YARIM KALAN TÜRKÜ.. 2

Paylaşılamayan Acılar Ve Yarım Kalan Türküler 2

Acılar Paylaşılmaz. 6

Konserve Kutusu. 10

Kapı Kapı 14

Umut Dağların Ardında. 19

Özgürlüğün Ayak Sesleri 23

Irz Düşmanı 28

Yarım Kalan Türkü. 31

Gerdek Gecesi 37

Son Perde. 42

Yüreğin Burkulmasın. 48

Gurbet Yurdumdur 54

Basından Seçmeler 58

Seçme Mektuplar 59

Yazar Olmak. 61

Acılı Kuşağın Sesi 62

Vehbi Bardakçı'nın Yazın Serüveni 63

 

 


YARIM KALAN TÜRKÜ

 

Paylaşılamayan Acılar Ve Yarım Kalan Türküler

 

Terör  ortamında yaşıyoruz. Kimin kime niçin vurdu­ğu belli değil. Sorarsanız, emperyalist sömürüye karşı haklı bir savaş yürütülüyor. Fakat, bu savaş, okullar­da, derneklerde ve sokaklarda yürütülüyor. Esnaf birbirine düşman. İşçiler birbirine, köylüler birbirine düşman. Öğ­retmenler, öğrenciler birbirine düşman. Okula gitmek için hergün evden çıktığımda:

-«Çabuk gel!» diyor anam. «Okuldan çıkar çıkmaz gel, takılıp kalma olur olmaz yerlerde. Yürek ağrısına oturtma beni.»

Çocuğum onun gözünde. Küçük, savunmasız bir çocuk... «Olur olmaz yerlerde takılıp kalma» diyor, uyarı­yor beni. Onu hiç umursamıyorum, fakat o çok haklı. Yü­rek ağrısına tutulmaktan korkuyor. Oysa yüzlerce ana, hergün yüzlerce ana yürek ağrısına tutuluyor... Hayatı çekilmez hale getirdiler.

Hergün olduğu gibi o gün de anamın sıkı öğütlerini yedikten sonra evden çıkıyorum. Güneşli, ışıl ışıl bir ma­yıs sabahı. Okulun bahçe kapısından içeri gireceğim sıra-

da7 tam bu sırada, eli sopalı üç kişi çıktyor önüme. Surat­ları öfkeden nar gibi kızarmış, vahşi yırtıcılar gibi bakıyor­lar bana. Üzerime saldıracaklar, bu belli...

-«Sana kaç kere söyledik lan!? Hâlâ geliyor musun bu okula!?» diyorlar. -«Bas git burdan!..»

-«Bak gitmezsen, sonun çok kötü olacak!...» -«Burası, sizin olduğu gibi bizim de okulumuzdur» di­yorum. «Sizin tek umudunuz nasıl okumaksa, bizim tek umudumuz da...»

Sözümün sonunu getiremiyorum tabu. Sadece üzeri­me inen sopaları hatırlıyorum. Bir de mideme gelen diz darbesini... Bu darbeyle un çuvalı gibi yere yığıldığımı da hatırlıyorum. Film burda kopuyor. Sonrası yok... Gözleri­mi açtığımda, kendimi müdür yardımcısının odasında bu­luyorum. Sosyoloji hocası Şeyda Hanım, üzüntü, şaşkın­lık ve panik içinde, yaralarımı tedavi etmek için çırpınıp duruyor. Bunu yaparken de durmadan söyleniyor. -«Uyandı uyandı!» -«Açtı gözlerini!» diyorlar.

Sesleri istiyorum, fakat başıma gelenleri tam olarak kavra-yabilmiş değilim. Şeyda Hanım, üzerime eğilerek soruyor: -«Kaç kişiydiler?» diyor. -«Üç» diyorum. -«Bu muydu biri?» diyor.

Boynumu sola kınp, Şeyda Hanımın gösterdiği yere bakı­yorum. Birini yakalamışlar, diğer ikisi yok. Müdür yardımcısı, yakalanan saldırganı köşeye sıkıştırmış, öfkeyle yumrukiuyor.

-«Evet, biri buydu» diyorum.

-«Beyinsizler!» diyor Şeyda Hanım. «Eşkıya takımı, hay­dut bunlar! Aç kurtlar gibi saldırdılar üzerine değil mi?»

-«Evet» diyorum. «Aç kurtlar gibi...»

Müdür de yanımda. İkide bir kaikıp odanın içinde do­lanıyor, sonra ne yapacağını bilemeden gelip yerine otu-ruyor. Sonra kalkıp müdür yardımcısının kolunu tutuyor:

-«Bırak iti, vurma, bela olur başımıza» diyor.

Müdür yardımcısının sert yumruklarına dayanamayan saldırgan, küt diye düşüyor, mosmor kesiliyor. Kısa süreli yoğun bir pansk yaşanıyor. Herkes çok korkuyor. Şeyda Hanım-beni bırakıp, yere düşen saldırgana koşuyor. Ön­ce ne yapacağını bilemeden dönüp duruyor. Sonra mü­dürün aklına yapay solunum yaptırmak geliyor. Birkaç da­kika sonra canlanıyor. Herkes rahat birer soluk alıyor. Olayı yeni duyan öğretmenler, öğrenciler koşup geliyor­lar. Her kafadan bir ses çıkıyor; «hastane!..» diyorlar, «doktor!..» diyorlar, «ölür!..» diyorlar, duyuyorum. İki ki­şinin yardımıyla ayağa kalkıyorum. Bu sırada, boy ayna­sında kendimi görüyorum. Kendi görüntüm, ömür boyu silinmeyecek derin bir iz bırakarak belleğime nakışlanıyor. Ceketim, gömleğim, pantolonum paramparça olmuş. Bur­num açılmış, şişmiş, patlıcan gibi morarmış! Sol gözüm ta­mamen kapalı! Dudağım patlamış, yanağım çizikler ve tır­mıklar içinde. Ağrılarım gittikçe artıyor, dayanılmaz olu­yor. Kan-revan içindeyim!

Müdürün arabasına biniyoruz. Müdür, Şeyda Hanım ve iki Öğrenci arkadaşım var yanımda. Doktor, kırılan burnumu ameliyat etmek için hazırlanırken, içim ılıyor, başım dö­nüyor, her şey usul usul silinip yitiyor. Zor işitilen bir sesle, «gidiyorum» dediğimi hatırlıyorum. Sadece «gidiyorum» de­diğimi... Ayılınca öğreniyorum uzun süre baygın yattığımı.

Ameliyattan sonra eve dönüyoruz. Evin önü, komşular­la tıklım tıklım... Çoktan getirmişler haberi. Herkes beni bekliyor. Şeyda Hanımın ve arkadaşlarımın yardımıyla arabadan çıkarılıyorum. Anam... Yürek yangını, evlat vur­gunu, ciğerim anam... Beni görür görme2 basıyor feryadı. Koşup boynuma sanlıyor.

-«Demedim mi?!» diyor. «Ben demedim mi?!» Müdür, Şeyda Hanım ve iki öğrenci arkadaşım, anama «geçmiş olsun» deyip gidiyorlar. Eve giriyoruz. Odanın içi komşularla dolu. Her kafadan bir ses çıkıyor, Öğüt venyorlar. -«Ay aman karışma!» -«Neyine gerek!» diyorlar. -«Olmaz olsun!» -«Hepsi de bir!» diyorlar. -«Bırak okulu!» -«Okuyup da...» -«Sen de...»

-«Adarn...» diyorlar.

Halam, başucumda nöbet tutar gibi oturuyor. Ve otur­duğu yeri kimseye bırakmıyor. Saçlarımı okşuyor, ikide bir eğilip yanağımdan öpüyor.

-«Yadigâr» diyor bana. «Kardeşimin yadigârı...»

-«Ali getirdi haberi» diyor anam. «Halanla koşup okula vardık. Meleyi meleyi kuzusunu arayan deli koyun olduk.

(Hastaneye gitti> dediler. Dediler ya, gel sen bana sor! <Ey-vah gitti bu!> dedim, İnanmadım ki hastanede olduğuna!.. Şükürler olsun Rabbime! Seni bana bağışlayan Rabbime şü­kürler olsun. Bu, kurbanlık bir iş oldu!»

Akşama doğru arkadaşlarım geliyor. Olayı değerlendi­riyoruz. Değerlendirecek sanki ne varsa! Dayak yemenin, dayak atmanın felsefesi olur mu? öyle bilimsel konuşu-yoriar ki, duyanların aklı şaşıyor! Tam bu sırada Ali giriyor içeri. Soluk soluğa, koşarak giriyor. Heyecandan uçacak.

-«Bilin bakalım, ne haber getirdim?!» diyor.

-«Uzatma Ali, söyle» diyorum.

-«Sen haber kuşu mu oldun bugün!?» diyor anam. «Oğlumun acı haberini de sen getirdin!»

-«Ama» diyor Ali, «bu sefer acı değil, tatlı!... Hem çok tatlı! Oyie tatlı ki, tadından yiyemezsiniz!»

-«Uzatma ya Alİ, şimdi seni çekemem!» diyorum.

-«Sen» diyor Ali, «Herhangi bir yarışmaya, öykünle fi­lan herhangi bir yarışmaya katıldın mı?»

Yoksa ben... Kimseye söylememiştim oysa! Yarışmaya katıldığımı bırakın, öykü yazdığımdan bile kimseye söz et­memiştim. Aman Allahım, yoksa ben kazandım mı?

-«Okulun müdürüne kirn telefon etmiş biliyor musu­nuz?» diyor Ali. «KaraoğlanL Evet, şaşırmayın! Karaoğlan, okulun müdürüne telefon etmiş ve kutlamış! (Öğren­ciniz, öykü yarışmasında birinci oldu, sizin şahsınızda okulu­nuzu kutlarım> demiş.»

Kültür Bakanlığı ile Gençİik ve Spor Bakanlığının ortak­laşa açtıkları bir yarışmaya gönderdiğim öykü birinci ol-muş. Başbakan Bülent Ecevit, okulun müdürüne telefon etmiş. Müdür beni çağırıyormuş. Eğer rahatsızsam, yerimden kalkamazsam, o gelecekmiş yanıma. -«Gidebilir misin?» diyor arkadaşlarım. -«Gitmeliyim!» diyorum.

Hemen kalkıyoruz. Yüreğim!.. Ey benim vakur yüre­ğim!.. Seni çok seviyorum! Hangi yönden estiği bilinme­yen bir sevinç fırtınasındayim. Burnumun kocaman sargı-siyla ve morarmış sol gözümle müdürün odasına giriyo­rum. Sabırsızlıkla beni bekltyormuş. Ben içeri girer girmez: -«Hah!» diyor. «Geldin işte! Otur şuraya. Öykü yazı­yordun demek? Aşkolsun be evladım, hiç söylemedin bi­ze! Başbakan telefon etti biraz Önce. Senin şahsında, he­pimizi, tüm okulu kutladı. Çok sevindim! Nasıl sevindim bir bilsen. Gel bir Öpeyim seni. Ödülünü Ecevit verecek--miş.  Senin bu ödülü alman çok iyi oldu be evladım. Gençliğin durumunu gözleriyle görsün. Şu haline bak, sa­vaştan çıkmış gibisin. Yann bakanhkta olman gerekiyormuş, ödülün, 19 Mayıs Töreni sırasında verilecekmiş. Giderleri-ni bakanlık karşılayacakmış. Yol paran var mı?» Cebine davranıyor.

-«Paran yoksa al, çekinme evladım, al!...» -«Sağol Hocam, var» diyorum.

Nasıl bir Öykü yazdığımı soruyor, söylüyorum. Sözcü­ğün tek anlamıyla mutluyum. Eve gelip uzanıyorum. Tat­lı düşler, beni alıp, uzaklara, taa uzaklara götürüyor. Er­tesi gün, aynı haberi bildiren bir telgraf alıyorum bakanlıktan. Artık gitme zamanıdır...

Bakanlıktayım, öykü ikincisi, üçüncüsü ve yarışmanın diğer dallarındaki birinciler, ikinciler, üçüncüler de ordalar. Tanışıyoruz. Biraz sonra, Kültür Bakanlığında görevli ve aynı zamanda yarışmanın seçici kurul üyelerinden Mahmut Makal geliyor. Hepimize ayrı ayrı hoşgeliş ettik­ten sonra:

-«Birinci olan <AcıIar Paylaşılmaz» adlı öykünün yazarı hanginiz?» diye soruyor.

Yerimde heyecanla kıprdanıp kendimi belli ediyorum. Bir süre sessiz bakışıyoruz. Sargılı burnuma, morarmış gö­züme ne olduğunu düşünüyor belki.

-«Sen misin?» diyor.

-«Evet» diyorum.

-«Gazi misin?» diyor.

-«Sorma hocam, o konuya hiç girmeyelim» diyorum. «Burdayım işte, kazandım!»

-«Çok şaşırdım! Doğrusu ben öykünden çok etkilen­miştim, ama senin şu halin...»

-«Öyküyü nasıl buldunuz hocam?»

-«Mükemmel... Çok İyi yazılmış bir öykü. Gerçekten yaşanmış mıdır bu olay?»

-«Hergün böyle yüzlercesi yaşanmıyor mu hocam? Gün geçmiyor ki, faili meçhul katliamlar olmasın!»

-«Haklısın. Zaıen bunun için, güncel olduğu için bi­rinci oldu; fakat <güncel> derken, «kalıcı değib demek is­temiyorum. «Acılar paylaşi!maz> mükemmel bir öykü, çok sağlam. Başka öykülerin de var mı?»

-«Hayır, bu ilk...»

-«Yüz yetmiş dört öykü katıldı bu yarışmaya. On beşi kurallara uymadığı için yarışma dışı bırakıldı. Seninki, yüz elli dokuz öykünün içinden sıyrılıp birinci oldu. İkinciliği alan kimdi?»

Yanımda oturan İstanbullu kız (bu arkadaşın adını keş­ke hatırlayabilseydim; ama eğer bu kitabı okuyorsa, o kendini bilir), heyecanla kıpırdanıyor yerinde:

-«Benim» diyor.

-«Seninki de çok güzel» diyor Makal. «Dilin çok temiz ve akıcı. Ama sanıyorum ilerde toplumsal sorunlara da eğilirsin.»

Bu sırada bir gazeteci geliyor. Topluca fotoğraflarımızı çektikten sonra, bana, adını ve gazete bürosunun adresini veriyor. Yarın ödül töreninden sonra gazete bürosuna uğ­ramamı söyleyip gidiyor. Mahmut Makal da kalkıyor.

-«Sizi tanıdığıma ve başarılarınıza çok sevindim arka-daşlar» diyor. «Daha burdasınız, görüşürüz.»

Mahmut Makal gittikten sonra, ben ikinciliği alan Öy­küyü okumaya başlıyorum. Bu arada, ikinciliği alan arkadaş da benim öykümü okumaya başlıyor. Öykünün orta-larındayken, dalında ses alma aygıtıyla, genç, esmer, gü­zel bir bayan giriyor içeri. İnce bir gülümseyişle hepimizi selamlıyor. Merakla ona bakıyoruz. Kendini bize, «Ankara Radyosundan İnci Gürbüzatik» diye tanıtıyor.

Memnuniyetimizi belirtiyoruz. Yerine otururken, sunucu­su olduğu programı dinleyip dinlemediğimizi soruyor. Hepi­miz de dinlemişiz. Aygıtı çantasından çıkanrken, hepimize te­ker teker memleketimizi, okulumuzu, yaşımızı soruyor.

-«öykü birincisi?»

-«Ben...»

-«Önce sizinle başlayalım» diyor.

Aygıtın düğmesine basıp, mikrofonu ağzıma tutuyor. Kalp atışlarımın hızlandığını hissediyorum.

-«önce tanışalım» diyor.

Galiba önemli adamlar oluyoruz. Heyecandan dilim tutuluyor. Bu durumda neler söylenir, bilmiyorum. Ben hiç Önemli adam olmadım ki. inci Hanım, aygıtı kapatmak zorunda kalıyor.

-«İsterseniz önce özel bir konuşma yapalım» diyor. «Yorgun görünüyorsunuz. Heyecan da var tabii.»

-«Müthiş heyecanlıyım.»

-«Devam edin lütfen. Okulunuzda durumlar nasıl? As­lında yaralı görüntünüzle bu sorunun yanıtını çok açık bir biçimde veriyorsunuz.»

Anlatıyorum. Konuşmam bittikten sonra, Incİ Hanım, elindeki mikrofonu öykü ikincisi kıza uzatıp, aynı soruları ona da sormaya başlıyor. Programını bitirdikten sonra ya­nıma geliyor ve bana başka neler yazdığımı soruyor.

-«Şiir» diyorum.

Radyoya gelmem için randevu veriyor. Benimle bir program daha yapacağını söyleyip gidiyor.

Bir görevli, geldiğimiz yerlerin uzaklık yakınlık duru­muna göre, yol, yeme, içme ve otel paralarımızı bir zarf içinde verdikten sonra:

-«Bir otel bulun kendinize» diyor. «Bakanlığa yakın ol­sun. Sabah saat sekizde burda bulunmanız gerekiyor.

Hep beraber törenin yapılacağı stadyuma gideceğiz. Ödüllerinizi Başbakan Sayın Ecevit'in vereceği bildiril-misti size; ama son anda bir değişiklik oldu, Başbakanın da hazır bulunacağı törende, ödülünüzü Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk verecek.»

Orta sınıf bir otel buluyorum kendime. Odamda yal' nıztm. Fakat görüntüm beni rahatsız etmeye başlıyor. Ay' nanın karşısına geçip, burnumun sargısını açıyorum. Zen­ci boksörlerin burnuna benziyor. Aynadaki kendimi yar­dırıyorum. En iyisi sargıyı tekrar kullanmak. Yara henüz çok taze. Burnumda, ameliyatın dikiş iplikleri... Sargılı durmaktan başka çare yok.

-«Verimli topraklarda fidelenmedi umutlarım. Benim umutlarım, vahşetin kucağında döllendi.»

Ertesi gün sabah bakanlıktayız. Bizi bir arabaya bindi­rip, törenin yapılacağı stadyuma götürüyorlar. Bayram töreninin sonundayız. Ödüllerimizin verileceği anons edili­yor. Ve adımı duyuyorum. Cumhurbaşkanının oturduğu türbindeyim. Yanına varıyorum. Elimi sikip kutluyor. Ödü­lümü veriyor.   Fakat burnumla hiç ilgilenmiyor. Sonra Başbakan Ecevit ve Rahşan Hanım kutluyor. Bülent Ece-vit, elimi sıkarken,, burnuma ne olduğunu soruyor. -«Kırdılar» diyorum. Kameralar burnumu çekiyor.

Ödül töreninden sonra, adresini aldığım gazete büro­suna gidiyorum. Önüme ilk çıkan görevliye, beni buraya çağıran gazetecinin adını söylüyorum. Beni alıp ona götü­rüyor. Bir masaya oturuyoruz karşılıklı. İlk soru olarak:

-«Burnun?» diyor.

-«Eh!» diyorum. «Düşüncelerinden dolayı birbirine saldıran gençliğin içinde okuyorum. Aslında bunda şaşıla­cak bir şey yok. Şaşılacak şey, yarasız beresiz okuyabil­mektir.»

-«Sanat?» diyor.

-«Tutku» diyorum. «Aşkla bağlandığım ve onsuz asla yaşamak istemediğim bir tutku.»

-«Çalışmaların?» diyor.

-«Sürecek» diyorum.

Söyleşimiz bittikten sonra gazete bürosundan çıkıyo­rum. Aslında bugün dönmem gerekir. Anam kaygılanıyor şimdi, biliyorum. Ama yarın saat on dörtte Radyoda ol­mam da gerekiyor. İnci Hanımla böyle sözleştik. Otel arıyorum kendime.

Ertesi gün, sözleştiğimiz saatte Ankara Radyosuna va­rıyorum. İnci Hanım, kendi bölümünün kapısında beni sıcak bir ilgiyle karşılıyor. Hoşgeliş edip, odasına alıyor. Çok dağınık bulduğu masasını aceleyle toplamaya başlı­yor. Karşılıklı oturuyoruz.

-«Ne içersin?» diyor.

-«Çay» diyorum.

Biraz sonra iki çay geliyor. Bir yandan çaylarımızı içer­ken, diğer yandan İnci Hanım programına başlamak istiyor.

-«Başlayalım» diyorum.

Yazdığım öykü üzerine ayrıntılı bir konuşma yaptıktan sonra, şiir üzerine konuşuyoruz. Kimleri okuduğumu, kimlerden etkilendiğimi soruyor.

-«Nazım» diyorum.

-«Haa, baksana» diyor. «Çok kötü bir kavgadan çıkmı­şa benziyorsun. Utanırsın belki diye o gün iyice soramadım. Kimler yaptı bunu?» -«Önemi yok» diyorum.

-«Var!» diyor. «Hayatından daha önemli ne olabilir ki? Hiçbir ideoloji, insanın önüne geçemez. Eğer geçiyorsa, bunda bir yanlışlık var demektir.»

-«İdeoloji aslında bir saplantıdan başka şey değil» diyo­rum. «Benim öyle bir saplantım yok. Fakat ben seviyorum. Yaşadığım hiçbir olumsuzluk, beni bu sevgiden vazgeçi' remez.»

-«Kimi, neyi seviyorsun?»

-«Hayatı seviyorum.  Okumayı, yazmayı seviyorum. Fakat birileri, <şunu oku, bunu okuma> diye dayatıyor. <Bunu sev, şunu sevme> diyorlar. <Nazırn'ı sevme, Nazım yasak> diyorlar. Hayır, ben yasaklan sevmiyorum. Fakat ben Nazım'ı seviyorum. İnsanı, sanatı, sanatçıyı seviyorum. Umutlarımı seviyorum. Ozlemeyi, düşlemeyi, dü­şünmeyi, üretmeyi seviyorum. O zaman sizden çıkan şeyler birilerine ters düşüyor. Ters düştüğü için de burnunu­zu kırıyorlar. Ne yapmalıyım? Her şeyden vaz mı geçme­liyim? Birilerine ters düşmemek için kendime mi ters düşmeliyim?»

-«Radyomuz için çocuk oyunları yazar mısın?» -«Ben mi?»

-«Denersin, öyküden daha zor değildir. Senin için iyi bir olanak. Kısa olacak, üç daktilo sayfası...»

Kalkıyor, «Oyun Yazma Tekniği» adlı bir kitap alıyor kitaplıktan. Kitabı bana uzatıp:

-«Önce bunu oku, sonra yazarsın» diyor. Teşekkür ediyor ve ayrılıyorum. Kızılay'a doğru avare avare yürümeye başlıyorum. Başarı belgesi ve plaketten başka, ödül olarak aldığım onbin liralık çek var cebimde. Çeki bozdurup, Zafer Çarşısına gidiyorum. Doya doya bakıyorum alamadığım kitaplara. Doya doya, sindire sin-dire... İstediğim her kitabı alabilecek durumdayım. -«Şimdi siz bana yalvarın» diyorum. Almam gereken pek çok kitap var. Kitapları koyabile­ceğim bir çanta alıyorum Önce. Elliyi aşkın kitap dolduru-yorum içine. Kitaplar, sanat dergileri... Hop deyip yerin­den kalkmıyor çanta. O geceyi de Ankara'da geçiriyo­rum. Ertesi sabah bir taksi tutup gara gidiyorum. Yarım saat sonra kalkacak otobüsü beklemeye başlıyorum.

Otobüsteyim. Mamak köprüsünü geçiyoruz. On bir ve on sekiz yaşlarında iki kız var yan koltukta. Bir yerden tanıyacak gibi oluyorum onları, ama tam olarak çıkaramı­yorum. Aralarında fısıltıyla konuşup bana bakıyorlar. Bir­birimizle konuşmaya bir süre cesaret edemiyoruz.

-«Afed ersin iz» diyorum sonunda. «Sizi bir yerden ta-nıyacak gibi oluyorum ama...»

-«Adım Kübra» diyor büyük olanı. «Bu da kardeşim Funda. Biz de.seni biraz tanır gibi olduk. Bizim köylü değil misin?»

-«Köylü mü? Bizim köylü mü? Siz bizim köylü müsü­nüz? Yok ya, bu mümkün değil!»

-«Aslında aynı köylüyüz, ama pek de Öyle sayılmayız. Ben çok küçükken kasabaya göçmüşüz. Kasabada baba­mı ve ağabimi mutlaka görmüşündür, dükkânları vardı Çarşıda. <Hasan Çavuş> derler babama.»

-«Tamam ya, onları çok iyi tanıyorum. Bu nedenle ba­na tanıdık gelmiş olmalısınız. Ama onlar şimdi...»

-«Yozgat Cezaevindeler.»

-«Evet ya, doğru... O talihsiz olayı yaşadığınızı biliyo­rum. Anneni de almışlardı içeri, değil mi? Peki o nerde şimdi?»

-«Ankara Ulucanlar Cezaevinde yatıyor. Ben Sivas'da, teyzemin yanında okudum bu yıl Kardeşim de Ankara'da, dayımın yanında okudu. Hiç aksatmadan, her ay, Sivas'dan Ankara'ya annemi ziyarete geldim. Şimdi de okuliar kapa­nınca, kardeşimi almaya geldim. Köye gidiyoruz.» -«Köye mi?»

-«Kasabada kimsemiz yok, evimizi de yıkmışlar, orda kalamayız artık. Diğer iki kardeşim köye sığınmıştı zaten, Annem çıkana kadar biz de köyde kalacağız, halamın ya­nında...»

-«Ne zaman çıkacak annen?»

-«Yedi ayı var. Geçen gün seni televizyonda gördük, Öykü yarışmasında birinci olmuşun, kutlarım.»

-«Teşekkür ederim, ama sen...»

-«Dayım söyledi bizim köylü olduğunu. Aynı otobüste yolculuk edeceğimizi hiç düşünmemiştim. Burnundaki sargıdan tanıdık. Sahi noğoldu burnuna?»

-«Önemi yok, küçük bir yara...»

-«Köyde seninle görüşmek istiyordum zaten. Yani gö­rüşebilmeyi umuyordum. Anlatacağım olayları belki ya­zarsın diye düşünmüştüm.»

-«Hangi olayları? Hani şu sizin ailenin...»

-«Yani tam olarak o değil, ama ona bağlı gelişmeler. Şu son aylarda yaşadığım olaylar... Aslında ben yaşadıklarımın etkisinden hâlâ kurtulamadım. Yaşadıklanma inanamıyo­rum ya!»

Bir süre sessiz kalıyoruz. Gözgöze geliyoruz birkaç kez. Küçük kardeşiyle yer değiştirsek ne İyi olurdu! Bunu, ona söyleyemiyorum tabii. Ama o, sanki düşüncemi okuyormuşcasına:

-«Funda'yla yer değiştirir misin?» diyor.

Allahım, bu ne isabetli bir buluşma! Sevincimi ve şaş­kınlığımı gizlemeye çalışarak:

-«Tabii» diyebiliyorum.

Yerleşmemiz uzun sürmüyor. Kübra, hoşnut ve biraz da heyecanlı bir sesle:

-«Bilmem ki, nerden başlasak» diyor. «Bana sorarsan, bu öykünün adı <Yarım Kalan Türkü> olmalı.»

-«Neler yaşadın?» diyorum.

-«Neler yaşamadım ki!» diyor.

Hayatım boyunca unutamayacağım o güzel sesiyle anlatmaya başlıyor. Anlatırken yeniden yaşıyor sanki. Gözle­ri bazen dehşetle açılıyor, bazen hüzünlü bir gülümseme yayılıyor yüzüne, bazen sesi titriyor ve ağlamaya başlıyor. Biz, otobüste olduğumuzu ve yolculuğumuzu unutmuş, tamamen farklı bir dünyaya açılmışken, Elmadağı'nda askerler görünüyor ellerinde silahlarla. Gelip geçen araba­ları durdurup arama yapıyorlar. Sürücü, dikiz aynasından yolculara bakarak:

-«Yanınızda boktan şeyler olmasın sakın!?» diyor. -«Yok, yok, sür otobüsünü, korkma!» diyorlar. Ben hiç konuşamıyorum. Çantam, «boktan» şeylerle dolu çünkü. Otobüsümüz durdurulup sağa yanaştırılıyor. Askerlerin bir kısmı bagajlara bakarken, bir kısmı da oto­büsün içine dalıyor. Yolcuları ve çantaları didik didik arı­yorlar. Sıra benim çantada... -«Breh, breh, breh!..» diyor. -«Kimin bu çanta?» -«Benim...»

Bir dergiyi alıp karıştırmaya başlıyor. «Dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar birleşin!» yazısını, çenesini sağa sola oy­natarak, yüksek sesle ve biraz da alaylı okuyor. Sonra imalı bir ses tonuyla:

-«Ezilen sınıf ha?» diyor. «Sınıf, işçi sınıfı!.. Dünyanın işçileri birleşecek ha? Kime karşı? Sen bunların yasak ol­duğunu bilmiyor musun?»

-«Yasak mı? O halde neden Ankara'nın göbeğinde, açıktan açığa satılıyor? Bunlar illegal değil ki, herbirinin üzerinde ciddi yayınevlerinin logosu var.»

-«Senin dilin pek de uzunmuş! Keserim o dilini senin! Sen kiminle konuştuğunu biliyor rnusun?»

-«Ben bir Türk askeriyle konuşuyorum. Konuşurken de hiçbir şekilde saygısızlık ve hakaret içeren sözcükler kullan­mıyorum. Sadece bunların yasak olmadığını söylüyorum.»

-«Bunların yasak olup olmadığını sen mi bileceksin, yoksa ben mi? Ben yasak diyorsam, yasaktır! Şuna bak, şuna!.. Nazım Hikmet!.. Yasak değil mi Nazım Hikmet? Steinbeck!.. Bu da kim? Lenin'den, Mao'dan başka şim­di de bu mu çıktı? Şu ne peki?»

-«Ödül belgesi.»

-«Ne belgesi?»

-«Ödül...»

-«Ne ödülü?»

-«Öykü yazmıştım da...»

"«Hırnmm, öykü de yazıyorsun demek!? Sen, benim tahmin ettiğimden de tehlikelisin! Bu ne peki?»

-«Dergi, aylık.»

-«Bu?»

-«Bu, «İnsanları Seveceksim, roman.»

-«Çok seviyorsunuz belli. Bunları okuyup okuyup te­rör estiriyorsunuz. Nerde okuyorsun?»

-«Kayseri Fevzi Çakmak Lisesinde.»

-«Sakın bana olaylara katılmadığını söyleme. Savaştan daha yeni çıkmış bir halin var! Hem öykü de yazıyorsun! Kimbilir neler yazıyorsun? Söyle bakalım, hangi olaylarda kırıldı burnun?»

-«Olaylar gelip beni bulmuş olamaz mı?»

-«İn, in, sen in bakayım! Komutanım, burda şüpheli bir şahıs var! öykü de yazıyormuş! Alıkoyalım mı bunu ko-mutanım?»

«Al, al aşağı!»

Kitapları çantaya yerleştiriyorum. İki asker bana yar­dım ediyor. Kübra'nın gözleri gözlerimde. Konuşmadan anlaşıyoruz. Çantamı omuzlayıp yürüyorum. Yerdeyim. Sağımda solumda askerler. Dönüp bakıyorum- Kübra kapıda...

-«Bekleyeceğim» diyor. «Bıraktığım yerden başlayaca-ğım anlatmaya. Mutlaka yazmalısın. Bıraktığım yerden...»

Otobüs hareket ediyor. Kübra camda. Karşılıklı el sal­lıyoruz. Acıyla, hüzünle burkuluyor yüreğim. Tuhaf duy­gularla gülümsemeye çalışıyorum.

-«Bizim türkümüz de yarım kaldı» diyorum.

Kitaba adını veren «Yarım Kalan Türkü», onun bana parça parça anlattıklarıdır. Yanm kalmış ilişkilerin, yarım kalmış türkülerin, tamamlanmayı bekleyen sabırlı soluyuş­larıdır.

Vehbi Bardakçı Hockenheim, 1983

 

Acılar Paylaşılmaz

 

Eylül kendini usul usul toparlıyordu. Pörsümeye yüztutmus yapraklar, soluk bir sarıya dökmüştü yaşamı. Kuşlar da uzaklara gitmiş, sadece serçeler pinek­lemiş kalmıştı dallarda. Acı bir sessizlik sinmişti doğaya.

Curali Köyü, umudunu, alın terini devşiriyordu top­raktan. Herkes, «eylüle güvenilmez» diye, yangından mal kaçırır gibi hasadını İçeri alıyordu. Cevizler toplanıyordu bir koldan.

Bir koldan bağ-bostan bozuluyordu.

Elmas, ikide bir duruyor, sağına soluna bakıyor, dönüp ardına bakıyor; bozduğu bostanı yılların verdiği deneyin terazisiyle tartıyordu. Birden sanki renkler ışıklanıp söndü, parmaklarının ucuyla gözlerini oğuşturdu. Ilık bir sarsıntı, ağır bir yorgunluk duydu. Eski bir giysi gibi buruşmuş yü­zünü biçimden biçime sokarak, belini arkaya doğru esnet­ti. Omuzlarından beline doğru bir kütürtü aldı indi.

Günlerdir oğlunu düşünüyordu. İki yıldır nişanlıydı Hasan. Ankara Gazi Eğitim'de okuyordu. Korkuyordu El' mas; ortalığın toz duman oluşundan, öğrencilerin bitme--yen kanlı kavgalarından çok korkuyordu.

-«Can dediğin ne ki!» diyordu. «Şu günde insan canı on para etmiyor! Seni düşünen mi var! Ne hallerle do­ğurduğunu, besleyip büyüttüğünü bilen mi, ana yüreğini duyan mı var!»

Bir acı dalgası kopup geldi içinden. Ağlamaya başladı. Kazmayı daha bir öfkeyle salladı.

-«Vurun bakalım yiğitlen!» dedi. «Sanan ki hırsızlık yaptılar! Sanan ki yol kesip adam soydular! Vergi kaçırdı­lar! Yurdu gâvura sattılar!..»

Dağların ardından top top gelen bulutlar birleşip güne­şi karşılamış, ortalık birden kararmıştı. Usuldan bir yel vurup'geçti. Bir gazete parçası döne döne uçtu. Biraz Ötede bir toz direği yükseldi. Hasan'ın nişanlısı Zeliş çıkıp geldi tozların içinden. Düşünceli görünüyordu. Rengi soluk, bakışları sönüktü.

-«Kolay gele» dedi.

Elmas, bir suçlu gibi dönüp gözlerini sildi. Ağladığını kimseler görsün istemiyordu. Hele Zeliş'in görmesini hiç istemiyordu.

-«Hoşgeldin kızım» dedi. «Ağladın mı yoksa, gözlerin kızarmış! Yorgun bir halin var.»

-«Yok ana İyiyim. Ocağa kazan kurdum da çamaşır kaynatıyom bugün. Senin kirlileri almaya geldim.»

-«Ellerine sağlık. Birikti kaldıydi zaten. Nasıl yurum di--ye düşünüyordum. Eh, yaşlandım artık, aklîm kesmiyor kızım, bir ayağım çukurda.»

-«Ağzından yel alsın ana, o nasıl söz! Sen çok iyisin valla, yaşıtların daha beter!»

-«Aman kızım, bundan sonra yeşerip de bostan mı olacağım. Allah tez elden benim canımı alsın da sizin acı­nızı yaşatmasın.»

-«Sen hiç böyle değildin kız ana, noğoldu sana böyle! Kaç gündür uykuyu tüneği zaten yitirdim, bir de sen böy­le konuşup da yüreğini kanatma insanın!»

Elmas, ağır ağır kazma sallıyor, yorgun bedenini bir in­dirip, bir kaldırıyordu. Başını sağa sola çevirdi, kütür kü­tür etti boyun damarları.

-«Yarın posta günü» dedi. «Hasan'ın mektubu yarın geür, mutlaka gelir! Giderken sıkıca tembih ettiydim; (ku­dasını aldığım, mektubunu tez gönder, beni bu dağbaşın-da deli etme> dediydim. <Olur ana, gönderirim, sen hiç kaygılanma> dediydi. Gideli iki ay oldu, göndermedi! Ama gelir, yarın mutlaka gelir, mektup gördüm rüyamda...»

Zeliş çok durgun görünüyordu. Çömelmiş, yüzünü a-vuçlarının İçine almış, sözde, Elmas'ın kazma vuruşlarına bakıyordu. Bakımlı bir bahçeydi burası. Çevresinde, dal­larını cömertçe uzatmış söğütler sıralıydı. Sonra Zeliş de çalışmaya başladı. Elmas'ın söktüğü soğanları temizleyip atıyordu kalbura.

-«Bırak kızım, ben toplarım yavaş yavaş. Ananı kızdır­madan git yavrum, işine bak, hadi kızım.»

Zeliş. kalburu "kucaklayıp söğütlerin dibine götürdü. Soğanları oraya döküp kaynanasının yanına döndü. Kanğın başına çöküp daha istekli çalışmaya başladı. Soğanla­rı alıyor, yere bir-iki vurup keseğinden arındırdıktan son­ra kalbura atıyordu. Dalgındı Zeliş, düşünceliydi, durgundu, hiç konuşmuyordu. Elmas'in gözlerinden kaçmadı onun bu durgunluğu.

-«Durgun sular derin olur, bilirim» dedi. «Senin bir derdin var besbelli.»

-«Yok ana, ne derdim olsun!»

-«Var, var, bir derdin var senin. Her zaman böyle de^ ğildin, gözleriyin içi gülerdi.» -«Ne derdim olsun.'?»

Elmas, gözucuyla Zeliş/e bakıyor, onun ne düşündü­ğünü anlamaya çalışıyordu. Binbir şey geliyordu aklına. Niye üzgün duruyordu bu kız? Altın inci alınmadı, ondan mı; yoksa Hasan'dan mektup gelmiyor diye mi? Ama bu­gün değilse bile yarın mutlaka gelirdi! «Ah gençlik!» diye geçirdi içinden. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirip kayboldu. Bu kız ayrılığa dayanamıyordu besbelli.

-«Hasretlik zordur kızım, bilirim» dedi. «Yüze yüze kuy--ruğuna geldik. Biraz daha sabır, bir yılı kaldı oğlanın. Okulu bitirir bitirmez düğün yapank. İyi kötü bir yuva ku­rarsınız. Evlendiğimizde bizim hiçbir şeyimiz yoktu. Eski bir hasırı vardı rahmetlinin, ona sannır da yatardık. İki go-nÜl bir olursa, samanlıklar saray olur. Hadi güzel kızım, üzme şirin canını.»

Zeliş, toprağı elleriyle çekip karıştırıyor, iri soğan başlanni bulup anndınyordu keseğinden. Dipsiz düşüncelere salmıştı kendini. Hasan'm okulu bitirmesi, öğretmen olması ve evlen­meleri... Bunlar uzakta, sisler içinde bir masaldı. Umutlarını birdenbire yitirmiş, kendini, su halkalan gibi açılan, genişle--yen, gittikçe tüm benliğini kuşatan bir karamsarlığa bırakmıştı.

-«Kavgalar büyüyor ana, gün geçtikçe daha çoğalıyor! Dünden beri içimde bir sızı var. Yüreğime bir bıçak saplanmış sanki, kanar durur.»

Karığın ikisi bitmişti. Elmas üçüncü karığa başladı. Zaten canı burnundaydı, bu kız ne konuşuyordu böyle deli deli!

-«Zeliş, ananı bekletme kızım, kirlileri al da git işine. Ben usul usul çalışır, akşama bitiririm burayı.»

Zeliş, hiç konuşmadan kalktı, eve girdi. Kirli çamaşırla­rı alıp gitti. Babası, avlunun örtmeliğinde tütün sarıyordu. Tütün bahane, dalıp gitmişti.

Ocak, iğde ağaçlarının duldalığma kurulmuştu. Kirli çarşaflarla, yatak, yorgan, yastık yüzleriyie dolu bir kazan vardı ocakta. Dudu, ocağın başına çömeîmiş, üfleyerek tezekleri tutuşturmaya çalışıyordu. Kızının geldiğini görünce işini bıraktı.

-«Kız kör olasıca!» diye çıkıştı. «Sen burdan gideli kaç saat oldu kız!»

Zeliş, kaynanasının evinden getirdiği kirli çamaşırları ocağın yanına bırakırken, anasına bakarak, suçlu suçlu yutkundu. Bu arada Çot Musa girdi söze:

-«Avrat, kızın üstüne çok varma» dedi. «Boş oturduğu mu var zavallının! Kemikleri görünüyor baksana, incelmiş iplik olmuş!»

Zeliş, kazanda kaynayan çamaşırları kalın bir sopayla Çıkarıp leğene koydu. Kollarını sıvayıp oturdu leğenin başına. Suyu ılıtıp döktü, köpürttü İyice. Usta bir alışkanlık­la, hızlı hızlı yıkamaya başladı. 'Fakat çok mutsuz görünü­yordu.

Çamaşırlan yıkayıp bitirdiğinde gün devrilip gitmişti. Kendini ilk akşamdan bıraktı yatağa. Günün ağırlığı sıyrılıp indi üstünden. Nişanlısından ve kendini tedirgin eden kaygılarından, korkularından gittikçe uzaklaşıyor, hoş bir sıcaklığa gömülüyordu. Uyku, yumuşak bir tüy gibi sarı­yor, Zeliş'i tatlı bir sessizliğin içine alıyordu.

Devrisi gün sabah, gözlerini açıp biraz düşününce, ni­şanlısının okulda olduğunu ve mektup göndermediğini anımsadı. Yüreği, acı ve hüzünle yeniden burkuldu. Ve anılarında türlü görüntüler almış yüzünü, Hasan'ın yüzünü bulmaya çalıştı. Çoktandır sabahların tadını böyle çı­karıyordu; yüzünü yastığa gömüyor, kurabildiğince güzel düşler kuruyordu.

Çot Musa, elinde ibrik, ağzında sigarayla tuvaletten çıktı. Her zamanki yerine, minder ve yastıkla döşenmiş kayısı kütüğüne doğru yürürken, öksürüklü sesiyle:

-«Kız ZelişL» diye bağırdı. «Gün tepeye dikildi, gâvurun kızı, bu vakte kadar uyu...»

Sözünün sonunu getiremedi; ciğerini tırmalayıp gelen, dipsiz, balgamlı bir öksürüğe tutuldu. Bir süre boğulurcası-na öksürdü. Mosmor kesildi. Bu sırada, Dudu, avluda oca­ğa tezek sokuşturuyor, Üflüyor, gözlerine kaçan dumana kü­fürler yağdırıyordu. Dönüp hışımla kocasına baktı.

-«O zıkkımın kökünü iç iç öksür!» dedi. «Sabahın kö­ründe iç iç öksür! Yanmıyor meret, evde bir damla gaz yok ki döksem! Elimizi yüzümüzü yumaya sabun da yok! Tembel tembel oturacağına, gitsen, iki kilo sabun, bir te­neke gaz getirsen, kıçın mı küçülür!»

-«Ne zaman bitirdin kız bir kilo sabunu! Aferin avrat sana, aferin yani! Boşuna <batakçı> dememişler anana! Eh, armut dibine düşer, batakçının kızı batakçı olacak elbet.»

-«Anam batakçıydı, ama bitli değildi şükür. Senin ana­nı bitSer yedi bitirdi lan, yoksa öîür müydü o dağ gibi avrat! Bahardan bahara zor sokardım suya.»

Zeliş uyku sersemi avluya çıktı. Varıp anasının yanına çömeldi. Pişen bazlamalara eliyle dokunup parmaklarını yaladı. Bazlamanın sacdan taşan kenarı bazen alevleniyor, sabah esintisine yanık bir ekmek kokusu bırakıyordu. Ko­kusuyla, gölgesiyle, esintisiyle, bu soluk görüntüsüyle, sa­bah, yaşanmış eski günleri anımsatıyordu. Ne zaman yo­ğurtlu bazlama kokar, ne zaman yapraklar solar ve kuşlar uzaklara göçer, işte o zaman, uzun bekleyişler, korkulu bekleyişler başlar, hep aynı özlemler yaşanırdı. Anasının sesiyle sıyrılıp çıktı düşlerinden.

-«Kız, daldın gene» diyordu. «Aklın nerelerde geziyor! Git içerden bardakları getir, sofrayı kur.»

Zeliş kalktı, koşarak eve girdi. Biraz sonra elinde çay bardaklarıyla dışarı çıktı. İğde ağaçlarının altına sofrayı ku­rup, bardaklara çay doldurdu. Onlar daha kahvaltıya baş­lamadan Elmas geldi.

-«Sabahımız hayrola» dedi.

-«Hoşgeldin bacı, gel otur şöyle, gel gel» diyerek, sof­rada yer açtılar.

Zeliş onlan duymuyordu. Lokması ağzında, gözlen uzak­larda asılı, öylece duruyordu. Elleri ayakları çözülmüş ve sonunda yüreğindeki kıvılcım tutuşmaya başlamıştı.

-«Oraya bakın» diyebildi.

Once, kalın bir toz bulutu içinde gelen kalabalığı gör­düler. Tozdan yüzler iyice seçilmiyordu. Omuzlarda taşınan tabutu gördüler sonra. Yüreklerine kahredici bir korku düştü. Kalkıp kalabalığa doğru koşmaya başladılar. Curali Köyü, yaşlısıyla, genciyle, kadını, kızı ve çocuğuyla dışan döküldü. Kalabalık gelip, Elmas'ın evi önünde dur' du. Küçük oda erkeklerle, büyük oda kadınlarla doldu.

Elmas dizlerini morartmıştı vura vura. Tutam tutam saçlarını yoluyor, yanık, içli, derin ağlıyordu. Bir ağızdan çıkarcasına, güçlü, gümbür gümbür, gökgürültüsünü an­dıran bir koro-ağit yayılıyordu ortalığa. Sonra herkes susuyor, Elmas yeniden başlıyordu dövünmeye, dövünerek ağıtlar yakmaya..,

Zeliş ağlamıyordu. Küçük bir çocuk gibi anasının kuca-gına yatmış, anlamsız gözlerle hep aynı noktaya bakıyor­du. Baygınlıkla ayıklık arasının, o puslu, muğlak düş anın­da, birtakım sesler geliyordu kulağına; «vurulmuş» diyor­lardı. Başına toplanan bu kadınları tanıyacak gibi oluyor, yüreği yanacak gibi oluyor, tam bu sırada Hasan gerçeği, belleğinin kuytularında, karanlık köşelerinde kalıyor, unu­tuyordu her şeyi. Bir rüyada gibiydi sanki, ama seslen du­yuyordu; «vurulmuş» diyorlardı. Kim vurulmuştu? Yaşa­nan gerçekle, belleği arasında, bir bağ. bir köprü kuramı--yordu. Bir bağ kuracak olsa, yaşanan olayı aydınlığa tam çıkaracağı sırada her şey yeniden karanlıklara gömülüyor­du.  Düşünemiyordu, konuşamıyordu, yüreğindeki acıyı söküp atamıyordu. Bulut oluyor, yağmur oluyor, rüzgar oluyor; uzak, karanlık, bilinmez deryalarda esiyor, esiyor­du. Sesler geliyordu; gittikçe açılan, yayılan, netleşen sesler... «Vurulmuş» diyorlardı, duyuyordu. Sonra sesler yi­ne karışıyor, kaynaşıyor, uzaklaşıyor, boş ve anlamsız bir uğultuya dönüşüyordu.

Zaman nasıl geçti biimiyordu. işte pencere, işte pen­cere camı, her şey tek îek aydınlanıyordu. Yağmur yağı­yordu dısarda. Yağmur damlaları cama vuruyor, saydam zeminde ince bir iz bırakarak akıp iniyordu. İşte un çuval­ları, işte ortadirek, işte terek... Her şey bıraktığı gibi duru­yordu. Derin bir uykudan uyanıyordu sanki. Kadınları görüyor, yüzlerini tek tek seçmeye başlıyordu. Yüzeye doğ­ru çıktıkça, acıyla, hüzünle karışık, soğuk bir titreme dal­gasına yakalanıyordu.

işte anası, işte kaynanası... Kaynanası, çaresiz bir çırpı­nış, yanık bir ağıt olup yitiyordu. Ağıtlar arasında, «vurul­muş» diyorlardı yine, duyuyordu, ama bu kez kimin vu­rulduğunu çok iyi anımsıyordu. Kanayan, ağrıyan, gittikçe derinleşen bir yara açılıyordu yüreğinde. Uzun bir çığlık atarak uyanıp, yaşadığı anın gerçeğine dönüyor, sonra bu çığlıklar kara bir ağıda dönüşüyordu. Çok sürmüyordu Ze-lîş'in ağıtlan; her varlık yine donuyor, kalın bir sis perdesine gömülüyordu. Uzaklardan, sanki taa yerin dibinden geliyor­du sesler; «Hasanım» diyorlardı, «yiğidim» diyorlardı, «kara yiğidim» diyorlardı...

Ağır ağır yürüyordu topluluk. Bazen duruyor, sallanıyor ve yeniden yürüyordu, önden arkaya, arkadan öne doğru, büyüyen, dalga dalga açılan, genişleyen bir ağıt akıyordu.

Pir Sultanlar gibi gürleyen; kavgalarda, sevdalarda, türküler­de gürleyen Anadolu, bu kez yaman ağlıyor, derin ağlıyor, için için, sessiz ağlıyordu...

İlkokul çocukları da vardı bu topluluğun içinde. Ali Öğ­retmenin peşinde üzgün üzgün yürüyorlardı. Bir kız ço­cuğu, «evlat acısına son!» pankartını taşıyordu. Hasan'ı toprağa verdikleri zaman gün devrilip çoktan inmişti. Ha­san'in Ankara'dan gelen arkadaşları o akşam gittiler. On­lar gidince köy bomboş kaldı. Zeliş, yerden yere attı ken­dini. Kimseler avutamadı onu.

Devrisi gün, Zeliş, sırtını duvara vermiş oturuyordu. Nakışlı bir kilim Örtmüşlerdi bacaklarına. Boş gözlerle sü' rekli aynı noktaya bakıyordu. Kara ve kıvırcık saçlan, sar­kık bıyığı, elmacık kemikleri çıkık, kuru, esmer yüzüyle Hasan geliyordu gözlerinin önüne. Onun gülüşleri, onun bakışları, onun öpüşleri, ucu ağılı çelik bir bıçak gibi sap­lanıyordu yüreğine.

Hasan,  duygusallığından arınmaya ve tüm gücüyle inançlarına sarılmaya çalışırdı. İnançları, yaşamı kirleten ne kadar itlik, kepazelik, utanmazlık varsa, hepsini bir vu­ruşta devirir, tüm incelikleri ve güzellikleri yaşamanın, in> san olmanın tadını verirdi. Duyarlıydı Hasan. Çabuk etki­lenen, çabuk örselenen bir kişiliği vardı. Bir türkü dinlese, içinde uykuya yatmış bin yıllık acılar devinir; sonra coş­kuyla dolar, yaşama umutla sarılır, yüreğini olanca yalın-lığıyla çıkarıp sevdiklerine uzatırdı.

Arkadaşlarının, «Hasanlar Ölmez!» diye haykırması, Ze-liş'in yüreğindeki yangını söndürmeye, taa derinlerde kök salmış acılan söküp atmaya yetmemişti. Hasan gitmişti ve bir daha geri gelmeyecekti. Onunla birlikte, özlemleri, bek-lenîileri, umutlan da kurşuna dizilmişti, «insan, gürül gürül akan bir umut ve taşlan çatlatan bir sabırdır» derdi Hasan. «Umut ve sabırdan, köklü bir yaşama sevinci doğar. Bir in­sanın umutlan tükenir, sabrı tükenirse, yaşama sevinci de tükenir» derdi. «Yaşama sevinci tükenen insan, serseri bir kurşun gibi saplanır alnına adamın! Sabrımızı ipe çekmeyin ve kurşuna dizmeyin umutlanmızı!» derdi. Böyle derdi Ha­san. Zeliş büyülenerek dinlerdi onu. Bilemediği, adını ko­yamadığı duyguların akışına kapılır, yumuşak, sıcak, okşayı­cı bir huzurun tadına varırdı. Ama şimdi çok yanıktı, taa de­rinden yaralıydı, kan damlıyordu yüreğinden... Hiçbir şey, hiçbir söz onu teselli edemiyordu.

-«Hasan öldü!..» diyordu kendini inandırmak isterce­sine. «O öldü!..»

O ölmüştü... Gözlerinden sızan yaşlar akıp iniyordu çenesine doğru. Kimselere göstermeden, kimseleri incit­meden, örselemeden, için için ağlıyordu. Ama Dudu gö­rüyordu. Acılann onda nasıl döllenip ürediğini, çoğalıp genişlediğini, günden güne kızının nasıl eriyip tükendiğini görüp duruyordu.

-«Etme kuzum, kınalı kuzum» dedi birgün. «Geceler boyu uyumadın, günler boyu yemedin, içmedin, halın hayrın kalmadı, için dışına çıktı ağlayı ağlayı! Sil gözleriyin ya­şını, Allah'a ağır varmasın, isyan olmasın acılann, <tövbe> de kızım. Yüreğin çok yaralı, ama sabır dile Allah'dan! Yaz­gıya karşı gelinmez kuzum, kınalı kuzum!» dedi.

Zeliş, çocuklar gibi içini çekerek anasının kucağına yat­tı. Dudu, kızının gözlerini sildi, başını okşadı. Biraz sonra kapanıverdi Zeliş'in gözleri. Anasının kucağı yataktan daha rahat gelmişti ona.

Günler bu minval üzere geçip gitti- Yorgun köylüler, bağda-bostanda kalmış son hasada koşuyordu. Yaşlılar, güzün son sıcaklarıyla duvar diplerinde uyuşup kalmışlar-df. Göz kapayıp açana dek akşamın gölgeleri uzuyor ve herkes işini gücünü bırakıp evine dönüyordu. Zeliş, avlu­da, iğdelerin altında oturuyordu. Bacaklarını büküp, kar­nına doğru çekmiş, elleri ayaklarında, çenesi dizlerinde, uzaklara, ufukların ardına doğru boş boş bakıyordu. Dur­madan çoğalan, üreyen yetmezliği, duygusal olarak kur­duğu ya da kurmaya çalıştığı iç düzenini altüst ediyordu. Hasan'la birlikte yüreğinden bir şeyler kopup gitmişti. Kendini, onsuz eksik ve anlamsız hissediyor, içindeki labi­rentte umutsuz ve çaresiz çırpınışlar yaşıyordu. Bazen in­tihar etmeyi düşünüyor, bazen kendini bile hayrete düşü­recek bir başkaldırı isteğiyle doğrulup ayağa kalkıyor, kü­çükken masal ve hikâyelerde dinlediği kahramanların kor­kusuz meydan okuyuşlarında buluyordu kendini. Ayırdı-na varmadan, tüm kapılarını dış dünyaya her geçen gün daha sıkı kapatıyor, kendi içinde çok sessiz bir yaşam sü­rüyordu. Bu sessizlikte, dış dünyayla bağlantısını kuran, bir arının vızıltısı bîle olsa, o vızıltı kulaklarında ezgileşiyor ve bir ağıdın burukluğu oluyordu.

Bir gece Elmas sabaha kadar namaz kıldı. Namazdan sonra uzun uzun dua etti. Seccadeyi Özenle toplayıp kalktı ve onu aceleyle sandığın üstüne bırakfp çıktı. Yaşından umulmayan bir hızla ve kararlı adımlarla yürümeye başla­dı. Üstleri başları dağınık, saçları taranacak, ayaklan yalın kız çocukları, sığır sürüsünün ardısıra koşuyor, ineklerin buharlı, sıcak bokunu, henüz yere düşmeden, havada ka­pıyordu. Kadınların bağırtısı, ineklerin böğürtüsü, öteden, evlerin arasından gelen bir köpek ürümesi, bir horoz çığ­lığı, bir çocuk ağıdıyla, bilinen bir köy sabahı yaşanıyordu. Elmas, sığır sürüsünü geçip, mezarlığa yöneldi.

Mezarlığa her gidişinde, taşlarla, otlarla, kuşlarla konu­şuyordu. Hasan'ın bebekliği hiç çıkmıyordu aklından. Öpmeye, okşamaya kıyamadığı... Buğday tarlalarında ça­lışırken, salıngaçlar içinde koruduğu... Yemeyip yedirdiği, içmeyip içirdiği... Ninniler söylediği, adaklar adadığı, uğ­runa ölümlere gidip geldiği,.. Nar tanesi, nur tanesi, bir tanesi... Maddi varlığından uzaklaşıyor ve sanki başka bo­yutlara taşınıyor, oğluyla ruhsal bir bütünlük kuruyordu. Hasan'dan sonra iki kez düşük yapmıştı. Düşüklerden sonra da hiç çocuğu olmadı.

Elmas, üç yıİ önce, yine böyle bir sonbahar sabahı ko­casını kaybetti. Zayıf kalbi onu daha fazla taşiyamadı, kahvaltı sofrasında ansızın devriidi ve bir daha doğrulup kalkamadı. Elmas'ı yaslara boğarak geçip gitti. Daha onun acısı dinmeden tuz-biber ekti yarasına düşman!

Hasan'ın korkulu gecelerinde, uykusuz, bulanık gece­lerinde, ona adanmış bir masal, bir ninniydi Elmas. Yazıl­mamış bir destan, okunmamış bir kitaptı. Dağların koy­nunda, kurtların, çakalların, akbabaların diyarında, tüm acıları deneyimleyen, göğüsleyen, onlara meydan okuyan bir ana... Dinmeyen bir yürek ağrısı, uzayıp giden bir çığ­lık, bir ünlem..- Ağlarken vakur, düşünürken vakur, konu­şurken vakur...

-«Kara yiğidim. Hasanım» diyordu.

Bu sözler hiç eksilmiyordu dudaklarından. Dualar oku­yarak mezarlığa girdi. Bir otun, bir çiçeğin, bir böceğin suskunluğunda buluyordu onu. Onu, gecelerde, uyku­suz, tedirgin gecelerde... Onu, uzayıp giden ağıtlarda, türkülerde buluyordu. Bu yara, bu yürek yarası, onunla mahşere kadar gidecekti.

Varıp oğlunun başucuna çömcldi. Ağlayarak uzun uzun dualar etti. Toprağı sevgiyle okşadı, sonra eğilip öz­lemle öptü. Yine onu görüyordu. O, bir yelin esişi, bir da­lın «küt!» diye kırılışı, bir arının vızıltısı, bir kuşun ötüşüy­dü. Kuşlar ne güzel Öter! Kuşlar Öter ve bu Ötüşler ezgile-şir, bir türkünün burukluğu olur, işte o türkü Hasan'dı. Hasan, türkülerini çok içli söylerdi, yanık, dokunaklı söy­lerdi. Saz da çalardı. Hasan'ın ellerinde bin yıllık acıları haykırırdı teller. Teller delienir, ağlar, çıldırırdı onun elle­rinde. İnsanı alıp, uzaklara, taa uzaklara götüren bir sesi vardı.

-«Yüreğim yangm yeridir, gözlerim iki kan çanağı» di­yordu. «Anayım ben taşlar. Ölenlerin, doğanların, yeni­den doğanların anası... Fatma'yı, Meryem'i geç, Hav­va'dan beri uzun bir çığlıktır sesim. Ya akşam karanlığın­da kurşuna dizilenlerin, ya da sabaha karşı ipe çekilenle­rin, kan akıtan iki pınarı, İki kan pınarıyım. Anayım ben taşlar, duyun beni... Acılarım vardır, acılarım, ağılardan yeşil- Ağıtlarım, türkülerim vardır, közlerden yanık...»

Elmas'ın feryadını; dağlardan, taşlardan, kurtlardan ve kuşlardan başka kimse duymuyordu.

 

Konserve Kutusu

 

Bakan Nuri, kahvaltıdan sonra ceketini giydi- Krava­tını düzeltmek için son bir kez daha baktı aynaya. Bıyığını kıvırdıktan sonra kaşlarını çattı. Ciddi suratın, ken­dine yakışıp yakışmadığını görmek istiyordu. Sonra kendi­ni her iki taraftan seyretmeye başladı. Dökülen saçlarını ve gittikçe artan kırışıklarını düşünerek gününü zehir etmek is­temiyordu. Oynak bir ıslık havası tutturdu. -«Çantamı verir misin Nuriyeciğim» dedi. Kahvaltıdan sonra sigara keyfi yaşayan Nuriye Hanım, kocasını kapıya dek uğurladı. -«Gülegüle Nuriciğim» dedi.

Nuri, evinin genel kapısından dışarı çıkınca, bedenin--de ılık bir gevşeme, bir çözülme duyup rahatladı. Kenar­ları çiçeklerle süslü, parkeli bahçe yolunda usul usul yü­rümeye başladı. Ve mermer sütunlu bahçe kapısını açıp caddeye çıktı. Şoförünün ve koruyucusunun gelmesine yarım saat vardı. Nuri, her sabah, açık havada gezinerek beklerdi onları. Bakan olduğundan beri bir alışkanlık hali­ne getirmişti bunu. Seviyordu açık havayı. Hele böyle baharsa mevsim...

Kollarını iki yana açarak şöyle bir gerindi. Kürek kemik­lerini oynattı. Başıyla daireler çizerek boyun kaslarını gev­şetti. Göbeğini okşadıktan sonra pantolonunu yukarı çek­ti. Pantolonu sık sık düşüyordu. Olabilir, terzilerin hala­sıydı. Kafasında «memleket meseleleri» yerine «müsteh­cen resimler» taşımıyordu herhalde. Gerçi biraz zampa­ralığı vardı, ama namusuna söz yoktu. Çantasını sağ elin­den sol eline aldı. Başında sanki yumurta küfesi taşıyor gi­biydi Nuri. Dimdik yürüyordu.

-«İsveç hesabını bu yıl içinde hedefe ulaştırmalı» dedi. «Ayrıca şu Marmaris işini de kokusu çıkmadan bitirmeli. Arsa parsellenmiş kardeşim! Altyapı planı hazır! Yani bu işi daha fazla sallayıp sürüklemenin bir anlamı var mı! Bir yandan muhalifler sıkıştırıyor, hep o <erken seçim> zırvası, (isteriz de isteriz> diye tutturdu adamlar, söyledikleri başka şey yok. Ulan kerizler; millet bizi dört yıllığına seçmedi mi? Ee, siz kim oluyorsunuz da bu hakkı elimizden alıyorsu­nuz! Hukuk devletinde böyle bir adaletsizlik olamaz. Bu ülkede demokrasi var arkadaş! Diğer yandan ordu sıkıştırı­yor, durup durup işaret parmağını sallayarak, <gelirim haa, doğru durun!> diyor. Gelirsen gel ya! Sen ne zaman gel­mek istedin de biz <geime> dedik. Gel arkadaş! Memleketi düzelteceksen hiç durma gel!»

Nuri, gözlerini kırpıştırarak ve gerinerek güneşe baktı. Derin derin soluklandı, ciğerini, baharın taze havasıyla doldurup boşalttıktan sonra:

-«Gidip Akdeniz'de bir-iki hafta dinlenmeli» dedi. «Yorulduk kardeşim. Davulun sesi uzaktan hoş gelirmiş.

Meclisin işleri kolay mı! Hele o muhalifler! Hele onlar! Diplomalı cahiller!»

Nuri, köşeye gelince kararsız durup bir süre bekledi. Ge­ri dönüp acaba şoförünü ve koruyucusunu mu bekleseydi, yoksa köşeyi dönüp bir çeyrek saat daha mı yürüseydi? -«Boşver!» dedi elini boşlukta sallayarak. Evinin önünde kazık gibi dikilip, emrinde çalıştırdığı adamları beklemesi olacak şey değildi. Elbette onlar Nuri'yi bekleyecekti. Köşeyi dönüp yürümeye başladı.

-«Yahu ne demişti şu bizim Nuriye? Hepsini unuttum vallahi! Bir davete katılacağını mı söylemişti? Haa Önce kuaförüne uğrayıp saçlarını boyatacaktı. «Sarışın olmaktan bıktım Nuri, biraz da esmer olsam rnı?> diye sorduydu. Sonra kozmetik ürünleri mağazasına gidecek; parfüm, los­yon, oje, rimel, ruj filan alacaktı. Kadın elbette güzel kokmali. Tabiİ kardeşim, güzel kokmalı, leş gibi ter kokacak değil ya! Manikür-pedikür de yaptıracaktı gaiiba. Daha sonra da gidip bacaklarının kılını aldıracaktı. Şu bizim Nuriye şans­lı kadın canım. Gerçi ben ondan daha şanslıyım ya!... Ba­badan, dededen kalma epey bir serveti var. Ee, ne de olsa babası zamanın hatın sayılır zenginlerindenrniş. Akıllı adama­mış canım! Çalışmış, çalmış çırpmış, çeşme akarken küpü­nü doldurmuş.,.»

-«Günaydın Nuri Bey, yürüyüşe mi çıktınız?» Yolsuzluk ve rüşvet olaylarının baş danışmanı, en ya­kın komşularından ve dostlarından müteahhit Şükrü Be­yin sesiyle kendine geldi, Şükrü Bey, tokalaşmak için elini uzatmış:

-«Günaydın efendim, günaydın, yürüyüşe mi çıktınız, aman ne güzel» diyordu.

-«Günaydın Şükrü Bey, şoförüm gelene dek şöyle biraz temiz hava almak istemiştim. Sabahları yürümek iyi geliyor bana. Nasılsınız, iyisiniz inşallah?»

-«Teşekkür ederim, gördüğünüz gibi çok iyiyim Nuri Bey... Sizi sormalı, siz nasılsınız efendim?»

-«Şükürler olsun Şükrü Bey, şükürler oİsun. Nasıİ ola­lım, memleket meseleleri işte... Milletin derdi bitmiyor efendim. Uğraşıp duruyoruz.»

-«Allah iyilik versin efendim, sağlık versin. Hadi size iyi günler... Yürüyüşünüze devam edin.»

-«Size de Şükrü Bey, size de iyi günler.»

Köşeyi döndükten sonra, Nuri, ikinci kavşağa dek yü-rümüştü. Epey uzaklaştığının ayırdına vardı. Geri dönüp, evine doğru yürüdü. Aklı karısındaydı.

-«Nuriye'nin işi çok zor. <Bacaklanmm kılını aldıracağına diye gidiyor, eve mosmor dönüyor. Son günlerde tutturdu, <Nuri, burnumu biraz küçülttürsem mi? Nuri. dudaklarımı biraz kalınlaştırsam mı? Nuri. herkes yaptınyor, göğüslerimi ben de yaptırsam mı?> Ulan bu ne iştir!... Yok efendim, kal-çalan biraz genişmiş! Olsun varsın! Bence daha İyi! Her ta­rafını kestir diktir bakalım. Para bol nasılsa! Hem, bu yaştan sonra Marilyn Monroe mi olacaksın, kadın?»

-«Günaydın efendim.»

Liseli bir kız. gülümseyerek, saygılı bir biçimde Nuri'yi selamlıyordu. Nuri, kızın sesiyle ansızın uyanıp kendine gel­di. Önce tanıyamadı, çıkaramadı kim olduğunu. Sonra ha­tırladı birden.

-«Günaydın yavrum» dedi. «Günaydın evladım. Oku­la mı gidiyorsun?» -«Evet efendim.»

-«Babana selam söyle. Onu çok özledim, oturup da Şöyle bir doya doya kahve içemedik.»

-«Peki efendim, söylerim selamınızı. Hadi size iyi gün­ler, iyi çalişmalar.»

-«Gülegüle kızım, gülegüle... Hadi bakalım, sana da iyi dersler, başarılar evladım.»

-«Teşekkür ederim efendim.»

-«Ee, tabii bunlar medya çocuğu. Bizim zamanımızda medyanın  olanakları  çok kısıtlıydı.  Gazete bulamazdık okumaya. Şimdiki çocuklar çabuk gelişiyor. Eğitim ola­nakları da arttı canım. Bizim kız bu yıl Anadolu Lisesini bitirecek inşallah. Tutturdu, <baba ben arkeoloji okuyaca--ğım> diye... <Kızım, ne var su arkeolojide, bok mu var! Git Amerika'da ekonomi oku!) diyorum, ama seni dinleyen kim! Oğlan akıllı canım! Anasına çekmemiş... Beni dinle­di, şimdi Fransa'da krallar gibi yaşıyor. Uçak mühendisi olacak, dile kolay. Başta o da karşı çıktıydı bana. <Baba. Türkiye'de bu alanda iş yok> dediydi. <Lan oğlum, ne işin var Türkiye'de!» dedim. <Git Avrupa'da, Amerika'da ça­lış! Sen uçak mühendisi ol, gerisine karışma, deli, havada kaparlar seni!> dedim. Aferin oğluma! Sözümü dinledi, adam gibi bir adam oldu. Babasına çekmiş kerata. <Hık> demiş şeyimden düşmüş! Neydi o yahu, bir atasözü var' di... Evet hatırladım, burnumdan... <Hık> demiş burnum­dan düşmüş! Tıpkı ben!»

Nuri, giderken döndüğü köşeyi şimdi gelirken yine dö-nüyordu. Köşeyi dönerken muhalifleri anımsadı.

-«Şu bizim muhalifler çok şey! Memleketi kan gölüne çevirdiler! Kardeşi kardeşe düşman ettiler! Peki biz ne yaptık? İktidara gelir gelmez köşeyi... Pardon, şeyi döndük. Yahu ben köşeyi döndükten sonra çok yürüdüm galiba! İs­veç bankalarında hesabım varmış da, yok efendim bu pa-ralann kaynağını söyleyecekmişim de... Varsa var efen­dim, kime ne! Benim karı tarafı çok zengin. Yani biz zen­gin karıyla evlendik diye suçlu muyuz kardeşim? iktidara gelir gelmez terörü durdurduk. Memlekette artık hiç kim­senin burnu kanamıyor. Az şey mi yani! inkâr ediyorlar! Yaptığımız hizmet, gözlerine durur inşallah!»

Nuri, yürümenin tadını, yalnızlığın, rahatlığın tadını do-ya doya çıkarıyordu. Derin bir «oh!» çekti. Evine yaklaş­mıştı. Cadde kenarına park edilmiş özel otosunun yanına gelince zınk diye durdu.

-«Aman Ailahım!» dedi hayretle.

Sine sine otosuna doğru yürüdü. Nuri'yi bunca şaşır­tan şey, otosunun sağ ön tekerleği dibinde hayın hayın duran bir konserve kutusuydu. O kutuyu, herhangi bir yerde görseydi hiç yadırgamazdı, ama burda, özel otosu­nun tekerleği dibinde...

-«Aman Allahım!» dedi yeniden.

Ağzı bir karış açık kalmıştı. Bir adım daha yaklaştı, sonra korkuyla üç adım geri sıçradı. Bir süre çaresiz bekledikten sonra, boş bir cesaretle otosuna doğru yeni bir atılım yaptı, fakat ancak bir adım atabildi. Sinsi bir tehlikeyi sezinleyip, ikinci adımını atmaktan vazgeçti.

-«Bu var ya bu... Bubi tuzağıdır bu!» dedi. Ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu düşünüyor, tekerleğin dibindeki konserve kutusuna dehşetle bakıyordu. Sabah sabah bütün keyfi kaçmış, ağır bir sıkıntı çökmüştü içine. Önce kutuyu alıp atmayı düşündü, sonra birden:

-«Sakın!» dedi kendine. «Aklını mı kaçırdın lan Nuri! Nedir o biliyor musun? Bomba! Kuş gibi havaya uçurur se­ni! Mahallenin her tarafından parçalarını toplarlar! Mem­lekete tam da faydalı bir kişi olmuşken, şuna bak yahu! Bel­li ki çekemiyorlar! Servetimizi çekemiyorlar! Mevkimiz, makamımız, herkesin gözüne batıyor!»

Gerçi özel otosunu kullanmıyordu Nuri. Özel işleri için bile makam arabasını kullanıyordu. Bu arabayı genel­likle Nuriye Hanım kullanıyordu.

-«Vay kurnazlar!» dedi. «Özel arabamı Nuriye'nin kul­landığını ne bilsinler, benim kullandığımı sanmışlar! Besbel­li bana kurmuşlar bu pusuyu! Ah Nuriye, kutuyu görme­den bınseydin arabaya, Allah korusun, paramparça olacak­tın! Mahalleden parçalarını toplatacaktın bana! Sahi be, görünür gibi değil, nasıi gördüm yahu, hayret!»

Korku dolu bakışlarını kutudan ayırmadan, arabanın çevresini tedirginlikle birkaç kez dolandı. Sonra çaresizli­ğini anlayıp çöküverdi bulunduğu yere. Kutuya kinli kinli bakarak düşünmeye başladı. Bir çözüm buldu sonunda, «hımm» çekerek başını salladı. Umutla ayağa kalktı. Çan­tasını uygun bir yere bırakıp, yandaki inşaata doğru yürü­dü. Ordan aldığı bir demir çubukla otosuna döndü. Ya­tıp korunmak için uygun bir yer aradı. Uygun bulduğu bir çukura yüzüstü uzandı. Pahalı kumaştan dikilmiş elbisesi­nin batacağı aklının kenarından bile geçmiyordu. Elinde-ki demir çubuğu konserve kutusuna doğru uzattı. Demir çubuk zangır zangır titriyordu.

Bu sırada, koruma polisi ve şoför, Nuri Beyi alıp ba­kanlığa götürmek için, makam arabasıyla çıkageldiler. Arabayı bir kenara çekip İndiler. Nuri'yi böyle yüzüstü yere yatmış da titrer görünce, şaşkınlık içinde durup önce bakıştılar, sonra varıp Nuri'nin başucunda durdular. On­ların geldiğini farkeden Nuri, başını kaldırınca, soru dolu, hayret dolu iki çift gözle karşılaştı. Suçüstü yakalanmış bir hırsız gibi sıçrayıp kalktı. Demir çubuğu yere atıp, utana­rak üstünü çırptı. Konserve kutusuna doğru korku ve pa­nikle birkaç adım attı.

-«Bu ne, bu?!» dedi.

Arabaya doğru birkaç adım'yürüyen koruyucu, teker­leğin önünde ters dönmüş ilkel bir kutu görünce, kahkaha atmamak için kendini zor tutup, basit bir gülümsemeyle işi geçiştirmeye çalıştı.

-«Kutu...» dedi.

-«Kutu olduğunu biz de biliyoruz, sersem!» diye bağırdı Nuri. «Elbette bu bir kutu, ama bir bak, ne kutusu bu?»

Koruma görevlisi, kuşku ve şaşkınlıkla Nuri'ye baktı. Kafasını mı bozmuştu acaba? Kimbilir, memleketin işleri iyi gitmiyor diye... Olur mu olurdu! Yani, memleketin acıklı durumu, adamın kanına dokunmuş olamaz mıydı? Bu kuşkuyla dönüp şoföre baktı. Şoför zaten yeterince paniklemiştİ, bakışlarıyla koruma görevlisine cesaret verecek durumda değildi.

-«Salak!» diye geçirdi içinden koruyucu.

Beklediği cesareti şoförde bulamayınca, kendine olan güveni ılık ılık aktı damarlarında. Ne kutusu olur, bilinen bir kutuydu işte!

-«Bayağı bir kutu, Sayın Bakanım» dedi. «Bildiğimiz bir konserve kutusu!»

Bunları söylerken, koruyucu, kutuyu almak için yere eğilmişti. Nuri, ani bir tepkiyle:

-«Dokunma!» diye bağırdı.

Koruma görevlisi, Nuri'nin bağırma ritmine uyarak ve dehşete kapılarak geriye doğru birkaç kez zıpladı. Korkudan ter içinde kalmış, yürek atışları hızlanmaya başlamıştı.

-«Salak!» dedi Nuri. «Şu hale bak, sen beni koruyaca­ğına; ben seni koruyorum! Ne var o kutunun içinde, bili­yor musun!?»

Şoför ve koruyucu, gözgoze gelip bir süre bakıştılar. Nihayet anlamışlardı. Bakışlarında, Nuri'nin olağanüstü zekâsına duydukları hayranlık vardı.

-«Evet, anladım!..» dedi koruyucu. «Bu bir bomba!.. Em­rederseniz Bakanım, hemen bir bomba uzmanı ve emniyeti çağıralım!»

Nuri Bey artık sakindi. Fakat yine de hızlı adımlarla arabanın çevresini dolanıyor, bazen eğilerek arabanın al­tına bakıyor, sonra doğruluyor, sağ eli belinde, sol işaret parmağı şakağında, bir kahraman edasıyla derin derin düşünüyordu. Çatık kaslarıyla kendinden emir bekleyen koruyucusuna baktı.

-«Çağır, çağır!» dedi.

Bunu söylerken, yüzünü tiksinir gibi buruşturmuş, eliy­le de «git başımdan» der gibi bir hareket yapmıştı. Koruyucu, telsizini çıkarıp konuşmaya başladı. Devletin koca bir bakanını koruyor olmanın verdiği onura, bu kez de, ona düşüncesini benimsetmiş olmanın şerefi ve sarhoşlu­ğu eklenmişti.

Arka sokakların birinde, egzosu bozulmuş bir arabanın ansızın «güm güm» bırakması, kulaklarını kapatıp yere yatmalarına yetiyordu. Sonra, o gürültünün, bu uğursuz kutuyla ilişkili olmadığını anlıyorlar ve rahat birer soluk "alı­yorlardı. Ola ki, karşı villada oturan ailenin yaramaz ço-cuğu, yatak odasında makyaj yapan annesini veya mut­fakta çalışan hizmetçi kadını korkutmak için mantar ta­bancasını patlatmasın; açık pencereden çıkıp, yankılana yankılana olay yerine gelen yaramaz çocuğun bu «güm güm»leri, Nuri ve arkadaşlarının yüreklerinde korkunç gürültüler ve sarsıntılar yaratan bir top oluyordu ve boş bir çuval gibi yere yığılıyorlardı. Nuri'nin bir başka korku­su da, mahalle halkının bu olayı duyması ve koşup gelme­siydi. Hatta birkaç kişi uzakta durup izlemeye başlamıştı bile. Koruma görevlisi, Nuri'nin sert ve kesin emriyle on­ları uzaklaştırdı.

Neyse ki, bomba uzmanı, ek koruyucular ve basın, ge­cikmeden geldiler. Nuri Beye kurulan bu pusunun aslını astarını öğrenmek için sabırsızca döküİüp arabalarından çıktılar. Meraklı bakışlar arasında konserve kutusuna doğ­ru yürüyen bomba uzmanı, herkeste bir suskunluk yarat­mıştı. Şimdi herkes kendi yüreğinin vuruşlarını rahatça işitebiliyordu. Kalabalık, gerilmiş yayda ok gibiydi. Her an bir patlamanın ve felaketin beklentisi içinde, korku ve me­rakla bomba uzmanına bakıyorlardı. Bomba uzmanının uyarısı üzerine kaçmaya başladılar. Nuri, şişmanlığına bi­le aldırmadan en önde koşuyordu. Topukları taa sırtına değiyordu koşarken.

Saklandığı yerde, parmaklarıyla kulaklannı tıkayan Nuri, koruyucularının arasında sonucu heyecandan titreyerek bekliyordu. Boş bir konserve kutusunun, asfalt yolda yu> varianırken çıkardığı çıngırak sesini andıran o tantanalı ve boş sesi; Nuri'nin başı başta olmak üzere, bütün başların, gizlendikleri yerden usul usul çıkmalarını sağladı. Bütün gözler, yuvarlanan boş kutuyu izlerken, bomba uzmanı da keyifli bir kahkaha yuvarladı kutunun ardisıra.

Olay yerinde gazetecilerin saldırısına uğrayan Nuri, içine düştüğü bu gülünç durumdan bir an önce kurtulmak istiyordu. Kollarını yukarı kaldırarak, gazetecilere avaz avaz bağırmaya ve tam bir devlet adamı ciddiyetiyle onları azarlamaya başladı,

-«Olmaz! Burda asla olmaz! Sokak ortasında tek keli-me konuşmam!.. Israr etmeyin efendim, konuşmam! Bakanlığa gelin, orda konuşalım...»

Gazeteciler koşup arabalanna bindiler. Birkaç araba aynı anda homurtuyla yanş pistinden aynlırcasına kalkıp uzaklaştı. Nuri'den önce bakanlığa gelen gazeteciler, sabırsızca onu beklemeye başladılar. Nuri'nin makam arabası köşede görü­nünce, gazetecilerde bir kıpırdanma, hareket, bir heyecan başladı. Nuri'nin üzerine adeta saldınrcasınayürüdüler. Biraz hoşgörülü olsalar neyse, yamuk yumuk sorularla, adamın ba­şının etini adeta yiyorlardı.

-«Sayın Bakan» diyorlardı, «bu konserve kutusunu ön­ce siz mi gördünüz, yoksa kim gördü?» diyorlardı.

-«Sayın Bakan...»

-«Sayın...»

-«Konserve kutusunu,..»

-«Sayın Bakanım» diyorlardı, «o kutuyu arabanızın sağ Ön tekerleği dibine acaba kim koymuş olabilir?» diyorlardı.

-«Yahu» diyordu Nuri, «boş konserve kutusunu kim koyacak arabamın sağ ön tekerleği dibine! Herhalde ya­ramaz çocuğun biri bir tekme vurmuş, yuvarlanıp gitmiş, vanp arabamın tekerleğine takılmıştır. Bunu büyütmeyin lütfen, rica ederim sayın arkadaşlar, devlet büyüklerini bu türden basit olaylarla küçük düşürmeyin canım, cık, ol­maz!»

-«Sayın Bakan...»

-«Sayın...»

-«Konserve kutusunu...»

-«Sayın Bakanım...»

-«Bu konu kapanmıştır beyler. Konserve kutusu hak­kında hiçbir açıklama yapmak istemiyorum. Bu konuda; haber, yorum, makale, anı, gezi, röportaj, hikâye, roman, şiir... (ben ne saçmalıyorum yahu!) yazanları mahkemeye veririm, haberiniz olsun!»

Gazeteciler bir an durup gözgöze geldiler. Boş dön­mek istemiyorlardı. Kalabalıktan sıyrılıp çıkan gazetecinin biri, mikrofonu Nuri'nin ağzına uzatıp:

-«Efendim» dedi, «bu konserve kutusu olayını geçe­lim, tamam; ama bos bir kutunun, insanlarda korku ve panik yaratması, başıbozuk çetelerin estirdiği terör ha­vasının bir sonucudur. Bakanlığınızı bizzat ilgilendiren bu sorunu konuşalım isterseniz.»

Nuri, onlardan kurtulmanın başka bir yolu olmadığını anlamıştı. Çaresiz kabul etti, -«Konuşalım» dedi.

Nuri'yi durgun durgun süzen gazetecilerde birden bir canlanma oldu. Gezegenler gibi hem kendi eksenlerinde, hem de Nuri'nin ekseninde flaşlar patlatarak dönmeye başladılar.

-«Anarşi?»

-«Devlet güçlüdür. Devlet büyüktür. Eşkıyanın sonu gelmiştir. Kaçacak yer yoktur.»

-«Öldürülenlerin sayısı her geçen gün biraz daha artı­yor; halk, korku ve yılgınlık içinde. Katiller niçin yakalan­mıyor efendim?»

-«Halka söyleyin korkmasın. Biz burda, devletin başın-dayız. Korkulacak bir şey yoktur. Korkulacak bir şey olsa, önce biz korkanz.»

-«Enflasyon?»

-«Millet olarak onu benimsedik. Onu sevdik. Ona alış­tık. Barış içinde birarada yaşamayı Öğrendik. Gül gibi ge--çinip gidiyoruz.»

-«Anarşiyi kimler yaratıyor?»

-«Dün ne dediysek, bugün de onu diyoruz. Anarşiyi yaratanlar bellidir. Onlar köşeye sıkışmıştır. Kaçacak bir

delik yoktur. Biz, memleketin bütün deliklerini tıkamış bulunmaktayız. Netice itibariyle, artık deliksiz bir meleket vardır. Başka bir İfadeyle, memlekette artık hiçbir delik yoktur.»

-«Anarşinin genellikle sağ'dan geldiği söyleniyor, aca-ba siz bu konuda neler söylemek istersiniz Sayın Bakan? Bu söylenenler doğru mudur efendim, yoksa iftira mı atı­yorlar?»

-«Biz ciddi bir devletiz efendim. Yakalamaya mecbu­ruz. Yakaladıktan sonra, o yakaladığımız şeyin, nasıl bir şey olduğunu bilemeyiz.»

-«Ama Sayın...»

-«Bu işin aması maması budur efendim, teşekkür ede­rim, gülegüle arkadaşlar, gülegüle...»

Nuri, gazeteciler gidince, rahatladı, gevşedi, koltuğuna gömüldü ve konserve kutusunu düşünmeye başladı. Can korkusuyla yaşamanın azabını şimdi çok iyi biliyordu. Bun­ca yıllık yaşamında, Ölüm korkusunu ilk kez duymuştu. Tüm umutlan, beklentileri, Özlemleri yarım kalacaktı! isveç ban-kalanndaki hesaplannı hedefe ulaştıramadan, Marmaris rü­yasını gerçekleştiremeden, Nuriye'nin göğüslerini daha dik, burnunu daha küçük, dudaklannı daha kalın göremeden, oğlanın uçak mühendisi, kızın ekonomist olduğunu göreme­den, Allah korusun, memlekete daha yararlı, daha hayırlı iş­ler yapamadan şehit olacaktı! İyi de, şehit olmak için milyonlarca vatan evladı sırada bekleyip dururken, Nuri'nin vakit­siz ölümü ne büyük bir kayıp olacaktı, ne büyük!...

-«Bana bir kahve getirin!» dedi.

Ardına yaslanıp derin bir soluk aidi- Bu sırada telefon çaldı. Ceylan bakışlı bir kız, Bakan Beyin kahvesini getirdi, fincanı masaya bıraktıktan sonra, daracık ereğinden dışarı fırlamış poposuyia boşlukta daireler ve elipsler çizerek çıkıp gitti. Nuri, kızın getirdiği kahveden bir yudum aldıktan son­ra almacı kulağına götürdü. Telefonun diğer ucundaki adama, heyecanla bu konserve kutusu olayını anlatıyordu.

-«Allah korudu Sayın Başkanım» diyordu. «Gerçi canı­mız vatana feda olsun, vatansız millet, milletsiz vekil ol­maz. Netice itibariyle, vekilsiz bir millet de olamayacağı için, her zaman büyük olan Allah, büyüklüğünü yine gös­termiş ve canımızı bu millete bağışlamıştır. Canımız bu millete hayırlı uğurlu olsun efendim, hörmetler...»

 

Kapı Kapı

 

Otobüs, Ankara-İz mir arasında karanlığı yarıp gidi­yor; inişleri, yokuşları, dar geçitleri, kıvrımları bir solukta yutuyordu. Yolculardan birkaçı gazete okuyor, di­ğerleri horlayarak uyuyordu. Arka koltuklarda oturan yol­culardan biri ayakkabılarını çıkarmıştı, dayanılmaz bir ko­ku yayılıyordu ortalığa. Birkaç kişi onu uyarınca, adam is­temeyerek ayakkabılarını tekrar giymek zorunda kaldı.

Orta koltuklarda oturan llyas Hacı Bey, yine yanında oturan adama baktı.

-«Siz de mi Afyon'a gidiyorsunuz amca?» dedi.

Otobüs, Ankara Ganndan hareket ederken de sormuş­tu. Adam, İzmir'e gittiğini açıkça söylemişti. Hayretler için­de baktı ilyas'a.

-«İzmir» dedi.

İlyas cebine davrandı. Sigara paketini çıkanp adama ikram etti. Adam, elinde yanan sigarayı gösterdi. Oysa bi­raz önce llyas yakmıştı onun sigarasını. Çıkardığı sigara paketini cebine koyduktan sonra:

-«Afyon kaç saat sürer?» diye sordu.

-«Dört» dedi adam.

Bilmiyor muydu Ankara-Afyon arasının dört saatlik yol olduğunu? Üçüncü soruşuydu bu? Fakat amacı başkaydı Ilyas'ın.

-«Afyon'a» dedi, «Mali Bilimler Fakültesine kaydımı yap-tırmaya gidiyorum. Fakülteden mezun oiunca müdür olacağım.»

-«İnşallah yeğenim» dedi adam.

Köyünde herkes ona «Ilyas Hacı Bey» derdi, ama bu adam, Ilyas'i tanımadığı için, «yeğenim» diyordu. «Fakül­teye kaydımı yaptırmaya gidiyorum» demek, «müdür ok' cağım» demek, beş para etmemişti. Ona naşı] tanıtmalıy­dı kendini?

-«İsmim Iiyas» dedi. «Soyismim Hacı. Önce <İlyas Ha-cı> derlerdi bana. Fakat sonra <İlyas Hacı Bey> demeye başladılar.»

-«Maşallah yeğenim, maşallah. Sen efendi bir çocuğa benziyorsun. Madem herkes <İlyas Hacı Bey> diyor sana, okuida anarşiye katılmazsın inşallah.»

Ilyas, olur olmaz yerde anarşiyi savunarak, «sıradan» kişilerin ilgisini ve tepkisini çekmeye bayılırdı. Oysa kar-maşadan nefret ederdi ve tam bir uyum hastasıydı. Okul­da kalemlerini boy sırasına göre dizer, eğer renkliyse, on-lan koyudan açığa göre sıralar ve böyle yapmayanları her fırsatta eleştirirdi. Hayatın her alanında kurallara kesinlik­le uyar, uymayanları sert bir dille uyanrdı. Bu yüzden az dayak yememişti.

-«Çok cahil bir insan olduğunuz belli» dedi. «Üniver-site öğrencisi niçin anarşist olmasın?»

-«Anarşist olmak zorunda mısın bre yeğenim?» dedi adam. «Ne anlayacaksın ortalığı karıştırmaktan? Bak ne güzel üniversite talebesi olmuşun, herkes sana <llyas Ha­cı Bey> diyor, kafası çalışan insansın, yarın kocaman mü­dür olacaksın, eşkıyalık yapmak sana hiç yakışır mı?»

İki saat olmuştu yola çıkalı. Canı sıkıldı. Ardına yasla­nıp gözlerini yumdu. Afyon Mali Bilimler Fakültesinin bi--nası nasıldı acaba? Köy okullanna veya kasabanın lisesine benzeyecek değildi herhalde! Mutlaka çiçekli bir bahçesi, işlemeli taş heykelleri ve mermer sütunları vardı! Orda kimbilir ne güzel kızlarla tanışacak ve onlarla arkadaşlıklar kuracaktı...

Şoför, lambaları söndürdükten sonra, yolculann hepsi de uyku uyuşukluğuna bürünmüş ve yanında oturan adam da horlamaya başlamıştı. Gittikçe ağırlaşan bir sıkıntı çök­tü içine. Alnını önündeki koltuğa dayayıp düşünmeye baş­ladı. Hesabına göre, sabaha karşı saat dörtte inecekti Af­yon'a. Saat altıya dek garın kahvesinde oturacak, simit yi­yecek, çay içecekti. Saat altida doğru Afyon Malı Bilimler Fakültesine... Herkesten önce orda olmalıydı.

Ortalık ağarırken otobüs Afyon Garına girdi. Ilyas, elin­de çantayla otobüsten İnip, gann kahvesine doğru yürüdü. Kahveye girince şaşırdı. Tıklım tıklım doluydu. Oturacak bir yer aradı, bulamadı. Kimileri masalarda toplanmış konuşu­yor, kimileri de ayakta gezinip duruyordu. Herkesin elinde ya da cebinde aynı gazete vardı. Bu, Ilyas'ın biraz tuhafına gitti. Çevresine bakınırken bir kişi yaklaştı yanına. -«Merhaba kardeş» dedi.

-«Merhaba» dedi İlyas. -«Okula kayıt için mi geldin?» -«Evet..-»

-«Kaç puanın var?»

Gözlen ışıklandı, fıldır fıldır oynadı yuvalarında. «Ga­liba bunlar da kayıt için gelmiş olmalı» diye düşündü. Ra­hat bir gülümseyiş yayıldı yüzüne. -«Dörtyüz toplam» dedi. -«Açık konuşalım, ülkücü müsün?» Yüzündeki gülüş dondu kaldı, Gözlerinde parlayan umut ışıkları sönüverdi birden. Bir süre sessiz kaldı, yut­kundu, tedirgin bakışlarla çevresini süzdü. -«Yok» dedi, «şey, ben...»

Çevresi gittikçe kalabalıklasıyordu. Onu, başka bir yer­den gelmiş önemli bir ülkücü sanıyorlar ve onunla yakın­dan ilgileniyorlardı. Hatta ona yorgun olup olmadığını, nerden geldiğini, açlığını, susuzluğunu bile sordular. İlyas Hacı Bey çok şaşırmış, ne diyeceğini bilemiyordu. -«Reis, hoşgeldin...» -«Nerden geldin?» diyorlardı.

İlyas Hacı Bey, ses kimden gelirse, umutsuz bakışları­nı ve şaşkın yüzünü ona çeviriyor, birdenbire içine düştü­ğü çukuru anlamaya çalışıyordu. İlk sorgucu:

-«Susun ya, susun!» diye bağırdı. «Siz bunun kim ol­duğunu, ne bok olduğunu bilmeden konuşup duruyorsunuz!»

Sustular. Herkes, İlyas'ı sorguya çeken ülkücünün ne diyeceğini merakla beklemeye başladı. Merakla bekleyenlerin başında ilyas Hacı geliyordu. Sorgucu, İlyas'ı şöyle bir tepeden tırnağa süzdü. Bu bakışlarda, alay ve küçümseme vardı.

-«Bak hemşerim, ülkücü değilsen bas git, bu okulun arka kapısından bile giremezsin» dedi.

-«Sizde hiç mantık yok» dedi İlyas.

Bunu söylerken, sağ işaret parmağını şakağına dayamış ve o bilinen hareketi yapmıştı. Yani «sizde hiç akıl yok!» demeye getirdi. Alaylı gülüşmeler arasında konuşmaya devam etti:

-«Okulun ön kapısı dururken» dedi, «niçin arka kapı­sından gireyim ki?»

-«Adın ne senin?»

-«ismim liyas... Soyısrnim Hacı... <llyas Hacı Bey> der­ler bana.»

-«Güzel... Şimdi sen ne yapacaksın, biliyor musun ko­çum? Döneceksin ve geldiğin yere tıpış tıpış gideceksin. Bak sana <koçum> diyorum... Sevildiğini bil.»

-«Anlamadım!» dedi İlyas, bir adım gen çekildi korkuy­la. «Ne demek bu? Ne demek geldiğin yere dön? Ben buraya kayıt...»

Görevlilerin hepsi de aynı anda İlyas'm üstüne yürüdü. İlyas, birkaç adım geriledi. Çember içindeydi, kaçamazdı. Sorgucuya baktı korkuyla. Sorgucu, «durun» anlamında kollannı yukarı kaldırınca görevlilerin hepsi de durdu.

-«Biz bu okula sadece ülkücüleri alıyoruz. Puanın kaç olursa oSsun, hiç farketmez. Ülkücü değilsen, ağzınla kuş tutsan giremezsin bu okula.»

İlyas, çakır gözlerini fıldır fıldır oynattı. Aklisıra kurnaz-İlk düşünüyordu.

-«Ben de ülkücüyüm» dedi.

-«Nerelisin sen?»

-«Evciliyim.»

-«Evci nerenin?»

-«Çayıralan'ın.»

-«Çayıralan nereye ait lan salak! <YozgatIıyım> desene şuna! Burda Yozgatlı bir arkadaşımız olacaktı, çağırın onu gelsin!»

Çağırmaya gittiler. Yozgatlı, biraz sonra ıslık çalarak gel­di, insan çemberini dayı dayı yanp, llyas'in yanma sokuldu. Teşbihini şakırdatarak ters ters baktı llyas Hacı Beye.

-«Tanıyamadım» dedi. «Bu hanım evladını ilk defa burda görüyorum.»

İnsan çemberi gittikçe büyüyordu. Kahvedeki ülkücü' lerin hemen hemen hepsi de Ilyas'ın çevresindeydi. llyas'ı görebilmek için herkes birbirinin sırtına çıkıyordu. Dağlar­dan, mağara kovuklarından indirilmiş ilginç bir yaratığa bakıyorlardı sanki. Ilyas'ın her hareketini, zevkle, hayretle izliyorlardı, llyas, kimi zaman özenir gibi bakıyordu onla­ra, kimi zaman korkar gibi, kimi zaman direnir gibi... -«Çayıralan'da ülkücü var mı?» -«Var.»

-«Tanıyorsun yani?» -«Eh...»

Hiç beklemediği bir anda, ansızın bir tokat indi suratı--na. Neye uğradığını bilemedi llyas.

-«O nasıl tanımak öyle lan salak! Dalga mı geçiyorsun İan bizimle?»

-«Ben salak değilim!»

-«Nesin peki? Solaksın o zaman! Yalan söylemeye kal­kışma, gözlerini oyarım! Yoksa komünist misin İan sen? Bak doğruyu söylersen, hiçbir şey yapmadan bırakırız! Yoksa yandın gittin oğlum!»

llyas kaygıyla çevresine baktı. Kaçacak bir açıklık bula-mayınca çaresiz dikilip kaldı. Korkuyordu, fakat direnme­yi de elden hiç bırakmıyordu.

-«Benim ismim ilyas. Soyismim Hacı. Önce herkes <İlyas Hacı> derdi bana. Sonra <İIyas Hacı Bey> demeye başladılar. Sen ne hakla...»

-«Çeneni tut lan biraz! Başlarım şimdi isminden! Am­ma da düşük çenen varmış! Sen hiç ülkücü dayağı yeme-din anlaşılan! Sabah sabah bizi mecbur etme, canın çok yanar sonra!»

Yine bir kurnazlık düşünüp gözlerini fıldır fıldır oynat­tı. Sonra da bel bel bakarak yutkundu.

-«Çayıralan'da ülkücü var da...» dedi, «ben onları ta­nımıyorum. Ben de Ülkücüyüm ama siz beni tanımıyorsu­nuz mesela» dedi.

-«Sen ülkücü müsün?»

-«Evet.»

-«Ülkü nedir?»

Uçyüz seksen beş toplam puanla önkayıt açtığını açıklayan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Il­yas'ın içinde tomurcuklanan ilk umut olmuştu; ama akademiye girebilmesi için puanının yüksek olması yetmiyordu, resimden özel bir sınava girmesi de gerekiyordu. Resim kur­suna gitmişti bir hafta, bir türlü becerememişti. Hem, yüz­lerce öğrenci katılıyordu resim sınavına--. Akademi ise, sa­dece doksan kişi alacağını açıklamıştı, ilyas Hacı Bey nasıl girecekti bu doksan kişinin arasına? Akademi işi pek yatma­mıştı kafasına. Yeşeren, dal-budak salan umutlan, gittikçe saranp solmaya başlamış, buruk bir sonbahar sessizliği sar­mıştı içini.

İki gün önce, gazetelerde, Afyon Mali Bilimler Fakül­tesinin, üçyüz doksan toplam puanla önkayıt açtığını oku­muştu- Yeniden yeşermişti umutlan. İçindeki sonbahar sessizliğinin yerini bahar şenliği almıştı. O sevinçle istan­bul'dan çıkmış, gece saat en ikide Ankara'ya gelmişti. Or-dan da yine o sevinçle çıkmış ve bİnbir umutla buraya, Afyon'a.-.

-«Lan sen ülkü nedir daha onu bilmiyorsun, böyle ül­kücü olur mu?»

ilyas şimdi ikinci kez yıkılıyor, zelzeleye uğramış toprak­lar gibi karışıyordu içi. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemi­yordu. Etrafını saran insanlarda tek tek gezdiriyordu gözlç-rini. Usuldan bir titreme sarıyordu bedenini- Başka bir ül­kücü, insan çemberini yararak geldi, İlyas Hacı Beyi sorgu­ya çeken görevlinin yanına sokularak:

-«Başkanın emri» dedi, «derhal geldiği yere postalaya­caksınız bu aptal suratlıyı!»

-«Ben mektup muyum?» dedi ilyas. «İnsan postalan­maz, efendi efendi uğurlanir.»

Başkanın emrini getiren görevli, Ilyas'ın üstüne yürü­dü. İlyas sakındı, kollarıyla başını sakladı. Kollarının altın­dan yan yan baktı. Tutmuşlardı üstüne yürüyeni. Yeni­den diklendi İİyas.

-«Siz doğru konuşmasını bilmez misiniz?» dedi. <ISyas Hacı Bey, isterseniz sizi geldiğiniz yere uğurlaya!ım> de­seniz, ben de...»

Alaylı gülüşmeler arasında, görevlinin bîri kolundan tutup çekti Ilyas'ı.

-«İlyas Hacı Bey kardeşim, isterseniz sizi geldiğiniz ye­re uğurlayaiım» dedi. «Paşa gönlünüz acaba resmi devlet töreni mi, yoksa davul-zurna mı ister?»

-«İstemiyorum!» dedi İlyas. «Bırakınız kolumu!»

-«Canın dayak mı istiyor aslanım?»

İİyas Hacı, «dayak» iafinı'duyunca biraz düşündü ve he­men gerekli dönüşü yaptı. Sesini yumuşatmaya çalışarak:

-«Ben» dedi, «geldiğim yere gitmeye mecbur muyum? Taa İstanbul'dan geldim, niçin tekrar oraya...»

-«Memleketine git.»

Yine kurnazlığı tuttu, çakır gözlerini fıldır fıldır oynattı. Gülmekle ağlamak arası, garip çizgiler, derin çizgiler yer­leşti yüzüne.

-«Evci Köyüne» dedi, «otobüs bulursanız, mecburiyet­ten dolayı giderim, ama...»

Ansızın güçlü bir yumruk indi suratına. Ve kıçüstü düş­tü yere. Yumruğu atan görevli, yakasından tutup kaldırdı ilyas Hacı Beyi.

-«Gidecek misin lan?» dedi.

Gözlerine kara bir perde inmiş, Afyon sanki tüm htş-mıyla üstüne yıkılmıştı. Suratı cayır cayır yanıyordu. Çev­resinde sıkılmış yumruklar ve öfkeli bakışlar görünce, kor­kuyu ve umutsuzluğu, tüm benliğinde, en derinlerde du­yarak bir kez daha yıkıldı.

-«Durun!» dedi.

-«Gidecek misin?»

-«Evet» dedi çaresiz.

-«Yürü!» dediler.

İnsan çemberi açıldı. Peşpeşe yürüdüler. Titriyordu II-yas. Yazıhanelere girip çıkmaya başladılar.

-«Ankara'ya otobüs var mı ağabi?»

-«Yok.»

-«istanbul'a otobüs...»

-«Yok.»

-«Ankara'ya...»

-«Yok.»

-«Titreme lan ıslak kedi yavrusu gibi!» -«Üşüyorum.»

-«Hani lan soğuk? Sen korkudan titriyorsun oğlum. Yürü hadi, sallanma, yürü!»

Ilyas. sümüğünü çeke çeke yürüdü. Daha Önce girip çıkmış oldukları bir yazıhaneye yeniden girdiler. Yazıha­nenin sahibi:

-«Bulamadınız mı?» dedi.

-«Yok» dedi görevli. «Bu sümüklü otursun burda, sa­kın bırakma, gözünü sapıttı mı kaçar!»

İlyas'a şimdiye dek kimse «sümüklü» dememişti. Köyün­de ve hatta çevre köylerde onu tanıyan herkes, «Ilyas Ha­cı Bey» diye deli olurdu. Onu sevmeyen asla yoktu kendi memleketinde. Adını bilmeyen, ününü duymayan yoktu. Otururken:

-«Sensin sümüklü» dedi içinden.

Bir yaprak dalında nasıl solar, kurur, dirençsiz kalır, ufacık bir sarsıntı bekler yere düşmek için? Öyleydi İİyas Hacı Bey... Umutlan kurumuş, gazel olmuştu. Umutla­rından geç, öz canından korkar olmuştu.

-«Beni öldürecekler!» diyordu içinden. «Boynumu kese­cekler. Gesedimi kaldınp atacaklar ıssız bir dereye. Ölümümden kimsenin haberi olmayacak...»

Aynı şeyleri anası söylemişti:

-«Gitme oğul» demişti. «İş komaz açarsın şu akılsız başına. Anarşistler seni öldürür. Cesedini kaldınp atarlar bir dereye. Ölümünden kimsenin haberi olmaz, Kargalar yer etini.»

-«Yok anam» demişti llyas. «Olur mu hiç? Anarşistler benim arkadaşım, yoldaşımdır. Bana dokunmaz onlar. Bo­şuna kaygılanma, serin tut yüreğini.»

-«Sus!» demişti anası. «Söylediklerini kimseler duyma­sın. <Akıllıyım> der övünürsün, hiç kimseyi de beğenmez­sin. Sende değil, sana lise diploması veren hocalarda suç! Bir de dörtyüz puan aldın nasıl aldıysan! Ocağın batma­ya senin!»

Dinlememişti anasını, keşke dinleseydi. Yirmi gündür orda burda rezil olmuştu. Bir etek de para harcamıştı. Piş­mandı Ilyas, çok pişman...

Kurnazlığı tuttu yine, çakır gözlerini fıldır fıldır oynattı. Yazıhaneciye bakîi gözucuyla.

-«Ağabi...» dedi.                                          

-«Ne var?»

-«Ben Ankara'ya gitmek zorunda değilim, onu diye­cektim... Kayseri'de yakınlarım var da... Garı şöyle bir do-[assam.. Kayseri'ye otobüs bulabilirim belki.»

-«Kalk bir dolaş bakalım.»

Bir kurtuiuş umudu belirdi içinde. Çantasını kapıp di-şarı çıktı. Hırsız gibi ayaklarının ucuna basa basa, sağına soiuna baka baka yürümeye başladı. Garrtam çıkacağı sı­rada üç kısa ıslık geldi ardından. Olduğu yerde dondu kaldı. Yeniklik duygusu içinde dönüp ardına baktı. Yazı-haneciydi ıslık çalan.

-«Seni gidi uyanık seni!» dedi gülerek. «Kaçıyordun demek! Gel lan buraya!»

Kan emici bir korku düştü ilyas'ın içine. Ağzını açıp tek sözcük söyleyemedi. Suçlu gibi başını eğip sustu. Yazına-neci gelip ansızın bir yumruk indirdi llyas'ın midesine. Büküldü llyas, kıvrandı, soluksuz kaldı. Gözlerine kara ka­ra perdeler indi. gar fır fır döndü.-Bu sırada. İlyas'ı yazı­haneye teslim eden görevli geldi koşarak, soluk soluğa,

-«Ben sabahtan beri bu sümüklüyü arıyorum ya reis, ne yapıyorsunuz burda?» dedi.

-«Kaçarken yakaladım» dedi yazıhaneci. «Aklısıra benî kandırıp kaçacaktı uyanık!»

llyas, tarn bir şey söylemeye hazırlanıyordu ki, bu kez de yeni gelen görevlinin yumruğu indi midesine, sözü boğazında düğümlü kaldı, getiremedi sonunu. Bükülüp kıv­randı. Midesi bahane, yüzünde, en derin çizgileriyle, mutsuzluğun ve umutsuzluğun gittikçe koyulaşan gölgele­ri oluşuyordu.

-«Gidiyoruz hadi, yürü!»

-«Nereye?» dedi yazıhaneci.

-«Gönderelim bunu reîs!» dedi görevli. «Yoksa bela ola­cak başımıza! izmir'den otobüs geldi. Ankara'ya gidiyor.»

-«Yürü!» dedi, kolundan tutup çekti ilyas'ı. «Yürü, oto­büs hemen kalkmasaydı gösterirdim ben sana, yürüsene lan, acele et biraz! Ankara'da komünistlerden yediğim dayağın acısını bir güzel çıkarırdım senden! Dua et lan, otobüs kalkıyor.»

Biraz sonra otobüsün yanına geldiler. Orda, tıpkı kendisi gibi geldiği yere tekrar gönderilen birçok öğren­ci gördü. Kürek mahkûmları gibi topluca bindirildiler otobüse. Saat, sabahın altısını gösteriyordu.

Ankara Garına o sabah saat onu çeyrek geçe indi. Bir simit, bir de gazete aldı ve ıssız bir köşeye çekilip oturdu. Gazetenin ilanlar sayfasını okuyunca yeni bir umut yeşer-di içinde. Yorgunluğu, uykusuzluğu, duman gibi dağılıp gitti. Sağa sola koşmaya başladı. Bir taksiye yaklaşıp, ca­mına tık tık vurdu. Sürücü, çalışmaya sanki gönlü yokmuş gibi açtı kapıyı.

-«Sabah sabah niye gülüyon lan, piyango mu vurdu yoksa?» dedi.

Sürücüyü duymadı bile. On koltuğa oturup ceplerini ka­rıştırmaya başladı, llyas'a şaşkın, kaşlan çatık bakan sürücü:

-«Önce gideceğin yeri söyle be kardeşim!» dedi.

-«Maliye ve Muhasebe Yüksekokuluna bey kardeşim, elinizi çabuk tutunuz lütfen, kaydımı yaptırmaya gidiyo­rum, üçyüz seksen toplam puanla öğrenci almıyormuş.»

-«Yetmiş beş papelini alırım.»

Normal ücretin üç katını isteyen sürücüyü duymadı II-yas. Önünde yeni bir yol açılmıştı ve bu kez mutlaka ba-Saracaktı.

-«Sür kardeş, sür!» dedi.

Taksi, yirmi dakika sonra büyük bir binanın önünde durdu. Sürücü, yüzünde alaylı bir gülüşle elini llyas Ha-ci'ya doğru uzatıp:

-«Dökül bakalım!» dedi.

İlyas Hacı Bey, cebinden bir deste para çıkardı. Sayar' ken durup sürücüye baktı ve kaç lira vereceğini sordu. Sü' rücÜ, llyas'ın dalgınlığından yararlanıp, ücreti sekize katladı.

-«Olamaz!» dedi İlyas.

-«Tam çattık şimdi! Kardeşim, su mu yakıyor bizim araba? Dökül hadi, dökül, senin o güzel hatırın için yüz elli olsun bari!»

-«Çok» dedi llyas başını sallayarak.

-«Yahu sen bela mısın?»

llyas, sürücünün kucağına sadece yirmi beş lira ata ve paranın kalan kısmını cebine soktu.

-«Size ancak bunu verebilirim» dedi.

Arabadan inmek için elini kapıya uzattı. Sürücü, tam bu sı­rada kolundan yakaladı ilyas Hacı'yi- Kavgaya hazır bir sesle:

-«Ver bakalım, yüz lira daha ver!» dedi.

İlyas, kolunu sürücüden kurtarıp, kendini dışan attı. Ardından da sürücü çıktı. Arabanın kapısını öfkeyle kapa­tıp, Ilyas'a doğru yürüdü, llyas, çantasını yere bıraktı, kra­vatını gevşetirken:

-«Terbiyesizlik etmeyiniz!» dedi.

-«Kardeşim, aslan kardeşim...»

-«Benim ismim <aslan kardeşim> değil, İlyas. Soyismim Hacı... <Ilyas Hacı Bey> derler bana.»

-«Elli lira bari ver, llyas Hacı Bey kardeşim.»

-«Boşuna yalvarmayın iz, yirmi beş, liranın dışında size para yok» dedi İiyas.

Sonra da hiçbir şey olmamış gibi, sanki az önce tartı­şan kendisi değilmiş gibi çantasını aldı ve yürüdü. llyas'ın ardınca bakakalan sürücü, kocaman bir tükürük attı yere. Sağ kolunu Ilyas'a doğru uzatarak:

-«Ulan ben senin!..» dedi.

Bunu içine sindiremedi İlyas. Durup bir süre bekledi. Çantasını yere özenle bırakıp sürücüye doğru garip garip (dayı dayı yürüdüğünü sanıyordu) yürüdü. Sürücü, güç­lü bir yumruk kondurdu llyas'ın burnuna. Oturur gibi kı­çının üstüne düştü llyas. Sürücü, arabasına bindi ve söve­rek gazladı gitti.

llyas, üstünü çırparak kalktı, kravatını düzeltti. Yine öy­le, hiçbir şey olmamış gibi, sanki az önce o yumruğu yi­yen kendisi değilmiş gibi okula doğru yürüdü. Duvarın di­binde konuşan Öğrencilere yaklaşıp:

-«Kardeş» dedi, «Maliye ve Muhasebe Yüksekokuluna önkayıt burda mı yapılıyor acaba?»

-«Evet» dediler, «önkayıt burdâ yapılıyor.»

İlyas, üçer beşer çıktı basamakları. Üçüncü katta, sekiz numaralı odanın kapısında, kayıtla ilgili açıklayıcı bilgiler vardı, şöyle bir baktı, fakat okumadı. Üstüne başına çeki­düzen verdikten sonra kapıyı tıklattı. «Gir» sesini duyar duymaz, umutla, heyecanla, sevinçle içeri daldı, ikiye bü­külerek, içerdeki görevli bayanı saygıyla selamladı.

-«önkayıt için geldim hanımefendi» dedi. «Bütün belgele­rim yanımdadır. Buyurunuz hanımefendi, göstereyim size...»

-«Hangi okuldan mezun oldun?»

-«Evci Köyünden...»

-«Hangi okuldan kardeşim, hangi okuldan?»

-«Ben mi?»

-«Yok canım, okulun hademesi! Tabii sen kardeşim, burda senden başka biri var mı?»

-«Çayıralan Lisesinden...»

-«Olmaz.»

-«Ne olmaz?»

-«Giremezsin bu okula.»

-«Neden?»

-«Açıklamayı okumadın mı kapıda? Maliye Lisesi Me­zunlarını alıyoruz. Yoksa senin okuman-yazman da mı yok?»

Bir kez daha devrildi İlyas. Bir kez daha öldü. Neye uğradığını bilemedi. Kadına boş gözlerle bakarak yutku­nup kaldı. Onun bu haline acıdı kadın.

-«Kaç puanın var?» diye sordu.

-«Dörtyüz...» dedi İlyas.

-«Sen bu puanla» dedi kadın, «Gazi Eğitim'e gitsene, orası da önkayıt açtı, üçyüz doksan toplam puanla öğren-ci alıyor.»

Tüm ihtişamıyla yeniden doğdu umut, yeniden doğdu İlyas. Kıpır kıpır bir şeyler uyandı içinde, yeniden yeni bir dünya kuruldu kafasında.

-«Sahi mi?» diye bağırdı.

-«Sana yalan mı söylüyoruz kardeşim! Dün akşam rad-yo söyledi. Acele etmezsen sıra bulamazsın, benden söy­lemesi...»

-«Elveda hanımefendi» dedi.

İkiye büküldü yine. Kadını selamlayarak arka arka çıktı kapıdan. Merdivenlerden koşarak inerken birine çarptı. Kapıdan çıkarken bir başkasına tosladı. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeden durdu, çevresini kararsız bakışlarla şöyle bir taradı. Binalar, arabalar, sesler, insan­lar... Nerdeydi Gazi Eğitim? Taksi mi tutmalıydı?

-«Taksi! Taksi kardeşim!»

Kuşlar gibi çırpınıyor, arabaların önüne koşuyordu. So­nunda bir taksiyi durdurup bindi.

-«Nereye?» dedi adam.

-«Gazi Eğİtİm'e...»

-«Elli lira alırım.»

-«Al!» dedi, cebine davrandı ilyas.

Bir süre sonra ordaydı ilyas Hacı Bey. Bunun artık son fırsat olduğunu sezinliyor, ne pahasına olursa olsun bura­ya girmek istiyordu. Bahçe kapısında bekleyen öğrenci ka­labalığını yarıp içeri daldı.

-«Dur!» dediler.

Durmadı. Hayret ettiler, hayretle baktılar bu yürekli delikanlıya. Elinde çanta, boynunda kravat... Yürümesi de çok hoştu, tek tek basıyordu. Koşup yeniden geçtiler Önüne.

-«Nereye gidiyorsun efendi?»

-«Ankara Gazi Eğitim Enstitüsüne...»

-«Yok ya!.. Demek taa oraya, Ankara Gazi Eğitim Ens­titüsüne gidiyorsun? Aç bakalım çantanı!»

-«Açmıyorum!» dedi. «Ben bu okula kayıt için geldim. Sizi tanımıyorum.»

Öğrencinin biri çantayı İlyas'ın elinden almak istedi. II-yas, çantayı öğrencinin kafasına öfkeyle indirdi. Artık sab­rının sınınndaydı ve gözü hiçbir şeyi görmez olmuştu. İl­yas'ın basma çullanıp rasgele yumruklamaya başladılar. Kafa, göz, ağız, burun demiyorlar, hınçla, öfkeyle vuru­yorlardı. Ötelerden başka öğrenciler geliyordu koşarak.

-«Faşist!» diyorlardı.

-«Vurun!»

llyas Hacmin sesi bazen duyuluyor, sonra kalabalığın sesine karışarak, öfkeli bağırışlar ve küfürler arasında kay­boluyordu.

-«İsmim llyas!» diyordu. «Soyismİm Hacı! Herkes bana <Ilyas Hacı Bey> der! Durun, vurmayın, bana herkes...»

llyas Hacı Beyi kimse duymuyordu.

 

Umut Dağların Ardında

 

Ellerim ayaklarım sapır sapır döküldü- Ne yapacağı­mı şaşırdım. Orhanım, Orhanım, dal boylu Or-hanım, nerelerdesin? Kuşlar gibi çırpmdım, bulamadım kara yiğidimi.

-«Kitapları yak, çabuk!» dediler.

Kuzumun... Orhanımtn kitaplarını nasıl yakarım ben? Tandıra taşıdık onca kitabı. Ah evladım, yemedin içme­din de kitap mı aidiydin! Kitapların böyle yandığını bil­mezdim ben, kütükler gibi közlendi, akşama dek için için yandı kuzumun kitapları. Sanki Orhanımdı yanan. Yavru­mu, servi boylumu yakıyordum kendi ellerimle. Şu kırıla­sı ellerimle...

Yüreğim de yanıyordu tıpkı yavrumun kitaplan gibi. Yapraklan tutuşan, kıvrılan, kızaran, kül olan kuzumun ki­tapları gibiydi yüreğim. Harıl harıl yandım, günler, haftalar boyu. Sabahlara dek bekledim, bekledim, gelmedi Or­hanım. Uykuyu tüneği yitirdim, aç tavuklar gibi dönüp dur­dum; buğday tanesi, arpa büyüklüğünde bir umut için.

-«Elleri parkasının cebinde, aha, şimdi gülerek çıkacak şu sokaktan» dedim.

Çıkmadı. Günlerce bekledim, gelmedi kuzum. Yedi­ğim içtiğim ağı oldu. Döşeğim yılanlar gibi soktu beni. Ne uyku kaldı, ne tünek...

-«Karakola git, sor» dediler.

Gittim, sordum, yok... Arkadaşları vardı yiğidimin, can arkadaşları, onlara gittim, onlar da yitikmiş. Anaları, baba­ları yanıp yanıp kül olmuşlar. Aklıma gelen kötülükleri kovdum.

-«Saklanmıştır bir yere, fırsat bulur bulmaz inşallah bir haber uçurur» dedim.

Sabahlara dek uyumazdı kuzum. Sabah, odasına girer bakardım ki, akşamdan boş bıraktığım kültablası dolmuş. Elinde kitapla uyuyakalmış. Sarsmadan, Örselemeden, ok-şayi okşayı, ninniler söyleyerek uyandırırdım kuzumu. -«Üstüme çok düşüyorsun» derdi. -«Anayım ben oğlum» derdim. -«Çocuk muyum ben?» derdi.

-«Çocuk değilsen bile benim çocuğumsun» derdim. «Büyüsen de, büyük adam olsan da benim çocuğumsun.» Birgün gülerek geldi eve. Dişleri bembeyazdı kuzumun. Ne güzel gülerdi Orhanım! Bakın işte, fotoğrafı var. Böyle, tam böyle gülerdi yiğidim. Ne diyordum? Kafa mı kaldı ben­de güzel oğlum! Unutuverdim diyeceklerimi. Kınlır inşallah, parça parça olur benim bu akılsız kafam! Haa, birgün gü-lerek geldi eve. -«Anam!» dedi. -«Kuzum!» dedim. -«Sınavı kazandım!» dedi.

İki dersten takıntısı vardı, kazanmış. Bir çığlık düştü yü­reğime, sevinç çığlığı... Elimde tava mı ne vardı, yemek pişirecektim akşama. Kaldırıp atmışım tavayı. Boynuna sanıldım, yalam yalam yaladım kuzumu. Kaldırıp kucağına aldı beni.

-«Bırak ulan deli gâvur» diye çırpındım.

Bırakmadı. Taa dışarıya, kondunun önüne çıkardı be­ni. Gelip geçenler bize bakıyordu.

-«Bırak oğlum, herkes bize bakıyor» dedim.

-«Baksınlar» dedi.

Tepesine bindirdi beni, döndü durdu evin önünde. Çok kuvvetliydi kuzum... Filinta gibi, zıpkın gibi kurşun gibiydi yiğidim.

-«Orhan» dedim birgün.

-«Anam» dedi.

«Anam» derdi kapısında süründüğüm. «Ana» demezdi bana, «anam» derdi... «Anam!» derdi. Çok yangılıydı dal boylum.

-«Oğlum» dedim, «Emine Halayın Gülderen yolunu bekler. Güzel kızdır, bilirsin. Yuvanı görmeden ölürüm diye korkuyorum. Baban da umutlanıp duruyor son gün­lerde. Daha nice bekleteceksin yolunu?»

Bağırdı bana. Hiç bağırmazdı kara yiğidim, ama o gün çok bağırdı. Pespembe oldu yüzü. Kızdı mı cehennem kesilirdi bakışları.

-«Okul bitmeden evlenmem diye diye dilim yara oldu anam! Bunu kaç kez söyledim size! Söyle babama boşuna umutlanmasın!» dedi.

-«Evlenmezsen <he> deyiver oğlum» dedim. «Sözünü­zü keselim, bir nişan yüzüğü takalım. Gülderen el değil ki, bizimdir. Yokluğumuzu, yoksulluğumuzu o çeker ancak.»

-«İstemiyorum» dedi, çarpıp çıktı kapıyı.

Üstüne üstüne gitmedim. Zorlamadım yavrumu. Zor-lasam da bir faydası olmazdı zaten. Bilirdim huyunu, dediğinden sapmazdı kara yiğidim.

Çocukluktan daha yeni çıkmış, taze, dal gibi bir be­den... Duru, sakin, aydınlık bir yüz... Pırıltılı, kocaman gözler... Ankara Lisesi Öğrencisi, Kışlalı, Hatice'den doğ­ma, Hüseyin oğlu Orhan Ayçan, prangasını sürükleyerek hücresini adımlıyor. On sekizine iki ay önce girdi. Dakika-lan saya saya idamını bekliyor.

İlkokul yıiları canlanıyor belleğinde. Ortası beyaz, kenar-İan mavi kır çiçekleriyle doldururdu kitaplarının arasını. Bu kır çiçeği sevgisi, lisede, mavi gözlü bir kıza yaklaştırdı onu. İlk kez bir dernekte karşılaşmıştı onunla, ikinci kez bir eğitim çalışmasında... Üçüncü kez bir protesto yürüyüşünde...

Şimdi onu, Maviş'i düşünüyor Orhan.

Umutların, hangi doğurgan umutlann durağıdır bu hüc­re? Kendinden önce kimler geçti bu duraktan? Bu kelepçeli eller kimin? Ayaklar niçin zincirde? Bir oyunun son per­desini mi oynuyor? Yaşamın anlamı mı derinleşiyor yok­sa? Saatine bakıyor. Biraz sonra gelecekler. Hücrenin ka­pısını açıp içeri girecekler. Buz gibi bir sesle:

-«Hazırlan!» diyecekler.

-«Hazırım» diyecek. «Az yaşadım belki, ama benim hayatım vahşetin kucağında döllendi. Açlığın ve zulmün açılarıyla nakışlandı bu yürek. Liseli bir kızın gözlerinde aşkı ve hüznü yaşadım... Hoşçakalın, gidiyorum işte.»

Prangasını sürükleyerek yürüyecek. Eğilmeden, bükül­meden, dimdik yürüyecek. Avukatı da olacak yanında. Askeri bir araca bindirilecek. Aracın içinden, ağaçlara, yollara, göğe ve yıldızlara bakacak. Bİnbir resim ışık hızıy­la geçecek belleğinden. Çocukluk anıları, gençlik anıları, sevdikleri, sevmedikleri... Bir gösteri yürüyüşü... Ağaçlı bir yol... Dövüşülen bir meydan... Ve delikanlı bir yürek... Merkez Kapah'da1 indirilecek, cezaevi müdürünün oda­sına alınacak, infaz savcısı eski bir iskemleyi gösterip:

-«Otur!» diyecek.

Orhan, ayakta daha rahat oiduğunu söyleyip oturma­yacak. İnfaz savcısı kararı okuyacak, bu karara katılıp ka­tılmadığını soracak. Orhan kesinlikle katılmayacak, infaz savcısı içinden gülecek. Bu gizli gülüşün çok az bir kısmı yüzüne yansıyacak. Doktora dönüp:

-«infazı engelleyen herhangi bir durum var mı?» diye soracak.

-«Sağlıklı» diyecek doktor.

-«Evet, sağlıklıyım» diyecek Orhan. «Duydunuz işte, dostlarım, idamım için hiçbir engel yok. Sizleri çok özle-yeceğim. Çünkü en katı yasalarını birlikte yırttık korku­nun. Kan-ter içinde tırnaklarımızla oyduk karanlığı. Tür­külerle derinleşti hayatımız, umutlan daha çok sevdik ek­mekten. Biliyorum, acılar şimdi daha üretken, çünkü gün geçtikçe çoğalıyor ölümler.»

Yakalanışı, bir film şeridi gibi geçiyor beyninden. Ay­rıntılarıyla her şey belleğinde. Kulaklarının dibinden vın-layarak geçen kurşunlar... Kirli giysilerle dolu eski bir boh­ça gibi yere atıyor kendini. Yaralanıp yaralanmadığını an­lamak için, bacaklarını, karnını, belini yokluyor. Ağrı, ya­ra, kan yok, ama yine de ölümün soğuk nefesini duyuyor. Ardına bakıyor kaygıyla. Koşarak gelen üç sivil adam... Yayına basılmış gibi fırlayıp kalkıyor. Bir sıçrayışta çitin ötesine düşüyor. Bir süre koştuktan sonra dönüp ardına bakıyor. Kısa süren bir umut... Sonra önünde beliren üç polis...

-«Teslim ol!» diyorlar.

Orhan çaresiz donup kalıyor. Sonra yeni bir umutla geldiği yöne bakıyor. Orda, geldiği yönde, kum gibi kay­nayan polisi görüyor.

-«Teslim ol, sarıldın!» diyorlar.

Dizlerinin üstüne çöküyor, bir umutsuzluk anıtı gibi öy­lece kalıyor- Tam bu sırada, peşpeşe patlayan silah sesleri, önündeki üç polisten birinin çığlık çığlığa yere düşmesi, Or­han'ın, bu kargaşadan yararlanıp ileri fırlaması ve yeniden yakalanması... Bütün bunlar çok kısa sürede oluyor. Bir po­lis aracına bindirilip götürülüyor. Elleri kelepçede, gözleri bağlı. Nereye götürüldüğünü bilmiyor.

İteklenerek arabadan indiriliyor. Nereye götürüldüğünü anlamak için, okuduğu bir romanın kahramanı gibi adımlan-nı sayıyor. Bırgün aynı şeyleri yalayacağını bilemeden... Ve sanki birgün aynı şeyleri yaşayacağını biliyormuş gibi beynine kazıyarak okuduğu son roman... Elli beş adım yürütüldükten sonra sekiz basamaklı bir merdivenden yukan çıkarılıyor. Bey­nine, İşkence odalanna giden güzergâhın haritasını aynntıla-nyla çiziyor. Film, burda bilinçdışı bir istemle kopuyor. İnsan­lık onuruna indirilmiş o iğrenç darbeleri asla hatırlamak is­temiyor.

Ayak bileklerine bağlı kalın zincirini sürükleyerek dö­nüp duruyor hücresinde. Kısacık yaşamından türlü gö­rüntüler canlanıyor kafasında. Sevgili anasına yazdığı son mektup... Mavişle içtiği son çay... Sonra bir canaze töre­ni, sonra bir gürültü, sonra bir çığlık... Saatine bakıyor. Bi­raz sonra gelecekler.

-«Belleği yerinde mi?» diye soracak savcı.

-«Yerinde» diyecek doktor.

Orhan, bir aynlık öncesinin hüznüyle bakacak çevresine. Derinlerden, yüreğinin oralardan bir ezgi sökülüp gelecek. Zincirlerini şakırdatarak birkaç adım yürüyecek, daha önce infaz savcısının gösterdiği iskemleye oturup bir sigara isteye­cek avukatından. Avukat, bir sigara yakıp verecek. Orhan, si­garasını içebilmek için, kelepçeli ellerinin ikisini birden kulla­nacak. Bu sırada savcı saati soracak.

-«ikiye çeyrek var» diyecekler.

Savcı kalkacak, odanın içinde sabırsızca dolanmaya başlayacak. Sonra tedirgin gelip yine eski yerine oturacak. Yüzünü oğuşturarak kalkacak, sonra gelip yine oturacak.

-«Gidelim artık, gidelim lütfen!» diyecek.

İşte tam bu sırada tuvalete gitmek isteyecek Orhan. Savcı büsbütün tedirgin olacak, aceleyle kelepçeyi ve prangayı çözüp götürecekler. Sonra Orhan tuvaletten çıkaçak, kelepçesini ve prangasını kuşanacak. Onun bu rahat hareketleri, savcıyı daha çok telaşlandıracak.

-«Hazır mısın?» diyecekler.

-«Hazırım» diyecek Orhan. «Hoşçakalın dostlarım, vakit tamam, ipte beyaz bir bayrak gibi sallanmaya gidiyorum. Bir damla ışığımız yoktu, cehennem-karanlıklarında büyüdük. Ayazlı kış gecelerinde it gibi titredik, ama asla üşümedik. Aslanlar gibiydik ekmeği dişlerimizle koparıp almakta. Umutlarımız nasıl da doğurgandı, acılara gülerek bakardık. Dağların soğuk koynunda, hiç silinmeyecek ağıt' lar nakışlandı yüreğimize, gözbebeklerine bakarken açla­rın. Ölüm, kanımızdan daha yakındı bize. Umutlarla bes­lendik, acılar ekmeğimizdi bizim.»

Dakikalar, içerde kaldığı bir yıldan daha uzun, daha sı­kıcı, daha bulanık... İki adımda bitiyor hücre. Bu daracık yerde dönüp durmanın anlamı yok. Çömeliyor. Şimdi bir sigara olsa özlemle içecek. Alnını kelepçeli ellerine dayayıp düşünüyor. Düşünceleri kopuk kopuk. Kalkıyor. Çömeli­yor. Kim bunlar? Yaşamın kılcal damarlarını tıkayan, kuru­tan kim? Kimdir en nazlı umutları kara bir ağıda dönüştü­ren? Seher uykulannı bölen, acılan döllendiren kim?

-«Oğul» demişti birgün anası. «Sen okuldan dönene dek yüreğim ağzımda bekliyorum. Evimizin orta direğisin, unutma! Sana bir şey olursa dayanamam!»

-«Üzülme anam» demişti. «Her şey senin için. Seni mutlu görmek için yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Ye­ter ki sen üzülme.»

Son saatini bekliyor Orhan. Yeryüzündeki son saatini... Şimşek gibi çakıp geçen düşünceler... Bir umut yok mu? Bir umut... Dünyaya böyle umutla bakan o kocaman gözlerde, bir inanç adamının kararlılığı... On sekiz yılın içine, yüzyıl­ların acısını, cefasını, bekleyişini sığdırmış. Gencecik yü­zünde, kocamış bir bilgenin dinginliği... Gençliğin, güzelli­ğin simgesi... Kalkıyor. Kulağını kapıya verip dinliyor. Gelen yok henüz. Saatine bakıyor. Biraz sonra gelecekler. -«Çay getirin bana» diyecek.

Getirecekler. Bir sigara daha isteyecek avukatından. Son çayını ve son sigarasını rahat içmesi için kelepçeyi Çözecekler. İnfaz savcısı saati soracak. -«İki» diyecekler.

-«Vaktimiz yok» diyecek savcı. «Çayını bitir de gidelim lütfen, geç kalıyoruz.»

Çayını kıdım kıdım içecek Orhan. Maviş'i düşünecek içer­ken. Anasını düşünecek... Babasını, arkadaşlarını... Savcının sesiyle güzel düşlerinden kopacak, bir yolcu tedirginliğiyle saati soracak.

-«İkiyi beş geçiyor» diyecekler.

Bir yudum daha alacak çayından, bardak boşalacak. Si­garasından iki nefes alıp söndürecek. -«Uzat ellerini» diyecekler.

Uzatacak. Bileklerine kelepçe vurulurken, görevlinin biri beyaz ölüm gömleği getirecek. Beyaz ölüm gömleği­ne bakacak. Hüzünle bakacak.

-«Dostlarım» diyecek Orhan. «Hayat sevgiyle derinle­şir ve aniam kazanır, ancak ölümler şimdi daha anlamlı.

Pişman değilim, ancak anamdir her gece düşlerimde çır-pınır. Benden sonra onu yalnız bırakmayın. Bilirim, ağıt­ları karadır onun. Unutmayın, ancak düşmanı sevindirir onun çığlıkları.»

-«Ailene mektup bırakacak mısın?»

-«Evet» diyecek.

Günler, haftalar, aylar geçti, gelmedi kuzum. Gündüz­lerimde, ala şafaklarımda... Düşlerimde, uykularımda bek­ledim. Günler devrildi, aylar dolandı, eridi aktı yüreğim. Orhanım, kara yiğidim gelmedi. Onun yerine Zafer geldi bir geceyarısı. Zafer'le bir ruh gibiydi kuzum, içtikleri su ayrı gitmezdi. Onu da arıyorlarmış. Bir geceyarısı, Zafer, gizlice, ışık gibi süzülüp girdi karanlık dünyama.

-«Korkma ana» dedi.

«Ana» derdi bana. Ben de ona, «Orhanım, oğlum» derdim. Orhanımdan hiçbir farkı yoktu ki... Can çocuktu. Yiğidimin arkadaşları hep böyleydi zaten.

-«Korkma ana, Orhan yurtdışına çıktı» dedi.

Kanat takıp uçasım tuttu. Dellenesim, çıldırasım tuttu. Zafer'in boynuna sarılıp ağladım. Sevincimden boynuna sanlıp ağladım Zaferin.

-«Aman Zafer, bir daha söyle!» dedim. «Etme Zafer, kurbanın olayım, bir daha söyle! Orhanım, fidanım, dal boylum, yakalanmadı, he mi? Kara gözlü yiğidim, yurtdı­şına çıktı, he mi anam?»

-«He!» dedi Zafer, «aynen dediğin gibi ana.»

Yiğidimin duvarda asılı duran resmini alıp koynuma bastım. Öptüm, öptüm koynuma bastım kuzumun resmi­ni. Karşıma dikip baktım, konuştum resmiyle.

-«Ah» dedim, «tırnaklarına kurban olduğum, kadasını aldığım, adın yasaksa bile başkasının adıyla iki satır mektup yazsan olmaz mıydı?» dedim. «Yerini yurdunu bildir-sen olmaz mıydı, kapısında süründüğüm? <Ben burdayım anam, kara canım sağdın desen ya kuzum! Sen hiç mi düşünmezsin garip anacığını?»

Zafer, için için yanan közlü yüreğime su serpip gitti. O gün, gözlenme gerçek bir uyku indi. Ama o günden son­ra yine bir kuşku düştü içime. Orhanım mutlaka bir haber uçururdu! Kuzum düşünmez miydi anacığını! Bilmez miydi ki, anacığı dellenir de dağlara düşer! Deli koyun gi­bi meleyi meleyi kuzusunu arar!

Gâvur ellerine kaçsaydı da haberi gelmeseydi keşke! «Anam» demeseydi bana! Zafer kandırmış beni; üzülmesin, yanmasın, yana yana kül olmasın diye yalan söylemiş! Me­ğer taa o gün yakalamışlar kuzumu, sızısı yüreğime düştüğü gün... Asacaklarmış yiğidimi! Kara gözlümü, öpmeye kıya­madığımı, dal boylumu asacaklarmış!.. Kuzumun asılacağını duyar duymaz ağanverdi saçlarım! Ağarsın, kökünden kop­sun! Ben nasıl yaşanm gayrı? Nasıl yerim, içerim, döşekle­re yatanm? Ben iflah olmam gayrı! Eğer bu acı beni kemi­rip bitirmezse, ömrüm boyunca toz kondurmadığım namu­sum adına yemin ediyorum; dokuz ay karnımda taşıdığım, ebesiz doktorsuz doğurduğum, kıtlıkta kıranda besleyip büyüttüğüm, boğazımdan kısarak okuttuğum oğlumun ahım, darağacınm yağlı ilmiğinde bırakmam! Kulakları da yürekleri gibi sağır değilse duysunlar, ben de anaysam bırakmam!

Sesler işitiyor Orhan. Bir düş mü bu? Küt diye kırılışj mı bir dalın? Ayrılık mı, bir yolculuk mu bu? Bir umut yok mu? Bir umut... Kapıya veriyor kulağını. Ve işte geliyorlar. Konuşarak, gülüşerek, şakalaşarak geliyorlar. Gürültüyle açıyorlar hücrenin kapısını.

-«Hazır mısın?» diyorlar.

-«Hazırım» diyor.

Namluların ucunda, prangasını sürükleyerek, kısa adım­larla yürüyor. Onu ölüm karşısında böyle dimdik kılan nedir? Duruşundaki bu çelik yalınlığı, bu çelik sertliği nerden ge­liyor? Gözlerindeki kıvılcım, ölüm yasalarına meydan okuyan o alaycı kıvılcım nasıl tutuştu? Kimdir bu, son ye­nilgide bile yenilmezliği haykıran kim?

Okul dönüşünde, bir eskici dükkânında, bir çift postal ve yakası tüylü bir parka görmüştü. Günlerce bakmıştı ge­lip giderken. Sonunda almaya karar vermiş, para istemiş­ti babasından.

-«Hiç mi yüreğin acımıyor oğlum» demişti anası. «Bir kuru ekmek için gece gündüz çırpınıp duruyor zavallı adam! Kış geldi kapıya dayandı, odun-komür derdi bir yandan, senin derdin öbür yandan, elde yok, avuçta yok.»

-«Sen konuşmasan olmaz mı, be kadın!» diye bağır­mıştı babası. «Okula çıplak mı gitsin çocuk!»

Orhan'a, postalların ve parkanın nerde satıldığını sor­muştu. Ertesi gün, kucağında bir paketle eve gelmiş, oğ­lunu Öpüp gönlünü aldıktan sonra:

-«Hadi şunları giy de bir bakayım» demişti.

Babasının sevgiyle bakışını, gözyaşlarını gizleyerek ağ­layışını düşünmek istemiyor şimdi. Görevlilerin önünde daha canlı yürüyebilmek için olanca gücünü topluyor. Prangasının izin verdiği ölçüde ve kararlı atıyor adımlan-nı. Saatine bakıyor. Biraz sonra beyaz ölüm gömleği giy­direcekler. Boy aynasında kendine bakacak. Kolsuz beyaz ölümün içinde, sadece kafasını ve postallarını görecek.

-«Dostlarım» diyecek. «Nice kahroluşlar pahasına, kur­şun ata ata ve sokak aralarında ölümle dövüşe dövüşe besleyip koruduğumuz o nazlı sırların göz renklerini, bu sa­baha karşı darağacında bir kez daha soracaklar benden. Fakat boşuna soracaklar. Onlara yüreğimi koparıp vere­ceğim, ancak sırlarımı kendimle birlikte toprağa götürece­ğim.»

-«Vakit tamam, yürü lütfen» diyecekler.

-«Elbette» diyecek.

Saatini, yüz kırk lira parasını, parkasını ve postallarını babasına bırakacak. Cezaevinin avlusunda, karanlık, kuy­tu bir köşede kendini bekleyen darağacına doğru yürüye­cek. Sonra durup, üzerindeki beyaz öSüm Örtüsüne içi bur­kularak yeniden bakacak.

-«içim hiç ısınmadı buna» diyecek.

Celladın yardımıyla masaya, ordan da iskemleye çıka­cak. Avlu duvarında, taşların arasında, Mavİş'e benzeyen mavi bir kır çiçeği görecek. İnce boynunu ipe vermeden önce:

-«Kahrolsun emperyalizm!» diye bağıracak.

Göklerden beyaz bir güvercin inecek, mavi kır çiçeği­ni alıp yine göklere süzülecek... Onu, gözden kaybolana dek izleyecek. Sonra, nazlı boynunu ipe verirken, dünya­ya son kez bakacak... Benliğinden kopup gelen köklü.bir sesle, o güzel türküsünü son kez söyleyecek:

-«Yaşasın bağımsızlık!..»

 

Özgürlüğün Ayak Sesleri

 

Bora'nın dünyasında, aylardır beynini didikleyen, geceler boyu onu uykusuz bırakan, aşını ekmeğini ona zehir eden bir adam var. Sakallı bir adam... Yazıp kurtulmak istiyor ondan, kaçıp kurtulmak, öldürüp kurtul­mak... Olmuyor, hiçbir şekilde ondan kurtulamıyor.

-«Onunla ilk kez nerde karşılaşmıştım?» diyor.

Sanki yeni bir şey yakalamış gibi umutla masasına yö­neliyor. Oturuyor, eline kalemi alıp, önüne temiz bir kâ­ğıt çekiyor.

-«Evet» diyor, «onunla ilk kez, bu çok önemli, ilk kez nerde karşılaşmıştım?»

Berlin Kültür Evinde, birkaç ay önce, kendisi için düzen­lenmiş bir edebiyat toplantısında, konuşmaları taa baştan beri ilgiyle dinleyen sakallı bir adam görmüştü. Adının «Fik­ri» olduğunu söyleyen bu adam, toplantıdan sonra Bora'yı bir kenara çekmiş ve...

-«Ne demişti yahu, ilginç bir şey söylemişti» diyor Bo­ra. «Tam bir Osmanlı beyefendisi gibi konuşmuştu. <Eğer lütfedip gelirseniz beni ihya edersiniz efendim> tarzında komik bir şey söylemişti galiba.»

Karanlık gölgelerden ansızın sıyrılıyor, ışıklı sevinçlere döküyor kendini. Kafası şimdi daha berrak, umutlan daha devingen- Yazacak...

-«Evet, burdan başlamalıyım» diyor.

Biraz önce önüne çektiği temiz kâğıda, «kırçıl sakallı, geniş yüzlü, şişmanca bir adam...» diye yazıyor ve duruyor. Beğenmiyor, çok yüzeysel ve sıradan buluyor yazdıklarını.

-«Önce bir mekân seçmeliyim, sonra tarihsel bir kesit almalıyım» diyor. «Daha sonra Fikri'yi seçtiğim bu mekâna ve zaman dilimine yerleştirip, onun toplum ve bireyle olan ilişkilerini, estetik planda ve çok İşlek bir dille...»

Oysa daha birkaç gün önce. Bora, yaptığı son edebi­yat toplantısında, «iyi bir hikâye nasıl olmalı?» diye ortah' ğa bir soru bıraktıktan sonra, tüm dinleyenleri hayretler ve hayranlıklar içinde bırakan özgün düşünceler ileri sürmüştü. Ama şimdi sanki beyni kapanmış. Işık geçirmeyen duvarlarla hapsedilmiş sanki... Daha önce hiç böyle ol' mamıştı. Bir çocuk saflığı ve şaşkınlığı içinde:

-«Satırlar niçin ilerlemiyor, niçin dolmuyor bu sayfalar, saatin <tik-tak>ları davul tokmağı gibi niçin dövüyor beyni' mi?» diyor.

Kâğıdın diğer yüzünü çevirip yine aynı şeyleri yazıyor, ama bu kez «belli bir mekâna ve zaman dilimine» oturtarak tabii. Şöyle bir şey çıkıyor ortaya: «Akşamın alaca karanlığı, caddelerinde orospuların açıktan pazarlandığı bu sancılı kentin dinmek bilmeyen uğultusunu sevgiyle kucaklarken...»

-«Dur» diyor, «burda dur...»

Ne gibi kucaklarken? Örneğin, bir ahtapotun, avını, uzun kollarıyla yakalayıp kendine doğru çekişi gibi mi, yoksa, zebani kılıklı bir herifin, güzel bir kızın narin bede-nini kavrayışı gibi mi? Bora, kendisiyle bir süre tartıştıktan sonra, bu kucaklaşmalarda «sevgi»nin olmadığı, «açlık» ve «şehvet»in olduğu sonucuna varıyor ve kenti kucaklayan karanlığa, «yavrusuna şefkat ve özlemle kollarını açmış bir ananın sıcaklığı»nı daha uygun buluyor.

-«Çünkü» diyor Bora, «karanlık, kentin dinmek bilme­yen uğultusunu dindirecektir.»

Yazdıklarından hoşnut devam ediyor: «Oturmuş, Ber­lin Kültür Evinde hayranlarımla edebi ve felsefi zeminde ve sanki sonu hiç gelmeyecekrniş gibi uzayan ve uzadık­ça (yapaylaşan ve tekrarlanan değil) derinleşen konuşma-lar yapıyordum. Geceyarısına doğru, okurlarımın homur­danmalarına ve yakınmalarına rağmen toplantıyı bitirmek zorunda kaldım. Toplantıdan sonra, önümde, kırçıl sa­kallı, geniş suratlı, şişmanca bir adam peydahlandı...»

Bu «peydahlandı» sözcüğünden hoşlanmıyor. Biraz dü­şündükten sonra, «belirdi» sözcüğünü tercih ediyor: «...be' lirdi ve geniş suratını yayıp daha da genişleterek ve göbeği' ni zıplatarak bir süre hayvanca güldükten sonra...»

Bora burda duruyor. Tümcesini bitirmeden bir sigara yakıp ardına yaslanıyor. Yazdıklarını okumaya hazırlanır' ken Fikri'yi görüyor. Fikri, başını satırların arasından uzat' mış, sakalını sıvazlayarak:

-«Hayvanca gülmek nasıl bir şey merak ettim doğru-su» diyor. «Koşullara göre, koşulların ortaya çıkardığı irisana ve onun tavırlarına göre benim gülüş tarzım değişe­bilir, ayrıca bunu bilmeni isterim» diyor.

-«Doğru» diyor Bora, «çok doğru, çünkü sen, tanıdığim en kaypak, en utanmaz insansın. Kimbilir senin daha tanı­madığım kaç yüzün, kaç huyun, kaç hünerin var. Sen, tilki--den daha kurnaz, bukalemundan daha değişkensin» diyor.

«O, sosyal ilişkilerine ve görünüşüne rağmen aslında çok ilkei bir hayvandı...» diye yeni bir satirbaşı yapıyor, ama sev­miyor bu son yazdığını, çok sıradan ve kaba buluyor.

-«Hayır, kim olursa olsun, insanı bu kadar aşağılama­ya hakkım yok» diyor. «Gerçi hayvandan bile aşağı pek çok insan var ya... Var mı? Yok yok, insanı bu kadar aşa­ğılamaya hiç kimsenin hakkı yok. Hele bir yazar, bunu hiç yapmamalı...»

Bora, kendisiyle çelişmeye başlıyor. Kafası iyice karışı­yor, içinden çıkılmaz bir labirentte, karmaşalar yumağın­da kendini aramaya başlıyor.

-«Ama» diyor, «bir sanatçı, toplumun yerleşik kuralla­rını ve yüzlerce yıldan beri var olan sınırlarını zorladığı Öl­çüde sanatçıdır, insanın ayaklarını yerden kesip ululaştır-mak, sanatın nerdeyse tek amacı olagelmiştir. Bundan da­ha berbat ne olabilir!»

Fikri, bu kez minik bir yontu gibi yazı masasının üstün­de... Ellenni beline koymuş, tek ayağı önde, poz verir gi­bi Bora'ya yandan bakarak gülüyor.

-«Beni yüceltmek veya aşağılamak zorunda değilsin» diyor. «Sen eğer olayları ve insanı objektif olarak yansıta-mıyorsan kötü bir yazarsın.»

-«Cahillikte üstüne yok doğrusu» diyor Bora. «Ben ga­zete haberi değil, hikâye yazıyorum. Korkanm sen hikâye­nin nasıl bir şey olduğunu da bilmiyorsun.»

Bora, bunları söyledikten sonra yazı masasını Öfkeyle terkediyor. Ünlü yazarlardan birinin kitabını alıp kanepe­ye uzanıyor. Okumaya başlamadan Önce:

-«Bakalım bu roman nasıl yazılmış» diye düşünüyor.

At kişnemeleri, nal sesleri, dağlara çarpıp yankılanan haykırışlar, kurşun vızıltıları... Kalleş pusular, yenilgiler, hırslanışlar... Bitip tükenmek bilmeyen özlemler, kavgalar, yiğitlikler, kahpelikler... Sonra nazlı sevdalar, ince sevda­lar... Ve bu sevdalarla derinleşen yalnızlıklar, acılar... Muh­teşem bir anlatım!

Bora artık iyice umutsuz. İçine sessiz karanlıklar çöküyor. Son yazdıklarını da buruşturup çöp sepetine attıktan sonra:

-«Yok, bende iş yok!» diyor.

Elindeki romanı okumaya devam ediyor. Ve biraz son-ra karışıp gidiyor bulanık uykulara. Telefonun sesine koşu­yor rüyasında. Telefonun öbür ucunda Fikri'nin sesi, «gö­rüşelim» diyor, «lütfedip gelirseniz ihya olurum efendim» diyor. Fikri'nin bu kaçıncı telefon edişi! Bora çıldıracak... Ter içinde, sıçrayarak uyanıp, tavana bir süre boş gözlerle bakıyor. Sonra doğrulup kalkıyor. Uyku öncesi okuduğu romanı, ayaklarının dibinde buluyor. Onu alıp, masanın üstüne bırakırken, gözleri duvardaki saate takılıyor.

-«On dört olmuş!» diyor hayretle. Soyunup banyoya giriyor. Kulaklan günlerdir telefon se­sinde... Gözleri sürekli posta kutusunda... Arayıp soranı yok.

-«Ulan» diye hayıflanıyor, «toplumun bu sanatçı kesi­mi nasıl bu kadar duyarsız olabiliyor, bencil olabiliyor, an­laşılır gibi değil! Sanki ben toplum için beynimi yiyerek eser yaratmıyorum!»

-«Yaratma efendim» diyor Fikri. «Seni zorlayan mı var, yazma» diyor.

-«Çık ulan ortaya? Nerdesin ulan?»

-«Burdayım, çalışma odasında...»

Çırılçıplak çalışma odasına koşuyor. Öfkeden açılmış gözleriyle radar gibi tarıyor odayı. Masanın üstünde, «son günlerde sakallı bir adam dadandı bana...» yazılı, yansı yırtılmış bir kâğıt görüyor. Kâğıdı öfkeyle kaptığı gibi bu-ruşturup pencereden dışarı atıyor. Ve işte tam bu sırada kapı zili...

-«Şimdi sırası sanki!» diyor.

Çıplaklığını da unutarak kapıyı açıyor. Karşısında, şaş­kınlıktan gözleri açılmış gencecik bir adam... Bora'yı yal­nız bırakmayan tek arkadaş, sadık dost. Oturup, çok oku-nan tüm eserlere ve yazarlara birlikte burun kıvırmaları artık Bora'ya bıkkınlık vermeye başlamıştır.

-«Ne var be, ne istiyorsun?» diyor Bora.

Önce Bora'nın çıplaklığına şaşıp kalan genç adam, bu kez de onun bu «dostça» karşılamasına şaşıyor. Bir süre do­nup kalıyor kapının önünde.

-«Bu ne hal üstat,' çıldırdın mı?» diyor. Bora, eline geçirdiği bir terlikle arkadaşının üstüne yü­rüyor. Onu, dış kapıya kadar kovalıyor. Neye uğradığını bilemeyen zavallı genç adam, bütün bu olup bitenlere bir anlam veremiyor. Sadece hayret ve şaşkınlık içinde Bo­ra'ya bakarak kaçıyor...

-«Çıldırdın mı?» diyor. «Yazık sana Bora, git bir psikologa görün!» diyor.

Bora yukarı çıkıp banyoya giriyor. Bedenini saran sıcak su ve şampuan ona iyi geliyor. Gerginleşen sinirlerinde ve belli birtakım şeylere saplanıp kalmış düşüncelerinde bir çöl zulme oluyor. Bu an, uykularında bile kendini rahat bırak-mayan Fikri'yi unutuyor. Şimdi Bora köpükten bir adam... Gözleri kapalı. Sırtını, kıçını, karnını, kollannı ve omuzlarını hızhca ovalayıp suyu açıyor. Başından aşağı, ılık, okşayan bir hafiflikle akıp inen şampuan köpükleri, onda, birikip kalmış, közlenip sönmüş, başka bir Özlemi alevlendiriyor.

-«Kadınsız hayat eksik olsun!» diyor.

Bugün her şeyi bir kenara itip ona gitmeyi düşünüyor. İpek saçlarını, boynunu okşamak, incecik beline sarılmak ve gerdanını koklamak için delice bir istek duyuyor.

-«Çok özel, çok kaliteli bir kadın» diyor. «Yatakta, söz­cüğün tam anlamıyla bir kadın... Çekici, alımlı, tepeden tırnağa dişi...»

Sonra bu «bencil» ve «kaba» arzusundan dolayı utanı­yor. Çünkü Bora, şu an, en sevdiği hikâyesine ihanet etmek üzeredir. O hikâyesinde, şehvetin hayvanlara, aşkın ise, in­sanlara özgü olduğundan söz etmiştir. Bora'ya göre, her in­sanın doğasında ilkel ve kaba bir şehvet duygusu mutlaka vardır; ama insan, bu ilkel ve kaba duygusunu, toplum ve bireyle olan diğer ilişkilere dönüştürebıldiği ölçüde «sosyal bir varlık» olabilir. Bu ilişkilerin en güzeli, en ulaşılmaz olanı da aşktır. Sevgiye gelince; sevgi, aşkın bir üst katıdır ve aş­ka göre daha kalıcıdır... Bora, bunları yazmıştır hikâyesin­de. Acaba yazdıklanna şimdi ters mi düşmektedir?

Suçluluk duygusu ve utançla kararan yüreği, şimdi da­ha rahat, daha geniş, daha huzurlu. Ona aşık olmadığını kim söyleyebilir?

-«Ona karşı duyduğum şehvet, aslında ona duyduğum aşkın bendeki dışavurumudur.»

Banyodan çıkıp kurulanıyor. Dolabı açıp temiz bir iç çamaşırı arıyor. Kirlilerin, kimbilir kaç haftadan beri yığılıp kaldığını görünce kafası iyice bozuluyor.

-«Pis herifi» diyor kendine. «Kıçına geçirecek temiz bir donun bile yok!»

Kirlileri çamaşır makinesine dolduruyor. Biraz deterjan koyup, suyun sıcaklık derecesini ayarladıktan sonra maki­neyi çalıştırıyor.

-«Evlenmeli» diye söyleniyor. «Artık evlenmeli. Ço­cuksuz dul bir bayan veya helal süt emmiş namuslu bir aile kızı bulup, hemen evlenmeli.»

Gözlerindeki alayı görmek için aynaya bakıyor. Birden bir şaşkınlığa, hüzne, kedere dönüşüyor bakışları. Yüzün­de tam bir haftalık sakal, kepeklenmiş, yağlanmış saç dip­leri, çökmüş bir surat, canlılığını yitirmiş donuk gözler ve soluk bir renk... Bu hale nasıl geldiğine, ne zaman geldiği­ne şaşıyor. Aynadaki görüntüsü tedirgin ediyor Bora'y.

-«Çok ihmal ediyorum kendimi» diye düşünüyor.

Biraz önce aşkı için kıpır kıpır uyanan, devinen, baş-kaldıran duyguları porsuyup sönüyor. Çıplak bedenine sabahlığını geçirdikten sonra yeni bîr hırsla yazı masasına yöneliyor. Sonra açlıktan içinin ezildiğini farkediyor. Kal­kıp mutfağa gidiyor. Ocağa bir çay suyu koyup, buzdola­bından iki yumurta, biçaz kıyma, iki biber, bir domates çı­karıyor. İsteksiz ve zevksiz bir öğle yemeğinden sonra ken­dini yine yazı masasının başında buluyor. Dirseklerini ma­saya dayayıp, çenesini avuçlarının içine alarak düşünme­ye başlıyor. Bir süre böyle düşündükten sonra yazıyor: «Fikri'nin telefonlarından artık bıktığım için birgün <peki> dedim ona. Doğrusu ben onu, yazmaya özenen yaşlı bir delikanlı sanmıştım, ama o, kelimenin tam anlamıyla bir şeymiş...»

Bora. tümcenin ikinci bölümünü tamamlama gereği bile duymadan çizip iptal ediyor, tümcenin ilk bölümü ise tek başına zaten bir anlam ifade etmiyor, içinde devinip duran şu öfkeyi bir yazabilse! Gerçi o zaman kaleminden biraz kan damlayacak, arna olsun. Çünkü yazdıklarını son­radan yumuşatmak gibi güzei bir huyu var Bora'nın.

-«Ulan» diyor, «yaşamı olduğu gibi yazmak şart mı? Bu sıradan bir tanışma be! Bu basit ilişkiden iyi bir eser çıkar mı? Sanat nedir? Çeşitli yazarlar, onu çeşitli biçimlerde tanımlamışlarsa da. bana göre, sanat, yaşamı yeniden ya­ratmaktır. O halde, bu yaşanmış ilişkiyi bozup dağıtmalı ve içine biraz turşu suyu, biraz tuz-biber, biraz nane kekik katıp iyice yoğurmalı. Çok ayrı bir kalıba dökerek ona yeni bir biçim vermeli. Mesela o bir temizlik firmasının başında. Otuz işçisi var. Büyük bir mağazanın temizliğinden sorumlu. Ben ne yapıyorum? Bir temizlik İşçisi gibi onların arasına sızıp, adamı daha yakından tanıma fırsatı buluyorum.»

Bora'nın çok hoşuna gidiyor bu kurgu- Hem böylece kalemini işçilerden yana oynatarak, biraz «solculuk» da oynayabilecek.

-«Evet, ilişkimiz böyle başiamafı» diyor.

Önüne yeni bir kâğıt çekip, yazmaya başlıyor: «Yani' ma sokulup ne biçim şeyler yazdığımı sordu. Çok şaşır­dım ve kendisine bunu nerden...»

Yani, Bora, olayın sonundan başlıyor, sonra geçmişe göndermeler yapıp, karanlık köşeleri aydınlatacak, ama olmuyor, satırlar bir türlü ilerlemiyor.

-«Saçma bir kurguydu zaten» diyor.

Bu kez olayı baştan alarak yazmayı deniyor. Güya, Bo­ra, mağazada kendine verilen bölümün temizliğini yapar­ken, Fikri yanına gelir, «iş çıkışında beni bekle de bir ye­re gidip oturalım» der. Yazmaya devam ediyor: «İş çıkı­şında, başörtülü temizlikçi kadınlar, önümden birer ikişer geçip giderken, ben Fıkri'yi bekledim. Fikri, koyun güden bir çoban edasıyla gelip önümde durdu ve...»

Fikri'yi birkaç satır yürütüyor, sonra tümce bitmeden yavaşiatıp durduruyor. İstemeden bir nokta koyuyor, bir nokta daha... İmla kurallarına uyup noktaları üçlüyor. Uç nokta yanyana... Bunun anlamı, «yazar, tümcenin sonu­nu getirememiş» değil, «yazar, tümcenin sonunu getirmek istememiş» oluyor.

-«Çünkü» diyor Bora, «okur, özellikle benim okurum, tamamen bitmiş, son noktası koyulmuş sözlerden hoşlan­maz. Bir ipucu verdikten sonra yorumu onlara bırakmak lazım.»

Normal olarak noktayla bitmesi gereken kimi tümce­lerden sonra ünlem, soru işareti... Kimi tümcelerden son­ra, hem soru, hem ünlem... Ve tabii virgüller, noktalı vir­güller... Bunların gücü ve Önemi üzerinde yoğunlaştırıyor düşüncelerini.

-«Mesela» diyor, «çok uzun ve kapalı tümceler, yaza­rın gücünü gösterir; o tümcelerde birkaç duraklama yer­leri saptayıp, oraları noktalı virgülle işaretlemek ve çok uzun olmasına karşın tümcelerin sonunu yine de üç nok­tayla bitirmek, kurulan tümcenin vurucu ve çarpıcı gücü­nü birkaç kez artırır...»

Sonra kalemi bırakıp bir sigara yakıyor. Ardına yasla­nıp gözlerini yumuyor. İş çıkışında, başörtülü temiziıkçi kadınlar, Bora'nın önünden «koyun sürüsü» gibi geçer­ken, bir «çoban» edasıyla gelen Fikri...

-«Gidip bir birahaneye oturuyoruz» diyor. «Orda bira­larımızı içerken, <yazar olduğunu benden gizlemene hiç gerek yoktu» diyor. Evet, böyle diyor bana. En gizli yönü­mü açığa çıkarınca, ben de itiraf etmek zorunda kalıyorum...»

Yazmaya başlıyor Bora. Nokta. Sonra düşünmeye de­vam ediyor. Yazacaklarını önce bir film şeridi gibi beyninden geçiriyor. Yakaladığı resimleri söze dökmek için, ola­ğanüstü bir çaba, heyecan ve beklenti içinde. Günlerdir

uykusuz ve yorgun, masasının başında «vahiy» bekleyen bu yazara hiçbir ilham perisi lütfedip gelmiyor. Unutul' muş, yalnız bir yazar...

-«Değer mi ulan!» diyor, kalemi masaya çarpıp kalkar­ken. «Yaşamı boyunca bir kez olsun para verip kitap almamış, alsa bile oturup okumamış, okusa bile yazarını an-İamamtş, anlasa bile yanlış anlamış bu toplum, bu duyar­sız, tepkisiz, bu cahil, bu yoz kalabalık, bu çabaya değer mi? Bence asla değmez... Dünyanın en muhteşem eseri' ni de yaratsan nafile! Of, bu sigara mahvetti beni, pipo iç-meli bundan sonra.»

Yazı masasına dönüp, çekmeceden piposunu ve tütü­nünü alıyor. Piposunu doldurup yaktıktan sonra aynada kendini görmek istiyor.

-«Böyle iyi» diyor. «Şimdi daha entel oldum. Sakalım uzayınca daha da iyi olacak. Ama önce tıraş olmalı, bu lanet kılların hepsini bir boya, bir düzene sokmalı.»

Tüpün kafasına çöküp fırçaya biraz köpük akıtıyor. Yü­zünü iyice köpükledikten sonra tıraş bıçağı aramaya başlıyor. Alt çekmece, üst çekmece, sağ dolap, sol dolap... Yok! Bora son günlerde çok dalgın olmaya başladı nedense.

-«Allah kahretsin, yok galiba» diyor.

Aradığı hiçbir şeyi bulamıyor. Gittikçe sabrı tükeniyor ve dolapların kapağını öfkeyle çarpmaya başlıyor. Sonra kullanılmış bir tıraş bıçağı bulup çıkarıyor. Bîr ezgi mırıl­danarak tıraşa başlıyor.

Şimdi hepimiz bir edebiyat toplantısındayız. Bir hikâye okuması gerekirken, hayranlarından gelen aşırı istek üzerine üç hikâye okuyor. Hikâyelerini okuduktan sonra pi­posunu yakıp arkasına yaslanıyor. On dakikalık bir aradan sonra, toplantının ikinci bölümü başlıyor. Bu bölümde so­rular ve yanıtlar var.

-«Nasıl yazdığınızı merak ediyorum» diyor bir dinleyi­ci. «Öykülerinizi yazarken önceden notlar mı alırsınız, yoksa onları önce kafanızda mı bitirirsiniz? Ya da bazı ya­zarların yaptığı gibi hiç tasarlamadan, aklınıza geldiği gibi mi yazarsınız?»

-«Yok efendim, adetim değil. O söylediğiniz şey benim doğama aykın. Zaten oraya buraya koşturmaktan, sağolsunlar, sizler gibi meraklı okurların karşısına çıkıp saatlerce konuşmaktan, dergilere, gazetelere yazı yetiştirmekten va­kit bulamıyoruz ki notlar alalım. Yazacağım eseri önceden düşünmem bile. Bir an bir şey gelir bana, zamanı yoktur onun, evde, sokakta, yatakta, banyoda, tuvalette...»

Gülüşmeler oluyor. Bora, gülen insanları gözlüğünün üstünden bir süre izledikten sonra konuşmasına devam ediyor:

-«Bir şey gelir bana, dürter beni, <yaz yaz!> der, yaza­rım. Başka yazarlar nasıl çalışıyor bilemem, ama bende böyle olur.»

-«Yaşınız kırkın üzerinde» diyor bir başkası. «Bugüne dek iki kitap yazdınız, birleştirseniz bir kitap olmaz. İkisi de incecik ve sayfaların yarısı desen, yarıya yakını da boş. Bu, yazarken zorlandığınızı göstermiyor mu? Yanılmıyor' sam bir eleştirmen de sizin hakkınızda buna benzer şey­ler yazmıştı.»

Bora'nm renginde olağanüstü bir değişme oluyor. Hiç beklemediği bu «soru» karşısında kanı tepesine çıkıyor. Gözlüğünü çıkarıp masanın üstüne bırakıyor.

-«Sen» diyor, «o eleştirmenin ağzıyla mı konuştun, yok­sa kendi özgün düşüncelerini mi dile getirdin, önce bunu bilelim.»

-«Bence bunun hiç önemi yok. Varsayalım ki bu ger­çeği o eleştirmen dile getirmiş, ben de bir okur olarak ona katılmışım.»

-«Eğer o eleştirmenin ağzıyla konuştuysan, yine aynı dergide ona gereken yanıtı verdim, okumuş olman gere--kirdi. Eğer onun söylediklerinden haberin yok da, bu saçı­ma soruyu sadece konuşmuş olmak ve dosta düşmana kendini göstermek için sorduysan, seni de ayrıca yanıtla--mam gerekiyor.»

-«İşin gerçeği, ben o eleştirmenin yazısını okudum ve kendisine hak verdim. Daha sonra aynı dergide onu yanıtla-rmş olabilirsiniz, arna ben sizin yazınızı okuyamadım. Şimdi ben bir okur olarak, doğal hakkımı kullanıp, size, merak etti­ğim bîr soruyu yönelttim, hepsi bu. Bunda kızacak ne var?»

-«Hiçbir yazara haketmediği balçıklar sıvamak, kimse­nin hakkı, hele <doğal hakkı> hiç değildir. Şimdi benim ki­taplarımın inceliği seni rahatsız mı ediyor? Önce bunu öğrenelim.»

-«Yanlış anlamayın, kitaplarınızın inceliği beni rahatsız etmiyor, tam tersine, o ince kitaplarınız bana haz veriyor. Çıksın, diyorum, toplumun önüne bir şey koyamayan ye­teneksiz yazarlar birer birer gün ışığına çıksın.»

-«Sen aslında kalın romanları görünce kusmamak için kendini zor tutanlardansın. Şimdi sen bana okuduğun kalın kitapların adlannf söyler misin? Bırakalım kalınlan, okudu­ğun ince kitapların sayısı kaçtır? Yine aynı eleştirmenin, kaîın romanların sıkıcılığından ve monotonluğundan, ge-reksiz ayrıntılarla okuru bıktırdığından söz eden yazısını da okumuş olmalısın. Hiçbir eser, inceliğinden veya ka--lınlığından dolayı <iyi> veya <kötü> değildir. İşlediği konu bakımından da öyle değildir, iyi bir eleştirmen, bir eseri, estetik ve dil yönünden inceler, kitapların sayfa sayısıyla ilgilenmez. Anladın mı sevgili kardeşim?»

-«Vay!» diye bağırıyor Bora. «Ah!» diyor.

Teninde bir yanma, derinden gelen bir sızı hissediyor. Sonra çenesinin altındaki beyaz köpük biraz kızıllaşsyor. Kurduğu düşten rahatsız; ama böyle rezil bir toplantıda olmadığı için mutlu... Tıraşını bitirdikten sonra, oturma odasında, üstünde sabahlıkla bir süre dolanıp duruyor. Sonra kanapeye uzanıp, Fikri'yi niçin yazamadığını düşü­nüyor. Önce yeteneksiz olduğuna, daha sonra da, onu yeterince tanımadığına karar veriyor.

-«İyi ya işte, ben de bunu yazmak istiyorum zaten» di­yor. «Onu bir türlü tanıyamadığımı yazmak istiyorum, işi­ni iyi bilen bir tüccar olduğuna tam İnanacak oluyorum, karşıma bir filozof çıkıyor. <Ulan bu adam inanmış bir ma­teryalist) diyorum, ertesi gün karşımda bir tasavvufçu... Bilinçli bir idealist olduğuna tam inanacağım sırada, bir bakıyorum ki, işini çok iyi bilen uzman bir dolandırıcı... İn midir, cin midir, anlayamadım gitti!»

Bu oda sıkmaya başlıyor Bora'yı. Çıkıp şöyle göle doğ' ru biraz yürüse... Küçük tahta köprüden geçerken dursa, gölde yüzen ördekleri izlese... Niçin ördekleri?

-«Çünkü» diyor, «biz doğulular için gerçek yiğitlik, kav-gada çataiyürek oluş falan filan değil. Efendim, biz doğulu­lar için gerçek yiğitlik, gördüğünüz şu çıplak hanımlara sırt dönebilmektir. Bir kız, yanında üryan olup giysilerini yas­tık yapacak, <işte sağ yanırm diyecek, güneşte gerinecek, (işte sol yanım> diyecek, gerinecek, <işte göğüslerim> diye­cek, sırtüstü serilecek, bazen sağ bacağını kaldırıp popo­sunu kaşıyacak, ama sen hep ördeklere bakacaksın; <me-deni> olmanın, <çağdaş> olmanın, <batılı> olmanın ilk koşu­lu budur kardeşim.»

Sonra yürüse, gölün kenarında ıssız bir yere otursa... Rüzgârın önünde minik dalgacıklar oluşturan suya bakarak dalıp gitse... Bu dalgacıklarda, gökkuşağı renginde yansıyıp kırılan güneş ışıkları, ona, hikâyesi için bir ilham kaynağı ol'

-«Onunla cezaevinde tanışıyorum. Ben bir psikolo­gum. Yabancı tutuklu ve hükümlüleri terapiye gittiğimde tanışıyoruz. Aynı zamanda ünlü bir yazanm, suçlulann ruhsal dünyalanna inen hikâyeler yazmak istiyorum. Evet, orda tanışıyoruz onunla.»

Yazacağı hikâyeyi kafasında bitirmiş olmanın sevinciy­le göle bir taş atıp kalksa, yürüyüp gelse, merdivenleri çı­kıp kapıyı sabırsızca açsa, çalışma odasına, yazı masasının basına bıraksa kendini-..

Bora, sırtüstü uzandığı kanapede şimdi çok mutlu. Kur­duğu düşten hoşnut, yüzünde rahat bir gülümseme. Yeni bir umutla yazı masasına gidiyor. Oturup önüne bir kâğıt çekiyor ve yazmaya başlıyor...

«Kısa hikayeleriyle tanıdığınız ve severek okuduğunuz Bora Ayazoğlu, bu kez, hiç denenmemiş özgün bir tarzla çıkıyor karşınıza. Ayazoğfu'nun bu muhteşem hikâyeleri-.ni, şimdiye dek yazılmış tüm hikâyelerden ayıran ve üstün kılan en beiırgin özellik...»

-«Ne olabilir?» diyor.

Henüz yazılmamış hikâyelerini, şimdiye dek yazılmış tüm hikâyelerden «ayıran» ve «üstün kılan» en belirgin özellik... işte bunu bulmakta zorlanıyor Bora. Hikâye yaz­mak isterken, yayınevleri tarafından kitapların arka kapağı­na düşülen notlara benzer bir şeyler çıkıyor ortaya. Bora gülüyor...

-«Böyle bir saçmalık, dünyanın hiçbir yerinde yaşan­mamıştır» diyor.

Ellerini masaya vurup, yanan avuçlarını soluğuyia se­rinletmeye çalışarak pencereye doğru yürüyor. Bir sigara yakıp dışarıyı seyretmeye başlıyor. İşlerine koşan İnsan­lar... Ara sokaklardan ana caddeye, ordan da kent mer­kezine akan arabalar... Ötelerde acı fren çığlıkları ve çar' pışan madeni sesler... Her saniyesi, dayanılmaz acılarla dolu, keder ve sevinçlerle, umutlarla dolu... Her saniye­si, doğumlar, ölümler, dostiuklar ve düşmanlıklarla dolu bir hayat akıyor dışarda. Başını çevirip, yazı makinesine, dolmuş küftablasına, buruşturulup atılmış kâğıtlara, kitaplara ve resimlere bakıyor. İlk kez, varlığını kuşatan, ruhu­nu teslim alan sahte bir dünyanın ayırdına varıyor.

-«Yaşamı sevebilmen için, önce kendini sevmen gere­kir» diyor. «Ve yaşamı sevebilmen için, ona katılman gerekir. Yaşamin içinde bir çağlayan gibi akman, sürekli ak­man gerekir. Yaşamı sevebilmen için, yaşaman gerekir» diyor.

Son yazdıklarını da buruşturup çöpe atıyor. Hiçbir za­man sevemediği Fikriyi düşünürken, «qnce sevgi» diye yazıyor önündeki kâğıda. Ve sonra kalemi masaya çarpıp kalkıyor Bora.

-«Önce sevgi!» diyor.

 

Irz Düşmanı

 

Mahalle kahvesinde. İbo, sigara dumanı, tavla şa­kırtıları ve arabesk müzikle doîu, gürültülü bir or­tamda, tek başına oturuyordu. Bacak bacak üstüne atmış, gözlerini de duvardaki çıplak kadın resmine dikmiş, çay ve sigara sefası yapıyordu. Duygularını belli etmemeye çalışıyordu, ama boşuna... Bir gerilim ve heyecan içinde olduğu her halinden anlaşılıyordu. Kızılırmak gibi kabarıp kabarıp geliyordu içi, ama anasının sıkı uyanları yüzün­den ağzını açıp da kimseciklere dökemiyordu sevincini. Çoktan beri elinde tuttuğu parayı uzatarak:

-«Lan Doğan, paranı al ya!» dedi. «Bak vermeden gi­derim, kafamı bozma! Lan oğlum, aisana şu paranı ya! Bak ben gidiyorum ha!..»

Boş bardakları tek eliyle taşıyarak hüner gösterisi ya­pan Doğan, Ibo'nun yüzüne bile bakmadan:

-«Geeeeldim!» diye bağırdı.

Ibo yeniden kendi dünyasına döndü; anası şu an Bak­kal Aziz Efendinin kızını istemekteydi. Ibo, kızı sadece birkaç kez yakından görmüştü.

Duvarda asılı duran çıplak kadın resmin^ yeniden bak­tı. Anası orda su an kimbitir ne diller döküyordu. «Benim

oğlum aslan gibi maşallah» diyordu. «Yakında iş bulacak inşallah» diyordu. «İbo gibisi zor bulunur valla» diyordu, îbo'nun aklına birden çay parası geldi yine...

-«Lan Doğan, ai lan paranı!» dedi.

Doğan, aslında hiç yalnız bırakmazdı Ibo'yu... Onu konuş­turur konuşturur gülerdi. Başkası söylediğinde hiçbir çekiciliği olmayan sıradan sözleri İbo söyleyince, yer yerinden oynar, kahve sakinleri gülmekten kırılırdı. Kumarcılar kumarını, içki-çiler içkisini bırakıp, îbo'nun başına toplanır:

-«İbo, İbo, köyde muhtarın karısını nasıl korkuttun, ka­dının çocuğu nasıl düştü korkudan, bir anlatsana, hadi noğolurL» diye adeta yalvarırlardı.

İlk bakışta yüzünde bir dengesizlik göze çarpıyordu; ama İbo, aslında yakışıklı değilse bile sevimli çocuktu. Ka­fası biraz küçük, kulakları büyük ve kepçe gibi öne doğru eğik, burnu sanki sonradan takılmışcasına iri ve ortası kamburdu. Boynu yok denecek kadar kısa, kollan da ina­dına uzundu, ama ne çıkar, içi temizdi. Yaşını tahmin et­mek hiç kolay değildi, ama kafa kâğıdında yirmi dört gös­teriyordu. Muhtarın karısını nasıl korkuttuğu iyi de, Do­ğan bazen onun en derin yarasına basar:

-«Evlenemedin gitti be İbo!» derdi.

Top gibi ansızın patlayan ve uzun süre dinmek bilme­yen kahkahalar, kahveden dışarı taşar, apartmanların ara­sından pazar yerine doğru yankılanarak uzar giderdi. Kah­kahaların arasında İbo:

-«Lan Doğan...» derdi.

İbo'nun sesi duyulmaz, kahkahaların arasında kaynar gi­derdi. Birileri onun kıpırdayan dudaklannı mutlaka farke-der ve:

-«Susun, susun, İbo bir şey söylüyor» derdi.

Susarlardı. Soluk bile almazlardı. Bir fırtına öncesinin durgunluğunu andırırdı bu suskunluk. İbo, uzun kollarını boşlukta sallayarak:

-«Geçen sene Boyacı Dinar'ın kızı bana kaçmadı mı lan!» derdi. «Kızın sümüğü akıyordu oğlum, babasına ge­ri gönderdim.»

Korkunç bir patlamayı andıran kahkahalar, taa cadde­nin öbür yakasındaki binalara dek uzanırdı. Gülmekten kimi yere yatar, kimi dizlerine vurur, kimi ağlamaktan be­ter gözyaşı dökerdi. İbo sıkılır, kalkıp gitmek isterdi. Ama bırakmazlar, ona çay, meşrubat, bira, ne isterse ısmarlar­lar, kollarından tutup oturturlardı. Doğan, gülmek için ba­hane arayan ve İbo'nun ağzından çıkacak herhangi bir sözcüğü sabırsızlıkla bekleyen insanlara göz_kırparak:

-«Avradımdan bıktım, İbo» derdi. «Eğer alırsan onu sana veririm!..» derdi.

ibo bir an duraksar, düşünür, başını kaşır, sonra yüzü­nü buruşturarak çevresindeki insanlara bakar:

-«Yok lan Doğan, iyi de, senin avradın bana göre çok büyük» derdi.

Kahveden yükselen kahkahalarla bütün mahalle ayağa kalkardı. Gülüşler arasında kırık dökük sesler duyulurdu.

-«ilahi ibo...»

-«Güzel avradı almıyor da...»

-«Çok büyük...»

-«Ocağın batmaya!..»

-«Ulan İbo...»

-«Huh!»

-«Kih, kih...»

Sürer giderdi böyle. Ama nedense başı bugün çok sa­kindi. Oysa İbo'nun arkadaşa en çok bugün ihtiyacı var' di. Ama kimse onunla ilgilenmiyordu. Özellikle de Do-ğan'ın ilgilenmemesi gerçekten hayret vericiydi. İşlerin sı­kışıklığından mıydı, yoksa artık onu rahat bırakmaya mı karar vermişti, bilinmez, ama bugün yanına bile uğrama' mıştı îbo'nun. Parasını almaya bile gelmiyordu. İbo'nun sinirleri gittikçe bozuluyordu.

Doğan'ı çağırdığında, Doğan dönüp bakıyor, kaşıyla gö­züyle «tamam» diyor, ama bir türlü gelmiyordu. Çay oca­ğına giriyor, çıkıyor, boyun damarlarını şişire şişire bira ka-saİarını kaldırıyor, indiriyor, İbo'nun sabrını tüketen bit­mez bir uğraşının içinde yitip gidiyordu. Ibo, içtiği çayla­rın parasını ödemek için kalkıp Doğan'a doğru yürüdü. Parayı öfkeyle fırlattı.

-«Al İan şu parayı!» dedi.

Doğan, kaldırmak için tuttuğu meşrubat kasasını yere bıraktı. Ellerini kıçına sildikten sonra, İbo'nun attığı para­yı alıp paçavra gibi soktu cebine.

-«Anladık İbo, bu gece heyecanlısın» dedi. «Sevincini ille de duyurmak mı istiyorsun yani!»

İbo, hayretler içinde, gözlerini Doğan'da uzun uzun gezdirdikten sonra:

-«Lan Doğan, kimden duydun lan?» dedi.

-«Duymayan mı kaidı oğlum mahallede! Turnayı gö­zünden vurdun hadi! İyi kız, tam sana göre!»

-«Sakın ha oğulî» demişti anası. «Ağzını yum, kimseye söyleme. Bu işler gizli olur. Dostumuzdan çok düşmanı­mız var, pişmiş aşın içine su katarlar!»

-«Yok giz ana» demişti İbo. «Söyler miyim hiç! Yuma-rım ağzımı, kimseye söylemem.»

Ama Doğan duymuştu işte. Kimden duymuştu bu Do­ğan? Kimse bilmiyordu ki, gelip de Doğan'a söylemiş ol­sun!... Ama işte anası da İbo söyledi sanıp kızacak, çok kı­zacağı.

-«Lan Doğan, kimden duydun lan?»

-«Kuşlardan... Benim kuşlarım var lan İbo, haberin yok mu senin?»

-«Kimden duydun ya, söylesene!»

-«Yerin kulağı var oğlum. Bu mahallede hiçbir şey giz­li kalmaz. Anında yayılır.»

İbo, kaygıyla sağına soluna baktı. Kendini dinleyenler olmadığını görünce rahatladı. Doğan'a biraz daha soku­lup, fisıltılı bir sesle:

-«Lan Doğan, sen gördün mü, Bakkal Aziz Efendinin kızı güzel mi?» dedi.

-«Eh işte, idare eder. İnşallah Aziz Efendinin inatlığı tutmaz. Kız zaten yaşını başını almış. Senden iyisini mi bulacak!»

Doğan bu konuşmayı uzatmak istediyse de, İbo bir yerde kırp diye kesti. Heyecanlıydı, bir an önce eve gidip sonucu öğrenmek istiyordu. Çay paralarını şaşkınlıktan bir daha ödemeye kalkışınca, Doğan'ı bir gülme tuttu. Gittikçe yükselen kahkahalarla dizlerine vura vura güldü.

-«Git lan İbo, aşk senin başına vurmuş!» dedi. «Ver­medin mi lan çay parasını!?»

-«Haa, doğru ya lan, verdimdi, anam şimdi gelmiştir, hadi bana eyvallah!»

İbo, aceleyle kahveden dışan çıktı. Şubat gecesinin aya­zı tokat gibi indi suratına. Sokak lambaiarıyla aydınlanmış yolda, lapa lapa yağan karın altında., koşarcasına yürüyüp gitti. Oturdukları binaya yaklaşıp, köşeyi dönünce, bodru­mun penceresinden sokağa sızan ışığı gördü. Yüreği güm­bür gümbür dövmeye başladı döşünü.

-«Anam gelmiş!» dedi.

Üç basamaklı merdiveni bir adımda inip, rüzgâr gibi aktı içeri- Anasını, başını ellerinin arasına almış, yas tutar gibi uğunurken buldu. Umutlarının bu kez de suya düş­müş olduğunu, onunla konuşmaya gerek duymadan an­ladı. Anasından bin kez daha çok yıkılmış olarak dizleri­nin üstüne çöktü.

İbo'nun «kara yazgısına için için ağlayan ana, bir sü­re sonra başını kaldırıp oğluna baktı.

-«Vermediler» dedi. «Böyle olacağı belliydi zaten. Anasını, babasını, ebesini, dedesini, dedesinin mezarını bilmedikleri bir yabancıya asla kız vermezlermiş. Adetleri böyleymiş- Böyle dediler.»

İbo, ölüm suskunluğuna gömüldü. Acılı bir hüzün bü­rüdü gözlerini. Söyleyecek söz bulamadı. Gittikçe artan -   umarsızlığı, yağlı bir urgan gibi düğüm çaldı boğazına. Yeniden büktü boynunu, yerdeki kilimin renkli nakışlanna taktı gözlerini. Anasının ağzından çıkan her sözcük, demir bir balyoz gibi inmişti beynine. Benliğinde, yüreğinin de­rin yerlerinde, kime ve neye karşı olduğunu bilemediği kap­kara bir öfke bulutlanıyordu.

Kayseri'ye göçmeden önce, köydeyken, birkaç kapıya daha oturmuştu kadın. Bekçi Abidin'in kızını alacak ol­muş, kızın konduğu diğer dalı daha yeşil bulan Bekçi Abi-din, kör bir inatla nal demiş mıh dememişti. Sonra İmam Halil'in kızını alacak olmuşlar, ama o da îbo'nun «delili­ğini ve bu nedenle askere bile alınmadığını tokat gibi in­dirmişti kadının suratına. Son bir umutla Kör Hasbi'nin kapısına oturan ana, ondan da şu yanıtı almıştı:

-«Bizim çiçek gibi kızımız, Bekçi Abidin'in boklu kızın­dan. İmam Halil'in bitli kızından daha mı kötü? Onlar vermediler, biz de vermezik!»

Sanki onlar kızını İbo'ya verselerdi, onlar verdi diye Kör Hasbi de verecekti!.. İbo'nun onuru çok zedelenmiş­ti. Geceleri uyumuyor, gündüzleri köyün çevresinde ha-yaSet gibi dolaşıyordu.

-«Ah lan ah!» çekiyor, döşüne yumruklar indiriyordu durmadan.

Onun bu karasevdalı haline bakıp anası da dövünü­yordu. Gecesini gündüzünü, uykusunu tüneğini hepten yitirmişti kadın.

-«Bak oğul» dedi birgün, «ellerin uşakları gibi okuyup adam olamadın, askere de gidemedin, seni evlendirme­nin bir yolunu bulalım bari.»

İki katlı evi, bahçeyi, ineği, danayı ve koca ekmek tar­lasını satıp savdılar, çıkıp Kayseri'ye geldiler. Satın aldıkları bu bodruma yerleşip, içini de köyden getirdikleri eski­lerle iyi-kötü döşedıler. Şimdi tek bir amacı vardı kadının; oğlunu evlendirmek...

Kadın, beş yıl önce dul kalmıştı. İbo'dan başka çocuğu yoktu, bu yüzden vannı yoğunu Ibo'nun uğruna severek döküyordu, ama işler hep tersine gidiyordu. Köyde, Ibo'nun «deli»iiğini ve «çürüklüğünü bahane edenler, bu kez de burda «tanımıyoruz» diyorlar, «soyu sopu» diyorlardı. Bu­nunla kalsalar iyi, daha da ileri gidip, Ibo'nun dedesinin me­zarını soruyorlardı.

Bakkal Aziz Efendinin kızından önce de Baharatçı Os­man'ın şaşı gözlü kızını istemişti kadın. Kısaca «vermem»  demiş, kesip atmıştı Baharatçı.

Aslına bakılırsa, Ibo'nun aklında evlenmek yoktu. Ana­sı zorluyordu onu.

-«Ben ölünce sen ortalarda kalırsın» diyor, en kısa za­manda başını bağlamak istiyordu.

Ama davul bile dengi dengineydi. Yoktu işte, uygun bir kız bulamıyordu oğluna. Diğerleri neyse de. Bakkal Aziz Efendinin kızına çok umutlanmıstı İbo. Olmadık ha­yaller kurmuştu. Bu olaydan sonra yıkıldı. Günlerce ken­dine gelemedi. Kahvedekiler, Ibo'nun ortalarda gorün-meyişinden durumu anlamışlardı. Doğan, haber üstüne haber gönderip, Ibo'yu kahveye çağırıyordu. Ama Ibo'nun canı dışan çıkmayı istemiyordu. Günler sonra ilk kez dışa­rı çıktı. Doğan onu şamatayla karşıladı kahvede. Çay ik­ram etti, çekilip bir köşeye oturdular. Herkes gülerek on­lara bakıyordu.

-«Ah İbo ahi» diye masaları yumrukluyordu Doğan. «Dert oldun bana, dert!» diyordu. «Evlenesin diye seni ne çok düşünüyorum bilemezsin. Geçen gece yine seni düşünürken uykularım kaçtı. Yatağın içinde sağa sola dö­nüp dururken bir şey geldi aklıma.»

-«Ne geldi lan Doğan? Yoksa senin avradı mı...»

-«Dur lan Ibo, azıcık sus be yahu, dinlemeden konuş­ma hemen, bak ben senin için neler düşünüyorum, sen kalkmış neler söylüyorsun! iyilik yaramaz lan sana! Valla yaramaz!..»

-«Ne geldi lan aklına?»

-«Konuşturmuyorsun ki... Diyorum ki, birgün evlene­ceksin nasıl olsa. Burası köy yeri değil ki, kapı kapı gez­mekle kız bulasın. Burası koca şehir, İbo, kimse kimseyi tanımaz...»

Doğan bunları söylerken, yüzüne düşünceli bir hava veriyor ve yere bakarak ağır ağır konuşuyordu. Çenesini sağa sola oynatarak, bir süre böyle düşündükten sonra:

-«Bak» dedi, «gazeteye gidip bir ilan versen, <yaşım şu, boyum şu, kilom şu> desen, sonra da evlenmek istediğin kızın... Pardon, İbo, sen otuzunda dul bir kadınla da ev­lenir misin?»

-«Olsun lan, otuzunda olsun, ama dul olmasın!»

Doğan tam konuşmaya başlayacakken birden durup gülümseyerek Ibo'ya baktı. Hiç konuşmadan bir süre ba­kıp durdu öyle.

-«Yahu İbo, sen ne biçim adamsın yahu, otuzunda kız olur mu hiç! Evde kalmış olacak da... Sen beni dinle, boşver şimdi kızını dulunu!.. İlan verirken, <kız ya da kadın olabilin diyeceksin. Dur, istersen birlikte yazalım ilanı. Götürür verirsin gazeteye. Birkaç güne kalmaz mutlaka bir yanıt gelir.»

Oturup birlikte gazeteye bir evlenme ilanı yazdılar. Hatta Doğan, «iyilik» olsun diye kahvedeki ferden ilan pa­rasını bile topladı. Ve parayı Ibo'nun cebine koyup gön­derdiler gazeteye. Birkaç gün sonra bîr yanıt geldi fbo' ya. Bu, Doğan ve arkadaşları tarafından, herhangi bir kızın ağzıyla yazılmış sahte bir yanıttı.

İbo, mektubu alır almaz kahveye koştu. Doğan'ı bir kö­şeye çekip mektubu defalarca okuttu. Kulaklarına inana­mıyor;

-«Ne diyor lan Doğan, bir daha oku lan» diyordu.

-«Okuduk ya oğlum!» diyordu Doğan. «Kız seni bekli­yor! Cuma akşamı, lisenin önündeki dolmuş durağında seni bekliyor! Bak, öyle yazıyor işte!»

Doğan, cuma günü akşam saat dörtte, lisenin önünde başlayacak olan parasız şenliğe arkadaşlarının hepsini de davet etmişti. Adı geçen durağı bulmasına yardımcı olmak için, îbo'yu bizzat götürdü lisenin önüne. İbo, tanışacağı kıza vermek için kolye bile almıştı.

Dolmuş durağının yaklaşık ikiyüz metre uzağında dur­dular. Doğan, durakta bekleyen liseli bir kızı gözüne kes­tirdi. Zoraki ciddiyetinin ardında sinsi bir gülümseme var­dı. Sol elini Ibo'nun omuzuna atıp, sağ eliyle durağı gös­terdi.

-«Bak İbo, görüyor musun, durak orda» dedi.

Doğan, gerçek yüzünü gizlemek için, oldukça gayretli ve inandırıcı davranışlar sergiliyor, bunu yaparken de ar­kadaşlarına bakıp göz kırpıyordu. Durakta bekleyen kızı sanki yeni görmüş gibi:

-«Aaaa!.. Bak, bak, kız gelmiş!» dedi hayretle.

İbo, kıza doğru itekîenircesine yürürken, Doğan da, olacakları izlemek İçin koşup arkadaşlarının gizlendiği kö­şeye gitti.

Ibo, kızla konuşmaya nasıl başlayacağını kurup dökerek yürüyor, yüreğinden bir heyecan kasırgası kopup geliyor, bu kasırganın akıntısında, uzaklara, bilemediği düşsel bir yaşama doğru sürükleniyordu. Heyecan, sevinç, belirsizlik duygulanyla kıza iyice yaklaştı ve...

-«Ee, şey, ben, merhaba...» dedi.

Ibo'nun fiziği, kızı derinden sarstı, ürküttü. Yanında birdenbire îbo'yu görünce panikle geri çekildi. Dehşet içinde İbo'ya bakan kız, korkunun da etkisiyle:

-«Çekil başımdan!» diye bağırdı.

-«Çok şakacısın!.» dedi İbo gülmeye çalışarak, «şaka­yı seviyorsan» dedi, «evlenince bol bol yaparız» dedi, «şimdi burası soğuk, bak, üşüyorsun» dedi.

Kızın rengi korkudan kar beyazına kesilmiş, var gücüy­le, avaz avaz bağırmaya başlamıştı. İbo, yardım istercesi­ne ardına baktı, ama Doğan'ı göremedi. Kıza karşı bilme­yerek bir kabalık filan mı yapmıştı acaba? Daha ince dav­ranmak üzere toparlandı.

-«Çok cici bici, aman ne tatlı, gılı gıfı...» diyerek, kızın çenesini okşamaya kalkıştı.

Doğan Ve"arka8âşlan";'kaf-çarYîur dernedefr; İMfâz öte^ de yfere"!yitrTİt§lâr;yerde:yüvârlanal-2tk;' kasıklarını tuta1 tu-' tâ gülüyorlardı/

Kızın çığlıklarına baharatçılar dikti kulağını- Kıztn sesi; mercimekV'hÖhut,'- fasulye1 dükkânlarına,' pastırmacılara, kunduracılara; ÇakrfiakçıTafa; saatçilere dek ulaştı. Kısa sü' rede 'dev bir kalabalık oluştu. Kalabalık!, gizli bir güçle yö­netilen hayaletler gibi kıpırdandı, mırıldandı, Ibo'nürTüS' tüne sallanarak yürümeye tasladı.

çokkorktü, duvara verdî "sırtını. Olanlara bir anlam veremiyordu! Alnında derin çizgiler oluştu, ağlarrianih eşiğine varıp geldi. Birazönce umutla'aydınlanan yüzüne kara kara gölgeler çöktü.' Kalabalık yaklaştıkça'daha çok yapıştı duvara.

: °i-«AUahıhı seven vursun' ştrirz'İdüşmanıhâ!» dedi kala-balığın içinden biri.

-«Sapık lan bu!» dedi diğeiî:''"1

-«Vurun sütübozuk alçağa!» dediler.

-«Çocuklarımız ölaılâ' gidemeyecek mi bü sapıkların yüzünden!? Allahıriı seven Vursun!'»

-«Dinsize, namussuz kâfire Hişimla indiler İbo'nun' üzerine. İbo,! kollarıyla başını saklamış, gıkdiyerheden'-olduğü yere çöküp kalmıştı. Ka' labâlık; düşünsel olarak, duygusal olarak, hatta bedensel olarak" bîrleşjp kayna|niı§; dev bir kütle olmuş,"tek bir in­san gibi hareket ediyordu. İbo, tekmelerden ve'yumruk^-' lardan korunmak için kıvrılıp yere yatmış^ kafası kollarının arasında, başına gelenleri anlamaya çalışıyordu. Doğan.!

olayın ciddiyetini kavrayınca, arkadaşlarıyla koşup olay yerine geldi. Kalabalığı durdurmaya çalıştılar, fakat bu mümkün olmadı, birini tutsalar diğeri vuruyordu. Uzun süre itiş-kakış yaşandı. Doğan, bağıra çağıra, kalabalıktan bazılarını hırpalaya hırpalaya, ite kaka İbo'ya ulaştı, ama artık çok geçti..:; İBöi kanlar'içinde, karlar içinde, soluk­suz, kıpırtısız, cansız yatıyordu. İbo artık yoktu...

 

Yarım Kalan Türkü

 

Kübra, yanında küçük kızkardeşiyle, Ulucanlar Ma' pushanesine annesini görmeye gidiyordu. İkisinin de ellerinde meyve dolu fileler vardı. Omuzları düşmüş, kolları sunmuş, yürümekte güçlük çekiyorlardı. Funda, ikide bir arkada kalıyor, ablasına yetişmek için canını dişi­ne takıyordu.

Orduevİnin önünde, bir ay önce Siyasal'dan alınıp gö­türülen öğrencilerin serbest bırakılmasını isteyen bir grup, sıkıyönetim dipçikleriyle dövülerek arabalara dolduruluyor-du. Kübra, Funda ve daha birçok kişi, postanenin önünde durmuş bu olayı izliyorlardı. Jandarmanın biri kovdu onla­rı. Kübra, olay yerinden biraz uzaklaşınca, yüreğinin zula-sındaki türküyü diline verdi.

-«Jandarma sen, ah bir bilsen, sana ne iş verdiler...» Funda, gözleri korkudan fincan gibi açılmış, yüreği gü­vercin kanatlan gibi pır pır: -«Abla sus, abla!..» dedi.

-«Belki birgün, zabit sana, köylünü kurşunlatır...» Sıkıyönetim uygulandı uygulanalı, her köşede, esne­yen, sigara içen, canı sıkılan, seven, özleyen, günleri iple çeken, memleket havası türküler mırıldanan, önünden geçenlere bakıp, «acaba şu adamın acelesi ne? Acaba şu simitçi oğlan bizim oralı mı?» diye düşünen, karısının fo--toğrafinı, çocuğunun fotoğrafinı, nişanlısının fotoğrafını koynundan çıkarıp bakan silahlı askerler...

-«Jandarma sen...»

-«Abla, abla!..»

-«Kardeşimsin, köylümsün...»

-«Abla sus, duyacaklar şimdi, hapse mi girmek istiyor­sun annem gibi!..»

Ablasının yanında ayakkabılarını sürükleyerek yürüyen Funda, kimbilir kimin hesabına kaçak sigara satan perişan kılıklı çocuğa bakarken, ayaklarının dibinden bir ses geldi.

-«Boyayalım abla...»

Saçlan dipten kesilmiş-, küçük, kara-kuru bir çocuk, elin­deki fırçalarla boya sandığına vurarak, «boyayalım abla!» diyordu. Ve kendine «abla» denmesi, Funda'nın çok hoşu­na gitti. Boyacı çocuğu kaçamak gözlerle bir süre izledik­ten sonra, ona karşı birden bir acıma ve yakınlık duygusu hissetti. Koşup Kübra'nın elini çekiştirdi.

-«Abla, abla...»

-«Ne var kız?»

-«Ayakkabılarımı boyatayım mı?»

-«Güzelim, şimdi sırası mı? Her derdin bitti, sadece ayakkabıların mı kaldı?»

-«Abla ya baksana, çok zor durumda..,»

-«Memleketin yoksul çocuklarını sen kurtar bari...»

-«Ablaya!..»

Kübra, rneyve-şebze dolu fileleri yere bırakıp, kızmakla sevmek arası kardeşine baktı.

-.-«Hadi kız,, madem istedin...»

Funda, elindeki fileleri-.yere..bırakıp, sevinçle boyacı çocuğa doğru koştu. Beş dakika sonra ayakkabıları pırıl pı-rıldı. Boyacı çocuk sürekli sümüğünü çekiyor:   

-«Abla bak, pırıl pırıl oldu, resmini görmezsen para verme abla» diyordu.

. Funda, resmini görmek için parlayan ayakkabılarına bak' ti. Kübra, bu sırada, boyacı çocuğun parasını ödedi, gü­lümseyerek kardeşinin saçlarını okşadı.

-«Rahatladın mı?» dedi. «Yürü hadi...»  

Filelerini alıp yürüdüler. Funda, ablasının peşîsıra, ayak­kabılarına bakarak bir süre böyle gitti. Fileleri taşımakta güç­lük çekiyordu. Birkaç kez oflayıp pufladı. Ablasının aldırma­dığını görünce de öfkelendi.

-«Abla ben yoruldum!» dedi.            

-«Canım benim, güzelim» dedi Kübra. «Biliyorum, yo­ruldun, ama az kaldı. Fileleri bana ver. Al canım, sen şu küçük torbayı taşı...»

Mapushanenin bahçe kapısına geldiklerinde, jandar­manın biri, iki kardeşin önüne geçti. Funda, jandarmanın herhangi bir şey sormasına fırsat vermeden:

-«Annemizi görmek istiyoruz» diye atıldı.

-«Siyasi mİ?»

-«Hayır» dedi Kübra, «annem siyasi değil.»

-«Bu çocuk?»

-«Kardeşim...»

-«Geçin.»                                       

Bahçe kapısındn İçeri girdiler. Erkekler koğuşuna açılan kapının önünde meyveleri görevliye verip, adlarını yazdır­dıktan sonra, kadınlar koğuşuna açılan kapının önünde sı­raya girdiler. İki saat sonra, beşer beşer içeri alınan görüş' mecilerin içinde iki kardeş de vardı. Kadın gardiyan, Kübra ve Funda'yı, aradıktan sonra,, avluya açılan demir kapıyı gösterdi.

-«Geçin.»  

. Annesini, avlu güneşinde küme küme,oturan kadınla­rın, içinde Funda gördü önce.

-«Anne, anne!..» diye koşmaya başladı. -

Anne, kadınların içinden çıktı, birkaç adım yürüdü, kol' lannı açtı ve yere çömelip kızını bekledi. Anne ve kız ÖZ' lemle sarılıp uzun süre öylece kaldılar. Sonra. Kübra gel­di... O da annesiyle kucaklaşıp öpüştü. Anne ve kızları, ra^ hat konuşabilecekleri uygun bir köşeye çekilip oturdular. Biraz ilerde yaşlı bir kadın, duvarın dibine oturmuş, teşbih çekerek dualar okuyordu. Öteden, avlunun diğer ucun--dan, yanık, içli bir ağıt geliyordu.         

-«Kim ağlıyor, anne?» dedi Kübra.

-«Elmadağlı bir kadın...» dedi anne. «Bıkıp usanmadan hergün böyle ağıt yakar. Bazen bizi de ağlatır. Eee, nasıl--sınız kızlar?»

-«iyiyiz anne, sen nasılsın?»

-«Gördüğünüz gibi işte, çok rahatım, oturup duruyo--rum bütün gün. Ah, bir de sizleri özlemek olmasa! Seni iyi görmedim Kübra...»

-«İyiyim anne.»

-«Kötüsün kötü, solgun görünüyorsun...»

-«İyiyim anne, yol yorgunluğudur. Dün bütün gün yol­daydım. Taa Sivas'dan çık buraya gel, kolay olmuyor ta­bii. İlle de kendine dert edecek bir şey bulursun.»

-«Dayanarmyorsan gelme kızım, istemiyorum. Seni yol­larda perişan etmektense, ben bağrıma taş basar otururum burda.»

Saçma bir sınır davasından dolayı aile darmadağınık oimuştu. Gecelen içip içip Kübralar'in kapısına dayanan adam, ailenin babasını, aslında çok sessiz, içine kapanık, kendi halinde bir insan olan babayı çileden çıkarmıştı. Adam ölüp gitti, ama olan geride kalanlara oldu... Yirmi dört yıla mahkûm edilen baba ve ağabey, Yozgat Mapus-hanesine kondu. Üç yıla mahkûm edilen anne, Ankara Ulucanlar Mapushanesine yerleştinidi. Ailenin iki küçük oğlu, olayın olduğu köyde, amcalarının yanında kaldı. Funda, burda, annesinin yattığı şehirde, dayısının yanın­da kalıyor. Kübra ise, Sivas'da, teyzesinin ve eniştesinin yanında okuyor. Bu yıl liseyi bitirecek...

Yüksek sesle konuşarak, gülüşerek, siyasi kızlar geldi­ler, anne ve kızlarının çevresine oturdular.

-«Hani bizi kızınla tan:ştıracaktm anne!.. Aşkolsun val­lahi, sözünde durmadın, böyle hapishane arkadaşlığı mı olur!.. Bir daha sana hiç inanmayız...»

-«Kızları gelince bizi unuttu. Küçük de senin olmalı, ay ne tatlı kız. Adın ne senin?»

-«Funda.»

Anne, Funda'ya. sarılıyor, sarılıp içine çekiyor, sevinir^ ken hüzünleniyor, hüzünlenirken gülüyor:

-«Tanıştıracaktım sizi, vallahi unuttum kızlar, kusura bakmayın» diyordu. «Bakın, bu da küçük ördeğim... Ba­kın ördeğime, bakın ablaları, bakın ne güzel... Ördeğimi hergün görmek isterim, goremem, düşlerime girer.»

Funda çok utanıyor, annesinin boynuna sarılıp yüzü­nü saklıyordu. Kızlar onu sevip okşuyorlardı durmadan. Sonra aralarında sıcak bir sohbet başladı. Funda, onlara arkadaşlarından ve Öğretmenlerinden bahsetti. Komik bulduğu bazı olayları anlattı.

-«Gelecek yıl ortaokul öğrencisi olacaksın demek! Kız Çiğdem, ortaokuldayken biz de böyle küçücük müydük?»

-«Annen bizi tanıştırmayı unuttu gitti. Bari biz kendi­miz tanışalım. Hepimiz de Ankara Hukuk Fakültesinden düştük buraya. Ben Leyla... Bunlar da kader arkadaşla­rım... Çiğdem, Nihal, Müjde ve Ayşegül.»

-«Ben de Kübra... Keşke sizinle Hukuk Fakültesinde tanışsaydık! Çok yazık!.. Hükümlü müsünüz?»

-«Tutukluyuz» dedi Nihal.

-«Mamak Askeri Cezaevine gönderecekler bizi» diye ekledi Müjde. «Şimdilik geçici olarak tutuluyoruz burda.»

-«Oysa alışmıştık buraya» diyerek üzüntüsünü belirtti Leyla. «Yazık, okuma-yazma kursu bile açmıştık, çok ya­zık!» dedi.

-«Neyle suçlanıyorsunuz?»

-«Aklına ne gelirse...» dedi Müjde. «Bildiri dağıtmak, halkı suça teşvik, komünizm propogandası, silahlı soygun,

devletin güvenlik kuvvetlerine hakaret, devletin manevi şahsiyetini zedelemek....»

Müjde,. «suç»lannı saymakla bitiremiyordu. Bu, her se­ferinde çok komik geliyordu kızlara ve kahkahalarla gülü' yorlardı. Gülüşmeler uzun sürmedi, birden bir suskunluk çöktü ortaya. Çiğdem, düzgün ve beyaz dişlerini parlatarak gü­lümsedi. Bu gülümseyiş, aslında, mutluluğu gölgelenmiş bir insanın acılarını, özlemlerini ve hüznünü yansıtıyordu. Bu, sanki ortak yaşanan bir duyguydu, bütün kızların yü­zü bir anda aynı hüzünle gölgelendi.

-«Ben nişanlıyım» dedi.

Görüşebiliyor musunuz?              

Çiğdem, elindeki çöple toprağı karıştırarak bir süre sus­kun kaldı. Sonra buruk bir gülümseme yayıldı yüzüne. Ve bu hüzünlü gülümseyiş, öylece dondu kaldı yüzünde. Buğulu gözlerini Kübra'ya çevirip, sonra başını tekrar yere yıktı.  

«O da tutuklu» dedi.  

-«Nerde, burda mı?»     

«Önce hurdaydı, görüşüyorduk, ama...» dedi, yut­kundu Çiğdem. «Ama iki ay önce Van Cezaevine sürdü­ler... Bitti!.. Görüşmek şöyle dursun, artık yazışamıyoruz bile.»

-«Siyasilerin durumu yürekler acısı!..» diyerek, Leyla girdi araya. «Anlatsak zamana sığmaz, yazsak kitaplara sığmaz... Ortaçağ zulmü altında.inim inim inliyoruz, sesi­mizi duyan yok... Kuyu dibinde taş gibi yapayalnızız Küb-ra, bizi duyan yok!»

Ayşegül hiç konuşmuyordu. Solmuş, sönmüş, kahrolası bir öksürüğün pençesinde kıvranıp duruyordu. Öksürük, taa derinlerden, ciğerinin dibinden sökülüp geliyordu san­ki. Öksürüğü kesilinçeye dek herkes susup onu izliyordu.

-«Sen hastasın!» dedi Kübra. «Sen çok hastasın, bu ne kötü öksürük!.. Anne.bak, Ayşegül'ün haline bir bak! Kız­lar, buna hiç mi yardım edilemez, bir çaresi.yok mudur bunun?» ..

Ayşegül, öksürükler arasında, zor işitilebilen bir sesle, Kübra'ya bir şeyler söylemeye çalıştı, ama sözünü açık ve net olarak bitiremedi. Hastaydı... Yorgundu... Daha da kötüsü,.kırgındı Ayşegül... İnançları uğruna tüm.sevdikle­rini kaybetmiş, özfemlerini, beklentilerini, aşklarını yasa­yamadan, yalnız ve çaresiz kalakalmıştı mapushanede. Eğer şu arkadaşları da olmasa...

-«Hayat çok anlamsız, yaşamaya gücüm yok artık» di­ye söylenip duruyordu son günlerde.

-«Bodrumda kalıyoruz» dedi Leyla. «İnsan sağlığına ordan daha zararlı bir yer düşünülemezdi doğrusu. Aile­si reddetti Ayşegül'ü. İlgilenmiyorlar, bir kez bile gelmedi­ler görüşe. İşe yarar giysilerimiz de yok. aramızda idare ediyoruz. Birimiz örtünsek, diğerimiz açıkta kalıyoruz,. Kendimizi unuttuk artık, Kübra, biz sadece Ayşegül'ü dü­şünüyoruz...»

-«Tüh ya!.. Peki müdüre söylemediniz mi, Ayşegül'ün durumunu?»

-«Söyledik, dinleyen kim! Bizim hastalığımız onların sanki çok umrunda! Hipokrat yemini .etmiş bir doktor,

<basit bir öksürük, büyütmeyin> diyebiliyor. Basit bir öksü­rük böyle olur mu? Günlerce, haftalarca, aylarca sürer mi? Son bir ayın içinde tam on beş kilo verdi kız. Ayşe­gül'ün bakıma ihtiyacı var, Kübra. Doktor lazım, ilaç la­zım... Sıcak süt, sıcak çorba, sıcak oda, ne bileyim, bir sı­caklık İşte... Ana sıcaklığı, dost sıcaklığı, yuva sıcaklığı...»

Leyla ağlamaya başladı. Birden çok derin bir suskun­luk çöktü ortaya. Ayşegül'ün öksürüklerinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Bir de, uzaktan, taa Öteden, avlunun diğer başından gelen Elmadağlı kadının yanık ağıdı...

-«Sen» dedi Nihal, «anneni görmek için taa Sivas'dan kaîkıp buraya geldin. Biz gidelim artık. Annenle konuş biraz da...»

Anne, Funda ve Kübra'yla kucaklaşıp gittiler. Öylece donup kalmıştı Kübra... Arkadaşlarının ardınca öksürerek giden hasta kızı, Ayşegül'ü, hiç unutamayacaktı... Belleği­nin en kuytu hücrelerine, öksüren bir Ayşegül resmi nakışlanmtştı çünkü.

Avlunun uzak bir köşesinde, duvarın dibinde, beş yaş­larında bir çocuk oturuyordu. Gazete kâğıdından bir uçak yapıp vermişlerdi eline; sessizce, kendi kendine oynayıp duruyordu. Kübra'nın gözleri hayretle açıldı.

-«Anne, çocuk da mı var burda?» dedi.

-«Ah kızım» dedi anne. «Onu hiç sorma. Annesiyle aynı koğuşta kalıyoruz. Çok iyi bir kadın, ama kader işte... Kader onu buralara düşürmüş. Bursa Mapushanesinden geldiler. Bir ay kadar oluyor.»

-«Çok mu günü?»

-«Çok... Bir ömür kadar çok.»

-«Suçu ne ki?»

-«Yoksul olmak, kimsesiz olmak, kadın olmak, ne sayar­san say... Adı Tayibe. Tayibe'nin doğumu, annesinin ölü­müne neden olmuş. Analığının yanında büyümüş. Kız Sa­nat Enstitüsünde okurken bir adam çıkmış önüne, tanışıp sevişmişler. Okulu bırakmış Tayibe. Bir ev kiralamış adam, birlikte yaşamaya başlamışlar. Tayibe nikâh istedikçe o kaç­mış, <aha bugün, aha yarın> diyerek atlatıp durmuş kadını. Birgün, Tayibe, adamın evli ve dört çocuk babası olduğu­nu Öğrenmiş. Olanlar da bunu öğrendikten sonra olmuş zaten. <Keşke hiç öğrenmeseydim> diyor Tayibe. <Keşke...> derken, yağmur gibi yaşlar indiriyor. Yürek dayanmıyor kı­zım... Tayibe' nin, <ah keşke...> deyişlerine yürek hiç da-yanmıyor. «Utansa, af dilese, affedecektim) diyor. Ama o af dilememiş. Af dileyeceğine, pişkin pişkin sırıtmış. Tayibe de bilincini kaybetmiş ve bıçağı kaptığı gibi... Ah kızım, Ta­yibe'nin derdi çok büyük!.. <Yerde, kanlar içinde yatan adamın üstüne kapanıp saatlerce ağladım> diyor. Öldür­dükten sonra pişman olmuş, ama neye yarar! Gidip teslim olmuş, iki ay sonra da doğum sancıları başlamış. Serkan, Bursa Mapushanesinde doğmuş. Dört duvar arasında du­rup durur böyle. Tayibe, bir ara analığının yanına gönder-miş çocuğu. Dışarıyı çok sevmiş Serkan, ama analık döv­müş yavruyu. Yalan mı söylüyor parmak kadar çocuk, <dövdü beni> diyor. Sonra tabii <annemi istiyorum> diye ağ­lamış,, getirip bırakmışlar annesinin yanına. Burda hepimiz onu mutlu etmeye çalışıyoruz.»

-«Akranları da yok... Hep tek" başmâ mi clurür böyle? Yaklaşmaz mı kimseye?»

«Yaklaşır;.:- Sevdiği insanla oynar, türkü bile söyler. Siyasi kızlardanbir türkü öğrenmiş. Ayşegül öğretmiş her--halde,-onu söyler-durur,-.. Ama bazen aksileşİyor, kırıp geçiriyor hepimizi,.<Lan>. diyoruz, «sen-nerbiçim erkeksin, bak burda.ne.güzel kızlar var> diyoruz. Anlamadan bakıyor.; Nasıl sevinir! Yarın Sivas'a dönmeden önce getirip bırakırsın,»

«Gelir mi, çıkar mı benimle?»

«Çıkar, çıkar. Gel bir soralım.»

Serkan'ın oynadığı köseye yürüdüler. Kübra, gazete kâğıdından uçağıyla oynayan Serkan'ın Önüne çömeüp, onunla konuşmaya çalışırken, çocuğun annesi geldi. Anne, onu kızıyla tanıştırdı. Tayibe, annenin, iki kızını da kucaklayıp öptü.

«Büyük kızım, Kübra...» dedi. «Her ay beni görmeye gelir. Sivas'da, teyzesinin yanında kalıyor. Liseyi bitirecek bu yıl... Kız 1 ayıbe!... bak biz ne duşunduk... Diyoruz ki,

Kübra bugün Serkan'r çıkarıp biraz gezdirsin^.'. Yarmge--tirip brrâkir. Sâkih <hâyir> deme,'gözlerini öyârırn!»'

«Çıkar mısın oğlum?» :diye sordu

Serkanhiç oralı olmadı. Duymadı sanki.' Kübra, çöcü-1 ğun önüne' çömefip'omuzlarından: tuttu:

«Duyduğuma göre» dedi;- «Ayşegül Ablari sana bir türkü öğretmiş. O:türküyü,"bü mapushanede seriden ğüzel söyleyen yokmuş. Doğru mü bu Serkan?»

-«Doğru!»; dedi Serkan, gururlanarak1 başını salladı, «Ben»:.dediv «türkü söyleyebiliyorum!» dedi;

-«Doğrusu çok merak ettim» dedi Kübra. «Bu türküyü-aca-ba ben de dinleyebilir miyim? Mesela seni dışan çıkarıp gezdirsem, bu. türküyü bana da; söyler misin?»dedi. Serkan, «söylerim>Maşasmi» dedi Kübra. «Hadi hazırlan! Hadiarinesİ, görüş süresi nerdeyse bitecek, hazırla çocuğu. Eri' güzel' elbiselerini giysin, bugün onun bayramı:»";

Serkan'ın sesini, avlunun.diğer ucundan gelen kadın gardiyanın kart. sesi bastırdı. Alışkın bir "tavırla; «vakit ta­mam!» diye bağırıyor, görüş süresinin-bittiğini beîirtiyor-du. Bu.--jseS,:;;arınenm.-!yüreğinden, etinden., -kemiğinden parçacıklar alıp götürdü sanki,.- Sarılıp 'kucaklaştıktan son-ra ayrıldılar. Anne, kızlarının ardısıra birkaç adım yürüdü.

-«Bu ney?» diyordu Serkan.

Bu şehre sanki başka bir dünyadan İnmiş gibi şaşkın, başka bir dünyadan gelmiş gibi yabancıydı. Binlerce insa­nın, hergün görmeden önünden geçip gittiği Önemsiz ay­rıntıları görüyor:

-«Bu ney?» diyordu.

Mesela tepesinde tablayla yürüyen bir çocuğu görü­yordu Serkan. Çocuk, sesini inceltip kalıniaştırarak, uza­tıp kısaltarak, acı çeker, inler gibi, ağlar gibi bağırıyor, sİ-mit satıyordu... Serkan, simitçi çocuğa uzun uzun bakı­yor, onun ne yaptığını, niçin yanık yanık bağırdığını anla­maya çalışıyor, sonra Funda'ya dönüp:

-«Niçin ağlıyor?» diye soruyordu.

-«Ağlamıyor, simit satıyor» diyordu Funda.

-«Simit ney?» diyordu.

-«Sen hiç simit yemedİn mi Serkan?» dedi Kübra.

Serkan, diliyle üst damağının temasından bir «cık» çı­kardı, başını salladı.

-«Hiç yemedim» dedi.

-«Bak işte bu kötü... Hayatında hiç simit yememiş birine, simiti anlatmak çok zor. Gel en iyisi ben sana bir simit alayım.»

Üç simit aldı Kübra... Simitlerini yiyerek bir çocuk bah­çesine girdiler. Serkan 't salıngaçta sallayıp, kayıncakfarda kaydırdılar. Kayarken, kayıp yere kıçüstü düşerken, gül­mekten aklı çıkıyordu Serkan'ın.

Sonra bir pastaneye girip pasta yediler. Serkan, pasta­nın üstüne soğuk bir kola içti. Eve gitmek üzere yola çıktı­lar. Yürürken Funda'nın elini zaman zaman bırakıyor, ama Kübra'ya, onu kaybetmekten korkarcasına sıkıca sarılıyor-du. Kübra, ona mapushanede verdiği sözü hatırlattı.

-«Sen bana ne söz vermiştin Serkan?»

-«Ne vermiştim?»

-«Bir düşün... iyi düşün!... Mapushanede ne söz ver' mistin bana?»

-«Türkü!..»

-«Türkü ya!.. Hadi bakalım, şimdi sıra senin o güze] türkünde... söyle de bir dinleyelim.»

-«Analardır adam eden adamı, aydınlıklardır Önümüz­de gider, sizi de bir ana doğurmadı mı, analara kıymayın efendiler...»

-«Devamı yok mu?»

-«Olmaz mı! Devamı çok...»

-«Ee hadi...»

-«Devamını yarın söylerim. Beni gezdirirsen...»

Önce bir kahkaha attı Kübra, sonra attığı kahkahadan utanarak, «duyanlar oldu mu» diye sağına soluna baktı. Kendini tutamadı, kıs kıs gülmeye devam etti.

-«Yahu sen ne zalim çocuksun!» dedi. «Peki öyle ol­sun! Türkün bitene kadar gezdireceğim seni. Tamam mı koçum, anlaştık mı?»

-«Anlaştık.»

Akşam eve geldiklerinde, Kübra, dayısına, yengesine ve kuzenlerine, Tayibe'nin öyküsünü anlattı. Akşam yemeğinden sonra, dayı kahveye, kuzenler de ders çalışmak için odasına çekildi- O akşam, kekli-pastalf çaylar içildi, televizyon izlenip, hoş sohbetler yapıldı- Hatta Kübra, uyumadan önce Serkan'a bir «Keloğlan» masalı bile an' lattı. En çok bu «Keloğlan» masalını sevdi Serkan. Kübra Ablası, belki de hayatı boyunca unutamayacağı bir mutlu­luk veriyordu ona. Sonra yitip gitti derin uykularda. An­nesi aklına bile gelmedi.

Kübra, sabah erkenden kalkıp, kahvaltı hazırlayan yen-gesine yardım etti. Sonra diğerleri uyandı teker teker. An­neye ve siyasi kızlara börekler, kekler yapıldı. Kübra, yün ceketini, kadife pantolonunu ve iki eteğini, Ayşegül'e ver­mek için alıp çantassna yerleştirdi. Kahvaltıdan sonra, Ser­kan'ı mapushaneye götürmek üzere yola çıktı. Serkan, yi­ne gezmeye gittiklerini sanıyor, Kübra'nın önünde seke­rek yürüyordu. Bir ara, Kübra'nın parmaklarına sıkıca sa-rılıp, türküsünün kalan kısmını söyledi.

-«Koşuyor altı yaşında bir oğlan, uçurtması geçiyor ağaçlardan, siz de böyİe koşmuştunuz bir zaman, çocuk­lara kıymayın efendiler...»

Serkan'ın türküsüne bu kez sevinemedi Kübra... Hat­ta rahatsız oldu. Çünkü o bir bedel ödediğine inanıyordu. Arna neyin bedelini? Utanmaya başladı...

-«Serkan...» dedi inlercesine, «sen» dedi, «anneni çok özledin, değil mi?» dedi.

-«Hı, hı, çok özledim» dedi Serkan. «Varınca ona dı­şarıyı anlatırım» dedi.

-«Hadi o zaman annene gidelim. Varınca ona dışarıyı anlat. Ve beni her ay bekle. Her geldiğimde seni mutlaka dışarı çıkarırım, mutlaka!..»

-«Ama benim türküm daha bitmedi!..» -«Söyledin ya... Biraz önce söylemedin mi!..» -«Ama daha bitmedi!.. Daha çok uzun!..» Serkan, jandarma kulesini görünceye dek nereye gittiği-? ni anlayamadı, işte ne olduysa bu anda oldu. Mapushane-nin kaie gibi yükselen duvarlannı görünce, zınk diye durdu. -«Dama girmem ben, bana ne, girmem!» dedi. Mapushaneye «dam» diyordu Serkan, böyle öğretmiş­lerdi içerde. «Girmem!» diyordu. Şimdi onu hangi güç, hangi iktidar, hangi diktatör dama sokabilirdi!

-«Biz seninle böyle mi anlaşmıştık!» dedi Kübra. «Beni böyle zor durumlarda mı bırakacaktın! Bu muydu bizim kavlimiz! Beni anlamıyorsun değil mi? Sen sadece <gir-mem!> diyorsun. Oysa girmek zorundasın. Ya girecek, ya da benimle Sivas'a geleceksin.»

-«Bana ne, ben dama girmem, girmem işte!» -«Peki... O zaman şöyle yapalım. Anneni görüp tekrar çıkalım. Anlaştık mı?»

Bu pek inandırıcı gelmedi Serkan'a, ama yine de inan-mak istiyordu. Kübra Ablasına olan inancını asla yitirmek istemiyordu. Elini ilk kez isteksiz verdi Kübra'ya. Yürür' ken, adımlarının biri ileri, biri geri gider gibiydi. Birdenbi­re yakaladığı büyülü dünyayı, yine bir anda yitirmek is­temiyordu.

-«Annemi görüp çıkalım» dedi.

Sesİ kırıktı Serkan'm, buruktu... işin başında, Kübra, bu küçük arkadaşını mutlu edeceğinden adı gibi emindi, ama onu mutsuz edeceğini asla düşünmemişti. Kübra düşün-celiydi. Şimdi ne yapacaktı? Nasıl bırakacaktı onu mapus­haneye? Bu çocuk, bu adaletsiz sistemi ayakta tutan mil­yonlarca posadan biri mi olacaktı? Çıkarlarını halkın sefa­letinde bulanların korkulu rüyası mı olacaktı Serkan? Ser-kan'ı nasıl bir yarın bekliyordu? Bu ülkenin çocuklarını, bu ülkeyi nasıl bir yarın bekliyordu? Onu daha ana rahmin­deyken mapushaneye tikanlar. aynaya baktıklarında, ayna­da ne görüyorlardı? İçleri rahat mıydı? Uykuları rahat, kol­tukları rahat mıydı?

«Senden özür diliyorum Serkan» diyebilse... «Biraz Önce sana yalan söyledim. Anneni görüp tekrar dışan çı­kacağımıza seni inandırdım» diyebilse... «Güvenine layık olamadığım İçin, türkünü bitirmeden seni dama bıraktı­ğım için, senden bin kere Özür diliyorum» diyebilse, ra­hatlayacaktı Kübra... Bunu diyemiyordu, çünkü arkadaşı bunu anlayamayacak kadar küçüktü.

Kadınlar koğuşunun Önünde uzun bir kuyruk vardı. Kübra ve Serkan, sıraya girdikten ve beklemeye başladık­tan yarım saat sonra, kuyrukta bekleyen iki kadın arasın­da büyük bir kavga oldu. Jandarmalar araya girmese, ma-pushanenin önünde kan çıkacaktı.

-«İkinizi de tıkarız dama!» dediler. «O zaman bol bol dövüşürsünüz içerde! Ayrıiın hadi, ayrılın!»

Kübra, sırası gelince, Serkan'm elinden tutup avluya girdi. Elmadağlı kadın, yanık yanık ağıtlar yakıyordu yine.

Dort-beş kadın almıştı çevresini. Biraz ötede üç kadın oturuyordu. Yaşlı nine, yine her zamanki gibi duvann dibine oturmuş, teşbih çekerek dualar okuyordu. Anne ve Tayibe, koşup, Kübra ve Serkan'ı karşıladılar. İkisinin de gözleri ağlamaktan kızıl kızıldı. Kübra'nın yüreğine yakıcı bir sızı düştü...

-«ikiniz de ağlamış gibisiniz!» dedi.

-«Kızım» dedi anne, yutkundu, «sana kötü bir haberi­miz var» dedi. «Kötü bîr haber...»

-«Anne noğolur söyieme!» dedi Kübra. «Anne, yoksa Ayşegül'e bir şey mi oldu?!»

-«Dün gece Ayşegül'ü kaybettik...»

-«Hayır!..» dedi Kübra. «Hayır anne!.. İnanmıyorum! Anne sen doğru mu söylüyorsun?!»

Kübra, bir annesine, bir Tayibe'ye bakıyor, onlardan ufacık bir umut bekliyor, «hayır, tamamen kaybetmedik, dün gece biraz fenalaştı, ama hâlâ bir umut var» demele­rini bekliyordu... Ama onlar, Kübra'ya bunu söyfeyemi-yorlardı. Onlar sadece başlarını yere yıkıp susuyorlardı.

Tayibe, kadın gardiyana Kübra'nın geldiğini ve siyasi kızları görmek istediğini söyledi. Biraz sonra, solmuş, sön­müş üç kız çıktı avluya. Gözleri ıslak, yürekleri yaralı; içle­rinde bir yerlerde bir şeyler incinmiş, örselenmiş, kırılmış, dökülmüş... Kübra, hıçkırarak Leyla'nın kucağına bıraktı kendini. Bir süreTııçkırıktan boğularak, sarmaş dolaş kaldı­lar böyle. Sonra Müjde'ye- Çiğdem'e sanlıp, kucak kucağa ağlaştılar. Daha sonra da Nihal'ın yokluğunu farketti.

-«Nihal nerde?» dedi.

-«Nihal yok» dedi Leyla, ağlamaya başladı yeniden. «Ayşegül'ü kaybettikten sonra isyan ettik. Kapılan tekmeleyip, camlan kirdik... Karanlık bir mahzende, dört kız, çil' dırdık Kübra, çıldırdık... Nihal dayanamadı, bayılıp düştü. Revire çıkarıldığında komalıktı. Şimdi nasıi bilmiyoruz...»

Siyasiler perişan... Kübra, onları teselli edecek hiçbir söz bulamıyor. Zaten buna gücü de yok. Yorgun ve bit' kin hali, teselliye kendisinin daha çok ihtiyacı olduğunu gösteriyor.

-«Ayşegül kucağımızda öldü» diyor Leyla. «Bağırdık, çağırdık, duvarları, kapılan tekmeledik, kimsenin kılı bile kıpırdamadı...»

Kübra, bilinmez deryalara, dipsiz deryalara, derin der­yalara dalıyor. Anlatılmaz bir hüzünle, derin bir acıyla burkuluyor yüreği... Bir an, Leyla'nın sesiyle mapushane gerçeğine dönüyor, ama sonra yine o ince yürek sızısı, dinmeyen başağnsı, Ayşegül...

-«Kübra, canım, anneme telgraf çekebilir misin?» diyor Leyla. «Annem Malatya'da. Yaşlıdır, tek başına yaşıyor. Sözde beni okutmaya göndermişti Ankara'ya. Cezaevinde olduğumu bilmiyor. Ölüm çok yakın Kübra, ölüm bize da­marımızda dolaşan kandan daha yakın... Gelsin görüşe­lim. Ona öyle çok ihtiyacım var ki... Başımı döşüne yasla­yıp ağlamak, hıçkıra hiçkira ağlamak istiyorum. Gelirken, iç çamaşırları, havlu, sabun, diş fırçası...»

-«Bunları ben alırım Leyla, görüş süresi şimdi nerdey-se bitecek, başka şeyler anlat... Ne yazayım annene? Cezaevinde olduğunu birdenbire duyarsa...»

-«Duysun, nasıl olsa duyacak bırgün. işte, annemin adresi burda... Anneme yaz, gelirken, iç çamaşırları getir­sin, havlu getirsin, sabun getirsin...»

-«Tamam, ihtiyaçlarınız en kısa zamanda geiecek. Alın bunu, börek yapıp getirmiştim. Ayşegül üşümesin di­ye ona yün ceketimi...»

Kübra tıkanıyor...

-«Pantolon, etek... Onları siz kullanın artık» diyor. Her ihtiyacınızı getireceğim, üzülmeyin. Umudunuzu, yaşama sevincinizi, inancınızı kaybetmeyin noğoİur. Sakın kaybet­meyin! Hayata olan inancınızı kaybetmeyin. Özgürlüğü, adaİeti ve güzellikleri istemekten vazgeçmeyin. Bunu yap­mayın lütfen. Gidenlere azıcık saygınız varsa, saygımız varsa, bunu yapmaya hakkımız yok. Her sabah yeni bir umutla uyanmaya mecburuz. Buna mecburuz kızlar, baş­ka bir seçenek yok...»

Vakit tamam...

-«Ölüm çok acı» diyor Kübra. «Ama ayrılık ölümden da­ha acı. İnsan bir kez ölüyor, ama ayrılıklann sonu gelmiyor Leyla... Ben işte buna mahkûm edildim! Her ay tekrarla­nan ayrılıklar yaşamaya...»

Annesine sıkıca sarılıyor Kübra... Sıkıca sarılıp kalıyor. Hiçktra hıçkıra ağlayarak, ağlamanın tadına vararak, doya doya, özgürce, hüngür hüngür...

-«Anne» diyor. «Bu kızın seni hiçbir zaman yalnız bı­rakmayacak... Her zaman yanında olacak...»

Tayibe'ye sarılıyor. Siyasi kızları kucaklıyor teker teker. Serkan'ı arıyor gözleri... Serkan orda, annesinin yanın-da... Gidip Serkan'ın önünde çömeliyor, uzanıp öpmek istiyor. Serkan kaçıyor.

-«Yalancı!» diye bağırıyor kaçarken. «Yalancısın sen, yalancı!..» diyor.

-«Serkan...» diyor Kübra. «Canım benim, küçük arka­daşım... Ayşegül'ün sana öğrettiği türkü... Hani şu dinar­da bitiremediğin, yanm kalan türkü... İşte o türküyü ben söyleyeceğim dışarda... Ayşegül için, senin için, annen için, hepiniz için...»

 

Gerdek Gecesi

 

Kurşun geçirmez, kapkara bir geceydi. Yayla, ıssız dağların beşiğinde yarah bir güvercin gibi kanat çırpıyordu. Alıcı dikenlerin, ellerini ayaklarını yırtıp kanat' masına aldırmadan koşuyor:

-«Anlatırım» diyordu soluğunu taşırarak. «Anlatırım hallanmı <Golgene al> beni ağam, derim... <Akşam olanda> de-rirn, <sıcak sulan dökerim ayağına... Kulun kÖİen olurum a-ğam, ansımda atınla yatan tutmana al beni. Bitli pireli çoba­nına, ırgatına, bekçine, itine al... İstersen oğluna...> derim, anlatırım nallarımı.»

Sisler içinde ve erişemeyeceği kadar uzak bir mutlulu­ğun eşiğine varıp geldi. Gözlerine derin bir keder oturdu. Umutsuzluğa düştü Yayla. Derin, çok derin, karanlık bir çukurj düşîü sanki.

-«Deliyim ben» dedi. «Ayağı çizmeli. eli kırbaçlidır ağa oğlunun. Akça atın üstünde dağ gibi dik, kaya gibi serttir. Döner de bakar mı baha! Alır mı, avrat diye koynuna so­kar rnı beni!»

Konuşurken, kara gölgelerde donup kaldı yüzü. Çok sürmedi  bu yıkılmışlığı, yeniden ışıklandı zeytin karası gözleri- Yüreğini okşayan bir umutla kara gölgelerden sıy­rılıp çıktı yüzü- Ağanın oğluna zaten yakışmazdı, ağanın biîli bir tutmasına bile razıydı.

-«Ayağının tozuna kurban olsun bu can» diyordu. «Yurum, arıtırım, bir insana benzetirim hiç olmazsa.»

Gittikçe yaklaşan naİ sesleri ve at kişnemeleri, Yayla'yı, şu an içinde bulunduğu geceden daha kara korkulara gö­türüyordu. Dorukların ardından bulutlar akıp geliyordu ve gökyüzünde tek tuk yıldızlar parlıyordu. Güz bulutları, kuzeyden uluyarak gelen deli rüzgârın önünde dağılıyor, ortalık alaca bir ay aydınlığına dökülüyordu. Bu aydınlık çok sürmüyor, ortalık koyu bir karanlığa yeniden gömülü­yordu. Ayağının dibinden veya yanından geçtiği bir çalı­nın içinden ufak bir çıtırdı gelse, yürek atışları hızlanıyor ve rengi solup gidiyordu. Ağzı kurumuş, dili damağına ya­pışıp kalmıştı. Dudaklarını ısırarak bedenindeki titremeyi ve yüreğindeki heyecanı yatıştırmaya çalışıyor, bİiinmez bir geleceğe doğru saf bir umutla durmadan koşuyordu:

-«Anlatırım hallarımı» diyordu. «Ağamdır, beni yazıda koyacak değil ya, alır konağına...»

Ayağı bir çalının köküne takıldı, yüzüstü düştü. Yine de­rin korkulara saldı yüreğini, çatlak bir inilti bıraktı geceye. Uzaklarda baykuşlar ötüyordu. Kendi iniltisini de baykuş sesi gibi duydu ve korkuyla fırlayıp koşmaya başladı.

-«Anlatırım hallarımı» diye inledi. «Ağamdır, anlar der­dimi. Kulu kölesi olurum. Yeter ki gölgesine alsın beni. Akşam olanda sıcak sular dökerim ayağına. He valla, dö­kerim...»

Yine bir çaiıya takıldı, birkaç metre yalpalayarak gittik' ten sonra, dengesini tam bulacakken başka bir çalıya ta­kıldı, uzun bir çığlık atarak boylu boyunca uzandı.

-«Koşmalı» diye inledi. «Koşmalı, koşmalı, Cin Deresi­ni geçip, Ortaburun'u aşmalı, tez ulaşmalı Haydar Ağa­mın köyüne...»

Köklü bir direnmenin desteğiyle kalktı, kara gecenin içinde akça bîr ışık gibi aktı. Gecede, üç ayrı yönden bay­kuş çığlıkları yükseldi...

Okkeş Ağanın göçünü köye indiriyorlardı yayladan. Güllüce, acı yüklü üç uzun çığlık attı. Sonra bir bebek ağ­ladı cıyak cıyak. Göçün başında giden Cemo, soluğunu taşırarak koşup geldi karısının yanına.

-«Gebermekte misin kancsk?» dedi.

Kadın yerde kesik kestk inliyordu. Yüzünde sanki bin yiliık acıların izleri belirip kayboluyordu. Başını güçlükle kaldırıp kocasına baktı.

-«Doğurdum Cemo» dedi.

-«Erkek doğurdun inşallah» dedi Cemo.

Kadının uçkurunu çözüp donunu sıyırdı. Ala kanlı bir bebek cıyak cıyak ağlamaktaydı. Cemo, bebeğin önüne baktı umutla. Orda umduğunu bulamayınca yüzü gerildi.

-«Ulan karı, sıçtın ocağıma!» dedi. «Sonunda kendin gibi kancık enikledin. Belalı günler kapıda pusuya yatmış­tır, habarın ola.»

Bebek, kendisiyle birlikte suçunu da getirmişti yeryü­züne. Bu suçundan habersiz, istenmeyen bir insan olarak yaşamaya başladı. Güllüce birgün:

-«Kızın adı <Yayla> olsun Cemo» dedi. «Yayladan iner' ken doğurdum onu. İlerde yaşını hesaplamak kolay olur.»

-«Ne bok olursa olsun!» dedi Cemo.

Yayla, tozun toprağın, karın çamurun içinde, itile kakı-la, hodana horlana on dördüne bastı. Günlerden birgün, sekiz köyün sahibi Okkeş Ağa, ardında Alican ve adamla­rıyla Cemo'nun evine geldi. Yayla, evlerine böyle halı heybelerle ve soylu atlarla ağır konukların geldiğini ilk kez görüyordu. Allah'ın emriyle Yayla'yı istemeye gelmişlerdi. Yayla'nın yüreğine bir gariplik çöktü ve bütün bedeni tit­remeye başladı. Hoşgeliş etmesi için anası diretti ve Yay­la konukların önüne çıktı.

-«Aİican» diyordu Okkeş Ağa, «benim en yiğit adamla­rımdan biridir. Has çocuktur vesselam. Yetimdir, yanımda büyüdü. <Bu yetimi oğlum gibi evlendirmek boynumun borcudun diyerek çıkıp kapına geldim Cemo.»

-«Aman ağam, hoşgelmiş, sefaiar getirmişin. Bir kızın sözü mü olur, ocağıma oturmuş, ayranımı içmişin, tut ko­lundan götür. Canımı iste vereyim ağam, kurban olsun bu Cemo sana...»

Düşüyor, kalkıp koşuyor, yine düşüyordu. İnce tülden ak gelinliği, elleri, ayaklan, bacakları, çalılara ve dikenlere takılıp yırtılıyordu. Okkeş Ağanın çatık kaşlarını ve çimen yeşili gözlerini görür gibi oldu.

-«Yazıklar olsun onun ağalığına» dedi. «Yazıklar olsun o kocamış ite, çimen gözlü domuza!»

Uzaklaşan nal seslerinden, peşine düşen atlıların başka bir yöne gittiğini anladı ve rahatlatıcı bir huzurun tadına vardı.

Dar, kuytu, karanlık boğazdan geçerek, Cin Deresine gir­di. Cin Deresinin gündüzü aratmayan aydınlığı, Yayla'yı ön­ce hayrete düşürdü, sonra ona gittikçe büyüyen bir korku vermeye başladı. Ay ışığının altında gümüş gibi parlayan ka­yalar, geceye garip ve gizemli bir hava veriyordu.

Kurt ulumaları, baykuş ötüşleri ve yarasa çığlıkları şimdi daha yakından geliyordu. Kayalar gittikçe yükseliyor, kıv­rımlar gittikçe sıklaşıyor, dere gittikçe darahyordu. Önün­deki kıvrımdan sola dönünce, karışık ve anlaşılmaz uğultu­lar duydu. Birkaç kıvrımı daha geçince, bu garip uğultula­rın, Cin Mağarasından gelen trampet ve zurna sesleri ol­duğunu anladı. Yüreği kanatlanıp pır pır etmeye başladı. Sesler gittikçe yaklaşıyordu. Önündeki kıvrımı dolanınca, trampet çalarak ve zurna öttürerek üstüne gelen cin ordu­sunu gördü, korkuyla sıçrayıp bir kayanın kovuğuna sindi. Sesini soluğunu kesmiş, yüreğinin vuruşlarını durdurmak istercesine ellenni döşüne bastırmıştı.

önünden geçen ilk cin, ince ve uzun bir yaratıktı, garip hareketler yaparak trampet çalıyordu. Onun ardından zur­na öttüren bir dişi cin ve onun ardından başkalan geçti. Son cin de önünden geçip gidince rahatladı, derin bir «oh!» çe­kerek, yüreğindeki korkuyu dışarı döktü.

-«O da görmedi beni» dedi.

Bunu söyler söylemez, önünden geçen son cin geri geldi ve garip çığlıklar atarak Yayla'nın etrafında dönme­ye başladı. Kısa sürede Yayla'nın çevresi cinlerle doldu. Yayla'yı ilk gören cin, diğer cinlerin arasında, tepinerek dönüyor ve garip sesler çıkarıyordu. Yayla, sinek kişeler gibi ellerini atarak cinlerin ardısıra dönmeye başladı.

~«Kiş! Kiş cinler, kiş!» diyordu.

Cinlerle ilgili uzun ve gizemli masallar anlatırdı büyük­ler. Yayla, o masalları geceyarılarına dek dinlerdi. Yılan di-iini andıran çatal yalımıyla odanın karanlık duvarlarını ya-layan gaz lambasının loş ışığında daha da korkunçlaşirdı o masallar ve dinlediği masalların kahramanı olmadığına se­vinirdi. Bir an, korkunun karanlığına ve derinliğine düşer, anasının sıcak kucağına çekilerek tatlı bir uykuya bırakırdı kendini. Ama şimdi, küçükken dinlediği o masallardan biri­nin kahramanıydı Yayla... O masalların insan kahramanla­rı gibi davranıyor, «kış cinler, kiş!» diyerek, korku ve deh­şet içinde dönüp duruyordu.

Ellerini kanat gibi çırparak uzun süre döndü böyle. Cinleri kışelediğine inanınca koşmaya başladı. Cin Dere­sini geçti ve Ortaburun'un eteğine geldî. Ortalığın birden karanlığa gömüldüğünü görüp şaşırdı.

-«Ah!» diye inledi. «Bir de şu Ortaburun'un doruğuna ulaşsam!» dedi.

Haydar Ağanın herhangi bir tutmasıyla evlenecek, cin­lerden, baykuş ve yarasa seslerinden, kurt ulumalarından uzak, temiz, huzurlu bir dünya kuracaktı kendine. Bu öz­lem, ona yeni bir güç verdi, bu yeni güçle dik bayın çık­maya başladı...

Okkeş Ağa, çimen yeşili gözleriyle Yaylayı süzüyordu. Alican büzülüp kalmıştı köşede. Yayla, «hoşgeliş» bahane­siyle kendini konuklara gösterdikten sonra, arka arka yürü­yerek odadan çıkıp gitti. Ambarlı odaya koşup aynada yü­zünü buldu. Yüzüne bakarak gülümsedi. Gözleri kara birer ışıldak oldu. Yüreğini, bir anda su halkaları gibi açılan temiz ve taze bir duyguya düşürdü.

Artık, «kısmet kapısı açılsın» diye uykularını bölmek. Dilek Pınarına gitmek, kışın ayazında Dilek Suyuna yat­mak, sıtmalı gibi titremek yoktu. Sisler içinde, uzak bir masal tadı duyuyordu. Şimdi her şey, bir başka türkü­nün, bir başka ninninin ezgisiydi. Yoksul evler, çorak tar­lalar, kel dağlar ve güz rengine düşmüş ağaçlar; özlenen bir sevdanın, özlenen bir yüzün, özlenen bir duygunun güzelliğine varıyordu, Bu güzellikler, eski ve uzak anıla­rın bellekte kalmış izlerini bir çırpıda siliyor, «istenme­yen» çocukluktan, «istenen» genç kızlığa geçişin zevkini ve gururunu yaşatıyordu. Yüreğinde; güzel güllerin, ince güllerin, taze güllerin, nazlı güllerin tomurcuklan oluş­maktaydı.

-«Göçelim» diyecekti evlenince. «Göçüp gidelim uzakla­ra. Oralarda çok iş varmış, büyük evler, geniş yollar, araba­lar, giysiler, ışıklı dükkânlar varmış Alican, göçelim...»

Güneş, uzaklarda donuk bir ışık bırakarak dağların ar­dına kaydı. Karşı yamacın geniş sırtından eteğine doğru kıvrılarak inen yolda bir toz bulum belirdi. Sığır sürüsü, o toz bulutu içinde köye girdi. Tavuklar deşinmeyi bırakıp kümeslerine çekildiler. Sırtlarında üzüm sepetleriyle; yaş­lı kadınlar, kınalı kızlar, taze gelinler, sümüklü çocuklar bağlardan döndüler. Okkeş Ağa ve adamları, atlarına bi­nip köylerine doğru yola çıktılar. Güz rüzgârları ağaçlar­da bir uğultu bırakarak esti durdu. Uzak tarlalarda toz di­rekleri oluştu. Kavaklar gittikçe bir karart! bütünlüğü oluşturdu. Köy, koyu bir karanlığa bıraktı kendini. Evler, ka­ranlığın karnında geceböcekleri gibi ışıldadı ve sonra o yoksul ışıklar birer birer söndü. Köyü bir uyku sessizliği sardı, sadece Yayla uyumadı o gece...

Yine bir çalıya takılıp düştü. Özlediği o güzel yaşama bir an önce ulaşmak isteğiyle doğrulup kalktı ve olanca hı­zıyla koşmaya başladı. Giysileri terden sırılsıklam olmuştu. Susadığını hissetti, buz gibi bir su istedi canı. Acılardan ve yoksulluktan çökmüş, birbirine geçmiş avurtları ve hep suçiuymuş gibi bakan ufacık gözleriyle babası karşısınday­dı sanki.

-«Ökkeş Ağayı geçtik» dedi. «Ya babam? Acaba o da mı bilerek yaptı bunu? Babama da yazıklar olsun! Eğer bunu bilerek yaptıysa, ona da yazıklar olsun!»

Gittikçe artan rüzgârın esintisine zıt yönde koşuyordu. Yorgunluğu, taşınamaz boyutlara ulaştığında, oturup bi­raz dinlenmeyi düşündü, fakat sonra bu düşüncesinden vazgeçip:

-«Koşmalı» diye mırıldandı. «Haydar Ağam iyi yürekli­dir. Sahipsiz bırakmaz beni. Nice yetimlere yuva kuran­dır o. Anlatırım hallanmi...»

Nal sesleri duyulmaz olmuştu. Bu yüzden onların baş­ka bir yöne gittiğini düşünerek sevindi. Sonra birden baş­ka bir korku düştü yüreğine.

-«Atlılar şimdi çoktan kapımıza dayanmış, <Cemo, Ce-mo, kavat Cemo, avluya çık, avluya!..> diye bağırmaya baş­lamışlardır. Babam, derin uykulardan korkuyla uyanmış, bir don bir gömlek avluya çıkmış ve <buyur ağam> demiştir. <Kızını ver bize!> demirlerdir. <Saklama kızını, bozuk çıktı, sak­lama Cemo, saklama!..> demişlerdir. <Ağam...> demiştir ba­bam ve başka bir şey diyemeden kırbaçlar üstünde şaklama­ya başlamıştır. Anam, iki küçük kardeşim ve Deli Kezo, sözü­nü bağlayamadan yere düşen babamın çevresini alıp bak­mışlardır. Deli Kezo, ağaç dalından atını kırbaçlamış, şaha kaldırmış, kişnemiş, naralar atmış, babamın çevresinde dön­meye başlamıştır. Ökkeş Ağanın adamlan, atlarını karanlığa sürüp yitende, olayı duyan köylüler koşup gelmiş, ellerinde meşalelerle beni aramaya çıkmışlardır.»

Yayla, gittikçe yaklaşan nal sesleri duydu. Rüzgâr, dağ­ların doruğundan aşağılara doğru uluyarak akıyor, rüzgâ­rın uğultusuna baykuşların tekdüze çığlıkları karışıyor ve bu gizemli sesler geceyi daha da korkunçlaştırıyordu.

Alican'la evleneceği haberi, daha gün doğmadan ya­yıldı köye. Pınara su almaya gelen kızlar aralannda bunu konuştular:

-«Okkeş Ağanın en iyi adamıymış» dediler.

-«Ökkeş Ağa» dediler, «kırk gün, kırk gece, şanına ya­raşır bîr düğün yapacakmış.»

-«Ağa dediğin Ökkeş gibi olmalı.»

-«Ökkeş Ağa demiş ki...»

-«Ökkeş Ağa...»

-«Ökkeş...»

-«Ok...»

Bu konuşmaları duyan Deli Kezo, naralar atarak, ağaç dalından atını kırbaçladı, köyün çevresini tozutarak tam üç kez dolandı ve sonra gelip Cemo'nun evi önünde durdu.

-«Yaylo, Yaylo, yazık sana Yaylo!» diye bağırdı.

Kezo'nun üstü başı tenekelerİe doluydu. Paslı bir bo­ruyu tüfek diye dalına asmıştı.

-«Eşkıyayım ben!» diyordu. «Eşkıyayım ben Yaylo! Ok-keş itini gebertip dağlara çıktım! Yazık sana Yaylo, Yaylo, Yaylo!...»

Güllüce, eline geçirdiği bir ayakkabıyı Kezo'ya öfkeyle fırlattı. Kezo, gülerek ve garip çığlıklar atarak, ağaç dalın­dan atıyla gözden kayboldu. Yayİa, o gün.akşama dek Ali-can'ı düşündü, ikide bir aynada yüzüne baktı, saçlarını örüp, ellerine kına yaktı.

Rüzgâr şiddetini artırmıştı. Ansızın alaca bir ay ışığı dö­küldü ortalığa. Uzun sürmedi bu aydınlık, ortalık karanlı­ğa gömüldü yeniden. Yayla, karanlığın karnında yaralı bir güvercin gibi çırpınıyor, kara geceyi sessizce yırtıp aydın­lık umutlara doğru akıyordu. Yüreğinden ilk damar, gelin atına bindikten sonra, anasını hiçkıra hıçkıra ağlarken gör­düğü an kopmuştu. Şimdi yine ağlar görüyordu onu. Göz­lerine derin bir keder oturdu, yüzünde bu kederin derin çizgileri oluştu.

-«Okkeş'i geçtik» dedi ağlayarak. «Babamı da geçtik. Ya anam? Acaba o da mı bilerek yaptı bunu? Anama da yazıklar olsun! Eğer bunu bilerek yaptıysa, ona da yazık­lar olsun!»

Nal sesleri, dağın sırtından kuzeye doğru uzaklaştı. Yay­la, tam rahatlamıştı ki, ayağı bir çukura geldi, düştü ve yu­varlanmaya başladı. Düşerken, düşüp yuvarlanırken, de-rinlerden kopup gelen bir korku çığlığı bıraktı geceye. Dağlarda yankılanan çığlığı, uzaklardan gelen baykuş sesleri­ne ve kurt ulumalarına karışarak geceyi doldurdu. Dolu­nay, ortalığı kurşuni bir ışıkla aydınlattığında; biraz İlerisin­de büyüyüp küçülen, açılıp yumulan karartılar görüyor, onların kamberiz veya meşe olduğunu, nerde başlayıp nerde bittiğini ve karartılar arasında korkulacak bir şey olup olmadığını yaklaşmayınca anlayamıyordu. Yayla, ge­cenin karanlığında cansız varlıkları bile nasıl çeşitli biçim­lerde algılayabiliyorsa, sesleri de çeşitli tonlarda duyabili­yor; yılanların, kurbağaların, kaplumbağaların ve kuşların, Yayla'nın karartısmdan ve ayak seslerinden ürküp kaçar­ken gecenin sessizliğinde çıkardıkları o sürtünme sesleri, Yayla'nın hücrelerine işleyebilecek kadar küçülebıldiği gi­bi, görme alanı içindeki o koca boşluğu doldurabilecek kadar da büyüyordu. Yayla, işte o zaman, döşünü parça­layıp dışarı fırlamaması için elleriyle yüreğini tutuyor; kan­sız, cansız, boş bir torba gibi yığılıp kalıyordu. Sağ elinin ayasıyİa, alnında, yüzünde, boynunda boncuklanan teri silerek durdu, içine sığmayan bir korkuyla ardına baktı. Kendine doğru hızla yaklaşan üç sessiz karartı gördü. Bir an, kendini umutsuzluğun kucağına bıraktı, dikilip kaldı Öylece. Sonra özünde bir yaşama isteği kabardı; köste­bekler gibi toprağın altına girmek, şahinler gibi uçmak, ceylanlar gibi koşmak ve peşine düşen atlılardan kurtul­mak istedi. Sonra o karartıların, biraz önce yanından geç­tiği palamut ağaçları olduğunu anladı ve rahat bir soluk aldı. Derlenip toparlanmış yeni bir güçle yeniden koşma­ya başladı...

Düğün günü gelip çattı, ökkeş Ağa, başlık parasından başka, Cemo'ya üç heybe dolusu yiyecek ve giysi getirdi. Davul-zurna eşliğinde güreşçiler halkı coşturdu, soytarılar güldürdü. Kızılca Köyü, bu kel dağların kuytusuna kurul­du kurulalı, yörenin en görkemli düğünlerinden birine ta' nık oldu. Ve nikâhtan sonra Yayla'yı ata bindirip götürdü­ler. Yayla, Okkeş Ağanın köyüne varana dek gizli gizli Ali-can'a baktı. Onunla gözgöze gelince utandı, suçlular gibi başını öne eğerek ve alt dudağını ısırarak gülümsedi. An­cak o heyecan ve korku dolu ilk gecede, karşısında, kıvır­cık saçlı, fidan boylu Alican yerine, her haliyle hörgüçlü bir deveyi andıran yetmişlik Ökkeş Ağayı buldu.

-«Ağam...» dedi titreyerek. «Ağam, yeşil gözlü, çimen bakışlı ağam... Sen beni Alican'a alıp getirmedin miydi ağam?»

Okkeş Ağa, Yayla'ya kene gibi yapıştı ve harıl harıl so­luklanmaya başladı. Yayla, olanca gücüyle silkinip ondan kurtuldu, gidip sırtını duvara verdi ve ağlayarak yine sordu:

-«Alican nerde ağam?» dedi.

-«Ahırda» dedi ağa. «Alican ahırda yatıyor. Dilersen avrat ederim seni, dilersen bırakırım Alican'a. Bir kezcik, tomurcuk gülüm, seni bir kezcik koklasam ömrüm uzar! Malım mülküm, varım yoğum, her şeyim senin olsun!»

Başında takkesi, şakaklarında horoz ibiği gibi dikilmiş birkaç tüyü, iyice çökmüş karanlık suratı ve çenesinde sal­lanan bir tutam sakalıyla, Okkeş, korkunç bir hayaleti an­dırıyordu. Yaşlı bedeni, tadacağı zevkin heyecanı ve geri­limi içinde, şehvani hırıltılar çıkararak kızın üstüne geldi.

Yayla, onu itip düşürdü ve yüreğinin oralarda bir deprem sarsıntısı duydu. Korku bir çığ gibi büyüdü. Tedirgin ol--du, ne yapacağını bilemeden odanın içinde dolanıp dur' du. Ve Ökkeş Ağanın kalkmak için davrandığını görünce korkusu dayanılmaz boyutlara ulaştı. Pencerenin camını kırıp kaçtı. Kara deryanın içine şimşek gibi aktı. Nereye gi--deceğini bilemeden dikilip kaldı. Önce babasının evine gitmeyi düşündü ve sonra bunun imkânsız olduğunu hatır­ladı. Ata binip gelin giden bir kızın, baba evine ancak ölü­sü dönerdi. Kaçıp gelen kızı babası asla kabul etmezdi. Ka­ranlığın içinde şaşkın ve umarsız dönüp dururken, bîrden Haydar Ağa düştü aklına. Haydar Ağa, umutlarını öyle tu-tuşturdu ki Yayla'nin, bu umutlar, geceyi aydınlatan bir ışık oldu birden.

-«Hah!» dedi sevinçle. «Haydar Ağamın köyüne giderim. Anlatırım nallarımı. <Gölgene al beni ağam> derim... <Akşam olanda> derim, <stcak sular dökerim ayağına... Kulun kölen olurum ağam, ahırında atınla yatan tutmana al beni. Bitli pi­reli çobanına, ırgatına, bekçine, İtine al... İstersen oğluna...> derim, anlatırım nallarımı.»

Güneye doğru uzanan sarp kayalı dağların beşiğinde yaralı bir güvercin gibiydi. Düşüp yuvarlanıyor ve kalkıp yeniden koşuyordu. Alican'ı düşününce yüreğinden bir damar daha koptu. Sessizce, sanki kendinden gizleyerek ağlamaya başladı.

-«Ökkeş/i geçtik» dedi ağlayarak. «Babamı geçtik, ana' mı da geçtik. Ya Alican? Acaba o da mı bilerek yaptı bu' nu? Alican'a da yazıklar olsun! Bilerek yapmıştır elbet!»

Bir bakışta filizlenen, çiçeklenen, dal-budak salan Ali-can sevgisi, şimdi yüreğini kanatan bir diken oluyor, onun yüzünü tiksintiyle hatırlayıp, yüreğini cehennem ateşleri­ne salıyordu.

-«Senin bu yaptığını kemiklerim de unutmayacak Aİİ-can!..» diyordu. «Kemiklerim çürüse de tozlarım unutma­yacak!.. Tozlarım seni hiç unutmayacak Alİcan, hiç!..»

Ter içinde kalmıştı. Dereler geçip, tepeler aşıyor; tü­kenmez bir umutla deliler gibi koşuyordu. Yine ayın şav­kı vurdu, bir aydınlık döküldü ortalığa, kaygıyla ardına baktı, gelenler yoktu. Usul usul yürümeye karar verdi. Tam bu sırada önüne pat diye bir şey düştü; ak ketenden işlemeli takkesi, ağarmış köse sakalı, iki karanlık kuyu gibi gözleri ve mağara deliği gibi açılmış ağzıyla, Okkeş Ağa­nın kesik ve kanlı başıydı bu! Yayla, yüreğinde açılıp ge­nişleyen ve tüm benliğini kuşatan korkuyu diline verip:

-«Aneeeey!..» diye bağırdı.

Yayla'nın çığlığı, boşlukta bir süre yankılanıp durdu. Bütün bunları rüyada yaşamayı, yoksul yatağında gerine­rek uyumayı istiyor, ama değişmez bir gerçeğin içinde ol­duğunun farkına varıyordu. Alİcan'ı düşünüyor, gözlerin­den ve yüreğinden kan damlaları akıtıyordu.

-«Nasıl da çıktı karşıma» dedi. «Avladı beni, yüreğim­den vurdu... Döner miyim ona! Dünyada bir ben kalsam, bir de o kalsa, döner de bakar mıyım onun suratına!»

O korkunç kelleyi gördükten sonra, geceye bıraktığı uzun çığlıkla birlikte süzülüp gitmişti. Çok uzaklardan gelen köpek sesleri, yüreğine bir koy sıcaklığı, bir yuva özlemi

düşürdü. Kıpır kıpır uyanan umutlan, yorgun bedenine sanki taze kan taşıdı, bu yeni güçle Ortaburun'u yarıladı. Bacakları bir an bedenini taşıyamaz oldu ve oturup din­lendi ve kalkıp yeniden tırmandı. Ortaburun'un doruğu­na çıkınca, aşağıda, Ortaburun'un eteğinde, geceböcek-leri gibi ışıldayan Haydar Ağanın köyünü gördü.

-«Ağamın köyü!» diye bağırdı sevinçle.

Korkulan duman gibi dağılmış, bir ana sıcaklığı düşmüş­tü yüreğine. Haydar Ağanın köyüne doğru, kuşlar gibi çır­pınarak ve yüreğinde açılan o derin yarayı güzel umutlarıy­la onarmaya çalışarak koşup indi. Yine o nal seslerini duy­du, yüreği deli deli çarpmaya başladı.

-«Geliyorlar!» dedi korkuyla.

Haydar Ağanın köyü, sönmemiş birkaç ışığıyla biraz öte­sindeydi. Köpek sesleri geliyordu köyün içinden. Köyün ilk evine yaklaşırken, mezarlığın içinden geçtiğini, bir mezar ta' sına takılıp düşünce anladı. Kalkıp koşmak istedi, becereme­di. Bir süre süründükten sonra, gücünün son damlasını kul­lanarak kalktı, yalpalayarak yürümeye başladı.

Kimi evler, gaz lambasının zayıf ışığını pencereden dı­şarı sızdırmış, kimi evler de karanlığa gömülmüş, uyku-nun kollarında sessiz sessiz soluklanıyordu. Yayla, şimdi tüm benliğini kuşatıp içine alan okşayıcı bir rahatlık için­deydi.

-«Ayaklarıma kapansa, ağlasa, yalvarsa dönmem Ali-can'a!» dedi. «Buncacık, nah buncacık, kesip attığım tır-nağımcacık yok gözümde! itlerin değeri var, şu kapıdaki itlerin... Onun yok!»

Konağın önündeydi. Diğer evlerin ışığına benzemeyen, kuvvetli, apak bir ışık süzülüyordu konağın penceresinden. Bir süre konağın önünde ne yapacağını bilemeden dönüp durdu.

-«Ağam, ağam, Haydar Ağam!..» diye bağırdı.

Haydar Ağa, idam gömleğini andıran beyaz geceliğiy-le kapının Önünde belirdi.

-«Kimsin kızım, ne istersin?» dedi.

Yayla hıçkırarak koştu ve kendini Haydar Ağanın kollanna bıraktı. Haydar Ağa, kucağına düşen kızın başını okşadı.

-«Derdin nedir kızım?» dedi.

Yayla, Haydar Ağaya karşılık verecek durumda değil­di. Sonunda, yabani seslerle doiu gece kaçışları bitmişti işte! Hıçkırarak ağlıyor, ağladıkça, bütün korkuları, acıla-n, çektikleri sökülüp geliyordu içinden. Haydar Ağa, kızın sırtını okşayarak, onu yatıştırmaya, korkularından uzaklaş-tırmaya çalışıyordu.

-«Gel kızım, gir içeri» dedi. «Anlaşılan o ki, çok yorul­muş, çok hırpalanmış, çok korkmuşun. Birazcık dinlen de kendine gel.»

Birlikte konuk odasına girdiler. Yayla, bir süre hıçkıra­rak ağladıktan sonra kendine gelip anlattı nallarını. Hay­dar Ağa, sinsi sinsi güldü, gülerek Yayla'ya sokuldu, ya­landı, yutkundu.

-«Okkeş Ağa» dedi, «hakkından gelemediği avratları hep bizim konağa gönderir zaten!» dedi. «Onun dedesinden ka­çan avratlar da dedeme gelirmiş» dedi. «Bu, asırlardır hiç değişmeyen bir kaderdir, hep böyle olmuştur» dedi.

Yayla, vahşi bir hayvanın pençesinde, yaralı bir ceylan gibiydi. Yaralı bir ceylan gibi ürkek, yaralı bir ceylan gibi güzel, yaralı bir ceylan gibi yaralı... Açılmış, kocaman ol­muş gözleriyle Haydar Ağaya bakıyor, içine düştüğü du­rumu kavramakta güçlük çekiyordu.

-«Yapma ağam, Haydar Ağam» diye inledi. «Etme be­nim güzel ağam» dedi.

Ağa, hayvani arzularla soluk soluğa, kızın donunu sıyır­maktaydı. Bir süre sonra gittikçe yaklaşan nal sesleri duyul­du. Sesler gelip pencerenin önünde durdu ve at kişneme-leri arasında bir ses işitildi.

-«Haydar Ağa!.. Haydar Ağa!..»

Haydar Ağa, perdeyi sıyınp atlılara uzun uzun baktı. Sonra dönüp, köşede büzülmüş ağlayan Yayla'yı baştan ayağa süzdü.

-«Sen artık kirlisin!» dedi.

Yayla köşede hep ağlıyordu. Haydar Ağa gidip kapıyı açtı. Sonra da gelip Yayla'nın kolundan tuttu, onu kaldı­rıp kapının önüne bıraktı.

Atlılar, Yayia'nın ellerini bağladılar ve sırtına içi taş do­lu bir halı heybe vurdular. Yayla, atlıların ardısıra düşe kalka yürüdü. Haydar Ağanın itleri, ağızlarını gökyüzüne dike dike ürüdü.

Ortalık ağarırken, Okkeş Ağanın konağına vardılar. Okkeş Ağa, konağından çıkıp, iki tutmanın yardımıyla atı­na bindi. Atını sürüp, Yayla'nın ellerine bağlı urganı çek­ti. Yayla, Okkeş'in ardısıra sürüklendi, sonra kalkıp atın hı­zına uyarak yürüdü. Yorgunluktan bitkin görünüyordu ve rengi soluktu. Üstündeki gelinlik yırtık, çamurlu ve kanlıydı.

Gece boyunca, çalı diplerinde, kaya kovuklarında, Yay-la'yı arayan köylüler, Kızılca Köyü yakınlarında, önde, atın üstünde, zafer kazanmış bir komutan edasıyla dimdik otur ran Okkeş Ağayı ve onun ardında sürüklenen Yayla'yı gördüler.

Deli Kezo, ağaç dalından atını kırbaçlayarak ve kişne-yerek kalabalıktan ayrıldı, gelip Okkeş Ağanın Önünde durdu. Okkeş, kırbacını Deli Kezo'nun belinde şaklatıp onu azarladı. Yayla'yı sürükleyerek götürüp Cemo'nun kapısına eski bir bohça gibi attı.

Cemo'nun kapısı yavaş yavaş açıldı ve kapıdan Cemo çıktı. Cemo'nun başı öne eğik, utancı ise. Kızılca Köyüne sığmayacak kadar büyük, çok büyüktü. Okkeş Ağanın öde­diği başlık parasını ve hediyeleri geri verdi. Okkeş, atını sürdü ve ardında bir toz bulutu bırakarak uzaklaşıp gitti.

Güllüce, talihsiz kızının boynuna sarılıp ağladı- iki kü' çük kızkardeşi, boyunlarını büküp ablalarına baktılar. Ce­mo, kuşağının arasından tabancasını çıkardı ve onlara ba-şıyla «gidin» yapıp, kızıyla yalnız kaldı. Utancından dola­yı başını hiç kaldırmayan ve kimsenin yüzüne bakamayan Yayla'yı İçin için ağlayarak kahrolan Yaylayı, avlu du­varının dibine dikti ve tek gözünü yumarak nişan aldı.

Horozlar öterken bir silah patladı... ve Yayla'nın goğ' sünde bir top kırmızı karanfil açıldı. Güneşin her doğu' şunda ve batışında, gökyüzünde gördüğünüz kızıllık, Yay-la'nın kanıdır...

 

Son Perde

 

Heidelberg Yabancılar Polisinde üç aylık oturma izni için iki saattir bekliyorduk. Sıkıntıdan oflayıp puflamaya başlamıştım. Taa baştan beri dikkatimi çeken bir sığınmacıyı izlemeye başladım. Kısa boylu, bıyıklı, top­rak benizli ve şapkalıydı. Ceketinin cebinde bir gazete vardı. Yaklaşık kırk beşinde gösteriyordu. Kirpi dikenlerini andıran bir haftalık sakalı vardı. Konuşmalarından, adının «Rasim» olduğu anlaşılıyordu. Pasaportuyla değiştirilen beyaz kartın orasına burasına anlamaz anlamaz bakıyor, duyulur duyulmaz bir şeyler mırıldanıyor ve başını sağa sola sallayarak şaşkınlığını belirtiyordu. Kendine baktığımı görünce sevindi. Sanki bir kurtuluş umudu belirdi içinde.

-«Lan yeğenim» dedi. «Ben hiçbir şey anlamadım bun­dan, sen anladın mı?» dedi.

İşi çoktan bitmişti oysa. Yabancılar Polisinden çıkıp git­meye yüreği elvermiyordu.

-«Konuş dayı, başında ne hal varsa anlat» dedim.

-«Sakın» dedi, «bu gâvurlar bizi Alman vatandaşı yap­masınlar!» dedi.

-«Yapmazlar» dedim.

-«Pasaportumuzu aldılar» dedi.

-«Alsınlar» dedim.

-«Bu kartı verdiler neyise?» dedi.

-«Taşınmak, çalışmak, gezmek y&iak, onun için verdi' ler» dedim,

-«Niye ki?» dedi. -«Çünkü biz sığınmacıyız» dedim. -«Biz» dedi, «bu kartınan Türkiye'ye gidersek» dedi, «büyükler başımıza bir iş açmazlar mı?» dedi. -«Ne işi?» dedim.

-«Türkiye'ye gidince» dedî, «vatanı karaladık diye bizi asacaklarmış, aslı var mı bunun?» dedi.

-«Yok dayı, korkma» dedim. «Türkiye'ye gideceğin za­man buraya gelir, bu kartı verir, pasaportunu alır gider­sin» dedim.

-«Okumuşluğum-yazmışjığım beğenım» dedi. «Kirn ne derse ona inanıyom» dedi.

-«Okumuşluğun yok da» dedim, «niçin gazete taşıyor­sun, dayı?» dedim.

Bir cebindeki gazeteye, bir bana baktı. Ne diyeceğini kestiremedi önce. Sonra ağzını kulağıma yaklaştırıp, fısıltılı bir sesle:

-«Bak yeğenim» dedi. «Ben buraya gazetesiz gelmem. Neden dersen, cahilliğim anlaşılmasın. Yoksa gâvurlar ina­nır mı sığınmacı olduğuma! Nasıl? İyi akıl, öyle mi yeğe­nim?» dedi.

Biz konuşurken, esmer, uzun boylu, genç biri geldi. Nereye gideceğini bilemeden, çevresine bakınmaya baş­ladı.

-«Buraya, buraya!..» diye bağırdı Rasİm. «Pasaportunu o kızın Önüne koy da buraya gel» dedi.

Esmer delikanlı, gereğinden fazla uzamış püskül kaşla­rını çatıp, Rasim'e anlamaz anlamaz baktı.

-«Sığınmacı mısın?» dedi Rasim.

-«He, sığmmacıyam, noğolacak?!»

-«Bir şey olmayacak yeğenim» dedi Rasim. «Pasapor­tunu o kızın önüne koy da bekle. Ben sana iyilik olsun di' ye söylüyom.»

Esmer sığınmacı, pasaportunu görevli bayanın önüne koyup yanımıza geldi. Oturdu. Hep yere bakıyordu. Dal­gındı. Rasim, onu derin uykularından uyandırmaya cesa­ret edemedi ilkin. Sonra belini kamburlatarak ona doğru abandı.

-«Demek» dedi, «sen de bizim gibi sığınmacısın?» de^ di. «Sende bizim gib: sığınmacısın, öyle mi kara yeğe­nim?» dedi.

Esmer sığınmacı, başını «evet» anlamında salladıktan sonra yine dalıp gitti. Omuzlarına kapkara bir yılgınlık çok' rnüştü. Üstünden başından umutsuzluk akıyordu.

-«Nerelisin kara yeğenim?» dedi Rasim.

-«Urfalıyam» dedi bizimki.

-«Askerliğimi Urfa'da yaptım» dedi Rasim. «İyi bilirim o memleketi. Mahkemen bitti mi senin?»

Rasim, bu soruyla Urfalı'nın yarasına neşter vurdu sanki. Birden irkilerek, öfkeli ve sert bakışlarını Rasim'e dikti.

-«Bittiği ne gezer dayı!» dedi. «Dört yıldır sürünüyom, daha da sürüneceğimden başka. Mahkeme kabul ettiydi aslında, Federal Daire midir, nedir, o karşı çıktı. Ömür bitti dayı, mahkeme sürüyor.»

-«Çalışıyor» mu?»

-«Ne gezer dayı, ne gezer! İki çocuk, bir karı, perişan olduk. Halimiz çok yaman dayı, çok.-.»

Bu konuşmalar canevinden vurdu Rasim'i. Esmer sı­ğınmacıyla daha yakından ilgilenmeye başladı.

-«De hele kara yeğenim, anlat., nasıl getirdin çocukla­rı? Benim çocuklar memlekette kaldı da...»

-«Aldık getirdik dayı, perişan olduk. Mahkeme bitmi­yor, taş olsa çatlardı dayı, demir olsa çatlardı.»

-«Sen nasıl dayandın yeğenim?»

-«Toprak oldum dayı, öyle dayandım. Dayanmanın da bir sınırı var. Birgün meydana çıkıp gaz dökerim üstüme dayı. Gaz döker yakarım kendimi. Sonra da çıkar, alevden bir bayrak gibi dolaşırım yollarda. Dolaşırım dayı.»

-«Sen deli misin lan kara yeğenim!» dedi Rasim.. «Şu boyuna poşuna bak, çam yarması gibi adamsın maşallah. Canından bezdiysen çek git yeğenim, topla çocuklarını Urfa'ya git» dedi.

-«Ah dayı» diye inledi Urfah. «Derdimi bilmezsin sen» dedi. «iyi konuşursun, hoş konuşursun da, derdimi hiç bilmezsin» dedi.

-«Söyle» dedi Rasim. «Dertsiz insan olur mu yeğenim! Derdini söyİemeyen derman bulamaz, söyle ki çare bulalım» dedi.

Rasim. yangına körükle gittiğinin farkında değildi, fa­kat körükle gidiyordu.  Esmer sığınmacının gözlerinde, büyük bir yangını başlatacak ufak kıvılcımlar çakmaya başladı.

-«Yok dayı, yok!» dedi. «Benim derdimin çaresi hiç yok!» dedi.

-«Lan yeğenim, bu nasıl dert ki, hiç çaresi olmasın? Çaresi olmayan dert var mı?»

-«Her gece köyü basıp beni anyorlarmış!» dedi esmer sığınmacı. «Döve döve yaşlı anamın kemiklerini kırmışlar! Babamı da vurup öldürmüşler!» dedi.

-«Lan kara yeğenim, yoksa beni de mi arıyorlar? Yü­reğim sızlayıp duruyordu zaten! Ararlar mı beni yeğenim, sen bilirsin belki?»

-«Yok dayı. seni niye arasınlar, beni arıyorlarmış. Elle­rine bir geçirseler beni... Dayı, ben gençliğime acımıyom, çocuklarıma acıyom ben!»

-«Bir suçun mu var kara yeğenim?»

-«Suçum türkü söylemek dayı. Ben kendim iyi saz ça­larım. Kürtçe ağıtlar yakarım. Türkü söylemeden ede­mem. Ben türkü delisıyim dayı. Saz delisiyim. Deli gibi ça­larım. Söyler ağlarım.»

-«3ak hele, lan yeğenim, türkü söylemek niye yasak ola?»

-«Yasak işte. Ağlamak yasak, gülmek de yasak. Düşün­mek, konuşmak da yasak! Almanya'nın mahkemesi hiç bit­miyor dayı. ben canımdan bezdim.»

Bu sırada kısa boylu ve şapkalı bir adam yanımıza ge-Iip selam verdi. Sağ ellerimizi gerilerden savurarak getir­dik, döşlerinizin ortasına küt diye vurduk. -«Aleykümselam» diye bağırdık.

Oturması için yer açtık. «Puf!» dedi, boş bir torba gibi yığıldı iskemleye- Hepimize teker teker:

-«Merhaba» dedi.

-«Merhaba» dedik.

Sustu. Biz de sustuk. Şapkasını kaldırdı, sağ gözünü yumarak başını kaşıdı.

-«Nasılsın kardaş, iyi misin?» dedik.

-«Kulağasma» dedi.

-«Dertlisin» dedik.

-«Benim derdim dağlardan büyük, kardaşlar» dedi.

-«Anlat» dedik.

-«İki yıîdır izin yapmadıydım» dedi.

-«Eee?» dedik.

-«Altımda kız gibi Mercedes» dedi. «Çocukları da gö-resim gelmiş, bastım gaza gittim» dedi.

-«Ne güzel!» dedik.

-«Gitmez olaydım!» dedi.

Arabası soyulmuş, izni fitil fitil burnundan gelmiş, soy-guncunun babası hacıymış, onu anlattı. Rasim ağzını aç­mış, gözlerini de adamın gözlerine dikmiş, ilgiyle dinliyor­du. Ben bu sırada esmer sığınmacıya baktım. Uzaklarda, beialı düşlerde yapayalnızdı. Bir şeyler düşünüyor, dü' şündüklerinın çok az bir kısmı fısıltılara dönüşüyordu.

-«Biz de duyalım, dışından söyle» eledim.

-«Yol üstüne gezgin düşer, kavga üstüne kan düşer. Zaman böyle kalır sanma, gece* üstüne gün düşer.»

-«Vay be!» diye haykırdım. «Ya aşık, sen ne güzel söy­ledin!» dedim.

-«Güzel ne gezer kardaş» dedi. «Güzel olan destanım değil, umutlarım» dedi. «Umutlarım olmasa ben yaşaya­mam kardaş, umutsuz yaşanmıyor» dedi.

-«Haklısın» dedim.

Bu konuşmamızdan sonra, esmer sığınmacı, tıpkı bir kaplumbağa gibi kendi içine çekildi. Arabası soyulan adam, bağıra bağıra, arabasının nasıl soyulduğunu, hırsızı nasıl yakaladığını anlatıyordu. Ben o adamı dinlemeye hazırla­nırken, dört çocuklu bir kadın geldi. Büyüğü önünde, kü­çüğü kucağında, diğer ikisi de ardındaydı. Başörtülü, es­mer, kısa boyluydu. İkide bir sümüğünü çekiyor, ağlamak' tan kızarmış gözlerini yumup sıkıyor, kucağında dosyalar­la sağa sola koşuşturan memurlara ve memurelere yalva­ran bir insanın çaresizliği ve bulanık umutlarıyla bakıyor­du. On beşinde gösteren büyük oğlunun sırtına vurup, herkesin duyabileceği yüksek bir sesle:

-«Sorsana lan gâvurun piçi!» dedi.

-«Sırtıma vurma kız!» dedi çocuk, sağ ayağını öfkeyle yere çalıp ağladı.

-«Sor bakalım!» dedi kadın. «Başımızı nereye çalaca-ğızi Hangi taşlara vuracağız bu akılsız başımızı, durma öyle, sorl» dedi.

Çocuk, elinde dosyalarla odalardan odalara koşan gö­revlilerden birini çevirip Almanca bir şeyler söyledi. Görevli, işaret parmağıyla, geniş salona sıralanmış memur masalarından birini gösterdi. Kadın, oğlunu itekleyerek, memurun masasına doğru umutla yürüdü. Çocuklar da peşisıra yürüdüler. Memur, çocuğun uzattığı kâğıtlara bak­tıktan sonra salonun giriş kapısı yanındaki bekleme bölü­münü gösterdi. Kadın, bekleme bölümündeki iskemleler­den birine, yorgunluğunu dışarı atarcasına:

-«Huf!» dedi yığıldı. «Allahım, sen benim aklımı koru!» dedi.

Rasim, arabası soyulan adamı ilgiyle dinliyor, arada bir heyecanlanıp dizlerine vuruyordu. O, soyguncunun ba­basını anlata anlata bitiremiyor:

-«Oğlunun yüzüne» diyordu, «üç kere tükürdükten son­ra bana döndü; <ben hacıyım, arım var, namusum var> de­di. <Unüm unvanım, saçım sakalım, dosmrn düşmanım van dedi. «Para dilersen para, halı dilersen halı, altın diler­sen altın...> dedi. Sarılıp ellerini öptüm. <Sağol hacı emmi, ellerin dert görmesin» dedim. <A!lah seni başımızdan ek­sik etmesin, bin yıl yaşa> dedim. <Ben gâvur içinde esirim, kusura kalma, davamdan geçmerm dedim. Bir avukat tu­tup yola çıktım. Çıktım ya ne çare, izin mizin kalmadı, tam on gün geç geldim işe...»

Çıkışı verilmiş, onu anlattı. İşsizlik parası, işsizlik yardı--mı derken, düşe düşe sosyal yardıma düşmüş. Geçimini sağlayamadığı gerekçesiyle sınırdışı edilmek isteniyormuş; bîr tercüman tutmuş, zehir gibiymiş, biraz sonra gelecek­miş, birlikte taa müdüre çikacaklarmiş.

Dört çocuklu kadın, saçlarını yola yola beddualar edi­yor, ağlıyordu. Kadının durumuna bakıp üzüldüm.

-«Bacım» dedim, «sormak ayıp olmasın'ya, senin bir derdin var» dedim.

Kadın, kucağındaki çocuğu indirip bacaklarının arasına sıkıştırdı. Çocuk, anasının bacakları arasından kurtulup diğer üç kardeşinin yanma koştu. Dört çocuk, boyunları­nı büküp, henüz anlayamadıklar! dünyayı seyre koyuldu­lar. Kadın bu sırada yaşadıklarını sanki yeniden yaşayarak .anlatıyor:

-«Ah güzel kardaşım» diye inliyordu... «Başıma gelen­leri» diyordu, «ne ben söyleyim, ne de sen duy» diyordu.

Rasim, kadının acıklı sesini duyunca, arabası soyulan adamı bırakıp, can kulağıyla kadını dinlemeye başladı. Ka' din, gözlerini kuruladıktan sonra:

-«Dört çocuğumla beni ortalarda yapayalnız bıraktı ge-beresice!» dedi.

Rasim'in kaşları çatilıverdi birden.

-«Kocan mı?» dedi.

Onun böyle damdan düşercesine «kocan mı?» deme­si, kadının zoruna gitti. Öfkeli öfkeli:

-«Dostum değil ya, kocam elbet!» dedi. «Kocalar okuna dürülür inşallah! Dört çocuğumun babası, on altı yıllık ni­kâhlım! Arabalar altında kalır, dizin dizin sürünür inşallah!»

Rasim, sadece kulaklarıyla değil, bütün benliğiyle din­liyordu kadını. Boynunu kadına doğru uzatarak:

-«O kocan olacak adam seni niye terketti bacım?» de­di. «Yoksa bir suçun günahın mı vardı?»

-«Senin başka işin yok mu kardaşım?» dedi kadın. «Za­ten canım burnumda!»

Rasim biraz toparlandı. Ardına yaslanıp boynunu içine çekti. Kadına karşı ilgisiz görünmek için boşuna zorlanıp durdu. Onun dertlerini öğrenmek için, dayanılmaz, karşı koyulmaz bir istek deviniyordu içinde. Ne yapsa, ilgisini ve merakını gizleyemiyordu.

-«Kız» dedi, kadının büyük oğlu. «Her yerde ağlamak­la derdin bitecek mi!» dedi.

Kadın, en küçük çocuğunu Öfkeyle çekip aldı. Zavallı-yi kirli bir bohça gibi hırpalayarak oturttu kucağına. Büyük oğluna ters ters bakarak:

-«Sen sus lan!» dedi. «Sen» dedi, «bacak kadar boyun­la her işe karışma» dedi. «Canımın sıkkınlığını şimdi sen­den alırım ha!» dedi.

Rasim'in sabrı tükenmişti. Kadını boş yere beklemekten canı sıkıldı. Kendini, ayaklarından başlayıp, döşüne kadar süzdü. Dertlenip of çekti. Bana dönüp, «bu kartınan Tür­kiye'ye gidersek...» diyecek oldu, susturdum. Sonra dönüp esmer sığınmacıyla konuşacak oldu, vazgeçti. Esmer sığın­macı, bir uyku dünyasında, bir düş dünyasında ruh gibi ses-siz dolaşıyordu. Kadın sümüğünü çekerek anlatıyor:

-«Bir şırfıntıya takılıp bizleri temelli unuttu, unutmaz olasıca!» diyordu. «Yüz evlik bir dağ köyünde tam on yıl yol gözledim, bir kez olsun arayıp sormadı. Ellerin ko­cası bavullarınan izine geldi, bu bizimki götü damgalı bir mektup bile göndermedi. Sonra ne etti düşündüyse çı­kıp izinli geldi. Çorum'da evimiz arsamız vardı, hepsini satıp savdı, çocuklarla beni alıp buraya getirdi...»

Kadın ağlamaya başladı. Onunla birlikte kucağındaki çocuk da ağladı. Büyük oğlan, anasının kucağında ağla­yan kardeşini alıp avuttu. Kadın ağlayarak:

-«Ben» dedi, «bu yabanda dört çocukla ne yaparım, güzel kardaşım!» dedi. «Yol bilmem, iz bilmem» dedi. «Ağzımda dilim yok ki, yüksek makamlara çıkıp da yalvar-sam» dedi.

Rasim, bu kadına gerçekten acımıştı. Kadına doğru yi­ne eğilmiş, boynunu da sundurmuş, başını iki yana salla­yarak «cık cık» çekiyor:

-«Vah vah» diyor, «yazık bacıma, çok yazık» diyordu. «Lan ne eşek herifmiş bu senin kocan! Kusuruma kalma bacım, ben burda sığınmacıyım da... Elimizden pasapor­tumuzu aldılar, şu kartı verdiler neyise? Söylemesi ayıp, avradım da, çocuklarım da gözlerimin önünde dönüyor. Lan bu senin kocan çok eşek herifmiş gerçekten! Şu çocuk­lara bak yav, gül gibi...»

Kadın, gözlerini yumup sıkarak ağlamasını sürdürüyor­du. Buruşmuş bir mendil çıkardı çantasından. Aynı men­dille hem sümüğünü silip, hem de gözlerini kuruladıktan sonra:

-«Bizi buraya düşmanlık için getirmiş, getirmez olası­ca» diye inledi. «Getirdiği günden beri (sen benim karda-şımsın) koynuma girmedi. Kötü laflarına taa dünden ra­zıydık, güzel kardaşım, dayaklarına da katlanır olduk.»

-«Polise gittin mi?» dedim.

-«Kulağasma» dedi. «Polise de gittik, hakime, savcıya da... Hepsi de başından savdı bizi. Buranın adı neyise, buraya dilekçe vermiş kör olasıca. <Ben karımdan ayrı ya-. şıyom> demiş. Bura da bize oturum vermiyor. Onun için uğraşıyoruz.» güzel kardaşım, Alman ne ge-;oyup, bizimkine kaçtı, kaçtı.

Alman olaydı, yüreğim hiç Alman Edirne hiç dert etmemiştim Sınırı yanında kalıyor, pekişen

bızırı evinde» dedi.  «Ev aldı Efendi dellenmez olasıca. Köyde ben nerde kalırım,  dört çocukla babamın  Baâdan bahçedansiz. Bıraksaydı giderdi

Gözlerini hepimizde teker teker gezdirdikten sonra söyledi. Söyledi. Anlamadı, anlayana dedi ki:

-«Bizim toprak, ağa toprağı, gül bitmez. Bizim yollar, deve yolağı, kağnı geçmez. Üç gün, üç gece gitsen, yolun bitmez. Ho de Zeyno, ho de anam.»

-«Bitti mi?» dedim.

-«Bittiği ne gezer kardaş» dedi. «Anam yatalak olmuş, yerinden kalkamaz. Üvey anam ağlayı ağlayı babamı kağ­nıya yüklemiş. Babamın al kanları yollara saçılmış. Kasa­baya ulaşamamışlar. Babam dağların koynunda inleyerek canvermiş...»

-«Unut» dedim.

-«Unutmam» dedi. «Her şeyi unuturum da bunu hiç unutmam» dedi. «Gün gelir bunun hesabını sorarım» dedi.

-«Söyle lan, apacı olsun» dedim.

-«Bizim dağlar zulüm otlağı, kolay aşılmaz. Oralar ze-hir zıkkım bucağı, halın sorulmaz. Yaran çok mu derin babo, çare bulunmaz. Ho de Zeyno, ho de anam.»

Esmer sığınmacı, destanını okuyup bitirdikten sonra, gözlerimizin taa içine bakarak yutkundu. Sonra da dalıp girdi o bilinmezlerle dolu dünyasına.

-«Artık kolay uyanmaz» dedim.

-«Uyanmaz» dediler.

Memur bu sırada dört çocuklu kadını çağırdı. Kadın, çocuklarını yanımıza bırakıp, büyük oğluyla memurun masasına doğru koştu. Bu sırada Rasim'in endişeyle bana baktığını gördüm.

-«Ne bakıyorsun?» dedim.

Ceketinin iç cebinden o beyaz kartı çıkardı. Kartın ora­sına burasına yılgın yılgın baktt. işi bitmişti oysa. Buna rağ­men gitmiyor, ısrarla aramızda kalmaya devam ediyordu. -«Senin işin bitti» dedim. -«Bitsin» dedi.

-«Başka işin yok mu?» dedim. -«Yok» dedi.

-«Korkma dayı, hiçbir şey olmaz» dedim. -«Sahi mi yeğenim, olmaz mı?» dedi. -«Olmaz» dedim. -«Nerelisin kara yeğenim?» dedi. -«Ben kara mıyım?» dedim.

-«Buğday benizlisin» dedi. «Senin yüzün bana yakın geliyor yeğenim, kanım kaynıyor sana» dedi.

Ufak sığınmacı üzgün döndü yanımıza. Kaşlarını kaldı­rıp alnını kırıştırarak pufladi. Puflarken, yanaklarını balon gibi şişirmiş, gözlerini de yummuştu. Ellerini çaprazlama koynuna sokarak, bezgin bezgin yığıldı iskemleye. -«Noğoldu?» dedik.

-«Benim işlerimde her zaman bir aksilik olur» dedi. «Bir yerlere telefon edip, bir şeyler öğrenecekmiş. Bekle­yelim bakalım. Ben doğarken de çok aksi bir zamanda doğmuşum» dedi. -«Nasıl yani?» dedik.

-«Anam» dedi, «değirmende sıra beklerken doğurmuş beni» dedi.

Bu sırada, bizlere benzemeyen biri geldi. Kılığı kıyafeti düzgün, çantalı, iriyarıydı. Onu görünce, arabası soyulan adama can geldi sanki. Sevinçle, heyecanla ayağa kalktı.

-«Ben hurdayım beyim» dedi.

-«Kim lan bu?» dedik.

-«Bu efendi, benim tercümanımdır» dedi. «Kendisi tam on yıldır derdime tercümanlık eder. Çok keskin bir dili var, konuşurken dilinden kan damlar» dedi.

Tercüman bize yaklaşıp selam verdi. Sağ ellerimizi döşlerimize vurarak ve kalkıp hafif eğilerek selamını aldık.

-«Buyur, otur» dedik.

-«Ben oturmam» dedi. «Ben oturup da çene yarıştır­mam arkadaşlar» dedi. «Ben ne yaparım ben?» dedi. «Ben işimi bitirir giderim» dedi.

-«Öyleyse oturma» dedik.

-«İçinizde beni tanıyanlar var mı?» dedi.

-«Yok» dedik.

-«Hayret!» dedi.

-«Niye?» dedik.

-«Haa, anladım, siz sığınmacısınız» dedi.

-«Sığınmacıyız» dedik.

-«Tabu, nerden tanıyacaksınız!» dedi. «işçi olsaydınız tanırdınız. Arabası soyulan hemşerime sorun, beni tanı­mayan yoktur» dedi.

-«Doğru mu ian?» dedik.

Arabası soyulan adam, «evet» anlamında başın iki kez kaldırıp indirdi.

-«Doğru» dedi. «Bu bey çok gün görmüş, dem sürmüş bir insandır. Yirmi yıldır tercümanlık yapar, hem de şey-cilik...» dedi.

-«Neycilik lan?» dedik.

-«Şeycilİk...» dedi.

Hepimiz de yardım istercesine tercümana baktık. Ter­cüman, kaşlarını kaldırarak:

'«Ithalat-ihracat» dedi.

Hayretten Rasim'in ağzı bir karış açılmıştı. Yüzü bir ulu hayranlıkta donup kalmış, kıpırtısız öylece bakıyordu.

-«Ulan» dedik... «Biz» dedik, «işin birini bulamıyoruz, bu adam işin binini birden yapıyor, hadi gel de çatlama!» dedik.

Hayranlıktan donup kalmış Rasim'de bir kıpırdanma oldu. Tercümana iyice yaklaşıp, ceketinin iç cebinden o beyaz kartı çıkardı.

-«Sen» dedi, «okumuş bir adamsın» dedi. «Okumak için dirseklerini çürütmüşün, başında tüy kalmamış» dedi. «Efen­di, benim sana bir sorum var» dedi. «Ben» dedi, «kendim sı­ğınmacıyım, elimden pasaportumu aldılar, bu kartı verdiler neyise?» dedi. «On ikinci ayda Türkiye'ye dönüş yapmak is-tiyom, bu kaıtınan gidersem beni asarlar mı?» dedi.

Tercüman, kartı alıp, Önüne arkasına şöyle bir baktı. Sonra kaşlarını çatarak:

-«Sen vatanı karaladın mı?» dedi. Rasim çok korktu, sandı ki, beyaz kartta öyle yazıyor. Sağ ayağını yere çalıp söyledi:

-«Yok efendi, burdan çıkmak nasip olmasın!» dedi. «Eğer» dedi, «vatana dil uzattıysam» dedi, «burdan çık­mak nasip olmasın!» dedi.

Gülerek Rasim'e baktı tercüman. Sadece gülüyor, baş­ka hiçbir şey söylemiyordu. Kaşlarını birkaç kez yukarı kaldırıp indirdi.

-«Korkma» dedi.

Sadece böyle dedi ve arabası soyulan adamı alıp gitti. Hepimiz de ayağa kalkıp, saygıyla eğilerek, tercümanı ve arabası soyulan adamı uğurladık. Rasim, şapkasını çıkanp masaya koydu. Yüzündeki hayraniik öylece donup kalmıştı.

-«Vay be!» dedi. «Herifin oğlu» dedi, «Karun, Karun!» dedi. «Hem de çok efendi!» dedi.

-«Efendi» dedik.

-«Helal olsun!» dedi.

-«Olsun» dedik.

-«Hem de akıllı!» dedi.

-«Çok akıllı» dedik.

Ben bu sırada esmer sığınmacıya baktım. Esmer sığın­macı, ellerini koynuna sokmuş, boynunu da bükmüş, ga­rip bir suskunlukta uğunup duruyordu.

-«Aşık» dedim.

-«Buyur» dedi.

-«Çok düşünme, İyi olmaz» dedim.

-«Ben de bıîiyom, iyi olmaz» dedi. «Kafayı bir daldır­dım mi, bir daha kurtulamıyom. Gurbette bir hal oldu ba­na, dalıp dalıp gidiyom» dedi.

-«Dalıp dalıp gittiğinde nereye gidiyorsun, kimî düşü­nüyorsun?» dedim.

-«Hiç kimseyi» dedi. «Ben» dedi, «dalıp gidiyom» de­di. «Her şeyle birlikte kendimi de unutuyom kardaş, san­ki hiç yaşamıyom» dedi.

-«Ulan» dedik...

-«Yoksa sende bir hal mı var?»

-«Var!» dedi- «Bende bir hal var, ben bu dünyadan uçup gİdiyom» dedi.

-«Soyunda sopunda böyle dalgın adam var mıydı?» dedik.

-«Yoktu» dedi.

-«Öyleyse sende bir hal var» dedik.

-«Var!» dedi.

Bu sırada dört çocuklu kadın ağlayarak yanımıza geldi. Küçük çocuğunu kapıp kucağına çekti.

-«Noğoldu?» dedim.

-«Oturum vermiyorlar!» dedi ağlayarak. «Eğer kocamla birlikte yaşarsam, ancak o zaman verirlermiş» dedi. «Bir ay içinde Türkiye'ye dönmemizi istiyorlar, bu da mı gelecekti başımıza! Elleri ayakları çot olasıca, ne istedin bizden! Yur­dumuzu yuvamızı dağıtıp niye getirdin bizi buraya! Ben ne boklar yesem, güzel kardaşım, bana bir akıl ver!» dedi.

Rasim paniğe kapıldı. Kadının ve çocukların çevresin-de panikle dönmeye başladı.

-«Dur bacım, bir yolunu bulalım» dedi. «Avukatlara gi­delim, tercümanlara danışalım. Burda bir tercüman efen­di vardı, biraz sonra gelir, ona danışalım, bir yolu vardır herhal» dedi.

Esmer sığınmacı, uykulardan uyanıp aramıza karıştı. Gözlerinde bir ışık demetiyle ağlayan kadına baktı. Bir sü­re öyle sessiz bakıp durdu. Sonra da;

-«Noğoluyor bacım?» dedi.

Anlattık. Biz anlatırken, esmer sığınmacı yeniden dalıp gitti. Boş yere konuşmaktansa sustuk. Kadını tutup yerine oturttuk. Kafa kafaya verip bir çıkar yol aradık. Kimi:

-«Kocanı vur öldür!» dedi. «Sen nasıl olsa ölmüşün, onu da öldür!» dedi. «Buranın cezaevi senin köyünden daha iyi, daha büyük. Köye gidip de nerde kalacaksın?» dedi.

-«Yok canım, cık!» dedi kimi. «Kocanı değil, sen en iyi­si o şırfıntıyı öldür!» dedi.

Kimi de:

-«Hem kocanı, hem de o şırfıntıyı Öldür!» dedi.

Böylece üç ayrı görüş ortaya çıktı. Ne yapacağını bile­meyen kadın, bu görüşlerden birini tercih etmek duru­mundaydı. Fakat Rasim, şapkasını yere vurarak öfkeyle araya girdi.

-«Yav siz benim bacıma ne yollar gösterdiniz maşallah!» dedi. «Siz cahil misiniz, aklınız mı ermiyor» dedi. «Yoksa» dedi, «gurbetin acısı beyninize mi vurdu?» dedi.

-«Buyur, sen konuş!» dedik.

Rasim, şapkasını yerden alıp dizine koydu. Ve sağ eliy-Ie kıllı yüzünü sıvazlayarak biraz düşündü. Iyîce tartıp ölçtükten sonra:

-«Aramızda para toplayalım» dedi. «Bacımızı tutup bir tercümana götürelim. Daha da olmazsa bir avukat tuta' Iım. Daha da olmazsa, ben bu işin içine...»

-«Dayı, dayı!» dedik, «surda kadın var, kız var, kendi--ne gel!» dedik.

Rasim'i ayıpladık. Tabii o da bu ayıplanmanın ardın­dan suçlandı. Suçlanınca da bir hayü yumuşadı.

-«Dört çocuklu bir kadın yollara bırakılmaz, yeğenle­rim» dedi. «Bacımızın kocasını bulalım. Bulup vicdana getirelim. Bu adamın azıcık vicdanı vardır herhal» dedi.

-«Vicdanı yok onun» dedi kadın. «Evi var, parası var, arabası var, şırfıntısı var, ama vicdanı yok, hiç boşuna uğraşmayın» dedi.

Rasim, hayretle kadına bakıyordu. Bakışları bir süre ka­dında Öyle asılı kaldı. Sonra tırnağının ucunu gösterdi.

-«Bu kadar da mı yok bacım?» dedi.

-«Yok işte, yok!» dedi kadın.

Şapkasını öfkeyle başına geçirdi Rasim. Yüzü karmaka­rışıktı. Kendi duyabileceği kısık bir sesle homurdanmaya başladı. Sonrada bize dönüp:

-«Para toplayalım öyleyse» dedi.

-«Yav dayı» dedi ufak sığınmacı, «bizde para ne ge­zer!» dedi.

-«Ufak sığınmacı doğru söylüyor» dedik.

-«Para hani?»

-«Bizde para ne gezer!» dedik.

Bizden destek alan ufak sığınmacı, daha da coştu. Ra-sim'in üstüne kurşun gibi laf yağdırmaya başladı.

-«Arasıra» dedi, «kaçak iş bulup çalışmasak» dedi, «te­melli açız!» dedi. «O kaçak işin nasıl bir iş olduğunu bili­yor musun?» dedi. «Eğer bilmiyorsan bil, kaçak iş, çekilir dert değil!» dedi.

-«Yeğenlerim» dedi Rasim. «İş olsa da keşke kaçak ol­sa, iş olsa da keşke çamurdan bataktan olsa» dedi.

-«Oy!e deme dayı!» dedi ufak sığınmacı. «Kaçak işin ne pislik olduğunu ben iyi bilirim!» dedi. «Kaçak iş deme bana, tüylerim ürperiyor, etlerim cimbişle çekiliyor, ka­nım donuyor, yüreğim daralıyor!» dedi.

-«Lan yeğenim» dedi Rasim. «Kuru ekmeğe muhtaç ol­duk şu gâvurun yurdunda» dedi. «Dosta düşmana muhtaç olmaktansa, bok temizleyelim, bildiğin bir yer yok mu? Söyle yeğenim, yokmu bildiğin bir yer?» dedi.

Rasimin bu sözleri, ufak sığınmacıda bardağı taşıran son damla oldu. Hepimize teker teker baktıktan sonra fırlayıp ayağa kalktı.

-«Ben» dedi, «niye böyle güdük kaldım?» dedi. «Arka-daşiar» dedi, «ben niye böyle güdük kaldım, bilir misiniz?» dedi.

-«Yok» dedik. «Söyle de bilelim, söylemezsen ne bile­lim!» dedik.

Öfkeden kapkara kesildi, titremeye başladı. Bayılıp dü­şecek diye çok korktuk. Kollarından tutup yerine oturttuk.

-«Aman kardaş!» dedik... «Senin mavi gözlerini severiz, öfkelenip de surda başımıza İş açma. Anlat kardaş; kızmadan, kızarmadan anlat... Usul usul anlat» dedik.

Kaçak işlere girip çıkmış, onu anlattı. Takır takır, maki­neli tüfek gibi işliyordu ağzı. Gece gündüz hiç dinlenme' den üç vardiya çalıştığı olmuş, parasını alamamış. Sözle­rinin üzerimizdeki etkisi de gerçek bir kurşun gibiydi. Onu dinledikçe, hayatın çekilmez yükü sanki daha da artıyor­du. Hepimiz de Rasim'e baktık. Rasim, köşesinde suçlu suçlu oturuyor, ilgiyle ufak sığınmacıyı dinliyordu.

-«Yaaaa» dedik, «gördün mü dayı, ne haber? (Gâvur­ların bokunu temizleyelim> diye bir söyledin, bir daha söyleme. Söyleyip de, kendini, hem de bizi küçük düşür­me» dedik.

Rasim bunca baskıya dayanamadı ve pusup kaldığı kö­şesinden zıplayıp ayağa kalktı.

-«Gürleyip gürleyip üstüme düşmeyin, yeğenlerim!» dedi. «Onlar Alman, onlar zengin» dedi. «Bu vatan kimin lan yeğenlerim, okumuş-yazmış adamlarsınız, bu vatan kimin?» dedi.

-«Onların» dedik.

-«Eee» dedi. «Bu vatan onlarınsa ezecekler elbet, ye­ğenlerim! Siz çocuk musunuz, aklınız mı ermiyor, yoksa gurbet sizin aklınızı başınızdanmi aldı!» dedi.

-«Yav dayı» dedik, «sanki» dedik, «bizim vatanımızda ezilmiyor muyduk?» dedik.

Rasim, şapkasını çıkarıp kafasını kaşıdı. Şapkasını kafa­sına geçirip, kulağını, burnunun ucunu, boynunu kaşıdı. Sonra yerine oturup alnını sıktı. Avcunu kaşıdı, göbeğini kaşıdı, kıçını kaşıdı... Her yerini kaşıdı, fakat sorumuza bir cevap veremedi.

-«Yaaaa» dedik, «gördün mü, bilemedin, sen bu kafa--yi götür çöpe at» dedik.

Aynen böyle dedik. Sonra ben esmer aşığın usul usul kıpırdandığını görüp sevindim.

-«Şimdi bize destan okuyacak!» dedim.

Aşık, kıpırdana kıprıdana kendine geldi. Kucağına ha­yalı bir saz çekti. Sonra utanıp, ellerini dizlerinin üstüne koydu. Ellerine baktı, kocamandı. Evire çevire baktı elle­rine. Sonra o kocaman ellerini yumruk yapıp, bağrına vu­ra vura söyledi:

-«Kim vurmuş babam Seyid'i, yakarım ben bu beyidi, söyleyin arkadaşlar oy, babamın suçu neyidi...»

-«Aşık doğru söylüyor» dedim. -«Doğru» dediler. -«Babasını vurmuşlar» dedim. -«Yazık» dediler. -«Suçu neydi?» dedim. -«Bilmiyoruz» dediler.

Bu sırada, dört çocuklu kadın, çocuklarını topladı, ağ--layarak çekip gitti. O giderken hepimiz de ardından baktik. Kadın gözden yîtince, Rasim, pasaportuyla değiştirilen kartı cebinden çıkarıp önüme dikildi. Gözlerinde derin bir korkuyla bana baktı.

-«Seni asmazlar» dedim.

-«Ağzın iki laf ederse, şu kıza bir sor bakalım, pasapor­tumuzu niye almışlar!» dedi. «Almışlar da bu kartı niye vermişler!» dedi.

-«Korkma dayı, asmazlar» dedim. Ufak sığınmacıdan sonra ben de işimi bitirip çıktım. Yabancılar Polisinden kaçarcasına uzaklaşmayı düşünür­ken, birden bir şey oldu, gidemedim. Aşık, uykusundan uyanmış, ağlıyordu. Ona doğru yürümeye başladım. İçin için, çok derinden ağlıyordu... Yaklaşıp önüne çömeldim. -«Aşık...» dedim.

-«Dört yıldır bekliyom» dedi. «Sığınma başvurum bir türlü sonuçlanmıyor. Çalışma yasağı, üstümde demirden bir ağarlık» dedi. «Bu bekleyiş» dedi, «ne zaman bitecek, kardaş?» dedi.

-«Yol üstüne kim düşer?» dedim. -«Gezgin» dedi.

-«Kavga üstüne ne düşer?» dedim. -«Kan» dedi.

-«Zaman böyle kalır mı?» dedim. -«Kalmaz» dedi.

-«Gece üstüne ne düşer?» dedim. -«Gün» dedi. -«Öyleyse bekle» dedim. -«Yoruldum» dedi. -«Yıkıl öyleyse» dedim. -«Yaşamak İstiyom» dedi. -«Öyleyse dayan» dedim.

 

Yüreğin Burkulmasın

 

Hıdır, altı yıldır yattığı Berlin-Moabit Cezaevinden bugün tahliye olmuşlu. Karısı, on beşine birkaç gün önce giren oğlu ve küçük kızından başka, «geçmiş ol-sun»a gelen komşularla doluydu Hıdır'ın evi. Hıdır, kızı­nın getirdiği çayı içiyor, hiç konuşmuyordu. Duvardaki takvime bakıyordu sözde.

-«Geçmiş olsun Hıdır.»

-«Hoşgeldin hele.»

-«Nasılsın?»

Herkesin her sözüne «sağol» diyordu Hıdır. Başka bir şey demiyordu. Oysa herkes onun ağzının içine bakıyordu. Neler görmüş geçirmişti? Nasıl dayanmıştı altı yıl? Kimleri tanımıştı cezaevinde? Ne yemiş, içmişti?

-«Domuz eti çıkıyor muydu Hıdır?»

Çay dağıtan kızının burnuna bakıyordu Hıdır. Giden orospunun burnuna benziyordu tıpkı. Kaşları, gözleri, saç­ları... Tıpkı giden orospu!

-«Huyu benzemesin de...»

-«Efendim?»

-«Bir şey mi dedin Hıdır?»

-«Hiç...»

-«Bir şey soyiedin de...»

-«Anlat hele, ne yaptın altı yıl? Ne yedin, ne içtin? Kimler girdi çıktı senden başka?»

-«Cezaevi karanlık mıydı Hıdır?»

Hıdır'ın karısı, Hıdır'ın suskunluğundan, bir de kızına kötü kötü bakmasından korkmaya başlamıştı. İkide bir al­nını niye sıkıyordu bu Hıdır? Yine kötü şeyler mi düşünü­yordu yoksa?

-«Ne düşünüyorsun Hıdır?»

-«Hiç...»

-«Konuş biraz.»

-«Nasıl yani?»

-«Konuşmak nasıl olurî Cezaevini anlat...»

-«Cezaevi kötü.»

İşte böyle, iki sözcükle bağlayıveriyordu Hıdır. «Ceza­evi kötü» diyor, susuyordu. Yere bakarak susuyor, hep susuyordu. Yaralarını nasıl deşmeli, nasıl konuşturmalsydı bu Hidır'ı?

-«Pişman mısın Hıdır?»

Tepesine yukan konuşuyorlardı Hıdır'ın. Eşek dama-.nna basıyorlardı. Binlerce, yüzbinlerce çıngılar salıyordu gözleri. Aldan mora, mordan karaya geçiyordu yüzü.

-«Değilim!» diyordu. «O orospuyu şimdi görsem yine aynı şeyi yaparım! Boğarım, hiç acımadan gebertirim kahpeyi!»

-«Yapma Hıdır!»

-«Yazıktır.»

180

-«Vazgeç bu yersiz kininden.»

-«Çektiklerin, hayırsız bir evlat için değmez.»

-«Bak Hıdır, severim seni, kendine acımıyorsan, şu çocuklara acı.»

Hıdır acımaz. Yıllar önce, kara, kapkara bir öfke bu­lutlanmış içinde. Altı yıllık cezaevi yaşamı daha da karart­mış öfkesini. Acımaz, hele o orospuya...

Önce çok severdi oysa. Bu olaydan sonra unuttu onun adını. «Emine» demedi asla. Ailede kimseye de söy­letmedi onun adını. Küçük kız, birkaç kez «Emine Ab-lam...» diyecek oldu, babasının hışmına uğradı. Hıdır, kızın üstüne öfkeyle yürüyüp:

-«O kahpeye <abla> diyen, ondan daha beter olur!» di­ye bağırdı.

Kızı zor aldılar Hıdır'ın elinden. O günden sonra da «orospu» demeye başladılar. Bunu sanki «Emine» der gi­bi rahat söylüyorlardı. O kadar rahat söylüyorlardı ki, bu sözcüğü, yabancıların yanında bile sanki onun adıymış gibi kullanıyorlardı. «Orospunun çantası, orospunun fotoğ­rafı, orospunun yorganı...»

Emine geliştikçe, serpilip açıldıkça, anlamsız bir yürek sızısına otururdu Hıdır. Bir itin dölü, sümüklünün biri gelip de alacak diye korkar dururdu.

Zaman, Hıdır'ın korkusunu tanır mıydı? Zaman, ince bir dal gibi uzattı Emine'yi- Gülüşü, bakışı, duruşu, yürüyüşü bir başka oldu.

Emine, babasının karşısına, dudaklan rujlu, tırnaklan ojeli, gözleri de sürmeli olarak çıktı birgün. İşte o zaman, Hıdır'ın beyninde, beyninin kuytularında, karanlık diplerinde, binler­ce, onbinlerce karıncalar kaynaştı. Korku ve öfkeye kapıldı. -«Bu ne bîçim kılık Emine!» dedi. -«Babacığım ne var bu kılıkta?» -«Evet kızım, burda büyüdün, bu doğru, ama bizim soyumuz sopumuz...»

-«Babacığım, öğrenmişin bir soy sop, başka şey bilmi­yorsun! Bıktım usandım bu soy soptan! İzine git, soy sop! İzinden dön, soy sop! Batsın böyle soy sop, istemiyorum! Soy sop için mi yaşıyorum ben?!»

Emine, çoktandır içinde beslediği, büyüttüğü düşünce­sini, babasının suratına bir tokat gibi çarpmıştı sonunda. Bir şeyler oluyordu Hıdır'a; şimdiye dek tanımadığı ve hiçbir zaman yüzyüze gelmediği garip şeyler... Karşısında ilk kez böyle konuşuyordu Emine. Ve yaşamında ilk kez, kızma karşı, değişik, dile getiremediği duygular üretiyordu Hıdır. Cebertmeliydi kahpeyi!.. -«Niye daldın Hıdır?» -«Bak, çay getirdi kızın.»

Kız, tepsinin içindeki çayı babasına uzattı. Hıdır, can düşmanıymiş gibi kızının taa göz diplerine baktı. Kaşları, gözleri, duruşu ve bakışıyla, bu kız gerçekten Emine'ye mi benziyordu, yoksa Hıdır'a mı öyle geliyordu?

-«Emine, güzelliğin günler geçtikçe daha da artıyor» demişti Michael.

Bir okul dönüşüydü. Ve yaşamında ilk kez, bir erkek, «güzelsin» diyordu Emine'ye- Emine'nin içi bir hoş oldu, ince bir gülüş yayıldı esmer yüzüne.

-«Bunu söylemek için mi geldin yanıma?» dedi.

-«Çok mu önemsiz sence?»

-«Güzel olduğumu vitrin camları da söylüyor. Ama benden daha güzel Alman kızları var senin çevrende.»

-«Onlar mı? Oniar, ancak senin olmadığın yerde gü­zeldir Emine. Senin yanında sönük kalırlar.»

Emine, sevincini boğmaya, kabarıp gelen duygularını dizginlemeye çalıştı. Dudaklarını ısırarak gülümsedi. Gülümserken gamzeleri açıldı ve gözleri kara kara parladı. Belkİ de farkında olmadan, adımlarını hızlandırıp, Mic-hael'i geride bıraktı. Michael, yüreğine düşen korkuyu di­le getirip:

-«Benden hoşlanmadığını niçin açıkça söylemiyorsun?» dedi. «Söyle hadi, bunu açıkça söyle bana.»

Emİne'nin, kara, uzun saçları, rüzgârın kucağında tel tel oldu, sonra toplanıp bir bayrak gibi sallandı. Güzel gözlerini Michael'e çevirip gülümsedi. Bu gülümsemede, utangaçlıktan kıvanca, belirsizlikten korkuya dek bir sürü duygu gizliydi.

-«Bilmiyorum» dedi.

Emine'nin bu kararsız tutumu, Michael'i biraz rahat­lattı, çünkü reddedilmekten daha iyi ve umut vericiydi. Emine'nin elini tutup sıktı. Dudaklarını uzattı, kızın İnce boynunu bir kelebek hafifliğiyle öptü.

-«Seni seviyorum» dedi.

Hem boynunu öpsün, hem de «seni seviyorum» de­sin!.. Emine'nin yüreği, bu dağı, bu mutluluk dağını kaldırabilir miydi?

-«Michael, bırak elimi!» diye bağırdı.

-«Seni seviyorum Emine...»

Emine, aslında çoktan vermişti kararını. Michael ile ar-kadaşlik edebilirdi; ama öyle birdenbire düşmek İstemi­yordu o düşsel dünyaya. Sevilmeyi, en İnce ayrıntılarına kadar, içine akıta akita yaşamak istiyordu. Dudaklarını ve gözlerini boyamaya işte böyle başlamıştı. Babasından ilk dayağı da bu yüzden yemişti. Çürükler içinde kalmıştı be­deni- Ertesi gün okula gitmemiş, kapanıp kalmıştı evde. Bu dayak, onu arkadaşından uzaklaştırmamış, ona daha da yaklaştırmıştı.

Birgün yine bir okul dönüşüydü. Michael ve Emine, haftasonu buluşmak için sözleştiler. Emine, bir yolunu bulup evden çıktı. O gün, yaşamında ilk kez bir erkekle öpüştü. Öpüşürken, Emine'nin aklı başından gitti. Bir hoş duygularda eriyip eriyip aktı...

-«Dalıp dalıp gidiyorsun Hıdır.»

-«Öyle çok düşünme canım.»

-«Çay iç, çay...»

-«Aç mısın Hıdır?»

Dolup dolup boşalıyordu odanın içi. Yeni gelenler olu' yordu. Gidenler de oluyordu arasıra. Gidenlere ve gelen­lere karşı, boş, kayıtsız davranıyordu Hıdır.

-«Eyvallah Hıdır.»

-«Hoşgeldin hele.»

-«Bana müsade...»

-«Eyvallah...»

-«Geçmiş olsun.»

Abanıyor Hıdır, kalkacakmış gibi yapıyor, gülümsüyor yalandan, ama ne yerinden kalkıyor, ne de gülümsüyordu.

-«Nasılsın Hıdır?»

-«Sağolasın.»

Emine, mutfak işlerinde annesine pek yardım etmezdi, ama bu konuda onunla hiç yüzgöz olmamıştı. Annesi, bu­laşıkları yıkamasını söyleyince kalkıp yıkardı. Ama son gün­lerde temelli yabancılaşmıştı mutfağa. Odasından çıkmaz olmuştu. Annesi birgün Emine'nin odasına girmiş, ev iş­lerinde kendine yardımcı olmadığı için onu paylamıştı. Emine, dinlemekte olduğu gürültülü müziği kesip:

-«Yapmıyorum işte!» diye bağırmıştı. «Başıma on para­lık bir bez bağlayarak, ömrümü senin gibi mutfakta geçirmek istemiyorum! Köleler gibi yaşamaktan bıktım artık, anlıyor musun anne, bıktım, bıktım!..»

-«Kız orospu, son günierde bir şeyler oldu sana! İt gi­bi atılır oldun yüzümüze!..»

Michael ile Emine'nin birlikte gezmeleri üstüne türlü dedikodular çıkıyordu Kreuzberg Türkleri arasında. Dedikoduların bir ucu, Emine'nin annesine dek ulaştı bir­gün. Kadın, beyninden vurulmuşa döndü.

-«Anlamıştım zaten, seni kızgın orospu, bize bunu da mı yapacaktın!» diyerek, kızının üstüne yürüdü.

Bu kavganın üstüne Hıdır geldi. Kadın, kızının suçunu gizlemek zorunda kaldı. Kavgaya neden olarak, başka sorunlar, anlaşmazlıklar gösterdi kocasına. Hıdır, inanır gö­ründü, ama asla inanmadı. Zaten kuşkulanmaya başlamıştı kızından. Son günlerdeki gidişi hiç iyi değildi. Durup dururken kabak çiçeği gibi niye açılırdı bir kız? Niye de-ğişirdi birdenbire? Niye boyanır, süslenirdi? Adım adım izlemeye başladı kızını. Ve birgün, parkta, Michael ile ku--cak kucağa, dudak dudağa yakaladı onu...

-«Kaç yıl yattın Hıdır?»

-«Zayıflamışın.»

-«Bir deri bir kemik olmuşun Hıdır. Çok mu kötüydü cezaevi? Niye susuyorsun canım, susma öyle, konuş bi­raz, açılırsın.»

Hıdir, bir an bütün Öfkesini unutuyor. Ernine'yi görü­yor. Emine güleç yüzlü. Gülerken yanakları çukurlaşıyor. Emine garnzeii. Ernine'nin gamzeleri çok güzel. Halasına çekmiş. Hıdır, kızkardeşinin oğluna verecekti Ernine'yi. TelIİ duvaklı... Yeğeninin Almanya'ya gelme yolları da açılmış olacaktı böylece. Dosta düşmana karşı, gözleri ka­maştıran bir salon tutacak, hatta paraya kıyıp, ünlü dan­sözlere göbek bile attıracaktı. Görenler parmağını ısıra­cak, «helal olsun lan şu Hıdir'aL» diyeceklerdi. Ama işte olmadı... Yazgısına küsmüş oturuyor.

-«Acaba» diyor içinden, «Allah'a karşı bilmeyerek bir suç mu işledim? Bana bu cezayı niye verdi? Birinden, <ırzın gâ­vur elinde kalsın!> diye bir beddua mı aldım acaba?» diyor. Bütün hayatının karelerini teker teker gözlerinin önün-den geçiriyor. Daldırıyor daldırıyor bir şey çıkmıyor. Çıkı­şı olmayan bir batağın içinde debelenip duruyor. -«Kimsenin ırzına da bakmadıydım» diyor. Püskül saçlarını okşamaya kıyamadığı Emine'yiservi boylu, ceylan gözlü Emine'yi, o san solucanın kucağında görür gibi oluyor. Yine kara bir öfke bulutlanıyor içinde. Hıdır dellenmenin eşiğinde.

-«Sonra...» diyor içinden.

Sonrasını getiremiyor. Sonrası karanlık bir cehennem. Hıdır çıldıracak. Düşünmek istemiyor sonrasını- Sonrası cezaevi, bitip tükenmek bilmeyen günler, haftalar, aylar, yıllar... Kızını dövmeyen, dizini döver... Batsın bu gur­bet... Alman Markları... İzin Sezonu... Namus! Yirmi yıl-hk gurbet yaşamı, bir sinema şeridi gibi gözlerinin önün­den geçiyor.

-«Gidecek misin Hıdır?»

-«Nereye?»

-«Memlekete...»

-«Gidemem» diyor Hıdır.

-«Memleket gibisi var. mı be Hıdır» diyorlar. «Olmek-se de orda, onmaksa da orda. Gurbetin acısı tak etti ca­nımıza. Gitmeli Hıdır, gitmeli, yastığı yorganı toplayıp git­meli gayrı.»

Hıdır dalgın, konuyu hemen unutuyor.

-«Nereye?» diyor.

-«Memlekete, memlekete...» diyorlar.

-«Haa» diyor Hıdır. «Memlekete mi?»-diyor. «Cezalı­yım komşular, gidemem» diyor.

-«Ne cezası Hıdır?» diyorlar.

-«Gurbet cezası» diyor.

Hıdır saçmalıyor, «gurbet» diyor, «ceza» diyor, bir şeyler söylemek istiyor. Gözlerini konuklarda tek tek gezdirerek, «namus» diyor, «töre» diyor, kimse bir şey anlamıyor.

-«Hıdır konuştu...» . -«Konuştu ama...»

-<<Acaba ne konuştu?»

Hidır, parkta onları öyle görünce, tepesinden tırnakla­rına doğru bir şeyler akıp inmişti. Kızını sürükleyerek eve getirmiş, döve döve kemiklerini kırmıştı. Emine, babasının tekmeleri altında kıvranırken:

-«Onu seviyorum babacığım» diye inlemişti. «Babacı­ğım, o da beni seviyor. Babacığım, biz seviyoruz, babacığım...»

Emine'nin bu sözleri büsbütün öfkelendirmişti Hıdir'ı. Bir de utanmadan konuşuyor, «seviyorum» diyordu bir de! Dinden imandan çıkmıştı Hıdır. Öfkesini yenememiş, kızının o güzel saçlarını taa dipten kesmişti. Çirkinleşsin, aşağılık duygusuyla oturup kalsın evde... Dışarı çıkamasın ve önüne gelen erkekle oynaşamasındı...

Emine, günlerce tutuklu gibi yaşadı. Kararını vermişti, gidecekti... Annesi veya babasının «soyumuz sopumuz» dediği kadınlar gibi örtünerek, yaşamak istemiyordu, gide­cekti... Emine için, yasaklar, ayıplar, günahlar, töreler ke­sinlikle yoktu, gidecekti... Herkes gibi onun da arkadaşla­rı olacak, gönlünce gezecek, dilediğince eğlenecekti. Şu üç günlük dünyada saçma değerler uğruna tükenip git­meyecekti. Sınırlarını genişletmek, eğrisİyle doğrusuyla kendi hayatını yaşamak istiyordu.

Sevmek... Niçin yasaktı sevmek? Sevmek; işkencele­rin, idamların, açlıkların, savaşların kolgezdiği'bir dünya­da niçin yasaktı? Açıktan açığa sövüşmek, dövüşmek, insan öldürmek «yiğitlik» oluyordu da, sevmek niçin «orospuluk» oluyordu? Yerin dibine, taa dibine batsındı böyle töreler!.. Gidecek, mutlaka gidecekti Emine...

Aynaya baktıkça, kendini aynada kırkılmış bir dağ keçi­si gibi gördükçe, babasına derinlerden gelen bir öfke du­yuyor:

-«İlkel baba!... Vahşi baba!...» diyordu.

Babasının, ilkel babasının, vahşi babasının bu tutumun­dan sonra evde kalamazdı. Evde kalmak, onların arasında onlar gibi yaşamak. Emine için olanaksızdı artık. Birgün ev­den çıkmanın bir yolunu bulup, Jugendnotdienst'e[1] kaçtı...

-«Çok düşünüyorsun Hıdır!»

-«Dünya yıkılmadı ki be ya!»

-«Kader işte, kader!..»

-«Olur, insan olanın başına her iş gelir.»

-«Olmuş bir kez...»

-«Olmuş ile ölmüşe çare bulunmaz ki...»

-«Boşver gitsin!»

-«Bozma kafanı.»

-«Aîiah sabrını deniyor belki. Sabır dile. <Bir kızım var­dı, öldü> de. Namazına niyazına ara verme.»

Emine'nin kaçması temelli yıkmıştı Hıdır'ı. Nasıi bir yerdi bu Jugendnotdienst? Jugendnotdiensî, Hıdir'ın kafasında bulanık görüntüler oluşturuyordu.

Hıdır yataklara düştü.

Günlerce kalkamadı. Öldü öldü dirildi. Utancından kimseciklerin yüzüne bakamadı. İşini gücünü, evini barkı­nı, eşini dostunu yitirdi. Yıllardır oturduğu semtinden, Kreuzberg'den kalkıp, Spandau'ya, bugünkü evine taşın' di. Nasıl kalsındı o tanıdık çevrede? Maskara olmuştu herkese.

Hıdır'ın olayı duyan kardeşleri geldi Köln'den. Amcası­nın oğlu geldi taa Paris'ten. Hamburg'dan yeğenleri geldi. Yanlanna iyi bir tercüman alıp, Jugendnotdienst'e gittiler. Bir ağız olup Ernine'ye yalvardılar. Hıdir, şapkasını yere vurup su gibi yeminler içti.

-«Ben de seni Michael oğlumuza vermezsem, bana da adam demesinler kızım, söz!» dedi.

Kızı alıp eve getirdiler. Hıdır deli miydi? Aklını mı ka-çirmıstı ki, adı çıkmış olsa bile, canının parçasını elin sarı gâvuruna verecekti? Türkiye'de yaşayan yeğenini çıkarıp attı kafasından. Çıkarıp atmasına attı ya, kız kısmını fazla bekletmek doğru olmuyordu işte. En kısa zamanda Emi' ne'yi gelin etmenin yollannı aradı. Düşünceleri, Köln'de yaşayan küçük kardeşinin oğlundan yana aktı. Hazır on­lar da burdayken bu işi bağlamak istedi. Birgün bu düşün-cesim usulca çıtlattı kardeşine. Bunun üzerine Hıdır'ın kardeşi baygınlıklar geçirdi.

-«Gâvurlannan oynaşmış kızını» dedi, «benim aslan gi­bi oğluma nasıl yakıştırıyorsun?!»

Hidır az kalsın katil olacaktı.

-«Defol git lan, gözüm görmesin seni!» deyip, kardeşi­ni ailece kapı dışarı etti.

Onlar da o gün trene binip gittiler. Hıdır'ın büyük kar^ deşi, büyüklüğüne güvenerek, Hıdır'ın yüzüne kocaman bir tükürük yapıştırdı.

-«Utanmaz herifi» dedi. «Bin yılın başı şuraya geldik, fitil fitil burnumuzdan getirdin!» dedi.

Hıdır, evdeki bütün camları hışşadak yere indirdi. Ka­pılan vurup vurup devirdi. Öfkesini uslandıramadı, gidip kafasını duvarlara çaldı. Hıdır'ı tutup yatıştırdılar. Hıdır sayıklar gibi konuşuyor:

-«Gitsin!» diyordu. «Söyleyin de defolup gitsin!» -«Gitti» dediler.

Hıdır'ın Hamburglu yeğenîeriyle, Parisli amcasının oğ­lu ise, Hıdır'ın gözüne görünmeden usulca sıvışıp: -«Kovulmadan biz de gidelim» dediler. Hıdır'ın evi bir andaboşaldı. Emine'nin kulaklarında, gidenlerin uğultuları kaldı sadece. Bunca yalvarıp yaka-ran, su gibi yeminler içip, namus sözleri veren babasına inanmıştı. Onun ikili davranabileceğini aklına bile getir­memişti.

-«Ah benim eşek kafam!» diye diye uğundu. Jugendnotdienst'e yeniden kaçacak oldu. Hıdır, bu kez sağlam takmıştı kancayı, Emine'yi kaçırmadı.

Emine, birgün babasının eve tabanca getirip sakla­dığını gördü. Onun, Michael'i öldürme planı böylece açı­ğa çıkmış oldu. Anne-kız, gece gündüz Hıdır'ı izlemeye başladılar. Onu, bir geceyarısı, tabancasıyla evden çıkar­ken yakalayıp engel olmak istediler. Bunun bedelini, Hi-dır'dan bir ton dayak yiyerek ödediler.

Kreuzberg'deki tanıdık çevreye maskara oldukları yet' miyormuş gibi, şirndİ de Spandau'daki bu yeni çevreye maskara oluyorlardı. Yıllarca düzeltemeyecekleri ekono-mik bir yıkıma da uğruyorlardi. Emine, ilerde doğacak kö­tü sonuçları annesine anlatıp, onunla anlaştı.

-«Anneciğim» dedi, «bu babam elini kesin kana bula­yacak,, gidip ben Michael'e haber vereyim de kaçsın bu­ralardan. Hem o kurtulur, hem de babamın eli kana bu-lanmaz, ha, anneciğim?»

-«İyi» dedi kadın, «çok akıllıca bir iş yapmış oluruz, git söyle, kaçsın buralardan» dedi.

Kıçını sallaya sallaya çıkıp gitti Emine- Kadın, Emine'yi bo-şuna bekleyip durdu. Gidiş o gidiş... Bunu duyunca Öfkeden köpürdü Hıdır. Kaçmıştı demek! Tabancasını aldı, kendine engel olmak isteyen karısını döverek, öfkeyle çıkıp gitti evden. Hem o san piçi, hem de o azgın orospuyu öldürecekti...

Michael'in evi çevresinde deliler gibi dolandı durdu. Ortahk kararınca kapıyı omuzlayıp içeri girdi. Tabancayı, önce, neye uğradığını bilemeyen Michael'e, sonra da, korkudan kaskatı kesilen kızma çevirdi.

-«Ele güne rezil ettin beni!» diye inledi. «Nasıl girdin şu sarı gâvurun koynuna, kahpe!» dedi. -«Babaaaa!..» diye bir çığlık attı Emine. Hıdır, aynı anda tetiğe basmış,  Emine'nin çığlığına korkunç bir patlama sesi karışmıştı. Bunlar olurken, Mic-hael, alıcı kuşlar gibi kanatlanıp, Emine'nin üstüne kapak­lanmış, onu, hışımla gelen ölümün önünden çekip almış­tı. Emine'yi bir köşeye savurup, tabancayı almak için Hıdır'ın üstüne atıldı. Hıdır, tam bu sırada ikinci kez bastı te­tiğe. Kurşun, Michael'in omuzuna saplandı. Michael, omuzunda önce hafif bir yanma duydu. Bir sure boğuş­tuktan sonra tabancayı Hıdır'ın elinden aldı. Sağ omuzu kan içindeydi ve gittikçe çoğalan bir acı duyuyordu.

Emine, onlar boğuşurken telefona koşmuş, polisi ça­ğırmıştı. Bir süre sonra dört polis geldi Michael'in evine. Hıdır, bileklerine kelepçe vurulurken:

-«Hapislik dediğin gelir geçer» demişti. «Çıkınca ikini­zi de gebertmezsem, bana da <Pala Zeynel'in Hıdın de-meşinler!»

Hıdır, sözünde hâlâ duruyor, bu düşüncesinden vaz­geçmiş değil. Kini, o günden bugüne dek hiç azalmadı. Hatta daha da çoğaldı, karalaşti, katmerleşti...

-«Eyvallah Hidır.»

-«Kal sağlıcakla.»

-«Yorgunsun, uyu biraz.»

Tanıdıkların, komşuların, üçü çıkıyor, beşi giriyordu. Ve küçük kızının burnuna bakıyordu Hidir.

-«Tıpkı» diyordu, «giden orospunun, ablası olacak o kahpenin burnuna benziyor» diyordu.

-«Bir şey mi dedin Hıdır?» diyorlardı.

-«Hiç» diyordu.

Hıdır'ın evi tam on gün doldu boşaldı. Hıdır, hiç kim-şeyle doğru dürüst ilgilenmedi. Oturduğu köşede büzüldü kaldı. Kimi zaman tövbe estağfurullah çekti, kimi zaman sa­bır diledi, kimi zaman da küçük kızının orasına burasına ba­kıp homurdandı.

Hıdır'ın evine gelenler, Hıdtr'ın yüzüne karşı gülüp, arkasından:

-«Hıdır çökmüş...»

-«Hıdır kafayı bozmuş...»

-«Hıdır dellenmiş...» dediler.

Hıdır'ı oturduğu köşeden kimsecikler kaldıramadı. Karısı yataklara belenip horul horul uyudu, o, sabahlardan akşam­lara, akşamlardan sabahlara dek mumyalanmış gibi sessiz sedasız oturdu. Önüne yemek geldiyse yedi, su geldiyse iç­ti, ama hiçbir zaman ağzını açıp da «susadım» demedi, «be­nim canım da şu zıkkımı çeker» demedi. Orda Öylece kaldı. Kansı türlü türlü diller döktü, hiçbir yaran olmadı. Hıdır'ın suskunluğu, bir demir yığını gibi çöktü evin içine. Kimseyle konuşmadı.

Hıdır'ın kapısına birgün bir postacı geldi. Hıdır'ın im­zasını aldıktan sonra bir zarf bırakıp gitti. Küçük kız, zarfı açıp okudu. Hıdır'ın sınırdışı kâğıdıydı. Bir ay içinde, ka­rısı ve on sekiz yaşını doldurmamış çocuklarıyla birlikte Almanya'yı terketmesi isteniyordu.

Sınırdışı kâğıdı geldikten sonra, Hıdır'ın düşünceleri daha hızlı akmaya başladı. Sınırdışı edilmeden şu işi bir güzel bitirmeliydi. O gün, yani postacının sınırdışı kâğıdı­nı getirdiği gün, ilk kez dışarı çıktı. O işin gizli tüccarlarını buldu ve bir şehir eşkıyası gibi donattı kendini. Kreuz-berg'de, Michael'in evi çevresinde deli deli dolanmaya başladı. O gece ya ortamını bulamadı, ya da cesaret ede­medi, dönüp eve geldi. Her zamanki yerine sessizce otur­du. Sabaha karşı kalktı, bir taksi tutup, Michael'in evine yeniden gitti. Arka pencerenin camını kırıp içeri süzüldü. Silahını çekip, gürültü etmeden yatak odasının kapısını açtı. Yatakta Emine'yİ gördü. Alman damat yoktu yanın­da. Bebekler gibi uyuyordu. Kara saçları çoğalmış, dalga dalga uzamıştı. Silahı elinden düşüverdi. Kızının başucuna çömeldi.

-«Anamın adı, güzel Eminem» dedi.

Çocuksuz geçen yedi yılını, sonra Emine'nin bir güneş gibi doğuşunu düşündü. Sigara Üstüne sigara yakarak köyü dört dolandığı geldi gözlerinin önüne, gülümsedi. Anasının, kucağında yeni doğmuş bebekle dışarı çıktığını, «gözün ay­dın Hıdır!» dediğini, «Allah analı babalı büyütsün!» dediği­ni anımsadı. Doğduğunda da böyle, kapkara, kömür gibi saçlan vardı. İki hafta sonra da gözierini iki kara boncuk gibi fıldır fildir oynatmaya başlamıştı. O günlerin özlemini duydu Hıdır.

-«Eminem, güzel Erninem!» dedi.

Sesi karıncalıydı, ezikti, kısıktı. Bir zamanlar acımadan kestiği kızının saçlarını, sevgiyle, Örselemekten çekinirce-sine okşadı. İçinde bir şeyler üredi, çoğaldı, kabardı. Ken­dini tutamadı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hıdır'ın ağıdına Emine uyandı. Uyanır uyanmaz, uzunca bir çığ­lık atarak sıçrayıp oturdu yatağın içine. Gözleri kocaman­dı, karaydı, korkuluydu.

-«Korkma Eminem!» dedi Hıdır.

Emine, gözlerine ve kulaklarına inanamadı. Bir garip duygular içinde bakakaldı babasına. Hidır, ellerinin aya-sıyla gözlerini kuruladı.

-«Kocan nerde?» dedi.

Emine'nin gözlerine derin bir keder oturdu. Boynunu usulca büktü, yorganın desenlerine bakarak:

-«Yok» dedi, «anlaşamadık baba, ayrıldık...»

Emine bir hançer daha saplamıştı Hıdır'ın yüreğine. Hidır'ın rengi birden değişti, başı döndü, yüreği deli deli çarpmaya başladı, sarsıldı, düşmemek için kızının omuz­larına tutundu.

-«Ne zaman ayrıldınız?» dedi.

-«Sekiz ay oluyor» dedi Emine.

-«Sekiz aydır yalnız mı kalıyorsun?»

-«Evet baba.»

-«Ne yiyip içiyorsun kızım?»

-«Çalışıyorum baba, bir mağazada iş buldum...»

Emine tıkanıyor... Sıkıntılarını ve yalnızlığını dışan atar-casına patlıyor. Hıçkırarak, hıçkırıktan boğularak, babası-nın kucağına bırakıyor kendini.

-«Baba beni affet noğolurL»

Hıdır'ın dudaklan kıpırdıyor, ama sesi çıkmıyor. Hıdır'ın gözlen iki kan çanağı. Hıdır darmadağınık. Emine'nin saçla­rını okşuyor. Sümüğünü çekerek ağlıyor. Emine, babasının ağladığını ilk kez görüyor.

-«Baba, beni affet baba!..» diyor Emine.

Bütün bedenini sarsarak, taa içinden, çok derinlerden ağlıyor. Dışarda gün yükselip kuşluk oluyor. Emine, diğer odada giyinip, karmakanşık duygularla babasının yanına geliyor.

-«Sınırdışı ettiler bizi» diyor Hıdır.

Emine'nin yüreği cız ediyor. Kerpiç duvarlı evleri, ev-lerin yanındaki tuvaletleri, küllükleri, küllüklerde deşinen tavukları görür gibi oluyor. Gözlerini iri iri açmış, hiç kır­pıştırmadan babasına bakıyor.

-«Gel bizimle» diyor Hıdır. «Gidelim kızım, güzel ki' zım, üzme beni» diyor. «Anan da gidiyor, kardeşlerin de gidiyor» diyor.

Emine'in elleri ayakları sapır sapır dökülüyor. Sonra gözlerine bir ışık gelip saplanıyor.

-«Hayır!» diyor. «Beni öldür baba, cenazemi götür, yalvarırım!» diyor.

-«Bu imansız gurbette seni bırakmam» diyor Hıdır, «Tek başına ne bok yiyeceksin burda?» diyor. -«Yalvarırım baba..-» diyor Emine. Emine'nin sahte yumuşaklığı, yalvaran bakışları altın' da, aslında bir sertlik, granit sertliği var... Hıdır, kızındaki bu kararlılığı farkediyor.

-«Tamam kızım, yalvarma» diyor. «Mutlu olacaksan kal burda... Ben gidiyorum. Ananla kardeşlerin de gidi­yor. Sen sevgiyle kal, sağlıkla kal, hoşçakal...» diyor. «Acı--lar senden ırak olsun kızım. Bahtın açık olsun. Gönlün d aral m as in,-yüreğin burkulmasın» diyor.

Tabancasına bakıyor. Tabancası orda, elinden düştü­ğü yerde. Tabancasını alıp beline sokuyor. Gözyaşlarını kızından gizleyerek çıkıp gidiyor. Caddeyi dolduran in­sanlara bakıyor. Acılı, tedirgin, üzüntülü, sevinçli... Hıdır boş! Hıdır'ın içinde uzay boşluğu... Hıdır bomboş...

 

Gurbet Yurdumdur

 

Dördümüzün de düşünmekten bile çekindiği o daya­nılmaz an yaklaşıyor. Eşim anlatılmaz acılar içinde. Asimin gözleri iki kan çukuru. Fırsat buldukça, yatak oda--sına, tuvalete, mutfağa gidip ağlıyor. Yanımıza, gözlen şişmiş ve kızarmış olarak dönüyor. Anne, kızlarının çektiği acıyı bi­raz olsun azaltabilmek için soğukkanlı görünmeye çalışıyor, ama aslında yüreğine düşen kor onu da için için yakıyor.

Sofranın başındayız. Kimsenin uzanıp bir lokma alma is­teği yok. Bu akşam gidecekler. Sürgünde biriken açılanınıza yeni acılar katarak... Birlikte geçirdiğimiz üç ayın nasıl gelip geçtiğini bilemeden gidecekler. Bizi yine özlemlerimizle ve yalnızlığımızla başbaşa bırakarak çekip gidecekler...

-«Keşke gefmeseydinİz» diyorum.

Bu sözüm, bardağı taşıran son damla oluyor. Üçü de aynı anda sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyor. Kendimi bal­kona atıyorum. Eylülün ortalan. İnsanın içini karartan ka­palı bir hava ve onlar gidecekler. Dağların ve yılların ar­dında kalan... ve sadece düşlerimde yaşayacak olan sev-giîi yurduma gidecekler. Bir burukluk, bir yalnızlık, bir öz­lem düşüyor içime. Bu an, duygularımın ayaklandığı ve mantığıma meydan okuduğu bir andır.

-«Onlarla biz de gitmeliyiz» diyorum. Ama orda, Özlediğim, düşünü kurduğum yerde neler bekliyor beni? Hangi acılar, dayanılmaz acılar dölleniyor toprağımda?

-«Gidemeyiz» diyorum.

Mantığım, zafer çığlıkları atarak duygularımın üstüne yük­leniyor. Duygularım ve mantığım... Söz geçiremiyorum on­lara. Onlar, kanlı kavgalara varan bir didişmenin, yıllardır sonu hiç gelmeyen bir didişmenin içindeler. Korkunç yalnı­zım. Bir sigara yakıyorum. Eşimin hıçkinklan geliyor kulağı­ma. Annenin ve Aslı'nın hıçkırıkları... Onların ağıtlannda kendini üreten yalnız bir adam oluyorum. Yapayalnız...

Düşsel olarak yine ordaydım ben. Yüzlerce öğrencinin kaynaştığı Kayseri Lisesinin bahçesinde... Birgün orda ken­di girdabımda dönüp dururken; orta boylu, parkalı bir öğ­renci bana yaklaştı ve:

-«ister mısın?» dedi.

Koynundan bir dergi çıkarıp gösterdi. Nasıl davrana­cağımı bilemedim. Tanımadığım bu öğrencinin yüzüne şaşkınlıkla bakıp kaldım. Sonra elimi cebime soktum ve:

-«Kaç lira?» diye sordum.

-«Bizim amacımız» dedi, «para kazanmak değil, düşün-çelerimizi, yoksul halkımıza benimsetmek... İşçilere kendi sınıf bilincini taşımak... Tekelci kapitalizm... Demokratik burjuva devrimi... Proleterya diktatörlüğü... Emperyalist emeller...»

Anlayamadığım ve ilk kez duyduğum sözcüklerle san--ki ayrı bir dilde konuşuyordu. Konuşurken bir ara adımı söyledi. Şaştım kaldım.

-«Sen adımı da biliyorsun!» dedim.

Gözlerini yumarak gülümsedi. Bu mimik, ona, yaşma pek uymayan bir ağırbaşlılık, aşırı bir olgunluk veriyordu. Kendinden emin bir ses tonuyla:

-«Biz» dedi, «dostlarımızın da, düşmanlarımızın da her şeyini biliriz» dedi.

«Biz» demesinden, bir topluluk adına konuştuğu anlaşı­lıyordu. Hakkımda toplanmış doğru yanlış bir sürü bilgi sa-yıp döktü. Adımı, soyadımı, memleketimi, hangi sınıfta oU duğumu, sınıf numaramı, hangi dersleri sevip sevmediğimi bile biliyordu. Hakkımda her şeyi bildiklerine göre, kendi­lerinin dostu mu, yoksa düşmanı mıydım?

-«Sen halkın oğlusun» dedi.

Kuru, esmer, güven verici bir yüzü, yüzüne pek yakış­mayan büyük bir burnu vardı. Adını sordum.

-«Metin» dedi.

Dergiyi elime tutuşturduktan sonra okulun bahçe kapı­sına doğru yürüdü. Orda kendini bekleyen ela gözlü bir kızla çıkıp gitti. Ertesi gün beni yine okul bahçesinde bul-du. Bu kez yanında arkadaşlan da vardı. Biri, dün gördü­ğüm ela gözlü kızdı; arkadaşlan ona «Ela» diyordu. Diğeri kendini bana «Oral» diye tanıttı. Metin, dün verdiği dergi­yi okuyup okumadığımı sordu. Okuyamadığımı, kafamın çok bozuk olduğunu, daha iyî bîr günümde okuyacağımı söyledim. Metin güldü.

-«Sen onu vakit geçirmeden okuyup, en kısa zamanda eyleme geçmezsen, sözünü ettiğin iyi günler asla gelmez» dedi. «O iyi günleri kendi sesinle çağıracak, kendi ellerinle tutup getireceksin.»

Kitap okur gibi konuşuyordu. Söylediklerini tam olarak anlayamıyordum, ama doğrusunu söylemek gerekirse et­kileniyordum. O gün okuldan çıkınca doğru eve varıp derginin üstüne kapandım. Anlayamadığım satırların altı­nı çizerek, kimi zaman duygulanıp, kimi zaman düşüne­rek okumaya çalıştım. Bazı bölümler beni adeta büyüledi. , Ders kitaplarını hiçbir zaman böyle istekle okumadığım için. anam benden kuşkulandı. Kızkardeşim ona siyasi bir dergi okuduğumu söyledi. Anam haklı olarak geleceğime kaygıyla bakıyordu. Ve söylenerek gidip yerine yattı. Kız-kardeşime öfkeyle bağırdım.

-«Sen de yatsana, muhbir!» dedim. -«Bunu senin iyiliğin için yaptım» dedi. «Okuduğun şeyin ne kadar sakıncalı olduğunu bilmiyor musun? Ço­cuk musun sen?»

-«Git yat hadi!» dedim.

Gidip o da yattı. Geceyarısma dek dergiyle adeta bo­ğuştum. Bir ara anam uyanıp yanıma geldi. Eliyle tepem-deki lambayı göstererek, o cereyanın babamın tarlasından gelmediğini, şu yok halimizde çatır çatır para yaktığımı, eğer bu savurganlığımdan vazgeçmezsem, günün birinde çok perişan olacağımı söyledi.

Anamı başımdan savdıktan sonra, onların parkalı fotoğ­raflarına hayranlıkla bir kez daha baktım. Yürek vuruşları­mın hızlandığını, kanımın daha hızlı dolanmaya başladığı­nı hissettim. Sonra hiçbir şey düşünmeden gidip yattım.

Ela'yla tanıştıktan sonra her gün ders aralarında bulu­şup konuşmaya başlamıştık. Fırsat buldukça da derneğe gidiyorduk. Sanki beni derneğe çeken gizli bir gücün manyetik alanına girmiştim. Eve çok geç saatlerde dönü­yor, anama ve kizkardeşime, uzun bekleyişlerle dolu kor' kulu günler yaşatıyordum.

Dernek, günün hemen her saatinde liseli gençlerle do-lup taşardı. Tüm gençlerin saygısını kazanmış biri vardı, herkes ona «Pompa» derdi. Koyu kahverengi kazağı, ha­fif uzamış sakalı, kısa saçları, esmer yüzü, parkası ve pos-radarıyla, güçlü, sıcak, köklü bir güven duygusu verirdi. Konuşmaları derin bir suskunlukla dinlenir, kıyıdan köşe--den parlak veren birkaç muhalif ses öfkeyle ve anında bastırılırdı.

Birgün yine okul çıkışında derneğe uğramıştım. Pompa konuşuyordu:

-«Arkadaşlar» diyordu, «bize ders kitabı olarak okutulan sözümona <ahlâk> kitabında, <bır doktorun, bir işçiden daha şerefli oiduğu> şeklinde bir şeyler zırvalanmaktadır...»

Dernekte bir uğultu yükseldi. Yumruklar sıkılıp havaya kaldırıldı, sloganlar atıldı. Pompa, koüannı uzatarak kala­balığı susturdu.

-«Arkadaşlar, böyle kızıp köpürmekle hiçbir sonuca varamayız» dedi. «Enerjimizi, sınıf kinimizi boş yere tü­ketmeyelim. Biz bir eylem kararı aldık, biraz sonra onu açıklayacağım...»

Sözünü ettiği eylem kararını açıklayınca ateşli bir tar­tışma başladı. Ahlâk kitabı da dahil, tüm ders kitaplarını, okulun önündeki caddede yakmayı ve böylece çağdışı egıtım sistemini protesto etmeyi önermişti. Bir grup öğrendi, bu eylemin hiçbir devrimci özünün olmadığını, çünkü o gerici ders kitaplarının esasen faşist düzenden kaynak­landığını, bu çarpık ve yoz eğitim sistemini değiştirmek için, ders kitaplarının deği!, faşistlerin yakılması gerektiği­ni söyleyerek ona karşı çıktı. Diğer grup, bu son konuşan gruba «toçkıst» diye bağırınca, son konuşan grup da on­lara «revizyonist» diye bağırdı ve saatlerce süren bir di­dişme başladı.

Sonunda ders kitaplarının yakılmasına oy çokluğuyla ka­rar verildi. Ertesi gün kitapian caddeye küçük bir dağ gibi yı-ğıdık, tam ateşleyeceğimiz sırada, kendimizi polis çemberi­nin içinde bulduk. Kuşatıldığımızı anladığımızda, kaçmak için çok geçti. Kafa-göz demeden coplarla üzenmize yürü­düler. Can derdiyle poiis çemberini yanp bir çağlayan gibi aktık, caddenin diğer ucunda toplanıp, sıkılmış yumruklan-mızı sallayarak sloganlar attık. Sonra bir grup öğrencinin, cadde kenanna parkediİTiış arabalara saldırdığını gördüm. Metin. Oral ve Ela. kırmızı bir arabayı öfkeyle tekmeliyor­lardı, varıp ben de tekmeledim. Bu sırada kafama coplar in­meye başjadı, dönüp baktığımda, Metin'i sürükleyerek gö­türdüklerini gördüm. Oral uzaklaşmıştı, ona doğru koşmaya başladım. Bu arada Ela:

-«Onlara yardım et!» diye bağırdı.

Gösterdiği yöne baktım, üç Öğrenci bir arabayı devirme­ye çalışıyordu. Koşup vardım, arabayı omuzlayarak ben de devirmeye çalıştım. Sonra birdenbire bir uğultu patladı; git­tikçe açıldı, netleşti ve bir gökgürültüsü gibi doldurdu orta­lığı. Dev bir ülkücü ordusunun, ellerinde sopalarla, «Allah1

Allah!» nidaları atarak ve tozu dumana katarak üstümüze sel gibi akmakta olduğunu gördük. Devirmeye çalıştığımız arabayı bırakip kaçtık. O gün, bu eylemlerin sonucu olarak, bizim liseden tam yirmi Öğrenci gözaltına alındı, yirminci öğrenci bendim.

Geceyi toplu olarak karakolda geçirdik.  Ertesi gün mahkemeye çıkarıldık. Kurulu düzeni yıkmak amacıyla bu eylemi başlattığımız iddia edildikten sonra, buna bir diye­ceğimiz olup olmadığı soruldu. Bu savı doğrulayanlardan üçü seçilip tutuklandı, «biz kurulu düzeni değil, sadece bir arabayı devirmeye çalıştık» diyenlerin cezası çeşitli ne­denlerle ucundan kenarından kırpıla kırpıla sıfıra indirildi. O gün, biz on yedi öğrenci dernekte kahramanlar gibi karşılandık.

Ertesi gün derneğe girdiğimde heyecanlı bir kaynaşma gördüm. Herkes kendine bir odun, bir demir parçası se-çip alıyordu. Neler olup bittiğini sordum.

-«Faşizm, Gültepe'nin gecekondularını yıkıyormuş, ora-ntn halkıyla dayanışmaya gidiyoruz» dediler.

Karşıma ilk çıktığı anda faşizmin kafasına vurmak için budaklı bir odun seçip parkamın arasına soktum. Bu arada Pompa konuşuyor:

-«Arkadaşlar» diyordu. «Toplu olarak gitmek sakınca­lı, ikişer-üçer kişilik gruplar halinde gidelim.»

Ben Pornpa'nın grubuna katıldım, yürüye yürüye Gül-tepe'ye vardık. Oraya vardığımızda çok geç kaldığımızı anladık. Büyük umutlarla kurulmuş yoksul yuvalar, dozer­lerle, sanki iskambil kâğıtlarından yapılmış oyuncak evlermiş gibi bir anda yerle bir ediliyordu. Faşizm, dozerlerin önüne yatan kadınları sürükleyerek götürüp kenara atıyor ve direnen erkekleri bir dipçikle susturup etkisiz bırakıyor­du. Gözyaşı ve tozla yoğrulmuş çamurlu çocuk yüzleri gördük. Sonra çığlıklar, ağıtlar duyduk.

-«Bir kadın intihar etmiş» dediler.

Birkaç polis olay yerine doğru koşup gitti. Sonra o yö­ne bir koşuşma başladı. Yıkıntıların ve tozların içinden ağıtlar yükseliyordu. Ötede kadının biri kucağında ağla­yan çocukla faşizme yalvarıyor:

-«Önümüz kış, etmeyin bunu, kulunuz köleniz ola­yım!» diyordu.

İki polis, kadını tutup kenara kirli bir bohça gibi attı. Kadın orda dövünmeye başladı. Kitaplarda, dergilerde anlatılan, derneklerde konuşulan ünlü faşizm buydu de­mek! Koynumdaki budaklı odunu ilk fırsatta onun kafasına indirmek için pusuya yattım. Sonra birden bir çözül­me, bir dağılma oldu. Kaçmaya başladık. Beş kişiyle yıkın­tılar arasında sıkışıp kaldım.

-«Ellerimizdeki sopaları atalım» dedik.

Suç aletleriyle yakalanmak istemiyorduk, ama biz daha sopalarımızı atmaya fırsat bulamadan enselendik. Tutup bir arabaya kapattılar bizi. Ve sonra da alıp Merkez'e gö­türdüler. Bu ikinci gözaltı biraz uzun sürdü.

Çorbalarımızı kaşıklıyoruz. Odada kaşık ve tabak ses­lerinden başka ses yok. Eşime, anneye, Aslı'ya bakıyo­rum. Derin bir suskunlukta yitip gitmişler. Üçü de kendi­lerine baktığımın ayırdsnda değil. Herbiri kendi dünyasında kaybolup gitmiş. Bu suskunluğu nasıl dağıtacağımı dü­şünüyorum.

-«Anama, kızkardeşime, saçları altın sarısı, gözlen bon­cuk mavisi iki minik yeğenime selam söyleyin, yanakların­dan Öpün» diyorum.

Eşim patlarcasına gülmeye başlıyor. Hiçbir şey anlaya­madan bakıyorum. Gülmekten boğulacak. Sonra Aslı'ya bakıyorum... Çökmüş halı, ağlamaktan kızarmış gözleriy­le o da gülüyor.

-«Gülünecek bir şey mi söyledim?» diyorum. Eşimin, gülerken çıkardığı kahkaha sesleri, hiç bozul­madan, dağılmadan, kırılmadan devam ediyor; ama bu kez gülmüyor, ağlıyor... Acılar gülmenin neresinde başlı-yor? Yaşam, kendini niçin ayrılıklarda ve ölümlerde du­yuruyor? Özgürlük düşleri niçin zindanlarda ve sürgünde çiçekleniyor? Kaybetmek, kazanmanın anası mi oluyor, tut­saklık birgün özgürlüğe, acılar sevince mi dönüşecek? Gurbet nasıl başladı bizde, nasıl derinleşti, nasıl bitecek? Birgün Ela üçüncü dersten sonra yanıma geldi ve okuf çıkışında kendisini dernekte beklememi söyledi. Ona Me' tin ve Oral'm nerde olduklarını sordum. Dernekte kendisi­ni beklersem, beni onlara götüreceğini söyledi. O gün son dersi iple çektim. Ben derneğe girdikten birkaç dakika son­ra o da geldi.

-«Bugün eğitim çalışması var, aramıza sen de katılmak ister misin?» dedi.

-«Buna çok sevinirim» dedim.

-«Şimdi git, kalenin Önünde beni bekle» dedi.

Hemen çıktım. Kar serpiştiriyordu. Kalenin önünde yak­laşık yanm saat bekledim. Nihayet gülerek geldi, birlikte yü­rümeye başladık. Bir süre sonra eski bir eve girdik. Odanın biri kullanılmayan eşyalarla doluydu. Karanlık bir aradan dip odaya geçtik, içerde, Metin ve Oral'dan başka iki kişi daha vardı. Oral sobayı yakmaya çalışıyor. Metin onlara bir şeyler anlatıyordu. Biz girince konuşmalarını kestiler. Metin, o iki kişiyi bana takma adlarıyla tanıttıktan sonra:

-«Sen de kendine bir takma ad bul» dedi.

-«Bu çok hoş!» dedim, «insanın kendi adını koyması ne güzel! Keşke doğduğum zaman da böyle demokratça davranılsaydı!.. Neyse, artık çok geç! Benim adım <Deniz> olsun.»

-«Yok canım!» dedi OraL

Üflediği sobayı bırakıp, dumandan kızarmış gözleriyle bana baktı. Diğerleri gülümsüyordu, ama Oral çok ciddi görünüyordu.

-«istersen <Che Guevara> olsun!» dedi.

Metin ona sert bir çıkış yaptı. Şimdi sululukla kaybedi­lecek vaktin olmadığını söyledi. Oral, ona hiç aldırmadan sobayı yakmaya devam etti. Metin sonra bana döndü ve:

-«Canım, sen de koy bir ad, yeni doğmuyorsun ya, sa­kıncasız olsun!» dedi.

-«Bu arkadaşımızın adı <Haydar> olsun» dedi Ela.

-«Oysa ben sizinle tanıştıktan sonra kendimi yeniden doğmuş gibi hissetmiştim» dedim.

-«Tamam, uzatma!» dediler. «Bundan böyle senin adın <Haydar> olsun.»

Bundan böyle Metin ve Oral'ı da gerçek adlarıyla de­ğil, takma adlarıyla anmamı, hatta zorunlu kalmadıkça kendi gerçek adımı bile kullanmamamı, bunun çok önem' li olduğunu, buna kendimi alıştırmam gerektiğini ve daha bir sürü şeyi peşpeşe sayıp döktüler.

O gün, bu yeni arkadaşlarımın Önünde, sol yumruğu-mu kaldırarak, içimdeki eski ben'e ölüm cezası verdim. O masum delikanlıyı, o güzel insanı törenle ipe çektim. Ben artık «Haydar» oldum. O günden sonra diğer «Haydar» arkadaşlarımla  içli-dışiı  bir yaşam  bütünlüğü   kurdum. Düşlerimiz, hayallerimiz birbirine karıştı. Parkalanmız, pos-tallanmız, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su... Konuşma biçim­lerimiz., mimiklerimiz, ses tonlanmiz birbirine karıştı- Aynı heyecanı, bekleyişi, saplantılan yaşadık. Konuşurken aynı sözcükleri kullandık. Amaçlarımız, yaşama tarzımız, Öz-lemierimiz hep aynı oldu. Kendine özgü bir kişilikle orta-ya çıkanlara kuşkuyla baktık ve «kahrolsun bireycilik!» di' ye bağırdık... Cinselliğini Ön plana çıkaranların boyunları­na «hain» yaftası asıp, arkasından teneke çaldık. Her ge-çen gün geride ortak bir anı bıraktık ve ortak geleceğimi­ze doğru, tartışarak, dövüşerek, ölümle kucaklaşarak yü' rüyüp gittik...

Koca bir ders yılı, kulaklarımda anlaşılmaz uğultular ve belleğimde silinmez izler bırakarak devrilip gitmiş, okulun kapanmasına birkaç gün kalmıştı. Kalabalık bahçede, uzakta, onun gözlerini, yüzlerce öğrencinin arasında ela gözlerini gördüm. Yanına vardım. Beni görünce gülerek yaklaştı, yaklaştı, çenemin altına girdi.

-«Yaz tatilinde görüşebilecek miyiz?» dedi.

Beni büyüleyen soluğunu, sıcak soluğunu hissettim. Yüreğim, atışlarını onun yürek atışlarına katarak hızlandı. Damarlarımda onun kanı dolaştı. Onun bakışları, ela göz­leri, gülümseyişi, en ince ayrıntılarına kadar belleğime nakşoldu. Okulun bahçesinde yürümeye başladık.

-«Bunu ben de çok isterim» dedim.

Okullar kapandıktan sonra, onu üç kez görmeye git­tim. Sivil giysiler içinde, gülerek, ateşlerden daha sıcak karşıladı beni. Dünyaya çok geniş açılardan bakan ailesi­ni, Ela'nın önyargısız ailesini, hayretler içinde ve hayran­lıkla seyrettim.

O yaz sonu, eylülün karanlık bir gecesinde her şey bit­ti. Ela'yi kurşuna dizdiler. Bir hücre evde, polisle girişilen si­lahlı bir çatşmada, ölü ele geçirilen «teröristler» listesinin en başında Ela'nın adı ve fotoğrafı vardı. Bitti... Artık benim için yaşamın hiçbir anlamı kalmadı. Her şey anlamını yitir­di sanki, onun gidişiyle kocaman bir boşluk açıldı hayatım­da. Metin yaralı, Oral ve diğerleri sağ ele geçirilmişti.

Okyanusun dev dalgalannda, zavallı bir sandal gibi or-dan oraya yalpalayıp durdum. Ve sanki sihirli bir rüyanın gerçekleşmesi gibi ansızın gelen evlilik... Evliliğin yirminci günü, asker, Haydar'ın maceralannı merak etti ve her yer­de didik didik onu aramaya başladı. Artık gitme zamanıdır...

Her şeyi bırakıp gitme zamanıdır artık. Yıkılan bir ya­nım ve kurulan bir başka yanımla, acıyı ve umudu içice yoğurarak günlerce saklandım. Bütün yaşanmış güzellik­ler, artık çürüyüp dökülen ölümün buyruğunda, anımsanmak istenmeyen, anımsandıkça acı veren anılara dönüş­tü. Çünkü artık gitme zamanıdır... Bacım ağladı, anam sa­çını başını yoldu. Meyveleri yeni çiçeğe durmuş iki ince dal gibi koptuk onlardan. Aslı, kapının önünde, minik el­leriyle gözlerini ovalayarak ağlarken, onun kulağına bir yıl sonra döneceğimizi fısıldadım. Boş bir torba gibi yığılıp kaldı. Onu, orda, sırtı duvara dayalı, için için ağlarken bı­rakıp gittik. Apartmanın önünde yükselen annenin hıçkı­rıklarını geride bırakarak uzaklaştık...

Uzaklarda, sisler içinde kalan gençliğime, sevdiğim kızla­ra, arayışlarıma, zavallı çırpınışlarıma mendil salladım. Ya­şanmış acılara mendil salladım...

Sofra hâlâ ortada. Yemeğin üstüne çay içiyoruz. Ne yapsam, ne söylesem, eşimi, annesini, kızkardesini avuta­mıyorum. Sonra onları rahat bırakıyorum. Kendime yeni bir çay alıp balkona çıkıyorum.

Ash on yaşındaydı bırakıp geldiğimizde. Tegel Havali­manında, bir haziran şafağında, on sekiz yaşında üniversi­teli bir kız çıktı karşımıza. Annenin biraz daha yıpranmış ol­duğunu gördük. O ilk sarılış anında, içimde bir şeylerin çöktüğünü, tükendiğini... ve yeni bir şeylerin kurulduğunu hissetmiştim. Anne ve kızlarının koyun koyuna ağlamaları­nı suçluluk duygusuyla izlerken, içimde yıkılan ve kurulan şeyin aslında bir iktidar değişikliği olduğunu kavradım. O ana dek beni yönlendiren inançlarım, beklentilerim, umut­larım. Özlemlerim sarsıntıyla çöküyor, onun yerine, mantı­ğımın maddeci ve tekelci diktatörlüğü kuruluyordu. O gün­lerde içimdeki Haydan öldürmeye karar verdim. Çektiğim acılar yetmiyormuş gibi, gece gündüz benimle tartışarak, beni eleştirerek, sinirlerimi altüst ediyordu. Bir gece onu öl­dürdüm ve kaldırıp gizlice Tegel Gölüne attım.

-«Ah evlatlarım, bu gelişin bir de gidişi var, ben ona ağlıyorum» demişti anne.

İçinde bulunduğu buluşma anını ve üç ay sonra yaşa­yacağı ayrılık anını birlikte yaşıyor, ağlarken gülüyor, gü­lerken ağlıyordu. Aslı, gözlerini ablasından ve benden hiç ayırmıyor, kendisiyle gözlerimiz buluşunca da gülümse­yerek gelip boynumuza sarılıyor; acıyı, sevinci, hüznü, bütün duyguları sanki bir arada ve aynı anda yaşıyor:

-«Bunun bir rüya elmasından korkuyorum, uyanaca­ğım diye çok korkuyorum!» diyordu.

Gerçek anlamda bir mutluluğu yaşıyorduk. Çok uzun sürmüş bu ayrılığın sorumlusuyum, diye, kendimi suçlar du­rurdum, ama işte şimdi bu ayrılığın mutlu sonuçlannı da ya­şıyorduk. Sürgünün ilk yıllannda, zifiri karanlığı aydınlığa dö­nüştürmek için çok düşler kurardım. Kurduğum düşlerden biri de buydu. Sonunda pek çoğu gibi bu da gerçekleşti. Geldiler... Özlemden ve yalnızlıktan bunaldığımız bir sıra­da, yaşanmış bütün acıları sevince ve mutluluğa dönüştüre­rek, şimşekli göklerden iki yaralı şahin gibi indiler evimize...

Çantalar açıldı. Fındıklar, fıstıklar, kuru meyveler, kolon­yalar... Her tanıdık, her akraba, her dost bir kolonya koy­muş. Bütün bunların çok gereksiz olduğunu bir türlü anla­tamadık anneye. Aslı karşı koymasaymış, daha neler getire­cekmiş. Sucuk getirmiş, pastırma getirmiş, bulgur getirmiş, düğürcük getirmiş, yarma getirmiş...

-«Oldu olacak, Anadolu'yu da getirseydin bari!» deyip güiüştük^

Geceyarısı odalarımıza çekildik. Ertesi gün kahval­tıdan sonra Berlin'i gezdik. Anamı sordum... Anam, ar­tık okulda okuyanım yok diye köye dönmüş. Koskoca bahçenin, iki katlı, sekiz odalı evin içinde yapayalnız yaşadığını söylediler, içimde, yüreğimin oralarda, bir şeylerin kırılıp döküldüğünü hissettim. Ya sevgili kızkar-deşim, o ne yapıyordu? Ben gurbete çıktıktan sonra ev­lenmiş, kocasıyla mutlu muydu? İki minik kızı olmuş, anİata anlata biriremediler. Fotoğrafımı aralarında pay­laşamıyorlar, «dayıcığım» diyerek öpücük yağmuruna tutuyorlarmış. Sonra kiraların pahalılığından, geçimin zorluğundan söz ettiler.

Balkonda, demli çayımdan son yudumu alıp, sigaramı söndürüyorum. Bir çay daha istesem getirirler mi? Onla­rı, yaşadıkları ortamdan biraz olsun uzakiaştırabilir mi bu?

-«Boşver» diyorum.

Gidip çayımı kendim alıyorum. Yine balkona gelip bir si­gara yakıyorum. Sonra yine odadayım. Böyle ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Koridorda, hazırlanmış valizler, çanta­lar... Hazırlanmış valizlerin, paketlenmiş eşyaların getirdiği ağır bir hava, bir hüzün, bir aynhk hüznü yaşanıyor evde. Uçağın kalkmasına iki saat var. Artık bir taksi çağırmaiı...

Tegel Havaîimanindayız. Her tarafta bir koşuşturma, bir heyecan... Gelenlerin getirdiği sevinç, gidenlerin bıraktığı hüzün... Binbir çeşit duygunun, binbir çeşit düşün­cenin kaynaştığı, başlayan özlemlerin, biten özlemlerin

kucaklaştığı uğultulu bir koridor... Ellerimizde valizlerle ka­labalığın içinde yürüyor, Ankara'ya kalkacak olan uçağın bürosu önünde beklemeye başlıyoruz. Sessiz, uzun, tedir­gin ve huzursuz bir bekleyiş...

Gidecekler... Acılarımızı tutuşturarak, gurbette bizi yal­nız ve pişman bırakarak çekip gidecekler. Annenin oturdu­ğu köşe bomboş kalacak, onu çok arıyacağtm. Yün örüşle-rini, gülüşlerini, ağlayışlarını...

Onlar gittikten sonra evde bir boşluk hissedeceğim, belli. Sonra o boşluk büyüyecek ve beni içine alacak, kaybolup gideceğim. Ben artık Haydar değilim. Beni sürgü­ne zorlayan inançlanm, umutlarım, özlemlerim yok. Eski düşlerim, düşüncelerim yok artık. Peki ben şimdi kimim? Niçin burdayım, buralar nere?

Yüzüm niye gölgeli, içimde niye kasırgalar esiyor? Sıt­malı gibi niye titriyorum şimdi? Taa diplerden, çok derin­lerden gelecek olan dalgaların, köklü dalgaların uğultusu mu bu, nedir?

Duygularımla mantığımın silahlı çatışmaları başlıyor yine. Uzun sürecek bir kavganın başlangıcındayım. Gecem ve gündüzüm onlann kanlı kavgalanna tanıklık etmekle geçe­cek. Duygulanm Haydar'ı savunacak. Aylar önce öldürülen ve gizlice Tegel Gölüne atılan militanın sesini duyuracak...

Mantığım karşı koyacak, biliyorum. Ülkeme, yıllar son­ra paralı dönmemi isteyecek. Duygulanm, kendi sınıf bilincini alamamış insanların, sınıf değiştirebileceklerini sa­narak çılgınlar gibi çalıştıklarını ve ömürlerinin sonlarına doğru servet yerine çürümüş kemikleri ve buruşmuş derileriyle karşılaştıklarını anımsatacak... Bu kavga bende kor­karım hiç bitmeyecek.

İkisinin de avukatlığını yapacağım. Duygularımı savu-nurken mantığımla yaşayacağım. Mantığımla yaşarken de duygularımı Özleyeceğim. Ben bu ikiyüzlü yaşantımı, ken--dimle dövüşerek, kendimle vuruşarak sürdüreceğim.

-«Ben önce böyle değildim» diyorum. «Bir yerlerde bir hata mı yaptım?»

İlk gençliğimi ipe çekmekle mi yaptım bu hatayı, yoksa Haydar'ı yurtdışına kaçırmakla mı? Haydar'ı öldürmek mi... yoksa en başta Haydar olmak mıydı yanlış olan? Bi­lemiyorum...

-«Ben bir yerlerde mutlaka bir hata yaptım.» Çünkü gözlerim hep uzaklarda... Bitmemiş, yarım kal­mış bir destanı okur gibiyim. Dalıp dalıp gidiyorum içim­deki sessizliğe. Pankartları ben taşırdım oysa, sloganları ben atardım. En görkemli yazıları ben yazardım duvarla­ra; «kahrolsun!» derdim, «yaşasın!» derdim. Sanki bana inat semirdi «kahrolsun!» dediklerim. Kavgalar alıp götür­dü yarısını yüreğimin, kavgalarda kaybettim aşk: ve sevgi­yi, birer birer dökülüp gitti «yaşasın!» dediklerim.

Benim gençliğim, sıcak çay Özlemleriyle tutuşan ayazli kış gecelen... Benim gençliğim, sigara paketlerine yazılmış sevda şiirleriydi. Köpüklü sular gibi inerdim denizlere, deryalar be--nimle dolardı. Oysa şimdi bir kedi pençesiyle yaralıyım, yüre­ğimde nankör bir sıyrık. Dalıp gitmişim; Öyle uzak, öyle derin, Öyle mahzun. Kayaları ürkütür suskunluğum.

Vakit tamam. Anne-kız, sadece bedenleriyle değil, bü­tün duyguları, bütün düşünceleri, bütün varlıklarıyla kucaklaşıyorlar. Onları yaklaşan vakit bile ayıramıyor. Kor­kunç bir görüntü... Sonra kızını bırakıp bana sarılıyor an­ne. Yiğit bir kartal gibi kanatlarına alıyor beni. Bir sıcaklık, ana sıcaklığı, bir özlem...

-«Kızım sana emanet» diyor.

Eşimi bana emanet ediyor. Direncim burda, sabrım burda, gücüm burda bitiyor. Ağlamaya başlıyorum... Yabaneilerde bizi parçalamak için pusuya yatmış düşmanlan­mız; dost gülüşlü, dost bakışlı düşmanlanmız, yani akraba­larımız var... Onu korumalıyım. Akbabalardan, yam­yamlardan, çaylaklardan, çıyanlardan korumalıyım onu. Kem gözlerden hain bakışlardan sakınmalıyım. O bana emanet,.. Ya ben?

Sonra ağlayarak Aslı sarılıyor boynuma. Aslı hıçkınklar içinde, acılar içinde... Gözleri ağlamaktan şişmiş, kıpkızıl olmuş.

-«Sen ağlama enişte» diyor. «Ben senin yerine de ağlı­yorum. Sırf sen ağfamayasın diye...»

Güçsüz görmek istemiyor beni. Ben güçlü olmalıyım. Oysa ayrılık yıllar almış. Sonra bir rüyada gibi kavuşul­muş. Sonra da cehennem acılan yaşanmış. Ben nasıl ağ­lamam ya...

Aynliyoruz. Beynimizin bir kenannda döllenmeye yatan ve her geçen gün gelişen ve sonunda doğan... O beklenen an geldi işte. Aramızda sadece cam bir bölme var. Karşıdan karşıya el sallıyoruz.

-«Gülegüle anne- Gülegüle kardeş.»

Her şey bitti... veya yeni başladı... veya hiçbir şey ya­şanmadı... Bu bir rüyaydı. Açılarıyla, sevinçleriyle, biten ve başlayan öziemleriyle, üç ay sürmüş, hüzünlü, gizemli bir rüya... Eşimi ordan alıp, onları cam bölmenin gerisinde el sallarken bırakıyor ve daha rahat ağlayabilmek için uzakla­ra kaçıyorum...

 

Basından Seçmeler

 

Vehbi Bardakçı, Kültür Bakanlığının açtığı bir yarışmayı kaza­narak, ödülünü, dönemin Cumhurbaşkanından alarak geliyor. Özelliği sadece bu olsaydı, birçok resmi yarışmalardan çıkar­dıklarımızı çıkarır susardık; ancak, yazı sanatının başarılarını se-zen ve yakalayan genç bir yetenek karşısındayız. Fakır Baykurt Merhaba, 1981

Genç  yazar Vehbi   Bardaçi;   akıcı   diliyle,   güzel  duygularıyla, gerçekçi bir bakışİa, halkın sorunlarını, isteklerini, yapay olmayan bir yolda kavnyor ve en belirgin bir biçimde gözler önüne seriyor. Hasan Devvran Forum, 1981

«Kapı Kapı», bir dönemi, evrensel olabilecek boyutları ve çizgileriy­le saptamayı başarmıştır. Çayıralan Lisesini bitirip, üniversiteler ara-sı giriş sınavlarında dörtyüz puan alan İlyas Hacı Bey, bir yükseko­kula Önkayıt yaptırabilmek için, Ankara, İstanbul ve Afyon'da kapı kapı dolaşıyor. Her çaldığı kapıyı zorbalar tutmuş. Kiminde horla­nıyor, kiminde alaya alınıyor, kiminde dayak yiyor. Şoföründen kahvecisine kadar herkes ona yükleniyor. Kimseden bir gram anla­yış görmüyor. Fırtınalı denizler ortasında zavallı bir varil gibi ordan oraya yalpalayıp duran bu gencin, güldüren ve acı acı düşündüren durumunu okurken, dünya çapında bir edebiyat kahramanı ile kar-Şi karşıya olduğumu sanıyorum. Fakir Baykurt Merhaba, 1984

Bardakçfnın öyküleri, acılı bir kuşağın yaşamından kesitler ge-tiriyor. «Umut Dağların Ardında», sadece bedenine değil, aynı zamanda insanlık onuruna indirilmiş darbeleri olağanüstü bir dirençle göğüsleyen ve darağacına giderken bile yaşamın ince-liklerini ve güzelliklerini görüp ona bağlanan gencecik bir insa­nın ölümsüz destanıdır. Sanat Dergisi Paris, 1987

Vehbi Bardakçı, Almanca ya çevrilen «Yüreğin Burkulmasın» ve «Gerdek Gecesi» adlı Öykülerinde, Anadolu koy yaşamını canlı gö­rüntülerle önümüze sererken, bizi, gurbetin zorluklanyla da karşı karşıya getiriyor. Bir yandan ana-babalar ve onlann toplumdaki ro­lü anlatılırken, diğer yandan, büyük bir duyarlılıkla, kızlann gelenek­le çarpışmalanndan ve onlann çaresizliğinden söz ediliyor. Dildeki netlik ve akıcılık, dengeli ayrıntılarla örülmüş anlatım ustalığı ve duy­gu yoğunluğu, öykülere büyük değer katıyor. Miriam VValther DieBrücke, 1987

Vehbi Bardakçı, konularını seçerken ve onları işlerken çok titiz davranıyor. İç dünyalan bir psikolog gibi didiklerken, okuru derin­den etkileyen büyülü bir anlatımla, insanı ve doğayı bir ressam gi­bi adeta nakışlıyor. Çok canlı, neî, fbtoğrafık görüntüler veriyor, iç dünya ile dış dünyayı sağlam bağlarla Örüyor birbirine. Somut ol­gulardan yola çıkarak varıyor hedefe. Halkbiliminden yararlanmasini çok iyi biliyor. Oldukça sağlam, yalın, akıcı bir dili var. Öykü­lerde, süslü püslü, uzun, dolambaçlı tümceler yok. Yöresel söz­cüklerden, deyimlerden ustaca yararlanıyor. Olayiann geçtiği yer­lerde; dağ. taş, kurt, kuş, doğadaki bilcümle varlıklar dile geliyor. Can Yoksul Yazın, 1988

Geç de olsa, Vehbi Bardakçfyı tanıdığımız için seviniyor ve de­ğerli eserleri için kendisini kutluyoruz. Anadolu insanının, bas­kı ve zulme karşı verdiği çetin mücadeleleri çağımıza taşıyan ölümsüz ozanlar gibi, o da, acı ve kanla yoğrulmuş bir kuşağın tanıkları olan öyküleriyle dünü yarınlara taşıyacak. H. Ergün İşeri Sosyal Demokrat, 1988

Şimdi otuz iki yaşında olan ve Berlin'de yaşayan Vehbi Bardakçı, Türkiye'den gitme bir yazar. 1979'da, Gençlik ve Spor Bakanlı­ğı ile Kültür Bakanlığının ortaklaşa açtıkları bir yarışmada, «Acılar Paylaşılmaz» adlı ilk öyküsüyle birincilik ödülü almıştı. Şimdi dört kitabı var. Öykülerinin bir kısmı Berlin'de Almanca ve Türkçe olarak Hitit Verlag tarafından yayınlandı. Vehbi Bardakçı'yı ilk kitabından beri izliyorum. Akıcı bir dili, özgün bir tekniği var. Mahmut Makal Türk Dili, 1988

Bardakçı'nın, seksenli yıllarda 5 ayrı kitap olarak yayınlanan ve 2006'da «Yarım Kalan Türkü» adıyla tek kitapta toplanan öykülerini büyük bir heyecanla okudum.

Sebahat Oral Moraiite / Editör, 2006 Sürekli Türkü

Sevgili Vehbi, yol arkadaşım,

Yaşamak şimdi sürekli bir türkü.

Sevdalı yüreğin burkulmasın ayrılıklarda.

Sen o güzel dilinle.

Bıraktığın yerden başla yarım kalan türküne.

Aslolan odur ki, gurbet senin yurdun.

Bir bilge gezgin oldun. Yoksul hanelerine ateş düşmüş insanların Acılarını süpürmek İçin kapılarını vurdun. Şimdi sen farkında mısın farkının bilmem. Bizim ora insanları gibi elini kulağına atarak. Sürekli bir türkü tutturdun.

Sevgili Vehbi, yol arkadaşım. Uç kitabını daha yaz hayatın; Biri ayrılık, Biri yoksulluk, Biri ölüm olsun.

Türkümüz yarım kalmasın, Ayrılık acı, yoksulluk yok olsun.

Ecelsiz Ölünmesin,

Ölürken bile

İnsanlar tok olsun.

Haydar Eroğlu / Selam Olsun

Gerçek Sanat Yayınları, Şiir 1989

 

Seçme Mektuplar

 

Sevgili Vehbi,

Dün Frankfurt'tan Nürnberg'e giderken kitabını okudum. İki gün önce" de Koln'deki bir Türk kitapçısında kitabını gördü­ğümde sevinmiştim. Ama okuduktan sonra sevincim daha da arttı. Geçen dönemin acılarını kâğıda dökmek ancak bu kadar olur. Hem de, birçok yazarın «yazıyorum» diye kendi küçük dünyalarını yazdıkları ve karamsarlıklarını başkalarına da taşı-maya çalıştıkları bir dönemde... Trende, hikâyelerini sarhoş edici bir çekicilikle okudum. Kutlarım. Candan kutlarım. Yıldırım Dağyeii Rückersdorf, 18. 5. 1981

Sevgili Vehbi,

Doğrusu kitabını alınca şaşırmadım desem yalan olur. Nerdeyse görüşmeydi iki yıl oluyor. Önce kitabın Almanya'dan gelişi beni şa­şırttı. Ama sonra ödül alan öykünü kitabın içinde görünce dutumu Vavaş yavaş anlamaya başladım. Her şeye rağmen beni hatırlaman, Ostelik, en olmadık bir yerde bulup kitabını bana ulaştırman, beni çok duygulandırdı. Sana ve ordaki bütün arkadaşlara en içten sev­gi ve selamlarımı yollar, bu basanlı çalışmalarını sürdürmeni ve ha-^ettiğin ödüllerin tümünü kazanmanı dilerim. *Nuri Çolakoğlu / BBC Türkçe Yayın Bölümü Londra, 29. 5. 1981

Sevgili Sanatçı Dostum Vehbi Bardakçı,

Tanışmamızın üstünden üç yıl geçtikten sonra senden haber afmak beni sevindirdi. Hem de, kupkuru bir selamla bir sağlık haberi yerine, sapasağlam öykülerden oluşan bir kitapla ulaş­tırdın bu haberi. Kadı kızında bile bulunabilecek ufak tefek ku­surları bir yana koyarsak, öykülerin çok sağlam. Bu sağlamlık, yaşamın içinden, en can alıcı bölgenin konularını işlemenden ve de oranın çocuğu olmandan ileri geliyor. Sana doğal gelen bu durum, yırtma yırtma yıllardır ne idüğü belirsiz bir sürü her­zeler üreten, dolambaçlı, anlamsız cümlelerle bir şey yaptıkla­rını sanan ve kitapların dışındaki toplumu tanımayan sözde ya­zarlar için büyük bir ders kaynağıdır. Hatta, onların yüzlerine indirilmiş bir yumruktur. Bunu farketmemiş olmaları olanaksız. Sessiz kalışları ondandır. Mahmut Makal Berlin, 20. 3. 1982

Sevgili Vehbi Bardakçı Arkadaş.

Kitabındaki Öykülerin herbiri, Anadolu'nun yetmişli yıllarda ya­şadığı dayanılmaz acılan anlatmakla kalmıyor, halkın canım di­li ve deyimleriyle kısa yoldan iç dünyaları aniatma gücünü de sergiliyor. Günümüzde, sermaye çevrelerinin ve onların ede­biyattaki uzantılarının, yeniden «sanat sanat içindir» diye tut­turmaları ve ün düşkünü, yaşadığı toprağın acılarından ve san­cılarından habersiz yazarcıkian etkilemeleri gözlemlenirken, senin yumruğunun belirmesi çok anlamlıdır. Demek ki. göl ye-rinde su eksilmeyecek ve Anadolu, emzirdiği Öz evlatlarının gününü görecek... Bu zaten hakkıdır da o güzelim yurdun! Mahmut Makal 14.4. 1982

Sevgili Bardakçı,

İlk öykülerinizi zevkle okumuştum.  «Kapı Kapı»yı da zevkle okuyacağımdan eminim. Gelecek ay bir konser için Berlin'e geleceğiz. Orda sizinle tanışmak isterim. O güne kadar bir ak­silik olmaz da okuyup bitirebiiirsem, kitabınız hakkında da ko­nuşuruz. En iyi dileklerimle. Melike Demirağ VVesseling, 25. 10. 1984

Kardeşim Vehbi Bardakçı,

Olaylara   bakışın,   bu   olayları   yorumlayışın   ve   toplumsal

gerçeklere uyarlayışın oldukça başarılı. Toplumda ve insanda

zıtlıklar bulup onları ortaya koyman çok iyi. Başarı dileklerimi,

sevgi ve selamlarımı sunarım.

Adnan Binyazar

Berlin, 3. il. 1984

Sevgili Vehbi Bardakçı,

Öykülerinizi ilgiyle okuyorum. «Almanya'da Türk Edebiyatı»

konusunda   araştırma   yapan   bir   öğrencimede   verdim.

Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Nedim Gürsel

Paris, 20. 11. 1984

Vehbi Kardeşim,

Kitabın için teşekkür ederim. İlyas Hacı Beyi zevkle okudum. En belirgin özelliğin, insanları çok iyi konuşturuyor olman. Sa­nırım ilerde oyun da yazarsın. Çünkü o malzeme sende var. Gözlerinden öper. çalışmalarında başırıîar dilerim. Muzaffer İzgü İzmir, 30. 11. 1984

Sevgili Vehbi Kardeş,

Öykülerinizi beğenerek okuyorum. Hayata bakışınız bana ters gel'

miyor. Bu güzel yapıtlarınızdan dolayı sizi içtenlikle kutluyorum. Edip Akbayram Moda, 20. 12. 1984

Sevgili Yeğenim Vehbi,

Öykülerin çok güzel- Hepsini de zevkle okudum. İşlek bir dilin var. Ayrıca insanları konuşturmadaki başann da kutlamaya de­ğer. Yine otelde tarifsiz yalnızlığımla başbaşayım. Altıncı romanı­mı tamamladım. Bu kez konu Istanbul-Beyoğlu-gece kulüpleri. Sevgiyle gözlerinden öpüyor, başarılar diliyorum. Abbas Sayar Yozgat, 11.2, 1985

Genç Arkadaşım Vehbi Bardakçı,

Bir dergide, «Umut Dağların Ardında» adlı öykün ilişti gözüme, Okuyunca sarsıldım. «Ana» olduğum için belki diye düşün' düm. Uzun aralarla her okuyuşumda duygularımı böyle açık­ladım. Bir ananın yangıları, çırpınışları, bundan daha etkileyici, bundan daha çarpıcı anlatılamazdı. Sonra bunun bir «güç» ol­duğunu düşünmeye başladım.  Sanatın ve sanatçının, insanı çok derinden etkileyen sihirli gücü buydu demek! Yüksel Selek Duisburg, 22. 10. 1985

Sevgili Vehbi,

Saliha Güner'in. Türkiyedeki sanat dergilerine seninle ilgili yazacakları bir yana, ben, «Umut Dağların Ardında» adlı Öykii-nün bir harika olduğunu hemen belirtmek istiyorum. Bu öykün bende bir utanç duygusu yarattı. Utanç... Bizim utancımız...

Kaçakta, sürgünde, dışarda olanların, o yarım özgürlüğü tenin­de diken gibi duyanların utancı...  Darağacına giderken bile sevgiyle çarpan bir yüreğin öyküsü... Öykü mü bu, ağıt mı, şi­ir mi, destan mı, tanımlamakta güçlük çekiyorum. Yüksel Selek Duisburg, 28. 2. 1986

 

Yazar Olmak

 

-«Sorumuza, <Vehbi Bardakçı kimdir?> diye başlamıyoruz; çünkü <Gençlik> okuru Vehbi Bardakçı'yı tanıyor, ama Vehbi Bardakçı'nın yazmaya ne zaman başladığını bilmek istiyor?»

-«Sözlü halk edebiyatının kırsal kesimde geçerli olduğu son yıllar, okul öncesi çocukluğuma denk düşer. Avrupa'nın çeşitli ülkelerine emek göçünün başladığı altmışlı yıllarda köyümüze giren radyo, hikâye ve masalların anlatıldığı koy odalarını kapa­tıp herkesi evine bağlamış, ilkokula başladığım yıl bizim de bir radyomuz oldu. Birkaç yıl sonra fotoğraf çektirmek için gittiğim kasabada sinemayla tanıştım. Büyülenerek izlediğim o ilk filmi (bir efsane uyarlamasıydı), başından sonuna dek defterime yaz­dığımı hatırlıyorum. Soranlara da <roman> yazdığımı söylüyor­dum. Özentiyle başlayan bu yazma sevgisi gittikçe bir tutkuya dönüştü-»

-«Daha sonra güzel Öyküler çıktı ama.-.» -«Lise son sınıftayken. Kültür Bakanlığının, I 979'da gençler arasında açtığı bir yarışmaya katılıp birinci oldum- Bir yıl sonra da yurtdışına çıktım. 1981 'de ilk öykü kitabım Almanya'da ya­yınlandı. Sonra diğerleri geldi. Frankfurt Kitap Fuarında, Orta­doğu Yayınevinin sahibi Hüseyin Çölgeçen'le tanışmamız ba­na şans getirdi diyebilirim.»

-«Şimdi de nasıl yazdığını merak etmeye başladık. Öykü, Vehbi Bardakçı da nasıl oluşuyor?»

-«Yazmak için özel bir çabam olmuyor- Konu aramıyor, seçmiyor, seçîiğim konuyu yazmak için kendimi zorlamıyoruni-Tam tersine konu beni seçiyor.»

-«Seni etkileyen olayları çıkış noktası olarak alıyorsun. Doğ­ru mu anladım?»

-«Evet, öyle olunca tabii koşullar ne olursa olsun yazıyo­rum- Aslında yazmaya oturduğum an, öykü kafamda bitmiş oluyor. Bu yüzden çok çabuk yazıyorum.»

-«Genç yaşına karşın oldukça yoğun çalışmalar içinde oldu­ğunu biliyoruz. Sırada, kitaplaşmayı bekleyen daha başka öy­külerin de var- Bunların bir kısmını, çeşitli dergilerde severek okuduk. Okurken, <Vehbi Bardakçı acaba niçin yazıyor?> diye kafamıza bir soru takıldı..-»

-«Niçin yaşıyorsam onun için yazıyorum. Yazmak, bu işi ciddiye alanlar için bir yaşam biçimidir. Ben, okumayı ve yaz­mayı seviyorum. Beni kimse zorlamıyor. Kimse bana para da vermiyor. Öyle pek ünü-şanı da yok bu işin. Okumak ve yaz­mak, yaşantımın doğal bir parçası diyebilirim- Yemek ve içmek gibi bir şey. Kendimle yaptığım kavgayı yatıştırmak için yazıyo­rum mesela... Çelişkilerimi uzlaştırmak, içimde bir uyum ve denge kurmak için yazıyorum.»

-«Ama okura özellikle vermek istediğin bir şey var öyküle­rinde. Varmak istediğin bir sonuç, vurmak istediğin bir hedef var sanıyorum.»

-«İzlediğim filmlerin etkisiyle yazmaya amaçsız yönelişim, lise­nin ilk yıllannda, ünlü bir yazar olma isteğine dönüştü. Sonra o dönemin siyasi dalgalanmaları ve gençlik hareketleri herkes gibi beni de etkiledi. Bireysel kurtuluşun, ancak sınıfsal kurtuluşla ola­sı olduğu görüşünden hareketle, dünyayı değiştirme kavgasında sanatın gücü ve önemi üstüne düşünmeye başladım- Onu, yaşama güzellikler katma savaşının bir biçimi olarak seçtim. Sonuçta yine aynı noktaya geliyorsun. Kendinle ve toplumla olan çatışma-lann, seni düşünmeye ve yazmaya itiyor.»

-«Genç yaşta tanındın. Öykülerin, okurlar arasında beğeni kazandı. Bunu neye veya kime borçlusun?»

-«Kimseye borçlu değilim. Önce şunu belirtmeliyim; sizin de bildiğiniz gibi Öykülerim Almanya'da yayınlandı ve bu ne' denle Türkiye'de beni köylülerimden başka kimse tanımaz. Sanıyorum şimdi onlar da unuttu. Beşikte bıraktıklarım artık okula gidiyor- İlkokula giden kızlar çoktan gelin olup çoluğa ço­cuğa kanttı. Tam yedi yıldır yurduma uğramadım. Ne zaman döneceğimi de hiç bilemiyorum. Öykülerimin sevilmesine ge­lince; sadece yazın türlerinde değil, sanatın tüm dallarında, kendinizden eğer bir şeyler bulursanız, onu seversiniz. Benim öykülerim için de aynı şeyler geçerlidir,»

-«Özellikle yazı dilin çok açık. Herkesin anlayabileceği bir dil. Ayrıca da şiirsel. Bu konuda neler söylemek istersin?»

-«Öncelikle <Türkçe> yazdığımı söylemek isterim. <Türkçe> yazdığıma göre, Türk halkı kendi dilini anlayacaktır herhalde. Ben bin yıl uğraşsam, anlaşılmayan veya zor anlaşılan tek satır yazamam. Bunu becerebilenler büyük yetenek doğrusu!» -«Şiirsellik...»

-«Yazdıklarım üzerine hiçbir iddiam yok. Olması da zaten doğru olmaz. Günümüzde yazılan <şiirler> bile şiirsel) olamaz­ken, benim zavallı öykülerimden bunu beklemek, bana ve Öy­külerime haksızlık olmaz mı?»

-«Sanat nedir Vehbi? Sen ne anlıyorsun sanattan?» -«Sanatın açık bir tanımı bence yok. Ortaya koyulan şey sa­nattır veya değildir. Biçim tartışmalarıyla suları bulandırmak so­runu çözmüyor. Çünkü biliyoruz ki, sanatın tek amacı o değil.

Esas olan, insanı etkilemek ve onu hedeflenen yönde değiştir­mektir. Bunu yapamıyorsanız, yazdıklarınızı hangi biçime so­karsanız sokun, hangi kalıba dökerseniz dökün, hiçbir önemi yoktur. Bu konunun çok boyutlu ve derinlikli olduğunu, yazar­lardan çok yazın tarihçilerini ve eleştirmenleri ilgilendirdiğini kabul etmekle birlikte, şunu açıkça söyleyebilirim; insanın yü­zünü biçimlendiren, onun psikolojisidir. Romanın, şiirin, öykü­nün ruhu. kendi biçimini yaratacaktır. Yazılanların eğer ruhu yoksa, biçimi zaten olmayacaktır. Sapır saçma yazım teknikle­riyle durumu kurtarmaya çalışmak, makyaila çirkinliği Örtmek gibi boş bir çaba, umutsuz bir çırpınıştır.»

-«Yazar olmak isteyen genç arkadaşlara neler önerirsin? Yazar olabilmek için hangi engelleri aşmak zorundalar?»

-«Kendi iç engellerini aşmak zorundalar. Aşılacak başka hiçbir engel yoktur. Çok yönlü yaşamak ve okumak, duyarlı ol­mak, yaşamın girdaplarına kapılmamak, küçük ayrıntılarda bo­ğulmamak, özentilerden, alışkanlıklardan, saplantılardan kur­tulmak, kendi kişiliğine, kendi diline güvenmek ve daha buna benzer bir sürü şey... Yani bunlar insanın dışında değil, içinde çoğalan engellerdir, iç sorunlarını ve karmaşalarını çözemeyen insan, anlaşılmayan veya zor anlaşılan şeyler yazıyor. Bunu ya­parken, kendilerinin süper zekâ olduklarını ve dolayısıyla oku­yucunun da Öyle olması gerektiğini, açıkça söylemiyorlarsa bi­le sezdiriyorlar. Ayrıca, yazmaya çalışan gençlere de çok kızı­yorlar. Çok öfkeliler...»

«Yazar olmak istiyorsan, dünyaya doğru bakmak, yaşamı, tüm ayrıntıları ve çeliskileriyle sağlıklı kavramak ve bunların dı­şında, namuslu ve dürüst olmak zorundasın. Namuslu ve dü­rüst... Basit hesaplan olan ikiyüzlü bir insan, sanatçı değil, bak-kai çırağı bile olamaz; çünkü ustasına ve işine ihanet eder.

Eğer bu kişi polittkacıysa topluma ihanet eder, imamsa dinine ihanet eder. Mükemmel bir sanatçı tipi çizdiğim sanılmasın, ben sadece normal bir insandan söz ediyorum. Sanatçı olman şart değil, insan olarak dürüst olmak zorundasın.»

«Aslında çok karmaşık ve çok boyutlu olan insanı, sadece aşını ve isini düşünen iki boyutlu basit bir varlığa indirgeyen ka­pitalist toplumda yaşıyoruz. İdeolojik olarak tam karşıtı bile ol­san, hiç ayırdına varmadan, içinde yaşadığın toplumun küfrü-ründen etkileniyorsun. Bencillikten korkaklığa, sahtelikten çı­karcılığa kadar bir yığın sakıncanın içinde yaşayan genç arka­daşlarım eğer sanata gönül verebiiiyorlarsa, bu bir zaferdir! Yı­kıcı eleştirilerle onları umutsuzluğa düşürmek yerine, gereken desteği onlara sağlayarak gelişmelerine hizmet etmek gerekir. Ama tabii yazdıkları dört dizeyle dünyayı hazroia çağıran sanat bezirganlarının böyle bir sorumluluğu yok. Yani onlar böyle bir sorumluluk duymuyorlar. Onların, renkli camların ardındaki alaylı ve küçümseyen bakışları, aslında, aşağılık duygularını tat­min etmek içindir.»

-«Son olarak okurlarımıza iletmek istediklerin?» -«Bu konuşma için teşekkür ederim. (Gençlik) çalışanlarına ve okurlarına candan sevgiler. Hepinize sevgiler, saygılar, ba­şarılar...»

Gençlik Nisan 1986

 

Acılı Kuşağın Sesi

 

-«Sayın Bardakçı, <Gerdek Gecesi>ne söyleşimiz süresince yeniden döneceğiz. Ben, yazın yaşamına, i979da Kültür Ba­kanlığının açtığı bir yarışmaya «Acılar Paylaşılmaz» adlı ilk öy­küsüyle katılan ve birincilik ödülünü dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün elinden alarak giren... o dönemlerin Vehbi Bardakçı'sına dönerek. <bu ödül. yazın yaşamınızda bir dürtü oldu mu?> diye sormak istiyorum.»

-«Bu ödülü yazdıklarıma kesinlikle bir ölçü olarak almıyo--rum; ama yazmaya yeni başlamış bir liseli için özendirici bir i§' ievi olmuştur kuşkusuz. Bu Ödülün benim için başka özel an--[amları da var; on yıl önce ilk öyküme verilmiştir ve aynı za--manda ilk Ödülümdür. Bu gidişle gaiiba <son> olmak gibi bir özelliği de olacak. Şimdi artık o tarz öyküler yazamıyorum. Türkiye bana çok uzak. Siyasi nedenlerden dolayı on yıldır gi­demiyorum. Sanki kirli bir camın ardından bakıyorum yurdu­ma. Her şey bir hayal ya da rüya gibi silik ve belirsiz. Gittikçe oraya ilişkin duygularımı da kaybediyorum.»

-«Öykülerinizde genellikle 12 Eylül öncesinin siyasi buna­lımları anlatılıyor, bunun özel bir nedeni var mı?»

-«Bu toplumsal bir sorun, özel bir nedeni nasıl olabilir ki? Her yazarın bir çıkış noktası vardır. Yetmişli yıllarda yaşanmış acıları anlatmak da benim çıkışım oldu. Çünkü ben o dönem­de iise öğrencisiydim, kavganın tam ortasındaydım ve liseli militan bir kızı seviyordum. Bütün bunlar yazmak için yeterli bir neden zaten. Ama artık bu konuyu daha fazla götürmek, Önv rümün sonuna dek hep aynı türküyü söylemek istemiyorum. Şimdi artık çok değişik bir ortamdayım ve çok değişik şeyler ya-şıyorum. Bu yeni yaşam biçimi, bundan sonra yazacaklarımı etkileyecektir mutlaka.»

-«Bununla sanıyorum Almanya ortamını ve bu büyük gö­çün getirdiği yeni yaşam biçimini kasdediyorsunuz? Bu değişik ortamdan biraz söz eder misiniz?»

-«On yıl önce, emperyalizmin kültürel ve ekonomik işgaline karşı yurt savunması yapıyorduk, en azından yaptığımıza inanı­yorduk; bugün ise, bizi yurtianndan kovmak isteyen şovenlere karşı var olma savaşı veriyoruz... Bu yabancı ülkede kalabilmek ve çağdaş köleliğimizi devam ettirebilmek için direndiğimize göre. <yurt> kavramının bizde nasıl şekillendiğini siz düşünün. Kimimize göre pahalılıktır, işsizliktir orası... Kimimize göre işkencedir, idam­dır, polis copu, asker dipçiğidir... Çaresizliklerin,, bunalımiann. mutsuzlukların kaynağıdır Türkiye... Ben şimdi burda gurbeti ve doğal olarak onun getirdiği zorluklan yaşarken, diğer yandan ül­kemin acılarını da yaşıyorum. Yani ben on yıldır yurdumda yaşa­mıyorum, ama yurdum on yıldır tüm derinlikleri ve boyutlarıyla bende yaşıyor. Gurbetin getirdiği bunalımlardan söz açıyorsam, bilinmelidir ki. o bunalımların altında hiç bitmeyen bir yurt özle­mi yatmaktadır. Bu, insanla birükte mezara kadar gidebilecek bir özlemdir.»

-«Yeni çalışmalarınız var mı?»

-«Biraz önce söylediklerim, bu son çalışmamla ilgiliydi za­ten. Yeni bitirdiğim, <Gurbet Yurdumdun adlı bir öykü var. Öykü, uzun yıllardan beri sürgünde yaşayan eski bir militanın çevresinde başlayıp gelişiyor. Derinleşen yalnızlıklar, hüzünler. çekilen acılar... Kafasında, sürekli olarak, kendini sürgüne zor­layan olaylar zinciri... Dostları, düşmanları ve aşkları... içine vahşice gömdüğü ve serpilip açılmasına hiçbir zaman izin ver­mediği zavallı aşkları...»

«Öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül... Benim kuşağım, kendini işkenceden ve ipten kurtarabilmişse, şimdi ya cezaevindedir, ya sürgünde... Ben, kuşağımın sürgündeki parçasıyım. Bu son çalışmam, gurbetten; acıların, çatışmaların, bunalımların çok değişik boyutlarda yaşandığı yabancı bir ülkeden, geçmişine bakan, bakarken, geçmişini ve kendini sorgulayan eski bir mili­tanın öyküsüdür.»

-«Öyküde anlatılan kişi siz misiniz?»

-«Öyküyle benim yaşamım arasında kolayca bir paralellik kurabilirsiniz, ama ordaki insanın, yazarın kendisi olduğunu sanmak yanlıştır. Ben, yetmiş kuşağının çilesini anlattım. Sür­günde kendisiyle ve geçmişiyle hesaplaşan bir insan... Türki­ye'den getirdiği militan kimliğiyle sürgünde çatışmaya başlar. Onu bir gece Öldürüp gizlice Tege! Gölüne atar. Sonra yeni bir kimlik arayışına girer. Sizce bu kimdir?

-«Bu son öykünüzü merakla beklediğimizi belirttikten son­ra. Sayın Bardakçı, ben, «Gerdek Gecesi> adlı öykünüze dön­mek istiyorum. Radyomuzda yayınlanınca olumlu tepkiler aldı. isterseniz biraz ondan bahsedelim. Kim bu küçük kız? Kimden kaçıyor, niçin kaçıyor, kısaca özetler misiniz?»

-«Issızlığın tam ortası. Kurşun geçirmez bir gece. Kızın öz­lemleri, umutlan, beklentileri, kırgınlıkları, korkuları var. Bu kız kimden kaçıyor, kime koşuyor umutla? Gecenin karanlığını umutlarıyla aydınlığa dönüştüren bu küçük kız kim? Bu sorula­rın yanıtını, ancak öyküyü okuyup bitirdiğinizde anlıyorsunuz.»

-«Olaylar sizi çekip içine alıyor ve öykünün sonuna dek kendini ele vermiyor...»

-«Öykünün bitimine bir sayfa kala da bıraksanız hiçbir şey anlayamazsınız- Yani bu, öykünün kurgusundan kaynaklanan bir durum. Olayların başı yok, ortası yok, sonu yok.»

-«Bu öykünüz bana diğer öykülerinizden çok değişik geldi. Anlatım tarzmız. diliniz... Dilinizde, örneğin, diğer öyküleriniz-deki şiirselliği bulmak olası, ama açıklık ve yalınlık yerine kapa­lılık var. yanılıyor muyum?»

-«Bildiğiniz gibi bu öyküde bir masal havası var. Her şey çok uzakla, sisler içinde. Burda. insan belleğinin karmaşıklığı söz konusu, insanın, olaylar bütününü kopuk kopuk anımsa­ması, olayların ayrı zeminlerde gelişmesi, kahranmanlann iki ayrı zamanda ve mekânda yaşamaları... Bütün bunlar dilin ya­pısını da belirledi.»

-«Bu öykünün. Alman yönelmen Albart Kittler tarafından sinemaya uyarlanacağını okuduk bir dergide...»

-«Uyarlanacak mı bilemiyorum, ama bu doğrultuda bir ça­lışmanın olduğu doğru. <Gerdek Gecesi> sizin de bildiğiniz gi­bi, Almanca'ya çevrilen iki öykümden biri. Öykülerin her iki­sinden de çok etkilendiğini ve <Gerdek Gecesi>ni film yapmak istediğini Albert bana kendisi söyledi. Ben de kabul ettim.»

-«Açıklamalarınız için teşekkürler Sayın Bardakçı.»

Sevim Ercan, Radio 100, Şubat 1989

Sosyal Demokrat, Nisan İ989

 

Vehbi Bardakçı'nın Yazın Serüveni

 

-«Vehbi, uzun zamandır edebiyatın içindesin. Bugüne dek beş öykü kitabın ve çeşiili dergilerde birçok öykülerin yayınlan­dı. Öykülerine geçmeden önce istersen senden başlayalım, kimdir Vehbi Bardakçı?»

-«Dokuz çocuklu bir ailenin sekizinci çocuğu olarak 1956'da, Yozgat'ın Curali Köyünde doğdum. Çocukluğum ve gençliğim, köy koşullarında, feodalizmin geleneksel yaşam tarzı içinde geç­ti. Yani feodal kozasını kıramamış, bir köy delikanlısı...»

«Lisede okuduğum yetmişli yıllarda, Türkiye, siyasi bir buna­lım ve kaos içindeydi. Topiurnun her kesimi, bu bunalımdan ta­bii ki etkileniyordu, ama özellikle öğrenciler yangının tam orta-sındaydi. Bugün hiçbir anlam veremediğim sağ-sol çatışmasında hergün yüzlerce öğrenci öldürülüyor; yazarlar, gazeteciler, bilim -adamları aiçakça kurulmuş pusulara düşürülüyor ve acımasız kit­le katliamlan oiuyordu. Kurtarılmış bölgeler ve üniversiteler, hat­ta liseler vardı. Ülkücü değilsen, kazansan bile Afyon Mali Bilim­ler Fakültesine giremiyordun. Solculuk bir yana, sol içinde belli bîr fraksiyona ait değilsen, örneğin, Ankara Gazi Eğitim'e giremi­yordun. Genelleme gibi anlattığım bu durumlar aslında benim biyografi imdir. Benden biyografim istendiğinde ben yetmişli yılla­rın Türkiye'sini anlatıyorum. Çünkü benim kuşağım o dönemde kendini yaşayamadı. Kendi duygularını, düşüncelerini, yetenek­lerini tanıyamadı. Kendine ait Özel bir yaşantısı olmadı. Benim kuşağım aşklarını bile içine gömdü. <Yavuklu yerine silaha sarıl' dik, ey halkım, unutma bizi!> diye ağıtlar yaktı. Belli kalıplara ve ideolojilere koşullandırıldı. Düşünme ve yaratma fırsatı verilme' di ona. Kendini tanımayan bu kişilerin, toplumu kurtarma ope--rasyonları 12 Eylülle sonuçlandı.»

«O dönemde, kendimi, bir hapishaneden çıkıp diğerine girmiş gibi hissederdim. Feodal kozanı, özgürlük adına parçalayıp çıka' çaksın ve bu kez daha katı kuralların ortasında, çelikten bir cem-berin içinde bulacaksın kendini. Bağnazlığın, koşullanmışlığın, fa-natizmin balağına saplanıp kalacaksın. Gerçekten zor bir durum.» «Kendimi yine de bir istisna olarak görüyorum. O dönem­de, bir yandan bana dayatılan kalıp ideolojiyi savunurken, di-ğer yandan kendimi arayıp durdum. Başlangıçta sadece be­nimle ideolojik benzerlikleri olan yazarları ve şairleri okurken, daha sonra başka dünyalara açıldım. Nazım'dan Orhan Veli'ye, Gorki'den DostoyevskiVe geçmek bile, belli önyargıları yıkmakla mümkündür. Daha Önce önyargıyla yaklaştığın yazarları zevkie okumaya başlıyorsun. Okudukça açılıyor, genişliyor, tüm dünya­yı kucaklıyorsun. Senin için artık sınırlan çizilmiş belli alanlar yok­tur. Her şeyin güze! yanıyla buluşuyorsun. Örneğin,. Yunus Em­re'yi- Mevlana'yı, İmamı Gazali'yi, İbrahim Hakkı'yi, Abdülke-rim Ceyli'yi okuduğunda, mütevazı bir bilgelikle karşılaşıyorsun. Hayata bakışın, yaşama amacın ve tarzın değişiyor. Mesela hoş­görün gelişiyor ve yanlışlara bile tahammül edebiliyorsun. Daha çok kendinle ilgileniyorsun ve hatalannı gözden geçiriyorsun. Özgürlüğün tadına işte böyle varıyorsun.»

-«Yazın yaşamın nasıl başladı, onu anlatır mısın?» -«Ecevit'in ikinci başbakanlık döneminde, I979'da, Kültür Bakanlığı, edebiyatın çeşitli dallarında bir yarışma açmıştı. Yaz-dığım ilk öyküyle o yarışmaya katıldım ve birincilik ödülü aldım.

Bu, ülke çapında, sadece gençliği kapsamına alan bir yarışmay­dı. Bu yarışmanın amacı, gençliğin kavgasını barışa dönüştür­mek ve onları düşünmeye ve üretmeye yöneltmekti. Yirmi üç yaşındasın. İlk öykün, yüzlerce öykünün arasından seçilerek bi­rinci oluyor. Üstelik, ödül almaya, kırılmış bir burunla, sargılar içinde gidiyorsun. Her halinle, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın önünde gençliği temsil ediyorsun. Kurtuluş savaşından çıkmış gibi kan-revan içindesin. Zaten ödül aian öykünde anlatılan da budur. Bu, hiç unutamayacağım bir başlangıç olmuştur.»

-«Şimdi öykülerinden konuşalım istersen, ilk kitap nasıl oluştu ve sonrakiler nasıl geldi?»

-«1980'de, yani ödül aldıktan bir yıl sonra yurtdışına çıktım. Yetmişli yıflann gençlik hareketlerini ve sonuçlannı anlatan ilk öy­kü kitabım 198l'de yayınlandı. 1983'de, Ortadoğu Yayınevinden çıkan <Kapı Kapı> altı bölümlük bir diziydi. <Yanm Kalan Türkü> ise, i 985'de uzun öykü olarak yine Ortadoğu'dan çıktı. Onu, i 987'de Berlin'deki Hitit Verlag'dan ve 1989'da Yeni Toplum'dan çıkan kitaplanm izledi. Bunlardan ilki Almanca ya çevrildi.»

-«Almanya'da yaşayıp, Türkiye'yi yazmak nasıl bir şey?»

-«Kötü!., ister istemez beraberinde bir iç çatışmayı getiriyor. İçinde yaşadığın ve zaten yabancısı olduğun bu ülkeye büsbütün yabancılaşıyorsun. Oysa bu yabancı ülkenin yaşam biçimine ve standartlarına kendini uydurabilmen için bir sürü şey yapman gerekiyor. En başta dil öğreneceksin. Kendine uygun bir iş bula­caksın. Evin olacak, mobilyan olacak, araban olacak. Daha da önemlisi, yarı yaşından sonra, kendi kişiliğini ve içinde yaşadığın toplumun kültürünü yoğurup bir senteze varacaksın. Almanya'yı yazmalıyım diye düşündüm. Yetmişli yılların Türkiye'sine sapla­nıp kalmamalıydım. Bu, sadece yazın açısından değil, ruh sağlı­ğı bakımından da gerekliydi. Almanya öyküleri böyle oluştu.»

-«Bu öykülerin merkezinde neler var/kimler var, onu bize kısaca anlatır mısın?»

-«Göçün getirdiği yeni yaşam biçimine birinci kuşağın gö­züyle bakınca, yaşamın her alanında, en küçük ayrıntılarda bİ' le bir çatışmanın olduğunu saptadım. Bu çatışma, birinci kuşa­ğı bunalıma itmiştir, ikinci kuşağın durumu daha da kötüdür. Onlar, her iki kültüre de yabancı, ikili bir kimlikle, nereye ait ol­duklarını bilemeden yaşamaktadır. Ama bunun geçici bir süreç olduğunu belirtmeliyim- Bu süreç, tüm sancılan ve çaîışmala--nyla bitecek, yeni bir süreç başlayacak, arkadan gelen üçüncü kuşak, bu ülkede söz sahibi olacaktır»

-«Olaylar, (Gurbet Yurdumdun adlı son Öykünde, diğerle­riyle kıyaslandığında, farklı bir temelde başlayıp gelişiyor ve farklı bir yöne gidiyor, ne dersin?»

-«Bu son öykümle yazdıklarıma yeni bir boyut getirdiğimi sanıyorum. Bu öykünün merkezinde, Türkiye veya Almanya değil, insan olgusu var. Kendi içine yönelen, kendisiyle hesap­laşan, geçmişini sorgulayan, daha doğrusu eski militan kimliğiy­le çatışan bir insan... »

-«Vehbi, bir konuda çok duyarlı olduğunu gördüm, izin ve­rirsen sormak istiyorum, Türkiye'ye hâlâ gidemiyor musun?»

-«Gittim!.. Önce Lise-Der davası düştü, sonra gidip 1992'de bedelli askerliğimi yaptım. Siyasi suçluların affedilmesi ve askerlik için yaş sınırının otuz ikiden otuz sekize çıkarılması doğrusu be­nim için bir piyango oldu. Şimdi artık Özgürüm, huzurluyum ve rahatım.»

-«Son altı yıllık durgunluğun önemli bir nedeni var mı? Ye­ni Öykülerini ne zaman okuyacağız?»

-«Bundan sonra yazmaya devam edecek miyim? Bunu hiç bilemiyorum. Yazmak için kesin bir planım yok. Kendimi yazmaya koşullamıyorum. Eski yazdıklarımı incecik bir elekten ge­çirdim, i 979'da ödül alan ilk öykümden, ! 989'da yayınlanan son öyküme dek, on yıllık çalışmalarımı gözden geçirip tek ki­tap yaptım, ilerde birgün <Yarım Kalan Türkü> ya da «Gurbet Yurdumdun adıyla Türkiye'de yayınlamayı düşünüyorum...»

-«Bu isimler seni çok iyi anlatıyor.»

-«Kitap da öyle... On yıl boyunca değişik kitaplarımda söyle­meye çalıştığım şeyler, şimdi bu tek kitapta daha derli toplu an­latılıyor. Bence böyle çok iyi oldu. Yeni şeyler yazacak mıyım, bunu bilemiyorum, ama son yıllarda, insanın içindeki karmaşa­ları anlatan kitaplar okuyorum. Sokak çatışmalarını üzülerek izli­yorum, ama daha çok insanın içindeki çatışmalar ilgilendiriyor beni. İnsanda, kin ve nefret olduğu için. kıskançlık, yarış ve re­kabet olduğu için dünyamızda savaş vardır. İnsanda hoşgörü ol­sa, sevgi olsa, iç huzuru olsa, dünyamızda barış olacaktır. Top­lumsal olayları yöneten ve yönlendiren insandır çünkü. Edebi­yatı bunun için seviyorum. Edebiyatın konusu ve malzemesi in--sandır. Ulaşmak istediği hedef de insandır. Toplumsal olaylar, politikayı ve sosyolojiyi doğrudan ilgilendirir, ama edebiyatı, in--sana yansıyış biçimiyle ilgilendirir. Edebiyat, insanı anlıyor, ama ne yazık ki insan onu anlamıyor. Onunla ilgilenmiyor. Okumu­yor. Bu yüzden, atılan taş, hedefe bir türlü ulaşamıyor. Çünkü edebiyat insanla ilgilenirken, insan başka şeyle ilgileniyor. Başka şeyle ilgilenen insan, kendi merkezine yönelmeyi ve kendisiyle il­gilenmeyi unutuyor ve dolayısıyla kendine yabancılaşıyor. Böyle karamsar bir tablo çizmek istemezdim, ama yazmak söz konusu olduğunda bunları düşünüyorum.»

-«Teşekkürler Vehbi.»

 

 



[1] Jugendnotdienst: Almanya'da, çeşitli nedenlerle evden ka-can gençlere sahip çıkan bir kurum