İlmi Kelâmın Çöküşü, Felsefe Ve Bâtınîıjğin Gelişmesi Ve
Yeni Bir İlmi Kelâmcıya İhtiyaç Duyulması
İlmi Kelâmın Çöküşü, Felsefe Ve Bâtınîliğin Gelişmesi
Yunan Felsefesini Arapçaya Tercüme ve Nakleden Kişiler:
İhvân-ı Safa Topluluğu ve Risaleleri:
Mutezile İle Felsefeciler Arasındaki Fark:
Hz. Muhammed'in Peygamberliğine Başkaldırma:
Yeni Büyük Bir Kimseye ihtiyaç Duyulması:
Onbir Senelik Arayış ve Tecrübeleri:
İmam Gazalinin
Yenileme Çalışması
Felsefeyi Ameliyata Girişmesi:
Tehâfütü'l-Felâsife'nin Etkisi:
Hayat ve Toplum Düzenini İslâmî Tenkidi:
Devlet İdarecileri ve Sultanlar:
Islâh Edici ve Eğitici Bir Kitap:
İhyâu'l-Ulûm ve Ahlâk Felsefesi:
Öğretim İçin Tekrar Israr Edilmesi ve Onun Bunu Geri Çevirmesi:
Gazâlî'nin İki Önemli Özelliği:
Gazâlî'nin islâm Dünyası Üzerinde Tesiri:
Her ne kadar o
günlerde Eş'arî düşüncesinin âlimleri bütün İslâm
dünyasını, eğitim düzenini, dinî hayatı kuşatmışlarsa da, bizzat kendi söz ve
iddialarının geçerliliğinin ve hâkimiyetlerinin içine kurt düşmüştü. Ebu'l Hasan Eş'arî'nin gücü ve
kişiliği, mantığı ve müc-tehidce
kafa yapısı Mutezilenin sihrini bozmuş, şeriat ve sünnetin hâkimiyetini yeniden
kurmuştu. Bu işte onun metod ve prensipleri tek
başına rol oynamamış, onun üstün zekâsının, yeteneklerinin ve ilmî isbatlama ve ictihad melekesinin
de rolü olmuştu. Bu otorite işte böyle güçlü büyük kişilerle ve içtihad yetenekleri ile ayakta durabilirdi. Fakat onun
peşinden giden, ona tâbi olanlar gitgide eski metodları
takip eden kişiler durumuna düştüler. İlm—i Kelâm'da
da yenilik ve ictihad yerine nakil içinde nakil
çizgisi başladı.
Durumun değişmesini
hisseden ve işe ciddi sarılanlar, felsefî deyimleri ve felsefî delillendirme ve ispatlama tarzını ilm-i
kelâma soktular. Bu tarz ise ne Kur'an-ı Kerim'in isbatlaması gibi tabiî, fıtrî ve herkesin anlayacağı
biçimde, gönül okşar tarzda idi; ne de onların davalarını isbatlayacak
şekilde kesin deliller ortaya koyacak biçimde idi. Bunda "dedi, dedinY'den ileri gidememe durumu ve her an için
prensiplerinin zayıflatılması ve şüpheli, şaibeli hale getirilmesi tehlikesi
vardı. Böylece onlar ne ehl-i sünnetin ve selef mezhebinin
sağlam önderliğini yapabildiler, ne de gerçek felsefe ortamlarında saygı ve
otorite kurabildiler. [1]
Diğer taraftan, Me'nıûn'un hoşlanmasından ve çok değer vermesinden, tercüme
edenlerin de gayreti ve ilgisinden dolayı, eski Yunan felsefesiyle ilgili pek
çok kitap, özellikle Aristo'nun eserleri Süryâniceden,
Yu-nancadan, Farsçadan, Arapçaya
nakledilmişti. Bu iş hızlı hareket edip düşüncesiz davranan, akıl ve mantığı
olgunlaşmamış olan müslümanlar üzerinde kötü etki
yaptı. Bu bir sürü kitap içinden bir kısmı kullanılmasında sakınca olmayan
mantık, tabîiyyat, temel bilgiler ve matematik
kitapları idi. Birazı da ilahiyat ve metafizikle ilgili konular ve yazılardı.
İlahiyatla ilgili olanlar aslında eski Yunanlıların kendi putları ile ilgili
bilgilerdi ki, onlar bunu kurnazca felsefî kalıblara
sokmuşlar, felsefi dil ve ilmî terimlere aktarmışlardı.
Bu tahminler ve
faraziyeler (varsayımlar); ne bir isbatı yapılabilir
ne de dünyada varlığına rastlanabilen bir efsane, bir tılsımdı. Allah Teâlâ'mn peygamber olarak gönderme nimeti bahşettiği Hz. Muhammed (a.s.) aracılığı ile kendi zâtının ve
sıfatlarının en iyi şekilde bilinmesini sağladığı, insanlığın ve kâinatın
başlangıcını ve sonunu, ihtidasını ve intihâ-smı en
iyi şekilde öğrettiği böyle bir ümmetin bu Yunan efsanesine ve akıl çelen
sihrine iltifat etmesine, onun enine boyuna akıl erdirmek için zaman
kaybetmesine kesinkes ihtiyacı yoktu.
Ama Yunan mantığından,
tabiî ilimlerinden ve riyâzî ilimlerinden korkanlar, onların ilahiyat sahasın-
daki saçma sapan sözlerle dolu kitaplarını da bir semavî kitap
gibi benimsediler, peygamberler ve semavî kitapla sanki kendilerine hiçbir
bilgi ulaşmamış gibi onları elden ele dolaştırdılar. Sanki onlar cahiliyet dönemi milletleri gibi, matematik ve tabiî
ilimlerde olduğu gibi ilahiyat ve dinî bilgilerde de yoksul ve meteliksizdiler. [2]
Diğer taraftan Yunan
felsefesi; Ya'kûb Kindî (ö. 258 H.\ Ebu'n Nasr Fârâbî
(ö. 329 H.) ve Şeyh Ebu Alî Sina (ö. 428 H.) gibi
cezbeli, heyecanlı avukatlar ele geçirdi. Bizzat Yunan'da bile bunlar gibisini
bulmak zordu. Onlar Aristo'yu, kusursuzlukta, kutsallıkta, ilim ve hikmette
öyle bir mertebeye ulaştırdılar ki, belki de bu makam ve rütbe Yunan
ilahiyatında ilk başlangıca (varlığı şart olana) dahi verilmemiştir. Müslümanların
payına Yunan bilgi hazinesinden daha çok Aristo'nun eser ve fikirlerinin
düşmesi bir şanssızlıktı. Bu fikirler; peygamberlerin getirdiği talimatlardan,
dinin ruhundan, özünden çok farklı, onunla çok az ilgiliydi.
Sonra ikinci
şanssızlık da Arap filozoflarından hiçbiri bu fikirlerin asıl kaynağını,
onların yazıldığı dili bilmiyordu. Bütün bilgileri tercümelere dayanıyordu ve
bu tercümelerden bizzat o filozofların ne demek istediğini anlamakta hatâlara
düştüler. Sonra onlar üzerinde Aristo'nun öyle bir etkisi ve büyüsü vardı ki,
onlar onun fikirlerinin tenkidini yapmayı gereksiz görmüşler, aklın düşünmesi
sonucu bulduğu fikirlerini bile is-batlanmış
gerçeklerin kitapla anlatılması şekline sokmuşlardır. [3]
Hicrî dördüncü
yüzyılın sonunda Yunan felsefesi bütün İslâm âlemini etkilemeye başlamıştı. Her
zeki ve meraklı genç Yunan felsefesine hayranlıkla, saygıyla bakıyordu.
Dördüncü yüzyılın
ortasında Bağdat'ta, İhvân-ı Safa adında Masonik
tarzda gizli bir cemiyet kuruldu. Bu cemiyette Yunan felsefesi Ölçü, kıstas
kabul edilerek dinî konular ve akideler (inançlar) üzerinde konuşmalar
yapılıyor, kendilerine göre sorunlar çözümleniyordu.
Bu cemiyetin
bülteninde şu sözler yer alıyordu: "İslâm şeriatı cehalet ve dalâletlerin
karışması ile kirlenmiştir. Onu felsefe ile yıkayıp temizlemekten başka çâre
yoktur. Çünkü felsefe itikadı bilgileri, hikmet ve ictihad
faydalarını ihtiva eder. Şimdi sadece Yunan felsefesinin İslâm şeriatı ile
kaynaşmasıyla istenilen gelişme elde edilebilir."
Onlar arkadaşlarına;
bilgisinde yetişmiş, yaşında ilerlemiş kişilerle uğraşarak vakit
kaybetmemelerini, onların yerine gençlerle uğraşmalarını ve onları, fikir ve
düşünceleri ile etkilemelerini özellikle tavsiye ediyorlardı. Çünkü yaşlı insanlarda
bilgilerinde olgunluk ve donukluk meydana gelir, bu ise yeni bir şeyi kabul
etmeye engeldir. Yeni bir şeyi kabul etme yeteneğine ancak gençler sahiptir.
Onlar bu konulara
bakışlarını, kendi felsefelerine Öncülük eden ve İhvân-ı Safa Risaleleri adı
ile edebiyat ve tarihte meşhur olan ve tabîiyyat,
matematik, ilahiyat ve aklî konuları içine alan 52 risale içinde yayınladılar.
Mutezile mezhebinden olanlarla, onlarla aynı zevki taşıyan insanlar bu
risaleleri elden ele taşıyor-
lar ve kendi toplantılarında okuyorlardı. Nereye giderlerse
yanlarında taşıyorlardı. O derecede ki, bir asır içinde bu risaleler İspanya'ya
(Endülüs'e) kadar ulaştı. [4]
Her ne kadar bilerek
veya bilmeyerek Mutezile'nin adamlarından şeriata zarar geldi ise de onlar;
akim yeteneklerini sınırsız, sonsuz kabul ederek Allah'ın zâtı ve sıfatlarının
hassas meselelerini ve akıl ötesi (akıl dışı değil) konularını âdeta çocuk
oyuncağı haline getirmişlerdi.
Fakat temelde onlar da
dinî kafa yapısı taşıyan kişilerdi. Allah'ın bildirdiklerine (vahye) ve
Peygamber'-den bildirilenlere iman ediyorlardı. Genellikle sade hayat
yaşarlar, günahlardan çekinirlerdi. İbadetlere düşkün ve dine çağrı hevesi
taşırlardı. Ma'rûfu (iyiliği) yaptırmaya, kötülüğü
engellemeye (emr-i bil ma'ruf,
nehiy anü münkere) şiddetle bağlıydılar. Bunların hepsi,
prensiplerinin ve inançlarının gereğiydi. Bu bakım-H dan itizal
mezhebinin gelişmesinden ve hâkim olma-^ sından
dolayı İslâm dünyasında küfür ve ilhâdm, pey-B gamberliği red ve âhireti inkârın, amelsizlik ve ibadet-sizliğin benimsendiği
olmadı. Bunlara temayül diye biri şey ortaya çıkmadı ve müslümanların
dinî şuuru (bilin-n ci) yaralanmadı veya
zayıflamadı.
:*
Fakat felsefecilerin
işi bunlardan tamamen farklıydı. Felsefe nübüvvetle (peygamberlikle) hiçbir
yerde uyuşmaz, bir yere gelip orada birleşmez. Dinin temel ve küllî meseleleri,
felsefenin ana inanç meseleleri ile çatışma halindedir. Bu bakımdan felsefenin
değeri ve haşmeti ne kadar artmışsa, tabiî olarak dinin değeri ve
peygamberlerin haşmeti azalıp gitmiştir. İnançlardan
(akâidden)
başlayarak ahlâk ve amellere kadar hepsi bu fikrî değişmeden etkilenmişlerdir.
Müslümanlar arasında dini alenen tahkir eden, övünerek kendisinin İslâm'la
ilgisizliğini açıklayan bir zümre türedi. Bu kadarına da cüret gösteremeyenler
de dış görünüş bakımından âdet ve yaygın amellere bağlıydılar, ama herhangi
bir şekilde onlar içten müslüman değildiler. [5]
Felsefe ile birlikte
ve onun etkisi ile yeni bir fitne doğdu. Bu fitne, İslâm ve peygamberliğin
öğretileri için .felsefeden daha tehlikeli idi. Bu Bâtınîlik fıtnesiydi.
Kurucusu ve
propagandacıları çoğunlukla, İslâm karşısında kendi saltanat ve hâkimiyetlerini
yitiren ve açık bir şekilde karşı çıkmaya, savaşmaya ve o hâkimiyeti geri
almaya ümitleri olmayan milletlerin insanları idi. Veya nefsâniyetçi,
şehvetperest, zevk ü safa düşkünü insanlardı. Çünkü islâm onların o tür hayatlarına sınırlar, engeler getiriyordu. Veya şahsî iktidar ve liderlik
hırsları olan, bir grup meydana getirip başa geçme
tutkusu olan insanlardı.
Bütün bu değişik
amaçlı insanlar "Bâtınîlik" bayrağı altında toplandı. Onlar; müslümanlan savaşla yene-miyeceklerini,
açıkça küfür ve ilhâda, inkarcılığa ve imansızlığa
çağıramayacaklarını arılıyorlardı. Çünkü böyle yaparlarsa müslümanların
dinî duygusu uyanacak ve karşı koyma gücü gelişecekti. Bu bakımdan onlar yeni
bir yol buldular. [6]
Onlar gördüler ki;
şeriatın prensip ve inançları, emir ve meseleleri; sözler, kelimeler içinde
anlatılmış-" tır. İnsanların anlaması ve amel etmesi için böyle ol-' ması gerekliydi. Nitekim Kur'an-ı
Kerim'de;[7]"Biz
her peygamberi, onlara açıkça anlatsın diye 1 kendi milletinin dili ile
gönderdik." * ' âyetinde bu du-" rum açıklanmıştır. İşte onun için Hz,
Peygamber bütün o sözleri, kelimeleri açıklamıştı. Onların mana ve mefhumları
belirlenmiş, herkes tarafından biliniyordu. Hz.
Peygamber kendi ağzı ile, kendi ifadeleri ile bunları açıklamış, hareket ve amelleri
ile de belirlemiş-" tir. Bu mana ve mefhumlar ümmet arasında sözlü ve
uygulamalı (amelî ve lafzı) olarak kesintisiz olarak ak-17 tarılıp
gelmektedir. Bütün ümmet bunu biliyor ve inanıyor ki; nübüvvet, risâlet, melâike, âhiret, cennet,
cehennem, şeriat, farz, vacib, helâl, haram, namaz,
oruç, zekât, hac bütün bu kelimeler özel dinî gerçekleri anlatan sözlerdir. Bu
dinî gerçekler nasıl korunup geldi ise ' aynı şekilde o dinî gerçekleri ifade
eden bu kelimeler '' de korunup gelmekteler, yani hiç bir yanılmaya, değişmeye,
yanlışlığa uğramadan, kuşaktan kuşağa; görerek, okuyarak, uygulayarak
zincirleme aktarılıp gelmekteler. Artık şimdi o kelimelerle manaları, birbirinin
ayrılmaz parçası olmuştur.
Ne zaman nübüvvet, risâlet veya namaz, zekât kelimeleri söylense hemen
onlardan, içlerinde taşıdıkları manalar (gerçekler) akla gelecek, ifade ettiği
manalar anlaşılacak ve onun fiilî şekli gözler önüne gelecektir ki onu Hz. Peygamber anlatmış, sahabe de anlamış, o-nunla amel etmiş ve o amel edilen şekli başkalarına da
taşımışlardır. Böylece bu, nesilden nesile bütün
ümmete sürekli aktarılmış gitmiştir.
İşte Bâtınîler;
zekâları sayesinde, kelimeler ve manaların bu irtibatının, ümmetin bütün
hayatının ve İslâm'ın düşünce ve hareket düzeninin temeli olduğu inceliğini
anlamışlar ve bununla birliklerinin, kendi ana kaynakları ve mazileri ile
bağlarının devam edeceğini görmüşlerdir.
Eğer bu bağ, bu
irtibat koparsa, dinî tâbir ve terimlerin mânaları belirsizleşirse veya
şüpheli hale gelirse o zaman bu ümmetin her çağrıya ve her felsefeye av
olabileceklerini sezmişlerdir. İslâm'ın granit taştan yapılmış kalesinde yıkık
kapılar açılacağını, sağlam duvarlarında binlerce çatlaklar meydana geleceğim
de anlamışlardır.
Bu inceliği sezip bu
sırrı keşfettikten sonradır ki Bâtınîler bütün güçlerini, şu iddialarını yayma
uğrunda harcamaya başlamışlardır. Diyorlardı ki: Her kelimenin bir zahirî
(dış) mânası, bir de bâtını (iç), gerçek mânası vardır. Aynı şekilde Kur'an ve hadîsin bir zahiri var, bir de gerçek yönleri var.
Bu zahirlerle, gerçeklerin birbiriyle ilgisi, kabukla çekirdeğin içinin (özün)
birbiriyle ilgisi gibidir. Câhiller sadece bu zahir mânaları bilir, onların
elinde sadece kabuk, kılıf vardır. Akıllı kimseler ise gerçekleri bilir.
Onların payına öz düşer. Onlar bu kelimelerin aslında, o gerçeklerin sembol ve
işaretleri olduğunu bilir. O kelime kabuklarından, cahillerin anladıkları ve
uyguladıkları kastedil-memiştir. Onlardan kastedilen
daha başkadır, onu da ancak sırlan bilenler anlar. Onlardan da bu gerçekleri-anlamaya
gücü yetmeyen ve zahire yakalanmış olan diğerleri öğrenebilir. Zahir zincirine
ve şeriat bağlarına kapılmış olanlar son derece aşağı seviyede olanlardır.
Gerçeklerin ve sembollerin yüksek seviyesine yükse-
lenlerin boynundan bu halka ve zincir düşer ve şeriatın;
bağlarından kurtulur, işte bu, şu âyetin belirttiği mâ-.
nadir:
.:
"Peygamber
onların yükünü onlardan indirecek ve onlar üzerine sarılmış zincirleri de
çözecek." [8]
Bunu kendilerine özgü
temel sistemler kabul edip, hakîkatlar ve zahirler
diye böyle bir felsefeyi benimseyince peygamber, vahy,
peygamberlik, melekler, âhiret gibi bir takım şer'î
terimleri kendi arzu ve keyiflerine göre açıklamaya başladılar. Çok nadir bulunabilen
bir örnek sunuyorum, şöyle:
"Peygamber;
kendisine saf kutsallık yetkisinin aktığı kişinin adıdır. Cebrail bir varlığın
adı değildir, sadece o akınım adıdır. Âhiretten maksad; herşeyin kendi aslına
dönüşüdür. Cünüplük, sırrı başkasına açıklamaktır. Gusül; sözünü yenilemektir.
Zina demek, bâtın ilminin nutfesini söz vermeye
katılmamış kişiye aktarmaktır. Taharet demek; bâtın mezhebinden başka bütün mezheblerden ayrılmak demektir. Teyemmüm; kendisine izin
verilmiş kimseden bilgi almak, namaz; dönemin imamına uymaya davet etmek,
zekât; yetenekli ve temiz kişiler arasında ilim yaymak, oruç; sırrı
açıklamaktan sakınmak, hac; aklın kıblesi ve hedefe götüren bilgiyi aramak,
cennet; bâtın ilmi, cehennem; zahir ilmi, Kabe; peygamberin bizzat kendisi,
Kabe'nin kapısı; Hz. Ali'nin şahsıdır. Kur'an-ı Kerim'de bildirilen Nuh tufanından kastedilen de;
ilim tufanıdır ki bu tufanda kelime-i şehâdet
getirenler boğulmuştur. Nem-rud'un ateşi demekse; Nemrud'un öfkesidir, gerçek ateş değil. İbrahim'e emredilen boğazlama olayı da, oğuldan
söz almadır. Ye'cûc ve Me'cûc;
zahir ehli olanlar, Musa'nın asasından maksad da;
onun hüccet ve delilidir v.s.[9]
Şer'î kelime ve
terimlerin kesin bildirilen ve nakledilen mana ve mefhûmlarını reddedip Kur'an ve hadisin zahir ve bâtın, kabuk ve öz diye
manalarının ayırıma uğratılması öyle bir saldırı ve savaş tarzıdır ki, her
zaman ve her devirde İslâm'ın inanç düzenini, düşünce sistemim bozmak
isteyenler, onlara bir oyun oynamak isteyenler bunu kullanmıştır. İslâm'ın tüm
yapısı bununla kolayca dinamitlenebilir, İslâm'ın dış kılıfının içinde devlet
içinde devlet kurulabilir.
Nitekim daha sonraki
yüzyıllarda Hz. Peygam-ber'in peygamberliğine başkaldırmak isteyen fırkaların,
münafıklar grubunun, Bâtmîlerin bu saldırı ve savaş
tarzını kullandıklarını görüyoruz. Bu manevî tevatür ve tevarüsü inkâr ederek
bütün İslâm düzenini güvensiz kılmak, şüpheli hale getirerek yaralamak istediklerini
ve kendi dinî hâkimiyetlerini kurmak, hatta yeni bir peygamberlik'kapısı
açmak istediklerini görüyoruz. İran'da çıkan Bahaîlik'le, Hindistan'da çıkan Kâdıyânîlik buna en açık bir Örnektir[10]
Bu devrin manâ icâdçılarını -ki bunlara yukarıda örnekler verilmiştir-
aklı başında bir adamın kabul edemiyeceği ortadadır.
Fakat Kelâm ilminin mücâdele tarzı İslâm dünyasında öyle bir düşünme
dağınıklığı meydana getirdi ve felsefenin etkisi ile insanlarda karmaşık ve
kapalı meselelere (içinde hiçbir öz ve mana olmasa da) karşı öyle bir istek
doğurdu ki; bir sınıf insan üzerinde Bâtmîlerin
büyüsü tuttu. Bunlar eski astronomi ilmini, tabîiyyât
ilimlerini, Yunan ilahiyatına ait meseleleri ve Yunan tâbir ve terimleri olan
ön akıl vs.yi rahatlıkla kullandılar; ve çeşitli tesirler, çeşitli maksatlarla
insanlar onların etrafında toplandılar. Bir kısmı intikam alma duygusuyla, bir
kısmı sırlar ve sembollere hayranlıklarıyla, bir kısmı yanlış şekilde anlatılan
zâhirîliğe karşı tepki göstermeleriyle, bir kısmı züppelik ve nefsine hoş
gelmesi sebebiyle, bir kısmı da ehl-i beyt adına hareket edilmesi düşüncesiyle Bâtmîlerle böyle gizli bir teşkilât kurdular.
Bu teşkilât yüzünden
güçlü İslâm devletleri uzun süre rahatsız oldu. İslâm âleminin en kıymetli, en
değerli ve faydalı bazı insanları (Nizâmülmülk Tûsî ve Fahrulmelik vs. gibi)
bunların eliyle öldürüldü.
Uzun süre bir büyük
âlim ve müslüman sultan veya vezir bunlardan emin
olamadı, daima ölüm tehdid-leri
altında bulundu. Sabaha sağ çıkarmıyını diye endişe
içinde oldu.
İbn Cevzî şöyle yazıyor:
"İsfahan'da eğer
bir kimse ikindiye kadar evine dönmezse, bir bâtınîye
hedef olup öldürüldüğü zanne-dilirdi."
Böyle huzursuz bir
ortam doğurmalarına ilâveten, düşünce ve edebiyatı da etkilemeye başladılar ve
dinin temel prensiplerini, naslannı, kesin emir ve
hükümlerini te'vil ve tahrif ederek genel sapıklık
ve dalâlet kapısını açtılar. [11]
Felsefe ve Bâtınîliğin
bu İslâm'ı mahvetmek isteyen etkileri karşısında aklî ve naklî ilimleri tam
olarak bilen, onların en ince problemlerini çözen, yetkili ve etkili büyük bir
kimseye ihtiyaç vardı.
Bu kişi her ilim
dalında müctehidçe görüşe sahip olmalı ve Allah
vergisi zekâsı, temiz karakteri, görüşle-rindeki
titizliği, Yunan filozoflarından ve pek çok eski fikir babalarından daha az
olmayan kişiliği ile gözleri doldurmalıydı. Pek çok yeni ilimleri modern
biçimde tertipleyerek düzene koyma yeteneğinde olmalı, çok geniş bilgisi,
derin görüşü ile kesin iman devletine de sahip olmalıydı. Kendi şahsî görüşü,
araştırma, inceleme, ibâdet ve takvâsıyla dinin ebedi gerçeklerine taze iman
taşımalı ve bu taze
iman ve yeni güvenle keskin görüşüne dayanarak dinin önderliğine yani dine
bağlanmaya ve peygambere tabi olmaya çağırmalıydı. Bir de İslâm âleminde ve
ilim dünyasında kendi bilgisi, kesin imam, feraset ve basireti ile yeni bir ruh
ve hayatta yeni bir dalgalanma meydana getirebilmeliydi.
Hicri beşinci asrın
tam ortasında İslâm dünyasının şiddetle muhtaç olduğu böyle bir kişi İslâm'a nasib oldu. Bu kişi İmam Gazâlî idi. [12]
İmam Gazâlî'nin adı;
Muhammed, künyesi Ebu Hâmid'dir.
Babasının adı da; Muhammed idi. Tûs şehrine bağlı Tâhiran'da doğdu. Samîmi bir ilim aşıkı
ve fakir bir müslüman olan babasının vasiyetine
uyarak ehl-i tarîk bir baba dostuna gitti. Bu zatın
tavsiyesine uyarak bir medreseye kaydolup okumaya başladı.
Gazâlî, memleketinde
Şeyh Ahmed el-Râzikânî'den
Şafiî fıkhını öğrendi, sonra Cürcan'da İmam Ebu Nasr İsmaîlî'den
okudu. Sonra Nişâbur'a giderek İmam el-Haremeyn'in
ders halkasına girdi. Kısa bir süre içinde 400'ü bulan talebe arkadaşları
arasında sivrildi ve ünlü hocasına yardımcı (asistan) oldu. İmam el-Hare-meyn onu anlatırken der ki; "O, dağ gibi dalgalar püskürten
bir denize benzer." İmam el-Haremeyn öldükten sonra Nişâbur'dan
çıktı, O sırada yaşı 28 idi. Fakat yaşı ilerlemiş nice âlimlerden çok daha
bilgili ve yetişmiş, olgunlaşmıştı.
Tahsilini
tamamladıktan sonra Gazâlî, Nizâmü'l-Mülk'ün huzuruna
çıktı. Nizânıülmülk onun şöhretini duyduğu, ilmini,
irfanını ve kabiliyetini bildiğinden dolayı kendisine çok saygı gösterdi,
ikram ve izzette bulundu. Sarayına, çevresine kabul etti; onun çevresinde
yetenekli, olgun ve bilgin kişilerden meydana gelen bir
topluluk vardı. İlmî
tartışmalar, dinî konuşmalar, oturumlar, toplantılar yapılırdı. Hatta düğün ve
matem toplantılarının bile kaçınılmaz unsuruydu bunlar.
İmam Gazâlî bu konuşma
ve tartışmalarda daima herkese üstün geliyordu. Açık yeteneğini gören Nizâ-mülmülk onu Nizamiye Üniversitesi'ne rektör tayin etti. O
dönemde bu bir âlim için en büyük şeref, en üstün paye idi. O sırada 34
yaşındaydı.
484 H. yılında büyük
bir ihtişam ile Bağdat'a geldi. Nizamiye Üniversite si'nde
ders vermeye başladı. Kısa zamanda, onun ders okutmasının, meseleleri çok güzel
ve açık şekilde anlatmasının, derya gibi bilgisinin ünü Bağdat'ta bir şimşek çakarcasma yayıldı. Talebe ve âlimler, faydalanmak için her
taraftan akın ettiler. Ders halkası herkesin yöneldiği yer haline geldi. 300 civarında
ihtisas talebesi ve yüzlerce idareci ve ümerâ, dersine katılıyordu.
Gitgide o keskin
zekâsı, ilmî dehâsı ve güçlü şahsiyeti sayesinde devlet erkânına denk bir etki
ve yetki meydana getirdi. Çağdaşı Şeyh Abdülğâfir
Fârisî'nin sözüyle: "Onun makam ve mevkiinin önünde valilerin, vezirlerin
hatta bizzat halifenin şân ve şöhreti sönük kalıyordu." O derecede ki; H.
485 yılında Abbasî halifesi Muktedîbillâh, onu elçi
yaparak Selçuklu sultanı Melikşâh'm hanımı Türkân
Hâtun'a göndermişti. (O günlerde bu kadın saltanata geçmişti.)
Muktedîbillâh'm yerine geçen halife Mustazhir'in,!
Gazâlî ile özel irtibatı ve güveni, ona sonsuz sevgisi ve itimadı vardı. Onun
buyruğu üzerine Gazâlî, Bâtmîliği reddeden bir kitap
yazdı, adını da halifeye bağlayarak Mustazhirî koydu. [13]
Bir ilim ve din
adamına nasib olabilen bu zirveye yükselişten sonra
Gazâlî'nin buna kanaat etmesi, bununla gözü doyması ve bazı hocalarının
yaptığı ve genellikle insanların yapageldikleri gibi
o imkânlar içinde bütün hayatını geçirmesi gerekirdi. Ama onun kararsız
tabiatı, üstün azmi, uçan arzuları bu zirveye razı olmadı, onunla yetinmedi.
Aslında onu /'îmam" ve "Hüccetül-İslâm"
yapan da bu üstün azmidir. Makam ve mevkiin, şan ve şöhretin feda edilmesinin,
hedefe ulaşma aşkının ve kendini ona tam vermenin böyle örneklerine dünyada
pek az rastlanır.
Gazâlî, kendisine
makam ve mevkileri terkettirip bir çırpıda attıran
sebepleri, eğitim ve öğretimin en üst kademesinden, ilim ülkesinin
padişahlığından ayrılarak kesin imanı öğrenmeye ve maneviyat devletini bulmaya
neden dolayı çıktığım ve amacına ulaştıktan sonra nasıl geri döndüğünü el-Münkızü Mine'd-Dalâl isimli eserinde şöyle anlatır:
"Gençliğimin ilk
çağlarından beri bilgi edinmeye, araştırmaya, öğrenmeye ilgi duyan bir
yapıdaydım. Her fırka ve mezhebin adamı ile görüşür, onların akîde ve
inançlarını öğrenirdim. Gitgide bu beni öyle bir sonuca götürdü ki, taklid bağından (ana-baba ve çevreden düşünmeden alıp
kabul edilen bilgi ve inançlardan) koptum. Çocukluğumdan beri kafamda yerleşmiş
inançlar sallanmaya başladı. Hristiyan, yahudi vs. gençlerin de kendi inançları ile yetişmesinden
dolayı kendi dinlerine inandıklarını, bizim de onlardan pek farkımız olmadığını
dahi düşünmeye başladım. Gerçek bilginin, hiçbir şüpheye yer bırakmayan bir
bilgi olduğunu düşündüm. Meselâ: Kesinlikle biliyorum ki, 10
sayısı 3 sayısından
farklıdır. Biri çıksa da, hayır 3 fazladır dese ve iddiasını isbat için sana değneğimi yılan yaparım dese ve yapsa da
gösterse, benim 10'un 3'ten fazla olduğundaki kanaatimi, inancımı değiştiremez.
Onun yaptığı işe şüphesiz hayret edeceğim ama yine de 10'un 3'ten fazla olduğu
inancım devam edecektir.
Bunun gibi sarsılmaz,
yıkılmaz bilgi ve kanaatin; sadece beş duyu ile alman, gözler önünde varlığı
apaçık görülen şeyler üzerinde olduğunu gördüm.
Fakat daha fazla
derinden incelediğimde gördüm ki, bunda da şüpheye yer var. Duyulardan en
güçlüsünün, en sağlamının gözle görme duyusu olduğunu gördüm. Ama bunda bile
yanılma olabiliyor. Şüphelerim o noktaya ulaştı ki; duyulara bile güvenmez
oldum. Akla yöneldim, ama akıl bilgilerinin, duyularla ilgili bilgilerden daha
zayıf ve şüpheli olduğunu anladım.
Benim bu şüpheci halim
aşağı yukarı iki ay devam etti, üzerime sofistâîlik
(^şüphecilik) yerleşti. Gerçek diye bir şey olmadığını, herşeyin
vehimden ibaret olduğunu düşünmeye başladım.
Sonra nasıl oldu
bilmem, Allah'ın lütuf ve keremi yetişti, beni bu hastalıktan kurtardı.
Mizacımda nor-mallik ve
sıhhat tekrar yerleşti de aklın gözle görünenler üzerindeki bilgisine güven
geldi. Fakat bu bir delile dayanmıyordu. Bilakis vicdana doğan ilâhî bir kanaatti.
Bu hastalıktan şifâ
bulduktan sonra artık önümde hak ve gerçeği arıyor gözüken dört grup kalmıştı:
a) Akıl ve
görüş sahibi olduklarını savunan kelam-cılar,
b) Ellerinde
kendilerine özgü öğretiler ve gizli bilgiler bulunduğunu iddia eden bâtınîler, -ki bunlar masum imamdan doğrudan doğruya
hakikatler ilmini aldıklarını iddia ediyorlardı-,
c) Mantıklı
kişiler olduklarını, her şeyi delillere da-yanandırdıklarını
söyleyen felsefeciler,
d) Bir de
kendilerini keşif ve keramet ehli gösteren, gerçeklerin kendilerine açıkça bildirildiğini söyleyen tasavvuf ehli kimseler.
Ben bu zümrelerden her
birinin eserlerini okudum, hiçbiri beni tatmin etmedi.
Kelâm ilmi ile ilgili
bu ilim dalının araştırıcı âlimlerinin kitaplarını okudum, kendim de bu konuda
eserler yazdım. Gördüm ki; her ne kadar bu ilim dalı kendi amacına
ulaşıyorduysa da beni teselli ve tatmin etmek için yeterli 'değildi. Çünkü bu
ilim dalında bir takım p-rensipler üzerine bina yapılıyordu
ki onları, karşı grub daha önce koymuştu. Kelâmcılar
da onları taklid olarak (hazır bilgiyi incelemeden
alarak) kabul etmişlerdi.
Felsefe hakkında bir
kanaat ve karara varmak için önce ben onu araştırarak, inceleyerek okumayı
gerekli gördüm. Her ne kadar okuyup yazma meşguliyetlerim bana zaman
bırakmıyorsa da buna karar verdim.
Bağdat'ta ders
verirken etrafımı kuşatan üç yüz talebem bulunurdu. Yine de ben bu araştırma
için vakit ayırdım. Hemen hemen
iki sene içinde felsefeye ait bilgileri okuyup inceledim. Sonra aşağı yukarı
bir sene boyunca onun üzerinde düşündüm, taşındım, fikir yürüttüm. Felsefenin
altı bölüme ayrıldığını gördüm: Riyâzî bilgiler, tabiî bilgiler, siyasî
bilgiler, ahlâka ait bilgiler, mantıkla ilgili bilgiler ve ilahiyata ait bilgiler.
İlk dört bölümdeki
bilgilerin İslâm'la müsbet, menfî (olumlu, olumsuz)
hiçbir ilgisi yok. Dini isbât için onları inkâr
etmeye de gerek yok.Tabiî ilimlerin, bazı görüşlerin de ara sıra dinle
çatıştığı oluyor, fakat bu çok az sayıda birkaç meseleden ibarettir. Prensip
olarak bu
konuda şu inanca sahip
olunmalı ki; tabiat Allah'ın iradesine bağlıdır, kendi başına bir iradesi
yoktur.
Ama şüphesiz bu ilim
dallarındaki felsefecilerin akıl yürütmelerini, ince görüşlerini görenler
genellikle o felsefecilerden çekinirler ve zannederler ki, bütün bilgilerde bu
adamların durumu böyledir. Halbuki bir kişinin bir ilim dalında mahir (uzman)
olması, her dalda uzman olmasını gerektirmez. Sonra onların dinsizliğini,
inkarcılıklarım görerek onları sadece taklit etmek için, bunlar da dini hafife
almaya ve inkâr etmeye başlıyorlar.
Diğer taraftan
İslâm'ın bazı cahil dostları, felsefecilerin her görüş ve her iddiasını
reddetmeyi kendine görev, İslâm'a da hizmet zannettiğinden onların tabiî
ilimler konusundaki bütün araştırıp bulduklarını da inkâr etmeye başlıyorlar.
Bunun kötü sonuçlarından biri; bu ilmî araştırmaların doğruluğuna inanan ve
bunların isbatlanmış birer gerçek olduğunu kabul
edenlerin inançları ve İslâm'a olan imanları sarsılıyor, felsefeyi red ve inkâr yerine İslâm'dan şüpheye düşüyorlar.
Kısacası ben felsefe
ile şifâ bulamıyacağıma, benim şüphelerimi felsefenin
gideremiyeceği sonucuna ulaştım. Tek başına aklın herşeyi kavrayamayacağım, bütün gizli gerçeklerin
üzerindeki perdeyi kaldıramayacağını anladım.
Mustazhirt isimli kitabımı yazmaya hazırlanmışken Bât-mîlik hakkında iyi bir araştırma yapma fırsatı buldum.
Gördüm ki, inançlarının temeli dönemin imamının öğretilerine dayanmaktadır.
Fakat dönemin imamının varlığı, onun doğruluğu, bizzat isbat
ve delile muhtaçtır. İkisi de son derece şüpheli şeylerdir.
Artık geride tasavvuf
kalmıştı. Bütün varlığımla
ona yöneldim. Tasavvuf
hem ilmî hem de amelîdir. Bu konuda bilgi toplamam kolaydı. Ebu
Tâlib el-Mekkî'nin Küt el-Kulûb isimli eserini, Haris el-Muhâsibî'nin eserlerini, Cüneyd-i Şiblî hazretlerinin ve Bâyezîd-i Bestâmî'nin sözlerini
mütalaa ettim, iyice okudum. İlim yolu ile elde edilebilecek olan bilgi ve kanaatları elde ettim. Fakat anladım ki, temel hakikatlara ulaşmak, onları tanımak; okuyup Öğrenmek
değil, kişinin duygusunun, meşrebinin, hâlinin ve ahvalinin değişmesiyle
olabilir.
Şer'î olsun, aklî
olsun benim sermayem olan bilgilerimle Allah'ın varlığına, peygamberliğe, âhirete imanım pekişmişti. Ama bu da bir isbât ve delille elde edilmemiş, aksine izahı imkânsız
olan bazı sebepler, tecrübeler ve kıyaslardan dolayı elde edilmiştir.
Ebedî saadetin, manevî
âlemdeki huzurun elde edilmesinin ancak takvaya bürünmekle, nefsi isteklerinden
mahrum etmekle olabileceğini çok iyi anladım. Bunun yolu ve usûlü de şudur:
Fanî âleme rağbet etmemek, âhirete yönelip sadece
Allah'a yönelerek dünya ile kalbin alâka ve ilgisini kesmek. Fakat bu, makam
mevkiden, maldan, servetten yüzçevirerek, engellerden,
bağlardan kaçıp kurtulmadan imkânsızdır.
Kendi durumumu
düşündüğümde gördüm ki, ben baştan aşağı dünya bağları içinde boğulmuşum. En üstün
ve mübarek işimin eğitim, öğretim olduğunu biliyordum. Fakat ölçüp biçerek
gördüm ki, bütün ilgim bu bilgiler üzerindedir. Kendimi herşeyimle
onlara vermişim. Halbuki onlar ne o kadar önemli, ne de âhiret
konusunda bir fayda sağlayacak cinstendir. İlim öğretmeme baktım, o da
tamamen Allah rızası için değil, aksi--ne onun yönelticisi, itici gücü de
sadece makam mevki isteği, şöhret elde etme arzusudur. O zaman kendimin,
felâket uçurumunun tam
kenarında durduğunu; durumumu düzeltmeye çalışmazsam benim için büyük bir
tehlike olduğunu anladım.
Bir süre için herşeyi bırakıp Bağdat'tan çıkıp gitmeye niyetlendim.
Fakat buna kesin karar veremedim. Altı ay bu kararsızlık içinde geçti. Bazan dünya istekleri ağır basıyor, bazan
iman çağırıcısı: Göç yakın, az bir ömrün kaldı, önünde uzun bir yol var, bütün
bu ilim ve hareketler sâdece riya ve hayallerden ibarettir diye çağırıyor. Ara
sıra nefis diyor ki; bu hal geçici bir durumdur. Allah'ın verdiği bu makam ve mevkiyi bıraktıktan sonra eğer yeniden ele geçer
zannediyorsan, onun tekrar ele geçmesi imkânsızdır.
Kısacası şöyle böyle ile altı ay geçti.
Nihayet mesele irade
gücümü aştı, kararsızlık içinde kıvranıyordum. Sonunda dilim durdu, konuşamaz
oldum. Sanki ağzıma kilit vurulmuştu. Gelip gidenleri memnun etmek için bir gün
olsun ders vereyim diye uğraşıyordum, fakat dilim bana yardımcı olmuyor, bir
kelime bile söyleyemiyordum.
Dilimin tutulması ile
kalbimde bir keder, üzüntü hali doğdu. Onun etkisiyle hazım gücüm tamamen durdu.
Yeme içme arzum tümden tükenmeye yüz tuttu. Bir yudum su bile boğazımdan
inmiyor, bir lokma yemeği hazmetmek benim için imkânsız oluyordu.
Gittikçe beden
güçlerim zayıfladı, doktorlar buna bir çâre bulamaz oldu ve dediler ki: Kalp
üzerinde derin iz yapan bir etki var. Bundan dolayı ruhî yapı tamamen onun
etkisi altında kalmaktadır. Kalbe tesir eden o şey ortadan kaldırılmadıkça
tedavinin hiçbir faydası yoktur.
Bu işte çaresiz
kaldığımı görünce Allah'a yöneldim ve çaresizlik hali içinde dua ettim. Sonra
baktım ki
makam ve mevkiyi, çoluk çocuğu bırakıp gitmek bana kolay gelmeye
başladı. Mekke'ye gideceğini açıkladım ama gönlüm Şam'a gitmeyi istiyordu. Binbir çeşit, güzel ve tatlı bahanelerle Bağdat'tan
çıkmaya hazırlandım.
Iraklılar, niyetimden
haberdar olunca dört taraftan tenkid etmeye, bana dil
uzatmaya başladılar. Hiçbir düşünce ve mantık bu ayrılmanın, bu görevleri,
eğitimi, öğretimi terketmenin makul bir dinî sebebi
olabileceğini kabul etmez, dediler. Onlara göre ben en üstün bir dinî makamda
bulunuyordum. Bu bakımdan neden böyle bir hizmeti ve üstün makamı terkediyordum.
Sonra insanlar çeşit çeşit tahminlerde bulunmaya başladılar. Devlet başkentinden
uzak olan insanlar; bu işte bazı idarecilerin rolü var zannederek, onların talimatı
ile, oyunu ile bu görevi terkettiğim kuşkusuna kapıldılar.
Fakat devletin ileri gelenleri ile ilişkisi olan insanlar, benim kalmam için
devlet görevlilerinin ne kadar uğraştıklarını, gitmememi, görevimle meşgul olmamı
ne kadar istediklerini görüyorlardı. Onlar diyordu ki; İslâm'ın bu ışığı ve
ilmin süsüne kimin nazarı değdi de herşeyi terkedip gidiyor? Bundan başka ne denebilir ki.
Sözün kısası, ben
Bağdat'a elveda deyip sahip olduğum şeylerden birazını yanıma alarak Şam'a
geldim. Orada hemen hemen iki sene kaldım. İşim
inzivada kalmak, insanlardan ayrı durmak ve kendi kendimle ruhî mücadele
yapmaktı. Tasavvuf ilminden öğrendiğim ne varsa onlara göre nefsimi temizleyip
terbiye etmekle, ahlâkımı güzelleştirip düzeltmekle, Allah'ı zikretmek için
kalbimi tutmakla meşgul oldum. Uzun süre Şam'da Cami-i Kebir'de (Emeviyye Camiinde) îtikâfda
kaldım. Camiin minaresine çıkar, bütün gün
boyu kapısını kapatır,
orada kalırdım. Şam'dan Kudüs'e geldim. Orada her gün kayanın altına (kaya ile
örtülü camiye) gider, kapısını kapatırdım. Kendim de içeri kapanırdım. İbrahim
(a.s.)'m makamım ziyaret ettikten sonra, içimde Mekke'yi ziyaret etme, hac
yapma ve Medine'yi ziyaret etme arzusu doğdu. Nitekim Hicaz'a gittim, hac yaptım.
Sonra çoluk çocuğumu görme arzusu, onların bana gel diye haber göndermeleri
beni memlekete geri döndürdü. Halbuki memleket adından kilometrelerce
kaçıyordum. Memlekette de inzivaya dikkat ettim, kalbi temiz tutmaktan gafil
olmadım. Fakat olaylar ve işler, çoluk çocuk düşüncesi ve geçim zo-runluğu ruhumda dağınıklık
meydana getirmeye devam ediyordu. Huzur-ı kalb ve
kendimi bir meseleye verme sükûnu her zaman olmuyordu. Ama ben bundan dolayı
ümitsizliğe düşmedim. Ara sıra da bundan zevk duyuyordum.
On sene böyle geçti.
Bu uzlet ve inziva hayatı ibâdet ve tâata kendimi
vermem, bende öyle inkişaf, gelişme (gerçeklere ulaşma) meydana getirdi ki onu
genişçe anlatmam, sayıp dökmem imkânsızdır. Ama okuyucuların faydalanması için
şu kadarını söylemeliyim: kesinlikle anladım ki tasavvufçular ancak Allah
yolunun yolcularıdır. Onların hayat tarzı en temiz, en güzel hayat tarzıdır,
yolları en doğru yoldur. Ahlâkları en iyi terbiye edilmiş ve doğru, sağlam
ahlâktır. Eğer akıllıların aklı, mantıklıların mantığı, hikmet sahiblerinin hikmeti, şeriatın sembollerini anlayanların
bilgisi bir-leşse de onların hayatından ve ahlâkından daha iyisini göstermeye
çalışsa bunu başarması imkânsızdır. Onların bütün zahir ve bâtın hareketleri,
davranışları Peygamber ışığından alınmıştır. Aydınlanmak için de pey-,, gamberlik ışığından daha güçlü bir ışık yoktur." [14]
İmam Gazâlî'nin bu
uzlet halini devam ettirmesi mümkündü, herkesten uzak yaşamaya devam edebilirdi.Ömrünün
geri kalan kısmım manevî lezzet içinde, tek başına sükûn ve huzur içinde
geçirmesi kendisine daha hoş gelebilirdi. Ama Allah Teâlâ
ondan daha büyük hizmet istiyordu. Bu bakımdan onun uzletten çıkıp okutmaya,
insan yetiştirmeye yönelmesi, yazıp çizip ortaya pek çok eserler, kitaplar
koyarak insanlara faydalı olması gerekiyor; ve müslümanlar
ilminden faydalansın diye toplum hayatına dönmesi icab
ediyordu.
Sapıklığın ve
felsefenin reddedilmesi, akıl ve ilim yolu ile İslâm'ın üstünlüğünün doğru ve
hak oluşunu-nun isbat
edilmesi için, bilhassa Allah onu imanda; görerek iman etme, kesin ve şüphesiz
iman etme seviyesine ulaştırdığından dolayı, İslâm dünyasında bu işler için
ondan daha uygun biri olmadığından İslâm'ın ona şiddetle ihtiyacı vardı. Bundan
dolayıdır ki bizzat kendi içinde bu göreve bir çağrı ve cezbe buldu. O, kesinlikle
inandı ki; bu büyük teşebbüs, peygamberlerin görevini üstlenmek ve devrin
vecibesi ve ibâdetlerin en üstünüdür. Bu duygularını bizzat kendisi anlatmakta,
uzletten halk arasına çıkışının sebebini şöyle yazmaktadır:
"Gördüm ki,
felsefenin etkisiyle pek çok tasavvuf iddiacısının dalâlete düşmesi, pek çok
âlimin de anıel-sizliğinden ve kelâmcılarm
yanlış ve zayıf liderliğinden dolayı pek çok insan grublarınm
imanı sarsılmıştı. Felsefe, akideler (inançlar) üzerine derin etki bırakmıştı.
Pek çok felsefe vurgunu insan zahirî hükümlere (dıştan görünen emirlere) sıkı
sıkıya bağlıydılar ama peygamberliğin ve dînin asıl gerçek özüne imanları
yoktu.
Bazı insanlar sadece bedenî bir spor
düşüncesiyle namaz kılıyor, bazıları da
toplumun, şehir halkının bir âdeti olarak buna uyuyordu. Kendini korumak için
bazı şer'î emirlerin maddî faydalarını elde etmek, onları yapmamakla dünyevî zarara uğramamak için
uygula- mayı gerekli görüyorlardı. Eğer bu
zararlardan kurtu-labilselerdi
bunları irtikâb etmekte hiçbir sakınca gör- mezlerdi.
Anladım ki, ben bu şüpheleri uzaklaştırma
kabili- yeti taşıyorum. Kolaylıkla da bunu yapabilirim. O de- recede ki, yaptığım incelemelerden ve onların bilgilerine
derinden vakıf oluşumdan dolayı o insanların iç yüzünü açığa çıkarmak benim
için su içmekten daha ko- laydır.
Böyle gördüğüm için bu işi yapmam gerektiğini
samimiyetle düşündüm. Bu iş bugünün en büyük göre- vidir.
Ben içimden; bu yalnızlık ve uzlet senin için nasıl caiz olur? Hastalık yayılmış, doktorun
kendisi hasta, Allah'ın kulları felâketin kıyısına gelmiş, dedim. Sonra ben yine kendi kendime; bu büyük iş senin
tarafından nasıl başarılacak, Peygamberin
dönemi geceli hayli za- man
oldu. Bâtıl her tarafı kapladı. Eğer sen, Allah'ın yaratığı bu insanları; sevdikleri ve
alıştıkları şeylerden koparmaya çalışırsan herkes ve her taraf sana karşı çıkacak,
senin aleyhinde olacak; sen tek başına nasıl on- lara
karşı koyacak, nasıl ömür süreceksin? Devir müsait olsaydı ve dönemin sultanı
da dindar ve güçlü olsaydı bu olabilirdi.
Bunları kendime
söyledim, kendimi ikna ettim, uzlet ve halvette kalmaya tekrar karar verdim.
Fakat Allah'ın takdiri değişikmiş, devrin sultanının kalbine ilham edip
harekete geçirmiş, bizzat o bu fitne ile mücadele etmem için Nişâbur'a gitmemi ısrarla emretti. Bu emir, anladığım kadarı ile yerine
getirmediğim takdir-
de sultanın öfkesini
üzerime çekeceğim cinsten kesin emirdi. Daha hiçbir mazeret ve özrüm
kalmadığını düşündüm. Artık benim bir köşeye çekilmem, uzlet ve yalnızlığı
sevmem sadece tembellik, rahatlık arzusu ve atalet olacaktır; sıkıntıdan ve
imtihandan kaçış olacaktır. Halbuki Allah Teâlâ
buyuruyor ki:
"(Müşrikler
tarafından eziyet edilen) o insanlar sandılar mı ki 'iman ettik' demeleriyle
bırakılacaklar da imtihana çekümiyecekler. Doğrusu
biz onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik. Allah (imtihan
suretiyle imanında) sadık olanları da muhakkak bilecek, yalancı olanları da
elbette bilecek."[15]
"Andolsun, senden önce gönderilen peygamberler yalanlandı da
onlar eziyet edilip yalanlanmalarına sabrettiler. Sonunda kendilerine zaferimiz
geldi. Allah'ın kelimelerini (vadini) değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Andolsun, gönderilen peygamberlere (yapılan muamelelere)
âit haberlerin bir kısmı da sana geldi."[16]
Gönül ve keşif ehli
olanlarla bu konuda istişare yaptım. Onlar da ittifakla uzletten çıkıp bu işe
başlamamı salık verdiler. Salih pek çok kişi, birbiri arkasına, sürekli bu
görüşü destekleyen rüyalar gördüler. Bunlardan anlaşılıyordu ki, benim bu işe
girişmem büyük hayra, berekete sebep olacaktır. Beşinci asrın başlamasına bir
ay vardı. Belki de bu iş büyük bir yenileme hareketi olacaktı. Çünkü hadis-i
şerifte Peygamberimiz; "Allah, her asrın başında bu dini yenileyecek bir
kişi gönderir." buyuruyor. Bütün bu belirti ve işaretlerden dolayı bende
de bir ümid ve istek doğdu. Allah benim için Nişabur yolculuğunu kolaylaştırdı. Ben de bu büyük işe
başladım. H. 499 senesinin Zilkade ayı idi. Bağdat'tan 488 Zilkadesinde
çıkmıştım. Böylece benim uzlete çekilişim onbir sene
olmuştu. Bütün bunlar Allah'ın takdirinin tecellîsidir. Bağdat'ı terkedip oradan ayrılışım, oranın, şan ve şöhretine, makam
ve mevkiine veda edişim hiçbir zaman aklıma bile gelmemişti. Fakat Allah'ın
emriyle hepsi çok kolay oluverdi. Aynı şekilde o uzlet zamanında yalnızlıktan
çıkıp halka karışmaya tekrar karar verme düşüncem bile yoktu. Ama zamanla o da
halloldu."
Elhasıl Gazâlî,
Zilkade 499'da tekrar Bağdat'a hareket etti. Nizamiye Medresesi
(Üniversitesi)'nin ders koltuğuna renk verdi. İkinci
kez ders vermeye, ilim öğretmeye başladı. Ama artık İmam Gazâlî'nin ders verişinde,
anlatış ve ifadelerinde, ıslah ve irşâd tarzında fark
vardı. Kendisinde meydana gelen bu inkılaptan (değişmeden), önceki ders veriş
tarzından çok değişik bir üslup taşıyordu. Önceleri o, nefsin itmesi, ruh yapısındaki
hararetle ders verirdi. Şimdi ise artık o, kendini görevli ve işte kullanılan
alet gibi kabul ederek hareket ediyordu. Nitekim kendisi bunu apaçık ve samimi
ifadeleri ile anlatmaktadır:
"Anlıyorum ki;
her ne kadar yeniden ders vermeye, ilim öğretmeye döndümse de, aslında buna
eski duruma (eski halime) dönüş demek doğru olmaz. Benim o önceki halimle, bu
ikinci halim arasında yerle gök arası kadar fark vardır. Ben eskiden makam
mevki elde ettiren ilim öğretirdim. Sözümle, hareketimle o tarafı telkin
ederdim; benim hedefim ve niyetim oydu. Fakat bugün ben şan ve şöhretten, makam
ve mevkiden el çektiren ilmi öğretiyorum. Artık ben başkalarını ıslah etmeyi istiyorum.
Hedefime ulaşacak mıyım,
yoksa ulaşmadan işim bitecek mi
(ölecek iniyim) bilmiyorum. \ Fakat kesin inancım ve görgülerime göre
inanıyorum \ ki, gerçek güç kuvvet Allahın gücü
kuvvetidir. Küllî irâde onun iradesidir. Onunla insan dalâletten, serlerden
kurtulabilir. Doğru yolu, Allah'a itaate yönelme gücünü bulabilir. Aslında ben
kendiliğimden harekete geçmedim, Allah beni harekete
geçirdi. Ben kendiliğimden girişmedim, Allah beni bu işe soktu. Herşeyden önce Allah'ın beni iyi ve ıslah etmesini, sonra
benim aracılığımla başkasını ıslah etmesini,
önce beni yoluna koymasını, sonra benim vasıtamla başkalarını kendi
doğru yoluna çevirmesini dilerim.
Allah'tan hak ve hakikatin
gözümün Önüne serilmesini, kendi lütuf ve keremiyle o hakikatlara
tâbi olmamda muvaffak olmamı, bâtılın bana gösterilmesini ve onun peşine
gitmemden beni korumasını dilerim.”[17]
Gazâlî'nin bundan
sonraki çalışmalarında yaptığı yenileme hizmetlerini iki bölüme ayırabiliriz:
1- Felsefe ve Bâtınîliğîn azgınlaşan seline
karşı koymak ve İslâm tarafından onun temel prensiplerine hücum etmek.
2- Hayat
ve toplum düzeninin
müslümanca
ve ahlâkî değerler açısından tenkidi yapılarak onu düzeltmek. [18]
Onun ilk ve önemli
başarısının açıklanmasında şöyle denebilir. Felsefe, Bâtınîlik ve ateistliğe
karşı o güne kadar yapılanlar; sadece savunmak ve onların inkârlarına,
suçlamalarına cevap vermekten ibaretti. O ana kadar felsefe İslâm'a saldırı
halinde idi. İslâm kelâmcıları da bu saldırıları savuşturma işini yapıyordu.
Felsefe, İslâm'ın temellerine tırpan sallıyordu, ilm-i
kelâm da siper olmaya çalışıyordu.
O güne kadar kelâma
İslâm âlimleri topluluğundan hiçbir âlim bizzat felsefenin temel sistemlerine,
felsefenin dayandığı ana ilkelerine darbe indirme cesaretini gösterememişti.
Felsefenin dayandığı varsayımların yanlışlığım açıklamaya, onları ilmî bir
tenkide tâbi tutmaya asırlardır hiç kimse cesaret edemedi. İmam Ebu'l Hasan Eş'arî'yi bir tarafa
bırakırsak -ki onun felsefe ile doğrudan ilgisi olmadı- bütün ilm-i tarzda idi.
Felsefeyi ilk kez tenkid gözü ile ve derinlemesine ! inceleyen kişi
Gazâlî'dir. Sonra o, Makâsıd el-Felâsife
adında yazdığı kitabında kolay anlaşılır bir dille ve sade bir üslubla mantığın, ilahiyatın, tabîiyyâtın
özetini sundu. Tam bir tarafsızlıkla felsefecilerin görüşlerini, tartışma
konularını sıraladı, kitabında onları kaleme aldı.
Kitabının giriş
bölümünde çok açık bir ifade ile şöyle diyor:
"Matematik
(riyâzî) bilgilerde; 'dedim-dedi'ye yer yok. Dinin bu
bilgilerle olumlu, olumsuz bir ilgisi yoktur. Fakat dinin asıl mücadelesi
ilahiyat (felsefenin bu bölümü) iledir. Mantık bilgilerinde de çok az, nadir görülen
yanlışlıklar var. Bir kısım uyuşmazlıklar varsa o da terimler ve deyimlerdedir.
Tabîiyat denilen tabiatla ilgili bilgilerde
kesinlikle hak ve bâtıl (doğru, yanlış) karışımı vardır. Bu bakımdan onun
uğraştığı konu, tartıştığı saha gerçekte ilahiyat konusu, bir ölçüde de tabîiyyât konusudur. Mantık ise sadece konu ve terimlerden
ibarettir."
İim-i kelâm konusunda şiddetle ihtiyaç duyulan böyle bir
eserini tamamladıktan sonra çeşitli görüşlerin savaş alanı olan Tehâfütü'l-Felâsife isimli
eserini yazdı. Zaten bu eserinin hatırına (bir ön çalışma olarak) Makâsıdü'l-Felâsife' yi yazmıştı.
Tehâfütü'l-Felâsife isimli
eserinde o; felsefenin ilahiyat, tabîiyyât konularını
İslâm nokta-i nazarından tenkid etti. İlmî açıdan
zayıf yönlerini, delillerinin zayıf oluşunu, isbat-larımn temelsiz oluşunu ve felsefecilerin birbiri ile çelişkilerini,
aralarındaki ihtilafları tam bir cesaret ve yetkiyle açıkladı.
Bu kitapta onun
üslûbu, kendine güven dolu, dili keskin ve ifadeleri açık, güçlü ve tatlıdır.
Yer yer küçümseyici ve alaycı bir dil kullanır.
Felsefecilerin İslâm temellerine saldırısından çekinen, onlara o güne kadar hak
ettikleri bir dersi veremiyen insanların arzuladıkları
bir zorunluluktu bu. Bir de bu üslûp psikolojik büyük bir tesir bırakmaktadır.
Kitabı okuyunca,
yazarın felsefecilere karşı acizlik duygusundan uzak, kendine güven dolu,
bilgisinden tamamen emin ve felsefeden pervasız olduğu görülmektedir. Yunan
felsefecilerini (filozoflarını) kendi seviyesinde insanlar kabul etmekte,
onlarla eşit ölçüde, rakibçe sözlerle tartışmaktadır.
O gün işte böyle felsefe ile göz-göze gelerek tartışabilen, savunma yerine
cevap verme, karşı atağa geçme maksadıyla saldıran
adama ihtiyaç vardı. İmam Gazâlî, Tehâfütü'l-Felâsife' de bu hizmeti başarmıştır. Baştan sona kadar bu
kitapta onun üslûbu böyledir. Kitabın giriş kısmında şöyle yazmaktadır:
"Zamanımızda öyle
kimseler ortaya çıktı ki, onlar kendilerini genel insanlardan çok daha üstün
görüyor, kol ve kafalarının, zekâlarının çok üstün olduğunu zannediyorlar. Bu
adamlar dinin emirlerine, hükümlerine küçümser gözle bakıyorlar. Bunun tek bir
sebebi var. Onlar Sokrat, Bokrat (Hipocrat)
ve Eflatun'un şaşaalı adlarını duydular, onlar hakkında onların taklid-çilerinin aşırı övgülerini, övgünâmelerini
dinlediler. Onlar, matematik bilgilerde, mantık ve tabiî bilgilerde, ilahiyatta
o filozofların çok büyük inceliklere ulaştıklarını, derin hakikatları
gördüklerini kabul edip, onlara denk bir insan olmadığına inandılar.
O Yunan filozofları,
üstün beyin güçleri, keskin zekâları ile birlikte, dinleri ve onun tüm
prensiplerini inkâr ediyorlardı. Onlara göre dinlerin temel sistemle-
ri, prensipleri tahmini ve yapmacıktır. İşte o
filozoflar böyle söylediler ya, onların taklidçisi, bizim zamanımızda ortaya çıkan şakşakçıları da
dini inkâr etmeyi kendilerine şiar edindiler. Tahsilli ve aydın görüşlü denilmesi
hevesine kapılarak dinleri inkâr etmeye başladılar. Ta ki, seviyeleri genel
halk seviyesinden üstün görülsün; kendileri de akıllı, görgülü, bilgili,
hikmetli kimseler arasında sayılsın.
İşte bundan dolayı o
adamların ilahiyat üzerine yazdıklarının yanlışlığını göstermeye, hatalı
olduğunu isbatlamaya karar verdim. Çünkü onların
meseleleri ve temel prensipleri çocuk oyuncağıdır ve onların pek çok söz ve
iddiaları, görüşleri son derece gülünç hatta ibret vericidir. "[19]
Bu kitapta daha sonra
onun anlatım gücü, hafife alma tarzı ziyadesiyle parlar ve Allah'ın zâtı ve
sıfatları ile ilgili filozofların acaipliklerini,
tuhaf görüşlerini ve bunların yazdıkları akıl ve uzayla ilgili bilgilerin nereden,
nasıl kaynaklandığını şöyle anlatır:
"Sizin şu
anlattıklarınızın hepsi sadece iddialar ve zoraki fikirlerdir; hatta aslında
karanlıklar üstünde karanlıklardır. Eğer bu sizin iddialarınızı, gerçek diye
ileri sürdüğünüz fikirleri biri kalksa da rüyasında bunları gördüğünü söylese,
bu onun hâlet-i rûhiyesinin bozuk olduğunu gösterir.
"[20]
Biraz daha sonra
şunları yazmaktadır: "Ben şaşıyorum, deli bir adam bile bu uydurma şeylere
nasıl olur da inanır! Kaldı ki, mantıklı konularda bile kılı kırk yaran akıllı
insanlar buna inansın."[21]
Bir başka yerde de
şöyle demektedir:
"Mebde-i evvel'i
(=ilk başlangıç) büyütme konusunda aşırılığa gittiklerinden bunu o dereceye
vardırdılar ki, sonunda büyüklüğün gerektirdiği şartları ve gerekleri tamamen
geçersiz kıldılar. (Kendi felsefelerinde) Allah Teâlâ'yı,
dünyada ne olup bittiğinden hiç haberi olmayan ölü gibi yaptılar. Yalnız ölüden
farkı, lütfen ne yaptığını bilecek kadar şuuru var. (Fark olarak, ölü- ; nün
şuuru da yok.)
Allah Teâlâ böyle kimseleri kendi yolundan sapanları hasrettiği
gibi hasredecek ve şu: 'Ben onları
ne * göklerle yerin yaratılışında ve ne
de kendilerinin yaratılışında şahit tutmadım'
âyetini inkâr edenler gibi hidâyet yolundan uzaklaştıracaktır ve şu:
'Allah'a kötü zan besleyen, onu yanlış tahminlerle çok kötü şekilde hayali
yorum getirenler' âyetindeki gibi
felâkete uğrayacaklardır. Kendi akıllarıyla gururlanıp beşerî kuv- ~r) vetlerin, ilâhî emirleri
bütün incelikleriyle kavrayacağım sanan ve buna inanan gafiller işte böyle
yapar. J Onlar; akılları sayesinde
peygambere uyup onların pe- ' sinden gitmeye
ihtiyaçları olmadığını sanırlar. Şüphesiz sonunda onların ağzından (mantıklı
sözler adma) öyle gülünç şeyler çıktı ki, biri rüyada
böyle şeyler gördüğünü söyleseydi yine de çok tuhaf kaçardı."[22]
Felsefeyi bu şekilde
cesurca tenkid, bir dereceye ;: kadar da küçümseme
(tahkir), kelâm ilminde yeni bir y' dönemin başlangıcı oldu. Bunun mükâfat
madalyası !v Gazâlî'nin boynuna takılmalıdır. Daha sonra Şeyhül
islâm İbn Teymiyye bunu en iyi şekle soktu, felsefe ve mantığın
cesedini yarma (otopsi) işini yaptı. Felsefenin bu ameliyata alınma çizgisinin
başlangıcı Gazâlî'nin eserleri ile başlar.
Tehâfütü'l-Felâsife adlı kitabında
Gazâlî, felsefenin hayalî sihrine öldürücü darbeyi vurdu. Onun haşmetini,
fikrî dokunulmazlığını bir hayli zayıflattı.
Bu kitabın yazılması
felsefe ortamlarında, bir sarsıntı, üzüntü ve öfke meydana getirdi. Ama yüz
sene boyunca buna cevap veren, şanına yakışır bir kitap ya-zılamadı. Ancak altıncı asrın sonunda, felsefenin cezbe-li ve heyecanlı avukatı ve Aristo'nun kölesi İbn Rüşd (ö. 595 H.), Tehâfütü't-Tehâfüt adıyla bir
eser yazarak Gazâlî'ye cevap verdi.
Batılı bilginler diyor
ki: "Eğer İbn Rüşd;
felsefeyi savunmak için harekete geçmeseydi,
Gazâlî'nin hü-cumlarıyla
felsefe, komaya girmişti. İbn Rüşd'ün
savunması yüz seneye kadar ona yeniden can verdi." [23]
a Felsefe ile birlikte
İmam Gazâlî, Bâtmîliğe de hücum etmiştir. O,
Bağdat'ta kaldığı ve Nizamiye Medre-sesi'nde
müderrislik yaptığı sırada dönemin halifesinin işareti ile Bâtmîliği
reddeden Mustazhirl isimli eserini yazmıştı. Bunu
kendi yazdığı, hakikati keşfetmenin destanı olan el-Münkızü
Mine'd-Dalâl adlı eserinde
zikretmektedir. Bu kitaptan başka o konuda yazdığı üç kitabı daha var, galiba seyahatta olduğu sıralarda yazdığı eserlerdir: Huccetü'l-Hak, Mufassal el-Hilâf, Kasım el-Bâtınıyye. Onun yazdığı eserler listesinde bu konuda iki
esere daha rastlanmaktadır. Onlar da: Fezâihü'l-İbâhiyye veMevâhim el-Bâtınıyye' dir.
Aslında ehl-i sünnet camiası içinde Bâtınîliği reddedecek ondan
daha uygun insan bulmak zordur. O; felsefe ve tasavvufa, zahirî ilimlere ve
hakikatlere, marifetlere derinden vâkıftı. Bâtmîliğin
sırlar diyerek bir takım uydurma iddialarını, onların akıl oyunlarını kolaylıkla
fâş ediyor, üzerinden perdeyi kaldırıp gerçek yüzlerini açıklayabiliyordu. Bâtmîliğin en büyük savaş âleti (hançeri) felsefe ve onun
terim ve deyimleri idi. Bu bakımdan Gazâlî gibi pek çok özelliği ve değişik bilgileri
kendinde toplamış bir kişi, akıl bilgilerinin keskin görüşlü insanı, onları
reddetme işini yapabilirdi. Nitekim bu işi o en güzel ve mükemmel şekilde yaptı
ve ilmî bir nıetodla onu değersiz ve etkisiz hale
getirdi. [24]
İmam Gazâlî'nin diğer
bir ıslah başarısı da hayatı ve toplum düzenini islâmî
kontrole tâbi tutması, onu ıslah ve yenilemeye çalışmasıydı.Onun bu
çalışmasının örneği ve başarılı neticesi, onun canlı ebedi eseri îhyâu Ulûmiddîn isimli eseridir. [25]
İslâm tarihinde müslümanların kafa ve gönüllerine, yaşayışlarına en büyük
etki yapan ve İslâm toplumunun en uzun süre etkisi altında kaldığı eserler
içinde îhyâu Ulûmiddîn
üstün bir yer tutar. Elfiyye kitabının yazarı Hafız Zeyneddin el-Irâkî (Ö.806 H.)
diyor ki: "Gazâlî'nin İhya kitabı, İslâm'ın en üst düzeyde
eserlerindendir." Gazâlî'nin çağdaşı ve İmam el-Hare-meyn'in
talebesi olan Abdülğâfır Fârisî de: "İhyâu 7-Ulûm' a benzer bir kitap bundan önce
yazılmamıştır"
demektedir.
Şeyh Muhammed Kâzerûnî'nin iddiası da şöyle: "Eğer dünyada bütün
ilimler imha edilse ben onları İhya kitabı ile yeniden canlandırırım."
Hafız İbn Cevzî de bazı
konularda muhalefet etse de bu kitabın etkisini ve değerini itiraf etmiş,
özetini Minhâcü'l-Kâsıdîn
adındaki eserinde yazmıştır.
İhya kitabı, özel
şartlar özel durumlar ve özel bir heyecanla yazılmıştır. Hakikati bulmak, kesin
bilgiyi aramak için Bağdat'tan başladığı yolculuk; on senelik didinme, mücâhede ve ülkeler arşınladıktan sonra başarı ile
bitmişti. İhyaû'l-Ulûm bu seferin, bu seyahatin
hediyesidir. Gazâlî bunu hemşehrilerine getirmişti.
Bu kitap onun manevî gelişmelerinin, ilmî tecrübelerinin, ıslahı düşüncelerinin
ve vicdanî ahvâlinin aynasıdır.
Mevlânâ Şiblî, el-Gazâlî isimli eserinde şöyle yakıyor:
"Bağdat'ta gerçeği
araştırma arzusuna kapıldı. Bütün mezhebleri (dinî
akımları) inceledi, hiçbiri onu tatmin etmedi. Sonunda tasavvufa yöneldi.
Fakat o kâl (söz) işi değildi. Aksine baştan başa hâl (yaşama) işi idi. İlk
basamağına, bâtını (içi) ıslâh etmekle (düzeltmekle), nefsi terbiye etmekle
adım atılabilirdi. Gazâlî'-nin çalışmaları ise buna
tamamen engeldi. Herkes tarafından saygı görmek, şöhret, makam mevki, tartışmalar,
mücadeleler ve bir de nefis tezkiyesi (nefsin arındırılması), Kur'an-ı Kerim'in deyimi ile "şettâne
beynehüma (^birbirinden uzak iki şey arasında)"
kaldı.
"Senin gittiğin
bu yol; menzile (hedefe, amaca) götürmüyor seni."
Sonunda herşeyi bir tarafa bırakıp, bir harmaniye bürünüp
Bağdat'tan çıktı, yeryüzünü arşınlamaya başladı. Çetin mücâhedelerden
ve nefîs terbiyesini gerekti-
ren ibâdetlerden sonra sır meclisine ulaştı. Bu meclise
ulaşınca kendi manevî hali içinde mest olarak bütün dünyadan elini eteğini
çekmesi mümkündü. Ama;
"Birlikte bade
kâseleri deviren dostlarını hatırla." gibisinden genel halk arzusunu
gözden geçirince herşe-yin
daha berbat olacağını gördü. Zengin, fakir, avam, havas, âlim, câhil, dindar,
eyyamcı kim olursa olsun hepsinin ahlâkının bozulduğunu, bozulmaya da devam
ettiğini, yol göstermesi gereken âlimlerin makam mevki peşine düştüğünü
görünce kendini tutamadı. İşte böyle bir hal ve keyfiyet içinde bu kitabı {İhya
yi) yazdı.
Kitabın girişinde
bizzat şöyle yazmaktadır: "Hastalığın her tarafı sardığını, âhiret saadet ve huzurunun bütün yollarının kapandığını
gördüm. Yol gösteren âlimler ağır ağır yok olmakta,
kalanların adı âlim. Şahsî hevesleri, kişisel amaçları kendilerini çepeçevre
kuşatmış, kendileri elâleme; ilim üç şeyin adıdır:
Tartışma (gösteriş ve övünme vasıtası); va'z, nasihat
(halkın gönlünü çekmek için tatlı, değişik, ahenkli mevzular anlatmak); fetva
(davaları karara bağlama vasıtası)dır, diyerek kendi durumlarını
anlatmışlardır. Âhiret ilmi de yeryüzünden silinip
gitmiş, halk da onu unutmuş ve unutturulmuştur. Bunu gördüğümde kendimi
yenemedim, sessizlik mührünü kırdım. (Kararımdan döndüm ve bu kitabı yazdım.)”[26]
Gazâlî'nin bu kitabı (jhyâ yi) yazmaktan amacı; îslâm
toplumunu kendi kafasında planladığı ıslah ve terbiye etme işine hazırlamak,
kendi ıslahını ve çevresinin ıslahını arzulayan bir hava doğması için dinî ve
ilmî ortamlarda ve genellikle İslâm toplumunda yayılan bu zayıflamalara,
bozulmalara dikkat çekmekti. Hatta nefis ve şeytanın, çeşitli kesimleri
aldatarak, dinî gerçekleri, dinî anlayışları nasıl değiştirdiğini de açıklığa
kavuşturmak gerektiğini göstermekti. Halkın gerçeklerden, ana gayelerden
uzaklaşarak şekillere ve dış görünüşe, âdetlere, örflere nasıl sarıldığını;
asıl hedeften, âhiret saadetinden ve Allah'ın
rızasından nasıl habersiz (gafil) kaldığını da gözler Önüne sermekti.
Bu bakımdan o, kendi
devrindeki hayatı ve çağdaşı olduğu toplumu hesaba çekmiş, onu çekinmeden tenkid etmiştir. Her kesimin hastalığını ve alıştıkları
kötü tutumları olduğu gibi, açıkça anlattı. Amaçlar ve araçlarının (hedefler
ve vasıtaları) arasındaki farkı belirtti. İlimlerde; dünya ilimlerini, din
ilimlerini, sonra da faydalı ve beğenilen ilimleri, zararlı ve beğenilmeyen
ilimleri, farz ve farz-ı kifâyeyi sınıflandırdı.
Zamanın en büyük görevine ve asıl yapılması gereken işe dikkat çekti. Servet
sahiplerinin, zenginlerin kusurlarını, onların kendilerine has hastalıklarını
bütün derinliği ile açıkladı.
Sultanları, devlet
idarecilerini cesaretle tenkid etti, onların baskı ve
zulümlerini, şeriata ters düşen kanun ve davranışlarını kötüledi. Bunun dışında
topluca genel halkın hastalıklarına, değişik kesimlerin ve mevkilerin çirkin
alışkanlıklarına, kötü âdetlere ve dine zıt âdet ve geleneklere temas ederek
bunları açıkladı.
İşte bu yüzden bu
kitap; bütün hayatı ve bozulan İslâm toplum yapısını tam bir otorite ve
cesaretle hesaba çeken, ahlakî çöküntü ve hastalıkların sebeplerini,
etkenlerini ve bunun tedavi yollarını açıklayan, geniş çapta ve delilli olarak
yazılmış ilk kitaptır. [27]
Gazâlî'ye göre, bu her tarafı kaplayan dinî ve ahlâkî çöküşün
en büyük sorumlusu âlimlerdir. Ona göre âlimler tuzdur. Eğer tuz bozulursa onu
ne düzeltebilir? Şâirin dediği gibi:
"Ey âlimler
topluluğu, ey şehrin tuzları (olan âlimler),
Eğer tuz bozulursa
söyleyin tuzu ne düzeltir?"
Bir yerde, kalp
hastalıklarının çokluğundan ve yaygın gafletin sebeplerinden bahsederken şöyle
yazar:
"Tedavisi olmayan
bir hastalık gibi olan üçüncü sebep de hastanın ortada durmasına rağmen
doktorun bulunmayışıdır. Doktor, âlimlerdir. Halbuki bugün onların kendileri
ağır şekilde hastadırlar. O hastayı tedaviden âcizdirler."
Ona göre; sultanların
ve idarecilerin bozulmasmm-sebebi de âlimlerin
zayıflığı ve görevlerinden gâfıl oluş-, larıdır. Bir yerde yine şöyle yazar:
"Sözün özü şudur:
Halkın, vatandaşın bozulmasının sebebi sultanların bozulmasıdır. Sultanların
bozulmasının sebebi de, âlimlerin bozulmasıdır. Eğer Allah'tan korkmaz
kadılarla kötü âlimler olmasaydı, bun-
lardan çekineceklerinden dolayı sultanlar bu kadar bozulmazlar,
bu kadar fenalık yapamazlardı."[28]
Gazâlî, o dönemin
âlimlerinden; selef âlimleri gibi marufu emir, iminken menetmiyorlar ve zalim
sultan karşısında doğruyu söyleme görevini yerine getirmiyorlar diye şikâyet
eder. Ona göre, bu görevi yerine getirmemenin sebebi, bizzat âlimlerin
kendilerinin çoğu, dünya sevgisine, makam ve mevki hırsına yakalanmalarıdır.
Gazâlî, devrin sultanlarının ve devlet idarecilerinin karşısında gerçek İslâm
âlimlerinin; cesaretli ve korkusuz davranışlarına, sultanların, idarecilerin
yaptıkları uygunsuz hareketleri kötüleyerek Allah'ın emrine uymaya
çağırdıklarına örnekler verdikten sonra şöyle buyurur:
"İşte âlimlerin
hareket tarzı böyleydi, ma'rufu emir ve münkeri nehyin hali böyleydi.
Onlar sultanların azamet ve haşmetlerinden çekinmezlerdi. Onlar Allah'ın yüce
keremine güvenirlerdi. Allah'ın kendilerini koruyacağına kesin imanları vardı
ve onlar, eğer Allah bu yolda kendilerine şehid
olmayı nasib etmişse ona da razı idiler. Çünkü
niyetleri samimi idi. Bu bakımdan onların sözü ile taş mum haline geliyor ve en
katı kalb-li bir kimse bile
etkilenip yumuşuyordu.
Şimdi ise artık durum
o hale geldi ki, dünya hırsı, âlimlerin ağzını dilsiz yaptı da sustular.
Konuşsalar bile sözleri ile halleri birbirini tutmuyor, bu yüzden de hiçbir
tesiri olmuyor. Eğer bugün dahi aynı samimiyet ve ihlâs
ile hareket ederler de bilgilerinin hakkını verirlerse mutlaka muvaffak
olurlar. Çünkü halkın (vatandaşın) bozukluğu, sultanın (devleti idare edenin)
bozuk oluşunun sonucudur. Sultanın bozuk oluşu ise âlimlerin bozuk oluşunun
sonucudur. Âlimlerin bozulmasının sebebi de mal, mülk, makam mevki sevgisinin
ağır basmasıdır. Kimde dünya hırsı hâkim olursa artık o kimsenin sözü hiç
kimseye tesir etmez. En basit birini dahi hesaba çekemez, onu kötü yoldan menedenıez. Nerede kaldı ki sultanları ve diğer devlet
büyüklerini kötü yoldan menedebilsin, onlara tesir
edebilsin."[29]
İmam Gazâlî devrinde,
âlimin âlimi kimseler (en güçlü âlimler) fıkhın ayrıntıları ve ihtilaflı
meseleleriyle meşgul idiler. Münazara ve mübâhaseler
(ilmî tartışmalar) ile ilgili toplantılar her evde, her köşede cereyan
ediyordu. Toplantılarda, düğünlerde, derneklerde ve sultanların huzurunda en
neşeli tartışmalar, konuşmalar da bu dinî ve fıkhı konulardı. Bu konuya
âlimler ve talebeler kendilerini o kadar kaptırmışlardı, aşırı ilgi o noktaya
ulaşmıştı ki diğer bütün ilim dalları ve değişik din hizmetleri gözardı edilip gidiyordu. Durum o hale gelmişti ki, nefsin
ıslâhı, ahlâkın düzeltilmesi ve âhiret saadetinin,
kendisi sayesinde kazanılacağı ilim ve gayretten yüz çevrilmişti. Gazâlî bu
vaziyeti tenkid ederek şöyle yazmaktadır:
"Herhangi bir fakîhe bu anlattıklarımızdan birini; meselâ, tevekkül, ihlâs veya riyadan kaçınma çârelerini sorsan durur ve
cevap veremez. Halbuki bunları da bilmek farz-ı ayın olup ihmal edilmesi âhirette helaki gerektirir.
Eğer fıkıh âlimine liân, zıhar, sebk,
remy gibi fıkıh meselelerinden sorsan cildler dolusu cevabı hemen verir. Halbuki bunlara ömür
boyu ihtiyaç duyulmaz. Duyulursa da her yerde onu bilen bulunur. Geceli,
gündüzlü bu gibi şeyleri okumak, ezberlemek, okutmakla uğraşır da mühim olan
bölümleri ihmal eder. Kendisine, bu yaptığın doğru değil denilse, hayır bu
farz-ı kifâye olan ilimlerdendir der. Hem kendisini,
hem de başkalarını şaşırtmış olur.
Aklı başında olan
hemen anlar ki; bu fıkıh âliminin amacı, farz-ı kifâyedeki
emrin gereğini yerine getirmek olsa, evvelâ farz-ı aynı yerine getirir. Belki
kendi yaptıklarından daha önemli olan farz-ı kifâyeleri
öne alırdı.
Nice ülkeler var ki
doktorları, hâlâ müslüman olmayan azınlıklardandır.
Halbuki tıbbın fıkıh ve fıkhın tıbla ilgili
noktalarında bunların raporları, şahidlikleri
geçersizdir. Buna rağmen müslümanlardan kimse bununla
uğraşmaz da fıkhın teferruatında, bilhassa hilâfiyyat
ve cedel bölümleri ile uğraşırken, memleket bu gibi
noktalarda fetva veren âlimlerle dolu. Ama hiç kimsenin ilgilenmediği ve tıb ilminin bugün farz-ı ayın olan bilgisine yönelmeyi
onlar nasıl terketmişlerdir. Bunun sebebi ancak, tıb ilmi ile vakıfların mütevel-lîliğini almanın, vasîy olmanın,
yetim malı yemenin, kadılığa ve hâkimliğe geçmenin,
emsaline üstünlüğün ve hasımları alt etmenin mümkün olmayacağıdır."[30]
Bir başka yerde de
şöyle yazıyor:
"Nice şehirler
var ki, orada farz-ı kifâye değeri taşıyan meseleler
olduğu halde hiçbir kimse onlarla asla ilgilenmemektedir. Çok uzağa gitmeyin,
tıp ilmini ele alın. Pek çok İslâm şehrinde tıbbî şâhidliği
kabul edilebilir bir doktor yoktur. Âlimler böyle konularla hiç ilgi-lenmemekteler. Aynı şekilde iyiliği emretmek, kötülükten
menetmek de farz-ı kifâyedir, (ama o da terkedilmiş
durumdadır.)"[31]
O, bir yerde genel
cehaletin, yaygın gafletin ve dini kavrayamamanın tasvirini çizerken ve İslâm'ı
tebliğ etJ menin ve toptan bir öğretimin gerekli
olduğunu açıM larken şöyle diyor:
"Dinini düşünen,
gerçekten dinine hizmeti içinden geçiren insan için bu (İslâm'ı tebliğ ve
Öğretme işi)nin zaten kendisi öyle bir meşguliyettir
ki, bu dururken artık nadiren ortaya çıkabilecek olan basit teferruatlarla,^
işe yaramayan ayrıntılarla ve bizatihi (farz-ı ayın olJ
mayıp) farz-ı kifâye olan
ilimler üzerinde inceleme yap-r makla vakit geçirmeye
fırsat yoktur."[32]
Gazâlî, bir tarihçi ve
incelemeci olarak; ihtilaflı meJ selelerin önceki
devirde neden bu kadar önem kazandık ğmın, âlimlerin
bu gibi meseleleri, zekâlarını ve emek-; lerini
harcadıkları bir saha haline getirişlerinin ve büktün dikkatlerini buna sarfetmelerinin sebebini anlatır/' İmam Gazâlî'ye
göre bunun bazı tarihî sebepleri var-^ dır. Bu sebeplerden ötürü böyle bir
sonucun ortaya çık-i-ması gayet, normaldir. O bunu
şöyle izah eder: *
"Peygamberimizden
sonra onun yerine geçen' hulefâ-i râşidîn
hazretlerinin kendileri büyük alim, fıkıh bilgini ve fetva veren kimselerdi.
İstişare gereken' bazı sorunlar hariç, hüküm ve fetvalarında hiç kimseye^
ihtiyaçları yoktu. Bunun için devirlerinde âlimler tamamen âhiret
ilmine kendilerini vermiş ve yalnız onunla meşgul olmuşlardı. Dünya işlerinden,
insanları alâkadar eden hükümler ve fetvalardan çekinir, fetva vermemek için
kendilerini tutarlardı. Yaşayış tarzları ve ahlâkları hakkında yapılan
rivayetlerden anlaşıldığı gibi, bütün güçleri ile Allah'a yönelmişlerdi.
Halifelik zamanla
yeteneksiz ellere geçince, fıkıhçı-lardan yardım
dilemek ve hükümlerinden fetva almak için için her
türlü durumlarda onları yanlarına almak zorunda kaldılar.
Tabiîn bilginlerinden
selefin yolunu tutan ve saha-bîlerin usûlünü gözeten bir kısmı kalmıştı ki
onlara kadılık ve fetva için müracaat edildiğinde kaçınırlar ve çekinirlerdi.
Bu yüzden halifeler vazife vermek için zorlamaya mecbur oldular. Padişahların
âlimlere yönelmesini, âlimlerin ise bunlara iltifat etmediklerini gören
zamanın insanları, padişahlar katında mevkiler elde etmek için ilim öğrenmeye
yöneldiler. Fetva ilmine çalıştılar ve kendilerini hükümdara takdim ettiler; onlarla
görüşebilmek için aracılar aradılar, hediyeler istediler. Kimisi umduğunu
buldu, kimisi de bulamadı. Dileği yerine gelenler isteme adîliğinden kendini
kurtaramadı. Böylece fakîhler, aranır halde iken,
şimdi kendileri aramaya başladılar. Önceleri padişahlara minnet etmemekle yüce
iken şimdi onlara yönelmekle basitleş-tiler, küçüklüler.
Ancak her asırda
Allah'ın yardımına erişen bilginler hariçtir. Kaza ve hükümlerde fetvalara
ihtiyaç fazla olduğundan, o asırda en çok fetva ve hüküm ilimlerine yöneldiler.
Sonraları İslâm akaidine dâir bazı sözleri işitip onlara meyleden âmirler,
başkanlar ortaya çıktı. ; Padişahın bu temayülünü görenler Kelâm ilmine daldılar.
Bu konuda pek çok eserler yazıp mücâdele metod-larını kurdular. Konuşmalarında muhalefet yollarını ,
açtılar. Böyle yaparken dini koruyup sünneti müdâfaa [ ettiklerini ve bid'atçileri horluğa düşürmek istediklerini zan ve iddia
ettiler. Nitekim bunlardan önce fetvalarla uğraşanların güya insanlara
açıklamak ve onlara öğüt vermek için gayelerinin dini korumak, müslümanların dinî işlerini boyunlarına almak olduğunu
sandıkları gibi.
Daha sonra bir sınıf
ekâbir zuhur etti. Bunlar da, mamureleri harabeye çevirecek kadar açık
düşmanlıklara ve kanlı mücadelelere yol açtığı için, kelâmda mücadele
kapısının açılmasını uygun bulmadılar da fıkıh-da mücadeleye ve bilhassa İmam
Şafiî ile İmam Azamın mezheplerinin hangisinin daha üstün olduğunu münakaşaya
yöneldiler. Bunu görenler, kelâm ve diğer ilimleri terkederek
İmam Şafiî ve İmam A'zam arasındaki ayrılıklar
üzerinde durdular da İmam Mâlik, Süfyân-ı Sevrî ve Ahmed b. Hanbel'in ve diğerlerinin ictihadlarını
ihmal ettiler. Böyle yaparken de gayelerinin, şeriatın inceliklerini açıklayıp mezheble-rin illetlerini
yerleştirmek ve fetva usûlünü genişletmek olduğunu sandılar. Bu konuda birçok garib meseleler bulup çıkardılar, çeşit çeşit mücadele yolları buldular ki, bu hal şimdi de devam
etmektedir. Gelecek asırların ne olacağını ve Allah Teâlâ'mn
mukadderatının neden ibaret olacağını bilemeyiz.
İşte bilginleri bu
ilimlere sevkeden, büyüklerin bu .ilimlere
temayüllerinden başka bir şey değildir. Eğer padişahlar ve ekâbir, diğer
imamların mezheblerine veya başka mezheblere
meyletse onlar da ona yönelirler ve gayemiz, Allah'a yaklaşmak için din ilmi
ile uğraşmaktır der ve bunu savunmaktan geri kalmazlardı.[33]
Gazâlî bundan sonra
geniş bir şekilde tartışmanın, atışmanın, cedelleşmenin
ahlakî ve manevî zararlarını, tahribatını ve onun insanda meydana getirdiği
ruhî yıkımları anlatır. Halbuki o bu tenkid
konusunun bir zamanlar doludizgin giden akıncısı idi. Bu bakımdan, bu konuda
onun anlattıkları gözle görülmüş olay kesinliği taşır, gözleme ve şahsî
tecrübeye dayanır.
Bu sahada en büyük
mugalata ve fikir saptırmaları, kelimeler üzerinde yapılıyordu. Gazâlî'nin
döneminde yaygın olan ilimler için ve onların bozulmuş şekilleri için başlık
ve isim görevi yapan kelimeler, Kur'an-ı Ke-rim'de, hadislerde, sahabenin
sözlerinde ve ilk dönem âlimlerinin (selef âlimlerinin) hayatlarında sıkça
geçen kelimelerdir. Meselâ; ihtilaflı fikıh
meselelerinin nâdir olarak görülen detaya ait meseleleri ve incelikleri için
hiç düşünmeden hemen "Fıkıh" kelimesi kullanılırdı. Her çeşit ilmî
uğraşlara, şer'î olsun olmasın, ilme kayıtsız şartsız "ilim"
kelimesi kullanılırdı. Kelâm ilmine ve onun felsefe ile ilgili konularına
"Tevhid" adını verirlerdi. Baştan başa
rivayet ve basitliklere, süslü yazı dizilerine, renkli konuşmalara "Tezkîr" kelimesi kullanılırdı. Her çeşit sevimsiz
konulara, karmaşık söz ve yazılara "Hikmet" diyorlardı. Sonra da
kendi uydurdukları bu şeylere, Kur'an-ı Kerim ve
hadislerde bu ilimlerin gerçek şekilleri hakkında bildirilmiş olan bütün
faziletleri, en üstün sıfatları yapıştırıyorlardı.
Meselâ, fıkhın o
bozulmuş şekli için (sadece ihtilaflı olan ve teferruattan bahseden şekli için)
Kur'an-ı Ke'-rim'in "Liyetefekkahû fiddîn" âyetini ve hadiste geçen "Men yuridillâhu bihî hayran yüfekkıhhü fiddîn" buyruğunu;
felsefe ve beşinci asırdaki kelâm ilmi için* "Ve men yü'til
hikmete fekad ûtiye hayran kesîran" müjdesini veren âyetini; cahil ve Allah'tan
korkmaz vaizlerin safsata ve boş konuşmaları için "Fezekkir
İnnemâ ente
müzekkir" âyetini ileri sürerek bunlara dayandırıyorlardı.
Gazâlî, bu
saptırmaları, bu mugalatayı ortaya döktü. Uzun uzun
bunlardan bahsederek üzerindeki perdeyi kaldırıp gözler önüne serdi ve şöyle
dedi:
"Bu kelimeler,
asıl kendi gerçek manalarını yitirmişler, ifade ettikleri asıl mefhumlardan
çok uzak manalara yönlendirilmişlerdir. İslâm'ın ilk çağlarında bu kelimelerin
taşıdıkları mana ile bugünkü âlimlerin uğraştıkları ilimlerin ve bu kelimeleri
kullandıkları manaların hiçbir ilgisi yoktur. Onların anlattıkları: kelimelerin
zaman içinde seyahatlerinin tatlı hatıraları ve terimlerle, metodların
değişime uğramasının ibret veren tarihidir. Ve de ilmî ve dinî çevrelerde o
günlerde yaygın olan yanlış anlamaların giderilmesine bir vasıtadır." [34]
Gazâlî'nin gözünde
ikinci derecede bu evrensel (yaygın) bozulmanın, ahlâkî çöküşün ve dinî düşüşün
sorumlusu devletin yöneticileri, sultanlar ve eyalet valileri kesimi idi.
Gazâlî'den ikiyüz sene önce Hz. Abdullah b. Mübarek de bu iki (âlimler ve idareciler)
grubunu; dini bozan, onu anayolundan saptıran güruh diye tanımlamıştı:
"Dini ancak
sultanlar kötü âlimler, hocalar ifsâd etti."
(bozdu).
İmam Gazâlî, sultanın
kesin söz sahibi olduğu, bütün kanun ve prensiplerden üstün olduğu, onlara
karşı
çıkmanın ölüm demek
olduğu bir devirde bütün cesareti ile bu kesimi sorguya çekti. Onları
serbestçe tenkid etti. Onun devrinde sultanların
hediyelerini ve sundukları bağışları kabul etmek bir gelenekti. Gazâlî,
sultanların mallarını haksız kazanç, genellikle şüpheli ve haram göstermiştir.
Bir yerde şöyle der:
"Bu devirde
sultanların para ve malları genellikle haramlıktan uzak değildir. Helâl mal
onlarda ya hiç yok, ya da
çok azdır. "[35]
Bir diğer yerde ise
şöyle yazar:
"Asrımızda
sultanların mallarının hepsi de haramdır, ya da çoğu
haramdır. Nasıl olmasın ki, helâl ölçüler; zekât, fey'
ve ganimet malıdır. Bunlar da ortada yok. Bunlardan hiçbiri sultana ulaşamıyor.
Sadece cizye kalıyor. O da binbir zulüm ve
haksızlıkla alınıyor. Alınış tarzı şeriat çizgisini aştığı için helâl değil.
Devletin maliye memurları şeriat çizgisini aşıyorlar. Ne, malın ne kadar
alınacağı (miktarı) hakkında şeriatın emrini göz önünde bulunduruyorlar, ne
kendilerinden cizye alman zimmîler hakkında şeriata
kulak veriyorlar, ne de bütün şartları yerine getiriyorlar. Sonra da müs-lümanlar üzerine konan haraç
mallar ve arazilerin vergisi adına alınan rüşvetlerin, binbir
çeşit zulümle altın gümüş olarak zaptedilen o
paraların cizye ile kıyaslanması bile imkânsız. "[36]
İmam Gazâlî daha ileri
giderek diyor ki:
"Sultanların
haksız kazanç veya şüpheli kazanç sahibi olduklarında, kesinlikle şüphe
arasında bir kanaat beslenmesi halinde bile onların verdiği parayı kabul etmek
uygun değildir. Çünkü dinî açıdan bunda zarar vardır. Alınabileceğine Örnek
olarak; İslâm'ın ilk döneminin (selef) âlimlerinden bazısı ve salih kişileri devir-i lerinin
sultanlarının verdikleri hediyeleri almışlardı diye ileri sürebilirler."
Gazâlî, o devrin
sultanları ile kendi döneminin ve o dönemin şart ve durumlarım karşılaştırarak
aradaki farkı şöyle belirtir:
"Birinci asırdaki
zalimler, Raşid halifeler devrine yakın olmaları
yüzünden oldukça haksızlıktan korkarlar, sahabe ve tabiînin gönüllerim
kendilerine bağlamak isterler, bahşiş ve ikramlarını kabul etmelerini candan
arzu eder ve onları isteyicilik zilletine düşürmeden onlara gönderirdi. Hatta
onların bu ikramları kabul etmelerini büyük bir lütuf ve canlarına minnet
sayarlar ve bununla sevinirlerdi. Onlar da bu ikramları kabul eder ve bunları
verecek haklı yerleri bulur, oraya verirlerdi. Sultanların keyiflerine itaat
etmezler, meclislerine uğramazlar, toplantılarına katılmazlar, sürekliliklerini
arzu etmezler, aleyhlerine dua eder, onlara dil uzatırlar ve hatalı
hareketlerini reddederlerdi. Onların, dünyalık karşılığında dinlerini
kaybetmelerinden korkulmaz. Bu şekilde onların almalarında bir sakınca yoktu.
Fakat şimdi sultanlar
ancak kendilerine hizmette bulunanları, meclislerini süsleyip yaltaklık
edenleri ve kendilerini Överek lehlerine duâ edenleri, huzurlarında ve
arkalarından övüp medhedenleri sever ve onlara vermek
isterler. Eğer parayı alan, önce isteme zilletine katlanmazsa, sultanların
hizmetine devam edip duâ ederek onları övmese, maksadlarmda
onlara yardımcı olmasa, meclislerine iştirak etmese, düşmanlarına karşı
sultanlara sevgi ve bağlılığını ifade etmese, zulümlerini, hatalı ve çirkin
hareketlerini gizlemeseydi bu zat
Şafiî ayarında bir
kimse olsa bile sultan ona bir dirhem dahi vermezdi.
Sultanların verdiği
-şüpheli veya haram olan şöyle dursun- kesin olarak helâl bildiğini dahi
almaması lâzımdır. Kendisini ashaba ve tabiîne benzeterek sultanların
mallarını almaya cesaret edenler; bekçileri, meleklere benzetmeye
kalkışanlardır. Bugün sultanlardan mal alabilmek için meclislerine katılmak,
onlara saygı göstermek,.memurlarına hizmet etmek, üzerlerine leke
kondurmamak, onları övmek, daima ayaklarına gidip gelmek lâzımdır ki,
ilerideki bölümde açıklayacağımız gibi bunların hepsi günahtır"[37]
Diğer bir yerde,
sultanlardan uzak durmayı ve onların zulümlerinden ve davranışlarından nefret
etmeyi tavsiye ederek şöyle diyor:
"İkinci hal de,
insanın o sultanlardan uzak durması ve onlara pek yanaşmamasıdır; ne onları o
görmeli, ne de onlar onu görmeli. Gereken budur ve bunda fayda ve selâmet
vardır. Zulümlerinden dolayı onlara buğz ve kin
duygusu taşımalı; ne onların hayatı gibi bir hayatı arzulamak, ne de onları
övmeli. Ne onların durumunu kontrol etmeli, ne de onların yakın adamları ile
dostluk kurmalı."
Bir kişinin hükümran
olduğu, diktatör ve zâlim padişahların ve başına buyruk vezirlerin, devlet
idarecilerinin herşeyi yapabildikleri o devirde,
bütün bir milletin ve onun en değerli, paha biçilmez fertlerinin hayatının
onların merhametine kaldığı ve şüphe üzerine katliam yaptıkları bir zamanda
Gazâlî'nin bu açık sözlülüğü, devletin malî düzenine, gelir giderine bu açık
ve kesin tenkidi ve âlimleri, sultanların ve yüksek seviyedeki devlet
idarecilerinin hediyelerini kabul etmemeye davet etmesi -ki bu devlete yardımcı
olmamak ve öfkeyi açığa vurmak, devletle ilişkiyi kesmek kabul edilirdi- çok
ciddi ve önemli bir cihaddı. Bunun ne kadar nazik ve
ciddi bir iş olduğunu, basın ve söz hürriyetinin olduğu bu devirde, demokrasi
ve anayasaya göre (isimden ibaret de olsa) idare edilen bu devirde tahmin etmek
zordur.
Gazâlî, sadece yazı ve
kitabla yetinmemiştir. Hatta devrin padişahı ile
görüşme fırsatı elde ettiği sıralarda, tıklım tıklım
dolu olan sarayda padişahın karşısında doğruyu haykırmıştır. Selçuklu sultanı Melikşah'm oğlu, bütün Horasan bölgesinin genel valisi
olan Sultan Sancar'la görüşmesi sırasında Gazâlî ona
şöyle hitap etmiştir:
"Ne yazık ki müslümanların boynu felâketlerden, sıkıntılardan kopmak
üzere; senin atlarının boyunları ise altın tokaların ağırlığından kopmak
üzere."[38]
Sancar'm ağabeyi olan Melikşah'm
oğlu Muham-med, döneminin
en büyük sultanı idi. Gazâlî, ona doğru yolu gösteren bir mektup yazıp
gönderdi. O mektupta sultana; makamının sorumluluğuna, Allah korkusuna ve
ülkesinin ıslahına dikkat etmesini tavsiye etti.
Doğu devletlerinde
devletin bütün idarî sistemi vezirlerin elinde olup, sadece onlar devletin
meseleleriyle ilgilendikleri ve düzenini yürüttüklerinden dolayı, ancak
onların dikkati, ilgisi ve gayretiyle ülkenin ıslâhı yapılabilirdi.
Gazâlî bu gerçeği
bildiğinden, Selçuklu sultanlarından çok onların vezirlerine yöneldi. Onlara
geniş, uzun mektuplar yazıp gönderdi. Büyük bir cesaretle, çok net ifadelerle
devletin kötü idare edilmesine, hakların çiğnenmesine, idarecilerin halkı
ezmesine, devlet memurlarının
devleti çökertmesine, sorumluların
gafletine (herşeyden habersiz oluşuna) dikkat
çekti. Allah korkuşunu hatırlatarak, önceki vezirlerin ve devlet idareçilerinin akıbetini gözlerinin önüne koyarak ıslah ve
düzenlemeye yönelmelerini tavsiye etti. Onun bu mek-
'y-tupları şahsî cesarete, hakkı açıkça söyleyip
etkileme-' ye, yazı ve ifade gücüne en güzel bir örnektir.
Fahrulmelik'e yazdığı mektupta şöyle diyor:
"Bil ki, bu Tûs şehri kıtlık ve zulüm sebebiyle harap olmuştur. Senin,
Damgan ve İsferâin'den bu tarafa hareket ettiğin halk
tarafından duyulunca çok korktular. Çiftçiler hububatlarını satmaya, zalimler
de malumlardan özür dilemeye, kendilerini affetmelerini isf
temeye başladılar. Çünkü onlar senin âdil ve insaflı
davranacağını, insanların ahvâlini öğrenmek isteyece- -ğini
sanıyorlardı.
Ama sen Tûs'a gelip de bu insanlar senden hiçbir hareket
göremeyince, bütün korkuları gitti. Çiftçiler ve fırıncılar tekrar eski hallerine döndüler.
Fahiş fîatla mal satmak için ihtikâr yapmaya
başladılar. Zalimler !ı-tekrar cesarete
geldi. Bu şehrin durumunu gerçeklere aykırı olarak haber veren herkes, bil ki
dinin düşmanıdır. Şunu da unutma ki, Tuşluların iyi duaları da bedduaları da
tecrübe edilmiştir, hemen tutar. Vekilinize çok nasihat verdim, kabul etmedi;
hali herkese ibret oldu.
Ey Fahrulmelik,
bu acı fakat faydalı sözleri dinle. Sultanlardan hiçbir menfaat beklemeyen,
onlardan gelecek herşeyden yüz çevirmiş bir insandan
başkası bu sözleri söyleyemez. Her kim bu sözlere ters söz söylerse, bil ki,
onun sözü, o kişinin senden beklediği menfa-
at ile hak söz arasında
bir perdedir (ki o perde senin doğruyu görmene engel olur)."
Mücîrüddin'e yazdığı bir mektupta da şöyle diyor:
"Bütün halkın
ihtiyaçlarına cevap vermek, feryad-larma kulak vermek şarttır. Çünkü zulüm haddi aşmıştır.
Sonra, bizzat ben durumu kendi gözlerimle gördüm de merhametsiz zalimlerin
zulmünü görmiyeyim diye bir sene önce Tûs'u terketmiştim. Mecburî durumlar
beni zorladığı için tekrar Tûs'a döndüğümde gördüm
ki zulüm aynı şekilde devam ediyor."
Daha sonra, önceki
vezirlerin akibetini yazarak Mücîrüddin'i
uyarıyor ve şöyle diyor:
"Bıçak kemiğe
dayandı. Zulüm ve tecavüz haddi aştı. Nerede ise müslümanlarm
kökü kazmacak. Görevlilerin, belde ahalisine
dağıtılmak üzere sultandan emanet olarak alıp dağıttıkları paraların kat kat fazlasını insanlardan zorla aldılar. Bu zalim adamlar
halkı soydular. Ama bu yaptıkları kötülüklerin hiçbiri sultana ulaşmadı."[39]
Âlimler, sultanlar ve
yüksek idareciler kesiminden başka Gazâlî genel halk hayatını da denetlemiş,
halkın yaşayışına ne kadar İslâm dışı unsurlar, bid'atlar,
çirkinlikler ve mugalata ile kendini aldatmalar girmişse onları tenkid etmiştir.
İhyâu'l-Ulûm dikkatle okunduğunda Gazâlî'nin, ilmî
çalışmalarına ve hiç boş vakti yokmuşçasına, onca meşguliyetlerine rağmen o
günün toplumunu ve genel hayatı çok iyi tanıdığı anlaşılıyor. Gazâlî'nin hayatı
incelemesi derinden ve çok cep-',. helidir.
Müslümanların genel hayatına, ümmetin değil( şik
kesimlerine ve onların değişik hastalıklarına ve ku-\
surlarına parmak basışından, onun ne kadar keskin görüşlü olduğu
anlaşılmaktadır. Hayata giren o İslâm . dışı uygulamaları ve çirkinlikleri
genişçe açıklamak ? için kitabında ayrı bir bölüm yazmıştır. Bu çirkinlikler '.
âdet haline gelmiş, sürekli işleniyor, halk ise onların İslâm dışı, çirkin
(şeriata ve ahlâka aykırı) şeyler olduğunu anlamıyordu. Bu sahada bütün sivil
hayatı incelemiş ve o hayatın göze batan çirkin, İslâm dışı alışkanlıklarını
zikretmiştir. Camilerden tut da çarşıya, pazara, caddelere,
sokaklara, hamamlara ve İslâm'a davet toplantılarına kadar her yer ve
kesimin çirkinliklerini bir bir sayıp dökmüştür[40]
Gazali,.İhya 'mn müstakil bir bölümünü (gururun kötülenmesi kitabı)
değişik türden mugalatalar ve nefsin hilesine yakalanmış kişiler hakkında
yazmıştır. Bu konuda o, her kesimin aldatılmış, nefsin hilesi ile uyutulmuş
kişilerinin nasıl yanıldıklarını, aldatıldıklarını anlatmış ve onların öyle
bazı psikolojik hastalıklarını ve özelliklerini anlatmıştır ki, onları sadece
derin görüşlü bir ıslahatçı ve tecrübeli, uzman bir psikolog görebilirdi. Bu
bölümde o; âlimleri, âbidleri, zâhidleri,
devlet idarecilerini, zenginleri ve tasavvuf ehlini, yani herkesi incelemiş,
araştırmış ve hepsinin kendilerine özgü hastalıklarının, dengesizliklerinin
üzerinden perdeyi kaldırmış ve her biri hakkında onları tanıtıcı sözler
yazmıştır ki bu sözlerden onun zekâsı, gerçeği görüşü ve en ince noktalan
kavrayışı anlaşılmaktadır.
Kendi döneminin
âlimlerini, basit fikhî meseleler, hilâfiyyât, kelâm, cedel, nahiv,
lügat, şiir, mecaz gibi1 âlet ilimleri ile lüzumundan fazla meşgul olanları da;
tenkid etmiştir. Sadece meşayih-i
kiramın sözlerini vei haberlerini muhafaza etmekle
iktifa eden sofileri de; tenkid etmiştir. Bu
adamların; sahip oldukları ilimlerin, şer'î ilimlere bağlı olması sebebiyle
mağrur olduklarını düşünmüştür. Ancak tıp, matematik ve sanat gibi ilimlerin
şer'î ilimlerden olmamasından dolayı bu sahadaki bilginlerin; bu ilimler
vasıtasıyla ilâhî mağfirete ulaşacaklarına inanmadıklarını," bu bakımdan
bunların şer'î ilimlerle meşgul olanlardan daha az mağrur olduklarını
belirtmiştir.
Sofilerin
mübalağalarından ve hakkı bâtılla karıştırmalarından öyle şeyler nakletmiştir
ki, sadece bu bile onun insaflı ve araştırıcı bir âlim olduğunu isbata yeter.
Bu konuda şöyle der:
"Çok defa
komşularının açlık, sefalet ve ihtiyaç içinde kıvrandıklarını bilirler de
onları bırakırlar ve servetlerini tekrar tekrar hacca
gitmekle harcarlar. Çünkü hac yaptıklarını herkes görür ve bilir. İbn Mes'ud (r.a) ne kadar doğru
demiş: Âhir zamanda sebepsiz yani farz olmadığı halde hacılar çoğalır. Yollarda
yaptıkları ticaretleri ile hac işi onlara kolay gelir, kazançları çoğalır.
Ecirden mahrum, sevaptan soyulmuş olarak geri dönerler. Kumlu susuz çöllerde,
binekleri onları dolaştırır da yambaşmdaki
komşusunun hal ve hatırını sormazlar.
Ebu Nasr el-Temmâr
anlatıyor: Adamın biri hacca gitmek üzere Bişr b.
el-Hâris'e vedâya gelir ve Bişr'e
sorar:
— Ben hacca gidiyorum,
bir emriniz var mı? Bişr;
— Ne kadar harçlığın var?
diye sorunca adam;
— İki bin dirhem
harçlığım var, diye cevap verir.iri Bişr;
— Hacca gitmekle
zühdünü mü, yoksa Kabe'ye olan aşkını mı, veya Allah rızasını mı kastediyorsun?
diye sorunca adam:
— Allah rızasını
kastediyorum, der. Bunun üzerine Bişr;
— O halde evinde
dururken peşin olarak Allah rızasını kazandıracak bir şeyi söylersem yapacak
mısın? der. Adam;
— Evet yaparım,
deyince Bişr;
— O halde sen bu iki
bin dirhemi, borcunu Ödeyemeyen bir fakire, yiyeceği olmayan bir yoksula,
nüfusu kalabalık, geçimi dar olan bir aileye, yetimi sevindiren bîr yetim
bakıcısına ve onlar gibi on kişiye yirmişer dirhem, hatta istersen hepsini
bunlardan birine ver. Zira müslümam sevindirmek,
düşkünlere el uzatmak, sıkıntıyı gidermek, zayıflara yardım etmek nafile olarak
yapılan yüz hacdan daha fazla sevaptır. Kalk da dediğimi yap. Şayet böyle
yapmak istemiyorsan asıl kalbinde olanı bana söyle, dedi.
Adam:
— Doğrusu kalbimde hacca gitme tarafı kuvvetlidir,
deyince Bişr gülümseyerek adama döndü ve:
— Servet, şüpheli şeylerden kazanıldığı
takdirde nefis kendi arzularından birinin yerine getirilmesini ve -saiih ameller yaptığını göstermek ister. Halbuki Allah
^Teâlâ
yalnız müttakîlerin amelini kabul eder, dedi.[41] Avam
halkın hastalıklarını ve kendilerini aldatmalarını anlatırken de şöyle yazar:
"Servet sahibi ve
avamdan olan bir grup insan da zikir ve vaaz meclislerine devam etmekle
aldandılar. Bunları dinlemenin kâfi geleceğini sanarak bunu âdet haline
getirdiler. Gereğine göre amel etmeden kuru kuruya yalnız dinlemekle
mükâfatlanacaklarını sandılar. İşte bunlar da aldanmışlardır. Zira vaaz
meclislerinin fazileti hayra teşvik bakımındandır. Hayrı teşvik etmeyen
dinlemede bir fayda yoktur, hayrı teşvik eden dinleme makbuldür. Çünkü o amele
sevkeder. Şayet amele aracı olmazsa yine
hayırsızdır. Çünkü vaaz ve nasihat dinlemek, ondan ders alıp amel etmek
içindir. Başkası için murad olunan bir şey, murad olunan şeyi yaptırmaz. Kendisinde hayır olmayan amel
için dinlenen vaaz neticesi amel yapılmadığı takdirde bu vaazı dinlemekte de
hayır yoktur.
Bazan vaaz dinlemenin ve vaazda.ağlamanın faziletini duyar
da buna aldanır. Hatta bazan da kadınlar gibi kalbi
yumuşayarak ağlamaya başlar. Bazan korkunç azab âyetlerini duyduğu zaman: "Allah'ım sen koru,
aman yâ Rab, sübhânallah"
gibi dualar söyleyerek ellerini oğuşturur, böyle
yapmakla bir iyilik işlediğini zanneder. Bu kişi de aldanmıştır. Yakalandığı
hastalığı sebebiyle hekimlerin yanma gidip onların bu hastalık hakkındaki
sözlerinden üzülen, veya yanında nefis yemeklerden bahsedilirken buna
iştahlanan aç bir adamın haline benzer. Tâatlann
vasıflarım dinlemek bir fayda sağlamaz. Dinlediğin vaazlardan ders alıp kötü
huylarının hepsini veya bir kısmını terkedip Allah'a
teveccüh etmezsen o vaaz lehinde değil aleyhinde bir delildir. Senin onu
iyiliğine kabul etmen gurur ve aldanmaktır."[42]
Fakat İhyâu'l-Ulûm, sadece tenkid
kitabı değildir. O, ıslah ve eğitmenin bir çok yönünü ve pek çok konuyu
toplamış bir kitaptır. Onun yazarı; bir hak yolcusunun ve doğruyu arayan
birinin kendini eğitip ıslah etmesi, başkalarına İslâm'ı tebliğ etmesi ve
öğretmesi için tek başına yeterli olsun ve büyük ölçüde bir kütüphane yerine
geçsin de dinî hayatı yaşayanlara rehber olsun diye bunu yazmaya çalışmıştır. O
bakımdan bu kitap; akâid, fıkıh, tezkiye-i nefs, tehzîb-i ahlâk ve Allah'ın
lütfü olan manevî yolların nasıl aşıldığı gibi -son üçünün bileşimi tasavvufu
meydana getirir- üç ana konuyu içine alır.
Bu kitabın en göze
çarpan niteliği onun insan üzerinde bıraktığı tesirdir.
Binlerce okuyucu, İhya'mn okunması sonucu in-: sanda meydana gelen dehşetli
etkilenmenin, onun ge-.î nel
özelliği olmasından dolayı, Mevlânâ Şiblî'nin şu etkilenmesine
ortak olacaktır: »
"Her konu neşter
gibi kalbe işliyor. Her söz sihir gi-; bi etkiliyor. Her kelimede coşturucu bir hal yayılıyor.
Bunun en büyük
sebebi; bu kitabı
yazdığı sırada Gazâlî'nin,
manevî cezbe içinde kendini kaybetmiş halde bulunması, ilâhî aşkın sarhoşu
olmasıdır. [43]
Bu yolculuk ve kitabın
yazılışı sırasında yazarın içinde bulunduğu ruh hali ve bu kitaba akseden yazarın
durumu ve ahvâli bazan okuyuculara öyle etki yapıyor
ki; kalp dünyadan tamamen ilgisini kesiyor. İbadet ve takvaya öyle şiddetli ve
bazan normal dışı çekim meydana geliyor, korku ve
heybetin öyle bir anlatılmaz hali insanı sarıyor ki, bazan
insanın sağlığına, çalışmalarına tesir ediyor. Bunun sebebi de bu kitabı
yazarken Gazâlî'nin kendisinin işte bu ruh hâli içinde bulunuyor olması idi. Bu
sebepten dolayı mürşid kimseler, yeni tasavvufa intisab etmiş kimselere bu kitabı okumayı tavsiye etmezler.
Tam itidal ve sağlam ölçü ancak peygamberin hayatını ve hadis kitaplarını
okumak ve olgun örnek bir kişinin, yani mürşid-i
kâmilin terbiyesi ve kontrolü altında bulunmakla elde edilebilir.[44]
İmam Gazâlî'nin
meziyet ve üstünlüğü, sadece üst düzeyde bir fıkıh âlimi, ictihad
sahibi (yeni görüş ortaya koyan) bir kelâm ilmi bilgini ve gönül ehli bir tasav-vufçu olmaktan ibaret
değildir. Aynı zamanda İslâm ahlâkçılığının ve ahlâk felsefesinin ünlü bir
yazarı, ince görüşlü, derin kavrayışlı bir ahlâk ve psikoloji uzmanıdır da.
İslâm ahlâkının ve ahlâk felsefesinin tarihi ondan bahsetmeden mükemmelliğe
erişemez[45]
İhyâu'l-Ulûm, bu konuda da onun bir şaheseridir. Kalp
hastalıkları ve psikolojik durumlar üzerine yazdıkları ince görüşlülüğüne ve
sağlam düşüncesine örnektir. Burada ona da bir örnek sunulacaktır:[46]
İhyâu'l-Ulûm' da, "Makam mevki neden tabiî olarak
insana sevimli gelir? O derecede ki, çok çetin bir mücâhede
ve mücadele olmadan kalp bundan kurtulamaz" adı altında bir başlıkta
şöyle yazmaktadır:
"Bilmiş ol ki,
gümüş, altın ve diğer servetleri sevmeyi gerektiren sebep ne ise; makam ve mevkiin
sevilmesi de odur. Hatta altın ile gümüş miktar bakmmdan
müsavi oldukları zaman altın tercih edildiği gibi, makam ve mevkî de servet
üzerine tercih edilirler. Çünkü altın ve gümüş, yenilip içilmediği ve
giyilmediği için maddeleri bakımından diğer çakıl taşlarından farklı
değillerdir. Bunların sevilmesi, insanın bütün arzularının tatmin olmasına
sebep olmalarından dolayıdır. Ma-' kam da bunun
gibidir. İnsanların gönüllerini fethet-1 inek bir amaç değildir. Ancak insan,
altın ve gümüş sayesinde kendisine yarayışlı birçok sonuçlara ulaşacağı gibi
gönülleri fethetmek sayesinde de bütün arzularına kavuşabilir. Demek ki, her
iki tarafta da sebep aynıdır. Sebepteki ortaklık sevgide ortaklığı gerektirir.
Makamın mal üzerine tercihi ise; makamın maldan daha sevimli olmasından
dolayıdır. Şu halde üç bakımdan makam ve mevki, mal üzerine tercih edilir;
Birincisi: Makam ile
servet sahibi olmak, servet ile makam sahibi olmaktan daha kolaydır. Gönüllere
yerleşen bir âlim ve zahidin, arzu ettiği anda servet sahibi olması kolaydır.
Zira ona gönül bağlayan zenginlerin serveti onun emrindedir. Onda kemâl
olduğuna inanan zenginler, servetlerini ona feda ederler. Fakat cimri bir
zengin ne kadar servet sahibi olursa olsun; mevki sahibi olamaz. Demek ki
mevki, servete de sebeptir. Mevki sahibi aynı zamanda servet sahibidir. Fakat
her servet sahibi, mevki sahibi değildir. Bu bakımdan mevki, servetten daha
sevgilidir.
İkincisi: Mal, çeşitli
âfetler; hırsızlık v.s. sebeplerle her an yok olmaya mahkumdur. Zalimler, servete
göz
diker, bunun için
korunmaya muhtaçtır. Fakat gönülleri fethettikten sonra bu gibi tehlikeler
bahis mevzuu değildir. Bu gönülleri başka kimse çalamaz, kimsenin eli bunlara
uzanamaz. Bununla beraber bazı değişiklikler sebebiyle gönüller de dönebilir.
Fakat bunun ıslâhı mümkündür.
Üçüncüsü: Kalplerin
kazanılın asında artış, gelişme ve çoğalma devam eder gider. Bunun için ise
hiçbir gayret ve zahmet çekmeye gerek yoktur. Bir kimsenin bilgisi veya
amelinden dolayı kalpler onun çevresinde toplanmaya ve ona saygı duymaya
başlayacağından diller artık ondan bahsetmeye koyulacak, insanlar onu
başkalarına anlatacak ve yeni yeni kalpler ona açılmaya
başlayacaktır. İnsan normal olarak ve yapısı itibariyle şöhret ve üne
düşkündür. Başka şehirlerde, ülkelerde onun şöhreti dalgalandıkça yepyeni kalbler kazanılacak ve onun bağlıları grubuna girmiş
olacaktır. Bu şekilde onun azamet ve sevgisi birinden diğerine geçecek ve çoğalma, artma devam edip gidecektir. Bir yere
varıp durmayacak. Mal varlığı böyle değil. Bir insan ne kadar mala sahipse
ancak o kadarının sahibidir. Gay; ret, meşakkat ve
uğraştan başka hiçbir şey onu artır^ maz. Fakat makam
kendi kendine gelişme gösterir, bii sınırı da yoktur.
Malda bir duruş, bir durgunluk olur, makam ise gelişir, artar, yükselir. Bu
bakımdan bir inr sanın şöhreti artıp makam ve mevkii
yükseldikçe, insanlar da onu öve öve
bitiremiyorlarsa, mal mülk onun gözünde sıfır olur. İşte bu da malın, mevki
üzerine ter-^ cih edilmesinin açıkça görülen
sebepleridir. Eğer geniş1 letilirse daha pek çok
sebepler ortaya çıkar. !
Mal olsun, mevki
olsun, her ikisinin de ele geçiril1 meşinde zorluk vardır. İnsana yakışan,
bunların hiçbir rini sevmemektir. Ancak yiyecek,
içecek ve tedavi gi
derleri gibi zarurî
ihtiyaçlarım giderecek; menfaatim sağlayıp zararını önleyecek kadar mevki ve
servet edinmek kâfidir. Binaenaleyh bu kadarı sevilir, çünkü sevgiliye
ulaştıran her şey sevilir. Ama fazlasını sevmeye lüzum yoktur.
Halbuki insanın öyle
tuhaf hali var ki, dünyanın bütün servetlerine, hazinelerine sahip olmak ister.
Hatta bir vadi dolusu altını olsa, ikinci bir vadi altını olmasını da ister.
Ayrıca hiç gidip görmiyeceği yerlere kadar şöhretinin
yayılmasını ister. Bunda hiç bir yararı olmayacağı halde arzular,
Ne dünya ne âhirette faydası dokunan böyle bir sevgi peşinde koşmak
ahmaklıktan başka ne olabilir? dersen; Deriz ki: Doğrudur. Gerçekten makam
mevki hırsı, yok edilmesi imkânsız olan kalplere özgü bir durumdur. Bunun iki
sebebi vardır:
Biri; açık olan
sebeptir, ki herkes bunu görür ve anlar.
İkincisi; gizli
olandır ki, asıl ana sebep de budur. Bunu geri zekâlılar bir tarafa, zeki
kimseler bile anlayamaz. Çünkü bu sevgi insan tabiatmdaki
çok gizli bir istekten meydana gelir. Bunu ancak hikmet deryasına dalanlar
bilir, anlayabilir.
1- Birinci
sebep: İnsan yaratılışı gereği sevdiği şey hakkında şüpheci ve sû-i zan içinde
bulunur ve tehlikeleri, sû-i zanlarını yok etmek ister.
Şiir:
"Aşk varsa,
binlerce şüphe ve sû-i zan da vardır."
İnsanoğlunun elinde
yaşamasına, geçimine yetecek malı olsa bile istek ve arzuları daha çok olur,
daha -üzün emeller peşindedir. Bu sebeple elindeki servetin
tükeneceğinden veya
yok olup başkalarına muhtaç olacağından korkar. Bunları hatırlayınca korkar ve
heyecanlanır. Emniyetini, ancak yedek servet temininde bulur. İşte; bu giderse
o var diye teselli bulur. Kendini düşünmesi ve hayatı sevmesi, kendisini bu
yollara sürükler. Bu sıkıntısını ancak servet çokluğu ile teskin eder. Bunun
içindir ki, serveti sever.
Bu öyle bir korkudur
ki; belirli bir miktar servet, bu sıkıntıyı gidermez. Bunun için yeter diyeceği
son bir sınır da yoktur. Nitekim Resulü Ekrem Efendimiz:
"İki hırslı kimse
var ki, bunlar doymazlar. Bunlar; ilim ve mal harisleridir." [47]
buyurmuştur.
Hırs; ilim ve malda
olduğu gibi makam ve mevkide de aynıdır. Hırslı insan, uzak yerlerde de meşhur
olmasını ister. Çünkü o, birgün kendi memleketinde
herhangi bir sebeple sevilmez hale gelirse; o memleketlere gidebileceğini veya
onların onun yanma gelebileceğini, sonuçta bunun kendisine yarar sağlayacağını
düşünür. Bunlar; mümkün olan şeylerdir. Mümkün oldukları için uzaktakilerin
gönüllerine girmekten tabiî olarak zevk alır. Zira bunda güven vardır.
2- İkinci
sebep: En güçlü sebep de budur. Ruh bir ilâhî emir (iş, olgu)dir. Nitekim Allah, âyetinde:
"Sana ruhdan sorarlar. De ki: Ruh; Rabbimin emridir, "
buyurmuştur[48]
Ruhun ilâhî bir emir
olması; genişçe açıklanmasına izin verilmeyen mükâşefe
ilminin sırlarından olmasındandır. Çünkü Resulü Ekrem Efendimiz bunu açıklamamıştır.
Fakat sen bunu bilmeden önce şunu bilmen gerekir: Kalbinin; yeme, içme, giyme
ve cinsî münâsebet gibi hayvanı safatlara; dövme,
eziyet etme ve öldürme gibi yırtıcı hayvan sıfatlarına; hile, aldatma ve teşvik
gibi şeytanî sıfatlara; kibirlenme, böbürlenme, yükselme ve üstünlük taslama
gibi ilâhî sıfatlara eğilimi vardır. Zira kalb, izah
ve açıklaması uzun zaman alan değişik temel duyguların buluştuğu bir yerdir.
Kendisinde ilâhî emir (iş ve olgu) bulunduğu için normal olarak rubûbiyeti (ilâhî özellikleri) sever.
Rubûbiyet demek; kemâlde tekleşmek ve varlıkta istiklâliyet ve serbestliktir. Kemâl, rubûbiyet
sıfatlarından olduğundan insan tabiatı bunu sever. Kemâl, varlıkta
tekleşmektir. Çünkü varlıkta ortaklık, noksanlıktır. Güneşin kemâli tek
oluşundadır. Bir başka güneş daha olsaydı, güneşin kemâli düşerdi. Halbuki her
yönden tek olan Allah Teâlâ'dır. Zira onunla beraber
olan hiçbir kimse yoktur. Ondan başka her ne varsa onun kuvvet ve kudretinin
eseridir. Hiçbiri kendi başına varlığını devam ettiremez. Zira kendi başına
varlığı devam eden (bizatihi kâim olan) Allah'tır. Çünkü onunla birlikte bir
başka mevcud yoktur. Zira beraberlik, rütbede
ortaklığı gerektirir. Rütbe ve mevkide ortaklık ise noksanlıktır, bir kusurdur.
Kâmil; benzeri, eşi
olmayandır. Güneşin gökyüzünün her tarafında parlaması, güneşte eksiklik
olmayıp kemâl olduğu, noksanlık ise onun benzeri başka bir güneşin bulunması
olduğu gibi, âlemde olan herşeyin vücûdu, kudret
nurlarının parlamasına bağlıdır. Bu ise kudret sahibinin kemâlidir. Fakat
âlemde olan nurlar tâbidir, metbû değil. Demek ki rubûbiyetin manası varlıkta tekleşmektir.
Kemâl de budur. Her
insan bu tekleşmeyi arzu eder. Bu bakımdan sofilerden biri: "Firavun'un:
!Ben si-
zin rabbinizim' dediği gibi, her insanın içinde aynı duygu
vardır, ama buna yol bulamaz" demiştir ki, bu söz doğrudur. Zira kulluk,
nefsi kahreden, nefse bir eziyettir. Bu bakımdan rubûbiyet
tabiî olarak sevimlidir. Bu da Allah Teâlâ'nm:
"De ki: Ruh, Rabbimin emrinden-dir."
buyurmakla îma ettiği, nisbet-i rabbâniyeden
ileri gelmektedir.
Fakat insan, kemâlin
son haddini idrakten âciz olduğu için ümidini kesmez ve daima kemâli arzu eder.
Kemah, kemâlin ardında başka bir maksatla değil, yalnız kemâl olduğu için
sever. Her mevcûd; varlığını, varlığının kemâlini
sever. Kendisinin ve kemâl sıfatının yok olmasına üzülür. Kemâl, ancak varlık
âleminde tek olmayı ve bütün mevcudata hâkim olmayı elde etmektir.
Kemâlin en üstünü de,
başkasının varlığı kendisine minnettar olmaktır. Şayet, başkası sana minnettar
olmazsa o zaman sen en azından ona hâkim olman gerekir. Bu bakımdan hâkim
olma herkesin tabiatının sevdiği şeydir. Zira bu da kemalin bir çeşididir.
Kendi varlığını
tanıyan her kişi kendini sever, kendinin kemâlini de sever ve bundan zevk
alır. Yalnız bir şeye hâkim olmak, ona tesir etmek ve arzuya göre onu
değiştirmekle mümkündür. Emrine bağlı olup; istediğin tarafa çekip çevirmen
lâzımdır. Bunun için insan; herşeyi emri altına almak
ister.
Varlıklar ikiye
ayrılır: Biri, zâtında değişikliği kabul etmeyendir; Allah Teâlâ'nm
zat ve sıfatları gibi. Bunlar asla değişmezler.
Diğeri de; değişikliği
kabul edendir. Bunlar da ikiye ayrılır:
Değişikliği kabul
eder, fakat bu değişiklikte yaratıkların etkisi olamaz. Felekler, yıldızlar, melekût âlemi, melek, cin, şeytan, dağlar, denizler; dağ ve
denizlerin altlarında olan şeylerdeki değişiklik gibi.
Değişikliği kabul
edenlerin diğer kısmına ise insanların etkisi olur. Karalar ve kara parçaları
ve bunların v üzerinde bulunan madenler, bitkiler ve hayvanlarda kî olan değişiklikler
gibi. Bunlarda insanların etkisi vare dır. Kulun
kudretinde olan değişikliklerden biri de insanların kalbidir. İnsan ve hayvan
cesetleri gibi, insan ... gönülleri de etki ile değişebilmeye
yeteneklidir.Varlıklar; insanoğlunun tasarrufuna muktedir olduğu yeryüzü ve
yeryüzündeki şeyler ile, tasarrufuna muktedir olamadığı; Allah Teâlâ'nm zâtı, melekler ve gökler olarak, ikiye ayrıldığına
göre; insanoğlu ilim ile s gökleri
fethetmeye ve ondaki esrarı çözmeye heves etti s ki; bu da bir çeşit hâkimiyettir.
Zira bilinmekle kuşatılan şey, ilmin emri altına girmiş ve onun âlimi de
ona hâkim olmuş
gibidir. Bunun için;
insanoğlu Allah Teâlâ'yı, melekleri, felekleri, yıldızları ve göklerin,
de-v nizlerin,
dağların sırlarını çözmek
istemiştir. Bu ' : sayede onlara
da hâkim olmuş olur ki bu bir çeşit •>; kemâldir. Bu, tıpkı acayip bir san'atı görüp de ondan ki âciz olduğu halde; o sanat ile ne
iş gördüklerini öğren-r.i inek isteyenin hali gibidir. Meselâ; satranç gibi. Bu
oyunu icâd edene şaşar. Kendisi bunu icâd edemez. Fakat ne için icâd
edildiğini ve bununla nasıl oynandığını merak edenin hali gibidir. Bir de
hendesedeki san'at
inceliğini gören ve benzeri akıl erdiremiyeceği
şeyleri gören kimse; bunları yapamıyacağım bilir.
Fakat nasıl : yaptıklarını merak eder ve anlamadığına üzülür.
Anlayabilirse, anladığına sevinir.
İşte bu da
onun gibi-[49]
Kitabın en tesirli
bölümü; Gazâlî'nin öğüt verdiği, yapılan her güzel amele müjde verdiği, kötü
amellere de büyük azabları örnek gösterdiği; yani
iyiye özendirerek kötüden sakındırmada kalem oynattığı ve dünyanın durmadan
değişip sebatsız oluşu, âhiretin dehşeti, iman ve salih amele duyulan ihtiyaç, nefsin ıslahı ve kötülüklerden
temizlenmesinin önemi, kalb ve ruh hastalıklarının
zararlarına dikkat çektiği yerlerdir.
Böyle bir yerde o,
tatlı dilli bir nasihatçı, ince görüşlü bir hakîm, karşısmdakilerin durumlarını, hastalıklarını ve neye
ihtiyaçları olduğunu çok iyi bilen tecrübeli ve uzman psikolog bir tedavici
olarak karşımıza çıkmaktadır. O; onları kendilerinden daha iyi savunmakta ve
büyük bir maharet ve insafla onların mazeretlerini ve delillerini öne
koymaktadır. Sonra da uzman bir hukukçu ve psikolog gibi onlardan her birine
cevap vermektedir. Sonra şefkatli bir tedavici ve iyi niyetli eğitici gibi
onlara tedavi yolu göstermektedir. Bu yüzden onun vaaz ve nasihatları
sadece vaaz türünden etkileme örneği değil, hikmet ve belagatta da örnektir.
•Her devirde binlerce insan onun nasihatlarmdan ve
anlattıklarından faydalanmıştır. Çok sayıda insanın ıslâhına sebep ve vasıta
olmuştur.
Kitabın son dörtte
birlik bölümünde bu konuda en büyük birikim vardır. Burada bir Örnek takdim
edilmektedir. Bu örnekde o, nefsi azarlamış,
sıkıştırmıştır. Okuyuculara, kendi nefisleri ile nasıl konuşmaları gerektiğini,
âhiret durağı için o nefsi nasıl hazırlamaları icâb ettiğini anlatırken, "Nefsin azarlanıp
kötülenme-sinde altıncı oturum" adı altındaki bahiste şöyle yazmaktadır:
"Ey nefis, biraz
insaf et! Bir yahudi sana; filan yemek senin için
zararlıdır dese onu hemen terkediyor, onun uğruna
zahmete katlanıyorsun. Mucizelerle desteklenen peygamberlerin sözü, Allah'ın
buyrukları ve semavî kitapların anlattıkları sana o yahudinin
söylediklerinden daha az değerde midir? Halbuki o doktor yahudi,
tahmin ve kıyasla söylüyor ki, onun aklı da bilgisi de eksiktir.
Bir çocuk; senin
elbisenin içinde akrep var dese, hiçbir delil ve isbat
istemeden hemen elbiseyi soyar atarsın. Peygamberlerin, velîlerin, hikmet
sahibi kişilerin ittifak ettikleri mesele; senin yanında o çocuğun sözünden
daha mı az değer taşımaktadır? Veya cehennemin ateşi, zincirleri, gürzü,
azabı, zakkumu, yılanı, akrebi ve zehirli şeyleri senin için bir akrepften daha mı az zararlıdır? Halbuki bu akrebin ızdırabı en fazla bir gün sürer. Bu akıllı kimselerin işi
değil. Eğer senin bu halini hayvanlar bilseydi sana güler, senin bilgiçliğinle
alay ederlerdi.
Öyle ise ey nefis, bu
şeyler sence biliniyor da bunlara inanıyorsan, o zaman bunları yapmakta neden
tembel davranıyorsun? Halbuki ölüm hemen bir sıçrayışta senin üzerine
çullanacağı bir siperde beklemektedir. Farzet ki yüz
sene yaşaman için sana ömür verilmiştir. O zaman şöyle mi düşünüyorsun? Bir
dereyi geçmesi gereken adamın dağın eteğinde güven
içinde hayvanını otlatması halinde o dereyi geçebileceğini
mi sanıyorsun? Böyle zannediyorsan ne kadar ahmaksın.
İlim öğrenme
düşüncesiyle gurbete giden birinin gittiği yerde birkaç sene tembel, âvâre
dolaşarak geçirdikten sonra ülkesine dönerken bütün bilgileri öğrenerek döneceğine
inanmasına sen ne fersin? Onun akıl ve mantığına gülersin ve onun bu
salaklığıyla, ilim ve
geniş dinî bilgi bu
kadar kısa zamanda öğrenilir mi diye alay edersin. Hele de-kadılık makamının
ilim, bilgi ve fikıh bilgisi (hukuk bilgisi) olmadan
sadece umarak, tevekkül içinde beklenti ile ele geçeceğine
inanılmasına ne dersin? Böyle bir şeye inanılsa bile umulan ele geçer mi?
Bu kadar açık ve seçik
şekilde anlatılan bu hususları hâlâ nazara almayıp yine, ileride yaparım
iddiasına kalkışırsan hâlâ nasıl hikmetten dem vurursun? Bundan daha büyük
ahmaklık olur mu?
Belki de; beni
ibâdetten alıkoyan şehvetlerimin isteklerine olan düşkünlüğüm, zahmet ve
eziyetlere kat-lanamayışım diyeceksin ki, bu da
açıkça ahmaklık ve çirkin bir mazerettir. Şayet bu iddianda doğru isen saf ve
temiz olup ardı arkası gelmeyen nimetlerin zevkini ara. O da bu dünyada değil
cennette olur. Şayet şehvetlerinin arzusuna bakıyor, onların temini için
çalışıyorsan, bu da o şehvetlere karşı çıkmakla elde edilir. Öyle lokma var ki
birçok lokmalara engel olur.
Doktor, bir hastaya;
"Üç gün su içmeyeceksin, içersen hastalığın azar ve hayatın boyunca bir
daha soğuk su içemezsin. Eğer bu tavsiyeye uyar da içmezsen iyileşirsin ve
hayatın boyunca soğuk suyu içersin." dediğinde; ne olursa olsun ben şu
anda içeceğim diyen hasta hakkındaki görüşün nedir? Bu adama deli demez misin?
İşte senin bütün
hayatın, ebedi olan âhirete göre üç gün bile
değildir. Acaba üç günlük olan şu geçici dünyada şehevî arzuların
zorlamalarına sabretmek mi daha zor, yoksa süresi uçsuz bucaksız, elem ve
kederi sonsuz olan cehennem ateşine dayanmak mı daha zordur? Dünyadaki üç
günlük çabanın acısına, sıkıntısına sabredemiyen,
acaba Allah'ın en ağır, ebedi azabına nasıl dayanacaktır?
Bütün bu durumlar
karşısında hâlâ nefsinle mücâ-hede
etmeyip ona müsamaha göstermen, ya gizli küfründen ya da ahmaklığından ileri gelir. Gizli küfrün, sevab ve ikâbın önemini bilmemen
ve hesab gününe inanmandaki zayıflığındır. Açık
ahmaklığın ise Allah'ın senin ibâdetine ihtiyacı olmadığım düşünerek hiçbir
kötülükten çekinmeden, onun keremine, afvma
güvenmendir. Halbuki öte yandan bir lokma ekmek veya bir kuruşta, ona güvenin
yoktur. Bütün imkânlarınla onları elde etmeye çalışır ve her çareye başvurursun.
İşte bu tutum ve davranışlarınla Hz. Peygam-ber'den ahmaklık damgasını
yersin. Nitekim yukarıda geçen bir hadis-i şerifde Hz. Peygamber: "Akıllı adam nefsini hesaba çekip
ölümden sonrası için çalışan; ahmak adam da nefsinin isteklerine uyduğu halde
Allah'tan iyilik uman kimsedir," buyurmuştur.
Yazıklar olsun sana ey
nefis! Şeytana ve dünyaya aldanmak senin için doğru olmaz. Sen herkesten önce
kendine bak. Vakitlerini kaybetme, nefesler sayılıdır. Bir nefesin gidince, bir
parçan gitmiş demektir. Hastalık gelmeden sıhhatini, iş gelmeden boş vaktini,
yoksulluk gelmeden varlığını, ihtiyarlık gelmeden gençliğini ganimet bil de âhiretteki ebedî hayatını düşünerek, onun için çalış.
İnsaf et, önümüzde kış
gelecek diye onun günlerini hesab ederek yiyecek,
giyecek, yakacak gibi bütün kış hazırlıklarını yapmıyor musun? Burada neden
Allah'ın lütuf ve keremine bağlanmıyorsun? Yakacaksız, giye-ceksiz
de Allah beni üşütmez, onun buna gücü yeter demeden çâre ve tedbirlere
başvuruyorsun. Acaba cehennem soğuğunun, bu kış soğuğundan daha az, süresinin
bu süreden daha kısa olduğunu mu zannediyorsun?
Yoksa aralarında bir
benzerlik bulunduğunu mu düşünüyorsun? Yoksa hiç çalışmadan bundan kurtuluş
olabileceğine mi inanıyorsun? Asla, hiçbiri öyle değil. Kışın soğuğunu;
elbise, mesken ve ateşin gidereceği gibi cehennemin sıcaklığı ve soğukluğunu da
ancak tevhid kalesi ve itaat hendeği önleyebilir.
Allah'ın sana iyiliği, sana korunma yollarını öğretmesi ve bunu sonra kolaylaştırma
sidir. Onun iyiliği; azabı, eziyeti tamamen yo-k'etmesi
değildir. Allah'ın bu dünyadaki kanunu soğuktan korunmak için ateşi yaratıp,
ateşi ne şekilde elde edeceğini sana bildirmesi ve imkânlarını yaratıp bu sebeplerin
temininde kendisi müstağni olup bunları bizzat senin temin etmen gerektiği
gibi, cehennemden de kurtuluş yollarım sana bildirmek ve sebeplerini yaratmaktır.
Allah Teâlâ, maddî sebeplerden müstağni olduğu gibi, senin tâat ve ibadetinden de müstağnidir. Bunlar senin kurtuluş
yollarındır. Âyet: "İyilik eden kendine, kötülük eden de kendine eder,
Allah Teâlâ herşeyden müstağ-nîdir, hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur."
Yazıklar olsun
sana ey nefis! Cahilliği bırak da âhiretini
dünyan ile kıyasla. Ayet: "Hepinizin yaratılması ve diriltilmesi bir
nefis gibidir." Ayet: "Bizi nasıl yoktan var ettiyse, yok ettikten
sonra yine var ederiz. Ayet: 'Allah'ın sünnetinde hiçbir değişiklik
yoktur."[50]
Şeyhülislâm İbn Teymiye, Îhyâu'l-Ulûm'u
bir bütün olarak övmüş ve onun değerli bir kitap olduğunu itiraf etmiş; ve:
"Onun İhya' daki anlatışı ve ifadesi güzeldir."
diye yazmıştır. Bununla birlikte dört konuda kitabı tenkid
etmektedir:
1- Birinci
tenkidi: Kitapta felsefecilerin pek çok görüşü yer almakta; onların, Allah'ın
birliği (vahdaniyet), peygamberlik ve âhiretle ilgili
düşünceleri, sözleri bulunmakta, demektedir. Ona göre Gazâlî, filozofların az
veya çok kesinlikle etkisinde kalmıştır. Her ne kadar o, onlara karşı olan ve
şiddetle onları tenkid eden biri ise de eserlerinde
onların düşüncelerini (farkında olmadan) yer yer aks
ettirmiştir.
İbn Teynıiyye'nin felsefecilere
ve felsefeye karşı oluşu çok şiddetli olduğu için, onun ölçüsüne göre Gazâlî'-nin bazı sözlerinin felsefeden etkilenmiş olmasına
şaşılmam alıdır;
2- İkinci
tenkidi de şöyle: Kitapta kelâmla ilgili öyle konular var ki bunlar İbn Teymiye'ye göre Kur'an-ı Kerim'in ve sünnetin ruhuna uymamakta ve onun ölçüsüne
göre tam olarak oturmamaktadır.
3- Üçüncü
tenkidi ise; kitapta tasavvuf erbabının, bazı aşırı sözleri, asılsız ve
aldatıcı ifadeleri vardır demektedir.
4- Bir
tenkidi de İhya' da pek çok zayıf hadislerin bulunduğu, hatta uydurma hadis ve
rivayetlerin oluşu üzerindedir.
Buna rağmen
Şeyhülislâm îbn Teymiye,
İhya hakkında şöyle bir kanaat belirtmektedir:
"Buna rağmen
İhya' da hak yol üzerinde olan marifet sahibi tasavvuf erbabının, kalbin amelleri
üzerinde pek çok öyle sözleri var ki onlar kitap ve sünnete uygundur. Ve pek
çok bölümü kabul edilebilir durumdadır. Bu bakımdan bu kitap hakkında
âlimlerin değişik görüşleri var ve birbirine zıt görüşler ileri sürmüşlerdir”[51]
Allâme îbn Cevzî'nin de en ağır tenkidi
zayıf ve uydurma hadisler üzerindedir. Ona göre; bunun sebebi, Gazâlî'nin
hadisle fazla ilgilenmemesidir.
Hafız Zeyneddin el-Irâkî (Elftye kitabının sahibi), İhyâu'l-Ulûm'
a büyük bir hizmet ederek içindeki hadisleri tahric
etmiş, her hadisin ve râvînin durumunu incelemiş,
hadisin derecesi ve sıhhatini kaynaklarından araştırarak bulmuş, doğrusunu,
yanlışını açığa çıkarmıştır.
İbn Cevzî, Gazâlî'nin bazı
tarihî olayları geçiştirmesini, onları atlamasını da zikretmektedir. Bundan da
anlaşılıyor ki, hadis gibi tarihle de pek fazla ilgilenmeye zaman ve fırsat
bulamamıştır[52]
İbn Cevzî'nin ikinci karşı
çıkması da, bazı kalp hastalıklarının (gösteriş, makam, mevki hırsı vs. gibi)
tedavisi konusunda nefsi öldürme ve ıslah etme yolunda tasavvufçuların öyle
bir takım maceralarını nakletmiş-tir ki, bunların tatbiki, yapılması
imkânsızdır. Fıkıh yönünden onun caiz olduğunu isbat
etmek de imkânsızdır.[53]
Bu kusurlarına rağmen İhya'nm değerli ve Önemli olduğuna inanmaktadır ve kendisi
bizzat Minhâcü'l-Kaşıdın adında yazdığı eserde İhya' yi özetleyerek kısaltmış,
itiraz edilen yerleri kitaba hiç almamıştır. Fakat bu özette, asıl kitabın
ruhu ve etkisi de kalmamıştır.[54]
Gazâlî gibi ictihadçı bir kafaya sahip olan birinin, Önceki âlimlerin
anlattıklarını ve incelemelerini sadece nakletmekten ibaret kalması veya kendi
kişiliğini ortaya koymadan, onların ne demek istediğini anlatıp izaha çalışan
biri olmaktan öteye geçmemesi, olacak şey değildir.
Kısmetsizlikten, dördüncü hicrî asırda kelâm ilmi ortamı da -ki bu ilmin diğer
bütün ilim dallarından daha çok kendi döneminin akıl ve ilim düzeyine göre
hareket etmesi gerekli idi- donmaya, diğer bilgilere uyma hastalığına
yakalanmıştı.
Eş'arî kelâmcıları, sadece Eş'arî'nin
incelemelerinin sonuçlarım ve onun akidelerini (inanç sistemlerini) kabul
etmekte ısrar etmiyorlar; hatta o akidelerin tes-biti
için Ebu'l Hasan Eş'arî ve Ebu Bekir Bâkıllânî vs.nin ortaya
koyduğu görüşleri ve delilleri de (isbat tarzları da)
olduğu gibi kabul edilmelidir; bunun dışında başka görüşler ve deliller kabul
edilmemelidir diye ısrar ediyorlardı.
İmam Gazâlî,
eserlerinde müctehid edası içinde temel meseleler ve
akideler üzerinde söz söylemiş, kalem oynatmış ve onları isbat
etmek için kendisince daha etkili ve gönle hoşgelen
delilleri, görüşleri ileri sürmüştür. Allah'ın sıfatları, peygamberlik,
mucizeler, şer'î yükümlülükler, azab, sevap, kabir
hayatı, kıyametle ilgili olarak o, yeni kelâma üslubuyla konuşmuş ve yazmıştır.
Onu isbat için pek çok kelâmcı gibi ihtimallerden,
şüpheye düşürücü sözlerden, mantıkî görüşler ve sonuçlardan hareket etme yerine
daha çok herkesin anlıyacağı, doyurucu bir kanaat
veren deliller ortaya koymuştur.
Bu konuda o, önceki kelâmcılarm isbat tarzlarına,
kullandıkları dile, terimlere ve onların metoduna bağlı kalmamış ve böylece, Eş'arî ilm-i kelâmını yenileme
hizmeti yapmıştır. Bu hizmetten dolayı Eş'arî
kelâm-alarmın ona minnettar kalmaları ve onun çok büyük
hizmetlerini itiraf
etmeleri gerekirdi.
Fakat Gazâlî bu
hizmeti genel kelâmcılarm hareket tarzından saparak
yaptığı ve yer yer Ebu'l
Hasan Eş'arî'nin ve onun ünlü tâbilerinin
görüşlerinden, anlayışlarından farklı hareket ettiği için Eş'arî
görüşünde olanlar (kaldı ki Gazâlî de aynı görüşe bağlı olmasına rağmen) onun bu
kelâm ilmine kullandığı metoduna, isbat tarzına
yüzlerini ekşitiyorlardı. Bu sahanın pek çok heyecanlı âlimleri onun bu
metodunda sapma, sapıtma ve selef anlayışından uzaklaşma, ayrılma görüyorlardı.
Îhyâu'l-Ulûm' un yazılışı ve onun normal üstü benimsenip
yayılmasından sonra bu konuda
Eş'arî
â-limleri arasında homurdanmalar çok arttı ve
pek çok kimsede Gazâlî'nin akaidinden tereddütler meydana geldi. Samimi biri Gazâlî'ye mektup yazarak ve durumları haber vererek
üzüntülerini belirtti. Gazâlî ona geniş bir cevap yazarak ayrı bir kitapçık,
Faysal et-Tefri-ka Beyne'l-hlâmi ve'z-Zenâdika adıyla
sundu. Kitapçığın baş tarafında şöyle yazmaktadır:
"Şefkatli
kardeşim! Ç e kem iyeni er güruhu (esrâr-ı din ile ilgili) bazı eserlerim
üzerinde tenkidler yapıyorlar ve onların eski İslâm
âlimlerinin ve ilm-i kelâm önderlerinin görüşlerine
aykırı olduğunu zannediyorlar. Eş'arî akideden kıl payı ayrılmayı küfür kabul ediyorlar.
Onların bu davranışından duyduğun üzüntüyü an-ii lıyorum. Fakat azizim sabretmelisiniz. Hz.
Peygamber Efendimiz saldırılardan, kötülemelerden kurtulamadı-U gına göre ben
kim oluyorum. Kim ki Eş'arîlere, Mutezileye, Hanbelîlere veya diğer grublara
muhalif olmayı, onlardan ayrı fikir belirtmeyi küfür kabul ediyorsa bil ki o
kör bir mukallid (uydu)dir.
Onu düzeltmeye çalışmak için vaktini boşa harcama, onu susturmak için
muhaliflerin iddiaları
yeterlidir.
Bütün (kelâm)
mezheplerinde Eş'arî'nin görüşünden farklı görüşler
bulunduğu için şimdi biri kalkar da, eğer bütün teferruatta, meselelerin kıyısı
kenarına kadar uzanan genişliklerde de Eş'arî'ye
uymak şarttır, en küçük aykırı bir görüş küfürdür derse, ondan şunu sorunuz:
Haklı oluşun, doğru görüşün Eş'arî'ye özgü olduğu ve
haklı oluşun ona bağlanmaya, onun peşinden gitmeye bağlı olduğu ne ile isbat edilir? Öyle olsaydı Bâkıllânî'nin
kâfir olduğuna fetva vermeleri gerekirdi. Çünkü, "beka" (Allah'ın
sonsuz oluşu) sıfatı üzerindeki görüşünde Bâkıllânî Eş'arî'den farklı bir görüş ileri sürmüş ve onun, Allah'ın
zâtının dışında fazladan bir sıfat olmadığını söylemiştir.
Sonra şunu da sormak
lâzım: Bâkıllânî, Eş'arî'den
farklı görüş ileri sürmekle neden küfre lâyık olsun? Hak neden sadece onlardan
birine bağlı kılınsın? Eğer Eş'arî öncelikli, (daha
Önce gelmiştir) denilirse, Eş'arî'nin
kendisinden Önce de Mutezile gelmiştir. O zaman Mutezilenin hakkın tepesinde
olması gerekir. Yok eğer üstünlük, sadece pek çok özellikleri şahsında toplama
faziletinde ve ilimde ise, bir kişinin kendi önderini ilim ve fazilette en
üstün seviyede kabul etmesi için bu değerleri ölçüp biçecek terazi nerededir,
göstersinler. Eğer Bâkıllânî'ye, Eş'arî'ye
muhalefet hakkı tanıyorlarsa, Bâkıllanî'den
sonra gelenler bu hakdan yoksun bırakılsın da bu hak neden bir kişiye özgü kı-hnsm?"[55]
İlm-i kelâm üzerinde müctehidçe
sözler söyledikten ve ona çok değerli ilâveler yaptıktan sonra Gazâlî temiz
karakterinden, hakka bağlılığından ve şahsî tecrübelerinden dolayı kelâm
ilminin faydalarının çok sınırlı olduğu, hatta bazı kereler zararımn
faydasından daha fazla olduğu sonucuna vardı. Hatta şöyle dedi:
"İlm-i kelâm, belirli bir zaman diliminin ihtiyacı olan
şeydir. Bu bir ilaç, bir deva, bir şifâdır ki, sağlam, sıhhatli bir insanın,
ruhî düzeni yerinde olan kimsenin ona ihtiyacı yoktur. Hiçbir insanın ihtiyaç duymamaz-hk yapamayacağı sağlam
gıda durumunda olan şey sadece Kur'an-ı Kerim'in
anlatış tarzı ve isbatlama metodudur. Bundan da
herkes kendi nasibini almakta, seviyesine göre onu anlayıp faydalanmaktadır.
Hiçbir kimse bundan mahrum kalmamaktadır."
Son eseri olan Îlcâmü'l-Avâm an Îlmi'l-Kelâm
adlı kitabında şöyle yazıyor:
"Kur'an-ı Kerim'in delilleri, isbatlama
tarzı insanların (hayatlarım devam ettirdikleri) gıda gibidir. Kelâmcılarm isbatları, delilleri
ise deva ve ilaca benzer ki, bazı kimseler bundan fayda görseler de çoğunluk insanlar
bundan zarar görür. Hatta Kur'an-ı Kerim'in isbat tarzı ve ileri sürdüğü deliller su gibidir. Bu
sudan, süt emen bebekle güçlü, yetişkin bir adam aynı şekilde eşit fayda
sağlar. Bunun dışındaki (kelâm ilminin) delilleri yemek çeşitlerine, türlerine
benzer ki, bazan ondan güçlü yetişkin insanlar fayda
sağlar, bazan zarar görür. Bebeklere ise asla bir
fayda sağlamaz.[56]
İlm-i kelâmın verdiği zararları anlatırken kendi tecrübe
ve görgülerini naklederek şöyle der:
"Halkın ilm-i kelâmdan zarar gördüğünün delili bizzat benim
başımdan geçen, gözlerimle gördüğüm tecrübe ve müşâhedelerimdir. îlm-i kelâm ortaya çıktığında ve şöhreti her tarafı
tuttuğunda nasıl bir felâket gelip de ortalığı fesada verdiğini tecrübe
sahipleri bilirler. Sahabenin devri bu fesaddan
uzaktı ve ondan korunmuştu.”[57]
H. 499 yılının Zilkade
ayında Gazâlî Nişâbur'daki Nizamiye Medresesinin ders
koltuğuna şeref verip oturmuştu. Bu dönem, (Melikşah'm
oğlu) Selçuklu sultanı Sen-cer'in padişahlığı ile (Nizamülmülk'ün
oğlu) Fahrülmülk'ün sadrazamlığı dönemi idi. Fahrülnıülk, H. 500 yılının Muharrem ayında bir bâtını
tarafından şehid edildi. Onun şehid
edilmesinden birkaç gün sonra Gazâlî, Nizamiye Medresesi'ndeki tedris
görevinden ayrıldı. Memleketi Tûs'a giderek yerleşip
orada kalmaya karar verdi. Evinin yanında bir medrese bir de zaviye (tekke)nin temelini attı, orada eğitim ve öğretim işiyle uğraşmaya
başladı.
H. 500'de Sultan Melikşah'm oğlu Muhammed, Nizamülmülk'ün
büyük oğlu Muhammed'i başvezir tayin edince, başvezir onu Bağdat'a geri dönmeye çağırdı. Gazâlî'nin
Nizâmiye'deki yeri doldurulmuş ise de aslında o boştu. İmam Gazâlî'nin yerini
tutacak birini bütün İslâm âleminde bulmak imkânsızdı. Nizamiye Medresesi
(üniversitesi) Abbasî saltanatının süsü, Bağdat'ın da şerefi idi. Eksikliği
herkes hissediyordu. Hilâfet makamından da Gazalinin tekrar Nizamiye
Medresesi'ni şereflendirmesi teşvik ediliyordu. Başvezir
Kıvâmüd-din Nizamülmülk'ün
kendisi mektup yazarak Nizâmi-ye'nin önemini ve
merkezî yapısını anlattı ve bizzat Abbasî halifesi tarafından böyle yapması
istendiğini bildirdi. Başvezir şöyle yazıyordu:
"Hz. Peygamber'in mukaddes makamından (yani hilâfet
makamından) da bu istek belirtildi ve ısrarla tekrar tekrar
bu işin halledilmesini (Gazâlî'nin Nizamiyeye döndürülme sini) istediler. Çünkü
Gazâlî, âlemde bir tane, parmakla gösterilen, herkesin sevdiği ve güvendiği
biridir, dediler."
Bu fermana hilâfet
makamının her ferdi imza attı ve şu ifadeleri belirtti: "Hilâfetin etek
öpenleri ve saltanatın her bir ferdi, İmam Gazâlî hazretlerinin gelmesini
dört gözle beklemekteler."
Nizamülmülk'ün oğlu Ahmed, bizzat Gazâlî
hazretlerine mektup yazar ki, özeti şudur: "Her ne kadar, siz her nereye
adını atsanız orası herkesin koşacağı genel bir dersane
olacak olsa da; nasıl ki siz devrin uyması gereken kişisi iseniz, bulunduğunuz
yer de İslâm dünyasının yöneldiği; herkesin, dünyanın her yerinden gelen
insanların kolaylıkla ulaşabileceği merkez bir şehir olması gerekir. Böyle bir
şehir de sadece sulh ve sükûn yuvası Bağdat'tır."
Gazâlî bu ferman ve
mektuplara cevap olarak uzunca bir mektup yazdı ve Bağdat'a gelememesinin
sebeplerini ve mazeretlerini belirtti:
"Birinci
mazeretim şu ki; burada (yani Tûs'da) iki-yüz elli
kabiliyetli, yeteneği yüksek talebelerim tahsille meşguller. Onların Bağdat'a
gitmesi çok zor olacak İkincisi de; ben daha önce Bağdat'ta iken çoluk çocuğum
yoktu. Şimdi çoluk çocuk mücâdelesi var. Hem de onlar memleketi terketme eziyetine katlanamazlar. Üçüncüsü ise; ben Makam-ı
Halil'de (Kabe'deki Halil-i İbrahim makamında) hiçbir zaman tartışmalara, cedel-leşmelere girmiyeceğime söz verdim. Bağdat'ta ise bunlardan uzak
kalmak imkânsız. Bunun dışında bir de hilâfet makamına (sultanın huzurunda)
selamlaşmada bulunmak için gitmek gerekecek. Ben ise buna katlanamam.
Hepsinden öte ben şöhret, unvan ve maaş kabul edemem. (Geçinmem için) benim
Bağdat'ta bir malım mülküm yok."
Kısacası; hilâfet ve
saltanat makamından hayli ısrar ve istek gösterildi ise de Gazâlî, kesin bir
tavırla bu isteği geri çevirdi ve huzur köşesinden dışarı çıkmadı.[58]
İmam Gazâlî, hayatının
geri kalan bu bölümünü ilmî ve dinî meşguliyetlerle geçirdi. Hâlâ onda
talebelik ruhu, ilim öğrenme aşkı vardı. Daha önce o aklî ilimlere ve bazı
naklî ilimlere yöneldiği kadar hadis ilmine yönelememişti. Şimdi artık bu
döneminde o eksikliğini tamamlamayı düşündü. Nitekim meşhur hadis âlimi Hafız
Ömer b. Ebi el-Hasan el-Ravâsî'yi
yanında misafir ederek kendisinden Sahih-i Buharı ve Müslim dersi aldı. Bu
konuda yetenekli olduğunu gösteren bir belge de aldı. Bu son dönemi sürekli
hadis okumakla geçti.
îbn Asâkir diyor ki:
Onun hayatının son
dönemi, Hz. Peygamber Efendimizin hadislerini
okumak, onlar üzerinde tetkik yapmakla, hadis âlimlerinin yanına oturup
İslâm'ın iki hücceti olan (en sağlam hadis kaynağı ve delili olan) Sahih-i Buharî ve Müslim' i incelemekle geçti."[59]
Vefatından bir sene
önce H. 504 yılında el-Mustasfâ isimli kitabını
yazdı. Onun bu eseri, fıkıh usûlü ilminde üç ana'direkten
biri sayılır.[60] Âlimler bu esere çok
önem vermişlerdir. Bu, onun en son eseridir.
Gazâlî; 14 Cemaziyelâhir 505 yılında, 55 yaşında Taberân'da
vefat etti. Bu çok değerli hazine işte o toprağa tevdi edildi.
İbn Cevzî, onun ölüm olayını
kardeşi Ahmed Gazâ-lî'den
şöyle nakîetmiştir:
"Pazartesi günü
sabahleyin uykudan uyandı. Ab-destini alıp namazını kıldı. Sonra kefen
getirtti, onu> gözlerine sürdü. "Efendimin emri başım gözüm
üstüne" diyerek yere uzandı. Oradakiler bir de ne görsünler, ruhunu teslim
etmiş." [61] .
İmam Gazâlî'nin iki
özelliği çok önemli, çok daha seçkindir. Onun ihlâsmı,
üstün azmini; ona karşı olan veya onu destekleyen herkes itiraf etmektedir. Bu
iki özellik onun kelime kelime her sözünden
damlamaktadır.
Her ne kadar îbn Teymiye onu tenkid edenlerden ve onun pek çok hükmüne katılmayanlardan
ise de, bununla birlikte onu ihlâs sahiplerinin en
büyüklerinden saymaktadır.[62]
Onun kitaplarının
benimsenmesinin ve çok etkili olmasının asıl sebebi işte onun bu ihlâsıdır. Bu ihlâstır ki ona
ilim ülkesinin sultanlık koltuğunu bıraktırdı; senelerce bâdiyelerin,
çöllerin topraklarını arşınlattı. Israrlara, şiddetli taleplere rağmen,
sultanların sarayına gitmeye ve döneminin en büyük payesi ve şerefi olan mevkiye iltifat etmeyip ondan yüz çevirttirdi.
Bir yerde o şöyle
yazar: "Sıddîklarm (en büyük manevi makama
ulaşan kişilerin) kalbinden en son çıkan şey makam ve mevki isteğidir."
Hayatının son dilimi şahidlik yapıyor ki; o bu makamdan (sıddîklar
makamından, mertebesinden) mahrum değildi.
Üstün azim onun
hayatının imtiyaz madalyası idi. O ilim ve amel (aksiyon) çizgisinde kendi
döneminin düzeyine varmakla ve çağdaşlarının eriştikleri noktalara ulaşmakla
yetinmedi. O ilim ve aksiyonun en gelişmiş rütbesine erişince kulaklarına;
Şiir:
"Ey sonsuzluk
yolcusu, burası senin konağın değil, durma yürü."
sesi geldi. Bu ses onu
daima daha ileriye hamle yaptırdı.
Naklî ilimlerde de o
kendi döneminin ve kendi çağdaşlarının genel seviyesinden daha çok
yukarıdadır. Onun fikıhda ve fıkıh usûlü ilminde
yazdığı kitapları asırlarca âlimler şerh etmişler, onun üzerinde açıklama ve
izahlar yapmakla uğraşmışlardır. Sonra da kendi devrinin âdetinin ve âlimlerin
nakledegeldikleri bilgilerin aksine o aklî ilimlere
yönelmiş, mantık ve felsefeyi Öyle incelemiş, etüd
etmiş ki Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî'nin deyişiyle;
felsefenin ciğerine, felsefecilerin de karnına oturmuştur. Sonra onları tenkid ve red üzerinde öyle
kitaplar yazmıştır ki, o kitaplar sayesinde felsefenin binası bir asır boyu
yer tutamamış, sallanıp durmuştur.
Amel ve hareket
konusunda kendi zihnî, ahlâkî ve manevî terakkinin, kemâle ulaşmanın
dolaşmadığı, uğramadığı hiç bir köşesini bırakmadı. Denizler gibi ilim dolu
olmasına, pek çok özellikleri kendinde toplamasına ve olgun bir şahsiyete
sahip olmasına rağmen devrinin ihlas ve basiret
deryası bir mürşidi ve tarikat şeyhi olan Şeyh Ebu
Ali Farmidî'ye (ö. 477) biat etti. Tasavvuf bilgisi
aldı. Sonra da bu yolda herşeyini feda ederek o
tarikatın hedefine ve amaçladığı noktaya ulaştı ve temiz zevklerin tadını
tanıdı.
Islah ve inkılap
(kendini iyiliğe çevirme) çizgisinde sadece yazıp çizmekle yetinmedi. Bilâkis
yeni bir İslâm devletinin temellerinin atılmasında onun da eli vardır.
Mevlânâ Şiblî şöyle yazıyor:
"Gazâlî, bu
işlerle ve bu hizmetlerle avunamıyor, teselli bulamıyordu. O; mevcud devlet idaresinin hamurunun mayasının tamamen
bozulduğunu görüyordu. Bu bakımdan islâmî temellere
dayalı yeni bir devlet kurulmadıkça asıl maksad elde
edilemeyecek, hedefe ulaşılamayacaktı.
Fakat Gazâlî'nin,
ibadet, riyâzat, mücâhede
ve ilâhî sezgiye dalma meşguliyetlerinden böyle büyük bir işe el atmaya fırsatı
yoktu. Ama tesadüfe bak ki, îhyâu'l-Ulûm yayılmaya
başlayınca 571 H. yılında İspanya'ya da ulaştı. İşte o zaman İspanya'da sultan
olan Ali b. Yusuf b. Taşfîn, katılığından ve basit
görüşlülüğünden dolayı bu kitabın yakılmasını emretti. Sonra da merhametsizce
bu emir yerine getirildi.
Gazâlî'nin bu olaydan
haberi olunca çok üzüldü.Bu sırada İspanya'dan bir kişi Gazâlî'den
ilim öğrenmek üzere geldi. Adı Muhammed b. Abdullah b. Tumrut
idi. Bu kimse çok üstün seviyede, şerefli bir aileye mensuptu, ataları,
dedeleri eskiden beri onurlu hayat yaşama-
yi ve hürriyeti seven
cesaret sahibi kimselerdi. Ga-zâlî'nin
yanında bir süre kalarak bütün bilgilerde azımsanmayacak bir payeye ulaştı.
Kendi şahsî himmet ve gayretinden midir, yoksa Gazâlî'nin öğrettiği bilgilerin
feyzinden midir, nedir, İspanya'da Ali b. Yusuf un saltanatını devirip yeni
bir devletin temelini atmaya karar verdi. Bu düşüncesini hocasının görüşüne arzetti. Gazâlî'nin kendisi de adaletli bir devletin isteklisi
olduğu için, bu görüşünü beğendi ve herşeyden önce
böyle büyük.bir işi başarmak için imkânlar var mıdır yok mudur, diye sordu.
Muhammed b. Abdullah[63] güvence
verince Gazâlî büyük bir sevinç ve neş'e içinde bu
işi başarması için hareket etmeye izin verdi.
Allâme îbn Haldun bu olayla ilgili olarak şöyle yazmaktadır:
"Hakkında düşündüğü
gibi, o Ebu Hâmid el-Gazâlî
ile buluştu. Onunla içinden geçenleri görüştü. Gazâlî onu destekledi. Çünkü o
günlerde İslâm bütün dünyada gittikçe zayıflıyordu. Bütün ümmeti bir bayrak
altına toplayıp İslâm dinini ayakta tutacak bir sultan da ortada yoktu. Fakat
Gazâlî önce ona; yanında yeterli malzeme ve kuvvet olup olmadığını sordu."
Sözün kısası, Muhammed
b. Abdullah b. Tumrut geri dönerek iyiliği emretmeyi
kendine prensip edinerek yeni bir devletin temelini attı. Bu devlet bir süre
ayakta kaldı. Muvahhidîn (Allah'ın birliğini prensip
edinenler) adı ile anılırdı.
Ali b. Yusuf
idaresinde zulüm ve haksızlık her tarafa yayılmıştı. Askerler serbestçe halkın
evine dalıyor, namuslu, iffetli kadınların ırzına geçiliyordu.
Ali b. Yu-sufun sülâlesinde
bir süreden beri erkekler; yüzlerine peçe takarak tersine bir âdet
uyguluyorlar, kadınları ise yüzleri açık geziyordu. O bakımdan bu kimselere Mülemmisîn de denirdi.
Muhammed b. Tumrut ilk önce bu iki bid'atı
ortadan kaldırıp silmeye azmetti. Gittikçe bu çalışmalar içinde mülemmisînin devleti yok olup yeni bir devlet kuruldu.
Muhammed b. Tumrut kendisinin lider olmasını hiç
düşünmemişti. Bu yüzden Abdülmü'min adında ehliyetli
bir kimseyi tahta geçirdi.
Abdülmü'min ve onun hanedanının idare tarzı İmam Gazâlî'nin
ideali olan temellere (temel İslâm prensiplerine) uygundu. İbn
Haldun, üçüncü kitabın (Ahbâr-ı Berber) üçüncü
bölümünde Abdülmü'min ve oğulları ile ilgili olarak
şöyle demektedir:
Onun kurduğu devlet
şöyle tanıtılabilir: âlimlere çok değer verilirdi. Bütün olaylar ve
muamelelerde onlarla istişare edilir, fikirleri alınır, İslâm'a en uygun
davranışın hangisi olduğu sorulurdu. Yardım ve imdat isteyenlerin seslerine
kulak verilir, emniyet güçleri halka zulüm ve haksızlık yaparlarsa
cezalandırılırlardı. Zalimlerin eli tutulur, zulümden alıkonulurdu. Sultan
saraylarında mescidler inşâ edilmişti. Avrupa sahillerine
bakan sınırlar baştan başa askerî güçle tahkim edildi. Askerî hareketler ve
fetihler gün geçtikçe artıyordu."[64]
Gazâlî, ilim ve
ameldeki olgunluğu (derin bilgisi ve bildiklerini yapması, yaşaması) ve güçlü
şahsiyetinin bir sonucu olarak İslâm dünyası üzerinde derin bir etki
bırakmıştır. Çağ açan kitapları ve görüşleri ilim ortamlarında fikrî bir
dalgalanma, düşünce ortamlarında bir çalkalanma ve fikir hürriyeti doğurdu.
Düşünceye yeni bir gıda ve güç ulaştırdı.
İslâm dünyasının kafa
ve gönlüne ve onun bilim ve düşünce kesimlerine asırlarca hükmeden birkaç İslâm
büyüğü içinde Gazâlî de bulunmaktadır. Onun eserler ortaya koyusu, bilgi
üstünlüğü, eserlerinin önemi ve etkisi; kendisine karşı çıkan veya kendisini
destekleyen herkes tarafından kabul edilmektedir.
Yüzlerce inkılap ve
bunca değişmelerden sonra meydana geldiği halde onun adı ve başarısı hâlâ canlıdır.
Yazdığı eserler büyük bir kitle arasında değerli ve makbuldür. Okuyanlarını
bugün dahi etkilemektedir.[65]
[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/175-176.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/176-177.
[3] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/177.
[4] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/178-179.
[5] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/179-180.
[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/180.
[7] ibrâhim 14/4
[8] Araf, 7/19.
[9] Kavâidi Akaidi Âli Muhammed
(Bâtiniyye), Muhammed b. Hasan Deylemî
Yemânî, yazılışı 707 H, s.17-18.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/180-184
[10] Kâdiyânîler de Bâtınîler
gibidirler. Terimleri değiştirmedikleri halde onlara değişik manalar vererek
gerçekleri saptırmaya çalışırlar. Onların hiç şüphe edilemeyen gerçek manalarını
inkâr ederler. Peygamberliğin son buluşu, Mesih, Mesih'in yere inişi,
mucizeler, deccâl v.s.yi aynı kullanırlar ama onları
Bâtınîler gibi uydurma manalarla açıklarlar. Gulâm
Mirza'nın kitabları ve Muhammed Ali'nin tefsîri bunun
Örnekleri ile doludur.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/
Bahâüer de
tamamen yeni şeriat koydular. Orucun im-sakda değil,
güneşin doğması ile başlaması, orucun 19 gün olması, insanların 11 yaşından 42
yaşına kadar dinin emirlerine bağlı kalması onun dışında serbest kalması,
kadınla-q'lr ra bakmanm caiz olması, nâ mahrem
olmaması, cemaatle sadece cenaze namazının kılınması, Bahâîliğin
kurucusu-' nun
doğduğu evin ziyaret edilmesinin şart olması, iman ettikten sonra hiç bir şeyin
pis olmayacağı, Bahâîlİğe gireninancak
temiz olacağı v.s. gibi kendilerine göre İslâm şeriatını ^ değiştirip yeni şeriat maddeleri koydular.Kâdıyânîlik olsun, Bahaîlik ve benzerleri olsun hepsi değişik
zaman ve yerlerde ortaya çıkan Bâtınîliğin değişik siyasî ve nefsânî güçlerin
etkisiyle hortlatıîmasından başka bir şey değildir.
[11] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/184-186.
[12] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/186-187.
[13] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/188-189.
[14] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/190-197.
[15] Ankebût, 29/2-3.
[16] En am, 6/34.
[17] el-Münkızü Mine'd-Dalâl, s.28-30 özet.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/198-202.
[18] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/203.
[19] Tehâfütü'l Pelâsife, s. 32. Mısır, AJâmiye
matbaası
[20] A.g.e, s.30.
[21] A.g.e, s.32
[22] A.g.e, s.31.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/203-207.
[23] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/207-208.
[24] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/208-209.
[25] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/209.
[26] el-Gazâlî, s. 63-64. Bu kitap Yusuf Karaca tarafından
Türk-] çeye çevrilmiş ve Baytan
Kitabevi tarafından 1972 yılında1 yayımlanmıştır.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/209-211.
[27] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/212-213.
[28] İhyau Ulûmüddin,
c.2, s.132.
[29] A.g.e, c.2, s.312.
[30] A.g.e, el, s.19.
[31] A.g.e, c.l, s.38.
[32] A.g.e,c.2,s.303.
[33] A.g.e, el, s.38.
[34] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/213-221.
[35] A.g.e, c.2, s.120.
[36] A.g.e, c.2, s.122.
[37] A.g.e,c.2, s.123.
[38] Mektubât-ı İmam Gazâlî.
[39] Mefctubât-ı İmam Gazâlî.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/221-227.
[40] Bkz. îhyau
Ulûmüddin, c.2, s.294-299.
[41] İhyâu IHûmüddin,
c.3, s.352
[42] A.g.e, c.3, s.352.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/227-231.
[43] Gazâlî, Şiblî Numanî. Tercüme; Yusuf Karaca, Baytan
Kitabe vi
[44] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/232-233.
[45] Bk. Dr. Muhammed Yusuf Mûsâ, Tarih el-Ahlâfc ile Felse-fetü'l-Ahlâk ve Sîlâtuhâ bil-Felsefeti'l İfrîkiyye.
[46] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/233.
[47] Taberânî, İbn Mes'ûd'dan rivayet etmiş, ayrıca
Bezzâr, Evsafında Taberânî
ve İbn Abbas'tan
nakletmiştir.
[48] İsra, 17/85.
[49] . İhyâu Ulûmiddin,
c.3, s.241-244.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/233-240.
[50] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/241-245.
[51] . Fetâvâ İbn
Teymiye, c.2, s.194.
[52] el-Müntezam, c.9,
s.169-170.
[53] A.g.e., s.9, s.169.
[54] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/245-247.
[55] Faysal et-Tefrika Beyne'1 İslâmi
ve'z-Zenâdıka.
[56] İlcâmü'l Avam an İlmil Kelâm, s.20.
[57] tlcâmü'I Avam an îlmil Kelâm, s.20.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/247252.
[58] Gazâlî, ŞiblîNûmânî,s.36-37.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/252-254.
[59] Tebyînü Kizbİ'l
Müfteri, s.396.
[60] Usûlü ftkhm üç ana direği
sayılan bu üç kitap şunlardır: Hasan Basrî'nin
kitabı: el-Mutemed'i, İmam
el-Hare-meyn'in el-Burhân'ı ve Gazâlî'nin el-Mustasfa sidir.
[61] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/254-255.
[62] İthaf el-Sâde el-Müttekîn
(İhya şerhi), s.ll,
[63] Muhammed b. Abdullah b. Tumrut,
büyük bir devlet kurup onu da Gazâlî'nin amacı olan temeller üzerine oturttuğu
için, hayat hikâyesinin bir özetini Tabakât-ı İbn Sübkî'den naklederek yazalım:
Muhammed b. Abdullah,
uzak Mağrib'de (Fas'ın en batı noktasında) yaşayan
biri idi. İlk önce kendi yurdunda büyüyüp gelişti. Sonra doğuya yolculuk
yaptı. Fıkıh ve kelâm „ «T tahsili
yaptı. Son derece nefsine hâkim, haramdan sakınır,
ibâdetlerine bağlı,
gözü tok biri idi. Tahsilini tamamladıktan sonra Allah'ın emirlerini
uygulatmaya, yasaklarından menetmeye karar verdi. Hemen harekete geçti, Mısır'a
geldi. Halkı öyle şiddetle kötülüklerden menetti ki halk kendisine cephe aldı
ve onu şehirden dışarı çıkardılar. Mısır'dan İskenderiye'ye geçti. Birkaç gün
orada kaldıktan sonra Fasa doğru yola çıktı. H. 505 yılında Mehdiye'ye
geldi ve kendi işine koyuldu. Bir süre sonra oradan da hareket ederek Becâye'ye, oradan da Merakeş'e
geldi.
Burada da alabildiğince serbest bir edâ ile iyiliği emretmeye, kötülüğü
menetmeye çalıştı. Nihayet bir noktaya gelince sultan sülâlesi ile çatıştı.
Dönemin sultanı Ali b. Yusuf b. Taşfîn, onu huzuruna
çağırdı. Sarayın âlimleri ona; böyle âdil ve insaflı bir sultanın devlet
idaresine öfkelenmenin sebebini ne ile izah edersiniz, diye sorduklarında nrrr-;";
Muhammed b. Abdullah coşarak heyecanla: Bu şehirde ale-:jit nen içki
içilmiyor mu? Alınıp satılmıyor mu? dedi. Yetimlerin mallarına, haklarına el
atılmıyor mu? Onun samimî, heyecanlı konuşmasından sultan da etkilendi; o
derecede ki "îtö S gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
Muhammed, Merakeş'ten çıkarak Ağmat'a
geldi. Sonra gün geçtikçe büyük bir insan topluluğu
çevresinde toplandı, kendisine katıldı. Sonra Tinmal'de
ayaklanarak Mesa-mide kabilesinin yardımı ile kurduğu
devletin temellerini atmaya başladı ve
başarıya ulaştı.
[64] Gazâlî, s.245-248. Baylan Kitabevi,
Tercüme: Yusuf Karaca
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/255-260.
[65] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/260-261.