Hz.
Peygamberin Süt Anneleri Ve Dadıları
Hz.
Peygamberin Süt Anneye Verilmesi
Hz.
Peygamberin, Amcası Ebu Talib İle Birlikte Şam'a Gitmesi Ve Rahip Bahira Île
Karşılaşması
Hz.
Peygamberin Ficar Harbine Katılması
Hz.
Peygamberin, Hilfu'l-Fudul Cemiyetine Girmesi
Hz.
Peygamberin Hz. Hatice İle Evlenmesi
Kureyşlilerin,
Ka'be'yi Yeniden Yapmaları
Hz. Peygamberin
doğduğu gece İran'da saray balkonlarının yıkılıp yere düşmesi, Mecusilerin
ateşinin sönmesi, Mubezan'ın rüya görmesi ve diğer benzeri işaretler meydana
gelmiştir.
Ebubekir Muhammed b.
Cafer b. Sehl el-Haraitî, "Hevatifül-Cann" adlı kitabında -155
yaşındaki- Hani el-Mahzumfnin şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah
(s.a.v.)'m doğduğu gece, kisranm sarayı sarsılmış ve sarayın ondört balkonu
yere düşmüş, İran'daki Mecusilerin 1000 yıldan beri ara vermeden yanan ateşi
sönmüş, Buhayra gölü kurumuştu. Kisra Mubezan'da,rüyasmda damızlık develerin
soylu atları önlerine kattıklarını, Dicle'yi geçip ülkelerine yayıldıklarını
görmüştü. Sabah uyandığında bu rüyadan ürkmüş, ancak yiğitliğine
yediremediğinden dolayı sabretmiş ve korkmuyormuş gibi görünmüştü. Daha sonra
bunu, vezirlerinden gizleyemeyeceğini anlayınca onları toplantıya çağırdı; taam
giyip tahta oturdu. Vezirler toplandıklarında onlara, "Sizi niçin toplantıya
çağırdığımı biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar da, "Hayır, ancak
hükümdarımız bize açıklarsa öğreniriz." dediler. Toplantı devam
etmekteyken, kendisine Mecusi ateşinin söndüğünü bildiren bir mektup geldi.
Bu, onun üzüntüsünü daha da artırdı.
Mubezan: "Allah,
memleketin ahvalini düzeltsin." dedikten sonra rüyasını ve rüyada gördüğü
develeri anlattı. "Bu ne olabilir ey topluluk?" diye sordu. Onlar da
şu cevabı verdiler: "Arap diyarında bir olay meydana gelecektir. Olayın
kahramanı, onların en bilgilüerindendir." Bu konuşmalardan sonra kisra,
valilerinden Numan b. Münzir'e bir mektup yazdı. Mektubunda, "Bana,
soracağım sorulara cevap verecek bilgili bir adam gönder..." dedi. Numan
b. Münzir de ona Abdülmesih b. Amr b. Hayyan b. Bukayle el-Gassanf yi gönderdi.
Adam, huzuruna var-" dığında kisra ona; "Senden sormak istediklerim
hakkında bilgin var mı?" diye sordu. Adam dedi ki: "Bana haber
verirsin. Ya da hükümdarım, sormak istediğini sorar. Eğer bilirsem, cevabını
veririm. Bilemezsem, bilen birini size haber veririm." Nihayet sorular
soruldu. Cevap vermekten aciz kalınca dedi ki: "Bu konuları dayım Satih
bilir. Şimdilerde o, Şam'ın yüksek mahallelerinde ikamet etmektedir."
Bunun üzerine kisra,
Abdülmesih'e; "Ona git. Sana sorduklarımı ona sor. Alacağın cevapları bana
getir!" dedi. Abdülmesih, yola çıkıp Sa-tih'in yanına vardı. Ölmek üzere
olan Satih'e selam verdi, konuşmaya başladı, ama Satih cevap vermiyordu. Bunun
üzerine şöyle bir şiir okudu:
'Yemenin civannıerd
adamı sağır mı oldu, yoksa duyuyor da cevap mı vermiyor? Yoksa öldü mü, yoksa
halka gelen ölüm, onu kapıp götürdü mü? Ey problemleri çözen kişi, senin
hanedanından olan kabile şeyhi sana geldi. O, bu problemleri çözemedi, aciz
kaldı. Annem de Zi'b b. Hacen kabilesindendir. Mavi gözlü, keskin dişli ve
söylenenleri dinlemek için kulak kabartan, beyaz tenli, geniş abalı, iri
bedenli bir kimseyim ben. Acem hükümdarının elçisiyim. Gözlerimi, uyku bürüdü.
İri cüsseli rahvan deve, beni uzak yerlerden getirdi. Yıldırımlardan ve zamanın
kuşkulu hallerinden ürkmeden, mesafeler katedip geldim sana. Tepeleri aştım,
nihayet göğsü ve sırtının altı çıplak bir adama geldim. Sanki Seken dağının
iki yanı sarsıldı da harekete geçen rüzgar, çevredeki yığılı topraklarla o
çıplağın açık yerlerini örttü."
Satih, Abdülmesih'in
şiirini dinledikten sonra başını kaldırıp konuşmaya başladı: "Abdülmesih,
rahvan deveye binip Satih'in yanma geldi. Satih ise, ölmek üzeredir.
Abdülmesih'i; kisranm sarayı sarsıldığı, Mecusilerin ateşi söndüğü, Mubezan1
da rüya gördüğü için, Sasan oğullarının hükümdarı göndermiştir. Mubezan,
rüyasında damızlık develerin, rahvan atları önlerine kattıklarım ve Dicle'yi
aşarak öte ülkelere yayıldıklarını görmüştü.
Ey Abdülmesih! Okuma
çoğaldığında, büyük bastonun sahibi ortaya çıktığında, Semave vadisi
taştığında, Sava gölü kuruduğunda, Mecusi ateşi söndüğünde Şam, artık Satih
için Şam olmayacaktır. Şam'a, kisranm sarayındaki balkonlar sayısınca kral ve
kraliçeler hakim olacaktır. Gelecek olan her şey, mutlaka gelecektir."
Böyle dedikten sonra Satih yerinden ayrıldı. Abdülmesih de kalkıp bineğine
bindi. Binerken şu şiiri okuyordu:
"Haydi, paçaları
sıva bakalım. Sen, azimli ve girişkensin. Hiçbir ayırma ve değiştirme, seni
korkutmasın. Sasanîlerin memleketi elden giderse, bu onları korkutur. Halbuki
zamanın devir ve dönemleri var. Onlar bir yere geldiklerinde, saldırılarından
aslanlar, bile korkar. Sarh'm kardeşi Behram ve kardeşleri ile Hürmüzan ve
Sabur, onlardandır. İnsanlar, baba bir kardeşler gibidirler. Birinin gücünün
azaldığını bildiler mi, artık o hakir olur ve terk edilir. Niceleri var ki,
onların çok kulaklı arkadaşları vardır.Onları, zurnalar eğlendirirken ortaya çıkarlar.
Bımlarsa ana bir kardeşlerdir. Bir mal ve akar (gelir getiren) gördüklerinde
böyle yaparlar. Diğerleri gayb tarafından korunup yardım görürler. İyilikle
kötülük, aynı ölçüde ve birbirlerine bitişiktir. İyiliğin peşinden gidilir,
kötülüktense kaçınılır."
Abdülmesih, ldsranın
yanma döndüğünde, Satih'in söylediklerini ona anlattı. Kisra da, "Bizden
ondört kral, hüküm sürünceye kadar neler olur neler.. O zamana kadar Allah
büyüktür." dedi. Kisra hanedanından on hükümdar, dört yıl içinde gelip
geçti. Kalan dört hükümdarsa, Hz. Osman'ın halifeliği zamanında tahtta
oturdular. Beyhakî'nin de bu doğrultuda bir rivayeti vardır.
Sasanî saltanatı,
Yezdicürd (Yezdücerd?) b. Şehriyar b. Pervaz b. Hürmüz b. Nuşirevan zamanında
yıkıldı. Bu, onların son hükümdarı oldu. Bunun zamanında saray yarılıp
çatladı. Ataları ve selefleri 3164 seı ne hüküm sürmüşlerdi. İlk hükümdarları
Ciyomert b. Ümeym b. Laviz b. Sam b. Nuh idi.
îbn Asakir'in
ifadesine göre Satih'in asıl adı, Rebi b. Rebia b. Mesud b. Mazin b. Zi'b b.
Adiyy'b. Mazin b. Ezd'dir. Babasının, Rebia değil de Mesud olduğunu söyleyenler
de vardır. Anası, Red'a binti Sa'd b. Haris el-Hacurî'dir. Nesebi hakkında
başka şeyler söyleyenler de vardır. Satih, Cabiye'de yaşardı.
Ebu Hatim
es-Sicistanfnin bu konuda şöyle dediği rivayet edilir: Aralarında Ebu Ubeyde ve
diğerlerinin de bulunduğu bazı âlimlerin şöyle dediklerini işittim: Satih,
Lokman b. Ad'dan sonra yaşamıştır. Se-belileri bastıran Arim selinden sonra
doğup Hükümdar Zi Nüvas'm zamanına kadar yaşamıştır. Bu da yaklaşık üç asırlık
bir zamandır. Bahreyn'de ikamet ederdi. Abdülkays kabilesi, Satih'in kendilerinden
olduğunu söylerler. Fakat Ezdiler bunu kabul etmeyip kendilerinden olduğunu
iddia ederler. Muhaddislerin çoğu der ki: Satih, Ezd kabilesinden-dir. Ancak
onun, Ezd kabilesinden olduğunu, oğlundan başka söyleyen biri bulunduğunu
bilmiyoruz.
îbn Abbas'm şöyle
dediği rivayet edilir: "Satih'in insana benzer tara-fi yoktu. Tahta kütük
üzerine konulan et gibiydi. Başı, gözleri ve avuçları dışında, vücudunda ne
kemik ne de sinir vardı.. Ayaklarından boynuna kadar tıpkı elbise gibi
durulurdu. Dilinden başka hareket eden bir organı yoktu." Başkalarının
anlattıklarına göre Satih, öfkelendiğinde şişinerek otururmuş.
Yine İbn Abbas'ın
anlattığına göre Satih, Mekke'ye gelmiş, onu Mekke reislerinden oluşan bir grup
karşılamış. Aralarında Kusayy'm oğullan Abdü'ş-Şems ile Abdumenaf da
bulunuyormuş. Ona, bazı şeyler sormuşlar; o da, onlara doğru cevaplar vermiş.
Ahir zamanda neler olacağını sormuşlar; demiş ki; "Cevabınızı benden ve
Allah'ın bana verdiği ilhamdan alın. Şimdi siz ey Arap topluluğu, ihtiyarlık dönemindesiniz.
Sizin ve Acemlerin
görüşü aynidir. Sizde, bilgi ve anlayış yoktur .Ardınızdan anlayışlı birileri
gelecektir. Onlar, her çeşit bilgiye talib olacaklar, putları kıracaklar, Çin
şeddine kadar uzanacaklar, Acemleri Öldürecekler, ganimet isteyeceklerdir.
Adı, sânı ebediyete
kadar sürecek, amacına ulaşacak olan hidayet kılavuzu peygamber, bu belde
(Mekke)den çıkacaktır. İnsanları, doğru yola iletecek, Yeğus putunu ve
yalancılığı reddedecek, Allah'tan başka şeylere tapmaktan uzak duracak, yalnız
bir olan Rabbe ibadet edecek, sonra Allah onu vefat ettirip Makam-ı Mahmud'a[1]
götürecek, yerden alacak, göktekiler onu müşahede edeceklerdir. Ondan sonra
yönetime Sıddık geçecek[2] tir.
O, hüküm verirken doğru hüküm verecektir. Hakkı sahibine verirken tam verirdi.
Ne fazla, ne de eksik. Sonra o peygambe-rin Hanif dininde, yönetime tecrübeli
dâhi geçecektir[3]. İctihadlar yaparak dini
muhkemleştirecektir." Satih böyle konuştuktan sonra Hz. Osman'ı ve onun
şehid edileceğini anlatmış; Ondan sonra Emeviler ve Abbasiler devrinde vuku
bulacak savaşları, meydana gelecek kavga ve fitneleri haber vermiştir.
Bu anlattıklarımızı
İbn Asakir, senediyle birlikte İbn Abbas'tan
nakletmiştir.
Daha önce de
anlatıldığı gibi Yemen hükümdarı Rebia b. Nasr, bir rüya görmüştü. O, bu
rüyasını söylemeden, rüyada neler gördüğünü Satih kendisine anlatmış, bu arada
da, Yemen'de baş gösterecek fitneleri ve devletlerde meydana gelecek
değişiklikleri, nihayet hükümdarlığın Seyf b. Zi Yezen'in eline geçeceğini
bildirmişti.
"Hükümdar Rebia b.
Nasr, Satih'e sormuş:
- Seyf b. Zi Yezen'in
hükümdarlığı devam mı edecek, yoksa sona mı erecek?
- Sona erecek.
- Kim, sona erdirecek?
- Allah tarafından
kendisine vahiy gelen zeki bir peygamber sona erdirecektir.
- O peygamber,
kimlerdendir?
- Galib b. Fihr b.
Malik b. Nadr oğullarındandır. Hakimiyet, zamanın sonuna dek onun kavminin
elinde kalacaktır.
- Zamanın sonu var mı
ki?
- Evet... O vakitte
ilk insanlarla son insanlar bir araya gelecek; iyilik yapmış olanlar mutlu,
kötülük yapmış olanlar da mutsuz olacaktır.
- Bana anlattıkların
gerçek midir?
- Evet... Tan yerine,
karanlık geceye ve dolunaya and olsun ki, sana . söylediklerim gerçektir."
Önceki sayfalarda da
anlatıldığı gibi meşhur kahinlerden Şıkk'ta bir başka ifadeyle bu anlamda
sözler söylemiştir.
Satih'in bu konuda
şöyle bir şiiri de vardır:
"Gizlilikte de
açıklıkta da Allah'tan korkun. Emanetin doğruluğunu, hiyanetle karıştırmayın.
Bitişik komşunuz (Hz. Muhammed) için kale ve kalkan olun. Zamanın musibetleri
onu kuşattığında ona destek olun ve onu koruyun."
Bunu İbn Asakir
rivayet etmiştir. Sonra Muafa b. Zekeriya el-Cerirî de bunu rivayet ederek
şöyle demiştir: Satih'le ilgili birçok haber vardır. Bu haberleri, birçok ilim
adamı derlemiştir. Meşhur görüşe göre bu, bir kahindir. Onun özellikleri ile
peygamber olabileceğini, Rasûlullah'ın ifade ettiğini söyleyenler de vardır.
Buna dair bir rivayet mevcuttur. Ancak bu rivayetin senedinin sağlam olup
olmadığını Allah bilir. Güya Hz. Peygamber'e Satih hakkında soru sorulduğunda o
şöyle buyurmuş:
"O bir
peygamberdir. Kavmi onu zayi etti (değerini bilemedi)."
Bence bu hadisin,
bilinen İslâmî kitapların hiç birinde yeri olmadığı gibi aslı da yoktur. Bunun
senedini kesinlikle görmüş değilim. Halid b. Sinan'dan bahsedilirken onun
hakkında da buna benzer şeyler rivayet edilmiştir ki o rivayetler de sahih
değildir.
Bu rivayetler,
Satih'in güzel bir bilgiye sahip olduğunu ispatlıyor. Bilgisinde, iman ve
tasdik kokusu vardır. Ama el-Cerirî'nin de dediği gibi o, İslâm dönemine
kavuşmamıştı. Daha önce anlatıldığı gibi o, yeğenine şöyle demişti: "Ey
Abdülmesih! Okuma çoğaldığında, büyük bastonun sahibi ortaya çıktığında,
Semave vadisi taştığında, Sava gölü kuruduğunda, Mecusilerin ateşi söndüğünde
Şam, artık Satih'in Şam'ı olmayacaktır. Onlardan on dört kral ve kraliçe
hükümran olacaktır. Gelecek olan herşey mutlaka gelir." Böyle dedikten
sonra Satih ölmüştü. Bütün bunlar, Rasûlullah (s.a.v.)'m doğumundan bir ay veya
daha kısa bir zaman sonra cereyan etmişti. Satih, Şam'ın Irak sınırında vefat
etmişti. Durumu ne idi, sonu ne oldu? Allah bilir. İbn Tarrar el-Cerirî, onun
700 yıl yaşadığını söylemiştir.Başkaları ise 500 yıl yaşadığını söylemişlerdir.
300 yıl yaşadığını söyleyenler de vardır. Doğrusunu Allah bilir.
İbn Asaldr'in
rivayetine göre hükümdarın biri, babasının kim olduğu hususunda ihtilaf vuku
bulan bir çocuğun soy durumunu Satih'e sormuş. O da bir topluluk huzurunda
uzun, net, açık ve edebî bir konuşma yaparak çocuğun babasının kim olduğunu
anlatmış. Hükümdar: "Ey Satih! Söylermisin bütün bunları nereden
biliyorsun sen?" diye sormuş, Satih'te şöyle demiş: "Bu bilgi benim
değildir. Ne kesin konuşabilirim, ne de herhangi bir tahminde bulunabilirim.
Ancak ben bu bilgiyi, Tur-i Sina'da vahiy işiten bir kardeşimden aldım."
Hükümdar; "Yoksa
o kardeşin, senden ayrılmayan ve hep beraberinde bulunan bir cin midir?"
diye sorunca Satih: "Ben nereye gidersem o da benimle beraber gider. Hep
benimle beraberdir. Ben sadece onun söylediklerini söylüyorum." demiş.
Daha Önce anlatıldığı
gibi Satih ve bir başka kahin Şıkk b. Mus'ab,. aynı günde, (pazar gününde)
doğmuşlardı. Doğdukları gün, ikisini de o zamanın kahinlerinden Tarife binti
Hüseyn el-Hamidiye'nin yanına götürmüşler, o da her ikisinin ağzma tükürmüş,
böylece kahinlik, o kadın-dan bunlara geçmiş. O kadın aynı gün ölmüş.
Anlatıldığına göre Şıkk, yarım insan şeklindeymiş. Halid b. Abdullah
el-Kasrî'nin, onun sülalesinden olduğu söylenir. Şıkk, Satih'ten bir asır önce
ölmüştür.
Satih'in yeğeni
Abdülmesih b. Kays b. Hayyan b. "Bukayle el-Gassanî en-Nasranî ise, uzun
süre yaşayanlardan olmuştur.
İbn Asakir, tarih'inde
onun biyografisini anlatmış, Hire şehri için Halid b. Velid ile barış
antlaşması yapanın, o olduğunu bildirmiştir. Onun hakkında uzun bir hikaye
anlattıktan sonra Halid b. Velid'in, onun elinden, anında öldürücü bir zehir
alıp yediğini, zehiri alırken; "Adı anıldığında hiçbir şeyin zarar
veremeyeceği göklerin ve yerin Rabbi Allah'ın adıyla..." dediğim, böyle
dedikten sonra zehiri yediğini, hastalandığını, sonra eliyle kendi göğsüne
vurduğunu, biraz terledikten sonra ayıldığını söylemiştir.
Ebu Nuaym'm rivayetine
göre Merrü'z-Zahran'da İss adında bir rahip varmış. As b. Vail'in
himayesindeymiş. Allah ona çok ilim vermiş. Bilgisi, merhameti ve güzel huyu
sayesinde Mekkelilere büyük faydalar sağlamış. Devamlı olarak manastırında
bulunurmuş. Senede bir gün Mekkelilerin karşısına çıkar ve şöyle dermiş:
"Ey Mekkeliler! İçinizde yakın
zamanda bir çocuk doğacak. Araplar ona tabi olacak, o da Acemlere hakim
olacaktır. Şimdilerde artık o gelmek üzeredir. Onun zamanına ulaşıp ta ona tabi
olan kimse, istediğini elde etmiş olur. Onun zamanına ulaşıp ta ona muhalefet
eden kimse, hedefi şaşırmış ve istediğini elde edememiş olur. Allah'a yemin
olsun ki sırf ona kavuşmak için, şarap ve mayalı ekmek diyarını bırakıp açlık
ve sefalet diyarına geldim."
Mekke'de bir çocuk
doğunca mutlaka gider, onu sorar, sonra da yukarıdaki sözlerini tekrarlardı.
Ona: "Bize, doğmasını beklediğin çocuğun özelliklerim anlat hele."
dediklerinde, "Hayır..." cevabını verirdi. Hz. Peygamber'e kavminden
zarar geleceğini bildiği için, ona en ufak bir zarar dokunmasın, diye evsafı
hakkında bildiklerini kendine saklardı. Rasûlullah (s.a.v.)'m doğduğu sabah
Abdülmuttalib oğlu Abdullah, evden çıkıp rahip îss'in manastırı yanma geldi.
Orada durup: "Ey İss!.." diye seslendi. İss: "Kim bu
seslenen?" diye sorunca da; "Ben, Abdullah..." dedi. Bunun
üzerine rahip İss, eğilip Abdullah'a baktı ve ona şöyle dedi: "Pazartesi
günü doğan çocuğun, pazartesi günü peygamber olacağını ve pazartesi günü vefat
edeceğini size söylediğim yavrunun babası sen ol." Abdullah, "Bu
sabah bir oğlum oldu" dedi. "Adım ne koydun?" diye sorunca,
"Muhammed koydum." dedi. Bunun üzerine rahip îss, şunları söyledi:
"Ey Ka'be ehli kimseler; vallahi doğması beklenen çocuğun sizin aileden
olmasını arzuluyordum. Onda üç özellik vardır: 1- Onun yıldızı, dün doğdu. 2-
O, bu gün doğdu. 3- Onun adı, Muhammed'dir. Şimdi ona git. Özelliklerini sana
anlatmış olduğum çocuk, senin bu gün doğan oğlundur!"
Abdullah, sordu:
"Sözünü ettiğin çocuğun, benim oğlum olduğunu nereden biliyorsun? Belki bu
gün ondan başka bir çocuk daha doğmuştur." Abdullah'ın bu sorusu üzerine
rahip İss, şunları söyledi: "Sözünü ettiğim çocuğun adı, seninkinin adına
uyuyor. Cenab-ı Allah'ın, âlimlere verdiği ilim, hüccettir. Bunun kanıtı da
şudur: Şu anda bebeğiniz sancılanmaktadır. Rahatsızlığı üç gün sürecektir. Üç
gün de aç kalacak, sonra iyileşecektir. Sen dilini tut, kimseye onun hakkında
birşey söyleme. Çünkü ona duyulan kıskançlık kadar, hiç kimse kıskanılma-yacaktır.
Onun kadar da hiç kimseye saldırılmayacaktır. Onun daveti ortaya çıkıncaya
kadar yaşarsan, kavminden o kadar zulüm görürsün ki, o zulme ancak sabır ve
zilletle katlanabilirsin. Başka türlü katlanmana imkan yoktur. Öyleyse dilini
tut, onun hakkında bir açıklama yapma."
Abdullah, "Ömrü
ne kadar olacak?" diye sorunca rahip İss dedi ki: "Ömrü uzunda olsa,
kısa da olsa yetmiş yaşına varmayacak, altmış bir veya altmış üç yaşında vefat
edecektir. Onun ümmetinin yaş ortalaması da o civardadır."
Ebu Nuaym'den gelen
garib bir rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.), muharremin onunda ana rahmine
düşmüş, fil vakasından sonraki yirmiüçüncü senenin ramazan ayının onikisinde
pazartesi günü doğmuştur. [4]
Asıl adı Bereke olan
Ümmü Eymen, Hz. Peygamber'e dadılık yapıyordu. Ona, babasından miras kalmıştı.
Hz. Peygamber büyüyünce onu azad edip azatlı kölesi Zeyd b. Harise ile
evlendirmiş, bu evlilikten de Üsame b. Zeyd doğmuştu.
Halime es-Sa'diye'den
Önce, amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe de, annesiyle birlikte Hz.
Peygamber! emzirmişti.
Buharı ve Müslim'in
sahihlerinde yer alan bir rivayete göre Ebu Süfyan'm kızı Ümmü Habibe, Hz.
Peygamber'e şöyle demiş: 'Ta Rasûlallah! Kızkardeşim Azze ile evlensene."
Hz. Peygamber de demiş ki:
- Sen bunu ister
misin?
- Evet. Hem bu iş için
sana ısrar ediyorum. Hayırlı bir işte, kız kardeşimin bana ortak olmasını çok
isterim.
- O bana helal olmaz.
- Biz senin, Ebu
Seleme'nin kızı ile evlenmek istediğini duyuyor ve kendi aramızda konuşuyoruz.
- Ümmü Seleme'nin kızı
mı? -Evet...
- O, benim üvey kızım
olmasaydı bile yine bana helal olmazdı. Çünkü o, benim süt kardeşimin kızıdır.
Süveybe, hem beni, hem de Ebu Sele-me'yi emzirmiştir. Kızlarınızı ve
kızkardeşlerinizi bana teklif etmeyin!»[5]
Buharı'nin rivayetinde
şu ilave de vardır: Urve dedi ki: Süveybe, Ebu Leheb'in cariyesiydi. Onu azat
etti. O, Rasûlullah (s.a.v.)'ı emzir-di.Ebu Leheb öldükten sonra, aile
halkından biri onu rüyasında çok kötü bir halde görmüş, ona, "Nelerle
karşılaştın?" diye sorunca Ebu Leheb şu cevabı vermiş: "Aranızdan
ayrıldıktan sonra hiç iyilik görmedim. (Baş parmağıyla işaret parmağı
arasındaki bir deliği göstererek) yalnız, Süveybe'yi azat ettiğim için şu
delikten bana su içirildi."
Süheylî ve
diğerlerinin anlattıklarına göre onu rüyada gören, kardeşi Abbas'mış. Bu rüya,
Bedir harbi sonrası ve Ebu Leheb'in ölümünden bir yıl sonra görülmüş. Yine bu
rüyada Ebu Leheb, kardeşi Abbas'a, "Doğrusu pazartesi günleri azabım
hafifletiliyor." demişti. Bunun da şu sebebe dayandığını söylemişlerdir:
"Süveybe, Ebu Leheb'e gidip kardeşi oğlu Muhammed b. Abdullah'ın doğduğu
müjdesini verdiğinde Ebu Le-heb, onu hemen azat etmişti. Buna karşılık,
Cehennem'deki azabı pazartesi günleri hafifletilmişti." [6]
Halime'nin evinde
başlayan bereket ve peygamberlik alametleri ise şunlardır:
Halime, Ebu Züeyb
es-Sa'diyye'nin kızıdır. Muhammed b. îshak dedi ki: Hz. Peygamber, Ebu Züeyb
kızı Halime'den süt emdi. Ebu Züeyb'in asıl adı Abdullah olup soy kütüğünde
baba ve dedelerinin adları şöyle sıralanır: Abdullah b. Haris b. Şicne b. Cabir
b. Rizam b. Naşire b. Füsayye b. Nasr b. Sa'd b. Bekr b. Hevazin b. Mansur b.
İkrime b. Haşefe b. Kays b. Aylan b. Mudar.
Hz. Peygamber'in süt
babası (yani Halime'nin eşi) Haris'tir. Ha-ris'in soy kütüğünde, baba ve
dedelerinin adlan şöyle sıralanmaktadır: Haris b. Abdüluzza b. Rüfaa b. Melan
b. Naşire b. Sa'd b. Bekr b. Hevazin.
Hz. Peygamber'in süt
kardeşleri de şunlardır:
Abdullah b. Haris,
Üneyse binti Haris, Hidame binti Haris ki bunun diğer adı Şeyma'dır.
Anlatıldığına göre Hz. Peygamber, Halime'nin ya-nmdayken, annesiyle birlikte
Şeyma'da onun bakımını yaparmış.
İbn İshak, Halime
binti Haris'in şöyle dediğini rivayet eder: Emzirmek gayesiyle kurak bir
senede, çocuk aramak için birkaç kadınla birlikte Mekke'ye gittim. Yanımda bir
de çocuğum vardı. Yeşilimsi renkte ve çok ağır yürüyen bir katırımız vardı. Ona
binmiştim. Yol arkadaşlarımız da bu yüzden bizi beklemek zorunda kalıyor ve
gecikiyorlardı. Yaşlı bir keçimiz vardı. Ama Allah'a andolsun ki bir damla bile
süt vermiyordu. Geceleyin çocuğumuz açlıktan ağlayıp durur, bizi uyutmazdı. Ne
benim mememde ne de keçinin memesinde bir damla süt bulunurdu M, çocuğa
içirelim de uyusun. Ama yine de yağmurların yağacağını ve bolluğa kavuşup
genişliğe çıkacağımızı umuyorduk. İşte bu umutla o alız katırımıza binip
arkadaşlarımla birlikte yola çıktık. Bineğim ağır yürüdüğü için yol
arkaaşlarım beni beklemek mecburiyetinde kalıyor ve zahmet çekiyorlardı.
Nihayet Mekke'ye
ulaştık. Allah'a yemin ederim ki; Rasûlullah (s.a.v.) hangi emziriciye
sunulduysa, öksüz olduğu söylendiğinde hepsi onu reddetti. Emzirmek için
hiçbirimiz onu kabullenmedik. Ve: "Onu emzirsek annesi bize ne verebilir
ki? Biz sadece babası olan çocuktan bir fayda umabiliriz. Annesi bize birşey
veremez ki." dedik. Allah'a andolsun ki, benimle gelen arkadaşlarımın
tamamı, emzirmek için birer çocuk buldu. Sadece ben bulamamıştım. Rasûlullah
(s.a.v.)'dan başka çocuk bulamamış, onu da almamıştık. Geri dönmek üzereydik.
Kocam Haris b. Abdüluzza'ya dedim ki: "Bir çocuk bulmadan, arkadaşlarımla
geri dönmek hoşuma gitmiyor. Gidip o öksüz çocuğu alacağım."
Kocam, "Böyle
yapmak zorunda değilsin ama dediğin gibi olsun. Belki Cenâb-ı Allah, onda bizim
için bereket yaratır." dedi, ben de gidip Rasûlullah'ı aldım. Vallahi
ondan başka emzirecek bir çocuk bulamadığım için onu almak mecburiyetinde
kaldım. Onu alır almaz arkadaşlarımın yanına getirip yola çıktık. O emmeye
başlayınca, memelerim ona bol bol süt vermeye başladı. Kana kana içti. (Süt)
kardeşi de kana kana içti ve doydular. Eve varınca kocam, o cılız keçimizin
yanma gitti. Bir de ne görsün: Keçinin memeleri sütle dolmuş. Sağdı, içti,
içtik. Nihayet hepimiz doyduk. O gece, tok ve rahat uyuduk. Sabah olunca kocam
bana dedi ki: "Ey Halime! Allah'a yemin ederim ki, sen mübarek bir insan
almışsın. Onu aldığımız günün gecesinde evimize dolan hayır ve bereketi
görmedin mi? Ve Allah (c.c), bize bahşettiği bu hayrı daha da arttıracaktır."
Rasûlullah (s.a.v.)'ı,
Mekke'den alıp memleketimize dönmek üzere yola çıkmıştık. Allah'a andolsun ki o
cılız bineğimiz, diğerlerini geride bıraktı. Bir hızlanmıştı ki, değmeyin
gitsin. Öyle ki yol arkadaşlarım; "Vay be Halime! Bu, bizimle beraber
gelirken bindiğin o cılız hayvan değil mi?" diye sormuşlar, Ben de;
"Evet, vallahi ta kendisi!" demiştim. Bunun üzerine onlar da,
"Vallahi, bunda bir iş var!" demişlerdi.
Nihayet yurdumuza,
Sa'd oğulları kabilesinin yaşadığı yere gelmiştik. O zamana kadar dünyanın en
kurak ve en kıtlık yeri olarak orasını biliyordum. Ama artık koyunlar
sabahleyin otlamaya çıkıyor. Akşamleyin tok olarak dönüyordu. Biz de
dilediğimiz kadar onlardan süt sağıyorduk. Çevremizdekilerin davarlarıysa, bir
damla bile süt veremiyor-lardı. Akşamleyin eve aç olarak dönüyorlardı. Öyleki
sahipleri, çobanlarına öfkelenerek; 'Yazıklar olsun size! Halimelerin
davarları nerede otlanıyorsa siz de davarlarınızı orada otlatın."
diyorlardı. Bunun üzerine çobanları, davarlarını bizimkilerin otladıkları
yerlerde otlatıyorlardı ama akşamleyin davarları eve yine aç olarak
dönüyorlardı. Bir damla süt veremiyorlardı.
Bizimkilerse eve tok
olarak dönüyorlar, biz de onlardan dilediğimiz kadar süt elde ediyorduk.
Cenâb-ı Allah, bize bereket yüzü göstermeye devam ediyordu.
Böylece iki yıl geçti.
Rasûlullah (s.a.v.), diğer çocuklardan çok farklı biçimde gelişti. Allah'a
andolsun ki, iki yıla varmadan güçlü bir çocuk haline geldi. Onu, annesine
götürdük ama onda gördüğümüz uğur ve bereket dolayısıyla teslim etmek
istemiyorduk. Annesi onu görünce, dedim ki: "İzin ver de çocuğu bu sene de
yanımızda tutalım. Çünkü Mekke'deki salgına yakalanmasından korkuyoruz."
Israrlarım sonucunda annesi, bu isteğimi kabul etti. Bizimle beraber gönderdi.
Aradan iki, üç ay geçmişti. Bir ara Rasûlullah ile süt oğlum, evimizin arka
kısmında kuzularımızı otlatmaktayken kardeşi koşarak yanıma gelip şöyle dedi:
"Şu Kureyşli kardeşime beyaz elbiseli iki adam geldi. Onu yere yatırıp
karnım yardılar!" Kocamla birlikte koşup yanma vardık. Ayağa kalkmış ve
rengi sararmıştı. Kocanı onu kucaklayarak; "Neyin var yavrum?" diye
sordu. "Beyaz elbiseli iki adam yanıma gelip beni yere yatırdılar. Karnımı
yarıp içinden birşey çıkardılar. Onu attılar. Sonra karnımı yine kapatıp, eski
haline getirdiler." dedi. Onu alıp eve getirdik. Kocam dedi ki:
"Halime! Çocuğumuzu cinlerin çarpmış olmasından korkuyorum. Korktuğumuz
şey kendisinden görülmeden önce onu sahiplerine versek mi acaba, ne
dersin?"
Kocamın bu teklifi
üzerine Rasûlullah'ı alıp Mekke'ye götürdük. Annesinin ondan başka endişe
duyacağı birşeyi yoktu. Çocuğunu kendisine takdim ettik. "Ey emzirici!
Çocuğu neden geri getirdiniz. Hani ona tutkundunuz?" diye sorunca, dedik
ki: "Hayır, andolsun ki Allah'ın sayesinde ona karşı görevimizi yerine
getirdik. Yalnız telef olmasından ve başına bazı haller gelmesinden korkuyoruz.
Onun için ailesine teslim edelim, diye düşündük." "Sizde bir hal var.
Durumunuzu, olduğu gibi bana anlatın." deyip gerçeği anlatmamız için ısrar
edince, Rasûlullah'ın başından geçen olayı ona anlattık. Dedi ki:
"Şeytanın ona zarar vermesinden mi endişe ediyorsunuz? Hayır, Allah'a
yemin ederim ki şeytan, ona zarar vermek için firsat bulamayacaktır. Vallahi,
oğlum büyük bir adam olacaktır. Onun haberini size anlatayım mı?" Evet
anlat, dememiz üzerine: "Rasûlullah'a hamile oldum. Karnımda onun kadar
hafif ve zahmet vermez bir yavru düşünemezdim. Hamileliğim esnasında şöyle bir
rüya gördüm: Sanki benden bir nur çıkmıştı. O nur, Şam saraylarını aydınlatıp
bana göstermişti. Doğurduğumda da diğer çocuklardan farklı bir şekilde, ellerini
yere dayamış, başını semaya dikmiş vaziyette yere düştü. Artık onu
bırakın." dedi.
Bu hadis başka
yollarla da rivayet edilmiştir. Bu, siyer ve meğazi âlimleri arasında dolaşan
meşhur hadislerdendir.
Vakidî jbn Abbas'm
şöyle dediğini rivayet eder: "Halime, Hz. Pey-gamber'i aramaya çıkmış,
onu, kuzuların yanında süt kızkardeşiyle beraber bulmuştu. "Bu sıcakta
burada işiniz ne? diye sorunca o şöyle demişti: "Anneciğim! Kardeşim,
sıcakla karşılaşmadı ki. Bir bulutun onu gölgelendirdiğini gördüm. O durunca
bulut da duruyor, o yürüyünce bulut da yürüyordu. Böylece buraya kadar geldi!»
İbn İshak'm rivayetine
göre bir gün sahabeler, Rasûlullah (s.a.v.)'a "Bize, kendinden söz
et." dediler. O da buyurdu ki: "Ben, atam İbrahim'in duası ve İsa
(a.s.)'nm müjdesiyim. Bana hamileyken annem, kendisinden bir nur çıktığını ve
o nurun Şam saraylarım aydınlatıp kendisine gösterdiğini gördü. Sa'd b. Bekr
oğulları kabilesinde süt emdim. Ora- .
da kuzularımızı otlatmaktayken beyaz elbiseli iki adam yanıma geldi. Beraberlerinde
içi kar dolu altın bir leğen vardı. Beni yere yatırıp karnımı yardılar. Sonra
kalbimi çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp attılar. Sonra
kalbimi ve karnımı, o kar ile yıkadılar. Tertemiz hale geldikten sonra kalbimi
yerine koyup karnımı eski haline döndür-
' düler. Bu işi tamamladıklarında biri, diğerine dedi ki: "Onu,
ümmetinden on kişi ile tart." Tarttı, o on kişiye denk geldim. Sonra:
"Onu, ümmetinden yüz kişi ile tart." dedi. Tarttı, o yüz kişiye de
denk geldim. Sonra, "Onu, ümmetinden 1000 kişi ile tart." dedi.
Tarttı, o 1000 kişiye de denk geldim. Sonunda, "Bırak onu. Eğer onu,
ümmetinin tümüyle de tartsan, onlara denk gelir." dedi."
Bu rivayetin senedi,
güzel ve kuvvetlidir.
Adamın biri, Hz.
Peygamber'e: "Senin ilk zamanlarındaki durumun * nasıldı, ya Rasûlallah?
diye sormuş. O da bu soruyu şöyle cevaplamış: "Benim dadım, Sa'd b. Bekr
oğulları kabilesindendi. Onun oğluyla birlikte kuzularımızı otlatmaya
götürmüştük. Ama yanımıza azık almamıştık. Ona; "Kardeş, git de annemizden
bize azık alıp getir." demiştim. Kardeşim gitmiş, ben de kuzuların yanında
kalmıştım. Kartal gibi iki beyaz kuş bana doğru geldi. Biri, diğerine,
"Bu, o mu?" diye sordu. Diğeri de, "Evet, odur." deyince
üzerime doğru uçup geldiler. Beni, sırt üstü yere yatırıp karnımı yardılar.
Sonra kalbimi çıkarıp yardılar. İçinden siyah renkte iki parça kan pıhtısı
çıkardılar. Biri, diğerine; "Bana kar suyu getir." dedi. Getirip
onunla vücudumun içini yıkadılar. Sonra biri, diğerine, "Dik" dedi.
Karnımı dikti. Kalbimin üzerine de peygamberlik mührünü vurdu. Biri, diğerine:
"Onu bir kefeye, ümmetinden 1000 kişiyi de öbür kefeye koy." dedi.
Üzerimde 1000 kişiyi görünce, üstüme düşmelerinden korktum. Biri, diğerine
tekrar: "Eğer ümmetiyle denk olup aynı seviyede kalsaydı, onlara
meylederdi." dedi. Sonra da yanımdan ayrılarak uçup gittiler. Ben, çok
korkmuştum. Karşılaştığım durumu koşup süt anneme anlattım. Çarpılmış olmamdan
korktu. "Seni, Allah'a havale ediyorum." dedi. Devesini hazırladı.
Beni deveye bindirdi. Kendisi de terkime bindi. Yola çıktık. Nihayet annem
(Amine)nin yanına vardık.(Halime): "Ben, emaneti teslim ettim, zimmetten
kurtuldum." diyerek başıma gelenleri anneme anlattı. Annem, hiç
telaşlanmadı. Dedi ki: "Benden bir nur çıktığını, o nurun Şam saraylarını
aydınlatarak bana gösterdiğini gördüm." dedi.
Bu hadisi, Bakiyye b.
Velid'den, İmam Ahmed b: Hanbel rivayet etmiştir.
İbn Asakir, Urve b.
Zübeyr'in, Ebu Zerr el-Gıfarî'den bahsederken şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Ebu Zerr demiş ki: "Ya Rasûlallah! Peygamber olduğunu öğrendiğinde bu işi
nasıl anladın ve buna nasıl inandın?" Rasûlullah. (s.a.v.) şöyle cevap
vermiş: "Ey Eba Zeri*! Ben, Mekke vadilerinden birindeyken iki melek bana
geldi. Biri yere indi, diğeri de gök ile yer arasında durdu. Biri, diğerine
sordu: "Bu, o mu?" Diğeri, "Evet, bu, o" diye cevap verdi.
"Onu, bir adamla tart." dedi. Tarttı, ben o adamdan ağır
geldim..." Rasûlullah, bu hadisenin devamı olan göğüs , ameliyatını ve iki
omuzu arasına peygamberlik mührünün vurulmasını da anlatmış, sonunda da şöyle
buyurmuştur: "O iki melek, yanımdan ayrılıp gidinceye kadar yaptıklarım
gözlerimle görür gibiydim."
Sahih-i Müslim'de,
Enes b. Malik'den gelen bir rivayette şöyle denmektedir: Rasûlullah (s.a.v.),
çocuklarla oyun oynamaktayken Cebrail gelip onu yere yatırarak göğsünü
yarmış,kalbini çıkarıp içinden siyah bir kan pıhtısı çıkararak: "İşte bu,
şeytanın payıdır." demiş; sonra kalbini altın bir leğen içinde Zemzem
suyuyla yıkayıp,tekrar yerine koyarak göğsünü dikip eski haline döndürmüş. Onu
bu halde gören oyun arkadaşları, koşarak süt annesinin yanına gitmiş ve:
"Muhammed öldürüldü!" demişlerdi. Yanına döndüklerinde, Rasûlullah
in yüzünün sapsarı olduğunu görmüşlerdi. Enes (r.a.): "Ben Rasûlullah'm
göğsündeki dikiş izini görmüştüm." demiştir.
İbn Asakir, Enes
(r.a.)'in şöyle dediğim rivayet etmiştir; "Namaz, Medine'de farz kılındı.
Rasûlullah (s.a.v.)'a iki melek geldi. Onu alıp Zemzem kuyusunun yanına
götürdüler. Karnını yarıp iç organlarını çıkardılar. Altın bir leğene koyup içinde
Zemzem suyu ile yıkadılar. Sonra karnına ilim ve hikmet doldurdular.
İbn Vehb yoluyla gelen
bir rivayette de Enes şöyle demiştir: " Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma üç
gece peşpeşe gelenler oldu. Biri; "Onların efendilerini ve en
hayırlılarını alın." dedi. Bunun üzerine Rasûlullah . (s.a.v.)'ı alıp
Zemzem kuyusunun yanma götürdüler. Karnım yardılar. Sonra altın bir kap
getirildi. İçi, o kapta yıkandıktan sonra da karnına iman ve hikmet
dolduruldu.»
Buharı ve Müslim'in
sahihlerinde yer alan İsrâ hadisinde de Hz. Peygamber (s.a.v.), miraç gecesinde
göğsünün yarılarak içinin Zemzem suyuyla yıkandığını söylemiştir. Böyle bir
olayın, biri Rasûlullah'm çocukluğunda, biri de miraç gecesinde olmak üzere
iki kez meydana gelmiş olması, çelişkili birşey değildir. Evet, bir defasında
süt annesinin yarımdayken göğsü yarılmıştı. Bir defasında da yüce Rabbi'nin
huzurunda bulunmak, onunla sohbet etmek üzere yüce âlemlere çıkmak üzere
miraç gecesinde göğsü yarılmıştı.
îbn îshak, Rasûlullah
(s.a.v.)'m kendi ashabına şöyle dediğini nakleder:
"Ben, Arapçayı en
iyi bileninizin!. Ben, Kureyşliyim ve Sa'd b. Bekroğulları (kabüesi)nde süt
emdim."
İbn İshak'm
anlattığına göre Halime, onu sütten kestikten sonra Rasûlullah (s.a.v.)'ı
annesine götürürken yolda bir Hristiyan kervanı onlara rastlamış; onu yakalayıp
"Şu çocuğu hükümdarımıza götürelim; bunda çok iş var!" demişlerdi.
Rasûlullah, büyük bir gayret sarfederek onlardan kaçıp kurtulabilmişti.
Anlatıldığına göre
Halime, başına bir musibet gelmesinden korktuğu için Rasûlullah'ı annesine
teslim etmek üzere geri götürürken Mekke yakınlarında kaybetmiş, aramış ama onu
bir türlü bulamamıştı. Dedesi Abdülmuttalib'in yanma gitmiş, durumu anlatmıştı.
Abdülmuttalible birkaç kişi onu aramaya çıkmışlardı. Varaka b. Nevfel ile
Kureyşli bir başka adam, onu bulup dedesine getirmişlerdi. Dedesi, onu alıp
omuzu-na koyarak Kabe'yi beraberce tavaf etmiş, musibetlere karşı onu koruması
için Cenâb-ı Allah'a duaetmiş, sonra da annesi Amine'3e teslim etmişti.
el-Ümevî, Said b.
Müseyyeb yoluyla yaptığı bir rivayette Rasûlullah (s.a.v.)'m doğumunu,
Halime'den süt emişini anlatmıştır. Ancak bu anlatımda Muhammed b. İshak'ın
anlatım sırasına riayet etmemiştir. Yine el-Ümevî'nin anlattığına göre
Abdülmuttalib, oğlu Abdullah'a kendisine bir süt annesi bulması için Rasûlullah
(s.a.v.)'ı alıp Arap kabilelerini dolaşmasını emretmiş. Abdullah ta dolaşmış,
nihayet Hali-me'yi, oğluna süt emzirmek üzere kiralamış. Rasûlullah (s.a.v.),
Hali-me'nin yanında altı yıl kalmış. Halime, onu her yıl dedesinin, ziyaretine
götürürmüş. Göğsü yaradığında onu annesine teslim etmiş. İki yıl da. annesinin
yanında kalıp sekiz yaşma vardığında annesi vefat etmiş. Bunun üzerine dedesi
Abdülmuttalib, onun bakımım üstlenmiş, on yaşma kadar onun yanında kalmış, o da
vefat edince Rasûlullah (s.a.v.), öz amcaları Zübeyr ile Ebu Talib tarafından
koruma altına alınmış. On küsur yaşındayken, amcası Zübeyr onu beraberinde
Yemen yolculuğuna çıkarmış. Bu yolculukta, Rasûlullah'ta bazı olağanüstü
haller görmüşler. Nitekim geçmekte oldukları bir vadide bir erkek deve yollarım
kesmiş, Rasûlullah'ı görünce de yere çöküp o iri gövdesini yerlere sürmüş.
Rasûlullah (s.a.v.) da ona binmiş.
Yine Yemen
yolculuğunda Rasûlullah (s.a.v.), beraberindeki kafileyle birlikte Arim seline
dalmış, Cenâb-ı Allah ta, onlar geçinceye kadar o seli kurutmuş, böylece
yollarına devam etmişler. Kendisi ondört yaşındayken amcası Zübeyr vefat etmiş,
bu defa amcası Ebu Talib, onun bakımını yalnızca üstlenmiş.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki; henüz küçük yaştayken Rasûlullah (s.a.v.)'m uğur ve bereketi,
Halime es-Sa'diye ve ailesi üzerine yağmış. Mekke fethinden bir ay sonra vuku
bulan Hevazin savaşında esir aldığı Hevazinlüeri de lütuf yağmuruna tutmuştu.
Kendi yanlarında süt emip.Artık büyüdüğünü hatırlatmaları üzerine şefkat
duyguları kabarmış, onları serbest bırakmakla bir daha ihsanda bulunmuştu. Yeri
geldiğinde bu konuda tafsilatlı bilgi vereceğiz.
Muhammed b. İshak,
Hevazin savaşıyla ilgili olarak dedi ki: Amr b, Şuayb, dedesinin şöyle
dediğini, babasından naklen rivayet eder: "Hü-neyn savaşında Rasûlullah
(s.a^v.) ile birlikteydik. Mallarım ganimet, adamlarım da esir olarak ele
geçirdikten sonra dönüşte Hevazin heyeti, Müslümanlığa girmiş olarak Cirane
mıntıkasında Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma gelip kendisiyle görüştü. Görüşme
esnasında dediler ki: "Ya Rasûlallah! Bizler senin ailen ve aşiretiniz.
Sence de bilinmektedir ki, bizler belaya uğradık. Bize lütufta bulun İd, Allah
da sana lütufta bulunsun." Daha sonra konuşmacıları Züheyr b. Surad,
kalkıp şunları söyledi: 'Ya Rasûlallah! Ağıllardaki esirler arasında teyzelerin
ve seni besleyip büyütmüş olan bakıcıların vardır. Bizler eğer Ebu Şemr (Haris
el-Gas-sanî) veya Numan b. Münzir'i emzirmiş, sonra da senden gördüğümüz bu
musibeti onlardan görmüş olsaydık, yine de onların iyilik ve şefkatlerini
umardık. Oysaki sen, kendisine dadılık yapılmış olanların en hayır-ksısm."
Konuşmacı, böyle
dedikten sonra şu şiiri okumaya başladı. 'Ya Rasûlallah! Bize lütuf ve ihsanda
bulun. Sen, kendisinden hayır umulan bir insansın. Kader engeliyle karşılaşan,
bu dönemde düzeni bozulan bir kavme lütfet. Bu zaman, bizi üzgün, kalbi gamlı
ve kederli kimseler haline getirdi ki medet diliyoruz senden. Denendiğinde herkesten
üstün gelen ey âlicenâb insan, eğer senin ihsanına mazhar olamazsak, devamlı
olarak hüzünlü ve kederli kalırız.
Memelerinden inci
damlaları gibi süt emdiğin kadınlara lütfet. Gelip gittiğinde seni süsleyen ve
seni emziren kadınlara lütfet. Bizi mahvetme, öldürüp de yok etme. Hayatta
bırak bizi. Biz çiçek yığını gibi bir milletiz. Başkaları nankörlük etseler de
biz, iyiliğe şükranla karşılık veririz. Bu günden sonra biz, iyiliğini
unutmayız." Bu kıssa, Ubeydullah b. Remahis el-Kelbî er-Remelî kanalıyla
rivayet edilmiştir.
Ziyad b. Tarık
el-Cüşemî, kavminin reisi Ebu Surad ^üheyr b. Cer-vel'in şöyle dediğini rivayet
eder:" Rasûlullah (s.a.v.), Hüneyn savaşında bizi esir almıştı. Kadın ve
erkek esirlerin ayırımını yaparken bir ara fırlayıp önüne gittim ve oturup
çocukluk dönemini Hevazin kabilesi arasında geçirip orada büyüyüşünü ve
Hevazinli kadınlardan süt emişini kendisine hatırlatan şu şiirimi okudum:
"Ya Rasûlallah!
Bize rahat bir hayat bahşedip lütufta bulun. Sen, iyiliği umulan ve ihsanını
beklediğimiz bir kimsesin. Kaderce geri bırakılan, bu zamanda düzeni altüst
olan bir kavme lütfet. Savaş, bizi öyle bir duruma soktu ki, eğer yağdırdığın
ihsanlara mazhar olamazsak, kalplerimiz gamlı ve kederli kalır. Hüzünlü halde
medet dileyenler olunız. Ey denendiğinde yumuşak huyluluğu ağır basan âlicenâb
insan! Memelerinden inci taneleri gibi süt emdiğin kadınlara lütfet. Küçücük
bir bebek iken seni emziren ve gelip gittiğinde seni süsleyen kadınlara lütfet.
Bizi, mahvetme. Öldürüp de yok etme. Bizi, hayatta bırak. Biz çiçek yığını
gibi bir milletiz. Başkaları nankörlük etse bile, biz nimete şükranla mukabele
ederiz. Bu günden sonra senin iyiliğim unutmayız. Sütlerini emdiğin annelerine
af gömleğini giydir. Senin affedici olduğun, herkesçe bilinmektedir. Bu halin
öldürmektense, onlara af gömleğini giydirmeni umuyoruz. Çünkü sen, affeder ve
yardım elini uzatırsın. Bizi bağışla. Allah da seni kıyamet gününde korktuğun
azaptan affetsin. Çünkü sana zafer gelmiştir."
Ebu Surad'm bu şiirini
tamamlamasından sonra Rasûlullah (s.a.v.): "Bana ve Abdülmuttalib
oğullarına ait esirler, Allah rızası ve sizin hatıranız için
serbesttirler." dedi. Bunun üzerine Ensâr da: "Bize ait esirler de
Allah ve Rasûlunün rızası için serbesttir." dediler.
İleride de
açıklanacağı gibi başta kadın ve çocuk olmak üzere Rasûlullah (s.a.v.),
onlardan 6000 esiri serbest bıraktı. Bir çok davar ve hizmetçiyi de ihsan
olarak verdi. Öyleki Ebü'l-Hüseyin b. Faris; «Rasûlullah (s.a.v.), onlardan
500.000 dirhem değerinde esir salıverdi.» demiştir. Bütün bunlar, onun
dünyadaki acil (peşin, dünyadaki) bere-ketlerindendir. Acaba kendisinin
yolundan yürüyenlere ahirette bahşedeceği bereketler ne kadar olacaktır? [7]
Hz. Peygamber'in, süt
annesi Halime'nin yanından ayrılıp annesi Amine'nin yanma dönmesinden sonraki
dönemi anlatan İbn İshak şöyle der: Rasûlullah (s.a.v.), annesi Vehb kızı Amine
ile dedesi Abdülmutta-lib'in yanında ve Cenâb-ı Allah'ın himayesinde kaldı.Yüce
Rabbi, onu yüksek makamlara erişecek şekilde, güzelce terbiye edip geliştirdi.
Altı yaşma vardığında annesi Vehb kızı Amine vefat etti. Abdullah b. Bekr... b,
Hazm'in bana anlattığına göre Rasûlullah (s.a.v.), altı yaşındayken annesi
Amme, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva köyünde vefat etmiş. Annesi onu,
dayıları olan Adiyy b. Neccar oğullarının ziyaretine götürmüş. Medine'deki bu
ziyaretini tamamladıktan sonra Mekke'ye dönüş yolunda, Evba'da vefat etmiş.
Vakidî'nin anlattığına
göre annesi Amine, (cariyesi) Ümmü Ey-men'i de yanma alarak Hz. Peygamber'i
altı yaşındayken, dayılarının ziyareti için Medine'ye götürmüş.
Yol arkadaşları Ümmü
Eymen diyor ki: Bir gün Medine Yahudile-rinden iki adam yanıma gelip:
"Muhammed'i getir de görelim." dediler. Getirdim, ellerine alıp
baktılar. Biri, diğerine dedi ki: "Bu, bu ümmetin peygamberidir. Burası
(Medine) da onun hicret edeceği yer olacaktır. Bu sebeple de çok miktarda adam
öldürülecek ve fazla sayıda esir alınacaktır!" Annesi, bu sözleri duyunca
korktu. Mekke'ye dönmek üzere yola çıktı. Ebva köyünde vefat etti.
Ahmed b. Hanbel,
babasından nakilde bulunan Ebu Büreyde'nin şöyle dediğini rivayet eder: Babam
bana dedi ki: "Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte bir yolculuğa çıktık.
Veddan denen yere geldiğimizde: "Az bekleyin. Ben gelinceye kadar
yerinizden ayrılmayın." dedi ve aceleyle gitti. Az sonra yanımıza
döndüğünde pek keyifli görünmüyordu. Buyurdu ki: "Muhammed'in annesinin
mezarına gittim. Ona şefaatte bulunmak için Rabbimden izin diledim, ama beni
menettî. Ben, sizi mezarları ziyaretten menetmiştim. Artık ziyaret
edebilirsiniz. Üç günden sonra kurban etlerini yemekten sizi menetmiştim. Artık
uygun gördüğünüz kadarını yeyip kalan kısmını saklayabilirsiniz. Şu kaplardan
içmenizi yasaklamıştım. Artık gerekince içebilirsiniz."
Beyhakî'nin rivayetine
göre Süleyman b. Büreyde, babasının şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber
(s.a.v.), bir mezar kalıntısının yanına gelip oturdu. Çevresindeki insanlar da
ona bakıp oturdular. Konuşan bir hatip gibi başım sallamaya, sonra da ağlamaya
başladı. Hz. Ömer, karşısına dikilip: "Seni ağlatan nedir, ya
Rasûlallah?" diye sordu. O da buyurdu ki: "Bu, Vehb kızı Amine'nin
mezarıdır. Burayı ziyaret etmek için Rabbimden izin istedim. Bana, bu izni
verdi. Annem için istiğfarda bulunma iznini diledim. Rabbim, bana bu izni
vermedi. Şimdi de annemin şefkati bana ulaştı. Onun için ağladım."
Rasûlullah (s.a.v.), o
kadar ağlamıştı ki, daha önce ve daha sonra o kadar ağladığı görülmemişti.
Beyhakî, Abdullah b.
Mesud'un şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.), mezarları dolaşmaya
çıkmış, biz de kendisiyle beraber çıkmıştık. Oturmamızı buyurdu, biz de
oturduk. Sonra mezarları dolaştı, nihayet bir mezarın yanma gidip durdu. Onunla
uzun uzadıya ve alçak bir sesle konuştu. Sonra yüksek sesle ağladığını gördük.
O ağlayınca biz de ağladık. Sonra yüzünü bizden tarafa çevirdi. Hattab oğlu
Ömer, karşısına dikilip: "Seni ağlatan nedir, ya Rasûlallah? Doğrusu biz
de korktuk ve ağladık." dedi. Rasûlullah (s.a.v.), yanımıza gelip oturdu
ve: "Ağlamam sizi korkuttu mu?" diye sordu. "Evet..."
dememiz üzerine şöyle buyurdu: "Yanma varıp konuştuğum mezar, Vehb kızı Amine'nin
mezarıydı. Orayı ziyaret etmek için Rabbimden izin diledim... Bana bu izni
verdi. Onun için istiğfarda bulunmak üzere Rabbimden izin diledim, ama bana bu
izni vermedi ve şu ayet-i kerime'yi inzal buyurdu:
"Cehennemlik
oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret
dilemek, peygambere ve mü'minlere yaraşmaz.İbrahim'in, babası için mağfiret
dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden Ötürü İdi." (et-Tevbe, 113-114.)
Mezarını ziyaret
edince, çocuğun anasına duyduğu şefkat duygusu beni etkiledi. Beni ağlatan işte
budur."
Müslim, Ebu
Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.), annesinin
mezarını ziyaret etti. Ağladı, çevresindekileri de ağlattı. Sonra şöyle dedi:
"Annemin mezarını
ziyaret etmek için Rabbimden izin istedim, bana bu izni verdi. Onun için
istiğfarda bulunma iznini istedim, ama bana bu izni vermedi. Artık mezarları
ziyaret edebilirsiniz. Çünkü bu, size ölümü hatırlatır."
Müslim., Enes'ten
rivayet etti ki; Adamın biri gelip: "Ya Rasûlallah! Babam nerede?"
diye sordu. O da; "Baban ateştedir!" dedi. Adam dönüp gidecek olunca
onu çağırıp; "Doğrusu senin baban da benim babam da ateştedir!» dedi.
Beyhakî, Amir b.
Sa'd'm babasının şöyle dediğini rivayet eder: bir Arap, Hz. Peygamber'e gelerek
şöyle sordu: "Babam, dost ve akrabalarını ziyaret eder, onlarla iyi
geçinir, şöyle ve böyle (iyilikler) yapardı. O nerededir?" Rasûlullah
(s.a.v.), "Ateştedir." deyince adam, bu sözden alındı ve, 1fYa
Rasûlallah! Senin baban nerededir?" diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu: "Her nerede bir kafirin mezarına uğrarsan, onu
ateşle müjdele!" dedi. O Arap bundan sonra Müslüman oldu ve dedi ki:
"Rasûlullah (s.a.v.), beni yorucu bir işle görevlendirdi. Her bir kafirin
mezarına uğradıkça onu mutlaka ateş ile müjdeliyorum."
Ahmed b. Hanbel,
Abdullah b. Amr'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Bir ara Rasûlullah
(s,a.v.) ile beraber yürüyorduk. Bir kadın göründü. Onu tanıdığını sanmıyordu.
Yolun ortasına gelince durdu. Kadın da gelip ona ulaştı. Bir de baktı ki o
kızı Fatıma imiş. "Evden çıkmana sebep ne ey Fatıma?" diye sorunca o
da; "Şu eve başsağlığına geldim. Ölüleri vardı, acıdım onlara." dedi.
Rasûlullah (s.a.v.); "Belki de onlarla birlikte mezarlığa kadar da
gittin?" diye sorunca Fatıma şöyle dedi: "Onlarla birlikte mezarlığa
kadar gitmiş olmaktan Allah'a sığınırım. Çünkü senin bu konuda neler
söylediğini biliyorum." dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu
ki: "Eğer onlarla birlikte mezarlığa gitmiş olsaydın, babanın dedesi (Abdülmuttalib),
Cennet'i görünceye, kadar sen Cennet'i göremezdin!"
Özetle demek istediğim
şu ki; Abdülmuttalib, cahiliye dini üzere öl-
' müştür. Ama Şiîler, o ve oğlu Ebu Talib hakkında böyle düşünmemektedirler.
Bununla ilgili açıklama, Ebu Talib'in vefatı bölümünde gelecektir.
Beyhakî, "Delailü'n-Nübüvve"
adlı kitabında bu hadisleri rivayet ettikten sonra der ki: Ölünceye kadar
putlara taptıkları ve Meryem oğlu İsa'nın dinine de tâbi olmadıkları halde
nasıl olur da Hz. Peygamber'in anne, baba ve dedesi, ahirette bu vasıfta
olmazlar! Ama kafirlikleri, Hz. Peygamberin nesebi için kusur değildir. Çünkü
kafirlerin nikahlan sahihtir. Görmez misin ki onlar eşleriyle beraber Müslüman
olmaktadırlar? Eğer aralarında akdettikleri nikah, İslam fıkhına (hukukuna) uygunsa,
Müslümanlığa girdiklerinde eşlerinin onlardan ayrılmaları ve nikah akdini
yenilemeleri gerekmez. Muvaffakiyyet Allah'tandır...
Rasûlullah (s.a.v.)'m,
dedesiyle anne ve babasının Cehennemlik olduklarını haber vermiş olması;
çeşitli yollardan rivayet edilen ve fetret devri insanlarıyla çocuk, deli ve
sağırların kıyamet gününde mahşer meydanında hesaba tabi tutulacaklarını
bildiren hadise ters düşmemektedir. "Biz peygamber göndermedikçe kimseye
azab etmeyiz." ayetini[8]
tefsir ederken bu hadisin sened ve metnini uzun uzadıya nakletmiştik. Onlardan
kimi, peygamberlerin davetine icabet etmiştir, kimi de icabet etmemiştir.
Bunlar, icabet etmeyenler zümresinden olabilirler ki, bu durumda da herhangi
bir çelişki söz konusu olmaz. Hamd ve minnet Allah'adır.
Süheylî'nin, Hz.
Aişe'den rivayet ettiği hadise gelince, bunda, Rasûlullah (s.a.v.)'m anne ve
babasını diriltmesini Rabbinden dilediği, Rabbinin onları dirilttiği, onların
da ona iman ettikleri anlatılmaktaysa da bu gerçekten münker olan bir hadistir.
Böyle bir şeyin vukuu, her ne kadar Allah'ın kudreti açısından mümkünse de,
buna ters düşen sahih hadisler vardır. Doğruyu en iyi bilen, yüce Allah'tır. [9]
İbn İshak dedi ki:
Rasûlullah (s.a.v.), annesi Vehb kızı Amine'nin vefatından sonra dedesi Haşim
oğlu Abdülnıuttalib'in yanında kaldı. Abdülmuttalib için Ka'be'nin gölgesinde
yatak serilir, o gelinceye kadar oğulları o yatağın etrafında otururlardı.
Babalarına olan saygılarından dolayı hiçbiri o yatağın üstüne oturmazdı.
Rasûlullah (s.a.v.), gelişmiş bir çocuk idi. Gelir, dedesinin yatağının üzerine
otururdu. Oraya oturmasını engellemek için amcaları onu tutup geri çekerlerdi
ama dedesi Abdülmuttalib, oğullarının bu hareketini görünce; "Oğluma
ilişmeyin. Allah'a and olsun ki o büyük bir adam olacaktır." der, sonra da
onu kendi yanma, yatağının üzerine oturtur, eliyle sırtını okşardı.
Rasûlullah'm yaptığı hareketleri görmekten sevinç duyardı.
VaMdî, İbn Cübeyr
tarikiyle şu rivayeti nakleder: Rasûlullah (sa.v.), annesi Vehb kızı Amine ile
beraberdi. Amine'nin vefatından sonra dedesi Abdülmuttalib onu yanına aldı.
Bağrına bastı. Çocuklarına göstermediği şefkati ona gösterdi. Hep yakınında
tutardı. Rasûlullah, yalnız kaldığında, uyuduğunda onun yanında olurdu. Onun
yatağının üzerinde otururdu. Bu durumunu gördüğünde Abdülmuttalib şöyle derdi:
"Oğluma dokunmayın. O, bir hükümdarlık kuruyor." Müdlic oğullarından
bir grup adam, Abdülmuttalib'e şu uyarıda bulunmuştu: "Şu çocuğu muhafaza
et. Çünkü bunun kadar üstün ve ileri bir kimse görmüş değiliz."
Abdülmuttalib de,
yanında duran Ebu Talib'e; "Şunların dediklerini duy." diye uyarıda
bulunmuş, Ebu Talib de onu muhafaza altında tutmuştu:
Yine bir defasında
Abdülmuttalib, Hz. Peygamber'in bakıcılığım (dadılığı) yapan Ummü Eymen'e şu
öğüdü vermişti: "Ey Bekere! Oğlumdan gözlerini ayırma. Doğrusu onu
sidreye yakın çocuklarla (meleklerle) beraber gördüm. Ritab ehli kimseler,
oğlumun bu ümmetin peygamberi olacağına inanmaktadırlar."
Abdülmuttalib, onsuz
yemek yemez ve: "Oğlumu da yanıma getirin." derdi.
Bunun üzerine
Rasûlullah'ı onun yanma getirirlerdi. Vefat edeceği zaman, Rasûlullah'a.
bakması için Ebu Talib'e vasiyette bulundu. Onu koruyup gerekli ihtimamı
göstermesini tenbihledi. Bu vasiyeti yaptıktan sonra vefat etti ve Hacun
mezarlığına gömüldü.
İbn îshak der ki:
Rasûlullah (s.a.v.) sekiz yaşma girdiğinde, dedesi Haşim oğlu Abdülmuttalib
öldü. Ölmeden önce kızlarını yanma topladı. Kendisi için ağıt dökmelerini
tenbihledi. Kızları şunlardı: Erva, Ümey-me, Berre, Safiye, Atike ve Ümnıü
Hakim el-Beyza idi. İbn îshak, Abdül-muttalib'in kızlarının, babalan üzerine
ağıt yakarken söyledikleri şiirleri nakleder ve babalannm ölmeden Önce bu
şiirleri dinlediğini söyler. "Bu şiirler, çok beliğ bir mersiye idi"
diyerek bu konuda detaylı açıklamalarda bulunur.
İbn Hişam ise, şiir
bilgisine sahip kimselerin bu şiirlerden haberleri
olmadığını
söylemiştir.
İbn İshak dedi ki:
Haşim oğlu Abdülmuttalib vefat edince hacılara su temin etme (sikaye) görevini
küçük oğlu Abbas üstlendi. Zemzem kuyusunun idaresini de üzerine aldı.
İslâmiyet dönemine kadar bu görevleri o yürüttü. Mekke fethinden sonra da bu
görevleri o yürüttü. Rasûlullah, Mekke fethinden sonra da bu görevleri onun
uhdesinde bıraktı.
Abdülmuttalib'in
vefatından sonra Rasûlullah (s.a.v.), dedesinin vasiyeti gereğince amcası Ebu
Talib'in yanında kaldı. Çünkü Ebu Talib, Rasûlullah(s.a/v.)'m.babası
Abdullah'ın öz kardeşiydi. Anneleri Fatıma binti Amr b. Aiz b. İiîıran b.
Mahzum idi.
Ebu Talib, Rasûlullah
(s.a.v.)'ı yanma alıp idaresini üstlenmişti.
Vakidî'nin de
rivayetine göre Abdülmuttalib vefat edince Ebu Talib, Rasûlullah (s.a.v.)'ı
yanma almış, hep beraberinde bulundurmuştur. Ebu Talib, malsız mülksüz bir
kimseymiş, Rasûlullah (s.a.v.)'ı kendi çocuklarından daha fazla sever,
yatarken mutlaka onu da yatağına yatırır, bir yere giderken onu da beraberinde
götürürmüş. Ona gösterdiği kadar başka hiçbir kimseye şefkat ve itina
göstermemiştir.
Ebu Talib ailesinin
ferdleri, onsuz (Hz. Peygamber) bir arada veya ayrı ayrı yemek
yediklei"inde doymazlarmış. Ebu Talib, çoluk çocuğunu sofraya
oturttuğunda, Rasûlullah (s.a.v.) sofraya gelmedikçe, yemeğe ellerini
uzattırmazmış. O gelip kendileriyle birlikte sofraya oturduğunda yemekleri
artıp bereketlenirmiş. Onlarla beraber olmadığında da doymazlarmış. Ebu Talib;
"O mübarek ve uğurlu bir kimsedir." dermiş. Ebu Talib'in çocukları,
sabahleyin gözleri çapaklı, yüzleri tozlu olarak uyanırlarken; Rasûlullah
(a.a.v.) gözleri sürmeli, yüzü temiz olarak uyanırdı.
Hasan b. Arfe, İbn
Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Talib'in çocukları, sabahleyin
gözleri çapaklı olarak uyanırlardı. Rasûlullah (s.a.v.) ise temiz ve parlak bir
yüzle uyanırdı.
Ebu Talib, sabahları
çocuklarının önüne yemek tabaklarını kor, onlar da tabaklardaki yemekleri
hemen bitirirlermiş. Ama Rasûlullah (s.a.v.), elini tabaklara uzatmaz, onlarla
birlikte yemekleri yağmala-mazmış. Onun bu durumunu gören amcası, yemeğim ayrı
bir sofra kurdurarak yedirirmiş.
İbn İshak'm nakline
göre Yahya b. Abbad b. Abdullah b. Zübeyr, babasının şöyle dediğini rivayet
etmiş: Lihbli bir adam vardı. İnsanların tipine bakarak gelecekleri hakkında
bilgi verirdi. Bu adam, Mekke'ye geldiğinde Kureyşliler, gelecekleri hakkında
bilgi vermesi için çocuklarını yanma getirdiler. Ebu Talib de Rasûlullah
(s.a.v.)'i ona getirdi. Adam, Rasûlullah'a baktı, ama arada başka birşeye baktı.
İşini tamamladıktan sonra da; "Şu çocuğu bana verin." dedi. Ebu
Talib, onun Rasûlullah'ı ele geçirmeye kararlı olduğunu görünce Rasûlullah'ı
sakladı. Adam: 'Yazıklar olsun size! Az Önce gördüğüm o çocuğu bana verin.
Allah'a yemin ederim ki, o büyük bir adam olacaktır." dedi. Ebu Talib de
Rasûlullah'ı oradan alıp götürdü. [10]
İbn İshak, yukarda
naklettiğimiz sözlerine devamla şöyle demektedir: Daha sonra Ebu Talib,
ticaret maksadıyla bir kervanla birlikte Şam'a gitti. Ancak anlatıldığına göre
o, bu sefere çıkmadan yol hazırlığını yaparken Rasûlullah (s.a.v.), ona çok
tutkunluk göstermiş. Ebu Talib de dayanamayarak; "Vallahi, onu da
beraberimde Şam'a götüreceğim. Ne ben ondan ayrılabilirim, ne de o benden
ayrılabilir!" demiş.
Kafile, seyahatin ilk
durağı olan Busra şehrine vardı. Orada, kendi manastırında yaşamakta olan
Bahira adında bir rahip vardı. Hristiyanhk hakkında bilgisi vardı. Rahip olarak
görevlendirildiğinden beri manastırdan ayrılmamıştı.
Kureyş kervanı, daha
önceki yıllarda oradan kaç defa geçmişse de bu rahip onların karşısına
çıkmamış, onlarla konuşmamıştı. Ama Re-sulûllah'ı beraberlerine aldıkları o
yılda rahip Bahira, manastırı yakınında konakladıklarında kervanı karşılamış,
onlara büyük bir ziyafet hazırlamıştı. Anlatıldığına göre Bahira,
manastırındayken harikulade bir manzarayla karşılaşmış. Kureyş kervanı içinde,
Rasûlullah (s.a.v.)'m da gelmekte olduğunu, onu, bir bulutun gölgelendirdiğini,
daha sonra bu kervanın manastır yakınındaki bir ağacın gölgesi altında mola
verdiğini görmüş. Rasûlullah'ı gölgelendiren buluta bakmış. Ağacın dallarının
da Rasûlullah'm üzerine eğilerek onu gölgelendirdiklerini görmüş. Bahira, bu
manzarayı görünce manastırından inerek adamlarına, yemek hazırlamalarını
emretmiş, sonra da adam göndererek Kureyşli yolcuları yemeğe davet etmiş. Gelen
misafirlere de şöyle demiş: "Ey Kureyş topluluğu! Sizin için ziyafet
tertipledim. Büyük, küçük, hür ve köle, hepinizin bu yemeğe gelmenizi
isterdim." Kureyşli davetliler-den biri de kalkıp şöyle demişti:"Ey
Bahira! Bu gün sende bir hal var. Daha önceleri çok defalar buraya geldiğimiz
halde bize yemek yapmazdın. Bu gün sende bambaşka bir hal var. Nedir bu
hal?"
Bahira da şu cevabı
vermişti: "Doğru söylüyorsun. Dediğin gibi daha önceleri size yemek
vermezdim. Ama siz misafirsiniz. Size yemek yapıp ikramda bulunmak ve
hazırlattığım yemekten hepinizin yemesini istedim."
Nihayet hepsi sofra
basma toplandılar. Rasûlullah, küçük olduğu için onu, ağaç altındaki mola
yerinde kervanın eşyalarını koruyup gözetmekle görevlendirmişlerdi. Bu yüzden
o, yemeğe gelmemişti. Bahira, mola yerine geldikleri esnada kervanda gördüğü o
harikulade hali sofra başındayken göremeyince: "Ey Kureyş topluluğu!
Aranızda sofraya gelmeyen kimse kalmasın." dedi. Dediler ki: "Ey
Bahira! Hepimiz sofrana geldik. Sadece en küçüğümüz olan bir çocuk,
mallarımızı beklemekte olduğundan gelemedi." Bahira bu durumu
kabullenmedi. "Böyle yapmayın. Onu da çağırın. O da sizinle beraber bu
yemekten yesin." deyince Kureyşlilerden biri; "Lat ve Uzzaya
andolsun ki, Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib'in beraberimizde bu sofrada
bulunmaması, bizim için bir ayıptır." dedi, sonra gidip Rasûlulİah'ı
kucakladı, getirip misafirlerin arasına oturttu. Bahira, onu görünce dikkatle
süzdü, bedeninin bazı yerlerine baktı; ondaki bazı özellikleri daha öne
görmüştü.
Misafirler, yemek
yedikten sonra dağıldılar. Bahira, kalkıp Rasûlul-lah'a: «Ey çocuk, Lat ve Uzza
hakkı için, sana soracaklarıma cevap ver," dedi. Yol arkadaşlarının Lat ve
Uzza üzerine yemin ettiklerini gördüğü için o da, bu iki put üzerine yemin
ederek Rasûlullah'a soru sormuştu. Anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), ona:
"Lat ve Uzza adına yemin ederek bana birşey sorma. Allah'a yemin ederim ki
onlardan nefret ettiğim kadar başka-hiç birşeye nefret etmem." deyince
Bahira; "Allah adına yemin olsun ki, sana soracaklarıma mutlaka cevap
vereceksin." dedi. Bunun üzerine Rasûlullah da: "İstediğini
sorabilirsin." dedi. O da Rasûlullah'a; durumu,uykusu, şekli, şemaili ve
bazı işleri hakkında so^ rular sordu. Rasûlullah da ona, sorularının cevabını
verdi. Anlattıkları, Bahira'nın, onun evsafı hakkında öğrenmek istediklerine
uyuyordu. Sonra Rasûlullah'm sırtına baktı.. Onun evsafıyla ilgili bildiği
şeylere uygun olarak iki omuzu arasında peygamberlik mührünü gördü. Tetkiklerini
tamamladıktan sonra amcası Ebu Talib'e yönelerek: "Bu çocuk senin neyin
olur?" diye sordu. Ebu Talib "Oğlumdur." dedi. Bahira; "Olamaz.
Bu, senin oğlun değildir. Bunun babası hayatta olmamalı." deyince Ebu
Talib, "Kardeşimin oğludur." dedi. Bahira, "Babasına ne
oldu?" diye sorunca Ebu Talib; "Annesi buna hamile iken babası vefat
etti." dedi. Bahira da; "İşte şimdi doğru söyledin. Kardeşin oğlunu
hemen memleketine götür. Yahudilerin ona bir kötülük yapmalarından sakın.
Allah'a andolsun ki, onu görüp te benim onda bulduğum vasıflardan haberdar
olurlarsa, ona bir kötülük yaparlar. Doğrusu, senin kardeşin oğlu, büyük bir
adam olacaktır. Hemen onu al ve memleketine çabucak götür." dedi. Bunun
üzerine Ebu Talib, Şam'daki ticaret işim tamamlar tamamlamaz, acele yola
çıkarak Rasûlullah'ı Mekke'ye götürdü.
îbn İshak der ki:
Rivayet olunduğuna göre Ehl-i Kitaptan Züreyr, Temmanı ve Deriş adında üç kişi
de bu Şam seferi esnasında Bahira'nın, Rasûlullah'ta gördüğü şeyleri görmüş,
onu kendilerine vermesini istemişler, ama Bahira onların bu isteğini
reddederek Allah ve Rasûlullah ile ilgili olarak kitaplarında yazılı şeyleri
hatırlatmış. Her ne kadar Rasûlullah'ı ele geçirmek istemişlerse de bu
amaçlarına ulaşamamışlar. Nihayet Bahira'nın kendilerine söylediğini anlamış
ve onu doğrulamışlar; bunun üz-erine Rasûlullah'ı ele geçirmekten vazgeçip
yollarına gitmişlerdi.
Yunus b. Bükeyr'in,
İbn İshak'tan rivayet ettiğine göre bu konuda Ebu Talib üç kaside söylemiştir.
Ebu Bekr el-Haraitî,
Ebu Musa'nın şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Talib, yanma Rasûlullah
(s.a.v.)'ı da alarak Kureyş'in yaşlılarıyla birlikte Şam'a doğru yolculuğa
çıktı.Rahip Bahira'nın manastırına yaklaştıklarında, bineklerinden inip mola
verdiler. Yüklerini de indirdiler. Rahip de onları karşılamaya çıkmıştı.
Halbuki daha önce bir çok defa oraya uğradıkları halde rahip Bahira, onları
karşılamaz ve dönüp bak-mazmış bile. Yü indirdikleri sırada rahip Bahira gelip
aralarına girmiş, Rasûlullah(s.a.v.)'m elini tutarak;"Bu, âlemlerin
efendisidir!" demişti. Beyhakî'nin rivayetine göre; "Bu, âlemlerin
Rabbinin elçisidir. Allah, bunu âlemlere rahmet olarak göndermiştir."
demiş. Kureyşli yaşlılar da; "Sen bunu nereden anladın?" diye
sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: "Siz boğazın (geçidin) üst tarafından
göründüğünüzde secdeye kapanmayan bir tek ağaç ve taş kalmadı. Bunlar da ancak
bir peygambere secde ederler. Ben, onu kürek kemiğinin altındaki peygamberlik
mühründen tanıyorum."
Böyle dedikten sonra
dönüp manastıra gitmiş, kervandaki adamlar için yemek hazırlatmış. Yemeği
onlara götürdüğünde, Rasûlullah (s.a.v.), develeri otlatmak üzere kafileden
uzaklaşmıştı. "Onu da getirin" diyerek kervandaki adamlardan, Rasûlullah'ı
getirmelerini rica etti. Çağırdılar, geldi. Gelirken de onu, bir bulutun
gölgelendirdiğini gördü. Cemaate yaklaşan Rasûlullah'ı göstererek: "Bakın
hele! Onu bir bulut gölgelendiriyor." dedi. Rasûlullah kafileye
yaklaşınca onlar, ondan önce ağacın gölgesinin altına kaçıp gölgeliği işgal
ettiler. Ama Rasûlullah, oraya varınca ağacın gölgesi onun tarafına döndü.
Bahira; "Bakın hele! Gölge onun tarafına döndü." dedi. Ayakta durmuş,
onlara yemin verdirerek şu öğütleri veriyordu: "Sakın ola ki bunu Bizans
topraklarına götürmeyesiniz. Zira Bizanslılar, bunu görürlerse, belirti ve
özelliklerinden onu tanıyıp öldürürler!" Bu öğütleri verdikten sonra dönüp
gitmek üzereyken yedi kişilik bir Bizans heyetinin geldiğini gördü. Onları
karşılayarak; "Hayrola, buralara geliş sebebiniz ne?" diye sordu.
Onlar da "Geliş sebebimiz şudur: Bu peygamberin bu ayda çıktığım haber
aldık. Aramaları için bütün yollara adamlar gönderdik. Bu peygamberin senin
tarafa geldiğini duyduk. Onun için buraya geldik." dediler.
Bahira: "Arkada
bıraktıklarınız arasında sizden daha hayırlı bir kimse var mı?" diye
sorunca onlar; "Hayır. Bu peygamberin senin tarafa gelmiş olduğunu
duyduk." dediler. Bunun üzerine Bahira şöyle dedi: "Bakın, size bir
şey sorayım. Allah birşey yapmak isteyince, insanlardan herhangi biri onun
iradesine engel olabilir mi?" "Hayır..." cevabını vermeleri
üzerine onlara şöyle dedi: "Öyleyse bu peygambere biat edin ve beraberinde
bulunun." Bundan sonra Bahira, kervandaki adamlara dönerek, "Allah
aşkına söyleyin. Bu çocuğun velisi kimdir?" diye sorması üzerine,
"Ebu Talib'tir." dediler. Bunun üzerine Bahira: "Allah
aşkı-na"diye ricada bulunarak Ebu Talib'ten, çocuğu alıp Mekke'ye dönmesini
sağladı. Ebu Bekir de refakatçi olarak yanına Bilal'i katmıştı.Bahira, yol azığı
olarak onlara çörek ve zeytinyağı vermişti." Bu hadisi, Ebü'l-Abbas
el-Fadl b. Sehl el-A'rec'den Tirmizî rivayet etmiştir. Ebü'l-Abbas da Kırad Ebu
Nuh'tan rivayet etmiştir. Kırad, Bağdat'ta ikamet etmiş olup, Buharî'nin
kendilerinden nakilde bulunduğu sika ravüerdendir. Ama buna rağmen bu hadisinde
gariplik vardır.
Ben de derim ki: Bu,
sahabelerin mürsel olarak rivayet ettikleri hadislerdendir. İçinde gariplikler
vardır. Çünkü Ebu Musa el-Eş'arî, hicretin yedinci senesi olan Hayber fethi
senesinde Müslüman olup Medine'ye gelmiştir.' Onun, Mekke'den Habeşistan'a
hicret eden Muhacirlerden olduğuna dair İbn İshak'ın söylediklerine itibar
edilemez. Her ne açıdan bakılırsa bakılsın bu hadis mürseldir. Rahip Bahira
olayı, Rasûlüllah (s.a.v.) oniki yaşındayken vuku bulmuştur. Belki de Ebu Musa,
bu meseleyi Rasûlullah'tan dinlemiştir ki o zaman bu iş, çok daha sağlam olur.
Veya sahabelerin büyüklerinden dinlemiştir. Veya bu olay, herkes tarafından
bilinen, halk arasında yaygın ve meşhur bir mesele olduğu için Ebu Musa, bunu
halkın ağzından dinlemiştir. Hz. Peygam-ber'i bir bulutun gölgelendirdiği,
bundan daha sahih bir hadiste anlatılmış değildir.
Yukarıda naklettiğimiz
hadiste, rahip Bahira'mn yanından ayrılıp Rasûlullah'ı Mekke'ye geri götüren
Ebu Talib'e, Ebubekirin refakatçi olarak Bilal'i verdiği söylenmişti. Halbuki o
esnada Rasûlüllah oniki yaşında, Ebubekir dokuz veya on yaşında, Bilal ise daha
küçük yaşlardaydı. O zaman Ebu Bekir neredeydi? Sonra Bilal neredeydi? Bu iki
nokta da gariptir. "Ancak Rasûlüllah, büyük yaştayken böyle bir yolculuk
yapmıştı veya böyle bir yolculuk daha sonra yapılmıştı. Yahut o zaman
Rasûlullah'm yaşının oniki olduğu kesin değildir." denirse, o takdirde
böyle birşey mümkün olabilir.
Bazılarından nakilde
bulunan Süheylî, Rasûlullah'm o esnada dokuz yaşında olduğunu söylemiştir.
Doğruyu en iyi bilen, Allah'tır.
Vakidî dedi ki:
Rasûlüllah (s.a.v.), oniki yaşma basınca amcası Ebu Talib, ticaret için Şam'a
giden bir kervanla birlikte onu da götürdü. Kervan, varıp rahip Bahira'ya
konuk oldu. Bahira, gizlice Ebu Talib'le konuştu. Ona bir şeyler söyledi.
Rasûlullah'ı korumasını ve yanma alıp Mekke'ye hemen geri götürmesini istedi.
Ebu Talib'in yanında Rasûlüllah (s.a.v.) gelişip büyüdü. Cenâb-ı Allah, onu
yüceleştirmek dilediğinden kendisini cahiliye işlerinden ve ayıplarından
korudu.
Nihayet o, kavminin
mürüvvetçe en faziletlisi, ahlakça en güzeli, muaşeret kurallarına uymada en
üstünü, komşulukta en iyisi, akıllılık ve güvenilirlikte en ulusu, konuşmada en
doğru sözlüsü, fuhuş ve kötülükten en uzağı olan bir insan haline geldi.
Herhangi bir kimseyle tartıştığı ve işi inada bindirdiği görülmemişti. Öyleki
milleti kendisine, "Güvenilir kişi" anlamına gelen
"el-Emin" unvanını vermişti. Çünkü Cenâb-ı Allah, onda iyi ve güzel
huyları bir araya getirip toplamıştı.
Ebu Talib, ölünceye
kadar onu koruyup muhafaza altına almış, destek ve yardımını hep vermişti.
Muhammed b. Sa'd'm rivayetine göre Rasûlullah'm babası Abdullah ölünce Ebu
Talib, onu şefkat kanatlarının altına almıştı. Hiçbir yolculuğa onsuz
gitmezdi. Şam'a yöneldiğinde bir menzile varıp konaklamış, oradayken yanma bir
rahip gelerek şöyle demiş: "Aranızda salih bir adam var." Sonra
Rasûlullah'ı göstererek; "Şu çocuğun babası nerede?" diye sorunca Ebu
Talib; "İşte onun velisi benim!" demiş. Rahip de Ebu Talib'e şu öğüdü
vermiş: "Şu çocuğu muhafaza et. Şunu Şam'a götürme, doğrusu, Yahudiler
çok kıskançtırlar. Ona bir kötülük yapmalarından korkuyorum." Ebu Talib;
"Bunu sen söylemiyorsun. Ama Allah söylüyor." dedi. Rahip, onun bu
deyişini kabul etmedi. "Allahım! Muhammed'i sana emanet ediyorum"
dedi. Sonra da öldü. [11]
Zührî'nin siyerinden
nakilde bulunan Süheylî, Bahira'mn Yahudi bilginlerinden biri olduğunu söyler.
Kıssanın devam ve siyakından da anlaşılacağı üzere Bahira, Hristiyan bir
rahipti. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Mes'udî, Bahira'nm
Abdülkays kabilesinden olup asıl adının, Cer-cis olduğunu söyler.
İbn Kuteybe'nin
"Maarif, adlı kitabında anlatıldığına göre İslâmiyet'in gelişine çok az
bir zaman kala, cahiliye devrinde görünmezlerden şöyle bir ses duyulmuş:
"Bilesiniz ki yeryüzü halkının en hayırlıları üç kişidir: Biri Bahira,
diğeri Riab b. Bera eş-Şeniyy, üçüncüsü ise henüz dünyaya gelmemiştir. Fakat
gelişi beklenmektedir." Evet, gelişi beklenen o üçüncü şahıs, Rasûlüllah
(s.a.v.)'dir."
İbn Kuteybe dedi ki:
"Riab b. Bera eş-Şeniyy'in ve ondan sonra oğlunun mezarlarına sürekli
olarak hafif taneli yağmur yağmıştır ve yağmaya devam edecektir." [12]
Muhammed b. îshak der
ki: Rasûlüllah, Cenâb-ı Allah'ın koruması altında gelişip büyüdü. Rabbi, onu
cahiliye döneminin pisliklerinden uzak tuttu. Çünkü onu, yüceltmek ve peygamber
kılmak istiyordu. Nihayet Ras.ûlullah (s.a.v.), kavminin mürüvvetçe en
faziletlisi, ahlakça en güzeli, asaletçe en üstünü, komşuluk bakımından en
iyisi, akıllılıkta en ulusu, yumuşak huylulukta en büyüğü, konuşmada en doğru
sözlüsü, güvenilirlikte en muazzamı, insanları lekeleyen kötü ahlak ile fuhuştan
en uzak ve en iffetlisi haline geldi. Öyleki kavmi içinde onun
adı,"güvenilir insan" anlamına gelen "el-Emin" olmuştu.
Çünkü Cenâb-ı Allah, onda iyi şeyleri bir araya getirip toplamıştı.
Bana nakledildiğine
göre Rasûlullah (s.a.v.), küçüklüğünde ve cahi-liye döneminde Cenâb-ı Allah'ın
kendisini nasıl koruyup muhafaza ettiğini anlatırken şöyle demiştir: "Bir
defasında kendimi Kureyşli çocuklar arasında bulmuştum. Bazı çocukların
oyuncak olarak kullandıkları taşları taşıyorduk. Hepimiz eteklerimizi
omuzumuzun üzerine koyarak taş taşıyorduk. Ansızın görmediğin biri, bana acı
verici bir yumruk attı. Sonra da bana: "Eteğini bağla!" dedi. Ben de,
eteğimi üzerime geçirip bağladım. Sonra da arkadaşlarım arasında sadece ben
eteğimi giyinmiş olarak omuzum üzerinde taş taşımaya başladım."
Bu kıssa her ne kadar
aynısı değilse de, Ka'be'nin yapılışı esnasında Hz. Peygamberle amcası Abbas'm
taş taşımaları esnasında vuku bulan ve Sahih-i Buharı'de anlatılan kıssaya
benzemektedir. O kıssanın aynısı değilse de onun bir nevi mukaddimesi
durumundadır. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Abdürrezzak dedi ki:
İbn Cüreyc, Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etti: Ka'be binası
yapıldığında Rasûlullah (s.a.v.), taş taşımaya girişti. Abbas ona:
"Eteğini, omuzunun üzerine koyarak taşları taşı ki omuzun
incinmesin." dedi. Rasûlullah (s.a.v.) da amcasının dediğini yaptı. Ama
yere kapaklandı ve gözlerini semaya dikti. Sonra kalkarak,
"Eteğim!.." dedi. Eteğini üzerine geçirip bağladılar. Bu hadis,
muttefe-kun aleyhtir.
Beyhakî, İbn Abbas'tan
rivayet ederek Hz. Abbas'm şöyle dediğini söylemiştir: "Kureyşliler, Ka'be
binasını yaparlarken ben de Ka'be'ye taş taşıyordum. Kureyşliler, erkekleri
ikili ekiplere ayırmışlardı. Erkekler taş, kadınlarsa harç taşıyorlardı.
Kardeşim oğluyla ben de omuzlarımıza koyduğumuz eteklerimiz üzerindeki taşları
taşıyorduk. İnsanlar arasına katılırken eteğimizi örtünüyorduk. Bir ara ben
yürüyordum. Muhammed de önümdeydi. Aniden yüz üstü yere düşüp kapaklandı.
Omuzumdaki taşı bıraktım. Koşarak yanına vardım. Semaya bakıyordu. "Neyin
var?" dedim. Kalktı. Eteğini alıp giyindi ve: "Çıplak olarak
yürümekten men olundum." dedi. Kendisine deli demelerinden korktuğum için
onu insanlardan gizliyordum."
Beyhakî, Hz. Ali'nin
şöyle dediğini rivayet eder:
Rasûlullah(s.a.v.)'ın
şöyle dediğini işittim: "Cahiliye dönemi ehlinin, meylettikleri kadın ve
benzeri şeylere hiç meylim olmadı. Yalnız iki gece müstesna. Ancak o gecelerde
de Cenâb-ı Allah, beni o günaha girmekten korudu. Mekke halkının davarlarım
Mekkeli bazı gençlerle birlikte otlatmaktayken bir gece arkadaşıma;
"Mekke'ye gidip delikanlılar gibi gece eğlencesine katılmam için yerime
benim davarlara bakıver." dedim. O da "olur" dedi. Bunun üzerine
Mekke'ye vardım. Mekke'nin uçtaki ilk evine geldiğimde davul ve zurna sesleri
duydum. ırBu ne?" diye sordum. Falan kadınla falan erkek evleniyor,
dediler. İçeri girip oturdum. Seyretmeye başladım. Cenâb-ı Allah, bana bir
uyku verdi. Uyudum. And olsun ki sabahleyin üzerime vuran gün ışığıyla
uyandım. Arkadaşımın yanına döndüm. Bana: "Ne yaptın?" diye sordu.
Ben de "Hiç birşey yapmadım." dedim ve gördüklerimi kendisine
anlattım.
Başka bir gece yine
arkadaşıma; "Davarlarıma biraz bak, gidip eğleneyim." dedim. Kabul etti.
Ben de Mekke'ye gittim. Şehire vardığımda, yine o geceki gibi davul, zurna
sesleri duydum. Sordum. Falan erkek, falan kadınla evleniyor, dediler. İçeri
girip şenliğe baktım. Cenâb-ı Allah bana bir uyku verdi. And olsun ki,
sabahleyin üzerime vuran gün ışığıyla uyandım. Arkadaşımın yanına döndüm.
"Ne yaptın?" diye sordu. Ben de "Hiç birşey..." dedim ve
durumu kendisine anlattım. Allah'a andolsun ki ondan sonra, yüce Allah beni
peygamberliğe yücel-tinceye kadar o gibi şeylere ne döndüm, ne de
yöneldim."
Bu, garip bir
hadistir. Hz. Ali hakkında böyle bir olay vuku bulmuş olabilir. Sonraki,
"Yüce Allah beni peygamberliğiyle yüceltinceye kadar." sözleri ise,
fazladan söylenmiş sözlerdir.
Beyhakî, Zeyd b.
Harise'nin şöyle dediğini rivayet eder: "İsaf ve Naile adında tunçtan
yapılma iki put vardı. Müşrikler, Ka'be'yi tavaf ettiklerinde ellerini onlara
sürerlerdi. Bir defasında Rasûlullah (s.a.v.) Ka'be'yi tavaf etti. Onunla
birlikte ben de tavaf ettim. Putun yatımdan geçerken elimi onlara sürdüm. Bana:
"elini onlara sürme!" dedi. Yine tavafa devam ettik. Kendi kendime;
"Elimi puta süreceğim. Hele bakalım ne olacak?" dedim ve elimi
sürdüm. Bana:"Sen men olunmadın mı?" dedi.
Beyhakî der ki:
Başkaları, Muhammed b. Amr kanalıyla yaptıkları rivayette, yukarıdaki habere
şunu da eklemişlerdir: "Onu yüceltene ve ona kitabı indirene andolsun ki,
Cenâb-ı Allah'ın onu mükerrem kıldığı şeyle yüceltip kendisine kitabı
indirmesine kadar o, putlara asla el sürmemiştir."
Daha önceki sayfalarda
da anlatıldığı gibi Lat ve Uzza adına yemin verdirerek kendisine soru
sorduğunda Bahira'ya öfkelenen Rasûlullah (s.a.v.), ona şöyle demiştir:
"Onlar adına yemin verdirerek bana birşey sorma. Allah'a andolsun ki,
onlardan nefret ettiğim kadar hiç birşeye nefret etmiyorum."Beyhakî'nin,
Cabir b. Abdullah'tan rivayet ettiği hadise gelince... Cabir demiş ki:
"Rasûlullah (s.a.v.), müşriklerin meclislerine katılırdı. Bir defasında
arkasında İM melekten birinin diğerine şöyle dediğini duydu: "Haydi
gidelim de Rasûlullah'm arkasında duralım." Diğeri ise şöyle demişti:
"Arkasında nasıl duralım ki, o, putlara el sürme ahdi üzerinedir!" Bu
konuşmayı duyduktan sonra artık müşriklerin meclislerine katılmadı."
Beyhakî, bazılarının,
yukarıdaki hadisin şu manaya geldiğini söylediklerini nakleder: Rasûlullah
(s.a.v.), putlara el sürenlerin yanında hazır bulunmuştur ki, bu da ona vahyin
inmesinden önce vuku bulan bir hadisedir. Doğruyu en iyi bilen, elbetteki
Allah'tır. Zeyd b. Harise'nin hadisinde de geçtiği gibi, Cenâb-ı Allah'ın
kendisini risaletle yüceltmesine kadar Rasûlullah (s.a.v.), müşriklerin
meclislerinden uzak durmuştur.
Hadiste sabit olduğuna
göre Rasûlullah (s.a.v.), arefe gecesinde Müzdelife'de vakfe yapmaz, hatta
Arafat'ta da insanlarla birlikte vakfe yapmazmış. Nitekim Yunus b. Bükeyr,
Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah
(s.a.v.)'ı, kendi kavminin dini üzere gördüm. Kendi devesine binmiş, kavmi
arasmda Arafat'ta durmuş, vakfe yapıyordu. Onlarla birlikte Arafat'tan inmeyi
bekliyordu. Bunu da yüce Allah'ın tevfîki ile yapıyordu."
Beyhakî dedi ki:
"Kendi kavminin dini üzere" sözüyle Hz. İbrahim ve İsmail'den intikal
eden dinin kalıntısı kastedilmiştir. Rasûlullah, hiç bir zaman Allah'a ortak
koşmamıştır. Allah'ın salat-ü selamı daima üzerine olsun.
Ben de derim ki:
Beyhakî'nin bu sözünden anlaşıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), kendisine vahiy
gelmeden Önce de Arafat'ta vakfe yaparmış. Tabii ki bu da, Cenâb-ı Allah'ın ona
muvaffakiyet vermesi neticesinde olan birşeydir.
Ahmed b. Hanbel,
Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dediğini rivayet eder: Ürene Vadisinde[13]
devemi kaybetmiştim. Onu aramaya çıkmıştım. Bir de baktım ki Rasûlullah
(s.a.v.) karşımda duruyor. Ben de: "Bu hums'terıdir.[14]
Burada işi ne bunun?" dedim. [15]
İbn İshak dedi ki:
Rasûlullah, on yaşındayken Ficar savaşı patlak verdi. Kinane ve Kays-ı Aylan
kabileleri savaşırlarken haramları ve yasakları hiçe saydıkları için bu
savaşa, "günah" anlamına gelen Ficar savaşı denmiştir.
Bu savaşta,
Kureyşlilerle Kinanelilerin komutam Harb b. Ümeyye b. Abdü's-Şems idi. Savaşın
başladığı gün ilk zamanlar Kays kabilesi, Kinane kabilesi karşısında üstünlük
sağladı. Öğle vakti Kinane kabilesi, Kays kabilesi karşısında üstünlük
sağladı.
îbn Hişam dedi ki: Hz.
Peygamber ondört veya onbeş yaşma geldiğinde Kureyşliler ve müttefikleri
Kinaneliler ile Kays-ı Aylan kabileleri arasında Ficar savaşı patlak verdi.
Bu savaş aşağıdaki
sebepten başlamıştır: Urvetü'r-Rehhal, kendi topraklarında ticaret yapması için
Numan b. Münzir'e izin vermişti. Berrad b. Kays, onun bu iznine karşı çıkarak;
"Kinanelilere nisbet olsun, diye mi Numan'a izin veriyorsun?" dedi.
O da; "Evet.. Bütün âleme nisbet olsun, diye ona izin verdim."
diyerek kesin kararını açıkladı.
Urve dışarı çıktı.
Berrad da onu dalgın bir halde yakalamak için nr-sat kollayarak peşine düştü.
Aliye'deki Teymen Zî Tellal mevkiinde Urve, dalgın bir haldeyken Berrad onun
üzerine atıldı. Haram ayda onu öldürdü. Bu sebeple bu savaşa Ficar savaşı
dendi. Berrad bununla ilgili olarak bir şiirinde şöyle der:
"Bir bela ki,
benden önce insanları hep düşündürürdü. Onun üzerine vücudumun bir parçası olan
Bekr oğullarım saldım. Onların eliyle Kilab oğullarının evlerini yıktım.
Kölelere de süt içirdim. Zî Tellal denen yerde elimi, kaldırıp ona vurdum. O da
tıpkı bir dal gibi yere düşüp
uzandı."
Lebid b. Rebia b.
Malik b. Ca'fer b. Kilab da bu konuda şöyle der:
"Eğer rastlarsan
Kilab oğulları ve Amir'e, tebliğ edip duyur ki Talib-linin köleleri vardır.Eğer
rastlarsan Nümeyr oğullarına ve öldürülen Beni Hilalin dayılarına tebliğ edip
duyur ki, gelmekte olan Rahhal, Teymen Zi Tellal mevkiine yerleşti (onu
Öldürdüğüm için) orada kaldı."
İbn Hişam dedi ki:
Adamın birisi Kureyşlilere gelerek haram ayda, Ukaz mevkiinde Berrad'ın,
Urve'yi öldürdüğünü söyledi. Kureyşliler, savaş hazırlığı yaparak yola
çıktılar. Hevazinlilerin onlardan haberleri yoktu. Sonra durumdan haberdar
olunca, Kureyşlileri takibe çıktılar. Harem'e girmeden onlara ulaştılar. O gün
akşama kadar savaştılar. Kureyşliler Harem'e girdiler. Hevazinliler de
çarpışmayı durdurarak onlara dokunmadılar.. O günden sonra günlerce
savaştılar. Cephelerden birinde ağırlığı Kureyş kabilesi teşkil ediyordu.
Kmanelilerse reis durumundaydılar. Diğer cephedeyse ağırlığı Kays kabileleri
teşkil ediyordu.
Rasûlullah (s.a.v.),
bazı günler savaş alanına geliyordu. Amcaları onu getiriyorlardı. O:
"Amcalarıma ok toplayıp götürüyordum." demiştir. Düşmanların
attıkları okları yerden toplayıp amcalarına götürürmüş...
İbn Hişam der ki:
Ficar savaşı, benim bu anlattığımdan çok daha uzundur. Rasûlullah'm siretinin
anlatımını keser endişesiyle bu savaşı bütün detayları ile anlatmak istemedim.
Süheylî der ki: Ficar,
(fa) harfinin kesresiyle, kital vezninde okunan bir kelimedir.Arapların Ficar
savaşları dörttür. Bunları, Mesudî anlatmıştır. Sonuncusu, şu anlattığımız ve
Berrad'ın Urve'yi öldürmesi yüzünden başlayan savaştır. Bu savaş, dört gün
sürmüştür. Şamta ve abla günleri. Bu iki günlük safha, Ukaz mevkiinde cereyan
etmiştir. Savaşın en önemli günü şürb günüdür ki, o gün, Rasûlullah (s.a.v.) da
cephede hazır bulunmuştur. O gün kaçmasınlar, diye Kureyşlilerle Kinanelile-rin
reisi Harb b. Ümeyye ile kardeşi Süfyan zincire vurulmuşlardı. O gün Kayslılar
hezimete uğramışlar, ancak onlar sebat etmişlerdi. Ficar savaşının dördüncü
günü ise, harîre günüdür. O gün savaş, Nahle mevkiinde cereyan etmiştir. Sonra
ateşkes yapıp ertesi sene, Ukaz mevkiinde karşılaşmak üzere sözleştiler.
Ertesi sene orada karşılaştıklarında Utbe b. Rebia, devesine binerek: "Ey
Mudar topluluğu! Ne diye savaşıyorsunuz?" diyerek yüksek sesle hitapta
bulundu. Hevazinliler de: "Bizi neye çağırıyorsun?" diye sormaları
üzerine: "Barışa çağırıyorum." dedi. Onlar da: "Bu nasıl olacak?
diye sordular. Dedi ki: "Ölülerinizin diyetini verelim. Diyetleri
ödeyinceye kadar size rehineler bırakalım. Biz de kendi ölülerimizin
diyetlerini istemekten vazgeçiyoruz." "Bunu, bize kim garanti
eder?" diye sordular, O da; "Ben" deyince, "Sen
kimsin?" diye sordular. "Ben Utbe b. Rebia'yım." dedi. Bunun
üzerine barış anlaşması yapıldı. Aralarında Hakim b. Hüzzamın da bulunduğu
kırk adamlarını Hevazinlilere rehin olarak gönderdiler. Amir b. Sa'saa
oğulları (Hevazinliler), rehineleri de alınca, diyet istemekten vazgeçip onlan
da salıverdiler. Böylece Ficar savaşı sona ermiş oldu. [16]
Beyhakî, Cübeyr b.
Mut'im'den rivayet eder ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Amcalarımla birlikte, iyi ve temiz insanların kurdukları ittifaka
(Hilfu'l-Fudul'a) girdim. Bana kızıl tüylü koyunlar verilse bile, o ittifakı
bozmak istemezdim."
Yine Beyhakî, Ebu
Hüreyre'den rivayet eder ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Mutayyeb (iyi ve temiz kimse)lerinki dışında Ku-reyşlilerin hiçbir
ittifakına girmedim. Bana kızıl tüylü koyunlar verilse bile, o ittifakı bozmak
istemezdim." Hadiste geçen mutayyebler sözüyle Haşim, Ümeyye, Zühre ve
Mahzum oğullan kastedilmiştir. Bazı siyer âlimleri 'mütayyeblerin ittifakı'
sözüyle, Hilfu'l-Fudul'un kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber,
mutayyebler ittifakı yapıldığı zaman, henüz dünyaya teşrif etmemişti. Ben de,
bunun kuşkusuz böyle olduğu görüşündeyim. Şöyleki: Kusayy'm ölümünden sonra
Kureyş-liler, bir ittifak kurmuşlardı. Sebebi de şuydu: Kusayy'm kendi oğlu
Abdu'd-Dar'a devrettiği sikaye, rifade, liva,nedve, hicabe gibi görevleri[17],
başkaları ele geçirmek istedi. Bu sebeple de Abdumenaf oğullan arasında
çekişme çıktı. Her gruba, Kureyş kabilelerinden yandaşlar çıktı.
Herkes, kendi
yandaşına destek vereceğine yemin etti. Abdumenaf m adamları ve arkadaşlan,
içinde koku bulunan büyük bir kap getirerek ellerini o kokuya batmp
yeminleştiler. Kokulu ellerini Ka'be'nin duvarlarına sürünce de kendilerine
(Kokulular) anlamına gelen Mutayyebler dendi. Bu yemin ve ittifaktan kasıt,
Hilfu'l-Fudul cemiyetidir ki, Abdullah b. Cüd'an'm evinde kurulmuştur.
Humeydî'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a.v.), bu cemiyetle ilgili olarak
şöyle buyurmuştur:
"Abdullah b.
Cüd'an'm evinde yapılan bir ittifakta hazır bulundum. İslâmiyet döneminde de
böyle bir ittifaka girmeye çağnhrsam, icabet ederim. Onlar, faziletleri
sahiplerine iade etmek, zalimin mazluma haksizlik etmesini önlemek için
çalışmak üzere yeminleşmişlerdi."
Anlatıldığına göre
Hilfu'l-Fudul cemiyeti, bisetten yirmi sene önce zilkade ayında, yani Ficar
savaşından dört ay sonra Abdullah b. Cud'an'm evinde kurulmuştur. Ficar savaşı
da, o senenin şaban ayında yapılmıştır.
Hilfu'l-Fudul, Araplar
arasında kurulan en kıymetli ve en onurlu bir ittifaktır. Bu ittifakı kurmak
isteyen ve bu konuda konuşup halkı böyle bir ittifaka katılmaya çağıran ilk
şahıs, Abdülmuttalib oğlu Zü-beyr olmuştur. Sebep şuydu: Zebid şehrinden bir
adam, Mekke'ye mal getirmiş. As b. Vail, adamın malını satın almış ama hakkını
vermemiş. Adam, ona karşı kendisine yardım etmeleri için Abdu'd-Dar, Mahzum.
Cümah, Selim ve Adiyy b. Ka'b kabilelerine başvurmuş. Ama bunlardan hiçbiri, As
b. Vail'e karşı ona yardıma yanaşmamış, üstelik yanlarından kovmuşlardı.
Adamcağız işin kötüleştiğini anlayınca, sabahleyin gün doğarken Ebu Kubeys
dağının tepesine çıkarak, Ka'be'nin çevresindeki meclislerinde oturmakta olan
Kureyşlilere yüksek sesle şöyle bağırır:
"Ey Fihr ailesi!
Yurdundan ve aşiretinden uzakta kalan, Mekke'de malı elinden alınan mazlum bir
adama yardım edin, üzerinde yolların tozu duruyor. îhrama girmiş, umre yapmak
istemiş, ama umresini tamamlamamış. Ey Hatim'le hacer-i esved arasında duran
adamlar! Bilesiniz M Mescid-i Haram, onur ve mürüvveti tam olan kimselerindir.
Hainlik ve günahkarlık elbisesini giyenlerin değildir."
Zebidli adamın bu
hitabı üzerine Abdülmuttalib oğlu Zübeyr, ayağa kalktı ve:"Bu adamı, kendi
haline bırakamayız." dedi. Haşim, Zühre ve Teym b. Mürre, Abdulah b.
Cüd'an'm evinde toplandılar. Abdullah, onlara yemek verdi. Haram aylardan
zilkade ayında sözleşip Hilfu'l-Fudul cemiyetini kurdular. Yemin ederek dediler
ki: "Deniz, bir yün parçasını ıslattığı, Sebir ve Hira dağları yerlerinde
durduğu müddetçe zalime karşı mazlumun yanında yer alıp tek bir el gibi
hareket edecek ve hakkını alıp kendisine vereceğiz. Yaşantımızda da birbirimize
destek verip teselli edeceğiz."
Kureyşliler, bu
ittifaka, "Hilfu'l-Fudul" adını vererek, ittifakı yapanlar için;
"Bunlar faziletli bir işe girdiler." dediler. Sonra da As b. Va-il'e
gittiler. Zebidli adamın malını, onun elinden alıp sahibine verdiler.
Abdülmuttalib oğlu Zübeyr bu iş için şöyle demişti:
"Hepimiz aynı
diyarın sakinleri isek te onlara karşı bir pakt kurmaya yemin ettim.
Kurduğumuz bu pakta da Hilfu'l-Fudul adım verdik. Bu pakt sayesinde yabancı ve
garip kimseler, yerlilere karşı korunacaktır. Ka'be'nin çevresindeki halk ta
bizim zulme karşı olduğumuzu ve her türlü kötülüğe engel olacağımızı
bilsinler."
Zübeyr, bir başka
şiirinde de şöyle demiştir:
"Faziletli
kimseler, Mekke içinde tek bir zalim barındırmamak üzere akidleşip
yeminleştiler. Bu iş üzerinde sözleşip kesin güvence verdiler. Buna göre yerli
de, yabancı da, haksızlığa karşı korunacaktır."
Kasım b. Sabit'in
"Garibü'l-Hadis", adlı eserde anlattığına göre Has'amh bir adam, hac
veya umre için Mekke'ye gelmişti. Beraberinde Katul adında dünya güzeli ve
parlak yüzlü bir kızı vardı. Nebih b. Hac-cac adındaki biri, bu kızı kaçırıp
babasından gizlemişti. Has'amh kızın babası; "Bu adama karşı bana kim
yardım eder?" deyince, ona; "Hilfu'l-Fudul cemiyetine başvur."
dediler. Adam, Ka'be'nin yanma gidip: "Ey Hilfu'l-Fudul mensupları!"
diye seslenince, dört bir yandan yalın kılıç adamlar yanma gelerek; "İşte
yardım sana geldi. Ne derdin varsa söyle." dediler. O da; "Nebih,
bana haksızlık etti. Kızımı zorla alıp götürdü," deyince, onu da
yanlarına katarak Nebih'in evine gittiler. Kapıya gelen Nebih'e: "Yazıklar
olsun sana. Bizim kim olduğumuzu, nasıl bir cemiyet kurduğumuzu ve ne üzerine
sözleştiğimizi biliyorsun. Hadi, çıkar bu adamın kızını." dediler. Nebih;
"Olur, ama hiç değilse, bu gece kızdan yararlanayım." deyince onlar;
"Hayır, Allah'a andolsun ki onun bir damla sütünden bile yararlanmana
müsaade etmeyiz." diyerek kestirip attılar. O da çaresiz kalınca
gizlediği kızı onlara teslim etti. Teslim ederken
de şu şiiri okudu:
"Arkadaşım gitti.
Katul kızı kutlayamadım. Onlarla da güzel bir şekilde vedalaşamadım. Çünkü
Hilfu'l-Fudul'un adamları, bu işe engel olmaya kararlıydılar, gördüğüm
kadarıyla. Aslında onlardan korkuyorum. Kafile, geceleyin develere binip yola
çıktı. Artık buralarda kalacağımı sanmayın. Çünkü hakarete uğradım ben."
Hilfu'l-Fudul
cemiyeti, Cürhümlülerin de mazlumu zalime karşı korumak için kurdukları
cemiyete çok benziyordu. Cürhümlülerin eşrafından üç kişi, o cemiyeti kurmuştu.
O üç kişiden her birinin adı Fadl idi: 1- Fadl b. Fudale. 2- Fadl b. Vedae. 3-
Fadl b. Haris.
Bu, İbn Kuteybe'nin
görüşüdür. Süheylî'nin naklettiğine göre o üç kişinin adları şöyledir: 1- Fadl
b. Şüraa. 2- Fadl b. Bidae. 3- Fadl b. Kudaa.
Muhammed b. îshak b.
Yesar dedi ki: Rureyş'ten bazı kabileler, Hilfu'l-Fudul kurma çağrısında
bulundular. Bunun için, en yaşlı ve en şerefli adamları olan Abdullah b.
Cüd'an'm evinde toplandılar. Onun yanında Haşim oğulları, Abdülmuttalib
oğulları, Esed b. Abdüluzza oğulları, Zühre b. Kilab ve Teym b. Mürre yemin
ettiler. Mekke'de yerli veya yabana bir kimse haksızlığa uğradığı takdirde onun
yanında yer almak ve hakkını zalimden alıp kendisine geri verinceye kadar
çabalamak üzere sözleşip ittifak ettiler. Kureyşliler, bu ittifaka
"Hilful-Fudul"
adını verdiler.
Muhammed b. îshak,
Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söyledi: "Abdullah b. Cüd'an'm
evinde yapılan bir ittifakta hazır bulundum.
Bana kızıl tüylü
koyunlar verilse bile o ittifakı bozmak istemezdim. İslâmiyet döneminde de
böyle bir ittifaka davet vaki olursa, mutlaka icabet ederim."
İbn îshak, Muhammed b.
İbrahim b. Haris et-Teymî'nin şöyle dediğini rivayet etti: Hz. Ali'nin oğlu
Hüseyin ile Medine Emîri Velid b. Utbe arasında, Zi'1-Merve vadisindeki bir mal
üzerinde anlaşmazlık çıkmıştı. Velid b. Utbe'yi, amcası Muaviye b. Ebu Süfyan
Medine'ye emîr tayin etmişti. Velid b. Utbe, emirlik makamına güvenerek Hz.
Hüseyin'e baskı yapıyor gibiydi. Hz. Hüseyin, ona dedi ki: "Allah'a
andolsun ki, ya haklarımı verirsin, ya da kılıcımı elime alıp
Rasûlullah(s.a.v.)'ın mescidine gider, orada Hilful-Fudul mensuplarını yardıma
çağırırım!"
Hz. Hüseyin'in bu
sözlerini Velid'e söylediği esnada orada hazır bulunan Abdullah b. Zübeyr,
şöyle demişti: "Allah'a andolsun ki, Hüseyin, Hilful-Fudul mensuplarını
yardıma çağırması halinde ben de kılıcımı elime alırım. Hakkını alıncaya veya
hepimiz ölünceye kadar onun yanında olurum!"
Bu haber Misver b.
Mahreme b. Nevfel ez-Zührf ye ulaştığında, o da aynı şeyleri söylemişti.
Abdurrahman b. Osman b. Ubeydullah et Teymî, bu olaydan haberdar olunca, o da
aynı şeyleri söylemişti.
Velid b. Utbe,
yukarıda adı geçen kişilerin böyle konuştuklarını duyduğu zaman Hz. Hüseyin'in
hakkım vererek gönlünü hoşnud etmişti. [18]
İbn İshak;
"Hüveylid kızı Hatice, şerefli, varlıklı bir kadın olup ticaretle
uğraşırdı. Malının ticaretini yapmaları için, kar ve zararda ortaklık usulüyle
adam tutup çalıştırırdı." demektedir. Rasûlullah(s.a.v.)'ın doğru sözlü,
güzel ahlaklı ve son derece güvenilir bir insan olduğunu duyunca, kendisine
haber gönderdi. Ticaret yapmak üzere kölesi Meysere ile birlikte malını Şam'a
götürmesini teklif ile diğer ticaretçüere verdiğinden daha fazla ücret
vereceğini de bildirdi. Rasûlullah (s.a.v.), bu teklifi kabul etti. Hatice'nin
malını alıp kölesi Meysere'yle birlikte Şam'a vardı. Bir manastır yakınındaki
bir ağacın gölgesi altında mola verdi. Manastırın rahibi onları görünce,
Meysere'ye yaklaşıp; "Ağacın altında oturan şu adam Mm?" diye sordu. Meysere
de; "Kureyşlidir, Harem halkındandır." deyince rahip, "Bu
ağacın altına şimdiye kadar peygamberlerden başkası oturmamıştır." dedi.
Sonra Rasûlullah
(s.a.v.), getirdiği malları satıp parasıyla da, almak istediği şeyleri satın
aldı. Bundan sonra Meysere'yle birlikte Mekke'ye dönmek üzere yola çıktı.
Öğle vakti hava iyice
ısındığında Meysere, iki meleğin, devesi üzerinde gitmekte olan Rasûlullah'ı
gölgelendirip güneşten koruduklarını
görmüştü.
Rasûlullah (s.a.v.),
Mekke'ye gelip mallarını Hatice'ye teslim etti. Hatice de o malları sattı.
Önceki seferlerin bir misli veya bir misline yakın miktarda fazla kar elde
etti. Meysere de, rahibin söylediklerini ve Rasûlullah'ı gölgelendiren
melekleri gördüğünü Hatice'ye anlattı. Hatice, akıllı, şerefli ve düşünceli
bir kadındı. Ayrıca Cenâh-ı Allah da onu yüceltmek istemişti. Meysere'nin bu
haberleri kendisine anlatması üzerine rivayete göre Rasûlulîah'a şu mesajı
göndermişti: "Ey amcaoğlu! Akrabalığın, kavmin içindeki asaletin, güzel
ahlakın, güvenilirliğin ve doğruluğun için sana rağbetim vardır." Daha
sonra da onunla evlenmek istediğini Rasûruliah'a açmıştı. Hatice, Kureyşlilerin
en asil, en şerefli ve en varlıklı kadınıydı. Kavminin bütün erkekleri, bu
yüzden -şayet ya-pabilseler- onunla evlenmek istiyor ve buna can atıyorlardı.
Hatice'nin mesajını
alan Rasûlullah (s.a.v.), durumu amcalarına açtı. Bunun üzerine amcası Hamza,
onu yanına alıp Hüveylid b. Esed'in yanına götürdü. Hatice'yi, Rasûlullah'a
istedi. Böylece evlenmiş oldular. .
İbn Hişam'm anlattığına
göre Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Hatice'ye me-hir olarak yirmi deve vermiştir.
Böylece evliliğe ilk adımını, Hatice'yle atmış, o vefat edinceye kadar da başka
bir kadınla evlenmemişti.
İbn îshak der ki:
Rasûlullah(s.a.v.)rm İbrahim'den başka bütün çocukları Hz.Hatice'den
doğmuştur. Çocukları şunlardı:
1- Kasım. Rasûlullah (s.a.v.), Ebu'l-Kasım künyesini
onun adından almıştır.
2- Tayyib .
3- Tahir
4- Zeynep
5- Rukiyye
6- Ümmü Gülsüm
7- Fatıma
İbn Hişam'm
anlattığına göre Rasûlullah'ın oğullarının yaş sırasına göre adları şöyledir:
1- Kasım, 2- Tayyib, 3-
Tahir.
Kızlarının da yaş
sırasına göre olan adları şöyledir:
1- Rukiyye, 2- Zeynep,
3- Ümmü Gülsüm, 4- Fatıma.
Beyhakî, Mus'ab b.
Abdullah ez-Zübeyrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah(s.a.v.)'ın,
çocuklarının yaş sırasına göre adları şöyledir: 1- Kasım, 2- Zeynep, 3-
Abdullah, 4- Ümmü Gülsüm, 5- Fatıma, 6- Rukiyye.
İlk olarak oğlu Kasım,
sonra da Abdullah ölmüştür. Hatice de vefat ederken altmışbeş yaşındaydı. Elli
yaşında olduğunu söyleyenler de vardır.
Diğer siyerciler
dediler ki: Kasım, bineğe ve deveye binecek yaşa varmış, babası peygamber
olduktan sonra ölmüştür. Annesinden süt emmekteyken öldüğünü söyleyenler de
vardır. Öldüğünde Rasûlullah (s.a.v.); "Onun için Cennet'te bir emzirici
vardır. Onu emzirme işini tamamlayacaktır." demişti. Meşhur görüşe göre
Rasûlullah (s.a.v.), bu sözü, İbrahim hakkında söylemiştir.
Yunus b. Bükeyrjbn
Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Hatice, Rasûlullah'a; iki erkek, dört de
kız çocuk doğurdu: Kasım, Abdullah, Fatıma, Ümmü Gülsüm, Zeynep ve Rukiyye.
Zübeyr b. Bekkar dedi
M: Abdullah'ın bir adı Tayyip.diğer adı da Tahir idi. Babasının, peygamber
oluşundan sonra doğduğu için ona bu ad verilmiştir. Diğerleriyse, bisetten önce
ölmüşlerdir.
Rasûlullah'ın
kızlarına gelince onlar, biset dönemine ulaşmış, İslâm'a girmiş ve babaları
(s.a.v.) ile birlikte hicret etmişlerdir.
İbn Hişam dedi ki: İbrahim, İskenderiye Sahibi Mukavkis'in,
Kûret-ü Enda şehrinden alıp Rasûlullah (s.a.v.)'a hediye ettiği Mariyetü'l-Kıbtiye'den
doğmuştur.
Allah izin verirse
ayrı bir bölümde, Hz. Peygamber'in zevcelerinden de bahsedeceğiz. Güvencimiz
Allah'adır.
İbn Hişam,
Rasûlullah'ın, Hz. Hatice'yle evlendiği sırada yirmibeş yaşında olduğunu
söyler. Aralarında Ebu Amr el-Medenî'nin de bulunduğu birçok ilim adamı, bunu
bana böyle anlattılar.
Yakub b. Süfyan dedi
ki: Bir çok kimsenin bana anlattığına göre Hz. Peygamber yirmibeş yaşındayken,
Amr b. Esed, Hatice'yi onunla evlen-dirmiştir. O esnada Kureyşliler de Ka'be'yi
yapıyorlardı.
Yine aynı şekilde
Beyhakî'nin, Hakim'den naklettiğine göre birbirleriyle evlendiklerinde Hz.
Peygamber yirmibeş yaşında, Hz. Hatice ise otuzbeş yaşında bazılarına göre de
yirmibeş yaşındaydı.
Beyhakî, eserinin,
"Hatice ile evlenmeden önce Rasûlullah'ın uğraştığı işler" bölümünde
şöyle bir rivayette bulunur:
Ebu Abdillah el-Hafiz,
Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın,
peygamber olarak gönderdiği her insan, mutlaka koyun çobanıdır."
Sahabeleri; "Sen de mi ya Rasûlallah?" diye sorunca buyurmuş ki:
"Ben de
Mekkelilerin davarını birkaç kırat (tahıl) karşılığında otlatıyordum."
Beyhakî'nin, Cabir'den
rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Bir deve
karşılığında Hatice'ye kendimi iki kez kiraya verdim (işinde ücretle
çalıştım)."
Beyhakî, İbn Abbas'm
şöyle dediğini rivayet eder: "Babası sarhoşken, kızı Hatice'yi
Rasûlullah'la evlendirdi."
Beyhakî, Abdullah b.
Haris'in şöyle dediğini rivayet eder: Ammar b. Yasir, Rasûlullah'la Hatice'nin
evlenmesi hakkında insanların çok konuştuklarını duyunca şöyle derdi:
Rasûlullah'ın Hatice'yle evlenmesini, başkalarından çok ben bilirim. Çünkü ben,
Rasûlullah'ın yaşıtı, dostu ve arkadaşıydım. Günün birinde onunla birlikte
yürüyüşe çıktık. Haru-re mevkiine geldiğimizde, Hatice'nin bacısının yanından
geçtik. O, kendine ait bir deve derisi üzerinde oturmaktaydı. Bana seslendi.
Ben de dönüp yanına gittim. Rasûlullah (s.a.v.) da durup beni bekledi.
Hatice'nin kızkardeşi bana: "Senin arkadaşın, Hatice'yle evlenmek istemez
mi?" diye sordu. Ben de dönüp Rasûlullah(s.a.v.)'m yanına vardım. Durumu
kendisine anlattım. O da: "Hayatıma yemin olsun ki isterim." dedi.
Rasûlullah(s.a.v.)'m bu sözünü, Hatice'nin kızkardeşine ulaştırdım. "Yarın
sabah bize gelin." dedi. Ertesi sabah evlerine gittiğimizde bir inek
kesmişler, Hatice'nin babasına bir kaftan giydirmişler, sakalım sariya
boyamışlardı. Ben, durumu Hatice'nin kardeşine anlattım. O da babasına
anlattı, ama babası, o anda sarhoştu. Ona, Rasûlullah'm şahsiyeti ve sosyal mevkii
anlatıldı. Onun kızına Talibli olduğu söylendi. O da bunun üzerine kızı
Hatice'yi Rasûlullah'a verdi. Bu evliliği yaptılar. Yemeği yedik. Hatice'nin
babası uyudu. Sonra bağırarak uyanıp; "Bu ne kaftan, bu ne sakal boyası,
bu ne yemek?" diye yüksek sesle söylendi. Ammar b. Yasirle konuşmuş olan
kızı da; "Bu, kızının nişanlısı Muham-med b. Abdullah'ın sana giydirdiği
kaftandır. Kesilen bu inek ise, onun sana hediyesidir. Kızını, ona eş olarak
vermen üzerine ineği kestik." dedi. Hatice'nin babası, kızı Hatice'yi eş
olarak Muhammed'e vermeyi kabul etmeyip bağırarak evden çıktı. Hatim'e[19]
geldi. Haşim oğulları, Rasûlullah'ı da yanlarına alarak Hatice'nin babasının
yanma geldiler. Kendisiyle konuştular. Onlara: "Adamınız nerede?"
diye sorması üzerine, Rasûlullah çıkıp onun yanma geldi. Rasûlullah'a bakınca
şöyle dedi: "Eğer Hatice'yi sana eş olarak verdiysem vermişimdir.
Vermediysem de şimdi veriyorum!"
Zührî,
"Siyer" adlı eserinde der ki: "Hz. Hatice'nin babası sarhoşken
kızını, Rasûlullah'la evlendirdi."
Müemmelî der ki:
Üzerinde ittifak edilen görüşe göre Hatice'yi Rasûlullah'la evlendiren kişi,
amcası Amr b. Esed'dir. Süheylî'nin de tercih ettiği görüş budur.
Bunu, Abbas ile
Aişe'den nakletmiştir. Hz. Aişe demişki: Hatice'nin babası Hüveylid, Ficar savaşından,
önce ölmüştür. Hacer-i Esvedi, Ka'be'den alıp Yemen'e götürmek isteyen Tübban[20] ile
mücadele eden odur. Bu iş için Hüveylid, yanına Kureyş'ten bir cemaati de
alarak ayaklanmıştı. Öte yandan Tübban da uykuda korkulu bir rüya görmüştü.
Bunun üzerine bu niyetinden vazgeçmiş ve hacer-i esvedi yerinde bırakmıştı.
"Sire" adlı eserinin son kısmında İbn İshak der ki: Hz. Hatice'yi,
Rasûlullah (s.a.v.) ile evlendiren, kardeşi Amr b. Hüveylid1 dir. Doğrusunu
Allah bilir. [21]
İbn İshak dedi ki:
Hüveylid kızı Hatice, kölesi Meysere'nin, rahibin söyledikleri ve iki meleğin
Rasûlullah'ı gölgelendirmesi gibi bizzat gördüğü şeylerle ilgili olarak
kendisine anlattıklarını, Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abdüluzza b. Kusayy'a
nakletti. Varaka, Hz. Hatice'nin amcası oğlu olup Hristiyandı. Kitapları
araştırmış, insanla ilgili ilimleri öğrenmişti. Hatice'nin kendisine bu
şeyleri anlatması üzerine Varaka şöyle demişti: "Ey.Hatice! Eğer bu
söylediklerin gerçekse, Muhammed bu ümmetin peygamberi olacaktır. Bu ümmete yakın
zamanda bir peygamber geleceğini zaten biliyordum." Varaka, bu işin
geciktiğini görerek; "Bu hal, ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?"
diyor ve şöyle bir şiir söylüyordu:
"İnad ettim. Ben
hatıralara dalmıştım. Kederden ötürü inad ettim. O keder, uzun uzadıya ağlattı
beni. Hatice'nin evsaf üzerine vermesinden sonra ey Hatice, bekleyişim uzun
sürdü. Mekke'nin iki yamacı arasında, senin sözlerin üzerine umuda kapılarak,
bu dar geçitten çıkıp yeri bulacağımı umdum. Çünkü bana, rahiplerden birinin
söylediklerini aktarmıştın. O sözlerin, eğri olmasını istemem. Rahip demiş ki:
Muhammed, bir gün başa geçecek. Kendisine karşı duranları mağlup edecek.
Beldelerde, nur zuhur edecek. Bütün halk, o nur sayesinde doğrulacak.
Kendisiyle savaşanlar, kayba uğrayacak. Onunla banş içinde yaşa-yanlarsa,
başarı ve zaferi bulacak. Bütün bunlar olurken keşke ben de hazır bulunsam. Ve
Kureyşlilerin hoşlanmadığı İslâm'a, -bütün Mekke-lüer karşı çıkıp gürültü,
patırtı etseler de- insanların ilk gireni ben olsam. Onların hoşlanmadıkları
İslâm'ın, -kendileri alçalıp kafirlikte kalmaları halinde- Arş'm sahibi
Allah'ın katma yükseleceğini umarım. Kureyşlilerin sefalet diye
adlandırdıkları şeyi (İslâmiyeti) seçip burçlara yükselen kimsenin durumu
kafirlik midir? Hayır, değildir. Onlar yaşarken ben de yaşarsambir şeyler
olacaktır ki; kafirler, o şeyler karşısında gürültü koparacaklardır. Ama ölen
her genç ve yiğit kişi, kaderindeki sıkıntı ve kayıpları görecektir."
İbn İshak'a göre Yunus
b. Bükeyr'den yapılan rivayette Varaka b. Nevfel, başka bir şiirinde de şöyle
demiştir:
"Sabah erkenden
mi, yoksa akşamleyin mi gideceksin? Gönlünde gizlediğin hüzün ateş çakıyor.
Çünkü ayrılmam istemediğim bir kavimden ayrılıyorsun. İki gün sonra onlardan
uzaklaşacak gibisin. Doğru haberciler, Muhammed'den haber veriyor.
Nasihatçılar, kaybolduğunda onu anlatıyor, İki yolu bulunan düzlükte, taşlık
olan çukurda, Mekke'nin en hayırlı adamı, kervanla birlikte Busra pazarına
yönelip sana geldi. Develeri yüklü ve ağır yürüyüşlüydü. Bilgisine dayanarak
her hayrı bize anlatıyordu. Hakkın anahtarlı kapıları vardır. Haberci diyordu
ki; Abdullah oğlu Ahmed, peygamber olarak gönderiliyor, Batha ki o; Hud ile
Salih, Musa ile İbrahim gibi kulların, elçi olarak gönderildikleri gibi, doğru
sözlü bir elçi olarak gönderiliyor. Öyleki onun kıymeti görülecek ve şanı,
açık-seçik bir şekilde yayılacaktır. Lüeyy ve Galib kabilelerinin şerefli
ihtiyarları ve gençleri, ona tabi olacaktır. İnsanlar, onun peygamberlik
dönemine ulaşıncaya kadar yaşarsam, ben ona sevgi gösterir, onunla
ferahlanırım. Yoksa ey Hatice, bilesin ki ben, senin şu diyarından daha geniş
ve büyük bir diyara seyehat ederim!" ,
el-Ümevî, yukarıdaki
şiire şu mısraları da ekler:
"Binaları kuranın
dinine tabi olanlar. Bilin ki; bu dinin sahibi, insanlardan daha faziletli ve
üstündür. Mekke'de sabit binalar kurmuştur. Karanlıkta, o binalarda kandiller
parıldar. O binalar, bilinen ve bilinmeyen bütün kabilelerin toplanma yeridir.
Oraya asil, yüksek, seçkin ve mızrak gibi boylu, ama yorgun olan develer hızla
koşup giderler. Bileklerine, yırtık elbise parçaları takılıdır."
Ebu'l-Kasım
es-Süheylî'nin, "Ravz" adlı eserinde naklettiği, şu aşağıdaki
şiirler de Varaka'ya aittir:
"Bazı kavimlere
Öğüt verdim. Onlara dedim ki: Ben uyarıcıyım. Hiç kimse, sizi aldatmasın. Siz,
yaratandan başka bir ilaha tapmayın. Eğer başka ilaha tapmaya sizi davet
ederlerse; "Aramızda düşmanlık var." deyin. Arşın sahibi her zaman
yüce ve münezzehtir. Bizden önce Cudî dağı da, Buz dağı da O'nu teşbih
etmiştir. Gök kubbenin altındaki her şey, O'nun buyruğundadır. Mülk ve
hükümranlığında hiç kimse, O'nun-la övünme yarışına giremez. Gördüğüm şeylerden
hiçbiri, tazeliğini koruyamaz. Yalnız Allah kalır. Mal ve evlat yok olup
gider. Hürmüz'ün hazineleri kendisine yarar sağlamadı. O'nu, ebedi kılmadı. Ad
kavmi de edebi yaşamaya çabaiadıysa da başaramadı. Süleyman da ölümsüzlüğe
eremedi. Oysaki rüzgarlar, onun buyruğuyla eserlerdi. Aralarında ifritler de
olmak üzere cinler ve insanlar onun buyruğundaydılar. Onurlu ve güçlü oldukları
için her taraftan heyetlerin gelip ziyaret ettiği hükümdarlar nerede? Burada
uğranılması gereken bir havuz vardır. Bunda yalan yoktur. O hükümdarlara
gidildiği gibi, her gün buraya da gelinmesi gerekir."
Emiru'l-Mü'minin
Hattab oğlu Ömer (r.a.)'de bazan bu şiirleri bir takım meselelerde delil olarak
ileri sürüp okurdu. Doğrusunu Allah bilir. [22]
Hz. Muhammed'in
peygamber oluşundan beş yıl önce Kureyşliler, Ka'be'yi yeniden yapmışlardır.
Beyhakî'nin anlattığına göre Ka'be, Hz. Peygamberin Hz. Hatice ile
evlenmesinden önce yeniden yapılmıştır. Meşhur görüşe göre Kureyşliler, Hz.
Peygamber'le Hz. Hatice'nin evlenmelerinden on yıl sonra Ka'be'yi yeniden
yapmışlardır.
Beyhakî, -ilgili
bölümde de naklettiğimiz gibi- Ka'be'nin İbrahim peygamber zamanında
yapıldığını anlatmış, bu konuda Sahih-i Bu-harî'de İbn Abbas'tan rivayet edilen
hadisi nakletmiş, ayrıca Ka'be'nin Adem peygamber zamanında yapılmış olduğuna
dair ileri sürülen israiliyata da değinmiştir. Tabii ki bu doğru değildir.
Çünkü Kur'ân ayetlerinin zahiri manası, Ka'be'yi ilk yapanın İbrahim peygamber
olmasını gerektiriyor. Ka'be'nin arsası, inşaattan önceki çağlarda ve va-
kitlerde de şerefli ve
itina gösterilen bir yerdi. Bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Doğrusu insanlar
için ilk kurulan ev, Mekke'de ki mübarek ve âlemlere hidayet sebebi olan
Ka'be'dir. Orada apaçık deliller vardır, İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya
girerse, güvenlik içinde olur. Oraya yol bulabilen insana, Allah için Ka'be'yi
haccetmesi gereklidir." (Âl-i îmrân, 96-97.)
Buharı ve Müslim'in
sahihlerinde Ebu Zerr'in şöyle dediği rivayet edilir: "Ya Rasûlallah! İlk
kurulan mescid hangisidir?" diye sordum. "Mescid-i Aksa'dır."
dedi. "İkisinin kuruluşu arasında ne kadar zaman vardır?" diye
sordum. "Kırk senedir." dedi. Bu konudan daha önce söz etmiştik.
Mescid-i Aksa'yı, İsrail (Yakup peygamber)'in kurduğunu da söylemiştik.
Buharî ve Müslim'in
sahihlerinde yer alan bir hadis-i şerifte şöyle buyurulm aktadır:
"Gökleri ve yeri
yarattığı günde Cenâb-ı Allah, bu beldeyi (Mekke'yi) haram kılmıştır. Burası,
kıyamet gününe kadar Allah'ın hürme-tiyle haramdır."
Beyhakî, Abdullah b.
Amr'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ka'be yeryüzünün meydana
gelişinden 2000 sene Önce vardı."
«Yer uzatılıp
düzeltildiğinde...»[23].
Dedi ki: "Yer, Ka'be'nin altından uzatılıp düzeltildi."
Ben, bunun cidden
garip bir rivayet olduğu görüşündeyim. Belki de bunları, Yermük savaşında
ganimet olarak ele geçirdiği iki deve üzerindeki yükler arasında bulup çıkarttığı
is railiyyattan nakletmektedir. O israiliyat arasında münker ve garip şeyler
vardır.
Beyhakî, Abdullah b.
Amr b. As'tan rivayet etti ki: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Cenâb-ı Allah,
Cebrail'i, Adem ile Havva'ya göndererek kendisi için bir ev (Ka'be) yapmalarım
buyurdu. Bu evin planı, Cebrail tarajin-dan çizilmişti. Bunun üzerine Adem
(temel) kazmaya;'Havva da (taş) ta-' sımaya başladı. Nihayet temellerin
altından su, Adem'e seslenerek; "Bu kadarı yeter ey Adem!" dedi.
Ka'be'yi yapıp tamamladıklarında Cenâb-ı Allah, onu tavaf etmesini Adem'e
vahyetti ve ona: "Ey Adem! Sen, insanların ilkisin. Bu da ilk yapılan
evdir." dedi. Sonra nesiller gelip geçti. Zaman geldi, Nuh orayı ziyaret
etti. Sonra aradan yine nesiller geçti. Bir zaman geldi ki, İbrahim, oranın
temellerini yükseltti."
Beyhakî dedi ki: İbn
Luhay'a bunu, böyle merfu olarak rivayet etti. Ben de bunun zayıf olduğu
görüşündeyim. Bu hadisin, Abdullah b. Amr tarafından mevkuf olarak rivayet
edilmiş olması, daha kuvvetli ve daha sabittir. Doğrusunu Allah bilir.
Rebî dedi ki: Şafiî,
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî -veya başka birinin şöyle dediğini rivayet etti:
"Adem, hacca gelmişti. Melekler onu karşılayarak: 'İbadetin makbul olsun
ey Adem! Ama biz, senden 2000 yıl önce haccetmişiz.' dediler."
Yunus b. Bükeyr, Urve
b. Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet etti: "Hud ve Salih dışında Ka'be'yi
ziyaret etmeyen hiçbir peygamber yoktur."
Ben de derim ki: Biz,
onların Ka'be'yi ziyaret ettiklerini söylemişiz-dir. Maksat, Ka'be'nin binası
mevcud olmasa da onun yerini ziyaret etmektir ki onlar da o yeri ziyaret
etmişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.
Sonra Beyhakî; İbn
Abbas'm, İbrahim peygamberin kıssasıyla ilgili hadisini uzun uzadıya
nakletmiştir ki, bu hadis, Buharî'nin sahihinde mevcuttur.
Yine Beyhakî, Semak b.
Harb'm, Halid b. Ar'are'den rivayetine dayanarak şöyle demektedir:
Bir kimse, Hz. Ali'ye:
"Doğrusu insanlar için kurulan ilk ev, Mekke'de ki mübarek ve âlemlere
hidayet sebebi olan Ka'be'dir." (Al-i Imrân, 96.) ayetinde sözü edilen ev
(Ka'be), yeryüzünde yapılan ilk ev midir?" diye sormuş, o da şu cevabı
vermiş: "Hayır, Ka'be, insanlar için içine bereket ve hidayet konulan ilk
evdir. Orada, Makam-ı İbrahim vardır. Oraya giren, güvenlik içinde olur.
İstersen, onun nasıl yapıldığını sana anlatayım: Cenâb-ı Allah, İbrahim
peygamber'e: "Benim için yeryüzünde bir ev yap." diye vahyetti.
İbrahim zorlanıp sıkıntıya düştü. Cenâb-ı Allah ta ona sekineti gönderdi.
Sekinet, şiddetli esen Hacuc rüzgarıdır. Başı ve sonu vardı. Yılan gibi
halkalanıp Ka'be'nin yerinde esti. İbrahim de Ka'be binasını yapmaya başladı.
Nihayet Hatim kısmına geldi. Oğluna; "Bana taş bulup getir." dedi. O
da taş bulup getirdi. Geldiğinde, Ka'be duvarına hacer-i esvedin konulmuş
olduğunu gördü. Babasına; "Bu taş nereden sana geldi?" diye sordu.
İbrahim Peygamber de; "Senin binana dayanmayan biri getirdi. Cebrail,
gökten getirdi. Sen de bu sözü yay." dedi.
Uzun bir zaman sonra
Ka'be yıkıldı. Amalika kabilesi, onu yeniden inşa etti.Çok zaman sonra tekrar
yıkıldı. Bu defa Cürhüm kabilesi onu yemden yaptı. Bir müddet sonra yine
yıkıldığında Kureyşliler onu yeniden inşa ettiler. Rasûlullah (s.a.v.), o
zaman genç bir adamdı. Hacer-i Esved'i yerine koymak istediklerinde
anlaşmazlığa düştüler. Nihayet; "Şu karşıdaki yoldan ilk çıkıp gelecek olan
adamı aramızda hakem yapalım." dediler. O yoldan ilk olarak çıkıp gelen
kişi, Rasûlullah (s.a.v.) oldu. Hacer-i Esvedi yünden bir yaygı içine
koymalarını, sonra da her kabileden bir temsilcinin, o yaygının bir ucundan
tutarak kaldırmalara nı söyledi. Bu teklin herkesçe uygun görüldü."
Ebu Davut et-Tayalisî,
Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet etti: "Cür-hümlülerin onarmasından
sonra yeniden yıkılan Ka'be'yi, Kureyşliler tekrar yaptılar. Hacer-i Esvedi
yerine koymak istediklerinde, onu kimin yerine koyacağı hususunda anlaşmazlığa
düştüler. Karşıdaki kapıdan içeriye ilk girecek olan adamın, o taşı yerine
koyması hususunda anlaşmaya vardılar. Tam o sırada Rasûlullah (s.a.v.), Beni
Şeybe kapısından içeri girdi. Bir sergi getirilmesini istedi, getirdiler. O da hacer-i
esvedi kendi eliyle alıp serginin ortasına koydu. Her kabileden bir temsilcinin
o serginin birer ucundan tutmalarını söyledi. Onlar da böyle yaparak sergiyi
tutup kaldırdılar. Rasûlullah (s.a.v.) da sergideki hacer-i esvedi kendi eliyle
alıp duvardaki yerine koydu."
Yakub b. Süfyan, îbn
Şihab'm şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah (s.a.v.), bulûğ çağına
erdiğinde kadının biri Ka'be'yi tütsü-lemişti. Tütsülerken ateşten bir kıvılcım
sıçrayarak Ka'be'nin örtüsünü yakmıştı. Ka'be de hasar gördükleri için onu
tamamen yıkmış ve yeniden inşa etmişlerdi. Sıra, hacer-i esvedi yerine koymaya
geldiğinde, onu hangi kabilenin duvara yerleştireceği hususunda anlaşmazlığa
düşmüşlerdi. 'Yanımıza gelecek ilk adamı, hakem yapalım." dediler. Belinde
kaplan derisinden bir kemer bulunan ve genç bir adam olan Rasûlullah (s.a.v.)
yanlarına geldi. Onu hakem yaptılar. Hacer-i Esvedin bir sergi içine
konulmasını emretti. Sonra her kabilenin liderini çağırıp, serginin bir
kenarından tutturdu. Kendisi de duvara çıktı. Sergiyi yanma kadar kaldırdılar.
O da mübarek taşı, eliyle alıp yerine koydu."
Kendisinden daha yaşlı
kimseler varken, onların rızası olmadan öne geçmezdi. Kendisine vahiy gelmeden
önce onu, güvenilir kişi anlamına gelen "el-Emin" lakabıyla
çağırırlardı. Kurban keserken, dua etmesi için mutlaka onu davet ederlerdi.
Bu, Zührî'nin siyerinden alman güzel bir rivayettir. Ancak bu rivayette
anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), o zaman yeni buluğ çağına ermiş.
Halbuki meşhur rivayetlere göre o esnada otuzbeş yaşındaydı. Rahmetli Muhammed
b. İshak b. Ye-sar, bunun kesinlikle böyle olduğunu ifade etmiştir.
Musa b. Ukbe dedi ki:
Ka'be'nin yeniden yapılışı, bisetten beş yıl önce olmuştur. Mücahid, Urve,
Muhammed b. Cübeyr b. Mut'im ve diğerleri de böyle demişlerdir. Doğrusunu
Allah bilir.
Musa b. Ukbe dedi M:
Ficar savaşıyla Ka'be'nin yeniden yapılışı arasında onbeş sene geçmiştir.
Ben de derim ki: Ficar
savaşı ile Hilfu'l-Fudul cemiyetinin kurulması, aynı senede olmuştur. Çünkü o
senede Rasûlullah (s.a.v.), yirmi yaşındaydı. Bu da îbn İshak'ın söylediğini
teyid ediyor. Doğrusunu Allah bilir.
Musa b. Ukbe dedi ki:
Kureyşlileri, Ka'be'yi yeniden yapmaya sev-keden etken, üst tarafta örüp
kapattıkları kapının üzerinden gelen ve kapıyı yıkan sel sularıydı. Bu suların
Ka'be'ye girmesinden korkmuşlardı.
Müleyh adında bir
adam, Ka'be'nin kokusunu çalmıştı. Bü yüzden Kureyşiiler, Ka'be'nin binasını
sağlam yapmak ve kapısını da biraz yüksek tutmak istemişlerdi ki oraya kimse
girenlesin.
Bu iş için para ve
işçi hazırladılar. Ertesi gün yıkmak üzere oraya vardıklarında, bu işi
yapmalarına Allah mani olur diye korkuyorlardı. Ka'be'nin damına çıkıp yıkmaya
başlayan ilk adam, Velid b. Muğîre olmuştu. Velid'in yıkmaya başladığım
görünce diğer Kureyşiiler peşpeşe gelip Ka'be'yi yıkmaya başladılar ve nihayet
bina, yerle bir oldu. Bu, hoşlarına gitmişti.
Yeniden inşa etmek
istediklerinde, işçilerini oraya getirdiler. İşçilerden hiçbiri bir ayak yeri
kadar bile öne geçemedi. Çünkü Ka'be'yi bir yılanın çevrelemiş olduğunu ve halkalandığı
için başının kuyruğunun yanına vardığını söylediler. Fazlasıyla ürktüler.
Yaptıkları iş yüzünden helake sürüklenmekten korktular. Zira Ka'be, onları
insanlara karşı koruyan bir güç ve sığmaktı. Onların şerefiydi.
Ka'be, önlerine
yıkıldı. Onu yeniden inşa hususunda ihtilafa düştüklerinde; Muğire b. Abdullah
b. Amr b. Mahzum kalkıp onlara öğüt verdi; ihtilafa düşmemelerini, inşaat
hususunda birbirlerini kıskanmamalarını, bu işi dörde bölmelerini ve inşaat
masraflarına haram mal katmamalarım tavsiye etti.
Anlatıldığına göre
onlar, bu esaslar çerçevesinde inşaata karar verdiklerinde, Ka'be'yi
çevrelemiş olan o yılan semaya çekilip gözlere görünmez olmuş. O zaman bu
işin, yüce Allah tarafından olduğunu anlamışlardı. O yılanı bir kuşun alıp
götürerek, Ciyad taraflarına bıraktığını söyleyenler de vardır.
Muhammed b. İshak b.
Yesar dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.) otuzbeş yaşına girdiğinde Kureyşiiler,
Ka'be'yi yemden inşa etmek için toplandılar. Ancak tamamen yıkıp yeniden
yapmak değil de damım örtmek istemişlerdi. Çünkü baştan sona yıkmaktan
korkuyorlardı. O zamana kadar Ka'be duvarları harçsız olarak taşlann üst üste
konulması şeklinde örülmüştü. Bir adam boyundan biraz daha yüksekti.
Kureyşiiler, duvarları yükseltip damım Örtmek istemişlerdi. Çünkü bir kaç
kişilik bir grup, Ka'be içindeki bir kuyuya saklanmış olan hazineyi
çalmışlardı. Bu hazine, yapılan aramalar sonucunda, Beni Müleyh b. Amr b. Huzaa
kabilesinden Düveyh admda bir kölenin yamnda bulunmuştu. Kureyşiiler de onun
elini kesmişti. Kureyşiiler, hırsızın çaldıktan sonra bu hazineyi Düveyk'in
yanma koyduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bizans tüccarlarından
birine ait bir gemi, Cidde kıyısına vurup parçalanmıştı. Kureyşiiler de
geminin tahtalarım alarak, Ka'be'nin damını örtmede kullanmak için hazır hale
getirmişlerdi.
el-Ümevî dedi ki: O
gemi Bizans imparatorunundu. Tahta, demir ve mermer gibi inşaat malzemeleri
taşıyordu. İmparator, onu Bakom er-Rumî ile birlikte, İranlıların yaktıkları
Habeşlilere ait kiliseye göndermişti. Gemi, Cidde limanında demirleyeceği yere
vardığında Cenâb-ı Allah, üzerine bir fırtına göndermiş ve o da parçalanmıştı.
İbn İshak dedi M:
Mekke'de marangozluk yapan Kıptî bir adam vardı. Geminin kırılan tahtalarının
bir kısmını onarmaya hazırlanmış, ge-, mideki arkadaşlarının canlarını
kurtarmak istemişti.
Ka'be'ye getirilen
hediyelerin içine atıldığı kuyudan bir yılan, her gün Ka'be'nin duvarı üzerine
çıkıp güneşlenirdi. Kureyşlilerin korktukları şeylerden biri de buydu.
Kendisine yaklaşan biri oldu mu, başını kaldırıp ağzını açar ve ağzından değil
de derisinden bir ses çıkarırdı. Ondan çok korkuyorlardı. Her zamanki gibi
yine bir gün Ka'be'nin duvarına çıktığında, Allah onun üzerine bir kuş
göndermiş; kuş, onu kapıp götürmüştü. Kureyşiiler de şöyle demişlerdi: Umarız
ki Allah, bizim yaptığımızdan hoşnud olmuştur. Yanımızda hazır işçilerimiz ve
tahtalarımız var. Allah, yılana karşı bize yetti, bizi ondan korudu.
Süheylî, Rezin'in
şöyle dediğini rivayet eder: Cürhümlüler zamanında hırsızın biri, içindeki
hazineyi çalmak maksadıyla Ka'be'ye girdi. O, Ka'be'nin içindeki kuyuya
inmişken kuyu çöktü; Cürhümlüler de gelip onu çıkardılar ve çaldığı hazineyi
elinden aldılar.
Daha sonra o kuyuya,
başı oğlak başı büyüklüğünde bir yılan yerleşti. Yılanın karnı beyaz, sırtı
siyahtı. O kuyuda beşyüz yıl süreyle kaldı.
Bu konuda Muhammed b.
îshak'm anlattıkları, bundan ibarettir. Yine o dedi ki: Kureyşiiler, yeniden
yapmak üzere Ka'be'yi yıkmaya karar verdiklerinde Ebu Vehb b. Amr b. Aiz b.
Abd b.İmran b. Mahzum[24]
kalkıp Ka'be'nin üzerinden bir taş aldı ama o taş, elinden fırlayıp tekrar eski
yerine kondu. O da şöyle dedi: "Ey Kureyş topluluğu! Ka'be inşaatına
sadece helal kazancınızı katın. Bu inşaata fahişenin kazancı, faizcinin karı ve
insanların herhangi birinden haksız yere alman bir mal sarfedilmesin"
İnsanlar bu sözün,
Velid b. Muğire b. Abdillah b. Ömer b. Mahzum'a ait olduğunu söylemişlerdir.
Sonra İbn İshak, bu sözü söyleyenin Ebu Vehb b. Amr olduğu görüşünü tercih
etmiştir ki, Ebu Vehb de şerefli ve övgüye layık bir insan olup Hz.
Peygamber'in babasının dayısıydı.
İbn İshak dedi ki:
Sonra Kureyşiiler, Ka'be'nin yeniden yapımı hususunda iş bölümü yaptılar. Kapı
bölümünü Abdu Menaf oğullarıyla Zühre oğulları; Hacer-i Esved ile Rükn-ü Yemanî
arasını Mahzum oğullarıyla Kureyşlilere iltihak eden bazı kabileler; dam
kısmını Cümah oğullarıyla Sehm oğulları; Hicr bölümünü Abdu'd-Dar b.
Kusayyoğulla-rıyla Esed b. Abdüluzza oğulları; Hatim tümseğini ise Adiyy b.
KaTs oğulları üstlendiler.
Buna rağmen insanlar,
Ka'be'yi yeniden yapmak üzere yıkmaktan korktular. Ancak Velid b. Muğîre:
"Onu yıkmaya ilk önce ben başlayacağım." dedi ve kazmayı eline alıp
Ka'be'nin damına çıktı. "Allahım! Ka'be'ye ürküntü verecek değiliz. Biz
hayırdan başka birşey istemiyoruz." diyerek Hacer-i Esved ile Rükn-ü
Yemani tarafındaki duvarı yıkmaya başladı. O duvara yıktıktan sonra işi
bırakıp o gece bekledi. Diğerleri dediler ki: "Bakalım, eğer Velid'in
başına bir bela gelirse, Ka'be'yi yıkmaz ve eski haline döndürürüz. Ama başına
bir bela gelmezse, demek ki, yaptığımız bu işten Allah razı olmuştur."
Sabah olunca, başına
herhangi bir bela gelmemiş olarak Velid, kalkıp tekrar işinin başına döndü.
Yıkmaya başladı, diğerleri de onunla birlikte yıktılar. Bu arada İbrahim
peygamberin kurduğu temele kadar indiler. Orada, dişler gibi birbirine
kenetlenmiş yeşil temel taşlarıyla karşılaştılar.
İbn İshak, bazı hadis
ravilerinin kendisine şöyle dediklerini söyledi: Ka'be'yi yıkan Kureyşlilerden
biri, temel taşlarını sökmek için, iki taşın .arasına demir bir kazma geçirmiş,
zorlayınca taş yerinden kımıldamış-tı. Ama bununla beraber Mekke şehri kökten
sarsılmıştı. Bu olayla karşılaşınca da temeli sökmekten vazgeçmişlerdi.
Musa b. Ukbe, Abdullah
b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Ku-reyş kabilesi yaşlıları derlerdi ki;
Kureyşliler, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in koydukları temel taşlarını sökmek
için karar verdiklerinde, onlardan biri, ilk temeldeki taşlardan birine uzanıp
kaldırdı. Ama o taşın ilk temele ait olduğunu bilmiyordu. Taşı kaldırınca,
altından bir şimşek çaktı. Neredeyse adamın gözünü kör edecekti. Taş tekrar
onun elinden fırlayarak eski yerine gidip kondu. Hem taşı kaldıran, hem de
oradaki diğer işçiler korktular. Kendiliğinden yerine gidip konan taş, o şimşek
parıltısını gizledi. İşçiler de evlerine döndüler ve: "Ne bu taşı, ne de
hizasındaki diğer taşları oynatın!" dediler.
İbn ishak dedi ki:
Kureyşliler, Ka'be'nin temelinde Süryaniee bir yazı buldular. Okuyamadıkları
için ne olduğunu bilemediler. Nihayet bir Yahudi, o yazıyı kendilerine okudu.
Yazı şöyleydi: "Ben, Mekke'nin sahibi Allah'ım. Orayı, göklerle yeri
yarattığım günde yarattım. Güneşi ve ayı şekillendirdim. Mekke'yi yedi melekle
çevreleyip korumaya aldım. Yanındaki iki dağ durdukça, Mekke'de yerinde
duracaktır. Halkı için oranın suyunda ve sütünde bereket vardır."
İbn İshak dedi ki:
Kureyşliler, Makam-ı İbrahim'de, üzerinde şu ibarenin yazılı olduğu bir kitabe
bulmuşlardı: "Mekke, Allah'ın saygın olan evidir. Rızkı, üç yoldan gelir.
Onun saygınlığını yerlilerin ilkleri ihlal etmez." Şayet söylediği doğru
ise Leys b. Ebi Süleym'e göre Kureyşliler, bisetten kırk sene önce Ka'be'ye bir
taş bulmuşlar. Taşın üzerinde şunlar yazılıymış: "Hayır eken, gıpta biçer.
Şer eken, pişmanlık biçer. Kötülük yapacaksınız da iyilikle mi karşılık
göreceksiniz? Eğer dikenden üzüm devşirilirse, bu olur! Ama böyle birşey mümkün
değildir."
Said b. Yahya
el-Ümevî, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu söyler:
"Makam-ı
İbrahim'de üç sahife bulundu. Birinci sahifede şunlar yazılıydı: "Doğrusu
ben, Mekke'nin sahibi Allahım! Güneş ile ayı yarattığım günde onu yarattım.
Onu, yedi temiz melek ile çevreleyip korumaya aldım. Yerlileri için, et ve sütü
bereketli kıldım."
İkinci sahifede şunlar
yazılıydı: "Doğrusu ben, Mekke'nin sahibi Allahım! Rahmi (dostluk ve
akrabalık bağlarını) yarattım. Ona kendi adımdan türettiğim bir kelimeyi ad
olarak verdim. O bağları bağlayanı, ben de (rahmetime) bağlarım. O bağları
koparanı, ben de (rahmetimden) koparırım." .
Üçüncü sahifedeyse
şunlar yazılıydı: "Doğrusu ben, Mekke'nin sahibi Allah'ım! Hayır ve şerri
yaratıp takdir ettim. Elinden hayırlı işler çıkana ne mutlu! Elinden şerli
işler çıkana ne yazık!"
İbn îshak dedi ki:
Sonra Kureyş kabileleri, Ka'be'yi inşa etmek için taş topladılar. Her
kabile,belli miktarda taş topladı. Bundan sonra inşaata başladılar. Nihayet
sıra, hacer-i esvedi yerine koymaya geldi. Her kabile; "Bu taşı yerine biz
koyacağız!" diyerek anlaşmazlığa düştüler. Tartışıp yeminleştiler. Savaşa
hazırlandılar. Öyleki, Abdu'd-Dar oğulları, kan dolu bir leğen getirdiler.
Sonra Beni Adiyy b. Ka'b b. Lüeyy oğullarıyla beraber ölüm üzerine sözleştiler.
Ellerini, leğendeki kana batırarak yeminlerini pekiştirdiler. Bu yüzden onlara,
"Kan yalayıcıları" dendi. Kureyşliler, bu hal üzere dört veya beş
gece beklediler. Sonra Mescdd-i Haram'da bir araya gelip müşavere yaptılar ve
nihayet adilane bir hüküm vererek anlaştılar.
Rivayet ehli bazı
kimselerin ifadelerine göre, o sene Kureyşlilerin en yaşlısı olan Ebu Ümeyye b.
Muğîre b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum, toplantı esnasında kalkıp şöyle dedi.
"Ey Kureyş topluluğu! Mescid-i Ha-ram'ın kapısından içeriye ilk girecek
adamı, anlaşamadığınız bu hususta aranızda hakem yapın. O hakemlik yapıp
hükmünü versin."
Kureyşliler, onun
dediğini yaptılar, içeriye ilk giren, Rasûlullah (s.a.v.) oldu. Onu görünce de:
"İşte bu emin ve güvenilir olan Muham-med'dir. Bunun hakemliğine razı
olduk." dediler. Rasûlullah, yanlarına vardığında durumu kendisine
anlattılar. O da: "Bana bir yaygı getirin." dedi. Getirdiler. Hacer-i
Esvedi eliyle alıp yaygının içine koydu. Sonra da; "Her kabileden bir
temsilci, yaygının bir ucundan tutsun. Sonra da hepiniz onu birlikte
kaldırın." dedi. Öyle yaptılar. Yaygı içindeki hacer-i esvedi, duvara
konulacağı yere getirdiler. Rasûlullah, taşı eliyle alıp duvardaki yerine
koydu. Sonra da o taşın üzerine duvar inşaatı devam etti.
Kureyşliler,
Rasûlullah'ı, "el-Emin" adıyla adlandırmışlardı. Ahmed b. Hanbel,
Saib b. Abdullah'tan rivayet etti ki; Cahiliye döneminde Ka'be inşaatında
çalışanlardan biri, Saib'e şunları anlatmış: Yonttuğum bir taşım vardı. Allah'ı
bırakıp ona tapıyordum. Yiyemediğim yoğurdu getirip o taptığım taşın üzerine
dökerdim. Köpekte gelip üzerindeki yoğurdu yalar, sonra bir ayağını kaldırıp
üzerine idrarını yapardı.
Evet, Ka'be'nin
inşaatını devam ettirdik. Sıra, hacer-i esvedin yerine konmasına geldi. Ama
onu kimse bulamamıştı. Bir de ne görelim! Hacer-i Esveçl, inşaat taşları
arasında!.. Ona bakan kişinin yüzü, ayna gibi içinde görülüyor. Kureyşten bir
kabile; "Onu, yerine biz koyarız." dedi. Diğerleri de; "Hayır,
biz koyarız!" dediler. Neticede; "Aramızı bulacak bir hakem bulalım.
Şu yoldan ilk çıkıp gelecek olan adam, bize hakemlik yapsın." dediler. İlk
olarak o yoldan Rasûlullah'm çıkıp geldiğini görünce de; "İşte size,
el-Emin geldi!" dediler. Durumu kendisine anlattılar. O da hacer-i esvedi
bir yaygının içine koydu. Sonra Kureyş kabilelerinin temsilcilerini çağırdı.
Yaygının ucundan tutup kaldırdılar. RasûluUah da taşı kaldırıp duvardaki yerine
koydu.
İbn îshak dedi ki: Hz.
Peygamber zamanında Ka'be, onsekiz zira idi. Kabatî kumaşıyla Örtülürdü. Daha
sonra aba kumaşıyla örtülmeye başlandı, îlk olarak Haccac b. Yusuf, onu ipekle
örtmüştü.
Ben derim ki: Masrafla
baş edemediklerinden dolayı Kureyşliler, Şam yönünde, altı veya yedi zira
uzunluğundaki Hatim kısmını inşaat dışında tuttular. Yani Ka'be'yi, ibrahim
peygamberin koyduğu temel üzerine inşa edemediler. Ka'be için, doğu tarafında
bir kapı açtılar. Her isteyen oraya giremesin, onlar dilediklerini içeri
bıraksın, dilemediklerini bırakmasınlar diye, kapıyı biraz yüksek yaptılar.
Buharî ve Müslim'in
sahihlerinde Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) kendisine
şöyle demiş:
"Görmedin mi ki
kavmin,masraflarla baş edemedi (de Ka'be'yi eski temeli üzerine inşa edemedi.)
Eğer küfürden yeni kopmuş olmasalardı, Ka'be'yi yıkar, onun için doğu ve batı
taraflarında birer kapı açar, Ha-tim'i de içine katardım."
Bu sebepledir ki îbn
Zübeyr, iktidarı ele geçirince Ka'be'yi, Resûlullah(s.a.v.)'ın işaretine uygun
şekilde yaptı. Son derece güzel ve parlak olan yeni bina, Hz. İbrahim'in
koyduğu temel üzerinde yükselmişti. Biri doğuda, diğeri batıda olmak üzere
yere bitişik iki kapısı vardı. İnsanlar, birinden girip diğerinden
çıkıyorlardı.
Haccac-ı Zalim, îbn
Zübeyr'i öldürünce, îbn Zübeyr'in güya kendi kafasına göre Ka'be ye vermiş
olduğu yeni biçimi, bir mektupla zamanın halifesi Abdülmelik b. Mervan'a
bildirdi. Halife de, Ka'be'yi eski haline döndürmesini oha emretti. Şam
yönündeki duvarına yöneldiler. Taşlarını çıkarıp duvarı çakılla sıvadılar.
Taşlan Ka'be'nin zeminine döşedi-ler. Böyle olunca her iki kapısı da yükseldi.
Batı tarafmdakini örerek kapattılar. Doğu tarafındaki ise, eski durumunda
kaldı. Mehdi ya da oğlu Mansur, halifeliği döneminde İmam Malik'e danışarak
Ka'be'yi, İbn Zübeyr projesine göre yıkıp yemden yapmak istediğini bildirdi.
Merhum İmam Malik: "Hükümdarların, Ka'be'yi oyuncak haline getirmelerini
hoş karşılamam!" diyerek halifenin bu telifini reddetti. Halife de
Ka'be'yi eski halinde bıraktı. Şimdi de o halini korumaktadır.
Mescid-i Haram
etrafındaki evleri yıktırıp Ka'be'nin çevresini genişleten ilk kişi de Hz.
Ömer'dir. O çevredeki evleri istimlak ederek yık-tırmıştı. Halifeliği döneminde
Hz. Osman da bu istimlakleri devam ettirerek Ka'be'nin çevresini daha da
genişletmişti.
îbn Zübeyr iktidara
geçince, Mescid-i Haramın binalarını sağlamlaştırmış, duvarlarını elden
geçirip güzelleştirmiş ve kapılarını çoğaltmıştı. Ama Ka'be'nin çevresini daha
fazla genişletmemiş ti.
Abdülmelik b. Mervan
hilafete geçince, Ka'be'nin duvarlarım daha da yükseltti. İpek örtülerle
örtülmesini emretti. Bu işi de onun emri üzerine Haccac b. Yusuf üstlendi.
Ka'be'nin inşasıyla
ilgili kıssayı ve bu konuda varid olan hadisleri, "İbrahim ile İsmail,
Beyt'in duvarlarını yükselttiklerinde..."ayeti[25]
tefsir ederken, tefsirimizde daha geniş anlattık. İsteyen oraya müracaat edebilir.
Övgü ve minnet, Allah'adır.
İbn İshak dedi ki:
Kureyşliler, istedikleri şekilde Ka'be'nin inşaatını tamamladıklarında Zübeyr
b. Abdülmuttalib, inşaatta çalışanları kor-kutan yılanla ilgili olarak şöyle
bir şiir söylemiştir:
"Kartal, yılana
doğru saldırıya geçtiğinde yılan titriyordu, buna şaştım. Derisinden haşırtı
sesi geliyor, bazan da atağa kalkıyordu. Ka'be inşaatına başladığımızda, işi
şiddetlendirip bizi ürküttü. Biz de korkuya kapıldık. Yılanı kovmaktan
korktuğumuzdan, başı ve göğsü dik bir kartal onun üzerine indi. Yakalayıp
götürdü. Ka'be'de çalışmamıza engel kalmadı. Temel ve toprağı bulunan binayı
topluca inşa etmeye başladık. Ertesi gün duvarlar yükseldi. Çalışırken, avret
yerlerimiz açıktı. Melik b. Lüeyy, bu bina ile onurlandı. Onların aslı
kaybolacak değildir. Başta Kilab olmak üzere orada Adiyy ve Mürre oğulları
toplandı. Melik, bununla bize şeref hazırladı. Allah katında sevap ve mükafat
ümid edilir."
Cenâb-ı Allah'ın,
peygamberini cahiliyenin pisliklerinden koruduğunu anlattığımız bölümde de
söylendiği gibi, Allah elçisi ile amcası, Ka'be inşaatı için taş taşıyorlardı.
Hz. Peygamber, taşlar kendisini incitmesin diye peş temalını omuz üzerine
koyduğunda, haya yerlerini açık bırakmaktan men olunmuştu da tekrar peştemahyla
örtünmüştü. [26]
[1] Makam-ı Mahmud: Cennet'te Hz. Peygamber'e verilecek
şefaat-ı uzrna makamıdır. (Çeviren)
[2] Sıddîk kelimesiyle, Hz. Ebubekir kastedilmiştir.
[3] Bununla da Hz. Ömer kastedilmiştir.
[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/422-428.
[5] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Buhafî, Nikah, 20;
Müslim, Reda, 4; Ziya Kazıcı, Hz. Muhammed'in Eşleri ve Aile Hayata, İstanbul
1991, s. 307-308.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/429-230.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/430-437.
[8] el-îsrâ, 15.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/437-440.
[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/440-442.
[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/442-447.
[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/447.
[13] Ürene, Arafat hizasındaki bir vadidir.
[14] Hums, Kureyşlilere hac şiarlarına ekledikleri
bid'atler cümlesinden olarak kendilerine verilen bir isimdir.
[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/447-450.
[16] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/450-452.
[17] Sikaye, hacılara su temin etme görevi.
Rifade, hacılara yemek
temin etme görevi.
Liva, sancaktarlık
görevi.
Nedve, Kureyş'in bir
nevi parlamentosu sayılan DarÜ'n-Nedve'nin idaresi.
Hicabe, Ka'be'nin
perdedarlığı.
[18] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/453-456.
[19] Kabe'nin bitişiğinde bir duvarla ayrılmış boşluk.
Burası da Kabe'den sayılır. (Çev.)
[20] Tübban: Yemen hükümdarlarından birinin adı. (Çeviren)
[21] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/457-460.
[22] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/460-462.
[23] el-Inşikâk, 3.
[24] îbn Hişam, yukarıdaki şahsın yerine Aiz b. îraran b.
Mahzum'dan sözetmektedir.
[25] el-Bakara, 127.
[26] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/462-471.