Musa
(As.)'Dan Sonra Gelen Beni İsrail Peygamberleri
Davud
Peygamberin Ömrü Ve Vefat Şekli
Davud Oğlu
Süleyman Peygamberin Kıssası
Hz.
Süleyman'ın Vefatı Ve Hükümdarlığı
Davud Ve
Süleyman Peygamberden Sonra Gelmiş Olan Beni İsrail Peygamberleri
îbn Cerir et-Taberî,
tarihinde şöyle der: Ümmetimiz ile diğer ümmetlerden önce gelip geçmiş
ümmetler hakkında bilgi sahibi olanlar arasında ittifak edilen görüşe göre
İsrailoğullarının peygamberi Yu-şa'dan sonra Kalib b. Yuhanna gelmiştir. Bu da
Musa peygamberin ashabından biri olup bacısı Meryem'in kocasıdır. Bu, Allah'tan
korkan iki kimseden biridir. Bu iki kişi, Yuşa ile Kalib'dir. Bunlar, cihaddan
yüz çevirdikleri zaman İsrailoğullanna şöyle demişlerdir:
«Onların (zorba
kavmin) üzerine kapıdan girin. Eğer kapıdan girerseniz, muhakkak ki siz galip
gelirsiniz. Haydi eğer inanıyorsanız Allah'a dayanın!,» ((ei-Mâide,23.)
îbn Cerir et-Taberî
dedi ki: Yuşa1 dan sonra İsrailoğullarının idaresini, Hazkil b. Bozi üstlendi.
O, Cenâb-ı Allah'a dua ederek, ölüm korkusu ile yurtlarından çıkmış olan
binlerce kişinin diriltilme sine vesile oldu.
[1]
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki:
«Şu, binlerce kişi
iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara,
"ölün" dedi de sonra kendilerini diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara
karşı ikram sahibidir. Ama insanların çoğu şükretmezler.» (el-Bakara, 243.)
Muhammed b. İshak,
Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Yuşa'dan sonra Cenâb-ı
Allah, Kalib b. Yuhanna'nın canını aldığında o, İsrailoğullarının başına
Bozioğlu Hazkil'i halef tayin etti. Kavmi için dua ederek diriltilmelerine
vesile oldu. Kur'ân-ı Kerim'de onun kavmi ile ilgili olarak şöyle
buyurulmaktadır:
"Şu, binlerce
kişi iken Ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?"
İbn İshak'm
anlattığına göre îsrailoğullan, veba korkusu ile yurtlarından çıkıp kaçmışlar
ve başka bir yere yerleşmişlerdi. Cenâb-ı Allah onlara ölün, dedi. Onlar da
topluca öldüler. Cesetlerine canavarlarsaldırmasın, diye etraflarına duvar
çekildi. Uzun müddet orada kaldılar. Nihayet Hazkil (a.s.) onlara uğradı.
Yanlarında durup düşünmeye başladı. Ona: "Gözün önünde Cenâb-ı Allah'ın
onları diriltmesini ister misin?" diye sorulunca, evet dedi. Bunun üzerine
orada yatmakta olan ölülerin kemiklerine et giydirilmesi ve damarlarıyla
kaslarının birbiriyle irtibatlandırılması için dua etmesi emrolundu. Dua edip
oradaki ölülere Cenâb-ı Allah'ın emri üzerine seslenince, ölülerin hepsi
dirilip ayağa kalktılar ve hep bir ağızdan tekbir getirdiler.[2]
"Şu binlerce kişi
iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara,
"Ölün" dedi de sonra kendilerini diriltti".
Bu ayet-i kerime ile
ilgili olarak Esbat, İbn Mes'ud ile sahabelerden bir kısmının şöyle dediklerini
rivayet etmiştir. Vasıt'dan önce Daver-dan denen bir kasabada taun hastalığı
baş göstermişti. Orada bulunan insanlar korkularından kaçıp giderek uzak bir
yere yerleşmişlerdi. Kasabada kalanlar ölmüşler, kaçanlar kurtulmuşlardı. Taun
hastalığı kalktıktan sonra kaçaklar sağ salim olarak geri gelip vatanlarına yerleşmişlerdi.
Kasabada kalıp ölümden kurtulmuş olan bazı kimseler şöyle demişlerdi:
Kasabadan kaçıp, hastalığın ortadan kalkmasından sonra geri gelen bu
arkadaşlarımız bizden daha akıllıdırlar. Eğer Ölenleriniz ile birlikte hepimiz
bunlar gibi kaçıp gitmiş olsaydık hiç birimize ziyan gelmezdi. Ölmüş olanlar
da şimdi hayatta kalacaklardı. Eğer ikinci kez taun hastalığı baş gösterirse
biz de bunlarla birlikte kasabadan çıkıp gideriz.
Ertesi sene yine aynı
kasabada taun hastalığı baş gösterdi. Bu defa hepsi kasabayı terkedip kaçtılar.
Sayıları 30.000 küsur civarındaydı. Efyah vadisine gidip yerleştiler. Birisi
vadinin alt tarafından, diğeri üst tarafından olmak üzere iki melek
kendilerine: "Ölün!" diye seslendiler. Bunun üzerine hepsi ölüp
geride sadece cesetleri kaldı. Sonra kemikleri de birbirinden ayrıldı. Nihayet
uzun bir müddet sonra Hazkil peygamber, onların kemiklerinin yanma varıp
durdu. Durumlarını düşünmeye, dudaklarını kıvırmaya, parmaklarım ovalamaya
başladı. Cenâb-ı Allah, kendisine şöyle vahyetti: "Onları nasıl
dirilteceğimi görmek ister misin?". Evet, dedi. Allah'ın onları nasıl
dirilteceğini hayretle bekleyip düşünüyordu. Kendisine: "Bu kemiklere
seslen." denildi, o da şöyle seslendi: "Ey kemikler! Cenâb-ı Allah,
bir araya gelmenizi emrediyor". Böyle dedikten sonra kemikler âdeta
uçarcasına yanyana gelip birer beden haline geldiler. Sonra Cenâb-ı Allah ona
yine "seslen" diye vahyetti. O da şöyle seslendi; "Ey kemikler!
Cenâb-ı Allah üzerinize et geçirilmesini emrediyor". Böyle deyince
kemiklere et geçirilmeye, etleri kanlanmaya başladı. Ölürken üzerlerinde
bulunan elbiseleri de vücutlarına geçti. Sonra yine kendisine bir sadâ geldi:
"Bu ölü cesetlere seslen". O da cesetlere şöyle seslendi: "Ey cesetler!
Cenâb-ı Allah sizin canlanıp ayağa kalkmanızı emrediyor". Böyle demesi
üzerine o ölü cesetler canlanıp ayağa kalktılar.
Esbat dedi ki: O
İsrailoğullan, diriltil dikleri zaman şöyle dua ettiler:
"Ey Allah'ım, sen
noksanlıklardan münezzehsin. Sana hamdederiz. Senden başka tanrı yoktur".
Böyle dedikten sonra ölü olarak diriltildik-leri halde canlı vaziyette
kavimlerine döndüler. Yüzlerinde ölümün yumuşaklığı hâlâ vardı. Giydikleri
elbise âdeta resme dönüyordu. Yaşadılar, sonra kendileri için takdir edilmiş
olan ecel geldiğinde yeniden vefat ettiler. îbn Abbas'a göre bunlar, 4000 kişi
kadardılar. îbn Abbas'dan gelen başka bir rivayete göre ise 8000 kişi idiler.
Ebu Salih'e göre 9000 kişi idiler. îbn Abbas'dan gelen üçüncü bir rivayete göre
ise 40.000 kişi idiler.[3] Said
b. Abdülaziz'e göre bunlar, Ezriat ahalisinden imişler.
İbn Cüreyc, Ata'nm
şöyle dediğini rivayet eder: Bu olay, sakınmanın kadere faydası olmayacağına
açık bir misal teşkil etmiştir.
Cumhur-u ulemaya göre
bu olayın vukuu kesindir.
Zührî, Abdullah b.
Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Hattab oğlu Ömer (r.a.), Şam'a doğru yola
çıktı. Serğ denilen yere vardığında ordu kumandam Ebu Ubeyde b. Cerrah ile
arkadaşları onu karşıladılar. Şam'da veba salgınının baş gösterdiğini kendisine
ilettiler. Bunun üzerine o da muhacirlerle Ensâr'a danıştı. Çeşitli görüşler
ileri sürdüler. Derken Abdurrahman b. Avf -daha önceleri bazı ihtiyacını görmek
için gözden kaybolmuştu- geliverdi ve şöyle dedi: "Bu hususta benim bilgim
vardır. Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu işittim: «Bulunduğu nuz yerde
veba salgını görülürse oradan kaçıp çıkmayın. Bir yerde veba salgını olduğunu
duyarsanız, oraya da girmeyin.»
Abdurrahman b. Avf m
böyle demesi üzerine Hz. Ömer, Allah'a hamdedip geri döndü.[4]
İmam Ahmed b. Hanbel,
dedi ki: Abdurrahman b. Avf, Şam'da iken Hz. Ömer'e haber göndererek Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz'in konuyla ilgili olarak şöyle buyurduğunu haber verdi:
«Bu hastalık ile
sizden önceki ümmetler azaplandırıldı. Bunun bir yerde baş gösterdiğini duyarsanız
oraya girmeyin. Eğer bulunduğunuz bir yerde bu hastalık baş gösterirse, o
zamanda hastalıktan kaçarak o yerden çıkıp gitmeyin". Bu haber üzerine Hz.
Ömer, Şam'a gitmeyip yolda iken geri döndü.
Muhammed b. îshak dedi
ki: Hazkil peygamberin İsrailoğullan arasında ne kadar müddetle kaldığına dair
bir rivayet elimize geçmiş değildir. Bir müddet aralarında kaldıktan sonra
Cenâb-ı Allah, onun ruhunu teslim aldı. Ahirete irtihal etti. Vefatından sonra
İsrailoğullan, Cenâb-ı Allah'ın kendilerinden almış olduğu sözü unuttular.
Aralarında büyük hadiseler meydana geldi. Putlara tapmaya başladılar. Tapmakta
oldukları putlardan biri de Bal adındaki bir put idi. Nihayet Cenâb-ı Allah,
onlara Yasin oğlu İlyas peygamberi gönderdi. İlyas'm babası Yasin, Ayzer oğlu
Fenhas'm oğludur. Ayzer'de İmran oğlu Harun peygamberin oğludur.
Hızır peygamberin
kıssasından sonra İlyas peygamberin kıssasını anlattık. Çünkü bunlar,
ekseriyetle birarada zikredilen iki peygamberdirler. Ayrıca bu kıssa, Sâffât
sûresinde Musa peygamberin kıssasından sonra anlatılmıştır. Bu nedenle İlyas
(a.s.)'m kıssasını buraya aldık. Doğrusunu Allah bilir. Muhammed b. îshak'm,
Vehb b. Müneb-bih'den naklettiğine göre İlyas'm vefatından sonra
İsrailoğullarma, onun vasisi olan Elyesa b. Ahtop (â.s.)'a peygamberlik
verilmiştir. [5]
Cenâb-ı Allah,
Elyesa'ı da En'âm sûresinde bazı peygamberlerle birlikte zikretmiştir. Şöyle
ki:
«İsmail, Elyesa, Yunus
ve Lût'a da (yol gösterdik), hepsini âlemlere
Üstün
klldlk»(el-En'âm, 86.)
«İsmail'i, Elyasa'ı,
Zülkifli de an. Hepsi de iyilerdendir.» <Sâ'd,48.)
İbn İshak'm, Hasen'den
rivayet ettiğine göre İlyas'dan sonra İsrailoğullarma Elyesa peygamberlik
etmiştir. Cenâb-ı Allah'ın dilediği bir süre kadar aralarında kalıp İlyas'm
yolunu ve şeriatını tutarak onları Allah'a kulluk etmeğe davet etmiştir.
Nihayet eceli gelince o da ahirete göçmüştür. Ardı sıra büyük olaylar, günahlar
ve hatalar işlemişlerdir. İsrailoğullannm aralarında zorbalar çoğalıp
peygamberleri öldürmeye başlamışlardır. İnatçı azgın ve taşkın bir hükümdarları
vardı. Denildiğine göre o hükümdara, tevbe edip inatçılığından ve zorbalığından
geri caydığı taktirde Cennet'e gireceğini Zülkifl tekeffül etmişti. Tekeffül
ettiğinden dolayı da Zülkifl adını almıştı.
Muhammed b. îshak'm
anlattığına göre Elyesa'nın adı Ahtop'dur.
Hafız Ebu'l-Kasım b.
Asakir, tarihinin (y) harfi maddesinde Elye-sa'dan bahsederken onun Esbat b.
Adiy b. Şotlim b. Efraim b. Yusuf b. Ya'kub b. îshak b. İbrahim el-Halil
olduğunu söylemiştir. Denildiğine göre Elyesa, İlyas peygamberin amcası
oğludur. Baalbek, hükümdarının korkusundan ötürü onunla birlikte Kasyon
dağında gizlenirmiş. Sonra her ikisi beraberce önün yanma giderek Allah'a
kulluğa davet etmişler. İlyas'm vefatından sonra onun yerine Elyesa geçerek kavmine
peygamberlik etmiştir.
Eyyüb peygamberin
kıssasını Zülkiflden önce anlattık. Çünkü bir rivayete göre Zülkifl, Eyyüb
peygamberin oğludur. Doğrusunu Allah bilir. [6]
İbn Cerir et-Taberî
ile diğerleri dediler ki: Elyesa'dan sonra İsrailoğullannm durumları berbat
olup karıştı. Büyük günahlar işlediler. Peygamberlerin bir kısmım öldürdüler.
Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, peygamberlere bedel olarak üzerlerine zorba
hükümdarları musallat etti. O hükümdarlar kendilerine zulmedip kanlarım
akıttılar. Ayrıca Cenâb-ı Allah, diğer milletleri de onlara düşman kılıp
üzerlerine musallat kıldı. Düşman milletlerden biri ile savaştıklarında Misak
tabutu onlarla beraber oluyordu. Bu vesile ile Cenâb-ı Allah'ın bereket ve imdadı
kendilerine yetişip muzaffer oluyorlardı. Musa ve Harun ailesinin bıraktıkları
kalıntılarla ferahlık, o tabutun içinde bulunuyordu.
Gazzeliler ve Maskalan
ahalisi ile yaptıkları bazı savaşlarda mağlup oldular. Mülkleri ellerinden
alındı. İsrailoğullarmın o zamanki hükümdarı, bunu öğrenince, boynu incelip
rengi sarardı ve kahrından öldü. İsrailoğullan da başsız kaldılar. Nihayet
Cenâb-ı Allah, kendilerine Samoyel adında bir peygamber gönderdi. Samoyel'den
düşmanla savaşırken başlannda bulunması için bir hükümdar tayin etmesini istediler.
Neticede Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan olaylarla karşılaştılar.
İbn Cerir et-Taberî
der İd: Yuşa b. Nun'un vefatından sonra Samo-yel'in peygamber olarak
gönderilişine kadar aradan 460 sene geçti.[7]
Samoyel, Alkame oğlu
Bali'nin oğludur. Alkame, Yehvabin oğlu Yerham'in oğludur. Yehvabin, Sof oğlu
Teho'nun oğludur. Sof, Mahis oğlu Alkame'nin oğludur. Mahis, Azriya oğlu
Amosa'nm oğludur. Samo-yel'e, Eşmayel diyenler de vardır. Mukatil'in dediğine
göre Samoyel, Harun'un mirasçılarmdandır. Mücahid'e göre Samoyel'in adı Eşmoyel
olup Helfaka'nm oğludur. Samoyel'in nesebinde daha ileriki babalarının adları
zikredilmemiş tir. Doğrusunu Allah bilir.
Süddı, İbn Abbas ile
İbn Mes'ud ve sahabelerden bir grupla birlikte Salebî ve diğerlerinin şöyle
dediklerini nakleder: Gazze ve Askalan mıntıkasında Amalika kabilesi,
israiloğullanm mağlup edip, onlardan çok kimseleri öldürmüşlerdi. Çok sayıda
çocuklarım esir almıştı. Lavi kabilesinde artık peygamberlikte sona ermişti.
Onlardan hayatta kalan, sadece hamile bir kadın olmuştu. O kadın, kendisine bir
erkek evlat na-sib etmesini Cenâb-ı Allah'dan dilemişti. Bunun üzerine Cenâb-ı
Allah da ona bir erkek çocuk nasib etti. Çocuğa, Eşmoyel adını vermişti.
Eş-moyel adının İbranice'deki manası, İsmail'dir. Yani bu kelime, "Allah
benim duamı işitti" anlamım taşımaktadır.[8]
Samoyel gelişip
yetişkinlik çağına varınca anası, onu bir mescide götürüp orada Allah'a ibadet
etmekte olan salih bir adama teslim etti ki onun iyiliklerinden ve
ibadetlerinden nasibini alıp bir şeyler öğrensin. Samoyel, o salih adamın
yanında kaldı. Delikanlılık çağına vardığında bir gece uyumakta iken mescidin
bir köşesinden bir ses duyup uyandı ve korktu. Sandı ki o salih ihtiyar
kendisini çağırıyor. İhtiyara: "Sen mi beni çağırdın?" diye sorunca
ihtiyar, onu korkutmamak için: "Evet, ben çağırdım. Sen, uyumana
bak." dedi. Bunun üzerine Samoyel de uyumaya başladı. Fakat aradan kısa
bir süre geçtikten sonra aynı sesi ikinci kez duydu. Sonra üçüncü kez duydu.
Bir de baktı ki Cebrail yanma gelip şöyle diyor: "Ey Samoyel! Doğrusu
Rabbin seni kavmine peygamber olarak gönderdi". Bundan sonra Samoyel,
Kur'ân-ı Kerim'de anlatıldığı gibi kavmim Hakka davet etmeye başladı.
Cenâb-ı Allah, kutsal
kitabında şöyle buyurmaktadır:
"Musa'dan sonra îsrailoğullarımn
ileri gelenlerim görmedin mi?Peygamberlerine: "Bize bir hükümdar gönder
(onun önderliğinde) Allah yolunda savaşalım." demişlerdi."
"Ya size savaş
yazılınca savaşmazsanız?" dedi. Dediler: "Bizler neden Allah yolunda
savaşmayalım ki; oysa biz yurtlarımızdan ve oğullarımız arasından çıkarılıp
sürüldük?" Fakat kendilerine savaş yazılınca içlerinden pek azı hariç, yüz
çevirdiler. Allah zalimleri bilir. Peygamberleri onlara dedi ki: "Allah,
Talut'u size hükümdar gönderdi." Dediler ki: "O bizim üzerimize nasıl
hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız. Ona geniş mal da
verilmemiştir".Dedi: "Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti.
O'nun bilgisini ve gücünü arttırdı". Allah mülkünü dilediğine verir.
Allah(m lütfü) geniştir. (O, herşeyi) bilendir.
Ve peygamberleri
onlara dedi ki: "O'nun hükümdarlığının alameti, tabutun size gelmesidir.
Onun için de, Rabbinizden bir ferahlık ve Musa ailesinin, Harun ailesinin
geriye bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer
inanıyorsanız bunda sizin için (Ta-lut'un hükümdarlığına) kesin bir alamet
vardır".
Tefsircilerin çoğu
dediler ki: Bu kıssada anlatılan kavmin peygamberi Samoyel idi. Başkaları ise
Şemun olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları ise Samoyel ile Şemun'un aynı
kişi olduğunu ifade etmişlerdir. Bir başka grup ise bu kavmin peygamberinin
Yuşa' olduğunu ileri sürmüştür. Bu, imam Ebu Cafer b. Cerir'in, Tarih'inde
anlattıklarına çok uzaktır. Çünkü İmam Ebu Cafer, Tarih'inde şöyle der: Yuşa'nm
vefatı ile Samoyel'in peygamber olarak gönderilişi arasında 460 senelik bir zaman
geçmiştir. Doğrusunu Allah bilir.[9]
Hülasa, bu kavim,
savaşlardan yenik düşüp bitkin hale geldikleri ve düşmanları tarafından
ezildiklerinde o zamanki Allah'ın peygamberinden, kendileri için bir hükümdar
tayin etmesini talep ettiler iri, o hükümdarın emri altında düşmanlarıyla
savaşsınlar. Peygamber, onlara şöyle demişti:
«"Ya size savaş
yazılınca savaşmazsanız?" dedi. Dediler: "Bizler neden Allah yolunda
savaşmayalım ki?" (Yani Allah yolunda bizi savaşmaktan engelliyecek ne
vardır?). Oysa biz yurtlarımızdan ve oğullarımız arasından çıkarılıp
sürüldük.» (ei-Bakara, 246.)
Yani bizler savaştan
yenik çıkıp sevdiklerimizden ayrı düştük. Öyle ise düşmanlarımızın elinde esir
kalıp horlanmakta olan oğullarımız ve çocuklarımız için savaşmamız gerekir.
Onların böyle demeleri
üzerine Cenâb-ı Allah şöyle buyurdu:
"Fakat
kendilerine savaş yazılınca (farz kılınınca), içlerinden pek azı hariç, yüz
çevirdiler. Allah zalimleri bilir".
Bu kıssanın son
kısmında da anlatıldığı gibi o hükümdarla birlikte onların pek azı hariç, nehri
geçmediler. Geri dönüp düşmanla yüz yüze gelmekten kaçındılar.
«Peygamberleri onlara
dedi ki: "Allah, Talut'u size hükümdar gönderdi.» (el-Bakara, 247.)
Sa'lebî dedi ki: Bu
ayette geçen Talut, Kayş b. Efil'in oğludur. Efil, Sara b. Tihort'un oğludur.
Tihort, Enis oğlu Efih'in oğludur. Enis, Ya-kub oğlu Bünyamin'in oğludur.
Yakub, İbrahim oğlu îshak'ın oğludur.
îkrime ile Süddî
dediler ki: Talut, şakacı idi. Vehb b. Münebbih dedi ki: Talut, deri sepicisi
idi.
Başkaları ise, onun
başka bir sanatla uğraştığını ifade etmişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.[10]
Dediler ki: "O
bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız,
ona geniş mal da verilmemiştir".
Denildi ki: Cenâb-ı
Allah, peygamber Samoyel'e şöyle vahyetti: Israiloğullanndan hangisinin boyu,
şu değnek boyu kadar olur da içinde Kudüs yağı bulunan şu boynuza gelirse o,
onların hükümdarı olacaktır. Bunun üzerine İsrailoğulları değneği ellerine alıp
kendi boylarını ölçmeye başladılar. Talut'dan başka hiçbiri, değneğin boyu
kadar uzun değildi. Talut, peygamber Samoyelın yanma gelince içinde Kudüs yağı
bulunan boynuzu elde etti. Samoyel'de ona Kudüs yağını sürdü ve onu hükümdarlığa
tayin etti. îsrailoğullarına da şöyle dedi: "Allah onu sizin-üzerinize
(hükümdar) seçti. (Savaş hususunda veya diğer her işte) onun bilgisini ve
gücünü (ya da boy ve güzelliğini) arttırdı".
Ayet-i kerime'den
anlaşıldığına göre Talut, îsrailoğullarınm en yakışıklısı ve en bilgilisi idi.
«...Allah, mülkünü
dilediğine verir". Hüküm vermek O'na aittir. Yaratmak ve emir vermek
O'nun elindedir. Allah(m lütfü) geniştir. (O, her şeyi) bilendir.
Ve peygamberleri
onlara dedi ki: "Onun hükümdarlığının alameti, Tabut'un size gelmesidir.
Onun içinde, Rabbinizden bir ferahlık ve Musa ailesinin, Harun ailesinin
geriye bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer
inanıyorsanız bunda sizin için (Ta-lut'un hükümdarlığına) kesin bir alamet
vardır.»(el-Bakara, 247-248.)
Bu da, Talut'un iyi
bir insan ve veli bir kimse olması nedeniyle onlara getirdiği uğur ve
bereketin bir eseridir. Bu vesile ile Cenâb-ı Allah onlara, daha önce
ellerinden almış olduğu tabutu geri verdi; düşmanlarım ezdi. Bu tabut nedeniyle
düşmanlarına karşı muzaffer oldular."Onda Rabbinizden bir ferahlık
vardır". Denildiğine göre ayet-i kerimede geçen tabut kelimesinden kasıt,
altından yapılma bir tastır. Onun içinde peygamberlerin göğüsleri ve kalpleri
yıkanırmış. Denildiğine göre o tabut sebebi ile kendilerine gelen ferahlık,
rüzgar esintisi şeklinde imiş. Yine denildiğine göre o tabut, bir kedi timsali
şeklinde yapılmıştı. Savaş anında ses çıkardığında İsrail oğulları muzaffer
olacaklarına inanırlarmış. "O tabutta Musa ailesinin, Harun ailesinin
geriye bıraktıklarından bir kalıntı vardır".
Tabutun içinde, Tevrat
levhalarının parçaları ile Tih sahrasında İsrailoğullarına inen kudret
helvasından biraz kalmış idi. "O'nu melekler taşıyorlardı". Yani o
tabutu, ey îsrailoğulları, melekler taşıyıp size getirecekler ve siz de onu
ayan beyan bir surette göreceksiniz ki, Allah'ın size karşı bir hücceti olsun
ve benim size söylediklerimin doğruluklarına dair apaçık bir burhan olsun.
Talut'un veli ve salih bir insan olduğunu ispatlayan bir delil olsun.
"Eğer inanıyorsanız bunda sizin için (Talut'un hükümdarlığına) kesin bir
alamet vardır'.
Denilir ki Amalika
kabilesi, bu tabut sayesinde düşmanlarına galip olduklarında ki tabutun içinde
ferahlık ve Musa ailesi ile Harun ailesinden kalıntılar vardı. Bir başka
rivayete göre tabutun içinde Tevrat da vardı. Tabut tamamen ellerine geçince
onu kendi mıntıkalanndaki bir putun altına koydular. Sabah olunca tabutun putun
başında durmakta olduğunu gördüler. Onu yine putun altına koydular. Ertesi gün
sabahladıklarında tabutun yine putun üstünde olduğunu gördüler. Bu iş böyle
devam edince, bunun Allah tarafından yapılan bir iş olduğunu anladılar ve onu
mıntıkalarından çıkarıp beldelerine bağlı bir köye yerleştirdiler. Boyun
kısımlarında bir hastalık peyda oldu. Bu hastahktan uzun süre kurtulamayınca
tabutu bir arabaya yerleştirip iki ineğe bağlayarak mıntıkaları dışına
sürdüler. Denildiğine göre melekler, bu arabayı sürerek İsrailoğullan
topluluğunun Önüne getirdiler. Peygamberlerinin de haber verdiği gibi,
îsrailoğulları bu manzarayı seyrediyorlardı. Tabii yine de meleklerin bu tabutu
ne şekilde getirdiklerini en iyi Allah bilir. Ama kuvvetli görüşe göre ayet-i
kerimeden de anlaşıldığı gibi tabutu, melekler bizzat taşıyorlarmış. Her ne
kadar birinci şeklin daha kuvvetli olduğunu tefsircilerin bir çoğu anlatmakta
iseler de doğrusunu Allah bilir.[11]
«Talut, askerler
(iy)le ayrılınca dedi ki: "Allah, sizi bir ırmakla deneyecektir. Kim
ondan içerse benden değildir. Ondan (kana kana) tatma-yıp sadece eliyle bir
avuç alan bendendir.» (el-Bakara, 249.)
Ibn Abbas ile
tefsircilerin çoğu dediler ki bu nehir, Ürdün nehridir. Buna Şeria nehri de
denir. Askerleri ile Talut, bu nehrin yanına vardığında bir imtihan
dolayısıyla Cenâb-ı Allah'ın peygamberi Samoyel'e verdiği emre dayanarak
Talut'da askerlerine şöyle buyruk verdi: Kim bu nehirden içerse benimle beraber
olmasın. Bu gazada benden uzak-laşsm. Bundan ancak (kana kana) tatmayıp sadece
avucu ile bir defa alan benimle arkadaşlık edebilir.
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki: "İçlerinden pek azı hariç, hepsi ondan içtiler".
Süddî dedi ki:
Talut'un askerleri 80.000 idi. Ondan 76.000 kadarı içtiler. Geriye 4000 asker
kaldı.[12]
Buharı, sahihinde şöyle bir hadis nakleder: Bera b. Azib şöyle dedi:
Muhammedin sahabeleri olan bizler kendi aramızda konuşuyorduk. Şöyle ki: Bedir
savaşma katılan sahabelerin sayısı ile nehri, Talut'la beraber geçen
savaşçıların sayısı arasında bir mukayese yapılacak olursa ikisinin de eşit
olduğu görülür. Talut'la birlikte nehri geçen askerler, 310 küsur kadardı.
Süddî'nin ifade ettiğine göre Talut'un askerleri, 80.000 kadarmış. Aslında bu
sayı üzerinde ihtilaf vardır. Çünkü Kudüs toprağına, 80.000 asker sığmaz.
Doğrusunu Allah bilir.
Cenâb-ı Allah buyurdu:
«Nihayet Talut ve
kendisiyle beraber inanalar, ırmağı geçince: "Bu gün Calut'a ve
askerlerine karşı bizim gücümüz yok." dediler.» Kendilerini azımsadılar
ve zayıf gördüler. Düşmanlarının çokluğu karşısında şaşıp onlara mukavemet
edemeyeceklerini sandılar.
"Allah'a
kavuşacaklarına kanaat getirenler ise şöyle dediler: "Nice az bir topluluk
var ki, Allah'ın izniyle çok topluluğa galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle
beraberdir». Yani iman ve yakîn sahibi olan bahadırlarla yiğitler, sabredip
mukavemet ruhuna sahip olanlar, düşmanla karşılaşıp mücadele vermeye ve
vuruşmaya onları teşvik ettiler.
«(Talut'un askerleri)
Calut ve askerlerine karşı çıktıklarında şöyle dediler: "Rabbimiz,
üzerimize sabır dök! Ayaklarımızı sağlam tut ve o kafir millete karşı bize
yardım et!"» (d-Bakara, 250.)
Cenâb-ı Allah'tan
üzerlerine sabır dökmesini, kalplerine itminan vermesini, ayaklarını
kaydırmamasını, savaş alanında kendilerine metanet vermesini, gazanın
kızıştığı ve savaş alevlerinin tutuştuğu esnada yüreklerini pekiştirmesini
dilediler. Batınî ve zahirî dayanıklılık istediler. Düşmanlarına ve kafirlere
karşı, münkirlerle zorbalara karşı muzafferiyet istediler. Allah'ın ayetlerim
ve nimetlerini inkar eden kimselere karşı galibiyet istediler. Yüce kudretin
sahibi, her şeyi görüp işiten, her şeyden haberdar olup bütün işleri yerli
yerince yapan Rable-ri, dileklerine cevap verdi ve isteklerini yerine getirdi.
Onlar da Allah'ın güç ve kuvveti ile onun izin ve yardımı ile düşmanlarım
hezimete uğrattılar. Düşmanlarının sayı ve teçhizatı çok olmakla birlikte yine
de Allah'ın verdiği kuvvet sayesinde onları mağlub ettiler. Nitekim Cenâb-ı
Allah buna bir nazire olarak mü'minlere hitaben şöyle buyurmuştur.
«Nitekim Allah size
Bedir'de de yardım etmişti. Siz o zaman zayıf idiniz. O halde Allah'tan korkun
ki şükredesiniz.» (Âl-i Imr;in,i23.)
«Davud, Calut'u
öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi. Ve ona dilediğini
öğretti.» (ei-Bakaı-a, 25i.)
Bu ayet-i kerime de
Davud (a.s.)'un kahramanlığına delâlet vardır. Yine bu ayet-i kerimede
anlatıldığına göre o, düşman ordusunu ezip hezimete uğratmıştır. Düşman
askerlerini kırıp geçmiştir. Düşman ordusunun başındaki komutanı öldürmekten
daha büyük bir muzafferiyet düşünülemez. Bu sebeble Davud ve askerleri bol
miktarda malları ganimet olarak ele geçirmiş; yiğit düşman savaşçılarını esir
almışlardı. İman kelimesi, putlar üzerinde yücelmişti. Allah'ın dostları,
düşmanlarına galip gelmişti. Gerçek din, bâtıla üstün olmuştu. Bâtılın peşinde
koşanlara galip olunmuştu.
Süddî şöyle der: Davud
peygamber, babasının çocuklarının arasında en küçük olanı idi. Onüç kardeş
idiler. îsrailoğullarınm hükümdarı Talut'un, halkı, Calut'u ve askerlerini
öldürmeye, onlarla savaşmaya teşvik ettiğini duydu. Talut şöyle diyordu. Kim
Calut'u öldürürse, kızımı ona verir ve onu tahtıma ortak ederim.
Davud peygamber, iyi
sapan atmasını bilirdi. İsrailoğullan arasında dolaşmakta iken bir taşın
kendisine şöyle seslendiğini işitti: "Ey Davud beni al. Çünkü sen Calut'u
benimle öldüreceksin!" Taşın böyle seslendiğini duyan Davud, hemen koşup
taşı aldı. Ardından ikinci bir taşta kendisine aynı şekilde seslendi, onu da
aldı. Daha sonra üçüncü bir taşın da kendisine aynı şekilde seslendiğini
işitince onu da alıp sapanına yerleştirdi. İki ordu karşı karşıya geldiğinde
düello yapmak için Calut ortaya çıktı. Kendisiyle vuruşacak bir kimse istedi.
Ona karşı Davud çıktı. Davud'a şöyle dedi:
"Geri dön, seni
Öldürmek istemiyorum! .
Davud: "Ama ben
seni öldürmek istiyorum." dedi. Ve üç taşı alıp sapına yerleştirdi.Sonra
sapanını çevirerekiçindeki üç taşı paça haline getirdi. Taşları fırlatarak
Calut’a isabet ettirdi.Kafasınıyarıp öldürdü. Böylece Calut'un askerleri paniğe
kapılarak gerisin geri kaçtılar. Talut da Davud'a verdiği sözü yerine getirdi.
Kızını ona verip tahtına ortak etti. Davud'a büyük payeler verdi.
İsrailoğullan arasında onun hükmünü geçerli kıldı. İsrailoğullan da Davud'u
sevdiler. Talut'dan
fazla ona meylettiler.
Denildiğine göre
Talut, bir müddet sonra Davud'u kıskanmaya başlamış ve onu öldürmek istemişti.
Öldürmek için bir tuzak kurmuştu, ama amacına ulaşamamıştı. Âlimler, Davud'u
öldürmekten onu mene-diyorlardı. Bunun üzerine Talut, kızarak âlimlere musallat
oldu. Az bir kısmı dışında hepsini öldürdü. Bilahare pişman olarak tevbe etti
ve kötülüklerine son verdi. Nedametinden dolayı çokça ağlamaya başladı.
Mezarlıklara gidip oralarda ağlardı. Öyle ki göz yaşları ile toprağı
ısla-tırdı. Günün birinde mezarlıktan kendisine şöyle bir ses geldi: Ey Talüt!
Biz hayatta idik, sen bizi öldürdün. Öldükten sonra bile bize eziyet verir
oldun!
Bu ses üzerine Talut
daha fazla ağlamaya başladı. Korkusu fazlalaştı. Sonra durumunu kendisine izah
edecek bir âlim aradı. Tevbesinin kabul edilip edilemeyeceğini sordu.
Kendisine: "Sen hayatta bir âlim bıraktın mı ki şimdi durumuna bir çare
bulması için âlim arıyorsun?" denildi. Nihayet bir kadının yanma gitmesini
kendisine salık verdiler. Kadının yanma gitti. Kadın onu alıp Yuşa peygamberin
mezarının yanı başına getirdi. Kadın, Allah'a dua etti. Yuşa peygamber
mezarından kalktı. Ve: "Kıyamet mi koptu?" diye sorunca kadın şöyle cevap
verdi: Hayır, ama Talut, sana tevbesinin kabul edilip edilemeyeceğini soruyor.
Yuşa şöyle cevap
verdi: Evet, tevbesi kabul edilir; ama bu hükümdarlıktan vazgeçmesi, gidip
şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaşması gerekir.[13]
Bunun üzerine Talut,
hükümdarlığı Davud peygambere bıraktı, onüç evladıyla birlikte o mıntıkadan
gitti. Şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaştılar. "Allah ona mülk ve
hikmeti verdi. Dilediğini ona öğretti" ayet-i kerimesinden kastedilen
mana da budur.
Muhammed b. îshak der
ki: Mezarında diriltilen ve tevbesinin kabul edileceğini Talut'a haber veren
peygamber, Ahtab oğlu Elyesa'dır. Ibn Cerir de böyle bir rivayette bulunmuştur.
Sa'lebî der ki: O
kadın, Taîut'u, Samoyel peygamberin mezarının yanı başına getirdi. Samoyel,
yaptığı kötülüklerden dolayı Talut'u kına-dı.
Bu rivayet daha
münasiptir. Talut'un, Samoyel peygamberi rüyasında görmüş olması daha
mantıklıdır. Mezarından dirilip kalkması, mantıklı değildir. Bu, bir
peygamberin gösterebileceği bir mucizedir. Oysa Talut'un müracaat ettiği kadın,
peygamber değildi. Doğrusunu Allah bilir.
İbn Cerir der ki:
Tevrat ehli, Talut'un hükümdarlığı ile çocuklarıyla birlikte Allah yolunda
öldürülmeleri arasında geçen zamanın kırk yıl olduğunu söylemişlerdir.
Doğrusunu Allah bilir. [14]
Davud, Uveyd oğlu
İsa'nın oğludur. Uveyd, Salamon oğlu Abir'in oğludur. Salamon, Uveynadip b.
Nahşo'nun oğludur. Uveynadip, Hasron b. Faresoğlu İrem'in oğludur. Fares,
Yahuza b. Yakub'un oğludur. Ya-huza, İshak b. Yakub'un oğludur. îshak ise,
İbrahim Halil peygamberin oğludur. İbrahim, Allah'ın dostu, kulu, peygamberi ve
Kudüs'teki hali-fesidir.
Bazı ilim ehli ile
Vehb b. Münebbih'den nakilde bulunan Muhanv med b. İshak şöyle demiştir: Davud
(a.s.) kısa boylu, mavi gözlü, az saçlı, temiz kalpli bir kimse idi.[15]
Önceki sayfalarda da
anlatıldığı gibi Davud peygamber, Calut'u, İbn Asakir'in anlattığına göre
Merecüssafr yakınında, Ümmü Hakim sarayının yanında öldürmüştür. Bunun üzerine
îsrailoğulları kendisini sevmişler ve Talut'tan ziyade ona meyletmişlerdir.
Bunun üzerine Ta-lut da onu kıskanıp Öldürmek istemiş ve neticede amacına
ulaşamadığından dolayı da ülkesini terkederek hükümdarlığı Davud'a bırakmıştır.
Cenâb-ı Allah, Davud'a hem hükümdarlık, hem de peygamberlik vermişti. Hem dünya
hem de ahiretin hayrını vermişti. Halbuki daha önce hükümdarlık bir kolda,
peygamberlik başka bir kolda idi. Davud Aleyhisselam'da her ikisi birleşti.
Nitekim bununla ilgili olarak Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:
«Davud, Calut'u
öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi. Ve ona dilediğini
Öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğer bir kısmım savmasaydı, dünya
bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.» (el-Bakara, 251 )
Eğer hükümdarlar,
insanlar üzerinde hükmetmeselerdi, güçlü insanlar zayıf insanları yenerlerdi.
Bu nedenle bazı eserlerde şöyle denmiştir: "Sultan, yeryüzünde Allah'ın
gölgesidir". Mü'minlerin emiri Osman b. Affan hazretleri de şöyle
buyurmuştur: "Cenâb-ı Allah, Kur'ân ile menetmediği şeyi sultan vasıtası
ile meneder".
İbn Cerir der ki:
Calut, düello için Talut'u çağırdığında ona şöyle dedi. Ben sana karşı, sen de
bana karşı çık. Fakat Talut, yardım için askerlerine seslenince onun çağrısına
Davud cevap verdi. Gelip Calut'u öldürdü.[16]
Velıb b. Münebbih dedi
ki: Calut'un Davud tarafından öldürülmesi üzerine insanlar, Talut'a
göstermedikleri sevgiyi Davud'a gösterdiler. Talut'u hüküm darlıktan atıp
yerine Davud'u geçirdiler. Rivayete göre bu iş, Samoyel'in emri üzerine
yapılmıştır. Hatta bazıları, bu olaydan önce onun bu emri verdiğini
söylemişlerdir.
İbn Cerir der ki:
Cunıhur-u ulemanın ittifakına göre Davud'un Ca-lut'u öldürmesinden sonra
yönetim değişikliği olmuştur. Doğrusunu Allah bilir.
îbn Asakir, Said b.
Abdülaziz'den şöyle rivayet etti: Davud, Ümmü Hakim'in sarayı yanında Calut'u
öldürmüştür. Oradaki nehir, ayet-i kerimede sözü edilen nehirdir. Doğrusunu
Allah bilir.
Cenâb-ı Allah, şöyle
buyurdu:
«Andolsun, Davud'a
tarafımızdan bir üstünlük verdik: "Ey dağlar, (onun yaptığı teşbihi) onunla beraber yankılayın
ve ey kuşlar (sizde O'nun teşbihine katılın)!"(dedik). Ve ona demiri
yumuşattık: "Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi
işler yapın. Çünkü ben, yaptıklarınızı görmekteyim" diye (vahyettik).»
(Sebe',10-11.)
Bir başka ayet-i kerimede
ise Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
«Davud'a dağları ve
kuşları boyun eğdirdik. Onunla beraber teşbih ediyorlardı, Biz
(bunları)yaparız. Ona, sizi, savaşın şiddetinden korumak için zırh yapmayı
Öğretmiştik. Ama siz şükrediyor musunuz ki?»(el-Enbiyâ, 79-80.)
Cenâb-ı Allah, zırh
örme işinde Davud'a yardım etti ki düşmanla savaşırken kendini demirden örülme
zırhlarla korusun. Ayrıca Cenâb-ı Allah, zırhları ne şekilde öreceğini de ona
öğretti. Ve şöyle buyurdu: "Dokumayı ölçülü yap". Yani çiviyi çok
ince yapma ki kırılmasın; çok kaba yapma ki dağıtmasın".
Hasan Basrî ile Katade
ve A'meş dediler ki: Cenâb-ı Allah, demiri, Davud'un elinde yumuşattı. Öyleki
ateşe ve çekice ihtiyaç duymaksızın demiri elinde eğip büküyordu.
Katade'nin anlattığına
göre halkalardan ilk olarak zırh yapan, Davud peygamber olmuştur. Ondan
önceleri demirden tabakalar halinde zırhlar yapılırdı. İbn Şevzeb'in dediğine
göre Davud peygamber, her gün bir zırh yapıp 6000 dirheme satardı. Sahih
hadiste sabit olduğuna göre kişinin yediği en helal ve en temiz şey, kendi
kazancıdır. Allah'ın peygamberi Davud (a.s.) da kendi eliyle kazandığım yerdi.
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki:
«Güçlü kulumuz Davud'u
an. Çünkü o, (Allah'a) çok dönerdi. Biz dağları ona ram etmiştik. Akşam sabah
onunla teşbih ederler (onun yaptığı teşbihle çınlarlar)dı. (Her taraftan)
toplanıp gelen kuşları da (ona ram etmiştik). Hepsi onun nağmesine katılır
(beraber teşbih ederlerdi. Onun mülkünü güçlendirmiştik. Kendisine hikmet ve
açık, güzel konuşma (kabiliyeti) vermiştik.» (sad, 17-20.)
İbn Abbas ile Mücahid
dediler ki: Ayet-i kerimede geçen "eyd" kelimesi, taatte kuvvetli
olmak, yani ibadet ve salih amelde güçlü olmak manasını ifade eder.
Katade der ki: Davud'a
ibadet hususunda kuvvet verilmişti. İslâm'ı anlamada güç verilmişti. Bize
anlatıldığına göre geceleyin namaz kılar, dua eder, gündüzleri de oruç tutardı.
Öyleki zamanının yarısını oruçlu geçirirdi.[17]
Buharı ve Müslim'in
sahihlerinde nakledilen bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuşlardır:
«Allah'ın en çok
sevdiği namaz, Davud'un namazıdır. Allah'ın en çok sevdiği oruç, Davud'un
orucudur. O gecenin yarısında yatar, üçte birinde ibadet ederdi. Altıda
birinde uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün oruç tutmazdı. Düşmanla
karşılaştığında da kaçmazdı» [18]
Cenâb-ı Allah, Davud
peygamberle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
«Biz dağlan ona ram
etmiştik. Akşam sabah onunla teşbih ederlerdi. (Her taraftan) toplanıp gelen
kuşları da (ona ram etmiştik) . Hepsi onun nağmesine katılırdı.» (sad, 18-19.)
Bir başka ayet-i kerimede
de Cenâb-ı Allah, dağlara şöyle emir veriyor:
«Ey dağlar, (Davud'un
yaptığı teşbihi) onunla beraber yankılayın.»(Sebe, 10.)
Yani ey dağlar,
Davud'la birlikte teşbih edin. îbn Abbas ile Mücahid ve diğer bazı müfessirler
bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken ayetin şu manaya geldiğini söylemişlerdir.
"Biz dağları ona
ram etmiştik. Akşam sabah onunla teşbih ederler (onun yaptığı teşbihle
çınlarlar) di". Çünkü Cenâb-ı Allah, Davud peygambere kuvvetli bir ses
vermişti. Bu ses kadar başkasına kuvvetli bir ses vermiş değildi. Zebur'u
terennüm ederken havada uçmakta olan kuşlar dururlardı. Onun terennümüne eşlik
eder, onun teşbihlerine katılırlardı. Aynı şekilde dağlarda da onun teşbihleri
ile yankılanıp çınlarlardı. Sabah akşam bu hal böylece devam ederdi. Allah'ın
salâtü selamı onun üzerine olsun.[19]
Evzaî, Abdullah b.
Âmir'in kendisine şöyle dediğim rivayet etmiştir. Başkasına bir benzeri
verilmemiş olan güzel bir ses, Davud peygambere verilmişti. Öyle ki kuşlarla
canavarlar, Zebur okurken onun etrafında halkalanıp bekleşirlerdi. Açlıktan ve
susuzluktan ölünceye dek o vaziyette günlerce beklerlerdi.
Vehb b. Münebbih dedi
İd: Davud'un sesini duyan herkes, raksa gelir, ayakları yerden kesilirdi.
Zebur'u öylesine güzel bir sesle okurdu ki duymakta olduğumuz ezanların bile
onu andırdığını söyleyemeyiz. Zebur'u okurken cinlerle insanlar, kuşlarla
hayvanlar sesine gelip etrafında halkalanırlardı. Öylece bekleşirlerdi.
Açlıktan ölünceye kadar yanından ayrılmazlardı.
Ebu'l-Abbas el-Medenî,
Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: Davud (a.s.), Zebur'u okumaya
başladığında bekarlar aşktan vecde gelip helak olurlardı.Bu garip bir
rivayettir.
Abdürrezzak, İbn
Cüreyc'den rivayet ederek şöyle der: Çalgı eşliğinde okumanın hükmünü Ata'ya
sorduğumda, "Bunun ne sakıncası var?" diye cevap verdi. Ubeyd b.
Ömer'in şöyle dediğini işittim: Davud (a.s.), çalgı aletini eline alıp çalmaya
başlar ve beraberinde de okurdu. Böyle yapmakla da ağlamak ve ağlatmak isterdi.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) Ebu Musa
el-Eş'arî'yi okurken görmüştü ve şöyle demişti: «Ebu Musa'ya Davud ailesinin
kavallarından biri verilmiştir.»[20]
Ahmed b. Hanbel, Ebu
Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Rasûlullah (s.a.v.), şöyle
buyurdu:
«Ebu Musa'ya Davud'un
kavallarından biri verilmiştir.»[21]
Ebu Osman en-Nehdî'nin
şöyle dediğini rivayet ederiz: "Ud ve kaval seslerini işitmişimdir. Fakat
Ebu Musa el-Eş'ari'nin sesinden daha güzel bir ses işitmiş değilim".
Davud peygamber,
sesinin yumuşak ve inceliğiyle birlikte kitabı olan Zebur'u çok seri bir
şekilde okurdu. Nitekim İmam Ahmed b. Han-bel'in Ebu Hüreyre'den rivayet
ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
«Okumak, Davud'a
hafifleştirildi. Hayvanının eğerlenmesini emrederdi. Hayvanı eğerleninceye
kadar kendisi Kur'ân'ı okumuş olurdu. Ve elinin kazancından başka birşey de
yemezdi.»[22]
Bu hadis-i şerifte
geçen Kur'ân kelimesinden kasıt, Allah tarafından Davud peygambere
vahyedilerek indirilen Zebur'dur. Davud peygamber, aynı zamanda bir hükümdar
olup tebaaları varda. Zebur'u hayvanının eğerlenmesi tamamlanmadan önce okuyup
tamamlardı. Bu çok seri bir işti. Seri bir şekilde okumasına rağmen ayetlerin
manaları üzerinde düşünür ve bir terennüm ile okurdu. Okurken huşuyu da ihmal etmezdi.
Allah'ın salatü selamı onun üzerine olsun. Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Ve
Davud'a Zebur'u verdik.» (en-Nisâ,ı 63.)
Zebur, bilinen meşhur
bir kitaptır. İbn Kesir Tefsirimizde Ahmed b. Hanbel'den naklettiğimiz bir
hadiste anlatıldığına göre bu kitap, rama-zan-ı şerif ayında nazil olmuştur.
İçinde bilinen bazı öğüt ve hikmetler vardır. Yüce Allah buyuruyor ki:
«Onun mülkünü
güçlendirmiştik. Kendisine hikmet ve açık, güzel konuşma (kabiliyeti)
vermiştik.» csad, 20,)
Yani Davud'a büyük bir
mülk ve hakimiyet ile geçerli bir hüküm vermiştik.
İbn Cerir ile İbn Ebi
Hatîm, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: İki adam davalaşmak
üzere Davud peygambere gittiler. Aralarındaki dava konusu bir sığırdı.
Adamlardan birisi, diğerinin kendisinden bir sığır gasbetmiş olduğunu iddia
etti. Davalı, bu iddiayı reddetti. Davud, aralarında hüküm verme işini geceye
erteledi. Gece olunca Cenâb-ı Allah kendisine, davacıyı öldürmesini vahyetti.
Sabah olunca davacıya Davud şöyle dedi: "Doğrusu, Cenâb-ı Allah seni öldürmemi
bana vahyetti. Mutlaka seni öldüreceğim. Bu davan hususunda bana söyleyeceğin
birşey var mıdır?".
Davacı şöye dedi:
"Ey Allah'ın peygamberi, andolsun ki ben bu davamda haklıyım, yalnız daha
önce ben bu davalının babasını öldürmüştüm".
Davacının böyle demesi
üzerine Davud peygamber emir vererek davacıyı öldürttü. Bunun üzerine Davud
peygamberin îsrailoğulları arasında şanı cidden büyüdü. İtibarı arttı. Herkes
ona büyük bir saygı ve tazim göstermeye başladı. İbn Abbas, «O'nun mülkünü
güçlendirmiştik. Kendisine hikmet (peygamberlik) ve açık, güzel konuşma
(kabiliyeti) vermiştik.» ayet-i kerimesinden kastedilen mananın bu olduğunu
söylemiştir.
Şureyh, Şa'bi, Katade,
Ebu Abdurrahman es-Sülemî ile diğerleri demişler ki: Ayet-i kerimede geçen açık
ve güzel konuşma kabiliyetinden kasıt, davaları iyice ve adilce sonuçlandırıp
şahitlere ve yeminlere itibar etmektir. Bununla da şu kuralı kas de tmişl
erdir: "Davacının belge getirmesi, inkar edenin de yemin etmesi
gerekir".
Mücahid ile Süddî
dediler ki: Ayet-i kerimede geçen güzel ve açık konuşma kabiliyetinden kasıt,
yargıyı adilce yapıp anlamaktır. Ayrıca Mücahid, bunun, güzel ve açık seçik
konuşarak doğru hüküm vermek olduğunu da ifade etmiştir. İbn Cerir de bu sözü
benimsemiştir.[23]
Vehb b. Münebbih dedi
ki: îsrailoğulları arasında kötülük ve yalancı şahitlik çoğalınca davaları
halletmesi için Davud peygambere bir zincir verildi. Bu zincirin bir ucu
gökte, diğer ucu da Kudüs'te Mescid-i Ak-sa'mn yanı başındaki kayalıkta idi.
Altından yapılmıştı. İki kişi davalaştüdannda haldi olan bu zincire ulaşabilir,
diğeri ise ulaşamazdı. Bu hal epey zaman böylece devam etti. Nihayet adamın
birisi, bir başkasının yanma emanet olarak inci. bırakmıştı. Fakat bir süre
sonra emanetçi, yanına bırakılan inciyi inkar etti. Bir baston alıp içini
oyarak incileri içine yerleştirdi. Davalaşmak üzere kayalığın yanındaki zincire
geldiklerinde davacı, yani inci sahibi, haldi olduğunu ispatlamak için elini
zincire uzattı ve zinciri yakaladı. Davalıya (emanetçiye), "Sen de elini
zincire uzat." denildiği zaman incileri içinde saklamış olduğu bastonu davacıya
vererek elini zincire doğru uzattı, uzatırken de şöyle dedi: "Allah'ım,
sen de biliyorsun ki ben incileri sahibine vermişim." Böyle deyince elini
zincire uzattı ve zinciri yakalayıverdi. Daha sonra bastonu inci sahibinden
geri aldı. İsrailoğullan bu durumda büyük bir zorlukla karşılaştılar ve davayı
nasıl halledeceklerini bilemediler. Bunun üzerine o zincir derhal aralarından
çekiliverdi.
«Sana davacıların
haberi geldi mi? Hani odasının duvarına tırmanmışlardı. Davud'un yanma
girmişlerdi de (Davud) onlardan korkmuştu. "Korkma, dediler. Biz iki
davacıyız. Birimiz, ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile
hükmet. Zulmetme, bizi yolun ortasına (adalete) götür. Bu kardeşimin
doksandokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken: " Onu da
bana ver." dedi. Ve konuşma da bana ağır bastı (onunla baş
edemedim)". (Davud) dedi ki: "Andolsun (o), senin koyununu kendi
koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir. Zaten (mallarım birbirine)
karıştıran (ortak)lann çoğu, birbirine zulmederler. Yalnız inanıp iyi işler
yapanlar bunun dışındadır ki, onlarda ne kadar azdır!". Davud, (bu
hükümle) kendisim denediğimizi (kendisine bir bela vereceğimizi) sandı da Rabbinden
mağfiret diledi. Eğilerek secdeye kapandı ve tevbe edip (bize) döndü. Biz de
ondan bunu affettik. Yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği
vardır.» (Sâd, 21-25.)
Selef ve haleften bir
çok tefsirciler, bu ayetle ilgili olarak bir çok kıssa ve haberler
nakletmişlerdir ki bunların çoğunluğu israiliyattır. Bir kısmı da kesin şekilde
yalanlanmıştır. Kıssayı sadece Kur'ân-ı Kerim'den nakletmekle yetinerek diğer
israiliyat haberlerini aktarmayı uygun görmedik. Allah dilediğini dosdoğru
yola iletir,
Sâd süresindeki
secdenin, aslî tilavet secdelerinden mi, yoksa şükür secdesinden mi olduğu
hususunda imamlar ihtilaf etmişlerdir. Ve bu hususta iki görüş ileri
sürülmüştür.
Buharî, avamın şöyle
dediğini rivayet etmiştir: «Sâd süresindeki secdeyle ilgili olarak Mücahid'e
fikrini sordum, bana şöyle dedi: İbn Ab-bas'a neden bu ayeti okurken secde
ettin? diye sordum. Bana: «Onun soyundan Davud ve Süleyman'a (yol
gÖstermiştik).»(cî-En'âm, 84). «İşte onlar Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir.
Onların yoluna uy.» (ei-En'âm, öo.) ayet-i
kerimelerini okumadın mı? Davud da, peygamberinizin kendisine uymakla
emrolunduğu kimselerdendir. Bu ayet-i kerimeyi okurken Davud peygamber secde
etmiştir. Buna uyarak Rasûlullah da secde etmiştir." diye karşılık verdi.»[24]
İmam Ahmed b. Hanbel,
İbn Abbas'm, Sâd süresindeki secde ile ilgili olarak şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
«Bu, aslî secde
ayetlerinden değildir. Ancak bu ayetin okunması esnasında Rasûlullah'm secde
ettiğini görmüşümdür.»
Bir başka rivayette de
îbn Abbas şöyle der: Peygamber (s.a.v.), Sâd süresindeki secde ayeti esnasında
secde yapmış ve şöyle demiştir: «Davud tevbe için bu ayet yanında secde
etmiştir. Biz ise, şükür için secde
ediyoruz.»[25]
Ebu Davud, Ebu Said
cl-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Rasûlullah (s.a.v.) minberde
iken Sâd sûresini okumuş, secde ayetine geldiğinde inerek secde etmiştir.
Beraberindekiler de kendisiyle birlikte secde etmiştir. Başka bir gün jâne
aynı sûreyi okurken yine secde ayetine geldiğinde orada bulunan insanlar secde
etmeğe hazırlanmış ve ayağa kalkmışlardı. Peygamber Efendimiz onların secdeye
hazırlandıklarım görünce şöyle demişti: "Bu, bir peygamberin tevbesidir.
Ancak sizin secde etmeye hazırlandığınızı gördüm". Böyle dedikten sonra
minberden inip secde etmiştir.»[26]:iİmam
Ahmed b. Hanbel, Ebu Said el-Hudrî'nin rüyasında Sâd sûresini yazmakta olduğunu
gördüğünü rivayet eder. Rüyasında bu sûreyi yazarken secde ayetine geldiğinde
elinde-ld kalemin, hokkanın ve yanındaki herşeyin derhal secdeye kapandıklarım
görmüş. Ebu Said, bu rüyasını Peygamber Efendimiz'e anlatmış, bundan sonra da
Sâd süresindeki secde ayetini her okuyuşunda secde edermiş".
Tirmizî ile îbn Mace,
İbn Abbas'm şöyle dediğim rivayet etmişlerdir. «Adamın biri Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'in yanma gelerek şöyle demiş: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben rüyada
kendimi bir ağacın arkasında namaz kılarken gördüm. Secde ayetini okuduğumda
benimle birlikte ağaç da secdeye kapandı. Ağacın secde halinde iken şöyle
dediğini işittim: Allah'ım bu secde vesilesi ile kendi katmda benim için sevap
yaz. Ve bunu benim için bir azık kıl. Bu sebeble de günahlarımı düşür. Kulun
Davud'dan kabul ettiğin gibi benden de bu secdemi kabul buyur".
İbn Abbas der ki: Bu
adam Peygamber Efendimiz'e böyle dedikter sonra Peygamber (s.a.v.) Efendimiz
kalkarak Sâd süresindeki secde ayetini okudu, sonra da secdeye kapandı. Ve o
adamın naklettiği gib secdeye kapanmış olan ağacm secde halindeki sözlerini
aynen tekrarladığını işittim»[27]
Bazı tefsircilerin
anlattığına göre Davud peygamber, kırk gün müddetle secdede kalmıştır. Mücahid
ile Hasen ve diğerleri de böyle demişlerdir. Bu konuda merfu bir hadisde varid
olmuştur. Ancak bu hadis, Yezid er-Rekaşî'nin rivayetlerindendir ki o da
rivayeti metruk olan zayıf bir ravidir.
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki: «Biz de ondan bunu affettik. Yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir
geleceği vardır.» (Sâd, 25.)
Yani kıyamet gününde
o, bizim yakınımızda olacak ve yüksek derecelere ulaşacaktır. Nitekim bir
hadis-i şerifde de şöyle buyurulmuştur:
«Adaletli kimseler,
Rahman'm sağ tarafında, nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır. Bu gibi
kimselerin her iki eli de sağ el gibidir. Bunlar, kendi aile bireyleri ile
idareleri altında bulunan kimselere adaletle hükmederler».
İmam Ahmed b. Hanbel,
Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
«Kıyamet gününde
Allah'ın en çok sevdiği ve makam bakımından kendisine en yakın olan insan,
adaletli hükümdardır. Yine kıyamet gününde Allah'ın en çok buğzettiği ve
şiddetle azapl andırdığı kimse de, zalim hükümdar olacaktır.»[28]
İbn Ebi Hatim,
«Yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.» ayet-i kerimesiyle
ilgili olarak Malik b. Dinar'ın şöyle dediğim rivayet etmiştir: Davud (a.s.),
kıyamet gününde Arş'm direği yanında dikilip duracaktır. Cenâb-ı Allah
kendisine şöyle buyuracaktır: "Ey Davud! Dünyada beni övdüğün gibi şu
güzel ve ince sesinle, bugün de beni öv". Davud şöyle diyecek: "Nasıl
yapabilirim ki? Sesimi elimden almışsın". Cenâb-ı Allah buyuracak ki:
"Sesini bu gün sana geri veriyorum". Bunun üzerine Davud (a.s.),
yüksek sesle Cenâb-ı Allah'ı Övecek ve bu sesinin tesiri ile Cennet ehli,
nimetlerini istifrağ edeceklerdir.
«Ey Davud, biz seni
yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar arasında
adaletle hükmet, keyf (in)e uyma, sonra bu, seni Allah'ın yolundan saptırır.
Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unuttuklarından dolayı onlara çetin
azap vardır.» (Sâd, 26.)
Bu, Allah'ın Davud
peygambere yaptığı bir hitaptır, ama bununla idareciler ve hakimler
kasdedilmektedir. Bu ayet-i kerime ile Cenâb-ı Allah, onlara adaletli olup
hakka tâbi olmalarını emretmektedir. Başka şeylere, heva, heves ve görüşlerine
uymamalarını tavsiye etmektedir. Haktan ve adaletten ayrılıp başka şeylerle
hükmedenleri tehdit etmektedir. Zamanında Davud peygamber, adalet timsali idi.
İnsanlar için muazzam bir örnek teşkil etmekteydi. Çokça ibadet ederek Allah'a
türlü vesilelerle yaklaşmaya çalışırdı. Gece ve gündüz bütün vakitlerini çoluk
çocuğuyla birlikte ibadetle geçirirdi. Nitekim Cenâb-ı Allah, şöyle buyuruyor:
«Ey Davud ailesi, şükredin! Kullarımdan şükreden azdır.»(Sebc',13.)
Ebu Bekir b.
Ebi'd-Dünya, Ebu'l-Celed'in şöyle dediğini rivayet eder: Davud peygamberin
meselesini okudum. O şöyle demişti: 'Ta Rab-bi, sana nasıl şükredebilirim ki?
Sana şükretmeye ancak nimetlerinle ulaşabilirim". Böyle demesi üzerine
Cenâb-ı Allah, kendisine şöyle vah-yetmişti: "Ey Davud, bilmezmisin ki
sende olan herşey, benim sana vermiş olduğum nimetlerdir?". Bu uyarı
üzerine Davud şöyle demişti: "Evet, öyledir ya Rabb". Cenâb-ı Allah
da kendisine şu karşılığı vermişti: "İşte böyle yapmanla senden razı ve
hoşnut olurum".
Beyhakî, İbn Şihab'm
şöyle dediğim rivayet eder: "Zatının üstünlüğüne, heybet ve azametinin
yüceliğine layık bir şekilde Allah'a hamdol-sun". Davud'un böyle demesi
üzerine Cenâb-ı Allah, ona şöyle vahyet-mişti: "Ey Davud! Doğrusu sen,
hafaza meleklerini yordun".
"Zühd" adlı
kitapda Abdullah b. Mübarek, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir: Davud ailesinin hikmetlerinden bazıları şunlardır: Akıllı kimsenin
dört saatten gafil kalmaması gerekir: Bir saatte, Rabbine münacaatta
bulunmalıdır. Bir saatte, nefsini sorguya çekmelidir. Bir saatte, ayıplarını
kendisine bildirecek ve nefsini doğrulayacak kardeşleriyle buluşmalıdır. Bir
saatte de, nefsi ile lezzetlerini helal dairesinde başbaşa bırakmalıdır. Çünkü
bu saatte nefsini dinçleş-tirerek, kalbini zindeleştirerek diğer saatlerdeki
görevlerini yapmak için kuvvet bulur.
Akıllı kimsenin,
zamanım bilmesi, dilini muhafaza etmesi ve kendi durumuna yönelip ilgilenmesi
gerekir.
Akıllı kimse, sadece
üç şeyi amaç edinmelidir:
1- Ahireti için azık elde etmeye bakmalıdır.
2- Dünya maişetini temin etmeye bakmalıdır.
3- Haram olmayan lezzetleri tatmalıdır.
Harız İbn Asakir,
Davud peygamberin özelliklerini anlatırken birçok güzel huylarından bahsetmiş,
bu arada şu sözünü de nakletmiş tir: 'Yetim için şefkatli bir baba gibi ol.
Şunu iyi bil ki, ne ekersen onu biçersin,. Kötülük ekersen diken
biçersin."
Halk içinde ahmakça
konuşan hatip, cenazeyi görürken şarkı söyleyen şarkıcı gibidir. Zenginlikten
sonra yoksul düşmek, ne kadar çirkin-se, doğru yola kavuştuktan sonra sapıklığa
düşmek bundan daha çirkindir. Halk içinde senin aleyhinde söylenmesini
istemediğin şeylere dikkat et. Yalnız başına kaldığın zaman da bu işleri yapma.
Yapamayacağın şeyi kardeşine vadetme. Çünkü böyle yapman, onu sana düşman
eder.
Muhammed b. Sad,
Afren'in kölesi Ömer'den rivayet ederek Yahudilerin, Rasûlullah (s.a.v.)'ın
kadınlarla evlendiğini gördüklerinde şöyle dediklerini rivayet eder: Yemekten
doymayan şu adama bakın hele! Allah'a andolsun ki bunun maksadı, sadece
kadınlardır.
Hanımlarının çokluğunu
çekemediler, bu sebeble onu ayıpladılar ve şöyle dediler: Eğer peygamber
olsaydı, kadınlara rağbet etmezdi. Bu hususta en çok ileri gidenlerden biri
Huyey b. Ahtab'dı. Cenâb-ı Allah, onları yalanladı ve peygamberine lütufda
bulunup bol bol in'âmda bulunduğunu onlara haber verip şöyle buyurdu:
«Yoksa Allah'ın
lütfundan insanlara (yani Rasûlullah'a) verdiği için onları kıskanıyorlar mı?
Oysa biz İbrahim ailesine de kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk
bağışlamıştık.» (en-Nisa, 54,)
Yani Allah'ın, Davud
oğlu Süleyman'a verdiklerini kıskanıyorlar mı? Onun, 1000 zevcesi vardı. 700'ü
mehirli, 300 u de cariye idi. Davud peygamberin de 100 zevcesi vardı. Bunlardan
biri de Uriya'nın hanımı idi. Uriya'nın hanımından Süleyman doğmuştur. Malum
fitneden sonra Davud peygamber, Uriya'nın hanımı ile evlenmiştir.
Bu sayılan nimetler,
Muhammed (s.a.v.)'e verilen nimetlerden el-betteki daha çoktur.
Kelbî de buna benzer
bir rivayette bulunmuş olup bu rivayetinde Davud peygamberin 100 zevcesi
olduğunu, Süleyman'ın da 300'ü cariye olmak üzere 1000 zevcesi olduğunu
söylemiştir.
Hafız, Tarihinde
Sadkatü'd-Dımışkî'nin hayat hikayesini anlatırken şöyle bir rivayette bulunur:
Adamın birisi, İbn Abbas'a oruç hakkında bir soru sorar: İbn Abbas ona şöyle
der: "Sana, yanımda gizli kalmış bir hadis nakledeceğim, dilersen sana
Davud'un orucunu anlatayım. O, gündüzleri oruç tutar, geceleri ibadet ederdi.
Bahadırdı. Düşmanla karşılaştığında cepheden kaçmazdı. Gün aşırı oruç
tutardı".
Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
«Oruçların en
faziletlisi, Davud'un orucudur».
Zebur'u yetmiş türlü
sesle okurdu. Geceleyin öyle namaz kılardı ki bir rek'atmda hem kendi nefsini
ağlatır, hem de onun bu ağlayışını görüp duyan herşey ağlardı. Hasta ve
kederli kimseler, onun sesi ile iyileşirlerdi.
Dilersen sana onun
oğlu Süleyman'ın orucunu da anlatayım. Süleyman; ayın evvelinden üçgün,
ortasından üçgün, sonundan da üçgün oruç tutardı. Ayın başını oruçla açar, ayı
oruçla ortalar, ayı oruçla niha-y etlendirir di.
Dilersen sana iffetli
ve bakire Meryem oğlu İsa'nın orucunu da anlatayım. O, bütün zamanını oruçla
geçirir, arpa ekmeği yer, laldan örülme giysiler giyerdi. Bulduğunu yer,
bulamadığını da araştırmazdı. Ne ölecek çocuğu, ne de yıkılacak evi vardı.
Nerede akşam olursa ayaklarını yanyana getirip ayağa kalkar ve sabah oluncaya
kadar namaz kılardı. İyi bir nişancı idi. Vurmak istediği bir av, onun elinden
kurtulamazdı, îsrailoğullamıııı meclislerine uğrar, ihtiyaçlarına giderirdi.
Dilersen sana onun
anası îmran kızı Meryem'in orucunu da anlatayım. O, birgün oruç tutar, iki gün
tutmazdı.
Dilersen Arabî ve ümmî
peygamber olan Muhammed (s.a.v.)'in orucunu da sana anlatayım. O, her aydan üç
gün oruç tutar ve: «Bu bütün zamanı oruçlu geçirmek gibidir.» derdi. [29]
Adem peygamberin
yaratılışına dair hadisleri naklederken demiştik ki, Adem'in zürriyeti,
belinden çıkarıldığı zaman aralarında peygamberleri gördü. Peygamberler
arasında parlak şimali bir adam gördü ve: "Ey Rabbim! Bu kimdir?"
diye sordu. Cenâb-ı Allah da, "Bu, senin oğlun Davud'tur." diye
cevap verdi.
Adem dedi ki: 'Ya Rab,
bunun Ömrü ne kadar olacaktır?".
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki: "Altmış yıl olacaktır?".
Adem dedi ki: "Ya
Rab, bunun ömrünü artır".
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki: "Hayır, olmaz. Ancak senin ömründen alıp onunkine katarım".
Adem peygamberin ömrü
1000 sene idi. Cenâb-ı Allah, onun ömründen kırk yılı alıp Davud'unkine
ekledi. Bu hesaba göre Adem'in ömrü nihayete erdiğinde Ölüm meleği, ruhunu
teslim almak için yanma geldi. Adem: "Daha benim kırk yılım var."
dedi. Ve kendi ömründen kırk yılı Davud'a bağışlamış olduğunu unuttu. Bunun
üzerine Cenâb-ı Allah, Adem'm ömrünü yine 1000 seneye, Davud'unkini de 100
seneye tamamladı.
Bunu, İbn Abbas'dan
Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.[30]
İbn Cerir dedi ki:
Ehl-i Kitabın iddiasına göre Davud peygamberin ömrü, yetmiş yedi senedir. Ben
derim İd bu, onlara geri çevrilen bir yanlışlıktır. Onlar, Davud'un
hükümdarlık süresinin de kırkyıl olduğunu söylemişlerdir. Bu, kabul edilebilir.
Çünkü bizim nezdimizde buna aykırı düşecek bir nakil mevcut değildir. Aynca
bunu doğrulayacak bir dayanağımız da yoktur.
Davud
peygamberin-vefatına gelince bununla ilgili olarak "Müsned' adlı eserinde
İmam Ahmed şöyle demiştir: Kubeyse, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek
Rasûlullah(s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir: «Davud peygamberde aşırı
derecede bir namus gayreti ve kıskançlık vardı. Evden çıkarken bütün kapıları
kilitler, dönünceye kadar ailesinin yanına kimseler giremezdi. Yine günün
birinde evden çıkıp kapıları kilitledi. O esnada hanımı çıkıp evin odalarını
kontrol etti. Bir de baktı ki evin tam orta yerinde bir adam duruyor.
Evdekilere hitaben şöyle dedi: "Kapılar kilitli olduğu halde bu adam evin
içine'nereden geldi. Vallahi Davud'u utandıracağız. Bilahare Davud eve gelince
adamın hâlâ evin ortasında durmakta olduğunu gördü. Ona, "Sen
kimsin?" diye sordu. Adam şu karşılığı verdi: "Ben, hükümdarlardan
korkmayan ve engellerden etkilenmeyen kimseyim". Davud ona şöyle dedi:
"Öyle ise vallahi sen, ölüm meleğisin. Allah'ın emri başımız
üzerinedir". Daha bir süre bekledikten sonra ölüm meleği onun ruhunu
teslim aldı. Cenazesi yıkanıp kefenlendikten ve teçhiz işlemleri
tamamlandıktan sonra güneş doğdu. Oğlu Süleyman, kuşlara: "Davud'un
cesedini gölgelendirin." diye buyruk verdi. Akşama kadar kuşlar, onu
gölgelendirdiler. Bunun üzerine Süleyman, kuşlara: "Kanatlarınızı artık
toplayın." diye emir verdi.»
Ebu Hüreyre der ki: Bu
hadisi anlatırken Rasûlullah (s.a.v.), kuşların Davud'un cesedi üzerinde nasıl
kanat açıp yumduklarını göstermek için ellerini birbirine vurdu. Sonra
ellerini yumdu. O gün, üzerinde uzun kanatlı doğanlar gölge yapmışlardı.
Süddî, İbn Abbas'm
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Davud (a.s.), ansızın öldü. Ölümü,
cumartesi günü olmuştu. Kuşlar, onun cesedini gölgelendirmişlerdi".
İshak b, Bişr,
Hasen'in şöyle dediğini rivayet eder: "Davud (a.s.), 100 yaşında iken bir
çarşamba günü ansızın ölmüştür".
Ebu's-Seken el-Hicrî
ise şöyle demiştir: "İbrahim Halil, ansızın vefat etmiştir. Davud,
ansızın vefat etmiştir. Oğlu Süleyman da ansızın vefat etmiştir. Allah'ın
salat-ü selâmı hepsinin üzerine olsun."[31]
Bazılarından rivayet
edildiğine göre ölüm meleği, mihraptan inmekte iken Davud'a gelmişti. Davud
ona şöyle demişti: "Bırak beni, ya mihraptan ineyim ya da mihraba tekrar
çıkayım". Ölüm meleği ona şöyle demişti: "Ey Allah'ın peygamberi!
Seneler, aylar, eserler ve rızıklar tükendi. Artık ecelin geldi". Bunun
üzerine Davud peygamber, mihrabın merdivenleri üzerinde iken secdeye kapandı.
Ölüm meleği de secde halinde onun ruhunu teslim aldı.
İshak b. Bişr, Vehb b.
Münebbih'in şöyle dediğini rivayet eder: İnsanlar, Davud peygamberin
cenazesinde hazır bulundular, bir yaz gününde güneşin altında oturup
bekleştiler. O gün Davud'un cenazesine 40.000 rahip katılmıştı. Ayrıca diğer
insanlar da hazır bulunmuşlardı. Rahiplerin üzerlerinde bornozları vardı.
İsrailoğulları, Musa ve Harun'dan başka hiç kimseye Davud kadar yanmamıştı.
Onun ölümü nedeniyle şiddetli bir teessüre kapılmışlardı. Cenaze merasimine
katılanlar güneşin hararetinden çok eziyet görmüşlerdi. Davud'un oğlu Süleyman
peygambere, sıcağa karşı kendilerine bir siper yapmasını rica et-SSayman da
çıkıp kuşlara seslendi. Kuşlar onun emnne icabet ederek gelip insanları
gölgelendirdiler. Semanın her tarafmda saf tutaS bulut grbi bir sürü meydana
getirerek insanları guneşm sıcaksı korudular. Öyleki, her taraftan rüzgar
esintileri durdurul-^^ Bunun üzerine insanlar sıkıntıdan ölecek hale geldiler.
Süleyman peygambere , kendilerine biraz rüzgar
estirmesi için rica ettiler.Süleyman da kuşlara emir vererek rüzgarın geleceği tarafı açmalarını ve
sadece güneş ışığının gelmekte
olduğu tarafı kapatmalarını söyledi. Kuşlarda emri yerine getirdiler ve
insanlar esintli bir gölge altında kaldılar Böylece orada bulunan halk ilk
olarak Süleyman'ın saltanatını görmüş oldular.
Hafız Ebu Yala, Ebu
Derda'dan rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)ın Sb-ıSŞahabı arasından kab.edip
aldı. Onlar da fitneye düşmediler ve din değiştirmediler. Mesih'in (Isa nın)
ashabı da 200 sene müddetle onun yolundan yürüyerek şeriatını tatbik ettiler».
Bu garip bir hadistir. Doğrusunu Allah bilir. [32]
Hafiz İbn Asakir dedi
ki: Süleyman peygamber, İşa oğlu Davud'un oğludur. İşa, Abir oğlu Uveyd'in
oğludur. Abir, Nahşan oğlu Salamon'un oğludur. Nahşon, İrem oğlu Aminâ Adab'm
oğludur. İrem, Faris oğlu Hasron'un oğludur. Paris, Yakub oğlu Yahoza'mn
oğludur. Ya'kub, İbrahim oğlu İshak'm oğludur. Yani peygamber oğlu
peygamberdir.[33]
Bazı eserlerde
anlatıldığına göre o, Şam'a girmiştir. İbn Makule der ki, Davud'un dedelerinden
biri de Faris'tir.
İbn Makule, îbn Asakir'in
anlattığına yakın bir nesebi, Davud'a nis-bet etmiştir.
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki:
«Süleyman, Davud'a
mirasçı oldu (Davud'un peygamberliği, ilmi ve mülkü Süleyman'a kaldı). Dedi ki:
"Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi. Ve bize her şeyden (bolca bir
pay) verildi. İşte bu, açık bir lütuftur.» (en-Neml, 16.) Yani Süleyman,
peygamberlik ve hükümdarlık bakımından Davud'a mirasçı oldu. Buradaki
mirasçıhktan kasıt, mal mirasçılığı değildir. Çünkü Davud'un, Süleyman'dan
başka oğulları da vardı. Onun malı, sadece Süleyman'a miras olarak kalacak
değildi. Ayrıca sahih ha-disde sabit olduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
«Biz miras bırakmayız,
terekemiz sadakadır».
Bir başka hadis-i
şerifte de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Biz peygamberler
topluluğu, miras bırakmayız.»[34]
Doğru konuşan ve sözü
tasdik edilen Efendimiz, peygamberlerin mallarının miras olarak
bırakılmayacağını haber vermiştir. Bilakis onların bıraktıkları mallar,
kendilerinden sonra yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine sadaka olarak verilir.
Malları, sadece akrabalarına tahsis edilmez. Çünkü onlara göre dünya, pek basit
ve değersizdir. Nitekim onları insanlara üstün kılıp seçerek peygamber olarak
gönderen ve fazi-letlendiren Allah katında da dünya, pek basit ve değersizdir.
Süleyman peygamber
halka şöyle demişti: "Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi ve bize
her şeyden (bolca bir pay) verildi".
Yani Süleyman
peygamber kuşların dillerini bilirdi. Onların ne demek istediklerini insanlara
açılılardı. Hafiz Ebu Bekir el-Beyhakî, Ebu Malik'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir: Süleyman peygamber, yoldan geçerken erkek bir serçenin, dişi bir
serçenin etrafında dolanmakta olduğunu gördü.. Yanında bulunanlara: "Bu
erkek serçenin ne dediğini biliyor musunuz?" diye sorunca etrafındakiler
de: "Ne diyor ey Allah'ın peygamberi?" diye karşılık verdiler.
Süleyman peygamber şöyle dedi: "Erkek serçe, dişi serçeyi istiyor ve ona
diyor ki: Benimle evlenirsen seni, Şam'ın dilediğin evine
yerleştiririm!". Çünkü Şam'ın evleri güzel taşlarla inşa edilmiştir.
Oralara herkes giremez. Ancak bir dişi ile evlenmek isteyen, her erkek,
mutlaka yalan söyler.
Aynı şekilde Süleyman
peygamber, diğer hayvanların ve yaratıkların dillerini de bilirdi. «Bize her
şeyden (bolca bir pay) verildi.» ayet-i kerimesi de buna delâlet etmektedir.
Yani bir hükümdarın ihtiyaç duyduğu teçhizat, âlet, asker, ordu, insi ve cinni
topluluklar, kuşlar, canavarlar, gezip dolaşmakta olan şeytanlar, ilimler ve
anlayışlar ile konuşan ve konuşmayan yaratıkların kalplerindeki duygularla
düşünceler hakkında bilgi bize verildi. "Bu, apaçık bir lütuftur".
Yani göklerle yeri yaratan Allah taraûndan bize bahşedilen bir lütuftur.
Nitekim Cenâb-ı
Allah buyurdu ki:
«Süleyman'ın
cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı. Hepsi bir arada düzenli
olarak sevkediliyordu. Karınca vadisine geldikleri zaman bir karınca: "Ey
karıncalar, dedi. Yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları farkında olmayarak
sizi ezmesinler". (Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: "Rabbim;
bana, anama ve babama lütfettiğin nimete şükretmemi, senin beğeneceğin faydalı
bir iş yapmamı gönlüme ilham et. Ve rahmetinle beni iyi kullarının arasına
sok."» (en-Neml, 17-19.)
Yüce Allah, kulu ve
peygamberi Davud oğlu Süleyman'ın bir gün erkanı ile birlikte bütün insanlar,
cinler ve kuşlarla birlikte bineğine binip yola çıktığını haber veriyor.
Maiyyetindeki insanlar, cinler ve kuşlar beraberinde seyrediyorlardı. Kuşlar
kanatlarıyla onu sıcaktan koruyorlardı. İnsanlarla cinlerden ve kuşlardan müteşekkil
ordu birliklerinin başlarında kumandanları vardı. Ordu, nizam ve intizam
içinde yürüyordu. Kimse kimseyi geçmiyordu. Herkes yerini muhafaza ediyor ve
hiç kimse geride kalmıyordu. Karınca vadisine geldikleri zaman bir karınca:
"Ey karıncalar, dedi. Yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları farkında
olmayarak sizi ezmesinler".
Ayet-i kerimede sözü
edilen karınca, diğer karıncaları Süleyman ve askerlerinin, farkında olmayarak
kendilerini ezmelerine karşı tedbir almak üzere uyardı. Vehb b. Münebbih'in
anlattığına göre Süleyman peygamber, Taif vadisinde büyük bir tahtırevanın
üzerinde oturmakta iken bu karınca onun yanın lan geçmiş, adı da Ceres'miş.
Topal olan bu karınca, Şeysban oğullan kabilesine mensup olup bir kurt
kadarmış. Bütün bunlar üzerinde ihtilaf vardır. Aksine bu ayet-i kerimeden de
anlaşıldığı gibi o, süvari vaziyette iken karınca da omuzu üzerinde imiş.
Bazılarının iddia ettikleri gibi bu tahtırevan üzerinde değilmiş. Eğer öyle
olsa idi karıncaya ondan taraf bir eziyet gelmezdi. Karınca da ayaklar altında
ezilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmazdı. Çünkü tahtırevanda, ihtiyaç
duydukları askerler, atlar, develer, yükler, çadırlar, davarlar ve bütün
bunların üzerinde kuşlar vardı. Nitekim Allah, izin verirse bunu ileride de
açıklayacağız.
Özetle, Süleyman
peygamber, ayet-i kerimede sözü edilen karıncanın, kendi topluluğuna doğru
görüşü ve iyi akıbeti telkin edişini anlamış olduğundan dolayı sevinç ve ferah
içinde tebessüm etmişti. Onun konuşmasını, Cenâb-ı Allah'ın sadece kendisine
bildirmiş olmasından dolayı kıvanç duymuştu. Yoksa durum, bazı cahillerin iddia
ettikleri gibi değildir. Güya hayvanlar, Süleyman peygamberden önce konuşurlar
ve insanlara hitapta bulunurlarmış! Nihayet Süleyman peygamber, onlardan söz
alarak ağızlarını kapatmış ve artık ondan sonra insanlarla konuşmaz olmuşlar.
a Böyle bir şeyi ancak
bilgisiz kimseler iddia edebilirler. Eğer gerçek böyle olsaydı karıncanın
konuşmasını anlaması nedeniyle Süleyman peygamberin, diğer insanlara karşı bir
üstünlüğü söz konusu olmazdı. Çünkü daha önceden de bütün insanlar, hayvanların
dillerini bu iddiaya göre bilirlermiş. Hayvanların kendisinden başka
insanlarla konuşmayacaklarına dair ahidlerini almış olmasından Süleyman
peygamberin elde edilebileceği bir fayda yoktur. Bu sebebledir İd Süleyman peygamber,
Rabbine şöyle yalvarmıştı: "Rabbim, bana ve anama, babama lütfettiğin
nimete şükretmemi, senin beğeneceğin faydalı bir iş yapmamı gönlüme ilham
eyle. Ve rahmetinle beni iyi kullarının arasına sok".
Süleyman peygamber Cenâb-ı
Allah'tan, kendisine bahşetmiş olduğu nimetlere ve diğer insanlardan ayrı
olarak kendisine lütfettiği meziyetlere karşı şükretmeyi ve salih amel
işlemeyi, ayrıca vefat ettikten sonra da salih kullarla birlikte kendisini
hasretmesini Cenâb-ı Al1 lah'dan diledi. Allah da bu dileğini yerine getirdi.
Ayet-i kerime'de geçen
Süleyman peygamberin ana ve babasından kasıt, babası Davud ile anasıdır. Anası,
Allah'a ibadet eden saliha kadınlardan biri idi. Nitekim Senid b. Davud,
Cabir'den rivayet ederek Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
«Davud'un oğlu Süleyman'ın anası şöyle demişti: "Ey oğulcuğum! Geceleyin
fazla uyuma. Çünkü geceleyin fazla uyumak, kulu kıyamet gününde fakir bırakır."»[35]
Abdurrezzak, Zührî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Davud oğlu Süleyman
peygamber, arkadaşlarıyla birlikte yağmur duası için çöle çıktılar. Yolda bir
karınca gördüler. Karınca ayaklarından birini kaldırarak Cenâb-ı Allah'a yağmur
yağdırması için dua ediyordu. Süleyman, arkadaşlarına: "Geri dönelim; yağmur
yağdınlacaktır. Çünkü bu karınca Cenâb-ı Allah'a yağmur yağdırması için dua
ediyordu. Ve dileği de kabul edildi." dedi.
îbn Asakir'in
rivayetine göre Ebu Hüreyre, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu işitmiş:
«Peygamberlerden biri,
insanlarla birlikte yağmur duası için dışarı çıkmışlardı. Yolda iken bir
karıncanın, ayaklarından birini semaya kaldırmış olduğunu gördüler. Peygamber
(etrafında bulunanlara) şöyle dedi: "Geri dönün, şu karıncanın yüzü suyu
hürmetine dileğimiz kabul edildi."»[36]
Süddî dedi ki:
Süleyman peygamber zamanında insanlara kıtlık geldi. Süleyman peygamber halka,
yağmur duasına çıkmaları için emir verdi. Duaya çıktılar. Yolda iken bir
karıncanın iki ayak üstüne dikilip ellerini açarak şöyle dua ettiğini gördüler:
"Allah'ım, ben senin yaratıklarından biriyim. Biz senin lütfuna
muhtacız".
Karıncanın bu duası
üzerine Cenâb-ı Allah, üzerlerine sağanak halinde yağmur yağdırdı. Cenâb-ı
Allah buyurdu ki:
«(Süleyman) kuşları,
teftiş etti. (İçlerinde Hüdhüdu bulamadı) dedi ki: "Neden Hüdhüd'ü
göremiyorum, yoksa kayıplardan mı oldu? Ona çetin bir azap edeceğim. Ya da onu
keseceğim. Yahut da bana (mazeretini belirten) açık bir delil getirecek".
Çok geçmeden (Hüdhüd) geldi: "Ben, dedi. Senin görmediğin birşey gördüm ve
sana gerçek bir haber getirdim. Ben, onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum.
Kendisine (kralların muhtaç olduğu) her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var.
Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara
yaptıklarını süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş. Bu yüzden yola
gelmiyorlar. Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran ve gizlediklerini ve
açığa vurduklarım bilen Allah'a secde etmeleri gerekmez miy-.di? Allah ki ondan
başka tanrı yoktur. Büyük Arşın sahibidir". (Süleyman): "Bakalım,
dedi. Doğru mu söyledin yoksa yalancılardan mısın? Bu mektubumu götür onlara
at, sonra onlardan biraz çekil de bak, neye başvuruyorlar (ne
yapacaklar)?"
(Hüdhüd mektubu
götürüp attıktan sonra Saba melikesi Belkıs) müşavirlerine dedi M: "Ey
ileri gelenler, bana çok önemli bir mektup bırakıldı. O, Süleyman'dan
(geliyor) ve Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla (başlamakta)dır. "Bana karşı
büyüklük taslamayın ve bana teslim olarak gelin (diye yazıyor)". "Ey
ileri gelenler, dedi. Bu işimde bana bir fikir verin (bilirsiniz ki) ben siz
olmadıkça hiçbir şeyi (kendi başıma) kesip atmam". Dediler ki: "Biz
kuvvetliyiz, yaman savaşçılarız, ama emir senindir. Bak (düşün), neyi
emredersen (onu yapalım)". Dedi ki: "Hükümdarlar bir ülkeye girdiler
mi, orayı bozarlar, halkının şereflilerini zelil (ve perişan) ederler. (Evet)
böyle yaparlar".
"Ben (şimdi)
onlara bir hediye göndereyim de bakayım elçiler ne ile dönecekler".
(Elçi hediyelerle)
Süleyman'a gelince (Süleyman) dedi ki: Siz bana mal ile yardım mı etmek
istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Hediyenizle
siz sevinirsiniz (Ben değil) (Ey elçi), onlara dön (söyle): Onlara,
kendilerinin asla karşı koyamayacakları ordularla gelirim ve onları hor ve
hakir bir durumda (oradan sürer) çıkarırım."» (en-Neml, 20-37.)
Cenâb-ı Allah,
Süleyman peygamberle Hüdhüd arasında geçenleri, yukarıdaki ayet-i kerimelerde
anlatıyor: Kuşlar, bütün sınıfları ve türleriyle Hz. Süleyman'ın emrine ram
olmuşlardı. Kendilerinden istediği her işi yerine getirirlerdi. Sırayla onun
yanında nöbet tutarlardı. Tıpkı askerlerin, kumandanlarına ve hükümdarlarına
yaptığı gibi davranırlardı. İbn Abbas ile diğerlerinin anlattıklarına göre
sefer halinde Süleyman ve ordusu suya ihtiyaç duyduklarında Hüdhüd'ün
vazifesi, onlar için su arayıp bulmaktı. Cenâb-ı Allah'ın kendisine verdiği bir
kuvvet sayesinde o, yer altındaki suları dahi görüp keşfedebilir di. Hüdhüdun
gösterdiği yeri kazıp su çıkarırlar ve ihtiyaçları için kullanırlardı. Günün
birinde Süleyman peygamber orduyu teftiş ederken Hüdhüd'ü görev yerinde
bulamadı ve: "Dedi ki, Hüdhüd'ü neden göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı
oldu?" Yani ne oldu? O burada değil midir? Yoksa gözümden mi kayboldu?
Ben mi onu göremiyorum? "Ona çetin bir azap edeceğim. Yahut da onu
keseceğim. Ya da bana (mazeretini belirten) açık bir delil getirecek".
Yani onu bu vartadan kurtaracak kuvvetli bir belge ve hüccet getirirse,, onu
affederim.[37]
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki: «Çok geçmeden Hüdhüd geldi: "Ben" dedi, senin görmediğin birşey
gördüm ve Saba'dan sana gerçek bir haber getirdim. Ben onlara hükümdarlık eden
bir kadın buldum. Kendisine (kralların muhtaç olduğu) her şey verilmiş ve büyük
bir tahtı var".»
Hüdhüd, Yemen
beldelerinden Saba mıntıkasının hükümdarını, Süleyman peygambere anlatıyor. Bu
hükümdarın elindeki büyük memleketi, çok sayıdaki tebayı bildiriyor. O zaman
Saba'da hüküm ve yönetim bir kadmm (Belkıs'm) eline geçmişti. Belkıs, Saba
hükümdarının kızı idi. Hükümdar ölünce yerine kızından başkasını tayin
etmemişti. Halk da Belkıs'ı başlarına hükümdar olarak geçirmişti.
Sa'lebî ile
diğerlerinin anlattıklarına göre.Saba halkı, hükümdarlarının Ölümünden sonra
yerine bir adamı hükümdar tayin ettiler. Fakat bu hükümdar zamanında düzen
bozuldu. Belkıs haber salarak bu yeni hükümdarla evlenmek istediğini bildirdi.
Hükümdar da Belkıs'la evlendi. Gerdeğe girdiklerinde Belkıs ona bir içki
içirdi. Sarhoş olduktan sonra adamın başım kesip kopardı. Kellesini kapıya
dikti. Bunun üzerine halk, Belkıs'a yönelerek onu başlarına hükümdar olarak
geçirdiler. Belkıs, Seyrah'm kızıdır. Seyrah'm diğer adı Hedhad'dır. Belkıs'm
babası büyük hükümdarlardandı. Yemenlilerle evlenmek istemezdi. Rivayete göre
o, adı Reyhane bint es-Sekem adındaki cinnî bir kadınla evlenmiştir. Belkıs,
işte bu kadından doğmuştur.
Sa'lebî, Ebu
Hüreyre'den rivayet ederek Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
«Belkıs'm anne ve
babasından biri cinlerdendi».
Bu hadis, garip olup
senedinde zayıflık vardır.
Sa'lebî, Ebu Bekre'nin
şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında Belkıs'dan söz
edilince şöyle buyurdu:
«Yönetimlerinin başına
bir kadım geçiren bir kavim iflah olmaz».
Buharî'nin Sahih'inde
Ebu Bekre'den rivayet edilen bir hadis-i şerife göre Rasûlullah'a, İranlıların
yönetime Kisra'nm kızım geçirdiklerine dair haber ulaştığında o şöyle
buyurmuştur:
«İşlerinin başına bir
kadını geçiren bir kavim iflah olmaz.»[38]
«Kendisine (kralların
muhtaç olduğu) her şey verilmiş ve onun büyük bir tahtı var». Yani onun
kraliyet tahtı çeşitli mücevher, inci, altın ve zinetlerle süslenmiştir.
Hüdhüd, Süleyman
peygambere böyle dedikten sonra Saba halkının kafirliklerini, Allah'ı inkar
edişlerini, güneşe taptıklarını, şeytanın peşine takıldıklarını, şeytan
tarafından Allah'a kulluğu bırakıp başka yollara saptırıldıklarını anlatmıştı.
Göklerde ve yerde gizli olanı açığa çıkaran, insanların gizlediklerini ve açığa
çıkardıklarını bilen zahirî ve batmîyi, aynı zamanda maddî ve manevîyi bilen,
ortaksız ve tek Allah'ı bırakıp başka şeylere taptıklarını da anlattı. «Allah
ki ondan başka tanrı yoktur. Büyük Arşın Rabbidir.» Yani mahlukat içinde
kendisinden daha büyük birşey bulunmayan yüce Arş'm sahibidir. Onları Allah ve
Rasûlune itaate daveti içeren; Cenâb-ı Allah'ın hakimiyet ve saltanatı altına
dönüp iman etmeye çağırmayı ihtiva eden mektubunu gönderdi. Onlara: «Bana karşı
üstünlük taslamayın.» Yani benim taatime karşı büyüklük taslamayın, dedi.
Emirlerime uyun, diye buyruk verdi. «Teslim olmuşlar olarak bana gelin.» Yani
emrimi duyup itaat ederek ve karşı koymadan bana gelin.
Mektubu kuş götürüp
Belkıs'a bıraktı. Mektuplaşma âdetini insanlar işte buradan almışlardır. Ama
toprak nerede, Süreyya yıldızı nerede. Bu mektup, emri işitip itaat eden ve
içindekileri anlayan bir kimseye gönderilmişti. Tefsircilerin bir çoğunun
anlattıklarına göre Hüdhüd, mektubu alıp Belkıs'm sarayına götürerek içeriye
bıraktı. Belkıs kendine mahsus odasında yalnız başına oturmakta idi. Mektubu
bıraktıktan sonra Hüdhüd, cevabını beklemek üzere bir kenara çekilip durdu.
Bel-kıs da emirlerini, vezirlerini ve devlet büyüklerini meşverete çağırdı. «Ey
ileri gelenler, bana çok önemli bir mektup bırakıldı.» dedi. Sonra mektubun
kimden geldiğini de onlara bildirdi: «O, Süleyman'dan (geliyor )ve Rahman ve
Rahim Allah'ın adıyla (başlamakta)dır. "Bana karşı büyüklük taslamayın ve
bana teslim olarak gelin (diye yazıyor)".»
Bundan sonra Bellas,
başlarına gelen felâket ve musibet konusunda görüşlerine müracaat etti. Onlara
hitapta bulundu. Onlar da bu hitabını dinliyorlardı. «Ey ileri gelenler, dedi.
Bu işimde bana bir fikir verin (bilirsiniz ki) ben, siz olmadıkça hiç bir şeyi
(kendi başıma) kesip atmam.». Yani siz varken ve görüşlerinizi belirtmeden ben
bir hususta kesin karar vermem.
«Biz kuvvetliyiz,
yaman savaşçılarız, ama emir senindir. Bak (düşün), neyi emredersen (onu
yapalım) dediler». Ona itaat edip emrine kulak vereceklerini, ayrıca gerekirse
savaşmaya da muktedir olduklarını bildirdiler. Fakat bu konuda en uygun olan
kararı verme yetkisini de kendisine verdiler.
Belkıs'm görüşü,
onlarınkinden daha sağlam ve daha kuvvetli idi. Mektubu gönderen Süleyman'ın
asla karşı konulamayacak, emrine muhalefet edilemeyecek, oyuna getirilemeyecek
ve mağlup edilemeyecek bir hükümdar olduğunu bilmişti.
«Dedi ki:
"Hükümdarlar bir ülkeye girdiler mi, orayı bozarlar. Halkının
şereflilerini zelil (perişan) ederler. (Evet) böyle yaparlar".»
Belkıs, doğru görüşünü
dile getiriyordu: Eğer bu hükümdar, bu memlekete gelip galip olursa yine yetki
sizin aranızdan sadece bana kalacaktır. Yine kuvvetli hakimiyet, şiddet ve
satvet benim üzerimde kalacaktır. «Ben, (şimdi) onlara bir hediye göndereyim
de bakayım elçiler ne ile dönecekler».
Belkıs, kendiliğinden
bir jest yapmak istedi; memleketi ve halkı adına hediyeler ve armağanlar
göndermek istedi. Fakat bilmiyordu ki, Süleyman peygamber onların hediyelerini
kabul etmeyecektir. Onların mecburî ya da gönüllü olarak verdikleri
hediyelerine iltifat etmeyecektir. Çünkü onlar kafirdirler. Süleyman'la
ordusu, onları mağlup etmeye muktedirdir. Bu nedenledir ki; «(Elçi,
hediyelerle) Süleyman'a gelince (Süleyman) dedi ki: "Siz bana mal ile
yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdi erinden daha
iyidir. Hediyenizle siz sevinirsiniz (ben değil)".»
Oysa bu hediye
paketleri içinde çok kıymetli eşyalar vardı. Tefsirci-ler böyle derler.Sonra
Süleyman peygamber, Belkıs tarafından kendisine gönderilen elçilik heyetine,
etrafındaki insanların huzurunda şöyle dedi: «"(Ey elçi), onlara dön
(söyle); onlara, kendilerinin asla karşı koyamayacakları ordularla gelirim ve
onları hor ve hakir bir durumda oradan (sürer) çıkarırını."» Beni minnet
altında tutmak isteyen kadın tarafından getirmiş olduğun hediyeleıinle
birlikte geri dön. Çünkü benim yanımda Allah'ın verdiği bolca nimetler ve
armağanlarla erkanım ve adamlarım vardır ki bunlar, o kadının yanında
bulunanlardan daha çok ve daha hayırlıdırlar. Siz ki bunlarla sevinip iftihar
etmektesiniz. Kendi ebnayı cinsinize karşı övünmektesiniz. «"Kendilerinin
asla karşı koyamayacakları ordularla onlara gelirim."» Yani onların
üzerine, karşı koyup kendilerini savunamayacaklan ve savaş anlayacakları bir
ordu gönderirim. Onları horlanmış ve ezilmiş kimseler olarak memleketlerinden,
mıntıkalarından kovacağım. Ar, utanç, horlanmışlık damgası altında
kalacaklardır.
Süleyman peygamberin
bu haberi kendilerine ulaşınca çaresiz emri dinleyip itaat ettiler ve icabetine
koştular. Belkıs'm maiyeti topluca emre itaat edip boyun bükerek Süleyman
peygamberin yanına geldiler. Onların gelmekte olduklarını duyan «Süleyman
peygamber, kendi emrine ram olmuş cinlere şöyle buyruk verdi: "Ey ileri
gelenler, dedi. Onların bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun
tahtım bana getirebilir?". Cinlerden bir ifrit (kötü bir cin): "Sen,
makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm, dedi. Bunu yapmaya gücüm
yeter ve ben güvenilir (bir kimsey)im". Yanında kitaptan bir ilim bulunan
kimse de (veziri Asaf İbn Barhiya yahut Hızır): "Sen, gözünü (açıp) yummadan
ben onu sana getirebilirim." dedi. (Süleyman), tahtı yanma yerleşmiş
görünce dedi: "Bu, Rabbimin lütfundandır. (Lütfuna) şükür mü edeceğim,
yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için
şükretmiş olur; nankörlük eden de (bilsin ki) Rabbim müstağnidir. (O'nun
şükrüne muhtaç değildir), çok kerem sahibidir". (Ve) dedi ki: "Onun
tahtım tanınmaz hale getirin, bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanıyamıyacak
mı?". Melike gelince (ona): "Senin tahtında böyle mi?" dendi.
"Tıpkı o, dedi, zaten bize daha önce bilgi verilmişti ve biz Müslüman
olmuştuk". Onu, Allah'tan başka taptığı, (bu zamana dek tevhid dinine
girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi, inkar eden bir kavimden idi. Ona:
"Köşke gir!" dendi. Köşkü (n zeminini)gö-rünce su sandı ve
bacaklarını sıvadı. "O, sırçadan yapılmış cilalı şeffaf (bir
zemin)dir" dedi. (Melike): "Rabbim, ben nefsime zulmetmişim. (Artık)
Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi Allah'a teslim oldum." dedi.» (en-Neml,
38-44.)
Süleyman peygamber,
etrafındaki cinlerden kendisine Belkıs'in tahtını getirmelerini istedi. Belkıs,
memlekette hükmederken o tahtın üzerinde otururdu. Belkıs yola çıkıp yanma
gelmekte olduğundan dolayı kendisi gelmeden tahtının getirilmesini istemişti.
«Cinlerden bir ifrit (kötü bir cin): "Sen, makamından kalkmadan önce ben
onu sana getiririm, dedi".» Yani sen, hüküm meclisinden kalkmadan önce
ben o tahtı sana getiririm. Rivaj^ete göre Süleyman peygamber, sabahlan divan
kurup İsrailoğullarının aralarında meydana gelen davaları ve Önemli işleri
hallederdi. Dava meclisi, öğleye yakın nihayete ererdi. Bu tahtı kendisine
getirmeyi taahhüt eden cin şöyle demişti: «"Bunu yapmaya gücüm yeter ve
beı. güvenilir (bir kimsey)im".» Yani bu tahtı sana getirmeğe muktedirim.
O tahtta bulunan ve sence çok kıymetli olan mücevherleri de muhafaza etme
hususunda güvenilir bir kimseyim.
«Yanında kitaptan bir
ilim bulunan kimsede...» meşhur rivayete göre bu kimse, Süleyman peygamberin
teyzesi oğlu Asaf b. Barhiya'dır, Bir rivayete göre ise bu, cinlerin
inanmışlarından biri idi. Denildiğine göre bu, ism-i a'zâmı ezberlemişti. Bir
başka rivayete göre ise bu kişi, İsrailoğullarmm bilginlerinden biri idi.
Bunun, Süleyman'ın kendisi olduğunu söyleyenler de vardı ki, bu cidden garip
bir rivayettir. Süheylî ise, bunun zayıf olduğunu söylemiştir. Bir diğer
rivayete göre ise bu kişi, Cebrail'dir. Her kim olursa olsun, bu kişi:
"Sen gözünü (açıp) yummadan ben onu sana getirebilirim." dedi. Yani
sen gözünün görebildiği en uzak mıntıkaya bir adam gönderip de o adam sana geri
gelmeden önce ben o tahtı sana getirebilirim.
Bazıları ise, ayet-i
kerimenin şu manaya geldiğini söylemişlerdir: İnsanlar içinde bakıpta en uzakta
gördüğün kimse sana gelip kavuşmadan önce ben o tahtı sana getirebilirim.
Ya da bir tarafa
bakarken gözünü yummadan önce ben o tahtı sana getirebilirim. Bu, ayet-i
kerimenin ruhuna en yakın olan manadır.
«(Süleyman) tahtı
yanma yerleşmiş görünce...» Belkıs'm tahtının bu kısa süre zarfında Yenıen'den
Kudüs'e bir göz açıp yumma müddeti zarfında yanma gelip yerleşmiş olduğunu
görünce dedi ki: «"Bu, Rabbi-min lütfundandır, (lütfuna) şükür mü
edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni sınamak istiyor. Şükreden,
kendisi için (kendi yararına) şükretmiş olur. Nankörlük eden de (bilsin ki)
Rabbim müstağnidir. (Yani şükredenlerin şükrüne muhtaç değildir ve kafirlerin
küfründen de mutazarrır olmaz)"».
Sonra Süleyman
peygamber, yanma getirilen tahtın zinetlerinin değiştirilmesini ve tahtın
bambaşka bir hale getirilmesini emretti ki Bellas'm akıl ve idrakini denesin.
Bu nedenle dedi ki: «"Bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tamyamayacak
mı?". Melike gelince (ona): "Senin tahtında böyle mi?" dendi.
"Tıpkı o, dedi".»
Bu sözler, Melike
Bellas'm üstün zekalı ve yüksek idrakli olduğunu göstermektedir. Çünkü o burada
bulunan tahtın Yemen'de ardı sıra bırakmış olduğu tahtının aynısı olacağını
mümkün görmemişti. Fakat tahtını çok kısa bir müddet zarfında Yemen'den alıp
Kudüs'e getirmeye muktedir olan ve bu garip san'atı yapabilecek bir zatın
varlığım bilme-mişti. Yüce Allah, Süleyman peygamber ile kavmi hakkında haber
vererek şöyle buyuruyor: «"Bize daha önce bilgi verilmişti. Ve biz
Müslüman olmuştuk". "Onu, Allah'tan başka taptığı şeyler, (bu zamana
dek tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü o, inkar eden bir kavimden
idi.» Herhangi bir delile bağlı kalmadan ve bir hüccetin peşine takılmadan
atalarıyla dedelerinin bilinçsizce secde etmekte oldukları güneşe tapmaları,
onu bu zamana dek tevhid dinine girmekten menetmişti.
Süleyman peygamber,
billurdan bir köşk yapılmasını emretmişti. Yapılan köşkün giriş kısmına su
döktürmüş, suyun üzerini de camla kapatmıştı. Üzeri camla kapatılan bu giriş
kısmının altındaki suya balık-' larla diğer su hayvanlarını bırakmıştı.
Süleyman peygamber, kendi tahtında oturmuş vaziyette iken Belkıs ve
beraberindekilerinm, bu suyun üzerinden geçerek köşke girmelerini emretmişti:
«Köşkü(n zeminini) görünce su sandı ve bacaklarını sıvadı. "O sırçadan
yapılmış cilalı şeffaf (bir zemin)dir." dedi. (Melike Belkıs):
"Rabbim, ben nefsime zulmetmiştim. Artık Süleyman'la beraber âlemlerin
Rabbi Allah'a teslim oldum."» dedi.
Rivayete göre cinler, Belkıs'm,
Süleyman nazarmdaki görünümünü çirkinleştirmek istemişlerdi. Kıllı bacaklarını
açtığında Süleyman'ın ondan nefret edeceğini düşünmüşlerdi. Onunla Süleyman'ın
evlenmesinden korkmuşlardı. Çünkü anası cinlerden olduğu için Süleyman,
kendilerine musallat olmuş ve emri altında kendilerini çalıştırmakta idi.
Bazılarının anlattıklarına göre Belkıs'm tırnakları, hayvan tırnakları gibi
idi. Fakat bu, zayıf bir rivayettir. Doğrusunu Allah bilir.
Ancak Süleyman,
Belkıs'la evlenmek istediğinde onun bacakların-daki kılları nasıl gidereceğini
düşündü. Bunu cinlere sordu. Cinler de ona ustura kullanmasını teklif ettiler.
Fakat Belkıs, ustura kullanmaya yanaşmadı. Bunun üzerine cinler kendisine hamam
otu yaptılar ve otu hamama bıraktılar. O da hamama girdi. Böylece hamama ilk
giren o oldu. Hamam otunu görünce elini attığında eli yanıp of dedi. Onu
kullanıp faydalan amadan önce acı çekmeye ve inlemeye başladı.[39]
Sa'lebî ve
diğerlerinin anlattıklarına göre Süleyman peygamber, Belkıs'la evlendikten
sonra onu Yemende tahtında bıraktı. Hakimiyetini ona tekrar verdi. Her ay onu
bir kez ziyaret eder, yanında üç gün kalırdı. Sonra yine ülkesine dönerdi.
Cinlere emir vererek Yemen'de onun için Gimdan, Salhin ve Beytun adlı üç köşk
yaptırdı. Doğrusunu Allah bilir. îbn İshak'm bazı ilim erbabı ile Vehb b.
Münebbih'den naklettiğine göre Süleyman peygamber, Belkıs'la evlenmemiştir.
Aksine onu, He-medan meliki ile evlendirmiş ve Yemen'de tahtında bırakmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz üç köşkü ona yaptırmıştır. Birinci rivayet daha meşhur
ve kuvvetlidir. Doğrusunu Allah bilir.
Konuyla ilgili olarak
Cenâb-ı Allah, Sâd sûresinde şöyle buyurmaktadır:
«Biz Davud'a
Süleyman'ı armağan ettik. (Süleyman) ne güzel kuldu! O, (Allah'a) çok dönerdi.
(Teşbih ederdi) Akşam üstü kendisine Safin (üç ayağı üzerinde durup bir ayağını
tırnağının üstüne diken) süratli koşan (safkan Arap) atları gösterilmişti.
"Ben, dedi. Mal sevgisini, Rab-bimi anmaktan (ötürü) tercih ettim".
Nihayet (güneş) perdenin arkasına gizlendi (battı). "Onları bana getirin"
(dedi). Bacaklarını ve boyunlarım (kılıçla) okşamaya başladı. Andolsun biz
Süleyman'ı imtihan ettik: Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra (bize)
yöneldi: "Rabbim, dedi. Beni affet, bana benden sonra hiç kimseye nasib
olmayan bir mülk ver. Çünkü, Sensin o çok lütfeden, sen!". Biz, rüzgarı
ona boyun eğdirdik. Onun buyruğuyla, onun istediği yere yumuşak (yumuşak) akıp
gidiyordu. Ve şeytanları, her bir bina ustasını ve dalgıcı ve (kötülük yapmamaları
için) zincirlerle birbirine bağlanmış başka (şeytan)lan (yani cinleri veya
isyancı kabileleri ona boyun eğdirdik).
"Bu, bizim
insanımızdır. Artık dilediğine ver veya verme, hesapsızdır." (dedik).
Onun, bizim yanımızda bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır" (Sâd,
30-40.)
Cenâb-ı Allah,
Davud'a, Süleyman'ı armağan ettiğini anlatıyor. Sonra da onu överek şöyle
diyor: «Ne güzel kuldu! O, (Allah'a) çok döner (teşbih eder)di». Yani o,
Allah'a döner, ona itaat ederdi. Sonra da Cenâb-1 Allah onun, üç ayağı üzerinde
durup bir ayağını tırnağının üstüne diken, süratli koşan safkan Arap atlarına
neler yaptıklarım anlattı ve buyurdu ki: «(Süleyman) ben, dedi. Mal sevgisini,
Rabbimi anmaktan (ötürü) tercih ettim". Nihayet güneş, perdenin arkasına
gizlendi (battı)».
Bir rivayete göre de
perdenin arkasına gizlenen şey, atlardır.
Süleyman dedi ki:
«Onları (atları) bana getirin. Bacaklarını ve boyunlarını (kılıçla) okşamaya
başladı». Bir rivayete göre ise bacaklarının ve boyunlarının terlerini sildi ve
onları önüne katıp sürdü.
Fakat selef ulemasının
çoğunluğunun görüşüne göre Süleyman peygamber, onların bacaklarını ve
boyunlarım kılıçla vurmuştur. Çünkü onlarla meşgul olduğundan dolayı ikindi
namazının vakti çıkıp güneş batmıştır. Bu, Ebu Talib oğlu Ali (r.a.) ile diğer
bazı kimseler tarafından rivayet edilmiştir. Kesin olan şu ki o, herhangi bir
mazeret olmaksızın namazı kasden terketmiş değildir. Ancak bazı sebeplerden
dolayı namazı ertelemesi onların şeriatlarına göre caizdir, denilebilir.
Cihad sebebi ile atlan
kontrol etmek maksadıyla namazı tehir etmiştir, denilebilir.[40]
Âlimlerden bir grup,
Peygamber Efendimiz'in Hendek savaşında ikindi namazını tehir ettiğini ve bunun
da o zaman meşru olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak bu, bilahare salatü'1-havf
(korku namazı) ile nesh edilmiştir. Şafii ve diğerleri böyle demişlerdir.
Mekhul ile Evzaî demişler ki: Hayır, bu gibi mazeretler nedeniyle namazı
erteleme hükmü bu güne kadar da yürürlüktedir. Yani şiddetli bir savaş nedeni
ile namazı
ertelemek caizdir.
Diğerleri demişler ki:
Peygamber (s.a.v.)'in Hendek savaşında ikindi namazını ertelemesi, unutma
dolayısıyla olmuştur. Şu halde Süleyman peygamberin namazı ertelemesi de böyle
olmuştur. Doğrusunu Allah bilir.ayet-i kerim esin deki zamirin atlara raci
olduğunu, yani perdelenip gizlenen (batan) şeyin, güneş değil de atlar olduğunu
söyleyenlere gelince bunlar derler ki:
ayet-i kerimesi şu
manaya gelir:
«"Onları bana
getirin." (dedi). Bacaklarını ve boyunlarını okşamağa başladı». Yani
atların boyunlarmdaki ve bacaltlarındaki terleri sildi. İbn Cerir et-Taberî, bu
görüşü benimsemiştir. Vâlibi'de böyle bir manayı, İbn Abbas'dan rivayet
etmiştir. Çünkü Süleyman peygamber, herhangi bir suçları olmayan hayvanları
öldürerek azaplandıracak bir kimse değildir.[41]
Ancak bu görüş
üzerinde ihtilaf edilebilir. Çünkü atların bazı sebeb-lerle öldürülmeleri,
onların dinlerinde caiz olmuş olabilir. Bazı âlimlerimizin de ileri sürdükleri
bir fikre göre Müslümanların, davar ve diğer hayvanların kafirlerin eline
geçmesinden korkmaları halinde kafirlere azık olmaması maksadıyla öldürmeleri
caizdir. Nitekim Mute savaşında Ebu Talib oğlu Cafer hazretlerinin kendi atını
kesmesi de buna yorulabilir.
Ayet-i kerimede sözü
edilen Süleyman'a ait atlar çok sayıda imişler. Bir rivayete göre 10.000 kadar
imişler. Bir başka rivayete göre ise 20.000 kadarmışlar. Hatta 10.000 tanesi de
kanatlı imiş.[42]
Ebu Davud,
"Sünen" adlı eserinde, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet eder:
«Rasûlullah (s.a.v.), Tebük gazvesinden ya da Hayber gazvesinden döndüğünde
benim penceremde bir perde vardı. Rüzgar esince perde aralandı ve bana ait bazı
oyuncaklar göründü. Rasûlullah dedi ki: "Ey Aişe, bu nedir?" Dedim
ki: "Kızlanmdır." Rasûlullah, bu oyuncaklar arasında yamanmış
kanatları bulunan bir at gördü. "Bu oyuncaklar arasında gördüğüm de
nedir?" diye sordu. "Attır" dedim. "Şu üzerindeki
nedir?" diye sordu. "İki kanattır." dedim. "İki kanadı olan
at ha?" diye sordu. Ben de dedim ki: "Süleyman'ın kanatlı atları
olduğunu sen hiç işitmedin mi?". Bu sözlerim üzerine Rasûlullah (s.a.v.) azı
dişleri görü-nünceye kadar güldü.»[43]
Bazı âlimler dediler
ki Süleyman peygamber, Allah için o atları ter-kedince Cenâb-ı Allah ona, o
atlardan daha hayırlı bir şey verdi ki o da rüzgardı. Rüzgar, bir sabah bir ay
müddetle; bir akşam da bir ay müddetle esip giderdi. Nitekim ileride de bundan
bahsedilecektir.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Beytullah'a çok seferleri olan Ebu Katade ile Ebu'd-Dehman'm şöyle dediklerini
rivayet eder: Çölde bir adama uğradık. Bedevi olan o adam bize dedi ki:
"Rasûlullah (s.a.v.) elimden tutarak, Aziz ve Celil olan Allah'ın kendisine
öğrettiklerinden bir kısmını bana öğretti ve buyurdu İd: «Doğrusunu istersen
Aziz ve Celil Allah'tan sakınmak maksadıyla birşeyi terk edersen, Cenâb-ı Allah
mutlaka ondan daha hayırlı olan birşeyi sana verir.»[44]
«Andolsun, biz
Süleyman'ı imtihan ettik: Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra (bize)
yöneldi.» (Sâd, 34.)
İbn Cerir ile İbn Ebi
Hatîm ve diğer tefsirciler, bu ayetle ilgili olarak selef ulemasından birçok
nakillerde bulunmuşlardır. Çoğunluğu ya da tamamı israiliyyattan alınma olan bu
nakillerin ekserisinde şiddetli bir münkerlik vardır. Yani bunlar, kabul
edilemez şeylerle doludurlar. İbn Kesir Tefsirimizde, bu konuda okuyucuların
dikkatlerini çekmiştik. Burada ise sadece bunu nakletmekle yetindik. Bu konuda
anlatılanların hülasası şudur ki: Süleyman peygamber, tahtından kırk gün uzaklaşmış
sonra da tahtına dönmüştür. Mescid-i Aksa'yı inşa etmekle em-rolunduğunda onu
sağlam bir şekilde inşa ettirdi. Daha önce de söylediğimiz gibi onun yaptığı,
sadece o mescidi yenilemek ve onarmaktan ibaretti. Orayı ilk olarak mescid
yapan, İsrail (Yakub) peygamberdir. Nitekim bunu, Ebu Zerr'in şu sözünü
naklederken de anlatmıştık. Ebu Zerr der ki: «Dedim ki: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Yeryüzünde inşa edilen ilk mescid hangisidir?". Buyurdu ki:
"Mescid-i Haram'dır". Sonra hangisidir Ya Rasûlallah? diye sordum.
Buyurdu ki: "Beyt-i Makdis mescididir". Bu iki mescidin yapılışı
arasında kaç senelik bir zaman geçmiştir? diye sordum. Buyurdu ki: "Kırk
sene..."»
Bilindiği gibi
Mescid-i Haram 'ı inşa eden İbrahim peygamberle Da-vud oğlu Süleyman peygamber
arasında bırakınız kırk seneyi, 1000 seneden daha fazla bir zaman vardır.
Süleyman peygamber, Kudüs'teki Mescid-i Aksa'nm inşasını tamamladıktan sonra
Cenâb-ı Allah'tan, kendisinden sonra hiç kimseye verilmeyecek bir mülk ve
hükümdarlık dileğinde bulunmuştu. Bununla ilgili olarak İmam Ahmed b. Hanbel,
Amr b. Ass'm oğlu Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.)
buyurdu ki:
«Süleyman, Beyt-i
Makdis'i inşa ettiğinde Rabbinden üç şey diledi. Rabbi ona ikisini verdi.
Üçüncüsünün bize verileceğini ümit ederiz: Rabbinin hükmüne uygun bir hüküm
kendisine vermesini dilemişti. Rabbi bunu ona verdi. Rabbinden, kendisinden
sonra hiç kimseye verilmeyecek bir mülk (ve hükümdarlık) dilemişti. Rabbi bunu
da ona verdi. Rabbinden her kim kendi evinden Mescid-i Aksa'da namaz kılmak maksadıyla
çıkarsa günahlarından da, anasından doğduğu günkü gibi sıyrılmasını nasib
etmesini dilemişti. İşte Cenâb-ı Allah'ın bunu bize vermiş olacağını ümit
ederiz».
Cenâb-ı Allah'ın
hükmüne muvank hükme gelince bununla ilgili olarak yüce Allah, Süleyman'ı ve
babası Davud'u överek şöyle buyurmuştur:
«Davud ile Süleyman'a
da (an); hani onlar toplumun davarının yayıldığı, bir ekin .hakkında
hükmediyorlardı. Biz de onların hükümlerine şahit idik. Bunu (bu hükmü)
Süleyman'a bellettik. Onların hepsine de hükümdarlık ve bilgi verdik.»
((el-Enbiyâ, 78-79.)
Kadı Şüreyh ile diğer
bazı selef ulemasının anlattıklarına göre ayet-i kerimede geçen kavmin bir bağı
varmış. Bir başka kavmin davarları gelip o bağda geceleyin yayılmışlar ve
ağaçların tamamını yemişlerdi. Her iki kavimde Davud peygamberin yanına gelerek
d av al aş mı şiardı. Davud peygamber, bağ sahibine bağının kıymetinin
verilmesi yolunda hüküm vermişti. Dava sahipleri daha sonra Süleyman
peygamberin yanına gittiklerinde onlara: "Allah'ın peygamberi Davud size
nasıl bir hüküm verdi?" diye sordu. Onlar da, şöyle şöyle hüküm verdi,
dediler. Bunun üzerine Süleyman şöyle dedi: "Ama ben olsaydım oyunların
bağ sahibine teslim edilmesi yolunda hüküm verirdim. Bağ sahibi koyunları
yanında tutup onların ürünlerini ve yapağılarım alıp bağının eksilen değerini
telafi ederdi. Bilahare davarları sahiplerine teslim ederdi". Bu haber,
Davud peygambere ulaşınca o da bu yolda hüküm verdi.
Buna yakın bir mesele
olarak da Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir
hadis-i şerif de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Zamanın birinde
iki kadın vardı. Bunların ikisinin de çocukları yanlarında idi. Bir ara kurdun
biri saldırarak ikisinden birinin çocuğunu alıp götürdü. Alıp götürdükten
sonra ikisi ortada kalan çocuk üzerinde anlaşmazlığa düştüler. Büyük kadın
dedi ki: Kurt senin çocuğunu ahp götürdü. Küçük kadın dedi ki: Hayır, kurt
sşnin çocuğunu alıp götürdü.
Her ikisi de Davud
peygamberin yanma giderek muhakeme oldular. Neticede Davud peygamber, ortadaki
çocuğu büyük kadına verdi. Fakat bilahare her ikisi de Süleyman peygamberin
yanına gittiler, o, kendilerine şöyle dedi: "Bana bir bıçak getirin ki
çocuğu ikiye böleyim herbirinize yarısını vereyim". Süleyman'ın böyle
demesi üzerine küçük kadın şöyle dedi: "Allah sana rahmet etsin. Bu çocuk,
o kadınındır." Aslında çocuk kendisinin olduğu için analık şefkatinden
dolayı küçük kadın böyle demişti. Böyle deyince de Süleyman peygamber çocuğu
küçük kadına verdi.»[45]
Bu hükümlerin ikisi de
onların şeriatlarına göre uygun olabilir. Fakat Süleyman'ın verdiği hüküm,
tercihe daha şayandır. Bu sebeble Cenâb-ı Allah kendisine verdiği ilham sebebi
ile Süleyman'ı Övmüş, ardı sıra da babası Davud'u methederek şöyle buyurmuştur:
«Onların hepsine de
hükümdarlık ve bilgi verdik. Davud'a dağları ve kuşları boyun eğdirdik.Onunla
beraber teşbih ediyorlardı. Biz (bunları) yaparız. Ona, sizi, savaşın
şiddetinden korumak için zırh yapmayı öğretmiştik. Ama siz şükrediyor musunuz
ki?" ({cl-Enbiyâ, 79-80.)
Bundan sonra da
Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuş: «Süleyman'a da fırtınayı (boyun eğdirmiş tik)».
Yani fırtına gibi esen şiddetli rüzgarları ve kasırgaları Süleyman'ın emrine
ram etmiştik. «Onun emri ile içinde bereketler yarattığımız yere akıp giderdi.
Biz herşeyi (yapmasını) biliriz. Şeytanlardan, onun için denize dala(rak
inciler çıkara)n ve bundan başka işler gören kimseleri de (onun emrine verdik).
Biz onları onun için koruyor. (Onun emri altında tutuyor)duk.» ((ci-Enhiyâ,
sı-82.)
«Biz, rüzgarı ona
boyun eğdirdik. Onun buyruğuyla, onun istediği yere yumuşak (yumuşak) akıp
gidiyordu. Ve şeytanları: her bina ustasını ve dalgıcı ve (kötülük yapmamaları
için) zincirlerle birbirine bağlanmış başka (şeytan)lan (yani cinleri veya
isyancı kabileleri ona boyun eğdirdik.) "Bu, bizim insanımızdır. Artık
dilediğine ver veya verme, hesapsızdır" (dedik). Onun bizim yanımızda bir
yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.» <sad, 36-40.)
Süleyman peygamber,
Cenâb-ı Allah'ın rızasını talep ederek atlan terkedince, atların yerine Cenâb-ı
Allah ona daha seri ve daha hızlı olan rüzgarı verdi, Rüzgar, atlara nisbetle
daha güçlü ve daha muazzamdı. Ayrıca rüzgarın, atlar gibi ona yüklediği
masraflar ve külfetler de yoktu. «Onun buyruğuyla onun istediği yere yumuşak
(yumuşak)akıp gidiyordu». Yani rüzgarlar, onun dilediği beldelere akıp
gidiyordu. Süleyman'ın tahtadan yapılma bir tahtırevanı vardı. Çok büyük ve
genişti. İstediği bütün köşkleri, çadırları, atlan, develeri, yükleri, insi ve
cinni adamları o tahtırevana yükleyebiliyordu. Ayrıca diğer hayvanlarla kuşları
da oraya alabiliyordu. Bir sefere gitmek ya da gezintiye çıkmak veya herhangi
bir düşman veya hükümdarla başka bir beldede savaş-
mak üzere ülkesinden
aynldığında yukarıda saydığımız şeyleri tahtırevanına yükler; sonra da rüzgara
buyruk verir; rüzgar, o tahtırevanın altına girerek yerden havaya doğru
yükseltirdi. Semaya doğru iyice yükseldikten sonra yumuşak rüzgarlara emir
verir, tahtırevanı yavaş yavaş mesafe katederdi. Daha seri gitmek istediği
zaman fırtınaya emir verir, fırtına onları daha hızlı götürürdü. ÖyleH
sabahleyin Kudüs'den hareket ettiğinde akşama doğru bir aylık mesafe olan
İstahr denen yere varırdı. Orada günün sonuna kadar bekler, sonra Kudüs'e aynı
gün içerisinde geri dönebilirdi. Nitekim bununla ilgili olarak Cenâb-ı Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Süleyman'a da,
sabah gidişi bir aydık mesafe), akşam dönüşü bir ay (lık mesafe) olan rüzgarı
boyun eğdirdik ve onun için erimiş balan da kaynağından sel gibi akıttık.
Rabbinin izni ile cinlerden bir kısmı, onun Önünde çalışırdı. Onlardan kim
buyruğumuzdan sapsa, ona alevli azabı tattınrckk. Ona dilediği gibi kaleler,
heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı. "Ey
Davud ailesi, şükredin!". Kulla-nmdan şükreden azdır.» (es-Sebe1,12-13.)
Hasan Basrî dedi ki:
Süleyman peygamber sabahleyin Şam'dan hareket eder, öğleye doğru İstahr
denilen yere konaklar, orada öğle yemeğini yerdi. Akşama doğru oradan dönerek
Kabil'de gecelerdi. Şam ile Is-tahr arası, bir aylık mesafedir. Yine istahr ile
Kabil arası da bir aylık mesafedir.
Ben derim ki:
Medeniyetlerden, şehir ve kentlerden bahseden kimselerin anlattıklanna göre
istahr kentini, Süleyman peygamber için cinler inşa etmişlerdir. Orada eskiden
Türklerin memleketi vardı. Aynı şekilde diğer bazı beldeleri de örneğin
Tedmür'ü, Kudüs'ü, Bab-ı Ciron ile Bab-ı Beridî de cinler Süleyman peygamber
için inşa etmişlerdir. Bu son iki kent, bazı rivayetlere göre Şam'dadır.
Katade'nin anlattığına
göre erimiş bakır kaynağı, Yemen'de idi. Bu kaynağı Cenâb-ı Allah, Süleyman
peygamber için yerden fışkırttı. Süddî'nin anlattığına göre Süleyman peygamber
oradan üçgün süreyle bütün binalanna yetecek kadar erimiş bakır aldı.
«Rabbinin izniyle
cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa
ona alevli azabı tattmrdık». Yani Cenâb-ı Allah, cinleri, işçiler olarak
Süleyman'ın emrine verdi. Gevşemeden onun emrinde çalışırlardı. Buyruğunun
dışına çıkmazlardı. Emrine karşı gelenleri azaplandmp cezalandırırdı. Onun
için güzel mekanlar, kaleler ve duvarlarda resimlerle heykeller yaparlardı.
Resim ve heykel, onların dinlerinde ve şeriatlannda caizdi. Onun için, geniş havuzlan
andıran büyük büyük leğenler ve kazanlar yaparlardı. Yaptık-lan kazanlar, yerde
tesbit edilmiş ve yerinden oynamayan büyük kazanlardı.Bütün bu sayılan şeyler,
insan ve hayvanlara yapılan iyiliklerle ihsan edilen yiyecekler cümlesinden
sayıldıklarından ötürü Cenâb-ı Allah, şöyle buyurmaktadır: «Ey Davud ailesi,
şükredin!. Kullarımdan şükreden azdır.»
Bir başka ayet-i
kerimede de Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: «Ve şeytanları da. Her bina
ustası ve dalgıcı ve (kötülük yapmamaları için) zincirlerle birbirine bağlanmış
başka (şeytan)lan (yani cinleri veya isyancı kabileleri), ona boyun eğdirdik.»
Yani bu cinlerin bir kısmı, inşaat yapmak üzere Süleyman'ın emrine verilmişti.
Bazı cinlere de içindeki cevherlerle incileri çıkarmaları için suya dalmayı
emrediyordu.
«Ve (kötülük
yapmamaları için) zincirlerle birbirine bağlanmış başka (şeytan)ları (yani
cinleri veya isyancı kabileleri), ona boyun eğdirdik.» Yani bunlar Süleyman'a
isyan etmişler, dolayısıyla ikişer ikişer zincirlerle bukağılara
vurulmuşlardı. Bütün bu emrine verilmiş şeyler, kendisinden sonra kimseye verilmeyecek
olan ve kendisinden önce de hiç kimseye verilmemiş olan tam bir hakimiyet ve
saltanatın gereklerinden di.
Buharı, Ebu
Hüreyre'den rivayet ederek Peygamber (s.a.v.) Efendi-miz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir: «Dün namazımı kesmek için cinlerden bir ifrit bana tükürdü.
Cenâb-ı Allah onu yakalamayı bana nasib etti. Onu yakaladım. Mescidin
direklerinden birine bağlamak istedim ki, hepiniz ona bakasınız. Fakat sonunda
kardeşim Süleyman'ın şu duasını hatırladım: «Rabbim beni affet, bana, benden
sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülk (hükümdarlık) ver.» Bunun üzerine onu
hakir vaziyette kovdum.»[46]
Müslim, Ebu Derda'nm
şöyle dediğini rivayet eder: «Rasûlullah (s.a.v.) namaza durdu, onun şöyle
dediğini işittik: «Senden Allah'a sığınırım. Allah'ın laneti ile seni
lanetlerim.» Bu cümleyi üç kez tekrarladı, sonra da birşeyi tutar gibi elini
uzattı. Namazı tamamladıktan sonra dedik ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, daha
önce senden duymadığımız birşeyi namazda söylediğini işittik. Ve elini
uzattığını da gördük." Bize şöyle dedi: "Allah'ın düşmanı İblis,
ateşten bir kor getirmişti ki yüzüme atsın. Ben de ona şöyle dedim: Senden
Allah'a sığınırım. Bunu üç kez söyledim. Sonra şöyle dedim: Seni Allah'ın tam
laneti ile lanetlerim. Üç kez söylediğim halde geri kaçmadı. Onu yakalamak
istedim. Vallahi kardeşimiz Süleyman'ın duası olmasaydı İblis burada bağlanmış
olacaktı ki Medine halkının çocukları onunla oynayacaklardı.»[47]
İmam Ahmed b. Hanbel,
Süleyman'ın mabeyncisi Ebu Ubeyd'in şöyle dediğini rivayet eder: Ata b. Yezid
el-leysî'nin namaza durduğunu gördüm. Önünden geçmek istedim, ama beni geri
çevirdi. Sonra da şöyle dedi: Ebu Said el Hudrî'nin bana anlattığına göre
«Resûlullah (s.a.v.) sabah namazına durmuştu. Ben de ona tâbi olmuştum. Namazda
kıraatte bulunuyordu. Ama kıraatini şaşırdı. Namazı tamamladıktan sonra şöyle
dedi: "Beni gördünüz mü, İblis önüme düştü. Ben onu boğacaktım. Öyleki
salyasının soğukluğunu şu iki parmağımın (baş parmakla işaret parmağını
göstererek) arasında hissettim. Kardeşim Süleyman'ın duası olmasaydı İblis,
mescidin direklerinden birine bağlanmış olacaktı ki Medine'nin çocukları onunla
oynayacaklardı (Namaz kılmakta olduğunuz zaman) sizinle kıble arasına bir
kimsenin girmesini önleyebiliyor-samz önleyin."»[48]
Seleften bazılarının
anlattıklarına göre Süleyman peygamberin 1000 zevcesi varmış, bunların 700'ü
hür, 300'ü de cariye imiş. Bazı rivayetlere göre ise 300'ü hür, 700'ü cariye
imiş. Bu kadınlardan hepsinden de şehevî bakımdan yararlanma gücüne sahipmiş.
Buharı, Ebu
Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
«Davud oğlu Süleyman
dedi ki: «Ben bu gece yetmiş zevcemle ilişkide bulunacağım ve her birisi Allah
yolunda cihad edecek olan bir mücahide hamile kalacaktır." Arkadaşı ona,
inşaallah, dedi. Ama o, demedi. Bunun üzerine zevcelerinden hiçbiri, hamile
kalmadı (sadece birisi, yarı kısmı kopmuş olan bir düşük yaptı. Peygamber
Efendimiz buyurdular ki: «Eğer (inşaallah) deseydi, çocuklarının hepsi Allah
yolunda cihad edeceklerdi.»[49]
Ebu Ya'lâ, Ebu
Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
«Davud oğlu Süleyman dedi ki: Bu gece ben 100 karımla ilişkide bulunacağım.
Onlardan her biri, bir erkek çocuk doğuracaktır. O çocuklar Allah yolunda
kılıçla cihad edeceklerdir." Fakat böyle derken inşaallah demedi ve o gece
100 karısıyla ilişkide bulundu, onlardan hiçbiri çocuk doğurmadı, ancak
içlerinden birisi, yarım bir insan doğurdu.»
Rasûlullah (s.a.v.)
buyurdu ki: «Eğer inşaallah deseydi, karılarından her biri, Allah yolunda
kılıçla savaşacak bir erkek çocuk doğururdu.»[50]
İshak b. Bişr, Ebu
Hm-eyre'nin şöyle dediğini rivayet etti: Davud oğlu Süleyman'ın 400 zevcesi ve
600 cariyesi vardı. Bir gün şöyle dedi: «Bu gece 1000 karımla ilişkide
bulunacağım ve her birisi, Allah yolunda cihad edecek olan bir savaşçıya
hamile kalacaktır.» Böyle derken inşaallah demedi. Ve geceleyin bütün
hammlanyla cinsel temas kurdu, onlardan hiçbiri hamile kalmadı. Ancak
içlerinden sadece biri, yarım bir insan doğurdu.
Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz şöyle buyurdular: «Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin olsun
ki Süleyman, eğer inşallah deseydi, dediği şekilde savaşçı çocukları doğar ve
hepsi de Aziz ve Celil olan Allah yolunda cihad ederlerdi.»
Süleyman peygamberin
devleti geniş, askeri çok ve çeşitli, hakimiyeti de muazzamdı. Kendisinden ne
önce ne de sonra hiç kimseye böyle birşey verilmiş değildi. Nitekim buyurmuş
ki: «Ve bize her şeyden (bolca bir pay) verildi.» "Rabbim", dedi,
beni affet, bana, benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülk (hükümdarlık)
ver. Çünkü sensin o çok lütfeden, sen!» Evet doğru ve tasdik edilen Kur'ân'm
ifadesiyle de belirtildiğine göre bu hükümdarlığı ve gereklerini, Cenâb-ı
Allah Süleyman peygambere vermiştir. Cenâb-ı Allah, ona verdiği eksiksiz
nimetlerle bahşettiği muazzam ihsanları anlatırken şöyle buyurmuştur:
«Bu,bi-zim insanımızdır. Artık dilediğine ver veya verme, hesapsızdır.» Yani bu
mal ve servet üzerinde dilediğin gibi tasarrufta bulunabilirsin. Her ne
yaparsan yap, Cenâb-ı Allah onu sana caiz kılmıştır. Bu hususta seni sorguya
çekmeyecektir.
Bu, nebi ve hükümdar
olan kimsenin özelliğidir. Ama kul ve rasûl olan kimsenin özelliği bundan
farklıdır. Kul ve rasûl olan, ancak bu hususta Allah'ın kendisine izin vermesi
üzerine başkalarına mal verebilir. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun.
Peygamber Efendimiz de bu iki makam hususunda seçme hakkına sahip kılınmıştı.
O, kul ve rasûl olmayı tercih etmişti. Bazı rivayetlerde nakledildiğine göre o
hangi makamı tercih edeceği hususunda Cebrail ile istişarede bulunmuştu. Cebrail,
ona mütevazi olmasını tavsiye etmişti. O da kul ve rasûl olmayı tercih etmişti.
Allah'ın salat-ü selamı onun üzerine olsun. Ondan sonra hilafet ve hükümdarlığı
Cenâb-ı Allah, kıyamete dek onun ümmetine vermiştir. Kıyamet kopuncaya dek onun
ümmetinden bir grup mutlaka başta bulunacaktır. Övgü ve minnet Allah'adır.
Cenâb-ı Allah,
peygamberi Süleyman (a.s.)'a bahşettiği dünya malını ve servetini anlatırken
ahirette onun için hazırlamış olduğu bol sevap ve güzel mükafat ile ilahi
büyük ikramları da kendisine hatırlatmış ve bu hususta dikkatini çekmişti. Evet
kıyamet gününde Cenâb-ı Allah ona büyük ikramlarda bulunup kendisine yakın bir
makamda bulunacaktır. Bununla ilgili olarak yüce Rabbimiz, Süleyman peygamber
hakkında şöyle buyuruyor: «Onun, bizim yanımızda bir yakınlığı ve güzel bir
geleceği vardır.» [51]
Allah Teâlâ buyurdu
ki:
«(Süleyman'ın) Ölümüne
hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu
gösterdi. (Kurdun yemesiyle değnek çürüyüp de ona dayalı duran Süleyman)
yıkılınca (onun Öldüğü anlaşıldı ve) anlaşıldı ki eğer cinler gaybı
bilselerdi, o küçük düşürücü azab içinde kalmazlardı.» (SeW, 14.)
îbn Cerir ile İbn Ebi
Hatîm, İbn Abbas'dan rivayet ederek Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in şöyle
buyurduğunu söylemişlerdir: Allah'ın peygamberi Süleyman, namaz kılarken önünde
bir ağacın bittiğini gördü. Ona, senin adın nedir? diye sordu. Ağaç da
kendisine bir şeyler söyleyerek cevap verdi. Süleyman, sen ne içinsin? diye sordu.
Ağaç, eğer sadece dikilmek için ekilmişse onu bildirirdi. Eğer bir ilaç olmak
için ekil-misse onu da bildirirdi. Günün birinde yine namaz kılarken önünde bir
ağaç gördü. Ağaca, senin adın nedir? diye sordu. Ağaç da benim adım Harub'dur,
diye cevap verdi. Süleyman, sen ne içinsin? diye sordu. Ağaç, bu beyti yıkmak
içinim dedi. Süleyman şöyle dedi: Allahım, cinlerin gaybı bilmediklerini
insanlar Öğrensinler, diye benim Ölümümü cinlerden gizle. Sonra Süleyman
peygamber, o ağacı bir değnek haline getirdi, bir yıl müddetle ona dayandı.
Cinler de onun emrinde çalışmaktaydılar. O esnada değneğe dayalı vaziyette iken
Süleyman peygamber vefat etti. Öte yandan bir kurtçuk ta gelip değneği
kemirmeye başladı. Nihayet değnek aşınınca Süleyman peygamberin cesedi yere
düştü. İnsanlar da bildiler ki; eğer cinler gaybı bilselerdi, Süleyman'ın
ölümünü anlayacak ve bu can yakıcı azap içinde bir yıl müddetle
beklemiyeceklerdi. Süleyman'ın Ölümü üzerine cinler, değneğin ucunu kemiren
kurtçuğa teşekkür ettiler ve ona daha önceleri de su getirirlerdi.»[52]
Süddî, İbn Abbas ile
bir grup sahabeden naklederek şöyle der: Süleyman peygamber, bir iki sene,bir
iki ay, ya da bundan daha az veya daha çok müddetle Beyt-i Makdis'de itikafa
çekilirdi. Yiyeceği ve içeceği, yanına götürülürdü. Vefat edeceği zaman son
olarak oraya girdi. Orada ibadetle meşgul iken her gün mutlaka sabahleyin bir
ağaç biterdi. Süleyman peygamber, ağacın yanma giderek ona adını sorar, ağaç
da adının ne olduğunu ona bildirirdi. Eğer sırf ekilmek için ekilmişse, onu
bildirirdi. Ya da ilaç maksadıyla ekilmişse, onu da açıklardı. Ben, şu maksatla
ekildim, derdi. Nihayet günün birinde bir ağaç bitmişti ki ona, Harub adı
verilmişti. Süleyman peygamber ona, senin adın nedir, diye sorunca ağaç, benim
adım Harub'dur, dedi. Süleyman peygamber, sen ne için bittin? diye sorunca
ağaç, "Şu mescidi yıkmak için bittim." dedi. Süleyman da şöyle dedi:
Ben hayatta iken Cenâb-ı Allah bu mescidi yıkmayacaktır. Benim ölümüm ve bu
mescidin harap olması senin yüzünden olacaktır.
Böyle diyerek ağacı
söküp kendine ait bir bahçeye dikti. Sonra mihraba girerek değneğine dayalı
vaziyette namaz kıldı ve vefat etti. Vefat ettiğini şeytan bilmedi. Bu
vaziyette iken cinler onun için çalışıyorlar ve durmadan mesailerini
sürdürüyorlardı. Süleyman'ın çıkıp kendilerini cezalandıracağından korktukları
için işlerini devam ettiriyorlardı. Şeytanlar ve cinler, mihrabın etrafında
toplanıyorlardı. Süleyman'ın ibadet etmekte olduğu mabedin önünde ve arkasında
ışık pencereleri vardı. Oradan çıkmak isteyen şeytan şöyle diyordu: Eğer
burdan girip diğer pencereden çıkarsam dövülmez miyim?
Böyle diyerek diğer
taraftaki pencereden çıkmak üzere bu taraftaki pencereden içeri girdi. İçeri
giren şeytan, karşı taraftaki pencerenin önüne gitmekte iken mihrapta bulunan
Süleyman'a bakamadı. Baktığı takdirde yanacağını biliyordu. Ama Süleyman'ın
sesini de işitmedi. Geri döndü, yine Sülayman'm sesini işitmedi. Tekrar geri
döndüğünde mescidin içine düştü, kendisi de yanmadı. Süleyman'a baktığında,
cesedinin ölü olarak yere düşmüş olduğunu gördü. Dışarı çıkıp insanlara,
Süleyman'ın öldüğünü haber verdi. Onlar da kapıyı açıp içeri girdiler ve
Süleyman'ın cesedini dışarı çıkardılar. Dayalı olduğu değneğin kurtçuk
tarafından kemirilmiş olduğunu gördüler. Süleyman'ın ne zaman vefat ettiğini
bilemediler. Değneğini yere koyup kurtçuğu, ucuna getirdiler. Kurtçuk bir gün
bir gece süreyle onu kemirdi. Sonra da değneğin aslından ne kadar
kemirildiğini, o bir gün ve bir gecelik kemirilme miktarına kıyaslayarak
Süleyman'ın bir yıl Önceden vefat ettiğini hesapladılar. Süleyman'ın ölümünden
sonra bir yıl müddetle onun için çalışmışlardı. Böyle olunca da insanlar iyice
anladılar ki, cinler yalan söylüyorlar. Eğer gaybı bilselerdi, Süleyman'ın
ölümünü de bilirler ve bir yıl müddetle onun işinde çalışmazlardı. Zahmet
çekip yorulmazlardı. Şu ayeti kerime bunu açıklıkla ortaya koymaktadır.
«Onun (Süleymanm)
Öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Kurdun yemesiyle
değnek çürüyüp de ona dayalı duran Süleyman) yıkılınca (onun öldüğü anlaşıldı
ve) anlaşıldı ki eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde
kalmazlardı.» (Sebe1,14.)
Süddî der ki: Böylece
cinlerin durumu insanlar tarafından anlaşıldı ki onlar yalan söylüyorlar.
Ayrıca şeytanlar da Süleyman'ın değneğini kemiren kurtçuğa şöyle demişlerdi:
Eğer sen yiyecek yiyorsan, sana yiyeceklerin en güzelini ve en lezzetlisini
getiririz. Eğer içecek içiyorsan, sana içeceklerin en nefisini getiririz. Fakat
sana su ve çamur taşırız.
Ravi der ki:
«Şeytanlar kurtçuğa her nerede olursa olsun su ve çamuru taşıyorlardı.
Görmezmisiniz ki ağacın içindeki çamuru şeytanlar ona teşekkür için
taşımaktadırlar.» Bu, ne doğrulanan, ne de yalanlanan israiliyattandır.
Ebu Davud,
"Kitabü'l Kader"de şöyle bir rivayette bulunur: Davudoğlu Süleyman
peygamber, ölüm meleğine şöyle dedi: Ruhumu teslim alacağın zaman bana önceden
bildir de bileyim.
Ölüm meleği dedi İd:
Ben senin canım ne zaman alacağımı bilemem. Sen ne kadar biliyorsan ben de o
kadarını biliyorum. Ancak bazan bana bir mektup verilir. O mektubun içinde
kimin canım alacaksam adları
yazılıdır.
Asbağ b. Ferec ile
Abdullah b. Vehb, Abdurrahman b. Zeyd b. Es-lem'in şöyle dediğini rivayet
ederler: Süleyman peygamber, ölüm meleğine şöyle dedi: Canımı almakla
emrolunduğun zaman bana haber ver. Günün birinde ölüm meleği Süleyman'a gelerek
şöyle dedi: Ey Süleyman, senin canını almakla emrohmdum. Kısa bir anın kaldı.
Bunun üzerine Süleyman
peygamber, şeytanlarla cinleri çağırdı. Kendisi için billurdan bir köşk
yapmalarını emretti. Onlar da kapısı olmayan, billurdan bir köşk inşa ettiler.
Süleyman kalkıp namaza durdu ve değneğine dayandı. Fakat buna rağmen ölüm
meleği kapısı olmayan o billur köşkün içine girerek, değneğine dayalı vaziyette
duran Süleyman'ın ruhunu teslim aldı. Süleyman ölüm meleğinden kaçmak için o
köşkü inşa ettirmiş değildi.
Cinler onun sağ
olduğunu zannederek huzurunda çalışmaktaydılar. Cenâb-ı Allah'ın gönderdiği
bir kurtçuk değneğinin ucunu kemirmeye başladı. Değneğin içi boşalınca,
Süleyman yere düştü. Cinler bunu görünce dağılıp gittiler. Onların gayptan
haberleri olmadığını, şu ayet-i kerime ifade etmektedir: «Onun öldüğünü, ancak
değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Kurdun yemesiyle değnek çürüyüp de
ona dayalı duran Süleyman) yıkılınca (onun öldüğü anlaşıldı ve) anlaşıldı ki
eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.»
(Sbbe',14.) Asbağ dedi ki: Başkalarından aldığım habere, göre Süleyman peygamber,
değneğine dayalı olarak ölü vaziyette bir yıl süreyle bekledi. Kurtçuk, onun
değneğinin içini kemirmekte idi. Nihayet yere düştü.
Selef ulemasıyla
diğerlerinden de buna benzer sözler nakledilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
Ishak b. Bişr, Zührî
ile diğerlerinden naklederek şöyle der: Süleyman (a.s.), elli iki sene yaşadı.
Hükümdarlığı kırk sene sürdü. İbn Ab-bas'dan nakledildiğine göre onun
hükümdarlığı yirmi sene sürmüştür. Doğrusunu Allah bilir. İbn Cerir'in dediğine
göre Süleyman b. Davud'un ömrü, elli küsur sene olmuştur.[53]
Süleyman peygamber,
hükümdarlığının dördüncü senesinde Mes-cid-i Aksa'nın inşasına başlamıştır.
Bundan sonra da onyedi sene süreyle hüküm sürmüştür. Kendisinin vefatından
sonra îsrailoğullarının hakimiyetleri sarsılmış ve memleketleri dağılmıştır. [54]
Bunlardan birisi,
Şa'ya b. Emsiya'dır. Muhammed b. îshak'ın anlattığına göre Şa'ya, Zekeriyya
ile Yahya peygamberden öncedir. Ona, kendisinden sonra İsa ve Muhammed adında
iki peygamberin geleceği müj-delenmiştir. Onun zamanında İsrailoğullanna, Kudüs
taraflarında Hazkıya adındaki bir hükümdar hükmedermiş. Bu hükümdar, Şa'ya'ya
itaat eder, emri dışına çıkmaz, yasaklarına riayet edermiş. O zaman
İsrailoğullanna büyük felaketler gelmiş. Nihayet Hazkıya adındaki hükümdar
hastalanmış, ayağında büyük bir çıban baş göstermişti. O zaman Senharib
adındaki Babil hükümdarı, Beyt-i Makdis'e hücum etmişti, îbn İshak'm
anlattığına göre Senharib'in emri altında 1000 sancak vardı.
Senharib'in saldırısı
karşısında insanlar şiddetli bir paniğe kapıldılar. Hazkıya adındaki hükümdar,
Şa'ya'ya müracaat ederek; "Senharib'in durumu hakkında Allah sana ne
vahyetti?" diye sordu. Şa'ya'da şöyle cevap verdi. "Onlar hakkında
bana henüz bir vahiy gelmedi."
Sonra Şa'ya'ya vahiy
gelerek şöyle buyruk verildi: "Hükümdar Hazkıya, vasiyetini yapsın ve
hükümdarlığa dilediği birini halef tayin etsin. Çünkü onun eceli
yaklaşmıştır!"
Hazkıya, bu vahyi
haber aldığında kıbleye yönelerek namaza durdu. Teşbih ve duada bulundu. Aziz
ve Celil Allah'a tazarruda bulunarak halis bir kalble tevekkül ve sabırla
ağlayarak şöyle dedi: "Ey rablerin rabbi ve ilahların ilahı olan Allah'ım.
Ey Rahman ve Rahîm olan Rab-bim. Ey kendisine uyku ve dalgınlık gelmeyen
Allah'ım, İsrailoğullanna yaptığın iyilikler ve güzel yargılannla beni hatırla.
Mutlaka bütün bunlar senden olmuştur. Benim nefsimi, sen benden daha iyi
bilirsin. Gizlimi de açığımı da bilirsin."
Cenâb-ı Allah, onun bu
duasına icabet edip kendisine merhamette bulundu ve Şa'ya'ya şöyle vahyetti:
"Ona müjde ver ki; Cenâb-ı Allah, ağlamasından dolayı merhamete gelmiş ve
ecelini de onbeş sene süreyle te'hir etmiştir. Onu, düşmanı olan Senharib'den
kurtarmıştır." Şa'ya peygamber bu müjdeyi ona verince, Hazkıya'daki acılar
gitti. Hüzünden kurtuldu ve secdeye kapanarak şöyle dedi: "Allah'ım,
sensin mülkü' dilediğine veren. Yine sensin dilediğinden alan. Dilediğini aziz
kılar, dilediğini zelil edersin. Sen görüneni de görünmeyeni de bilirsin.
Evvel sensin, âhir sensin. Zahir sensin, bâtın sensin. Darda kalmışların duasına
icabet eden ve onlara merhamette bulunan yine sensin."
Başını kaldırdığında
Cenâb-ı Allah, Şa'ya'ya şöyle vahyetti: Hazkı-ya'ya de ki; İncir suyunu alıp
yarasının üzerine koysun. Böyle yaparsa yarası iyileşir.
Hazkıya, bu emri
yerine getirdi. Yarası iyileşti ve şifa buldu.
Cenâb-ı Allah,
Senharib'in askerlerine ölüm gönderdi. Hepsi helak oldular. Sadece Senharib ile
beş arkadaşı sağ kaldılar. Bunlardan biri de Buhtunasr (Nabokodo Nasser) idi.
Israiloğullarının hükümdarı, adam göndererek onlan yakalatıp zincire vurdurdu.
Hepsini rezil-rüs-vay etmek maksadıyla ülkede zincirler ve bukağılar içinde
dolaştırdı. Onlan tahkir etti. Bu işkenceleri yetmiş gün devam etti. Bunlardan
herbirine günlük olarak iki arpa ekmeği veriyor, sonra da onları zindana
bırakıyordu. Cenâb-ı Allah, Şa'ya'ya vahiy göndererek îsrailoğulla-nnın
hükümdanna şu emri vermesini buyurdu: Onlan ülkelerine göndersin ki
kavimlerim, başlarına gelen musibet karşısında uyanp korkutsunlar.
Bunlar serbest
bırakılıp memleketlerine geri döndüklerinde Senharib, kavmini toplayarak
başlarına gelen musibeti onlara haber verdi. Büyücülerle kahinler, ona şöyle
dediler: Biz sana onlann rableri ile peygamberleri hakkında bilgi vermiştik,
ama sen bize itaat etmedin. Onlar öyle bir ümmettirler kî, rablerinin sayesinde
hiç kimse onlarla başedemez.
Senharib, kendilerine
Allah'ın daha önce bildirdiği eziyetleri yaptı.
Sonra da yedi yıl daha
yaşayarak öldü.
îbn İshak der ki:
İsrailoğullannın hüküm dan Hazkıya vefat edince işleri karıştı, kötülükleri
çoğaldı. Cenâb-ı Allah, Şa'ya'ya vahiy gönderdi.
O da bu vahiy üzerine
kalkıp kendilerine nasihatta bulundu. Layıkı veçhiyle Allah hakkında
kendilerine bilgi verip onlan, Allah'ın azap ve ikabına karşı uyardı. Muhalefet
edip yalanladıklan takdirde Allah tarafından azaplandırılacaklannı onlara
bildirdi. Va'z-u nasihatim tamamladıktan sonra îsrailoğulları, onu öldürmek
maksadıyla üzerine saldırdılar. Onlardan kaçarak bir ağacın arkasına saklandı.
Ağaç yarılıp içine girdi. Fakat Şeytan kavuşarak elbisesinin ucunu tutuverdi.
Sonra da onu çekerek halka gösterdi. Bunu gören îsrailoğulları, bir testere
getirerek tepe noktasından başlayıp ağacı biçmeye başladılar. Tabii ki bu
arada ağacın içinde bulunan Şa'ya peygamberi de biçtiler. «Doğrusu, hepimiz
Allah'a aidiz ve ona geri döneceğiz.»1 (1) îslamî kaynaklarda bu olayın mesnedi
yoktur. Bu, israiliyattandır. [55]
Rivayete göre bu
Hızır'dır. Bunu İbn Abbas'dan Dahhak rivayet etmiştir İd, garip ve sahih
olmayan bir rivayettir.
İbn Asakir der ki:
Bazı eserlerde nakledildiğine göre Ermiya b. Hal-kiya, Zekeriyya oğlu Yahya'nın
fokurdamakta olan kanının üzerinde durdu. Bu olay, Şam'da cereyan ediyordu.
Kana şöyle seslendi: "Ey kan, insanları fitneye düşürdün. Artık dur."
Onun bu emri üzerine kan durup yerin dibine çekildi ve artık göze görünmez
oldu.
Ebu Bekir Ebiddünya,
Abdullah b. Abdurrahman'm şöyle dediğini rivayet eder: Erviya şöyle demişti:
"Ey Rabbim, kullarının hangisi sana daha çok sevimlidir?" Allah
buyurdu ki: «Beni en çok zikredenler, «Benim zikrimle meşgul olanlar ve
yaratıkları akıllarına getirmeyenlerdir. Onlara fanilerin vesveseleri gelmez.
Baki kalmayı kendi içlerinde kurmazlar. Kendilerine dünya yaşantısı sunulduğu
zaman onu terkeder-ler. Dünya maişeti kendilerinden kaybolduğu zaman
sevinirler. İşte ben, onlara sevgi ve muhabbetimi vermişimdir. Onlara
gayelerinin üstündeki şeyleri bahşetmişimdir.»[56]
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki:
«Biz Musa'ya kitap verdik
ve onu İsrailoğullarma "Benden başka. bir vekil tutmayın!" diye bir
kılavuz yaptık. Ey Nuh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızın çocukları! Doğrusu
o (Nuh), çok şükreden bir kuldu. (Siz de atanız gibi olun). Kitab'da
İsrailoğullarma şu hükmü verdik: «Siz o ülkede iki kere fesad çıkaracaksınız ve
büyük bir yükselişle yükseleceksiniz (çok kabarıp kibredeceksiniz).
Birincisinin zamanı gelince üzerinize güçlü, kuvvetli kullarımızı gönderdik.
Evlerin aralarına girip (sizi) araştırdılar. Bu, yapılması gereken bir vaad
idi. Sonra tekrar size, onları yenme imkanı verdik ve sizi mallarla, oğullarla
destekledik ve savaşçılarınızı çoğalttık. İyilik ederseniz, kendinize iyilik
etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, o da kendi aleyhinizedir. Sonuncu (baş
kaldırma) m (zı) n (cezalandırılma) zamanı gelince (yine öyle kullar göndeririz)
ki, yüzlerinizi kötü duruma soksunlar (üzüntüden suratlarınızın asılmasına
sebeb olsunlar) ve ilk kez girdikleri gibi yine mescide (Kudüs'e) girsinler ve
ele geçirdiklerini mahvetsinler. (Bundan sonra) belki Rabbiniz size acır, ama
siz (bozgunculuk yapmaya) dönerseniz, biz de (sizi cezalandırmağa) döneriz.
Cehennemi, kafirler için kuşatıcı (bir zindan) yapmışızdır!» (ci-Isra, 2-8.)
Vehb b. Münebbih dedi
ki: Cenâb-ı Allah, İsrailoğullarımn peygamberlerinden Ermiya peygambere, halkı
arasında masiyetler görülmeye başladığında şöyle vahyetti: Git, halkının
arasında duruver ve onlara haber ver ki; onların kalbleri vardır ama
hakikatleri anlamazlar; onların gözleri vardır ama hakikatleri görmezler;
onların kulakları vardır ama hakikatleri işitmezler. Ben onların ata ve
dedelerinin iyiliklerim hatırladığım için onlara şefkat ettim ve onları
azaplandırmak istemedim. Onlara sor bakalım, bana yaptıkları taatin sonucunu
nasıl buldular? Bana isyan edenlerden herhangi bir kimse, bana yaptığı
itaatsizlikten dolayı mutlu olmuş mudur? Bana itaat edenlerden de her hangi
biri, bana yaptığı taatten dolayı mutsuz olmuş mudur? Hayvanlar bile barındıkları
yerleri hatırlar ve oraya doğru giderler. Bu millet te, ata ve dedelerine
ikramda bulunduğum hususları unuttular. Üstünlük ve şerefi, başka yerlerde
aradılar. Bilginlerine gelince, bunlar hakkımı inkar ettiler. Kurralarına
gelince, bunlarda benden başkasına taptılar. Abidleri ise bildiklerinden yararlanmadılar.
Yani ilimleriyle amel etmediler. Yöneticilerine gelince, onlar da bana ve
peygamberlerime karşı inkarcı oldular. Kalblerinde hile ve desise sakladılar.
Dillerini de yalana alıştırdılar. İzzet ve celalime andolsun ki, onların
üzerlerine öyle bir nesil göndereceğim ki, onların dillerini anlamıyacak,
simalarını tanımayacak, ağlaşmaları nedeniyle de merhamete gelmiyeceklerdir.
Bulut yığınları kadar çok askeri bulunan ve geniş yolları doldururcasma
alayları bulunan, zorba ve katı bir hükümdarı üzerlerine s aldırtacağım. Onun
bayraklarının dalgalanışı, kartalların uçuşunu andıracaktır. Süvarileri,
kartallar gibi saldıracaktır. Şen ve mamur yerleri harap ve metruk hale
getireceklerdir. Kentleri ve kasabaları, ıssız bırakacaklardır. Yazıklar olsun
Kudüs'e ve sakinlerine ki, onları ölüm için zelil kılacağım. Esirliği onlara
musallat edeceğim. Düğün ve eğlencelerin şen ve şakrak seslerinden sonra,
orada feryad-ü figan sesleri yükselecektir. Atların kişnemesinden sonra
kurtların uluması duyulacaktır. Sarayların balkonlarından sonra canavarların
meskenleri görülecektir. Kandillerin aydınlığından sonra toz ve dumanların
sıcaldığı görülecektir. Onurdan sonra aşağılanma görülecektir. Nimetten sonra
kölelik görülecektir. Kadınları, güzel kokulardan sonra toprağa bulanacaktır.
Halılar üzerinde yürürken, kupkuru yerler üzerinde yaya yürür olacaklardır. Cesetleri
yerde gübre haline gelecek, kemikleri de güneşin altında yanıp tutuşacaktır.
Onlara türlü azaplar tattıracağım. Sonra göğe emir vereceğim; gök demirden bir
tabaka haline, yer de bakırdan bir tabaka haline gelecektir. Yağmur yağsa bile
yerden birşey bitmeyecektir. Bu arada yerden azıcık birşeyler bitse bile, bu da
benim dilsiz ve ağızsız olan hayvanlara rahmetim dolayısıyla olacaktır. Sonra
bunu da ekim zamanında hapsedecek, biçim zamanında salıvereceğim. Eğer bu arada
bir şey ekseler de ona çeşitli afetleri musallat edeceğim. Aradan bir şeyler
kurtulacak olursa da o bereketsiz olacaktır. Bana dua etseler de dualarına
icabet etmeyeceğim. Benden birşey isteseler de onlara vermeyeceğim. Ağlasalar
da onlara acımayacağım. Yalvarsalar da onlara bakmayacağım."
İbn Asakir, yukarıdaki
lafızları rivayet etmiştir.
îshak b. Bişr, Vehb b.
Münebbih'in şöyle dediğini rivayet eder: "İsrailoğullan arasında büyük hadiseler
baş gösterdiği, masiyetlerle iştigal ettikleri, peygamberleri öldürdükleri
zaman Cenâb-ı Allah, Ermi-ya peygamberi onlara göndermişti. Bu arada Buhtunasr
da onlara saldırmayı planlıyordu. Cenâb-ı Allah, onun kalbine bu tamaı
bırakmıştı. İçinden, onlara saldırmayı kuruyordu. Cenâb-ı Allah, Buhtunasr vasıtasıyla
onlardan intikam almak dilediğinde Ermiya peygambere şöyle vahyetti: Ben
İsrailoğullarını helak edecek ve onlardan öc alacağım. Sen, Beyt-i Makdis'in
yanındaki kayalığın üzerine gidip dur. Emrim ve vahyim sana gelecektir.
Bunun üzerine Ermiya
peygamber, üzerindeki giysileri paralıya-rak, başının üzerine küller saçarak
secdeye kapandı ve şöyle dedi. "Ya Rab! Keşke anam beni doğurmasaydı.
Çünkü sen beni, İsrailoğullarının son peygamberi kıldın. Beyt-i Makdis'in
yıkılmasıyla İsrailoğullarının helaki benim yüzümden olmuştur!"
Cenâb-ı Allah ona,
"Başını kaldır" diye emretti. Başını secdeden kaldırıp ağlamaya
başladı. Sonra şöyle dedi: "Ya Rab, İsrailoğullarının üzerine kimi
musallat kılacaksın?" Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Ateşe tapanları
onlara musallat kılacağım. Onlar, benim azabımdan korkmuyorlar. Sevabımı da
beklemiyorlar. Ey Ermiya, kalk da vahyimi dinle. İsrailoğullarının ve senin
haberim sana bildireceğim: Seni bunların başına peygamber göndermezden önce
seçkin bir kul yapmıştım. Ananın rahminde sana şekil ve suret vermezden önce
seni kutsamıştım. Seni ananın karnından çıkarmadan önce temizlemiştim. Buluğa
ermezden önce sana peygamberlik vermiştim. Güçlülük çağına varmazdan önce seni
seçmiş ve büyük bir işe aday kılmıştım. Kalk da şu hükümdarla birlikte ol. Ona
doğru yolu gösterip irşatta bulun."
Bu ilahî ferman
üzerine Ermiya peygamber, gidip o hükümdara doğru yolu tavsiye etti: Olaylar
büyüyünceye kadar ona Allah'tan vahiy geliyordu. Nihayet İsrailoğullan, Cenâb-ı
Allah'ın kendilerini Senharib ile askerlerinden kurtarmış olduğunu unuttular.
Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, Ermiya peygambere şöyle vahyetti: Kalk da sana
verdiğim emirleri îsrailoğullarma anlat. Üzerlerindeki nimetimi kendilerine
hatırlat. Başlanndan geçen hadiseleri onlara bildir.
Ermiya dedi ki: Ey
Rabbim, eğer sen bana güç vermezsen, onlara karşı ben zayıfım. Eğer sen bana
kuvvet vermezsen, İsrailoğullanna karşı ben acizim. Eğer sen beni doğru yola
iletmezsen, ben hata yapa-nm, Eğer sen bana yardım etmezsen, ben yalnız kalınm.
Eğer sen bana izzet vermezsen, ben zelil olurum.
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki: «Bilmez misin ki bütün işler benim irademden kaynaklanmaktadır. Yaratma ve
emrin tamamı, bana aittir, kalpler ve dillerin tamamı, benim kudret elimdedir.
Kalplerle dilleri dilediğim şekilde döndürürüm. Onlar da bana itaat ederler.
Ben öyle bir Allah'ım ki, benim mislim yoktur. Göklerle yer ve bunlann içinde
bulunan her şey, benim «Ol» emrim ile vücuda gelmişlerdir. Tevhid ve kudretin
tamamı, bana aittir. Yanımda bulunan şeyleri benden başkalan bilemez. Ben o
Rabbim ki, denizlerle konuşurum, onlar da benim sözlerimi anlarlar. Verdiğim
emirleri yerine getirirler. Ben onlar için bir şuur çizmişimdir ki, o sının
asla geçmezler. Denizlerin dağlar büyüklüğünce dalgalan gelir. Benim çizdiğim
sınıra vardığında, bana itaat etmesi için onu zelil kılarım. O da benim emrime
boyun eğerek itaat eder ve benden korkar. Doğrusu, ben seninle beraber olduğum
müddetçe sana hiçbir zarar gelmez. Kendilerine risaletimi tebliğ edesin diye
halkımın büyük bir kesimine seni peygamber olarak gönderdim. Bu nedenle de
senin peşinde yürüyen ve sana tâbi olan kimselerin sevap ve mükafatını kendin
için hakedeceksin ama bununla birlikte onlann sevap ve mükafatlanndan da hiçbir
eksilme olmayacaktır. Kavmine git, aralarında dur ve onlara şöyle de: Allah,
atalannızm iyilik ve salahım hatırladı. Bu nedenle sizi hayatta bıraktı. Ey
peygamber çocuklannm topluluğu! Atalannız bana yaptıklan taatm sonucunu nasıl
buldular? Ve siz bana yaptığınız isyankarlığınızın neticesini nasıl buldunuz?
Bana isyan edip de isyanı nedeniyle mutlu olmuş bir kimseyi buldular mı? Bana
itaat edip de itaati nedeniyle mutsuz olan bir kimse gördüler mi? Hayvanlar
bile kendileri için uygun olan bannaklannı hatırladıklannda oraya yönelirler.
Fakat bu kavim helak olmanın meralannda gezip dolaştılar. Atalanna ikramda
bulunduğum vesileleri unuttular. Şeref ve üstünlüğü, asli yerlerinden başka
taraflarda aradılar. Bilginleri ile rahipleri, benim kullanmı köle edindiler.
Onlan, kendi işlerinde çalıştırdılar. Benim kitabımın hükümlerinden başka
hükümleri, onlara tatbik ettiler. Neticede benim emrimden, onlan bilgisiz ve
habersiz kıldılar. Benim zikrimi ve sünnetimi, onlara unutturdular. Onlan,
benden uzaklaştırdılar, Kullanm da sadece bana yaraşan ibadeti onlara yaparak
alçaldılar. Bana karşı gelme pahasına da olsa onlara itaat ettiler.
Hükümdarlanyla
emirlerine gelince onlar, benim nimetlerimden dolayı sunardılar. Benim azabıma
karşı kendilerini güvenlik içinde hissettiler. Dünya, kendilerini aldattı.
Neticede kitabımı bir tarafa atıp bana verdikleri sözü unuttular. Kitabımdaki
hükümleri değiştirdiler.
Elçilerime karşı
iftirada bulundular. Mertebemin yüksekliğine ve azametimin yüceliğine yemin
olsun ki, mülkümde ve hükmümde bana bir ortak bulunması asla layık değildir.
Bana karşı gelme pahasına da olsa bir kulun emrine itaat edilmesi yaraşır mı?
Benim de, benden başka tanrılar olsunlar diye bazı kulları yaratmam bana
yaraşır mı? Bana yapılması gereken taat hususunda insanın başkasına kulak
vermesi caiz olur mu?
Kurra ve fıkıhçılanna
gelince onlar, diledikleri konuları inceleyip araştırır ve okurlar.
Hükümdarların peşine takılır, onların dinimde icad ettikleri bidatlerine tâbi
olurlar. Bana karşı gelme pahasına da olsa onlara itaat ederler. Bana
verdikleri sözü bozarak onlara vermiş oldukları vaadleri yerine getirirler.
Onlar, bildikleri konularda bile cahildirler. Kitabımdan bildikleri şeylerden
yararlanmazlar.
Peygamberlerin
evladına gelince onlar fitneye düşüp kahra uğramışlardır. Küfre dalanlarla
birlikte dalmaktadırlar. Atalarına yaptığım yardımın benzerini de benden
beklemektedirler. Atalarına yapmış olduğum ikramları arzulamaktadırlar.
Sözlerinde doğru olmadıkları ve bu hususlarda tefekkür sahibi olmadıkları
halde, bu yardım ve ikramlar konusunda kendilerinden daha layık bir kimsenin
bulunmadığını zannederler. Aldananlarm yoldan çıkmaları anında atalarının nasıl
sabrettiklerini ve benim dinim hususunda nasıl çaba sarfettiklerimi düşünmüyorlar.
Atalarının, canlarını ve kanlarını nasıl feda ettiklerini, benim emrimi
yüceltmek hususunda nasıl sabredip ahidlerine vefa ettiklerini ve dinimin nasıl
yüceldiğini düşünmüyorlar. Belki benden utanıp hakka dönerler diye ben, bu
cahil kavmin azabını erteledim. Onları hemen azaplandırmadım. Ömürlerini
uzattım. Belki düşünüp doğru yola dönerler diye onları mazur gördüm. Bütün bu
sebelerden dolayıdır ki gök, üzerlerine yağmur yağdırdı; yer, kendilerine
bitki bitirdi ve kendilerine afiyet verdi. Onları düşmanlarına muzaffer kıldı,
ama onlar yine de sapıklık ve taşkınlıklarım arttırdılar. Benden daha da
uzaklaştılar. Bu halleri, bu zamana dek devam edegelmiştir. Bunlar beni alaya
mı alıyorlar? Yoksa bana karşı mı geliyorlar? Ya da bana hile yapıp bana karşı
cüretli mi davranıyorlar? İzzetime yemin olsun, onların üzerlerine öyle bir
fitne salacağım ki halim kimseler bile, o fitne karşısında şaşkına
döneceklerdir. Görüş sahipleri bile, onun karşısında sapacaklardır. Hikmet
sahibi kimseler bile, ne yapacaklarını bilemez olacaklardır. Sonra üzerlerine
zorba ve katı bir hükümdar musallat kılacağım. O hükümdarı heybetli kılıp
kalbindeki şefkat ve rahmeti söküp alacağım. Andolsun ki o hükümdarın peşinde
karanlık geceler gibi büyük ordu kitleleri sürüklenecektir. O kitleler içinde
bulut parçaları ve toz bulutları kadar çok sayıda asker bulunacaktır.
Bayraklarının dalgalanışı, kartalların uçuşunu andıracaktır. Süvarilerinin
saldırısı, kartalların hücumunu hatırlatacaktır. Şen ve mamur yerleri, harabeye
döndüreceklerdir. Köyleri ve kasabaları, ıssız birakacaklardır. Yeryüzünde fesadı
yayıp üzerindeki varlıkları helak edeceklerdir. Kalpleri katı olduğundan
dolayı hiçbir şeye aldırmayacak, hiçbir kimseyi görmeyecek, kimseye merhamet
etmeyecek, yalvarışları duymayacaklardır. Sokaklarda dolaşarak aslanların
kükreyişi gibi yüksek seslerle naralar atacaklardır. Onların heybetinden,
insanlar ürperecektir. Seslerini işitenlerin uykuları kaçacaktır. Anlaşılmaz
bir dille konuşacaklardır. Yüzleri, daha önce görülmemiş yüzlerdir. Onları,
kimse tanıyamıya-caktır. izzetime andolsun ki onların evlerine kitaplarım
sokulmaz olacaktır. Meclislerinde kitaplarım okunmaz olacaktır. Mescidlerini
harabeye döndüreceğim. Oralara kimseler uğramaz olacaktır. Oraya uğrayanlar
da benden başkaları için zinetlenecek, yani başkalarına ibadet edeceklerdir.
Dini alet ederek dünyalarım kazanmak için ibadet eder görüneceklerdir. Orada
dinden başka şeyleri öğreneceklerdir. Amel etmeyecekleri ilimlerle iştigal
edeceklerdir. Onların hüküm darlarının izzetini zillete, güvenliğini korkuya,
zenginliğini yoksulluğa, nimetini açlığa, afiyetlerini türlü belaya
çevireceğim. İbrişim esvablarını kıldan abalara, güzel kokularını leşlerin
kokusuna, taçlı elbiselerini zincir ve bukağılara çevireceğim. Geniş ve
müstahkem kalelerini, harabeye döndüreceğim. Sağlam burçlarını ve şatolarım,
canavarların meskenine çevireceğim. Atlarının kişnemesinin yerini, kurtların
uluması alacaktır. Kandillerin aydınlığının yerini, yangın dumanları
dolduracaktır. Şenlik ve kalabalığın yerini, yalnızlık ve ıssızlık alacaktır.
Kadınların ellerindeki bileziklerin yerini, kelepçeler alacaktır. İnci ve yakut
gerdanlıklarının yerine, demir zincirler takılacaktır. Güzel koku ve yağlarının
yerini, toz ve duman alacaktır. Halıların üzerinde yürürlerken bilahare
çarşılarda ve nehirlerde bu imkanı da bulamayacaklardır. Örtülerin yerini,
çıplaklık alacaktır. Sefer ve gezintilerinin yerini, zehir dolduracaktır.
Sonra onlara türlü azaplar çektireceğim. Gökte uçsalar bile bu azaplar onlara
ulaşacaktır. Ben ancak bana ikramda bulunana ikram ederim. Emrime karşı geleni
de hakir ve zelil kılarım. Sonra göğe emir verir ve onu üzerlerine demirden bir
tabaka haline getiririm. Yere de emir verir, onu kendilerine bakırdan bir zemin
haline getiririm. Ne gök yağmur yağdırır, ne de yer bitki bitirir. Bu arada
yağmur yağsa bile ona türlü afetler musallat lalarım. Azıcık bir elan bitse
bile ondaki bereketi alırım. Bana dua etseler de dualarına icabet etmem.
Benden dilekte bulunsalar da dileklerini yerine getirmem. Ağlasalar bile onlara
merhamet etmem. Bana yalvarıp yakarsalar bile onlardan yüz çeviririm. Eğer
onlar; «Allah'ım, sen daha önce bizlere ve babalarımıza rahmette bulunup ikram
etmiştin. Bizleri kendin için seçkin bir millet kılmıştın. Peygamberliğini,
kitabını ve mescidlerini bize vermiştin. Sonra bizi, bu ülkelere yerleştirip
hakim laldın. Bizleri ve atalarımızı küçüklüğümüzde nimetinle büyüttün, bizi
muhafaza ettin. Hem bizi, hem onları, büyüdüğümüz zaman merhametinle korudun.
Sen, nimet verenlerin en vefa-lıksm. Her ne kadar biz değişsek de sen
vefakarsın. Biz her ne kadar eski halimizi devam ettirmezsek dahi sen devam
ettirirsin. Yine de sen lütuf, nimet ve ihsanını üzerimizden kaldırma!» deseler
dahi ben onlara şöyle cevap veririm: «Ben başlangıçta kullanma rahmet ve
nimetimi veririm. Eğer bana yönelirlerse, ben nimet ve rahmetimi tamamlarım.
Eğer onlar daha fazlasını isteseler, ben daha fazlasını veririm. Şükrederlerse,
nimet ve rahmetimi daha da arttırırım. Ama onlar değişirlerse, ben de
değişirim. Onlar değişikliğe uğradıkları zaman ben onlara gazap ederim. Gazap
ettiğim zaman da onları azaplandırırım. Benim gazabımı geri çevirecek hiçbir
güç yoktur."
Kab'm rivayetine göre
Ermiya peygamber şöyle demiştir: «Allahım, senin rızan ile bu hale geldim.
Senin huzurunda öğrendim. Ben zayıf ve zelil bir kul olup senin huzurunda
konuşmaya ehil değilim. Ancak senin rahmetine sığınarak konuşurum. Sen beni bu
güne kadar hayatta bıraktın. Bu azabından ve tehdidinden benim kadar hiç
kimsenin korkmaması gerekir. Çünkü sen, günahkarların yurdunda beni ikamet ettirdin
ve bana ihsanda bulundun. Onlar da benim etrafımda yaşarlarken sana isyan
ettiler; ben onlara karşı koymadım. Eğer benî azaplandı-rırsan bu, benim
günahım sebebiyledir. Eğer bana merhamet edersen bu da benim senin
merhametliliğini zannettiğim dol ayısıy ladır."
Sonra Ermiya peygamber
sözlerini şöyle sürdürdü: "Ey Rabbim, sen noksanlıklardan münezzehsin,
sana hamdederim. Sen kutlu ve yücesin. Peygamberlerinin meskeni ve vahyinin
iniş yeri olan bu kasaba ve çevresini helak edecek misin? Ey Rabbim, sen
noksanlıklardan münezzeh ve yücesin. Seni hamdederim. Sen kutlu ve yücesin.
Senin zikrinin yücelmekte olduğu bu mescid ile etrafındaki evlerle diğer
mescidleri harap mı edeceksin? Ey Rabbim, sen noksanlıklardan münezzeh ve yücesin.
Sana hamdederim. Sen mübareksin. Bu ümmeti öldürüp azaba uğratmayacak kadar
büyüksün. Onlar, dostun olan İbrahim'in neslin-dendirler. Musa'nın
ümmetidirler. Musa da senin seçkin kulundu. Yine senin kendine dost edindiğin
Davud'un kavmidirler. Ey Rabbim, eğer sen bunları azaba uğratırsan, bunlardan
sonraki nesiller senin azabından emin olamazlar. Dostun İbrahim'in çocukları
ile seçkin kulun Musa'nın ümmeti ve halifen Davud'un kavmi olan bu kimseleri
helak edersen, artık hiç kimse senin satvetinden emin olamaz. Sen bunların
üzerine ateşperestleri mi musallat kılacaksın?"
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki: "Ey Ermiya! Sana karşı gelen kimseler, benim azabımı beklesinler. Ben
bu kavme, bana taatte bulunmalarından dolayı ikram etmiştim. Eğer bana isyan
ederlerse, onları asilerin yurduna indiririm. Meğer ki rahmetim onları
kurtarsın."
Ermiya dedi ki:
"Ey Rabbim, sen İbrahim'i dost edindin ve onun sebebi ile bizleri
muhafaza ettin. Musa'yı da kendine seçkin bir kul olarak yaklaştırdın. Bizi
muhafaza etmeni, düşmanlarımızı bize musallat etmemeni ve bizi
azaplandırmamanı diliyoruz."
Cenâb-ı Allah,
Ermiya'ya şöyle vahyetti: "Ey Ermiya! Sen daha ananın karnında iken seni
kutsadım. Ve bu güne kadar erteledim. Eğer kavmin yetimlerle dulları ve
düşkünlerle yolda kalmışları korumuş olsalardı ben onlara destek olurdum. Onlar
benim yanımda nimet cennetlerinde ağırlanacaklardı. O Cennet ki, ağaçları
meyve vericidir; suyu temizdir ve asla kurumaz; meyveleri de yok olmaz. Fakat
ben, İsrailoğullanm sana şikayet ediyorum: Ben onlara, şefkatli bir çoban gibi
idim. Onları bütün kıtlıklardan ve sıkıntılardan korumuştum. Onlara bolluk
vermiştim. Öyleki birbirlerine boynuz vuran koçlar gibi geliştiler. Vay
onların haline, vay onların haline! Ben, ancak bana ikram edene ikramda
bulunurum. Emirlerimi önemsemiyeni de hakir ve zelil kılarım. Bunlardan önce
bazı kavimler vardı ki benim emrime karşı gelmeyi, basit bir iş zannederlerdi.
Bu kavimde bana karşı
gelmeyi kolay zannettiler. Mescidlerde, sokaklarda, dağ başlarında, ağaç
gölgelerinde dahi alenen bana karşı geldiler. Öyle ki gök onlardan rahatsız
oldu; yer onlardan bizar oldu, dağlar onlardan nefret etti. Kuşlarla diğer
hayvanlar, onlardan kaçarak yeryüzünün kenarlarına ve köşelerine çekildiler.
Bütün bunlara rağmen onlar, bu masiyetlerine son vermediler. Kitaptan
bildikleri ile amel etmediler."
Ermiya, onlara
Rabbinin mesajını tebliğ ettiğinde, onlar azap ve tehdidi duydukları halde,
yine de isyanlarını devam ettirip Ermiya'yı yalanladılar ve itham ettiler.
Dediler ki: «Sen, yalan söylüyorsun, Allah'a karşı büyük bir iftirada
bulunuyorsun. Allah'ın yeryüzünü tatil edeceğini, mescidlerini kapatacağını,
kitaplarını, ibadet ve tevhidini ortadan kaldıracağını iddia ediyorsun, öyle
mi?! Eğer bu dediklerin doğru ise yeryüzünde ona ibadet edecek bir abid
kalmadıktan sonra kim O'na ibadet edecektir? Yeryüzünde mescid ve kitap
kalmadıktan sonra O'na nasıl ve nerede ibadet edilecektir?! Doğrusu, sen
Allah'a karşı büyük bir iftirada bulundun ve sen cinnet getirdin."
Böyle diyerek Ermiya
peygamberi yakalayıp zincire vurdular ve zindana attılar. İşte bu esnada
Cenâb-ı Allah, İsrailoğullarına Buhtun-nasr'ı gönderdi. O da ordusuyla birlikte
onlara karşı bir sefer tertip ederek mıntıkalarına girdi. Onları kuşatma
altına aldı. Ve Cenâb-ı Allah'ın buyurduğu gibi «Evlerin aralarına girip (sizi)
araştırdılar.» Gözetim altına alındılar ve düşman tarafından yakalandılar.
Kuşatma uzun süre devam edince îsrailoğullan, Buhtunnasr'm hükmüne boyun
eğdiler, şehrin kapılanın açıp sokakları boşalttılar: «Evlerin aralarına girip
(sizi) araştırdılar.» (el-Isrâ, 5.)
Buhtunnasr, onlara
zorbaların ve cahillerin hükmünü tatbik etti. Üçte birlerini öldürdü, üçte
birlerini esir aldı. Kötürümlerle ihtiyarlan ve acuzeleri serbest bıraktı.
Sonra onları atlarının ayakları altında ezip çiğnedi. Beyt-i Makdis'i yıktı.
Çocukları sürdü. Kadınları da çıplak vaziyette sokaklarda durdurdu.
Savaşçıları öldürüp kalelerini yıktı. Mes-cidleri harab etti; Tevrat'ı yaktı.
Kendisine mektup yazdığı Danyal'ı sordu. Onu ölmüş vaziyette buldular. Aile
efradı, mektubu çıkardılar. Aralarında küçük Danyal da vardı. Onun yanı sıra
Mişail, Azrail ve Miha-ü'de vardı. Bu mektubu, onlar için de geçerli kıldı.
Danyal b. Hazkil, büyük Danyal'a halef oldu. Buhtunnasr, ordusuyla birlikte
Beyt-i Mak-dis'e girdi. Şam'ın tamamını istila etti. îsrailoğullarmı yok
edinceye dek öldürdü. Oradaki işini tamamladıktan sonra geıi dönerken oradan
elde etmiş olduğu malları da alıp götürdü. Esirleri önüne kattı. Onların
bil-ginleriyle hükümdarlarının çocuklarını esir aldı. Bunların sayısı 90.000
civarında idi. Çevredeki pislikleri ve süprüntüleri, Beyt-i Mak-dı sin içine
attı. Orada domuzları kesti. Davud ailesinden 7000 erkek çocuğu, Yakub oğlu
Yusuf ile kardeşi Bünyamin'in soyundan 10.000 çocuğu, Yakub oğlu İsa'nın
torunlarından 8000 erkek çocuğu,Yakub peygamberin oğullan Zibalon ile
Naftali'nin torunlarından 10.000 erkek çocuğu, Yakub peygamberin oğlu Dan'm
torunlarından 10.000 erkek çocuğu, Yakub peygamberin oğlu Yestahir'in
torunlarından 8000 erkek çocuğu,Yakub peygamberin oğullarından Zigo'nun
torunlarından 2000 erkek çocuğu, Robil ile Lavi'nin torunlarından 4000 erkek
çocuğu, diğer İsrailoğullarmdan da 12.000 erkek çocuğu esir alarak önüne kattı
ve Babil toprağına geldi.
İshak b. Bişr'in
anlattığına göre Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: "Buhtunnasr,
îsrailoğullanna yaptığı işkenceleri yaptıktan sonra kendisine şöyle denildi:
Şu İsrailoğullarmm bir adamları vardı. Bu başlarına gelen felaket hususunda
onları daha önceden uyarıyordu. Seni ve senin haberini onlara anlatıyordu.
Onların savaşçılarını öldüreceğini, çoluk çocuklarım esir alacağını,
mescidlerini yıkacağım, kiliselerim yakacağını daha önceden kendilerine haber
veriyordu. Fakat îsrailoğullan onu yalanlayıp itham ettiler. Döverek zincirlere
vurdular ve zindana attılar. Kendisine anlatılan bu haber üzerine Buhtunnasr,
emir. vererek Emıiya peygamberi-zindandan çıkarttı ve ona şöyle dedi: "Şu
İsrailoğullarımn başlarına gelen bu felaket hususunda daha önceleri uyarmış
raiydin?" Ermiya, evet deyince Buhtunnasr: Sen bunu nereden bildin? diye
sordu. Enniya'da şöyle cevap verdi: "Allah, beni, îsrailoğullanna
peygamber olarak gönderdi, ama onlar beni yalanladılar!"
Buhtunnasr dedi ki:
"Sem yalanlayıp dövdüler ve zindana attılar ha?" Ermiya, evet deyince
Buhtunnasr, şöyle dedi: "Bunlar ne kötü bir kavimmiş! Peygamberlerini
yalanlamışlar, Rablerinin risaletini yalanlamışlar! İstemlisin benimle
birlikte olasın da sana ikramda bulunayım ve sana iyi davranayım? Dilersen
seni ülkemde bırakırım ve seni güvenlik içinde tutarım."
Ermiya peygamber ona
şöyle dedi: "Ben her zaman Allah'ın bana sağladığı güvenlik içindeyim. Var
olduğum günden bu ana dek, biran olsun bile onun güvenliğinin dışında kalmış
değilim. Eğer İsrailoğullan onun taatinin dışına çıkmış olmasalardı, senden ve
başkalarından asla korkmazlardı, sen de onlara galip olamazdın."
Buhtunnasr bu sözleri
işitince, Ermiya'yı kendi haline bıraktı. Ermiya da kendi mekanı olan İlya
(Kudüs) şehrinde kaldı.
Hişam b. Muhammed b.
Saib el-Kelbî dedi ki: Buhtunnasr, Ahvaz yöresini ve Rum beldelerini, Fars
hükümdarı Lehrasip adına istila etti. Hansa adı verilen Belh şehrim kurdu.
Türklerle savaşarak onları dar yerlere sıkıştırdı. İsrailoğullarıyla savaşmak
üzere Şam'a gönderildi. Şam'a vardığında Şamlılar kendisiyle sulh anlaşması
yaptılar. Denildiğine göre Buhtunnasr'ı savaşa gönderen, Fars -hükümdarı
Lehrasip oğlu Beştasip'tir. Çünkü o zamanlar İsrailoğullan, ağır ağır Farslara
taraf gelmekte ve hücuma yönelmekteydiler.[57]
İbn Cerir'in, Said b.
Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre Buhtunnasr, Şam'a geldiğinde orada bir
küllükten kan fışkırmakta olduğunu gördü. Bu kan da neyin nesi? diye sorunca
ona şöyle dediler: Bilemiyoruz, daha Önce atalarımızın zamanında da bu vardı.
Bu kanın üzerine ne kadar kül dökersek, yine fışkırmaya devam ediyor!
Bunun üzerine
Buhtunnasr, 70.000 Müslüman öldürdü ve böylece o kan sakinleşti. Artık
fışkırmaz oldu.
Hafız İbn Asakir, bu
kanın, Zekeriyya oğlu Yahya peygamberin kanı olduğunu bildiren ifadeler
kullanmıştır. Fakat bu doğru olamaz. Çünkü Zekeriyya oğlu Yahya peygamber,
Buhtunnasr'dan uzun bir müddet sonra dünyaya gelmiştir. Kuvvetli görüşe göre
bu, bir peygamberin kanıdır. Ya da salih kimselerden birine aittir. Ya da
Allah'ın bildiği bir zata aittir.
Hişam b. Kelbî der İd:
Buhtunnasr, Beyt-i Makdis'e geldi. Oranın hükümdarı kendisiyle banş anlaşması
yaptı. O, Davud ailesindendi. Buhtunnasr, ondan bazı rehineler alarak geri
döndü. Taberîye'ye vardığında İsrailoğullarımn, kendi hükümdarlanndan öc
aldıklarını; Buhtunnasr ile banş anlaşması yaptığından dolayı onu öldürdüklerini
haber aldı. Bunun üzerine kendisi de yanında bulunan rehinelerin boynunu vurdu
ve îsrailoğullanna geri dönerek Kudüs şehrini zorla zaptetti. Savaşçılarım
öldürerek çoluk çocuklarını esir aldı.
Rivayete göre
Kudüs'teki zindanda Ermiya peygamberi buldu. Onu çıkarıp durumunu sordu. O da
başından geçenleri kendisine anlattı, îsailoğullanm, başlarına gelecek bu
istila hususunda daha önceden uyarmış olduğunu, onların da kendisim yalanlayıp
zindana attıklarını bildirdi. Buhtunnasr şöyle dedi.: Bu ne kötü bir kavimmiş!
Allah'ın rasû-lüne isyan etmişler!
Böyle diyerek Ermiya
peygamberi serbest bıraktı, ona iyi davrandı. Bunun üzerine İsrailoğullarımn
geride kalan bazı zayıf insanları, Ermiya peygamberin etrafında toplanarak
şöyle dediler: Biz kötülük yaptık. Biz haksızlık ettik. Aziz ve Celil olan
Allah'a, yaptıklarımızdan ötürü tevbe ediyoruz. Tevbemizi kabul buyurması için
Allah'a dua et.
Ermiya peygamber de
Cenâb-ı Allah'a dua etti. Allah ona şöyle vah-yetti: Ben onların tevbesini
kabul edecek değilim. Eğer tevbelerinde dürüst iseler, seninle birlikte bu
beldede ikamet etsinler.
Ermiya peygamber,
Cenâb-ı Allah'ın emrini onlara bildirince şöyle dediler: Harap olmuş bu beldede
nasıl ikamet ederiz? Allah bu beldenin ahalisine gazap etmiştir!
Böyle diyerek Ermiya
peygamberle birlikte Kudüs'de ikamet etmeye yanaşmadılar.
İbn Kelbî der ki: İşte
o zamandan beridir ki İsrailoğulları çeşitli ülkelere dağılmışlardır. Bir
kısmı Hicaz'a, Taife, Yesrib'e yerleşmiş. Bir kısmı da Vadi'l-Kura'ya
yerleşmişlerdir. Az bir kısmı da Mısır'a gitmişlerdir. Buhtunnasr,
İsrailoğullannı kendisine vermesi için Mısır hükümdarına mektup yazdı ama o,
İsrailoğullannı ona vermeye yanaşmadı. Bunun üzerine Buhtunnasr, ordusuyla
birlikte Mısır'a giderek hü-kümdanyla savaştı. Onu ezip mağlub etti. Çoluk
çocuklarını esir aldı. Sonra mağrip ülkelerine yöneldi. Mağrip ülkelerinin en
uç noktasına vardı. Oradan, Mısır'dan, Kudüs'den Filistin'den ve Ürdün'den çok
sayıda esirle birlikte geri döndü. Esirler arasında Danyal da vardı.
Dan-yal'dan kasdımız, büyük Danyal değil, Hazkil oğlu küçük Danyal'dır. Vehb b.
Münebbih böyle der. Doğrusunu Allah bilir. [58]
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/9.
[2] Tefsir-i Taberî, II, 365.
[3] Tefsir-i Taberî, 11,365.
[4] Tirmizî, Kitabü'l-Cenâiz, Hadis No: 1065; Buharî,
Kitabü't-Tıb, 76.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/9-12.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/12-13.
[7] Tarih-i Taberî, 1,328.
İbn Kesîr, El Bıdaye
Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/13.
[8] Tarih-i Taberî, I, 329-330.
[9] Tarih-i Taberî, II, 373.
[10] Tarih-i Taberî, II, 379.
[11] Tefsir-i Taberî, II, 383.
[12] Tefsir-i Taberî, II, 392.
[13] Tefsir-i Taberî, II, 397.
[14] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/13-20.
[15] Tarih-İTaberî, 1,36.
[16] Tarih-iTaberî,1,337.
[17] Tefsir-i Taberî, XXIII, 86.
[18] Buharî,II,41; Müslim, III, 165.
[19] Tefsir-i Taberî, XXIII, 87.
[20] Buharî, Fezailü'l-Kur'ân, 31; Müslim, Musafırun,
235-236.
[21] Müsned, Alımed b. Hanbel, II, 369.
[22] Müsned, Ahmed b. Hanbel, VI, 37,167.
[23] TefsJr-İTaberî,III,88.
[24] Buharı, VI, 222,
Kitabu't-Tefsir.
[25] Tirmizî, Kitabu s-Salat, Hadis No: 577.
[26] Ebu Davud, Kitabü's-Salat, Hadis No: 1410.
[27] Tirmizî, Kitabu d-Daavat, Hadis No: 3424.
[28] Tirmizî, Kitabul-Ahkam, Hadis No: 1329.
[29] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/21-31.
[30] Tarih-iTaberî,!, 343.
[31] Müsned, Ahraed b. Hanbel, I, 419.
[32] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/31-33.
[33] Tehzib, îbn Asakir, V, 190.
[34] Buharî, IV, 49, Babü Farzfl-Humus.
[35] Tehzib, îbn Asakir, VI, 271.
[36] Tehzib, îbn Asakir, VI, 271.
[37] Tarih-iTaberî,I, 347.
[38] Buharı, Kitabü'l-Fiten, VIII, 9.
[39] Tefsir-i Taberî, XX, 107.
[40] Tefsir-i Taberî, XXIII, 99.
[41] Tefsir-i Taberî, XXIII, 100.
[42] Tehzib, ibn Asakir, VI, 259.
[43] Ebu Davud, Sünen, Kitabü'1-Edeb, Hadis-No: 4932.
[44] Müsned, Ahmed b. Hanbel, V, 78.
[45] Buharî, Enbiyâ, 40; Müslim, Akdiye, 20.
[46] Buharı, Salat, 75; Enbiya, 40.
[47] Müslim, El-Mesacid, 1,152.
[48] Müsned, Ahmed b. Hanbel, II, 298.
[49] Buharı, Bab-ü Halkî Adem'e, IV, 126.
[50] Tehzib, îbn Asalar, VI, 7.
[51] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/34-52.
[52] Tarih-iTaberî, I.356.
[53] Tarih-i Taberi, I, 357.
[54] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/53-55.
[55] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/56-57.
[56] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/58.
[57] Tehzib, İbn Asakir, II, 385-392.
[58] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/58-68.