Mutezile Mezhebi Fitnesi Ve İmam
Ebul-Hasan Eş'arî
Mutezile'nin İlmî Gücü Ve Etkileri
Sünnetin Vakarı İçin Büyük Bir Kişiye
İhtiyaç Duyulması:
Eş'arî'nin İslâm'ı Yayma Aşkı ve
Hakkı Müdafaası
Zekâ Kabiliyeti ve İlmî Üstünlükler
(Mutezilenin hâmisi
olan) Mu'tasım ve Vâsık'ın
ölümü üzerine Mutezile'nin gücü kırıldı. Vâsık'ın
yerine geçen Mütevekkil, Mutezile mezhebinden usanmıştı ve bu mezhebin
bağlılarına da düşmandı. Kıyı bucak arayarak Mutezile'nin gücünü, haşmetini
tüketti, izlerini sildi, devletteki tesirlerine tamamen son verdi. Ama ilmî
ortamda hâlâ Mutezilenin etkisi vardı. Kur'an-ı
Kerim'in mahluk olduğu inancı eski azgınlığını yitirmişti, ama diğer iddia ve
görüşleri henüz canlı ve taze idi.
Mutezile mezhebi
mensupları; zekâları, ilmî yetenekleri ve göze gelen bazı ünlü kişileri
yüzünden ilmî otoritelerini kurmuşlar, adliye ve fetva makamlarım, devlet idaresi
içinde bazı yüksek mevkileri ele geçirmişlerdi. Hicrî üçüncü asrın ortalarında
büyük bir güç elde etmişlerdi. Genellikle; Mutezile mezhebi âlimleri ince
görüşlü, geniş ve güçlü anlayışlı ve incelemeci (tahkikatcı)
olurlar, onların araştırıp buldukları şeyler akla daha yatkın olur, diye kabul
edilmeye başlanmıştı. Pek çok genç, talebe ve şöhret düşkünü kimse Mutezile
mezhebini moda gibi benimsedi.
İmam Ahmed b. Hanbel'den sonra Hanbelîler içinde büyük bir otorite, ilmî ve dinî bir
büyük şahsiyet ortaya çıkmadı. Hadis âlimleri ve onun mezhebinde olanlar aklî
ilimlere, yeni araştırma ve görüş tarzına yönel-
mediler. (Bu tarz, Mutezile mezhebinden olanların ve
filozofların eserlerinden etkilenenlerin bayrağıydı.) Sonunda tartışma
toplantılarında, ders ve eğitim çevrelerinde hadisçüerin
ilim açısından zayıf oldukları, felsefe ilkelerinden haberleri olmadığı, buna
karşılık Mutezile mensuplarının kefesinin ağır bastığı görülüyordu.
Derin bilgisi olmayan
kimseler, basit zekânın Mu-tezile'yi desteklediğini,
olgun ve keskin zekânın sonunda hadisçüerin
mezhebini, görüşlerini desteklediğini sanıyorlardı, Hadisçüerin,
şeriatın kesin hükümlerini kabul ettiklerini bilmeyenler, Mutezile
mensuplarının güzel konuşmalarının, hazır cevaplılıklarmm
ve ilmî nüktedanlıklarının etkisi altında kalıyordu. Bu da şeriatın dış
görünüşünün ve selef mezhebinin ilim açısından güçsüz olduğu duygusunu ve ona
güvensizliği doğuruyordu. Hatta hadis âlimleri ve öğrencileri zümresinden çok
kimse, acizlik duygusuna kapılmış, Mutezile'nin akılcılığı ve filozof
geçinmesi karşısında yılmıştı.
Bu durum dinî otorite
ve sünnetin hâkimiyeti için çok tehlikeli idi. Kur'an-ı
Kerim'in tefsirleri ve İslâm akaidi, o filozof görünüşlü tartışmacılar için
çocuk oyuncağı haline geliyor, müslümanlar arasında
bir ham akılcılık ve basit bir felsefecilik yayılıp gidiyordu. Bu ise sadece
bir beyin sporu ve terimlerin savaş düzeni alıp sıraya girmesi idi.
Bu duruma karşı koymak
ve artıp giden seylâbı durdurmak için ne hadisçüerin ne de Hanbelîlerin
dinî gayreti ve coşkusu yeterliydi; ne âbid ve zâhidlerin zühd ve ibâdeti, ne de
fıkıhçılarm fetvaları ve meseleleri ayrıntıları çok
iyi bilip hazır cevap oluşları yeterliydi, [1]
Bunun için beyin ve
zekâ yetenekleri yüksek, akılcılığın inceliğini sadece bilmekle değil, o güne
kadar akücıhğı kimseye bırakmayıp tekeline alan Mutezi-le'den akıl ve mantık gücü
çok daha üstün olan birine ihtiyaç vardı.
Bu kimsenin üstün
kişiliği ve müctehid kafa yapısı önünde o devrin
akılcılık ve felsefe öncüleri, henüz yeni öğrenmeye başlayan talebe durumuna
düşmeliydi ve öyle aşağı ve âdi görülmeliydi ki, sanki dev gibi bir insanın
Önünde cüce bir insan veya tıfıl bir çocuk gibi durmalıydı. İslâm'ın böyle bir
sünnet imamına süratle ihtiyacı vardı. Ve Ebu'l-Hasan
Eş'arî'nin kişüiğinde işte
bu ihtiyacını elde etti. [2]
Adı, Ebu'l Hasan Ali, babasının adı İsmail'dir. Meşhur sahâbilerden Hz. Ebu Musa el-Eş'arî'nin evladm-dandı. H. 250 yılında Basra'da doğdu. Babası
İsmail'in ölümünden sonra annesi, Ebu Ali el-Cübbâî ile evlenmişti. Bu zat ise Mutezile mezhebinin
lideri ve bu mez-hebden
olanların imamı idi. Şeyh Ebu'l Hasan onun ellerinde
yetişti ve en kısa zamanda onun güvenini sağlayıp sağ kolu haline geldi.
Ebu'l Hasan el-Cübbâî iyi bir
öğretmen ve iyi bir kitap yazan idi. Tartışma konusunda fazla gücü yoktu. Ebu'l Hasan Eş'arî ise
başlangıçtan beri iyi bir hatip ve hazırcevap biri idi. Ebu
Ali, tartışmalarda daima onu ileri sürerdi. En kısa zamanda toplantılarda başta
duran, tartışmalarda önde tutulan biri oldu.
Bütün dış görünüş ve
tahminler, hocasının yerine geçeceğini ve itizal mezhebini himaye edip yaymakta belki ondan da ileri
gideceğini gösteriyordu. Fakat takdir ve düzenlemesi enderesan
olan Allah Teâlâ sünnetin korunup üstün gelmesi
için, o güne kadar bütün ömrünü itizal mezhebini
doğru göstermeye ve onu korumaya çalışan ve kendisine mezhebin başkanlık makamı
hazır olan bu kişiyi seçti.
Şeyh Ebu'l Hasan Eş'arî'nin içinde itizal mezhebinden bir soğuma, ona karşı bir tepki doğdu.
Mutezilenin tevillerinden (dolaylı yorumlarından), mukayese tarzlarından
nefret etmeye başladı. Bütün bunların zekâ
oyunları olduğunu,
kendi mezhebinin inadı olduğunu, gerçeğin bir başka olduğunu ve gerçeğin de sahabe-i
kiram ve selef âlimlerinin mehzebi (anlayışı)
olduğunu, en sonunda aklın bu kapı önünde baş eğeceğini anladı.
Kırk sene boyunca
Mutezile'den olanların mezhebini, inancını himaye edip isbatlamaya
uğraştıktan sonra gönlü bundan tamamen soğudu, kafasında ona karşı isyan
doğdu. Onbeş gün evinden hiç çıkmadı. Onaltıncı gün çıkıp doğru büyük camiye gitti. Cuma günüydü.
Cami-i Kebir dopdolu idi. Minbere çıkarak yüksek sesle şöyle konuştu:
"Beni bilen
bilir. Bilmeyenlere söylüyorum. Onlar bilsinler ki, ben Ebu'l
Hasan el-Eş'arî'yim. Ben itizal
mezhebindendim. Falan, falan akideleri kabul ederdim. Şimdi ise tevbe ediyor, eski düşüncelerimden vazgeçiyorum. Bugünden
itibaren işim; Mutezile'yi reddetmek, onun hatalarını, zayıf noktalarını ve
yanlışlıklarını göstermek olacaktır."
O günden itibaren
hayatının en son gününe kadar bütün zekâsını, ilmî tecrübelerini, güzel konuşma
kabiliyetini, yazma gücünü itizal mezhebini
reddetmeye, selef ve ehl-i sünnet mezhebinin görüş ve
inançlarını desteklemeye harcadı. Düne kadar Mutezile'nin sözcüsü ve onların
en büyük avukatı olan kimse, bugün ehl-i sünnetin
sözcüsü ve onun en büyük hâmîsi olmuştu. [3]
İmam Eş'arî bu görevi, Allah'a yakın olmayı, onun rızasını
kazanmayı istediği, bunu davet ve cihad kabul ettiği
için yapıyordu. Bizzat itizal mezhebinde olanların
toplantılarına giderek, onların ileri gelenleri ile bu-
hışarak, onları ikna etmeye ve doğruyu, hakkı anlatıp kabul
ettirmeye çalışıyordu.
Biri ona: "Bid'at ehli ile niye görüşüyorsunuz, neden bizzat siz
onların ayağına gidiyorsunuz? Halbuki onlarla ilişki kesmeyi bildiren hüküm
vardır" deyince, şöyle cevap verdi: "Ne yapayım, onlar çok büyük makam
ve mevkiierdeler. Onların kimi şehrin valisi, kimi
baş hâkimi (kadısı)dır. Onlar mevkilerinden, debdebelerinden dolayı benim
yanıma gelemiyorlar. Ben de onların yanına gitmezsem hak ve gerçek nasıl belli
olacak? Ehl-i sünnetin de bir destekçisi, delillerle
onun doğruluğunu isbat eden bir yardımcısı olduğunu
nasıl anlayacaklar?" [4]
Önceden beri Ebu'l Hasan Eş'arî tartışmada, isbat ve kanıtlamada üstün yeteneği olan biriydi. Bu onun
yaratılıştan gelen hali ve Allah vergisi bir yeteneği idi. Hak olan mezhebi
destekleme coşkusu, Allah'ın lütuf ve yardımı onun bu güç ve yeteneklerini daha
da keskinleştirdi. O, kendi döneminin akılcılığı seviyesinden daha
yukarıdaydı, aklî bilgilerde ve Kelâm ilminde müctehid
kafasına sahibti. Mutezile'nin sorularına, itirazlarına
rahatlıkla, kolaylıkla cevap veriyor, onları hemen susturuyordu.
Talebelerinden Ebu Abdullah b. Hafif, ilk buluşmasını ve bu toplantıyı
şöyle anlatıyor:
"Ben Şîraz'dan Basra'ya geldim. Ebu'l
Hasan Eş'arî'yi ziyaret etmeyi çok arzu ediyordum.
Bana adresini verdiler. Geldiğimde gördüm ki toplantı halindeler ve bir
meselenin tartışmasını yapıyorlar. Yanında bir Mutezile grubu vardı ve onunla
tartışmalı olarak
konuşuyorlardı. Onlar
sözlerini bitirip de susunca Ebu'l-Hasan Eş'arî konuşmaya başladı. Herkese ayrı ayrı
muhatap olarak: Sen şöyle dedin cevabı şu, sen şöyle dedin cevabı şu diyerek
tek tek cevap verdi.
Toplantıdan kalkıp
gitmek üzere yürümeye başlayınca arkasına düştüm. Tepeden tırnağa süzmeye başladım.
Bunun üzerine bana dönerek: Neden bakıyorsun? dedi. Ben de: Kaç dilin var, kaç
kulağın, kaç gözün var? diye bakıyorum dedim. Bunun üzerine sözüme gülmeye
başladı."
Bir başka rivayette
şöyle bir ilâve var:
"Bütün
sözlerinizi anladım, ama önceleri neden susuyor, Mutezile ehlinin konuşmasına
fırsat veriyordunuz, onu anlamadım. Size yakışan ancak sizin konuşmanız ve
itirazlara kendiliğinizden cevap vermenizdir, dedim. Buna karşılık o: O
meseleleri ve sözleri ben kendi ağzımla kendiliğimden ifade etmeyi doğru bulmuyorum.
Ama şüphesiz o başkasının dili ile söylenirse ona cevap vermeyi, o sözleri
reddetmeyi ehli hakkın görevi kabul ediyorum, buyurdu."
İmam Ebu'l Hasan Eş'arî, ilimde müctehid idi, ilm-i kelâmın da
kurucusuydu. Ondan sonraki kelâmcılar onun Allah vergisi muhteşem bir zekâya sahib olduğuna, sözünün derin manalar taşıdığına,
nüktedanlığına, olgun ve isabetli görüşleri bulunduğuna inanmaktadırlar.
Düzgün konuşmasından,
güzel hitabetinden, güçlü yazarlığından dolayı çağdaşlarının kendisine
"ümmetin dili" adını verdikleri Kadı Ebu
Bekir Bâkıllânî'ye adamın biri: "Sizin
sözleriniz, Ebu'l Hasan Eş'arî'nin
sözlerinden daha yüksek manalı ve daha açık ifadeli geliyor bana" dedi. Ebu Bekir ona: "Ebu'l
Hasan'ın sözlerini anlayabilmem benim için şereftir" diye cevap verdi.
Büyük bilgin Ebu İshâk İsferâînî'nin
ilm-i kelâmdaki yeri ve fıkıh usûlü ilmindeki mevkii
herkesçe bilinir, kabul edilir. O diyor ki: "Ben; Şeyh Ebu'l Hasan Bâhilî (Eş'arî'nin talebesi)'nin
karşısında, deniz içinde damla ne ise öyle idim."
Ebu'l Hasan Bahîlî ise: "Ebu'l Hasan Eş'a-rî'nin karşısında benim durumum; denizin yamnda bir damla ne ise öyledir." diyor. [5]
Eş'arî; Mutezile ve hadisciler
arasında ılımlı ve orta bir yol tuttu. O ne Mutezile gibi, aklın ilahiyat konusunda
ve tabiat ötesi konularda da görevini yerine getirebileceğine, Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatları konusunda hüküm ve karar
verebileceğine inanmaktaydı, ne Mutezile gibi aklın sınırsız gücüne ve
hükümranlığına inanıyordu, ne de bazı heyecanlı hadisciler
ve Hanbelîler gibi dini desteklemek, İslâm inançlarını
korumak için aklı inkâr etmeyi ve onu basit görmeyi gerekli görüyordu. Dönemin
etkileri ile başlayan kelâm ve itikad konularındaki
tartışmalarda tedbirli olmayı ve sessiz kalmayı şart kabul ediyordu.
O; Mutezile ve felsefe
bağlısı âlimlerle, Mutezile ve felsefenin terim ve tabirleriyle ve ilmî bir
dille konuşuyordu. Bu da ehl-i sünnet inancının ve
mezhebinin vakar ve ağırlığını artırıyor, ona değer kazandırıyordu,
O, "İnsanlara,
akıllarının seviyesine göre konuşun." hadis-i şerifine göre hareket
ediyor, halkın umumî akıl seviyesi ne ise onu gözönünde
bulundurarak konuşuyor, akıl ve ilim sahiplerinin akıl seviyesi neyi
gerektiriyorsa bunu da gözönünde bulundurmayı gerekli
görüyordu.
Ebu'l Hasan Eş'arî, bütün güç ve
netliğiyle Mutezi-le'yi tenkid etti. Onların dini anlama ve kabul etmede kendi
arzularının peşinden gitmelerini, mezheblerinin
önderlerine uymalarını tenkid etti. Kitap ve sünneti
inançlarının kaynağı kılmayıp aksine Kur'an-ı Kerim
âyetleri ile kendi inançları arasmda bir terslik, çelişki
görülünce çekinmeden âyeti, görünürdeki manasının dışında bir manaya
çekmelerinin yanlışlığını onlara her zaman açık bir dille anlattı. Mutezile'den
ayrılmasından sonra ilk yazdığı eserlerinden olan Kitabul-îbâne an Usûli'd-Diyâne' de şöyle yazıyor:
"Hamd ve salâttan sonra biline ki;
Mutezile ve Kaderiye mezhebleri haktan ayrılmışlar,
kendi arzularının peşine takılarak önderlerine ve mezhebdeki
liderlerine uymuşlardır. Kendi görüş ve kanaatlerine uydurmak için Kurrari-ı Kerim'de öyle teviller yapmışlardır ki böyle bir te'vile gidecek hiçbir işareti Allah indirme-miştir. Ayrıca onlar bu te'villerine
hadisten, sahabe-i kiramın ve tabiînin amellerinden de bir delil göstermemişlerdir."[6]
Onun temel başarısı; ehl-i sünnet mezhebine ve selef itikadına uyum göstermesi
ve onu anahatları ile desteklemesi değildir. Bunu
zaten hadis âlimleri, bütün Hanbelîler yapıyorlardı.
Onun asıl başarısı; Kitab ve sünnetin gerçeklerini,
doğru olan bilgilerini ve ehl-i sünnetin inanç ve
akidelerini akıl yolu ile, aklî delillerle isbatlaması,
Mutezile'nin ve diğer fırka ve mezheble-rin her meselesini, her görüş ve kanaatini teker teker onların kendi deyim ve tâbirleri ile tartışarak ehl-i sünnet akidelerinin doğruluğunu, onların akla ve
nakle uygun olduğunu açıkça göstermesidir.
Dinin bu en önemli
hizmetini başarması, devrinin bu çok önemli görevini yerine getirmesi sırasında
o, Mutezile ve diğer sapık fırkalar tarafından protesto edildi. Öylesi gayet
normaldi. Ama o, katı hadisçiler ve donuk Hanbelîler
tarafından da itirazlara hedef oldu. O Hanbeliier ve
hadisçiler ki, onlara göre bu meselelere dalmak, felsefî terim ve tâbirleri
kullanmak, nakille gelen mesele ve konularda akıl metodunu kullanmak bir
"kayma ve sapma"dır.
Ebu'l Hasan Eş'arî; ilahiyat ve
metafizik'e (tabiat ötesine) âit meselelerin, ilm-i
kelâmın ve akidelerin kaynağının kitap, sünnet ve Peygamberin öğrettikleri
bilgiler olup tek başına aklın ve Yunan ilahiyat kıyaslama ve isbatlamaları olmadığına inanan biri oluşuna rağmen, o;
zamanın değişmesi, müslümanlarm diğer din ve
milletlerle iç içe yaşamaları ve sonunda yukarıdaki esaslar üzerine bir takım mezheblerin vücud bulması
neticesinde bu konulara tamamen yabancı kalmayı da doğru bulmuyordu.
Bu meselelere yabancı
kalıp sükût etmenin İslâm'a zarar vereceğine, sünnetin azamet ve heybetini
kaybettireceğine, bunun sonucu olarak da ilmî ve aklî sahada sünnetin
zayıflayacağına, din âlimlerinin bu azgın saldırılara karşı koymaktan âciz
kalacaklarına, yolunu sapıtan kimselerin bunu fırsat bilerek yeni hileler peşinde
koşacaklarına, sünnete ve gerçek akideye inananları bozup onları dinî üstünlük
ve şereflerinden uzaklaştırarak içlerine şüphe tohumlan ekeceklerine,, zeki ve
kültürlü gençleri kendilerine çekeceklerine ina-nıyorlardu.
Ebu'l Hasan Eş'arî'ye göre; inanç
ve akidelerin kaynağı şüphesiz ki vahy (Allah'ın
bildirdiği Kur'an-ı Kerim) ve Hz.
Muharamed'in bjr peygamber
olarak bildir-
dikleridir. Bunları öğrenmek
ise kitap ve sünnetle, sa-habe-i
kiramın sözleri ve rivayetleri ile mümkün olabilir.
Bu konuda Eş'arî'nin metodu Mutezile'den ve filozoflardan tamamen
ayrı ve farklıdır. Ama o, bu gerçekleri, inançları isbatlamada
destek sağlamak için akıl metodunu, o dönemin yaygın olan deyim ve terimlerini
kullanmayı sadece caiz görmemekte, hatta zamanın gerektirmesinden dolayı
zorunlu ve cihadın en üstünü kabul etmektedir. Bir de akıl ve hislerle ilgili
konular vardır ki, Mutezile ve filozoflar onları (zorla) inançlar konusunun bir
parçası haline sokmuşlar, zekâları ve lafazanlıkları ile onları hak ve bâtılın
ölçüsü kabul etmişlerdir. Ebu'l Hasan Eş'arî'ye göre bunlardan uzak durmak doğru değildir.
Şeriatın savunucusu ve sözcüsü, bu konularda da onlara karşı koymak
zorundadır. Aklî ve hissî yönden onları reddetmek, yanlışlıklarını anlatmak ve ehl-i hak olanların mezhebinin doğruluğunu isbât etmek farzdır.
Ona göre; Hz. Peygamber'in ve sahabenin susuşu, bilmemezlik
değildi. Sebebi; o dönemde bu konuların ve isbatlama
tarz ve metodlarınm olmamasıydı. Fakat devirlerin
değişmesi ve yeni durumların ortaya çıkması, nasıl fıkıh sahasında detayları
ve küçük bir takım meseleleri ortaya çıkardıysa ve nasıl yeni meselelere bir
çözüm bulup ictihad yapmaya mecbur ettiyse, ve nasıl
devri iyi tanıyan ihlâslı müctehidler,
fakîhler içti-haddan
faydalanarak olaylara ve sorunlara çözüm getirerek ümmeti yeni fitnelerden,
dinden sapma ve amel-sizlik akınlarından kurtardılarsa, aynı şekilde şeriatı
koruyanların ve ehl-i sünnet kel âmâlarının da inançlar
ve ilahiyat konusunda yeni ortaya çıkan sorunlara veya yeni ortaya çıkan
itirazlara cevap vermeleri ve devrin mantığına uygun biçimde doğru akideleri
delil-
lendirmeleri, doğruluğunu isbat etmeleri
şarttır, boyunlarının borcudur. Ebu'l Hasan Eş'arî bu iddiasını isbât için îstihsân el-Havdı fil-Kelâm adında bir eser yazmıştır.
Herşeye rağmen o, iki zümreye de kulak asmadan, onların
memnuniyetine ve memnuniyetsizliğine aldırış etmeden dine yardım edip onu
korumak, iman ve akideyi muhafaza için gerekli gördüğü davranış biçimine
cesaretle, zekice yöneldi ve sözle, yazıyla bu uğurda çalıştı, didindi,
mücadele verdi. Sonunda, Mutezilenin ve felsefecilerin kabaran seylâbının önüne set çekti, yerinden sökülüp kopmuş pek
çok ayağı yerine tekrar yerleştirdi. (Şüpheye düşen, tereddütler geçiren bazı
ilim adamlarını yeniden inanç ve görüşlerinde tatmin etti.)
Ehl-i sünnet inançlarını, selef yolunu güçlü ve delilli
savunma ve himaye etmesinden dolayı ehl-i sünnette
yeniden kendine güven ve canlılık meydana geldi. Ümmetin içine kurt gibi girip
kemirerek onu eritmekte olan acizlik, yetersizlik duygusu tükendi. Mutezile de
arka arkaya yaptığı hücumlardan geri çekildi ve kendilerini koruma ve mezheblerinin varlığını ayakta tutma düşüncesine kapıldı.
Ebu Bekir b. Sayrafî diyor ki:
"Mutezile çok
azıtmıştı. Allah Teâlâ onlara karşı İmam Ebu'l Hasan Eş'arî'yi ortaya
çıkardı. O, zekâsı ve mantığı ile, davasını delillerle güçlendirme siyle Mute-zile'nin
mantık oyunlarını, fikir ve isbatlama yollarını tıkadı.
Bu başarısından dolayı insanlar onu, sünnetin koruyucuları ve müceddidler arasında saydı."
Ebu Bekir İsmail gibi keskin görüşlü biri; dini yenileme,
şeriatı koruma çizgisinde İmam Ahmed b. Han-bel'den
sonra onun adım zikretmektedir. [7]
İmam Ebu'l Hasan Eş'arî, sadece
tartışmalar ve sözlü ifadeler ve nutuklarla yetinmedi. Bâtıl itikadları reddetme yolunda muazzam kitaplar yazdı. Ehl-i sünnet akidesine uygun olarak Kur'an-ı
Kerim'i tefsir etti. Zehebî'nin anlattığına göre bu
kitap otuz cüzden oluşmaktadır.
Bazı yazarlar ve
âlimler, İmam Ebu'l Hasan'm
kitaplarının 250-300 kadar olduğunu bildirmişlerdir. Bunların çoğu Mutezileyi
reddetme yolunda yazılmıştır. Bir bölümü de diğer mezhebleri,
dinleri, fırkaları reddetme yolunda yazılmıştır. ğ
Bu kitaplardan biri
olan Kitâb el-Fusûl' de
tabiatçı filozofları, ateistleri, Hinduları, Yahudileri, Hristiyan-ları ve Mecusîleri reddeden bilgiler verilmiştir. Bu kitap
12 kitabın bileşimi olan büyük bir kitaptır. ;
îbn Hallikân; el-Lem'u, el-Mûciz, îzâh el-Burhân,
et-Tebyln an Usûlıddîn, eş-Şerhu ve't-Tafsîl fı'r-Reddi alâ Ehli'l İfki ve't-Tadlîl kitablarmı da
zikretmektedir.
Aklî ilimler ve kelâma
ek olarak şeriat ilimlerinde de onun çeşitli eserleri vardır. Kitâb el-Kıyâs, Kitâb el-İctihâd, Haber el-Vâhid, bu tür eserlerindendir. İb-nü'r-Râvendî'nüı tevatürü
inkârını reddetme konusunda da ayrı bir eseri vardır.
Kendi eseri el-Umd 'da H. 320'ye kadar, yani ölümünden dört yıl öncesine
kadar yazdığı kitapların listesini vermektedir. Buradaki sayı 68'i
bulmaktadır. İçlerinden bazıları onar, on ikişer cild
tutmaktadır. Hayatının son dört senesi içinde de birçok eser yazmıştır.
Çok önemli bir eseri
olan Makâlât el-îslâmiyyîn
ki-
tabının
incelenmesinden onun sadece kelâma olmadığı, hatta akâid
ilminin çok değerli, üstün pâyeli bir âlimi ve ihtiyatlı bir tarihçi olduğu
anlaşılmaktadır. Bu kitabında; Mutezile ve diğer fırkaların sözlerini, iddialarını
naklederken dürüstlük ve tedbirle hareket etmiştir. Bizzat muhaliflerinin
kitabından bunun böyle olduğu anlaşılmaktadır.
[8]
Ebu'l Hasan Eş'arî sadece ilim ve
akıl sahibi değildi. Hatta o, ilim ve akılda imamet derecesine ulaşmakla
birlikte ibâdet, takva ve güzel ahlâkla da süslenmiş biriydi. Bu, selef
imamlarının genel özelliğidir.
Ahmed b. Ali Fakîh diyor ki:
"Ben Hasan Eş'arî'ye yirmi sene hizmet ettim.
Ondan daha ibâdete düşkün, takvâiı, tedbirli,
haramdan sakınan, haya sahibi, dünya meselelerinde utangaç, âhiret meselelerinde istekli birini görmedim."
Ebu'l Hüseyin Herevî şöyle
anlatıyor: "Eş'arî, senelerce yatsı abdestiyle sabah namazı kılmıştır. Hizmetçisi Bendar b. el-Hüseyin'in anlattığına göre; İmam Hasan sadece
dedesi Bilal'in vakfettiği bir mülk üzerinden
geçimini sağlıyordu. O mülkün geliri de günlük onyedi
dirhem idi." [9]
İmam Ebu'l Hasan, H. 321 yılında vefat etti ve Bağdat'ın Meşra* el-Zevâyâ bölgesinde
defnedildi. Cenazesi sırasmda o tanıtılırken,
"Bugün sünnetin yardımcısı ölmüştür" diye ilân edilmişti. [10]
O devirde İslâm
dünyasının öteki ucunda, Mâverâ-ünnehir'de bir diğer
âlim ve kelâma Ebu Mansur Mâtürîdî (ö. 332 H), Kelâm ilmine ve İslâm akaidine
yöneldi. O çok ölçülü bir anlayışa sahip insandı. Mutezile ile her zaman savaş
halinde olmasından dolayı, İmam Ebu'l Hasan Eş'arî'nin Kelâm ilminde bazı aşırı sözleri ve ifadeleri geçmekte idi. Daha sonraki eş'arîler
bunları daha da ileri götürmüşlerdi. İmam Ebu Mansur, Mutezileye karşı Eş'arî ilm-i kelâmının ayrılmaz bir parçası haline gelen ve isbât edilmesi, delillere dayandırılması çok zor olan bu
fazlalıkları, suçlamaları kelâm ilminden çıkardı. Ehl-i
sünnet ilm-i kelâmını daha fazla düzene koyup,
biçime sokarak onu daha da ılımlı ve cami' (bütün konulan içine alır) hâle getirdi.
İmam Ebu Mansur ve ona bağlı olanların
Eş'arî-lerden ayrıldıkları
meseleler, basit ve çok sınırlı idi. Bütün bunlar 30 veya 40 meseleden fazla
değildir. Bu ihtilaf daha çok kelimelerden ibarettir.
İmam Ebu Mansur Mâtürîdî,
amelî (fıkhî) mezheb
bakımından Hanefî mezhebinden idi. Nasıl Şâfıî kelâm
ilmi âlimleri akîde ve temel inançlar açısından Eş'arî
iseler, aynı şekilde Hanefî âlimler ve kelâmcılar da genellikle Mâtürîdîdirler.
İmam Ebu Mansur Mâtüridi
çok büyük bir musannif idi. (Pek çok kitap yazmıştı.) Mu'tezile'nin,
Râ-fızîlerin, Karmatîlerin reddedilmesi konularında onun çok kıymetli
eserleri vardır. Te'vîlât el-Kur'ân
isimli eseri, konusunda çok etkili ve değerli bir eserdir. Bu eserden, onun
normalden üstün bir yeteneğe, aklî ilimleri bilip üstün derecede bir zekâya
sahip olduğu anlaşılmaktadır.
İmam Ebu'l Hasan Eş'arî, itizal mezhebiyle ve bu mezheb
mensuplarıyla doğrudan doğruya savaştığı ve bunun da Mutezilenin çok güçlü
olduğa, İslâm âleminin ilmî merkezi olan Irak'ta olmasından dolayı, Ebu'l-Hasan Eş'arî'nin bu savaşı
ilmî ortamları fazlasıyla etkilemişti. Bu yüzdendir ki, ilm-i
kelâm tarihinde onun adı ve yaptığı hizmet daha çok göze çarpıyor ve öne
çıkıyordu. [11]
İmam Eş'arî'den sonra onun çizgisinde çok değerli kelâm âlimleri
ve üstadlar zuhur etmiş, onlar bütün İslâm dünyasında
zihnî üstünlüklerini, zekâ ve yeteneklerini oturtmuşlardır. Bu sebeplerden
dolayı İslâm dünyasının ilmî ve fikrî idaresi Mutezile'nin elinden çıkmış, ehl-i sünnet âlimlerinin eline geçmiştir.
Hicrî dördüncü
yüzyılda Kadı Ebu Bekir Bâkıllânî
(ö. 403 H.) ve Şeyh Ebu İshâk
İsferâînî (ö. 418 H.) büyük kelâm âlimleri, haşmetli
ve azametli bilginlerdi. Beşinci yüzyılda Allâme Ebu İshak Şîrâzî (ö. 476 H.) ve İmam
el-Haremeyn Ebu'l Meâlî Abdülmelik
el-Cüveynî (ö. 468 H.), bilgileri ve üstün
şahsiyetleri ile dünyaya hükm e tm
işlerdi.
Allâme Ebu îshâk Şirâzî,
Bağdat'daki Nizamiye Üniversitesi'nin rektörü ve baş
müderrisi idi. Halife Muktedîbillâh onu, elçi olarak
Selçuklu hükümdarı Melikşah'a göndermişti. O
Bağdat'tan Nişâbur'a öyle bir saltanat ve tantana ile
gitti ki, geçtiği her şehrin bütün halkı onu
karşılamak ve uğurlamak için yollara dökülüyor, coşkun saygı ve sevgiden dolayı
insanlar onun ayağının bastığı toprakları avuçluyorlardı. Ticaret erbabı dükkânlarmdaki eşyayı onun uğruna dağıtıyor; tatlılar,
meyveler, değerli kumaşlar yağmur gibi yağıyor, insanlara ikram ediliyordu. Nişâbur'a geldiğinde bütün şehir onu karşılamak için ayağa
kalkmıştı. İmam el-Haremeyn, onun heybesini omuzlarına atarak hizmetçi gibi
önünde yürüyor ve, bu hareketimle övünüyorum diyordu.
Selçuklu Hükümdarı
Alparslan'ın imparatorluğunda ve Nizâmülmülk un
sadrazamlığı altındaki idarede, yani en büyük İslâm devletinde İmam el-Haremeyn
en büyük dinî değere sahipti. Nişabur'un hatibi,
imparatorluğun İslâm evkafının yöneticisi ve Nizamiye Üniversitesi'nin baş
müderrisi (rektörü) idi.
îbn Hallikân diyor ki:
"Otuz sene
süreyle o, dinî ve ilmî sahada bir benzeri bulunmaz şekilde kaldı. O, mihrâb ve minberin süsü idi. Eğitim, öğretim, va'z ve bilgi ona ait bir yetki kabul edilirdi."
Onun tesiri, etkinliği
ve üstün değeri o noktada idi ki; bir gün Selçuklu hükümdarı Melikşah bayram hilâlinin görüldüğünü ve yarın bayram
olacağını ilân etmişti. İmam el-Haremeyn nazarında hilâlin görülmesi kesinlik
kazanmamıştı. Bu bakımdan, yarın Ramazanın devam ettiğini, bayram olamıyacağını ilân ettirdi. Melikşah
meseleyi kendisinden sorunca, İmam el-Haremeyn dedi ki: "Sultanın
buyruğuna bağlı olan şeylere itaat etmek bize farzdır. Fetvaya bağlı olan
şeyleri de sultanın bizden sorması şarttır. Çünkü şeriatın emrine göre
âlimlerin fetvaları sultanın fermanı ile eşittir. Oruç tutmak, bayram yapmak
fetvaya bağlı şeylerdir. Sultanın bunlarla ilgisi ve yetkisi yoktur."
Nitekim Sultan ilânlar yaptırarak şu emrini duyurdu: "Benim kararım
aslında yanlıştı. İmam el-Haremeyn'in sözü doğrudur."
Vefat ettiği gün bütün
Nişâbur çarşısı kepenklerini kapattı. Câmi-i Kebir'in
minberi kırıldı, dört yüz civarındaki talebelerinin hepsi kalemlerini kırdı.
Halk birbirine başsağlığı diliyordu. Sene boyu onun matem ve üzüntüsü sürdü.
O devrin en büyük
devleti olan Selçuklu İslâm devletinin ruhu, canı durumunda olan ve itikad olarak da Eş'arî
mezhebinde olan baş vezir Nizâmülmülk sayesinde Eş'arüik çok gelişti. Bir nevi resmî himaye ve destek
gördü. Bağdat ve Nişâbur'daki Nizamiye üniversitelerinin
kurulması ve idaresi Eş'arî âlimlerinin ve
müderrislerin elinde idi. Bu da Eş'arîliğe ilmî derinlik
ve güçlülük sağladı. Büyük saygı ile bakılan Bağdat'taki Nizamiye
Üniversitesi, İslâm dünyasının en büyük ilim yuvası idi. Orada okumak ve
okutmak, talebe ve hoca olmak, âlimler için ve talebeler için şeref meselesi
idi. Bu sebepten dolayı öğencilerin ve halkın Eş'arîlikten, Eş'arî düşünce ve
akidesinden etkilenmesi normal bir şeydi. [12]
[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/155-156.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/157.
[3] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/158-159.
[4] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/159-160.
[5] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/160-162.
[6] Kitabü'l İbâne
an Usûliddiyâne, s.5.
[7] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/162-166.
[8] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/167-168.
[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/168.
[10] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/168.
[11] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/169-170.
[12] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/170-172.