Musa (As.)'Dan Sonra Gelen Beni İsrail Peygamberleri 1

Hazkîlin Kıssası 1

Elyesa Peygamberin Kıssası 3

Fasıl 4

Samoyel Peygamberin Kıssası 4

Davud Peygamberin Kıssası 10

Davud Peygamberin Ömrü Ve Vefat Şekli 17

Davud Oğlu Süleyman Peygamberin Kıssası 19

Hz. Süleyman'ın Vefatı Ve Hükümdarlığı 34

Davud Ve Süleyman Peygamberden Sonra Gelmiş Olan Beni İsrail Peygamberleri 36

İsrailoğullarının Peygamberlerinden Bîr Diğeri: Yakub Oğlu Lavi Torunlarından Ermiya B. Halkiya'(A.S.) 38

Beyt-Î Makdis'în Harap Oluşu. 38

 

 

 

Musa (As.)'Dan Sonra Gelen Beni İsrail Peygamberleri

 

îbn Cerir et-Taberî, tarihinde şöyle der: Ümmetimiz ile diğer üm­metlerden önce gelip geçmiş ümmetler hakkında bilgi sahibi olanlar arasında ittifak edilen görüşe göre İsrailoğullarının peygamberi Yu-şa'dan sonra Kalib b. Yuhanna gelmiştir. Bu da Musa peygamberin ashabından biri olup bacısı Meryem'in kocasıdır. Bu, Allah'tan korkan iki kimseden biridir. Bu iki kişi, Yuşa ile Kalib'dir. Bunlar, cihaddan yüz çevirdikleri zaman İsrailoğullanna şöyle demişlerdir:

«Onların (zorba kavmin) üzerine kapıdan girin. Eğer kapıdan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsiniz. Haydi eğer inanıyorsanız Allah'a dayanın!,» ((ei-Mâide,23.)

îbn Cerir et-Taberî dedi ki: Yuşa1 dan sonra İsrailoğullarının idare­sini, Hazkil b. Bozi üstlendi. O, Cenâb-ı Allah'a dua ederek, ölüm korku­su ile yurtlarından çıkmış olan binlerce kişinin diriltilme sine vesile ol­du. [1]

 

Hazkîlin Kıssası

 

Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«Şu, binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları gör­medin mi? Allah onlara, "ölün" dedi de sonra kendilerini diriltti. Şüphe­siz Allah, insanlara karşı ikram sahibidir. Ama insanların çoğu şükret­mezler.» (el-Bakara, 243.)

Muhammed b. İshak, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet et­miştir: Yuşa'dan sonra Cenâb-ı Allah, Kalib b. Yuhanna'nın canını aldı­ğında o, İsrailoğullarının başına Bozioğlu Hazkil'i halef tayin etti. Kav­mi için dua ederek diriltilmelerine vesile oldu. Kur'ân-ı Kerim'de onun kavmi ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:

"Şu, binlerce kişi iken Ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları gör­medin mi?"

İbn İshak'm anlattığına göre îsrailoğullan, veba korkusu ile yurtla­rından çıkıp kaçmışlar ve başka bir yere yerleşmişlerdi. Cenâb-ı Allah onlara ölün, dedi. Onlar da topluca öldüler. Cesetlerine canavarlarsaldırmasın, diye etraflarına duvar çekildi. Uzun müddet orada kaldı­lar. Nihayet Hazkil (a.s.) onlara uğradı. Yanlarında durup düşünmeye başladı. Ona: "Gözün önünde Cenâb-ı Allah'ın onları diriltmesini ister misin?" diye sorulunca, evet dedi. Bunun üzerine orada yatmakta olan ölülerin kemiklerine et giydirilmesi ve damarlarıyla kaslarının birbi­riyle irtibatlandırılması için dua etmesi emrolundu. Dua edip oradaki ölülere Cenâb-ı Allah'ın emri üzerine seslenince, ölülerin hepsi dirilip ayağa kalktılar ve hep bir ağızdan tekbir getirdiler.[2]

"Şu binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları gör­medin mi? Allah onlara, "Ölün" dedi de sonra kendilerini diriltti".

Bu ayet-i kerime ile ilgili olarak Esbat, İbn Mes'ud ile sahabelerden bir kısmının şöyle dediklerini rivayet etmiştir. Vasıt'dan önce Daver-dan denen bir kasabada taun hastalığı baş göstermişti. Orada bulunan insanlar korkularından kaçıp giderek uzak bir yere yerleşmişlerdi. Ka­sabada kalanlar ölmüşler, kaçanlar kurtulmuşlardı. Taun hastalığı kalktıktan sonra kaçaklar sağ salim olarak geri gelip vatanlarına yer­leşmişlerdi. Kasabada kalıp ölümden kurtulmuş olan bazı kimseler şöy­le demişlerdi: Kasabadan kaçıp, hastalığın ortadan kalkmasından son­ra geri gelen bu arkadaşlarımız bizden daha akıllıdırlar. Eğer Ölenleri­niz ile birlikte hepimiz bunlar gibi kaçıp gitmiş olsaydık hiç birimize zi­yan gelmezdi. Ölmüş olanlar da şimdi hayatta kalacaklardı. Eğer ikinci kez taun hastalığı baş gösterirse biz de bunlarla birlikte kasabadan çı­kıp gideriz.

Ertesi sene yine aynı kasabada taun hastalığı baş gösterdi. Bu defa hepsi kasabayı terkedip kaçtılar. Sayıları 30.000 küsur civarındaydı. Efyah vadisine gidip yerleştiler. Birisi vadinin alt tarafından, diğeri üst tarafından olmak üzere iki melek kendilerine: "Ölün!" diye seslendiler. Bunun üzerine hepsi ölüp geride sadece cesetleri kaldı. Sonra kemikleri de birbirinden ayrıldı. Nihayet uzun bir müddet sonra Hazkil peygam­ber, onların kemiklerinin yanma varıp durdu. Durumlarını düşünme­ye, dudaklarını kıvırmaya, parmaklarım ovalamaya başladı. Cenâb-ı Allah, kendisine şöyle vahyetti: "Onları nasıl dirilteceğimi görmek ister misin?". Evet, dedi. Allah'ın onları nasıl dirilteceğini hayretle bekleyip düşünüyordu. Kendisine: "Bu kemiklere seslen." denildi, o da şöyle ses­lendi: "Ey kemikler! Cenâb-ı Allah, bir araya gelmenizi emrediyor". Böyle dedikten sonra kemikler âdeta uçarcasına yanyana gelip birer be­den haline geldiler. Sonra Cenâb-ı Allah ona yine "seslen" diye vahyetti. O da şöyle seslendi; "Ey kemikler! Cenâb-ı Allah üzerinize et geçirilme­sini emrediyor". Böyle deyince kemiklere et geçirilmeye, etleri kanlan­maya başladı. Ölürken üzerlerinde bulunan elbiseleri de vücutlarına geçti. Sonra yine kendisine bir sadâ geldi: "Bu ölü cesetlere seslen". O da cesetlere şöyle seslendi: "Ey cesetler! Cenâb-ı Allah sizin canlanıp ayağa kalkmanızı emrediyor". Böyle demesi üzerine o ölü cesetler canlanıp ayağa kalktılar.

Esbat dedi ki: O İsrailoğullan, diriltil dikleri zaman şöyle dua etti­ler:

"Ey Allah'ım, sen noksanlıklardan münezzehsin. Sana hamdederiz. Senden başka tanrı yoktur". Böyle dedikten sonra ölü olarak diriltildik-leri halde canlı vaziyette kavimlerine döndüler. Yüzlerinde ölümün yu­muşaklığı hâlâ vardı. Giydikleri elbise âdeta resme dönüyordu. Yaşadı­lar, sonra kendileri için takdir edilmiş olan ecel geldiğinde yeniden vefat ettiler. îbn Abbas'a göre bunlar, 4000 kişi kadardılar. îbn Abbas'dan ge­len başka bir rivayete göre ise 8000 kişi idiler. Ebu Salih'e göre 9000 kişi idiler. îbn Abbas'dan gelen üçüncü bir rivayete göre ise 40.000 kişi idi­ler.[3] Said b. Abdülaziz'e göre bunlar, Ezriat ahalisinden imişler.

İbn Cüreyc, Ata'nm şöyle dediğini rivayet eder: Bu olay, sakınma­nın kadere faydası olmayacağına açık bir misal teşkil etmiştir.

Cumhur-u ulemaya göre bu olayın vukuu kesindir.

Zührî, Abdullah b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Hattab oğlu Ömer (r.a.), Şam'a doğru yola çıktı. Serğ denilen yere vardığında ordu kumandam Ebu Ubeyde b. Cerrah ile arkadaşları onu karşıladılar. Şam'da veba salgınının baş gösterdiğini kendisine ilettiler. Bunun üze­rine o da muhacirlerle Ensâr'a danıştı. Çeşitli görüşler ileri sürdüler. Derken Abdurrahman b. Avf -daha önceleri bazı ihtiyacını görmek için gözden kaybolmuştu- geliverdi ve şöyle dedi: "Bu hususta benim bilgim vardır. Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu işittim: «Bulunduğu nuz yerde veba salgını görülürse oradan kaçıp çıkmayın. Bir yerde veba salgını olduğunu duyarsanız, oraya da girmeyin.»

Abdurrahman b. Avf m böyle demesi üzerine Hz. Ömer, Allah'a hamdedip geri döndü.[4]

İmam Ahmed b. Hanbel, dedi ki: Abdurrahman b. Avf, Şam'da iken Hz. Ömer'e haber göndererek Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in konuyla ilgili olarak şöyle buyurduğunu haber verdi:

«Bu hastalık ile sizden önceki ümmetler azaplandırıldı. Bunun bir yerde baş gösterdiğini duyarsanız oraya girmeyin. Eğer bulunduğunuz bir yerde bu hastalık baş gösterirse, o zamanda hastalıktan kaçarak o yerden çıkıp gitmeyin". Bu haber üzerine Hz. Ömer, Şam'a gitmeyip yol­da iken geri döndü.

Muhammed b. îshak dedi ki: Hazkil peygamberin İsrailoğullan arasında ne kadar müddetle kaldığına dair bir rivayet elimize geçmiş değildir. Bir müddet aralarında kaldıktan sonra Cenâb-ı Allah, onun ruhunu teslim aldı. Ahirete irtihal etti. Vefatından sonra İsrailoğullan, Cenâb-ı Allah'ın kendilerinden almış olduğu sözü unuttular. Araların­da büyük hadiseler meydana geldi. Putlara tapmaya başladılar. Tap­makta oldukları putlardan biri de Bal adındaki bir put idi. Nihayet Cenâb-ı Allah, onlara Yasin oğlu İlyas peygamberi gönderdi. İlyas'm ba­bası Yasin, Ayzer oğlu Fenhas'm oğludur. Ayzer'de İmran oğlu Harun peygamberin oğludur.

Hızır peygamberin kıssasından sonra İlyas peygamberin kıssasını anlattık. Çünkü bunlar, ekseriyetle birarada zikredilen iki peygamber­dirler. Ayrıca bu kıssa, Sâffât sûresinde Musa peygamberin kıssasın­dan sonra anlatılmıştır. Bu nedenle İlyas (a.s.)'m kıssasını buraya al­dık. Doğrusunu Allah bilir. Muhammed b. îshak'm, Vehb b. Müneb-bih'den naklettiğine göre İlyas'm vefatından sonra İsrailoğullarma, onun vasisi olan Elyesa b. Ahtop (â.s.)'a peygamberlik verilmiştir. [5]

 

Elyesa Peygamberin Kıssası

 

Cenâb-ı Allah, Elyesa'ı da En'âm sûresinde bazı peygamberlerle birlikte zikretmiştir. Şöyle ki:

«İsmail, Elyesa, Yunus ve Lût'a da (yol gösterdik), hepsini âlemlere

Üstün klldlk»(el-En'âm, 86.)

«İsmail'i, Elyasa'ı, Zülkifli de an. Hepsi de iyilerdendir.» <Sâ'd,48.)

İbn İshak'm, Hasen'den rivayet ettiğine göre İlyas'dan sonra İsrailoğullarma Elyesa peygamberlik etmiştir. Cenâb-ı Allah'ın diledi­ği bir süre kadar aralarında kalıp İlyas'm yolunu ve şeriatını tutarak onları Allah'a kulluk etmeğe davet etmiştir. Nihayet eceli gelince o da ahirete göçmüştür. Ardı sıra büyük olaylar, günahlar ve hatalar işle­mişlerdir. İsrailoğullannm aralarında zorbalar çoğalıp peygamberleri öldürmeye başlamışlardır. İnatçı azgın ve taşkın bir hükümdarları var­dı. Denildiğine göre o hükümdara, tevbe edip inatçılığından ve zorbalı­ğından geri caydığı taktirde Cennet'e gireceğini Zülkifl tekeffül etmişti. Tekeffül ettiğinden dolayı da Zülkifl adını almıştı.

Muhammed b. îshak'm anlattığına göre Elyesa'nın adı Ahtop'dur.

Hafız Ebu'l-Kasım b. Asakir, tarihinin (y) harfi maddesinde Elye-sa'dan bahsederken onun Esbat b. Adiy b. Şotlim b. Efraim b. Yusuf b. Ya'kub b. îshak b. İbrahim el-Halil olduğunu söylemiştir. Denildiğine göre Elyesa, İlyas peygamberin amcası oğludur. Baalbek, hükümdarı­nın korkusundan ötürü onunla birlikte Kasyon dağında gizlenirmiş. Sonra her ikisi beraberce önün yanma giderek Allah'a kulluğa davet et­mişler. İlyas'm vefatından sonra onun yerine Elyesa geçerek kavmine peygamberlik etmiştir.

Eyyüb peygamberin kıssasını Zülkiflden önce anlattık. Çünkü bir rivayete göre Zülkifl, Eyyüb peygamberin oğludur. Doğrusunu Allah bi­lir. [6]

 

Fasıl

 

İbn Cerir et-Taberî ile diğerleri dediler ki: Elyesa'dan sonra İsrailoğullannm durumları berbat olup karıştı. Büyük günahlar işledi­ler. Peygamberlerin bir kısmım öldürdüler. Bunun üzerine Cenâb-ı Al­lah, peygamberlere bedel olarak üzerlerine zorba hükümdarları musal­lat etti. O hükümdarlar kendilerine zulmedip kanlarım akıttılar. Ayrı­ca Cenâb-ı Allah, diğer milletleri de onlara düşman kılıp üzerlerine mu­sallat kıldı. Düşman milletlerden biri ile savaştıklarında Misak tabutu onlarla beraber oluyordu. Bu vesile ile Cenâb-ı Allah'ın bereket ve imda­dı kendilerine yetişip muzaffer oluyorlardı. Musa ve Harun ailesinin bı­raktıkları kalıntılarla ferahlık, o tabutun içinde bulunuyordu.

Gazzeliler ve Maskalan ahalisi ile yaptıkları bazı savaşlarda mağ­lup oldular. Mülkleri ellerinden alındı. İsrailoğullarmın o zamanki hükümdarı, bunu öğrenince, boynu incelip rengi sarardı ve kahrından öldü. İsrailoğullan da başsız kaldılar. Nihayet Cenâb-ı Allah, kendileri­ne Samoyel adında bir peygamber gönderdi. Samoyel'den düşmanla sa­vaşırken başlannda bulunması için bir hükümdar tayin etmesini iste­diler. Neticede Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan olaylarla karşılaştılar.

İbn Cerir et-Taberî der İd: Yuşa b. Nun'un vefatından sonra Samo-yel'in peygamber olarak gönderilişine kadar aradan 460 sene geçti.[7]

 

Samoyel Peygamberin Kıssası

 

Samoyel, Alkame oğlu Bali'nin oğludur. Alkame, Yehvabin oğlu Yerham'in oğludur. Yehvabin, Sof oğlu Teho'nun oğludur. Sof, Mahis oğlu Alkame'nin oğludur. Mahis, Azriya oğlu Amosa'nm oğludur. Samo-yel'e, Eşmayel diyenler de vardır. Mukatil'in dediğine göre Samoyel, Harun'un mirasçılarmdandır. Mücahid'e göre Samoyel'in adı Eşmoyel olup Helfaka'nm oğludur. Samoyel'in nesebinde daha ileriki babaları­nın adları zikredilmemiş tir. Doğrusunu Allah bilir.

Süddı, İbn Abbas ile İbn Mes'ud ve sahabelerden bir grupla birlikte Salebî ve diğerlerinin şöyle dediklerini nakleder: Gazze ve Askalan mın­tıkasında Amalika kabilesi, israiloğullanm mağlup edip, onlardan çok kimseleri öldürmüşlerdi. Çok sayıda çocuklarım esir almıştı. Lavi kabi­lesinde artık peygamberlikte sona ermişti. Onlardan hayatta kalan, sadece hamile bir kadın olmuştu. O kadın, kendisine bir erkek evlat na-sib etmesini Cenâb-ı Allah'dan dilemişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah da ona bir erkek çocuk nasib etti. Çocuğa, Eşmoyel adını vermişti. Eş-moyel adının İbranice'deki manası, İsmail'dir. Yani bu kelime, "Allah benim duamı işitti" anlamım taşımaktadır.[8]

Samoyel gelişip yetişkinlik çağına varınca anası, onu bir mescide götürüp orada Allah'a ibadet etmekte olan salih bir adama teslim etti ki onun iyiliklerinden ve ibadetlerinden nasibini alıp bir şeyler öğrensin. Samoyel, o salih adamın yanında kaldı. Delikanlılık çağına vardığında bir gece uyumakta iken mescidin bir köşesinden bir ses duyup uyandı ve korktu. Sandı ki o salih ihtiyar kendisini çağırıyor. İhtiyara: "Sen mi be­ni çağırdın?" diye sorunca ihtiyar, onu korkutmamak için: "Evet, ben ça­ğırdım. Sen, uyumana bak." dedi. Bunun üzerine Samoyel de uyumaya başladı. Fakat aradan kısa bir süre geçtikten sonra aynı sesi ikinci kez duydu. Sonra üçüncü kez duydu. Bir de baktı ki Cebrail yanma gelip şöyle diyor: "Ey Samoyel! Doğrusu Rabbin seni kavmine peygamber ola­rak gönderdi". Bundan sonra Samoyel, Kur'ân-ı Kerim'de anlatıldığı gi­bi kavmim Hakka davet etmeye başladı.

Cenâb-ı Allah, kutsal kitabında şöyle buyurmaktadır:

"Musa'dan sonra îsrailoğullarımn ileri gelenlerim görmedin mi?Peygamberlerine: "Bize bir hükümdar gönder (onun önderliğinde) Allah yolunda savaşalım." demişlerdi."

"Ya size savaş yazılınca savaşmazsanız?" dedi. Dediler: "Bizler ne­den Allah yolunda savaşmayalım ki; oysa biz yurtlarımızdan ve oğulla­rımız arasından çıkarılıp sürüldük?" Fakat kendilerine savaş yazılınca içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir. Peygam­berleri onlara dedi ki: "Allah, Talut'u size hükümdar gönderdi." Dediler ki: "O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa on­dan daha layıkız. Ona geniş mal da verilmemiştir".Dedi: "Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti. O'nun bilgisini ve gücünü arttırdı". Allah mülkünü dilediğine verir. Allah(m lütfü) geniş­tir. (O, herşeyi) bilendir.

Ve peygamberleri onlara dedi ki: "O'nun hükümdarlığının alameti, tabutun size gelmesidir. Onun için de, Rabbinizden bir ferahlık ve Musa ailesinin, Harun ailesinin geriye bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanıyorsanız bunda sizin için (Ta-lut'un hükümdarlığına) kesin bir alamet vardır".

Tefsircilerin çoğu dediler ki: Bu kıssada anlatılan kavmin peygam­beri Samoyel idi. Başkaları ise Şemun olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları ise Samoyel ile Şemun'un aynı kişi olduğunu ifade etmişlerdir. Bir başka grup ise bu kavmin peygamberinin Yuşa' olduğunu ileri sür­müştür. Bu, imam Ebu Cafer b. Cerir'in, Tarih'inde anlattıklarına çok uzaktır. Çünkü İmam Ebu Cafer, Tarih'inde şöyle der: Yuşa'nm vefatı ile Samoyel'in peygamber olarak gönderilişi arasında 460 senelik bir za­man geçmiştir. Doğrusunu Allah bilir.[9]

Hülasa, bu kavim, savaşlardan yenik düşüp bitkin hale geldikleri ve düşmanları tarafından ezildiklerinde o zamanki Allah'ın peygambe­rinden, kendileri için bir hükümdar tayin etmesini talep ettiler iri, o hü­kümdarın emri altında düşmanlarıyla savaşsınlar. Peygamber, onlara şöyle demişti:

«"Ya size savaş yazılınca savaşmazsanız?" dedi. Dediler: "Bizler ne­den Allah yolunda savaşmayalım ki?" (Yani Allah yolunda bizi savaş­maktan engelliyecek ne vardır?). Oysa biz yurtlarımızdan ve oğulları­mız arasından çıkarılıp sürüldük.» (ei-Bakara, 246.)

Yani bizler savaştan yenik çıkıp sevdiklerimizden ayrı düştük. Öyle ise düşmanlarımızın elinde esir kalıp horlanmakta olan oğullarımız ve çocuklarımız için savaşmamız gerekir.

Onların böyle demeleri üzerine Cenâb-ı Allah şöyle buyurdu:

"Fakat kendilerine savaş yazılınca (farz kılınınca), içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir".

Bu kıssanın son kısmında da anlatıldığı gibi o hükümdarla birlikte onların pek azı hariç, nehri geçmediler. Geri dönüp düşmanla yüz yüze gelmekten kaçındılar.

«Peygamberleri onlara dedi ki: "Allah, Talut'u size hükümdar gön­derdi.» (el-Bakara, 247.)

Sa'lebî dedi ki: Bu ayette geçen Talut, Kayş b. Efil'in oğludur. Efil, Sara b. Tihort'un oğludur. Tihort, Enis oğlu Efih'in oğludur. Enis, Ya-kub oğlu Bünyamin'in oğludur. Yakub, İbrahim oğlu îshak'ın oğludur.

îkrime ile Süddî dediler ki: Talut, şakacı idi. Vehb b. Münebbih dedi ki: Talut, deri sepicisi idi.

Başkaları ise, onun başka bir sanatla uğraştığını ifade etmişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.[10]

Dediler ki: "O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hüküm­darlığa ondan daha layıkız, ona geniş mal da verilmemiştir".

Denildi ki: Cenâb-ı Allah, peygamber Samoyel'e şöyle vahyetti: Israiloğullanndan hangisinin boyu, şu değnek boyu kadar olur da içinde Kudüs yağı bulunan şu boynuza gelirse o, onların hükümdarı olacaktır. Bunun üzerine İsrailoğulları değneği ellerine alıp kendi boylarını ölç­meye başladılar. Talut'dan başka hiçbiri, değneğin boyu kadar uzun de­ğildi. Talut, peygamber Samoyelın yanma gelince içinde Kudüs yağı bu­lunan boynuzu elde etti. Samoyel'de ona Kudüs yağını sürdü ve onu hü­kümdarlığa tayin etti. îsrailoğullarına da şöyle dedi: "Allah onu sizin-üzerinize (hükümdar) seçti. (Savaş hususunda veya diğer her işte) onun bilgisini ve gücünü (ya da boy ve güzelliğini) arttırdı".

Ayet-i kerime'den anlaşıldığına göre Talut, îsrailoğullarınm en ya­kışıklısı ve en bilgilisi idi.

«...Allah, mülkünü dilediğine verir". Hüküm vermek O'na aittir. Ya­ratmak ve emir vermek O'nun elindedir. Allah(m lütfü) geniştir. (O, her şeyi) bilendir.

Ve peygamberleri onlara dedi ki: "Onun hükümdarlığının alameti, Tabut'un size gelmesidir. Onun içinde, Rabbinizden bir ferahlık ve Mu­sa ailesinin, Harun ailesinin geriye bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanıyorsanız bunda sizin için (Ta-lut'un hükümdarlığına) kesin bir alamet vardır.»(el-Bakara, 247-248.)

Bu da, Talut'un iyi bir insan ve veli bir kimse olması nedeniyle onla­ra getirdiği uğur ve bereketin bir eseridir. Bu vesile ile Cenâb-ı Allah on­lara, daha önce ellerinden almış olduğu tabutu geri verdi; düşmanlarım ezdi. Bu tabut nedeniyle düşmanlarına karşı muzaffer oldular."Onda Rabbinizden bir ferahlık vardır". Denildiğine göre ayet-i kerimede ge­çen tabut kelimesinden kasıt, altından yapılma bir tastır. Onun içinde peygamberlerin göğüsleri ve kalpleri yıkanırmış. Denildiğine göre o ta­but sebebi ile kendilerine gelen ferahlık, rüzgar esintisi şeklinde imiş. Yine denildiğine göre o tabut, bir kedi timsali şeklinde yapılmıştı. Savaş anında ses çıkardığında İsrail oğulları muzaffer olacaklarına inanırlarmış. "O tabutta Musa ailesinin, Harun ailesinin geriye bıraktıklarından bir kalıntı vardır".

Tabutun içinde, Tevrat levhalarının parçaları ile Tih sahrasında İsrailoğullarına inen kudret helvasından biraz kalmış idi. "O'nu melek­ler taşıyorlardı". Yani o tabutu, ey îsrailoğulları, melekler taşıyıp size getirecekler ve siz de onu ayan beyan bir surette göreceksiniz ki, Al­lah'ın size karşı bir hücceti olsun ve benim size söylediklerimin doğru­luklarına dair apaçık bir burhan olsun. Talut'un veli ve salih bir insan olduğunu ispatlayan bir delil olsun. "Eğer inanıyorsanız bunda sizin için (Talut'un hükümdarlığına) kesin bir alamet vardır'.

Denilir ki Amalika kabilesi, bu tabut sayesinde düşmanlarına galip olduklarında ki tabutun içinde ferahlık ve Musa ailesi ile Harun ailesin­den kalıntılar vardı. Bir başka rivayete göre tabutun içinde Tevrat da vardı. Tabut tamamen ellerine geçince onu kendi mıntıkalanndaki bir putun altına koydular. Sabah olunca tabutun putun başında durmakta olduğunu gördüler. Onu yine putun altına koydular. Ertesi gün sabah­ladıklarında tabutun yine putun üstünde olduğunu gördüler. Bu iş böy­le devam edince, bunun Allah tarafından yapılan bir iş olduğunu anladı­lar ve onu mıntıkalarından çıkarıp beldelerine bağlı bir köye yerleştirdi­ler. Boyun kısımlarında bir hastalık peyda oldu. Bu hastahktan uzun süre kurtulamayınca tabutu bir arabaya yerleştirip iki ineğe bağlayarak mıntıkaları dışına sürdüler. Denildiğine göre melekler, bu arabayı sürerek İsrailoğullan topluluğunun Önüne getirdiler. Peygamberleri­nin de haber verdiği gibi, îsrailoğulları bu manzarayı seyrediyorlardı. Tabii yine de meleklerin bu tabutu ne şekilde getirdiklerini en iyi Al­lah bilir. Ama kuvvetli görüşe göre ayet-i kerimeden de anlaşıldığı gi­bi tabutu, melekler bizzat taşıyorlarmış. Her ne kadar birinci şeklin daha kuvvetli olduğunu tefsircilerin bir çoğu anlatmakta iseler de doğrusunu Allah bilir.[11]

«Talut, askerler (iy)le ayrılınca dedi ki: "Allah, sizi bir ırmakla dene­yecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Ondan (kana kana) tatma-yıp sadece eliyle bir avuç alan bendendir.» (el-Bakara, 249.)

Ibn Abbas ile tefsircilerin çoğu dediler ki bu nehir, Ürdün nehridir. Buna Şeria nehri de denir. Askerleri ile Talut, bu nehrin yanına vardı­ğında bir imtihan dolayısıyla Cenâb-ı Allah'ın peygamberi Samoyel'e verdiği emre dayanarak Talut'da askerlerine şöyle buyruk verdi: Kim bu nehirden içerse benimle beraber olmasın. Bu gazada benden uzak-laşsm. Bundan ancak (kana kana) tatmayıp sadece avucu ile bir defa alan benimle arkadaşlık edebilir.

Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "İçlerinden pek azı hariç, hepsi ondan iç­tiler".

Süddî dedi ki: Talut'un askerleri 80.000 idi. Ondan 76.000 kadarı iç­tiler. Geriye 4000 asker kaldı.[12] Buharı, sahihinde şöyle bir hadis nakle­der: Bera b. Azib şöyle dedi: Muhammedin sahabeleri olan bizler kendi aramızda konuşuyorduk. Şöyle ki: Bedir savaşma katılan sahabelerin sayısı ile nehri, Talut'la beraber geçen savaşçıların sayısı arasında bir mukayese yapılacak olursa ikisinin de eşit olduğu görülür. Talut'la bir­likte nehri geçen askerler, 310 küsur kadardı. Süddî'nin ifade ettiğine göre Talut'un askerleri, 80.000 kadarmış. Aslında bu sayı üzerinde ihti­laf vardır. Çünkü Kudüs toprağına, 80.000 asker sığmaz. Doğrusunu Allah bilir.

Cenâb-ı Allah buyurdu:

«Nihayet Talut ve kendisiyle beraber inanalar, ırmağı geçince: "Bu gün Calut'a ve askerlerine karşı bizim gücümüz yok." dediler.» Kendile­rini azımsadılar ve zayıf gördüler. Düşmanlarının çokluğu karşısında şaşıp onlara mukavemet edemeyeceklerini sandılar.

"Allah'a kavuşacaklarına kanaat getirenler ise şöyle dediler: "Nice az bir topluluk var ki, Allah'ın izniyle çok topluluğa galip gelmiştir. Al­lah, sabredenlerle beraberdir». Yani iman ve yakîn sahibi olan bahadır­larla yiğitler, sabredip mukavemet ruhuna sahip olanlar, düşmanla karşılaşıp mücadele vermeye ve vuruşmaya onları teşvik ettiler.

«(Talut'un askerleri) Calut ve askerlerine karşı çıktıklarında şöyle dediler: "Rabbimiz, üzerimize sabır dök! Ayaklarımızı sağlam tut ve o kafir millete karşı bize yardım et!"» (d-Bakara, 250.)

Cenâb-ı Allah'tan üzerlerine sabır dökmesini, kalplerine itminan vermesini, ayaklarını kaydırmamasını, savaş alanında kendilerine me­tanet vermesini, gazanın kızıştığı ve savaş alevlerinin tutuştuğu esna­da yüreklerini pekiştirmesini dilediler. Batınî ve zahirî dayanıklılık is­tediler. Düşmanlarına ve kafirlere karşı, münkirlerle zorbalara karşı muzafferiyet istediler. Allah'ın ayetlerim ve nimetlerini inkar eden kimselere karşı galibiyet istediler. Yüce kudretin sahibi, her şeyi görüp işiten, her şeyden haberdar olup bütün işleri yerli yerince yapan Rable-ri, dileklerine cevap verdi ve isteklerini yerine getirdi. Onlar da Allah'ın güç ve kuvveti ile onun izin ve yardımı ile düşmanlarım hezimete uğrat­tılar. Düşmanlarının sayı ve teçhizatı çok olmakla birlikte yine de Al­lah'ın verdiği kuvvet sayesinde onları mağlub ettiler. Nitekim Cenâb-ı Allah buna bir nazire olarak mü'minlere hitaben şöyle buyurmuştur.

«Nitekim Allah size Bedir'de de yardım etmişti. Siz o zaman zayıf idiniz. O halde Allah'tan korkun ki şükredesiniz.» (Âl-i Imr;in,i23.)

«Davud, Calut'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hik­met verdi. Ve ona dilediğini öğretti.» (ei-Bakaı-a, 25i.)

Bu ayet-i kerime de Davud (a.s.)'un kahramanlığına delâlet vardır. Yine bu ayet-i kerimede anlatıldığına göre o, düşman ordusunu ezip he­zimete uğratmıştır. Düşman askerlerini kırıp geçmiştir. Düşman ordu­sunun başındaki komutanı öldürmekten daha büyük bir muzafferiyet düşünülemez. Bu sebeble Davud ve askerleri bol miktarda malları gani­met olarak ele geçirmiş; yiğit düşman savaşçılarını esir almışlardı. İman kelimesi, putlar üzerinde yücelmişti. Allah'ın dostları, düşmanla­rına galip gelmişti. Gerçek din, bâtıla üstün olmuştu. Bâtılın peşinde koşanlara galip olunmuştu.

Süddî şöyle der: Davud peygamber, babasının çocuklarının arasın­da en küçük olanı idi. Onüç kardeş idiler. îsrailoğullarınm hükümdarı Talut'un, halkı, Calut'u ve askerlerini öldürmeye, onlarla savaşmaya teşvik ettiğini duydu. Talut şöyle diyordu. Kim Calut'u öldürürse, kızı­mı ona verir ve onu tahtıma ortak ederim.

Davud peygamber, iyi sapan atmasını bilirdi. İsrailoğullan arasın­da dolaşmakta iken bir taşın kendisine şöyle seslendiğini işitti: "Ey Da­vud beni al. Çünkü sen Calut'u benimle öldüreceksin!" Taşın böyle ses­lendiğini duyan Davud, hemen koşup taşı aldı. Ardından ikinci bir taşta kendisine aynı şekilde seslendi, onu da aldı. Daha sonra üçüncü bir ta­şın da kendisine aynı şekilde seslendiğini işitince onu da alıp sapanına yerleştirdi. İki ordu karşı karşıya geldiğinde düello yapmak için Calut ortaya çıktı. Kendisiyle vuruşacak bir kimse istedi. Ona karşı Davud çıktı. Davud'a şöyle dedi:

"Geri dön, seni Öldürmek istemiyorum! .

Davud: "Ama ben seni öldürmek istiyorum." dedi. Ve üç taşı alıp sapına yerleştirdi.Sonra sapanını çevirerekiçindeki üç taşı paça haline getirdi. Taşları fırlatarak Calut’a isabet ettirdi.Kafasınıyarıp öldürdü. Böylece Calut'un askerleri paniğe kapılarak gerisin geri kaçtı­lar. Talut da Davud'a verdiği sözü yerine getirdi. Kızını ona verip tahtı­na ortak etti. Davud'a büyük payeler verdi. İsrailoğullan arasında onun hükmünü geçerli kıldı. İsrailoğullan da Davud'u sevdiler. Talut'dan

fazla ona meylettiler.

Denildiğine göre Talut, bir müddet sonra Davud'u kıskanmaya baş­lamış ve onu öldürmek istemişti. Öldürmek için bir tuzak kurmuştu, ama amacına ulaşamamıştı. Âlimler, Davud'u öldürmekten onu mene-diyorlardı. Bunun üzerine Talut, kızarak âlimlere musallat oldu. Az bir kısmı dışında hepsini öldürdü. Bilahare pişman olarak tevbe etti ve kö­tülüklerine son verdi. Nedametinden dolayı çokça ağlamaya başladı. Mezarlıklara gidip oralarda ağlardı. Öyle ki göz yaşları ile toprağı ısla-tırdı. Günün birinde mezarlıktan kendisine şöyle bir ses geldi: Ey Talüt! Biz hayatta idik, sen bizi öldürdün. Öldükten sonra bile bize eziyet verir

oldun!

Bu ses üzerine Talut daha fazla ağlamaya başladı. Korkusu fazla­laştı. Sonra durumunu kendisine izah edecek bir âlim aradı. Tevbesinin kabul edilip edilemeyeceğini sordu. Kendisine: "Sen hayatta bir âlim bıraktın mı ki şimdi durumuna bir çare bulması için âlim arıyorsun?" denildi. Nihayet bir kadının yanma gitmesini kendisine salık verdiler. Kadının yanma gitti. Kadın onu alıp Yuşa peygamberin mezarının yanı başına getirdi. Kadın, Allah'a dua etti. Yuşa peygamber mezarından kalktı. Ve: "Kıyamet mi koptu?" diye sorunca kadın şöyle cevap verdi: Hayır, ama Talut, sana tevbesinin kabul edilip edilemeyeceğini soru­yor.

Yuşa şöyle cevap verdi: Evet, tevbesi kabul edilir; ama bu hüküm­darlıktan vazgeçmesi, gidip şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaşması gerekir.[13]

Bunun üzerine Talut, hükümdarlığı Davud peygambere bıraktı, onüç evladıyla birlikte o mıntıkadan gitti. Şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaştılar. "Allah ona mülk ve hikmeti verdi. Dilediğini ona öğ­retti" ayet-i kerimesinden kastedilen mana da budur.

Muhammed b. îshak der ki: Mezarında diriltilen ve tevbesinin ka­bul edileceğini Talut'a haber veren peygamber, Ahtab oğlu Elyesa'dır. Ibn Cerir de böyle bir rivayette bulunmuştur.

Sa'lebî der ki: O kadın, Taîut'u, Samoyel peygamberin mezarının yanı başına getirdi. Samoyel, yaptığı kötülüklerden dolayı Talut'u kına-dı.

Bu rivayet daha münasiptir. Talut'un, Samoyel peygamberi rüya­sında görmüş olması daha mantıklıdır. Mezarından dirilip kalkması, mantıklı değildir. Bu, bir peygamberin gösterebileceği bir mucizedir. Oysa Talut'un müracaat ettiği kadın, peygamber değildi. Doğrusunu Allah bilir.

İbn Cerir der ki: Tevrat ehli, Talut'un hükümdarlığı ile çocuklarıyla birlikte Allah yolunda öldürülmeleri arasında geçen zamanın kırk yıl ol­duğunu söylemişlerdir. Doğrusunu Allah bilir. [14]

 

Davud Peygamberin Kıssası

 

Davud, Uveyd oğlu İsa'nın oğludur. Uveyd, Salamon oğlu Abir'in oğ­ludur. Salamon, Uveynadip b. Nahşo'nun oğludur. Uveynadip, Hasron b. Faresoğlu İrem'in oğludur. Fares, Yahuza b. Yakub'un oğludur. Ya-huza, İshak b. Yakub'un oğludur. îshak ise, İbrahim Halil peygamberin oğludur. İbrahim, Allah'ın dostu, kulu, peygamberi ve Kudüs'teki hali-fesidir.

Bazı ilim ehli ile Vehb b. Münebbih'den nakilde bulunan Muhanv med b. İshak şöyle demiştir: Davud (a.s.) kısa boylu, mavi gözlü, az saçlı, temiz kalpli bir kimse idi.[15]

Önceki sayfalarda da anlatıldığı gibi Davud peygamber, Calut'u, İbn Asakir'in anlattığına göre Merecüssafr yakınında, Ümmü Hakim sarayının yanında öldürmüştür. Bunun üzerine îsrailoğulları kendisini sevmişler ve Talut'tan ziyade ona meyletmişlerdir. Bunun üzerine Ta-lut da onu kıskanıp Öldürmek istemiş ve neticede amacına ulaşamadı­ğından dolayı da ülkesini terkederek hükümdarlığı Davud'a bırakmış­tır. Cenâb-ı Allah, Davud'a hem hükümdarlık, hem de peygamberlik vermişti. Hem dünya hem de ahiretin hayrını vermişti. Halbuki daha önce hükümdarlık bir kolda, peygamberlik başka bir kolda idi. Davud Aleyhisselam'da her ikisi birleşti. Nitekim bununla ilgili olarak Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

«Davud, Calut'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hik­met verdi. Ve ona dilediğini Öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğer bir kısmım savmasaydı, dünya bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.» (el-Bakara, 251 )

Eğer hükümdarlar, insanlar üzerinde hükmetmeselerdi, güçlü in­sanlar zayıf insanları yenerlerdi. Bu nedenle bazı eserlerde şöyle den­miştir: "Sultan, yeryüzünde Allah'ın gölgesidir". Mü'minlerin emiri Os­man b. Affan hazretleri de şöyle buyurmuştur: "Cenâb-ı Allah, Kur'ân ile menetmediği şeyi sultan vasıtası ile meneder".

İbn Cerir der ki: Calut, düello için Talut'u çağırdığında ona şöyle de­di. Ben sana karşı, sen de bana karşı çık. Fakat Talut, yardım için asker­lerine seslenince onun çağrısına Davud cevap verdi. Gelip Calut'u öldürdü.[16]

Velıb b. Münebbih dedi ki: Calut'un Davud tarafından öldürülmesi üzerine insanlar, Talut'a göstermedikleri sevgiyi Davud'a gösterdiler. Talut'u hüküm darlıktan atıp yerine Davud'u geçirdiler. Rivayete göre bu iş, Samoyel'in emri üzerine yapılmıştır. Hatta bazıları, bu olaydan önce onun bu emri verdiğini söylemişlerdir.

İbn Cerir der ki: Cunıhur-u ulemanın ittifakına göre Davud'un Ca-lut'u öldürmesinden sonra yönetim değişikliği olmuştur. Doğrusunu Allah bilir.

îbn Asakir, Said b. Abdülaziz'den şöyle rivayet etti: Davud, Ümmü Hakim'in sarayı yanında Calut'u öldürmüştür. Oradaki nehir, ayet-i kerimede sözü edilen nehirdir. Doğrusunu Allah bilir.

Cenâb-ı Allah, şöyle buyurdu:

«Andolsun, Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik: "Ey dağlar,  (onun yaptığı teşbihi) onunla beraber yankılayın ve ey kuşlar (sizde O'nun teşbihine katılın)!"(dedik). Ve ona demiri yumuşattık: "Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben, yaptıklarınızı görmekteyim" diye (vahyettik).» (Sebe',10-11.)

Bir başka ayet-i kerimede ise Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:

«Davud'a dağları ve kuşları boyun eğdirdik. Onunla beraber teşbih ediyorlardı, Biz (bunları)yaparız. Ona, sizi, savaşın şiddetinden koru­mak için zırh yapmayı Öğretmiştik. Ama siz şükrediyor musunuz ki?»(el-Enbiyâ, 79-80.)

Cenâb-ı Allah, zırh örme işinde Davud'a yardım etti ki düşmanla sa­vaşırken kendini demirden örülme zırhlarla korusun. Ayrıca Cenâb-ı Allah, zırhları ne şekilde öreceğini de ona öğretti. Ve şöyle buyurdu: "Do­kumayı ölçülü yap". Yani çiviyi çok ince yapma ki kırılmasın; çok kaba yapma ki dağıtmasın".

Hasan Basrî ile Katade ve A'meş dediler ki: Cenâb-ı Allah, demiri, Davud'un elinde yumuşattı. Öyleki ateşe ve çekice ihtiyaç duymaksızın demiri elinde eğip büküyordu.

Katade'nin anlattığına göre halkalardan ilk olarak zırh yapan, Da­vud peygamber olmuştur. Ondan önceleri demirden tabakalar halinde zırhlar yapılırdı. İbn Şevzeb'in dediğine göre Davud peygamber, her gün bir zırh yapıp 6000 dirheme satardı. Sahih hadiste sabit olduğuna göre kişinin yediği en helal ve en temiz şey, kendi kazancıdır. Allah'ın pey­gamberi Davud (a.s.) da kendi eliyle kazandığım yerdi.

Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«Güçlü kulumuz Davud'u an. Çünkü o, (Allah'a) çok dönerdi. Biz dağları ona ram etmiştik. Akşam sabah onunla teşbih ederler (onun yaptığı teşbihle çınlarlar)dı. (Her taraftan) toplanıp gelen kuşları da (ona ram etmiştik). Hepsi onun nağmesine katılır (beraber teşbih eder­lerdi. Onun mülkünü güçlendirmiştik. Kendisine hikmet ve açık, güzel konuşma (kabiliyeti) vermiştik.» (sad, 17-20.)

İbn Abbas ile Mücahid dediler ki: Ayet-i kerimede geçen "eyd" keli­mesi, taatte kuvvetli olmak, yani ibadet ve salih amelde güçlü olmak manasını ifade eder.

Katade der ki: Davud'a ibadet hususunda kuvvet verilmişti. İslâm'ı anlamada güç verilmişti. Bize anlatıldığına göre geceleyin namaz kılar, dua eder, gündüzleri de oruç tutardı. Öyleki zamanının yarısını oruçlu geçirirdi.[17]

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde nakledilen bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

«Allah'ın en çok sevdiği namaz, Davud'un namazıdır. Allah'ın en çok sevdiği oruç, Davud'un orucudur. O gecenin yarısında yatar, üçte birin­de ibadet ederdi. Altıda birinde uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün oruç tutmazdı. Düşmanla karşılaştığında da kaçmazdı» [18]

Cenâb-ı Allah, Davud peygamberle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

«Biz dağlan ona ram etmiştik. Akşam sabah onunla teşbih ederler­di. (Her taraftan) toplanıp gelen kuşları da (ona ram etmiştik) . Hepsi onun nağmesine katılırdı.» (sad, 18-19.)

Bir başka ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah, dağlara şöyle emir veri­yor:

«Ey dağlar, (Davud'un yaptığı teşbihi) onunla beraber yankılayın.»(Sebe, 10.)

Yani ey dağlar, Davud'la birlikte teşbih edin. îbn Abbas ile Mücahid ve diğer bazı müfessirler bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken ayetin şu ma­naya geldiğini söylemişlerdir.

"Biz dağları ona ram etmiştik. Akşam sabah onunla teşbih ederler (onun yaptığı teşbihle çınlarlar) di". Çünkü Cenâb-ı Allah, Davud pey­gambere kuvvetli bir ses vermişti. Bu ses kadar başkasına kuvvetli bir ses vermiş değildi. Zebur'u terennüm ederken havada uçmakta olan kuşlar dururlardı. Onun terennümüne eşlik eder, onun teşbihlerine ka­tılırlardı. Aynı şekilde dağlarda da onun teşbihleri ile yankılanıp çınlar­lardı. Sabah akşam bu hal böylece devam ederdi. Allah'ın salâtü selamı onun üzerine olsun.[19]

Evzaî, Abdullah b. Âmir'in kendisine şöyle dediğim rivayet etmiş­tir. Başkasına bir benzeri verilmemiş olan güzel bir ses, Davud peygam­bere verilmişti. Öyle ki kuşlarla canavarlar, Zebur okurken onun etra­fında halkalanıp bekleşirlerdi. Açlıktan ve susuzluktan ölünceye dek o vaziyette günlerce beklerlerdi.

Vehb b. Münebbih dedi İd: Davud'un sesini duyan herkes, raksa ge­lir, ayakları yerden kesilirdi. Zebur'u öylesine güzel bir sesle okurdu ki duymakta olduğumuz ezanların bile onu andırdığını söyleyemeyiz. Ze­bur'u okurken cinlerle insanlar, kuşlarla hayvanlar sesine gelip etrafın­da halkalanırlardı. Öylece bekleşirlerdi. Açlıktan ölünceye kadar ya­nından ayrılmazlardı.

Ebu'l-Abbas el-Medenî, Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: Davud (a.s.), Zebur'u okumaya başladığında bekarlar aşktan vecde gelip helak olurlardı.Bu garip bir rivayettir.

Abdürrezzak, İbn Cüreyc'den rivayet ederek şöyle der: Çalgı eşli­ğinde okumanın hükmünü Ata'ya sorduğumda, "Bunun ne sakıncası var?" diye cevap verdi. Ubeyd b. Ömer'in şöyle dediğini işittim: Davud (a.s.), çalgı aletini eline alıp çalmaya başlar ve beraberinde de okurdu. Böyle yapmakla da ağlamak ve ağlatmak isterdi.

İmam Ahmed b. Hanbel, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) Ebu Musa el-Eş'arî'yi okurken görmüştü ve şöyle de­mişti: «Ebu Musa'ya Davud ailesinin kavallarından biri verilmiştir.»[20]

Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Rasûlullah (s.a.v.), şöyle buyurdu:

«Ebu Musa'ya Davud'un kavallarından biri verilmiştir.»[21]

Ebu Osman en-Nehdî'nin şöyle dediğini rivayet ederiz: "Ud ve kaval seslerini işitmişimdir. Fakat Ebu Musa el-Eş'ari'nin sesinden daha gü­zel bir ses işitmiş değilim".

Davud peygamber, sesinin yumuşak ve inceliğiyle birlikte kitabı olan Zebur'u çok seri bir şekilde okurdu. Nitekim İmam Ahmed b. Han-bel'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) Efendi­miz şöyle buyurmuşlardır:

«Okumak, Davud'a hafifleştirildi. Hayvanının eğerlenmesini emre­derdi. Hayvanı eğerleninceye kadar kendisi Kur'ân'ı okumuş olurdu. Ve elinin kazancından başka birşey de yemezdi.»[22]

Bu hadis-i şerifte geçen Kur'ân kelimesinden kasıt, Allah tarafın­dan Davud peygambere vahyedilerek indirilen Zebur'dur. Davud pey­gamber, aynı zamanda bir hükümdar olup tebaaları varda. Zebur'u hay­vanının eğerlenmesi tamamlanmadan önce okuyup tamamlardı. Bu çok seri bir işti. Seri bir şekilde okumasına rağmen ayetlerin manaları üzerinde düşünür ve bir terennüm ile okurdu. Okurken huşuyu da ih­mal etmezdi. Allah'ın salatü selamı onun üzerine olsun. Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Ve Davud'a Zebur'u verdik.» (en-Nisâ,ı 63.)

Zebur, bilinen meşhur bir kitaptır. İbn Kesir Tefsirimizde Ahmed b. Hanbel'den naklettiğimiz bir hadiste anlatıldığına göre bu kitap, rama-zan-ı şerif ayında nazil olmuştur. İçinde bilinen bazı öğüt ve hikmetler vardır. Yüce Allah buyuruyor ki:

«Onun mülkünü güçlendirmiştik. Kendisine hikmet ve açık, güzel konuşma (kabiliyeti) vermiştik.» csad, 20,)

Yani Davud'a büyük bir mülk ve hakimiyet ile geçerli bir hüküm vermiştik.

İbn Cerir ile İbn Ebi Hatîm, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet et­mişlerdir: İki adam davalaşmak üzere Davud peygambere gittiler. Ara­larındaki dava konusu bir sığırdı. Adamlardan birisi, diğerinin kendi­sinden bir sığır gasbetmiş olduğunu iddia etti. Davalı, bu iddiayı reddet­ti. Davud, aralarında hüküm verme işini geceye erteledi. Gece olunca Cenâb-ı Allah kendisine, davacıyı öldürmesini vahyetti. Sabah olunca davacıya Davud şöyle dedi: "Doğrusu, Cenâb-ı Allah seni öldürmemi ba­na vahyetti. Mutlaka seni öldüreceğim. Bu davan hususunda bana söy­leyeceğin birşey var mıdır?".

Davacı şöye dedi: "Ey Allah'ın peygamberi, andolsun ki ben bu da­vamda haklıyım, yalnız daha önce ben bu davalının babasını öldürmüş­tüm".

Davacının böyle demesi üzerine Davud peygamber emir vererek da­vacıyı öldürttü. Bunun üzerine Davud peygamberin îsrailoğulları ara­sında şanı cidden büyüdü. İtibarı arttı. Herkes ona büyük bir saygı ve tazim göstermeye başladı. İbn Abbas, «O'nun mülkünü güçlendirmiş­tik. Kendisine hikmet (peygamberlik) ve açık, güzel konuşma (kabiliye­ti) vermiştik.» ayet-i kerimesinden kastedilen mananın bu olduğunu söylemiştir.

Şureyh, Şa'bi, Katade, Ebu Abdurrahman es-Sülemî ile diğerleri demişler ki: Ayet-i kerimede geçen açık ve güzel konuşma kabiliyetin­den kasıt, davaları iyice ve adilce sonuçlandırıp şahitlere ve yeminlere itibar etmektir. Bununla da şu kuralı kas de tmişl erdir: "Davacının bel­ge getirmesi, inkar edenin de yemin etmesi gerekir".

Mücahid ile Süddî dediler ki: Ayet-i kerimede geçen güzel ve açık ko­nuşma kabiliyetinden kasıt, yargıyı adilce yapıp anlamaktır. Ayrıca Mücahid, bunun, güzel ve açık seçik konuşarak doğru hüküm vermek olduğunu da ifade etmiştir. İbn Cerir de bu sözü benimsemiştir.[23]

Vehb b. Münebbih dedi ki: îsrailoğulları arasında kötülük ve yalan­cı şahitlik çoğalınca davaları halletmesi için Davud peygambere bir zin­cir verildi. Bu zincirin bir ucu gökte, diğer ucu da Kudüs'te Mescid-i Ak-sa'mn yanı başındaki kayalıkta idi. Altından yapılmıştı. İki kişi davalaştüdannda haldi olan bu zincire ulaşabilir, diğeri ise ulaşamazdı. Bu hal epey zaman böylece devam etti. Nihayet adamın birisi, bir başkası­nın yanma emanet olarak inci. bırakmıştı. Fakat bir süre sonra emanet­çi, yanına bırakılan inciyi inkar etti. Bir baston alıp içini oyarak incileri içine yerleştirdi. Davalaşmak üzere kayalığın yanındaki zincire geldik­lerinde davacı, yani inci sahibi, haldi olduğunu ispatlamak için elini zin­cire uzattı ve zinciri yakaladı. Davalıya (emanetçiye), "Sen de elini zin­cire uzat." denildiği zaman incileri içinde saklamış olduğu bastonu da­vacıya vererek elini zincire doğru uzattı, uzatırken de şöyle dedi: "Al­lah'ım, sen de biliyorsun ki ben incileri sahibine vermişim." Böyle deyin­ce elini zincire uzattı ve zinciri yakalayıverdi. Daha sonra bastonu inci sahibinden geri aldı. İsrailoğullan bu durumda büyük bir zorlukla kar­şılaştılar ve davayı nasıl halledeceklerini bilemediler. Bunun üzerine o zincir derhal aralarından çekiliverdi.

«Sana davacıların haberi geldi mi? Hani odasının duvarına tırman­mışlardı. Davud'un yanma girmişlerdi de (Davud) onlardan korkmuş­tu. "Korkma, dediler. Biz iki davacıyız. Birimiz, ötekinin hakkına sal­dırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet. Zulmetme, bizi yolun ortası­na (adalete) götür. Bu kardeşimin doksandokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken: " Onu da bana ver." dedi. Ve konuşma da bana ağır bastı (onunla baş edemedim)". (Davud) dedi ki: "Andolsun (o), senin koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmet­miştir. Zaten (mallarım birbirine) karıştıran (ortak)lann çoğu, birbiri­ne zulmederler. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar bunun dışındadır ki, on­larda ne kadar azdır!". Davud, (bu hükümle) kendisim denediğimizi (kendisine bir bela vereceğimizi) sandı da Rabbinden mağfiret diledi. Eğilerek secdeye kapandı ve tevbe edip (bize) döndü. Biz de ondan bunu affettik. Yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.» (Sâd, 21-25.)

Selef ve haleften bir çok tefsirciler, bu ayetle ilgili olarak bir çok kıs­sa ve haberler nakletmişlerdir ki bunların çoğunluğu israiliyattır. Bir kısmı da kesin şekilde yalanlanmıştır. Kıssayı sadece Kur'ân-ı Kerim'den nakletmekle yetinerek diğer israiliyat haberlerini aktarma­yı uygun görmedik. Allah dilediğini dosdoğru yola iletir,

Sâd süresindeki secdenin, aslî tilavet secdelerinden mi, yoksa şü­kür secdesinden mi olduğu hususunda imamlar ihtilaf etmişlerdir. Ve bu hususta iki görüş ileri sürülmüştür.

Buharî, avamın şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Sâd süresindeki secdeyle ilgili olarak Mücahid'e fikrini sordum, bana şöyle dedi: İbn Ab-bas'a neden bu ayeti okurken secde ettin? diye sordum. Bana: «Onun so­yundan Davud ve Süleyman'a (yol gÖstermiştik).»(cî-En'âm, 84). «İşte onlar Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy.»   (ei-En'âm, öo.) ayet-i kerimelerini okumadın mı? Davud da, peygamberinizin kendisi­ne uymakla emrolunduğu kimselerdendir. Bu ayet-i kerimeyi okurken Davud peygamber secde etmiştir. Buna uyarak Rasûlullah da secde etmiştir." diye karşılık verdi.»[24]

İmam Ahmed b. Hanbel, İbn Abbas'm, Sâd süresindeki secde ile ilgi­li olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Bu, aslî secde ayetlerinden de­ğildir. Ancak bu ayetin okunması esnasında Rasûlullah'm secde ettiğini görmüşümdür.»

Bir başka rivayette de îbn Abbas şöyle der: Peygamber (s.a.v.), Sâd süresindeki secde ayeti esnasında secde yapmış ve şöyle demiştir: «Da­vud tevbe için bu ayet yanında secde etmiştir. Biz ise, şükür için secde

ediyoruz.»[25]

Ebu Davud, Ebu Said cl-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Rasûlullah (s.a.v.) minberde iken Sâd sûresini okumuş, secde ayetine geldiğinde inerek secde etmiştir. Beraberindekiler de kendisiyle birlik­te secde etmiştir. Başka bir gün jâne aynı sûreyi okurken yine secde aye­tine geldiğinde orada bulunan insanlar secde etmeğe hazırlanmış ve ayağa kalkmışlardı. Peygamber Efendimiz onların secdeye hazırlan­dıklarım görünce şöyle demişti: "Bu, bir peygamberin tevbesidir. Ancak sizin secde etmeye hazırlandığınızı gördüm". Böyle dedikten sonra min­berden inip secde etmiştir.»[26]:iİmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Said el-Hudrî'nin rüyasında Sâd sûresini yazmakta olduğunu gördüğünü riva­yet eder. Rüyasında bu sûreyi yazarken secde ayetine geldiğinde elinde-ld kalemin, hokkanın ve yanındaki herşeyin derhal secdeye kapandık­larım görmüş. Ebu Said, bu rüyasını Peygamber Efendimiz'e anlatmış, bundan sonra da Sâd süresindeki secde ayetini her okuyuşunda secde edermiş".

Tirmizî ile îbn Mace, İbn Abbas'm şöyle dediğim rivayet etmişler­dir. «Adamın biri Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in yanma gelerek şöyle demiş: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben rüyada kendimi bir ağacın arkasında namaz kılarken gördüm. Secde ayetini okuduğumda benimle birlikte ağaç da secdeye kapandı. Ağacın secde halinde iken şöyle dediğini işit­tim: Allah'ım bu secde vesilesi ile kendi katmda benim için sevap yaz. Ve bunu benim için bir azık kıl. Bu sebeble de günahlarımı düşür. Kulun Davud'dan kabul ettiğin gibi benden de bu secdemi kabul buyur".

İbn Abbas der ki: Bu adam Peygamber Efendimiz'e böyle dedikter sonra Peygamber (s.a.v.) Efendimiz kalkarak Sâd süresindeki secde ayetini okudu, sonra da secdeye kapandı. Ve o adamın naklettiği gib secdeye kapanmış olan ağacm secde halindeki sözlerini aynen tekrarladığını işittim»[27]

Bazı tefsircilerin anlattığına göre Davud peygamber, kırk gün müd­detle secdede kalmıştır. Mücahid ile Hasen ve diğerleri de böyle demiş­lerdir. Bu konuda merfu bir hadisde varid olmuştur. Ancak bu hadis, Yezid er-Rekaşî'nin rivayetlerindendir ki o da rivayeti metruk olan za­yıf bir ravidir.

Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Biz de ondan bunu affettik. Yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.» (Sâd, 25.)

Yani kıyamet gününde o, bizim yakınımızda olacak ve yüksek dere­celere ulaşacaktır. Nitekim bir hadis-i şerifde de şöyle buyurulmuştur:

«Adaletli kimseler, Rahman'm sağ tarafında, nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır. Bu gibi kimselerin her iki eli de sağ el gibidir. Bunlar, kendi aile bireyleri ile idareleri altında bulunan kimselere ada­letle hükmederler».

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir:

«Kıyamet gününde Allah'ın en çok sevdiği ve makam bakımından kendisine en yakın olan insan, adaletli hükümdardır. Yine kıyamet gü­nünde Allah'ın en çok buğzettiği ve şiddetle azapl andırdığı kimse de, za­lim hükümdar olacaktır.»[28]

İbn Ebi Hatim, «Yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.» ayet-i kerimesiyle ilgili olarak Malik b. Dinar'ın şöyle dediğim rivayet etmiştir: Davud (a.s.), kıyamet gününde Arş'm direği yanında dikilip duracaktır. Cenâb-ı Allah kendisine şöyle buyuracaktır: "Ey Da­vud! Dünyada beni övdüğün gibi şu güzel ve ince sesinle, bugün de beni öv". Davud şöyle diyecek: "Nasıl yapabilirim ki? Sesimi elimden almış­sın". Cenâb-ı Allah buyuracak ki: "Sesini bu gün sana geri veriyorum". Bunun üzerine Davud (a.s.), yüksek sesle Cenâb-ı Allah'ı Övecek ve bu sesinin tesiri ile Cennet ehli, nimetlerini istifrağ edeceklerdir.

«Ey Davud, biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hü­kümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyf (in)e uyma, sonra bu, seni Allah'ın yolundan saptırır. Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unuttuklarından dolayı onlara çetin azap vardır.» (Sâd, 26.)

Bu, Allah'ın Davud peygambere yaptığı bir hitaptır, ama bununla idareciler ve hakimler kasdedilmektedir. Bu ayet-i kerime ile Cenâb-ı Allah, onlara adaletli olup hakka tâbi olmalarını emretmektedir. Başka şeylere, heva, heves ve görüşlerine uymamalarını tavsiye etmektedir. Haktan ve adaletten ayrılıp başka şeylerle hükmedenleri tehdit etmek­tedir. Zamanında Davud peygamber, adalet timsali idi. İnsanlar için muazzam bir örnek teşkil etmekteydi. Çokça ibadet ederek Allah'a türlü vesilelerle yaklaşmaya çalışırdı. Gece ve gündüz bütün vakitlerini ço­luk çocuğuyla birlikte ibadetle geçirirdi. Nitekim Cenâb-ı Allah, şöyle buyuruyor: «Ey Davud ailesi, şükredin! Kullarımdan şükreden azdır.»(Sebc',13.)

Ebu Bekir b. Ebi'd-Dünya, Ebu'l-Celed'in şöyle dediğini rivayet eder: Davud peygamberin meselesini okudum. O şöyle demişti: 'Ta Rab-bi, sana nasıl şükredebilirim ki? Sana şükretmeye ancak nimetlerinle ulaşabilirim". Böyle demesi üzerine Cenâb-ı Allah, kendisine şöyle vah-yetmişti: "Ey Davud, bilmezmisin ki sende olan herşey, benim sana ver­miş olduğum nimetlerdir?". Bu uyarı üzerine Davud şöyle demişti: "Evet, öyledir ya Rabb". Cenâb-ı Allah da kendisine şu karşılığı vermiş­ti: "İşte böyle yapmanla senden razı ve hoşnut olurum".

Beyhakî, İbn Şihab'm şöyle dediğim rivayet eder: "Zatının üstünlü­ğüne, heybet ve azametinin yüceliğine layık bir şekilde Allah'a hamdol-sun". Davud'un böyle demesi üzerine Cenâb-ı Allah, ona şöyle vahyet-mişti: "Ey Davud! Doğrusu sen, hafaza meleklerini yordun".

"Zühd" adlı kitapda Abdullah b. Mübarek, Vehb b. Münebbih'in şöy­le dediğini rivayet etmiştir: Davud ailesinin hikmetlerinden bazıları şunlardır: Akıllı kimsenin dört saatten gafil kalmaması gerekir: Bir sa­atte, Rabbine münacaatta bulunmalıdır. Bir saatte, nefsini sorguya çekmelidir. Bir saatte, ayıplarını kendisine bildirecek ve nefsini doğru­layacak kardeşleriyle buluşmalıdır. Bir saatte de, nefsi ile lezzetlerini helal dairesinde başbaşa bırakmalıdır. Çünkü bu saatte nefsini dinçleş-tirerek, kalbini zindeleştirerek diğer saatlerdeki görevlerini yapmak için kuvvet bulur.

Akıllı kimsenin, zamanım bilmesi, dilini muhafaza etmesi ve kendi durumuna yönelip ilgilenmesi gerekir.

Akıllı kimse, sadece üç şeyi amaç edinmelidir:

1- Ahireti için azık elde etmeye bakmalıdır.

2- Dünya maişetini temin etmeye bakmalıdır.

3- Haram olmayan lezzetleri tatmalıdır.

Harız İbn Asakir, Davud peygamberin özelliklerini anlatırken bir­çok güzel huylarından bahsetmiş, bu arada şu sözünü de nakletmiş tir: 'Yetim için şefkatli bir baba gibi ol. Şunu iyi bil ki, ne ekersen onu biçer­sin,. Kötülük ekersen diken biçersin."

Halk içinde ahmakça konuşan hatip, cenazeyi görürken şarkı söyle­yen şarkıcı gibidir. Zenginlikten sonra yoksul düşmek, ne kadar çirkin-se, doğru yola kavuştuktan sonra sapıklığa düşmek bundan daha çir­kindir. Halk içinde senin aleyhinde söylenmesini istemediğin şeylere dikkat et. Yalnız başına kaldığın zaman da bu işleri yapma. Yapamaya­cağın şeyi kardeşine vadetme. Çünkü böyle yapman, onu sana düşman eder.

Muhammed b. Sad, Afren'in kölesi Ömer'den rivayet ederek Yahu­dilerin, Rasûlullah (s.a.v.)'ın kadınlarla evlendiğini gördüklerinde şöyle dediklerini rivayet eder: Yemekten doymayan şu adama bakın hele! Allah'a andolsun ki bunun maksadı, sadece kadınlardır.

Hanımlarının çokluğunu çekemediler, bu sebeble onu ayıpladılar ve şöyle dediler: Eğer peygamber olsaydı, kadınlara rağbet etmezdi. Bu hususta en çok ileri gidenlerden biri Huyey b. Ahtab'dı. Cenâb-ı Allah, onları yalanladı ve peygamberine lütufda bulunup bol bol in'âmda bu­lunduğunu onlara haber verip şöyle buyurdu:

«Yoksa Allah'ın lütfundan insanlara (yani Rasûlullah'a) verdiği için onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim ailesine de kitap ve hik­met vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamıştık.» (en-Nisa, 54,)

Yani Allah'ın, Davud oğlu Süleyman'a verdiklerini kıskanıyorlar mı? Onun, 1000 zevcesi vardı. 700'ü mehirli, 300 u de cariye idi. Davud peygamberin de 100 zevcesi vardı. Bunlardan biri de Uriya'nın hanımı idi. Uriya'nın hanımından Süleyman doğmuştur. Malum fitneden son­ra Davud peygamber, Uriya'nın hanımı ile evlenmiştir.

Bu sayılan nimetler, Muhammed (s.a.v.)'e verilen nimetlerden el-betteki daha çoktur.

Kelbî de buna benzer bir rivayette bulunmuş olup bu rivayetinde Davud peygamberin 100 zevcesi olduğunu, Süleyman'ın da 300'ü cariye olmak üzere 1000 zevcesi olduğunu söylemiştir.

Hafız, Tarihinde Sadkatü'd-Dımışkî'nin hayat hikayesini anlatır­ken şöyle bir rivayette bulunur: Adamın birisi, İbn Abbas'a oruç hakkın­da bir soru sorar: İbn Abbas ona şöyle der: "Sana, yanımda gizli kalmış bir hadis nakledeceğim, dilersen sana Davud'un orucunu anlatayım. O, gündüzleri oruç tutar, geceleri ibadet ederdi. Bahadırdı. Düşmanla kar­şılaştığında cepheden kaçmazdı. Gün aşırı oruç tutardı".

Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Oruçların en faziletlisi, Davud'un orucudur».

Zebur'u yetmiş türlü sesle okurdu. Geceleyin öyle namaz kılardı ki bir rek'atmda hem kendi nefsini ağlatır, hem de onun bu ağlayışını gö­rüp duyan herşey ağlardı. Hasta ve kederli kimseler, onun sesi ile iyile­şirlerdi.

Dilersen sana onun oğlu Süleyman'ın orucunu da anlatayım. Süley­man; ayın evvelinden üçgün, ortasından üçgün, sonundan da üçgün oruç tutardı. Ayın başını oruçla açar, ayı oruçla ortalar, ayı oruçla niha-y etlendirir di.

Dilersen sana iffetli ve bakire Meryem oğlu İsa'nın orucunu da anla­tayım. O, bütün zamanını oruçla geçirir, arpa ekmeği yer, laldan örülme giysiler giyerdi. Bulduğunu yer, bulamadığını da araştırmazdı. Ne öle­cek çocuğu, ne de yıkılacak evi vardı. Nerede akşam olursa ayaklarını yanyana getirip ayağa kalkar ve sabah oluncaya kadar namaz kılardı. İyi bir nişancı idi. Vurmak istediği bir av, onun elinden kurtulamazdı, îsrailoğullamıııı meclislerine uğrar, ihtiyaçlarına giderirdi.

Dilersen sana onun anası îmran kızı Meryem'in orucunu da anlata­yım. O, birgün oruç tutar, iki gün tutmazdı.

Dilersen Arabî ve ümmî peygamber olan Muhammed (s.a.v.)'in oru­cunu da sana anlatayım. O, her aydan üç gün oruç tutar ve: «Bu bütün zamanı oruçlu geçirmek gibidir.» derdi. [29]

 

Davud Peygamberin Ömrü Ve Vefat Şekli

 

Adem peygamberin yaratılışına dair hadisleri naklederken demiş­tik ki, Adem'in zürriyeti, belinden çıkarıldığı zaman aralarında pey­gamberleri gördü. Peygamberler arasında parlak şimali bir adam gördü ve: "Ey Rabbim! Bu kimdir?" diye sordu. Cenâb-ı Allah da, "Bu, senin oğ­lun Davud'tur." diye cevap verdi.

Adem dedi ki: 'Ya Rab, bunun Ömrü ne kadar olacaktır?".

Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Altmış yıl olacaktır?".

Adem dedi ki: "Ya Rab, bunun ömrünü artır".

Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Hayır, olmaz. Ancak senin ömründen alıp onunkine katarım".

Adem peygamberin ömrü 1000 sene idi. Cenâb-ı Allah, onun ömrün­den kırk yılı alıp Davud'unkine ekledi. Bu hesaba göre Adem'in ömrü ni­hayete erdiğinde Ölüm meleği, ruhunu teslim almak için yanma geldi. Adem: "Daha benim kırk yılım var." dedi. Ve kendi ömründen kırk yılı Davud'a bağışlamış olduğunu unuttu. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, Adem'm ömrünü yine 1000 seneye, Davud'unkini de 100 seneye tamam­ladı.

Bunu, İbn Abbas'dan Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.[30]

İbn Cerir dedi ki: Ehl-i Kitabın iddiasına göre Davud peygamberin ömrü, yetmiş yedi senedir. Ben derim İd bu, onlara geri çevrilen bir yan­lışlıktır. Onlar, Davud'un hükümdarlık süresinin de kırkyıl olduğunu söylemişlerdir. Bu, kabul edilebilir. Çünkü bizim nezdimizde buna ay­kırı düşecek bir nakil mevcut değildir. Aynca bunu doğrulayacak bir da­yanağımız da yoktur.

Davud peygamberin-vefatına gelince bununla ilgili olarak "Müsned' adlı eserinde İmam Ahmed şöyle demiştir: Kubeyse, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Rasûlullah(s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir: «Davud peygamberde aşırı derecede bir namus gayreti ve kıskançlık vardı. Evden çıkarken bütün kapıları kilitler, dönünceye kadar ailesi­nin yanına kimseler giremezdi. Yine günün birinde evden çıkıp kapıları kilitledi. O esnada hanımı çıkıp evin odalarını kontrol etti. Bir de baktı ki evin tam orta yerinde bir adam duruyor. Evdekilere hitaben şöyle de­di: "Kapılar kilitli olduğu halde bu adam evin içine'nereden geldi. Valla­hi Davud'u utandıracağız. Bilahare Davud eve gelince adamın hâlâ evin ortasında durmakta olduğunu gördü. Ona, "Sen kimsin?" diye sordu. Adam şu karşılığı verdi: "Ben, hükümdarlardan korkmayan ve engel­lerden etkilenmeyen kimseyim". Davud ona şöyle dedi: "Öyle ise vallahi sen, ölüm meleğisin. Allah'ın emri başımız üzerinedir". Daha bir süre bekledikten sonra ölüm meleği onun ruhunu teslim aldı. Cenazesi yıka­nıp kefenlendikten ve teçhiz işlemleri tamamlandıktan sonra güneş doğdu. Oğlu Süleyman, kuşlara: "Davud'un cesedini gölgelendirin." di­ye buyruk verdi. Akşama kadar kuşlar, onu gölgelendirdiler. Bunun üzerine Süleyman, kuşlara: "Kanatlarınızı artık toplayın." diye emir verdi.»

Ebu Hüreyre der ki: Bu hadisi anlatırken Rasûlullah (s.a.v.), kuşların Davud'un cesedi üzerinde nasıl kanat açıp yumduklarını gös­termek için ellerini birbirine vurdu. Sonra ellerini yumdu. O gün, üze­rinde uzun kanatlı doğanlar gölge yapmışlardı.

Süddî, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Davud (a.s.), ansızın öldü. Ölümü, cumartesi günü olmuştu. Kuşlar, onun cesedini gölgelendirmişlerdi".

İshak b, Bişr, Hasen'in şöyle dediğini rivayet eder: "Davud (a.s.), 100 yaşında iken bir çarşamba günü ansızın ölmüştür".

Ebu's-Seken el-Hicrî ise şöyle demiştir: "İbrahim Halil, ansızın ve­fat etmiştir. Davud, ansızın vefat etmiştir. Oğlu Süleyman da ansızın vefat etmiştir. Allah'ın salat-ü selâmı hepsinin üzerine olsun."[31]

Bazılarından rivayet edildiğine göre ölüm meleği, mihraptan in­mekte iken Davud'a gelmişti. Davud ona şöyle demişti: "Bırak beni, ya mihraptan ineyim ya da mihraba tekrar çıkayım". Ölüm meleği ona şöy­le demişti: "Ey Allah'ın peygamberi! Seneler, aylar, eserler ve rızıklar tükendi. Artık ecelin geldi". Bunun üzerine Davud peygamber, mihra­bın merdivenleri üzerinde iken secdeye kapandı. Ölüm meleği de secde halinde onun ruhunu teslim aldı.

İshak b. Bişr, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet eder: İnsanlar, Davud peygamberin cenazesinde hazır bulundular, bir yaz gününde güneşin altında oturup bekleştiler. O gün Davud'un cenazesi­ne 40.000 rahip katılmıştı. Ayrıca diğer insanlar da hazır bulunmuşlar­dı. Rahiplerin üzerlerinde bornozları vardı. İsrailoğulları, Musa ve Ha­run'dan başka hiç kimseye Davud kadar yanmamıştı. Onun ölümü ne­deniyle şiddetli bir teessüre kapılmışlardı. Cenaze merasimine katılan­lar güneşin hararetinden çok eziyet görmüşlerdi. Davud'un oğlu Süleyman peygambere, sıcağa karşı kendilerine bir siper yapmasını rica et-SSayman da çıkıp kuşlara seslendi. Kuşlar onun emnne ica­bet ederek gelip insanları gölgelendirdiler. Semanın her tarafmda saf tutaS bulut grbi bir sürü meydana getirerek insanları guneşm sıcaksı korudular. Öyleki, her taraftan rüzgar esintileri durdurul-^^ Bunun üzerine insanlar sıkıntıdan ölecek hale geldiler. Süleyman peygambere , kendilerine biraz rüzgar  estirmesi için rica ettiler.Süleyman da kuşlara emir  vererek rüzgarın geleceği tarafı açmalarını ve sadece güneş ışığının            gelmekte olduğu tarafı kapatmalarını söyledi. Kuşlarda emri yerine getirdiler ve insanlar esintli bir gölge altında kaldılar Böylece orada bulunan halk ilk olarak Süleyman'ın saltanatını görmüş oldular.

Hafız Ebu Yala, Ebu Derda'dan rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)ın Sb-ıSŞahabı arasından kab.edip aldı. Onlar da fitneye düşmediler ve din değiştirmediler. Mesih'in (Isa nın) ashabı da 200 sene müddetle onun yolundan yürüyerek şeriatını tatbik ettiler». Bu garip bir hadistir. Doğrusunu Allah bilir. [32]

 

Davud Oğlu Süleyman Peygamberin Kıssası

 

Hafiz İbn Asakir dedi ki: Süleyman peygamber, İşa oğlu Davud'un oğludur. İşa, Abir oğlu Uveyd'in oğludur. Abir, Nahşan oğlu Salamon'un oğludur. Nahşon, İrem oğlu Aminâ Adab'm oğludur. İrem, Faris oğlu Hasron'un oğludur. Paris, Yakub oğlu Yahoza'mn oğludur. Ya'kub, İb­rahim oğlu İshak'm oğludur. Yani peygamber oğlu peygamberdir.[33]

Bazı eserlerde anlatıldığına göre o, Şam'a girmiştir. İbn Makule der ki, Davud'un dedelerinden biri de Faris'tir.

İbn Makule, îbn Asakir'in anlattığına yakın bir nesebi, Davud'a nis-bet etmiştir.

Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«Süleyman, Davud'a mirasçı oldu (Davud'un peygamberliği, ilmi ve mülkü Süleyman'a kaldı). Dedi ki: "Ey insanlar, bize kuşların dili öğre­tildi. Ve bize her şeyden (bolca bir pay) verildi. İşte bu, açık bir lütuftur.» (en-Neml, 16.) Yani Süleyman, peygamberlik ve hükümdarlık bakımından Davud'a mirasçı oldu. Buradaki mirasçıhktan kasıt, mal mirasçılığı de­ğildir. Çünkü Davud'un, Süleyman'dan başka oğulları da vardı. Onun malı, sadece Süleyman'a miras olarak kalacak değildi. Ayrıca sahih ha-disde sabit olduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Biz miras bırakmayız, terekemiz sadakadır».

Bir başka hadis-i şerifte de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle bu­yurmuşlardır:

"Biz peygamberler topluluğu, miras bırakmayız.»[34]

Doğru konuşan ve sözü tasdik edilen Efendimiz, peygamberlerin mallarının miras olarak bırakılmayacağını haber vermiştir. Bilakis on­ların bıraktıkları mallar, kendilerinden sonra yoksullara ve ihtiyaç sa­hiplerine sadaka olarak verilir. Malları, sadece akrabalarına tahsis edilmez. Çünkü onlara göre dünya, pek basit ve değersizdir. Nitekim onları insanlara üstün kılıp seçerek peygamber olarak gönderen ve fazi-letlendiren Allah katında da dünya, pek basit ve değersizdir.

Süleyman peygamber halka şöyle demişti: "Ey insanlar, bize kuşla­rın dili öğretildi ve bize her şeyden (bolca bir pay) verildi".

Yani Süleyman peygamber kuşların dillerini bilirdi. Onların ne de­mek istediklerini insanlara açılılardı. Hafiz Ebu Bekir el-Beyhakî, Ebu Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Süleyman peygamber, yoldan geçerken erkek bir serçenin, dişi bir serçenin etrafında dolanmakta ol­duğunu gördü.. Yanında bulunanlara: "Bu erkek serçenin ne dediğini bi­liyor musunuz?" diye sorunca etrafındakiler de: "Ne diyor ey Allah'ın peygamberi?" diye karşılık verdiler. Süleyman peygamber şöyle dedi: "Erkek serçe, dişi serçeyi istiyor ve ona diyor ki: Benimle evlenirsen se­ni, Şam'ın dilediğin evine yerleştiririm!". Çünkü Şam'ın evleri güzel taş­larla inşa edilmiştir. Oralara herkes giremez. Ancak bir dişi ile evlen­mek isteyen, her erkek, mutlaka yalan söyler.

Aynı şekilde Süleyman peygamber, diğer hayvanların ve yaratıkla­rın dillerini de bilirdi. «Bize her şeyden (bolca bir pay) verildi.» ayet-i ke­rimesi de buna delâlet etmektedir. Yani bir hükümdarın ihtiyaç duydu­ğu teçhizat, âlet, asker, ordu, insi ve cinni topluluklar, kuşlar, canavar­lar, gezip dolaşmakta olan şeytanlar, ilimler ve anlayışlar ile konuşan ve konuşmayan yaratıkların kalplerindeki duygularla düşünceler hakkında bilgi bize verildi. "Bu, apaçık bir lütuftur". Yani göklerle yeri yaratan Allah taraûndan bize bahşedilen bir lütuftur. Nitekim Cenâb-ı

Allah buyurdu ki:

«Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplan­dı. Hepsi bir arada düzenli olarak sevkediliyordu. Karınca vadisine gel­dikleri zaman bir karınca: "Ey karıncalar, dedi. Yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesinler". (Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: "Rabbim; bana, anama ve babama lütfettiğin nimete şükretmemi, senin beğeneceğin faydalı bir iş yapma­mı gönlüme ilham et. Ve rahmetinle beni iyi kullarının arasına sok."» (en-Neml, 17-19.)

Yüce Allah, kulu ve peygamberi Davud oğlu Süleyman'ın bir gün erkanı ile birlikte bütün insanlar, cinler ve kuşlarla birlikte bineğine bi­nip yola çıktığını haber veriyor. Maiyyetindeki insanlar, cinler ve kuşlar beraberinde seyrediyorlardı. Kuşlar kanatlarıyla onu sıcaktan koru­yorlardı. İnsanlarla cinlerden ve kuşlardan müteşekkil ordu birlikleri­nin başlarında kumandanları vardı. Ordu, nizam ve intizam içinde yü­rüyordu. Kimse kimseyi geçmiyordu. Herkes yerini muhafaza ediyor ve hiç kimse geride kalmıyordu. Karınca vadisine geldikleri zaman bir ka­rınca: "Ey karıncalar, dedi. Yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesinler".

Ayet-i kerimede sözü edilen karınca, diğer karıncaları Süleyman ve askerlerinin, farkında olmayarak kendilerini ezmelerine karşı tedbir al­mak üzere uyardı. Vehb b. Münebbih'in anlattığına göre Süleyman pey­gamber, Taif vadisinde büyük bir tahtırevanın üzerinde oturmakta iken bu karınca onun yanın lan geçmiş, adı da Ceres'miş. Topal olan bu karınca, Şeysban oğullan kabilesine mensup olup bir kurt kadarmış. Bütün bunlar üzerinde ihtilaf vardır. Aksine bu ayet-i kerimeden de an­laşıldığı gibi o, süvari vaziyette iken karınca da omuzu üzerinde imiş. Bazılarının iddia ettikleri gibi bu tahtırevan üzerinde değilmiş. Eğer öy­le olsa idi karıncaya ondan taraf bir eziyet gelmezdi. Karınca da ayaklar altında ezilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmazdı. Çünkü tahtırevan­da, ihtiyaç duydukları askerler, atlar, develer, yükler, çadırlar, davar­lar ve bütün bunların üzerinde kuşlar vardı. Nitekim Allah, izin verirse bunu ileride de açıklayacağız.

Özetle, Süleyman peygamber, ayet-i kerimede sözü edilen karınca­nın, kendi topluluğuna doğru görüşü ve iyi akıbeti telkin edişini anla­mış olduğundan dolayı sevinç ve ferah içinde tebessüm etmişti. Onun konuşmasını, Cenâb-ı Allah'ın sadece kendisine bildirmiş olmasından dolayı kıvanç duymuştu. Yoksa durum, bazı cahillerin iddia ettikleri gi­bi değildir. Güya hayvanlar, Süleyman peygamberden önce konuşurlar ve insanlara hitapta bulunurlarmış! Nihayet Süleyman peygamber, on­lardan söz alarak ağızlarını kapatmış ve artık ondan sonra insanlarla konuşmaz olmuşlar.

a Böyle bir şeyi ancak bilgisiz kimseler iddia edebilirler. Eğer gerçek böyle olsaydı karıncanın konuşmasını anlaması nedeniyle Süleyman peygamberin, diğer insanlara karşı bir üstünlüğü söz konusu olmazdı. Çünkü daha önceden de bütün insanlar, hayvanların dillerini bu iddia­ya göre bilirlermiş. Hayvanların kendisinden başka insanlarla konuş­mayacaklarına dair ahidlerini almış olmasından Süleyman peygambe­rin elde edilebileceği bir fayda yoktur. Bu sebebledir İd Süleyman pey­gamber, Rabbine şöyle yalvarmıştı: "Rabbim, bana ve anama, babama lütfettiğin nimete şükretmemi, senin beğeneceğin faydalı bir iş yapma­mı gönlüme ilham eyle. Ve rahmetinle beni iyi kullarının arasına sok".

Süleyman peygamber Cenâb-ı Allah'tan, kendisine bahşetmiş oldu­ğu nimetlere ve diğer insanlardan ayrı olarak kendisine lütfettiği mezi­yetlere karşı şükretmeyi ve salih amel işlemeyi, ayrıca vefat ettikten sonra da salih kullarla birlikte kendisini hasretmesini Cenâb-ı Al1 lah'dan diledi. Allah da bu dileğini yerine getirdi.

Ayet-i kerime'de geçen Süleyman peygamberin ana ve babasından kasıt, babası Davud ile anasıdır. Anası, Allah'a ibadet eden saliha ka­dınlardan biri idi. Nitekim Senid b. Davud, Cabir'den rivayet ederek Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: «Davud'un oğlu Süleyman'ın anası şöyle demişti: "Ey oğulcuğum! Geceleyin fazla uyuma. Çünkü geceleyin fazla uyumak, kulu kıyamet gününde fakir bı­rakır."»[35] Abdurrezzak, Zührî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Davud oğlu Süleyman peygamber, arkadaşlarıyla birlikte yağmur duası için çöle çıktılar. Yolda bir karınca gördüler. Karınca ayaklarından birini kaldırarak Cenâb-ı Allah'a yağmur yağdırması için dua ediyordu. Sü­leyman, arkadaşlarına: "Geri dönelim; yağmur yağdınlacaktır. Çünkü bu karınca Cenâb-ı Allah'a yağmur yağdırması için dua ediyordu. Ve di­leği de kabul edildi." dedi.

îbn Asakir'in rivayetine göre Ebu Hüreyre, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu işitmiş:

«Peygamberlerden biri, insanlarla birlikte yağmur duası için dışarı çıkmışlardı. Yolda iken bir karıncanın, ayaklarından birini semaya kal­dırmış olduğunu gördüler. Peygamber (etrafında bulunanlara) şöyle dedi: "Geri dönün, şu karıncanın yüzü suyu hürmetine dileğimiz kabul edildi."»[36]

Süddî dedi ki: Süleyman peygamber zamanında insanlara kıtlık geldi. Süleyman peygamber halka, yağmur duasına çıkmaları için emir verdi. Duaya çıktılar. Yolda iken bir karıncanın iki ayak üstüne dikilip ellerini açarak şöyle dua ettiğini gördüler: "Allah'ım, ben senin yaratık­larından biriyim. Biz senin lütfuna muhtacız".

Karıncanın bu duası üzerine Cenâb-ı Allah, üzerlerine sağanak ha­linde yağmur yağdırdı. Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«(Süleyman) kuşları, teftiş etti. (İçlerinde Hüdhüdu bulamadı) dedi ki: "Neden Hüdhüd'ü göremiyorum, yoksa kayıplardan mı oldu? Ona çe­tin bir azap edeceğim. Ya da onu keseceğim. Yahut da bana (mazeretini belirten) açık bir delil getirecek". Çok geçmeden (Hüdhüd) geldi: "Ben, dedi. Senin görmediğin birşey gördüm ve sana gerçek bir haber getir­dim. Ben, onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum. Kendisine (kral­ların muhtaç olduğu) her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var. Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, on­lara yaptıklarını süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş. Bu yüzden yola gelmiyorlar. Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran ve gizledik­lerini ve açığa vurduklarım bilen Allah'a secde etmeleri gerekmez miy-.di? Allah ki ondan başka tanrı yoktur. Büyük Arşın sahibidir". (Süley­man): "Bakalım, dedi. Doğru mu söyledin yoksa yalancılardan mısın? Bu mektubumu götür onlara at, sonra onlardan biraz çekil de bak, neye başvuruyorlar (ne yapacaklar)?"

(Hüdhüd mektubu götürüp attıktan sonra Saba melikesi Belkıs) müşavirlerine dedi M: "Ey ileri gelenler, bana çok önemli bir mektup bı­rakıldı. O, Süleyman'dan (geliyor) ve Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla (başlamakta)dır. "Bana karşı büyüklük taslamayın ve bana teslim ola­rak gelin (diye yazıyor)". "Ey ileri gelenler, dedi. Bu işimde bana bir fikir verin (bilirsiniz ki) ben siz olmadıkça hiçbir şeyi (kendi başıma) kesip atmam". Dediler ki: "Biz kuvvetliyiz, yaman savaşçılarız, ama emir se­nindir. Bak (düşün), neyi emredersen (onu yapalım)". Dedi ki: "Hüküm­darlar bir ülkeye girdiler mi, orayı bozarlar, halkının şereflilerini zelil (ve perişan) ederler. (Evet) böyle yaparlar".

"Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de bakayım elçiler ne ile dönecekler".

(Elçi hediyelerle) Süleyman'a gelince (Süleyman) dedi ki: Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdi­ğinden daha iyidir. Hediyenizle siz sevinirsiniz (Ben değil) (Ey elçi), on­lara dön (söyle): Onlara, kendilerinin asla karşı koyamayacakları ordu­larla gelirim ve onları hor ve hakir bir durumda (oradan sürer) çıkarı­rım."» (en-Neml, 20-37.)

Cenâb-ı Allah, Süleyman peygamberle Hüdhüd arasında geçenleri, yukarıdaki ayet-i kerimelerde anlatıyor: Kuşlar, bütün sınıfları ve tür­leriyle Hz. Süleyman'ın emrine ram olmuşlardı. Kendilerinden istediği her işi yerine getirirlerdi. Sırayla onun yanında nöbet tutarlardı. Tıpkı askerlerin, kumandanlarına ve hükümdarlarına yaptığı gibi davranır­lardı. İbn Abbas ile diğerlerinin anlattıklarına göre sefer halinde Süley­man ve ordusu suya ihtiyaç duyduklarında Hüdhüd'ün vazifesi, onlar için su arayıp bulmaktı. Cenâb-ı Allah'ın kendisine verdiği bir kuvvet sayesinde o, yer altındaki suları dahi görüp keşfedebilir di. Hüdhüdun gösterdiği yeri kazıp su çıkarırlar ve ihtiyaçları için kullanırlardı. Gü­nün birinde Süleyman peygamber orduyu teftiş ederken Hüdhüd'ü gö­rev yerinde bulamadı ve: "Dedi ki, Hüdhüd'ü neden göremiyorum? Yok­sa kayıplardan mı oldu?" Yani ne oldu? O burada değil midir? Yoksa gö­zümden mi kayboldu? Ben mi onu göremiyorum? "Ona çetin bir azap edeceğim. Yahut da onu keseceğim. Ya da bana (mazeretini belirten) açık bir delil getirecek". Yani onu bu vartadan kurtaracak kuvvetli bir belge ve hüccet getirirse,, onu affederim.[37]

Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Çok geçmeden Hüdhüd geldi: "Ben" de­di, senin görmediğin birşey gördüm ve Saba'dan sana gerçek bir haber getirdim. Ben onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum. Kendisine (kralların muhtaç olduğu) her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var".»

Hüdhüd, Yemen beldelerinden Saba mıntıkasının hükümdarını, Süleyman peygambere anlatıyor. Bu hükümdarın elindeki büyük mem­leketi, çok sayıdaki tebayı bildiriyor. O zaman Saba'da hüküm ve yöne­tim bir kadmm (Belkıs'm) eline geçmişti. Belkıs, Saba hükümdarının kızı idi. Hükümdar ölünce yerine kızından başkasını tayin etmemişti. Halk da Belkıs'ı başlarına hükümdar olarak geçirmişti.

Sa'lebî ile diğerlerinin anlattıklarına göre.Saba halkı, hükümdarla­rının Ölümünden sonra yerine bir adamı hükümdar tayin ettiler. Fakat bu hükümdar zamanında düzen bozuldu. Belkıs haber salarak bu yeni hükümdarla evlenmek istediğini bildirdi. Hükümdar da Belkıs'la ev­lendi. Gerdeğe girdiklerinde Belkıs ona bir içki içirdi. Sarhoş olduktan sonra adamın başım kesip kopardı. Kellesini kapıya dikti. Bunun üzeri­ne halk, Belkıs'a yönelerek onu başlarına hükümdar olarak geçirdiler. Belkıs, Seyrah'm kızıdır. Seyrah'm diğer adı Hedhad'dır. Belkıs'm ba­bası büyük hükümdarlardandı. Yemenlilerle evlenmek istemezdi. Ri­vayete göre o, adı Reyhane bint es-Sekem adındaki cinnî bir kadınla ev­lenmiştir. Belkıs, işte bu kadından doğmuştur.

Sa'lebî, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

«Belkıs'm anne ve babasından biri cinlerdendi».

Bu hadis, garip olup senedinde zayıflık vardır.

Sa'lebî, Ebu Bekre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında Belkıs'dan söz edilince şöyle buyurdu:

«Yönetimlerinin başına bir kadım geçiren bir kavim iflah olmaz».

Buharî'nin Sahih'inde Ebu Bekre'den rivayet edilen bir hadis-i şe­rife göre Rasûlullah'a, İranlıların yönetime Kisra'nm kızım geçirdikle­rine dair haber ulaştığında o şöyle buyurmuştur:

«İşlerinin başına bir kadını geçiren bir kavim iflah olmaz.»[38]

«Kendisine (kralların muhtaç olduğu) her şey verilmiş ve onun bü­yük bir tahtı var». Yani onun kraliyet tahtı çeşitli mücevher, inci, altın ve zinetlerle süslenmiştir.

Hüdhüd, Süleyman peygambere böyle dedikten sonra Saba halkı­nın kafirliklerini, Allah'ı inkar edişlerini, güneşe taptıklarını, şeytanın peşine takıldıklarını, şeytan tarafından Allah'a kulluğu bırakıp başka yollara saptırıldıklarını anlatmıştı. Göklerde ve yerde gizli olanı açığa çıkaran, insanların gizlediklerini ve açığa çıkardıklarını bilen zahirî ve batmîyi, aynı zamanda maddî ve manevîyi bilen, ortaksız ve tek Allah'ı bırakıp başka şeylere taptıklarını da anlattı. «Allah ki ondan başka tan­rı yoktur. Büyük Arşın Rabbidir.» Yani mahlukat içinde kendisinden daha büyük birşey bulunmayan yüce Arş'm sahibidir. Onları Allah ve Rasûlune itaate daveti içeren; Cenâb-ı Allah'ın hakimiyet ve saltanatı altına dönüp iman etmeye çağırmayı ihtiva eden mektubunu gönderdi. Onlara: «Bana karşı üstünlük taslamayın.» Yani benim taatime karşı büyüklük taslamayın, dedi. Emirlerime uyun, diye buyruk verdi. «Tes­lim olmuşlar olarak bana gelin.» Yani emrimi duyup itaat ederek ve kar­şı koymadan bana gelin.

Mektubu kuş götürüp Belkıs'a bıraktı. Mektuplaşma âdetini insan­lar işte buradan almışlardır. Ama toprak nerede, Süreyya yıldızı nere­de. Bu mektup, emri işitip itaat eden ve içindekileri anlayan bir kimseye gönderilmişti. Tefsircilerin bir çoğunun anlattıklarına göre Hüdhüd, mektubu alıp Belkıs'm sarayına götürerek içeriye bıraktı. Belkıs kendi­ne mahsus odasında yalnız başına oturmakta idi. Mektubu bıraktıktan sonra Hüdhüd, cevabını beklemek üzere bir kenara çekilip durdu. Bel-kıs da emirlerini, vezirlerini ve devlet büyüklerini meşverete çağırdı. «Ey ileri gelenler, bana çok önemli bir mektup bırakıldı.» dedi. Sonra mektubun kimden geldiğini de onlara bildirdi: «O, Süleyman'dan (geli­yor )ve Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla (başlamakta)dır. "Bana karşı büyüklük taslamayın ve bana teslim olarak gelin (diye yazıyor)".»

Bundan sonra Bellas, başlarına gelen felâket ve musibet konusun­da görüşlerine müracaat etti. Onlara hitapta bulundu. Onlar da bu hita­bını dinliyorlardı. «Ey ileri gelenler, dedi. Bu işimde bana bir fikir verin (bilirsiniz ki) ben, siz olmadıkça hiç bir şeyi (kendi başıma) kesip at­mam.». Yani siz varken ve görüşlerinizi belirtmeden ben bir hususta ke­sin karar vermem.

«Biz kuvvetliyiz, yaman savaşçılarız, ama emir senindir. Bak (dü­şün), neyi emredersen (onu yapalım) dediler». Ona itaat edip emrine ku­lak vereceklerini, ayrıca gerekirse savaşmaya da muktedir olduklarını bildirdiler. Fakat bu konuda en uygun olan kararı verme yetkisini de kendisine verdiler.

Belkıs'm görüşü, onlarınkinden daha sağlam ve daha kuvvetli idi. Mektubu gönderen Süleyman'ın asla karşı konulamayacak, emrine muhalefet edilemeyecek, oyuna getirilemeyecek ve mağlup edilemeye­cek bir hükümdar olduğunu bilmişti.

«Dedi ki: "Hükümdarlar bir ülkeye girdiler mi, orayı bozarlar. Hal­kının şereflilerini zelil (perişan) ederler. (Evet) böyle yaparlar".»

Belkıs, doğru görüşünü dile getiriyordu: Eğer bu hükümdar, bu memlekete gelip galip olursa yine yetki sizin aranızdan sadece bana ka­lacaktır. Yine kuvvetli hakimiyet, şiddet ve satvet benim üzerimde ka­lacaktır. «Ben, (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de bakayım elçiler ne ile dönecekler».

Belkıs, kendiliğinden bir jest yapmak istedi; memleketi ve halkı adına hediyeler ve armağanlar göndermek istedi. Fakat bilmiyordu ki, Süleyman peygamber onların hediyelerini kabul etmeyecektir. Onların mecburî ya da gönüllü olarak verdikleri hediyelerine iltifat etmeyecek­tir. Çünkü onlar kafirdirler. Süleyman'la ordusu, onları mağlup etmeye muktedirdir. Bu nedenledir ki; «(Elçi, hediyelerle) Süleyman'a gelince (Süleyman) dedi ki: "Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Al­lah'ın bana verdiği, size verdi erinden daha iyidir. Hediyenizle siz sevi­nirsiniz (ben değil)".»

Oysa bu hediye paketleri içinde çok kıymetli eşyalar vardı. Tefsirci-ler böyle derler.Sonra Süleyman peygamber, Belkıs tarafından kendisine gönderi­len elçilik heyetine, etrafındaki insanların huzurunda şöyle dedi: «"(Ey elçi), onlara dön (söyle); onlara, kendilerinin asla karşı koyamayacakla­rı ordularla gelirim ve onları hor ve hakir bir durumda oradan (sürer) çı­karırını."» Beni minnet altında tutmak isteyen kadın tarafından getir­miş olduğun hediyeleıinle birlikte geri dön. Çünkü benim yanımda Al­lah'ın verdiği bolca nimetler ve armağanlarla erkanım ve adamlarım vardır ki bunlar, o kadının yanında bulunanlardan daha çok ve daha ha­yırlıdırlar. Siz ki bunlarla sevinip iftihar etmektesiniz. Kendi ebnayı cinsinize karşı övünmektesiniz. «"Kendilerinin asla karşı koyamaya­cakları ordularla onlara gelirim."» Yani onların üzerine, karşı koyup kendilerini savunamayacaklan ve savaş anlayacakları bir ordu gönde­ririm. Onları horlanmış ve ezilmiş kimseler olarak memleketlerinden, mıntıkalarından kovacağım. Ar, utanç, horlanmışlık damgası altında

kalacaklardır.

Süleyman peygamberin bu haberi kendilerine ulaşınca çaresiz emri dinleyip itaat ettiler ve icabetine koştular. Belkıs'm maiyeti topluca em­re itaat edip boyun bükerek Süleyman peygamberin yanına geldiler. Onların gelmekte olduklarını duyan «Süleyman peygamber, kendi em­rine ram olmuş cinlere şöyle buyruk verdi: "Ey ileri gelenler, dedi. Onla­rın bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun tahtım bana getirebilir?". Cinlerden bir ifrit (kötü bir cin): "Sen, makamından kalk­madan önce ben onu sana getiririm, dedi. Bunu yapmaya gücüm yeter ve ben güvenilir (bir kimsey)im". Yanında kitaptan bir ilim bulunan kimse de (veziri Asaf İbn Barhiya yahut Hızır): "Sen, gözünü (açıp) yum­madan ben onu sana getirebilirim." dedi. (Süleyman), tahtı yanma yer­leşmiş görünce dedi: "Bu, Rabbimin lütfundandır. (Lütfuna) şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için şükretmiş olur; nankörlük eden de (bilsin ki) Rabbim müstağnidir. (O'nun şükrüne muhtaç değildir), çok kerem sahi­bidir". (Ve) dedi ki: "Onun tahtım tanınmaz hale getirin, bakalım tanı­yabilecek mi, yoksa tanıyamıyacak mı?". Melike gelince (ona): "Senin tahtında böyle mi?" dendi. "Tıpkı o, dedi, zaten bize daha önce bilgi veril­mişti ve biz Müslüman olmuştuk". Onu, Allah'tan başka taptığı, (bu za­mana dek tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi, inkar eden bir kavimden idi. Ona: "Köşke gir!" dendi. Köşkü (n zeminini)gö-rünce su sandı ve bacaklarını sıvadı. "O, sırçadan yapılmış cilalı şeffaf (bir zemin)dir" dedi. (Melike): "Rabbim, ben nefsime zulmetmişim. (Ar­tık) Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi Allah'a teslim oldum." dedi.» (en-Neml, 38-44.)

Süleyman peygamber, etrafındaki cinlerden kendisine Belkıs'in tahtını getirmelerini istedi. Belkıs, memlekette hükmederken o tahtın üzerinde otururdu. Belkıs yola çıkıp yanma gelmekte olduğundan dola­yı kendisi gelmeden tahtının getirilmesini istemişti. «Cinlerden bir ifrit (kötü bir cin): "Sen, makamından kalkmadan önce ben onu sana getiri­rim, dedi".» Yani sen, hüküm meclisinden kalkmadan önce ben o tahtı sana getiririm. Rivaj^ete göre Süleyman peygamber, sabahlan divan kurup İsrailoğullarının aralarında meydana gelen davaları ve Önemli işleri hallederdi. Dava meclisi, öğleye yakın nihayete ererdi. Bu tahtı kendisine getirmeyi taahhüt eden cin şöyle demişti: «"Bunu yapmaya gücüm yeter ve beı. güvenilir (bir kimsey)im".» Yani bu tahtı sana getir­meğe muktedirim. O tahtta bulunan ve sence çok kıymetli olan mücev­herleri de muhafaza etme hususunda güvenilir bir kimseyim.

«Yanında kitaptan bir ilim bulunan kimsede...» meşhur rivayete gö­re bu kimse, Süleyman peygamberin teyzesi oğlu Asaf b. Barhiya'dır, Bir rivayete göre ise bu, cinlerin inanmışlarından biri idi. Denildiğine göre bu, ism-i a'zâmı ezberlemişti. Bir başka rivayete göre ise bu kişi, İsrailoğullarmm bilginlerinden biri idi. Bunun, Süleyman'ın kendisi ol­duğunu söyleyenler de vardı ki, bu cidden garip bir rivayettir. Süheylî ise, bunun zayıf olduğunu söylemiştir. Bir diğer rivayete göre ise bu kişi, Cebrail'dir. Her kim olursa olsun, bu kişi: "Sen gözünü (açıp) yumma­dan ben onu sana getirebilirim." dedi. Yani sen gözünün görebildiği en uzak mıntıkaya bir adam gönderip de o adam sana geri gelmeden önce ben o tahtı sana getirebilirim.

Bazıları ise, ayet-i kerimenin şu manaya geldiğini söylemişlerdir: İnsanlar içinde bakıpta en uzakta gördüğün kimse sana gelip kavuşma­dan önce ben o tahtı sana getirebilirim.

Ya da bir tarafa bakarken gözünü yummadan önce ben o tahtı sana getirebilirim. Bu, ayet-i kerimenin ruhuna en yakın olan manadır.

«(Süleyman) tahtı yanma yerleşmiş görünce...» Belkıs'm tahtının bu kısa süre zarfında Yenıen'den Kudüs'e bir göz açıp yumma müddeti zarfında yanma gelip yerleşmiş olduğunu görünce dedi ki: «"Bu, Rabbi-min lütfundandır, (lütfuna) şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için (kendi yara­rına) şükretmiş olur. Nankörlük eden de (bilsin ki) Rabbim müstağni­dir. (Yani şükredenlerin şükrüne muhtaç değildir ve kafirlerin küfrün­den de mutazarrır olmaz)"».

Sonra Süleyman peygamber, yanma getirilen tahtın zinetlerinin değiştirilmesini ve tahtın bambaşka bir hale getirilmesini emretti ki Bellas'm akıl ve idrakini denesin. Bu nedenle dedi ki: «"Bakalım tanıya­bilecek mi, yoksa tamyamayacak mı?". Melike gelince (ona): "Senin tah­tında böyle mi?" dendi. "Tıpkı o, dedi".»

Bu sözler, Melike Bellas'm üstün zekalı ve yüksek idrakli olduğunu göstermektedir. Çünkü o burada bulunan tahtın Yemen'de ardı sıra bırakmış olduğu tahtının aynısı olacağını mümkün görmemişti. Fakat tahtını çok kısa bir müddet zarfında Yemen'den alıp Kudüs'e getirmeye muktedir olan ve bu garip san'atı yapabilecek bir zatın varlığım bilme-mişti. Yüce Allah, Süleyman peygamber ile kavmi hakkında haber vere­rek şöyle buyuruyor: «"Bize daha önce bilgi verilmişti. Ve biz Müslüman olmuştuk". "Onu, Allah'tan başka taptığı şeyler, (bu zamana dek tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü o, inkar eden bir kavimden idi.» Herhangi bir delile bağlı kalmadan ve bir hüccetin peşine takılmadan atalarıyla dedelerinin bilinçsizce secde etmekte oldukları güneşe tap­maları, onu bu zamana dek tevhid dinine girmekten menetmişti.

Süleyman peygamber, billurdan bir köşk yapılmasını emretmişti. Yapılan köşkün giriş kısmına su döktürmüş, suyun üzerini de camla ka­patmıştı. Üzeri camla kapatılan bu giriş kısmının altındaki suya balık-' larla diğer su hayvanlarını bırakmıştı. Süleyman peygamber, kendi tahtında oturmuş vaziyette iken Belkıs ve beraberindekilerinm, bu su­yun üzerinden geçerek köşke girmelerini emretmişti: «Köşkü(n zemini­ni) görünce su sandı ve bacaklarını sıvadı. "O sırçadan yapılmış cilalı şeffaf (bir zemin)dir." dedi. (Melike Belkıs): "Rabbim, ben nefsime zul­metmiştim. Artık Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi Allah'a teslim oldum."» dedi.

Rivayete göre cinler, Belkıs'm, Süleyman nazarmdaki görünümü­nü çirkinleştirmek istemişlerdi. Kıllı bacaklarını açtığında Süley­man'ın ondan nefret edeceğini düşünmüşlerdi. Onunla Süleyman'ın ev­lenmesinden korkmuşlardı. Çünkü anası cinlerden olduğu için Süleyman, kendilerine musallat olmuş ve emri altında kendilerini ça­lıştırmakta idi. Bazılarının anlattıklarına göre Belkıs'm tırnakları, hayvan tırnakları gibi idi. Fakat bu, zayıf bir rivayettir. Doğrusunu Al­lah bilir.

Ancak Süleyman, Belkıs'la evlenmek istediğinde onun bacakların-daki kılları nasıl gidereceğini düşündü. Bunu cinlere sordu. Cinler de ona ustura kullanmasını teklif ettiler. Fakat Belkıs, ustura kullanmaya yanaşmadı. Bunun üzerine cinler kendisine hamam otu yaptılar ve otu hamama bıraktılar. O da hamama girdi. Böylece hamama ilk giren o ol­du. Hamam otunu görünce elini attığında eli yanıp of dedi. Onu kullanıp faydalan amadan önce acı çekmeye ve inlemeye başladı.[39]

Sa'lebî ve diğerlerinin anlattıklarına göre Süleyman peygamber, Belkıs'la evlendikten sonra onu Yemende tahtında bıraktı. Hakimiye­tini ona tekrar verdi. Her ay onu bir kez ziyaret eder, yanında üç gün ka­lırdı. Sonra yine ülkesine dönerdi. Cinlere emir vererek Yemen'de onun için Gimdan, Salhin ve Beytun adlı üç köşk yaptırdı. Doğrusunu Allah bilir. îbn İshak'm bazı ilim erbabı ile Vehb b. Münebbih'den naklettiğine göre Süleyman peygamber, Belkıs'la evlenmemiştir. Aksine onu, He-medan meliki ile evlendirmiş ve Yemen'de tahtında bırakmıştır. Yuka­rıda bahsettiğimiz üç köşkü ona yaptırmıştır. Birinci rivayet daha meş­hur ve kuvvetlidir. Doğrusunu Allah bilir.

Konuyla ilgili olarak Cenâb-ı Allah, Sâd sûresinde şöyle buyurmak­tadır:

«Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. (Süleyman) ne güzel kul­du! O, (Allah'a) çok dönerdi. (Teşbih ederdi) Akşam üstü kendisine Safin (üç ayağı üzerinde durup bir ayağını tırnağının üstüne diken) süratli koşan (safkan Arap) atları gösterilmişti. "Ben, dedi. Mal sevgisini, Rab-bimi anmaktan (ötürü) tercih ettim". Nihayet (güneş) perdenin arkası­na gizlendi (battı). "Onları bana getirin" (dedi). Bacaklarını ve boyunla­rım (kılıçla) okşamaya başladı. Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik: Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra (bize) yöneldi: "Rabbim, dedi. Beni affet, bana benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülk ver. Çünkü, Sensin o çok lütfeden, sen!". Biz, rüzgarı ona boyun eğdirdik. Onun buyruğuyla, onun istediği yere yumuşak (yumuşak) akıp gidiyor­du. Ve şeytanları, her bir bina ustasını ve dalgıcı ve (kötülük yapmama­ları için) zincirlerle birbirine bağlanmış başka (şeytan)lan (yani cinleri veya isyancı kabileleri ona boyun eğdirdik).

"Bu, bizim insanımızdır. Artık dilediğine ver veya verme, hesapsızdır." (dedik). Onun, bizim yanımızda bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır" (Sâd, 30-40.)

Cenâb-ı Allah, Davud'a, Süleyman'ı armağan ettiğini anlatıyor. Sonra da onu överek şöyle diyor: «Ne güzel kuldu! O, (Allah'a) çok döner (teşbih eder)di». Yani o, Allah'a döner, ona itaat ederdi. Sonra da Cenâb-1 Allah onun, üç ayağı üzerinde durup bir ayağını tırnağının üstüne di­ken, süratli koşan safkan Arap atlarına neler yaptıklarım anlattı ve bu­yurdu ki: «(Süleyman) ben, dedi. Mal sevgisini, Rabbimi anmaktan (ötü­rü) tercih ettim". Nihayet güneş, perdenin arkasına gizlendi (battı)».

Bir rivayete göre de perdenin arkasına gizlenen şey, atlardır.

Süleyman dedi ki: «Onları (atları) bana getirin. Bacaklarını ve bo­yunlarını (kılıçla) okşamaya başladı». Bir rivayete göre ise bacaklarının ve boyunlarının terlerini sildi ve onları önüne katıp sürdü.

Fakat selef ulemasının çoğunluğunun görüşüne göre Süleyman peygamber, onların bacaklarını ve boyunlarım kılıçla vurmuştur. Çünkü onlarla meşgul olduğundan dolayı ikindi namazının vakti çıkıp güneş batmıştır. Bu, Ebu Talib oğlu Ali (r.a.) ile diğer bazı kimseler tara­fından rivayet edilmiştir. Kesin olan şu ki o, herhangi bir mazeret olmaksızın namazı kasden terketmiş değildir. Ancak bazı sebeplerden dolayı namazı ertelemesi onların şeriatlarına göre caizdir, denilebilir.

Cihad sebebi ile atlan kontrol etmek maksadıyla namazı tehir etmiştir, denilebilir.[40]

Âlimlerden bir grup, Peygamber Efendimiz'in Hendek savaşında ikindi namazını tehir ettiğini ve bunun da o zaman meşru olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak bu, bilahare salatü'1-havf (korku namazı) ile nesh edilmiştir. Şafii ve diğerleri böyle demişlerdir. Mekhul ile Evzaî demiş­ler ki: Hayır, bu gibi mazeretler nedeniyle namazı erteleme hükmü bu güne kadar da yürürlüktedir. Yani şiddetli bir savaş nedeni ile namazı

ertelemek caizdir.

Diğerleri demişler ki: Peygamber (s.a.v.)'in Hendek savaşında ikin­di namazını ertelemesi, unutma dolayısıyla olmuştur. Şu halde Süley­man peygamberin namazı ertelemesi de böyle olmuştur. Doğrusunu Al­lah bilir.ayet-i kerim esin deki zamirin atlara raci olduğunu, yani perdelenip gizlenen (batan) şeyin, güneş değil de atlar ol­duğunu söyleyenlere gelince bunlar derler ki:

ayet-i kerimesi şu manaya gelir:

«"Onları bana getirin." (dedi). Bacaklarını ve boyunlarını okşamağa başladı». Yani atların boyunlarmdaki ve bacaltlarındaki terleri sildi. İbn Cerir et-Taberî, bu görüşü benimsemiştir. Vâlibi'de böyle bir manayı, İbn Abbas'dan rivayet etmiştir. Çünkü Süleyman peygamber, herhangi bir suçları olmayan hayvanları öldürerek azaplandıracak bir kimse değildir.[41]

Ancak bu görüş üzerinde ihtilaf edilebilir. Çünkü atların bazı sebeb-lerle öldürülmeleri, onların dinlerinde caiz olmuş olabilir. Bazı âlimlerimizin de ileri sürdükleri bir fikre göre Müslümanların, davar ve diğer hayvanların kafirlerin eline geçmesinden korkmaları halinde ka­firlere azık olmaması maksadıyla öldürmeleri caizdir. Nitekim Mute savaşında Ebu Talib oğlu Cafer hazretlerinin kendi atını kesmesi de bu­na yorulabilir.

Ayet-i kerimede sözü edilen Süleyman'a ait atlar çok sayıda imişler. Bir rivayete göre 10.000 kadar imişler. Bir başka rivayete göre ise 20.000 kadarmışlar. Hatta 10.000 tanesi de kanatlı imiş.[42]

Ebu Davud, "Sünen" adlı eserinde, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini riva­yet eder: «Rasûlullah (s.a.v.), Tebük gazvesinden ya da Hayber gazve­sinden döndüğünde benim penceremde bir perde vardı. Rüzgar esince perde aralandı ve bana ait bazı oyuncaklar göründü. Rasûlullah dedi ki: "Ey Aişe, bu nedir?" Dedim ki: "Kızlanmdır." Rasûlullah, bu oyuncaklar arasında yamanmış kanatları bulunan bir at gördü. "Bu oyuncaklar arasında gördüğüm de nedir?" diye sordu. "Attır" dedim. "Şu üzerindeki nedir?" diye sordu. "İki kanattır." dedim. "İki kanadı olan at ha?" diye sordu. Ben de dedim ki: "Süleyman'ın kanatlı atları olduğunu sen hiç işitmedin mi?". Bu sözlerim üzerine Rasûlullah (s.a.v.) azı dişleri görü-nünceye kadar güldü.»[43]

Bazı âlimler dediler ki Süleyman peygamber, Allah için o atları ter-kedince Cenâb-ı Allah ona, o atlardan daha hayırlı bir şey verdi ki o da rüzgardı. Rüzgar, bir sabah bir ay müddetle; bir akşam da bir ay müd­detle esip giderdi. Nitekim ileride de bundan bahsedilecektir.

İmam Ahmed b. Hanbel, Beytullah'a çok seferleri olan Ebu Katade ile Ebu'd-Dehman'm şöyle dediklerini rivayet eder: Çölde bir adama uğ­radık. Bedevi olan o adam bize dedi ki: "Rasûlullah (s.a.v.) elimden tuta­rak, Aziz ve Celil olan Allah'ın kendisine öğrettiklerinden bir kısmını bana öğretti ve buyurdu İd: «Doğrusunu istersen Aziz ve Celil Allah'tan sakınmak maksadıyla birşeyi terk edersen, Cenâb-ı Allah mutlaka on­dan daha hayırlı olan birşeyi sana verir.»[44]

«Andolsun, biz Süleyman'ı imtihan ettik: Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra (bize) yöneldi.» (Sâd, 34.)

İbn Cerir ile İbn Ebi Hatîm ve diğer tefsirciler, bu ayetle ilgili olarak selef ulemasından birçok nakillerde bulunmuşlardır. Çoğunluğu ya da tamamı israiliyyattan alınma olan bu nakillerin ekserisinde şiddetli bir münkerlik vardır. Yani bunlar, kabul edilemez şeylerle doludurlar. İbn Kesir Tefsirimizde, bu konuda okuyucuların dikkatlerini çekmiştik. Burada ise sadece bunu nakletmekle yetindik. Bu konuda anlatılanla­rın hülasası şudur ki: Süleyman peygamber, tahtından kırk gün uzak­laşmış sonra da tahtına dönmüştür. Mescid-i Aksa'yı inşa etmekle em-rolunduğunda onu sağlam bir şekilde inşa ettirdi. Daha önce de söyledi­ğimiz gibi onun yaptığı, sadece o mescidi yenilemek ve onarmaktan iba­retti. Orayı ilk olarak mescid yapan, İsrail (Yakub) peygamberdir. Nite­kim bunu, Ebu Zerr'in şu sözünü naklederken de anlatmıştık. Ebu Zerr der ki: «Dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Yeryüzünde inşa edilen ilk mes­cid hangisidir?". Buyurdu ki: "Mescid-i Haram'dır". Sonra hangisidir Ya Rasûlallah? diye sordum. Buyurdu ki: "Beyt-i Makdis mescididir". Bu iki mescidin yapılışı arasında kaç senelik bir zaman geçmiştir? diye sor­dum. Buyurdu ki: "Kırk sene..."»

Bilindiği gibi Mescid-i Haram 'ı inşa eden İbrahim peygamberle Da-vud oğlu Süleyman peygamber arasında bırakınız kırk seneyi, 1000 se­neden daha fazla bir zaman vardır. Süleyman peygamber, Kudüs'teki Mescid-i Aksa'nm inşasını tamamladıktan sonra Cenâb-ı Allah'tan, kendisinden sonra hiç kimseye verilmeyecek bir mülk ve hükümdarlık dileğinde bulunmuştu. Bununla ilgili olarak İmam Ahmed b. Hanbel, Amr b. Ass'm oğlu Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

«Süleyman, Beyt-i Makdis'i inşa ettiğinde Rabbinden üç şey diledi. Rabbi ona ikisini verdi. Üçüncüsünün bize verileceğini ümit ederiz: Rabbinin hükmüne uygun bir hüküm kendisine vermesini dilemişti. Rabbi bunu ona verdi. Rabbinden, kendisinden sonra hiç kimseye veril­meyecek bir mülk (ve hükümdarlık) dilemişti. Rabbi bunu da ona verdi. Rabbinden her kim kendi evinden Mescid-i Aksa'da namaz kılmak mak­sadıyla çıkarsa günahlarından da, anasından doğduğu günkü gibi sıy­rılmasını nasib etmesini dilemişti. İşte Cenâb-ı Allah'ın bunu bize ver­miş olacağını ümit ederiz».

Cenâb-ı Allah'ın hükmüne muvank hükme gelince bununla ilgili olarak yüce Allah, Süleyman'ı ve babası Davud'u överek şöyle buyur­muştur:

«Davud ile Süleyman'a da (an); hani onlar toplumun davarının ya­yıldığı, bir ekin .hakkında hükmediyorlardı. Biz de onların hükümlerine şahit idik. Bunu (bu hükmü) Süleyman'a bellettik. Onların hepsine de hükümdarlık ve bilgi verdik.» ((el-Enbiyâ, 78-79.)

Kadı Şüreyh ile diğer bazı selef ulemasının anlattıklarına göre ayet-i kerimede geçen kavmin bir bağı varmış. Bir başka kavmin davarları ge­lip o bağda geceleyin yayılmışlar ve ağaçların tamamını yemişlerdi. Her iki kavimde Davud peygamberin yanına gelerek d av al aş mı şiardı. Davud peygamber, bağ sahibine bağının kıymetinin verilmesi yolunda hüküm vermişti. Dava sahipleri daha sonra Süleyman peygamberin ya­nına gittiklerinde onlara: "Allah'ın peygamberi Davud size nasıl bir hü­küm verdi?" diye sordu. Onlar da, şöyle şöyle hüküm verdi, dediler. Bu­nun üzerine Süleyman şöyle dedi: "Ama ben olsaydım oyunların bağ sahibine teslim edilmesi yolunda hüküm verirdim. Bağ sahibi koyunla­rı yanında tutup onların ürünlerini ve yapağılarım alıp bağının eksilen değerini telafi ederdi. Bilahare davarları sahiplerine teslim ederdi". Bu haber, Davud peygambere ulaşınca o da bu yolda hüküm verdi.

Buna yakın bir mesele olarak da Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerif de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Zamanın birinde iki kadın vardı. Bunların ikisinin de çocukları yanlarında idi. Bir ara kurdun biri saldırarak ikisinden birinin çocuğu­nu alıp götürdü. Alıp götürdükten sonra ikisi ortada kalan çocuk üzerin­de anlaşmazlığa düştüler. Büyük kadın dedi ki: Kurt senin çocuğunu ahp götürdü. Küçük kadın dedi ki: Hayır, kurt sşnin çocuğunu alıp gö­türdü.

Her ikisi de Davud peygamberin yanma giderek muhakeme oldular. Neticede Davud peygamber, ortadaki çocuğu büyük kadına verdi. Fakat bilahare her ikisi de Süleyman peygamberin yanına gittiler, o, kendilerine şöyle dedi: "Bana bir bıçak getirin ki çocuğu ikiye böleyim herbirinize yarısını vereyim". Süleyman'ın böyle demesi üzerine küçük kadın şöyle dedi: "Allah sana rahmet etsin. Bu çocuk, o kadınındır." As­lında çocuk kendisinin olduğu için analık şefkatinden dolayı küçük ka­dın böyle demişti. Böyle deyince de Süleyman peygamber çocuğu küçük kadına verdi.»[45]

Bu hükümlerin ikisi de onların şeriatlarına göre uygun olabilir. Fa­kat Süleyman'ın verdiği hüküm, tercihe daha şayandır. Bu sebeble Cenâb-ı Allah kendisine verdiği ilham sebebi ile Süleyman'ı Övmüş, ardı sıra da babası Davud'u methederek şöyle buyurmuştur:

«Onların hepsine de hükümdarlık ve bilgi verdik. Davud'a dağları ve kuşları boyun eğdirdik.Onunla beraber teşbih ediyorlardı. Biz (bunları) yaparız. Ona, sizi, savaşın şiddetinden korumak için zırh yapmayı öğretmiştik. Ama siz şükrediyor musunuz ki?" ({cl-Enbiyâ, 79-80.)

Bundan sonra da Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuş: «Süleyman'a da fırtınayı (boyun eğdirmiş tik)». Yani fırtına gibi esen şiddetli rüzgarları ve kasırgaları Süleyman'ın emrine ram etmiştik. «Onun emri ile içinde bereketler yarattığımız yere akıp giderdi. Biz herşeyi (yapmasını) bili­riz. Şeytanlardan, onun için denize dala(rak inciler çıkara)n ve bundan başka işler gören kimseleri de (onun emrine verdik). Biz onları onun için koruyor. (Onun emri altında tutuyor)duk.» ((ci-Enhiyâ, sı-82.)

«Biz, rüzgarı ona boyun eğdirdik. Onun buyruğuyla, onun istediği yere yumuşak (yumuşak) akıp gidiyordu. Ve şeytanları: her bina ustasını ve dalgıcı ve (kötülük yapmamaları için) zincirlerle birbirine bağlanmış başka (şeytan)lan (yani cinleri veya isyancı kabileleri ona boyun eğdirdik.) "Bu, bizim insanımızdır. Artık dilediğine ver veya ver­me, hesapsızdır" (dedik). Onun bizim yanımızda bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.» <sad, 36-40.)

Süleyman peygamber, Cenâb-ı Allah'ın rızasını talep ederek atlan terkedince, atların yerine Cenâb-ı Allah ona daha seri ve daha hızlı olan rüzgarı verdi, Rüzgar, atlara nisbetle daha güçlü ve daha muazzamdı. Ayrıca rüzgarın, atlar gibi ona yüklediği masraflar ve külfetler de yok­tu. «Onun buyruğuyla onun istediği yere yumuşak (yumuşak)akıp gidi­yordu». Yani rüzgarlar, onun dilediği beldelere akıp gidiyordu. Süley­man'ın tahtadan yapılma bir tahtırevanı vardı. Çok büyük ve genişti. İstediği bütün köşkleri, çadırları, atlan, develeri, yükleri, insi ve cinni adamları o tahtırevana yükleyebiliyordu. Ayrıca diğer hayvanlarla kuşları da oraya alabiliyordu. Bir sefere gitmek ya da gezintiye çıkmak veya herhangi bir düşman veya hükümdarla başka bir beldede savaş-

mak üzere ülkesinden aynldığında yukarıda saydığımız şeyleri tahtıre­vanına yükler; sonra da rüzgara buyruk verir; rüzgar, o tahtırevanın al­tına girerek yerden havaya doğru yükseltirdi. Semaya doğru iyice yük­seldikten sonra yumuşak rüzgarlara emir verir, tahtırevanı yavaş ya­vaş mesafe katederdi. Daha seri gitmek istediği zaman fırtınaya emir verir, fırtına onları daha hızlı götürürdü. ÖyleH sabahleyin Kudüs'den hareket ettiğinde akşama doğru bir aylık mesafe olan İstahr denen yere varırdı. Orada günün sonuna kadar bekler, sonra Kudüs'e aynı gün içe­risinde geri dönebilirdi. Nitekim bununla ilgili olarak Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:

"Süleyman'a da, sabah gidişi bir aydık mesafe), akşam dönüşü bir ay (lık mesafe) olan rüzgarı boyun eğdirdik ve onun için erimiş balan da kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izni ile cinlerden bir kısmı, onun Önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona alevli azabı tattınrckk. Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı. "Ey Davud ailesi, şükredin!". Kulla-nmdan şükreden azdır.» (es-Sebe1,12-13.)

Hasan Basrî dedi ki: Süleyman peygamber sabahleyin Şam'dan ha­reket eder, öğleye doğru İstahr denilen yere konaklar, orada öğle yeme­ğini yerdi. Akşama doğru oradan dönerek Kabil'de gecelerdi. Şam ile Is-tahr arası, bir aylık mesafedir. Yine istahr ile Kabil arası da bir aylık mesafedir.

Ben derim ki: Medeniyetlerden, şehir ve kentlerden bahseden kim­selerin anlattıklanna göre istahr kentini, Süleyman peygamber için cinler inşa etmişlerdir. Orada eskiden Türklerin memleketi vardı. Aynı şekilde diğer bazı beldeleri de örneğin Tedmür'ü, Kudüs'ü, Bab-ı Ciron ile Bab-ı Beridî de cinler Süleyman peygamber için inşa etmişlerdir. Bu son iki kent, bazı rivayetlere göre Şam'dadır.

Katade'nin anlattığına göre erimiş bakır kaynağı, Yemen'de idi. Bu kaynağı Cenâb-ı Allah, Süleyman peygamber için yerden fışkırttı. Süddî'nin anlattığına göre Süleyman peygamber oradan üçgün süreyle bütün binalanna yetecek kadar erimiş bakır aldı.

«Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlar­dan kim buyruğumuzdan sapsa ona alevli azabı tattmrdık». Yani Cenâb-ı Allah, cinleri, işçiler olarak Süleyman'ın emrine verdi. Gevşe­meden onun emrinde çalışırlardı. Buyruğunun dışına çıkmazlardı. Em­rine karşı gelenleri azaplandmp cezalandırırdı. Onun için güzel me­kanlar, kaleler ve duvarlarda resimlerle heykeller yaparlardı. Resim ve heykel, onların dinlerinde ve şeriatlannda caizdi. Onun için, geniş ha­vuzlan andıran büyük büyük leğenler ve kazanlar yaparlardı. Yaptık-lan kazanlar, yerde tesbit edilmiş ve yerinden oynamayan büyük ka­zanlardı.Bütün bu sayılan şeyler, insan ve hayvanlara yapılan iyiliklerle ih­san edilen yiyecekler cümlesinden sayıldıklarından ötürü Cenâb-ı Allah, şöyle buyurmaktadır: «Ey Davud ailesi, şükredin!. Kullarımdan şükreden azdır.»

Bir başka ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: «Ve şeytanları da. Her bina ustası ve dalgıcı ve (kötülük yapmamaları için) zincirlerle birbirine bağlanmış başka (şeytan)lan (yani cinleri ve­ya isyancı kabileleri), ona boyun eğdirdik.» Yani bu cinlerin bir kısmı, inşaat yapmak üzere Süleyman'ın emrine verilmişti. Bazı cinlere de içindeki cevherlerle incileri çıkarmaları için suya dalmayı emrediyor­du.

«Ve (kötülük yapmamaları için) zincirlerle birbirine bağlanmış baş­ka (şeytan)ları (yani cinleri veya isyancı kabileleri), ona boyun eğdirdik.» Yani bunlar Süleyman'a isyan etmişler, dolayısıyla ikişer iki­şer zincirlerle bukağılara vurulmuşlardı. Bütün bu emrine verilmiş şeyler, kendisinden sonra kimseye verilmeyecek olan ve kendisinden önce de hiç kimseye verilmemiş olan tam bir hakimiyet ve saltanatın ge­reklerinden di.

Buharı, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Peygamber (s.a.v.) Efendi-miz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: «Dün namazımı kesmek için cin­lerden bir ifrit bana tükürdü. Cenâb-ı Allah onu yakalamayı bana nasib etti. Onu yakaladım. Mescidin direklerinden birine bağlamak istedim ki, hepiniz ona bakasınız. Fakat sonunda kardeşim Süleyman'ın şu dua­sını hatırladım: «Rabbim beni affet, bana, benden sonra hiç kimseye na­sib olmayan bir mülk (hükümdarlık) ver.» Bunun üzerine onu hakir va­ziyette kovdum.»[46]

Müslim, Ebu Derda'nm şöyle dediğini rivayet eder: «Rasûlullah (s.a.v.) namaza durdu, onun şöyle dediğini işittik: «Senden Allah'a sığı­nırım. Allah'ın laneti ile seni lanetlerim.» Bu cümleyi üç kez tekrarladı, sonra da birşeyi tutar gibi elini uzattı. Namazı tamamladıktan sonra dedik ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, daha önce senden duymadığımız birşeyi namazda söylediğini işittik. Ve elini uzattığını da gördük." Bize şöyle dedi: "Allah'ın düşmanı İblis, ateşten bir kor getirmişti ki yüzüme atsın. Ben de ona şöyle dedim: Senden Allah'a sığınırım. Bunu üç kez söyle­dim. Sonra şöyle dedim: Seni Allah'ın tam laneti ile lanetlerim. Üç kez söylediğim halde geri kaçmadı. Onu yakalamak istedim. Vallahi karde­şimiz Süleyman'ın duası olmasaydı İblis burada bağlanmış olacaktı ki Medine halkının çocukları onunla oynayacaklardı.»[47]

İmam Ahmed b. Hanbel, Süleyman'ın mabeyncisi Ebu Ubeyd'in şöyle dediğini rivayet eder: Ata b. Yezid el-leysî'nin namaza durduğunu gördüm. Önünden geçmek istedim, ama beni geri çevirdi. Sonra da şöyle dedi: Ebu Said el Hudrî'nin bana anlattığına göre «Resûlullah (s.a.v.) sabah namazına durmuştu. Ben de ona tâbi olmuştum. Namazda kıra­atte bulunuyordu. Ama kıraatini şaşırdı. Namazı tamamladıktan sonra şöyle dedi: "Beni gördünüz mü, İblis önüme düştü. Ben onu boğacaktım. Öyleki salyasının soğukluğunu şu iki parmağımın (baş parmakla işaret parmağını göstererek) arasında hissettim. Kardeşim Süleyman'ın dua­sı olmasaydı İblis, mescidin direklerinden birine bağlanmış olacaktı ki Medine'nin çocukları onunla oynayacaklardı (Namaz kılmakta olduğu­nuz zaman) sizinle kıble arasına bir kimsenin girmesini önleyebiliyor-samz önleyin."»[48]

Seleften bazılarının anlattıklarına göre Süleyman peygamberin 1000 zevcesi varmış, bunların 700'ü hür, 300'ü de cariye imiş. Bazı riva­yetlere göre ise 300'ü hür, 700'ü cariye imiş. Bu kadınlardan hepsinden de şehevî bakımdan yararlanma gücüne sahipmiş.

Buharı, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber Efendimiz buyurdular ki:

«Davud oğlu Süleyman dedi ki: «Ben bu gece yetmiş zevcemle ilişki­de bulunacağım ve her birisi Allah yolunda cihad edecek olan bir mücahide hamile kalacaktır." Arkadaşı ona, inşaallah, dedi. Ama o, de­medi. Bunun üzerine zevcelerinden hiçbiri, hamile kalmadı (sadece bi­risi, yarı kısmı kopmuş olan bir düşük yaptı. Peygamber Efendimiz bu­yurdular ki: «Eğer (inşaallah) deseydi, çocuklarının hepsi Allah yolun­da cihad edeceklerdi.»[49]

Ebu Ya'lâ, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Davud oğlu Süleyman dedi ki: Bu gece ben 100 karımla ilişkide bulunacağım. Onlardan her biri, bir erkek çocuk doğu­racaktır. O çocuklar Allah yolunda kılıçla cihad edeceklerdir." Fakat böyle derken inşaallah demedi ve o gece 100 karısıyla ilişkide bulundu, onlardan hiçbiri çocuk doğurmadı, ancak içlerinden birisi, yarım bir in­san doğurdu.»

Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: «Eğer inşaallah deseydi, karıların­dan her biri, Allah yolunda kılıçla savaşacak bir erkek çocuk doğurur­du.»[50]

İshak b. Bişr, Ebu Hm-eyre'nin şöyle dediğini rivayet etti: Davud oğ­lu Süleyman'ın 400 zevcesi ve 600 cariyesi vardı. Bir gün şöyle dedi: «Bu gece 1000 karımla ilişkide bulunacağım ve her birisi, Allah yolunda ci­had edecek olan bir savaşçıya hamile kalacaktır.» Böyle derken inşaal­lah demedi. Ve geceleyin bütün hammlanyla cinsel temas kurdu, onlardan hiçbiri hamile kalmadı. Ancak içlerinden sadece biri, yarım bir in­san doğurdu.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdular: «Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki Süleyman, eğer inşallah deseydi, dediği şekilde savaşçı çocukları doğar ve hepsi de Aziz ve Celil olan Al­lah yolunda cihad ederlerdi.»

Süleyman peygamberin devleti geniş, askeri çok ve çeşitli, hakimi­yeti de muazzamdı. Kendisinden ne önce ne de sonra hiç kimseye böyle birşey verilmiş değildi. Nitekim buyurmuş ki: «Ve bize her şeyden (bolca bir pay) verildi.» "Rabbim", dedi, beni affet, bana, benden sonra hiç kim­seye nasib olmayan bir mülk (hükümdarlık) ver. Çünkü sensin o çok lüt­feden, sen!» Evet doğru ve tasdik edilen Kur'ân'm ifadesiyle de belirtil­diğine göre bu hükümdarlığı ve gereklerini, Cenâb-ı Allah Süleyman peygambere vermiştir. Cenâb-ı Allah, ona verdiği eksiksiz nimetlerle bahşettiği muazzam ihsanları anlatırken şöyle buyurmuştur: «Bu,bi-zim insanımızdır. Artık dilediğine ver veya verme, hesapsızdır.» Yani bu mal ve servet üzerinde dilediğin gibi tasarrufta bulunabilirsin. Her ne yaparsan yap, Cenâb-ı Allah onu sana caiz kılmıştır. Bu hususta seni sorguya çekmeyecektir.

Bu, nebi ve hükümdar olan kimsenin özelliğidir. Ama kul ve rasûl olan kimsenin özelliği bundan farklıdır. Kul ve rasûl olan, ancak bu hu­susta Allah'ın kendisine izin vermesi üzerine başkalarına mal verebilir. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun. Peygamber Efendimiz de bu iki makam hususunda seçme hakkına sahip kılınmıştı. O, kul ve rasûl ol­mayı tercih etmişti. Bazı rivayetlerde nakledildiğine göre o hangi maka­mı tercih edeceği hususunda Cebrail ile istişarede bulunmuştu. Cebra­il, ona mütevazi olmasını tavsiye etmişti. O da kul ve rasûl olmayı tercih etmişti. Allah'ın salat-ü selamı onun üzerine olsun. Ondan sonra hilafet ve hükümdarlığı Cenâb-ı Allah, kıyamete dek onun ümmetine vermiş­tir. Kıyamet kopuncaya dek onun ümmetinden bir grup mutlaka başta bulunacaktır. Övgü ve minnet Allah'adır.

Cenâb-ı Allah, peygamberi Süleyman (a.s.)'a bahşettiği dünya ma­lını ve servetini anlatırken ahirette onun için hazırlamış olduğu bol se­vap ve güzel mükafat ile ilahi büyük ikramları da kendisine hatırlatmış ve bu hususta dikkatini çekmişti. Evet kıyamet gününde Cenâb-ı Allah ona büyük ikramlarda bulunup kendisine yakın bir makamda buluna­caktır. Bununla ilgili olarak yüce Rabbimiz, Süleyman peygamber hak­kında şöyle buyuruyor: «Onun, bizim yanımızda bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.» [51]

 

Hz. Süleyman'ın Vefatı Ve Hükümdarlığı

 

Allah Teâlâ buyurdu ki:

«(Süleyman'ın) Ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Kurdun yemesiyle değ­nek çürüyüp de ona dayalı duran Süleyman) yıkılınca (onun Öldüğü an­laşıldı ve) anlaşıldı ki eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azab içinde kalmazlardı.» (SeW, 14.)

îbn Cerir ile İbn Ebi Hatîm, İbn Abbas'dan rivayet ederek Peygam­ber (s.a.v.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemişlerdir: Allah'ın peygamberi Süleyman, namaz kılarken önünde bir ağacın bittiğini gör­dü. Ona, senin adın nedir? diye sordu. Ağaç da kendisine bir şeyler söy­leyerek cevap verdi. Süleyman, sen ne içinsin? diye sordu. Ağaç, eğer sa­dece dikilmek için ekilmişse onu bildirirdi. Eğer bir ilaç olmak için ekil-misse onu da bildirirdi. Günün birinde yine namaz kılarken önünde bir ağaç gördü. Ağaca, senin adın nedir? diye sordu. Ağaç da benim adım Harub'dur, diye cevap verdi. Süleyman, sen ne içinsin? diye sordu. Ağaç, bu beyti yıkmak içinim dedi. Süleyman şöyle dedi: Allahım, cinlerin gaybı bilmediklerini insanlar Öğrensinler, diye benim Ölümümü cinler­den gizle. Sonra Süleyman peygamber, o ağacı bir değnek haline getirdi, bir yıl müddetle ona dayandı. Cinler de onun emrinde çalışmaktaydılar. O esnada değneğe dayalı vaziyette iken Süleyman peygamber vefat etti. Öte yandan bir kurtçuk ta gelip değneği kemirmeye başladı. Nihayet değnek aşınınca Süleyman peygamberin cesedi yere düştü. İnsanlar da bildiler ki; eğer cinler gaybı bilselerdi, Süleyman'ın ölümünü anlayacak ve bu can yakıcı azap içinde bir yıl müddetle beklemiyeceklerdi. Süley­man'ın Ölümü üzerine cinler, değneğin ucunu kemiren kurtçuğa teşek­kür ettiler ve ona daha önceleri de su getirirlerdi.»[52]

Süddî, İbn Abbas ile bir grup sahabeden naklederek şöyle der: Sü­leyman peygamber, bir iki sene,bir iki ay, ya da bundan daha az veya da­ha çok müddetle Beyt-i Makdis'de itikafa çekilirdi. Yiyeceği ve içeceği, yanına götürülürdü. Vefat edeceği zaman son olarak oraya girdi. Orada ibadetle meşgul iken her gün mutlaka sabahleyin bir ağaç biterdi. Sü­leyman peygamber, ağacın yanma giderek ona adını sorar, ağaç da adı­nın ne olduğunu ona bildirirdi. Eğer sırf ekilmek için ekilmişse, onu bil­dirirdi. Ya da ilaç maksadıyla ekilmişse, onu da açıklardı. Ben, şu mak­satla ekildim, derdi. Nihayet günün birinde bir ağaç bitmişti ki ona, Harub adı verilmişti. Süleyman peygamber ona, senin adın nedir, diye sorunca ağaç, benim adım Harub'dur, dedi. Süleyman peygamber, sen ne için bittin? diye sorunca ağaç, "Şu mescidi yıkmak için bittim." dedi. Süleyman da şöyle dedi: Ben hayatta iken Cenâb-ı Allah bu mescidi yıkmayacaktır. Benim ölümüm ve bu mescidin harap olması senin yü­zünden olacaktır.

Böyle diyerek ağacı söküp kendine ait bir bahçeye dikti. Sonra mih­raba girerek değneğine dayalı vaziyette namaz kıldı ve vefat etti. Vefat ettiğini şeytan bilmedi. Bu vaziyette iken cinler onun için çalışıyorlar ve durmadan mesailerini sürdürüyorlardı. Süleyman'ın çıkıp kendilerini cezalandıracağından korktukları için işlerini devam ettiriyorlardı. Şey­tanlar ve cinler, mihrabın etrafında toplanıyorlardı. Süleyman'ın iba­det etmekte olduğu mabedin önünde ve arkasında ışık pencereleri var­dı. Oradan çıkmak isteyen şeytan şöyle diyordu: Eğer burdan girip diğer pencereden çıkarsam dövülmez miyim?

Böyle diyerek diğer taraftaki pencereden çıkmak üzere bu taraftaki pencereden içeri girdi. İçeri giren şeytan, karşı taraftaki pencerenin önüne gitmekte iken mihrapta bulunan Süleyman'a bakamadı. Baktığı takdirde yanacağını biliyordu. Ama Süleyman'ın sesini de işitmedi. Ge­ri döndü, yine Sülayman'm sesini işitmedi. Tekrar geri döndüğünde mescidin içine düştü, kendisi de yanmadı. Süleyman'a baktığında, cese­dinin ölü olarak yere düşmüş olduğunu gördü. Dışarı çıkıp insanlara, Süleyman'ın öldüğünü haber verdi. Onlar da kapıyı açıp içeri girdiler ve Süleyman'ın cesedini dışarı çıkardılar. Dayalı olduğu değneğin kurtçuk tarafından kemirilmiş olduğunu gördüler. Süleyman'ın ne zaman vefat ettiğini bilemediler. Değneğini yere koyup kurtçuğu, ucuna getirdiler. Kurtçuk bir gün bir gece süreyle onu kemirdi. Sonra da değneğin aslın­dan ne kadar kemirildiğini, o bir gün ve bir gecelik kemirilme miktarına kıyaslayarak Süleyman'ın bir yıl Önceden vefat ettiğini hesapladılar. Süleyman'ın ölümünden sonra bir yıl müddetle onun için çalışmışlardı. Böyle olunca da insanlar iyice anladılar ki, cinler yalan söylüyorlar. Eğer gaybı bilselerdi, Süleyman'ın ölümünü de bilirler ve bir yıl müd­detle onun işinde çalışmazlardı. Zahmet çekip yorulmazlardı. Şu ayeti kerime bunu açıklıkla ortaya koymaktadır.

«Onun (Süleymanm) Öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kur­du gösterdi. (Kurdun yemesiyle değnek çürüyüp de ona dayalı duran Süleyman) yıkılınca (onun öldüğü anlaşıldı ve) anlaşıldı ki eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.» (Sebe1,14.)

Süddî der ki: Böylece cinlerin durumu insanlar tarafından anlaşıldı ki onlar yalan söylüyorlar. Ayrıca şeytanlar da Süleyman'ın değneğini kemiren kurtçuğa şöyle demişlerdi: Eğer sen yiyecek yiyorsan, sana yi­yeceklerin en güzelini ve en lezzetlisini getiririz. Eğer içecek içiyorsan, sana içeceklerin en nefisini getiririz. Fakat sana su ve çamur taşırız.

Ravi der ki: «Şeytanlar kurtçuğa her nerede olursa olsun su ve ça­muru taşıyorlardı. Görmezmisiniz ki ağacın içindeki çamuru şeytanlar ona teşekkür için taşımaktadırlar.» Bu, ne doğrulanan, ne de yalanla­nan israiliyattandır.

Ebu Davud, "Kitabü'l Kader"de şöyle bir rivayette bulunur: Davudoğlu Süleyman peygamber, ölüm meleğine şöyle dedi: Ruhumu teslim alacağın zaman bana önceden bildir de bileyim.

Ölüm meleği dedi İd: Ben senin canım ne zaman alacağımı bilemem. Sen ne kadar biliyorsan ben de o kadarını biliyorum. Ancak bazan bana bir mektup verilir. O mektubun içinde kimin canım alacaksam adları

yazılıdır.

Asbağ b. Ferec ile Abdullah b. Vehb, Abdurrahman b. Zeyd b. Es-lem'in şöyle dediğini rivayet ederler: Süleyman peygamber, ölüm mele­ğine şöyle dedi: Canımı almakla emrolunduğun zaman bana haber ver. Günün birinde ölüm meleği Süleyman'a gelerek şöyle dedi: Ey Sü­leyman, senin canını almakla emrohmdum. Kısa bir anın kaldı.

Bunun üzerine Süleyman peygamber, şeytanlarla cinleri çağırdı. Kendisi için billurdan bir köşk yapmalarını emretti. Onlar da kapısı ol­mayan, billurdan bir köşk inşa ettiler. Süleyman kalkıp namaza durdu ve değneğine dayandı. Fakat buna rağmen ölüm meleği kapısı olmayan o billur köşkün içine girerek, değneğine dayalı vaziyette duran Süley­man'ın ruhunu teslim aldı. Süleyman ölüm meleğinden kaçmak için o köşkü inşa ettirmiş değildi.

Cinler onun sağ olduğunu zannederek huzurunda çalışmaktaydı­lar. Cenâb-ı Allah'ın gönderdiği bir kurtçuk değneğinin ucunu kemir­meye başladı. Değneğin içi boşalınca, Süleyman yere düştü. Cinler bunu görünce dağılıp gittiler. Onların gayptan haberleri olmadığını, şu ayet-i kerime ifade etmektedir: «Onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Kurdun yemesiyle değnek çürüyüp de ona dayalı du­ran Süleyman) yıkılınca (onun öldüğü anlaşıldı ve) anlaşıldı ki eğer cin­ler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.» (Sbbe',14.) Asbağ dedi ki: Başkalarından aldığım habere, göre Süleyman pey­gamber, değneğine dayalı olarak ölü vaziyette bir yıl süreyle bekledi. Kurtçuk, onun değneğinin içini kemirmekte idi. Nihayet yere düştü.

Selef ulemasıyla diğerlerinden de buna benzer sözler nakledilmiş­tir. Doğrusunu Allah bilir.

Ishak b. Bişr, Zührî ile diğerlerinden naklederek şöyle der: Süley­man (a.s.), elli iki sene yaşadı. Hükümdarlığı kırk sene sürdü. İbn Ab-bas'dan nakledildiğine göre onun hükümdarlığı yirmi sene sürmüştür. Doğrusunu Allah bilir. İbn Cerir'in dediğine göre Süleyman b. Davud'un ömrü, elli küsur sene olmuştur.[53]

Süleyman peygamber, hükümdarlığının dördüncü senesinde Mes-cid-i Aksa'nın inşasına başlamıştır. Bundan sonra da onyedi sene sürey­le hüküm sürmüştür. Kendisinin vefatından sonra îsrailoğullarının ha­kimiyetleri sarsılmış ve memleketleri dağılmıştır. [54]

 

Davud Ve Süleyman Peygamberden Sonra Gelmiş Olan Beni İsrail Peygamberleri

 

Bunlardan birisi, Şa'ya b. Emsiya'dır. Muhammed b. îshak'ın anlat­tığına göre Şa'ya, Zekeriyya ile Yahya peygamberden öncedir. Ona, ken­disinden sonra İsa ve Muhammed adında iki peygamberin geleceği müj-delenmiştir. Onun zamanında İsrailoğullanna, Kudüs taraflarında Hazkıya adındaki bir hükümdar hükmedermiş. Bu hükümdar, Şa'ya'ya itaat eder, emri dışına çıkmaz, yasaklarına riayet edermiş. O zaman İsrailoğullanna büyük felaketler gelmiş. Nihayet Hazkıya adındaki hükümdar hastalanmış, ayağında büyük bir çıban baş göstermişti. O zaman Senharib adındaki Babil hükümdarı, Beyt-i Makdis'e hücum et­mişti, îbn İshak'm anlattığına göre Senharib'in emri altında 1000 san­cak vardı.

Senharib'in saldırısı karşısında insanlar şiddetli bir paniğe kapıldı­lar. Hazkıya adındaki hükümdar, Şa'ya'ya müracaat ederek; "Senha­rib'in durumu hakkında Allah sana ne vahyetti?" diye sordu. Şa'ya'da şöyle cevap verdi. "Onlar hakkında bana henüz bir vahiy gelmedi."

Sonra Şa'ya'ya vahiy gelerek şöyle buyruk verildi: "Hükümdar Haz­kıya, vasiyetini yapsın ve hükümdarlığa dilediği birini halef tayin etsin. Çünkü onun eceli yaklaşmıştır!"

Hazkıya, bu vahyi haber aldığında kıbleye yönelerek namaza dur­du. Teşbih ve duada bulundu. Aziz ve Celil Allah'a tazarruda bulunarak halis bir kalble tevekkül ve sabırla ağlayarak şöyle dedi: "Ey rablerin rabbi ve ilahların ilahı olan Allah'ım. Ey Rahman ve Rahîm olan Rab-bim. Ey kendisine uyku ve dalgınlık gelmeyen Allah'ım, İsrailoğullanna yaptığın iyilikler ve güzel yargılannla beni hatırla. Mutlaka bütün bun­lar senden olmuştur. Benim nefsimi, sen benden daha iyi bilirsin. Gizli­mi de açığımı da bilirsin."

Cenâb-ı Allah, onun bu duasına icabet edip kendisine merhamette bulundu ve Şa'ya'ya şöyle vahyetti: "Ona müjde ver ki; Cenâb-ı Allah, ağlamasından dolayı merhamete gelmiş ve ecelini de onbeş sene süreyle te'hir etmiştir. Onu, düşmanı olan Senharib'den kurtarmıştır." Şa'ya peygamber bu müjdeyi ona verince, Hazkıya'daki acılar gitti. Hüzün­den kurtuldu ve secdeye kapanarak şöyle dedi: "Allah'ım, sensin mülkü' dilediğine veren. Yine sensin dilediğinden alan. Dilediğini aziz kılar, di­lediğini zelil edersin. Sen görüneni de görünmeyeni de bilirsin. Evvel sensin, âhir sensin. Zahir sensin, bâtın sensin. Darda kalmışların dua­sına icabet eden ve onlara merhamette bulunan yine sensin."

Başını kaldırdığında Cenâb-ı Allah, Şa'ya'ya şöyle vahyetti: Hazkı-ya'ya de ki; İncir suyunu alıp yarasının üzerine koysun. Böyle yaparsa yarası iyileşir.

Hazkıya, bu emri yerine getirdi. Yarası iyileşti ve şifa buldu.

Cenâb-ı Allah, Senharib'in askerlerine ölüm gönderdi. Hepsi helak oldular. Sadece Senharib ile beş arkadaşı sağ kaldılar. Bunlardan biri de Buhtunasr (Nabokodo Nasser) idi. Israiloğullarının hükümdarı, adam göndererek onlan yakalatıp zincire vurdurdu. Hepsini rezil-rüs-vay etmek maksadıyla ülkede zincirler ve bukağılar içinde dolaştırdı. Onlan tahkir etti. Bu işkenceleri yetmiş gün devam etti. Bunlardan herbirine günlük olarak iki arpa ekmeği veriyor, sonra da onları zinda­na bırakıyordu. Cenâb-ı Allah, Şa'ya'ya vahiy göndererek îsrailoğulla-nnın hükümdanna şu emri vermesini buyurdu: Onlan ülkelerine gön­dersin ki kavimlerim, başlarına gelen musibet karşısında uyanp kor­kutsunlar.

Bunlar serbest bırakılıp memleketlerine geri döndüklerinde Sen­harib, kavmini toplayarak başlarına gelen musibeti onlara haber verdi. Büyücülerle kahinler, ona şöyle dediler: Biz sana onlann rableri ile pey­gamberleri hakkında bilgi vermiştik, ama sen bize itaat etmedin. Onlar öyle bir ümmettirler kî, rablerinin sayesinde hiç kimse onlarla başedemez.

Senharib, kendilerine Allah'ın daha önce bildirdiği eziyetleri yaptı.

Sonra da yedi yıl daha yaşayarak öldü.

îbn İshak der ki: İsrailoğullannın hüküm dan Hazkıya vefat edince işleri karıştı, kötülükleri çoğaldı. Cenâb-ı Allah, Şa'ya'ya vahiy gönder­di.

O da bu vahiy üzerine kalkıp kendilerine nasihatta bulundu. Layıkı veçhiyle Allah hakkında kendilerine bilgi verip onlan, Allah'ın azap ve ikabına karşı uyardı. Muhalefet edip yalanladıklan takdirde Allah ta­rafından azaplandırılacaklannı onlara bildirdi. Va'z-u nasihatim ta­mamladıktan sonra îsrailoğulları, onu öldürmek maksadıyla üzerine saldırdılar. Onlardan kaçarak bir ağacın arkasına saklandı. Ağaç yarı­lıp içine girdi. Fakat Şeytan kavuşarak elbisesinin ucunu tutuverdi. Sonra da onu çekerek halka gösterdi. Bunu gören îsrailoğulları, bir tes­tere getirerek tepe noktasından başlayıp ağacı biçmeye başladılar. Ta­bii ki bu arada ağacın içinde bulunan Şa'ya peygamberi de biçtiler. «Doğrusu, hepimiz Allah'a aidiz ve ona geri döneceğiz.»1 (1) îslamî kaynaklarda bu olayın mesnedi yoktur. Bu, israiliyattandır. [55]

 

İsrailoğullarının Peygamberlerinden Bîr Diğeri: Yakub Oğlu Lavi Torunlarından Ermiya B. Halkiya'(A.S.)

 

Rivayete göre bu Hızır'dır. Bunu İbn Abbas'dan Dahhak rivayet et­miştir İd, garip ve sahih olmayan bir rivayettir.

İbn Asakir der ki: Bazı eserlerde nakledildiğine göre Ermiya b. Hal-kiya, Zekeriyya oğlu Yahya'nın fokurdamakta olan kanının üzerinde durdu. Bu olay, Şam'da cereyan ediyordu. Kana şöyle seslendi: "Ey kan, insanları fitneye düşürdün. Artık dur." Onun bu emri üzerine kan du­rup yerin dibine çekildi ve artık göze görünmez oldu.

Ebu Bekir Ebiddünya, Abdullah b. Abdurrahman'm şöyle dediğini rivayet eder: Erviya şöyle demişti: "Ey Rabbim, kullarının hangisi sana daha çok sevimlidir?" Allah buyurdu ki: «Beni en çok zikredenler, «Be­nim zikrimle meşgul olanlar ve yaratıkları akıllarına getirmeyenlerdir. Onlara fanilerin vesveseleri gelmez. Baki kalmayı kendi içlerinde kur­mazlar. Kendilerine dünya yaşantısı sunulduğu zaman onu terkeder-ler. Dünya maişeti kendilerinden kaybolduğu zaman sevinirler. İşte ben, onlara sevgi ve muhabbetimi vermişimdir. Onlara gayelerinin üs­tündeki şeyleri bahşetmişimdir.»[56]

 

Beyt-Î Makdis'în Harap Oluşu

 

Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«Biz Musa'ya kitap verdik ve onu İsrailoğullarma "Benden başka. bir vekil tutmayın!" diye bir kılavuz yaptık. Ey Nuh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızın çocukları! Doğrusu o (Nuh), çok şükreden bir kuldu. (Siz de atanız gibi olun). Kitab'da İsrailoğullarma şu hükmü verdik: «Siz o ülkede iki kere fesad çıkaracaksınız ve büyük bir yükselişle yük­seleceksiniz (çok kabarıp kibredeceksiniz). Birincisinin zamanı gelince üzerinize güçlü, kuvvetli kullarımızı gönderdik. Evlerin aralarına girip (sizi) araştırdılar. Bu, yapılması gereken bir vaad idi. Sonra tekrar size, onları yenme imkanı verdik ve sizi mallarla, oğullarla destekledik ve sa­vaşçılarınızı çoğalttık. İyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursu­nuz. Kötülük ederseniz, o da kendi aleyhinizedir. Sonuncu (baş kaldır­ma) m (zı) n (cezalandırılma) zamanı gelince (yine öyle kullar gönderi­riz) ki, yüzlerinizi kötü duruma soksunlar (üzüntüden suratlarınızın asılmasına sebeb olsunlar) ve ilk kez girdikleri gibi yine mescide (Ku­düs'e) girsinler ve ele geçirdiklerini mahvetsinler. (Bundan sonra) belki Rabbiniz size acır, ama siz (bozgunculuk yapmaya) dönerseniz, biz de (sizi cezalandırmağa) döneriz. Cehennemi, kafirler için kuşatıcı (bir zindan) yapmışızdır!» (ci-Isra, 2-8.)

Vehb b. Münebbih dedi ki: Cenâb-ı Allah, İsrailoğullarımn peygam­berlerinden Ermiya peygambere, halkı arasında masiyetler görülmeye başladığında şöyle vahyetti: Git, halkının arasında duruver ve onlara haber ver ki; onların kalbleri vardır ama hakikatleri anlamazlar; onla­rın gözleri vardır ama hakikatleri görmezler; onların kulakları vardır ama hakikatleri işitmezler. Ben onların ata ve dedelerinin iyiliklerim hatırladığım için onlara şefkat ettim ve onları azaplandırmak isteme­dim. Onlara sor bakalım, bana yaptıkları taatin sonucunu nasıl buldu­lar? Bana isyan edenlerden herhangi bir kimse, bana yaptığı itaatsizlik­ten dolayı mutlu olmuş mudur? Bana itaat edenlerden de her hangi biri, bana yaptığı taatten dolayı mutsuz olmuş mudur? Hayvanlar bile barın­dıkları yerleri hatırlar ve oraya doğru giderler. Bu millet te, ata ve dede­lerine ikramda bulunduğum hususları unuttular. Üstünlük ve şerefi, başka yerlerde aradılar. Bilginlerine gelince, bunlar hakkımı inkar etti­ler. Kurralarına gelince, bunlarda benden başkasına taptılar. Abidleri ise bildiklerinden yararlanmadılar. Yani ilimleriyle amel etmediler. Yöneticilerine gelince, onlar da bana ve peygamberlerime karşı inkarcı oldular. Kalblerinde hile ve desise sakladılar. Dillerini de yalana alıştır­dılar. İzzet ve celalime andolsun ki, onların üzerlerine öyle bir nesil gön­dereceğim ki, onların dillerini anlamıyacak, simalarını tanımayacak, ağlaşmaları nedeniyle de merhamete gelmiyeceklerdir. Bulut yığınları kadar çok askeri bulunan ve geniş yolları doldururcasma alayları bulu­nan, zorba ve katı bir hükümdarı üzerlerine s aldırtacağım. Onun bay­raklarının dalgalanışı, kartalların uçuşunu andıracaktır. Süvarileri, kartallar gibi saldıracaktır. Şen ve mamur yerleri harap ve metruk hale getireceklerdir. Kentleri ve kasabaları, ıssız bırakacaklardır. Yazıklar olsun Kudüs'e ve sakinlerine ki, onları ölüm için zelil kılacağım. Esirliği onlara musallat edeceğim. Düğün ve eğlencelerin şen ve şakrak sesle­rinden sonra, orada feryad-ü figan sesleri yükselecektir. Atların kişne­mesinden sonra kurtların uluması duyulacaktır. Sarayların balkonla­rından sonra canavarların meskenleri görülecektir. Kandillerin aydın­lığından sonra toz ve dumanların sıcaldığı görülecektir. Onurdan sonra aşağılanma görülecektir. Nimetten sonra kölelik görülecektir. Kadınları, güzel kokulardan sonra toprağa bulanacaktır. Halılar üze­rinde yürürken, kupkuru yerler üzerinde yaya yürür olacaklardır. Ce­setleri yerde gübre haline gelecek, kemikleri de güneşin altında yanıp tutuşacaktır. Onlara türlü azaplar tattıracağım. Sonra göğe emir vere­ceğim; gök demirden bir tabaka haline, yer de bakırdan bir tabaka hali­ne gelecektir. Yağmur yağsa bile yerden birşey bitmeyecektir. Bu arada yerden azıcık birşeyler bitse bile, bu da benim dilsiz ve ağızsız olan hay­vanlara rahmetim dolayısıyla olacaktır. Sonra bunu da ekim zamanında hapsedecek, biçim zamanında salıvereceğim. Eğer bu arada bir şey ekseler de ona çeşitli afetleri musallat edeceğim. Aradan bir şeyler kur­tulacak olursa da o bereketsiz olacaktır. Bana dua etseler de dualarına icabet etmeyeceğim. Benden birşey isteseler de onlara vermeyeceğim. Ağlasalar da onlara acımayacağım. Yalvarsalar da onlara bakmayaca­ğım."

İbn Asakir, yukarıdaki lafızları rivayet etmiştir.

îshak b. Bişr, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet eder: "İsrailoğullan arasında büyük hadiseler baş gösterdiği, masiyetlerle iş­tigal ettikleri, peygamberleri öldürdükleri zaman Cenâb-ı Allah, Ermi-ya peygamberi onlara göndermişti. Bu arada Buhtunasr da onlara sal­dırmayı planlıyordu. Cenâb-ı Allah, onun kalbine bu tamaı bırakmıştı. İçinden, onlara saldırmayı kuruyordu. Cenâb-ı Allah, Buhtunasr vası­tasıyla onlardan intikam almak dilediğinde Ermiya peygambere şöyle vahyetti: Ben İsrailoğullarını helak edecek ve onlardan öc alacağım. Sen, Beyt-i Makdis'in yanındaki kayalığın üzerine gidip dur. Emrim ve vahyim sana gelecektir.

Bunun üzerine Ermiya peygamber, üzerindeki giysileri paralıya-rak, başının üzerine küller saçarak secdeye kapandı ve şöyle dedi. "Ya Rab! Keşke anam beni doğurmasaydı. Çünkü sen beni, İsrailoğullarının son peygamberi kıldın. Beyt-i Makdis'in yıkılmasıyla İsrailoğullarının helaki benim yüzümden olmuştur!"

Cenâb-ı Allah ona, "Başını kaldır" diye emretti. Başını secdeden kaldırıp ağlamaya başladı. Sonra şöyle dedi: "Ya Rab, İsrailoğullarının üzerine kimi musallat kılacaksın?" Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Ateşe ta­panları onlara musallat kılacağım. Onlar, benim azabımdan korkmu­yorlar. Sevabımı da beklemiyorlar. Ey Ermiya, kalk da vahyimi dinle. İsrailoğullarının ve senin haberim sana bildireceğim: Seni bunların ba­şına peygamber göndermezden önce seçkin bir kul yapmıştım. Ananın rahminde sana şekil ve suret vermezden önce seni kutsamıştım. Seni ananın karnından çıkarmadan önce temizlemiştim. Buluğa ermezden önce sana peygamberlik vermiştim. Güçlülük çağına varmazdan önce seni seçmiş ve büyük bir işe aday kılmıştım. Kalk da şu hükümdarla bir­likte ol. Ona doğru yolu gösterip irşatta bulun."

Bu ilahî ferman üzerine Ermiya peygamber, gidip o hükümdara doğru yolu tavsiye etti: Olaylar büyüyünceye kadar ona Allah'tan vahiy geliyordu. Nihayet İsrailoğullan, Cenâb-ı Allah'ın kendilerini Senharib ile askerlerinden kurtarmış olduğunu unuttular. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, Ermiya peygambere şöyle vahyetti: Kalk da sana verdi­ğim emirleri îsrailoğullarma anlat. Üzerlerindeki nimetimi kendilerine hatırlat. Başlanndan geçen hadiseleri onlara bildir.

Ermiya dedi ki: Ey Rabbim, eğer sen bana güç vermezsen, onlara karşı ben zayıfım. Eğer sen bana kuvvet vermezsen, İsrailoğullanna karşı ben acizim. Eğer sen beni doğru yola iletmezsen, ben hata yapa-nm, Eğer sen bana yardım etmezsen, ben yalnız kalınm. Eğer sen bana izzet vermezsen, ben zelil olurum.

Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Bilmez misin ki bütün işler benim ira­demden kaynaklanmaktadır. Yaratma ve emrin tamamı, bana aittir, kalpler ve dillerin tamamı, benim kudret elimdedir. Kalplerle dilleri di­lediğim şekilde döndürürüm. Onlar da bana itaat ederler. Ben öyle bir Allah'ım ki, benim mislim yoktur. Göklerle yer ve bunlann içinde bulu­nan her şey, benim «Ol» emrim ile vücuda gelmişlerdir. Tevhid ve kudre­tin tamamı, bana aittir. Yanımda bulunan şeyleri benden başkalan bi­lemez. Ben o Rabbim ki, denizlerle konuşurum, onlar da benim sözleri­mi anlarlar. Verdiğim emirleri yerine getirirler. Ben onlar için bir şuur çizmişimdir ki, o sının asla geçmezler. Denizlerin dağlar büyüklüğünce dalgalan gelir. Benim çizdiğim sınıra vardığında, bana itaat etmesi için onu zelil kılarım. O da benim emrime boyun eğerek itaat eder ve benden korkar. Doğrusu, ben seninle beraber olduğum müddetçe sana hiçbir za­rar gelmez. Kendilerine risaletimi tebliğ edesin diye halkımın büyük bir kesimine seni peygamber olarak gönderdim. Bu nedenle de senin peşin­de yürüyen ve sana tâbi olan kimselerin sevap ve mükafatını kendin için hakedeceksin ama bununla birlikte onlann sevap ve mükafatlanndan da hiçbir eksilme olmayacaktır. Kavmine git, aralarında dur ve onlara şöyle de: Allah, atalannızm iyilik ve salahım hatırladı. Bu nedenle sizi hayatta bıraktı. Ey peygamber çocuklannm topluluğu! Atalannız bana yaptıklan taatm sonucunu nasıl buldular? Ve siz bana yaptığınız isyan­karlığınızın neticesini nasıl buldunuz? Bana isyan edip de isyanı nede­niyle mutlu olmuş bir kimseyi buldular mı? Bana itaat edip de itaati ne­deniyle mutsuz olan bir kimse gördüler mi? Hayvanlar bile kendileri için uygun olan bannaklannı hatırladıklannda oraya yönelirler. Fakat bu kavim helak olmanın meralannda gezip dolaştılar. Atalanna ikram­da bulunduğum vesileleri unuttular. Şeref ve üstünlüğü, asli yerlerin­den başka taraflarda aradılar. Bilginleri ile rahipleri, benim kullanmı köle edindiler. Onlan, kendi işlerinde çalıştırdılar. Benim kitabımın hükümlerinden başka hükümleri, onlara tatbik ettiler. Neticede benim emrimden, onlan bilgisiz ve habersiz kıldılar. Benim zikrimi ve sünne­timi, onlara unutturdular. Onlan, benden uzaklaştırdılar, Kullanm da sadece bana yaraşan ibadeti onlara yaparak alçaldılar. Bana karşı gel­me pahasına da olsa onlara itaat ettiler.

Hükümdarlanyla emirlerine gelince onlar, benim nimetlerimden dolayı sunardılar. Benim azabıma karşı kendilerini güvenlik içinde hissettiler. Dünya, kendilerini aldattı. Neticede kitabımı bir tarafa atıp bana verdikleri sözü unuttular. Kitabımdaki hükümleri değiştirdiler.

Elçilerime karşı iftirada bulundular. Mertebemin yüksekliğine ve aza­metimin yüceliğine yemin olsun ki, mülkümde ve hükmümde bana bir ortak bulunması asla layık değildir. Bana karşı gelme pahasına da olsa bir kulun emrine itaat edilmesi yaraşır mı? Benim de, benden başka tanrılar olsunlar diye bazı kulları yaratmam bana yaraşır mı? Bana ya­pılması gereken taat hususunda insanın başkasına kulak vermesi caiz olur mu?

Kurra ve fıkıhçılanna gelince onlar, diledikleri konuları inceleyip araştırır ve okurlar. Hükümdarların peşine takılır, onların dinimde icad ettikleri bidatlerine tâbi olurlar. Bana karşı gelme pahasına da olsa onlara itaat ederler. Bana verdikleri sözü bozarak onlara vermiş olduk­ları vaadleri yerine getirirler. Onlar, bildikleri konularda bile cahildir­ler. Kitabımdan bildikleri şeylerden yararlanmazlar.

Peygamberlerin evladına gelince onlar fitneye düşüp kahra uğra­mışlardır. Küfre dalanlarla birlikte dalmaktadırlar. Atalarına yaptı­ğım yardımın benzerini de benden beklemektedirler. Atalarına yapmış olduğum ikramları arzulamaktadırlar. Sözlerinde doğru olmadıkları ve bu hususlarda tefekkür sahibi olmadıkları halde, bu yardım ve ikram­lar konusunda kendilerinden daha layık bir kimsenin bulunmadığını zannederler. Aldananlarm yoldan çıkmaları anında atalarının nasıl sabrettiklerini ve benim dinim hususunda nasıl çaba sarfettiklerimi düşünmüyorlar. Atalarının, canlarını ve kanlarını nasıl feda ettikleri­ni, benim emrimi yüceltmek hususunda nasıl sabredip ahidlerine vefa ettiklerini ve dinimin nasıl yüceldiğini düşünmüyorlar. Belki benden utanıp hakka dönerler diye ben, bu cahil kavmin azabını erteledim. On­ları hemen azaplandırmadım. Ömürlerini uzattım. Belki düşünüp doğ­ru yola dönerler diye onları mazur gördüm. Bütün bu sebelerden dolayı­dır ki gök, üzerlerine yağmur yağdırdı; yer, kendilerine bitki bitirdi ve kendilerine afiyet verdi. Onları düşmanlarına muzaffer kıldı, ama onlar yine de sapıklık ve taşkınlıklarım arttırdılar. Benden daha da uzaklaş­tılar. Bu halleri, bu zamana dek devam edegelmiştir. Bunlar beni alaya mı alıyorlar? Yoksa bana karşı mı geliyorlar? Ya da bana hile yapıp bana karşı cüretli mi davranıyorlar? İzzetime yemin olsun, onların üzerleri­ne öyle bir fitne salacağım ki halim kimseler bile, o fitne karşısında şaş­kına döneceklerdir. Görüş sahipleri bile, onun karşısında sapacaklar­dır. Hikmet sahibi kimseler bile, ne yapacaklarını bilemez olacaklardır. Sonra üzerlerine zorba ve katı bir hükümdar musallat kılacağım. O hü­kümdarı heybetli kılıp kalbindeki şefkat ve rahmeti söküp alacağım. Andolsun ki o hükümdarın peşinde karanlık geceler gibi büyük ordu kitleleri sürüklenecektir. O kitleler içinde bulut parçaları ve toz bulut­ları kadar çok sayıda asker bulunacaktır. Bayraklarının dalgalanışı, kartalların uçuşunu andıracaktır. Süvarilerinin saldırısı, kartalların hücumunu hatırlatacaktır. Şen ve mamur yerleri, harabeye döndüre­ceklerdir. Köyleri ve kasabaları, ıssız birakacaklardır. Yeryüzünde fe­sadı yayıp üzerindeki varlıkları helak edeceklerdir. Kalpleri katı oldu­ğundan dolayı hiçbir şeye aldırmayacak, hiçbir kimseyi görmeyecek, kimseye merhamet etmeyecek, yalvarışları duymayacaklardır. Sokak­larda dolaşarak aslanların kükreyişi gibi yüksek seslerle naralar ata­caklardır. Onların heybetinden, insanlar ürperecektir. Seslerini işiten­lerin uykuları kaçacaktır. Anlaşılmaz bir dille konuşacaklardır. Yüzleri, daha önce görülmemiş yüzlerdir. Onları, kimse tanıyamıya-caktır. izzetime andolsun ki onların evlerine kitaplarım sokulmaz ola­caktır. Meclislerinde kitaplarım okunmaz olacaktır. Mescidlerini hara­beye döndüreceğim. Oralara kimseler uğramaz olacaktır. Oraya uğra­yanlar da benden başkaları için zinetlenecek, yani başkalarına ibadet edeceklerdir. Dini alet ederek dünyalarım kazanmak için ibadet eder görüneceklerdir. Orada dinden başka şeyleri öğreneceklerdir. Amel et­meyecekleri ilimlerle iştigal edeceklerdir. Onların hüküm darlarının iz­zetini zillete, güvenliğini korkuya, zenginliğini yoksulluğa, nimetini aç­lığa, afiyetlerini türlü belaya çevireceğim. İbrişim esvablarını kıldan abalara, güzel kokularını leşlerin kokusuna, taçlı elbiselerini zincir ve bukağılara çevireceğim. Geniş ve müstahkem kalelerini, harabeye dön­düreceğim. Sağlam burçlarını ve şatolarım, canavarların meskenine çevireceğim. Atlarının kişnemesinin yerini, kurtların uluması alacak­tır. Kandillerin aydınlığının yerini, yangın dumanları dolduracaktır. Şenlik ve kalabalığın yerini, yalnızlık ve ıssızlık alacaktır. Kadınların ellerindeki bileziklerin yerini, kelepçeler alacaktır. İnci ve yakut ger­danlıklarının yerine, demir zincirler takılacaktır. Güzel koku ve yağla­rının yerini, toz ve duman alacaktır. Halıların üzerinde yürürlerken bi­lahare çarşılarda ve nehirlerde bu imkanı da bulamayacaklardır. Örtü­lerin yerini, çıplaklık alacaktır. Sefer ve gezintilerinin yerini, zehir dol­duracaktır. Sonra onlara türlü azaplar çektireceğim. Gökte uçsalar bile bu azaplar onlara ulaşacaktır. Ben ancak bana ikramda bulunana ik­ram ederim. Emrime karşı geleni de hakir ve zelil kılarım. Sonra göğe emir verir ve onu üzerlerine demirden bir tabaka haline getiririm. Yere de emir verir, onu kendilerine bakırdan bir zemin haline getiririm. Ne gök yağmur yağdırır, ne de yer bitki bitirir. Bu arada yağmur yağsa bile ona türlü afetler musallat lalarım. Azıcık bir elan bitse bile ondaki bere­keti alırım. Bana dua etseler de dualarına icabet etmem. Benden dilekte bulunsalar da dileklerini yerine getirmem. Ağlasalar bile onlara mer­hamet etmem. Bana yalvarıp yakarsalar bile onlardan yüz çeviririm. Eğer onlar; «Allah'ım, sen daha önce bizlere ve babalarımıza rahmette bulunup ikram etmiştin. Bizleri kendin için seçkin bir millet kılmıştın. Peygamberliğini, kitabını ve mescidlerini bize vermiştin. Sonra bizi, bu ülkelere yerleştirip hakim laldın. Bizleri ve atalarımızı küçüklüğümüz­de nimetinle büyüttün, bizi muhafaza ettin. Hem bizi, hem onları, büyü­düğümüz zaman merhametinle korudun. Sen, nimet verenlerin en vefa-lıksm. Her ne kadar biz değişsek de sen vefakarsın. Biz her ne kadar es­ki halimizi devam ettirmezsek dahi sen devam ettirirsin. Yine de sen lütuf, nimet ve ihsanını üzerimizden kaldırma!» deseler dahi ben onlara şöyle cevap veririm: «Ben başlangıçta kullanma rahmet ve nimetimi ve­ririm. Eğer bana yönelirlerse, ben nimet ve rahmetimi tamamlarım. Eğer onlar daha fazlasını isteseler, ben daha fazlasını veririm. Şükrederlerse, nimet ve rahmetimi daha da arttırırım. Ama onlar değişirlerse, ben de değişirim. Onlar değişikliğe uğradıkları zaman ben onlara gazap ederim. Gazap ettiğim zaman da onları azaplandırırım. Benim gazabımı geri çevirecek hiçbir güç yoktur."

Kab'm rivayetine göre Ermiya peygamber şöyle demiştir: «Allahım, senin rızan ile bu hale geldim. Senin huzurunda öğrendim. Ben zayıf ve zelil bir kul olup senin huzurunda konuşmaya ehil değilim. Ancak senin rahmetine sığınarak konuşurum. Sen beni bu güne kadar hayatta bı­raktın. Bu azabından ve tehdidinden benim kadar hiç kimsenin kork­maması gerekir. Çünkü sen, günahkarların yurdunda beni ikamet et­tirdin ve bana ihsanda bulundun. Onlar da benim etrafımda yaşarlar­ken sana isyan ettiler; ben onlara karşı koymadım. Eğer benî azaplandı-rırsan bu, benim günahım sebebiyledir. Eğer bana merhamet edersen bu da benim senin merhametliliğini zannettiğim dol ayısıy ladır."

Sonra Ermiya peygamber sözlerini şöyle sürdürdü: "Ey Rabbim, sen noksanlıklardan münezzehsin, sana hamdederim. Sen kutlu ve yü­cesin. Peygamberlerinin meskeni ve vahyinin iniş yeri olan bu kasaba ve çevresini helak edecek misin? Ey Rabbim, sen noksanlıklardan mü­nezzeh ve yücesin. Seni hamdederim. Sen kutlu ve yücesin. Senin zikri­nin yücelmekte olduğu bu mescid ile etrafındaki evlerle diğer mescidleri harap mı edeceksin? Ey Rabbim, sen noksanlıklardan münezzeh ve yü­cesin. Sana hamdederim. Sen mübareksin. Bu ümmeti öldürüp azaba uğratmayacak kadar büyüksün. Onlar, dostun olan İbrahim'in neslin-dendirler. Musa'nın ümmetidirler. Musa da senin seçkin kulundu. Yine senin kendine dost edindiğin Davud'un kavmidirler. Ey Rabbim, eğer sen bunları azaba uğratırsan, bunlardan sonraki nesiller senin azabın­dan emin olamazlar. Dostun İbrahim'in çocukları ile seçkin kulun Mu­sa'nın ümmeti ve halifen Davud'un kavmi olan bu kimseleri helak eder­sen, artık hiç kimse senin satvetinden emin olamaz. Sen bunların üzeri­ne ateşperestleri mi musallat kılacaksın?"

Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Ey Ermiya! Sana karşı gelen kimseler, benim azabımı beklesinler. Ben bu kavme, bana taatte bulunmaların­dan dolayı ikram etmiştim. Eğer bana isyan ederlerse, onları asilerin yurduna indiririm. Meğer ki rahmetim onları kurtarsın."

Ermiya dedi ki: "Ey Rabbim, sen İbrahim'i dost edindin ve onun se­bebi ile bizleri muhafaza ettin. Musa'yı da kendine seçkin bir kul olarak yaklaştırdın. Bizi muhafaza etmeni, düşmanlarımızı bize musallat et­memeni ve bizi azaplandırmamanı diliyoruz."

Cenâb-ı Allah, Ermiya'ya şöyle vahyetti: "Ey Ermiya! Sen daha ana­nın karnında iken seni kutsadım. Ve bu güne kadar erteledim. Eğer kav­min yetimlerle dulları ve düşkünlerle yolda kalmışları korumuş olsalardı ben onlara destek olurdum. Onlar benim yanımda nimet cen­netlerinde ağırlanacaklardı. O Cennet ki, ağaçları meyve vericidir; su­yu temizdir ve asla kurumaz; meyveleri de yok olmaz. Fakat ben, İsrailoğullanm sana şikayet ediyorum: Ben onlara, şefkatli bir çoban gi­bi idim. Onları bütün kıtlıklardan ve sıkıntılardan korumuştum. Onla­ra bolluk vermiştim. Öyleki birbirlerine boynuz vuran koçlar gibi geliş­tiler. Vay onların haline, vay onların haline! Ben, ancak bana ikram ede­ne ikramda bulunurum. Emirlerimi önemsemiyeni de hakir ve zelil kı­larım. Bunlardan önce bazı kavimler vardı ki benim emrime karşı gel­meyi, basit bir iş zannederlerdi.

Bu kavimde bana karşı gelmeyi kolay zannettiler. Mescidlerde, so­kaklarda, dağ başlarında, ağaç gölgelerinde dahi alenen bana karşı gel­diler. Öyle ki gök onlardan rahatsız oldu; yer onlardan bizar oldu, dağ­lar onlardan nefret etti. Kuşlarla diğer hayvanlar, onlardan kaçarak yeryüzünün kenarlarına ve köşelerine çekildiler. Bütün bunlara rağ­men onlar, bu masiyetlerine son vermediler. Kitaptan bildikleri ile amel etmediler."

Ermiya, onlara Rabbinin mesajını tebliğ ettiğinde, onlar azap ve tehdidi duydukları halde, yine de isyanlarını devam ettirip Ermiya'yı yalanladılar ve itham ettiler. Dediler ki: «Sen, yalan söylüyorsun, Al­lah'a karşı büyük bir iftirada bulunuyorsun. Allah'ın yeryüzünü tatil edeceğini, mescidlerini kapatacağını, kitaplarını, ibadet ve tevhidini ortadan kaldıracağını iddia ediyorsun, öyle mi?! Eğer bu dediklerin doğ­ru ise yeryüzünde ona ibadet edecek bir abid kalmadıktan sonra kim O'na ibadet edecektir? Yeryüzünde mescid ve kitap kalmadıktan sonra O'na nasıl ve nerede ibadet edilecektir?! Doğrusu, sen Allah'a karşı bü­yük bir iftirada bulundun ve sen cinnet getirdin."

Böyle diyerek Ermiya peygamberi yakalayıp zincire vurdular ve zindana attılar. İşte bu esnada Cenâb-ı Allah, İsrailoğullarına Buhtun-nasr'ı gönderdi. O da ordusuyla birlikte onlara karşı bir sefer tertip ede­rek mıntıkalarına girdi. Onları kuşatma altına aldı. Ve Cenâb-ı Allah'ın buyurduğu gibi «Evlerin aralarına girip (sizi) araştırdılar.» Gözetim al­tına alındılar ve düşman tarafından yakalandılar. Kuşatma uzun süre devam edince îsrailoğullan, Buhtunnasr'm hükmüne boyun eğdiler, şehrin kapılanın açıp sokakları boşalttılar: «Evlerin aralarına girip (si­zi) araştırdılar.» (el-Isrâ, 5.)

Buhtunnasr, onlara zorbaların ve cahillerin hükmünü tatbik etti. Üçte birlerini öldürdü, üçte birlerini esir aldı. Kötürümlerle ihtiyarlan ve acuzeleri serbest bıraktı. Sonra onları atlarının ayakları altında ezip çiğnedi. Beyt-i Makdis'i yıktı. Çocukları sürdü. Kadınları da çıplak vazi­yette sokaklarda durdurdu. Savaşçıları öldürüp kalelerini yıktı. Mes-cidleri harab etti; Tevrat'ı yaktı. Kendisine mektup yazdığı Danyal'ı sor­du. Onu ölmüş vaziyette buldular. Aile efradı, mektubu çıkardılar. Ara­larında küçük Danyal da vardı. Onun yanı sıra Mişail, Azrail ve Miha-ü'de vardı. Bu mektubu, onlar için de geçerli kıldı. Danyal b. Hazkil, bü­yük Danyal'a halef oldu. Buhtunnasr, ordusuyla birlikte Beyt-i Mak-dis'e girdi. Şam'ın tamamını istila etti. îsrailoğullarmı yok edinceye dek öldürdü. Oradaki işini tamamladıktan sonra geıi dönerken oradan elde etmiş olduğu malları da alıp götürdü. Esirleri önüne kattı. Onların bil-ginleriyle hükümdarlarının çocuklarını esir aldı. Bunların sayısı 90.000 civarında idi. Çevredeki pislikleri ve süprüntüleri, Beyt-i Mak-dı sin içine attı. Orada domuzları kesti. Davud ailesinden 7000 erkek ço­cuğu, Yakub oğlu Yusuf ile kardeşi Bünyamin'in soyundan 10.000 çocu­ğu, Yakub oğlu İsa'nın torunlarından 8000 erkek çocuğu,Yakub pey­gamberin oğullan Zibalon ile Naftali'nin torunlarından 10.000 erkek çocuğu, Yakub peygamberin oğlu Dan'm torunlarından 10.000 erkek ço­cuğu, Yakub peygamberin oğlu Yestahir'in torunlarından 8000 erkek çocuğu,Yakub peygamberin oğullarından Zigo'nun torunlarından 2000 erkek çocuğu, Robil ile Lavi'nin torunlarından 4000 erkek çocuğu, diğer İsrailoğullarmdan da 12.000 erkek çocuğu esir alarak önüne kattı ve Babil toprağına geldi.

İshak b. Bişr'in anlattığına göre Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: "Buhtunnasr, îsrailoğullanna yaptığı işkenceleri yaptıktan sonra ken­disine şöyle denildi: Şu İsrailoğullarmm bir adamları vardı. Bu başları­na gelen felaket hususunda onları daha önceden uyarıyordu. Seni ve se­nin haberini onlara anlatıyordu. Onların savaşçılarını öldüreceğini, ço­luk çocuklarım esir alacağını, mescidlerini yıkacağım, kiliselerim ya­kacağını daha önceden kendilerine haber veriyordu. Fakat îsrailoğullan onu yalanlayıp itham ettiler. Döverek zincirlere vurdular ve zindana attılar. Kendisine anlatılan bu haber üzerine Buhtunnasr, emir. vererek Emıiya peygamberi-zindandan çıkarttı ve ona şöyle dedi: "Şu İsrailoğullarımn başlarına gelen bu felaket hususunda daha önce­leri uyarmış raiydin?" Ermiya, evet deyince Buhtunnasr: Sen bunu ne­reden bildin? diye sordu. Enniya'da şöyle cevap verdi: "Allah, beni, îsrailoğullanna peygamber olarak gönderdi, ama onlar beni yalanladı­lar!"

Buhtunnasr dedi ki: "Sem yalanlayıp dövdüler ve zindana attılar ha?" Ermiya, evet deyince Buhtunnasr, şöyle dedi: "Bunlar ne kötü bir kavimmiş! Peygamberlerini yalanlamışlar, Rablerinin risaletini yalan­lamışlar! İstemlisin benimle birlikte olasın da sana ikramda buluna­yım ve sana iyi davranayım? Dilersen seni ülkemde bırakırım ve seni güvenlik içinde tutarım."

Ermiya peygamber ona şöyle dedi: "Ben her zaman Allah'ın bana sağladığı güvenlik içindeyim. Var olduğum günden bu ana dek, biran ol­sun bile onun güvenliğinin dışında kalmış değilim. Eğer İsrailoğullan onun taatinin dışına çıkmış olmasalardı, senden ve başkalarından asla korkmazlardı, sen de onlara galip olamazdın."

Buhtunnasr bu sözleri işitince, Ermiya'yı kendi haline bıraktı. Er­miya da kendi mekanı olan İlya (Kudüs) şehrinde kaldı.

Hişam b. Muhammed b. Saib el-Kelbî dedi ki: Buhtunnasr, Ahvaz yöresini ve Rum beldelerini, Fars hükümdarı Lehrasip adına istila etti. Hansa adı verilen Belh şehrim kurdu. Türklerle savaşarak onları dar yerlere sıkıştırdı. İsrailoğullarıyla savaşmak üzere Şam'a gönderildi. Şam'a vardığında Şamlılar kendisiyle sulh anlaşması yaptılar. Denil­diğine göre Buhtunnasr'ı savaşa gönderen, Fars -hükümdarı Lehrasip oğlu Beştasip'tir. Çünkü o zamanlar İsrailoğullan, ağır ağır Farslara taraf gelmekte ve hücuma yönelmekteydiler.[57]

İbn Cerir'in, Said b. Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre Buhtun­nasr, Şam'a geldiğinde orada bir küllükten kan fışkırmakta olduğunu gördü. Bu kan da neyin nesi? diye sorunca ona şöyle dediler: Bilemiyo­ruz, daha Önce atalarımızın zamanında da bu vardı. Bu kanın üzerine ne kadar kül dökersek, yine fışkırmaya devam ediyor!

Bunun üzerine Buhtunnasr, 70.000 Müslüman öldürdü ve böylece o kan sakinleşti. Artık fışkırmaz oldu.

Hafız İbn Asakir, bu kanın, Zekeriyya oğlu Yahya peygamberin ka­nı olduğunu bildiren ifadeler kullanmıştır. Fakat bu doğru olamaz. Çünkü Zekeriyya oğlu Yahya peygamber, Buhtunnasr'dan uzun bir müddet sonra dünyaya gelmiştir. Kuvvetli görüşe göre bu, bir peygam­berin kanıdır. Ya da salih kimselerden birine aittir. Ya da Allah'ın bildi­ği bir zata aittir.

Hişam b. Kelbî der İd: Buhtunnasr, Beyt-i Makdis'e geldi. Oranın hükümdarı kendisiyle banş anlaşması yaptı. O, Davud ailesindendi. Buhtunnasr, ondan bazı rehineler alarak geri döndü. Taberîye'ye var­dığında İsrailoğullarımn, kendi hükümdarlanndan öc aldıklarını; Buhtunnasr ile banş anlaşması yaptığından dolayı onu öldürdükleri­ni haber aldı. Bunun üzerine kendisi de yanında bulunan rehinelerin boynunu vurdu ve îsrailoğullanna geri dönerek Kudüs şehrini zorla zaptetti. Savaşçılarım öldürerek çoluk çocuklarını esir aldı.

Rivayete göre Kudüs'teki zindanda Ermiya peygamberi buldu. Onu çıkarıp durumunu sordu. O da başından geçenleri kendisine anlattı, îsailoğullanm, başlarına gelecek bu istila hususunda daha önceden uyarmış olduğunu, onların da kendisim yalanlayıp zindana attıklarını bildirdi. Buhtunnasr şöyle dedi.: Bu ne kötü bir kavimmiş! Allah'ın rasû-lüne isyan etmişler!

Böyle diyerek Ermiya peygamberi serbest bıraktı, ona iyi davrandı. Bunun üzerine İsrailoğullarımn geride kalan bazı zayıf insanları, Er­miya peygamberin etrafında toplanarak şöyle dediler: Biz kötülük yap­tık. Biz haksızlık ettik. Aziz ve Celil olan Allah'a, yaptıklarımızdan ötü­rü tevbe ediyoruz. Tevbemizi kabul buyurması için Allah'a dua et.

Ermiya peygamber de Cenâb-ı Allah'a dua etti. Allah ona şöyle vah-yetti: Ben onların tevbesini kabul edecek değilim. Eğer tevbelerinde dü­rüst iseler, seninle birlikte bu beldede ikamet etsinler.

Ermiya peygamber, Cenâb-ı Allah'ın emrini onlara bildirince şöyle dediler: Harap olmuş bu beldede nasıl ikamet ederiz? Allah bu beldenin ahalisine gazap etmiştir!

Böyle diyerek Ermiya peygamberle birlikte Kudüs'de ikamet etme­ye yanaşmadılar.

İbn Kelbî der ki: İşte o zamandan beridir ki İsrailoğulları çeşitli ül­kelere dağılmışlardır. Bir kısmı Hicaz'a, Taife, Yesrib'e yerleşmiş. Bir kısmı da Vadi'l-Kura'ya yerleşmişlerdir. Az bir kısmı da Mısır'a gitmiş­lerdir. Buhtunnasr, İsrailoğullannı kendisine vermesi için Mısır hü­kümdarına mektup yazdı ama o, İsrailoğullannı ona vermeye yanaşma­dı. Bunun üzerine Buhtunnasr, ordusuyla birlikte Mısır'a giderek hü-kümdanyla savaştı. Onu ezip mağlub etti. Çoluk çocuklarını esir aldı. Sonra mağrip ülkelerine yöneldi. Mağrip ülkelerinin en uç noktasına vardı. Oradan, Mısır'dan, Kudüs'den Filistin'den ve Ürdün'den çok sa­yıda esirle birlikte geri döndü. Esirler arasında Danyal da vardı. Dan-yal'dan kasdımız, büyük Danyal değil, Hazkil oğlu küçük Danyal'dır. Vehb b. Münebbih böyle der. Doğrusunu Allah bilir. [58]

 



[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/9.

[2] Tefsir-i Taberî, II, 365.

[3] Tefsir-i Taberî, 11,365.

[4] Tirmizî, Kitabü'l-Cenâiz, Hadis No: 1065; Buharî, Kitabü't-Tıb, 76.

[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/9-12.

[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/12-13.

[7] Tarih-i Taberî, 1,328.

İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/13.          

[8] Tarih-i Taberî, I, 329-330.

[9] Tarih-i Taberî, II, 373.

[10] Tarih-i Taberî, II, 379.

[11] Tefsir-i Taberî, II, 383.

 

[12] Tefsir-i Taberî, II, 392.

 

[13] Tefsir-i Taberî, II, 397.

[14] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/13-20.

[15] Tarih-İTaberî, 1,36.

[16] Tarih-iTaberî,1,337.

[17] Tefsir-i Taberî, XXIII, 86.

[18] Buharî,II,41; Müslim, III, 165.

[19] Tefsir-i Taberî, XXIII, 87.

[20] Buharî, Fezailü'l-Kur'ân, 31; Müslim, Musafırun, 235-236.

[21] Müsned, Alımed b. Hanbel, II, 369.

[22] Müsned, Ahmed b. Hanbel, VI, 37,167.

[23] TefsJr-İTaberî,III,88.

[24] Buharı, VI, 222, Kitabu't-Tefsir.

[25] Tirmizî, Kitabu s-Salat, Hadis No: 577.

[26] Ebu Davud, Kitabü's-Salat, Hadis No: 1410.

[27] Tirmizî, Kitabu d-Daavat, Hadis No: 3424.

[28] Tirmizî, Kitabul-Ahkam, Hadis No: 1329.

 

[29] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/21-31.

[30] Tarih-iTaberî,!, 343.

 

[31] Müsned, Ahraed b. Hanbel, I, 419.

[32] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/31-33.

[33] Tehzib, îbn Asakir, V, 190.

[34] Buharî, IV, 49, Babü Farzfl-Humus.

[35] Tehzib, îbn Asakir, VI, 271.

[36] Tehzib, îbn Asakir, VI, 271.

[37] Tarih-iTaberî,I, 347.

[38] Buharı, Kitabü'l-Fiten, VIII, 9.

[39] Tefsir-i Taberî, XX, 107.

[40] Tefsir-i Taberî, XXIII, 99.

[41] Tefsir-i Taberî, XXIII, 100.

[42] Tehzib, ibn Asakir, VI, 259.

[43] Ebu Davud, Sünen, Kitabü'1-Edeb, Hadis-No: 4932.

[44] Müsned, Ahmed b. Hanbel, V, 78.

[45] Buharî, Enbiyâ, 40; Müslim, Akdiye, 20.

[46] Buharı, Salat, 75; Enbiya, 40.

[47] Müslim, El-Mesacid, 1,152.

[48] Müsned, Ahmed b. Hanbel, II, 298.

[49] Buharı, Bab-ü Halkî Adem'e, IV, 126.

[50] Tehzib, îbn Asalar, VI, 7.

[51] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/34-52.

[52] Tarih-iTaberî, I.356.

[53] Tarih-i Taberi, I, 357.

[54] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/53-55.

[55] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/56-57.

[56] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/58.

[57] Tehzib, İbn Asakir, II, 385-392.

[58] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/58-68.