MÜSLÜMANLARIN, KAFİRLERLE İLİŞKİLERİ
Yabancı Kaynaklı Tören ve Şenlikler
Kafirlerle Kiralama ve Alım-Satım İlişkisi
Kafirlerden Hediye Alınabilir mi?
Kafirlerin Adakları Yenilebilir mi?
Dikili Taşlar Üzerine Kurban Kesmek
Yabancıların Bayramında Oruç Tutmak
Burada kullandığımız
"Bayram" terimi, hem kafirlerin özel kabul edip kutladıkları "günleri"
hem bu kutlamaların düzenlendiği toplantı "yerlerini" ve hem de bu
şenlikler sırasında yapılan "hareketlerin" tümünü birlikte kapsamına
alan, geniş anlamlı bir terimdir. Maksat, onların sadece belirli bayramlarına
katılmanın yasaklığını belirtmek değildir. Tersine İslam dininde yeri olmayan
bütün Özel günler, bütün saygı amaçlı şenlik alanları ve bu amaca dönük bütün
davranış ve adetler aynı yasağın kapsamına girer. Bu arada kafirlerin
bayramları gibi, bayramlarından önceki ve sonraki günlerde bu bayramlarına
bağlı olarak yaptıkları veya bu adetlerinin uzantıları niteliğindeki bütün
hareketler de aynı derecede haramdır. Bunların hepsinden kaçınmak gerekir.
Bu açıklamayı şundan
dolayı yapıyoruz. Bazı müslümanlar onların "Büyük Perşembe" ve
"İsa'nın (a.s.) doğum yıldönümü" gibi bayramlarına katılmıyor, ama
çoluk-çocuğuna diyor ki; "filan hafta" veya "gelecek ay şenlik
yapar, size şöyle şöyle şeyler alırım". Burada vaadedilen şenliğin asıl
sebebi kafirlerin o sıralardaki bayramıdır. Eğer bu bayram olmasa daha sonraki
günlere ertelenen bu vaatlere de gerek görülmeyecekti. İşte bu yüzden bu
vaatler ve ertelenmiş şenlikler de kafirlere özenmenin uzantısı ve değişik bir
ifadesi sayılır.
Buna göre, böyle
yapılacağına ev halkının şenlik beklentileri Allah'ın ve Rasulullah'ın
(s.a.v.) emrettiği meşru bayramlara yöneltilmeli ve bu bayramlar gelince
çoluk-çocuğun arzuları yabancıların şenliklerinde gözleri kalmayacak şekilde
tatmin edilmelidir. Eğer buna rağmen ev halkının gönlü alınamıyorsa gerisini Allah'a
havale etmek gerekir.
Çünkü kim Allah'ın
rızasını kazanmak için ev halkının gönlünü kırmak zorunda kalırsa bilsin ki,
Allah ona hem kendi rızasını ve hem de aile halkının hoşnutluğunu birarada nasip
eder.
Yeri gelmişken
belirtelim ki, aklı başında müslümanlar böyle konularda kadınların isteklerine
boyun eğmekten kaçınmalıdırlar. Çünkü Buhari ile Müslim'in, sahabilerden Usame
b. Zeyd'e dayanarak bildirdiklerine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Arkamda
bırakacağım ümmetimin erkeklerinin başındaki en zararlı fitne unsuru
kadınlardır[1]
Bilindiği gibi gerek
sosyal düzende ve gerekse devlet yönetiminde görülen çoğu bozukluklar
kadınların bu alanlarda söz sahibi olmalarından ileri gelir. Nitekim
Rasulullah (s.a.v.) bu konuda:
"Önemli işlerini kadınlarına
havale eden cemiyetler iflah olmazlar. [2]
Buyurmuştur. Yine
Rasulullah'ın (s.a.v.):
"Kadınların
emrine giren helak olmuştur"
Buyurduğu rivayet
edilmiştir. Bu yüzdendir ki, Cenab-ı Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de
Zekeriyya'nın (a.s.) eşinin kendisine yararlı kılınmasını önemli bir bağış
sayarak şöyle buyurur:
"O'na
(Zekeriyya'ya) eşini yararlı kıldık" (Enbiya: 21/90)
Nitekim alimlerimizden
biri, bir eserinde "Her erkek, eşini kendisine yararlı kılsın, diye,
Allah'a ısrarla yalvarmadır" diyor.[3]
Kafirlerin çok ve
çeşitli bayramları vardır. Müslümanın bunların hepsini araştırıp öğrenmesi
gerekmez. Bu konuda müslümana düşen görev, hangi kutlama hareketinin, hangi
şenlik gününün ve hangi tören yerinin onlardan kaynaklandığını bilmektir. Bu
kadarlık bilgiye sahip olmadığı takdirde de yapılan kutlama ve şenliklerin
İslam'da yeri olmadığını bilmek yeterlidir. Çünkü İslam'da yeri olmayan şenlik
ve törenler ya doğrudan doğruya bazı kimseler tarafından uydurulup ortaya
atılmıştır veya özleri itibarı ile kafirlerden alınmıştır. Yani en azından
birer bid'attırlar.
Şimdi size bu kafir
kaynaklı tören ve şenliklerin müslü-manlara en çok bulaşmış olan belli
başlılarını hatırlatalım: Bu şenliklerden biri hıristiy anların oruç bozumuna
rastlayan perşembe günüdür. Onlara göre bu gün "İlahi bir ziyafet
(Maide)" günüdür. Bu umadan sonraki pazar günü ile bir sonraki pazar günü
arasında geçen hafta hıristiyanlar tarafından "Büyük Bayram" adı
altında kutlanır. Bu günlerde yapılan hareketlerin tümü İslam'ın reddettiği,
yasak davranışlardır.
Bu batıl adetlerin
diğer bir kısmı kadınların mezarlıklarda toplanıp Ölüler için tütsü yakmaları,
evlerin damlarına çamaşır asmak, özel yazılı ağaç yapraklarını evlerin
kapılarına asmak, bu günlerde tütsü alış-verişini adet edinmek, gerek bu
günlerde veya başka zamanlar tütsü takdis ettirmek veya takdis edilmiş tütsü
satın almak gibi adetlerdir. Çünkü takdis edilmiş tütsü yakmak ve bunu ibadet
saymak hıristiyanlann ve yıldıza tapanların (sabiilerin) dini geleneklerindendir.
Yoksa normal olarak tütsü, dumanından hoş koku sağlanan bir maddedir ve sırf bu
niteliği ile misk ve benzeri koku salıcı maddeler gibidir. Böyle olduğu için koku
sürünmenin müstahap olduğu durumlarda tütsü de kullanılabilir.
Yine bu batıl adetler
arasında söz konusu günlerde hıristiyanlara özenerek süt çorbası, yağ çorbası
veya mercimek çorbası pişirmek veya yumurta pişirmek gibi gelenekleri saymalıyız.
Bu arada yumurtalarla
kumar oynamak, böyle bir kumar oynayacak kimselere yumurta satmak veya kumarda
kullanılmış yumurtalar satın almak gibi adetler var ki, bunlarla ilgili
İslam'ın hükmü bellidir. Yine köylüler arasında görülen büyük damgalar vurma,
çeşitli çamaşır parçaları toplayıp bunları uğurlu saymak ve bunların sulan ile
yıkanmak da hüküm bakımından az önceki adetler gibidir. Yine kadınlar arasında
adet olan zeytin yaprağı toplamayı ve bu yaprakları kaynatarak elde edilen
sularda yıkanmayı da bu kategoride saymalıyız. Çünkü bu adetler özleri itibarı
ile hı-ristiyanların vaftiz (mamudiye) suyunda yıkanma geleneğinden
kaynaklanır.
Yine bu günlerde
sanat, ticaret ve ilmi çalışma gibi her zamanki gündelik işleri bırakarak tatil
yapmak veya bu haftadan önceki ve sonraki günlerde yapılmayan binicilik ve atıcılık
gibi sporlar yapmak da aynı biçimde sakıncalıdır. Bu konudaki temel kural şu
olmalıdır: Bu günlerde hiç bir özel hareket yapılmaz, öbür normal günlerden
ayırdedümezler. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi Rasulullah (s.a.v.) ilk dönem
müslümanlarına "cahiliye döneminde (müslüman olmadan önce) oyun oynayarak
geçirdikleri iki şenlik gününü kutlamayı yasak ettiği gibi müşriklerin eski
bayram yerlerinde kurban kesmeye de izin vermemiştir. [4]
Bu arada çoğu kimseler
tarafından kışın Kanun-u evvel ayının yirmi dördünde İsa'nın (a.s.) doğum
yıldönümü olduğu sanılarak yapılan bütün kutlamalar da dinimize aykırı
adetlerdir. Ateş yakmak, ziyafetler düzenlemek ve mum yakmak gibi. Bu sözde
doğum gününü kutlamak hıristiyanlığın dini geleneklerindendir, İslam'da asla
yeri yoktur. Aslında ilk dönem müslümanlan (selef) böyle bir doğum gününden
hiç bahsetmemişlerdir. Bu iddia hıristiyan kaynaklıdır. Ayrıca bu sözde doğum
şenliklerinin tabii bir bahanesi de vardır. Çünkü mevsim kıştır ve bu mevsim
ateş yakıp çeşitli özel yemekler hazırlamaya uygun bir zemin oluşturmaktadır.
Bu arada hıristiyanlar
bu sözde doğum gününden bir kaç gün-galiba on bir gün- sonra Yahya'nın (a.s.),
İsa'yı (a.s.) Mamudiye suyu ile yıkayarak vaftiz ettiğine inandıkları için o gün
aynı şekilde vaftiz olurlar ve buna "Gıdas Bayramı" adım verirler.
Buna özenen çoğu cahil kadınlar, aynı gün çocuklarını hamamlarda yıkarlar ve
bunun çocuklarına faydalı olacağını sanırlar. Oysa hıristiyanlarm dini
adetlerinden biri olan bu hareket, dinimizin haram saydığı en çirkin
davranışlardan biridir.
Hemen belirtelim ki,
Nevruz ve Mihrican gibi eski İran bayramları, çeşitli yahudi bayramları, ve
ister acem kaynaklı, ister arap kaynaklı olsun, diğer bütün kafir bayramları,
hüküm bakımından tıpkı yukarda sözünü ettiğimiz hıristiyan bayramları
gibidirler.
Bu arada kafirlerin bu
bayramlarına nasıl Özenmememiz gerekiyorsa, bu tip şenliklere Özenen
müslümanlarm suç ortağı da olmamamız, hatta böyle kimselere engel olmamız
gerekir. Buna göre eğer bir müslüman böyle yabancı bir bayram gününde, dini
geleneklerimize aykırı olarak bizi evine çağırır, şenlik amaçlı bir yemeğe
katılmamızı isterse bu daveti geri çevirmemiz gerekir. Yine böyle bir günde bir
müslümandan gelebilecek geleneklerimize aykırı ve özenti şüphesi uyandıran her
hediyeyi de reddetmeliyiz. Özellikle bu yabancı bayramların özelliğini taşıyan
ve Özenme amacını açığa vuran mum, boyalı yumurta, süt ve koyun gibi
hediyeleri almaktan da titizlikle uzak durmak gerekir. Tabii ki, böyle
hediyeleri kendimiz kabul edemeyeceğimiz gibi, hoş görünelim diye başka
müslümanlara vermeye de kalkışmamalıyız. Dahası, bu tip bayramlarda müslümanlara
sözü geçen hediyelik maddeleri ve bu şenliklerde giyilen bayramlık kıyafetleri
de satmaktan kaçınmalıyız. Çünkü böyle yaparsak işlenen günahların ortağı ve
destekçisi olmuş oluruz. [5]
Bu bayramlarda gayri
müslimlere bayramlık eşya ve maddeler satmak veya ahş-veriş yapmak üzere
onların çarşılarına gitmek meselesine gelince: Daha önce değindiğiniz gibi bu
konuda îmam-ı Ahmed İbn Hanbeli'ye vaktiyle şöyle bir soru soruldu;
"Şam'daki hıristiyanlar tarafından kutlanan Turyabur ve Deyr-i Eyyüb gibi
bayramları düşünelim. Müslümanlar bu şenliklerde bulunup çarşıda satılan
koyun, sığır, un ve buğday gibi şeylerden satın alıyorlar. Sadece çarşılarda
geziyorlar, yoksa onların mabedlerine girmiyorlar bu konuda ne dersin?"
İmam bu soruya şu karşılığı verdi; "Müslümanlar onların mabedlerine
girmedikleri, sadece çarşılarına gittikleri takdirde bunun hiç bir sakıncası
yoktur" Ebu Hasan Amidi de aynı konuda şöyle diyor; "Kafirlerin
bayram şenlikleri sırasında çarşılarında sattıkları mallara gelince bu
çarşılara gitmenin hiç bir sakıncası yoktur. Ahmed İbn Hanbel'inin bu görüşte
olduğu Muhanna tarafından rivayet ediliyor. Yasak olan hareket, müslümanla-rın
bu bayramlarda kafirlerin mabedlerine ve kiliselerine gitmeleridir. Yoksa
pazarlarında satılan mallarına müşteri olmaları değildir".
Ahmed İbn Hanbelİ'nin
bu sözleri, bu çarşılara mutlak anlamda, yani hem müşteri ve hem de satıcı
olarak katılmayı caiz gördüğü şeklinde yorumlanabilir. Çünkü O "Müslümanlar,
onların mabedlerine girmedikleri, sadece çarşılarına gittikleri takdirde bunun
sakıncası yoktur" diyor. Bu ifade hem satıcıyı ve hem de müşteriyi
kapsamına alır niteliktedir.
Diğer ve daha güçlü
görülen bir ihtimal onun, sadece müşteri sıfatı ile bu çarşılara katılmaya izin
vermiş ve oralarda mal satmayı bu izin kapsamına almamış olmasıdır. Çünkü
soruyu soran kimse kendisine kafirlerin bayram şenlikleri sırasında kurdukları
pazarlara müslümanlann katılıp katılamayacaklarını sormuş ve maksadının sadece
bu noktayı öğrenmek olduğunu, sorusunun son cümlesindeki "Onların
mabedlerine girmeksizin sadece mal satın alırlar" şeklindeki ifadesi ile açıkça
belirtmiştir. Sorunun sahibi olan Muhanna b. Yahya Sami'nin yetkili bir fıkıh
bilgini olduğunu da göz önüne almak gerekir.
Bizim anladığımız
kadarı ile-ki doğrusunu Allah bilir- sorunun sahibi olan Muhenna kafirlerin
bayramlarına katılmayı yasaklayan delilleri işitmiş ve bunun üzerine Ahmed İbn
Hanbeli'den bu şenlikler dolayısıyla kurulan alış-veriş pazarlarına gidip bir
şeyler satın almanın bu bayramalara katılmak gibi sayılıp s ayım ayacağını
öğrenmek istemiş, İmam da bu çarşılara gitmenin serbest olduğunu söylemiştir.
Yani Muhenna, Hanbeli'ye müslümanın bu çarşılarda kafirlere mal satıp
satmayacağını sorusunda söz konusu etmemiştir. Bunun sebebi bunun birşeyi
öğrenmek gereği duymamış olması da olabilir.
Öte yandan Ebu Hasan
Amidi'nin sözleri de bu yorumların her ikisine elverişlidir. Fakat daha
geçerli ihtimal, onun bu çarşılarda mal satmayı da serbest saymış olmasıdır.
Çünkü O, "Müslümanlara yasak olan şey, kafirlerin mabedlerine veya
kiliselerine gitmektir" diyor.
Şunu hemen
vurguluyalım ki, Ahmed İbn Hanbelİ'nin dediği gibi bu şenlikler sırasında
kurulan pazarlara gitmek ve mabedlerde düzenlenen törenlere katılmaksızın
oralardan mal satın almak, sakıncasız ve caizdir. Çünkü burada ne günah bir
davranışa katılmak ve ne de günaha yardakçılık etmek söz konusudur. Sebebine
gelince kafirlerden mal satın almak aslında caizdir ve günaha yardakçılık
anlamı taşımaz. Tersine böylelikle onların dindaşları tarafından satın alınınca
kötülüğe alet edileceği açık olan malların bir kısmı günah yolunda
kullanılmaktan kurtarılmaktadır. Buna göre onlardan mal almak bu yönü ile
kötülüğü azaltıcı bir nitelik taşır.
Ayrıca İslam'ın ilk
yıllarında cahiliye geleneğinin devamı olarak kurulan bazı pazarlardan
müslümanlann alış-veriş yaptıklarım, hatta Rasulullah'ın (s.a.v.) de bu
pazarların bazılarına katıldığını biliyoruz. Bu pazarların bir kısmı hacc
mevsimi sırasında ve bir kısmı da batıl cahiliye bayramları vesilesi ile
kuruluyordu.
Ayrıca şu da var.
Çoğunlukla karşılaştığımız durum, çarşılarda günah işlemek için
kullanılabilecek olan malların satıldığı gerçeğidir. Mesela bir müslüman
düşünelim ki, masum bir kimseyi öldürmek için silah veya alkollü içki
hazırlamak için meyva suyu satılan bir çarşıya gidip bu mallara müşteri
olmuştur. Bu alış-veriş sakıncalı olmak bir yana, iyi bir şeydir. Çünkü bu
malların normal alıcıları gayri müslimlerdir ve İslam'iyet onlara bu konuda
serbestlik tanımıştır.
Bu arada bir
müslümanın mal satın almak amacı ile kafir ülkelere gitmesi dinimizde caizdir.
Bilindiği gibi Ebu Bekir (Allah ondan razı olsun) Rasulullah (s.a.v.)
zamanında o sırada kafirlerin elinde olan Şama'a giderek oradan mal satın
almıştır. Ömer tarafından da bu ticaretin serbest olduğunu belirten bir hadis
rivayet edilmiştir. Hakkında daha başka Hadis'lerin de bulunduğu bu konu bu
kitabın başka yerinde daha detaylı bir biçimde incelenecektir. Açıktır ki,
müslümanların mal almalarının serbest bırakıldığı bu kafir ülkelerin
çarşılarında, günah yolunda kullanılabilecek çeşitli mallar satılmaktadır.
Bunun yanında müslüman
tüccarların kafirlere, söz konusu bayram şenliklerinde kullandıkları yiyecek,
elbise ve koku maddeleri gibi mallar satmalarına veya böyle şeyleri
müslümanların kafirlere hediye etmelerine gelince böyle bir hareket, bir
anlamda, kafirlere bayram olan bayramlarını kutlama konusunda destek olmak
demektir. Burada gözetilmesi gereken temel perensip şudur: Kafirlere alkollü
içki hazırlamak üzere üzüm veya meyva suyu satmak caiz değildir. Yine onlara
müslümanlara karşı kullancaklan silahlar da satılamaz.
Ömer'in (r.a.)
müslüman olduktan sonra Mekke'de oturan, müşrik kardeşine ipekten yapılmış bir
kat elbise hediye etmesi, kafirlere ipek satılabileceğini gösterir. Bu yüzden
iki çelişik rivayetin daha doğru olanına göre alkollü içki kullanmak asla caiz
değildir. Çünkü ipek genel anlamda mubahtır, fakat çok miktarda kullanılması
insanların bir kısmına (erkeklere) haram kılınmıştır. Bununla birlikte aslında
gerek ipek işlemeciliği ve gerekse ticareti caizdir. İşte bu konudaki
çoğunlukla hakkında yanılgıya düşülen temel perensip budur.
Eğer Ahmed'in
yukarıdaki sözlerinin ilk yorumu olarak "kafirlere bayramlık eşya satmayı
mubah sayıyor" denirse bilmek gerekir ki, İmam Ahmed'den kafir ülkelere
böyle mallar ihraç etmekle ilgili iki çelik görüş nakledilmiştir. Bu tip
malları bayramlarında kafirlere satmanın, onları kafir ülkelere ihraç etmek
gibi olacağı söylenebilir. Oysa kafirlerin bayram şenliklerinde kullanılacak
elbise ve yiyecek maddelerini
kafir ülkelere ihraç etmek, onlara dinlerinde destekçi olmaktır. Kafirlere bu
tip malları ihraç etmemiz yasaklandığına göre kendi ülkemizde onlara bu tip
mallar satmamız haydi haydi yasak olur. İmam-ı Ahmed'în ortaya koyduğu temel
prensiplerin çoğu ve bir çok sözleri böyle bir satışı yasak saymasını
gerektiriyor. Fakat acaba bu yasak, bu işi haram saydığı anlamına mı, yoksa
bundan kaçınılmasının daha iyi olacağını düşündüğü anlamına mı geliyor? Bu
konuda karar vermek için aşağıdaki inceleme yazısını okumalıyız.
Görülebileceği gibi bu inceleme yazısının yazan olan Abdülmelik Habib[6] bu
tip satışların mekruh olduğu hususunda alimler arasında görüş birliği olduğunu
ve İmam-ı Maliki'nin bu işi haram saydığını açıkça belirtmektedir. Abdülmelik
b. Habib, "Vazıha" adlı eserden aldığımız bu incelemesinde şöyle
diyor:
"Hıristiyanların
İsa (a.s.), haç, saygı gösterdikleri eski din büyükleri ve azizleri adına
kestikleri kurbanlar da böyledir. Gerek İmam-ı Malik ve gerekse diğer imamlar
bu tip kurbanların etinin yenmesini mekruh saydılar. Biz de bu görüşteyiz. Bu
tip kurbanların etleri Kur'an'daki
"Allah'tan
başkası için kesilen kurbanlar" (Bakara: 2/173) yasağının kapsamına benzemektir. Doğrudan doğruya bu
ayet'in kapsamına giren etler, kafirlerin taptıkları putlar adına kestikleri
kurbanların etleridir.
Bazı alimler
-hıristiyanlar tarafından boğazlanan hayvanların etlerini yemeyi Allah bize
helal kıldı- diyerek bu meseleyi hafif görmüşler, üzerinde fazla
durmamışlardır. Oysa bu görüşü ileri sürenler dayanak olarak ileri sürdükleri
serbestiyi, yani kafirlerin kestikleri hayvanların etlerini yiyebileceğimiz
serbestisini bize nakledenlerin ne söylediklerini ye neyi kasdettiklerini
biliyorlar. Bu serbestliği İbn-i Vehb, İbn-i Abbas'dan, Ubade b. Samit'ten, Ebu
Der-da'dan,[7] Süleyman b. Yesar'dan,
Ömer b. Abdülaziz'den, îbn-i Şihab'dan, Rebİa b. Abdurrahman'dan, [8]Yahya
b. Sa-id'den, [9]
Mekhul'den[10] ve Ata'dan rivayet
ediyor.
Kafirlerin gerek
bayramları dolayısıyla gerek azizleri gerek ölüleri ve gerekse kiliseleri için
kestikleri kurbanların etlerinden yememek daha doğrudur. Üstelik bu etleri yemenin
diğer bir sakıncası, böylece onların müşrikliklerine
saygı gösterilmiş olmasıdır.
Nitekim Said Muafiri,[11]İmam-ı
Malik'e hıri s uyanların ölüleri için hazırlayıp dağıttıkları yemeklerden
müslümanın yiyip yiyemeyeceğini sordu ve Maliki'd.en şu cevabı aldı:
Müslümanlar, hıristiyanların dağıttıkları bu yemeklerden yememelidir. Çünkü bu
yemekler müşrikliğe saygı gösterme amacı ile hazırlanıp dağıtılır ve bu yönleri
ile kafirlerin bayramları sırasında ve kiliseleri için kestikleri kurbanlara
benzerler. [12]
Bu arada İbn-i Kasım'a
bir hıristiyan tarafından Ölümünden sonra kilise adına satılsın diye vasiyet
edilen malın, bir müslüman tarafından satın alınıp alınamayacağını sordular. îbn-i
Kasım bu soruya karşılık şöyle dedi:
"Hayır böyle bir
malı almak müslümana helal değildir. Çünkü bu alış-veriş hıristiyanların
şeriatlerine ve dini geleneklerine saygı göstermek anlamına gelir. Böyle bir
malı alan kimse iyi bir müslüman değildir"
Yine İbn-i Kasım'a
kilise arazileri hakkında, eğer bir papaz bu arsaların bir kısmını kiliseyi
tamir edebilmek için satılığa çıkarırsa-ki bu arazi muhtemelen kilisenin
ihtiyaçlarını karşılamak üzere vakfedilmiştir- bir müslümanın böyle bir yeri
satın alıp alamıyacağını sorunca ondan şu cevabı aldı:
"Bir müslüman iki
sebepten dolayı böyle bir yeri alamaz. Birinci sebep, böyle bir yeri almak
kiliseye saygı göstermek anlamına gelir. İkinci sakınca vakıf yerlerin
satılması ile ilgilidir. Bilmek gerekir ki, onların kendi vakıfları ile ilgili
yapabilecekleri tavarrufiar, sadece müslümanlar için caiz olan tasarruf
şekilleridir. Fakat görüşüme göre her hangi bir müslüman hakimin böyle bir
konuda ne yürütme ve ne de engelleme yetkisi yoktur".
Yine bu
İbn-iKasım'ahıristiyanların bayram şenliklerine giderken bindikleri gemiye
müslümanlann binip bineme-yecekleri sorulunca, bunun mekruh olduğunu, sebebine
gelince bir müşriklik geleneğine uymak için biraraya gelen hı-ristiyanlann
üzerine Allah'ın gazabının inme tehlikesinin var olduğunu söylemiştir.
Yine bu İbn-i Kasım
hıristiyan bayramları dolayısıyla müslümanlann, hıristiyanlara daha önce
kendilerine verilmiş olabilecek olan hediyelere karşılık hediye vermelerinin
mekruh olduğunu, böyle bir hediyeyi hristiyanlann bayramlarını kutlamak ve
hıristiy ani arın küfürlerini desteklemek saydığını belirtmiştir.
Görüldüğü gibi, İbn-i
Kasım, bayram törenlerinde kullanacakları maddelerin müslümanlar tarafından hıristiyanlara
satılmasını helal saymakta, bu sıralarda onlara ne et, ne elbise, ne deri
satmanın, ne binek hayvanı kiralamanın ve ne de başka her hangi bir destek
sağlamanın doğru olmadığını belirtmektedir. Bunun tersi olan hareketler, onların
müşrikliklerini desteklemek ve küfürlerine yardımcı olmaktır. Buna göre
müslüman hükümdarlar, halkı böyle davranışlardan alıkoymalıdırlar. Bu görüş
îmam-ı Malik ile birlikte öbür imamların ortak görüşüdür. Hiç bir imamın bu
görüşe karşı çıktığını duymadım. Hıristiyanların bayramlarında kestikleri
kurbanların etleri de, mekruhluğu hakkında görüş birliği bulunan bu
davranışlar bütününe dahildir. Hatta bana göre bu, onlardan daha ağır bir
mekruhtur.
îbn-i Habib'in bu
inceleme yazısı burada sona eriyor. Görüldüğü gibi, İbn-i Habib, kafirlerin
bayramlarında kullanacakları maddeleri müslümanlann kendilerine satmalarının
mekruh olduğu hakkında mezhep imamları arasında görüş birliği olduğunu ve
İmam-i Maliki'nin bu işin helal olamayacağını söylediğini açıkça belirtmektedir.
Bu konuya meseleler
hakkında İmam-ı Ahmed'in ne söylediğini ortaya koyan belgelere gelince İshak b.
İbrahim şöyle diyor:
"Bir defasında
Ebu Abdullah'a (Ahmed İbn Hanbeli'ye) hıristiyan mabedleri için vakfedilen bir
gayri menkulün müslümanlar tarafından kiralanıp kiralanamayacağını sordular.
Ebu Abdullah bu soruya:
"Müslüman asla
böyle bir yeri kiralamamak, böylelikle asla hıristiyanların küfürlerine
yardakçı olmamalıdır" diye cevabını verdi.
Başka bir defasında da
bir marangoz mecusi (ateşe tapanlar) ölüleri için sanduka yapıp yapamayacağını
sorunca ondan:
"Sakın bunu yapıp
onların kafirlik geleneklerine destek olma" cevabını aldı. Buna karşılık
Muhammed b. Hakem'in[13]
müslüman bir mezarcının gayri müslim ölüler için ücret karşılığında mezar kazıp
kazamayacağı şeklindeki sorusuna:
"Bunun hiç bir
sakıncası yoktur" şeklinde cevap verdi.
Gayri müslim ölülere
sanduka yapmakla mezar kazmak arasındaki bu hüküm farklılığının sebebi şudur:
Sanduka, tıpkı kilise gibi, onların batıl dinlerine özgü bir semboldür. Oysa
normal bir mezar böyle değildir. O özü bakımından ne günah bir şeydir nede
kafirlerin dini özelliklerindendir"
Öte yandan Hilal de
İmam-ı Ahmed'in konumuzla ilgili görüşleri hakkında şunları söylüyor:
"Konumuz evini
gayri müslimlere kiralayan ve satan kimse hakkındadır. Muruzi'ye dayanılarak
bildirildiğine göre bir defasında Ebu Abdullah'a (Hanbeli'ye) bir müslü-manın
evini, orada dinine göre ibadet yapacak bir gayri müslime satıp satamayacağını
sordular. Ebu Abdullah bu soruya şu karşılığı verdi:
"O evde
hıristiyan mı oturup tapınma yapacak? Hayır, müslüman, evini içinde çan çalıp
duvarlarına haç asacak kimselere satamaz. Müslüman evini kafirlere
satamaz".
Öte yandan Ebu Haris'e[14]
dayanılarak bildirildiğine göre başka bir defasında İbn-i Abdullah'a bu konuda
şöyle bir soru soruldu: "Müslümamn biri evini satılığa çıkardı, bunu duyan
bir hıristiyan fazla fiyat teklif ederek kendisine cazip bir müşteri niteliği
kazandırdı. Hıristiyan olabileceği gibi ya-hudi ve mecusi olması da mümkün olan
böyle bir müşteriye müslüman evini satabilir mi?" İmam'uı bu soruya verdiği
karşılık şudur:
"Hayır,
müslümanın evini herhangi bir kafire satmasını ve böylece evinde küfür
işlenmesine zemin hazırlamasını onaylamıyorum. Böyle bir kimse evini bir
müslümana satmalıdır".
Fakat İbrahim b.
Haris'e[15]
dayanılarak bildirildiğine göre bir gün Ebu Abdullah'a şöyle bir soru soruldu:
"Müslüman bir kimse evini oturmak üzere bir gayri müslime kiralıyor. Bu
ev sahibi kiracısının evinde içki içeceğini ve diğer şirk geleneklerine uyacağını
bile bile evini kiraya veriyor.
Bu konuda ne dersiniz?
Ebu Abdullah (Hanbeli) bu soruyu şöyle cevaplandırıyor:
"İbn-i Avn,[16]
evini sırf gayri müslimlere kiralar ve niçin böyle yaptığını soranlara da
böylece onları sıkıntı ve baskı altına aldığını söylerdi. Bu sözleri ile gayri
müslimleri horlamak veya aşağılamak istediğini söylemiyordu. Söyele-mek
istediği şey, bir müslümanı kiracı edinerek onu sıkmak, baskı altına almak
istemediği idi. Bu düşüncesini açıklarken de "Müslüman bir kiracımdan
gidip kira isterken onu sıkıntıya sokmuş, baskı altına almış olurum. Fakat
eğer kiracım gayri müslim olursa bi iş bana daha kolay geliyor" diyordu.
Benim anladığıma göre
Ebu Abdullah, İbn-i Avn'in bu sözlerini beğenmekte, yerine getirmektedir.
Esrem'de onun bu cevabını aşağı, yukarı ayni sözlerle nakletmektedir. Gerek
İbn-i Haris'in ve gerekse Esrem'in Ebu Abdullah'a atfettikleri cevaplar aynı
soru ile ilgilidir.
Öte yandan Muhanna bu
konuda Ahmed İbn Hanbe-li'den şu sözleri nakleder: Ahmed'e, müslüman bir kimsenin
içinde zina işleneceğini bile bile evini bir mecusi'ye (ateşe tapana)
kiralayıp kiralayamayacağını sordum. Bana İbn-i Avn'm müslümanlara ev
kiralamayı doğru görmediğini, çünkü kira istemekle onları sıkıntıya sokmuş
olacağın! ve bu yüzden gayri müslimlere ev kiralamayı doğru gördüğünü anlatarak
cevap verdi.
Ebu Bekir Hilal bu
meselede diyor ki: "Müslüman bir kimsenin gayri müslime ev kiralayıp
kiralayamayacağı hususunda Ahmed İbn Hanbeli'nin ne düşündüğünü nakleden
herkes onun bu konuda Ebu Avn'in ne yaptığını anlatmakla yetindiğini, kendi
görüşünü söylemediğini belirtiyor. Onun, müslüman bir kimsenin evini bir gayri
müslime satmasını şiddetle mekruh saydığını naklettiklerine göre, eğer ev
kiralama konusunda kendi görüşünü belirtmiş olsa, şahsi kanaatime göre
kiralamayı satış gibi sayardı. Bu durumda Ahmed'in bazı intikal eden sözlerine
göre müslüman bir kimse gayri müslime ev satamaz. Çünkü bu evde kafirlik
işlenecek, duvarlarına haç asılacak veya başka kötülükler yapalacaktır. Oysa
bana göre gayri müslimlere ne ev satılabilir ve ne de kiralanabilir. Çünkü
ikisi de aynı kapıya çıkar".
Bu arada bize
anlatıldığına göre İshak b. Mansur'a bir defasında Ahmed İbn Hanbeli'ye,
Evzai'nin bir müslümamn hıristiyanlara ait bir üzüm bağına bekçilik edip edemeyeceğini
soranlara bunu mekruh saydığını belirterek cevap verdiğini anlatınca Ahmed İbn
Hanbeli, Evzai'nin bu fetvası hakkında şunları söyledi:
"Ne güzel cevap
vermiş. Çünkü bu üzüm bağı alkollü içkinin kaynağıdır. Yalnız eğer bu bağa
bekçi olması istenen müslüman bağda yetişecek üzümlerin alkollü içikiden başka
bir maksat için kullanılacağım kesinlikle biliyorsa o azaman bu bağın bekçisi
olmasında hiç bir sakınca yoktur".
Ebu Nadr Aceli'nin[17]
bildirdiğine göre de Ahmed İbn Hanbeli müslüman bir hamalın hıristiyanlara
alkollü içki, domuz ve ölü hayvan eti taşımasını mekruh saydığını, fakat
yaptığı İş mekruh olmakla birlikte böyle bir hamalın ücret almasının hakkı
olduğunu ve eğer bu maddeler bir müslüman için taşmırsa bunları taşımanın daha
ağır bir kerahat olduğunu belirtmiştir.
Okuduğumuz bu
belgeleri Özetleyerek olursak Ahmed İbn Hanbeli bir müslümamn evini kafire
satmasını yasak sayıyor. Fakat bu yasak, bu işten kaçmmayı teşvik edici mi,
yoksa böyle bir işlemi haram sayıcı bir yasaklama mıdır, meselesi imamın
arkadaşları arasında tartışma konusudur.
Şerif Ebu Ali b. Ebu
Musa'ya[18] göre
Ahmed İbn Hanbeli bir müslümanm gayri müslime ev satmasını, satılan bu evde
Allah'a küfredileceği ve haramların mubah sayılacağı gerekçesi ile, mekruh
kabul ediyor. Fakat eğer böyle bir satış yapılmış ise işlemi geçersiz saymıyor.
Ebu Hasan Amidi de İmam'ın sadece satış yapmayı normal anlamda mekruh kabul
ettiğini ileri sürüyor.
Oysa Ebu Bekir Hilal
ile Kadı'nm konu ile ilgili sözlerinden Ahmed İbn Habeli'nin böyle bir satışı
haram saydığı sonucu çıkıyor. Ebu Bekir Hilal'in mesele ile ilgili sözlerini
yukarda okuduk. Kadı'nın söyledikleri de şöyledir: Bir müslümamn evini, burayı
ateşgede (ateşe tapanların tapınağı) veya kilise olarak kullanmak isteyenlere
kiralaması veya orada alkollü içki satacak olan bir müşteriye satması caiz
değildir. Mal sahibinin gayri menkulü satarken orada alkollü içki satılmasını
şart koşması veya koşmamış olması Önemli değildir, orada içki satılacağını
eğer biliyorsa bu hüküm değişmez.
Çünkü Ebu Haris'in
bildirdiğine göre Ahmed İbn Han-belin bir müslümamn içinde küfür işleyecek olan
bir kafire ev satmasını caiz görmediğini, böyle bir kimsenin evini müslümana
satmasını tercih ettiğini belirtiyor.
Ebu Bekir de bu mesele
ile ilgili olarak kiraya vermek ile satmak arasında fark olmadığını, buna göre Ahmed İbn
Hanbeli'nİn satışı caiz saydığı takdirde kiraya vermeyi de caiz sayması
gerektiği gibi, eğer satışı yasak görüyorsa kiraya vermeyi de yasak sayması
gerektiğini söylüyor.
Yine Ahmed İbn
Hanbeli, hıri s uyanların kiliseleri için vakfettikleri gayri menkulleri
müslümanların kiralayamaya-cağını, çünkü böyle bir işlemin hıristiyanların
tutum ve inançlarını desteklemek anlamına geleceğini söylüyor. İmam-ı Şafii'nin
bu meseledeki görüşü de aynıdır.
Görüldüğü gibi Kadı
Ebu Bekir, bir müslümanın içinde içki satacağını bildiği bir gayri müslime,
evini veya dükkanını satmasını haram sayıyor. Böyle derken İmam-ı Ah-med'den
nakledilen kafire ev satılamayacağı ve kilise vakıflarının kiralanamayacağı
şeklindeki sözleri delil olarak gösteriyor. Bundan da anlaşılıyor ki, bu iki
durumdaki yasaklama ona göre haram sayıcı (tahrimî) bir yasaklamadır.
Kadı bu konudaki
sözlerinin bir yerinde şöyle diyor: "Eğer biri ortaya çıkar da -İmam-ı
Ahmed, kafirlerin içinde kötülük işleyeceklerini bile bile müslümanların gayri
menkullerini kiralayabileceklerini caiz saymadı mı?- derse kendisine şöyle
cevap verilir: "Ahmed'in bu mesele ile ilgili olarak bize ulaşan sözü,
ona İbn-i Avn'ın kiraya verme konusundaki sözleri anlatılınca bu sözleri
beğendiğidir".
Bu sözlerinden de
Kadı'riın gayri müslimlere ev ve dükkan kiralamayı caiz görmediği açıkça
anlaşılır. Ayrıca O "Eğer Ahmed satışı caiz görüyorsa kiralaması da caiz
görmesi ve eğer satışı yasaklıyorsa kiralamayı da yasaklaması gerekir"
diyerek bu konudaki görüşünü kesin bir şekilde belirtmiş oluyor.
Ahmed îbn Hanbeli'nİn
gayri müslimlere ev veya dükkan satma konusundaki sözleri iki türlü yoruma
elverişlidir. Eğer İbn-i Haris'e söylediği "Eğer müslüman gayri menkulünü
başka bir müslümana satarsa daha hoşuma gider" şeklindeki sözlerine
bakacak olursak onun bu satışı kaçınılması teşvik edilecek (tenzihi) bir
üslûpla yasakladığı sonucunu çıkarırız. Buna karşılık Muruzi'nin naklettiği
sözlerinde bu işi çok önemli sayarak "kafirlere gayri menkul
satılamaz" şeklinde konuştuğuna ve konu Üzerinde ısrarla duruşuna bakacak
olursak İmam'ın bu satışı haram saydığı sonucuna varırız.
Kafirlere gayri menkul
kiralama meselesine gelince İmam-ı Ahmed'in bütün arkadaşları kiraya vermekle
?atışı aynı saymışlardır. İmam'ın kendi görüşüne gelince bu konuda İbn-i
Avn'den naklettiği söz kendi sözü değildir. Ayrıca o, İbn-i Avn'ın davranışını
adamın iyi niyetinden dolayı beğenmiş de olabilir.
Denebilir ki, onun bu
sözlerinden normal bir yorumla kafirlere yer kiralamayı caiz gördüğü
anlaşılır. Çünkü onun bir davranışı beğenmesi bunu caiz saydığına delil olduğu
gibi, kendisine sorulan soruya cevap verirken sadece adamın davranışını
anlatmakla yetinmiş olması, kendi görüşünün bu . yolda olduğunu gösterir.
Kiraya vermekle satmak
arasında bu bakımdan şöyle bir fark vardır. Kiraya vermekte, kafirlere destek
sağlama sakıncası yanında bir yarar da var ki, o da kira istemenin doğuracağı
sıkıntıyı müslümandan uzak tutarak kafiri bu yükün altına sokmaktır. Bu durum
cizye almak karşılığında kafirlere din serbestliği tanımaya benzer. Cizye
almak, bir dereceye kadar kafirlerin inançlarını onaylamak anlamına geliyorsa
da tışıdığı yararlar yüzünden caiz görülmüştür. Yine aynı yaklaşımla genel olarak
kafirlerle barış antlaşması caiz sayılmıştır.
Gayri menkul satışmda
ise böyle bir yarar yoktur. Bu yaklaşım tarzı kafirlere gayri menkul satımı
mekruh kabul edip haram saymayan ve kiralamadaki mekruhluk sakıncasının bu
işlemin taşıdığı bariz yarar karşısında yok olacağını söyleyen îbn-i Ebu Musa
ve onun gibi düşünenlerin görüşlerinde gayet açık şekilde görülebilir. Buna
göre bu konuda dört farklı görüş ortaya çıkıyor. [19]
Şunu hemen
belirtmeliyiz ki, kiralamanın mekruh olup olmayacağı hususundaki bu görüş
farklılığı ve tereddüt, açıkça haram işler yapılacağı belirtilmeden yapılacak
kira sözleşmeleri için söz konusudur. Yoksa eğer bir müslüman gayri menkulünü
orada içki satılmak veya kilise olarak kullanılmak üzere bir kafire kiralarsa
bu sözleşme imamların görüş birliği ile caiz değildir. İmam-ı Şafii de öbür
imamlar da böyle düşünüyor. Bu durum bir müslümamn cariye veya kölesini günah
işlemek üzere bir kafire ödünç vermesinin caiz olmamasına benzer.
Fakat İmam Ebu Hanife
böyle bir kiraya verme işlemini geçerli (caiz) görür. Ebu Bekir-i Razi'nin
bildirdiğine göre Ebu Hanife, böyle bir kiralama sözleşmesindeki kiralık
dükkanda içki satilmamasmın şart koşulması ile koşulma-ması arasında fark
görmez, ona göre her iki durumda da kira sözleşmesi geçerlidir.
Ebu Hanife'nin bu
konudaki gerekçesi şudur. Çünkü ona göre böyle bir yeri bir müslümandan
kiralayacak olan bir gayri müslim, sözleşmeye orada içki satabilmeyi şart olarak
koydursa bile böyle bir şey yapması serbest olmaz. Çünkü sözleşmedeki şartlar
ne yolda olursa olsun kiracı orada içki satmamaya ve orayı kilise olarak
kullanmamaya mecburdur ve eğer gayri menkul kendisine zamanında teslim edilmiş
ise kirasını vermek zorundadır. Kiracı söz konusu İslam'a aykırı şeyleri gayri
menkulde zaten yapamayacağına göre bunları sözleşmede belirtmek veya
belirme-mek farksızdır. Tıpkı içinde uyumak veya oturmak üzere bir
ev kiralayan kimse gibi. Bu kimse o evde
istediklerini yapsa da yapmasa da kira bedelini ödemek zorundadır. Ebu Hanife'ye
göre eğer bir gayri müslim, domuz, murdar hayvan eti veya alkollü içki
taşıtmak üzere bir hamal tutsa, aralarında yapacakları sözleşme geçerlidir.
Çünkü sözleşmeye kondu diye mesela İçki taşınacağı belirlenmiş sayılmaz. Bu
yüzden hamal, adama içki yerine meyva suyu taşısa kararlaştırılan ücreti hak
eder. Çünkü Ebu Hanife'ye göre, sözleşmedeki bu belirleme ve kayda bağlama
geçersiz'oldu-ğu için yapılan sözleşme genel ifadeli ve belirsiz bir sözleş- .
me gibidir. Ona göre kiracının sözleşmeyi çiğneyeceği mal sahibi tarafından
kuvvetle muhtemel görülse bile genel ifadeli ve belirsiz sözleşmeler geçerli
ve bağlayıcıdır. Tıpkı bunun gibi, ona göre, alkollü içki yapımında kullanacak
olan birine meyva suyu satmak da caizdir.
Yalnız Ebu Hanife,
kargaşalık ortamında silah satmayı mekruh saymıştır. Çünkü silah sadece savaşta
kullanılır, başka bir işe yaramaz.
Fıkıh bilginlerinin
çoğunluğu Ebu Hanife'nin yukarda-ki görüşünün ilk kısmına karşı çıkarak şöyle
dediler: "Şartları belirlenmiş kira sözleşmesi hiç bir zaman genel ifadeli
ve kayıtsız sözleşme gibi değildir. Tersine sözleşmede belirtilen yararlanma
biçimi kiracının hakkı ve kira ücretinin karşılığı olur. O yarar da elimizdeki
meselede haram bir yarardır. Gerçi kiracı bu yararlanma biçimini başka bir
yararlanma biçimi ile değiştirebilir".
Aralarında bizim
arkadaşlarımızın da bulunduğu çok sayıda fıkıh alimi de Ebu Hanife'nin bu
görüşünün ikinci kısmına şöyle karşı çıktılar: "Eğer mal sahibi kiraya
vereceği gayri menkulün kiracı tarafından haram yolunda kullanılacağını
kuvvetle tahmin ediyorsa o yeri kiraya vermesi haram olur. Çünkü Rasulullah
(s.a.v.) alkollü içki ile ilgili bir Hadis'inde içki yapımında kullanılacak
olan üzüm suyunu sıkanı da sıktıranı da lanetliyor. Evet, üzüm suyunu sıkan
sadece üzümden mey va suyu yapıyor, ama eğer hazırladığı şıranın, üzümü
sıktıran tarafından alkollü içki yapmak için kullanıldığını biliyorsa ona üzüm
suyunu sıkması lanete müstehak olmasına yolaçar".
Bu temel prensip
kitabımızın başka bir yerinde detaylı biçimde incelenmiştir. Fakat burada şu
noktayı belirtmeliyiz ki, örneğimizdeki gayri müslimin işleyeceği günahlar iki
kısma ayrılır.
1- İslam
devleti ile arasındaki zimmilik (azınlık) anlaşmasının kendisine yapma
serbestisi tanıdığı günahlar.
2- Bu
anlaşmanın yapamayacağını belirttiği veya açıkça yapmasına izin vermediği
günahlar.
Hiç şüphesiz,
yukardaki temel prensibimize bağlı olarak içinde ikinci kategoriye giren
günahları işleyeceği kuvvetle tahmin edilen bir gayri müslime, gayri menkul
kiralamak veya satmak caiz değildir. Bir müslüman kiracı için de söz konusu
olan bu sınırlama, bir gayri müslim kiracı için öncelikle gözetilmelidir.
İbn-i Musa'ya göre
birinci kısma geren günahlar konusunda (yani azınlık anlaşması ile serbestlik
tanınan günahlarda) gayri müslimlere kolaylık sağlamak mekruhtur, ama haram
değildir. Çünkü biz onlara bu günahları işleme özgürlüğü tanıdık. Buna göre
bir gayri müslime içinde oturacağı bir ev konusunda yardımcı olmak, tıpkı bir
müslümana ev edinmesi konusunda yardımcı olmak, gibidir. Eğer bu yardım ve
destek haram olsaydı, onlara cizye karşılığında özgürlük tanımak caiz olmazdı.
Bu yardımın caiz olmakla birlikte mekruh olması, kamu yaran tışımadığından
dolayıdır. Sebebine gelince, onlara satılacak olan gayri menkul müslamanlara
da satılabilir. Fakat cizyeye bağlama konusu böyle değildir. "O taşıdığı
kamu yararı yüzünden caiz olmuştur.
Fakat Kadı Ebu
Bekir'in görüşüne göre gayri müslimlere böyle bir destek sağlamak caiz
değildir. Çünkü böyle bir destek günah işleme yolunda kullanılacak bir kolaylıktır
ve bu zararı karşılayacak bir kamu yararı da sağlayıcı değildir. O halde caiz
değildir. Fakat onların İslam ülkesinde yerleşmelerini sağlamak böyle değildir.
Çünkü bunda cizye karşılığında verilen serbesti konusunda beliren unsurlar
vardır.
Buna benzer bir başka
konu da müslümanların gayri müslimlere Öşür'e (ondalık vergisine) tabi bir
arazi satamayacak-ları konusudur. Ahmed İbn Hanbeli'den bu konuda iki zıt görüş
naklediliyor. Bu görüşlerden birine göre, böyle bir satışı yasaklayarak şöyle
diyor: "Çünkü gayri müslime zekat düşmediği için böyle bir satış öşür
vergisini ortadan kaldırır. Bu da müslümanların zararmadır. Aynı gerekçe ile
gayri müslim-ler Öşür'e tabi bir araziyi kiralayamazlar da.[20]
Başka bir rivayete
göre de onun "Bir gayri müslimin bir müslümandan öşür vergisine tabi bir
arazi almasında hiç bir sakınca yoktur" dediği nakledilmiştir.
"Böyle bir satış
caiz görüldüğünde takdirde gayri müslim, arazinin ürününden öşür vermek
zorunda mıdır, yoksa değil midir?" konusunda Ahmed İbn Hanbeli'den bu zıt
görüşlere paralel olarak yine iki zıt görüş naklediliyor. Görüşlerden birine
göre cizye dışında ne öşür ve ne de başka bir vergi vermek zorunda değildir.
Yine ona dayandırılan ve tam bunun zıddı olan bir başka görüşe göre ise böyle
bir araziyi satın alan gayri müslim elde ettiği ürünün beşte birini, yani
müslümanm vereceğinin iki katını vermek zorundadır. Bazı dostalarımızın
naklettikleri bir rivayete göre öncelikle gayri müslimlerin böyle bir araziyi
satınalmaları önlenir, fakat eğer satınalmışlarsa iki kat (yüzde yirmi) öşür
ödemek zorunda tutulurlar.
Gerçi Ahmed îbn
Hanbeli'nin bu satışın caiz olup olmaması konusundaki iki zıt görüşünün öşür
vergisinin ortadan kalkmış olması endişesine dayandığı ileri sürülüyor ama buna
rağmen onun görüşü bizim dostalarımızm bildirdikleri rivayeti doğruluyacak
şekilde yorumlanabilir. Çünkü bîr müslümanın mülkiyetinde olan ve dolayisiyle
içinde Allah'a ibadet ve itaat edilen bir evde, gayri müslimlerin işleyecekleri
günahlardan doğacak olan zarar, hiç şüphesiz böyle bîr satışın ortadan
kaldırabileceği öşür kaybının yo-laçacağı zarardan çok daha büyüktür.
Bu yüzden bu konuda
tereddüde düşüldü. Acaba bu zarar gayri müslimlerin söz konusu araziyi mülk
edinmelerini kesinlikle önlemek yolu ile mi, yoksa böyle bir satışı caiz
görmek yolu ile mi önlenebilir? Buna bağlı olarak müslümanların hakkı olan öşür
kayba mı uğrasın, yoksa kafirlerden zekat mı alsın? Bu şıkların her ikisi de
kabul edilemeyeceğine göre en uygun yol böyle bir arazinin gayri müslimlerin
mülkiyetlerine geçmesini Önlemektir.
Nitekim biz onların
müslüman köle ve mushaf edinmelerini de önlüyoruz. Çünkü aksi halde Allah'ın
düşmanları, Allah'ın dostalarım ve Allah'ın kelamını denetim altına almış
olurlar. Yine biz mezhebimizin geçerli görüşüne göre ve Ömer'in (r.a.) bu
yoldaki uygulamasını Örnek edinerek gayri müslimlerin, müslümanların pay
sahibi oldukları bir savaş esirini satın almalarını yasak görüyoruz.
Söz konusu zararı
önlemenin diğer bir yolu, o arazi üzerindeki hakkı (yani öşür vergisini) gayri
müslime devretmektir. Tıpkı müslümanların arazisi üzerinde ticaret yapan gayri
müslimlerden iki kat zekat alınması gibi. Fakat eğer bu yol seçilecek olursa
varılacak olan sonuç gayri müslimlerden sadece bir kat (yüzde on) Öşür
alınabileceği şeklindedir.
Bu tartışma Öşre tabi
olan, haraç konusu olmayan araziler ile ilgilidir. Eğer arazi haraca tabi ise
bu konuda fıkıh bilginlerimiz şöyle diyor: "Müslümanların silah zoru ile
fethettikleri hiç bir araziyi gayri müslimler satın alamaz. Böyle bir yerin
satışını caiz gördüğümüz takdirde, burayı bir gayri müslimin satın alması,
hüküm bakımından, tıpkı sadece öşür konusu bir araziyi satın alması gibidir.
Çünkü bizim ve cumhurun görüşüne göre bütün araziler, ürünlerinin Öşre tabi
olması anlamında öşür arazileridir".
Ekilip dikilmeyen ve
haraca da tabi olmayan ölü İslam toprağı konusunda aynı şekilde tartışmalıdır.
Acaba böyle bir arazi gayri müslim tarafından mülk edinilebilir mi? Bir kısım
alimlere göre böyle bir yeri gayri müslim mülk edinemez. Bu görüş îmam-ı Şafii[21] ile
Ebu Hamid Gazali'nin[22] görüşüdür.
Bu görüşe İmam-ı Ahmed'e mal edilen iki zıt görüşten birine Kıyas
(karşılaştırma) yapılarak varılmıştır. Çünkü gayri müslim satın alma yolu ile
arazi sahibi olmadığına göre ölü toprağı verimli hale getirmek (ihya-yı
em-vat) suretiyle haydi haydi sahip olamaz. Fakat bu ikisi arasında fark
görülebilir. Çünkü satın alınacak arazi ekilip dikilebilir verimli bir
arazidir. O yüzden böyle bir yeri kafirlere satmak kesinlikle zararlı, öşür
kaybına yolaçıcıdır. Oysa ekime-dikime elverişli olmayan ölü arazi böyle
değildir. Böyle bir yer öşür getirmez.
İmam-ı Ahmed'den bu
konuda nakledilen görüşki arkadaşlanmn çoğunluğu da bu görüştedir- böyle bir
araziyi ekilebilir hale getirecek olan bir gayri müslimin orayı mülk
edinebileceği şeklindedir. İmam-ı Ebu Hanife de bu görüştedir. İmam-ı Malik
ise bu görüşe karşıdır.
Bu meselenin
arkasından şu soruya sıra gelir. Acaba böyle bir araziden Öşür vergisi alınır
mı? Bu konuda da İmam-ı Ahmed'e maledilen iki rivayet vardır. Bu rivayetlerden
birini nakleden İbn-i Ebu Musa "Eğer bir gayri müslim, Ölü bir araziyi
ekine elverişli hale getirirse burası onun olur ve bu araziden ne zekat ve ne
de öşür vermek zorunda tutulmaz" diyor. Yine ona dayandırılan bir başka
görüşe göre ise, gayri müslimler böyle biryerle ilgili olarak haraç vermek zorunda
tutulamazlar, onlardan bu arazinin ürünü üzerinde öşür alınır, yalnız bu öşür
müslümanlardan alınması gereken miktarın iki katı (yüzde yirmi) olur. İlk
görüş daha doğrudur. Şunu da belirtelim ki, İbn-i Musa'dan nakledilen ve gayri
müslimlerin ekine elverişli hale getirmeleri yolu ile edindikleri araziden iki
kat öşür alınması gerektiğini belirleyen hüküm, onların satmalma yolu ile mülk
edinmeleri halinde iki kat öşür vermeleri gerektiğine ilişkin fetvaya Kıyas
edilerek elde edilmiştir.
Fakat Muhammed b.
Harb,[23]Hanbeli'nin
ölü bir araziyi ekilebilir hale getiren bir kişi ile ilgili olarak, bu yerin
öşür vergisine tabi olduğunu söylediğini nakletmiştir. Kadı Ebu Bekir ile
Hanbeli'nin diğer taraftarları bu sözleri, müslüman-dan alınacak normal öşür
anlamında yorumlamışlardır. Böylece bu araziden normal öşür alınması
gerektiğini Hanbeli'ye maleden iki rivayet ortaya çıkmış oluyor. Daha önce
belirttiğimiz gibi onun böyle bir arazi ve iki katlı öşür yüklediğini ileri
süren iki rivayetde İbn-i Ebu Musa tarafından naklediliyor. Kadı Ebu Bekir'in
rivayetini esas alacak olursak gayri müslimlerin satın aldıkları araziden de
normal öşür vermeleri gerekir.
Fakat İbn-i Ebu
Musa'nın naklettiği rivayet daha doğrudur. Çünkü Kirmani'nin, Muhammed b.
Harb'in, İbrihim b.Hani'nin ve Yakub b. Buhtan'ın bildirdiğine göre bu konuda
Ahmed b. Hanbele soru soruldu. Hatta Muhammed b. Harb, bu soruyu soranın
kendisi olduğunu belirterek sorusunun şöyle olduğunu anlatıyor: "Eğer bir
gayri müslim ölü bir araziyi ekilebilir hale getirirse ne vermek zorundadır?"
Hanbeli bu soruya şöyle cevap verdi:
"Bana göre hiç
bir şey vermek zorunda değildir. Fakat Medineli bilginlerin bu konuda güzel bir
görüşleri var. Onlara göre bir gayri müslimin Öşre tabi bir araziyi satın almasına
izin verilmez. Yine bu konuda Basralı biginlerin de aca-yİp bir görüşü var.
Onlara göre de böyle bir gayri müslim-den iki kat öşür alınır"[24]
Yine Muhammed b.
Harb'in belirttiğine göre başka bir defasında Hanbeli'ye aynı soruyu sormuş ve
kendisinden "Böyle bir yer öşür vergisine bağlanır" cevabım almıştır.
Bir başka seferinde de Hanbeli bu soruyu "Adamın hiç bir şey vermesi
gerekmez" şeklinde cevaplandırmıştı.
Harb b. Kirmani'nin
bildirdiğine göre bir defasında Ubeydullah b. Hasan Enbari'ye[25]
şöyle bur soru soruldu: "Zimmilerin (anlaşmalı gayri müslimlerin) elinde
bulunan arap yöresi arazilerden beşte bir oranında (Humus) vergi almanız dini
bir belgeye mi dayanıyor, yoksa bu konuda elinizde belge yok mu?"
Ubeydullah bu soruyu şöyle cevaplandırdı: "Hayır, bu konuda elimizde hiç
bir belge yok. Fakat bu sonuca Ömer'in (r.a.) onların ticaret konusu mallarından
öşür alınması gerektiğini belirten emrine kıyas yaparak vardık".
Görüldüğü gibi Ahmed
İbn Hanbeli'ye ölü bir araziyi ekilebilir hale getiren bir gayri müslimin
durumu sorulunca "O hiç bir vergi vermek zorunda tutulmaz" karşılığım
verdikten sonra, böyle bir kimsenin satınalma yolu ile arazi sahibi olması
durumunda, mülk edinmesinin engellenip engellenmeyeceği veya kendisinden iki
katlı öşür alınıp alınamayacağı konusunda alimler arasındaki farklı görüşleri
anlatıyor.
Bu da gösteriyor ki,
ona göre bu ikî mesele özleri bakımından tek bir meseledir. O da ister satınalma,
ister ölü bir araziyi ekilebilir duruma getirme yolu ile olsun, gayri
müs-limlerin öşür vergisine tabi yerleri mülk edinip edinemeye-cekleri
meselesidir. Bu arada Basra kadısı Ubeydullah An-beri de gayri müslimlerin
elinde bulunan öşür vergisine tabi topraklardan bu vergiyi aldıklarını, bunun
için mülkiyetin intikal yolu ile mi, yoksa ilk elden mi oluştuğuna bağlamadıklarını
belirtmektedir.
Bundan şu sonucu
çıkarıyoruz. Eğer Ahmed İbn Hanbe-li gayri müslimlerin öşür vergisine tabi
arazi almalarını yasaklıyorsa, ölü bir araziyi ekilebilir hale getirerek
sahiplenmesini de yasak sayıyor. Bunun yanında böyle bir kimsenin satın aldığı
arazinin ürününden iki katlı öşür (Humus) vermesi gerektiğini söylüyorsa,
ekilebilir hale getirdiği ölü arazinin ürünü için de aynı görüşü savunuyor.
Durum böyle olunca gayri müslimlerin ekilebilir hale getirdikleri Ölü
topraklardan öşür vereceklerini, buna karşılık satın alarak sahip oldukları
topraklardan öşür vermelerinin kabul edilemeyeceğini ileri süren ve Hanbeli'ye
dayandırılan rivayet doğru değildir. Bu görüşün ona mal edilmesinin sebebi aynı
konu ile ilgili Kirmani tarafından nakledilen başka bir rivayette "Orası
öşür arazisidir" demiş olmasıdır. Oysa bu söz açıklanması gereken genel
karakterli bir ifadedir. Nitekim, Ebu Abdullah başka bir yerde bu sözü
açıklamış ve dayanağını da belirtmiştir. Zaten her hangi bir fıkıhçının görüşünü
naklederken onun dayandığı gerekçeyi bilmemek çoğu kere yanılgıya yolaçar.
Bu görüşün uzman
savunucuları, onun tarımın ticarete kıyas edilme ilkesine dayandığını
belirtiyorlar. Bilindiği gibi bir gayri müslim, kendi mah olmayan bir yerde
ticaret yaptığı takdirde kendisinden aynı işi yapan müslümanlardan alınacak
verginin iki katı alınır. Aslında kendisinin olmayan yeni bir yer edindiği
zamanki durum da böyledir. Çünkü adam her iki durumda da aslında kendisinin
olmayan bir araziden kazanç sağlamaktadır. Çiftçilik ile ticaretin vergileri
birbirine eştir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar,
kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardığımız nimetlerin iyilerinden
Allah için sadaka veriniz"
(Bakara: 2/26)
Zaten Meymuni'nin
bildirdiğine göre bu konuda Hanbe-li şöyle diyor: "Anlaşmalı gayri
müslimler ticaretle uğraştıkları takdirde ticari mallarına değer biçilir ve bu
mallardan iki kat zekat alınır. Çünkü Ömer (r.a.): "Ondan iki kat zekat
alınız" demiştir".
Bazı alimler tarımı da
bununla kıyasladılar. Nitekim Meymuni yukardaki sözlerine devam ederek şöyle
diyor: "Hanbeli'nin bir kaç kere dile getirdiği ve kesinliğinden şüphem
olmayan görüşüne göre, barış zamanında gayri müslimlerin elde ettikleri
arazilerden haraç vergisi alınmaz. Bu arazilerin verdiği ürüne bakılarak
kendilerinden iki katlı zekat alınır.
Bir defasında
Hanbeli'ye "öşür vergisine bağlı bir ari-zi satın alan bir gayri müslim ne
gibi bir vergi vermek zorundadır?" diye sordum. Bana şu cevabı verdi:
"Bu konuda her alim değişik bir görüş ileri sürüyor. Kimine göre böyle bir
kimse söz konusu arazi üzerinden hiç bir vergi ödemez. Böyle diyenler söz
konusu araziyi gayri müslimin zekata tabi olmayan diğer mallarına ve binek
hayvanına benzitiyor-lar. Kimi alimler de bu arazinin vergisinin kamu hakkı olduğunu
ve bir gayri müslim böyle bir araziyi satın aldı diye bu kamu hakkının ortadan
kalkmayacağını ileri sürüyorlar. Hasan-ı Basri'ye göre de gayri müslim bir
kimse böyle bir araziyi satın almış ise ondan iki katlı Öşür vergisi alınır".
Kendisine "Nasıl olurda ondan iki katlı öşür alınır?" diye sordum.
Bana: "Çünkü adam öşür vermekle yükümlüdür. Bu yüzden ondan bunun İki katı
olan Humus (beşte bir) alınır" dedi. Yine kendisine: "Sen de adamdan
zekatın ikiye katlanarak Humus (beşte bir) olarak alınması görüşünde
misin?" diye sordum. Bana dönerek: "Evet, ondan iki katlı zekat
alınır" diye cevap verdi. Bu arada Hanbeli'ye İmam-ı Malik'in gayri
müslimlerden öşür alınamayacağı görüşünde olduğunu ve böyle bir arazinin onlar
tarafından satın alınmasına karşı olduğunu hatırlattık".
Meymuni tarafından
rivayet edilen bu görüş, Ebu Bekir Hilal'ın benimsediği görüştür. Bu mesele
büyük bir meseledir ve ayrıntılı şekilde tartışılacağı yer burası değildir.
Diğer fıkıh bilginleri
de İmam-ı Ahmed'in anlattığı gibi bu meselede farklı görüşlere sahiptirler. Bu
meselede iki katlı öşür alınması gerektiğini düşünenlerin başlicalan Ömer b.
Abdülaziz, Hasan-ı Basri ve diğer Basrah fıkıhçi-lardir. Bazıları Ömer'in
(r.a.) de bu görüşü benimsediğini nakletmişlerdir ki, bunu söyleyenlerden biri
Ebu Yusuf'dur.
Bazı fıkıhçılara göre
de meselede daha önceki normal Öşür alınır. Bizim bazı arakadaşlarımız bu
görüştedirler.
Ayrıca Sevri ile
Muhammed b. Hasan'in da bu görüşü savundukları rivayet ediliyor. Ayrıca
Sevri'nin "Bu durumda hiç bir şey alınmaz" dediği de söyleniyor.
Tıpkı İmam-ı Ah-med'e mal edilen ikinci görüş gibi. Yİne rivayete göre İmam-ı
Malik de bu görüştedir. Ayrıca İmam-ı Malik'in "Bu durumdaki gayri müslime
satın aldığı yeri tekrar satması emredilir" dediği nakledilmiştir. Hasan
b. Salih ile Şerik'in böyle düşündükleri anlatılıyor. İmam-ı Şafii de bu
görüştedir. Ebu Sevr ise "Bu durumdaki gayri müslimin satın aldığı araziyi
satmaya zorlanması gerektiğini" söylemiştir.
Açıkça meydana çıkıyor
ki, gerek Ahmed İbn Hanbeli'ye mal edilen iki zıt görüşten birine göre ve
gerekse fıkıh bilginlerinin bir kesimine göre, üzerinde tüm müslümanlann ortak
hakkı bulunan ev ve tarla gibi gelir sağlayıcı bir İslam toprağının gayri
müslimlerin mülkiyetine geçmesini önlememiz gerekir. Tıpkı bunun gibi onların
İslam diyarında yeni kilise ve manastırlar yapmalarına da izin vermemeliyiz.
Çünkü onlarla aramızdaki zımmilik (azınlık) sözleşmesi onların anlaşma Öncesi
durumlarında kalmalarını onaylamamızı ve buna göre onların üzerinde
müslümanlann ortak hakkı bulunan hiç bir şeye el atmaya kalkışmalarını
gerektirir.
Çünkü İslam'a davet
etmenin amacı Allah'ın sözünün (hükmünün) egemen olmasıdır. Gayri müslimlerin
cizye ödemek karşılığında, oldukları gibi bırakılmaları geçici bir
zorunluluktan doğuyor. Zorunluluk durumu ise ancak kendi ölçüleri oranında
onaylanır olduğundan fazlasına taşırı-lamaz. Bu yüzden bir kişi dışında hiç bir
ilk dönem müslü-man bilgini (selef) gayri müslimlere müslümanlara karşı Şufa
hakkı (satınalma önceliği) tanımamıştır. Gerek Ahmed îbn Hanbeli ve gerekse
diğer fıkıh bilginleri de bu görüşü benimsemişlerdir. Çünkü eğer müslümanlann
arazi ve esasları üzerinde gayri müslimlere Şuf'a hakkı tanıyacak olursak,
müslümana ait arazinin mülkiyetinin zorunlu olarak gayri
müslimlere geçmesine yolaçmış oluruz. Bu
da temel ilkelere aykırı olur. Bundan dolayı Ahmed İbn Hanbeli eğer bir
müslüman bir arazi satılığa çıkarır da gayri müslim bir ortağı bulunursa bu
gayri müslimin satılacak arazi üzerinde Şuf'ahakkı olamayacağını belirtmiştir.
Çünkü Şuf'a (satın alma önceliği) hakkı, sadece müslümanlar arasında geçerli
olan, davete icabet etmek ve hastayı ziyaret etmek gibi, sadece müslümanlar
arasında söz konusu olan bir haktır. [26]
Ahmed İbn Hanbeli
kiliseye vakfedilmiş bir arazinin müsiümanlar tarafından kiralanmasını ve yine
kilise adına satılan bir yerin satın alınmasını da kesinlikle yasak sayar.
Çünkü ona göre böyle bir araziyi kiralamak gayri müslim-leri dinleri konusunda
desteklemek demek olur. Amidi ile diğer fıkıhçılar da bunu kesinlikle yasak
kabul ediyorlar. Bunun gibi kesinlikle yasak olan bir başka işlem, bir
müslüma-nın kiliseye vakfedilen vasiyetli bir malı satın alması veya gayri
müslimlere kilise ve benzeri yerler yapımında kullanılabilecek malzeme ve
araçlar satmasıdır. Buradaki yasak daha da şiddetlidir. Çünkü burada müslümanm
vereceği mal ve malzeme doğrudan doğruya günah yolunda kullanılmaktadır.
Bu alış-veriş tıpkı
alkollü içki yapacak birine meyva suyu satmaya benzer. Fakat onlara içinde
oturulacak ev satmak böyle değildir. Çünkü bir evde oturmak aslında haram bir
eylem değildir. Ama onlar oturdukları evlerde Allah'a karşı geliyor, O'nun
emirlerini çiğniyorlar. Bu satış, onlara ekmek, et ve elbise satmaya
benzetilebilir. Çünkü bu nimetlerden onlar küfür yolunda yardımcı araç olarak
yararlanırlar. Gerçi onlara konut sağlamak bundan daha ilerdedir. Çünkü yemek
ve içmek, aslında haram davranışlar değildir. Buna karşılık konut kiralarken
gayri müslimlere sağlanan yarar, kimi zaman haram olabilir.
Dikkat edelim ki, bir
müslüman, genel olarak kafirlere ve fasıklara sadaka vermekten ahkonmuyor,
fakat içinde kafirlik ve fasıklık yapacak kimselere, evini kiralamaktan
alıko-nuyor. Daha önce belirttiğimiz gibi, îbn-i Kasım, böyle durumlarda satış
yapılmasının açıkça helal olmadığım söylemiştir. İmam-ı Şafii de gayri
müslimlere kilise ve benzeri yerler yapımında yardımcı olmayı kesinlikle yasak
saymıştır.
Bu arada İmam-ı Şafii
bir eserinde bu konu ile ilgili olarak şöyle diyor:
"Eğer bir gayri
müslim malının üçte birini veya daha değişik oranda bir kısmını, tapınma
amaçlı bir kilisenin yapımını, müstahdem tutulması, tamir edilmesini,
aydınlatılmasını kiliseye gelir sağlamak ve bakım yapmak amacı ile arazi satın
alınmasını vasiyet ederse bu vasiyet geçersizidir, yerine getirilmesine izin
verilmez. Fakat eğer söz konusu gayri müslim, yolcuları ağırlamak İçin veya
belirli kimselerin barınması için kilise yapılmasını vasiyet ederse bu
vasiyeti caizdir, yerine getirlmesine izin verilir. Çünkü genel olarak kilise
yapmak Allah'ın emrine aykırı bir hareket değildir. Allah'ın emrine aykırı olan
şey böyle bir yapıyı, müşriklik yapmak üzere toplanan hıristiyanların tapınma
yeri edinmeleridir. Bana göre, tapınma amaçlı kilise yapımında bir
müslümanın, usta, marangoz gibi görevler yapması mekruhtur".
Öteyandan Amidi'nin
bildirdiğine göre Ahmed İbn Hanbeli hıristiyan Ölüleri için ücret karşılığında
mezar kazmayı caiz saymamıştır. Çünkü hakkında anlaşma yapılacak iş, haram bir
eylemdir. Yine ona göre, onların kilise ve havra inşaatlerinde ücretli olarak
çalışmak, tıpkı tahrif edilmiş din kitaplarının yazımında çalışmak gibi caiz
olmayan bir iş sözleşmesidir.
Hıristiyanlar veya
müslümanlar için alkollü içki, murdar hayvan ya da domuz eti taşıma meselesine
gelince daha önce belirttiğimiz gibi Ahmed İbn Hanbel bu taşımalardan elde
edilecek ücretin yenmesini mekruh görmekle birlikte, taşımayı yapanın ücret
almasını normal sayıyor. Ona göre bu maddeler bir müslüman için taşınırsa
mekruhluk derecesi daha fazladır.
Dostlarımız
Hanbeli'nin bu cevabını üç türlü yorumlamışlardır. Bu yorumlardan biri bu
cevabı tek başına bu rivayet şekline dayanarak, zahiri anlamı ile
benimsemektir. Bu yorum tarzının öncüsü olan İbn-i Ebu Musa bu konuda şöyle
diyor: "Hanbeli, bir müslümamn, bir hıristiyana ücret karşılığında murdar
hayvan veya domuz eti taşımasını mekruh saymış, fakat eğer böyle bir taşınma
yapılmış ise, taşıyan ücret alma hakkı doğacağını söylemiştir. Eğer bu haram
yükler bir müslüman için taşınmış ise mekruhluk derecesi daha ağırdır, ama hamal
taşıma ücretini alır. Acaba bu ücret hamala helal olur mu? Bu ücretin helal
olmadığım söyleyenler olduğu gibi helal olduğunu ileri sürenler de vardır.
Daha doğru olan görüş bu ücretin helal olmadığı ve sahibi tarafından sadaka
olarak dağıtılması gerektiğidir".
Ebu Hasan Amidi de bu
yorum tarzını destekleyerek şöyle diyor: "Eğer bir müslüman, her hangi bir
kimse için ücret karşılığında alkollü içki, domuz veya murdar hayvan eti
taşırsa bu hareket mekruhtur. Ahmed İbn Hanbeli bunu açıkça belirtiyor. Bu kerahat
harama yakm (Kerahet-i Tah-rimi) bir kerahettir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.)
alkollü içki ile ilgili Hadis'inde bunu taşıyanları da lanet kapsamına almıştır.
Fakat hamal taşıma ücretini alır".
Görüldüğü gibi bu
yorum şeklinin taraftarları, hamalın yaptığı işin haram olduğunu vurgulamakla
birlikte taşıma ücretini hakettiğini belirtmektedirler.
ikinci yorum tarzı,
Hanbeli'nin bu cevabını yine sadece bu rivayete dayanarak zahiri anlamının tersine
çekmektir. Yani bu ücret anlaşmasını geçersiz saymaktır. Bu yorum tarzını,
Kadı Ebu Bekir "Mücerred" adlı eserinde savunmuş, fakat daha sonra
yazdığı eserlerde hayli zayıf olan bu görüşünden vazgeçmiştir.
Üçüncü yorum tarzı, bu
meselede her iki zıt rivayeti de gözönünde tutmak ve bu zıt rivayetlerin
ışığında farklı sonuçlara varmaktır. Rivayetlerden birine göre bu
ücret-anlaş-ması geçerlidir, hem yaptığı iş ve hem de alacağı ücret mekruh
olmakla birlikte bu iş karşılığında ücret almak hamalın hakkıdır. Bunun tam
tersi olan öbür rivayete göre bu ücret anlaşması geçersizdir, buna göre hamal
taşıma işini yapmış olsa bile karşılığında ücret hak edemez. Bu riv-yatte
ortaya çıkan hükme, Hanbeli'nin "Müslümamn yanında alkollü içki
tutamayacağı, varsa onu dökmesi gerektiği" şeklindeki sözü ile
kıyaslanarak varılmıştır.
Gerçekten Ebu Talib'in[27]
bildirdiğine göre Hanbeli "Eğer bir kimse müslüman olunca, yanında alkollü
içki ve domuz varsa alkollü içkiyi dökmelı ve domuzlan da salıvermelidir.
Çünkü, artık bunlar ona haramdır. Yanmdaki domuzlan salıvereceği yerde eğer
öldürürse, bunun hiç bir sakıncası yoktur".
Görüldüğü gibi
Hanbeli, alkollü içki bulundurmanın caiz olmadığını açıkça belirtmektedir.
Öteyandan İbn-i Mansur, yine Hanbeli'nin şu sözlerini naklediyor. "Bir
müslümamn Ücret karşılığında bir hıristiyana ait üzüm bağına bekçilik etmesi
mekruhtur. Çünkü bu bağda yetişecek üzümler, sonunda alkollü içki yapımında
kullanılmayacaklarından iyice emin ise o zaman bu işi üstlenebilir".
Görüldüğü gibi
Hanbeli, bu sözlerinde bir müslümana ürünü alkollü içki yapımında kullanılacak
bir üzüm bağının bekçisi olmayı yasak sayıyor. Buna göre ücret karşılığında
içki taşımayı haydi haydi yasak sayacaktır.
Bu yorum tarzı, Kadı
Ebu Bekir'in (r.a.) hem düşünce ve hem de uygulamlarında benimsediği yorum
tarzıdır. Hanbe-H'nin taraftarlarının çoğunluğu-ki aralarında îbn-i Hattab da
vardır- bu yorum tarzını tercih etmişlerdir. Daha sonra gelen Hanbeli
fıkıhçılar da bu görüştedirler. Bu saydığımız bilginler bu meselede her iki
zıt rivayeti de gözönünde tutmuşlardır. Bu görüş aynı zamanda İmam-ı
Maliki'nin, İmam-ı Şafii'nin, Ebu Yusuf'un ve Muhammed'in de görüşüdür.
Bu görüş
arkadaşlarımız tarafından müslüman bir hamalın mal sahibinin evine veya
dükkanına içki veya domuz eti taşıması durumlarında da geçerli sayılmış ve
gerek içmek üzere ve gerekse başka bir amaç için taşınmış olsun, müs-lümanm
yanında içki bulundurması caiz görülmemiştir.
Fakat eğer bir
müslüman dökmek üzere içki taşırsa veya murdar hayvan etini gömmeye götürecek
ise veya insanlar kokusundan rahatsız olmasın diye götürüp bu leşi sahraya
atmak amacında ise bu işi ücretle yapması caizdir. Çünkü bu iş mubah bir
işdir. Fakat söz konusu kimsenin ücret karşılığında murdar bir hayvanın
derisini yüzmesi caiz değildir. Ama yüzdüğü takdirde bir iş için piyasada
geçerli olan ücreti hakeder. Böyle bir kimse eğer deriyi yüzüp çıkarmış ise,
onu sahibine verir. Bu Maliki'nin görüşüdür. Bildiğim kadarı ile İmam-ı Şafii
de aynı görüştedir. Ve iki rivayetten birine göre Ebu Hanife de böyle
düşünüyor.
Taşıyanın ücretini hak
edeceğini belirten bu fetvanın dayanağı, gerekçesi şudur: Eğer adam normal bir
yük taşımış olsaydı hak edeceği ücret içki taşıma ücretinden farklı bir şey
olmayacaktı. Üstelik mutlak olarak içki taşımak günah değildir. Çünkü dökmek
veya sirke haline çevirmek amacı ile içki taşımak caizdir. Nitekim söz konusu içki içilmek için
taşınıyorsa, taşıma anlaşması geçerli değildir. Ayrıca Hanbeli bu taşıma işini
mekruh sayıyor. Allahu alem bu mesele ile İlgili en doğru yorum tarzı, İbn-i
Ebu Musa'nın benimsediği yorum tarzıdır. Çünkü bu yorum tarzı hem Hanbeli'nin
amacına en yakın ve hem de kıyaslandığı olaya en uygun yorum tarzıdır.
"Kıyaslandığı
olay" derken şunu demek istiyoruz. Bilindiği gibi Rasulullah (s.a.v.)
içkiyi sıkanı ve sıktıranı, taşıyanı ve taşıtanı lanetlemiştir. Üzümü sıkan
ile içkiyi taşıyan kimseler, karşı tarafa belirli bir ücreti hakettiren bir
yarar sağlamak üzere anlaşma yapmışlardır. Bu ücret aslında haram değildir.
Haram olmasının sebebi üzümü sıktıranın ve içkiyi üreticisine üzüm veya meyva suyu
satarda, bu üzüm veya meyva suyu müşterinin elinde telef olursa satıcının malı
bedavaya gitmez, tersine adamın sattığı malın bedelini alması gerekir. Tıpkı
bunun gibi bizim meselemizde de taşıyıcının, karşı tarafa sağladığı yarar
karşılıksız bırakılmaz, kendisine bedeli verilir. Çünkü bu ücretten
yararlanmasının haram oluşu, ücretinin yüzünden değil, iş verinin yüzündendir.
Ayrıca bu ücretin
haram olması, iş verinin hakkı zedelendiği için değil, Allah'ın hakkı
zedelendiği içindir. Fakat zina, livata (eşcinsellik-Homoseksualite), adam
öldürmek, soygun ve hırsızlık gibi işler için ücretle tutulan kimselerin durumu
bu meselemize benzemez. Çünkü bu saydığımız işler özleri bakımından haram
işlerdir. Yani bu işleri haram yapan faktör iş verenin amacı değil, doğrudan
doğruya işlerin nitelikleridir. Bu durum, birine murdar hayvan eti veya
alkollü içki satan kimsenin durumuna benzer. Bu kimse satılan malın bedelini
haketmiş sayılamaz. Çünkü sattığı mal, özü bakımından haram bir maldır.
Meselemizdeki ücret
veya bedel anlaşması, ne mutlak anlamda geçerli ve nede mutlak anlamı ile
geçirsizdir. Bu anlaşma, işveren açısından kararlaştırılan ücreti veya bedeli
ödemesi gerektiği anlamında geçerlidir. Yine bu anlaşma ücretli açısından,
alacağı ücret veya bedelden yararlanmasının haram olduğu anlamında geçerlidir.
Şeriatte buna benzer meseleler çoktur.
Şunu da belirtelim ki,
Ahmed İbn Hanbeli'nin hıristiyan-lara ait üzüm bağında koruculuk yapmayı mekruh
sayan görüşü açıkladığımız bu hükümie çelişmez. Çünkü biz meselemizde
ücretliye hem yaptığı işi ve hem de alacağı ücretten yaralanmayı yasaklıyor;
fakat yapacağı işin ücretinin kendisine ödenmesini gerekli görüyoruz. Eğer
işverenin yaptırdığı işin ücretini ödemeyeceğine hükmetseydik bu günahkarlara
büyük bir yarar sağlamış olurduk. Çünkü o tak diide bu günahkarlar, günah
işlemek üzere tuttukları kimselerin sırtından istediklerini elde edecekleri
gibi karşılığında da hiç bir şey vermemiş olacaklardı. Oysa onlar yaptırdıkları
iş bakımından böyle bir yardıma layık değildirler. Fakat bu tip günahkar
işverenlere hiç bir bakımdan değer taşımayan bir iş sunulmuş ise o zaman hüküm
değişik olur. Evet, bir de şu mesele akla geliyor. Acaba ücret karşılığında
soygunculuk, şarkıcılık veya cenaze ağlayıcılığı yapan kimseler ücretlerini
aldıktan sonra, eğer işledikleri bu günahlardan tevbe ederlerse, almış
oldukları ücretleri sadaka olarak dağıtmaları mı, yoksa onları aldıkları
kimselere geri vermeleri mi gerekir? Bu konuda iki zıt görüş vardır. Bu
görüşlerin daha doğru olanı, bu ücreti karşılığında haram yararlar elde etmiş
olan eski fasık sahibine vermek gerektiğini onaylamak ve bunu geri almayı
mubah saymamaktadır. Bu ücret sadaka olarak dağıtılabileceği gibi müslümanlara
ortak yarar getiren her hangi bir işte de harcanabilir. Nitekim Hanbeli,
alkollü içki taşımadan elde edilen ücretin de böyle kullanılması gerektiğini
belirtiyor.
Bu ücretin iş verene
geri verilmesi gerektiğini çünkü faiz sözleşmesi gibi geçersiz bir sözleşme sonucunda
alınmış olduğunu sananlara deriz ki, geçersiz sözleşmelerde her iki taraf da
aldığını geri vermek zorunda tutulur. Tıpkı faiz sözleşmelerinde olduğu gibi.
Geçersiz sözleşmeye dayanarak alınacak şeyin, alanın mülkü olamayacağını söyleyenlerin
görüşü budur. İmam-ı Şafii ile İmam-ı Ahmed bu görüştedirler. Fakat eğer alman
şey (veya sağlanan yarar) alıcının elinde yok olduysa, bu kimse ilke olarak verdiği
karşılığı geri almak hakkına sahip değildir.
O halde yukardaki
düşüncenin sahiplerine denebilir ki, her ne kadar geçersiz bir sözleşmeye
dayanılarak alınmıştır diyerek, normal mantıkla bu ücretin geri verilmesi
gerekli görülüyorsa da, zina edenler, şarkı dinleyenler ve cenazelerinde ölü
ağlayıcılarını kullananlar ödedikleri bedelleri gönüllü olarak vermişler ve
ödedikleri ücretlerin haram karşılıklarını da tam olarak elde etmişlerdir.
Burada çiğnenen hak işverenlerin hakkı değil, Allah'ın hakkıdır. Sağladıkları
yarar da ellerine geçer geçmez yok olmuştur. Temel prensibimiz sözleşmedeki
karşılıklardan biri geri verilince Öbürünün de geri verilmesini gerektirir.
Buna göre eğer işveren sağlamış olduğu yararı geri veremiyorsa ödemiş olduğu
bedeli de geri almayı hak edemez.
Ayrıca eğer, bu haram
hizmetleri verenlerden, almış oldukları bedelleri geri alacak olursak hizmeti
veren taraf hem hizmetini verdiği ve hem de bedelinden yoksun bırakıldığı için
tek taraflı olarak zarar görmüş olacaktır. Oysa eğer bu haram hizmetleri
verenler, alkollü içki veya murdar hayvan eti satmış olsalardı durum böyle
olmayacaktı. Çünkü bunları telef etmek satıcıyı tek taraflı zarara uğratmak sayılmaz.
Sebebine gelince bu maddeler kendi yanında bulunsa da zaten yok edilecekti.
Fakat şarkı okuyanın ve ölüye ağlayanın karşı tarafa verdiği hizmet eğer
harcanmamış olsaydı yanında kalırdı. Yani bu haram hizmeti veren kimse
enerjisini ve emeğini onun yerine başka bir işte kullanabilirdi.
Buna göre denebilir
ki, "Eğer bu hizmeti verenler ücretlerini isterlerse onların lehine hüküm
vermeliyiz". Buna şöyle cevap veririz. Bu durumda biz, ne ücretin
alınmasına ve nede alınmış ise geri verilmesine hükmederiz.Tıpkı kafirler
arasındaki sözleşmelerde olduğu gibi. Bu haram hizmetleri verenler eğer
ücretlerini almadan önce müslüman olmuşlar ise ücretlerini almalarına
hükmetmediğimiz gibi, eğer ücretlerini aldıktan sonra müslüman olmuşlarsa aldıkları
ücretleri geri vermeleri gerektiğine hüküm vermeyiz. Fakat böyle bir ücretin
müslüman için haram olacağını söylüyoruz. Çünkü müslüman, kafirin tersine, bu
hizmetlerin haram olduğuna inanmaktadır. Bu yüzden böyle bir hizmetten dolayı
ücret isteyince, kendisine "Sen çizginin dışına çıktın, çünkü enerjini
haram bir işte harcadın, bu yüzden sana ücret ödenmesine hüküm veremeyiz"
deriz.
Bu arada eğer bu haram
hizmeti veren kimse ücretini aldıktan sonra, hizmetten yararlanan taraf ortaya
çıkar da "Falanca bedelin bana geri verilmesine hükmediniz. Çünkü ben o
bedeli haram bir hizmete karşılık vermiştim" diye şikayet ederse,
kendisine şu karşılığı veririz: "Sen, o bedeli isteyerek aldığın bir
hizmet karşılığında verdin. Şimdi karşı tarafa verdiğin bedeli geri almak
istediğine göre eğer eski sahibine yararı varsa aldığın hizmeti veya sağladığın
yararı da geri vermelisin".
Böyle bir hüküm Veya
benzeri, alkollü içki ve murdar hayvan ücretlerinde de söz konusudur. Mesela,
alkollü içki satınalan kimse aldığı malın bedelini verip onu teslim aldıktan
sonra, eğer Ödediği bedelin kendisine geri verilmesini isterse doğru olan
hüküm, ödemiş olduğu bedelin kendisine geri verilmesidir. Bu ücret satıcıya
mubah değildir. Bu hüküm Özellikle bizim mezhebimize göre daha gereklidir.
Çünkü biz içki satmayı meslek edinen kimsenin dükkanı yakılarak cezalandırılması
görüşündeyiz. Gerek Ahmed îbn Hanbelİ ve gerekse mezhebimizin diğer alimleri
bunu açıkça belirtmişlerdir. Çünkü Ömer (r.a.), içinde alkollü içki satılan bir
dükkanı yaktırmış, Ali (r.a.) de (Allah her ikisinden de razı olsun) içinde
içki satılan bir köyün tümünü ateşe verdirmiştir. Bu olaylar belgelerle
sabittir. Ayrıca bize göre mali cezalar her zaman geçerlidirler, yürürlükten
kalkmazlar (mensuh olmazlar).
Ahmed İbn Hanbeli'nin
bu meselerlerde dayandığı temel ilkeyi iyi kavradığımız takdirde kolayca
anlarız ki, kafirlere haram olan bayramlarında yararlanacakları malzemeleri
satmak, onlara ev yapmaları için arsa satmak kadar hatta ondan daha da
sakıncalıdır. Daha doğrusu bu satış onlara gayri menkul satmaktan daha çok
alkollü içki yapımında kullanacakları meyva suyu satmaya yakındır. Çünkü onlar
almış oldukları yiyecek ve giyecek maddelerini, haram olan bayramlarını
kutlamak için kullanacaklar, bu malzemelerden o yolda yararlanacaklardır.
Daha önce
belirttiğimiz gibi "Bayram" demek, belirli günlerde yapılan
tapınmalarla uygulanan gelenekler demek olduğu için malzemeleri satmak onlara
şenlikle ilgili adetlerini yapmakta yardımcı olmaktır. Fakat yemek, içmek ve
yeni elbiseler giyinmek aslında haram şeyler değildir. Alkollü içki içmek ise
böyle değildir, Onun kendisi haram bir eylemdir.
Eğer onlara satılan
maddeler haç, vaftiz suyu, buhurdan, Allah'tan başkası adına kurban kesmek
çeşitli tasvirler gibi özü bakımından haram olan hareketlerde kullanılan
şeyler olursa, bu maddeleri satmanın haram olduğu şüphesizdir. Böyle bir satış
tıpkı onlara içki yapmaları için meyva suyu sağlamak veya kilise yapmak
gibidir.
akat onlara şenlikleri
sırasında yemek, içnıeK ve giyinmek için kullancaklan maddeleri satmak, Ahmed
İbn Hanbeli ile arkadaşlarının temel ilkesine göre (haram değil) mekruhtur.
Fakat, acaba bu kerahet İmam-ı Maliki !nin düşündüğü gibi harama yakın
(tahrimi) bir kerahet midir, yoksa böyle hareketlerden kaçınmayı teşvik etmek
anlamında (tenzihi) bir kerahet midir?
Buradaki kerahetin,
Hanbeli'nin buna benzer konulardaki görüşü uyarınca, harama yakın (tahrimi)
bir kerahet olma ihtimali daha güçlüdür. Çünkü Hanbeli, içki içerken meze
olarak kullanacak olan fasıklara ekmek, et ve baharat satmayı caiz görmemiştir.
Ayrıca bu maddeleri satmak yolu ile kafirlere yapılan yardım batıl dinlerinin
açığa vurulmasına, bayram şenliklerinin kalabalık ve parlak olmasına yol açar
ki bu kötülük işleyen belirli bir şahsa yardımcı olmaktan daha sakıncalıdır.
Fakat bu satışların,
kaçınmayı teşvik etmek anlamına gelen cinsten bir kerahet (Kerahet-i teuzihiye)
olduğunu söyleyenler de vardır ve görüşlerini şöyle savunuyorlar, "Bu tip
maddelerin satışı, hüküm bakımından meyva suyu satmakla, domuz satmak arasında
yer alır. Bu satışlar, onlara içki yapımında kullanacakları meyva suyu satmak
gibi değildir. Çünkü bize haram edilen şey, kafirlere alkollü içki gibi, domuz
gibi aslında haram olan şeyleri satmaktır. Fakat yerine göre mubah sayılabilen
ipek ve benzeri ğİbi maddeleri onlara satmamız caizdir.
Ayrıca kafirlerin
bayramlık olarak satın aldıkları yiyecek ve giyecekler aslında haram şeyler
değildir. Fakat bu maddeleri kullanış biçimleri, kafirlerin karakteristik
gelenekleri oldukları gerekçesi ile müslümanlara yasaklanmıştır. Çünkü eğer
müslüman bu geleneklere uyarsa zamanla onların geleneklerinin ayrıntılarına
kadar sürüklenme tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Kafire gelince, bu
şeriliklerdeki hareketler onu daha bozuk hale getirmez, kötülüğüne bir şey
katmaz. Çünkü kafirlik niteliğini zaten
üzerinde taşımaktadır. Başka bir deyimle, kafirliğin belirtisi veya sembolü,
özü bakımından mubah olunca, kafirlik niteliğini arttırmaz, bu niteliğe yeni
bir nicelik eklemez. Tıpkı bir müslümanın onlara kendilerini müslümanlardan
ayırdeden karakteristik elbiseler satması gibi. Fakat alkollü içki içmek ve
domuz eti yemek böyle sayılamaz. Çünkü bunlar kafirliği arttırıcı nitelik
taşır".
Evet, eğer bir
müslüman onlara haç ve benzeri sembollerin yapımında kullanabilecekleri
malzemeleri satarsa, kendilerine günahın kendisi konusunda yardımcı olan şeyler
satmış demektir. Bu satışların haram olduğunu söyleyenler yukardaki savunmaya
şöyle cevap verirler: Kafirlerin me-bolleri, belitileri ve karakteristikleri
iki türlüdür. Birinci türlüsünü bulundurmayı, îslam diyarında biz onlara emrediyoruz.
Çünkü böylelikle kafirlik horlanmış ve aşağılanmış olur. Müslümanlar eğer bu
türlü sembolleri onlara satarlarsa bu hareket Allah'ın ve Rasulullah'ın
(s.a.v.) emrini desteklemek olur. Bilindiği gibi onlara, kendilerini müslümanlardan
ayırdedecek kıyafetler giyinmelerini biz emrediyoruz.
İkinci çeşit semboller
ve karakteristik hareketler kafirliğe prestij ve propaganda sağlayan
şeylerdir. Kitaplarını yüksek sesle okumalarına göz yummak, onlara haç, kendilerine
özgü bayrak ve flamalar satmak gibi. Bu tip semboller, İslam diyarında
yasaklamak ve ortadan kaldırmakla emredildiğimiz küfür belirtileridir. Bu
sembollerin sağlanmasında onlara yardımcı olmamız caiz değildir. [28]
Kafirlerin
bayramlarında verecekleri hediyeleri almak meselesine gelince, dalıa önce
anlattığımız gibi, Ali (r.a.)
kendisine verilen
Nevruz hediyesini kabul etmiştir.
İbn-i Ebu Şeybe'nin
"Musannef" adlı eserde bildirdiğine göre bir defasında Kabus'un
babası Aişe'ye (r.a.) ateşpe--rest (mecusi) bir dadıları olduğunu ve onun
aracılığı ile ateşperestlerin bayramları sırasında kendilerine hediye getirdiklerini,
bu hediyeleri kabul edip edemiyeceklerini sordu. Aişe (r.a.) adama şu cevabı
verdi: "O güne özgü kurbanların etinden yemeyiniz. Fakat size hediye
ettikleri meyva-larını yiyiniz".
Yine İbn-i Ebu
Şeybe'nin aynı eserde belittiğine göre vaktiyle Ebu Berze'nin ateşperest
komşuları vardı, bunlar eski İran'ın Nevruz ve Mihrican bayramlarında
kendisine hediyeler getirirlerdi. Ebu Berze de ailesine "Gelen hediyeler
arasındaki meyvalan yiyiniz, fakat bunun dışındaki hediyeleri kabul
etmeyiniz" diye tenbih ederdi.
Bu belgelerden
anlaşıldığına göre, kafirliklerden gelen hediyeleri kabul edip etmeme
konusunda, onların bayramlarının özel bir etkisi yoktur. Yani bu konudaki
hüküm normal günlerde ne ise bayramlarında da aynıdır. Çünkü bu hediyeleri
kabul etmek onların kafirlerinden doğan karakteristik sembollerine destekçi
olmak anlamına gelmez.
Fakat kafirlerden
alınacak hediyeler, konusu hediyeyi verenlerin "Ehl-i Harb" ve
"Zimmi (anlaşmalı)" kafirler olup olmamalarına göre değişiklik
gösteren tartışmalı ve ayrıca ele alınması gereken bir meseledir. Bu meselenin
ayrıntılarına girmenin yeri burası değildir.
İster satın olarak
olsun, ister hediye yolu ile gelsin ve isterse başka şekilde sağlansın ehl-i
Kitab'ın bayramlık yiyecekleri arasında ancak bayramları dolayisıyla
kestikleri kurbanlar dışındaki yemekleri caizdir. Ateşperestler tarafından
kesilen hayvanların etleri ile ilgili hükme gelince, bu bellidir. Bilindiği
gibi bütün fıkıh bilginlerinin ortak görüşüne göre bu etleri yemek haramdır. [29]
Kitap ehli kafirlerin
gerek hayvanları vesilesi ile ve gerekse Allah'dan başkasına adayarak kesmiş
oldukları kurbanlara gelince bunlar, onların İsa (r.a.) (Mesih) ve Meryem
adına kestikleri hayvanlar gibidir. Bu kurbanlar konusunda Ahmed İbn Hanbel'den
nakledilen iki ayrı rivayet vardır. Bu iki rivayetin, ondan gelen belgelerde
daha çok rastlananına göre bu kurbanların etinden yemek mubah (serbest,
günahsız) değildir. Bu hayvanlar kesilirken Allah'dan başkasının adının anılıp
anılmamış olması bu bakımdan önemli değildir. Aişe (r.a.) ile Abdullah b.
Ömer'in bu hayvanların etlerinden yemeyi yasakladıklarını bildiren sözleri nakledilmiştir.
Hanbeli'nin bu etleri
mubah saymayan ilk görüşü hakkında Meymuni şöyle diyor:
"Bir defasmda Ebu
Abdullah'a (Hanbeli'ye? kitap ehli kafirler tarafından boğazlanan hayvanların
etlerinin yenip yenemeyeceğini sordum. Bana şu cevabı verdi:
"Kiliseye
adadıkları kurbanların etlerini yemek helal değildir. Onlar bu hayvanları
keserken kasden isim anmazlar, ama kestikleri hayvanları İsa (a.s.) adına
keserler".
Yine Meymuni'nin bu
konudaki başka bir yazısında Hanbeli'nin yukardaki sözlerine yer verildikten
sonra bu sözlere şu ifadeler eklenmiştir:
Abdullah b. Ömer bu
etlerin yenmesini mekruh saymıştır. Fakat sahabilerden Ebu Derda bu meseleyi
onların yiyeceklerinin helal olduğu açısından yorumluyor. Bu meselede en çok
mekruh saydığım şey, onların kiliseleri adına kestikleri kurbanlardır".
Öteyandan yine
Meymuni'nin bu konudaki diğer bir yazısı da şöyledir:
"Bir defasında
Ebu Abdullah'a (Hanbeli'ye), Ehl-i Kitap bir kadının Allah'ın adını anmadan kesmiş olduğu
hayvanın etinin yenip yenmeyeceğini sordum. Bana şu cevabı verdi:
"Eğer kadın
Allah'ın admı anmayı unutmuş ise bunun sakıncası yoktur. Fakat eğer boğazlanan
hayvan onların kiliseleri için kestikleri kurbanlardan ise onlar bu hay vanlan
boğazlarken bile bile Allah'ın adını anmazlar".
Bu konuda Meymuni de
şunları söylüyor:
"Bir defasında
Ebu Abdullah'a (Hanbeli'ye); Ve dikili taşlara kesilen hayvanlar" ayet'i
okundu. Hanbeli, ayetteki "Dikili taşlar"ın "putlar" demek
olduğunu belirttikten sonra sözlerini şöyle bağladı:
"Putlar adına
kesilen tüm hayvanların eti yenmez".
Öteyandan İmam-ı
Ahmed'in yeğeni Hanbel, bu konuda amcasının şu sözlerini naklediyor:
"Allah'dan
başkası adına kesilen bütün kurbanlarla, kilise adaklarının etlerinden yemeyi
mekruh görüyorum. Ki-tap-ehlinin nomal olarak kestikleri hayvanların etlerinden
yemenin hiç bir sakıncası yoktur. Allah'dan başkasına adanarak kesilen
hayvanların etlerinden yenen kitap ehlinin bayramları dolayısıyla kestikleri
kurbanların etleri de bana göre mekruhtur".
Yine bu konuda Evzai
şunları söylüyor:
"Hıristiyanların
bayramları dolayısıyla kestikleri kurbanların ve kilise adaklarının etlerinin
yenip yenemeyeceğini Meymun'a sordum. Bana bu etleri yemenin mekruh olduğunu
söyledi".
Az önce adı geçen
Ahmed'in yeğeni Hanbel, başka bir yerde amcasının bu etler hakkında şunları
söylediğini bildiriyor:
"Bu etler (yani
hıristiyanların bayramlık kurbanları ile kilise adaklarının etleri) yenmez.
Çünkü Allah'dan başkası adına kesilmişlerdir. Hıristiyanların kestikleri diğer
hayvanların etleri yenebilir. Onların bize yenmesi helal olan etleri,
sadece Allah'ın adı anılarak kesilen
hayvanlarının etleridir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bu konuda
"Kesilirken
üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanların etlerini yemeyiniz" (En'am: 6/121)
"... Ve AHah'dan
başkası adına kesilen hayvanların etlerini size haram kıldı" (Bakara:
2/173)
Buyuruyor. Buna göre
Allah'dan başkası adına kurban edilen hayvanların etleri yenmez".
İmam-ı Ahmed'in bu
konuda yukardaki ayetleri delil göstermesi onun bu tip kurbanların etlerini
yemeği harama yakın anlamda mekruh saydığını (kerahet-i Tahrimiye kabul
ettiğini) belirtir. Bütün ileri gelen sahabilerin bu konudaki görüşleri de
böyledir. Nitekim Hilal de bu konuda "Ahmed İbn Hanbeli'nin bu konuda
bize ulaşan bütün rivayetlerinde bu etleri yemeyi mekruh saydığı belirtilmiştir"
diyor.
İmam-ı Ahmed'in yeğeni
tarafından nakledilen sözlerini inceleyecek olursak görürüz ki, bu cevaplarda
sözü edilen hayvanlar, Allah'dan başkası adına kurban edilen hayvanlardır.
Yoksa bu hayvanları keserken Allah'ın adını anıp anmama meselesine gelince,
İmam'ın bütün arkadaşlarının belirttiği gibi, ona göre hıristiyanların normal
kesimlerde Allah'ın adını anmadan boğazladıkları hayvanların etlerini yemek
sakıncasızdır. Fakat eğer bayram kurbanları ile kilise adaklarını Allah'ın
adını anmadan keserlerse bu hayvanların etleri
"Allah'dan
başkası adına kesilen hayvanların etleri size haram kılındı" (Bakara: 2/173) ayet'inin kapsamına girerek yenmez olur.
Ebu Bekir Hilal bu
noktayı şöyle açıklıyor;
"Ahmed İbn
Hanbeli'nin bu etleri yemeği yasaklamasının sebebi sadece hayvanların kesimi
sırasında Allah'ın adının anılmamış olması değildir. Çünkü ona göre böyle
kesilen hayvanların etleri haram olmaz. Ona göre bu yasağın sebebi, bu hayvanların
Allah'dan başkası için kurban edilmiş olmalarıdır. Niyetleri Allah'dan
başkasına adayarak kurban kesmek olduktan sonra İster kesim sırasında Allah'dan
başkasının adım anmış olsunlar isterse ne Allah'ın ve nede başkasının adını
anmamış olsunlar farketmez".
Fakat İbn-i Ebu Musa
bu konuda şöyle diyor:
"Yahudi ve
hıristiyanların bütün bayramlık kurbanları ile kilise ve havra adaklarının
etlerini yemekten kaçınmak gerekir. Ayrıca Meryem adına kesilen kurbanların
etleri de yenmez".
Bu konuda Ahmed İbn Hanbeli
adına bize ulaşan ikinci bir rivayete göre bu hayvanların etlerini yemek
mekruhtur, fakat haram değildir. Kadı Ebu Bekir ile birlikte daha bir kaç
fıkıhçınm Hanbeli adına naklettikleri görüş budur. Öyle sanıyorum ki, Ahmed
İbn Hanbeli'nin bu görüşte olduğunu düşünenler İmam'ın oğlu Ahmed'in şu
sözlerine dayanıyorlar:
"Bir defasında
babama Meryem adına kesilen kurbanlar hakkında ne düşündüğünü sormuştum. Bana:
"Bu hayvanların etini yemek hoşuma gitmez" diye cevap verdi. Kendisine:
Bu etleri yemek haram mıdır? diye sordum. Bana: "Haram olduğunu
söylemiyorum, fakat bu etleri yemenin hoşuma gitmediğini söylüyorum" diye
karşılık verdi".
Bu sözlerden
anlaşılabilecek şey, Ahmed'in bu etlerin yenmesini mekruh saydığı, fakat haram
görmediğidir. Oun-nu bu etleri yemenin haram olduğunu söylemekten kaçınmasının
sebebi, belki de, bu etlerin haram olup olmamasının alimler arasında tartışmalı
oluşudur. Nitekim bazı arakadaş-larımız Hanbeli'nin bu etlerle ilgili görüşünü
naklederken sadece onun bu etleri mekruh saydığını söylemekle yetinerek bu
kerahet deyimi ile "Kerahet-i Tenzihiye"yi mi, yoksa "Kerahet-i
Tahrimiye" yi mi kasdettiğini belirtmemişlerdir. Bu üslubu
benimseyenlerden biri olan Ebu Hasan Amidi şöyle diyor:
"Kilise, Meryem,
güneş ve ay gibi Allah'dan başka bir şey adına kesilen kurbanların etlerine
gelince İmam-ı Ahmed, bu kurbanların ayet'te belirtilen "Allah'dan
başkası adına boğazlanan" hayvanlar kapsamına girdiğini ve bunların
etlerini mekruh saydığını belirtiyor. O bu konuda "Allah'dan başkası
adına kesilen, kiliselere adanan ve kitap ehlinin bayramları vesilesi ile
kestikleri bütün kurbanların etlerini mekruh sayıyorum. Fakat kitap ehlinin
bunlar dışında kalan ve normal kesimlerinin etlerini yemek sakıncasızdır"
diyor.
İmam-ı Malik de bu görüştedir.
O da hıristiyanların kilise adına, İsa (a.s.) adına veya eski aziz ve
keşişleri adına kestikleri kurbanların etlerinden yemeyi mekruh sayıyor. Nitekim
"Mudevvene" adlı eserde bu konuda "İmam-ı Malik", Kitap
ehlinin kiliseleri için ve bayramları vesilesi ile kestikleri kurbanları
mekruh sayıyor. Ancak ona göre bu kerahet Tahrimi değildir" deniyor. Öte
yandan İbn-i Kasım da aynı aynı konudaki görüşünü şöyle açıklıyor:
"Hıristiyanların
İsa (a.s.) adına kestikleri kurbanlar da böyledir. Bu kurbanlar hüküm
bakımından onların kilise adına kestikleri adaklar gibidirler. Bunların
etlerinin yenmemesi görüşündeyim".
Sahabilerden bit
kısmının bu bayram kurbanları ile benzeri kesimlerin etlerini yemeye izin
verdikleri naklediliyor. Yalnız böyle olabilmesi için bu hayvanların kesimi sırasında
Allah'dan başkasının adının anılmamış olması gerekir. Eğer söz konusu
kafirler, bayramları sırasında veya başka vesilelerle kestikleri kurbanları,
Allah'dan başkasının adını anarak keserlerse o zaman bu konudaki iki rivayetin
daha çok desteklenenine göre bu hayvanların etini yemek haram olur. Cumhur'un
(ezici çoğunluğun) görüşü böyle olduğu gibi üç büyük fıkıh mezhebinin görüşü
de budur. Ayrıca başta Ali (r.a.) olmak üzere Ebu Derda, Ebu Umame, ir-1 baz b.
Sariye ve Ubade b. Samit (Allah onlardan razı olsun) gibi ileri gelen sahabiler
de bu düşüncededirler. Bunlar yanında Şam yöresi fıkıh bilginlerinin çoğunluğu
da bu görüşe taraftardır.
İkinci bir rivayete
göre de, bu hayvanlar kesilirken Allah'dan haşasının adı anılmış olsa bile yine
de etlerini yemek haram olmaz. Bu da Ata'nm, Mücahid'in, Mekhul'ün, Evzai'nin
ve Leys'in görüşüdür.
Ebu Mansur'un
bildirdiğine göre bir defasında Hanbeli'ye "Sufyan'a bile bile Allah'ın
admı anmayarak kesilen hayvan hakkındaki görüşünü sordular"dediler.
Henbeli "Bana göre bu hayvanın eti yenmez" diye karşılık verdi.
Kendisine: "Eğer Sufyan hayvanı kesen kimsenin Allah'ın adını içinden
geçirmekle yetinerek onu açıktan dile getirmediğini düşünmüş ve buna müsaade
etmişse o zaman ne dersin?" diye sordular. Hanbeli, yine "Bana göre
bu hayvanın eti yenmez" dedikten sonra sözlerini şöyle bağladı:
"Eğer bu hayvanı, müslüman bir kişi boğazlamış ise Allah'ın adı onun
kalbinde olduğu için hayvanın eti yenir ve adam kesim sırasında Allah'ın adını
anmadı diye kusurlu olur. Fakat eğer kesimi bir hıristiyan yapmış ise ne
olacak? Onlar inaçları-na göre kesim sırasında Allah'dan başkasının adını
anmıyorlar mı?"
Bu konudaki görüş
ayrılığı şöyle açıklanabilir. Bu mesele aynı anda hem
"Kendilerine
kitap verilenlerin yemeği size helal kılındı" (Maide: 5/5)
ve hem de
"Allah size Allah'dan başkasının ada
anılarak kesilen hayvanları haram kıldı" (Nahl: 16/115)
ayet'lerinin kapsamına
birlikte girer, bu meselede verilecek hüküm her iki ayet'in yorumu birlikte
gözönünde bulundurularak elde edilebilir.Bu ayet'lerin ikincisi, Allah'dan
başkasının adı anılarak yapılan kesimlerin tümünü kapsamına alır. Her ne kadar
söylenecek adın yüksek sesle dile getirilmesi normal ise de, bu adı yüksek
sesle veya alçak sesle söylemek sonucu değiştirmez.
Çünkü bilindiği gibi
bu konuda haram olan şey, kesilen hayvanı Allah'dan başkasına adamaktır. Bu
"başka şey" eğer dile getirilmez de niyet konu olursa hüküm yine aynıdır.
Tıpkı diğer ibadetlerdeki niyetlerde olduğu gibi. Gerçi açıkça dile getirmek
kesinlik sağlayıcıdır, ama asıl olan amaçtır.
Dikkat edecek olursak
Allah'a kurban veya adak sunanlar "Bu hayvanı Allah için kesiyorum"
deseler de hiç bir şey demeyip sussalar da esas ve önemli olan onların
niyetleridir. Böyle olduğu içindir ki, Rasulullah (s.a.v.) kurban keserken
"Bismillahi
vellahuekber" dedikten sonra
"Ellahumme minke
veleke: Ya Allah, bu kurban sendendir ve senin içindir"[30]
Buyururdu. Çünkü
Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: "De ki, benim namazım, ibadetim, hayatım ve
ölümüm hep Allah içindir" (En'am: 6/162) Kafirler de ilahlarına karşı
böyle davranırlar. Yani kimi zaman kestikleri hayvanlar üzerine ilahlarının
adlarını anarlar, kimi zaman bu hayvanları ilahlarına yaklaşmak için onlara
adayarak keserler ve kimi kesimlerde de bu iki amacı birlikte güderler. Bu
durumların her üçü de (Allahualem) Kur'an'daki "Allah'dan başkası adına
kesilen hayvanlar" ifadesinin kapsamı içindedir. Çünkü her hangi bir
hayvanın kesimi sırasında eğer
Allah'dan başkasının adı anılmış ise o hayvan "Allah'dan başkasına
adanmış" demektir. Bu durumda hayvanı boğazlayanın "Falancanın adı
ile" demesi, söz konusu "falanca"nin yardımına sığınmak ve
"Falanca için" demesi de o "falanca"ya tapınmak
anlamındadır. Nitekim Cenab-i Allah (c.c.)
"Yalnız sana
kulluk eder ve sadece senden yardım dileriz" (Fatiha: 1/6)
ayet'inde bu iki amacı
bir araya getirmiştir. Tıpkı bunun gibi Cenab-ı Allah (c.c.) "Dikili
taşlar" adına kesilen hayvanları da haram kılmıştır. "Dikili
taşlar" Allah'dan başkasına tapmak amacı ile dikilen ve yükseltilen
tapınakların tümüdür.
"Hayvan
boğazlarken müslüman bir kimsenin nasıl Allah'ın adını anması şart ise, acaba
ehl-i kitap'dan bir kimsenin de, kesim sırasında Allah'ın adını anması şart mıdır?"
meselesinde Hanbeli'nin
"Kesilirken
üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanların etlerini yemeyiniz"
ayet'ini delil
göstermesi, iki farklı rivayete göredir. Her ne kadar Hilal, burada onun ehl-i
kitap'dan olan kesicinin de Allah'ın adını anmasını şart koştuğunu söylüyorsa
da bu ayet-i delil göstermesi iki farklı rivayetten birine göre izah
edilebilir. Bu konuda
"Allah'dan
başkası adına kesilen hayvanlar size haram kılındı"
ayet'inin belirttiği genel yasaklayıcı
hükümle
"Kendilerine
kitap verilenlerin yemekleri ise helaldir" ayet'inin ifade ettiği genel karakterli mubah sayıcı
hüküm çatıştığı için alimler tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Bu görüşlerin Kur'an'a
ve Sünnet'e en uygun olanı, Hanbeli'nin çoğu sözlerinde belirtilen sakıncalı sayma görüşüdür. Gerçi
son dönemdeki bazı dostalarımız arasında bu rivayetten hiç bahsetmeyenler
vardır.
Bu görüşümüzü şöyle
açıklayabiliriz: Yukardaki iki ayet-i dikkatle okursak görürüz ki,
"Kesilirken üzerine
Allah'ın adı anılmayan. ve dikili taşlar üzerinde kesilen hayvanlar size haram
kılındı" ayet'inin istisna ve açık kapı tanımayan genel karakteri saklı
tutulduğu halde
"Kendilerine
kitap verilenlerin yemekleri size helaldir" ayet-i böyle değildir. Çünkü ehl-i kitap'dan olan
kimsenin kestiğinin yenebilmesi için ona mubah saydıncı şekilde kesmesi şart
koşulmuştur. Buna göre ehl-i Kitap'dan biri şeriatın onaylamadığı bir yerde
hayvan keserse kestiği hayvan mubah olmaz. Çünkü ehl-i Kitap'dan olan kimsenin
amacı, kestiği hayvanı müslüman gibi kesmek olmalıdır. Bilindiği gibi eğer
müslüman, kestiği hayvanı Allah'dan başkası için veya Allah'dan başkasının
adını anarak kesse, kestiği hayvanın eti mubah olmaz. Ehl-i Kitap'dan olan
kesici de her ne kadar söylediklerine inanmasa bile böyle yapmak zorundadır.
Çünkü
"Kendilerine
kitap verilenlerin yiyecekleri (kestikleri hayvanların etleri) size ve sizin
yiyecekleriniz de onlara helaldir"
ayet-i, onlarla
aramızda bu konuda varolan bir ayniliğe, bir eşitliğe işaret ediyor. Buna
rağmen söz konusu şarta uymayan kesimleri, onlar her ne kadar helal
sayıyorlarsa da biz onları helal görmeyiz. Demek oluyor ki, onların her helal
gördüğü hayvan kesimi bize helal değildir.
Ayrıca bilindiği gibi,
ilke olarak bir meselede delil ile yasaklayıcı mubah saydırıcı delil çatıştığı
zaman yasaklayıcı delile öncelik tanınır.
Yine kesinlikle
biliyoruz ki, Allah'dan başkası İçin veya Allah'dan başkasının adını anarak
hayvan boğazlamak hiç bir peygamberin (selam üzerlerine olsun) dininde yoktur.
Bu adet yahudi ve hıristiyanlar tarafından uydurulmuş bir müşriklik adetidir.
Buna göre eğer bu adetlerine göre hayvan boğazlarlarsa o zaman onların
kestikleri hayvanları bizim için helal olmasını sağlayan faktör ortadan
kalkmış olur. Doğrusunu Allah bilir.
Şöyle bir soru
sorulabilir: "Ehl-i Kitap'dan olanlar eğer Mesih adına; gibi bir ifade
kullanarak hayvan boğazlarlarsa kestikleri hayvanın etini yemenin haram
olacağı kuşkusuzdur. Fakat eğer hiç bir isim dile getirmezler de, içlerinden
İsa (a.s.) veya bir yıldız için hayvan kestiklerini niyet ederlerse o zaman durum
nasıl olur?" [31]
Bu soruya cevap
verilebilir: Bu noktaya daha önce işaret etmiştik. Bilindiği gibi Cenab-ı
Allah (c.c.) "dikili taşlar" üzerine kesilen hayvanların etlerini
kesinlikle haram kılmıştır. Bu ifadeye göre, böyle bir kesim ehl-i kitap'dan
olan biri tarafından yapılsa da yine haramdır. Çünkü eğer bu haramlığın
gerekçesi, kesimi yapan kimsenin putperest olması olsaydı, bu kesimin
"dikili taş" üzerinde yapılması ile başka bir yerde yapılması
arasında fark olmazdı. Ayrıca Cenab-ı Allah'ın (c.c.) ehl-i kitap tarafından
kesilecek hayvanları bize helal kılması, müşrikler tarafından kesilecek
hayvanların haram olduğunu gösterir. Buna rağmen ayet'te putlar "dikili
taşlar" üzerinde kesilecek hayvanlardan söz edilmesi yeni ve farklı bir
anlam taşıyor olmalıdır.
Ayrıca bu ayet'te
"dikili taşlar" üzerine kesilen hayvanlar ile Allah'dan başkası
adına boğazlanan hayvanların haram olacakları belirtiliyor. Kitap ehli'nin
Allah'dan başkası için kestikleri hayvanlar, hiç kuşkusuz, "Allah'dan başkası
için kesilen hayvanlar" yasağının kapsamı içinde yer alır. Dikili taşlar
üzerine kesilen hayvanlar da böyledir. Buna göre ehl-i kitap'dan olan.eğer
kiliselere konan putların üzerinde hayvan keserse bu hayvan "dikili
taşlar üzerinde" yapılmış kesimlerin kapsamına girer.
Bilmek gerekir ki, bu
konudaki hüküm, putun yanında olup olmamak yüzünden değişmez. Çünkü buradaki
ha-ramhk, kişinin hayvanı kesmekle puta tapınmayı ve ona saygı göstermeyi
amaçlamış olması gerekçesine dayanır. Ayet'te geçen "dikili taşlar"
deyimi, bazılarına göre "bir takım putlar" ve bazılarına göre
"put olmayan yüksek taşlar" anlamına gelir.
Anlatıldığına göre
vaktiyle, İslam'dan önce Kabe'nin çevresinde üç yüz altmış tane yüksek taş
vardı. Cahiliye dönemi arapları hayvanlarını bu taşlar üzerinde boğazlarlar ve
etlerini parçalara ayırırlardı. Ayrıca bu taşlara saygı gösterir, onlara
taparlardı. Canları isteyince de bu taşları daha çok hoşlarına giden başka
taşlarla değiştirirlerdi. Sahabilerden Ebu Zerr'in (Allah ondan razı olsun)
nasıl müslüman olduğunu anlatan konuşmasında kana bulanarak renginin kıpkırmızı
oluşunu anlatmak üzere kullandığı "Öyle ki, kırmızı renkli dikili taş'a
döndüm" şeklindeki benzetme, bu tarihi manzarayı belgeler niteliktedir.
Ayet'te kullanılan
"Dikili taşlar üzerinde kesilen hayvanlar" deyimi ile ilgili olarak
iki farklı açıklama yapılmıştır. Bu açaklamalardan birine göre, az önce
belirttiğimiz gibi gerçekten hayvan kesme işlemi bu taşlar üzerine yapılıyordu.
Bu durumda cahiliye arapları kendilerini putlarına yaklaştırsınlar diye
hayvanlarını bu taşlar üzerinde kesmiş oluyorlardı. Bu görüş, bu taşların put
olmadıklarını söyleyenler tarafından ileri sürülmüştür. Eğer bu görüş doğru
ise o takdirde bu taşlar üzerinde kesilen hayvanların haram olması, bu
kesimlerin putlar için veya putlara adanarak yapılmış olmasından
kaynaklanıyordu. Bu da Allah'dan başkası için yapılan bütün hayvan kesimlerinin
haram olmasını gerektirir. Çünkü bir hayvanın belirli bir yerde kesilmiş
olması, ancak Allah'dan başkası için kesilmiş olması bakımından önem
taşıyabilir. Bu yüzden bilindiği gibi Rasulullah (s.a.v.) müşriklerin putlarını
sakladıkları yerlerle, bayram şenlikleri düzenledikleri yerlerde hayvan kesimi
yapılmasını hoş kar-şılamamıştı. Demek ki, belirli bir yerde kesilen bir hayvanın
etinin mekruh olması orasının şirk yeri olmasından ileri gelebilir. Buna göre
kesim işlemi gerçekten Allah'dan başkası için yapılınca bu olayda haram olma
realitesi de meydana gelmiş olur.
İkinci açıklamaya göre
"dikili taşlar üzerine" hayvan kesmek "dikili taşlar için dikili
taşlara" hayvan kesmek demektir. Tıpkı "Rasulullah (s.a.v.), Zeynep
için ekmek ve etten meydana gelmiş bir düğün yemeği verdi", "Falanca
oğlu için yemek verdi" ve "Filanca oğlu için koyun kesti"
sözlerinde olduğu gibi, Cenab-ı Allah'ın (c.c.)
"Size bu başarıyı
sağladığı için O'nun büyüklüğünü dile getiresiniz diye. (Bakara: 2/185)
ayet-İ de ayni ifade
üslubu kategorisine girer. "Dikili taşlar" deyimini "putların
kendileri" anlamında yorumlayanlara göre bu ifade, hiç bir dolambaçlı
özelliği olmayan, açık bir ifadedir. Ayrıca hayvanların bu taşlar için kesilmesi
ile Ebu Zerr'in bildiği bu taşların "kırmızıya boyanmış olma"
durumları da birbiri ile çelişik değildir. Yani bu açıklamaya göre bu deyim
gerçek anlamındadır, hiç bir mecazi niteliği yoktur.
Ayet'te geçen
"Dikili taşlar üzerine" deyimi ile ilgili bu iki görüş arasındaki
farklılık,
"Biz her ümmet
için, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar boğazlanırken,
onların üzerine O'nun
adını ansınlar diye
bir mabed yapmışızdır" ayet-i ile
"Kabe'ye
gelsinler de kendileri için bir takım faydalara tanık olsunlar ve Allah'ın
kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde onları kurban
ederken Allah'ın adını ansınlar" (Hacc: 22/28-34)
ayet-i hakkındaki
görüş ve yorum ayrılığına benzer.
Bu ayetlerde geçen
"Allah'ın adım hayvanlar üzerine anmak" deyimi, kimine göre, kesilen
hayvanın yanında bulunarak anmak anlamına gelirken, diğer bazı yorumculara
göre bu deyim "Size bu başarıyı sağladığı için O'nun büyüklüğünü dile
getiresiniz diye..." ayet'inde belirtildiği gibi, gerek kurbanlık
hayvanın yanında ve gerekse uzağında bu vesile ile Allah'ın adını anmak
demektir. Oysa daha önce ima ettiğimiz gibi "Dikili taşlar üzerine
kesilen hayvanlar" ayet-i hakkmdaki bu iki ayrı görüş aslında ayni
noktaya varır.
Ayet'teki bu deyimle
ilgili olarak üçüncü, fakat zayıf bir görüş daha vardır. Bu görüşe göre bu
deyim "dikili taşlar adına" anlamına gelir. Dediğimiz gibi bu zayıf bir
görüştür. Çünkü bu anlam, daha önceki "Allah'dan başkası adına kesilen
hayvanlar" kapsamı içinde varolduğu için, bu yorumu doğru gördüğümüz
takdirde bu ayet'te tekrarlanmış olur. Fakat ayet'in sözleri böyle bir yoruma
elverişlidir.
Nitekim Buhari'nin,
İbn-i Ömer'e (Allah ondan razı olsun) dayandırarak kaydettiğine göre
Rasulullah (s.a.v.) kendisine henüz vahiy inmeden önce, bir gün Baldah[32] vadisinde
Zeyd b. Amr b. Nufeyl'e[33]
karşılaştı. O sırada Rasulullah'ın (s.a.v.) önüne et yemekli bir sofra getirildi.
Fakat Zeyd b. Amr "Ben
sizin putlarınız üzerine kestiğiniz hayvanların etini yemem. Ben sadece
üzerinde Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların etini yerim[34]
diyerek bu etli yemekten yemeyi reddetti.
Başka bir rivayete
göre sözü geçen Zeyd b. Amr, Kureyş kabilesini, kestikleri hayvanlarla ilgili
tutumları yüzünden ayıplar ve onlara şöyle derdi: "Koyunu Cenab-i Allah
yaratıyor ve gökten yağmur yağdırarak onun için otlak yetiştiriyor, fakat
sonra siz kalkıyor, bir koyunu Allah'tan başkası adına kesiyorsunuz" Zeyd
b. Amr bu sözleri ile Kureyş-lilerin bu davaranışına karşı çıkıyor, onu büyük
bir nankörlük olarak niteliyordu.
Ayrıca ayet'te geçen
"Allah'dan başkası adına kesilen hayvanlar" deyimi sözel anlamı ile
"Allah'dan başkası için kesilen kurbanları" ifade eder. Tıpkı
"Bu hayvan şunun için kurban edildi" sözünde olduğu gibi. Eğer bu
deyimin anlamı gerçekten böyle ise, bu "Allah'dan başkası"nm kimliği
ister dile getirilsin, isterse getirilmemiş olsun, böyle kesilen bir hayvanın
eti, sırf hıristiyanm et elde etmek amacı ile kestiği bir hayvanı "İsa
adına" diyerek kesmesinden daha kesin ve ağır bir haramdır. Nitekim
farzedelim ki, biz müslümanlar Allah'a yaklaşmak amacı ile bir kurban kestik.
Hiç kuşkusuz, bu kurban sırf et elde etmek için "Allah'ın adına"
hayvan kesmemizden daha arındırıcı ve daha önemli bir harekettir. Çünkü namaz
ve kurban gibi Allah'a dönük ibadetler yapmak, girişeceğimiz her işten önce
Allah'ın sığınmaktan daha üstündür. Bunun tersine, dua ve kurban yolu ile
Allah'a ortak koşmak (Dua ve kurbanı, Allah ile birlikte başkasına yöneltmek)
hiç kuşkusuz, girişmek üzere olduğumuz bir işten Önce o "başkası"nın
adına sağmmaktan daha önemli bir şirktir. Buna göre et elde etmek için hayvan
keserken İsa'nın (a.s.) veya Meryem'in adını anmak
haram olunca, İsa (a.s.) veya Meryem
adına kurban kesmek öncelikle ve haydi haydi haram olur.
Bu açıklamayı
gözönünde tutunca, Allah'dan başkasının adı anılarak kesilen hayvanları haram
saydığı halde Allah'dan başkası için kurban edilen hayvanları haram saymayan
görüşün zayıf ve tutarsız olduğu kolayca anlaşılır. Oysa bizim bazı
dostlarımız da başka bazıları gibi bu görüşe kapılmışlardır. Halbuki, eğer
bunun tersi söylenseydi, hiç kuşkusuz daha yerinde ve tutarlı olurdu. Çünkü
Allah'dan başkasına tapınmak, (kulluk sunmak) O'ndan başkasının yardımına
sığınmaktan daha koyu bir küfürdür.
Buna göre eğer Allah'a
yaklaşmak amacı ile Allah'dan başkası için kurban kesilecek olursa, bu kurbanın
eti haram olur. Her ne kadar bu kurbanı keserken besmele çekilse bile değişmez.
Tıpkı bu ümmetin bazı münafıklarının veslile-re ay ve yıldızlara yaklaşmak
amacı ile kurban kesmeleri, buhurdan yakmaları ve bunlara benzer şeyler
yapmaları gibi. Eğer bunları yapanlar mürted (dinden çıkmış) kimseler olursa
kestikleri hayvanlar asla mubah olmaz. Üstelik bu kesimlerde haramlığa yolaçan
iki faktör biraraya gelmiş olur.
Gerek Mekke'de ve
gerekse başka yerlerde rastalanan bazı cahillerin cinlere kurban kesmeleri de
bu kategoriye girer. Nitekim bildirildiğine göre Rasulullah (s.a.v.)
"cinlere kesilen kurbanların etlerinin yenmesini yasaklamıştır".
Ayrıca bunun böyle olduğunu gösteren bir başka delil de daha önce
belirttiğimiz üzere Rasulullah'ın (s.a.v.) "putların saklanmış olduğu
yerlerde ve kafirlerin bayram şenlikleri düzenledikleri alanlarda hayvan
kesmeyi yasaklamış" olmasıdır.
Bunun yanında Ebu
Davud'un İbn-i Abbas'a (Allah ondan razı olsun) dayanarak bildirdiğine göre
Rasulullah (s.a.v.) bu gerekçe ile eski araplar arasında yaygın bir adet olan
deve öldürme yarışını (muakara) yasaklamıştır. Nitekim ünlü tefsirci Ebu Bekir
b. Şeybe'nin, Ebu Reyhane'ye dayanarak bildirdiğine göre, sahabilerden İbn-i Abbas'a bu deve Öldürme
yarışı hakkında ne düşündüğü sorulmuş, o da bu soruyu soranlara "korkarım
ki, bu, Allah'dan başkası için hayvan kesme kapsamına girer" diye cevap
vermiştir. Yine bu konu ile ilgili olarak tefsirci Ebu İshak, Carud'a
dayanarak şöyle bir olay anlatıyor: "Bir gün Rebah oğullarından İbn-i
Vesil adında bir şair, Ebu Farazdak ile Küfe şehri yakınlarındaki bir su
başında iddiaya tutuştular. İddiaya göre her ikisi yüzer deve öldüreceklerdi.
Her iki tarafın develeri su içmek üzere su başına gelince iddiaya tutuşan taraflar
kılıçlarını sıyırarak develerin dizlerini kesmeye koyuldular. Bunu duyan Küfe
halkı, develerinin ve katırlarının sırtın*, atlayarak olay yerine geldiler,
maksatları kesilen develerin etlerinden pay almaktı. O sırada Küfe'de olan Ali
(r.a.) (Allah yüzünü ak eylesin) bu olayı öğrenir-öğrenmez Rasulullah'tan
(s.a.v.) kalan, beyaz renkli bir katırın sırtına binerek olay yerine yetişti
ve:
"Ey ahali! Sakın
bu develerin etlerini yemeyiniz. Çünkü bu develer Allah'dan başkası için
kesilmişlerdir" diye seslendi".[35]
Görüldüğü gibi bu
ileri gelen sahabiler, Allah'dan başka bir amaç için hayvan kesmeyi
"Allah'dan başkası için boğazlama" olarak yorumlamışlardır.
Anlaşılıyor ki, bu ayet, sadece Allah'dan başkasının adı anılarak yapılacak hayvan
kesimlerini değil, Allah'dan başkasının yakınlığını kazanmak amacı ile
yapılacak kesimleri de yasak kapsamına almaktadır. Bunun yanında ikinci kuşak
(tabiin) tefsircile-ri de "dikili taşlar" üzerine yapılan hayvan
kesimlerini "Allah'dan başkası için" yapılmış kesim saymışlardır.
Nitekim bu kuşağm ünlü tefsir bilgini olan Mücahid, "Dikili taşlar üzerine
kesilen hayvanlar" ayet'ini açıklarken şöyle diyor: "Vaktiyle
Kabe'nin çevresinde, cahileye dönemi araplarının uğurlarında kurban kestikleri
ve istedikleri zaman daha hoşlarına gidenleri ile değiştirdikleri bir takım
büyük taşlar vardı"[36] Yine
bu kuşağın tanınmış tefsir bilginlerinden biri olan İbn-i Ebu Şeybe bu ayet-i
açıklarken "Bu Allah'dan başkası için kurban kesmek gibidir" derken
bir başka ünlü tefsirci olan Katade "Bunlar cahiliye dönemi arap-lannın
taptıkları ve uğurlarına kurban kestikleri bir takım taşlardır. Allah bunu
yasaklamıştır" demektedir. Tefsirci Ali b. Ebu Talha'ya[37] göre
İbn-i Abbas, Kur'an'daki bu deyimi "Dikili taşlar, eski araplann
üzerlerinde hayvan ve uğuların-da kurban kestikleri taşlardır[38] diye
açıklamıştır.
Sözlerimizin burasında
bize şöyle bir soru sorulabilir: "İsmail b. Said[39]
Ahmed İbn Hanbeli'ye, kafirlerin ilahlarına adadıkları kurbanları eğer bir
müslüman keserse ne lazım geleceğini sorduğunu ve kendisinden bunun hiç bir
sakıncası olmayacağı şeklinde cevap aldığını bildiriyor.[40]Buna
ne dersin?"
Bu soruya verilecek
cevabımız şudur: "Ahmed İbn Hanbeli bu cevabı şunun için veriyor. Çünkü
müslüman bir kimse söz konusu kurbanı keserken Allah'ın adını anarak keser,
onu Allah'dan başkası uğruna kesmeye niyetlenmez üzerinde Allah'dan başkasının
adını anmaz. Başka bir deyimle hayvanı sahibinin niyetinden başka bir niyetle
keserek adak sahibinin amacını etkisiz hale getirir.
Kesim işleminde asıl
etkili olan kişi hayvanı kesen, yani kasaptır. Bu yüzden eğer bir müslüman, kesim
işini ehl-i kitap'dan birine havale eder de o adam müslümanın hayvanını
Allah'dan başkasının adını anarak keserse bu hayvanın eti mubah olmaz.[41] İşte
kesim işleminin kendisi başlıba-şma bir ibadet olduğu içindir ki, başta Ali
(r.a.) olmak üzere bir çok ilim adamı- ki bunların arasında iki rivayetten birine
göre Hanbeli de vardır- hac sırasında ehl-i kitap'dan birini kurban kesmeye
vekil etmeyi mekruh saymışlardır. Çünkü kurban kesmek, tıpkı namaz kılmak gibi,
bağımsız bir beden ibadetidir. Böyle olduğu içidir ki, bu ibadetin belirli
yeri zamanı ve başka şartları vardır. Fakat kesilen kurban etlerini dağıtmak
böyle değildir, o mali bir ibadettir. Bu yüzden Harem-İ Şerif de kesilen
kurbanların etlerine sadece buranın halkına dağıtılmasının gerekli olup
olmadığı hususunda alimler arasında görüş farklılığı vardır. Bununla birlikte
etlerin Harem halkına dağıtılması gerektiği görüşü daha doğrudur.
Ama zekat vermek
kurban kesmek gibi değildir. O sırf mali bir ibadet olduğu için vekilin niyeti
yüzünden etkilenmez.
İşte kafirlerin ve
müşriklerin bayramları vesilesi ile kestikleri kurbanlar hakkında
söyleyeceklerimiz burada sonra ermektedir. [42]
Kafirlerin bayram
günlerinde, sadece tek günlüğünde oruç tutmaya gelince, mesela; eski İranlılar
tarafından kutlanan Nevruz ve Mihrican günlerinde oruç tutulup tutulmayacağı
konusunda alimler farklı görüşler ileri sürerler. Bu görüş ayrılığının
temelinde "Acaba o gün oruç tutmak mı, yoksa bu güne Özellik tanımamak
için hiç bir değişik tutum takınmak mı Özentiden ve müşriklere benzeme
tehlikesinden daha uzak bir tavırdır?" sorusudur.[43]
Bu konuda ilk önce
Cumartesi günü oruç tutma meselesini ele alalım. Dört büyük Hadis kaynağının
(Buhari, Müslim, Tirmizi ve Nesai'nin) sahabilerden Sema'ya (r.a.)[44]dayanarak
bildirdiklerine göre bu konuda Rasulullah (s.a.v.) bu konuda şöyle buyuruyor:
"Cumartesi günü,
farz olanı dışında, oruç tutmayınız. İçinizden biri o gün sadece üzüm kütüğü
kabuğu veya ağaç dalı bulsa bunları çiğnesin"[45]
Kaynaklardan Tirmizi
bu Hadis'i "Hasen" diye nitelerken Nesai, bunu bir de Abdullah b.
Buser'e[46]dayanan
başka bir kanaldan da nakletmektedir.
Gerek dostlarımızın ve
gerekse diğer alimlerin bu mesele hakkındaki görüşleri farklıdır. Mesela Ebu
Bekir Esrem şöyle diyor: "Bir defasında Hanbeli'ye, tek başına Cumartesi
günü oruç tutmak hakkındaki görüşünün sorulduğunu işittim. Hanbeli bu soruya
şöyle cevap verdi: "Tek basma Cumartesi gününde oruç tutma meselesine
gelince bu konuda Sema'ya (r.a.) dayandırılan bir Hadis vardır.[47]
Rasulullah (s.a.v.) bu Hadis'te
"Cumartesi günü,
farz olanı dışında, oruç tutmayınız"
buyuruyor. Yahya b.
Said, bu Hadis-i doğru kabul etmemiş ve onu bana nakletmekten kaçınmıştır.
Kendisi onu Sevr'den işitmişti. Ben ise bu Hadis-i Ebu Asım'dan işittim"
Cumartesi günü oruç
tutmanın sakıncasız olduğu görüşünü benimseyen Hanbeli'nin dayandığı delil bu
konudaki diğer Hadis'lerin söz konusu Hadis'e ters oluşudur.
Bu farklı Hadis'lerden
biri Umm-u Seleme'den gelen Ha-dis'tir. Kendisine "Rasulullah'ın en çok
hangi günlerde oruç tuttuğu sorulunca" Rasulullah (s.a.v.) eşlerinden biri
olan Umm-u Seleme bu soruya
"Cumartesi ve
Pazar günü"[48] diye cevap vermiştir.
Aynı nitelikteki bir
başka Hadis de yine Rasulullah'm (s.a.v) eşlerinden Cüveyriye'ye[49]
dayanıyor. Cüveyriye (r.a.), Rasulullah'm (s.a.v.) bir cuma günü kendisine
"Dün oruç tuttun
mu?"
diye sorduğunu ve
kendisinden "Hayır" cevabını alınca
"Peki, yarın oruç
tutmak istiyor musun? [50]
diye sorduğunu belirtiyor. Söylemeye lüzum
yok ki ertesi günü Cumartesi günü idi.
Bu nitelikteki bir
başka Hadis de Ebu Hureyre'den (r.a.) geliyor. Ebu Hüreyre bu Hadis'te
"Rasulullah
(s.a.v.) sıf Cuma günü oruç tutmayı yasaklamış, bu günün ya bir gün öncesi ile
veya bir gün sonrası ile birlikte tutulmasını buyurmuştur[51]
diyor. Yine belit-mek gereksizdir ki, bu "bir gün sonrası" Cumartesi
günü olur. Bu farklı Hadis'lerin bir diğeri;
"Rasulullah'm
(s.a.v.) Şaban ayını, tümü ile, oruç tutarak geçirdiğini[52]
bildiren Hadis'tir. Ayın tümünün kapsamına cumartesi günleri de girer. Yine
Rasulullah'm (s.a.v.), Muharrem ayını oruçla geçirmeyi öğütlediğini de
biliyoruz. [53]Bu tavsiye de bir kaç
cumartesi gününü içerir. Öteyandan yine Rasulullah (s.a.v.):
"Kim Ramazan ayı
orucunu tamamladıktan sonra buna Şevval ayından altı gün eklerse yıhn tümünü
oruçlu geçirmiş gibi olur[54]
Buyurmuştur. Şevval
ayından eklenecek bu altı gün içinde cumartesi de bulunabilir. Ayrıca O'nun
her ayın "ak günlerinde"[55] (on
ikinci, on üçüncü ve on dördüncü günlerinde) oruç tutmayı da öğütlediğini
biliyoruz ki bu günlerden bazılarının da cumartesiye rastlayabileceği açıktır.
Bu tip Hadis'ler çoktur.
Görüldüğü gibi, Ebu
Bekir Esrem, Hanbeli'nin az önceki sözlerini, onun söz konusu cumartesi
orucunu yasaklayıcı Hadis-i delil olarak kabul etmeyerek cumartesi günü oruç
tutulabileceği görüşünü benimsediği şeklinde anlıyor.
Çünkü Hanbeli'nin
cumartesi orucunun mekruh olduğuna delil gösterilen Hadis-i hatırlattıktan
sonra, Hadis dalındaki hocasının bu Hadis-i şüphe ile karşılayarak kendisine
nakletmekten kaçındığını belirtiyor ki, bu da onun bu Hadis-i zayıf saydığını
gösterir. Bu anlayışın sonucu olarak Ebu Bekir Esrem'in Rasulullah'dan
(s.a.v.) gelen ve cumartesi günü oruç tutulabileceğini gösteren çok sayıda
delili sıraladığını görüyoruz.
Bu Hadis'de yasaklanan
şeyin tek başına cumartesi günü oruç tutmak olduğu ileri sürülemez. Çünkü
bilindiği gibi Hadis'in sözleri "Cumartesi günü, farz olanı dışında, oruç
tutmayınız" şeklindedir. Burada "istisna" var ve istisna,
aslında geniş kapsamlılığın delilidir. Bu ifade özelliği, Hadis'in her türlü
cumartesi orucunu içermesini gerektirir. Yoksa eğer sadece tek başına tutulması
kasdedilmiş olsaydı, bunun kapsamına farz oruç girmezdi ki, istisna edilmesi
gereksin. Çünkü farz oruç sırasında cumartesi gününü tek başına tutmak söz
konusu değildir. Demek ki, farz orucun istisna edilmesi diğer oruçların kapsam
içinde düşünüldüğünü gösterir. Oysa cuma günü orucu böyle değildir. Çünkü o
günle ilgili yasağın sadece tek başına cuma günü oruç tutmakla sınırlı olduğu
bellidir.
Buna göre bu Hadis ya
doğruluğu şüpheli (şaz) veya hükmü yürürlükten kaldırılmış bir Hadis'tir. Bu
söylediğimiz, Esrem ve Ebu Davud gibi Hanbeli'nin yakın arkadaşlarının
görüşüdür. Ebu Davud, bu Hadis'in hükmünün yürürlükten kaldırılmış (mensuh)
olduğu kanısındadır. Bildirdiğine göre, bir defasında İbn-i Şihab'a cumartesi
günü oruç tutmanın Hadis'le yasaklandığını hatırlatınca İbn-i Şi-hab'dan
"O Hadis asılsızdır[56]
cevabını almıştır. Evzai'de bu Hadis hakkında "Ben ondan hiç söz etmemeyi
tercih etmistim. Fakat daha sonra yayıldığını gördüm[57]
demiştir.
Ebu Davud'a göre de
İmam-ı Malik, bu Hadis-i asılsız sayıyor. Sonuç olarak, ilim adamlarının
çoğunluğu cumartesi günü oruç tutmayı mekruh kabul etmiyorlar.
Bizim arkadaşlarımızın
çoğunluğuna gelince, onlar Hanbeli'nin yukardaki sözlerini. bu Hadis-i geçerli
delil olarak kabul edip sadece cumartesi günü oruç tutmakla ilgili olarak
yorumluyorlar. Çünkü onlara göre, Hanbeli'nin bu konudaki görüşünün ne
olduğunu soranlara söz konusu Hadis-i hatırlatarak cevap vermiş olması onun bu
Hadis-i doğru kabul ettiğini gösterir. Bu arada Hanbeli'nin Yahya'dan bu Hadis
ile ilgili işittiklerini hatırlatması, Hadis konusunda şüphe içinde olduğunu
ortaya koyar. Bu durumda sözü edilen arkadaşlarımız rivayet kanalının
güvenilirliğine dayanarak bu Hadis-i dayanak olarak kabul etmekte ve bunun
sonucu olarak tek başına cumartesi günü nafile oruç tutmayı mekruh
saymaktadırlar. Tıpkı cuma günü ve Recep ayında oruç tutmanın durumu gibi.
Bu arada Hanbeli'nin,
"Müsned" adlı Hadis derlemesinde belittiğine göre, yukardaki Hadis-i
rivayet eden Sema (r.a.) bir cumartesi günü Rasulullah'm (s.a.v.) yanma girmiş
ve kendisini yemek yerken bulmuş, Rasulullah (s.a.v.) kendisine
"Gel, yemek
ye" diye teklif edince de
Sema, "Sen oruçluyum" karşılığını vermiş. Bunu üzerine Rasulullah
(s.a.v.) kendisine
"Dün de oruçlu mu
idin?"
diye sormuş. Sema'dan
"hayır" cevabını alınca
"O halde gel ye
(orucunu boz). Çünkü sırf cumartesi günü oruç tutmanın sana ne yararı ve nede zararı
vardır[58]
Buyurmuştur.
Gerçi bu Hadis'in
rivayet zinciri zayıftır, ama anlamı diğer bazı Hadis'ler tarafından
desteklenmektedir. Buna göre Rasuluilah'm (s.a.v.) söz konusu Hadis'teki
"Cumartesi günü
oruç tutmayınız"
sözü "farz
oruçlar dışında sırf o gün oruç tutmaya niyetlenmeyiniz" anlamındadır.
Başka bir deyimle,
cumartesi farz oruç tutmaya niyetlenmek mekruh değildir. Fakat sırf o günde
nafile oruç tutmaya niyetlenmek mekruhtur. Bu mekruhluğu ortadan kaldırmak
için cumartesi günü ile birlikte, ya bir önceki veya ertesi günü de oruçlu
geçirmek gerekir. Demek ki, cumartesi günü tutulacak olan farz oruçla ilgili
söz konusu olabilecek mekruhluğu orucun farz oluşu tek başına gidermekte bunun
için ayrıca başka bir günün orucunu bu güne eklemek gerekmektedir. Fakat,
tutulacak orucun nafile olması halinde doğacak olan mekruhluk niteliğini
giderebilmek için, bu güne ya bir önceki veya bir sonraki günün orucunu eklemek
gerekir.
Bu arada, cumartesi
günü oruç tutmanın niçin mekruh olduğu meselesi de alimler tarafından farklı
biçimlerde açıklanmıştır. Mesela îbn-i Ukayl'e göre cumartesi günü
yahu-dilerin hafta tatili ve özel "iş bırakma" günüdür. Oruçlu olmak,
tatil yapmaya elverişli bir durum olduğu için cumartesi günü nafile oruç
tutmak yahudilere özenmeye, onları taklit etmeye yolaçar ona göre pazar günü
orucunda böyle bir sakınca söz konusu değildir.
Bizim bazı
arkadaşlarımızın görüşüne göre de cumartesi günü ehl-i kitap tarafından saygı
ile kutlanan bir bayram günüdür. Bu yüzden sırf o gün nafile oruç tutmak, o
güne farklı bir saygı göstermek demektir. Bu yüzden o gün oruç tutmak mekruh
sayılmıştır. Tıpkı ehl-i kitap tarafından saygı ile kutlanan Aşure (Muharrem
ayının onuncu) günü ile müşriklerce kutlu bilinen Recep ayında oruç tutmak
gibi.
Bize göre bu gerekçe
Pazar günü oruç tutmayı mekruh saymamakla çelişiktir. Çünkü o gün de
hıristiyanlann haftalık "bayramındır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) cuma
günü için
"Bu gün bizim,
yarın yahudilerin ve yarının ertesi de hiristiyanlarındir"
Buyurmuştur.[59]
Ayrıca denebilir ki,
"Madem ki, bu gün onların haftalık bayramıdır, bu günü oruçlu geçirmek,
oruçsuz geçirmekten daha anlamlı bir muhalefet (karşı çıkma biçimidir)".
Nitekim Hanbeli'nin "Müsned"inde ve Nesai'de yer aldığına göre
İbn-i Abbas'ın azadlığı Küreyb'in anlattığı şu olay da bu görüşü destekler
niteliktedir. Küreyb diyor ki: "Bir defasında İbn-i Abbas ve daha bir kaç
sahabi beni Rasuluilah'm (s.a.v.) eşlerinden Ümmü Seleme'ye (r.a.) gönderdiler.
İstedikleri şey, Rasuluilah'm (s.a.v.), en çok hangi günlerde oruç tuttuğunu
ondan sorup öğrenmemdi. Ümm-ü Seleme bana Rasuluilah'm (s.a.v.), cumartesi ve
pazar günlerini diğer günlerden daha çok oruçlu geçirdiğini ve bunun sebebini
açıklamak için de
"Bu iki gün
müşriklerin haftalık bayram günleridir. Böyle yapıp onlara muhalefet etmek
istiyorum[60]
Bu olay, müşriklere
karşı olduğumuzu (muhalefetimizi) göstermek için onların haftalık bayram
günlerinde oruç tutmanın teşvik edilen (mustahab) bir davranış olduğunu belgelemektedir.
Bu arada Tirmizi tarafından nakledilen Ai-şe'nin (r.a.) şu sözleri de bu
görüşün doğruluk oranını arttırmaktadır. Aişe (r.a.) diyor ki:
"Rasulullah
(s.a.v.) cumartesi, pazar ve pazartesi, ertesi ayda salı, çarşamba ve perşembe
günleri oruç tutardı".[61]
Gerçi bu iki Hadis,
tek başına cumartesi günü oruç tutmayı mekruh sayanların ve gerekçe olarak da
müşriklerin o gün tatil yaptıklarını ve oruç tutmanın da tatil yapmaya elverişli
bir davranış olma tehlikesini taşıyacağını söyleyenlerin görüşleri ile
çelişmez. Çünkü böyle düşünenlere göre eğer cumartesi günü ile birlikte pazar
günü de oruç tutulacak olursa, hem cumartesi gününü tek başına bırakmanın doğuracağı
mekruhluk ortadan kalkar ve hem de müşriklerin haftalık bayram gününü oruçla
geçirerek onlara muhalefet etme amacı gerçekleşmiş olur.[62]
Nevruz, Mihrican ve
benzeri gibi müşrik bayramlarına gelince cumartesi günü oruç tutmayı mekruh
saymayan arkadaşlarımız ve diğerleri belki bu günlerde de oruç tutmayı mekruh
görmezler, hatta belki de müşriklere ters düşmek olur diye bu günlerde oruç
tutmayı müstahab sayabilirler. Fakat arkadaşlarımızın çoğu bu günlerde oruç
tutmayı mekruh saymışlardır. Oğlu Abdullah'ın rivayet ettiğine göre Hanbe-li,
Enes (r.a.) ile Hasan-ı Basri'nin Nevruz ve Mihrican günlerinde oruç tutmanın
mekruh olduğunu söylediklerini belirtmiştir. Acaba bu rivayet, Hanbeli'nin bu
konudaki kendi görüşünü de belirtici midir? Arkadaşlarımızın bu meseledeki
görüşleri, "belirler" ile "belirlemez" şıkları arasında
değişmektedir.
Mekruhluk şıkkının
taraftarları şu gerekçeye dayanırlar. Bu iki gün (Nevruz ile Mihrican) kafirler
tarafından sayılıp kutlanan günlerdir. Başka günler değil de Özellikle bu günlerde
oruç tutmak, onların o günlere göstermiş oldukları saygıyı onaylamaktır. Bu
yüzden tıpkı cumartesi günü gibi bu iki günde oruç tutmak da mekruhtur.
Bazıları da diyor ki,
Nevruz ve Mihrican gibi acem takvimde dayanan, arap takvimi ile belirlenmemiş
olan günlerde oruç tutmak mekruhtur. Fakat bu mekruhluk yukardaki iki Hadis'de
cumartesi ve pazar günleri için söz konusu ettiği mekruhluktan farklı
niteliktedir. Çünkü, eğer bu tip acem veya eski arap günlerinde oruç tutmak
istenirse bu tutum, söz konusu günlerin tekrar hortlayıp yeniden saygınlık
kazanmalarına ve yeniden eski prestijlerini elde etmelerine yolaçabilir. Oysa
cumartesi ve pazar günleri için böyle bir tehlike söz konusu değildir. Çünkü
bu iki gün, müslüman takviminin günleridir. Bana göre müşriklerin acem veya
eski arap takvimine göre belirlenen bayram günlerinde oruç tutmak mekruh, buna
karşılık onların arap İslam takvimine göre hesap edilen bayram günlerinde-
muhalefet amacı ile oruç tutmak müstehab olur.
[63]
[1] Buhari Nikah: 5096; Müslim Rikak:26.
[2] Buhari Fitneler: 18.
[3] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle
İlişkileri, Tevhid Yayınları: 3-5.
[4] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle
İlişkileri, Tevhid Yayınları: 6-7.
[5] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle
İlişkileri, Tevhid Yayınları: 7-9.
[6] Abdülmelik b. Habib b. Süleyman b. Harun El-Sülemi,
El-Kur-tubi Ebu Mervan-Maliki Mezhebi hukukçuianndandır. 174 yılında doğdu.
Zamanın Endiilüs-İspanya bilginlerindendir. Bir hayli özgün eserleri var.
El-Vadıha fi El-Sünen ve El-Fikıh, Tefsir-i Muvatta'Malik, Tabaka! El-Fukaha
ve El-Tabiin 238 yılında vefat etti. Bkz. Lisan El-Mizan c. 4 s. 59-60, Biy:
174; Zirikli El-Alam: c. 4 s. 197.
[7] Uveymir b. Malik b. Zeyd b. Kays EI-Hazreci El-Ensari
ünlü sa-habiler arasındadır. Allah Rasulü onunla Süieyman El-Farisi arasında
kardeşlik ilan etti. Uhud'dan sonra bütün savaşlarda Allah Rasulü ile birlikte
oldu. Osman b. Affan zamanında Dimaşk valiliğine tayin oldu ve orada vefat
etti. (h. 32) Bkz. İbn Sa'd Tabakat: c. 7 s. 391-393; El-İsa-bec. 5 s. 185-186.
[8] Basılı nüshalarda bu kişinin ismi Rebia b. Abdurrahman
olarak geçmektedir. Oysa bu Ravinin adı ne bu ne de İbn Abdurrahmandır. Bu zat;
Rabia b. Furuh, (Furuh), Ebu Abdurnıhmandır El-Teymi Ebu Osman El-Medeni'dir.
Rebia özgün görüşleriyle ünlüdür. İbn Hacer "Eî-Takrib-de: güvenilir, ünlü
fıkıhçılardandır"der. Rabia beşinci kuşak ravilerden olup, altı ünlü Hadis
yazarı ondan Hadis kaydettiler. Hic. 136 yılında öldü. Bkz. Takrib El-Tehzib
c. 1 s.247 Biy; 60.
[9] Bu ravinin Yahya b. Said El-Hattan olduğu sanılıyor.
Hadîs kritiğinde, Öncülerdendir. Güvenilir sağlam Hadis ezbercilerindendir. Ayrıca
dokuzuncu kuşak alimlerin en ululanndandır. Yukarıda adından söz edilen İbn
Vehb'in çağdaşıdır. Hic. İ98 yılında 78 yaşında öldü. TakribEI-Tehzibc. 2 s.
348.
[10] Mekhul El-Şami-Ebu Abdullah El-Fatih Ei-Dimaşki, Şam
bilginleri ve hukukçularmdandır. Kader konusunda ileri sürdüğü bir görüşten
ötürü yanlışlığa düştü; ancak, sonradan bu hatasından döndü. Güvenilirdir,
fakat 'müdelles' nakillerde bulunur. Müslim ondan Hadis nakletmiş-tir. Hic. 114
yılında öldü. a.g.e. c. 10 s. 289-293; Biy: 509.
[11] Said b. Abdullah El-Muafiri, İmam Malik'in öğrencileri
ve Maliki ekolünün Ünlü alimler/indendir. İbn Vehb İbn Kasım gibi ünlü Malİ-ki
hukukçuları ondan hukuk dersleri aldı. Hic. 173 yılında dünyadan ayrıldı. Bkz.
İbn İshak El-Şirazi, Tabakat El-Fukaha s. 150.
[12] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle
İlişkileri, Tevhid Yayınları: 9-15.
[13] Muhammed b. El-Hakem Ebu Bekir El-Ahvel Ahmcd b.
Han-bel'den fıkhi meseleler dinlendi. Sağlam güvenilir bilgisi vardı. İmamdan
önce öldü. (h. 223) Bkz. Tabakat El-Hanabile c. 1 s. 295-4Ü4.
[14] Bu şahıs Ahmed b. Muhammed El-Saiğ-Ebu El-Haris'tir.
Ahmed b. Hanbel bu zatı
bulunduğu meclislerde öne çeker ve ona ikramda bulunurdu. İmam'dan fıkıhla
ilgili bir çok meseleleri nakletti. Bkz. a.g.e. c. 1 s. 74-75;
Biy: 59.
[15] İbrahim b. El-Haris b. Mus'ab b. Ubade b. Samit, İmam
Ahmed'in hatırı sayılır destanlarından ve on İkinci kuşak alimlerden sayılır.
Bkz. a.g.e. c. I s. 94; Biy: 92.
[16] Abdullah b. Avn b. Ebu Avn b. Yezid EI-Hilal El-Harraz
El-Bağ-. dadi güvenilir, İbadete düşkün birisidir. Onuncu kuşak
ravilcrindendir. Hic. 232 yılında öldü. Müslim ve Nesai ondan Hadis
naklettiler. Bkz. Tak-rib El-Tehzib c. 1,. s. 439; Biy: 527. ayrıca bu alim
İmam Ahmed'in çağdaşıdır.
[17] İsmail b. Abdullah b. Meymun b. Abdullah Umeyd
EbuivNadr' El-Acelİ (esasta muruzlu) İmam Ahmed'den fıkıhla ilgili bir çok önemli
mesele nakletti. Hic. 270 yılında 84 yaşında öldü. Tabakat El-Hanabi-lec. 1 s.
105-115.
[18] El-Şerif Muhammed b. Ahmed b. Ebu Musa El-Haşimi
EI-Ka-di Ebu Ali 345 yılında doğdu. Çağının ve Hanbeli Ekolünün ünlü
alim-lerindendir. Eserleri El-îrşad Filmezheb Şerh Kitap El-Harki
KadirbİI-lah'm saltanatı sırasında kadılığa tayin oldu. 428 yılında öldü. Bkz.
Tabakat El-Hanabile c. 2 s. 182-186; Biy: 652.
[19] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle
İlişkileri, Tevhid Yayınları: 15-24.
[20] Bkz. El-Muğni ve El-Şerh El-Kebir c. 2 s. 592.
[21] Bkz. İmam Şafii El-Ümm c. 4 s. 14-15.
[22] Bu zat bazı yazma nüshalarda Ebu Hamit olarak geçerken
basılı nüshalarda Ebu Hamil El-Gazali olarak geçiyor. Yeğlenen görüş, Onun
Hanbeli Ekolünün ünlü alimlerinden olan îbn Hamit olduğudur. Bu zatın fıkhı
konularla ilgili bir çok ünlü görüşleri vardır. Ayrıca bir çok eserleri de
vardır. Bundan Ötürü onun görüşleri İmam Ahmed ve Şafii gibi ünlü alimlerin
görüşleri paralelinde zikredilmesi uygun görülüyor. İbn Hamid, Hasan b. Hamit
b. AH b. Mervan Ebu Abdullah El-Bağdadi, zamanının Hanbeli imamlarındandır.
Şerh El-Harki El-Cami filmezheb, Şerh Usul, EI-Din ve başkaca bir çok eserleri
vardır. Hic. 403 yılında öldü. Bkz. T. El-Hanabile c, 2 s. 170-177.
[23] Muhammed b. Naki b. Ebu Harb El-Cercerai, Ahmed b.
Hanbei ile yazışmış ve fıkhı konuniardaki görüşlerini sormuş ve ondan yeni yeni
meseleler rivayet etmiş bir alimdir. Bkz. Tabakat El-Hanabiie c. 1 s. 331; Biy:
472.
[24] Bkz. El-Muğni ve El-Şerh El-Kebİr c. 2 s. 593.
[25] Ubeydullah b. El-Hasen b. El-Hüseyin b. Ebi El-Harr
El-Anbe-ri, Yedincikuşak güvenilir Basra fıkıhç il arından ve Basra
kadilarından-dır. Müslim bir konuda ondan Hadis kaydetmiştir. Hİc. 168 yılında
vefat etti. Bkz. Takrib El-Tehzib c. 1 s. 531; Biy: 1434.
[26] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle
İlişkileri, Tevhid Yayınları: 24-36.
[27] Ahmed b. Humeyd Ebu Talib El-Mişkani birinci sınıf
ravilerden olup İmam Ahmed'in de ögrencilerindendir. îmamdan fıkıhla ilgili
birok görüş nakletti. İmam Ahmed'le olan dostluğu, İmam'ın ölümüne kadar devam
etti. Ebu Talip salih bir kişilik sahibiydi. Hic. 144 yılında vefat etti. Bkz.
İbn Ebu Ya'la, Tabakat El-Hanabile c. 1 s. 39-40.
[28] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle İlişkileri,
Tevhid Yayınları: 36-47.
[29] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle
İlişkileri, Tevhid Yayınları: 47-48.
[30] Ahmed Müsned; El-Feth El-Rabbani: 13/62; Beyhaki
El-Kübra: 9/282; Ebu Davud Kurbanlar: 4; İbn Mace Kurbanlar: 1.
[31] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle
İlişkileri, Tevhid Yayınları: 49-58.
[32] Baldah: Mekke'nin batısında bir vadinin ismidir.
[33] Zeyd b. Amr b. Nufeyl EI-Advi, Said b, Zeyd'in babası,
Ömer b. Hattab'ın amcaoğludur. Bu zat cahiliye döneminde Hanif dinine inanmıştı.
Bkz. El-İsabe c. 1 s. 480.
[34] Buhari: Hayvanları Boğazlama ve Bayram. H. 5499
[35] İbn Kesir Tefsir: 2/8. 64
[36] Bkz. Tefsir-i Mücahid: 185; Taberi Tefsiri: 6/48-49.
[37] Ali b. Ebu Talha Salim b. El-Muharik El-Haşimi, aslen
Cezire'li olup daha sonra Humus'a taşınmıştır. İbn Abbas'tan bizzat Hadis dinlememesine
rağmen ondan Hadîs nakleder. Doğru sözlü bir ravidir. Nesai ondan Hadis almanın
herhangi bir sakıncası yoktur, der. Bir takım Hadis tenkitçileri, zayıf
olduğunu söylüyor. Müslim, bu raviden tek Hadis almıştır. Ebu Davud Nesa-i ve
İbn Mace'de ondan Hadis alanlardandır. Hicni 143 yılında öldü. Tehzib El-Tehzib
c. 7 s. 339-341; Biy: 567; Takrib: c. 2 s. 39 b. 362.
[38] îbn Cerir El-Taberi Tefsir: 6/49.
[39] İsmail b. Said El-Şalinci, Ebu İshak, Abdullah b.
Hanbel'den en çok nakilde bulunan taraftarlarından olup hanbeliler arasında
değeri en yüce olan alimlerdendir. Ayrıca faziletli bir imam da olan bu kişi
fıkıh ve diğer îslam-i ilim dallarında çeşitli eserler vermiş. Hicri 246
yılında ölmüş. Bkz. Tabakat El-Hanabile c. 1 s. 104-105; Biy: İ13; El-Lübab Fi
Tehzib El-Ensab c. 2 s. 176-177
[40] El-Muğni El-Şerh El-Kebir: 11/36.
[41] A.g.e: 11/36. 66
[42] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle
İlişkileri, Tevhid Yayınları: 58-66.
[43] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle İlişkileri,
Tevhid Yayınları: 67.
[44] Busr El-Maziniye'nin kızı olan bu nakilci hanımın hem
kendisi hem de anne-babası sahabidir. Adının Behiye veya Netlime olduğu da
söylenmektedir. Bkz. El-İsabe: 4/351-666; El-İstiab (El-îsabe'nin açıklamasıyla):
4/352; Tehzib EI-Tehzib: 12/431-432.
[45] Tirmizi Oruç: 43; Ebu Davud Oruç: 51; İbn Mace Oruç:
38; Ahmed Müsned: 2/739; Hakim El-Mü'stedrek: 1/435.
[46] Abdullah b. Buser b. Ebİ Buser El-Mazini El-Sülemi
adındaki bu ravinin kendisi de babası da sahabidir. Hic. 88 yılında Şam'da 93
(100'de denilmektedir) yaşında iken öldü.
[47] El-Muğni; El-Şerh El-Kebir: 3/98-99.
[48] Beyhaki El-Kübra: 4/303; İbn Huzeyme Sahih: 3/318;
Ahmed Müsned: 6/324; Hakim El-Müstedrek: 1/436;
[49] El-Haris kızı Cüveyriye b. Ebu Dırar b. Habîb
El-Huzai'ye adındaki bu hanım Mü'minlerirt analarındandır. Asıl adı Berre idi.
Cenab-ı Peygamber'le evlenince adını Cüveyriye olarak değiştirdi .El-Gabe:
5/439-421; Zirikli El-Alem: 2/148.
[50] Buhari Oruç: 1986; İbn Huzeyme Sahih: 3/316.
[51] Buhari Oruç: 1985; Müslim Oruç: 24.
[52] Bkz. Feth El-Bari: 4/213-214.
[53] Müslim Oruç: 38.
[54] Müslim Oruç: 39.
[55] Buhari Oruç: 1981; Müslim Oruç: 36.
[56] Hakim El-Müstedrek: 1/432; Ebu Davud: Oruç: 52.
[57] Ebu Davud: Oruç: 52.
[58] Ahmed Müsned: 6/386.
[59] Buharı: 876; MüslimCuma: 6; Ahmed : 2/491; 2/503-509-512.
[60] Ahmed; 6/324.
[61] Tirmizi Oruç: 43.
[62] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle
İlişkileri, Tevhid Yayınları: 67-74.
[63] İmam İbn Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle
İlişkileri, Tevhid Yayınları: 74-75.