Kisra Sarayının Sarsılması 1

Hz. Peygamberin Süt Anneleri Ve Dadıları 6

Hz. Peygamberin Süt Anneye Verilmesi 7

Fasıl 12

Fasıl 15

Hz. Peygamberin, Amcası Ebu Talib İle Birlikte Şam'a Gitmesi Ve Rahip Bahira Île Karşılaşması 16

Rahip Bahira Kıssası 20

Hz. Peygamberin Yetiştirilmesi, Allah'ın Onu Koruyup, Yetim İken Barındırması, Yoksul İken Zengin Kılması 20

Hz. Peygamberin Ficar Harbine Katılması 22

Hz. Peygamberin, Hilfu'l-Fudul Cemiyetine Girmesi 24

Hz. Peygamberin Hz. Hatice İle Evlenmesi 26

Fasıl 29

Kureyşlilerin, Ka'be'yi Yeniden Yapmaları 31

 

Kisra Sarayının Sarsılması

 

Hz. Peygamberin doğduğu gece İran'da saray balkonlarının yıkılıp yere düşmesi, Mecusilerin ateşinin sönmesi, Mubezan'ın rüya görmesi ve diğer benzeri işaretler meydana gelmiştir.

Ebubekir Muhammed b. Cafer b. Sehl el-Haraitî, "Hevatifül-Cann" adlı kitabında -155 yaşındaki- Hani el-Mahzumfnin şöyle dediğini riva­yet eder: "Rasûlullah (s.a.v.)'m doğduğu gece, kisranm sarayı sarsılmış ve sarayın ondört balkonu yere düşmüş, İran'daki Mecusilerin 1000 yıldan beri ara vermeden yanan ateşi sönmüş, Buhayra gölü kurumuş­tu. Kisra Mubezan'da,rüyasmda damızlık develerin soylu atları önleri­ne kattıklarını, Dicle'yi geçip ülkelerine yayıldıklarını görmüştü. Sabah uyandığında bu rüyadan ürkmüş, ancak yiğitliğine yediremediğinden dolayı sabretmiş ve korkmuyormuş gibi görünmüştü. Daha sonra bunu, vezirlerinden gizleyemeyeceğini anlayınca onları toplantıya çağırdı; ta­am giyip tahta oturdu. Vezirler toplandıklarında onlara, "Sizi niçin top­lantıya çağırdığımı biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar da, "Hayır, ancak hükümdarımız bize açıklarsa öğreniriz." dediler. Toplantı devam etmekteyken, kendisine Mecusi ateşinin söndüğünü bildiren bir mek­tup geldi. Bu, onun üzüntüsünü daha da artırdı.

Mubezan: "Allah, memleketin ahvalini düzeltsin." dedikten sonra rüyasını ve rüyada gördüğü develeri anlattı. "Bu ne olabilir ey toplu­luk?" diye sordu. Onlar da şu cevabı verdiler: "Arap diyarında bir olay meydana gelecektir. Olayın kahramanı, onların en bilgilüerindendir." Bu konuşmalardan sonra kisra, valilerinden Numan b. Münzir'e bir mektup yazdı. Mektubunda, "Bana, soracağım sorulara cevap verecek bilgili bir adam gönder..." dedi. Numan b. Münzir de ona Abdülmesih b. Amr b. Hayyan b. Bukayle el-Gassanf yi gönderdi. Adam, huzuruna var-" dığında kisra ona; "Senden sormak istediklerim hakkında bilgin var mı?" diye sordu. Adam dedi ki: "Bana haber verirsin. Ya da hükümda­rım, sormak istediğini sorar. Eğer bilirsem, cevabını veririm. Bilemezsem, bilen birini size haber veririm." Nihayet sorular soruldu. Cevap vermekten aciz kalınca dedi ki: "Bu konuları dayım Satih bilir. Şimdi­lerde o, Şam'ın yüksek mahallelerinde ikamet etmektedir."

Bunun üzerine kisra, Abdülmesih'e; "Ona git. Sana sorduklarımı ona sor. Alacağın cevapları bana getir!" dedi. Abdülmesih, yola çıkıp Sa-tih'in yanına vardı. Ölmek üzere olan Satih'e selam verdi, konuşmaya başladı, ama Satih cevap vermiyordu. Bunun üzerine şöyle bir şiir oku­du:

'Yemenin civannıerd adamı sağır mı oldu, yoksa duyuyor da cevap mı vermiyor? Yoksa öldü mü, yoksa halka gelen ölüm, onu kapıp götürdü mü? Ey problemleri çözen kişi, senin hanedanından olan kabile şeyhi sa­na geldi. O, bu problemleri çözemedi, aciz kaldı. Annem de Zi'b b. Hacen kabilesindendir. Mavi gözlü, keskin dişli ve söylenenleri dinlemek için kulak kabartan, beyaz tenli, geniş abalı, iri bedenli bir kimseyim ben. Acem hükümdarının elçisiyim. Gözlerimi, uyku bürüdü. İri cüsseli rah­van deve, beni uzak yerlerden getirdi. Yıldırımlardan ve zamanın kuş­kulu hallerinden ürkmeden, mesafeler katedip geldim sana. Tepeleri aştım, nihayet göğsü ve sırtının altı çıplak bir adama geldim. Sanki Se­ken dağının iki yanı sarsıldı da harekete geçen rüzgar, çevredeki yığılı topraklarla o çıplağın açık yerlerini örttü."

Satih, Abdülmesih'in şiirini dinledikten sonra başını kaldırıp ko­nuşmaya başladı: "Abdülmesih, rahvan deveye binip Satih'in yanma geldi. Satih ise, ölmek üzeredir. Abdülmesih'i; kisranm sarayı sarsıldı­ğı, Mecusilerin ateşi söndüğü, Mubezan1 da rüya gördüğü için, Sasan oğullarının hükümdarı göndermiştir. Mubezan, rüyasında damızlık de­velerin, rahvan atları önlerine kattıklarım ve Dicle'yi aşarak öte ülkele­re yayıldıklarını görmüştü.

Ey Abdülmesih! Okuma çoğaldığında, büyük bastonun sahibi orta­ya çıktığında, Semave vadisi taştığında, Sava gölü kuruduğunda, Mecu­si ateşi söndüğünde Şam, artık Satih için Şam olmayacaktır. Şam'a, kisranm sarayındaki balkonlar sayısınca kral ve kraliçeler hakim ola­caktır. Gelecek olan her şey, mutlaka gelecektir." Böyle dedikten sonra Satih yerinden ayrıldı. Abdülmesih de kalkıp bineğine bindi. Binerken şu şiiri okuyordu:

"Haydi, paçaları sıva bakalım. Sen, azimli ve girişkensin. Hiçbir ayırma ve değiştirme, seni korkutmasın. Sasanîlerin memleketi elden giderse, bu onları korkutur. Halbuki zamanın devir ve dönemleri var. Onlar bir yere geldiklerinde, saldırılarından aslanlar, bile korkar. Sarh'm kardeşi Behram ve kardeşleri ile Hürmüzan ve Sabur, onlar­dandır. İnsanlar, baba bir kardeşler gibidirler. Birinin gücünün azaldı­ğını bildiler mi, artık o hakir olur ve terk edilir. Niceleri var ki, onların çok kulaklı arkadaşları vardır.Onları, zurnalar eğlendirirken ortaya çıkarlar. Bımlarsa ana bir kardeşlerdir. Bir mal ve akar (gelir getiren) gördüklerinde böyle yaparlar. Diğerleri gayb tarafından korunup yar­dım görürler. İyilikle kötülük, aynı ölçüde ve birbirlerine bitişiktir. İyili­ğin peşinden gidilir, kötülüktense kaçınılır."

Abdülmesih, ldsranın yanma döndüğünde, Satih'in söylediklerini ona anlattı. Kisra da, "Bizden ondört kral, hüküm sürünceye kadar ne­ler olur neler.. O zamana kadar Allah büyüktür." dedi. Kisra hanedanın­dan on hükümdar, dört yıl içinde gelip geçti. Kalan dört hükümdarsa, Hz. Osman'ın halifeliği zamanında tahtta oturdular. Beyhakî'nin de bu doğrultuda bir rivayeti vardır.

Sasanî saltanatı, Yezdicürd (Yezdücerd?) b. Şehriyar b. Pervaz b. Hürmüz b. Nuşirevan zamanında yıkıldı. Bu, onların son hükümdarı ol­du. Bunun zamanında saray yarılıp çatladı. Ataları ve selefleri 3164 seı ne hüküm sürmüşlerdi. İlk hükümdarları Ciyomert b. Ümeym b. Laviz b. Sam b. Nuh idi.

îbn Asakir'in ifadesine göre Satih'in asıl adı, Rebi b. Rebia b. Mesud b. Mazin b. Zi'b b. Adiyy'b. Mazin b. Ezd'dir. Babasının, Rebia değil de Mesud olduğunu söyleyenler de vardır. Anası, Red'a binti Sa'd b. Haris el-Hacurî'dir. Nesebi hakkında başka şeyler söyleyenler de vardır. Sa­tih, Cabiye'de yaşardı.

Ebu Hatim es-Sicistanfnin bu konuda şöyle dediği rivayet edilir: Aralarında Ebu Ubeyde ve diğerlerinin de bulunduğu bazı âlimlerin şöyle dediklerini işittim: Satih, Lokman b. Ad'dan sonra yaşamıştır. Se-belileri bastıran Arim selinden sonra doğup Hükümdar Zi Nüvas'm za­manına kadar yaşamıştır. Bu da yaklaşık üç asırlık bir zamandır. Bah­reyn'de ikamet ederdi. Abdülkays kabilesi, Satih'in kendilerinden oldu­ğunu söylerler. Fakat Ezdiler bunu kabul etmeyip kendilerinden oldu­ğunu iddia ederler. Muhaddislerin çoğu der ki: Satih, Ezd kabilesinden-dir. Ancak onun, Ezd kabilesinden olduğunu, oğlundan başka söyleyen biri bulunduğunu bilmiyoruz.

îbn Abbas'm şöyle dediği rivayet edilir: "Satih'in insana benzer tara-fi yoktu. Tahta kütük üzerine konulan et gibiydi. Başı, gözleri ve avuçla­rı dışında, vücudunda ne kemik ne de sinir vardı.. Ayaklarından boynu­na kadar tıpkı elbise gibi durulurdu. Dilinden başka hareket eden bir or­ganı yoktu." Başkalarının anlattıklarına göre Satih, öfkelendiğinde şi­şinerek otururmuş.

Yine İbn Abbas'ın anlattığına göre Satih, Mekke'ye gelmiş, onu Mekke reislerinden oluşan bir grup karşılamış. Aralarında Kusayy'm oğullan Abdü'ş-Şems ile Abdumenaf da bulunuyormuş. Ona, bazı şeyler sormuşlar; o da, onlara doğru cevaplar vermiş. Ahir zamanda neler ola­cağını sormuşlar; demiş ki; "Cevabınızı benden ve Allah'ın bana verdiği ilhamdan alın. Şimdi siz ey Arap topluluğu, ihtiyarlık dönemindesiniz.

Sizin ve Acemlerin görüşü aynidir. Sizde, bilgi ve anlayış yoktur .Ardı­nızdan anlayışlı birileri gelecektir. Onlar, her çeşit bilgiye talib olacak­lar, putları kıracaklar, Çin şeddine kadar uzanacaklar, Acemleri Öldü­recekler, ganimet isteyeceklerdir.

Adı, sânı ebediyete kadar sürecek, amacına ulaşacak olan hidayet kılavuzu peygamber, bu belde (Mekke)den çıkacaktır. İnsanları, doğru yola iletecek, Yeğus putunu ve yalancılığı reddedecek, Allah'tan başka şeylere tapmaktan uzak duracak, yalnız bir olan Rabbe ibadet edecek, sonra Allah onu vefat ettirip Makam-ı Mahmud'a[1] götürecek, yerden alacak, göktekiler onu müşahede edeceklerdir. Ondan sonra yönetime Sıddık geçecek[2] tir. O, hüküm verirken doğru hüküm verecektir. Hakkı sahibine verirken tam verirdi. Ne fazla, ne de eksik. Sonra o peygambe-rin Hanif dininde, yönetime tecrübeli dâhi geçecektir[3]. İctihadlar yapa­rak dini muhkemleştirecektir." Satih böyle konuştuktan sonra Hz. Os­man'ı ve onun şehid edileceğini anlatmış; Ondan sonra Emeviler ve Ab­basiler devrinde vuku bulacak savaşları, meydana gelecek kavga ve fit­neleri haber vermiştir.

Bu anlattıklarımızı İbn Asakir, senediyle birlikte İbn Abbas'tan

nakletmiştir.

Daha önce de anlatıldığı gibi Yemen hükümdarı Rebia b. Nasr, bir rüya görmüştü. O, bu rüyasını söylemeden, rüyada neler gördüğünü Sa­tih kendisine anlatmış, bu arada da, Yemen'de baş gösterecek fitneleri ve devletlerde meydana gelecek değişiklikleri, nihayet hükümdarlığın Seyf b. Zi Yezen'in eline geçeceğini bildirmişti.

"Hükümdar Rebia b. Nasr, Satih'e sormuş:

- Seyf b. Zi Yezen'in hükümdarlığı devam mı edecek, yoksa sona mı erecek?

- Sona erecek.

- Kim, sona erdirecek?

- Allah tarafından kendisine vahiy gelen zeki bir peygamber sona erdirecektir.

- O peygamber, kimlerdendir?

- Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr oğullarındandır. Hakimiyet, zama­nın sonuna dek onun kavminin elinde kalacaktır.

- Zamanın sonu var mı ki?

- Evet... O vakitte ilk insanlarla son insanlar bir araya gelecek; iyi­lik yapmış olanlar mutlu, kötülük yapmış olanlar da mutsuz olacaktır.

- Bana anlattıkların gerçek midir?

- Evet... Tan yerine, karanlık geceye ve dolunaya and olsun ki, sana . söylediklerim gerçektir."

Önceki sayfalarda da anlatıldığı gibi meşhur kahinlerden Şıkk'ta bir başka ifadeyle bu anlamda sözler söylemiştir.

Satih'in bu konuda şöyle bir şiiri de vardır:

"Gizlilikte de açıklıkta da Allah'tan korkun. Emanetin doğruluğu­nu, hiyanetle karıştırmayın. Bitişik komşunuz (Hz. Muhammed) için kale ve kalkan olun. Zamanın musibetleri onu kuşattığında ona destek olun ve onu koruyun."

Bunu İbn Asakir rivayet etmiştir. Sonra Muafa b. Zekeriya el-Cerirî de bunu rivayet ederek şöyle demiştir: Satih'le ilgili birçok haber vardır. Bu haberleri, birçok ilim adamı derlemiştir. Meşhur görüşe göre bu, bir kahindir. Onun özellikleri ile peygamber olabileceğini, Rasûlullah'ın ifade ettiğini söyleyenler de vardır. Buna dair bir rivayet mevcuttur. An­cak bu rivayetin senedinin sağlam olup olmadığını Allah bilir. Güya Hz. Peygamber'e Satih hakkında soru sorulduğunda o şöyle buyurmuş:

"O bir peygamberdir. Kavmi onu zayi etti (değerini bilemedi)."

Bence bu hadisin, bilinen İslâmî kitapların hiç birinde yeri olmadığı gibi aslı da yoktur. Bunun senedini kesinlikle görmüş değilim. Halid b. Sinan'dan bahsedilirken onun hakkında da buna benzer şeyler rivayet edilmiştir ki o rivayetler de sahih değildir.

Bu rivayetler, Satih'in güzel bir bilgiye sahip olduğunu ispatlıyor. Bilgisinde, iman ve tasdik kokusu vardır. Ama el-Cerirî'nin de dediği gi­bi o, İslâm dönemine kavuşmamıştı. Daha önce anlatıldığı gibi o, yeğeni­ne şöyle demişti: "Ey Abdülmesih! Okuma çoğaldığında, büyük basto­nun sahibi ortaya çıktığında, Semave vadisi taştığında, Sava gölü kuru­duğunda, Mecusilerin ateşi söndüğünde Şam, artık Satih'in Şam'ı olma­yacaktır. Onlardan on dört kral ve kraliçe hükümran olacaktır. Gelecek olan herşey mutlaka gelir." Böyle dedikten sonra Satih ölmüştü. Bütün bunlar, Rasûlullah (s.a.v.)'m doğumundan bir ay veya daha kısa bir za­man sonra cereyan etmişti. Satih, Şam'ın Irak sınırında vefat etmişti. Durumu ne idi, sonu ne oldu? Allah bilir. İbn Tarrar el-Cerirî, onun 700 yıl yaşadığını söylemiştir.Başkaları ise 500 yıl yaşadığını söylemişler­dir. 300 yıl yaşadığını söyleyenler de vardır. Doğrusunu Allah bilir.

İbn Asaldr'in rivayetine göre hükümdarın biri, babasının kim oldu­ğu hususunda ihtilaf vuku bulan bir çocuğun soy durumunu Satih'e sor­muş. O da bir topluluk huzurunda uzun, net, açık ve edebî bir konuşma yaparak çocuğun babasının kim olduğunu anlatmış. Hükümdar: "Ey Satih! Söylermisin bütün bunları nereden biliyorsun sen?" diye sormuş, Satih'te şöyle demiş: "Bu bilgi benim değildir. Ne kesin konuşabilirim, ne de herhangi bir tahminde bulunabilirim. Ancak ben bu bilgiyi, Tur-i Sina'da vahiy işiten bir kardeşimden aldım."

Hükümdar; "Yoksa o kardeşin, senden ayrılmayan ve hep berabe­rinde bulunan bir cin midir?" diye sorunca Satih: "Ben nereye gidersem o da benimle beraber gider. Hep benimle beraberdir. Ben sadece onun söy­lediklerini söylüyorum." demiş.

Daha Önce anlatıldığı gibi Satih ve bir başka kahin Şıkk b. Mus'ab,. aynı günde, (pazar gününde) doğmuşlardı. Doğdukları gün, ikisini de o zamanın kahinlerinden Tarife binti Hüseyn el-Hamidiye'nin yanına gö­türmüşler, o da her ikisinin ağzma tükürmüş, böylece kahinlik, o kadın-dan bunlara geçmiş. O kadın aynı gün ölmüş. Anlatıldığına göre Şıkk, yarım insan şeklindeymiş. Halid b. Abdullah el-Kasrî'nin, onun sülale­sinden olduğu söylenir. Şıkk, Satih'ten bir asır önce ölmüştür.

Satih'in yeğeni Abdülmesih b. Kays b. Hayyan b. "Bukayle el-Gassanî en-Nasranî ise, uzun süre yaşayanlardan olmuştur.

İbn Asakir, tarih'inde onun biyografisini anlatmış, Hire şehri için Halid b. Velid ile barış antlaşması yapanın, o olduğunu bildirmiştir. Onun hakkında uzun bir hikaye anlattıktan sonra Halid b. Velid'in, onun elinden, anında öldürücü bir zehir alıp yediğini, zehiri alırken; "Adı anıldığında hiçbir şeyin zarar veremeyeceği göklerin ve yerin Rabbi Allah'ın adıyla..." dediğim, böyle dedikten sonra zehiri yediğini, hasta­landığını, sonra eliyle kendi göğsüne vurduğunu, biraz terledikten son­ra ayıldığını söylemiştir.

Ebu Nuaym'm rivayetine göre Merrü'z-Zahran'da İss adında bir ra­hip varmış. As b. Vail'in himayesindeymiş. Allah ona çok ilim vermiş. Bilgisi, merhameti ve güzel huyu sayesinde Mekkelilere büyük faydalar sağlamış. Devamlı olarak manastırında bulunurmuş. Senede bir gün Mekkelilerin karşısına çıkar ve şöyle dermiş: "Ey Mekkeliler! İçinizde  yakın zamanda bir çocuk doğacak. Araplar ona tabi olacak, o da Acemle­re hakim olacaktır. Şimdilerde artık o gelmek üzeredir. Onun zamanına ulaşıp ta ona tabi olan kimse, istediğini elde etmiş olur. Onun zamanına ulaşıp ta ona muhalefet eden kimse, hedefi şaşırmış ve istediğini elde edememiş olur. Allah'a yemin olsun ki sırf ona kavuşmak için, şarap ve mayalı ekmek diyarını bırakıp açlık ve sefalet diyarına geldim."

Mekke'de bir çocuk doğunca mutlaka gider, onu sorar, sonra da yu­karıdaki sözlerini tekrarlardı. Ona: "Bize, doğmasını beklediğin çocu­ğun özelliklerim anlat hele." dediklerinde, "Hayır..." cevabını verirdi. Hz. Peygamber'e kavminden zarar geleceğini bildiği için, ona en ufak bir zarar dokunmasın, diye evsafı hakkında bildiklerini kendine saklardı. Rasûlullah (s.a.v.)'m doğduğu sabah Abdülmuttalib oğlu Abdullah, evden çıkıp rahip îss'in manastırı yanma geldi. Orada durup: "Ey İss!.." diye seslendi. İss: "Kim bu seslenen?" diye sorunca da; "Ben, Abdullah..." dedi. Bunun üzerine rahip İss, eğilip Abdullah'a baktı ve ona şöyle dedi: "Pazartesi günü doğan çocuğun, pazartesi günü peygamber olacağını ve pazartesi günü vefat edeceğini size söylediğim yavrunun babası sen ol." Abdullah, "Bu sabah bir oğlum oldu" dedi. "Adım ne koydun?" diye so­runca, "Muhammed koydum." dedi. Bunun üzerine rahip îss, şunları söyledi: "Ey Ka'be ehli kimseler; vallahi doğması beklenen çocuğun sizin aileden olmasını arzuluyordum. Onda üç özellik vardır: 1- Onun yıldızı, dün doğdu. 2- O, bu gün doğdu. 3- Onun adı, Muhammed'dir. Şimdi ona git. Özelliklerini sana anlatmış olduğum çocuk, senin bu gün doğan oğ­lundur!"

Abdullah, sordu: "Sözünü ettiğin çocuğun, benim oğlum olduğunu nereden biliyorsun? Belki bu gün ondan başka bir çocuk daha doğmuş­tur." Abdullah'ın bu sorusu üzerine rahip İss, şunları söyledi: "Sözünü ettiğim çocuğun adı, seninkinin adına uyuyor. Cenab-ı Allah'ın, âlimlere verdiği ilim, hüccettir. Bunun kanıtı da şudur: Şu anda bebeği­niz sancılanmaktadır. Rahatsızlığı üç gün sürecektir. Üç gün de aç kala­cak, sonra iyileşecektir. Sen dilini tut, kimseye onun hakkında birşey söyleme. Çünkü ona duyulan kıskançlık kadar, hiç kimse kıskanılma-yacaktır. Onun kadar da hiç kimseye saldırılmayacaktır. Onun daveti ortaya çıkıncaya kadar yaşarsan, kavminden o kadar zulüm görürsün ki, o zulme ancak sabır ve zilletle katlanabilirsin. Başka türlü katlan­mana imkan yoktur. Öyleyse dilini tut, onun hakkında bir açıklama yapma."

Abdullah, "Ömrü ne kadar olacak?" diye sorunca rahip İss dedi ki: "Ömrü uzunda olsa, kısa da olsa yetmiş yaşına varmayacak, altmış bir veya altmış üç yaşında vefat edecektir. Onun ümmetinin yaş ortalaması da o civardadır."

Ebu Nuaym'den gelen garib bir rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.), muharremin onunda ana rahmine düşmüş, fil vakasından sonraki yirmiüçüncü senenin ramazan ayının onikisinde pazartesi günü doğ­muştur. [4]

 

Hz. Peygamberin Süt Anneleri Ve Dadıları

 

Asıl adı Bereke olan Ümmü Eymen, Hz. Peygamber'e dadılık yapı­yordu. Ona, babasından miras kalmıştı. Hz. Peygamber büyüyünce onu azad edip azatlı kölesi Zeyd b. Harise ile evlendirmiş, bu evlilikten de Üsame b. Zeyd doğmuştu.

Halime es-Sa'diye'den Önce, amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe de, annesiyle birlikte Hz. Peygamber! emzirmişti.

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir rivayete göre Ebu Süfyan'm kızı Ümmü Habibe, Hz. Peygamber'e şöyle demiş: 'Ta Rasûlallah! Kızkardeşim Azze ile evlensene." Hz. Peygamber de demiş ki:

- Sen bunu ister misin?

- Evet. Hem bu iş için sana ısrar ediyorum. Hayırlı bir işte, kız kar­deşimin bana ortak olmasını çok isterim.

- O bana helal olmaz.

- Biz senin, Ebu Seleme'nin kızı ile evlenmek istediğini duyuyor ve kendi aramızda konuşuyoruz.

- Ümmü Seleme'nin kızı mı? -Evet...

- O, benim üvey kızım olmasaydı bile yine bana helal olmazdı. Çün­kü o, benim süt kardeşimin kızıdır. Süveybe, hem beni, hem de Ebu Sele-me'yi emzirmiştir. Kızlarınızı ve kızkardeşlerinizi bana teklif etme­yin!»[5]

Buharı'nin rivayetinde şu ilave de vardır: Urve dedi ki: Süveybe, Ebu Leheb'in cariyesiydi. Onu azat etti. O, Rasûlullah (s.a.v.)'ı emzir-di.Ebu Leheb öldükten sonra, aile halkından biri onu rüyasında çok kö­tü bir halde görmüş, ona, "Nelerle karşılaştın?" diye sorunca Ebu Leheb şu cevabı vermiş: "Aranızdan ayrıldıktan sonra hiç iyilik görmedim. (Baş parmağıyla işaret parmağı arasındaki bir deliği göstererek) yalnız, Süveybe'yi azat ettiğim için şu delikten bana su içirildi."

Süheylî ve diğerlerinin anlattıklarına göre onu rüyada gören, kar­deşi Abbas'mış. Bu rüya, Bedir harbi sonrası ve Ebu Leheb'in ölümün­den bir yıl sonra görülmüş. Yine bu rüyada Ebu Leheb, kardeşi Abbas'a, "Doğrusu pazartesi günleri azabım hafifletiliyor." demişti. Bunun da şu sebebe dayandığını söylemişlerdir: "Süveybe, Ebu Leheb'e gidip kardeşi oğlu Muhammed b. Abdullah'ın doğduğu müjdesini verdiğinde Ebu Le-heb, onu hemen azat etmişti. Buna karşılık, Cehennem'deki azabı pa­zartesi günleri hafifletilmişti." [6]

 

Hz. Peygamberin Süt Anneye Verilmesi

 

Halime'nin evinde başlayan bereket ve peygamberlik alametleri ise şunlardır:

Halime, Ebu Züeyb es-Sa'diyye'nin kızıdır. Muhammed b. îshak de­di ki: Hz. Peygamber, Ebu Züeyb kızı Halime'den süt emdi. Ebu Züeyb'in asıl adı Abdullah olup soy kütüğünde baba ve dedelerinin adları şöyle sıralanır: Abdullah b. Haris b. Şicne b. Cabir b. Rizam b. Naşire b. Füsayye b. Nasr b. Sa'd b. Bekr b. Hevazin b. Mansur b. İkrime b. Haşefe b. Kays b. Aylan b. Mudar.

Hz. Peygamber'in süt babası (yani Halime'nin eşi) Haris'tir. Ha-ris'in soy kütüğünde, baba ve dedelerinin adlan şöyle sıralanmaktadır: Haris b. Abdüluzza b. Rüfaa b. Melan b. Naşire b. Sa'd b. Bekr b. Heva­zin.

Hz. Peygamber'in süt kardeşleri de şunlardır:

Abdullah b. Haris, Üneyse binti Haris, Hidame binti Haris ki bunun diğer adı Şeyma'dır. Anlatıldığına göre Hz. Peygamber, Halime'nin ya-nmdayken, annesiyle birlikte Şeyma'da onun bakımını yaparmış.

İbn İshak, Halime binti Haris'in şöyle dediğini rivayet eder: Emzir­mek gayesiyle kurak bir senede, çocuk aramak için birkaç kadınla bir­likte Mekke'ye gittim. Yanımda bir de çocuğum vardı. Yeşilimsi renkte ve çok ağır yürüyen bir katırımız vardı. Ona binmiştim. Yol arkadaşları­mız da bu yüzden bizi beklemek zorunda kalıyor ve gecikiyorlardı. Yaşlı bir keçimiz vardı. Ama Allah'a andolsun ki bir damla bile süt vermiyor­du. Geceleyin çocuğumuz açlıktan ağlayıp durur, bizi uyutmazdı. Ne be­nim mememde ne de keçinin memesinde bir damla süt bulunurdu M, ço­cuğa içirelim de uyusun. Ama yine de yağmurların yağacağını ve bollu­ğa kavuşup genişliğe çıkacağımızı umuyorduk. İşte bu umutla o alız ka­tırımıza binip arkadaşlarımla birlikte yola çıktık. Bineğim ağır yürüdü­ğü için yol arkaaşlarım beni beklemek mecburiyetinde kalıyor ve zah­met çekiyorlardı.

Nihayet Mekke'ye ulaştık. Allah'a yemin ederim ki; Rasûlullah (s.a.v.) hangi emziriciye sunulduysa, öksüz olduğu söylendiğinde hepsi onu reddetti. Emzirmek için hiçbirimiz onu kabullenmedik. Ve: "Onu emzirsek annesi bize ne verebilir ki? Biz sadece babası olan çocuktan bir fayda umabiliriz. Annesi bize birşey veremez ki." dedik. Allah'a andolsun ki, benimle gelen arkadaşlarımın tamamı, emzirmek için birer ço­cuk buldu. Sadece ben bulamamıştım. Rasûlullah (s.a.v.)'dan başka ço­cuk bulamamış, onu da almamıştık. Geri dönmek üzereydik. Kocam Ha­ris b. Abdüluzza'ya dedim ki: "Bir çocuk bulmadan, arkadaşlarımla geri dönmek hoşuma gitmiyor. Gidip o öksüz çocuğu alacağım."

Kocam, "Böyle yapmak zorunda değilsin ama dediğin gibi olsun. Belki Cenâb-ı Allah, onda bizim için bereket yaratır." dedi, ben de gidip Rasûlullah'ı aldım. Vallahi ondan başka emzirecek bir çocuk bulamadı­ğım için onu almak mecburiyetinde kaldım. Onu alır almaz arkadaşları­mın yanına getirip yola çıktık. O emmeye başlayınca, memelerim ona bol bol süt vermeye başladı. Kana kana içti. (Süt) kardeşi de kana kana içti ve doydular. Eve varınca kocam, o cılız keçimizin yanma gitti. Bir de ne görsün: Keçinin memeleri sütle dolmuş. Sağdı, içti, içtik. Nihayet he­pimiz doyduk. O gece, tok ve rahat uyuduk. Sabah olunca kocam bana dedi ki: "Ey Halime! Allah'a yemin ederim ki, sen mübarek bir insan al­mışsın. Onu aldığımız günün gecesinde evimize dolan hayır ve bereketi görmedin mi? Ve Allah (c.c), bize bahşettiği bu hayrı daha da arttıracak­tır."

Rasûlullah (s.a.v.)'ı, Mekke'den alıp memleketimize dönmek üzere yola çıkmıştık. Allah'a andolsun ki o cılız bineğimiz, diğerlerini geride bıraktı. Bir hızlanmıştı ki, değmeyin gitsin. Öyle ki yol arkadaşlarım; "Vay be Halime! Bu, bizimle beraber gelirken bindiğin o cılız hayvan de­ğil mi?" diye sormuşlar, Ben de; "Evet, vallahi ta kendisi!" demiştim. Bu­nun üzerine onlar da, "Vallahi, bunda bir iş var!" demişlerdi.

Nihayet yurdumuza, Sa'd oğulları kabilesinin yaşadığı yere gelmiş­tik. O zamana kadar dünyanın en kurak ve en kıtlık yeri olarak orasını biliyordum. Ama artık koyunlar sabahleyin otlamaya çıkıyor. Akşamle­yin tok olarak dönüyordu. Biz de dilediğimiz kadar onlardan süt sağı­yorduk. Çevremizdekilerin davarlarıysa, bir damla bile süt veremiyor-lardı. Akşamleyin eve aç olarak dönüyorlardı. Öyleki sahipleri, çobanla­rına öfkelenerek; 'Yazıklar olsun size! Halimelerin davarları nerede ot­lanıyorsa siz de davarlarınızı orada otlatın." diyorlardı. Bunun üzerine çobanları, davarlarını bizimkilerin otladıkları yerlerde otlatıyorlardı ama akşamleyin davarları eve yine aç olarak dönüyorlardı. Bir damla süt veremiyorlardı.

Bizimkilerse eve tok olarak dönüyorlar, biz de onlardan dilediğimiz kadar süt elde ediyorduk. Cenâb-ı Allah, bize bereket yüzü göstermeye devam ediyordu.

Böylece iki yıl geçti. Rasûlullah (s.a.v.), diğer çocuklardan çok farklı biçimde gelişti. Allah'a andolsun ki, iki yıla varmadan güçlü bir çocuk haline geldi. Onu, annesine götürdük ama onda gördüğümüz uğur ve be­reket dolayısıyla teslim etmek istemiyorduk. Annesi onu görünce, dedim ki: "İzin ver de çocuğu bu sene de yanımızda tutalım. Çünkü Mek­ke'deki salgına yakalanmasından korkuyoruz." Israrlarım sonucunda annesi, bu isteğimi kabul etti. Bizimle beraber gönderdi. Aradan iki, üç ay geçmişti. Bir ara Rasûlullah ile süt oğlum, evimizin arka kısmında kuzularımızı otlatmaktayken kardeşi koşarak yanıma gelip şöyle dedi: "Şu Kureyşli kardeşime beyaz elbiseli iki adam geldi. Onu yere yatırıp karnım yardılar!" Kocamla birlikte koşup yanma vardık. Ayağa kalk­mış ve rengi sararmıştı. Kocanı onu kucaklayarak; "Neyin var yavrum?" diye sordu. "Beyaz elbiseli iki adam yanıma gelip beni yere yatırdılar. Karnımı yarıp içinden birşey çıkardılar. Onu attılar. Sonra karnımı yine kapatıp, eski haline getirdiler." dedi. Onu alıp eve getirdik. Kocam dedi ki: "Halime! Çocuğumuzu cinlerin çarpmış olmasından korkuyorum. Korktuğumuz şey kendisinden görülmeden önce onu sahiplerine versek mi acaba, ne dersin?"

Kocamın bu teklifi üzerine Rasûlullah'ı alıp Mekke'ye götürdük. Annesinin ondan başka endişe duyacağı birşeyi yoktu. Çocuğunu kendi­sine takdim ettik. "Ey emzirici! Çocuğu neden geri getirdiniz. Hani ona tutkundunuz?" diye sorunca, dedik ki: "Hayır, andolsun ki Allah'ın saye­sinde ona karşı görevimizi yerine getirdik. Yalnız telef olmasından ve başına bazı haller gelmesinden korkuyoruz. Onun için ailesine teslim edelim, diye düşündük." "Sizde bir hal var. Durumunuzu, olduğu gibi bana anlatın." deyip gerçeği anlatmamız için ısrar edince, Rasûlullah'ın başından geçen olayı ona anlattık. Dedi ki: "Şeytanın ona zarar verme­sinden mi endişe ediyorsunuz? Hayır, Allah'a yemin ederim ki şeytan, ona zarar vermek için firsat bulamayacaktır. Vallahi, oğlum büyük bir adam olacaktır. Onun haberini size anlatayım mı?" Evet anlat, dememiz üzerine: "Rasûlullah'a hamile oldum. Karnımda onun kadar hafif ve zahmet vermez bir yavru düşünemezdim. Hamileliğim esnasında şöyle bir rüya gördüm: Sanki benden bir nur çıkmıştı. O nur, Şam saraylarını aydınlatıp bana göstermişti. Doğurduğumda da diğer çocuklardan fark­lı bir şekilde, ellerini yere dayamış, başını semaya dikmiş vaziyette yere düştü. Artık onu bırakın." dedi.

Bu hadis başka yollarla da rivayet edilmiştir. Bu, siyer ve meğazi âlimleri arasında dolaşan meşhur hadislerdendir.

Vakidî jbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: "Halime, Hz. Pey-gamber'i aramaya çıkmış, onu, kuzuların yanında süt kızkardeşiyle be­raber bulmuştu. "Bu sıcakta burada işiniz ne? diye sorunca o şöyle demişti: "Anneciğim! Kardeşim, sıcakla karşılaşmadı ki. Bir bulutun onu gölgelendirdiğini gördüm. O durunca bulut da duruyor, o yürüyünce bulut da yürüyordu. Böylece buraya kadar geldi!»

İbn İshak'm rivayetine göre bir gün sahabeler, Rasûlullah (s.a.v.)'a "Bize, kendinden söz et." dediler. O da buyurdu ki: "Ben, atam İbrahim'in duası ve İsa (a.s.)'nm müjdesiyim. Bana hamileyken annem, ken­disinden bir nur çıktığını ve o nurun Şam saraylarım aydınlatıp kendisi­ne gösterdiğini gördü. Sa'd b. Bekr oğulları kabilesinde süt emdim. Ora-    . da kuzularımızı otlatmaktayken beyaz elbiseli iki adam yanıma geldi. Beraberlerinde içi kar dolu altın bir leğen vardı. Beni yere yatırıp karnı­mı yardılar. Sonra kalbimi çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp attılar. Sonra kalbimi ve karnımı, o kar ile yıkadılar. Tertemiz hale geldikten sonra kalbimi yerine koyup karnımı eski haline döndür-   ' düler. Bu işi tamamladıklarında biri, diğerine dedi ki: "Onu, ümmetin­den on kişi ile tart." Tarttı, o on kişiye denk geldim. Sonra: "Onu, ümme­tinden yüz kişi ile tart." dedi. Tarttı, o yüz kişiye de denk geldim. Sonra, "Onu, ümmetinden 1000 kişi ile tart." dedi. Tarttı, o 1000 kişiye de denk geldim. Sonunda, "Bırak onu. Eğer onu, ümmetinin tümüyle de tartsan, onlara denk gelir." dedi."

Bu rivayetin senedi, güzel ve kuvvetlidir.

Adamın biri, Hz. Peygamber'e: "Senin ilk zamanlarındaki durumun * nasıldı, ya Rasûlallah? diye sormuş. O da bu soruyu şöyle cevaplamış: "Benim dadım, Sa'd b. Bekr oğulları kabilesindendi. Onun oğluyla bir­likte kuzularımızı otlatmaya götürmüştük. Ama yanımıza azık alma­mıştık. Ona; "Kardeş, git de annemizden bize azık alıp getir." demiştim. Kardeşim gitmiş, ben de kuzuların yanında kalmıştım. Kartal gibi iki beyaz kuş bana doğru geldi. Biri, diğerine, "Bu, o mu?" diye sordu. Diğeri de, "Evet, odur." deyince üzerime doğru uçup geldiler. Beni, sırt üstü ye­re yatırıp karnımı yardılar. Sonra kalbimi çıkarıp yardılar. İçinden si­yah renkte iki parça kan pıhtısı çıkardılar. Biri, diğerine; "Bana kar su­yu getir." dedi. Getirip onunla vücudumun içini yıkadılar. Sonra biri, di­ğerine, "Dik" dedi. Karnımı dikti. Kalbimin üzerine de peygamberlik mührünü vurdu. Biri, diğerine: "Onu bir kefeye, ümmetinden 1000 kişiyi de öbür kefeye koy." dedi. Üzerimde 1000 kişiyi görünce, üstüme düşmelerinden korktum. Biri, diğerine tekrar: "Eğer ümmetiyle denk olup aynı seviyede kalsaydı, onlara meylederdi." dedi. Sonra da yanım­dan ayrılarak uçup gittiler. Ben, çok korkmuştum. Karşılaştığım duru­mu koşup süt anneme anlattım. Çarpılmış olmamdan korktu. "Seni, Al­lah'a havale ediyorum." dedi. Devesini hazırladı. Beni deveye bindirdi. Kendisi de terkime bindi. Yola çıktık. Nihayet annem (Amine)nin yanı­na vardık.(Halime): "Ben, emaneti teslim ettim, zimmetten kurtul­dum." diyerek başıma gelenleri anneme anlattı. Annem, hiç telaşlanma­dı. Dedi ki: "Benden bir nur çıktığını, o nurun Şam saraylarını aydınla­tarak bana gösterdiğini gördüm." dedi.

Bu hadisi, Bakiyye b. Velid'den, İmam Ahmed b: Hanbel rivayet et­miştir.

İbn Asakir, Urve b. Zübeyr'in, Ebu Zerr el-Gıfarî'den bahsederken şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ebu Zerr demiş ki: "Ya Rasûlallah! Pey­gamber olduğunu öğrendiğinde bu işi nasıl anladın ve buna nasıl inan­dın?" Rasûlullah. (s.a.v.) şöyle cevap vermiş: "Ey Eba Zeri*! Ben, Mekke vadilerinden birindeyken iki melek bana geldi. Biri yere indi, diğeri de gök ile yer arasında durdu. Biri, diğerine sordu: "Bu, o mu?" Diğeri, "Evet, bu, o" diye cevap verdi. "Onu, bir adamla tart." dedi. Tarttı, ben o adamdan ağır geldim..." Rasûlullah, bu hadisenin devamı olan göğüs , ameliyatını ve iki omuzu arasına peygamberlik mührünün vurulmasını da anlatmış, sonunda da şöyle buyurmuştur: "O iki melek, yanımdan ay­rılıp gidinceye kadar yaptıklarım gözlerimle görür gibiydim."

Sahih-i Müslim'de, Enes b. Malik'den gelen bir rivayette şöyle den­mektedir: Rasûlullah (s.a.v.), çocuklarla oyun oynamaktayken Cebrail gelip onu yere yatırarak göğsünü yarmış,kalbini çıkarıp içinden siyah bir kan pıhtısı çıkararak: "İşte bu, şeytanın payıdır." demiş; sonra kalbi­ni altın bir leğen içinde Zemzem suyuyla yıkayıp,tekrar yerine koyarak göğsünü dikip eski haline döndürmüş. Onu bu halde gören oyun arkadaşları, koşarak süt annesinin yanına gitmiş ve: "Muhammed öldü­rüldü!" demişlerdi. Yanına döndüklerinde, Rasûlullah in yüzünün sap­sarı olduğunu görmüşlerdi. Enes (r.a.): "Ben Rasûlullah'm göğsündeki dikiş izini görmüştüm." demiştir.

İbn Asakir, Enes (r.a.)'in şöyle dediğim rivayet etmiştir; "Namaz, Medine'de farz kılındı. Rasûlullah (s.a.v.)'a iki melek geldi. Onu alıp Zemzem kuyusunun yanına götürdüler. Karnını yarıp iç organlarını çı­kardılar. Altın bir leğene koyup içinde Zemzem suyu ile yıkadılar. Sonra karnına ilim ve hikmet doldurdular.

İbn Vehb yoluyla gelen bir rivayette de Enes şöyle demiştir: " Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma üç gece peşpeşe gelenler oldu. Biri; "Onla­rın efendilerini ve en hayırlılarını alın." dedi. Bunun üzerine Rasûlullah . (s.a.v.)'ı alıp Zemzem kuyusunun yanma götürdüler. Karnım yardılar. Sonra altın bir kap getirildi. İçi, o kapta yıkandıktan sonra da karnına iman ve hikmet dolduruldu.»

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan İsrâ hadisinde de Hz. Peygamber (s.a.v.), miraç gecesinde göğsünün yarılarak içinin Zemzem suyuyla yıkandığını söylemiştir. Böyle bir olayın, biri Rasûlullah'm ço­cukluğunda, biri de miraç gecesinde olmak üzere iki kez meydana gel­miş olması, çelişkili birşey değildir. Evet, bir defasında süt annesinin yarımdayken göğsü yarılmıştı. Bir defasında da yüce Rabbi'nin huzu­runda bulunmak, onunla sohbet etmek üzere yüce âlemlere çıkmak üze­re miraç gecesinde göğsü yarılmıştı.

îbn îshak, Rasûlullah (s.a.v.)'m kendi ashabına şöyle dediğini nak­leder:

"Ben, Arapçayı en iyi bileninizin!. Ben, Kureyşliyim ve Sa'd b. Bekroğulları (kabüesi)nde süt emdim."

İbn İshak'm anlattığına göre Halime, onu sütten kestikten sonra Rasûlullah (s.a.v.)'ı annesine götürürken yolda bir Hristiyan kervanı onlara rastlamış; onu yakalayıp "Şu çocuğu hükümdarımıza götürelim; bunda çok iş var!" demişlerdi. Rasûlullah, büyük bir gayret sarfederek onlardan kaçıp kurtulabilmişti.

Anlatıldığına göre Halime, başına bir musibet gelmesinden korktu­ğu için Rasûlullah'ı annesine teslim etmek üzere geri götürürken Mekke yakınlarında kaybetmiş, aramış ama onu bir türlü bulamamıştı. Dedesi Abdülmuttalib'in yanma gitmiş, durumu anlatmıştı. Abdülmuttalible birkaç kişi onu aramaya çıkmışlardı. Varaka b. Nevfel ile Kureyşli bir başka adam, onu bulup dedesine getirmişlerdi. Dedesi, onu alıp omuzu-na koyarak Kabe'yi beraberce tavaf etmiş, musibetlere karşı onu koru­ması için Cenâb-ı Allah'a duaetmiş, sonra da annesi Amine'3e teslim et­mişti.

el-Ümevî, Said b. Müseyyeb yoluyla yaptığı bir rivayette Rasûlullah (s.a.v.)'m doğumunu, Halime'den süt emişini anlatmıştır. Ancak bu anlatımda Muhammed b. İshak'ın anlatım sırasına riayet etmemiştir. Yine el-Ümevî'nin anlattığına göre Abdülmuttalib, oğlu Abdullah'a kendisine bir süt annesi bulması için Rasûlullah (s.a.v.)'ı alıp Arap kabi­lelerini dolaşmasını emretmiş. Abdullah ta dolaşmış, nihayet Hali-me'yi, oğluna süt emzirmek üzere kiralamış. Rasûlullah (s.a.v.), Hali-me'nin yanında altı yıl kalmış. Halime, onu her yıl dedesinin, ziyaretine götürürmüş. Göğsü yaradığında onu annesine teslim etmiş. İki yıl da. annesinin yanında kalıp sekiz yaşma vardığında annesi vefat etmiş. Bu­nun üzerine dedesi Abdülmuttalib, onun bakımım üstlenmiş, on yaşma kadar onun yanında kalmış, o da vefat edince Rasûlullah (s.a.v.), öz am­caları Zübeyr ile Ebu Talib tarafından koruma altına alınmış. On küsur yaşındayken, amcası Zübeyr onu beraberinde Yemen yolculuğuna çı­karmış. Bu yolculukta, Rasûlullah'ta bazı olağanüstü haller görmüşler. Nitekim geçmekte oldukları bir vadide bir erkek deve yollarım kesmiş, Rasûlullah'ı görünce de yere çöküp o iri gövdesini yerlere sürmüş. Rasûlullah (s.a.v.) da ona binmiş.

Yine Yemen yolculuğunda Rasûlullah (s.a.v.), beraberindeki kafi­leyle birlikte Arim seline dalmış, Cenâb-ı Allah ta, onlar geçinceye ka­dar o seli kurutmuş, böylece yollarına devam etmişler. Kendisi ondört yaşındayken amcası Zübeyr vefat etmiş, bu defa amcası Ebu Talib, onun bakımını yalnızca üstlenmiş.

Sonuç olarak diyebiliriz ki; henüz küçük yaştayken Rasûlullah (s.a.v.)'m uğur ve bereketi, Halime es-Sa'diye ve ailesi üzerine yağmış. Mekke fethinden bir ay sonra vuku bulan Hevazin savaşında esir aldığı Hevazinlüeri de lütuf yağmuruna tutmuştu. Kendi yanlarında süt emip.Artık büyüdüğünü hatırlatmaları üzerine şefkat duyguları kabarmış, onları serbest bırakmakla bir daha ihsanda bulunmuştu. Yeri geldiğinde bu konuda tafsilatlı bilgi vereceğiz.

Muhammed b. İshak, Hevazin savaşıyla ilgili olarak dedi ki: Amr b, Şuayb, dedesinin şöyle dediğini, babasından naklen rivayet eder: "Hü-neyn savaşında Rasûlullah (s.a^v.) ile birlikteydik. Mallarım ganimet, adamlarım da esir olarak ele geçirdikten sonra dönüşte Hevazin heyeti, Müslümanlığa girmiş olarak Cirane mıntıkasında Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma gelip kendisiyle görüştü. Görüşme esnasında dediler ki: "Ya Rasûlallah! Bizler senin ailen ve aşiretiniz. Sence de bilinmektedir ki, bizler belaya uğradık. Bize lütufta bulun İd, Allah da sana lütufta bulun­sun." Daha sonra konuşmacıları Züheyr b. Surad, kalkıp şunları söyledi: 'Ya Rasûlallah! Ağıllardaki esirler arasında teyzelerin ve seni besleyip büyütmüş olan bakıcıların vardır. Bizler eğer Ebu Şemr (Haris el-Gas-sanî) veya Numan b. Münzir'i emzirmiş, sonra da senden gördüğümüz bu musibeti onlardan görmüş olsaydık, yine de onların iyilik ve şefkatle­rini umardık. Oysaki sen, kendisine dadılık yapılmış olanların en hayır-ksısm."

Konuşmacı, böyle dedikten sonra şu şiiri okumaya başladı. 'Ya Rasûlallah! Bize lütuf ve ihsanda bulun. Sen, kendisinden hayır umulan bir insansın. Kader engeliyle karşılaşan, bu dönemde düzeni bozulan bir kavme lütfet. Bu zaman, bizi üzgün, kalbi gamlı ve kederli kimseler haline getirdi ki medet diliyoruz senden. Denendiğinde her­kesten üstün gelen ey âlicenâb insan, eğer senin ihsanına mazhar ola­mazsak, devamlı olarak hüzünlü ve kederli kalırız.

Memelerinden inci damlaları gibi süt emdiğin kadınlara lütfet. Ge­lip gittiğinde seni süsleyen ve seni emziren kadınlara lütfet. Bizi mah­vetme, öldürüp de yok etme. Hayatta bırak bizi. Biz çiçek yığını gibi bir milletiz. Başkaları nankörlük etseler de biz, iyiliğe şükranla karşılık ve­ririz. Bu günden sonra biz, iyiliğini unutmayız." Bu kıssa, Ubeydullah b. Remahis el-Kelbî er-Remelî kanalıyla rivayet edilmiştir.

Ziyad b. Tarık el-Cüşemî, kavminin reisi Ebu Surad ^üheyr b. Cer-vel'in şöyle dediğini rivayet eder:" Rasûlullah (s.a.v.), Hüneyn savaşın­da bizi esir almıştı. Kadın ve erkek esirlerin ayırımını yaparken bir ara fırlayıp önüne gittim ve oturup çocukluk dönemini Hevazin kabilesi ara­sında geçirip orada büyüyüşünü ve Hevazinli kadınlardan süt emişini kendisine hatırlatan şu şiirimi okudum:

"Ya Rasûlallah! Bize rahat bir hayat bahşedip lütufta bulun. Sen, iyiliği umulan ve ihsanını beklediğimiz bir kimsesin. Kaderce geri bıra­kılan, bu zamanda düzeni altüst olan bir kavme lütfet. Savaş, bizi öyle bir duruma soktu ki, eğer yağdırdığın ihsanlara mazhar olamazsak, kalplerimiz gamlı ve kederli kalır. Hüzünlü halde medet dileyenler olunız. Ey denendiğinde yumuşak huyluluğu ağır basan âlicenâb insan! Memelerinden inci taneleri gibi süt emdiğin kadınlara lütfet. Küçücük bir bebek iken seni emziren ve gelip gittiğinde seni süsleyen kadınlara lütfet. Bizi, mahvetme. Öldürüp de yok etme. Bizi, hayatta bırak. Biz çi­çek yığını gibi bir milletiz. Başkaları nankörlük etse bile, biz nimete şükranla mukabele ederiz. Bu günden sonra senin iyiliğim unutmayız. Sütlerini emdiğin annelerine af gömleğini giydir. Senin affedici oldu­ğun, herkesçe bilinmektedir. Bu halin öldürmektense, onlara af gömle­ğini giydirmeni umuyoruz. Çünkü sen, affeder ve yardım elini uzatırsın. Bizi bağışla. Allah da seni kıyamet gününde korktuğun azaptan affet­sin. Çünkü sana zafer gelmiştir."

Ebu Surad'm bu şiirini tamamlamasından sonra Rasûlullah (s.a.v.): "Bana ve Abdülmuttalib oğullarına ait esirler, Allah rızası ve si­zin hatıranız için serbesttirler." dedi. Bunun üzerine Ensâr da: "Bize ait esirler de Allah ve Rasûlunün rızası için serbesttir." dediler.

İleride de açıklanacağı gibi başta kadın ve çocuk olmak üzere Rasûlullah (s.a.v.), onlardan 6000 esiri serbest bıraktı. Bir çok davar ve hizmetçiyi de ihsan olarak verdi. Öyleki Ebü'l-Hüseyin b. Faris; «Rasûlullah (s.a.v.), onlardan 500.000 dirhem değerinde esir salıverdi.» demiştir. Bütün bunlar, onun dünyadaki acil (peşin, dünyadaki) bere-ketlerindendir. Acaba kendisinin yolundan yürüyenlere ahirette bahşe­deceği bereketler ne kadar olacaktır? [7]

 

Fasıl

 

Hz. Peygamber'in, süt annesi Halime'nin yanından ayrılıp annesi Amine'nin yanma dönmesinden sonraki dönemi anlatan İbn İshak şöyle der: Rasûlullah (s.a.v.), annesi Vehb kızı Amine ile dedesi Abdülmutta-lib'in yanında ve Cenâb-ı Allah'ın himayesinde kaldı.Yüce Rabbi, onu yüksek makamlara erişecek şekilde, güzelce terbiye edip geliştirdi. Altı yaşma vardığında annesi Vehb kızı Amine vefat etti. Abdullah b. Bekr... b, Hazm'in bana anlattığına göre Rasûlullah (s.a.v.), altı yaşındayken annesi Amme, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva köyünde vefat etmiş. Annesi onu, dayıları olan Adiyy b. Neccar oğullarının ziyaretine götürmüş. Medine'deki bu ziyaretini tamamladıktan sonra Mekke'ye dönüş yolunda, Evba'da vefat etmiş.

Vakidî'nin anlattığına göre annesi Amine, (cariyesi) Ümmü Ey-men'i de yanma alarak Hz. Peygamber'i altı yaşındayken, dayılarının ziyareti için Medine'ye götürmüş.

Yol arkadaşları Ümmü Eymen diyor ki: Bir gün Medine Yahudile-rinden iki adam yanıma gelip: "Muhammed'i getir de görelim." dediler. Getirdim, ellerine alıp baktılar. Biri, diğerine dedi ki: "Bu, bu ümmetin peygamberidir. Burası (Medine) da onun hicret edeceği yer olacaktır. Bu sebeple de çok miktarda adam öldürülecek ve fazla sayıda esir alınacak­tır!" Annesi, bu sözleri duyunca korktu. Mekke'ye dönmek üzere yola çıktı. Ebva köyünde vefat etti.

Ahmed b. Hanbel, babasından nakilde bulunan Ebu Büreyde'nin şöyle dediğini rivayet eder: Babam bana dedi ki: "Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte bir yolculuğa çıktık. Veddan denen yere geldiğimizde: "Az bekle­yin. Ben gelinceye kadar yerinizden ayrılmayın." dedi ve aceleyle gitti. Az sonra yanımıza döndüğünde pek keyifli görünmüyordu. Buyurdu ki: "Muhammed'in annesinin mezarına gittim. Ona şefaatte bulunmak için Rabbimden izin diledim, ama beni menettî. Ben, sizi mezarları ziyaret­ten menetmiştim. Artık ziyaret edebilirsiniz. Üç günden sonra kurban etlerini yemekten sizi menetmiştim. Artık uygun gördüğünüz kadarını yeyip kalan kısmını saklayabilirsiniz. Şu kaplardan içmenizi yasakla­mıştım. Artık gerekince içebilirsiniz."

Beyhakî'nin rivayetine göre Süleyman b. Büreyde, babasının şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), bir mezar kalıntısının yanına gelip oturdu. Çevresindeki insanlar da ona bakıp oturdular. Konuşan bir hatip gibi başım sallamaya, sonra da ağlamaya başladı. Hz. Ömer, karşısına dikilip: "Seni ağlatan nedir, ya Rasûlallah?" diye sordu. O da buyurdu ki: "Bu, Vehb kızı Amine'nin mezarıdır. Burayı ziyaret etmek için Rabbimden izin istedim. Bana, bu izni verdi. Annem için istiğfarda bulunma iznini diledim. Rabbim, bana bu izni vermedi. Şimdi de anne­min şefkati bana ulaştı. Onun için ağladım."

Rasûlullah (s.a.v.), o kadar ağlamıştı ki, daha önce ve daha sonra o kadar ağladığı görülmemişti.

Beyhakî, Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.), mezarları dolaşmaya çıkmış, biz de kendisiyle bera­ber çıkmıştık. Oturmamızı buyurdu, biz de oturduk. Sonra mezarları dolaştı, nihayet bir mezarın yanma gidip durdu. Onunla uzun uzadıya ve alçak bir sesle konuştu. Sonra yüksek sesle ağladığını gördük. O ağla­yınca biz de ağladık. Sonra yüzünü bizden tarafa çevirdi. Hattab oğlu Ömer, karşısına dikilip: "Seni ağlatan nedir, ya Rasûlallah? Doğrusu biz de korktuk ve ağladık." dedi. Rasûlullah (s.a.v.), yanımıza gelip oturdu ve: "Ağlamam sizi korkuttu mu?" diye sordu. "Evet..." dememiz üzerine şöyle buyurdu: "Yanma varıp konuştuğum mezar, Vehb kızı Amine'nin mezarıydı. Orayı ziyaret etmek için Rabbimden izin diledim... Bana bu izni verdi. Onun için istiğfarda bulunmak üzere Rabbimden izin dile­dim, ama bana bu izni vermedi ve şu ayet-i kerime'yi inzal buyurdu:

"Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek, peygambere ve mü'minlere yaraş­maz.İbrahim'in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir söz­den Ötürü İdi." (et-Tevbe, 113-114.)

Mezarını ziyaret edince, çocuğun anasına duyduğu şefkat duygusu beni etkiledi. Beni ağlatan işte budur."

Müslim, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.), annesinin mezarını ziyaret etti. Ağladı, çevresindekileri de ağ­lattı. Sonra şöyle dedi:

"Annemin mezarını ziyaret etmek için Rabbimden izin istedim, ba­na bu izni verdi. Onun için istiğfarda bulunma iznini istedim, ama bana bu izni vermedi. Artık mezarları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü bu, size ölümü hatırlatır."

Müslim., Enes'ten rivayet etti ki; Adamın biri gelip: "Ya Rasûlallah! Babam nerede?" diye sordu. O da; "Baban ateştedir!" dedi. Adam dönüp gidecek olunca onu çağırıp; "Doğrusu senin baban da benim babam da ateştedir!» dedi.

Beyhakî, Amir b. Sa'd'm babasının şöyle dediğini rivayet eder: bir Arap, Hz. Peygamber'e gelerek şöyle sordu: "Babam, dost ve akrabaları­nı ziyaret eder, onlarla iyi geçinir, şöyle ve böyle (iyilikler) yapardı. O ne­rededir?" Rasûlullah (s.a.v.), "Ateştedir." deyince adam, bu sözden alın­dı ve, 1fYa Rasûlallah! Senin baban nerededir?" diye sordu. Bunun üzeri­ne Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Her nerede bir kafirin mezarına uğrarsan, onu ateşle müjdele!" dedi. O Arap bundan sonra Müslüman oldu ve dedi ki: "Rasûlullah (s.a.v.), beni yorucu bir işle görevlendirdi. Her bir kafirin mezarına uğradıkça onu mutlaka ateş ile müjdeliyorum."

Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Amr'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Bir ara Rasûlullah (s,a.v.) ile beraber yürüyorduk. Bir kadın göründü. Onu tanıdığını sanmıyordu. Yolun ortasına gelince durdu. Kadın da ge­lip ona ulaştı. Bir de baktı ki o kızı Fatıma imiş. "Evden çıkmana sebep ne ey Fatıma?" diye sorunca o da; "Şu eve başsağlığına geldim. Ölüleri vardı, acıdım onlara." dedi. Rasûlullah (s.a.v.); "Belki de onlarla birlikte mezarlığa kadar da gittin?" diye sorunca Fatıma şöyle dedi: "Onlarla birlikte mezarlığa kadar gitmiş olmaktan Allah'a sığınırım. Çünkü se­nin bu konuda neler söylediğini biliyorum." dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Eğer onlarla birlikte mezarlığa gitmiş  olsaydın, babanın dedesi (Abdülmuttalib), Cennet'i görünceye, kadar sen Cennet'i göremezdin!"

Özetle demek istediğim şu ki; Abdülmuttalib, cahiliye dini üzere öl-   ' müştür. Ama Şiîler, o ve oğlu Ebu Talib hakkında böyle düşünmemekte­dirler. Bununla ilgili açıklama, Ebu Talib'in vefatı bölümünde gelecek­tir.

Beyhakî, "Delailü'n-Nübüvve" adlı kitabında bu hadisleri rivayet ettikten sonra der ki: Ölünceye kadar putlara taptıkları ve Meryem oğlu İsa'nın dinine de tâbi olmadıkları halde nasıl olur da Hz. Peygamber'in anne, baba ve dedesi, ahirette bu vasıfta olmazlar! Ama kafirlikleri, Hz. Peygamberin nesebi için kusur değildir. Çünkü kafirlerin nikahlan sa­hihtir. Görmez misin ki onlar eşleriyle beraber Müslüman olmaktadır­lar? Eğer aralarında akdettikleri nikah, İslam fıkhına (hukukuna) uy­gunsa, Müslümanlığa girdiklerinde eşlerinin onlardan ayrılmaları ve nikah akdini yenilemeleri gerekmez. Muvaffakiyyet Allah'tandır...

Rasûlullah (s.a.v.)'m, dedesiyle anne ve babasının Cehennemlik ol­duklarını haber vermiş olması; çeşitli yollardan rivayet edilen ve fetret devri insanlarıyla çocuk, deli ve sağırların kıyamet gününde mahşer meydanında hesaba tabi tutulacaklarını bildiren hadise ters düşme­mektedir. "Biz peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz." ayetini[8] tefsir ederken bu hadisin sened ve metnini uzun uzadıya nak­letmiştik. Onlardan kimi, peygamberlerin davetine icabet etmiştir, ki­mi de icabet etmemiştir. Bunlar, icabet etmeyenler zümresinden olabi­lirler ki, bu durumda da herhangi bir çelişki söz konusu olmaz. Hamd ve minnet Allah'adır.

Süheylî'nin, Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadise gelince, bunda, Rasûlullah (s.a.v.)'m anne ve babasını diriltmesini Rabbinden dilediği, Rabbinin onları dirilttiği, onların da ona iman ettikleri anlatılmaktaysa da bu gerçekten münker olan bir hadistir. Böyle bir şeyin vukuu, her ne kadar Allah'ın kudreti açısından mümkünse de, buna ters düşen sahih hadisler vardır. Doğruyu en iyi bilen, yüce Allah'tır. [9]

 

Fasıl

 

İbn İshak dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.), annesi Vehb kızı Amine'nin vefatından sonra dedesi Haşim oğlu Abdülnıuttalib'in yanında kaldı. Abdülmuttalib için Ka'be'nin gölgesinde yatak serilir, o gelinceye kadar oğulları o yatağın etrafında otururlardı. Babalarına olan saygılarından dolayı hiçbiri o yatağın üstüne oturmazdı. Rasûlullah (s.a.v.), gelişmiş bir çocuk idi. Gelir, dedesinin yatağının üzerine otururdu. Oraya otur­masını engellemek için amcaları onu tutup geri çekerlerdi ama dedesi Abdülmuttalib, oğullarının bu hareketini görünce; "Oğluma ilişmeyin. Allah'a and olsun ki o büyük bir adam olacaktır." der, sonra da onu kendi yanma, yatağının üzerine oturtur, eliyle sırtını okşardı. Rasûlullah'm yaptığı hareketleri görmekten sevinç duyardı.

VaMdî, İbn Cübeyr tarikiyle şu rivayeti nakleder: Rasûlullah (sa.v.), annesi Vehb kızı Amine ile beraberdi. Amine'nin vefatından sonra de­desi Abdülmuttalib onu yanına aldı. Bağrına bastı. Çocuklarına göstermediği şefkati ona gösterdi. Hep yakınında tutardı. Rasûlullah, yalnız kaldığında, uyuduğunda onun yanında olurdu. Onun yatağının üzerin­de otururdu. Bu durumunu gördüğünde Abdülmuttalib şöyle derdi: "Oğluma dokunmayın. O, bir hükümdarlık kuruyor." Müdlic oğullarından bir grup adam, Abdülmuttalib'e şu uyarıda bulunmuştu: "Şu çocuğu muhafaza et. Çünkü bunun kadar üstün ve ile­ri bir kimse görmüş değiliz."

Abdülmuttalib de, yanında duran Ebu Talib'e; "Şunların dedikleri­ni duy." diye uyarıda bulunmuş, Ebu Talib de onu muhafaza altında tut­muştu:

Yine bir defasında Abdülmuttalib, Hz. Peygamber'in bakıcılığım (dadılığı) yapan Ummü Eymen'e şu öğüdü vermişti: "Ey Bekere! Oğlum­dan gözlerini ayırma. Doğrusu onu sidreye yakın çocuklarla (melekler­le) beraber gördüm. Ritab ehli kimseler, oğlumun bu ümmetin peygam­beri olacağına inanmaktadırlar."

Abdülmuttalib, onsuz yemek yemez ve: "Oğlumu da yanıma geti­rin." derdi.

Bunun üzerine Rasûlullah'ı onun yanma getirirlerdi. Vefat edeceği zaman, Rasûlullah'a. bakması için Ebu Talib'e vasiyette bulundu. Onu koruyup gerekli ihtimamı göstermesini tenbihledi. Bu vasiyeti yaptık­tan sonra vefat etti ve Hacun mezarlığına gömüldü.

İbn îshak der ki: Rasûlullah (s.a.v.) sekiz yaşma girdiğinde, dedesi Haşim oğlu Abdülmuttalib öldü. Ölmeden önce kızlarını yanma topladı. Kendisi için ağıt dökmelerini tenbihledi. Kızları şunlardı: Erva, Ümey-me, Berre, Safiye, Atike ve Ümnıü Hakim el-Beyza idi. İbn îshak, Abdül-muttalib'in kızlarının, babalan üzerine ağıt yakarken söyledikleri şiir­leri nakleder ve babalannm ölmeden Önce bu şiirleri dinlediğini söyler. "Bu şiirler, çok beliğ bir mersiye idi" diyerek bu konuda detaylı açıkla­malarda bulunur.

İbn Hişam ise, şiir bilgisine sahip kimselerin bu şiirlerden haberleri

olmadığını söylemiştir.

İbn İshak dedi ki: Haşim oğlu Abdülmuttalib vefat edince hacılara su temin etme (sikaye) görevini küçük oğlu Abbas üstlendi. Zemzem ku­yusunun idaresini de üzerine aldı. İslâmiyet dönemine kadar bu görev­leri o yürüttü. Mekke fethinden sonra da bu görevleri o yürüttü. Rasûlullah, Mekke fethinden sonra da bu görevleri onun uhdesinde bı­raktı.

Abdülmuttalib'in vefatından sonra Rasûlullah (s.a.v.), dedesinin vasiyeti gereğince amcası Ebu Talib'in yanında kaldı. Çünkü Ebu Talib, Rasûlullah(s.a/v.)'m.babası Abdullah'ın öz kardeşiydi. Anneleri Fatıma binti Amr b. Aiz b. İiîıran b. Mahzum idi.

Ebu Talib, Rasûlullah (s.a.v.)'ı yanma alıp idaresini üstlenmişti.

Vakidî'nin de rivayetine göre Abdülmuttalib vefat edince Ebu Talib, Rasûlullah (s.a.v.)'ı yanma almış, hep beraberinde bulundurmuştur. Ebu Talib, malsız mülksüz bir kimseymiş, Rasûlullah (s.a.v.)'ı kendi ço­cuklarından daha fazla sever, yatarken mutlaka onu da yatağına yatı­rır, bir yere giderken onu da beraberinde götürürmüş. Ona gösterdiği kadar başka hiçbir kimseye şefkat ve itina göstermemiştir.

Ebu Talib ailesinin ferdleri, onsuz (Hz. Peygamber) bir arada veya ayrı ayrı yemek yediklei"inde doymazlarmış. Ebu Talib, çoluk çocuğunu sofraya oturttuğunda, Rasûlullah (s.a.v.) sofraya gelmedikçe, yemeğe ellerini uzattırmazmış. O gelip kendileriyle birlikte sofraya oturduğun­da yemekleri artıp bereketlenirmiş. Onlarla beraber olmadığında da doymazlarmış. Ebu Talib; "O mübarek ve uğurlu bir kimsedir." dermiş. Ebu Talib'in çocukları, sabahleyin gözleri çapaklı, yüzleri tozlu olarak uyanırlarken; Rasûlullah (a.a.v.) gözleri sürmeli, yüzü temiz olarak uyanırdı.

Hasan b. Arfe, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Talib'in çocukları, sabahleyin gözleri çapaklı olarak uyanırlardı. Rasûlullah (s.a.v.) ise temiz ve parlak bir yüzle uyanırdı.

Ebu Talib, sabahları çocuklarının önüne yemek tabaklarını kor, on­lar da tabaklardaki yemekleri hemen bitirirlermiş. Ama Rasûlullah (s.a.v.), elini tabaklara uzatmaz, onlarla birlikte yemekleri yağmala-mazmış. Onun bu durumunu gören amcası, yemeğim ayrı bir sofra kur­durarak yedirirmiş.

İbn İshak'm nakline göre Yahya b. Abbad b. Abdullah b. Zübeyr, ba­basının şöyle dediğini rivayet etmiş: Lihbli bir adam vardı. İnsanların tipine bakarak gelecekleri hakkında bilgi verirdi. Bu adam, Mekke'ye geldiğinde Kureyşliler, gelecekleri hakkında bilgi vermesi için çocukla­rını yanma getirdiler. Ebu Talib de Rasûlullah (s.a.v.)'i ona getirdi. Adam, Rasûlullah'a baktı, ama arada başka birşeye baktı. İşini tamam­ladıktan sonra da; "Şu çocuğu bana verin." dedi. Ebu Talib, onun Rasûlullah'ı ele geçirmeye kararlı olduğunu görünce Rasûlullah'ı sakla­dı. Adam: 'Yazıklar olsun size! Az Önce gördüğüm o çocuğu bana verin. Allah'a yemin ederim ki, o büyük bir adam olacaktır." dedi. Ebu Talib de Rasûlullah'ı oradan alıp götürdü. [10]

 

Hz. Peygamberin, Amcası Ebu Talib İle Birlikte Şam'a Gitmesi Ve Rahip Bahira Île Karşılaşması

 

İbn İshak, yukarda naklettiğimiz sözlerine devamla şöyle demekte­dir: Daha sonra Ebu Talib, ticaret maksadıyla bir kervanla birlikte Şam'a gitti. Ancak anlatıldığına göre o, bu sefere çıkmadan yol hazırlığı­nı yaparken Rasûlullah (s.a.v.), ona çok tutkunluk göstermiş. Ebu Talib de dayanamayarak; "Vallahi, onu da beraberimde Şam'a götüreceğim. Ne ben ondan ayrılabilirim, ne de o benden ayrılabilir!" demiş.

Kafile, seyahatin ilk durağı olan Busra şehrine vardı. Orada, kendi manastırında yaşamakta olan Bahira adında bir rahip vardı. Hristiyanhk hakkında bilgisi vardı. Rahip olarak görevlendirildiğinden beri manastırdan ayrılmamıştı.

Kureyş kervanı, daha önceki yıllarda oradan kaç defa geçmişse de bu rahip onların karşısına çıkmamış, onlarla konuşmamıştı. Ama Re-sulûllah'ı beraberlerine aldıkları o yılda rahip Bahira, manastırı yakı­nında konakladıklarında kervanı karşılamış, onlara büyük bir ziyafet hazırlamıştı. Anlatıldığına göre Bahira, manastırındayken harikulade bir manzarayla karşılaşmış. Kureyş kervanı içinde, Rasûlullah (s.a.v.)'m da gelmekte olduğunu, onu, bir bulutun gölgelendirdiğini, da­ha sonra bu kervanın manastır yakınındaki bir ağacın gölgesi altında mola verdiğini görmüş. Rasûlullah'ı gölgelendiren buluta bakmış. Ağa­cın dallarının da Rasûlullah'm üzerine eğilerek onu gölgelendirdikleri­ni görmüş. Bahira, bu manzarayı görünce manastırından inerek adam­larına, yemek hazırlamalarını emretmiş, sonra da adam göndererek Kureyşli yolcuları yemeğe davet etmiş. Gelen misafirlere de şöyle demiş: "Ey Kureyş topluluğu! Sizin için ziyafet tertipledim. Büyük, küçük, hür ve köle, hepinizin bu yemeğe gelmenizi isterdim." Kureyşli davetliler-den biri de kalkıp şöyle demişti:"Ey Bahira! Bu gün sende bir hal var. Daha önceleri çok defalar buraya geldiğimiz halde bize yemek yapmaz­dın. Bu gün sende bambaşka bir hal var. Nedir bu hal?"

Bahira da şu cevabı vermişti: "Doğru söylüyorsun. Dediğin gibi daha önceleri size yemek vermezdim. Ama siz misafirsiniz. Size yemek yapıp ikramda bulunmak ve hazırlattığım yemekten hepinizin yemesini iste­dim."

Nihayet hepsi sofra basma toplandılar. Rasûlullah, küçük olduğu için onu, ağaç altındaki mola yerinde kervanın eşyalarını koruyup gö­zetmekle görevlendirmişlerdi. Bu yüzden o, yemeğe gelmemişti. Bahi­ra, mola yerine geldikleri esnada kervanda gördüğü o harikulade hali sofra başındayken göremeyince: "Ey Kureyş topluluğu! Aranızda sofra­ya gelmeyen kimse kalmasın." dedi. Dediler ki: "Ey Bahira! Hepimiz sof­rana geldik. Sadece en küçüğümüz olan bir çocuk, mallarımızı bekle­mekte olduğundan gelemedi." Bahira bu durumu kabullenmedi. "Böyle yapmayın. Onu da çağırın. O da sizinle beraber bu yemekten yesin." de­yince Kureyşlilerden biri; "Lat ve Uzzaya andolsun ki, Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib'in beraberimizde bu sofrada bulunmaması, bizim için bir ayıptır." dedi, sonra gidip Rasûlulİah'ı kucakladı, getirip misafirlerin arasına oturttu. Bahira, onu görünce dikkatle süzdü, bede­ninin bazı yerlerine baktı; ondaki bazı özellikleri daha öne görmüştü.

Misafirler, yemek yedikten sonra dağıldılar. Bahira, kalkıp Rasûlul-lah'a: «Ey çocuk, Lat ve Uzza hakkı için, sana soracaklarıma cevap ver," dedi. Yol arkadaşlarının Lat ve Uzza üzerine yemin ettiklerini gördüğü için o da, bu iki put üzerine yemin ederek Rasûlullah'a soru sormuştu. Anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), ona: "Lat ve Uzza adına yemin ederek bana birşey sorma. Allah'a yemin ederim ki onlardan nefret etti­ğim kadar başka-hiç birşeye nefret etmem." deyince Bahira; "Allah adı­na yemin olsun ki, sana soracaklarıma mutlaka cevap vereceksin." dedi. Bunun üzerine Rasûlullah da: "İstediğini sorabilirsin." dedi. O da Rasûlullah'a; durumu,uykusu, şekli, şemaili ve bazı işleri hakkında so^ rular sordu. Rasûlullah da ona, sorularının cevabını verdi. Anlattıkları, Bahira'nın, onun evsafı hakkında öğrenmek istediklerine uyuyordu. Sonra Rasûlullah'm sırtına baktı.. Onun evsafıyla ilgili bildiği şeylere uygun olarak iki omuzu arasında peygamberlik mührünü gördü. Tet­kiklerini tamamladıktan sonra amcası Ebu Talib'e yönelerek: "Bu çocuk senin neyin olur?" diye sordu. Ebu Talib "Oğlumdur." dedi. Bahira; "Ola­maz. Bu, senin oğlun değildir. Bunun babası hayatta olmamalı." deyince Ebu Talib, "Kardeşimin oğludur." dedi. Bahira, "Babasına ne oldu?" diye sorunca Ebu Talib; "Annesi buna hamile iken babası vefat etti." dedi. Bahira da; "İşte şimdi doğru söyledin. Kardeşin oğlunu hemen memle­ketine götür. Yahudilerin ona bir kötülük yapmalarından sakın. Allah'a andolsun ki, onu görüp te benim onda bulduğum vasıflardan haberdar olurlarsa, ona bir kötülük yaparlar. Doğrusu, senin kardeşin oğlu, bü­yük bir adam olacaktır. Hemen onu al ve memleketine çabucak götür." dedi. Bunun üzerine Ebu Talib, Şam'daki ticaret işim tamamlar tamam­lamaz, acele yola çıkarak Rasûlullah'ı Mekke'ye götürdü.

îbn İshak der ki: Rivayet olunduğuna göre Ehl-i Kitaptan Züreyr, Temmanı ve Deriş adında üç kişi de bu Şam seferi esnasında Bahira'nın, Rasûlullah'ta gördüğü şeyleri görmüş, onu kendilerine vermesini iste­mişler, ama Bahira onların bu isteğini reddederek Allah ve Rasûlullah ile ilgili olarak kitaplarında yazılı şeyleri hatırlatmış. Her ne kadar Rasûlullah'ı ele geçirmek istemişlerse de bu amaçlarına ulaşamamış­lar. Nihayet Bahira'nın kendilerine söylediğini anlamış ve onu doğrula­mışlar; bunun üz-erine Rasûlullah'ı ele geçirmekten vazgeçip yollarına gitmişlerdi.

Yunus b. Bükeyr'in, İbn İshak'tan rivayet ettiğine göre bu konuda Ebu Talib üç kaside söylemiştir.

Ebu Bekr el-Haraitî, Ebu Musa'nın şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Talib, yanma Rasûlullah (s.a.v.)'ı da alarak Kureyş'in yaşlılarıyla bir­likte Şam'a doğru yolculuğa çıktı.Rahip Bahira'nın manastırına yaklaş­tıklarında, bineklerinden inip mola verdiler. Yüklerini de indirdiler. Rahip de onları karşılamaya çıkmıştı. Halbuki daha önce bir çok defa oraya uğradıkları halde rahip Bahira, onları karşılamaz ve dönüp bak-mazmış bile. Yü indirdikleri sırada rahip Bahira gelip aralarına girmiş, Rasûlullah(s.a.v.)'m elini tutarak;"Bu, âlemlerin efendisidir!" demişti. Beyhakî'nin rivayetine göre; "Bu, âlemlerin Rabbinin elçisidir. Allah, bunu âlemlere rahmet olarak göndermiştir." demiş. Kureyşli yaşlılar da; "Sen bunu nereden anladın?" diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: "Siz boğazın (geçidin) üst tarafından göründüğünüzde secdeye kapan­mayan bir tek ağaç ve taş kalmadı. Bunlar da ancak bir peygambere sec­de ederler. Ben, onu kürek kemiğinin altındaki peygamberlik mührün­den tanıyorum."

Böyle dedikten sonra dönüp manastıra gitmiş, kervandaki adamlar için yemek hazırlatmış. Yemeği onlara götürdüğünde, Rasûlullah (s.a.v.), develeri otlatmak üzere kafileden uzaklaşmıştı. "Onu da geti­rin" diyerek kervandaki adamlardan, Rasûlullah'ı getirmelerini rica et­ti. Çağırdılar, geldi. Gelirken de onu, bir bulutun gölgelendirdiğini gör­dü. Cemaate yaklaşan Rasûlullah'ı göstererek: "Bakın hele! Onu bir bu­lut gölgelendiriyor." dedi. Rasûlullah kafileye yaklaşınca onlar, ondan önce ağacın gölgesinin altına kaçıp gölgeliği işgal ettiler. Ama Rasûlullah, oraya varınca ağacın gölgesi onun tarafına döndü. Bahira; "Bakın hele! Gölge onun tarafına döndü." dedi. Ayakta durmuş, onlara yemin verdirerek şu öğütleri veriyordu: "Sakın ola ki bunu Bizans top­raklarına götürmeyesiniz. Zira Bizanslılar, bunu görürlerse, belirti ve özelliklerinden onu tanıyıp öldürürler!" Bu öğütleri verdikten sonra dö­nüp gitmek üzereyken yedi kişilik bir Bizans heyetinin geldiğini gördü. Onları karşılayarak; "Hayrola, buralara geliş sebebiniz ne?" diye sordu. Onlar da "Geliş sebebimiz şudur: Bu peygamberin bu ayda çıktığım ha­ber aldık. Aramaları için bütün yollara adamlar gönderdik. Bu peygam­berin senin tarafa geldiğini duyduk. Onun için buraya geldik." dediler.

Bahira: "Arkada bıraktıklarınız arasında sizden daha hayırlı bir kimse var mı?" diye sorunca onlar; "Hayır. Bu peygamberin senin tarafa gelmiş olduğunu duyduk." dediler. Bunun üzerine Bahira şöyle dedi: "Bakın, size bir şey sorayım. Allah birşey yapmak isteyince, insanlardan herhangi biri onun iradesine engel olabilir mi?" "Hayır..." cevabını ver­meleri üzerine onlara şöyle dedi: "Öyleyse bu peygambere biat edin ve beraberinde bulunun." Bundan sonra Bahira, kervandaki adamlara dö­nerek, "Allah aşkına söyleyin. Bu çocuğun velisi kimdir?" diye sorması üzerine, "Ebu Talib'tir." dediler. Bunun üzerine Bahira: "Allah aşkı-na"diye ricada bulunarak Ebu Talib'ten, çocuğu alıp Mekke'ye dönmesi­ni sağladı. Ebu Bekir de refakatçi olarak yanına Bilal'i katmıştı.Bahira, yol azığı olarak onlara çörek ve zeytinyağı vermişti." Bu hadisi, Ebü'l-Abbas el-Fadl b. Sehl el-A'rec'den Tirmizî rivayet etmiştir. Ebü'l-Abbas da Kırad Ebu Nuh'tan rivayet etmiştir. Kırad, Bağdat'ta ikamet etmiş olup, Buharî'nin kendilerinden nakilde bulunduğu sika ravüerdendir. Ama buna rağmen bu hadisinde gariplik vardır.

Ben de derim ki: Bu, sahabelerin mürsel olarak rivayet ettikleri ha­dislerdendir. İçinde gariplikler vardır. Çünkü Ebu Musa el-Eş'arî, hic­retin yedinci senesi olan Hayber fethi senesinde Müslüman olup Medi­ne'ye gelmiştir.' Onun, Mekke'den Habeşistan'a hicret eden Muhacirler­den olduğuna dair İbn İshak'ın söylediklerine itibar edilemez. Her ne açıdan bakılırsa bakılsın bu hadis mürseldir. Rahip Bahira olayı, Rasûlüllah (s.a.v.) oniki yaşındayken vuku bulmuştur. Belki de Ebu Musa, bu meseleyi Rasûlullah'tan dinlemiştir ki o zaman bu iş, çok daha sağlam olur. Veya sahabelerin büyüklerinden dinlemiştir. Veya bu olay, herkes tarafından bilinen, halk arasında yaygın ve meşhur bir mesele olduğu için Ebu Musa, bunu halkın ağzından dinlemiştir. Hz. Peygam-ber'i bir bulutun gölgelendirdiği, bundan daha sahih bir hadiste anlatıl­mış değildir.

Yukarıda naklettiğimiz hadiste, rahip Bahira'mn yanından ayrılıp Rasûlullah'ı Mekke'ye geri götüren Ebu Talib'e, Ebubekirin refakatçi olarak Bilal'i verdiği söylenmişti. Halbuki o esnada Rasûlüllah oniki yaşında, Ebubekir dokuz veya on yaşında, Bilal ise daha küçük yaşlar­daydı. O zaman Ebu Bekir neredeydi? Sonra Bilal neredeydi? Bu iki nok­ta da gariptir. "Ancak Rasûlüllah, büyük yaştayken böyle bir yolculuk yapmıştı veya böyle bir yolculuk daha sonra yapılmıştı. Yahut o zaman Rasûlullah'm yaşının oniki olduğu kesin değildir." denirse, o takdirde böyle birşey mümkün olabilir.

Bazılarından nakilde bulunan Süheylî, Rasûlullah'm o esnada do­kuz yaşında olduğunu söylemiştir. Doğruyu en iyi bilen, Allah'tır.

Vakidî dedi ki: Rasûlüllah (s.a.v.), oniki yaşma basınca amcası Ebu Talib, ticaret için Şam'a giden bir kervanla birlikte onu da götürdü. Ker­van, varıp rahip Bahira'ya konuk oldu. Bahira, gizlice Ebu Talib'le ko­nuştu. Ona bir şeyler söyledi. Rasûlullah'ı korumasını ve yanma alıp Mekke'ye hemen geri götürmesini istedi. Ebu Talib'in yanında Rasûlüllah (s.a.v.) gelişip büyüdü. Cenâb-ı Allah, onu yüceleştirmek di­lediğinden kendisini cahiliye işlerinden ve ayıplarından korudu.

Nihayet o, kavminin mürüvvetçe en faziletlisi, ahlakça en güzeli, muaşeret kurallarına uymada en üstünü, komşulukta en iyisi, akıllılık ve güvenilirlikte en ulusu, konuşmada en doğru sözlüsü, fuhuş ve kötü­lükten en uzağı olan bir insan haline geldi. Herhangi bir kimseyle tartış­tığı ve işi inada bindirdiği görülmemişti. Öyleki milleti kendisine, "Gü­venilir kişi" anlamına gelen "el-Emin" unvanını vermişti. Çünkü Cenâb-ı Allah, onda iyi ve güzel huyları bir araya getirip toplamıştı.

Ebu Talib, ölünceye kadar onu koruyup muhafaza altına almış, des­tek ve yardımını hep vermişti. Muhammed b. Sa'd'm rivayetine göre Rasûlullah'm babası Abdullah ölünce Ebu Talib, onu şefkat kanatları­nın altına almıştı. Hiçbir yolculuğa onsuz gitmezdi. Şam'a yöneldiğinde bir menzile varıp konaklamış, oradayken yanma bir rahip gelerek şöyle demiş: "Aranızda salih bir adam var." Sonra Rasûlullah'ı göstererek; "Şu çocuğun babası nerede?" diye sorunca Ebu Talib; "İşte onun velisi benim!" demiş. Rahip de Ebu Talib'e şu öğüdü vermiş: "Şu çocuğu muha­faza et. Şunu Şam'a götürme, doğrusu, Yahudiler çok kıskançtırlar. Ona bir kötülük yapmalarından korkuyorum." Ebu Talib; "Bunu sen söyle­miyorsun. Ama Allah söylüyor." dedi. Rahip, onun bu deyişini kabul et­medi. "Allahım! Muhammed'i sana emanet ediyorum" dedi. Sonra da öldü. [11]

 

Rahip Bahira Kıssası

 

Zührî'nin siyerinden nakilde bulunan Süheylî, Bahira'mn Yahudi bilginlerinden biri olduğunu söyler. Kıssanın devam ve siyakından da anlaşılacağı üzere Bahira, Hristiyan bir rahipti. Doğruyu en iyi bilen Al­lah'tır.

Mes'udî, Bahira'nm Abdülkays kabilesinden olup asıl adının, Cer-cis olduğunu söyler.

İbn Kuteybe'nin "Maarif, adlı kitabında anlatıldığına göre İslâmi­yet'in gelişine çok az bir zaman kala, cahiliye devrinde görünmezlerden şöyle bir ses duyulmuş: "Bilesiniz ki yeryüzü halkının en hayırlıları üç kişidir: Biri Bahira, diğeri Riab b. Bera eş-Şeniyy, üçüncüsü ise henüz dünyaya gelmemiştir. Fakat gelişi beklenmektedir." Evet, gelişi bekle­nen o üçüncü şahıs, Rasûlüllah (s.a.v.)'dir."

İbn Kuteybe dedi ki: "Riab b. Bera eş-Şeniyy'in ve ondan sonra oğlu­nun mezarlarına sürekli olarak hafif taneli yağmur yağmıştır ve yağma­ya devam edecektir." [12]

 

Hz. Peygamberin Yetiştirilmesi, Allah'ın Onu Koruyup, Yetim İken Barındırması, Yoksul İken Zengin Kılması

 

Muhammed b. îshak der ki: Rasûlüllah, Cenâb-ı Allah'ın koruması altında gelişip büyüdü. Rabbi, onu cahiliye döneminin pisliklerinden uzak tuttu. Çünkü onu, yüceltmek ve peygamber kılmak istiyordu. Ni­hayet Ras.ûlullah (s.a.v.), kavminin mürüvvetçe en faziletlisi, ahlakça en güzeli, asaletçe en üstünü, komşuluk bakımından en iyisi, akıllılıkta en ulusu, yumuşak huylulukta en büyüğü, konuşmada en doğru sözlü­sü, güvenilirlikte en muazzamı, insanları lekeleyen kötü ahlak ile fu­huştan en uzak ve en iffetlisi haline geldi. Öyleki kavmi içinde onun adı,"güvenilir insan" anlamına gelen "el-Emin" olmuştu. Çünkü Cenâb-ı Al­lah, onda iyi şeyleri bir araya getirip toplamıştı.

Bana nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.), küçüklüğünde ve cahi-liye döneminde Cenâb-ı Allah'ın kendisini nasıl koruyup muhafaza etti­ğini anlatırken şöyle demiştir: "Bir defasında kendimi Kureyşli çocuk­lar arasında bulmuştum. Bazı çocukların oyuncak olarak kullandıkları taşları taşıyorduk. Hepimiz eteklerimizi omuzumuzun üzerine koyarak taş taşıyorduk. Ansızın görmediğin biri, bana acı verici bir yumruk attı. Sonra da bana: "Eteğini bağla!" dedi. Ben de, eteğimi üzerime geçirip bağladım. Sonra da arkadaşlarım arasında sadece ben eteğimi giyinmiş olarak omuzum üzerinde taş taşımaya başladım."

Bu kıssa her ne kadar aynısı değilse de, Ka'be'nin yapılışı esnasında Hz. Peygamberle amcası Abbas'm taş taşımaları esnasında vuku bulan ve Sahih-i Buharı'de anlatılan kıssaya benzemektedir. O kıssanın aynı­sı değilse de onun bir nevi mukaddimesi durumundadır. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

Abdürrezzak dedi ki: İbn Cüreyc, Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etti: Ka'be binası yapıldığında Rasûlullah (s.a.v.), taş taşımaya girişti. Abbas ona: "Eteğini, omuzunun üzerine koyarak taşları taşı ki omuzun incinmesin." dedi. Rasûlullah (s.a.v.) da amcasının dediğini yaptı. Ama yere kapaklandı ve gözlerini semaya dikti. Sonra kalkarak, "Eteğim!.." dedi. Eteğini üzerine geçirip bağladılar. Bu hadis, muttefe-kun aleyhtir.

Beyhakî, İbn Abbas'tan rivayet ederek Hz. Abbas'm şöyle dediğini söylemiştir: "Kureyşliler, Ka'be binasını yaparlarken ben de Ka'be'ye taş taşıyordum. Kureyşliler, erkekleri ikili ekiplere ayırmışlardı. Er­kekler taş, kadınlarsa harç taşıyorlardı. Kardeşim oğluyla ben de omuzlarımıza koyduğumuz eteklerimiz üzerindeki taşları taşıyorduk. İnsanlar arasına katılırken eteğimizi örtünüyorduk. Bir ara ben yürü­yordum. Muhammed de önümdeydi. Aniden yüz üstü yere düşüp kapak­landı. Omuzumdaki taşı bıraktım. Koşarak yanına vardım. Semaya ba­kıyordu. "Neyin var?" dedim. Kalktı. Eteğini alıp giyindi ve: "Çıplak ola­rak yürümekten men olundum." dedi. Kendisine deli demelerinden korktuğum için onu insanlardan gizliyordum."                  

Beyhakî, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder:

Rasûlullah(s.a.v.)'ın şöyle dediğini işittim: "Cahiliye dönemi ehlinin, meylettikleri kadın ve benzeri şeylere hiç meylim olmadı. Yalnız iki gece müstesna. Ancak o gecelerde de Cenâb-ı Allah, beni o günaha girmekten korudu. Mekke halkının davarlarım Mekkeli bazı gençlerle birlikte ot­latmaktayken bir gece arkadaşıma; "Mekke'ye gidip delikanlılar gibi ge­ce eğlencesine katılmam için yerime benim davarlara bakıver." dedim. O da "olur" dedi. Bunun üzerine Mekke'ye vardım. Mekke'nin uçtaki ilk evine geldiğimde davul ve zurna sesleri duydum. ırBu ne?" diye sordum. Falan kadınla falan erkek evleniyor, dediler. İçeri girip oturdum. Sey­retmeye başladım. Cenâb-ı Allah, bana bir uyku verdi. Uyudum. And ol­sun ki sabahleyin üzerime vuran gün ışığıyla uyandım. Arkadaşımın yanına döndüm. Bana: "Ne yaptın?" diye sordu. Ben de "Hiç birşey yap­madım." dedim ve gördüklerimi kendisine anlattım.

Başka bir gece yine arkadaşıma; "Davarlarıma biraz bak, gidip eğleneyim." dedim. Kabul etti. Ben de Mekke'ye gittim. Şehire vardı­ğımda, yine o geceki gibi davul, zurna sesleri duydum. Sordum. Falan erkek, falan kadınla evleniyor, dediler. İçeri girip şenliğe baktım. Cenâb-ı Allah bana bir uyku verdi. And olsun ki, sabahleyin üzerime vu­ran gün ışığıyla uyandım. Arkadaşımın yanına döndüm. "Ne yaptın?" diye sordu. Ben de "Hiç birşey..." dedim ve durumu kendisine anlattım. Allah'a andolsun ki ondan sonra, yüce Allah beni peygamberliğe yücel-tinceye kadar o gibi şeylere ne döndüm, ne de yöneldim."

Bu, garip bir hadistir. Hz. Ali hakkında böyle bir olay vuku bulmuş olabilir. Sonraki, "Yüce Allah beni peygamberliğiyle yüceltinceye ka­dar." sözleri ise, fazladan söylenmiş sözlerdir.

Beyhakî, Zeyd b. Harise'nin şöyle dediğini rivayet eder: "İsaf ve Nai­le adında tunçtan yapılma iki put vardı. Müşrikler, Ka'be'yi tavaf ettik­lerinde ellerini onlara sürerlerdi. Bir defasında Rasûlullah (s.a.v.) Ka'be'yi tavaf etti. Onunla birlikte ben de tavaf ettim. Putun yatımdan geçerken elimi onlara sürdüm. Bana: "elini onlara sürme!" dedi. Yine ta­vafa devam ettik. Kendi kendime; "Elimi puta süreceğim. Hele bakalım ne olacak?" dedim ve elimi sürdüm. Bana:"Sen men olunmadın mı?" de­di.

Beyhakî der ki: Başkaları, Muhammed b. Amr kanalıyla yaptıkları rivayette, yukarıdaki habere şunu da eklemişlerdir: "Onu yüceltene ve ona kitabı indirene andolsun ki, Cenâb-ı Allah'ın onu mükerrem kıldığı şeyle yüceltip kendisine kitabı indirmesine kadar o, putlara asla el sür­memiştir."

Daha önceki sayfalarda da anlatıldığı gibi Lat ve Uzza adına yemin verdirerek kendisine soru sorduğunda Bahira'ya öfkelenen Rasûlullah (s.a.v.), ona şöyle demiştir: "Onlar adına yemin verdirerek bana birşey sorma. Allah'a andolsun ki, onlardan nefret ettiğim kadar hiç birşeye nefret etmiyorum."Beyhakî'nin, Cabir b. Abdullah'tan rivayet ettiği ha­dise gelince... Cabir demiş ki: "Rasûlullah (s.a.v.), müşriklerin meclisle­rine katılırdı. Bir defasında arkasında İM melekten birinin diğerine şöy­le dediğini duydu: "Haydi gidelim de Rasûlullah'm arkasında duralım." Diğeri ise şöyle demişti: "Arkasında nasıl duralım ki, o, putlara el sürme ahdi üzerinedir!" Bu konuşmayı duyduktan sonra artık müşriklerin meclislerine katılmadı."

Beyhakî, bazılarının, yukarıdaki hadisin şu manaya geldiğini söy­lediklerini nakleder: Rasûlullah (s.a.v.), putlara el sürenlerin yanında hazır bulunmuştur ki, bu da ona vahyin inmesinden önce vuku bulan bir hadisedir. Doğruyu en iyi bilen, elbetteki Allah'tır. Zeyd b. Harise'nin hadisinde de geçtiği gibi, Cenâb-ı Allah'ın kendisini risaletle yüceltme­sine kadar Rasûlullah (s.a.v.), müşriklerin meclislerinden uzak dur­muştur.

Hadiste sabit olduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.), arefe gecesinde Müzdelife'de vakfe yapmaz, hatta Arafat'ta da insanlarla birlikte vakfe yapmazmış. Nitekim Yunus b. Bükeyr, Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.v.)'ı, kendi kavminin dini üzere gördüm. Kendi devesine binmiş, kavmi arasmda Arafat'ta durmuş, vak­fe yapıyordu. Onlarla birlikte Arafat'tan inmeyi bekliyordu. Bunu da yüce Allah'ın tevfîki ile yapıyordu."

Beyhakî dedi ki: "Kendi kavminin dini üzere" sözüyle Hz. İbrahim ve İsmail'den intikal eden dinin kalıntısı kastedilmiştir. Rasûlullah, hiç bir zaman Allah'a ortak koşmamıştır. Allah'ın salat-ü selamı daima üze­rine olsun.

Ben de derim ki: Beyhakî'nin bu sözünden anlaşıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), kendisine vahiy gelmeden Önce de Arafat'ta vakfe yaparmış. Tabii ki bu da, Cenâb-ı Allah'ın ona muvaffakiyet vermesi ne­ticesinde olan birşeydir.

Ahmed b. Hanbel, Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dediğini rivayet eder: Ürene Vadisinde[13] devemi kaybetmiştim. Onu aramaya çıkmıştım. Bir de baktım ki Rasûlullah (s.a.v.) karşımda duruyor. Ben de: "Bu hums'terıdir.[14] Burada işi ne bunun?" dedim. [15]

 

Hz. Peygamberin Ficar Harbine Katılması

 

İbn İshak dedi ki: Rasûlullah, on yaşındayken Ficar savaşı patlak verdi. Kinane ve Kays-ı Aylan kabileleri savaşırlarken haramları ve ya­sakları hiçe saydıkları için bu savaşa, "günah" anlamına gelen Ficar sa­vaşı denmiştir.

Bu savaşta, Kureyşlilerle Kinanelilerin komutam Harb b. Ümeyye b. Abdü's-Şems idi. Savaşın başladığı gün ilk zamanlar Kays kabilesi, Kinane kabilesi karşısında üstünlük sağladı. Öğle vakti Kinane kabile­si, Kays kabilesi karşısında üstünlük sağladı.

îbn Hişam dedi ki: Hz. Peygamber ondört veya onbeş yaşma geldiğinde Kureyşliler ve müttefikleri Kinaneliler ile Kays-ı Aylan kabileleri arasında Ficar savaşı patlak verdi.

Bu savaş aşağıdaki sebepten başlamıştır: Urvetü'r-Rehhal, kendi topraklarında ticaret yapması için Numan b. Münzir'e izin vermişti. Berrad b. Kays, onun bu iznine karşı çıkarak; "Kinanelilere nisbet ol­sun, diye mi Numan'a izin veriyorsun?" dedi. O da; "Evet.. Bütün âleme nisbet olsun, diye ona izin verdim." diyerek kesin kararını açıkladı.

Urve dışarı çıktı. Berrad da onu dalgın bir halde yakalamak için nr-sat kollayarak peşine düştü. Aliye'deki Teymen Zî Tellal mevkiinde Ur­ve, dalgın bir haldeyken Berrad onun üzerine atıldı. Haram ayda onu öl­dürdü. Bu sebeple bu savaşa Ficar savaşı dendi. Berrad bununla ilgili olarak bir şiirinde şöyle der:                      

"Bir bela ki, benden önce insanları hep düşündürürdü. Onun üzerine vücudumun bir parçası olan Bekr oğullarım saldım. Onların eliyle Kilab oğullarının evlerini yıktım. Kölelere de süt içirdim. Zî Tellal denen yerde elimi, kaldırıp ona vurdum. O da tıpkı bir dal gibi yere düşüp

uzandı."

Lebid b. Rebia b. Malik b. Ca'fer b. Kilab da bu konuda şöyle der:

"Eğer rastlarsan Kilab oğulları ve Amir'e, tebliğ edip duyur ki Talib-linin köleleri vardır.Eğer rastlarsan Nümeyr oğullarına ve öldürülen Beni Hilalin dayılarına tebliğ edip duyur ki, gelmekte olan Rahhal, Tey­men Zi Tellal mevkiine yerleşti (onu Öldürdüğüm için) orada kaldı."

İbn Hişam dedi ki: Adamın birisi Kureyşlilere gelerek haram ayda, Ukaz mevkiinde Berrad'ın, Urve'yi öldürdüğünü söyledi. Kureyşliler, savaş hazırlığı yaparak yola çıktılar. Hevazinlilerin onlardan haberleri yoktu. Sonra durumdan haberdar olunca, Kureyşlileri takibe çıktılar. Harem'e girmeden onlara ulaştılar. O gün akşama kadar savaştılar. Ku­reyşliler Harem'e girdiler. Hevazinliler de çarpışmayı durdurarak onla­ra dokunmadılar.. O günden sonra günlerce savaştılar. Cephelerden bi­rinde ağırlığı Kureyş kabilesi teşkil ediyordu. Kmanelilerse reis duru­mundaydılar. Diğer cephedeyse ağırlığı Kays kabileleri teşkil ediyordu.

Rasûlullah (s.a.v.), bazı günler savaş alanına geliyordu. Amcaları onu getiriyorlardı. O: "Amcalarıma ok toplayıp götürüyordum." demiş­tir. Düşmanların attıkları okları yerden toplayıp amcalarına götürürmüş...

İbn Hişam der ki: Ficar savaşı, benim bu anlattığımdan çok daha uzundur. Rasûlullah'm siretinin anlatımını keser endişesiyle bu savaşı bütün detayları ile anlatmak istemedim.

Süheylî der ki: Ficar, (fa) harfinin kesresiyle, kital vezninde okunan bir kelimedir.Arapların Ficar savaşları dörttür. Bunları, Mesudî anlat­mıştır. Sonuncusu, şu anlattığımız ve Berrad'ın Urve'yi öldürmesi yü­zünden başlayan savaştır. Bu savaş, dört gün sürmüştür. Şamta ve abla günleri. Bu iki günlük safha, Ukaz mevkiinde cereyan etmiştir. Savaşın en önemli günü şürb günüdür ki, o gün, Rasûlullah (s.a.v.) da cephede hazır bulunmuştur. O gün kaçmasınlar, diye Kureyşlilerle Kinanelile-rin reisi Harb b. Ümeyye ile kardeşi Süfyan zincire vurulmuşlardı. O gün Kayslılar hezimete uğramışlar, ancak onlar sebat etmişlerdi. Ficar savaşının dördüncü günü ise, harîre günüdür. O gün savaş, Nahle mev­kiinde cereyan etmiştir. Sonra ateşkes yapıp ertesi sene, Ukaz mevkiin­de karşılaşmak üzere sözleştiler. Ertesi sene orada karşılaştıklarında Utbe b. Rebia, devesine binerek: "Ey Mudar topluluğu! Ne diye savaşı­yorsunuz?" diyerek yüksek sesle hitapta bulundu. Hevazinliler de: "Bizi neye çağırıyorsun?" diye sormaları üzerine: "Barışa çağırıyorum." dedi. Onlar da: "Bu nasıl olacak? diye sordular. Dedi ki: "Ölülerinizin diyetini verelim. Diyetleri ödeyinceye kadar size rehineler bırakalım. Biz de kendi ölülerimizin diyetlerini istemekten vazgeçiyoruz." "Bunu, bize kim garanti eder?" diye sordular, O da; "Ben" deyince, "Sen kimsin?" di­ye sordular. "Ben Utbe b. Rebia'yım." dedi. Bunun üzerine barış anlaş­ması yapıldı. Aralarında Hakim b. Hüzzamın da bulunduğu kırk adam­larını Hevazinlilere rehin olarak gönderdiler. Amir b. Sa'saa oğulları (Hevazinliler), rehineleri de alınca, diyet istemekten vazgeçip onlan da salıverdiler. Böylece Ficar savaşı sona ermiş oldu. [16]

 

Hz. Peygamberin, Hilfu'l-Fudul Cemiyetine Girmesi

 

Beyhakî, Cübeyr b. Mut'im'den rivayet eder ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Amcalarımla birlikte, iyi ve temiz insanların kur­dukları ittifaka (Hilfu'l-Fudul'a) girdim. Bana kızıl tüylü koyunlar ve­rilse bile, o ittifakı bozmak istemezdim."

Yine Beyhakî, Ebu Hüreyre'den rivayet eder ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Mutayyeb (iyi ve temiz kimse)lerinki dışında Ku-reyşlilerin hiçbir ittifakına girmedim. Bana kızıl tüylü koyunlar verilse bile, o ittifakı bozmak istemezdim." Hadiste geçen mutayyebler sözüyle Haşim, Ümeyye, Zühre ve Mahzum oğullan kastedilmiştir. Bazı siyer âlimleri 'mütayyeblerin ittifakı' sözüyle, Hilfu'l-Fudul'un kastedildiği­ni söylemişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber, mutayyebler ittifakı yapıldığı zaman, henüz dünyaya teşrif etmemişti. Ben de, bunun kuşkusuz böyle olduğu görüşündeyim. Şöyleki: Kusayy'm ölümünden sonra Kureyş-liler, bir ittifak kurmuşlardı. Sebebi de şuydu: Kusayy'm kendi oğlu Abdu'd-Dar'a devrettiği sikaye, rifade, liva,nedve, hicabe gibi görevleri[17], başkaları ele geçirmek istedi. Bu sebeple de Abdumenaf oğullan arasın­da çekişme çıktı. Her gruba, Kureyş kabilelerinden yandaşlar çıktı.

Herkes, kendi yandaşına destek vereceğine yemin etti. Abdume­naf m adamları ve arkadaşlan, içinde koku bulunan büyük bir kap geti­rerek ellerini o kokuya batmp yeminleştiler. Kokulu ellerini Ka'be'nin duvarlarına sürünce de kendilerine (Kokulular) anlamına gelen Mutay­yebler dendi. Bu yemin ve ittifaktan kasıt, Hilfu'l-Fudul cemiyetidir ki, Abdullah b. Cüd'an'm evinde kurulmuştur. Humeydî'nin rivayetine gö­re Rasûlullah (s.a.v.), bu cemiyetle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Abdullah b. Cüd'an'm evinde yapılan bir ittifakta hazır bulundum. İslâmiyet döneminde de böyle bir ittifaka girmeye çağnhrsam, icabet ederim. Onlar, faziletleri sahiplerine iade etmek, zalimin mazluma hak­sizlik etmesini önlemek için çalışmak üzere yeminleşmişlerdi."

Anlatıldığına göre Hilfu'l-Fudul cemiyeti, bisetten yirmi sene önce zilkade ayında, yani Ficar savaşından dört ay sonra Abdullah b. Cud'an'm evinde kurulmuştur. Ficar savaşı da, o senenin şaban ayında yapılmıştır.

Hilfu'l-Fudul, Araplar arasında kurulan en kıymetli ve en onurlu bir ittifaktır. Bu ittifakı kurmak isteyen ve bu konuda konuşup halkı böyle bir ittifaka katılmaya çağıran ilk şahıs, Abdülmuttalib oğlu Zü-beyr olmuştur. Sebep şuydu: Zebid şehrinden bir adam, Mekke'ye mal getirmiş. As b. Vail, adamın malını satın almış ama hakkını vermemiş. Adam, ona karşı kendisine yardım etmeleri için Abdu'd-Dar, Mahzum. Cümah, Selim ve Adiyy b. Ka'b kabilelerine başvurmuş. Ama bunlardan hiçbiri, As b. Vail'e karşı ona yardıma yanaşmamış, üstelik yanlarından kovmuşlardı. Adamcağız işin kötüleştiğini anlayınca, sabahleyin gün doğarken Ebu Kubeys dağının tepesine çıkarak, Ka'be'nin çevresindeki meclislerinde oturmakta olan Kureyşlilere yüksek sesle şöyle bağırır:

"Ey Fihr ailesi! Yurdundan ve aşiretinden uzakta kalan, Mekke'de malı elinden alınan mazlum bir adama yardım edin, üzerinde yolların tozu duruyor. îhrama girmiş, umre yapmak istemiş, ama umresini ta­mamlamamış. Ey Hatim'le hacer-i esved arasında duran adamlar! Bile­siniz M Mescid-i Haram, onur ve mürüvveti tam olan kimselerindir. Ha­inlik ve günahkarlık elbisesini giyenlerin değildir."

Zebidli adamın bu hitabı üzerine Abdülmuttalib oğlu Zübeyr, ayağa kalktı ve:"Bu adamı, kendi haline bırakamayız." dedi. Haşim, Zühre ve Teym b. Mürre, Abdulah b. Cüd'an'm evinde toplandılar. Abdullah, on­lara yemek verdi. Haram aylardan zilkade ayında sözleşip Hilfu'l-Fudul cemiyetini kurdular. Yemin ederek dediler ki: "Deniz, bir yün parçasını ıslattığı, Sebir ve Hira dağları yerlerinde durduğu müddetçe zalime kar­şı mazlumun yanında yer alıp tek bir el gibi hareket edecek ve hakkını alıp kendisine vereceğiz. Yaşantımızda da birbirimize destek verip te­selli edeceğiz."

Kureyşliler, bu ittifaka, "Hilfu'l-Fudul" adını vererek, ittifakı ya­panlar için; "Bunlar faziletli bir işe girdiler." dediler. Sonra da As b. Va-il'e gittiler. Zebidli adamın malını, onun elinden alıp sahibine verdiler. Abdülmuttalib oğlu Zübeyr bu iş için şöyle demişti:

"Hepimiz aynı diyarın sakinleri isek te onlara karşı bir pakt kurma­ya yemin ettim. Kurduğumuz bu pakta da Hilfu'l-Fudul adım verdik. Bu pakt sayesinde yabancı ve garip kimseler, yerlilere karşı korunacaktır. Ka'be'nin çevresindeki halk ta bizim zulme karşı olduğumuzu ve her türlü kötülüğe engel olacağımızı bilsinler."

Zübeyr, bir başka şiirinde de şöyle demiştir:

"Faziletli kimseler, Mekke içinde tek bir zalim barındırmamak üzere akidleşip yeminleştiler. Bu iş üzerinde sözleşip kesin güvence verdi­ler. Buna göre yerli de, yabancı da, haksızlığa karşı korunacaktır."

Kasım b. Sabit'in "Garibü'l-Hadis", adlı eserde anlattığına göre Has'amh bir adam, hac veya umre için Mekke'ye gelmişti. Beraberinde Katul adında dünya güzeli ve parlak yüzlü bir kızı vardı. Nebih b. Hac-cac adındaki biri, bu kızı kaçırıp babasından gizlemişti. Has'amh kızın babası; "Bu adama karşı bana kim yardım eder?" deyince, ona; "Hilfu'l-Fudul cemiyetine başvur." dediler. Adam, Ka'be'nin yanma gidip: "Ey Hilfu'l-Fudul mensupları!" diye seslenince, dört bir yandan yalın kılıç adamlar yanma gelerek; "İşte yardım sana geldi. Ne derdin varsa söyle." dediler. O da; "Nebih, bana haksızlık etti. Kızımı zorla alıp götürdü," de­yince, onu da yanlarına katarak Nebih'in evine gittiler. Kapıya gelen Nebih'e: "Yazıklar olsun sana. Bizim kim olduğumuzu, nasıl bir cemiyet kurduğumuzu ve ne üzerine sözleştiğimizi biliyorsun. Hadi, çıkar bu adamın kızını." dediler. Nebih; "Olur, ama hiç değilse, bu gece kızdan yararlanayım." deyince onlar; "Hayır, Allah'a andolsun ki onun bir dam­la sütünden bile yararlanmana müsaade etmeyiz." diyerek kestirip attı­lar. O da çaresiz kalınca gizlediği kızı onlara teslim etti. Teslim ederken

de şu şiiri okudu:

"Arkadaşım gitti. Katul kızı kutlayamadım. Onlarla da güzel bir şe­kilde vedalaşamadım. Çünkü Hilfu'l-Fudul'un adamları, bu işe engel ol­maya kararlıydılar, gördüğüm kadarıyla. Aslında onlardan korkuyo­rum. Kafile, geceleyin develere binip yola çıktı. Artık buralarda kalaca­ğımı sanmayın. Çünkü hakarete uğradım ben."

Hilfu'l-Fudul cemiyeti, Cürhümlülerin de mazlumu zalime karşı korumak için kurdukları cemiyete çok benziyordu. Cürhümlülerin eşrafından üç kişi, o cemiyeti kurmuştu. O üç kişiden her birinin adı Fadl idi: 1- Fadl b. Fudale. 2- Fadl b. Vedae. 3- Fadl b. Haris.

Bu, İbn Kuteybe'nin görüşüdür. Süheylî'nin naklettiğine göre o üç kişinin adları şöyledir: 1- Fadl b. Şüraa. 2- Fadl b. Bidae. 3- Fadl b. Kudaa.

Muhammed b. îshak b. Yesar dedi ki: Rureyş'ten bazı kabileler, Hil­fu'l-Fudul kurma çağrısında bulundular. Bunun için, en yaşlı ve en şe­refli adamları olan Abdullah b. Cüd'an'm evinde toplandılar. Onun ya­nında Haşim oğulları, Abdülmuttalib oğulları, Esed b. Abdüluzza oğulları, Zühre b. Kilab ve Teym b. Mürre yemin ettiler. Mekke'de yerli veya yabana bir kimse haksızlığa uğradığı takdirde onun yanında yer almak ve hakkını zalimden alıp kendisine geri verinceye kadar çabala­mak üzere sözleşip ittifak ettiler. Kureyşliler, bu ittifaka "Hilful-Fudul"

adını verdiler.

Muhammed b. îshak, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söy­ledi: "Abdullah b. Cüd'an'm evinde yapılan bir ittifakta hazır bulundum.

Bana kızıl tüylü koyunlar verilse bile o ittifakı bozmak istemezdim. İslâmiyet döneminde de böyle bir ittifaka davet vaki olursa, mutlaka icabet ederim."

İbn îshak, Muhammed b. İbrahim b. Haris et-Teymî'nin şöyle dedi­ğini rivayet etti: Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin ile Medine Emîri Velid b. Utbe arasında, Zi'1-Merve vadisindeki bir mal üzerinde anlaşmazlık çıkmıştı. Velid b. Utbe'yi, amcası Muaviye b. Ebu Süfyan Medine'ye emîr tayin et­mişti. Velid b. Utbe, emirlik makamına güvenerek Hz. Hüseyin'e baskı yapıyor gibiydi. Hz. Hüseyin, ona dedi ki: "Allah'a andolsun ki, ya hakla­rımı verirsin, ya da kılıcımı elime alıp Rasûlullah(s.a.v.)'ın mescidine gi­der, orada Hilful-Fudul mensuplarını yardıma çağırırım!"

Hz. Hüseyin'in bu sözlerini Velid'e söylediği esnada orada hazır bu­lunan Abdullah b. Zübeyr, şöyle demişti: "Allah'a andolsun ki, Hüseyin, Hilful-Fudul mensuplarını yardıma çağırması halinde ben de kılıcımı elime alırım. Hakkını alıncaya veya hepimiz ölünceye kadar onun ya­nında olurum!"

Bu haber Misver b. Mahreme b. Nevfel ez-Zührf ye ulaştığında, o da aynı şeyleri söylemişti. Abdurrahman b. Osman b. Ubeydullah et Teymî, bu olaydan haberdar olunca, o da aynı şeyleri söylemişti.

Velid b. Utbe, yukarıda adı geçen kişilerin böyle konuştuklarını duyduğu zaman Hz. Hüseyin'in hakkım vererek gönlünü hoşnud etmiş­ti. [18]

 

Hz. Peygamberin Hz. Hatice İle Evlenmesi

 

İbn İshak; "Hüveylid kızı Hatice, şerefli, varlıklı bir kadın olup tica­retle uğraşırdı. Malının ticaretini yapmaları için, kar ve zararda ortak­lık usulüyle adam tutup çalıştırırdı." demektedir. Rasûlullah(s.a.v.)'ın doğru sözlü, güzel ahlaklı ve son derece güvenilir bir insan olduğunu du­yunca, kendisine haber gönderdi. Ticaret yapmak üzere kölesi Meysere ile birlikte malını Şam'a götürmesini teklif ile diğer ticaretçüere verdi­ğinden daha fazla ücret vereceğini de bildirdi. Rasûlullah (s.a.v.), bu teklifi kabul etti. Hatice'nin malını alıp kölesi Meysere'yle birlikte Şam'a vardı. Bir manastır yakınındaki bir ağacın gölgesi altında mola verdi. Manastırın rahibi onları görünce, Meysere'ye yaklaşıp; "Ağacın altında oturan şu adam Mm?" diye sordu. Meysere de; "Kureyşlidir, Ha­rem halkındandır." deyince rahip, "Bu ağacın altına şimdiye kadar pey­gamberlerden başkası oturmamıştır." dedi.

Sonra Rasûlullah (s.a.v.), getirdiği malları satıp parasıyla da, al­mak istediği şeyleri satın aldı. Bundan sonra Meysere'yle birlikte Mek­ke'ye dönmek üzere yola çıktı.

Öğle vakti hava iyice ısındığında Meysere, iki meleğin, devesi üze­rinde gitmekte olan Rasûlullah'ı gölgelendirip güneşten koruduklarını

görmüştü.

Rasûlullah (s.a.v.), Mekke'ye gelip mallarını Hatice'ye teslim etti. Hatice de o malları sattı. Önceki seferlerin bir misli veya bir misline ya­kın miktarda fazla kar elde etti. Meysere de, rahibin söylediklerini ve Rasûlullah'ı gölgelendiren melekleri gördüğünü Hatice'ye anlattı. Hati­ce, akıllı, şerefli ve düşünceli bir kadındı. Ayrıca Cenâh-ı Allah da onu yüceltmek istemişti. Meysere'nin bu haberleri kendisine anlatması üze­rine rivayete göre Rasûlulîah'a şu mesajı göndermişti: "Ey amcaoğlu! Akrabalığın, kavmin içindeki asaletin, güzel ahlakın, güvenilirliğin ve doğruluğun için sana rağbetim vardır." Daha sonra da onunla evlenmek istediğini Rasûruliah'a açmıştı. Hatice, Kureyşlilerin en asil, en şerefli ve en varlıklı kadınıydı. Kavminin bütün erkekleri, bu yüzden -şayet ya-pabilseler- onunla evlenmek istiyor ve buna can atıyorlardı.

Hatice'nin mesajını alan Rasûlullah (s.a.v.), durumu amcalarına açtı. Bunun üzerine amcası Hamza, onu yanına alıp Hüveylid b. Esed'in yanına götürdü. Hatice'yi, Rasûlullah'a istedi. Böylece evlenmiş oldu­lar.   .

İbn Hişam'm anlattığına göre Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Hatice'ye me-hir olarak yirmi deve vermiştir. Böylece evliliğe ilk adımını, Hatice'yle atmış, o vefat edinceye kadar da başka bir kadınla evlenmemişti.

İbn îshak der ki: Rasûlullah(s.a.v.)rm İbrahim'den başka bütün ço­cukları Hz.Hatice'den doğmuştur. Çocukları şunlardı:

1- Kasım. Rasûlullah (s.a.v.), Ebu'l-Kasım künyesini onun adından almıştır.

2- Tayyib .

3- Tahir

4- Zeynep

5- Rukiyye

6- Ümmü Gülsüm

7- Fatıma

İbn Hişam'm anlattığına göre Rasûlullah'ın oğullarının yaş sırası­na göre adları şöyledir:

1- Kasım, 2- Tayyib, 3- Tahir.

Kızlarının da yaş sırasına göre olan adları şöyledir:

1- Rukiyye, 2- Zeynep, 3- Ümmü Gülsüm, 4- Fatıma.

Beyhakî, Mus'ab b. Abdullah ez-Zübeyrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah(s.a.v.)'ın, çocuklarının yaş sırasına göre adları şöyledir: 1- Kasım, 2- Zeynep, 3- Abdullah, 4- Ümmü Gülsüm, 5- Fatıma, 6- Rukiyye.

İlk olarak oğlu Kasım, sonra da Abdullah ölmüştür. Hatice de vefat ederken altmışbeş yaşındaydı. Elli yaşında olduğunu söyleyenler de vardır.

Diğer siyerciler dediler ki: Kasım, bineğe ve deveye binecek yaşa varmış, babası peygamber olduktan sonra ölmüştür. Annesinden süt emmekteyken öldüğünü söyleyenler de vardır. Öldüğünde Rasûlullah (s.a.v.); "Onun için Cennet'te bir emzirici vardır. Onu emzirme işini ta­mamlayacaktır." demişti. Meşhur görüşe göre Rasûlullah (s.a.v.), bu sözü, İbrahim hakkında söylemiştir.

Yunus b. Bükeyrjbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Hatice, Rasûlullah'a; iki erkek, dört de kız çocuk doğurdu: Kasım, Abdullah, Fa­tıma, Ümmü Gülsüm, Zeynep ve Rukiyye.

Zübeyr b. Bekkar dedi M: Abdullah'ın bir adı Tayyip.diğer adı da Ta­hir idi. Babasının, peygamber oluşundan sonra doğduğu için ona bu ad verilmiştir. Diğerleriyse, bisetten önce ölmüşlerdir.

Rasûlullah'ın kızlarına gelince onlar, biset dönemine ulaşmış, İslâm'a girmiş ve babaları (s.a.v.) ile birlikte hicret etmişlerdir.

İbn Hişam dedi   ki: İbrahim, İskenderiye Sahibi Mukavkis'in, Kûret-ü Enda şehrinden alıp Rasûlullah (s.a.v.)'a hediye ettiği Mariyetü'l-Kıbtiye'den doğmuştur.

Allah izin verirse ayrı bir bölümde, Hz. Peygamber'in zevcelerinden de bahsedeceğiz. Güvencimiz Allah'adır.

İbn Hişam, Rasûlullah'ın, Hz. Hatice'yle evlendiği sırada yirmibeş yaşında olduğunu söyler. Aralarında Ebu Amr el-Medenî'nin de bulun­duğu birçok ilim adamı, bunu bana böyle anlattılar.

Yakub b. Süfyan dedi ki: Bir çok kimsenin bana anlattığına göre Hz. Peygamber yirmibeş yaşındayken, Amr b. Esed, Hatice'yi onunla evlen-dirmiştir. O esnada Kureyşliler de Ka'be'yi yapıyorlardı.

Yine aynı şekilde Beyhakî'nin, Hakim'den naklettiğine göre birbir­leriyle evlendiklerinde Hz. Peygamber yirmibeş yaşında, Hz. Hatice ise otuzbeş yaşında bazılarına göre de yirmibeş yaşındaydı.

Beyhakî, eserinin, "Hatice ile evlenmeden önce Rasûlullah'ın uğ­raştığı işler" bölümünde şöyle bir rivayette bulunur:

Ebu Abdillah el-Hafiz, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın, peygamber olarak gönderdiği her insan, mutlaka koyun çobanıdır." Sahabeleri; "Sen de mi ya Rasûlallah?" diye sorunca buyur­muş ki:

"Ben de Mekkelilerin davarını birkaç kırat (tahıl) karşılığında otla­tıyordum."

Beyhakî'nin, Cabir'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöy­le buyurmuştur:

"Bir deve karşılığında Hatice'ye kendimi iki kez kiraya verdim (işin­de ücretle çalıştım)."

Beyhakî, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: "Babası sarhoşken, kızı Hatice'yi Rasûlullah'la evlendirdi."

Beyhakî, Abdullah b. Haris'in şöyle dediğini rivayet eder: Ammar b. Yasir, Rasûlullah'la Hatice'nin evlenmesi hakkında insanların çok ko­nuştuklarını duyunca şöyle derdi: Rasûlullah'ın Hatice'yle evlenmesini, başkalarından çok ben bilirim. Çünkü ben, Rasûlullah'ın yaşıtı, dostu ve arkadaşıydım. Günün birinde onunla birlikte yürüyüşe çıktık. Haru-re mevkiine geldiğimizde, Hatice'nin bacısının yanından geçtik. O, ken­dine ait bir deve derisi üzerinde oturmaktaydı. Bana seslendi. Ben de dö­nüp yanına gittim. Rasûlullah (s.a.v.) da durup beni bekledi. Hatice'nin kızkardeşi bana: "Senin arkadaşın, Hatice'yle evlenmek istemez mi?" diye sordu. Ben de dönüp Rasûlullah(s.a.v.)'m yanına vardım. Durumu kendisine anlattım. O da: "Hayatıma yemin olsun ki isterim." dedi. Rasûlullah(s.a.v.)'m bu sözünü, Hatice'nin kızkardeşine ulaştırdım. "Yarın sabah bize gelin." dedi. Ertesi sabah evlerine gittiğimizde bir inek kesmişler, Hatice'nin babasına bir kaftan giydirmişler, sakalım sariya boyamışlardı. Ben, durumu Hatice'nin kardeşine anlattım. O da ba­basına anlattı, ama babası, o anda sarhoştu. Ona, Rasûlullah'm şahsi­yeti ve sosyal mevkii anlatıldı. Onun kızına Talibli olduğu söylendi. O da bunun üzerine kızı Hatice'yi Rasûlullah'a verdi. Bu evliliği yaptılar. Ye­meği yedik. Hatice'nin babası uyudu. Sonra bağırarak uyanıp; "Bu ne kaftan, bu ne sakal boyası, bu ne yemek?" diye yüksek sesle söylendi. Ammar b. Yasirle konuşmuş olan kızı da; "Bu, kızının nişanlısı Muham-med b. Abdullah'ın sana giydirdiği kaftandır. Kesilen bu inek ise, onun sana hediyesidir. Kızını, ona eş olarak vermen üzerine ineği kestik." de­di. Hatice'nin babası, kızı Hatice'yi eş olarak Muhammed'e vermeyi ka­bul etmeyip bağırarak evden çıktı. Hatim'e[19] geldi. Haşim oğulları, Rasûlullah'ı da yanlarına alarak Hatice'nin babasının yanma geldiler. Kendisiyle konuştular. Onlara: "Adamınız nerede?" diye sorması üzeri­ne, Rasûlullah çıkıp onun yanma geldi. Rasûlullah'a bakınca şöyle dedi: "Eğer Hatice'yi sana eş olarak verdiysem vermişimdir. Vermediysem de şimdi veriyorum!"

Zührî, "Siyer" adlı eserinde der ki: "Hz. Hatice'nin babası sarhoşken kızını, Rasûlullah'la evlendirdi."

Müemmelî der ki: Üzerinde ittifak edilen görüşe göre Hatice'yi Rasûlullah'la evlendiren kişi, amcası Amr b. Esed'dir. Süheylî'nin de tercih ettiği görüş budur.

Bunu, Abbas ile Aişe'den nakletmiştir. Hz. Aişe demişki: Hatice'nin babası Hüveylid, Ficar savaşından, önce ölmüştür. Hacer-i Esvedi, Ka'be'den alıp Yemen'e götürmek isteyen Tübban[20] ile mücadele eden odur. Bu iş için Hüveylid, yanına Kureyş'ten bir cemaati de alarak ayak­lanmıştı. Öte yandan Tübban da uykuda korkulu bir rüya görmüştü. Bunun üzerine bu niyetinden vazgeçmiş ve hacer-i esvedi yerinde bırak­mıştı. "Sire" adlı eserinin son kısmında İbn İshak der ki: Hz. Hatice'yi, Rasûlullah (s.a.v.) ile evlendiren, kardeşi Amr b. Hüveylid1 dir. Doğrusu­nu Allah bilir. [21]

 

Fasıl

 

İbn İshak dedi ki: Hüveylid kızı Hatice, kölesi Meysere'nin, rahibin söyledikleri ve iki meleğin Rasûlullah'ı gölgelendirmesi gibi bizzat gör­düğü şeylerle ilgili olarak kendisine anlattıklarını, Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abdüluzza b. Kusayy'a nakletti. Varaka, Hz. Hatice'nin amcası oğlu olup Hristiyandı. Kitapları araştırmış, insanla ilgili ilimleri öğren­mişti. Hatice'nin kendisine bu şeyleri anlatması üzerine Varaka şöyle demişti: "Ey.Hatice! Eğer bu söylediklerin gerçekse, Muhammed bu ümmetin peygamberi olacaktır. Bu ümmete yakın zamanda bir peygamber geleceğini zaten biliyordum." Varaka, bu işin geciktiğini görerek; "Bu hal, ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?" diyor ve şöyle bir şiir söylü­yordu:

"İnad ettim. Ben hatıralara dalmıştım. Kederden ötürü inad ettim. O keder, uzun uzadıya ağlattı beni. Hatice'nin evsaf üzerine vermesin­den sonra ey Hatice, bekleyişim uzun sürdü. Mekke'nin iki yamacı arasında, senin sözlerin üzerine umuda kapılarak, bu dar geçitten çıkıp yeri bulacağımı umdum. Çünkü bana, rahiplerden birinin söyledikleri­ni aktarmıştın. O sözlerin, eğri olmasını istemem. Rahip demiş ki: Mu­hammed, bir gün başa geçecek. Kendisine karşı duranları mağlup ede­cek. Beldelerde, nur zuhur edecek. Bütün halk, o nur sayesinde doğrula­cak. Kendisiyle savaşanlar, kayba uğrayacak. Onunla banş içinde yaşa-yanlarsa, başarı ve zaferi bulacak. Bütün bunlar olurken keşke ben de hazır bulunsam. Ve Kureyşlilerin hoşlanmadığı İslâm'a, -bütün Mekke-lüer karşı çıkıp gürültü, patırtı etseler de- insanların ilk gireni ben ol­sam. Onların hoşlanmadıkları İslâm'ın, -kendileri alçalıp kafirlikte kal­maları halinde- Arş'm sahibi Allah'ın katma yükseleceğini umarım. Ku­reyşlilerin sefalet diye adlandırdıkları şeyi (İslâmiyeti) seçip burçlara yükselen kimsenin durumu kafirlik midir? Hayır, değildir. Onlar yaşar­ken ben de yaşarsambir şeyler olacaktır ki; kafirler, o şeyler karşısında gürültü koparacaklardır. Ama ölen her genç ve yiğit kişi, kaderindeki sı­kıntı ve kayıpları görecektir."

İbn İshak'a göre Yunus b. Bükeyr'den yapılan rivayette Varaka b. Nevfel, başka bir şiirinde de şöyle demiştir:

"Sabah erkenden mi, yoksa akşamleyin mi gideceksin? Gönlünde gizlediğin hüzün ateş çakıyor. Çünkü ayrılmam istemediğim bir kavim­den ayrılıyorsun. İki gün sonra onlardan uzaklaşacak gibisin. Doğru ha­berciler, Muhammed'den haber veriyor. Nasihatçılar, kaybolduğunda onu anlatıyor, İki yolu bulunan düzlükte, taşlık olan çukurda, Mek­ke'nin en hayırlı adamı, kervanla birlikte Busra pazarına yönelip sana geldi. Develeri yüklü ve ağır yürüyüşlüydü. Bilgisine dayanarak her hayrı bize anlatıyordu. Hakkın anahtarlı kapıları vardır. Haberci diyor­du ki; Abdullah oğlu Ahmed, peygamber olarak gönderiliyor, Batha ki o; Hud ile Salih, Musa ile İbrahim gibi kulların, elçi olarak gönderildikleri gibi, doğru sözlü bir elçi olarak gönderiliyor. Öyleki onun kıymeti görülecek ve şanı, açık-seçik bir şekilde yayılacaktır. Lüeyy ve Galib ka­bilelerinin şerefli ihtiyarları ve gençleri, ona tabi olacaktır. İnsanlar, onun peygamberlik dönemine ulaşıncaya kadar yaşarsam, ben ona sev­gi gösterir, onunla ferahlanırım. Yoksa ey Hatice, bilesin ki ben, senin şu diyarından daha geniş ve büyük bir diyara seyehat ederim!" ,

el-Ümevî, yukarıdaki şiire şu mısraları da ekler:

"Binaları kuranın dinine tabi olanlar. Bilin ki; bu dinin sahibi, in­sanlardan daha faziletli ve üstündür. Mekke'de sabit binalar kurmuş­tur. Karanlıkta, o binalarda kandiller parıldar. O binalar, bilinen ve bi­linmeyen bütün kabilelerin toplanma yeridir. Oraya asil, yüksek, seç­kin ve mızrak gibi boylu, ama yorgun olan develer hızla koşup giderler. Bileklerine, yırtık elbise parçaları takılıdır."

Ebu'l-Kasım es-Süheylî'nin, "Ravz" adlı eserinde naklettiği, şu aşa­ğıdaki şiirler de Varaka'ya aittir:

"Bazı kavimlere Öğüt verdim. Onlara dedim ki: Ben uyarıcıyım. Hiç kimse, sizi aldatmasın. Siz, yaratandan başka bir ilaha tapmayın. Eğer başka ilaha tapmaya sizi davet ederlerse; "Aramızda düşmanlık var." deyin. Arşın sahibi her zaman yüce ve münezzehtir. Bizden önce Cudî dağı da, Buz dağı da O'nu teşbih etmiştir. Gök kubbenin altındaki her şey, O'nun buyruğundadır. Mülk ve hükümranlığında hiç kimse, O'nun-la övünme yarışına giremez. Gördüğüm şeylerden hiçbiri, tazeliğini ko­ruyamaz. Yalnız Allah kalır. Mal ve evlat yok olup gider. Hürmüz'ün ha­zineleri kendisine yarar sağlamadı. O'nu, ebedi kılmadı. Ad kavmi de edebi yaşamaya çabaiadıysa da başaramadı. Süleyman da ölümsüzlüğe eremedi. Oysaki rüzgarlar, onun buyruğuyla eserlerdi. Aralarında ifrit­ler de olmak üzere cinler ve insanlar onun buyruğundaydılar. Onurlu ve güçlü oldukları için her taraftan heyetlerin gelip ziyaret ettiği hüküm­darlar nerede? Burada uğranılması gereken bir havuz vardır. Bunda ya­lan yoktur. O hükümdarlara gidildiği gibi, her gün buraya da gelinmesi gerekir."

Emiru'l-Mü'minin Hattab oğlu Ömer (r.a.)'de bazan bu şiirleri bir takım meselelerde delil olarak ileri sürüp okurdu. Doğrusunu Allah bi­lir. [22]

 

Kureyşlilerin, Ka'be'yi Yeniden Yapmaları

 

Hz. Muhammed'in peygamber oluşundan beş yıl önce Kureyşliler, Ka'be'yi yeniden yapmışlardır. Beyhakî'nin anlattığına göre Ka'be, Hz. Peygamberin Hz. Hatice ile evlenmesinden önce yeniden yapılmıştır. Meşhur görüşe göre Kureyşliler, Hz. Peygamber'le Hz. Hatice'nin evlen­melerinden on yıl sonra Ka'be'yi yeniden yapmışlardır.

Beyhakî, -ilgili bölümde de naklettiğimiz gibi- Ka'be'nin İbrahim peygamber zamanında yapıldığını anlatmış, bu konuda Sahih-i Bu-harî'de İbn Abbas'tan rivayet edilen hadisi nakletmiş, ayrıca Ka'be'nin Adem peygamber zamanında yapılmış olduğuna dair ileri sürülen israiliyata da değinmiştir. Tabii ki bu doğru değildir. Çünkü Kur'ân ayetlerinin zahiri manası, Ka'be'yi ilk yapanın İbrahim peygamber ol­masını gerektiriyor. Ka'be'nin arsası, inşaattan önceki çağlarda ve va-

kitlerde de şerefli ve itina gösterilen bir yerdi. Bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'de ki mübarek ve âlemlere hidayet sebebi olan Ka'be'dir. Orada apaçık deliller vardır, İb­rahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse, güvenlik içinde olur. Oraya yol bulabilen insana, Allah için Ka'be'yi haccetmesi gereklidir." (Âl-i îmrân, 96-97.)

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Zerr'in şöyle dediği rivayet edilir: "Ya Rasûlallah! İlk kurulan mescid hangisidir?" diye sordum. "Mescid-i Aksa'dır." dedi. "İkisinin kuruluşu arasında ne kadar zaman vardır?" diye sordum. "Kırk senedir." dedi. Bu konudan daha önce söz et­miştik. Mescid-i Aksa'yı, İsrail (Yakup peygamber)'in kurduğunu da söylemiştik.

Buharî ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadis-i şerifte şöyle buyurulm aktadır:

"Gökleri ve yeri yarattığı günde Cenâb-ı Allah, bu beldeyi (Mek­ke'yi) haram kılmıştır. Burası, kıyamet gününe kadar Allah'ın hürme-tiyle haramdır."

Beyhakî, Abdullah b. Amr'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ka'be yeryüzünün meydana gelişinden 2000 sene Önce vardı."

«Yer uzatılıp düzeltildiğinde...»[23]. Dedi ki: "Yer, Ka'be'nin altından uzatılıp düzeltildi."

Ben, bunun cidden garip bir rivayet olduğu görüşündeyim. Belki de bunları, Yermük savaşında ganimet olarak ele geçirdiği iki deve üzerin­deki yükler arasında bulup çıkarttığı is railiyyattan nakletmektedir. O israiliyat arasında münker ve garip şeyler vardır.

Beyhakî, Abdullah b. Amr b. As'tan rivayet etti ki: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Cenâb-ı Allah, Cebrail'i, Adem ile Havva'ya göndererek kendisi için bir ev (Ka'be) yapmalarım buyurdu. Bu evin planı, Cebrail tarajin-dan çizilmişti. Bunun üzerine Adem (temel) kazmaya;'Havva da (taş) ta-' sımaya başladı. Nihayet temellerin altından su, Adem'e seslenerek; "Bu kadarı yeter ey Adem!" dedi. Ka'be'yi yapıp tamamladıklarında Cenâb-ı Allah, onu tavaf etmesini Adem'e vahyetti ve ona: "Ey Adem! Sen, insan­ların ilkisin. Bu da ilk yapılan evdir." dedi. Sonra nesiller gelip geçti. Za­man geldi, Nuh orayı ziyaret etti. Sonra aradan yine nesiller geçti. Bir zaman geldi ki, İbrahim, oranın temellerini yükseltti."

Beyhakî dedi ki: İbn Luhay'a bunu, böyle merfu olarak rivayet etti. Ben de bunun zayıf olduğu görüşündeyim. Bu hadisin, Abdullah b. Amr tarafından mevkuf olarak rivayet edilmiş olması, daha kuvvetli ve daha sabittir. Doğrusunu Allah bilir.

Rebî dedi ki: Şafiî, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî -veya başka biri­nin şöyle dediğini rivayet etti: "Adem, hacca gelmişti. Melekler onu kar­şılayarak: 'İbadetin makbul olsun ey Adem! Ama biz, senden 2000 yıl ön­ce haccetmişiz.' dediler."

Yunus b. Bükeyr, Urve b. Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet etti: "Hud ve Salih dışında Ka'be'yi ziyaret etmeyen hiçbir peygamber yoktur."

Ben de derim ki: Biz, onların Ka'be'yi ziyaret ettiklerini söylemişiz-dir. Maksat, Ka'be'nin binası mevcud olmasa da onun yerini ziyaret et­mektir ki onlar da o yeri ziyaret etmişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.

Sonra Beyhakî; İbn Abbas'm, İbrahim peygamberin kıssasıyla ilgili hadisini uzun uzadıya nakletmiştir ki, bu hadis, Buharî'nin sahihinde mevcuttur.

Yine Beyhakî, Semak b. Harb'm, Halid b. Ar'are'den rivayetine da­yanarak şöyle demektedir:

Bir kimse, Hz. Ali'ye: "Doğrusu insanlar için kurulan ilk ev, Mek­ke'de ki mübarek ve âlemlere hidayet sebebi olan Ka'be'dir." (Al-i Imrân, 96.) ayetinde sözü edilen ev (Ka'be), yeryüzünde yapılan ilk ev midir?" diye sormuş, o da şu cevabı vermiş: "Hayır, Ka'be, insanlar için içine bereket ve hidayet konulan ilk evdir. Orada, Makam-ı İbrahim vardır. Oraya gi­ren, güvenlik içinde olur. İstersen, onun nasıl yapıldığını sana anlata­yım: Cenâb-ı Allah, İbrahim peygamber'e: "Benim için yeryüzünde bir ev yap." diye vahyetti. İbrahim zorlanıp sıkıntıya düştü. Cenâb-ı Allah ta ona sekineti gönderdi. Sekinet, şiddetli esen Hacuc rüzgarıdır. Başı ve sonu vardı. Yılan gibi halkalanıp Ka'be'nin yerinde esti. İbrahim de Ka'be binasını yapmaya başladı. Nihayet Hatim kısmına geldi. Oğluna; "Bana taş bulup getir." dedi. O da taş bulup getirdi. Geldiğinde, Ka'be duvarına hacer-i esvedin konulmuş olduğunu gördü. Babasına; "Bu taş nereden sana geldi?" diye sordu. İbrahim Peygamber de; "Senin binana dayanmayan biri getirdi. Cebrail, gökten getirdi. Sen de bu sözü yay." dedi.

Uzun bir zaman sonra Ka'be yıkıldı. Amalika kabilesi, onu yeniden inşa etti.Çok zaman sonra tekrar yıkıldı. Bu defa Cürhüm kabilesi onu yemden yaptı. Bir müddet sonra yine yıkıldığında Kureyşliler onu yeni­den inşa ettiler. Rasûlullah (s.a.v.), o zaman genç bir adamdı. Hacer-i Esved'i yerine koymak istediklerinde anlaşmazlığa düştüler. Nihayet; "Şu karşıdaki yoldan ilk çıkıp gelecek olan adamı aramızda hakem yapalım." dediler. O yoldan ilk olarak çıkıp gelen kişi, Rasûlullah (s.a.v.) oldu. Hacer-i Esvedi yünden bir yaygı içine koymalarını, sonra da her kabileden bir temsilcinin, o yaygının bir ucundan tutarak kaldırmalara nı söyledi. Bu teklin herkesçe uygun görüldü."

Ebu Davut et-Tayalisî, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet etti: "Cür-hümlülerin onarmasından sonra yeniden yıkılan Ka'be'yi, Kureyşliler tekrar yaptılar. Hacer-i Esvedi yerine koymak istediklerinde, onu kimin yerine koyacağı hususunda anlaşmazlığa düştüler. Karşıdaki kapıdan içeriye ilk girecek olan adamın, o taşı yerine koyması hususunda anlaş­maya vardılar. Tam o sırada Rasûlullah (s.a.v.), Beni Şeybe kapısından içeri girdi. Bir sergi getirilmesini istedi, getirdiler. O da hacer-i esvedi kendi eliyle alıp serginin ortasına koydu. Her kabileden bir temsilcinin o serginin birer ucundan tutmalarını söyledi. Onlar da böyle yaparak ser­giyi tutup kaldırdılar. Rasûlullah (s.a.v.) da sergideki hacer-i esvedi kendi eliyle alıp duvardaki yerine koydu."

Yakub b. Süfyan, îbn Şihab'm şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah (s.a.v.), bulûğ çağına erdiğinde kadının biri Ka'be'yi tütsü-lemişti. Tütsülerken ateşten bir kıvılcım sıçrayarak Ka'be'nin örtüsünü yakmıştı. Ka'be de hasar gördükleri için onu tamamen yıkmış ve yeni­den inşa etmişlerdi. Sıra, hacer-i esvedi yerine koymaya geldiğinde, onu hangi kabilenin duvara yerleştireceği hususunda anlaşmazlığa düş­müşlerdi. 'Yanımıza gelecek ilk adamı, hakem yapalım." dediler. Belin­de kaplan derisinden bir kemer bulunan ve genç bir adam olan Rasûlullah (s.a.v.) yanlarına geldi. Onu hakem yaptılar. Hacer-i Esve­din bir sergi içine konulmasını emretti. Sonra her kabilenin liderini ça­ğırıp, serginin bir kenarından tutturdu. Kendisi de duvara çıktı. Sergiyi yanma kadar kaldırdılar. O da mübarek taşı, eliyle alıp yerine koydu."

Kendisinden daha yaşlı kimseler varken, onların rızası olmadan öne geçmezdi. Kendisine vahiy gelmeden önce onu, güvenilir kişi anla­mına gelen "el-Emin" lakabıyla çağırırlardı. Kurban keserken, dua et­mesi için mutlaka onu davet ederlerdi. Bu, Zührî'nin siyerinden alman güzel bir rivayettir. Ancak bu rivayette anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), o zaman yeni buluğ çağına ermiş. Halbuki meşhur rivayetlere göre o esnada otuzbeş yaşındaydı. Rahmetli Muhammed b. İshak b. Ye-sar, bunun kesinlikle böyle olduğunu ifade etmiştir.

Musa b. Ukbe dedi ki: Ka'be'nin yeniden yapılışı, bisetten beş yıl ön­ce olmuştur. Mücahid, Urve, Muhammed b. Cübeyr b. Mut'im ve diğer­leri de böyle demişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.

Musa b. Ukbe dedi M: Ficar savaşıyla Ka'be'nin yeniden yapılışı ara­sında onbeş sene geçmiştir.

Ben de derim ki: Ficar savaşı ile Hilfu'l-Fudul cemiyetinin kurulma­sı, aynı senede olmuştur. Çünkü o senede Rasûlullah (s.a.v.), yirmi ya­şındaydı. Bu da îbn İshak'ın söylediğini teyid ediyor. Doğrusunu Allah bilir.

Musa b. Ukbe dedi ki: Kureyşlileri, Ka'be'yi yeniden yapmaya sev-keden etken, üst tarafta örüp kapattıkları kapının üzerinden gelen ve kapıyı yıkan sel sularıydı. Bu suların Ka'be'ye girmesinden korkmuş­lardı.

Müleyh adında bir adam, Ka'be'nin kokusunu çalmıştı. Bü yüzden Kureyşiiler, Ka'be'nin binasını sağlam yapmak ve kapısını da biraz yük­sek tutmak istemişlerdi ki oraya kimse girenlesin.

Bu iş için para ve işçi hazırladılar. Ertesi gün yıkmak üzere oraya vardıklarında, bu işi yapmalarına Allah mani olur diye korkuyorlardı. Ka'be'nin damına çıkıp yıkmaya başlayan ilk adam, Velid b. Muğîre ol­muştu. Velid'in yıkmaya başladığım görünce diğer Kureyşiiler peşpeşe gelip Ka'be'yi yıkmaya başladılar ve nihayet bina, yerle bir oldu. Bu, hoşlarına gitmişti.

Yeniden inşa etmek istediklerinde, işçilerini oraya getirdiler. İşçi­lerden hiçbiri bir ayak yeri kadar bile öne geçemedi. Çünkü Ka'be'yi bir yılanın çevrelemiş olduğunu ve halkalandığı için başının kuyruğunun yanına vardığını söylediler. Fazlasıyla ürktüler. Yaptıkları iş yüzünden helake sürüklenmekten korktular. Zira Ka'be, onları insanlara karşı koruyan bir güç ve sığmaktı. Onların şerefiydi.

Ka'be, önlerine yıkıldı. Onu yeniden inşa hususunda ihtilafa düş­tüklerinde; Muğire b. Abdullah b. Amr b. Mahzum kalkıp onlara öğüt verdi; ihtilafa düşmemelerini, inşaat hususunda birbirlerini kıskanma­malarını, bu işi dörde bölmelerini ve inşaat masraflarına haram mal katmamalarım tavsiye etti.

Anlatıldığına göre onlar, bu esaslar çerçevesinde inşaata karar ver­diklerinde, Ka'be'yi çevrelemiş olan o yılan semaya çekilip gözlere gö­rünmez olmuş. O zaman bu işin, yüce Allah tarafından olduğunu anla­mışlardı. O yılanı bir kuşun alıp götürerek, Ciyad taraflarına bıraktığı­nı söyleyenler de vardır.

Muhammed b. İshak b. Yesar dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.) otuzbeş ya­şına girdiğinde Kureyşiiler, Ka'be'yi yemden inşa etmek için toplandı­lar. Ancak tamamen yıkıp yeniden yapmak değil de damım örtmek iste­mişlerdi. Çünkü baştan sona yıkmaktan korkuyorlardı. O zamana ka­dar Ka'be duvarları harçsız olarak taşlann üst üste konulması şeklinde örülmüştü. Bir adam boyundan biraz daha yüksekti. Kureyşiiler, du­varları yükseltip damım Örtmek istemişlerdi. Çünkü bir kaç kişilik bir grup, Ka'be içindeki bir kuyuya saklanmış olan hazineyi çalmışlardı. Bu hazine, yapılan aramalar sonucunda, Beni Müleyh b. Amr b. Huzaa ka­bilesinden Düveyh admda bir kölenin yamnda bulunmuştu. Kureyşiiler de onun elini kesmişti. Kureyşiiler, hırsızın çaldıktan sonra bu hazineyi Düveyk'in yanma koyduğunu ileri sürmüşlerdir.

Bizans tüccarlarından birine ait bir gemi, Cidde kıyısına vurup par­çalanmıştı. Kureyşiiler de geminin tahtalarım alarak, Ka'be'nin damını örtmede kullanmak için hazır hale getirmişlerdi.

el-Ümevî dedi ki: O gemi Bizans imparatorunundu. Tahta, demir ve mermer gibi inşaat malzemeleri taşıyordu. İmparator, onu Bakom er-Rumî ile birlikte, İranlıların yaktıkları Habeşlilere ait kiliseye gönder­mişti. Gemi, Cidde limanında demirleyeceği yere vardığında Cenâb-ı Allah, üzerine bir fırtına göndermiş ve o da parçalanmıştı.

İbn İshak dedi M: Mekke'de marangozluk yapan Kıptî bir adam var­dı. Geminin kırılan tahtalarının bir kısmını onarmaya hazırlanmış, ge-, mideki arkadaşlarının canlarını kurtarmak istemişti.

Ka'be'ye getirilen hediyelerin içine atıldığı kuyudan bir yılan, her gün Ka'be'nin duvarı üzerine çıkıp güneşlenirdi. Kureyşlilerin korktuk­ları şeylerden biri de buydu. Kendisine yaklaşan biri oldu mu, başını kaldırıp ağzını açar ve ağzından değil de derisinden bir ses çıkarırdı. On­dan çok korkuyorlardı. Her zamanki gibi yine bir gün Ka'be'nin duvarı­na çıktığında, Allah onun üzerine bir kuş göndermiş; kuş, onu kapıp gö­türmüştü. Kureyşiiler de şöyle demişlerdi: Umarız ki Allah, bizim yaptı­ğımızdan hoşnud olmuştur. Yanımızda hazır işçilerimiz ve tahtalarımız var. Allah, yılana karşı bize yetti, bizi ondan korudu.

Süheylî, Rezin'in şöyle dediğini rivayet eder: Cürhümlüler zama­nında hırsızın biri, içindeki hazineyi çalmak maksadıyla Ka'be'ye girdi. O, Ka'be'nin içindeki kuyuya inmişken kuyu çöktü; Cürhümlüler de ge­lip onu çıkardılar ve çaldığı hazineyi elinden aldılar.

Daha sonra o kuyuya, başı oğlak başı büyüklüğünde bir yılan yerleş­ti. Yılanın karnı beyaz, sırtı siyahtı. O kuyuda beşyüz yıl süreyle kaldı.

Bu konuda Muhammed b. îshak'm anlattıkları, bundan ibarettir. Yine o dedi ki: Kureyşiiler, yeniden yapmak üzere Ka'be'yi yıkmaya ka­rar verdiklerinde Ebu Vehb b. Amr b. Aiz b. Abd b.İmran b. Mahzum[24] kalkıp Ka'be'nin üzerinden bir taş aldı ama o taş, elinden fırlayıp tekrar eski yerine kondu. O da şöyle dedi: "Ey Kureyş topluluğu! Ka'be inşaatına sadece helal kazancınızı katın. Bu inşaata fahişenin kazancı, faizcinin karı ve insanların herhangi birinden haksız yere alman bir mal sarfedilmesin"

İnsanlar bu sözün, Velid b. Muğire b. Abdillah b. Ömer b. Mahzum'a ait olduğunu söylemişlerdir. Sonra İbn İshak, bu sözü söyleyenin Ebu Vehb b. Amr olduğu görüşünü tercih etmiştir ki, Ebu Vehb de şerefli ve övgüye layık bir insan olup Hz. Peygamber'in babasının dayısıydı.

İbn İshak dedi ki: Sonra Kureyşiiler, Ka'be'nin yeniden yapımı hu­susunda iş bölümü yaptılar. Kapı bölümünü Abdu Menaf oğullarıyla Zühre oğulları; Hacer-i Esved ile Rükn-ü Yemanî arasını Mahzum oğul­larıyla Kureyşlilere iltihak eden bazı kabileler; dam kısmını Cümah oğullarıyla Sehm oğulları; Hicr bölümünü Abdu'd-Dar b. Kusayyoğulla-rıyla Esed b. Abdüluzza oğulları; Hatim tümseğini ise Adiyy b. KaTs oğulları üstlendiler.

Buna rağmen insanlar, Ka'be'yi yeniden yapmak üzere yıkmaktan korktular. Ancak Velid b. Muğîre: "Onu yıkmaya ilk önce ben başlayaca­ğım." dedi ve kazmayı eline alıp Ka'be'nin damına çıktı. "Allahım! Ka'be'ye ürküntü verecek değiliz. Biz hayırdan başka birşey istemiyo­ruz." diyerek Hacer-i Esved ile Rükn-ü Yemani tarafındaki duvarı yık­maya başladı. O duvara yıktıktan sonra işi bırakıp o gece bekledi. Diğer­leri dediler ki: "Bakalım, eğer Velid'in başına bir bela gelirse, Ka'be'yi yıkmaz ve eski haline döndürürüz. Ama başına bir bela gelmezse, de­mek ki, yaptığımız bu işten Allah razı olmuştur."

Sabah olunca, başına herhangi bir bela gelmemiş olarak Velid, kal­kıp tekrar işinin başına döndü. Yıkmaya başladı, diğerleri de onunla birlikte yıktılar. Bu arada İbrahim peygamberin kurduğu temele kadar indiler. Orada, dişler gibi birbirine kenetlenmiş yeşil temel taşlarıyla karşılaştılar.

İbn İshak, bazı hadis ravilerinin kendisine şöyle dediklerini söyledi: Ka'be'yi yıkan Kureyşlilerden biri, temel taşlarını sökmek için, iki taşın .arasına demir bir kazma geçirmiş, zorlayınca taş yerinden kımıldamış-tı. Ama bununla beraber Mekke şehri kökten sarsılmıştı. Bu olayla kar­şılaşınca da temeli sökmekten vazgeçmişlerdi.

Musa b. Ukbe, Abdullah b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Ku-reyş kabilesi yaşlıları derlerdi ki; Kureyşliler, Hz. İbrahim ile Hz. İsma­il'in koydukları temel taşlarını sökmek için karar verdiklerinde, onlar­dan biri, ilk temeldeki taşlardan birine uzanıp kaldırdı. Ama o taşın ilk temele ait olduğunu bilmiyordu. Taşı kaldırınca, altından bir şimşek çaktı. Neredeyse adamın gözünü kör edecekti. Taş tekrar onun elinden fırlayarak eski yerine gidip kondu. Hem taşı kaldıran, hem de oradaki diğer işçiler korktular. Kendiliğinden yerine gidip konan taş, o şimşek parıltısını gizledi. İşçiler de evlerine döndüler ve: "Ne bu taşı, ne de hizasındaki diğer taşları oynatın!" dediler.

İbn ishak dedi ki: Kureyşliler, Ka'be'nin temelinde Süryaniee bir ya­zı buldular. Okuyamadıkları için ne olduğunu bilemediler. Nihayet bir Yahudi, o yazıyı kendilerine okudu. Yazı şöyleydi: "Ben, Mekke'nin sa­hibi Allah'ım. Orayı, göklerle yeri yarattığım günde yarattım. Güneşi ve ayı şekillendirdim. Mekke'yi yedi melekle çevreleyip korumaya aldım. Yanındaki iki dağ durdukça, Mekke'de yerinde duracaktır. Halkı için oranın suyunda ve sütünde bereket vardır."

İbn İshak dedi ki: Kureyşliler, Makam-ı İbrahim'de, üzerinde şu ibarenin yazılı olduğu bir kitabe bulmuşlardı: "Mekke, Allah'ın saygın olan evidir. Rızkı, üç yoldan gelir. Onun saygınlığını yerlilerin ilkleri ih­lal etmez." Şayet söylediği doğru ise Leys b. Ebi Süleym'e göre Kureyşliler, bisetten kırk sene önce Ka'be'ye bir taş bulmuşlar. Taşın üzerinde şunlar yazılıymış: "Hayır eken, gıpta biçer. Şer eken, pişmanlık biçer. Kötülük yapacaksınız da iyilikle mi karşılık göreceksiniz? Eğer dikenden üzüm devşirilirse, bu olur! Ama böyle birşey mümkün değil­dir."

Said b. Yahya el-Ümevî, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu söy­ler:

"Makam-ı İbrahim'de üç sahife bulundu. Birinci sahifede şunlar ya­zılıydı: "Doğrusu ben, Mekke'nin sahibi Allahım! Güneş ile ayı yarattı­ğım günde onu yarattım. Onu, yedi temiz melek ile çevreleyip korumaya aldım. Yerlileri için, et ve sütü bereketli kıldım."

İkinci sahifede şunlar yazılıydı: "Doğrusu ben, Mekke'nin sahibi Allahım! Rahmi (dostluk ve akrabalık bağlarını) yarattım. Ona kendi adımdan türettiğim bir kelimeyi ad olarak verdim. O bağları bağlayanı, ben de (rahmetime) bağlarım. O bağları koparanı, ben de (rahmetim­den) koparırım." .

Üçüncü sahifedeyse şunlar yazılıydı: "Doğrusu ben, Mekke'nin sa­hibi Allah'ım! Hayır ve şerri yaratıp takdir ettim. Elinden hayırlı işler çıkana ne mutlu! Elinden şerli işler çıkana ne yazık!"

İbn îshak dedi ki: Sonra Kureyş kabileleri, Ka'be'yi inşa etmek için taş topladılar. Her kabile,belli miktarda taş topladı. Bundan sonra inşa­ata başladılar. Nihayet sıra, hacer-i esvedi yerine koymaya geldi. Her kabile; "Bu taşı yerine biz koyacağız!" diyerek anlaşmazlığa düştüler. Tartışıp yeminleştiler. Savaşa hazırlandılar. Öyleki, Abdu'd-Dar oğul­ları, kan dolu bir leğen getirdiler. Sonra Beni Adiyy b. Ka'b b. Lüeyy oğullarıyla beraber ölüm üzerine sözleştiler. Ellerini, leğendeki kana batırarak yeminlerini pekiştirdiler. Bu yüzden onlara, "Kan yalayıcıla­rı" dendi. Kureyşliler, bu hal üzere dört veya beş gece beklediler. Sonra Mescdd-i Haram'da bir araya gelip müşavere yaptılar ve nihayet adilane bir hüküm vererek anlaştılar.

Rivayet ehli bazı kimselerin ifadelerine göre, o sene Kureyşlilerin en yaşlısı olan Ebu Ümeyye b. Muğîre b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum, top­lantı esnasında kalkıp şöyle dedi. "Ey Kureyş topluluğu! Mescid-i Ha-ram'ın kapısından içeriye ilk girecek adamı, anlaşamadığınız bu husus­ta aranızda hakem yapın. O hakemlik yapıp hükmünü versin."

Kureyşliler, onun dediğini yaptılar, içeriye ilk giren, Rasûlullah (s.a.v.) oldu. Onu görünce de: "İşte bu emin ve güvenilir olan Muham-med'dir. Bunun hakemliğine razı olduk." dediler. Rasûlullah, yanlarına vardığında durumu kendisine anlattılar. O da: "Bana bir yaygı getirin." dedi. Getirdiler. Hacer-i Esvedi eliyle alıp yaygının içine koydu. Sonra da; "Her kabileden bir temsilci, yaygının bir ucundan tutsun. Sonra da hepiniz onu birlikte kaldırın." dedi. Öyle yaptılar. Yaygı içindeki hacer-i esvedi, duvara konulacağı yere getirdiler. Rasûlullah, taşı eliyle alıp du­vardaki yerine koydu. Sonra da o taşın üzerine duvar inşaatı devam etti.

Kureyşliler, Rasûlullah'ı, "el-Emin" adıyla adlandırmışlardı. Ahmed b. Hanbel, Saib b. Abdullah'tan rivayet etti ki; Cahiliye dö­neminde Ka'be inşaatında çalışanlardan biri, Saib'e şunları anlatmış: Yonttuğum bir taşım vardı. Allah'ı bırakıp ona tapıyordum. Yiyeme­diğim yoğurdu getirip o taptığım taşın üzerine dökerdim. Köpekte gelip üzerindeki yoğurdu yalar, sonra bir ayağını kaldırıp üzerine idrarını yapardı.

Evet, Ka'be'nin inşaatını devam ettirdik. Sıra, hacer-i esvedin yeri­ne konmasına geldi. Ama onu kimse bulamamıştı. Bir de ne görelim! Ha­cer-i Esveçl, inşaat taşları arasında!.. Ona bakan kişinin yüzü, ayna gibi içinde görülüyor. Kureyşten bir kabile; "Onu, yerine biz koyarız." dedi. Diğerleri de; "Hayır, biz koyarız!" dediler. Neticede; "Aramızı bulacak bir hakem bulalım. Şu yoldan ilk çıkıp gelecek olan adam, bize hakemlik yapsın." dediler. İlk olarak o yoldan Rasûlullah'm çıkıp geldiğini görün­ce de; "İşte size, el-Emin geldi!" dediler. Durumu kendisine anlattılar. O da hacer-i esvedi bir yaygının içine koydu. Sonra Kureyş kabilelerinin temsilcilerini çağırdı. Yaygının ucundan tutup kaldırdılar. RasûluUah da taşı kaldırıp duvardaki yerine koydu.

İbn îshak dedi ki: Hz. Peygamber zamanında Ka'be, onsekiz zira idi. Kabatî kumaşıyla Örtülürdü. Daha sonra aba kumaşıyla örtülmeye baş­landı, îlk olarak Haccac b. Yusuf, onu ipekle örtmüştü.

Ben derim ki: Masrafla baş edemediklerinden dolayı Kureyşliler, Şam yönünde, altı veya yedi zira uzunluğundaki Hatim kısmını inşaat dışında tuttular. Yani Ka'be'yi, ibrahim peygamberin koyduğu temel üzerine inşa edemediler. Ka'be için, doğu tarafında bir kapı açtılar. Her isteyen oraya giremesin, onlar dilediklerini içeri bıraksın, dilemedikle­rini bırakmasınlar diye, kapıyı biraz yüksek yaptılar.

Buharî ve Müslim'in sahihlerinde Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) kendisine şöyle demiş:

"Görmedin mi ki kavmin,masraflarla baş edemedi (de Ka'be'yi eski temeli üzerine inşa edemedi.) Eğer küfürden yeni kopmuş olmasalardı, Ka'be'yi yıkar, onun için doğu ve batı taraflarında birer kapı açar, Ha-tim'i de içine katardım."

Bu sebepledir ki îbn Zübeyr, iktidarı ele geçirince Ka'be'yi, Resûlullah(s.a.v.)'ın işaretine uygun şekilde yaptı. Son derece güzel ve parlak olan yeni bina, Hz. İbrahim'in koyduğu temel üzerinde yüksel­mişti. Biri doğuda, diğeri batıda olmak üzere yere bitişik iki kapısı vardı. İnsanlar, birinden girip diğerinden çıkıyorlardı.

Haccac-ı Zalim, îbn Zübeyr'i öldürünce, îbn Zübeyr'in güya kendi kafasına göre Ka'be ye vermiş olduğu yeni biçimi, bir mektupla zamanın halifesi Abdülmelik b. Mervan'a bildirdi. Halife de, Ka'be'yi eski haline döndürmesini oha emretti. Şam yönündeki duvarına yöneldiler. Taşlarını çıkarıp duvarı çakılla sıvadılar. Taşlan Ka'be'nin zeminine döşedi-ler. Böyle olunca her iki kapısı da yükseldi. Batı tarafmdakini örerek ka­pattılar. Doğu tarafındaki ise, eski durumunda kaldı. Mehdi ya da oğlu Mansur, halifeliği döneminde İmam Malik'e danışarak Ka'be'yi, İbn Zü­beyr projesine göre yıkıp yemden yapmak istediğini bildirdi. Merhum İmam Malik: "Hükümdarların, Ka'be'yi oyuncak haline getirmelerini hoş karşılamam!" diyerek halifenin bu telifini reddetti. Halife de Ka'be'yi eski halinde bıraktı. Şimdi de o halini korumaktadır.

Mescid-i Haram etrafındaki evleri yıktırıp Ka'be'nin çevresini ge­nişleten ilk kişi de Hz. Ömer'dir. O çevredeki evleri istimlak ederek yık-tırmıştı. Halifeliği döneminde Hz. Osman da bu istimlakleri devam etti­rerek Ka'be'nin çevresini daha da genişletmişti.

îbn Zübeyr iktidara geçince, Mescid-i Haramın binalarını sağlam­laştırmış, duvarlarını elden geçirip güzelleştirmiş ve kapılarını çoğalt­mıştı. Ama Ka'be'nin çevresini daha fazla genişletmemiş ti.

Abdülmelik b. Mervan hilafete geçince, Ka'be'nin duvarlarım daha da yükseltti. İpek örtülerle örtülmesini emretti. Bu işi de onun emri üze­rine Haccac b. Yusuf üstlendi.

Ka'be'nin inşasıyla ilgili kıssayı ve bu konuda varid olan hadisleri, "İbrahim ile İsmail, Beyt'in duvarlarını yükselttiklerinde..."ayeti[25] tefsir ederken, tefsirimizde daha geniş anlattık. İsteyen oraya müracaat ede­bilir. Övgü ve minnet, Allah'adır.

İbn İshak dedi ki: Kureyşliler, istedikleri şekilde Ka'be'nin inşaatını tamamladıklarında Zübeyr b. Abdülmuttalib, inşaatta çalışanları kor-kutan yılanla ilgili olarak şöyle bir şiir söylemiştir:

"Kartal, yılana doğru saldırıya geçtiğinde yılan titriyordu, buna şaştım. Derisinden haşırtı sesi geliyor, bazan da atağa kalkıyordu. Ka'be inşaatına başladığımızda, işi şiddetlendirip bizi ürküttü. Biz de korkuya kapıldık. Yılanı kovmaktan korktuğumuzdan, başı ve göğsü dik bir kartal onun üzerine indi. Yakalayıp götürdü. Ka'be'de çalışma­mıza engel kalmadı. Temel ve toprağı bulunan binayı topluca inşa etme­ye başladık. Ertesi gün duvarlar yükseldi. Çalışırken, avret yerlerimiz açıktı. Melik b. Lüeyy, bu bina ile onurlandı. Onların aslı kaybolacak de­ğildir. Başta Kilab olmak üzere orada Adiyy ve Mürre oğulları toplandı. Melik, bununla bize şeref hazırladı. Allah katında sevap ve mükafat ümid edilir."

Cenâb-ı Allah'ın, peygamberini cahiliyenin pisliklerinden korudu­ğunu anlattığımız bölümde de söylendiği gibi, Allah elçisi ile amcası, Ka'be inşaatı için taş taşıyorlardı. Hz. Peygamber, taşlar kendisini in­citmesin diye peş temalını omuz üzerine koyduğunda, haya yerlerini açık bırakmaktan men olunmuştu da tekrar peştemahyla örtünmüştü. [26]

 



[1] Makam-ı Mahmud: Cennet'te Hz. Peygamber'e verilecek şefaat-ı uzrna makamıdır. (Çeviren)

[2] Sıddîk kelimesiyle, Hz. Ebubekir kastedilmiştir.

[3] Bununla da Hz. Ömer kastedilmiştir.

[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/422-428.

[5] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Buhafî, Nikah, 20; Müslim, Reda, 4; Ziya Kazıcı, Hz. Muhammed'in Eşleri ve Aile Hayata, İstanbul 1991, s. 307-308.

[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/429-230.

[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/430-437.

[8] el-îsrâ, 15.

[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/437-440.

[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/440-442.

[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/442-447.

[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/447.

[13] Ürene, Arafat hizasındaki bir vadidir.

[14] Hums, Kureyşlilere hac şiarlarına ekledikleri bid'atler cümlesinden olarak kendileri­ne verilen bir isimdir.

[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/447-450.

[16] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/450-452.

[17] Sikaye, hacılara su temin etme görevi.

Rifade, hacılara yemek temin etme görevi.

Liva, sancaktarlık görevi.

Nedve, Kureyş'in bir nevi parlamentosu sayılan DarÜ'n-Nedve'nin idaresi.

Hicabe, Ka'be'nin perdedarlığı.

[18] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/453-456.

[19] Kabe'nin bitişiğinde bir duvarla ayrılmış boşluk. Burası da Kabe'den sayılır. (Çev.)

[20] Tübban: Yemen hükümdarlarından birinin adı. (Çeviren)

[21] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/457-460.

[22] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/460-462.

[23] el-Inşikâk, 3.

[24] îbn Hişam, yukarıdaki şahsın yerine Aiz b. îraran b. Mahzum'dan sözetmektedir.

[25] el-Bakara, 127.

[26] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/462-471.