahatlığın tadını do-ya doya çıkarıyordu. Derin bir «oh!»
çekti. Evine yaklaşmıştı. Cadde kenarına park edilmiş özel otosunun yanına
gelince zınk diye durdu.
-«Aman Ailahım!» dedi
hayretle.
Sine sine otosuna
doğru yürüdü. Nuri'yi bunca şaşırtan şey, otosunun sağ ön tekerleği dibinde
hayın hayın duran bir konserve kutusuydu. O kutuyu, herhangi bir yerde görseydi
hiç yadırgamazdı, ama burda, özel otosunun tekerleği dibinde...
-«Aman Allahım!» dedi
yeniden.
Ağzı bir karış açık
kalmıştı. Bir adım daha yaklaştı, sonra korkuyla üç adım geri sıçradı. Bir süre
çaresiz bekledikten sonra, boş bir cesaretle otosuna doğru yeni bir atılım
yaptı, fakat ancak bir adım atabildi. Sinsi bir tehlikeyi sezinleyip, ikinci adımını
atmaktan vazgeçti.
-«Bu var ya bu... Bubi
tuzağıdır bu!» dedi. Ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu düşünüyor,
tekerleğin dibindeki konserve kutusuna dehşetle bakıyordu. Sabah sabah bütün
keyfi kaçmış, ağır bir sıkıntı çökmüştü içine. Önce kutuyu alıp atmayı düşündü,
sonra birden:
-«Sakın!» dedi
kendine. «Aklını mı kaçırdın lan Nuri! Nedir o biliyor musun? Bomba! Kuş gibi
havaya uçurur seni! Mahallenin her tarafından parçalarını toplarlar! Memlekete
tam da faydalı bir kişi olmuşken, şuna bak yahu! Belli ki çekemiyorlar!
Servetimizi çekemiyorlar! Mevkimiz, makamımız, herkesin gözüne batıyor!»
Gerçi özel otosunu
kullanmıyordu Nuri. Özel işleri için bile makam arabasını kullanıyordu. Bu
arabayı genellikle Nuriye Hanım kullanıyordu.
-«Vay kurnazlar!»
dedi. «Özel arabamı Nuriye'nin kullandığını ne bilsinler, benim kullandığımı
sanmışlar! Besbelli bana kurmuşlar bu pusuyu! Ah Nuriye, kutuyu görmeden
bınseydin arabaya, Allah korusun, paramparça olacaktın! Mahalleden parçalarını
toplatacaktın bana! Sahi be, görünür gibi değil, nasıi gördüm yahu, hayret!»
Korku dolu bakışlarını
kutudan ayırmadan, arabanın çevresini tedirginlikle birkaç kez dolandı. Sonra
çaresizliğini anlayıp çöküverdi bulunduğu yere. Kutuya kinli kinli bakarak
düşünmeye başladı. Bir çözüm buldu sonunda, «hımm» çekerek başını salladı.
Umutla ayağa kalktı. Çantasını uygun bir yere bırakıp, yandaki inşaata doğru
yürüdü. Ordan aldığı bir demir çubukla otosuna döndü. Yatıp korunmak için
uygun bir yer aradı. Uygun bulduğu bir çukura yüzüstü uzandı. Pahalı kumaştan
dikilmiş elbisesinin batacağı aklının kenarından bile geçmiyordu. Elinde-ki
demir çubuğu konserve kutusuna doğru uzattı. Demir çubuk zangır zangır
titriyordu.
Bu sırada, koruma
polisi ve şoför, Nuri Beyi alıp bakanlığa götürmek için, makam arabasıyla
çıkageldiler. Arabayı bir kenara çekip İndiler. Nuri'yi böyle yüzüstü yere
yatmış da titrer görünce, şaşkınlık içinde durup önce bakıştılar, sonra varıp
Nuri'nin başucunda durdular. Onların geldiğini farkeden Nuri, başını kaldırınca,
soru dolu, hayret dolu iki çift gözle karşılaştı. Suçüstü yakalanmış bir hırsız
gibi sıçrayıp kalktı. Demir çubuğu yere atıp, utanarak üstünü çırptı. Konserve
kutusuna doğru korku ve panikle birkaç adım attı.
-«Bu ne, bu?!» dedi.
Arabaya doğru birkaç
adım'yürüyen koruyucu, tekerleğin önünde ters dönmüş ilkel bir kutu görünce,
kahkaha atmamak için kendini zor tutup, basit bir gülümsemeyle işi geçiştirmeye
çalıştı.
-«Kutu...» dedi.
-«Kutu olduğunu biz de
biliyoruz, sersem!» diye bağırdı Nuri. «Elbette bu bir kutu, ama bir bak, ne
kutusu bu?»
Koruma görevlisi,
kuşku ve şaşkınlıkla Nuri'ye baktı. Kafasını mı bozmuştu acaba? Kimbilir,
memleketin işleri iyi gitmiyor diye... Olur mu olurdu! Yani, memleketin acıklı
durumu, adamın kanına dokunmuş olamaz mıydı? Bu kuşkuyla dönüp şoföre baktı.
Şoför zaten yeterince paniklemiştİ, bakışlarıyla koruma görevlisine cesaret
verecek durumda değildi.
-«Salak!» diye geçirdi
içinden koruyucu.
Beklediği cesareti
şoförde bulamayınca, kendine olan güveni ılık ılık aktı damarlarında. Ne kutusu
olur, bilinen bir kutuydu işte!
-«Bayağı bir kutu,
Sayın Bakanım» dedi. «Bildiğimiz bir konserve kutusu!»
Bunları söylerken,
koruyucu, kutuyu almak için yere eğilmişti. Nuri, ani bir tepkiyle:
-«Dokunma!» diye
bağırdı.
Koruma görevlisi,
Nuri'nin bağırma ritmine uyarak ve dehşete kapılarak geriye doğru birkaç kez
zıpladı. Korkudan ter içinde kalmış, yürek atışları hızlanmaya başlamıştı.
-«Salak!» dedi Nuri.
«Şu hale bak, sen beni koruyacağına; ben seni koruyorum! Ne var o kutunun içinde,
biliyor musun!?»
Şoför ve koruyucu,
gözgoze gelip bir süre bakıştılar. Nihayet anlamışlardı. Bakışlarında, Nuri'nin
olağanüstü zekâsına duydukları hayranlık vardı.
-«Evet, anladım!..»
dedi koruyucu. «Bu bir bomba!.. Emrederseniz Bakanım, hemen bir bomba uzmanı
ve emniyeti çağıralım!»
Nuri Bey artık
sakindi. Fakat yine de hızlı adımlarla arabanın çevresini dolanıyor, bazen
eğilerek arabanın altına bakıyor, sonra doğruluyor, sağ eli belinde, sol
işaret parmağı şakağında, bir kahraman edasıyla derin derin düşünüyordu. Çatık
kaslarıyla kendinden emir bekleyen koruyucusuna baktı.
-«Çağır, çağır!» dedi.
Bunu söylerken, yüzünü
tiksinir gibi buruşturmuş, eliyle de «git başımdan» der gibi bir hareket
yapmıştı. Koruyucu, telsizini çıkarıp konuşmaya başladı. Devletin koca bir
bakanını koruyor olmanın verdiği onura, bu kez de, ona düşüncesini benimsetmiş
olmanın şerefi ve sarhoşluğu eklenmişti.
Arka sokakların
birinde, egzosu bozulmuş bir arabanın ansızın «güm güm» bırakması, kulaklarını
kapatıp yere yatmalarına yetiyordu. Sonra, o gürültünün, bu uğursuz kutuyla
ilişkili olmadığını anlıyorlar ve rahat birer soluk "alıyorlardı. Ola ki,
karşı villada oturan ailenin yaramaz ço-cuğu, yatak odasında makyaj yapan
annesini veya mutfakta çalışan hizmetçi kadını korkutmak için mantar tabancasını
patlatmasın; açık pencereden çıkıp, yankılana yankılana olay yerine gelen
yaramaz çocuğun bu «güm güm»leri, Nuri ve arkadaşlarının yüreklerinde korkunç
gürültüler ve sarsıntılar yaratan bir top oluyordu ve boş bir çuval gibi yere
yığılıyorlardı. Nuri'nin bir başka korkusu da, mahalle halkının bu olayı
duyması ve koşup gelmesiydi. Hatta birkaç kişi uzakta durup izlemeye
başlamıştı bile. Koruma görevlisi, Nuri'nin sert ve kesin emriyle onları
uzaklaştırdı.
Neyse ki, bomba uzmanı,
ek koruyucular ve basın, gecikmeden geldiler. Nuri Beye kurulan bu pusunun
aslını astarını öğrenmek için sabırsızca döküİüp arabalarından çıktılar.
Meraklı bakışlar arasında konserve kutusuna doğru yürüyen bomba uzmanı,
herkeste bir suskunluk yaratmıştı. Şimdi herkes kendi yüreğinin vuruşlarını
rahatça işitebiliyordu. Kalabalık, gerilmiş yayda ok gibiydi. Her an bir
patlamanın ve felaketin beklentisi içinde, korku ve merakla bomba uzmanına
bakıyorlardı. Bomba uzmanının uyarısı üzerine kaçmaya başladılar. Nuri,
şişmanlığına bile aldırmadan en önde koşuyordu. Topukları taa sırtına
değiyordu koşarken.
Saklandığı yerde,
parmaklarıyla kulaklannı tıkayan Nuri, koruyucularının arasında sonucu
heyecandan titreyerek bekliyordu. Boş bir konserve kutusunun, asfalt yolda
yu> varianırken çıkardığı çıngırak sesini andıran o tantanalı ve boş sesi;
Nuri'nin başı başta olmak üzere, bütün başların, gizlendikleri yerden usul usul
çıkmalarını sağladı. Bütün gözler, yuvarlanan boş kutuyu izlerken, bomba uzmanı
da keyifli bir kahkaha yuvarladı kutunun ardisıra.
Olay yerinde
gazetecilerin saldırısına uğrayan Nuri, içine düştüğü bu gülünç durumdan bir an
önce kurtulmak istiyordu. Kollarını yukarı kaldırarak, gazetecilere avaz avaz
bağırmaya ve tam bir devlet adamı ciddiyetiyle onları azarlamaya başladı,
-«Olmaz! Burda asla
olmaz! Sokak ortasında tek keli-me konuşmam!.. Israr etmeyin efendim, konuşmam!
Bakanlığa gelin, orda konuşalım...»
Gazeteciler koşup
arabalanna bindiler. Birkaç araba aynı anda homurtuyla yanş pistinden aynlırcasına
kalkıp uzaklaştı. Nuri'den önce bakanlığa gelen gazeteciler, sabırsızca onu
beklemeye başladılar. Nuri'nin makam arabası köşede görününce, gazetecilerde
bir kıpırdanma, hareket, bir heyecan başladı. Nuri'nin üzerine adeta
saldınrcasınayürüdüler. Biraz hoşgörülü olsalar neyse, yamuk yumuk sorularla,
adamın başının etini adeta yiyorlardı.
-«Sayın Bakan»
diyorlardı, «bu konserve kutusunu önce siz mi gördünüz, yoksa kim gördü?»
diyorlardı.
-«Sayın Bakan...»
-«Sayın...»
-«Konserve
kutusunu,..»
-«Sayın Bakanım»
diyorlardı, «o kutuyu arabanızın sağ Ön tekerleği dibine acaba kim koymuş
olabilir?» diyorlardı.
-«Yahu» diyordu Nuri,
«boş konserve kutusunu kim koyacak arabamın sağ ön tekerleği dibine! Herhalde
yaramaz çocuğun biri bir tekme vurmuş, yuvarlanıp gitmiş, vanp arabamın
tekerleğine takılmıştır. Bunu büyütmeyin lütfen, rica ederim sayın arkadaşlar,
devlet büyüklerini bu türden basit olaylarla küçük düşürmeyin canım, cık, olmaz!»
-«Sayın Bakan...»
-«Sayın...»
-«Konserve
kutusunu...»
-«Sayın Bakanım...»
-«Bu konu kapanmıştır
beyler. Konserve kutusu hakkında hiçbir açıklama yapmak istemiyorum. Bu
konuda; haber, yorum, makale, anı, gezi, röportaj, hikâye, roman, şiir... (ben
ne saçmalıyorum yahu!) yazanları mahkemeye veririm, haberiniz olsun!»
Gazeteciler bir an
durup gözgöze geldiler. Boş dönmek istemiyorlardı. Kalabalıktan sıyrılıp çıkan
gazetecinin biri, mikrofonu Nuri'nin ağzına uzatıp:
-«Efendim» dedi, «bu
konserve kutusu olayını geçelim, tamam; ama bos bir kutunun, insanlarda korku
ve panik yaratması, başıbozuk çetelerin estirdiği terör havasının bir
sonucudur. Bakanlığınızı bizzat ilgilendiren bu sorunu konuşalım isterseniz.»
Nuri, onlardan
kurtulmanın başka bir yolu olmadığını anlamıştı. Çaresiz kabul etti,
-«Konuşalım» dedi.
Nuri'yi durgun durgun
süzen gazetecilerde birden bir canlanma oldu. Gezegenler gibi hem kendi
eksenlerinde, hem de Nuri'nin ekseninde flaşlar patlatarak dönmeye başladılar.
-«Anarşi?»
-«Devlet güçlüdür.
Devlet büyüktür. Eşkıyanın sonu gelmiştir. Kaçacak yer yoktur.»
-«Öldürülenlerin
sayısı her geçen gün biraz daha artıyor; halk, korku ve yılgınlık içinde.
Katiller niçin yakalanmıyor efendim?»
-«Halka söyleyin
korkmasın. Biz burda, devletin başın-dayız. Korkulacak bir şey yoktur.
Korkulacak bir şey olsa, önce biz korkanz.»
-«Enflasyon?»
-«Millet olarak onu
benimsedik. Onu sevdik. Ona alıştık. Barış içinde birarada yaşamayı Öğrendik.
Gül gibi ge--çinip gidiyoruz.»
-«Anarşiyi kimler
yaratıyor?»
-«Dün ne dediysek,
bugün de onu diyoruz. Anarşiyi yaratanlar bellidir. Onlar köşeye sıkışmıştır.
Kaçacak bir
delik yoktur. Biz,
memleketin bütün deliklerini tıkamış bulunmaktayız. Netice itibariyle, artık
deliksiz bir meleket vardır. Başka bir İfadeyle, memlekette artık hiçbir delik
yoktur.»
-«Anarşinin genellikle
sağ'dan geldiği söyleniyor, aca-ba siz bu konuda neler söylemek istersiniz
Sayın Bakan? Bu söylenenler doğru mudur efendim, yoksa iftira mı atıyorlar?»
-«Biz ciddi bir
devletiz efendim. Yakalamaya mecburuz. Yakaladıktan sonra, o yakaladığımız
şeyin, nasıl bir şey olduğunu bilemeyiz.»
-«Ama Sayın...»
-«Bu işin aması maması
budur efendim, teşekkür ederim, gülegüle arkadaşlar, gülegüle...»
Nuri, gazeteciler
gidince, rahatladı, gevşedi, koltuğuna gömüldü ve konserve kutusunu düşünmeye
başladı. Can korkusuyla yaşamanın azabını şimdi çok iyi biliyordu. Bunca
yıllık yaşamında, Ölüm korkusunu ilk kez duymuştu. Tüm umutlan, beklentileri,
Özlemleri yarım kalacaktı! isveç ban-kalanndaki hesaplannı hedefe
ulaştıramadan, Marmaris rüyasını gerçekleştiremeden, Nuriye'nin göğüslerini
daha dik, burnunu daha küçük, dudaklannı daha kalın göremeden, oğlanın uçak
mühendisi, kızın ekonomist olduğunu göremeden, Allah korusun, memlekete daha
yararlı, daha hayırlı işler yapamadan şehit olacaktı! İyi de, şehit olmak için
milyonlarca vatan evladı sırada bekleyip dururken, Nuri'nin vakitsiz ölümü ne
büyük bir kayıp olacaktı, ne büyük!...
-«Bana bir kahve
getirin!» dedi.
Ardına yaslanıp derin
bir soluk aidi- Bu sırada telefon çaldı. Ceylan bakışlı bir kız, Bakan Beyin
kahvesini getirdi, fincanı masaya bıraktıktan sonra, daracık ereğinden dışarı
fırlamış poposuyia boşlukta daireler ve elipsler çizerek çıkıp gitti. Nuri,
kızın getirdiği kahveden bir yudum aldıktan sonra almacı kulağına götürdü.
Telefonun diğer ucundaki adama, heyecanla bu konserve kutusu olayını
anlatıyordu.
-«Allah korudu Sayın
Başkanım» diyordu. «Gerçi canımız vatana feda olsun, vatansız millet,
milletsiz vekil olmaz. Netice itibariyle, vekilsiz bir millet de olamayacağı
için, her zaman büyük olan Allah, büyüklüğünü yine göstermiş ve canımızı bu
millete bağışlamıştır. Canımız bu millete hayırlı uğurlu olsun efendim,
hörmetler...»
Otobüs, Ankara-İz mir
arasında karanlığı yarıp gidiyor; inişleri, yokuşları, dar geçitleri,
kıvrımları bir solukta yutuyordu. Yolculardan birkaçı gazete okuyor, diğerleri
horlayarak uyuyordu. Arka koltuklarda oturan yolculardan biri ayakkabılarını
çıkarmıştı, dayanılmaz bir koku yayılıyordu ortalığa. Birkaç kişi onu
uyarınca, adam istemeyerek ayakkabılarını tekrar giymek zorunda kaldı.
Orta koltuklarda
oturan llyas Hacı Bey, yine yanında oturan adama baktı.
-«Siz de mi Afyon'a
gidiyorsunuz amca?» dedi.
Otobüs, Ankara Ganndan
hareket ederken de sormuştu. Adam, İzmir'e gittiğini açıkça söylemişti.
Hayretler içinde baktı ilyas'a.
-«İzmir» dedi.
İlyas cebine davrandı.
Sigara paketini çıkanp adama ikram etti. Adam, elinde yanan sigarayı gösterdi.
Oysa biraz önce llyas yakmıştı onun sigarasını. Çıkardığı sigara paketini
cebine koyduktan sonra:
-«Afyon kaç saat
sürer?» diye sordu.
-«Dört» dedi adam.
Bilmiyor muydu
Ankara-Afyon arasının dört saatlik yol olduğunu? Üçüncü soruşuydu bu? Fakat
amacı başkaydı Ilyas'ın.
-«Afyon'a» dedi, «Mali
Bilimler Fakültesine kaydımı yap-tırmaya gidiyorum. Fakülteden mezun oiunca
müdür olacağım.»
-«İnşallah yeğenim» dedi
adam.
Köyünde herkes ona
«Ilyas Hacı Bey» derdi, ama bu adam, Ilyas'i tanımadığı için, «yeğenim»
diyordu. «Fakülteye kaydımı yaptırmaya gidiyorum» demek, «müdür ok' cağım»
demek, beş para etmemişti. Ona naşı] tanıtmalıydı kendini?
-«İsmim Iiyas» dedi.
«Soyismim Hacı. Önce <İlyas Ha-cı> derlerdi bana. Fakat sonra <İlyas
Hacı Bey> demeye başladılar.»
-«Maşallah yeğenim,
maşallah. Sen efendi bir çocuğa benziyorsun. Madem herkes <İlyas Hacı
Bey> diyor sana, okuida anarşiye katılmazsın inşallah.»
Ilyas, olur olmaz
yerde anarşiyi savunarak, «sıradan» kişilerin ilgisini ve tepkisini çekmeye
bayılırdı. Oysa kar-maşadan nefret ederdi ve tam bir uyum hastasıydı. Okulda
kalemlerini boy sırasına göre dizer, eğer renkliyse, on-lan koyudan açığa göre
sıralar ve böyle yapmayanları her fırsatta eleştirirdi. Hayatın her alanında
kurallara kesinlikle uyar, uymayanları sert bir dille uyanrdı. Bu yüzden az
dayak yememişti.
-«Çok cahil bir insan
olduğunuz belli» dedi. «Üniver-site öğrencisi niçin anarşist olmasın?»
-«Anarşist olmak
zorunda mısın bre yeğenim?» dedi adam. «Ne anlayacaksın ortalığı
karıştırmaktan? Bak ne güzel üniversite talebesi olmuşun, herkes sana <llyas
Hacı Bey> diyor, kafası çalışan insansın, yarın kocaman müdür olacaksın,
eşkıyalık yapmak sana hiç yakışır mı?»
İki saat olmuştu yola
çıkalı. Canı sıkıldı. Ardına yaslanıp gözlerini yumdu. Afyon Mali Bilimler
Fakültesinin bi--nası nasıldı acaba? Köy okullanna veya kasabanın lisesine
benzeyecek değildi herhalde! Mutlaka çiçekli bir bahçesi, işlemeli taş heykelleri
ve mermer sütunları vardı! Orda kimbilir ne güzel kızlarla tanışacak ve onlarla
arkadaşlıklar kuracaktı...
Şoför, lambaları
söndürdükten sonra, yolculann hepsi de uyku uyuşukluğuna bürünmüş ve yanında
oturan adam da horlamaya başlamıştı. Gittikçe ağırlaşan bir sıkıntı çöktü
içine. Alnını önündeki koltuğa dayayıp düşünmeye başladı. Hesabına göre,
sabaha karşı saat dörtte inecekti Afyon'a. Saat altıya dek garın kahvesinde
oturacak, simit yiyecek, çay içecekti. Saat altida doğru Afyon Malı Bilimler
Fakültesine... Herkesten önce orda olmalıydı.
Ortalık ağarırken
otobüs Afyon Garına girdi. Ilyas, elinde çantayla otobüsten İnip, gann
kahvesine doğru yürüdü. Kahveye girince şaşırdı. Tıklım tıklım doluydu.
Oturacak bir yer aradı, bulamadı. Kimileri masalarda toplanmış konuşuyor,
kimileri de ayakta gezinip duruyordu. Herkesin elinde ya da cebinde aynı gazete
vardı. Bu, Ilyas'ın biraz tuhafına gitti. Çevresine bakınırken bir kişi
yaklaştı yanına. -«Merhaba kardeş» dedi.
-«Merhaba» dedi İlyas.
-«Okula kayıt için mi geldin?» -«Evet..-»
-«Kaç puanın var?»
Gözlen ışıklandı,
fıldır fıldır oynadı yuvalarında. «Galiba bunlar da kayıt için gelmiş olmalı»
diye düşündü. Rahat bir gülümseyiş yayıldı yüzüne. -«Dörtyüz toplam» dedi.
-«Açık konuşalım, ülkücü müsün?» Yüzündeki gülüş dondu kaldı, Gözlerinde
parlayan umut ışıkları sönüverdi birden. Bir süre sessiz kaldı, yutkundu,
tedirgin bakışlarla çevresini süzdü. -«Yok» dedi, «şey, ben...»
Çevresi gittikçe
kalabalıklasıyordu. Onu, başka bir yerden gelmiş önemli bir ülkücü sanıyorlar
ve onunla yakından ilgileniyorlardı. Hatta ona yorgun olup olmadığını, nerden
geldiğini, açlığını, susuzluğunu bile sordular. İlyas Hacı Bey çok şaşırmış, ne
diyeceğini bilemiyordu. -«Reis, hoşgeldin...» -«Nerden geldin?» diyorlardı.
İlyas Hacı Bey, ses
kimden gelirse, umutsuz bakışlarını ve şaşkın yüzünü ona çeviriyor, birdenbire
içine düştüğü çukuru anlamaya çalışıyordu. İlk sorgucu:
-«Susun ya, susun!»
diye bağırdı. «Siz bunun kim olduğunu, ne bok olduğunu bilmeden konuşup
duruyorsunuz!»
Sustular. Herkes,
İlyas'ı sorguya çeken ülkücünün ne diyeceğini merakla beklemeye başladı.
Merakla bekleyenlerin başında ilyas Hacı geliyordu. Sorgucu, İlyas'ı şöyle bir
tepeden tırnağa süzdü. Bu bakışlarda, alay ve küçümseme vardı.
-«Bak hemşerim, ülkücü
değilsen bas git, bu okulun arka kapısından bile giremezsin» dedi.
-«Sizde hiç mantık
yok» dedi İlyas.
Bunu söylerken, sağ
işaret parmağını şakağına dayamış ve o bilinen hareketi yapmıştı. Yani «sizde
hiç akıl yok!» demeye getirdi. Alaylı gülüşmeler arasında konuşmaya devam etti:
-«Okulun ön kapısı
dururken» dedi, «niçin arka kapısından gireyim ki?»
-«Adın ne senin?»
-«ismim liyas...
Soyısrnim Hacı... <llyas Hacı Bey> derler bana.»
-«Güzel... Şimdi sen
ne yapacaksın, biliyor musun koçum? Döneceksin ve geldiğin yere tıpış tıpış
gideceksin. Bak sana <koçum> diyorum... Sevildiğini bil.»
-«Anlamadım!» dedi
İlyas, bir adım gen çekildi korkuyla. «Ne demek bu? Ne demek geldiğin yere
dön? Ben buraya kayıt...»
Görevlilerin hepsi de
aynı anda İlyas'm üstüne yürüdü. İlyas, birkaç adım geriledi. Çember içindeydi,
kaçamazdı. Sorgucuya baktı korkuyla. Sorgucu, «durun» anlamında kollannı yukarı
kaldırınca görevlilerin hepsi de durdu.
-«Biz bu okula sadece
ülkücüleri alıyoruz. Puanın kaç olursa oSsun, hiç farketmez. Ülkücü değilsen,
ağzınla kuş tutsan giremezsin bu okula.»
İlyas, çakır gözlerini
fıldır fıldır oynattı. Aklisıra kurnaz-İlk düşünüyordu.
-«Ben de ülkücüyüm»
dedi.
-«Nerelisin sen?»
-«Evciliyim.»
-«Evci nerenin?»
-«Çayıralan'ın.»
-«Çayıralan nereye ait
lan salak! <YozgatIıyım> desene şuna! Burda Yozgatlı bir arkadaşımız
olacaktı, çağırın onu gelsin!»
Çağırmaya gittiler.
Yozgatlı, biraz sonra ıslık çalarak geldi, insan çemberini dayı dayı yanp,
llyas'in yanma sokuldu. Teşbihini şakırdatarak ters ters baktı llyas Hacı Beye.
-«Tanıyamadım» dedi.
«Bu hanım evladını ilk defa burda görüyorum.»
İnsan çemberi gittikçe
büyüyordu. Kahvedeki ülkücü' lerin hemen hemen hepsi de Ilyas'ın çevresindeydi.
llyas'ı görebilmek için herkes birbirinin sırtına çıkıyordu. Dağlardan, mağara
kovuklarından indirilmiş ilginç bir yaratığa bakıyorlardı sanki. Ilyas'ın her
hareketini, zevkle, hayretle izliyorlardı, llyas, kimi zaman özenir gibi
bakıyordu onlara, kimi zaman korkar gibi, kimi zaman direnir gibi...
-«Çayıralan'da ülkücü var mı?» -«Var.»
-«Tanıyorsun yani?»
-«Eh...»
Hiç beklemediği bir
anda, ansızın bir tokat indi suratı--na. Neye uğradığını bilemedi llyas.
-«O nasıl tanımak öyle
lan salak! Dalga mı geçiyorsun İan bizimle?»
-«Ben salak değilim!»
-«Nesin peki? Solaksın
o zaman! Yalan söylemeye kalkışma, gözlerini oyarım! Yoksa komünist misin İan
sen? Bak doğruyu söylersen, hiçbir şey yapmadan bırakırız! Yoksa yandın gittin
oğlum!»
llyas kaygıyla
çevresine baktı. Kaçacak bir açıklık bula-mayınca çaresiz dikilip kaldı. Korkuyordu,
fakat direnmeyi de elden hiç bırakmıyordu.
-«Benim ismim ilyas.
Soyismim Hacı. Önce herkes <İlyas Hacı> derdi bana. Sonra <İIyas Hacı
Bey> demeye başladılar. Sen ne hakla...»
-«Çeneni tut lan
biraz! Başlarım şimdi isminden! Amma da düşük çenen varmış! Sen hiç ülkücü
dayağı yeme-din anlaşılan! Sabah sabah bizi mecbur etme, canın çok yanar
sonra!»
Yine bir kurnazlık
düşünüp gözlerini fıldır fıldır oynattı. Sonra da bel bel bakarak yutkundu.
-«Çayıralan'da ülkücü
var da...» dedi, «ben onları tanımıyorum. Ben de Ülkücüyüm ama siz beni
tanımıyorsunuz mesela» dedi.
-«Sen ülkücü müsün?»
-«Evet.»
-«Ülkü nedir?»
Uçyüz seksen beş
toplam puanla önkayıt açtığını açıklayan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar
Akademisi, Ilyas'ın içinde tomurcuklanan ilk umut olmuştu; ama akademiye
girebilmesi için puanının yüksek olması yetmiyordu, resimden özel bir sınava
girmesi de gerekiyordu. Resim kursuna gitmişti bir hafta, bir türlü
becerememişti. Hem, yüzlerce öğrenci katılıyordu resim sınavına--. Akademi
ise, sadece doksan kişi alacağını açıklamıştı, ilyas Hacı Bey nasıl girecekti
bu doksan kişinin arasına? Akademi işi pek yatmamıştı kafasına. Yeşeren,
dal-budak salan umutlan, gittikçe saranp solmaya başlamış, buruk bir sonbahar
sessizliği sarmıştı içini.
İki gün önce,
gazetelerde, Afyon Mali Bilimler Fakültesinin, üçyüz doksan toplam puanla
önkayıt açtığını okumuştu- Yeniden yeşermişti umutlan. İçindeki sonbahar
sessizliğinin yerini bahar şenliği almıştı. O sevinçle istanbul'dan çıkmış,
gece saat en ikide Ankara'ya gelmişti. Or-dan da yine o sevinçle çıkmış ve
bİnbir umutla buraya, Afyon'a.-.
-«Lan sen ülkü nedir
daha onu bilmiyorsun, böyle ülkücü olur mu?»
ilyas şimdi ikinci kez
yıkılıyor, zelzeleye uğramış topraklar gibi karışıyordu içi. Ne yapacağını, ne
diyeceğini bilemiyordu. Etrafını saran insanlarda tek tek gezdiriyordu
gözlç-rini. Usuldan bir titreme sarıyordu bedenini- Başka bir ülkücü, insan
çemberini yararak geldi, İlyas Hacı Beyi sorguya çeken görevlinin yanına
sokularak:
-«Başkanın emri» dedi,
«derhal geldiği yere postalayacaksınız bu aptal suratlıyı!»
-«Ben mektup muyum?»
dedi ilyas. «İnsan postalanmaz, efendi efendi uğurlanir.»
Başkanın emrini
getiren görevli, Ilyas'ın üstüne yürüdü. İlyas sakındı, kollarıyla başını
sakladı. Kollarının altından yan yan baktı. Tutmuşlardı üstüne yürüyeni. Yeniden
diklendi İİyas.
-«Siz doğru
konuşmasını bilmez misiniz?» dedi. <ISyas Hacı Bey, isterseniz sizi
geldiğiniz yere uğurlaya!ım> deseniz, ben de...»
Alaylı gülüşmeler
arasında, görevlinin bîri kolundan tutup çekti Ilyas'ı.
-«İlyas Hacı Bey
kardeşim, isterseniz sizi geldiğiniz yere uğurlayaiım» dedi. «Paşa gönlünüz
acaba resmi devlet töreni mi, yoksa davul-zurna mı ister?»
-«İstemiyorum!» dedi
İlyas. «Bırakınız kolumu!»
-«Canın dayak mı
istiyor aslanım?»
İİyas Hacı, «dayak»
iafinı'duyunca biraz düşündü ve hemen gerekli dönüşü yaptı. Sesini yumuşatmaya
çalışarak:
-«Ben» dedi, «geldiğim
yere gitmeye mecbur muyum? Taa İstanbul'dan geldim, niçin tekrar oraya...»
-«Memleketine git.»
Yine kurnazlığı tuttu,
çakır gözlerini fıldır fıldır oynattı. Gülmekle ağlamak arası, garip çizgiler,
derin çizgiler yerleşti yüzüne.
-«Evci Köyüne» dedi,
«otobüs bulursanız, mecburiyetten dolayı giderim, ama...»
Ansızın güçlü bir
yumruk indi suratına. Ve kıçüstü düştü yere. Yumruğu atan görevli, yakasından
tutup kaldırdı ilyas Hacı Beyi.
-«Gidecek misin lan?»
dedi.
Gözlerine kara bir
perde inmiş, Afyon sanki tüm htş-mıyla üstüne yıkılmıştı. Suratı cayır cayır
yanıyordu. Çevresinde sıkılmış yumruklar ve öfkeli bakışlar görünce, korkuyu
ve umutsuzluğu, tüm benliğinde, en derinlerde duyarak bir kez daha yıkıldı.
-«Durun!» dedi.
-«Gidecek misin?»
-«Evet» dedi çaresiz.
-«Yürü!» dediler.
İnsan çemberi açıldı.
Peşpeşe yürüdüler. Titriyordu II-yas. Yazıhanelere girip çıkmaya başladılar.
-«Ankara'ya otobüs var
mı ağabi?»
-«Yok.»
-«istanbul'a
otobüs...»
-«Yok.»
-«Ankara'ya...»
-«Yok.»
-«Titreme lan ıslak
kedi yavrusu gibi!» -«Üşüyorum.»
-«Hani lan soğuk? Sen
korkudan titriyorsun oğlum. Yürü hadi, sallanma, yürü!»
Ilyas. sümüğünü çeke
çeke yürüdü. Daha Önce girip çıkmış oldukları bir yazıhaneye yeniden girdiler.
Yazıhanenin sahibi:
-«Bulamadınız mı?»
dedi.
-«Yok» dedi görevli.
«Bu sümüklü otursun burda, sakın bırakma, gözünü sapıttı mı kaçar!»
İlyas'a şimdiye dek
kimse «sümüklü» dememişti. Köyünde ve hatta çevre köylerde onu tanıyan herkes,
«Ilyas Hacı Bey» diye deli olurdu. Onu sevmeyen asla yoktu kendi memleketinde.
Adını bilmeyen, ününü duymayan yoktu. Otururken:
-«Sensin sümüklü» dedi
içinden.
Bir yaprak dalında
nasıl solar, kurur, dirençsiz kalır, ufacık bir sarsıntı bekler yere düşmek
için? Öyleydi İİyas Hacı Bey... Umutlan kurumuş, gazel olmuştu. Umutlarından
geç, öz canından korkar olmuştu.
-«Beni öldürecekler!»
diyordu içinden. «Boynumu kesecekler. Gesedimi kaldınp atacaklar ıssız bir
dereye. Ölümümden kimsenin haberi olmayacak...»
Aynı şeyleri anası
söylemişti:
-«Gitme oğul» demişti.
«İş komaz açarsın şu akılsız başına. Anarşistler seni öldürür. Cesedini kaldınp
atarlar bir dereye. Ölümünden kimsenin haberi olmaz, Kargalar yer etini.»
-«Yok anam» demişti
llyas. «Olur mu hiç? Anarşistler benim arkadaşım, yoldaşımdır. Bana dokunmaz
onlar. Boşuna kaygılanma, serin tut yüreğini.»
-«Sus!» demişti anası.
«Söylediklerini kimseler duymasın. <Akıllıyım> der övünürsün, hiç
kimseyi de beğenmezsin. Sende değil, sana lise diploması veren hocalarda suç!
Bir de dörtyüz puan aldın nasıl aldıysan! Ocağın batmaya senin!»
Dinlememişti anasını,
keşke dinleseydi. Yirmi gündür orda burda rezil olmuştu. Bir etek de para
harcamıştı. Pişmandı Ilyas, çok pişman...
Kurnazlığı tuttu yine,
çakır gözlerini fıldır fıldır oynattı. Yazıhaneciye bakîi gözucuyla.
-«Ağabi...» dedi.
-«Ne var?»
-«Ben Ankara'ya gitmek
zorunda değilim, onu diyecektim... Kayseri'de yakınlarım var da... Garı şöyle
bir do-[assam.. Kayseri'ye otobüs bulabilirim belki.»
-«Kalk bir dolaş
bakalım.»
Bir kurtuiuş umudu
belirdi içinde. Çantasını kapıp di-şarı çıktı. Hırsız gibi ayaklarının ucuna
basa basa, sağına soiuna baka baka yürümeye başladı. Garrtam çıkacağı sırada
üç kısa ıslık geldi ardından. Olduğu yerde dondu kaldı. Yeniklik duygusu içinde
dönüp ardına baktı. Yazı-haneciydi ıslık çalan.
-«Seni gidi uyanık
seni!» dedi gülerek. «Kaçıyordun demek! Gel lan buraya!»
Kan emici bir korku
düştü ilyas'ın içine. Ağzını açıp tek sözcük söyleyemedi. Suçlu gibi başını
eğip sustu. Yazına-neci gelip ansızın bir yumruk indirdi llyas'ın midesine.
Büküldü llyas, kıvrandı, soluksuz kaldı. Gözlerine kara kara perdeler indi.
gar fır fır döndü.-Bu sırada. İlyas'ı yazıhaneye teslim eden görevli geldi
koşarak, soluk soluğa,
-«Ben sabahtan beri bu
sümüklüyü arıyorum ya reis, ne yapıyorsunuz burda?» dedi.
-«Kaçarken yakaladım»
dedi yazıhaneci. «Aklısıra benî kandırıp kaçacaktı uyanık!»
llyas, tarn bir şey
söylemeye hazırlanıyordu ki, bu kez de yeni gelen görevlinin yumruğu indi
midesine, sözü boğazında düğümlü kaldı, getiremedi sonunu. Bükülüp kıvrandı.
Midesi bahane, yüzünde, en derin çizgileriyle, mutsuzluğun ve umutsuzluğun
gittikçe koyulaşan gölgeleri oluşuyordu.
-«Gidiyoruz hadi,
yürü!»
-«Nereye?» dedi
yazıhaneci.
-«Gönderelim bunu
reîs!» dedi görevli. «Yoksa bela olacak başımıza! izmir'den otobüs geldi.
Ankara'ya gidiyor.»
-«Yürü!» dedi,
kolundan tutup çekti ilyas'ı. «Yürü, otobüs hemen kalkmasaydı gösterirdim ben
sana, yürüsene lan, acele et biraz! Ankara'da komünistlerden yediğim dayağın
acısını bir güzel çıkarırdım senden! Dua et lan, otobüs kalkıyor.»
Biraz sonra otobüsün
yanına geldiler. Orda, tıpkı kendisi gibi geldiği yere tekrar gönderilen birçok
öğrenci gördü. Kürek mahkûmları gibi topluca bindirildiler otobüse. Saat,
sabahın altısını gösteriyordu.
Ankara Garına o sabah
saat onu çeyrek geçe indi. Bir simit, bir de gazete aldı ve ıssız bir köşeye
çekilip oturdu. Gazetenin ilanlar sayfasını okuyunca yeni bir umut yeşer-di
içinde. Yorgunluğu, uykusuzluğu, duman gibi dağılıp gitti. Sağa sola koşmaya
başladı. Bir taksiye yaklaşıp, camına tık tık vurdu. Sürücü, çalışmaya sanki
gönlü yokmuş gibi açtı kapıyı.
-«Sabah sabah niye
gülüyon lan, piyango mu vurdu yoksa?» dedi.
Sürücüyü duymadı bile.
On koltuğa oturup ceplerini karıştırmaya başladı, llyas'a şaşkın, kaşlan çatık
bakan sürücü:
-«Önce gideceğin yeri
söyle be kardeşim!» dedi.
-«Maliye ve Muhasebe
Yüksekokuluna bey kardeşim, elinizi çabuk tutunuz lütfen, kaydımı yaptırmaya
gidiyorum, üçyüz seksen toplam puanla öğrenci almıyormuş.»
-«Yetmiş beş papelini
alırım.»
Normal ücretin üç
katını isteyen sürücüyü duymadı II-yas. Önünde yeni bir yol açılmıştı ve bu kez
mutlaka ba-Saracaktı.
-«Sür kardeş, sür!»
dedi.
Taksi, yirmi dakika
sonra büyük bir binanın önünde durdu. Sürücü, yüzünde alaylı bir gülüşle elini
llyas Ha-ci'ya doğru uzatıp:
-«Dökül bakalım!»
dedi.
İlyas Hacı Bey,
cebinden bir deste para çıkardı. Sayar' ken durup sürücüye baktı ve kaç lira
vereceğini sordu. Sü' rücÜ, llyas'ın dalgınlığından yararlanıp, ücreti sekize
katladı.
-«Olamaz!» dedi İlyas.
-«Tam çattık şimdi!
Kardeşim, su mu yakıyor bizim araba? Dökül hadi, dökül, senin o güzel hatırın
için yüz elli olsun bari!»
-«Çok» dedi llyas
başını sallayarak.
-«Yahu sen bela
mısın?»
llyas, sürücünün
kucağına sadece yirmi beş lira ata ve paranın kalan kısmını cebine soktu.
-«Size ancak bunu
verebilirim» dedi.
Arabadan inmek için
elini kapıya uzattı. Sürücü, tam bu sırada kolundan yakaladı ilyas Hacı'yi- Kavgaya
hazır bir sesle:
-«Ver bakalım, yüz
lira daha ver!» dedi.
İlyas, kolunu
sürücüden kurtarıp, kendini dışan attı. Ardından da sürücü çıktı. Arabanın
kapısını öfkeyle kapatıp, Ilyas'a doğru yürüdü, llyas, çantasını yere bıraktı,
kravatını gevşetirken:
-«Terbiyesizlik
etmeyiniz!» dedi.
-«Kardeşim, aslan
kardeşim...»
-«Benim ismim
<aslan kardeşim> değil, İlyas. Soyismim Hacı... <Ilyas Hacı Bey>
derler bana.»
-«Elli lira bari ver,
llyas Hacı Bey kardeşim.»
-«Boşuna yalvarmayın
iz, yirmi beş, liranın dışında size para yok» dedi İiyas.
Sonra da hiçbir şey
olmamış gibi, sanki az önce tartışan kendisi değilmiş gibi çantasını aldı ve
yürüdü. llyas'ın ardınca bakakalan sürücü, kocaman bir tükürük attı yere. Sağ
kolunu Ilyas'a doğru uzatarak:
-«Ulan ben senin!..»
dedi.
Bunu içine sindiremedi
İlyas. Durup bir süre bekledi. Çantasını yere özenle bırakıp sürücüye doğru
garip garip (dayı dayı yürüdüğünü sanıyordu) yürüdü. Sürücü, güçlü bir yumruk
kondurdu llyas'ın burnuna. Oturur gibi kıçının üstüne düştü llyas. Sürücü,
arabasına bindi ve söverek gazladı gitti.
llyas, üstünü çırparak
kalktı, kravatını düzeltti. Yine öyle, hiçbir şey olmamış gibi, sanki az önce
o yumruğu yiyen kendisi değilmiş gibi okula doğru yürüdü. Duvarın dibinde
konuşan Öğrencilere yaklaşıp:
-«Kardeş» dedi,
«Maliye ve Muhasebe Yüksekokuluna önkayıt burda mı yapılıyor acaba?»
-«Evet» dediler,
«önkayıt burdâ yapılıyor.»
İlyas, üçer beşer
çıktı basamakları. Üçüncü katta, sekiz numaralı odanın kapısında, kayıtla
ilgili açıklayıcı bilgiler vardı, şöyle bir baktı, fakat okumadı. Üstüne başına
çekidüzen verdikten sonra kapıyı tıklattı. «Gir» sesini duyar duymaz, umutla,
heyecanla, sevinçle içeri daldı, ikiye bükülerek, içerdeki görevli bayanı
saygıyla selamladı.
-«önkayıt için geldim
hanımefendi» dedi. «Bütün belgelerim yanımdadır. Buyurunuz hanımefendi,
göstereyim size...»
-«Hangi okuldan mezun
oldun?»
-«Evci Köyünden...»
-«Hangi okuldan
kardeşim, hangi okuldan?»
-«Ben mi?»
-«Yok canım, okulun
hademesi! Tabii sen kardeşim, burda senden başka biri var mı?»
-«Çayıralan
Lisesinden...»
-«Olmaz.»
-«Ne olmaz?»
-«Giremezsin bu
okula.»
-«Neden?»
-«Açıklamayı okumadın
mı kapıda? Maliye Lisesi Mezunlarını alıyoruz. Yoksa senin okuman-yazman da mı
yok?»
Bir kez daha devrildi
İlyas. Bir kez daha öldü. Neye uğradığını bilemedi. Kadına boş gözlerle bakarak
yutkunup kaldı. Onun bu haline acıdı kadın.
-«Kaç puanın var?»
diye sordu.
-«Dörtyüz...» dedi
İlyas.
-«Sen bu puanla» dedi
kadın, «Gazi Eğitim'e gitsene, orası da önkayıt açtı, üçyüz doksan toplam
puanla öğren-ci alıyor.»
Tüm ihtişamıyla
yeniden doğdu umut, yeniden doğdu İlyas. Kıpır kıpır bir şeyler uyandı içinde,
yeniden yeni bir dünya kuruldu kafasında.
-«Sahi mi?» diye
bağırdı.
-«Sana yalan mı
söylüyoruz kardeşim! Dün akşam rad-yo söyledi. Acele etmezsen sıra bulamazsın,
benden söylemesi...»
-«Elveda hanımefendi»
dedi.
İkiye büküldü yine.
Kadını selamlayarak arka arka çıktı kapıdan. Merdivenlerden koşarak inerken
birine çarptı. Kapıdan çıkarken bir başkasına tosladı. Ne yapacağını, nereye
gideceğini bilemeden durdu, çevresini kararsız bakışlarla şöyle bir taradı.
Binalar, arabalar, sesler, insanlar... Nerdeydi Gazi Eğitim? Taksi mi
tutmalıydı?
-«Taksi! Taksi
kardeşim!»
Kuşlar gibi
çırpınıyor, arabaların önüne koşuyordu. Sonunda bir taksiyi durdurup bindi.
-«Nereye?» dedi adam.
-«Gazi Eğİtİm'e...»
-«Elli lira alırım.»
-«Al!» dedi, cebine
davrandı ilyas.
Bir süre sonra ordaydı
ilyas Hacı Bey. Bunun artık son fırsat olduğunu sezinliyor, ne pahasına olursa
olsun buraya girmek istiyordu. Bahçe kapısında bekleyen öğrenci kalabalığını
yarıp içeri daldı.
-«Dur!» dediler.
Durmadı. Hayret
ettiler, hayretle baktılar bu yürekli delikanlıya. Elinde çanta, boynunda
kravat... Yürümesi de çok hoştu, tek tek basıyordu. Koşup yeniden geçtiler
Önüne.
-«Nereye gidiyorsun efendi?»
-«Ankara Gazi Eğitim
Enstitüsüne...»
-«Yok ya!.. Demek taa
oraya, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsüne gidiyorsun? Aç bakalım çantanı!»
-«Açmıyorum!» dedi.
«Ben bu okula kayıt için geldim. Sizi tanımıyorum.»
Öğrencinin biri
çantayı İlyas'ın elinden almak istedi. II-yas, çantayı öğrencinin kafasına
öfkeyle indirdi. Artık sabrının sınınndaydı ve gözü hiçbir şeyi görmez
olmuştu. İlyas'ın basma çullanıp rasgele yumruklamaya başladılar. Kafa, göz,
ağız, burun demiyorlar, hınçla, öfkeyle vuruyorlardı. Ötelerden başka
öğrenciler geliyordu koşarak.
-«Faşist!» diyorlardı.
-«Vurun!»
llyas Hacmin sesi
bazen duyuluyor, sonra kalabalığın sesine karışarak, öfkeli bağırışlar ve
küfürler arasında kayboluyordu.
-«İsmim llyas!»
diyordu. «Soyismİm Hacı! Herkes bana <Ilyas Hacı Bey> der! Durun,
vurmayın, bana herkes...»
llyas Hacı Beyi kimse
duymuyordu.
Ellerim ayaklarım
sapır sapır döküldü- Ne yapacağımı şaşırdım. Orhanım, Orhanım, dal boylu
Or-hanım, nerelerdesin? Kuşlar gibi çırpmdım, bulamadım kara yiğidimi.
-«Kitapları yak,
çabuk!» dediler.
Kuzumun... Orhanımtn
kitaplarını nasıl yakarım ben? Tandıra taşıdık onca kitabı. Ah evladım, yemedin
içmedin de kitap mı aidiydin! Kitapların böyle yandığını bilmezdim ben,
kütükler gibi közlendi, akşama dek için için yandı kuzumun kitapları. Sanki
Orhanımdı yanan. Yavrumu, servi boylumu yakıyordum kendi ellerimle. Şu kırılası
ellerimle...
Yüreğim de yanıyordu
tıpkı yavrumun kitaplan gibi. Yapraklan tutuşan, kıvrılan, kızaran, kül olan
kuzumun kitapları gibiydi yüreğim. Harıl harıl yandım, günler, haftalar boyu.
Sabahlara dek bekledim, bekledim, gelmedi Orhanım. Uykuyu tüneği yitirdim, aç
tavuklar gibi dönüp durdum; buğday tanesi, arpa büyüklüğünde bir umut için.
-«Elleri parkasının
cebinde, aha, şimdi gülerek çıkacak şu sokaktan» dedim.
Çıkmadı. Günlerce
bekledim, gelmedi kuzum. Yediğim içtiğim ağı oldu. Döşeğim yılanlar gibi soktu
beni. Ne uyku kaldı, ne tünek...
-«Karakola git, sor»
dediler.
Gittim, sordum, yok...
Arkadaşları vardı yiğidimin, can arkadaşları, onlara gittim, onlar da yitikmiş.
Anaları, babaları yanıp yanıp kül olmuşlar. Aklıma gelen kötülükleri kovdum.
-«Saklanmıştır bir
yere, fırsat bulur bulmaz inşallah bir haber uçurur» dedim.
Sabahlara dek uyumazdı
kuzum. Sabah, odasına girer bakardım ki, akşamdan boş bıraktığım kültablası
dolmuş. Elinde kitapla uyuyakalmış. Sarsmadan, Örselemeden, ok-şayi okşayı,
ninniler söyleyerek uyandırırdım kuzumu. -«Üstüme çok düşüyorsun» derdi.
-«Anayım ben oğlum» derdim. -«Çocuk muyum ben?» derdi.
-«Çocuk değilsen bile
benim çocuğumsun» derdim. «Büyüsen de, büyük adam olsan da benim çocuğumsun.»
Birgün gülerek geldi eve. Dişleri bembeyazdı kuzumun. Ne güzel gülerdi Orhanım!
Bakın işte, fotoğrafı var. Böyle, tam böyle gülerdi yiğidim. Ne diyordum? Kafa
mı kaldı bende güzel oğlum! Unutuverdim diyeceklerimi. Kınlır inşallah, parça
parça olur benim bu akılsız kafam! Haa, birgün gü-lerek geldi eve. -«Anam!»
dedi. -«Kuzum!» dedim. -«Sınavı kazandım!» dedi.
İki dersten takıntısı
vardı, kazanmış. Bir çığlık düştü yüreğime, sevinç çığlığı... Elimde tava mı
ne vardı, yemek pişirecektim akşama. Kaldırıp atmışım tavayı. Boynuna sanıldım,
yalam yalam yaladım kuzumu. Kaldırıp kucağına aldı beni.
-«Bırak ulan deli
gâvur» diye çırpındım.
Bırakmadı. Taa
dışarıya, kondunun önüne çıkardı beni. Gelip geçenler bize bakıyordu.
-«Bırak oğlum, herkes
bize bakıyor» dedim.
-«Baksınlar» dedi.
Tepesine bindirdi
beni, döndü durdu evin önünde. Çok kuvvetliydi kuzum... Filinta gibi, zıpkın
gibi kurşun gibiydi yiğidim.
-«Orhan» dedim birgün.
-«Anam» dedi.
«Anam» derdi kapısında
süründüğüm. «Ana» demezdi bana, «anam» derdi... «Anam!» derdi. Çok yangılıydı
dal boylum.
-«Oğlum» dedim, «Emine
Halayın Gülderen yolunu bekler. Güzel kızdır, bilirsin. Yuvanı görmeden ölürüm
diye korkuyorum. Baban da umutlanıp duruyor son günlerde. Daha nice
bekleteceksin yolunu?»
Bağırdı bana. Hiç
bağırmazdı kara yiğidim, ama o gün çok bağırdı. Pespembe oldu yüzü. Kızdı mı
cehennem kesilirdi bakışları.
-«Okul bitmeden
evlenmem diye diye dilim yara oldu anam! Bunu kaç kez söyledim size! Söyle
babama boşuna umutlanmasın!» dedi.
-«Evlenmezsen
<he> deyiver oğlum» dedim. «Sözünüzü keselim, bir nişan yüzüğü takalım.
Gülderen el değil ki, bizimdir. Yokluğumuzu, yoksulluğumuzu o çeker ancak.»
-«İstemiyorum» dedi,
çarpıp çıktı kapıyı.
Üstüne üstüne
gitmedim. Zorlamadım yavrumu. Zor-lasam da bir faydası olmazdı zaten. Bilirdim
huyunu, dediğinden sapmazdı kara yiğidim.
Çocukluktan daha yeni
çıkmış, taze, dal gibi bir beden... Duru, sakin, aydınlık bir yüz...
Pırıltılı, kocaman gözler... Ankara Lisesi Öğrencisi, Kışlalı, Hatice'den doğma,
Hüseyin oğlu Orhan Ayçan, prangasını sürükleyerek hücresini adımlıyor. On
sekizine iki ay önce girdi. Dakika-lan saya saya idamını bekliyor.
İlkokul yıiları
canlanıyor belleğinde. Ortası beyaz, kenar-İan mavi kır çiçekleriyle doldururdu
kitaplarının arasını. Bu kır çiçeği sevgisi, lisede, mavi gözlü bir kıza
yaklaştırdı onu. İlk kez bir dernekte karşılaşmıştı onunla, ikinci kez bir
eğitim çalışmasında... Üçüncü kez bir protesto yürüyüşünde...
Şimdi onu, Maviş'i
düşünüyor Orhan.
Umutların, hangi
doğurgan umutlann durağıdır bu hücre? Kendinden önce kimler geçti bu duraktan?
Bu kelepçeli eller kimin? Ayaklar niçin zincirde? Bir oyunun son perdesini mi
oynuyor? Yaşamın anlamı mı derinleşiyor yoksa? Saatine bakıyor. Biraz sonra
gelecekler. Hücrenin kapısını açıp içeri girecekler. Buz gibi bir sesle:
-«Hazırlan!»
diyecekler.
-«Hazırım» diyecek.
«Az yaşadım belki, ama benim hayatım vahşetin kucağında döllendi. Açlığın ve
zulmün açılarıyla nakışlandı bu yürek. Liseli bir kızın gözlerinde aşkı ve
hüznü yaşadım... Hoşçakalın, gidiyorum işte.»
Prangasını
sürükleyerek yürüyecek. Eğilmeden, bükülmeden, dimdik yürüyecek. Avukatı da
olacak yanında. Askeri bir araca bindirilecek. Aracın içinden, ağaçlara, yollara,
göğe ve yıldızlara bakacak. Bİnbir resim ışık hızıyla geçecek belleğinden.
Çocukluk anıları, gençlik anıları, sevdikleri, sevmedikleri... Bir gösteri
yürüyüşü... Ağaçlı bir yol... Dövüşülen bir meydan... Ve delikanlı bir yürek...
Merkez Kapah'da1 indirilecek, cezaevi müdürünün odasına alınacak, infaz
savcısı eski bir iskemleyi gösterip:
-«Otur!» diyecek.
Orhan, ayakta daha
rahat oiduğunu söyleyip oturmayacak. İnfaz savcısı kararı okuyacak, bu karara
katılıp katılmadığını soracak. Orhan kesinlikle katılmayacak, infaz savcısı
içinden gülecek. Bu gizli gülüşün çok az bir kısmı yüzüne yansıyacak. Doktora
dönüp:
-«infazı engelleyen
herhangi bir durum var mı?» diye soracak.
-«Sağlıklı» diyecek
doktor.
-«Evet, sağlıklıyım»
diyecek Orhan. «Duydunuz işte, dostlarım, idamım için hiçbir engel yok. Sizleri
çok özle-yeceğim. Çünkü en katı yasalarını birlikte yırttık korkunun. Kan-ter
içinde tırnaklarımızla oyduk karanlığı. Türkülerle derinleşti hayatımız,
umutlan daha çok sevdik ekmekten. Biliyorum, acılar şimdi daha üretken, çünkü
gün geçtikçe çoğalıyor ölümler.»
Yakalanışı, bir film
şeridi gibi geçiyor beyninden. Ayrıntılarıyla her şey belleğinde. Kulaklarının
dibinden vın-layarak geçen kurşunlar... Kirli giysilerle dolu eski bir bohça
gibi yere atıyor kendini. Yaralanıp yaralanmadığını anlamak için, bacaklarını,
karnını, belini yokluyor. Ağrı, yara, kan yok, ama yine de ölümün soğuk
nefesini duyuyor. Ardına bakıyor kaygıyla. Koşarak gelen üç sivil adam...
Yayına basılmış gibi fırlayıp kalkıyor. Bir sıçrayışta çitin ötesine düşüyor.
Bir süre koştuktan sonra dönüp ardına bakıyor. Kısa süren bir umut... Sonra
önünde beliren üç polis...
-«Teslim ol!»
diyorlar.
Orhan çaresiz donup
kalıyor. Sonra yeni bir umutla geldiği yöne bakıyor. Orda, geldiği yönde, kum
gibi kaynayan polisi görüyor.
-«Teslim ol,
sarıldın!» diyorlar.
Dizlerinin üstüne
çöküyor, bir umutsuzluk anıtı gibi öylece kalıyor- Tam bu sırada, peşpeşe
patlayan silah sesleri, önündeki üç polisten birinin çığlık çığlığa yere
düşmesi, Orhan'ın, bu kargaşadan yararlanıp ileri fırlaması ve yeniden
yakalanması... Bütün bunlar çok kısa sürede oluyor. Bir polis aracına
bindirilip götürülüyor. Elleri kelepçede, gözleri bağlı. Nereye götürüldüğünü
bilmiyor.
İteklenerek arabadan
indiriliyor. Nereye götürüldüğünü anlamak için, okuduğu bir romanın kahramanı
gibi adımlan-nı sayıyor. Bırgün aynı şeyleri yalayacağını bilemeden... Ve sanki
birgün aynı şeyleri yaşayacağını biliyormuş gibi beynine kazıyarak okuduğu son
roman... Elli beş adım yürütüldükten sonra sekiz basamaklı bir merdivenden
yukan çıkarılıyor. Beynine, İşkence odalanna giden güzergâhın haritasını
aynntıla-nyla çiziyor. Film, burda bilinçdışı bir istemle kopuyor. İnsanlık
onuruna indirilmiş o iğrenç darbeleri asla hatırlamak istemiyor.
Ayak bileklerine bağlı
kalın zincirini sürükleyerek dönüp duruyor hücresinde. Kısacık yaşamından
türlü görüntüler canlanıyor kafasında. Sevgili anasına yazdığı son mektup...
Mavişle içtiği son çay... Sonra bir canaze töreni, sonra bir gürültü, sonra
bir çığlık... Saatine bakıyor. Biraz sonra gelecekler.
-«Belleği yerinde mi?»
diye soracak savcı.
-«Yerinde» diyecek
doktor.
Orhan, bir aynlık
öncesinin hüznüyle bakacak çevresine. Derinlerden, yüreğinin oralardan bir ezgi
sökülüp gelecek. Zincirlerini şakırdatarak birkaç adım yürüyecek, daha önce
infaz savcısının gösterdiği iskemleye oturup bir sigara isteyecek avukatından.
Avukat, bir sigara yakıp verecek. Orhan, sigarasını içebilmek için, kelepçeli
ellerinin ikisini birden kullanacak. Bu sırada savcı saati soracak.
-«ikiye çeyrek var»
diyecekler.
Savcı kalkacak, odanın
içinde sabırsızca dolanmaya başlayacak. Sonra tedirgin gelip yine eski yerine
oturacak. Yüzünü oğuşturarak kalkacak, sonra gelip yine oturacak.
-«Gidelim artık,
gidelim lütfen!» diyecek.
İşte tam bu sırada
tuvalete gitmek isteyecek Orhan. Savcı büsbütün tedirgin olacak, aceleyle
kelepçeyi ve prangayı çözüp götürecekler. Sonra Orhan tuvaletten çıkaçak,
kelepçesini ve prangasını kuşanacak. Onun bu rahat hareketleri, savcıyı daha
çok telaşlandıracak.
-«Hazır mısın?»
diyecekler.
-«Hazırım» diyecek
Orhan. «Hoşçakalın dostlarım, vakit tamam, ipte beyaz bir bayrak gibi
sallanmaya gidiyorum. Bir damla ışığımız yoktu, cehennem-karanlıklarında
büyüdük. Ayazlı kış gecelerinde it gibi titredik, ama asla üşümedik. Aslanlar
gibiydik ekmeği dişlerimizle koparıp almakta. Umutlarımız nasıl da doğurgandı,
acılara gülerek bakardık. Dağların soğuk koynunda, hiç silinmeyecek ağıt' lar
nakışlandı yüreğimize, gözbebeklerine bakarken açların. Ölüm, kanımızdan daha
yakındı bize. Umutlarla beslendik, acılar ekmeğimizdi bizim.»
Dakikalar, içerde
kaldığı bir yıldan daha uzun, daha sıkıcı, daha bulanık... İki adımda bitiyor
hücre. Bu daracık yerde dönüp durmanın anlamı yok. Çömeliyor. Şimdi bir sigara
olsa özlemle içecek. Alnını kelepçeli ellerine dayayıp düşünüyor. Düşünceleri
kopuk kopuk. Kalkıyor. Çömeliyor. Kim bunlar? Yaşamın kılcal damarlarını
tıkayan, kurutan kim? Kimdir en nazlı umutları kara bir ağıda dönüştüren?
Seher uykulannı bölen, acılan döllendiren kim?
-«Oğul» demişti birgün
anası. «Sen okuldan dönene dek yüreğim ağzımda bekliyorum. Evimizin orta
direğisin, unutma! Sana bir şey olursa dayanamam!»
-«Üzülme anam»
demişti. «Her şey senin için. Seni mutlu görmek için yapamayacağım hiçbir şey
yoktur. Yeter ki sen üzülme.»
Son saatini bekliyor
Orhan. Yeryüzündeki son saatini... Şimşek gibi çakıp geçen düşünceler... Bir
umut yok mu? Bir umut... Dünyaya böyle umutla bakan o kocaman gözlerde, bir
inanç adamının kararlılığı... On sekiz yılın içine, yüzyılların acısını, cefasını,
bekleyişini sığdırmış. Gencecik yüzünde, kocamış bir bilgenin dinginliği...
Gençliğin, güzelliğin simgesi... Kalkıyor. Kulağını kapıya verip dinliyor.
Gelen yok henüz. Saatine bakıyor. Biraz sonra gelecekler. -«Çay getirin bana»
diyecek.
Getirecekler. Bir
sigara daha isteyecek avukatından. Son çayını ve son sigarasını rahat içmesi
için kelepçeyi Çözecekler. İnfaz savcısı saati soracak. -«İki» diyecekler.
-«Vaktimiz yok»
diyecek savcı. «Çayını bitir de gidelim lütfen, geç kalıyoruz.»
Çayını kıdım kıdım
içecek Orhan. Maviş'i düşünecek içerken. Anasını düşünecek... Babasını,
arkadaşlarını... Savcının sesiyle güzel düşlerinden kopacak, bir yolcu
tedirginliğiyle saati soracak.
-«İkiyi beş geçiyor»
diyecekler.
Bir yudum daha alacak
çayından, bardak boşalacak. Sigarasından iki nefes alıp söndürecek. -«Uzat
ellerini» diyecekler.
Uzatacak. Bileklerine
kelepçe vurulurken, görevlinin biri beyaz ölüm gömleği getirecek. Beyaz ölüm
gömleğine bakacak. Hüzünle bakacak.
-«Dostlarım» diyecek
Orhan. «Hayat sevgiyle derinleşir ve aniam kazanır, ancak ölümler şimdi daha
anlamlı.
Pişman değilim, ancak
anamdir her gece düşlerimde çır-pınır. Benden sonra onu yalnız bırakmayın.
Bilirim, ağıtları karadır onun. Unutmayın, ancak düşmanı sevindirir onun
çığlıkları.»
-«Ailene mektup
bırakacak mısın?»
-«Evet» diyecek.
Günler, haftalar,
aylar geçti, gelmedi kuzum. Gündüzlerimde, ala şafaklarımda... Düşlerimde,
uykularımda bekledim. Günler devrildi, aylar dolandı, eridi aktı yüreğim.
Orhanım, kara yiğidim gelmedi. Onun yerine Zafer geldi bir geceyarısı. Zafer'le
bir ruh gibiydi kuzum, içtikleri su ayrı gitmezdi. Onu da arıyorlarmış. Bir
geceyarısı, Zafer, gizlice, ışık gibi süzülüp girdi karanlık dünyama.
-«Korkma ana» dedi.
«Ana» derdi bana. Ben
de ona, «Orhanım, oğlum» derdim. Orhanımdan hiçbir farkı yoktu ki... Can
çocuktu. Yiğidimin arkadaşları hep böyleydi zaten.
-«Korkma ana, Orhan
yurtdışına çıktı» dedi.
Kanat takıp uçasım
tuttu. Dellenesim, çıldırasım tuttu. Zafer'in boynuna sarılıp ağladım.
Sevincimden boynuna sanlıp ağladım Zaferin.
-«Aman Zafer, bir daha
söyle!» dedim. «Etme Zafer, kurbanın olayım, bir daha söyle! Orhanım, fidanım,
dal boylum, yakalanmadı, he mi? Kara gözlü yiğidim, yurtdışına çıktı, he mi
anam?»
-«He!» dedi Zafer,
«aynen dediğin gibi ana.»
Yiğidimin duvarda
asılı duran resmini alıp koynuma bastım. Öptüm, öptüm koynuma bastım kuzumun
resmini. Karşıma dikip baktım, konuştum resmiyle.
-«Ah» dedim,
«tırnaklarına kurban olduğum, kadasını aldığım, adın yasaksa bile başkasının
adıyla iki satır mektup yazsan olmaz mıydı?» dedim. «Yerini yurdunu bildir-sen
olmaz mıydı, kapısında süründüğüm? <Ben burdayım anam, kara canım sağdın
desen ya kuzum! Sen hiç mi düşünmezsin garip anacığını?»
Zafer, için için yanan
közlü yüreğime su serpip gitti. O gün, gözlenme gerçek bir uyku indi. Ama o
günden sonra yine bir kuşku düştü içime. Orhanım mutlaka bir haber uçururdu!
Kuzum düşünmez miydi anacığını! Bilmez miydi ki, anacığı dellenir de dağlara
düşer! Deli koyun gibi meleyi meleyi kuzusunu arar!
Gâvur ellerine
kaçsaydı da haberi gelmeseydi keşke! «Anam» demeseydi bana! Zafer kandırmış
beni; üzülmesin, yanmasın, yana yana kül olmasın diye yalan söylemiş! Meğer
taa o gün yakalamışlar kuzumu, sızısı yüreğime düştüğü gün... Asacaklarmış
yiğidimi! Kara gözlümü, öpmeye kıyamadığımı, dal boylumu asacaklarmış!..
Kuzumun asılacağını duyar duymaz ağanverdi saçlarım! Ağarsın, kökünden kopsun!
Ben nasıl yaşanm gayrı? Nasıl yerim, içerim, döşeklere yatanm? Ben iflah olmam
gayrı! Eğer bu acı beni kemirip bitirmezse, ömrüm boyunca toz kondurmadığım
namusum adına yemin ediyorum; dokuz ay karnımda taşıdığım, ebesiz doktorsuz
doğurduğum, kıtlıkta kıranda besleyip büyüttüğüm, boğazımdan kısarak okuttuğum
oğlumun ahım, darağacınm yağlı ilmiğinde bırakmam! Kulakları da yürekleri gibi
sağır değilse duysunlar, ben de anaysam bırakmam!
Sesler işitiyor Orhan.
Bir düş mü bu? Küt diye kırılışj mı bir dalın? Ayrılık mı, bir yolculuk mu bu?
Bir umut yok mu? Bir umut... Kapıya veriyor kulağını. Ve işte geliyorlar.
Konuşarak, gülüşerek, şakalaşarak geliyorlar. Gürültüyle açıyorlar hücrenin
kapısını.
-«Hazır mısın?»
diyorlar.
-«Hazırım» diyor.
Namluların ucunda,
prangasını sürükleyerek, kısa adımlarla yürüyor. Onu ölüm karşısında böyle
dimdik kılan nedir? Duruşundaki bu çelik yalınlığı, bu çelik sertliği nerden geliyor?
Gözlerindeki kıvılcım, ölüm yasalarına meydan okuyan o alaycı kıvılcım nasıl
tutuştu? Kimdir bu, son yenilgide bile yenilmezliği haykıran kim?
Okul dönüşünde, bir
eskici dükkânında, bir çift postal ve yakası tüylü bir parka görmüştü. Günlerce
bakmıştı gelip giderken. Sonunda almaya karar vermiş, para istemişti
babasından.
-«Hiç mi yüreğin
acımıyor oğlum» demişti anası. «Bir kuru ekmek için gece gündüz çırpınıp
duruyor zavallı adam! Kış geldi kapıya dayandı, odun-komür derdi bir yandan,
senin derdin öbür yandan, elde yok, avuçta yok.»
-«Sen konuşmasan olmaz
mı, be kadın!» diye bağırmıştı babası. «Okula çıplak mı gitsin çocuk!»
Orhan'a, postalların
ve parkanın nerde satıldığını sormuştu. Ertesi gün, kucağında bir paketle eve
gelmiş, oğlunu Öpüp gönlünü aldıktan sonra:
-«Hadi şunları giy de
bir bakayım» demişti.
Babasının sevgiyle
bakışını, gözyaşlarını gizleyerek ağlayışını düşünmek istemiyor şimdi.
Görevlilerin önünde daha canlı yürüyebilmek için olanca gücünü topluyor.
Prangasının izin verdiği ölçüde ve kararlı atıyor adımlan-nı. Saatine bakıyor.
Biraz sonra beyaz ölüm gömleği giydirecekler. Boy aynasında kendine bakacak.
Kolsuz beyaz ölümün içinde, sadece kafasını ve postallarını görecek.
-«Dostlarım» diyecek.
«Nice kahroluşlar pahasına, kurşun ata ata ve sokak aralarında ölümle dövüşe
dövüşe besleyip koruduğumuz o nazlı sırların göz renklerini, bu sabaha karşı
darağacında bir kez daha soracaklar benden. Fakat boşuna soracaklar. Onlara
yüreğimi koparıp vereceğim, ancak sırlarımı kendimle birlikte toprağa götüreceğim.»
-«Vakit tamam, yürü
lütfen» diyecekler.
-«Elbette» diyecek.
Saatini, yüz kırk lira
parasını, parkasını ve postallarını babasına bırakacak. Cezaevinin avlusunda,
karanlık, kuytu bir köşede kendini bekleyen darağacına doğru yürüyecek. Sonra
durup, üzerindeki beyaz öSüm Örtüsüne içi burkularak yeniden bakacak.
-«içim hiç ısınmadı
buna» diyecek.
Celladın yardımıyla
masaya, ordan da iskemleye çıkacak. Avlu duvarında, taşların arasında, Mavİş'e
benzeyen mavi bir kır çiçeği görecek. İnce boynunu ipe vermeden önce:
-«Kahrolsun
emperyalizm!» diye bağıracak.
Göklerden beyaz bir
güvercin inecek, mavi kır çiçeğini alıp yine göklere süzülecek... Onu, gözden
kaybolana dek izleyecek. Sonra, nazlı boynunu ipe verirken, dünyaya son kez
bakacak... Benliğinden kopup gelen köklü.bir sesle, o güzel türküsünü son kez
söyleyecek:
-«Yaşasın
bağımsızlık!..»
Bora'nın dünyasında,
aylardır beynini didikleyen, geceler boyu onu uykusuz bırakan, aşını ekmeğini
ona zehir eden bir adam var. Sakallı bir adam... Yazıp kurtulmak istiyor ondan,
kaçıp kurtulmak, öldürüp kurtulmak... Olmuyor, hiçbir şekilde ondan
kurtulamıyor.
-«Onunla ilk kez nerde
karşılaşmıştım?» diyor.
Sanki yeni bir şey
yakalamış gibi umutla masasına yöneliyor. Oturuyor, eline kalemi alıp, önüne
temiz bir kâğıt çekiyor.
-«Evet» diyor, «onunla
ilk kez, bu çok önemli, ilk kez nerde karşılaşmıştım?»
Berlin Kültür Evinde,
birkaç ay önce, kendisi için düzenlenmiş bir edebiyat toplantısında,
konuşmaları taa baştan beri ilgiyle dinleyen sakallı bir adam görmüştü. Adının
«Fikri» olduğunu söyleyen bu adam, toplantıdan sonra Bora'yı bir kenara çekmiş
ve...
-«Ne demişti yahu,
ilginç bir şey söylemişti» diyor Bora. «Tam bir Osmanlı beyefendisi gibi
konuşmuştu. <Eğer lütfedip gelirseniz beni ihya edersiniz efendim>
tarzında komik bir şey söylemişti galiba.»
Karanlık gölgelerden
ansızın sıyrılıyor, ışıklı sevinçlere döküyor kendini. Kafası şimdi daha
berrak, umutlan daha devingen- Yazacak...
-«Evet, burdan
başlamalıyım» diyor.
Biraz önce önüne
çektiği temiz kâğıda, «kırçıl sakallı, geniş yüzlü, şişmanca bir adam...» diye
yazıyor ve duruyor. Beğenmiyor, çok yüzeysel ve sıradan buluyor yazdıklarını.
-«Önce bir mekân
seçmeliyim, sonra tarihsel bir kesit almalıyım» diyor. «Daha sonra Fikri'yi
seçtiğim bu mekâna ve zaman dilimine yerleştirip, onun toplum ve bireyle olan
ilişkilerini, estetik planda ve çok İşlek bir dille...»
Oysa daha birkaç gün
önce. Bora, yaptığı son edebiyat toplantısında, «iyi bir hikâye nasıl olmalı?»
diye ortah' ğa bir soru bıraktıktan sonra, tüm dinleyenleri hayretler ve
hayranlıklar içinde bırakan özgün düşünceler ileri sürmüştü. Ama şimdi sanki
beyni kapanmış. Işık geçirmeyen duvarlarla hapsedilmiş sanki... Daha önce hiç
böyle ol' mamıştı. Bir çocuk saflığı ve şaşkınlığı içinde:
-«Satırlar niçin
ilerlemiyor, niçin dolmuyor bu sayfalar, saatin <tik-tak>ları davul
tokmağı gibi niçin dövüyor beyni' mi?» diyor.
Kâğıdın diğer yüzünü
çevirip yine aynı şeyleri yazıyor, ama bu kez «belli bir mekâna ve zaman
dilimine» oturtarak tabii. Şöyle bir şey çıkıyor ortaya: «Akşamın alaca
karanlığı, caddelerinde orospuların açıktan pazarlandığı bu sancılı kentin
dinmek bilmeyen uğultusunu sevgiyle kucaklarken...»
-«Dur» diyor, «burda
dur...»
Ne gibi kucaklarken?
Örneğin, bir ahtapotun, avını, uzun kollarıyla yakalayıp kendine doğru çekişi
gibi mi, yoksa, zebani kılıklı bir herifin, güzel bir kızın narin bede-nini
kavrayışı gibi mi? Bora, kendisiyle bir süre tartıştıktan sonra, bu
kucaklaşmalarda «sevgi»nin olmadığı, «açlık» ve «şehvet»in olduğu sonucuna
varıyor ve kenti kucaklayan karanlığa, «yavrusuna şefkat ve özlemle kollarını
açmış bir ananın sıcaklığı»nı daha uygun buluyor.
-«Çünkü» diyor Bora,
«karanlık, kentin dinmek bilmeyen uğultusunu dindirecektir.»
Yazdıklarından hoşnut
devam ediyor: «Oturmuş, Berlin Kültür Evinde hayranlarımla edebi ve felsefi
zeminde ve sanki sonu hiç gelmeyecekrniş gibi uzayan ve uzadıkça (yapaylaşan
ve tekrarlanan değil) derinleşen konuşma-lar yapıyordum. Geceyarısına doğru,
okurlarımın homurdanmalarına ve yakınmalarına rağmen toplantıyı bitirmek
zorunda kaldım. Toplantıdan sonra, önümde, kırçıl sakallı, geniş suratlı,
şişmanca bir adam peydahlandı...»
Bu «peydahlandı»
sözcüğünden hoşlanmıyor. Biraz düşündükten sonra, «belirdi» sözcüğünü tercih
ediyor: «...be' lirdi ve geniş suratını yayıp daha da genişleterek ve göbeği'
ni zıplatarak bir süre hayvanca güldükten sonra...»
Bora burda duruyor.
Tümcesini bitirmeden bir sigara yakıp ardına yaslanıyor. Yazdıklarını okumaya
hazırlanır' ken Fikri'yi görüyor. Fikri, başını satırların arasından uzat' mış,
sakalını sıvazlayarak:
-«Hayvanca gülmek
nasıl bir şey merak ettim doğru-su» diyor. «Koşullara göre, koşulların ortaya
çıkardığı irisana ve onun tavırlarına göre benim gülüş tarzım değişebilir,
ayrıca bunu bilmeni isterim» diyor.
-«Doğru» diyor Bora,
«çok doğru, çünkü sen, tanıdığim en kaypak, en utanmaz insansın. Kimbilir senin
daha tanımadığım kaç yüzün, kaç huyun, kaç hünerin var. Sen, tilki--den daha
kurnaz, bukalemundan daha değişkensin» diyor.
«O, sosyal
ilişkilerine ve görünüşüne rağmen aslında çok ilkei bir hayvandı...» diye yeni
bir satirbaşı yapıyor, ama sevmiyor bu son yazdığını, çok sıradan ve kaba
buluyor.
-«Hayır, kim olursa
olsun, insanı bu kadar aşağılamaya hakkım yok» diyor. «Gerçi hayvandan bile
aşağı pek çok insan var ya... Var mı? Yok yok, insanı bu kadar aşağılamaya hiç
kimsenin hakkı yok. Hele bir yazar, bunu hiç yapmamalı...»
Bora, kendisiyle
çelişmeye başlıyor. Kafası iyice karışıyor, içinden çıkılmaz bir labirentte,
karmaşalar yumağında kendini aramaya başlıyor.
-«Ama» diyor, «bir
sanatçı, toplumun yerleşik kurallarını ve yüzlerce yıldan beri var olan
sınırlarını zorladığı Ölçüde sanatçıdır, insanın ayaklarını yerden kesip
ululaştır-mak, sanatın nerdeyse tek amacı olagelmiştir. Bundan daha berbat ne
olabilir!»
Fikri, bu kez minik
bir yontu gibi yazı masasının üstünde... Ellenni beline koymuş, tek ayağı
önde, poz verir gibi Bora'ya yandan bakarak gülüyor.
-«Beni yüceltmek veya
aşağılamak zorunda değilsin» diyor. «Sen eğer olayları ve insanı objektif
olarak yansıta-mıyorsan kötü bir yazarsın.»
-«Cahillikte üstüne
yok doğrusu» diyor Bora. «Ben gazete haberi değil, hikâye yazıyorum. Korkanm
sen hikâyenin nasıl bir şey olduğunu da bilmiyorsun.»
Bora, bunları söyledikten
sonra yazı masasını Öfkeyle terkediyor. Ünlü yazarlardan birinin kitabını alıp
kanepeye uzanıyor. Okumaya başlamadan Önce:
-«Bakalım bu roman
nasıl yazılmış» diye düşünüyor.
At kişnemeleri, nal
sesleri, dağlara çarpıp yankılanan haykırışlar, kurşun vızıltıları... Kalleş
pusular, yenilgiler, hırslanışlar... Bitip tükenmek bilmeyen özlemler,
kavgalar, yiğitlikler, kahpelikler... Sonra nazlı sevdalar, ince sevdalar...
Ve bu sevdalarla derinleşen yalnızlıklar, acılar... Muhteşem bir anlatım!
Bora artık iyice
umutsuz. İçine sessiz karanlıklar çöküyor. Son yazdıklarını da buruşturup çöp
sepetine attıktan sonra:
-«Yok, bende iş yok!»
diyor.
Elindeki romanı
okumaya devam ediyor. Ve biraz son-ra karışıp gidiyor bulanık uykulara.
Telefonun sesine koşuyor rüyasında. Telefonun öbür ucunda Fikri'nin sesi, «görüşelim»
diyor, «lütfedip gelirseniz ihya olurum efendim» diyor. Fikri'nin bu kaçıncı
telefon edişi! Bora çıldıracak... Ter içinde, sıçrayarak uyanıp, tavana bir
süre boş gözlerle bakıyor. Sonra doğrulup kalkıyor. Uyku öncesi okuduğu romanı,
ayaklarının dibinde buluyor. Onu alıp, masanın üstüne bırakırken, gözleri
duvardaki saate takılıyor.
-«On dört olmuş!»
diyor hayretle. Soyunup banyoya giriyor. Kulaklan günlerdir telefon sesinde...
Gözleri sürekli posta kutusunda... Arayıp soranı yok.
-«Ulan» diye
hayıflanıyor, «toplumun bu sanatçı kesimi nasıl bu kadar duyarsız olabiliyor,
bencil olabiliyor, anlaşılır gibi değil! Sanki ben toplum için beynimi yiyerek
eser yaratmıyorum!»
-«Yaratma efendim»
diyor Fikri. «Seni zorlayan mı var, yazma» diyor.
-«Çık ulan ortaya?
Nerdesin ulan?»
-«Burdayım, çalışma
odasında...»
Çırılçıplak çalışma
odasına koşuyor. Öfkeden açılmış gözleriyle radar gibi tarıyor odayı. Masanın
üstünde, «son günlerde sakallı bir adam dadandı bana...» yazılı, yansı
yırtılmış bir kâğıt görüyor. Kâğıdı öfkeyle kaptığı gibi bu-ruşturup pencereden
dışarı atıyor. Ve işte tam bu sırada kapı zili...
-«Şimdi sırası sanki!»
diyor.
Çıplaklığını da
unutarak kapıyı açıyor. Karşısında, şaşkınlıktan gözleri açılmış gencecik bir
adam... Bora'yı yalnız bırakmayan tek arkadaş, sadık dost. Oturup, çok oku-nan
tüm eserlere ve yazarlara birlikte burun kıvırmaları artık Bora'ya bıkkınlık
vermeye başlamıştır.
-«Ne var be, ne
istiyorsun?» diyor Bora.
Önce Bora'nın çıplaklığına
şaşıp kalan genç adam, bu kez de onun bu «dostça» karşılamasına şaşıyor. Bir
süre donup kalıyor kapının önünde.
-«Bu ne hal üstat,'
çıldırdın mı?» diyor. Bora, eline geçirdiği bir terlikle arkadaşının üstüne yürüyor.
Onu, dış kapıya kadar kovalıyor. Neye uğradığını bilemeyen zavallı genç adam,
bütün bu olup bitenlere bir anlam veremiyor. Sadece hayret ve şaşkınlık içinde
Bora'ya bakarak kaçıyor...
-«Çıldırdın mı?»
diyor. «Yazık sana Bora, git bir psikologa görün!» diyor.
Bora yukarı çıkıp
banyoya giriyor. Bedenini saran sıcak su ve şampuan ona iyi geliyor.
Gerginleşen sinirlerinde ve belli birtakım şeylere saplanıp kalmış
düşüncelerinde bir çöl zulme oluyor. Bu an, uykularında bile kendini rahat
bırak-mayan Fikri'yi unutuyor. Şimdi Bora köpükten bir adam... Gözleri kapalı.
Sırtını, kıçını, karnını, kollannı ve omuzlarını hızhca ovalayıp suyu açıyor.
Başından aşağı, ılık, okşayan bir hafiflikle akıp inen şampuan köpükleri, onda,
birikip kalmış, közlenip sönmüş, başka bir Özlemi alevlendiriyor.
-«Kadınsız hayat eksik
olsun!» diyor.
Bugün her şeyi bir
kenara itip ona gitmeyi düşünüyor. İpek saçlarını, boynunu okşamak, incecik
beline sarılmak ve gerdanını koklamak için delice bir istek duyuyor.
-«Çok özel, çok
kaliteli bir kadın» diyor. «Yatakta, sözcüğün tam anlamıyla bir kadın...
Çekici, alımlı, tepeden tırnağa dişi...»
Sonra bu «bencil» ve
«kaba» arzusundan dolayı utanıyor. Çünkü Bora, şu an, en sevdiği hikâyesine
ihanet etmek üzeredir. O hikâyesinde, şehvetin hayvanlara, aşkın ise, insanlara
özgü olduğundan söz etmiştir. Bora'ya göre, her insanın doğasında ilkel ve
kaba bir şehvet duygusu mutlaka vardır; ama insan, bu ilkel ve kaba duygusunu,
toplum ve bireyle olan diğer ilişkilere dönüştürebıldiği ölçüde «sosyal bir
varlık» olabilir. Bu ilişkilerin en güzeli, en ulaşılmaz olanı da aşktır.
Sevgiye gelince; sevgi, aşkın bir üst katıdır ve aşka göre daha kalıcıdır...
Bora, bunları yazmıştır hikâyesinde. Acaba yazdıklanna şimdi ters mi
düşmektedir?
Suçluluk duygusu ve
utançla kararan yüreği, şimdi daha rahat, daha geniş, daha huzurlu. Ona aşık
olmadığını kim söyleyebilir?
-«Ona karşı duyduğum
şehvet, aslında ona duyduğum aşkın bendeki dışavurumudur.»
Banyodan çıkıp
kurulanıyor. Dolabı açıp temiz bir iç çamaşırı arıyor. Kirlilerin, kimbilir kaç
haftadan beri yığılıp kaldığını görünce kafası iyice bozuluyor.
-«Pis herifi» diyor
kendine. «Kıçına geçirecek temiz bir donun bile yok!»
Kirlileri çamaşır
makinesine dolduruyor. Biraz deterjan koyup, suyun sıcaklık derecesini
ayarladıktan sonra makineyi çalıştırıyor.
-«Evlenmeli» diye
söyleniyor. «Artık evlenmeli. Çocuksuz dul bir bayan veya helal süt emmiş
namuslu bir aile kızı bulup, hemen evlenmeli.»
Gözlerindeki alayı
görmek için aynaya bakıyor. Birden bir şaşkınlığa, hüzne, kedere dönüşüyor
bakışları. Yüzünde tam bir haftalık sakal, kepeklenmiş, yağlanmış saç dipleri,
çökmüş bir surat, canlılığını yitirmiş donuk gözler ve soluk bir renk... Bu
hale nasıl geldiğine, ne zaman geldiğine şaşıyor. Aynadaki görüntüsü tedirgin
ediyor Bora'y.
-«Çok ihmal ediyorum
kendimi» diye düşünüyor.
Biraz önce aşkı için
kıpır kıpır uyanan, devinen, baş-kaldıran duyguları porsuyup sönüyor. Çıplak
bedenine sabahlığını geçirdikten sonra yeni bîr hırsla yazı masasına yöneliyor.
Sonra açlıktan içinin ezildiğini farkediyor. Kalkıp mutfağa gidiyor. Ocağa bir
çay suyu koyup, buzdolabından iki yumurta, biçaz kıyma, iki biber, bir domates
çıkarıyor. İsteksiz ve zevksiz bir öğle yemeğinden sonra kendini yine yazı
masasının başında buluyor. Dirseklerini masaya dayayıp, çenesini avuçlarının
içine alarak düşünmeye başlıyor. Bir süre böyle düşündükten sonra yazıyor:
«Fikri'nin telefonlarından artık bıktığım için birgün <peki> dedim ona.
Doğrusu ben onu, yazmaya özenen yaşlı bir delikanlı sanmıştım, ama o, kelimenin
tam anlamıyla bir şeymiş...»
Bora. tümcenin ikinci
bölümünü tamamlama gereği bile duymadan çizip iptal ediyor, tümcenin ilk bölümü
ise tek başına zaten bir anlam ifade etmiyor, içinde devinip duran şu öfkeyi
bir yazabilse! Gerçi o zaman kaleminden biraz kan damlayacak, arna olsun. Çünkü
yazdıklarını sonradan yumuşatmak gibi güzei bir huyu var Bora'nın.
-«Ulan» diyor, «yaşamı
olduğu gibi yazmak şart mı? Bu sıradan bir tanışma be! Bu basit ilişkiden iyi
bir eser çıkar mı? Sanat nedir? Çeşitli yazarlar, onu çeşitli biçimlerde tanımlamışlarsa
da. bana göre, sanat, yaşamı yeniden yaratmaktır. O halde, bu yaşanmış
ilişkiyi bozup dağıtmalı ve içine biraz turşu suyu, biraz tuz-biber, biraz nane
kekik katıp iyice yoğurmalı. Çok ayrı bir kalıba dökerek ona yeni bir biçim
vermeli. Mesela o bir temizlik firmasının başında. Otuz işçisi var. Büyük bir
mağazanın temizliğinden sorumlu. Ben ne yapıyorum? Bir temizlik İşçisi gibi
onların arasına sızıp, adamı daha yakından tanıma fırsatı buluyorum.»
Bora'nın çok hoşuna
gidiyor bu kurgu- Hem böylece kalemini işçilerden yana oynatarak, biraz
«solculuk» da oynayabilecek.
-«Evet, ilişkimiz
böyle başiamafı» diyor.
Önüne yeni bir kâğıt
çekip, yazmaya başlıyor: «Yani' ma sokulup ne biçim şeyler yazdığımı sordu. Çok
şaşırdım ve kendisine bunu nerden...»
Yani, Bora, olayın
sonundan başlıyor, sonra geçmişe göndermeler yapıp, karanlık köşeleri
aydınlatacak, ama olmuyor, satırlar bir türlü ilerlemiyor.
-«Saçma bir kurguydu
zaten» diyor.
Bu kez olayı baştan
alarak yazmayı deniyor. Güya, Bora, mağazada kendine verilen bölümün
temizliğini yaparken, Fikri yanına gelir, «iş çıkışında beni bekle de bir yere
gidip oturalım» der. Yazmaya devam ediyor: «İş çıkışında, başörtülü temizlikçi
kadınlar, önümden birer ikişer geçip giderken, ben Fıkri'yi bekledim. Fikri, koyun
güden bir çoban edasıyla gelip önümde durdu ve...»
Fikri'yi birkaç satır
yürütüyor, sonra tümce bitmeden yavaşiatıp durduruyor. İstemeden bir nokta
koyuyor, bir nokta daha... İmla kurallarına uyup noktaları üçlüyor. Uç nokta
yanyana... Bunun anlamı, «yazar, tümcenin sonunu getirememiş» değil, «yazar,
tümcenin sonunu getirmek istememiş» oluyor.
-«Çünkü» diyor Bora,
«okur, özellikle benim okurum, tamamen bitmiş, son noktası koyulmuş sözlerden
hoşlanmaz. Bir ipucu verdikten sonra yorumu onlara bırakmak lazım.»
Normal olarak noktayla
bitmesi gereken kimi tümcelerden sonra ünlem, soru işareti... Kimi tümcelerden
sonra, hem soru, hem ünlem... Ve tabii virgüller, noktalı virgüller...
Bunların gücü ve Önemi üzerinde yoğunlaştırıyor düşüncelerini.
-«Mesela» diyor, «çok
uzun ve kapalı tümceler, yazarın gücünü gösterir; o tümcelerde birkaç
duraklama yerleri saptayıp, oraları noktalı virgülle işaretlemek ve çok uzun
olmasına karşın tümcelerin sonunu yine de üç noktayla bitirmek, kurulan
tümcenin vurucu ve çarpıcı gücünü birkaç kez artırır...»
Sonra kalemi bırakıp
bir sigara yakıyor. Ardına yaslanıp gözlerini yumuyor. İş çıkışında, başörtülü
temiziıkçi kadınlar, Bora'nın önünden «koyun sürüsü» gibi geçerken, bir
«çoban» edasıyla gelen Fikri...
-«Gidip bir birahaneye
oturuyoruz» diyor. «Orda biralarımızı içerken, <yazar olduğunu benden
gizlemene hiç gerek yoktu» diyor. Evet, böyle diyor bana. En gizli yönümü
açığa çıkarınca, ben de itiraf etmek zorunda kalıyorum...»
Yazmaya başlıyor Bora.
Nokta. Sonra düşünmeye devam ediyor. Yazacaklarını önce bir film şeridi gibi
beyninden geçiriyor. Yakaladığı resimleri söze dökmek için, olağanüstü bir
çaba, heyecan ve beklenti içinde. Günlerdir
uykusuz ve yorgun,
masasının başında «vahiy» bekleyen bu yazara hiçbir ilham perisi lütfedip
gelmiyor. Unutul' muş, yalnız bir yazar...
-«Değer mi ulan!»
diyor, kalemi masaya çarpıp kalkarken. «Yaşamı boyunca bir kez olsun para
verip kitap almamış, alsa bile oturup okumamış, okusa bile yazarını an-İamamtş,
anlasa bile yanlış anlamış bu toplum, bu duyarsız, tepkisiz, bu cahil, bu yoz
kalabalık, bu çabaya değer mi? Bence asla değmez... Dünyanın en muhteşem eseri'
ni de yaratsan nafile! Of, bu sigara mahvetti beni, pipo iç-meli bundan sonra.»
Yazı masasına dönüp,
çekmeceden piposunu ve tütününü alıyor. Piposunu doldurup yaktıktan sonra
aynada kendini görmek istiyor.
-«Böyle iyi» diyor.
«Şimdi daha entel oldum. Sakalım uzayınca daha da iyi olacak. Ama önce tıraş
olmalı, bu lanet kılların hepsini bir boya, bir düzene sokmalı.»
Tüpün kafasına çöküp
fırçaya biraz köpük akıtıyor. Yüzünü iyice köpükledikten sonra tıraş bıçağı
aramaya başlıyor. Alt çekmece, üst çekmece, sağ dolap, sol dolap... Yok! Bora
son günlerde çok dalgın olmaya başladı nedense.
-«Allah kahretsin, yok
galiba» diyor.
Aradığı hiçbir şeyi
bulamıyor. Gittikçe sabrı tükeniyor ve dolapların kapağını öfkeyle çarpmaya
başlıyor. Sonra kullanılmış bir tıraş bıçağı bulup çıkarıyor. Bîr ezgi mırıldanarak
tıraşa başlıyor.
Şimdi hepimiz bir
edebiyat toplantısındayız. Bir hikâye okuması gerekirken, hayranlarından gelen
aşırı istek üzerine üç hikâye okuyor. Hikâyelerini okuduktan sonra piposunu
yakıp arkasına yaslanıyor. On dakikalık bir aradan sonra, toplantının ikinci
bölümü başlıyor. Bu bölümde sorular ve yanıtlar var.
-«Nasıl yazdığınızı
merak ediyorum» diyor bir dinleyici. «Öykülerinizi yazarken önceden notlar mı
alırsınız, yoksa onları önce kafanızda mı bitirirsiniz? Ya da bazı yazarların
yaptığı gibi hiç tasarlamadan, aklınıza geldiği gibi mi yazarsınız?»
-«Yok efendim, adetim
değil. O söylediğiniz şey benim doğama aykın. Zaten oraya buraya koşturmaktan,
sağolsunlar, sizler gibi meraklı okurların karşısına çıkıp saatlerce
konuşmaktan, dergilere, gazetelere yazı yetiştirmekten vakit bulamıyoruz ki
notlar alalım. Yazacağım eseri önceden düşünmem bile. Bir an bir şey gelir
bana, zamanı yoktur onun, evde, sokakta, yatakta, banyoda, tuvalette...»
Gülüşmeler oluyor.
Bora, gülen insanları gözlüğünün üstünden bir süre izledikten sonra konuşmasına
devam ediyor:
-«Bir şey gelir bana, dürter
beni, <yaz yaz!> der, yazarım. Başka yazarlar nasıl çalışıyor bilemem,
ama bende böyle olur.»
-«Yaşınız kırkın
üzerinde» diyor bir başkası. «Bugüne dek iki kitap yazdınız, birleştirseniz bir
kitap olmaz. İkisi de incecik ve sayfaların yarısı desen, yarıya yakını da boş.
Bu, yazarken zorlandığınızı göstermiyor mu? Yanılmıyor' sam bir eleştirmen de
sizin hakkınızda buna benzer şeyler yazmıştı.»
Bora'nm renginde
olağanüstü bir değişme oluyor. Hiç beklemediği bu «soru» karşısında kanı
tepesine çıkıyor. Gözlüğünü çıkarıp masanın üstüne bırakıyor.
-«Sen» diyor, «o
eleştirmenin ağzıyla mı konuştun, yoksa kendi özgün düşüncelerini mi dile
getirdin, önce bunu bilelim.»
-«Bence bunun hiç
önemi yok. Varsayalım ki bu gerçeği o eleştirmen dile getirmiş, ben de bir
okur olarak ona katılmışım.»
-«Eğer o eleştirmenin
ağzıyla konuştuysan, yine aynı dergide ona gereken yanıtı verdim, okumuş olman
gere--kirdi. Eğer onun söylediklerinden haberin yok da, bu saçıma soruyu
sadece konuşmuş olmak ve dosta düşmana kendini göstermek için sorduysan, seni
de ayrıca yanıtla--mam gerekiyor.»
-«İşin gerçeği, ben o
eleştirmenin yazısını okudum ve kendisine hak verdim. Daha sonra aynı dergide
onu yanıtla-rmş olabilirsiniz, arna ben sizin yazınızı okuyamadım. Şimdi ben
bir okur olarak, doğal hakkımı kullanıp, size, merak ettiğim bîr soruyu
yönelttim, hepsi bu. Bunda kızacak ne var?»
-«Hiçbir yazara
haketmediği balçıklar sıvamak, kimsenin hakkı, hele <doğal hakkı> hiç
değildir. Şimdi benim kitaplarımın inceliği seni rahatsız mı ediyor? Önce bunu
öğrenelim.»
-«Yanlış anlamayın,
kitaplarınızın inceliği beni rahatsız etmiyor, tam tersine, o ince kitaplarınız
bana haz veriyor. Çıksın, diyorum, toplumun önüne bir şey koyamayan yeteneksiz
yazarlar birer birer gün ışığına çıksın.»
-«Sen aslında kalın
romanları görünce kusmamak için kendini zor tutanlardansın. Şimdi sen bana
okuduğun kalın kitapların adlannf söyler misin? Bırakalım kalınlan, okuduğun
ince kitapların sayısı kaçtır? Yine aynı eleştirmenin, kaîın romanların
sıkıcılığından ve monotonluğundan, ge-reksiz ayrıntılarla okuru bıktırdığından
söz eden yazısını da okumuş olmalısın. Hiçbir eser, inceliğinden veya
ka--lınlığından dolayı <iyi> veya <kötü> değildir. İşlediği konu
bakımından da öyle değildir, iyi bir eleştirmen, bir eseri, estetik ve dil
yönünden inceler, kitapların sayfa sayısıyla ilgilenmez. Anladın mı sevgili
kardeşim?»
-«Vay!» diye bağırıyor
Bora. «Ah!» diyor.
Teninde bir yanma,
derinden gelen bir sızı hissediyor. Sonra çenesinin altındaki beyaz köpük biraz
kızıllaşsyor. Kurduğu düşten rahatsız; ama böyle rezil bir toplantıda olmadığı
için mutlu... Tıraşını bitirdikten sonra, oturma odasında, üstünde sabahlıkla
bir süre dolanıp duruyor. Sonra kanapeye uzanıp, Fikri'yi niçin yazamadığını
düşünüyor. Önce yeteneksiz olduğuna, daha sonra da, onu yeterince tanımadığına
karar veriyor.
-«İyi ya işte, ben de
bunu yazmak istiyorum zaten» diyor. «Onu bir türlü tanıyamadığımı yazmak
istiyorum, işini iyi bilen bir tüccar olduğuna tam İnanacak oluyorum, karşıma
bir filozof çıkıyor. <Ulan bu adam inanmış bir materyalist) diyorum, ertesi
gün karşımda bir tasavvufçu... Bilinçli bir idealist olduğuna tam inanacağım
sırada, bir bakıyorum ki, işini çok iyi bilen uzman bir dolandırıcı... İn
midir, cin midir, anlayamadım gitti!»
Bu oda sıkmaya
başlıyor Bora'yı. Çıkıp şöyle göle doğ' ru biraz yürüse... Küçük tahta köprüden
geçerken dursa, gölde yüzen ördekleri izlese... Niçin ördekleri?
-«Çünkü» diyor, «biz
doğulular için gerçek yiğitlik, kav-gada çataiyürek oluş falan filan değil.
Efendim, biz doğulular için gerçek yiğitlik, gördüğünüz şu çıplak hanımlara
sırt dönebilmektir. Bir kız, yanında üryan olup giysilerini yastık yapacak,
<işte sağ yanırm diyecek, güneşte gerinecek, (işte sol yanım> diyecek,
gerinecek, <işte göğüslerim> diyecek, sırtüstü serilecek, bazen sağ
bacağını kaldırıp poposunu kaşıyacak, ama sen hep ördeklere bakacaksın;
<me-deni> olmanın, <çağdaş> olmanın, <batılı> olmanın ilk
koşulu budur kardeşim.»
Sonra yürüse, gölün
kenarında ıssız bir yere otursa... Rüzgârın önünde minik dalgacıklar oluşturan
suya bakarak dalıp gitse... Bu dalgacıklarda, gökkuşağı renginde yansıyıp
kırılan güneş ışıkları, ona, hikâyesi için bir ilham kaynağı ol'
-«Onunla cezaevinde
tanışıyorum. Ben bir psikologum. Yabancı tutuklu ve hükümlüleri terapiye
gittiğimde tanışıyoruz. Aynı zamanda ünlü bir yazanm, suçlulann ruhsal
dünyalanna inen hikâyeler yazmak istiyorum. Evet, orda tanışıyoruz onunla.»
Yazacağı hikâyeyi
kafasında bitirmiş olmanın sevinciyle göle bir taş atıp kalksa, yürüyüp gelse,
merdivenleri çıkıp kapıyı sabırsızca açsa, çalışma odasına, yazı masasının
basına bıraksa kendini-..
Bora, sırtüstü
uzandığı kanapede şimdi çok mutlu. Kurduğu düşten hoşnut, yüzünde rahat bir
gülümseme. Yeni bir umutla yazı masasına gidiyor. Oturup önüne bir kâğıt
çekiyor ve yazmaya başlıyor...
«Kısa hikayeleriyle
tanıdığınız ve severek okuduğunuz Bora Ayazoğlu, bu kez, hiç denenmemiş özgün
bir tarzla çıkıyor karşınıza. Ayazoğfu'nun bu muhteşem hikâyeleri-.ni, şimdiye
dek yazılmış tüm hikâyelerden ayıran ve üstün kılan en beiırgin özellik...»
-«Ne olabilir?» diyor.
Henüz yazılmamış
hikâyelerini, şimdiye dek yazılmış tüm hikâyelerden «ayıran» ve «üstün kılan»
en belirgin özellik... işte bunu bulmakta zorlanıyor Bora. Hikâye yazmak
isterken, yayınevleri tarafından kitapların arka kapağına düşülen notlara
benzer bir şeyler çıkıyor ortaya. Bora gülüyor...
-«Böyle bir saçmalık,
dünyanın hiçbir yerinde yaşanmamıştır» diyor.
Ellerini masaya vurup,
yanan avuçlarını soluğuyia serinletmeye çalışarak pencereye doğru yürüyor. Bir
sigara yakıp dışarıyı seyretmeye başlıyor. İşlerine koşan İnsanlar... Ara
sokaklardan ana caddeye, ordan da kent merkezine akan arabalar... Ötelerde acı
fren çığlıkları ve çar' pışan madeni sesler... Her saniyesi, dayanılmaz
acılarla dolu, keder ve sevinçlerle, umutlarla dolu... Her saniyesi, doğumlar,
ölümler, dostiuklar ve düşmanlıklarla dolu bir hayat akıyor dışarda. Başını
çevirip, yazı makinesine, dolmuş küftablasına, buruşturulup atılmış kâğıtlara,
kitaplara ve resimlere bakıyor. İlk kez, varlığını kuşatan, ruhunu teslim alan
sahte bir dünyanın ayırdına varıyor.
-«Yaşamı sevebilmen
için, önce kendini sevmen gerekir» diyor. «Ve yaşamı sevebilmen için, ona
katılman gerekir. Yaşamin içinde bir çağlayan gibi akman, sürekli akman
gerekir. Yaşamı sevebilmen için, yaşaman gerekir» diyor.
Son yazdıklarını da
buruşturup çöpe atıyor. Hiçbir zaman sevemediği Fikriyi düşünürken, «qnce
sevgi» diye yazıyor önündeki kâğıda. Ve sonra kalemi masaya çarpıp kalkıyor
Bora.
-«Önce sevgi!» diyor.
Mahalle kahvesinde.
İbo, sigara dumanı, tavla şakırtıları ve arabesk müzikle doîu, gürültülü bir
ortamda, tek başına oturuyordu. Bacak bacak üstüne atmış, gözlerini de
duvardaki çıplak kadın resmine dikmiş, çay ve sigara sefası yapıyordu.
Duygularını belli etmemeye çalışıyordu, ama boşuna... Bir gerilim ve heyecan
içinde olduğu her halinden anlaşılıyordu. Kızılırmak gibi kabarıp kabarıp
geliyordu içi, ama anasının sıkı uyanları yüzünden ağzını açıp da kimseciklere
dökemiyordu sevincini. Çoktan beri elinde tuttuğu parayı uzatarak:
-«Lan Doğan, paranı al
ya!» dedi. «Bak vermeden giderim, kafamı bozma! Lan oğlum, aisana şu paranı
ya! Bak ben gidiyorum ha!..»
Boş bardakları tek
eliyle taşıyarak hüner gösterisi yapan Doğan, Ibo'nun yüzüne bile bakmadan:
-«Geeeeldim!» diye
bağırdı.
Ibo yeniden kendi
dünyasına döndü; anası şu an Bakkal Aziz Efendinin kızını istemekteydi. Ibo,
kızı sadece birkaç kez yakından görmüştü.
Duvarda asılı duran
çıplak kadın resmin^ yeniden baktı. Anası orda su an kimbitir ne diller
döküyordu. «Benim
oğlum aslan gibi
maşallah» diyordu. «Yakında iş bulacak inşallah» diyordu. «İbo gibisi zor
bulunur valla» diyordu, îbo'nun aklına birden çay parası geldi yine...
-«Lan Doğan, ai lan
paranı!» dedi.
Doğan, aslında hiç
yalnız bırakmazdı Ibo'yu... Onu konuşturur konuşturur gülerdi. Başkası
söylediğinde hiçbir çekiciliği olmayan sıradan sözleri İbo söyleyince, yer
yerinden oynar, kahve sakinleri gülmekten kırılırdı. Kumarcılar kumarını,
içki-çiler içkisini bırakıp, îbo'nun başına toplanır:
-«İbo, İbo, köyde
muhtarın karısını nasıl korkuttun, kadının çocuğu nasıl düştü korkudan, bir
anlatsana, hadi noğolurL» diye adeta yalvarırlardı.
İlk bakışta yüzünde
bir dengesizlik göze çarpıyordu; ama İbo, aslında yakışıklı değilse bile
sevimli çocuktu. Kafası biraz küçük, kulakları büyük ve kepçe gibi öne doğru
eğik, burnu sanki sonradan takılmışcasına iri ve ortası kamburdu. Boynu yok
denecek kadar kısa, kollan da inadına uzundu, ama ne çıkar, içi temizdi.
Yaşını tahmin etmek hiç kolay değildi, ama kafa kâğıdında yirmi dört gösteriyordu.
Muhtarın karısını nasıl korkuttuğu iyi de, Doğan bazen onun en derin yarasına
basar:
-«Evlenemedin gitti be
İbo!» derdi.
Top gibi ansızın
patlayan ve uzun süre dinmek bilmeyen kahkahalar, kahveden dışarı taşar, apartmanların
arasından pazar yerine doğru yankılanarak uzar giderdi. Kahkahaların arasında
İbo:
-«Lan Doğan...» derdi.
İbo'nun sesi duyulmaz,
kahkahaların arasında kaynar giderdi. Birileri onun kıpırdayan dudaklannı
mutlaka farke-der ve:
-«Susun, susun, İbo
bir şey söylüyor» derdi.
Susarlardı. Soluk bile
almazlardı. Bir fırtına öncesinin durgunluğunu andırırdı bu suskunluk. İbo,
uzun kollarını boşlukta sallayarak:
-«Geçen sene Boyacı
Dinar'ın kızı bana kaçmadı mı lan!» derdi. «Kızın sümüğü akıyordu oğlum, babasına
geri gönderdim.»
Korkunç bir patlamayı
andıran kahkahalar, taa caddenin öbür yakasındaki binalara dek uzanırdı.
Gülmekten kimi yere yatar, kimi dizlerine vurur, kimi ağlamaktan beter gözyaşı
dökerdi. İbo sıkılır, kalkıp gitmek isterdi. Ama bırakmazlar, ona çay,
meşrubat, bira, ne isterse ısmarlarlar, kollarından tutup oturturlardı. Doğan,
gülmek için bahane arayan ve İbo'nun ağzından çıkacak herhangi bir sözcüğü
sabırsızlıkla bekleyen insanlara göz_kırparak:
-«Avradımdan bıktım,
İbo» derdi. «Eğer alırsan onu sana veririm!..» derdi.
ibo bir an duraksar,
düşünür, başını kaşır, sonra yüzünü buruşturarak çevresindeki insanlara bakar:
-«Yok lan Doğan, iyi
de, senin avradın bana göre çok büyük» derdi.
Kahveden yükselen
kahkahalarla bütün mahalle ayağa kalkardı. Gülüşler arasında kırık dökük sesler
duyulurdu.
-«ilahi ibo...»
-«Güzel avradı almıyor
da...»
-«Çok büyük...»
-«Ocağın batmaya!..»
-«Ulan İbo...»
-«Huh!»
-«Kih, kih...»
Sürer giderdi böyle.
Ama nedense başı bugün çok sakindi. Oysa İbo'nun arkadaşa en çok bugün
ihtiyacı var' di. Ama kimse onunla ilgilenmiyordu. Özellikle de Do-ğan'ın
ilgilenmemesi gerçekten hayret vericiydi. İşlerin sıkışıklığından mıydı, yoksa
artık onu rahat bırakmaya mı karar vermişti, bilinmez, ama bugün yanına bile
uğrama' mıştı îbo'nun. Parasını almaya bile gelmiyordu. İbo'nun sinirleri
gittikçe bozuluyordu.
Doğan'ı çağırdığında,
Doğan dönüp bakıyor, kaşıyla gözüyle «tamam» diyor, ama bir türlü gelmiyordu.
Çay ocağına giriyor, çıkıyor, boyun damarlarını şişire şişire bira ka-saİarını
kaldırıyor, indiriyor, İbo'nun sabrını tüketen bitmez bir uğraşının içinde
yitip gidiyordu. Ibo, içtiği çayların parasını ödemek için kalkıp Doğan'a
doğru yürüdü. Parayı öfkeyle fırlattı.
-«Al İan şu parayı!»
dedi.
Doğan, kaldırmak için
tuttuğu meşrubat kasasını yere bıraktı. Ellerini kıçına sildikten sonra,
İbo'nun attığı parayı alıp paçavra gibi soktu cebine.
-«Anladık İbo, bu gece
heyecanlısın» dedi. «Sevincini ille de duyurmak mı istiyorsun yani!»
İbo, hayretler içinde,
gözlerini Doğan'da uzun uzun gezdirdikten sonra:
-«Lan Doğan, kimden
duydun lan?» dedi.
-«Duymayan mı kaidı
oğlum mahallede! Turnayı gözünden vurdun hadi! İyi kız, tam sana göre!»
-«Sakın ha oğulî»
demişti anası. «Ağzını yum, kimseye söyleme. Bu işler gizli olur. Dostumuzdan
çok düşmanımız var, pişmiş aşın içine su katarlar!»
-«Yok giz ana» demişti
İbo. «Söyler miyim hiç! Yuma-rım ağzımı, kimseye söylemem.»
Ama Doğan duymuştu
işte. Kimden duymuştu bu Doğan? Kimse bilmiyordu ki, gelip de Doğan'a söylemiş
olsun!... Ama işte anası da İbo söyledi sanıp kızacak, çok kızacağı.
-«Lan Doğan, kimden
duydun lan?»
-«Kuşlardan... Benim
kuşlarım var lan İbo, haberin yok mu senin?»
-«Kimden duydun ya,
söylesene!»
-«Yerin kulağı var
oğlum. Bu mahallede hiçbir şey gizli kalmaz. Anında yayılır.»
İbo, kaygıyla sağına
soluna baktı. Kendini dinleyenler olmadığını görünce rahatladı. Doğan'a biraz
daha sokulup, fisıltılı bir sesle:
-«Lan Doğan, sen
gördün mü, Bakkal Aziz Efendinin kızı güzel mi?» dedi.
-«Eh işte, idare eder.
İnşallah Aziz Efendinin inatlığı tutmaz. Kız zaten yaşını başını almış. Senden
iyisini mi bulacak!»
Doğan bu konuşmayı
uzatmak istediyse de, İbo bir yerde kırp diye kesti. Heyecanlıydı, bir an önce
eve gidip sonucu öğrenmek istiyordu. Çay paralarını şaşkınlıktan bir daha
ödemeye kalkışınca, Doğan'ı bir gülme tuttu. Gittikçe yükselen kahkahalarla
dizlerine vura vura güldü.
-«Git lan İbo, aşk
senin başına vurmuş!» dedi. «Vermedin mi lan çay parasını!?»
-«Haa, doğru ya lan,
verdimdi, anam şimdi gelmiştir, hadi bana eyvallah!»
İbo, aceleyle kahveden
dışan çıktı. Şubat gecesinin ayazı tokat gibi indi suratına. Sokak
lambaiarıyla aydınlanmış yolda, lapa lapa yağan karın altında., koşarcasına
yürüyüp gitti. Oturdukları binaya yaklaşıp, köşeyi dönünce, bodrumun
penceresinden sokağa sızan ışığı gördü. Yüreği gümbür gümbür dövmeye başladı
döşünü.
-«Anam gelmiş!» dedi.
Üç basamaklı merdiveni
bir adımda inip, rüzgâr gibi aktı içeri- Anasını, başını ellerinin arasına
almış, yas tutar gibi uğunurken buldu. Umutlarının bu kez de suya düşmüş
olduğunu, onunla konuşmaya gerek duymadan anladı. Anasından bin kez daha çok
yıkılmış olarak dizlerinin üstüne çöktü.
İbo'nun «kara
yazgısına için için ağlayan ana, bir süre sonra başını kaldırıp oğluna baktı.
-«Vermediler» dedi.
«Böyle olacağı belliydi zaten. Anasını, babasını, ebesini, dedesini, dedesinin
mezarını bilmedikleri bir yabancıya asla kız vermezlermiş. Adetleri böyleymiş-
Böyle dediler.»
İbo, ölüm suskunluğuna
gömüldü. Acılı bir hüzün bürüdü gözlerini. Söyleyecek söz bulamadı. Gittikçe
artan - umarsızlığı, yağlı bir urgan
gibi düğüm çaldı boğazına. Yeniden büktü boynunu, yerdeki kilimin renkli
nakışlanna taktı gözlerini. Anasının ağzından çıkan her sözcük, demir bir
balyoz gibi inmişti beynine. Benliğinde, yüreğinin derin yerlerinde, kime ve
neye karşı olduğunu bilemediği kapkara bir öfke bulutlanıyordu.
Kayseri'ye göçmeden
önce, köydeyken, birkaç kapıya daha oturmuştu kadın. Bekçi Abidin'in kızını
alacak olmuş, kızın konduğu diğer dalı daha yeşil bulan Bekçi Abi-din, kör bir
inatla nal demiş mıh dememişti. Sonra İmam Halil'in kızını alacak olmuşlar, ama
o da îbo'nun «deliliğini ve bu nedenle askere bile alınmadığını tokat gibi indirmişti
kadının suratına. Son bir umutla Kör Hasbi'nin kapısına oturan ana, ondan da şu
yanıtı almıştı:
-«Bizim çiçek gibi
kızımız, Bekçi Abidin'in boklu kızından. İmam Halil'in bitli kızından daha mı
kötü? Onlar vermediler, biz de vermezik!»
Sanki onlar kızını
İbo'ya verselerdi, onlar verdi diye Kör Hasbi de verecekti!.. İbo'nun onuru çok
zedelenmişti. Geceleri uyumuyor, gündüzleri köyün çevresinde ha-yaSet gibi
dolaşıyordu.
-«Ah lan ah!» çekiyor,
döşüne yumruklar indiriyordu durmadan.
Onun bu karasevdalı
haline bakıp anası da dövünüyordu. Gecesini gündüzünü, uykusunu tüneğini
hepten yitirmişti kadın.
-«Bak oğul» dedi
birgün, «ellerin uşakları gibi okuyup adam olamadın, askere de gidemedin, seni
evlendirmenin bir yolunu bulalım bari.»
İki katlı evi,
bahçeyi, ineği, danayı ve koca ekmek tarlasını satıp savdılar, çıkıp
Kayseri'ye geldiler. Satın aldıkları bu bodruma yerleşip, içini de köyden
getirdikleri eskilerle iyi-kötü döşedıler. Şimdi tek bir amacı vardı kadının;
oğlunu evlendirmek...
Kadın, beş yıl önce
dul kalmıştı. İbo'dan başka çocuğu yoktu, bu yüzden vannı yoğunu Ibo'nun uğruna
severek döküyordu, ama işler hep tersine gidiyordu. Köyde, Ibo'nun «deli»iiğini
ve «çürüklüğünü bahane edenler, bu kez de burda «tanımıyoruz» diyorlar, «soyu
sopu» diyorlardı. Bununla kalsalar iyi, daha da ileri gidip, Ibo'nun dedesinin
mezarını soruyorlardı.
Bakkal Aziz Efendinin
kızından önce de Baharatçı Osman'ın şaşı gözlü kızını istemişti kadın. Kısaca
«vermem» demiş, kesip atmıştı Baharatçı.
Aslına bakılırsa,
Ibo'nun aklında evlenmek yoktu. Anası zorluyordu onu.
-«Ben ölünce sen
ortalarda kalırsın» diyor, en kısa zamanda başını bağlamak istiyordu.
Ama davul bile dengi
dengineydi. Yoktu işte, uygun bir kız bulamıyordu oğluna. Diğerleri neyse de.
Bakkal Aziz Efendinin kızına çok umutlanmıstı İbo. Olmadık hayaller kurmuştu.
Bu olaydan sonra yıkıldı. Günlerce kendine gelemedi. Kahvedekiler, Ibo'nun
ortalarda gorün-meyişinden durumu anlamışlardı. Doğan, haber üstüne haber
gönderip, Ibo'yu kahveye çağırıyordu. Ama Ibo'nun canı dışan çıkmayı
istemiyordu. Günler sonra ilk kez dışarı çıktı. Doğan onu şamatayla karşıladı
kahvede. Çay ikram etti, çekilip bir köşeye oturdular. Herkes gülerek onlara
bakıyordu.
-«Ah İbo ahi» diye
masaları yumrukluyordu Doğan. «Dert oldun bana, dert!» diyordu. «Evlenesin diye
seni ne çok düşünüyorum bilemezsin. Geçen gece yine seni düşünürken uykularım
kaçtı. Yatağın içinde sağa sola dönüp dururken bir şey geldi aklıma.»
-«Ne geldi lan Doğan?
Yoksa senin avradı mı...»
-«Dur lan Ibo, azıcık
sus be yahu, dinlemeden konuşma hemen, bak ben senin için neler düşünüyorum,
sen kalkmış neler söylüyorsun! iyilik yaramaz lan sana! Valla yaramaz!..»
-«Ne geldi lan
aklına?»
-«Konuşturmuyorsun
ki... Diyorum ki, birgün evleneceksin nasıl olsa. Burası köy yeri değil ki,
kapı kapı gezmekle kız bulasın. Burası koca şehir, İbo, kimse kimseyi
tanımaz...»
Doğan bunları
söylerken, yüzüne düşünceli bir hava veriyor ve yere bakarak ağır ağır
konuşuyordu. Çenesini sağa sola oynatarak, bir süre böyle düşündükten sonra:
-«Bak» dedi, «gazeteye
gidip bir ilan versen, <yaşım şu, boyum şu, kilom şu> desen, sonra da evlenmek
istediğin kızın... Pardon, İbo, sen otuzunda dul bir kadınla da evlenir
misin?»
-«Olsun lan, otuzunda
olsun, ama dul olmasın!»
Doğan tam konuşmaya
başlayacakken birden durup gülümseyerek Ibo'ya baktı. Hiç konuşmadan bir süre
bakıp durdu öyle.
-«Yahu İbo, sen ne
biçim adamsın yahu, otuzunda kız olur mu hiç! Evde kalmış olacak da... Sen beni
dinle, boşver şimdi kızını dulunu!.. İlan verirken, <kız ya da kadın
olabilin diyeceksin. Dur, istersen birlikte yazalım ilanı. Götürür verirsin
gazeteye. Birkaç güne kalmaz mutlaka bir yanıt gelir.»
Oturup birlikte
gazeteye bir evlenme ilanı yazdılar. Hatta Doğan, «iyilik» olsun diye kahvedeki
ferden ilan parasını bile topladı. Ve parayı Ibo'nun cebine koyup gönderdiler
gazeteye. Birkaç gün sonra bîr yanıt geldi fbo' ya. Bu, Doğan ve arkadaşları
tarafından, herhangi bir kızın ağzıyla yazılmış sahte bir yanıttı.
İbo, mektubu alır
almaz kahveye koştu. Doğan'ı bir köşeye çekip mektubu defalarca okuttu.
Kulaklarına inanamıyor;
-«Ne diyor lan Doğan,
bir daha oku lan» diyordu.
-«Okuduk ya oğlum!»
diyordu Doğan. «Kız seni bekliyor! Cuma akşamı, lisenin önündeki dolmuş
durağında seni bekliyor! Bak, öyle yazıyor işte!»
Doğan, cuma günü akşam
saat dörtte, lisenin önünde başlayacak olan parasız şenliğe arkadaşlarının hepsini
de davet etmişti. Adı geçen durağı bulmasına yardımcı olmak için, îbo'yu bizzat
götürdü lisenin önüne. İbo, tanışacağı kıza vermek için kolye bile almıştı.
Dolmuş durağının
yaklaşık ikiyüz metre uzağında durdular. Doğan, durakta bekleyen liseli bir
kızı gözüne kestirdi. Zoraki ciddiyetinin ardında sinsi bir gülümseme vardı.
Sol elini Ibo'nun omuzuna atıp, sağ eliyle durağı gösterdi.
-«Bak İbo, görüyor
musun, durak orda» dedi.
Doğan, gerçek yüzünü
gizlemek için, oldukça gayretli ve inandırıcı davranışlar sergiliyor, bunu
yaparken de arkadaşlarına bakıp göz kırpıyordu. Durakta bekleyen kızı sanki
yeni görmüş gibi:
-«Aaaa!.. Bak, bak,
kız gelmiş!» dedi hayretle.
İbo, kıza doğru
itekîenircesine yürürken, Doğan da, olacakları izlemek İçin koşup arkadaşlarının
gizlendiği köşeye gitti.
Ibo, kızla konuşmaya
nasıl başlayacağını kurup dökerek yürüyor, yüreğinden bir heyecan kasırgası
kopup geliyor, bu kasırganın akıntısında, uzaklara, bilemediği düşsel bir
yaşama doğru sürükleniyordu. Heyecan, sevinç, belirsizlik duygulanyla kıza
iyice yaklaştı ve...
-«Ee, şey, ben,
merhaba...» dedi.
Ibo'nun fiziği, kızı
derinden sarstı, ürküttü. Yanında birdenbire îbo'yu görünce panikle geri
çekildi. Dehşet içinde İbo'ya bakan kız, korkunun da etkisiyle:
-«Çekil başımdan!»
diye bağırdı.
-«Çok şakacısın!.»
dedi İbo gülmeye çalışarak, «şakayı seviyorsan» dedi, «evlenince bol bol
yaparız» dedi, «şimdi burası soğuk, bak, üşüyorsun» dedi.
Kızın rengi korkudan
kar beyazına kesilmiş, var gücüyle, avaz avaz bağırmaya başlamıştı. İbo,
yardım istercesine ardına baktı, ama Doğan'ı göremedi. Kıza karşı bilmeyerek
bir kabalık filan mı yapmıştı acaba? Daha ince davranmak üzere toparlandı.
-«Çok cici bici, aman
ne tatlı, gılı gıfı...» diyerek, kızın çenesini okşamaya kalkıştı.
Doğan Ve"arka8âşlan";'kaf-çarYîur
dernedefr; İMfâz öte^ de yfere"!yitrTİt§lâr;yerde:yüvârlanal-2tk;'
kasıklarını tuta1 tu-' tâ gülüyorlardı/
Kızın çığlıklarına
baharatçılar dikti kulağını- Kıztn sesi; mercimekV'hÖhut,'- fasulye1
dükkânlarına,' pastırmacılara, kunduracılara; ÇakrfiakçıTafa; saatçilere dek
ulaştı. Kısa sü' rede 'dev bir kalabalık oluştu. Kalabalık!, gizli bir güçle yönetilen
hayaletler gibi kıpırdandı, mırıldandı, Ibo'nürTüS' tüne sallanarak yürümeye
tasladı.
çokkorktü, duvara
verdî "sırtını. Olanlara bir anlam veremiyordu! Alnında derin çizgiler
oluştu, ağlarrianih eşiğine varıp geldi. Birazönce umutla'aydınlanan yüzüne
kara kara gölgeler çöktü.' Kalabalık yaklaştıkça'daha çok yapıştı duvara.
: °i-«AUahıhı seven
vursun' ştrirz'İdüşmanıhâ!» dedi kala-balığın içinden biri.
-«Sapık lan bu!» dedi
diğeiî:''"1
-«Vurun sütübozuk
alçağa!» dediler.
-«Çocuklarımız ölaılâ'
gidemeyecek mi bü sapıkların yüzünden!? Allahıriı seven Vursun!'»
-«Dinsize, namussuz
kâfire Hişimla indiler İbo'nun' üzerine. İbo,! kollarıyla başını saklamış,
gıkdiyerheden'-olduğü yere çöküp kalmıştı. Ka' labâlık; düşünsel olarak,
duygusal olarak, hatta bedensel olarak" bîrleşjp kayna|niı§; dev bir kütle
olmuş,"tek bir insan gibi hareket ediyordu. İbo, tekmelerden ve'yumruk^-'
lardan korunmak için kıvrılıp yere yatmış^ kafası kollarının arasında, başına
gelenleri anlamaya çalışıyordu. Doğan.!
olayın ciddiyetini
kavrayınca, arkadaşlarıyla koşup olay yerine geldi. Kalabalığı durdurmaya
çalıştılar, fakat bu mümkün olmadı, birini tutsalar diğeri vuruyordu. Uzun süre
itiş-kakış yaşandı. Doğan, bağıra çağıra, kalabalıktan bazılarını hırpalaya
hırpalaya, ite kaka İbo'ya ulaştı, ama artık çok geçti..:; İBöi kanlar'içinde,
karlar içinde, soluksuz, kıpırtısız, cansız yatıyordu. İbo artık yoktu...
Kübra, yanında küçük
kızkardeşiyle, Ulucanlar Ma' pushanesine annesini görmeye gidiyordu. İkisinin
de ellerinde meyve dolu fileler vardı. Omuzları düşmüş, kolları sunmuş,
yürümekte güçlük çekiyorlardı. Funda, ikide bir arkada kalıyor, ablasına
yetişmek için canını dişine takıyordu.
Orduevİnin önünde, bir
ay önce Siyasal'dan alınıp götürülen öğrencilerin serbest bırakılmasını
isteyen bir grup, sıkıyönetim dipçikleriyle dövülerek arabalara
dolduruluyor-du. Kübra, Funda ve daha birçok kişi, postanenin önünde durmuş bu
olayı izliyorlardı. Jandarmanın biri kovdu onları. Kübra, olay yerinden biraz
uzaklaşınca, yüreğinin zula-sındaki türküyü diline verdi.
-«Jandarma sen, ah bir
bilsen, sana ne iş verdiler...» Funda, gözleri korkudan fincan gibi açılmış,
yüreği güvercin kanatlan gibi pır pır: -«Abla sus, abla!..» dedi.
-«Belki birgün, zabit
sana, köylünü kurşunlatır...» Sıkıyönetim uygulandı uygulanalı, her köşede,
esneyen, sigara içen, canı sıkılan, seven, özleyen, günleri iple çeken,
memleket havası türküler mırıldanan, önünden geçenlere bakıp, «acaba şu adamın
acelesi ne? Acaba şu simitçi oğlan bizim oralı mı?» diye düşünen, karısının
fo--toğrafinı, çocuğunun fotoğrafinı, nişanlısının fotoğrafını koynundan
çıkarıp bakan silahlı askerler...
-«Jandarma sen...»
-«Abla, abla!..»
-«Kardeşimsin,
köylümsün...»
-«Abla sus, duyacaklar
şimdi, hapse mi girmek istiyorsun annem gibi!..»
Ablasının yanında
ayakkabılarını sürükleyerek yürüyen Funda, kimbilir kimin hesabına kaçak sigara
satan perişan kılıklı çocuğa bakarken, ayaklarının dibinden bir ses geldi.
-«Boyayalım abla...»
Saçlan dipten
kesilmiş-, küçük, kara-kuru bir çocuk, elindeki fırçalarla boya sandığına
vurarak, «boyayalım abla!» diyordu. Ve kendine «abla» denmesi, Funda'nın çok
hoşuna gitti. Boyacı çocuğu kaçamak gözlerle bir süre izledikten sonra, ona
karşı birden bir acıma ve yakınlık duygusu hissetti. Koşup Kübra'nın elini
çekiştirdi.
-«Abla, abla...»
-«Ne var kız?»
-«Ayakkabılarımı
boyatayım mı?»
-«Güzelim, şimdi
sırası mı? Her derdin bitti, sadece ayakkabıların mı kaldı?»
-«Abla ya baksana, çok
zor durumda..,»
-«Memleketin yoksul
çocuklarını sen kurtar bari...»
-«Ablaya!..»
Kübra, rneyve-şebze
dolu fileleri yere bırakıp, kızmakla sevmek arası kardeşine baktı.
-.-«Hadi kız,, madem
istedin...»
Funda, elindeki
fileleri-.yere..bırakıp, sevinçle boyacı çocuğa doğru koştu. Beş dakika sonra
ayakkabıları pırıl pı-rıldı. Boyacı çocuk sürekli sümüğünü çekiyor:
-«Abla bak, pırıl
pırıl oldu, resmini görmezsen para verme abla» diyordu.
. Funda, resmini
görmek için parlayan ayakkabılarına bak' ti. Kübra, bu sırada, boyacı çocuğun
parasını ödedi, gülümseyerek kardeşinin saçlarını okşadı.
-«Rahatladın mı?»
dedi. «Yürü hadi...»
Filelerini alıp
yürüdüler. Funda, ablasının peşîsıra, ayakkabılarına bakarak bir süre böyle
gitti. Fileleri taşımakta güçlük çekiyordu. Birkaç kez oflayıp pufladı.
Ablasının aldırmadığını görünce de öfkelendi.
-«Abla ben yoruldum!»
dedi.
-«Canım benim,
güzelim» dedi Kübra. «Biliyorum, yoruldun, ama az kaldı. Fileleri bana ver. Al
canım, sen şu küçük torbayı taşı...»
Mapushanenin bahçe
kapısına geldiklerinde, jandarmanın biri, iki kardeşin önüne geçti. Funda,
jandarmanın herhangi bir şey sormasına fırsat vermeden:
-«Annemizi görmek
istiyoruz» diye atıldı.
-«Siyasi mİ?»
-«Hayır» dedi Kübra,
«annem siyasi değil.»
-«Bu çocuk?»
-«Kardeşim...»
-«Geçin.»
Bahçe kapısındn İçeri
girdiler. Erkekler koğuşuna açılan kapının önünde meyveleri görevliye verip,
adlarını yazdırdıktan sonra, kadınlar koğuşuna açılan kapının önünde sıraya
girdiler. İki saat sonra, beşer beşer içeri alınan görüş' mecilerin içinde iki
kardeş de vardı. Kadın gardiyan, Kübra ve Funda'yı, aradıktan sonra,, avluya
açılan demir kapıyı gösterdi.
-«Geçin.»
. Annesini, avlu
güneşinde küme küme,oturan kadınların, içinde Funda gördü önce.
-«Anne, anne!..» diye
koşmaya başladı. -
Anne, kadınların
içinden çıktı, birkaç adım yürüdü, kol' lannı açtı ve yere çömelip kızını
bekledi. Anne ve kız ÖZ' lemle sarılıp uzun süre öylece kaldılar. Sonra. Kübra
geldi... O da annesiyle kucaklaşıp öpüştü. Anne ve kızları, ra^ hat
konuşabilecekleri uygun bir köşeye çekilip oturdular. Biraz ilerde yaşlı bir
kadın, duvarın dibine oturmuş, teşbih çekerek dualar okuyordu. Öteden, avlunun
diğer ucun--dan, yanık, içli bir ağıt geliyordu.
-«Kim ağlıyor, anne?»
dedi Kübra.
-«Elmadağlı bir
kadın...» dedi anne. «Bıkıp usanmadan hergün böyle ağıt yakar. Bazen bizi de
ağlatır. Eee, nasıl--sınız kızlar?»
-«iyiyiz anne, sen
nasılsın?»
-«Gördüğünüz gibi
işte, çok rahatım, oturup duruyo--rum bütün gün. Ah, bir de sizleri özlemek
olmasa! Seni iyi görmedim Kübra...»
-«İyiyim anne.»
-«Kötüsün kötü, solgun
görünüyorsun...»
-«İyiyim anne, yol
yorgunluğudur. Dün bütün gün yoldaydım. Taa Sivas'dan çık buraya gel, kolay
olmuyor tabii. İlle de kendine dert edecek bir şey bulursun.»
-«Dayanarmyorsan gelme
kızım, istemiyorum. Seni yollarda perişan etmektense, ben bağrıma taş basar
otururum burda.»
Saçma bir sınır
davasından dolayı aile darmadağınık oimuştu. Gecelen içip içip Kübralar'in
kapısına dayanan adam, ailenin babasını, aslında çok sessiz, içine kapanık,
kendi halinde bir insan olan babayı çileden çıkarmıştı. Adam ölüp gitti, ama
olan geride kalanlara oldu... Yirmi dört yıla mahkûm edilen baba ve ağabey,
Yozgat Mapus-hanesine kondu. Üç yıla mahkûm edilen anne, Ankara Ulucanlar
Mapushanesine yerleştinidi. Ailenin iki küçük oğlu, olayın olduğu köyde,
amcalarının yanında kaldı. Funda, burda, annesinin yattığı şehirde, dayısının
yanında kalıyor. Kübra ise, Sivas'da, teyzesinin ve eniştesinin yanında
okuyor. Bu yıl liseyi bitirecek...
Yüksek sesle
konuşarak, gülüşerek, siyasi kızlar geldiler, anne ve kızlarının çevresine
oturdular.
-«Hani bizi kızınla
tan:ştıracaktm anne!.. Aşkolsun vallahi, sözünde durmadın, böyle hapishane
arkadaşlığı mı olur!.. Bir daha sana hiç inanmayız...»
-«Kızları gelince bizi
unuttu. Küçük de senin olmalı, ay ne tatlı kız. Adın ne senin?»
-«Funda.»
Anne, Funda'ya.
sarılıyor, sarılıp içine çekiyor, sevinir^ ken hüzünleniyor, hüzünlenirken
gülüyor:
-«Tanıştıracaktım
sizi, vallahi unuttum kızlar, kusura bakmayın» diyordu. «Bakın, bu da küçük
ördeğim... Bakın ördeğime, bakın ablaları, bakın ne güzel... Ördeğimi hergün
görmek isterim, goremem, düşlerime girer.»
Funda çok utanıyor,
annesinin boynuna sarılıp yüzünü saklıyordu. Kızlar onu sevip okşuyorlardı
durmadan. Sonra aralarında sıcak bir sohbet başladı. Funda, onlara
arkadaşlarından ve Öğretmenlerinden bahsetti. Komik bulduğu bazı olayları
anlattı.
-«Gelecek yıl ortaokul
öğrencisi olacaksın demek! Kız Çiğdem, ortaokuldayken biz de böyle küçücük
müydük?»
-«Annen bizi
tanıştırmayı unuttu gitti. Bari biz kendimiz tanışalım. Hepimiz de Ankara
Hukuk Fakültesinden düştük buraya. Ben Leyla... Bunlar da kader arkadaşlarım...
Çiğdem, Nihal, Müjde ve Ayşegül.»
-«Ben de Kübra...
Keşke sizinle Hukuk Fakültesinde tanışsaydık! Çok yazık!.. Hükümlü müsünüz?»
-«Tutukluyuz» dedi
Nihal.
-«Mamak Askeri
Cezaevine gönderecekler bizi» diye ekledi Müjde. «Şimdilik geçici olarak
tutuluyoruz burda.»
-«Oysa alışmıştık
buraya» diyerek üzüntüsünü belirtti Leyla. «Yazık, okuma-yazma kursu bile
açmıştık, çok yazık!» dedi.
-«Neyle
suçlanıyorsunuz?»
-«Aklına ne
gelirse...» dedi Müjde. «Bildiri dağıtmak, halkı suça teşvik, komünizm
propogandası, silahlı soygun,
devletin güvenlik
kuvvetlerine hakaret, devletin manevi şahsiyetini zedelemek....»
Müjde,. «suç»lannı
saymakla bitiremiyordu. Bu, her seferinde çok komik geliyordu kızlara ve
kahkahalarla gülü' yorlardı. Gülüşmeler uzun sürmedi, birden bir suskunluk
çöktü ortaya. Çiğdem, düzgün ve beyaz dişlerini parlatarak gülümsedi. Bu
gülümseyiş, aslında, mutluluğu gölgelenmiş bir insanın acılarını, özlemlerini
ve hüznünü yansıtıyordu. Bu, sanki ortak yaşanan bir duyguydu, bütün kızların
yüzü bir anda aynı hüzünle gölgelendi.
-«Ben nişanlıyım»
dedi.
Görüşebiliyor
musunuz?
Çiğdem, elindeki çöple
toprağı karıştırarak bir süre suskun kaldı. Sonra buruk bir gülümseme yayıldı
yüzüne. Ve bu hüzünlü gülümseyiş, öylece dondu kaldı yüzünde. Buğulu gözlerini
Kübra'ya çevirip, sonra başını tekrar yere yıktı.
«O da tutuklu»
dedi.
-«Nerde, burda
mı?»
«Önce hurdaydı,
görüşüyorduk, ama...» dedi, yutkundu Çiğdem. «Ama iki ay önce Van Cezaevine
sürdüler... Bitti!.. Görüşmek şöyle dursun, artık yazışamıyoruz bile.»
-«Siyasilerin durumu
yürekler acısı!..» diyerek, Leyla girdi araya. «Anlatsak zamana sığmaz, yazsak
kitaplara sığmaz... Ortaçağ zulmü altında.inim inim inliyoruz, sesimizi duyan
yok... Kuyu dibinde taş gibi yapayalnızız Küb-ra, bizi duyan yok!»
Ayşegül hiç
konuşmuyordu. Solmuş, sönmüş, kahrolası bir öksürüğün pençesinde kıvranıp
duruyordu. Öksürük, taa derinlerden, ciğerinin dibinden sökülüp geliyordu sanki.
Öksürüğü kesilinçeye dek herkes susup onu izliyordu.
-«Sen hastasın!» dedi
Kübra. «Sen çok hastasın, bu ne kötü öksürük!.. Anne.bak, Ayşegül'ün haline bir
bak! Kızlar, buna hiç mi yardım edilemez, bir çaresi.yok mudur bunun?» ..
Ayşegül, öksürükler
arasında, zor işitilebilen bir sesle, Kübra'ya bir şeyler söylemeye çalıştı,
ama sözünü açık ve net olarak bitiremedi. Hastaydı... Yorgundu... Daha da
kötüsü,.kırgındı Ayşegül... İnançları uğruna tüm.sevdiklerini kaybetmiş,
özfemlerini, beklentilerini, aşklarını yasayamadan, yalnız ve çaresiz
kalakalmıştı mapushanede. Eğer şu arkadaşları da olmasa...
-«Hayat çok anlamsız,
yaşamaya gücüm yok artık» diye söylenip duruyordu son günlerde.
-«Bodrumda kalıyoruz»
dedi Leyla. «İnsan sağlığına ordan daha zararlı bir yer düşünülemezdi doğrusu.
Ailesi reddetti Ayşegül'ü. İlgilenmiyorlar, bir kez bile gelmediler görüşe.
İşe yarar giysilerimiz de yok. aramızda idare ediyoruz. Birimiz örtünsek,
diğerimiz açıkta kalıyoruz,. Kendimizi unuttuk artık, Kübra, biz sadece
Ayşegül'ü düşünüyoruz...»
-«Tüh ya!.. Peki
müdüre söylemediniz mi, Ayşegül'ün durumunu?»
-«Söyledik, dinleyen
kim! Bizim hastalığımız onların sanki çok umrunda! Hipokrat yemini .etmiş bir
doktor,
<basit bir öksürük,
büyütmeyin> diyebiliyor. Basit bir öksürük böyle olur mu? Günlerce,
haftalarca, aylarca sürer mi? Son bir ayın içinde tam on beş kilo verdi kız.
Ayşegül'ün bakıma ihtiyacı var, Kübra. Doktor lazım, ilaç lazım... Sıcak süt,
sıcak çorba, sıcak oda, ne bileyim, bir sıcaklık İşte... Ana sıcaklığı, dost
sıcaklığı, yuva sıcaklığı...»
Leyla ağlamaya başladı.
Birden çok derin bir suskunluk çöktü ortaya. Ayşegül'ün öksürüklerinden başka
hiçbir ses duyulmuyordu. Bir de, uzaktan, taa Öteden, avlunun diğer başından
gelen Elmadağlı kadının yanık ağıdı...
-«Sen» dedi Nihal,
«anneni görmek için taa Sivas'dan kaîkıp buraya geldin. Biz gidelim artık.
Annenle konuş biraz da...»
Anne, Funda ve
Kübra'yla kucaklaşıp gittiler. Öylece donup kalmıştı Kübra... Arkadaşlarının
ardınca öksürerek giden hasta kızı, Ayşegül'ü, hiç unutamayacaktı... Belleğinin
en kuytu hücrelerine, öksüren bir Ayşegül resmi nakışlanmtştı çünkü.
Avlunun uzak bir
köşesinde, duvarın dibinde, beş yaşlarında bir çocuk oturuyordu. Gazete
kâğıdından bir uçak yapıp vermişlerdi eline; sessizce, kendi kendine oynayıp
duruyordu. Kübra'nın gözleri hayretle açıldı.
-«Anne, çocuk da mı
var burda?» dedi.
-«Ah kızım» dedi anne.
«Onu hiç sorma. Annesiyle aynı koğuşta kalıyoruz. Çok iyi bir kadın, ama kader
işte... Kader onu buralara düşürmüş. Bursa Mapushanesinden geldiler. Bir ay
kadar oluyor.»
-«Çok mu günü?»
-«Çok... Bir ömür
kadar çok.»
-«Suçu ne ki?»
-«Yoksul olmak,
kimsesiz olmak, kadın olmak, ne sayarsan say... Adı Tayibe. Tayibe'nin doğumu,
annesinin ölümüne neden olmuş. Analığının yanında büyümüş. Kız Sanat
Enstitüsünde okurken bir adam çıkmış önüne, tanışıp sevişmişler. Okulu bırakmış
Tayibe. Bir ev kiralamış adam, birlikte yaşamaya başlamışlar. Tayibe nikâh
istedikçe o kaçmış, <aha bugün, aha yarın> diyerek atlatıp durmuş
kadını. Birgün, Tayibe, adamın evli ve dört çocuk babası olduğunu Öğrenmiş.
Olanlar da bunu öğrendikten sonra olmuş zaten. <Keşke hiç öğrenmeseydim>
diyor Tayibe. <Keşke...> derken, yağmur gibi yaşlar indiriyor. Yürek
dayanmıyor kızım... Tayibe' nin, <ah keşke...> deyişlerine yürek hiç
da-yanmıyor. «Utansa, af dilese, affedecektim) diyor. Ama o af dilememiş. Af
dileyeceğine, pişkin pişkin sırıtmış. Tayibe de bilincini kaybetmiş ve bıçağı
kaptığı gibi... Ah kızım, Tayibe'nin derdi çok büyük!.. <Yerde, kanlar
içinde yatan adamın üstüne kapanıp saatlerce ağladım> diyor. Öldürdükten
sonra pişman olmuş, ama neye yarar! Gidip teslim olmuş, iki ay sonra da doğum
sancıları başlamış. Serkan, Bursa Mapushanesinde doğmuş. Dört duvar arasında durup
durur böyle. Tayibe, bir ara analığının yanına gönder-miş çocuğu. Dışarıyı çok
sevmiş Serkan, ama analık dövmüş yavruyu. Yalan mı söylüyor parmak kadar
çocuk, <dövdü beni> diyor. Sonra tabii <annemi istiyorum> diye ağlamış,,
getirip bırakmışlar annesinin yanına. Burda hepimiz onu mutlu etmeye
çalışıyoruz.»
-«Akranları da yok...
Hep tek" başmâ mi clurür böyle? Yaklaşmaz mı kimseye?»
«Yaklaşır;.:- Sevdiği
insanla oynar, türkü bile söyler. Siyasi kızlardanbir türkü öğrenmiş. Ayşegül
öğretmiş her--halde,-onu söyler-durur,-.. Ama bazen aksileşİyor, kırıp
geçiriyor hepimizi,.<Lan>. diyoruz, «sen-nerbiçim erkeksin, bak
burda.ne.güzel kızlar var> diyoruz. Anlamadan bakıyor.; Nasıl sevinir! Yarın
Sivas'a dönmeden önce getirip bırakırsın,»
«Gelir mi, çıkar mı
benimle?»
«Çıkar, çıkar. Gel bir
soralım.»
Serkan'ın oynadığı
köseye yürüdüler. Kübra, gazete kâğıdından uçağıyla oynayan Serkan'ın Önüne
çömeüp, onunla konuşmaya çalışırken, çocuğun annesi geldi. Anne, onu kızıyla
tanıştırdı. Tayibe, annenin, iki kızını da kucaklayıp öptü.
«Büyük kızım,
Kübra...» dedi. «Her ay beni görmeye gelir. Sivas'da, teyzesinin yanında
kalıyor. Liseyi bitirecek bu yıl... Kız 1 ayıbe!... bak biz ne duşunduk...
Diyoruz ki,
Kübra bugün Serkan'r
çıkarıp biraz gezdirsin^.'. Yarmge--tirip brrâkir. Sâkih <hâyir>
deme,'gözlerini öyârırn!»'
«Çıkar mısın oğlum?»
:diye sordu
Serkanhiç oralı olmadı.
Duymadı sanki.' Kübra, çöcü-1 ğun önüne' çömefip'omuzlarından: tuttu:
«Duyduğuma göre»
dedi;- «Ayşegül Ablari sana bir türkü öğretmiş. O:türküyü,"bü mapushanede
seriden ğüzel söyleyen yokmuş. Doğru mü bu Serkan?»
-«Doğru!»; dedi
Serkan, gururlanarak1 başını salladı, «Ben»:.dediv «türkü söyleyebiliyorum!»
dedi;
-«Doğrusu çok merak
ettim» dedi Kübra. «Bu türküyü-aca-ba ben de dinleyebilir miyim? Mesela seni
dışan çıkarıp gezdirsem, bu. türküyü bana da; söyler misin?»dedi. Serkan,
«söylerim>Maşasmi» dedi Kübra. «Hadi hazırlan! Hadiarinesİ, görüş süresi
nerdeyse bitecek, hazırla çocuğu. Eri' güzel' elbiselerini giysin, bugün onun
bayramı:»";
Serkan'ın sesini,
avlunun.diğer ucundan gelen kadın gardiyanın kart. sesi bastırdı. Alışkın bir
"tavırla; «vakit tamam!» diye bağırıyor, görüş süresinin-bittiğini
beîirtiyor-du. Bu.--jseS,:;;arınenm.-!yüreğinden, etinden., -kemiğinden
parçacıklar alıp götürdü sanki,.- Sarılıp 'kucaklaştıktan son-ra ayrıldılar.
Anne, kızlarının ardısıra birkaç adım yürüdü.
-«Bu ney?» diyordu
Serkan.
Bu şehre sanki başka
bir dünyadan İnmiş gibi şaşkın, başka bir dünyadan gelmiş gibi yabancıydı.
Binlerce insanın, hergün görmeden önünden geçip gittiği Önemsiz ayrıntıları
görüyor:
-«Bu ney?» diyordu.
Mesela tepesinde
tablayla yürüyen bir çocuğu görüyordu Serkan. Çocuk, sesini inceltip
kalıniaştırarak, uzatıp kısaltarak, acı çeker, inler gibi, ağlar gibi
bağırıyor, sİ-mit satıyordu... Serkan, simitçi çocuğa uzun uzun bakıyor, onun
ne yaptığını, niçin yanık yanık bağırdığını anlamaya çalışıyor, sonra Funda'ya
dönüp:
-«Niçin ağlıyor?» diye
soruyordu.
-«Ağlamıyor, simit
satıyor» diyordu Funda.
-«Simit ney?» diyordu.
-«Sen hiç simit
yemedİn mi Serkan?» dedi Kübra.
Serkan, diliyle üst
damağının temasından bir «cık» çıkardı, başını salladı.
-«Hiç yemedim» dedi.
-«Bak işte bu kötü...
Hayatında hiç simit yememiş birine, simiti anlatmak çok zor. Gel en iyisi ben
sana bir simit alayım.»
Üç simit aldı Kübra...
Simitlerini yiyerek bir çocuk bahçesine girdiler. Serkan 't salıngaçta
sallayıp, kayıncakfarda kaydırdılar. Kayarken, kayıp yere kıçüstü düşerken, gülmekten
aklı çıkıyordu Serkan'ın.
Sonra bir pastaneye
girip pasta yediler. Serkan, pastanın üstüne soğuk bir kola içti. Eve gitmek
üzere yola çıktılar. Yürürken Funda'nın elini zaman zaman bırakıyor, ama
Kübra'ya, onu kaybetmekten korkarcasına sıkıca sarılıyor-du. Kübra, ona
mapushanede verdiği sözü hatırlattı.
-«Sen bana ne söz
vermiştin Serkan?»
-«Ne vermiştim?»
-«Bir düşün... iyi
düşün!... Mapushanede ne söz ver' mistin bana?»
-«Türkü!..»
-«Türkü ya!.. Hadi
bakalım, şimdi sıra senin o güze] türkünde... söyle de bir dinleyelim.»
-«Analardır adam eden
adamı, aydınlıklardır Önümüzde gider, sizi de bir ana doğurmadı mı, analara
kıymayın efendiler...»
-«Devamı yok mu?»
-«Olmaz mı! Devamı
çok...»
-«Ee hadi...»
-«Devamını yarın
söylerim. Beni gezdirirsen...»
Önce bir kahkaha attı
Kübra, sonra attığı kahkahadan utanarak, «duyanlar oldu mu» diye sağına soluna
baktı. Kendini tutamadı, kıs kıs gülmeye devam etti.
-«Yahu sen ne zalim
çocuksun!» dedi. «Peki öyle olsun! Türkün bitene kadar gezdireceğim seni.
Tamam mı koçum, anlaştık mı?»
-«Anlaştık.»
Akşam eve
geldiklerinde, Kübra, dayısına, yengesine ve kuzenlerine, Tayibe'nin öyküsünü
anlattı. Akşam yemeğinden sonra, dayı kahveye, kuzenler de ders çalışmak için
odasına çekildi- O akşam, kekli-pastalf çaylar içildi, televizyon izlenip, hoş
sohbetler yapıldı- Hatta Kübra, uyumadan önce Serkan'a bir «Keloğlan» masalı
bile an' lattı. En çok bu «Keloğlan» masalını sevdi Serkan. Kübra Ablası, belki
de hayatı boyunca unutamayacağı bir mutluluk veriyordu ona. Sonra yitip gitti
derin uykularda. Annesi aklına bile gelmedi.
Kübra, sabah erkenden
kalkıp, kahvaltı hazırlayan yen-gesine yardım etti. Sonra diğerleri uyandı
teker teker. Anneye ve siyasi kızlara börekler, kekler yapıldı. Kübra, yün
ceketini, kadife pantolonunu ve iki eteğini, Ayşegül'e vermek için alıp
çantassna yerleştirdi. Kahvaltıdan sonra, Serkan'ı mapushaneye götürmek üzere
yola çıktı. Serkan, yine gezmeye gittiklerini sanıyor, Kübra'nın önünde sekerek
yürüyordu. Bir ara, Kübra'nın parmaklarına sıkıca sa-rılıp, türküsünün kalan
kısmını söyledi.
-«Koşuyor altı yaşında
bir oğlan, uçurtması geçiyor ağaçlardan, siz de böyİe koşmuştunuz bir zaman,
çocuklara kıymayın efendiler...»
Serkan'ın türküsüne bu
kez sevinemedi Kübra... Hatta rahatsız oldu. Çünkü o bir bedel ödediğine
inanıyordu. Arna neyin bedelini? Utanmaya başladı...
-«Serkan...» dedi
inlercesine, «sen» dedi, «anneni çok özledin, değil mi?» dedi.
-«Hı, hı, çok özledim»
dedi Serkan. «Varınca ona dışarıyı anlatırım» dedi.
-«Hadi o zaman annene
gidelim. Varınca ona dışarıyı anlat. Ve beni her ay bekle. Her geldiğimde seni
mutlaka dışarı çıkarırım, mutlaka!..»
-«Ama benim türküm
daha bitmedi!..» -«Söyledin ya... Biraz önce söylemedin mi!..» -«Ama daha
bitmedi!.. Daha çok uzun!..» Serkan, jandarma kulesini görünceye dek nereye
gittiği-? ni anlayamadı, işte ne olduysa bu anda oldu. Mapushane-nin kaie gibi
yükselen duvarlannı görünce, zınk diye durdu. -«Dama girmem ben, bana ne,
girmem!» dedi. Mapushaneye «dam» diyordu Serkan, böyle öğretmişlerdi içerde.
«Girmem!» diyordu. Şimdi onu hangi güç, hangi iktidar, hangi diktatör dama
sokabilirdi!
-«Biz seninle böyle mi
anlaşmıştık!» dedi Kübra. «Beni böyle zor durumlarda mı bırakacaktın! Bu muydu
bizim kavlimiz! Beni anlamıyorsun değil mi? Sen sadece <gir-mem!>
diyorsun. Oysa girmek zorundasın. Ya girecek, ya da benimle Sivas'a
geleceksin.»
-«Bana ne, ben dama
girmem, girmem işte!» -«Peki... O zaman şöyle yapalım. Anneni görüp tekrar
çıkalım. Anlaştık mı?»
Bu pek inandırıcı
gelmedi Serkan'a, ama yine de inan-mak istiyordu. Kübra Ablasına olan inancını
asla yitirmek istemiyordu. Elini ilk kez isteksiz verdi Kübra'ya. Yürür' ken,
adımlarının biri ileri, biri geri gider gibiydi. Birdenbire yakaladığı büyülü
dünyayı, yine bir anda yitirmek istemiyordu.
-«Annemi görüp
çıkalım» dedi.
Sesİ kırıktı Serkan'm,
buruktu... işin başında, Kübra, bu küçük arkadaşını mutlu edeceğinden adı gibi
emindi, ama onu mutsuz edeceğini asla düşünmemişti. Kübra düşün-celiydi. Şimdi ne
yapacaktı? Nasıl bırakacaktı onu mapushaneye? Bu çocuk, bu adaletsiz sistemi
ayakta tutan milyonlarca posadan biri mi olacaktı? Çıkarlarını halkın sefaletinde
bulanların korkulu rüyası mı olacaktı Serkan? Ser-kan'ı nasıl bir yarın
bekliyordu? Bu ülkenin çocuklarını, bu ülkeyi nasıl bir yarın bekliyordu? Onu
daha ana rahmindeyken mapushaneye tikanlar. aynaya baktıklarında, aynada ne
görüyorlardı? İçleri rahat mıydı? Uykuları rahat, koltukları rahat mıydı?
«Senden özür diliyorum
Serkan» diyebilse... «Biraz Önce sana yalan söyledim. Anneni görüp tekrar dışan
çıkacağımıza seni inandırdım» diyebilse... «Güvenine layık olamadığım İçin,
türkünü bitirmeden seni dama bıraktığım için, senden bin kere Özür diliyorum»
diyebilse, rahatlayacaktı Kübra... Bunu diyemiyordu, çünkü arkadaşı bunu
anlayamayacak kadar küçüktü.
Kadınlar koğuşunun
Önünde uzun bir kuyruk vardı. Kübra ve Serkan, sıraya girdikten ve beklemeye
başladıktan yarım saat sonra, kuyrukta bekleyen iki kadın arasında büyük bir
kavga oldu. Jandarmalar araya girmese, ma-pushanenin önünde kan çıkacaktı.
-«İkinizi de tıkarız
dama!» dediler. «O zaman bol bol dövüşürsünüz içerde! Ayrıiın hadi, ayrılın!»
Kübra, sırası gelince,
Serkan'm elinden tutup avluya girdi. Elmadağlı kadın, yanık yanık ağıtlar yakıyordu
yine.
Dort-beş kadın almıştı
çevresini. Biraz ötede üç kadın oturuyordu. Yaşlı nine, yine her zamanki gibi
duvann dibine oturmuş, teşbih çekerek dualar okuyordu. Anne ve Tayibe, koşup,
Kübra ve Serkan'ı karşıladılar. İkisinin de gözleri ağlamaktan kızıl kızıldı.
Kübra'nın yüreğine yakıcı bir sızı düştü...
-«ikiniz de ağlamış
gibisiniz!» dedi.
-«Kızım» dedi anne,
yutkundu, «sana kötü bir haberimiz var» dedi. «Kötü bîr haber...»
-«Anne noğolur
söyieme!» dedi Kübra. «Anne, yoksa Ayşegül'e bir şey mi oldu?!»
-«Dün gece Ayşegül'ü
kaybettik...»
-«Hayır!..» dedi
Kübra. «Hayır anne!.. İnanmıyorum! Anne sen doğru mu söylüyorsun?!»
Kübra, bir annesine,
bir Tayibe'ye bakıyor, onlardan ufacık bir umut bekliyor, «hayır, tamamen
kaybetmedik, dün gece biraz fenalaştı, ama hâlâ bir umut var» demelerini
bekliyordu... Ama onlar, Kübra'ya bunu söyfeyemi-yorlardı. Onlar sadece
başlarını yere yıkıp susuyorlardı.
Tayibe, kadın
gardiyana Kübra'nın geldiğini ve siyasi kızları görmek istediğini söyledi.
Biraz sonra, solmuş, sönmüş üç kız çıktı avluya. Gözleri ıslak, yürekleri
yaralı; içlerinde bir yerlerde bir şeyler incinmiş, örselenmiş, kırılmış,
dökülmüş... Kübra, hıçkırarak Leyla'nın kucağına bıraktı kendini. Bir
süreTııçkırıktan boğularak, sarmaş dolaş kaldılar böyle. Sonra Müjde'ye-
Çiğdem'e sanlıp, kucak kucağa ağlaştılar. Daha sonra da Nihal'ın yokluğunu
farketti.
-«Nihal nerde?» dedi.
-«Nihal yok» dedi
Leyla, ağlamaya başladı yeniden. «Ayşegül'ü kaybettikten sonra isyan ettik.
Kapılan tekmeleyip, camlan kirdik... Karanlık bir mahzende, dört kız, çil'
dırdık Kübra, çıldırdık... Nihal dayanamadı, bayılıp düştü. Revire
çıkarıldığında komalıktı. Şimdi nasıi bilmiyoruz...»
Siyasiler perişan...
Kübra, onları teselli edecek hiçbir söz bulamıyor. Zaten buna gücü de yok. Yorgun
ve bit' kin hali, teselliye kendisinin daha çok ihtiyacı olduğunu gösteriyor.
-«Ayşegül kucağımızda
öldü» diyor Leyla. «Bağırdık, çağırdık, duvarları, kapılan tekmeledik, kimsenin
kılı bile kıpırdamadı...»
Kübra, bilinmez
deryalara, dipsiz deryalara, derin deryalara dalıyor. Anlatılmaz bir hüzünle,
derin bir acıyla burkuluyor yüreği... Bir an, Leyla'nın sesiyle mapushane
gerçeğine dönüyor, ama sonra yine o ince yürek sızısı, dinmeyen başağnsı,
Ayşegül...
-«Kübra, canım, anneme
telgraf çekebilir misin?» diyor Leyla. «Annem Malatya'da. Yaşlıdır, tek başına
yaşıyor. Sözde beni okutmaya göndermişti Ankara'ya. Cezaevinde olduğumu
bilmiyor. Ölüm çok yakın Kübra, ölüm bize damarımızda dolaşan kandan daha
yakın... Gelsin görüşelim. Ona öyle çok ihtiyacım var ki... Başımı döşüne
yaslayıp ağlamak, hıçkıra hiçkira ağlamak istiyorum. Gelirken, iç çamaşırları,
havlu, sabun, diş fırçası...»
-«Bunları ben alırım
Leyla, görüş süresi şimdi nerdey-se bitecek, başka şeyler anlat... Ne yazayım
annene? Cezaevinde olduğunu birdenbire duyarsa...»
-«Duysun, nasıl olsa
duyacak bırgün. işte, annemin adresi burda... Anneme yaz, gelirken, iç
çamaşırları getirsin, havlu getirsin, sabun getirsin...»
-«Tamam,
ihtiyaçlarınız en kısa zamanda geiecek. Alın bunu, börek yapıp getirmiştim.
Ayşegül üşümesin diye ona yün ceketimi...»
Kübra tıkanıyor...
-«Pantolon, etek...
Onları siz kullanın artık» diyor. Her ihtiyacınızı getireceğim, üzülmeyin.
Umudunuzu, yaşama sevincinizi, inancınızı kaybetmeyin noğoİur. Sakın kaybetmeyin!
Hayata olan inancınızı kaybetmeyin. Özgürlüğü, adaİeti ve güzellikleri
istemekten vazgeçmeyin. Bunu yapmayın lütfen. Gidenlere azıcık saygınız varsa,
saygımız varsa, bunu yapmaya hakkımız yok. Her sabah yeni bir umutla uyanmaya
mecburuz. Buna mecburuz kızlar, başka bir seçenek yok...»
Vakit tamam...
-«Ölüm çok acı» diyor
Kübra. «Ama ayrılık ölümden daha acı. İnsan bir kez ölüyor, ama ayrılıklann
sonu gelmiyor Leyla... Ben işte buna mahkûm edildim! Her ay tekrarlanan
ayrılıklar yaşamaya...»
Annesine sıkıca
sarılıyor Kübra... Sıkıca sarılıp kalıyor. Hiçktra hıçkıra ağlayarak, ağlamanın
tadına vararak, doya doya, özgürce, hüngür hüngür...
-«Anne» diyor. «Bu
kızın seni hiçbir zaman yalnız bırakmayacak... Her zaman yanında olacak...»
Tayibe'ye sarılıyor.
Siyasi kızları kucaklıyor teker teker. Serkan'ı arıyor gözleri... Serkan orda,
annesinin yanın-da... Gidip Serkan'ın önünde çömeliyor, uzanıp öpmek istiyor.
Serkan kaçıyor.
-«Yalancı!» diye
bağırıyor kaçarken. «Yalancısın sen, yalancı!..» diyor.
-«Serkan...» diyor
Kübra. «Canım benim, küçük arkadaşım... Ayşegül'ün sana öğrettiği türkü...
Hani şu dinarda bitiremediğin, yanm kalan türkü... İşte o türküyü ben
söyleyeceğim dışarda... Ayşegül için, senin için, annen için, hepiniz için...»
Kurşun geçirmez, kapkara
bir geceydi. Yayla, ıssız dağların beşiğinde yarah bir güvercin gibi kanat
çırpıyordu. Alıcı dikenlerin, ellerini ayaklarını yırtıp kanat' masına
aldırmadan koşuyor:
-«Anlatırım» diyordu
soluğunu taşırarak. «Anlatırım hallanmı <Golgene al> beni ağam, derim...
<Akşam olanda> de-rirn, <sıcak sulan dökerim ayağına... Kulun kÖİen
olurum a-ğam, ansımda atınla yatan tutmana al beni. Bitli pireli çobanına,
ırgatına, bekçine, itine al... İstersen oğluna...> derim, anlatırım
nallarımı.»
Sisler içinde ve
erişemeyeceği kadar uzak bir mutluluğun eşiğine varıp geldi. Gözlerine derin
bir keder oturdu. Umutsuzluğa düştü Yayla. Derin, çok derin, karanlık bir
çukurj düşîü sanki.
-«Deliyim ben» dedi.
«Ayağı çizmeli. eli kırbaçlidır ağa oğlunun. Akça atın üstünde dağ gibi dik,
kaya gibi serttir. Döner de bakar mı baha! Alır mı, avrat diye koynuna sokar
rnı beni!»
Konuşurken, kara
gölgelerde donup kaldı yüzü. Çok sürmedi
bu yıkılmışlığı, yeniden ışıklandı zeytin karası gözleri- Yüreğini
okşayan bir umutla kara gölgelerden sıyrılıp çıktı yüzü- Ağanın oğluna zaten
yakışmazdı, ağanın biîli bir tutmasına bile razıydı.
-«Ayağının tozuna
kurban olsun bu can» diyordu. «Yurum, arıtırım, bir insana benzetirim hiç
olmazsa.»
Gittikçe yaklaşan naİ
sesleri ve at kişnemeleri, Yayla'yı, şu an içinde bulunduğu geceden daha kara
korkulara götürüyordu. Dorukların ardından bulutlar akıp geliyordu ve
gökyüzünde tek tuk yıldızlar parlıyordu. Güz bulutları, kuzeyden uluyarak gelen
deli rüzgârın önünde dağılıyor, ortalık alaca bir ay aydınlığına dökülüyordu.
Bu aydınlık çok sürmüyor, ortalık koyu bir karanlığa yeniden gömülüyordu.
Ayağının dibinden veya yanından geçtiği bir çalının içinden ufak bir çıtırdı
gelse, yürek atışları hızlanıyor ve rengi solup gidiyordu. Ağzı kurumuş, dili
damağına yapışıp kalmıştı. Dudaklarını ısırarak bedenindeki titremeyi ve
yüreğindeki heyecanı yatıştırmaya çalışıyor, bİiinmez bir geleceğe doğru saf
bir umutla durmadan koşuyordu:
-«Anlatırım hallarımı»
diyordu. «Ağamdır, beni yazıda koyacak değil ya, alır konağına...»
Ayağı bir çalının
köküne takıldı, yüzüstü düştü. Yine derin korkulara saldı yüreğini, çatlak bir
inilti bıraktı geceye. Uzaklarda baykuşlar ötüyordu. Kendi iniltisini de baykuş
sesi gibi duydu ve korkuyla fırlayıp koşmaya başladı.
-«Anlatırım hallarımı»
diye inledi. «Ağamdır, anlar derdimi. Kulu kölesi olurum. Yeter ki gölgesine
alsın beni. Akşam olanda sıcak sular dökerim ayağına. He valla, dökerim...»
Yine bir çaiıya
takıldı, birkaç metre yalpalayarak gittik' ten sonra, dengesini tam bulacakken başka
bir çalıya takıldı, uzun bir çığlık atarak boylu boyunca uzandı.
-«Koşmalı» diye
inledi. «Koşmalı, koşmalı, Cin Deresini geçip, Ortaburun'u aşmalı, tez
ulaşmalı Haydar Ağamın köyüne...»
Köklü bir direnmenin
desteğiyle kalktı, kara gecenin içinde akça bîr ışık gibi aktı. Gecede, üç ayrı
yönden baykuş çığlıkları yükseldi...
Okkeş Ağanın göçünü
köye indiriyorlardı yayladan. Güllüce, acı yüklü üç uzun çığlık attı. Sonra bir
bebek ağladı cıyak cıyak. Göçün başında giden Cemo, soluğunu taşırarak koşup geldi
karısının yanına.
-«Gebermekte misin
kancsk?» dedi.
Kadın yerde kesik
kestk inliyordu. Yüzünde sanki bin yiliık acıların izleri belirip kayboluyordu.
Başını güçlükle kaldırıp kocasına baktı.
-«Doğurdum Cemo» dedi.
-«Erkek doğurdun
inşallah» dedi Cemo.
Kadının uçkurunu çözüp
donunu sıyırdı. Ala kanlı bir bebek cıyak cıyak ağlamaktaydı. Cemo, bebeğin
önüne baktı umutla. Orda umduğunu bulamayınca yüzü gerildi.
-«Ulan karı, sıçtın
ocağıma!» dedi. «Sonunda kendin gibi kancık enikledin. Belalı günler kapıda
pusuya yatmıştır, habarın ola.»
Bebek, kendisiyle
birlikte suçunu da getirmişti yeryüzüne. Bu suçundan habersiz, istenmeyen bir
insan olarak yaşamaya başladı. Güllüce birgün:
-«Kızın adı
<Yayla> olsun Cemo» dedi. «Yayladan iner' ken doğurdum onu. İlerde yaşını
hesaplamak kolay olur.»
-«Ne bok olursa
olsun!» dedi Cemo.
Yayla, tozun toprağın,
karın çamurun içinde, itile kakı-la, hodana horlana on dördüne bastı. Günlerden
birgün, sekiz köyün sahibi Okkeş Ağa, ardında Alican ve adamlarıyla Cemo'nun
evine geldi. Yayla, evlerine böyle halı heybelerle ve soylu atlarla ağır
konukların geldiğini ilk kez görüyordu. Allah'ın emriyle Yayla'yı istemeye
gelmişlerdi. Yayla'nın yüreğine bir gariplik çöktü ve bütün bedeni titremeye
başladı. Hoşgeliş etmesi için anası diretti ve Yayla konukların önüne çıktı.
-«Aİican» diyordu
Okkeş Ağa, «benim en yiğit adamlarımdan biridir. Has çocuktur vesselam.
Yetimdir, yanımda büyüdü. <Bu yetimi oğlum gibi evlendirmek boynumun
borcudun diyerek çıkıp kapına geldim Cemo.»
-«Aman ağam,
hoşgelmiş, sefaiar getirmişin. Bir kızın sözü mü olur, ocağıma oturmuş,
ayranımı içmişin, tut kolundan götür. Canımı iste vereyim ağam, kurban olsun
bu Cemo sana...»
Düşüyor, kalkıp
koşuyor, yine düşüyordu. İnce tülden ak gelinliği, elleri, ayaklan, bacakları,
çalılara ve dikenlere takılıp yırtılıyordu. Okkeş Ağanın çatık kaşlarını ve
çimen yeşili gözlerini görür gibi oldu.
-«Yazıklar olsun onun
ağalığına» dedi. «Yazıklar olsun o kocamış ite, çimen gözlü domuza!»
Uzaklaşan nal
seslerinden, peşine düşen atlıların başka bir yöne gittiğini anladı ve
rahatlatıcı bir huzurun tadına vardı.
Dar, kuytu, karanlık
boğazdan geçerek, Cin Deresine girdi. Cin Deresinin gündüzü aratmayan
aydınlığı, Yayla'yı önce hayrete düşürdü, sonra ona gittikçe büyüyen bir korku
vermeye başladı. Ay ışığının altında gümüş gibi parlayan kayalar, geceye garip
ve gizemli bir hava veriyordu.
Kurt ulumaları, baykuş
ötüşleri ve yarasa çığlıkları şimdi daha yakından geliyordu. Kayalar gittikçe
yükseliyor, kıvrımlar gittikçe sıklaşıyor, dere gittikçe darahyordu. Önündeki
kıvrımdan sola dönünce, karışık ve anlaşılmaz uğultular duydu. Birkaç kıvrımı
daha geçince, bu garip uğultuların, Cin Mağarasından gelen trampet ve zurna
sesleri olduğunu anladı. Yüreği kanatlanıp pır pır etmeye başladı. Sesler
gittikçe yaklaşıyordu. Önündeki kıvrımı dolanınca, trampet çalarak ve zurna
öttürerek üstüne gelen cin ordusunu gördü, korkuyla sıçrayıp bir kayanın
kovuğuna sindi. Sesini soluğunu kesmiş, yüreğinin vuruşlarını durdurmak
istercesine ellenni döşüne bastırmıştı.
önünden geçen ilk cin,
ince ve uzun bir yaratıktı, garip hareketler yaparak trampet çalıyordu. Onun
ardından zurna öttüren bir dişi cin ve onun ardından başkalan geçti. Son cin
de önünden geçip gidince rahatladı, derin bir «oh!» çekerek, yüreğindeki
korkuyu dışarı döktü.
-«O da görmedi beni»
dedi.
Bunu söyler söylemez,
önünden geçen son cin geri geldi ve garip çığlıklar atarak Yayla'nın etrafında
dönmeye başladı. Kısa sürede Yayla'nın çevresi cinlerle doldu. Yayla'yı ilk
gören cin, diğer cinlerin arasında, tepinerek dönüyor ve garip sesler
çıkarıyordu. Yayla, sinek kişeler gibi ellerini atarak cinlerin ardısıra
dönmeye başladı.
~«Kiş! Kiş cinler,
kiş!» diyordu.
Cinlerle ilgili uzun
ve gizemli masallar anlatırdı büyükler. Yayla, o masalları geceyarılarına dek
dinlerdi. Yılan di-iini andıran çatal yalımıyla odanın karanlık duvarlarını
ya-layan gaz lambasının loş ışığında daha da korkunçlaşirdı o masallar ve
dinlediği masalların kahramanı olmadığına sevinirdi. Bir an, korkunun
karanlığına ve derinliğine düşer, anasının sıcak kucağına çekilerek tatlı bir
uykuya bırakırdı kendini. Ama şimdi, küçükken dinlediği o masallardan birinin
kahramanıydı Yayla... O masalların insan kahramanları gibi davranıyor, «kış
cinler, kiş!» diyerek, korku ve dehşet içinde dönüp duruyordu.
Ellerini kanat gibi
çırparak uzun süre döndü böyle. Cinleri kışelediğine inanınca koşmaya başladı.
Cin Deresini geçti ve Ortaburun'un eteğine geldî. Ortalığın birden karanlığa
gömüldüğünü görüp şaşırdı.
-«Ah!» diye inledi.
«Bir de şu Ortaburun'un doruğuna ulaşsam!» dedi.
Haydar Ağanın herhangi
bir tutmasıyla evlenecek, cinlerden, baykuş ve yarasa seslerinden, kurt
ulumalarından uzak, temiz, huzurlu bir dünya kuracaktı kendine. Bu özlem, ona
yeni bir güç verdi, bu yeni güçle dik bayın çıkmaya başladı...
Okkeş Ağa, çimen
yeşili gözleriyle Yaylayı süzüyordu. Alican büzülüp kalmıştı köşede. Yayla,
«hoşgeliş» bahanesiyle kendini konuklara gösterdikten sonra, arka arka yürüyerek
odadan çıkıp gitti. Ambarlı odaya koşup aynada yüzünü buldu. Yüzüne bakarak
gülümsedi. Gözleri kara birer ışıldak oldu. Yüreğini, bir anda su halkaları
gibi açılan temiz ve taze bir duyguya düşürdü.
Artık, «kısmet kapısı
açılsın» diye uykularını bölmek. Dilek Pınarına gitmek, kışın ayazında Dilek
Suyuna yatmak, sıtmalı gibi titremek yoktu. Sisler içinde, uzak bir masal tadı
duyuyordu. Şimdi her şey, bir başka türkünün, bir başka ninninin ezgisiydi.
Yoksul evler, çorak tarlalar, kel dağlar ve güz rengine düşmüş ağaçlar;
özlenen bir sevdanın, özlenen bir yüzün, özlenen bir duygunun güzelliğine
varıyordu, Bu güzellikler, eski ve uzak anıların bellekte kalmış izlerini bir
çırpıda siliyor, «istenmeyen» çocukluktan, «istenen» genç kızlığa geçişin
zevkini ve gururunu yaşatıyordu. Yüreğinde; güzel güllerin, ince güllerin, taze
güllerin, nazlı güllerin tomurcuklan oluşmaktaydı.
-«Göçelim» diyecekti
evlenince. «Göçüp gidelim uzaklara. Oralarda çok iş varmış, büyük evler, geniş
yollar, arabalar, giysiler, ışıklı dükkânlar varmış Alican, göçelim...»
Güneş, uzaklarda donuk
bir ışık bırakarak dağların ardına kaydı. Karşı yamacın geniş sırtından
eteğine doğru kıvrılarak inen yolda bir toz bulum belirdi. Sığır sürüsü, o toz
bulutu içinde köye girdi. Tavuklar deşinmeyi bırakıp kümeslerine çekildiler.
Sırtlarında üzüm sepetleriyle; yaşlı kadınlar, kınalı kızlar, taze gelinler,
sümüklü çocuklar bağlardan döndüler. Okkeş Ağa ve adamları, atlarına binip
köylerine doğru yola çıktılar. Güz rüzgârları ağaçlarda bir uğultu bırakarak
esti durdu. Uzak tarlalarda toz direkleri oluştu. Kavaklar gittikçe bir
karart! bütünlüğü oluşturdu. Köy, koyu bir karanlığa bıraktı kendini. Evler, karanlığın
karnında geceböcekleri gibi ışıldadı ve sonra o yoksul ışıklar birer birer
söndü. Köyü bir uyku sessizliği sardı, sadece Yayla uyumadı o gece...
Yine bir çalıya
takılıp düştü. Özlediği o güzel yaşama bir an önce ulaşmak isteğiyle doğrulup
kalktı ve olanca hızıyla koşmaya başladı. Giysileri terden sırılsıklam
olmuştu. Susadığını hissetti, buz gibi bir su istedi canı. Acılardan ve
yoksulluktan çökmüş, birbirine geçmiş avurtları ve hep suçiuymuş gibi bakan
ufacık gözleriyle babası karşısındaydı sanki.
-«Ökkeş Ağayı geçtik»
dedi. «Ya babam? Acaba o da mı bilerek yaptı bunu? Babama da yazıklar olsun!
Eğer bunu bilerek yaptıysa, ona da yazıklar olsun!»
Gittikçe artan
rüzgârın esintisine zıt yönde koşuyordu. Yorgunluğu, taşınamaz boyutlara
ulaştığında, oturup biraz dinlenmeyi düşündü, fakat sonra bu düşüncesinden
vazgeçip:
-«Koşmalı» diye
mırıldandı. «Haydar Ağam iyi yüreklidir. Sahipsiz bırakmaz beni. Nice
yetimlere yuva kurandır o. Anlatırım hallanmi...»
Nal sesleri duyulmaz
olmuştu. Bu yüzden onların başka bir yöne gittiğini düşünerek sevindi. Sonra
birden başka bir korku düştü yüreğine.
-«Atlılar şimdi çoktan
kapımıza dayanmış, <Cemo, Ce-mo, kavat Cemo, avluya çık, avluya!..> diye
bağırmaya başlamışlardır. Babam, derin uykulardan korkuyla uyanmış, bir don
bir gömlek avluya çıkmış ve <buyur ağam> demiştir. <Kızını ver
bize!> demirlerdir. <Saklama kızını, bozuk çıktı, saklama Cemo, saklama!..>
demişlerdir. <Ağam...> demiştir babam ve başka bir şey diyemeden
kırbaçlar üstünde şaklamaya başlamıştır. Anam, iki küçük kardeşim ve Deli
Kezo, sözünü bağlayamadan yere düşen babamın çevresini alıp bakmışlardır.
Deli Kezo, ağaç dalından atını kırbaçlamış, şaha kaldırmış, kişnemiş, naralar
atmış, babamın çevresinde dönmeye başlamıştır. Ökkeş Ağanın adamlan, atlarını
karanlığa sürüp yitende, olayı duyan köylüler koşup gelmiş, ellerinde
meşalelerle beni aramaya çıkmışlardır.»
Yayla, gittikçe
yaklaşan nal sesleri duydu. Rüzgâr, dağların doruğundan aşağılara doğru
uluyarak akıyor, rüzgârın uğultusuna baykuşların tekdüze çığlıkları karışıyor
ve bu gizemli sesler geceyi daha da korkunçlaştırıyordu.
Alican'la evleneceği
haberi, daha gün doğmadan yayıldı köye. Pınara su almaya gelen kızlar
aralannda bunu konuştular:
-«Okkeş Ağanın en iyi
adamıymış» dediler.
-«Ökkeş Ağa» dediler,
«kırk gün, kırk gece, şanına yaraşır bîr düğün yapacakmış.»
-«Ağa dediğin Ökkeş
gibi olmalı.»
-«Ökkeş Ağa demiş
ki...»
-«Ökkeş Ağa...»
-«Ökkeş...»
-«Ok...»
Bu konuşmaları duyan
Deli Kezo, naralar atarak, ağaç dalından atını kırbaçladı, köyün çevresini
tozutarak tam üç kez dolandı ve sonra gelip Cemo'nun evi önünde durdu.
-«Yaylo, Yaylo, yazık
sana Yaylo!» diye bağırdı.
Kezo'nun üstü başı
tenekelerİe doluydu. Paslı bir boruyu tüfek diye dalına asmıştı.
-«Eşkıyayım ben!»
diyordu. «Eşkıyayım ben Yaylo! Ok-keş itini gebertip dağlara çıktım! Yazık sana
Yaylo, Yaylo, Yaylo!...»
Güllüce, eline
geçirdiği bir ayakkabıyı Kezo'ya öfkeyle fırlattı. Kezo, gülerek ve garip
çığlıklar atarak, ağaç dalından atıyla gözden kayboldu. Yayİa, o gün.akşama
dek Ali-can'ı düşündü, ikide bir aynada yüzüne baktı, saçlarını örüp, ellerine
kına yaktı.
Rüzgâr şiddetini
artırmıştı. Ansızın alaca bir ay ışığı döküldü ortalığa. Uzun sürmedi bu
aydınlık, ortalık karanlığa gömüldü yeniden. Yayla, karanlığın karnında yaralı
bir güvercin gibi çırpınıyor, kara geceyi sessizce yırtıp aydınlık umutlara
doğru akıyordu. Yüreğinden ilk damar, gelin atına bindikten sonra, anasını
hiçkıra hıçkıra ağlarken gördüğü an kopmuştu. Şimdi yine ağlar görüyordu onu.
Gözlerine derin bir keder oturdu, yüzünde bu kederin derin çizgileri oluştu.
-«Okkeş'i geçtik» dedi
ağlayarak. «Babamı da geçtik. Ya anam? Acaba o da mı bilerek yaptı bunu? Anama
da yazıklar olsun! Eğer bunu bilerek yaptıysa, ona da yazıklar olsun!»
Nal sesleri, dağın
sırtından kuzeye doğru uzaklaştı. Yayla, tam rahatlamıştı ki, ayağı bir çukura
geldi, düştü ve yuvarlanmaya başladı. Düşerken, düşüp yuvarlanırken, de-rinlerden
kopup gelen bir korku çığlığı bıraktı geceye. Dağlarda yankılanan çığlığı,
uzaklardan gelen baykuş seslerine ve kurt ulumalarına karışarak geceyi
doldurdu. Dolunay, ortalığı kurşuni bir ışıkla aydınlattığında; biraz İlerisinde
büyüyüp küçülen, açılıp yumulan karartılar görüyor, onların kamberiz veya meşe
olduğunu, nerde başlayıp nerde bittiğini ve karartılar arasında korkulacak bir
şey olup olmadığını yaklaşmayınca anlayamıyordu. Yayla, gecenin karanlığında
cansız varlıkları bile nasıl çeşitli biçimlerde algılayabiliyorsa, sesleri de
çeşitli tonlarda duyabiliyor; yılanların, kurbağaların, kaplumbağaların ve
kuşların, Yayla'nın karartısmdan ve ayak seslerinden ürküp kaçarken gecenin
sessizliğinde çıkardıkları o sürtünme sesleri, Yayla'nın hücrelerine
işleyebilecek kadar küçülebıldiği gibi, görme alanı içindeki o koca boşluğu
doldurabilecek kadar da büyüyordu. Yayla, işte o zaman, döşünü parçalayıp
dışarı fırlamaması için elleriyle yüreğini tutuyor; kansız, cansız, boş bir
torba gibi yığılıp kalıyordu. Sağ elinin ayasıyİa, alnında, yüzünde, boynunda
boncuklanan teri silerek durdu, içine sığmayan bir korkuyla ardına baktı.
Kendine doğru hızla yaklaşan üç sessiz karartı gördü. Bir an, kendini
umutsuzluğun kucağına bıraktı, dikilip kaldı Öylece. Sonra özünde bir yaşama
isteği kabardı; köstebekler gibi toprağın altına girmek, şahinler gibi uçmak,
ceylanlar gibi koşmak ve peşine düşen atlılardan kurtulmak istedi. Sonra o
karartıların, biraz önce yanından geçtiği palamut ağaçları olduğunu anladı ve
rahat bir soluk aldı. Derlenip toparlanmış yeni bir güçle yeniden koşmaya
başladı...
Düğün günü gelip
çattı, ökkeş Ağa, başlık parasından başka, Cemo'ya üç heybe dolusu yiyecek ve
giysi getirdi. Davul-zurna eşliğinde güreşçiler halkı coşturdu, soytarılar
güldürdü. Kızılca Köyü, bu kel dağların kuytusuna kuruldu kurulalı, yörenin en
görkemli düğünlerinden birine ta' nık oldu. Ve nikâhtan sonra Yayla'yı ata
bindirip götürdüler. Yayla, Okkeş Ağanın köyüne varana dek gizli gizli
Ali-can'a baktı. Onunla gözgöze gelince utandı, suçlular gibi başını öne eğerek
ve alt dudağını ısırarak gülümsedi. Ancak o heyecan ve korku dolu ilk gecede,
karşısında, kıvırcık saçlı, fidan boylu Alican yerine, her haliyle hörgüçlü
bir deveyi andıran yetmişlik Ökkeş Ağayı buldu.
-«Ağam...» dedi
titreyerek. «Ağam, yeşil gözlü, çimen bakışlı ağam... Sen beni Alican'a alıp
getirmedin miydi ağam?»
Okkeş Ağa, Yayla'ya
kene gibi yapıştı ve harıl harıl soluklanmaya başladı. Yayla, olanca gücüyle
silkinip ondan kurtuldu, gidip sırtını duvara verdi ve ağlayarak yine sordu:
-«Alican nerde ağam?»
dedi.
-«Ahırda» dedi ağa.
«Alican ahırda yatıyor. Dilersen avrat ederim seni, dilersen bırakırım
Alican'a. Bir kezcik, tomurcuk gülüm, seni bir kezcik koklasam ömrüm uzar!
Malım mülküm, varım yoğum, her şeyim senin olsun!»
Başında takkesi,
şakaklarında horoz ibiği gibi dikilmiş birkaç tüyü, iyice çökmüş karanlık
suratı ve çenesinde sallanan bir tutam sakalıyla, Okkeş, korkunç bir hayaleti
andırıyordu. Yaşlı bedeni, tadacağı zevkin heyecanı ve gerilimi içinde,
şehvani hırıltılar çıkararak kızın üstüne geldi.
Yayla, onu itip
düşürdü ve yüreğinin oralarda bir deprem sarsıntısı duydu. Korku bir çığ gibi
büyüdü. Tedirgin ol--du, ne yapacağını bilemeden odanın içinde dolanıp dur' du.
Ve Ökkeş Ağanın kalkmak için davrandığını görünce korkusu dayanılmaz boyutlara
ulaştı. Pencerenin camını kırıp kaçtı. Kara deryanın içine şimşek gibi aktı.
Nereye gi--deceğini bilemeden dikilip kaldı. Önce babasının evine gitmeyi
düşündü ve sonra bunun imkânsız olduğunu hatırladı. Ata binip gelin giden bir
kızın, baba evine ancak ölüsü dönerdi. Kaçıp gelen kızı babası asla kabul
etmezdi. Karanlığın içinde şaşkın ve umarsız dönüp dururken, bîrden Haydar Ağa
düştü aklına. Haydar Ağa, umutlarını öyle tu-tuşturdu ki Yayla'nin, bu umutlar,
geceyi aydınlatan bir ışık oldu birden.
-«Hah!» dedi sevinçle.
«Haydar Ağamın köyüne giderim. Anlatırım nallarımı. <Gölgene al beni
ağam> derim... <Akşam olanda> derim, <stcak sular dökerim
ayağına... Kulun kölen olurum ağam, ahırında atınla yatan tutmana al beni.
Bitli pireli çobanına, ırgatına, bekçine, İtine al... İstersen oğluna...>
derim, anlatırım nallarımı.»
Güneye doğru uzanan
sarp kayalı dağların beşiğinde yaralı bir güvercin gibiydi. Düşüp yuvarlanıyor
ve kalkıp yeniden koşuyordu. Alican'ı düşününce yüreğinden bir damar daha
koptu. Sessizce, sanki kendinden gizleyerek ağlamaya başladı.
-«Ökkeş/i geçtik» dedi
ağlayarak. «Babamı geçtik, ana' mı da geçtik. Ya Alican? Acaba o da mı bilerek
yaptı bu' nu? Alican'a da yazıklar olsun! Bilerek yapmıştır elbet!»
Bir bakışta
filizlenen, çiçeklenen, dal-budak salan Ali-can sevgisi, şimdi yüreğini kanatan
bir diken oluyor, onun yüzünü tiksintiyle hatırlayıp, yüreğini cehennem
ateşlerine salıyordu.
-«Senin bu yaptığını
kemiklerim de unutmayacak Aİİ-can!..» diyordu. «Kemiklerim çürüse de tozlarım
unutmayacak!.. Tozlarım seni hiç unutmayacak Alİcan, hiç!..»
Ter içinde kalmıştı.
Dereler geçip, tepeler aşıyor; tükenmez bir umutla deliler gibi koşuyordu.
Yine ayın şavkı vurdu, bir aydınlık döküldü ortalığa, kaygıyla ardına baktı,
gelenler yoktu. Usul usul yürümeye karar verdi. Tam bu sırada önüne pat diye
bir şey düştü; ak ketenden işlemeli takkesi, ağarmış köse sakalı, iki karanlık
kuyu gibi gözleri ve mağara deliği gibi açılmış ağzıyla, Okkeş Ağanın kesik ve
kanlı başıydı bu! Yayla, yüreğinde açılıp genişleyen ve tüm benliğini kuşatan
korkuyu diline verip:
-«Aneeeey!..» diye
bağırdı.
Yayla'nın çığlığı,
boşlukta bir süre yankılanıp durdu. Bütün bunları rüyada yaşamayı, yoksul
yatağında gerinerek uyumayı istiyor, ama değişmez bir gerçeğin içinde olduğunun
farkına varıyordu. Alİcan'ı düşünüyor, gözlerinden ve yüreğinden kan damlaları
akıtıyordu.
-«Nasıl da çıktı
karşıma» dedi. «Avladı beni, yüreğimden vurdu... Döner miyim ona! Dünyada bir
ben kalsam, bir de o kalsa, döner de bakar mıyım onun suratına!»
O korkunç kelleyi
gördükten sonra, geceye bıraktığı uzun çığlıkla birlikte süzülüp gitmişti. Çok
uzaklardan gelen köpek sesleri, yüreğine bir koy sıcaklığı, bir yuva özlemi
düşürdü. Kıpır kıpır
uyanan umutlan, yorgun bedenine sanki taze kan taşıdı, bu yeni güçle
Ortaburun'u yarıladı. Bacakları bir an bedenini taşıyamaz oldu ve oturup dinlendi
ve kalkıp yeniden tırmandı. Ortaburun'un doruğuna çıkınca, aşağıda,
Ortaburun'un eteğinde, geceböcek-leri gibi ışıldayan Haydar Ağanın köyünü
gördü.
-«Ağamın köyü!» diye
bağırdı sevinçle.
Korkulan duman gibi
dağılmış, bir ana sıcaklığı düşmüştü yüreğine. Haydar Ağanın köyüne doğru,
kuşlar gibi çırpınarak ve yüreğinde açılan o derin yarayı güzel umutlarıyla
onarmaya çalışarak koşup indi. Yine o nal seslerini duydu, yüreği deli deli
çarpmaya başladı.
-«Geliyorlar!» dedi
korkuyla.
Haydar Ağanın köyü,
sönmemiş birkaç ışığıyla biraz ötesindeydi. Köpek sesleri geliyordu köyün
içinden. Köyün ilk evine yaklaşırken, mezarlığın içinden geçtiğini, bir mezar
ta' sına takılıp düşünce anladı. Kalkıp koşmak istedi, beceremedi. Bir süre
süründükten sonra, gücünün son damlasını kullanarak kalktı, yalpalayarak
yürümeye başladı.
Kimi evler, gaz
lambasının zayıf ışığını pencereden dışarı sızdırmış, kimi evler de karanlığa
gömülmüş, uyku-nun kollarında sessiz sessiz soluklanıyordu. Yayla, şimdi tüm
benliğini kuşatıp içine alan okşayıcı bir rahatlık içindeydi.
-«Ayaklarıma kapansa,
ağlasa, yalvarsa dönmem Ali-can'a!» dedi. «Buncacık, nah buncacık, kesip
attığım tır-nağımcacık yok gözümde! itlerin değeri var, şu kapıdaki itlerin...
Onun yok!»
Konağın önündeydi.
Diğer evlerin ışığına benzemeyen, kuvvetli, apak bir ışık süzülüyordu konağın
penceresinden. Bir süre konağın önünde ne yapacağını bilemeden dönüp durdu.
-«Ağam, ağam, Haydar
Ağam!..» diye bağırdı.
Haydar Ağa, idam
gömleğini andıran beyaz geceliğiy-le kapının Önünde belirdi.
-«Kimsin kızım, ne
istersin?» dedi.
Yayla hıçkırarak koştu
ve kendini Haydar Ağanın kollanna bıraktı. Haydar Ağa, kucağına düşen kızın
başını okşadı.
-«Derdin nedir kızım?»
dedi.
Yayla, Haydar Ağaya
karşılık verecek durumda değildi. Sonunda, yabani seslerle doiu gece kaçışları
bitmişti işte! Hıçkırarak ağlıyor, ağladıkça, bütün korkuları, acıla-n, çektikleri
sökülüp geliyordu içinden. Haydar Ağa, kızın sırtını okşayarak, onu
yatıştırmaya, korkularından uzaklaş-tırmaya çalışıyordu.
-«Gel kızım, gir
içeri» dedi. «Anlaşılan o ki, çok yorulmuş, çok hırpalanmış, çok korkmuşun.
Birazcık dinlen de kendine gel.»
Birlikte konuk odasına
girdiler. Yayla, bir süre hıçkırarak ağladıktan sonra kendine gelip anlattı
nallarını. Haydar Ağa, sinsi sinsi güldü, gülerek Yayla'ya sokuldu, yalandı,
yutkundu.
-«Okkeş Ağa» dedi,
«hakkından gelemediği avratları hep bizim konağa gönderir zaten!» dedi. «Onun
dedesinden kaçan avratlar da dedeme gelirmiş» dedi. «Bu, asırlardır hiç
değişmeyen bir kaderdir, hep böyle olmuştur» dedi.
Yayla, vahşi bir
hayvanın pençesinde, yaralı bir ceylan gibiydi. Yaralı bir ceylan gibi ürkek,
yaralı bir ceylan gibi güzel, yaralı bir ceylan gibi yaralı... Açılmış, kocaman
olmuş gözleriyle Haydar Ağaya bakıyor, içine düştüğü durumu kavramakta güçlük
çekiyordu.
-«Yapma ağam, Haydar
Ağam» diye inledi. «Etme benim güzel ağam» dedi.
Ağa, hayvani arzularla
soluk soluğa, kızın donunu sıyırmaktaydı. Bir süre sonra gittikçe yaklaşan nal
sesleri duyuldu. Sesler gelip pencerenin önünde durdu ve at kişneme-leri
arasında bir ses işitildi.
-«Haydar Ağa!.. Haydar
Ağa!..»
Haydar Ağa, perdeyi
sıyınp atlılara uzun uzun baktı. Sonra dönüp, köşede büzülmüş ağlayan Yayla'yı
baştan ayağa süzdü.
-«Sen artık kirlisin!»
dedi.
Yayla köşede hep
ağlıyordu. Haydar Ağa gidip kapıyı açtı. Sonra da gelip Yayla'nın kolundan
tuttu, onu kaldırıp kapının önüne bıraktı.
Atlılar, Yayia'nın
ellerini bağladılar ve sırtına içi taş dolu bir halı heybe vurdular. Yayla,
atlıların ardısıra düşe kalka yürüdü. Haydar Ağanın itleri, ağızlarını
gökyüzüne dike dike ürüdü.
Ortalık ağarırken,
Okkeş Ağanın konağına vardılar. Okkeş Ağa, konağından çıkıp, iki tutmanın
yardımıyla atına bindi. Atını sürüp, Yayla'nın ellerine bağlı urganı çekti.
Yayla, Okkeş'in ardısıra sürüklendi, sonra kalkıp atın hızına uyarak yürüdü.
Yorgunluktan bitkin görünüyordu ve rengi soluktu. Üstündeki gelinlik yırtık,
çamurlu ve kanlıydı.
Gece boyunca, çalı
diplerinde, kaya kovuklarında, Yay-la'yı arayan köylüler, Kızılca Köyü
yakınlarında, önde, atın üstünde, zafer kazanmış bir komutan edasıyla dimdik
otur ran Okkeş Ağayı ve onun ardında sürüklenen Yayla'yı gördüler.
Deli Kezo, ağaç
dalından atını kırbaçlayarak ve kişne-yerek kalabalıktan ayrıldı, gelip Okkeş
Ağanın Önünde durdu. Okkeş, kırbacını Deli Kezo'nun belinde şaklatıp onu
azarladı. Yayla'yı sürükleyerek götürüp Cemo'nun kapısına eski bir bohça gibi
attı.
Cemo'nun kapısı yavaş
yavaş açıldı ve kapıdan Cemo çıktı. Cemo'nun başı öne eğik, utancı ise. Kızılca
Köyüne sığmayacak kadar büyük, çok büyüktü. Okkeş Ağanın ödediği başlık
parasını ve hediyeleri geri verdi. Okkeş, atını sürdü ve ardında bir toz bulutu
bırakarak uzaklaşıp gitti.
Güllüce, talihsiz
kızının boynuna sarılıp ağladı- iki kü' çük kızkardeşi, boyunlarını büküp
ablalarına baktılar. Cemo, kuşağının arasından tabancasını çıkardı ve onlara
ba-şıyla «gidin» yapıp, kızıyla yalnız kaldı. Utancından dolayı başını hiç
kaldırmayan ve kimsenin yüzüne bakamayan Yayla'yı İçin için ağlayarak kahrolan
Yaylayı, avlu duvarının dibine dikti ve tek gözünü yumarak nişan aldı.
Horozlar öterken bir
silah patladı... ve Yayla'nın goğ' sünde bir top kırmızı karanfil açıldı. Güneşin
her doğu' şunda ve batışında, gökyüzünde gördüğünüz kızıllık, Yay-la'nın
kanıdır...
Heidelberg Yabancılar
Polisinde üç aylık oturma izni için iki saattir bekliyorduk. Sıkıntıdan oflayıp
puflamaya başlamıştım. Taa baştan beri dikkatimi çeken bir sığınmacıyı izlemeye
başladım. Kısa boylu, bıyıklı, toprak benizli ve şapkalıydı. Ceketinin cebinde
bir gazete vardı. Yaklaşık kırk beşinde gösteriyordu. Kirpi dikenlerini andıran
bir haftalık sakalı vardı. Konuşmalarından, adının «Rasim» olduğu anlaşılıyordu.
Pasaportuyla değiştirilen beyaz kartın orasına burasına anlamaz anlamaz
bakıyor, duyulur duyulmaz bir şeyler mırıldanıyor ve başını sağa sola
sallayarak şaşkınlığını belirtiyordu. Kendine baktığımı görünce sevindi. Sanki
bir kurtuluş umudu belirdi içinde.
-«Lan yeğenim» dedi.
«Ben hiçbir şey anlamadım bundan, sen anladın mı?» dedi.
İşi çoktan bitmişti
oysa. Yabancılar Polisinden çıkıp gitmeye yüreği elvermiyordu.
-«Konuş dayı, başında
ne hal varsa anlat» dedim.
-«Sakın» dedi, «bu
gâvurlar bizi Alman vatandaşı yapmasınlar!» dedi.
-«Yapmazlar» dedim.
-«Pasaportumuzu
aldılar» dedi.
-«Alsınlar» dedim.
-«Bu kartı verdiler
neyise?» dedi.
-«Taşınmak, çalışmak,
gezmek y&iak, onun için verdi' ler» dedim,
-«Niye ki?» dedi.
-«Çünkü biz sığınmacıyız» dedim. -«Biz» dedi, «bu kartınan Türkiye'ye gidersek»
dedi, «büyükler başımıza bir iş açmazlar mı?» dedi. -«Ne işi?» dedim.
-«Türkiye'ye gidince»
dedî, «vatanı karaladık diye bizi asacaklarmış, aslı var mı bunun?» dedi.
-«Yok dayı, korkma»
dedim. «Türkiye'ye gideceğin zaman buraya gelir, bu kartı verir, pasaportunu
alır gidersin» dedim.
-«Okumuşluğum-yazmışjığım
beğenım» dedi. «Kirn ne derse ona inanıyom» dedi.
-«Okumuşluğun yok da»
dedim, «niçin gazete taşıyorsun, dayı?» dedim.
Bir cebindeki
gazeteye, bir bana baktı. Ne diyeceğini kestiremedi önce. Sonra ağzını kulağıma
yaklaştırıp, fısıltılı bir sesle:
-«Bak yeğenim» dedi.
«Ben buraya gazetesiz gelmem. Neden dersen, cahilliğim anlaşılmasın. Yoksa
gâvurlar inanır mı sığınmacı olduğuma! Nasıl? İyi akıl, öyle mi yeğenim?»
dedi.
Biz konuşurken, esmer,
uzun boylu, genç biri geldi. Nereye gideceğini bilemeden, çevresine bakınmaya
başladı.
-«Buraya, buraya!..»
diye bağırdı Rasİm. «Pasaportunu o kızın Önüne koy da buraya gel» dedi.
Esmer delikanlı,
gereğinden fazla uzamış püskül kaşlarını çatıp, Rasim'e anlamaz anlamaz baktı.
-«Sığınmacı mısın?»
dedi Rasim.
-«He, sığmmacıyam,
noğolacak?!»
-«Bir şey olmayacak
yeğenim» dedi Rasim. «Pasaportunu o kızın önüne koy da bekle. Ben sana iyilik
olsun di' ye söylüyom.»
Esmer sığınmacı,
pasaportunu görevli bayanın önüne koyup yanımıza geldi. Oturdu. Hep yere
bakıyordu. Dalgındı. Rasim, onu derin uykularından uyandırmaya cesaret
edemedi ilkin. Sonra belini kamburlatarak ona doğru abandı.
-«Demek» dedi, «sen de
bizim gibi sığınmacısın?» de^ di. «Sende bizim gib: sığınmacısın, öyle mi kara
yeğenim?» dedi.
Esmer sığınmacı,
başını «evet» anlamında salladıktan sonra yine dalıp gitti. Omuzlarına kapkara
bir yılgınlık çok' rnüştü. Üstünden başından umutsuzluk akıyordu.
-«Nerelisin kara
yeğenim?» dedi Rasim.
-«Urfalıyam» dedi
bizimki.
-«Askerliğimi Urfa'da
yaptım» dedi Rasim. «İyi bilirim o memleketi. Mahkemen bitti mi senin?»
Rasim, bu soruyla
Urfalı'nın yarasına neşter vurdu sanki. Birden irkilerek, öfkeli ve sert
bakışlarını Rasim'e dikti.
-«Bittiği ne gezer
dayı!» dedi. «Dört yıldır sürünüyom, daha da sürüneceğimden başka. Mahkeme
kabul ettiydi aslında, Federal Daire midir, nedir, o karşı çıktı. Ömür bitti
dayı, mahkeme sürüyor.»
-«Çalışıyor» mu?»
-«Ne gezer dayı, ne
gezer! İki çocuk, bir karı, perişan olduk. Halimiz çok yaman dayı, çok.-.»
Bu konuşmalar
canevinden vurdu Rasim'i. Esmer sığınmacıyla daha yakından ilgilenmeye
başladı.
-«De hele kara
yeğenim, anlat., nasıl getirdin çocukları? Benim çocuklar memlekette kaldı
da...»
-«Aldık getirdik dayı,
perişan olduk. Mahkeme bitmiyor, taş olsa çatlardı dayı, demir olsa çatlardı.»
-«Sen nasıl dayandın
yeğenim?»
-«Toprak oldum dayı,
öyle dayandım. Dayanmanın da bir sınırı var. Birgün meydana çıkıp gaz dökerim
üstüme dayı. Gaz döker yakarım kendimi. Sonra da çıkar, alevden bir bayrak gibi
dolaşırım yollarda. Dolaşırım dayı.»
-«Sen deli misin lan
kara yeğenim!» dedi Rasim.. «Şu boyuna poşuna bak, çam yarması gibi adamsın
maşallah. Canından bezdiysen çek git yeğenim, topla çocuklarını Urfa'ya git»
dedi.
-«Ah dayı» diye inledi
Urfah. «Derdimi bilmezsin sen» dedi. «iyi konuşursun, hoş konuşursun da,
derdimi hiç bilmezsin» dedi.
-«Söyle» dedi Rasim.
«Dertsiz insan olur mu yeğenim! Derdini söyİemeyen derman bulamaz, söyle ki
çare bulalım» dedi.
Rasim. yangına körükle
gittiğinin farkında değildi, fakat körükle gidiyordu. Esmer sığınmacının gözlerinde, büyük bir
yangını başlatacak ufak kıvılcımlar çakmaya başladı.
-«Yok dayı, yok!»
dedi. «Benim derdimin çaresi hiç yok!» dedi.
-«Lan yeğenim, bu nasıl
dert ki, hiç çaresi olmasın? Çaresi olmayan dert var mı?»
-«Her gece köyü basıp
beni anyorlarmış!» dedi esmer sığınmacı. «Döve döve yaşlı anamın kemiklerini
kırmışlar! Babamı da vurup öldürmüşler!» dedi.
-«Lan kara yeğenim,
yoksa beni de mi arıyorlar? Yüreğim sızlayıp duruyordu zaten! Ararlar mı beni
yeğenim, sen bilirsin belki?»
-«Yok dayı. seni niye
arasınlar, beni arıyorlarmış. Ellerine bir geçirseler beni... Dayı, ben
gençliğime acımıyom, çocuklarıma acıyom ben!»
-«Bir suçun mu var
kara yeğenim?»
-«Suçum türkü söylemek
dayı. Ben kendim iyi saz çalarım. Kürtçe ağıtlar yakarım. Türkü söylemeden edemem.
Ben türkü delisıyim dayı. Saz delisiyim. Deli gibi çalarım. Söyler ağlarım.»
-«3ak hele, lan
yeğenim, türkü söylemek niye yasak ola?»
-«Yasak işte. Ağlamak
yasak, gülmek de yasak. Düşünmek, konuşmak da yasak! Almanya'nın mahkemesi hiç
bitmiyor dayı. ben canımdan bezdim.»
Bu sırada kısa boylu
ve şapkalı bir adam yanımıza ge-Iip selam verdi. Sağ ellerimizi gerilerden
savurarak getirdik, döşlerinizin ortasına küt diye vurduk. -«Aleykümselam»
diye bağırdık.
Oturması için yer
açtık. «Puf!» dedi, boş bir torba gibi yığıldı iskemleye- Hepimize teker teker:
-«Merhaba» dedi.
-«Merhaba» dedik.
Sustu. Biz de sustuk.
Şapkasını kaldırdı, sağ gözünü yumarak başını kaşıdı.
-«Nasılsın kardaş, iyi
misin?» dedik.
-«Kulağasma» dedi.
-«Dertlisin» dedik.
-«Benim derdim
dağlardan büyük, kardaşlar» dedi.
-«Anlat» dedik.
-«İki yıîdır izin
yapmadıydım» dedi.
-«Eee?» dedik.
-«Altımda kız gibi
Mercedes» dedi. «Çocukları da gö-resim gelmiş, bastım gaza gittim» dedi.
-«Ne güzel!» dedik.
-«Gitmez olaydım!»
dedi.
Arabası soyulmuş, izni
fitil fitil burnundan gelmiş, soy-guncunun babası hacıymış, onu anlattı. Rasim
ağzını açmış, gözlerini de adamın gözlerine dikmiş, ilgiyle dinliyordu. Ben
bu sırada esmer sığınmacıya baktım. Uzaklarda, beialı düşlerde yapayalnızdı.
Bir şeyler düşünüyor, dü' şündüklerinın çok az bir kısmı fısıltılara
dönüşüyordu.
-«Biz de duyalım,
dışından söyle» eledim.
-«Yol üstüne gezgin
düşer, kavga üstüne kan düşer. Zaman böyle kalır sanma, gece* üstüne gün
düşer.»
-«Vay be!» diye
haykırdım. «Ya aşık, sen ne güzel söyledin!» dedim.
-«Güzel ne gezer
kardaş» dedi. «Güzel olan destanım değil, umutlarım» dedi. «Umutlarım olmasa
ben yaşayamam kardaş, umutsuz yaşanmıyor» dedi.
-«Haklısın» dedim.
Bu konuşmamızdan
sonra, esmer sığınmacı, tıpkı bir kaplumbağa gibi kendi içine çekildi. Arabası
soyulan adam, bağıra bağıra, arabasının nasıl soyulduğunu, hırsızı nasıl
yakaladığını anlatıyordu. Ben o adamı dinlemeye hazırlanırken, dört çocuklu
bir kadın geldi. Büyüğü önünde, küçüğü kucağında, diğer ikisi de ardındaydı.
Başörtülü, esmer, kısa boyluydu. İkide bir sümüğünü çekiyor, ağlamak' tan
kızarmış gözlerini yumup sıkıyor, kucağında dosyalarla sağa sola koşuşturan
memurlara ve memurelere yalvaran bir insanın çaresizliği ve bulanık
umutlarıyla bakıyordu. On beşinde gösteren büyük oğlunun sırtına vurup,
herkesin duyabileceği yüksek bir sesle:
-«Sorsana lan gâvurun
piçi!» dedi.
-«Sırtıma vurma kız!»
dedi çocuk, sağ ayağını öfkeyle yere çalıp ağladı.
-«Sor bakalım!» dedi
kadın. «Başımızı nereye çalaca-ğızi Hangi taşlara vuracağız bu akılsız
başımızı, durma öyle, sorl» dedi.
Çocuk, elinde
dosyalarla odalardan odalara koşan görevlilerden birini çevirip Almanca bir
şeyler söyledi. Görevli, işaret parmağıyla, geniş salona sıralanmış memur
masalarından birini gösterdi. Kadın, oğlunu itekleyerek, memurun masasına doğru
umutla yürüdü. Çocuklar da peşisıra yürüdüler. Memur, çocuğun uzattığı
kâğıtlara baktıktan sonra salonun giriş kapısı yanındaki bekleme bölümünü
gösterdi. Kadın, bekleme bölümündeki iskemlelerden birine, yorgunluğunu dışarı
atarcasına:
-«Huf!» dedi yığıldı.
«Allahım, sen benim aklımı koru!» dedi.
Rasim, arabası soyulan
adamı ilgiyle dinliyor, arada bir heyecanlanıp dizlerine vuruyordu. O,
soyguncunun babasını anlata anlata bitiremiyor:
-«Oğlunun yüzüne»
diyordu, «üç kere tükürdükten sonra bana döndü; <ben hacıyım, arım var,
namusum var> dedi. <Unüm unvanım, saçım sakalım, dosmrn düşmanım van
dedi. «Para dilersen para, halı dilersen halı, altın dilersen altın...>
dedi. Sarılıp ellerini öptüm. <Sağol hacı emmi, ellerin dert görmesin»
dedim. <A!lah seni başımızdan eksik etmesin, bin yıl yaşa> dedim.
<Ben gâvur içinde esirim, kusura kalma, davamdan geçmerm dedim. Bir avukat
tutup yola çıktım. Çıktım ya ne çare, izin mizin kalmadı, tam on gün geç
geldim işe...»
Çıkışı verilmiş, onu
anlattı. İşsizlik parası, işsizlik yardı--mı derken, düşe düşe sosyal yardıma
düşmüş. Geçimini sağlayamadığı gerekçesiyle sınırdışı edilmek isteniyormuş; bîr
tercüman tutmuş, zehir gibiymiş, biraz sonra gelecekmiş, birlikte taa müdüre
çikacaklarmiş.
Dört çocuklu kadın,
saçlarını yola yola beddualar ediyor, ağlıyordu. Kadının durumuna bakıp
üzüldüm.
-«Bacım» dedim,
«sormak ayıp olmasın'ya, senin bir derdin var» dedim.
Kadın, kucağındaki
çocuğu indirip bacaklarının arasına sıkıştırdı. Çocuk, anasının bacakları
arasından kurtulup diğer üç kardeşinin yanma koştu. Dört çocuk, boyunlarını
büküp, henüz anlayamadıklar! dünyayı seyre koyuldular. Kadın bu sırada
yaşadıklarını sanki yeniden yaşayarak .anlatıyor:
-«Ah güzel kardaşım»
diye inliyordu... «Başıma gelenleri» diyordu, «ne ben söyleyim, ne de sen duy»
diyordu.
Rasim, kadının acıklı
sesini duyunca, arabası soyulan adamı bırakıp, can kulağıyla kadını dinlemeye
başladı. Ka' din, gözlerini kuruladıktan sonra:
-«Dört çocuğumla beni
ortalarda yapayalnız bıraktı ge-beresice!» dedi.
Rasim'in kaşları
çatilıverdi birden.
-«Kocan mı?» dedi.
Onun böyle damdan
düşercesine «kocan mı?» demesi, kadının zoruna gitti. Öfkeli öfkeli:
-«Dostum değil ya,
kocam elbet!» dedi. «Kocalar okuna dürülür inşallah! Dört çocuğumun babası, on
altı yıllık nikâhlım! Arabalar altında kalır, dizin dizin sürünür inşallah!»
Rasim, sadece
kulaklarıyla değil, bütün benliğiyle dinliyordu kadını. Boynunu kadına doğru
uzatarak:
-«O kocan olacak adam
seni niye terketti bacım?» dedi. «Yoksa bir suçun günahın mı vardı?»
-«Senin başka işin yok
mu kardaşım?» dedi kadın. «Zaten canım burnumda!»
Rasim biraz
toparlandı. Ardına yaslanıp boynunu içine çekti. Kadına karşı ilgisiz görünmek
için boşuna zorlanıp durdu. Onun dertlerini öğrenmek için, dayanılmaz, karşı
koyulmaz bir istek deviniyordu içinde. Ne yapsa, ilgisini ve merakını
gizleyemiyordu.
-«Kız» dedi, kadının
büyük oğlu. «Her yerde ağlamakla derdin bitecek mi!» dedi.
Kadın, en küçük
çocuğunu Öfkeyle çekip aldı. Zavallı-yi kirli bir bohça gibi hırpalayarak
oturttu kucağına. Büyük oğluna ters ters bakarak:
-«Sen sus lan!» dedi.
«Sen» dedi, «bacak kadar boyunla her işe karışma» dedi. «Canımın sıkkınlığını
şimdi senden alırım ha!» dedi.
Rasim'in sabrı
tükenmişti. Kadını boş yere beklemekten canı sıkıldı. Kendini, ayaklarından
başlayıp, döşüne kadar süzdü. Dertlenip of çekti. Bana dönüp, «bu kartınan Türkiye'ye
gidersek...» diyecek oldu, susturdum. Sonra dönüp esmer sığınmacıyla konuşacak
oldu, vazgeçti. Esmer sığınmacı, bir uyku dünyasında, bir düş dünyasında ruh
gibi ses-siz dolaşıyordu. Kadın sümüğünü çekerek anlatıyor:
-«Bir şırfıntıya
takılıp bizleri temelli unuttu, unutmaz olasıca!» diyordu. «Yüz evlik bir dağ
köyünde tam on yıl yol gözledim, bir kez olsun arayıp sormadı. Ellerin kocası
bavullarınan izine geldi, bu bizimki götü damgalı bir mektup bile göndermedi.
Sonra ne etti düşündüyse çıkıp izinli geldi. Çorum'da evimiz arsamız vardı,
hepsini satıp savdı, çocuklarla beni alıp buraya getirdi...»
Kadın ağlamaya
başladı. Onunla birlikte kucağındaki çocuk da ağladı. Büyük oğlan, anasının
kucağında ağlayan kardeşini alıp avuttu. Kadın ağlayarak:
-«Ben» dedi, «bu
yabanda dört çocukla ne yaparım, güzel kardaşım!» dedi. «Yol bilmem, iz bilmem»
dedi. «Ağzımda dilim yok ki, yüksek makamlara çıkıp da yalvar-sam» dedi.
Rasim, bu kadına
gerçekten acımıştı. Kadına doğru yine eğilmiş, boynunu da sundurmuş, başını
iki yana sallayarak «cık cık» çekiyor:
-«Vah vah» diyor,
«yazık bacıma, çok yazık» diyordu. «Lan ne eşek herifmiş bu senin kocan!
Kusuruma kalma bacım, ben burda sığınmacıyım da... Elimizden pasaportumuzu
aldılar, şu kartı verdiler neyise? Söylemesi ayıp, avradım da, çocuklarım da
gözlerimin önünde dönüyor. Lan bu senin kocan çok eşek herifmiş gerçekten! Şu
çocuklara bak yav, gül gibi...»
Kadın, gözlerini yumup
sıkarak ağlamasını sürdürüyordu. Buruşmuş bir mendil çıkardı çantasından. Aynı
mendille hem sümüğünü silip, hem de gözlerini kuruladıktan sonra:
-«Bizi buraya
düşmanlık için getirmiş, getirmez olasıca» diye inledi. «Getirdiği günden beri
(sen benim karda-şımsın) koynuma girmedi. Kötü laflarına taa dünden razıydık,
güzel kardaşım, dayaklarına da katlanır olduk.»
-«Polise gittin mi?»
dedim.
-«Kulağasma» dedi.
«Polise de gittik, hakime, savcıya da... Hepsi de başından savdı bizi. Buranın
adı neyise, buraya dilekçe vermiş kör olasıca. <Ben karımdan ayrı ya-.
şıyom> demiş. Bura da bize oturum vermiyor. Onun için uğraşıyoruz.» güzel
kardaşım, Alman ne ge-;oyup, bizimkine kaçtı, kaçtı.
Alman olaydı, yüreğim
hiç Alman Edirne hiç dert etmemiştim Sınırı yanında kalıyor, pekişen
bızırı evinde»
dedi. «Ev aldı Efendi dellenmez olasıca.
Köyde ben nerde kalırım, dört çocukla
babamın Baâdan bahçedansiz. Bıraksaydı
giderdi
Gözlerini hepimizde
teker teker gezdirdikten sonra söyledi. Söyledi. Anlamadı, anlayana dedi ki:
-«Bizim toprak, ağa
toprağı, gül bitmez. Bizim yollar, deve yolağı, kağnı geçmez. Üç gün, üç gece
gitsen, yolun bitmez. Ho de Zeyno, ho de anam.»
-«Bitti mi?» dedim.
-«Bittiği ne gezer
kardaş» dedi. «Anam yatalak olmuş, yerinden kalkamaz. Üvey anam ağlayı ağlayı
babamı kağnıya yüklemiş. Babamın al kanları yollara saçılmış. Kasabaya
ulaşamamışlar. Babam dağların koynunda inleyerek canvermiş...»
-«Unut» dedim.
-«Unutmam» dedi. «Her
şeyi unuturum da bunu hiç unutmam» dedi. «Gün gelir bunun hesabını sorarım»
dedi.
-«Söyle lan, apacı
olsun» dedim.
-«Bizim dağlar zulüm
otlağı, kolay aşılmaz. Oralar ze-hir zıkkım bucağı, halın sorulmaz. Yaran çok
mu derin babo, çare bulunmaz. Ho de Zeyno, ho de anam.»
Esmer sığınmacı,
destanını okuyup bitirdikten sonra, gözlerimizin taa içine bakarak yutkundu.
Sonra da dalıp girdi o bilinmezlerle dolu dünyasına.
-«Artık kolay uyanmaz»
dedim.
-«Uyanmaz» dediler.
Memur bu sırada dört
çocuklu kadını çağırdı. Kadın, çocuklarını yanımıza bırakıp, büyük oğluyla
memurun masasına doğru koştu. Bu sırada Rasim'in endişeyle bana baktığını
gördüm.
-«Ne bakıyorsun?»
dedim.
Ceketinin iç cebinden
o beyaz kartı çıkardı. Kartın orasına burasına yılgın yılgın baktt. işi
bitmişti oysa. Buna rağmen gitmiyor, ısrarla aramızda kalmaya devam ediyordu.
-«Senin işin bitti» dedim. -«Bitsin» dedi.
-«Başka işin yok mu?»
dedim. -«Yok» dedi.
-«Korkma dayı, hiçbir
şey olmaz» dedim. -«Sahi mi yeğenim, olmaz mı?» dedi. -«Olmaz» dedim.
-«Nerelisin kara yeğenim?» dedi. -«Ben kara mıyım?» dedim.
-«Buğday benizlisin»
dedi. «Senin yüzün bana yakın geliyor yeğenim, kanım kaynıyor sana» dedi.
Ufak sığınmacı üzgün
döndü yanımıza. Kaşlarını kaldırıp alnını kırıştırarak pufladi. Puflarken,
yanaklarını balon gibi şişirmiş, gözlerini de yummuştu. Ellerini çaprazlama
koynuna sokarak, bezgin bezgin yığıldı iskemleye. -«Noğoldu?» dedik.
-«Benim işlerimde her
zaman bir aksilik olur» dedi. «Bir yerlere telefon edip, bir şeyler
öğrenecekmiş. Bekleyelim bakalım. Ben doğarken de çok aksi bir zamanda
doğmuşum» dedi. -«Nasıl yani?» dedik.
-«Anam» dedi,
«değirmende sıra beklerken doğurmuş beni» dedi.
Bu sırada, bizlere
benzemeyen biri geldi. Kılığı kıyafeti düzgün, çantalı, iriyarıydı. Onu
görünce, arabası soyulan adama can geldi sanki. Sevinçle, heyecanla ayağa
kalktı.
-«Ben hurdayım beyim»
dedi.
-«Kim lan bu?» dedik.
-«Bu efendi, benim
tercümanımdır» dedi. «Kendisi tam on yıldır derdime tercümanlık eder. Çok
keskin bir dili var, konuşurken dilinden kan damlar» dedi.
Tercüman bize yaklaşıp
selam verdi. Sağ ellerimizi döşlerimize vurarak ve kalkıp hafif eğilerek
selamını aldık.
-«Buyur, otur» dedik.
-«Ben oturmam» dedi.
«Ben oturup da çene yarıştırmam arkadaşlar» dedi. «Ben ne yaparım ben?» dedi.
«Ben işimi bitirir giderim» dedi.
-«Öyleyse oturma»
dedik.
-«İçinizde beni
tanıyanlar var mı?» dedi.
-«Yok» dedik.
-«Hayret!» dedi.
-«Niye?» dedik.
-«Haa, anladım, siz
sığınmacısınız» dedi.
-«Sığınmacıyız» dedik.
-«Tabu, nerden
tanıyacaksınız!» dedi. «işçi olsaydınız tanırdınız. Arabası soyulan hemşerime
sorun, beni tanımayan yoktur» dedi.
-«Doğru mu ian?»
dedik.
Arabası soyulan adam,
«evet» anlamında başın iki kez kaldırıp indirdi.
-«Doğru» dedi. «Bu bey
çok gün görmüş, dem sürmüş bir insandır. Yirmi yıldır tercümanlık yapar, hem de
şey-cilik...» dedi.
-«Neycilik lan?»
dedik.
-«Şeycilİk...» dedi.
Hepimiz de yardım
istercesine tercümana baktık. Tercüman, kaşlarını kaldırarak:
'«Ithalat-ihracat»
dedi.
Hayretten Rasim'in
ağzı bir karış açılmıştı. Yüzü bir ulu hayranlıkta donup kalmış, kıpırtısız
öylece bakıyordu.
-«Ulan» dedik... «Biz»
dedik, «işin birini bulamıyoruz, bu adam işin binini birden yapıyor, hadi gel
de çatlama!» dedik.
Hayranlıktan donup
kalmış Rasim'de bir kıpırdanma oldu. Tercümana iyice yaklaşıp, ceketinin iç
cebinden o beyaz kartı çıkardı.
-«Sen» dedi, «okumuş
bir adamsın» dedi. «Okumak için dirseklerini çürütmüşün, başında tüy kalmamış»
dedi. «Efendi, benim sana bir sorum var» dedi. «Ben» dedi, «kendim sığınmacıyım,
elimden pasaportumu aldılar, bu kartı verdiler neyise?» dedi. «On ikinci ayda
Türkiye'ye dönüş yapmak is-tiyom, bu kaıtınan gidersem beni asarlar mı?» dedi.
Tercüman, kartı alıp,
Önüne arkasına şöyle bir baktı. Sonra kaşlarını çatarak:
-«Sen vatanı karaladın
mı?» dedi. Rasim çok korktu, sandı ki, beyaz kartta öyle yazıyor. Sağ ayağını
yere çalıp söyledi:
-«Yok efendi, burdan
çıkmak nasip olmasın!» dedi. «Eğer» dedi, «vatana dil uzattıysam» dedi, «burdan
çıkmak nasip olmasın!» dedi.
Gülerek Rasim'e baktı
tercüman. Sadece gülüyor, başka hiçbir şey söylemiyordu. Kaşlarını birkaç kez
yukarı kaldırıp indirdi.
-«Korkma» dedi.
Sadece böyle dedi ve
arabası soyulan adamı alıp gitti. Hepimiz de ayağa kalkıp, saygıyla eğilerek,
tercümanı ve arabası soyulan adamı uğurladık. Rasim, şapkasını çıkanp masaya
koydu. Yüzündeki hayraniik öylece donup kalmıştı.
-«Vay be!» dedi.
«Herifin oğlu» dedi, «Karun, Karun!» dedi. «Hem de çok efendi!» dedi.
-«Efendi» dedik.
-«Helal olsun!» dedi.
-«Olsun» dedik.
-«Hem de akıllı!»
dedi.
-«Çok akıllı» dedik.
Ben bu sırada esmer
sığınmacıya baktım. Esmer sığınmacı, ellerini koynuna sokmuş, boynunu da
bükmüş, garip bir suskunlukta uğunup duruyordu.
-«Aşık» dedim.
-«Buyur» dedi.
-«Çok düşünme, İyi
olmaz» dedim.
-«Ben de bıîiyom, iyi
olmaz» dedi. «Kafayı bir daldırdım mi, bir daha kurtulamıyom. Gurbette bir hal
oldu bana, dalıp dalıp gidiyom» dedi.
-«Dalıp dalıp
gittiğinde nereye gidiyorsun, kimî düşünüyorsun?» dedim.
-«Hiç kimseyi» dedi.
«Ben» dedi, «dalıp gidiyom» dedi. «Her şeyle birlikte kendimi de unutuyom
kardaş, sanki hiç yaşamıyom» dedi.
-«Ulan» dedik...
-«Yoksa sende bir hal
mı var?»
-«Var!» dedi- «Bende
bir hal var, ben bu dünyadan uçup gİdiyom» dedi.
-«Soyunda sopunda
böyle dalgın adam var mıydı?» dedik.
-«Yoktu» dedi.
-«Öyleyse sende bir
hal var» dedik.
-«Var!» dedi.
Bu sırada dört çocuklu
kadın ağlayarak yanımıza geldi. Küçük çocuğunu kapıp kucağına çekti.
-«Noğoldu?» dedim.
-«Oturum vermiyorlar!»
dedi ağlayarak. «Eğer kocamla birlikte yaşarsam, ancak o zaman verirlermiş»
dedi. «Bir ay içinde Türkiye'ye dönmemizi istiyorlar, bu da mı gelecekti
başımıza! Elleri ayakları çot olasıca, ne istedin bizden! Yurdumuzu yuvamızı
dağıtıp niye getirdin bizi buraya! Ben ne boklar yesem, güzel kardaşım, bana
bir akıl ver!» dedi.
Rasim paniğe kapıldı.
Kadının ve çocukların çevresin-de panikle dönmeye başladı.
-«Dur bacım, bir
yolunu bulalım» dedi. «Avukatlara gidelim, tercümanlara danışalım. Burda bir
tercüman efendi vardı, biraz sonra gelir, ona danışalım, bir yolu vardır
herhal» dedi.
Esmer sığınmacı,
uykulardan uyanıp aramıza karıştı. Gözlerinde bir ışık demetiyle ağlayan kadına
baktı. Bir süre öyle sessiz bakıp durdu. Sonra da;
-«Noğoluyor bacım?»
dedi.
Anlattık. Biz
anlatırken, esmer sığınmacı yeniden dalıp gitti. Boş yere konuşmaktansa sustuk.
Kadını tutup yerine oturttuk. Kafa kafaya verip bir çıkar yol aradık. Kimi:
-«Kocanı vur öldür!»
dedi. «Sen nasıl olsa ölmüşün, onu da öldür!» dedi. «Buranın cezaevi senin
köyünden daha iyi, daha büyük. Köye gidip de nerde kalacaksın?» dedi.
-«Yok canım, cık!»
dedi kimi. «Kocanı değil, sen en iyisi o şırfıntıyı öldür!» dedi.
Kimi de:
-«Hem kocanı, hem de o
şırfıntıyı Öldür!» dedi.
Böylece üç ayrı görüş
ortaya çıktı. Ne yapacağını bilemeyen kadın, bu görüşlerden birini tercih
etmek durumundaydı. Fakat Rasim, şapkasını yere vurarak öfkeyle araya girdi.
-«Yav siz benim bacıma
ne yollar gösterdiniz maşallah!» dedi. «Siz cahil misiniz, aklınız mı ermiyor»
dedi. «Yoksa» dedi, «gurbetin acısı beyninize mi vurdu?» dedi.
-«Buyur, sen konuş!»
dedik.
Rasim, şapkasını
yerden alıp dizine koydu. Ve sağ eliy-Ie kıllı yüzünü sıvazlayarak biraz
düşündü. Iyîce tartıp ölçtükten sonra:
-«Aramızda para
toplayalım» dedi. «Bacımızı tutup bir tercümana götürelim. Daha da olmazsa bir
avukat tuta' Iım. Daha da olmazsa, ben bu işin içine...»
-«Dayı, dayı!» dedik,
«surda kadın var, kız var, kendi--ne gel!» dedik.
Rasim'i ayıpladık.
Tabii o da bu ayıplanmanın ardından suçlandı. Suçlanınca da bir hayü yumuşadı.
-«Dört çocuklu bir
kadın yollara bırakılmaz, yeğenlerim» dedi. «Bacımızın kocasını bulalım. Bulup
vicdana getirelim. Bu adamın azıcık vicdanı vardır herhal» dedi.
-«Vicdanı yok onun»
dedi kadın. «Evi var, parası var, arabası var, şırfıntısı var, ama vicdanı yok,
hiç boşuna uğraşmayın» dedi.
Rasim, hayretle kadına
bakıyordu. Bakışları bir süre kadında Öyle asılı kaldı. Sonra tırnağının ucunu
gösterdi.
-«Bu kadar da mı yok
bacım?» dedi.
-«Yok işte, yok!» dedi
kadın.
Şapkasını öfkeyle
başına geçirdi Rasim. Yüzü karmakarışıktı. Kendi duyabileceği kısık bir sesle
homurdanmaya başladı. Sonrada bize dönüp:
-«Para toplayalım
öyleyse» dedi.
-«Yav dayı» dedi ufak
sığınmacı, «bizde para ne gezer!» dedi.
-«Ufak sığınmacı doğru
söylüyor» dedik.
-«Para hani?»
-«Bizde para ne
gezer!» dedik.
Bizden destek alan ufak
sığınmacı, daha da coştu. Ra-sim'in üstüne kurşun gibi laf yağdırmaya başladı.
-«Arasıra» dedi,
«kaçak iş bulup çalışmasak» dedi, «temelli açız!» dedi. «O kaçak işin nasıl
bir iş olduğunu biliyor musun?» dedi. «Eğer bilmiyorsan bil, kaçak iş, çekilir
dert değil!» dedi.
-«Yeğenlerim» dedi
Rasim. «İş olsa da keşke kaçak olsa, iş olsa da keşke çamurdan bataktan olsa»
dedi.
-«Oy!e deme dayı!»
dedi ufak sığınmacı. «Kaçak işin ne pislik olduğunu ben iyi bilirim!» dedi.
«Kaçak iş deme bana, tüylerim ürperiyor, etlerim cimbişle çekiliyor, kanım
donuyor, yüreğim daralıyor!» dedi.
-«Lan yeğenim» dedi
Rasim. «Kuru ekmeğe muhtaç olduk şu gâvurun yurdunda» dedi. «Dosta düşmana
muhtaç olmaktansa, bok temizleyelim, bildiğin bir yer yok mu? Söyle yeğenim,
yokmu bildiğin bir yer?» dedi.
Rasimin bu sözleri,
ufak sığınmacıda bardağı taşıran son damla oldu. Hepimize teker teker baktıktan
sonra fırlayıp ayağa kalktı.
-«Ben» dedi, «niye
böyle güdük kaldım?» dedi. «Arka-daşiar» dedi, «ben niye böyle güdük kaldım,
bilir misiniz?» dedi.
-«Yok» dedik. «Söyle
de bilelim, söylemezsen ne bilelim!» dedik.
Öfkeden kapkara
kesildi, titremeye başladı. Bayılıp düşecek diye çok korktuk. Kollarından
tutup yerine oturttuk.
-«Aman kardaş!»
dedik... «Senin mavi gözlerini severiz, öfkelenip de surda başımıza İş açma.
Anlat kardaş; kızmadan, kızarmadan anlat... Usul usul anlat» dedik.
Kaçak işlere girip
çıkmış, onu anlattı. Takır takır, makineli tüfek gibi işliyordu ağzı. Gece
gündüz hiç dinlenme' den üç vardiya çalıştığı olmuş, parasını alamamış. Sözlerinin
üzerimizdeki etkisi de gerçek bir kurşun gibiydi. Onu dinledikçe, hayatın
çekilmez yükü sanki daha da artıyordu. Hepimiz de Rasim'e baktık. Rasim,
köşesinde suçlu suçlu oturuyor, ilgiyle ufak sığınmacıyı dinliyordu.
-«Yaaaa» dedik, «gördün
mü dayı, ne haber? (Gâvurların bokunu temizleyelim> diye bir söyledin, bir
daha söyleme. Söyleyip de, kendini, hem de bizi küçük düşürme» dedik.
Rasim bunca baskıya
dayanamadı ve pusup kaldığı köşesinden zıplayıp ayağa kalktı.
-«Gürleyip gürleyip üstüme
düşmeyin, yeğenlerim!» dedi. «Onlar Alman, onlar zengin» dedi. «Bu vatan kimin
lan yeğenlerim, okumuş-yazmış adamlarsınız, bu vatan kimin?» dedi.
-«Onların» dedik.
-«Eee» dedi. «Bu vatan
onlarınsa ezecekler elbet, yeğenlerim! Siz çocuk musunuz, aklınız mı ermiyor,
yoksa gurbet sizin aklınızı başınızdanmi aldı!» dedi.
-«Yav dayı» dedik,
«sanki» dedik, «bizim vatanımızda ezilmiyor muyduk?» dedik.
Rasim, şapkasını
çıkarıp kafasını kaşıdı. Şapkasını kafasına geçirip, kulağını, burnunun ucunu,
boynunu kaşıdı. Sonra yerine oturup alnını sıktı. Avcunu kaşıdı, göbeğini
kaşıdı, kıçını kaşıdı... Her yerini kaşıdı, fakat sorumuza bir cevap veremedi.
-«Yaaaa» dedik,
«gördün mü, bilemedin, sen bu kafa--yi götür çöpe at» dedik.
Aynen böyle dedik.
Sonra ben esmer aşığın usul usul kıpırdandığını görüp sevindim.
-«Şimdi bize destan
okuyacak!» dedim.
Aşık, kıpırdana
kıprıdana kendine geldi. Kucağına hayalı bir saz çekti. Sonra utanıp, ellerini
dizlerinin üstüne koydu. Ellerine baktı, kocamandı. Evire çevire baktı ellerine.
Sonra o kocaman ellerini yumruk yapıp, bağrına vura vura söyledi:
-«Kim vurmuş babam
Seyid'i, yakarım ben bu beyidi, söyleyin arkadaşlar oy, babamın suçu neyidi...»
-«Aşık doğru söylüyor»
dedim. -«Doğru» dediler. -«Babasını vurmuşlar» dedim. -«Yazık» dediler. -«Suçu
neydi?» dedim. -«Bilmiyoruz» dediler.
Bu sırada, dört
çocuklu kadın, çocuklarını topladı, ağ--layarak çekip gitti. O giderken hepimiz
de ardından baktik. Kadın gözden yîtince, Rasim, pasaportuyla değiştirilen
kartı cebinden çıkarıp önüme dikildi. Gözlerinde derin bir korkuyla bana baktı.
-«Seni asmazlar»
dedim.
-«Ağzın iki laf
ederse, şu kıza bir sor bakalım, pasaportumuzu niye almışlar!» dedi. «Almışlar
da bu kartı niye vermişler!» dedi.
-«Korkma dayı,
asmazlar» dedim. Ufak sığınmacıdan sonra ben de işimi bitirip çıktım.
Yabancılar Polisinden kaçarcasına uzaklaşmayı düşünürken, birden bir şey oldu,
gidemedim. Aşık, uykusundan uyanmış, ağlıyordu. Ona doğru yürümeye başladım.
İçin için, çok derinden ağlıyordu... Yaklaşıp önüne çömeldim. -«Aşık...» dedim.
-«Dört yıldır
bekliyom» dedi. «Sığınma başvurum bir türlü sonuçlanmıyor. Çalışma yasağı,
üstümde demirden bir ağarlık» dedi. «Bu bekleyiş» dedi, «ne zaman bitecek,
kardaş?» dedi.
-«Yol üstüne kim
düşer?» dedim. -«Gezgin» dedi.
-«Kavga üstüne ne
düşer?» dedim. -«Kan» dedi.
-«Zaman böyle kalır
mı?» dedim. -«Kalmaz» dedi.
-«Gece üstüne ne
düşer?» dedim. -«Gün» dedi. -«Öyleyse bekle» dedim. -«Yoruldum» dedi. -«Yıkıl
öyleyse» dedim. -«Yaşamak İstiyom» dedi. -«Öyleyse dayan» dedim.
Hıdır, altı yıldır
yattığı Berlin-Moabit Cezaevinden bugün tahliye olmuşlu. Karısı, on beşine
birkaç gün önce giren oğlu ve küçük kızından başka, «geçmiş ol-sun»a gelen
komşularla doluydu Hıdır'ın evi. Hıdır, kızının getirdiği çayı içiyor, hiç konuşmuyordu.
Duvardaki takvime bakıyordu sözde.
-«Geçmiş olsun Hıdır.»
-«Hoşgeldin hele.»
-«Nasılsın?»
Herkesin her sözüne
«sağol» diyordu Hıdır. Başka bir şey demiyordu. Oysa herkes onun ağzının içine
bakıyordu. Neler görmüş geçirmişti? Nasıl dayanmıştı altı yıl? Kimleri
tanımıştı cezaevinde? Ne yemiş, içmişti?
-«Domuz eti çıkıyor
muydu Hıdır?»
Çay dağıtan kızının
burnuna bakıyordu Hıdır. Giden orospunun burnuna benziyordu tıpkı. Kaşları,
gözleri, saçları... Tıpkı giden orospu!
-«Huyu benzemesin
de...»
-«Efendim?»
-«Bir şey mi dedin
Hıdır?»
-«Hiç...»
-«Bir şey soyiedin
de...»
-«Anlat hele, ne
yaptın altı yıl? Ne yedin, ne içtin? Kimler girdi çıktı senden başka?»
-«Cezaevi karanlık
mıydı Hıdır?»
Hıdır'ın karısı,
Hıdır'ın suskunluğundan, bir de kızına kötü kötü bakmasından korkmaya
başlamıştı. İkide bir alnını niye sıkıyordu bu Hıdır? Yine kötü şeyler mi
düşünüyordu yoksa?
-«Ne düşünüyorsun
Hıdır?»
-«Hiç...»
-«Konuş biraz.»
-«Nasıl yani?»
-«Konuşmak nasıl olurî
Cezaevini anlat...»
-«Cezaevi kötü.»
İşte böyle, iki
sözcükle bağlayıveriyordu Hıdır. «Cezaevi kötü» diyor, susuyordu. Yere bakarak
susuyor, hep susuyordu. Yaralarını nasıl deşmeli, nasıl konuşturmalsydı bu
Hidır'ı?
-«Pişman mısın Hıdır?»
Tepesine yukan
konuşuyorlardı Hıdır'ın. Eşek dama-.nna basıyorlardı. Binlerce, yüzbinlerce
çıngılar salıyordu gözleri. Aldan mora, mordan karaya geçiyordu yüzü.
-«Değilim!» diyordu.
«O orospuyu şimdi görsem yine aynı şeyi yaparım! Boğarım, hiç acımadan
gebertirim kahpeyi!»
-«Yapma Hıdır!»
-«Yazıktır.»
180
-«Vazgeç bu yersiz
kininden.»
-«Çektiklerin,
hayırsız bir evlat için değmez.»
-«Bak Hıdır, severim
seni, kendine acımıyorsan, şu çocuklara acı.»
Hıdır acımaz. Yıllar
önce, kara, kapkara bir öfke bulutlanmış içinde. Altı yıllık cezaevi yaşamı
daha da karartmış öfkesini. Acımaz, hele o orospuya...
Önce çok severdi oysa.
Bu olaydan sonra unuttu onun adını. «Emine» demedi asla. Ailede kimseye de söyletmedi
onun adını. Küçük kız, birkaç kez «Emine Ab-lam...» diyecek oldu, babasının
hışmına uğradı. Hıdır, kızın üstüne öfkeyle yürüyüp:
-«O kahpeye
<abla> diyen, ondan daha beter olur!» diye bağırdı.
Kızı zor aldılar
Hıdır'ın elinden. O günden sonra da «orospu» demeye başladılar. Bunu sanki
«Emine» der gibi rahat söylüyorlardı. O kadar rahat söylüyorlardı ki, bu
sözcüğü, yabancıların yanında bile sanki onun adıymış gibi kullanıyorlardı.
«Orospunun çantası, orospunun fotoğrafı, orospunun yorganı...»
Emine geliştikçe,
serpilip açıldıkça, anlamsız bir yürek sızısına otururdu Hıdır. Bir itin dölü,
sümüklünün biri gelip de alacak diye korkar dururdu.
Zaman, Hıdır'ın
korkusunu tanır mıydı? Zaman, ince bir dal gibi uzattı Emine'yi- Gülüşü,
bakışı, duruşu, yürüyüşü bir başka oldu.
Emine, babasının
karşısına, dudaklan rujlu, tırnaklan ojeli, gözleri de sürmeli olarak çıktı
birgün. İşte o zaman, Hıdır'ın beyninde, beyninin kuytularında, karanlık
diplerinde, binlerce, onbinlerce karıncalar kaynaştı. Korku ve öfkeye kapıldı.
-«Bu ne bîçim kılık Emine!» dedi. -«Babacığım ne var bu kılıkta?» -«Evet kızım,
burda büyüdün, bu doğru, ama bizim soyumuz sopumuz...»
-«Babacığım,
öğrenmişin bir soy sop, başka şey bilmiyorsun! Bıktım usandım bu soy soptan!
İzine git, soy sop! İzinden dön, soy sop! Batsın böyle soy sop, istemiyorum!
Soy sop için mi yaşıyorum ben?!»
Emine, çoktandır
içinde beslediği, büyüttüğü düşüncesini, babasının suratına bir tokat gibi
çarpmıştı sonunda. Bir şeyler oluyordu Hıdır'a; şimdiye dek tanımadığı ve
hiçbir zaman yüzyüze gelmediği garip şeyler... Karşısında ilk kez böyle
konuşuyordu Emine. Ve yaşamında ilk kez, kızma karşı, değişik, dile
getiremediği duygular üretiyordu Hıdır. Cebertmeliydi kahpeyi!.. -«Niye daldın
Hıdır?» -«Bak, çay getirdi kızın.»
Kız, tepsinin içindeki
çayı babasına uzattı. Hıdır, can düşmanıymiş gibi kızının taa göz diplerine
baktı. Kaşları, gözleri, duruşu ve bakışıyla, bu kız gerçekten Emine'ye mi
benziyordu, yoksa Hıdır'a mı öyle geliyordu?
-«Emine, güzelliğin
günler geçtikçe daha da artıyor» demişti Michael.
Bir okul dönüşüydü. Ve
yaşamında ilk kez, bir erkek, «güzelsin» diyordu Emine'ye- Emine'nin içi bir
hoş oldu, ince bir gülüş yayıldı esmer yüzüne.
-«Bunu söylemek için
mi geldin yanıma?» dedi.
-«Çok mu önemsiz
sence?»
-«Güzel olduğumu
vitrin camları da söylüyor. Ama benden daha güzel Alman kızları var senin
çevrende.»
-«Onlar mı? Oniar,
ancak senin olmadığın yerde güzeldir Emine. Senin yanında sönük kalırlar.»
Emine, sevincini
boğmaya, kabarıp gelen duygularını dizginlemeye çalıştı. Dudaklarını ısırarak
gülümsedi. Gülümserken gamzeleri açıldı ve gözleri kara kara parladı. Belkİ de
farkında olmadan, adımlarını hızlandırıp, Mic-hael'i geride bıraktı. Michael,
yüreğine düşen korkuyu dile getirip:
-«Benden
hoşlanmadığını niçin açıkça söylemiyorsun?» dedi. «Söyle hadi, bunu açıkça
söyle bana.»
Emİne'nin, kara, uzun
saçları, rüzgârın kucağında tel tel oldu, sonra toplanıp bir bayrak gibi
sallandı. Güzel gözlerini Michael'e çevirip gülümsedi. Bu gülümsemede,
utangaçlıktan kıvanca, belirsizlikten korkuya dek bir sürü duygu gizliydi.
-«Bilmiyorum» dedi.
Emine'nin bu kararsız
tutumu, Michael'i biraz rahatlattı, çünkü reddedilmekten daha iyi ve umut
vericiydi. Emine'nin elini tutup sıktı. Dudaklarını uzattı, kızın İnce boynunu
bir kelebek hafifliğiyle öptü.
-«Seni seviyorum»
dedi.
Hem boynunu öpsün, hem
de «seni seviyorum» desin!.. Emine'nin yüreği, bu dağı, bu mutluluk dağını
kaldırabilir miydi?
-«Michael, bırak
elimi!» diye bağırdı.
-«Seni seviyorum
Emine...»
Emine, aslında çoktan
vermişti kararını. Michael ile ar-kadaşlik edebilirdi; ama öyle birdenbire
düşmek İstemiyordu o düşsel dünyaya. Sevilmeyi, en İnce ayrıntılarına kadar,
içine akıta akita yaşamak istiyordu. Dudaklarını ve gözlerini boyamaya işte
böyle başlamıştı. Babasından ilk dayağı da bu yüzden yemişti. Çürükler içinde
kalmıştı bedeni- Ertesi gün okula gitmemiş, kapanıp kalmıştı evde. Bu dayak,
onu arkadaşından uzaklaştırmamış, ona daha da yaklaştırmıştı.
Birgün yine bir okul
dönüşüydü. Michael ve Emine, haftasonu buluşmak için sözleştiler. Emine, bir
yolunu bulup evden çıktı. O gün, yaşamında ilk kez bir erkekle öpüştü.
Öpüşürken, Emine'nin aklı başından gitti. Bir hoş duygularda eriyip eriyip
aktı...
-«Dalıp dalıp
gidiyorsun Hıdır.»
-«Öyle çok düşünme
canım.»
-«Çay iç, çay...»
-«Aç mısın Hıdır?»
Dolup dolup
boşalıyordu odanın içi. Yeni gelenler olu' yordu. Gidenler de oluyordu arasıra.
Gidenlere ve gelenlere karşı, boş, kayıtsız davranıyordu Hıdır.
-«Eyvallah Hıdır.»
-«Hoşgeldin hele.»
-«Bana müsade...»
-«Eyvallah...»
-«Geçmiş olsun.»
Abanıyor Hıdır,
kalkacakmış gibi yapıyor, gülümsüyor yalandan, ama ne yerinden kalkıyor, ne de
gülümsüyordu.
-«Nasılsın Hıdır?»
-«Sağolasın.»
Emine, mutfak
işlerinde annesine pek yardım etmezdi, ama bu konuda onunla hiç yüzgöz
olmamıştı. Annesi, bulaşıkları yıkamasını söyleyince kalkıp yıkardı. Ama son
günlerde temelli yabancılaşmıştı mutfağa. Odasından çıkmaz olmuştu. Annesi
birgün Emine'nin odasına girmiş, ev işlerinde kendine yardımcı olmadığı için
onu paylamıştı. Emine, dinlemekte olduğu gürültülü müziği kesip:
-«Yapmıyorum işte!»
diye bağırmıştı. «Başıma on paralık bir bez bağlayarak, ömrümü senin gibi mutfakta
geçirmek istemiyorum! Köleler gibi yaşamaktan bıktım artık, anlıyor musun anne,
bıktım, bıktım!..»
-«Kız orospu, son
günierde bir şeyler oldu sana! İt gibi atılır oldun yüzümüze!..»
Michael ile Emine'nin
birlikte gezmeleri üstüne türlü dedikodular çıkıyordu Kreuzberg Türkleri
arasında. Dedikoduların bir ucu, Emine'nin annesine dek ulaştı birgün. Kadın,
beyninden vurulmuşa döndü.
-«Anlamıştım zaten,
seni kızgın orospu, bize bunu da mı yapacaktın!» diyerek, kızının üstüne
yürüdü.
Bu kavganın üstüne Hıdır
geldi. Kadın, kızının suçunu gizlemek zorunda kaldı. Kavgaya neden olarak,
başka sorunlar, anlaşmazlıklar gösterdi kocasına. Hıdır, inanır göründü, ama
asla inanmadı. Zaten kuşkulanmaya başlamıştı kızından. Son günlerdeki gidişi
hiç iyi değildi. Durup dururken kabak çiçeği gibi niye açılırdı bir kız? Niye
de-ğişirdi birdenbire? Niye boyanır, süslenirdi? Adım adım izlemeye başladı
kızını. Ve birgün, parkta, Michael ile ku--cak kucağa, dudak dudağa yakaladı
onu...
-«Kaç yıl yattın
Hıdır?»
-«Zayıflamışın.»
-«Bir deri bir kemik
olmuşun Hıdır. Çok mu kötüydü cezaevi? Niye susuyorsun canım, susma öyle, konuş
biraz, açılırsın.»
Hıdir, bir an bütün
Öfkesini unutuyor. Ernine'yi görüyor. Emine güleç yüzlü. Gülerken yanakları
çukurlaşıyor. Emine garnzeii. Ernine'nin gamzeleri çok güzel. Halasına çekmiş.
Hıdır, kızkardeşinin oğluna verecekti Ernine'yi. TelIİ duvaklı... Yeğeninin
Almanya'ya gelme yolları da açılmış olacaktı böylece. Dosta düşmana karşı,
gözleri kamaştıran bir salon tutacak, hatta paraya kıyıp, ünlü dansözlere
göbek bile attıracaktı. Görenler parmağını ısıracak, «helal olsun lan şu
Hıdir'aL» diyeceklerdi. Ama işte olmadı... Yazgısına küsmüş oturuyor.
-«Acaba» diyor
içinden, «Allah'a karşı bilmeyerek bir suç mu işledim? Bana bu cezayı niye
verdi? Birinden, <ırzın gâvur elinde kalsın!> diye bir beddua mı aldım
acaba?» diyor. Bütün hayatının karelerini teker teker gözlerinin önün-den
geçiriyor. Daldırıyor daldırıyor bir şey çıkmıyor. Çıkışı olmayan bir batağın
içinde debelenip duruyor. -«Kimsenin ırzına da bakmadıydım» diyor. Püskül
saçlarını okşamaya kıyamadığı Emine'yiservi boylu, ceylan gözlü Emine'yi, o san
solucanın kucağında görür gibi oluyor. Yine kara bir öfke bulutlanıyor içinde.
Hıdır dellenmenin eşiğinde.
-«Sonra...» diyor
içinden.
Sonrasını getiremiyor.
Sonrası karanlık bir cehennem. Hıdır çıldıracak. Düşünmek istemiyor sonrasını-
Sonrası cezaevi, bitip tükenmek bilmeyen günler, haftalar, aylar, yıllar...
Kızını dövmeyen, dizini döver... Batsın bu gurbet... Alman Markları... İzin
Sezonu... Namus! Yirmi yıl-hk gurbet yaşamı, bir sinema şeridi gibi gözlerinin
önünden geçiyor.
-«Gidecek misin
Hıdır?»
-«Nereye?»
-«Memlekete...»
-«Gidemem» diyor
Hıdır.
-«Memleket gibisi var.
mı be Hıdır» diyorlar. «Olmek-se de orda, onmaksa da orda. Gurbetin acısı tak
etti canımıza. Gitmeli Hıdır, gitmeli, yastığı yorganı toplayıp gitmeli
gayrı.»
Hıdır dalgın, konuyu
hemen unutuyor.
-«Nereye?» diyor.
-«Memlekete,
memlekete...» diyorlar.
-«Haa» diyor Hıdır.
«Memlekete mi?»-diyor. «Cezalıyım komşular, gidemem» diyor.
-«Ne cezası Hıdır?»
diyorlar.
-«Gurbet cezası»
diyor.
Hıdır saçmalıyor,
«gurbet» diyor, «ceza» diyor, bir şeyler söylemek istiyor. Gözlerini konuklarda
tek tek gezdirerek, «namus» diyor, «töre» diyor, kimse bir şey anlamıyor.
-«Hıdır konuştu...» .
-«Konuştu ama...»
-<<Acaba ne
konuştu?»
Hidır, parkta onları
öyle görünce, tepesinden tırnaklarına doğru bir şeyler akıp inmişti. Kızını
sürükleyerek eve getirmiş, döve döve kemiklerini kırmıştı. Emine, babasının
tekmeleri altında kıvranırken:
-«Onu seviyorum
babacığım» diye inlemişti. «Babacığım, o da beni seviyor. Babacığım, biz
seviyoruz, babacığım...»
Emine'nin bu sözleri
büsbütün öfkelendirmişti Hıdir'ı. Bir de utanmadan konuşuyor, «seviyorum»
diyordu bir de! Dinden imandan çıkmıştı Hıdır. Öfkesini yenememiş, kızının o
güzel saçlarını taa dipten kesmişti. Çirkinleşsin, aşağılık duygusuyla oturup
kalsın evde... Dışarı çıkamasın ve önüne gelen erkekle oynaşamasındı...
Emine, günlerce
tutuklu gibi yaşadı. Kararını vermişti, gidecekti... Annesi veya babasının
«soyumuz sopumuz» dediği kadınlar gibi örtünerek, yaşamak istemiyordu, gidecekti...
Emine için, yasaklar, ayıplar, günahlar, töreler kesinlikle yoktu,
gidecekti... Herkes gibi onun da arkadaşları olacak, gönlünce gezecek,
dilediğince eğlenecekti. Şu üç günlük dünyada saçma değerler uğruna tükenip gitmeyecekti.
Sınırlarını genişletmek, eğrisİyle doğrusuyla kendi hayatını yaşamak istiyordu.
Sevmek... Niçin
yasaktı sevmek? Sevmek; işkencelerin, idamların, açlıkların, savaşların
kolgezdiği'bir dünyada niçin yasaktı? Açıktan açığa sövüşmek, dövüşmek, insan
öldürmek «yiğitlik» oluyordu da, sevmek niçin «orospuluk» oluyordu? Yerin
dibine, taa dibine batsındı böyle töreler!.. Gidecek, mutlaka gidecekti
Emine...
Aynaya baktıkça,
kendini aynada kırkılmış bir dağ keçisi gibi gördükçe, babasına derinlerden
gelen bir öfke duyuyor:
-«İlkel baba!... Vahşi
baba!...» diyordu.
Babasının, ilkel
babasının, vahşi babasının bu tutumundan sonra evde kalamazdı. Evde kalmak,
onların arasında onlar gibi yaşamak. Emine için olanaksızdı artık. Birgün evden
çıkmanın bir yolunu bulup, Jugendnotdienst'e[1]
kaçtı...
-«Çok düşünüyorsun
Hıdır!»
-«Dünya yıkılmadı ki
be ya!»
-«Kader işte,
kader!..»
-«Olur, insan olanın
başına her iş gelir.»
-«Olmuş bir kez...»
-«Olmuş ile ölmüşe çare
bulunmaz ki...»
-«Boşver gitsin!»
-«Bozma kafanı.»
-«Aîiah sabrını
deniyor belki. Sabır dile. <Bir kızım vardı, öldü> de. Namazına niyazına
ara verme.»
Emine'nin kaçması
temelli yıkmıştı Hıdır'ı. Nasıi bir yerdi bu Jugendnotdienst? Jugendnotdiensî,
Hıdir'ın kafasında bulanık görüntüler oluşturuyordu.
Hıdır yataklara düştü.
Günlerce kalkamadı.
Öldü öldü dirildi. Utancından kimseciklerin yüzüne bakamadı. İşini gücünü,
evini barkını, eşini dostunu yitirdi. Yıllardır oturduğu semtinden,
Kreuzberg'den kalkıp, Spandau'ya, bugünkü evine taşın' di. Nasıl kalsındı o
tanıdık çevrede? Maskara olmuştu herkese.
Hıdır'ın olayı duyan
kardeşleri geldi Köln'den. Amcasının oğlu geldi taa Paris'ten. Hamburg'dan
yeğenleri geldi. Yanlanna iyi bir tercüman alıp, Jugendnotdienst'e gittiler.
Bir ağız olup Ernine'ye yalvardılar. Hıdir, şapkasını yere vurup su gibi
yeminler içti.
-«Ben de seni Michael
oğlumuza vermezsem, bana da adam demesinler kızım, söz!» dedi.
Kızı alıp eve
getirdiler. Hıdır deli miydi? Aklını mı ka-çirmıstı ki, adı çıkmış olsa bile,
canının parçasını elin sarı gâvuruna verecekti? Türkiye'de yaşayan yeğenini
çıkarıp attı kafasından. Çıkarıp atmasına attı ya, kız kısmını fazla bekletmek
doğru olmuyordu işte. En kısa zamanda Emi' ne'yi gelin etmenin yollannı aradı.
Düşünceleri, Köln'de yaşayan küçük kardeşinin oğlundan yana aktı. Hazır onlar
da burdayken bu işi bağlamak istedi. Birgün bu düşün-cesim usulca çıtlattı
kardeşine. Bunun üzerine Hıdır'ın kardeşi baygınlıklar geçirdi.
-«Gâvurlannan oynaşmış
kızını» dedi, «benim aslan gibi oğluma nasıl yakıştırıyorsun?!»
Hidır az kalsın katil
olacaktı.
-«Defol git lan, gözüm
görmesin seni!» deyip, kardeşini ailece kapı dışarı etti.
Onlar da o gün trene
binip gittiler. Hıdır'ın büyük kar^ deşi, büyüklüğüne güvenerek, Hıdır'ın
yüzüne kocaman bir tükürük yapıştırdı.
-«Utanmaz herifi»
dedi. «Bin yılın başı şuraya geldik, fitil fitil burnumuzdan getirdin!» dedi.
Hıdır, evdeki bütün
camları hışşadak yere indirdi. Kapılan vurup vurup devirdi. Öfkesini
uslandıramadı, gidip kafasını duvarlara çaldı. Hıdır'ı tutup yatıştırdılar.
Hıdır sayıklar gibi konuşuyor:
-«Gitsin!» diyordu.
«Söyleyin de defolup gitsin!» -«Gitti» dediler.
Hıdır'ın Hamburglu
yeğenîeriyle, Parisli amcasının oğlu ise, Hıdır'ın gözüne görünmeden usulca
sıvışıp: -«Kovulmadan biz de gidelim» dediler. Hıdır'ın evi bir andaboşaldı.
Emine'nin kulaklarında, gidenlerin uğultuları kaldı sadece. Bunca yalvarıp
yaka-ran, su gibi yeminler içip, namus sözleri veren babasına inanmıştı. Onun
ikili davranabileceğini aklına bile getirmemişti.
-«Ah benim eşek
kafam!» diye diye uğundu. Jugendnotdienst'e yeniden kaçacak oldu. Hıdır, bu kez
sağlam takmıştı kancayı, Emine'yi kaçırmadı.
Emine, birgün
babasının eve tabanca getirip sakladığını gördü. Onun, Michael'i öldürme planı
böylece açığa çıkmış oldu. Anne-kız, gece gündüz Hıdır'ı izlemeye başladılar.
Onu, bir geceyarısı, tabancasıyla evden çıkarken yakalayıp engel olmak
istediler. Bunun bedelini, Hi-dır'dan bir ton dayak yiyerek ödediler.
Kreuzberg'deki tanıdık
çevreye maskara oldukları yet' miyormuş gibi, şirndİ de Spandau'daki bu yeni
çevreye maskara oluyorlardı. Yıllarca düzeltemeyecekleri ekono-mik bir yıkıma
da uğruyorlardi. Emine, ilerde doğacak kötü sonuçları annesine anlatıp, onunla
anlaştı.
-«Anneciğim» dedi, «bu
babam elini kesin kana bulayacak,, gidip ben Michael'e haber vereyim de kaçsın
buralardan. Hem o kurtulur, hem de babamın eli kana bu-lanmaz, ha, anneciğim?»
-«İyi» dedi kadın,
«çok akıllıca bir iş yapmış oluruz, git söyle, kaçsın buralardan» dedi.
Kıçını sallaya sallaya
çıkıp gitti Emine- Kadın, Emine'yi bo-şuna bekleyip durdu. Gidiş o gidiş...
Bunu duyunca Öfkeden köpürdü Hıdır. Kaçmıştı demek! Tabancasını aldı, kendine
engel olmak isteyen karısını döverek, öfkeyle çıkıp gitti evden. Hem o san
piçi, hem de o azgın orospuyu öldürecekti...
Michael'in evi
çevresinde deliler gibi dolandı durdu. Ortahk kararınca kapıyı omuzlayıp içeri
girdi. Tabancayı, önce, neye uğradığını bilemeyen Michael'e, sonra da, korkudan
kaskatı kesilen kızma çevirdi.
-«Ele güne rezil ettin
beni!» diye inledi. «Nasıl girdin şu sarı gâvurun koynuna, kahpe!» dedi.
-«Babaaaa!..» diye bir çığlık attı Emine. Hıdır, aynı anda tetiğe basmış, Emine'nin çığlığına korkunç bir patlama sesi
karışmıştı. Bunlar olurken, Mic-hael, alıcı kuşlar gibi kanatlanıp, Emine'nin
üstüne kapaklanmış, onu, hışımla gelen ölümün önünden çekip almıştı. Emine'yi
bir köşeye savurup, tabancayı almak için Hıdır'ın üstüne atıldı. Hıdır, tam bu
sırada ikinci kez bastı tetiğe. Kurşun, Michael'in omuzuna saplandı. Michael,
omuzunda önce hafif bir yanma duydu. Bir sure boğuştuktan sonra tabancayı
Hıdır'ın elinden aldı. Sağ omuzu kan içindeydi ve gittikçe çoğalan bir acı
duyuyordu.
Emine, onlar
boğuşurken telefona koşmuş, polisi çağırmıştı. Bir süre sonra dört polis geldi
Michael'in evine. Hıdır, bileklerine kelepçe vurulurken:
-«Hapislik dediğin
gelir geçer» demişti. «Çıkınca ikinizi de gebertmezsem, bana da <Pala
Zeynel'in Hıdın de-meşinler!»
Hıdır, sözünde hâlâ
duruyor, bu düşüncesinden vazgeçmiş değil. Kini, o günden bugüne dek hiç
azalmadı. Hatta daha da çoğaldı, karalaşti, katmerleşti...
-«Eyvallah Hidır.»
-«Kal sağlıcakla.»
-«Yorgunsun, uyu
biraz.»
Tanıdıkların,
komşuların, üçü çıkıyor, beşi giriyordu. Ve küçük kızının burnuna bakıyordu
Hidir.
-«Tıpkı» diyordu,
«giden orospunun, ablası olacak o kahpenin burnuna benziyor» diyordu.
-«Bir şey mi dedin
Hıdır?» diyorlardı.
-«Hiç» diyordu.
Hıdır'ın evi tam on
gün doldu boşaldı. Hıdır, hiç kim-şeyle doğru dürüst ilgilenmedi. Oturduğu
köşede büzüldü kaldı. Kimi zaman tövbe estağfurullah çekti, kimi zaman sabır
diledi, kimi zaman da küçük kızının orasına burasına bakıp homurdandı.
Hıdır'ın evine
gelenler, Hıdtr'ın yüzüne karşı gülüp, arkasından:
-«Hıdır çökmüş...»
-«Hıdır kafayı
bozmuş...»
-«Hıdır dellenmiş...»
dediler.
Hıdır'ı oturduğu
köşeden kimsecikler kaldıramadı. Karısı yataklara belenip horul horul uyudu, o,
sabahlardan akşamlara, akşamlardan sabahlara dek mumyalanmış gibi sessiz
sedasız oturdu. Önüne yemek geldiyse yedi, su geldiyse içti, ama hiçbir zaman
ağzını açıp da «susadım» demedi, «benim canım da şu zıkkımı çeker» demedi.
Orda Öylece kaldı. Kansı türlü türlü diller döktü, hiçbir yaran olmadı.
Hıdır'ın suskunluğu, bir demir yığını gibi çöktü evin içine. Kimseyle
konuşmadı.
Hıdır'ın kapısına
birgün bir postacı geldi. Hıdır'ın imzasını aldıktan sonra bir zarf bırakıp
gitti. Küçük kız, zarfı açıp okudu. Hıdır'ın sınırdışı kâğıdıydı. Bir ay
içinde, karısı ve on sekiz yaşını doldurmamış çocuklarıyla birlikte Almanya'yı
terketmesi isteniyordu.
Sınırdışı kâğıdı
geldikten sonra, Hıdır'ın düşünceleri daha hızlı akmaya başladı. Sınırdışı
edilmeden şu işi bir güzel bitirmeliydi. O gün, yani postacının sınırdışı
kâğıdını getirdiği gün, ilk kez dışarı çıktı. O işin gizli tüccarlarını buldu
ve bir şehir eşkıyası gibi donattı kendini. Kreuz-berg'de, Michael'in evi
çevresinde deli deli dolanmaya başladı. O gece ya ortamını bulamadı, ya da
cesaret edemedi, dönüp eve geldi. Her zamanki yerine sessizce oturdu. Sabaha
karşı kalktı, bir taksi tutup, Michael'in evine yeniden gitti. Arka pencerenin
camını kırıp içeri süzüldü. Silahını çekip, gürültü etmeden yatak odasının
kapısını açtı. Yatakta Emine'yİ gördü. Alman damat yoktu yanında. Bebekler
gibi uyuyordu. Kara saçları çoğalmış, dalga dalga uzamıştı. Silahı elinden
düşüverdi. Kızının başucuna çömeldi.
-«Anamın adı, güzel
Eminem» dedi.
Çocuksuz geçen yedi
yılını, sonra Emine'nin bir güneş gibi doğuşunu düşündü. Sigara Üstüne sigara
yakarak köyü dört dolandığı geldi gözlerinin önüne, gülümsedi. Anasının,
kucağında yeni doğmuş bebekle dışarı çıktığını, «gözün aydın Hıdır!» dediğini,
«Allah analı babalı büyütsün!» dediğini anımsadı. Doğduğunda da böyle,
kapkara, kömür gibi saçlan vardı. İki hafta sonra da gözierini iki kara boncuk
gibi fıldır fildir oynatmaya başlamıştı. O günlerin özlemini duydu Hıdır.
-«Eminem, güzel
Erninem!» dedi.
Sesi karıncalıydı,
ezikti, kısıktı. Bir zamanlar acımadan kestiği kızının saçlarını, sevgiyle,
Örselemekten çekinirce-sine okşadı. İçinde bir şeyler üredi, çoğaldı, kabardı.
Kendini tutamadı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hıdır'ın ağıdına Emine
uyandı. Uyanır uyanmaz, uzunca bir çığlık atarak sıçrayıp oturdu yatağın
içine. Gözleri kocamandı, karaydı, korkuluydu.
-«Korkma Eminem!» dedi
Hıdır.
Emine, gözlerine ve
kulaklarına inanamadı. Bir garip duygular içinde bakakaldı babasına. Hidır,
ellerinin aya-sıyla gözlerini kuruladı.
-«Kocan nerde?» dedi.
Emine'nin gözlerine
derin bir keder oturdu. Boynunu usulca büktü, yorganın desenlerine bakarak:
-«Yok» dedi,
«anlaşamadık baba, ayrıldık...»
Emine bir hançer daha
saplamıştı Hıdır'ın yüreğine. Hidır'ın rengi birden değişti, başı döndü, yüreği
deli deli çarpmaya başladı, sarsıldı, düşmemek için kızının omuzlarına
tutundu.
-«Ne zaman
ayrıldınız?» dedi.
-«Sekiz ay oluyor»
dedi Emine.
-«Sekiz aydır yalnız
mı kalıyorsun?»
-«Evet baba.»
-«Ne yiyip içiyorsun
kızım?»
-«Çalışıyorum baba,
bir mağazada iş buldum...»
Emine tıkanıyor...
Sıkıntılarını ve yalnızlığını dışan atar-casına patlıyor. Hıçkırarak,
hıçkırıktan boğularak, babası-nın kucağına bırakıyor kendini.
-«Baba beni affet
noğolurL»
Hıdır'ın dudaklan
kıpırdıyor, ama sesi çıkmıyor. Hıdır'ın gözlen iki kan çanağı. Hıdır
darmadağınık. Emine'nin saçlarını okşuyor. Sümüğünü çekerek ağlıyor. Emine,
babasının ağladığını ilk kez görüyor.
-«Baba, beni affet
baba!..» diyor Emine.
Bütün bedenini
sarsarak, taa içinden, çok derinlerden ağlıyor. Dışarda gün yükselip kuşluk
oluyor. Emine, diğer odada giyinip, karmakanşık duygularla babasının yanına
geliyor.
-«Sınırdışı ettiler
bizi» diyor Hıdır.
Emine'nin yüreği cız
ediyor. Kerpiç duvarlı evleri, ev-lerin yanındaki tuvaletleri, küllükleri,
küllüklerde deşinen tavukları görür gibi oluyor. Gözlerini iri iri açmış, hiç
kırpıştırmadan babasına bakıyor.
-«Gel bizimle» diyor
Hıdır. «Gidelim kızım, güzel ki' zım, üzme beni» diyor. «Anan da gidiyor,
kardeşlerin de gidiyor» diyor.
Emine'in elleri
ayakları sapır sapır dökülüyor. Sonra gözlerine bir ışık gelip saplanıyor.
-«Hayır!» diyor. «Beni
öldür baba, cenazemi götür, yalvarırım!» diyor.
-«Bu imansız gurbette
seni bırakmam» diyor Hıdır, «Tek başına ne bok yiyeceksin burda?» diyor.
-«Yalvarırım baba..-» diyor Emine. Emine'nin sahte yumuşaklığı, yalvaran
bakışları altın' da, aslında bir sertlik, granit sertliği var... Hıdır,
kızındaki bu kararlılığı farkediyor.
-«Tamam kızım,
yalvarma» diyor. «Mutlu olacaksan kal burda... Ben gidiyorum. Ananla
kardeşlerin de gidiyor. Sen sevgiyle kal, sağlıkla kal, hoşçakal...» diyor.
«Acı--lar senden ırak olsun kızım. Bahtın açık olsun. Gönlün d aral m as
in,-yüreğin burkulmasın» diyor.
Tabancasına bakıyor.
Tabancası orda, elinden düştüğü yerde. Tabancasını alıp beline sokuyor.
Gözyaşlarını kızından gizleyerek çıkıp gidiyor. Caddeyi dolduran insanlara
bakıyor. Acılı, tedirgin, üzüntülü, sevinçli... Hıdır boş! Hıdır'ın içinde uzay
boşluğu... Hıdır bomboş...
Dördümüzün de
düşünmekten bile çekindiği o dayanılmaz an yaklaşıyor. Eşim anlatılmaz acılar
içinde. Asimin gözleri iki kan çukuru. Fırsat buldukça, yatak oda--sına,
tuvalete, mutfağa gidip ağlıyor. Yanımıza, gözlen şişmiş ve kızarmış olarak
dönüyor. Anne, kızlarının çektiği acıyı biraz olsun azaltabilmek için
soğukkanlı görünmeye çalışıyor, ama aslında yüreğine düşen kor onu da için için
yakıyor.
Sofranın başındayız.
Kimsenin uzanıp bir lokma alma isteği yok. Bu akşam gidecekler. Sürgünde
biriken açılanınıza yeni acılar katarak... Birlikte geçirdiğimiz üç ayın nasıl
gelip geçtiğini bilemeden gidecekler. Bizi yine özlemlerimizle ve
yalnızlığımızla başbaşa bırakarak çekip gidecekler...
-«Keşke gefmeseydinİz»
diyorum.
Bu sözüm, bardağı
taşıran son damla oluyor. Üçü de aynı anda sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyor.
Kendimi balkona atıyorum. Eylülün ortalan. İnsanın içini karartan kapalı bir
hava ve onlar gidecekler. Dağların ve yılların ardında kalan... ve sadece
düşlerimde yaşayacak olan sev-giîi yurduma gidecekler. Bir burukluk, bir
yalnızlık, bir özlem düşüyor içime. Bu an, duygularımın ayaklandığı ve
mantığıma meydan okuduğu bir andır.
-«Onlarla biz de
gitmeliyiz» diyorum. Ama orda, Özlediğim, düşünü kurduğum yerde neler bekliyor
beni? Hangi acılar, dayanılmaz acılar dölleniyor toprağımda?
-«Gidemeyiz» diyorum.
Mantığım, zafer
çığlıkları atarak duygularımın üstüne yükleniyor. Duygularım ve mantığım...
Söz geçiremiyorum onlara. Onlar, kanlı kavgalara varan bir didişmenin,
yıllardır sonu hiç gelmeyen bir didişmenin içindeler. Korkunç yalnızım. Bir
sigara yakıyorum. Eşimin hıçkinklan geliyor kulağıma. Annenin ve Aslı'nın
hıçkırıkları... Onların ağıtlannda kendini üreten yalnız bir adam oluyorum.
Yapayalnız...
Düşsel olarak yine
ordaydım ben. Yüzlerce öğrencinin kaynaştığı Kayseri Lisesinin bahçesinde...
Birgün orda kendi girdabımda dönüp dururken; orta boylu, parkalı bir öğrenci
bana yaklaştı ve:
-«ister mısın?» dedi.
Koynundan bir dergi
çıkarıp gösterdi. Nasıl davranacağımı bilemedim. Tanımadığım bu öğrencinin
yüzüne şaşkınlıkla bakıp kaldım. Sonra elimi cebime soktum ve:
-«Kaç lira?» diye
sordum.
-«Bizim amacımız»
dedi, «para kazanmak değil, düşün-çelerimizi, yoksul halkımıza benimsetmek...
İşçilere kendi sınıf bilincini taşımak... Tekelci kapitalizm... Demokratik
burjuva devrimi... Proleterya diktatörlüğü... Emperyalist emeller...»
Anlayamadığım ve ilk
kez duyduğum sözcüklerle san--ki ayrı bir dilde konuşuyordu. Konuşurken bir ara
adımı söyledi. Şaştım kaldım.
-«Sen adımı da biliyorsun!»
dedim.
Gözlerini yumarak
gülümsedi. Bu mimik, ona, yaşma pek uymayan bir ağırbaşlılık, aşırı bir
olgunluk veriyordu. Kendinden emin bir ses tonuyla:
-«Biz» dedi,
«dostlarımızın da, düşmanlarımızın da her şeyini biliriz» dedi.
«Biz» demesinden, bir topluluk
adına konuştuğu anlaşılıyordu. Hakkımda toplanmış doğru yanlış bir sürü bilgi
sa-yıp döktü. Adımı, soyadımı, memleketimi, hangi sınıfta oU duğumu, sınıf
numaramı, hangi dersleri sevip sevmediğimi bile biliyordu. Hakkımda her şeyi
bildiklerine göre, kendilerinin dostu mu, yoksa düşmanı mıydım?
-«Sen halkın oğlusun»
dedi.
Kuru, esmer, güven
verici bir yüzü, yüzüne pek yakışmayan büyük bir burnu vardı. Adını sordum.
-«Metin» dedi.
Dergiyi elime
tutuşturduktan sonra okulun bahçe kapısına doğru yürüdü. Orda kendini bekleyen
ela gözlü bir kızla çıkıp gitti. Ertesi gün beni yine okul bahçesinde bul-du.
Bu kez yanında arkadaşlan da vardı. Biri, dün gördüğüm ela gözlü kızdı;
arkadaşlan ona «Ela» diyordu. Diğeri kendini bana «Oral» diye tanıttı. Metin, dün
verdiği dergiyi okuyup okumadığımı sordu. Okuyamadığımı, kafamın çok bozuk
olduğunu, daha iyî bîr günümde okuyacağımı söyledim. Metin güldü.
-«Sen onu vakit
geçirmeden okuyup, en kısa zamanda eyleme geçmezsen, sözünü ettiğin iyi günler
asla gelmez» dedi. «O iyi günleri kendi sesinle çağıracak, kendi ellerinle
tutup getireceksin.»
Kitap okur gibi
konuşuyordu. Söylediklerini tam olarak anlayamıyordum, ama doğrusunu söylemek
gerekirse etkileniyordum. O gün okuldan çıkınca doğru eve varıp derginin
üstüne kapandım. Anlayamadığım satırların altını çizerek, kimi zaman
duygulanıp, kimi zaman düşünerek okumaya çalıştım. Bazı bölümler beni adeta
büyüledi. , Ders kitaplarını hiçbir zaman böyle istekle okumadığım için. anam
benden kuşkulandı. Kızkardeşim ona siyasi bir dergi okuduğumu söyledi. Anam
haklı olarak geleceğime kaygıyla bakıyordu. Ve söylenerek gidip yerine yattı.
Kız-kardeşime öfkeyle bağırdım.
-«Sen de yatsana,
muhbir!» dedim. -«Bunu senin iyiliğin için yaptım» dedi. «Okuduğun şeyin ne
kadar sakıncalı olduğunu bilmiyor musun? Çocuk musun sen?»
-«Git yat hadi!»
dedim.
Gidip o da yattı.
Geceyarısma dek dergiyle adeta boğuştum. Bir ara anam uyanıp yanıma geldi.
Eliyle tepem-deki lambayı göstererek, o cereyanın babamın tarlasından
gelmediğini, şu yok halimizde çatır çatır para yaktığımı, eğer bu
savurganlığımdan vazgeçmezsem, günün birinde çok perişan olacağımı söyledi.
Anamı başımdan
savdıktan sonra, onların parkalı fotoğraflarına hayranlıkla bir kez daha
baktım. Yürek vuruşlarımın hızlandığını, kanımın daha hızlı dolanmaya
başladığını hissettim. Sonra hiçbir şey düşünmeden gidip yattım.
Ela'yla tanıştıktan
sonra her gün ders aralarında buluşup konuşmaya başlamıştık. Fırsat buldukça
da derneğe gidiyorduk. Sanki beni derneğe çeken gizli bir gücün manyetik
alanına girmiştim. Eve çok geç saatlerde dönüyor, anama ve kizkardeşime, uzun
bekleyişlerle dolu kor' kulu günler yaşatıyordum.
Dernek, günün hemen
her saatinde liseli gençlerle do-lup taşardı. Tüm gençlerin saygısını kazanmış
biri vardı, herkes ona «Pompa» derdi. Koyu kahverengi kazağı, hafif uzamış
sakalı, kısa saçları, esmer yüzü, parkası ve pos-radarıyla, güçlü, sıcak, köklü
bir güven duygusu verirdi. Konuşmaları derin bir suskunlukla dinlenir, kıyıdan
köşe--den parlak veren birkaç muhalif ses öfkeyle ve anında bastırılırdı.
Birgün yine okul
çıkışında derneğe uğramıştım. Pompa konuşuyordu:
-«Arkadaşlar» diyordu,
«bize ders kitabı olarak okutulan sözümona <ahlâk> kitabında, <bır
doktorun, bir işçiden daha şerefli oiduğu> şeklinde bir şeyler zırvalanmaktadır...»
Dernekte bir uğultu
yükseldi. Yumruklar sıkılıp havaya kaldırıldı, sloganlar atıldı. Pompa, koüannı
uzatarak kalabalığı susturdu.
-«Arkadaşlar, böyle
kızıp köpürmekle hiçbir sonuca varamayız» dedi. «Enerjimizi, sınıf kinimizi boş
yere tüketmeyelim. Biz bir eylem kararı aldık, biraz sonra onu
açıklayacağım...»
Sözünü ettiği eylem
kararını açıklayınca ateşli bir tartışma başladı. Ahlâk kitabı da dahil, tüm
ders kitaplarını, okulun önündeki caddede yakmayı ve böylece çağdışı egıtım
sistemini protesto etmeyi önermişti. Bir grup öğrendi, bu eylemin hiçbir
devrimci özünün olmadığını, çünkü o gerici ders kitaplarının esasen faşist
düzenden kaynaklandığını, bu çarpık ve yoz eğitim sistemini değiştirmek için,
ders kitaplarının deği!, faşistlerin yakılması gerektiğini söyleyerek ona
karşı çıktı. Diğer grup, bu son konuşan gruba «toçkıst» diye bağırınca, son
konuşan grup da onlara «revizyonist» diye bağırdı ve saatlerce süren bir didişme
başladı.
Sonunda ders
kitaplarının yakılmasına oy çokluğuyla karar verildi. Ertesi gün kitapian
caddeye küçük bir dağ gibi yı-ğıdık, tam ateşleyeceğimiz sırada, kendimizi
polis çemberinin içinde bulduk. Kuşatıldığımızı anladığımızda, kaçmak için çok
geçti. Kafa-göz demeden coplarla üzenmize yürüdüler. Can derdiyle poiis
çemberini yanp bir çağlayan gibi aktık, caddenin diğer ucunda toplanıp,
sıkılmış yumruklan-mızı sallayarak sloganlar attık. Sonra bir grup öğrencinin,
cadde kenanna parkediİTiış arabalara saldırdığını gördüm. Metin. Oral ve Ela.
kırmızı bir arabayı öfkeyle tekmeliyorlardı, varıp ben de tekmeledim. Bu
sırada kafama coplar inmeye başjadı, dönüp baktığımda, Metin'i sürükleyerek götürdüklerini
gördüm. Oral uzaklaşmıştı, ona doğru koşmaya başladım. Bu arada Ela:
-«Onlara yardım et!»
diye bağırdı.
Gösterdiği yöne
baktım, üç Öğrenci bir arabayı devirmeye çalışıyordu. Koşup vardım, arabayı
omuzlayarak ben de devirmeye çalıştım. Sonra birdenbire bir uğultu patladı; gittikçe
açıldı, netleşti ve bir gökgürültüsü gibi doldurdu ortalığı. Dev bir ülkücü
ordusunun, ellerinde sopalarla, «Allah1
Allah!» nidaları
atarak ve tozu dumana katarak üstümüze sel gibi akmakta olduğunu gördük.
Devirmeye çalıştığımız arabayı bırakip kaçtık. O gün, bu eylemlerin sonucu
olarak, bizim liseden tam yirmi Öğrenci gözaltına alındı, yirminci öğrenci
bendim.
Geceyi toplu olarak
karakolda geçirdik. Ertesi gün mahkemeye
çıkarıldık. Kurulu düzeni yıkmak amacıyla bu eylemi başlattığımız iddia
edildikten sonra, buna bir diyeceğimiz olup olmadığı soruldu. Bu savı
doğrulayanlardan üçü seçilip tutuklandı, «biz kurulu düzeni değil, sadece bir
arabayı devirmeye çalıştık» diyenlerin cezası çeşitli nedenlerle ucundan
kenarından kırpıla kırpıla sıfıra indirildi. O gün, biz on yedi öğrenci
dernekte kahramanlar gibi karşılandık.
Ertesi gün derneğe
girdiğimde heyecanlı bir kaynaşma gördüm. Herkes kendine bir odun, bir demir
parçası se-çip alıyordu. Neler olup bittiğini sordum.
-«Faşizm, Gültepe'nin
gecekondularını yıkıyormuş, ora-ntn halkıyla dayanışmaya gidiyoruz» dediler.
Karşıma ilk çıktığı
anda faşizmin kafasına vurmak için budaklı bir odun seçip parkamın arasına
soktum. Bu arada Pompa konuşuyor:
-«Arkadaşlar» diyordu.
«Toplu olarak gitmek sakıncalı, ikişer-üçer kişilik gruplar halinde gidelim.»
Ben Pornpa'nın grubuna
katıldım, yürüye yürüye Gül-tepe'ye vardık. Oraya vardığımızda çok geç
kaldığımızı anladık. Büyük umutlarla kurulmuş yoksul yuvalar, dozerlerle,
sanki iskambil kâğıtlarından yapılmış oyuncak evlermiş gibi bir anda yerle bir
ediliyordu. Faşizm, dozerlerin önüne yatan kadınları sürükleyerek götürüp
kenara atıyor ve direnen erkekleri bir dipçikle susturup etkisiz bırakıyordu.
Gözyaşı ve tozla yoğrulmuş çamurlu çocuk yüzleri gördük. Sonra çığlıklar,
ağıtlar duyduk.
-«Bir kadın intihar
etmiş» dediler.
Birkaç polis olay
yerine doğru koşup gitti. Sonra o yöne bir koşuşma başladı. Yıkıntıların ve
tozların içinden ağıtlar yükseliyordu. Ötede kadının biri kucağında ağlayan
çocukla faşizme yalvarıyor:
-«Önümüz kış, etmeyin
bunu, kulunuz köleniz olayım!» diyordu.
İki polis, kadını
tutup kenara kirli bir bohça gibi attı. Kadın orda dövünmeye başladı.
Kitaplarda, dergilerde anlatılan, derneklerde konuşulan ünlü faşizm buydu demek!
Koynumdaki budaklı odunu ilk fırsatta onun kafasına indirmek için pusuya
yattım. Sonra birden bir çözülme, bir dağılma oldu. Kaçmaya başladık. Beş
kişiyle yıkıntılar arasında sıkışıp kaldım.
-«Ellerimizdeki
sopaları atalım» dedik.
Suç aletleriyle
yakalanmak istemiyorduk, ama biz daha sopalarımızı atmaya fırsat bulamadan
enselendik. Tutup bir arabaya kapattılar bizi. Ve sonra da alıp Merkez'e götürdüler.
Bu ikinci gözaltı biraz uzun sürdü.
Çorbalarımızı
kaşıklıyoruz. Odada kaşık ve tabak seslerinden başka ses yok. Eşime, anneye,
Aslı'ya bakıyorum. Derin bir suskunlukta yitip gitmişler. Üçü de kendilerine
baktığımın ayırdsnda değil. Herbiri kendi dünyasında kaybolup gitmiş. Bu
suskunluğu nasıl dağıtacağımı düşünüyorum.
-«Anama, kızkardeşime,
saçları altın sarısı, gözlen boncuk mavisi iki minik yeğenime selam söyleyin,
yanaklarından Öpün» diyorum.
Eşim patlarcasına
gülmeye başlıyor. Hiçbir şey anlayamadan bakıyorum. Gülmekten boğulacak. Sonra
Aslı'ya bakıyorum... Çökmüş halı, ağlamaktan kızarmış gözleriyle o da gülüyor.
-«Gülünecek bir şey mi
söyledim?» diyorum. Eşimin, gülerken çıkardığı kahkaha sesleri, hiç bozulmadan,
dağılmadan, kırılmadan devam ediyor; ama bu kez gülmüyor, ağlıyor... Acılar
gülmenin neresinde başlı-yor? Yaşam, kendini niçin ayrılıklarda ve ölümlerde duyuruyor?
Özgürlük düşleri niçin zindanlarda ve sürgünde çiçekleniyor? Kaybetmek,
kazanmanın anası mi oluyor, tutsaklık birgün özgürlüğe, acılar sevince mi
dönüşecek? Gurbet nasıl başladı bizde, nasıl derinleşti, nasıl bitecek? Birgün
Ela üçüncü dersten sonra yanıma geldi ve okuf çıkışında kendisini dernekte
beklememi söyledi. Ona Me' tin ve Oral'm nerde olduklarını sordum. Dernekte
kendisini beklersem, beni onlara götüreceğini söyledi. O gün son dersi iple
çektim. Ben derneğe girdikten birkaç dakika sonra o da geldi.
-«Bugün eğitim
çalışması var, aramıza sen de katılmak ister misin?» dedi.
-«Buna çok sevinirim»
dedim.
-«Şimdi git, kalenin
Önünde beni bekle» dedi.
Hemen çıktım. Kar
serpiştiriyordu. Kalenin önünde yaklaşık yanm saat bekledim. Nihayet gülerek
geldi, birlikte yürümeye başladık. Bir süre sonra eski bir eve girdik. Odanın
biri kullanılmayan eşyalarla doluydu. Karanlık bir aradan dip odaya geçtik,
içerde, Metin ve Oral'dan başka iki kişi daha vardı. Oral sobayı yakmaya
çalışıyor. Metin onlara bir şeyler anlatıyordu. Biz girince konuşmalarını
kestiler. Metin, o iki kişiyi bana takma adlarıyla tanıttıktan sonra:
-«Sen de kendine bir
takma ad bul» dedi.
-«Bu çok hoş!» dedim,
«insanın kendi adını koyması ne güzel! Keşke doğduğum zaman da böyle demokratça
davranılsaydı!.. Neyse, artık çok geç! Benim adım <Deniz> olsun.»
-«Yok canım!» dedi
OraL
Üflediği sobayı
bırakıp, dumandan kızarmış gözleriyle bana baktı. Diğerleri gülümsüyordu, ama
Oral çok ciddi görünüyordu.
-«istersen <Che
Guevara> olsun!» dedi.
Metin ona sert bir
çıkış yaptı. Şimdi sululukla kaybedilecek vaktin olmadığını söyledi. Oral, ona
hiç aldırmadan sobayı yakmaya devam etti. Metin sonra bana döndü ve:
-«Canım, sen de koy
bir ad, yeni doğmuyorsun ya, sakıncasız olsun!» dedi.
-«Bu arkadaşımızın adı
<Haydar> olsun» dedi Ela.
-«Oysa ben sizinle
tanıştıktan sonra kendimi yeniden doğmuş gibi hissetmiştim» dedim.
-«Tamam, uzatma!»
dediler. «Bundan böyle senin adın <Haydar> olsun.»
Bundan böyle Metin ve
Oral'ı da gerçek adlarıyla değil, takma adlarıyla anmamı, hatta zorunlu
kalmadıkça kendi gerçek adımı bile kullanmamamı, bunun çok önem' li olduğunu,
buna kendimi alıştırmam gerektiğini ve daha bir sürü şeyi peşpeşe sayıp
döktüler.
O gün, bu yeni
arkadaşlarımın Önünde, sol yumruğu-mu kaldırarak, içimdeki eski ben'e ölüm
cezası verdim. O masum delikanlıyı, o güzel insanı törenle ipe çektim. Ben
artık «Haydar» oldum. O günden sonra diğer «Haydar» arkadaşlarımla içli-dışiı
bir yaşam bütünlüğü kurdum. Düşlerimiz, hayallerimiz birbirine
karıştı. Parkalanmız, pos-tallanmız, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su... Konuşma
biçimlerimiz., mimiklerimiz, ses tonlanmiz birbirine karıştı- Aynı heyecanı,
bekleyişi, saplantılan yaşadık. Konuşurken aynı sözcükleri kullandık.
Amaçlarımız, yaşama tarzımız, Öz-lemierimiz hep aynı oldu. Kendine özgü bir
kişilikle orta-ya çıkanlara kuşkuyla baktık ve «kahrolsun bireycilik!» di' ye
bağırdık... Cinselliğini Ön plana çıkaranların boyunlarına «hain» yaftası
asıp, arkasından teneke çaldık. Her ge-çen gün geride ortak bir anı bıraktık ve
ortak geleceğimize doğru, tartışarak, dövüşerek, ölümle kucaklaşarak yü' rüyüp
gittik...
Koca bir ders yılı,
kulaklarımda anlaşılmaz uğultular ve belleğimde silinmez izler bırakarak
devrilip gitmiş, okulun kapanmasına birkaç gün kalmıştı. Kalabalık bahçede,
uzakta, onun gözlerini, yüzlerce öğrencinin arasında ela gözlerini gördüm.
Yanına vardım. Beni görünce gülerek yaklaştı, yaklaştı, çenemin altına girdi.
-«Yaz tatilinde
görüşebilecek miyiz?» dedi.
Beni büyüleyen
soluğunu, sıcak soluğunu hissettim. Yüreğim, atışlarını onun yürek atışlarına
katarak hızlandı. Damarlarımda onun kanı dolaştı. Onun bakışları, ela gözleri,
gülümseyişi, en ince ayrıntılarına kadar belleğime nakşoldu. Okulun bahçesinde
yürümeye başladık.
-«Bunu ben de çok
isterim» dedim.
Okullar kapandıktan
sonra, onu üç kez görmeye gittim. Sivil giysiler içinde, gülerek, ateşlerden
daha sıcak karşıladı beni. Dünyaya çok geniş açılardan bakan ailesini, Ela'nın
önyargısız ailesini, hayretler içinde ve hayranlıkla seyrettim.
O yaz sonu, eylülün
karanlık bir gecesinde her şey bitti. Ela'yi kurşuna dizdiler. Bir hücre evde,
polisle girişilen silahlı bir çatşmada, ölü ele geçirilen «teröristler»
listesinin en başında Ela'nın adı ve fotoğrafı vardı. Bitti... Artık benim için
yaşamın hiçbir anlamı kalmadı. Her şey anlamını yitirdi sanki, onun gidişiyle
kocaman bir boşluk açıldı hayatımda. Metin yaralı, Oral ve diğerleri sağ ele
geçirilmişti.
Okyanusun dev
dalgalannda, zavallı bir sandal gibi or-dan oraya yalpalayıp durdum. Ve sanki
sihirli bir rüyanın gerçekleşmesi gibi ansızın gelen evlilik... Evliliğin
yirminci günü, asker, Haydar'ın maceralannı merak etti ve her yerde didik
didik onu aramaya başladı. Artık gitme zamanıdır...
Her şeyi bırakıp gitme
zamanıdır artık. Yıkılan bir yanım ve kurulan bir başka yanımla, acıyı ve
umudu içice yoğurarak günlerce saklandım. Bütün yaşanmış güzellikler, artık
çürüyüp dökülen ölümün buyruğunda, anımsanmak istenmeyen, anımsandıkça acı
veren anılara dönüştü. Çünkü artık gitme zamanıdır... Bacım ağladı, anam saçını
başını yoldu. Meyveleri yeni çiçeğe durmuş iki ince dal gibi koptuk onlardan.
Aslı, kapının önünde, minik elleriyle gözlerini ovalayarak ağlarken, onun
kulağına bir yıl sonra döneceğimizi fısıldadım. Boş bir torba gibi yığılıp
kaldı. Onu, orda, sırtı duvara dayalı, için için ağlarken bırakıp gittik.
Apartmanın önünde yükselen annenin hıçkırıklarını geride bırakarak
uzaklaştık...
Uzaklarda, sisler
içinde kalan gençliğime, sevdiğim kızlara, arayışlarıma, zavallı
çırpınışlarıma mendil salladım. Yaşanmış acılara mendil salladım...
Sofra hâlâ ortada.
Yemeğin üstüne çay içiyoruz. Ne yapsam, ne söylesem, eşimi, annesini,
kızkardesini avutamıyorum. Sonra onları rahat bırakıyorum. Kendime yeni bir
çay alıp balkona çıkıyorum.
Ash on yaşındaydı
bırakıp geldiğimizde. Tegel Havalimanında, bir haziran şafağında, on sekiz
yaşında üniversiteli bir kız çıktı karşımıza. Annenin biraz daha yıpranmış olduğunu
gördük. O ilk sarılış anında, içimde bir şeylerin çöktüğünü, tükendiğini... ve
yeni bir şeylerin kurulduğunu hissetmiştim. Anne ve kızlarının koyun koyuna
ağlamalarını suçluluk duygusuyla izlerken, içimde yıkılan ve kurulan şeyin
aslında bir iktidar değişikliği olduğunu kavradım. O ana dek beni yönlendiren
inançlarım, beklentilerim, umutlarım. Özlemlerim sarsıntıyla çöküyor, onun
yerine, mantığımın maddeci ve tekelci diktatörlüğü kuruluyordu. O günlerde
içimdeki Haydan öldürmeye karar verdim. Çektiğim acılar yetmiyormuş gibi, gece
gündüz benimle tartışarak, beni eleştirerek, sinirlerimi altüst ediyordu. Bir
gece onu öldürdüm ve kaldırıp gizlice Tegel Gölüne attım.
-«Ah evlatlarım, bu
gelişin bir de gidişi var, ben ona ağlıyorum» demişti anne.
İçinde bulunduğu
buluşma anını ve üç ay sonra yaşayacağı ayrılık anını birlikte yaşıyor,
ağlarken gülüyor, gülerken ağlıyordu. Aslı, gözlerini ablasından ve benden hiç
ayırmıyor, kendisiyle gözlerimiz buluşunca da gülümseyerek gelip boynumuza
sarılıyor; acıyı, sevinci, hüznü, bütün duyguları sanki bir arada ve aynı anda
yaşıyor:
-«Bunun bir rüya
elmasından korkuyorum, uyanacağım diye çok korkuyorum!» diyordu.
Gerçek anlamda bir
mutluluğu yaşıyorduk. Çok uzun sürmüş bu ayrılığın sorumlusuyum, diye, kendimi
suçlar dururdum, ama işte şimdi bu ayrılığın mutlu sonuçlannı da yaşıyorduk.
Sürgünün ilk yıllannda, zifiri karanlığı aydınlığa dönüştürmek için çok düşler
kurardım. Kurduğum düşlerden biri de buydu. Sonunda pek çoğu gibi bu da
gerçekleşti. Geldiler... Özlemden ve yalnızlıktan bunaldığımız bir sırada,
yaşanmış bütün acıları sevince ve mutluluğa dönüştürerek, şimşekli göklerden
iki yaralı şahin gibi indiler evimize...
Çantalar açıldı. Fındıklar,
fıstıklar, kuru meyveler, kolonyalar... Her tanıdık, her akraba, her dost bir
kolonya koymuş. Bütün bunların çok gereksiz olduğunu bir türlü anlatamadık
anneye. Aslı karşı koymasaymış, daha neler getirecekmiş. Sucuk getirmiş,
pastırma getirmiş, bulgur getirmiş, düğürcük getirmiş, yarma getirmiş...
-«Oldu olacak,
Anadolu'yu da getirseydin bari!» deyip güiüştük^
Geceyarısı odalarımıza
çekildik. Ertesi gün kahvaltıdan sonra Berlin'i gezdik. Anamı sordum... Anam,
artık okulda okuyanım yok diye köye dönmüş. Koskoca bahçenin, iki katlı, sekiz
odalı evin içinde yapayalnız yaşadığını söylediler, içimde, yüreğimin oralarda,
bir şeylerin kırılıp döküldüğünü hissettim. Ya sevgili kızkar-deşim, o ne
yapıyordu? Ben gurbete çıktıktan sonra evlenmiş, kocasıyla mutlu muydu? İki
minik kızı olmuş, anİata anlata biriremediler. Fotoğrafımı aralarında paylaşamıyorlar,
«dayıcığım» diyerek öpücük yağmuruna tutuyorlarmış. Sonra kiraların
pahalılığından, geçimin zorluğundan söz ettiler.
Balkonda, demli
çayımdan son yudumu alıp, sigaramı söndürüyorum. Bir çay daha istesem
getirirler mi? Onları, yaşadıkları ortamdan biraz olsun uzakiaştırabilir mi
bu?
-«Boşver» diyorum.
Gidip çayımı kendim
alıyorum. Yine balkona gelip bir sigara yakıyorum. Sonra yine odadayım. Böyle
ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Koridorda, hazırlanmış valizler, çantalar...
Hazırlanmış valizlerin, paketlenmiş eşyaların getirdiği ağır bir hava, bir
hüzün, bir aynhk hüznü yaşanıyor evde. Uçağın kalkmasına iki saat var. Artık
bir taksi çağırmaiı...
Tegel
Havaîimanindayız. Her tarafta bir koşuşturma, bir heyecan... Gelenlerin
getirdiği sevinç, gidenlerin bıraktığı hüzün... Binbir çeşit duygunun, binbir
çeşit düşüncenin kaynaştığı, başlayan özlemlerin, biten özlemlerin
kucaklaştığı uğultulu
bir koridor... Ellerimizde valizlerle kalabalığın içinde yürüyor, Ankara'ya
kalkacak olan uçağın bürosu önünde beklemeye başlıyoruz. Sessiz, uzun, tedirgin
ve huzursuz bir bekleyiş...
Gidecekler...
Acılarımızı tutuşturarak, gurbette bizi yalnız ve pişman bırakarak çekip
gidecekler. Annenin oturduğu köşe bomboş kalacak, onu çok arıyacağtm. Yün
örüşle-rini, gülüşlerini, ağlayışlarını...
Onlar gittikten sonra
evde bir boşluk hissedeceğim, belli. Sonra o boşluk büyüyecek ve beni içine
alacak, kaybolup gideceğim. Ben artık Haydar değilim. Beni sürgüne zorlayan
inançlanm, umutlarım, özlemlerim yok. Eski düşlerim, düşüncelerim yok artık.
Peki ben şimdi kimim? Niçin burdayım, buralar nere?
Yüzüm niye gölgeli,
içimde niye kasırgalar esiyor? Sıtmalı gibi niye titriyorum şimdi? Taa
diplerden, çok derinlerden gelecek olan dalgaların, köklü dalgaların uğultusu
mu bu, nedir?
Duygularımla
mantığımın silahlı çatışmaları başlıyor yine. Uzun sürecek bir kavganın
başlangıcındayım. Gecem ve gündüzüm onlann kanlı kavgalanna tanıklık etmekle
geçecek. Duygulanm Haydar'ı savunacak. Aylar önce öldürülen ve gizlice Tegel
Gölüne atılan militanın sesini duyuracak...
Mantığım karşı
koyacak, biliyorum. Ülkeme, yıllar sonra paralı dönmemi isteyecek. Duygulanm,
kendi sınıf bilincini alamamış insanların, sınıf değiştirebileceklerini sanarak
çılgınlar gibi çalıştıklarını ve ömürlerinin sonlarına doğru servet yerine
çürümüş kemikleri ve buruşmuş derileriyle karşılaştıklarını anımsatacak... Bu
kavga bende korkarım hiç bitmeyecek.
İkisinin de avukatlığını
yapacağım. Duygularımı savu-nurken mantığımla yaşayacağım. Mantığımla yaşarken
de duygularımı Özleyeceğim. Ben bu ikiyüzlü yaşantımı, ken--dimle dövüşerek,
kendimle vuruşarak sürdüreceğim.
-«Ben önce böyle
değildim» diyorum. «Bir yerlerde bir hata mı yaptım?»
İlk gençliğimi ipe
çekmekle mi yaptım bu hatayı, yoksa Haydar'ı yurtdışına kaçırmakla mı? Haydar'ı
öldürmek mi... yoksa en başta Haydar olmak mıydı yanlış olan? Bilemiyorum...
-«Ben bir yerlerde
mutlaka bir hata yaptım.» Çünkü gözlerim hep uzaklarda... Bitmemiş, yarım kalmış
bir destanı okur gibiyim. Dalıp dalıp gidiyorum içimdeki sessizliğe.
Pankartları ben taşırdım oysa, sloganları ben atardım. En görkemli yazıları ben
yazardım duvarlara; «kahrolsun!» derdim, «yaşasın!» derdim. Sanki bana inat
semirdi «kahrolsun!» dediklerim. Kavgalar alıp götürdü yarısını yüreğimin,
kavgalarda kaybettim aşk: ve sevgiyi, birer birer dökülüp gitti «yaşasın!»
dediklerim.
Benim gençliğim, sıcak
çay Özlemleriyle tutuşan ayazli kış gecelen... Benim gençliğim, sigara
paketlerine yazılmış sevda şiirleriydi. Köpüklü sular gibi inerdim denizlere,
deryalar be--nimle dolardı. Oysa şimdi bir kedi pençesiyle yaralıyım, yüreğimde
nankör bir sıyrık. Dalıp gitmişim; Öyle uzak, öyle derin, Öyle mahzun. Kayaları
ürkütür suskunluğum.
Vakit tamam. Anne-kız,
sadece bedenleriyle değil, bütün duyguları, bütün düşünceleri, bütün
varlıklarıyla kucaklaşıyorlar. Onları yaklaşan vakit bile ayıramıyor. Korkunç
bir görüntü... Sonra kızını bırakıp bana sarılıyor anne. Yiğit bir kartal gibi
kanatlarına alıyor beni. Bir sıcaklık, ana sıcaklığı, bir özlem...
-«Kızım sana emanet»
diyor.
Eşimi bana emanet
ediyor. Direncim burda, sabrım burda, gücüm burda bitiyor. Ağlamaya
başlıyorum... Yabaneilerde bizi parçalamak için pusuya yatmış düşmanlanmız;
dost gülüşlü, dost bakışlı düşmanlanmız, yani akrabalarımız var... Onu
korumalıyım. Akbabalardan, yamyamlardan, çaylaklardan, çıyanlardan korumalıyım
onu. Kem gözlerden hain bakışlardan sakınmalıyım. O bana emanet,.. Ya ben?
Sonra ağlayarak Aslı
sarılıyor boynuma. Aslı hıçkınklar içinde, acılar içinde... Gözleri ağlamaktan
şişmiş, kıpkızıl olmuş.
-«Sen ağlama enişte»
diyor. «Ben senin yerine de ağlıyorum. Sırf sen ağfamayasın diye...»
Güçsüz görmek
istemiyor beni. Ben güçlü olmalıyım. Oysa ayrılık yıllar almış. Sonra bir
rüyada gibi kavuşulmuş. Sonra da cehennem acılan yaşanmış. Ben nasıl ağlamam
ya...
Aynliyoruz. Beynimizin
bir kenannda döllenmeye yatan ve her geçen gün gelişen ve sonunda doğan... O
beklenen an geldi işte. Aramızda sadece cam bir bölme var. Karşıdan karşıya el
sallıyoruz.
-«Gülegüle anne-
Gülegüle kardeş.»
Her şey bitti... veya
yeni başladı... veya hiçbir şey yaşanmadı... Bu bir rüyaydı. Açılarıyla,
sevinçleriyle, biten ve başlayan öziemleriyle, üç ay sürmüş, hüzünlü, gizemli
bir rüya... Eşimi ordan alıp, onları cam bölmenin gerisinde el sallarken
bırakıyor ve daha rahat ağlayabilmek için uzaklara kaçıyorum...
Vehbi Bardakçı, Kültür
Bakanlığının açtığı bir yarışmayı kazanarak, ödülünü, dönemin Cumhurbaşkanından
alarak geliyor. Özelliği sadece bu olsaydı, birçok resmi yarışmalardan çıkardıklarımızı
çıkarır susardık; ancak, yazı sanatının başarılarını se-zen ve yakalayan genç
bir yetenek karşısındayız. Fakır Baykurt Merhaba, 1981
Genç yazar Vehbi
Bardaçi; akıcı diliyle,
güzel duygularıyla, gerçekçi bir
bakışİa, halkın sorunlarını, isteklerini, yapay olmayan bir yolda kavnyor ve en
belirgin bir biçimde gözler önüne seriyor. Hasan Devvran Forum, 1981
«Kapı Kapı», bir
dönemi, evrensel olabilecek boyutları ve çizgileriyle saptamayı başarmıştır.
Çayıralan Lisesini bitirip, üniversiteler ara-sı giriş sınavlarında dörtyüz
puan alan İlyas Hacı Bey, bir yüksekokula Önkayıt yaptırabilmek için, Ankara,
İstanbul ve Afyon'da kapı kapı dolaşıyor. Her çaldığı kapıyı zorbalar tutmuş.
Kiminde horlanıyor, kiminde alaya alınıyor, kiminde dayak yiyor. Şoföründen
kahvecisine kadar herkes ona yükleniyor. Kimseden bir gram anlayış görmüyor.
Fırtınalı denizler ortasında zavallı bir varil gibi ordan oraya yalpalayıp duran
bu gencin, güldüren ve acı acı düşündüren durumunu okurken, dünya çapında bir
edebiyat kahramanı ile kar-Şi karşıya olduğumu sanıyorum. Fakir Baykurt
Merhaba, 1984
Bardakçfnın öyküleri,
acılı bir kuşağın yaşamından kesitler ge-tiriyor. «Umut Dağların Ardında»,
sadece bedenine değil, aynı zamanda insanlık onuruna indirilmiş darbeleri
olağanüstü bir dirençle göğüsleyen ve darağacına giderken bile yaşamın
ince-liklerini ve güzelliklerini görüp ona bağlanan gencecik bir insanın
ölümsüz destanıdır. Sanat Dergisi Paris, 1987
Vehbi Bardakçı,
Almanca ya çevrilen «Yüreğin Burkulmasın» ve «Gerdek Gecesi» adlı Öykülerinde,
Anadolu koy yaşamını canlı görüntülerle önümüze sererken, bizi, gurbetin
zorluklanyla da karşı karşıya getiriyor. Bir yandan ana-babalar ve onlann
toplumdaki rolü anlatılırken, diğer yandan, büyük bir duyarlılıkla, kızlann
gelenekle çarpışmalanndan ve onlann çaresizliğinden söz ediliyor. Dildeki
netlik ve akıcılık, dengeli ayrıntılarla örülmüş anlatım ustalığı ve duygu
yoğunluğu, öykülere büyük değer katıyor. Miriam VValther DieBrücke, 1987
Vehbi Bardakçı,
konularını seçerken ve onları işlerken çok titiz davranıyor. İç dünyalan bir
psikolog gibi didiklerken, okuru derinden etkileyen büyülü bir anlatımla,
insanı ve doğayı bir ressam gibi adeta nakışlıyor. Çok canlı, neî, fbtoğrafık
görüntüler veriyor, iç dünya ile dış dünyayı sağlam bağlarla Örüyor birbirine.
Somut olgulardan yola çıkarak varıyor hedefe. Halkbiliminden yararlanmasini
çok iyi biliyor. Oldukça sağlam, yalın, akıcı bir dili var. Öykülerde, süslü
püslü, uzun, dolambaçlı tümceler yok. Yöresel sözcüklerden, deyimlerden ustaca
yararlanıyor. Olayiann geçtiği yerlerde; dağ. taş, kurt, kuş, doğadaki
bilcümle varlıklar dile geliyor. Can Yoksul Yazın, 1988
Geç de olsa, Vehbi
Bardakçfyı tanıdığımız için seviniyor ve değerli eserleri için kendisini
kutluyoruz. Anadolu insanının, baskı ve zulme karşı verdiği çetin mücadeleleri
çağımıza taşıyan ölümsüz ozanlar gibi, o da, acı ve kanla yoğrulmuş bir kuşağın
tanıkları olan öyküleriyle dünü yarınlara taşıyacak. H. Ergün İşeri Sosyal
Demokrat, 1988
Şimdi otuz iki yaşında
olan ve Berlin'de yaşayan Vehbi Bardakçı, Türkiye'den gitme bir yazar. 1979'da,
Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Kültür Bakanlığının ortaklaşa açtıkları bir
yarışmada, «Acılar Paylaşılmaz» adlı ilk öyküsüyle birincilik ödülü almıştı.
Şimdi dört kitabı var. Öykülerinin bir kısmı Berlin'de Almanca ve Türkçe olarak
Hitit Verlag tarafından yayınlandı. Vehbi Bardakçı'yı ilk kitabından beri
izliyorum. Akıcı bir dili, özgün bir tekniği var. Mahmut Makal Türk Dili, 1988
Bardakçı'nın, seksenli
yıllarda 5 ayrı kitap olarak yayınlanan ve 2006'da «Yarım Kalan Türkü» adıyla
tek kitapta toplanan öykülerini büyük bir heyecanla okudum.
Sebahat Oral Moraiite
/ Editör, 2006 Sürekli Türkü
Sevgili Vehbi, yol
arkadaşım,
Yaşamak şimdi sürekli
bir türkü.
Sevdalı yüreğin
burkulmasın ayrılıklarda.
Sen o güzel dilinle.
Bıraktığın yerden
başla yarım kalan türküne.
Aslolan odur ki,
gurbet senin yurdun.
Bir bilge gezgin
oldun. Yoksul hanelerine ateş düşmüş insanların Acılarını süpürmek İçin
kapılarını vurdun. Şimdi sen farkında mısın farkının bilmem. Bizim ora
insanları gibi elini kulağına atarak. Sürekli bir türkü tutturdun.
Sevgili Vehbi, yol
arkadaşım. Uç kitabını daha yaz hayatın; Biri ayrılık, Biri yoksulluk, Biri
ölüm olsun.
Türkümüz yarım
kalmasın, Ayrılık acı, yoksulluk yok olsun.
Ecelsiz Ölünmesin,
Ölürken bile
İnsanlar tok olsun.
Haydar Eroğlu / Selam
Olsun
Gerçek Sanat
Yayınları, Şiir 1989
Sevgili Vehbi,
Dün Frankfurt'tan
Nürnberg'e giderken kitabını okudum. İki gün önce" de Koln'deki bir Türk
kitapçısında kitabını gördüğümde sevinmiştim. Ama okuduktan sonra sevincim
daha da arttı. Geçen dönemin acılarını kâğıda dökmek ancak bu kadar olur. Hem
de, birçok yazarın «yazıyorum» diye kendi küçük dünyalarını yazdıkları ve
karamsarlıklarını başkalarına da taşı-maya çalıştıkları bir dönemde... Trende,
hikâyelerini sarhoş edici bir çekicilikle okudum. Kutlarım. Candan kutlarım.
Yıldırım Dağyeii Rückersdorf, 18. 5. 1981
Sevgili Vehbi,
Doğrusu kitabını
alınca şaşırmadım desem yalan olur. Nerdeyse görüşmeydi iki yıl oluyor. Önce
kitabın Almanya'dan gelişi beni şaşırttı. Ama sonra ödül alan öykünü kitabın
içinde görünce dutumu Vavaş yavaş anlamaya başladım. Her şeye rağmen beni
hatırlaman, Ostelik, en olmadık bir yerde bulup kitabını bana ulaştırman, beni
çok duygulandırdı. Sana ve ordaki bütün arkadaşlara en içten sevgi ve
selamlarımı yollar, bu basanlı çalışmalarını sürdürmeni ve ha-^ettiğin
ödüllerin tümünü kazanmanı dilerim. *Nuri Çolakoğlu / BBC Türkçe Yayın Bölümü
Londra, 29. 5. 1981
Sevgili Sanatçı Dostum
Vehbi Bardakçı,
Tanışmamızın üstünden
üç yıl geçtikten sonra senden haber afmak beni sevindirdi. Hem de, kupkuru bir
selamla bir sağlık haberi yerine, sapasağlam öykülerden oluşan bir kitapla ulaştırdın
bu haberi. Kadı kızında bile bulunabilecek ufak tefek kusurları bir yana
koyarsak, öykülerin çok sağlam. Bu sağlamlık, yaşamın içinden, en can alıcı
bölgenin konularını işlemenden ve de oranın çocuğu olmandan ileri geliyor. Sana
doğal gelen bu durum, yırtma yırtma yıllardır ne idüğü belirsiz bir sürü herzeler
üreten, dolambaçlı, anlamsız cümlelerle bir şey yaptıklarını sanan ve
kitapların dışındaki toplumu tanımayan sözde yazarlar için büyük bir ders
kaynağıdır. Hatta, onların yüzlerine indirilmiş bir yumruktur. Bunu farketmemiş
olmaları olanaksız. Sessiz kalışları ondandır. Mahmut Makal Berlin, 20. 3. 1982
Sevgili Vehbi Bardakçı
Arkadaş.
Kitabındaki Öykülerin
herbiri, Anadolu'nun yetmişli yıllarda yaşadığı dayanılmaz acılan anlatmakla
kalmıyor, halkın canım dili ve deyimleriyle kısa yoldan iç dünyaları aniatma
gücünü de sergiliyor. Günümüzde, sermaye çevrelerinin ve onların edebiyattaki
uzantılarının, yeniden «sanat sanat içindir» diye tutturmaları ve ün düşkünü,
yaşadığı toprağın acılarından ve sancılarından habersiz yazarcıkian
etkilemeleri gözlemlenirken, senin yumruğunun belirmesi çok anlamlıdır. Demek
ki. göl ye-rinde su eksilmeyecek ve Anadolu, emzirdiği Öz evlatlarının gününü
görecek... Bu zaten hakkıdır da o güzelim yurdun! Mahmut Makal 14.4. 1982
Sevgili Bardakçı,
İlk öykülerinizi
zevkle okumuştum. «Kapı Kapı»yı da
zevkle okuyacağımdan eminim. Gelecek ay bir konser için Berlin'e geleceğiz.
Orda sizinle tanışmak isterim. O güne kadar bir aksilik olmaz da okuyup
bitirebiiirsem, kitabınız hakkında da konuşuruz. En iyi dileklerimle. Melike
Demirağ VVesseling, 25. 10. 1984
Kardeşim Vehbi
Bardakçı,
Olaylara bakışın,
bu olayları yorumlayışın ve
toplumsal
gerçeklere uyarlayışın
oldukça başarılı. Toplumda ve insanda
zıtlıklar bulup onları
ortaya koyman çok iyi. Başarı dileklerimi,
sevgi ve selamlarımı
sunarım.
Adnan Binyazar
Berlin, 3. il. 1984
Sevgili Vehbi
Bardakçı,
Öykülerinizi ilgiyle
okuyorum. «Almanya'da Türk Edebiyatı»
konusunda araştırma
yapan bir öğrencimede verdim.
Çalışmalarınızda
başarılar dilerim.
Nedim Gürsel
Paris, 20. 11. 1984
Vehbi Kardeşim,
Kitabın için teşekkür
ederim. İlyas Hacı Beyi zevkle okudum. En belirgin özelliğin, insanları çok iyi
konuşturuyor olman. Sanırım ilerde oyun da yazarsın. Çünkü o malzeme sende
var. Gözlerinden öper. çalışmalarında başırıîar dilerim. Muzaffer İzgü İzmir,
30. 11. 1984
Sevgili Vehbi Kardeş,
Öykülerinizi beğenerek
okuyorum. Hayata bakışınız bana ters gel'
miyor. Bu güzel
yapıtlarınızdan dolayı sizi içtenlikle kutluyorum. Edip Akbayram Moda, 20. 12.
1984
Sevgili Yeğenim Vehbi,
Öykülerin çok güzel-
Hepsini de zevkle okudum. İşlek bir dilin var. Ayrıca insanları konuşturmadaki
başann da kutlamaya değer. Yine otelde tarifsiz yalnızlığımla başbaşayım.
Altıncı romanımı tamamladım. Bu kez konu Istanbul-Beyoğlu-gece kulüpleri.
Sevgiyle gözlerinden öpüyor, başarılar diliyorum. Abbas Sayar Yozgat, 11.2,
1985
Genç Arkadaşım Vehbi
Bardakçı,
Bir dergide, «Umut
Dağların Ardında» adlı öykün ilişti gözüme, Okuyunca sarsıldım. «Ana» olduğum
için belki diye düşün' düm. Uzun aralarla her okuyuşumda duygularımı böyle açıkladım.
Bir ananın yangıları, çırpınışları, bundan daha etkileyici, bundan daha çarpıcı
anlatılamazdı. Sonra bunun bir «güç» olduğunu düşünmeye başladım. Sanatın ve sanatçının, insanı çok derinden
etkileyen sihirli gücü buydu demek! Yüksel Selek Duisburg, 22. 10. 1985
Sevgili Vehbi,
Saliha Güner'in.
Türkiyedeki sanat dergilerine seninle ilgili yazacakları bir yana, ben, «Umut
Dağların Ardında» adlı Öykii-nün bir harika olduğunu hemen belirtmek istiyorum.
Bu öykün bende bir utanç duygusu yarattı. Utanç... Bizim utancımız...
Kaçakta, sürgünde,
dışarda olanların, o yarım özgürlüğü teninde diken gibi duyanların
utancı... Darağacına giderken bile
sevgiyle çarpan bir yüreğin öyküsü... Öykü mü bu, ağıt mı, şiir mi, destan mı,
tanımlamakta güçlük çekiyorum. Yüksel Selek Duisburg, 28. 2. 1986
-«Sorumuza, <Vehbi
Bardakçı kimdir?> diye başlamıyoruz; çünkü <Gençlik> okuru Vehbi
Bardakçı'yı tanıyor, ama Vehbi Bardakçı'nın yazmaya ne zaman başladığını bilmek
istiyor?»
-«Sözlü halk
edebiyatının kırsal kesimde geçerli olduğu son yıllar, okul öncesi çocukluğuma
denk düşer. Avrupa'nın çeşitli ülkelerine emek göçünün başladığı altmışlı
yıllarda köyümüze giren radyo, hikâye ve masalların anlatıldığı koy odalarını
kapatıp herkesi evine bağlamış, ilkokula başladığım yıl bizim de bir radyomuz
oldu. Birkaç yıl sonra fotoğraf çektirmek için gittiğim kasabada sinemayla
tanıştım. Büyülenerek izlediğim o ilk filmi (bir efsane uyarlamasıydı),
başından sonuna dek defterime yazdığımı hatırlıyorum. Soranlara da
<roman> yazdığımı söylüyordum. Özentiyle başlayan bu yazma sevgisi
gittikçe bir tutkuya dönüştü-»
-«Daha sonra güzel
Öyküler çıktı ama.-.» -«Lise son sınıftayken. Kültür Bakanlığının, I 979'da
gençler arasında açtığı bir yarışmaya katılıp birinci oldum- Bir yıl sonra da
yurtdışına çıktım. 1981 'de ilk öykü kitabım Almanya'da yayınlandı. Sonra
diğerleri geldi. Frankfurt Kitap Fuarında, Ortadoğu Yayınevinin sahibi Hüseyin
Çölgeçen'le tanışmamız bana şans getirdi diyebilirim.»
-«Şimdi de nasıl
yazdığını merak etmeye başladık. Öykü, Vehbi Bardakçı da nasıl oluşuyor?»
-«Yazmak için özel bir
çabam olmuyor- Konu aramıyor, seçmiyor, seçîiğim konuyu yazmak için kendimi
zorlamıyoruni-Tam tersine konu beni seçiyor.»
-«Seni etkileyen
olayları çıkış noktası olarak alıyorsun. Doğru mu anladım?»
-«Evet, öyle olunca
tabii koşullar ne olursa olsun yazıyorum- Aslında yazmaya oturduğum an, öykü
kafamda bitmiş oluyor. Bu yüzden çok çabuk yazıyorum.»
-«Genç yaşına karşın
oldukça yoğun çalışmalar içinde olduğunu biliyoruz. Sırada, kitaplaşmayı
bekleyen daha başka öykülerin de var- Bunların bir kısmını, çeşitli dergilerde
severek okuduk. Okurken, <Vehbi Bardakçı acaba niçin yazıyor?> diye
kafamıza bir soru takıldı..-»
-«Niçin yaşıyorsam
onun için yazıyorum. Yazmak, bu işi ciddiye alanlar için bir yaşam biçimidir.
Ben, okumayı ve yazmayı seviyorum. Beni kimse zorlamıyor. Kimse bana para da
vermiyor. Öyle pek ünü-şanı da yok bu işin. Okumak ve yazmak, yaşantımın doğal
bir parçası diyebilirim- Yemek ve içmek gibi bir şey. Kendimle yaptığım kavgayı
yatıştırmak için yazıyorum mesela... Çelişkilerimi uzlaştırmak, içimde bir
uyum ve denge kurmak için yazıyorum.»
-«Ama okura özellikle
vermek istediğin bir şey var öykülerinde. Varmak istediğin bir sonuç, vurmak
istediğin bir hedef var sanıyorum.»
-«İzlediğim filmlerin
etkisiyle yazmaya amaçsız yönelişim, lisenin ilk yıllannda, ünlü bir yazar
olma isteğine dönüştü. Sonra o dönemin siyasi dalgalanmaları ve gençlik
hareketleri herkes gibi beni de etkiledi. Bireysel kurtuluşun, ancak sınıfsal
kurtuluşla olası olduğu görüşünden hareketle, dünyayı değiştirme kavgasında
sanatın gücü ve önemi üstüne düşünmeye başladım- Onu, yaşama güzellikler katma
savaşının bir biçimi olarak seçtim. Sonuçta yine aynı noktaya geliyorsun.
Kendinle ve toplumla olan çatışma-lann, seni düşünmeye ve yazmaya itiyor.»
-«Genç yaşta tanındın.
Öykülerin, okurlar arasında beğeni kazandı. Bunu neye veya kime borçlusun?»
-«Kimseye borçlu değilim.
Önce şunu belirtmeliyim; sizin de bildiğiniz gibi Öykülerim Almanya'da
yayınlandı ve bu ne' denle Türkiye'de beni köylülerimden başka kimse tanımaz.
Sanıyorum şimdi onlar da unuttu. Beşikte bıraktıklarım artık okula gidiyor-
İlkokula giden kızlar çoktan gelin olup çoluğa çocuğa kanttı. Tam yedi yıldır
yurduma uğramadım. Ne zaman döneceğimi de hiç bilemiyorum. Öykülerimin
sevilmesine gelince; sadece yazın türlerinde değil, sanatın tüm dallarında,
kendinizden eğer bir şeyler bulursanız, onu seversiniz. Benim öykülerim için de
aynı şeyler geçerlidir,»
-«Özellikle yazı dilin
çok açık. Herkesin anlayabileceği bir dil. Ayrıca da şiirsel. Bu konuda neler
söylemek istersin?»
-«Öncelikle
<Türkçe> yazdığımı söylemek isterim. <Türkçe> yazdığıma göre, Türk
halkı kendi dilini anlayacaktır herhalde. Ben bin yıl uğraşsam, anlaşılmayan
veya zor anlaşılan tek satır yazamam. Bunu becerebilenler büyük yetenek
doğrusu!» -«Şiirsellik...»
-«Yazdıklarım üzerine
hiçbir iddiam yok. Olması da zaten doğru olmaz. Günümüzde yazılan
<şiirler> bile şiirsel) olamazken, benim zavallı öykülerimden bunu
beklemek, bana ve Öykülerime haksızlık olmaz mı?»
-«Sanat nedir Vehbi?
Sen ne anlıyorsun sanattan?» -«Sanatın açık bir tanımı bence yok. Ortaya
koyulan şey sanattır veya değildir. Biçim tartışmalarıyla suları bulandırmak
sorunu çözmüyor. Çünkü biliyoruz ki, sanatın tek amacı o değil.
Esas olan, insanı
etkilemek ve onu hedeflenen yönde değiştirmektir. Bunu yapamıyorsanız,
yazdıklarınızı hangi biçime sokarsanız sokun, hangi kalıba dökerseniz dökün,
hiçbir önemi yoktur. Bu konunun çok boyutlu ve derinlikli olduğunu, yazarlardan
çok yazın tarihçilerini ve eleştirmenleri ilgilendirdiğini kabul etmekle
birlikte, şunu açıkça söyleyebilirim; insanın yüzünü biçimlendiren, onun
psikolojisidir. Romanın, şiirin, öykünün ruhu. kendi biçimini yaratacaktır.
Yazılanların eğer ruhu yoksa, biçimi zaten olmayacaktır. Sapır saçma yazım
teknikleriyle durumu kurtarmaya çalışmak, makyaila çirkinliği Örtmek gibi boş
bir çaba, umutsuz bir çırpınıştır.»
-«Yazar olmak isteyen
genç arkadaşlara neler önerirsin? Yazar olabilmek için hangi engelleri aşmak
zorundalar?»
-«Kendi iç engellerini
aşmak zorundalar. Aşılacak başka hiçbir engel yoktur. Çok yönlü yaşamak ve
okumak, duyarlı olmak, yaşamın girdaplarına kapılmamak, küçük ayrıntılarda boğulmamak,
özentilerden, alışkanlıklardan, saplantılardan kurtulmak, kendi kişiliğine,
kendi diline güvenmek ve daha buna benzer bir sürü şey... Yani bunlar insanın
dışında değil, içinde çoğalan engellerdir, iç sorunlarını ve karmaşalarını
çözemeyen insan, anlaşılmayan veya zor anlaşılan şeyler yazıyor. Bunu yaparken,
kendilerinin süper zekâ olduklarını ve dolayısıyla okuyucunun da Öyle olması
gerektiğini, açıkça söylemiyorlarsa bile sezdiriyorlar. Ayrıca, yazmaya
çalışan gençlere de çok kızıyorlar. Çok öfkeliler...»
«Yazar olmak
istiyorsan, dünyaya doğru bakmak, yaşamı, tüm ayrıntıları ve çeliskileriyle
sağlıklı kavramak ve bunların dışında, namuslu ve dürüst olmak zorundasın.
Namuslu ve dürüst... Basit hesaplan olan ikiyüzlü bir insan, sanatçı değil,
bak-kai çırağı bile olamaz; çünkü ustasına ve işine ihanet eder.
Eğer bu kişi
polittkacıysa topluma ihanet eder, imamsa dinine ihanet eder. Mükemmel bir
sanatçı tipi çizdiğim sanılmasın, ben sadece normal bir insandan söz ediyorum.
Sanatçı olman şart değil, insan olarak dürüst olmak zorundasın.»
«Aslında çok karmaşık
ve çok boyutlu olan insanı, sadece aşını ve isini düşünen iki boyutlu basit bir
varlığa indirgeyen kapitalist toplumda yaşıyoruz. İdeolojik olarak tam karşıtı
bile olsan, hiç ayırdına varmadan, içinde yaşadığın toplumun küfrü-ründen
etkileniyorsun. Bencillikten korkaklığa, sahtelikten çıkarcılığa kadar bir
yığın sakıncanın içinde yaşayan genç arkadaşlarım eğer sanata gönül
verebiiiyorlarsa, bu bir zaferdir! Yıkıcı eleştirilerle onları umutsuzluğa
düşürmek yerine, gereken desteği onlara sağlayarak gelişmelerine hizmet etmek
gerekir. Ama tabii yazdıkları dört dizeyle dünyayı hazroia çağıran sanat
bezirganlarının böyle bir sorumluluğu yok. Yani onlar böyle bir sorumluluk
duymuyorlar. Onların, renkli camların ardındaki alaylı ve küçümseyen bakışları,
aslında, aşağılık duygularını tatmin etmek içindir.»
-«Son olarak
okurlarımıza iletmek istediklerin?» -«Bu konuşma için teşekkür ederim.
(Gençlik) çalışanlarına ve okurlarına candan sevgiler. Hepinize sevgiler,
saygılar, başarılar...»
Gençlik Nisan 1986
-«Sayın Bardakçı,
<Gerdek Gecesi>ne söyleşimiz süresince yeniden döneceğiz. Ben, yazın
yaşamına, i979da Kültür Bakanlığının açtığı bir yarışmaya «Acılar Paylaşılmaz»
adlı ilk öyküsüyle katılan ve birincilik ödülünü dönemin Cumhurbaşkanı Fahri
Korutürk'ün elinden alarak giren... o dönemlerin Vehbi Bardakçı'sına dönerek.
<bu ödül. yazın yaşamınızda bir dürtü oldu mu?> diye sormak istiyorum.»
-«Bu ödülü
yazdıklarıma kesinlikle bir ölçü olarak almıyo--rum; ama yazmaya yeni başlamış
bir liseli için özendirici bir i§' ievi olmuştur kuşkusuz. Bu Ödülün benim için
başka özel an--[amları da var; on yıl önce ilk öyküme verilmiştir ve aynı
za--manda ilk Ödülümdür. Bu gidişle gaiiba <son> olmak gibi bir özelliği
de olacak. Şimdi artık o tarz öyküler yazamıyorum. Türkiye bana çok uzak.
Siyasi nedenlerden dolayı on yıldır gidemiyorum. Sanki kirli bir camın
ardından bakıyorum yurduma. Her şey bir hayal ya da rüya gibi silik ve
belirsiz. Gittikçe oraya ilişkin duygularımı da kaybediyorum.»
-«Öykülerinizde
genellikle 12 Eylül öncesinin siyasi bunalımları anlatılıyor, bunun özel bir
nedeni var mı?»
-«Bu toplumsal bir
sorun, özel bir nedeni nasıl olabilir ki? Her yazarın bir çıkış noktası vardır.
Yetmişli yıllarda yaşanmış acıları anlatmak da benim çıkışım oldu. Çünkü ben o
dönemde iise öğrencisiydim, kavganın tam ortasındaydım ve liseli militan bir
kızı seviyordum. Bütün bunlar yazmak için yeterli bir neden zaten. Ama artık bu
konuyu daha fazla götürmek, Önv rümün sonuna dek hep aynı türküyü söylemek
istemiyorum. Şimdi artık çok değişik bir ortamdayım ve çok değişik şeyler
ya-şıyorum. Bu yeni yaşam biçimi, bundan sonra yazacaklarımı etkileyecektir
mutlaka.»
-«Bununla sanıyorum
Almanya ortamını ve bu büyük göçün getirdiği yeni yaşam biçimini
kasdediyorsunuz? Bu değişik ortamdan biraz söz eder misiniz?»
-«On yıl önce,
emperyalizmin kültürel ve ekonomik işgaline karşı yurt savunması yapıyorduk, en
azından yaptığımıza inanıyorduk; bugün ise, bizi yurtianndan kovmak isteyen
şovenlere karşı var olma savaşı veriyoruz... Bu yabancı ülkede kalabilmek ve
çağdaş köleliğimizi devam ettirebilmek için direndiğimize göre. <yurt>
kavramının bizde nasıl şekillendiğini siz düşünün. Kimimize göre pahalılıktır,
işsizliktir orası... Kimimize göre işkencedir, idamdır, polis copu, asker
dipçiğidir... Çaresizliklerin,, bunalımiann. mutsuzlukların kaynağıdır
Türkiye... Ben şimdi burda gurbeti ve doğal olarak onun getirdiği zorluklan
yaşarken, diğer yandan ülkemin acılarını da yaşıyorum. Yani ben on yıldır
yurdumda yaşamıyorum, ama yurdum on yıldır tüm derinlikleri ve boyutlarıyla
bende yaşıyor. Gurbetin getirdiği bunalımlardan söz açıyorsam, bilinmelidir ki.
o bunalımların altında hiç bitmeyen bir yurt özlemi yatmaktadır. Bu, insanla
birükte mezara kadar gidebilecek bir özlemdir.»
-«Yeni çalışmalarınız
var mı?»
-«Biraz önce
söylediklerim, bu son çalışmamla ilgiliydi zaten. Yeni bitirdiğim, <Gurbet
Yurdumdun adlı bir öykü var. Öykü, uzun yıllardan beri sürgünde yaşayan eski
bir militanın çevresinde başlayıp gelişiyor. Derinleşen yalnızlıklar, hüzünler.
çekilen acılar... Kafasında, sürekli olarak, kendini sürgüne zorlayan olaylar
zinciri... Dostları, düşmanları ve aşkları... içine vahşice gömdüğü ve serpilip
açılmasına hiçbir zaman izin vermediği zavallı aşkları...»
«Öncesi ve sonrasıyla
12 Eylül... Benim kuşağım, kendini işkenceden ve ipten kurtarabilmişse, şimdi
ya cezaevindedir, ya sürgünde... Ben, kuşağımın sürgündeki parçasıyım. Bu son çalışmam,
gurbetten; acıların, çatışmaların, bunalımların çok değişik boyutlarda
yaşandığı yabancı bir ülkeden, geçmişine bakan, bakarken, geçmişini ve kendini
sorgulayan eski bir militanın öyküsüdür.»
-«Öyküde anlatılan
kişi siz misiniz?»
-«Öyküyle benim yaşamım
arasında kolayca bir paralellik kurabilirsiniz, ama ordaki insanın, yazarın
kendisi olduğunu sanmak yanlıştır. Ben, yetmiş kuşağının çilesini anlattım. Sürgünde
kendisiyle ve geçmişiyle hesaplaşan bir insan... Türkiye'den getirdiği militan
kimliğiyle sürgünde çatışmaya başlar. Onu bir gece Öldürüp gizlice Tege! Gölüne
atar. Sonra yeni bir kimlik arayışına girer. Sizce bu kimdir?
-«Bu son öykünüzü
merakla beklediğimizi belirttikten sonra. Sayın Bardakçı, ben, «Gerdek
Gecesi> adlı öykünüze dönmek istiyorum. Radyomuzda yayınlanınca olumlu
tepkiler aldı. isterseniz biraz ondan bahsedelim. Kim bu küçük kız? Kimden
kaçıyor, niçin kaçıyor, kısaca özetler misiniz?»
-«Issızlığın tam
ortası. Kurşun geçirmez bir gece. Kızın özlemleri, umutlan, beklentileri,
kırgınlıkları, korkuları var. Bu kız kimden kaçıyor, kime koşuyor umutla?
Gecenin karanlığını umutlarıyla aydınlığa dönüştüren bu küçük kız kim? Bu
soruların yanıtını, ancak öyküyü okuyup bitirdiğinizde anlıyorsunuz.»
-«Olaylar sizi çekip
içine alıyor ve öykünün sonuna dek kendini ele vermiyor...»
-«Öykünün bitimine bir
sayfa kala da bıraksanız hiçbir şey anlayamazsınız- Yani bu, öykünün
kurgusundan kaynaklanan bir durum. Olayların başı yok, ortası yok, sonu yok.»
-«Bu öykünüz bana
diğer öykülerinizden çok değişik geldi. Anlatım tarzmız. diliniz... Dilinizde,
örneğin, diğer öyküleriniz-deki şiirselliği bulmak olası, ama açıklık ve
yalınlık yerine kapalılık var. yanılıyor muyum?»
-«Bildiğiniz gibi bu
öyküde bir masal havası var. Her şey çok uzakla, sisler içinde. Burda. insan
belleğinin karmaşıklığı söz konusu, insanın, olaylar bütününü kopuk kopuk
anımsaması, olayların ayrı zeminlerde gelişmesi, kahranmanlann iki ayrı
zamanda ve mekânda yaşamaları... Bütün bunlar dilin yapısını da belirledi.»
-«Bu öykünün. Alman
yönelmen Albart Kittler tarafından sinemaya uyarlanacağını okuduk bir
dergide...»
-«Uyarlanacak mı
bilemiyorum, ama bu doğrultuda bir çalışmanın olduğu doğru. <Gerdek
Gecesi> sizin de bildiğiniz gibi, Almanca'ya çevrilen iki öykümden biri.
Öykülerin her ikisinden de çok etkilendiğini ve <Gerdek Gecesi>ni film
yapmak istediğini Albert bana kendisi söyledi. Ben de kabul ettim.»
-«Açıklamalarınız için
teşekkürler Sayın Bardakçı.»
Sevim Ercan, Radio
100, Şubat 1989
Sosyal Demokrat, Nisan
İ989
-«Vehbi, uzun zamandır
edebiyatın içindesin. Bugüne dek beş öykü kitabın ve çeşiili dergilerde birçok
öykülerin yayınlandı. Öykülerine geçmeden önce istersen senden başlayalım,
kimdir Vehbi Bardakçı?»
-«Dokuz çocuklu bir
ailenin sekizinci çocuğu olarak 1956'da, Yozgat'ın Curali Köyünde doğdum.
Çocukluğum ve gençliğim, köy koşullarında, feodalizmin geleneksel yaşam tarzı
içinde geçti. Yani feodal kozasını kıramamış, bir köy delikanlısı...»
«Lisede okuduğum
yetmişli yıllarda, Türkiye, siyasi bir bunalım ve kaos içindeydi. Topiurnun
her kesimi, bu bunalımdan tabii ki etkileniyordu, ama özellikle öğrenciler
yangının tam orta-sındaydi. Bugün hiçbir anlam veremediğim sağ-sol çatışmasında
hergün yüzlerce öğrenci öldürülüyor; yazarlar, gazeteciler, bilim -adamları
aiçakça kurulmuş pusulara düşürülüyor ve acımasız kitle katliamlan oiuyordu.
Kurtarılmış bölgeler ve üniversiteler, hatta liseler vardı. Ülkücü değilsen,
kazansan bile Afyon Mali Bilimler Fakültesine giremiyordun. Solculuk bir yana,
sol içinde belli bîr fraksiyona ait değilsen, örneğin, Ankara Gazi Eğitim'e
giremiyordun. Genelleme gibi anlattığım bu durumlar aslında benim biyografi
imdir. Benden biyografim istendiğinde ben yetmişli yılların Türkiye'sini
anlatıyorum. Çünkü benim kuşağım o dönemde kendini yaşayamadı. Kendi
duygularını, düşüncelerini, yeteneklerini tanıyamadı. Kendine ait Özel bir
yaşantısı olmadı. Benim kuşağım aşklarını bile içine gömdü. <Yavuklu yerine
silaha sarıl' dik, ey halkım, unutma bizi!> diye ağıtlar yaktı. Belli
kalıplara ve ideolojilere koşullandırıldı. Düşünme ve yaratma fırsatı verilme'
di ona. Kendini tanımayan bu kişilerin, toplumu kurtarma ope--rasyonları 12
Eylülle sonuçlandı.»
«O dönemde, kendimi,
bir hapishaneden çıkıp diğerine girmiş gibi hissederdim. Feodal kozanı,
özgürlük adına parçalayıp çıka' çaksın ve bu kez daha katı kuralların
ortasında, çelikten bir cem-berin içinde bulacaksın kendini. Bağnazlığın,
koşullanmışlığın, fa-natizmin balağına saplanıp kalacaksın. Gerçekten zor bir durum.»
«Kendimi yine de bir istisna olarak görüyorum. O dönemde, bir yandan bana
dayatılan kalıp ideolojiyi savunurken, di-ğer yandan kendimi arayıp durdum.
Başlangıçta sadece benimle ideolojik benzerlikleri olan yazarları ve şairleri
okurken, daha sonra başka dünyalara açıldım. Nazım'dan Orhan Veli'ye, Gorki'den
DostoyevskiVe geçmek bile, belli önyargıları yıkmakla mümkündür. Daha Önce
önyargıyla yaklaştığın yazarları zevkie okumaya başlıyorsun. Okudukça açılıyor,
genişliyor, tüm dünyayı kucaklıyorsun. Senin için artık sınırlan çizilmiş
belli alanlar yoktur. Her şeyin güze! yanıyla buluşuyorsun. Örneğin,. Yunus Emre'yi-
Mevlana'yı, İmamı Gazali'yi, İbrahim Hakkı'yi, Abdülke-rim Ceyli'yi okuduğunda,
mütevazı bir bilgelikle karşılaşıyorsun. Hayata bakışın, yaşama amacın ve
tarzın değişiyor. Mesela hoşgörün gelişiyor ve yanlışlara bile tahammül
edebiliyorsun. Daha çok kendinle ilgileniyorsun ve hatalannı gözden
geçiriyorsun. Özgürlüğün tadına işte böyle varıyorsun.»
-«Yazın yaşamın nasıl
başladı, onu anlatır mısın?» -«Ecevit'in ikinci başbakanlık döneminde, I979'da,
Kültür Bakanlığı, edebiyatın çeşitli dallarında bir yarışma açmıştı. Yaz-dığım
ilk öyküyle o yarışmaya katıldım ve birincilik ödülü aldım.
Bu, ülke çapında,
sadece gençliği kapsamına alan bir yarışmaydı. Bu yarışmanın amacı, gençliğin
kavgasını barışa dönüştürmek ve onları düşünmeye ve üretmeye yöneltmekti.
Yirmi üç yaşındasın. İlk öykün, yüzlerce öykünün arasından seçilerek birinci
oluyor. Üstelik, ödül almaya, kırılmış bir burunla, sargılar içinde gidiyorsun.
Her halinle, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın önünde gençliği temsil ediyorsun.
Kurtuluş savaşından çıkmış gibi kan-revan içindesin. Zaten ödül aian öykünde
anlatılan da budur. Bu, hiç unutamayacağım bir başlangıç olmuştur.»
-«Şimdi öykülerinden
konuşalım istersen, ilk kitap nasıl oluştu ve sonrakiler nasıl geldi?»
-«1980'de, yani ödül
aldıktan bir yıl sonra yurtdışına çıktım. Yetmişli yıflann gençlik
hareketlerini ve sonuçlannı anlatan ilk öykü kitabım 198l'de yayınlandı.
1983'de, Ortadoğu Yayınevinden çıkan <Kapı Kapı> altı bölümlük bir
diziydi. <Yanm Kalan Türkü> ise, i 985'de uzun öykü olarak yine
Ortadoğu'dan çıktı. Onu, i 987'de Berlin'deki Hitit Verlag'dan ve 1989'da Yeni
Toplum'dan çıkan kitaplanm izledi. Bunlardan ilki Almanca ya çevrildi.»
-«Almanya'da yaşayıp,
Türkiye'yi yazmak nasıl bir şey?»
-«Kötü!., ister
istemez beraberinde bir iç çatışmayı getiriyor. İçinde yaşadığın ve zaten
yabancısı olduğun bu ülkeye büsbütün yabancılaşıyorsun. Oysa bu yabancı ülkenin
yaşam biçimine ve standartlarına kendini uydurabilmen için bir sürü şey yapman
gerekiyor. En başta dil öğreneceksin. Kendine uygun bir iş bulacaksın. Evin
olacak, mobilyan olacak, araban olacak. Daha da önemlisi, yarı yaşından sonra,
kendi kişiliğini ve içinde yaşadığın toplumun kültürünü yoğurup bir senteze
varacaksın. Almanya'yı yazmalıyım diye düşündüm. Yetmişli yılların Türkiye'sine
saplanıp kalmamalıydım. Bu, sadece yazın açısından değil, ruh sağlığı
bakımından da gerekliydi. Almanya öyküleri böyle oluştu.»
-«Bu öykülerin
merkezinde neler var/kimler var, onu bize kısaca anlatır mısın?»
-«Göçün getirdiği yeni
yaşam biçimine birinci kuşağın gözüyle bakınca, yaşamın her alanında, en küçük
ayrıntılarda bİ' le bir çatışmanın olduğunu saptadım. Bu çatışma, birinci kuşağı
bunalıma itmiştir, ikinci kuşağın durumu daha da kötüdür. Onlar, her iki
kültüre de yabancı, ikili bir kimlikle, nereye ait olduklarını bilemeden
yaşamaktadır. Ama bunun geçici bir süreç olduğunu belirtmeliyim- Bu süreç, tüm
sancılan ve çaîışmala--nyla bitecek, yeni bir süreç başlayacak, arkadan gelen
üçüncü kuşak, bu ülkede söz sahibi olacaktır»
-«Olaylar, (Gurbet
Yurdumdun adlı son Öykünde, diğerleriyle kıyaslandığında, farklı bir temelde
başlayıp gelişiyor ve farklı bir yöne gidiyor, ne dersin?»
-«Bu son öykümle
yazdıklarıma yeni bir boyut getirdiğimi sanıyorum. Bu öykünün merkezinde,
Türkiye veya Almanya değil, insan olgusu var. Kendi içine yönelen, kendisiyle
hesaplaşan, geçmişini sorgulayan, daha doğrusu eski militan kimliğiyle
çatışan bir insan... »
-«Vehbi, bir konuda
çok duyarlı olduğunu gördüm, izin verirsen sormak istiyorum, Türkiye'ye hâlâ
gidemiyor musun?»
-«Gittim!.. Önce
Lise-Der davası düştü, sonra gidip 1992'de bedelli askerliğimi yaptım. Siyasi
suçluların affedilmesi ve askerlik için yaş sınırının otuz ikiden otuz sekize
çıkarılması doğrusu benim için bir piyango oldu. Şimdi artık Özgürüm,
huzurluyum ve rahatım.»
-«Son altı yıllık
durgunluğun önemli bir nedeni var mı? Yeni Öykülerini ne zaman okuyacağız?»
-«Bundan sonra yazmaya
devam edecek miyim? Bunu hiç bilemiyorum. Yazmak için kesin bir planım yok.
Kendimi yazmaya koşullamıyorum. Eski yazdıklarımı incecik bir elekten geçirdim,
i 979'da ödül alan ilk öykümden, ! 989'da yayınlanan son öyküme dek, on yıllık
çalışmalarımı gözden geçirip tek kitap yaptım, ilerde birgün <Yarım Kalan
Türkü> ya da «Gurbet Yurdumdun adıyla Türkiye'de yayınlamayı düşünüyorum...»
-«Bu isimler seni çok
iyi anlatıyor.»
-«Kitap da öyle... On
yıl boyunca değişik kitaplarımda söylemeye çalıştığım şeyler, şimdi bu tek
kitapta daha derli toplu anlatılıyor. Bence böyle çok iyi oldu. Yeni şeyler
yazacak mıyım, bunu bilemiyorum, ama son yıllarda, insanın içindeki karmaşaları
anlatan kitaplar okuyorum. Sokak çatışmalarını üzülerek izliyorum, ama daha
çok insanın içindeki çatışmalar ilgilendiriyor beni. İnsanda, kin ve nefret
olduğu için. kıskançlık, yarış ve rekabet olduğu için dünyamızda savaş vardır.
İnsanda hoşgörü olsa, sevgi olsa, iç huzuru olsa, dünyamızda barış olacaktır.
Toplumsal olayları yöneten ve yönlendiren insandır çünkü. Edebiyatı bunun
için seviyorum. Edebiyatın konusu ve malzemesi in--sandır. Ulaşmak istediği
hedef de insandır. Toplumsal olaylar, politikayı ve sosyolojiyi doğrudan
ilgilendirir, ama edebiyatı, in--sana yansıyış biçimiyle ilgilendirir. Edebiyat,
insanı anlıyor, ama ne yazık ki insan onu anlamıyor. Onunla ilgilenmiyor. Okumuyor.
Bu yüzden, atılan taş, hedefe bir türlü ulaşamıyor. Çünkü edebiyat insanla
ilgilenirken, insan başka şeyle ilgileniyor. Başka şeyle ilgilenen insan, kendi
merkezine yönelmeyi ve kendisiyle ilgilenmeyi unutuyor ve dolayısıyla kendine
yabancılaşıyor. Böyle karamsar bir tablo çizmek istemezdim, ama yazmak söz
konusu olduğunda bunları düşünüyorum.»
-«Teşekkürler Vehbi.»