ÖNSÖZ
Karşılığını
ödemek üzere mal almak alış veriş, ondan elde edilen gelir kâr olur. Bir malı,
daha sonra dengini vermek üzere almak ödünç işlemidir. Ödünçten ve diğer
borçlardan elde edilen gelir faizdir. Bir şeyi kullanmaya karşılık ödenen
bedele kira denir. İş ve hizmetler ise bir
sözleşmeyle alınır. Bunun bedeline ücret denir. Mal ve hizmetlerin üretiminden
tüketimine kadar geçen faaliyetler bütünü iktisadın konusuna girer. Bu işlerin
düzgün yürümesi için dinin emirleri, toplumların gelenek ve görenekleri ve
devletlerin kanunları vardır. İşin bu kısmı, hukukun konusudur.
Faizli
yoldan sermaye sağlama işi insanlık tarihi kadar eski olmalıdır. Sermayenin
ortaklıklar yoluyla sağlanması da öyledir. Bu, ister istemez iki ayrı iktisat
sistemine zemin hazırlar. Bunlardan biri kredi sistemi, diğeri de ortaklık
sistemidir.
Kredi
sistemiyle oluşan ilişkiler ağı, üniversitelerin ve araştırma merkezlerinin
yoğun çalışması ve uygulamalarla yaygınlaşmakta ve diğer sistemi gölgede
bırakmaktadır. Bu çalışma, ortaklık sistemine ve bu sistemin gereği olan
iktisadi ilişkilere dikkat çekmek ve iki sistemi kısmen karşılaştırmak için yapılmıştır.
Bunun için
1978'de başlayıp günümüze kadar devam eden uzun bir çalışma yapılmış,
sayılamayacak kadar çok ilim ve fikir adamından yararlanılmıştır. Bu konuda
katkısı olan herkese içten teşekkür ederim.
Çalışma
bizden, başarı Allah'tandır.
Abdulaziz
BAYINDIR Süleymaniye / İSTANBUL
Ekim 2001
ÖNSÖZ
GİRİŞ
BİRİNCİ BÖLÜM
FAİZ
I -
KUR’AN-I KERİM’DE FAİZ
II -
FAİZİN ADIM ADIM YASAKLANIŞI
III - HADİSLERDE FAİZ
A
- Faizin Kötülüğünü Gösteren Hadisler
B
- Cahiliye Faizi
C
- Faizli Satışlar
1
- Altın, Gümüş, Buğday, Arpa, Hurma ve Tuz
a
- Altı Madde Bir Arada Olanlar
b
- Beş Madde Bir Arada Olanlar
c
- Dört Madde Bir Arada Olanlar
d
- İyi Hurma Karşılığında Kötü Hurma
e
- Taam Karşılığında Taam
f
- Kuru Hurma Karşılığında Yaş Hurma
2
- Altın ve Gümüş
1)
- Dinar veya Dirheme Karşılık Altın veya Gümüş
2)
Dinara Karşılık Altın
3)
Dirheme Karşılık Gümüş
3
- Para Alım Satımı
D
- Değerlendirme
1
- Altın ve Gümüş
2
- Buğday ve Arpa
3
- Hurma ve Tuz
4
- Misli Misline
5
- Hayvan Satışı
IV -
SAHABENİN FAİZ ANLAYIŞI
A
- Cahiliye Faizi
B
- İskonto
C
- Faizli Satişlar
D
- Para Satışı
V -
FAKİHLERİN FAİZ ANLAYIŞI
A
- Cahiliye Faizi
1
- İskonto
a
- Borcun İskontosu
b
- Ödüncün İskontosu
c
- Sened İskontosu
2
- Fizli İşlemler
a
- Faizli Satışı Altı Mal İle Sınırlı Tutanlar
1)
Osman el-Betti
2)
Zahiri Mezhebi
b
- Faizli İşlemen Sınırını Genışletenler
1)
Hanafi Mezhebi
a)
Karşılıksız Fazlalık
b)
Hem Miktar Hem Vadeli İşlem Faizi
c)
Faizin İlleti
aa
- Şafii Mezhebi
bb
- Maliki Mezhebi
cc
- Hanbeli Mezhebi
1
- Deliller
a
- Hadis
b
- Veda Hutbesi
c
- Ebu Bekir’in Bahse Girmesi
d
- Gayri Müslimlerin Mallarının Mübahlığı
2
- Delillerin Tenkidi
a
- Kemalüddin b. Hümam’ın Tenkidi
b
- Abdullah b. Ahmed b. Kudame’ın Tenkidi
F
- Faizle İlgili Görüşlerin Tenkidi
1
- Faizli İşlem Sayılan Alım Satımlar
2
- Mezheplerin Usül Hataları
a
- Hanefi Mezhebi
b
- Maliki Mezhebi
c
- Şafii Mezhebi
d
- Hanbeli Mezhebi
3
- Netice
IV
- ALIM SATIM VE FAİZLİ İŞLEMLEMLER
A
- Alım Satım Görüntüsü Altında Faiz
1-
Altı malı kendi cinsiyle peşin değişme
2-
Altı malı kendi cinsiyle eşit miktarda değişme
3-
Ödünç verilebilen yakın cinsleri peşin değişme
4- Farklı paraları günün fiyatıyla değişme
B
- Hadislerle Doğan Sıkıntılar
V
- HADİSLERLE İLGİLİ YANLIŞ YORUMLAR
VI
- VADE FARKI VE FAİZ
A
- Alım Satım
B-
Para Piyasası ve Mal Piyasası
C-
Finansman Maliyeti ve Kar
D
- Faiz Zina Benzetmesi
E
- Vade Farkı
1-
Peygamber’in Uygulaması
2-
Ali’nin Uygulaması
3-
Mezheplerin Görüşleri
a- Hanefî Mezhebi
b- Şafiî Mezhebi
c- Mâlikî Mezhebi
d- Hanbelî Mezhebi
4
- Vadeli Satış ve Faiz
a - Fiyat
a) Peşin Fiyatın Sabit Olmayacağına Örnek
b)
Vadeli Fiyatın Sabit Olmayacağına Örnek
b- Mal - para ilişkisi
c- Peşin fiyat ve
vadeli fiyat
d- Peşin ile
veresiyenin farkı
F -
Vade Farkı İle İlgili Sorular
1
- Vadeli satışla faizli işlemin yapısı
2
- Tüketici kredisi ve vadeli satış
3
- Bir satış içinde iki satış
4
- Listeye göre fiyat
VII - TRAMPA
VIII - ISKONTO
A- Borcun Iskontosu
B- Ödüncün Iskontosu
C- Senet Iskontosu
IX - SELEM VE İSTİSNA
X - FACTORİNG
XI - KAR HADDİ
XII - GABN-I FAHİŞ
XIII - YASAKLANMIŞ BAZI ALIM SATIMLAR
A-
Malları Yolda Karşılayıp Almak
B-
İhtikâr Yasağı
C-
Elde Olmayan Malı Satmak
D-
Malı Teslim Almadan Satmak
E- Müşteri Kızıştırmak
XIV - KAPARO VEYA PEY AKÇESİ
İKİNCİ BÖLÜM
BANKA VE ÖZEL FİNANS KURUMU
I- BANKA
A
- Bankacılık hizmetleri
B
- Faizli işlemler
1-
Mevduat
2-
Kredi
a-
Nakit kredi
b-
Çekle kullandırılan kredi
II - ÖZEL FİNANS KURUMU
III - ÖZEL FİNANS KURUMUNUN FARKI
IV - ÖZEL FİNANS KURUMUNUN İŞLEYİŞİ
A-
Malî Aracılık
1- Fon Toplama
a
- Cari Hesap
b - Katılma Hesabi
2 - Fon Kullandırma
a
- Para Temini
b
- Mal Temini
c
- Hizmet Temini
B-
Faizsiz Finansman Yolları
1-
Para temini
a-
Mudarebe
b-
Müşareke
2-
Mal temini
a-
Vadeli satış (mürabaha)
b-
Selem
c-
İstisna
d-
Finansal kiralama (leasing)
3-
Hizmet temini
C-
Bankacılık Hizmetleri
1-
Emanet kabulü
2-
Mevduat kabulü
3-
İstikraz (ödünç alma)
4-
Banka havalesi
5-
Senet tahsili
6-
Poliçe
7-
Kredi Mektubu
8-
Banka Kartı
9-
Çek (check, cheque)
10- Banka teminat mektubu
11-
Akreditif
12-
Kredi kartı
13-
Aval
14-
Kambiyo işlemleri
15-
Altın ve gümüş alım satımı (Sarf)
16-
Kıymetli evrak alım satımı
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KREDİ
I - KARZ-İ HASEN
II - KREDİ YERİNE GEÇEN UYGULAMALAAR
III - KREDİ SİSTEMİ LİE ORTAKLIK SİSTEMİNİN ETKİLERİ
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
MALİ ARACILIK
I - FAİZLİ MALİ ARACILIK
II - FAİZSİZ MALİ ARACILIK
A -
İşletmeci Mudarib
B - Araci
Mudarib
III - FAİZ VE KAR PAYI
IV - FONLAR VE MEVDUAT
BEŞİNCİ BÖLÜM
BORÇLARDA ENFLASYON
I - PARANIN ÖZELLİKLERİ
II - ENFLASYON
III - BORÇ ÖDEMEDE DENKLİK
IV - DELİLLER
V - ENFLASYON FARKI VE FAİZ
VI - PARANIN DE⁄ER KAYBI İLE İLGİLİ BİR UYGULAMA
VII - DE⁄ER FARKINI HESAPLAMA USULÜ
VIII- FAKİHLERİN GÖRÜŞLERİ
A-
Borcu misliyle ödemek
B-
Borcu kıymetiyle ödemek
1-
Hanefî Mezhebi
2-
Hanbelî Mezhebi
3-
Mâlikî Mezhebi
4-
Şafiî Mezhebi
ALTİNCİ BÖLÜM
ENFLASYON
I - TALEP ENFLASYONU
A -
Madeni Paralarda Değer Kaybı
1
- Para Ayarının Düşürülmesi
2
- Para Ağırlığının Azaltılması
3
- Paranın Değerinin Düşmesi
B - Kağıt
Parada Değer Kaybı
1
- Altın Karşılığında Basılan Kağıt Paralar
2
- Kıymetli Maden Karşılığı Olmayan Faralar
C - Talep
Enflasyonunu Doğuran Amiller
1
- Kağıt Para Sistemi
2
- Faiz
3
- Kredi Sistemi
4
- Vadeli Çekler
II - MALİET ENFLASYONU
A - Faiz
B -
Tekelleşmeler
1
- Kredi Sistemi
2
- Teşvikler
3
- Korumalar
C - İşçi
Ücretliri
D -
Vergiler
E -
Develüasyon
III - ENFLASYONUN ETKİLERİ
A -
Enflasyonun İktisadi Etkiliri
B -
Enflasyonun Sosyal Etkileri
C -
Enflasyonun Siyasi Etkileri
D -
Enflasyonun Ahlaki Etkileri
E -
Enflasyonun Hukuki Etkileri
IV - DEFLASYON VE LİKİDİTE TUZU⁄I
A -
Deflasyon
B
- Likidite Tuzağı
YEDİNCİ
BÖLÜM
ÖDEMEYİ
GECİKTİREN BORÇLUYA CEZA
I- SIKINTIYA ÇÖZÜM ARAYAN GÖRÜŞLER
A-
Borcu Geciktirme Suçuna Uygun Ceza
B-
Suça Uygun Olmayan Ceza Teklifleri
1-
Borcu geciktirmeyi menfaat gasbı sayma
a-
Gerekçedeki yanlışlık
b-
Alacaklının zarara uğradığı iddiası
c-
Gecikme bedeli üzerinde anlaşma
d-
Geçerli faiz oranının reddi
2-
Mesâlih-i mürseleye dayanarak ceza verme
3-
Bazı hadislere dayanarak cezaya hükmetme
4-
Ceza-i şartla gecikme cezasını aynı yere koyma
5-
Kaparoya bakarak gecikme cezasına hükmetme
6-
Gecikme cezasını hayır yollarına harcama
C-
Yeni Bir Akit Türü Önerisi
II- SIKINTIYI GİDERMEYEN GÖRÜŞLER
A-
Borçluya Hapis Cezası
B-
Borçluya Maddi Cezayı Faiz Sayma
III- DE⁄ERELENDİRME VE SONUÇ
SEKİZİNCİ BÖLÜM
MENKUL KIYMETLER BORSASI
I. ANONİM ŞİRKET
A-
Sorumluluk
B-
Büyük Ortakların Yapabilecekleri Haksızlıklar
1
- Kârdan pay vermeme
2
- Küçüklerin haklarına el koyma
a-
Küçük ortağın payını düşürme
b-
Şirket mal varlığını zimmete geçirme
c- Küçük pay
sahiplerinin şikayet hakkı
II- HOLDİNGLEŞME OYUNU
III- BORSA
A-
Menkul Kıymetlerin Halka Arzı ve Satışı
B-
Kâr Dağıtımı
C-
Bilanço Kârını Etkileyen İşlemler
D-
Batık Şirket Hisselerinin Borsada Satışı E-
Fiyatlarda Sun'i Dalgalanma
F- Sıfır
Maliyetli Kredi
DOKUZUNCU BÖLÜM
ORTAKLIK SİSTEMİNDE HİLELİ PARA TEMİNİ YOLLARI
I - BEY-İ Bİ’L-VEFA
A -
Rehine Akdi ve Bey-i Bi’l-Vefa
B - Sahih
Satiş Akdi ve Bey-i Bi’l-Vefa
C - Fasit
Satiş Akdi ve Bey-i Bi’l-Vefa
D - Yeni
Bir Akit Türü Olarak Bey-i Bi’l-Vefa
E - Bey-i
Bi’l Vefa’nın Batıl Satış Sayılması
F -
Değerlendrme ve Sonuç
II - BEY-İ Bİ’L İSTİ⁄LA
III - MUAMELE-İ ŞER’İYYE
A -
Muamele-i Şer’iyye
1 - Borç Almak İçin Yapılan Muamele-i Şer’iyye
2
- Borcun Vadesini Uzatmak İçin Yapılan Muamele-i Şer’iyye
B - Mfuamele-i
Şer’iyye ve Faiz
C -
Muamele-i Şer’iyye İle İlgili Diğer Hususlar
1
- İskonto
2
- Ribh (kar) Oranının Sınırlanması
3
- Para Borcu Dışında İlzam-i Ribh
D -
Muamele-i Şer’iyye İle İlgili Görüşler
1
- Şafii Mezhebi
2
- Malik Mezhebi
3
- Hanbeli Mezhebi
E -
Değerlendirme
1
- Haefi ve Şafii Mezhebi
2
- Maliki ve Hanbeli Mezhebi
3
- Osmanlı Uygulaması
4
- İlmi Usul Hataları
IV - PARA VAKIFLARI
A- Para
Vakıflarında Uygulanan Sistem
B - Para
Vakıfları İle İlgili Belgeler
1
- Vakıf İlami
2
- Vakıf Paralarıyla İlgili Bir Huccet
ONUNCU BÖLÜM
PARA
I - PARA ÇEŞİTLERİ
A -
Madeni Paralar
1
- Altın ve Gümüş Paralar
2
- Düşük Ayarlı Altın ve Gümüş Paralar
3
- Upaklık Paralar
B -
KA⁄IT PARALAR
1
- Karşılığı Olan Kağıt Paralar
2
- Karşılığı Olmayan Kağıt Paralar
II - PARANIN ÖZELLİKLERİ
A -
Paranın İktisadi Özellikleri
1
- Para Hazır Satın Alma Gücüdür
2
- Paraya Doyum Olmaz
3
- Paraya gösterilen itibar, değerini korumasıyla orantılıdır
4
- Para nadır olur
5
- Paraya güvenilmelidir
B -
PARANIN HUKUKİ ÖZELLİKLERİ
1
- Para Bir Hak Ölçüsüdür
2
- Para Özel Bir Maldır
3
- Para Tayinle Taayyün Etmez
4
- Perenın Dolaşım Hızı
III - KA⁄IT PARANIN FIKIHTAKİ YERİ
1
- Felsleri Altın Gümüş Paralar Gibi Kabul Etmeyenler
2
- Felsleri Altı ve Gümüş Para Gibi Sayanlar
ONBİRİNCİ BÖLÜM
PARA VE BORÇ SENEDİ ALIM SATIMI
I - ALTIN VE GÜMÜŞ ALIM SATIMI
A -
Hadisler
1-
Altına Karşılık Altın Gümüşe Karşılık Gümüş Satışı
2
- Dinara Karşılk Dinar Dirheme Karşılk Dirhem Satışı
3
- Gümüşe Karşılk Altın Satışı
4
- Dinara Karşılk Altın Satışı
5
- Dirheme Karşılık Gümüş Satışı
6
- Dinara Karşılık Dirhem Satışı
7
- Boncuklu Kolye Satışı
B -
Mezheplerin Görüşleri
1-
Hanefî Mezhebi
2-
Şafiî Mezhebi
3-
Mâlikî Mezhebi
4-
Hanbelî Mezhebi
5
- Zahiri Mezhebi
C -
Sarfla İlgili Değerlendirme
II - FELS SATIŞI
A -
Felslerin Satışını Özel Bir Kurala Bağlı Görmeyenler
B -
Felslerin Veresiye Satışını Faiz Sayanlar
C - Fels
Satışını Dinar ve Dirhem stışıyla Aynı Görenler
D - Fels
Verip Altın Veya Gümüş Almak
1
- Hanefî, Şafiî, Hanbelî ve Zahiri Mezhepleri
2
- Mâlikî Mezhebi
III - KA⁄IT PARA SATIŞI
A - Aynı
Cins Kağıt Paraların Alım Satımı
B -
Farklı Cinsten Kağıt Paraların Alnm Satımı
IV - KA⁄IT PARA İLE ALTIN V⁄ GÜMÜŞÜN ALIM
VE SATIMI
V - KA⁄IT PARA SATIŞI İLE İLGİLİ
DE⁄ERLENDİRME
VI - SONUÇ
GİRİŞ
Tasarrufları,
faiz ödeyerek toplayıp faizli borç verme sistemine kredi sistemi denir. Çağdaş
ekonomiler bunu, fon[1] oluşturmanın temel yolu görürler. Bu işi daha
çok bankalar yürütür.
Tasarruflar,
ortaklık sermayesi olarak da toplanabilir. Küçük tasarrufları, bu şekilde bir
araya getirip büyük sermayeler oluşturmak ve onları ticaret veya ortaklıklar
yoluyla işletmek mümkündür. Buna ortaklık sistemi denir. Bu iş için mudarebe =
emek-sermaye ortaklıkları kurmak gerekir. Emek-sermaye ortaklığına bankacılık
hizmetleri yapma yetkisinin de verilmesi faizsiz finans kurumlarını ortaya
çıkarmıştır. Bir mudarebede sermayeyi koyan tarafa rabb'ul-mal, emeğini ve
tecrübesini koyan tarafa da mudarib denir. Bu kitapta rabb'ul-mal yerine, daha
çok tasarruf sahibi, mudarib yerine de işletmeci terimi kullanılacaktır.
İşletmeci,
tasarruf sahibiyle bir mudarebe = emek-sermaye sözleşmesi yapar. Ülkemizde
buna kâr/zarar ortaklığı adı verilir. Bu yolla topladığı tasarrufları bir
tüccar veya sanayici sıfatıyla işletmeyi ve elde edeceği kârı, sözleşmeye göre,
tasarruf sahibiyle paylaşmayı kabul eder. Eğer bir zarar olursa, tasarruf
sahibinin sermayesinden gider. Bu durumda İşletmecinin zararı, yaptığı işten
gelir elde edememekle sınırlı kalır.
Tasarrufların
faizli borç olarak verilmesi öteden beri bilinen bir uygulamadır. Ama önceleri
ancak belli büyüklükte tasarrufu olanlar faizli borç verebilirken kredi sistemi
ile küçük tasarruf sahipleri de faizli borç verebilir hâle gelmişlerdir. Onlar
borcu bankaya verirler, banka bu küçük tasarrufları bir araya getirip büyük
fonlar oluşturur ve talep edenlere kredi olarak verir.
Tasarrufları
ortaklık sermayesi olarak vermek de öteden beri bilinen bir uygulamadır.
Ama önceleri ancak belli büyüklükte tasarrufu olanlar ortak bulurlarken ortaklık
sistemi ile küçük tasarruf sahipleri de ortak bulur hâle gelmişlerdir. Finans
kurumu veya gerekli donanıma sahip bir şirket, onları ortak olarak kabul
edip ellerindeki tasarrufları toplar ve büyük fonlar oluşturur, sonra bu
fonları bir tüccar ve sanayici gibi
kullanır.
Kredi
sisteminde kredinin bir maliyeti vardır. Buna finansman maliyeti denir.
Üretimden pazarlamaya kadar her safhada fiyatlara eklenen finansman maliyeti,
fiyatları sürekli yükseltir. Krediye ödenen faiz, finansman maliyetinin ana
sebebidir. Tasarruf sahibinin alacağı faiz bundan düşüktür. Banka, kredi verdiği
kişiden meselâ %15 faiz alırsa tasarruf sahibine %10 kadar verir. üretim
sürecinin tüm aşamaları göz önüne alınırsa böyle bir ortamda fiyat artışı en az
%15 civarında olur. Tasarruf sahibinin alacağı faiz, fiyat artışları karşısında
yok olduğu gibi onun anaparadan da kaybı olur. Meselâ şekerin kilosu 100 lira
iken %10 faizle bankaya 1000 lira yatıran kişi, dönem sonunda bankadan 1100
lira alır ama bu esnada şeker 115 lira civarına çıkar. Bir yıl önce 1000
lirayla 10 kilo şeker alırken şimdi 1100 lirayla en çok 9.5 kilo şeker
alabilir. Böylece parasının gerçek değeri %5 civarında azalmış olur. Bu kayıp,
parasını bir kenarda saklayanlarda daha büyük olur. Onlar, ellerindeki bin lira
ile şimdi 8.5 kilo kadar şeker alabilirler. Onların kaybı %15 civarındadır.
Çünkü %15 faizle kredi alan kişi, bu krediyle ürettiği mal ve hizmet için %15
finansman maliyeti koyarsa aynı oranda bir maliyeti de kendi öz sermayesi ile
ürettiği mal ve hizmetler için koyar. Bunun iki temel sebebi vardır; biri
fırsat maliyeti, diğeri de enflasyona karşı korunma ihtiyacıdır. Zira parasını ticaret ve sanayide kallanmasa bile
önünde onu bankaya verip belli miktarda faiz elde etme fırsatı vardır. Diğer
yandan enflasyon, paranın alım gücünü sürekli azalttığı için ürettiği mal ve
hizmetin fiyatını belirlerken önce enflasyon payı, sonra da kâr payı koyması
gerekir. Sonuçta fiyatlar sürekli artarken dar ve sabit gelirlilerin serveti
hızlı bir biçimde erir. Kredi sisteminin etkin olduğu yerlerde sistem, halkın
servetinin zenginlere akmasına yol açar.
Ortaklık
sisteminde sermayeye ödenmesi gereken bir bedel olmadığından finansman maliyeti
de olmaz. Çünkü bu sistemde tasarruftan gelir elde etmenin yolu, ya onunla bir
iş görmek ya da bir ortaklığa katılmaktır. Sistem ekonomik hayata hâkim olursa
ne faizin doğurduğu fırsat maliyeti, ne de sebep olduğu enflasyon olur.
Fiyatlar, kendi tabii seyri içinde bazen artar, bazen azalır. Sermaye
sahipleri, yapılan ekonomik faaliyetin kârından pay alacakları için ortaklarıyla
birlikte büyür veya küçülürler. Çünkü kâr gibi zarar da ortaklar arasında pay
edilir.
Toplumda
girişimcilerin sayısı azdır. Kredi sisteminde riskin büyük olması sebebiyle
kredi alabilecek girişimcilerin sayısı daha da azalır. Herkes böyle büyük bir
riski göze alamaz; alsa dahi alacağı krediye teminat gösteremez. Böylece bütün
bir toplumun tasarrufları kredi sistemi yoluyla küçük bir grubun eline geçer.
Kredi
sistemi, tasarruf sahiplerini etkisiz hâle getirir. Onların ne olup bittiği ile
ilgilenmeleri gerekmez. Bu insanlar, belli bir süre paralarıyla ilgiyi
kesince donuklaşırlar. Bunların yapacağı
şey bir iş yerinde çalışmaktır. Alacakları ücret veya maaş belli olduğu için
iş yerinin gidişatı onları ilgilendirmez. Onlar ücretlerini alır, işlerine
bakarlar. Ellerindeki tasarruflar da zamanla eriyip yok olur. Aldıkları ücret
veya maaşlar geçimlerine yetmemeye başlar. Giderek, geçim için borçlanmak
zorunda kalırlar. Büyük kitleyi oluşturan bu insanlar kendi içine kapalı ve
geçim derdi ile boğuşan kişiler haline gelirler. Kendilerini sıkan bu gelişmelere
de içten içe tepki duyarlar. Gün geçtikçe tepkileri artar. Sonunda mutsuz ve
umutsuz geniş halk kitleleri ortaya çıkar.
Diğer
taraftan zenginler, sürekli artan servetleriyle tatmin olamaz, daha çok
isterler. Ülkenin sosyal ve politik hayatını da yönlendirme gayretine
girerler. Bütün dengeler bozulur.
Ortaklık
sisteminde de büyük zenginler olabilir. Ancak tasarruf sahipleri, ortaklarıyla
birlikte büyüdüğü veya küçüldüğü için onlar, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelere
karşı duyarlı olurlar. Böylece, kimsenin kimseye yük olamadığı ve haksızlık
edemediği; herkesin, işin bir ucundan tutma zorunluluğu hissettiği serbest iş
ortamı doğar.
Kredi
sistemi sermayeyi sahibinden bağımsızlaştırır. Ortaklık sisteminde sermayenin
sahibiyle bağlantısı mecburen devam eder. Çünkü bu sistemde kişi, parasının
akıbetini düşünmek ve ekonominin gidişatını takip etmek zorunda kalır. Ortak
olmanın verdiği sorumluluk onu, daha dikkatli ve etkili bir hâle getirir.
Çünkü o, ortak olacağı kişileri tanımaya ve ne olup bittiği ile ilgilenmeye
ihtiyaç duyar. Yoksa kâr beklerken zarar edebilir. Bu süreç içinde piyasayı öğrenip
iş adamlığı yeteneği kazanabilir.
Ortaklık
sisteminde ekonomik ve sosyal gerginlikler azalır, verimlilik artar. İş
sahipleri toplumun güvenini kazanmak için özel bir gayret göstermek zorunda
kalırlar. Böylece bir huzur ve güven ortamı doğar. Sistem, mantığına göre işlerse
çağdaş toplumlarda rastlanan ölçüde çalışma hayatı problemleri de olmaz.
“Allah alım satımı helâl, faizli işlemi haram
kılmıştır." (Bakara
2/275) Faiz yasağı kredi sistemini işlemez hâle getirir. Bu sebeple
Müslümanlar ortaklık sistemini geliştirme zorunluluğu içinde olurlar.
Birçok
kimse, alım satım ile faiz arasındaki farkı görmek istemez. Bunlar ikisi arasındaki
farklara değil, benzerliklere bakarlar. Farklara bakınca ikisinin ayrı şeyler
olduğu açıkça ortaya çıkar. Bu husus ayrı bir bölümde incelenmiştir.
Faiz,
Kur’an-ı Kerim’in en ağır yasaklarındandır. Faizi yasaklayan hadisler ve
fakihlerin bunlarla ilgili içtihatları vardır. Neyin Allah’ın yasağı, neyin
Peygamberin açıklaması, neyin de fakihlerin içtihadı olduğunu bilmek gerekir.
Bu çalışmada bunlar ayrı ayrı işlenmiştir.
Temel
fıkıh kitapları, paranın altından ve gümüşten basıldığı devirlerde
yazılmıştır. O paralar dünyanın her yerinde değerliydi ama kağıt para ancak,
siyasi otoritenin kararı ve insanların kabulü ile bir değer kazanır. Bunun
milli sınırlar dışında para olarak kabul edilebilmesi, uluslararası
ilişkilere, o parayı çıkaran devletin itibarına ve insanların bunu kabul etmelerine
bağlıdır.
Borç öderken alınan değerle verilen değer
arasındaki denklik, şimdiye kadar üç ölçü birimi ile hesap edilirdi. Bunlar
tartı (vezn), ölçek (keyl) ve sayı (adediyat-ı mütekâribe) idi. 100 gr. altın
borcu olan, aynı ayarda 100 gr. ödeyince borçtan kurtulurdu. Buğday borçlanan
borcunu ölçek ile, yumurta borçlanan da sayı ile öderdi.
Hukuki
düzenlemelerde, kağıt para adedî (sayısal) mallar gibi kabul edilir. Ama o,
böyle değildir. Adedî mallar, yumurta, ceviz ve belli standarttaki fabrikasyon
mallar gibi birimleri arasında önemli değer farkı olmayan mallardır. Onlardan
her biri gerçek maldır ama kağıt para öyle değildir.
Kağıt para
adedî mal olsaydı, boyutları aynı olan 1 ABD doları ile 100 ABD dolarının aynı
değerde olması gerekirdi. Çünkü iki yumurtadan birine yazılan 100 rakamı, onu
diğerinden değerli kılmaz. 100 TL. ile 100 doların aynı değerde olmaması da
onların maddesi ve yapısıyla ilgili değildir. Bu sebeple kağıt para adedi mal
değil, satın alma gücüne göre işlem gören özel bir maldır. Bugün bütün dünyada
kağıt para, altın ve gümüş paralar gibi adedi mal sayılmaktadır. Bu da para ile
yapılan işlemlerde büyük haksızlıkların doğmasına sebep olmaktadır. İlgili
kanunlar değiştirilmeli; kağıt paranın, üzerinde yazılı rakama göre değil,
temsil ettiği satın alma gücüne göre işlem göreceği hükme bağlanmalıdır. O
zaman, bu yolla yapılan haksızlıklar büyük
ölçüde önlenmiş olur.
Faizsiz
işlem, ortaklık sisteminin en önemli kuralıdır. Sermaye birikimi ortaklık
yoluyla sağlanır. İşletmeci, emek-sermaye ortaklığı (mudarebe) ile küçük
tasarrufları toplayıp ticaret ve sanayide kullanarak elde ettiği gerçek kârı,
tasarruf sahibiyle paylaşır. Bankacılık hizmetleri de faizsiz olarak
yapılabilir. Faizsiz finans kurumları bu konuda belli bir başarı göstermişler
ama beklenen düzeye ulaşamamışlardır. Kitapta bankacılık hizmetlerine ve finans
kurumlarının çalışma sistemine de yer verilmiştir.
Günümüzde,
tahvil, hazine bonosu ve şirketlerin hisse senetlerinin alınıp satıldığı
borsalar kurulmuştur. Gerek borsada satılan menkul kıymetler ve gerekse
buralara menkul kıymet arz eden kuruluşlar ayrı bir inceleme konusudur. Bu
sebeple kitabın son bölümü menkul kıymetler borsasına ayrılmıştır.
Burada
sahasında ilk sayılacak bölümler vardır. En önemlisi faizin farklı bir
yaklaşımla ele alındığı bölümlerdir. Bu bölümlerde altın, gümüş, arpa, buğday,
hurma ve tuz satışını düzenleyen hadislerin, faizi yasaklayan ayetlere ilâve
bir hüküm getirmediği, aksine alım satım adı altında faizli işlem yapılmasını
engellediği ortaya çıkarılmıştır. Hâlbuki, bugüne kadar hadislerin farklı bir
sahayı düzenlediği varsayılmış, fakihlerin büyük çoğunluğu sistemlerini bu farklı
saha üzerine kurmuş ve faizi anlaşılamaz, içinden çıkılamaz bir hâle getirmişlerdir.
Bu yeni yaklaşım, konuya farklı bir boyut kazandırmıştır. Faizi belli bir esasa
oturtmak için bu boyut çok önemlidir. Yapılacak tenkit ve tavsiyeler, bu yöndeki
çalışmalarımıza ışık tutacaktır .
BİRİNCİ BÖLÜM
KUR'ANDA VE SÜNNETTE FAİZ
Mallar ya alım satım ya da ödünç
şeklinde değiştirilir. Değiştirilen iki malın birbirinden az çok farkı
varsa alım satım olur. Para verip ekmek
almak öyledir. Onun peşini de olur, vadelisi de. Aralarında fark bulunmayan
mallar ancak vadeli olarak değiştirilebilir. Bir kile buğday verip daha sonra
aynı özellikleri taşıyan bir kile buğday almak böyledir. Buna ödünç denir. Alım
satımdan gelir sağlanabilir. 75 liraya alınan ekmek 100 liraya satılırsa 25
lira kâr edilmiş olur. Ödüncün peşini olmaz. Hiç kimse, karşılığını hemen
ödemek üzere ödünç almaz. Ödünçte ne verilmişse geriye onun dengi alınır. Fazla
bir şey şart koşmak faiz olur. Ödünç dışındaki borçlarda da durum aynıdır. Ona
dua ve selâm olsun, Allah'ın Elçisi,“Faiz
yalnızca borçta olur.[2]” demiştir. Dolayısıyla borçtan gelir sağlamaya
yönelik her işlem, faizli işlemdir.
İslâm öncesi Araplara Cahiliye
Arapları denir. Onlar borç verdikleri zaman anamala dokunmadan, her ay belli
bir gelir sağlamak şartıyla verirlerdi. Vadesi dolunca alacaklarını isterler,
eğer borçlu ödeyemezse, yeni bir faiz tespit ederek vadeyi uzatırlardı[3]. Meselâ her ay için bir altın
almak üzere bir yıl vade ile 100 altın ödünç vermişlerse, vade sonunda
borçludan 112 altın alırlardı. Eğer borç ödenmezse, yeni bir faiz tespit ederek
vadeyi uzatırlardı.
Borç, vadeli satıştan doğmuşsa,
ödeme zamanı gelince borçluya, “Borcunu ödeyecek misin, yoksa artıracak
mısın?” diye sorarlar, borçlu ödeme yaparsa yapar, yoksa borca ilâve yapıp
vadeyi uzatırlardı[4].
Borçtan gelir elde etme ayrı, mal
alım satımı ayrıdır. Bakara suresinin 275. ayeti buna vurgu yapar ve“Alım satım da tıpkı faizli işlem
gibidir." diyenlerin, şeytanın
aklını çeldiği kimse gibi davrandığını bildirir. Alım satım ile faizi aynı
saymak, gerçekten tam bir yanıltma olur.
Ayete göre faize karşı çıkanlar
şöyle demiş olurlar: “Faizli işlem, başka değil alım satımın mislidir.” yani
tıpkısıdır. Çünkü onlar, alım satımla faizli işlem arasında benzetme yapmamış,
ikisini aynı saymışlardır. Bugünkü değeri 100 lira olan bir malı bir ay
vadeli 110 liraya satma ile bugün 100 lira verip bir ay sonra 110 lira alma
arasında benzerlik vardır. Nitekim şarap üzüm şırasına benzer, ikisi de üzüm
suyundandır. Ama “şıra tıpkı şarap gibidir”, denemeyeceği gibi “alış veriş
tıpkı faizli işlem gibidir” de denemez. Çünkü bir ay sonra 110 lira almak
üzere birine 100 lira vermek bir satış değil, faizli ödünç işlemidir. Verilen
100 liranın yerine 100 lira, fazla olarak da 10 lira alınır. Bugünkü değeri 100
lira olan bir malı bir ay vadeli 110 liraya vermek ise bir satıştır. Bir ay sonra o mal ve
ayrıca 10 lira alınmaz, sadece 110 lira alınır. Çünkü 110 liranın tamamı, o
malın bedelidir. Bu konu, Vade Farkı ve Faiz başlığı altında işlenmiştir.
I-
KUR'AN'DA FAİZ
Kur'an'da faiz yerine riba kelimesi
geçer. Riba ( veya ) sözlükte artma ve çoğalma anlamına gelir[5].
Kur'an'da bu kelime iki yerde artma anlamında kullanılmıştır. Biri şu ayettir:
"(Allah)
Sadakaları artırır."[6]
Diğeri de şu ayettir:
“İnsanların
malları içinde artsın diye faize verdiğiniz şey Allah yanında artmaz.” [7]
Riba'nın terim anlamı borçtan elde edilen
gelirdir. Faiz denince akla gelen budur. Buna ribe'l-kard () = ödünç faizi veya
ribe'n-nesie () = kredi faizi de denir. İslam öncesi Arap toplumuna cahiliye
toplumu adı verilir. Onlar arasında riba yaygın olduğu için bunun bir adı da
ribe’l-cahiliyye, yani cahiliye faizidir.
“Allah alım-satımı helâl, ribayı haram kılmıştır[8].” Riba,
hadisler’le de kesin olarak yasaklanmış ve fakihler, ribanın haram olduğu hususunda
tam bir görüş birliği (icma) içinde olmuşlardır. Bu kitapta riba yerine faizli
işlem kelimesi kullanılacaktır.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Faiz
yiyenlerin davranışı, şeytanın peşine takılıp aklını çeldiği[9] kimsenin davranışından farklı değildir. Bu
onların, “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir” demeleri sebebiyledir.
Allah alım-satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır. Her kime, Rabbinden bir
öğüt ulaşır da faize son verirse geçmişte olan kendinindir; artık onun işi
Allah’a aittir. Kim de devam ederse, işte onlar cehennemliktir. Hep orada
kalacaklardır.” [10]
Ayette faizli işlem yerine riba kelimesi
geçer. Riba, hem mastar olarak faizli işlem anlamına hem de isim olarak faiz
anlamına gelir. Faiz anlamında riba, verilen borçtan fazla olarak istenen
kısıma denir. Ayette şöyle buyurulmuştur:
“Müminler,
Allah’tan korkun, eğer inanan kişilerseniz faizden geriye kalanı bırakın." (Bakara 2/278) Yani kalan faiz alacaklarınızı
almayın.
Bir sonraki ayette şu hükümler vardır:
“..Eğer
tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir. Böylece ne haksızlık edersiniz ne de
haksızlığa uğrarsınız.“
Demek ki, 100 gr. altını %10 faizle borç
veren kişi, borçlusundan sadece bu 100 gr'ı alabilecek, kalan 10 gramı
alamayacaktır. Çünkü bu 10 gr. faizdir.
Borcunu zamanında ödeyemeyenden ilave bir
gelir sağlanamaz. Ayette şöyle buyuruluyor:
“Borçlu
darlık içinde ise rahatlığa kavuşuncaya
kadar beklenir. Ama borcu bağışlamanız
sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz.” [11]
Birinci ayette; "Allah alım-satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır." buyurulduğuna göre demek ki, alım satım ayrı,
faizli işlem ayrıdır.“Alım satım da
tıpkı faizli işlem gibidir."
diyenlere yapılan ağır tehdit bu farkı iyice vurgulamaktadır.
Kemâlüddin b. el-Hümâm[12],
bu konuda şöyle der:
Riba kelimesi fazla kısım için
kullanılır.«Ribayı yemeyiniz.» [13] ayeti bunu göstermektedir. Yani ödünçte ve
borçta verilenden fazlasını, bir de faize tabi (ribevî) malları[14] birbiriyle değişirken doğan fazlalığı yemeyin
demektir.«Allah alım satımı helâl, faizli
işlemi haram kılmıştır.» [15] ayeti de böyledir. Yani Allahu Teâlâ, ödünce
ya da borca ilave yapılmasını ve ribevî malları birbiriyle değişirken eşitliği
bozan bir ilavede bulunulmasını haram kılmıştır[16].”
Çünkü faiz, o eşitliği bozan fazlalıktır. Allah'ın yasağı bu fazlalıkla
ilgilidir.
Ödünç (), ilerisinde dengini geri almak
üzere verilen misli maldır. (Türkçede ariyete de ödünç denir. Ariyet, kullanıp
geri vermek üzere alınan balta, keser, otomobil gibi mallardır. Burada ariyet
anlamı kastedilmemektedir.) Mislî mal, değerini etkileyen önemli bir fark
olmaksızın çarşı pazarda dengi bulunabilen maldır. Altın, gümüş, arpa, buğday
hurma ve tuz birer misli maldır. Birine ödünç olarak 100 gr. altın veren kişi,
onu 100 gr. olarak geri alır. Ondan gelir sağlaması faizdir. Çünkü bu, bir ticari
kazanç değil, ödüncün getirisi olur.
Borç () bir akitten veya tazminattan
doğan ödeme yüküdür. Ödünç de bu kapsama girer. Her ödünç borçtur ama her borç
ödünç değildir. Daha sonra ödemek üzere birinden alınan iki kile buğday hem
borç, hem ödünçtür. O buğday, veresiye iki altına alınmış olsa, bu iki altın
müşterinin borcu olur, ama bir ödünç olmaz. Çünkü ödünçte alınan malın dengi
verilir. Alım satımda ise malın dengi değil, alıcı ve satıcının o mal için,
karşılıklı rıza ile belirledikleri karşılık verilir.
Bir malı iki ay vadeyle 10 altına satan
kişi, malı teslim edince, iki ay sonra sadece 10 altın tutarındaki alacağını
isteyebilir. Çünkü artık satış yapılmış ve mal müşterinin olmuştur. Müşteri
borcu zamanında ödeyemez de vade uzatılırsa borca bir ilave yapılmaz.
Yapılırsa faiz olur. Çünkü borcu erteleme bir satış işlemi değildir.
Cahiliye Arapları borç verdikleri zaman
ana mala dokunmadan, her ay belli bir gelir sağlamak şartıyla verirlerdi.
Vadesi dolunca alacaklarını isterler, eğer borçlu ödeyemezse, yeni bir faiz
tesbit ederek vadeyi uzatırlardı[17].
Mesela bir kişi, aylığına bir altın almak üzere bir yıl vade ile 100 altın
ödünç verse, süre bitince borçludan 112 altın alırdı. Sene bitiminde borç
ödenmezse, taraflar yeni bir faiz tespit eder ve vadeyi uzatırlardı.
Borç, vadeli satıştan doğmuşsa, ödeme
zamanı gelince borçluya, “Borcunu ödeyecek misin, yoksa artıracak mısın?”
diye sorarlardı. Borçlu ödeyecekse öder, yoksa borca bir miktar ilavede bulunulur
ve vade uzatılırdı[18].
Mesela bir kimse 100 altına, üç ay vadeli
500 kile buğday alsa da borcu vadesinde ödeyemese, borç bir miktar artırılır ve
vade uzatılırdı.
Ayetlerin iniş sebebi sayılan, aşağıdaki
olaylar da faizin borçtan elde edilen gelir olduğunu göstermektedir.
Sakîf kabilesi’nden ‘Amr b. ‘Umeyr’in
dört oğlu Mes’ud, Abduyaleyl, Habîb ve Rebîa, Mekke’de bulunan Benî Mahzûn’dan
Muğîre oğullarına ödünç verirlerdi. Ona dua ve selâm olsun, Muhammed Taif’i
fethedince (Hicret’in 8. senesi) bu kardeşler müslüman oldular. Daha sonra
Muğîre oğullarından faiz alacaklarını istediler. Bu olay şu ayetin inmesine
sebep oldu:
“Müminler!
Allah’tan korkun, faizden geriye ne kalmışsa onu bırakın. Eğer inanan
kişilerseniz (böyle yaparsınız.)"
Bunu
yapmadınız mı bilin ki; Allah'a ve Elçisine karşı bir savaşa girmiş olursunuz.
Eğer tevbe ederseniz, ana mallarınız sizindir. Ne haksızlık edersiniz ne de
haksızlığa uğrarsınız." [19]
Bunun üzerine bu dört kardeş dediler ki:
- “Biz tevbe edip Allah’ın emrine
uyuyoruz. Bizim Allah ve Resûlü ile savaşa gücümüz yetmez.”
Faizden vazgeçerek yalnız ana mallarını
almaya razı oldular ve Muğîre oğullarından ana mallarını istediler. Onlar darda
olduklarını belirterek;
“Ürünler yetişinceye kadar bize süre
tanıyın.” dediler. Dört kardeş, süre tanımaya yanaşmadılar. Bu olay da şu
ayetin iniş sebebi oldu:
“Borçlu
darlık içinde ise genişliğe çıkıncaya kadar beklenir. Ama bağışta bulunmanız
sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz.” (Bakara 2/280)[20].
Cahiliyye devrinde borcunu ödeyemeyen
borçlu, köle olarak satılırdı. Bu ayet borçluların satılmasını da yasaklamış
oldu[21] .
Borcunu zamanında ödeyemeyene süre
tanınması bu ayetle hükme bağlanmış oldu.
II - FAİZİN ADIM ADIM YASAKLANIŞI
Bu bölüm, sadece, yasağın tarihi seyri
ile ilgili bilgi vermek içindir. Yoksa faizin adım adım yasaklanmış olmasının
uygulama açısından bir faydası yoktur. Çünkü faiz yasağı artık yürürlüktedir.
Bir müslümanın her herhangi bir gerekçe ile faize bulaşması haram olur.
Abdullah bin Abbas (r.a.) faizi kesin
olarak yasaklayan ayetin, en son inen ayet olduğunu söylemiştir[22].
Bu gösteriyor ki, faizin yasaklanmasıyla İslam toplumu gelişmesini tamamlamış
olmaktadır.
Abdullah Dıraz'ın tespitine göre faiz
dört adımda yasaklanmıştır. İlkinde sadece faizin kötülüğüne dikkat çekilmiş,
ikincisinde kendilerine yasak olduğu halde faiz yiyen yahudilerin düştükleri
acıklı durum gözler önüne serilmiş, üçüncü ayette faiz kısmen, dördüncüsünde
de tamamen yasaklanmıştır[23].
Bu ayetlerden ilki Mekke’de diğerleri
Medine’de inmişlerdir. Burada, içkinin adım adım yasak edilişine tam bir
benzerlik vardır. Mekke’de inen âyet-i kerîme‘de Allahu Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanların
malları içinde artsın diye faize verdiğiniz şey Allah yanında artmaz. Allah
rızasını gözeterek verdiğiniz zekata gelince işte onlar (mallarını ve sevaplarını)
kat kat artıranlardır[24].” [25]
Burada faiz yoluyla serveti artırmanın Allah katında kabul edilmediği belirtilmekte,
fakat, faizin haram olduğundan bahsedilmemektedir. Nitekim içki ile ilgili
olarak ilk inen ayet şöyledir:
“Hurma
ve üzüm gibi meyvelerden hem içki, hem de güzel
bir rızık edinirsiniz.” [26]
Bu ayette içkinin güzel bir rızk olmadığına
dikkat çekilmekte fakat onun bir pislik olduğu ve kaçınılması gerektiği
belirtilmemektedir. Ama bu ayırım diri kalpleri uyarmaya ve içkinin ileride ne
gibi bir hükme bağlanacağını hissettirmeye yetmişti.
İkinci ayette, haram olduğu halde faiz
yiyen yahudilerin cezaya çarptırıldığı anlatılarak müslümanların bundan ders
almalarına işaret edilmiştir. Eğer bunun arkasından faiz yasağı gelmeyecek olsaydı
bu olay, bütün yönleriyle bir ibret vesilesi olamayacaktı.
Ayet-i kerime şöyledir:
“Yasaklandıkları
halde faiz almaları ve haksızlıkla insanların mallarını yemeleri yüzünden (önceleri helâl olan temiz ve iyi şeyleri yahudilere
haram kıldık) ve içlerinden inkara
sapanlara acıklı bir azap hazırladık.“ [27]
İçki yasağı ile ilgili olarak inen ikinci
ayet de aynı mahiyettedir.
“Sana
içkiyi ve kumarı soruyorlar, de ki; ikisinin de büyük günahı ve insanlar
için yararları vardır. Ama bunların günahı yararlarından büyüktür.” [28]
İçki, üçüncü ayetle kısmen yasaklanmıştı:
“Müminler!
sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar... namaza yaklaşmayın." [29]
Bu ayet üzerine müslümanların önemli bir
kısmı içkiyi bırakmış, bir kısmı da namaz vakitleri dışında, özellikle yatsı
namazından sonra içmeye devam etmiştir.
Faiz konusunda ilk yasaklama da üçüncü
adımda olmuştur.
Bu adımda fahiş faizcilik, yani arttıkça
artan, giderek ana parayı geçen bileşik faiz yasak edilmiştir. Ayet-i kerime
şöyledir:
“Müminler!
Kat kat arttırılmış durumdaki faizi yemeyin. Allah’tan sakının ki, kurtuluşa
eresiniz.” [30]
İçki dördüncü adımda yasaklanmıştır.
İlgili ayet şudur:
"Ey
İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi pisliklerden başka bir
şey değildir; bunlardan kaçının ki saadete eresiniz." [31]
Faizin kesin olarak yasaklanması da
dördüncü adımda olmuştur. ilgili ayetler şunlardır:
“Borçlu
darlık içinde ise genişliğe çıkıncaya kadar beklenir. Ama bağışta bulunmanız
sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz.”
Allah’a
döndürüleceğiniz gün için tedbirinizi alın. Artık o zaman her kişi ne
kazandıysa onu tamı tamına bulur ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.” [32]
Ayette"...Eğer
tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Ne haksızlık edersiniz ne de
haksızlığa uğrarsınız." buyurularak sadece ana paranın geri
alınabileceği kabul edilmiş, oranı ne olursa olsun, faiz yasaklanmıştır.
III - SÜNNETTE FAİZ
Hadis deyince öncelikle Allah'ın Elçisi'nin
sözleri, davranışları (fiil) ve onayları (takrir) anlaşılır. Burada onun,
faizle ilgili açıklamalarına yer verilecektir. Bu açıklamalar Müslümanlar için
önemlidir. Çünkü Allah'ın Elçisi'ne Kur'an'ı açıklama görevi de verilmiştir.
Bir ayet şöyledir:
"(Ey Elçi!) Sana bu Zikr'i (Kur'an'ı) indirdik ki,
kendilerine ne indirildiğini insanlara açıklayasın. Belki düşünürler." (Nahl 16/44)
Dolayısıyla onun
faizle ilgili olarak yaptığı her açıklama, ilgili ayetlerin doğru anlaşılması
bakımından çok önemlidir.
Kur'an ve sünneti iki
ayrı kaynak değil, tek bir kaynak saymak gerekir. O zaman sünneti de doğru
anlamak mümkün olur. Aşağıda görüleceği gibi meşhur mezhepler bunları ayırdığı
için, fıkhın bir çok konusu gibi faiz konusunu da anlaşılmaz ve içinden
çıkılmaz hale getirilmiş, faizle ilgili bir çok hadis, değerlendirmeye
alınmamıştır.
Burada bir örneği
verilen usulle bakınca, ayet ve hadisler arasında tam bir bütünlük bulunduğu
görülmekte ve konunun kolay anlaşılır olduğu ortaya çıkmaktadır.
A - Faizin Kötülüğünü Gösteren Hadisler
Hadis deyince öncelikle Allah'ın
Elçisi'nin sözleri, davranışları (fiil) ve onayları (takrîr) anlaşılır.
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, konu ile ilgili olarak şunları
söylemiştir:
“Felâkete
sürükleyen yedi şeyden sakınınız.
-
Ey Allah'ın Elçisi nelerdir onlar?
-
Allah’a ortak koşmak, sihir, haklı sebeple olması bir yana Allah’ın dokunulmaz
kıldığı bir canı öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana toplu hücum
yapılacağı sırada savaştan kaçmak ve kötü yolla ilgisi olmayan namuslu mümin
kadınlara zina iftirasında bulunmaktır[33].”
Buhârî ve Müslim’in ortak rivayetine göre
Muhammed, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir: “Allah faizi yiyene ve yedirene lanet[34] etmiştir”[35]“.
Ali’nin (r.a.) şöyle dediği
bildirilmiştir:“Allah'ın Elçisi, ona dua
ve selâm olsun faiz yiyeni, yedireni, ona şahitlik edenleri, onu yazanı; dövme[36] yapanı, güzelleşmek için dövme yaptıranı, sadakaya
mani olanı, hulle[37] yapanı ve hulle yaptırmak isteyeni lanetledi.
Ölünün arkasından feryat ederek ağlamayı
(nevh) da yasakladı[38].”
Abdullah
İbni Mes’ud (r.a.) şöyle bir rivayette bulunmuştur:“Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, faiz yiyeni, yedireni ona
şahitlik edenleri ve onu yazanı lanetledi[39].”
Ebû Hureyre'nin bildirdiğine göre
Muhammed, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:“Öyle zaman gelir ki, insanlar faiz yerler."
-
İnsanların hepsi mi? diye sorulunca
şöyle dedi :
“
Yemeyen olursa ona da tozu bulaşır.[40]"
İbn Mes’ud, ona dua ve selâm olsun,
Muhammed'in şöyle dediğini bildirmiştir:
"
Faiz
(geliri) çok da olsa sonu darlığa döner[41].”
Abdullah b. Mes’ud'un babasından yaptığı
nakle göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun şöyle demiştir: “Bir toplumda faiz ve zina ortaya çıkınca
artık onlar Allah’ın cezasını haketmiş olurlar[42]. “
Abdullah b. Hanzala'nın (r.a.)
bildirdiğine göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:“Kişinin bilerek bir dirhem faiz yemesi
otuz altı kere zinadan daha ağırdır[43]."
Amr b. el-As (r.a.), Allah'ın
Elçisi'nden, ona dua ve selâm olsun, şunu işittiğini söylemiştir: “Bir toplumda faiz ortaya çıkınca kıtlığa
yakalanırlar. Bir toplumda rüşvet ortaya çıkınca da korkuya kapılırlar[44].”
Semüre b. Cündüb'ün (r.a.) bildirdiğine
göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir: “Miraca çıkarıldığım gece bir adam gördüm,
bir nehirde yüzüyor ve kendine taş yutturuluyordu. «Bu nedir?» diye sordum.
«Faiz yiyendir.» denildi[45].”
Ebu Hureyre'nin (r.a.) bildirdiğine göre
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:“İsra gecesi bir topluluğa rastladım; karınları evler gibiydi, içinde
yılanlar vardı, dışardan gözüküyordu. «Cebrail! bunlar kimlerdir?» diye
sordum. Dedi ki, bunlar faiz yiyenlerdir[46].”
Semüre b. Cündüb'ün (r.a.) bildirdiğine
göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, bir gün şöyle demiştir: “Bu gece iki kişiyi gördüm, bana geldiler ve
beni alıp mukaddes bir yere götürdüler. Kandan bir ırmağa varıncaya kadar gittik.
Irmak içinde bir adam ayakta duruyordu. Ortasına doğru da bir adam ve önünde
bir taş yığını vardı. Irmağın içindeki adam döndü. Çıkmak isteyince öbürü
ağzına bir taş attı ve onu yerine döndürdü. Sonra her ne zaman çıkmak için
gelse ağzına bir taş atıyor, o da yerine dönüyordu. «Bu nedir?» diye sordum.
«Nehirde gördüğün kişi faiz yiyendir.» dedi[47].”
B
- Cahiliye Faizi
Müslümanlık öncesi arap toplumunu
anlatmak için cahiliye kelimesi kullanılır. Bu döneme cahiliye dönemi, onların
gelenek ve göreneklerine de cahiliye gelenek ve görenekleri denir. Cahiliye
faizi derken de bu dönemin faiz anlayışı kastedilir.
Yukarıda belirtildiği gibi cahiliye faizi
borçtan elde edilen gelirdir. Bu da kredi, mevduat ve temerrüt faizlerini
kapsar. Ona dua ve selâm olsun, Muhammed, Veda Hutbesi’nde şöyle demiştir:
“Cahiliye faizi kaldırılmıştır. İlk faizi
kaldırıyorum, bizim faizimizi, (amcam) Abbas b. Abdulmuttalib'in faizini.
Câhiliye faizinin tamamı kaldırılmıştır[48]”.
İleride görüleceği gibi hadislerde altın,
gümüş, arpa, buğday, hurma ve tuzun bazı alım satım şekilleri de faizli işlem
sayılmıştır. Bu yüzden kimi İslam bilginleri borçtan elde edilen gelir yanında,
bu altı maddenin ve onlarla aynı kapsama soktukları maddelerin bazı alım satım
şekillerini de faizli işlem saymışlardır.
İbni Abbas faizli işlemin bu çeşidini
kabul etmez. Ona göre faiz, borcun
getirisinden başka bir şey değildir. O, bunu söylerken Üsâme b. Zeyd'in
Peygamberden duyduğu sözlere dayanır. Üsâme'den yapılan rivayetleri ve bu rivayetlerdeki
farklı ifadeleri şöyle sıralayabiliriz:
1-
İbni Abbas dedi ki, Üsâme b. Zeyd'in bana verdiği habere göre Allah'ın
Elçisi, ona dua ve selâm olsun şöyle demiştir:
“Faizli işlem yalnızca borçta olur[49].”
2-
İbni Abbas'ın Üsâme b. Zeyd’den bildirdiğine göre Allah'ın Elçisi, ona
dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Elden ele (yani peşin) olanda faiz olmaz[50].”
3- Ubeydullah b. Ebî Yezîd, İbni
Abbas’tan şunu işittiğini söyledi: Üsâme b. Zeyd'in bana verdiği habere göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm
olsun,'şöyle demiştir:
"Faiz sadece vadeli işlemde olur[51].“
4- Ebu Salih ez-Zeyyât dedi ki; Ebû Saîd
el-Hudrî'nin şöyle dediğini işittim: “Dinara dinar, dirheme dirhem misli
misline olur. Kim artırır ya da fazlasını isterse faize girer.”
«İbni Abbas böyle demiyor.» deyince Ebu
Saîd şunu sööyledi:
“İbni Abbas’a sordum, dedim ki; «Onu
Peygamber'den mi işittin yoksa Allah'ın Kitabında mı buldun?"
Dedi ki; “Bunların hiç birini
söylemiyorum, siz Allah'ın Elçisini benden iyi bilirsiniz, ama Üsâme bana
Peygamber'in şöyle dediğini haber verdi:
"
Vadeli işlemden başkasında faiz olmaz[52]."
5- Ata b. Ebî Rebâh dedi ki, Ebû Saîd
el-Hudrî, İbni Abbas ile karşılaştı ve ona şöyle dedi: Senin sarfla[53] ilgili şu görüşüne baksana, o senin Allah'ın
Elçisi'nden işittiğin bir şey mi, yoksa Allah'ın Kitabı'nda bulduğun bir şey
mi?
İbni Abbas dedi ki; “Hayır öyle
demiyorum, siz Allah'ın Elçisini benden iyi bilirsiniz, Allah'ın Kitab'ını da bilmiyorum,
ama Üsâme b. Zeyd bana Allah'ın Elçisi'nin şöyle dediğini bildirdi:
"Dikkat edin, faiz sadece vadeli işlemde
olur[54]."
C
- Faizli Satışlar
Bugün faizli satış deyince akla vadeli
satış gelir. Çünkü vade farkı, faiz ile karıştırılır. Halbuki, vade farkı
başka, faiz başkadır. Bu konu ileride gelecektir.
Bu başlık, altın, gümüş, buğday, arpa,
hurma ve tuz satışıyla ilgilidir. Ona dua ve selâm olsun, Muhammed, bu altı maddenin bir kısım satış şekillerini,
normal bir satış değil, faizli işlem sayarak yasaklamıştır. O, ayrıca o devrin
parası olan dinar ve dirhemin alım satımına da düzenleme getirmiştir. Onun
veresiye hayvan takasını yasakladığı rivayeti de vardır. Bu bölümün sonunda
açıklanacağı gibi bu yasaklar, alım satım adı altında faizli ödünç işlemi
yapılmasını önlemeye yöneliktir. Hadislerde sayılan altı madde, o devirde en
çok ödünç verilen maddelerdir. Bu ödünçleri satış gibi gösterip alınan faize
kâr demek ve faiz yasağını delmek mümkündür. Hadisler bunu kesin olarak
önlemiştir.
1 - Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve
tuz
Konu ile ilgili olarak Allah'ın
Elçisinden bize ulaşan sözlerin bir kısmında bu altı maddenin tamamı, bir
kısmında da daha azı geçer. Şimdi bu sözleri kısım kısım sıralayalım:
a - Altı madde bir arada olanlar
Ebû Saîd el-Hudrî'nin (r.a.) bildirdiğine
göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir :
"Altına karşılık altın, gümüşe
karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık
hurma ve tuza karşılık tuz, misli misline ve peşin olur. Kim artırır ya da
fazlasını isterse faize girmiş olur. Bu konuda alan da veren de birdir[55].”
Ubâdetü’bnü’s-Sâmit (r.a.) bildirmiştir.
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle dedi:
“Altına karşılık altın, gümüşe karşılık
gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma ve
tuza karşılık tuz misli misline, dengi dengine ve peşin olur. Bu cinsler
değişik olursa peşin olması şartıyla istediğiniz gibi satabilirsiniz[56].“
Müslim b. Yesar ile Abdullah b. Ubeyd,
Ubâdet‘übn’üs-Sâmit ile Muaviye’nin bir keresinde aynı konak yerinde
bulunduklarını ve Ubâde’nin kendileriyle konuşup şöyle dediğini haber
vermişlerdir:
“Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun
bize, altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday,
arpaya karşılık arpa ve hurmaya karşılık hurma,
satmayı yasakladı.”
Onlardan biri (Müslim veya Abdullah), “tuza
karşılık tuz“ ifadesini de ekledi; diğeri bunu değil de şunu ekledi: "
Dengi dengine ve misli misline olursa o başka." Biri de şunu ekledi:
"Kim artırır ya da fazlasını isterse
faize girmiş olur.” Bunu da öbürü söylememişti.
Übâde sözüne şöyle devam etti:
“Bize, Allah'ın Elçisi, gümüşe karşılık
altını, altına karşılık gümüşü, arpaya karşılık buğdayı, buğdaya karşılık
arpayı peşin olmak şartıyla istediğimiz gibi satabileceğimizi emretti[57].”
Übâdetü’bnü’s-Sâmit'in (r.a.)
bildirdiğine göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Altına karşılık altın, dinarı olsun
külçesi olsun; gümüşe karşılık gümüş, dirhemi olsun, külçesi olsun farketmez.
Buğdaya karşılık buğday ölçeğe[58] ölçektir. Arpaya karşılık arpa, ölçeğe
ölçektir. Hurmaya karşılık hurma, ölçeğe ölçektir. Tuza karşılık tuz, ölçeğe
öçektir. Kim artırır ya da fazlasını isterse faize girmiş olur. Gümüşe
karşılık altın elden ele satıldığında gümüşün fazla olmasında bir zarar yoktur,
fakat veresiyesi olmaz. Arpaya karşılık buğday elden ele satıldığında arpanın
fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat veresiyesi olmaz[59].”
Bu kısımdaki hadisleri iki sahabi,
Ubâdet'übn'üs-Sâmit ve Ebu Saîd el-Hudrî rivayet etmişlerdir.
b
-Beş madde bir arada
Burada altı maddeden yalnız tuz yoktur.
Ömer'in bildirdiğine göre, Allah'ın
Elçisi ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Gümüşe karşılık altın faizli işlemdir;
al-ver şeklinde olursa o başka. Buğdaya karşılık buğday faizli işlemdir;
al-ver şeklinde olursa o başka. Arpaya karşılık arpa faizli işlemdir; al-ver
şeklinde olursa o başka. Hurmaya karşılık hurma faizli işlemdir; al-ver
şeklinde olursa o başka[60].“
c
- Dört madde bir arada olanlar
Birinci hadiste altın, buğday, arpa ve
hurma geçer.
Ömer'in bildirdiğine göre Allah'ın
Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Altına karşılık altın faizli işlemdir;
al-ver şeklinde olursa o başka. Buğdaya karşılık buğday faizli işlemdir;
al-ver şeklinde olursa o başka. Arpaya karşılık arpa faizli işlemdir; al-ver
şeklinde olursa o başka. Hurmaya karşılık hurma faizli işlemdir; al-ver
şeklinde olursa o başka[61].“
İkinci hadiste arpa, buğday, hurma ve tuz
geçer.
Ebu Hureyre'nin (r.a.) bildirdiğine göre
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Buğdaya
karşılık buğday, arpaya karşılık
arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz kilesi kilesine,
tartısı tartısına olur. Kim artırır ya da fazlasını isterse ribaya girer;
renkler[62] farklı olursa o başka[63].”
d
- İyi hurmaya karşılık kötü hurma
Ebu Saîd el-Hudrî, Ebu Hureyre'den
(r.anhuma) şunu bildirmiştir. Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, bir
kişiyi Hayber’de görevlendirmişti, cenib[64] hurması getirdi. Allah'ın Elçisi “Hayber’in
bütün hurmaları böyle mi?“ dedi. O, “Hayır vallahi ey Allah'ın Elçisi, bunun
bir sa’ına[65] karşılık iki sa', iki sa’ına karşılık üç sa'
veriyoruz." dedi. Bunun üzerine Allah'ın Elçisi şöyle dedi:
”Öyle yapma, karışık hurmayı dirhem
karşılığı sat, sonra cenîbi dirhem vererek al[66] .”
Bilâl, Peygamber'e, ona dua ve selâm
olsun, Bernî hurması getirmişti. Peygamber dedi ki, "Bu nereden?"
Bilâl, "Yanımızda kötü hurma vardı, Peygamber yesin diye bunun bir sa'ını
iki sa' vererek aldım." dedi. Peygamber dedi ki:
"Eyvah, eyvah, tam faiz! tam faiz!
Böyle yapma, böyle bir şey satın almak istedin mi, hurmayı sat, sonra onun
bedeli ile satın al[67]."
Ebu Saîd dedi ki Allah'ın Elçisi'ne, ona
dua ve selâm olsun, bir hurma getirildi. "Bu bizim hurmamızdan
değil." dedi. Adam dedi ki, "Ey Allah'ın Elçisi, bunun bir sa'ını
bizim hurmamızdan iki sa'a aldım." Bunun üzerine Allah'ın Elçisi, ona dua
ve selâm olsun, şöyle dedi:
"Bu ribadır; onu geri verin. Sonra
hurmamızı satın ve bize bundan alın[68]."
Hayber valisi Allah'ın Elçisi'ne cenîb
hurması getirmişti. Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, “Hayberin bütün
hurmaları böyle midir?” diye sordu. Vali, “Hayır, vallahi, ey Allah'ın Elçisi,
toplanan hurmalardan iki sa’ verip bundan bir sa’ alıyoruz.” dedi. Ona dua ve
selâm olsun, Allah'ın Elçisi bunun üzerine şöyle dedi:
"Böyle yapmayın ama misli misline
olabilir. Ya da bunu satın, bedeliyle ondan alın. Denge böyle kurulur[69]."
e
- Taama karşılık taam
Mamer b. Abdullah kölesini bir sa’ buğday
verip gönderdi, “Onu sat, karşılığında arpa al.” dedi. Köle gitti, bir sa’dan
biraz fazla (arpa) aldı. Mamer’e geldi ve durumu bildirdi. Mamer dedi ki; “Niye
böyle yaptın. Git onu geri ver, misli misline olmazsa sakın alma. Çünkü ben
Allah'ın Elçisi'ni dinlemiştim, ona dua ve selam olsun, şöyle diyordu:
" Taama karşılık taam misli mislinedir.”
O gün taamımız arpaydı."
Ona, “O onun dengi değil ki.” dendi.
“Benzemesinden korkuyorum[70].”
diye cevap verdi.
Tâc'ul-arûs'a göre Hicaz halkı, yalın
olarak taam deyince buğday demek ister[71].
Ebû Saîd el-Hudrî'nin şu ifadesi bunu doğrulamaktadır: "Biz fıtır
sadakası olarak ya, taamdan bir sa', ya arpadan bir sa[72],
ya hurmadan bir sa' ya keşten[73] bir sa' ya da kuru üzümden bir sa' çıkarırdık[74].
Buradaki taam kelimesi ile buğdayın kastedildiği açıktır.
f
- Kuru hurmaya karşılık yaş hurma
Ebû Ayyaş, Sa’d b. Ebî Vakkas’a,
"Beyaz buğday (beyzâ) verip sült denen buğdaydan alabilir miyim?"
diye sordu. Sa’d, “Hangisi daha iyi?“ dedi. “Beyaz buğday” diye cevap verdi.
Bunun üzerine bu alımı yasakladı ve şöyle
dedi: Allah'ın Elçisi'ne yaş harmaya karşılık kuru hurma soruldu da Allah'ın
Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle dedi:
" Yaş hurma kuruyunca azalır mı?
Evet. dediler. O da onu bundan men etti[75]."
2
- Altın ve gümüş
Ebû Saîd el-Hudrî'nin (r.a.) bildirdiğine
göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
"Altına karşılık altın satmayınız;
misli misline olursa o başka. Birini öbüründen farklı yapmayınız. Gümüşe
karşılık gümüş satmayınız; misli misline olursa o başka. Birini öbüründen
farklı yapmayınız. Bunları, biri peşin diğeri veresiye olarak da satmayınız[76].”
Ubâdetü’bnü’s-Sâmit'in (r.a.)
bildirdiğine göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
"Gümüşe karşılık altın elden ele
satılırsa gümüşün fazla olmasında bir sakınca yoktur, fakat veresiyesi olmaz[77].”
Ebû Saîd el-Hudrî'nin (r.a.) bildirdiğine
göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Altına karşılık altın, gümüşe karşılık
gümüş satmayınız; ama aynı ağırlıkta, misli misline, dengi dengine olurlarsa o
başka[78].”
Abdurrahman b. Ebî Bekre, babası Ebû
Bekre'nin (r.a.) şöyle dediğini bildirmiştir:
“Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun,
gümüşü gümüşle, altını altınla değiştirmeyi yasakladı, dengi dengine olursa o
başka. Gümüşü altınla istediğimiz gibi, altını gümüşle istediğimiz gibi
değiştirebileceğimizi emretti[79].”
Ona birisi ‘Elden ele mi?’ diye sordu. Dedi ki, "Ben böyle işittim.[80]“
Abdurrahman b. Ebî Bekre, Ebû Bekre'nin
(r.a.) şöyle dediğini bildirmiştir: Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun
şöyle dedi:
"Altına karşılık altın satmayınız,
dengi dengine olursa o başka. Gümüşe karşılık gümüş satmayınız, dengi dengine
olursa o başka. Gümüşe karşılık altını, altına karşılık gümüşü istediğiniz
gibi satabilirsiniz[81].”
Ebû Hureyre’den rivayet ediliyor,
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun şöyle demiştir:
"Altına karşılık altın aynı
ağırlıkta misli misline, gümüşe karşılık gümüş aynı ağırlıkta misli misline
olur. Kim miktarı artırır veya fazlasını isterse, o faizli işlemdir[82].”
a - Dinara veya dirheme karşılık altın veya
gümüş
1) - Dinara karşılık altın
Dinar, altından basılmış paradır.
İbni Şihab, Malik b. Evs’in kendine şunu
haber verdiğini söyledi:
“100 dinar satmak istedim, beni Talha b.
Ubeydullah çağırdı, anlaştık, parayı aldı. Altını elinde çevirmeye başladı.
«Veznedarım ağaçlıktan gelsin de...» dedi.
Ömer bunu işitiyordu, hemen söze karıştı
ve şöyle dedi :
«Vallahi (altını) alıncaya kadar ondan
ayrılma. Çünkü Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
"Altına karşılık altın faizli
işlemdir; al-ver şeklinde olursa o başka..[83].“
Fadâle b. ‘Ubeyd el-Ensârî demiştir ki;
Allah'ın Elçisi'ne dua ve selâm olsun, Hayber’de ona bir gerdanlık getirildi,
boncuk ve altın diziliydi. Satılığa çıkarılmış ganimetlerdendi. Allah'ın
Elçisi, ona dua ve selâm olsun, gerdanlıktaki altının çıkarılmasını emretti.
Sonra dedi ki:
“Altına
karşılık altın tartıya tartıdır[84].“
Yani altın verilip altın alınacaksa her
ikisinin de aynı ağırlıkta olması gerekir. Çünkü gerdanlığa karşılık ödenecek
para, altından basılmış olan dinardı.
Fadâle b. ‘Ubeyd dedi ki, Hayber günü bir
gerdanlığı 12 dinara satın almıştım. Boncuklu ve altınlıydı. Ayırdım baktım
ki, 12 dinardan fazla altını var. Bunu hemen Allah'ın Elçisi’ne anlattım dedi
ki:
" Ayırt edilmeden satılmaz[85].“
Fadâle b. ‘Ubeyd dedi ki; Hayber günü
Allah'ın Elçisi ile birlikteydik. Yahudilerle okka işi alış veriş yapıyor, iki
üç dinara altın alıyorduk. Allah'ın Elçisi, ona dua ve selam olsun, dedi ki:
"
Altını altına karşılık almayınız; ikisi
de aynı ağırlıkta olursa o başka[86].“
Fadâle b. ‘Ubeyd dedi ki, Hayber günü
boncuklu ve altınlı bir gerdanlık elde ettim. Onu satmak istedim. Durum,
Allah'ın Elçisi'ne anlatıldı. Ona dua ve selâm olsun, dedi ki;
"
Birini diğerinden ayır, sonra sat[87].”
Haneş dedi ki, bir savaşta Fadâle b.
Ubeyd ile beraberdik, benim ve arkadaşlarımın payına altınlı gümüşlü ve
mücevherli bir gerdanlık düştü. Onu satın almak istedim ve Fadâle b. Ubeyd’e
sordum, dedi ki, “Altınlarını çıkar bir kefeye koy, senin altınını da diğer
kefeye koy; sonra misli misline olmadıkça alma. Allah'ın Elçisi'nden işittim;
ona dua ve selâm olsun, şöyle dedi:
"
Kim Allah’a ve Son güne inanmışsa misli
misline olmadıkça almasın [88].”
2)
- Dirheme karşılık gümüş
Dirhem, gümüşten basılmış paradır.
Ebû’l-Minhal dedi ki; "Benim bir
ortağım mevsime (panayıra) veya hacca kadar veresiye gümüş satmıştı. Bana
geldi ve durumu bildirdi, bu uygun bir iş değil, dedim. «Onu çarşıda sattım,
kimse beni yadırgamadı.» dedi. Hemen Berâ b. Azib’e geldim ve sordum. Dedi
ki, Peygamber ona dua ve selâm olsun
Medine’ye geldiğinde böyle satışlar yapıyorduk; dedi ki:
"Peşin olursa bir zararı yok,
veresiyesi (satış değil) faizli işlem olur."
Bana, "Sen Zeyd b. Erkam’a git, o benden
daha büyük tüccardır." dedi. Ona gittim ve sordum, aynı şeyi söyledi[89].
3
- Para alım satımı (Sarf)
Peygamberin ve sahabenin yaşadığı
dönemlerde para deyince dinar ve dirhem anlaşılırdı. Hadislerden bir kısmı bunların alım satımını
düzenler.
Ali’nin torunu Ömer, babası Muhammed’den
o da dedesi Ali’den şunu bildirmiştir: Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun,
şöyle dedi:
“Dinara karşılık dinar, dirheme karşılık
dirhem olursa arada bir fazlalık olamaz. Kimin gümüşe ihtiyacı varsa altın
verip alsın. Kimin de altına ihtiyacı varsa gümüş verip alsın. Sarf, al-ver
şeklinde olur[90].“
Osmanin (r.a.) bildirdiğine göre Muhammed, ona
dua ve selâm olsun' şöyle demiştir:
“Bir dinarı iki dinara, bir dirhemi iki
dirheme satmayın[91].”
Abdullah b. Ömer dedi ki; Beqî'de deve
satardım. Dinara karşılık satar yerine dirhem alırdım, dirheme karşılık satar
yerine dinar alırdım. Ona dua ve selâm olsun, Allah'ın Elçisi’ne geldim,
Hafsa’nın evindeydi; “Ey Allah'ın Elçisi, müsadenle bir şey sormak istiyorum;
ben Beqî'de deve satıyorum; dinara karşılık satıp yerine dirhem alıyorum.
Dirheme karşılık satıp yerine dinar alıyorum. Ona karşılık onu alıyor, buna
karşılık bunu veriyorum.” dedim. Dedi ki:
”O günün fiyatıyla almanda bir sakınca
yoktur; yeterki, aranızda bir şey bırakarak ayrılmayın[92].”
Abdullah b. Ömer diyor ki; altına
karşılık gümüş veya gümüşe karşılık altın satardım; geldim, Allah'ın Elçisi’ne
bunu haber verdim. Ona dua ve selâm olsun, dedi ki;
"
Biriyle böyle bir alış veriş yaptığında
seninle onun arasında bir hesap kalırsa ondan ayrılma[93].”
Ebu’l-Minhal diyor ki; el-Berâ b. Azib’e
ve Zeyd b. Erkam’a, (r.anhum), sarfı sordum, onlardan her biri diğeri için “Bu
benden iyidir” diyordu. Her ikisi de şöyle dedi:
“Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun
gümüşe karşılık altını veresiye satmayı yasakladı[94].“
Kendinden yapılan bir başka rivayette
Ebu’l-Minhal diyor ki; el-Berâ b. Azib’e ve Zeyd b. Erkam’a, (sarfı) sordum,
dedilerki; “Ona dua ve selâm olsun, bizler Allah'ın Elçisi'nin zamanında
ticaret yapardık, Allah'ın Elçisi'ne sarfı sorduk, dedi ki:
“Peşin olursa zararı yok, ama veresiye olursa
uygun olmaz[95].”
Ebû Hureyre’den rivayet ediliyor,
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun şöyle demiştir:
“Dinara dinar olursa arada bir fazlalık
olmaz. Dirheme dirhem olursa arada gene bir fazlalık olmaz[96].“
4 - Değerlendirme
Fakihler, hadislerde geçen altı maddeyi
ikiye bölmüşler, birinci bölüme altın ve gümüşü, ikinci bölüme de buğday,
arpa, hurma ve tuzu koymuşlardır. Çünkü şöyle bir hadis vardır :
“Altına karşılık altın, gümüşe karşılık
gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma ve
tuza karşılık tuz misli misline, dengi dengine ve peşin olur. Bu cinsler
değişik olursa peşin olması şartıyla istediğiniz gibi satabilirsiniz[97].“
Bundan kabaca şu anlaşılır: Cinsler
değişik olsa bile bu altı maddenin birbiriyle değişimi veresiye yapılamaz,
yoksa faizli işlem olur. Buna göre, altın veya gümüş verip veresiye arpa,
buğday, hurma veya tuz almak da yasaklanan işlemlerden olur. Halbuki, böyle
bir alımı bizzat Peygamber yapmıştır. Enes b. Malik'in bildirdiğine göre
Peygamber, ona dua ve selam olsun, bir zırhını, Medine'de bir yahudinin
yanında rehin bırakmış ve ailesi için ondan bir miktar veresiye arpa almıştı[98].
Daha sonra ödeyeceği para dinar veya dirhemdi. Durum böyle olunca para olarak
da kullanılan altın ve gümüş ile diğer maddeleri farklı sınıfa koyma zorunluluğu
doğmuş olur.
Yukarıdaki hadisin açıklaması mahiyetinde
olan şu hadislerde altın ile gümüşün veya buğday ile arpanın değişiminden söz
edilmiştir. Hurma ile tuzu bu kapsama sokan bir hadis yoktur. Konu ile ilgili
bütün hadisileri şu hadis özetlemektedir:
“Gümüşe karşılık altın elden ele satıldığında
gümüşün fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat veresiyesi olmaz. Arpaya
karşılık buğday elden ele satıldığında arpanın fazla olmasında bir zarar
yoktur, fakat veriseyesi olmaz[99].”
a
- Altın ve gümüş
Yukarıdaki hadisler, alım satım görüntüsü
altında faizli işlem yapılmasının önünü kesmektedir. Buna göre İster külçe,
isterse basılmış para olsun, altın altınla ve gümüş gümüşle değiştirilince
değişimin eşit ağırlıkta ve peşin olması gerekir. Yoksa faizli işlem olur.
Söz gelişi bir kimse elindeki 100 gr
kullanılmış altın bileziği verip külçe altın almak isterse külçenin de 100 gr.
olması gerekir; yoksa faizli işlem olur.
Eski gümüş kemer ile külçe gümüş almak
istenirse kemer ile külçenin aynı ağırlıkta olması gerekir. Bunlardan biri daha
ağır olursa faizli işlem olur.
Her kim, altın verip gümüş almak veya
gümüş verip altın almak isterse birini verdi mi diğerini hemen almalıdır. Yani
altını veya gümüşü şimdi verip ötekini daha sonra alamaz, yoksa faizli işlem
olur. Konyula ilgili detaylı değerlendirme bu bölümün sonunda gelecektir.
Altın veya gümüş verip buğday, arpa,
hurma veya tuzu istediğimiz gibi alabiliriz. Bu alım peşin de olabilir,
veresiye de. Bunun hiç bir sakıncası yoktur.
b
- Buğday ve arpa
Yukarıdaki hadislere göre bunlar kendi
cinsleriyle değiştirilirse ikisi de aynı ölçekte olmalı ve biri verildi mi
diğeri teslim alınmalıdır. Diyelim ki, bir kile ekmeklik buğdayım var, onunla
tohumluk buğday almak istiyorum, peşin olmak şartıyla ancak bir kile
alabilirim. Birinin diğerinden çok veya az olması faizli işlem olduğu gibi
birini şimdi verip diğerini sonra almak da faizli işlem olur.
Buğday verip arpa alırsam birini verdim
mi diğerini almam gerekir. Çünkü bunun veresiyesi faizli işlem olur. Ama
miktarlar farklı olabilir. Mesela, 10 kile arpa ile peşin 5 kile buğday
alınabilir.
c
-Hurma ve tuz
Hadislere göre hurma verilip hurma alınır
veya tuz verilip tuz alınırsa değişimin peşin ve miktarların eşit olması
gerekir. Hurma verip tuz alırken veya hurma veya tuz verip arpa ya da buğday
alırken değişimin peşin olması gerektiğine dair bir açık ifade hadislerde yer
almaz.
d - Misli misline
Hadisler, yukarıdaki altı malın kendi
cinsiyle değişiminin "misli misline" olmasını şart koşar. Misil (),
iki şey arasındaki denkliği ve aynılığı ifade eder. Benzerliği göstermek için
Arapçada kâf () harfi veya şibh () kelimesi kullanılır. Lisan’ül-Arab, misil kelimesi
ile ilgili şu bilgileri vermektedir:
“İbni Berri dedi ki, mümâselet (tıpkısı
olmak) ile müsâvât (denklik) arasında fark vardır. Müsâvât farklı cinsler
arasında olabileceği gibi aynı cinsler arasında da olabilir. Çünkü müsâvât
miktar bakımındandır. Biri diğerinden fazla da olmaz noksan da. Ama mümâselet
yani misli misline olma yalnızca aynı şeyler arasında gerçekleşir. Yalın olarak
“o onun mislidir.” demek “O onun yerine geçer.” demektir. “Şu yönüyle onun
mislidir.” denirse yanlız o yönüyle öbürüne denk olduğu ama başka yönlerden
farklı olduğu anlaşılır[100].
Arapça'da iki şey arasındaki ortak
noktaları ifade için kullanlıan bir çok kelime vardır. Ragıb el-İsfahânî, bu
konuda şu bilgileri vermektedir:
(nidd), yalnızca cevherde yani özdeki
ortaklığı ifade eder.
(şibh), yalnızca keyfiyet yani nitelik ve
vasıf yönünden ortaklığı ifade eder.
(müsâvî) yalnızca kemiyet yani sayı ve miktar
yönünden ortaklığı ifade eder.
(şekil) yalnızca ölçü ve boyutlar yönünden ortaklığı
ifade eder.
Misil () kelimesi bunların hepisini içine
alır. Allah Teâlâ, hiç bir şeyin hiç bir konuda kendine benzemediğini misil
kelimesi ile ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Onun misli gibi bir şey yoktur." (Şûra 42/11)[101]
İki şeyin misli misline olması, bunların
her yönüyle birbirinin tıpkısı olması demek ise de hadislerde geçen altı malın
değişiminde böyle bir şeyin aranması uygun görülmemektedir. Çünkü elindeki bir
malı verip her yönüyle onun gibi olan bir başka malı kim alır? Kim, bir adet
Reşat altınını verip her yönüyle onun tıpkısı olan bir başka Reşat altınını
almak ister? Böyle bir şey anlamsız olur. Muhammed anlamsız bir şey
söylemeyeceğine göre hadislerde geçen misli misline ifadesinden mümkün olduğu
kadar bedellerin birbirine denk olması şartı anlaşılmalıdır.
Ebû Ayyaş, Sa’d b. Ebî Vakkas’a,
"Beyaz buğday (beyzâ) verip sült denen buğdaydan alabilirmiyim?" diye
sordu. Sa’d, “Hangisi daha iyi?“ dedi. O, “Beyaz buğday” diye cevap verdi. Bunun üzerine bu alım satımı yasakladı
ve şöyle dedi : Allah'ın Elçisi'ne yaş
harmaya karşılık kuru hurma verilmesi soruldu da, Allah'ın Elçisi ona dua ve
selâm olsun, “Kuruyunca azalır mı?“ diye sordu.
"Evet.” dediler. O da bundan men
etti[102].
Peki ya 24 ayar altınla 18 ayar altın
veya 900 ayar gümüşle 800 ayar gümüş nasıl değiştirilebilir? Buğday, arpa,
hurma ve tuzun iyisini verip kötüsünü alacak olan ne yapar? İşte üzerinde
durulacak husus budur. Hanefîlere göre kalite ve ayar ne olursa olsun miktarlar
denk olmalıdır. Buğday verip buğday alınıyor veya arpa, hurma ve tuz kendi
cinsiyle değiştiriliyorsa biri iyi, biri kötü olabilir; yeter ki, ikisi de aynı
ölçekte ve peşin olsun. Altın verip altın alırken veya gümüş verip gümüş
alırken de biri has, öteki düşük ayarlı olabilir; yeter ki, ağırlıkları denk ve
peşin olsun. Bu konudaki diğer görüşler ileride gelecektir.
e
- Hayvan satışı
Hayvan satışı konusunda Semüre'nin yaptığı şöyle bir rivayet vardır:
"Allah'ın Elçisi hayvana karşılık hayvanı
veresiye satmayı yasakladı[103].
Ebû İsâ et-Tirmîzî (209-279 h.) bu
hadisle ilgili şunu söylüyor: "Semüre’nin
rivayet ettiği hadis hasen ve sahihtir... Gerek Peygamber'in ashabından ve
gerekse diğerlerinden olan ilim sahiplerinin çoğuna göre, hayvana karşılık
hayvanı veresiye satma hususunda uygulama bu hadise göre olur. Süfyan‘üs-Sevrî’nin
ve Kûfelilerin görüşü de böyledir. Ahmed (b. Hanbel) de aynı şeyi söyler.
Peygamber'in ashabından ve diğerlerinden
olan kimi ilim sahipleri ise hayvana karşılık hayvanın veresiye satışına
ruhsat vermişlerdir. Bu, Şafiî’nin ve İshak‘ın da görüşüdür[104]."
Ebû Davud'un rivayet ettiği bir hadis,
Peygamber'den bu konuda bir müsade çıktığını göstermektedir. Abdullah b.
Amr'ın bildirdiğine göre, Allah'ın Elçisi ondan bir ordu donatmasını istemişti.
Develer bitince ona, toplanacak genç zekat develeri karşılığında deve almasını
emretti. O da zekat zamanında iki deve vermek üzere bir deve alıyordu[105]."
Ebu Davud'un şarihi el-Hattâbî (319-388
h.) bu hadisle ilgili şu bilgileri veriyor:
"Şeyh dedi ki; bu hadis sana şunu
açıkca gösterir ki, hayvanı veresiye satma yasağı sadece her iki bedelin de
veresiye olması haline hastır. İki hadisi birleştirmek ve aralarını uyuşturmak
için bu gereklidir[106].
III- SAHABENİN
FAİZ ANLAYIŞI
Sahabe, Allah'ın Elçisi olduğuna inanarak
Muhammed'i gören kişilere verilen addır. Sahabeden hiç kimsenin, borcun
getirisi olan faizin yani cahiliye faizinin haramlığında şüphesi yoktu. Ama
onların içinde,
Allah'ın Elçisi'nin altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuzun bazı
satış şekillerini faizli işlem saydığını bilmeyenler vardı. Çünkü onlar
hadislere aynı öçüde vâkıf değillerdi.
A
- Cahiliye Faizi
Cahiliye faizi ile müslümanlık öncesi
arap toplumun faiz anlayışı kastedilir. Araplarda bilinen ve yaygın olan faiz,
cahiliye faizi idi. Bu, borca karşılık alınan faizdir[107].
Sahabe, cahiliye denen müslümanlık öncesi dönemi bildiği için faizli işlem
deyince onların aklına hemen cahiliye faizi gelirdi.
Zeyd b. Eslem dedi ki, cahiliye
dönemindeki faizli işlem şuydu: Bir kimsenin diğer kimsede vadeli bir alacağı
olur, vade bitince derdi ki, "Ödeyecek misin, yoksa faiz mi ilave
edeceksin?" Öderse alır, ödemezse alacağına ilavede bulunur ve vadeyi
uzatırdı[108].
İmam Malik’in bildirdiğine göre bir kişi
Abdullah b. Ömer’e geldi ve şöyle dedi :
-Birine ödünç verdim ve geri öderken daha
iyisini vermesini şart koştum.
Abdullah dedi ki, “Bu faizli işlemdir.”
-Peki ne yapmamı emredersin, diye sorunca
Abdullah dedi ki :
-Ödünç üç kısımdır; birincisinde yalnız
Allah'ın rızasını gözetir ve karşılığında Allah’ın rızasını kazanırsın.
İkincisinde arkadaşının gönlünü kazanmak istersin; bunda onun gönlünü
kazanmaktan başka kazancın olmaz. Üçüncüsünde de temiz malına karşılık kirli
kazancı şart koşarsın, işte o faizli işlemdir.
- Peki şimdi ne yapabilirim, diye sordu.
Abdullah’ın cevabı şu oldu:
- Elindeki belgeyi yırtman uygun olur.
Sonra eğer borçlu, borcunun dengini öderse alırsın. O daha az öder, sen de
kabul edersen bundan sevap kazanırsın. Ama borçlu, gönlünden koparak borcundan
fazla bir ödemede bulunursa bu onun sana bir teşekkürü sayılır. Sen de ona
tanıdığın kullanma süresine karşılık sevap alırsın[109].”
İmam Malik’in bildirdiğine göre Abdullah
b. Mes’ud şöyle demiştir: “Bir kimse ödünç verir de daha iyisini almayı şart
koşarsa, şartı bir tutam ot bile olsa, faizli işlem olur[110].“
İbni Abbas şöyle derdi: “Ribe’n-nesie’den
başka faizli işlem yoktur”[111].
Nesie, vadeli işleme denir. İbni Abbas'ın ifadesi, "Borç faizinden başka
faiz yoktur" anlamına gelir.
2
- Iskonto
Iskonto, borcu erken ödemeye karşılık
yapılan indirimdir. Bu konuda bir ayet veya sahih bir hadis yoktur. Bundan
önceki bölümlerde ıskontoya değinilmemesi bundandır. Sahabeden kimileri ıskontoyu
faiz kapsamına sokarak haram saymış, kimileri de caiz görmüştür.
Süfyan, Hâmid’den o da Meysere’den şunu
bildirmiştir: Meysere dedi ki, Abdullah
b. Ömer’e (r.a.) sordum: “Benim bir şahısta vadeli bir alacağım var, ona diyorum
ki, borcunu hemen öde, sana ıskonto yapayım.”
Abdullah dedi ki, “O faizli işlemdir.”
Abdullah b. Ömer'e bir de şöyle soruldu,
"Bir kimseden vadesi gelmemiş alacağı olan kişi, alacağından indirim
yapar da borçlu borcunu peşin öderse olur mu?"
Abdullah bunu kerih (kötü) gördü ve
yasakladı[112].
Seffah'ın azadlısı Ebû Salih dedi ki,
Darunnahle halkından birine, bana ait bir bezi vadeli olarak satmıştım. Sonra
çıkıp Kufe'ye gitmek istedim. Bana, bedelden bir miktar indirim yapmamı ve
peşin ödemeyi teklif ettiler. Ben de bunu Zeyd b. Sabit'e sordum, dedi ki: Bunu
ne yemeni isterim ne de yedirmeni[113].
Said b. Cübeyr’in de bu görüşte olduğu
bildirilmiştir[114].
Buna göre üç kişinin ıskontoyu caiz
görmediği anlaşılmaktadır. Bunlar Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit ve Said b.
Cübeyr'dir.
Dört sahabi de bunu caiz görmüştur.
Onlar, İbni Abbas, Üsâme b. Zeyd, Zeyd b. Erkâm ve Abdullah b. ez-Zübeyr’dir[115].
İbni Rüşd, İbni Abbas’ın ıskonto
konusunda bir nakilde bulunduğunu söyler. Buna göre Muhammed, ona dua ve selâm
olsun, Benî Nadîr yahudilerinin Medine’den çıkarılmalarını emredince onlardan
bir grup gelerek, “Ey Allah’ın Peygamberi, bizim buradan çıkarılmamızı emrettin
ama, halkın üzerinde vadesi dolmamış alacaklarımız var.” dediler. Bunun
üzerine Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle dedi:
“İndirim (ıskonto) yapın ve peşine
çevirin[116]."
Iskonto konusu, bundan sonraki bölümde
daha geniş olarak ele alınacaktır.
3
- Faizli Satışlar
Faiz yiyenler öteden beri“Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir”
(Bakara 2/275) derler. Allah alım satımı helâl, faizli işlemi
haram kıldığı için bu zihniyette olanlar alım satım yolunu kullanarak faizli
işlem yasağını delebilirler. Allah'ın Elçisi, ona salat ve selâm olsun, bu ad
altında faizcilik yapma yolunu tümüyle tıkamıştır. Ama sahabenin, bu hadislere aynı ölçüde vakıf olmadığı görülmektedir.
Şimdi bu konuda sahabeden bize ulaşan bilgilere bakalım.
Atâ b. Yesâr, Muaviye’nin altın veya
gümüşten bir su tasını kendi ağırlığından fazlaya sattığını, o sırada
Ebu’d-Derdâ’nın şöyle dediğini bildirmiştir: “Ona dua ve selâm olsun, Allah'ın
Elçisinden böyle bir şeyi yasakladığını işittim. Misli misline olursa o başka[117].”
El-Muvatta şu ilaveyi yapıyor :
Bunun üzerine Muaviye, «Böyle bir şeyde
bir sakınca görmüyorum.» dedi. Ebu’d-Derdâ dedi ki, «Muaviye’yi bana karşı kim
savunabilir? Ben ona Allah'ın Elçisi'nden söz ediyorum, o kendi görüşünden
bahsediyor. Senin olduğun bir yerde seninle oturamam.» Sonra Ebu’d-Derdâ Ömer
b. el-Hattâb’a geldi ve olanları anlattı. Ömer b. el-Hattâb da Muaviye’ye
«Misli misline ve aynı ağırlıkta olmadıkça bu satışı yapmayasın» diye mektup
yazdı[118].
Ebu’l-Eş’as dedi ki, Muaviye
komutasındaki bazı kimseler altın ve gümüş kabları atiyye[119] zamanına kadar veresiye satınalmaya
kalktılar. Ubadet’übn’üs-samit yerinden doğruldu ve dedi ki; “Allah'ın Elçisi,
ona dua ve selâm olsun altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya
karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, tuza karşılık tuz satmayı yasakladı.
Misli misline, eşit durumlarda olurlarsa o başka. Kim artırır ya da fazlasını
isterse faizli işlem yapmış olur[120].
“
Muaviye b. Ebî Süfyan (r.a.) ile
Ubâdetu’bnü’s-Sâmit (r.a.) arasında bu konuda yapılmış bir tartışmadan
bahsedilir. Ebû Kılâbe demiştir ki, "Müslim b. Yesar’la Şam’da, bir
toplantıda beraberdik. O esnada Ebu’l-Eş’as çıkageldi. “Ebu’l-Eş’as!..
Ebu’l-Eş’as!..” diye seslendiler. Hemen oturdu. Dedim ki, “Kardeşim, sen bize,
Ubâdetu’bnü’s-Sâmit’in ne dediğini anlatsana.”
“Evet, dedi; savaşlar yaptık, askerin başında
Muaviye vardı. Çok ganimet elde ettik. Ganimetler arasında gümüş kaplar vardı.
Muaviye birisine, insanların verdiği şeylerin içinden onu satmasını söyledi.
Herkes satıcının başına üşüştü. Durum Ubâdetu’bnü’s-Sâmit’e ulaşınca hemen
kalktı ve şöyle dedi, “Ona dua ve selâm olsun, Allah'ın Elçisi'nin altına karşılık
altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya
karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza
karşılık tuz satmayı yasakladığını işittim. Eşit miktarlarda ve peşin olursa o
başka. Kim artırır ya da fazlasını isterse faizli işlem yapmış olur.” Bunun
üzerine herkes aldığını geri verdi.
Muaviye bunu duyunca konuşmak için kalktı
ve şöyle dedi:
“Baksanıza! Ne oluyor? Bazıları Allah'ın
Elçisi’nden hadîsler rivayet ediyor. Ona dua ve selâm olsun, biz de onun yanında bulunduk, ona arkadaşlık ettik
ama ondan bunu işitmedik.“
Übâdetu’bnü’s-Sâmit yerinden doğruldu ve
konuşmayı tekrarladı. Sonra dedi ki, “Ona dua ve selâm olsun Allah'ın
Elçisi'nden duyduğumuzu elbette söyleriz, isterse Muaviye hoşlanmasın.
Kapkaranlık bir gecede de olsa onun ordusunda bulunmayabilirim[121].”
Ömerin, ribanın kapsamının geniş olduğu
kanaatinde olduğu ve şöyle dediği iddia edilir:
“En son inen ayet faiz ayetidir. Allah'ın
Elçisi, ona dua ve selâm olsun, onu bize tam olarak açıklamadan ruhunu teslim
etmiştir. Öyleyse ribayı da riybeyi de
bırakınız[122].”
Yani faizli işlem olduğu açıkça bilinen şeyleri terkettiğiniz gibi kendisinde
faizli işlem şüphesi olan şeyleri de bırakınız demektir. Ömer’e mal edilen bu
tavsiyeden şöyle bir kaide çıkarılmıştır: “Faizli işlem şüphesi de faizdir,
çünkü faizli işlemde şüphe geçerlidir[123].”
Ömer'in böyle bir söz söylemiş olabileceği kabul edilemez. Bunun sebebi
ileride, "Faiz ile ilgili görüşlerin tenkidi" başlığı altında
açıklanacaktır.
Saîd b. el-Müseyyeb şöyle demiştir:
"Faizli işlem, başka değil, sadece altında, gümüşte yahut yenilen veya
içilen şeylerin ölçülen ya da tartılanında olur[124].“
Yezid b. Abdullah b. Kuseyt’ten rivayet
ediliyor. O, Saîd b. el-Müseyyeb’in altına karşılık altın tarttığını görmüştü.
Kendi altınını terazinin bir kefesine boşalttı, arkadaşı da altınını
terazinin diğer kefesine boşalttı. Terazinin dili dengelenince aldı ve verdi[125].
İleride açıklanacağı gibi bu yasaklar,
alım satım adı altında faiz yasağının çiğnenmesini engellemektedir.
4
- Para Satışı
Para satışı ile ilgili olarak sahabeden
bize ulaşan görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
Ömer b. el-Hattâb şöyle dedi: “Dinara
karşılık dinar, dirheme karşılık dirhem, sa’a sa’dır[126].
Biri veresiye diğeri peşin olursa satış yapılamaz.[127]“
Mücahid diyor ki, “Abdullah b. Ömer ile
birlikteydim, ona bir kuyumcu geldi ve dedi ki; «Ebu Abdirrahman[128],
ben altın işliyorum, işlediğim bir parçayı kendinden daha ağırına satıyorum,
elimin emeği kadar bir fazlalık istiyorum.» Abdullah onu böyle yapmaktan
menetti. Kuyumcu ısrarla konu üzerinde duruyor, Abdullah menediyordu. Bu şekilde
Mescid’in kapısına veya bineceği hayvanın yanına kadar vardı. Sonra Abdullah
b. Ömer dedi ki; Dinara karşılık dinar ve dirheme karşılık dirhem; bunların
arasında fazlalık olmaz. Allah'ın Elçisinin zamanından bize kalan budur.
Bizden de size[129].“
Muaviye b. Ebî Süfyan, Allah'ın
Elçisi’nin altın ve gümüş satışı konusunda koyduğu sınırlamaların sadece para
olarak basılmış dinar ve dirhemlerde geçerli olduğu görüşündeydi. Yoksa külçesi
ile sikkeli[130] olanını ya da işlenmişi ile sikkeli olanını
değişmede bir sakınca görmezdi[131]
Davud, Ebu Nadra’nın şöyle dediğini haber
vermiştir : “İbni Ömer ve İbni Abbas’a sarf’tan sordum[132],
onda bir kötülük görmediler[133].
Ebû Saîd el-Hudrî’nin yanında otururken ona da sarfı sordum. «Fazlalık faizli
işlem olur» dedi. İki sahabinin
sözünden dolayı bu son sözü yadırgadım. Bunun üzerine dediki :
"Ben sana Allah'ın Elçisi'nden
işittiğimden başkasını söylemiyorum. Ona dua ve selâm olsun, hurma için
görevlendirdiği kişi bir sa’ iyi cins hurma getirmişti. Allah'ın Elçisi'nin
hurması başka çeşitti. «Bu sana nereden?»
diye sordu. O da «İki sa’ götürdüm, bu sa’ı aldım, çünkü pazarda bunun
bedeli bu, onunki de budur.» dedi. Allah'ın Elçisi dedi ki, “Yazık sana! Faizli
işlem yapmışsın. Bunu yapmak istersen hurmanı bir bedel karşılığı sat, sonra o
bedelle istediğin hurmayı al.” Ebu Saîd sözüne şöyle devam etti: Şimdi hurmaya
karşılık hurma mı, yoksa gümüşe karşılık gümüş mü faizli işlem olmaya daha uygundur?“
Ebu Nadra dedi ki, «Sonra İbni Ömer’e
geldim, beni (sarftan) menetti. İbni Abbas’a da gitmedim. Ebu’s-sahbâ bana,
onun bunu, Mekke’de İbni Abbas’a sorduğunu ve mekruh gördüğünü söyledi[134].”
Ebu Saîd, Allah'ın Elçisi'nin ilgili hadisini
ibn Abbas’a söyleyince onun bu görüşünden döndüğü bildirilmiştir[135].
İbni Abbas’ın daha sonra şöyle dediği
iddia edilmiştir:
“Kendime göre sarfı[136] helâl görüyordum. Sonra öğrendim ki, Allah'ın
Elçisi, ona dua ve selâm olsun, onu haram kılmış. Şahid olun ki, ben de onu
haram görüyorum. Daha önceki görüşümden dolayı Allah’a sığınırım[137].”
Ebu’l-Cevzâ’nın şöyle dediği rivayet
olunmuştur: İbni Abbas’ın, sarfı emrettiğini işitmiştim, ondan bu görüş
nakledilirdi. Sonra bana onun bundan döndüğü haberi ulaştı. Mekke’de onunla
karşılaştım ve dedim ki;
“Bana senin görüşünden döndüğün haberi
geldi.” Dedi ki, “Evet, o bana ait bir görüştü. Şu Ebu Saîd'in bildirdiğine
göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, sarfı yasaklamıştır[138].”
İbni Abbas’tan bunun aksi rivayet de
vardır. Ebû Salih’in şöyle dediği bildirilmiştir: Ölünceye kadar İbni Abbas’a
arkadaşlık ettim; vallahi sarf ile ilgili görüşünden dönmemiştir.
Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: Ölümünden
20 gece önce İbni Abbas’a sarfı sordum, onda bir sakınca görmedi. Onu emretmekteydi[139].
Tirmizi,
faizli işlem konusunda hadis rivayet eden sahabileri şöyle sıralamaktadır:
Ebubekr, Ömer, Osman, Ebu Hureyre, Hişam b. Amir, Berâ b. Azib, Zeyd b. Erkam,
Fadâle b. Ubeyd, Ebu Bekre, Abdullah b. Ömer, Ebu’d-Derdâ ve Bilâl[140].
Yukarıda şu sahabilerin rivayetleri de geçmişti; Ali, Ebû Saîd el-Hudrî,
Usâme b. Zeyd, Ubâdetü’bnü’s-Sâmit, Muaviye ve Mamer b. Abdullah. Toplamı l8
sahabidir. Allah onlardan razı olsun.
D - FAKİHLERİN FAİZ ANLAYIŞI
Kur'an ve sünneti yorumlayarak ibadet ve
hukukla ilgili hükümler çıkaran kişilere fakih ve müctehid denir. Müslüman
fakihler, Peygamber zamanından beri hep var olmuşlardır. Bunların, bazı temel
metod ve görüşler etrafında kümeleşmesiyle fıkıh mezhepleri doğmuştur. Burada,
önde gelen mezheplerin faiz anlayışını ortaya koymaya çalışacağız.
Cahiliye faizinin haram olduğunu her
fakih kabul eder. Iskontoyu faizli işlem sayanlar da çoğunluktadır. Altın,
gümüş, arpa, buğday, hurma ve tuzun bazı satış şekillerini faizli işlem sayan
hadisler karşısında mezhepler ikiye bölünmüştür. Birinci bölüğü yasağı hâdislerde
belirtilen şeklin dışına taşırmaz. İkinci bölüğü ise bu altı maddenin bazı
alım satım şekillerinin faizli işlem sayılmasının sebeplerini, kendi
usullerine göre tespit ederek çerçeveyi kıyas yoluyla genişletirler. Bunlar,
altın ve gümüşün alım satımı için koydukları şartları para alım satımı için
de koyarlar.
1
- Cahiliye Faizi
Cahiliye faizi, borçtan elde edilen
gelirdir. Kredi, mevduat ve temerrüd faizleri bu kapsama girer. Faizli işlem
deyince anlaşılan budur. Bunun haram olduğunda kimsenin şüphesi yoktur[141].
Serahsî bu konuda özetle şu bilgileri
verir:
"Ona dua ve selâm olsun Allah'ın
Elçisi menfaat sağlayan ödüncü faizli işlem saymış ve yasaklamıştır. Muhammed
b. Sîrîn şunu bildirmiştir: Ömer, Übeyy b. Ka'b'a onbin dirhem ödünç verdi.
Übeyy'in İcil'de bir hurmalığı vardı, ona bir miktar taze hurma gönderdi; o
bunu geri çevirdi. Übeyy Ömer'le karşılaştı ve şöyle dedi: "O hediyeyi
bendeki alacağından dolayı gönderdiğimi mi sandın? Sana paranı gönderiyorum,
al." Bunun üzerine Ömer, Übeyy'e dedi ki, "Öyle ise hediyemizi
gönder"[142].
Serahsi şöyle devam ediyor: "Ömer hediye
kabul ederdi. Übeyy'in hediyesini geri çevirmesi bunun, verdiği ödünçten dolayı
olduğundan kuşkulandığı içindir. Çünkü o zaman bu, ödünçten sağlanmış bir
menfaat olurdu. Übeyy, Ömer'e onu borcundan dolayı vermediğini bildirince
hediyeyi kabul etti. İşte esas olan
budur.
Bizim dediğimiz şudur: "Eğer
menfaat, ödünç sırasında şart koşulursa o, menfaat sağlayan ödünç olur, şart
koşulmazsa bir sakıncası olmaz. Buna göre borçlu, ödünç aldığı şeyin daha
güzelini getirirse bakılır; eğer evvelce koşulan bir şarttan dolayı getirmişse
helâl olmaz. Çünkü o, ödüncün geliri olur. Eğer bir şarttan dolayı değilse
sakıncası olmaz. Çünkü borçlu, borcunu ödemede güzel davranış göstermiş olur.
Bu da teşvik edilir. Atâ'nın dediğine göre, Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm
olsun bir kişiden bir miktar ödünç dirhem almıştı. Borcunu ödedi ve biraz da
fazla verdi. Dediler ki, "Fazla verdin." Allah'ın Elçisi dedi ki,
"Biz böyle tartarız."
Abdullah b. Ömer ve Hasan (r.anhümâ)
şöyle dediler: Bir kimsenin başkasındaki alacağı, dirhem cinsinden olsa, o
dinar olarak ödese alcaklı bunu çarşıdaki fiyatı ile alır[143].
Şafiî mezhebi de aynı görüştedir. Onlara
göre Ödünçte alacaklıya menfaat sağlayacak her hangi bir şartın koşulması
kabul edilemez. Eğer şart koşulursa sözleşme geçersiz olur. Çünkü
"Menfaat sağlayan her ödüncün faizli işlem olduğu" bildirilmiştir[144].
Hanbelî mezhebinde konu şu şekilde ifade
ediliyor:
İlave şartıyla verilen her ödünç
haramdır. Bu konuda görüş ayrılığı yokur. İbn'ül-Münzir dedi ki, borç veren
kişi borçlusunun fazla bir ödemede bulunmasını veya hediye vermesini şart
koşarsa bu fazlalığı almak faiz olur.
Şart koşulan fazlalık, ha miktarda olmuş,
ha vasıfta olmuş farketmez. Söz gelişi, has almak şartıyla hurda borç vermek
veya daha iyisini almak üzere altın veya gümüş para (nakd) borç vermek aynı
olur.
Ödünç verirken ya borçlunun evini kendine
kiraya vermesini, ya kendine bir şey satmasını yahut bir başka sefer de onun
borç vermesini şart koşarsa caiz olmaz.
Ödünç veren, borçlunun evini düşük kira
ile kendine kiraya vermesini veya kendi
evini yüksek kira ile kiralamasını, yahut kendine bir hediye vermesini, ya da
kendisine bir iş yapmasını isterse tamı tamına haram olur. Borçlu, herhangi
bir şart yokken ama henüz borcunu ödemeden böyle bir şey yaparsa alacaklı bunu
kabul etmez. Ama yapılan şeyin tam karşılığını verir veya borçtan düşerse o
başka. Taraflar arasındaki hediyeleşme, borçlanmadan önce var olan bir âdet
gereği olursa onun bir zararı yoktur. el-Esrem'in bildirdiğine göre bir
kişinin bir balıkçıda 20 dirhem alacağı vardı. Balıkçı ona balık hediye etmeye
ve verdiği balıkların değerini hesaplamaya başladı. 13 dirheme ulaşınca durumu
İbni Abbas'a sordu. İbni Abbas dedi ki, "Kalan yedi dirhemi öde."
Aralarında evvelce böyle bir ilişki
olmadığı halde borçlu alacaklısına ziyafet vermek isterse alacaklının yediği,
borçlu lehine hesabedilir. Çünkü Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun,
şöyle demiştir: "Biriniz bir ödünç verir de borçlu ona bir hediye verir
ya da onu hayvana bindirirse ona
binmesin ve hediyeyi kabul etmesin. Ama daha önce aralarında böyle bir ilişki
varsa o başka[145]."
Zirr b. Hubeyş, Übey b. Ka'b'a, "Ben
cihad ülkesine, Irak'a gitmek istiyorum." deyince Übey şöyle dedi:
"Sen faizin yaygın olduğu bir yere gidiyorsun. Birine ödünç verirsin de
ödemeye gelince bir hediye ile birlikte gelirse alacağını al, hediyeyi geri
çevir."
Ebû Musa el-Eş'ârî'nin oğlu Ebû Bürde
Medine'ye gelir, Abdullah b. Selam ile karşılaşır. Abdullah, ikram için onu
evine davet ettikten sonra der ki; "Sen faizin yaygın olduğu bir
yerdesin. Bir kimsede kesinleşmiş bir alacağın olur da sana bir yük saman veya
bir yük arpa, yahut bir yük kuru yonca verirse sakın alma, çünkü o faizdir[146]."
Ebû Musa'nın oğlu dedi ki, "Bir
kimse birine bir ödünç verir de bir işini ona, ödünçten önce yaptırmadığı
şekilde yaptırmak isterse bu, menfaat sağlayan bir ödünç olur."
Bu yasaklar, ödünç var olduğu süre
içindedir. Borcu ödedikten sonra yasak kalkar[147].
Zahiri mezhebine göre ödünç yoluyla
faizli işlem her türlü malda olabilir. Daha fazla, daha az ya da bir başka cinsten
ödemede bulunulması şartıyla bir şeyi ödünç vermek asla helâl olmaz. Ancak
ödünç olarak verilen malın cinsinden ve ödünç olarak verilen miktarda ödeme
alınabilir. Bu konuda kesin bir görüş birliği (icma) vardır. Normal veya
selem[148] yoluyla satış ile ödünç arasında şu fark
vardır: Alım satım ve selem hem farklı cins malların, hem de aynı cins
malların değişimi yoluyla olur. Ödünç ise yalnız aynı cins malların değişimi
yoluyla olur[149].
2
- Iskonto
Iskonto sözlükte tenzilat ve indirim
anlamına gelir. Bu başlık altında, borcu veya ödüncü öderken ya da bir borç
senedini kırdırırken yapılan indirimden bahsedilecektir.
a
- Borcun ıskontosu
Buradaki borç, satıştan, kiradan, bir iş
veya hizmetten doğan borçtur. Buna mal veya hizmet akdinden doğan borç denir.
Bu borçlar, vadesi gelmeden talep edilemezler. Ama borçlu, kendi isteği ile
erken ödemede bulunabilir.
Fakihlerin çoğu, vadeyi uzutmaya karşılık
borca yapılan ilâve ile vadeyi kısaltmaya karşılık borçtan yapılan indirimi
aynı kapsama sokarak borcun ıskontosunu faizli işlem saymışlardır. Meselâ, bir malı, üç ay vadeli 120 liraya
alan kişi bir ay sonra alacaklıya, "110 liraya razı isen borcu hemen
ödeyeyim" der, alacaklı da razı olursa, 10 liralık iskonto yapılmış olur.
Bu kişinin borcu iki ay geciktirmesine karşılık alınacak 10 lira fazlalık nasıl
faiz ise, fakihlerin çoğuna göre iki ay erken ödemeye karşılık yapılan 10
liralık ıskonto da faizdir.
Bu konuda İmam Malik şöyle der:
"Bize göre üzerinde görüş ayrılığı
olmayan kötü iş şudur: "Bir kişinin vadesi gelmemiş alacağı olur, o
alacaktan indirimde bulunur, borçlu da ödemeyi hemen yapar." Bize göre
bu, zamanı gelen borcun vadesini uzatmaya karşılık borca ilave yapmakla
aynıdır. Bu, tam faizli işlemdir; bunda şüphe yoktur[150]."
Hanefîlerin konu ile ilgili görüşü
şöyledir:
"Vadeli bin dirhem alacağı olan kişi
borçlusuyla peşin 500'e anlaşsa caiz olmaz. Çünkü peşin vadeliden hayırlıdır.
Borcun peşin olması, o borcu doğuran akitle elde edilmiş bir hak değildir. Öyle
ise bu indirim, öbürünün vadede yaptığı indirime karşılıktır. Bu, zamana değer
biçmek olur, o da haramdır[151].
Çünkü zaman mal değildir[152].
Hanefîlere göre "Ribe'n-nesie sadece malı vadeye karşılık değiştirme
şüphesinden dolayı haram kılınmıştır. Burada ise açıkca vadeye karşılık
değiştirme olduğundan öncelikle haram olur[153]."
Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezhepleri de
ıskontoyu caiz görmezler[154].
Hiç bir şart koşulmaksızın, taraflardan
biri borcunu erken öder, diğeri de kendiliğinden ikramda bulunursa bunu bütün
mezhepler kabul ederler.
Zahirî mezhebi de borcu erken ödemeye
karşılık yapılacak ıskontoyu faizli işlem sayar. Zahirî fakihi İbni Hazm’ın
konuya ilişkin görüşleri şöyledir:
“Kalan kısmın bağışlanması şartıyla
borcun bir bölümünü süresinden önce ödemek caiz değildir. Böyle bir durumda
ne vermişse onu, borçluya iade etmek gerekir. Çünkü bu, Allah’ın kitabında olmayan
bir şarttır. Ona dua ve selâm olsun, Allah'ın Elçisi şöyle demiştir: «Allah’ın
kitabında olmayan her şart batıldır.»
Borçlu, bir şart koşmadan borcun bir
kısmını öder, sonra alacaklıdan, kalan borcun tamamından veya bir kısmından
vazgeçmesini ister, o da kabul ederse ya da borçlunun bir talebi olmadan
alacaklı, kalan borcun tamamını veya bir kısmını bağışlarsa güzel olur ve her
ikisi de sevap alır. Çünkü bir şart koşulmamış, bunlardan biri borcunun bir
kısmını erken ödeyerek, diğeri de alacağını bağışlayarak hayır işlemiş olur.
Allah Teâlâ «Hayır işleyiniz.»
(el-Hacc 22/77) buyurmaktadır[155].“
Bir kimse, bir malı, alacağına karşılık
vadesinden önce alabilir. Bunu hem İmam Malik, hem de diğerleri kabul
etmiştir. İsterse malın değeri alacaktan az olsun[156].
Mesela 100 lira alacağı olan kişi, buna karşılık 50 liralık bir malı vadesinden
önce alabilir. Bu ıskonto kapsamına girmez.
İbni Kayyım el-Cevziyye ıskontoyu caiz
görür. Ona göre "Borcu erken ödemeye karşılık yapılan indirim faizin tam
zıddı bir işlemdir. Çünkü faizli işlem, vadeyi uzatmaya karşılık borcu artırmaktır.
Ama bu, vadeyi kısaltmaya karşılık borcun bir kısmını düşürmeyi içerir. Her
iki taraf da bundan yararlanır. Haram sayanlar, bunu faize kıyaslamışlardır.
Ama "Ya vadesinde ördersin, ya da borcu artırırsın" sözü ile
"Borcu bana erken öde, ondan bir yüzlük bağışlayayım." sözü
arasındaki açık fark görmezlikten gelinemez. Biri nerede diğeri nerede? Bunu
yasaklayan ne bir nas, ne bir icma ne de sahih bir kıyas vardır.
İbni Kayyım bunun İbni Abbas'ın görüşü
olduğunu, Ahmed b. Hanbel'den yapılan iki rivayetten birinin böyle olduğunu,
bunu ondan İbni Ebî Musa ve bir başka kişinin rivayet ettiğini ve hocası (İbni
Teymiyye)'nin de bu görüşü tercih ettiğini bildirmektedir[157]."
İbni Kayyım'ın dediği doğrudur. Bu tür
bir ıskontoyu yasaklayan ne ayet, ne hadis, ne de icma vardır. Ayet ve
hadislerdeki riba borca yapılan ilavedir. Onları bir de bu açıdan
incelemelidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“İnsanların
malları içinde artsın diye faize verdiğiniz şey Allah'ın yanında artmaz.” (Rûm
30/39)
“Müminler!
Allah’tan korkun, faizden geriye ne kalmışsa onu bırakın. Eğer inanan
kişilerseniz (böyle yaparsınız.)" (Bakara 2/
278)
Allah'ın Elçisi şöyle buyurmuştur:
"... Kim artırır veya fazlasını isterse
faize girmiş olur[158].”
Iskonto, zamanı gelen borcun vadesini
uzatmaya karşılık borca ilave yapmaya benzer, mesela 1 ay önce ödenen borçtan
%5 indirim yapmakla, bir ay sonra ödenecek borca %5 ilave yapma arasında
benzerlik vardır. Böyle bir benzerlik alım satım ile faiz arasında da kurulmuş
ve "Peşin fiyatı 10 lira olan bir malı bir ay vadeli 11 liraya satmak
helâlsa, 10 lirayı bir ay vadeli 11 liraya satmak da helâl olmalıdır"
denmiştir. Bunun yanlışlığı daha önce aNlatılmıştı. Faiz borca ilave, ıskonto
ise borçtan indirimdir. İndirime faiz demeyeceği için ıskontoyu faiz kapsamına
almak da yanlış olur. O taktirde buna ıskonto demenin bir anlamı kalmaz.
b
- Ödüncün ıskontosu
Ödünçten doğan borç, bir mal veya
hizmet akdinden doğan borçtan farklıdır. Kişi aldığı ödüncü kendi malı gibi
tüketir ve daha sonra alacaklısına onun dengini öder. Örnek olarak 100 gr.
altın veya bir kile buğday ödünç alan kişi parayı kullanır veya buğdayı
tüketir; sonra bir başka 100 gr. altını veya başka bir kile buğdayı
alacaklısına ödeyerek borcundan kurtulur.
Bir mal veya hizmet satan ondan gelir
elde eder. Bu gelirin miktarı yapılacak ödemenin zamanına göre değişir. Peşin
fiyatı 100 lira olan bir malın bir ay vadeli fiyatı 105, iki ay vadeli fiyatı
da 110 lira olabilir. O malı iki ay vadeli 110 liraya alan kişi, paranın iki ay
sonra ödemek için bu fiyata razı olmuştur. Bu sebeple bu tür alacaklar
vadesinden önce istenemez. Bu kişi, yapılacak 5 liralık ıskontoya karşılık
borcunu vadesinden bir ay önce 105 lira olarak öderse, bu beş lira alacaklının
kârından yaptığı indirim olur.
Ödünçten elde edilen her gelir faiz
sayılıp yasaklandığı için faizsiz ödüncün ıskontosu, kârdan yapılan indirim
değil, alacaklının borçluya bağışı olur. Çünkü onun vadesinin alacaklıyı
bağlaması için bir sebep yoktur. O, bankadaki vadesiz mevduat gibidir, her an
istenip alınabilir. Bu sebeple ödünçten indirim yapmak, ödeme zamanı gelmiş
bir alacaktan indirim yapmaktır. Mebsut'ta konu ile ilgili şu ifadeler yer
alır: "Bir kişi diğerine ödünç olarak dirhemler vermiş olsa, sonra
borçlunun daha az bir ödeme yapması hususunda anlaşsalar caiz olur[159]."
Böyle bir indirim, vadesi gelmiş diğer alacaklarda da olabilir.
c
- Senet ıskontosu
Alacağı belgeleyen borç senedini,
üzerinde yazılı miktardan daha az bir bedel karşılığında vadesinden önce ciro
etmeye[160] senet ıskontosu veya senet kırdırma denir.
İki ay vadeli 100 liralık bir borç senedini peşin seksen liraya ciro etmek
böyle bir ıskontodur. Senedi alan kişi, iki ay sonra yüz lira almak üzere
şimdi seksen lira ödünç vermiş olur. Bu bir faizli ödünç işlemidir. O senet ise
verilen faizli borcun belgesidir. Çünkü iki ay sonra yüz lira almak üzere bugün
seksen lira veren kişi de borçludan, 100 liralık bir borç senedi alır. Ona
güvenmezse kefil vs. de ister. Kırdırılan senette borçlu dışında bir
başkasının da imzasının olması, alacaklıya güven verir. Çünkü senet üzerinde
kaç kişinin imzası olursa alacağını o kadar kişiden isteyebilecektir.
Bankalar da senet ıskontosu yaparlar. Iskonto
ettikleri senedi Merkez bankasına tekrar ıskonto ettirirler ki, buna reeskont
denir. Reeskont faizi, ıskonto faizinden azdır. Bu ikisi arasındaki fark bankanın
faiz geliri olur.
3
- Faizli Satışlar
Allah
alım-satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır. (Bakara 2/275) Ayette faizli işlem yerine riba
kelimesi geçer. Riba, ana maldan fazla olarak istenen kısma denir. Bir ay
sonra 101 altın almak üzere 100 altın ödünç veren kişi, vade sonunda hem
verdiği 100 altını alır, hem de fazladan bir altın alır. İşte fazladan alınan
bir altın faizdir.
Alım satım başka, faizli işlem başkadır.
Değeri 100 altın olan bir malı, bir ay vadeli 101 altına satan kişi, bir ay
sonra borçlusundan o malı ve fazladan bir altın almaz, sadece 101 altın alır.
Bu 101 altın, o malın tamamının bedelidir. Satılan malın değeri bir ay sonra
düşmüş veya artmış olabilir. Bu, tarafları ilgilendirmez. Satıcı, sattığı malı
bir ay sonra 101 altından ucuza alabilirse kâr etmiş olur. Ama 101 altına veya
daha fazlaya alırsa kârdan söz edilemez. Ayette “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir." diyenlere yapılan ağır tehdit alım satım
ile faizli işlemin farkını iyice vurgulamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Faiz
yiyenlerin davranışı, şeytanın peşine takılıp aklını çeldiği[161] kimsenin davranışından farklı değildir. Bu
onların, “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir” demeleri sebebiyledir.
Allah alım-satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır.” (Bakara
2/275)
Alım satım ile faizli işlemin farklı
olması tabiidir. Bugün faizli bankalar ticaret yapamazlar. Onlar sadece kredi
verebilirler. Eğer ikisi aynı olsaydı faizli bankalara da ticaret izni
verilirdi. Faizsiz finans kurumları ile faizli bankalar arasındaki tek fark
budur. Finans kurumları alım satım yaparak para kazanır, bankalar da kredi, yani
faizli ödünç vererek para kazanırlar.
Ayetler, alım satım ile faizli işlemi
birbirinden kesin olarak ayırmış, alım satımın helâl, faizli işlemin de haram
olduğunu bildirmiştir. Ancak daha önce geçen hadislere göre Peygamber, altın,
gümüş, buğday, arpa, tuz ve hurmanın bir kısım satış şekillerini faizli işlem
sayarak yasaklamıştır. O devrin parası olan dinar ve dirhemin alım satımına da
bir düzenleme getirmiştir.
“Ubâdetü’bnü’s-Sâmit'in (r.a.)
bildirdiğine göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun şöyle demiştir:
“Altına karşılık altın, dinarı olsun
külçesi olsun; gümüşe karşılık gümüş, dirhemi olsun, külçesi olsun farketmez.
Buğdaya karşılık buğday ölçeğe ölçektir. Arpaya karşılık arpa, ölçeğe ölçektir.
Hurmaya karşılık hurma, ölçeğe ölçektir. Tuza karşılık tuz, ölçeğe öçektir. Kim
artırır ya da fazlasını isterse faizli işleme girmiş olur. Gümüşe karşılık
altın elden ele satıldığında gümüşün fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat
veresiyesi olmaz. Arpaya karşılık buğday elden ele satıldığında arpanın fazla
olmasında bir zarar yoktur, fakat veriseyesi olmaz[162].”
Bu konudaki hadisler karşısında mezhepler
iki bölüğe ayrılmışlardır. Birinci bölüğü yasağı hâdislerde belirtildiği gibi
altı madde ile sınırlı tutmuş ve bunun dışına taşmamıştır. İkinci bölüğü ise bu
altı maddedenin bazı alım satım şekillerinin yasaklanma sebeplerini, kendi
bakış açılarına göre tespit ederek çerçeveyi kıyas yoluyla genişletmişlerdir.
Para alım satımında koydukları şartlar da, altın ve gümüş alım satımında
koydukları şartların aynısıdır. Bize göre bu hadisler, alım satım adı altında
faizli ödünç verilmesini engelleyici hadislerdir. Bu husustaki izahımız bu
bölümün sonunda gelecektir.
a - Faizli satışı altı madde ile
sınırlı tutanlar
1)
- Osman el-Bettî (v. 145 h./760 m.)
Kıyası delil olarak kabul eden Osman el-Bettî[163],
onu faizli işlem konusunda uygulamamıştır. Ona göre bir konuda kıyas yapabilmek
için kıyasa temel olacak ayet veya hadisin (aslın) belirttiği hükmün, bir sebebe
(illete) dayalı olduğuna dair delil bulunmalıdır. Osman el-Bettî, faizli işlem
konusunda böyle bir delil bulamamıştır. Bir de burada kıyas, sayıyı ortadan
kaldırır. (Yani hadislerde altı maldan bahsedilmektedir. Eğer kıyas yapılacak
olsa bu sayı artar.)
Tabiîn fakihlerinden Katâde (v. 117/705)[164] ve Tavus (v. 106/724)[165] ile Hanbelilerden İbni Akîl’in de bu görüşte
olduğu bildirilmiştir[166].
Osman el-Bettî’ye göre borçtan elde edilen faizle hadislerde geçen altı maddenin
bazı alım satım şekillerinden doğan faiz dışında faiz yoktur. Osman el-Bettî bu
konuda Zahirî mezhebi ile aynı görüşü paylaşır.
2)
- Zahirî Mezhebi
Zahirî mezhebi kıyası bir delil olarak
kabul etmediği için faizli işlemle ilgili ayet ve hadislerdeki hükümlerin kapsamını,
kıyas yoluyla genişletmemiştir. Zahirî fakih İbni Hazm, konu ile ilgili olarak
şunları söyler:
“Faizli işlem, normal satışta, veresiye
satışta[167] ve borçta olur. Normal satış veya veresiye
satışta faizli işlem, yalnız altı maddede gerçekleşir. Bunlar, hurma, buğday,
arpa, tuz, altın ve gümüştür. Bu altı maddenin normal satışı veya veresiye
satışında faizli işlemin olabileceği üzerinde kesin görüş birliği (icma)
vardır[168].“
İbni Hazm, bu konuda kıyas yapmamalarını
şöyle açıklar:
Allah, alım satımı helâl, faizli işlemi
haram kıldığına göre kaçınabilmek için faizli işlemin ne olduğunu bilmek farz
olur. O şöyle buyurur: “Allah, neyi
haram kıldıysa onu size açık açık bildirmiştir. Çaresiz ona muhtaç kalırsanız
o başka.“ (En’am 6/119)
Doğrusu Allah'ın Elçisi'nin diliyle bize,
faizli işlem veya haram diye ne açıklanmışsa o, faizli işlemdir ve haramdır.
Haram olduğunu bize açıkca bildirmediği ne varsa o da helâldır. Çünkü Eğer
şeriatta Allah Teâlâ’nın bir şeyi haram kılıp sonra da onu açıkca bildirmemesi
veya Elçisinin açıklamaması diye bir şey olsaydı Allah’ın şu sözü yalan
olurdu: “Allah, neyi haram kıldıysa onu
size açık açık bildirmiştir.“ (En’am 6/119) Bunu kim söylese açıkca
kafirlik etmiş olur. Bu durumda Allah'ın Elçisi de Rabbına isyan etmiş olurdu.
Çünkü Allah ona açıklamayı emretmiş ama o, açıklamamış olurdu. Bunun olabileceğini
kabul edenin kâfir olacağı da kesindir[169]."
b
- Faizli satışın kapsamını genişletenler
Ömerin şöyle dediği iddia edilir:
“En son inen ayet, faiz ayetidir.
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, onu bize tam olarak açıklamadan
ruhunu teslim etmiştir. Öyleyse ribayı da riybeyi de bırakınız[170].”
Yani faizi bıraktığınız gibi faiz şüphesi olan işlemleri de bırakınız,
demektir. Bu sözden, şu kaide çıkarılmıştır: “Faiz şüphesi de faizdir, çünkü
faizli işlemde şüphe geçerlidir[171].”
İleride belirtileceği gibi bu iddia yersizdir.
Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri,
faizin kapsamını kıyas yoluyla genişletmişlerdir. Şemsüddin es-Serahsî, bunu
şöyle açıklar:
“Büyük fakihler, kıyasa engel bir delil
bulunmadıkça naslar üzerine kıyas yapılmasını kabul ederler. Kaldı ki,
faizli işlem konusunda kıyasın caiz olduğuna dair delil de vardır. Allah her
ikisine de rahmet eylesin., Malik b. Enes ile İshak b. İbrahim el-Hanzalî faiz
hadisinin sonuna şu rivayeti eklemişlerdir: () “Ölçülen ve tartılan her şey
böyledir.” Bu ifade, faizli işlem hükmünün diğer mallara da geçeceğinin açık
bir delilidir. Abdullah b. Ömer’in rivayet ettiği hadiste Muhammed, ona dua
ve selâm olsun şöyle buyurur: “Bir dirhemi iki dirheme, bir sa’ı[172] iki sa’a satmayınız; çünkü faize düşeceğinizden
korkarım.” O, burada ölçü aletini
kastetmemiş sadece sa' ile işlem gören malları kasdetmiştir. Nitekim “Şu sa’ı
al.” dendiğinde içindeki kastedilir. “Falana bir sa’ hibe ettim.” denince de o
miktarda bir taam () kastedilir.
Hayber valisi Allah'ın Elçisi'ne cenîb
hurması getirmişti. Allah'ın Elçisi,
ona dua ve selâm olsun, “Hayberin bütün hurmaları böyle midir?” diye sordu.
Vali, “Hayır, acveden iki sa’ verdim, bundan bir sa’ aldım.” dedi. Ona dua ve selâm olsun, Allah'ın Elçisi bunun
üzerine şöyle dedi:
“Gördün mü? Senin hurmanı satıp, bedeliyle hurma alsaydın
ya!" Sonra şöyle dedi: () Mizan böyledir[173]”.
Yani terazi ile tartılan şey de böyledir. Bu hadislerle iyice ortaya çıkmıştır
ki, altı madde ile ilgili hükmün diğer mallara geçeceğinin delili vardır.
...Hadiste “ribaya konu olan mallar altı
tanedir” diye bir şey de yoktur. Sadece ribanın bu altı madde ile ilgili hükmü
zikredilmiştir. Öyleyse hükmün dayandığı illeti bulmaya çalışmak bu maddelerin
hükmünü yok etmez. İşte bundan dolayı kıyas yoluna gitmiş bulunuyoruz. Özel
olarak altı madde üzerinde durulması, o devirde
muamelelerin daha çok bunlarla olmasındandır[174].”
Serahsî'nin, delili olarak gösterdiği
şeyler bu konuda delil olacak özellikte değillerdir. Elimizdeki hadis kaynaklarında
İshak b. İsa el-Hanzalî'nin () “Ölçülen ve tartılan her şey böyledir.” şeklinde ifade taşıyan hadis rivayetinde
bulunduğuna dair bir bilgi bulunmmaktadır. Malik b. Enes yoluyla gelen rivayette
ise bu sözün Peygamber'e değil, Said b. el-Müseyyeb'e ait olduğu belirtilmektedir[175].“
ed-Darekutnî bu konuda şöyle der:
Bu hadis mürseldir. el- Mübarek, Malik'in
bu sözün senedini Peygamber sallallahu
aleyhi ve selleme kadar çıkardığı konusunda yanılgıya düşmüştür. Bu sadece Saîd
b. el-Müseyyeb'in sözüdür[176].
"()Tartı böyledir" ifadesine gelince, bu konuda Beyhaqî şunları
söyler:
"Bu ifade yalnız Müslim'de geçer.
Halbuki, aynı hadisi Buhârî, Abdülaziz ed-Deraverdî ve Katâde de rivayet
etmiştir ama onlarda () ifadesi yoktur.
Beyhaqî daha sonra şöyle der: "Bu sözün
Ebu Saîd el-Hudrî'ye ait olduğu söylenir[177]."
ifadesi Peygambere ait olsa bile
Serahsî'nin iddia ettiği gibi bu hadiste terazi ile tartılan şey ()[178] anlamına gelmez. Çünkü mizanın asıl anlamı
terazidir. Bu kelime, tartı, adalet, dengeleme, miktar ve günün ortası
anlamlarına da gelir[179].
Hadis, dikkatle okunursa bunun doğru olduğu görülür.
Hayber valisi Allah'ın Elçisi'ne cenîb
hurması getirmişti. Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, “Hayberin bütün
hurmaları böyle midir?” diye sordu. Vali, “Hayır, vallahi, ey Allah'ın Elçisi,
toplanan hurmalardan iki sa’ verip bundan bir sa’ alıyoruz.” dedi. Ona dua ve
selâm olsun, Allah'ın Elçisi bunun üzerine şöyle dedi:
"Böyle yapmayın ama misli misline
olabilir. Ya da bunu satın, bedeliyle ondan alın. Mizan böyledir[180]."
Burada () ifadesinin doğru tercümesi,
"Denge böyle kurulur." şeklinde olmalıdır. Çünkü hadiste tartılan bir
maldan değil, kile ile ölçülen hurmadan bahsedilmektedir.
Serahsî''de geçen “Falana bir sa’ hibe ettim.” denince o miktarda bir taam () kastedilir[181]."
ifadesindeki taam kelimesini bütün yiyecekleri içine alan bir anlama çekmek de
doğru değildir. Çünkü Hicaz bölgesinde taam deyince buğday anlaşılır[182].
Dolayısıyle“Bir sa’ı iki sa’a
satmayınız.” hadisi, bir sa’ buğdayı iki sa’ buğdaya karşılık satmayınız,
şeklinde anlaşılmalıdır. Bir başka hadiste geçen "O gün taamımız arapaydı[183]."
ifadesi, taam kelimesinin arpa anlamında da kullanıldığını gösterir. Arpa ve
buğday, faize konu altı maddenin içindedir.
Faize konu altı madde, mezhepler tarafından
farklı şekillerde algılanmış ve ona göre farklı faiz illetleri (sebepleri) belirlenmiştir.
1)
- Hanefi Mezhebi
Hanefî mezhebi, her mezhep gibi borçtan
menfaat sağlamayı faiz sayar. Bu mezhep, faiz sistemini tümüyle yukarıdaki
altı madde üzerine kurmuştur. İlgili hadislerden prensipler çıkarmış ve
genellemeler yapmıştır. Hanefî Mezhebi'nde faiz şöyle tarif edilir:
“Faiz, mübadeleli akitlerde taraflardan
biri lehine şart koşulan karşılıksız fazlalıktır[184].”
Bu tarifin iki temel ögesi vardır:
a- Mübadeleli akit yapılması,
b-Taraflardan biri lehine karşılıksız
fazlalığın şart koşulması.
a- Mübadeleleli akitler
Mübadele, bir şeyi bir şeyle
değiştirmektir. Para verip ekmek almak, yağ verip un almak gibi.
Akit (akd = ) bağlama anlamına gelir. İki
veya daha fazla kişinin yaptıkları sözleşmeye akit denir. Çünkü onlar böylece
bir konuyu sonuca bağlamış olurlar. Mübadeleli akit, bir şeyi bir şeyle
değiştirmek için yapılır. Alım satım ve faizli işlem birer mübadeleli akittir.
Çünkü alım satımda bir şey başka bir şeyle değiştirilir. Faizli işlemde ise bir
şey verilir ve sonra verilen şeyin dengi ile birlikte bir miktar da fazlası
alınır.
a)
- Karşılıksız fazlalık
Faiz tarifinin ikinci ögesi karşılıksız
fazlalıktır. Bu ancak eşitlenebilir şeyler arasında olur. Mesela yumurta limona;
elma armuta eşitlenemez; ama arpa arpaya, altın altına eşitlenebilir. İşte
karşılıksız fazlalık bu eşitliği bozan şeydir.
Karşılıksız fazlalık tam olarak ödünç
faizlerinde görülür. Bir ay sonra 101 altın almak üzere 100 altın ödünç
verilse, alınacak 101 altının 100'ü verilen 100 altına karşılık olur, 1 altın
karşılıksız kalır. İşte bu 1 altın faizdir.
Karşılıksız fazlalık, ya miktar
bakımından, ya zaman bakımından ya da hem zaman hem miktar bakımından olur.
(1) Ribe’l-fadl,
() miktar faizi
100 gr. altın verip, peşin 101 gr. altın
alınırsa karşılıksız fazlalık meydana gelir. Çünkü alınan 101 gramın 100 gramı
verilen l00 grama karşılık olur ama 1 gr. karşılıksız kalır. İşte bu
fazlalığa faiz denir. 100 kile buğday verip 101 kile buğday alınca da durum
aynı olur. Buna miktar fazlalığı sebebiyle meydana gelen faiz, yani ribe’l-fadl adı verilir.
Bunun ödünç şeklinde olmasıyla peşin veya
veresiye satış şeklinde olması sonucu değiştirmez.
Bu görüş, şu hadislere dayanır:
Allah'ın Elçisi'ne Hayber’de boncuk ve altın
dizili bir gerdanlık getirildi. Satılığa çıkarılmıştı. Allah'ın Elçisi, gerdanlıktaki
altının çıkarılmasını emretti. Sonra dedi ki:
“
Altına karşılık altın tartıya tartıdır[185].“
Çünkü gerdanlık verilip dinar alınacaktı.
Dinar ise altından basılmış madeni
paraydı.
Fadâle b. ‘Ubeyd dedi ki, Hayber günü bir
gerdanlığı 12 dinara satın almıştım. Boncuklu ve altınlıydı. Ayırdım baktım
ki, 12 dinardan fazla altını var. Bunu hemen Allah'ın Elçisi’ne anlattım dedi
ki:
"Ayırt edilmeden satılmaz[186].“
Çünkü altınlar ayrılarak satısaydı oniki
dinardan ağır olduğu görülecek ve daha fazla fiyat istenecekti.
Burada şu itiraz yapılabilir: 100 gr.
altın verip peşin 101 gr. altın almak veya 100 kile buğday verip peşin 101
kile buğday almak kimin işine yarar? Kim böyle bir işi yapar?
Böyle bir iş için taraflardan her
birinin, diğerinin elinde olanı almaya istekli olması gerekir. Meselâ 100 gr.
külçe altın karşılığında 101 gr. hurda altın; ya da 100 kile makarnalık
buğday karşılığında 101 kile ekmeklik buğday satılabilir. Cinsler aynı olduğu
için değiştirilen mallardaki bu fazlalık karşılıksız kalır ve faiz olur.
Bedellerin her biri bir başka cinsle
değiştirilebilir. Farklı bedeller arasında karşılıksız fazlalık olmaz. 100 gr.
altınla peşin 1 kilo gümüş alınabilir. Altınla gümüş aynı cinsten olmadığı için
bir fazlalıktan söz edilemez.
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun,
şöyle dedi:
“Dinara dinar, dirheme dirhem olursa
arada bir fazlalık olmaz. Kimin gümüşe ihtiyacı varsa altın verip alsın. Kimin
de altına ihtiyacı varsa gümüş verip alsın. Sarf, al-ver şeklinde olur[187].“
(2) Ribe’n-nesie,
() vadeli işlem faizi
Bazı satışlarda müşteriye tanınan vade,
karışılıksız fazlalık sayılır ve faiz
olur. Buna ribe’n-nesie denir.
Burada vade dışında bir fazlalık aranmaz. Buna göre yarın alınacak 10 gram
altın bileziğe karşılık bugün 10 gram külçe altın vermek faiz olur. Buradaki
faizli işlem sadece, bedellerin farklı zamanlarda alınıp verilmesidir. Çünkü
verilen 10 gr. altın ile alınacak 10 gr. altın birbirine eşittir. Ama
bedellerden birinin hemen, diğerinin de yarın verilmesi eşitliği bozar. İşte
bu, vadeli işlem faizi yani ribe'n-nesie
olur. Bunun gerekçesi faizle ilgili hadislerdir.
Ebû’l-Minhal dedi ki; "Benim bir
ortağım mevsime (panayıra) veya hacca kadar veresiye gümüş satmıştı. Bana
geldi ve durumu bildirdi, bu uygun bir iş değil, dedim. «Onu çarşıda sattım,
kimse beni yadırgamadı.» dedi. Hemen Berâ b. Azib’e geldim ve sordum. Dedi ki
Peygamber Medine’ye geldiğinde böyle satışlar yapıyorduk; ona dua ve selâm
olsun, bize dedi ki:
"Peşin olursa zararı yok, veresiyesi
faizli işlem olur[188]."
Buna göre karz-ı hasen denen faizsiz
ödüncün de faizli işlemlerden olması gerekir. Bu konu, Faizle Ilgili
Görüşlerin Tenkidi bölümünde yer alacaktır.
b) - Hem miktar hem vadeli işlem faizi
Daha sonra 101 gr. altın almak şartıyla
bu gün 100 gr. altın vermek faizli işlem olduğu gibi daha sonra 90 gr. altın
almak şartıyla bugün 100 gr. altın vermek de faizli işlem sayılmıştır. Çünkü
fazlalığın, alan veya veren taraf lehine olması önemli değildir. Önemli olan
taraflardan birinin, akit sırasında şart koşulmuş karşılıksız fazlalığı elde
etmesidir. Burada da hem ribe’l-fadl, hem de ribe’n-nesie meydana gelir.
Bunun da gerekçesi hadis-i şeriftir.
Ona dua ve selâm olsun Allah'ın Elçisi
şöyle demiştir:
“Altına karşılık altın, dinarı olsun
külçesi olsun; gümüşe karşılık gümüş, dirhemi olsun, külçesi olsun farketmez.
Buğdaya karşılık buğday ölçeğe ölçektir. Arpaya karşılık arpa, ölçeğe ölçektir.
Hurmaya karşılık hurma, ölçeğe ölçektir. Tuza karşılık tuz, ölçeğe öçektir. Kim
artırır ya da fazlasını isterse faizli işleme girmiş olur. Gümüşe karşılık
altın, elden ele satıldığında gümüşün fazla olmasının zararı yoktur ama
veresiyesi olmaz. Arpaya karşılık buğday elden ele satıldığında arpanın fazla
olmasının zararı yoktur ama veriseyesi olmaz[189].”
c) - Faiz illeti
aa - Hanefi
Mezhebi
Hanefîler, hadislerde yer alan altı
maddenin bazı alım satım şekillerinin faizli işlem sayılma sebebinin, yani faiz illetinin cins () ile kadr ()
olduğu kanaatine varmışlardır.
Cins, değiştirilen iki malın aynı cinsten
olması; kadr da bunların aynı ölçü birimi ile satılması demektir. Hadislerde
ölçü birimi olarak yanlız tartı (vezin) ve ölçek (keyl) geçtiği için kadr
deyince vezin ve keyl anlaşılır. Bu sebeple Hanefîlere göre, aynı cinsten olup
tartı veya ölçek ile satılan iki malı değiştirince hadislerin koyduğu şartlara
uymak gerekir, yoksa faizli işlem olur.
Cins
() illetini tespit ederken
hadislerde, “Altına altın... buğdaya buğday...” şeklinde aynı cinsten iki
malın değişiminden bahsedilmesine dayanmışlardır.
Kadr ()illetini de hadislerdeki “..misli misline..” ifadesinden
çıkarmışlardır.
Kadri, vezin ve keyl diye
belirlemeleri, misli misline olmayı sağlayan ölçünün, hadislerde vezin ve keyl
olarak geçmesi sebebiyledir. Bunlar, "tartıya tartı = ve "ölçeğe ölçek = ," şeklinde geçer.
Hanefî Mezhebine göre hadisler şu emri
vermektedir:
“Aynı cinsten iki malı değiştirirken,
kile ile satılanlarda kile ile, tartıyla satılanlarda da tartı ile eşitliği
sağlayınız[190].“
Peygamber'in, ölçeği fazla olunca
değiştirmeyi haram gördüğü mallar sürekli ölçekle satılan (keylî) mal sayılır.
Arpa, buğday, hurma ve tuz böyledir. Tartısı fazla olunca değiştirmeyi haram
gördüğü mallar da sürekli tartıyla satılan (veznî) mal sayılır. Altın ve
gümüş böyledir. İnsanlar bu öçüleri bırakmış bile olsalar bu değişmez. Diğer maddelerdeki
ölçü birimi örfe bırakılır[191].
Bunun böyle olması, bu malların faizli
işleme girecek şekilde değiştirilmeleri halindedir. Mesela günümüzde buğday
kilo ile satılır ama 100 kilo buğday verilip 100 kilo buğday alınamaz. Böyle
bir iş yapılacaksa buğdayların eşit ağırlıkta değil, eşit ölçekte olduğunun
tespiti gerekir. Çünkü Peygamber buğdayı buğdayla değiştirirken eşitliğin kile
ile belirleneceğini bildirmiştir.
İki altın bilezik de birbiriyle
değiştirilmek istenirse bu bileziklerin tartılıp eşit ağırlıkta olduklarının
belirlenmesi gerekir. Çünkü Peygamber altına karşılık altın alırken eşitliğin
tartıyla belirleneceğini bildirmiştir.
Bu mallar kendi cinsleriyle
değiştirilmiyorlarsa bu ölçü birimlerine uymak gerekmez. Mesela bugün kağıt
para verip kilo işi buğday, tane işi altın alınabilir.
Kadr ve cinste ortak olan malların, peşin
takasında eşitlik bozulursa faizli işlem (ribe’l-fadl) olur. Çünkü hadiste
şöyle buyurulur:
"Altına karşılık altın satmayınız;
misli misline olursa o başka. Birini öbüründen farklı yapmayınız. Gümüşe
karşılık gümüş satmayınız; misli misline olursa o başka. Birini öbüründen
farklı yapmayınız. Bunları, biri peşin diğeri veresiye olarak da satmayınız[192].”
Hadiste değişimin peşin olması şart
koşulduğuna göre kadr ve cinste ortak olan mallar veresiye değiştirilemezler,
yoksa faizli işlem (ribe’n-nesie) olur.
Gümüşü gümüşle, altını altınla
değiştirince aynı cins mallar değiştirilmiş olur. Bunlar kadrda da ortaktır.
Çünkü her biri tartı (vezn) ile işlem görür. Bu sebeple değişimin peşin,
miktarların eşit olması gerekir. Yoksa faizli işlem olur.
Kadr ve cinsten yanlız birinde ortak olan
mallar, peşin takas edilirlerse miktarlar farklı olabilir. Meselâ, bir kile
buğday iki kile arpayla peşin olarak değiştirilebilir. Çünkü malların
cinsleri farklı fakat ölçü birimleri aynıdır. Bunun veresiyesi faizli işlem
(ribe’n-nesie) olur.
“Ubâdetü’bnü’s-Sâmit'in rivayet ettiği
hadiste altı mal sayıldıktan sonra şu ifade yer alır: “Bu cinsler değişik
olursa peşin olması şartıyla istediğiniz gibi satabilirsiniz[193].“
Ubâdet’übn’üs-Sâmit (r.a.) diyor ki;
“Bize, Allah'ın Elçisi, gümüşe karşılık altını, altına karşılık gümüşü, arpaya
karşılık buğdayı, buğdaya karşılık arpayı peşin olmak şartıyla istediğimiz
gibi satabileceğimizi emretti[194].”
Vasfa, yani malın niteliğine bakılmaz.
Çünkü o örfte bir fark sayılmaz. Ona da bakılacak olsa, alım satımın önü
kapanır[195].
Ribaya konu bir malın iyisini verip kötüsünü alış, misli misline olmazsa caiz
olmaz. Mesela iyi pirinç verip kırık pirinç alan, ancak verdiği ölçek kadar
alabilir.
Bir litre normal benzin ancak peşin olmak
şartıyla bir litre süper benzinle değiştirilebilir. Çünkü bu mallar hem ölçekle
işlem görürler hem de aynı cinsten sayılırlar.
Bir litre benzin iki litre süt veya
zeytinyağı ile değiştirilebilir ama değişimin peşin olması gerekir, yoksa
faizli işlem olur. Çünkü benzin, süt ve zeytinyağı farklı cinsten mallardır
ama hepisi de ölçekle işlem görür.
Buğday verip buğday unu veya buğday
kavudu[196] alınamaz. Bunlar, buğdayın parçalanmış şekli
oldukları için aralarındaki cins birliği bir yönüyle devam eder. Bunlardaki
ölçek kiledir ama buğday ile bunlar arasındaki eşitlik kile ile sağlanamaz.
Çünkü un ve kavut ölceği tam doldurur ama buğday tanelerinin arası boş kalır.
Fakat una karşılık un, ölçekle satılabilir[197].
Zeytin verip zeytin yağı almak, susam
verip susamyağı almak isteniyorsa zeytin yağının ve susam yağının fazla olması
gerekir ki, fazla kısım, diğer tarafın posasına karşılık olusun. Yoksa bu değişim
caiz olmaz[198].
Kile ve tartı dışındaki ölçü birimlerinin
faizli işlem konusunda bir tesiri yoktur. Örnek olarak 10 tane köy yumurtası 20
çiftlik yumurtasıyla değiştirilebilir. Ancak bunlar aynı cinsten olduğu için
değişimin peşin olması gerekir. Bir fels[199] peşin olarak iki felsle değiştirilebilir.
Bunlar aynı cinstentir ama sayı ile işlem görürler. Sayı faiz illeti değildir.
Faiz illetlerinden hiç birinde ortak
olmayan iki malın hertürlü değişimi yapılabilir.
Altın ve gümüş tartıyla satılır.
Hanefîlerin koyduğu prensibe göre bunların, tartıyla satılan diğer mallarla veresiye
değiştirilememesi gerekir. Ama Hanefîler, altın ve gümüşün, tartı ile satılan
diğer mallarla her türlü değişimini kabul etmişlerdir. Meselâ, 10 gr. altınla
500 kilo veresiye demir alınabilir. Bunların her ikisi de tartıyla satılırlar
ama bunların tartıları aynı özellikte değildir. Altın hassas tartıyla, demir de
kiloyla tartılır[200].
Bu sebeple aralarındaki ölçü (kadr) birliğini yok saymışlardır.
Bu yaklaşım tarzı, Kur'an'ın en ağır
yasağı olan faizli işlemi anlaşılmaz hale getirmiştir. Konuyla ilgili değerlendirme,
bu bölümün sonunda gelecektir.
bb
- Şafii Mezhebi
Şafiîler'den er-Rûyânî[201] faizli işlemi şöyle tarif eder:
Faizli işlem, belli malları, akit
sırasında şer’î ölçekle eşitliği bilinmeden peşin; veya bedellerden her ikisi
yahut biri veresiye olmak üzere
değiştirmek için yapılan sözleşmedir[202].
Tarifte geçen belli mallar, kendinde faiz
illeti bulunan mallardır. Bunlara ribevî mallar denir. Şer'î ölçek ise tartı ve
kiledir. Tarifin diğer ögeleri faizli işlem sayılan alım satım şekilleridir.
Bu ögeler üzerinde biraz duralım.
Şafiî mezhebine göre riba, bir şekilde
yenilen veya içilen mallar ile altın ve gümüşte olur[203].
Altın, gümüş, arpa, buğday, hurma ve tuz
ile ilgili olarak hadislerde geçen “misli misline ve peşin olma” şartları,
bunlardaki değeri ve tehlikeyi göstermektedir. Bu, nikâhta şahitlerin şart
koşulması gibidir. Öyleyse belirlenecek illet o kıymete ve tehlikeye uygun olmalıdır.
Arpa, buğday, hurma ve tuz birer insan
yiyeceği (tu'm) oldukları için faizli işleme sebep olmuşlardır. Çünkü insan
hayatı yiyeceğe bağlıdır. Ayrıca Muhammed, ona dua ve selâm olsun, şöyle
demiştir: " Taama taam misli mislinedir[204].”
Taam, tu'm kelimesinden türetilmiştir.
Bir hükmün türetilmiş bir kelimeye bağlanması, onun o kelimenin köküyle
ilgisini gösterir[205].
Kök kelime tu'm olduğu için kendinde tu'm özelliği bulunan her mal ribaya konu
olur.
Altın ve gümüş, para olma özelliğinden
(semeniyet) dolayı faizli işleme sebep olmuşlardır. Çünkü ihtiyaçları gideren
malların varlığını sürdürmesi için para gerekir[206].
Bir malda yukarıdaki iki illetten yani
tu'm ve semeniyet özelliğinden biri varsa o ribevi mal, yani faizli işleme konu mal olur.
1) Tu’m ()
Tu'm, yani taam, insan yiyeceği demektir.
Bir şeyin en belirgin özelliğinin insan yiyeceği olması veya insanla hayvanın
ortak yiyeceği olması onu bu kapsama sokar. Bozulmadan kalan ve biriktirilebilen
yiyeceklerle bekletilemeyen ve biriktirilemeyen yiyecekler aynıdır[207].
Yiyecekler, ya iktiyat ya tefekküh ya da
tedavi için elde edilir.
İktiyat (), azık olsun diye oplanan kuru yiyeceklere denilir..
Buğday, nohut ve içme suyu bunlardandır.
Tefekküh (), yiyeceği meyve, tatlı,
salata, katık vs. olsun diye elde etmek demektir. Hurma, üzüm ve incir gibi
meyveler; katıklar, tatlı, ekşi veya ağzı acılatan[208] yiyeceklerle tere ve nane gibi sebzeler bu
kapsamdadır.
Yiyecek tedavi için de elde edilebilir.
Tuz, kurutulup dövülerek yemeklere katılan otlar, baharat gibi yemeğe lezzet
veren şeyler, safran, sakamonya ve ermeni veya mahtûm çamuru[209] gibi ilaçlar, sütleğen, gül ve günlük yağı
gibi şeyler ile kargabüken[210] yağı ve tohumu bu kapsama girer.
ilgili hadiste gıdalara birer örnek
verilmiştir. Tuz da bu örneklerdendir. Tuzun, gıdayı lezzetlendirme ve koruma
özelliği vardır. Onunla, bedeni iyileştiren ve koruyan şeyler arasında fark
yoktur. Çünkü gıdalar sağlığı korumak, ilaçlar da sağlığa tekrar kavuşmak
içindir.
Yeme maksadı taşıyan şeye taam dendiği
için sütleğen, gül, gülsuyu, ud, sandal, anber, misk, deri ile keten ve balık
gibi şeylerin yağı, keten tohumu, yeşilken yenen otun ve yoncanın kurusu, üzüm
çöpü, kemik gibi cin yiyeceği, çoğunlukla hayvan yiyeceği olarak kullanılan
şeyler taam kapsamı dışında kalır[211].
2) Para (semeniyet = )
İmam Şafiî şöyle der: "Altın ve
gümüş her şeyden farklıdır. Çünkü bunlar her şeyin bedeli (semeni) olabilirler.
Bunlara ne yiyecek ne de başka şey kıyaslanabilir[212]."
Altın ve gümüş, para olarak basılmamış
olsa bile para sayılır. Bunların faizli işleme konu olması kendilerindeki para
olma özelliğindendir. Bu özellik, onların kendinde vardır. Buna
cevheriyyet’üs-semen () denir. Altın ve gümüş dışında böyle bir madde
bulunmadığından dolaşımda bulunsa bil e
felslerde faizli işlem olmaz[213].
Bedeller arasındaki eşitlik, buğday, süt,
şira, sıvı yağ gibi ölçek (kile) ile satılan mallarda ölçek ile, altın, gümüş,
bal, katı yağ gibi tartı (vezin) ile satılan mallarda tartı ile sağlanır. Kile
ile satılan mallar, tartılarak değiştirilemez. Tartı ile satılan mallar da
kile ile değiştirilemez. Bir malın tartı ile mi, yoksa kile ile mi satıldığı,
Peygamber zamanında Hicaz halkının uygulamalarına bakılırarak tespit edilir.
Onlar o malı daha çok nasıl satıyorlarsa öyle davranılır. Bu bilinmiyorsa o
bölgenin yaygın uygulamasına bakılır[214].
İmam Şafiî'nin bu konudaki ifadeleri şöyledir:
"(Hadiste sözü edilen) yiyeceği kile ile ölçülür
bulduk. Yiyecek tartı ile tartıldığı zaman da aynı anlamdadır. Çünkü ikisi de
yenir. İster ölçülsün, ister tartılsın içecek de aynıdır. Zira tartma işi,
alıcı ile satıcıya göre bilinen bir şeyi satmak için yapılır. Ölçü de iki
tarafın bilgisi içindir. Aslında tartı, miktarı daha iyi gösterir, çünkü onda
ölçüdeki farklılık olmaz.
Değiştirilen iki bedel, yiyecek veya içecek ise miktarların
ölçek veya tartı ile bilinerek satılmasında görüş biriliğine varınca altın ve
gümüşteki maksat ile yiyecekteki maksat aynı olmuş oldu. O zaman her ikisine
aynı hükmü koyduk. Bu, altın ve gümüşteki hükümdür. Çünkü altın, gümüş,
buğday, arpa, çekirdekli hurma, (çekirdeksiz olanı bozulur) ve tuzdaki helâllık
ve haramlığın kaynağı farklı değil, aynıdır. Bunların hükümleri arasına fark
koymayız. Aynı illeti taşıdığı için bunlara kıyasla, ölçülen ve tartılan her yiyecek ve içeceğe de aynı hükmü
vermişizdir.
Bize göre sayı ile satılan yiyecek ve
içecekler de aynı hükümdedir. Çünkü biz onların çoğunun bir yerde tartıldığını,
diğerinde tartılmadığını görüyoruz. Bütün yaş hurmalar Mekke'de sepetler içinde
tahmini olarak satılır. Bütün etler de tahmini olarak satılır. Bedeviler et
veya süt sattıkları zaman başka değil sadece tahmini olarak satarlar. Yağ,
bal, kaymak ve diğerlerini de aynı şekilde alıp satarlar. Ama başkalarına göre
bunlar tartılabilir. Tahmini usulle satış
yapan tartıdan veya ölçüden kaçmaz. Tahminle veya sayıyla satılan yiyecek ve
içecekler, bize göre ölçek veya tartıyla satılanlar gibidirler[215].
Buğdayda esas olan kiledir. Hangi şeyde kile esas ise onu, kendi misliyle
tartıya tartı veya tartıya kile satmak caiz değildir[216]."
Kendinde
riba illeti bulunan iki mal ya aynı cinsten ya da farklı cinslerden olur.
Altına karşılık altın, buğdaya karşılık buğday aynı cinstendir. Bunların biri
verilip diğeri alınacaksa üç şarta uymak gerekir. Bunlar, hulûl, mümâselet ve
tekâbuz şartlarıdır.
Hulûl (), değiştirilecek iki malın, sözleşmenin yapıldığı
yere getirilmiş olması demektir.
Bedellerden biri sözleşme yapıldıktan
sonra getirilse olmaz. İsterse taraflar oradan henüz ayrılmamış olsunlar.
Mümâselet (), bedelerin eşit miktarlarda olması ve bunun bilinmesi
demektir.
Sahabeden buna karşı olan vardı, ama o
muhalefet sona erdi ve bu konuda bir icma oluştu[217].
Yaş hurma ile yaş veya kuru hurma
alınamaz. Taze üzümle taze veya kuru üzüm almak da caiz değildir. Çünkü
bunlarda mümâselet tam olarak belirlenemez. Unu, kavunu ve ekmeği kendi misli
veya aslı ile değiştirmek olmaz. Çünkü unlar arasında yumuşaklık farkı vardır,
ekmekler üzerinde de ateşin etkisi farklıdır. Bu sebeple tam mümâselet tespiti
yapılamaz[218].
Tekâbuz (), tarafların ayrılmadan değiştikleri malları gerçek
anlamda teslim almaları demektir.
İmam Şafiî şöyle demiştir: Biri
diğerinden değerli ve isimleri farklı da olsa bütün buğdaylar tek bir cinstir.
Nitekim altınlar da farklıdır. İsimlerinde de üstünlük vardır ama altına altın
caiz olmaz, misli misline, tartısı tartısına ve elden ele olursa o başka[219].
Altına karşılık gümüş, buğdaya karşılık
arpa gibi tu'm veya semeniyet özelliğine sahip iki farklı malı değiştirirken
sadece iki şarta uymak gerekir. Bunlar hulûl ve tekâbuz şartlarıdır. Bu
şartlara uyulmazsa faizli işlem olur.
Allah'ın
Elçisi, ona salat ve selâm olsun, şöyle dedi: “Altına altın, gümüşe gümüş,
buğdaya buğday, arpaya arpa, hurmaya hurma
ve tuza tuz misli misline, eşit miktarda ve peşin olur. Bunlardan birini diğer cinse
karşılık peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satabilirsiniz[220].“
Hadisteki peşin olma şartı, tekabuzu
gösterir. Bunun olabilmesi için de
genellikle hulûl gerekir. Müslim’de “aynen bi aynin = mala mal“ ifadesi de
vardır. Bu açıkca hulûlun şart olduğunu
gösterir. Mümâselet ise sadece aynı cins malların değişiminde şart koşulmuştur.
Değiştirilen iki şey gıda maddesi yahut
altın veya gümüş değilse o üç şarttan hiçbiri aranmaz. Altın verip buğday veya
kumaş almak, hayvan verip hayvan almak böyledir. Bu durumda taraflar serbest
hareket edebilirler[221].
İmam
Şafiî, şöyle der: "Diğer hadisler sebebiyle "Vadeli işlemden başkasında riba yoktur[222]." hadisini bıraktık. Şunu dedik:
"Riba, iki yerde; vadeli işlemde ve peşinde olur. Çünkü riba, peşinde
kile ya da tartı fazlasıyla, vadeli işlemde de vade fazlasıyla olabilir. Bazan
vade ile birlikte ödemedeki fazlalık sebebiyle de olabilir[223]."
İmam Şafiî burada üç çeşit faizli
işlemden bahsediyor. Şafiî fakihler de aynı şeyi yapıyor ve faizli işlemi,
peşin, miktar faizi ve vadeli işlem faizi olmak üzere üçe ayırarak
inceliyorlar.
Peşin işlem faizi (riba yed ); faize konu iki malı değiştirirken bedelleri karşılıklı
teslim almadan bir tarafın sözleşme yerinden ayrılmasıyla olur. Mesela
buğday verip arpa alan kişi, arpayı teslim almadan ayrılırsa peşin işlem faizi
meydana gelir. İmam Şafiî şöyle demiştir: "Buğdayı misli misline ve
elden ele satmakta bir sakınca yoktur. Ama taraflar malları karşılıklı teslim
almadan ayrılamazlar. Eğer ayrılırlarsa, tıpkı altına karşılık altın alımında
olduğu gibi aralarındaki satış fasid olur[224]."
Bunun sebebi meydana gelen peşin işlem faizidir.
Miktar faizi, (ribâ fadl = ribe'l-fadl);
kendinde faiz illeti bulunan bir malı kendi cinsiyle değiştirirken birinin
diğerinden fazla olmasıyla meydana gelir. Örnek olarak bu senenin buğdayını geçen
senenin buğdayı ile değiştirirken bedellerden biri fazla olursa ribe'l-fadl meydana
gelir. İmam Şafiî bu konuda şöyle der:
"Ölçeği bir dinar olan iyi cins bir
buğday, ölçeği bir dinarın altıda biri değerinden az olan kötü cins bir buğday
ile değiştirilebilir. Yeni buğday eski buğday ile, saf, beyaz buğday da kara,
kötü buğdayla değiştirilebilir. Bütün bu değiştirmeler misli misline, kilesi
kilesine ve elden ele olur. Yani her iki buğdayın da aynı ölçekte olması ve
değişimin peşin yapılması gerekir. Bir de taraflar bedelleri teslim almadan
birbirlerinden ayrılamazlar[225]."
Ödünç faizi (ribe’l-kard = kredi faizi)
de ribe'l-fadl kapsamındadır. Bu, bir ödünç işleminde alacaklı lehine bir menfaatin
şart koşulmasıyla meydana gelir. Bu, ribe'l-cahiliyyedir. Rehin veya kefil
almak gibi şeyler bu anlamda bir menfaat sayılmaz.
Vadeli işlem faizi (riba nesâ = ribe’n-nesîe);
iki bedelden birinin daha sonra ödenmesinin şart koşulmasıyla meydana gelir[226].
Örnek olarak gümüş verip altın alırken bedellerden birini hemen teslim etmeyip
daha sonra teslim etmeyi şart koşmak böyle bir faiz işlemi olur.
İmam Şafiî'nin faizli işlem ile ilgili
bazı görüşleri de şöyledir:
"Misli misline ve elden ele olmadıkça satılması
caiz olmayan bir şeyi, yanına başka şey koyarak satmakta bir hayır yoktur.
Örnek olarak bir ölçek acve hurması ile bir dirhemi iki ölçek acve hurması
karşılığında satmakta bir hayır yoktur. Gene taama taam olmasın diye bir ölçek
siyah buğday ile bir dirhemi iki ölçek mahmule buğdayı karşılığı satmakta da
bir hayır yoktur[227],
yani caiz olmaz.
İçinde katkısı olan veya beraberinde başka bir şey
bulunan altını, altına karşılık almak caiz değildir. Beraberindeki az olsun,
çok olsun farketmez. Çünkü bizim uyduğumuz prensip şudur: "Altına
karşılık altın satarken mikdarın bilinmez olması veya birinin diğerinden
fazla olması haramdır. Gümüşe karşılık gümüş de aynıdır. Ama altın verip
boncuklu gümüş almakta bir sakınca yoktur. Çünkü bunların arasında fazlalık
olabilir[228].
Bir kimse sarraftan dirhemler alsa onları teslim alıp
ayrıldıktan sonra ona emanet olarak bıraksa bunda bir sakınca yoktur[229].
Bir kimse bir adama dinar veya dirhem ödünç verse o da
fazlasıyla ödese bunda da bir sakınca
yokur. Bu ister adet haline gelmiş
olsun, ister olmasın.
Birinin diğerinde dirhem alacağı,
diğerinin de onda dinar alacağı olsa, vadesi ister dolmuş ister dolmamış olsun,
aralarında uzlaşsalar caiz olmaz, çünkü bu, borcu borca karşılık satmaktır[230].
Bir kimse, bir dinar borçlu olduğu kişiye
dirhemler verse bunlar sarf işlemi yapmadan onun yanında birikip bir dinar
değerine ulaşsa ve sarf işlemi yapmak (yani onu burcun yerine saymak) isteseler
bunda bir hayır yoktur. Çünkü bu, borcu borca değiştirmektir[231].
cc - Maliki Mezhebi
Şafiî Mezhebi kredi faizini ribe'l-fadlın
bir bölümü saydığı için onu ayrı başlık altında incelemedik. Ancak Maliki
Mezhebi öyle yapmamıştır. Bu sebeple önce kredi faizi ile başlıyoruz.
Ödünç yoluyla menfaat sağlamak faizli
işlem olur. Bu, cahiliye ribasıdır. Ödünç olarak verilen şey ister dinar ister
dirhem olsun, isterse ölçülen veya tartılan mallar olsun; ne olursa olsun ödünç
yoluyla menfaat sağlamak caiz değildir[232].
İmam Malik’in bildirdiğine göre Abdullah
b. Mes’ud şöyle demiştir: “Bir kimse ödünç verir de daha iyisini almayı şart
koşarsa, isterse şartı bir tutam ot olsun, bu faizli işlem olur.[233] “
İmam Malik’e şöyle bir soru soruldu :
- Bir kimse bir miktar dinar veya dirhemi
ödünç verse ve onunla kendine bir menfaat sağlamak istese ama bunu, karşı
tarafa bildirmese, onunkisi sadece bu paranın kendi evinde kalmasını hoş
görmediği için başkasının sorumluluğuna bırakmak olsa da ödüncü bunun için
vermiş olsa ne olur ?
İmam Malik dedi ki, “ Bu caiz değildir[234].”
Malikî Mezhebi de Şafiî Mezhebi gibi para
(semen) veya gıda maddesi (taam) olma özelliğini riba illeti sayar. Bir malda
bu iki özellikten biri varsa o ribaya konu mallardan olur. Ancak bu illetleri
değerlendirmede Malikî Mezhebinin bazı farklı yaklaşımları vardır. Şimdi
onlara bakalım.
1) Semeniyet
Semeniyet yerine galibiyettü’s-semeniyet
terimi kullanılır. Yani bir paranın faizli işleme konu olması için para olma
özelliğinin ağırlıklı olarak onun özünde
bulunması demektir. Bu da ancak altın ve gümüşte olur. Bu konuda altın ve gümüşe
başka bir şey kıyaslanamaz. Şafiîler de aynı görüştedir.
Bu, Malikî Mezhebinin meşhur görüşüdür.
Mezhebin meşhur olmayan görüşüne göre bir şeyin para olarak dolaşımda bulunması
(mutlaku’s-semeniyyet) onun faizli işleme konu olması için yeterlidir[235].
Buna göre, kağıt para da dahil bütün paralar faizli işleme konu olan mallardandır.
İmam Malik’in bu konudaki sözleri şöyle nakledilmiştir:
“Felsleri[236] altın veya gümüşle değiştirirken ödemeyi bir
an bile geciktirmekte hayır yoktur. Eğer insanlar, basılı olup belli bir
değeri temsil eden deri parçalarını kendi aralarında para gibi dolaştıracak
olsalardı o paralarla altın veya gümüş alırken bir anlık gecikmeyi bile mekruh
sayardım. “
“Bir felsi iki felse satmak caiz değildir.
Felslerle altın, gümüş veya dinarları değiştirirken küçük bir gecikme caiz değildir[237].”
İmam Malik dedi ki, fels verip fels almak
ne göz kararı (cüzafen), ne dengi dengine tartıyla, ne de dengi dengine
ölçekle olur . Bu şekilde peşin de olmaz vadeli de. Bu konuda fels sayı ile
işlem görür.
Malik dedi ki, bir felsi iki felse
vermekte hayır yoktur. Çünkü felsler başka şekilde değil, sayı ile satılırlar.
Onu tartı ile satarsa az da olsa, karşılıklı birbirine zarar verme ihtimali
olur. İşte bunun için felsleri göz kararı satmak caiz değildir. Malik'in bir batman felsi iki batman bakıra
satmayı mekruh görmesi de bundandır[238].
Malikî Mezhebine göre saf altın veya gümüşten
basılmış paranın, kendinden ağır, fakat
düşük ayarlı bir para ile değiştirilmesi caiz değildir. Çünkü burada her iki
tarafta da bir fazlalık vardır. Saf paranın sahibi diğer paranın ağırlığının
tam olmasına ilgi duyar, ağırlığı tam
olan para sahibi de diğer paranın saflığına ilgi duyar.
Altın veya gümüş paralardan birinin
baskısı düzgün fakat ağırlığı az, diğerinin ağırlığı tam fakat baskısı kötü
olunca gene değişim caiz değildir. Çünkü
fazlalık her iki tarafta da vardır.
Daha saf veya daha iyi baskısı olan
paranın ağırlığı diğerine eşit veya daha
fazla ise bu değişim peşin olmak şartıyla caiz olur. Çünkü bu durumda
fazlalık sadece bir taraftadır[239].
2) Taam = İnsan yiyeceği olması.
Burada Şafiî Mezhebinden farklı bir durum
vardır. Şöyle ki, ribe’l-fadl, yani
aynı cins malların takasında bunlardan biri diğerinden fazla olduğu için meydana
gelen faizli işlem sadece temel gıda maddesi olup saklanabilen veya gıda maddelerini
lezzetlendiren şeylerde olur. Çünkü hadiste sözü edilen arpa, buğday, hurma ve
tuz bu özellikleri taşıyan maddelerdir. Bu gibi maddeler kendi cinsleriyle
değiştirildikleri vakit değişimin peşin ve miktarların eşit olması gerekir.
Farklı cinsler birbiriyle değiştirildiği vakit miktarlarda eşitlik aranmaz, yalnızca
değişimin peşin olması şart olur.
Ribe’n-nesie yani faizli işleme konu olan malların veresiye takasından
doğan faiz ise, biriktirilsin veya biriktirilmesin bütün gıda maddelerinde
olur. Yani hiç bir gıda maddesi bir başka gıda maddesiyle veresiye takas
edilemez.
İlaç olarak kullanılan madeler, gıda
maddesi tanımına girmezler[240].
Ayrıca her çeşit eşyayı kendi cinsiyle
veresiye, bire iki değiştirmek de ribe’n-nesiedir[241].
Yiyecekle yiyeceği veya para ile parayı
değiştirirken bunlardan birinin veya ikisinin yanına bir mal koyup değişimi
veresiye yapmak caiz olmaz. İmam Malik'e, bir süre sonra alınacak kumaş ve arpaya
karşılık peşin mercimek verilmesi soruldu da "Bu uygun olmaz." diye
cevap verdi.
Dinar ve dirhemlerde de durum aynıdır.
Bir kişi dinar verip dirhem alsa, dirhemlerin yanına bir kumaş veya başka bir
mal koysa, dinarları ve dirhemleri peşin değiştirip malı veresiyeye bıraksa uygun
olmaz. Değişim tamamen peşin olacaksa altının veya gümüşün ya da her ikisinin
yanında başka bir mal bulunmasının bir zararı yoktur[242].
Şafiî Mezhebi bunlardan hiç birini caiz görmez.
İleride alacağı taama karşılık bir taamı
veresiye vermek caiz değildir. Ancak aynı cins taamı ileride aynı miktarda
almak üzere ödünç verirse olur. İleride alacağı, şimdi verdiğinden ne daha iyi
ne de daha kötü olur. Bununla ödünç verdiği kişinin yararlanmasını istemiş olması
gerekir. Belli bir süreye kadar ödünç verdiği zaman bu caiz olur. Ama bunun
dışında bir yiyeceğin birini diğerine karşılık veresiye vermek uygun olmaz[243].
dd
- Hanbeli Mezhebi
Ahmed b. Hanbel’den faiz illeti yani bir
malı, faizli mallar kapsamına sokan temel özellik konusunda üç ayrı görüş
nakledilmiştir. Bunlardan biri Hanefî mezhebine, ikincisi de Şafiî ve Malikî
mezhelerine yakındır. Üçüncü görüş farklıdır. Mezhebin esas görüşü, Hanefî
mezhebine uygun olanıdır. Önce kredi faizi ile ilgili görüşlerini görelim.
Menfaat sağlayan her ödünç haramdır.
Borçlunun, kira almadan ya da düşük kira ile alacaklıyı evinde oturtması,
kullansın diye hayvanını ona vermesi (iare), aldığından iyisini ödemesi veya
alacaklının rehinden yararlanması, tarlasını ekmesi yahut emsal ücretten az
bir ücretle onu çalıştırması gibi şartlarla ödünç işlemi yapmak caiz değildir.
Önceden koşulan bir şart veya anlaşma yokken borcunu ödedikten sonra bunları
yapar veya ödüncü, aldığından daha iyisi veya daha fazlasıyla öderse caiz olur.
Bir alışkanlıkları olmadığı halde borcu
ödemeden alacaklıya hediye verilmesi de caiz değildir. Bu durumda verilen
hediyenin değeri kadar borçtan düşülür[244].
c
- Faizli işlem illetleri
aaa-
Hanefî Mezhebine uygun olan görüş
Ahmed b. Hanbel’den yapılan üç rivayetten
en meşhuruna göre faiz illetleri vezin ve keyl'dir. Bu görüş, bugün
Hanbelîler'in kabul edip uyguladıkları görüştür. Küçük ayrıntılar dışında
Hanefî Mezhebinin görüşüne tam olarak uyar. Hanbelilerin görüşleri şu rivayetlere
dayanır:
Abdullah b. Ömer'in bildirdiğine göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve
selâm olsun, şöyle dedi: “Bir dinarı iki dinara, bir dirhemi iki dirheme, bir
sa’ı iki sa’a satmayınız. Çünkü faizli işleme girmenizden korkuyorum. “Birisi
kalktı ve dedi ki, “Ya Resulellah! bir at verip karşılığında birden fazla at;
iyi bir deve verip karşılığında birden fazla deve alanın durumu ne olur?“
Buyurdu ki, “Elden ele peşin olursa zararı yok[245].”
Enes'in
bildirdiğine göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle dedi:
“Tartı ile işlem görenler, aynı cinsten iseler misli mislinedir. Kile ile işlem
görenler de aynı cinsten iseler misli mislinedir.“ Bu hadisi ed-Darekutnî
rivayet etmiştir[246].
Satışta esas olan bedellerin eşit
olmasıdır. Eşitliğin gerçekleşmesinde ölçek (keyl), tartı (vezn) ve cins etkin
olur. Çünkü vezin ve keyl, görünüşte (sureten) bir eşitlik sağlar, cins ise
içerik olarak (manen) eşitliği sağlar.
Bu görüşün Hanefî mezhebine uygun olmayan
yönleri şunlardır:
1) Ribanın kökünü kurutmak için ribaya
konu olan bir şeyi kendi cinsi ile değiştirirken bunlardan birinin veya
ikisinin yanına başka şey koyarak satmak caiz değildir. Örnek olarak bir ölçek
acve hurması ile bir dirhemi bir ölçek acve hurması ve bir dirhem
karşılığında satmak caiz değildir. Bir dinar ve bir dirhemi bir dinara karşılık
satmak[247] da caiz değildir.
2) Tedavülde bulunan felslerle altın veya
gümüş değiştirilecek olursa hulûl ve takâbuz şart olur. Yani her iki bedelin
akit yapılan yere getirilmiş olması ve taraflar oradan ayrılmadan her iki
bedeli teslim almış olmaları şarttır. Ama bir çok Hanbelî fakih bu görüşü kabul
etmez[248].
3) Aslı tartı ile işlem gören mal olduğu
için bir felsi iki felse satmak caiz değildir[249].
Hanbelî fakihlerin çoğu bu görüşü de kabul etmezler[250].
bb
- Mâlikî veŞafiî Mezheplerine uygun
görüş
Ahmed b. Hanbel’den yaplan ikinci rivayet
Mâlikî ve Şafiî mezheplerine uygundur. Buna göre altın ve gümüşün ribaya
konu olmasının sebebi onlarda bulunan para olma özelliği (semeniyet) dir. Bu
özelliğin ağırlıklı olarak malın özünde bulunması (galibiyyettü’s-semeniyet) gerektiğinden bu kapsama ancak altın ve
gümüş girer.
Diğer dört maddenin faizli işleme konu
olmasının sebebi onların birer gıda maddesi olmalarıdır. Mamer b. Abdullah’ın
rivayetine göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, misli misline olması
bir yana yiyeceğe (taam) karşılık yiyecek
satmayı yasaklamıştır[251].”
Yiyecek önemlidir. Çünkü bedenler onunla
ayakta durur. Para da önemlidir; çünkü ekonomik hayat onunla devam eder. Onun
için bu iki şeyi faizli işlem sebebi (illeti)
saymak gerekir. Ayrıca altın ve gümüşte faiz illeti vezin (ağırlık
ölçüsü) olsaydı tartı ile işlem gören malları bunlarla veresiye almak caiz olmazdı.
Çünkü ribe’l-fadl’ın iki illetinden birinin bulunması ribe’n-nesie için
yeterli olmaktadır.
Gıda maddesi olması bakımından pirinç,
mısır ve yulaf gibi temel maddeler; et,
süt ve sebze gibi ekmeğe katık olan şeyler ile meyveler ve ilaçlar arasında bir
fark yoktur[252].
Daha önce belirtildiği gibi Malikî mezhebi ilaçları gıda maddesi kapsamında
saymaz. Bir de saklanamayacak durumda olan gıda maddelerinin peşin değişiminde
eşitlik şartını aramaz.
c-
Üçüncü görüş
Ahmed b. Hanbel’den yapılan üçüncü
rivayete göre yiyecek maddelerinin ribaya konu olması için ölçü veya tartı ile
işlem görmesi gerekir. Yumurta ve karpuz gibi sayı ile işlem gören yiyecek
maddelerinde faizli işlem olmaz. Bu görüşün delili, Saîd b. el-Müseyyeb’in
bildirdiğine göre Allah'ın Elçisi ona
dua ve selâm olsun, şöyle dedi: “Faizli işlem, başka değil, sadece ölçü veya
tartı ile işlem gören yiyecek veya içeceklerde olur.”
Bu hadisin tahricini ed-Darekutnî yapmış
ve şöyle demiştir: Bu söz Saîd’in kendi sözüdür. Onu Allah'ın Elçisine maleden
yanılmıştır[253].
Rib’el-fadlın olduğu her işlemde
rib’en-nesie de olur. Değişen iki bedelden birinin fazla olması haram ise
bunlardan birinin peşin diğerinin veresiye olması da haramdır[254].
E - DAR’UL-HARPTE FAİZ
Müslümanların egemen olduğu ülkelere
dar’ül-İslam, yani İslam ülkesi egemen olmadığı ülkelere de dar’ül-harp, yani
düşman ülkesi adı verilir. Bunların içinde müslümanlarla saldırmazlık ve barış
anlaşması yapmış olanlara dar’ül-harp yerine daha çok sulh, eman ve ahid
ülkesi denir.
Ebû Hanife ile İmam Muhammede göre
gayrimüslimlerin ülkesinde (dar’ül-harp) bulunan bir Müslüman, o ülkenin
vatandaşıyla faizli işlem yapabilir. O şahıs isterse orada müslüman olmuş ve
henüz islam ülkesine (dar’ul-İslama) göçetmemiş olsun.
Ebû Yusuf bu görüşte değildir. Çünkü
islam ülkesine girmesine müsade ettiğimiz bir gayrimüslim ( = müste'men)
burada faizli işlem yapamayacağına göre bir müslüman da onların ülkesinde bu
işlemi yapamaz. Maliki, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre de faiz her yerde yasaktır.
Çünkü faizi yasaklayan ayet ve hadislerde böyle bir yer ayırımı yoktur.
Eğer yiyorlarsa, dar’ul-harp ahalisine
ölmüş hayvan eti ve domuz satmada ve onlarla kumar oynamada da aynı ihtilaf
geçerlidir. Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre bunlar da yapılabilir.
1
- DELİLLER
a
- Hadis
Mekhûl'un rivayetine göreAllah'ın Elçisi, ona
dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Dar’ül-harpte müslüman ile harbî
arasında faiz olmaz.”
Bu hadis hakkında çok söz söylenmiş ve
bir çokları böyle bir hadisin varlığını kabul etmemiştir.
Kemaleddin b. el-Hümâm şöyle diyor: Bu hadis
garibtir[255].
Bildirildiğine göre Mekhûl, Allah'ın Elçisi'nin böyle dediğini rivayet
etmemiştir. İmam Şafiî'ye göre Ebu Yusuf şunu söylemiştir: “Bu yalnızca Ebu
Hanife’nin sözüdür. Çünkü bir üstad bize, Mekhûl’ün şöyle dediğini bildirdi:
Allah'ın Elçisi dedi ki, “Dar’ul-harbın
halkı arasında faizli işlem olmaz.” Zannederim bir de “ve müslüman halk.” dedi.
İmam Şafiî dedi ki; “Bu hadis sabit değildir. Bunun
delil olacak bir yanı yoktur.” Bu sözü İmam Şafiî'ye dayandıran Beyhakî’dir.
Mebsut’a göre "Bu hadis mürseldir.
Mekhûl de güvenilir (sika) bir kişidir.
Böylelerinin mürseli kabul edilir[256].
Caferî mezhebine göre de dar'ul-harpte
müslüman ile oranın halkı arasında faizli işlem olmaz. Onlar bunu Ali'den
yaptıkları bir rivayete dayandırırlar. Ali şöyle dedi: Ona ve ailesine selâm
olsun, Allah'ın Elçisi dedi ki:
"Bizimle, bize karşı savaş halinde
olan halk (dar'ul-harp ahalisi) arasında faizli işlem olmaz. Bir dirhem verip
onlardan bin dirhem alabiliriz, onlardan alırız ama vermeyiz[257]."
b
- Veda hutbesi
“Muhammed, ona dua ve selâm olsun, Veda
Hutbesinde şöyle demiştir:
“Cahiliye faizi kaldırılmıştır.
Kaldırmakta olduğum ilk faiz bizim faizimiz, Abdülmuttalib’in oğlu Abbas’ın faizidir.
Onun tamamı kaldırılmıştır.”
İbni Rüşd[258],
bu hadise dayanarak dar'ul-halpte faiz alınabileceğine hükmetmiştir. Onun
yorumu şöyledir:
Bu hadîste, Ebû Hanîfe ve Muhammed’in[259] görüşüne uygun olarak dar‘ül-harpte
harbîlerle faiz işlemi yapmanın caiz olacağına işaret vardır. Çünkü önceleri
Mekke dar’ül-harp idi ve Abbas (r.a.) orada yaşayan bir müslümandı. Ebû
İshak’ın bildirdiğine göre Abbas’ın müslüman oluşu, Bedir savaşından
öncesine rastlar. Çünkü o, Bedir'de esir alınınca, Peygamberimiz onun fidye
vererek kurtulmasını emretmiş, o da özür beyan ederek “Ben zaten müslümandım.
Bu savaşa istemeyerek katıldım.” demiş, Peygamber de, “Görünüşte bize
karşısın, öyleyse kendini fidye ile kurtar.” demişti.
Bu rivayet doğru kabul edilmezse, İbni
İshak‘ın rivayeti kabul edilebilir. Buna göre Haccac b. Allât, Abbas'ın
Hayber'in fethinden önce müslüman olduğunu söylemiştir. Faizli işlem ise
Hayber’in fethi sırasında haram kılınmıştır. Çünkü rivayete göre Muhammed’e
Hayber’de ganimetler arasında altınlı ve boncuklu bir gerdanlık getirilmişti
de gerdanlıktaki altınların çıkarılmasını emretmişti. Bunun üzerine altınlar
çıkarılarak ayrıca satılmıştı. O zaman Muhammed şöyle demişti: “Altına altın tartıya tartıdır.”
Veda Hutbesi'nde Muhammed'in, Abbas
(r.a.)’ın müslüman olduğu andan itibaren aldığı tüm faizleri değil de Mekke’den
cahiliyye kalıntılarının silinmesinden sonra henüz tahsil etmediği faiz
alacaklarını kaldırması, onun daru'l-harpte faize müsade ettiğini gösterir[260].”
c
- Ebubekr’in bahse girmesi
Peygamber Mekke'de iken Romalılar
Persler'e yenilmişti. Rum Suresinin başında bu olaydan bahsed=ilerek Romalıların
tekrar galip gelecekleri bildirilmiştir:
“Elif
lâm, mîm. Romalılar yenildiler; çok yakın bir yerde. Ama onlar bu yenilgilerinin
ardından galip geleceklerdir. Hem de bir kaç yıl içinde...”
(Rum 30/1-4)
Kureyşliler Ebubekr’e, “Siz Romalılar’ın galip
geleceği görüşündesiniz ha?” demişlerdi. O da “Evet” demişti. Birisi,
“Bizimle bahse girer misin?” dedi. O hemen bahse girdi ve bunu, Peygamber'e
bildirdi. Ona dua ve selam olsun Peygamber ona, “Git, bahis miktarını
artır.” dedi; o da artırdı. Romalılar Persleri yenince Ebubekr bahse konu malı
aldı. Bu, Mekke müşrikleri ile Ebubekr arasında oynanan bir kumardı ve
Allah'ın elçisi bunu onaylamıştı. O zaman Mekke şirk yurduydu[261].
d
- Gayri Müslimlerin Mallarının Mubahlığı
Dar'ul-harpte faizli işlem olmaz, diyen
Ebu Hanife ile İmam Muhammed'in bir delili de dar'ul-harp vatandaşı olan
kişilerin mallarının esasen mubah olduğu, yani dokunulmaz olmadığı görüşüdür.
Nassların[262] mutlak, yani yasağa sınır koymayan ifadeleri
dokunulmaz malla ilgilidir. Eğer onlarla bir anlaşma yapılırsa onların mallarını
anlaşmaya aykırı olarak almak haram olur. Anlaşmaya aykırı değilse nasıl alınırsa
alınsın helâldır[263].
Bir yabancı ülkeye vize ile, yani onların
verdiği güvence (eman) ile giren kişi, o güvencenin gereğini yerine
getirmelidir. O güvence, bu şahsın, o ülkenin kanunlarına ve geleneklerine göre
haksız sayılacak bir yolla onların mallarına dokunamayacağı anlamını da
içerir. Faizin haksız kazanç sayılmadığı bir gayrimüslim ülkeye vize (eman)
ile giren bir müslüman onların mallarını faiz yoluyla alırsa bu eman
anlaşmasına aykırı olmaz. Çünkü onlar faizi kendi rızalarıyla verirler.
Bizden
eman (vize) alarak ülkemize gelen harbîler böyle değildir. Onların mallarını
faizli işlem yoluyla alamayız. Çünkü verdiğimiz emanla onların malları dokunulmaz
olur. Bizce meşru olmayan bir yolla onların malını alan, eman anlaşmasına
aykırı davranmış olur.
Zina
böyle değildir. Çünkü kadının helâl etmesiyle ondan yararlanmak helâl olmaz.
Ama bir mal, sahibinin müsadesiyle helâl olur[264].
2 - Delillerin Tenkidi
Dar'ul-harpte
harbîlerden faiz alınabileceği yolundaki görüşler tenkit edilmiştir. Biri
Hanefî Mezhebi içinden diğeri de bu mezhebin dışından olmak üzere iki tenkide
yer verilecektir
a - Kemalüddin b. el-Hümâm’ın[265] tenkidi
Hanefî
mezhebinin önde gelen fakihlerinden İbni Hümâm bu konuda şöyle der:
"Faizli işlemi yasaklayan naslar mutlaktır, yani yasağı bir şeyle sınırlamamıştır. Mekhûl’ün rivayet ettiği
hadis buna ters düştüğü için bir anlam ifade etmez. Delil olabileceği ispatlanırsa
o başka.
Şöyle de denebilir: O hadis delil
sayılsa bile Kur'an'a haber-i vahid[266] ile ilavede bulunmak caiz değildir. Ayetlerin,
“Faizi yemeyiniz” ve benzeri emirleri bu yasağa sınır koymazken dar’ul-harpte
faiz yenebilir demek bir ilave olur. Bu da caiz değildir.
Dar'ul-harpte faizi haram saymayanlar
şöyle kesin bir savunma yapabilirler. "Faizli işlemle ilgili yasağa bir
sınır koymayan hükümlerle, sahibinin hakkı sebebiyle dokunulmaz olan mallar
hedeflenir. Harbînin malı ise anlaşmayı koruma durumu yoksa dokunulmaz
değildir."
Aslında bu açıklama dikkatle
incelendiğinde, Mekhûl hadisi olmasa bile yukarıdaki görüşün uygun olmasını
gerektirir. Ama burada gizli olmayan bir şey vardır; o da faiz anlaşmasına girmenin helâl
olmasının yanlız faizi müslümanın alacağı zamana has olması gereğidir. Ama faiz
(riba) ifadesi geneldir, onu kafirin almasını da müslümanın almasını da
içerir. Dar’ul-harpte faiz helâldır, demek genel bir hükümdür, almayı da
kapsar vermeyi de. Kumarda da aynı durum vardır. Kafir galip gelip ortaya konan
malı alabilir.
Görünen o ki, dar'ul-harpte faizli
işlemin mubahlığı faizin müslüman tarafından alınmasını ifade eder. Arkadaşlar
derste, illete bakarak dar’ul-harpte faizi ve kumarı helâl görenlerin
maksadının, fazlalığı müslümanın alması olduğunu benimsediler. Ama o fetvanın
mutlak olması yani orada böyle bir sınırlamanın olmaması buna aykırı
düşmektedir. Doğrusunu Allah Teâlâ bilir[267]."
b
- Abdullah b. Ahmed b. Kudâme’nin tenkidi
Hanbelî mezhebi fakihlerinden İbni Kudâme
(öl.620 h.) konuyla ilgili olarak şöyle der:
“Faizli işlem, dar’ül-islamda haram
olduğu gibi dar’ül-harpte de haram olur. İmam Malik, el-Evzaî[268],
Ebu Yusuf, eş-Şafiî ve İshak[269] bu görüştedir.
Ebu Hanîfe demiştir ki,
"Dar’ül-harpte müslüman ile harbi arasında faizli işlem olmaz." Şu
da ondan nakledilir: "Dar’ül-harpte İslam dinine girmiş iki müslüman
arasında da faizli işlem olmaz. Çünkü Mekhûl'un
bildirdiğine göre Allah'ın Elçisi, ona dua ve selam olsun şöyle
demiştir:
“Dar’ül-harpte müslümanlarla oranın halkı
arasında faizli işlem olmaz.” Üstelik onların malları mubahtır.[270] Dar’ül-İslamda onlara dokunmayı yasak kılan
kendilerine verdiğimiz eman yani güvencedir. Böyle bir güvence olmayınca
malları bize mubah olur.
Bizim delilimiz de Allahu Teâlânın şu
ayetleridir:
(a)“Allah
faizli işlemi haram kılmıştır.” (Bakara 2/275)
(b)“Faiz
yiyenlerin davranışı, şeytanın peşine takılıp aklını çeldiği[271] kimsenin davranışından farklı değildir.” (Bakara 2/275)
(c)““Müminler! Allah’tan korkun, faizden geriye ne kalmışsa onu bırakın.” (Bakara 2/278)
Hadisler de fazlalığın haram kılındığını
gösteriyor. Ona dua ve selâm olsun, Muhammed'in şu sözü yasağın genel olduğunu
gösterir. “Kim artırır ya da fazlasını
isterse faizli işleme girmiş olur.”
Diğer hadislerdeki yasak da geneldir. Bir
de şu vardır, dar‘ül-İslamda haram olan, dar’ül-harpte de haramdır; tıpkı
müslümanlar arasında faizli işlemin haram olması gibi.
Haramlığı Kur’an ile, sünnet ile ve icma
ile sabit olmuş bir hükmü meçhul, sahih veya müsned ya da diğer güvenilir
hadis kitaplarında geçmeyen bir hadise dayanarak terketmek olmaz. Ayrıca bu
hadis hem mürseldir[272],
hem de Muhammed'in faizli işlemi dar’ül-harpte de yasakladığı anlamına
gelebilir. Çünkü “faizli işlem olmaz” sözü faiz yasaktır, şeklinde
anlaşılabilir. Nitekim ayette geçen,
“Hacda
kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek ve döğüşmek olmaz.” (Bakara 2/197) ifadeleri bunların yasaklandığını
gösterir[273].
F - FAİZLE
İLGİLİ GÖRÜŞLERİN TENKİDİ
Faiz Kur’an’ın en ağır yasaklarından
biridir. Bu konuda şöyle buyurulur:
“Bunu
yapmadınız mı bilin ki; Allah ve Elçisi tarafından bir savaşla yüz yüze
gelirsiniz.” (Bakara 2/279)
Allah Teâlâ bir başka günah için savaş ilan
etmiş değildir. Böyle bir haramı tam olarak açıklamamış olması düşünülemez.
Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Allah, size neyi haram kılmışsa açık açık
bildirmiştir.” (En’am 6/119)
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun
şöyle demiştir:
“Şüphesiz helâl bellidir, haram da
bellidir, ikisi arasında şüpheli şeyler vardır. Günah şüphesi olanı terkeden
açık günaha yaklaşmaz. Günah şüphesi olana dalan da açık günaha düşebilir.
Haramlar Allah’ın korusudur. Korunun etrafında otlayan oraya girebilir[274].”
Madem haramlar tam olarak açıklanmıştır,
öyleyse Ömer’e maledilen şu sözü doğru kabul etmek mümkün değildir. “En son
inen ayet faiz ayetidir. Ona dua ve selam olsun, Allah'ın Elçisi onu bize tam
olarak açıklamadan ruhunu teslim etmiştir. Öyleyse ribayı da riybeyi de
bırakınız[275].”
Riybe faizli işlem şüphesi demektir.
Eğer riba (faizli işlem) tam olarak
açıklanmamış olsaydı din eksik kalırdı. Halbuki, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Bugün
sizin için dininizi olgunlaştırdım. Size olan nimetimi tamamladım. Size din
olarak İslamı seçtim.” (Maide 5/3)
Veda Hutbesi’nde, Muhammed binlerce
kişiye riba (faizli işlem) ile ilgili olarak şöyle hitabetmişti:
“Cahiliye faizi kaldırılmıştır. İlk faizi
kaldırıyorum, bizim faizimizi, (amcam) Abbas b. Abdulmuttalib'in faizini. Onun
tamamı kaldırılmıştır[276]”
Ona dua ve selâm olsun Muhammed ne bu
konuşmasında ne de bir başka zaman cahiliye faizinin ne olduğunu
açıklamadığına göre demek ki, orada bulunanlar onu iyi biliyorlardı. “Faiz
kaldırılmıştır.” demeyip “cahiliye faizi kaldırılmıştır.” demesi anlamlıdır.
Çünkü dinleyiciler, cahiliye adı verilen
İslam öncesi dönemi yaşamışlardı ve cahiliye faizinin ne olduğunu biliyorlardı.
Yoksa Allah'ın Elçisi'nin, bir haramı, böyle büyük bir topluluğa açıklarken
onların iyi bilmediği bir kelimeyi kullanması söz konusu olamaz. Kimsenin bu
konuda soru sorma ihtiyacı duymamış olması da bunu göstermektedir.
Ebu Davud, Ahmet b. Hanbel ve Darimî'deki
rivayetlerde Veda Hutbesi'ndeki söze şu ilave vardır:
Ana mallarınız sizindir, ne zulmedersiniz,
ne de zulme uğrarsınız[277]."
Bu ilave, Bakara Suresi'nin 279 ayetinin son bölümüdür. Yasaklanan faizli
işlemin ne olduğunu daha iyi açıklamaktadır. Demek ki bu, borcun getirisi olan
faizdir. Faiz bırakılacak ama borcun aslı alınacaktır. Bu ilavenin yapılmasına
gerçekten ihtiyaç vardır, çünkü dinleyicilerden ana malın alınmayacağını
anlayanlar çıkabilirdi.
İbni Mâce'nin bildirdiğine göre
yukarıdaki sözden sonra, şöyle oldu:
Peygamber üç kere, "Bakın ey ümmet!
Tebliğ ettim mi? dedi. Onlar, "Evet" dediler. Bunun üzerine üç kere
şöyle dedi: "Allahım şahid ol[278]."
Tebliğ, bir şeyi son noktasına kadar
açıklamak, o konuda yeterli bilgi vermek demektir[279].
Peygamber de tebliğ ettiğine göre faiz konusunu o büyük kalabalığa tam olarak
açıklamış demektir.
1
- Faizli İşlem Sayılan Alım Satımlar
Faiz yiyenler öteden beri “Alım satım
tıpkı faizli işlem gibidir” derler[280].
Allah alım satımı helâl, faizi haram kıldığı için bu zihniyette olanlar, alım
satım yolunu kullanarak faiz yasağını delebilirler. Allah'ın Elçisi, koyduğu
yasaklarla alım satım adı altında faizli işlem yapma yolunu kapamıştır.
Bunlardan bir kısmının faize açılabilecek bir kapıyı kapadığı hemen
anlaşılabilir ama bir kısım yasak daha vardır ki, onun faize aralanabilecek bir
kapıyı kapadığı kolayca anlaşılamaz. Çünkü bu ikinci kısım gerçek bir alım
satım görünümündedir. Bu konunun örnekleri az sonra gelecektir.
Faiz, bir alım satım sonucu elde edilen
kâr değil, borcun getirisinden ibarettir. Bir ay sonra 110 lira almak üzere
100 lira vermek bir satış değildir. Çünkü satışta bedeller az çok farklı olur.
Burada bedel kelimesi, değiştirilen iki şeyden her biri anlamınadır. 100 lira
verip bir ekmek alınıyorsa iki bedelden biri 100 lira, diğeri de ekmektir.
Bedellerdeki farklılıktan dolayı bir kimse diğerindeki malı almak için kendi
malını vermeye razı olur. Ama faizde verilen 100 liranın yerine gene bir 100
lira, bir de fazladan bir şey alınır. Faiz o fazlalığın adıdır.
Peygamber, faize açılan kapıları, altın,
gümüş, arpa, buğday, hurma ve tuz satışı ile ilgili koyduğu yasaklarla
kapamıştır. Altın ve gümüşle ilgili olarak şöyle demiştir:
“Bir dinarı iki dinara, bir dirhemi iki
dirheme satmayınız[281] ”.
“Altını altına karşılık satmayınız; aynı
ağırlıkta olurlarsa o başka[282].”
Bu yasakların faizi engellediği açıktır.
Mesela 11 altın almak üzere 10 altın ödünç verme yerine 10 altını vadeli 11
altına satmak ve fazladan alınacak 1 altını kâr gibi göstermek mümkündür. Buna
izin verildiği taktirde faiz yasağının bir anlamı kalmaz. İşte hadisler bu gibi
işlemlerin önünü kesmiştir. Ama hadislerlin yasakladığı her şey bu kadar açık
değildir. Mesela 1 altın 10 dirhem değerinde iken 10 altını vadeli 110 dirheme
satan kişinin böyle bir oyun peşinde olduğunu herkes anlayamaz. Burada da
istenen, alım satım perdesi altında faizcilik yapmak ve faiz yasağını
delmektir. Peygamberin koyduğu yasak bu yolu da kapamaktadır. Çünkü o şöyle
buyurmuştur "Gümüşe karşılık altın
elden ele satılırsa gümüşün fazla olmasında bir sakınca yoktur, fakat veresiyesi
olmaz[283].”
Yoksa Allah alım satım ile faizli işlemi
kesin olarak ayırmış, alım satımı helâl ve faizli işlemi haram kılmışken
Peygamberin sanki bunun tam tersini yapıyor gibi olması kabul edilemez. Çünkü
peygamber de borç faizinden başka faizin olmadığını söylemiştir. Yani ona göre
de faiz, borca yapılan ilaveden başka bir şey değildir. Şu sözler ondan
rivayet edilmiştir:
“Elden ele (yani peşin) olanda faiz olmaz[284].”
“Faizli işlem yalnızca borçta olur[285].”
“Dikkat edin, faiz sadece vadeli
işlemlerde olur[286].”
Durum böyle iken mezheplerin altı malın
değişimini düzenleyen hadislere yanlış yaklaştıkları ve faizli işlemi alım
satımın yasak olan bir bölümü saydıkları görülmektedir. Şimdi bu hatalı
yaklaşımlara bakalım.
2
- Mezheplerin Usul Hataları
Meşhur dört mezhep faizi, alım satımdan
doğan ve borçtan doğan faiz olarak ikiye ayırmış ve sistemlerini alım satımdan
doğan faiz, yani altın, gümüş, bağday, arpa, hurma ve tuz satışı ile ilgili
hadisler üzerine kurmuşlardır. Borç faizini ise faiz ve sarf (kambiyo)
bölümlerinde değil, karz ve sulh bölümleri içinde çok kısa bir şekilde
işlemişlerdir. Allah “alım-satımı helâl, faizli işlemi haram”[287] kıldığı halde fakihlerin faizi, neden alım
satımın bir bölümü saydıklarını anlamak zordur.
Faizli işlemi temelde altı maddenin bazı
alım satım şekillerine bağlı olarak sistemleştirenler onun bu maddeler ile
sınırlı olamayacağını gördükleri için, bu altı maddenin satışını düzenleyen
hadislerden faizli işleme sebep olabilecek özellikler (riba illetleri)
çıkararak kıyas yoluyla faizin kapsamını
genişletmişlerdir. Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerinden her birinin
faizli işlemi alım satım kapsamı içine almaları, kendi sistemleri içinde de
önemli bir çelişki oluşturmuştur.
a
- Hanefî Mezhebi
Daha önce ifade edildiği gibi Hanefiler
iki şeyi faiz illeti saymışlardır. Bunlar kadr ve cinstir. Kadr, ölçek ve
tartıyı içerir. Cinsin faiz illeti olduğu, hadislerdeki “Altına karşılık altın,
buğdaya karşılık buğday....” sözünden çıkarılmıştır. Kadr ise hadislerde geçen
“misli misline” ifadesinden çıkarılmıştır. Kadr’in hadislerden nasıl çıkarıldığı
şöyle açıklanmaktadır:
“Kadr, ölçeğe vurulan mallarda kile,
tartılan mallarda vezindir[288].
Hadiste geçen "buğdaya buğday"ın anlamı «buğdaya karşılık buğday
satışı...»dır. Bir buğday tanesi de buğdaydır. Onu hiç kimse satmaz, satsa da
alan olmaz. Çünkü bir işe yaramaz. O zaman bununla ister istemez bir işe
yarayacak[289] ölçüde buğday satışının kasdedildiği
anlaşılır. Bunun satılabilecek mal olduğu da ölçek ile bilinebilir. Böylece
bu mallardaki ölçeğe (kileye) vurulma özelliği hadisin göstermesiyle belli
olmuş olur.
Allah'ın Elçisi'nin “Altına karşılık altın.”
sözü de öyledir. Altın tozuna da altın denir ama onu hiç kimse satmaz.
Tartılabilen altın satılır. O zaman tartılma özelliği hadisin delaletiyle
sabit olmuş olur. Sanki Muhammed, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
«tartılan altına karşılık altın, ölçeğe vurulan buğdaya karşılık buğday...[290]»
Riba sözlükte artma ve çoğalma[291] anlamına gelir. Hanefîler faizi, “Mübadeleli
akitlerde taraflardan biri lehine şart koşulan karşılıksız fazlalık[292].”
diye tarif etmişlerdir. Değiştirilen iki değer arasında fazlalığın tespiti
için cinslerin aynı olması gerekir. Cinsler aynı olmayınca bedellerden birinin
diğerinden fazla veya az olduğu iddia edilemez. 1,5 kilo elma mı, yoksa 1 kilo
armut mu daha değerlidir, diye soru sorulamaz ama aynı cins elmanın 1.5
kilosu, elbette 1 kilosundan değerlidir. Fazlalık bir ölçü birimi ile tespiti
edilir. Bunun için ölçü birimi olarak hadislerde geçen tartı ve ölçeği
almışlardır.
Hadislerde şu ifade de yer alır: “Bu
cinsler değişik olursa peşin olması şartıyla istediğiniz gibi satabilirsiniz[293].“
Bundan da cinsleri aynı olup ölçü birimleri farklı olan veya ölçek yahut tartı
ile işlem gördüğü halde cinsleri farklı olan iki malın birbiriyle değişiminin
peşin olmasının şart koşulduğunu anlamışlardır.
Buna göre hurda demir verip çubuk demir
almak istenirse her iki demirin aynı ağırlıkta olması ve değişimin peşin olması
gerekir, yoksa faizli işlem olur. Demire karşılık bakır almak istenirse her iki
bedeli peşin ödemek yeterli olur. Çünkü bunların ikisi de tartıyla alınıp,
satılan mallardır. Cinsleri farklı olduğu için biri diğerinden fazla olabilir
ama bu takas veresiye olamaz, yoksa faizli işleme girilir.
Bu prensibe göre altın veya gümüşten
basılı bir parayı (nükûd =) verip tartıyla satılan bir malı veresiye almak
faizli işlem sayılmalıdır. Çünkü altın ve gümüş tartıyla alınıp satılır. Ama
Hanefîler bunu caiz görür ve sebeplerini şöyle açıklarlar:
1- Altından ve gümüşten basılı dinar ve
dirhemlerle tartıyla alınıp satılan diğer mallar arasında görünüşte (sureten)
bir fark vardır. Çünkü dinar ve dirhemler sancat[294] denen ağırlık birimleriyle, diğer mallar da
men ()[295] ile tartılırlar.
2- Bunlar arasında görünmeyen (manen) bir
fark daha vardır. Dinar ve dirhemler tayinle taayyün etmezler. Ama diğer mallar
tayinle taayyün[296] ederler.
3- Aralarında değerlendirme yönünden
(hükmen) de fark vardır. 1 dinara karşılık 12 men demir alınsa, demiri satıcı,
dinarı da alıcı, diğerinin görmediği yerde tartmış olsa, teslim aldıktan sonra
altınlar tekrar tartılmadan satılabilir ama demiri tartıyla satabilmek için müşterinin
onu yeniden tartması gerekir.
Madem bunlar arasında sureten, manen ve
hükmen fark vardır, öyleyse tartılan diğer mallarla nakitler, tartıda her
yönüyle ortak olmamış olurlar[297].
Şunu anlamak gerçekten çok zordur:
Hanefîler, tartıyı faiz illeti sayarken hadislerde altın ve gümüşün tartıyla
işlem görmesine dayanmışlardır. Hem altın ve gümüşün tartı ile satıldığına
dayanarak tartıyı (vezn) faiz illeti sayacak hem de onları diğer mallarla
değişirken bu illete riayet etmeyeceksiniz. Bu tam bir çelişkidir. Şimdi yukarıdaki
gerekçeleri tek tek cevaplayalım:
1- Dinar ve dirhemler sancat denen
ağırlık birimleriyle, diğer mallar da men () ile tartılır diyorsunuz. Para olarak
basılmamış altın ve gümüş de sancatla tartılır. Demek ki, altın ve gümüş için
belirlediğiniz tartı (vezn) illetinin bir illet-i müteaddiye[298] olmadığını kabul etmiş oluyorsunuz. Öyle ise
neye dayanarak tartılan diğer malları, sırf bu özelliğinden dolayı ribevî
mallar kapsamına sokuyorsunuz? Hem tartı illetini altın ve gümüşten
çıkaracaksınız, hem de onları bu hükümden istisna edeceksiniz. Bunu kabul
etmek mümkün değildir.
2- Dinar ve dirhemler tayinle taayyün
etmezler ama diğer mallar tayinle taayyün ederler, diyorsunuz. Para olarak
basılmamış altın ve gümüş tayinle taayyün eder. O halde neden fıkıh
kitaplarınızda para olarak basılmamış altın ve gümüşle tartılan diğer malların
veresiye değişimini yasaklayan bir hüküm yer almaz?
3- Teslim aldıktan sonra altınlar tekrar
tartılmadan satılabilir ama demiri tartıyla satabilmek için müşterinin onu
yeniden tartması gerekir diyorsanız altın ve gümüşteki tartılma özelliğini
neden faizli işlem illeti saydınız? Tartılan diğer mallar bunlara nasıl
kıyaslanır da ribevi mallar arasına sokulabilir?
Hanefilerin tartıyı bir faiz illeti
saymayıp şöyle demeleri gerekirdi: Altın ve gümüş her ne kadar tartı ile
alınıp satılıyor olsa da bunlar ile tartıyla alınıp satılan diğer mallar
arasında sureten, manen ve hükmen bir fark olduğu için vezin faiz illeti
olamaz.
Vezin faiz illeti olamayınca ister
istemez kile de faiz illeti olamayacak ve iki illetten biri sayılan kadr,
faiz illeti olmaktan çıkacaktır. Bu da Hanefîlerin alım satıma dayalı faiz
sistemini tümüyle ortadan kaldırır.
Aynı tenkit Hanbeliler için de
geçerlidir. Hanbeliler bir taraftan şöyle diyorlar:
“Eğer altın ve gümüşte faiz illeti tartı (vezn) olsaydı tartı ile işlem gören
malları bunlarla veresiye almak caiz olmazdı. Çünkü veresiyenin haram olması
için ribanın iki illetinden biri yeterlidir.[299]”
Hem bunu söylüyorlar hem de Hanefîler
gibi vezni faiz illeti olarak kabul ediyorlar. Ne büyük çelişki!
Ödünç
(Karz ) ile ilgili tenkit
Ödünç, dengini daha sonra geri almak
üzere bir şeyi vermektir. Ödüncü alan onu kendi malı gibi tüketir. Mesela 100
gr. altını veya bir kile buğdayı ödünç alan, bunları tüketir sonra alacaklıya
100 gr başka bir altını veya bir kile başka bir buğdayı öder ve borçtan
kurtulur. Otomobil ve kalem gibi kullanılıp geri verilen şeye ödünç denmez,
âriyet denir.
Ödünç ayrı, alım satım ayrıdır. Alım
satımda bedellerin farklı özelliklerde olması gerekir. Hiç kimse, dengini geri
almak üzere bir şey satmaz. 10 adet Reşat altını verip karşılığında aynı
özelliği taşıyan 10 adet Reşat altını satınalan olmaz. Ya da hiç kimse 10 adet
Reşat altınına karşılık peşin olarak, 11 adet Reşat altınını vermez. Ama Reşat
altını ile altın bilezik alınabilir. Çünkü onların farklı özellikleri vardır.
İşte bu farklılık taraflara o alım satımı yaptırır. Bunlardan birinin Reşat
altınına diğerinin de altın bileziğe ihtiyacı olur. Bunları değiş-tokuş edince
her iki tarafın ihtiyacı karşılanmış olur. Alım satım zaten bunun için yapılır.
“Allah
alım-satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır.” (Bakara 2/275)
Faiz, borcun getirisidir. Alım satımın
getirisine kâr denir. Faiz haram, kâr helâldır.
Hanefîler faiz sistemlerini yanlış bir
sahaya, Allah'ın helâl kıldığı alım satım sahasına oturtunca faizsiz ödünç,
ister istemez faizli işlem kapsamına girmiştir. Çünkü sistemlerini hadisler
üzerine kurmuşlardır. Hadisler de aynı özelliği taşıyan iki bedelin veresiye
değişimini yasaklamaktadır. Ona dua ve selâm olsun, Allah'ın Elçisi'nin konu ile ilgili
sözlerinden biri şöyledir:
"Altına altın, gümüşe gümüş,
buğdaya buğday, arpaya arpa, hurmaya hurma ve tuza tuz misli misline ve peşin
olur. Kim artırır ya da fazlasını isterse faizli işleme girmiş olur. Bu konuda
alan da veren de birdir[300].”
Hadiste geçen "= Kim artırır ya da
fazlasını isterse faizli işleme girmiş olur." ifadesini fakihler şöyle
anlamışlardır:
"Bu bedellerden birinin daha çok
olması veya daha sonra ödenmesi faizli işlem olur." Zaten bunu açıkca ifade
eden hadisler de vardır. Onlar daha önce geçmişti.
Buna göre 10 altına karşılık 10 altın
alınacaksa, altınların aynı ağırlıkta ve değişimin peşin olması gerekir. Yoksa
faizli işleme girilir. Ödünç olarak 10 altın veren, daha sonra aynı ağırlık ve
ayarda 10 altın alsa bile araya vade girer. Alacaklının bir menfaati olmasa
dahi araya vadenin girmesi bu işlemi faizli hale getirir. Diğer taraftan alacaklısına
menfaat sağlamayan ödünce faizli işlem demek mümkün değildir. Çünkü Allah'ın
Elçisi, bir menfaat beklemeksizin borç vermeyi teşvik etmiş ve kendi de uygulamıştır.
O zaman bunun neden faizli işlem olmayacağı, konan prensiplere göre
açıklanmalıdır. Hanefîlerin, faizsiz ödüncü bir temele oturtmak için ne kadar
zorlandıklarını birlikte görelim.
Öncelikle ödünç ile faizli işlemi şekil
olarak ayırabilmek gayesiyle ödünç için bir süre biçilmemesi şartını
getirmişlerdir. Ama bu yeterli
olmamıştır. Çünkü madem 10 altını 10 altınla değiştirmek için işlemin elden ele
ve peşin olması şarttır, öyleyse ödünce bir süre biçmemek bu problemi çözmez.
Çünkü ödünç alan onun dengini daha sonra vermek üzere aldığı kesindir.
Bu defa daha karmaşık bir yola girmiş ve
şöyle demişlerdir:
"Ödünç, başlangıçta bir âriyet ve
dostluktur. Ödünce biçilen süre, bundan dolayı geçerli değildir. Hatta ödünç
verdim, yerine âriyet verdim de denebilir. Vasi ve çocuk gibi bağış yapma
yetkisi olmayanlar ödünç verme yetkisine de sahip değillerdir. (Bu, hüküm
âriyette de vardır.) Borcu ödeme sırasında ise o bir mübadeledir. Ödünç işleminin
başına (yani âriyet sayılmasına) göre verilen süre bağlayıcı değildir. Çünkü
âriyet böyledir. Zira bağışta baskı
olmaz.
İşlemin sonuna bakınca da süre geçerli
olmaz; geçerli olsa dirhemi dirheme karşılık veresiye satmak olur. O da faizli
işlemdir[301].
Ödünç verenler, genellikle ona bir süre
biçerler. Ödünç alanlar bunu kabul edince Hanefîlere göre faizli işlem yasağına
girilmiş olur. Buna karşı şöyle bir görüş ortaya koymuşlardır:
"Başlangıçta süre şart koşulursa
ödünç geçerli, süre geçersiz olur[302]."
Denebilir ki, Hanefîler ödünce alım satım
demezler, öyleyese bütün bunlar nereden çıkıyor?
Evet, Hanefîler ödünce alım-satım demezler ama
ödünçle alım satımı aynı kapsama sokarlar. Çünkü hem ödünç, hem alım satım için
mübadele terimini kullanırlar. İşte ödüncün bir mübadele olduğu yolundaki
görüşleri:
"Ödünç bir mübadeledir, çünkü
alacaklı onu, daha sonra bedelini almak üzere vermiştir. Zira bundan sonra
mislini ödemek ve mislini almak gerekir[303].
Onu başlangıçta mübadele değil, âriyet
saymaları faizli bir işlem olmasın diyedir. Ödeme anına kadar âriyet, ödeme
anında da mübadele sayılacak ki, bu mübadelenin peşin olduğuna hükmedebilsinler.
İşte bunun için ortaya konan gerekçe:
"Ödüncün mübadele sayılması onun
fasit olmasını (yani caiz olmamasını) gerektirir. Halbuki, şeriat onu teşvik
etmiş ve ümmet onun caiz olduğu hususunda icma etmiştir. O zaman biz de onu
başlangıcına göre değerlendirdik (âriyet saydık) ve caiz olduğunu ama sürenin
bağlayıcı olmadığını söyledik[304].
Hanefîler ödüncü, kendi sistemleri içinde
bir yere oturtabilmek için ona âriyet demek zorunda kalmışlardır. Çünkü ödünce
en çok benzeyen âriyettir. Ama ne kadar benzerse benzesin, ödüce âriyet
denemez. Çünkü âriyet, bir kimseye bir mal verip onu ondan karşılıksız yararlandırmaktır.
Oturması için ev, binmesi için binek, ekip biçmesi için tarla, okuması için
kitap vermek gibi. Mal sahibi o malı istediği zaman geri alabilir[305].
Dirhemden, dinardan, ölçekle (mekîl),
tartıyla (mevzûn) veya sayıyla (ma'dûd) satılan bir maldan yararlanma ancak o
malı tüketerek olabilir. Bu sebeple bunlar ariyet değil. ödünç olarak verilebiir.
Çünkü ödünç, malı tüketip geriye onun mislini yani dengini vermektir[306].
Bizim söyleyeceğimizi, Hanefîlerden
Kemaleddin b. el-Hümâm söylemiştir. Onun ifadeleri şöyledir:
"Görülüyor ki, ödüncü âriyet
saymakla bir şey elde edilemez. Çünkü dirhem, dinar, ölçekle (mekîl), tartıyla
(mevzûn) veya sayıyla (ma'dûd) satılan malların âriyeti gerçek bir âriyet
değildir. Zira âriyet bölümünün başında belirttiklerine göre, âriyet olarak
alınan şey tüketilmeden kullanılıp geri verilebilecek özellikte olmalıdır.
Yukarıdaki şeyleri ise tüketmeden kullanmak mümkün olmaz. Öyleyse bunun gerçek
bir âriyet olması imkansız olur.... Bunlarda gerçek bir âriyet hükmü de
yoktur. Çünkü açıkca belirttiklerine göre borçlunun bir kasdı olmadan helak
olan ödüncün tazmini gerekir. (Ama ariyeti alanın bir kasdı olmadan helak olan
ariyet tazmin edilmez.)
Bu şeyleri âriyet olarak verince âriyetin
ne kendi, ne de hükmü geçerli olur. Öyleyse ödünce âriyet demenin bu konuda hiç
bir etkisi olmaz[307].
Ödüncün âriyet olamayacağını kendi
fakihleri bile açıkça ifade ettiğine göre faizsiz ödünç işleminin Hanefî
Mezhebi açısından faizli işlem sayılması dışında bir yol kalmamaktadır. Ama
alacaklısına menfaat sağlamayan ödünce faizli işlem demek de mümkün değildir.
Çünkü Allah'ın Elçisi, bir menfaat beklemeden borç vermeyi teşvik etmiş ve
kendi de uygulamıştır. O, şöyle demiştir: “Kim zor durumda olan bir kişinin
sıkıntısını giderirse Allah da onun dünya ve ahirette sıkıntısını giderir[308]”.
Allah'ın Elçisi bir de
şöyle demiştir: “Her ödünç bir sadakadır[309].“
Yani ödünç verilen şeyin kullanma hakkı karşı tarafa bağışlandığından bu bir
sadaka olur.
Faizsiz ödünç, faizli işlem kapsamına
sokulamayacağına göre mezhebin faiz sisteminin yanlış bir zemine oturtulduğu
bu açıdan da açıkca görülmektedir.
b
- Malikî Mezhebi
Malikîler de Hanefîler gibi alım satım
ile faizli işlemi ayırmamış, faiz sistemlerini, altı malın satışını düzenleyen
hadisler üzerine kurmuşlardır. Bu hadislerde sözü edilen arpa, buğday, hurma
ve tuza bakarak ribe’l-fadl’ın, sadece temel gıda maddesi olup saklanabilen
veya gıda maddelerini lezzetlendiren şeylerde olacağını söylemişlerdir.
Bunlar kendi cinsleriyle değiştirildiğinde miktarların eşit ve mübadelenin
peşin olması gerektiğini, farklı cins gıdalarla değiştirildiğinde miktarlarda
eşitlik aranmayacağını yalnızca mübadelenin peşin olması gerektiğini
söylemişlerdir.
Bu görüş, her ne kadar alım satım ile
faizli işlemi birbirinden ayıran ayete aykırı ise de kendi içinde tutarlıdır.
Çünkü arpa, buğday ve hurma temel gıdalardandır ve saklanabilecek özellikleri
vardır. Tuz da yiyecekleri tadlandırmaya yarar ve saklanabilir özelliktedir.
Biriktirilsin veya biriktirilmesin bütün
gıda maddelerinin veresiye takas edilmesi[310] ile her çeşit eşyanın kendi cinsiyle veresiye,
bire iki takası ribe’n-nesie[311] sayılmıştır. İşte bunun bir dayanağı yoktur.
Çünkü hadislerde ribe’l-fadla konu olan mallar ile ribe’n-nesieye[312] konu olan mallar arasında bir ayırım
yapılmamıştır.
c
- Şafiî Mezhebi
Şafiîler de Hanefîler ve Mâlikîler gibi
alım satımla faizli işlemi ayırmamış, faiz sistemlerini altı malın alım
satımını düzenleyen hadisler üzerine kurmuşlardır.
Onlara göre riba kelimesi mücmel yani
kapalıdır. Onu Allah'ın Elçisi açıklamıştır[313].
Açıklama dedikleri, Muhammed'in altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz
satışı ile ilgili hadisleridir. Bu hadisler faizli işlemi tarif etmiyor,
sadece alım satım adı altında faizli işlem yasağını delebilecek olanların önünü
kesiyor. Ama onlar bu hadislerden bir riba tarifi çıkarmışlardır. Şafiîler'den
er-Rûyânî faizli işlemi şöyle tarif etmiştir:
"Faizli işlem, belli malları, akit
sırasında şer’î ölçekle eşitliği bilinmeden peşin, veya bedellerden her
ikisini yahut birini veresiye değiştirmek üzere yapılan sözleşmedir[314]."
Riba tarif edilecekse"Vadeli işlemden başkasında faiz yoktur[315]."
hadisinden hareket edilmeliydi. Bu, ayetlere de uygun olurdu. Ama onlar
böyle yapmamışlardır. İmam Şafiî'nin konu ile ilgili sözleri şöyledir:
"Diğer hadisler sebebiyle"Vadeli işlemden başkasında faiz
yoktur[316]." hadisini bıraktık. Şunu dedik:
"Riba, iki yerde; vadeli işlemde ve peşinde olur. Çünkü riba, peşinde
kile ya da tartı fazlasıyla, vadeli işlemde de vade fazlasıyla olabilir.
Bazen vade ile birlikte ödemedeki fazlalık sebebiyle de olabilir[317]."
Şafiîler şöyle derler: "Faiz, büyük
günahların en büyüğüdür. Hiç bir şeriatta faizin helâl kılınmadığı söylenir.
Allah kendi kitabında faiz yiyen dışında bir isyankâra harp ilan etmemiştir.
Faizin haramlığı taabbüdîdir, faizli işlem sebebi olarak gözüken her şey
sadece onun hikmeti olur, illeti değil[318]."
Tabbüdî demek, illeti (asıl sebebi)
anlaşılamayan ama kul olma gereği uyulan emir veya yasak demektir[319].
İlleti anlaşılamayan bir şey üzerine kıyas yapılamaz. Ama bu sözü sanki hiç
söylememişler gibi faizli işlemin iki illetinin olduğunu, bunların tu’miyet
ve semeniyetten[320] ibaret bulunduğunu belirtmiş ve sistemlerini
bu iki illet üzerine kurmuşlardır. Bu mantığı anlamak gerçekten zordur. Faizin
haramlığı taabbüdî ise bu illetler nereden çıkıyor? Eğer bu illetler varsa
neden taabbüdî diyorsunuz?
d
- Hanbelî Mezhebi
Hanbelî Mezhebinin kabul görüp uygulanan
faiz sistemi Hanefî Mezhebine uygun olduğu için Hanefîler için yapılan tenkit
Hanbelîler için de geçerlidir.
3
- NETİCE
İbni Abbas’ın rivayetine göre faizi
yasaklayan ayetler Kur’an-ı Kerim’in en son inen ayetleridir. Muhammed, ona dua
ve selâm olsun, Veda Hutbesinde cahiliye faizinin kaldırıldığını ilan ettiğine
göre ayetler bu sırada inmiş olmalıdır.
Hac, kamerî yılın 12. ayı olan
Zilhicce'de olur. Bu ayın 9. günü Arafat'a çıkılır. Veda Haccı hicret'in 10.
senesinde olmuştur. Veda Hutbesi, Peygamberimizin bu sırada Arafat'ta yaptığı konuşmadır.
O, Hicretin 11. senesinin 3. ayı olan Rebîulevvel'in 12'sinde, Pazartesi sabahı
vefat etmiştir[321].
Faizin kalktığını ilan etmesinden vefatına kadar 3 kameri ay ve 3 gün
geçmiştir. Allah'ın Elçisi Veda Hutbesinde şöyle demiştir:
“Cahiliye
faizi kaldırılmıştır. İlk faizi kaldırıyorum, bizim faizimizi, (amcam) Abbas b.
Abdulmuttalib'in faizini. Onun tamamı
kaldırılmıştır[322].”
Faizle
ilgili ayetlerden biri şöyledir:
“Faiz yiyenlerin davranışı, şeytanın peşine
takılıp aklını çeldiği[323] kimsenin davranışından
farklı değildir. Bu onların, “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir” demeleri
sebebiyledir. Allah alım-satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır. Her kime,
Rabbinden bir öğüt ulaşır da faize son verirse geçmişte olan kendinindir;
artık onun işi Allah’a aittir. Kim de devam ederse, işte onlar cehennemliktir.
Hep orada kalacaklardır.” (Bakara 2/275)
Demek ki, faiz yiyenlerin şeytanın
yapışıp kafasını karıştırdığı kimse gibi doğrulmaları, “Alım satım da tıpkı
faizli işlem gibidir” demeleri sebebiyledir. Halbuki“Allah alım satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır.”
Bugün de “Alım satım tıpkı faizli işlem
gibidir” diyenler vardır. Bu, kâr ile faizi aynı saymak olur. Onlar bunun doğru
olmadığını bilirler ama tüccar ve sanayici gibi saygı görmek için böyle söylerler.
Allah'ın Elçisi, "Vadeli işlemden
başkasında faiz yoktur[324]"
demiştir. Vadeli işlem ödünç ve diğer alacaklarla ilgili olabilir. Alacağa
konu diğer işlemler, vadeli satış, kira, bir iş veya hizmetin görülmesi veya
tazminattan doğmuş olabilir. Bunlar arasında alım satıma benzetilen sadece
faizli ödünç işlemidir. Diğer bir ifade ile kredi ilişkisidir.
Ödünç, dengini daha sonra geri almak
üzere bir şeyi vermektir. Ödünç olarak ne verilmişse geriye onun dengi alınır.
Ne kadar altın verilmişse o kadar altın, gümüşse gümüş, buğdaysa buğday, arpaysa
arpa ilh. alınır. “Alım satım tıpkı faizli işlem gibidir” diyenler şöyle
söylerlerdi: “Eğer bir kimse bir malı 10’a alıp 11’e satınca helâl oluyorsa, o
kimsenin elindeki 10 lirasını 11 liraya satması da helâl olmalıdır. Çünkü
bu iki işlem arasında mantıki bir fark yoktur[325]."
Demek ki, daha sonra 11 altın almak üzere 10 altın ödünç veren kişi, 10 altını,
vadeli 11 altına sattığını söyleyince bunun satışa dönüşeceğini kabul etmektedir.
Nitekim günümüzdeki faizli bankalar da aynı yanılgı içine düşmekte, bu tür
işlemlere para satışı diyebilmektedirler. Ödünç deyince alacakları fazlalık
faiz, satış deyince de kâr olacağını düşünmektedirler. Bu iş bu kadar basitse
bütün faizli işlemlere satış görüntüsü verilebilir.
Daha sonra 11 altın almak üzere 10 altın
ödünç vermek ile, 10 altını, vadeli 11 altına satmak arasında sadece kelime
farkı vardır. Bu farka bakarak birine ödünç diğerine satış denirse faiz
yasağının bir anlamı kalmaz.
Alım satımda bedeller az çok farklı olur.
Bu fark sebebiyle her bir taraf, diğerinin elinde olana sahip olma ihtiyacı
duyar. O iki bedel değiştirilince ihtiyaç giderilmiş olur. Bu sebeple alım
satım esasen peşin olur. ihtiyaçlar alım satımın vadeli olmasını da gerekli
kılmıştır. Vadeli alım satımda bedel, ileri bir tarihte ödenir.
Ödüncün peşini olmaz. Yani hiç kimse
dengini hemen geri vermek üzere ödünç almaz. Çünkü ödünç, tüketmek ve dengini
daha sonra ödemek üzere alınır. Alım satım şekli verilmiş ödüncün de peşini
olmaz. Hiç kimse 10 adet Reşat altını verip karşılığında aynı özelliği taşıyan
10 adet Reşat altınını peşin olarak almaz.
Çünkü bu, onun işini görmez. O, 10 adet Reşat altınını belli bir süre kullanır,
sonra karşılığını verirse o zaman işi görülür. Bu altınları, geriye 11 altın
olarak ödemek üzere alırsa o 1 altın faiz olur. İsterse bu işleme satış adını
versin. Çünkü adına ister satış, ister ödünç densin, maksat aynıdır. Maksat o
altınları tüketip daha sonra fazlasını geri vermektir. Geri ödeyeceği 10 altın,
aldığı 10 altının karşılığı, diğer 1 altın da onun faizidir. Bir işten maksat
ne ise hüküm ona göredir[326].
Peygamberin altı madde ile ilgili sözleri, gerçekte satış olmayan bir işlemi
satış sayarak ödünce alım satım görüntüsü verme eğilimini bütünüyle ortadan
kaldıran sözlerdir.
Hadislerde aynı cinsten iki malın
değişiminden söz edilir. Allah'ın Elçisinin sözü şöyledir:
“Altına
karşılık altın faizli işlemdir; al-ver şeklinde olursa o başka. Buğdaya
karşılık buğday faizli işlemdir; al-ver şeklinde olursa o başka. Arpaya
karşılık arpa faizli işlemdir; al-ver şeklinde olursa o başka. Hurmaya karşılık
hurma faizli işlemdir; al-ver şeklinde olursa o başka[327].“
“Alım satım tıpkı faizli işlem gibidir”
diyenler bunları faizli işlem değil alım satım sayarlardı. Peygamber ise alım
satım değil, faizli işlem saymıştır. Çünkü alım satım başka, faizli işlem
başkadır. Hadisi şöyle tercüme etmek doğru olur:
“Altına karşılık altın satış değil, faizli
işlemdir; al-ver şeklinde olursa o başka. Buğdaya karşılık buğday satış değil,
faizli işlemdir; al-ver şeklinde olursa o başka. Arpaya karşılık arpa satış
değil faizli işlemdir; al-ver şeklinde olursa o başka. Hurmaya karşılık hurma
satış değil faizli işlemdir; al-ver şeklinde olursa o başka[328].“
Al-ver şeklinde demek, her iki bedeli
peşin olarak alıp vermek demektir. Bunlar al-ver şeklinde olursa ödünç değil,
gerçek bir alım satım olur. Çünkü ödüncün peşini olmaz. Yani hiç kimse
karşılığını hemen ödemek üzere ödünç talep etmez.
Reşat altını ile altın bilezik satın
alınabilir. Makarnalık buğday verip ekmeklik buğday, ya da yemlik arpa verip
tohumluk arpa alma ihtiyacı duyulabilir. Böyle bir işlem gerçek bir alım satım
olur. Ama hadis bu işlemin de peşin olmasını şart koşmuş, veresiyesini faizli
işlem sayıp yasaklamıştır. Bu yasaklama alım satım görüntüsü altında faizli
ödünç işlemi yapılmasına engel olmuştur. Bunu aşağıdaki hadisler çerçevesinde
anlatmaya çalışalım:
“Altına
karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş satmayınız; ama aynı ağırlıkta, misli
misline, dengi dengine olurlarsa o başka[329].”
Bu hadise göre bir kuyumcu, daha sonra
alacağı 1 kilo hurda altın için 950 gr. altın bilezik veremez. Onun niyeti,
tam bir alım satım yapmaktır. Verdiği altının 950 gr.'ı alacağı bileziklere
karşılık, 50 gr.ı da işciliğe karşılıktır. 500 gr. ağırlığında gümüş kemer
almak isteyen de 550 gr. gümüş külçe veremez. Çünkü yukarıdaki hadis bu iki işlemi,
faizli işlem saymıştır. Kur'an alım satımı helal kıldığına göre bunun sebebi
ne olabilir? Bu soru şöyle cevaplandırılabilir:
Altın ve gümüş, para olarak kullanılan
veya kolayca paraya çevrilebilen madenlerdir. Bu sebeple faizli ödünç işlemi
yapmak isteyenler altınla altını değiştirmekle gayelerine ulaşabilirler. Çünkü
sonuç itibariyle 950 gr. altın verip daha sonra 1 kilo altın almakla 20 adet
Reşat altını verip daha sonra 21 adet Reşat altını alma arasında bir fark
yoktur. Reşat altınının paraya çevrilme kabiliyeti ile diğer altınların paraya
çevrilme kabiliyeti arasında fazla bir fark olmaz. Böylece taraflar alım satım
adı altında %5 faizle ödünç işlemi
yapmış olabilirler.
Şimdi şu hadise geçelim: "Altına altın faizli işlemdir; al-ver
şeklinde olursa o başka..[330].“
Bu hadisi, yukarıdaki hadisle
birleştirdiğimiz zaman şöyle olur:
“Altına
karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş satmayınız; ama aynı ağırlıkta, misli
misline, dengi dengine ve al-ver
şeklinde peşin olursa o başka.”
Buna göre yukarıdaki işlemin peşin olarak
da yapılamayacağı ortaya çıkar. Bu da satış adı altında faizli işlem yapmanın
bir başka şekline engel olmaktadır. Eğer 10 adet Reşat altını verip peşin 11
adet Reşat altını almak faizli işlem sayılmasa, taraflar böyle bir sözleşme
yapar, sonra onlardan biri 10 adet Reşat alıtınını verir, alacağı 11 altını
teslim almaz, yeni bir sözleşme ile onları diğerinin elinde ödünç olarak
bırakır ve böylece faiz yasağını aşabilirlerdi. Her iki bedelin de eşit
miktarda olması ve karşılıklı olarak hemen teslim ve tesellüm şartı bu kapıyı
kapamıştır.
Hadisler, alım satım görüntüsü altında
faizli ödünce açılabilecek yolları tamamen kaparken bazı sıkıntıların doğmasına
da sebep olmuştur. Örnek olarak kuyumcular, hurda veya has altın verip altın
bilezik alma işini ancak bedellerin aynı ağırlıkta ve peşin olması şartıyla
yapabileceklerdir. Bunu da kimse yapmayacağına göre burada bir sıkıntı
doğacaktır. Ama bilezikleri bir başka değerle, mesela gümüşle veya kağıt para
ile satınalma imkanı olduğu için işlerini aksatmadan yürütebilirler.
Hadislerle konan yasağın doğurduğu
sıkıntılar, faiz kapısını sıkı sıkıya kapama gibi önemli bir menfaati de
beraberinde getirmektedir. Zaten şu hadis bu yasakların faize düşme
korkusundan kaynaklandığını gösteriyor:
“Bir
dirhemi iki dirheme, bir sa’ı[331] iki sa’a satmayınız; çünkü faize düşeceğinizden
korkarım[332].”
Hadislerin sağladığı menfaat verdikleri
sıkıntıdan fazladır. Böyle bir durum, konan yasağın gerekçesi olmaya layıktır.
Nitekim bir ayette içki ve kumarın yasaklanma gerekçesi şöyle anlatılmıştır:
“Sana
içkiyi ve kumarı soruyorlar, de ki; ikisinin de büyük günahı ve insanlar
için yararları vardır. Ama bunların günahı yararlarından büyüktür.” (Bakara 2/219)
Bu durum fıkıhta şu kaide ile ifade
edilir: "Def'i mefâsid celb-i menâfi'den evlâdır[333]."
Yani zararlı şeyleri gidermek faydalı şeyleri elde etmeye tercih edilir. Eğer
hadisler bu yasağı koymasaydı, faizli ödünç yerine onun gördüğü işi gören ama
yaptığı işe para ve kıymetli maden satışı diyen kurumlar oluşurdu ve faiz
yasağının bir anlamı kalmazdı.
O devirde insanların en çok ödünç
aldıkları mallar hadislerde geçen altın, gümüş, arpa, buğday, hurma ve tuz
olmalıdır. Bunlar bugün de en çok ödünç alınan mallardır. Hatta kağıt para ile
ödünç verenler, para değer kaybından kurtulmak için paranın değerini altına
göre hesabetmektedirler. Hadislerde bu altı malın geçmesi o bakımdan önemlidir.
Demek ki, hiç kimse altını, gümüşü,
arpayı, buğdayı, hurmayı ve tuzu faizli ödünç şeklinde veremeyeceği gibi alım
satım adıyla faiz yasağını da aşamayacaktır.
Bu izah, daha sonra göreceğimiz muamele-i
şer'iyye, bey b'il-vefâ ve bey b'il-istiğlâl gibi alım satım görüntüsü altında
yapılan bütün faizli işlemleri önlemeye gerekçe oluşturacağından bize göre
yerinde bir izahtır.
Öyle ise altı malın alım satımını
düzenleyen hadislerdeki ortak illet, ne Hanefî ve Hanbelîlerin dedikleri gibi
kadr ve cins, ne de Şafiî ve Mâlikîlerin dedikleri gibi para (semeniyet) ve
gıda maddesi olma (t'umiyet) özelliğidir. Ortak illet, alım satım görüntüsü ile faiz yasağının aşılmasıdır. Hadisler bu
açıdan değerlendirilmelidir.
Bu izah, kendi açıklamalarından tatmin
olamayan fakihlerin, bilerek veya bilmeyerek Peygamber üzerinde oluşturdukları
iki töhmeti de ortadan kaldırmaktadır. Bunlardan birincisi onun, Kur’an’ın en
ağır yasağı olan faizi açıklamadan bu dünyadan ayrıldığı töhmetidir. Bunun
delili Ömer’in söylediği iddia edilen sözdür. O sözü tekrar edelim:
“En son inen ayet faiz ayetidir. Allah'ın
Elçisi ona dua ve selâm olsun onu bize tam olarak açıklamadan ruhunu teslim
etmiştir. Öyleyse ribayı da riybeyi de bırakınız[334].”
Riybe faizli işlem şüphesi demektir.
Bu söz Kur'an'a da aykırı düşer. Çünkü
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah, size neyi haram kılmışsa açık açık
bildirmiştir.” (En’am 6/119)
Ayet-i kerime, Kur'an-ı Kerim'deki bütün
yasakların açıklandığını göstermektedir. Faiz de bu yasaklardandır.
Peygamber Veda Hutbesinde “Cahiliye faizi
kaldırılmıştır. İlk faizi kaldırıyorum, bizim faizimizi, (amcam) Abbas b.
Abdulmuttalib'in faizini. Onun tamamı kaldırılmıştır[335]” dedikten sonra üç kere şöyle söylemiştir:
"Bakın ey ümmet! Tebliğ ettim mi? Onlar, "Evet" demişlerdi.
Bunun üzerine üç kere şöyle demiştir: "Allahım şahid ol[336]."
Bu hadis, faiz için bu kadar açıklamanın
yeterli olduğunu göstermektedir.
Ona dua ve selâm olsun, Muhammed bir de
şöyle demiştir:
“Şüphesiz helâl bellidir, haram da
bellidir, ikisi arasında şüpheli şeyler vardır. Günah şüphesi olanı terkeden
açık günaha yaklaşmaz. Günah şüphesi olana dalan da açık günaha düşebilir.
Haramlar Allah’ın korusudur. Onun etrafında sereserpe otlayan oraya girebilir[337].”
Eğer faizli işlem tam olarak açıklanmamış
olsaydı din eksik kalırdı. Halbuki, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Bugün
sizin için dininizi olgunlaştırdım. Size karşı olan iyililiklerimi tamamladım.
Size din olarak İslamı seçtim.”
(Maide 5/3)
Bundan çıkan sonuç, o gün faiz olarak
bilinen şeyin Kur'an tarafından yasaklanmış olduğudur.
Peygamber üzerinde oluşan töhmetlerin
ikincisi şudur: Kur'an, alım satım ile faizli işlemi ayırdığı halde Peygamber
alım satıma faizli işlem demiş olmaktadır. Ama yukarıdaki yaklaşımla hadisler
üzerinde iyice düşünülürse, hadislerin alım satımla faizli işlemi kesin olarak
ayırdığı, faizli işleme alım satım görüntüsü vermeyi tamamen önlediği ve
ayetlerdeki faizli işlem yasağını en ince ayrıntısına kadar açıkladığı
görülür.
Bugünki kağıt para dört mezhebin kurduğu
faiz sisteminin isabetli olmadığını bir daha vurgulamaktadır. Çünkü eğer faiz,
bu mezheplerin sistemi üstüne oturtulacak olsa kağıt parada faiz yasağı, alım
satım yolu kullanılarak kolayca aşılabilir. Zira Şafiî ve Malikî mezheplerine
göre altın ve gümüş paralar dışındaki paraların kendi cinsleri karşılığında
peşin veya veresiye alım satımında faiz meydana gelmez. Yani 1 milyon lira
kağıt para ile vadeli 2 milyon liralık kağıt para satın alınabilir. Bu iki
mezhebe göre bu işlem faiz olmaz. Sadece İmam Malik'e ait olup mezhep
tarafından pek kabul görmeyen görüş bunu faizli işlem sayar. O görüş kağıt
para bölümünde anlatılmıştır.
Hanefî ve Hanbeli mezheplerine göre ise 1
milyon Türk lirası verip karşılığında vadeli olarak istendiği kadar döviz
alınabilir. 1000 Amerikan dolarının bugünki değeri kadar Türk lirası verip bir
yıl sonra ödenmek üzere 1200 Amerikan doları alınabilir. Şafiî ve Malikî
mezhepleri de bunu faiz saymaz. Bu işlem, enflasyon baskısı altında olan bir
ülkede, faizli ödünç verenlerin işini daha da kolaylaştırır. Dört mezhebin kabul
ettiği bu görüşleri bugün hiç bir müslüman kabul edip uygulamamaktadır. Çünkü
akl-ı selim bunu gerektirir.
Burada izaha muhtaç bir tek husus kaldı.
O da altı malın satışıyla ilgili olarak hadislerde geçen şu ifadedir:
“Bu
cinsler değişik olursa peşin olması şartıyla istediğiniz gibi satın[338].“
Buna göre altın, gümüş, arpa, buğday, hurma
ve tuzdan biri diğeri karşılığında satılırsa miktarlar eşit olmayabilir ama
satış peşin olmalıdır. Ancak dört mezhep bu altı maddeyi ikiye bölmüş, birinci
bölüğe altını ve gümüşü, ikinci bölüğe de buğday, arpa, hurma ve tuzu
koymuştur. Bunun gerekçesi öteden beri altın ve gümüş paralarla diğer dört
maddenin veresiye satın alınıyor olmasıdır.
Ancak yukarıdaki genel hükmü açıklayan
hadislerde ilgili yasağın yalnız altın ile
gümüşün ve buğday ile arpanın değişiminde olduğu ifade edilmektedir.
Konuyla ilgili hadisleri şöyle sıralayabiliriz:
"Gümüşe
karşılık altın, elden ele satılırsa gümüşün fazla olmasında bir sakınca yoktur,
fakat veresiyesi olmaz[339].”
“Allah'ın
Elçisi, ona dua ve selâm olsun, gümüşe karşılık altını veresiye satmayı yasakladı[340].“
“Bize,
Allah'ın Elçisi, gümüşe karşılık altını, altına karşılık gümüşü, arpaya
karşılık buğdayı, buğdaya karşılık arpayı peşin olmak şartıyla istediğimiz
gibi satabileceğimizi emretti[341].”
“Gümüşe
karşılık altın, elden ele satıldığında gümüşün fazla olmasında bir zarar yoktur,
fakat veresiyesi olmaz. Arpaya karşılık buğday, elden ele satıldığında arpanın
fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat veriseyesi olmaz[342].”
Hurma ve tuzun farklı cinsle değişimi konusunda
bize ulaşmış bir hadis yoktur. Öyleyse hadislerde olanlarla yetinip altın ile
gümüşün veya arpa ile buğdayın birbiri ile değiştirilmesi halinde değişimin
peşin olması şartını aramalı, hurma ve tuzu bu kapsama sokmamalıdır. Bunun
anlaşılır bir gerekçesi vardır. Çünkü altın ile gümüş bir biri yerine
geçebilen mallardır. Nitekim eskiden hem altından hem de gümüşten para
basılır ve her iki para da dolaşımda bulunurdu. Arpa ile buğday da öyledir.
Bunların her ikisi de insan gıdası olarak kullanılabilir. Ama hurma ile tuz,
ne altın ile gümüşün, ne arpa ile buğdayın ne de birbirlerinin yerine
geçebilirler.
Eğer altınla gümüşün ve arpa ile buğdayın
değişiminde peşinlik şartı olmasaydı, alım satım görüntüsü altında bu yolla
da faizli ödünce kapı açılabilirdi. Mesela 1 dinarın 10 dirhem değerinde olduğunu
düşünelim. Alım satım yoluyla faizli işlem yasağını aşmak isteyen iki kişi,
1000 dirhemi bir yıl sonra ödenecek 120 dinar karşılığında satar ve bu yolla
%20 faizli bir ödünç işlemi yapabilirlerdi. Aynı şey arpa ve buğday için de
düşünülebilir. Arpa ve buğday fiyatları arasında da genellikle değişmeyen bir
oran vardır. Örnek olarak iki kile buğdayla üç kile arpa alındığını düşünelim.
Elindeki buğdayı faizli ödünç olarak veremeyen bir kişi böyle bir ortamda bir
sene sonra ödenecek 400 kile arpaya karşılık 200 kile buğday verir ve alım
satım yolunu kullanarak faizli ödünç işlemi yapabilirdi. Eğer hadiserdeki
yasaklar olmasaydı bu yolu engelleme imkanı da olmazdı. Sonuçta Kur'an'ın en
ağır yasağı olan faiz yasağı kolayca aşılabilirdi.
Buna göre Türk lirası verip karşılığında
vadeli döviz alınamaz. Mesal 1000 Amerikan dolarının bugünki değeri kadar Türk
lirası verip bir yıl sonra ödemek üzere 1200 Amerikan doları alınamaz. Çünkü
bunlar birbirlerinin yerine geçebilen mallardır. Yukarıdaki hadislerden bunun
faiz olacağını anlamak zor değildir.
IV
- ALIM SATIM VE FAİZLİ İŞLEMLER
Borçtan
gelir elde etmeye yönelik her işlem faizli işlemdir. Borç, ya ödünçten ya mal
veya hizmet sözleşmesinden ya da tazminattan doğar. Ödünçte ne verilmişse o
alınır. Daha sonra 101 altın almak üzere 100 altın vermek faizli işlem olduğu
gibi, borç ödeninceye kadar evinde oturmak veya tarlasının gelirinden
yararlanmak üzere 100 altın vermek de faizli işlemdir.
Borcun
vadesini uzatmaya karşılık alınan her türlü gelir de faiz olur.
Faiz
yasaklanınca insanlar, görünüşte meşru olan bir yolu kullanarak faizcilik
yapmak isteyebilirler. Alım satım, faizin üstünü örtmenin en uygun yolu
olabilir. Peygamber, koyduğu yasaklarla bu yolu kapamıştır.
A - Alım Satım Görüntüsü Altında Faiz
Muhammed, ona dua ve selâm olsun,
altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuzun bazı satış şekillerini faizli işlem
sayarak yasaklamıştır. Bu yasaklar, ödüncü satış gibi gösterip faiz yasağını
aşmaya engel olmaktadır.
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) Allah'ın
Elçisi'nin, ona dua ve selâm olsun, şöyle dediğini bildirmiştir:
"Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık
buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma ve tuza karşılık tuz
misli misline ve peşin olur. Kim artırır ya da fazlasını isterse faize girmiş
olur. Bu konuda alan da veren de birdir[343].”
Ebû Saîd el-Hudrî'nin (r.a.) bildirdiğine göre
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Altına
karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş satmayınız; ama aynı ağırlıkta, misli
misline, dengi dengine olurlarsa o başka[344].”
Ebu Hureyre'nin (r.a.) bildirdiğine göre Allah'ın
Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Buğdaya
karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık
tuz kilesi kilesine, tartısı tartısına olur. Kim artırır ya da fazlasını
isterse ribaya girer; renkler[345] farklı olursa o başka[346].”
Bu konuda başka hadisler de
vardır. Bunları faizli ödünç kapsamında değil de alım satım kapsamında
değerlendirenlerin ilk tepkisi şu olur: İnsanlar, altına karşılık altın,
gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday... alma ihtiyacını neden
duysunlar? O mallar kendilerinde varsa, onları neden misliyle değiştirsinler?
Kimsenin yapmayacağı bir işlem, niçin faize sebep olsun? Ama hadis, faizli
ödünç kapsamında değerlendirilirse bu tepkiler olmaz. Çünkü o altı mal, en çok
ödünç verilen mallardandır. Ödünçlerde verilen şeyin dengi alınır. Faizli
ödünç, alım satım şeklinde de olabilir. 11 altın almak üzere 10 altın ödünç
verme yerine 10 altın, vadeli 11 altına karşılık satılabilir. Bunlardan birine
faizli işlem, diğerine satış denirse alım satımla faiz karıştırılmış olur.
Nitekim“Alım satım tıpkı faizli işlem
gibidir” diyenler şöyle söylerlerdi:
“Bir malı 10’a alıp 11’e satmak
helâlse, 10 altını 11 altına satmak da helâl olmalıdır. Bu iki işlem arasında
mantıkî bir fark yoktur[347]."
Alım satımda bedeller az çok
farklı olur. Bu fark sebebiyle bir kişi, diğerinin elinde olana sahip olma
ihtiyacı duyar. Ama borçlar dengi ile ödenir.
Alım satım esasen peşin yapılır
ama ödüncün peşini olmaz. Alım satım şekli verilmiş ödüncün de peşini olmaz.
Hiç kimse 10 adet Reşat altınına karşılık 10 adet Reşat altınını peşin olarak vermez. Çünkü bu, onun
ihtiyacını karşılamaz. Onun ihtiyacı, 10 adet Reşat altınını belli bir süre kullanmaktır.
Alım satım helâl, faizli işlem
haram olunca faizli ödünce alım satım görüntüsü vermenin bir kafa karışıklığı
meydana getireceği kesindir. İşte o altı madde ile ilgili yasaklar bu
karışıklığı önlemektedir. Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle
demiştir:
“Bir dinarı iki dinara, bir dirhemi iki dirheme, bir sa’ı iki sa’a satmayınız.
Çünkü faize girmenizden korkuyorum[348].”
"Faize girmenizden korkuyorum" ifadesi önemlidir. Çünkü altın
verip altın bilezik almak gerçek bir alış veriştir. Buğday ununa ihtiyacı
olanın onu buğday vererek alması, deniz tuzuna ihtiyacı olanın da onu kaya
tuzu vererek alması gerçek bir alış veriştir. Fakat o altı mal, en çok ödünç
verilen mallardan olduğu için bunların değişiminde yeterli tedbir alınmazsa
alım satım adı altında faizli ödünç işlemine engel olunamaz. Hadisler, ona
açılan yolları tümüyle kapamıştır. Şimdi kapanan faiz kapılarını tek tek
görmeye çalışalım:
1
- Altı malı kendi cinsiyle peşin değişme
Hadis; altın, gümüş, buğday, arpa,
tuz ve hurmayı kendi cinsiyle değiştirirken değişimin peşin olmasını şart koşmuştur.
Ödünç verilebilen bu malları kendi cinsiyle peşin değiştirme şartı, faize
açılabilecek bir kapıyı kapamıştır.
Buna göre 10 altını, vadeli 11
altına satmak, faizli işlemdir. Bu çok önemlidir; çünkü bu, satış sayılırsa,
faizli ödünçler satış şeklinde verilmeye başlanırdı. Bu durumda 100 lirayı
daha sonra verilecek 110 liraya karşılık ödünç vermek faiz; ama onu vadeli 110
liraya karşılık satmak ticari işlem sayılırdı.
2
- Altı malı kendi cinsiyle eşit miktarlarda değişme
Hadis, altı malı kendi cinsiyle
peşin değişirken miktarların eşit olmasını şart koşmuştur. Buna göre 10 adet
Reşat altını verip peşin 11 adet Reşat altını almak dai faizli işlem olur.
Allah'ın Elçisi, “Faiz sadece borçta olur[349] “ dediğine göre, bununla faizli borç arasında
ilgi kurulunca yasağın önemi ortaya çıkmaktadır.
Faizcinin asıl isteği, verdiği 10
altına karşılık 11 altın alacaklı duruma gelmektir. Bu işlemi meşru yoldan
yapabilirse onu borca çevirmek zor olmaz. Meselâ önce 11 altın ödünç verir,
bunun için gerekli teminatları alır, sonra bir başka 10 altını verip borçludaki
11 altını satın alır. Bu iki işlem sonunda o, 10 altın vermiş, 11 altın alacaklı
duruma geçmiş olur. İstenmeyen bir durumun doğmaması için bu işlem ya evrak
üzerinde yapılır, ya da faizcinin güvendiği bir kişi, borçluya vekil olup
işlemleri yürütürdü. Bunun kurumları da oluşurdu. Ama bu malların kendi
cinsleriyle değiştirilmesi hâlinde bedellerin eşit miktarlarda olması şartı bu
kapıyı kapamıştır.
Nitekim eskiden, ödünç
işlemlerinde alacaklıya yasal bir menfaat sağlamak için muamele-i şer'iyye adı
verilen göstermelik bir satış yapılırdı. Meselâ ödünç alacak taraf bir malını,
ödünç verecek kişinin önüne koyar ve "Bunu sana 10 altına sattım."
der, o da onu satın ve teslim alır ve parayı öderdi. Sonra ona; "Bu malı,
bedelini bir yıl sonra ödemem şartıyla bana 11 altına sat." der, o da
satardı. Böylece o, alım satım görüntüsü altında, 10 altına karşılık bir yıl
vadeli 11 altın borçlanmış olurdu. Bunun birçok usulü vardı. Eski İstanbul
Müftüsü Selahattin KAYA[350]'nın anlattığına göre Osmanlı
döneminde kurulan bankalardan Emniyet Sandığı'nda bir cep saati varmış. Kredi
alanların ödeyecekleri faizi yasallaştırmak için her gün defalarca satılır,
sandığa hibe edilirmiş. Eğer yukarıdaki yasak olmasaydı bu defa cep saati
yerine bankada bir görevli bulundurulur, bu görevli kredi alacak kişi adına
daha önce belirtilen işlemleri tamamlar onu 11 altın borçlandırır sonra 10
altın verirdi.
Eğer ilgili hadisler daha önce,
alım satım görüntüsü altında faize açılabilecek kapıları kapama şeklinde yorumlansaydı muamele-i şer'iyyeye
geçit verilemezdi. Yorumun farklı yapılması, birçok satışı faiz kapsamına
sokarken faize geçit veren bazı kapıları da açık bırakmıştır. Biraz sonra, bu
farklı yorumlardan bahsedilecektir.
3
- Ödünç verilebilen yakın cinsleri peşin değişme
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm
olsun, şöyle demiştir:
“... Bu cinsler değişik olursa peşin olması şartıyla istediğiniz gibi
satabilirsiniz[351].“
İlgili hadislerde, değişik cins
olarak, aynı türden olan altın ile gümüş ve buğday ile arpa sayılmış, farklı
türlerden olan hurma ile tuza yer verilmemiştir. Allah'ın Elçisi, ona dua ve
selâm olsun, şöyle demiştir:
“Gümüşe karşılık altın elden ele satıldığında gümüşün fazla olmasında
bir zarar yoktur, fakat veresiyesi olmaz. Arpaya karşılık buğday elden ele
satıldığında arpanın fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat veresiyesi olmaz[352].”
Altın ile gümüş ve buğday ile arpa
birbirlerinin yerine konabilirler. Bunların fiyatları arasında uzun süre
büyük değişiklik göstermeyen oranlar bulunur. Bu malların birbiri ile değişiminde
peşinlik şartının olması, faize açılabilecek bir kapıyı daha kapamıştır. Meselâ
1 dinar 10 dirhem değerinde olursa, 1000 dirhem 100 dinar değerinde olur. Bunları veresiye
değiştirmek yasak olmazsa, faizci elindeki 1000 dirhemi bir yıl sonra ödenecek
120 dinara karşılık satıp alım satım perdesi altında %20 faizli ödünç işlemi
yapabilir. Aynı şey arpa ve buğday için de olabilir. İki kile buğday, üç kile
arpa değerinde ise bir sene sonra ödenecek 400 kile arpaya karşılık 200 kile
buğday verilir ve alım satım yolu kullanılarak faizli ödünç işlemi yapılabilir.
İşte hadisler bunu satış değil, faizli işlem saydığı için bu kapı da kapanmıştır.
Buna göre Türk lirası verip karşılığında vadeli döviz alınamaz. Meselâ 1000
Amerikan dolarının bugünkü değeri kadar Türk lirası verip bir yıl sonra
ödemek üzere 1200 Amerikan doları alınamaz. Çünkü bunlar birbirlerinin yerine
geçebilen şeylerdir. Yukarıdaki hadislerden bunun faiz olacağını anlamak zor
değildir.
4
- Farklı paraları günün fiyatı (günlük
kur) ile değişme
Abdullah b. Ömer dedi ki; Beqî'de
deve satardım. Dinara karşılık satar yerine dirhem alırdım, dirheme karşılık
satar yerine dinar alırdım. Allah'ın Elçisi’ne geldim, Hafsa’nın evindeydi;
“Ey Allah'ın Elçisi, müsaadenle bir şey sormak istiyorum; ben Beqi'de deve satıyorum;
dinara karşılık satıp yerine dirhem alıyorum. Dirheme karşılık satıp yerine
dinar alıyorum. Ona karşılık onu alıyor, buna karşılık bunu veriyorum.”
dedim. Ona dua ve selâm olsun, dedi ki:
”Günün fiyatıyla almanda bir sakınca yoktur; yeter ki, aranızda bir şey
bırakarak ayrılmayın[353].”
Buna göre altın ile gümüşü o günün
fiyatıyla değişmek gerekir.
Eğer böyle olmasaydı faiz yasağı yine delinebilirdi. Meselâ 1 dinar, 10 dirhem
değerinde iken faizci önce 11 dinar ödünç verir, gerekli teminatları alır,
sonra da elindeki 100 dirhemi, borçludaki 11 dinara karşılık satardı. Bu iki
işlem sonunda o, alım satım görüntüsü altında %10 faizli ödünç vermiş olurdu.
Bunun yasal kurumları da oluşturulabilirdi. Ama bedelleri günün fiyatı ile
değiştirme şartı bu kapıyı kapamıştır. Böylece hadisler, alım satım adı altında
faizli ödünce açılan tüm kapıları kapamış olmaktadır.
B - Hadislerle Doğan Sıkıntılar
Hadisler, alım satım görüntüsü
altında faizli ödünce açılan kapıları kaparken bazı sıkıntıların doğmasına da
sebep olmuştur. Örnek olarak kuyumcular, hurda veya has altın verip altın
bilezik alma işini ancak bedellerin aynı ağırlıkta ve peşin olması şartıyla
yapabilirler. Bunu kimse yapamayacağından bir sıkıntı doğmaktadır. Ama
bilezikler bir başka değerle, meselâ kağıt para ile alınabileceği için
işlerini yürütebilmektedirler.
Hadislerle konan yasaklar bazı
sıkıntılar doğurmakla beraber faiz kapısını sıkı sıkıya kapama gibi önemli bir
menfaati de sağlamış olmaktadır. Sağlanan menfaat, verilen sıkıntıdan
fazladır. Böyle bir durum, konan yasağın gerekçesi olmaya lâyıktır. Nitekim
bir ayette içki ve kumarın yasaklanma gerekçesi şöyle anlatılır:
“Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar, de ki; ikisinde de büyük günah ve
insanlar için yararları vardır. Ama bunların günahı yararlarından büyüktür.” (Bakara 2/219)
Bu durum şu kaide ile ifade
edilir: "Def'-i mefâsid celb-i menâfi'den evlâdır[354]." Yani zararlı şeyleri
gidermek faydalı şeyleri elde etmeye tercih edilir.
V - HADİSLERLE İLGİLİ YANLIŞ YORUMLAR
Allah, alım satımı helâl, faizli
işlemi haram kıldığı[355] hâlde meşhur dört mezhep, faiz sistemlerini
alım satım üzerine kurmuşlardır. Bu durum, altı madde ile ilgili hadisleri
yanlış yorumlamalarından kaynaklanmıştır.
Faizli işlemler; altın, gümüş,
buğday, arpa, hurma ve tuzun bazı satış şekilleri ile sınırlı olamayacağı için
o fakihler, ilgili hadislerden faizli işleme sebep olabilecek özellikler (faiz
illetleri) çıkararak faizin kapsamını
kıyas yoluyla genişletmişlerdir.
Hanefiler iki şeyi faiz illeti
saymışlardır. Bunlar kadr ve cinstir. Kadr, ölçek ve tartıyı içerir. Cins ise
değişilen iki malın aynı cinsten olması anlamına gelir. Cins, hadislerdeki “Altına karşılık altın, buğdaya karşılık
buğday....” sözünden, kadr ise
“misli misline” sözünden çıkarılmıştır.
Kadri, tartı (vezin) ve ölçek (keyl) diye
belirlemeleri, ilgili hadislerde yalnızca bu iki ölçü biriminin geçmesi
sebebiyledir.
Hadislerde şu ifade de yer alır:“Bu cinsler değişik olursa peşin olması şartıyla
istediğiniz gibi satabilirsiniz[356].“ Bundan
da cinsleri aynı olup ölçü birimleri farklı olan veya ölçek yahut tartı ile
işlem gördüğü halde cinsleri farklı olan iki malın değişiminin peşin olması
gerektiğini anlamışlardır.
Buna göre hurda demire karşılık
çubuk demir alınırsa her iki demirin aynı ağırlıkta olması ve değişimin peşin
olması gerekir, yoksa faizli işlem olur. Çünkü bunlar, tartı ile satılan aynı
cins mallardır. Demire karşılık bakır alınınca her iki bedeli peşin ödemek yeterli
olur. Bunlar da tartıyla satılır fakat cinsleri farklı olduğu için biri
diğerinden fazla olabilir ama veresiyesi olmaz, yoksa faize girilir.
Bu durumda altın veya gümüşten
basılı bir paraya (nükûd =) karşılık tartıyla satılan bir malı veresiye almak
faizli işlem sayılmalıdır. Çünkü altın ve gümüş, tartıyla alınıp satılır. Ama
Hanefîler bunu caiz görür, altın ve gümüşten basılı paraların sanca [357] denen ağırlık birimleriyle, diğer malların da
men ()[358] ile tartıldığını, ayrıca bu paraların tayinle
taayyün etmediğini[359] ama diğer malların tayinle taayyün ettiğini,
bu paraları her defasında tartmak gerekmediğini ama diğer malları tartıyla
satabilmek için her defasında tartmak gerektiğini söyleyerek bu farklardan
dolayı altın ve gümüş paralar ile tartıyla satılan diğer malların tartı
bakımından her yönüyle ortak olmadıklarını söylerler[360].
Altın ve gümüşün tartı ile
satıldığına dayanarak tartıyı (vezn) faiz illeti sayıp onları diğer mallarla
değişirken bu illete riayet etmemek tam bir çelişkidir. Hanefilerin tartıyı
bir illet saymayıp şöyle demeleri gerekirdi: "Altın ve gümüş her ne
kadar tartı ile alınıp satılsa da
tartıyla satılan diğer mallar ile bunlar arasında bazı temel farklar
olduğu için vezin faiz illeti olamaz."
Vezin faiz illeti olamayınca ister
istemez kile de faiz illeti olamaz ve iki illetten biri olan kadr, faiz illeti
olmaktan çıkar. Bu da Hanefîlerin alım satıma dayalı faiz sistemini tümüyle
çökertir.
Aynı tenkit Hanbeliler için de
geçerlidir. Çünkü onlar da bu konuda
Hanefiler ile aynı görüştedirler.
Malikîler hadislerde sözü edilen
arpa, buğday, hurma ve tuza bakarak temel gıda maddesi olup saklanabilen veya
gıda maddelerini lezzetlendirin şeyleri faize konu mallardan saymışlardır. Bunları kendi
cinsiyle değişince miktarların eşit ve değişimin peşin olmasını, farklı cins
gıdalarla değişince de miktarlar farklı olsa da değişimin peşin olmasını şart
koşmuşlar, aksi takdirde faizli işlem meydana geleceğini söylemişlerdir.
Bu görüş, her ne kadar alım satım
ile faizli işlemi ayıran ayete aykırı ise de kendi içinde tutarlıdır. Çünkü
arpa, buğday ve hurma hem temel gıdalardandır hem de saklanabilirler. Tuz da
yiyecekleri tatlandırmaya yarar ve saklanabilir özelliktedir.
Malikîler, biriktirilsin veya
biriktirilmesin bütün gıda maddelerinin veresiye değiştirilmesi[361] ile her çeşit eşyanın kendi cinsiyle veresiye,
bire iki değiştirilmesini de ribe’n-nesie[362] saymışlardır. İşte bunun bir dayanağı yoktur.
Çünkü hadisler, ribaya konu olan mallar arasında böyle bir ayırım yapmaya
müsait değildir.
Şafiîlere göre riba kelimesi
mücmel yani kapalıdır. Onu Allah'ın Elçisi açıklamıştır[363]. Açıklama dedikleri, altı malın
satışı ile ilgili hadislerdir. Bu hadislerden bir de faiz tarifi
çıkarmışlardır[364]. Faiz tarif edilecekse"Vadeli işlemden başkasında faiz yoktur[365]."
hadisinden hareket edilmeliydi. Bu, ayetlere de uygun olurdu. Bunu neden
yapmadıklarını İmam Şafiî şöyle açıklamaktadır:
"Diğer hadisler sebebiyle"Vadeli işlemden başkasında faiz
yoktur[366]."
hadisini bıraktık. Şunu dedik: "Riba, iki yerde; vadeli işlemde ve
peşinde olur. Çünkü riba, peşinde kile ya da tartı fazlasıyla, vadeli işlemde
de vade fazlasıyla olabilir. Bazen vade ile birlikte ödemedeki fazlalık
sebebiyle de olabilir[367]."
Şafiîler şöyle derler:
"Faizin haramlığı taabbüdîdir, faizli işlem sebebi olarak gözüken her şey
sadece onun hikmeti olur, illeti değil[368]."
Taabbüdî demek, illeti (asıl
sebebi) anlaşılamayan ama kul olma gereği uyulan emir veya yasak demektir[369]. İlleti anlaşılamayan bir şey
üzerine kıyas yapılamaz. Ama bu söz, sanki hiç söylenmemiş gibi faizli işlemin
iki illetinin olduğunu, bunların tu’miyet ve semeniyetten[370] ibaret bulunduğunu belirtmiş ve sistemlerini bu
iki illet üzerine kurmuşlardır. Tu'miyet yiyecek maddesi olma, semeniyet ise
altın, gümüş ve bu iki madenden basılı para olma anlamına gelir. Bu mantığı
anlamak gerçekten zordur. Faizin haramlığı taabbüdî ise bu illetler nereden
çıkıyor? Eğer bu illetler varsa neden taabbüdî diyorsunuz
VI - VADE FARKI VE FAİZ
A - ALIM SATIM
Alım satım “malı mala değişmek” diye tarif edilir[371].
Bu, Hanefî mezhebinin tarifidir.
Şafiîlere göre "Satım, bir malın mülkiyetinden
veya menfaatinden sürekli yararlanmak için malı mala değişmektir[372]."
Hanbelîlere göre satım, bir malı ya da mubah bir menfaati
bir mal, ya da menfaate karşılık riba ve ödünç olmamak üzere süresiz
değişmektir[373].
Malikîlerden İbn'ul-Arabî'ye göre alım satım,
mallardan birini diğerine karşılık tutup değiştirmektir[374].
Bu tarifler, alım satım ile faizli işlemi
karıştırmaktadır. Daha önce görüldüğü gibi bu mezhepler, zaten alım satım ile
faizli işlemi karıştırmış hatta faizli işlemi, onun yasaklanmış bir bölümü
saymışlardır. Çünkü alım satıma, "malı mala değişmek" deyince
tarifin kapsamına ödünç de girer. Hanefîlerin ödünce, farklı bir hukuki zemin
bulma konusunda nasıl çıkmaza girdiklerini daha önce görmüştük. Hanbelîlerin
tarife, "riba ve ödünç olmamak üzere" ifadelerini koymaları da bu
karışıklık yüzündendir.
Tarifi şöyle yapmak gerekir: "Alım satım, aralarında az da olsa bir fark
bulunan iki malı birbiriyle değiştirmektir." O fark, bu iş için
gerekli talebi doğurur. Bu tarif, alım satımı ödünçten kesin olarak ayırır.
Çünkü ödünçte ne alınmışsa geriye onun dengi verilir. 10 adet Osmanlı altını
ödünç almış olan, 10 adet Osmanlı altını vererek borcundan kurtulur. Farklı bir
şey verdiği zaman karşı taraf onu kabul etmeyebilir.
Alım satım ile faizli işlem arasında benzerlik vardır
ama iki şeyi ayırmak için benzerliklere değil farklılıklara bakılır. Ahmet ile
Mehmet yumurta ikizi iki kardeş olsalar ve bir çok yönden birbirlerine benzeseler,
onları ayırmak için farklı yönleri araştırılır. Zira benzerliklerden hareket
edince her şey karışır.
Bir “gibi”, bir de “tıpkısı” kavramı vardır. Biri
benzerliği, diğeri özdeşliği gösterir. Faizli işlemle alış veriş arasında
benzerlik var ama özdeşlik yoktur. Kimileri bu benzerliğe bakarak, " Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir”, (Bakara
2/275) derler. Ayette misl () kelimesi geçer. Misl, iki şey arasındaki
denkliği ve tıpkılığı gösterir. Benzerliği göstermek için arapçada kâf ()
harfi veya şibh () kelimesi kullanılır. Lisan’ül-Arab misil kelimesi ile
ilgili şu bilgileri verir:
“İbn Berri dedi ki, mümâselet (misli misline olma) ile
müsavat (eşitlik) arasında fark vardır.
Müsavat farklı cinsler arasında olabileceği gibi aynı cinsler arasında
da olabilir. Çünkü müsavat miktar bakımındandır. Biri diğerinden fazla da
olmaz noksan da. Ama mümâselet yalnızca aynı şeyler arasında olur. Soyut
olarak “o onun mislidir.” demek “O onun yerine geçer.” demektir. “Şu yönüyle
onun mislidir.” denince yanlız o
yönüyle öbürüne eşit olduğu ama başka yönlerden farklı olduğu anlaşılır[375] .
Ayet-i kerimeye göre faize karşı çıkanlar şöyle demiş
olurlar: “Faizli işlem başka değil alım satımın mislidir.” yani tıpkısıdır.
Demek ki, bunlar alım satımla faizli işlem arasında benzetme yapmamış,
ikisini aynı saymışlardır. Gerçekten bugünki değeri 100 lira olan bir malı bir
ay vadeli 110 liraya satmakla bugün 100 lira verip bir ay sonra 110 lira alma
arasında benzerlik vardır. Nitekim şarap ile üzüm şirası da birbirine benzer.
Ama “şira tıpkı şarap gibidir”, denemeyeceği gibi “alış veriş tıpkı faizli
işlem gibidir” de denemez. Çünkü faiz, alım satımdan elde edilen bir kâr değil,
borcun getirisinden ibarettir. Bir ay sonra 110 lira almak üzere birine 100
lira vermek bir satış değildir. Verilen 100 liranın yerine 100 lira alınacak,
fazla olarak da 10 lira alınacaktır. Bugünki değeri 100 lira olan bir malı bir
ay vadeli 110 liraya satan kişi bir ay sonra verdiği malı ve ayrıca 10 lira
almaz, sadece 110 lira alır. Çünkü mal devreden çıkmış, ilişki sadece borçlu
alacaklı ilişkisine dönüşmüştür.
Faiz borcun getirisinden ibarettir. Bugünki
borçlanmalar daha çok para ile yapılır. Paranın kendine has piyasası vardır.
Ticari işlemler de mal piyasasında olur. Bu iki piyasa birbirinden farklıdır.
Konunun netleşmesi açısından mal ve para pisayarını incelemek gerekir.
B - Para Piyasası ve Mal Piyasası
Finans kesimi ile mal kesimi bir birinden faizle
ayrılır. Mal piyasaları değişken, para piyasaları sabit olur. Fiyatlar mal
piyasasında, faiz ise para piyasasında oluşur.
Mal piyasalarının değişken olması işin tabiatı
gereğidir. Alım satımda bedeller farklı olduğu için taraflar iki bedeli eşitleyecekleri
bir ortak nokta ararlar. Ortak nokta fiyattır. Fiyat, şartlara göre oluşur. Şartlar
değişince fiyat da değişir. Meselâ, bir kalem lüks semtte 150 lira, fakir bir
semtte 100 lira olabilir.
Para piyasalarının sabit olması da işin tabiatı
gereğidir. Çünkü faizli işlemde bedeller aynı özelliktedir. Bir vatandaşın
elindeki 100 lira ile tüccarın, sanayicinin veya bankanın kasasındaki 100 lira
aynıdır. Bu yüzden faizli işlemin lüks semtte olmasıyla bir kenar mahallede
olması faiz oranını etkilemez.
Alım satımın peşini olduğu gibi vadelisi de olur. Ama
faizli işlemin peşini olmaz. Yani hemen ödenecek bir borcun faizi olmaz ama
peşin satıştan kâr elde edilebilir.
İnsanların bir kalem parası kadar meblağı faiz
ödeyerek alma adetleri yoktur. Faizli krediler önemli miktarlarda olur. Elinde
az parası olan kişi onu bankadan başka bir yere faizli olarak veremez.
Bankalar, böyle küçük tasarrufları toplayarak büyük meblağlar oluşturur ve
onları kredi olarak verirler.
Satınalınan malın miktarı arttıkça fiyatı düşer.
Meselâ 1 kalem 100 liradan alınıyorsa 1 koli kalem 80 liradan alınabilir. Miktar
10 koli olursa fayat 50 liraya, 100 koli olursa 40 liraya düşebilir. Faizli kredide
durum tam tersinedir. Kredinin miktarı arttıkça ödenen faizin miktarı da artar.
C - Finansman Maliyeti ve Kâr
Finansman
(financement) Fransızca bir kelimedir, "gerekli
parayı verme[376]"
anlamına gelir. Finansman maliyeti, paraya ödenen faizdir. Kredi
kullananlar bunu maliyetlerine eklerler. Bu da fiyatı artırır ve rekabeti
etkiler. Çünkü faizsiz sermayenin finansman maliyeti olmaz.
Faiz %20 ise daha önce 100 liraya mal olan bir şey
şimdi 120 liraya mal olur. Buna %20 kâr eklense fiyat 144 lira olur. Faiz, marsafları
da artırır, bu sebeple ek masraflar için en az 6 lira konsa fiyat 150 lira
olur. Ortaklık sisteminde sermaye ortaklık yoluyla elde edildiği için buna bir
masraf ödenmez. Bunun masrafları artıran bir yanı da yoktur. Bu sistemde tüccar
o malı 120 liraya satar ve kârı ortağıyla paylaşır.
Kredi sisteminde insanlar, çalışmadan ve paralarını
tehlikeye atmadan belli bir faiz geliri elde edebilirler. İş hayatında
olanlar bunu bildikleri için onlar da paralarını bankaya yatırdıkları taktirde
alabilecekleri faizi kârlarına yansıtma, yani kendi öz sermayeleriyle aldıkları
veya ürettikleri bir mala da finansman maliyeti ekleme gereğini duyarlar. Bunun
sonucu olarak 100 liraya mal ettikleri bir şeyi 150 liraya satmaya başlarlar.
Çünkü onu 120 liraya satmanın artık bir anlamı yoktur. Zira 100 lirayı bankaya
verse zaten 20 lira civarında faiz alacaktır. Öyle ise bu 20 lirayı, kendi
parasının finansman maliyeti olarak fiyatlara eklemesi gerekir. Zaten faizli
sistemin sebep olduğu fiyat artışları ve enflasyon, onları böyle davranmaya
zorlar. Çünkü artan masrafları başka şekilde karşılamak güç olur.
Üretimden tüketime kadar her yere giren faiz,
fiyatları alabildiğine yükseltir. 100 liraya mal edildiğini söylediğimiz şey
buğday olsun. Üretici bunu 72.5 liraya mal ediyor ve toptancıya 87 liradan
satıyor; toptancı da 1 lira masraf, %10 kâr ekleyerek 96.8 liraya satıyor,
perakendeci 3 lira masraf ve %20 kârla bunu yuvarlak olarak 120 liraya satıyor
olsun.
Her safhada %20 finansman maliyeti girince üretim
maliyeti 72.5 liradan 87 liraya çıkar. Onu %20 kâr ile satsa fiyatı 104.4 lira olur. Toptancı buna 3 lira
masraf ve % 20 finansman maliyeti %10 da kâr eklese buğdayın toptan fiyatı
141.77 lira olur. Perakendeci 9 lira masraf, %20 finansman maliyeti ve %20 kâr
eklese fiyat 217.1 liraya çıkar.
Bu buğdayın ekmek haline gelinceye kadar geçirdiği
safhalar hesaba katılırsa faizin fiyatları nasıl artırdığı daha iyi anlaşılır.
Un fabrikası buğdayı toptancıdan 141.77 liraya alsa,
buna %21 masraf, %20 finansman maliyeti ve %20 de kâr eklese unun kilosunu un
toptancısına 247 liraya satar. Toptancı %6 masraf, %20 finansman maliyeti ve
%10 kâr ile satsa, onu fırıncıya 345.6 liradan satar.
Fırıncı buna %30 masraf, %2 finansman maliyeti ve %20
kâr koysa bir kilo undan ürettiği ekmeği 550 liraya satar. Burada finansman
maliyetinin %2 olarak gösterilmesi, fırında paranın dönüşünün hızlı
olmasındandır. Bakkal %3 masraf, %10 finansman maliyeti ve %20 kâr eklese bir
kilo undan üretilecek ekmeği 748 liradan satar.
Finansman maliyeti masrafları ciddi ölçüde artırır.
Finansman maliyetinin olmadığı ortaklık sisteminde diğer masrafların da
azalacağı açıktır. Bu azalmanın üçte iki oranında olduğunu varsayarak bir kilo
undan üretilecek ekmeğin fiyatını hesaplayalım.
Başlangıçta yaptığımız hesaba göre un fabrikası
buğdayı toptancıdan 96,8 liraya alsa, buna %7 masraf ve %20 de kâr eklese unun
kilosunu toptancıya 124.3 liraya satar. Toptancı %2 masraf ve %10 kâr ile
satsa, unu fırıncıya 139.5 liradan satar.
Fırıncı buna %10 masraf ve %20 kâr eklese bir kilo
undan ürettiği ekmeği 184 liraya satar. Bu ekmek bakkala gittiği zaman bakkal
buna %1 masraf ve %20 kâr eklese o da bu ekmeği 223 liradan satar. Demek ki,
finansman maliyeti devreden çıkınca fiyatlar ciddi bir biçimde düşmektedir.
Yukarıdaki örnekteki düşüş %70 oranındadır.
Kâr da fiyatı artırır. Ama girişimciyi ticarete ve
sanayiye yönlendiren ana etken ondaki kâr etme arzusudur. Onu böyle bir işe
sokmanın başka yolu olmadığı için kârlı işlemler yasaklanamaz. Kârın bir oranı
da olmaz. Ama sömürüye meydan vermemek için fiyatların serbestçe oluşması
gerekir.
D - Faiz-Zina Benzetmesi
Ona dua ve selâm olsun, Muhammed'in zina ile faiz arasında
ilgi kurduğu ve şöyle dediği rivayet ediliyor: “Bir toplumda faiz ve zina ortaya çıkarsa artık Allah’ın cezasını haketmiş
olurlar[377].”
“Kişinin
bilerek bir dirhem faiz yemesi otuzaltı
kere zinadan ağırdır[378].”
Zina iki kişi arasında işlenen suç olmakla birlikte
bütün toplumu sarsan kötü sonuçlar doğurur. Faizli işlem de iki kişi arasında
olur ama hadis-i şerif onun topluma olan zararını zinadan otuz altı kat fazla
göstermektedir.
Alım satım ile faizli işlem arasındaki fark, evlenme
ile zina arasındaki farka benzetilebilir. Kişinin eşi ile yapıtığı cinsel
ilişki ile zinakarın yaptığı aynıdır. Nikah ile bir aile vücuda gelir. Aile
fertlerinden her birinin karşılıklı hak ve sorumuluklarını düzenleyen bir hukuk
sistemi vardır. Evlilik toplumda saygı görür. Zina ise insan onuruna
yakışmayan, her toplumda aşağılanan ve cezalandırılması gereken bir
davranıştır.
Süleymaniye Vakfı'nda yapılan bir ilmi toplantıda
Sabri ORMAN* konu ile ilgili olarak şunları
söylemiştir:
"Nikahlı ilişki ile nikahsız ilişkiyi siyasî,
iktisadî, sosyal, kültürel, psikolojik sonuçlarına doğru götürdüğümüz
zaman bakıyoruz ki, nikah akdine dayalı eylemin sonuçlarıyla diğeri hakikaten
farklı. Aynı şey alışverişle faiz için de söylenebilir. İkisi birbirine benzer
gibi görünüyor. Faizin kabul edildiği bir sistemin sonuçları ve yapısıyla
faizin kabul edilmediği bir sistemin yapısı ve sonuçları birbirinden hayli
farklı oluyor. Bunu sonuna kadar takib ettiğimiz zaman gerçekten görüyoruz
ki faizli bir sistemin İslamın genel yapısıyla uyuşması mümkün değilken,
faizin yasak edilmesi adeta İslamiyette müsbet olarak söylenen her şeyin bir de
menfi olarak ifade edilmesidir. Yani eğer faizi yasaklamazsanız kardeşlik
esasına dayalı bir toplumu oluşturmak mümkün olmaz. Eğer faizi yasaklamazsanız
emri bilmaruf nehyi anil münkeri[379] net bir şekilde icra edecek karaktere sahip
insanların gelişmesi mümkün olmaz. Bunlarsa İslamiyetin temelleridir. Faizli
işlemle alım satım birbirine benzer gözüküyorsa da bunu mantıkî sonuçlarına kadar
takib edersek faizli bir ekonomik sistem ile faizin olmadığı bir ekonomik
sistem, birbirinden hayli farklı olur. Yani faiz yasağı İslamiyetin olmazsa
olmaz şartıdır."
E - Vade Farkı
Vade farkı, bir malın peşin fiyatı
ile vadeli fiyatı arasındaki farktır. Bunun faizle ilgisi yoktur. Çünkü bu,
borçtan gelir elde etme değil, bir alış veriş türüdür. Toptan ile perakende
arasında nasıl fiyat farkı olursa peşin satışla vadeli arasında da olur. İşin
yapısı bunu gerektirir. Bu konuda Peygamber'in ve Ali'nin görüş ve uygulamaları
ile dört mezhebin olumlu görüşü vardır. Önce bunlara bakalım, sonra da vade
farkının faizle ilgisi olmadığını izaha geçelim.
1 - Peygamber’in Uygulaması
Abdullah b. Amr’ın bildirdiğine
göre, Allah'ın Elçisi ona, bir ordu hazırlamasını emretmiş ama develer yetmemişti.
Bunun üzerine ona, zekâttan alınacak genç dişi develere (kalus ) karşılık deve
() almasını emretmişti. O, sadaka develerinin toplanacağı süreye kadar bir
deveyi iki deveye alıyordu[380].
Devenin büyüğü gencinden değerli
olduğu için burada bir devenin, veresiye iki deveye değiştirildiği söylenemez.
Ancak iki genç dişi deve, bir büyük deveden değerli olacağı için de peşin ile
veresiyenin farklı olacağına delil olabilir.
2
- Ali’nin Uygulaması
Ali (r.a.)'nin Useygîr adındaki
devesini veresiye dört deve karşılığında sattığı bildirilmiştir[381].
Deve, ödünç verilebilir mallardan
değildir. Ödünç verilebilir mallar, para, buğday ve tuz gibi tüketilmek ve
daha sonra dengi verilmek üzere alınan mallardır. Her devenin değeri farklı
olur. Ali'nin devesinin peşin değerinin ne olduğu konusunda bir bilgi yoktur. O
rivayeti buraya almamız, bir deve ile dört deve arasında önemli değer farkı
olabileceğinden dolayıdır.
3 - Mezheplerin Görüşleri
Fakihler arasında vade farkını
caiz görmeyen, onu faizli işlem ile karıştıran bir kişinin var olduğunu
bilmiyoruz. Bütün mezhepler, bir malın peşin fiyatı ile vadeli fiyatının farklı
olabileceğini; bir mala, vadelere göre değişen fiyatlar istenebileceğini kabul
etmişlerdir. Malın bedeli söylenirken meselâ, peşin 100 TL., bir ay vadeli 105
TL., iki ay vadeli 110 TL., üç ay vadeli 115 TL. gibi uzayıp giden fiyat
listesi sunulabilir. Satış, bu fiyatlardan birinin kabul edilmesiyle
bitirilmelidir. Dört mezhebin konu ile ilgili sözlerinin özeti budur. Aşağıdaki
açıklamalar daha fazla bilgi isteyenler içindir.
a - Hanefî Mezhebi
Hanefî mezhebine göre vadeli
satışta fiyat belli olursa vade farkının bir sakıncası yoktur. Ama satış, tek
bir fiyat üzerinde anlaşma yapılarak bitirilmelidir. el- Mebsut’ta konu şu şekilde
ifade edilir:
“Bir kimse satışı, şu vadeye kadar
şu fiyata; peşin şu fiyata ya da bir ay vadeli şu fiyata iki ay vadeli şu fiyata,
diye yaparsa bu akit fâsit olur. Çünkü tek bir fiyat üzerinde anlaşıp satışı
bitirmemişlerdir. Muhammed, ona dua ve selâm olsun, bir satış içinde iki şartı
yasaklamıştır. Yukarıdaki örnek, bu hadisin açıklamasıdır. Herhangi bir kayda
bağlı olmayan yasak (mutlak nehiy), şer’i akitlerde bulunursa o akit fâsit
olur. Bu, tarafların anlaşmayı yukarıdaki gibi tamamlayıp ayrılmaları
halinde böyledir. Eğer ayrılmadan anlaşmayı bir tek fiyat üzerine
kesinleştirirlerse o zaman caiz olur. Çünkü bu durumda, akdin geçerlilik
şartını yerine getirdikten sonra ayrılmış olurlar[382].”
Feth’ül-Kadîr’de konu ile ilgili
olarak şöyle denir:
“Bir satışın, peşin olması halinde
1000’e, vadeli olması halinde de 2000’e yapılmasında bir faizli işlem anlamı
yoktur[383].”
b - Şafiî Mezhebi
Şafiî mezhebi Hanefî ile aynı
görüştedir. Tuhfet’ül-muhtâc’da şöyle denir:
“Muhammed, ona dua ve selâm olsun,
bir satış içinde iki satışı yasaklamıştır. Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiş ve
sahih olduğunu da belirtmiştir. Meselâ satıcı der ki, “Bunu sana peşin 1000’e veya
bir yıl vadeli 2000’e sattım, sen ya da ben veya falan şahıs bu fiyatlardan
hangisini kabul edersek ona alın.” Böyle bir akitte bilinmezlik (cehalet)
olduğu için yasaklanmıştır. Yoksa peşin bine, bir yıl vadeli iki bine veya
malın yarısı bine, yarısı da iki bine satılabilir[384].”
c - Mâlikî Mezhebi
Malikî mezhebinin görüşü de Hanefî
ve Şafiîlerle aynıdır. Onların farkı, muhayyerliğin her iki tarafta olması
halinde bu satışı caiz görmeleridir.
İmam Malik'in, bir malı peşin 10
dinara, veya vadeli 15 dinara alan ve bu iki bedelden birini ödeme yükümlülüğü
altına giren kişi hakkında şöyle dediği bildirilmektedir:
"Bu uygun olmaz. Çünkü 10
dinarı sonra verse onu vadeli 15'e vermiş olur. 10 dinarı peşin verse, vadeli
15 dinarı 10 dinara satın almış olur[385].
Bu sözü, Malikî fakihlerden İbn
Rüşd şöyle açıklar:
Malik'e göre bu yasağın sebebi
faize götürecek yolu kapamaktır (sedd-i zerîa). Çünkü mümkündür ki, muhayyer
olan taraf, peşinine veya vadelisine bakmadan akdi bitirmek ister, sonra durum
kendi açısından netleşir ama bunu açığa vurmaz. (Her iki bedel de onun borcu
hâline geldiği için) bu durumda sanki o, bunlardan birini diğerine karşılık
veresiye satmış veya veresiye fazlasına satmış olur. Bedeller nakit yani altın
veya gümüş para olduğu takdirde bu böyledir. Bedeller yiyecek maddesi ise bu
defa da yiyeceği (taamı) yiyeceğe (taama) karşılık fazlaya satma söz konusu olur[386].
Bunun iki satış sayılması, bedelin
iki tane olmasındandır[387].
İmam Malik, her iki tarafın da
muhayyer olmasını kabul eder. Sahnûn bu konuda, Abdurrahman b. Kasım'a şöyle
bir soru sormuştur:
"Baksana, yanında bir mal
olan kişiye geldim, "Bunu kaça satarsın?" dedim, "Peşin elliye,
veresiye yüze" dedi. Ben de onu veresiye yüze veya peşin elliye almak
istedim. Malik'in görüşüne göre bu caiz olur mu?"
Sahnûn'un cevabı şu oldu:
"Malik şöyle dedi: Eğer
satıcı isterse satar, isterse satmaz, alıcı da isterse alır, isterse almaz
durumda ise bunun bir zararı yoktur. Ama taraflardan biri bırakmak isterse
bırakır, almak isterse alır fakat bu diğerini bağlarsa onda bir hayır yoktur.
Her ikisini de bağlarsa yine mekruhtur, onda da bir hayır yoktur[388]."
d- Hanbelî Mezhebi
Vade farkı konusunda Hanbelî
mezhebinin görüşü şöyledir:
"Muhammed, ona dua ve selâm
olsun, bir satış içinde iki satışı yasaklamıştır. Bunun anlamlarından birisi
şudur: “Satıcı müşterisine der ki, bu köleyi sana peşin ona, veresiye on beşe
sattım... Bu, batıl bir satıştır... Çünkü bedel belli edilmemiştir... Sana bunu
peşin şu fiyata, veresiye de şu fiyata satarım, der de bedellerin biri üzerine
sözleşme yapılırsa bunun bir mahzuru yoktur[389].”
Görüldüğü gibi, akit sırasında
satış fiyatı tam tespit edildiği takdirde, bütün mezhepler vade farkını caiz
görmektedirler.
4 - Vadeli Satış ve Faiz
Vadeli satış ile faizli işlem arasında
benzerlik vardır. Çünkü peşin fiyatı 100 lira olan bir malı iki ay vadeli 120
liraya satmak ile bugün verilen 100 liraya karşılık iki ay sonra 120 lira
almak birbirine benzer. Ama arada önemli farklar da vardır. Kimileri bu
farkları görmezlikten gelirler. Kur’an bunu, şeytana aldanmış kişiler gibi davranma
sayar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Faiz yiyenler, şeytanın sokulup aklını çeldiği[390] kimsenin davranışından farklı bir
davranış göstermezler. Bu onların, “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir”
demeleri sebebiyledir. Allah alım satımı helâl, faizli işlemi haram
kılmıştır.” (Bakara 2/275)
Fahreddin er-Razî’nin konu ile
ilgili tespitleri şöyle özetlenebilir:
“1- Faizi helâl görenlere göre
faizli işlem ile alım satım her yönüyle aynıdır. Öyleyse nasıl olur da biri
helâl, diğeri haram olur. Peşin fiyatı 10 lira olan bir malı bir ay vadeli 11
liraya satmak helâlse, 10 lirayı bir ay vadeli 11 liraya satmak da helâl
olmalıdır. Bu iki işlem arasında mantıkî bir fark yoktur.
2- Alım satımın helâl olmasının
sebebi insanların ihtiyaçlarını karşılamasıdır. Faizli işlem de ihtiyacı
karşılar. Bugün parasız ve ihtiyaç içinde olan bir kişinin, ileride eline
geçecek malı bulunabilir. Eğer faiz yasak olsa para sahipleri bu şahsa hiçbir
şey vermez, o da sıkıntı ve ihtiyaç içinde kalır. Ama faize izin verilirse
para sahibi, daha çok alma arzusuyla onun ihtiyacını karşılar. Borçlu da
eline mal geçince borcunu fazlasıyla öder. Eline mal geçtiğinde fazla ödeme
yapması, o zamana kadar ihtiyaç içinde kalmaktan kolay gelir. Öyleyse faiz helâl
olmalıdır. Nitekim diğer alım satım çeşitlerinin helâl olmasının sebebi de
ihtiyacın karşılanmasıdır[391].”
Fahreddin er-Razî’nin ifadelerinden de
anlaşıldığı gibi faizli işlem ile alım satımı aynı görenler, buna veresiye
satıştaki vade farkını örnek gösterirler. Ama alım satım esasen peşin olur ve
satıcı ondan kâr eder. Fakat hemen ödenecek bir borcun faizi olmaz. Borçtan
gelir elde etmek için borçluya vade tanımak şarttır. Satıcı, 8 liraya aldığı
bir malı hemen orada, peşin 10 liraya satarak 2 lira kâr edebilir. Ama bu
şekilde bir faiz geliri sağlamak mümkün olmaz.
Kâr ile faiz birbirine
benzetilebilir. Fakat alış verişle faizli işleme teker teker bakılırsa faizin
karşılıksız fazlalık olduğu ama kârın öyle olmadığı görülür.
10 altın alacağı olan kişi,
borçludan 11 altın alınca bir altın fazla almış olur. Çünkü borç alınan şeyle
ödenen şey aynı özelliği taşır. 10 altın borç alan kişi borcunu ödemiş olmak
için 10 altın verir. Bu ikisi birbirinin karşılığıdır. Faiz olarak vereceği 1
altın ise karşılıksızdır. Peşin fiyatı 10 altın olan bir ceketi, bir ay vadeli
11 altına satın alan kişi, bir ay sonra o ceketi ve üstüne de 1 altın ödemez.
Eğer anlaşma öyle olsaydı o zaman bu bir altın faiz değil, ceketin bir aylık
kirası 10 altın da o ceketin teminatı olurdu.
Ayrıca satıcı o ceketi peşin 10
altına satsaydı yine kâr edecekti. Burada satıcının kârı 1 altından fazla
olduğu halde faizcinin aldığı faiz 1 altından ibarettir.
Bedeller aynı özelliği taşımıyorsa
birinin diğerinden fazla olduğu iddiası
geçersiz olur. “10 tane yumurta mı çoktur, yoksa 10 tane portakal mı?”
ya da “1 gr. altın mı çoktur, yoksa bir sandık elma mı?“ diye soru sorulamaz.
Çünkü yumurta portakala benzemez, altın da elmaya. Bunları eşitlemek mümkün
olmaz ki, birinin diğerinden çok olduğunu tespit mümkün olsun. Yumurta bol,
portakal kıt olursa bir portakal, on yumurta hatta daha çok yumurta değerinde
olabilir. Portakal bol olup yumurta kıt olursa, o zaman da 10 yumurtaya bir
sandık portakal alınabilir.
Vadeli satışı faizli işlemden
ayıran başka şeyler de vardır; bunları farklı başlıklar altında inceleyelim:
a - Fiyat
Para, belli bir satın alma gücünü
temsil eder; bu güç, kişilere, şartlara ve mekana bağlı olarak değişmez. Paranın,
satın alma gücünün, zaman zaman değişmesi ayrı bir konudur. Mallar para gibi
değildir. Hiçbir malın, para gibi belli bir değeri, sabit bir fiyatı olmaz.
Ne peşin fiyatı sabit olur, ne de vadeli fiyatı. Malların fiyatı kişilere,
şartlara ve mekana bağlı olarak sürekli değişir. Bunun için bazı örnekler
verelim:
1) - Peşin fiyatın sabit
olamayacağına örnekler:
Palto üreten bir konfeksiyoncuya
bir müşteri gelir, bir paltoyu peşin 100 liraya alır. Aynı palto mağazada 150
lira olduğu için müşteri memnundur.
Arkasından üç kişi gelir, iyi
pazarlık yapar, 90'ar liradan birer palto alarak giderler.
Sonra bir öğretmen beş öğrenciyle
gelir, özel indirim talep eder, her bir paltoyu 80 liradan alır.
Konfeksiyoncu paltoyu 75 liraya
mal etmiş olsa, o gün ödemesi gereken 9000 lira tutarında borcu ve kasasında
800 lira parası olsa, bu durumda bir müşteri gelip peşin parayla 110 palto
istese, konfeksiyoncu müşteriyi kaçırmamak için her türlü kolaylığı gösterir.
Gerekirse maliyetin altında bir fiyatla satarak o günkü para ihtiyacını
karşılar. Bunlar alım satımda olur, ama faizli işlemde olmaz.
2) - Vadeli fiyatın sabit
olamayacağına örnekler:
Yukarıdaki konfeksiyoncuya müşteri
gelir, yarısı peşin, yarısı üç ay vadeli yirmi palto ister, iyi bir pazarlıkla
paltoları seksener liradan alır.
İkinci müşteri gene yirmi paltoyu,
üç ay vadeli olmak üzere 79 liradan alabilir. Çünkü o, devamlı müşteridir.
Konfeksiyoncu kumaşı, ipliği, astarı vs. hep vadeli aldığı için bu müşteriden
alacağı çekler kendine peşin para gibi gelir.
Üçüncü bir müşteri iki ay vadeyle
100 palto almak ister. Konfeksiyoncu ona güvenmediği için satmak istemez.
Müşteri malı alabilmek için satıcıyı memnun etmeye çalışır. Dolayısıyla yüz
paltoyu iki ay vadeyle 100'er liradan almaya razı olabilir.
Bunlar piyasada devamlı olagelen
durumlardır. Şimdi bu malın peşin fiyatı ile vadeli fiyatını nasıl
ayırabiliriz? Paltoyu bir kişiye peşin
100 liraya sattığını esas alırsak vadeli fiyatların hepsi peşin fiyatın
altındadır. Peşin fiyatı 90 liradan sayarsak durum farklı, 80 liradan
sayarsak farklı olur.
Bu sebeple mal fiyatları durum ve
şartlara göre değişiklik gösterir. Ancak zamanımızda kapitalizmin tesiriyle
piyasalarda tekeller ve karteller oluştuğu için birçok malın peşin fiyatı ile
vadeli fiyatı net olarak ayrılmaktadır. Böyle bir piyasada dahi vade farkı
faiz sayılamaz. Çünkü malların üreticisi, toptancısı ve perakendecisi vardır.
Ama paranın üreticisi sadece devlettir. Paranın toptancısı ve perakendecisi
de olmaz. Büyük bir bankanın kasasındaki 100 lira ne ise, bir çocuğun cebindeki
100 lira da odur. Bir üretici paltoyu ucuza verebilir ama Merkez Bankası
ürettiği 100 lirayı 99 liraya veremez. Yani faizin oluşumundaki ilişkiler ile,
fiyatların oluşumundaki ilişkiler farklıdır. Şimdi olayın bir başka yönüne
değinelim.
b - Mal - para ilişkisi
Eminönü’nde 10 liraya alınan bir
kalem, Beyoğlu’nda 12.5 lira olabilir. İki kardeşten biri Eminönü’nden, diğeri
de Beyoğlu’ndan birer kalem alsalar, kaleme 12.5 lira ödeyen kardeş, 2.5
lirasının fazladan alındığını iddia edebilir ama buna faizciler de faiz
diyemezler. Çünkü her iki alım da peşin
yapılmıştır. Kaleme değer biçerken pazar faktörü devreye girer. Kalemin
fiyatı Eminönü'nde 10 lira iken, Beyoğlu'nda 12.5 lira olabilir. Dolayısıyla
iki kardeş de kalemi normal fiyatla almış, aldanmamıştır.
Eminönü'nde kalem 10 lira iken
alıcının bilgisizliğinden yararlanılarak 12.5 liraya satılsa gene faizden
bahsedilmez. Burada gabn-ı fahiş, yani müşteriye fahiş fiyatla mal satarak onu
aldatma söz konusu olabilir. Eminönü için gabn-ı fahiş sayılan bir fiyat
Beyoğlu için normal olabilir.
Aynı çarşıda bir malın değişik
fiyatları olabilir. Meselâ Eminönü’nde bir satıcı, kalemi 9 liraya satarken,
diğeri 10 liraya üçüncüsü de 11 liraya
satabilir. O zaman kalemin Eminönü'ndeki fiyatı 9 ilâ 11 lira arasında demektir.
Fahiş fiyat bu sınırları aşan fiyattır.
Meselâ bir kişi, piyasayı bilmediği için o kalemi 12 liraya alsa fahiş
fiyatla almış olacağı gibi bir satıcı da piyasayı bilmediği için kalemi
Eminönü’nde 8 liraya satsa, fahiş bir ucuzlukla satmış olur. Bunlardan her biri
aldandığını iddia ederek alım satımın bozulmasını talep edebilir.
Sonuç olarak bir kalemin karşılığı
Eminönü’nde 10 lira, Beyoğlu'nda 12.5 lira olabilir. Burada fazla gibi gözüken
2.5 lira karşılıksız değildir. Bu para, kalemin bedelinin bir parçasıdır.
Ama hangi piyasada olursa olsun,
10 lira verip 11 lira alınırsa buradaki 1 lira karşılıksız fazlalık olur.
c - Peşin fiyat ve vadeli fiyat
Biri bir paltoyu peşin 100 liraya
alırken bir başkası aynı paltoyu aynı satıcıdan iki ay vadeli 100 liraya satın
almış olabilir. Burada paltoyu veresiye alan müşterinin karşılıksız bir fazlalık
elde ettiği iddia edilemez. Peşin 100 lira nasıl o paltonun bedeli ise iki ay
vadeli 100 lira da aynı şekilde o paltonun bedelidir.
Bir malın bedelini tespitte
pazarın etkisi inkar olunamaz. Fiyatların belirlenmesinde karşılıklı rıza
önemlidir. İki ayrı müşterinin aynı fiyata razı olmaları gerekmez. Satıcılar bu
konuda esnek davranmak gerektiğini bilir ve ona göre fiyat isterler. Pazarlığı
da bu yüzden yaparlar.
Faizli işlemde böyle şeyler olmaz.
d - Peşin ile veresiyenin farkı
Peşin alınan bedelle yeni bir iş
yapılabilir. Veresiye bedelin geç ödenmesi yanında hiç ödenmeme tehlikesi de
vardır. Bu sebeple bir malın peşin fiyatı ile vadeli fiyatı arasında fark
olması, işin tabiatı gereğidir.
Bedel peşin, mal veresiye ise bu
defa da mal, peşine nispetle daha fazla olur. Ya da bir başka ifadeyle bu mal
için ödenecek bedel peşine nispetle daha az olabilir. Böyle bir satış, selem
veya ıstısna şeklinde gerçekleşir. Bunlardan daha sonra bahsedilecektir. Önce
bu konuda sorulan bazı soruları cevaplamaya çalışalım.
C- Vade Farkı İle İlgili Sorular
Bu başlık altında bazı tekrarlar
olacaktır. Bunun sebebi konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır.
1
- Vadeli satışla faizli işlemin yapısı
Soru-
Vadeli satışla faizli işlemin farklı bir yapısı var mıdır?
Cevap-
Vadeli satışta üç şartın gerçekleşmesi gerekir.
a- Mal mevcut ve belli olmalıdır.
Meselâ 6 m2'lik şu Türkmen el
halısı gibi.
Mal mevcut değilse satış bâtıl,
mal mevcut fakat nasıl bir mal olduğu taraflar arasında anlaşmazlık doğuracak
derecede bilinmez (cehâlet-i fâhişe) olursa satış fâsit olur[392].
b - Fiyat belli olmalıdır.
Eğer fiyat sabitlenmezse satış
fâsit olur[393].
c- Parayı ödeme günü ve taksitler
belli olmalıdır.
Meselâ fiyat 250 TL.; bunun 150
TL.’si peşin ve kalanı her ay 25 TL. olmak üzere dört ayda ödenecek ya da
tamamı veresiye olup dört ay sonra tek taksitte ödenecek diye anlaşma
yapılabilir.
Vade ve taksitler belli
olmazsa bu satış fâsit olur[394].
Bu üç şarta uyduktan sonra peşin
fiyatın ne olduğuna bakılmaksızın vadeli satış geçerli olur.
Faizli işlemde de bu üç şart
yerine getirilir. Yani borç veya borçlanılacak meblağ mevcut ve belli olur.
Alınacak faiz belli olur. Bir de borcu ödeme günü ve taksitler belli olur.
Soru- Her
ikisinin yapısı da aynı olduğu halde neden birine vade farkı ve kâr, diğerine
de faiz deniyor?
Cevap- Daha
önce belirtildiği gibi farklı hükme varmanın sebebi, bu ikisi arasındaki
benzerlikler değil, farklılıklardır. Bir elma ağacının yanına iki kişi gelir,
bu ağacın elmasından alıp götürmek isterler. Birisi kabını doldurup gider.
Diğeri ise ağacın sahibini bulur, izin alır, sonra kabını doldurur. Bunların
birincisi hırsızdır. Çünkü elmaları sahibinden izinsiz olarak koparıp
götürmüştür. Ama sahibinden izin almayı göz ardı ederseniz birinciyi de
ikinciyle aynı sayarsınız. Aynı ağacın elmalarından alan bu iki kişiden
birini hırsız sayıp diğerini saymamak sırf o izinden dolayıdır.
Soru- Yani
Allah kârı helâl, faizi haram kıldı diyorsunuz?
Cevap- Bu
doğru. Allah'a boyun eğmiş bir insan bundan başka bir gerekçe aramaz. Ama
burada faizle alış veriş arasındaki yapı farkına dikkat çekilmektedir.
Faizli işlemde mevcut ve belli
olan borç veya borçlanılacak meblağdır. Ama vadeli satışta mevcut ve belli olan
şatışa konu maldır. Bu, yukarıdaki üç şarttan birincisidir. İkincisi, alınacak
bedelin belli olmasıdır. Faizli işlemde alınacak bedel, borç ile faizin toplamıdır.
Yani borçlu, eğer 10 altın borç almışsa ödeme günü hem 10 altını hem de onun
faizini verir. Ama vadeli mal alan kişi, borcunu öderken aldığı malı veya onun
dengi bir malı geri vermez, sadece bedeli verir. Satılan mal artık devreden
çıkmıştır. Peşin fiyatı 10 altın olan bir mal, vadeli 11 altına satılmış, o
malın fiyatı, ödeme gününde 15 altına çıkmış veya 5 altına düşmüş olabilir.
Bunun ödemeye bir etkisi yoktur. Faizli borçta böyle bir şey olmaz. Çünkü
ödünç verme günündeki 10 altın ne ise bugünkü 10 altın da odur; on birinci
altın faiz olur.
Üçüncü şart da borcu ödeme gününün
ve taksitlerin belli olmasıdır. Bu şart, faizli işlemde ve vadeli satışta
aynıdır. Ancak bu şart, vadeli satışta alacaklıyı bağladığı halde faizli
işlemde bağlamaz. Faizli işlemde alacaklı bazı gerekçeler ileri sürerek,
meselâ borçlunun maddi durumunun veya ekonomik şartların bozulduğunu iddia
ederek borcun kısa sürede faizi ile birlikte ödenmesini isteyebilir. Meselâ,
bir yıl vadeyle kredi vermiş olan bir banka, ekonominin bozulduğu gerekçesiyle
kredinin 15 gün içinde ödenmesini isteyebilir. Bu da kredi kullananı,
beklenmedik bir anda hızla çöküşe sürükler.
Asıl fark, borcun zamanında ödenmemesi
halinde ortaya çıkar. Vadeli satışta, gününde ödenmeyen borca ilâve yapılmaz.
Çünkü bu ilâve faiz olur. Enflasyonlu ortamlarda, borcun gecikmesinden dolayı
meydana gelen değer kaybını almanın faizle bir ilgisi yoktur. O, alacaklının zararını
önlemek ve borçlunun haksız kazanç sağlamasına engel olmak içindir. Vadeli
satışta zamanında ödenmeyen alacakların tahsili için teminatlar devreye
sokulur veya icra yoluna gidilir. Borçlunun ödeme gücü yoksa, genişliğe
çıkıncaya kadar beklenir. Fakat faizli alacaklar öyle değildir. Gününde ödenmeyen
borcun tahsili için bir taraftan teminatların devreye sokulması ve icra
işlemleri yürütülürken diğer taraftan yeni faiz oranı tespit edilir ve geciken
her gün için borç sürekli artırılır. Bu da ödeme güçlüğüne düşen borçluyu
büsbütün yıkar.
2 - Tüketici kredisi ve vadeli
satış
Soru-
İhtiyacımız olan bir malı meselâ bir otomobili tüketici kredisiyle de, vadeli
olarak da alabiliriz. Tüketici kredisiyle meselâ peşin fiyatı 5000 lira olan
otomobili bir yıl vadeli 8000'e alıyorum. Finans kurumlarının murabaha
sistemiyle de aynı vade ve aynı peşinatla yine 8000'e alabiliyorum. Tüketici
kredisiyle aldığım otomobilin vergisini 5000 üzerinden, finans kurumundan
aldığım otomobilin vergisini de 8000 üzerinden ödediğim için o daha pahalıya
mal oluyor. Fakat siz tüketici kredisine faiz, diğerine vadeli satış
diyorsunuz. Bunların ne farkı vardır?
Otomobili murabaha usulüyle aldığım zaman
pazarlığı finans kurumu yapmıyor, ben yapıyorum. Ama malı onlar alıyor, ben
de onlardan taksitle alıyorum. Tüketici kredisi ile alırsam banka benim adıma
kredi tahsis ediyor ve onu doğrudan otomobili satan firmaya veriyor. Ben de
bu krediyi, bankaya taksit taksit ödüyorum. Burada bir fark doğuyor. Neticede
her ikisinin yaptığı da finansman sağlama işlemidir. Helâl ise her ikisi de
helâl, haramsa her ikisi de haram olmalıdır.
Cevap-
Peşin fiyatı 5000 lira olan otomobili bir yıl vadeli 8000'e alınca bunun
tamamı otomobilin bedeli olur. Ama bir yıl içinde 8000 lira ödemek üzere 5000
lira kredi alıp otomobili bu kredi ile alınca iki işlem yapılmış olur.
Birincisinde bankadan 5000 lira kredi alınmış ve buna karşılık 8000 lira
borçlanılmış olur. Bu, açıkça faizli bir işlemdir. İkinci işlemle otomobil
peşin 5000 liraya alınmış olur. Bunda faiz yoktur. Banka 5000 lirayı kredi
alana da verebilir, otomobil satıcısına da. Parayı satıcı firmaya ödemesi
işlemin bu özelliğini değiştirmez.
Vadeli alımda
Otomobil bedeli 8000
TL.
Toplam borç 8000
TL.
Kredili alımda
Otomobil bedeli 5000
TL.
Bankadan alınan kredi 5000
TL.
Bankaya ödenecek faiz 3000
TL.
Toplam borç 8000
TL.
Soru- Alınan
mal aynı, borçlanılan bedel aynı, her ikisi de bir bakıma kredi kullanıyor, ama
bunlardan biri alım satım, diğeri faizli işlem oluyor, öyle mi?
Cevap- Evet
tam öyle. Olayı bir de şöyle anlatalım. Aynı marka ve aynı model birer otomobil
almak için sen, ben ve Hasan birlikte bir oto galerisine gittik. Otomobilin
peşin fiyatı 5000 lira. Ben onu, bir yıl vadeli
8000 liraya aldım. Hasan sana dedi ki, “5000 lira vereyim, otomobili peşin
al, bana bir yıl içinde 7500 lira öde.” Sen bunu kabul ettin ve otomobili peşin
5000 liraya aldın.
Soru- Bu
anlaşıldı, arada gerçekten bir fark var. Otomobili Hasan alıp 7500 liraya bana
satsaydı faizli işlem olmayacaktı. Ama olayın püf noktası finansman sağlamak
değil midir? Hasan otomobili kendi adına alıp bana satsa bile onun niyeti
otomobil almak değil, bana finansman sağlamaktır. Esas burayı aydınlatmak
gerekir. Evet, burada şeklen bir farklılık var, ama işin aslı itibariyle
faizli işlemle bunun arasında bir fark yokmuş gibi gözüküyor. İki şahıstan
biri otomobili, ticari yoldan daha pahalıya, diğeri faizli dediğimiz yoldan
daha ucuza almış oluyor. İşin aslı bir araba almaktır. Bu bir hukukî fark gibi
gözüküyor. Ne diyorsunuz, ikisi arasında temel bir fark var mıdır?
Cevap- İşte
o hukukî fark, bu iki şeyi ayırmakta, birine alım satım, diğerine de faizli
işlem denmesine sebep olmaktadır. Bankalarla faizsiz finans kurumlarını ayıran
da budur. Bu eğer basit bir farksa bankalar neden finans kurumu gibi
çalışamazlar. Taşıt kredisi vereceklerine o taşıtı alsın tüketiciye satsınlar.
Ama bunu yapamazlar. Çünkü o zaman bir kredi kurumu değil, ticari kurum
olurlar. Bu onların ne yapısına ne de işleyişine uyar. Bu bir hukukî farktır.
"İşin aslı bir araba
almaktır." diyorsunuz. Yukarıda anlatılan hırsızlık olayı, "işin
aslı elma yemektir." denerek savunulabilir mi? O olayı hatırlayalım. Bir
elma ağacının yanına iki kişi gelir, bu ağacın elmasından alıp götürmek
isterler. Birisi kabını doldurup gider. Diğeri ise ağacın sahibini bulur, ondan
izin alır ve sonra kabını doldurur. Hukuk, ikincisine bir şey demez ama
birincisini hırsız sayıp cezalandırır. Çünkü o, elmayı sahibinden izinsiz
olarak koparıp götürmüştür.
"İkisi arasında temel bir
fark var mıdır?" diye soruyorsunuz. Hukukî fark, temel farkın olduğunu
gösterir. Meselâ, otomobillerde önemli bir fabrikasyon hatası çıksa ve onları
geri versek, ben ödediğim peşinatı, taksitleri ve imzaladığım senetleri geri
alır işi bitiririm. Sen de ödediğin 5000 lirayı alırsın ama Hasan'a olan borcun
bitmez. O, vadeleri bekler ve senden 7500 lirayı alır. Hâlbuki, otomobili
Hasan alıp sana satsaydı, böyle olmazdı. Onu geri verir, işi bitirirdin.
"Benim otomobil almaya niyetim yoktu, onu senin için aldım." deyip
geri almazlık edemezdi.
Soru-
Doğru. Bu durumda Hasan'a olan borcum üzerimde kalır ve sıkıntıya düşmüş olurum.
Elimde otomobil yok ama 2500 lira faiz
borcum var. Bu da anlaşıldı. Vadeli satışlarda fiyat farkı, geçerli faiz
hadlerine göre hesap ediliyor. Bu hususta ne diyeceksiniz?
Cevap-
Malını vadeli satan herkes, vade farkı isterken bir hesap yapar. Hesabı, faiz
hadlerini dikkate alarak yapmanın bir zararı
olmaz. Sonuçta satıcı müşteriye bir fiyat teklif eder. Müşteri bu fiyata razı
olursa satış olur, yoksa olmaz. Yani burada yapılan, faizli borç verme değil
mal satışıdır.
Soru-
Borcunu zamanında ödemeyen kişilerden temerrüt faizi adı altında bir fark
alınmaktadır. Anlatılanlara bakılırsa bunun faiz olmaması gerekir. Bu konuda ne
dersiniz?
Cevap-
Temerrüt faizi, adı üstünde faizdir. Çünkü satış yapılmış, mal devreden
çıkmış, ilişki, bir borçlu alacaklı ilişkisine dönüşmüştür. Artık ödeme
geciktiği için alınan fark, borçtan gelir elde etmek olur. Borçtan elde edilen
gelir de faizden başka bir şey değildir.
Soru- Peşin
fiyatı 100 lira olan bir malı iki ay vadeli 120 liraya alan kişi, malı tüketse,
satsa yahut geri verilmesini engelleyen bir işlem yapsa sonra gelip, sürenin
dört aya, borcun da 140 liraya çıkarılması konusunda satıcıyla anlaşsa yine
faiz olur mu?
Cevap-
Böyle bir durumda mal devreden çıkmış, alıcı ile satıcı arasındaki ilişki,
borçlu alacaklı ilişkisine dönüşmüş, borca yapılan ilâve, vadenin uzatılmasına
karşılık olmuştur. Bu, borçtan gelir elde etmek olur. Bu gelir faizdir[395].
Satın alınmış mal elde mevcut ve
hazır olur, alıcı o malı geri verir, satıcı da alırsa satış bozulur. Bundan
sonra yeni vade ve yeni fiyat ile yeni bir satış yapabilirler. Bu, faiz olmaz.
Bu iş, o malın olduğu yerde yapılabilir. Malı alıp başka yere götürmek gerekmez.
Soru-
Borcunu zamanında ödemeyenler hem borcu geciktirmiş, hem de meydana gelen
enflasyondan yararlanmış olmaktadırlar. Bu durumda ne yapmak gerekir?
Cevap- Borcun
ödenmesi gerektiği günden itibaren meydana gelen para değer farkı borçludan
alınır. Bu, faiz değildir. Bu konu Enflasyon bölümünde işlenmiştir.
Soru- Ödeme
gücü olduğu halde parayı başka yerde kullanıp borcunu ödemeyenlere verilecek
bir ceza yok mudur?
Cevap- Bu
durumda o kişinin, verdiği sıkıntıya denk bir sıkıntı içine sokulması ve
yaptığının dengiyle cezalandırılması gerekir. Yani borçlu, 100 lira olan
borcunu haksız olarak 1 ay geç öderse, alacaklının fazladan 100 lira alıp 1 ay
kullanma hakkı doğar. Bu konu, Ödemeyi Geciktiren Borçluyu Cezalandırma, başlığı
altında incelenmiştir.
Soru- Peşin
fiyatı 100 lira olan bir malı iki ay vadeli 120 liraya alan kişi bir ay sonra
gelip borcunu 10 lira eksiği ile 110 lira olarak ödemek istese, alacaklı da bunu
kabul etse burada tersine işleyen bir faiz olur mu?
Cevap- Bu
konu, Iskonto başlığı altında işlenmiştir. Oraya bakılması uygun olur.
3 -Bir satış içinde iki satış
Soru- Vadeli
satışta bir akitte iki akit yapıldığı iddiası vardır. Birinin peşin için,
diğerinin de vadeli için yapıldığı ve Peygamberin bunu yasakladığı iddia
ediliyor, buna ne dersiniz?
Cevap - Bir
rivayette Allah'ın Elçisi'nin bir satış içinde iki satışı yasakladığı
bildirilmiştir[396].”
Bir başka rivayet ise onun, bir
safka içinde iki safkayı yasakladığı şeklindedir[397].”
Safka Arapçada el sıkışma anlamına
gelir. Satıştan sonra el sıkışma adeti olduğu için safka alım satım anlamında
kullanılır. El sıkışma Türkçede de aynı anlama gelir. Bu sebeple her iki
hadis de bir satışta iki satışın yasaklanmasıyla ilgilidir.
Bu yasak vadeli satış değil; tek
bir bedel üzerinde anlaşmadan satışı bitirmek olarak yorumlanmıştır. Buna
göre satıcı bir buzdolabına peşin 2500 TL., bir yıl vadeli 4000 TL. ister,
müşteri, "Bu fiyatlara aldım.” der, ama peşin 2500'e mi, yoksa vadeli
4000'e mi aldığını belirtmez. İşte bu, bir satış içinde iki satış olur. Çünkü
buzdolabının peşin 2500’e satılması bir satış, bir yıl vadeli 4000’e satılması
da ikinci satıştır. Bu iki satıştan hangisinin yapıldığı belirtilmeden ikisi
bir akit içine sokulmuştur. İşte bir satış içinde iki satış böyle anlaşılmıştır[398].
Fiyattaki bilinmezlikten dolayı bu
satış fâsit, yani geçersiz sayılmıştır, ama taraflar bedellerden yalnız
biri üzerinde anlaşırlarsa satış geçerli hâle gelir. Meselâ peşin 2500'e ya
da bir yıl vadeli 4000'e anlaşırlarsa satışı fâsit kılan bilinmezlik ortadan
kalkar ve akit sahih olur.
Bedelin belli olması şartı yalnız
vadeli satışlarda değil, bütün satışlarda aranmıştır. Bu durumda bir malın 35
DM'ye ya da 20 ABD dolarına satılması da fâsit satış olur. Çünkü bedelin
hangisi olduğu belli olmamıştır[399].
4 - Listeye göre fiyat
Soru-
Veresiye olarak bir buzdolabı almak isteyenin önüne liste konur. Dolabın peşin
fiyatı 2500 TL. ise, listede 1000 TL. peşin, kalanı altı ay taksitle şu fiyata;
bir yıl taksitle şu fiyata diye yazar. Peşin ve taksit miktarları değiştikçe
fiyat da değişir. Böyle bir satış yapılabilir mi?
Cevap-
Listedeki fiyatlardan biri kabul edilip satış ona göre yapılırsa bir mahzuru
yoktur. Pazarlık sırasında çeşitli fiyatlar teklif edilebilir. Bu liste, satıcının
değişen şartlara göre teklif ettiği fiyatları gösterir. Sonuçta satış bir tek
fiyat üzerinden bitirilir. Önemli olan da budur. Bunlar, dört mezhebin ortak
görüşüdür.
Soru- Bazı
fabrikalar, ürettikleri mallar için müşterilerine bir fiyat listesi gönderirler.
Listede, “Malın bir ay vadeli fiyatı şudur. Teslim gününden itibaren bir
hafta içinde ödemede bulunana şu kadar ıskonto yapılır. Bir ayı geçtikten
sonraki her ay için % 5 (ya da daha değişik oranda) fark uygulanır.” şeklinde
ifadeler yer alır. Müşteri ödemeyi nasıl yaparsa fiyat ona göre belirlenmiş
olur. Bu şekildeki bir satış caiz
midir?
Cevap- Bu
satış esasen fâsittir. Teklif edilen fiyatlardan biri kabul edilip akit ona
göre yapılırsa fâsit olmaktan kurtulur. Ancak piyasada bu şekilde bir örf
oluştuğu, yani bu usul kabul edilip uygulandığı, bir ayetin veya hadisin açık hükmüne aykırı
olmadığı için fasit olmaz. Çünkü oluşan örf sebebiyle bu bilinmezlik taraflar
arasında bir çekişme meydana getirmez.
Allah'ın Elçisi'nin bir satış
içinde iki satışı yasaklaması[400] bir malı peşin şu fiyata, veresiye şu fiyata
satmayı açıkça yasaklayan bir hadis değildir. Bu, birkısım fakihlerin hadis ile
ilgili yorumlarıdır. Bu hadisi başka şekilde yorumlayanlar da vardır.
Fâsit satışta mal teslim alınmamışsa,
satış hiç yapılmamış sayılır. Eğer mal teslim alınmışsa ya geri verilir ya da
yeni bir akitle sahih bir satış yapılır. Mal teslim alındıktan sonra elden
çıkarılmışsa o takdirde, miktarı ne olursa olsun, malın teslim günündeki
değerini ödemek gerekir.
VII- TRAMPA
Trampa, bir ticaret malını verip bir başka ticaret
malını almaktır. Hurma verip hurma almak böyledir. Buna takas ve değiş tokuş da denir. Arapçası
muqâyada ()dır. Yukarıdaki hadislerin trampa konusuna bir düzenleme getirdiği
söylenebilir. Bu konuyu, sorularla açmaya çalışalım.
Soru - Hadisler buğday verip buğday almaktan
bahsediyor. Bir kile buğdayla bir kile buğdayı değiştirirken miktarların eşit
olmasını şart koşuyor. Peki kalite farklıysa ne olacak ?
Cevap- Muhammed, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Biz ümmi bir ümmetiz, ne yazarız ne hesap yaparız[401].”
Bu şu anlama gelir; bizim hükümlerimizi, herkes her yerde uygulayabilir. Alım
satımla ilgili hükümler de öyledir. Trampayı kaliteden anlayan da yapar
anlamayan da. Kalite konusu sağlam bilgi ve tecrübe gerektirir. Çoğu kimse dış
görünüşe aldanır, güzel bir domates görür alır, içi olgunlaşmamış, tatsız
kalitesiz çıkar. Bir başka yerden eğri büğrü bir domates alır ama onun da
lezzetine doyulmaz. Kaliteden anlayan azdır.
Hadisler şunu demiş oluyor: Bu buğdayla şu buğdayı
değiştiriyorsan eşit olarak değiştir. Benimki kalitelidir, diyorsan onu para
karşılığı sat, öbürünü de para karşılığı al. Meselâ sen buğdayını ikiyüz bin
liradan sat, ondan da yüzdoksan bin liradan al, sonra paraları takas edin.
Sen, on bin lira alacaklı ol.
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, bir kişiyi
Hayber’de görevlendirmişti. İyi bir hurma getirmişti. ”Hayber’in bütün hurmaları böyle mi? “
diye sordu, o da;
-”Hayır vallahi ey Allah'ın Elçisi! Bunun bir sa’ını [402] iki saa, iki sa’ını üç saa alıyoruz.“ dedi.
Bunun üzerine o, şöyle dedi:
-”Öyle yapma; topladığın hurmayı dirhem karşılığında
sat sonra iyi hurmayı dirhem vererek al[403].”
Peygamber, ödünç verilebilir malların kendi
cinsleriyle takasını yasaklamıyor ama bunun peşin ve eşit ölçekli olmasını
istiyor.
Soru - Onu kimse yapmıyacağına göre?
Cevap - Zaten yapılması istenmiyor ama takasın önü de
tıkanmıyor, fakat zor şartlara bağlanıyor.
Bir ilmî toplantıda konu şu şekilde
değerlendirilmiştir:
Sabri ORMAN - İktisatta malın subjektif değeri,
kullanım değeri ve mübadele değeri ayırımı vardır. Sübjektif değerine dayalı
trampalarda taraflardan biri büyük zarara uğrayabilir. Kendi malı ona önemsiz,
karşı tarafın malı da çok önemli görünebilir. Bu onun değerlendirmesidir.
Halbuki başkaları bu iki malı farklı değerlendirir. Mübadele, trampa esasına
göre yürüdüğü zaman piyasadan haberi olmayanların veya malını elinden çıkarmak
isteyenlerin büyük zararlara uğradığı görülmüştür. İktisat tarihinde de bu
bir gerçektir. Meselâ kabilenin elinde altın vardır, onlar için bu altının bir
önemi yoktur, ama diğerlerinin getirdiği incik boncuğun değeri onlar için
yüksektir. Bunlar bir avuç altın verip bir avuc boncuk alınca kendilerini
karlı sayabilirler. Trampa ekonomisinde tüccarlar aşırı kârlar yaparlarmış.
Halbuki piyasaya çıkarılması halinde o malı iki kişi yerine bütün bir toplum
değerlendirir. Bu çok daha adil olur.
Bu yasakla Peygamber Efendimiz, trampanın yol açtığı
bu orantısız kazanç ve kayıpları önleyerek mübadelenin, toplumun genel
değerlendirmesi çerçevesinde yapılmasını sağlamaya çalışmıştır. Onun için bu
yasak, insanları ayni mübadeleden nakdi mübadeleye zorlamıştır. Bu açıklama
beni tatmin ediyor.
İnsanların bir kısmı malı tüketmek için, bir kısmı da
satmak için alır. Bir mala tüketicinin bakışıyla satıcının bakışı farklıdır.
Birincisi için kullanım değeri, ikincisi için mübadele değeri önemlidir.
Kullanım değeri sübjektif, mübadele değeri objektiftir. Bir malın değeri size
göre çok yüksek olabilir ama alıp satan birinin gözünde o mal o kadar değerli
değildir.
Mal piyasaya sürülünce objektif bir değer üzerinden
işlem görür ve daha adil bir mübadele gerçekleşmiş olur. Daha doğrusu mübadele
öyle olur. Onun için İslamiyetin trampayı zorlaştırması, bir nevi zayıfın ve
tüketicinin korunması olur. Bu, İslamın prensiplerine uygundur.
Trampanın tamamıyla yasaklanması hayatın gerçeklerine
uymaz. Bazen ihtiyacınızı gidermeniz adil bir mübadeleden daha önemli
olabilir. Hadisler o kapıyı da tam kapamıyor ama insanları, dolaylı olarak
nakdî mübadeleye zorluyor."
VIII - ISKONTO
Iskonto sözlükte indirim anlamına
gelir. Terim olarak borçtan, ödünçten veya bir borç senedinde yazılı miktardan
indirim yaparak borcu vadesinden önce ödeme anlamında kullanılır.
A- Borcun Iskontosu
Burada sözü edilen borç, satıştan,
kiradan, bir iş veya hizmetten doğan borçtur. Buna mal veya hizmet akdinden
doğan borç denir. Bu borçlar, vadesinden önce istenemezler.
Fakihlerin çoğu, vadeyi uzatmaya
karşılık borca yapılan ilâve ile vadeyi kısaltmaya karşılık borçtan yapılan
indirimi aynı kapsama sokarak borcun ıskontosunu faizli işlem
saymışlardır. Meselâ bir malı, üç ay
vadeli 120 liraya alan kişi, bir ay sonra alacaklıya; "110 liraya razı
isen borcu hemen ödeyeyim" der, alacaklı da razı olursa, 10 liralık
ıskonto yapılmış olur. Borcu iki ay geciktirmeye karşılık alınacak 10 lira fazlalık
nasıl faiz ise, fakihlerin çoğuna göre iki ay erken ödemeye karşılık yapılan 10
liralık ıskonto da faizdir.
Bu konuda İmam Malik şöyle der:
"Bize göre üzerinde görüş
ayrılığı olmayan kötü iş şudur: "Bir kişinin, vadesi gelmemiş alacağı
olur, o alacaktan indirimde bulunur, borçlu da ödemeyi hemen yapar." Bize
göre bu, zamanı gelen borcun vadesini uzatmaya karşılık borca ilâve yapmakla
aynıdır. Bu, tam faizli işlemdir; bunda şüphe yoktur[404]."
Hanefîlerin konu ile ilgili görüşü
şöyledir:
"Vadeli bin dirhem alacağı
olan kişi, borçlusuyla peşin 500'e anlaşsa caiz olmaz. Çünkü peşin, vadeliden
hayırlıdır. Borcun peşin olması, o borcu doğuran akitle elde edilmiş bir hak
değildir. Öyle ise bu indirim, öbürünün vadede yaptığı indirime karşılıktır.
Bu, zamana değer biçmek olur, o da haramdır[405]. Çünkü zaman mal değildir[406].
Bize göre bu gerekçe Hanefî
mezhebi için bir çelişki oluşturmaktadır. Çünkü onlar, diğer mezhepler gibi
bir malı peşin 1000’e, vadeli 2000’e satmayı kabul ederler[407]. Vadeli satışta fazladan ödenen
1000 lira, zamana değer biçmek olmaz mı?
Şafiî, Hanbelî ve Zahirî
mezhepleri de ıskontoyu caiz görmezler[408].
Borçlu taraf, bir şart koşmadan
borcunu erken öder, alacaklı da kendiliğinden ikramda bulunursa bunu bütün
mezhepler kabul ederler.
Bir kimse bir malı, alacağına
karşılık olmak üzere vadesinden önce alabilir. Bunu hem İmam Malik, hem de
diğerleri kabul etmiştir. İsterse malın değeri alacaktan az olsun[409]. Meselâ 100 liralık alacağa
karşılık 50 liralık bir mal vadesinden önce alınabilir. Bu ıskonto kapsamına
girmez.
İbni Kayyım el-Cevziyye ıskontoyu
caiz görür. Ona göre "Borcu erken ödemeye karşılık yapılan indirim
faizin tam zıddı bir işlemdir. Çünkü faizli işlem, vadeyi uzatmaya karşılık
borcu artırmaktır. Ama bu, vadeyi kısaltmaya karşılık borcun bir kısmını düşürmeyi
içerir. Her iki taraf da bundan yararlanır. Haram sayanlar, bunu faize kıyaslamışlardır.
Ama "Ya vadesinde öde, ya da borcu artır" sözü ile "Borcu
erken öde, bir yüzlük bağışlayayım." sözü arasındaki açık fark,
görmezlikten gelinemez. Biri nerede, diğeri nerede? Bunu yasaklayan ne bir
nas, ne bir icma, ne de sahih bir kıyas vardır.
İbni Kayyım bunun İbni Abbas'ın görüşü
olduğunu, Ahmed b. Hanbel'den yapılan iki rivayetten birinin böyle olduğunu
ve hocası (İbni Teymiyye)'nın da bu görüşü tercih ettiğini bildirmektedir[410]."
İbni Kayyım'ın dediği doğrudur. Bu
tür bir ıskontoyu yasaklayan ne ayet, ne hadis, ne de icma vardır. Faiz,
borca yapılan ilâvedir. Iskonto ise borca ilâve değil, tam tersi borçtan indirim
yapmaktır. Ama İbn Kayyım'ın "Her iki taraf da bundan yararlanır."
şeklindeki gerekçesi kabul edilemez. Çünkü iki taraf, faizden de yararlanır.
Biri, faiz geliri elde eder, diğeri de aldığı ödünçle bir ihtiyacını görür.
Burada önemli olan bu işlemin faiz olup olmamasıdır.
İmam Malik'in dediği gibi ıskonto
ile faiz arasında benzerlik vardır. Gerçekten vaktinden 1 ay önce ödenen borçtan
%5 indirim yapmakla, bir ay sonra ödenecek borca %5 ilâve yapma bir yönüyle
iki aynı işlem gibi gözükür. Bu, zamana değer biçme yönüdür. Böyle bir
benzerlik vadeli satış ile faiz arasında da kurulmuş ve "Peşin fiyatı 10
lira olan bir malı bir ay vadeli 11 liraya satmak helâl ise, 10 lirayı bir ay
vadeli 11 liraya satmak da helâl olmalıdır." denmiştir. Benzerliğe
bakılarak hüküm verilseydi vadeli satışı faizli işlem kapsamına sokmak gerekirdi.
Çünkü her ikisinde de bedel, vadeye bağlı olarak artırılmaktadır. Ama bunu
Kur'an reddetmiş, alım satım ile faizi kesin olarak ayırmıştır. Bu konu daha
önce geçmişti. Öyleyse faize benzeyen yönü var diye ıskontoyu faiz kapsamına
sokmamak gerekir. Çünkü arada temel bir fark vardır. Faiz borçtan elde edilen
gelir, ıskonto ise borçtan yapılan indirimdir. Borçtan gelir elde etmeyi yasaklayan
ayetler ve hadisler olduğu halde borçtan indirim yapmayı yasaklayan bir şey
yoktur. İndirime faiz denemeyeceği için ıskonto faiz kapsamına alınamaz.
Sonuç olarak bize göre borcun ıskontosu caizdir.
B- Ödüncün Iskontosu
Ödünçten doğan borç, bir mal veya
hizmet akdinden doğan borçtan farklıdır. Kişi aldığı ödüncü kendi malı gibi
tüketir ve daha sonra onun dengini öder. Örnek olarak 100 gr. altın veya bir
kile buğday ödünç alan kişi parayı kullanır veya buğdayı tüketir; sonra bir
başka 100 gr. altını veya başka bir kile buğdayı ödeyerek borçtan kurtulur.
Bir mal veya hizmet satan ise
ondan gelir elde eder. Bu gelirin miktarı yapılacak ödemenin zamanına göre
değişir. Peşin fiyatı 100 lira olan bir mal veya hizmetin bir ay vadeli fiyatı
105, iki ay vadeli fiyatı da 110 lira olabilir. Onu iki ay vadeli 110 liraya
alan kişi, parayı iki ay sonra ödemek için bu fiyata razı olmuştur. Bu sebeple
bu tür alacaklar vadesinden önce istenemez. Bu kişi, yapılacak 5 liralık
ıskontoya karşılık borcunu vadesinden bir ay önce 105 lira olarak öderse, bu
beş lira alacaklının kârından yaptığı indirim olur.
Ödünçten elde edilen her gelir
faiz sayılıp yasaklandığı için faizsiz ödüncün ıskontosu, faizden yapılan
indirim değil, alacaklının borçluya bağışı olur. Çünkü onun vadesinin alacaklıyı
bağlaması için bir sebep yoktur. O, bankadaki vadesiz mevduat gibidir, her an
istenip alınabilir. Bu sebeple ödünçten indirim yapmak, ödeme zamanı gelmiş
bir alacaktan indirim yapmaktır. Mebsut'ta konu ile ilgili şu ifadeler yer
alır: "Bir kişi diğerine ödünç olarak dirhemler vermiş olsa, sonra
borçlunun daha az bir ödeme yapması hususunda anlaşsalar caiz olur[411]." Böyle bir indirim, vadesi
gelmiş diğer alacaklarda da olabilir.
C- Senet Iskontosu
Borç senetleri, bir borcun yazılı belgeleridir.
Bunlar; tahvil, hazine bonosu, çek ve senet diye değişik isimlerle anılırlar.
Tahvil, faizli borç senedidir. Onu
çıkaran kuruma göre devlet tahvili, banka tahvili veya şirket tahvili diye
adlandırılır. Hazine bonosu da bir tahvildir.
Çek, bankadan alacaklı bulunan bir
kişinin, hamiline veya çek üzerinde adı yazılı kişiye ödeme yapması için
bankaya verdiği yazılı emirdir. Çeklerde vade olmayacağından çekin ıskontosu
da olmamalıdır. Ama Türkiye’de vadeli çek kullanımı yaygındır. Vadeli çek,
bir borç senedi mahiyetindedir. Onun ıskontosu senet ıskontosu ile aynıdır.
Alacağı belgeleyen borç senedini,
üzerinde yazılı miktardan daha az bir bedel karşılığında vadesinden önce ciro
etmeye[412] senet ıskontosu veya senet kırdırma denir.
İki ay vadeli 100 liralık bir borç senedini peşin seksen liraya ciro etmek
böyle bir ıskontodur. Senedi alan kişi, iki ay sonra yüz lira almak üzere
şimdi seksen lira ödünç vermiş olur. Bu, faizli ödünçtür. O senet ise faizli
ödüncün belgesidir. Çünkü iki ay sonra yüz lira almak üzere bugün seksen lira
veren kişi borçludan, 100 liralık bir borç senedi alır. Ona güvenmezse kefil
vs. ister. Kırdırılan senette borçlu dışında bir başkasının da imzasının
olması, alacaklıya güven verir. Çünkü senet üzerinde kaç kişinin imzası olursa
alacağını o kadar kişiden isteyebilir.
Bankalar da senet ıskontosu
yaparlar. Iskonto ettikleri senedi Merkez Bankası'na tekrar ıskonto ettirirler
ki, buna reeskont denir. Reeskont faizi, ıskonto faizinden azdır. Meselâ bir ay
vadeli 1000 liralık bir senedi 950 liraya ıskonto etmişlerse bunu Merkez
Bankası'na ıskonto ettirerek (reeskont) 975 lira alırlar. Bu ikisi arasındaki
fark bankanın faiz geliri olur.
IX - SELEM VE İSTISNA
Selem, para peşin, mal veresiye olmak üzere yapılan
satım akdidir. Burada işlem, veresiye satışın tam tersine yürür. Malın miktarının,
özelliklerinin, teslim yerinin ve teslim tarihinin akit sırasında tespit
edilmesi şarttır. Şartlarına uygun olarak yapılan bir selem akdi ile ileri bir
tarihte üretilecek mallar şimdiden satılmış ve bedeli nakit olarak alınmış
olur.
İstısna bir sipariş akdi, bir malın üretimi için
imalatçıyla yapılan anlaşmadır. İstısnaın selemden farkı paranın peşin verilmesinin
şart olmaması ile malın teslim tarihinin kesin olmamasıdır.
İleri bir tarihte teslim alınacak veya üretilecek bir
malın bedelinin tamamen veya kısmen ödenmesi fiyatı ucuzlatır. Peşin 100 lira
olan bir malın iki ay vadeli fiyatı 115 lira olursa, bedelin tamamının iki ay
önceden verilmesi halinde fiyatı 85 lira civarında olabilir. Burada da bir mal
alımı yapıldığı için faizli işlemden söz edilemez. Ama bu, faizsiz sermaye
temini yoludur.
X - FACTORİNG
Factor, İngilizcede bir firmaya
borç para veren veya komisyon alarak satış yapan kimse[413] anlamına gelir.
Factoring, vadeli satış yapan
firmaların, bu satışlardan doğan alacaklarının “factor” veya “factoring
şirketi” tarafından satın alınması esasına dayanan bir faaliyettir.
Factoring şirketinin yaptığı işler
genel olarak şunlardır:
1- Satıcı firmanın vadeli
satışlarıyla ilgili her türlü muhasebe kayıtlarını tutmak,
2- Vadeli satışlardan doğan
alacakları vadesinde tahsil ve takip etmek,
3- Alacakların tahsil edilmemesi
halinde doğacak kayıpları tam olarak karşılamak,
4- Potansiyel ve mevcut
müşterilerin malî durumları hakkında bilgi toplamak,
5- Malların satış imkânlarını
artırmak üzere piyasa araştırması yapmak[414].
Alacağın devri, alacak senedinin
devri ile olur. Factor kuruluşu, alacağın bir kısmını düşer ve kalanını hemen
öder. Factoring şirketi, aynı zamanda borçluya kefil olmuş olur. Borcun
ödenmemesi halinde doğacak kayıpları tam olarak karşılaması bunu
göstermektedir.
Potansiyel veya mevcut
müşterilerin malî durumları hakkında bilgi toplaması, kefil olacağı firmayı
tanımasını sağlar. Satıcı firmanın vadeli satışlarıyla ilgili her türlü
muhasebe kayıtlarını tutması ona, ilgili firmaları yakından takip etme imkânı
verir. Sürekli piyasa araştırması yapması ise kefil olabileceği yeni firmalar
bulmasını sağlar. Malların satış imkânlarının artması, aslında onun iş hacminin
artması demektir. Dolayısıyla factoring şirketinin yaptığı bütün faaliyetler,
öncelikle kendi gelirini artırma ve zararını asgariye indirme faaliyetidir.
İşin temeli, faizli borç vermedir.
1 ay vadeli 100 liralık bir borç senedi 95 liraya satın alındıysa bunun anlamı,
bir ay sonra alacağı 100 liraya karşılık 95 lira ödünç vermesidir. Bunun faizli
bir işlem olduğu açıktır.
XI - KÂR HADDİ
Soru - Veresiye
satışlarda bazen yüzde yüzü aşan kâr oluşmaktadır. Meselâ 80 liraya alınan bir
mal, peşin 100 liraya satılırsa bir yıl vadeli 200'e satılabilmektedir. Alım
satımda bir kâr haddi var mıdır?
Cevap -
Alım satımda kâr haddi olmaz. Peygamber, fiyatların serbest rekabet ortamı
içinde oluşmasına önem vermiş, bunlara engel olacak şeyleri yasaklamıştır.
Medine'de fiyatlar yükselmiş, halk Allah'ın Elçisi'nden narh koymasını
istemişti. Narh, bir malın en çok kaça satılabileceğinin yetkili makam
tarafından belirlenmesi demektir. Bu istek üzerine Allah'ın Elçisi, ona dua
ve selâm olsun, şöyle demişti: Fiyatları
belirleyen, daraltan, genişleten ve rızık veren yüce Allah’tır. Benim asıl
istediğim, sizden birinizin kanı ve malı konusundaki bir haksızlıktan dolayı
benden bir talebi olmadan Rabbime kavuşmaktır[415].
"Fiyatları belirleyen, daraltan, genişleten ve rızık veren yüce
Allah’tır."
sözünün anlamı şudur: Allah, dünyaya bir kanun koymuştur. Fiyatlar, darlık,
genişlik ve rızık bu kanuna, yani kendi tabii kuralına göre oluşur. Bu kurala
aykırı davranmak zulümdür. Piyasa, dış müdahalelerden uzak, serbestçe
oluşmalıdır.
Bu sözüyle o, narhın piyasanın
serbestçe oluşmasına engel olduğunu ve zulme yol açtığını ifade etmiştir. Bazı
fakihler, zorunlu hallerde narhı kabul etmişlerdir. Ama bu yanlıştır.
Peygambere şikayet edilen durumu zorunlu hâl saymaya ne engel var ki, onlar bu
görüşe varmışlardır. Bu, hem Peygamberin sözüne, hem de piyasa kurallarına
aykırıdır. Narh, ekonomiyi daha da daraltır. Çünkü o zaman piyasaya daha az mal
gelir. Kıtlık ve karaborsa yüz gösterir. Bolluk ve
ucuzluk ancak serbest piyasa ile
sağlanabilir.
Müdahaleden uzak, serbestçe oluşan
bir piyasada fiyat artışı, ucuzluğun en iyi habercisidir. Çünkü fiyatların
arttığını duyan herkes oraya mal getirir, orada kısa sürede bolluk ve ucuzluk
başlar.
Soru- İmâm
Ebû Hanife’nin kâr haddini yüzde yüzle sınırlandırdığı iddia ediliyor.
Deniyor ki, “Ebû Hanife’ye göre bir kimsenin aynı mal üzerinden bir defada
veya birden fazla satışlarda toplam yüzde yüzü aşan bir kâr sağlaması caiz
değildir. Önceki kârın son satışta anaparadan düşülmesi gerekir.” Bu hususta
ne dersiniz?
Cevap- Ebû
Hanife bir kâr haddi tespit etmemiştir. Sözü edilen husus, kâr haddi ile değil,
murabahalı satışla ilgilidir. Murabahalı satış, malın alış fiyatının ya da
mal oluş fiyatının eksiksiz belirtildiği, satıcının elde ettiği kârın,
müşteriye tam olarak bildirildiği satıştır. Ebu Hanife’nin bu konudaki sözlerinin
özeti şudur:
"Bir kimse 10 liraya satın
aldığı bir malı 20 liraya satar, sonra aynı malı tekrar 10 liraya alırsa bu mal
ona bedavaya mal olmuş olur. Maliyeti sıfır olan bir malı murabahalı olarak
%10, % 20 gibi bir kârla satmak mümkün olmaz. Sıfırın % 10’u, % 20’si de sıfırdır. Bu sebeple Ebû
Hanife, böyle bir olayda murabahalı satış yapılamayacağını söyler[416]. Buna karşılık Ebû Yusuf ve
Muhammed der ki, biz, ilk alım satımı dikkate almayız. Madem bu kişi bu malı
tekrar 10 liraya satın almıştır, öyleyse murabaha oranı bu 10 lira üzerinden
hesap edilir[417]. Dolayısıyla Ebû Hanife’nin
murabahanın gerçekleşmeyeceği yolundaki görüşünü, kâr haddi ile karıştırmak
yanlıştır. Yoksa bu kişi bu malı murabahalı olarak değil de serbest pazarlık
usulüyle, yani malın alış fiyatını veya maliyetini söylemeden tekrar 20 liraya
satsa Ebu Hanife’ye göre bunun bir mahzuru yoktur.
Soru -
Mecelle’nin[418] bir kâr haddi tespit ettiğinden bahsediliyor.
Bu hususta bilgi verir misiniz?
Cevap -
Mecelle’nin 165. maddesinde belirtilen gabn-ı fahiş hadlerini kâr haddi ile
karıştıranlara rastlanmaktadır. Bunun kâr haddi ile ilgisi yoktur. Gabn-ı fâhiş
ayrı bir konudur. O konu aşağıda izah edilecektir.
Soru -
Satın aldığımız bir malın fiyatı artarsa biz de fiyatı artırabilir miyiz?
Meselâ 100 liradan aldığımız bir malı 110 liraya satarken bu malın alış fiyatı
140 liraya çıkarsa kalanını yeni oluşan fiyata göre satabilir miyiz?
Cevap -
Malı yeni oluşan fiyata göre satabilirsiniz. Malı satarken onu kaça aldığınıza
bakılmaz, onun o günkü piyasa fiyatının ne olduğuna bakılır. 10 liraya aldığınız
bir malın piyasadaki fiyatı 100 liraya çıkmışsa 100 liraya satarsınız.
Diğer taraftan 100 liraya aldığınız bir malın fiyatı 10 liraya düşmüşse onu
da 10 liradan satarsınız. Bu, alım satımın tabii kuralıdır.
Soru -
Bazıları derler ki, elinizdeki malı yeni fiyattan satamazsınız, eski
fiyatından satmanız gerekir. Bunun bir dayanağı var mıdır?
Cevap-
Bunun bir dayanağı yoktur. Bu, fiyatların karşılıklı rıza ile oluşmasını
emreden ayete de aykırıdır. Çünkü fiyatlar arttığı halde malın eski fiyatla
satılmasını istemek satıcıyı, razı olmayacağı bir satışa zorlamak olur.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:“Müminler,
mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin, ama karşılıklı rıza ile yapılan
bir ticaretle yiyebilirsiniz" (Nisa
4/29) Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir: “Gönül rızası
yoksa kimsenin malı kimseye helâl olmaz[419].”
XII - GABN-I FAHİŞ
Soru -
Piyasa fiyatının üstünde vade farkı uygulamak caiz olur mu? Gabn-ı fahiş sebebiyle akdi fesih hakkı doğar
mı?
Cevap-
Müşterinin bilgisizliğinden yararlanarak piyasa fiyatının üstünde vade farkı
uygulamak caiz olmaz. Eğer bir gabn-ı fahiş tespit edilirse akdi feshetme hakkı
doğar.
Gabn, aldatmak demektir. Bir
kimsenin bir malı, piyasa fiyatının üstünde bir fiyatla satın alması ya da
piyasa fiyatının altında bir fiyatla satması halinde gerçekleşir. Eğer malın
piyasa değerini bilerek böyle bir farka razı olmuşsa yapılacak bir şey yoktur.
Ama bu fark, taraflardan birinin diğerini aldatması suretiyle doğmuşsa bakılır:
Eğer aldatma fahiş ölçülerde ise aldanan tarafın akdi feshetme hakkı doğar[420].
Aldatma sınırını tespit için mal o
piyasayı bilen ve mallara değer biçme yeteneğine sahip olan kişilere
gösterilir. Meselâ, 10 TL.’ye satın alınmış bir mala bunlardan bir kısmı 5
TL., bir kısmı 6, bir kısmı da 7 TL. kıymet biçerse o zaman bu malın fahiş bir
fiyatla satıldığı ortaya çıkar ve buna gabn-ı fâhiş denir. Çünkü bu şahıslardan
hiçbiri o mala, 10 lira kıymet biçmemiştir. Ama biri 8, biri 9, biri de 10 lira
kıymet biçerse malın fahiş bir fiyatla satılmadığı ortaya çıkar. O zaman bu,
gabn-ı yesîr, basit bir aldanma olur[421].
Peşin fiyatı 1000 lira olan bir
malı bir yıl vadeli 1600 liraya alan bir kişi aldatıldığını iddia ederse mal,
o piyasayı bilen ve mallara fiyat biçen kişilere gösterilir. Bunlardan biri,
bu malın bir yıl vadeli fiyatı 1600 lira eder, derse fahiş fiyatla satış
yapılmış olmaz. Ama eğer mallara kıymet biçen kişilerden hiçbiri bu fiyatı
vermezse o zaman bir gabın olduğu ortaya çıkar.
Özet olarak bir malın peşin ya da
veresiye satılmış olması piyasadaki fiyatını etkileyeceğinden veresiye
satılan bir malın, piyasa fiyatının üstünde satıldığından bahsedebilmek
için, taraflardan birinin diğerini aldatmak suretiyle fahiş bir fiyat uygulaması
gerekir. Alış verişte ufak tefek aldanmalar olabileceğinden fahiş ölçülere
varmayan bir gabnın akde tesiri olmaz.
Mecelle’nin 165. maddesi gabn-ı
fahiş için bazı oranlar belirlemiştir. Madde şöyledir:
“Gabn-ı fâhiş, uruzda (ticaret
mallarında) nısf-ı uşur (yani yüzde beş) hayvanatta (canlı hayvan satışında)
uşur (yani yüzde on) ve akarda (taşınmaz mal satışında) humus (yani yüzde
yirmi) miktarı veya daha ziyade aldanmaktır.”
Mallara fiyat biçen kişilerin,
malın alındığı çarşı için belirlediği üst ve alt sınırlar bu oranlarda
aşılmışsa bir gabn-ı fahiş var demektir. Bundan daha az aşılmışsa ona da gabn-ı
yesîr denir. Gabn-ı yesîr sebebiyle akdin bozulması yoluna gidilmez.
Meselâ bir ticaret malını 10
liraya alan kişi, aldatıldığını iddia ederek akdin bozulmasını talep ederse bu
mal, o çarşıyı bilen ve mallara kıymet vurma yeteneğine sahip olan kişilere
gösterilir. Bunlardan hiçbiri mala, 9.5 liradan fazla fiyat vermezse alıcının
%5 oranında aldandığı ortaya çıkar. Mecelle’ye göre bu, ticaret malları için
akdi bozmaya kâfi bir orandır.
X - YASAKLANMIŞ BAZI ALIM SATIMLAR
Allah'ın Elçisi bazı alım
satımları yasaklamıştır. Bunlar piyasanın serbestçe oluşmasını sağlayan ve
aldanmayı önleyen şeylerdir. Malları yolda karşılayıp pazara ulaşmadan alma,
ihtikâr, mevcut olmayan malları satma, malı teslim almadan satma ve müşteri
kızıştırma yasağı bunlardandır.
A- Malları Yolda Karşılayıp Almak
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm
olsun şöyle demiştir: “Malları yolda
karşılamayın da pazara kadar ulaşsın.” Çünkü pazara ulaşmayan mal,
bilgisizlikten ucuza satılabilir. Bir başka hadiste, malını yolda satan satıcının,
pazara geldiğinde fiyatı yüksek bulması halinde satıştan cayabileceği
bildirilmiştir[422].
B- İhtikâr Yasağı
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm
olsun şöyle demiştir:
“Dışardan mal getiren kazançlı olur, ihtikâr yapan da lânete uğrar.[423]”
Onun bir sözü de şöyledir: “İhtikâr
yapan suçludur[424]"
İhtikâr sözlükte zulüm ve
haksızlık anlamına gelir. Terim olarak farklı tanımları vardır. Hanefî mezhebinden
Ebu Yusuf’a göre ihtikâr, “Satın aldığı bir malı, halkın çok ihtiyaç duymasına
rağmen satmamaktır. Bu kişiye, kendine ve ailesine yetecek miktardan fazlasını
satması emredilir. Böyle yapmaz da ihtikârda direnirse yetkili mahkemeye
çıkarılır. Hâkim ona nasihat eder ve onu tehdit eder, üçüncü kez hâkimin
huzuruna çıkarılınca böyle yapmaması için onu hapseder ve tazirde bulunur. Ama
hâkim o malı, ne zorla satabilir ne de narh koyabilir[425].
C- Elde Olmayan Malı Satmak[426]
Hakîm b. Hizâm dedi ki, Allah'ın
Elçisi'ne geldim, dedim ki, “Bana biri geliyor ve bende olmayan bir malı satın
almak istiyor. Ben de çarşıdan onun için alıp ona satıyorum. Allah'ın Elçisi,
ona dua ve selâm olsun dedi ki:“Yanında
olmayanı satma[427]."
D- Malı Teslim Almadan Satmak[428]
Hadislerde, teslim alınmadan satılması
yasaklanan malların tamamı yiyecek maddesidir. Allah'ın Elçisi, ona dua ve
selâm olsun, şöyle demiştir:”Bir taam
(yiyecek) satın alan onu teslim almadan satmasın.[429]”
E- Müşteri Kızıştırmak
Bunun Arapçası neceştir. Mal
almaya niyetli olmayan biri, satıcının yanına gelir, müşteri gibi davranarak
malı metheder ve diğer müşterileri heyecana getirip fiyatın artmasını sağlar.
Allah'ın Elçisi bunu yasaklamıştır[430].
XIV - KAPARO VEYA PEY AKÇESİ
Soru Bazı
alış verişlerde caymayı önlemek için, satıcı müşteriden, kaparo veya pey
akçesi adı altında bir miktar peşin ödeme almakta, eğer müşteri cayarsa kaparo
olarak verdiği para satıcıya kalmaktadır. Bu para satıcıya helâl olur mu?
Cevap:
Hanefi mezhebine göre meşru bir şekilde yapılan ve kesinlik kazanan bir satım
akdi, ancak tarafların karşılıklı rızalarıyla veya mahkeme kararıyla
bozulabilir. Müşterinin veya satıcının, tek taraflı akdi bozma yetkisi yoktur.
Alıcı veya satıcı yahut her ikisi belli bir müddet muhayyer olmaları şartıyla
alış veriş yapabilirler. Muhayyer olan taraf, bu müddet içinde alış verişi
bozabilir. Malda bir kusur çıkması halinde de müşteri için bir muhayyerlik
vardır[431]. Fakat alış verişte şart koşulsa
bile verilen kaparonun, müşterinin cayması halinde satıcıya kalması caiz olmaz.
Çünkü bu, hibe veya sadaka olmadan bir malın karşılıksız olarak elde
edilmesidir. Bu haksız bir kazanç sayılır ve satıcıya helâl olmaz[432].
Hanbeli mezhebine göre, bir satım
akdi yapılır, müşteri satıcıya kaparo adı altında bir ödemede bulunur
"Malı satın almaktan vazgeçersem bu para senin olsun" der, sonra
vazgeçerse kaparo olarak verilen şey satıcıya helâl olur.
Malikîler kaparoyu caiz görmezler.
İmam Malik, el- Muvatta' adlı hadis kitabının el-Büyû' bölümüne şu hadisle
başlar:
"Allah'ın Elçisi, ona dua ve
selâm olsun, kaparolu satışı yasakladı[433] "
İmam Malik, bu konuyu şöyle
açıklar:
"Bize göre kaparolu satış
(beyu'l-urbân ) Allahu a'lem şudur: Kişi bir köleyi veya küçük bir cariyeyi
satın alır yahut bir hayvanı kiralar, sonra satıcıya veya hayvan sahibine, sana
bir dinar veya dirhem, daha çok veya daha az vereyim; eğer malı alırsam veya
hayvana binersem bu şey malın bedeline veya hayvanı kiralama ücretine
katılsın. Ama malı almaktan veya kiralamadan cayarsam verdiğim şey senin
olsun, der. Bu batıldır, bir şeye karşılık değildir[434]."
Şafii mezhebi de kaparolu satışı () kabul etmez. Mezhebin konu ile ilgili görüşü
şöyledir:
"Kaparolu satış sahih olmaz.
Bu, bir kişinin mal satın alıp satıcıya bir miktar para vermesidir; şu şartla
ki, eğer malı kabul ederse verdiği para mal bedeline mahsup edilsin; yok eğer
cayarsa bu para satıcıya hibe olsun. Bunun sahih olmaması iki sebepten kaynaklanır:
1-
Peygamberimizin bunu yasaklayan bir hadisi vardır. Ancak hadisin senedi
Peygamberimize kadar ulaşmamaktadır.
2-
Burada akdi bozucu (müfsit) iki şart vardır: Biri hibe şartı diğeri de malın
geri verilmesi şartıdır. Bunlar müşterinin cayması halinde olur[435].
Ahmed b. Hanbel, kaparolu satışla
ilgili hadisin senedinin Allah'ın Elçisi'ne kadar ulaşmadığını yani münkatı'
olduğunu sebep göstererek hadisi zayıf bulmuş ve kaparolu satışı caiz
görmüştür. Onlara göre Ömer ve oğlu Abdullah da bunu meşru saymışlardır.
Hanbeli mezhebinin konu ile ilgili görüşü şöyledir:
"Kaparolu satış sahihtir. Bu, müşterinin
bir şey satın alması ve satıcıya, bedelin bir kısmını kaparo olarak vermesidir.
Şu şartla ki, eğer malı alırsa kaparo bedele mahsup edilecek, ama eğer cayarsa
satıcının olacaktır. Müşteri malı alınca kaparo olarak verdiği meblağ mal
bedeline mahsup edilir, cayarsa kaparo satıcının olur. Fakat satışta böyle açık
bir şart yoksa satıcı kaparoya sahip olamaz.
Bir satım akdi yapılmadan müşteri
bir miktar para vererek satıcıya, "Bunu başkasına satma, eğer onu ben almazsam
bu para senin olsun" der de malı satın almazsa o zaman satıcı kaparoya
sahip olamaz. O para müşterinindir[436]."
Araplar kaparoya urbân arbûn veya urbûn derler. Bu kelime Arapça değildir[437]. İstanbul Hukuk Fakültesi emekli
profesörlerinden İsmet SUNGURBEY'in verdiği bilgiye göre kaparonun Yunancası
arhabondur, Romalılar buna arra veya arha derler. Demek ki bu kelime
Arapçaya Yunancadan geçmiştir.
İKİNCİ BÖLÜM
BANKA
VE
ÖZEL FİNANS KURUMU
Tasarrufları, faiz ödeyerek
toplayıp faizli borç olarak verme sistemine kredi sistemi denir. Bu işi daha
çok bankalar yürütür.
Tasarruflar, ortaklık sermayesi
olarak da toplanabilir. Küçük tasarrufları, bu şekilde bir araya getirip
büyük sermayeler oluşturmak ve onları ticaret veya ortaklıklar yoluyla
işletmek mümkündür. Buna ortaklık sistemi denir. Bu iş için mudarebe =
emek-sermaye ortaklıkları kurmak gerekir. Bu ortaklıklara bankacılık hizmetlerini
yapma yetkisinin verilmesiyle özel finans kurumları doğmuştur.
Finans kurumu, tasarruf sahibiyle
bir emek-sermaye sözleşmesi yapar, buna kâr/zarar ortaklığı adı verilir. Bu
sözleşme ile o, topladığı tasarrufları bir tüccar veya sanayici sıfatıyla işletmeyi
ve elde edeceği kârı tasarruf sahibiyle paylaşmayı kabul ve taahhüt eder. Eğer
zarar olursa tasarruf sahibinin sermayesinden gider. Bu durumda finans kurumunun
zararı, yaptığı işten gelir elde edememekle sınırlı kalır. Türkiye'deki
uygulamada finans kurumu zarara ortak edilmektedir ki, bu sistemin mantığına
uymaz.
Tasarrufların faizli borç olarak
verilmesi öteden beri bilinen bir uygulamadır. Ama önceleri ancak belli büyüklükte
tasarrufu olanlar faizli borç verebilirken kredi sistemi ile küçük tasarruf
sahipleri de faizli borç verebilir hâle gelmişlerdir. Onlar borcu bankaya
verirler, banka bu küçük tasarrufları bir araya getirip büyük fonlar[438] oluşturur ve talep edenlere kredi olarak
verir.
Tasarrufları ortaklık sermayesi
olarak vermek de öteden beri bilinen bir uygulamadır. Ama önceleri ancak
belli büyüklükte tasarrufu olanlar ortak bulurlarken ortaklık sistemi ile
küçük tasarruf sahipleri de ortak bulur hâle gelmişlerdir. Finans kurumu veya
gerekli donanıma sahip bir şirket, onları ortak olarak kabul edip
ellerindeki tasarrufları toplar ve büyük fonlar oluşturur, sonra bu fonları
tüccar veya sanayici gibi kullanır.
Faizsiz olarak verilen krediye
faizsiz ödünç denir. Bir kimseye sermaye verip kazanç sağlamasına yardımcı olmak,
ama elde edeceği kârdan pay almamak insan tabiatına uymaz. Bu sebeple faizsiz
ödünç, bir fon temini yolu olarak kullanılmaya elverişli değildir.
Tasarrufları faizsiz olarak
işletmenin tek yolu ortaklık sistemidir. Bu sistemde tek veya birkaç işlemlik
ortaklık kurulabileceği gibi geniş kapsamlı ve uzun vadeli ortaklık da
kurulabilir. Böylece sistemi işletmek kolay olur.
I- BANKA
Banka, İtalyanca "banca"
kelimesinden alınmıştır. Para bozma gişesi, para bozma yeri anlamına gelir[439]. Arapçaya el-benk () şeklinde
geçmiştir. Araplar bankaya el-masrif () de derler.
İslâm ülkesinde ilk banka, 1849 yılında
İstanbul'da, İstanbul Bankası adıyla kurulmuş[440] ve birçok Batılı kurum gibi gün geçtikçe
yaygınlaşmıştır.
Bankalar, çeşitli yollarla elde
ettikleri mevduatı, bazı kişi ve kuruluşlara kredi şeklinde tahsis eden; para
ve kredi ile ilgili her türlü işlemi yapan malî aracılardır. iki temel işleri
vardır:
1- Bankacılık hizmetleri
2- Finansal aracılık
A- Bankacılık Hizmetleri
Bankacılık hizmetleri; havale, çek
kullandırma, kredi mektubu ve kredi kartı verme, mevduat kabulü, senet
tahsili, ıskonto ve reeskont işlemlerini yapma, teminat mektubu verme, emanet
kabulü, akreditif açma vs.dir. Bankalar bir de para, altın, gümüş ve menkul
kıymetlerin alım satımını yaparlar.
Bankacılık hizmetlerinin çoğu,
belli bir komisyon karşılığında faizsiz olarak yürütülür. Bunlar, daha sonra
anlatılacaktır.
B- Finansal Aracılık
Bankanın asıl işi, parası olanlarla
paraya ihtiyacı olanlar arasına girerek birinden aldığı mevduatı, diğerine
kredi olarak tahsis etmektir. Bunun iki ayağı vardır; biri mevduat, diğeri de
kredidir.
1- Mevduat
Bankanın ödünç olarak topladığı
paraya mevduat denir. Mevduat ya vadeli ya vadesiz olur. Vadeli mevduat
faizli, vadesiz mevduat ise faizsiz olur. Bazı ülkelerde vadesiz mevduata,
kanun zoruyla faiz uygulansa da bu, sistemin mantığına uymaz.
Vadesiz mevduat, bankalara önemli
imkânlar sağlar. Bu sebeple onlar, vadesiz mevduat toplamak için de çaba sarf
ederler. Çek, kredi kartı ve kredi mektubu gibi ödeme araçları, daha çok bunun
için icat edilmiştir.
2- Kredi
Kredi, faizli ödünçtür. Bankalar,
topladıkları mevduattan kredi verirler. Mevduat vadeli ise olağanüstü bir durum
olmadan vadesinden önce çekilmez. Vadesiz mevduat her an çekilebilir ama
onlar, tecrübeleriyle vadesiz mevduatta büyük bir değişiklik olmadığını
görmüşlerdir. Çünkü bazı hesaplar çekilse de açılan yeni hesaplar kayıpları
karşılamaktadır. Hâl böyle olduğu için bankalar, vadesiz mevduattan da kredi
verirler. Ama talepleri karşılamak gayesiyle vadesiz mevduatın belli bir
kısmını kasalarında nakit olarak tutarlar. Buna kasa ihtiyatı denir. Siyasi
otorite, krediye dönüştürülen mevduat için karşılık ayırmayı zorunlu kılar,
buna da munzam karşılık denir.
Mevduat iki şekilde krediye
çevrilebilir:
a- Nakit kredi
Borçluya veya onun talebiyle üçüncü şahsa
nakit olarak ödenen kredidir.
b- Çekle kullandırılan kredi
Banka, krediyi daha çok çekle
kullandırmak ister. Bunun için borçlu adına bir vadesiz mevduat hesabı açar,
krediyi oraya kaydeder ve borçluya bir çek koçanı verir. O da krediyi çekle
kullanır.
Günümüzde ödemelerin büyük kısmı
çekle ve bankalarda açılmış hesaplar arası nakillerle (havale) yapılır.
Bankadan çıkmayan ve vadesiz mevduat olarak borçlunun hesabına geçirilen
kredi bir başkasına tekrar kredi olarak tahsis edilir ve zincir halkalar halinde
uzar gider.
Çek veren gibi, çeki alanın da bir
bankada hesabı olabilir. Zaten çek alış verişi çoğunlukla çek kullananlar arasında
olur. Böyle olunca alacaklı taraf, çeki nakit olarak tahsil etme yerine
hesabının bulunduğu bankaya verir. Çünkü çeki böyle tahsil etmenin bazı
koyalıkları vardır. Eğer borçlunun hesabı da aynı bankada ise banka, çekte
yazılı meblağı borçlunun hesabından düşüp alacaklının hesabına kaydeder.
Böylece bankadan para çıkmadan işlem tamamlanmış olur.
Hesapların ayrı bankalarda olması
halinde de borç ve alacak işlemi yine araya nakit girmeden tamamlanabilir.
Çünkü bu bankanın müşterisi nasıl karşı bankanın bir müşterisine borçlu ise,
o bankanın başka müşterisi de bu bankanın bir diğer müşterisine borçlu
olabilir. Bu iki veya daha fazla borç, karşılıklı takas edilir. Takas işlemlerinin
sonucuna göre bu bankaların birinden diğerine ya hiç para gitmez yada az bir
para ile işlem tamamlanır.
Takas iki banka arasında değil,
bütün bankalar arasında olur. Birinci banka, ikinci bankadan alacaklı,
üçüncüye borçlu; ikinci banka da üçüncüden alacaklı, karşılıklı borç ve
alacaklar eşit ise hesaplar arasında kaydî ayarlamalar yoluyla işlem
bitirilir. Borç ve alacaklarda bir fazlalık varsa yalnızca bu fazlalık
için, borçlu banka alacaklı bankaya ödeme yapar. Bu işlemler takas (clearing)
odası aracılığıyla yürütülür.
II- ÖZEL FİNANS KURUMU
Özel Finans Kurumu, ortaklık sistemiyle
fon toplayıp ticarî faaliyetler ve bankacılık hizmetleri yapmak üzere kurulmuştur.
Bankanın faiz vererek topladığı parayı o, kâr ve zarara katılma (mudarebe)
akdi ile toplar. Finans kurumu kredi vermez, fonlarını akıllı ve ilerisini
düşünen bir tüccar veya sanayici sıfatıyla kullanır.
Bankanın topladığı paraya mevduat,
finans kurumunun topladığına da fon adı verilir. Fon (fonds), Fransızca bir
kelimedir; büyükçe para, sermaye ve belli bir iş için gerektikçe ödenmek
üzere ayrılıp işletilen para anlamlarına gelir[441].
İslâm, faizi kesin olarak
yasakladığı için İslâm ekonomisinde sermaye, kredi sistemi ile değil, ortaklık
sistemi ile sağlanmıştır.
XVI. asırdan beri Amerika ve
Afrika kıtasında ve daha başka yerlerde edindikleri sömürgelere 20. asrın
başlarında birçok zengin İslâm ülkesini de katan Batılılar, sömürgelerden elde
ettikleri gelirleri bankalarda birleştirmiş ve büyük yatırımlar, yeni
kalkınma hamleleri gerçekleştirmişlerdir. Batılı iktisatçılar, yazdıkları
kitaplarda dikkatleri yapılan sömürüden başka yöne çekmeye ve kalkınmalarının,
bankacılık sistemiyle sıkı ilişkisi olduğunu vurgulamaya özen göstermişlerdir.
Bu ve benzeri görüşler İslâm âleminde batı tesiriyle kurulmuş iktisat fakültelerinin
ders kitaplarında da yer almıştır[442].
Onlara göre kalkınmak için sermaye
birikimine ihtiyaç vardır. Sermaye birikimi sadece bankalar yoluyla sağlanabilir.
Bankacılık sistemi ise ancak faizle yürür. Faiz yasağı, bankacılığı ve
dolayısıyla kalkınmayı engellemektedir. Varılmak istenen sonuç ise faizi
yasaklayan İslâm'ın ihtiyaçlara cevap veremediğidir. Birçok Müslümanın
zihni bu konuda hâlâ karışıktır.
Hâlbuki, kredi sisteminin
karşısında ortaklık sistemi vardır. Bu sistem, faizin doğurduğu sakıncaları
ortadan kaldırarak sermaye birikimi sağlamaya elverişli ve öteden beri bilinen
ve uygulanan bir sistemdir. İslâm faizi kabul etmeyince kredi sistemi devre
dışı kalır. Son iki asırdır, batılıların etkisiyle dikkatler kredi sistemi
üzerinde yoğunlaştığı için ortaklık sistemi unutulmaya yüz tutmuştur. Hâlbuki,
bugün yaşanan ekonomik krizlerin, gelir ve servet dağılımındaki uçurumun ortadan
kalkmasında ve bozulmuş dengelerin yeniden kurulmasında ortaklık sistemi büyük
bir rol üstlenebilir. Bu sistemi bütün açıklığı ile insanlığa sunmak gerekir.
Batılıların kredi sistemine
getirdikleri iki yenilikten söz edilebilir. Bunlardan biri, küçük tasarrufları
toplayıp büyük sermayeler oluşturmak için banka kurmuş olmalarıdır. Bankalar
bugün, insanların günlük işlerinde kullanacakları paralara varıncaya kadar
bütün parayı ekonominin emrine vermeyi başarmışlardır. Parayı vücuttaki kana
benzetirsek bunun bir yerde birikmeyip dolaşmasının önemi kolayca
anlaşılabilir. Kan dolaşımı önemli olduğu gibi kanın kalitesinin bozulmaması
ve mikroplardan arındırılmış olması da önemlidir.
Küçük tasarrufları toplayıp büyük
sermayeler oluşturma işi ortaklık
sistemi ile de yapılmaktadır. Bu sistemde faiz olmadığı için faizin sebep
olduğu olumsuzluklar da yoktur.
İkinci yenilik, kaydî para üretim
mekanizmasını kurmalarıdır. Bu mekanizma bütün dengeleri bozmuş, çağdaş
insanın hayatına enflasyonu, gelir dağılımındaki adaletsizliği, sosyal
sınıfları, terörü ve daha birçok sıkıntıyı yerleştirmiştir. Artık zenginler
alabildiğine büyümüş ve devletlerin yerine geçmeye başlamıştır. Kaydî para konusu
ileride anlatılacaktır.
III- ÖZEL FİNANS KURUMUNUN FARKI
Banka[443] ile özel finans kurumu arasında hem benzerlikler
hem de farklılıklar vardır. Benzerliklere bakanlar bu iki kurumu aynı saymak
isterler. Ama farklılıklara bakınca bunların birbirinden ayrı olduğu ortaya
çıkar. Zaten iki şeyi ayıran aradaki farklılıklardır. Kadınla erkeğin benzer
yönleri çoktur ama birine kadın, diğerine erkek dememiz aradaki farklılıklardan
dolayıdır.
Bankalarla finans kurumları
arasında tespit edebildiğimiz farklar şunlardır:
1-
Bankalar kredi sistemine, özel finans kurumları ise ortaklık sistemine göre
çalışırlar. Bankalar mevduatlarını faiz ödeyerek toplarlar, özel finans
kurumları ise fonlarını mudarebe ile toplar ve fon sahipleri için bir katılma
hesabı açarlar.
Bankaların mevduat sahipleri ile
ilişkisi, borçlu alacaklı ilişkisidir. Bu sebeple biri diğerinin zararına
katlanamaz. Katılma hesabı sahipleri ile özel finans kurumunun ilişkisi ise
ortaklık ilişkisidir, biri diğerinin kârından da zararından da etkilenir.
2-
Bankalar topladıkları mevduatı kredi, yani faizli borç olarak verip gelir elde
ederler. Finans kurumları borç vermez,
akıllı ve ilerisini düşünen bir tüccar gibi davranırlar. Gelirlerini
ticaretten, sanayiden ve çeşitli hizmetlerden elde ederler. Bunların diğer iş
sahipleri ile ilişkisi çoğunlukla onlara üretim desteği vermek şeklinde olur.
3-
Bankalar, kredi verdikleri kişilerin durumunu tehlikede görürlerse vadenin
dolmasını beklemeden krediyi geri isteyebilirler. Vermezlerse temerrüt faizi
uygulamaya başlar, aldıkları teminatları nakde çevirir ve onları büsbütün
çıkmaza sokabilirler. Meselâ bir kişi bankadan iki yıl vadeli ve %15 faizli
kredi alıp kullandıktan sonra banka, durumu iyi görmediğini belirterek ona,
krediyi 15 gün içinde geri ödemesini yoksa temerrüde sokacağını bildirebilir.
O, bu borcu bu kısa süre içinde ödeyemezse temerrüde sokulur. Bundan sonra
banka faiz oranlarını tek taraflı artırır. Bir de bakarsınız koskoca bir
kuruluş, küçücük bir borç yüzünden batmıştır. Bu sebeple bankadan kredi alanlar
gözlerinin önünü pek göremezler.
Özel finans kurumlarının
müşterileri bu gibi sıkıntıları yaşamaz. Onlarınki ticari borç olduğundan,
vadesinden önce talep edilemez. Eğer bir iş ortaklığı yapılmışsa finans kurumu,
her ortak gibi kâra da zarara da katılır. Böylece finans kurumlarının
müşterileri gözlerinin önünü görerek çalışırlar.
4-
Özel finans kurumları müşterilerine karz-ı hasen (faizsiz ödünç) verebilirler.
Bunu kredi ile karıştırmamak gerekir. Kredi, bir satın alma gücünü bir
menfaat karşılığında vadeli olarak vermektir. Ama karz-ı hasen (faizsiz
ödünç) bir menfaat karşılığı verilmez. Karz-ı hasende belirlenen süre bağlayıcı
değildir. Alacaklı taraf, istediği zaman alacağını talep etme hakkına
sahiptir[444]. Bu sebeple karz-ı hasen yoluyla
istenilen miktarda parayı bulmak kolay olmadığı gibi ne zaman isteneceği belli
olmayan bir parayla önemli bir ekonomik faaliyet yapmak da kolay değildir. O,
birbirine güvenen kişilerin yardımlaşması şeklinde olur. Finans kurumunun vereceği
karz-ı hasen de tıpkı bir tüccarın güvendiği bir kişiye kısa vadeli faizsiz
borç vermesi gibidir.
5-
Çek kullandırma bakımından da bankalarla özel finans kurumları arasında
önemli farklar vardır.
Özel finans kurumu bir ticaret
veya sanayi kuruluşu gibi çalıştığı için onun müşterisine kredi tahsis edip
bunu cari hesaba geçirmesi ve krediyi kullansın diye ona bir çek koçanı vermesi söz konusu olamaz. O, her tüccar gibi
satacağı malı kendisi alır, çek kesecekse kendi keser, bu çekin karşılığı da
kasasında bulunur. Bu sebeple finans kurumu banka parası üretemez. Eğer bir
iş ortaklığı yapmışsa ortak, bu iş için tahsis edilmiş parayı finans kurumunun
vekili olarak kullanır. Bu durumda da o paranın hesaptan hesaba nakli suretiyle
kaydî para üretimi mümkün olmaz.
Bankalara gelince, onlar kredi
verdikleri kişi adına vadesiz hesap açar, krediyi oraya kaydeder ve çekle
kullandırırlar.
Bugün ödemelerin büyük kısmı çekle
ve bankalarda açılmış hesaplar arası nakillerle yapılır. Bankadan çıkmayan
ve vadesiz mevduat olarak müşterinin hesabına geçirilen kredi, bir başka
müşteriye tekrar kredi olarak verilir ve zincir halkalar halinde büyür.
Gerçekte olmayan, sadece kayıtlarda bulunan bu paralar, çekler vasıtasıyla
piyasaya sürülür. Prensipte parayı Merkez Bankası üretir ama kaydî para adı
verilen bu çekler bankaları, en büyük para üreticisi haline getirir. Merkez
Bankası'nın parası faizsiz, ama bu çekler faizli olduğu için enflasyonun ve
pahalılığın en önemli sebebi olmuşladır.
6-
Bankalarla finans kurumları munzam karşılığa ve sermaye tabanına ihtiyaç duyma
açısından da farklıdırlar.
Bankaların mevduatı onların
borçlarıdır. Tahsis ettikleri kredilerin kullanılması için verdikleri çeklerin
karşılığını da öderler. Bu onları önemli bir borç altına sokar. Buna kredilerin
batma tehlikesi de eklenince özel tedbir alma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bunlar,
kasa ihtiyatı ve munzam karşılık bulundurma, belli bir sermaye tabanına
dayanma ve bazı ek tedbirler alma ihtiyacıdır.
Mevduatlarının tamamını kredi
olarak vermeyip bir miktar kasa ihtiyatı bulundurmak suretiyle bankalar tahsis
ettikleri kredilere ait çekleri ödeyebilirler. Bu, onların itibar kaybına
uğramadan çalışmaları için zorunludur. Finans kurumları da vadesiz mevduat
kabul ettikleri için onların vadesiz mevduat için kasa ihtiyatı bulundurmaları
gerekir.
Belli bir sınırın üzerinde kredi
vermelerini engellemek için bankalara, munzam karşılık mecburiyeti
getirilmiştir. Kaydî para mekanizması anlatılırken buna yer verilecektir.
Kredilerin batması halinde onu
karşılayacak sermaye gerekir. Aksi takdirde önemli dengesizlikler doğabilir.
İyi bir ekonomide kredilerin batma oranının %8'i geçmediği tespit edilmiştir.
Bu sebeple bir banka, elindeki mevduatın
%8'i kadar bir sermaye tabanına oturursa işlerini rahat yürütür. Yani 100
birim gerçek aktifi varsa bunun sekiz birimi kadar sermayesi olmalı ki, bir
ödeme problemi çıkınca borç bu sermayeden ödensin. Ekonominin kötü olduğu bir
yerde daha fazla bir tabana ihtiyaç duyulabilir. Sermaye tabanı da her zaman
problemleri çözmeye yetmez.
Meselâ, 80 lira işletme sermayesi
olan bir bankanın, 500 lirası vadeli, 500 lirası da vadesiz olmak üzere 1000
lira mevduat toplamış olduğunu ve mevduatın tamamını krediye çevirdiğini
düşünelim. Munzam karşılık oranı da %10 olsun. Kasa ihtiyatını düşünmezsek bu
bankanın açtığı kredilerin toplamı 9.000 lira olur. Bu banka, vadesiz mevduat
sahiplerine de 500 liralık çek kullanma imkânı vereceğine göre toplam 9500
liralık çekin karşılığı olması gerekir. Bankanın, 500 lira da vadeli mevduat
sahiplerine borcu olduğu için toplam borç 10.000 lira olur. Bu borca karşılık
bulundurması gereken sermaye tabanı 80 liradır.
Munzam karşılık ve sermaye tabanı
dışında kredi tahsisine ilişkin başka düzenlemeler de yapılabilmekte ve
tasarruf sigorta mevduatı payı gibi ek tedbirler alınmaktadır.
Finans kurumları fon sahiplerine
karşı yalnızca emeği ile ve dürüst davranmakla sorumlu olduğu için onlarda
sermaye tabanı problemi ve munzam karşılık bulundurma ihtiyaçları yoktur. Çünkü
onlar mudarebe prensiplerine göre çalışırlar. Mudarebede işletmeci durumunda
olan mudarip, ne ana sermayeyi ve belli bir kârı garanti edebilir ne kimseye
kredi verebilir. O, dikkatli ve dürüst bir tüccar olarak emeğini koyar ve kendine verilmiş paraları kullanır. Kâr elde
ederse onu, önceden anlaştığı oranda para sahibi (rabb’ül-mal) ile paylaşır.
Kâr yoksa emeğine bir karşılık almaksızın parayı olduğu gibi sahibine verir.
Zarar olmuşsa tamamen para sahibine aktarılır. Böyle bir yapı içinde kaydî para
ihracı söz konusu olmadığı için munzam karşılık bulundurma, kredi
kullandırılmadığı için de belli bir sermaye tabanına dayanma ihtiyacı
olmaz.
4491 sayılı Bankalar Kanunu, özel
finans kurumlarının kullandırdıkları fonları kredi gibi algılamış ve onlara da
sermaye tabanı yükümlülüğü getirmiştir. Gerek munzam karşılık ve gerekse sermaye
tabanı uygulaması sistemin mantığına uymaz. Çünkü bu bir kredi sistemi değil,
ortaklık sistemidir. Bu kurumların yaptığı da tüccarlık veya sanayiciliktir.
Onlardan tek farkları, bankacılık hizmeti yapmaları ve ortaklık esasına göre
fon toplamalarıdır.
7-
Etkinlik ve verimlilik bakımından da finans kurumlarının iyi bir yeri vardır.
Verimlilik kârlılık demektir. Yani bir finansal kurum belli bir zamanda, varlığını
devam ettirecek kadar kâr elde ederse verimli demektir. Türkiye’deki finans
kurumları, verimlilik bakımından önemli başarılar elde etmişlerdir.
Etkinlik bir finansal kurumun
faaliyette bulunduğu ekonominin büyümesi, rekabeti ve istikrarı için önemli
alanlara para aktarıp aktarmaması ile ilgilidir. Türkiye'de banka kredilerinin
önemli kısmının ekonominin ihtiyacı olan alanlara gitmediği açıktır. Özel
finans kurumları ise piyasanın içine girip paralarını ekonominin
ihtiyaçlarına tahsis ettiği için ekonomiye, çok açık şekilde katkıda bulunmaktadırlar.
8-
Bankalar, para dolaşım hızını anormal olarak artırırlar. Çünkü aldıkları faiz
ve sebep oldukları enflasyon insanların paradan kaçmasına, nakit bulundurmak
istememelerine ve fazla düşünmeden harcama yapmalarına yol açar. Paranın
anormal bir hızla dolaşması para
miktarını artırıcı ve değerini düşürücü bir rol oynar.
Özel finans kurumlarının para
dolaşım hızını artırıcı etkileri olmaz. Çünkü bunlar faize ve enflasyona sebep
olmazlar. Piyasadaki fonksiyonları normal bir tüccarınki ile aynıdır.
9-
Özel finans kurumları kaydî para üretemedikleri ve kredi vermedikleri için
enflasyona sebep olmazlar.
Bankalar, gerek sistemlerine giren
paranın birkaç katı banka parası üretmeleri ve gerekse para dolaşım hızını
artırmaları sebebiyle para miktarını anormal biçimde şişirirler. Buna faizin
meydana getirdiği pahalılık da eklenince faizli bankacılık sistemi,
enflasyonun ve pahalılığın en önemli sebebi haline gelir[445]. Ama finans kurumlarının bu
bakımdan bir etkisi olmaz.
Burada kaydî para konusunu biraz
açmak gerekir.
Çek kullananlar, ödemeleri nakit
olarak değil, çekle yaparlar. Çeklerin karşılığı tam olarak bankada bulunmaz,
sadece kayıtlarda gözükür. Bu çekler para gibi dönüp dolaştığı için bunlara
kaydî para denir.
Kaydî paranın ilk örnekleri madeni
para sisteminin yaygın olduğu devirlere dayandırılır. Rivayete göre eski
bankerler, kendilerine emanet olarak külçe veya sikke bırakanlardan bazısına
hamiline yazılı makbuz vermişler, bazısına da hesap açmışlar. Yazılı talimat
verdiği takdirde bu hesaptan onun adına ödeme yapmışlar. Hesap sahibinin talimatı
bir çek görevi görmüş. Hamiline yazılı bu çekler piyasada para gibi kullanılmaya
başlanmış. Kimi iş adamları bu çeklere daha çok güveniyor ve onları nakitlere
tercih ediyorlarmış. Çünkü altın ve gümüş paralarda ağırlık ve ayar büyük önem
taşır. Bankerler bu konuda uzman olduklarından onlardaki paranın ağırlık ve
ayarına güveniliyormuş.
Bankerler, kasalarındaki altın ve
gümüşün fazla talep edilmediğini, çek ve makbuzların tercih edildiğini
görmüşler. Bunu fırsat bilmişler ve ellerindeki altın ve gümüşün, nakit
talebini karşılayacak kadar olmasına dikkat ederek kredi isteyenlere hamiline
yazılı makbuz vermeye veya çek yazabilecekleri birer cari hesap açmaya
başlamışlar. Böylece verdikleri kredi, elerindeki altın ve gümüş stoğunun
birkaç katına çıkmış, piyasayı bu çek ve makbuzlar sarmış[446].
Bankalar da benzeri bir tecrübe
yaşamışlar ve vadesiz mevduattan kredi verilebileceğini keşfetmişler. Çünkü
tecrübeler, bu hesapların uzun vadede fazla değişmediğini, vadesiz mevduat
hacminin oldukça düzenli yürüdüğünü, bazı hesaplar çekilse de açılan yeni
hesapların sağladığı fonlarla kayıpların giderilebildiğini göstermiştir.
Ancak her şeye rağmen beklenmedik nakit talebi olabilir ve bankalar sıkıntıya
düşebilirler. Bu sebeple ihtiyatlı bankacılar mevduatın belli bir kısmını
kasalarında nakit şeklinde tutarak bu poblemi halletmeye çalışmışlardır. Buna
bankacılık dilinde kasa ihtiyatı denir.
Bankaların kaydî para
mekanizmaları şöyle işler:
Bankaya bin liralık mevduat yatırıldığını düşünelim.
Banka bu parayla kredi taleplerini
karşılar. Birinci kişiye bin lira kredi açar, bunu onun cari hesabına kaydeder
ve ona bir çek koçanı verir. Para bankadan çekilmediği için onu, aynı usulle
ikinci müşteriye kredi olarak tahsis eder. Onun için de bir cari hesap açar ve
bir çek koçanı verir. Bu işlemi üçüncü, dördüncü, beşinci ilh. müşterileriyle
yapar gider. Böylece kendine yatırılmış olan bin lirayı onlarca müşterisine
borç vermiş ve bu borcun kullanıldığı çekler yoluyla piyasaya bol miktarda
kaydî para sürmüş olur. Bunun bir sınırı yoktur.
Elinde çek bulunanlar veya vadesiz
mevduat sahipleri bankadan nakit para çekebilirler. Kasada bunu karşılayacak
kadar para olması gerekir. Bu sebeple çıkardıkları kaydî paraya bir sınır koymak
gerekmiştir. Siyasi otoritenin munzam karşılığı zorunlu hâle getirmesi bu
ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Munzam karşılık oranları, dolaşıma çıkacak kaydî
parayı kontrol bakımından da önemlidir.
Bir bankanın bulundurması gereken
munzam karşılık oranı %10 ise kendine yatırılan bin liralık mevduat ile şu
şekilde bir kaydî para ihracı seyri meydana gelir :
İşlem |
Mevduat |
İhtiyat |
Kredi |
1. |
1000 |
100 |
900 |
2. |
900 |
90 |
810 |
3. |
810 |
81 |
729 |
4. |
729 |
72.9 |
656 |
n |
... |
.... |
..... |
Toplam kaydî para miktarı 9.000
Mevduat vadesiz olursa hesap
sahibine de bin liralık çek kullanma imkânı verileceğinden kaydî para miktarı
on bin liraya çıkar.
Banka, yaptığı ilk işlemde yüz
lira karşılık ayırıp 900 lira kredi verir. 900 lirayı vadesiz hesaba kaydettiği
için tekrar kredi açma imkanı doğar, bu defa onun 90 lirasını karşılık ayırıp
810 lirasını kredi olarak verir. Birkaç işlemden sonra verdiği kredinin miktarı
dokuz bine, vadesiz mevduat sahibinin kullanacağı çekle birlikte ihraç ettiği
kaydî para on bine çıkmış olur.
Bu 10.000 lira, bankanın ödemeyi
üstlendiği borçtur.
10- Özel finans kurumlarının
fonları daha akılcı şekilde kullanılabilir.
Faizli kredi alanlar kolayca
sıkıntıya düşebilirler. Sıkıntıyı azaltmak için bu kredileri ya kısa vadeli ihtiyaçlarında
ya da kısa vadede yüksek kâr getirecek yatırımlarda kullanmak zorunda
kalırlar. Bu sebeple banka kredileriyle orta ve uzun vadeli yatırımları
gerçekleştirmek pek mümkün olmaz.
Kredi alanlar, ayrıca yüksek kâr
elde etmek zorundadırlar. Çünkü kazançları, ödeyecekleri faiz miktarının
altına düşerse iflasa varan sıkıntılar baş gösterir. Zira banka, kredi
kullananın hiçbir riskini kabul etmez.
Özel finans kurumu kredi vermediği için bu tür sıkıntılara
sebep olmaz. O, müşterileriyle ya alım satım akdi, ya ortaklık (mudarebe,
müşareke) ya da finansal kiralama yapar. Alım satım normal seyri içinde
yürüyeceği için müşteriye ek külfet yüklemez. Borcun gecikmesi hâlinde temerrüt
faizi de olmaz.
Özel finans kurumu ile orta ya da uzun vadeli ortaklık
yapılabilir. Yatırımın her türlü riskine finans kurumu da katılacağı için
yatırımcı, doğabilecek tehlikeyi tek başına göğüslemek zorunda kalmaz.
11-
Özel finans kurumu bankadan daha rahat
bir ortamda çalışır.
Banka, çoğunlukla borçlarına
karşılık %10 gibi bir ihtiyat bulundurup diğer paralarını kredi olarak
dağıtır. Bu sebeple, meydana gelen ani mevduat azalışları bankayı zora sokar.
Hele bu iş için banka ihtiyatları kâfi gelmezse mevduat sahipleri arasında bir
panik meydana gelir ve sonuçta birçok banka batar.
Özel finans kurumunda böyle
sıkıntılar yaşanmaz. Çünkü bu sistemde katılma hesabı sahiplerinin her biri
kurumun iş ortağıdır. Parasını çekmek isteyenin ortaklık şartlarına uyması
gerektiğinden ne kurum sıkıntıya girer ne de panik doğar. Eğer ortada bir
zarar varsa buna hesap sahibi de katlanır.
12-Özel
finans kurumu gerçek kazanç elde etme imkânı verir.
Mevduat sahiplerinin bankadan
aldıkları faiz, çoğu zaman enflasyonun
altında kalır. Bu sebeple onlar enflasyonun gönüllü kurbanı sayılırlar.
Meselâ Türkiye’de 1935’te tahvile para yatırmış birinin % 7 net bileşik faiz
hesabıyla gelirini de anaparaya eklediği hâlde 1975’te mal varlığı İstanbul
Ticaret Odası endekslerine göre eksi değerinin % 17’si olduğu hesap edilmiştir[447]. Bu kişi % 83 oranında kayba uğramış
olmaktadır. Aslında bu tablo her yerde buna yakındır. Halkın tasarruflarının
miktarı daima düşmektedir. Meselâ 1910 yıllarında dünyada toplam tasarrufun
% 80’i halkın biriktirdiği paralardan oluşmakta iken 1960’larda bu oran %
42-45 civarına inmiştir[448]. 2000 yılının Türkiye'sinde
halkın tasarrufu kavramı hemen hemen kalmamıştır.
Özel finans kurumları, katılma hesabı sahiplerine kârdan
pay verirler. Kâr etmiş sayılmaları için mevcut enflasyonun üzerinde bir gelir
elde etmeleri icap eder. Bu sebeple finans kurumlarının görevleri hem
ellerinde bulundurdukları paraları enflasyona karşı korumak hem de o paralarla
gerçek kâr elde ederek katılma hesabı sahiplerine bundan pay vermektir. Çünkü
kendileri ancak gerçek kârdan pay alabilirler. Bugün bu yapılmamaktadır ama
olması gereken budur.
IV- ÖZEL FİNANS KURUMUNUN İŞLEYİŞİ
Özel Finans Kurumu, fonlarını
emek-sermaye ortaklığı (mudarebe) ile toplayıp akıllı ve ilerisini düşünen bir
tüccar ve sanayici sıfatıyla kullanarak faizsiz malî aracılık yapar ve ayrıca
bankacılık hizmetlerini yürütür.
A- Malî Aracılık
Malî aracılık, tasarruf sahiplerinin paralarını toplayıp
belli esaslara göre işletmektir.
Özel finans kurumları hem vadeli
hem de vadesiz fon kabul ederler. Vadeli fonlar ortaklık esaslarına uygun
olarak alınır. Bunların önemli bir bölümü, müşterilerin istedikleri malları
almak için kullanılır. Genellikle peşin aldıkları malı vadeli olarak sattı
klarından müşterilerinin durumunu
iyice araştırmak, onlardan kefil, rehin vs. gibi teminatlar almak zorunda
kalırlar. Bundan başka aşağıda belirtilen selem, ıstısna, mudarebe, müşareke,
ithalât, ihracat, finansal kiralama gibi işlemleri de yaparlar. Ortaklıklar
kurar veya sanayiin ihtiyacı olan takım, teçhizat, ham madde vs. alıp onlara
vadeli olarak satarlar. Böylece finans kurumları tasarruf sahipleri ile ona
ihtiyaç duyanlar arasında bir malî aracılık yapmış olurlar. Malî aracılığın iki
ayağı vardır; biri fon toplama, diğeri de fon kullanmadır.
1-Fon toplama
Tasarruf sahipleri, finans
kurumunda vadesiz ve vadeli olmak üzere iki farklı hesap açtırabilirler.
Vadesiz olana cari hesap, diğerine de katılma hesabı adı verilir.
a- Cari hesap
Cari hesap,
ödünç esaslarına uygun olarak açılır. Kurum bu parayı kullanabilir. Bundan
dolayı bir kâr payı vermez. Fon sahibi, parasının tamamını veya bir kısmını
istediği zaman çekebilir.
Cari hesap sahiplerine çek defteri, çek/senet tahsili,
havale gibi bazı hizmet ve kolaylıklar sağlanabilmektedir.
b- Katılma hesabı
Buna, Kâr ve Zarara Katılma
Hesabı da denir. Ortaklık sermayesi olarak
toplanan paraların takibi bu hesaptan yapılır. Bunun için mudarebe veya
müşareke kurallarına uymak gerekir. Türkiye'de faaliyet gösteren finans kurumları
fonlarını mudarebe esasına göre toplarlar. Bu hesaplar, 30 gün, 90 gün,
180 gün, 360 gün veya daha uzun vadeli olmaktadır.
Finansal kiralama işinde
kullanılmak üzere "Leasing Katılma Fonu" adı ile 4 yıl vadeli ayrı
bir kâr/zarara katılma hesabı açan kuruluşlar da vardır.
Hiçbir hesap sahibine önceden
belirlenmiş sabit bir kâr veya anapara garantisi verilmez. Onlara sadece,
fonların işletilmesi sonucu elde edilen kârdan pay verilir.
Fon toplama işi, hem şubeler
hem de muhabir bankalar aracılığıyla yapılır. Muhabir bankanın faizli olması
sisteme aykırı olmaz. Çünkü onun yaptığı, tasarruf sahibinden aldığı parayı
ilgili finans kurumuna, finans kurumundan aldığı kâr payını da tasarruf
sahibine aktarmaktan ibarettir. Bu da
faizli bir işlem değildir.
Hesap sahipleri, 30 gün önceden ihbar etmek kaydıyla
vadesi dolmadan para çekebilmektedirler. Çünkü para kullanılmamışsa çekilen
para kadar mudarebe sermayesi azalmış olur. Eğer kullanılmış da paranın tamamı
alacağa dönmüşse alacağın tahsiline kadar beklemek gerekir. Sermayenin bir
kısmı nakit olarak dururken, bir kısmı alacağa, bir kısmı da mala dönüşmüşse,
karşılıklı rıza ile nakit ve mala mahsuben bir ödeme yapılabilir. Finans
kurumları çok sayıda tasarruf sahibinin sermayesini bir havuzda topladığı için
daima bu son durumda olurlar. O zaman onlar, hesap sahibi ile olan akdi, onun
isteği üzerine tamamen veya kısmen bozup nakdî ödeme yapabilirler.
2- Fon Kullandırma
Gerekli parayı vermeye finansman
(financement) denir[449]. Finans kurumları, müşterilerinin
ihtiyaç duyduğu nakit parayı sadece onlara ortak olarak verebilirler. Bunun
dışında para vermez, peşin aldıkları mal veya hizmeti veresiye satarak
ihtiyaçları karşılarlar. Fon kullandırmayı, para temini, mal temini ve hizmet
temini diye üçe ayırabiliriz:
a- Para temini
Ortaklık
sisteminde para temini, sadece mudarebe ve müşareke yoluyla olabilir. Finans kurumları bunu, "Kâr ve Zarara Katılma
Yatırım Ortaklığı Sözleşmesi" ile yaparlar.
Bu, fon kullanan gerçek veya tüzel kişinin tüm
faaliyetlerinden doğacak kâr ve zarara katılma biçiminde olabileceği gibi,
belirli bir faaliyetten doğacak kâr ve zarara katılma biçiminde de olabilir.
1) - Mudarebe
Mudarebe, bir taraftan sermaye,
diğer taraftan emek olmak üzere kurulan bir ortaklıktır. Kârın hangi orana göre
pay edileceğini sözleşmede belirlemek şarttır. Böylece parası olduğu halde
onu işletemeyenlerle iş yapma kabiliyeti olduğu halde parası olmayanlar
mudarebe ortaklığı ile bir araya gelmiş ve her iki tarafın ihtiyacı da karşılanmış
olur.
Bir iş için gerekli sermayenin
tamamını eğer finans kurumu verir, ikinci taraf da işe yalnız emeği ile ortak
olursa bu bir mudarebe olur. Kurum, iş bitiminde sermaye ile birlikte kendine
düşen kârı alır. Kâr yoksa yalnızca sermayeyi alır. Böylece risk, dengeli olarak
paylaşılmış olur. Finans kurumu, parasından gelir elde edememiş, işletmeci
de çalışmasının karşılığını alamamış olur. Zarar olursa, mudarebede zarar
sermayeye yükleneceğinden finans kurumu bu zararı kabul eder.
2) - Müşareke
Müşareke, bir ekonomik faaliyeti
yürütmek için kurulan her türlü ortaklıktır. Müşarekede taraflardan her biri
az veya çok sermaye koyar. Elde edilen kârın hangi orana göre paylaşılacağı
sözleşmede belirtilir. Sermayenin belli bir oranı ya da belli bir miktar kâr vermek
üzere yapılan müşareke geçersiz olur. Meselâ taraflardan biri 100 lira sermaye
koymuşsa, ona verilecek kârın, bu 100 liranın belli bir oranı, meselâ %20'si
kadar olacağı yahut ona verilecek kârın 10 lira olacağı şeklinde bir şart ile
yapılan müşareke geçersiz olur. Bu durumda alınan sermaye iade edilir. Eğer
ikinci taraf bu parayı kullanırsa bütün risk ona ait olur. O paradan elde
ettiği bütün kâr da kendinin olur.
Finans kurumlarının yaptığı ticarî
ortaklıklar, belli işlerin yapılıp bitirilmesi ile sınırlı kalır. Yani bir
malın alım satımı, üretimi veya pazarlanması için çoğunlukla bir işlemlik
ortaklık kurulur. İş bitince ortaklık sona erer. Bir ticaret veya sanayi kurumunu
işletmek üzere ortaklık kurulmasına da
bir engel yoktur[450].
Ortaklık, ister mudarebe, isterse
müşareke şeklinde olsun, parayı tehlikeye atmak olur. Ama ekonomik hayatta
tehlikesiz iş yoktur. Alınan bütün teminatlara rağmen banka kredilerinin
dahi geri dönmeme tehlikesi daima vardır. Mudarebe ve müşarekede tehlike daha
fazladır ama kazanç umudu da fazladır. Bu umut, insanları o tehlikeye girmeye
zorlar. Unutmamalıdır ki, ortaklıklar, ekonomik hayatın motorlarıdır. Onlar
olmasa ne bankanın kredi vereceği ne de finans kurumunun iş yapacağı kuruluş
kalır. Banka ve finans kurumu da birer ortaklıktır. Banka da ortaklık
sistemine göre kurulur ve çalışmalarını ortaklık sisteminin kurumları ile
sürdürür.
Ortaklıklardan doğacak tehlikeyi
azaltıcı ve kazanç ihtimalini artırıcı tedbirler alınabilir. En önemlisi
riski yaymak olmalıdır. Bunun için her bir ortaklığa ayrılacak sermayeyi
sınırlı tutup müşareke ve mudarebe sayısını artırmak gerekir. Böylece birinin
zararını diğerlerinin kârlarıyla karşılayıp kârlı duruma geçmek kolay
olur.
Mudarebede proje ile ilgili
detaylar ortaya konmalı ve paranın projeye uygun harcanması denetlenmelidir.
Yoksa mudarib gereken titizliği gösteremeyebilir.
Müşarekede ortağın daha çok
sermaye koymasına dikkat etmelidir. Ortağın daha çok sermaye koyması, onu
dikkatli davranmaya zorlar ve kâr
ihtimali yüksek olur.
b - Mal temini
Finans kurumları buna üretim
desteği sağlama derler.
Finans kurumu peşin fiyatla mal
satmaz. Çünkü parası olan gider, malı kendi alır. Finans kurumu, malı yurt içinden veya yurt dışından peşin alır, vadeli satar veya kiraya verir. Bu sebeple
finans kurumunda mal temini; vadeli satış, selem, ıstısna ve finansal
kiralama (leasing) yollarıyla olur.
1)
Vadeli satış (mürabaha)
Malın peşin satılması arzu edilse
de veresiye satışlar vazgeçilemez bir ihtiyaçtır. Cebinde parası olmayan bir
memur, maaş gününe kadar aç bekleyemez, ihtiyacını veresiye alım yaparak
giderir. Bu ihtiyacı, zaman zaman herkes duyar. Malların peşin fiyatı ile
vadeli fiyatı arasında fark olabilir. Bu fark faiz değildir.
Bir alım satımda, satıma konu olan
mal mevcut ve belli olur, fiyatı konusunda taraflar anlaşır, taksit
miktarları ile ödeme günleri belli olursa bu, geçerli bir satış olur. Artık o
malın peşin fiyatı ile vadeli fiyatının farklı olması önemli olmaz[451].
Finans kurumları, peşin alır vadeli
satarlar. Böylece satıcı, malını peşin satma, alıcı da onu veresiye alma imkanını
elde eder. Bu satışa murabaha adı verilir.
Murabaha, ister peşin, ister
veresiye olsun bir malın maliyetinin ve ondan elde edilen kârın müşteriye tam
olarak söylenmesi suretiyle yapılan satıştır. Müşteri, finans kurumunun ne
kadar kâr ettiğini ayrıntılarıyla bildiği için onların yaptığı her satış murabaha
olur. Ama bizde murabaha kelimesinin kötü bir geçmişi vardır. Osmanlılar bu
kelimeyi muamele-i şer'iyye karşılığı kullanmışlardır.
Muamele-i şer'iyye, faizin hileli
yollarındandır. Ödünç verene sağlanan menfaate, alım satımdan doğmuş kâr
görüntüsü verilir. Meselâ kişi bir malını, ödünç verecek olanın önüne koyar ve
"Bunu sana 10.000 liraya sattım." der, o da onu satın ve teslim alır
ve parayı öder. Sonra ona; "Bu malı, bedelini bir yıl sonra ödemem şartıyla
bana 11.200 liraya sat." der, o da satar ve teslim eder. Böylece ödünç
verilmek istenen 10.000 lira verilmiş, borçlu buna karşılık 11.200 lira
borçlanmış, yıllık %12'lik faize de kâr görüntüsü verilmiş olur. Bunun birçok
usulü vardır. Osmanlı döneminde kurulan bankalardan Emniyet Sandığı'nda bir
cep saati varmış. Kredi alanların ödeyecekleri faizi meşrulaştırmak için her
gün defalarca satılır, müesseseye hibe edilirmiş. O zaman bu gibi yöntemlerle
çalışan çok sayıda para vakfı vardı. Bunlar halka kredi verir, alacakları
faizi göstermelik satışlarla meşrulaştırırlardı.
Bir adı da murabaha olan muamele-i
şer'iyye faizin hileli yollarından olduğu için halk vicdanı buna tepki duymuş
ve murabaha kelimesi zamanla faizcilik ve tefecilik anlamında kullanılmış,
fahiş faizle borç verip halkı soyan insafsız bankere murabahacı adı verilmiştir[452]. Bu murabaha, göstermelik bir
satış, finans kurumlarınınki ise gerçek satıştır. Türkiye'deki finans
kurumları, satın aldıkları malı darhal satmak zorundadırlar. Bu, onlara ilgili
kanunun yüklediği bir görevdir. Satın alınan malın derhâl satılması, sıkça
rastlanan bir durum değildir. Bu sebeple bunu da göstermelik satış kapsamına
sokanlar az değildir. Hâlbuki, burada
birinden alınan mal, bir başkasına satılarak gerçek bir satış yapılmaktadır.
Nitekim bu şekilde satış yapan birçok kuruluş vardır. Meselâ bir kiremit
fabrikasının malını satan kişi, kendine gelen siparişi derhâl fabrikaya geçer
ve malı aldığı anda satar, sonra bu mal, doğrudan müşterinin gösterdiği adrese
gider. Mal, müşteri bulmak için bekletilir. Müşterisini bulan hiç kimse malını
bekletmez, derhâl satar.
Günümüzde şirketler grubu ve
birçok şirkete sahiplik yapan holdingler vardır. Bunlara bağlı şirketlerin
birinden alınan malı diğerine satma halinde muamele-i şer'iyye gibi bir durum
meydana gelebilir. Gerçek satış yapıldığından emin olmadıkça bu gibi işlere girmemek
gerekir.
2) Selem
Selem, para peşin, mal veresiye
olmak üzere yapılan bir satım akdidir. Veresiye satışın tam tersine işler.
Selemde malın cinsinin, nev'inin, özelliklerinin, miktarının, bedelin
miktarının, teslim yerinin ve teslim tarihinin akit sırasında tespiti şarttır[453]. Şartlarına uygun olarak yapılan
bir selem sebebiyle ileri bir tarihte üretilecek mallar şimdiden satılmış ve
ihtiyaç duyulan para elde edilmiş olur. Diğer taraftan müşteri de ileri bir
tarihte ihtiyaç duyacağı malı şimdiden almış ve taraflar faize girmeden
ihtiyaçlarını karşılamış olurlar.
3) Istısna
Bu bir sipariş akdi, bir şeyi
yapmak üzere imalâtçı ile yapılan anlaşmadır. Istısna’ın selemden farkı,
paranın peşin verilmesinin şart olmaması ile malı teslim tarihinin kesin
olmamasıdır. Bu şekilde imalâtçı, imal edeceği mal için ihtiyaç duyduğu
parayı elde ettiği gibi onu satmayı da sağlama almış olur. Müşteri de kendisine
lâzım olan malın siparişini vermenin rahatlığı içinde bulunur.
Müşteri siparişini finans kurumuna,
finans kurumu da imalâtçıya verir. Malın üretilememesi veya üretimin isteğe uygun
olmaması halinde müşteri finans kurumunu sorumlu tutar. Bu durumda finans
kurumu o malı bir başka yerden temin edip müşteriye vermek zorunda kalır.
Finans kurumu da imalâtçıyı sorumlu tutar.
4) Finansal kiralama (leasing)
Finansal kiralama, bir malı satın
alarak ona ihtiyaç duyan kişi ve kuruluşlara kiralamaktır. Bu, faize girmeden
yatırım yapma imkânı sağlar. Kiralama ya normal ya da mülkiyetin devriyle
sonuçlanacak bir şekilde yapılır.
Normal kiralama, kiraya verilen malın,
kira müddeti bitiminde geri alınması şeklinde olur. Meselâ bir leasing
şirketi, sanayicinin ihtiyaç duyduğu bir fabrika binasını yaptırır veya satın
alır, ona 10 yıllığına kiraya verir. Süre sonunda sözleşme yenilenmezse
binayı geri alır. Şirketle sanayici arasında bu konuda bir ön sözleşme
yapılabilir. Böylece taraflar, karşılıklı taahhüde girmiş olurlar. Bu taahhüt
taraflardan birinin diğerini zarara sokmasını önleyecek biçimde
yapılabilir. Fabrikanın kurulması için
gerekli takım ve tezgahlar vs. de aynı usulle alınıp kiralanabilir.
Mülkiyetin devriyle sonuçlanan
kiralama satış ile kiranın birleşmesinden doğan yeni bir akit sayılmaktadır.
Buna göre, kiralanan mal 100 hisse itibar edilirse ilk taksitte bunun 1
hissesinin bedeli, 99 hissesinin kirası alınır. Yani yapılan her ödemenin bir
kısmı mal bedeli, bir kısmı da kira bedeli olur. Taksitler ödendikçe
kiracının o maldaki payı artar. Bu pay yüzde yüze ulaşınca kiracı, malın sahibi olur. Bize göre bu, vadeli satıştan
başka bir şey değildir. Bu sebeple ilişkiler, vadeli satışa göre
düzenlenmelidir.
3 - Hizmet temini
Finans kurumu, banka gibi kredi
kuruluşu değil, mal ve hizmet satan ticari bir kuruluştur. Bu sebeple mal ve
hizmet satan kuruluşlar ne iş yaparlarsa finans kurumu da o işleri yapar.
Finans kurumu taşeronluk
yapabilir. Meselâ, bir işletmenin bazı hizmetlerini belli bir meblağ
karşılığında belli bir süre için üstlenebilir. Bu süre içindeki İşçi
ücretlerini ve sabit giderleri karşılar. Böylece nakit sıkıntısı içinde olan
veya elindeki nakitleri bir başka işte kullanma durumunda olan işletme, bu
ihtiyacını faize girmeden karşılamış olur.
Yine bir reklam ajansı gibi
çalışıp, basın ve yayın organlarından aldığı reklamları pazarlayabilir.
Bir oteli veya seyahat şirketini
belli bir süre için kiralayarak bu süre içindeki bütün gelirlere sahip
olabilir.
Finans kurumu, meşru ölçüler
içinde her türlü hizmeti yapabileceği için büyük bir iş sahasına hizmet
satabilir.
B - Bankacılık Hizmetleri
Emanet kabulü, ikraz (ödünç verme), istikraz (ödünç alma),
banka havalesi, senet tahsili, poliçe, kredi mektubu, banka kartı, çek, banka
teminat mektubu, kredi kartı, aval, kambiyo işlemleri, altın ve gümüş alım
satımı (sarf) gibi bankacılık hizmetleri, bir komisyon karşılığı faizsiz olarak
yürütülebilir.
1- Emanet kabulü
Bankalar, menkul değerleri ve
birkısım kıymetli eşyayı emanet olarak kabul edip saklarlar. Bunun için
kiralık kasalar bulundururlar.
Kıymetli eşyanın güvenli bir
şekilde saklanması zaman zaman ciddi bir ihtiyaç olur. Muhammed, ona dua ve
selâm olsun, Allah'ın Elçisi olmadan önce Mekkeliler ona güvenir, para ve
kıymetli eşyalarını onun yanında saklarlardı. Bu özelliğinden dolayı kendisine
el-Emîn (güvenilir kişi) lakabı verilmişti. Allah'ın Elçisi olduktan sonra
kimi Mekkeliler, her ne kadar inanmamış ve karşı gelmiş olsalar bile ona olan
güvenlerini yitirmemişlerdi. O, Mekke’den Medine’ye hicret ederken yanındaki
emanetleri Ali’ye (r.a.) teslim etmiş ve onları sahiplerine ulaştırmasını
istemişti[454] Ali, bu malları teslim ettikten sonra
Medine’ye hicret etmişti.
2 - Mevduat kabulü
Saklanması için bırakılan şeye
vedîa () denir. Mevduat, mevdûe'nin çoğuludur, vedîa olarak bırakılmış şeyler
demektir. Bankaya yatırılan paraya da mevduat denir. Burada mevduat kelimesi
çoğul değil, tekildir.
Bu paralar fıkıh bakımından
mevduat değildir. Çünkü mevduatın
korunması ve kullanılmaması gerekir. Zayi olması halinde bakılır, eğer onu
kabul eden kişinin bir kusuru yoksa tazmin etmez. Hâlbuki, bankalar bu paraları
kullanma hakkına sahiptirler. Zayi olsa, bankanın kusuru var mı, yok mu diye
bakılmadan para sahipleri, onları isteyip alabilirler. Bu sebeple banka mevduatı
ona verilmiş ödünçten (karzdan) başka bir şey değildir.
Ödünç (karz), mislini geri almak
için mislî bir malı vermek üzere yapılan sözleşmedir.
Mislî mal, değerini etkileyen
önemli bir fark olmaksızın çarşı pazarda dengi bulunabilen maldır. Borçlu,
borç aldığı malın aynısını değil, mislini yani dengini vermekle yükümlüdür.
Karz için tespit edilen vade de
alacaklıyı bağlamaz[455].
Gerek finans kurumlarında ve gerekse
bankalarda bulunan vadesiz hesaplar müşteriler tarafından bu kuruluşlara
ödünç verilmiş paralardır. Onlar bu paraları kullanıp gelirinden yararlanabilirler.
Emanet bırakılan bir mal, emanetçinin
kusuru olmadan zayi olsa emanetçiye ödettirilmez[456]. Bir de emanetçi bu malları
sahibinin izni olmadan kullanamaz. Hâlbuki ödünç (karz) öyle değildir. Ödünç
alınan şey, hiç kullanılmadan ve bir kusur işlenmeden zayi olsa borçlunun onu
ödemesi gerekir.
Karz, her zaman istenip
alınabileceğine ve zayi olması halinde tazmin ettirileceğine göre tasarruf
sahibi, parasını emanet yerine karz olarak vermeyi tercih eder. Bu, karşı
taraf için de yararlıdır. Çünkü bu takdirde o, parayı kullanabilecek ve ondan
faydalanacaktır.
Sahabeden Zübeyr b. Avvam (r.a.),
güvenilir bir kişiydi. Halk, kıymetli mal ve paralarını ona emanet ederdi. Oğlu
Abdullah b. Zübeyr’in (r.a.) bildirdiğine göre kendine emanet bırakmak isteyene
şöyle derdi:
- Hayır. Sadece ödünç olarak kabul
edebilirim, çünkü zayi olmasından korkuyorum.
Zübeyr b. el- Avvam’ın[457] yanında bu şekilde iki milyon iki yüz bin
dirhem birikmişti[458]. 4.35 gr.lık bir Bizans altını o
devirde on dirhem değerinde olduğu için biriken para, 220.000 adet Bizans
altını eder. Bu, o zaman için önemli bir meblağdır.
3 - İstikraz (ödünç alma)
Kısa vadeli para ihtiyacı istikraz
yoluyla karşılanabilir. Ödünç bazen sadakadan efdal olur. Faizsiz verilen
ödünce karz-ı hasen denir.
Finans kurumları, bazı
müşterilerine, herhangi bir menfaat beklemeksizin ödünç verebilirler. Bu
şekilde müşterilerinin yanında itibarlarını artırmış olurlar. İstismara açık
olan bu imkânı çok dikkatli kullanmak gerekir.
4 - Banka havalesi
Banka havalesi, bir kimsenin kendi
adına, diğer bir kimseye para, kıymetli evrak ya da benzeri şeyleri vermeye
bir üçüncü kişiyi yetkili kılmasıdır. (Borçlar Kanunu m. 457). Bu, fıkıh
açısından havale değil, vekâlet işlemidir. Banka havalesi yaptıran kişi bu konuda
bankayı kendine vekil etmiş olur. Çünkü vekil, başkasının bizzat yapması
gereken bir işi yüklenir ve kendini o konuda onun yerine koyar. Meselâ birine bir
miktar para verecek olan, o parayı bir başkası aracılığıyla da verebilir. Bu
başka kişi o şahsın vekili olur. Fıkıh açısından havale poliçe konusu
işlenirken anlatılacaktır.
Gerek şehir içinde ve gerekse
şehirler arasında para taşıyanlar, gönderenin vekili olur. Vekilin elindeki
şeyler emanet olacağı için bir kusuru olmadan bunlar kayıp ya da telef olursa
vekilin onu ödemesi gerekmez.
Vekil, elindeki emanetleri kendi
malına katamaz ve kendi işi için kullanamaz. Eğer böyle yaparsa kaybolma veya telef halinde, kusurlu olup
olmadığına bakılmaksızın onların bedelini ödemesi gerekir. Bugün finans
kurumları ve bankalar havale için aldıkları paraları kendi paralarına katmakta
ve kısa bir süre için de olsa, kendi işleri için kullanmaktadırlar. Bu sebeple
onların aracılığı ile havale edilen paraların çalınması veya zayi olması halinde
karşılığını ödemeleri gerekir.
5- Senet tahsili
Banka veya finans kurumu, alacaklı
adına borçlunun parasını tahsil eder. Gerek senet tahsili ve gerekse banka havalesi
için alınan ücret vekâlet ücretidir.
6- Poliçe
Poliçe, İtalyanca polizzadan
alınmıştır[459]. Fıkıh kitaplarında geçen
el-bolîsa ()[460] da o kelimeden alınmış olmalıdır. Ömer Nasuhi
BİLMEN buna poliçe demiştir[461]. Ancak el-bolîsa poliçeden biraz
farklıdır, süftece anlamındadır. Süftece, banka kartı başlığı altında gelecektir.
Poliçe, bir alacaklının borçlusuna
hitaben düzenlediği bir kambiyo senedidir. Bu senet, borçlunun belli bir
tarihte ödeyeceği bir borcu, üçüncü bir kişiye ya da onun havale edeceği başka
bir kişiye ödemesi emrini içerir.
Kambiyo senedi, bono, çek ve
poliçeye verilen ortak addır. (TK 582). Bunlara ticari senet de denir.
Bir poliçede, keşideci, muhatap
ve lehtardan oluşan üç taraf vardır. Keşideci poliçeyi düzenleyen alacaklı,
muhatap ödemeyi yapacak olan borçlu, lehtar da senedi teslim alan üçüncü
kişidir. Muhatap ödemeyi ona yapar.
Muhatap poliçeyi kabule
zorlanamaz, ama kabul edince ilişkinin bir tarafı haline gelir. Lehtar poliçeyi
vadesinden önce ciro edip bir başkasına teslim edebilir. Böylece o, poliçeden
doğan haklarını devretmiş olur.
Ciro, ticarî senetleri veya
çekleri, arka yüzüne imza atmak suretiyle devretmektir. Ciro eden lehtara
ciranta denir. Bu imza ile o, muhataba, bu borcu yeni bir lehtara ödemesi için
talimat vermiş olur. Cironun usulüne uygun olması için cirantanın imzası
yeterlidir. Senedi rehin bırakmak amacıyla da ciro yapılabilir. Bu takdirde senedin
arkasına "bedeli teminattır" veya "bedeli rehindir" gibi
bir ibare yazılır. Poliçede birçok ciranta bulunabilir. Poliçe, muhatap
tarafından ödenmezse bütün cirantalar, senedi en son elinde bulunduran hamile
karşı zincirleme kefil sayılırlar.
Poliçe, fıkıh bakımından bir
havaledir. Fıkıhta havale, borcu bir zimmetten diğerine nakletmek, yani borcu
ödeme yükünü başkasına yüklemek demektir.
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm
olsun, şöyle demiştir:
Sizden biri ödeme gücü olana yönlendirilirse o, ona yönelsin[462].
Ödeme gücü olanın borcunu geciktirmesi zulümdür. Kim ödeme gücü olan
birine havale edilirse onu kabul etsin[463].
Havalede üç taraf olur. Birincisi
havaleyi yapan borçlu (muhîl), ikincisi havaleyi kabul eden alacaklı (muhalün
leh) üçüncüsü de havale ödeyicisi (muhalün aleyh) dir. Havalenin geçerli olması
bu üçü tarafından kabul edilmesine bağlıdır. Havale yalnız alacaklı (muhalün
leh) ile havale ödeyicisi (muhalün aleyh) arasında da olabilir[464]. Muhalün aleyh (havale ödeyicisi)
ya da muhalün leh (alacaklı) havale sırasında hazır bulunmayabilir. Bunlar
diğer iki kişi arasında yapılmış olan havaleyi daha sonra kabul ederlerse havale
geçerlilik kazanır[465].
Ahmet borçlu, Mehmet alacaklı,
Hasan borcu ödemeyi kabul eden üçüncü şahıs ve borç miktarı 100 lira olsun.
Böyle bir işlemde genellikle Hasan'ın da Ahmet'e aynı tarihte ödenecek 100
lira borcu olur. Normal havalede Ahmet Mehmet'e, "Alacağını git Hasan'dan
al." derken poliçede Ahmet Hasan'a der ki, bana olan borcunu Mehmet'e öde.
Burada ilişkilerde temel bir değişiklik olmadığı için poliçe havale kapsamına
girer.
Fıkıh bakımından ciro, tekrar
havalede bulunmak demektir ki, bu mümkündür.
Cirantaların zincirleme kefil
olmalarına bir engel yoktur. Bu durumda havale ile birlikte kefalet işlemi de
yapılmış olur[466]. Bu kefalet, poliçenin ciro
edilmesi konusundaki örften dolayı kendiliğinden olur.
Banka kartı, kredi mektubu ve çek
düzenleme işlemleri ile menkul kıymetlerin ciro edilmesi işlemi de birer
havaledir.
7 - Kredi Mektubu
Kredi Mektubu, bir bankanın
müşterisine, kendi şubelerinden ya da muhabirlerinden para çekmesi için
verdiği mektuptur. Buna itibar mektubu da denir.
Urvetü’l-Bâriki, Allah'ın
Elçisi'nden bir şey istemiş, o da bir alâmet (nişan, simge) vererek
“Hayber’deki vekilime git, bu alâmete dayanarak sana istediğini versin.”
demişti[467]. Kredi mektubu da bu alâmet
gibidir. Hayber'deki vekil, o alâmeti görünce bu şahsa nasıl ödeme yapmışsa,
bankalar da, ilgili bankanın veya finans kurumunun mektubunu görünce o şahsa
ödeme yaparlar.
Kredi mektubuna karşılık alınan
ücret bir hizmete karşılık alınmış ücrettir.
8 - Banka Kartı
Banka kartı, bankanın müşterisine
verdiği bir çeşit kimliktir. Üzerinde müşterinin adı, hesap numarası,
fotoğrafı, imzası ve kartın geçerlilik süresi yazılır. Bu kartla birlikte
kullanılabilecek bir de çek karnesi vardır. Banka şubeleri bu çekleri belli bir
miktara kadar provizyon almadan yani hesabında para olup olmadığını araştırmadan
kabul ederek ödeme yaparlar.
Hem banka kartı hem de kredi mektubu
düzenleme birer havale işlemidir. Alacaklı durumda olan müşteri muhalün leh,
kredi mektubunu ya da banka kartını veren muhîl, ödemede bulunan banka da muhalün
aleyhtir.
Buna fıkıhta süftece veya bolîsa ()
denir. Süftece, bir yerde verilen bir paranın, bir ödüncün bir ödeme emri ile
diğer yerde tahsil edilmesidir. Bir kimse, bulunduğu yerde bir tüccara bir
miktar para verip ondan aldığı ödeme mektubuyla bu parayı gideceği yerdeki
tüccardan ya da başka birinden alacak olsa bir süftece işlemi yapılmış olur.
Mekke’de Abdullah b. Abbas (r.a.)
Kufe’ye süftece yazmak üzere dirhemler
kabul ederdi. Abdullah b. ez-Zübeyr de Mekke’de bazı kişilerin dirhemlerini
alır ve Irak’ta bulunan kardeşi Mus’ab b. ez-Zübeyr’e süftece yazardı. Bunlar
o süfteceyi götürür Mus’ab’dan paralarını alırlardı. O zaman böyle işlemler
yapılırdı[468]. Süftece, daha çok yol
tehlikesini ve para taşıma külfetini ortadan kaldırmak için yapılırdı. Para,
süfteceyi yazacak kişiye borç olarak verilirdi. Süfteceyi yazan kişi muhîl, onu
götüren kişi muhalün leh, süfteceyi kabul edecek olan muhatap da muhalün aleyh
durumundadır.
9- Çek (check, cheque)
Kelimenin aslı Arapça sakk () tır[469]. Günümüz Arapça’sında çeke şîk ()
denir. Bankalar ve finans kurumları, vadesiz hesabı olan bazı müşterilerine
çek koçanı vererek çek kullanmalarına imkân sağlarlar.
Çek, ödeme emri olarak yazılan bir
belgedir. Çek sahibi parasını önceden vadesiz olarak yatırıp alacaklı duruma
gelir. Bir mal ya da hizmet almak veya borç ödemek için bir çek yazıp alacaklısına
verir. Alacaklı da bu çeki vererek bankadan veya finans kurumundan
alacağını tahsil eder.
Çekle yapılan işlem, fıkıh
bakımından bir havale işlemidir. Çeki yazan muhîl, çeki alan muhalün leh,
banka veya finans kurumu da muhalün aleyh olur.
İranlı seyyah Nasır Hüsrev, 11.
asırda (437-444 h./ 1045-1052 m. senelerinde) yaptığı gezilerle ilgili
anılarını yazdığı Sefernâme adlı eserinde, Basra’da gördüğü bir olayı şöyle
anlatır:
“..Basra’da sabahleyin Huzaa çarşısında,
öğleyin Osman çarşısında, akşamleyin de Kaddâhîn çarşısında olmak üzere
günde üç pazar kurulur. Pazarda işlem şöyledir: Herkes parasını sarrafa vererek
ondan sakk (çek) alır. Sonra lâzım gelen her şeyi satın alır ve bedelinin ödenmesini
sarrafa havale eder. Müşteri şehirde kaldığı süre içinde sarrafın sakkından
başka bir şey kullanmaz[470].”
Ahmed Emin’in bildirdiğine göre
hicrî IV. asır ortalarında Halep Devleti Emiri olan Seyfüddevle el-Hemedânî,
bir sarrafa hitaben ilk çeki yazmış kişidir. Bu çeki o, Bağdat’ı ziyareti
sırasında yazmıştı[471] .
Çek kullanma halk arasında yaygınlaştıktan
sonra edebî eserlerde çeklerle ilgili parçalara rastlanır olmuştu[472]. Şair Cehza () el-Bermekî
(234-324 h./848-936 m.) karşılıksız çeklerle ilgili olarak iki beyit söylemiştir:
Ödülleriniz parmaklarla ve ellerle
yazılan kağıt parçaları ise
O kağıtlar bir fayda sağlamaz.
İşte benim yazım, alın onu bin tane bine[473].
Mal ve hizmet akışı önemli
ölçülere vardığı zaman, alınan malın ve yapılan hizmetin bedelini ödemek için
büyük meblağlar bulundurmak ve bunları bir şehirden diğerine ya da bir
ülkeden diğer ülkeye nakletmek gerekir. Taşıma güçlüğü yanında bunların
çalınma ve kaybolma tehlikesi de olur. Eğer eskisi gibi ödemeler altın ve gümüş
ile yapılacak olsa, buna bir de bu paraların ağırlık ve ayarlarını bilme
ihtiyacı eklenir. Bu bakımdan çek, önemli bir hizmet görmektedir.
Çeki kullanacak olan kişi, daha
önce bankaya veya finans kurumuna vadesiz mevduat yatırmaktadır. Bu mevduat
ödünç yani karzdır. Bu ödüncü çekle tahsil eden kişi, para taşıma külfetine ve
yol tehlikesine girmeden ödemelerini yapmaktadır. Bu, ödünçten sağlanan bir
menfaattir. Menfaat sağlayan her ödünç faiz sayıldığı için kimi fakihler bunu
caiz görmezken kimileri de mekruh saymıştır. Para, ödünç olarak verilirken bir
süftece yazma ya da sakk (çek) verme şartı koşulmazsa bir sakıncası görülmemiştir[474].
İmam Malik’e şöyle bir soru
soruldu:
- Bir kişi başka bir şehirde
ödemek üzere birinden ödünç dinarlar ve dirhemler alsa ne olur ?
İmam Malik dedi ki: “Borç veren
kişi, arkadaşına iyilik etmek ve kolaylık sağlamak istemiş de Iraklıların
süftecelerle yaptığı gibi kendisi için (o beldede ödemeyi) garantilesin diye
vermemişse onda bir sakınca görmem[475].”
Hanbelî mezhebine göre “Kişinin,
kendi lehine bir süftece yazılması şartıyla borç vermesi caizdir. Ancak buna
karşılık bir şey alması doğru olmaz[476].” Çünkü her iki taraf da bundan
yararlanır ve bunun taraflara zararı olmaz. Zaten şeriat bir zarar doğurmayan
iyi şeyleri yasaklamaz, aksine meşru kılar[477].
Bize göre günümüzde para
nakillerinde yaygın bir zorunluluk (umûm’ul-belvâ[478]) olduğu ve süftece yazmayı
engelleyecek bir ayet veya hadis de bulunmadığı için bunda bir sakınca yoktur.
10- Banka teminat mektubu
Bankanın, bir kişi ya da kuruluş
adına belli bir meblağa kadar doğacak borcu, belli süre için üstlendiğine dair
verdiği belgeye banka teminat mektubu denir. Bu, her ne kadar kefalete benzese
de kefaletten farklıdır. Çünkü kefalet bir şahsın borcunu üstlenmek ve o
borcun borçlu ile birlikte kendinden istenmesini kabul etmektir. Kefalette
kefil olunan kişi aleyhine doğmamış bir borç kefilden istenemez, ama teminat
mektubunda istenebilir. Meselâ bir kişiden 1 milyon TL. tutarında veresiye mal
alacak olan kimse, o kişiye bir teminat mektubu verse de henüz hiçbir şey
almasa, o kişi mektupta yazılan meblağı ilgili kurumdan alabilir. Bu durum
fıkıh bakımıdan kabul edilemez.
Kefalet iyilik ve teberru sayıldığı
için bundan ücret alınması caiz görülmemiştir[479]. Kefalet, kefilin söylediği bir söz ile tamam olur. Bunun için bir belge
düzenlenmesi şart değildir. Ama teminat mektubu, adı üstünde bir mektup,
özel ifadeler içeren bir belgedir. Bu belgeyi herkes değil, belli finansal
kuruluşlar düzenleyebilir. Bunlar hayır kurumları değildir. Banka teminat mektubu
düzenleme işi, bir kişinin bir başkasına kefil olmasından da farklıdır. Bu sebeple
banka teminat mektubundan komisyon alınabilir.
Belge düzenleme ücretle
yapılabilir. Nitekim bir fakih verdiği fetvadan ücret alamaz, ama onu bir kağıda
yazmak için ücret alabilir[480]. Çünkü “Bizzat tecviz olunamayan
şey bi’t-teba tecviz olunabilir[481].” Yani tek başına yapılması caiz
olmayan şey, başka bir şeye bağlı olarak yapılabilir. Fetvasını bir kağıda
yazan fakihin alacağı ücret bir kâtiplik ücreti değildir. Kâtip, hazır bir
belgeyi yazar. Ama fakih yeni bir belge hazırlar. Kefalet belgesi düzenleme
işi de bu kapsamdadır.
11 - Akreditif
Akreditif, bir ithalâtçının,
yabancı ülkede bulunan satıcıdan alacağı malın bedelinin tamamına veya bir
kısmına bir bankanın kefil olmasıdır. Banka böylece, bir taraftan ithalâtçıyı
desteklemiş, bir taraftan da ithal edilecek malın bedelinin ödeneceğine dair
diğer ülkedeki satıcıya güven vermiş olur. Bu, dış ticarette önemli bir işlemdir.
Akreditif açmak için gerekli
muameleleri yapma karşılığında komisyon alınabilir. Çünkü bu yalnızca bir
kefalet değil, içinde kefalet de bulunan bir işlemler bütünüdür.
12 - Kredi kartı
Kredi kartının üzerinde sahibinin
adı, soyadı, kartın numarası vs. bulunur. Bu kartı veren kuruluş, kart sahibinin
belli yerlerden belli miktara kadar
alacağı malların bedelini ödemeyi kabul etmiş olur.
Meselâ A bankası B adındaki kişiye
1 milyon ile sınırlı kredi kartı vermişse onun belli yerlerden 1 milyona kadar
yapacağı alımların bedelini ödemeyi
kabul etmiş olur. B gider, kredi kartını kabul eden C mağazasından 1000 liralık
mal alır ve bu iş için hazırlanmış fişi imzalarsa C mağazası bu fişi ilgili
banka şubesine ya da muhabirine ibraz ederek parasını alır. Sonra kredi kartı
sahibi aldığı malın bedelini bankaya öder. İşlem bu şekliyle hem bir kefalet[482] hem de vekâlet işlemidir.
Bankanın kefil olması, kredi kartı
sahibinin satın alacağı belli miktardaki malın bedelini ödemeyi üstlenmesinden
dolayıdır. Vekil olması da borçları takip edip kendi adına ödeme yapması için
kart sahibi tarafından yetkili kılınmış olmasından dolayıdır.
Banka, yaptığı bu hizmete karşılık
bir ücret alır, bu bir vekâlet ücretidir. Bu ücret, önceden kararlaştırılan
oranda, satış bedelinden kesilerek tahsil edilir. Bu çoğu zaman, satıcının kart
sahibine yaptığı bir indirim olur. Meselâ, kredi kartını kabul eden kuruluş,
100 liralık satışa karşılık bankadan 95 lira alıyorsa sattığı mal ve hizmetin
fiyatından 5 liralık indirim yapmış sayılır. Bu indirimi yapmayanlar o
komisyonu müşteriden alırlar.
Kredi kartı sahibi, bankanın
tanıdığı süre içinde ödeme yapmazsa banka, faiz tahakkuk ettirir. Faize girmemek
için ödemeyi zamanında yapmak gerekir.
Faizsiz finans kurumları da
müşterilerine kredi kartı verirler. Onlar, ödemenin geciktirilmesine
karşılık faiz alamazlar. Gecikme süresi içinde para değer kaybı olmuşsa bunu
alabilirler. Bunun için sözleşmeye şart koyabilirler. Temerrüde düşen
borçlulara uygulanabilecek ceza aşağıda gelecektir.
13- Aval
Aval, Arapça havale kelimesinden
Fransızcaya geçmiştir[483]. Ama havale anlamında değil,
borca kefil olma anlamında kullanılır. Aval, bir poliçede ya da emre yazılı
senette imzası bulunanlar ödemezse senet bedelini o senedin hamiline
ödeyeceğine dair üçüncü kişinin verdiği teminattır. Aval veren kefil olduğu
şahıs derecesinde sorumludur. (TK m.
612-614).
Aval tam bir kefalettir. Aval
uygulamasında geçerli olan şu iki husus fıkha uymaz.
a-Kefalette
esas borcun geçersiz olması halinde kefil borçtan kurtulurken aval verenin
borcu, esas borç geçerli olmasa bile devam eder.
b-Kefalette
kefil, esas borçluya ait defileri[484] ileri sürebilirken aval veren, lehine aval
verdiği kişiye ait şahsî defileri ileri sürerek borcu ödemekten kaçınamaz.
14- Kambiyo işlemleri
Kambiyo, iki ayrı ülkenin parasını
birbiriyle değiştirmektir. Buna döviz alım satımı denir.
Allah'ın Elçisi Muhammed zamanında para, altından
basılan dinar ile gümüşten basılan dirhem idi. Gerek dinar ve dirhemin ve
gerekse altın ve gümüşün kendi cinsiyle ya da birbiriyle değiştirilmesi
Allah'ın Elçisi tarafından bazı kurallara bağlanmıştır.
Para olma özelliği dışında altın
ve gümüşle ortak yanı olmayan kağıt parada, dinar ve dirheme uygulanan kuralların
geçerli olup olamayacağı tartışmalıdır. Rabıtatü’l-alemi’l-İslâmî’nin fetva
heyeti, kağıt parayı dinar ve dirhem gibi saymıştır. İslâm Konferansı'na bağlı
İslâm Fıkıh Akademisi’nin () 4 numaralı kararı da böyledir. Uygulama hep bu
doğrultudadır. Bize göre altın ve gümüş ile kağıt paranın ortak bir yönü
yoktur. Bu sebeple onları dinar ve dirhemler gibi saymak doğru olmaz. Bu konu
aşağıda gelecektir.
15 - Altın ve gümüş alım satımı
(Sarf)
Sarf, altın ve gümüş paraları
birbiriyle değiştirmektir. Allah'ın
Elçisi Muhammed'in hadisine göre altına karşılık altın ve gümüşe karşılık
gümüş alınırsa, değişimin eşit ağırlıkta ve peşin olması gerekir. Altına
karşılık gümüş alınırsa ağırlıklar farklı olabilir ama değişimin peşin olması
şarttır. Bu şartlara uyulmazsa faiz olur. Bu konu aşağıda Altın Gümüş ve Para
Alım Satımı başlığı altında incelenecektir.
16 - Kıymetli evrak alım satımı
Bankalar, tahvil, hisse senedi ve
çeşitli kambiyo senetlerini alıp satarlar. Bu alım satımların bir kısmı
İslâm'a göre caiz, bir kısmı da yasak ve haramdır.
Hisse senedi, bir ticaret veya
sanayi kuruluşuna ortaklığı belgeler. Bu sebeple haram işlerle meşgul olmayan
kuruluşların hisse senetleri alınıp satılabilir. Ancak menkul kıymetler
borsaları haksız kazanca yol açacak bir yapıda oldukları için bu yapı
düzelmeden bu borsalardan hisse senedi alım satımı yapmak caiz olmaz. Bu konu kitabın sonunda işlenmiştir.
Tahvil, faizli borç senedidir. Bu
sebeple tahvil alım satımından elde edilen gelir faizdir.
Poliçe, bono ve çekler kambiyo senetleridir.
Bunlar parayı veya borcu temsil ederler. Üzerlerinde yazılı değerden daha
düşük değerle alınıp satıldıkları için bu satışlardan elde edilen gelir faiz
olur.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KREDİ
Kredi, bir paranın,
belli vade ve belli bir fiyatla bir
kişiye tahsis edilmesidir. Mesela, bir yıl vade ve %15 faizle verilen
1000 lira bir kredidir. Kelimenin Arapçası kard ()'dır. Türkçede karz diye
seslendirilir. Kredi kelimesi Arapça kard'dan alınmıştır. Bunun Türkçe
karşılığı ödünç'tür. Ödünçten elde edilen gelir faizdir.
I- KARZ-I HASEN
Karz-ı hasen, bir menfaat beklemeden verilen ödünce denir.
Abdullah b. Mesud’un yaptığı rivayete göre Muhammed, ona dua ve selâm olsun,
şöyle demiştir:
“Her ödünç bir sadakadır[485].”
Çünkü ödünç alan, bir bedel ödemeden o maldan bir
süre yararlanır. Muhammed bir de şöyle demiştir: “Kim zor durumda bulunan
bir kişinin sıkıntısını giderirse Allah da onun dünya ve ahirette sıkıntısını
giderir”[486].
Hanefîler, ödünç verenin borçluya tanıdığı süreyi
geçerli (sahih) saymamışlardır. Mesela bir ay sonra ödenmesi kaydıyla verilen
bir ödünç hemen istenebilir[487].
Soru - Ödünçte süre bağlayıcı olmazsa insanlar nasıl
güvenip borç alabilirler. Bu, ödünçten beklenen faydayı ortadan kaldırmaz mı?
Cevap- Karz-ı hasen bir iyilik ve ikramdır. Kişi,
iyilik ve ikramını devam ettirmeye zorlanamaz. İstediği an ondan vazgeçebilir[488].
Şafiî ve
Hanbeli mezheplerinde de durum aynıdır. Karz için belli bir süre konsa
bile süreye uyma zorunluluğu yoktur. Ama süre belirleme alacaklıya menfaat
sağlamadığı için karz akdini bozmaz[489].
Maliki mezhebi ise karzda süreyi bağlayıcı sayar, karz
için belirlenen süre ile ticari alacaklar için belirlenen süre arasında bir
fark görmez[490].
Çünkü Peygamber şöyle demiştir: “Müslümanlar şartlarının yanında olur.” (). Bir
de taraflar bu sözleşmeyi karşılıklı olarak ikale ve imzaya yetkilidirler[491].
İkale, yapılmış bir sözleşmeyi, karşılıklı rıza ile ortadan kaldırma, imza ise
yürürlüğe koyma anlamına gelir.
Süleymaniye Vakfı’nda
yapılmış bir ilmi toplantının karz-ı hasen ile ilgili bölümü şöyledir:
Sabri ORMAN - Bazıları Batı karşısında islamı savunmak
için “Bizim de kredi mekanizmamız var. O, karz-ı hasen yoluyla işler.” diyorlar. Halbu ki, karz-ı hasen ile kredi
aynı şeyler değildir. Karz-ı hasen kredi mekanizmasının yaptığı şeyi yaparsa islamiyete
zıt bir şey ortaya çıkar. Bu faiz
yasağıyla murad edilen şeyin zıddına olur.
Karz-ı hasen ahlâki bir şeydir. Hiç kimse karz-ı
hasende bulunmaya zorlanamaz. Hiç kimse büyük meblağları uzun bir süre için
karz-ı hasen olarak vermez. Çünkü elde edeceği bir gelir yoktur. Ama büyük
meblağlar uzun süreli kredi olarak verilebilmektedir.
A. BAYINDIR- Malikî mezhebi dışındaki üç mezhebin
karz-ı hasen için belirlenen süreyi bağlayıcı saymaması da önemlidir. Bir yıl
sonra ödenmesi kaydıyla verilen bir karz-ı hasen, bir saat sonra talep
edilebilir. Böyle bir davranış ahlakî değildir ama hukuka uygundur. Yani
alacaklı böyle bir taleple mahkemeye baş vurduğu taktirde borcun bir yıllığına
verildiğinin isaptı önemli olmaz. Çünkü alacaklı bu süreyi tek taraflı
kaldırabilir. Mahkeme alacaklı lehine karar verir.
II- KREDİ YERİNE GEÇEN UYGULAMALAR
Faiz yasağı kredinin önünü kesince hileli yollara
girilmiştir. Bunlar, bey’ b’il-vefâ, bey’ b’il-istiğlâl ve muamele-i
şer’iyye yollarıdır.
Bey' bi'l-vefâ, bedelini iade edince geri almak üzere
bir malı satmaktır. Buna vefâen satış da denir. Halkın, "para faizsiz,
tarla kirasız." dediği göstermelik bir yöntemle yapılır. Krediye ihtiyacı
olan taraf bir tarlasını, evini veya başka bir malını peşin olarak satar; bir
şartla ki, o parayı ne zaman getirse onu geri alacaktır. Bu şart ya akit
sırasında açıkca ifade edilir ya da bu konuda önce bir anlaşma, sonra satış
yapılır. Para geri gelinceye kadar müşteri o maldan yararlanır. Diyelim ki,
bir kişinin 10.000 liraya ihtiyacı var; parayı %12 ile bulabilyor ama bu farkın
faiz sayılmayacak bir yöntemle ödenmesi gerekiyor. Eğer yıllık 1200 lira kira
getiren tarlası veya dükkanı varsa onu 10.000 liraya vefaen satar. Parayı
geri getirinceye kadar kirayı müşteri alır. Eğer parayı getiremezse dükkan
temelli müşterinin olur. Satıcının başkaca bir borcu olmaz.
Bey'
b'il-istiğlâl, malı kirayla tutmak üzere vefâen satmaktır[492].
Mesela yukarıdaki kişi evini, yıllığı
1200 liradan kiraya tutmak üzere10.000 liraya satarsa böyle bir satış yapmış
olur. Parayı geri verinceye kadar kirayı ödemeye devam eder.
Hileli yollardan biri de muamele-i şer'iyyedir. Burada
alacaklıya sağlanan menfaat, alım satımdan doğmuş bir kâr şekline sokulur.
Mesela yukarıdaki şahıs borcu muamele-i şer'iyye yolu ile almak istese şöyle
yapabilir: Bir malını, borç verecek kişinin önüne koyar ve "Bunu sana
10.000 liraya sattım." der, o da onu satın ve teslim alır ve parayı öder.
Sonra ona; "Bu malı, bedelini bir yıl sonra ödemem şartıyla bana 11.200
liraya sat." der, o da satar. Böylece istediği 10.000 lirayı elde etmiş, sattığı
mal tekrar kendine dönmüş ve karşı tarafa, bir yıl sonra ödeyeceği 11.200 lira
borçlanmış olur. Bunun bir çok usulü vardır. Bunlar ileride gelecektir.
Osmanlı döneminde kurulan bankalardan Emniyet Sandığı'nda
bir cep saati varmış. Kredi alanların ödeyecekleri faizi meşrulaştırmak için
hergün defalarca satılır, müesseseye hibe edilirmiş. O zaman bu gibi
yöntemlerle çalışan çok sayıda para vakfı vardı. Bunlar halka kredi verir,
alacakları faizi göstermelik satışlarla meşrulaştırırlardı. Bu konular ileride
detaylı olarak açıklanacaktır.
III- KREDİ SİSTEMİ İLE ORTAKLIK SİSTEMİNİN ETKİLERİ
Ceplerdeki paranın fazla bir önemi olmaz. Ama çok
sayıda kimsenin cebindeki paralar bir araya getirlince büyük bir sermaye oluşur.
Bu paraları toplayıp büyük sermayeler oluşturmanın ve bu sermayeleri
kullanmanın iki yolu vardır. Bunlardan biri faizli, diğeri de faizsizdir.
Faizli olanına kredi sistemi, faizsiz olanına da ortaklık sistemi diyoruz.
Kredi sistemi servetin belli ellerde
birikmesine yol açar. Çünkü kredi alanlar, ödedikleri faizi maliyetlerine
yansıtırlar. Buna finansman maliyeti denir. Tasarruf sahiplerinin alacakları
faiz bundan düşüktür. Banka, kredi verdiği kişilerden %20 faiz alırsa tasarruf
sahiplerine %15 kadar verir. Böylece onların alacağı faiz, fiyat artışları
karşısında yok olur gider. Üstelik anaparadan da kayıpları olur. Mesela fasulyenin
kilosu 120 lira iken malını satıp %15 faizle bankaya 12000 lira yatıran kişi,
dönem sonunda bankadan 13800 lira alır; ama bu esnada fasulye en az 150 liraya
çıkar. Bir yıl önce l2000 lirayla 100 kilo fasulye alırken şimdi 13800 lirayla
92 kilo fasulye alabilir. Böylece aldığı faizi de katmasına rağmen parasının
değeri yaklaşık %8 oranında azalmış olur.
Bu kayıp, parasını bir kenarda saklayanlar ile parası
olmayanlarda daha büyük olur. Onlar, 12000 lira ile şimdi ancak 80 kilo fasulye
alabilirler. Onların kaybı %20'dir. Fiyatlar sürekli artarken dar ve sabit
gelirlilerin serveti hızlı bir biçimde zenginlere doğru akar.
Bu durum ortaklık sisteminde olmaz. Yukarıdaki 12000
lira finans kurumu aracılığı ile bir ortaklıkta kullanılmış olsaydı ona
ödenecek bir faiz olmayacak ve onunla üretilen mal ve hizmetlere faiz maliyeti
eklenmeyecekti. Kârın %20'si ortağa, %80'i de finans kurumuna verilmek üzere
anlaşma yapılmış ve dönem sonunda elde edilen kâr 2400 lira olmuş olsun. Bunun
1920 lirası finans kurumunun, 480 lirası da ortağın olur. Finans kurumu ile fon
sahibi arasındaki anlaşma da kârın %80 - %20 oranında paylaşılması şeklinde
ise kârın 1536 lirasını fon sahibi, 384 lirasını da finans kurumu alır. Fon
sahibinin parası 13536 liraya çıkar. Bu sistemde faizden doğan bir fiyat artışı
olmayacağı için o parayla şimdi 112 kilo 800 gr. fasulye alınabilir. Fon
sahibinin parası %12.8 oranında artmış olur. Parasını bir kenarda saklayanlar
ile parası olmayanların da bir kaybı olmaz. Onlar, 12000 lira ile yine 100 kilo
fasulye alabilirler. Bu sistem kimsenin servetini kimseye doğru kaydırmaz.
Paranın saklanmayıp ticaret ve sanayide kullanılması
mal bolluğuna ve ucuzluğa sebep olur. Mesela pazarda 1 ton fasulye varken
piyasaya yeni giren 12000 lira ile 120 kilo daha fasulye alınmış olsa pazardaki
fasulye miktarında %12 lik bir artış olur. Bu artış fiyatı düşürür. Bu düşüşten
herkes yaralanır. Bu para faizli kredi olarak alınsaydı mal bolluğu gene
yaşanırdı. Ama finansman maliyetinin devreye girmesi sebebiyle gene pahalılık
olur, dar ve sabit gelirlilerin servetinin zenginlere doğru kayması durdurulamazdı.
Kredi kullananlar finansman maliyetini fiyatlarına
yansıtınca öz sermayeleriyle iş yapanlar karşısında tutunamaz ve onlarla rekabet
edemez hale gelirler. Bunun için büyük bir desteğe ihtiyaçları olur.
Kapitalist sistemde bu desteği devlet verir ve bunun kurumlarını oluşturur.
Bu kurumların başında banka gelir. Banka, para sahiplerine belli bir geliri
garanti eder ve ortaklığa gidecek paraların önünü keser. Çünkü ortağın ne
vereceği baştan belli olmadığı halde bankanınki bellidir. Ortağın zararına
katlanmak gerekirken bankanın zararı mevduat sahibini ilgilendirmez. Böylece
binlerce ortaklığa gidecek sermaye bir iki bankanın elinde toplanmaya başlar.
Bu sisteme direnenlerin karşısına devlet çıkarak
teşvikler ve korumalarla dengeyi bozar. Hibe şeklinde veya çok düşük faizli
orta ve uzun vadeli kredilerle bazı kesimleri destekler. Faiz gelirinden vergi
almaz; ödenen faizi de gider sayıp vergiden düşer. Bazı malların üretimini
veya ithalatını, koruduğu kişilere verir. O malı satmak isteyenler, sadece o
kişilerden ve onların istedikleri fiyatla almak zorunda bırakılırlar.
Bu arada insanlar, çalışmadan ve paralarını tehlikeye
atmadan belli bir faiz geliri elde edebileceklerini öğrenmiş olurlar. İş
hayatında bulunanlar da bankadan alabilecekleri faizi kârlarına yansıtma, yani
kendi öz sermayeleriyle aldıkları veya ürettikleri bir mala da finansman[493] maliyeti ekleme gereğini duyarlar. Zaten
faizli sistemin sebep olduğu fiyat artışları ve enflasyon, onları böyle
davranmak zorunda bırakır. Çünkü artan masrafları eski kârlarla karşılamak
mümkün olmaz. Böylece, faizli kredi kullananların rekabet sıkıntısı ortadan
kalkmış olur. Artık faiz kabullenilmiş ve öz sermayesi ile çalışanlar da
faizli kredi kullanmayı ekonominin bir gereği saymaya başlamış olurlar. Sonuçta
faizin girmediği bir yer kalmaz. Üretimden tüketime kadar her yere giren faiz,
fiyatları alabildiğine yükseltir. Bu konuda örnek görmek için finansman
maliyeti ve enflasyon bölümlerine bakılabilir. Fiyatlar öylesine yükselir ki,
küçük esnaf ve köylü artık ürettikleri malı kaça satarlarsa satsınlar artan
masrafları karşılayamaz olurlar.
Faizin yaygınlaşmasıyla bankalarda büyük sermaye
birikimi olur. Bu sermaye, teminat verebilecek bir kaç zengine kullandırılır.
İşlerin iyi gitmemesi halinde tehlike büyük olacağından kredi alabileceklerin
sayısı az olur. Böylece bütün bir toplumun tasarrufları küçük bir grubun
eline geçer.
Kredi sisteminde kalkınma, küçüklerin değil büyüklerin
görevidir. Onlar büyük parayla piyasaya girer ve büyük iş yapma üstünlüğünü
elde ederler. Bu süreç içinde küçükler giderek iş hayatının dışına itilirler.
Evvelce çok sayıda küçük sanayici ve küçük çiftçi tarafından yapılan üretim,
giderek az sayıdaki büyük sanayici ve büyük çiftçinin işi haline gelir.
Artık bunlar, büyük paralara sahip olmanın verdiği
gücü kullanarak küçüklerin rekabetini iyice kırarlar. Daha önce geçinip giden
küçük esnaf, küçük sanayici ve küçük çifçi artan masraflara ve yapılan büyük
rekabete dayanamaz ve işlerini tasfiyeye başlarlar. Eline geçen parayı faizli
olarak bankaya yatırmak onlar için artık daha cazip olur.
Artan masrafları karşılayamadığı için
işini tasfiye edip parasını bankaya yatıranlar, artık girişim kabiliyetlerini
kaybetmeye ve ne olup bittiği ile ilgilenmemeye başlarlar. Bunların,
paralarıyla da ilgisi kesilir. Çünkü vade sonuna kadar o para, bankanın
emrindedir. Bunların yapacakları şey gidip bir iş yerinde çalışmaktır.
Alacakları ücret veya maaş belli olduğu için iş yerinin gidişatı da onları
ilgilendirmez. Onlar, ücretlerini alır ve işlerine bakar. Durmadan artan
masrafları faiz geliri de karşılayamaz. Bankadaki tasarruflar da zamanla
eriyip yok olur. Geçim için borçlanmak zorunda kalırlar. Onlar artık kendi
içilerine kapanıp geçim derdi ile boğuşan kimseler olmuşlardır.
Ortaklık sisteminde kişi parasını bizzat
yönetmek zorunda kalır. Bu, sermayenin bir kaç kişinin eline geçmesine engel
olur. Kredi sisteminde ise paranın yönetimi tasarruf sahibinden çıkar ve bankanın
eline geçer. O zaman da yukarıdaki problemler meydana gelir.
Ortaklık sistemi kimseyi iş hayatının
dışına itmez. Bu sistemde kalkınma hem büyüklerin, hem de küçüklerin işidir.
Sermayenin sahibiyle bağlantısı da mecburen devam eder. Çünkü bu sistemde
kişi, parasının akibetini düşünmek ve ekonominin gidişatını takibetmek zorunda
kalır. Ortak olmanın verdiği güvenle daha dikkatli ve etkili bir hale gelir.
Çünkü o, ilişki içinde olacağı kişileri tanımaya ve ne olup bittiği ile ilgilenmeye
ihtiyaç duyar. Yoksa kâr beklerken zarar edebilir. Bir de ortağının yanında bir
çırak gibi yetişir ve bir müddet sonra kendisi de bir girişimci olup çıkar.
Kredi sisteminde zenginler, sürekli artan
servetleriyle tatmin olmamaya başlar, ülkeyi de bizzat yönlendirmek isterler.
Bunlar aşırı davranışlar gösterir, her şeyi alt üst ederler. Kimse bunları
tutamaz olur. Hükümet kurar, hükümet yıkarlar. Hayat alt üst olur. Artık ülkenin
zenginliği birkaç ailenin eline geçer. Kur’an'da şöyle buyurulur “Mallar içinizde zenginler arasında dönüp
dolaşan bir devlet olmasın.” (
Haşir 59/7)
Kredi sisteminde geniş kitlelerin en önemli gelir
kaynağı ücretler ve maaşlardır. Ücretleri işverenler, maaşları da hükümet
belirler. Sistem, hükümetleri işverenlerin etkisi altına soktuğu için büyük
kitlelerin ekonomik gücü, bir kaç zenginin iki dudağından çıkan sözlerle
belirlenir. Bu da çalışan kesimin işvereni kendine düşman görmesine yol açar.
Onlar güçlü olmak için sendikalaşmak zorunluluğunu hissederler. Böylece
toplum, içten içe bölünme ve parçalanma sürecine girer.
Kredi sisteminin sebep olduğu dengesiz kalkınma bir de
işsizlik problemini doğurur. Çünkü bu sistemde bir çok mal ihtiyaçtan fazla
üretilir. Buna anflasyonun sebep olduğu pahalılık da eklenince mallar
satılamamaya, fabrikalar kapanmaya başlar. Kapanan her fabrika, işsizler ve
çaresizler ordusuna yeni ilaveler yapar. Çünkü bu insanlar, ait oldukları
yerlerden, köylerinden ve kentlerinden koparılıp sanayiin yoğun olduğu
bölgelere yığılmış ve ücretlerinden başka her türlü gelirden mahrum
edilmişlerdir. İşsiz kalınca ücretten de mahrum olur ve çok ciddi problemlerin
kaynağı haline gelirler.
Ortaklık sisteminde sabit kazanç pek olmaz. İşçilik
devam eder ama ücret kenara doğru itilir. Başlıca gelir kaynağı kâr olur. Çünkü
bu sistem, halkın teşebbüs gücünü topyekün harekete geçirip üretimi ve geliri
yükseltir. Servet dağılımını adil bir duruma getirir. Kalkınma belli bir
işveren sınıfının işi olmaktan çıkar, aklı ve parası olan herkesin işi haline
gelir. Bu da bölgeler arası dengesizliğe ve gereksiz yatırımlara karşı tabii
bir engel oluşturur. Ülkede dengeli bir nufus dağılımı olur. Nufus çoğunluğu,
köyünden ve kentinden kopmuş işsiz ve çaresiz insanların yığıldığı büyük
kentlerde değil herkesin birbirini tanıdığı, yardımlaşma ve dayanışmanın öne
çıktığı küçük yerleşim birimlerinde yaşar. Bu yapıda her türlü kriz en az
zararla atlatılabilir.
Kredi sistemi, fiyat artışlarını sürekli hale getirir.
Buna enflasyon denir. Ortaklık sisteminde de fiyat artışı olur. Ama bu,
sistemden değil, dış etkenlerden kaynaklanır ve geçici olur.
Enflasyonun temel sebebi faiz ve ona bağlı olarak meydana
gelen parasal genişlemedir. Kredi sisteminde faizden vazgeçilemediği için para
arzının denetim altına alınması, bir başka deyişle istikrarlı bir para rejimi
kurulması yoluna gidilir. Ancak faizli bankacılık, kaydî para üreterek merkez
bankasının yaptığı para arzını aşırı derecede artırdığı için bu yoldaki çabalar
hep sonuçsuz kalır. Sonuçta enflasyonu sürekli körükleyen bir düzen oluşur.
Ortaklık sisteminde faizli bankacılığın sebep olduğu parasal genişleme ile
faize bağlı fiyat artışları olmaz. Bu konu enflasyon bölümünde açıklanmıştır.
Sağlıklı işleyen bir ekonomi, devlet korumasının
olmadığı ekonomidir. Çünkü koruma, rekabeti önler, fiyatları artırır ve
kaliteyi düşürür. Korunan bir kaç kişi dışında, bunun kimseye faydası olmaz.
Toplum aleyhine bir kaç kişiyi korumak, zulümden başka bir şey değildir.
Koruma, yerli üretimi teşvik için belli malların
ülkeye girişini yasaklama veya yüksek gümrük duvarlarıyla engellemedir. Mesela
yerli otomobil üreten bir firmayı korumak için yabancı otomobil ithalatına
yüksek gümrük koymak bir korumadır. Bu, giderek, yerli otomobil üretimini
koruma yerine otomobil üreticisini korumaya dönüşür. Çünkü üretici, korumanın
verdiği rahatlıkla dışarıyla rekabet edemeyecek özellikte kalitesiz
otomobiller üretir ve onları iç piyasada yüksek bir fiyatla satar.
Ortaklık sistemi serbest ticareti öngörür, kredi
sistemi ise serbestlikten hoşlanmaz. Serbest ortamda mal bolluğu ve ucuzluk
olur. Pazara daha fazla müşteri gelir. Hem talep, hem rekabet artar.
Üreticiler, kaliteye önem vermek ve dış piyasayla rekabet edebilecek malları
üretmek zorunda kalırlar. Kalkınma dengeli olur. Bölgeler arasında önemli
farklılıklar olmaz. Çünkü böyle bir yapı içinde devlet, bazı bölgelere ve bazı
kesimlere destek vererek iç dengeleri bozmaz.
Fiyat pazarda
oluşur. Pazara siyasi otorite veya başka güçler karışamaz ve narh konamaz.
Çünkü narh, uzun vadede pazara mal girişini engeller ve malların başka
pazarlara kaymasına yolaçar. Sonunda kıtlık ve karaborsa başgösterir.
Serbest piyasa şartlarında pahalılık ucuzluğun
habercisi olur. Çünkü bir yerde pahalılık olduğunu duyanlar, daha çok kâr etmek
için mallarını oraya sürerler. Böylece kısa süre sonra orada bolluk ve ucuzluk
başlar.
Kredi sisteminde devlet zenginlerin
etkisi altında olduğu için pazara mal giriş çıkışında serbestlik ortadan
kalkar. Hür teşebbüsün önüne her türlü engel konur. Ekonomi hukuku zenginlerin
arzularına göre şekillenir. Ülkeye mal giriş çıkışı kısıtlanır. Devlet
korumasıyla onların kalitesiz malları pahalıya satılır. Bu korumayı bir şekilde
delerek ülkeye mal getirenler kaçakçılık veya kayıtdışılıkla suçlanırlar.
Toplanan vergiler de ticaret ve sanayii teşvik adına zenginlere akar.
Ortaklık sistemi, faizin doğurduğu
olumsuzluklara meydan vermeden sermaye birikimi problemini çözer. Bu yolla
küçük tasarrufları bir araya getirip büyük sermayeler oluşturmak mümkündür.
Oluşan bu sermaye, ticaret veya ortaklıklar yoluyla işletilir. Çağımızda bu iş
için özel finans kurumları kurulmuştur.
Ortaklık sisteminde gelir farkı ve gerginlikler azalır,
verimlilik artar. İş sahipleri toplumun güvenini kazanmak için özel bir gayret
göstermek zorunda kalırlar. Böylece uyumlu bir toplum yapısı ortaya çıkar.
Faiz yasağı kredi sistemini işlemez hale getirir. Bu
durumda insanlar ya öz sermayeleriyle iş görmek ya da ortaklıklar kurmak zorunda
kalırlar. Bu, faiz yasağının tabii sonucudur.
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
MALİ ARACILIK
Kiminin elinde kullanmadığı paralar bulunur. Onları güvendiği
bir yere verip gelir elde etmek ister. Kimi de iş yapmak için yeterli para
bulamaz. Bunlar ya birbirini tanımaz,
ya da güvenemezler. Birbirine güvenenlerden birinin vereceği sermaye de çoğu
zaman diğerinin ihtiyacına kâfi gelmez. Bu sebeple tasarruf sahiplerine
güven vererek ellerindeki paraları toplayıp ekonomik faaliyetlere sokacak kişi
ya da kuruluşlara gerek duyulur. Böyle kişi ya da kuruluşların gördüğü işe mali
aracılık denir. Bankerler, Bankalar ve Özel finans kurumları bu görevi üstlenmiş kurumlardır.
Mali aracılık
ya faizli ya da faizsiz olarak yapılır. Faizli mali aracılık kredi sisteminde,
faizsiz mali aracılık da ortaklık sisteminde olur.
I- FAİZLİ MALİ ARACILIK
Faizli mali aracılığı bankalar ve bankerler yaparlar. Onlar, faiz ödeyerek
topladıkları paraları, kredi olarak tahsis ederler. Verdikleri faiz ile
aldıkları faiz arasındaki fark kendilerine kalır.
Bu sistemde herkes halinden memnun gözükür. Mevduat sahibi,
güven içinde sağlam kazanç elde edeceğini düşler. Çünkü banka zarar da etse o,
mevduatını faizi ile birlikte alacaktır. Banka, topladığı paraları kredi
olarak verebilirse kolay para kazanmanın rehavetine kapılır. Kredi kullanan ise
büyük bir sermaye ile iş yapmanın cazibesine girer.
Ancak işler her zaman düzgün yürümez. Mevduat
sahibinin faiz adıyla bankadan aldığı meblağ çoğu kez enflasyonun altında
kalır. Çünkü enflasyonun en büyük sebebi kredi sistemidir[494].
Enflasyon bölümünde konuya geniş yer verilmiştir.
Mevduata dönüşen tasarruflar sistemin temelini
oluşturur. Eğer mevduat bulunamazsa sistem kurulup işletilemez. Faizli sistem
bindiği dalı kesmekle işe başlar ve mevduat sahiplerini enflasyonun gönüllü
kurbanları haline getirir.
Bankacılık sisteminde faizli bankalar, borçlarına
karşılık % 10 gibi pek az bir ihtiyat bulundurup diğer paralarını kredi olarak
dağıtırlar. Ekonomik yönden sıkıntılı yıllarda meydana gelen ani mevduat
azalışları bankaları büyük sıkıntılara sokar. Hele ihtiyatları kafi gelmezse
mevduat sahipleri arasında bir panik meydana gelir ve bir çok banka batar.
Kredi kullananlar daha da sıkıntılıdır. İşlerde
durgunluk olması veya gelirlerin yeterli olmaması halinde perişan olurlar.
Kredi sisteminde kimse kimsenin zararına katlanmaz.
Banka, topladığı paraları kredi olarak verememiş ve bu yüzden zarara girmiş
olabilir. Bu, mevduat sahibini ilgilendirmez.
Kredi kullananların kâr veya zararları da bankayı ilgilendirmez. O,
dönem sonunda alacağını faizi ile birlikte tahsil eder, meydana gelen
gecikmeler için de temerrüd faizi uygular. Ödeme güçlüğüne girenlerin teminatlarını
devreye sokar ve alacaklarını almaya
çalışır.
II- FAİZSİZ MALİ ARACILIK
Faizsiz mali aracılık mudarebe akdiyle yapılır. Çünkü
mudarebe, ancak nakit para ile kurulabilen bir emek-sermaye ortaklığıdır.
Tasarruf sahibine rabb’ül-mal, işletmeciye de mudârib denir. Mudârib, tasarruf
sahibinden mudarebe akdi ile aldığı parayı, belli esaslar dahilinde ekonomiye
kazandırır.
Mudarebede sermaye bir kişiye ait olabileceği gibi
daha çok kişiye ait de olabilir. Mudarib topladığı paraları iki sıfatla
kullanabilir. Bunlardan birine işletmeci mudârib, diğerine de aracı mudârib
adını verebiliriz.
A- İşletmeci Mudârib
İşletmeci mudârib, bir mudarebe akdi yaparak topladığı
parayla iş yapıp kâr elde etmeye gayret eden kişidir. Burada mudarib para sahibi
ile yüzyüze gelerek onun kullunmadığı parayı kullanır ve elde ettiği kârı para
sahibiyle paylaşır. Özel finans kurumu, topladığı parayı bir tüccar veya
sanayici gibi kullanınca işletmeci mudârib konumunda olur. Kurum, murabaha[495],
müşareke ve finansal kiralamayı bu sıfatla yapar.
Özel finans kurumu bir tüccar veya sanayici gibi
çalışır. Ama onun farkı, vatandaşın elinde âtıl bekleyen parayı ekonomiye
sokmasıdır. Sanayicinin ve tüccarın parası zaten ekonominin içindedir. Onlar
bir kısım malları bu kurumdan veresiye alarak kendi sermayelerini bir başka
işte kullanma imkanı elde ederler. Mesela bir kumaş fabrikasının 100 ton pamuğa
ihtiyacı olsa ve bu iş için parası olmasa önce onu veresiye almaya çalışır.
Pamuk tüccarı, peşine 1000 lira, üç ay vadeliye 1400 liraya isterse kumaşçı bir
de finans kurumuna gider. Finans kurumu bu malı alıp aynı şartlarla daha ucuza
satarsa ondan alır. Pamukçu veresiyeye razı olmasa kumaşçı ya finans kurumuna
ya da bankaya gider. Bankaya gitse kredi sisteminin kurallarına tabi olur.
Finans kurumuna gitse ticaretin kurallarına tabi olur. Finans kurumu,
kullanılmayan paraları ekonomiye soktuğu için mali aracılık yapmış olur.
Tüketici kredisi ile murabaha birbirine
benzetilebilir. Mesela bir otomobil, tüketici kredisiyle alınabildiği gibi finans
kurumundan murabaha yoluyla da alınabilir. Bu iki işlem, sonuçta aynı gibi gözükse
de aralarında önemli bir fark vardır. Tüketici kredisi, tüketicinin faizli
borcudur. Bankanın bu parayı borçlu adına otomobil satıcısına ödemesi durumu
değiştirmez. Onun banka ile ilişkisi bir borçlu alacaklı ilişkisidir. Otomobil
galerisi ile ilişkisi de müteri-satıcı ilişkisidir. Yani bu kişi otomobili
bankadan değil, oto galerisinden almıştır.
Özel finans kurumu banka gibi yapmaz. Otomobili bizzat
kendisi alır ve kendisi satar. Finans kurumundan otomobil alan kişinin, bu
kurumla ilişkisi, müşteri-satıcı ilişkisidir. Otomobili veresiye almışsa onun
finans kurumuna olan borcu bir ticari borçtur. Burada kredi-faiz ilişkisi
meydana gelmez.
B- Aracı Mudârib
Aracı mudârib, tasarruf sahipleriyle mudarebe akdi
yaparak topladığı paraları, ona ihtiyaç duyanlara yeni bir mudarebe akdiyle
veren kişi ya da kuruluştur. Aracı mudârib topladığı paraları, yeni bir
mudarebe akdi ile işletmeci mudâribe verir[496].
Bu ikinci mudaripten alacağı kâr payını sermaye sahibi ile paylaşır. Özel
finans kurumu, topladığı paraları üretim, pazarlama ve diğer ekonomik faaliyetlerde
kullanacak olanlara bir mudarebe akdi ile verdiği zaman aracı mudarib görevini
üstlenmiş olurlar.
III- FAİZ VE KAR PAYI
Kâr, bir alım satımdan elde edilen gelir, faiz ise
borçtan elde edilen gelirdir. Faiz ile kâr arasında önemli farklar vardır.
Bunlardan tespit edebildiklerimiz şunlardır:
1- Faiz miktarı baştan belli olur. Verilen borcun
kullanılmış olması ile olmaması, eğer kullanılmışsa o işin kârla veya zararla
sonuçlanması ödenecek faiz açısından önemli değildir. Kâr ise alınan mal
satılmadan ortaya çıkmaz.
Bankalar, verecekleri faizi dönem başında ilan
ederler. Bir yıllık vadeli mevduata %15 faiz veriliyorsa bankaya 100 lira
yatıran kişi, bir yıl sonra 115 lira alacağını ilk günden bilir.
Ortaklık sistemiyle çalışan finans kurumları ise, bir
kâr garantisi veremezler. Onlara 100 lira yatıran kişi dönem sonunda ne kadar
kâr alacağını değil, o parayla elde edilecek kârdan ne kadar pay alacağını
bilir. Finans kurumu bu parayı çalıştırır. Eğer kâr ederse, vade sonunda ona
düşen payı verir. Mesela, bir yıl vadeli fonlardan her 100 liraya 15 lira kâr
düşmüşse onu verir.
Bazıları bunları karıştırır ve “İkisi de faizdir;
ikisi de %15 veriyor ama birisi adına faiz, diğeri de kâr diyor” derler.
Halbuki, bu ikisi arasında rakam benzerliği dışında bir benzerlik yoktur. Eğer
kâr miktarı önceden belirlenirse mudarebe geçersiz (fasit) olur. Mesela l00
liraya 15 lira kâr verilmesi, kalan kârın mudaribe ait olması kararlaştırılsa
bu akit fasit olur.
2- Kâr için en az iki işlem gerekir. Bunlardan biri
alım, diğeri de satımdır. Alış fiyatına maliyetler de eklendikten sonra satışın
daha yüksek fiyatla olması halinde kâr meydana gelir. Mal daha yüksek fiyatla
satılmazsa kâr elde edilmesi sözkonusu olmaz. Tüccar, 100 liraya aldığı mal
için 5 lira masraf yapmış olsa ve o malı 106 liraya satsa 1 lira kâr etmiş
olur. 105 liraya satarsa başa baş fiyata satmış, daha az fiyatla satarsa zarar
etmiş olur.
Sanayi de ticaretin bir koludur. Sanayicinin tüccardan
farkı, aldığı maldan yeni bir mal üreterek satmasıdır. Satış fiyatı maliyetinden
fazla ise o fazla kısım sanayicinin kârı olur.
Faiz için bir tek işlem yeterli olur. Para sahibi,
faizli ödünç verdiği an ondan ne kadar faiz geliri elde edeceğini bilir.
3- Kredi sistemi faizle, ortaklık sistemi de kâr ile
ayakta durur. Faiz geliri elde edebilmek için eldeki parayı belli bir süre bir
başkasına vermek ve süre bitimine kadar beklemek gerekir. 100 lira %20'den 1
yıl vadeyle verilmişse, 120 lirayı alabilmek için 1 yıl beklemek gerekir.
Ticarette kâr etmenin böyle bir süresi ve sınırı yoktur. 100 liraya aldığınız
malı aynı gün satar 20 lira kazanabilirsiniz. Hatta 100 lira peşinle 500
liralık mal alır, onu kısa sürede satar, kârı 100 liraya çıkarabilirsiniz.
Ortaklık sermayesi ile yüzlerce alım satım yapılır.
Ortaklar devre sonunda bunlardan elde edilen kârı paylaşırlar. Zarar olursa onu
da sermayelerine göre bölüşürler. Toplam 100 adet alım satım yapılsa, bunlardan
40'ında zarar 60'ında da kâr edilse, ortaklık kâr etmiş gözükür. İşte özel
finans kurumları da yaptıkları işlerin çoğundan kâr edince kâr etmiş
gözükürler.
4- Kredi sisteminde, bankanın mevduat sahibiyle
yaptığı sözleşme belli bir süreyle sınırlıdır. Finans kurumlarının fon
sahipleriyle olan mudarebe (karar ve zarara katılma) akdi de belli bir süresi
vardır. Bu Hanefî mezhebine göredir. Ancak mudarebedeki vade sonu kavramı ile
kredideki vade sona kavramı farklıdır. Kredide vade sonu, ana paranın ve faizin
alınacağı gündür. Ama mudarebede vade sonu, nakit sermayeyi kullanmanın sonu
günüdür. Mesela 31 Ağustos son gün ise sermayeden nakit olarak bulunan ne
varsa o gün kullanılabilir. Tasfiye 1 Eylülde
başlar. Bu tarihten sonra mallar nakde çevrilir, alacaklar tahsil
edilir, sermaye çıkarılır ve bakılır; eğer bir kâr varsa paylaşılır. Kâr yoksa
yapılacak bir şey de yoktur. Zarar edilmişse bu zarar tamamen sermaye sahibine
yansıtılır. Mudaribin zararı da bu süre içinde boşuna çalışmış olmaktır. Bu
sebeple mudarebede kârın ne zaman paylaşılacağı önceden belli olmaz, sadece
bir tahmin yapılabilir. Buna tahsil esası denir.
Finans kurumunun tahsil esasına göre kâr dağıtması
için mudarebe havuzuna giren yüzlerce fonu ayrı ayrı takibedip sonuçlanmasını
beklemesi veya her vade için belli bir fon kabul günü ilan edip o gün gelen
fonları birlikte takibetmesi gerekir. Türkiye'deki finans kurumları bunu
yapmadıkları için tahakkuk esası denen yeni bir usul icadetmişlerdir. Buna göre
satılan mallardan doğan alacakların tahsil edildiği varsayılarak bunlardan
elde edilecek kâr, havuzda bulunan fonların geliri olarak kaydedilmektedir.
Böylece zamanı gelip katılma hesabını çekmek isteyenler bu kârı alırlar.
Buna tahakkuk esası denir. Doğrusu tahsil esasıdır. Onu uygulamanın yolları
aranmalıdır.
IV- FONLAR VE MEVDUAT
Bankanın topladığı paraya mevduat, finans kurumunun
topladığı paraya da fon adı verilir. Bunlar ya vadeli, ya da vadesiz olur. Banka,
vadesiz mevduata faiz ödemez, finans kurumu da vadesiz fona herhangi bir kâr
veremez.
Hem bankalar, hem de finans kurumları vadesiz hesap
sahiplerinden uygun gördüklerine birer çek koçanı vererek onlara, paralarını
çekle kullanma imkanı sağlayabilirler.
Vadeli mevduat banka mevduatının önemli bir bölümünü
oluşturur. Banka vadeli mevduata faiz öder. Vadesiz mevduata faiz verilmesi
bankacılık sistemine uymaz.
Vadeli fonlar da finans kurumlarının çalışmasının
temelini oluşturan mudarebe esasına göre toplanırlar.
BEŞİNCİ BÖLÜM
BORÇLARDA
ENFLASYON FARKI
Fıkıh kitaplarının çoğu, dinar ve
dirhemlerin kullanıldığı devirlerde yazılmıştır. O paralarla kağıt para
arasında çok fark vardır. Biri, içindeki altın veya gümüş sebebiyle dünyanın
her yerinde değerli olduğu halde diğeri küçük bir kağıt parçasından başka bir
şey değildir. O ancak, siyasi otoritenin kararı ve insanların kabulü ile bir
değer kazanır. Bunun milli sınırlar dışında para sayılması, uluslararası
ilişkilere, o parayı çıkaran devletin itibarına ve insanların bunu kabul
etmelerine bağlıdır.
Altın ve gümüş, değerli maden
oldukları için dolaşımdan kalkan dinar veya dirhemin değeri fazla düşmezdi.
Alacaklı taraf, o para ile ödeme yapılmasını dahi kabul edebilirdi. Osmanlı
lirası 1920’lerden beri dolaşımda olmamasına rağmen değerini korumakta ve talepleri
karşılamak için İstanbul Darphanesi'nde basılmaktadır. Çünkü o hâlâ, serveti
biriktirmek veya zinet amacıyla satın alınmaktadır.
İlk zamanlar kağıt paranın
karşılığı ilgili yerlerde altın veya gümüş
olarak, kısmen veya tamamen bulunur yahut ileri bir tarihte karşılığının ödeneceği
vadedilirdi. Bu da basılacak para miktarını sınırlardı.
Bugünkü kağıt paralar
karşılıksızdır. Yani hazineler veya merkez bankaları, kendilerine getirilecek
paraya karşılık bir şey ödeme yükü altında değillerdir. Bu paranın, üzerinde
yazılı itibarî değeri dışında bir değeri yoktur. Dolaşımdan kalkan kağıt
paranın hiçbir değeri kalmaz.
I- PARANIN ÖZELLİKLERİ
Burada amaç, borçların ödenmesinde
para değer kaybının önemini vurgulayan bazı özellikleri görmektir.
Para, ihtiyaçları doğrudan
gidermez. Yenilip içilmez ama ihtiyaçları gidermenin en önemli aracıdır.
Para hazır satın alma gücüdür. Onunla
her türlü mal ve hizmet alınabilir. Bunları para dışındaki şeylerle almak
zordur.
Para bir hak ölçüsüdür. Ücretler,
kiralar, borçlar, nakdî ceza ve tazminatlar büyük ölçüde onunla belirlenir.
Paraya gösterilen itibar, değerini
korumasıyla orantılıdır. Değerini koruyamayan para, haksızlığa ve zulme yol
açar ve insanları kendinden kaçırır. Herkes onu, değerini koruyabilen
şeylerle değiştirmek ister. Kötü para iyi parayı kovar, denmesi bundandır.
Değeri düşen paranın dolaşım hızı artar, dolaşım hızı artan paranın değeri daha
da düşer.
Paraya olan güven, para
otoritesine duyulan güvenle alâkalıdır. Kıymetli maden olarak basılan paralarda
bu, o kadar önemli değildi. Ama kağıt paraya güvenebilmek için onu çıkaran otoriteye
güvenmek gerekir. Bu güveni sarsan her davranış, paranın değerini doğrudan
etkiler.
Kişiler her malı üretebilirler ama
para basamazlar. Para, ancak kamu adına devlet tarafından basılabilir.
Eskiden altını ve gümüşü olan herkes, darphanede kendisi için para
bastırabilirdi ama kendi adına darphane kuramazdı.
Bu sebeple para, diğer mallar gibi
değildir. Onun alımı, satımı ve onunla olan borçlanmalar da diğer mallardan
farklı ve kendi tabiatına uygun olmalıdır.
Biraz da enflasyon konusuna
değinmek gerekir.
II- ENFLASYON
Enflasyon, fiyatlarda görülen
sürekli artış diye tarif edilebilir. Bunun sebebi ya paranın değer
kaybetmesi ya da maliyetlerin artmasıdır. Birinci durumda talep enflasyonu,
ikinci durumda maliyet enflasyonu olur.
Talep enflasyonu, para bolluğundan dolayı daha fazla mal ve hizmet talep edilmesine ve
fiyatların artmasına yol açan olaydır.
Maliyet enflasyonu, üretilen mal ve hizmetlerin maliyetinin sürekli artmasıdır. Emek,
sermaye ve tabii kaynaklar gibi üretim faktörleri, üretilen mal ve hizmetlerin
gerçek maliyetini oluşturur. Dolayısıyla bunların piyasa fiyatlarının artması,
kaçınılmaz olarak maliyetlerin artmasını gerektirir.
Maliyet enflasyonu ile talep
enflasyonu, tavukla yumurta gibi, biri diğerinin sebebidir. Her ikisinin
sebebi de ekonomide dengelerin bozulmasıdır.
Fiyatlar, mal ve hizmetlerle para
arasındaki dengeye göre oluşur. Para miktarındaki artış, mal ve hizmet
miktarındaki artış ile dengeli olursa fiyatların genel seviyesi değişmez. Ama
bunlardan biri diğerinden fazla üretilirse az üretilen kıymetli hâle gelir.
Mal ve hizmet üretimini artırmak
kolay değildir. Bunun için yeni yatırıma, yetişmiş personele, ham madde, mamül
ve yarı mamül maddelere, binaya, takım ve teçhizata, enerjiye ve uzunca bir zamana
ihtiyaç duyulur. Ama kağıt para üretimini artırmak kolaydır. Üzerindeki rakama
bir sıfır ekleyerek onu on kat, iki sıfırla yüz kat, üç sıfır koyarak bin kat
artırmak mümkündür. Bunun için ne ek yatırıma, ne bir zamana ne de yeni
personele ihtiyaç duyulur. Yapılacak iş, para basma makinasını daha çok sıfır
basacak şekilde ayarlamaktır.
100 lira ile on kalem mal alırken,
para miktarı artınca daha az mal alır hâle gelirsiniz. Piyasadaki para bolluğu,
size para kıtlığı olarak yansır. Çünkü para miktarındaki her artış, sizdeki
paranın değerini düşürür.
Böyle bir şey madeni parada olmaz.
Çünkü o madenler, kağıt kadar bol değildir. Elde ne kadar altın veya gümüş
varsa ancak o kadar para basılabilir. Bir de altın ve gümüşün değeri, ağırlık
ve ayarıyla ölçülür. Aynı ağırlık ve ayardaki iki altın paradan biri dünyanın
en fakir ülkesinde, diğeri de en zengin ülkesinde basılmış olsa, bunların
değerleri arasında önemli bir fark olmaz.
Kağıt parada ise kağıdın ağırlığı,
büyüklüğü ve kalitesi para değeri açısından önemli değildir. Meselâ 1 ABD
doları ile 100 ABD doları hemen hemen aynı boyutlardadır ama biri diğerinin 100
katı değerle işlem görür. Bugün Amerikan doları her yerde aranan değerli bir
para olduğu hâlde fakir ülkelerin paraları, kendi ülkeleri dışında kabul
görmez.
Milli para, hükümetlerin, yabancı
para da büyük devletlerin insafına bırakılmıştır. Artık birçok ülkede
partiler demokrasisi hâkimdir. İktidara gelen parti, devletin parasını, kendi
yandaşlarına çeşitli adlar altında aktarabilmektedir. Bu yüzden hükümetlere
yakın olanlar alabildiğine zenginleşirken ona uzak olanlar fakirleşirler.
Zenginlerin ve medyanın hükümetleri desteklemesi veya iktidara aday olan
partilere destek olmaları bundandır.
Servet, sabit gelirliler aleyhine
yeniden paylaşılır. İşçi ve memurların ücret ve maaşları, uzunca bir dönem
için tespit edildiğinden onların alım gücü devamlı düşer ve servetleri başka
kesimlere kayar.
Gelir ve servetin haksız bir şekilde
yeniden dağılması, orta sınıfın erimesine, çok yüksek ve çok düşük gelirli
zıt kutupların oluşmasına yol açar. Bu,
başlı başına bir dengesizlik, huzursuzluk ve gerginlik kaynağı olur.
Sanayi ve ticaret erbabı ile
meslek sahipleri, yani ürettikleri mal ve hizmetlere zam yapabilenler
enflasyona karşı kendilerini koruyabilirler.
Enflasyondan kârlı çıkanlar, daha
çok hükümetlerin koruduğu kesimdir.
Hükümetten destek almadığı hâlde enflasyondan kârlı çıkan iş sahipleri
de vardır.
Enflasyon, en yüksek kazancı en
kolay şekilde sağlar. Bu kazancı harcamak da kolay olur. Böyle yerlerde
sefaletle lüks hayat bir arada görülür. Aile bağları zayıflar, boşanmaların ve
başıboş çocukların sayısı artar. Yüksek gelir grupları oyun ve eğlenceden, dar
gelirliler de geçim sıkıntısından dolayı ailelerine hâkim olamaz hâle
gelirler.
Enflasyonist ortamda ilmin ve
faziletin değeri kaybolur. Cebi şişkin cahiller ve zenginleştikçe bencilleşen
insanlar çoğalır. Toplumları ayakta tutan temel değerler değişir. İnsanların
hayatları ve gayeleri, maddeden ibaret hâle gelir. Çünkü kolay kazanan ve bol
harcayanlar, iştahları kabartır. Daha çok kazanma uğruna her şeyinden fedakârlık
yapacak insanlar çoğalır.
Enflasyonist ortamda borçlu kârlı,
alacaklı zararlı çıktığından, vadesinde ödenmeyen borçların sayısı ve miktarı
artar. Parola şudur: «Alacağından çok borcun olsun!»
Paralarının bütün dünyada dolaşımını
sağlayabilen güçlü devletler, bir tomar kağıdı para diye verip, istedikleri ülkeden,
istedikleri şeyi alabilirler. Bunlar her yerde kendilerine bağlı gruplar
oluşturur ve dengeleri bozarlar. Bazı devletleri destekler, bazılarını zayıf
düşürürler. Bunlar bütün insanlığı bir şekilde kendilerine bağlarlar.
Bütün bunlardan dolayı enflasyonun
ana sebebi kağıt para sistemidir. Bu sistemden ya vazgeçilmeli ya da bütün
hukukî düzenlemeler bu paranın özelliğine göre yapılmalıdır.
III- BORÇ ÖDEMEDE DENKLİK
Borçların
ödenmesinde temel prensip, ödemenin borca denk olmasıdır. Buna mümâselet
denir. Bu, evrensel bir prensiptir. Çünkü hiç kimse hakkının, sebepsiz yere
başkasına geçmesini kabul etmez. Mümâselet, şimdiye kadar üç ölçü birimi ile
sağlanırdı. Bunlar tartı (vezn), ölçek (keyl) ve sayı (adediyat-ı mütekâribe)
idi. 100 gr. altın borcu olan, aynı ayarda 100 gr. altın ödeyince borcundan
kurtulurdu. Buğday borçlanan borcunu ölçek ile, yumurta borçlanan da sayı ile
öderdi. Faiz, bu ölçünün üzerinde olan kısımdır. Çünkü faizli ödünç veren,
verdiğinin dengini aldıktan sonra belli bir fazlalık almayı, buna karşılık
alacaklısına belli bir süre tanımayı kabul eder.
Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Müminler, mallarınızı aranızda haksızlıkla
yemeyin.” (Nisa 4/29). Buna göre borcu eksik ödeyen alacaklının malını
haksızlıkla yemiş, fazla ödemeye zorlanan da malını haksız yolla yedirmiş olur.
Üzerinde rakam var diye, kağıt
para adedî (sayısal) mallar gibi işlem görmektedir. Bu yüzden 100 ABD doları
ödünç alan, daha sonra 100 ABD doları ödeyince borcunu ödemiş sayılmakta, aradan
geçen süre içinde bu paranın değerinde meydana gelen değişme dikkate
alınmamaktadır. Kağıt para adedî mal değildir. Adedî mallar, yumurta, ceviz ve
belli standarttaki mallar gibi birimleri arasında önemli değer farkı olmayan
gerçek mallardır.
Kağıt para adedî mal olsaydı, boyutları
aynı olan 1 ABD doları ile 100 ABD dolarının aynı değerde olması gerekirdi.
Çünkü iki yumurtadan birine yazılan 100 rakamı, onu diğerinden değerli
kılmaz. 100 TL. ile 100 doların aynı değerde olmaması da onların maddesi ve
yapısıyla ilgili değildir.
Kağıt para bir çeşit senettir. Piyasadan
alınabilecek birçok malın senedidir. Bugünkü 100 lira, 1 kilo peynir, 800
gr. et, 60 yumurta, 20 ekmek vs. demek iken, iki ay sonraki 100 lira 900 gr.
peynir, 720 gr. et, 54 yumurta, 18 ekmek vs. karşılığı olmaktadır. İki ay önce ödünç alınan 100 lira, yine 100
lira olarak ödenirse alacaklının 10 lirası haksız yere yenmiş olur. Çünkü
yapılan ödeme, rakam olarak 100 olsa da satın alma gücü olarak 90 lira değerine
inmiştir.
Kağıt parayı mislî mallardan sayma
zorunluluğu vardır. Mislî mallar, ölçüyle, tartıyla veya sayıyla işlem gören
mallar olduğu hâlde kağıt para bu ölçülerden hiçbirine girmez. Bunun ölçü birimi
satın alma gücüdür.
Kağıt para ile yapılan işlemlerde
paranın satın alma gücü esas alınır. 100 TL., 100 ABD Doları ve 100 DM ile alış
verişe çıktığınızda herkes bunların satın alma gücüne bakar. Hâlbuki,
elinizdeki para dinar veya dirhem olsaydı, onun Türkiye'de, Almanya'da veya
Amerika'da basılmasından çok ağırlığının ve ayarının ne olduğuna bakılırdı.
Madem kağıt para ile olan işlemlerde sırf paranın satın alma gücü esas alınıyor,
öyleyse borçların ödenmesinde de aynı şey esas alınmalıdır. Kağıt para ile
olan borçları misliyle ödemenin başka yolu yoktur. Buna yaşanmış bir örnek
verelim:
1950 senesinde bir kişi babamdan
450 TL. ödünç almış ve bu yazının kaleme alındığı Eylül 2000'e kadar
ödememişti. Bu tarihte Türkiye'de en küçük para 10.000 TL. idi. Bir sakız
25.000 liraya alınabilmekteydi. Hâlbuki, 1950 senesinde 450 lira ile 75 gr.
altın alınabilirdi. Çünkü o zaman 1 gr. 24 ayar altın 6 liraydı[497].
Bugünkü kanunlar, borcu 450 lira
olarak kabul ederler. Çünkü babam o parayı verirken ne bir ödeme tarihi
belirlemiş, ne de başka bir şart koşmuştur. Borç, 450 TL. değil de 75 gr. altın
veya 100 kile buğday ya da 22.000 adet tavuk yumurtası olsaydı bunların
fiyatlarındaki artma veya azalmaya bakılmaksızın aynen ödenmesi kabul
edilebilirdi. Bu da önemli bir haksızlığa yol açmazdı. Ama borç 450 TL.'dir.
Bu para ne altın gibi tartılabilir, ne buğday gibi ölçülebilir, ne de yumurta
gibi sayılabilir. Bunun ölçü birimi yalnızca satın alma gücüdür. 1999
Türkiye'sinde 450 liranın hiçbir değeri yoktur. Artık böyle bir para da yoktur.
Borcun 450 lira olarak kabul edilmesi, ödemeyi 50 sene geciktirmiş olan
borçlunun ödüllendirilmesinden başka bir şey değildir. Ama ödeme, bu paranın borç verildiği günkü satın alma
gücüne göre yapılırsa bunun ne borçluya bir zararı olur, ne alacaklı zarara
uğratılır.
İslâm Fıkıh Akademisi'nin
(Mecma’ul-fıkh’il-İslâmî) Eylül 1988’de aldığı 4 numaralı kararı şöyledir:
“Herhangi bir kağıt para ile olan
borç, kıymetiyle değil, misliyle ödenir. Çünkü borçlar misilleriyle ödenir.
Sebebi ne olursa olsun, zimmette sabit olan borçları fiyatlara bağlamak caiz
değildir.”
Bu karar yanlıştır. Doğrusu şöyle
olmalıydı: “Borçlar misilleriyle ödenir. Kağıt parada mümâselet (denklik) ancak
satın alma gücüne yani kıymetine göre belirlenebildiği için kağıt para ile
olan borç, onun kıymetiyle ödenir.”
IV- DELİLLER
Kağıt para ile olan borçlanmalarda
paranın satın alma gücünün esas alınması gereği şöyle ispatlanabilir:
1-
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:«Müminler,
mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.» (Nisa 4/29)
Kağıt paranın satın alma
gücündeki düşmeyi dikkate almadan borcunu ödeyen, paranın kaybettiği değeri
haksız olarak üstüne geçirmiş olur.
2- Ona dua ve selâm olsun, Allah'ın Elçisi şöyle
demiştir: «İslâm’da, zarar verme ve zararı zararla karşılama yoktur[498].» Paranın satın alma gücü
düştüğü hâlde, borcu aynı rakamla ödemek alacaklıya zarar vermektir.
3-
Maslahat (kamu yararı) delili:
Para değer kaybının ödettirilmesi kamu
yararınadır. Yoksa hem kimse kimseye ödünç vermez, hem de kimi borçlular, para
değer kaybından daha fazla istifade için borçlarını mümkün olduğu kadar geç
ödemeye çalışırlar. İhtiyaç içinde olana ödünç verip yardımcı olmak,
özendirilmesi gereken yararlı iş, yani maslahat olduğu gibi haklı bir sebep
olmadan borcu geciktirmek de karşı çıkılması gereken zararlı iş, yani mefsedettir.
V- ENFLASYON FARKI VE FAİZ
Faiz, borçtan elde edilen
gelirdir. Buna ribe'l-kard () = ödünç faizi veya ribe'n-nesie () = kredi faizi
de denir. İslâm öncesi Arap toplumuna cahiliye toplumu adı verilir. Onlar
arasında faiz yaygın olduğu için bunun bir adı da cahiliye faizi, yani
ribe’l-cahiliyye'dir.
Allah alım satımı helâl, faizli işlemi
haram kılmış[499] ve şöyle buyurmuştur: «Eğer faizcilikten vazgeçerseniz anamallarınız sizindir. Böylece ne
(fazla alarak) [500] haksızlık edersiniz, ne de (noksan
alarak) [501] haksızlığa uğrarsınız.» ( Bakara 2/279)
Kağıt para ile olan borcu, eksiği
ve fazlası olmadan ödemenin tek yolu, para değerini dikkate almak, verilen para
ile borçlanılan para arasında eşitliği sağlamaktır. Çünkü kağıt parada denklik
ancak böyle sağlanabilir. Bu sebeple bütün dünyada ilgili kanunlar
değiştirilmeli; kağıt paranın, üzerinde yazılı rakama göre değil, temsil ettiği
satın alma gücüne göre işlem göreceği hükme bağlanmalıdır. O zaman, bu yolla yapılan haksızlıklar büyük ölçüde
önlenmiş olur.
VI - DE⁄ER KAYBI İLE İLGİLİ
BİR UYGULAMA
Osmanlılar altın karşılığında
kağıt para basmışlar ve bu para zamanla önemli ölçüde değer kaybetmiştir. Para
değer kaybının bazı ödemelerde dikkate alnması için 13 Rebiülevvel 1298 (13
Mart 1881) tarihinde şu irade-i seniyye (padişah emri) çıkarılmıştır:
«Eytam sandıklarından kaime olarak
idâne edilen mebaliğin ve kaime ile bey’ olunup müşteri zimmetinde kalan
semen-i mebiin hîn-i idâne ve akd-i bey’de kaime ile altun ve gümüş sikke
rayici her ne ise o hesap üzre istifası mukarrerdir[502]».
Sadeleştirilmiş şekli:
Eytam sandıklarından[503] kaime[504] olarak verilen borçlar ile kaime karşılığı
satılan malların bedellerinden ödenmemiş olanların, borçlanma gününde ve satışın
yapıldığı sırada altın veya gümüş paraya göre değeri her ne ise onun ödenmesi
kararlaştırılmıştır.
VII - DE⁄ER FARKINI
HESAPLAMA USULÜ
Değer farkı, altına, gümüşe ve
enflasyon oranına göre hesap edilebilir. Bugün altın ve gümüş, para olmaktan
çıkmış, diğer mallar gibi olmuştur. Artık o da değer kazanmakta ve zaman zaman
ucuzlamaktadır. Meselâ 1980 yılının ilk aylarında bir ons (31 gr.) altın 850
dolarken[505], 9 Mart 1982 günü 335,5 dolara
düşmüştü[506]. İki yıl içinde doların da değer
kaybettiği dikkate alınırsa altının değer kaybının daha büyük olduğu görülür.
Ancak altının borsalarda dalgalanması ve değerinin inip çıkması kısa
vadelidir. Altın, uzun vadede değerini koruyabilecek özelliktedir. Para değer
kaybının altına göre hesaplanması çok defa zararı karşılayabilir.
Para değer kaybını enflasyon
oranına göre hesaplamak en uygun yol olsa da enflasyon oranının tam olarak
tespiti güçtür.
Üçüncü yol, piyasada geçerli
yabancı paraların esas alınmasıdır.
Onlar da birer kağıt para olduğu için hem enflasyona uğramakta hem de uluslararası
borsalardaki genel eğilime paralel olarak dalgalanmaktadır.
Bu konuda her yerde geçerli bir
prensip koymak zordur. Bunu, her yerin kendi durumuna ve şartlarına göre tespit
etmek gerekir.
Para değer kaybının ödenmesi için
tarafların önceden anlaşmaları gerekmez. Çünkü bu bir haktır, ama borcun
özelliğine göre bazı farklı uygulamalar olabilir.
Ödünçlerde ödeme, ödünç alma
günündeki değer üzerinden yapılır. Çünkü denklik (mümâselet) ancak bu şekilde
sağlanabilir. Böylece ne borçlu haksız kazanç sağlar, ne de alacaklı zarara girer.
Enflasyonun normal seyrettiği
dönemlerde veresiye mal alıp borcunu zamanında ödemeyen, ödeme gününden
itibaren meydana gelen değer kaybını karşılar. Çünkü böyle bir ortamda vadeli
fiyat belirleyenler, paranın ödeme gününe kadar uğrayacağı değer kaybını
dikkate alırlar. Daha sonraki değer kaybına rızaları olmadığından onu
karşılamak gerekir.
Enflasyon oranı beklenmedik bir
şekilde artarsa, vaktinde ödenen borçlarda bu artış dikkate alınır. Meselâ
enflasyon %50 civarında iken %75'e çıkarsa
%25'lik artış borçludan talep edilir.
Para değer kaybedince ücret ve
maaşların satın alma gücü düşer. Bu sebeple ücret ve maaşlara para değer
kaybı oranında zam yapmak icap eder.
Para değer kaybettikçe kiraların
da o oranda yükselmesi gerekir. Vadeli satıştaki prensip burada da geçerlidir.
Yani enflasyon normal bir seyir takip eder ve kira, zamanında ödenirse fazla
bir şey talep edilemez. Ama enflasyon beklenen oranın üzerinde olursa kirayı
öderken bu oran dikkate alınır.
VIII- FAKİHLERİN GÖRÜŞLERİ
Borçların misliyle ödenmesi temel
prensiptir. Ama bazen borcu değeriyle ödemek gerekebilir. Fakihlerin bunlara
ilişkin görüşlerine bakalım:
A- Borcu Misliyle Ödemek
Mallar, mislî ve kıyemî olmak
üzere ikiye ayrılır. Mislî mal, değerini etkileyen önemli bir fark olmaksızın
çarşı pazarda dengi bulunabilen maldır. Altın, gümüş, arpa, buğday ile bir
fabrikanın belli standartta ürettiği mallar böyledir. Çarşı pazarda dengi
bulunamayan, bulunsa da önemli değer farkı olan mallara kıyemî mal denir.
Yazma kitaplar, el işi kaplar ve hayvanlar böyledir.
Kıyemî mallar ile birimleri
arasında farklılık bulunan mallar ödünç verilmez. Çünkü bunların dengini bulup
geri ödemek imkânsızlaşır[507]. Ödünç alınan şey tüketilir ve
yerine onun dengi sayılan bir başka şey verilir. Kullanmak üzere alınan mallara
ödüç değil, ariyet denir. Kullanıp geri vermek üzere alınan keser, testere
vs. aletler birer ariyet olur.
Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre
mislî bir malı ödünç alan, ödeme zamanında, değerindeki değişmeye bakmadan
onun mislini öder. Kıymeti önemli ölçüde düşmüş ve pek az bir değere inmiş
olsa da netice değişmez. Çünkü aslolan borcun mislini ödemektir[508].
Ebu Hanife'nin görüşü de aynıdır.
Ona göre, kıtlık ve pahalık varken ödünç alınan bir kile buğday, bolluk ve
ucuzluk olduğu bir zamanda ödenirse, aynı özellikte bir kile buğday olarak
ödenir. Çünkü borç, bir kile buğdaydan ibarettir. Onun piyasa fiyatı tarafların
dışındaki bir olaydır[509].
Bütün mezhepler, borcun, dinar
veya dirhem olması hâlinde misliyle ödenmesi gerektiğini, fazlasının faiz
olacağını kabul ederler. Görüş farkı sadece fels ve mağşuş para[510] ile olan borçlanmalarda görülebilir.
Felslerin veya mağşuş paraların değeri düşerse
Ebu Hanife’ye göre ödemelerde gene bir değişiklik olmaz. Ebu Yusuf'un da bu
görüşte olduğu ama aşağıda görüleceği gibi daha sonra onun görüşünün değiştiği
rivayet edilmiştir.
Şafiîler, felsleri ticaret malı
(uruz) sayarlar. Onlara göre felsin bir mala bedel olması, malların takasında
birinin diğerine bedel olması gibidir. Dolayısıyla dolaşımdan kalkmış da olsa,
fels ile olan borçlar misliyle ödenir[511].
Malikîlerin şu ifadeleri de aynı
mahiyettedir: “Fels veya nakitten (yani dinar veya dirhemden) oluşan bir borç,
ister ödünçten isterse başka sebepten doğmuş olsun, bu paraların dolaşımdan
kalkmasından veya bunlarda değişiklik olmasından sonra dahi önceki emsaliyle
ödenir[512].“
Hanbelîlerin şu ifadesi daha da
açıktır:
Paranın değerinin düşmesi borcu
ödemeye mani olmaz, isterse düşüş çok olsun. Meselâ, 10’u bir dânike[513] satılırken 20'si bir dânike düşse yahut değer
kaybı daha az olsa sonuç değişmez. Çünkü paraya bir şey olmamış, sadece
değeri değişmiştir. Bu, borç alınan buğdayın değerinin artmasına veya
azalmasına benzer[514].
B- Borcu Kıymetiyle Ödemek
Borcun kıymetiyle ödenebileceği
her mezhepte kabul görmüş ama her biri konuya farklı açıdan yaklaşmıştır. Bu
sebeple incelemeyi tek tek yapmak gerekir.
1- Hanefî Mezhebi
Hanefîlerden Ebu Yusuf'a göre, kıt
ve pahalı iken ödünç alınan bir kile buğday, bol ve ucuz olduğu zaman bir kile
buğday olarak ödenirse haksızlık olur. Bunu önlemek için bir başka cinsten, o
buğdayın değerini ödemek icap eder.
Ebu Yusuf'un prensibi şudur: Ödünç
alınmış mislî malların kıymetleri, fiyatların yükselmesi veya başka bir
sebeple artar veya eksilirse bunların, borç alma günündeki kıymetlerini ödemek
icap eder[515].
Ebu Yusuf'a göre, felsler veya
mağşuş paralarla alış veriş yapılır veya borç alınır da sonra paranın değerinde
düşme veya yükselme olursa borçlunun, alış verişin yapıldığı yahut borcun
alındığı günkü değer üzerinden ödeme yapması gerekir[516]. Ebu Yusuf’un bu görüşü, Hanefi
mezhebinde müftâ bih olan yani tercih edilerek kendisiyle fetva verilen
görüştür[517]. El-Fetava’t-Tatarhaniye’nin bildirdiğine
göre Ebu Yusuf, paranın değeri düşünce satıcının alış verişi bozabileceğini de
söylemiştir[518].
el-Fetâvâ’l-Bezzaziye’de
kiralamanın satım ve borç (deyn) gibi olduğu, nikâh akdi ile erkeğin
yüklendiği mehir borcunu ödemek için nikahın kıyıldığı günkü dirhemlerin
kıymetini vermek gerektiği belirtilmiştir[519].
2- Hanbelî Mezhebi
Hanbelîler, borcun değeriyle
ödenmesini, sadece dolaşımdan kalkmış para için kabul ederler. Çünkü ödünç
alınan malda yeni bir kusur oluşursa alacaklının onu kabul etmesi gerekmez.
Felslerin veya mağşuş paraların dolaşımdan kaldırılması, yeni bir kusur anlamına
gelir. Bunu şöyle ifade ederler: "Borç, fels veya kırık (mağşuş) para ile
olur da Sultan, parayı dolaşımdan kaldırır ve onunla işlem terk edilirse
alacaklının hakkı, onun değerini almaktır. Borçlu parayı kullanmış olsa da
olmasa da fark etmez. Çünkü para, onun mülkünde iken kusurlu hâle gelmiştir[520].”
3- Mâlikî Mezhebi
Malikîlerin görüşü de Hanbelîlerin
görüşüne yakındır. Ancak onlar, paranın değeriyle ödenmesi için eski paranın
bulunamamasını şart koşarlar. Eski paradan bulunabilirse o ödenir. Çünkü
borçları misliyle ödemek temel prensiptir. Değeri ile ödenecekse değer
tespiti, paranın bulunamadığı gün ile ödeme gününden hangisi daha yakınsa ona
göre yapılır. Meselâ para ayın ilk gününde dolaşımdan kalkmış veya durumu
değişmiş ve borcun ödeme süresi de ayın sonunda dolmuşsa paranın değeri ayın
son gününe göre hesap edilir. Ödeme günü ayın başında, paranın bulunamaması da
ayın sonunda ise paranın bulunamadığı günkü değer ödenir. Borcun vadesi
ertelenir ve para birinci vadede bulunamaz hâle gelirse birinci vadedeki
kıymeti ödenir. Çünkü böyle bir borç ancak kıymeti karşılığında ertelenir.
Vadesi gelen borç ertelenmiş ve
para bulunamaması erteleme süresi içinde
olmuşsa ikinci sürenin dolduğu günkü değeri ödenir.
Paranın bulunamaması ikinci
sürenin dolmasından sonra olmuşsa paranın bulunamadığı günkü değeri ödenir.
Bu hükümler ödemenin keyfî olarak geciktirilmediği
durumlar içindir. Borçlu ödemeyi, keyfî dolarak geciktirirse (mumâtale) o,
aldığı malı öder. Çünkü mumâtalede bulunmakla haksızlık etmiş olur[521].
4- Şafiî Mezhebi
Şafiîlerde borcun değeriyle
ödenmesi kavramı vardır. Borçlanılan mislî mal büsbütün değersizleşirse borcun
doğduğu günkü değer üzerinden ödemede bulunmak gerekir. Meselâ bir kişi çölde
birinin suyunu gasp etse, sonra suyun kıymetsiz olduğu bir yerde, bir ırmak
kenarında suyun mislini ödemeye kalkışsa bu kabul olunmaz. Suyun çöldeki
değerini vermesi icap eder[522].
Onlarda, Ebu Yusuf’un görüşüne
uygun olarak, mislî malların, ödünç alındığı günkü kıymetinin ödenmesi görüşü
de vardır. Ancak bu, mezhep içerisinde zayıf bir görüştür; (denildi=) sözüyle
ifade edilmiştir[523].
Şafiî mezhebinin konuya ilişkin
bir başka görüşü şöyledir[524]:
"Malda olan eski bir ayıp
sebebiyle müşteri malı geri verip satışı bozabileceği gibi satıcı da paradaki
eski bir ayıp (ayb-ı kadîm) sebebiyle parayı geri verip satışı bozabilir. Eski
ayıp, satış anında var olan veya teslim almadan önce meydana gelen ve satışın
feshine kadar devam eden değer düşürücü şeydir[525]. Şafiî mezhebine mensup fakihler,
alış verişteki hıyar-ı aybın yani kusurluluk muhayyerliğinin, satılan malla
ilgili kısmına ağırlık vermişler ve bunu şöyle açıklamışlardır:
"Genellikle parada dalgalanma olmaz. Dolayısıyla değerinin düşmesi pek az
görülür[526]." Bu gerekçe onların
yaşadıkları devir için doğru ve geçerlidir.
Para, ya muayyen veya zimmette[527] olur. Muayyen olur da satıcı parayı, ondaki
bir ayıp sebebiyle geri verirse akit bozulur. Para zimmette ise, onda meydana
gelen ayıp akdi bozmaz. Bu durumda değer farkını ödemek gerekir[528].
Aybın Tarifi:
Ayb, maksada engel olacak şekilde,
bir şeyin kendini veya değerini azaltan her şeydir. Şartı, bunun o malda
genellikle olmamasıdır. Aybın akit sırasında var olması ile teslimden önce
meydana gelmesi aynıdır[529].
Bu ölçülere göre enflasyon bir
ayıp sayılır mı?
Enflasyon, hızına göre üçe
ayrılır:
a-
Belirsiz veya sürünen enflasyon. Bu durumda enflasyon yavaş seyreder.
b-
Kronik enflasyon. Hızı dengeli, süresi uzun olur.
c-
Aşırı enflasyon[530].
Kağıt para sisteminde enflasyon
kaçınılmaz bir hastalık sayıldığından[531] Şafii mezhebine göre belirsiz ve kronik enflasyonu
para için ayıp saymak zor olur. Satıcı bu durumu bilerek malını sattığından
neticesine katlanır. Ancak borcunu zamanında ödemeyenlerden ödeme gününden
itibaren meydana gelecek değer kaybının istenmesinin uygun olacağı
anlaşılıyor. Çünkü bu, maksada engel olacak bir değer düşüşüdür.
Yukarıdaki tarife göre, aşırı
enflasyon, parada ayıp sayılmalı ve normalin üzerinde meydana gelen değer
kaybı borçluya ödettirilmelidir.
Görüldüğü gibi bütün mezhepler,
yapılan ödemenin borca denk olmasını şart koşmuşlar ve bazı durumlarda borcun
değerinin ödenmesini gerekli görmüşlerdir. Böylece mislî mallarda
"değer" kavramı denkliği sağlayan diğer kavramlar arasına girmiştir.
Diğerleri, tartı (vezn), ölçek (keyl) ve sayı (adediyat-ı mütekâribe)
kavramlarıdır.
Kağıt para ile yapılan bütün
işlemlerde paranın değeri esas alınır. Borç ödeme işlemi de bu para ile
yapılacaksa o zaman da paranın değerinin esas alınması gerekir. Çünkü kağıt
para ile olan borçları misliyle ödemenin başka yolu yoktur. Bu hüküm, bütün
mezheplerin görüş ve prensiplerine ve hakkaniyete uygun görülmüştür. Böylece
kimse kimseye haksızlık etmemiş olur.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur«Eğer faizcilikten vazgeçerseniz
anamallarınız sizindir. Böylece ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa
uğrarsınız.» ( Bakara 2/279)
ALTİNCİ
BÖLÜM
ENFLASYON
Enflasyon, fiyatlarda görülen sürekli artış diye tarif
edilebilir. Fiyatların yükselmesi
demek, aynı mal ve hizmet için, eskiye göre daha fazla para ödenmesi demektir.
Bunun sebebi ya paranın değer kaybetmesi ya da maliyetlerin artması olabilir.
Birinci ihtimal geçerliyse talep enflasyonu, ikinci ihtimal geçerliyse maliyet
enflasyonu söz konusu olur.
Banka kredilerinin, dolayısıyle kaydi paranın artışı,
kamu harcamalarının para basmak suretiyle karşılanması, bütçe açıkları ve paraya
güvenilmemesi gibi gelişmeler talep enflasyonunun sebepleri arasında yer alır.
Maliyet enflasyonunun sebepleri faiz, vergiler ve
devalüasyon ile tekelci özellik taşıyan firmaların, ürettikleri mal ve hizmetin
fiyatını haklı bir gerekçeye dayanma gereği hissetmeden sürekli artırabilmeleridir.
Vergiler,
maliyetlere ilave edildiğine göre bunların fiyatları artırdığını izaha gerek
yoktur. Milli paranın yabancı paralar karşısında değerinin düşürülmesi demek
olan devalüasyon da ithal edilen malların fiatlarının yükselmesine sebep
olmaktadır.
Talep enflasyonu ile maliyet enflasyonunu biraz daha
yakından görmeye çalışalım.
I- TALEP ENFLASYONU
Talep enflasyonu, aşırı talebin fiyatları
yükseltmesidir. Aşırı talebi doğuran piyasadaki para bolluğudur. Bu sebeple
talep enflasyonu, dolaşıma ihtiyaçtan fazla para sürülmesinden dolayı paranın
değer kaybetmesine yol açan olaydır.
İster madeni olsun, ister kağıt olsun, her türlü para
değer kaybedebilir. Ancak dolaşıma ihtiyaçtan fazla para sürülmesine
bağlı olarak değer kaybının meydana
gelmesi madeni para rejimlerinde oldukça zordur. Çünkü altın ve gümüş, kağıt
kadar kolay üretilen ve bol miktarda bulunabilen şeyler değildir. Bu sebeple
basılacak para miktarı eldeki değerli madenle sınırlıdır.
Madeni para sisteminde ayarın düşürülmesi yoluyla para
miktarı biraz artırılabilir. Ancak düşük ayarlı para, saf altın veya gümüşle
karşılaştırılınca gerçek değerini derhal bulur ve kağıt paranın değer kaybetmesi
kadar etkili olmaz. Çünkü kağıt parada değer kaybı madeni paradaki kadar
kolay anlaşılamaz.
Ufaklık para niteliğindeki felsler daha kolay basılıp
dolaşıma çıkarılabilir. Çünkü bakır, nikel ve bronz gibi madenler altın ve
gümüşten çoktur. Ancak bunlar, bugün de
kullanılan bozuk paralardır. Genellikle küçük ödemelerde ve küsüratta
kullanılır. Bu sebeple bunlara olan
talep azdır.
Kağıt para rejimlerinde para basmak kolaydır. Kağıdın
ağırlığı, kalitesi ve büyüklüğü para değeri açısından önemli olmadığından para
otoritesi, istediği kadar para basabilir. Enflasyonun ana sebebi olan piyasaya
ihtiyaçtan fazla para sürme olayı, esasen kağıt para rejiminde görülür.
Konuyu daha iyi anlamak için hem madeni parada hem de
kağıt parada meydana gelen değer kaybını örneklerle anlatmak faydalı
olacaktır.
A- Madeni Paralarda Değer Kaybı
Madeni paralarda değer kaybı aşağıdaki hallerden
biriyle meydana gelir.
1- Para ayarının düşürülmesi.
2- Paranın ağırlığının azaltılması.
3- Paranın değerinin düşmesi.
Şimdi bunları tek tek inceleyelim.
1- Para ayarının düşürülmesi.
Madeni paralar daha çok saf altın veya gümüşten
basılır. Bu, her zaman böyle olmaz,
düşük ayarlı altın ve gümüşten de para basıldığı sıkca görülür. Paradaki altın
veya gümüş miktarı azaldıkça değerinin düşeceği kesindir.
2- Paranın ağırlığının azaltılması
İslam’ın ilk devirlerinde dinar 4.25 gr. dirhem de
2.975 gr. ağırlığında olduğu halde[532] zaman zaman daha az ağırlıkta da para basılmıştır.
Altın ve gümüşün azalması bu paraların değerini de azaltır.
3- Para değerinin düşmesi
Bu iki şekilde görülmüştür:
a- Felslerin ve mağşuş paraların değer kaybetmeleri.
Felsler ve mağşuş paralar, gerçek değerlerinden fazla
bir değerle dolaşıma çıkarıldığından bunlardaki değer kaybının zamanla önemli
boyutlara ulaştığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu sebeple ortaya çıkan problemeleri,
fakihlerin değerlendirildiği ve hükme bağlandığı fıkıh kitaplarında
kayıtlıdır. Konuyla ilgili detaylı bilgiler ileride gelecektir.
b- Gümüşün altın karşısında değer kaybetmesi.
Asr-ı saadetten günümüze kadar gümüş, altın karşısında
önemli ölçüde değer kaybetmiş ve bu süreç son zamanlarda hızlanmıştır.
Şimdi para değer kaybı ile ilgili örnekler verelim.
1) Gümüş paranın değer kaybına örnek
a) İslamın ilk devirlerinden örnekler
Altın paraya dinar, gümüş paraya da dirhem denir.
Zekat nisabı altından 20 miskal yani 20 dinar ve gümüşten de 200 dirhemdir.
İslam’ın ilk devirlerinde 7 dinar (miskal) 10 dirhem
ağırlında ve 10 dirhem 1 dinar değerinde kabul edilmişti. Bu oranı zekat nisabında açıkca görmekteyiz.
Gümüş nisabı altın nisabının l0 katıdır. Bunların ağırlıkları arasında da
yediye onluk oran vardır. Bizim tespitlerimize göre 20 miskal altının ağırlığı
85 gr. 200 dirhem gümüşün ağırlığı da bunun yedi katı, yani 595 gr. dır[533].
Bunun sebebi para bölümünde anlatılmıştır.
Öldürülmüş bulunan bir erkeğin kan bedeli (diyet) 100
devedir. Bunun altın ve gümüş karşılığı konusunda Ömer’den iki ayrı rivayet
vardır. Bunlardan birincisine göre diyet altından 1000 dinar gümüşten 10.000 dirhemdir. Hanefi Mezhebi
bunu kabul etmiştir[534] Burada da dirhem miktarı dinarın 10
katıdır.
İkinci rivayetle ilgili olarak İbni Rüşt’ün
Bidayet’ül-Müctehid adlı eserinde şu ifadeler yer alır :
“Şafii mezhebi’ne göre, öldürülmüş bulunan bir kişinin
diyeti esasen 100 devedir. Ömer’in altın ödeyecekler için 1000 dinar, gümüş
olarak ödemede bulunacaklar için 12.000 dirhem takdir etmiş olması, bu
miktarların Ömer zamanındaki yüz deve kıymetine eşit olmasından dolayıdır”[535].
Ömer’den gelen
bu iki rivayet de büyük fakihler tarafından ayrı ayrı doğru kabul edilip hükme
dayanak sayıldığına göre bunun farklı zamanlarla ilgili olması gerekir.
Bundan, o devirde gümüşün, altın karşısında %20 oranında değer kaybettiği
anlaşılır.
Osman dönemiyle ilgili olarak gelen bir rivayet de
bunu desteklemektedir. İmam Malik'in el-Muvatta' adlı hadis kitabında
Abdurrahman kızı Amre'den yapılan rivayet şöyledir:
"Bir hırsız, Osman zamanında bir turunç çalmıştı,
Osman b. Affan ona bir değer biçilmesini emretti. Bir dinar 12 dirhem
paritesine göre üç dirhem değer biçildi. Bunun üzerine Osman onun elini kesti[536].
"
b) Osmanlılar’dan Örnekler :
Zilhicce 1208 (Temmuz 1763) tarihinde altın fiyatları:
İstanbul altını (zer-i mahbup) 2.30 gr 5 kuruş
İstanbul Fındık altını 3.45 gr 7 kuruş
Yaldız ve Macar altınları (yabancı altın) 7 kuruş[537]
İstanbul altınının daha değerli olduğu gözüküyor.
14 Zilhicce 1249 (25 Nisan 1834) tarihli bir emirde
Yaldız ve Macar altınlarının her biri 45 kuruşa, Fındık ve İstanbul
altınlarının her bir dirhemi 33,5 kuruşa olmak üzere darphaneye satılması,
başka yere satılmaması isteniyordu[538].
5 C.Ahir 1334 (10 Nisan 1915) tarihli «Tevhid-i
Meskûkât Kanunu»nun 3. maddesinde 7 gr. ağırlığında 0.916 2/3 ayarında (22
ayar) altın paranın 100 kuruş olduğu belirtilmektedir. Aynı maddede verilen
bilgiye göre100 kuruş 0.830 ayarında ve 120 gr. ağırlığındaki gümüş paradır[539].
Buna göre 1 birim altın bu devirde, 17 birim gümüş
değerine çıkmıştır.
c) Günümüzden
Örnekler :
Günümüzde altın ve gümüş para olarak kullanılmamaktadır.
Buna rağmen altının değerini büyük ölçüde koruduğu ama gümüşün gittikçe daha
çok değer kaybına uğradığı gözükmektedir. 22 Şubat 1982 tarihinde 22 Ayar
altının gıramı 1680 lira, 900 ayar gümüşünki 42.50TL. idi[540].
Buna göre 1 birim altın bu tarihte, yaklaşık 40 birim gümüş değerine
yükselmişti.
14 Temmuz
l994’de 22 ayar altının gıramı 377.000 TL.
olduğu halde 900 ayar gümüşün
gramı 5400 TL. idi[541].
Bu tarihte 1 birim altın yaklaşık 70 birim gümüş değerine yükselmişti.
Böylece islam’ın ilk devirlerinden Temmuz l994’e kadar gümüşün altın karşısında
%90 oranında değer kaybettiği görülmektedir.
2) Altın paranın değer kaybı
Günümüzde altının para olarak kullanılmamasının ona
olan talebi azalttığı ve değerini düşürdüğü şüphesizdir. Buna rağmen onun
önemli bir değer kaybına uğramadığı söylenebilir.
Yukarıda belirtildiği gibi Ömer zamanında öldürülen
bir erkeğin diyeti ya 1000 dinar, ya
10.000 dirhem, ya 100 deve, ya 200 sığır veya 2000 koyundu. O devirde bunlar
eşit değerdeydi. İstanbul’da deve olmadığı için onun değerlendirilmesini
yapamadık ama sığır ve koyunlarla ilgili bir değerlendirme yapabildik.
Bir dinar, o devirde Bizans’ta basılan 1 Bizans
altınıydı. İstanbul Arkeolojileri Müzesi’nde bulunan Bizans altınlarının
ağırlığı ortalama 4.20 gr. dır. Buna göre l000 adet Bizans altını 4.200 gr.
eder. 14 Temmuz 1994 fiyatlarına göre bunun külçe değeri 1.583.400.000 TL dir.
Bu parayla o gün dahi 200 sığır alınabilirdi. Bu tarihte İstanbul Sütlüce
mezbahasında sığır etinin kilosu 60.000 TL. idi. Kasapların bundan % 25 kâr
ettiği düşünülürse etin kendilerine 48.000 liraya mal olması gerekir. Buna
göre 1.583.400.000 TL ile 32 ton 987.5 kg. sığır eti eder. Bunu 200'e
bölersek her bir sığırın ortalama l65
kilo saf et vermesi gerekir. Mezbahaya satılan sığırlar seçme sığırlar
olduğundan fiyatları biraz daha farklı olur.
Besicilik devrimize ait bir olay olduğundan kırlarda yetişen sığırlardan
ortalama l65 kilo saf et vereni az
bulunur. Bu da 1000 dinar ile bugün dahi 200 sığırın alınabileceği ortaya
çıkmaktadır.
Bu tarihte Sütlüce Mezbahasında koyun etinin fiyatı 70.000
liraydı. Mezbahada bulunan kasapların bundan %25 kâr ettiği düşünülürse
maliyetin 56.000 TL. olduğu görülür. Buna göre 1.583.400.000 TL ile 28 ton 275
kilo saf koyun eti eder. Bunu 2000'e bölersek her bir koyunun ortalama 14 kilo
saf et veremesi gerekir. Ömer bu değerlendirmeleri Medine’de yapmıştır. Orada
bulunan koyunlar ortalama 14 kilo et verecek durumda değildir. Bu da 1000 dinar
ile bugün dahi 2000 koyun alınabileceğini gösterir.
3) Felsler ve mağşuş paraların değer kaybı
Bu paralardaki değer kaybı, kısa zamanda kendini
gösterir. Çünkü gerçek değerleriyle itibari değerleri arasında önemli fark
vardır.
Örnek:
8 Nisan 1880 (25 Rebiülahır 1297) tarihinde
«Meskukat-ı Osmaniye Hakkında» çıkarılan bir kararnamede özetle şöyle denmektedir.
6. Madde - Hükümete mağşuş sikke olarak borçlu olanlar
borçlarını hep mağşuş sikkelerle ödemek isterlerse %5’i itibari değeri ile, kalan
%95’i de hakiki değeriyle kabul olunacaktır.
7. Madde - Mağşuş sikkelerin hakiki değeri itibari
değerinin yarısıdır[542].
B- Kağıt Paralarda Değer Kaybı
Kağıt paradaki değer kaybının, madeni parayla
kıyaslanmayacak kadar fazla olduğunu herkes bilir. Biz burada konuyu
örneklerle ortaya koymaya çalışacağız.
1- Altın karşılığında basılan kağıt paralar
Altın karşılığında basılmış olmalarına rağmen bu
paraların kısa vadede önemli değer kaybına uğradığını görüyoruz. Bu konuda
tesbit edebildiğimiz bazı örnekleri sunalım :
Sultan Abdülmecit Devri: ( 1255-1277/1861-1876)
1274 (1857) senesinde 100 kuruşluk altın 160 kuruşa
çıkmıştı. Kaimenin değeri düştükçe altının fiyatı günden güne yükselerek muamelatı
ters yönde etkiledi. Bu hal böyle devam ederse mali işlerin düzeltilemiyeceği
anlaşıldı ve kaimenin kaldırılmasına karar verildi[543].
Sultan Abdülaziz Devri: (1277-1293/1861-1876)
İkibuçuk milyon keselik kaime basıldı. Çok sayıda
kaimenin piyasaya sürülmesi değerinin düşmesine sebep oldu. 100 kuruşluk
Mecidiye altını, kaime olarak 10 Cemadiyelevvel 1278 perşembe günü (14 Eylül
1861) 350 kuruşa yükseldi. Kaimelerin l2 Eylül l278 (30 Ağustos l862)
tarihinde kesin olarak kaldırılmasından sonra altının fiyatı 100 kuruşa indi[544].
Sultan II. Abdülhamit Devri: (1293-1327/1876-1909)
Sultan II. Abdülhamit’in ilk saltanat yılında 600.000
keselik kaime basıldı. (Bir kese 500 kuruş demektir) Ayastafanos anlaşmasının
imzalanması zamanında (3 Mart 1878) 100 kuruşluk Osmanlı altınının değeri 350
kuruşa çıkmıştı[545].
20 Şubat 1295 (Şubat 1880) tarihli bir fermanda
kaimenin tamamının dolaşımdan kaldırılarak pek az kısmının halkın elinde kaldığı
belirtilerek, 1295 senesi mallarından saf altınla ödenmesi kararlaştırılanlar
dışındaki gelirlerin beşte biri karşılığında, bir lira için 400’lük kaime
alınması emrolunuyordu[546].
7 Ağustos 1295 (Ağustos 1879) tarihli bir karanamede
kaime ile olan borçlar ödenirken 450 kuruşluk kaime yerine bir yüzlük altın
veya borçları ödeme gününde bir altın kaç kaime ederse o kadar kaime ödenmesi
emrolunuyordu[547].
Burada da değer kaybının daha büyük boyutlara ulaştığı görülmektedir.
Sultan Mehmet Reşat Devri: (1327-1336/1909-1918)
Sultan Reşat zamanında çok miktarda kağıt para
çıkarıldı. İlk çıkarılan kaimeler altın ile hemen hemen başa baş giderken
1917 yılında 74 milyonluk kağıt para çıkarılması üzerine 100 kuruşluk altının
fiyatı 550 kuruşa kadar çıktı. Ancak mütareke yapıldıktan sonra altının değeri
450 kuruşa düşmüştü[548].
Buradaki rakamlar yıllık enflasyonu değil, bu
paraların dolaşımda olduğu yıllar boyunca meydana gelen enflasyon toplamını
gösterir.
2- Kıymetli maden karşılığı olmayan kağıt paralar
Bunlar bugün bütün dünyada kullanılmakta olan kağıt
paralardır. Bunların değer kaybı o kadar açıktır ki, örnek vermeye bile gerek
yoktur. Burada yalnız şunu söylemekle yetinelim. Cumhuriyetin ilk devirlerinde
1 lira demek 7.36 gr. ağırlığında bir altın sikke demekti[549].
22 Şubat 1982 fiyatlarına göre altınlar çeşitlerine göre 12.000 ile 12.700
lira arasında bir değere sahipti[550].
14 Temmuz l994 tarihinde bir altının değeri cinslerine göre 2.530.000 lira ile
2.700.000 lira arasında değişmekteydi[551].
1 Kasım 1999 günü altın fiyatları 31.300.000 TL. ile 35.750.000Tl. arasında
değişmekteydi.
Kağıt para sisteminde yaşanan değer kaybı gün geçtikçe
katlanarak devam etmekte ve bütün dengeleri bozmaktadır.
C- Talep Enflasyonunu Doğuran Amiller
1- Kağıt para sistemi
Madeni para sisteminde piyasaya ihtiyaçtan fazla para
sürmek zordur. Çünkü altın ve gümüş bulmak kolay değildir. Bu sistemde bol
miktarda fels ve mağşuş para çıkarılabilir. Ama bunlar hiçbir zaman altın ve
gümüş paranın yerini tutmaz.
Kağıt para sisteminde para basmak kolaydır. Çünkü
kağıt bulmak kolaydır. Piyasaya ihtiyaçtan fazla para sürülmesi esasen bu
sistemde olur.
2- Faiz
Faiz, enflasyonun ana sebebidir. Üretimin her
safhasında devreye giren faiz fiyatları artırarak para talebini körükler. Aşağıda
“Maliyet enflasyonu” bölümünde “Faiz” başlığı altında faizin maliyetleri ne
kadar yükselttiğine bir örnek verilmiştir. Orada görüleceği gibi Temmuz
l994’te İstanbul’da 6000 liraya satılan ekmeğin, faiz devreden çıktığı taktirde
557.5 liraya satılabileceği ve bu fiyatın daha da aşağıya ineceği ama kolay
kolay artmıyacağı ispatlanmaya çalışılmıştır. 6000 liraya satılan bir ekmeğin
5442.5 lirası faizin sebep olduğu bir fiyat artışı olursa bunu karşılamak
için paraya ihtiyaç duyulacağı kesindir. Demek ki, devreye giren faiz, para
talebini yaklaşık onbir kat artırmaktadır. Eğer böyle bir ülkenin, dolaşımda
1 trilyon parası varsa, faizin meydana getirdiği fazla para talebini karşılamak
için on trilyon liraya daha ihtiyacı olacaktır.
3- Kredi sistemi
Günümüzde ödemelerin büyük kısmı çekle ve bankalarda
açılmış hesaplar arasında nakillerle (havale) yapılmaktadır. Bankadan çıkmayan
ve vadesiz mevduat olarak müşterinin hesabına geçirilmiş olan kredi, bir başka
müşteriye tekrar kredi olarak tahsis edilmekte ve zincir halkalar halinde
devam etmektedir. Eğer merkez bankalarının aldığı tedbirler ve kasada ihtiyat
bulundurma mecburiyeti olmasa bir banka, sistemine giren mevduatı sınırsız
kere satabilir.
Günümüzdeki kredi sisteminin ilk örnekleri madeni
paranın yaygın olduğu devirlere
dayandırılmaktadır. Batı toplumunda
bankerler, tüccarların ve soylu kişilerin emanet bıraktıkları altın ve
gümüşü kendi varlıklarıyla birlikte kasalarında saklıyorlardı. Bunlardan kimine,
hamiline yazılı makbuz (tahvil veya banknot) verir, kimine de hesap açar ve
yazılı talimat verdikleri taktirde bu hesaptan onlar adına ödeme yapmayı kabul
ederlerdi. Hamiline yazılı bu çekler ve makbuzlar piyasada para gibi
kullanılıyordu. Hatta bir kısım iş adamları
bu çek ve makbuzlara daha çok güveniyor ve nakitlere tercih ediyorlardı.
Kasalarındaki altın ve gümüşlerin fazla talep
edilmediğini, çek ve makbuzların tercih edildiğini gören bankerler bu fırsatı
değerlendirerek ellerindeki altın ve gümüşlerin, nakit talebini karşılayacak
kadar olmasına dikkat ederek kredi isteyenlere hamiline yazılı makbuz
(banknot) vermeye veya çek yazacakları birer cari hesap açmaya başlamışlardı.
Böylece verdikleri kredi, ellerindeki altın ve gümüşün bir kaç katına çıkmış,
piyasayı bol miktarda bu çek ve makbuzlar sarmıştı.
Bankalar da benzeri bir tecrübe yaşamışlar, ister
vadeli isterse vadesiz olsun kendilerine bırakılan mevduatın bir kaç katı kredi
verebileceklerini görmüşlerdir. Beklenmedik nakit talepleri için mevduatın belli
bir kısmını kasalarında nakit olarak tutup ihtiyatlı davranma yoluna
gitmişlerdir. Buna bankacılık dilinde kasa ihtiyatı veya munzam karşılık
denmektedir.
Bankaların kredi yoluyla meydana getirdikleri
satınalma gücüne kaydi para denir. Bankaların kaydî para üretme mekanizmaları
“Para “ bölümünde detaylı olarak anlatılmıştır.
Burada şunu tekrarlamakta fayda vardır. Bugün
bankaların kredi sebebiyle üretebilecekleri kaydi para miktarı kasalarında
tuttukları ihtiyat oranına göre artar veya azalır. Eğer ihtiyat oranı %5 olursa
kaydi para, vadesiz mevduatın yirmi katına çıkabilir. İhtiyat oranı artınca
kaydi para miktarı düşer. Mesela ihtiyat oranı %20 olursa kaydi para miktarı
vadesiz mevduatın beş katı kadar olabilir. Her bankanın buna uymayacağı, çek
imkanını istismar ederek daha fazla kaydi para ihraç edebileceği düşünülürse
kaydi para miktarının daha büyük boyutlara ulaşacağı tahmin edilebilir.
Görüldüğü gibi bugün bankaların uyguladığı kredi
sistemi para miktarını bir kaç kat artırarak talebi akılalmaz boyutlarda
körüklemekte ve enflasyona yol açmaktadır. Para miktarındaki bu anormal artış
karşısında değerinin düşmemesi için üç çeşit tedbir alınabilir.
a- Para fazlası yurt dışına ihraç edilebilir.
Bu, güçlü devletlerin başarabileceği bir iştir. Bugün
Amerika, Almanya ve Japonya gibi ülkeler, önemli ölçüde para ihracatı yapabilmektedirler.
Bu, onlara büyük avantajlar sağlar. Bir tomar kağıdı para olarak verip önemli
miktarlarda mal ve hizmet satınalırlar.
b- Üretim artırılabilir.
Üretimdeki artış, para miktarındaki artışa paralel
olursa paradaki değer kaybı pek hissedilmez. Şurada on lira para ve on adet
kalem var, her bir liraya bir kalem düşüyor. Para miktarını yüz liraya çıkarırken
kalem miktarını da yüze çıkarabilirseniz gene her bir liraya bir kalem düşer.
Bunu yapamazsanız her on liraya karşılık bir kalem düşer. Bu durumda bir
kalemin on liraya çıkmasına mani olamazsınız. “Enflasyonu önlemenin yolu
üretimi artırmaktır.” denmesi bundandır.
Para miktarını artırırken bir kağıt parçasının üzerine
bazı rakamları yazmak yeterli olur ama kalem miktarını artırmak o kadar kolay
değildir. Bu sebeple üretimi ne kadar artırırsanız artırın, paradaki hızlı
artışa yetişemezsiniz. Para - kredi sistemi değişmezse üretimi artırmakla enflasyonun
önüne geçilemez.
Bankalar sağladıkları güven sayesinde kendi çeklerinin
para olarak kullanılmasını temin ederler. Bir milyon liralık nakit ne ise,
üzerine bir milyon yazan çek de aynı
olur. Hatta taşıma kolaylığı sebebiyle
çek tercih edilir. Halkın para yerine çek kullanması banka parasının doğmasına
ve bankaların Merkez Bankasından daha fazla piyasaya para sürme imkanına
kavuşmasına sebep olmuştur. Bir vatandaş para basmaya yeltenecek olsa
kalpazanlıktan tutuklanır ama bankaların bu işleri ekonominin bir gereği
sayılarak alkışlanır.
Denebilir ki, paranın böyle birden on katına çıktığı
nerede görülmüştür?
Bu durum, kredi sisteminin yerleşik olduğu her yerde
vardır ama uzun bir süreye yayıldığı için insanlar bu kadar büyük bir para artışını
hissedemezler. Bir ülkede dolaşımda bulunan para, kağıt para sistemine
geçildiği günden beri basılagelen paraların toplamıdır. Dolaşımda üçyüz trilyon
para varsa yukarıdaki izahlara göre mevcut banka parası üç katrilyon demektir.
Bu durumda Merkez Bankası on trilyon taze parayı sisteme sokacak olsa sadece bu
on trilyondaki artış gözlenebilir. On trilyon, piyasaya yüz trilyon olarak
yansıyacak, bu yüz trilyon üç katrilyonun otuzda biri olduğu için
hissedilebilecek enflasyon % 3.3 miktarında kalacaktır.
Burada faizsiz
finans kurumları ile bankalar arasındaki önemli bir farka işaret etmek
gerekir. Faizsiz finans kurumlarını
kredi sistemine göre değil ortaklık sistemine göre çalıştıkları için
enflasyona sebep olmazlar. Çünkü onlar, dolaşımdaki para miktarını artıramazlar.
c- Merkez Bankası para basımını durdurabilir.
Merkez bankası para basımını durdurursa sisteme taze
para girmez ve bankalar yeni para artışına sebep olamazlar. Fakat kredi
sisteminde bunu uygulamak imkansız gibidir. Bu taktirde hükümetin ödemelerde
kısıntıya gitmesi, işçi ve memurların maaşlarını verememeyi göze alması
gerekir. Bu da sosyal patlamalara yol açar.
Faizli sistemde hükümetin bankalara olan borcu artarak
devam eder. Bugün hükümetler kendilerini öyle büyük yükler altına sokmuşlardır
ki, vergi gelirleri bu açıkları kapamaya yetmemektedir. Bankalara ve vatandaşa
borçlanmak, kolay para temin etme yolu sayılmaktadır. Bu borçlanma doğrudan
ve dolaylı olmak üzere iki türlü olur.
1) Doğrudan borçlanma
Merkez bankasının para basması enflasyonun en önemli
vasıtası olduğundan hükümetler enflasyonu azdırmamak için para basma yerine
bankalardan ve vatandaştan borç almayı tercih etmekte ve önemli faiz yükü altına
girmektedirler. Türkiye'nin 2000 yılı bütçesinin %45'i faize gidecek duruma
gelmişti[552].
2) Dolaylı borçlanma
Farzedelim ki, devletin yüzbin memuru vardır ve
bunların her biri onbirer milyon maaş almaktadır. Hazinede para olmadığı için
Merkez Bankası bir trilyon yüz milyar lira para basmış olsun. Bu paranın ancak
yüzmilyar kadarı memurların ceplerinde
kalır ve geriye kalan kısmı en fazla bir hafta içinde bankalara akar.
Çünkü evin kirası bankaya yatar. Bakkal ve kasap, alacağını alınca borcunu
ödemek veya parasını korumak için bankaya götürür vs. Bankacılık sistemine
giren taze bir trilyon, bir müddet sonra on trilyon olarak[553] krediye dönüşür. Bu on trilyonluk kredi % 50
faizli olsa sene sonunda bankalarnın faiz alacağı yaklaşık beş trilyona çıkar.
Yani bankalar, piyasaya yeni çıkan bir trilyonun tamamına sahip oldukları gibi
dört trilyon daha alacaklı duruma gelmiş olurlar. Bu dört trilyon, piyasaya
pahalılık olarak yansır ve bütün malların fiyatlarını artırır. Bir yıl önce
onbir milyonla rahat geçinen memur şimdi sıkıntılar içine düştüğü için
devletten maaşına zam yapılmasını ister. Fiyatlardaki artışa faiz ve
bankacılık sistemi sebep olduğundan bu zam talebi aslında bankaların faiz
alacağının devlet tarafından ödenmesi talebinden başka bir şey değildir.
Devlet, memur ve işçi çalıştırmakta, asker beslemekte,
bütün kamu kuruluşlarının masraflarını karşılamakta, kamu iktisadi teşekküllerinin
(KİT) açıklarını kapamakla meşgul olmakta ve vatandaşa çeşitli hizmeter
götürmek zorunda bulunmaktadır. Faiz ve bankacılık sisteminin sebep olduğu
fiyat artışları karşısında devletin harcamalarını artırmasından başka çare
yoktur. Yukarıda da belirtildiği gibi harcamaların artırılması demek,
bankaların faiz alacağını ödemek demektir. Bu sebeple devlet, bankalardan
doğrudan borç almasa bile banka
faizlerinin büyük bir kısmını ödemek zorunda kalmaktadır. Tek çare, kredi
sisteminden vazgeçmek ve ortaklık sistemine geçmektir.
d- Fazla para imha edilebilir.
Enflasyonu önlemenin bir yolu da fazla paranın imha
edilmesidir. Ama kredi sisteminde bunu yapmak imkansızdır. Fakat tarihimizde
bunun örnekleri vardır.
Sultan Abdülmecit Padişah iken 1857 de kaimenin[554] sebep olduğu bir pahalılık meydana gelmiş,
100 kuruşa satılan altın 160 kuruşa çıkmış, altının fiyatı günden güne
yükselmeye devam etmiş, ekonomik ilişkilerde bozulmalar olmuş, bu halin devam
etmesinin mali işleri büsbütün bozacağı anlaşılmış ve kâime kaldırılmıştır[555].
Benzer uygulamalar Sultan Abdülaziz padişahken Eylül 1862 de ve Sultan II.
Abdülhamit zamanında Ağustos 1879 da yapılmıştır. Kaimelerin kaldırılmasının
her zaman çok olumlu etkileri olmuştur.
4 - Vadeli çekler
Talep enflasyonunu doğuran sebeplerden biri de vadeli
çeklerdir. Çek, bankada bulunan hesaptan ödeme yapılması için verilen
emirdir. Eğer bankada para yoksa çek kesilmesi söz konusu olamaz. Ama uygulamada
buna uyulmadığı ve piyasada vadeli çeklerin para gibi dolaşarak para miktarını
önemli ölçüde artırdığı görülmektedir.
1994 Türkiye’sinde tüccarların alım satımlarda
kullandıkları vadeli çeklerin piyasadaki para hacminin 15 katını geçtiği
tahmin edilmektedir. Bu durum, para miktarının artmasında ve değerinin düşmesinde
önemli etkenlerdendir.
5- Paranın dolaşım hızı
Paranın belirli bir dönem içindeki ortalama el
değiştirme sayısına paranın dolaşım hızı denir. Paranın hızla dolaşıyor olması
demek, saklanmaması ve elde uzun müddet bekletilmemesi demektir.
Paranın toplam
satınalma gücü para arzı ile paranın dolaşım hızının çarpımı sonucu elde
edilir. Yani para ne kadar el değiştirirse onunla o kadar çok mal ve hizmet talep
edilir. Bu da para miktarının çoğalması gibi enflasyona sebep olur.
Bugünkü kredi sistemi ve faiz, para dolaşım hızını
anormal olarak artırmaktadır. Çünkü faiz ve sebep olduğu enflasyon insanların
paradan kaçmasına, kimsenin nakit bulundurmak istememesine ve fazla
düşünmeden harcamada bulunmasına yolaçmaktadır.
6- Bütçe açıkları
Bütçe gelirlerinin bütçe giderlerinden az olması
halinde aradaki farka bütçe açığı denir. Bütçenin denk olması için harcamaların
vergiler, harçlar, resimler, devlet emlaki ve işletmelerinden sağlanan gelirler
gibi normal gelirlerle yapılması gerekir. Faizli bir ortamda devlet
gelirlerinin giderleri karşılaması mümkün olmadığından hükümetler ellerinin
altındaki para matbaasına emrederek en kolay yoldan para temin etme yoluna
gitmektediler. Bu da para miktarını artırmakta ve talep enflasyonunu
azdırmaktadır.
II- MALİYET ENFLASYONU
Maliyet enflasyonu, üretilen mal ve hizmetlerin
maliyetinin sürekli artmasıdır.
Maliyet enflasyonunun sebepleri; faiz, mal ve faktör
piyasalarında tekelci eğilimlerin olması, vasıtalı vergiler ve devalüasyon
şeklinde özetlenebilir.
Emek, sermaye ve tabii kaynaklar gibi üretim
faktörleri, üretilen mal ve hizmetlerin gerçek maliyetini oluşturur.
Dolayısıyla bunların piyasa fiyatlarının artması, kaçınılmaz olarak
maliyetlerin artmasını gerektirir.
Mal ve hizmet piyasalarının tekelci bir özellik
taşıması halinde, bu piyasalarda yer alan firmalar keyfi bir biçimde ve
sürekli olarak fiyatlarını artırabilirler.
Güçlü sendikaların aşırı ücret talepleri ve bir kısım
siyasilerin buna destek vermesi sebebiyle meydana gelen anormal ücret artışları
maliyetleri yükseltmektedir. Bu durum, aynı zamanda toplumun çalışan
kesimleri arasında ücret adaletsizliğine de yol açarak çalışma barışını
ortadan kalırmaktadır. Bazan bir kurumun müdürü devlet memuru, onun makam şoförü
de sendikalı işçi olduğu için şoför, müdüründen daha çok maaş alabilmektedir.
Diğer taraftan ücretler ile fiyatlar devamlı birbirini kovalamaktadır.
Fiyatlar artınca ücretler yetersiz hale gelmekte, ücretler artınca da
maliyetlere yansımakta ve fiyatlar tekrar artmaktadır.
Vergiler, maliyetlere eklendiğine göre, bunların
enflasyonu artıracağı açıktır. Katma değer vergisi gibi satış sırasında
alınan vergiler de fiyatları hemen artırır.
Milli paranın yabancı para karşısında değer kaybetmesi
demek olan devalüasyon, ithal edilen malların fiatlarının yükselmesine sebep
olduğundan enflasyonu körükler.
Maliyet enflasyonu ile talep enflasyonu tavuk ve
yumurta gibi birbirinin sebebidir. Her ikisinin sebebi de ekonominin normal
seyri dışına çıkmasıdır.
Maliyet enflasyonunun en önemli unsuru faizdir. Faiz
hammaddeden pazarlamaya kadar her safhada devreye girdiğinden maliyetleri
büyük oranda artırır. Kredi kullananlar tedbirli olmak için yüksek kâr elde etmek zorunda kalırlar.
Çünkü ödemelerde bir aksama olursa iflasa varan sıkıntılar doğar. Bu da
fiyatları artıran bir başka unsurdur.
Banka ise bir taraftan kaydi para çıkararak para
arzını artırır diğer taraftan aldığı faizle maliyetleri artırıp para talebini
körükler ve iki taraftan enflasyona sebep olur.
Maliyet
enflasyonunu doğuran faiz, tekelleşmeler, işçi ücretleri, vasıtalı vergiler ve
develüasyon üzerinde biraz daha durmakta fayda vardır.
A- Faiz
Faiz, maliyetleri sürekli yükseltip para ihtiyacını
artırarak enflasyonunun en büyük amili olmaktadır.
Kredi sisteminde sermayeye bir maliyet
ödenir. Buna finansman maliyeti denir. Üretimden pazarlamaya kadar her safhada
fiyatlara eklenen finansman maliyeti, kar topunun büyümesi gibi fiyatları sürekli
yükseltir. Finansman maliyeti krediye ödenen faizdir. Sistemin etkili olduğu
ekonomilerde hiç kredi kullanmayanlar bile ürettikleri mal ve hizmetlere
finansman maliyeti koyarlar. Çünkü banka faizi, meydana gelecek enflasyonun
bir göstergesidir. Bu sebeple onlar, enflasyona karşı korunmak için buna
ihtiyaç duyarlar. Böylece fiyatlar sürekli artarken dar ve sabit gelirlilerin
serveti hızlı bir biçimde erir.
Finansman maliyetinin fiyatı nasıl artırdığına bir
örnek verelim. Bu hususta Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi Profösörlerinden Dr. Mehmet YAZICI'nın bu kitap için hazırladığı şu
tablodan yararlanılacaktır.
Hazır Giysi Üretimi
1- Gereç maloluşu 47.4
2- Emek maloluşu 17.4
3- Dışedim maloluş 4.0
4- Sermaye maloluşu 0.7
5- Başka maloluşlar 0.5
Satış Kârı %43
30
Toplam 100
Hazır Giysi Toptancısı
1- Alış maloluşu 100
2- Satış kârı %15 15
Toplam 115
Hazır Giysi Perakendecisi
1- Alış maloluşu 115
2- Emek maloluşu 5
Satış kârı %27 30
Toplam 150
Yazıcı'nın tablosuna finansman maliyeti eklendiği
zaman fiyatların önemli ölçüde arttığı görülür.
Giyside biri yaz, diğeri de kış olmak üzere iki ana
mevsim vardır. Bu sebeple finansman maliyeti, kredi faizlerinin yarısı kadar
uygulanacaktır. Kredi faizi %10 ise, her safhada maliyete eklenen %5 oranındaki
finansman maliyeti fiyatları şöyle artırır:
Hazır Giysi Üretimi
1- Gereç maloluşu 47.4
2- Emek maloluşu 17.4
3- Dışedim maloluş 4.0
4- Sermaye maloluşu 0.7
5- Başka maloluşlar 0.5
Toplam 70
Finansman maliyeti %5 3.5
Satış Kârı %43 31.6
Toplam 105
Hazır Giysi Toptancısı
1- Alış maloluşu 105
Finansman maliyeti %5 5.25
2- Satış kârı %15 16.5
Toplam 126.75
Hazır Giysi Perakendecisi
1- Alış maloluşu 126.75
2- Emek maloluşu 5
Finansman maliyeti %5 5.59
Satış kârı %27
38.43
Toplam 175.77
Faizsiz maloluş 150
Faizli maloluş 175.77
Toplam finansman maliyeti 25.77
Fiat artış oranı: 150/175.77 = 0.85.3
100-85.3 = 14.7
Bu tabloda %5'lik finansman maliyeti, üreticiden
tüketiciye varıncaya kadar %14.7'lik fiyat artışına sebep olmaktadır. Bu
miktar altı aylık dönem içindir. Bunun bir yıllık yansıması daha çok olur.
1998 yılı sonu ve 1999 yılı başında Türkiye'de faiz
oranları %140'a ulaşmıştı[556].
Bunun yarısı olan %70'lik faiz oranı finansman maliyeti olarak alınırsa şu
durum ortaya çıkar:
Hazır Giysi Üretimi
1- Gereç maloluşu 47.4
2- Emek maloluşu 17.4
3- Dışedim maloluş 4.0
4- Sermaye maloluşu 0.7
5- Başka maloluşlar 0.5
Finansman maliyeti %70 49
Satış Kârı %43
51.17
Toplam 170
Hazır Giysi Toptancısı
1- Alış maloluşu 170
Finansman maliyeti %70 119
2- Satış kârı %15 43
Toplam 332
Hazır Giysi Perakendecisi
1- Alış maloluşu 332
2- Emek maloluşu 5
Finansman maliyeti %70 236
Satış kârı %27 154.75
Toplam 728
Faizsiz maloluş 150 idi. Faizli maloluş 728 olduğuna
göre toplam finansman maliyeti (728 - 150 =) 578 olur. Fiat artış oranı ise
(150/728 = 0.20.6 100-20.6 = 79.4)
%79.4 olur. Yani finansman için bir maliyet ödenmeseydi fiyatlar %79.4 oranında
daha ucuz olacaktı. Bu oran, finansman faizinin altı aylık yansımasıdır. Yıllık
yansımanın daha çok olacağı açıktır.
Mehmet YAZICI, her bir maloluş türüne faizin nasıl
girdiğini şöyle ifade eder:
"Kapitalist isktisat düzenini benimsemiş
ülkelerde bu maloluş yapısı içinde faize, her maloluş türünde, çeşitli adlarla,
az ya da çok, yapay olarak yer verilir.
Gereç
maloluşu içinde faize, fiyat farkı,
vade farkı gibi adlarla yer verilir.
Emek maloluşu içinde faize, ödemede gecikme farkı, zorunlu tasarruf'ta
nema gibi adlarla yer verilir.
Dışedim
maloluşu içinde faize, fiyat farkı,
vade farkı, gecikme faizi gibi adlarla yer verilir.
Başka
maloluşlar içinde faize, çeşitli
adlarla yer verilir.
Böylece, doğal nitelik açısından maloluş türlerinin
oluşturduğu maloluş yapısı içinde faize, yapay olarak, kat kat yer verilir[557].
Mehmet YAZICI'nın tespitine göre Istanbul'da, 1989
yılı sonu ve 1999 yılı başında, veresiye satışlarda aylık %8 vade farkı uygulanmaktaydı.
Orlon kazak üreten bir atölyeyi esas alarak yaptığı hesaba göre %8 lik vade
farkı, bir kazağın üretim maloluşunu %32 oranında artırmaktadır. Yazıcı
burada, üretimin yarısının öz sermaye ile karşılandığını var saymış ve vade
farkını sermayenin diğer yarısına uygulamıştır[558].
Vade farkının
şartları ve sonuçları ile faizin şartları ve sonuçları farklıdır. Çünkü vade
farkı, alım satımda, faiz ise kredide devreye girer. Alım satımın ve kredinin
farklı olması bunları da farklı hale getirir Bu konu, Kitabın ikinci
bölümünde, Vade Farkı ve Faiz başlığı altında incelenmiştir.
Bu tarihte, Türkiye'de mal ve hizmet üreten herkesin
kendi öz sermayesine de faiz masrafı koyması bir zorunluluk halini almıştı.
Çünkü Mart ayında 100 lira harcanarak üretilen ve Mayıs'a kadar piyasaya
sürülen orlon kazağın parası en erken Haziran'da geri dönmekte ve bu 100 lira,
dört ay içinde değer kaybetmektedir. Değer kaybının belirleyicisi ise kredi
faizleridir. Bunu dikkate almayanlar zarar eder. Faiz olmazsa buna ihtiyaç
kalmaz.
Yukarıda üretimin sadece üç safhası ele alınmıştır.
Hazır giysi üreticisinin kullandığı kumaş, iplik, düğme ve diğer malzemeler de
bir kaç safhadan geçmiş ve faiz her safhada fiyatları artırmıştır. Fiyat
artışları sebebiyle işçi ücretlerine zam yapma zorunluluğu da hesaba katılırsa
finansman maliyetinin, hayallerin ötesinde bir fiyat artışına sebep olduğu
ortaya çıkar. Bu, gelir ve servet dağılımını alt üst eder ve bütün dengeleri
değiştirir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk devirlerinde 1 lira,
7.364 gr. ağırlığında bir altın demekti[559].
1960'ta altının fiyatı 60 liraya, 1 Kasım 1999' da 35.750.000 TL ye çıkmıştı[560].
Paranın bu kadar değer kaybedeceğini kim hayal edebilirdi. Bu değer kaybı fiyat
artışı olarak halka yansıdı ve bu sayede bir çok servet, haksız olarak başka
servetlere katıldı.
Türkiye'nin 2000 yılı bütçesi hazırlanırken vergi
gelirlerinin 24 katrilyon olması hesaplanmış, bu yılda 21.1 katrilyon iç borç
faizi ödenmesi öngörülmüştü. 1999 itibariyle ana para borçları 18.5 katrilyona
çıkmıştı[561].
Türk hükümeti bütün harcamaları durdursa da vergi geliriyle iç borç taksitlerini
ve faizleri ödese, alacağı verginin tamamını verdikten sonra 15.6 katrilyona
daha ihtiyacı olacaktır. Bu tarihte Türkiye'nin 100 milyar ABD doları (50
katrilyon) dış borcunun olduğu ve bunun ana para ve faiz ödemelerinin de
karşılanması gerektiği düşünülürse ihtiyacın büyüklüğü ortaya çıkar. Buna
karşılık 2000 yılı bütçesinin 47 katrilyon olması öngörülmüştü. Bu demektir
ki, Türkiye, ayakta durabilmek için 2000 yılı içinde yeni borçlara ihtiyaç
duyacaktır.
İç borçların büyük kısmı bir kaç zenginden alınmıştır.
Bunların 200 aileyi geçmediği iddia edilmektedir. Bu paralar, onların kullanım
dışı tuttukları nakitlerine karşılık alacaklarıdır. 1960'lı yıllarda, gün gelip
zenginlerin devletten alacaklarına, bütçenin yetmeyeceği söylenseydi kimse
inanmazdı.
B- Tekelleşmeler
Tekelleşme, bir ekonomik alanının tek elde toplanması
anlamına gelir. Tekelleri faizli sistem doğurur. Faizler, teşvikler ve korumalar
tekellerin oluşmasına ve alabildiğine büyümesine sebep olur. Tekellerin
oluşması rekabeti ortadan kaldırır ve bunlar, fiyatları istedikleri gibi
artıran kurumlar haline gelirler. Tekelleri oluşturan sebepleri görmeye
çalışalım.
1- Kredi sistemi
Bankalar küçük tasarrufları toplayarak krediye
çevirirler. Bir başka ifadeyle onlar, binlerce kişiden topladıkları parayı bir
kaç kişiye kredi olarak tahsis ederler. Bu kredinin verdiği ek imkanla bu
bir kaç kişi kısa sürede, büyük bir ovada ortaya çıkan volkan tepecikleri gibi
yükselmeye başlarlar. Bir örnekle
açıklamaya çalışalım.
Bir ada devleti düşünün. Burada her kes kendi halinde
yaşarken yüzbin lira özsermaye ile bir ticari banka kuruluyor ve onbin kişi,
% 5 faizle ortalama l000’er lira vadeli mevduat yatırıyor. Mevduat toplamı
onmilyon lira oluyor. Bankanın % 10 munzam
karşılık uyguladığını kabul edelim. Bu durumda bankanın 90 milyon lira verme
kredi imkanı doğar[562].
Banka bu krediyi ortalama 5000’er lira özsermayesi bulunan dokuz kişiye % 10 faizle
onar milyon olarak tahsis etmiş olsun. Bu şahıslar, % 10 faiz vereceklerinden
yapacakları işten %10 daha fazla kâr etmeleri gerekir. Normal kârları %10 ise
bu defa bunu en az %20 ye çıkrmak zorunda kalırlar. Sene sonunda bankanın faiz
geliri 9 milyon olur. Bunun 500.000 lirasını mevduat sahiplerine öder ve
geriye 8.5 milyon kalır. Böylece banka, bir yıl içinde bölgenin en büyük tekeli
olur. Bankaya para yatıracak kadar zengin olan l0.000 kişinin toplam mevduatına
yakın bir meblağ, daha ilk yılın sonunda bankanın mülkiyetine geçmiş olur.
Bu dokuz kişiden her biri sene sonunda %20 kâr ederek
kazandığı 2.001.000 Tl'nin 1.000.000 TL. sini faiz olarak bankaya vermiş, sermayelerini
1.001.000 lira artırmış olsunlar. Ellerindeki beşbin lira ile birlikte
sermayeleri birmilyon altı bin liraya çıkmış ve ikiyüzbire katlanmış olur.
Böylece bu beş kişi, bir yıl içinde bütün bir topulumun teserruflarının yarısı
kadar bir imkana kavuşmuş olurlar. Burada sermayenin yılda bir kere döndüğü
esas alınmıştır. Bunun birden fazla devir yapma ihtimali yüksek olduğundan
vergi ve masraflarını bu kâra dokunmadan karışalama imkanları fazladır. Bu,
her yıl artarak devam edecek bir süreçtir. Şimdi bunların yanında o bölgenin
hangi esnafı ve tüccarı dayanabilir. Bunlar kısa sürede marketler kurarak
bakkalları, büyük mağazalar kurarak esnafı, nakliye firmaları kurarak
nakliyecileri devre dışı bırakıp bütün piyasayı tekellerine alabilirler.
Bundan sonra fiyatları bu şahıslar belirler. Bunlar, piyasada oluşan yeni bir
zenginliğe konmamış, kredi sistemi halkın servetini bir kaç kişiye aktarmıştır.
Mal ve hizemtlerde artış olmuşsa da yukarıda belirtilen rakamlar kadar olmadığı
için fiyatlar ciddi olarak artmıştır. Bunların zenginleşmesi, aslında geniş
kitlelerin fakirleşmesi anlamına gelir.
Zenginleştikçe tamahları artar ve daha çok kazanmak isterler.
Yukarıdaki tabloyu savunanlar şunu söylerler:
"Banka, kullanım dışı kalmış 1000'er liraları toplayıp sermaye birikimi
meydana getirmiş, kredi sistemini devreye sokmakla da kredi verilebilecek
fonları dokuz katına çıkarmıştır. Bu yeni paranın piyasaya girmesiyle yeni iş
sahaları açılmış, mal ve hizmet bolluğu
olmuştur. Bazı olumsuzlukları vardır ama bunun faydası zararından
çoktur."
Buna karşılık şu söylenebilir: Bu biner liraları
kâr-zarar ortaklığı ile toplamak ve ortaklık sistemine göre çalıştırmak
mümkündür. Bu sistemde faiz olmayacağından kâr oranları %10'dan %20'ye çıkmaz,
hatta mal ve hizmet bolluğu sebebiyle daha da düşebilir. Çünkü ortaklık
sisteminde sermayeye ödenecek bir bedel, bir finansman maliyeti yoktur. Bundan
sonra bakılır; eğer piyasada gerçek bir para kıtlığı varsa devlet yeni para
basarak bu kıtlığı giderir. Böylece 80 milyonluk faizli banka parası yerine
faizsiz gerçek para piyasaya girmiş olur. Devlet, bu yeni para ile yeni
yatırımlar yapabilir ve bütün vatandaşlarının gelir seviyelerini artırıcı
tedbirler alabilir. Sonuçta ne finans kurumu, ne de bazı zenginler tekel oluşturabilirler.
Eğer piyasada para darlığı yoksa ihtiyaç fazlası para çıkarılmamış, faizli
banka parasının meydana getireceği olumsuzluklar ve enflasyon meydana gelmemiş
olur.
2- Teşvikler
Bankadan kredi alanlar yüksek kâr elde etmek
zorundadırlar. Kazançları, ödeyecekleri faiz miktarının altına düşerse iflasa
varan sıkıntılar baş gösterir. Çünkü faizli sistemde banka, kredi kullananın
hiç bir zararını kabul etmez. Bu sebeple üç veya dört yıl sonra faaliyete geçecek
bir fabrikayı banka kredisiyle kurmak imkansızdır. Buna yatırımcı cesaret
edemez. Bu sistemde yatırımlar, kısa vadede yüksek gelir getirecek işlere
yönelir. Bu da ülkenin ihtiyaç duyduğu bir çok alanda yatırım yapılmamasına yol
açar.
Faizli sistemde ülkenin ihtiyaç duyduğu bir kısım
yatırımların gerçekleşmesi için devlet bankaları devreye girerek yatırımcılara
teşvik kredisi verirler. Bu sistemde devlet teşviği olmadan önemli yatırımlar
yapılamaz. Ama teşvik kredileri, daha çok ülkedeki enflasyon oranının altında
bir faizle verilen krediler olduğundan bu yolla devlet, bankalardaki
mevduatın gerçek sahipleri olan geniş halk kitlelerinin hakkını küçük bir azınlığa devretmiş olur.
Bakarsınız ki, kendi halinde, üç beş kuruşu olan bir
kişi, aldığı teşvikler sayesinde kısa sürede büyük bir fabrikanın sahibi olmuş
ve yüklü bir sermayeye hükmetmeye başlamıştır.
Teşvikler daha çok siyasi maksatlarla kullanılır ve ülkeye umulan ölçüde fayda sağlamaz. Bu paralar ya
geri ödenmez, ya da çok azı ödenir. Sonuçta devlet kasasından kısa sürede
zengin olan yeni simalar ortaya çıkar.
3- Korumalar
Devlet yerli üretimi teşvik için bazı malların
ithalatını yasaklar, bazı malların ithalinde de yüksek gümrük duvarları koyar.
Genellikle bir iki firmadan ibaret olan yerli üreticiler, böylece mallarını dış
pazarlara nispetle çok pahalıya satma imkanı elde etmiş ve rakibi bulunmaması
sebebiyle daha kalitesiz malı piyasaya sürme avantajını yakalamış olurlar.
Sonuçta zarar eden vatandaşlardır. Bu gibi firmalar yatırımlarını daha çok teşvik kredisiyle
yaparlar. Çünkü ellerinde bulunan büyük sermaye sebebiyle siyasileri istedikleri
gibi yönlendirme imkanını elde etmişlerdir. Geleneksel olarak devlet büyüktür
ama artık fiili olarak büyük olan devlet değil, iş adamlarıdır. Bunlar sadece
fiyatların belirleyicisi değil, kimlerin iktidara geleceğinin, politikaların
ne olması gerektiğinin de belirleyicisi olurlar. Çünkü seçimi kazanıp iktidara
gelmek için büyük paralara ihtiyaç duyulur. Bu paralar da onlarda vardır.
C- İşçi Ücretleri
Enflasyon hayatı çekilmez hale getirdiği için kredi
sistemi tarımda çalışanları, çapa ve küreği bırakıp dengesizce şehirlere göç
etmeye zorlar. İlerisinde emekli olabilecekleri kadrolu bir iş bulabilenler,
kendilerini şanslı sayar, diğerleri de
ayakta durabilme mücadelesine girerler.
Ancak meydana gelen enflasyon, ücretleri kısa sürede
yeyip tükettiği için şanslı sayılan kişiler kısa sürede sıkıntı ve
çaresizlikle yüz yüze gelirler. Köylerine dönmek isteseler dönemezler. Bunu ne
kendileri, ne eşleri ne de çocukları kabul eder. Zaten geçinebilselerdi şehire
gelirler miydi? İşten ayrılsalar bir başka
iş bulmak zor olur. Bu çaresizlikler bütün işçileri sardığı için
topluca hareket etme ihtiyacıyla sendikalar kurmuşlar, işçiyi iyi bir oy
deposu gören siyasilerin desteği ile bir çok sendikal haklar koparmışlardır.
Artık grevli, toplu sözleşmeli yeni bir çalışma hayatı, enflasyon karşısında işçiye
rahat nefes aldıran bir can simidi olarak devreye girmiştir.
Bir de kıdem tazminatı sistemi getirilmiş, işveren işten
çıkaracağı işçiye yüklü bir para ödemek zorunda bırakılmıştır. Artık iş
yerini kapama veya işçisini işten çıkarma halinde işverenler altından kalkamayacakları
maddi yükler altına sokulmuştur.
Kıdem tazminatı
ödemek istemeyenler, işçilerini ikide bir işten çıkarıp asgari ücretle tekrar
işe almaya ve bu yüzden onları sıkıntılara sokmaya başlamışlardır. Diğer
yandan başka bir işyerinde daha iyi şartlarla iş bulanlar, kıdem tazminatının
yanmaması için işlerinden ayrılamamaktadırlar. Bu yanlış karar ve uygulamalar,
çalışma hayatını tam bir keşmekeş içine sokmaktadır.
Güçlü sendikaların aşırı ücret talepleri ve bir kısım
siyasilerin buna destek vermesi sebebiyle meydana gelen anormal ücret artışları
ve grevler maliyetleri yükseltmekte ve maliyet enflasyonuna sebep olmaktadır.
Bu durum, aynı zamanda toplumun çalışan kesimleri arasında ücret
adaletsizliğine de yol açarak çalışma barışını ortadan kaldırmaktadır. Bazan
bir müessesenin müdürü devlet memuru, onun makam şoförü de sendikalı işçi
olduğu için şoför müdüründen daha çok maaş alabilmektedir. Diğer taraftan
ücretler ile fiyatlar devamlı birbirini kovalamaktadır. Fiyatlar artınca
ücretler yetersiz hale gelmekte, ücretler artınca da maliyetler ve fiyatlar
artmaktadır.
Günümüz toplumlarında artık işçi sınıfı, memur sınıfı
ve işverenler sınıfı gibi sınıflar oluşmuştur. Bu sınıfların bir biriyle
ilişkileri çoğu zaman dostça olmamaktadır. Bu da toplumu parçalamaya ve içten
çökertmeye sebep olmaktadır. Memur, devlet imkanını kullanarak, işçi sendikal
hakları öne alarak, işveren de elindeki maddi imkanı değerlendirerek sınıflar
arası mücadeleye katılmakta ve üstün gelmeye çalışmaktadır.
Enflasyon ekonomiyi bozduğu gibi çalışma hayatını da
bozmuştur. Çalışma hayatı, enflasyonu kamçılayan bir yapı kazanmıştır.
Böylece problemler birbirine girmiş haldedir.
D- Vergiler
Devletin temel görevi, iç ve dış güvenliği ve adaleti
sağlamak, alt yapı yatırımlarını yapmak ve sosyal adaleti temin etmektir.
Eğitim ve sağlık konusunda da vatandaşa destek olmak ve öncülük etmektir.
Osmanlı toplumunda eğitim ve sağlık hizmetleri
vakıflar tarafından yürütülürdü. Polis, jandarma ve savcılık kurumu yoktu. Her
vatandaş toplumuna sahip çıkıyor, iç güvenliği bozan davranışların ortaya
çıkmasına imkan vermiyordu. Bu üç kuruluş tanzimattan sonra ortaya çıkmıştır.
Bundan sonra devlet vatandaşı devre dışı bırakmış, kendi yaşadığı toplumla
ilgilenmesine mani olmuş, onu küstürerek nemelazımcı olmasını sağlamıştır.
Tanzimattan önce belediye hizmetlerinin büyük çoğunluğu
vakıflar tarafından yürütülmekteydi. Din hizmetleri ya vakıflar tarafından
ya da bölge halkından toplanan paralarla yürütülürdü. Devletin sırtındaki
işçi ve memur yükü, bugünkü ile kıyas
kabul etmeyecek kadar azdı. Başarılı olmayan memurların işine derhal son verilebilirdi.
Merkezden yönetim değil, yerinden yönetim esas alınmış ve eyaletler öncelikle
kendi yağları ile kavrulmaya çalışmışlardı.
Bugün müslüman toplumlarda devlet her işe girmiş,
vatandaşı dışladığı için her şeyi kendi kontrolüne almış, insanların teşebbüs
özgürlüğünü, düşünme ve inanç özgürlüğünü kısıtlamış, yeni iş hayatı düzeni
ile çalışma özgürlüğünün önüne setler germiştir. Askeri, memuru, işçisi,
okulları, belediyeleri, sağlık teşkilatı, devlete bağlı iktisadi kurumları ve
sairesiyle devlet, piyasanın en büyük müşterisi olmuştur. Enflasyon sebebiyle
artan fiyatlar, devletin işçisini ve memurunu etkilemekte ve bunların ücret
artışı talebinde bulunmalarına sebep olmaktadır.
Devletin harcamalarının bedeli durmadan
yükselmektedir. Bunun için alınan vergiler hep yetersiz kalmakta ve yeni
vergiler koymak hükümetlerin önemli işlerinden sayılmaktadır. Devlet daha çok
vergi almak istedikçe işverenler daha az vergi vermenin yollarını bulmaktadır.
Artırılan vergiler hep gelir vergileri veya katma değer vergisi olduğu için
zenginlerin kesesinden çıkmamakta, fiyatlara yansıyarak enflasyona ve
pahalılığa yol açmaktadır.
Enflasyon vergilerin artmasına, vergilerin artması
da enflasyona sebep olmaktadır. Enflasyon olmazsa devletin harcamaları artmayacak,
devlet daha az işçi ve memur beslerse vergi indirimine gidilecek, vergi
gelirden değil de maldan alınırsa vatandaş değil, zenginler vergi vermiş
olacaklardır.
E- Devalüasyon
Devalüasyon, yerli paranın değerini yabancı para karşısında
düşürmektir. Hiç bir ülke kendi kendine yeterli değildir. Her ülkenin,
dışarıdan satınalması gereken mal ve hizmetler vardır. Kendi parasıyla dışarıdan
mal ve hizmet alamayanların geçerli yabancı paraya yani dövize sahip olmaları
şarttır. Bunu elde etmenin en sağlıklı yolu ihracat yapmaktır. Enflasyon ve
faiz, üretimi pahalılaştırdığı için yurt dışına mal ve hizmet satma imkanını
azaltır ve bazan ortadan kalkdırır. Yukarıda üretimden pazarlamaya kadar
finansman maliyetinin fiyatları nasıl artırdığı görülmüştü. Bu sebeple daha iyi
şartlarla üretim yapan ülkelerle rekabet edebilmenin iki yolu vardır.
1- 100 liraya mal edilen bir ürünü yurt dışına seksen
liraya satmak ve aradaki farkı hazineden karşılamak. Bu, bazı ülkelerin zaman
zaman uyguladığı fakat kötü niyetli insanlar sebebiyle suistimal edilebilen
bir yoldur. Çünkü bazı kimseler, yurt dışında işbirlikçiler bularak
kendilerini ihracat yapmış gösterip hazineden büyük paralar alabilmektedirler.
2- Yabancı paralar karşısında milli paranın değerini
düşürmek, yani devalüasyon yapmak. 100
liraya mal ettiğiniz bir ürünü yurt dışına seksen liraya satıp döviz geliri
elde etmek için milli paranın değerini yabancı para karşısında %20
düşürürsünüz, yabancı alıcılar malınıza rağbet ederek alırlar ve siz ihtiyaç duyduğunuz dövize
kavuşursunuz.
Bu defa da yurt dışından ithal edeceğiniz mallar size
%20 daha pahalıya mal olur ve bu bütün piyasayı etkiler, üretilen malların fiyatı
daha çok artar, yapılan devalüasyonun geçici faydası dışında bir faydası görülmez.
Devalüasyon, faiz ve enflasyonun bir ülkeye getirdiği
sıkıntılardan başka bir şey değildir. Halbuki, devalüasyon yerine faizlerin
kaldırılması denense, bugün dünyanın bütün ülkelerinde az veya çok faiz olduğu
için onlar, fiyat bakımından faizsiz ekonomilerle rekabet edemez ve bu defa
milli para yabancı paralar karşısında istikrarlı bir şekilde değer kazanır.
Faizsiz sistemde üretim ucuza mal olduğu için yerli paranın istikrarlı değer
kazanması ihracatı ters yönde etkilemez.
III- ENFLASYONUN ETKİLERİ
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur :
"Müminler,
mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Karşılıklı rıza ile yaptığınız alım
satım olursa o başka. (haksız yollara sapıp da) Kendi kendinizi öldürmeyin.
Allah, size karşı çok merhametli (olduğu için bu emri vermekte) dir." (Nisa 5/29)
Enflasyon, malların haksız olarak yenmesine ve ayette
belirtildiği gibi toplumun kendi kendini öldürmesine ve giderek yok olmasına yol açan bir iktisadi canavardır.
Enflasyonun bütün etkilerini ortaya koymak kolay değildir. Bunların iktisadi,
sosyal, siyasi, ahlaki ve hukuki etkilerinden bazıları şöyle anlatılabilir:
A- Enflasyonun İktisadi Etkileri
Enflasyonun tasarruf, yatırım, dış ticaret, gelir ve
servet bölüşümü üzerinde önemli
etkileri vardır.
Enflasyon, paranın serveti biriktirme özelliğini büyük
ölçüde ortadan kaldırır. Çünkü enflasyonlu ortamda tasarrufları para
şeklinde saklamak, enflasyon oranı kadar zarara razı olmaktır. Enflasyon
oranının faiz oranlarını aştığı dönemlerde faiz dahi tasarrufların değer
kaybını telafi edemez Böyle olunca insanlar servetlerini altın, döviz ve bina
gibi, para dışı yollarla muhafaza etmeye çalışırlar. O zaman bu gibi şeylerin
fiyatları aşırı derecede artar. Küçük tasarruf sahipleri ise tasarruftan
vazgeçip gelirlerini tüketim mal ve hizmetlerine harcamayı tercih ederler.
Böylece «paradan kaçış» olayı başgösterir.
Bu, enflasyonist gidişi daha da azdırır. Sonunda enflasyon, kendi kendini
besler hale gelir.
Enflasyonun doğurduğu belirsizlik, yatırımcıları uzun
vadeli yatırım yapma konusunda sınırlar. Zira uzun vadeli yatırım, uzun vadeli
hesapları ve projeleri gerektirir. Belirsizilk ortamında bunları yapmak
mümkün olamayacağından yatırımcı, neticesini daha kolay hesaplayabileceği kısa
vadeli yatırım alanlarına yönelmekten başka çare bulamaz.
Enflasyonun dış ticaret üzerindeki etkisi de
olumsuzdur. Çünkü enflasyon, ülke dahilindeki mal ve hizmetlerin pahalılaşması
demek olduğundan bunların ihracatını zora sokar. Bir de iç piyasada fiyatlar
yükselirken dış piyasadaki mallar nispeten ucuzlamış ve bunların ithali
teşvik edilmiş olur. Kısaca enflasyon, ihracatı zorlaştırıp ithalatı kolaylaştırarak
dış ödemeler dengesinin açık vermesine sebep olur.
Nihayet enflasyon, gelir ve servetin sabit gelirliler
aleyhine yeniden paylaşılmasına sebep olur. Sabit gelirliler grubuna giren
işçi ve memurların ücret ve maaşları, uzunca bir dönem için para cinsinden
tesbit edilmiş olduğu için ücret ve maaşların alım gücü devamlı düşer. Uğranan
kaybı yeni ayarlamalarla telafi etmek adeta imkansız hale gelir.
İktisadi hayatta bir tarafın kaybı diğer tarafın
kazancını oluşturduğundan, dar ve sabit gelirlilerin kayıpları bazı kimselerin
haksız kazanç sağlamasına yolaçar. Konunun daha iyi anlaşılması için bir
örnek verelim:
Bir demir çelik fabrikası Ocak ayı başında 20 işçisi
ile toplu sözleşme imzalayarak her birine 100 lira ücret ödemeyi kabul etmiş
bulunsun. Ürettiği çeliğin tonu 100 lira, aylık üretim kapasitesi 1000 ton
olsun. Bu durumda ayda 2000 lira işçi ücreti ödediğinden aylık toplam
girdisinin %2'si ücretlere gider. Ocak ayında %3 enflasyon olsa çeliğin tonu
103 liraya çıkar ama ücretler değişmez. Şubat ayında enflasyon %2 oranında
gerçekleşse çeliğin tonunu 105 liraya çıkar. Sene sonuna kadar enflasyon %30
oranında gerçekleşmiş ve çeliğin fiyatı
130 liraya çıkmış olsa, fabrikanın aylık toplam girdisi l30.000 liraya çıkmış
ama işçiler için ödediği toplam ücret 2000 lirada kalmış olur. Bu durumda işçilerin
payı aylık girdinin %2 sinden yaklaşık %1.5'una düşer. Aradaki %5 lik fark
işçinin kaybı, işverenin geliri olur.
Bu sebeple
enflasyonist bir ortamda bazı gelir grupları, bazılarına adeta vergi ödemiş
olurlar. Üstelik bu vergiyi ödeyenler çoğu kere bunun farkında bile olmazlar.
Zira enflasyon vergisinde ceplere doğrudan müdahale yoktur. Dolayısıyla
enflasyon aynı zamanda en kolay ve zahmetsiz vergileme yoludur. Ne vergi kanunları
çıkarmaya, ne vergi teşkilatına, ne tahsildara, ne de tahsil zahmetine ihtiyaç
kalır. Ama bu vergi, sırf devlete değil, alt gelir gruplarından üst gelir
gruplarına da ödenir. Bu sebeple vergilerin en kötüsü ve adalet duydusunu en
çok yaralayanıdır.
Enflasyondan kazanç sağlayanlar ise sanayi ve ticaret
erbabı, meslek sahipleri, borçlular ve devlettir. Kısacası mal ve hizmetlere
zam yaparak hayat pahalılığı karşısında kendini koruyabilenler enflasyondan
kazançlı çıkarlar.
Bunlar arasında devletin durumu ilgi çekicidir.
Devlet, isterse harcamalarını vergilerin ve borçlanmanın yanısıra para basma
yoluyla karşılayabilir. Bu taktirde devlet bir taraftan enflasyonun en önemli
sebebi haline gelirken, diğer taraftan, harcamalarını enflasyonla finanse
etme imkanı bulmuş olur. Devlet, normal vergi gelirlerini de enflasyon
sayesinde artırabilir. Tüccar veya sanayicinin elindeki mal artmadığı halde
enflasyon sebebiyle parasal değeri artmış olacağından bu artan değerin tamamı
kâr kabul edilerek vergiye tabi tutulur. Tüccar ve sanayicinin gerçekte malı
artmadığı halde daha çok vergi vermek zorunda kalması ve servetini bu sebeple
eritmesi sözkonusu olur. Bu da insanların ticaret ve sanayiden uzaklaşmasına
yolaçar. Bir örnek verelim :
Ahmet manifaturacıdır. Aralık l993’te dükkanında
vergiye tabi matrah bir milyar liradır ve sene içinde vergisini tastamam
ödemiştir. Dükkanında toplam 500.000 m. kumaş
vardır. l994 sonunda dükkanındaki
kumaş 450.000 m.ye düşmüştür. Çünkü sene içinde işler iyi gitmemiştir. Ama %100 enflasyon meydana geldiği için sene
sonunda malının değeri birmilyar dokuzyüz milyona çıkmış gözükmekte ve 900
milyon kâr etmiş sayılmaktadır. Bu, dokuzyüzmilyonun vergisini verince serveti
dörtte bir oranında azalmış olacaktır. Bu durum iş sahiplerini vergi kaçırmağa
zorlamaktadır.
Nihayet devlet, eğer büyük meblağlarda borçlanmışsa,
tıpkı diğer borçlular gibi enflasyondan büyük ölçüde yararlanabilir. Bunlar
gözönüne alındığında enflasyondan devletin daha kazançlı çıkacağı anlaşılır. O
zaman devlet adına enflasyonu frenleme mevkiinde olanların ne kadar arzulu ve
samimi olabileceklerini düşünmek gerekir.
Halkın alım gücü düştükçe fiyatları aşağıya çekmek
için kaliteyi düşürmek gerekir. Artık mallar daha çabuk bozulur. Gıdaların
kalitesi gittikçe düşer. Bu da beslenme bozukluğuna ve hastalıklara yol açar.
Faizli bir ekonomide para miktarındaki artışın mal ve
hizmette bir artışa sebep olacağı inkâr olunamaz. Fakat dışardan destek görmeyen
bir ülkedeki kalkınma hızı enflasyon oranının gerisinde kalır. Türkiye’de
l985’teki kalkınma hızı %5 iken enflasyon
oranı % 54 idi. Kaldıki bu % 5 lik kalkınma enflasyonu düşüren bir amildir. Bu
olmasaydı enflasyon daha yüksek olurdu
B- Enflasyonun Sosyal Etkileri
Enflasyon, sosyal yapıyı ve sosyal sınıflar ve gruplar
arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkiler. Gelir ve servetin enflasyon sebebiyle
adeletsiz bir şekilde dağılması, orta sınıfın erimesine yol açarak toplumda
çok yüsek gelirliler ile çok düşük gelirliler, zenginler ile fakirler diye
birbirinden keskin çizgilerle ayrılan kutupların oluşmasına yol açar.
Bu, başlı başına bir dengesizlik, huzursuzluk
ve gerginlik kaynağı olur.
Zenginlik ve fakirliğin, toplumların alışık olduğu
usullerle ve kamu vicdanına uygun biçimde meydana gelmesi fazla tepki
doğurmaz. Ama alışılmamış biçimde ve kamu vicdanını yaralayan yollardan meydana
gelen zenginlikler insanların kıskançlıklarını kamçılar.
Bir taraf, enflasyon sebebiyle içine düştüğü sıkıntının altında ter dökerken öbür taraf önemli bir çaba
sarfetmeden ve fazla bir bedel ödemeden gene enflasyon sebebiyle zengin
olmanın keyfini yaşar. Bu durum, sosyal sınıflar ve gruplar arasında
gerginliklere ve sosyal patlamalara yol açar.
Kolay kazanan kolay harcar. Enflasyon, kazançların en
kolay, en zahmetsiz ve en hızlı türüdür. Bu tür kazanç sahiplerinin yapacağı
şey, kolay ve ölçüsüzce harcamaktan başkası değildir. Enflasyonist ortamlarda,
sefaletle lüks harcamaların ve gösteriş tüketiminin bir arada görülmesinin
sabebi bu olsa gerektir.
Aile bağlarının zayıflaması, boşanmalar, evden kaçmış
başıboş çocuklar, çoğunlukla enflasyonun bozduğu sosyal yapının ve gelir dengesizliğinin sonuçlarındandır. Yüksek gelir
grupları oyun ve eğlenceden, dar gelirliler de geçim sıkıntısından dolayı ailelerine
hakim olamaz ve ailenin tahribini önleyemez olurlar.
Enflasyon, kazandıkça cimrileşen ve
bencilleşen, bir türlü doyma bilmeyen insanlar grubu ortaya çıkarır. Fakir
babası zenginler kaybolmaya yüz tutar. Köyün ağası, eşekle dolaşırken bekçinin
oğlu lüks etomobil içinde ona caka yapıp saygısızlık edebilir. İlmin değeri
kaybolur, cebi şişkin cahiller bollaşır. Bu durum çoluk çocuğa ve gençlere
tesir ederek değerleri değiştirir, insanların hayatları ve gayeleri sırf
maddeden ibaret hale gelir. Çünkü kolay kazanan ve bol harcayanlar, herkesin
iştahını kabartır. Radyolar, televizyonlar ve basın kuruluşlarındaki reklâmlar
harcama azmini geliştirir. İnsanlar, daha çok kazanma uğruna her şeylerinden
fedakarlığa başlarlar. Bakarsınız ki, ailenin bütün fertleri; koca, karı, kız
ve oğul çalışır ama devamlı kabartılan iştahlar bir türlü tatmin edilemediği
için işten artan vakitlerinde biri simit, diğeri gömlek ve öbürü başka şeyler
satar. Hanım da evde ek işler yapar. İnsanlar maneviyattan, ahlaktan,
insanlıktan herşeyden uzak hale gelirler. Tek gaye daha çok kazanmak, daha çok
harcamak, daha iyi giyinmek olur. Birer robot gibi, birbirlerine sevgisi,
saygısı kalmamış toplumlar ortaya çıkar. İnsanlar birbirlerini selâmlama
nezaketini bile göstermez olurlar. Bu, mutsuzluğu ve suç oranlarını büyük
ölçüde artırır.
Bakara suresinin 276. ayeti şöyledir:
“Allah
faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir”
Bakara'nın 278 ve 279. ayetlerinde de
şöyle buyurulur:
“Müminler!
Allah’tan korkun, faizden geriye ne kalmışsa onu bırakın. Eğer inanan
kişilerseniz (böyle yaparsınız.)"
Bunu
yapmadınız mı bilin ki; Allah ve Elçisi tarafından bir savaşla yüz yüze
gelirsiniz. Eğer tevbe ederseniz, ana mallarınız sizindir. Ne haksızlık
edersiniz ne de haksızlığa uğrarsınız."
Faize bulaşmış müslümanların bütün düzeni altüst olur.
Bu, Allah ve Elçisi ile savaşı göze almanın sonucudur.
C- Enflasyonun Siyasi Etkileri
Enflasyon, toplumsal rahatsızlıkları ve halinden
memnun olmayanların sayısını artırır. Bu durum, muhalif grupların filizlenip
güçlenmesine ve siyasi muhalefetin sertleşmesine elverişli bir ortam hazırlar.
Siyasi istikrarsızlık başlar. İktidar muhalif gruplar lehine el değiştirir.
Bir kez iktidara gelen, bir daha gelememe endişesinden dolayı şahsi çıkar sağlama
gayretine düşer.
Siyasi amaçlı cinayet, çatışma ve soygunlara, askeri
müdahalelere ve ihtilallere kadar uzanan huzursuzluklar olur. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri enflasyonist
süreç içinde yaşayagelen Türkiye’nin son 40 yıllık tarihinde meydana gelen üç
askeri müdahalede, (27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül müdahalelerinde) enflasyonun
doğurduğu huzursuzlukların önemli bir etken olduğu şüphesizdir.
D- Enflasyonun Ahlaki Etkileri
Enflasyon en büyük tahribatı ahlaki ve manevi değerler
sahasında yapar. Tahribattan en büyük payı iş, meslek ve ticaret ahlakı alır.
Enflasyonist ortam, zahmetsizce, kolay ve kısa yoldan kazanç sağlama
imkanlarını bir kısım insanların önüne serdiğinden normal ve meşru yallardan
gelir ve servet elde etmek uzun ve zahmetli bir iş olmaya başlar. Çünkü
enflasyonist gidişin akımına kapılmış insanlar beklemeye ve yorulmaya tahammül
gösteremezler. Helal olup olmadığına bakmaksızın kısa ve kolay yoldan kazanmak
ve «köşeyi dönmek» isterler. Bunu başaran kimselere çokca rastlanabilir.
Enflasyonun pompaladığı aşırı talep sayesinde malların
satılamaması diye bir endişe olmadığından kaliteli mal üretmek için yorulmaya
ihtiyaç kalmaz. Bu sebeple piyasayı kalitesiz ve bozuk mallar doldurur.
Tüccarın da ticari hizmetlerde titizlik göstermesi ve ticari ilişkilerde
dürüst davranması gerekmez. Çünkü bunların yokluğu, malını satmasına engel
değildir. Ayrıca bazılarının bunları düşünebilecek kadar sabrı ve geniş ufku
da yoktur. Gerek iç, gerekse dış siparişlerde istenen evsafa uygun mal yerine
kalitesiz mal gönderilmesi kısmen bundandır. Diğer hizmet erbabının da
işlerini özenle ve zamanında yapmalarına gerek kalmaz. Çünkü aşırı talep sayesinde
hizmetlerini satamama gibi bir dertleri yoktur.
Enflasyonist ortamda borçlu karlı, alacaklı zararlı
çıktığından, vadesinde ödenmeyen borçların sayısı ve miktarı çoğalır. Parola
şudur : «Alacağından çok borcun olsun!»
İşçi ve memur da bu kötü gidişe ayak uydurur. Gelir seviyesi
düştükçe ümitlerini kaybeden bu insanlar, şevklerini yitirerek kaliteli hizmet
üretememeye başlarlar. Bunlardan bir kısmı ise işleri yokuşa sürme ve sair
yollara başvurarak rüşvet ve haksız kazanç sağlama yollarını ararlar.
Meşru ve normal yollardan dürüstçe kazanma, kaliteli
mal ve hizmet üretme çabası içinde olanlardan bir kısmı, direnme güçleri kalmadığı
için mevcut gidişe ayak uydurur; bir kısmı da herşeye rağmen direnmeye devam
eder ama bu haksız rekabet tablosu içinde adeta cezalandırılırlar.
Enflasyonist ortamlarda cinayetlerin, hırsızlık ve
soygunların, intiharların, fuhuşun, uyuşturucu madde ve alkollü içki
kullanımının artması, enflasyonla bu olaylar arasında bir ilgi olduğunu
gösterir. Çünkü kolay kazanıp bol harcayan kişiler, doyma bilmeyen arzularını
tatmin için ahlak bozucu işlere yatırım yapmayı bir gelişmişlik göstergesi
sayarlar.
Zahmetsiz kazanma hastalığı spor-toto, loto, milli
piyango, at yarışları gibi kumarların yaygınlaşmasının ve lüks otellerde
kurulu büyük kumarhanelerin önemli sebeplerindendir.
E- Enflasyonun Hukuki Etkileri
Para değerinin düşmesi borçlarda ve çeşitli
muamelelerde alacaklı taraf aleyhine bir takım haksızlıkların doğmasına sebep
olur. Ayrıca servetini para olarak muhafaza eden tasarruf sahipleriyle sabit
gelirli vatandaşlar da bundan zarar görürler.
Kanunlarda yer alan maddi ceza ve tazminatlar kısa
süre içinde değersiz hale gelerek caydırıcılık özelliğini yitirir ve suç işlemeye
teşvik edici hale gelir.
IV- DEFLASYON
VE LİKİDİTE TUZA⁄I
A- Deflasyon
Deflasyon, iktisadi canlılığın kaybolması ve sönükleşmesi
demektir. Enflasyon (inflation),
Latince’de şişme, deflasyon ise sönükleşme ve hava kaçırma anlamına gelir.
Onun için bunlar kavramlardır. Bunların sebeplerinin, belirtilerinin, sonuç
ve etkilerinin de zıt olduğu söylenebilir. Ama bu, simetrik anlamda bir zıtlık
değildir. Mesela, enflasyon kolay ilerleyip uzun süre devam edebilirken
deflasyon, dirençle karşılaşır ve kısa ömürlü olur.
Deflasyon, bir iktisadi istikrarsızlık halidir, sebebi
talep yetersizliğidir. Başka bir ifadeyle enflasyondaki sebep, burada tersine
döner. Yani bu defa toplam arz, toplam talebi aşar ve toplam talep, toplam
arz karşısında yetersiz kalır.
Toplam talep, toplam arz karşısında yatersiz kalınca
üretilen mal ve hizmetlerin bir kısmı alıcı bulamaz olur. Bu, rekabete,
fiatların düşmesine ve kârların azalmasına sebep olur. Üretici ve satıcıların
buna ilk tepkisi mal stoklamasına gitmek, daha sonraki tepkisi ise üretimi
kısmak şeklinde ortaya çıkar. Üretimin kısılması, istihdamın kısılması ve
işsizliğin artması demektir. Eğer fiyatların daha da düşeceği bekleniyorsa harcamalar
iyice kısılacağından, yukardaki süreç giderek şiddetlenmeye ve enflasyonda
olduğu gibi kendi kendini beslemeye başlar.
Fiatlar genel
seviyesinin düşmesi, işçi ve memur gibi sabit gelirlilerin refahını artırmaz.
Fiatların düşmesi sebebiyle para değer kazanır ama deflasyon yaygın bir
işsizliğe sebep olduğundan geniş halk kitlesinin bu ucuzluktan yararlanması
çok zordur. Zira enflasyonda ne de olsa ortada bir gelir vardır. Halbuki deflasyonda
gelirin büsbütün yok olması söz konusu olabilir. Bu sebeple deflasyon, sabit
gelirliler için enflasyondan daha kötü sonuçlara yol açar[563].
Deflasyonun kredi sistemi ile sıkı bir ilgisi vardır.
Yukarıda, maliyet enflasyonunun sebepleri anlatılırken kredi sistemi ile
ilgili olarak verilen örnek incelenirse bankaların kısa sürede piyasadaki tüm
nakitlerin sahibi olacağı, bununla da yetinmeyip bu nakitlerin bir kaç katı
alacaklı olacağı ve bu sebeple piyasada önemli bir para darlığı meydana
getireceği açıkça görülebilir.
B- Likidite Tuzağı
Likidite tuzağı, para bolluğuna rağmen piyasanın felce
uğradığı bir durumdur. Faiz oranın düşük olması halinde bir çok tasaruf sahibi
faiz gelirini kârlı saymayacağından paralarını likid durumda tutmayı tercih
edecektir. Para arzının genişlemesiyle alım satımların genişlemesi ve
canlanması gerekirken ölü noktaya gelmesine likidite tuzağı denir[564].
Likidite tuzağının sebebi de
kredi sistemidir. Çalışmadan bol para kazanmaya alışmış tasarruf sahipleri,
kendilerini tatmin etmeyen faiz oranlarıyla karşılaşınca paralarını piyasaya
sürmeyerek para darlığı meydana getirebilirler. Ortaklık sisteminde faiz
geliri olmayacağından paranın piyasadan çekilip likidite tuzağı meydana
getirilmesi mümkün olmaz.
YEDİNCİ BÖLÜM
ÖDEMEYİ GECİKTİREN
BORÇLUYA CEZA
Fakihlerin konu ile ilgili on ayrı
görüşü vardır. Bunlar iki ana başlık altında incelenebilir. Başlıklardan biri,
borcu geciktirme sıkıntısına çözüm arayan görüşleri, diğeri de bu sıkıntıya
çözüm olamayan görüşleri içine alır.
I - SIKINTIYA ÇÖZÜM ARAYAN GÖRÜŞLER
Sıkıntıya çözüm arayan sekiz ayrı
görüş vardır. Bunlardan biri, işlenen suça uygun cezayı öngörür, biri de
sıkıntıyı gidermek için yeni bir akit türü önerir. Kalan altı görüş ise altı
farklı açıdan konuya yaklaşarak imkânı olduğu hâlde ödemeyi geciktiren
borçluya gecikme cezası verilmesi konusunda birleşir. Ama bu ceza, işlenen
suça uygun değildir. Bu sekiz çözüm teklifinden biri hariç, hepsi faizli
işlem kapsamına girmektedir.
A - Borcu Geciktirme Suçuna Uygun Ceza
Ödeme gücü olduğu hâlde borcunu
ödemeyen cezayı hak eder. Ona verilecek ceza, işlediği suça denk olmalıdır. Bu
konuda Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir: " Ödeme
gücü olduğu hâlde borcunu geciktiren, ayıplanmayı ve ukubeti hak eder[565]."
Ukubet () sözlükte, kişiyi yaptığı
bir kötülüğe karşılık cezalandırma[566], anlamına gelir.
Kur'an-ı Kerim, ukubette
uygulanacak prensibi tam olarak ortaya koymuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Eğer ukubet (ceza) vermek
isterseniz size ne yapıldıysa onun aynıyla ukubet (ceza) verin. Sabrederseniz andolsun ki bu, sabredenler
için daha iyidir. (Nahl 16/126)
Bu böyledir; kim kendisine verilen kadar ukubet (ceza) verirse ve kendisine yine de saldırılırsa, Allah ona, elbette yardım
eder. Allah şüphesiz, affeder ve bağışlar. (Hacc 22/60)
Yukarıdaki hadis, imkânı olduğu
halde borcunu geciktirenin ukubeti hak ettiğini hükme bağlamıştır. Ayetler
ise ukubetin suça denk olmasını hükme bağlamıştır. Ödemeyi haksız yere
geciktiren borçlunun suçu, alacaklının malını bir süre elinde tutmaktır.
Suçuna denk ukubet (ceza) ise, borcunu ödemekle birlikte o miktarda bir başka
malını alacaklıya vermesi ve alacaklının o malı, gecikme süresi kadar
kullanıp geri vermesidir. Meselâ, bir kişinin 1000 lira borcu olsa, bunu haklı
bir sebep olmadan 1 ay geciktirse, borcunu öderken alacaklıya 2000 lira
vermesi gerekir. Alacaklı, bunun 1000 lirasını alacağına karşılık alır, 1000
lirasını da 1 ay kullanıp geri verir. Böylece borçlu, yaptığı suçun cezasını
çekmiş olur.
Kredi sisteminde borcun belli bir
oranı kadar gecikme faizi alınır. Faizsiz sistemde de buna benzeyen ama faize
götürmeyen bir yol izlenebilir. Meselâ, ceza olarak alınacak şeyin miktarı
azaltılıp kullanma süresi uzatılabilir. 1000 liralık bir borcu haksız yere 1
ay geciktiren kişinin fazladan 100 lira verdiğini düşünelim; 100 lira,
borcun onda biri olduğundan alacaklı o parayı gecikme süresinin 10 katı kadar
kullanıp geri verir. Bunun tersi de olabilir. Bu kişi fazladan 2000 lira
verse; 2000 lira, borcun iki katı olduğundan alacaklı o parayı gecikme süresinin
yarısı kadar kullanıp geri verir. Böylece borçlu yine işlediği suça denk bir
ukubete, gecikme cezasına çarptırılmış olur.
Bu konuda bir cezaî şart da
konabilir. Ödeme özürsüz olarak bir ay gecikirse meselâ %10, iki ay gecikirse
% 20, üç ay gecikirse %30 ilh. oranında ceza alınacağı, uygun sürelerle
kullanılarak geri verileceği şartı sözleşmeye konabilir. Alınan ceza, borcun
%10'u kadar olursa, sürenin 10 katı, %20'si olursa 5 katı, %30'u olursa 3.3
katı kullanılıp iade edilir.
Elektrik, su ve gaz gibi şeyleri
satan şirketler de sözleşmelerine cezaî şart koyup ödemeyi geciktiren müşteriden
gecikme cezası olarak fazla bir ödeme alabilirler. Bu fazla kısmı, uygun bir
süre kullanır, sonra yeni faturadan düşmek suretiyle geri öderler. Müşteri bu
hizmetleri almaktan vazgeçmişse o zaman ödemeyi nakit olarak yaparlar. Meselâ gaz
satan bir şirketin sözleşmeye koyduğu cezaî şart, aylık %5 olsa, 1 ay geciken
alacağı %5 fazlasıyla tahsil eder. %5, asıl paranın yirmide biri olduğu için
şirket o parayı gecikme süresinin 20 katı olan 20 ay kullanır, sonra yeni
faturadan bu miktarı düşerek parayı geri ödemiş olur. Eğer müşteri bu esnada
gaz almaktan vazgeçmişse geri ödemeyi nakit olarak yapar.
Faizsiz sistemde vergi borcunu
geciktiren de yukarıdaki gibi cezalandırılabilir. Ondan kesilen cezalar,
uygun sürelerle devlet kasasında kaldıktan sonra yeni vergi borçlarından
düşülebilir. Bu süre içinde o kişi vergi mükellefi olmaktan çıkmışsa, devlet
bu parayı uygun süre sonunda geri öder.
Bu cezayı almak için mahkeme
masrafı, iade ederken de vergi ödemek gerekirse bunlar, ödemeyi haksız olarak
geciktiren borçluya yüklenir. Çünkü bunlara sebep olan odur.
Kur'an'da ve sünnette ukubet ile
ilgili birçok uygulama vardır.
Kur'an, ihramlıya[567] kara avını yasaklamış, yasağı çiğneyen olursa,
yaptığının dengi bir cezaya çarptırılmasını hükme bağlamıştır. Bu konuda Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ey İnananlar! Siz ihramlı iken avı öldürmeyin. Sizden kim, bile bile onu
öldürürse cezası, öldürdüğüne denk bir ehli hayvanı Kâbe'ye ulaşacak kurban
olarak vermesidir. Bunu içinizden iki adil kimse kararlaştırır....
...İhramlı olduğunuz sürece kara avı size haram kılınmıştır. Huzuruna
toplanacağınız Allah'tan sakının. (Maide 5/95-96)
İhramlının yaptığı suçun ukubeti,
hem avladığı hayvandan yararlanamamak hem de onun dengi bir hayvanı av
hayvanları arasına katmak olmalıdır. Bu av ona haram olduğu için ondan yararlanamaz.
Onu elinden çıkarması gerekir. Onu öldürmesinin cezası olarak da ona denk bir
hayvanı kırlara salıverip av hayvanları arasına katması icap ederdi. Ama bu
imkânsız olduğu için buna en yakın ceza, onun dengi bir hayvanı Allah rızası
için kurban kesmektir. Böylece suçunun cezasını ödemiş olur.
Ukubet prensibinin uygulandığı
hadisler de vardır:
Allah'ın Elçisi'ne, ağaçtaki meyve
soruldu; dedi ki; "İhtiyacı olan, eteğine koymadan ondan yerse bir şey
olmaz. Kim de bir şey alıp çıkarsa ona onun iki katı ve ukubet gerekir[568]."
Ağaçtaki meyveyi, eteğine koyup
götüren, iki suç işlemiş olur. Birincisi meyveyi, sahibinden izinsiz olarak
koparıp bahçeden çıkarmak, ikincisi de haksız yere ona el koymaktır. Bunlar
cezayı gerektiren davranışlardır. Meyveyi, sahibinden izinsiz olarak koparıp
bahçeden çıkaran, onu kendi için değil, sahibine götürmek için çıkarsa bile cezayı hak eder. Diğer yandan,
haksız yere meyveyi eteğine dolduran kişi, henüz bahçeden çıkmadan yakalansa
yine cezayı hak eder. Bu kişinin meyveyi bahçeden koparıp çıkarmasının
ukubetini Peygamber belirlemediğinden yetkili makam, onun durumuna uygun bir
ceza verir. Haksız yere ona el koyan, yani meyveyi sahiplenen kişinin cezası
ise onu iki katı ile ödemektir. Bahçeden iki kilo meyve alıp götürmüşse dört
kilo öder. Bunun iki kilosu çaldığı meyve, iki kilosu da onu çalmanın cezası
olur. Çünkü ayette: Eğer ukubet
(ceza)vermek isterseniz size ne
yapıldıysa onun aynıyla ukubet (ceza)verin. (Nahl 16/126) buyrulmuştur. İki kilo
meyve çalmanın ukubeti fazladan iki kilo meyve ödetmek olur.
Konu ile ilgili ikinci hadis de
şudur:
Ebû Hureyre'den yapılan rivayete
göre Peygamber, ona dua ve selâm olsun, şöyle dedi:
"Gizlenip saklanmış kayıp
devenin cezası hem onu, hem de onun dengini vermektir[569]."
Kaybolmuş deveyi koruma altına
almak güzel bir davranıştır. Ama kayıp olduğunu açıklamadan ona el koymak
suçtur. Bu suçun dengi ceza, hem onu hem de onun dengi bir deveyi ödemek olur[570]. Ayetteki ukubet prensibi ancak
böyle gerçekleşir.
Yukarıdaki ayet ve hadislerden
açıkça anlaşılır ki, ödeme gücü olduğu halde borcunu ödemeyene verilecek ceza,
onun, borçla birlikte borca denk bir ödeme yapması ve alacaklının o şeyi,
gecikme süresi kadar kullanıp geri vermesi olmalıdır. Alacaklı onu sahiplenmeyeceği
için bunun faizle bir ilgisi olmaz. Bu
görüş, bu kitabın yazarına aittir.
B- Suça Uygun Olmayan Ceza
Teklifleri
Borçlunun, ödemeyi haksız yere
geciktirmesini önlemek için alınacak tedbirlerle ilgili son zamanlarda çok
sayıda araştırma ve ilmî toplantı yapılmıştır. Ancak bu çalışmalar, kredi
sisteminin etkisi altında yapıldığı için daha çok, gecikme faizinin başka
kelimelerle ifadesi dışında bir yenilik getirmemişlerdir. Bunların faiz sayılmaması
için de naslar ve prensipler zorlanmıştır. Aşağıda bunu açıkça görmek mümkündür:
1- Borcu geciktirmeyi menfaat
gasbı sayma
Al Baraka Grubu'nun 3. İslâm
İktisadı Kongresi'nde, imkânı olduğu halde ödemeyi geciktiren borçlunun,
gecikme süresi içinde meydana gelen zararı karşılaması yolunda karar
alınmıştır. Üç bölümden oluşan karar şöyledir:
Birinci
- Meşru bir özrü olmadan ödemeyi geciktiren borçlu, bu gecikmeden dolayı
alacaklının uğradığı zararı karşılamakla yükümlü tutulabilir. Çünkü böyle bir
borçlu zalim olur. Bu konuda Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle
demiştir:"Gücü olanın ödemeyi geciktirmesi
zulümdür." Onun yaptığı gasba
benzer. Fakihler, gasp fiilini işleyen kişinin gasp ettiği malı geri vermekle
birlikte gasp süresince o malın menfaatlerini tazmin etmesini de kararlaştırmışlardır.
Bu, çoğunluğun görüşüdür[571].
Karara katılanlardan biri de
görüşünü[572] mesâlih-i mürseleye[573] dayandırarak gecikme bedelinin, meşru hayır
işlerine harcanmak üzere borçluya, cezaî şart olarak yüklenebileceğini
belirtmiştir.
İkinci - Alacaklının uğradıgı
zarar, alacağını zamanında alıp meşru bir şekilde çalıştırmış olması hâlinde
elde edebileceği normal kâr oranı kadar belirlenir.
Mahkeme bunu, meşru kazanç
yollarına bağlı olarak bilirkişi marifetiyle tayin eder. Eğer alacaklının
bulunduğu şehirde faizsiz finans kurumu varsa, onun bu süre içinde, fon
sahipleri hesabına gerçekleştirdiği gelir miktarını dikkate alır.
Üçüncü
- Geçerli faiz oranında faizcilik yapmalarına, bahane teşkil etmemesi için
alacaklı ile borçlunun, gecikme bedeli üzerinde önceden anlaşmaları caiz
değildir[574]."
Bu karar, birçok yönden yanlıştır.
a- Gerekçedeki yanlışlık
Kararın iki ayrı dayanağı vardır;
bunlardan biri gasp edilmiş malların menfaatlerinin tazmini, diğeri de
mesâlih-i mürseledir. Her iki dayanak da yanlıştır. Mesâlih-i mürsele konusuna
daha sonra girilecektir.
Gasp edilen malın menfaatlerinin
tazmin edilmesini Şafiî ve Hanbelî mezhepleri kabul ederler ama, böyle bir
malın kiraya verilebilecek özellikte olmasını ve telef edilmemiş bulunmasını
şart koşarlar. Şafiî mezhebinin temel kitaplarından Tuhfet'ul-muhtâc'ın konu
ile ilgili ifadesi şöyledir:
"Ev ve köle gibi kiraya
verilebilen şeyler gasp edilirse menfaatleri tazmin edilir. Bu tazminat, o
malı kullanmaya veya evi kilitlemek gibi kullanılmasına engel olmaya karşılık
alınır. Çünkü menfaatler yasal mallardır, gasp edilince diğer mallar gibi
tazmini gerekir... Telef olurlarsa telef zamanından itibaren menfaatlerinin
tazmini gerekmez[575]." Çünkü telef edilen mal
kiraya verilemez.
Hanbelîlerin görüşü Şafiîlerle
aynıdır. Hanbelî fakihlerinden Ahmed el-Kârî'nin konu ile ilgili ifadesi
şöyledir:
"Kiraya verilmesi âdet olan
bir malı gasp eden, onu iade edinceye veya mal telef oluncaya, eğer iade edilemeyecek
durumda ise değerini verinceye kadar kirasını öder... Telef zamanından sonra
kira gerekmez[576]."
Gasp edilmiş bir mal telef olursa
borca dönüşür. Yani gasp eden kişi onun bedelini mal sahibine borçlanmış olur.
Borç ise kiraya verilemez. Çünkü borcun kirası faizden başka bir şey
değildir. Bu sebeple yukarıdaki karar Şafiî ve Hanbelîlerin gasp ile ilgili görüşlerine
dayandırılamaz. Öyle ise karar, meşru bir dayanaktan yoksundur.
b- Alacaklının zarara uğradığı
iddiası
Ödemenin gecikmesi, alacaklıyı
sıkıntıya sokar ama bunun onu zarara uğrattığı iddiası her zaman geçerli olmaz.
Sıkıntı ile zarar farklı kavramlardır. Bir kumarbaza olan borcunu geciktiren
borçlu, onun bu parayı da kumarda kaybetmesini önlemiş olabilir. Zarar,
anaparayı azaltan şeydir. Burada anaparayı alacaktır. Ödemenin gecikmesi ondan
bir şeyi eksiltmemiştir. Kâr kaybına da zarar denmez. Kâr, ticarî işlemlerden
elde edilir. Bunun için biri alım, diğeri de satım olmak üzere en az iki işlem
gerekir. 100 liraya aldığı malı daha fazlaya satan kâr etmiş sayılır. Onu
satamaz yahut 100 liraya veya daha az bir fiyata satarsa kâr ettiği söylenemez.
Borç, bir alım satım işlemi olmadığı için onu geciktirmekten dolayı zarar meydana
geldiği iddiası batıl bir iddia olur.
Gecikme süresi içinde meydana
gelen enflasyondan dolayı paranın değerindeki düşme ise farklı bir olaydır.
Borçlar dengiyle ödenir. Kağıt parada denklik sadece paranın alım gücüyle
belirlenebilir. Alım gücü düşen para aynı rakam üzerinden ödenemez. Paradaki
değer kaybını, haklı sebeplerle borcunu geciktiren de ödemelidir. Burada sözü
edilen borçlular, haksız yere ödemeyi geciktirenlerdir.
Borçtan elde edilen gelire faiz
denir. Faiz, kâr gibi, biri alım, diğeri de satım olan iki işleme muhtaç
değildir. Bunun için alacaklı ile borçlunun anlaşması yeterlidir. Faizli
işlemde zarar da olmaz. Bu sebeple borcunu geciktiren kişinin gecikme bedeli
ödemesi kararı borçtan elde edilen gelirden başka bir şey değildir. Kur'an'da
faiz yerine riba kelimesi geçer. Riba'nın terim anlamı borçtan elde edilen
gelirdir. Faiz deyince anlaşılan budur.
“Allah alım satımı helâl, ribayı haram kılmıştır.” (Bakara 2/275)
c- Gecikme bedeli üzerinde anlaşma
Kararın son bölümü şöyledir:
"Geçerli faiz oranında faizcilik yapmalarına bahane teşkil etmemesi için
alacaklı ile borçlunun, gecikme bedeli üzerinde önceden anlaşmaları caiz değildir[577]."
Bu şartın geçerli olabilecek yanı
yoktur. Çünkü yukarıdaki karar kabul edilip uygulamaya konursa, faizsiz finans
kurumlarından birinin o süre içinde, fon sahipleri hesabına gerçekleştirdiği
gelir oranı, tarafların önceden kabul ettikleri gecikme bedelinin ölçüsü olur.
Bunu tarafların önceden kabul etmemiş olması düşünülemez.
d- Geçerli faiz oranının reddi
Kararın son bölümünde yer alan
"geçerli faiz oranı" ifadesinin bir anlamı yoktur. Bir şey faiz ise,
geçerli faiz oranının altında veya üstünde olması onu faiz olmaktan çıkarmaz.
Bu ifade, gecikme tazminatına onay verenlerin onu faiz saydıklarını, üstü
kapalı bir biçimde göstermektedir.
2- Mesâlih-i mürseleye dayanarak
ceza verme
Al Baraka Grubu'nun 3. İslâm İktisadı Kongresi'nde alınan karara katılanlardan es-Sıddîk Muhammed el-Emîn ed-Darîr[578], görüşünü mesâlih-i mürseleye dayandırarak
gecikme bedelinin alınıp meşru hayır işlerine harcanmasını şart koşmuştur.
Mesâlih, maslahatın çoğuludur.
Maslahat, hayra ve iyiye vesile olan şey; mürsele ise serbest saha, kabul veya
reddine dair bilgi bulunmayan şey anlamına gelir. Mesâlih-i mürsele, İslâm'ın
kabul veya reddettiğine dair bir bilgi olmadığı hâlde hayra ve iyiliğe vesile
olan durumları ifade eder. Bu konu, mesalih-i mürsele kapsamına girmez. Çünkü
gecikme bedeli borçla ilgilidir, borçtan elde edilen gelir ise faizdir. Faiz,
vadeye karşılık alınır. Burada sözü edilen gecikme bedeli de vadeye karşılıktır.
Başka bir ad vermek onu faiz olmaktan çıkarmaz.
İslâmî hükümlerin maslahata uygun
olduğu doğrudur. Çünkü İslâm'ın ana hedefi, insanları hayra ve iyiliğe sevk eden
şeyleri gerçekleştirmek, onları korumak ve onlardan zararı uzaklaştırmaktır.
Ne var ki, dünya ile ilgili işler arasında yüzde yüz hayır ve iyilik sayılan
bir şey yoktur. İyi ve hayırlı olan her şeyin önünde sıkıntı ve güçlükler
bulunur. Meselâ yeme, içme, evlenme, eğitim ve öğretim iyi ve hayırlı şeylerdendir.
Ama sıkıntı ve güçlüklere girmeden onların iyilik ve hayrından yararlanmak
mümkün olmaz. Buna karşılık kötü ve zararlı şeylerin de yararlı yanları
vardır. Birçok kişi, öndeki sıkıntı ve güçlükleri göze alamadığı için iyi ve
hayırlı olan bazı şeylerden uzak kalır; evlenmez, çalışmaz veya okumaz.
Niceleri de kötü ve zararlı olan bir işi yaparken onun iyi ve yararlı
yönleriyle kendini aldatır. İyi şeylere güçlükle ulaşıldığı hâlde kötü şeylere
kolayca ulaşılabilir. İyiliklere, ancak aklını ve iradesini iyi kullananlar
ulaşabilirler.
Fahreddin er-Râzî tefsirinde,
Allah Teâlâ'nın“...Bu onların, “Alım
satım da tıpkı faizli işlem gibidir”, demeleri sebebiyledir...” (Bakara 2/275) sözünü açıklarken şöyle
demiştir:
"O toplum, faizi helâl sayma
konusunda böyle bir şüphe içine girmişti... Madem bir kişinin, peşin 10
değerinde olan bir elbiseyi bir ay
vadeli 11'e satması caiz oluyor, öyleyse bugün 10 verip bir ay sonra 11 alması
da caiz olmalıdır. Çünkü akla vurulunca bu iki işlem arasında bir fark
gözükmez. Satışın caiz sayılması, o konuda tarafların karşılıklı rızasının
oluşmasından dolayıdır. Faiz de öyledir. Taraflar razı olurlarsa onun da caiz
olması gerekir. Alım satım türlerinin meşru kılınması sadece ihtiyaçları
giderme gayesiyledir. Önemli ihtiyaçlar içinde olan bir kişinin bugün bir şeyi
olmaz ama ilerisinde eline çok mal geçecek olabilir. Faiz kabul edilmezse kimse ona borç vermez, o da sıkıntı ve
ihtiyaç içinde kalır. Faiz kabul edilirse malı olan, faiz almak için ona borç
verir. O da, eline mal geçtiğinde borcunu fazlasıyla öder. Eline mal geçince
bu fazlalığı vermesi, ona o ana kadar sıkıntı içinde kalmaktan kolay gelir. Bu
da faizin helâl olmasını gerektirir. Çünkü diğer satışların helâlliğine karar
verirken de ihtiyacı giderme gayesini gütmüştük."
İşte bu, o toplumun şüphesidir.
Allah Teâlâ'nın buna cevabı şudur:"Allah
alım satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır[579]."
“Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir" diyenlerin şüphe ve tereddütlerine
şu şüpheleri eklenebilir:
"Bir mala ihtiyacı olup
parası olmayan kişi onu, peşin fiyatından fazla bir fiyatla veresiye alabilir.
Size göre, peşin satış ile vadeli arasındaki vade farkı helâldir. Madem bu
helâldir, öyle ise o kişinin aynı farkı vererek aynı süre için ödünç alması da
helâl olmalıdır. Çünkü akla vurunca bu iki işlem arasında bir fark gözükmez.
Siz o farkı satıcıya ödemeyi kabul ediyorsunuz ama ödünç veren kişiye ödemeyi
kabul etmiyorsunuz."
Allah Teâlâ bu görüş sahiplerinin
yanılgı içinde olduklarını bildirmiş ve şöyle demiştir:
"Faiz yiyenler, şeytanın sokulup aklını çeldiği[580] kimsenin davranışından farklı bir
davranış göstermezler. Bu, onların “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir”
demeleri sebebiyledir. Allah alım satımı helâl, faizli işlemi haram
kılmıştır.” (Bakara 2/275)
Alım satım ile faizli işlem
arasında açık bir fark vardır. Çünkü faiz borçtan, kâr ise satıştan elde
edilir. Borç ile satış arasındaki fark açıktır. Bu, bankalarla faizsiz finans
kurumlarının temel farkını ortaya koyar. Bankalar gelirlerini borçtan, faizsiz
finans kurumları ise ticarî faaliyetlerden elde ederler. Kanunlar, bankaların
ticaret yapmasına izin vermez. Faizli borcun bazı faydaları vardır ama bundan
doğacak zarar, elde edilecek faydadan fazladır. İmkânı olduğu hâlde ödemeyi
geciktiren borçluya, gecikme bedeli ödetmenin de bazı yararları olabilir; ama
ondan doğan zarar, beklenen faydadan fazladır. Çünkü borçtan elde edilen
gelirin faiz olduğu konusunda tam bir ittifak vardır.
3- Bazı hadislere dayanarak cezaya
hükmetme
Abdullah b. Süleyman el-Menî'[581], konu ile ilgili olarak yazdığı
uzun bir makalede, ödeme gücü olduğu hâlde borcunu geciktiren kişinin gecikme
bedeli ödemesi gerektiğini birçok yönden ispatlamaya çalışmaktadır. O
yollardan birinde bazı hadislere dayanır. el-Meni', konu ile ilgili olarak
şunları söylemektedir:
"Borçlunun, ödemeyi
geciktirmesi sonucu alacaklının uğradığı menfaat kaybını tazmin etmesi görüşü,
şeriatın köklerine, temellerine, konu ile ilgili açık ve net ifadelerine
dayanan bir görüştür... İmkânı olduğu hâlde ödemeyi geciktiren borçluyu hapsetme
yerine sebep olduğu noksanlık ve zararı ödetmek haksızlığa uğramış alacaklı
için daha yararlı olur. Maddî ceza, hem suça engel olur hem de hukuka saygıyı
sağlar[582]."
Abdullah el-Menî', makalesinde maddî cezalarla
ilgili gördüğü bütün hadisleri sıralamış bulunmaktadır; ancak onlar arasında
tazminat ödeme ile ilgili sadece iki hadis vardır. Bu hadisler daha önce
geçmişti. Onlardan birincisi şudur:
Allah'ın Elçisi'ne, ağaçtaki meyve
soruldu; dedi ki;"İhtiyacı olan,
eteğine koymadan ondan yerse bir şey olmaz. Kim de bir şey alıp çıkarsa ona
onun iki katı ve ukubet gerekir[583]."
İkinci hadis de şudur:
Ebû Hureyre'den yapılan rivayete
göre Peygamber, ona dua ve selâm olsun, şöyle dedi:
"Gizlenip saklanmış kayıp devenin cezası hem onu, hem de onun
dengini vermektir[584]."
Bu hadislerden ikisi de Abdullah
el-Meni' için delil olmaz. Aksine onun iddiasının geçersizliğini gösterir.
Allah'ın Elçisi, ağaçtaki meyveyi, kendisinin olsun diye eteğine koyup
götürene biri maddî ceza, diğeri de tazir[585] olmak üzere iki ceza kesmiştir. Çünkü o, iki
suç işlemiştir. Bunlardan biri meyveyi, sahibinden izinsiz olarak koparıp
bahçeden çıkarmak, diğeri de haksız yere ona el koymaktır. Haksız yere ona el
koyan, yani meyveyi sahiplenen kişinin cezası onu iki katı ile ödemek
olmalıdır. Bahçeden iki kilo meyve götürmüşse dört kilo ödemelidir. Bunun iki
kilosu el koyduğu meyvenin karşılığı, iki kilosu da ona el koymanın cezası
olur. Çünkü ayette: Eğer ceza vermek
isterseniz size ne yapıldıysa onun aynıyla ceza verin. (Nahl 16/126) buyrulmuştur. Borçlu,
borcun ne bir kısmına ne tamamına el koymuştur. Onun suçu, ödemeyi
geciktirmektir.
İkinci hadiste Allah'ın Elçisi
sadece tazminata hükmetmiştir. Çünkü kaybolmuş bir deveyi koruma altına almak
güzel bir davranıştır. Ama ona el koymak suçtur. Bu suçun dengi ceza, hem onu
hem de onun dengi bir deveyi ödetmek olur[586]. Ayetteki ukubet prensibi ancak
böyle gerçekleşir. Borçlu ise, alacaklının hiçbir şeyini, ona el koymak için
almamıştır. Dolayısıyla bu hadislerin, borcu geciktirmekle bir ilgisi yoktur.
Abdullah el-Meni', imkânı olduğu
hâlde ödemeyi geciktiren borçlunun noksanlık ve zarara sebep olduğunu iddia
etmektedir. Bu iddiayı kabul etmek mümkün değildir. Borcun miktarında bir
azalma olmadığı için noksanlık ve zarar iddiası yersizdir. Bu husus yukarıda
(1). fıkrada (b) başlığı altında açıklanmıştır.
Maddî cezanın, suça engel olduğu
ve hukuka saygıyı temin ettiği iddiasına gelince, verilen cezanın işlenen suça
denk olması şartıyla bu iddia kabul edilebilir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:"Eğer ceza vermek
isterseniz size ne yapıldıysa onun aynıyla ceza verin." (Nahl 16/126)
Ödemeyi haksız yere geciktiren
borçlunun suçu, alacaklının malını bir süre elinde tutmaktır. Suçuna denk ceza
ise, borcunu ödemekle birlikte o miktarda bir başka malını alacaklıya vermesi
ve alacaklının o malı, gecikme süresi kadar kullanıp geri vermesidir. Bunun
dışındaki cezalar o suça denk olmaz.
4- Cezaî şartla gecikme cezasını
aynı yere koyma
Abdullah b. Süleyman el-Menî'in,
imkânı olduğu hâlde ödemeyi geciktiren borçluya gecikme cezası verilmesi
görüşünü dayandırdığı şeylerden biri de cezâî şart konusudur. Bu konuda Suudi
Arabistan'da bulunan ve kendisinin de üyesi olduğu Büyük İlim Adamları
Kurulu'nun () ittifakla aldığı bir karara dayanmaktadır. Karar şöyledir:
"Sözleşmelerde uygulanmakta
olan cezaî şart doğru ve yerindedir. Yükümlülüğü yerine getirmeye engel meşru
bir özür olmadığı takdirde bu şarta uymak gerekir. Böyle bir özür varsa,
ortadan kalkıncaya kadar şarta uymak gerekmez. Cezaî şart, örfe göre maddî
yönden tehdit oluşturacak derecede fazla ve şer'î prensiplerin gerektirdiği
miktardan uzak olursa kaybolan menfaat veya meydana gelen zarar dikkate
alınarak adalet ve insaf prensiplerine göre hareket edilir. Doğacak bir
ihtilaf, mahkemeye başvurularak bilirkişi marifetiyle halledilir[587]."
Abdullah el-Meni', bu kararın
dayandığı ayet, hadis ve sahabi sözünü gecikme tazminatı için de delil saymıştır.
Ayet şudur:"Müminler, akitleri yerine getirin." (Maide 5/1)
İkinci delil, Allah'ın Elçisi'nin
şu sözüdür:
"Müslümanlar koştukları
şartlara uyarlar. Haramı helâl, helâlî haram kılan bir şart olursa o başka[588]."
Ömer şöyle demiştir: "Hakların kesiştiği yer şartların
yanıdır." Şu tercüme daha güzel olabilir: "Şartlar varsa haklar
biter." Yani şart konmuşsa o şarta aykırı hak talebi olmaz. Bu söz,
yukarıdaki hadisi açıklar.
Abdullah el-Meni' daha sonra şöyle
diyor:
"Yukarıda anlatılanlardan şu
sözün haklılığı ortaya çıkar: İmkânı olduğu hâlde ödemeyi geciktiren borçlu,
gecikme sebebiyle alacaklı aleyhine meydana gelen eksilmeyi tazmin eder. Borcu
doğuran sözleşmede ödemeyi geciktirenin, kaybolan menfaat kadar bir ödeme yapacağının
cezaî şart olarak konması da sahihtir ve o şartın yerine getirilmesi gerekir[589]."
Abdullah el-Meni' burada enflasyon
sebebi ile paranın değerinde meydana gelen eksilmeyi kastetmiyor, çünkü o,
şöyle diyor: "... Kesin olarak gerçekleşmemiş ama bir kazanç fırsatının
yok olması sebebiyle ortaya çıkmış, bu tahminî menfaat kaybını karşılamak
için cezaî şart konabilir[590]."Çünkü enflasyon sebebiyle
borcun değerinde meydana gelen azalma, tahminî değil, gerçek bir azalmadır.
Cezaî şart konusunun Abdullah el-
Meni' lehine delil olması mümkün değildir. Çünkü borç için konan cezaî şart,
haramı helâl kılmak için konmuş bir şart olur. Her fırsatta ifade edildiği
gibi borçtan elde edilen gelir faizdir.
5- Kaparoya bakarak gecikme
cezasına hükmetme
Abdullah b. Süleyman el-Menî'in,
imkânı olduğu hâlde ödemeyi geciktiren borçlunun gecikme bedeli ödemesi
gerektiğini dayandırdığı şeylerden biri de kaparo konusudur.
Kaparo, kişinin bir mal için
satıcıya bir miktar para vermesidir. Şu şartla ki, malı alırsa bu para mal
bedeline mahsup edilecek, almaktan vazgeçerse satıcının olacaktır. Ahmed b.
Hanbel, bunun sakıncalı olmadığını söylemiştir. Ömer bu işi yapmıştır. Abdullah
b. Ömer'in bunu caiz gördüğü bildirilmiştir. İbn Sîrîn dedi ki, "Maldan
hoşlanmadığı zaman onu ve beraberinde bir şeyi geri vermesinde bir sakınca
yoktur. Ahmed b. Hanbel dedi ki, kaparo bu anlamdadır[591]."
Abdullah el-Meni' diyor ki;
"Kaparo, müşterinin, muhayyerlik süresi içinde, kararını kesinleştirmesine
kadar malı sattırmamasına karşılıktır. Müşterinin cayması hâlinde satıcının
kaparoyu hak etmesi ise bu malı, belki arzu ettiği iyi bir fiyatla satma
fırsatını kaybetmesine karşılıktır. Çünkü o bu malı, müşteriye cayma hakkı veren
bir satışla satmıştır[592]."
Burada da yanlış bir kıyaslama
(kıyas maa'l-fâriq) vardır. Çünkü kaparo, alım satım sahasında; gecikme bedeli
ise faiz sahasında meydana gelir. "Allah
alım satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır[593]."
Buraya şunu eklemek gerekir: Kaparo, ne müşterinin belli bir süre malı
sattırmamasına, ne de satıcının arzu ettiği iyi bir fiyatla satma fırsatını
kaybetmesine karşılıktır. Abdullah el-Meni'in kaynak gösterdiği İbn Kudâme bu
konuda şöyle der:
"Kaparonun, satıcının
beklemesine ve bu sebeple satışı geciktirmesine karşılık sayılması doğru
değildir. Eğer öyle olsaydı, müşterinin malı satın alması hâlinde kaparonun
mal bedeline katılması caiz olmazdı. Zaten satışta, bekleme süresine karşılık
bir bedel alınması caiz değildir. Eğer caiz olsaydı, elbette kira gibi miktarının
belli olması gerekirdi[594]."
6-
Gecikme cezasını hayır yollarına harcama
Al Baraka Grubu'nun 6. İslâm
İktisadı Kongresi'nde bu konuda yeni bir karar alınmıştır. Karar şöyledir:
Soru- Ödeme gücü olduğu hâlde
borcunu geciktirenlerin maddî tazminat ödemeleri şart koşulabilir mi?
Karar: İmkânı olduğu hâlde ödemeyi
geciktiren borçluları caydırıcı mahiyette gecikme tazminatı şart koşulabilir. Şu
şartla ki, bu tazminatları hayır yollarına harcamak gerekir[595].
Bu karar da yanlış bir yere oturtulmuştur.
İmkânı olan bir kişinin borcunu geciktirmesini engellemek kuşkusuz doğru bir
davranıştır. Çünkü bu, zulmü önlemektir. Ama bunu yanlış yere oturtmak da zulüm
olur. Çünkü zulüm, bir şeyi azaltarak veya artırarak yahut zamanını veya
yerini değiştirerek olması gereken durumdan başka duruma sokmaktır[596].
Allah Teâlâ birçok ayette zulmü
kesin olarak yasaklamıştır. Konumuzla ilgili bir ayet şöyledir:
Bir kötülüğün karşılığı, tıpkı onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder
ve barışırsa, onun ecri Allah'a aittir. Doğrusu o, zulmedenleri sevmez. (Şûrâ 42/40)
Ayetten şu açıkça anlaşılır ki,
suç ile ceza arasındaki dengesizlik zulüm olur. Burada da dengesizlik vardır.
Çünkü ödemeyi geciktirme ile maddî tazminat arasında benzerlik yoktur. Bu
şekilde elde edilen tazminatları hayır yollarına harcamak zulmü ortadan kaldırmaz.
Bu, hayırlı bir davranış da değildir. Çünkü Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm
olsun, şöyle demiştir:
"Ey insanlar, Allah temizdir,
temizden başkasını kabul etmez. Allah, elçilerine verdiği emri müminlere de
vermiş ve şöyle demiştir: Elçiler! Temiz
şeylerden yiyin ve iyi iş yapın. Ben ne yaptığınızı bilirim. (Müminûn
23/51)[597]"
Burada şu soruya cevap vermek
gerekir:
"Alınması öngörülen gecikme
tazminatı helâl ise alacaklının malı olur. Öyleyse onu hayır yollarına
harcamasını neden şart koşarsınız? Eğer o haram ise alınmasına nasıl onay
verebilirsiniz?"
C- Yeni Bir Akit Türü Önerisi
Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi İslâm Hukuku profesörlerinden Hayrettin KARAMAN, vadeli satış için
yeni bir akit türü önererek imkânı olduğu hâlde ödemeyi geciktiren borçlunun
doğurduğu problemi çözmek istemiştir. Onun görüşü şöyledir:
"Satıcı, sürelere göre
değişen vade farklarını gösterir bir liste üzerinde müşteriyle anlaştıktan
sonra malı teslim eder. Bundan sonra bakılır; müşteri mal bedelini hangi vadede
öderse akit o zaman kesinlik kazanır. Bu akitte fiyatları gösteren bir liste
bulunduğu için fiyat belirsiz değildir. Teamül de olursa akit fasit
olmaz."
"Günümüzde vadeli satış yapan
bir satıcı müşteriye bir ay, iki ay, üç ay gibi değişik vadeler ve 11, 12, 13
lira gibi vadeye göre değişen fiyatlar sunar. Müşteri bu vade ve fiyatlardan
uygun gördüğünü seçip malı satın alır. Bu, yerleşik bir usuldür. Ben diyorum
ki; alıcı ve satıcı vadelere göre değişen fiyatları gösterir bir liste üzerinde
anlaşıp ilk vade ve fiyata göre senet düzenleyerek satışı
gerçekleştirebilirler. Müşteri ödemeyi ilk vadede yaparsa senette yazılı
fiyatı, son vadede yaparsa listede yazılı son fiyatı öder. Bu iki vade arasında yaparsa o vadeye uygun fiyatı
öder. Burada ne bir aldatma, ne de tarafları nizaya sokacak ölçüde cehalet
vardır. Yapılan her ödeme malın bedelidir. Vadeye göre değişen fark da vade
farkıdır, yoksa gücü olduğu hâlde ödemeyi geciktiren borçluya yüklenmiş
gecikme bedeli değildir.
Fakihler, mal bedelinin ve vadenin
belirsiz olması hâlinde satışın fasit olacağını söylemişlerdir. Çünkü bu
belirsizlik nizaya sebep olur. Teklif edilen bu akitte, nizaya sebep olacak
ölçüde bir belirsizlik yoktur[598]."
Hayrettin KARAMAN bu görüşüyle,
borcu ödeme günü kavramını ve fiyat kavramını değiştirmektedir. Bunları
değiştirmek, alım satımın tabiatını değiştirmek olur. Bunun kabul edilemeyeceği
açıktır. Çünkü o takdirde satıcı malı kaça sattığını ve bedelini ne zaman
alacağını bilemez. İş böyle yürümeyeceğinden, senet hangi tarih için
düzenlenmişse bedelin o tarihte ödeneceği kesinleşmiş sayılacak, tarafların
üzerinde anlaştıkları liste ise borcun gecikmesi hâlinde ödenecek faiz
miktarını gösterme dışında bir işe yaramayacaktır.
Bize göre burada biri satış diğeri
de faiz olmak üzere iki akit önerilmektedir. Satış, listede yazılı birinci
bedel üzerinden yapılacak, mal teslim edilecek ve mal bedelinin yerine borç
senedi imzalanacaktır. İkinci akit ise, borcun zamanında ödenememesi halinde
tahakkuk edecek faiz miktarını gösteren bir liste üzerinde anlaşma şeklinde
olacaktır. Çünkü borç senedinde yazılı miktarın üzerine, vadeye bağlı olarak
yapılan her ilâve, borçtan elde edilecek geliri gösterme dışında bir anlam
taşımaz. Borçtan elde edilen gelir ise faizdir.
Şunu da eklemek gerekir ki,
Hayrettin KARAMAN'ın teklifi doğru kabul edilirse borcu son ödeme günü,
listede yazılı son vade olur. Bu tarihte ödemede bulunmayanlar borcu
geciktirmiş olurlar. Bu teklifte onlara karşı bir tedbir yoktur.
II- SIKINTIYI GİDERMEYEN GÖRÜŞLER
Eski fakihlerden bir kısmı, imkânı
olduğu hâlde ödemeyi geciktiren borçlunun hapsedilebileceğini söylemişlerdir.
Bir de zamanımızda, gecikme cezasını faiz sayan, ama bu probleme başka bir
çözüm teklif etmeyenler vardır. Bu iki görüş, bu sıkıntıya çözüm olacak
nitelikte değildir.
A - Borçluya Hapis Cezası
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm
olsun, şöyle demiştir:"Ödeme gücü
olduğu hâlde borcunu geciktiren ayıplanmayı ve ukubeti hak eder[599]."
Eski fakihlerden Süfyan[600], Veki'[601], Ali et-Tenâfisî[602] ve İbn'ul-Mubârek[603], hadiste geçen ukubeti hapis
cezası diye anlamışlardır. Bu anlayış doğru değildir. Hapis, borcu geciktirmenin
cezası olamaz. Çünkü borçlu burada alacaklının kendini değil, malını alıkoymuştur.
Dolayısıyla onun suçu ile hapis cezası arasında bir benzerlik yoktur.
Borçlunun hapsedilmesini Ebû
Hanîfe de kabul etmiştir. Ancak o bunu, ödemeyi geciktirmenin cezası değil,
borçluyu ödemeye zorlamanın ve haksızlığı önlemenin bir yolu olarak görmüştür.
Zira Ebû Hanîfe, borçlunun mallarının haczedilip satılmasını kabul etmez. Ona
göre, "Borçlunun malı varsa, hâkim o mal üzerinde tasarrufta bulunamaz.
Borçluyu süresiz olarak hapseder ki, malını satsın ve borcunu ödesin. Bunu,
alacaklılar haklarını alsınlar ve zulüm önlensin diye yapar[604]."
Borçlu, borcu ödeyince hapisten
çıkacağına göre bunun, borcu geç ödemenin cezası olmadığı açıktır. Mahkemenin
verdiği hapis cezasını infazdan önce o, borcunu öderse hapse bile girmez. O
zaman onun, alacaklıya verdiği sıkıntı cezasız kalmış olur. Hapis cezası, doğan
sıkıntıyı gidermediği için bugün başka arayışlara girilmiştir.
B - Borçluya Maddî Cezayı Faiz
Sayma
Suudi Arabistan'da bulunan
Rabıta'ul-alem'il-islâmî adlı kuruluşa bağlı el-Mecma'ul-fıkhî'nin aldığı
karara göre ödemeyi geciktiren borçluya verilecek maddî ceza faiz olur. Bu
karar, Ürdün İslâm Bankası'nın danışmanı tarafından sorulan bir soruyu
cevaplandırmak için yapılan toplantıda alınmıştır. Soru şöyledir:
- Borçlu borcunu vadesinde ödemeyip
geciktirirse bankanın borçluya belli bir oranda maddî ceza yükleme hakkı var
mıdır?
Bu soru üzerine toplanan
el-Mecma'ul-fıkhî'nin üyeleri, aşağıdaki kararı ittifakla almışlardır:
"Alacaklı taraf, borçlunun
borcu vadesinde ödememesi hâlinde belli bir ceza vermesini veya borcun belli
bir oranında fazla ödeme yapmasını şart koşar yahut ona böyle bir borç
çıkarırsa bu şart veya borç batıl olur. Bunun ne yerine getirilmesi gerekir ne
de onu yerine getirmek helâl olur. Bu şartı koşanın banka olmasıyla başka biri
olması arasında fark yoktur. Çünkü bu, Kur'an'ın yasakladığı cahiliye faizidir[605]."
Bu karar doğrudur; ama bir çözüm
sunmamaktadır.
III- DE⁄ERLENDİRME VE SONUÇ
Ödeme gücü olmadığı için borcunu
ödeyemeyenlere bir ceza verilemeyeceği konusunda ittifak vardır. Çünkü bu
konudaki ayet açık ve nettir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Eğer borçlu darlık içinde ise genişliğe çıkıncaya kadar beklemelidir.
Borcu bağışlamanız hakkınızda daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz.” (Bakara
2/280)
İmkânı olduğu hâlde borcunu
ödemeyen, cezayı hak eder. Ona verilecek cezanın hem işlediği suça denk olması
hem de faiz olmaması için tek yol, bu konunun başında önerilen yoldur. Yani
100 lira borcu olan kişinin ödemeyi haksız olarak 1 ay geciktirmesi hâlinde
alacaklının ondan, alacağı dışında 100 lira daha alıp 1 ay kullanmasını esas
almaktır. İmkânı olduğu hâlde borcunu ödemeyenlerle ilgili olarak sunulan diğer
çözümlerin tamamı faizli işlem kapsamına girer. Çünkü o çözümler, kredi
sisteminde olduğu gibi borçtan gelir elde etme sonucunu doğurmaktadır.
Borcun bir alım satımdan doğması
ile ödünçten doğması arasında fark olmadığı için bu görüşler faize kapı açar.
Meselâ biri diğerinden bir günlüğüne veya daha kısa bir süre için borç alır,
borcunu bu süre içinde ödemez, daha sonra geçen süreler için gecikme cezası
öder. Artık bundan sonra faizin adı gecikme cezası olur.
Eğer gecikme cezası, alacaklının
bulunduğu şehirdeki faizsiz finans kurumunun bu süre içinde, fon sahipleri
hesabına gerçekleştirdiği gelir miktarı kadar olur, denirse, bu miktar, meşru
faiz oranını oluşturur. Nitekim yer yer böyle uygulamalar görülmektedir.
Yok eğer gecikme cezasının
miktarı, borçlanma sırasında, cezaî şart olarak belirlenebilir, denirse
taraflar istedikleri faiz oranını belirlemede serbest hâle gelirler.
Hayrettin KARAMAN'ın görüşü kabul
edilip uygulanırsa bir durum daha ortaya çıkar: Vadeli satışlarda borçlu,
borcunu zamanında ödemeyince vade farkı, borcu ödediği güne kadar tahakkuk
ettirilir. Hayrettin KARAMAN, meselâ 100 liralık bir malın, 1 aydan 9 aya kadar
değişen fiyatlarını gösterir bir liste üzerinde anlaşılarak satılmasını caiz
görmekte, ama bu süreden sonra yapılan ödemelerde bir fark alınmasını caiz
görmemektedir. Bu durumda vade farkını 9. ayda durdurmanın mantıklı bir
gerekçesi olmadığı için müşteri ödemeyi 12. ayda yaparsa insanlar vade farkını
12. aya kadar yürütürler. Derler ki; "Son ödemenin 12. aya kayabileceği
baştan düşünülseydi bu fiyat listeye yazılırdı, onu listeye yazmamak bir şeyi
değiştirmez."
Yukarıdaki sekiz görüşten
birincisi dışında hangisi kabul edilirse edilsin, ondan sonra faiz yasağının
bir anlamı kalmaz.
SEKİZİNCİ
BÖLÜM
ORTAKLIK SİSTEMİNDE
HİLELİ PARA TEMİNİ YOLLARI
Faiz yasağı kredi yolunu tıkar. Tarih boyunca bunu,
hileli yollarla aşmaya çalışanlar olmuştur. Bunun en uygulanabilir olanı,
faizli işlemi alım satım görüntüsü altında yapmaktır. Bu maksatla yeni alım
satım şekilleri icadedilmiştir. Bunlar bey' bi'l-vefâ, bey' bi'l-istiğlâl ve
muamele-i şer’iyyedir. Eskiden böyle yollarla faizi gizleyip kredi veren para
vakıfları vardı. Bu hileli yolları biraz geniş olarak görmeye çalışalım.
I- Bey' bi'l-vefâ
Bey' bi'l-vefâ, bedelini iade edince geri almak üzere
bir malı satmaktır. Halkın, "para faizsiz, tarla kirasız." dediği
yöntemle yapılır. Krediye ihtiyacı olan taraf bir tarlasını, evini veya başka
bir malını peşin olarak satar; bir şartla ki, o parayı ne zaman getirse onu
geri alacaktır. Bu şart ya akit sırasında açıkca ifade edilir ya da bu konuda
önce bir anlaşma, sonra satış yapılır. Para geri gelinceye kadar müşteri o
maldan yararlanır. Diyelim ki, bir kişinin 10.000 liraya ihtiyacı var; parayı
%12 ile bulabiliyor ama bu farkın faiz sayılmayacak bir yöntemle ödenmesi
gerekiyor. Eğer yıllık 1200 lira kira getiren tarlası veya dükkanı varsa onu
10.000 liraya vefaen satar. Parayı geri getirinceye kadar kirayı müşteri alır.
Eğer parayı getiremezse dükkan temelli müşterinin olur. Satıcının başkaca bir
borcu olmaz.
Tarafların birbirlerine verdikleri sözü karşılıklı
olarak yerine getirmek yani o konuda
vefâlı davranmak zorunda olmaları sebebiyle buna bey'b'il-vefâ, bey'ul-vefâ
veya vefâen bey adı verilmiştir. Bu işlem bey' bi-şarti'l-vefâ, bey'u'l-câiz,
bey'u'l-muâmele[606],
bey'u'l-emâne, bey'u'l-itâa veya bey'u't-tâa
adlarıyla da anılır[607].
Bey'b'il-vefâ, faizsiz para temin etmede karşılaşılan
güçlükleri faiz sayılmayacak bir usulle ortadan kaldırmak ve para sahibinin,
verdiği ödünce karşılık bir teminat almasını ve bir kazanç elde etmesini
sağlamak gayesiyle Hicrî V. yüzyıl, (Miladi XI. yüzyıl) Hanefî fakihleri
tarafından icadedilmiştir.
Bey' bi'l-vefâ, meydana gelişi ve sonuçları bakımından
normal satış olmadığı için farklı biçimlerde değerlendirilmiştir. Bazıları bunu
rehin, bazıları sahih satış, bazıları da fâsit satış sayarken bir kısımı da
sahih satış ile rehinin, ya da rehin ile sahih ve fâsit satış akidlerinin
birleşmesinden meydana gelmiş yeni bir akid kabul etmişlerdir. Bunu gayr-i
sahih, yani batıl sayanlar da vardır. Farklı görüşler, farklı hükümlere sebep
olmaktadır.
A- Rehin akdi ve bey' b'il-vefâ
Rehin, borcu ödeyince geri almak üzere alacaklıya,
verilen maldır[608].
Borç ödenmezse alacaklı o malı satıp alacağını alır, bir şey artarsa onu mal
sahibine iade eder.
Es-Seyyid el-İmam[609],
kendinin çağdaşı olan alimlerden Ebu'l-Hasen el-Maturîdî'ye varıp bey b’il-vefâ
ile ilgili şöyle diyor: "Bu satış halk arasında yaygınlaştı. Bunda büyük
karışıklık oluyor. Sen bunun rehin olduğuna fetva veriyorsun, ben de öyle
diyorum. İmamları toplayıp bu görüş üzerinde ittifak etmemiz ve onu halka
açıklamamız uygun olur."
Ebu’l-Hasen el-Maturîdî şöyle karşılık veriyor:
"Bugün bizim fetvamıza değer verilir. Bu da halk arasında yaygınlaşmıştır.
Kim bize karşıysa ortaya çıksın ve delilini getirsin."
Bir gün el-İmam el-Emîr'e şöyle bir soru soruldu:
"Birisi üzüm bağının yarısını, bey b'il-vefâ ile sattı. Yazın ürün
yetişti, satıcı ailesiyle birlikte bağa
geldi; müşteri de ailesiyle geldi. Ürünün yarısını satıcı, yarısını müşteri
aldı. Satıcı bedeli ödeyip bağı geri alınca müşterinin aldığı ürüne karşılık
bir şey isteyebilir mi?
O, şu cevabı verdi: Eğer müşteri, satıcının rızası
olmadan üründen almışsa satıcı onun bedelini talep edebilir. Ama eğer rızasıyla
almışsa bu onun hibesi olur. Bu, aslında bir rehin akdidir. Rehin alan, rehin edilen
malın gelirinden yiyemez. Eğer yerse bedelini ödemesi gerekir. Bedelin
ödenmesi konusundaki fetvamız tam bir görüş birliğine dayanır. Ama derim ki;
bunların bu alım satımı yapmalarının gayesi müşterinin gelir alabilmesini ve o
maldan yararlanmasını sağlamaktır. Öyleyse ürün bu kişinin rızasıyla alınmıştır.
İster bağın tamamını, isterse bir kısmını satmış olsun, bir uyuşma var olduğu
için müşterinin ürün bedelini istememesi gerekir[610].
Ebû Hafs Ömer
en-Nesefî[611] (ö. 537/1142-43) Fetâvâ'sında bey b'il-vefânın
rehin olduğunu savunarak es-Seyyid Ebû Şüca’nın, oğlunun ve Ebü'l-Hasan Ali
es-Suğdî (ö. 461/1069) ile kadı Ebü'l-Hasan el-Mâtürîdî'nin de bu görüşte
olduğunu ifade ettiği bildirilmektedir[612].
Bir çok fakih gibi Ömer Nasuhi BİLMEN de aynı görüşü savunmaktadır. Onlara
göre buna, her ne kadar satış (bey') adı verilse ve taraflar akdi "sattım,
aldım" sözleriyle yapsalar da örfte bu bir rehindir. Bu işlem bittikten
sonra satıcı, rastladığı kişiye, “malımı falancaya rehin verdim”; müşteri de “falanın malını rehin aldım” der.
Akitlerde ve hukuki işlemlerde ağızdan çıkan sözlere ve ifade biçimine değil,
o sözlerin ne maksatla söylendiğine bakılır. Dolayısıyla söz konusu akit
aslında bir rehindir[613].
Bey b'il-vefâ, rehin akdi sayılırsa şu hükümler
geçerli olur:
1- Alıcı (rehini alan) mala sahip olamaz.
2- Taraflardan biri diğerinin izni olmadan o malı
satamaz.
3- Müşteri malı bir başkasına normal bir satışla
satmış, teslim etmiş ve ortalıktan kaybolmuşsa ilk satıcı, bu şahıstan malı
talep edebilir. Çünkü malın asıl sahibi ilk satıcıdır; ikinci müşteri bu mala
sahip olma hakkını kazanmamıştır. Sonra birinci müşteri ortaya çıkınca malı bu şahsın yani ilk satıcının elinden
alıp saklayabilir. İlk satıcı ile ilk ve
ikinci müşteriler ölmüş olsa birinci satıcının mirasçıları ikinci müşterinin mirasçılarına
karşı dava açıp malı geri alabilirler. Birinci müşterinin mirasçıları da
birinci satıcının mirasçılarından malı alıp
murislerinin alacağı ödeninceye kadar saklayabilirler[614].
4- Malın alıcı elinde telef olması halinde değeri
borca sayılır. Malın kıymeti borçtan az ise satıcı kalan borcu alıcıya öder.
Eğer borçtan fazla ise bakılır: Eğer mal, alıcının haksız bir fiili ile telef
olmuşsa alıcı üst tarafını satıcıya öder, haksız fiil yoksa bir ödemede
bulunmaz.
5- Malın vergisi, giderleri, tamiri, zekâtı ve şüf'a
hakkı satıcıya aittir. Malın bu yolla el değiştirmesi satış değil rehin
olduğundan bu akit başkaları için şüf'a hakkı doğurmaz.
6-Taraflardan biri ölünce akdi fesih hakkı varislerine
geçer.
7- Müşteri alacağını tahsil etmedikçe bey bi'l-vefâ
ile satın aldığı mala satıcının diğer alacaklıları müdahele edemez.
8- Alıcı, satıcının izni olmadan malı kullanamaz,
gelirinden faydalanamaz ve tüketemez. Aksi halde tazmin etmesi gerekir. Meselâ
bey' bi'l-vefâ ile aldığı bahçenin meyvesini sahibinden izinsiz yiyen veya
kuru dallarını yakan alıcı, onların bedelini öder. Bunlar satıcının izniyle
olursa hibe sayılır. Ancak satıcı bu izni her an kaldırabilir.
9- Alıcı, bu malı satıcıya (asıl sahibine) kiralayamaz.
Aksi halde akid bâtıl olur ve kira bedelinin ödenmesi gerekmez. Demek ki, vefâen
yapılan satışın bir rehin akdi sayılması halinde bey'b'il-istiğlâl mümkün
olmaz. Bu konu ileride gelecektir.
10-Satıcı borcunu ödeyince malı geri alır.
Bunlardan rehine aykırı olan şudur: Rehin akdi
yapılırken alacaklının rehinden yararlanmasının şart koşulması çoğunluk
tarafından faiz gibi değerlendirilmiş ve haram sayılmıştır. Bazı fakihler ise
faiz saymamış ama mekruh görmüşlerdir[615].
Bey' bi'l-vefâ işleminde karşı tarafın maldan yararlanması akit sırasında
açıkca şart koşulmasa bile bu bir örf haline geldiği için şart koşulmuş
sayılır. Çünkü "aldım, sattım" sözleri boşuna söylenmez, alacaklı o
malı, sahibi gibi kullansın diye söylenir.
Sonuçta bu, alacaklıya menfaat sağlayan bir borçlanma
olduğu için Hanefî fukahasının bir kısmına göre haram, diğer bir kısmına göre
de mekruh olur. Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri ise böyle bir rehin akdini
menfaat sağlayan borçlanma sayarak caiz görmezler[616].
Doğru görüş bu görüştür.
B- Sahih satış akdi ve bey' b'il-vefâ
Ahmed b. İsâ el-Keşşî'nin (ö. 550/1155) Ebû Hafs Ömer
en-Nesefî'den nakline göre kendi döneminde yaşayan alimler bey'bi'l-vefânın
sahih satış olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Çünkü taraflar akid sırasında
herhangi bir şart koşmadan “aldım - sattım” sözlerini söylerler. Niyetlerini
gösteren başka bir şey söylemediklerine göre ağızlarından çıkan söze bakmak
gerekir. Nitekim bir insan, niyetini açıklamadan bir yıl sonra boşama
düşüncesiyle bir kadınla nikâhlansa bu,
müt'a[617] değil sahih bir nikâh sayılır.
Vefâen satışta borcun garantiye alınması yanında
alıcının maldan faydalanması maksadı da vardır. O halde hem alıcının maldan
faydalanmasına müsaade etmek hem de onu rehin saymak mümkün değildir.
el- Keşşî'nin rivayetinde Ömer en-Nesefî'nin de aynı
görüşte olduğu belirtilmektedir. Bu konuda Nesefî'nin kendine sorulan bir
soruya verdiği cevap şu şekilde nakledilmektedir:
Soru - Dükkanımı sattım, sonra müşteri bu satışın bey
b'il-vefâ olduğunu iddia ederek benden
bedeli iade edip dükkanı teslim almamı istedi. Ben de bunun kesin bir satış
olduğu iddiasında bulundum.
Cevap- Doğru söz, senin sözündür.
Soru- Aslında
benim kararım parayı ödeyip dükkanı geri almaktı, onun kararı da parayı
ödediğim zaman dükkanı geri vermekti.
Ben şimdi yemin edebilir miyim?
Cevap - Bu karar, akitten önce dile getirilmiş olan ve
akit sırasında içinizde saklı kalan bir karardır. Ne akitten önce konuşulana,
ne de akit sırasında dile getirilmeyene bakılır. Kullanılan sözler satış
içindir, rehin için değildir. Öyleyse yaptıkları akit kalıcı olur[618].
"
Kâdîhan'a[619] göre, akit sırasında "aldım-sattım"
sözleri söylenirse bu bir rehin olamaz. Taraflar akid esnasında, satışı
feshetme şartını ileri sürerler veya bunun bey' bi'l-vefâ olduğunu
belirtirlerse satış fâsit olur. Ancak satış, şartsız olarak yapılır sonra
taraflar vefâ şartını karşılıklı vaad şeklinde belirtirlerse bu durumda satış
câiz ve vefâ şartı bağlayıcı olur. Ebû Hanîfe'ye göre fâsit şart akit bittikten
sonra akde eklenebilir[620].
Böyle bir vefâ şartına uymak gerekli olur, çünkü insanların buna ihtiyacı
vardır[621].
Bey'b'il-vefâyı sahih satış sayanlar onun şu sonuçları
doğuracağını söylemişlerdir:
1- Alıcı, satın aldığı malı kullanabilir, kiraya
verebilir, meyve vs. gelirlerinden faydalanabilir. Eğer bu mal taşınmaz ise
alıcı malı teslim almadan önce kira akdi yapabilir. Ancak malı başkasına satamaz.
2- Yılın bir bölümü geçtikten sonra satıcı parayı iade
edip akdi bozacak olursa o maldan elde edilecek gelir oniki eşit parçaya bölünür
ve alıcı bundan kendi payına düşene sahip olur.
3- Bey'b'il-vefâya konu olan malın vergisi, tamir ve ıslah masrafları ve diğer giderler
alıcıya aittir. Satıcı masrafları üstlenmişse bu kendi arzusuyla yaptığı bir
iyilik sayılır.
4- Bedel veya mal geri verilerek akdin bozulabileceği
vaadi bir şart olarak akde, sonradan eklenmişse onu yerine getirmek gerekir.
Çünkü Ebu Hanife'ye göre akde sonradan eklenen fasit şart akdin aslına eklenmiş
olur. İmameyn[622] bu görüşü kabul etmez.
5- Malın değerini düşüren bir kusurun meydana gelmesi,
meselâ evin harap olması halinde satıcı malı geri almaya zorlanamaz. Çünkü geri alma, aslında yeni bir satıştır.
6- Mal, alıcının elindeyken telef olsa taraflardan
hiçbirinin diğerinde hakkı kalmaz.
Bununla beraber bey' bi'l-vefâ’nın sahih satış akdinin
bütün sonuçlarını doğurmayacağı kabul edilmiştir. Çünkü alıcı bu malı, satın
aldığı diğer mallar gibi başkasına satamaz. Satarsa asıl mal sahibinin bu
satışı bozma yetkisi doğar[623].
Bize göre bu şartlarla sahih bir satış yapılamaz.
Satışta, malın mülkiyet hakkı müşteriye
geçer. Malı başkasına satamamak onun mülkiyet hakkını elde etmemiş olmaktır.
Mülkiyet hakkı vermeyen bir satış, sahih satış olamaz.
Sahih bir satışta, satıcı bedeli iade edip satışı
bozamaz. Satış bozma, alıcı ile satıcının karşılıklı anlaşması ile olur.
Deniyor ki, satıcı akdi bozarsa o maldan elde edilecek
gelir oniki eşit parçaya bölünür, alıcı bundan kendi payına düşeni alır. Yani
bir üzüm bağı bey b’il-vefâ yoluyla satılsa da aradan altı ay geçince satıcı
bedeli verip bağı geri alacak olsa, o sene o bağdan elde edilecek üzümün yarısı
müşterinin olur. Çünkü 6 ay, 12 ayın yarısıdır. Böyle bir şey kabul edilemez.
Açıkca anlaşılıyor ki, burada asıl maksat verilen ödünce karşılık bir gelir
sağlamaktır. Bu da faizden başka bir şey değildir.
C- Fasit satış akdi ve bey' b'il-vefâ
Vefâ veya fesih şartıyla satışın, akdi fâsid hale
getireceğini söyleyenler bey' bi'l-vefâyı fasit satış sayarlar. Onlara göre bu
satıştan şu sonuçlar doğar:
1- Taraflardan her biri, bey b’il-vefâyı feshedebilir.
2- Alıcı malı teslim aldıktan sonra kiraya vermişse
kira bedelini alabilir, ancak satıcısına kiraya veremez. Çünkü zaten bu malı
satıcısına geri vermek zorundadır.
Normal alım satımdan sonra vefâ şartı eklenirse İmam
Ebû Hanîfe'ye göre akdin aslına ekelenmiş sayılır ve satış fasit olmaz. İmam
Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'e göre böyle bir şart akdin aslına eklenmiş
sayılmaz[624].
Bize göre bunu fasit satış saymak, malın geriye iade
edilmesine kadar müşterinin ondan yararlanmasını sağlamak içindir. Malın
mülkiyetinin alıcıya, bedelin mülkiyetinin de satıcıya geçmesini engelleyen
bir satış ancak batıl olabilir ve hiç bir hüküm doğurmaz.
D- Yeni bir
akit türü olarak bey' b'il-vefâ
Kimilerine göre bey' bi'l-vefâ, bazı hükümleri
yukarıdaki akitlerden alınma yeni, bileşik bir akittir. Burada da iki görüş
vardır:
Birincisine göre vefâ şartı akit esnasında söylenmezse
bey' bi'l-vefâ, sahih satış ve rehinin birleşmesinden oluşan yeni bir akit
olur. Alıcı açısından sahih bir satış, satıcı açısından rehindir. Bunun sonuçları
şöyledir:
1- Müşteri aldığı maldan kendi malı gibi istifade
eder.
2-Satıcının bedeli iade etmesi durumunda alıcı bunu
kabul edip malı geri vermek mecburiyetindedir.
Bu görüş de kabul edilemez. Bir akdin yapılabilmesi
için icab ile kabulün, yani taraflardan birinin sözünün diğerininkine uygun olması
gerekir. Taraflardan biri satışı, diğeri de rehini kasdederse böyle bir akit
batıl, yani hiç yapılmamış sayılır.
İkinci görüşe göre ise bey' bi'l-vefâ sahih satış,
fâsit satış ve rehin akdinin birleşmesinden oluşur .
Alıcının maldan faydalanması açısından sahih satış,
iki tarafın fesih yetkisine sahip olması açısından fâsit satış ve alıcının bu
malı başkasına satamaması, telef olduğu taktirde borcun düşmesi ve malda
tahribat olduğu taktirde borcun o miktarda azalması açısından rehin
hükmündedir. Bu görüşü benimseyenler bey' bi'l-vefâyı bu üç akidden oluşan
fakat rehin olma tarafı ağır basan bir akid saymışlardır. Mecelle'de bu son
görüş kabul edilmiştir[625].
Buna göre
maldan doğacak menfaatlerin bir kısmının yahut tamamının alıcıya ait olması
şart koşulursa bu şarta uyulur. Meselâ vefâ yoluyla satılan bir bağın üzümünün
satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılması şart koşulsa o şarta uymak
gerekir. Halbuki rehinde koşulacak böyle bir şartı rehin veren her zaman
değiştirebilir.
Bu görüşte olanlar akdi zürafaya benzetmişlerdir.
Çünkü Zürafa'da deve, sığır ve kaplanın özellikleri vardır[626].
Bu, faizli işlemi satış şeklinde göstermek için verilen bir uğraşıdır. Bunu
kabul etmek mümkün değildir. Bu akdi zürafaya değil de devekuşuna benzetselerdi
daha iyi olurdu. Çünkü ona uç, demişler, ben deveyim, demiş. Öyleyse üstüne
yük yükleyelim demişler, ben kuşum, demiş.
E- Bey b'il-vefâ’nın batıl satış sayılması
Bey b'il-vefâ’nın batıl satış sayılması Alauddin
Bedr'in görüşü, el-Merginânî ve evladının tercihidir. el- Fetâvâ'l-Bezzâziye
yazarı Muhammed b. Muhammed el-Kerderî (Öl. 827 h. /l424 m.) kendi çağındaki
ulemanın bu görüşte olduğunu ve fetvanın
buna göre verilmesi gerektiğini ifade eder[627].
Doğrusu budur.
Fasit satıştan sonra satıcı malı teslim ederse müşteri onun sahibi olur. Ama batıl satış
hiçbir sonuç doğurmaz. Batıl satışta mal teslim edilmişse müşterinin elinde
sadece bir emanet olarak kalır. Çünkü fasit satış, özü doğru ama bir kısım
dış şartlar bakımından meşru olmayan
satıştır. Batıl satış ise hiç bir sonuç doğurmayan satıştır[628].
F- Değerlendirme ve sonuç
Bey' bi'l-vefâ, hem alacaklıya teminat olarak bir mal
vermek, hem de borç ödeninceye kadar onun ondan yararlanmasını sağlamak
maksadıyla icadedilmiştir. Bu, alacaklısına menfaat sağlayan bir ödünçten başka
bir şey değildir. Bey' bi'l-vefâyı caiz görmek veya bu yolla elde edilecek
geliri, ödünçten elde edilen gelir saymak istemeyenler dolambaçlı yollara
girmiş ve tutarsız şeylere dayanmışlardır. Bize göre bey b’il-vefâ batıl bir
akittir, böyle bir satış olmaz. Bu yolla elde edilen menfaat faizden başka bir
şey değildir. Ödünç yoluyla sağlanan menfaatin faiz olacağı konusunda tam bir
görüş birliği vardır.
II- BEY’BİL-İSTİ⁄LAL
Bey' b'il-istiğlâl (), malı satıcısına kiralamak
şartıyla yapılan bey' b'il-vefâdır[629].
İstiğlâl, bir şeyin kâr ve gelirini almak anlamına gelir. Bir taşınmazı bey'
b'il-vefâ ile ele geçiren kişi, ya onu kullanır ya da kiraya verir. Kiraya
vermenin en çok rastlanan türü onu satıcısına kiralamaktır. Böylece mal asıl
sahibinin elinden çıkmamış olur. Bey'b'il-vefâ için söylenenler
bey'b'il-istiğlâl için de geçerlidir.
Bey'b'il-vefâya karşı çıkanlar, aynı gerekçelerle bey'
b'il-istiğlâle de karşı çıkar ve şunu ilâve ederler: "Bey' b'il-vefâ
yoluyla satılan mal, satıcısına kiraya verilirse satıcı, rehin verdiği malı
için kira öder ki bu hukuken mümkün değildir[630]."
Halkın ödünç bulma ihtiyacını öne sürerek bey'
b'il-vefâyı kabul edenler, aynı gerekçe ile bey' b'il-istiğlâli de kabul
ederler; ama kiralamanın alıcıya tesliminden sonra yapılması gerektiğini söylerler.
Kimileri de taşınmazların teslim alınmadan
satılmasının mümkün olduğunu göz önüne alarak bu tür malların teslim
alınmadan kiralanabileceğini söylerler.
Bey' b'il-istiğlâli kabul edenlere göre mal sahibi,
vefâen sattığı malını sözleşmede belirtilen kira bedeli karşılığında
kullanabilir. Kira süresi sona erdiğinde malı kullanmaya devam ederse önceki
kirayı değil emsal kirayı (ecr-i misil) öder. Kira süresinin bitiminden sonra
artık kira ödemenin gerekmediğini ileri sürenler de vardır[631].
Vefâen satmış olduğu malı kiralayarak elinde tutan satıcı, onu müşterinin izni
olmadan başkasına satamaz.
Bey b'il-istiğlâl de bey’ b’il-vefâ gibi faizli işleme
satış görüntüsü vermekten başka bir şey değildir.
III- MUAMELE-İ ŞER’İYYE
Alacaklının borçludan, faiz sayılmayacak bir menfaat
sağlaması için baş vurulan hileli yollardan biri de muamele-i şer'iyyedir. Bu
muamele, sağlanan menfaatin, alım satımdan doğan bir kâr görüntüsünde olması
için yapılır. Bunun bir çok usulü vardır.
Mesela %20 ile 100 lira borç alacak olan, para
sahibinin bir malını, bir yıl vadeli 120 liraya satın alır. Sonra o malı ona
peşin l00 lirayı satar. Böylece istediği 100 lirayı elde etmiş ve ona
karşılık, bir yıl vadeli 120 lira borçlanmış olur. Burada maksat alım ve satım
yapmak değildir. Çünkü hiç kimse tekrar geri vermek maksadıyla bir malı almaz.
Maksat bir an önce paraya kavuşmaktır. Bu tür satışlara bey'ul-ıyne (ıyne
satışı) denir. Çünkü sözlükte nakit para[632] anlamına gelir. Bu, faiz yasağı dolayısıyle
açıkca faizli işlem yapamayanların, görüntüyü değiştirmek için tutundukları
bir yoldur.
Muamele-i şer'iyyeye İmam Muhammed de ıyne () adını
verir. Belh[633] ulemasının şöyle dediği naklediliyor:
"Zamanımızda ıyne usulüyle yapılan satışlar çarşı
pazarda yapılmakta olan satışlardan hayırlıdır."
Iyne, 10 değerindeki bir malı 15'e satmaktır; şu
maksatla ki, ödünç almak isteyen taraf, tekrar o malı satıcıya peşin 10'a
satsın. Bu, menfaat sağlayan ödünç anlamındadır[634].
Fetâvâ Kâdîhan'da İmam Ebû Yusuf'un şöyle dediği iddia
edilmiştir: “Iyne caizdir ve sevabı vardır. Sevabının olması, haramdan (yani
faizden) kaçınmayı sağlamasından dolayıdır[635].
Ankaravî adlı fetva kitabında konu ile ilgili şöyle
bir ifade vardır: "Bakkâlî'nin tefsirine bakılırsa muamele-i şer'iyye
İmam Muhammed'e göre mekruh, İmam Ebû Yusuf'a göre caizdir, Ebû Hanîfe de bu
görüştedir. Zebahrî de şöyle demiştir: İmam Muhammed'in muhalefeti, borç
verildikten sonra yapılan muamele hususundadır. Ama önce satışı yapar, sonra
parayı verirse bunda bir sakıncanın olmadığı ittifakla kabul edilmiştir[636]."
Ömer Nasuhi BİLMEN, İstılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu’nda konuya
iki ayrı bölümde yer vermiştir. Bunlardan biri "Nükûd-i Mevkûfe'nin Tenmiyesi"
diğeri de "Karz=Borç Almaya Dair Bazı Meseleler" başlığıdır. Vakıf
bölümündeki değerlendirmesi karz bölümündekinden farklıdır. "Nükûd-i
Mevkûfenin Tenmiyesi" başlığı altında yaptığı değerlendirme şöyledir:
“Muamele-i şeriyesiz alınan bir rıbh, mutlaka haramı
mahzdır. Fakat muamelei şeriyye suretinde İmam Ebu Yusüfe göre faiz mürtefi,
rıbh caiz olur.
Şöyle ki, meselâ mütevelli borç alacak kimsenin bir
malını vakıf namına peşin para ile yüz liraya satın alır, sonra bu malı
parasını bir sene sonra almak üzere o kimseye vakıf namına yüz on liraya
satarsa bu bir muamelei meşruadan ibaret olmuş olur...
Bu bir mahlası şer’îdir, bununla haramdan ihtiraz
edilmiş olur. Yetimin veya vakfın malını veli veya mütevelli, bir kimseye rıbıhsız
ikraz edemez, faiz alması ise haramdır, o halde meşru bir beyi ve şira
vasıtasiyle bunların menfaatleri temin edilmiş, faiz suretiyle bir muamele
yapılmamış olur. Bu, dîni hikmet karinde gösterilen bir vüsat, bir sühulet, bir
müsaade demektir.
Resulü Ekrem, sallâllahü aleyhi ve sellem efendimizden
bunun bir misli mervîdir. Bununla emir buyurmuş oldukları bildirilmiştir.
Kadîhan.
Artık bu muameleyi, gayri meşru bir hiyle telakki
etmek doğru değildir. Ummet-i merhume, bir muamelenin meşru olub olmadığını
ancak Resuli Ekrem hazretlerinden bizat veya bilvasıta telâkki etmekle
bilebilir. Bir muamelenin meşruiyeti tarafı risaletden haber verildiği takdirde
artık anın gayri meşruiyetine kim kail olabilir?[637]"
Ömer Nasuhi BİLMEN, "Karz=Borç Almaya Dair Bazı
Meseleler" başlığı altında aynı konuyu şöyle değerlendiriyor:
“Müstakriz üzerine bir muamelei şer’iye zımnında bir
rıbh ilzamı sahih ise de cumhuru fukahaya göre kerahatten hâli değildir...
Bir kimse, bir şahsa meselâ bin kuruş nakden ikraz
edip yüz kuruşluk bir malını da ona üç yüz kuruşa satsa o da bu malı yüz kuruşa
Zeyde satsa Zeyd de yine yüz kuruşa o kimseye satsa bu satışlar, sahih olur.
Çünkü bunlar bir beyi ve şira’ mahiyetindedir. Bu maksatla olan bey’a “Bey’i
iyne” denir. Bu suretle müstakrize iki yüz kuruş ribh ilzam edilmiş olur.
Maamafih bu muamele de kerahatten hâli değildir. Hatta bazı zevata göre bu
muamele haramdır, bir riba meselesidir.
Fakat bu muameleler, İmam Ebu Yusufa göre caizdir. Ve
bunlar bir emri hayra hizmet için yapıldığı, ve ayrıca bir bey’i ve şira mahiyetinde
bulunduğu cihetle memduhtur. Ribadan kurtulmak için bir mahlas-i şer‘îdir.
Bunlar nef’i calib bir ikraz muamelesi değil, belki menfaati celbeden birer
bey’i meselesidir. Akitler, başka başka
mahiyetleri haiz olduğundan bir akdin meşru olmamasından diğerinin de meşru
olmaması iktiza etmez. Vakıa karzı hasen, yani; mukrıza ait menfaatten âri,
rızayı ilâhiye müstenit bir karz muamelesi pek müstahsendir. Fakat her zaman bu
yüksek insani vazifeyi ifa edecek zâtlar bulunamaz. Artık nasın ihtiyacını
tehvin için böyle bir mahlas-i şer’îye müracaat, azimet tarikine münafi olsa da
ruhsat[638] tarikine muhalif olmaz.
Fethülkadirde deniliyor ki: Böyle bir muamelede
kerahet yoktur. Şu kadar var ki, bu, hilafı evlâdır. Çünkü bunda karzı hasen
suretiyle yapılacak bir birr-ü ihsandan i’raz vardır.
Hattâ deniliyor ki: müstakriz, mukrizden satın aldığı
bir malı haricte başkasına noksan fiyatla satsa da bu mal bilvasıta mukriza
avdet etmese bu, bir “Bey’i iyne” sayılmaz. Bunda bilittifak kerahet yoktur.
İmam Ebu Yusuf'un sevab gördüğü de bu suretle olan bir satış muamelesidir.
Çünkü mukrizin bu maldan fazla alacağı semen, veresiye sattığı için bekleyeceği
müddete tekabül eder. Müstakrize bu malı karzı hasen suretiyle vermesi ise
mendubdur.. Yoksa kendisine vâcib değildir. Artık bu muamele, bir bey’i iyne
olmaz ve illa her beyi muamelesi bir bey’i iyne olup mekruh olmak lâzım gelir...[639]”
A- Muamele-i şer'iyye şekilleri
Muamele-i şer'iyyenin bir çok şekli vardır:
1- Borç almak için yapılan muamele-i şer’iyye
Bunun çeşitli usuleri vardır :
a- Bir kişi 10'a 12 hesabıyla yani %20 ile borç almak isterse şöyle yapar:
Bir malını borç alacağı kişinin önüne koyar ve mesela,
"Bunu sana 100 dirheme sattım" der. O da onu satın ve teslim alarak
100 dirhemi öder. Sonra "Bu malı bana, bedelini bir yıl sonra ödemem
şartıyla 120 dirheme sat." der ve o fiyata geri alır. Böylece borçlu,
istediği 100 dirhemi elde etmiş, sattığı mal tekrar kendine dönmüş ve alacaklı
tarafa, bir yıl sonra ödeyeceği 120 dirhemi borçlanmış olur.
İhtiyatlı olmak için taraflar önce ne yapacaklarını
kararlaştırır, sonra "Aramızda geçen konuşmalar ve şart
geçersizdir." der ve daha sonra da yukarıdaki gibi bir satış yaparlar.
b- Borçlunun elinde malı olmaz ve para sahibi 10'a 13,
yani %30 ile borç vermek isterse o zaman bir malını borçluya, vadeli 13 dirheme satar ve teslim
eder. Sonra borçlu o malı üçüncü bir şahsa, peşin 10 dirheme satar ve teslim
eder. Daha sonra bu şahıs onu alacaklıya peşin l0 dirheme satarak bedelini
ondan alır ve borçluya verir. Böylece bu üçüncü şahıs borçtan kurtulmuş, mal 10
dirhem karşılığında alacaklıya dönmüş ve karşı tarafın ona vadeli 13 dirhem
borcu olmuş olur.
c- Bir başka yol da şöyledir: Alacaklı, bir malını
borçluya vadeli olarak 13 dirheme satar ve teslim eder. Sonra borçlu bunu bir
üçüncü şahsa satar. Malı teslim etmeden önce veya teslimden sonra satışı bozar
ve malı ilk sahibine peşin 10 dirheme satar. Böylece eline 10 dirhem geçmiş ve
karşı tarafa 13 dirhem borçlanmış, mal da tekrar ilk sahibine dönmüş olur.
Alacaklı, her ne kadar sattığı malın bedelini henüz
tahsil etmeden daha az bir fiyatla müşteriden geri almış olsada bu arada müşteri
ile bir üçüncü şahıs arasında bir alım satım yapılmış olması sebebiyle bu satım
caiz olmuş olur[640] .
d- Bir diğer usul şöyledir: Alacaklı borçluya mesela
100 lira borç verir. Sonra bir malını ona, bedeli bir yıl sonra ödenmek üzere
20 liraya satar. Borçlu malı teslim aldıktan sonra bir üçüncü şahsa hibe ve
teslim eder. Bu şahıs da onu alacaklıya hibe ve teslim eder. Konu ile ilgili
bir fetva şöyledir:
"Zeyd Amr zimmetinde karzdan olan altıyüz kuruş
içün doksan kuruş ribh ilzam itmek istedikde bir kitabını doksan kuruşa bir
sene tamamına dek bey-i sahih ile Amr'a bey ve teslim Amr dahi kabz itdikten
sonra Amr ol kitabı Bekr’e hibe ve teslim idüb Bekr dahi Zeyd'e hibe ve teslim
eylese Zeyd sene temamında doksan kuruşu Amr'dan taleb itdikde Amr mücerred
kitab sana vasıl oldu deyu virmemege kadir olur mu?
el-Cevab - Olmaz[641].”
Fetvânın sadeleştirilmiş şekli:
"Zeyd, Amr'da olan 600 kuruşluk alacağından
dolayı 90 kuruşluk gelir elde etmek istediğinde bir kitabını, sahih bir
satımla bir yıl vadeli olarak 90 kuruşa Amr'a satıp teslim etse, Amr da kitabı
teslim aldıktan sonra Bekr'e bağışlayıp teslim etse, Bekr de Zeyd'e bağışlayıp
teslim etse, Zeyd sene sonunda 90 kuruşu isteyince Amr, kitap senin eline
geçti, diyerek bu parayı vermezlik edebilir mi?
el-Cevab - Edemez.
2- Borcun vadesini uzatmak için yapılan muamele-i
şer'iyye
"Bir kişinin başkasında 10 dirhem alacağı olsa,
vadeyi uzatmak ve alacağını 13 dirheme çıkarmak istese ne yapması gerekir
?"
Fukaha demişlerdir ki, 10 dirhemlik alacağı
karşılığında borçludan bir şey satın ve teslim alır. Sonra bunu borçluya,
bedeli bir yıl sonra ödenmek üzere 13 dirheme
satar. Böylece haramdan kaçınmış olur[642].
B- Muamele-i şer'iyye ve faiz
Muamele-i şer'iyye, alım satım görüntüsü altında
faizli borç vermek için buşvurulan bir hiledir. Ancak bu hile onu bazı yönleriyle
geleneksel faizden farklı kılar. Şimdi o farkları görelim.
1- Faiz işlemiyle muamele-i şer’iyye arasında şekil
farkı vardır: Şeyhülislam Ankaravî Muhammed Efendi bunu şöyle açıklar:
"Bir kimse bir şahıstan, daha fazla ödemek
şartıyla 10 dirhem borç istese caiz olmaz. Çünkü bunda riba (faiz) vardır.
Bunun çözümü şöyledir: Alacaklı, 10 dirhem değerindeki bir elbiseyi, aralarında
belirledikleri yüksek bir fiyatla ona satar. Sonra bir üçüncü şahsa 10 dirhem
borç verir. Bu şahıs, müşterinin elindeki malı peşin 10 dirheme satın alır.
Daha sonra bu malı, borçlu olduğu kişiye 10 dirhem borcuna karşılık satar ve
borcundan kurtulur. Böylece elbise tekrar ilk sahibine ulaşmış ve bu şahıs,
elinden çıkan 10 dirheme karşılık daha fazla alacaklı hale gelmiş, borçlunun
eline de istediği 10 dirhem geçmiş olur[643].
Konuyla ilgili bir fetva şöyledir:
"Hind Zeyd'e karz virdiği akçesiyçün Zeyd'in
üzerine bir sene tamamına dek onu onbirbuçuk hisabı üzre muamele-i şer'iyye ile
şu kadar akçe ribh ilzam idüb sene tamamında ribh-i mezbûru Zeyd'den alsa
ribh-i mezbûr Hind'e helâl olur mu ?
El-Cevâb: Olur[644] ".
Fetvânın sadeleştirilmiş şekli:
"Hind, Zeyd'e ödünç verdiği akçe için Zeyd ile
bir yıllığına onu onbir buçuk (% 15) hesabıyla bir muamele-işer'iyye yaparak
ona, bir miktar kâr ödeme yükü yüklese ve bir yıl sonra bu kârı Zeyd'den alsa
bu ona helâl olur mu?
el-Cevab: Olur.
Muamele-i şer'iyye yapılmadan bir fazlalık şart
koşulduğu takdirde alacaklı, verdiği borçtan fazlasını alamaz.
Konuyla ilgili bir fetva şöyledir:
"Zeyd Amr'a muamele kasdıyla virdiği akçesiyçün
ilzâm-ı ribh itmeyüb lâkin Amr Zeyd'e sana senede şu kadar ribh vireyim deyû
va'dedüb vech-i muharrer üzere temessük virse Zeyd mücerred vaad ve temessüke
binâen Amr'dan ribh namına nesne almağa kâdir olur mu?
El-Cevab: Olmaz."
Fetvânın sadeleştirilmiş şekli:
"Zeyd, muamele-i şer'iyye maksadıyla Amr'a
virdiği akçesi için bir işlem yapıp onu, kâr ödeme yükümlülüğüne sokmadan Amr
Zeyd'e "Sana yılda şu kadar kâr veririm" diye söz verip bir belge
düzenlese Zeyd, sadece verilen söze ve belgeye dayanarak Amr'dan kâr adı
altında bir şey alabilir mi?
el-Cevab: Alamaz."
Konuyla ilgili diğer fetvalar şöyledir:
"Zeyd Amr'a muamele kasdiyle virdiği akçesiyçün
ilzâm-ı ribh itmeden bir kaç sene Amr'dan ribh namına asl-ı maldan ziyade şu
kadar akçe alsa Amr ribh-i merkûmun asl-ı mâl mikdarını asla dutub ziyadesini
Zeyd'den istirdâda kâdir olur mu?
El-Cevab: Olur."
Fetvâın sadeleştirilmiş şekli:
"Zeyd, muamele-i şer'iyye maksadıyla Amr'a
virdiği akçesi için bir muamele yapıp onu kâr ödeme yükümlülüğüne sokmadan
Amr'dan bir kaç sene içinde kâr adıyla ana paradan fazla akçe almış olsa Amr,
ödediği akçelerin ana para kadarını ona karşılık tutup kalanını Zeyd'den geri
alabilir mi?
el-Cevab: Alabilir."
"Zeyd Amr'a muamele kasdıyla virdiği akçesiyçün
ilzâm-ı ribh itmeden Amr'dan ribh namına şu kadar akçe aldıktan sonra asl-ı
mâlı dahi alsa Amr ribh-i merkûmu Zeyd'den istirdâda kâdir olur mu?
El-Cevab: Olur.[645]"
Fetvânın sadeleştirilmiş şekli
"Zeyd, muamele-i şer'iyye maksadıyla Amr'a
verdiği akçesi için bir muamele yapıp onu kâr ödeme yükümlülüğüne sokmadan
Amr'dan kâr adıyla bir miktar akçe
aldıktan sonra ana parayı da alsa Amr, ödediği kârı Zeyd'den geri alabilir mi?
el-Cevab: Alabilir.
2 - Zamanında ödenmeyen borç için herhangi bir gecikme
zammı uygulanamaz.
Konuyla ilgili bir fetva şöyledir:
"Zeyd vasîsi olduğu sağîrin malından Amr'a şu
kadar akçe karz virdikte Amr'ın üzerine bir sene tamamına dek şu kadar akçe
ribh ilzâm idüb sene tamamında ribh-i mezburu Amr'dan aldıktan sonra asl-ı
mâl iki sene Amr'ın zimmetinde kalub ilzâm-ı ribh olunmasa Zeyd sene-i sâbıkada
ilzâm-ı ribh kifâyet ider deyû ilzâm-ı ribh olunmayan seneler içün Amr'dan
nesne almağa kâdir olur mu?
El-Cevab: Olmaz"[646].
Fetvânın sadeleştirilmiş şekli:
"Zeyd, vasîsi bulunduğu küçük çocuğun malından
Amr'a bir miktar akçe borç verdiğinde, Amr'ı bir sene müddetle bir kâr ödeme
yükümlülüğüne (ilzam-ı ribh) soksa, sene sonunda o kazancı Amr'dan aldıktan
sonra anapara iki sene daha Amr'da kalsa ve bu müddet için ilzâm-ı ribh
yapılmamış olsa, Zeyd, "Önceden yapmış olduğumuz ilzâm-ı ribh yeterlidir.
"diyerek ilzâm-ı ribh olunmayan seneler için Amr'dan bir şey alabilir mi?
el-Cevab:
Alamaz.
İlzâm-ı ribh, bir muamele-i şer'iyye yaparak karşı
tarafı kâr ödeme yükümlülüğüne sokmak demektir. Müddeti dolan alacak için
yeniden ilzâm-ı ribh yapılabildiği yukarıdaki fetvâdan açıkça anlaşılmaktadır.
3- Alacaklı, zamanından önce alacağını talep edip
alamaz ve muamele ile belirlenmiş miktarın üzerinde bir şey talep edemez. Çünkü
bu, bir ticari alacak, yani veresiye satıştan doğmuş bir alacak sayılmıştır.
Konuyla ilgili bir fetva şöyledir:
"Zeyd Amr'a muamele ile virdiği akçesiyçün Amr'ın
üzerine bir sene tamamına dek onu onbir buçuk hisabı üzere muamele-i şer'iyye
ile şu kadar akçe ribh ilzâm eylese Zeyd ribh-i mezbûru sene tamamından evvel
Amr'dan almağa kâdir olur mu ?
El-Cevab: Olmaz[647]."
Fetvânın sadeleştirilmiş şekli:
"Zeyd Amr'a bir seneliğine verdiği akçesi için
onu onbirbuçuktan (%15'ten) muamele-i şer'iyye yaparak Amr’a bir miktar kâr
ödeme yükü yüklese Zeyd bu kârı sene bitiminden evvel alabilir mi?
el-Cevab: Alamaz.”
Bu farklar, muamele-i şer’iyye’nin bir alım satım
görüntüsü altında yapılmasından kaynaklanmıştır. Burada maksat alım satım
değil, bortan gelir elde etmek olduğu için bu, faizli işlemden başka bir şey
değildir.
C - Muamele-i şer'iyye ile ilgili diğer hususlar
1- Iskonto
Muamele-i şer’iyyede iskonto kabul edilmiştir. Yani
alacak, erken ödenirse kalan müddetin payına düşen kâr (ribh) hesaptan düşülür.
Bu husus şöyle ifade edilmektedir:
"Borçlu borcunu erken ödese veya vade dolmadan
ölse de borç hemen mirasından ödense, sonraki fıkıh bilginlerine göre
(müteahhirîn) alacaklı ancak geçen günlerin payına düşen kâra hak kazanır.
Borçlu, ribhin tamamını baştan ödemiş olsa, kalan günlerin ribhini geri
isteyebilir. Ebûssuud Efendi, her iki tarafa kolaylık sağlayacağı gerekçesiyle
bu şekilde fetvâ vermiştir[648]."
2- Ribh (kâr) oranının sınırlanması
Muamele-i şer’iyyeyi caiz görenlere göre devlet, rabh
(kâr) oranını sınırlayabilir.
Konuyla ilgili bazı fetvalar şöyledir:
"Zeyd onun onikiye, onun onüçe daha ziyadeye
muamele eylese fî zemâninâ emr-i Sultânî ve Şeyhülislâm müftî-i zemân hazretlerinin
fetâvây-ı şerifeleri onun onbirbuçuktan ziyadeye virilmemek üzre tenbih
olunduktan sonra isğa itmeyüb ısrar eyleseler şer'an ana ne lâzım olur
El-Cevâb: Ta'zîr-i şedîd ve habs-i medîd lazımdır.
Tevbesi ve salahı zâhir olucak ıtlak olunur[649]."
Sadeleştirilmiş şekli:
"Zeyd, onu onikiye (%20), onu onüçe (%30) veya
daha fazlaya muamele-i şeriyye yapsa, onu onbirbuçuktan (%15 ten) fazlaya
verilmemek üzere Sultanın emri ve Şeyhülislâmın fetvâları ile tenbih olunmuşken
bunu dinlemese şer'an ona ne yapmak gerekir?
el-Cevab: Şiddetli tazir[650] ve uzun süreli hapis gerekir. Tevbe edip iyi
hal gösterirse serbest bırakılır.
"Zeyd Amr'a karz virdiği akçesiyçün bir sene
tamamına dek Amr'ın üzerine onu onüç hisabı üzre şu kadar akçe ribh ilzâm idüb
ba'dehu sene tamamında ribh-i mezbûru Amr'dan dava eylese onu onbirbuçukdan
ziyadeyi davası mesmu olur mu?
El-Cevâb: Olmaz memnudur.[651]"
Fetvanın sadeleştirilmiş şekli :
"Zeyd Amr'a borç verdiği akçesi için bir
yıllığına onu onüçten (%30’dan) Amr'a bir miktar kâr ödeme yükü yüklese ve sene
bitiminde o kârı Amr'dan dava etse davasının, onu onbirbuçuğu (%15) geçen
kısmı dinlenir mi?
el-Cevab: Dinlenmez, yasaktır.
3- Para borcu dışında ilzâm-ı ribh
Para dışındaki borçlar için de ilzâm-ı ribh[652] yapılabilir.
Konuyla ilgili bir fetva şöyledir:
"Zeyd Amr'a karz virdiği buğday içün ilzâm-ı ribh
itmeden Amr'dan ribh namına nesne almağa kâdir olur mu?
El-Cevâb: Olmaz[653]."
Fetvânın sadeleştirilmiş şekli:
"Zeyd, Amr'a borç olarak verdiği buğday için
ilzâm-ı ribh yapmamışsa Amr'dan kâr namına bir şey alabilir mi?
el-Cevab: Alamaz.
D- Muamele-i şer’iyye ile ilgili görüşler
Buraya kadar anlatılan hususlar Hanefî Mezhebi’nin
görüşleri idi. Şimdi sıra diğer üç mezhebin görüşüne geldi.
1- Şafii Mezhebi
Şafiî mezhebine göre bir malın satıcısına tekrar satılması
başkasına satılması gibidir. Eğer bu satış önceki bedelle olursa ona ikâle
denir. İkinci bedel birinciden daha az veya daha çok, yahut değişik özellikte
veya değişik cinsten olursa normal bir satış olur[654].
Muamele-i şer'iyeyi caiz görmeyenler Aişe (r.a.)'den
rivayet edilen şu hadise dayanırlar:
"Zeyd b. Erkam'ın ümmü veledi[655] olan bir kadın Aişe’ye dedi ki, "Ey müminlerin
annesi, Zeyd'e veresiye 800'e bir köle sattım, bedeline ihtiyacı vardı ben
köleyi ondan, ödeme zamanından önce 700'e satın aldım." Bunun üzerine Aişe
şöyle dedi: "Ne kötü bir satım ve ne kötü bir alım yaptın. Zeyd'e şunu bildir
ki, eğer tevbe etmezse Allah'ın Elçisi ile yaptığı cihadını ibtal
etmiştir." Bunun üzerine kadın dedi ki, "Satışı bozup 700'ü geri alsam
olur mu?"
- Tabii olur; dedi.“Her
kime, Rabbinden bir öğüt ulaşır da faize son verirse geçmişte olan
kendinindir. Artık onun işi Allah'a aittir.”
(Bakara 2/275)
Bu rivayetle ilgili olarak İmam Şafiî ve taraftarları
demişlerdir ki, Aişe'nin bu sözü sabit değildir. Sabit olsa dahi Zeyd b.
Erkam, uygulamasıyla Aişe'ye muhalefet etmiştir. Sahabenin ihtilaf ettikleri
konularda biz kıyasa başvururuz. Bu hususta Abdullah b. Ömer (r.a.)'den de İmam
Şafii'nin görüşü gibi bir görüş rivayet
olunmuştur[656].
2 - Maliki Mezhebi
Mâlikî Mezhebine göre, görünüşte caiz, fakat aslında
bir yasağın işlenmesine sebep olan her türlü alım satım yasaktır. Çünkü bunda
haram töhmeti vardır. Eğer bu iş daha çok böyle bir maksatla yapılıyorsa demek
olur ki, tarafların amacı, görünüşte caiz olan bir yolu kullanarak gerçekte
haram olana ulaşmaktır. Alacaklıya menfaat sağlayan borç böyledir. Çünkü aklı
başında bir kişi, menfaat sağlama hırsıyla dolu olunca, ayıplanmamak için
görünüşte caiz olan şeyler yaparak gerçekte yasak olana ulaşmaya çalışır.
Mâlikî mezhebinde konu geniş bir şekilde ele alınmakta
ve muamele-i şer'iyyenin bütün çeşitleri yasaklanmaktadır[657].
3 - Hanbeli Mezhebi
Hanbelî Mezhebinde bey'ul-ıyne caiz değildir. Bu, bir
şeyi vadeli olarak sattıktan sonra veya peşin satıp bedelini henüz almadan,
aynı cins bedeli daha az ve peşin ödeyerek müşteriden satın almaktır. Bu
durumda ne birinci satış ne de ikinci satış sahih olur. Ancak bedel başka bir
cinsten olur ya da birinci ile aynı miktarda veya daha fazla olursa satış sahih
olur. Eğer malın özelliğinde bir değişiklik olursa ikinci bedel daha az
olabilir. Bu durumda her iki satım akdi de sahih olur.
Bey'ul-ıynenin tersi de caiz değildir. Bu, bir şeyi
peşin bedelle satıp, müşteri veya vekilinden, aynı cins bedelle daha pahalıya satın
almaktır. Ancak mala herhangi bir ilave yapılması suretiyle kıymeti artmışsa
sahih olur.
Hilenin her çeşidi haramdır, dinî konulardan
hiçbirinde caiz değildir. Bey'ül-ıynede ilk akit yapanlardan birinin yakını,
hizmetçisi veya üçüncü bir şahıs, bir hile olmak üzere devreye girerse her iki
akit de bâtıl olur. Fakat hile amacı olmazsa her iki akit de sahih olur[658].
E- Değerlendirme ve sonuç
1- Hanefî ve Şafiî Mezhepleri
Hanefî ve Şafiîler hukukî işlemlerde niyet ve sâike
bakmazlar. Bu iki mezhep oldukça şekilcidir. Hukukta bazı açılardan
şekilcilik önemlidir ama bunun bir sınırı olmalıdır. Yoksa şekilcilik, burada
olduğu gibi bazen çok önemli bir yasağın çiğnenmesine ve sağduyu sahiplerinin
kabul edemeyeceği şeylere götürebilir.
Ömer Nasuhi BİLMEN'in, Muamele-i şer'iyye için
söylediği şu cümleler, sağduyu sahibi bir kişinin, baş kaldırısıdır. “... bu işlem
mekruh olmaktan kurtulamaz. Hatta bazı zatlara göre bu haramdır, bir faiz
konusudur[659].“
Osmanlı
döneminde İstanbul'da kurulan bankalardan Emniyet Sandığına bir cep saati
konmuş, kredi talebiyle gelen kişilerin ödeyecekleri faizi meşrulaştırmak
için hergün defalarca satılıp, müesseseye hibe edilmiştir. Bu nasıl meşru
kabul edilebilir. Böyle bir işlem faiz yasağını çiğnemenin yanında yüce İslam
dininin hafife alınmasına da sebep olmaktadır.
2- Malikî ve Hanbelî Mezhebleri
Mâlikî ve Hanbelîler niyet ve sâike önem verirler.
Malikî mezhebinin yukarıdaki şu görüşü bunu ortaya koymaktadır :
"Görünüşte caiz fakat aslında bir yasağın çinenmesine
sebep olan her türlü alım satım yasaktır. Çünkü bunda haram işleme töhmeti
vardır. Eğer bu iş daha çok böyle bir maksatla yapılıyorsa demek olur ki,
tarafların amacı, görünüşte caiz olan bir yolu kullanarak gerçekte haram olan
şeye ulaşmaktır. Meselâ alacaklıya menfaat sağlayan borç böyledir. Çünkü aklı
başında bir kişi, menfaat hırsıyla dolu olunca, ayıplanmamak için görünüşte
caiz olan şeyler yaparak gerçekte yasak olana ulaşmaya çalışır."
Hanbelîlerin şu görüşü de onların niyet ve saike verdikleri
önemi gösterir: "Hilenin her çeşidi haramdır, dinî konulardan hiçbirinde
caiz değildir. Bey'ül-ıynede ilk akit yapanlardan birinin yakını, hizmetçisi
veya üçüncü bir şahıs, bir hile olmak üzere devreye girerse her iki akit de
bâtıl olur. Fakat hile amacı olmazsa her iki akit de sahih olur."
3- Osmanlı uygulaması
Osmanlılar'da muamele-i şer'iyye uygulanmış ve bu
esasa göre borç veren çok sayıda para vakfı kurulmuştur. Meselâ, 1456-1551
yılları arasında İstanbul'da 1161 adet para vakfının mevcut olduğu tesbit edilmiştir[660].
İsmail KURT’un İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivi'nde yaptığı araştırmalarda,
İstanbul Mahkemeleri denetiminde 3950 adet para vakfının bulunduğu ortaya
çıkmıştır[661].
Bu uygulama, Osmanlı Devletinde yürürlükte olan hukuk
düzeninden bir sapma değildir. Çünkü Osmanlı sultanları, hâkim ve müftülerin,
Hanefî Mezhebinde sahih görülen görüşle hüküm ve fetvâ vermelerini
emretmişlerdi[662].
Hanefî Mezhebi’nin bir kısım fakihleri de muamele-i şer'iyyeyi caiz görmüştür.
Osmanlı müftülerinin buna göre fetva vermesi ve muamele-i şer'iyyenin hukuki
korumadan yararlanması bu yüzdendir. Burada Osmanlı'ya yüklenme yerine
Osmanlı ulemasına yüklenmek gerekir. Çünkü bu konuda önemli ilmi hatalar
yapılmıştır. Şimdi bu hataları görelim.
4- İlmî usul hataları
İslâm hukukunun dört temel kaynağı vardır. Bunlar,
Kitap, Sünnet, İcma ve kıyastır. Muamele-i şer'iyyeyi caiz gören Hanefî uleması,
bu kaynaklardan hiç biriyle ilgilenmemiş, sadece Kadîhân'ın nakilleriyle
yetinerek fetva vermiştir. Kâdîhan adıyla tanınan Hasan b. Mansur el-Özcendî,
Hicri 592, Miladi 1196 yılında vefat etmiş değerli bir Hanefî fakihidir. Onun
eseri olan Fetâvây-ı Kâdîhan mezhebin güvenilir kaynaklarındandır. Ama burada
bizi kuşkulandıran bazı şeyler vardır:
İmam Ebû Yusuf hicrî l83'te vefat etmiştir. Kâdîhân'ın
vefatı ise hicrî 592'dir. Arada 400 seneyi aşkın süre vardır. Bu arada yer alan
kitaplar üzerinde yaptığımız araştırmalarda Ebu Yusuf’a ait böyle bir nakil
bulamadık.
305 tarihinde Rey şehrinde doğup Bağdatta yaşamış ve
370 h. tarihinde burada vefat etmiş olan meşhur Hanefi fakihi Ebûbekr
el-Cessas, konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Faiz ayeti ile belirtilen faiz çeşitlerinden
biri de satılan şeyi, bedelini almadan daha ucuza satınalmaktır. Bunun faiz
olduğuna delil Ebu'l-Aliye'nin şu sözüdür, o diyor ki: "Aişe'nin
yanındaydım, bir kadın ona dedi ki, "Bir cariyemi Zeyd b. Erkam'a
veresiye sekizyüz dirheme sattım, sonra onu satmak istedi, ben de peşin
altıyüz dirheme satınaldım." Aişe dedi ki, "Ne kötü satım, ne kötü
alım yapmışsın. Zeyd b Erkâm'a söyle; eğer tevbe etmezse, Allah'ın Elçisi ile
birlikte yaptığı cihadını iptal etmiştir."
Kadın dedi ki, "Ey müminlerin anası, sadece ana
paramı alsam görüşün ne olur?" Dedi ki,"Her
kime, Rabbinden bir öğüt ulaşır da faize
son verirse geçmişte olan kendinindir; artık onun işi Allah’a aittir. "
(Bakara 2/275)
"Sadece ana paramı alsam görüşün ne olur?"
sorusuna karşı Aişe, faizle ilgili ayeti okuyarak cevap verdiğine göre demek ki
o bu işlemi faiz saymıştır. Böyle bir adlandırma ancak tevkifî[663] olarak yapılabilir[664].
Kâdîhan’dan l09 sene önce, H. 483’te vefat etmiş olan Şemsüddin
es-Serahsî, Kadîhan’ın memleketi olan Özkent’te mahpusken yazdığı[665] 30 ciltlik el-Mebsut adlı eserinde konu ile
ilgili olarak şu ifadeleri kullanıyor:
"Bir kimse sattığı bir malı daha ucuza satınalsa,
ulemamızın görüşüne göre istihsanen caiz olmaz. Kıyasa göre böyle bir işlem
caiz olur. Çünkü müşteri, satın aldığı malı teslim alınca satım kuvvetlenmiş
olur ve bundan sonra onu hangi bedelle olursa olsun satıcısına, başka birine
satar gibi satması sahih olur. Bu, Şafiî'nin görüşüdür. Nitekim müşteri o malı
satıcıya hibe de edebilir, az bir bedelle de satabilir. Bir de müşteri, ikinci
bir şahsa, o da onu satıcıya satsa caiz olur.
Kıyas bu olmakla birlikte Aişe (r.anha)'nın hadisi
sebebiyle biz istihsan yaptık. Çünkü bir kadın Aişe'nin yanına gelerek demişti
ki; "Bir cariyemi Zeyd b. Erkam'a veresiye sekizyüz dirheme sattım, sonra
onu peşin altıyüz dirheme aldım. Aişe
demişti ki, "Ne kötü satım, ne kötü alım yapmışsın. Zeyd b Erkâm'a de ki;
eğer tevbe etmezse Allah Teâlâ onun haccını da, Allah'ın Elçisi ile birlikte
yaptığı cihadını da iptal etmiştir."
Sonra Zeyd b. Erkam özrünü belirtmek için gelince Aişe
ona şu ayeti okudu: "Her kim,
Rabbinin öğüdü kendine ulaşır da bu işe son verirse geçmişte olan
kendisinindir." (Bakara 2/275)
Bu rivayet gösteriyor ki, bu akdin fasitliği onların
arasında bilinmekteydi ve Aişe bunu, Allah'ın Elçisi'nden işitmişti. Çünkü
cezalar reyle bilinemez. Aişe, Zeyd b. Erkam'ın böyle bir akdi yapmasının
cezasının, haccın ve cihadın iptali olduğunu belirtmiştir. O zaman bu sözün,
Allah'ın Elçisi'nden işitilmiş gibi olduğunu anlıyoruz. Zeyd'in özrünü ortaya
koyması da bunu göstermektedir. Çünkü onlar, ictihada konu olan hususlarda
farklı görüşler ortaya koyuyor ve bundan dolayı da birbirlerine karşı özür
beyan etmiyorlardı[666].
Iyne, 10 değerindeki bir malı 15'e satmaktır; şu
maksatla ki, ödünç almak isteyen taraf, tekrar o malı satıcıya peşin 10'a satsın.
Bu, menfaat sağlayan ödünç anlamındadır.
Şa'bî'nin Abdullah b. Ömer'den naklettiğine göre
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, Attâb b. Üseyd'i Mekke'ye gönderdi ve
dedi ki, "Bir satışta iki şart koşmayı, satışla birlikte ödüncü, teslim
almadığı şeyi satmayı, sorumluluğunu üstlenmediği şeyin kârından almayı onlara
yasakla."
Bir satışta iki şart, malın peşin fiyatı şu, veresiye
fiyatı da şu, demektir. Bu doğru değildir. Vadeli satış bölümünde açıklandığı
gibi, bu iki fiyattan biri üzerine anlaşmayı bitirmeden satışı askıda bırakmaktır.
Satışla
birlikte ödünç, kendine ödünç versin veya bedelin içinde ödüncü ertelemiş ve
bir kazanç sağlamış olsun diye alacaklıya bir şey satmaktır.
Teslim almadığı şeyi satma, geniş kapsamlıdır. Bunun yeri burası değildir.
Sorumluluğunu üstlenmediği şeyin kârından almak da
aynı anlamdadır. Çünkü mal, teslim almadan önce satıcının sorumluluğundadır.
Ondan doğacak kâr alıcıya helal olmaz[667].
Kâdîhân ile çağdaş olan ve onun gibi Fergana
bölgesinde yetişmiş büyük Hanefî fakihi Alauddin el-Kasânî (öl.587 h./1191 m.[668])‘nin
konu ile ilgili ifadeleri de şöyledir:
“Alım satım, riba(faiz) şüphesinden uzak olmalıdır. Çünkü ihtiyatlı
olsun diye haramlar konusunda şüphe, gerçekmiş gibi sayılır. Bunun dayanağı,
Muhammed'in Vabısa b. Mabed’e (r.a.) söylediği şu sözdür: ”Helal açıktır, haram
da açıktır. Bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır. Seni kuşkulandıranı
bırak, kuşkulandırmayana bak.” İşte bu
yüzden biri bir şeyi peşin veya veresiye satıp parasını almadan müşteri onu teslim
alır, sonra satıcı onu, müşterisinden daha ucuza satınalırsa caiz olmaz. İmam Şafiî’ye
göre caizdir. Çünkü, bütün şartlar yerine getirilmiştir ve satışı bozacak bir
şey yoktur. Bunun fasit olduğuna hükmetmenin bir anlamı olmaz. Tıpkı parası
ödendikten sonra satınalmaya benzer.
Bizim dayanağımız şudur: “Bir kadın Aişe validemize
gelip dedi ki, zeyd b. Erkam’dan 800’e bir hizmetçi satınaldım. Sonra ona
700’e sattım. Aişe dedi ki, “Ne kötü almış, ne kötü satmışsın. Zeyd’e anlat ki,
eğer tevbe etmezse Allah onun Allah'ın Elçisi ile birlikte yaptığı cihadını
iptal etmiştir. “
Bu, iki yönden bize delil olur:
Birincisi Aişe’nin Zeyd’e uygun gördüğü tehdit
ictihadla ortaya konamaz. Bu, riddet (dinden dönme) olmaksızın ibadetin iptal
olmasıdır. Anlaşılan o, bunu Allah'ın Elçisi'nden duymuştur. Tehdit, isyan
etmemiş birine bir şey yapmaz. Bu da satışın fasit olduğunu gösterir. Çünkü
fasit satış isyan sayılır.
İkincisi, Aişe’nin bunu kötü alım ve kötü satım olarak
adlandırmasıdır. Bu, fasit satış için söylenir, sahih satış için değil.
Bir de bu satışta faiz şüphesi vardır. Çünkü ikinci
bedel birinci bedele karşılıktır. Mübadeleli bir akitte birinci bedelin
karşılıksız fazlalığı vardır. Bu da ribanın tanımıdır. Ancak buradaki fazlalık
her iki akdin birleştirilmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. İki akitten sadece
bir faiz şüphesi doğmaktadır. Bu konuda
şüphe gerçekmiş gibi sayılır.
Birinci satışta ödeme yapılırsa böyle olmaz. Çünkü
bedelin ödenmesinden sonra karşılaştırma olmaz ve şüphe de oluşmaz. Paranın
hepsini verse de az bir şey kalsa onda ihtilaf vardır. Daha bedeli ödenmeden
sattığı fiyata geri alsa bir zararı olmaz. Çünkü bir şüphe oluşmaz. Satıştan
sonra henüz bedeli ödemeden, daha pahalıya alması da caiz olur. Çünkü bu akdi fasit saymak kıyastan
sapmadır. Biz bunu yukarıdaki hadisten öğrendik. Hadis de, satılan malın, daha
düşük fiyatla satınalınması konusunda varid olmuştur. Bunun dışındakiler kıyasa
uygun olarak devam eder[669].
Diğer yandan konu ile ilgili olarak Ebu Yusuf’a mal
edilen görüşün gerçekten Ebû Yusuf'a ait olduğu sağlam yollarla belirlenmiş
olsa bile Ebû Yusuf yanılmış olamaz mı?
Muamele-i şer'iyyenin faize yol bulmak olduğunu
anlamak için fakih olmaya gerek yoktur. Sağduyu sahibi hiç kimse böyle bir işlemi
hoş göremez. Osmanlılarda bu işleme murabaha[670] adı da verilmiştir. Halk vicdanı buna tepki
duyduğu için murabaha kelimesi zamanla faizcilik ve tefecilik anlamında kullanılmış
ve "fahiş faizle borç verip halkı soyan insafsız bankere" murabahacı
adı verilmiştir[671].
Fakat Kur'an ve Sünnet'e göre bir değerlendirme yapmadan bir kısım fıkıh
kitaplarında geçen görüşleri tartışmasız doğru kabul eden bazı alimler,
yapılan bu göstermelik alış verişi câiz, hatta haramdan kaçınmayı sağladığı
için sevap dahi saymışlardır.
Eğer Kur'an-ı Kerim'e bakılsaydı, Cumartesi yasağını
çiğneyen Yahudilerin yaptığı ile faizi meşrulaştırmak için yapılan göstermelik
alış-veriş arasında kolay bir bağ kurulabilirdi. Bilindiği gibi Yahudilerde
Cumartesi günü av yasağı vardır. İbn-i Abbas'dan rivayet olunduğuna göre Davûd
(a.s.) zamanında sahil kenti olan Eyle'de Yahudiler yaşardı. Yılın bir ayında
her taraftan oraya balıklar akın eder, balıkların çokluğundan neredeyse su
görünmezdi. O ayın dışında ise sadece cumartesi günleri balıklar gelirdi.
Derken deniz kenarında havuzlar kazdılar ve arklar açtılar. Balıklar cumartesi
günü havuzlara doldu ve pazar günü onları avladılar. Kendilerince yasağı
çiğnememiş oldular. Cezalanacaklarından korka korka balıklardan
yararlandılar. Zamanla evlatları babalarının yolundan gitti, mal mülk
edindiler. Şehirden bu işi hoş karşılamayan bazı gruplar onları bundan
vazgeçirmeye çalıştılarsa da vazgeçmediler. Dediler ki, "Ne zamandır biz
bu işi yaparız, bunun için Allah'tan hiçbir ceza gelmedi." Onlara denildi
ki, "Aldanmayın, belki size bir azap gelir, yok olursunuz." Bunlar
bir sabah alçak maymunlar haline geldiler. Üç gün böyle yaşadılar, sonra helak
olup gittiler[672].
Bakara sûresinin 65 ve 66. ayetlerinde konu ile ilgili
olarak şöyle buyurulur. "İçinizden
cumartesi günü azgınlık edenleri elbette biliyorsunuz. Onlara «Aşağılık birer
maymun olunuz» dedik; bunu, çağdaşlarına ve sonradan geleceklere bir göz dağı
ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara öğüt olsun diye yaptık."
Iyne denen yukarıdaki göstermelik alışverişle ilgili
olarak, Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
"Iyne alışverişi yapar, öküzlerin kuyruğuna
sarılır, tarımla yetinir, cihadı terkederseniz tekrar dininize dönünceye kadar
Allah (cc) sizi zillet altında bulundurur[673]."
Bunlar üzerinde düşünen hiç kimse böyle satışlara
yönelemez.
IV - PARA VAKIFLARI
Ebû Hanîfe'nin talebelerinden İmam Züfer'in (v. 158
h./775 m.) para, yiyecek, ölçü ya da tartı ile işlem gören malların vakfedilmesini
caiz gördüğü bildirilmiştir. Ona:
"- Bu nasıl olur ?" diye sorulduğunda;
"- Para mudarebe[674] yoluyla işletilir ve geliri vakfın gayesi
doğrultusunda harcanır. Ölçü ve tartı ile işlem gören mallar da satılır,
bedelleri aynı şekilde mudarebe yoluyla işletilir." demiş.
İlim adamları demişlerdir ki, bu görüşe göre bir kişi,
şu şekilde bir vakıf yapabilir: "Şu kadar buğday vakıftır, fakirlere ve
tohumu olmayanlara borç verilsin. Onu eksinler, harman sonunda borçlarını
ödeyince bu defa başka fakirlere borç verilsin ve bu usul üzere devam etsin
gitsin[675]."
Osmanlılar, İmam Züfer'in görüşüne uyarak para
vakıflarına izin vermişlerdir.
Konuyla ilgili bir fetva şöyledir:
"Derâhim ve denânîre müteallik olan vakıfnâme ile
amel olunmağa vakfın sıhhat ve lüzumuna hüküm giymek mezhebi üzre idügün beyân
ve evvelen sıhhatine ve sâniyen lüzumuna hükmolunmak caiz olur mu?
El-Cevâb : Şimdi kudât bu vechile hükme memurlardır[676]."
Fetvanın sadeleştirilmiş şekli
"Dinar ve dirhemleri vakfetmeyi sahih ve
bağlayıcı sayan mezhebe göre hükmedildiğini belirterek böyle bir vakfiyenin
önce sahih sonra da bağlayıcı olduğuna karar vermek caiz olur mu ?
el- Cevab: Şimdi kadılar bu şekilde karar vermekle
görevlidirler."
Osmanlılar İmam
Züfer'in görüşüne uyarak çok sayıda para vakfı kurmuşlardır. Ancak bu
vakıflardaki paralar, İmam Züfer'in dediği gibi mudarebe yoluyla
işletilmemiştir. Eğer işletilseydi bugünkü faizsiz finans kurumlarının farklı
bir uygulamasını yapmış olacaklardı. Fakat paralar, muamele-i şer'iyye yoluyla
işletilerek faizli bankacılığa benzer bir yol izlenmiş ve elde edilen
gelirlerle bu vakıfların gayeleri gerçekleştirilmeye çalışılmıştır[677].
A- Para vakıflarında uygulanan sistem
Mumamele-i şer'iyede uygulanan sistem, para
vakıflarında da uygulanmıştır. Bu hükümleri Ömer Hilmî Efendi'nin ifadeleriyle
verelim:
- Vakıf mütevellisi, ihtiyaç sahiplerine kârsız
olarak borç verilmesi şartıyla
vakfedilmiş paralardan gelir sağlayamaz.
-Mütevelli, gelir sağlanması şartıyla vakfedilmiş olan
paraları borç verdiği zaman ilzâm-ı ribh etmezse yani muamele-i şer'iyye
yoluyla borçluya fazla ödeme yükü yüklemezse borçludan kâr olarak hiç bir şey
alamaz. Bu durumda borçlu, kâr adı altında mütevelliye ödemede bulunsa bu
akçeler esas borca karşılık sayılır.
Ancak borçlu, şu akçe kârdır; al, vakfın ihtiyaçlarına
harca, diye mütevelliye bir miktar akçe verip mütevelli de o akçeleri vakıf
için harcarsa artık esas borca sayılmaz.
Mürabaha yapabilmek için karşı tarafın borçlu olması
gerekir. Dolayısıyla borç üstünde kaldıkça borçluya yüklenen kârın ödenmesi
icabeder. Meselâ bir vakıf paranın mütevellisi, bu paralardan bir miktar borç
verip beş sene müddetle ilzâm-ı ribh ettikten sonra aradan bir sene geçince
borçlu vefat etse ve esas borç, borçlunun mirasından mütevelliye ödenmese,
böylece aradan iki yıl geçse, mütevelli alacağını, borçlunun mirasından
aldığında o zamana kadar geçen günlerin kârını da mirastan alma hakkına
sahiptir.
Bu durumda borçlunun varisleri "Borçlu ölünce kâr
ilavesi düşer, dolayısıyle murisimizin vefatından sonra geçen zamanın kârını vermeyiz."
diyemezler.
Bir vakıf paranın mütevellisi vakıf paralardan kâr
amacıyla borç verdiği akçeleri borçlulardan henüz almadan görevinden azledilse
ya da vefat etse yerine gelen yeni mütevelli önceki mütevellinin alacağı
meblağları isteyip alma hakkına sahiptir.
Mirasından
fazla borç bırakarak vefat eden kimsenin vakfa olan borcu, diğer borçlarına
tercih edilemez. Bu vakfın mütevellisi de diğer alacaklılar gibi olur.
Borçlar
emsaliyle ödenir. Dolayısıyle bir kimse bir vakıf parasından bir miktar Mecîdî
altını borç alıp harcadıktan sonra vakfın mütevellisi o altınların emsalini
borçludan istediğinde borçlu, ben altın vermem, o kadar altının değerinde şu
miktar gümüş Mecidiye ya da metal para veririm, diyemez. Eğer borçlunun
borçlanmış olduğu akçe gümüş Mecidiye ya da metal para ise mütevelli, o
değerde şu kadar Mecîdî altın isterim diyemez.
Şu kadar var ki, bu surettte borçlu, kendi isteği ile
borcunu altın olarak ödedikten sonra pişman olsa, altınları mütevelliden geri
isteyip "Borç aldığım akçenin mislini öderim." diyemez[678]."
B- Para vakıfları ile ilgili belgeler
İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivi'nde para
vakıflarının tescilini ve alacaklılarıyla ilişkisini gösteren çok sayıda ilam
ve hüccet vardır. Borçlarla ilgili kayıtların tutulduğu sicillere İdânât
sicili adı verilmiştir.
1- Vakıf ilâmı
İlâm, hakimin bir davada fıkha göre verdiği hükmünü ve
üzerinde onun imza ve mührünü taşıyan bir belgedir. Davacının davasını, dayandığı
delilleri, davalının cevabını ve eğer savunmada bulunmuşsa, dayandığı
delilleri ve sonuç bölümünde de hakimin gerekçeli kararını ihtiva eder.
Bir vakfın, sonradan özel mülkiyete geçmesini önlemek
için ya vasiyet suretiyle yapılmış olması ya da mahkeme tarafından tescili
gerekir[679].
Tescil için bazı şekil şartları yerine getirilir. Usulen bir dava açılır ve
şöyle bir yol izlenir:
Evvela vakıf yapan kişi, kendi sözlü beyanıyla malını
vakfedip mütevelliye teslim eder. Sonra vakıftan vazgeçtiğini, o malı alıp
kendi mülküne katmak istediğini bildirerek mütevelliden geri ister ama
mütevelli vermek istemez. Bu yüzden aralarında bir anlaşmazlık çıkar.
Anlaşmazlığın çözümü için vakıflar konusunu iyi bilen bir hakime başvurulur.
Hakim, sözlü beyanla vakıf yapmanın sahih ve bağlayıcı olduğuna karar vererek
vakfı tescil eder[680].
Bir ilâm örneği[681]:
Bu kitâb-ı sahîh nisâbın tahrîr ve inşâsına bâdî ve bu
hitâb-ı anberîn nikâbın tastîr ve imlâsına dâî olan budur ki, cennet mekân
firdevs-i âşiyân ğarîk-i bihâr-i rahmet-i rahmân merhum hazret-i Sultan Murad
Hân tâbe serâhu evlâd-ı emcâdından Rukiye Sultan hazretlerinin vâlide-i
mâcideleri olub bundan akdem takdîr-i Râbbânî birle vedâ-i âlem-i fânî iden
merhume ve mebrure sâhibet'ül-hayrât ve'l-hasenât ve râğibet'üs-sadekâti
ve'l-mirât Şemsruhsar Hatun ibneti Abdülğaffâr nam müteveffânın tenfîz-i
vesâyay-ı şer'iyyesine vasiyy-i muhtâr olduğu hasm-ı câhid-i şer'î mahzarında
vech-i mer'î üzre sübût bulan umdet'ül-havâssi ve'l-mukarrebîn sâhib'ül-izzi
ve't-temkîn mûtemed'ül-mülûki ve's-selâtîn el-mahfûf bi sunûfi âlâ-i
Rabb'il-âlemîn Dâr'üs-saade Ağası olan Hazreti Mustafa Ağa b. Abdülmuîn
meclis-i şer'-i mübîn ve mahfel-i dîn-i metînde vakf-ı âtî'z-zikri tescîl ve
tekmîl ve davây-ı rücu içün mütevelli nasbeylediği fahr'ül-ayân Mehmed Çelebi
nam bevvâb-ı Sultânî mahzarında ikrâr ve itirâf eyleyüb merhume merkume Şemsruhsar
Hatun'un vasiyyet-i şer'iyye-i muteberesi mucebince sülüs-i malından binyüz
aded sahih'ül-vezn ve kâmil'ül-ayar sikke-i haseneyi vâris mûmâileyh
esbağa'llahü mevâide niamihi hazretlerinin izn-i hümâyûn ve emr-i seâdet
makrunlarıyla ifrâz ve kemâl-i imtiyâz ile mümtâz kılub vakf-ı sahîh-i şer'î ve
habs-i sarîh-i mer'î eyleyüb şöyle şart eyledim ki, meblağ-i mezbur mütevelli-i
mesfûr mübâşeretiyle her sâl vech-i helâl ve onu onbir hisabı üzre istirbâh ve
istiğlâl olunub medyûn olanlardan rehn-i kavî ve kefîl-i melî alına veyahut
muktezay-ı hâle göre ikisinden biriyle iktifâ oluna ve dahi şöyle şart eyledim
ki, hasıl olan ribh ve nemâdan yevmî yedi akçe cihet-i tevliyet ola ve sekiz
neferi sâlih ehl-i Kur'ân kimesneler her gün Medine-i Münevvere'de vâki Resûl-i
Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin mescid-i şeriflerinde bir vakt
ve rebî-i (köşe) muayyende Kur'an-ı Azîm ve Furkân-ı Kerîm'den birer cüz-i
şerîf tilâvet idüb sevabını rûh-i merhûme-i mûmâileyhâya hibe ve ihdâ
itdiklerinden sonra her birine yevmî ikişer akçe virile ve mukaddemâ
dar'ül-hilâfet'il-aliyye-i Kostantiniyye el-mahmiyyede vâki Saray-ı atîk-i
sûltanîde sâbikan türbedâr zümresinden olup hâlâ Medine-i mezbûrede ikamet
ihtiyar iden el-Hac Mustafa'ya makâm-ı mezbûrda ikâmetde oldukca her sene
yigirmi iki aded sikke-i hasene virile ve badehu sulehâ-i mukîmînden bir
müstehikk-i âhere tevcih olunub rûh-i merhûmeye dua eylese ve her kim Harem-i
Muhterem'e naib olursa kâimmakâm-ı mütevellî ve neftci olub yevmî iki akçe
vazifeye mutasarrıf ola ve yevmî iki akçe vazife-i kitâbet ve cibâyet yevmî
ikişer akçe ola ve mesârif-i meşrûhadan bâkî kalan yüzyigirmi akçe mütevelli
yedinde ibkâ olunub iktizâ iden mahalle sarf oluna ve her kim Dâr'üs-saâde
Ağası olursa vakf-ı mezbûra hasbî nâzır ola deyu itmâm-ı kelâm eyleyüb ve
meblağ-ı mezbûri bundan akdem binyigirmibir senesinde vâki Ramazân-ı Şerîf
gurresinde mersûm Mehmed Çelebi'ye bittemâm ve'l-kemâl def ve teslim eyledim
ol dahi kabz ve tesellüm ve sair bir evkâf mütevellileri gibi tasarruf eyledi
didikde vasiyy-i müşârunileyh hazretlerini cemî-i ekârîr-i meşruhâsında
mütevelli merkûm Mehmed Çelebi vicâhen ve şifahen tasdîk eyledikten sonra vasî
müşârünileyh tevkî-i şerîf-i zîver-i sadr-i kitâb-ı müstetâb olan hâkim-i
âdil ve fâzıl-i bî muâdil huzurunda vakf-ı nükûd ve mütezammın olduğu şürût
ekser-i eimme-i Hanefiyye kavilleri üzre gayri sahîh olmağla asl-ı mâl-i mevkûf
ve mütevelli-i mezbûrun cihet-i tevliyetden ecr-i mislinden ziyade
kabzeyledügini taleb iderüm didikde mütevelli-i merkûm cevab virüb egerçi
vakf-ı nükûd ve zımnında olan şurût ekser-i eimme-i Hanefiyye kavilleri üzre
gayr-i sahîhdir lâkin İmam Züfer mezheb-i muzaffer'inde İmam Ensârî rivâyeti
üzre sahih olduğu ecilden asl-ı mâl-i mevkûfi cihet-i tevliyetden ecr-i
misilden ziyade kabz eylediği reddedilmez deyu hâkim mûmâileyhden sihhatine
taleb-i hükm edicek hâkim müşârünileyh la zâle yenâbî'ül-ahkâmi câriyen beyne
yedeyh meblâğ-i mezbûrun sihhat-i vakfiyetine ve zımnında olan şürutun şer'iyetine
ve meblâğ-ı müddeâbihden mütevelli-i mezbûrun berâet-i zimmetine hükm itdikten
sonra vâsî müşârünileyh inâda kıyl ü kâli semt-i âhere masrûf kılub sıhhat-i
vakf-ı nükûd re'y-i İmam-ı mahûd üzre egerçi müsellem ve makbûl ve nakl-i sahih
ile menkûldür lâkin sıhhat-i vakf anın katında dahi lüzum icab itmez vesâyetim
hasebiyle târik-i âherden vücûh-i hayrâta sarf iderim deyu vakf-ı mezbûrdan
rücû' ve mütevelliden asl-ı malın istirdadına şürû' itdikde mütevelli mezbûr
cevab virüb egerci vakf-ı mezbûr İmâm-ı mezkûr re'y-i sedîdi üzre lüzûm ve te'bîdden
ârîdir lâkin ba'de'l-hüküm sıhhatine sair eimme-i ictihad ittifak ve ittihad
itmişlerdir ki, hükm-i hâkim-i ârif-i mahall-i fasl ü ictihâda müsâdif ola ol
hüküm nâfiz ve mübrem ve cumhûr katında makbul ve müsellem olur İmâmeyn-i
Hümâmeyn re'y-i şerîfleri üzre lüzûmi sıhhate mülâzım ve mukârindir, anların
reyleri üzre vakf-ı mezbûrun lüzûmuna dahi hükm taleb iderim didikde hâkim
mûmâileyh bu babda nazar-ı fâyik ve teemmül-i lâyik itdikde temhîd-i kavâid-i
hayrâtı evlâ ve teşyîd-i mebânî-i hasenâtı ahrâ görüb lüzûmuna dahi hükmedüb
min ba'd vakf-ı mezbûr vâkf-ı sahîh-i lâzım-ı mümteni'üt-tebdîl olmuştur. Femen
beddelehu ba'de mâsemi'ahü fe innemâ ismuhû ale'llezîne yubeddilûneh inne'llahe
semî'un alîm.
Cerâ zâlike ve hurrire fî evâhir-i şehr-i rebî'il-âhir
min şühûr-i sene isneteyn ve ışrîne ve elf.
Şühûd'ül-hâl
Burada sekiz kişinin ismi sayılmıştır[682]."
Vakfiyenin özeti
Sultan Murad'ın eşi Şemsruhsâr'ın ölümünden sonra vasiyeti
gereği 1100 altın lira vakfedilir. Vakfiye şartları şöyledir:
a- Bu liralar, yıllık ona onbir (% 10) hesabıyla gelir
getirecek şekilde borç verilecek, borçlulardan kuvvetli rehin ve zengin
kefiller istenecek, duruma göre bunlardan yalnız biriyle iktifa
edilebilecektir.
b- Elde edilecek gelirden günde 7 akçe mütevelliye
verilecek. Ehl-i Kur'an sekiz kişi hergün Medine-i Münevvere'de Mescid-i
Nebevî'nin belli bir köşesinde birer cüz Kur'an okuyacak ve sevabını merhume
Şemsruhsâr Hatun'a bağışladıktan sonra her birine günde ikişer akçe verilecek,
Medine-i Münevvere'de ikamet etmekte olan el-Hac Mustafa'ya, orada ikamete
devam ettiği müddetçe her yıl yirmi altın verilecek, ondan sonra orada
oturmakta olan salih kişilerden birine bu para verilecek, o zat da merhumeye
dua edecek, her kim Harem-i şerif naibi olursa mütevellinin vekili (kâimmakam)
sıfatıyla günde iki akçe alacak, günde iki akçe kâtibe, iki akçe de câbiye
(vakfın gelirlerini toplayan kişi) verilecek, geriye kalan 120 akçe
mütevellinin elinde kalacak ve gerekli yerlere harcanacaktır.
c - Her kim Dârussaâde Ağası olursa bu vakfın hasbî
nazırı olacaktır.
2 - Vakıf paralarla ilgili bir hüccet
Hüccet, hâkimin hükmünü değil, taraflardan birinin
itirafını, diğerinin onayını içeren ve üzerinde onu düzenleyen hâkimin mühür
ve imzasını taşıyan belgedir. Eskiden mahkemeler noterlik işlerinin önemli bir
bölümünü yaparlardı. Hüccetler de mahkemelerin noterlik çalışmalarının bir
ürünüdür[683].
Şimdi şer'iyye sicillerinde bulunan bir idâne hüccetini görelim.
İdâne hücceti[684]
"Orman ve Meâdin ve Ziraât Nezâret-i celîlesi
İntihâb-ı Memûrîn Encümeni Encümen başkâtibi Ahmed Naili Efendi b. Saîd
Evkâf-ı Hümâyûn Beytülmâl Kassamlığına mahsus odada makûd mecliste Kili Nazırı
Nükûdu Vakfı'nın mütevellisi iş bu bâis'ül-kitâb Ali Bey b. Mustafa mahzarında
ikrâr-ı tâm ve takrîr-i kelâm idüb mütevelli mezbûr vakf-ı mezkûr nükûdundan
bana sîm mecidiye ondokuz kuruş hesabıyla ikibinbeşyüz kuruş idâne ve teslim eylediğinde
ben dahi yedinden istidâne ve kabz ve ümûruma sarfla istihlâk idüb meblağ-ı
mezkûrun emsali ile semeni işbu tarih-i kitâbdan beş sene tamamına deyin
müeccel ve mev'ûduyla vakf-ı mezkûr malından ve mütevelli mezbur yedinden
iştirâ ve kabz eylediğim bir cilt Ali Efendi Fetâvâsı semeninden dahi
binbeşyüz kuruş ücreteyn-i mezkûreteynden cem'an dörtbin kuruş Vakf-ı mezkûre
zimmetimde vâcib'ül-edâ ve lazim'ül-kaza sahihen deynimdir, didikde ğıbbet'-tasdîk kefâlete
şâyân ve muteber oldukları tasdîk olunan herbiri İntihâb-ı Encümen kâtibi
İsmail Hakkı Efendi b. Emin ve Encümen-i mezkûr ketebesinden Mehmed Selim
Efendi b. Osman ve Memduh Bey b. İbrahim Nuri nam kimesnelerden her biri
meclis-i makûd-i mezkûrda mütevelli mezbûr mahzarında ikrar ve takrîr-i kelâm
idüb "Biz mukirr-i medyûn-i hâzır mezbûr Ahmed Nâili Efendi'nin vakf-ı
mezkûre, zimmetinde edâsı vacib sahihen deyni olan meblağ-ı mecmû-i mezkûr
dörtbin kuruşun edâsına tarafeynden b'il-emri ve'l-kabûl kefîl b'il-mâl ve
zâminiz didiklerini Evkâf-ı Hümâyûn Beyt'ül-mâl Kassamı faziletlü Hilmi Efendi
Hazretleri imla itmegin mâ vaka' bi't-taleb ketbolundu. Fî 20 Rebîülevvel 1319.
Şühûd'ül-hâl
Muhzır Mustafa Ağa b. Kasım Muhzır Mehmed Ağa b.
Mustafa ve gayrühüm"[685].
Hüccetin özeti
Ahmed Naili Efendi, Kili Nazırı Nükûdu Vakfından 2500
krş. borç ve ayrıca bu vakfın malından Ali Efendi Fetâvâsı isimli bir ciltlik
kitabı bedeli beş yıl sonra ödemek üzere 1500 kuruşa satın almış, böylece
vakfa dörtbin kuruş borçlanmış. Kendisine, Mehmed Selim Efendi ile Memduh Bey
kefil olmuşlar. Beytülmâl Kassamı Hilmi Efendi de onların bu ikrar ve
itiraflarını yazarak belgelemiştir.
Belgenin sonuna da şahitlerin isimleri yazılmış.
DOKUZUNCU
BÖLÜM
PARA
Para, eşyaya değer olabilen ve serveti biriktirmeğe
yarayan bir ödeme aracıdır.
I- PARA ÇEŞİTLERİ
Günümüze kadar dolaşıma çıkmış paraları madenî ve
kağıt paralar diye ikiye ayırabiliriz. Dirhem, dinar ve felsler madenî paralardır.
Kıymetli maden karşılığı olan ve olmayan kağıt paralar ile çek keşidesi ve
hesaptan hesaba nakil suretiyle kullanılan kaydî paralar da kağıt
paralardır.
A- Madenî Paralar
Madenî paralar altın, gümüş ve diğer madenlerden
basılır. Bunlara mal-para da denir. Çünkü bu paraların hem para olarak hem
de maden olarak değerleri vardır.
Dolaşımdan kaldırılsalar bile değerleri hiç bir zaman maden değerinin altına
düşmez. Osmanlı lirası l920’lerden beri dolaşımdan kalkmış olmasına rağmen
değerini hala korumakta ve İstanbul Darphanesi bunları basmaya devam etmektedir.
Reşad, ve Hamid altını adıyla satılan Osmanlı liraları bugün, ya zinet ya da
servet biriktirmek amacıyla satınalınmaktadır.
Altın ve gümüşün külçeleri sarf açısından dinar ve
dirhem gibi, mudarebede sermaye olma açısından da ticaret malı gibi sayılmıştır.
Külçe konusunda insanların ilişkilerine bakılır. Eğer onu para gibi
kullanıyorlarsa dinar ve dirhem yerine konur, ama onu para gibi
kullanmıyorlarsa ticaret malı gibi olur[686].
Ebu Yusuf'a, (dolaşımdan kalkıp mal haline gelmiş)
ticari dirhemlerle mudarebe soruldu da
dedi ki, ona cevaz versem Mekke'de taam ile mudarebe yapılmasına da cevaz
vermem gerekir. Mekke halkı taamla alım satım yapar, nitekim Buharalılar da
peşin buğdayla alım satım yaparlar[687].
Yani Mekke halkı taamı, Buhara halkı da buğdayı para yerine kullanır.
Mudarebe, para yerine kullanılan mallarla değil, hazır parayla kurulan bir
emek-sermaye ortaklığıdir. Dolaşımdan kalkan dinar ve dirhemler para olmaktan
çıkınca mudarebe sermayesi olma özelliğini kaybetmiş olurlar.
Madeni paralar altın ve gümüşten basıldığı gibi bakır,
nikel bronz ve diğer madenlerden de basılmışlardır.
1- Altın ve gümüş paralar
İslamî kaynaklarda saf gümüşten basılan paraya dirhem,
saf altından basılanına da dinar denir[688].
Bunlar yirminci asrın ilk çeyreğine kadar para olarak kullanılmışlardır.
Dirhem, dolaşımda bulunan gümüş paradır. Medine’de üç
çeşit dirhem vardı. Bunlar sırayla 10, 12 ve 20 kırat[689] ağırlığında bulunuyorlardı. Ömer zamanında
bu dirhemlerin toplam ağırlığı olan 42 kırat, üçe bölünmüş ve bunların ortalaması
olan 14 kırat, bir şer’î dirhemin ağırlığı olarak kabul edilmiştir. Hatta
bazı kaynaklarda belirtildiğine göre Muhammed zamanında Mekke dirhemine
itibar edilmekteydi ve onun ağırlığı da 14 kırat idi. Şer’î dirhemin ağırlığının
14 kırat olduğu hususunda tam bir görüş birliği (icma) vardır[690].
Ömer zamanında, 200 dirhem gümüşün 20 miskal[691] yani 20 dinar altınla aynı değerde olduğu ve
bunların ağırlıkları arasında yediye onluk bir oranın bulunduğu da tespit
edilmiştir. Yani bir miskal 10 dirhem değerinde ve 10 dirhem, 7 miskal
ağırlığındadır[692].
Fıkıh kitaplarında dinar ile dirhem arasındaki ağırlık oranı anlatılırken
vezn-i seb'a terimi kullanılır. Bununla
kasdedilen, yedi dinarın on dirhem ağırlığında olduğudur.
Peygamber ve ashabı zamanındaki altın paralar Bizans'ta
basılırdı. Yukarıdaki ağırlıklar Bizans altını ile ilgilidir. Bu ağırlıklara
uygun olarak ilk islam dinarını bastıran halife, Abdülmelik b. Mervan’dır
(Saltanat yılları 65-86 h./685-705 m.)
Fıkıh bilginleri bunları, kendi devirlerinde geçerli ağırlık
birimi olan arpa ile tartmışlardır. Hanefilere göre bir miskal orta büyüklükte
100 arpa, bir dirhem de 70 arpa ağırlığındadır. Malikilerin tartısına göre bir
dinar, orta boyda 72 arpa ağırlığındadır[693].
Şafiîlere göre de bir dinar kabuksuz ve iki ucu kesilmiş 72 arpa, bir dirhem
50.4 arpa ağırlığındadır[694].
Gerek cahiliye döneminde ve gerekse İslami dönemde
dinarların ağırlığının değişmediği ittifakla kabul edilir[695].
Bundan anlaşılıyor ki, fakihler hep aynı dinarı tartmışlardır. Farklılık
dinarda değil, terazinin diğer kefesine konan arpadadır. Çünkü arpanın
ağırlığı, bölgeden bölgeye, ıklimden ıklime, hatta bir tarladan diğerine
değişir. Eğer arpaya göre hareket edilseydi her mezhebin, dinar ve dirhem için
belirlediği ağırlık farklı olacağı gibi zekat nisabı da farklı olurdu. Hatta bu
fark, aynı mezhebe mensup olduğu halde farklı bölgelerde yaşayan kişiler
arasında da görülürdü. Bilindiği gibi zekat nisabı, altından 20 dinar, yani 20
miskal, gümüşten de 200 dirhemdir.
Müzelerde eski dinarlardan bulunmaktadır İstanbul
Arkeoloji Müzelerinde iki tip Bizans dinarı vardır. Bunlardan biri 4.20 gr.
diğeri de 4.35 gr. ağırlığındadır. Bunların hangisinin Medine’de dolaşan
dinarlardan olduğu belli değildir. Müzelerde, Abdülmelik b. Mervan'ın, Ömer’in
belirlediği esaslara uyarak bastırdığı dinarlardan da vardır. Bunların ağırlıkları
3.50, 4.15, 4.20 ve 4.25 gr. gelmektedir. El-Velid b. Abdülmelik (86-96 h./
705-715 m.) Süleyman b. Abdülmelik (96-99 h./ 715-717 m.), Ömer b.
Abdülaziz (99 -101 h./717-720 m.), Yezid
b. Abdülmelik (101-105 h. /720-724 m.) ve Hişam b. Abdülmelik (105-125 h.
/724-743 m.) devirlerinde basılmış dinarların ağırlıkları da 4.15 gr ile 4.25
gr. arasında değişmektedir. Bu paraların çapları l8 mm. ile 20 mm. arasındadır.
Madeni paraların kullanıldıkça yıprandığı hatta bazı kötü niyetli kişiler
tarafından törpülenerek tozundan istifade edildiği bilindiğinden, çapı 20
mm'den az olanların yıprandığı anlaşılmaktadır. Çünkü 4.25 gr. ağırlığındaki
paraların tamamı 20 mm. çapındadır. Buna göre bir dinarın ağırlığını 4.25
gr. saymak isabetli olacaktır.
Bu devirde basılmış bulunan gümüş paraların
ağırlıkları da 2.15 gr ile 3 gr. arasında değişmektedir[696].
Dinarla dirhemin ağırlıkları arasında yediye onluk bir
oran (vezn-i seb’a) bulunduğu için dinarın ağırlığı 4.25 gr. olursa dirhemin
ağırlığı 2.975 gr. olur. Müzede bulunan en ağır dirhem 3 gr. olduğundan arada
binde yirmibeşlik bir fark vardır. Bu fark tartıdaki bir hatadan kaynaklanmış
olabilir. Buna göre bir miskalin 4.25 gr. bir dirhemin de 2.975 gr. kabul
edilmesi uygun olur. Dolayısıyle zekat nisabı olan 20 miskal altın 85 gr. ve
200 dirhem gümüş de 595 gr. olur.
En ağır Bizans dinarının 4.35 gr. en ağır dirhemin de
3 gr. gelmesinden hareketle dinarın ağırlığını 4.35 gr. saymak da mümkündür.
Bu durumda dirhemin ağırlığının 3.045 gr. olması gerekir. Buna göre zekat
nisabı olan 20 miskalin ağırlığı 87 gr. 200 dirhemin ağırlığı da 609 gr. olur.
Ömer Nasuhi BİLMEN’in arpa kriterini kullanarak
yaptığı dirhem-i şer’i hesabına göre
bir miskal 4.007 gr. ve bir dirhem de 2.805 gr. dır[697].
Bu durumda altının zekat nisabı 80.14 gr. ve gümüşün nisabı da 561 gr. olur.
Diyanet İşleri Başkanlığının arpa kriterine dayanarak yaptığı tespite göre 20
miskal altın 80.18 gr, ve 200 dirhem gümüş te 561.26 gr. olur. Diyanet, 1
dinarı 4.009 gr. bir dirhemi de 2.806 gr. saymış olmaktadır[698].
Yukarıdaki
tespitler, 1 birim altının 7 birim gümüş değerinde olduğu zaman yapılmıştır.
Bu değerler zamanla gümüş aleyhine değişmiştir. 1 Ekim 1999 günü ilan edilen
fiyatlara göre 1 gr. 24 ayar altının satış fiyatı 4.435.000 TL. olduğu halde
1gr. 900 ayar gümüşün satış fiyatı da 77.400 TL.dir[699].
Demek ki, bu tarihte 1 birim altın yaklaşık 57 birim gümüş değerine
yükselmiştir.
Darphaneler, altın ve gümüş paraları basmak için yüzde
bir veya daha az darb ücreti[700] alıyordu. Hem basım ücreti hem de bunların
ağırlık ve ayarına duyulan güven, basılı paraları külçelerinden değerli
kılıyordu. Diğer yandan bu paraların kullanıldıkça yıpranması maden miktarını
azaltıyordu. Sonuçta bunların maden değeri dolaşımdaki değerlerine eşit
denebilecek kadar yakın hale geliyordu. Dolaşımdan kalkmaları halinde,
yenileriyle kolayca değiştirilmekteydi[701].
Elinde altın ve gümüş bulunan kişiler de darp ücretini ödemek şartıyla onları
darphaneye götürüp para bastırabiliyorlardı[702].
2- Düşük ayarlı altın ve gümüş paralar
Madeni para sisteminde para miktarını artırmak için
daha çok altın veya gümüşe sahip olmak gerekir. Eğer bu yoksa altın ve gümüşün
içine başka madenleri katmak suretiyle de para miktarı artırılabilir. Katkı
maddesi, saf altın veya gümüşten az olunca, değeri düşse de bunlar gene altın
veya gümüş para sayılırlar. Bunların gümüşten olanına gene dirhem, altından
olanına da dinar denir. Ancak
darphaneler, düşük ayarlı altın ve gümüşten şahıslar hesabına para basamazlar[703].
Katkı maddesi, altın ve gümüşten fazla olanına mağşuş
para denir. Onlar ufaklık paralar (fülus) gibi değerlendirilirer[704].
3- Ufaklık paralar ( fülus)
Bunlar bakır, nikel ve bronz gibi madenlerden basılan
paralardır. Bu paralara fels (çoğulu
fulûs) adı verilir.
Felsin öz kıymeti dolaşımdaki kıymetinden düşüktür.
Dolaşımdan kalkınca para olma özelliğini kaybeder ve ancak maden değeri kadar
bir değere sahip olur.
Fels basımı devletin tekelindedir. Şahıslar hesabına
fels basılamaz. Felsin gerçek değeri ile dolaşımdaki değeri arasındaki fark
hazinenin geliri sayılacağından fels basımı devlet için önemli bir gelir
kaynağıdır.
Osmanlı sultanı II. Süleyman’ın saltanatı yıllarında
(l687 m./l099 h.) hazinenin çektiği sıkıntılar dolayısıyla ikisi bir akçeye
eşit olmak üzere 1.70 gr. ağırlığında saf bakırdan mangır basılmıştı. Halk
mangırı benimseyince değeri yükseltilmiş ve bir mangırın bir akçe[705] yerine geçmesi emrolunmuştu[706].
Ufaklık paranın ekonomi üzerinde etkisi az ve para
olarak kullanma sahası dardır. Meselâ Hanefî[707],
Şafiî[708] ve Hanbelî[709] mezhebi fakihleri, fülusun mudarebe sermayesi
olamıyacağı hussunda ittifak etmişlerdir. Mâlikîler ile Hanefî Mezhebinden
İmam Muhammed bu görüşte değildir[710].
Fülusu kabul mecburiyetinin belli bir sınırı vardır.
Büyük meblağlar bu para ile ödenmez[711].
B- Kağıt Paralar
Kağıt paralar,
kağıttan üretilen ve üzerinde yazılı değerle dolaşımda bulunan ödeme
araçlarıdır. Bunları, karşılığı olan ve olmayan kağıt paralar diye ikiye
ayırabileceğimiz gibi devlet tarafından
basılan kağıt paralar ve özel kişi ve kuruluşlar tarafından piyasaya sürülen
kağıt parlar (banknot, tahvil, çek vs.) diye de ikiye ayırmamız mümkündür.
1- Karşılığı olan kağıt paralar
Bunlar, devlet hazinesinde, bankerlerde veya bankalarda
karşılığı kısmen veya tamamen var olan
ya da ileri bir tarihte karşılığının ödeneceği vadedilen kağıt paralardır.
Bunları da devletin bastığı karşılıklı kağıt para ve özel kişi ve kuruluşların
bastığı karşılıklı kağıt para diye ikiye ayırabiliriz.
a- Devletin bastığı karşılıklı kağıt para
Bunlar belli ağırlık ve ayarda altına veya gümüşe
karşılık basılıp dolaşıma çıkarılan kağıt paralardır. Bunların tamamının veya
bir bölümünün karşılığı altın veya gümüş olarak devlet hazinesinde bulunur.
Eğer hazinede karşılığı yoksa belli bir tarihte karşılığının tastamam
ödeneceği vadedilir. Bu şekilde hem değeri garanti edilmiş , hem de dolaşıma
çıkacak kağıt para miktarı sınırlanmış olur.
Osmanlı Devleti karışlıklı kağıt para çıkarmıştır. İlk
çıkarılan paranın karşılığı hazinede yoktu. Sultan Abdülmecid’in tahta geçişinin
ikinci senesinde (l256 h./ l840 m.) her birinin kıymeti bir kese yani beş Osmanlı
altını olmak üzere toplam otuzikibin keselik kâime çıkarılmıştı. Bu kaimeler
yüzde sekiz faizli idi ve bedellerinin sekiz sene sonra ödeneceği vadediliyordu[712] .
Bunlar bugünkü gibi kağıt para değil, altın karşılığı
çıkarılmış ve para gibi dolaşımı mecburi tutulmuş birer devlet tahviliydi.
İlk faizsiz kaimeler l850 senesinde dolaşıma çıkarılmıştır.
Kaimeler zaman zaman dolaşımdan kaldırılmış, sonra
tekrar dolaşıma sokulmuştur. Kaime çıkarma işi aralıklı olarak Birinci Dünya
Savaşının sonuna kadar sürmüştür[713].
Bu sistemde dolaşıma çıkan para miktarının, hazinedeki
kıymetli maden stoku ile sınırlı olması veya karşılığının ileride altın olarak
ödenecek olması, her ne kadar değerini garanti altına alıyor gibi gözüküse de
paranın kağıt haline gelmesi ciddi problemler doğurmuştur.
Sultan Abdülmecid padişah iken1857'de (1274 h.) kaimelerin
değeri önemli ölçüde düşmüş, yüzlük altın yüzatmış kuruşa çıkmıştı. Bu,
bildiğimiz Osmanlı altınıdır. Ona 1 lira denirdi. 7.2 gr. ağırlığındadır.
Değeri gümüş kuruşla yüz kuruş olduğu için yüzlük altın da deniyordu. Yüz
kuruşluk kaime bir altına bedel sayılırdı. Altının değerinin artması kaimenin
değer kaybettiğini gösteriyordu. Kaimenin değeri gittikçe düşüyor ve
muameleleri ters yönde etkiliyordu. Bu durum devam ettikçe mali işlerin
düzeltilemeyeceği anlaşıldı ve Nisan l859’da (Şevval 1276) kâimenin
kaldırılmasına karar verildi. Bu iş için kurulan komisyonun başına Ahmed
Cevdet Paşa getirilmişti. Paşa o zamanki durumu şöyle anlatmaktadır:
“ ... Ekonomik sıkıntılar had safhaya ulaşmış,
kaimenin değer kaybetmesi oranında altının fiyatı günden güne artarak işleri
sekteye uğratmıştı. Böyle devam ederse ekonominin düzeltilemeyeceği anlaşıldı.
Bunun üzerine Sadrazam Rüşdi Paşa, kaimenin kaldırılmasına, karşılığını temin
etmek için de İstanbul’un akarlarından[714] yardım toplanmasına karar verdi. Bu işlerin
yürütülmesi için de benim başkanlığımda bir komisyon kurdu. Bu önemli iş için
bir kaç ay uğraştık. Kaimeler toplandıkça Bâbıâlide, halkın gözü önünde
yakılmasını Rüşdi Paşa’ya hatırlattım.
“ - Yok, o bizim işimiz değildir, Maliye Nezaretinin
işidir, bizim işimiz kaimeleri toplamaktır.” dedi.
“ - Kaimeler
geldikçe takım takım yakılırsa halka bir güven gelir, bizim de tam bir
samimiyetle yardım toplamaya yüzümüz olur.” dedim. Fakat kimsenin aklını
beğenmez biri olduğundan bu teklifi kabul etmemişti.
Kaimeler toplandıkça maliye hazinesine gönderiyordum.
Bu şekilde kaimenin büyük bir kısmı toplandı. Kalan kısım beşyüzbin kesenin
altına inince altının fiyatı düşmeye başladı. Bu kaimeler yalnız İstanbul’a
mahsustu. İstanbul dışında geçmezdi. Bu tecrübeden anlaşıldı ki, İstanbul
ancak beşyüzbin keselik kaimeyi kaldırabiliyor, daha fazlasına tahammül
edemiyormuş. Hazine sıkıldıkça kaime bastığından kaimenin değeri düşmüştü.
Kaime miktarı beşyüzbin keseye inince kıpırdamalar
olmuş, ikiyüzbin kesenin altına düşünce yüzlük altın 105 kuruşa inmişti.
Fakat kalan yüzellibin keseliğin karşılığı olmadığından Rüşdi Paşa onu bulmakla
meşgul oluyordu.
Bu sırada Sarayda paraya şiddetle ihtiyaç
duyulduğu, Maliye Nazırı Hasib Paşa’dan
büyük miktarda para istendiği, onun da yakılsın diye gönderdiğimiz kaimelerden
yüzbin keseliğini Saraya verdiği gizlice işitildi.
Rüşdi Paşa hasta oldu veya hasta görünerek haremden
dışarı çıkamaz oldu. Ramazan da gelince kaime toplama işi durdu. Ramazan
Bayramında bayramlaşma yerinde iken, bazı engeller sebebiyle kaimenin
arkasının alınamadığı özür mahiyetinde belirtilerek bayramdan sonra
tamamının yakılacağı ve bir tanesinin görülmeyeceği ilan olundu. ...[715]”
Sultan Abdülaziz devrinde (1277-1293 h. / l861-1876
m.) ikibuçukmilyon keselik kaime basılmış, çok sayıda kaimenin dolaşıma çıkarılması
değerini düşürmüştü[716].
Ahmed Cevdet Paşa, bu sırada meydana
gelen olayları şöyle anlatır:
“1278 senesi Cemaziyelevvelinin sonlarında (Aralık
l861 başları) İşkodra’dan[717] İstanbul’a geldim. Hazineyi fevkalâde bir
darlık içinde buldum. Bu sırada Fuad Paşa’nın sadrazam olduğunu ve Suriye’den
gelmekte olduğunu öğrendim.
Fuad Paşa henüz İstanbul’a gelmeden, bir gün yüzlük
altın kaime olarak 300 kuruşa çıktı. Ertesi gün üçyüzü geçti. Sonra dörtyüze
varır varmaz kaime hiç geçmez oldu. Halbuki, halkın elinde hep kaime
bulunuyordu, pek çok kimse aç kaldı.
Nakdi (yani altın veya gümüş parası) olanlar da
ihtiyaten üçer, beşer günlük ekmek aldılar. Fırınlardaki ekmekler bitti ve
sonraya kalanlar ekmek bulamaz oldular. Fazla
alanlardan zorla almaya kalkıştılar, dükkanlar kapandı. İstanbul’u bir
acaib dehşet istila etti. Her kes ne yapacağını şaşırdı. Gece vükelâ (
bakanlar) toplanıp durumu sabaha kadar tartıştılar. Sabaha karşı dellallar;
"Padişahımızın tenbihi var, camiye geliniz.” diye bağırdılar. Herkes
merakla camilere gitti, tenbihleri dinlediler.
Özet olarak, kağıdın (kağıt paranın) böyle itibarının düşmesine sebep
olan bozguncuların cezalandırılacağı ve yüzlük altını yüzatmış kuruştan
fazlaya alıp verenlerin hapsedileceği bildiriliyor, dükkanların açılması ve
herkesin alış verişle meşgul olması tenbih ediliyordu.
Hemen o gün Havyar Hanı kapandı ve hava alıp satan bozgunculardan
bazıları hapsolundu. Hükümet tarafından 160 kuruşluk kaimeye bir altın verilerek
alım satıma başlandı. Binlerce kişiye altın yetiştirmek mümkün olamayacağından
kalabalığı yarıp geçerek bir altın alanların ekseriya elbiseleri yırtılıp zararlı
çıkıyorlardı.
Büyük alım satımlar durmuştu ama esnaf arasında bu
fiyatla kaime geçerli olarak ufak tefek alım satımlar yapıldı. Sonra Fuad Paşa
İstanbul’a gelip işe başladı.
Fuad Paşa durumu açıkca Padişaha izah etti, gerekli
tedbirleri aldı. Avrupa‘dan büyük miktarda borç alarak hazineye biraz nefes
aldırdı ve hemen kaimenin kaldırılmasına karar verdi[718].
Fuad Paşa’nın Avrupa’dan aldığı yüklü borç karşılık
tutularak kaimenin kaldırılması için kurulmuş komusyonlarda bulunuyordum. Fuad
Paşa’nın görüşü, devletin 100 kuruş olarak çıkarmış olduğu kaimeye yine yüz
kuruş ödemiş olmak için %40 nakit, %60 da konsolid[719] verilerek kaimelerin kaldırılmasıydı.
Çoğunluk onun görüşünü benimsedi. Benim görüşüm ise yüzlük kağıda bir
ellilik vermek idi. Fakat azınlıkta kaldım. Çoğunluğun görüşüne uyuldu ve
devlet hazinesi bir çok konsolid borcunu yüklenmiş oldu.
... 1279 senesi Rebiülevveline rastlayan Ağustos ayı
(l862) sonunda kaimeler tamamen dolaşımdan kaldırılmıştı[720].”
b - Özel kişi ve kuruluşların bastığı karşılıklı kağıt
para
Bunları banknot, tahvil, ve çek olarak
sınıflandırabiliriz.
1) Banknot
Banknot bugün daha çok kağıt para anlamında kullanılır
ama başlangıçta bir borç senedi niteliğindeydi. Ya belli bir süre sonunda ya
da her istendiğinde karşılığını ödemek gerekirdi.
Eskiden bankalara veya bankerlere kıymetli madenler
veya madeni paralar emanet bırakılır, onlar buna dair bir belge verirlerdi.
Bu belgeye banknot veya makbuz (sertifika) adı verilirdi. Bunlar belli miktar
ve ayardaki madeni temsil ediyorlardı.
Bankalar ve bankerler yalnız altın ve gümüşü emanet
olarak bırakanlara değil kendilerinden borç isteyen kişilere de banknot tanzim
ederek verirlerdi. Kıymetli madenlerin taşınmasındaki güçlükleri, aşınmaları,
çalınmaları ve tağşişi[721] önlediği için bu belgeler geniş bir kulanım
sahası bulmuşlardı[722].
Banknotlar, para gibi dolaşmaya, onun gibi iş görmeye
başladı. Böylece bankalar ve bankerler de para basmış oldular. Bu yeni parayı
toplum benimsedi ve ona güven duydu. Derken banknotu getirip karşılığını
alanların sayısının fazla olmadığı görüldü. Bundan, emanetteki altın ve
gümüşten daha fazla miktarda banknotun piyasaya sürülebileceği ortaya çıktı[723].
Bu fazlalık, hem dolaşımdaki parayı hem de bankerlerin kârlarını artırıyordu.
2) Tahvil
Tahvil, faizli borç senedidir. Verdikleri borca
karşılık tahvil alanlar, onun faizinden yararlanırlar. Bankanın, mevduat
sahiplerine tahvil verdiğine ve bunun para olarak kullanıldığına rastlanmaktadır.
Osmanlı Bankasına 4 Şubat l863’te her biri 200 kuruşluktan az olmamak üzere tahvil
çıkarması ve bu tahvillerin para gibi kullanılması imtiyazı verilmişti.
Banka, ilk iki sene bu tahvillerin yarısı kadar nakit bulunduracaktı. Bu
müddet geçtikten sonra nakit bulundurma mecburiyetinin en az üçte bire ineceği
kabul ediliyordu[724].
Osmanlı Bankası bu şartlarla para basmış ve dolaşıma çıkarmıştı[725] .
3) Kaydî Para (Çekler ve hesaplar arası nakiller)
Eskiden bankerlerin ve bankaların kendilerinde bulunan
altın ve gümüşü karşılık göstererek banknot çıkarması gibi bankalar da kendilerinde
bulunan paraları karşılık göstererek kaydî para üretirler. Bu işi cek ile
yaparlar. Çünkü onlar, mevduat sahiplerinden kimine çek koçanı verirler. Çek,
bir ödeme emrinden ibarettir. Şekil şartlarına uygun olsun diye ilgili banka
tarafından bastırılır. Bu çeki yanında bulunduran kişi, bir yerden bir mal
veya hizmet satın alır ya da başka bir borcunu ödemek isterse nakit para yerine
muhatabına bir çek yazıp verebilir. Böylece o bankaya, çekte yazılı miktarda
bir ödeme yapması için emir vermiş olur. Banka bu emre uygun olarak ilgili
kişiye gerekli ödemeyi yapar.
Banka, faizli kredi verir ve kredi verdiği kişi adına
vadesiz mevduat hesabı açar. Sonra o krediyi vadesiz mevduat hesabına
kaydeder. Böylece bu kişi, bir taraftan bankaya boçlu diğer taraftan da ondan
alacaklı olur. Borcu vadeli, alacağı vadesizdir. Vadesiz alacağını kullanması
için banka ona bir çek koçanı verir. Verilen kredi vadesiz mevduat hesabına
aktarıldığı için para bankadan çıkmamış olur. Banka, kasasında olan bu
parayı, bir başka müşteriye tekrar kredi olarak tahsis eder ve onun için de bir
vadesiz hesap açarak verdiği krediyi oraya kaydeder. Krediyi kullansın diye ona
da bir çek koçanı verir. Böylece zincir halkalar halinde uzar gider. Eğer
merkez bankasının aldığı tedbirler ve kasada ihtiyat bulundurma mecburiyeti
olmasa banka, sistemine giren bir mevduatı sınırsız kere borç verebilir. Çek
kullananlar, ödemeleri nakit olarak değil, bu çeklerle yaparlar. Çeklerin
karşılığı tam olarak bankada bulunmadığı, sadece kayıtlarda gözüktüğü ve bu
çekler para gibi dönüp dolaştığı için bunlara kaydi para denir.
Kaydi paranın ilk örnekleri madeni para sisteminin
yaygın olduğu devirlere dayandırılır. Rivayete göre İngiltere Kralı I.
Charles, 1640 tarihinde Londra kalesindeki darphanede bulunan ve tüccarlara
ait olan kıymetli madenlere ve taşlara zorla el koymuş. Bunun üzerine
bankerler, özel kasalar yaptırarak tüccarların ve soylu kişilerin kendilerine
emanet bıraktığı altın ve gümüşü kendi varlıklarıyla birlikte saklamaya başlamışlar.
Kendilerine emanet olarak külçe veya sikke bırakanlardan bazısına hamiline
yazılı makbuz (tahvil veya banknot) vermişler, bazısına da hesap açmışlar.
Yazılı talimat verdiği taktirde bu hesaptan onun adına ödeme yapmayı kabul
etmişler. Hesap sahibinin talimatı bir çek görevi görüyormuş. Hamiline yazılı bu çekler ve makbuzlar
(banknotlar) piyasada para gibi kullanılmaya başlamış. Hatta bir kısım iş
adamları da bu çek ve makbuzlara daha çok güveniyor ve onları nakitlere tercih
ediyorlarmış. Çünkü altın ve gümüş paralarda ağırlık ve ayar büyük önem taşır.
Bankerler bu konularda uzman olduklarından onlarda bulunan paranın ağırlık
ve ayarına güvenilmesi tabiidir.
Bankerler, kasalarındaki altın ve gümüşlerin fazla
talep edilmediğini, çek ve makbuzların tercih edildiğini görmüşler. Bunu
fırsat bilmişler ve ellerindeki altın ve gümüşlerin, nakit talebini karşılayacak
kadar olmasına dikkat ederek kredi isteyenlere hamiline yazılı makbuz (banknot
veya sertifika) vermeye veya çek yazabilecekleri birer cari hesap açmaya
başlamışlar. Böylece verdikleri kredi, elerindeki altın ve gümüş stokunun bir
kaç katına çıkmış, piyasayı bu çek ve makbuzlar sarmış.
Kasalarına giren her altının kendilerine bir kaç kat
kredi açma imkanı sağlaması bankerleri yeni mevduat aramağa sevketmiş.
Kendilerine emanet bırakılan paralardan dolayı koruma ücreti almaları
beklenirken mevduat sahiplerine %6 faiz ödemeye başlamışlar. Böylece
kendilerine daha fazla mevduat gelmesini
sağlamak istemişler. Mevduata ödedikleri faizle krediden aldıkları
faizin bir birine yakın denecek kadar az olmasına rağmen bunların
zenginliklerini nasıl artırdığını bir çok kimse anlayamamış[726].
Bankalar da benzeri bir tecrübe yaşamışlardır. Onlar
vadeli mevduattan zaten kredi verirlerdi. Çünkü vadeli mevduat, olağanüstü
bir durum olmadıkça vade bitiminden önce talep edilmez. Fakat vadesiz mevduat
her an çekilebilir. Bankalar, vadesiz mevduattan da kredi verilebileceğini
keşfetmişlerdir. Çünkü tecrübeler, bu hesapların uzun vadede fazla değişmediğini,
vadesiz mevduat hacminin oldukça düzenli yürüdüğünü, bazı hesaplar çekilse de
açılan yeni hesapların sağladığı fonlarla kayıpların giderilebildiğini
göstermiştir. Ancak her şeye rağmen beklenmedik nakit talebi olabilir ve bankalar
sıkıntıya düşebilirler. Bu sebeple ihtiyatlı bankacılar mevduatın belli bir
kısmını kasalarında nakit şeklinde tutarak bu poblemi halletmeye çalışmışlardır.
Buna bankacılık dilinde kasa ihtiyatı veya
munzam karşılık denmektedir.
Bankaların kaydî para mekanizmaları şöyle işler:
Bankaya bir
milyon liralık mevduat yatırıldığını düşünelim. Banka bu paraya dayanarak kendine gelen kredi
taleplerini karşılar. Birinci kişiye bir milyonluk kredi açar, bunu onun cari
hesabına kaydeder ve ona bir çek koçanı verir. Para bankadan çekilmediği için
onu, aynı usulle ikinci müşteriye kredi olarak tahsis eder. Onun için de bir
cari hesap açar ve bir çek koçanı verir. Bu işlemi üçüncü, dördüncü, beşinci
ilh. müşterileriyle yapar gider. Böylece kendine yatırılmış olan bir milyonu
onlarca müşterisine borç vermiş ve bu borcun kullanıldığı çekler yoluyla
piyasaya bol miktarda kaydi para sürmüş olur. Bunun bir sınırı yoktur. Bir
milyon liralık mevduat sebebiyle nazari olarak toplam bir trilyon, hatta daha
çok kaydî para çıkarılabilir. Bunun yürümesi için bankadan nakit talebinin
olmaması gerekir.
Ama elinde çek bulunan kişiler veya vadesiz mevduat sahipleri
bankadan nakit para çekmek isteyebilirler. Bunu karşılamak için bir miktar
kasa ihtiyatı bulundurmak gerekir. Günümüzde bankalar kasa ihtiyatı bulundurma
zorundadırlar. Bu sebeple çıkaracakları kaydi paranın belli bir sınırı vardır.
Bir bankanın bulundurması gereken ihtiyat oranı %10
ise kendine yatırılan bir milyon liralık mevduat ile şu şekilde bir kaydi para
ihracı seyri meydana gelir :
İşlem |
Mevduat |
İhtiyat |
Kredi |
1. |
1.000.000. |
100.000 |
900.000 |
2. |
900.000 |
90.000 |
810.000 |
3. |
810.000 |
81.000 |
729.000 |
4. |
729.000 |
72.900 |
656.100 |
n |
... |
.... |
..... |
Toplam kaydi para miktarı 9.000.000
Mevduatın vadesiz olduğunu ve hesap sahibinin onu
çekle kullandığını düşünürsek kaydi para miktarı on milyona çıkar.
Banka, yaptığı ilk işlemde bir milyon liranın
yüzbinini ihtiyat olarak ayırmış, 900 bin lira kredi vermiştir. Bu 900 bini vadesiz
hesaba kaydettiği için tekrar kredi açma imkanı doğmuş, bu defa onun 9 binini
ihtiyat olarak ayırıp 8l0 bin lirasını ikinci kişiye kredi olarak vermiştir.
Bir kaç işlemden sonra kredi verdiği miktar dokuz milyona, vadesiz mevduat
sahibine verdiği çekle birlikte ihraç ettiği kaydî para on milyona çıkmış
olur.
Çeki yazan kişi
gibi alacağını çekle tahsil eden kişinin de bir bankada vadesiz mevduatı
olabilir. Zaten bankalar, vadesiz mevduat hesabı olmayan kişilere çek
kullandırmazlar. Çek alış verişi çoğunlukla çek kullanan kişiler arasında
olur. Alacaklı taraf, çeki bizzat tahsil etme yerine hesabının bulunduğu bir
bankaya verir ve tahsil işini banka yürütür. Eğer borçlu ve alacaklının hesapları aynı bankada ise, önce borçlu
müşterisinin hesabından çekde yazılı meblağı düşer, sonra onu alacaklının
hesabına kaydeder. Böylece kasadan her hangi bir nakit çıkışı olmadan işlem
tamamlanmış olur.
Alacaklı ve borçlunun hesapları farklı bankalarda
olması halinde de borç ve alacak işlemi
yine araya nakit girmeden tamamlanabilir. Çünkü bu bankanın müşterisi nasıl
karşı bankanın müşterisine borçlu ise, onun başka müşterisi de bu bankadaki
bir müşteriye borçlu olabilir. Mesela bunlardan biri yüzmilyon ödenmesi için
bir çek yazmıştır. Karşı bankanın müşterisi de bu bankanın bir müşterisine
aynı tarihte yüzmilyon ödenmesi için bir çek yazmış olabilir. Bu iki veya daha
fazla borç karşılıklı takas edilir. Bankaların çok sayıda şubeleri ve bu
şubelerin her birinin çok sayıda müşterisi olduğu için takas işlemlerinin
nihai durumuna göre bu bankaların birinden diğerine ya hiç nakit çıkışı
olmaz, yada az bir nakit çıkışı ile işlem tamamlanmış olur.
Takas işlemi iki banka arasında değil, bütün bankalar
arasında yapılır. Birinci banka, ikinci bankadan alacaklı, üçüncüye borçlu;
ikinci banka da üçüncü bankadan alacaklı olabilir. Karşılıklı borç ve alacaklar
eşit ise hesaplar arasında kaydi ayarlamalar yoluyla işlem bitirilir. Eğer bir
fazlalık varsa yalnızca bu fazlalık için, borçlu banka alacaklı bankaya ödeme yapar.
Bu işlemler takas (clearing) odası aracılığıyla yürütülür.
İhtiyat oranı
azalırsa bankanın çıkarabileceği kaydi para artar. Eğer oran %5 olursa kaydi
para, mevduatın yirmi katına çıkabilir. İhtiyat oranı artırılınca da kaydi para
miktarı düşer. Mesela oran %20 olursa kaydi para miktarı mevduatın beş katı
kadar olabilir. Bunun şöyle bir formülü vardır :
M = N/r, yani
kaydi para miktarı = İlk mevduat / ihtiyat oranı
Devletler daha çok enflasyon dönemlerinde ihtiyat
oranını artırır, deflasyon veya durgunluk dönemlerinde düşürürler[727].
Her bankanın kanuna ve nizama uymayacağı, bunlardan
bir kısmının çek imkanını istismar ederek daha fazla kaydi para ihraç
edebileceği düşünülürse kaydi para miktarının daha büyük boyutlara ulaşacağı
tahmin edilebilir. Şuna dikkat çekmek gerekir ki, burada sözü edilen
çeklerin tamamı vadesiz, günlük çektir. Vadeli çek konusu aşağıda gelecektir.
2- Karşılığı olmayan kağıt para
a- Devletin bastığı karşılıksız kağıt para
Bugünkü kağıt paralardan hiç birinin altından veya
gümüşten bir karşılığı yoktur. Yani hazineler veya merkez bankaları, kendilerine
getirilecek kağıt para karşılığında bir şey ödeme yükü altında değillerdir. Bu
paralar, kanun gücüyle desteklenen ve alışkanlıkla dolaşıma devam eden ödeme
araçlarıdır. Bugün bütün dünyadaki para sistemi böyledir[728].
Kağıt para rejiminde basılacak para miktarını para
otoritesi belirler. Tüccar senetleri, hazine bonoları, altın, gümüş ve
tahviller; kamu kuruluşlarına ait borçlar ve döviz alımları karşılığında para
basılması olağan karşılanır. Bu sistemde paranın rahatlıkla dövize
çevrilebilmesi ve ihtiyaçları karşılyayacak bir altın stokunun bulundurulması
yeterli görülür[729].
Bugünkü kağıt para sisteminde para basımını sınırlayan
bir şey de yoktur. Bütçe açıklarını kapamak, kamu iktisadi kuruluşlarının
(KİT’ler)[730] para ihtiyaçlarını, hatta zararlarını
karşılamak için, bankaların iskonto ettikleri tüccar senetlerini merkez
bankasına yeniden iskonto (reeskont) ettirmesi üzerine para basılması, para
miktarının çoğalmasına ve değerinin önemli ölçüde düşmesine yol açmaktadır.
Madeni paralar gerçek bir değere sahipti. Bir altın
veya gümüş para, dolaşımdan kaldırılsa bile dolaşımdaki kıymetine çok yakın
bir kıymete sahip bulunuyordu.
Kıymetli maden karşılığı basılan kağıt paranın, bizzat
bir maddi değeri yoktu, fakat belli miktarda altın veya gümüşü temsil ederdi.
Bugünkü kağıt paralar ise üzerlerinde yazılı itibari değer dışında hiçbir gerçek değere sahip değillerdir. Bu
sebeple para otoritesinin kararları veya çeşitli psikolojik sebepler, paranın
değerini değiştirebilmektedir. Dolaşımdan kaldırılınca da hiç bir değeri
kalmamaktadır.
Bankaların ürettiği kaydi para ise elden-ele dolaşan
kağıt şeklinde herhangi bir nesne dahi değildir. Bugün, bir de büyük haksızlıklara
ve karmaşaya yolaçacağa benzeyen bilgisayar parası ortaya çıkmıştır. Kaydî
para merkez bankalarının kontrolündedir. Bugün para transferlerinde birinci
sıraya çıkan bilgisayar parası nasıl kontrol edilecek ve bu konuda ortaya
çıkacak ihtilaflar nasıl çözülecektir. Doğrusu para konusunda ciddi bir
tıkanma vardır. Para olarak kullanılan araçlarda maddilikten maddesizliğe,
somutluktan soyutluğa doğru bir gidiş vardır.
b- Özel kişi ve kuruluşların bastığı karşılıksız kağıt
para
Özel kişi ve kuruluşlar devlet gibi para basamazlar.
Düzenledikleri banknot, tahvil veya çeklerin karşılığını bir gün mutlaka
ödemeleri gerekir. Bunların karşılıksız olmasından kasıt, düzenlendikleri
sırada karşılığının bulunmamasıdır.
1) Banknot ve tahvil
Yukarıda Osmanlı Bankası tarafından ihracına müsade
edilen tahvillerin sadece bir kısmının karşılıklı olduğu, kalanının
karşılığının olmadığı ifade edilmişti.
3 Temmuz l915’te çıkarılan bir kanunla Osmanlı Bankası
tarafından dolaşıma çıkarılacak banknotların ülkenin her trafında, gerek
devletle vatandaş arasında ve gerekse vatandaşlar arasındaki ilişkilerde tıpkı
para gibi dolaşımı mecburi tutulmuştu. Bu kanun yürürlükte bulunduğu sürece
Osmanlı Bankası banknot bedellerini ödemekle sorumlu tutulmuyordu[731].
2) Vadeli çekler
Çek, bankada bulunan hesabtan ödeme yapılması için
verilen yazılı talimattır. Hesapta para yoksa çek kesilmesi söz konusu olamaz.
Dolayısiyle çekin vadelisi olmaz, onunla bankaya başvurulunca hesapta para
varsa banka, tarihine bakmaksızın çekin karşılığını ödemek zorundadır.
Uygulamada buna uyulmadığı ve vadeli çeklerin para
gibi dolaşarak para miktarını önemli ölçüde artırdığı görülmektedir. Bu aynen
karşılıklı kağıt para rejiminde devletin, ileri bir tarihte bedelini ödemek
üzere banknot çıkarmasına benzer bir işlemdir. Bunun Osmanlı Devletini ne gibi
sıkıntılara soktuğunu yukarıda, Ahmet Cevdet Paşa'nın hatıralarında görmüştük.
Vadeli çeklerin bugünkü ekonomi üzerinde tahribatının olduğunda da kuşku
yokur.
II- PARANIN ÖZELLİKLERİ
Paranın iktisadî ve hukukî özellikleri vardır.
A- Paranın İktisadi Özellikleri
1- Para hazır satınalma gücüdür.
İstediğimiz mal ve hizmeti onunla hemen
satınalabiliriz. Para dışındaki şeylerle bir mal veya hizmeti satınalmak
zordur. Para her yerde, herkes tarafından kolayca kabul edilebilir ama para
dışındaki şeyler öyle değildir.
2- Paraya doyum olmaz
Saklanması ve taşınması kolay ve insanların ona olan
rağbeti devamlı olduğu için paraya olan arzunun sınırı yoktur. Ama yemenin,
içmenin, giyinme ve barınmanın bir sınırı olur.
3- Paraya gösterilen itibar, değerini korumasıyla
orantılıdır.
Düzenli olarak değerini koruyan para itibarlı paradır.
Değerini koruyamayan para, insanları kendinden kaçırır. Herkes onu kısa sürede
elinden çıkarmak ve değerini koruyabilen şeylerle değiştirmek ister.
"Kötü para iyi parayı kovar." denmesi bundan dolayıdır.
4- Para nadir olur.
Nadir olması zor elde edilmesine ve değerini
korumasına sebep olur.
5- Paraya güvenilmelidir.
Paraya olan güven, para otoritesine olan güvenle
ilgilidir. Kıymetli maden olarak basılan paralarda bu o kadar önemli değildi.
Ama bugün herhangi bir karşılığı olmadan basılan kağıt paraya güvenebilmek
için onu çıkaran otoriteye güvenmek gerekir. Bu güveni sarsan her davranış,
paranın değerini doğrudan etkiler. İktisadi hayatın, tabii kurallar içinde
yürümesi için paraya olan güvenin devamlı olması gerekir.
B - Paranın Hukukî
Özellikleri
Paranın hukuki özellikleri ile iktisadi özeliklerini
ayırmak zordur. Biz bu başlık altında hukuki ilişkiler açısından paranın
özelliklerini ortaya koymaya çalışacağız.
1 - Para bir hak ölçüsüdür
Ücretler, kira bedelleri, borçlar, nakdî ceza ve
tazminatlar büyük ölçüde para ile belirlendiği için para bir hak ölçüsüdür.
Para değerinin değişmesi, haksızlığa ve zulme yolaçar.
2 - Para özel bir maldır
Para diğer mallar gibi ihtiyaçları doğrudan gidermez.
Yenilip içilmez, sofranın ekmeği, duvarın tuğlası olmaz. Ama ihtiyaçların tatminine
vasıta olur. İhtiyaç duyduğumuz mal veya hizmeti onunla satınalırız.
Paranın üretimi diğer malların üretimi gibi değildir.
Fırın, tuğla harmanı ve lastik fabrikası kurabilirsiniz ama para basma faaliyetinde
bulunamazsınız. Bu faaliyet, ancak kamu adına devlet tarafından dikkatli ve
özenli olarak yapılabilir. Eskiden altını ve gümüşü olan herkes darphanede
kendisi için para bastırabilirdi ama kendi adına darphane kuramazdı. Bu
haliyle para, o zaman da devlet tarafından
basılmış olurdu.
Bu sebeple para diğer mallar gibi bir mal değil, özel
bir maldır. Onun alım satımı da diğer mallardan farklı ve kendi tabiatına
uygun olarak yapılmalıdır. Altın Gümüş ve Para Alım Satımı başlığı altında bu konu işlenecektir.
3- Para tayinle taayyün etmez
Yani bir malı
veya hizmeti satınalırken gösterilen paranın kendisini vermek gerekmez. Onun
yerine aynı para biriminden ve aynı değerde bir başka para verilebilir. Çünkü
paranın kendisi değil, temsil ettiği satınalma gücü önemlidir. Ama diğer
malların kendisi önemlidir.
Meselâ elinizdeki bir adet beşyüzbinliğe karşılık bir
çift ayakkabı satınalsanız, ayakkabıcıya, onun yerine bir başka beşyüzbinlik
veya beş adet yüzbinlik verebilirsiniz. Çünkü satıcı ayakkabıyı o paranın
satınalma gücü karşılığında vermiştir. Bu satınalma gücünü öbür beşyüzbinlik
nasıl temsil ediyorsa beş tane yüzbinlik veya on tane ellibinlik de temsil
eder. Bunlardan hangisi verilirse verilsin satıcının talebi yerine gelmiş
olur. Burada paranın kaç parçadan ibaret olduğu, kağıdının büyüklüğü, kağıt
üzerinde yazılan yazıların şekli ve seri numarası önemli olmaz. Para altın
veya gümüş olduğu zaman da durum aynıdır. Elindeki bir adet reşat altınına
karşılık bir çift ayakkabı alan kişi, satıcıya bir başka reşat altınını
verebilir.
Ama müşterinin beğenip satınaldığı ayakkabı yerine
bir başka ayakkabı verilemez. Çünkü mallar tayinle taayyün eder. Yani satınalma
kararında ayakkabının rengi, deseni, dikiş özelliği, büyüklüğü, duruşu,
görünümü vs. önem taşır. Bunlardan biri eksik olursa müşterinin rızası hilafına
iş yapılmış olur ki, bu da alım satım kurallarına aykırıdır.
Paranın tayinle taayyün etmemesi şöyle bir hukuki
sonuç doğurur. Bir mal peşin parayla dahi satınalınsa ona ödenecek bedel, akit
anından ödeme anına kadar müşterinin zimmetinde bir borç olur. Gerçi satınalınan
malın müşteriye teslim edilmesi de satıcının borcudur. Ama bu, belli bir malın
teslim edilmesi borcudur, yoksa zimmette olan bir borç değildir.
Bir borcun zimmette olmasıyla olmaması arasında fark
vardır. Zimmetteki borç, dengiyle ödenebilecek bir borçtur. Bir gemide giderken
beşyüzbin liraya bir çift ayakkabı satınalan kişi parayı ödemek için
uzattığında rüzgar parayı denize uçursa satış geçersiz hale gelmez. Müşteri bir
başka beşyüzbin lira ile ayakkabının bedelini ödemeye zorlanabilir. Çünkü
beşyüzbin liranın denize uçması akdi bozmaya sebep değildir. Ama müşteri daha
teslim almadan ayakkabı denize uçsa alış veriş batıl olur. Artık ne müşteri,
o ayakkabı yerine bir başka ayakkabı almaya zorlanabilir, ne de satıcı o
ayakkabı yerine başka ayakkabı vermek zorunda kalır.
4 - Paranın Dolaşım Hızı
Para biriminin belirli bir dönem, mesela bir sene
içindeki ortalama el değiştirme sayısına paranın dolaşım hızı denir. Paranın
dolaşım hızı, paranın temsil ettiği satınalma gücünü anlama bakımından, para
miktarı ya da para arzı kadar önemlidir. Dolaşım hızının artması halinde,
aynı para miktarı ile eskiye göre daha büyük meblağlarda ödeme yapmak mümkün
iken, dolaşım hızı düşünce eskiye göre daha küçük meblağda ödeme yapılabilir.
Bu sebeple parayla yapılabilecek ödemelerin toplam hacmi, para miktarı ile
paranın dolaşım hızının çarpımına eşittir.
Paranın dolaşım hızı ile para talebi arasında bir
zıtlık vardır. Paranın hızla dolaşıyor olması demek, elde uzun müddet beklememesi
demektir. Aksine para talebinin artması demek, dolaşım hızının düşmesi
demektir. Dolayısıyla bunlardan birine olumlu yönde etki eden bir faktör,
diğerine aksi yönde etki edecek demektir.
III- KA⁄IT PARANIN FIKIHTAKİ YERİ
Fıkıh kitaplarımızın büyük çoğunluğu, madeni para
sisteminin geçerli olduğu devirlerde yazılmıştır. Baş taraftaki bilgilerden
anlaşılacağı üzere kıymetli maden karşılığı aranmadan basılan bugünkü kağıt
paralarla madeni paralar arasında önemli farklar vardır. Biri gerçek kıymeti
üzerinden işlem gördüğü halde diğerinin gerçek kıymeti, temsil ettiği değer
karşısında yok gibidir.
Madeni para sisteminde felsler, gerçek değerlerinden
yüksek bir değerle işlem gördükleri için kağıt paralara benzerler.
Kağıt paralarla eşyaya değer biçildiğine göre bunu
para saymamak olmaz. Zaten felslerin para sayılmasının asıl sebebi de onlarla
eşyaya değer biçilmiş olmasıdır. Bu konuda Ömer Nasuhi Bilmen’in tesbitleri
yerindedir. Şöyle diyor:
«Kaime ve evrakı nakdiye denilen kağıt paralar ve
bankaların istenilen zaman nakte tahvil edilen ve bedeli alınabilen
banknotları nükut hükmündedir. Çünkü bunların altın ve gümüş gibi tedavülü
müteareftir (adet haline gelmiştir). Bunların karşılıkları hakiki veya itibari
olarak mevcut bulunmaktadır. Bunlar, hazır bir mal demektir ve ammenin
(halkın) servetini teşkil etmektedir. Bunlardan kâfi miktara malik olanlar,
fakir değil, zengin sayılmaktadır. Bunlar mücerred birer alacak senedi
mesabesinde değildir. Bunların vasıtasiyle filhal istifade kabildir. Bunlar
birer nakit, birer mübadele vasıtası olarak kabul edilmişlerdir. Velhasıl
bunlar, sair nükut gibi istenildiği zaman sarf ve mübadele edilebilmekte ve
birer kıymeti haiz olup ona göre muamele yapılmaktadır[732].»
Kağıt para çıkmadan yaşamış bulunan fakihlerin
felslere yaklaşımı, onların kağıt paraya yaklaşımları ile ilgili ip uçları
verebilir. Onlar felsler konusunda ikiye ayrılırlar. Bir kısmı felsleri altın
ve gümüş paralar gibi saymazlar. Bir kısmı ise onları altın ve gümüş paralarla
aynı kapsamda değerlendirir.
1- Felsleri altın ve gümüş paralar gibi kabul
etmeyenler.
Meşhur dört mezhebin ağırlıklı görüşü felslerin altın
ve gümüş paralar gibi olmadığı şeklindedir. Çünkü bunların para olması, siyasi
otoritenin isteği ve toplumun bunu kabul etmesi iledir. Bu fakihler, tabii
olarak kağıt parayı da aynı kategoriye sokacaklardır. Zira kağıt parada da
benzeri özellikler vardır. Böyle bir para ile kendi tabiatında para olma
özelliği taşıyan altın ve gümüşten basılan paralar aynı sınıfa konulamaz.
Para olma özelliğinin, altın ve gümüşün tabiatında var
olduğunu anlamak için konuyu biraz açmak gerekir. Yukarıda para, “eşyaya değer
olabilen ve serveti biriktirmeye yarayan bir ödeme aracı” diye tarif
edilmişti. Altın, asrımızda para olarak kullanılmadığı halde serveti biriktirmenin
en güvenilir aracı olmaya devam etmektedir. Eşyaya değer olmasına gelince,
para olarak kullanılmamasının bu konuda etkisi varsa da diğer mallar içinde en
kolay bu maden paraya çevrilebilir. Hatta dünya çapında düşünülürse altından
daha değerli bir malın olmayacağı anlaşılır. Hiç bir paranın geçmediği yerde
altın geçer. En değerli kağıt paralar bile, onu çıkaran otoritenin kararıyla
değersiz hale gelebilir ama altını değersiz hale getirecek bir otorite yoktur.
Gümüş de değerli bir madendir. Bugün değerinin azalması, çok miktarda
üretilmesi yanında ona olan talebin azalmasıyla da ilgilidir. Eğer para olarak
kullanılacak olsa, büyük ölçüde talep edilecek ve değeri artacaktır. Her şeye
rağmen gümüş, değerli maden olmaya devam etmektedir. İşte bir çok fakihin,
kendi tabiatında para olma özelliği bulunan altın ve gümüşü felslerle aynı
hükme sokmamasının altında bu gibi sebepler yatar. Yoksa bu konuda ne bir
ayet, ne de hadis vardır.
Felslerin altın ve gümüş paralar gibi
değerlendirilmemesi iki sonuç doğurmuştur:
a- Şafiî mezhebine göre dolaşımda olsalar dahi felslerde faiz cereyan etmez[733].
Fels verip fels alırken bedellerden biri diğerinden fazla olabilir[734].
Hanefî mezhebine göre ise bunlarda ribe’n-nesie yani vadeye bağlı faiz olur
ama ribe’l-fadl olmaz. Yani 10 felsi bir ay vadeli 11 felse satamazsınız ama,
peşin olmak şartıyla 10 fels verip 11 fels alabilirsiniz[735].
b- Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezhebi hukukçularına göre
felsler mudarebe sermayesi olarak kullanılamazlar[736].
Mâlikî Mezhebi ile İmam Muhammed’e göre felsler mudarebe ortaklığında sermaye
olabilir[737].
2- Felsleri altın ve gümüş para gibi sayanlar
Tabiîn[738] döneminin büyük fakihlerinden Yezid b. Ebî
Habîb (53-128 h. / 673-746 m.), Ubeydullah b. Ebî Cafer (öl. 99 h./ 718 m.),
Yahyâ b. Saîd (öl.144 h. / 761 m.) ve Rabia (öl. 136 h./ 753 m.) ile İmam Malik
(öl. l79 h./ 795 m.) ve İmam Muhammed (öl. l89 h./ 805 m.) altın ve gümüş dışında para olarak
kullanılan maddeleri dinar ve dirhemler gibi para saymışlardır[739].
Bunlar kağıt parayı da aynı sayacaklardır.
İmam Muhammed’in konu ile ilgili görüşü şöyledir:
«Felslerle eşyaya değer biçilmesi onun para olduğunu
göstermektedir. Mallara dinar ve dirhemlerle değer biçildiği gibi felslerle
de değer biçilir. Öyleyse bunlar da paradır.
Felsler para olduğuna göre tayinle taayyün etmez. Dinar ve dirhemlerin akitte tayin edilmesi,
tayin edilmemesi mesabesindedir[740].
Rabıtatü’l-alemi’l-İslâmî’nin fetva heyeti kağıt
paraların aynen altın ve gümüş paralar gibi mübadele edilmesi gerektiğine dair
bir fetva vermiştir. İslâm alemindeki yaygın kanaat bu doğrultudadır. Bugün
bütün müslümanlar kağıt parayı kullanmakta ve muamelelerini ona göre
yürütmektedirler. İleride bu konu üzerinede tekrar durulacaktır.
ONUNCU BÖLÜM
PARA VE BORÇ SENEDİ ALIM SATIMI (SARF)
Fıkıhta para alım satımı işlemine sarf (), bu işi
yapan kişiye sarraf (), sarf işinin yapıldığı yere de masrif () adı verilir.
Masrif Arapçada banka karşılığı olarak kullanılır. Eskiden alınıp satılan
paralar çoğunlukla altın ve gümüş olduğu için Türkçede sarraf, altın ve gümüş
ticaretiyle meşgul olan kişi anlamına gelir.
Kağıt para yaygınlaşıncaya kadar para deyince akla
gelen altın ve gümüş idi. Bunlar darphanelerde basılır ve dünyanın her yerinde
geçebilirdi. Basılı olmayanına para denmezdi ama bir çok yerde bunların
külçeleriyle de alım satım yapılabilirdi. Bu sebeple para alım satımı ile altın
ve gümüş alım satımı hep aynı esaslara göre yapılagelmiştir. Bugün para
deyince altın ve gümüş değil, kağıt para akla gelir.
Altın, gümüş, dinar ve dirhemlerin alım satımını
düzenleyen bir ayet yoktur ama hadisler vardır.
I- ALTIN VE GÜMÜŞ ALIM SATIMI
Önce konu ile ilgili hadisleri daha sonra da
fakihlerin görüşlerini görelim.
A- Hadisler
Ali’nin torunu Ömer, babası Muhammed’den o da dedesi
Ali’den şunu bildirmiştir: Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle dedi:
“Dinara karşı dinar, dirheme karşı dirhem olunca aralarında fazlalık olmaz.
Kimin gümüşe ihtiyacı varsa altın vererek alsın. Kimin de altına ihtiyacı varsa
gümüş vererek alsın. Sarf, al-ver şeklinde peşin olur[741].“
1- Altına karşılık altın gümüşe karşılık gümüş satışı
Ebû Saîd el-Hudrî'nin (r.a.) bildirdiğine göre
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir: Altına karşılık altın
satmayınız; misli misline olursa o başka. Birini öbüründen farklı yapmayınız.
Gümüşe karşılık gümüş satmayınız; misli misline olursa o başka. Birini
öbüründen farklı yapmayınız. Bunlardan biri peşin, diğeri veresiye olarak da
satmayınız[742].”
Ebû Hüreyre’den rivayet ediliyor, Allah'ın Elçisi
şöyle dedi: "Altına karşılık altın aynı ağırlıkta misli misline, gümüşe
karşılık gümüş aynı ağırlıkta misli misline olur. Kim miktarı artırır ya da
fazlasını isterse, o faizdir[743].”
Abdurrahman b. Ebî Bekre, Ebû Bekre'nin
(r.a.) şöyle dediğini bildirmiştir: Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun
şöyle dedi:
"Altına karşılık altın satmayınız, dengi dengine
olursa o başka. Gümüşe karşılık gümüş satmayınız, dengi dengine olursa o
başka. Gümüşe karşılık altını, altına karşılık gümüşü istediğiniz gibi satabilirsiniz[744].”
2- Dinara karşılık dinar dirheme karşılık dirhem satışı
Osman'ın (r.a.) bildirdiğine göre Allah'ın Elçisi, ona
dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Bir dinarı iki dinara, bir dirhemi iki dirheme
satmayınız[745].”
Ebû Hüreyre’den rivayet ediliyor, Allah'ın Elçisi, ona
dua ve selâm olsun, şöyle dedi: “Dinara karşılık dinar olursa aralarında bir
fazlalık olmaz. Dirheme karşılık dirhem olursa gene aralarında bir fazlalık
olmaz.[746] “
3- Gümüşe karşılık altın satışı
Abdullah b. Ömer diyor ki; altına karşılık gümüş veya
gümüşe karşılık altın satıyordum; geldim,
Allah'ın Elçisi'ne bunu haber verdim. Ona dua ve selâm olsun, dedi ki,
“Biriyle böyle alım satım yaptığında arada bir takıntı kalırsa ondan ayrılma.[747]” Yani takıntıyı hallet sonra ayrıl.
Übâdetü’bnü’s-Sâmit'in (r.a.) bildirdiğine göre
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir: “Gümüşe karşılık altın
elden ele peşin satıldığında fazla olmasının bir zararı yoktur, fakat veresiyesi
olmaz. [748]“
4- Dinara karşılık altın satışı
“Übâdetü’bnü’s-Sâmit (r.a.) Allah'ın Elçisi'nin şöyle
dediğini bildirmiştir:
Altına karşılık altın, dinarı olsun külçesi olsun aynı
ağırlıkta olur. Kim artırır veya artırma talebinde bulunursa ribaya girmiş
olur[749] .
5- Dirheme karşılık gümüş satışı
“Übâdetü’bnü’s-Sâmit'in (r.a.) bildirdiğine göre
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir:
“Gümüşe
karşılık gümüş, dirhemi olsun, külçesi olsun aynı ağırlıkta olur. Kim artırır
veya artırma talebinde bulunursa ribaya girmiş olur[750].“
6- Dinara karşılık dirhem satışı
Abdullah b. Ömer diyor ki; Beqi’de deve satıyordum.
Dinara karşılık satıyor yerine dirhem, dirheme karşılık satıyor yerine dinar
alıyordum. Allah'ın Elçisi’ne geldim; Hafsa’nın evindeydi; “Allah'ın Elçisi,
müsade eder misin, bir şey sormak isterim. Ben Beqi’de deve satıyorum; dinara
karşılık satıyor, yerine dirhem alıyorum. Dirheme karşılık satıp yerine dinar
alıyorum. Ona karşılık onu alıyor, bunu karşılık bunu veriyorum.” dedim. Ona
dua ve selâm olsun, dedi ki: ”Günün rayiciyle alır, aranızda bir şey
bırakmadan ayrılırsanız bir zararı yoktur.[751]”
İbn Şihab b. Malik, Evs’in kendine şunu haber
verdiğini söylemiştir: “l00 dinar
satmak istemiştim, Talha b. Ubeydullah ilgilendi ve beni çağırdı. Konuştuk ve
paramı almayı kabul etti. Dinarları aldı, elinde çevirmeye başladı. «Veznedarım
ağaçlıktan gelsin de... » dedi.
Ömer olan biteni işitiyordu, hemen söze karıştı ve
şöyle dedi:
«Vallahi (gümüşünü) alıncaya kadar ondan ayrılma. Çünkü Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm
olsun, şöyle demiştir: Altına karşılık gümüş ribadır; al-ver şeklinde peşin
olursa o başka.[752]”
7- Boncuklu kolye satışı
Fadâle b. ‘Ubeyd diyor ki, Hayber günü boncuk ve
altından oluşan bir gerdanlığı 12 dinara satın aldım. Altınlarını ayırdım baktım,
12 dinardan fazla tutuyor; durumu Allah'ın Elçisi'ne anlattım dedi ki,
“Altınlar ayrılmadan satın alınmaz[753].”
Haneş dedi ki,
bir savaşta Fadâle b. Ubeyd ile birlikteydik, bana ve arkadaşlarıma altınlı
gümüşlü ve mücevherli bir tek gerdanlık düştü. Onu satınalmak istedim ve
Fadâle b. Ubeyd’e sordum, dedi ki, “Onun altınlarını çıkar bir kefeye koy,
senin altınını da diğer kefeye koy; sonra misli misline olmadıkça alma. Çünkü
Allah'ın Elçisi'nin şöyle dediğini işittim: “Kim Allah’a ve Elçisi'ne
inanıyorsa misli misline olmadıkça almasın[754].”
B- MEZHEPLERİN GÖRÜŞLERİ
Yukarıdaki hadislerle konan yasaklar hususunda bütün
mezhepler görüş birliği içindedirler. Buna göre:
İster külçe olsun, ister eşya olsun, isterse basılı
para olsun, altın altınla ve gümüş gümüşle değiştirilince değişimin eşit
ağırlıkta ve peşin olması gerekir. Aksi halde faiz olur.
Meselâ bir kimse elindeki 10 tane Reşat altınını verip
karşılığında kuyumcudan bilezik almak isterse altınlar terazinin bir kefesine,
bilezikler de diğer kefesine konur. İkisi aynı ağırlıkta olunca altınları
kuyumcu, bilezikleri de müşteri alır. Bilezikler için işçilik talep edilemeyeceği
gibi altınlar için de fazla bir şey istenemez. Aksi taktirde faize girilmiş
olur.
Gümüşün gümüşle değişimi de böyledir. Elindeki
gümüşleri verip bir gümüş kemer almak isteyen aynen yukarıdaki gibi yapar.
Bedeller aynı ağırlıkta da olsa birinin daha sonra ödenmesi faiz olur.
Altın, gümüşle değiştirilecek olursa değişimin peşin
yapılması şarttır. Bedellerden birinin ödenmesinde meydana gelecek bir gecikme
faiz sayılır. Meselâ, bir kimse altın bilezik vererek gümüş kemer almak
isterse, kemeri aldığında bileziği vermesi gerekir. Biri altın diğeri gümüş
olduğu için ağırlıklar farklı olabilir, ama burada bedellerden hiç birisi daha
sonraya bırakılamaz. Aksi halde faize girilmiş olur. Bunlar, yukarıdaki hadis-i
şeriflerin belirlediği hükümler olduğundan mezheplerin bu hususlarda farklı
görüşü yoktur. Bu hadisleri yorumlamada farklılıklar olmuştur. Onları aşağıya
alıyoruz.
1- Hanefî Mezhebi
Hanefîler yukarıdaki şartlara şunları da eklemişlerdir
:
(1) Altın ve gümüş alım satımında hiyar-ı şart, yani
taraflardan birine belli bir süre muhayyerlik tanınamaz. Bedeller teslim alınınca
işlem bitmiş olmalıdır. Eğer böyle bir şart koşulursa akit fasid olur. Bu
fesat şartı hemen oracıkta kaldırılırsa akit sahih olur. Ancak görme
muhayyerliği (hiyâr-ı rü’yet) ile kusur muhayyerliği (hıyâr-ı ayb) vardır[755].
Para olarak basılmış altın ve gümüşte görme
muhayyerliği olmaz. Çünkü bunlar tayinle taayyün etmediği için[756] geri vermekle akit bozulmaz. Bu durumda
yerine emsalini almak gerekir.
(2) Altın ile altını veya gümüş ile gümüşü
değiştirirken bunların eşit ağırlıkta olduğunun taraflarca bilinmesi
gerekir. Bedeller eşit ağırlıkta olduğu
halde taraflar bunu bilmezse yaptıkları alım satım geçersiz olur.
(3) Alınan paraların bir kısmı düşük ayarlı çıktığı
için geri verilirse aktin onlarla ilgili kısmı bozulmuş olur. Mesela l00 dinar
verip l200 dirhem satın alan kişi, daha sonra dirhemlerden 240 tanesinin düşük
ayarlı (züyuf) olduğunu görürse sadece bu 240 tanesini geri verme hakkı doğar.
Buna karşılık verdiği otuz dinarı geri alır.
Yahut 22 ayar diye on adet bilezik alan kişi daha
sonra bileziklerden ikisinin l8 ayar olduğunu tespit ederse sadece bu iki
bileziği geri verir, diğerlerini vermez.
(4) Sarf yoluyla satınalınan para, altın veya gümüş
teslim alınmadan onunla yeni bir işleme girişilemez. Bunlar, teslim alınmadan
hibe edilemez, satılamaz, ve sadaka olarak verilemez.
(5) Dinar veya dirhem kendi cinsinden bir paraya
karşılık bir başka şeyle birlikte satılırsa bu paranın o dinar veya dirhemden
daha çok olması gerekir. Çünkü bu durumda fazla olan kısım birlikte satılan
şeyin bedeli olur. Ama ödenen para karşı taraftaki cinsiyle eşit miktarda veya daha az olur, yahut miktar bilinmezse
akit batıl olur. Bedellerin karşılıklı olarak teslim alınması da şarttır. Ödenen
para farklı cinsten ise tek şart bedellerin karşılıklı olarak teslim alınması
olur.
Mesela Gümüş
süslemeli bir kılıcın üzerindeki gümüşler 50 dirhem kadar olsa; 50 dirhemi
peşin, 50 dirhemi de veresiye olmak üzere bu kılıç l00 dirheme satılmış olsa,
alınan 50 dirhem kılıçtaki gümüşün bedeli, kalan 50 dirhem de kılıcın bedeli
kabul edilerek bu işlem geçerli sayılır. Kılıç teslim edilmeden taraflar
ayrılırlarsa bakılır, eğer üzerindeki gümüş süslemeler, bir zarar vermeden
çıkabiliyorsa gümüş süslemelerle ilgili satış batıl, kılıçla ilgili satış
geçerli olur. Ama bunlar kılıca zarar vermeden çıkarılamıyorsa satış tümüyle
batıl olur.
(6) Dinar veya dirhem vererek gümüş bir kab satın alan
kişi, bedelin tamamını ödemeden, satıcı ile birlikte o yerden ayrılsa kabın,
bedelini ödediği bölümüne ortak olmuş olur. Müşteri, bedeli tam ödememekle
kusurlu davrandığından muhayyer olmaz. Ancak kabı aldıktan sonra onun bir
kısmının başkasına ait olduğu ortaya çıkarsa müşteri kabı geri verebilir. Çünkü
bunda bir kusuru yoktur. Hak sahibi olan taraf, hakimin akdi feshetmesinden
önce bu satışa rıza gösterirse akit geçerli olur.
(7) Bir külçeyi satın aldıktan sonra onun bir kısmının
başkasına ait olduğu ortaya çıkarsa arta kalan kısım, bedeli karşılığında müşterinin
olur. Bu durumda onun bir muhayyerliği yoktur. Çünkü külçenin bir kısmını almanın zararı olmaz. Bu, hak
sahibinin, teslimden sonra ortaya çıkması halinde olur. Ama külçeyi teslim
almadan ortaya çıkarsa, müşteri payına düşeni alıp almamakta serbest olur.
Dinar ve dirhem alımlarında da durum aynıdır.
(8) İki dirhem ile bir dinar, bir dirhem iki dinara
satılabilir. Bu satışta dirhem dirheme, dinar dinara karşılık, kalan bir
dirhem ile bir dinar da bir birine karşılık sayılır. Aynı şekilde 11 dirhem,
10 dirhem 1 dinar karşılığında satılabilir. Bu durumda 10 dirhem, diğer 10 dirheme
karşılık sayılır, kalan 1 dirhem de 1 dinarın karşılığı kabul edilir.
(9) Dirhem olarak borçlanmış olan kişi, onun yerine
dinar verebilir. Mesela 10 dirhem borcu
olan bunu 1 dinar ödeyerek kapatabilir.
Bu durumda tarafların karşılıklı rızası şart olur.
(10) Başka maden katılarak ayarı düşürülmüş olanlarda
altın veya gümüş miktarı fazla ise saf altın veya gümüş gibi işlem görürler.
Bunlar, saf altın veya gümüşle ya da birbirleriyle değiştirildiğinde aynı
ağırlıkta olmaları gerekir. Altın veya gümüş miktarı daha az ise o zaman
bunlar diğer mallar gibi sayılırlar. Saf altın veya gümüş bunlarla
değiştirildiğinde bakılır; eğer saf olanın miktarı, bunların içindeki altın
veya gümüş miktarından fazla ise bu satış caizdir. Çünkü bu durumda fazla olan
kısım, katkı maddesinin karşılığı sayılır. Ama saf olanın miktarı öbürünün
içindeki altın veya gümüş kadar, yahut daha az olur, ya da miktarlar
bilinmezse satış caiz olmaz. Çünkü ilk
iki durumda faiz olur, üçüncüsünde de faiz tehlikesi bulunur.
Bunlar bir birleriyle değiştirildiği zaman eşitlik
aranmaz. Ama her durumda değişimin peşin olması şarttır.
(11) Mağşuş, yani içindeki katkı maddesi, saf altın
veya gümüşten az olan paralar dolaşımda ise tayinle taayyün etmez. Dolaşımdan
kalkmışsa o zaman tayinle taayyün[757] eder. Bu paralar tartıyla, sayıyla; hem tartı
hem de sayıyla işlem görebilirler.
(12) Altını veya gümüşü katkı maddesine eşit durumda olan paralar, alım
satımda ve ödünçte altını ve gümüşü çoğunlukta olanlar gibi sayılır ve ancak
tartı ile işlem görürler. Fakat bunlar sarf konusunda mağşuş para sayılırlar.
Yani saf dinar verilip katkı maddesi yarıyarıya olan dinar alınınca saf
dinarın ağırılığının öbürünün yarı ağırlığından biraz fazla olması yeterli
olur. Mesela 7 gr. ağırlığında olup
yarısı katkı maddesi olan bir dinar, 4 gr. saf dinara alınabilir.
(13) Felsler veya mağşuş paralar dolaşımdayken
bunlarla bir şey satınalınsa da henüz ödeme yapılmadan dolaşımdan kalksalar
veya piyasadan çekilmiş olsalar, böyle bir parayı bulup ödeme yapılamayacak
gibi ise Ebu Hanîfe’ye göre akit batıl olur. Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şafiî
ve Ahmed b. Hanbel’e göre akit batıl olmaz. Ebu Yusuf’a göre bu paraların
alım satımın yapıldığı günki değerini, İmam Muhammed’e göre de bunların
dolaşımda olduğu son günki değerini ödemek gerekir[758] .
2- Şafiî Mezhebi
Hadislerle ortaya konan yasaklara, Şafiîlerin ictihad
yoluyla yaptıkları bazı eklemeler vardır. Onları şöyle sıralayabiliriz:
(1) Borç takası yapmak caiz değildir. Çünkü bu bir
borcu, diğer borca karşılık satmaktır. Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun,
vadeli borcu vadeli borca karşılık satmayı yasaklamıştır:
(2) Altınla altını, gümüşle gümüşü değiştirirken
bedellerden birinin daha değerli veya işlenmiş olmasına bakılmaz. Aynı
ağırlıkta olup olmadıklarına bakılır.
(3) Ribevî yani faize konu olan mal[760],
bir başka malla karışık olarak satılıyorsa bakılır; eğer ödenecek bedel gene
aynı cinsten ribevi bir mal veya o ribevi malla karışık bir mal ise bu satış
batıl olur. Buna göre;
a- Karışık bedeller aynı özellikleri taşıyabilirler.
Bir ölçek acve hurması ile bir dirhemi, gene bir ölçek acve hurması ile bir
dirheme karşılık satmak gibi.
b- Bedellerde miktar farklılığı olabilir. Bir ölçek
hurma ile bir dirhemi iki ölçek hurmaya veya iki dirheme satmak gibi.
c- Aynı cinsten olmakla birlikte farklı özellikteki
şeylerin karışmı olabilir. Sağlam ve
hurda altın paraları sağlam veya hurdaya ya
da her ikisinden oluşan bir bedele karşılık satmak gibi.
Bütün bu satışların batıl olmasının sebebi,
Muhammed'in boncuk ve altından oluşan bir gerdanlığın, altınları ayrılmadan altına
karşılık satılmasını yasaklamış olmasıdır. Çünkü bedellerin birinde iki ayrı
mal olunca öbür bedelde bulunan şeyler, bu malların karşılığı olarak kıymetine
göre bölünecektir. Bu bölme tahmini bir değerlendirme ile olur. Tahminde hata
olabilir. Her iki dirhem aynı yerde basılmış ve her iki hurma aynı kabla ölçülmüş olsa bile bu işlem, bir bedelin
diğerinden fazla olmasına veya bedellerin eşitliğinin bilinememesine sebep
olabilir.
Bedeller farklı cinslerden ribevi mal olursa satış
caiz olur. Mesela boncuk ve altından oluşan bir gerdanlık gümüşe karşılık
satılabilir. Bunun tek şartı bedellerin peşin ödenmesidir[761].
3- Malikî Mezhebi
Malikî Mezhebi'nin, altına karşılık altın, gümüşe
karşılık gümüş ve altına karşılık gümüş satışı konusunda koyduğu kuralları
şöyle sıralayabiliriz:
(1) Böyle bir satışta, bedellerin ödenmesinde bir
gecikme olmamalıdır. İmam Mâlik’e şöyle bir soru sorulmuştu:
Bir kişi, dirhem satınalmak için sarrafa dinar
veriyor. Sarraf dinarı tartarak çekmecesine koyuyor, dirhemleri de çıkararak
müşterisine veriyor. Böyle bir işleme ne dersiniz ?
İmam Malik dedi ki; “Bu benim hoşuma gitmez.
Dirhemlerini çıkarıp tartıncaya kadar dinara dokunmasın. Sonra dinarı alıp
dirhemleri verir[762]."
Sarf işleminde gecikme üç şekilde olabilir:
a- Sarf akdi, taraflardan birinin bedellerden bir şeyi
az da olsa bekletmesi şartıyla yapılabilir. Böyle bir akit fasid olduğu için
akdin tamamı feshedilir.
b- Sarf akdi şartsız yapıldıktan sonra taraflardan
biri diğerini sarfa konu olan şeylerden biri için bir miktar bekletebilir. Bu
durumda akdin gecikmeye konu olan şeyle ilgili bölümü bir dinarı geçerse iki
dinarlık sarf akdi bozulur. Bozulma bu esasa göre yürür. Tamamlanan kısımda
sarf akdinin geçerli sayılıp sayılmaması ile ilgili iki görüş vardır:
1) Sarf akdi geçersizdir, görüşü. Bu İbn’ül-Kasım’ın
el-Müdevvene’de geçen görüşüdür. Muhammed b. el-Mevvaz da bu görüştedir. Çünkü taraflar bedeli geciktirme niyetiyle
sarf akdi yapmakla suçlanırlar.
2) Sarf akdi geçerlidir, feshedilmez görüşü.
İbn’ül-Kasım’ın İbn’ül-Mevvaz‘ın kitabında geçen görüşü böyledir.
c- Sarf akdi şartsız olarak yapılır ama unutma,
yanılma hırsızlık ve diğer sebeplerle
bedellerde gecikme olabilir. Bu durumda sarf, sözleşmedeki şekliyle geçerli
olur. Bedellerde, geciken kısım kadar bir azaltamaya gidilip gidilmeyeceği hususu
ihtilaflıdır. Mesela dinarlarla dirhemler değiştirilirken bir dirhem noksan
çıksa ve alacaklı taraf “Ben noksan kalanı istemiyorum.” dese ve ödemesini
tam yapsa İbn’ül-Kasım’a göre bu caiz değildir. Bir dinarlık sarf bozulur.
Noksan çıkan kısım bir dinardan fazla ise iki dinarlık kısım bozulur. İşlem hep
buna göre yürütülür. Eşheb’e göre, alacaklı taraf vazgeçerse ödemede bir eksiltmeye
gidilmez[763].
2- Sarf işleminde bedelin tamamı ödenmezse akit batıl
olur. Buna göre;
a- Alınan bir takının bedelinin bir kısımı ödenmezse
satış geçersiz (batıl) olur.
b- l00 dinar borcun l000 dirhem olarak ödenmesi için
taraflar anlaşsa da borçlu bunun 900 dirhemini verip gitse anlaşma geçersiz
olur. Bu durumda borçlu, ödediği 900 dirhemi geri alır ve 100 dinarlık borcu
aynen devam eder.
c- Veresiye
satıştan doğmuş bin dinarlık borca karşılık bir altın taç vermek üzere anlaşma
yapılsa ve taç teslim edilmeden taraflar
ayrılsalar akit batıl olur.
d- Her bir dinarı 20 dirheme karşılık olmak üzere l00
dinar bozdurmak için anlaşma yapılsa ve bunun 50 dinarı ödendikten sonra taraflar
ayrılsa akdin tamamı batıl olur. Yoksa 50 dinarın karşılığını almak caiz
olmaz.
3- Bedeller ödendikten sonra tespit edilen bir kusur
akdin tamamının iptalini gerektirmez. Mesela l00 dinar verilip 2000 dirhem
alındıktan sonra dinarlardan 50 tanesinin düşük değerde olduğu ortaya çıksa
da geri verilse akdin sadece bu 50 dinarlık bölümü batıl olur. Çünkü burada
yukarıdakinin aksine işlem tamamlanmıştır. Zira karşı taraf isterse o 50
dinarı, düşük değerde olmasına rağmen geri vermeyebilir.
4- Dinar satarken yarısına karşılık dirhem, diğer
yarısına karşılık da fels ödenmesi şart koşulabilir.
5- Altın ile kumaş birlikte, dirheme karşılık
satılacak olsa ve dirhemler eksik ödenerek taraflar ayrılsa satış batıl olur.
İmam Malik’e göre, kumaşla birlikteki altının değeri pek az ise bu işlem
yapılabilir, çünkü o zaman sarf işlemi sayılmaz. Ama altın çoksa, bedelin tamamını
ödese dahi bu işte hayır olmaz[764].
4- Hanbelî Mezhebi
Hanbelî Mezhebi'nin, altına karşılık altın, gümüşe
karşılık gümüş ve altına karşılık gümüş satışı konusunda koyduğu kurallar şöyle
sıralanabilir:
1) Sarf akdi yapan bir kişi, bedelin bir kısmını teslim
aldıktan sonra ayrılıp gitse akdin, teslim aldığı kısmla ilgili olanı sahih,
kalanı batıl olur. Mesela bir kimse sarrafa 2 dinar verip 20 dirhem satınaldıktan
sonra dirhemlerden 10 tanesini teslim alıp ayrılsa akdin yanlız 10 dirhemlik
bölümü sahih olacağından verdiği 2 dinarın 1 tanesini geri alması gerekir.
2) Özellikleri belli altın veya gümüşü karşılıklı
borçlanma suretiyle satmak, henüz ayrılmadan bedelleri teslim etmek şartıyla
caizdir. Mesela taraflar, yanlarında bulunmayan 1 dinarı 10 dirheme sattıktan
sonra borç almak veya birini gönderip getirtmek yahut dınarın bulunduğu yere
birlikte yürümek suretiyle bedelleri birbirlerine ödeseler akit sahih
olur.
3) Mağşuş paralar, kendi cinsleriyle veya başka cins
paralarla alınıp satılabilir. Alanlar o paraları tanıyor olmalıdırlar. Tanımıyanlara satılamaz.
4) Sarf işlemi, şu dinarların bu dirhemlerle
değiştirilmesi gibi belli iki cins üzerinden yapılır da sonra bir kusur ortaya
çıkarsa bakılır:
a- Kusur, bunlardan birinde az da olsa başka cinsten
bir katkı maddesinin bulunması (ğışş-ı yesîr) ise akit batıl olur.
Katkı maddesi
bedelin tamamında değil de bir kısmında olursa sadece akdin o kısmı
batıl olur. Kalan kısmla ilgili akit sahih olduğundan bu kısmın bedeli
ödenir. Mesela 2 dinar verilip 20 dirhem satınalındıktan sonra dirhemlerin on
tanesi kusurlu çıktığı için geri verilse kalan on dirhemle ilgili satış geçerli
olur.
b- Bedelin kendi cinsinden bir kusuru olduğu ortaya
çıkınca alıcı muhayyer olur; dilerse
akdi fesheder, dilerse sağlamıyla onun arasındaki farkın başka cinsten
ödenmesi şartıyla bedeli elinde tutar.
Mesela 1 dinar verilip 10 dirhem alınsa, sonra dirhemlerin kırpılmış veya
törpülenmiş olduğu ortaya çıksa, müşteri isterse akdi fesheder, isterse
onlarla sağlam dirhem arasındaki farkı bir başka cinsten alarak onları elinde
tutar.
Ödenecek fark
altın veya gümüş cinsinden değilse daha sonra da ödenebilir.
5- İki kişi bir birine farklı para cinsleriyle
borçluysalar bunların takası caiz değildir. Mesela birinin diğerine altın
borcu, diğerinin de berikine gümüş borcu olsa ve bunları takas etseler sahih
olmaz.
6- Borcun farklı cinsten para ile ödenmesi caizdir.
Mesela dinar borcu olan bunu dirhemle ödeyebilir. Borç taksit taksit
ödeniyorsa, her bir ödeme ayrı bir akit sayılır. Her defasında borcun ne kadarının
ödendiği belli olmalıdır. Böyle yapılmaz da hesap sonraya bırakılır, sarf
işlemi işin sonunda yapılırsa caiz olmaz. Bu durumda taraflardan her biri
diğerine borçlu sayılır. Hesabın yapıldığı gün bedellerden birinin hazır edilmesi
ve dirhemlerin, ödeme günlerindeki değerden değil, o günki değer üzerinden kabul edilmesi
gerekir[765].
5- Zahirî Mezhebi
Zahirî Mezhebi'nin, altına karşılık altın, gümüşe
karşılık gümüş ve altına karşılık gümüş satışı konusunda koyduğu kurallar şöyle
sıralanabilir:
1- Altınla birlikte başka bir şey bulununca bu şey
ister ona karıştırılmış, ister eklenmiş
isterse dinarların veya başka altın paraçalarının arasına konmuş olsun
bunu altına karşılık satmak caiz olmaz. Ödenen altın öbüründen ister ağır
olsun, ister az, isterse eşit olsun farketmez. Öbür altın saf olarak ayrılmadıkça bu satış yapılamaz.
Gümüşte de durum aynıdır; sarı, altın veya başka bir
şey gümüşe karıştırılmış veya eklenmiş ya da onunla bir araya konmuşsa,
dirhem şeklinde olsun, olmasın onun
gümüşe karşılık satılması asla caiz olmaz
Bu satış gümüşün ağırlığından fazlaya da noksanına da eşitine de olmaz.
Gümüş saf olarak ayrılmadıkça satış
yapılamaz. Satılan şey ister süslü bir kılıç, ister süslenmiş mushaf, ister
kaşlı yüzük, ister altın süslemeli gümüş, ister içine gümüş veya[766] sarı karıştırılmış dinar, ister herhangi bir
karışımı olan dirhem olsun farketmez.
Bu hükümler, karışımda karıştırılan şey belli oluyorsa
geçerli olur. Eğer belli olmaz ve gözükmezse o, saf altın veya gümüş hükmünde
olur. Çünkü isimler farklılıkları belirleyen özelliklere göre konur.
Bunun delili şudur: Allah'ın Elçisi Muhammed, aynı
ağırlıkta olmadıkça, altına karşılık altının ve gümüşe karşılık gümüşün satışını
yasaklamıştır. Eğer bunlardan birine bir şey karıştırılır veya eklenirse,
bunların aynı ağırlıkta olduklarını belirlemeye imkan kalmaz.
Alltınla birlikte olan şey gümüş değilse peşin olmak
şartıyla gümüşe karşılık satılabilir. Aynı şekilde gümüşle birlikte olan şey,
altın değilse peşin olmak şartıyla altına karşılık satılabilir.
2- Yukarıdaki hükümler karışık olanın saf altın veya
gümüşe bedel tutulduğu durumlarla ilgilidir.
İçine başka bir maddenin karıştırıldığı belli olan
(mağşuş) dinar ve dirhemlerin kendileri gibi karışık olan cinslerine karşılık
satışı şu usulle yapılabilir: İçine mesela, sarı karıştırıldığı belli olan
dirhemdeki gümüş, öbüründeki sarıya karşılık, öbüründeki gümüş de berikindeki
sarıya karşılık tutulur. Bu durumda ister bedellerden biri diğerinden fazla,
ister eşit olsun, isterse bunlardan
biri veya her ikisi tahminle belirlenmiş olsun farketmez. Çünkü sarıyı gümüşe
karşılık satmak caizdir.
İçine gümüş karıştırıdığı belli olan (mağşuş) dinarlar
aynı özellikteki dinara karşılık satılırken, bundaki gümüş, öbüründeki
altına karşılık, bundaki altın da öbüründeki gümüşe karışılık tutulur. İster
bedellerden biri diğerinden fazla, ister eşit olsun, isterse bunlardan biri
veya her ikisi tahminle belirlenmiş olsun farketmez. Ama burada değişimin
peşin olması şarttır. Çünkü altına karşılık satılan şey gümüştür[767].
3- Dinar borcu olanlar borçlarını dirhem olarak,
dirhem borcu olanlar da dinar olarak öderlerse tam faiz olur. Çünkü Muhammed
,ona dua ve selâm olsun, bunların değişiminin peşin yapılmasını şart
koşmuştur. Böyle bir işlem peşin alım satım sayılmaz.
4- Altına karşılık altın veya gümüşe karşılık gümüş
satılır da taraflardan biri, henüz ayrılmadan aldığı şeyde bir kusur bulursa
muhayyer olur; ister bu satışı bozar, isterse kusurlu olanın değiştirilmesini
talep eder. Çünkü alım satım henüz tamamlanmış sayılmaz.
Kusur, taraflar ayrıldıktan sonra bulunur ve bu başka
bir şeyin karışması kusuru olursa alım satımın tamamı feshedilir.
Alınan şeyin bir kısımının başkasına ait olduğu ortaya
çıtığında da akdin tamamı bozulur.
Eğer kusur, satın alınan şeyin kendisindeyse, mesela o
şeyin kırık olması ya da tabii olarak değeri düşük bir cins altın veya gümüş
olması ise bakılır; eğer akit sırasında bedellerin bu gibi şeylerden uzak
olması şart koşulmuşsa satışın tamamı feshedilir. Böyle bir şart koşulmamışsa
ilgili taraf muhayyer olur. İsterse herhangi bir şey talep etmeksizin bedeli
kabul eder, isterse akdin tamamını fesheder[768].
C- Sarfla İlgili Değerlendirme
Mezheplerin sarf, yani dinara karşılık
dinar, dirheme karşılık dirhem ve dinara karşılık dirhem satışı konusunda
koydukları şartlar, onların faiz anlayışını yansıtır. Görüşlerini verdiğimiz
mezhepler faizi, alım satımın yasak bölümü saymış, onun borçtan gelir elde etmekten
ibaret olduğunu kabul etmemişlerdir. Buna delil olarak Allah'ın Elçisi'nin
altın ve gümüş satışı ile ilgili sınırlamalarını göstermişlerdir. Bu kitabın
faiz bölümünde bu yaklaşım tenkit edilmiş ve Allah'ın Elçisi'nin koyduğu
yasakların, sadece alım satım adı altında faizli işlem yapma yolunu kapamaya
yönelik olduğu anlatılmıştır. Çünkü faiz yiyenler öteden beri “Alım satım
tıpkı faizli işlem gibidir” derler[769].
Allah alım satımı helâl, faizi haram kıldığı için bu zihniyette olanlar, alım
satım yolunu kullanarak faiz yasağını delebilirler. Nitekim daha önce, bey
b'il-vefa, bey b'il-istiğlâl, muamele-i şer'iyye gibi işlemlerle faiz
yasağının nasıl delindiği örnekleriyle görülmüştür. Eğer hadisler bu açıdan
değerlendirilseydi o yollara kimse giremezdi. Yoksa Allah, alım satım ile
faizli işlemi kesin olarak ayırmış, alım satımı helâl, faizli işlemi haram
kılmışken Allah'ın Elçisi'nin alım satımın bir bölümünü faiz kapsamına sokmuş
gibi gösterilmesi kabul edilemez. Çünkü o da borç faizinden başka faizin
olmadığını söylemiştir. Şu sözler ondan rivayet edilmiştir:
“Elden ele (yani peşin) olanda faiz olmaz[770].”
“Faizli işlem yalnızca borçta olur[771].”
“Dikkat edin, faiz sadece vadeli işlemde
olur[772].”
Mezheplerin altı malın alım satımını düzenleyen
hadislere bakarak faizli işlemi alım satımın yasak bir bölümü saymaları,
sarfla ilgili anlaşılmaz şartlar ileri sürmelerinin önünü açmıştır. İmam
Malik'in, sarf işleminde, sarrafın satın aldığı dinarları tartarak çekmecesine
koyduktan sonra satıcıya ödeyeceği dirhemleri vermesini hoş görmemesi[773]",
Şafiîlerin borç takasını caiz görmemeleri[774],
Hanbelîlerin farklı para cinsleriyle olan borçların takasını caiz görmemeleri[775] ve Zahirî Mezhebinin, "Dinar borcunun
dirhem olarak, dirhem borcunun da dinar olarak ödemesini tam faiz."
sayması bu bakış tarzının ürünüdür. Yoksa bu işlemlerin, faizli ödünce yol
açmayacağı açıktır.
Faiz, alım satımdan elde edilen kâr değil, borcun
getirisinden ibarettir. Bir ay sonra 110 lira almak üzere 100 lira vermek
satış değildir. Çünkü satışta bedeller az çok farklı olur. 100 lira verip bir
ekmek alınırsa iki bedelden biri 100 lira, diğeri de ekmektir. Bunlardaki
farklılıktan dolayı bir kimse diğerindeki malı almak için kendi malını vermeye
razı olur. Ama faizde verilen 100 liranın yerine gene bir 100 lira, bir de
fazladan bir şey alınır. Faiz, o fazlalığın adıdır.
Daha geniş bilgi için Alım Satım ve Faiz bölümünde
Alım Satım Perdesi Altında Faizli Ödünç, başlağı altında verilen bilgilere bakılabilir.
II- FELS SATIŞI
Bundan önce sarf, yani dinara karşılık dinar, dirheme
karşılık dirhem ve dinara karşılık dirhem satışı ile ilgili kuralları gördük.
Bunlar dolaşımdan kalkınca altın veya gümüş olarak değer görür. Bu madenler
her yerde ve her zaman değerlidir.
Kağıt para, siyasi otoritenin baskısı ve insanların
onu kabulü ile bir değer kazanır. Bu sebeple yetkililerin bir kararı, bu
parayı değersiz hale getirebilir. Bunların milli sınırlar dışında para
sayılması, uluslararası anlaşmalara, devletin itibarına ve insanların bunu kabul
etmelerine bağlıdır.
Eskiden, gerçek değerinin üstünde bir değerle
dolaşımda bulunması açısından kağıt paraya benzeyen fels vardı. Sarf kurallarını
gördükten sonra fels satışı ile ilgili kuralları da görürsek eski fakihlerin
para satışı konusuna nasıl yaklaştığını daha iyi tespit edebiliriz.
Fels satışını düzenleyen bir ayet veya hadis yoktur.
Fels ile ilgili kurallar, fakihlerin görüş ve yorumlarından ibarettir. Şafiî
ve Zahirî mezhepleri fels satışını özel bir kurala bağlamazlar, Hanefî, Malikî
ve Hanbelîler felsin veresiye satışını faiz sayarlar, bir kısım fakihler de
fels satışını altın ve gümüş satışıyla aynı kurallara bağlarlar.
A - Felslerin Satışını Özel Bir Kurala Bağlı
Görmeyenler
Şafiî mezhebine göre fels verip fels alırken
bedellerden biri diğerinden fazla olabilir. Birinin peşin diğerinin veresiye
olmasına da bir engel yoktur[776].
Çünkü Şafiî mezhebinin belirlediği faiz illetlerinden hiç biri felslerde
bulunmaz. Felsler ne altın ve gümüşten yapılmıştır, ne de bir gıda maddesidir.
Şafiîlere göre, bedelini bir ay sonra 110
fels olarak almak şartıyla peşin 100 fels satılabilir.
Zahiri mezhebi de felselerin her türlü satışını caiz
görür ve Çünkü bunlar, faizle ilgili hadislerde sayılan altı maddeye girmezler[777].
B- Felslerin Veresiye Satışını Faiz Sayanlar
Hanefî mezhebine göre veresiye olarak fels verip fels
almak faiz (ribe'n-nesie) olur. Çünkü
değiştirilen şeyler aynı cinstendir[778].
Malikî mezhebine göre de bir felsi veresiye iki felse
satmak caiz değildir. Çünkü onlar, her çeşit eşyayı kendi cinsiyle veresiye,
bire iki değiştirmeyi faiz (ribe’n-nesie) sayarlar[779].
C- Fels Satışını Dinar ve Dirhem Satışıyla Aynı
Görenler
Tabiînden[780] Yezid b. Ebî Habîb (53-128 h./673-746 m.),
Ubeydullah b. Ebî Cafer (öl. 99 h./ 718 m.), Yahyâ b. Saîd (öl.144 h./ 761 m.)
ve Rabîa’nın (öl. 136 h./ 753 m.) altın ve gümüş dışında para olarak
kullanılan maddeleri dinar ve dirhemler gibi saydıkları bildirilmektedir.
Leys b. Sa’d (94-175 h./ 713-791 m.); Yahya b. Said ve
Rabia’nın şu görüşünü nakleder: “Felsi felsle değiştirirken fazlalık veya gecikme
mekruhtur. Çünkü artık o, dinar ve dirhemler gibi basılı para olmuştur[781].“
İmam Malik'e göre felsleri değiştirme, ne göz kararı
ile, ne tartıyla ne de ölçekle olur. Bu şekilde, misli misline peşin de olmaz
veresiye de. Sayıyla bir felsi bir felsle değiştirmenin sakıncası yoktur. İster
peşin, ister veresiye olsun bir fels verip iki fels almak caiz değildir. Burda
felslerin sayıyla işlem görmesi, dinar ve dirhemlerin tartıyla işlem görmesi
gibidir[782].
Felsler tartı ile satılırlarsa az da olsa, karşılıklı zarar verme ihtimali
olur[783].
Ebu Hanîfe (öl.
150 h./ 767 m.) ve Ebu Yusuf'a (öl. 183 h./799 m.) göre belirli bir felsi verip
peşin olarak belirli iki fels alınabilir. Tartı veya ölçekle işlem görmedikleri
için bunlarda rib'el-fadl olmaz[784].
İmam Muhammed (öl. l89 h./805 m.) bunu faiz sayar[785].
Burada, belirli () ifadesinin kullanılması onların para olmasından dolayıdır.
Sayıyla işlem gören malların peşin bire iki değişimini faiz saymayan İmam
Muhammed'in 1 fels verip 2 fels almayı faiz saymasının sırrı da bu
"belirli ()" ifadesinde saklıdır. Bu husus biraz sonra
açıklanacaktır.
İmam Muhammed’in görüşü bize şu şekilde
ulaştırılmıştır:
«Felsler paradır. Tıpkı dirhem ve dinarlar gibi cinsi
cinsine fazlaya satılması caiz değildir. Kendisiyle malların kıymetinin
belirlenmesi onun para olduğunu gösterir. Malların kıymeti nasıl, dinar ve
dirhemlerle belirleniyorsa felslerle de belirlenir. Öyleyse bunlar da
paradır. Başka cinse karşı para sayıldıkları gibi kendi cinslerine karşı da
para sayılırlar.
Felsler para olduğuna göre tayinle taayyün etmezler.
Dinar ve dirhemlerin akitte tayin edilmesi, tayin edilmemesi gibi sayılır. Bir
felsi iki felse satınca da durum aynıdır. Bedeller tayinle taayyün
etmediğinden belirli olmayan felsler birbiriyle değiştirilmiş olur ki, bu
caiz değildir. Bunlardan biri diğerinin karşılığı olur ve ikinci fels karşılıksız
kalır. Bu da faizdir[786].
Tayinle taayyün etmemek demek, bir malı satınalırken
elinizdeki dinar veya dirhemi göstererek onu, şu dinar veya şu dirhem karşılığında
aldım, dedikten sonra satıcıya, aynı özellikleri taşıyan bir başka dinar veya
dirhem verilebilmeniz demektir. Ama satıcı, üzerinde anlaşma yaptığınız
maldan başkasını veremez. Çünkü mal tayinle taayyün eder[787].
İlk bakışta İmam Muhammed’in bu görüşünün Hanefî mezhebinin
faizle ilgili görüşüne aykırı olduğu söylenebilir. Çünkü bu mezhepte faiz
illeti kadr ve cinstir. Kadr, keyl ve vezindir. Değiştirilen mallar aynı cins
olur ve her ikisi de keylî veya veznî olursa değişim peşin dahi olsa bedellerin
aynı miktarlarda olması gerekir. Bu husus Faiz bölümünde incelenmiştir.
Değiştirilen felsler arasında cins birliği vardır; ama bunlar sayıyla işlem
gördükleri için bunlarda faize sebep olan ikinci illet yoktur. Buna İmam
Muhammed'in bir itirazı olmaz. Ama o bu konuda, felslerin para olma özelliğini
göz önünde bulundurmuştur. Ebu Hanife ile Ebu Yusuf ise, 1 felsi 2 felse değiştirmeyi
caiz görürken bunların para olma özelliğini bu işlem için yok saymışlardır.
Eğer var saysalardı, onlar da İmam Muhammed gibi söylerlerdi. Bu husus, onların
şu cevabından anlaşılmaktadır:
"Bize göre, değiştirilen felslerin para olma
özelliği bu kişiler açısından, satıştan önce ortadan kalkmış, satış, sayıyla
işlem gören iki ticari malın takası şeklinde yapılmış sayılır. O zaman bu
felsler, sayıyla satılan ibrik gibi olurlar ki, ondan bir tane verip iki tane
almak caiz olur. Ama bunlar başka mallar veya eşit miktardaki kendi cinsleri
karşısında para olmaya devam ederler. Bunları, bir an için para saymamak,
sözleşmeyi sahih sayma zaruretinden dolayıdır. Çünkü onlar bu akdi, sahih olsun
diye yapmışlardır. Bu akit başka şekilde sahih olmaz[788].
Yani değişim sırasında felsler para sayılsa, bir fels verip iki fels almak
caiz olmaz.
Buna karşılık İmam Muhammed der ki: Para olma vasfı
herkesin kabulüyle kazanılır. İki kişinin anlaşması bu vasıfı ortadan kaldırmaz[789].
El-İhtiyar’da konu şöyle anlatılır: "İmam
Muhammed dedi ki; bir felsi iki felse satmak caiz değildir. Çünkü bunlar paradır,
artık dinar ve dirhemler gibi olmuşlardır. Bunların "belirli ()"
olması, belirli olmaması () gibidir. Ebu Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre bunların
para olmaları, para kabul edilmelerinden dolayıdır. Kabul edilmeyince para
olmaktan çıkarlar. Taraflar burada onları para saymama konusunda anlaşmış
olurlar. Bu konuda kimsenin onlar üzerinde bir karar yetkisi (velayeti)
yoktur... Dinar ve dirhemler böyle değildir. Çünkü onlar para olarak
yaratılmışlardır[790].
Belirli olma, () taayyün etme, belirli olmama ()
taayyün etmeme şeklinde de ifade edilir. Bunlar, mal ile parayı ayıran temel
özelliklerdendir. Para taayyün etmez ama mal taayyün eder. Yani bir şey
alırken gösterilen paranın kendisini vermek gerekmez. Onun yerine aynı para
biriminden ve aynı değerde bir başka para verilebilir. Çünkü paranın kendisi
değil, temsil ettiği satınalma gücü önemlidir. Meselâ elinizdeki bir adet
beşyüz lira ile bir çift ayakkabı alsanız, onun yerine bir başka beşyüzlük
veya beş adet yüzlük verebilirsiniz. Çünkü satıcı ayakkabıyı, o paranın satınalma
gücü karşılığında satmıştır. Paranın kaç parçadan ibaret olduğu, kağıdının
büyüklüğü, seri numarası vs. önemli değildir. Para altın veya gümüşten
basıldığı zaman da durum aynıydı. Elindeki Reşat altınına karşılık bir çift
ayakkabı alan kişi, satıcıya bir başka Reşat altın verebilirdi.
Mal taayün eder. Yani müşteri hangi malı aldıysa onu
vermek gerekir. Mesela beğenip aldığı ayakkabının yerine başka ayakkabı
verilemez. Çünkü satınalma kararında ayakkabının rengi, deseni, dikiş
özelliği, büyüklüğü, duruşu, görünümü vs. önem taşır.
Paranın tayinle taayyün etmemesi şöyle bir hukuki
sonuç doğurur. Bir mal peşin alınsa bile ona ödenecek para, akit anından
ödeme anına kadar müşterinin zimmetinde borç olur. Zimmetteki borç, dengiyle
ödendiğinden 500 lira borçlanan kişi, aynı cins paradan ona denk bir başka
para ödeyip borçtan kurtulabilir. Bu sebeple elindeki beşyüzbin lira ile 1
ton şeker satınalan kişi parayı ödemek için uzattığında rüzgar parayı denize
uçursa satış geçersiz hale gelmez. Para, onun zimmetine borç olarak geçtiği
için bir başka beşyüzbin lira ile o şekerin bedelini ödemesi gerekir. Çünkü
paranın denize uçması akdi bozma sebebi olmaz. Bundan dolayı sözleşme
sırasında müşterinin yanında para bulunmayabilir. Paranın helakiyle de sözleşme
geçersiz (batıl) olmaz[791].
Ama şekeri teslimden önce depoyu sel bassa ve şekeri tahrip etse alış veriş
batıl olur. Artık ne müşteri, o şeker yerine bir başka şekeri almaya zorlanabilir,
ne de satıcı bir başka şekeri vermek zorunda kalır. Çünkü şeker taayyün etmiş
bir borçtur.
Ebu Hanîfe ve Ebu Yusuf'un, belirli bir felsi belirli
iki felsle değiştirmek caizdir[792] demelerinin anlamı şudur: Taraflar
değiştirilecek felsleri belirlerler. Hiç biri, onların yerine başka fels
veremez. Onlardan biri kaybolsa satış batıl olur. Bu tıpkı, bir ibrik verip iki
ibrik almak gibidir. Taraflardan hiç biri, gösterdiği ibrikten başkasını verme
hakkına sahip olmaz. Çünkü bunlar maldır, tayinle taayyün ederler. Onlardan
her biri aynı zamanda diğerinin bedelidir. Bu işlem açısından felsler de para
değil, ticari mal sayılırlar.
Felsler bu işlemde para sayılsa, belirlenen felsin
yerine başka fels verme hakkı doğar. Çünkü para taayyün etmez. Taayyün etmeyen
yani belirlenmiş olması önemli olmayan paralar, akit zamanından ödeme zamanına
kadar zimmette borç olur. Dolaysıyla felslerden biri kaybolsa akit fasit olmaz.
O zaman verilen bir fels, alınan bir felsin karşılığı olur, ikinci fels
karşılıksız kalır. Bu, akitte belirlenen karşılıksız fazlalık olduğu için
Hanefî Mezhebine göre faiz olur[793].
İmam Muhammed'e göre felsler dolaşımda olduğu sürece
dinar ve dirhem gibi paradır. İster kendi cinsiyle ister başka cinsle değiştirilsin
akitte taayyün etmez.
el-Asl'da Ebu Hanife ve Ebû Yusuf'tan rivayette,
felsler, bir yönüyle para, bir yönüyle maldır. Tüccarların adetine göre bazı
malların bedeli onunla ödenebilir ama bazılarınınki ödenmez[794].
D- Fels Verip Altın veya Gümüş Almak
Mezheplerin konu ile ilgilli görüşlerini şöyle
sıralayabiliriz:
1- Hanefî, Şafiî, Hanbelî ve Zahirî Mezhepleri
Hanefi mezhebinde fels verip dinar, dirhem, altın ve
gümüş almak caizdir. Peşin de olur veresiye de[795].
Çünkü bu iki madde arasında faiz illetlerinden hiç biri yoktur. Hem bunların
cinsleri farklıdır, hem de altın ve gümüş tartıyla, felsler ise sayıyla işlem
görürler. Bu konuda İmam Muhammed'in
bir itirazından söz edilmez. Hanbelî mezhebinin tercih edilen görüşü de tıpkı
Hanefî mezhebi gibidir[796].
Feth'ul-Kadîr'de bildirildiğine göre Tahâvî, Şerhinde
şöyle der: “Bir dirheme 100 fels satın alsa, felsi veya dirhemi teslim aldıktan
sonra ayrılsalar satış caiz olur. Çünkü
bedellerden biri peşin, diğeri veresiye olmak üzere mal alımı yapıp
ayrılmışlardır[797].”
Felsi veya dirhemi teslim alma şartı, her iki bedelin para olması sebebiyle konmuştur.
Eğer taraflar ayrılmadan bedellerden biri teslim alınmamış olsa, borcu borca
satmak olacağından helal olmaz[798].
Aynı şart fels ile altın veya gümüşü veresiye değiştirirken de aranır[799].
Şafiî mezhebine göre felslerde faiz illetlerinden hiç
biri olmadığı için bunlarla altın ve gümüşü peşin veya veriseye almaya bir mani
yoktur[800].
Zahirî mezhebine göre felsler, hadislerde geçen altı
maddeden birine girmedikleri için bunlarla altın ve gümüş her şekilde alınabilir[801].
2- Malikî Mezhebi
Malikî Mezhebine göre bir paranın faizli
işleme konu olması için para olma özelliğinin ağırlıklı olarak onun özünde bulunması (galibiyettü’s-semeniyet)
gerekir. Bu da ancak altın ve gümüşte olur. Bu konuda altın ve gümüşe başka
bir şey kıyaslanamaz. Bu, Malikî Mezhebinin meşhur görüşüdür. Buna göre
Malikîler de tıpkı Şafiîler gibi fels ile altın, gümüş, dinar ve dirhem
değişminde özel bir şart aramazlar.
Mezhebin meşhur olmayan görüşüne göre bir
şeyin para olarak dolaşımda bulunması (mutlaku’s-semeniyyet) onun faizli
işleme konu olması için yeterlidir[802].
Buna göre, kağıt para da dahil bütün paralar faizli işleme konu olan mallardandır.
İmam Malik’in bu konudaki sözleri şöyle nakledilmiştir:
“Bir felsi iki felse satmak caiz değildir.
Felslerle altın, gümüş veya dinarları değiştirirken küçük bir gecikme caiz değildir[803].”
İmam Malik dedi ki, fels verip fels almak
ne göz kararı (cüzafen), ne dengi dengine tartıyla, ne de dengi dengine
ölçekle olur . Bu şekilde peşin de olmaz vadeli de. Bu konuda fels sayı ile
işlem görür.
el-Müdevvenet’ül-Kübrâ'da, fels verip altın veya gümüş
alma konusunda şu bilgiler yer alır:
“Dedim ki, dirhem vererek felslerden satınalsam ve
birbirimize bedellerini ödemeden ayrılsak buna ne dersin?
Şöyle dedi: İmam Malik’in görüşüne göre bu doğru
değildir, fâsiddir. Mâlik, felslerle ilgili olarak bana şunu söyledi:
Felsleri altın veya gümüşle değiştirirken ödemeyi bir an bile geciktirmekte
hayır yoktur. Eğer insanlar, basılı olup belli bir değeri temsil eden deri
parçalarını kendi aralarında para gibi dolaştıracak olsalardı onlarla altın
veya gümüş alırken bir anlık gecikmeyi bile mekruh sayardım.
Dedim ki, bir gümüş yüzüğü veya altın yüzüğü yahut
altın külçeyi felsle satınalsam da daha bedeller teslim alınmadan o yerden ayrılsak
Malik’e göre bu caiz olur muydu?
Şöyle cevap verdi: Malik’in görüşüne göre bu caiz
değildir. Çünkü Malik şöyle dedi: “Felslerle altın, gümüş veya dinarları değiştirirken küçük bir gecikme caiz olmaz.”
el-Müdevvenet’ül-Kübrâ'da tabiînden[804] Yezid b. Ebî Habîb (53-128 h. / 673-746 m.),
Ubeydullah b. Ebî Cafer (öl. 99 h./ 718 m.), Yahyâ b. Saîd (öl.144 h. / 761 m.)
ve Rabîa’nın (öl. 136 h./ 753 m.) altın ve gümüş dışında para olarak
kullanılan maddeleri dinar ve dirhemler gibi kabul ettiği
bildirilmiştir.
Leys b. Sa’d (94-175 h./ 713-791 m.), Yahya b. Said ve
Rabia’nın şu görüşünü nakleder: “Felsi felsle değiştirirken fazlalık veya gecikme
mekruhtur. Çünkü artık o, dinar ve dirhemler gibi basılı para olmuştur.“
Yahya b. Eyyub, Yahya b. Saîd’in şu görüşünü nakleder:
“Dirhemle felsi değiştirdiysen tamamını almadan ayrılma.”
Leys b. Sa’d (94-175 h./ 713-791 m.), Yezid b. Ebî
Habîb’in ve Ubeydullah b. Ebî Cafer’in şu sözlerini bize bildirmiştir:
Hocalarımızın hepisi fels verip dinar ve dirhem almayı mekruh sayarlardı.
Elden ele peşin olursa o başka[805].“
III - KA⁄IT PARA SATIŞI
Para yenilmez, içilmez, yemeğe tuz, ekmeğe hamur
olmaz. Ama parası olan, yiyeceğini, içeceğini ve diğer ihtiyaçlarını onunla
karşılayabilir. Bu, parayı ekonominin ana direği yapar. Bu sebeple para satışı,
başka satışlara benzemez, daha fazla dikkat ister. Sarfla ilgili hükümler bu
bakımdan önemlidir.
Kağıt para, eski dinar ve dirhemlerin yerini almıştır.
Ama dolaşımda olan dinar ve dirhemle kağıt para arasındaki tek ortak nokta
para olma özelliğidir. Hadislerde, dinar ve dirhem satışına faiz açısından
yaklaşılmıştır. Kağıt para üzerinde, altın ve gümüşten daha çok oyunlar
oynanabilmekte ve insanların malı bu yolla, haksız olarak yenebilmektedir. Bu
kitabın Para ve Enflasyon bölümleri incelenirse durum iyice anlaşılabilir. Bu
da kağıt para konusuna, dinar ve dirhemlerden farklı olarak haksız kazanç
açısından da yaklaşma zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır.
Sarf ve haksız kazançla ilgili hükümleri kağıt parada
uyguladığımız zaman şu durumlar ortaya çıkar.
A- Aynı Cins
Kağıt Paraların Alım Satımı
Aynı cins paraları değiştirirken miktarların eşit ve
bedellerin peşin olması gerekir. Mesela elinizdeki beşyüz lirayı verip yerine
ellilik almak isterseniz peşin olması şartıyla ancak on tane ellilik alabilirsiniz.
Ödemede yapılacak bir gecikme veya bedellerden birinin fazla olması faiz veya
haksız kazanç olur.
Ödemenin peşin olması gerekir, çünkü verilen 500
liranın karşılığı hemen alınmazsa daha sonra ödenecek 500 liranın değeri
farklı olacağından bu fark taraflardan birinin haksız kazancı olur. Kağıt
paradaki değer değişmesi her an olabilir. Bazı paraların değeri değişmiyor
gibi gözükse bile bunu dünya çapında düşününce değer deşimesinin çoğunlukta
olduğu görülür. Allah Teâlâ haksız kazanca izin vermez. O, şöyle buyurmuştur:“Müminler, mallarınızı aranızda haksız yollarla
yemeyin.“ (Nisa 4/29)
Daha sonra 550 lira almak üzere 500 lira vermek satış
değil, faizli işlem olur. Zira satışta bedeller az çok farklı olur. 500 lira
verip bir ceket alınırsa iki bedelden biri 500 lira, diğeri cekettir.
Bunlardaki farklılıktan dolayı bir kimse diğerindeki malı almak için kendi
malını vermeye razı olur. Ama faizde verilen 500 liranın yerine gene bir 500
lira, bir de fazladan bir şey alınır. Faiz, o fazlalığın adıdır. Enflasyonu
bununla karıştırmamak gerekir. O konu daha sonra gelecektir.
B - Farklı Cinsten Kağıt Paraların Alım Satımı
Farklı cinsten kağıt paraların alım satımına döviz
satışı veya kambiyo denir. Bunu yaparken miktarların eşit olması gerekmez ama
bedellerin peşin ödenmesi gerekir. Mesela 1 Amerikan doları satınalmak için
çok miktarda Türk Lirası verilebilir ama bedellerin peşin ödenmesi şarttır.
Bunların her ikisi de para olduğundan bedellerden birinin ödenmesinde meydana
gelecek gecikme faiz veya haksız kazanç olur.
Eğer farklı paraların değişimi peşin olmasa, alım
satım yolu kullanılarak faiz yasağı aşılabilir. Çünkü TL ile ABD doları, Alman
Markı ve diğer kağıt paralar, tıpkı dinar ve dirhem gibi birbirlerinin yerine
geçebilecek, yakın cinslerdir. Türkiye'de TL borcu olan, onun yerine ABD doları
veya Alman Markı; dolar veya mark borcu olan da TL verebilir. Suudu
Arabistan'da riyal ile dolar arasında böyle bir ilişki vardır. Benzeri durum
bütün ülkeler için düşünülebilir. Bunların fiyatları arasında da ya değişmeyen
oranlar olur, ya da değişimin nasıl bir seyir izleyeceği önceden tahmin
edilebilir.
1 ABD dolarının 10 TL değerinde olduğunu düşünelim.
Bunları veresiye değiştirmek uygun görülürse faizci elindeki 1000 TL yi bir
yıl sonra ödenecek 110 ABD dolarına karşılık satar. Müşteri 1000 TL yi bir yıl
kullanır ve zamanı gelince onun yerine 110 ABD doları öder. Böylece alım satım
görüntüsü altında faizli ödünç işlemi yapılmış olur. Bu sebeple veresiye
para satışı caiz olamaz.
Eğer farklı paralarının değişiminde peşinlik şartı
olmasa, o zaman da alım satım yolu kullanılarak haksız kazanç sağlanabilir.
Mesela 1 ABD doları 10 TL değerinde iken bir kişi, daha sonra 1200 TL almak
üzere 120 ABD doları satsa ve ödeme günü doların değeri 15 TL. ye çıksa
alacağı 1200 lira ile ancak 80 ABD doları alabileceğinden onun 40 doları, haksız
olarak karşı tarafa geçmiş olur. Bu süre içinde doların değeri 7.5 liraya
düşecek olsa, bu defa 1200 lira ile 160 dolar alınabileceğinden alacaklı taraf
haksız kazanç elde etmiş olur. Bunu enflasyon farkı saymak mümkün olmaz.
Çünkü iki farklı paranın değerini enflasyon dışında etkileyen şeyler de
vardır. Bu sebeple vadeli döviz satışı caiz değildir.
C - Vadeli İşlem (Forward)
Forward, ileri bir tarihte ödenecek iki farklı paranın
şimdiden satılması demektir. Mesela 1 ABD dolarının değeri 10 TL iken üç ay
sonra teslim edilecek 100 ABD doları için teslim tarihinde 1200 lira ödenmesi
şimdiden kararlaştırılır, o gün gelince doların değeri ister 9 TL, isterse 13
TL veya daha yüksek değerde olsun, anlaşma gereği, taraflardan biri 100 ABD
doları, diğeri de 1200 lira vermek zorunda olur. Bu işlem caiz değildir. Çünkü
Allah'ın Elçisi borcu borca karşılık satmayı yasaklamıştır:[806].
IV- KA⁄IT
PARA İLE ALTIN VE GÜMÜŞ ALIM SATIMI
Dinar ve dirhem artık para değildir. Eski dinar ve
dirhemler birer ticari mal olmuşlardır. Dolaşımdan kalkınca, eskiden de ticari
mal haline gelirlerdi[807].
Altın ve gümüşün külçeleri sadece sarf açısından dinar ve dirhem gibi
sayılırlar[808].
Mezheplerin faiz ve sarf ile ilgili görüş ve
prensiplerini kağıt para üzerinde uygularsak şu durumlar ortaya çıkar:
Hanefî mezhebi’ne göre ağırlık veya kile ile işlem
görmediği ve aralarında cins farklılığı olduğu için kağıt paralarla peşin
veya veresiye her türlü altın ve gümüş alım satımı, selem ve ıstısna yapılabilir.
Selem, para peşin, mal veresiye olmak üzere yapılan satıştır. Bunun için
paranın tamamını peşin vermek, istenen altını belli bir tarihte almak gerekir.
Altın ve gümüşten çeşitli mallar üreten kişilerle istısna (sipariş) akdi de
yapılabilir. İstısna, bir üretimin yapılması için sipariş vermektir. İstısnaın
selemden farkı, paranın tamamını peşin ödenmenin şart olmaması ve malın teslim
tarihinin kesin olmamasıdır. Siparişte, anlaşmaya göre paranın tamamı veya bir
kısmı peşin verilebileceği gibi daha sonra da verilebilir. Hanbelî mezhebinin
görüşü de böyledir.
Şafiî mezhibine göre kağıt paralar ne altın veya gümüş
ne de bir gıda maddesidir. Tıpkı Hanefî mezhebinde olduğu gibi kağıt paralarla
peşin veya veresiye her türlü altın ve gümüş alım satımı, selem ve istısna
yapılabilir. Zahirî mezhebinin görüşü de böyledir.
Malikî mezhebinde konu ile ilgili iki görüş vardır.
Birincisine göre altın ve gümüşte faiz illeti galibiyettü’s-semeniyet[809],
yani malın özünde ağırlıklı olarak para olma özelliğinin bulunmasıdır. Bu
özellik ancak altın ve gümüşte olur, başka bir şeyde olmaz. Mezhebin meşhur
olan görüşü budur. Buna göre kağıt para ile altın ve gümüş alım satımı Şafiî
mezhebindeki gibi özel bir kurala tabi değildir
Buraya kadar anlatılanlar şu şekilde özetlenebilir.
"Kağıt para ile altın ve gümüş alım satımı yapmanın özel bir kuralı
yoktur. Bu, Hanefî, Şafiî, Hanbelî ve Zahiri mezheplerinin görüşüdür. Malikî
mezhebinin tercih edilen görüşü de böyledir.
Malikî mezhebinin meşhur olmayan görüşü, bir şeyde
para olma özelliğinin bulunmasının (mutlaku’s-semeniyyet), onun ribaya konu
olabilmesi için yeterli görülmesidir[810].
Buna göre kağıt para alım satımı tamamen sarf kurallarına göre yani dinar ve
dirhemlerin alım satımı gibi olmalıdır. Bu, İmam Malik'in de görüşüdür. O
şöyle demiştir: Eğer insanlar, basılı olup belli bir değeri temsil eden deri
parçalarını kendi aralarında para gibi dolaştıracak olsalardı onlarla altın
veya gümüş alırken bir anlık gecikmeyi bile mekruh sayardım[811].
İmam Malik'in para olarak kullanılan deri parçaları ile ilgili sözlerinin aynı
işi gören kağıt parçalarını da kapsayacağı açıktır.
İslam Fıkıh Akademisi ()nin Eylül l988’de aldığı 4
numaralı karar bu son görüşe uygundur. Karar şöyledir:
“Kağıt para
itibar-i paradır. Onda para olma özelliği tam olarak vardır. Altın ve gümüş
için konmuş olan faiz, zekat, selem ve diğer hükümler kağıt parada da geçerlidir[812].”
Bu görüş sahipleri, kağıt para ile altın veya gümüş
alırken paranın peşin ödenmesini, altın veya gümüşün hemen teslim alınmasını
şart koşmakta ve aksi davranışı faiz saymaktadırlar.
Rabıtatü’l-alemi’l-İslâmî’nin fetva heyeti de böyle fetva vermiştir. İslâm
alemindeki yaygın kanaat bu doğrultudadır.
Bize göre birinci görüş isabetlidir. Çünkü elde sağlam
bir gerekçe olmadan Allah'ın helal kıldığı alım satım, faizli işlem kapsamına
sokulup yasaklanamaz.
Kağıt para dinar ve dirhemlerin yerini almıştır. Çünkü
dinar ve dirhemler sahadan çekilmiş, meydanı kağıt paraya bırakmışlardır.
Onlar dolaşımdayken hem para, hem de altın veya gümüş olarak değerleri vardı.
Artık onlar, sadece altın veya gümüş olarak varlıklarını sürdürmektedirler.
Kağıt para ile bunlar arasında hiç bir ortak nokta bulunmamaktadır. Zaten
kağıt paranın para olma dışında bir değeri yoktur. Dolaşımdan kalksa kağıdı
bir işe yaramaz. Bu sebeple altın ve gümüşle kağıt para, aynı sınıfa konamaz.
Sarf ile ilgili hadisler sadece dinar ve dirhemlerin alım satımını
düzenlediği için bunları aynı sınıfa koymamızı gerektiren bir şey de yoktur.
Osmanlı lirası 75 yıldır dolaşımda olmadığı halde,
serveti biriktirmek veya zinet gayesiyle satın alınmakta, İstanbul Darphanesi
talepleri karşılamak için onları basmaya devam etmektedir. Ama Osmanlı
döneminde, altın paranın yerine geçsin diye basılmış olan kağıt paranın yani
kaimenin bugün talep edilmesi sözkonusu değildir. Halk böyle bir paranın
varlığından bile habersizdir. Çünkü kaimelerin para olma vasfı ortadan kalkınca
hiç bir değeri kalmamıştır. Onlar, ancak antikacılarda ve müzelerde
bulunabilir.
Kağıt para ile altın ve gümüş arasında hiç bir ortak
nokta yoktur. Kağıt paranın değeri, altın ve gümüşe göre de tespit edilmez.
Kağıt para açısından demir, bakır, petrol, buğday ve diğer mallar ne ise, altın
ve gümüş de odur. Bu sebeple kağıt para verip altın ve gümüş almak için
genel ticaret kuralları dışında bir kural koymanın haklı bir gerekçesi yoktur.
Böyle bir alım, peşin de olur, veresiye de. Kağıt para ile altın ve gümüş
arasında selem ve istısna akitleri de yapılabilir. Elde bir delil olmadan bu
satışı sınırlandırmaya, hele bunu, faiz hükümleri dahilinde görmeye hiç kimse
yetkili değildir.
V- KA⁄IT PARA SATIŞI İLE İLGİLİ
DE⁄ERLENDİRME
Mezheplerin faiz ve sarf ile ilgili görüş ve
prensiplerini kağıt para satışı üzerinde uygulayınca şaşırtıcı sonuçlar ortaya
çıkar. Bu sebeple burada bir değerlendirme yapmak kaçınılmazdır.
Hanefî mezhebi’ne göre ağırlık veya kile ile işlem
görmediği için yalnızca aynı cins kağıt paraların veresiye değişimi yasak
olur. Mesela 100 TL, daha sonra ödenecek 90, 100 veya 101 TL'ye karşılık
satılamaz. Satılırsa faizli işlem olur. Ama Türk lirası ile Alman Markı veya
Amerikan Doları ve diğer kağıt paralar arasında cins birliği olmadığı için
bunların peşin veya veresiye her türlü alım satımı yapılabilir. Hanbelî mezhebinin
tercih edilen görüşü de Hanefi mezhebi gibidir. Bu görüş kabul edilemez.
"Farklı Cinsten Kağıt Paraların Alım Satımı" başlığı altında
verdiğimiz bilgilere göz atılırsa bunun faize ve haksız kazanca kapı açtığı
açıkca görülür. Orada geçen şu örneği tekrarlayalım: 1 ABD doları 10 TL
değerinde olsa, faizci elindeki 1000 TL yi bir yıl sonra ödenecek 110 ABD
dolarına karşılık satsa bu, alım satım görüntüsü altında faizli ödünç olur. Bu
sebeple veresiye kağıt para satışı caiz olamaz.
Şafiî mezhibine ve Malikî mezhebinin tercih edilen
görüşüne göre kağıt paralar altın, gümüş veya bir gıda maddesi olmadığı için
ister aynı cinsten, isterse farklı cinslerden olsun peşin veya veresiye her
türlü kağıt para alım satımı yapılabilir. Bu konuda Zahirî mezhebi de aynı
görüştedir. Çünkü kağıt para, hadislerde geçen altı maddeden biri
değildir.
Bu görüş de kabul edilemez. Daha sonra 550 lira almak
üzere 500 lira satılabilirse bu yolla her türlü faizli işlem yapılabilir ve
faiz yasağının bir anlamı kalmaz.
Eskiden kağıt para olmadığı için büyük fakihlerin bu
konuda kafa yormamış olmaları yadırganamaz. Felsler o zamanın bozuk parasıydı,
sadece küçük ödemelerde kullanılırdı. Bozuk paranın miktarı az olacağından
onunla faizli işlem yapmak isteyen çıkmaz. Bu sebeple felste böyle bir
tehlike yoktu. Bugünkü kağıt para, dinar ve dirhemlerin yerini almıştır. Bunu
gözden uzak tutup faiz yasağını çiğneten görüş ve prensiplere uyulamaz. Böyle
bir davranış hiç kimseyi sorumluluktan kurtaramaz. Çünkü bunun Allah'a isyan
olacağı açıktır. Allah'ın Elçisi şöyle demiştir:"Yaratıcıya ısyan olan yerde yaratılmışa boyun eğilmez[813]." Onun bir başka sözü de şöyledir:"Boyun eğme sadece marufta olur[814]." Maruf, Kur'an'a, sünnete ve geleneğe uygun şey
demektir. Kaldı ki, adı geçen mezhepler zamanında böyle bir problem olmadığı
için bu konuda onlar da suçlanamaz. Ama baştan beri anlatıp durduğumuz gibi bu
görüşler, bu mezheplerin faizle ilgili görüş ve prensiplerini ne kadar yanlış
bir zemin üzerine oturttuklarını bir kere daha gözler önüne sermektedir.
Malikî mezhebinin meşhur olmayan görüşü, bir şeydeki
para olma özelliğinin (mutlaku’s-semeniyyet) onun ribaya konu olabilmesi için
yeterli görülmesidir[815].
Buna göre kağıt para alım satımı tamamen sarf kurallarına göre yani dinar ve
dirhemlerin alım satımı gibi olmalıdır. Bu, İmam Malik'in de görüşüdür. O şöyle
demiştir: "Felsleri değiştirme, ne göz kararı ile, ne tartıyla ne de ölçekle
olur. Bu şekilde, misli misline peşin de olmaz veresiye de. Sayıyla bir felsi
bir felsle değiştirmenin sakıncası yoktur. İster peşin, ister veresiye olsun
bir fels verip iki fels almak caiz değildir. Burda felslerin sayıyla işlem
görmesi, dinar ve dirhemlerin tartıyla işlem görmesi gibidir[816].
İmam Malik'in kağıt parayı da bu kapsama sokacağı açıktır.
Tabiînden[817] Yezid b. Ebî Habîb (53-128 h. / 673-746 m.),
Ubeydullah b. Ebî Cafer (öl. 99 h./ 718 m.), Yahyâ b. Saîd (öl.144 h. / 761 m.)
ve Rabîa’nın (öl. 136 h./ 753 m.) altın ve gümüş dışında para olarak
kullanılan maddeleri dinar ve dirhemler gibi kabul ettiği bildirilmiştir.
Leys b. Sa’d (94-175 h./ 713-791 m.), Yahya b. Said ve
Rabia’nın şu görüşünü nakleder: “Felsi felsle değiştirirken fazlalık veya gecikme
mekruhtur. Çünkü artık o, dinar ve dirhemler gibi basılı para olmuştur.“
Bu görüşlerin bu konuda isabetli olduğu açıktır.
VI- BORÇ SENETLERİNİN ALIM SATIMI
Borç senetleri, bir borcun yazılı belgeleridir.
Bunlar; tahvil, hazine bonosu, çek ve senet diye değişik isimlerle anılırlar.
Tahvil, faizli borç senedidir. Onu çıkaran kuruma göre
devlet tahvili, banka tahvili ve şirket tahvili diye adlandırılır. Hazine bonosu
da bir tahvildir. Faiz haram olduğu için tahvil alım satımı da haramdır.
Çek, bankadan alacaklı bulunan bir kişinin, hamiline
veya çek üzerinde adı yazılı kişiye ödeme yapması için bankaya verdiği yazılı
emirdir. Çeklerde vade olmayacağından çekin ıskontosu veya satışı olmamalıdır.
Ama Türkiye’de vadeli çek kullanımı yaygındır. Vadeli çek, bir borç senedi
mahiyetindedir. Onun satışı senet satışı ile aynıdır.
Borç senedi veya vadeli çek, üzerinde yazılı değerden
düşük değerle satılır. Buna bankacılıkta ıskonto, tüccarlar arasında çek
veya senet kırdırma denir. Bu, faizli bir işlemdir ve haramdır. Çünkü bir ay
vadeli 1000 liralık çek veya senedi, peşin 900 liraya alan kişi, bir ay sonra
1000 lira almak üzere şimdi 900 lira vermiş olur. Aldığı çek veya senet de o
borcun belgesi olur. Asıl borçlu, borcu ödemediği taktirde çeki veya senedi
satan kişi öder. Çünkü satıcı, asıl borçlunun kefili olur. Bu da senedi satın
alan için bir teminattır. Bu işlem faizden başka bir şey değildir.
Çek veya
senedin ciro edilmesine İslam hukukunda havâle denir. Havâle, çek veya senet
satışı değil, bir kişideki alacağın bir başkasına devridir. Bunun faizle
ilgisi yoktur. Dolayısıyla mal alım satımlarında müşteri çeki veya müşteri
senedi vermenin bir zararı olmaz.
ON İKİNCİ BÖLÜM
MENKUL KIYMETLER BORSASI
Menkul kıymetlerin alınıp
satıldığı yere menkul kıymetler borsası adı verilir. Menkul kıymetler
kapsamına tahvil, hazine bonosu ve hisse senetleri girer. Tahvil ve hazine
bonosunun alım satımı faizli işlemlerden olduğu için daha önce anlatılmıştı.
Burada şirketlerin hisse senetlerini borsada alıp satmadan söz edilecektir.
Borsaya hisse senedi sürme hakkı yalnızca anonim şirketlere tanındığından önce
anonim şirketlerin yapısı incelenecek, birer anonim şirket olan holdinglerden
bahsedilecek sonra borsa konusuna geçilecektir.
I. ANONİM ŞİRKET
Anonim şirket, bir ünvana sahip,
esas sermayesi belirli ve paylara bölünmüş olan, borçlarından dolayı yalnız mal
varlığıyla sorumlu tutulan şirkettir. Ortakların sorumluluğu ise üstlenmiş
oldukları sermaye paylarıyla sınırlıdır.
Anonim şirket tüzel kişiliğe
sapihtir. Tüzel kişilik, ona insan olmadığı hâlde insan gibi bazı hak ve
sorumluluklar verir. Onun mülkiyet hakkı, akit yapma ve sorumluluk altına
girme yetkileri vardır. Bir insan gibi doğar, yaşar ve ölür. Ölen insanın malı
mirasçılarına, tasfiye edilen şirketin malı da ortaklarına kalır. Şirketin
borcu malına denk ya da daha fazla ise ortakların alacağı bir şey yoktur.
Ortaklar şirketin mal varlığını aşan borçlardan sorumlu tutulmazlar. Onlar sadece
sermaye ile sınırlı bir sorumluluk üstlenmişlerdir. Tüzel kişiliğin beyni
yönetim kuruludur. Yönetim kurulu genel kurula karşı sorumludur. Kim genel
kurula hâkim olursa anonim şirketin her
şeyine hâkim olur.
A- Sorumluluk
Şirketi idare edenler her ne kadar
gerçek şahıslar ise de Türk Ticaret Kanunu (T.T.K.) 336'ya göre yönetim kurulu
üyeleri şirket nâmına yaptıkları sözleşmelerden ve işlemlerden dolayı şahsen
sorumlu olamazlar.
Aynı kanunun 321'inci maddesi ise
temsile veya idareye yetkili kişilerin görevlerini yaptıkları sırada
işledikleri haksız fiillerden anonim şirketi sorumlu tutar. Anonim şirkette
kimi şahıslar, şirket yoluyla elde edecekleri menfaatlerden yararlanırlar; ama
kendi elleriyle meydana gelen haksız fiillerin sorumluluğuna katlanmazlar. Her
ne kadar şirketin bu şahıslara rücu hakkı varsa da bu hakkın kullanılması
genel kurulun kararına bağlıdır. Bunun böyle olması birçok haksızlığın kapısını
aralamaktadır.
Genel kurulu etkileyecek durumda
olan pay sahipleri şirkete tam hâkim olurlar. T.T.K. m. 363'e göre diğer
ortaklar şirketin iş sırlarını öğrenmeye yetkili değillerdir. Şirketin ticârî
defterleriyle yazışmalarının incelenmesi yalnız genel kurulun açık müsaadesi
ya da yönetim kurulunun kararıyla mümkündür.
Küçük pay sahiplerinin talepleri
genel kurul ya da yönetim kurulu tarafından kabul edilmediği takdirde bunlar
şirketle alâkalı herhangi bir şeyi öğrenme hakkını elde edemezler.
Ana sözleşmede aksine bir hüküm
yoksa şirket genel kurulu şirket sermayesinin en az dörtte birini temsil eden
pay sahiplerinin katılmasıyla toplanır. Kararlar mevcut oyların çoğunluğuyla
alınır[818].
A.Ş. kurulduktan sonra şirketin
sona ermesi için T.T.K. 434'te belirtilen infisah sebeplerinin bulunması icap
eder. Yoksa pay sahibi şirkette bulunan mal varlığını isteyip şirketten ayrılma
hakkına sahip değildir. Sadece sahip olduğu hisse senetlerini bir başkasına
satabilir ve bu şekilde şirketin ortağı olmaktan çıkar. Şirketin gerçek
değerini ne kendisi, ne de hisseleri alan kişi bilemeyeceği için hisse
senetleri için istediği fiyat, sadece tahminî fiyat olacaktır.
Hisse senetleri ya nâma ya da
hamiline yazılı olur. Hamiline yazılı hisse senetlerinin devri mümkündür. Fakat
nâma yazılı hisse senetlerinin devredilebilmesi için ana sözleşmede aksine bir
hükmün bulunmaması gerekir.
Şirketlerin hisse senetleri, A
grubu, B grubu, C grubu gibi değişik gruplara ayrılabilir. Ana sözleşmede
yönetim kurulunun kararı olmadan, nâma yazılı hisse senetlerinin tamamının veya
bir grubunun satılamayacağı ya da hisse senedini satmak isteyen kimsenin evvela
ortaklara müracaat etmesi gerektiği, ortaklar almadığı takdirde başka kimselere
satabileceği şeklinde maddeler konabilir. Bu durumlar pay sahiplerinin sahip
oldukları payı satma yetkisini sınırlar. Ana sözleşmede başlangıçta bu gibi
hükümler olmayabilir. Fakat genel kurula hâkim olan ortaklar ana sözleşmeyi bu
yolda değiştirebilirler.
Kanunla belirlenmiş olan bu gibi
şeylerle, küçük pay sahipleri büyük ortakların insafına terk edilmiş
olmaktadır. Büyük ortaklar insaflı ve hakkaniyete uygun bir şekilde
davranırlarsa şirkette fazla bir problem çıkmaz. Fakat şirketin yapısı onları
hakkaniyete uygun bir davranışa zorlamamaktadır.
Daha sonra belirtileceği gibi
haksızlığa uğradığını iddia eden pay sahibinin bunu ispatlaması da zor şartlara
bağlanmıştır. Öyleki A.Ş.'lerde genel kurula hâkim olan büyük ortaklar küçük ortakları
ezmek için her türlü imkâna sahip kılınmışlardır. Hatta büyük sermayeye sahip
olmadan bile ana sözleşmeye konabilen birtakım maddelerle şirketin yönetimini
elde tutmak mümkündür. Meselâ ana sözleşmede A grubu hisse senedine sahip olan
kişiler yönetim kurulunun dört üyesini seçer, beşinci üye de B grubu hisse
senedi sahibi olan kişiler arasından seçilir, şeklinde maddeler olabilir. A
grubu hisse senedi sahipleri şirketin %10'una, %20'sine sahip olabilirler. Her
nasılsa ana sözleşmeye konan böyle bir madde bir azınlığın şirkete hâkim
olmasına imkân tanır.
B- Büyük Ortakların Yapabilecekleri Haksızlıklar
Kapitalist sistemler menfaatinden
başka bir şeyi düşünmeyen ekonomik adam modeli üzerine kurulmuştur. Bazı
Müslüman yazarların buna karşılık
Müslüman adam modelini ortaya koyduklarına şahit oluyoruz. Ama İslâm
hukuku ve iktisadı Müslüman adam modeli üzerine kurulmuş değildir. Yani
hükümler, insanlara zulüm yapmaktan sakınan, hakkına razı olan ahlâklı bir
insana göre düzenlenmemiştir. Çünkü insanla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim'de ve
Allah'ın Elçisi'nin sözlerinde geçen tanımlar, sözleşmelerin haksızlığa açılabilecek
kapıları kapayacak şekilde hazırlanmasını zorunlu kılmıştır.
İbrahim sûresinin 34. ayeti şöyledir:
"Allah size istediğiniz her şeyden vermiştir. Eğer Allah'ın nimetini
saymaya kalksanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür."
İsra sûresinin 83. ayeti de
şöyledir:
"İnsana
nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer, ona bir de zarar dokunacak olsa
iyice karamsarlığa düşer."
Hacc sûresinin 66. ayetinde şöyle buyrulur:
"Gerçekten insan çok nankördür."
Meâric sûresinin 19., 20. ve 21.
ayetlerinin meali şöyledir :
"Gerçekten insan pek hırslı yaratılmıştır.
Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır feryat eder.
İyilik dokunduğunda da pinti kesilir, kimseye bir şey vermek istemez."
Alâk sûresinin 6. ve 7.
ayetlerinde de şöyle buyrulmuştur:
"İnsan
ne de olsa taşkınlık eder,
kendini kendine yeter görmesiyle. "
Ona dua ve selâm olsun, Allah'ın
Elçisi şöyle demiştir:
"Eğer insanların tek taraflı iddiaları yeterli sayılsaydı birbirlerinin
kanını ve malını dava ederlerdi[819]."
İnsan böyle tanımlandığı için fakihler
akitlerde haksızlık sayılan şartların konmasını yasaklamış, haksızlığa sebep
olabilecek şartları da "müfsit şart" yani akdi bozucu şart olarak
kabul etmişlerdir. A.Ş.'lerde her iki tür şart mevcuttur. İnsanların eline
haksızlık yapma imkânının verilmemesi esastır. Biraz sonraki örneklerde görüleceği
gibi kanun, A.Ş.'lere hâkim olan sermaye sehiplerinin haksızlık yapmalarına
imkân tanımaktadır.
1 - Kârdan pay vermeme
Halka açık olmayan A.Ş.'lerde
kârdan pay verilmesi yani temettü dağıtılması genel kurulun kararına
bırakılmıştır. Genel kurul karar vermedikçe kâr dağıtımı yapılamaz. Bir A.Ş.'de 2 kişinin %49 sermayeye, 3 kişinin de
%51 sermayeye sahip olduğunu kabul edelim. Bu üç kişi şirketi gayet iyi
çalıştırarak zengin bir hâle getirmiş; fakat yıllık genel kurullarda temettü
dağıtılmasını kabul etmemiş olsun. Böyle bir durumda zengin şirketin %49'una
sahip olan ortaklar, şirketin zenginliğinden hiçbir şekilde istifade
edemezler. Bunların yapabilecekleri tek şey hisse senetlerini satabilmektir.
Eğer hisse senetlerinin satılması yönetim kurulunun müsaadesine bırakılmışsa
%49'luk paya sahip olan kişilerin işleri büsbütün zorlaşmış olacaktır. Büyük
bir şirketin hissesine sahip olmalarına ve çok zengin bulunmalarına rağmen bu
pay sahipleri zenginliklerinden hiçbir şekilde istifade edemezler. Eğer Müslüman
iseler zekâtlarını vermekle de sorumlu olurlar. Trilyonluk servete sahip olan
bu ortaklar, bir taraftan zekât mükellefi diğer taraftan bir lokma ekmeğe
muhtaç ve fakr-u zaruret içinde olan kişiler hâline gelebilirler.
Yönetimi ellerinde bulunduran
ortaklar, maaş, huzur hakkı, çeşitli masrafların şirkete yüklenmesi vesair
yollarla zenginliğin keyfini çıkarabilirler.
2 - Küçük ortakların haklarına el koyma
Küçük ortak, genel kurula hâkim
olamadığı için şirket yönetiminde söz sahibi olamaz. Genellikle %51'lik payı
ellerinde bulunduran ortaklar, şirketin her türlü muamelesine hâkim olduğundan
%49'luk pay sahipleri küçük ortak sayılırlar. Küçük ortakların malları çeşitli
yollarla gasp edilebilir. Bunlardan iki türüne örnek verelim:
a- Küçük ortağın payını düşürme
Yukarıda çok iyi çalışan ve zengin
olan bir şirket örneği verildi. O şirket 100 milyonluk bir sermayeyle kurulmuş,
yapılan yeniden değerlemeyle değerinin bir milyara çıktığı tespit edilmiş
olsun. Büyük ortaklar isterlerse şirketin artan 900 milyon liralık değeri karşılığında
hisse senedi çıkarıp ortaklara bedelsiz olarak verebilirler. Fakat buna mecbur
tutulmadıkları için bunun yerine sermaye artırımına da gidebilirler. Sermayeyi
100 milyondan 1 milyar liraya çıkarma kararı alınınca ortaklara rüçhan hakkı
doğar. Rüçhan, üstünlük demektir. Rüçhan hakkı, her ortağın, şirketin yeni
hisse senetlerinden kendi payına düşeni alma üstünlüğü demek olur. Bunun için
belli bir süre tanınır. Süresi içinde rüçhan hakkını kullanan ortak, şirketteki
payını korur, yoksa büyük kayba uğrar.
Şirketin o andaki değeri zaten 1
milyar olduğundan rüçhan hakkını kullanan her ortak, kendi öz malını, para
vererek satın almış olur. %49'luk pay sahipleri bunun için 441 milyon lira
vermek zorunda olurlar. Büyük ortaklar, kendi paylarına düşen senetleri kuruş
ödemeden alabilirler. Bunun için muhasebeye bir talimat vermeleri yeterlidir.
Kayıtlara onların bu parayı verip senetleri aldığını yazmak zor değildir. Eğer
küçükler rüçhan haklarını kullanmazlarsa büyükler onların paylarına düşen
senetleri de aynı yolla alabilirler. Yeni hisse senetlerinin tamamını %51'lik
pay sahibi büyük ortaklar alırsa, küçük ortakların şirketteki payları, %49'dan
%4.9'a düşer. Yani şirket mal varlığından sahip oldukları her 10 liranın 9 lirası,
kanunî yollarla büyük ortaklara geçmiş olur. Genel kurula hâkim olan ortaklar,
yeni senetleri para vererek de alabilirler. Kendi ödeme şartlarını dikkate
alarak sermaye artırımına gidecekleri için yeni hisse senetlerinin tümünü
almaları zor olmaz. Bu durumda şirketin gerçek değeri bir milyar dokuz yüz
milyona çıkmış olur. Daha sonraki yıllarda sermaye artırımı aynı usulde devam
ederse küçük ortakların şirketteki payları %0'lı rakamlara kadar düşer. Bunu
şikayet edecek bir makam yoktur.
Bilindiği gibi bir şirketin
kuruluş yılları büyük sıkıntıların ortaklar tarafından paylaşıldığı yıllardır. Kâra geçilmesi için uzun süre beklemek
icap eder. Yatırımı yapıp bundan kâr bekleyen ortaklar, bir müddet sonra
şirkete hâkim olan kötü niyetli kişilerin bazı kanunları kullanarak kendilerine
zulmetmelerini kabul edemezler. Bu durum huzursuzluklara, kavgalara ve topluma
küsmüş kişilerin ortaya çıkmasına sebep olur. Kanunlar, insanların kötü
niyetli davranacakları düşünülerek hazırlanmalı, haksızlığa uğrayan insanların
haklarını sonuna kadar aramalarına imkân vermelidir.
b- Şirket mal varlığını zimmete
geçirme
Şirkete hâkim olan kimseler
sermaye artırımı yapmadan da şirketteki mal varlığını zimmetlerine
geçirebilirler. Şirketin bir fabrikaya sahip olduğunu, çeşitli makina takım ve
tezgahlara, nakil vasıtalarına ve arsalara malik bulunduğunu düşünelim. Büyük
ortaklar ikinci bir şirket kurup bu şirketin mallarını ikinci şirkete
aktarabilirler. Meselâ, şirketin sahip olduğu vasıtaları ucuz fiyatlarla öbür
şirkete satmaları mümkündür. Bir üçüncü şahsa ucuza satıp ondan sonra yeni
şirkete geçirme imkânları da vardır. Aynı şey fabrika için, arsalar için ve
diğer varlıklar için de düşünülebilir. Şirketin içi bir müddet sonra tamamen
boşalır ve mahkemeden şirketin tasfiyesi istenir. Bir müddet önce milyarlarca
liralık mala sahip olan küçük ortaklar, şimdi malları ellerinden alınmış ve
yapacağı hiçbir şey olmayan zavallı kişiler olurlar. Bir süre de mahkeme
kapılarında sürünür sonra kendi kaderleriyle başbaşa kalabilirler.
Genellikle miras yoluyla küçüklere
ya da kadınlara intikal eden şirket payları kötü niyetli kişiler tarafından bu
yollar kullanılarak yok edilebilmektedir.
Bir başka yol da şirketin kârının
bir başka şirkete transfer edilmesidir. Bunun da çeşitli usulleri vardır.
Meselâ bankadan kredi alınarak kredinin faizi bu şirkete ödetilir. Fakat
kredi, büyük ortaklar tarafından kurulmuş ikinci bir şirkette faizsiz olarak
kullanılabilir. Yani kredinin kârı öbür şirkete, riski ve zararı bu şirkete
yükletilebilir.
c- Küçük pay sahiplerinin şikayet
hakkı
T.T.K. 347 ve devamı maddeleri şirketlerde
murakıp bulundurulmasını mecburî tutar. Her pay sahibi, şirketin yönetim
kurulu üyesi veya müdürleri aleyhine murakıplara başvurabilir. Murakıplar bu
başvuruları incelemek zorundadırlar. Şikayetin haklı olduğu sabit olursa durumu
yıllık raporlarına yazarlar. Bu rapor genel kurulda okunur. Başvuranlar esas
sermayenin 1/10'una sahipseler azınlık hakları
söz konusu olur. Bu durumda murakıplar yapılan şikayet hakkındaki fikir
ve görüşlerini raporlarına yazmak ve gerek gördükleri takdirde de genel kurulu
olağanüstü toplantıya davet etmek zorundadırlar. Ama böyle bir şeyin
olabilmesi için %10 oranındaki hisse senedine sahip olan ortakların bunları
muteber bir bankaya rehin olarak bırakmaları icap eder. Bu senetler genel
kurulun ilk toplantısının sonuna kadar orada kalır.
Genel kurul, yapılan ihbarı
değerlendirmezse başvuru sonuçsuz kalır. Bu durumda büyük ortaklardan
şikayetçi olan küçük ortak, tekrar büyük ortaklar tarafından engellenmiş ve
fasit bir daire ile yapılan başvuru sonuçsuz ve gereksiz hâle gelmiş olur.
T.T.K. 348. maddesine göre genel
kurulun toplantı vaktinden itibaren en az altı ay önceden beri esas sermayenin
en az 1/10'una eşit paylara sahip oldukları sabit olan pay sahipleri, son iki
yıl içinde şirketin kuruluşuna veya idarî
muamelelerine ilişkin bir yolsuzluğun olduğu ya da kanuna yahut esas
sözleşme hükümlerine aykırı önemli davranışların yapıldığı iddiasında
oldukları takdirde bunları veya bilançonun gerçekliğini tahkik için özel
murakıplar tayinini genel kuruldan isteyebilirler. Bu istek reddolunursa
ortaklar, gerekli masrafları peşin ödemek ve dava sonuçlanıncaya kadar rehin
kalmak üzere sahip oldukları hisse senetlerini muteber bir bankaya tevdi etmek
şartıyla mahkemeye müracaat hakkı kazanırlar. Bu talebin mahkemece kabul
edilebilmesi için iddia olunan hususlar hakkında yeterli delil ve emare
gösterilmesi lâzımdır.
Küçük ortaklar şimdi de güçlerinin
yetmeyeceği bir şeyle karşı karşıya bırakılırlar. Çünkü T.T.K. 363. maddesine
göre şirketin ticârî defterleriyle muhaberatının incelenmesi yalnız genel
kurulun açık müsaadesi ya da yönetim kurulunun kararıyla mümkün olmaktadır.
Bir de hiçbir ortak şirketin iş sırlarını öğrenme yetkisine sahip değildir. Bu
durumda mahkemeye başvurmuş bulunan ortaklar yeterli delil ve emareyi gösteremeyeceklerdir.
Böylece kanun, kaşıkla vermiş olduğunu kepçeyle geri almakta, küçük pay
sahiplerini fasit bir daire içerisinde yormaktadır.
II- HOLDİNGLEŞME OYUNU
Fıkıhta, ancak nakit para şirket
sermayesi olabilir. Ayınlar, yani nakit para dışındaki mallar sermaye olamaz.
T.T.K.'ya göre ise ayınlar şirket sermayesi olabilir. Durum böyle olunca bir
şirketin hisse senedi diğer şirket için sermaye olmakta ve bununla ikinci bir
şirket kurulabilmektedir. İkinci şirketin hisse senedi ile üçüncü, üçüncününkü
ile de dördüncü ya da birkaç şirketin hisse senetlerinin birleştirilmesiyle
beşincisi kurulabilmektedir.
Holding, birkaç şirketi tek elden
idare etmek için kurulur. Bir şirketin hisse senedinin diğer şirket için
sermaye olarak gösterilebilmesi gerçekte küçük sermayeli olan kişilerin ya da
ailelerin büyük sermayeli olarak gözükmelerine, büyük iş sahibi rolüne
soyunmalarına sebep olmaktadır. Meselâ 100 milyon lira sermayeli bir şirketin
51 milyon liralık hissesine sahip olan bir aile, bu hisseleri sermaye olarak
göstererek bir holding kurabilir. Holdingin birkısım hisselerini halka ya da
eşe dosta satarak bundan elde ettiği sermaye ile üçüncü bir şirket kurar ve böylece
şirketlerin sayısı zincirleme olarak artar. Bu üç şirketten her birinin
toplam sermayesi 300 milyon lira olarak gözüküyorsa topu topuna 51 milyon liralık sermayeye sahip
olan aile toplum karşısına 300 milyon lira sermayeli üç şirketin büyük sahibi
ve yöneticisi olarak çıkar ve hisse senedi satın alma durumunda olan insanları
bu görüntüsüyle aldatabilir. Bu konuya Muharrem Karslı'nın Borsa adlı kitabının 95.
sayfasında geçen şu örneği verelim:
"Sancaktar ailesi, 100 milyon
lira sermayeli Sancaktar Boya Sanayii A.Ş.'nin %51 hissesine, yani 51 milyon
lira nominal değerde 51.000 hisseye sahiptir. Bu 51 milyon lira nominal
değerdeki hisse senetlerine mahkeme kanalıyla değer biçtirildiğini ve bu değerin
102 milyon lira olduğunu kabul edelim. Sancaktar ailesi 200 milyon lira
sermayeli Sancaktar Holding'i kurarak 102 milyon lira değer biçilen Sancaktar
Boya Sanayi A.Ş.'nin hisse senetlerini holdinge alır. Holdingin geri kalan %49
hissesini halka satar; halktan aldığı 98 milyon lira ile 192 milyon lira
sermayeli Sancaktar Vernik ve Reçine Sanayi A.Ş.'yi kurar ve %51 hissesini
holdingin portföyüne koyar. Yeni şirketin geri kalan 94 milyonluk hisselerini
piyasadan tanıdığı diğer müteşebbislere, diğer holdinglere veya halka satar.
Böylece, Sancaktar ailesi
cebinden bir kuruş yeni yatırım yapmadan
iki şirket ve bir holdingin sahibi ve hâkimi olur."
Hâlbuki şirket sermayesinin nakit
para olması şartı getirilecek olsaydı Sancaktar ailesi topu topuna 51 milyon
liralık hisse senedine sahipken toplam 492 milyon sermayeli şirketlerin sahibi
gibi gözükmeyecek ve karşısında bulunan muhatapları bu yolla aldatma imkânını
elde edemeyecekti.
III- BORSA
Menkul kıymetlerin alınıp
satıldığı yere menkul kıymetler borsası adı verilir. Menkul kıymetler
kapsamına tahvil, hazine bonosu ve hisse senetleri girer. Tahvil ve hazine
bonosu faizli borç senetleridir. Bunların alım satımı faizli işlem kapsamına
girer. Hisse senetleri ise şirketlerin ortaklık senetleridir. Bunları alanlar,
ilgili şirketin ortağı olurlar. Bunlar küçük ortak olacağından A.Ş.'nin büyük
ortaklarının insafına terk edilmiş olurlar. S.P.K. (Sermaye Piyasası Kanunu)
ve yönetmeliklerle bunların durumu iyileştirilmeye çalışılmıştır. Ancak A.Ş.'lerin
yapısında temel değişiklikler yapılmadan, yönetimi üstlenen kişiler, yaptıkları
haksız davranışlardan bizzat sorumlu tutulmadan, en küçük ortağın hakkını
koruyacak değişiklikler yapılmadan bu haksızlıkların önüne geçmek mümkün olmaz.
Bugüne kadar yapılan değişiklikler yeterli olmamıştır.
A- Menkul Kıymetlerin Halka Arzı
ve Satışı
S.P.K.'nın 6. maddesine göre,
"Menkul kıymetlerin halka arzında açıklanacak bilgiler izahnâmede yer
alır. İzahnâmede hangi bilgilerin bulunacağı hisse senetleri ve tahvil
ihraçları bakımından ayrı ayrı olmak üzere T.T.K.'nın ilgili maddelerindeki
hususlar göz önünde tutularak kurul tarafından belirlenir.
Halka arz izninin verilmesinden sonra izahnâme
Ticaret Sicili'ne tescil ve ilan edilir. Halkın menkul kıymetleri satın almaya
davet edilmesi izahnâme ve esas sözleşmeye, kurulun gerekli maddeleri eklediği
bir sirküler ile yapılır. Yapılacak ilan ve açıklamalar, ne gerçeğe uymayan
abartılı veya yanıltıcı bilgiler içerebilir ne de halka arz izninin resmî bir
teminat olarak yorumlanmasına yol açacak açık veya dolaylı bir ifade taşıyabilir.
Kurul, yanıltıcı nitelikte gördüğü reklâmları yasaklar."
S.P.K.'nın 10. maddesinde izahnâme
ile halka açıklanan konularda meydana gelen değişikliklerin ilgili A.Ş. tarafından en geç 10 gün içerisinde
Sermaye Piyasası Kurulu'na bildirilmesi zorunlu tutulmaktadır. T.T.K. 281.
maddesine göre izahnâme, şirketin maksat, mevzu ve müddeti ve esas sermaye
olarak konan ayınlar ve bu ayınların karşılığı ve mevcut bir işletmenin ya da
bazı ayınlarının devralınması esas mukavele hükümlerinden ise onun bedelini ve
kuruluş genel kurul toplantılarının yerini ve toplanma usulünü ihtiva eder.
Yukarıdaki hükümler, bir şirketin
hisse senedini alacak kişilerin şirketle ilgili bilgilere sahip olmasını sağlar
gibi gözükmektedir. Ancak bunlar, şirketi ve şirket mallarını görme hakkına
sahip olmadıklarından izahnâmede yazılı bilgilerle yetinmek zorunda kalırlar.
Bir şey yazılı veya sözlü olarak ne kadar anlatılsa gözle görmek gibi olamaz.
Bu sebeple fıkıhta görme muhayyerliği müşterinin temel hakkı sayılmıştır. Bu hak
taraflarca ortadan kaldırılamaz. Ona dua ve selâm olsun, Allah'ın Elçisi şöyle
demiştir: "Kim görmediği bir şeyi satın alırsa görünce muhayyer olur"
Müşteri, ben görme muhayyerliğinden vazgeçtim, dese de onun bu hakkı düşmez[820].
İzahnâmede verilen bilgilerin
gerçeğe aykırı olduğu ortaya çıksa ya da yapılan ilan ve açıklamaların gerçeğe
uymayan abartılı beyanlar olduğu tespit edilse, bu yüzden zarar gören
kişilerin zararı karşılanamaz. Meselâ 2000 liraya satılması gereken bir hisse
senedi, yanlış beyanlar sebebiyle 3000 liraya ya da daha yüksek fiyata
satılmış olsa vatandaşın bunu şikayet edeceği bir makam bulması mümkün
değildir. Bu konuda vatandaş korumasız kalır.
Aldatma fahiş ölçülere varmışsa
(gabn-ı fahiş) aldanan taraf satışı bozabilmelidir[821]. Yani yanlış bilgilere kanıp
hisse senedini yüksek fiyatla satın almış olan kişi, onu geri verme hakkına
sahip olmalıdır. Borsada böyle bir hak kabul edilmez. Gerçek değeri bin lira
olan hisse senetlerinin, büyük reklam kampanyaları sayesinde 100 bin liradan
satıldığı ve kısa süre sonra bu değerin hızla gerilediği yaşanan
olaylardandır. Hisse senetlerini bu şekilde piyasaya süren şirketler, büyük
paralara hükmedecek konuma gelmektedir.
Mecelle, taşınır mallarda %5'lik
aldanmayı akdi bozma sebebi saymıştır. Buna göre gerçek kıymeti 2000 lira
olması gereken bir senedi, gerçeğe aykırı ilan ve reklamlara aldanıp 2100
liradan alan kişi onu geri verebilir. Ama menkul kıymetler borsası bu hakkı hiç
kimseye tanımaz.
S.P.K.'nın 47. maddesine göre,
halka yapılan yazılı açıklama ve ilanlarda menkul kıymetlerin değerini etkileyecek
önemli hususlarda gerçeğe aykırı veya noksan bilgi verenler 100 bin liradan 1
milyon liraya kadar ağır para cezası ve 1 aydan 2 yıla kadar hapis cezası ile
tecziye edilirler. Bu kanunun 10. maddesine aykırı hareket edenler ise elli
bin liradan beş yüz bin liraya kadar ağır para cezasına çarptırılırlar.
Ceza sözlükte, İşlenen bir suçun karşılığı
anlamına gelir. Burada suç, hisse senedi alan vatandaşları maddî yönden zarara
sokarak haksız kazanç sağlamaktır. Verilecek ceza bu suça engel olmalı ve bu
yolla zarara uğrayanların zararını gidermelidir. Devlete ödenecek nakdî
cezaların ve hapis cezasının bu zararı karşılamayacağı açıktır.
S.P.K. 49. maddesi, zarar gören
vatandaşa bu konuda dava açma hakkı tanımamıştır. Bu suçlardan dolayı
kovuşturma yapılabilmesi için Sermaye Kurulu'nun teklifi üzerine Maliye
Bakanlığı tarafından Cumhuriyet Savcılığı'na yazılı başvuruda bulunulması
gerekir. Konuyla ilgili bilgi sahibi olan Cumhuriyet savcıları da Maliye
Bakanlığı'nı haberdar ederek durumun incelenmesini isteyebilirler. Yanlış
izahnâmeden dolayı zarar gören Maliye Bakanlığı veya savcılık değil
vatandaştır. Onların konuyu mahkemeye intikal ettirmesini beklemek kimi tatmin
eder? Kanun koyan kişiler ne olup bittiğinden haberdar olamayan en zayıf
vatandaşların bile hakkını korumaya mecburdurlar.
B- Kâr Dağıtımı
S.P.K.'nın halka açık şirketlerle
ilgili olarak getirdiği ve sonuçları itibariyle çok önemli sayılan yenilik kâr
dağıtımıyla ilgilidir. Kanunun 15. maddesinde şu ifade yer alır. "Hisse
senetleri halka arz yoluyla satılan anonim ortaklıkların esas sözleşmelerinde
birinci temettü oranının gösterilmesi zorunludur. Bu oran kurul tarafından
tespit olunacak miktardan aşağı olamaz."
A.Ş.'lerde genel kurul, kâr
dağıtıp dağıtmama konusunda serbesttir. Sermaye Piyasası Kanunu'na tabi
şirketlerde genel kurulun böyle bir serbestisi yoktur. Kâr varsa dağıtımı
mutlaka yapılır. Ancak bilançoda eski yıllardan kalan zarar kapatılmadıkça
şirket kâr dağıtmına zorlanamaz. Kâr dağıtımının en önemli özelliği birinci temettü
oranında gözükür. T.T.K.'da %5 olarak tespit edilen birinci temettü oranı[822] halka açık şirketler için Sermaye Piyasası
Kurulu'na bırakılmıştır. Kanun bu oranın kurul tarafından tespit edilecek orandan
az olmamak üzere ana sözleşmede gösterilmesini emretmektedir. Birinci temettü
ayrılmadıkça başka yedek akçe ayrılmasına, ertesi yıla kâr aktarılmasına ve yönetim
kurulu üyeleri ile memur, müstahdem ve işçilere kârdan pay dağıtılmasına
karar verilemez.
Birinci temettü ile ilgili şu
kural getirilmiştir: "Hisse senetleri halka arz yoluyla satılan anonim
ortaklıkların birinci temettü oranı uzun vadeli devlet iç borçlanma
tahvillerinin ilgili hesap döneminin son günlerindeki faiz oranıdır. Ancak
ödenmiş sermaye üzerinden hesaplanacak bu birinci temettü oranı hesap dönemi
net kârından vergi ve benzerleri düşülmek suretiyle bulunan dağıtılabilir kârın
yarısından az ve %75'inden çok olamaz[823]."
Bilançolar üzerinde oynanabildiği
ve kâr oranı düşük gösterilebildiği bilinen bir gerçektir. Buna göre
şirketler, uzun vadeli devlet tahvilinin faiz oranı kadar kâr dağıtımı ile
yetinebilirler. Bu faizin %50 oranında olduğunu düşünelim. Bu oran, hisse
senedinin nominal değerine göre belirlenir. Senetlerin üzerine bin lira
yazdığı için her senet için 500 lira kâr vermekle yetinilebilir. İsterse bu
senet borsada 50 bin lira üzerinden işlem görsün. Eğer kâr payı 1000 lira
olursa şirket %100 kâr dağıtmış sayılır.
C- Bilanço Kârını Etkileyen İşlemler
S.P.K.'nın 15. maddesinde,
şirketlerin bilanço kârını düşürebilecek işlemlere mani olunmaya
çalışılmaktadır. Maddenin 3. bendi şöyle der:
"Hisse senetleri halka
satılan bir anonim ortaklık yönetim, denetim veya sermaye bakımından dolaylı
veya dolaysız olarak ilişkili bulunduğu diğer bir teşebbüs veya şahısla
emsallerine göre bariz bir şekilde farklı bir fiyat, ücret ve bedel uygulamak
gibi işlemlerde bulunarak yıllık kârını azaltamaz."
Bu kanuna aykırı davranışın cezası
100 bin liradan 1 milyon liraya kadar ağır para cezası ve bir aydan 2 yıla
kadar da hapis cezasıdır. Bu konuda kovuşturma yapma yetkisi Maliye
Bakanlığı'na bırakılmıştır.
Bir alım satımda malın emsallerine
göre bariz bir şekilde farklı bir fiyatla alınıp satıldığını kim, nasıl tespit
edebilir? Mallara biçilen fiyatların piyasada bariz bir şekilde farklılık
gösterdiği bilinen bir gerçektir. Faizli ekonomilerde ve enflasyonun olduğu
yerde fiyat istikrarını sağlamak çok zordur. Bu durumda yukarıdaki kanunu uygulamak
imkânsız gibidir.
Türk Ticaret Kanunu'nun 336.
maddesine göre yönetim kurulu üyeleri şirket adına yaptıkları sözleşme ve
işlemlerden dolayı şahsen sorumlu olmazlar. Bu kanunun konuyla ilgili bir
istisnası vardır. Buna göre gerek kanun, gerekse esas sözleşmenin idare meclisi
azalarına yüklediği vazifelerin kasten veya ihmal sonucu yapılmaması hâlinde
ilgili kişiler sorumlu tutulabilirler. Bu durumda S.P.K. 15. maddesinde
belirtilen işlemin kasıt veya ihmal sonucu olması gerekir ki, bunun ispatı da
çok zordur.
D- Batık Şirket Hisselerinin
Borsada Satışı
Sermaye Piyasasının Teşviki
Kanunu'nun[824] 5. maddesinin a fıkrasına göre finansman
güçlüğü içinde bulunan anonim şirketlerden alacaklı olan bankalar,
alacaklarının sermayeye dönüştürülmesi teklifinde bulunabilirler.
Aynı kanunun 7. maddesinin a
bendine göre bu bankaların iktisap ettikleri iştirak paylarının, iştirak
edilen sermaye şirketinin sermayesinin %15'ini aşması hâlinde aşan paylar 1992
yılından itibaren yedi yıl içinde Sermaye Piyasası Kurulu'na bilgi verilerek
satılabilir. 7. maddenin c bendi şöyledir: "Bu kanunun uygulanması
dolayısıyla borsaya kote edilecek hisse senetleri için hisse senetlerini
çıkaran A. Ş.'nin kârlılığı aranmaz"
Burada birbirine zıt ve ortaklık
kavramıyla uyuşmayan birçok şey vardır:
a-
Meselâ borç nasıl sermaye olabilir. Sermaye, işletilebilip şirkete gelir getirebilen, şirketin işlerinin kendisiyle
rahatlıkla yapılabileceği şeydir. Borcu sermayeye dönüştürmek şirketin
tabiatı ile bağdaşmaz.
b-
Şirketlerin bankalara olan borcu hisse senedine dönüştürülerek vatandaşlara
satılır ve bu satışın yapılması için ilgili şirketin kâra geçip geçmemesi
aranmazsa bu kanun batık şirketlerde alacağı olan bankaları kurtarırken vatandaşı
batağa atmış olmaz mı?
E- Fiyatlarda Sun'i Dalgalanma
Şirket yöneticileri, şirketi bir
sene kârlı göstererek hisse senedi fiyatlarının artmasına, ikinci sene de kötü
göstererek hisse senedi fiyatlarının düşmesine sebep olabilirler. Fiyatları
düşünce senetleri ucuz fiyatla toplayıp ikinci sene pahalıya satarak büyük
ölçüde haksız kazanç sağlayabilirler. Maalesef bugünkü kanunlara göre bunu
önlemenin imkânı yoktur. Çeşitli yayın ve basın organları ve birkısım gazete
yazarları ile devlet yetkilileri de hisse senetlerinin sun'i olarak düşüp
çıkmasında etkili olmaktadırlar.
Sağlıklı bir malî yapı, devlet
adamlarının beyanına bağlı olmayan ve şirket yöneticilerinin yanlış
davranışlarına imkân vermeyen, çeşitli basın ve yayın organlarının insanları
yanlış etkilemesine fırsat tanımayan bir yapıdır. Bunun gerçekleşmesi köklü
değişikliklerin yapılmasına bağlıdır.
F- Sıfır Maliyetli Kredi
Şirketlerin yapısındaki bozukluk,
borsada satılan senetlerin bedellerinin, sıfır maliyetli krediye
dönüştürülmesine imkân vermektedir. Meselâ yöneticiler, kredi alıp bu krediyi
bir başka şirketlerine aktarabilirler. Halka açık şirket o kredinin faizini
öderken, diğer şirket onun gelirinden yararlanır. Böylece bu şirketten öbürüne
kâr aktarılmış olur. Bir müddet sonra birinci şirket borçlarını ödeyemez hâle
gelir. Haberin piyasada yayılmasıyla hisse senetleri panik içerisinde satılmaya
ve nominal değerin de çok altında bir fiyatla piyasaya sürülmeye başlanır.
Meselâ 40-50 bin liraya satın alınmış hisse senetleri 40-50 liraya müşteri bulamayabilir.
Daha sonra da tasfiye masasına giden şirket, borsa kotundan çıkarılır.
Genellikle böyle şirketler, bankalardan aldıkları borcu kapatamayacakları için,
hisse senedi almak için verilmiş paraların tamamı kötü niyetli yöneticilerinin
bir başka şirketlerine sermaye olmuş olur. Usulüne uygun yapıldığı takdirde
bunun denetlenmesi mümkün değildir. Bu durumda şirketi batıran kimseleri
sorumlu tutacak bir mekanizma da yoktur.
IV- SONUÇ
Sonuç olarak anonim şirketlerinin
bugünkü yapısı ve borsanın işleyişi karşısında hisse senetlerinin Menkul
Kıymetler Borsası'ndan alım satımını caiz görmek mümkün değildir. Çünkü bu,
insanların mallarının haksız yere yenmesine göz yummak olur. Allahu Teâlâ,
ekonomik ilişkilerin bel kemiği sayılan bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Müminler, mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin, ama karşılıklı
rıza ile yapılan bir ticaretle yiyebilirsiniz" (Nisa 4/29).
Başarı, Allah'tandır.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
KİTAPLAR
Kur'an- ı Kerim.
Abdullah b. Kudâme (öl. 620 h.),
el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984.
Abdullah b. Mahmud b. Mevdûd
el-Mevsılî, el- İhtiyar li ta'lîli'l- Muhtar, Mısır, 1370/1951.
Abdullah b. Süleyman el-Meni',
Buhûs fî'l-iktisâd el-İslâmî, Beyrut, 1416/1996.
Abdullah b. Yusuf ez-Zeylaî,
Nasb'ur-râye li ehâdîs'il-Hidâye, Kahire, 1357.
Abdullah DIRAZ, er-Riba fî
nazari'l-kanûni'l-İslâmî, Kuveyt.
Abdurrahman b. Süleyman (Damad),
Mecmaü'l-enhür, İstanbul,1301.
Abdurrahman el-Cezîrî, el-fıkh
ale'l-mezâhib'il erbaa, Mısır.
Abdussettar Ebû Gudde ve İzettin Hoca, Fetâvâ
Nedevât'il-Bereke, 5. baskı, Cidde,1417 h. 1997 m.
Abdülazîm b. Abdülkavî el-Münzirî,
et-Terğîb ve't-terhîb, Kahire, 1356 h. 1937 m.
Abdülaziz BAYINDIR İslâm Muhakeme
Hukuku Osmanlı Devri Uygulaması, İstanbul, 1986.
Ahmed b. Abdullah el-Kârî,
Mecellet'ül-ahkâm'iş-şer'iyye (Abdülvehhab İbrahim Ebû Süleyman ve Muhammed
İbrahim Ahmed Ali'nin tahkikiyle) Cidde, 1401/1981.
Ahmed b. Hacer el-Heytemî,
Tuhfet’ül-muhtac bi şerh’il-minhac,(Şirvânî ve İbn Kasım el-Abâdî’nin
haşiyeleriyle birlikte) Tarih ve yer yok.
Ahmed b. Muhammed b. İbrahim
el-Hattabî (319-388 h.), Meâlimü's-sünen, (Sünenu Ebî Davûd ile birlikte)
İstanbul, 1981.
Ahmed Cevdet Paşa, Maruzât, İstanbul, 1980, (Yayına
hazırlayan Yusuf HALAÇO⁄LU).
Ahmed Emin, Zuhrul-İslâm, 3.
baskı, Kahire, 1962.
Ahmet ÖZEL, Hanefî Fıkıh Alimleri,
Ankara, 1990.
Alâuddin el-Kasânî,
el-Bedai'us-Sanai', Beyrut, 1394/1974.
Alâüddin el-Haskefî,
Dürrü'l-muhtâr -İbn Abidin ile birlikte- Mısır, 1386/1966.
Ali b. Ahmed b. Hazm el-Endelüsî,
el-Muhallâ b'il-âsâr, Beyrut, 1408/1988.
Ali b. Ebîbekr b. Abd'il-Celîl el-Merğinânî,
el-Hidâye, Şerhu Feth'il-Kadîr ile birlikte, Dar'ul-fikr, Beyrut.
Ali b. Ebîbekr el-Merğinânî (öl.
593 h. /1197 m.) el-Hidâye,
(Feth'ül-Kadîr ile birlikte) Bulak, 1316.
Ali b. Ebîbekr el-Merğinânî,
el-Hidâye şerhu Bidâyet'il-mübtedî, İstanbul, 1985.*
Ali el- Adevî, Hâşiye ale'l-Haraşî
alâ muhtasar-i Seydî Halil, Beyrut.
Ali Haydar, Dürer'ül-hükkâm şerhü
Mecellet'il-ahkâm, İstanbul, 1330.
Ali Himmet BERKİ, Osman
KESKİO⁄LU, Muhammed ve Hayatı, Ankara, 1981.
Ali ÖZGÜVEN, İktisat Bilimine Giriş,
İstanbul, 1983.
Alim b. Alâ başkanlığında bir
heyet, el-Fetâvâ't-Tatarhâniye, el yazması, İstanbul Müftülüğü Küt. No 10.
Ankaravî, Muhammed Efendi (v.
1099/1688), Fetâvâ'l-Ankaravî, Matbaa-i Amire.
Büyük Larousse Ansiklopedi ve
Sözlük, İstanbul, 1985- 1986.
Cihangir AKIN, Faizsiz Bankacılık
ve Kalkınma, İstanbul, 1986.
Çatalcalı Ali Efendi, (v.
1103/1692), taş basma, tarih ve yer yok.
Ebû Cafer et-Tahâvî, şerhu
Maânî’lâsâr, (M. Zihnî en-Neccâr’ın tahkikiyle), Beyrut, 1407/1987.
Ebu'z-ziya Nureddin Ali b.
el-Kahirî, Nihayet'ül-Muhtâc haşiyesi , Mısır.
Ebubekr Ahmed b. Ali
el-Cessas (305-370 h.), Ahkâm'ül-Kur'an , Beyrut.
Ebûssuud Efendi, (v. 982/1574),
Maruzat, el yazması, Süleymaniye Kütüphanesi, Hafîd Efendi 113.
Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak
Dini Kur'an Dili, İstanbul,1935.
Erol ZEYTİNO⁄LU, İktisat
Tarihi, İstanbul, 1993.
F. Neumark, Genel Ekonomi Teorisi,
İstanbul, 1948.
Fahreddin er-Râzî, Ebu Abdillah M.
b. Ömer b. Hüseyn (v. 606/1209) et-Tefsirü'l-Kebîr, Mısır, 1357/1938.
Feridun ERGİN, Ak İktisat
Ansiklopedisi, İstanbul, 1973.
Feyzullah Efendi, (v. 1115/1703),
Fetâvây-ı Feyziyye, taş basma.
Halil Ahmed es-Sahhar, Bezl'ül-
Mechud fi halli Ebi Davud, Beyrut.
el-Haraşî, alâ muhtasar-i Seydi
Halil, Beyrut.
Hayreddin ez-Ziriklî, el- A'lâm,
c.III, s. 74, tarih ve yer yok. Üçüncü baskı.
İbn Abidîn , Muhammed Emin b. Ömer
Abidin, Tenbîh'ür-rükûd alâ mesâil'in-nükûd, Resâil-i İbn Abidîn, İst., 1319.
İbn Abidîn , Muhammed Emin b. Ömer
Abidin, Reddü'l-muhtâr, Kahire.
İbn Hişâm, Siyre, el-Kısmü'l-evvel,
2. baskı, Kahire, 1953.
İbn Kâdî Simâve (Bedreddin Simâvî
öl. 823 h./1420 m.) Câmi'u'l-fusûleyn, Kahire, 1300.
İbn Kudâme, Abdullah b. Ahmed (öl.
620 h.) el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984.
İbn Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut,
1410-1990.
İbn Rüşd, Muhammed b. Ahmed, (v. 520/1126) Mukaddimât
(el-Müdevvenetü'l-Kübrâ ile birlikte), Matbaa-i Hayriyye, 1324.
İbn Rüşd, Muhammed b. Ahmed,
Bidâyet'ül-müctehid, Mısır.
İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ,
Beyrut, 1957.
İbn'ül-Bezzâz, Muhammed b.
Muhammed el-Kerderî ( Öl. 827 h. /1424 m. ) el-Fetâvâ’l-Bezzaziyye,
(el-Fetâvâ'l- Hindiyye ile beraber) Bulak, 1310.
İbnü Kayyim el-Cevziyye, Ebû
Abdillah Muhammed b. Ebîbekr (öl. 751 h./1350 m.), İlâm'ul-Muvakkıîn, (Muhammed
Muhyiddîn Abdulhamîd'in tahkikiyle), Beyrut, 1407/1987.
İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an,
Darü ihyâi'l-kütübi'l-Arabiyye, 1957.
İbrahim ve Cevriye ARTUK, İstanbul
Arkeoloji Müzeleri Teşhirindeki İslâmî
Sikkeler Kataloğu, İstanbul, 1970.
İmam Şafiî, Ebû Abdullah, Muhammed
b. İdris (öl. 204), el-Ümm, (Hadislerini tahric edip notlar ekleyerek yayına
hazırlayan Mahmud Matarcı), Beyrut, 1413 h. /1993 m.
İslâm Fıkıh Akademisi'nin
Kuveyt'te yaptığı 5. dönem toplantı tutanağı.
İsmail KURT, Para Vakıfları
Nazariyat ve Tatbikat, İstanbul, 1996.
Joseph Schacht, İslâm Hukukuna
Giriş, (Tercüme Mehmet Dağ, Abdülbaki Şener), Ankara, 1977.
Kadı Beydâvî, Abdullah b. Ömer
el-Beydâvî, Envâr'ut-tenzîl ve esrâr'ut-te'vîl. Tarih ve yer yok.
Kâdîhan, Hasan b. Mansur
el-Özcendi (v. 592/1196), Fetâvâ Kâdîhan, el-Fetâvâ'l-Hindiyye ile birlikte, Bulak,
1310.
Kemâlüddin b. el-Hümâm, Şerhu
fethi'l-Kadîr, Bulak, 1316.
Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b.
Ahmed el-Ensârî, (v. 671/1272), el-Câmi li-Ahkâmi'l-Kur'ân,
Darü'l-kitabi'l-Arabi, 1387/1967.
Malik b. Enes,
el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, (Sehnûn'un ibn
Kasım'dan rivayeti) Mısır, Matbaat’üs-saâde, 1323.
Muhammed b. Ahmed er-Ramlî
(öl.1004 h. /1593 m.), Nihâyet'ül-muhtâc ilâ şerh'il-minhâc, Mısır.
Muhammed b. Mahmud el-Bâbertî,
(öl. 786 h) el-İnâye ale'l-Hidâye, (Şerhu feth'il-Kadîr ile birlikte)
Dar'ul-fikr.
Muhammed Şata ed-Dimyâtî,
İanet'üt-tâlibîn (Feth'ül-muîn haşiyesi), tarih ve yer yok.
Muharrem KARSLI, Borsa, İstanbul,
Tarih yok.
Nasır Hüsrev Alevî, Sefernâme,
(Arapçaya tercüme eden Yahyâ el-Haşşâb), Kahire, 1945.
Netîcet'ül-fetâvâ, Şeyhülislâm
Muhammed Arif Efendi, Fetvâ Emîni Ahmed Efendi'nin emriyle derleme, Taş basma.
Ömer Hilmi Efendi, İthâf'ül-ahlâf
fî ahkâm'il-evkâf, İstanbul, 1307.
Ömer Lutfi Barkan ve Ekrem Hakkı
Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546) Tarihli, İstanbul.
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı
İslâmiyye Kamusu, İstanbul, 1985.
Refii Şükrü Suvla, Para ve Kredi,
İstanbul, 1963.
Sabri ORMAN, Modern İktisat
Literatüründe Para, Kredi ve Faiz, (Para, Faiz ve İslâm kitabı içinde yer alan
bir tebliğ) İstanbul, 1992.
Sadî Çelebî veya Sadî Efendi,
Sadullah b. İsa, (öl. 945 h.) Şerhu feth'il-Kadîr haşiyesi, (Şerhu
feth'il-Kadîr ile birlikte) Dar'ul-fikr.
Salname-i devlet-i aliyye-i
Osmaniyye, altmış sekizinci Sene, 1333-1334, İst., 1334.
Sami Hasen Hamûd,
Tatvîru'l-a'mâli'l-masrifiyye bi mâ yettefiku ve'ş-şeriâti'l-İslâmiyye, 2.
baskı, Amman, 1402/1982.
Selîm Rüstem Bâz, Şerhu'l-Mecelle,
Beyrut, 1406/1896.
es-Seyyid Sâbık, Fıkh'üs-Sünneh,
Kahire.
Şemsuddin es-Serahsî, el-Mebsût,
Beyrut, 1409 h./ 1989 m.
Şemseddin Sâmî, Kamus-i Türkî,
Dersaadet, 1317.
Şemsüddin Muhammed b. Abdullah
el-Gazzî, et-Timurtâşî, Tenvîr'ül-ebsâr, Mısır.
Timurtâşî, Dürr'ül-muhtar,
(Redd'ül-muhtar ile birlikte), Matbaa-i
Amire.
Yakut el-Hamevî, Mucemü'l-udebâ,
Mısır.
Yusuf b. Abdullah el-Kurtubî,
Kitâb'ül-kâfi fi fıkhi ehl-i Medînet'il-Mâlikî, Riyad, 1398/1978.
Zeynüddin el-Milibârî,
Feth'ül-muîn (İanet'ütt-tâlibîn ile birlikte), tarih ve yer yok.
HADİS KİTAPLARI
Müsnedu Ahmed b. Hanbel.
Sahihu'l- Buhârî.
Sahihu'l- Müslim.
Sünenu Dârimî.
Sünenu Ebî Davûd.
Sünenu İbn Mâce.
Sünenu'n- Neseî.
Sünenu't- Tirmizî.
KANUNLAR VE KANUN MECMUALARI
Bank-ı Osmânî İmtiyaznamesiyle
Nizamnamesi.
Devlet-i Osmaniye'nin usul-i
sikkesi, Salnâme-i Osmaniye, 1333-1334 sene-i mâliye, İst., 1334.
Düstur, tertîb-i evvel, c.II, İst.,
1289.
Düstur zeyli, tertib-i evvel,
Matbaa-i Amire, 1298.
Düstur, tertîb-i sânî, c.VIII,
İst., 1923.
Düstûr, tertîb-i sânî, c.VI, Dersaadet, 1334.
Kavanin-i Nakdiyyenin Neşrinden
Evvel ve Tedavülü Zamanındaki Müdayenât ve Muamelât Hakkında Kararname Layihası.
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, Mecelle
Komisyonu.
Meskûkât-ı Osmaniyye Hakkında
Kararname Layihası.
S.P.K. (2499 sayılı Sermaye
Piyasası Kanunu).
Sermaye Piyasası Kurulu'nun
26.2.1982 tarih ve 17617 sayılı resmî gazetede yayınlanan tebliği.
Sermaye Piyasasının Teşviki Kanunu (3332 sayı
ve 25 Mart 1987 tarihli).
Tevhid-i meskûkât hakkında kanun-i
muvakkat (26 Mart 1332 = 8 Nisan 1916 tarihli).
Türk Ticaret Kanunu.
Vergi Usul Kanunu.
Zeyl-i Düstur l, İstanbul, 1298. (
Kavâim-i nakdiyye ile olan müdayenata dair fî 2 Ramazan 96 tarihinde neşr ve
ilan olunan kararnameden emval-i eytâmın istisnası hakkında madde-i mahsusa)
ŞER’İ SİCİLLER
Evkâf-ı Hümâyûn Müfettişliği
Mahkemesi, 4 ve 743 nolu siciller İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivi.
İstanbul Kadılığı 65 numaralı Emir
ve Ferman Defteri İst. Müftülüğü, Şer'iyye Sicilleri Arşivi.
İstanbul Kadılığı 213 nolu Emir ve
Ferman Defteri, İst. Müftülüğü Şer'iye Sicilleri Arşivi.
İstanbul Kadılığı 334 numaralı
Ferman Defteri İst. Müftülüğü Şer'iye Sic. Arşivi.
[1]-
Fon (fonds), Fransızca bir kelimedir; büyükçe para, sermaye ve belli bir iş
için gerektikçe ödenmek üzere ayrılıp işletilen para anlamlarına gelir.
(Tahsin SARAÇ, Fransızca Türkçe Büyük Sözlük, Ankara 1976, c.I, s.575.)
[2]- Dârimî, Büyu, 42 ().
[3]- Fahrü'r-râzi, Fahreddin er-Râzî, Ebu Abdillah M. b. Ömer
b. Hüseyn (v. 606/1209) et-Tefsirü'l-Kebîr, VII, Mısır, 1357/1938, s.91.
[4] - İbn Rüşd, (v.
520/1126) Mukaddimât (el-Müdevvenetü'l-Kübrâ ile birlikte), c.III, s.18,
Matbaa-i Hayriyye, 1324; İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, Darü
İhyâi'l-Kütübi'l-Arabiyye, 1957, c.I, s. 241. İbnü'l-Arabî burada veresiye alış
verişten dolayı tahakkuk
[5]- Bkz., İbn Manzûr, Lisan'ul-arab, Dar Sâdır, Beyrut.c. XIV,
305.
[6] - el-Bakara,
2/276.
[7] - er-Rum, 30/39.
[8]- Bakara 275.
[9]- Ayette geçen, ifadesi, genellikle "şeytanın dokunup çarptığı " şeklinde tercüme edilir. Bize göre bu tercüme
manayı doğru aktarmamaktadır. Ayette geçen ifadesi Arapçada şu anlamlara da gelir: , ona takılıp aklını çeldi. (Lisan'ul-Arab maddesi) aklını çelerek onu
bozuyor. (Muhammed Murtaza ez-Zebîdî, Tâc'l-arûs, maddesi) aklını bozma,
anlamına gelir: (Lisan'ul-Arab maddesi)
[10] - el-Bakara,
2/275.
[11] - el-Bakara,
2/280.
[12]- Kemâlüddin b. el-Hümâm, meşhur Hanefî fakihidir.
Feth'ul-Kadîr adlı Hidaye şerhi meşhurdur. 788 h./1386 m. tarihinde babasının
kadı bulunduğu Sivas'ta doğmuş, 861 h./1456 m. tarihinde Kahire'de ölmüştür.
(Bilmen, Kamus, c. I s. 405)
[13] - Ali İmran,
3/130.
[14]- Bunlar, altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz ile
fakihlerin bu altı maddeye kıyasla belirledikleri mallardır. Bunlarla ilgili bilgiler aşağıda
gelecektir.
[15] - el-Bakara,
2/275.
[16] - Kemalüddin b.
el-Hümâm (v. 861/1457), fierhu fethi'l-kadir, VII, Beyrut, s.3-4.
[17] -Fahrü'r-râzi,
Fahreddin er-Râzî, Ebu Abdillah M. b. Ömer b. Hüseyn (v. 606/1209)
et-Tefsirü'l-Kebîr, VII, Mısır, 1357/1938, sh.91.
[18] - İbn Rüşd, (v.
520/1126) Mukaddimât (el-Müdevvenetü'l-Kübrâ ile birlikte), III, sh.18,
Matbaa-i Hayriyye, 1324; İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, Darü
İhyâi'l-Kütübi'l-Arabiyye, 1957, c.I, s. 241. İbnü'l-Arabî burada veresiye alış
verişten dolayı tahakkuk eden alacağı söz konusu etmektedir. Yukarıya bu
yazılmıştır.
[19] - el-Bakara,
2/278-279.
[20] - Burada anlatılan
olay için bkz. Fahru'r-râzî, VII, sh.106-110; Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR,
Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1935,
[21] - Kurtubî Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, (v.
671/1272), el-Câmi li-Ahkâmi'l-Kur'ân, Darü'l-kütübi'l-ilmiyyeh, 1408/1988,
III, sh.240, Bakara 2/280. ayetin tefsiri.
[22] - Buhârî, Büyü' 25.
[23]- Bkz. Abdullah DIRAZ, er-Riba fî nazari'l-kanûni'l-İslamî,
Kuveyt, s. 15-18.
[24] - Faiz, hak edilmeyen
ve bir karşılığı olmayan maldır. Zekata da bir karşılık ödenmez. Faiz alanlarla zekat alanlar, "alan
el" olmaları sebebiyle aynı durumdadırlar. Halbuki faizcii mevcut malını
artırma amacında, zekat alan ise yaşayabilmesi için ihtiyaç duyduğu şeyleri
karşılama düşüncesindedir. Birincisi bir mala sahip olduğu için başkalarına
yük olmakta, ikincisi güçsüz olduğu için yardım almaktadır. Kapital sahibine
verilen faizin topluma bir faydası olmadığı halde zekatlar topluma canlılık,
müteşebbise ümit, güçsüzlerin yüzüne sevinç getirir ve mal sahipleri için
hayırlı dualar edilmesine sebep olur.
[25] - er-Rum, 30/39.
[26] - en-Nahil, 16/67.
[27] - en-Nisa, 4/161.
[28] - el-Bakara,
2/219.
[29] - en-Nisa, 4/43.
[30] - Ali İmran,
3/130.
[31] - el-Maide, 5/90.
[32] - el-Bakara,
278-281.
[33]- Buhârî, vesâyâ, 23; Müslim, İman 145.
[34]- Allah'ın laneti, kovup rahmetinden uzaklaştırması;
halkın laneti, sövme ve bedduada bulunmadır. Demek ki, Hz. peygamber faiz
yiyenlerin Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılacağını haber vermektedir.
[35]- Buhârî, Büyü' 25; Müslim, Müsakât, 105.
[36]- Dövme, derinin iğne ucuyla çizilip kanatılmasından
sonra sürülen boyanın deri altına geçmesini ve bir daha çıkmamasını sağlayan
bir işlemdir. Bu yolla vücuda her türlü şekil çizilebilir. Peygamberimiz dövme
yapanı ve yaptıranı lanetlemiştir. Sağlık nedeniyle dövme yaptırmanın caiz
olacağına dair bir rivayet Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde (c.I, s.133.)
geçmektedir.
[37]- Bir erkek, üç kere boşadığı kadınla tekrar evlenemez.
Fakat bu kadın bir başka kocayla normal olarak evlenir ve bu ikinci koca onu
boşar veya ölürse, iddeti tamamlandıktan yani Kur'an'da belirlenmiş bir süre
bekledikten sonra ilk kocasıyla tekrar evlenebilir. Bazı kimseler, kocasının
üç kere boşadığı kadınla, anlaşmalı olarak nikah kıyıp, gerdekten sonra onu
boşayarak ilk kocasına helal olmasını sağlamaya çalışmaktadırlar ki, buna
hulle denir. Hadis-i şerifte bu davranış lanetlenmiştir.
[38]- Ahmed b. Hanbel,
Müsned, c.I, s. 87.
[39]- Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.I, s. 394.
[40]- Nesâî, Büyu', 2. Zamanımızda bütün insanlar bu hadisi
şerifin kapsamına girmiştir. Faiz yemeyenler de faizin etkisinden
kurtulamamaktadır.
[41]-Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.I, s. 395.
[42]-Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.I, s. 402.
[43]-Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.V, s. 225. Zina iki kişi
arasında olur ama bütün toplumu sarsar. Faiz de iki kişi arasında olur ama
toplumu daha fazla sarsar. Faiz ve zina karşılaştırması aşağıda gelecektir.
[44]-Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.IV, s. 205.
[45]- Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.V, s. 10.
[46]- İbn Mace, Ticârât, 58, hadis no 2273.
[47]- Buharî , Büyu 24.
[48]- Ebû Dâvûd, Menâsik, 57, hadis no 1905.
[49]- Dârimî, Büyu, 42 (Lâ riba illa fî'n-nesîeh).
[50]- Müslim, Müsâkât, l03 (596).
[51]- Müslim, Müsâkât, l02 (1596); Nesâî, Büyu, 50 (Bey'ul-fıddah b'iz-zeheb
v'ez-zeheb b'il-fıddah)
[52]- Buhârî, Büyu 79(Bey'ud-dinâr b'id-dinâr nesâen),
Müslim, Müsâkât, l01 (1596).
[53]- Sarf, para satışı, yani dinar veya dirhemi, gene dinar
veya dirhem vererek alıp satma anlamına gelir. Bu konu ileride genişçe
anlatılacaktır.
[54]- Müslim, Müsâkât 104 (1596).
[55]- Müslim, Müsâkât, 82 (1584).
[56]- Müslim, Müsâkât, 81(1583).
[57]- Nesâî, Büyu, 43 (bey'ul-burr b'il-burr - Rivayetin
ikinci bölümü).
[58]- Ölçek diye tercüme ettiğimiz kelime müdy'dür. Bu fiam'lıların kilesidir. 15 mekkûk eder. Bir mekkûk
() l.5 sa'dır. Daha fazla olduğu da söylenmiştir. (İbn'ül-Esîr, en-Nihâye fî ğarîb'il-hadis.)
Hanefî Mezhebine göre bir sa’ 1040 dirhem yani 2920 gr. ağırlığında buğday alan
bir kabdır. Buna göre bir müdy yaklaşık 65700 gr. buğday alan bir kab
olmalıdır.
[59]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât, 12; hadis no 3349.
[60]- Müslim, Müsâkât, 79 (1586); Ebû Dâvûd, Büyu, l2 H. No
3348; Nesâî, Büyu 41 (Bey'ut-temri b'it-temri mütefadilen - Babın son kısmı).
[61]- Buhârî, Büyu 76 (Babü bey'iş-şe'îri b'iş-şe'îr).
[62]- Renk farklılığı, cins farklılığı anlamına gelir. Nitekim
bu husus diğer hadislerden açıkca anlaşılmaktadır.
[63] - Müslim, Müsâkât,
83 (1588); Nesaî. Büyu, 42 Babü bey'it-temri b'it-temri Ahmed b. Hanbel,
Müsned, c.II, s. 232. Metin Ahmed b. Hanbel'den alınmıştır.
[64]- Cenîb, iyi cins hurmalardandır.
[65]- Sa’ bir ölçü birimidir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem zamanında kullanılan sa’ 693 dirhem ve 1/3 dirhem ağırlığında buğday
alan bir kabdı. Bunun bölgelere göre büyüklüğü değişir. Sa’-ı Irâkî denen ve
Hanefî mezhebi tarafından kabul edilen sa’ l040 dirhem, yani yaklaşık üç kilo
(2920 gr.) ağırlığında arpa ve buğday alan bir ölçektir. (Bkz. Ömer Nasuhi
BİLMEN, Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu. İstanbul 1969, c.IV,
s.125 vd.)
[66]- Nesâî, Büyu, 41 (Bey'ut-temri b'it-temri mütefâdılen).
[67]- Buhârî, Vekâlet, 11 (İza bae'l-vekîlu bey'en fasiden) ;
Müslim Müsâkât, 96 (1594).
[68]- Müslim, Müsâkât 97 (1594).
[69]- Müslim, Müsâkât, 94 (1593). "Denge"
diye tercüme edilen "el-mîzân" kelimesidir. Cümlenin akışı böyle
tercüme etmeyi gerektirir. Bu kelimenin diğer anlamları şunlardır: Terazi,
tartı, adalet, dengeleme, miktar, günün ortası. (İbn Manzur, Lisan'ul-Arap, maddesi.)
[70]- Müslim, Müsâkât, 93 (1592)
[71]- Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, Tâc'ul-arûs, Mısır, 1306,
taam maddesi.
[72]- Sa' 2920 gr. ağırlığında bir ölçü birimidir.
[73]- Keş, kuru yoğurt manasınadır, Arapçası eqit () tir.
[74]- Buhârî, Zekât 73 (Sadakat'ul-fıtr sa' min taâm).
[75]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât 18; hadis no 3359;
Tirmizî, Büyu 14, hadis no 1225; Nesaî,
büyu 36 (İştirâu't-temri b'ir-ruteb).
[76]- Buhârî, Büyu 78 (Bey'ul-fıdda b'il-fıdda); Müslim,
Müsâkât 75 (1584); Nesâî, Büyu 47 (Bey"uz-zeheb b'iz-zeheb).
[77]- Ebû Davud, Büyu
ve'l-icârât 12; hadis no 3349.
[78]- Müslim, Müsâkât 77 (1585).
[79]- Buhârî, Büyu 81
(Bey'uz-zeheb b'il-veriq yeden biyedin). Bundan sonraki kısım Buharide yoktur.
[80]- Müslim, Müsâkât 88 (1590).
[81]- Buhârî, Büyu 77 (Bey'uz-zeheb b'iz-zeheb).
[82]- Müslim, Müsâkât, 84 (1588), Nesâî, Büyu, 46 (Bey'ud-dirhem b'id-dirhem).
[83]- Buhârî, Büyu 76 (Bey'uş-şe'îr b'iş-şe'îr).
[84]- Müslim, Müsâkât, 89 (1591).
[85]- Müslim, Müsâkât, 90 (1591.
[86]- Müslim, Müsâkât, 91(1591).
[87]- Nesâî, Büyu, 48 (el-kılâde fîhâ'l-harezu ve v'ez-zehebu
b'iz-zehebi).
[88]- Müslim, Müsâkât, 92 (1591).
[89]- Müslim, Müsâkât, 86 (1589).
[90]- İbn Mâce, Ticârât, 50, hadis no, 2261.
[91]- Müslim, Müsâkât, 78 (1585).
[92]- Ebû Davud, Büyu
ve'l-icârât, 14; hadis no 3354; Nesâî,
Büyu, 50 (Bey'ul-fıdda b'iz-zeheb ve bey'uz-zeheb b'iz-zeheb)
[93]-Nesâî, Büyu, 51 (Ahz'ul-veriq min'ez-zeheb v'ez-zeheb
min'el-veriq).
[94]- Buhârî, Büyu 80 (Bey'ul-veriq b'iz-zeheb nesîeten).
[95]- Nesâî, Büyu, 49 (Bey'ul-fıddah b'iz-zeheb nesîeten).
[96]-Müslim, Müsâkât, 85 (1588); Nesâî, Büyu, 45.(bey'ud-dinâr
b'id-dînâr).
[97]- Müslim, Müsâkât, 81(1583).
[98]- Buhârî, Büyu, 14 (fiirâ'un-nebiyyi sallallahu aleyhi
ve sellem b'in-nesîeh)
[99]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât, 12; hadis no 3349.
[100]- İbn Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut, l410-l990, c.XI, s.
610.
[101]- Ragıb el-İsfahânî,
el-Müfredât, Dımaşk 1412/1992, s. 759.
[102]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât, 18; hadis no 3359. Tirmizî, Büyu, 14, hadis no 1225; Nesaî, büyu, 36
(İştirâu't-temri b'ir-ruteb). Sünen-i Ebî Davud'da Hattabî'nin konuyla ilgili
açıklaması şöyledir :
Bu
hadis riba konularından bir çoğunun kaynağı olmuştur. Yaşı ve kurusu olan
bütün yiyeceklerin yaşını verip kurusunu almak caiz görülmemiştir. Kuru üzüm
verip yaş üzüm almak, taze et ile kurutulmuş et vs. gibi. Bu anlamda taze üzüm
veip taze üzüm almak gibi yaş verip yaş
almak da caiz olmaz. Çünkü eşitlik ancak kuru zamanında geçerli olabilir. Tam kurumazsa birinin suyu
az diğeri daha sulu olur. Bunları değiştirirken her ikisi de aynı ölçek olursa
kurudan daha çok verilmiş olur. Ateşte kaynatılmış şıranın kaynatılmamışıyla,
pişmiş süt ile pişmemiş sütün değiştirilmesi gibi pişmiş ile çiğin
değiştirilmesi de aynı anlama dahil olur. Bu mukayeseye göre buğday verip un
almak, buğday verip kavut almak ve ekmek verip ekmek almak da caiz olmaz.
Bunların hepsi fiafiî mezhebine göredir.
Çiğ
şira verip çiğ şira almak, susam yağı verip susam yağı almak, taze süt verip taze
süt almak fiafiîye göre caizdir. Üzüm sirkesi verip üzüm sirkesi almak da
aynıdır. Bunlardan birine su katılırsa olmaz.
fiafiîye
göre faize konu olan bir şey türevleriyle de değiştirilmez. Kaymak verip süt
almak, zeytin yağı verip zeytin almak, susam yağı verip susam almak gibi.
fiafiîye göre et verip hayvan almak da yasaktır.
Fakihlerin
çoğu yaş hurma verip kuru hurma almanın caiz olmadığı görüşündedir. Malik,
fiafiî, Ahmed b. Hanbel'in görüşü böyledir. Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşü de böyledir. Ebu Hanife,
peşin olmak şartıyla yaş hurma verilip kuru hurma alınabileceği görüşündedir.
Öyle anlaşılıyor ki, Ebu Hanife hadisi, bedellerden birinin peşin diğerinin
veresiye olmasıyla tevil etmiştir. İbn'ül-Münzir diyor ki, "Zannediyorum
Ebu Sevr de bu görüşü kabul etmiştir." (Ebu Davud, Sünen, İstanbul, c. II, 655-656.)
[103]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât,15; hadis no 3356; Nesâî,
Büyu, 65 (Bey'ul-hayevân b'il-hayevân nesîeh); Tirmizî, Büyu' 21, hadis no
l237.
[104]- Tirmizî, yukarıdaki
hadisin altına düşülen not. C. III, s.
538-539, İst. 1981 (1401)
[105]- Ebû Davud, Büyu
ve'l-icârât,16; hadis no 3357.
[106]- Ebu Davud,
İstanbul, c.III. s.652, 653.
[107] - Ebûbekr Ahmed b.
Ali el-Cessâs (v. 370/980), Ahkâmü'l-Kur'ân, İstanbul 1335, I, sh.464-465
(Bâb'ur-ribâ).
[108]- el-Muvatta', Büyu, bab 39 (Mâ câe fî'r-ribâ fî'd-deyn), no
83.
[109]- Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, (Sehnûn'un ibn Kasım'dan rivayeti) Mısır, l323 h., c.IV,
133-134.
[110]- el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c.IV, 134.
[111]- Fahrü'r-râzi, et-Tefsirü'l-Kebîr, c. VII, s.91. Buradaki
ribe'n-nesieden maksat ribe'l-cahiliyyedir. Çünkü bu nakil Fahrü'r-râzî'den
alınmıştır; o, ribe'n-nesieyi ribe'l-cahiliyye anlamında kullanmıştır.
[112]- el-Muvatta', Büyu, bab 39, hadis no 82.
[113]-el-Muvatta', Büyu, bab 39, hadis no 81.
[114]- el-Cessâs, I, sh.467.
[115]- İbn Kudâme, el-Muğnî, Beyrut 1404/1984, c. IV, s. l34.
[116]- Ebu'l-Velî, Muhammed b. Ahmed b. Rüşd (520-595 h.) ,
Bidâyet'ül-Müctehid, Mısır, c II, s. 124, (Fî büyû'iz-zerâi'u'r-ribeviyyeh)
[117]- Nesâî, Büyu, 47.
[118]- el-Muvatta, Büyu 16, hadis no 33.
[119]- Askerin eline geçecek maaş, hediye ve ganimetler demektir.
[120]- Dârimî, Buyu, 41.
[121] - Müslim, Müsâkât, 80
(1587).
[122] - İbn Mâce, Ticârât ,
58, hadis no 2276. Cessâs,
c.I, s.464.
[123] - Elmalılı, c.I,
s.954.
[124]- el-Muvatta, Büyu 16, hadis no 37.
[125]- el-Muvatta, Büyu 18, hadis no 39.
[126]- Sa' 2920 gr. ağırlığında bir ölçü birimidir. Burada
kastedilen her iki bedelin aynı ağırlıkta olma gereğidir.
[127]- el-Muvatta, Büyu 16, hadis no 36.
[128]- Ebu Abdirrahman Abdullah b. Ömer’in lakabıdır.
[129]- el-Muvatta, Büyu 16, hadis no 31.
[130]- Sikkeli demek, para olarak basılmış demektir.
[131]- Kurtubî, c.III, s. 226. (Bakara 2/275. ayetin tefsiri)
Muaviye'nin farklı görüşünün, yalnızca işlenmiş olan altın ve gümüş ile dinar
ve dirhemler arasındaki mübadele konusunda olduğu rivayeti de vardır.
[132]- Sarf, altın ve
gümüş paraların alım satımı demektir.
[133]- Peşin alım satımlarda bir
sakınca görmüyorlardı. Nitekim Müslim'in 99 (1594) nolu rivayetinde İbn
Abbas'ın, Ebu Nadr'a, " Elden ele mi? " diye sorduğu,
"Evet" deyince "Bir sakıncası yoktur" dediği ifade
edilmektedir.
[134]- Müslim, Müsâkât, 100 (1595).
[135]- Tirmizî, Büyu
24.
[136]- Sarf, altın ve gümüş paraların birbiriyle
değiştirilmesi işlemidir.
[137]- Fahrü'r-râzî, c.VII, s.91-92.
[138]- İbn Mace, Ticârât, 49, hadis no 2258.
[139]- İbn Kudâme, el-Muğnî, c.IV, s. 134.
[140]- Tirmizî, Büyu 24.
[141]- İbn Rüşd, Bidâyet'ül-müctehid, c. II, s. 111 (Fî
büyû'ir-ribâ).
[142]- Bu rivayet el-Muğnî'de şöyle geçmektedir: "Hz. Ömer Übey b. Ka'b'a onbin dirhem borç verdi. Daha sonra
Übey b. Ka'b ona toprağının ürününden bir miktar hediye gönderdi; o bunu geri
çevirdi ve kabul etmedi. Bunun üzerine Übey onun yanına geldi ve şöyle dedi:
Bütün Medine bilir ki, benim ürünüm hepisinden daha güzeldir ve bizim ona
ihtiyacımız da yoktur. Öyleyse neden hediyemizi almadın? Sonra hediyeyi tekrar
verdi, o da kabul etti." (İbn Kudâme, el-Muğnî, c. IV, s. 391, fasıl 3263)
[143]- fiemseddin es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır, c. XIV, s. 35-36.
[144]- Ahmed b. Hacer el-Heytemî, Tuhfet’ül-muhtac bi
şerh’il-minhac, (fiirvânî ve İbn Kasım el-Abâdî’nin şerhleriyle birlikte)
Tarih ve yer yok c. V, s.46-47, Karz.
[145]- İbni Mâce, Sadakât 19, hadis no 2432.
[146]- Buhârî, Menâkıb'ul- Ensâr 19.
[147]- İbn Kudâme, el-Muğnî, c. IV, s. 390-391, fasıl 3263.
[148]- Para peşin, mal veresiye olmak üzere yapılan satışa selem
denir.
[149]- Ali b. Ahmed b. Hazm el-Endelüsî (384-406 h./994-1063 m.),
el-Muhallâ b'il-âsâr, Beyrut, 1408/1988,
c.VII, s.401-402.
[150]- El- Muvatta', bab 39, 83 nolu hadisten sonra düşülen not,
s. 673.
[151]- Ebu'l-Hasen, Ali b. Ebîbekr b. Abd'il-Celîl el-Merğinânî
(öl. 593 h./1197 m.) el-Hidâye, fierhu Bidâyet'il-mübtedî, fierhu
Feth'il-Kadîr ile birlikte, Dar'ul-fikr, Beyrut, c. VIII, s. 426, es-Sulhu
fî'd-deyn.
[152]- Kasânî, el-Bedâi’ c.VI, s. 45, bab’us-sulh.
[153]- Muhammed b. Mahmud el-Bâbertî (öl. 786), el-İnâye
ale'l-Hidâye, fierhu Feth'il-Kadîr ile birlikte, c. VIII, s. 426,
es-Sulhu fî'd-deyn.
[154]- İbn Hacer, Tuhfe, c.V s. 192-193,bab’us-sulh;İbn Rüşd,
Bidâyetü'l-Müctehid, c.II, s.125. İbn Kudâme, el-Muğnî, c.V,s.24-25,
bab’us-sulh, madde 3504.
[155] İbn Hazm, el-Muhallâ, c. VI, s.356, l205 nolu
mesele.
[156]-İbn Rüşd, Bidâyet’ül-müctehid, c.II, s.125
[157]- İbnü Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdillah Muhammed b.
Ebîbekr (öl. 751 h./1350 m.), İlâm'ul-Muvakkıîn, tahkîk, Muhammed Muhyiddîn
Abdul Hamîd, Beyrut, 1407/1987, c. 3, s. 371, es-Sulhu an'id-deyn biba'dih.
[158]- Müslim, Müsâkât, 82 (1584).
[159]- fiemseddin es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır, c. XIV, s. 38.
[160]- Ciro, emre yazılı bir senetteki bütün hakların,
alacaklısı tarafından başkasına devri anlamına gelir.
[161]- Ayette geçen, ifadesi, genellikle "şeytanın dokunup çarptığı " şeklinde tercüme edilir. Bize göre bu
tercüme manayı doğru aktarmamaktadır. Ayette geçen ifadesi Arapçada şu anlamlara da gelir: , ona takılıp aklını çeldi. (Lisan'ul-Arab maddesi) aklını çelerek onu
bozuyor. (Muhammed Murtaza ez-Zebîdî, Tâc'l-arûs, maddesi) aklını bozma,
anlamına gelir: (Lisan'ul-Arab maddesi)
[162]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât, 12; hadis no 3349.
[163]- Osman el-Bettî Basra
fakihidir. Kalın elbiseler satardı. Babasının adı Müslim’dir, Eslem veya
Süleyman olduğu da söylenmiştir. Aslen Kûfelidir. (Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî,
Siyerü A’lâm’in-nübelâ, Beyrut l406/l986, c.VI, s. 148-149) Osman el-Bettî’nin vefat tarihi için bkz.
Hayrettin KARAMAN, Başlangıçtan zamanımıza kadar İslam Hukuk Tarihi, İst. l975,
s. 63.
[164]- Katâde b. Diame Tabiînden Basralı bir zattır. Ama olarak doğmuştur. Enes b. Malik, İbn'ül-Müseyyeb,
Hasan-ı Basrî, İbn Sîrîn ve İkrime gibi zatlardan hadis ve ilim almıştır. Tefsire, fıkha ve hilafiyata aşina idi. (Ö.N.Bilmen,
Hukukı İslamiyye Kamusu, c.I, s. 421.)
[165]- Tavus b. Keysân tabiinin büyüklerinden ve meşhur
fakihlerdendir. Aslen İranlıdır. Mekke'de vefat etmiştir. (Ö.N.Bilmen, Hukukı
İslamiyye Kamusu, c.I, s. 460.)
[166] - Fethü'l-kadîr,
c.VII, s.5; Ayrıca bkz. Serahsî,
el-Mebsût, XII, s.112.
[167]- Burada veresiye diye tercüme ettiğimiz kelime
selem'dir. Bununla altı maddeden birinin peşin diğerinin daha sonra verilmesi
durumu kastediliyor. Hanefî mezhebinde
buna ribe'n-nesie denir.
[168]- Ali b. Ahmed b. Hazm el-Endelüsî, el-Muhallâ
b'il-âsâr,Beyrut, 1408/1988, c.VII,
s.401-402.
[169]- İbn Hazm,
el-Muhallâ, c.VII, s. 402-403.
[170] - İbn Mâce, Ticârât ,
58, hadis no 2276. Cessâs,c. I, s.464. İbn Mace, bu rivayetin isnadının sahih,
ricalinin de mevsuk olduğunu belirtmekte, ancak bu sözü nakledenlerden Saîd b.
Arûbe‘nin, son zamanlarında karıştırdığını belirtmektedir.
[171] - Elmalılı, c.I,
s.954.
[172]- Sa’ bir ölçü birimidir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem zamanında kullanılan sa’ 693 dirhem ve 1/3 dirhem buğday alan bir
kabdı. Bunun bölgelere göre büyüklüğü değişir. Sa’-Irâkî denen ve Hanefî
mezhebi'nin kabul ettiği sa’ ise l040 dirhem, yani 2920 gr. ağırlığında arpa ve
buğday alan bir ölçektir.( Bkz. Ömer Nasuhi BİLMEN, a.g.e. c.IV, s.125 vd.)
[173]- Bu hadis Sahih-i Müslim'de şöyle geçer "Hayber
valisi Allah'ın elçisi'ne cenîb hurması getirmişti. Allah'ın Elçisi ona salât
ve selam olsun, “Hayberin bütün
hurmaları böyle midir?” diye sordu. Vali, “Hayır, vallahi Ya Resulellah, diğer
hurmalardan iki sa’ verdim, bundan bir sa’ aldım.” dedi. Ona salât ve selam olsun, Allah'ın Elçisi
bunun üzerine şöyle dedi: "Böyle yapmayın, misli misline olsun. Ya da bunu satın, bedeliyle ondan alın. Mizan böyledir”
(Müslim, Müsâkât, 94 (1593))
[174] - fiemsüddin es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır, XII, s.112-113.
[175]- el-Muvatta, Büyu 16, hadis no 37.
[176]- ed-Darekutnî, Büyu, 39.
[177]-
Hadisin tamamı şöyledir: "Allah'ın Elçisi, Adiyy el-Ensârî oğullarından
birini Hayber'de görevlendirmişti. Cenîb hurmasıyla çıkageldi. Allah'ın Elçisi,
ona dua ve selam olsun, “Hayberin bütün hurmaları böyle midir?” diye sordu.
“Hayır vallahi ey Allah'ın Elçisi, bunun bir sa’ını toplanan hurmalardan iki
saa alıyoruz." dedi. Ona dua ve selam olsun, Allah'ın Elçisi bunun üzerine
şöyle dedi:
”Öyle
yapmayın,ama misli misline olsun. Yahut bunu satarsınız, bedeliyle bundan alın,
() mizan böyledir”.
Beyhâqî, Ebubekr
Ahmed b. Huseyn b. Ali (öl. 408 h.) es-Sunen'ul-Kubrâ, (Cimâu ebvâb'ir-ribâ,
bâb men qâle bi cereyân'ir-ribâ fî kulli mâ yukâlu ve yûzen), Lübnan 1413/1992,
c. V, s. 285-286)
[178]- Serahsî c. XII, s. 113.
[179]- İbn Manzur, Lisan'ul-Arap, maddesi.
[180]- Müslim, Müsâkât, 94 (1593).
[181]- Serahsî c. XII, s. 112.
[182]- Tâc'ul-arûs'ta kelimesi ile
ilgili olarak şu bilgiler verilir:
Hicaz halkı yalın
olarak deyince özellikle
buğdayı kasteder. Ebû Saîd'in fitre konusundaki "Taamdan bir sa' veya
arpadan bir sa'" hadisi bu şekilde açıklanmıştır... (Muhammed Mustafa
ez-Zebîdî, Tac'ul-arûs, tarih ve yer yok, maddesi, c. VIII)
[183]- Müslim, Müsâkât, 93.
[184]- Ali b. Ebîbekr el-Merğinânî (öl. 593 h. /ll97 m.) el-Hidâye, (Feth'ül-Kadîr ile
birlikte) Beyrut, c.VII s. 8.
[185]- Müslim, Müsâkât, 89 (1591).
[186]- Müslim, Müsâkât, 90 (1591.
[187]- İbn Mâce, Ticârât, 50, hadis no, 2261.
[188]- Müslim, Müsâkât, 86 (1589).
[189]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât, 12; hadis no 3349.
[190] - Serahsî, XII,
sh.113.
[191]- el-Merğinânî, a.g.e. c.VII, 9-10.
[192]- Buhârî, Büyu 78 (Bey'ul-fıdda b'il-fıdda); Müslim,
Müsâkât 75 (1584); Nesâî, Büyu 47 (Bey"uz-zeheb b'iz-zeheb).
[193]- Müslim, Müsâkât, 81(1583).
[194]- Nesâî, Büyu, 43 (bey'ul-burr b'il-burr - Rivayetin
ikinci bölümü).
[195]- el-Merginânî, a.g.e. c. VII, s. 8.
[196]- Kavut, kavrulmuş un demektir.
[197]- el-Merginânî, a.g.e. c. VII, s. 23.
[198]- el-Merginânî, a.g.e. c. VII, s. 32.
[199]- Altın ve gümüş dışındaki
madeni para. Daha çok bozuk para ve ufaklık para olarak kullanılır.
[200] - Bkz. Hidaye, c.
VII, s. 12-13 Nakil sırasında ibareye değil, mânâya bağlı kalınmaya
çalışılmıştır.
[201]- Abdulvâhid b. İsmâil er-Rûyânî, (öl. 502/1108) Taberistan
ve Rûyân kadılığı yapmıştır. el-Bahr adında bir eseri vardır. (Hayrettin
KARAMAN, Başlangıçtan Zamanımıza Kadar İslam Hukuk Tarihi, İst. 1975, s. 139.)
[202]- İbn Hacer, IV, s. 272.
[203]- İmam fiafiî, Muhammed b. İdris (öl. 204 h.), el-Ümm, c. III, Beyrut, 1413/1993, s.
29, er-Riba
[204]- Müslim, Müsâkât, 93 (1592)
[205]- İbn Hacer, IV, s. 276.
[206]- Hidâye ve Fethü'l-kadîr, c.VII, s. 5-6. Bunlar Hanefî
mezhebinin fıkıh kitaplarıdır. Ancak bu izahlar hem tatminkar oldukları hem de fiafiî mezhebinin görüşünü doğru olarak aktardığı için buraya alınmıştır.
[207]- İmam fiafiî, c. III, s.
25, er-Riba
[208]-
Tuhfet'ül-muhtac'da "
teharrüf = " kelimesi kullanılmaktadır.
Lisan'ül-arabda harâfe, ağzı ve dili yakan yiyecek diye tanımlanmakta, böyle
yiyeceklere hirrîf dendiği soğanın bunlardan olduğu ifade edilmektedir.
Teharrüf kelimesini "ağzı acılatan yiyecek" anlamında tercüme
etmemizin sebebi budur.
[209]- Bu çamurlar tedavi maksadıyla yenir.
[210]- Kargabüken (), tropikal bölgelerde yetişen, yeşil ve yaygın ağaççıktır. Eczacılıkta
kullanılır.
[211]- İbn Hacer, IV, s. 276-277.
[212]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 25, er-Riba
[213]- İbn Hacer, IV, s. 279.
[214]- İbn Hacer, IV, s. 278.
[215]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 25, er-Riba.
[216]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 27, er-Riba.
[217]- Burada Abdullah b. Abbas'ın kasdedildiği
anlaşılmaktadır. Onun konu ile ilgili görüşü, Sahabenin Faiz Anlayışı başlığı
altında verilmiştir.
[218]- İbn Hacer, IV, s. 281.
[219]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 27, er-Riba
[220] - Müslim, Müsâkât,
81(1583).
[221]- İbn Hacer, IV, s. 273-274 ve 279.
[222]- Buhârî, Büyu 79(Bey'ud-dinâr b'id-dinâr nesâen),
Müslim, Müsâkât, l01 (1596).
[223]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 25, er-Riba.
[224]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 27, er-Riba. fiafiî mezhebinde fesat ile butlan aynı anlama gelir.
[225]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 28, er-Riba.
[226]- İbn Hacer, IV, s. 272-273.
[227]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 28, er-Riba.
[228]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 38- 39, er-Riba.
[229]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 39, er-Riba.
[230]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 40, er-Riba.
[231]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 41, er-Riba.
[232]- el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c.IV, s.133.
[233]- el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c.IV, s.134.
[234]- el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c.IV, s.133.
[235] - Ali el-'Adevî,
Hâşiye 'ale'l-Haraşî alâ muhtasar-i Seydi Halil, Beyrut, c. V, s. 56.
[236]- Fels kelimesiyle
kastedilen altın ve gümüşten basılı olmayan paralardır.
[237]-Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, (Sehnûn'un
ibn Kasım'dan rivayeti) Mısır, l323 h.
c.III, s. 395-396.
[238]- el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c. IV, s.115.
[239]- el-Haraşî, alâ
muhtasar-i Seydi Halil, Beyrut, c. V, s. 50.
[240]- el-Haraşî,c. V,
s.56-67.
[241] - İbn Rüşd,
Mukaddimât, III, s.49-51.
[242]-
el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c. IV, s. 25-26.
[243]-
el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c. IV, s. 27.
[244]- Ali Abdulhamid Baltaci, Muhammed Vehbî Süleyman,
el-Mu'temed fî fıkh'il-imam Ahmed, (Abdulkadir b. Ömer eş-fieybânî'nin
Neyl'ul-meâri bi şerhi delîl'it-tâlib adlı eseri ile İbrahim b. Muhammed b.
Dıvyân'ın Menâr'us-sebîl fî şerh'd-delîl adlı eserinin bir araya getirilmesiyle
ortaya çıkmış bir kitaptır.) bab'ul-kard, Mekke, 1991/1412, s. 4447-448.
[245]- Ahmed b.
Hanbel,Müsned c. II, s. 109.
[246]- İbn Kudâme,
el-Muğnî, c.IV , s. 136-137.
[247]- Doğrusu, "Bir
dinar ve bir dirhemi iki dinara karşılık
satmak" şeklinde olmalıdır.
[248]- Ali Abdulhamid Baltaci, a.g.e. bab ahkâm'ir-ribâ, s.
429-430
[249]- İbn Kudâme,
el-Muğnî,c. IV, s.140. Metinde bir yanlışlık olmalıdır. Çünkü bir elbise iki
elbiseden ve bir köle iki köleden hayırlı olmaz.
[250]- Bkz. Ali Abdulhamid Baltaci, a.g.e. s. 426.
[251]-Müslim, Müsâkât, 93. Hadis-i şerifin tamamı yukarıda
geçmiştir. Değerlendirme bakımından okuyucuya kolaylık olsun diye Müslimin rivayetini
burada bir daha tekrarlıyoruz: Mamer b. Abdullah kölesine bir sa' buğday verdi
ve " Onu sat, karşılığında arpa
al." dedi. Köle gitti ve bir sa'dan biraz fazla aldı. Mamer'in yanına
gelince durumu ona bildirdi. Mamer ona
dedi ki, " Niye böyle yaptın ? Git geri ver, misli misline olmazsa sakın
alma. Çünkü Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellemin şöyle dediğini
işitmişimdir : "Yiyeceğe (taam) yiyecek
misli mislinedir." fiöyle devam etti : " O gün
yiyeceğimiz arapaydı." Ona dendi ki, " Buğday arpanın dengi değil
ki," O şöyle cevap verdi : "Benzemesinden korkuyorum."
[252]- İbn Kudâme, el-Muğnî, c.IV, s.139.
[253]- İbn Kudâme, el-Muğnî, c.IV, s.133-138.
[254]- İbn Kudâme, el-Muğnî, c.IV, s.141.
[255] Garib hadis, rivayet
ettikleri hadisler bir çok kimse tarafından toplanan meşhur hadis imamlarından
birinden yalnız bir kişinin rivayet ettiği hadistir.
[256]- İbn Hümâm,
Fethü’l-Kadir, c. VII s. 38-39
[257]- Ebu Cafer Muhammed
b. el-Hasen et-Tûsî (öl. 460 h.), el-İstibsâr, Tahran 1390, c. II, s. 70, (Fî
enneh lâ ribâ beyn'el-müslim ve ehl'il-harb) Paragraf 230.
[258]- İbn Rüşd, Endülüste yaşamış Malikî bir fakihtir (v.
520/1126).
[259]- Kitapta Muhammed yerine Ebû Yusuf denmiştir.
[260] İbn Rüşd, Mukaddimât,
III, sh. 28-29.
[261] el-Hidaye ve
Fethü’l-Kadir, V sh. 300-301.
[262]- Nass, Kur'an'ın ve sünnetin ifadeleri anlamınadır.
[263] İbn Hümâm,
Fethü’l-Kadir, c. VII s. 39.
[264]- İbn Hümâm, Fethü’l-Kadir, c. VII s. 39.
[265]- Kemalüddin b. el-Hümâm 788 h./1396 m. tarihinde Sivasta
doğmuş meşhur Hanefî fakihidir. Kendisinde mezhep taassubu yoktur. Hanefi mezhebinin yanlış bulduğu
görüşlerini ifadeden çekinmez. Feth’ül-kadîr adlı Hidaye şerhi, bugün hala
Hanefi alimlerinin güvendiği başucu kitabıdır. 861 h./ 1457 m. tarihinde vefat
etmiştir.
[266]- Haber-i vâhid,
mütevatir olmayan hadise denir. Mütevatir, yalan söylemek için bir araya
gelmeleri, adetlere göre mümkün olamayacak sayıda kişi tarafından rivayet
edilen hadistir. Bu şart, senedin her tabakasında aranır.
[267]- el-Hidaye ve Fethü’l-Kadir, c. VII s. 39.
[268]- Abdurrahman el-Evzâî, müstakil mezheb sahibi olmuş tebe-i
tabiîn döneminin büyük fakihlerindendir. fiam ve Mağrib halkı İmam
Malik’in mezhebinden evvel el-evzâî’nin mezhebine tabi olmuşlardı. 88 h.
tarihinde Balebek’te doğmuş, 157 h. tarihinde Beyrut’ta ölmüştür. (Bkz. Ömer
Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, C. I, s. 362)
[269]- İshak b. Râheveyh büyük fakih ve muhaddistir. 237 h.
tarihte Nisabur’da vefat etmiştir. (Bkz. Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye
Kamusu, C. I, s. 419-420)
[270]- Yani bunlar bizim rahatlıkla el koyabileceğimiz mallardır.
[271]- Ayette geçen, ifadesi, genellikle "şeytanın dokunup çarptığı "
şeklinde tercüme edilir. Bize göre bu tercüme manayı doğru aktarmamaktadır.
Ayette geçen ifadesi Arapçada şu anlamlara da gelir: , ona takılıp aklını çeldi. (Lisan'ul-Arab maddesi) aklını çelerek onu bozuyor. (Muhammed Murtaza
ez-Zebîdî, Tâc'l-arûs, maddesi) aklını bozma, anlamına gelir: (Lisan'ul-Arab maddesi)
[272]- Mürsel hadis, tabiînden bir zatın, sahabe ismi söylemeden
doğrudan Hz. Peygamber'den naklettiği hadistir. Yukarıdaki hadisi
Hz.Peygamber’den Mekhûl b. Zeyd nakletmiştir. Bu zat tabiindendir. Yani Hz. Peygamber'i değil, onun
ashabını görenlerdendir. Hanefî mezhebi tabiînden güvenilir kişilerin mürsel
hadisini delil sayar. (Bkz. Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, C. I,
s. 140)
[273] İbn Kudâme,
el-Muğnî, C. IV, s. 176,177.
[274] Buharî, Büyû' 2.
Bu hadis kütüb-i sittenin tamamında, ayrıca Darimî ve Ahemd b. Hanbel’in
Müsnedinde de vardır. Müslim, Müsâkât, l07-l08; Ebû Davud, Büyû' 3; Tirmizi
Büyû' 1; Nesâî, Büyû' 2, Kudât 11; İbn Mâce, Fiten 14; Darimî, Büyû' 1; Ahmed
b. Hanbel, C. IV, s. 267,269,271,275.
[275] İbn Mâce, Ticârât,
58, hadis no: 2276. Cessâs, C. I, s. 464. İbn Mace, bu rivayetin isnadının
sahih, ricalinin de mevsuk olduğunu belirtmekte, ancak bu sözü nakledenlerden
Saîd b. Arûbe‘nin, son zamanlarında karıştırdığını belirtmektedir.
[276]- Müslim, Hac, bab 19, Hadis no 147- (1218); Ebû Dâvûd, Menâsik 57 Hadis no 1905 ve Büyû,
5, hadis no 3334; Tirmizî, Tevbe Suresi'nin Tefsiri, hadis no 3087; Darimî büyu, 3 ve Menâsik 34.
[277]- Ebû Davud, Büyû' 5,
hadis no 3334; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. V, s. 73, Ebû Hurre er-Rakkâşî'nin
amcasından rivayeti bölümü, l. hadis; Darimî büyu, 3.
[278]- İbn Mâce, Menâsik 76, hadis no 3055.
[279]-Ragıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfâz'il-Kur'ân, Beyrut
142/1992, s, 144.
[280]- “Faiz yiyenler,
başka değil, sadece şeytanın dokunup çarptığı kimsenin doğrulması gibi
doğrulurlar. Bu, “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir”, demeleri
sebebiyledir." (Bakara 2/275)
[281] Müslim, Müsâkât
78.
[282] Müslim, Müsâkât
91.
[283]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât 12; hadis no 3349.
[284] Müslim, Müsâkât,
103.
[285] Dârimî, Büyû', 42.
[286] Müslim, Müsâkât,
104. İbn Mâce, Ticârât,
49. Vadeli işlem diye
tercüme ettiğimiz kelime nesie kelimesidir.
[287] Bakara 2/275.
[288] fiemsüddin es-Serahsî, el-Mebsût, XII, 113.
[289] Serahsîde
mütekavvim olarak geçen kelime “işe yarayan mal” şeklinde tecüme edilmiştir.
Mütekavvim mal demek, kullanılması yasak olmayan ve elde edilmiş bulunan mal
demektir. Buradaki tercümeye “işe yarayan mal” ifadesi uygun düşmektedir.
[290]- fiemsüddin es-Serahsî, el-Mebsût, XII, 116.
[291]- İbn Manzûr, Lisan'ul-arab, c. XIV, 305.
[292]- Ali b. Ebîbekr el-Merğinânî (öl. 593 h. /ll97 m.) el-Hidâye, (Feth'ül-Kadîr ile
birlikte) Beyrut, c.VII s. 8.
[293]- Müslim, Müsâkât, 81(1583).
[294]- çoğulufarsçadan Arapçaya geçmiş bir kelimedir (Lisan’ul- Arab)
Farsçasıkelimeleridir. (Ekmelüddin
Muhammed b. Mahmud el-Bâbertî, fierh’ül-Hidâye c.V, s.274; Feth’ül-Kadîr ile birlikte)
[295]- Men, 260 dirhemlik bir ölçüdür. (Ömer Nasuhi BİLMEN,
Kamus, c. IV, s. 126) Bir şer’î dirhem 2.975 gr. geldiğinden yaklaşık 774 grlık
bir ağırlık eder.
[296]- Tayinle taayyün etme konusu Para bölümünde Para’nın
hukuki özellikleri başlığı altında açıklanmıştır.
[297] Bkz. Hidaye,
Feth’ül-kadîr ve Bâbertî’nin Hidaye şerhleri, c V, s. 274 vd.
[298] İllet-i müteaddiye
demek, başkalarında da bulunabilen illet demektir. Mesela hamr, çiğ üzüm
suyunun fermantasyonu ve köpük atması sonucu meydana gelen şarap anlamına
gelir. Bunun en belirgin özelliklerinden biri sarhoş etmesidir. Bu özellik
diğer sarhoş edici içkilerde de vardır. İşte bundan dolayı sarhoş edici bütün
içkilerin haram olduğu, hamrı yasaklayan ayete kıyaslanarak ortaya
çıkarılmıştır.
[299]- İbn Kudâme, el-Muğnî c. IV, s. 138.
[300]- Müslim, Müsâkât, 82 (1584).
[301]- el-Merğinânî, el-Hidâye,(Feth'ul-kadîr ile birlikte),
c. VI, s. 523-524.
[302]-İbn Hümâm, Feth'ul-kadîr, c. VI, s. 523.
[303]- İbn Hümâm, Feth'ul-kadîr, c. VI, s. 523.
[304]- Muhammed b. Mahmud el-Bâbertî, (öl. 786 h.) (Hidaye
Haşiyesi, Feth'ul-kadîr ile birlikte) c. VI, s.523-524.(Men işterâ şeyen mimâ
yunkal ve yuhavvel).
[305]- el-Merğinânî, el-Hidâye ve İbn Hümâm, Feth'ul-kadîr (Bu
iki eser bir arada), c. IX, s. 4- 7, Ariyet.
[306]- el-Merğinânî,
el-Hidâye ve İbn Hümâm, Feth'ul-kadîr, Bâbertî, şerh'ul-inâye al'el-Hidâye, (Bu
üç eser bir arada) c. IX, s. 13, Ariyet.
[307]- İbn Hümâm, Feth'ul-kadîr, c. IX, s.14, Ariyet.
[308]- Müslim, Zikr 38; Ebû Davud, Edeb 60; Tirmizî, Birr 19.
[309]- Abdülazîm b. Abdülkavî el-Münzirî, et-Terğîb
v'et-terhîb, Kahire, l356 h. l937 m. c. II, s.163, Hadisi hasen isnadla
Taberânî'nin bir de Beyhakî'nin rivayet ettiği ifade edilmektedir.
[310] el-Haraşî, C. V,
s. 56-67.
[311] - İbn Rüşd,
Mukaddimât, III, s.49-51.
[312]- Ribe’l-fadl ve
ribe’n-nesie için yukarıda, Malikî Mezhebi ayırımının Faiz illetleri başlığına
bakınız.
[313] Fahrü'r-râzî, VII,
s. 99.
[314] İbn Hacer, IV, s.
272.
[315]- Buhârî, Büyu 79(Bey'ud-dinâr b'id-dinâr nesâen),
Müslim, Müsâkât, l01 (1596).
[316]- Buhârî, Büyu 79(Bey'ud-dinâr b'id-dinâr nesâen),
Müslim, Müsâkât, l01 (1596).
[317]- İmam fiafiî, el-Ümm, c. III, s. 25, er-Riba.
[318] İbn Hacer, IV, s.
272-278.
[319]- Bkz. fiirvânî, Tuhfet'ul-muhtâc haşiyesi, c. IV, s. 272, Riba
bahsinin başı.
[320] İbn Hacer, IV, s.
273.
[321]- Safiyy'ur-Rahmân el-Mebârkefûrî, er-Rahîk'ul-mahtûm,
bahs fî es-
sîre'n- Nebeviyye, Lübnan 1408/1988, s. 431.
[322]- Ebû Dâvûd, Menâsik, 57, hadis no 1905.
[323]- Ayette geçen, ifadesi, genellikle "şeytanın dokunup çarptığı "
şeklinde tercüme edilir. Bize göre bu tercüme manayı doğru aktarmamaktadır.
Ayette geçen ifadesi Arapçada şu anlamlara da gelir: , ona takılıp aklını çeldi. (Lisan'ul-Arab maddesi) aklını çelerek onu bozuyor. (Muhammed Murtaza
ez-Zebîdî, Tâc'l-arûs, maddesi) aklını bozma, anlamına gelir: (Lisan'ul-Arab maddesi)
[324]- Buhârî, Büyu 79(Bey'ud-dinâr b'id-dinâr nesâen), Müslim,
Müsâkât, l01 (1596).
[325]- Fahrüddin
er-Razî, a.g.e. c.VII, s.98.
[326]- Mecelle 2. madde.
Mecelle'nin 3. maddesi de şöyledir: "Ukûdda itibar
mekâsıd ve meânîyedir elf^z ve mebâniye değildir." Yani akitlerde güdülen
maksada bakılır, yoksa kullanılan kelimelere ve cümlelerin yapısına değil.
[327]- Buhârî, Büyu 76 (Babü bey'iş-şe'îri b'iş-şe'îr).
[328]- Buhârî, Büyu 76 (Babü bey'iş-şe'îri b'iş-şe'îr).
[329]- Müslim, Müsâkât 77 (1585).
[330]- Buhârî, Büyu 76 (Bey'uş-şe'îr b'iş-şe'îr).
[331]- Sa’ bir ölçü birimidir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem zamanında kullanılan sa’ 693 dirhem ve 1/3 dirhem buğday alan bir
kabdı. Bunun bölgelere göre büyüklüğü değişir. Sa’-Irâkî denen ve Hanefî
mezhebi'nin kabul ettiği sa’ ise l040 dirhem, yani 2920 gr. ağırlığında arpa ve
buğday alan bir ölçektir.( Bkz. Ömer Nasuhi BİLMEN, a.g.e. c.IV, s.125 vd.)
[332] - fiemsüddin es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır, XII, s.112-113.
[333]- Mecelle-i ahkâm-ı adliyye 30. madde.
[334] İbn Mâce, Ticârât,
58, hadis no: 2276. Cessâs, C. I, s. 464. İbn Mace, bu rivayetin isnadının
sahih, ricalinin de mevsuk olduğunu belirtmekte, ancak bu sözü nakledenlerden
Saîd b. Arûbe‘nin, son zamanlarında karıştırdığını belirtmektedir.
[335]- Müslim, Hac, bab 19, Hadis no 147- (1218); Ebû Dâvûd, Menâsik 57 Hadis no 1905 ve Büyû,
5, hadis no 3334; Tirmizî, Tevbe Suresi'nin Tefsiri, hadis no 3087; Darimî büyu, 3 ve Menâsik 34.
[336]- İbn Mâce, Menâsik 76, hadis no 3055.
[337]- Buharî, Büyû' 2. Bu hadis kütüb-i sittenin tamamında,
ayrıca Darimî ve Ahemd b. Hanbel’in Müsnedinde de vardır. Müslim, Müsâkât,
l07-l08; Ebû Davud, Büyû' 3; Tirmizi Büyû' 1; Nesâî, Büyû' 2, Kudât 11; İbn
Mâce, Fiten 14; Darimî, Büyû' 1; Ahmed b. Hanbel, C. IV, s. 267,269,271,275.
[338]- Müslim, Müsâkât, 81(1583).
[339]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât 12; hadis no 3349.
[340]- Buhârî, Büyu 80 (Bey'ul-veriq b'iz-zeheb nesîeten).
[341]- Nesâî, Büyu, 43 (bey'ul-burr b'il-burr - Rivayetin ikinci
bölümü).
[342]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât, 12; hadis no 3349.
[343]- Müslim, Müsâkât, 82 (1584).
[344]- Müslim, Müsâkât, 77 (1585).
[345]- Renk farklılığı, cins farklılığı anlamına gelir. Nitekim
bu husus diğer hadislerden açıkça anlaşılmaktadır.
[346]- Müslim, Müsâkât, 83 (1588); Nesaî, Büyu, 42, Babü
bey'it-temri b'it-temri Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.II, s.232. Metin Ahmed b.
Hanbel'den alınmıştır.
[347]- Fahrüddin er-Razî,
a.g.e., c.VII, s.98.
[348]- Ahmed b. Hanbel, Müsned c. II, s.109.
[349]- Müslim, Müsâkât, 102 (1596); Nesâî, Büyu, 50 ()
[350]- Selahattin KAYA, 1978'den 1999 yılına kadar, İstanbul
Müftüsü olarak görev yapmıştır.
[351]- Müslim, Müsâkât, 81(1583).
[352]- Ebû Davud, , 12; hadis no 3349.
[353]- Ebû Davud, , 14; hadis no 3354; Nesâî, Büyu, 50 ()
[354]- Mecelle-i ahkâm-ı adliyye 30. madde.
[355]- Bakara 2/275.
[356]- Müslim, Müsâkât, 81(1583).
[357]- çoğuluFarsçadan Arapçaya geçmiş bir kelimedir. (Lisan’ul-
Arab) Farsçası kelimeleridir.
(Ekmelüddin Muhammed b. Mahmud el-Bâbertî, fierh’ül-Hidâye c.V, s.274;
Feth’ül-Kadîr ile birlikte)
[358]- Men, 260 dirhemlik bir ölçüdür. (Ömer Nasuhi BİLMEN,
Kamus, İst., 1967 c.IV, s.126) Bir şer’î dirhem 2.975 gr. geldiğinden yaklaşık
774 gr.lık bir ağırlık eder.
[359]-
Paranın tayinle taayyün etmemesi demek,
bir mal veya hizmet satın alırken gösterilen paranın kendisini
vermenin zorunlu olmaması demektir. Çünkü paranın kendisi değil, temsil ettiği
satın alma gücü önemlidir. Ama diğer malların kendisi önemlidir.
Meselâ
elinizdeki bir adet beşyüzlüğe karşılık bir çift ayakkabı satın alsanız,
ayakkabıcıya, onun yerine bir başka beşyüzlük veya beş adet yüzlük
verebilirsiniz. Çünkü satıcı ayakkabıyı o paranın satın alma gücü karşılığında
vermiştir. Paranın kaç parçadan ibaret olduğu, kağıdının büyüklüğü,
üzerindeki yazıların şekli ve seri numarası önemli değildir. Para, altın veya
gümüşten basılı olduğu zaman da durum aynıdır. Elindeki bir adet Reşat altınına
karşılık bir çift ayakkabı alan kişi, satıcıya bir başka Reşat altınını
verebilir.
Ama müşterinin
beğenip satın aldığı ayakkabı yerine bir başka ayakkabı verilemez. Çünkü
mallar tayinle taayyün eder. Yani satın alma kararında ayakkabının rengi,
deseni, dikiş özelliği, büyüklüğü, duruşu, görünümü vs. önem taşır. Bunlardan
biri eksik olursa müşterinin razı olmayacağı bir iş yapılmış olur ki, bu da
alım satım kurallarına aykırıdır.
Buna göre bir gemide giderken beş yüz
bin liraya bir çift ayakkabı satın alan kişi parayı ödemek için uzattığında
rüzgar parayı denize uçursa satış geçersiz hâle gelmez. Müşteri bir başka beş
yüz bin lira ile ayakkabının bedelini ödemeye zorlanabilir. Çünkü beş yüz bin
liranın denize uçması akdi bozmaya sebep değildir. Ama müşteri daha teslim almadan
ayakkabı denize uçsa alış veriş batıl olur. Artık ne müşteri, o ayakkabı yerine
bir başka ayakkabı almaya zorlanabilir, ne de satıcı o ayakkabı yerine başka
ayakkabı vermek zorunda kalır.
[360]- Bkz. Hidaye, Feth’ül-kadîr ve Bâbertî’nin Hidaye şerhleri,
c.V, s.274 vd.
[361]- el-Huraşî, c.V, s.56-67.
[362]- İbn Rüşd, Mukaddimât, c.III, s.49-51. Ribe’n-nesie, faize
konu iki malın değişiminin veresiye olması sebebiyle meydana gelen faize denir.
Bir kile buğdayı, vadeli 1 kile buğdaya veya vadeli iki kile arpaya karşılık
değişmek gibi.
[363]- Fahrü'r-râzî, c.VII, s.99.
[364]- Ahmet b. Hacer el-Heytemi, Tuhfet'ül Muhtac bi
fierh'il-Minhac, c.IV, s.272. Tarif şöyledir: "Faizli işlem, belli
malları, akit sırasında şer’î ölçekle eşitliği bilinmeden peşin veya bedellerden
her ikisini yahut birini veresiye değiştirmek üzere yapılan sözleşmedir."
[365]- Buhârî, Büyu, 79 (), Müslim, Müsâkât, 101 (1596).
[366]- Buhârî, Büyu, 79 (), Müslim, Müsâkât, 101 (1596).
[367]- İmam fiafiî, el-Ümm, c.III, s.25, er-Riba.
[368]- İbn Hacer, c.IV, s.272-278.
[369]- Bkz. fiirvânî, Tuhfet'ul-muhtâc haşiyesi, c.IV,
s.272, Riba bahsinin başı.
[370]- İbn Hacer, c.IV, s.273.
[371]- Mecelle m. 105.
[372]- İbn Hacer, a.g.e. c. IV, s. 215, bey'in baş tarafı.
[373]- Ahmed b. Abdullah el-Kârî, Mecellet'ul-ahkâm'iş-şer'iyye,
Cidde 1401/1981, s. 107, m. 161. Buraya tarifin konu ile ilgili kısmı
alınmıştır. Buraya alınmayan kısmında mubah bir menfaatin değişiminden söz
edilmektedir. Konumunz menfaatle ilgili değildir. Tarifin tamamı şöyledir: "Bir malı, ya
da mubah bir menfaati bir mal, ya da menfaata karşılık riba ve ödünç olmamak
üzere süresiz değiştirmektir. Mal zimmette de olabilir"
[374]- İbn'ul-Arabî, Ahkâm'ul-Kur'an, c. I, s. 241 Bakara 275.
ayetin tefsiri, Mısır, 1387/1967.
[375]- İbn Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut, 1410-1990, c.XI, s.
610.
[376]- Tahsin SARAÇ, Fransızca Türkçe Sözlük, Ankara 1976. Türk Dil Kurumu yayını.
[377]-Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.I, s. 402.
[378]-Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.V, s. 225.
*- Sabri ORMAN, Marmara Üniversitesi İktisadi İdari
Bilimler Fakültesi'nde profesördür. İktisadi düşünce tarihi onun uzmanlık
alanıdır.
[379]- Emr b’il-marûf ve nehy an’il-münker, iyiliği emretmek,
kötülüğü yasaklamak demektir.
[380]- Ebu Davud, , 16,
hadis no 3357.
[381]- İbn Kudâme, el-Muğnî, c.IV, s.143.
[382]- fiemsüddin es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır, c.XIII, s.8.
[383]- Kemâlüddin b. el-Hümâm, Fethü'l-Kadir, c.V, s.218.
[384]- İbn Hacer el-Heytemî, Tuhfe, c.IV, s. 294, ˙
[385]- İmam Mâlik, el-Muvatta', Büyu, bâb 33, paragraf no 74.
[386]- İbn Rüşd, Bidâyet'ül-müctehid, c.II, s. 134, , üçüncü
fasıl, üçüncü vech. Tercümede lafza değil, manaya dikkat edilmiştir.
[387]- el-Huraşî alâ Muhtasari Seydî Halil, c. V, s. 72, 'nın sonlarıına
doğru.
[388]- İmam Malik, el-Mudevvenet'ul-Kübrâ, cüz IX, s. 151,
.
[389]- Abdullah b. Kudâme, el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c.IV,
s.259.
[390]- Ayette geçen, ifadesi, genellikle "şeytanın çarpıp deli ettiği " şeklinde tercüme edilir. Burada neden farklı bir mana verildiği
konusu daha önce açıklanmıştı.
[391]- Fahrüddin er-Razî,
a.g.e., c.VII, s.98.
[392]- Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukuki İslâmiyye Kamusu, c.VI, s.29
vd.
Batıl
satış, alım satımla ilgili hiçbir hükmün gerçekleşmediği, tarafların bedelleri
birbirine iade etmesinin şart olduğu satış demektir. Fasit satış, aslında
normal bir satış yapılmış olmakla birlikte bazı şartların etkisi ile meşru olmayan
satış demektir.
[393]- BİLMEN, a.g.e., c.VI, s.39.
[394]- BİLMEN, a.g.e., c.VI, s.40 vd.
[395]- Abdurrahman b. Süleyman (Damad), Mecmau'l-enhür, , c.II,
s.303 vd; İbn Rüşd, Mukaddimat c.III, s.18.
[396]- Tirmizî, Büyu, 18; Neseî, Büyu, 73; Muvatta, Büyu, 72 (Bâb
33); Ahmed b.Hanbel, II/71, 174, 175, 177, 179, 205.
[397]- Ahmed b. Hanbel,
I/398.
[398]- Abdullah b. Yusuf ez-Zeylaî, Nasb'ur-râye li
ehâdîs'il-Hidâye, Kahire, 1357, c. IV, s.20; fiemsüddin es-Serahsî,
el-Mebsût, Kemâlüddin b. el-Hümâm, Fethü'l-Kadir, c.V, s.218; İbn Hacer
el-Heytemî, Tuhfe, c.IV, s.294, ; Ebû Ömer, Yusuf b. Abdullah el-Kurtubî,
Kitâb'ül-kâfi fi fıkhi ehl-i Medînet'il-Mâlikî, Riyad, 1398/1978, c.II,
s.739-740. Abdullah b. Kudâme, el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c.IV, s.259;
c.XIII, s.8.
[399]- Bkz. Alâuddin el-Kasânî, el-Bedâi'', c. V, s.158 ve
Mecelle m. 237-238.
[400]- Tirmizî, Büyu, 18; Neseî, Büyu, 73; Muvatta, Büyu, 72 (Bâb
33); Ahmed b.Hanbel, II/71, 174, 175, 177, 179, 205.
[401]- Buhârî, Savm,13 (1913).
[402]- Sa’ bir ölçü birimidir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem zamanında kullanılan sa’ 693 dirhem ve 1/3 dirhem, yaklaşık 2600 gr.
ağırlığında buğday alan bir kabdır. Bunun bölgelere göre büyüklüğü değişir.
Sa’-Irâkî denen ve Hanefî mezhebi tarafından kabul edilen sa’ ise 1040 dirhem,
yani yaklaşık üç kilo ağırlığında arpa ve buğday alan bir ölçektir.Ömer Nasuhi
BİLMEN, a.g.e. c.III, s.125.
[403]- Neseî, Büyu, 41
[404]- El- Muvatta', bab 39, 83 nolu hadisten sonra düşülen not,
s.673.
[405]- Ebu'l-Hasen, Ali b. Ebîbekr b. Abd'il-Celîl el-Merğinânî
(öl. 593 h./1197 m.) el-Hidâye, fierhu Bidâyet'il-mübtedî, fierhu
Feth'il-Kadîr ile birlikte, Dar'ul-fikr, Beyrut, c.VIII, s.426, .
[406]- Kasânî, el-Bedâi’ c.VI, s.45, .
[407]- Kemâlüddin b. el-Hümâm, Fethü'l-Kadir, c.V, s.218.
[408]- İbn Hacer, Tuhfe, c.V, s.192-193, ; İbn Rüşd,
Bidâyetü'l-Müctehid, c.II, s.125. İbn Kudâme, el-Muğnî, c.V, s.24-25, madde 3504; İbn Hazm, el-Muhallâ, c.VI, s.356,
1205 nolu mesele.
[409]- İbn Rüşd, Bidâyet’ül-müctehid, c.II, s.125.
[410]- İbnü Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdillah Muhammed b. Ebîbekr
(öl. 751 h./1350 m.), İlâm'ul-Muvakkıîn, Tahkîk, Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd,
Beyrut, 1407/1987, c.3, s.371, .
[411]- fiemseddin es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır, c.XIV,
s.38.
[412]- Ciro, emre yazılı bir senetteki bütün hakların, alacaklısı
tarafından başkasına devri, anlamına gelir.
[413]- İngilizce Türkçe Redhouse Sözlüğü, İstanbul, 1986.
[414]- Bu bilgiler, factoring kuruluşlarının internetteki ortak
sayfasından alınmıştır. (factoring.html)
[415]- Tirmizi, Büyu, 73.
[416]- "Çünkü murabahalı satışta kâr, alış fiyatının belli
bir oranıdır" el-Bedâi' , c.V, s.221.
[417]- el-Bedâi', c.V, s.224.
[418]- Kısaca Mecelle diye adlandırılan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye,
Osmanlı Devleti zamanında, Tanzimattan sonra Ahmed Cevdet Paşa’nın gayretiyle
hazırlanmış ve yarım asırdan fazla yürürlükte kalmış bir hukuk mecmuasıdır.
Daha çok ticaret ve yargı ile ilgili konuları düzenler.
[419]- Ahmed b. Hanbel, V/72.
[420]- Mecelle m. 357.
[421]- İbn Abidin, Redd'ül-Muhtâr, c.V, s. 142-143. Manaya sadık
kalınarak ifadeler güncelleştirilmiştir.
[422]- el-Bedâi', c.V, s.232. Bu konudaki hadisler için bkz. Ebû
Cafer et-Tahâvî, şerhu Maanî’lâsâr, M. Zihnî en-Neccâr’ın tahkikiyle, Beyrut,
1407/1987, c.IV, s.7 vd.
[423]- İbn Mâce, Ticârât, 6, Darimî, Büyu, 12.
[424]- Müslim, Müsâkât, 130.
[425]- el-Bedâi', c.V, s.129 ve 232.
[426]- Bkz. Bilmen, a.g.e., c.VI, s.29 vd.
[427]-Tirmîzî, Büyu, 19, H. no 1232; Ebu Davud, Büyu, 68, H. no
3503; Neseî, Büyu, 60. Metin Tirmîzî'nindir.
[428]- Bkz. Mecelle m.
253.
[429]- et-Tahâvî, şerhu Maanî’l-âsâr, c.IV, s.37, konu ile ilgili bütün hadisler
burada zikredilmiştir.
[430]- Bkz. el-Bedâi', c.V., s.232.
[431]- Mecelle, madde 300'den 309'a kadar.
[432]- Halil Ahmed es-Sahhar, Bezl'ül- Mechud fi halli Ebi Davud.
Kitab'ül-büyu, Bab'ül-urbân, XV/177, Beyrut.
[433]- Ayrıca bkz. Ebu Davud Büyu, 69, Beyu'l-urbân, Hadis no
3502; İbn Mâce, Ticârât, 22, Beyu'l-urbân, Hadis no 2192-2193.
[434]- Malik bin Enes (İmam Malik) el Muvatta', Kitab'ül-büyu'un
baş tarafı, c. II, s.609., İstanbul.
[435]- Ahmet b. Hacer, Tuhfe, , c. IV, s.321-322.
[436]- Abdullah b. Ahmed b. Kudame, el-Muğnî, 3128 nolu paragraf,
Bey'ul-arbûn, c.IV, s.302-313; Ahmet b. Abdullah el-Qârî, Mecellet'ül
Ahkam'iş-fier'iyye, madde 309, Tahkik edenler, Abdülvehhab Ebu Süleyman
ve Muhammed İbrahim Ahmet Ali, Cidde, 1401/1981.
[437]- İbn Hacer, Tuhfe, Kitab'ül-Bey', c.IV, s.322.
[438]- Fon (fonds), Fransızca bir kelimedir; büyükçe para,
sermaye ve belli bir iş için gerektikçe ödenmek üzere ayrılıp işletilen para
anlamlarına gelir. (Tahsin SARAÇ, Fransızca Türkçe Büyük Sözlük, Ankara 1976,
c.I, s.575.)
[439]- Büyük Larousse, İst., 1985, Banka maddesi.
[440]- Latif TAfiDEMİR, Osmanlı Devleti'nde Banker Sarraf Faaliyetleri, Yeni
Türkiye Yayınları'nın derlediği "Osmanlı" serisinin iktisatla ilgili
üçüncü cildi içinde, Ankara 1999, s.470.
[441]- Tahsin SARAÇ, Fransızca Türkçe Büyük Sözlük, c.I, s.575.
[442]- Örnek olarak F.
Neumark,'ın İstanbul' da 1948'de basılan
Genel Ekonomi Teorisi adlı kitabının
22-25, 437 ve devamı sayfalarına bakılabilir.
[443]- Bu karşılaştırma ticarî bankalarla finans kurumları
arasında yapılmaktadır. Burada kullanılan banka terimi ticarî banka
anlamındadır.
[444]- Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, c.VI, s.94
vd.
[445]- Refii fiükrü Suvla, Para ve Kredi, İstanbul, 1963,
s.59, 107.
[446]- Feridun ERGİN, Kredi Sistemi, İst., 1980, s.9-10.
[447]- Bu dönemlerde Türkiye’deki mevduat faizleri bu miktarı
geçmiyordu.
[448]- Feridun ERGİN, Kredi Sistemi, İstanbul, 1980, s.44.
[449]- Tahsin SARAÇ, Fransızca Türkçe Sözlük.
[450]-
Haziran 1995’te İstanbul’da yapılan ilmî
bir toplantının konuyla ilgili kısmı şöyledir:
Sabri ORMAN- Müşareke ve mudarebe orta ve uzun vadede kullanışlıdır. Ama
kısa vadede problemi onunla çözmek gayet zordur. Çünkü anlık veya bir işleme
dayalı ihtiyaçlar ortaya çıkmaktadır.
Abdülaziz BAYINDIR- Fıkha göre ortaklıklar prensip olarak işlem bazında
yapılır, ama başka şekilde ortaklık kurmaya da engel yoktur.
Yaşar AKGÜN- Bir işleme mahsus ortaklık kurulabilmesi büyük bir esnekliktir.
Nazım EKREN- O
zaman işlem bazındaki finansmanlarda kâr-zarar ortaklığı daha
mantıklıdır.
[451]- Konuyla ilgili geniş bilgi için Vade Farkı ve Faiz
bölümüne bakılması gerekir.
[452]- fiemseddin Sâmî, Kamus-i Türkî, Dersaadet, 1317.
[453]- Mecelle m. 386.
[454]- İbn Hişâm, Siyre, el-Kısmü'l-evvel, 2. baskı, Kahire,
1953, s.485.
[455]- Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, c.VI, s.94
vd.
[456]- Mecelle 768.
[457]- Zübeyr b. el-Avvâm, Hz. Peygamberin halasının oğlu,
cennetle müjdelenmiş on sahabiden biridir. 36 h./656 m. tarihinde Cemel
vak'asında şehit edilmiştir. (Hayreddin ez-Ziriklî, el- A'lâm, c.III, s.74,
tarih ve yer yok, Üçüncü baskı.)
[458]- İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, Beyrut, 1957, c.II, s.159.
[459]- Büyük Larousse Ansiklopedisi, poliçe maddesi, İstanbul,
1985.
[460]- İbn Abidin, Redd'ül-muhtâr, havâle, c.V, s.350, İstanbul,
1984.
[461]- Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, c.VI, s.287,
süftece maddesi.
[462]- Buhârî, el-Havâlât, 1.
[463]- Ahmed b. Hanbel, Müsned-i Ebî Hureyre, c.II, s.463; İbn
Mâce, Sadakât, 8, el-Havâle, Hadis no 2403.
[464]- Mecelle 681.
[465]- Mecelle 682-683.
[466]- el-Haskefî, Dürrü'l-muhtâr -İbn Abidin ile birlikte-
Mısır, c.V, s.351.
[467]- Serahsî, el-Mebsut,
c.XIX, s.2.
[468]- Serahsî, el-Mebsût, c.XIV, s.37; İbn Kudâme, Abdullah b.
Ahmed (öl. 620 h.) el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c.IV, s. 320.
[469]- Joseph Schacht, İslam Hukukuna Giriş, Tercüme Mehmet Dağ,
Abdülbaki fiener, Ankara, 1977, s.87.
[470]- Nasır Hüsrev Alevî, Sefernâme (Arapçaya tercüme eden Yahyâ el-Haşşâb),
Kahire, 1945, s.96.
[471]- Ahmed Emin, Zuhr’ul-İslam, c.I, 3. baskı, Kahire,
1962, s.108 (Paris'te el yazması olarak bulunan el-Hamedânî'den naklen).
[472]- Sami Hasen Hamûd, Tatvîru'l-a'mâli'l-masrifiyye bi mâ
yettefiku ve'ş-şeriâti'l-İslâmiyye, 2. baskı, Amman, 1402/1982, s. 47.
[473]- Yakut el-Hamevî, Mu'cemü'l-udebâ, Mısır, c.II, s.241-242.
[474]- el-Kâsânî, el-Bedâi', c.VII, s.395-396.
[475]- Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, (Sehnûn'un ibn Kasım'dan rivayeti) Mısır, Matbaat’üs-saâde,
1323, c.IV, s.135.
[476]- Ahmed b. Abdullah el-Kârî, Mecellet'ül-ahkâm'iş-şer'iyye
(Abdülvehhab İbrahim Ebû Süleyman ve Muhammed İbrahim Ahmed Ali'nin
tahkikiyle), Cidde, 1401/1981, s.271, madde 743.
[477]- İbni Kudâme, el-Muğnî, c.IV, s.391.
[478]- Umum’ul-belvâ, bir
konuda yaygın bir sıkıntının olması demektir. Allah Teâlâ dinde yapılması güç olan
bir hüküm koymadığı için (Hacc 22/78) böyle durumlarda sıkıntıyı ortadan
kaldıracak içtihatlar yapılır.
[479]- Abdullah b. Mahmud b. Mevdûd el-Mevsılî, el-İhtiyar li
ta'lîli'l-Muhtar, Mısır, 1370/1951, c.II, s.167.
[480]- Alauddin el-Haskefi, c.VI, s.92.
[481]- Mecelle, madde 54.
[482]- Mecelle, madde 636 ”...Filanda sabit olacak alacağına...
veyahut filana satacağın malın semenine kefilim dedikde kefil ancak bu ahvalin
tahakkukunda yani ... malın bey’ ve teslimi vukuunda mutaleb olur.”
[483]- Joseph Schacht, İslam Hukukuna Giriş, s.87.
[484]- Defi, bir davada davacının iddiasını çürütmek için
davalının karşı delil ortaya koymasıdır.
[485]- Abdülazîm b. Abdülkavî el-Münzirî, et-Terğîb v'et-terhîb,
Kahire, l356 h. l937 m. c. II, s.163, Hadisi hasen isnadla Taberânî'nin bir de
Beyhakî'nin rivayet ettiği ifade edilmektedir.
[486]- Müslim, Zikr 38; Ebû Davud, Edeb 60; Tirmizî, Birr 19.
[487]-Kemâlüddin b. el-Hümâm, Fethü'l-kadir, Bulak 1316, c. V, s.
273
[488]- Kemâlüddin b. el-Hümâm, a.g.e. c. V, s. 273.
[489]- İbn. Hacer ,
Tuhfet, Karz; c. V, s.47; İbn Kudâme,
el-Muğnî, c. IV, s.384.
[490]- Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, (Sehnûn'un ibn Kasım'dan rivayeti) Mısır, Matbaa-t’üs-saâde
l323, c. IV,s.141 vd.
[491]- İbn Kudâme, el-Muğnî, c. IV, s.384.
[492]- Bey’ b’il-istiğlâl,
bayi bir malı isticar etmek üzere vefaen bey etmektir. Mecelle, md. 119.
[493]- Finansman maliyeti konusu daha önce işlenmişti.
[494]- Refii fiükrü Suvla, Para ve Kredi, İstanbul 1963, s.
59, 107.
[495]- Murabaha, ister peşin, ister veresiye olsun bir maldan
elde edilen kârı müşterinin tam olarak bilmesi suretiyle yapılan satıştır.
Finans kurumlarından mal alanlar, kurumun ondan ne kadar kâr ettiğini tam
olarak bildikleri için o alımın adı murabaha olmaktadır.
[496]- Mecelle madde 1416.
[497]- Bu rakam Dünya Haberler Ajansı'ndan alınmıştır.
[498]- İbn Mâce, Ahkâm, 17; el-Muvatta', Akziye, 31; Ahmed b.
Hanbel, el-Müsned, c.V, s.327.
[499]- Bakara 2/275.
[500]- Kadı Beydâvî, Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâr'ut-tenzîl
ve esrâr'ut-te'vîl, yukarıdaki ayetin tefsiri.
[501]- Kadı Beydâvî, aynı eser, aynı yer.
[502]- Zeyl-i Düstur 1, s.2, İst., 1298.
[503]- Yetimlerin mallarını idare etsin diye kurulmuş sandıklar.
[504]- Kâime, bu devirde
kağıt paraya verilen addır. Onun tam adı, kaime-i mu'tebere-i nakdiyye'dir.
[505]- Günaydın Gazetesi, İstanbul Baskısı, fiubat 1982.
[506]- Günaydın Gazetesi, İstanbul Baskısı, 9 Mart 1982.
[507]- Timurtâşî, Dürr'ül-muhtar, Matbaa-i Amire, c.V, s.161,
Karz.
[508]- İbn Hacer, Tuhfe, c.VI, s.21; Abdullah b. Kudâme,
el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c IV, s.396.
[509]- Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, c.VI, s. 96.
[510]- Burada sözü edilen mağşuş para, içindeki yabancı madde,
saf altın veya gümüşten fazla olan dinar ve dirhemlerdir. Bunlara kırık para
(mükesser) de denir.
[511]- İbn Hacer, Tuhfe,
c.IV, s.256, bey' /
[512]- el-Haraşî, c.V, s.55.
[513]- Bir dirhemin altıda
birine dânik denir. (Fîrûzabâdî, Kâmus)
[514]- Abdullah b. Kudâme, el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c. IV,
s.396.
[515]- Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, c.VI, s. 96.
[516]- Muhammed b. Muhammed el-Kerderî, el-Fetâvâ'l-Bezzâziye (
el-Fetâvâ'l-Hindiyye IV. cildin hamişinde) Mısır, c.I, s.510, el-Kerderî.
[517]- el-Kerderî, a.g.e.,
c.I, s.510.
[518]- Alim b. Alâ başkanlığında bir heyet tarafından yazılan
el-Fetâvâ't-Tatarhâniye, c.III, s.85, Büyu,
5. fasıl, el yazması, İstanbul Müftülüğü Kütüphanesi No 10.
[519]- Bu bölümün örnekleri dışındaki kısmı İbn Abidîn'in , Tenbîh'ür-rükûd alâ
mesâil'in-nükûd (Suriye, 1301) adlı risalesinin bir özetidir.
[520]- Abdullah b. Kudâme, el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c.IV,
s.396.
[521]- el-Haraşî, c.V, s.55.
[522]- Bkz. İbn Hacer, Tuhfe, c.VI, s.21 ve devamı. Bunlar
fiafiî mezhebinin gasp ile ilgili prensiplerindendir. Bunları buraya
almamızın sebebi, karzda da aynı prensiplerin geçerli olduğunun
belirtilmesidir. Bkz. İbn Hacer, Tuhfe, c.V, s.44.
[523]- İbn Hacer, Tuhfe, c.V, s.45.
[524]- Bu konu, fiafiî mezhebine ait fıkıh kitaplarında
Büyu'un bölümlerinde geçmektedir.
[525]- Zeynüddin el-Milibârî, Feth'ül-muîn (İanet'üt-tâlibîn ile
birlikte), c.III, s.30; Muhammed b. Ahmed er-Ramlî, Nihâyet'ül-muhtâc ilâ şerh'il-minhâc,
Mısır, c.IV, s.25; el-Milibârî, Feth'ül-muîn c.III, s.30; Muhammed fiata
ed-Dimyâtî, İanet'üt-tâlibîn (Feth'ül-muîn haşiyesi), c.III, s.30.
[526]- Kitabın yazıldığı sıralarda para istikrarının sağlandığını
gösteren bir ifade olması bakımından önemlidir.
Yazar er-Remlî 1004 h. / 1593 m. tarihinde vefat etmiştir.
[527]- Muayyen olması ödenecek paranın akit sırasında, şu dinar,
bu 500 TL. gibi bizzat belirlenmiş olması demektir. Zimmette olması da ödenecek para miktarının
ve özelliğinin belli olmasına rağmen paranın şu dinar veya bu 500 TL. gibi
bizzat belirlenmemiş olması demektir.
[528]- Ebu'z-ziya Nureddin Ali b. el-Kahirî, Nihayet'ül-Muhtâc
haşiyesi, Mısır, c.IV, s.25.
[529]- İbn Hacer, Tuhfe,
c.IV, s.357-358, .
[530]- Feridun ERGİN,
enflasyon, Ak İkt. Ansk.
[531]- Ahmed en-Neccar, Aralık 1982'de İstanbul'da verdiği bir
konferansta şöyle demişti: "Bugünkü ikisatçılar enflasyona karşı güçsüz
olduklarını itiraf etmişlerdir. Azaltabileceklerini, ancak kökten
kurutamayacaklarını ifade ediyorlar. Enflasyon devamlı tasarrufları çalıyor ve
yok ediyor. Bu, en büyük haksızlıktır.
" Ahmed en-Neccar haklıdır. Çünkü günümüz iktisatçıları faizsiz bir
ekonomi düşünememektedirler. Mevcut kredi sisteminden ve kağıt para sisteminden
vazgeçilmemektedir. Bu sebeple onların bu problemi ortadan kaldırmak için
yapabilecekleri bir şey yoktur.
[532]- Altın ve gümüş paraların ağırlıkları ile ilgili geniş
bilgi yukarıda, Para bölümünde verilmiştir.
[533]- Diyanet İşleri Başkanlığı, 20 miskal altının ağırlığını
80.18 gr. 200 dirhem gümüşün ağırlığını 561,26 gr. olarak kabul ve ilan edilmiş ölçülerdir.
[534]- el-Kâsânî, a.g.e. c.7, s.253-254.
[535]- İbn Rüşd, Muhammed b. Ahmed, Bidaâyet'ül-müctehid, Mısır,
C.II, s. 376, ed-Diyât fî'n-nüfûs.
[536]- İmam Malik, el-Muvatta, Hudûd, bab 7, hadis no 23.
[537]- İstanbul Kadılığı 65 numaralı Emir ve Ferman Defteri s.
l20. İst. Müftülüğü, fier'iyye Sicilleri Arşivi, 1/65. Kuruş gümüş paradır. Bu tarihe ait gümüş paraların kesin
ağırlık ve ayarını tespit edemedim. İ.ve C. ARTUK'un İslâmî Sikkeler Kataloğu'nda verdikleri
bilgiler birbirini tutmamaktadır.
[538]-İstanbul Kadılığı 213 nolu Emir ve Ferman Defteri
s.23-24. İst. Müftülüğü fier'iye Sicilleri Arşivi.
[539]- Tevhid-i meskukat hakkında kanun-i muvakkat, Düstur,
tertib-i sânî, c.VIII, s. 892-894.
[540]- 22 şubat l982 tarihi Hürriyet Gazetesi'inin İstanbul
Baskısı.
[541]- l4 Temmuz l994
tarihli Zaman Gazetesi'nin İstanbul baskısı.
[542]- Meskûkât-ı
Osmaniyye Hakkında Kararname Layihası Düstur zeyli, tertib-i evvel, Matbaa-i
Amire l298, s.59-60.
[543]- Ahmet Cevdet
Paşa, Maruzat, s. ll ve l8.
[544]- İ.veC. ARTUK, a.g.e.
c. II,s.722.
[545]- İ,ve C. ARTUK, a.g.e. c. II, s. 730-731.
[546]- İstanbul Kadılığı
334 numaralı Ferman Defteri, s.32,(Bu defterde iki ayrı numaralama vardır. Bu numara son taraftaki
sayfa numarasıdır. İst.Müftülüğü fier'iye Sic. Arşivi.
[547]- Kavanin-i Nakdiyyenin Neşrinden Evvel ve Tedavülü
Zamanındaki Müdayenât ve Muamelât Hakkında Kararname Layihası, İstanbul
Kadılığı 334 numaralı Ferman Defteri, s. 29-30 (son taraf).
[548]- İ.ve C. ARTUK, a.g.e. c.II, s.743.
[549] - l926 tarihinde
36.82gr. ağırlığında 500 kuruşluk (5 lira) altın basılmıştı. (İ. ve C. ARTUK,
a.g.e. c.II, s.749)
[550]- 22 fiubat
l982 tarihli Hürriyet Gazetesi'nin İstanbul baskısı.
[551]- 14 Temmuz l994 tarihli Zaman gazetesinin İstanbul baskısı.
[552]- Anka Ekonomi Bülteni/19 Ekim 1999, s. 4.
[553]- Buradaki hesaplar munzam karşılığın %10 olması esasına
göre yapılmaktadır.
[554]- Sultan Abdülmecid'in tahta geçişinin ikinci yılına
rastlayan l840 (Cemazi'l-ahir l256) tarihinde kâime-i mutebere-i nakdiyye adı altında ilk kağıt para basılmıştır. Bu
paraya kısaca kaime deniyordu. Halkın kaime yerine gayma kelimesini
kullandığını görüyoruz. Kâime çıkarma işi aralıklı olarak Birinci Dünya
Savaşının sonuna kadar sürmüştür. Bu süre
zarfında kaime bir kaç kez dolaşımdan kaldırılmış fakat uzun süre geçmeden
yenileri basılmıştır. Sultan Reşat zamanında Bank-ı Osmanî'nin (Osmanlı
Bankası) çıkardığı banknotların para olarak tedavülü mecburi tutulmuştu. Bu
sebeple halkımız kağıt paraya, banknot'un bozulmuş şekliyle pangunut der. (
İbrahim ve Cevriye ARTUK, İslâmî Sikkeler Kataloğuİstanbul l974, c.II,
s.720-743; ayrıca birinci ve ikinci
tertip düsturların tamamına ve birinci tertip düsturun zeyllerine bakıldığında
konuyla ilgili bütün bilgiler bulunabilir.)
[555]- Ahmed Cevdet Paşa, Maruzât, Ahvâl-i Maliye bahsi, İstanbul
l980, s.11-18. (Yayına hazırlayan Yusuf HALAÇO⁄LU)
[556]- Mehmet YAZICI, Faiz, İstanbul 1999, s. 170.
[557]- YAZICI, Faiz, (623. Maloluş Yapısı ve Faiz) s. 151.
[558]- YAZICI, Faiz, s. 168.
[559] - l926 tarihinde
36.82gr. ağırlığında 500 kuruşluk (5 lira) altın basılmıştı. (İ. ve C. ARTUK,
a.g.e. c.II, s.749) Osmanlı döneminde de bir altının bir lira demek olduğu daha
önce görülmüştü.
[560]- 1 Kasım 1999 tarihli Yeni fiafak gazetesinin Istanbul baskısı.
[561]- Anka Ekonomi Bülteni/19 Ekim 1999, s. 4.
[562]- Ek kredi imkânı kaydi para ile doğar. Kaydi para konusu
yukarıda, Kağıt Paralar başlığı altında ayrı bir alt başlıkta incelenmiştir.
[563]- Enflasyon ve deflasyon ile ilgili bölümün yazılmasında
önemli ölçüde Sabri ORMAN'ın Modern İktisat Literatüründe Para, Kredi ve Faiz,
başlıklı yazısından yararlanılmıştır. Para, Faiz ve İslâm kitabı içinde, İst.
l992, s. 35-48.
[564]- Feridun Ergin,
Kredi Sistemi, s. l4l.
[565]- Buhârî, İstikrad, 13 (; Ebû Davud, Akdıye, 29 (); Nesâî,
Büyu, 100 (); İbn Mâce, Sadakât, 18, hadis no 2428, (); Ahmed b. Hanbel, IV, s.
222.
[566]- Lisân'ul-Arab, maddesi, c.I, s. 619.
[567]- İhram, yasaklı duruma girmek demektir. Terim olarak hac
veya umreye niyet edip telbiye getiren bir Müslümanın bazı konularda yasaklı
hâle gelmesi anlamını ifade eder. Kara
avı avlamak da bu yasaklardandır.
[568]- Ebû Davud, Lukata, Hadis no 1710.
[569]- Ebu Davud, Lukata, Hadis no 1718.
[570]- Ömer b. el-Hattâb'ın bu hadisi aynen uyguladığı, Ahmed b.
Hanbel'in de bu görüşte olduğu bildirilmiştir. Diğer fakihler bu görüşte
değillerdir. (Ebu Davud'un şarihi el-Hattâbî (319-388 h.) Ebu Davud, İstanbul, c.II., s.339, Lukata.)
[571]- Bu toplantı, 23-25 Eylül 1985 tarihlerinde İstanbul'da
yapıldı. Toplantıya Mustafa ez-Zerkâ, Zekeriyya el-Birrî, Muhammed et-Tayyib
en-Neccar, Hasan Abdullah el-Emîn, es-Sıddîk Muhammed el-Emîn ed-Darîr,
Abdulvehhab Ebû Süleyman, Abdussettar Ebû Guddeh ve Abdulaziz BAYINDIR
katılmışlardır. Tartışmalar, Mustafâ ez-Zerkâ'nın hazırlayıp sunduğu araştırma
üzerinde olmuştur. Onun sunduğu gerekçeyi kabul edip karara katılanlar;
Zekeriyya el-Birrî, Muhammed et-Tayyib en-Neccar ve Hasan Abdullah el-Emîn'dir.
es-Sıddîk Muhammed el-Emîn ed-Darîr ise bundan sonra açıklanacak mesalih-i
mürsele gerekçesi ile karara katılmıştır. Karara muhalif kalanlar ise
Abdulvehhab Ebû Süleyman, Abdulaziz BAYINDIR ve Abdussettar Ebû Guddeh'dir.
[572]- Bu, es-Sıddîk Muhammed el-Emîn ed-Darîr'in görüşüdür.
[573]- Mesalih-i mürsele, İslam'ın kabul veya reddettiğine dair
bilgi olmadığı halde hayra vesile olan durumları ifade eder. Bazı fakihler
bunun, halk arasında yürütülen bazı işlemlerle ilgili kararlara dayanak
olabileceğini kabul etmişlerdir. Borçtan elde edilen gelir, faiz sayıldığı için
yukarıdaki kararda mesalih-i mürseleye dayanılması söz konusu olamaz.
[574]- Abdussettar Ebû Gudde ve İzzettin Hoca, Fetâvâ
Nedevât'il-Bereke, 5. baskı, Cidde, 1417 h./1997 m., s.55-56.
[575]- İbn Hacer, Tuhfet'ül-Muhtâc bi fierh'il-Minhâc,
Gasb, c.VI, s.29-31.
[576]- Ahmed Abdullah el-Kârî,
Mecellet'ul-ahkâm'iş-fier'iyye, tahkik edenler, Abdulvehhab Ebû Süleyman
ve Muhammed Ahmed Ali, Cidde, 1401/1981, s.434.
[577]- Fetâvâ Nedevât'il-Bereke, s.55-56.
[578]- es-Sıddîk Muhammed el-Emîn ed-Darîr Sudanlıdır. Bu kitabın
tamamlandığı Kasım 2000 tarihinde yaşı 80'i aşmıştı. Hem İslam Fıkıh
Akademisi'nin hem de Al Baraka Fıkıh Kurulu'nun üyesiydi.
[579]- Fahreddin er-Râzî, et-Tefsîr'ul-Kebîr, c.II, s.534.
[580]- Ayette geçen, ifadesi, genellikle "şeytanın dokunup çarptığı " şeklinde tercüme edilir. Burada neden
böyle bir mana verildiği konusu daha önce açıklanmıştı.
[581]- Bu zat, Al Baraka Grubu Hukuk Komisyonu ve İslam Fıkıh
Akademisi üyesidir.
[582]- Abdullah b.
Süleyman el-Meni', Buhûs fî'l-iktisâd el-İslâmî, Beyrut, 1416/1996, s.292 vd.
[583]- Ebû Davud, Lukata, Hadis no 1710.
[584]- Ebu Davud, Lukata, Hadis no 1718.
[586]- Ömer b. el-Hattâb'ın bu hadisi aynen uyguladığı, Ahmed b.
Hanbel'in de bu görüşte olduğu bildirilmiştir. Diğer fakihler bu görüşte
değillerdir. (Ebu Davud'un şarihi el-Hattâbî (319-388 h.) Ebu Davud, İstanbul, c.II., s.339, Lukata.)
[587]- Karar sayısı 25, tarihi 21.8.1394 h., Kararın tamamı için
bk. Abdullah b. Süleyman el-Meni', Buhûs fî'l-iktisâd el-İslâmî, Beyrut,
1416/1996, s.409-412.
[588]- Tirmizî, Ahkâm, 17.
[589]- Abdullah el-Meni', Buhûs fî'l-iktisâd, s.414-415.
[590]- Abdullah b. Süleyman el-Meni', Buhûs fî'l-iktisâd
el-İslâmî, s.412.
[591]- Ahmed b. Ahmed b. Kudame, el-Muğnî, 3128 nolu paragraf,
Bey'ul-arbûn, c.IV, s.302-313, Beyrut, 1404 h./ 1984 m.
[592]- Abdullah b. Süleyman el-Meni', Buhûs fî'l-iktisâd
el-İslâmî, s.412.
[593]- Fahreddin er-Râzî, et-Tefsîr'ul-Kebîr, c.II, s.534.
[594]- Ahmed b. Kudame, el-Muğnî, 3128 nolu paragraf,
Bey'ul-arbûn, c.IV, s.313.
[595]- Abdussettar Ebû Gudde ve İzzettin Hoca, Fetâvâ
Nedevât'il-Bereke, s.91.
Rağıb el-İsfahânî, Müfredat,
s.527, maddesi.
[597]- Müslim, Zekât, Hadis no 65 (1015).
[598]- Yukarıya alınan 1. paragraf, Hayrettin KARAMAN'ın kendi el
yazısıyla bana verdiği görüşüdür. İkinci paragraf ise İstanbul'da düzenlenen
bir toplantıda yaptığı konuşmanın özetidir.
[599]- Buhârî, İstikrad, 13 (; Ebû Davud, Akdıye, 29 (); Nesâî,
Büyu, 100 (); İbn Mâce, Sadakât, 18, no 2428, (); Ahmed b. Hanbel, IV, s.222.
[600]- Sahih-i Buhârî, istikrâd, 13, . Süfyân b. Saîd b. Mesrûk
es-Sevrî tebe-i tabiînden büyük bir fakih ve büyük bir muhaddistir. 97 h./ 716
m.'de Kûfe'de doğmuş, 161 h./ 778 m.'de Basra'da vefat etmiştir. (Ö. N. BİLMEN,
I. Fıkhiyye Kamusu, c.I, s.463.)
[601]- Ahmed b. Hanbel, c.IV, s.222. Veki b. el-Cerrâh (127-197
h./ 745-813 m.), Hanefî mezhebine mensuptur ve Kûfelidir. (Ö. N. BİLMEN, I.
Fıkhiyye Kamusu, c.I, s.452.)
[602]- İbn Mâce, Sadakât, 18, , Hadis no: 2427.
[603]- Ebû Davud, Akdiye, 29, , Hadis no: 2628. İbn'ul-Mübârek
(118-181 h./ 736-797 m.) Ebû Hanîfe'nin önde gelen öğrencilerindendir. (Ö. N.
BİLMEN, I. Fıkhiyye Kamusu, c.I, s.414.)
[604]- Ali b. Ebîbekr el-Merğinânî, el-Hidâye şerhu
Bidâyet'il-mübtedî, Kitâb'ul-hacr, Babu'l-hacr bi sebebi'd-deyn, c.III, s. 285,
İstanbul, 1985.
[605]- Abdullah el-Meni', Buhûs fî'l-iktisâd el-İslâmî, Beyrût,
s.425-426.
[606]- Muamele kelimesi borçtan elde edilen kazanç
anlamındadır. Alacaklı taraf, alacağına
karşılık maldan yararlanmak için böyle
bir işlem yaptığından buna bey'ul-muamele denmiştir. (İbn Abidîn, Muhammed Emin b. Ömer Abidin,
Reddü'l-muhtâr, Kahire, c.V, s. 276)
[607]- İbn Abidîn, c.V, s. 276.
[608]- Mecelle’de rehin şöyle tarif edilmiştir: “Rehin, bir malı
andan istiyfası mümkin olan bir hak mukbilinde mahbûs ve mevkûf kılmaktır.”
(Mecelle m. 701)
[609]- Bu zat es-Seyyid Ebû fiüca' olabilir. Ancak bu
konuda açık bir ibareye rastlamadım.
[610]- İbn Kâdî Simâve (Bedreddin Simâvî öl. 823 h./1420 m.)
Câmi'u'l-fusûleyn, Kahire 1300, c.I, s. 234, 235.
[611]- Bu nakil el-Fetâvâ’l-Bezzaziye'den alınmıştır. Orada Ömer
en-Nesefî'nin adı açıkca geçmemekte, onun yerine sahiib'ul-Manzûme denmektedir.
el-Manzûme Ömer en-Nesefî'nin eseri olduğu için biz bu ismi açıkca zikrettik.
[612]- İbn'ül-Bezzâz, Muhammed b. Muhammed el-Kerderî ( Öl. 827
h. /l424 m. ) el-Fetâvâ'l-Bezzaziyye, (el-Fetâvâ'l- Hindiyye ile beraber) Bulak
l3l0,c. IV, s. 405.
[613]- Câmi'u'l-fusûleyn, c.I, s. 234; el-Fetâvâ'l-Bezzaziyye, c.
IV, s. 405; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı
İslamiyye Kamusu, İstanbul l967, c. VI,
s.127.
[614]- Câmi'u'l-fusûleyn, c.I, s. 235.
[615]- İbn Abidîn, Reddü'l-muhtâr (Kahire), c.VI, s.522
[616]- Ahmed b. Hacer el-Heytemî, Tuhfet’ül-muhtac bi
şerh’il-minhac,(fiirvânî ve İbn Kasım el-Abâdî’nin şerhleriyle birlikte)
Tarih ve yer yok c. V, s.48, Karz; el-Haraşî, alâ muhtasar-i Seydi Halil,
Beyrut,, c. V, s.250; Ahmed b. Abdullah el-Kârî, Mecellet'ül-ahkâm'iş-şer'iyye
(Abdülvehhab İbrahim Ebû Süleyman ve Muhammed İbrahim Ahmed Ali'nin
tahkikikyle) Cidde, 1401/1981 m.973.
[617]- Burada müt'a kelimesi belli bir süre ile sınırlı nikah
yani nikah-ı muvakkat anlamındadır. Böyle bir nikah, ehl-i sünnete mensup
fakihlerin büyük çoğunluğu tarafından geçersiz (batıl) sayılır.
[618]- el-Fetâvâ'l-Bezzaziyye, c. IV, s.406.
[619]- Kâdîhan, Fahrüddin Hasen b. Mansur b. Mahmud (öl. 592
h./.1196 m.) meşhur Hanefî müelliflerindendir. Fergana bölgesi Türk
şehirlerinden Özcend veya Özkent'lidir. Fetâvâ Kâdîhân veya el-Fetâvâ'l-Hâniyye
eseri mezhebin önemli kaynaklarındandır. (Ahmet ÖZEL, Hanefî Fıkıh Alimleri,
Ankara 1990, s. 56.)
[620]- Bedreddin Simâvî, c.I, s. 237.
[621]-Bedreddin Simâvî, c.I, s. 237, el-Fetâvâ'l-Bezzaziyye, c.
IV, s. 406-407.
[623]- Bedreddin Simâvî ,
c.I, s. 237- 238.
[624]-el-Fetâvâ'l-Bezzaziyye, c. IV, s. 407.
[625]- Bey’ bi’l-vefa, bir kimse bir malı ahara semen-i
reddettikde geri vermek üzere şu kadar kuruşa satmakdır ki müşteri mebi’ ile
intifa eylemesine nazaran bey’-i caiz hükmünde ve tarafeyn bunu feshe muktedir
oldukları cihetle bey’-i fasid hükmünde ve müşteri mebi’i ahara satamadığı
cihetle rehin hükmündedir (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye md.118).
[626]- İbn Abidîn, c.V, s. 277.
[627]-el-Fetâvâ'l-Bezzaziye, c. IV, s. 408.
[628]-Bilmen, c. VI,
s.6 ve 89.
[629]- Bey’
b’il-istiğlâl, bayi bir malı isticar etmek üzere vefaen bey etmektir. Mecelle, md. 119.
[630]- el-Fetâvâ'l-Bezzaziye, c. IV, s. 419.
[631]-Selîm Rüstem Bâz, fierhu'l-Mecelle, Beyrut 1406/1896,
s. 68.
[632]- Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, Tâc'ul-arûs (el-Kamus şerhi), maddesi, c. IX, s.291.
[633]- Belh, Horasan bölgesinde bir şehrin adıdır.
(Mucem'ül-Büldan)
[634]- Serahsî el-Mebsût,
c. XIV, s. 36.
[635]- Kâdîhan, Hasan b. Mansur el-Özcendi (v. 592/1196), Fetâvâ
Kâdîhan, el-Fetâvâ'l-hindiyye ile birlikte, Bulak l310, c. II, s. 279-280.
[636]- Ankaravî, Muhammed Efendi (v. 1099/1688),
fieyhülislâm, Fetâvâ'l-Ankaravî, Matbaa-i Amire, c.I, s. 338.
[637]- BİLMEN, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, c. V, s.
47, 48.
Yazı şu şekilde sadeleştirilebilir:
"Muamele-i şer'iyye yapılmadan
ödünçten gelir sağlamak kuşkusuz haramdır. Ama muamele-i şer'iyye yapılırsa
Ebu Yusuf'a göre faiz kalkar ve kazanç helal olur.
Mesela vakıf yöneticisi, borç alacak
kimsenin bir malını vakıf adına peşin yüz liraya satın alır, sonra bu malı,
parasını bir sene sonra almak üzere o kimsiye yüzon liraya satarsa bu meşru
bir işlem olmuş olur....
Bu, şeriata uygun çözümdür, bununla
haramdan kaçınılmış olur. Yetimin veya vakfın malını, veli veya yönetici böyle
bir kazanç olmadan kimseye ödünç veremez. Faiz alması da haramdır. O halde
meşru bir alım ve satım yoluyla bunların menfaatleri sağlanmış ve faiz şeklinde
bir işlem yapılmamış olur. Bu, her şeyinde hikmet olan dinin gösterdiği bir
genişlik, bir kolaylık ve bir müsaade sayılır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
efendimizden bunun bir benzeri rivayet edilmiş, böyle yapmayı emrettikleri
bildirilmiştir. Kadîhân.
Artık bu
işlemi şeriata aykırı bir hile saymak doğru olmaz. Müslümanlar, bir işlemin
doğru olup olmadığını doğrudan ya da dolaylı olarak ancak Hz. Peygamberden
öğrenebilirler. Bir işlemin meşru olduğu Hz. Peygamber tarafından haber
verilince artık onun gayri meşru olduğunu kim söyleyebilir?
[638]- Azimet, şer'î
hükümlerin ilk hali yani insanların özürlü durumlarıyla bağlantı kurulmadan
önceki halidir. Meselâ, yolculuk
halinde Ramazan orucunun tutulması bir azimettir. Ruhsat, insanların
özürleriyle bağlantılı olarak onlara bir kolaylık, bir müsaade olmak üzere
şer'î hükümlerin hafifletilmiş ikinci halidir. Yolculuk halinde Ramazan
orucunun tutulmaması bir ruhsattır. Birisinin malını telef etmek yasaktır
(azimet) ama ölüm tehdidi (ikrah) altında olan bir kişinin başkasının malını
telef etmesine ruhsat verilmiştir. Bir olayda azimet ile ruhsat bir araya
gelince azimeti tercih etmek takvaya uygun sayılmıştır.
[639]- Bilmen, a.g.e, c. VI, s. 100-101. Yazı şöyle
sadeleştirilebilir:
"Alacaklının bir
muamele-i şer'iyye kapsamında gelir elde etmesi caiz ise de bu, fakihlerin
çoğuna göre mekruh olmaktan uzak değildir...
Bir kimse bir şahsa
mesela, nakit 1000 kuruş borç verip 100 kuruşluk bir malını da ona 300 kuruşa
satsa o da bu malı yüz kuruşa Zeyd'e satsa Zeyd de gene 100 kuruşa o kimseye
satsa bu satışlar sahih olur. Çünkü bunlar birer alım satım mahiyetindedirler.
Bu maksatla yapılan satıma "Bey-i
ıyne" denir. Bu şekilde alacaklı, ikiyüz kuruş kazanç elde etmiş
olur. Ama bu işlem mekruh olmaktan kurtulamaz. Hatta bazı zatlara göre bu haramdır, bir faiz konusudur.
Fakat bu işlemler, İmam
Ebû Yusuf'a göre caizdir. Bunlar bir hayırlı işe hizmet için yapıldığı ve
ayrıca alım satım mahiyetinde bulunduğu için de güzeldir. Faizden kurtulmak
için meşru bir çözümdür. Bunlar, menfaat sağlayan bir ödünç işlemi değil,
aksine menfaat sağlayan bir satım işlemidir. Akitler başka başka özelliklerde
olduğundan bir akdin meşru olmaması diğerinin de meşru olmamasını gerektirmez.
Aslında karz-ı hasen, yani alacaklı için bir menfaat gözetmeden yalnız Allah
rızası için borç vermek pek güzeldir. Fakat her zaman bu yüksek insanî görevi
yerine getirecek zatlar bulunamaz. Artık insanların ihtiyacını hafifletmek için
böyle bir çıkış yoluna başvurma azimete aykırı olsa da ruhsata aykırı olmaz.
Feth'ül-Kadîr'de deniyor
ki, böyle bir işlemde mekruhluk yoktur. Ancak bu, karz-ı hasen şeklinde
yapılacak iyiliklerden uzaklaştırdığı için önceliği olan bir yol değildir.
Hatta
deniyor ki, borçlu alacaklıdan satın aldığı bir malı dışardan başkasına daha az
fiyatla satar da bu mal bir aracı vasıtasıyla alacaklıya tekrar dönmezse bu bir
"bey-i ıyne" sayılmaz. Bunun
mekruh olmadığı konusunda görüş birliği vardır. İmam Ebû Yusuf'un uygun
gördüğü de bu şekilde olan bir satım işlemidir. Çünkü alacaklının bu maldan
alacağı fazla bedel, veresiye sattığı için bekleyeceği müddete karşılık olur.
Borçluya bu malın karz-ı hasen şeklinde verilmesi ise menduptur, yoksa vacip
değildir. Artık bu işlem bir bey'-i ıyne olmaz. Aksi taktirde her satışı bey-ı
ıyne sayıp mekruh görmek gerekir."
[640]- Kâdîhan a.g.e, II. s. 279.
[641]- Çatalcalı Ali Efendi, fieyhülislâm, (v. 1103/1692),
taş basma tarih ve yer yok. s. 301.
[642]- Kâdîhan a.g.e, II. s. 279.
[643]- Ankaravi, c.I, s. 337-338.
[644]- Çatalcalı Ali Efendi, s. 301.
[645]- Netîcet'ül-fetâvâ, fieyhülislâm Muhammed Arif
Efendi'nin Fetvâ Emîni Ahmed Efendi'nin emriyle derlenmiştir. Taş basma s.
289-290.
[646]- fieyhülislâm Feyzullah Efendi (v. 1115/1703),
Fetâvây-ı Feyziyye, el-Müdâyenât, taş basma, s. 270.
[647]Ali Efendi, 302.
[648]- Ankaravî, a.g.e. c.I, s. 338-339; İbn Abidin, a.g.e.
istanbul 1984, c.IV, s. 237, c.V, s. 661.
[649]- fieyhülislâm Ebûssuud Efendi (v. 982/1574), Maruzat,
el yazması, Süleymaniye Kütüphanesi, Hafîd Efendi 113, v. 29-b.
[650]- Ta'zir, had ve kısas cezaları dışındaki cezalara verilen
ortak addır.
[651]- Ali Efendi, 302.
[652]- İlzam-ı ribh, kazanç ödeme yükü yükleme demektir. Bu yükün
yüklenmesi için bir muamele-i şer’iyye yapılması şarttı.
[653]Ali Efendi, 303.
[654]- Ahmed b. Hacer el-Heytemî, Tuhfet'ül-Muhtâc bi
şerh'il-Minhâc, tarih ve yer yok, c.II, s. 33. Konuyu, fiâfiî mezhebine
ait fıkıh kitaplarının yasak satışlarla ilgili bölümlerinde bulamadım. Burada sunmaya
çalıştığım bilgiler, "Bâbün fî hükmi'l-mebii kable kabzih" başlığı
altında geçmektedir. fiâfiîlerin görüşlerini belirtirken verdikleri
bilgiler bu bilgilerle tam bir uyuşma gösterince buradan nakil yapmayı uygun
buldum.
[655]- Ümmü veled, efendisine çocuk doğurmuş olan cariye
demektir. Böyle cariyeler satılamazlar ve efendileri ölünce hür olurlar.
[656]İbn Rüşd, Muhammed b. Ahmed b. Rüşd el-Kurtubî,
Bidâyet'ül-müctehid ve nihâyet'ül-muktesid, Mısır, c.II, s. 123-124.
[657]- el-Haraşî, alâ Muhtasari Seydî Halîl ve Ali el-Adevî'nin
haşiyesi, Beyrut, c.V. s. 93 vd; İbn Rüşd, a.g.e. c.II, s. 123-124
[658]- Ahmed b. Abdillah el-Kârî, Mecelletü'l-ahkâm'iş-şer'iyye
m. 509, 510, 511, tahkik edenler. Abdülvehhab İbrahim Ebû Süleyman ve Muhammed
İbrahim Ahmed Ali, Cidde 1401/1981.
[659]- Ö.Nasuhi BİLMEN, Kamus, VI- 100.
[660]-Ömer Lutfi Barkan ve Ekrem Hakkı Ayverdi, İstanbul
Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546) Tarihli, İstanbul 1970 s.XXX, 41 numaralı
dipnot
[661]- İsmail KURT, Para Vakıfları, İstanbul l996, s. l69.
Kitabın sonunda İstanbul’daki para vakıflarının bir listesi yer almaktadır.
[662]- Ali Haydar, Dürer'ül-hükkâm şerhü Mecellet'il-ahkâm,
İstanbul 1330, c.IV, s. 696-700.
[663]- Burada tevkîfî kelimesinin anlamı bu adlandırmanın Hz.
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem tarafından yapılmış olduğudur. Tevkîf, durdurmak anlamına gelir. Kur'an'da ve sünnette
herhangi bir konuda bir hüküm ortaya konunca insanların orada durması ve kendi
yorumlarını ona katmaması gerektiğinden bu hükümlere tevkıfî hükümler adı
verilmiştir.
[664]- Ebubekr Ahmed b.
Ali el-Cessas (305-370 h.), Ahkâm'ül-Kur'an , Beyrut, c. I, s.466.
[665]- Ömer Nasuhi BİLMEN, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, I/456.
Mebsut Hanefî Mezhebi’nin en güvenilir kaynak kitaplarındandır.
[667]- Serahsî el-Mebsût,
c. XIV, s. 36.
[668]- Ahmet ÖZEL, Hanefî Fıkıh Alimleri, Ankara l990, s.54 ve
56.
[669]- Alâuddin el-Kasânî, el-Bedai'us-Sanai' Beyrut 1394/1974,
c. V. s.198,199.
[670]- Murabaha kelimesinin iki anlamı vardır, birincisi
muamele-i şer'iyye anlamınadır. Muamele-i şer'iyyenin faize çok benzemesi
sebebiyle faizcilik ve tefecilik anlamında da kullanılmıştır. Bu kelimenin
şer'î anlamı, bir alım satım çeşididir. Bu anlamda murabahalı satış demek
maliyet üzerine belli bir kâr konarak yapılan satış demektir. Bkz. Ömer Nasuhi
BİLMEN, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985, c.VI, s. 119 vd.
[671]- fiemseddin Sâmî, Kamus-i Türkî, Dersaadet 1317.
[672]- Fahreddin er-Razi Tefsir-i Kebîr, Matbaa-i Amire, 1307,
cilt 1 sh.553.
[673]- Ebû Davûd, Büyû 54; Ahmed b. Hanbel 2/84; Zeylâî,
Nasbur-Ra'ye Kahire, 1357, cilt 4, sh.16-17, Bu kitapta hadisin tahrici
yapılmış, sahih olduğu ve ricalinin sika'dan bulunduğu tesbit edilmiştir.
[674]- Mudarebe, bir taraftan sermaye, diğer taraftan da emek
olmak üzere kurulan bir emek-sermaye ortaklığıdır.
[675]- Kâdîhan, a.g.e. c.II, s. 207.
[676]- Ebûssuud Efendi, Maruzat, v. 21.
[677]- Aşağıda gelecek olan vakfiyede bu hususlar açıkça
görülebilir.
[678]- Ömer Hilmi Efendi, İthâf'ül-ahlâf fî ahkâm'il-evkâf,
fasl-ı sâbi; İstanbul 1307.
[679]- Ömer Nasuhi BİLMEN, a.g.e. c.IV, s. 329 vd.
[680]- Ömer Hilmi, a.g.e. bâb-ı sânî, s. 44.
[681]- İlamın arapça bölümünün okunuşu şöyledir: "Elhamdü
lillah'illezî erşede'l-mü'minîne ve'l-mü'minât ilâ a'mâl'is-sâlihât ve eşâre
ile'l-müslimîne ve'l-müslimât bi ef'al'il-hayrât haysü kâle "İnne'l-hasenâti
yüzhibne's-seyyiât" ve's-salâtu ve's-selâmu alâ Resûlihi Muhammedin
eşref'il-mahlukât ve alâ âlihi ve ashâbih'illezîne hüm hüdâ'tul-halki ilâ
sebil'ir-reşâd ve ba'du."
[682]- Evkâf-ı Hümâyûn Müfettişliği mahkemesi, 1/27-a, b, 28-a,
İstanbul Müftülüğü fier'iyye Sicilleri Arşivi 4/1.
[683]- Hüccet ve ilâmlarla ilgili olarak bkz. Abdülaziz BAYINDIR
İslâm Muhakeme Hukuku Osmanlı Devri Uygulaması, İstanbul 1986 s. 3 vd.
[684]İdâne, borç vermek anlamına gelir. Borçlunun adını,
adresini, borç miktarını ve ödeme zamının ihtiva eden belgeye de idâne hücceti
denir.
[685] Evkâf-ı Hümâyûn
Müfettişliği Mahkemesi, İdâne sicili, 743/7.
[686]- el-Kâsânî, el-Bedai, mudarebe c. VI, s. 82.
[687]- fiemseddin es-Serahsî, el-Mebsût, c. XXII, s. 21, Mudarebe.
[688]- Ahmed b. Hacer el-Heytemî, Tuhfet'ül-muhtac bi şerh'il
minhâc, kırâd, fiirvânî ve Kasım el-İbâdî'nin şerhleriyle birlikte tarih
ve yer yok, c.VI, s.82.
[689]- Kırat'ın () ağırlığı konusunda farklı görüşler vardır. Hanefî mezhebine göre bir
kîrat orta büyüklükte beş
arpadır. Arpa konusu ileride ele alınacaktır. (Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı
İslamiyye Kamusu, İst. 1985. c.IV, s.121.)
[690]-Ömer Nasuhi BİLMEN, a.g.e. c.IV, s. 121-122.
[691]- Dinar, Hz. Peygamber devrinde Arap yarımadasında
dolaşımda bulunan Bizans lirasına verilen addır. Bunların ağırlığına miskal
denir. Bir miskal ile bir dinar, o devir için aynı şeyi ifade etmektedir.
[692]- Ebubekr Ahmed b. Ali el-Cessas (305-370 h.),
Ahkâm'ül-Kur'an , Beyrut, Bab'üd-diyet min gayr'il-ibil, c. II,
s.237; Alâüddin el-Kâsânî,(öl. 587 h.)
el-Bedâi'us-sanâi', Beyrut l974, c.VII,s.253.
[693]- Ömer Nasuhi BİLMEN, a.g.e. c. IV, s.122,123.
[694]- Ahmed b. Hacer el-Heytemî,
c. III, s. 264.
[695]- Ahmed b. Hacer el-Heytemî,
c. III, s. 264.
[696]-İbrahim ve Cevriye ARTUK,
c. I, s. 2,10,11,14,15-30.
[697]- Ömer Nasuhi BİLMEN, kitabında üçyüzellialtıbuçuk dirhem-i
şer'î'nin bir kilo ettiğini yazmaktadır. Buradaki hesap ona göre çıkarılmıştır.
(Hukukı İslamiyye Kamusu, IV, s.122)
[698]- Diyanet İşleri Başkanlığının 26.11.l980 tarih ve 7 nolu
genelgesi.
[699]- 1 Ekim 1999 tarihli televizyon habirleri.
[700]- Devlet-i Osmaniye'nin usul-i sikkesi , Salnâme-i Osmaniye
, 1333-1334 sene-i mâliye, s.406, İst. l334.
[701]- Ahmed b. Hacer el-Heytemî, a.g.e. cVI,s.83.
[702]- Osmanlıların son zamanlaında gümüşten para bastırma yetkisini
devlet kendi tekeline almıştı. ama ellerinde altın bulunduranlar kendi
hesaplarına diledikleri kadar para bastırabiliyorlardı.(Btz. Devlet-i
Osmaniye'nin usul-i sikkesi , Salnâme-i Osmaniye , 1333-1334 sene-i mâliye, s.
395, İst. l334) Bugün sarraflar halâ İstanbul'daki darphaneye altın vererek
osmanlı lirası ve ata lirası bastırmaya devam etmektedirler.
[703]- Devlet-i Osmaniye'nin usul-i sikkesi , Salnâme-i Osmaniye,
s.406.
[704]- Muhammed Emin b. Ömer Abidin ( İbn Abidîn) Tenbîh'ür-rükûd
alâ mesâil'in-nükûd, Resâil-i İbn Abidîn, İst. l319, c,II, s.62.
[705]- Akçe, dolaşımda
bulunan gümüş paradır.
[706]- İbrahim ve Cevriye ARTUK, İslâmî Sikkeler
Kataloğu,İstanbul l974, c.II,s.602.
[707]- fiemseddin es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır, c.XXII, s.
21.
[708]- İbn Hacer, a.g.e. c.II, s.417.
[709]- Ömer Nasuhi BİLMEN, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, c.VII,s.
120.
[710]- Alâüddin el-Kâsânî,
el-Bedâi'u's-sanâi', Beyrut, l974, c.VI, s.82.
[711]- 26 Mart l332 (8
Nisan l916) tarihinde çıkarılan Tevhid-i meskûkât hakkında kanun-i muvakkat'ın
4. maddesinde nikel paraların kabul sınırının 50 kuruş olduğu hükme
bağlanmıştır. (Düstur, tertîb-i sânî, İst. 1923, c.VIII, s. 894) O devirde bir
altın l00 kuruş olduğu için 50 kuruş yarım altın değerinde idi.
[712]- Büyük Larus Ansiklopedi ve Sözlük, İstanbul l986, Banka maddesi .
[713]- İ .ve C. ARTUK, a.g.e. c.II, s. 719 - 743 ; ayrıca Birinci
tertip düsturlar ve zeylleri ile ikinci tertip düsturlarda konuyla ilgili bütün
bilgiler bulunabilir.
[714]- Akar, fıkıhta taşınmaz mal anlamına gelir. Halk arasında
kiraya verilerek gelir getiren şeyler anlamında kullanılır. (Ömer Nasuhi
BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, c.VI, s.l0)
[715]- Ahmed Cevdet Paşa,
Maruzât, İstanbul l980, (Yayına Hazırlayan Yusuf HALAÇO⁄LU) s, ll, l8,
19. Nakil sırasında sadeleştirme yapılmış ve bu günki dile kısmen uydurulmaya
çalışılmıştır.
[716]- i. ve.C. ARTUK, a.g.e. c. II, s. 722.
[717]- İşkodra, Arnavutluk'un kuzeyinde ve bigünki Yugoslavya
sınırı yakınlarında yer alan bir şehir.
[718]- Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e. s. 39,40,41.
[719]- Konsolid, ana paranın ne zaman ödeneceği belli olmayan,
yalnız faizi ödenen tahvil.
[720]- Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e. s. 48-49.
[721]- Tağşiş, altın ve gümüşün içine başka madenleri
karıştırarak ayarını düşürmek demektir. Böyle düşük ayarlı altın ve gümüşten
para basma anlamına da gelir.
[722]- Sabri ORMAN, Modern
İktisat Literatüründe Para, Kredi ve Faiz, (Para, Faiz ve İslam kitabı içinde
yer alan bir tebliğ) İstanbul l992, s. 10.
[723]- Erol ZEYTİNO⁄LU, İktisat Tarihi, İstanbul l993, s.
l38.
[724]- Bank-ı Osmânî İmtiyaznamesiyle Nizamnamesi, l0 ve ll. maddeler. Bkz. l. Tertip Düstur C. II, s. 979, İst. l289.
Osmanlı
Bankası l856'da İngilizler tarafından
kurulmuş, l863'te Fransızlar da bankaya ortak olmuşlardır. Yukarıdaki
nizamnamenin girişinde ortakların adı tek tek sayıldıktan sonra l. maddede bu şahıslara Osmanlı topraklarında bir devlet
bankası kurma yetkisi verildiği ifade edilmekterdir. Ama bu öyle bir yetki ki,
banka yöneticilerinin tayinine ortakları yetkili.(m.7) Osmanlı devletinin banka
üzerinde sadece bir teftiş hakkı var. Devlet bunun için bir nazır ; bir de
hazine ile banka arasındaki mali işleri teftiş için bir muhasebeci tayin
edecektir(m.3).
[725]- İ. ve C. ARTUK, a.g.e. c.II, s.719.
[726]- Feridun ERGİN, Kredi Sistemi, İst.l980, s. 9-l0.
[727]- Ali ÖZGÜVEN, İktisat Bilimine Giriş, İstanbul l983, s.
329-330.
[728]- Feridun ERGİN, Para Türleri, Ak İktisat Ansiklopedisi,
İstanbul l973.
[729]- Feridun ERGİN, Emisyon Rejimleri, Ak İktisat
Ansiklopedisi.
[730]- Kamu iktisadi kuruluşları, mülkiyeti devlete ait olan
ve iktisadi faaliyet yürüten fabrikalar, çiftlikler, mağazalar, bankalar ve
diğer işletmelerdir.
[731]- Düstûr, tertîb-i sânî, Dersaadet l334, c. VI, s.914
[732]- Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali, 1986 İstanbul. s. 331, Evrak-ı nakdiye ile banknotların
zekatı, Paragraf no 61.
[733]- İbn Hacer, Tuhfe, c. IV, s. 279, bâb'ür-ribâ.
[734]- Abdülhamid eş-fiirvânî, Tuhfe haşiyesi, c. IV, s. 279
[735]- Kâsânî, el-Bedâi', c. V, s.185.
[736]- es-Serahsî, el-Mebsût, c.XXII, s.21; İbn Hacer, Tuhfe,
c,VI, s.83; Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, c. VII, s. 120.
[737]- el-Kâsânî,
el-Bedâi', c.VI, s. 82.
[738]- Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin ashabıyla
görüşmüş olan müslümanlara tabiîn denir.
[739]- Malik b. Enes,
el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c.III, s. 395-396.
[740]- Yani bir malı satınalırken elinizdeki dinar veya
dirhemi göstererek o malı şu dinar veya şu dirhem karşılığında alıyorum
dedikten sonra onun yerine aynı özellikleri taşıyan bir başka dinar veya dirhem
verebilirsiniz. Ama satıcı üzerinde anlaşma yaptığınız maldan başkasını
veremez. Tayinle taayyün etmeme konusu " Parıanın hukuki özellikleri"
başlığı altında incelenmiştir.
[741]- İbn Mâce, Ticârât, 50, hadis no, 2261.
[742]- Buhârî, Büyu 78 (Bey'ul-fıdda b'il-fıdda); Müslim, Müsâkât
75 (1584); Nesâî, Büyu 47 (Bey"uz-zeheb b'iz-zeheb).
[743]- Müslim, Müsâkât, 84 (1588), Nesâî, Büyu, 46 (Bey'ud-dirhem b'id-dirhem).
[744]- Buhârî, Büyu 77 (Bey'uz-zeheb b'iz-zeheb).
[745]- Müslim, Müsâkât, 78.
[746]-Müslim, Müsâkât, 85; Neseî, Büyu, 45. Lafız Müslimden
alınmıştır.
[747]-Neseî, Büyu, 51.
[748]-Bu son kısım Ebu Davud'dageçmektedir.
[749]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât, 12; hadis no 3349; Neseî,
Büyu, 44.
[750]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât, 12; hadis no 3349; Neseî,
Büyu, 44.
[751]- Ebû Davud, Büyu ve'l-icârât, 14; hadis no 3354; Neseî, Büyu, 50. Metin Ebu Davud'dan alımıştır.
[752]- Buhârî, Büyu 76.
[753] - Müslim, Müsâkât,
90; Neseî, Büyu, 48.Çünkü, eğer altınlar ayrılarak satılacak olsaydı, onların
12 dinardan fazla olduğu görülecek ve daha fazla fiyat istenecekti.
[754]- Müslim, Müsâkât, 92.
[755]- Hiyar-ı şart: Alıcı ve satıcıdan birinin veya her
ikisinin, belli bir süre muhayyer olmaları demektir.
Hiyar-ı
ayb: Satılan bir malın, kolayca giderilemeyecek eski bir kusurunun ortaya
çıkması halinde müşteriye tanınan muhayyerliktir.
Hiyar-ı
rü'yet: Görmeden satınaldığı bir malı görünce müşterinin kabul edip etmemede
muhayyer olmasıdır.
[756]- Tayinle taayyün etme konusu bir önceki bölümde Paranın
Hukuki Özellikleri başlığı altında
anlatılmıştır.
[757]- Tayinle taayyün konusu, Paranın Hukuki Özellikleri
başlığı altında anlatılmıştır.
[758]- Alâüddin el-Haskefî, Dürrü'l-muhtâr -İbn Abidin ile
birlikte- Mısır 1386/1966, C.V, s. 257 -272.
[759]-Abdullah b. Yusuf ez-Zeylaî, Nasb'ur-râye li
ehâdîs'il-Hidâye, Kahire l357, c. IV, s.40 (en-Nihaye fî garîb'il-hadis, maddesi.
[760]- Ribevi mallar, faiz bölümünde incelenmiştir.
[761]- Ahmed b. Hacer, Tuhfe ve haşiyeleri, c. IV, s. 279 vd.
[762]- Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c.III, s.
396-397.
[763]- İbn Rüşd,
Mukaddimât, III, s. 60-67.
[765]- Ahmed b. Abdullah el-Karî,
Mecelletü'l-Ahkami'ş-şer'iyye, Cidde 1401/1981, mdde 474-484, s. 191-193.
[766]-Kaynakta veya anlamına gelen Arapça “ev” edatı
kullanılmıştır. Doğrusu “ve” olmalıdır. Çünkü
içine yalnız sarı karıştırılmış dinarı gümüş karşılığında satmanın hiç bir
sakıncası yoktur. Nitekim aşağıda Zahirî mezhebinin bu konu ile ilgili açık
ifadeleri vardır.
[767]- Burada dikkati çeken önemli bir husus vardır: Mağşuş dinar
ve dirhem tanımlanırken karıştırıldığı
belli olan ifadesi
kullanılmaktadır. Halbu ki, Hanefî mezhebi
karışımı yarıdan az olanları saf altın ve gümüş gibi kabul eder ve bu işlemi
sadece, karışımı yarıyaraya veya yarıdan fazla olanlar için geçerli sayar.
[768]- Ali b. Ahmed b. Hazm ( öl. 456 h.) el-Muhallâ
b'il-âsâr, Beyrut l408/l988, c. VII, s. 439-466.
[769]- “Faiz yiyenler,
başka değil, sadece şeytanın dokunup çarptığı kimsenin doğrulması gibi
doğrulurlar. Bu, “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir”, demeleri
sebebiyledir." (Bakara 2/275)
[770]- Müslim, Müsâkât, 103.
[771] Dârimî, Büyû', 42.
[772] Müslim, Müsâkât,
104. İbn Mâce, Ticârât,
49. Vadeli işlem diye
tercüme ettiğimiz kelime nesie kelimesidir.
[773]- Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c.III, s.
396-397.
[774]-Abdullah b. Yusuf ez-Zeylaî, Nasb'ur-râye li
ehâdîs'il-Hidâye, Kahire l357, c. IV, s.40
[775]- Ahmed b. Abdullah el-Karî,
Mecelletü'l-Ahkami'ş-şer'iyye, Cidde 1401/1981, mdde 474-484, s. 191-193.
[776]- Abdülhamid eş-fiirvânî, Tuhfe haşiyesi, c. IV, s. 279
[777]- İbn Hazm el-Muhalla, c.VII, s.439.
[778]- Mahmud b. Mevdud el-Mavsılî, el-İhtiyar , c.II, s.31.
Hanefî mezhebinin faize bakışını, ribe'l-fadl ve ribe'n-nesie kavramları için
Faiz bölümüne bakılabilir.
[779] - İbn Rüşd,
Mukaddimât, III, s.49-51.
[780]- Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin ashabını
görmüş olan müslümanlara tabiîn denir.
[781]- Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c.III, s. 396.
[782]- Elimdeki kitapta tartı diye tercüme ettiğim kelime
el-veriq şeklinde
yazılmıştır. Doğrusu el-vezn olmalıdır. Yazma nüshada, “ üzerindeki noktanın ʆ'un üstüne kaydığı ve
onu ‚ olarak okuttuğu anlaşılmaktadır.
[783]- el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c. IV, s.115.
[784]- Hanefî mezhebinin faize bakışını, ribe'l-fadl ve
ribe'n-nesie kavramları için Faiz bölümüne bakılabilir.
[785]- Mahmud b. Mevdud el-Mavsılî, el-İhtiyar , c.II, s.31.
[787]- Tayinle taayyün etmeme konusu " Parıanın hukuki
özellikleri" başlığı altında incelenmiştir.
[788]- el-Kâsânî, el-Bedai, Büyu bahsi c. V, s. l85.
[789]- Hidaye, (Kemalüddin b. el-Hümâm ile birlikte), Beyrut,
c. VII, s. 21, Riba bahsinin ortaları.
[790]- Mahmud b. Mevdud el-Mavsılî, el-İhtiyar , c.II, s.31.
[791]- el- Haskefî, ed-Dürr'ül-muhtâr, c. V, s.272, SarF'ın
sonlarına doğru.
[792]- Mahmud b. Mevdud el-Mavsılî, el-İhtiyar , c.II, s.31.
[793]- Mahmud b. Mevdud el-Mavsılî, el-İhtiyar , c.II, s.31.
Hanefî mezhebinin faiz tanımı için Faiz bölümünün baş tarafına bakılabilir.
[794]- fiemseddin es-Serahsî, el-Mebsût, c. XXII, s. 21, Mudarebe.
[795]- İbn Abidî, Redd'ül-muhtâr, riba bahsi,
"Tenbih" başlığı altında, c. V, s. 180.
[796]- Ahmed b. Abdullah el-Kârî,
Mecellet'ül-ahkâm'iş-şer'iyye, el-Bey'u b'in-nesîeti v'et-te'cîl, s. 162, madde
367.
[797]- Kemâlüddin b. el-Hümâm, Fethü'l-kadir, c. VII, s. 157,
Sarf'ın sonlarına doğru.
[798]- Mahmud b. Mevdud el-Mavsılî, el-İhtiyar , c.II,
s.31; İbn Abidî, Redd'ül-muhtâr, riba
bahsi, "Tenbih" başlığı altında, c. V, s. 180.
[799]- İbn Abidî, Redd'ül-muhtâr, riba bahsi,
"Tenbih" başlığı altında, c. V, s. 180.
[800]- Ahmed b. Hacer, Tuhfe ve iki haşiyesi, c. IV, s. 279.
[801]- Bkz. Ali b. Ahmed b. Hazm (öl. 456 h.) el-Muhallâ, c. VII,
s. 401 vd.
[802] - Ali el-'Adevî,
Hâşiye 'ale'l-Haraşî alâ muhtasar-i Seydi Halil, Beyrut, c. V, s. 56.
[803]-Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, (Sehnûn'un ibn Kasım'dan rivayeti) Mısır, l323 h. c.III, s.
395-396.
[804]- Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin ashabını
görmüş olan müslümanlara tabiîn denir.
[805]- Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c.III, s. 396. (Bu
kitabı İmam Malik’ten Abdurrahman b. Kasım’ın ondan da Sehnûn rivayet
etmiştir.)
[806]-Abdullah b. Yusuf ez-Zeylaî, Nasb'ur-râye li ehâdîs'il-Hidâye,
Kahire l357, c. IV, s.40
[807]- Ebu Yusuf'a, ticari (dolaşımdan kalkmış) dirhemlerle
mudarebe soruldu da dedi ki, ona cevaz versem Mekke'de taam ile mudarebe
yapılmasına da cevaz veririm. Yani Mekke halkı taamla alım satım yapar, nitekim
Buharalılar da peşin buğdayla alım satım yaparlar. (fiemseddin es-Serahsî, el-Mebsût, c. XXII, s. 21, Mudarebe.)
[808]- el-Kâsânî, el-Bedai, mudarebe c. VI, s. 82.
[809] - Ali el-'Adevî,
Hâşiye 'ale'l-Haraşî alâ muhtasar-i Seydi Halil, Beyrut, c. V, s. 56.
[810]- Ali el-'Adevî, Hâşiye 'ale'l-Haraşî, V, sh.56.
[811]- Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, c.III, s. 396.
[812]- İslam Fıkıh Akademisi'nin Kuveyt'te yaptığı 5. dönem
toplantısının karar metninden alınmıştır.
[813]- Müslim, imaret 39; Ebû Davud,cihad 87.
[814]- Buharî, ahkâm 4, Müslim, imaret 39-40.
[816]- Elimdeki kitapta tartı diye tercüme ettiğim kelime
el-veriq şeklinde yazılmıştır. Doğrusu el-vezn olmalıdır. Yazma nüshada, “ üzerindeki noktanın ʆ'un üstüne kaydığı ve
onu ‚ olarak okuttuğu anlaşılmaktadır.
[817]- Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin ashabını
görmüş olan müslümanlara tabiîn denir.
[818]- T.T.K. m.372.
[819]- Müslim, Akdiye, 1, İbn Mâce, Ahkam, 7.
[820]- Mahmut b. Mevdud el-Mavsılî, el-İhtiyar
li-Talîl'il-Muhtar. Basım yeri ve tarihi yok, c.II, s.15,16.
[821]- Bkz. Mecelle 357.
[822]- T.T.K. 298 ve 466.
[823]- 26.2.1982 tarih ve 17617 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanan
tebliğin 7. maddesi.
[824]- 3332 sayı ve 25 Mart 1987 tarihli Kanun.
* - Bu araştırmada her
üç nüshadan da yararlanıldığı için bunlar ayrı ayrı zikredilmiştir.