Hz. Peygamberin Mizacı (Karakteri) 1

Hz. Peygamber'în Zühdü Ve Dünyaya Îltîfat Etmeyîşî 3

Hz. Peygamber'în İbadeti Ve Bu Hususta Kendînî Yorması 14

Hz. Peygamberin Şecaati 16

Geçmiş Peygamberlerden Nakledilen Kitaplarda Hz. Peygamber. 17

Nübüvvet (Peygamberlik) Delilleri 21

Fasıl 28

Nübüvvetin Manevî Delilleri 33

 

Hz. Peygamberin Mizacı (Karakteri)

 

İbn Luhay'a, Enes'in, şöyle dediğini rivayet eder:

«Rasûlullah (s.a.v.), insanlar arasında çocuklarla en çok şakalaşan kimse idi.»

Nitekim bu konuda Enes'in, Rasûlullah (s.a.v.)'m onun kardeşi Ebu Ümeyr'le şakalaştığına dair hadisi de daha Önceki sayfalarda geçmişti. O hadiste anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), Ebu Ümeyr'e - kendi­sinin oynamakta olduğu bülbül yavrusunu kastederek: "Ey Ebu Ümeyr, bülbül yavrusuna ne oldu?" diye sormuş, o da oynamakta olduğu bülbül yavrusunun ölmüş olduğunu Rasûlullah'a söylemişti.

Enes, bu hadisi nakletmekle Rasûlullahın, insanların âdetine uya­rak küçük çocuklarla şakalaştığını ifade etmek istemiştir.

îmam Ahmed b. Hanbel, Halef b. Velid tariki ile Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Adamın biri, Peygamber (s.a.v.)'e gelip binek istedi. Rasûlullah (s.a.v.) da ona şöyle dedi:

- Biz seni dişi bir devenin yavrusuna bindirelim.

- Ya Rasulallah, ben dişi deve yavrusunu ne yapayım?

- Develeri, dişi develerden başkası mı doğurur ki?»

Ebu Davud, Numan b. Beşir'in şöyle dediğini rivayet eder: «Ebu Bekir, Peygamber (s.a.v.)'in yanma girmek için izin istedi. İçe­ride Aişe'nin Peygamber (s.a.v.)'e yüksek sesle bağırdığım işitti. İçeri gi­rince tokatlamak için kızı Aişe'nin üzerine yürüyüp:

- Sen, Rasûlullah'a mı bağırıyorsun? diye çıkıştı. Peygamber (s.a.v.) de ona engel olmaya çalıştı. Ebu Bekir de Öfkeli olarak oradan çı­kıp gitti. Çıkıp giderken Rasûlullah, Aişe'ye:

- Görüyorsun değil mi, seni babandan kurtardım? dedi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hz. Ebu Bekir tekrar Rasûlullah'm yanma girmek için izin İstedi. İçeri girince, Rasûlullah'la Aişe'nin barışmış ol­duklarını gördü ve onlara:

- Beni aranızdaki savaşa nasıl soktunuzsa barışınıza da aynı şekil­de sokun, dedi.

Rasûlullah (s.a.v.):

- Olur, dediğim yaptık, yaptık, diye cevap verdi.»

Ebu Davud, Avf b. Malik el-Eşcaî'nin şöyle dediğini rivayet eder:

«Tebük gazvesinde deri bir çadırda oturmakta olan Rasûlullah (s.a.v.)'m yanına gidip selam verdim. Selamımı aldı ve:

- İçeri gir, dedi. Ben de:

- Vücudumun tamamı ile mi içeri gireyim ya Rasûlallah? diye sor­dum.

Oda:

- Evet öyle yap, deyince içeri girdim.

Velid b. Osman b. Ebi Âmile dedi ki: Avf b. Malik el-Eşcaî, Ra­sûlullah'm içinde oturmakta olduğu çadırının küçük oluşu yüzünden vücudumun tamamı ile mi içeri gireyim? diye sormuştu.»

Ebu Davud, İbrahim b. Mehdi kanalı ile Enes'in şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.) bana, "Ey iki kulaklı!" dedi.»

îmam Ahmed b. Hanbel, Abdürrezzak kanalı ile Enes'in şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir:

«Zahir adında bâdiyeden bir adam, Peygamber (s.a.v.)'in yanına he­diyelerle gelir. Gideceği zaman da Peygamber (s.a.v.), ona ihtiyacı olan şeyleri temin edip uğurlardı. Uğurladıktan sonra da: «Zahir bizim köy­lümüzdür. Biz de onun kentlisiyiz.» derdi. Onu çok severdi. Zahir, canlı kanlı bir adamdı. Pazarda eşyasını satarken Rasûlullah (s.a.v.), arka­dan gelip onu kucakladı ama o, Rasûlullah'ı göremedi. "Bırak beni, sen kimsin?" dedi. Başını çevirince, kendisini kucaklayanın Rasûlullah ol­duğunu anladı. Anladıktan sonra da sırtı Rasulullah'm göğsüne yapışık olduğu için ondan kurtulmaya bile çalışmadı. Rasûlullah da:

- Kim köle satın alır? diye sordu. O da şu cevabı verdi:

- Ya Rasûlallah, eğer beni köle diye satmak istersen, vallahi beni beş para etmez biri olarak göreceksin.

- Hayır, sen Allah katında değersiz değilsin. Aksine sen O'nun nezdinde kıymetlisin.»

Buharî de sahihinde buna benzer bir rivayette bulunarak şöyle der: "Abdullah adında - eşek lakabıyla tanınan- bir adam vardı. Rasûlullah (s.a.v.)'ı şakalarıyla güldürürdü. Bir gün içki içtiğinden yakalanıp Rasulullah'm huzuruna getirildi. Adamın biri:

- Allah buna lanet etsin, ne kadar da içki yüzünden yakalanıp geti­riliyor! deyince Rasûlullah, o adama şöyle dedi:

- Ona lanet okuma. Çünkü o, Allah ve Rasûlünü seviyor.» Buharî ve Müslim, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: «Peygamber (s.a.v.)'in Enceşe adında bir deve sürücüsü vardı. Zev­celerinin bindiği develeri güdüyordu. Develeri süratle yürütmek iste­miş ve yormuştu. Rasûlullah da ona şöyle demişti:

- Yazıklar olsun sana ey Enceşe, şişelere merhametli davran.» Bu hadiste geçen şişeler kelimesi ile kadınlar kastedilmiştir. Bu bir latife kelimesidir. Hz. Peygamber, latife yapmak için kadın kelimesi yerine şi­şe kelimesini kullanmıştır. Allah'ın salat-ü selamı kıyamet gününe ka­dar onun üzerine olsun.»

Rasûlullah (s.a.v.)'m huyunun güzelliğine, ahlakının yüceliğine ve şakacılığına delil olarak da Ümmü Zerr'in hadisini uzun uzadıya Hz. Ai-şe'den dinlemiş olmasıdır. Bazı rivayetlerde naklolunduğuna göre bu hadisi, Hz. Aişe'ye bizzat kendisi anlatmıştır.

îmam Ahmed b. Hanbel'in, Mesruk'tan rivayetine göre Hz. Aişe şöy­le demiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.), bir gece kadınlarıyla sohbet etti ve bir hadis an­lattı. Kadınlarından biri dedi ki:

- Ya Rasûlallah, bu, Hurafe'nin hadisidir. Rasûlullah, ona şöyle sordu:

- Sen Hurafe'nin kim olduğunu biliyor musun? Doğrusu Hurafe, Azire kabilesinden bir adamdı. Cahiliye döneminde cinler onu esir aldı­lar. Uzun süre cinler arasında kaldı. Sonra onu insanlara geri verdiler. Cinler arasında gördüğü hayret verici şeyleri insanlara anlatırdı, işte onun bu anlattıklarına insanlar, Hurafe'nin hadisi dediler.»

Ben derim ki: Bu garip hadislerdendir, münkerlik içermektedir. Doğrusunu Allah bilir.

Tirmizî, Hasan'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: «İhtiyar bir kadın, Rasulullah'm yanma gelip şöyle dedi:

- Ya Rasûlallah Allah'a dua et de beni Cennet'e koysun.

- Ey falanın annesi! İhtiyar kadınlar, Cennet'e giremezler! Bunun üzerine o ihtiyar kadın, ağlayarak Rasûlullah'ın yanından

ayrıldı. Gidişinden sonra Rasûlullah (s.a.v.), yanında bulunanlara dedi ki:

- Gidin, ona deyin ki, o kadın ihtiyar olarak Cennet'e girmeyecek­tir. Zira yüce Allah, şöyle buyurmuştur:

«Biz onları yeniden yaratmışız dır. Onları bakire kılmışızdır.» (ei-Vâkıa, 35-36.)

Tirmizî, Abbas b. Muhammed ed-Dûrî kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Dediler ki:

- Ya Rasûlallah, sen bizimle şakalaşıyorsun.

- Ben sadece gerçeği söylüyorum (şaka yaparken de doğruyu söylü­yorum).» [1]

 

Hz. Peygamber'în Zühdü Ve Dünyaya Îltîfat Etmeyîşî

 

Yüce Allah buyurdu ki:

«Kendilerini sınamak için, dünya hayatının süsü olarak bol bol ge­çimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme. Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.» (Tâ-Ha, m.)

«Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek ona yalvaranlarla be­raber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işin­de aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.» (ei-Kehf, 28.)

«Ey Muhammedi Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünya hayatın­dan başka birşey istemeyenlere aldırma. Bu, onların ulaştıkları bilgi­nin seviyesini gösterir.» (en-Necm 29-30)

«Andolsun ki, sana daima tekrarlanan yedi ayetli Fatiha'yı ve Kur'ân-ı Azim'i verdik. Kafirler içinde bazı kimselere verdiğimiz kat kat servete gözünü dikme; onlara üzülme. İnananları kanatlarının altına

al.» (el-Hicr, 87-88.)

Bu konuda birçok ayet daha vardır. Hadislere gelince onları da şu şekilde sıralayabiliriz:

Yakub b. Süfyan, Ebu'l-Abbas kanalı ile Muhammed b. Abdullah b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: «tbn Abbas, bize şöyle bir hadi­seyi anlatıyordu: Genâb-ı Allah, Peygamberine meleklerinden birini Cebrail ile birlikte göndermiş. Melek, Allah'ın peygamberine şöyle de­miş:

- Cenâb-ı Allah, kul ve peygamber veya hükümdar ve peygamber unvanlarından birini tercih etmekte seni serbest bırakıyor.

Meleğin böyle demesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.), Cebrail'e dönerek fikrini sormuş. Cebrail de tevazulu olmasını ona işaret etmiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), o soruyu soran meleğe şu cevabı vermiş:

- Ben kul ve peygamber olmak istiyorum.

Rasûlullah (s.a.v.), böyle dedikten sonra hayatının sonuna kadar bir yere yaslanarak yemek yememişti.»

îmam Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Fudayl kanalı ile Ebu Hü-reyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Cebrail, Rasûlullah'ın yanma gelip oturdu ve göğe baktı. Bir melek iniyordu. Cebrail dedi ki:

- Şu melek, Cenâb-ı Allah'ın kendisini yarattığı günden beri şimdi­ye kadar inmiş değildir.

Melek inince gelip dedi ki:

- Ya Muhammed, Rabbin beni sana elçi olarak gönderdi. Seni hü­kümdar ve nebi mi kılsın, yoksa kul ve rasûl mü kılsın?»

Buharî ve Müslim, Rasûlullah'ın zevcelerinden ayrılıp ilâ etmesi, yani bir ay müddetle onlarla temas kurmayacağına yemin etmesi ve evin ikinci katındaki çardakta uzlete çekilmesiyle ilgili olarak şöyle bir rivayette bulunmuşlardır: «Ömer b. Hattab, çardakta uzlete çekilen Rasûlullah (s.a.v.)'ın yanma gitti. Odasında bir sepet selam ağacmm meyvesi, bir sepet arpa ve bir de duvara asılı bir deri parçası vardı. Rasûlullah'm da hasır parçası üzerine uzanmış olduğunu ve hasırın, Rasûlullah'ın böğründe iz yapmış olduğunu gördü. Bunun üzerine göz­leri yaşarmaya başladı. Rasûlullah ona sordu:

- Neyin var ey Ömer?

- Ya Rasulallah, sen, Allah'ın yarattıkları içinde seçkin kulsun. Kisra ile Kayser refah ve konfor içinde yaşıyorlar. Bu ne haldir?

Rasûlullah, yüzü kızararak kalkıp oturdu ve şöyle dedi:

- Ey Hattab'm oğlu! Sen şüphe içinde misin? Onların lezzetleri ve nimetleri dünya hayatında kendilerine erkenden verilmiştir. Dünyanın onlara, ahiretin de bize verilmesine razı olmaz mısın?

- Evet, razı olurum ya Rasulallah. .

- Öyleyse Aziz ve Celil olan Allah'a hamd et.»

Aradan bir ay geçince yüce Allah, zevcelerini yanında kalmak veya ayrılıp gitmekte serbest bırakmasını Rasûlullah'a emretti ve ona şu ayeti inzal buyurdu:

«Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: «Eğer dünya hayatını ve süsle­rini istiyorsanız gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, peygamberini, ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir hazırlamıştır.» (ei-Ahzâb, 28-29).

Biz bu konuyu tefsirimizde detaylı olarak anlattık. Bu ayetin nüzulü üzerine Rasûlullah (s.a.v.) işe ilk olarak Hz. Aişe'den sormakla başlamış:

- Ey Aîşe! Sana birşey anlatacağım. Annene ve babana danışma­dan acele karar verme.

Böyle dedikten sonra Aişe'ye yukarıdaki ayet-i kerimeleri okumuş­tu. Aişe de ona şöyle demişti:

- Bu iş için mi anneme ve babama danışacağım? Oysa ben Allah'ı, Rasûlünü ve ahiret yurdunu tercih ediyorum.» Rasûlullah'ın diğer zev­celeri de aynı cevabı vermişler, Rasûlullah da onlardan razı olmuştu.»

îmam Âhmed b. Hanbel, Ebu Nadr kanalı ile Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma gittim. Şeritle bağlanmış bir kanepe­nin üzerine uzanmıştı. Başının altında lif astarlı, deri kaph bir yastık vardı. Ashabından birkaç kişi de onun yanma geldi.O esnada Ömer de geldi. Rasûlullah, biraz yana döndü. Ömer, onun böğrü ile kanepeyi bağlayan şerit arasında herhangi bir örtü ve astar görmedi. Şerit, Rasûlullah in böğründe iz yapmıştı. Bunun üzerine Ömer ağlamaya başladı. Rasûlullah (s.a.v.), ona şöyle sordu:

- Niçin ağlıyorsun ey Ömer?

- Vallahi şunun için ağlıyorum. Ben, Allah katında senin Kis-ra'dan ve Kayser1 den daha kıymetli bir zat olduğunu biliyorum. Onlar, dünya lüksü içinde yaşıyorlar. Sen Allah rasûlü olduğun halde şu gör­düğüm yerde bulunuyorsun... Bu nasıl iştir?

- Dünyanın onlara, ahiretin de bize verilmesine razı olmaz mısın?

- Olurum.

- îşte bu böyledir.»

Ebu Davud et-Tayalisî, Mesudî kanalı ile Alkame b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.), bir hasırın üzerine uzandı. Hasır, onun cildinde iz yaptı. Ben de cildini ovalamaya başladım ve şöyle dedim:

- Anam babam sana feda olsun. İzin versen de şu hasırın seni incit­mesine engel olacak bir sergi serelim de üzerinde uzan ve uyu.

- Ben dünyada bir ağacın altına gelip gölgelenerek dinlenen, sonra kalkıp giden bir yolcu gibiyim.»

İmam Ahmed b. Hanbel, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

«Rasûlullah (s.a.v.), hasır üzerinde uzanmış vaziyette iken Ömer yanma geldi. Hasır onun böğründe iz meydana getirmişti. Ömer şöyle dedi:

- Ya Rasulallah, şu hasırdan daha yumuşak bir yatak edinsen ol­maz mı?

- Ben dünyada yaz gününde bir günün bir saatinde bir ağacın altı­na gelip gölgelenen, dinlendikten sonra kalkıp giden bir yolcu gibiyim.»

Buharî, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: «Benim Uhud dağı kadar altınım ol­sa bile üç gün geçmeden onu infak etmesem, memnun ve hoşnud olmam. Ancak bir borç için ayıracağım kısım müstesna.»

Buharî ve Müslim, Ebu Hüreyre'den naklen Rasûlullah (s,a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: «Allah'ım, Muhammed ailesi­nin rızkını geçimlik yap.»

İbn Mace'nin, Ebu Said'den naklettiği hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v.), şöyle buyurmuştur:

«Allah'ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak Öldür. Miskinler zümresi arasında da hasret.»

Bu zayıf bir hadistir, doğrusunu Allah bilir.

Ancak Tirmizî de bunu başka bir kanaldan rivayet etmiştir. Bu ri­vayete göre Enes, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu nakletmiş-tir:

«Allah'ım, beni miskin olarak yaşat. Miskin olarak öldür. Kıyamet gününde beni, miskinler zümresi içinde hasret.» Aişe validemiz, Ra-sûlullah'a şöyle sormuş:

- Niçin böyle diyorsun ya Rasulallah?

- Çünkü miskinler, Cennet'e zenginlerden kırk sene önce girerler. Ey Aişe, yarım hurma parçası vererek de olsa miskini boş çevirme. Ey Aişe, miskinleri sev, onları kendine yakın kıl ki, kıyamet gününde Allah da seni kendine yakın kılsın.»

Bu, garib bir hadistir. Senedinde zayıflık, metninde de münkerlik vardır. Doğrusunu Allah bilir.

îmam Ahmed b. Hanbel, Abdussamed kanalı ile Said b. Sa'd'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Bana şöyle bir soru soruldu:

- Rasûlullah (s.a.v.), hiç elenmiş halis un gördü mü?

- Rasûlullah (s.a.v.), yüce Rabbinin huzuruna varıncaya kadar elenmiş halis un görmedi.

- Rasûlullah zamanında sizin elekleriniz var mıydı?

- Hayır, eleklerimiz yoktu.

- Peki arpayı nasıl ekmek yapardınız?

- Onu üflerdik uçan uçup gider, kalanı da ekmek yapardık.» Tirmizî, Ebu Üiname'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Rasûlullah (s.a.v.)'ın evinde arpa ekmeği artmazdı.»

îmam Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Said kanalı ile Ebu Hazım'm şöy­le dediğini rivayet etmiştir:

Ebu Hüreyre'nin, parmağıyla defalarca işaret ederek şöyle dediğini gördüm:

«Ebu Hüreyre'nin nefsi elinde bulunan zata yemin ederim ki, Al­lah'ın peygamberi ve ailesi, üç gün peşpeşe buğday ekmeğine doyma­dılar. Bu hali, onun dünyadan ayrılışına kadar devam etti.»

Buharî ve Müslim, Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

«Medine'ye gelişlerinden beri Muhammed ailesi, üç gün peş peşe buğday ekmeğine doymuş değildi. Bu hal, onun irtihaline kadar devam etti.»

îmam Ahmed b. Hanbel, Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah'm vefatına kadar Muhammed ailesi, üç gün peş peşe buğday ekmeğine doymadı. Yine onun vefatına kadar sofrasından ek­mek parçası asla kaldırılmış değildir (Yani sofraya konan bütün ekmek­ler tüketilirdi).»

İmam Ahmed b. Hanbel, Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Kendisini hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Muhammed (s.a.v.) elek görmediği gibi, elenmiş undan yapılan ek­mek de görmedi. Bu hali, Allah'ın onu peygamberlikle görevlendirme­sinden vefat edişine kadar devam etmiştir. Ravi, Hz. Aişe'ye şöyle sorduğunu söylüyor:

- Mademki eleğiniz yoktu, arpayı nasıl yerdiniz?

- Üfleyerek ayıklayıp yerdik.»

Buharı, Muhammed b. Kesir kanalı ile Aişe'nin şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Biz, paçayı onbeş gün sonra çıkarıp yerdik.

- Niçin böyle yapardınız?

Benim bu sorum üzerine Hz. Aişe güldü ve şöyle dedi:

- Muhammed ailesi, Muhammed'in vefatına kadar katıklı ekmeği doyasıya yiyememiştir.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Yahya kanalı ile Hz. Aişe'nin şöyle dediği­ni rivayet etmiştir:

«Muhammed ailesinin üzerinden bir ay geçtiği halde ateş yakma­dıkları olurdu. Ancak hurma ve su ile geçinirdik. Bazen de dışardan et getirilmiş olurdu ki bu, bir istisna idi.»

Buharî ve Müslim'in sahihlerinde Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Biz Muhammed ailesinin üzerinden bir ay geçtiği halde ateş yak­madığımız olurdu. Ancak su ve hurma denen iki siyah şeyle geçinirdik. Bir de çevremizde Ensâr'dan bazı evler vardı ki, Rasûlullah'a koyunları­nın sütünü gönderirler, o da bu sütü içer, bize de içirirdi.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah kanalı ile Urve b. Zübeyr'üı şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Hz. Aişe'nin şöyle dediğini işittim:

- Üzerimizden bir iki ay geçtiği halde Rasûlullah'm evlerinden bi­rinde ateş yakılmadığı olurdu.

Dedim ki:

- Teyzeciğim peki ateş yakınıyordunuz da ne ile geçiniyordunuz?

- İki siyah şeyle; su ve hurma ile geçinirdik.»

Ebu Davud et-Tayalisî,Şube kanalı ile Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.), vefat edinceye kadar iki gün peş peşe doyasıya arpa ekmeği yememişti.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Ebu Bekir, geceleyin bize bir koyun budu gönderdi. Ben tuttum,

Rasûlullah o budu kesip parçaladı (veya Rasûlullah tuttu; ben o budu kesip parçaladım), ama bu kesip parçalama işini karanlıkta yapıyor­duk. Kandilimiz yoktu. Eğer kandilimiz olsaydı, onu geceleyin pişirip katık yaparak yerdik. Muhammed ailesinin üzerinden bir ay geçtiği halde ekmek pişirme dikleri, tencerenin altında ateş yakmadıkları gö­rülürdü.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Halef kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöyle de­diğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'m ailesinin bazen bir iki ay geçtiği halde evle­rinde ekmek pişirmek, yemek yapmak için ateş yakmadıkları olurdu.

Dediler ki:

- Peki ya ne ile geçinirlerdi ey Ebu Hüreyre?

- İki siyah şeyle, yani hurma ve su ile geçinirlerdi. Ensâr'dan kom­şuları vardı. Allah onlara hayır mükafat versin. O komşuların koyunla-

. rı vardı. Bu koyunlarının sütünün bir kısmını, Rasûlullah ailesine gön­derirlerdi.»

"Sahih-i Müslim"de Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Rasûlullah (s.a.v.) vefat ettiğinde insanlar iki siyah şeye, hurma ve suya doymuşlardı.»

İbn Mace, Süveyd b. Said kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'a günün birinde sıcak yemek getirildi. O yemeği yedikten sonra: "Elhamdülillah. Şu kadar zamandan beri karnıma sı­cak yemek girmemişti." dedi.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Hz. Patıma, Rasûlullah (s.a.v.)'a bir parça arpa ekmeği verdi. Rasûlullah da: "Bu üç günden beri babanın yediği ilk ekmektir." dedi.»

İmam Ahmed b. Hanbel, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

«Rasûlullah (s.a.v.), birkaç gece peş peşe aç gecelerdi. Ailesi akşam yemeği bulamazdı. Genellikle ekmekleri, arpa ekmeği idi.»

Tirmizî,"Şemail"de Ebu Yusuf b. Abdullah b. Selam'ın şöyle dediği­ni rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'m bir parça arpa ekmeği aldığını, bu ekmeğin üzerine bir hurma koyduğunu ve: "Bu, buna katıktır." deyip yediğini

gördüm.»

Buharî ve Müslim'in sahihlerinde, Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v)'ın en çok sevdiği içecek, tatlı ve serin olan içecek

Buharı, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.), Allah'ın huzuruna varıncaya kadar yufka ek­meği ve haşlanmış koyun eti görmedi.»

Yine bir rivayette Enes şöyle demiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.), masa üzerinde küçük tabakta yemek yemedi. Yufka da yemedi.

Ravi diyor ki: Ben Enes'e şöyle sordum:

- Peki öyleyse yemeği neyin üzerinde yerlerdi?

- îşte şu sofra üzerinde yerlerdi.»

Katade, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'a biraz arpa ekmeği ve eritilmiş yağ götürdüm. O, zırhını bir Yahudi'nin yanına rehin bırakarak ondan, ailesi için arpa almıştı. Rasûlullah'ın bir gün şöyle dediğini işittim: Muhammed ailesi yanında ne bir ölçek hurma, ne de bir ölçek tahıl kalmıştır.»

îmam Ahmed b. Hanbel, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında istisnalar hariç sabah ve akşam ye­meklerinde et ile ekmek bir arada bulunmamıştır.»

Ebu Davud et-Tayalisî, Numan b. Beşir'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Hutbe irad eden Ömer b, Hattab'ın insanlara, Cenâb-ı Allah'ın ver­diği fütuhattan bahisle şöyle dediğini işittim: «Rasûlullah (s.a.v.)'m aç­lıktan kıvrandığını, karnını doyuracak kadar kalitesiz hurma dahi bu­lamadığını görmüşümdür.»

Sahih hadiste anlatıldığına göre Ebu Talha şöyle demiştir: "Ey Üm-mü Süleym! Rasûlullah (s.a.v.)'ın sesini duydum. Ama sesinden onun aç olduğunu anladım." Bu hadisin tamamı "Delâilü'n-Nübüvve" kısmında gelecektir.

Ebu Heysem b. et-Teyyihan kıssasında ise şöyle denmektedir: «Ebu Bekir ile Ömer, açlıktan dolayı evlerinden dışarı çıktılar. Bu esnada Rasûlullah'ın da çıktığını gördüler. Onlara sordu:

- Niçin çıktınız?

- Açlıktan çıktık.

- Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, ben de si­zin gibi açlık yüzünden evimden dışarı çıktım.

Böyle dedikten sonra hep birlikte Heysem b. Teyyihan'ın bahçesine gittiler. Heysem, onlara taze hurma yedirdi. Koyun kesti, etini yediler, soğuk su içtiler. Rasûlullah, onlara şöyle buyurdu:

- îşte bu, size sorgusu yapılacak olan nimetlerdendir.» Tirmizî, Abdullah b. Ebu Ziyad kanalı ile Ebu Talha'mn şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah'a, açlığımızı şikayet ettik. Karınlarımızın üzerine bağ­ladığımız taşları birer birer çıkarıp gösterdik. Rasûlullah (s.a.v.) da kar­nı üzerine iki taş bağlamış olduğunu gösterdi.» Bu garip bir hadistir.

Buharî ve Müslim'in sahihlerinde Urve'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Rasûlullah'ın yatağının özelliklerini Hz. Aişe'ye sordum. Bana şu cevabı verdi:

- Onun yatağı deri kaplı olup içinde hurma lifi vardı.» Hasan b. Arfe, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Ensâr'dan bir kadın yanıma geldi. Rasûlullah'ın yatağının katlan­mış bir aba olduğunu gördü. Kalkıp gitti ve içi yün dolu bir yatağı bana gönderdi. Sonra Rasûlullah, yanıma gelip sordu:

- Ey Aişe, bu nedir?

- Ya Rasûlallah falan Ensârî kadın yanıma geldi, senin yatağını gördü. Kalkıp evine gitti ve bana şu yatağı gönderdi.

- Yatağı ona geri gönder!

Hz. Aişe diyor ki: Ben yatağı o kadına geri göndermedim. Yatağı be­ğenmiştim, evimde kalmasını istiyordum. Nihayet Rasûlullah, geri ver­memi üç kez bana emretti ve şöyle dedi:

- Ey Aişe! Bu yatağı ona geri ver, Allah'a yemin ederim ki, eğer ben istemiş olsaydım, Cenâb-ı Allah, dağları altın ve gümüş olarak benimle birlikte yürütürdü.»

"Şemail" adlı eserinde Tirmizî, Hz. Aişe'ye şöyle bir soru sorulduğu­nu rivayet etmiştir:

- Rasûlullah (s.a.v.)'m senin evindeki yatağı nasıldı?

- Deri yüzlüydü, içi hurma lifiyle doldurulmuştu. Hz. Hafsa'ya da aynı soru soruldu. O, şu cevabı verdi:

- Rasûlullah'm yatağı ikiye katlanmış bir Arap abasıydı. Onun üzerinde uyurdu. Bir gece şu abayı dörde katlayayım da Rasûlullah için daha yumuşak olsun dedim ve abayı dörde katladım. Böylece onun üze­rinde uyudu, sabahladığında:

- Bu gece bana nasıl bir yatak serdiniz? diye sordu: Biz de:

- Her geceki yatağındır. Ancak bu gece onu iki kat değil, dört kat yaparak altına sermiştik ki, senin için daha yumuşak olsun.

- Onu eski haline getirin. Çünkü yumuşaklığı, bu gece namaz kıl­mama engel oldu.»

Taberanî, Hakim b. Hizam'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Yemen'e gittim. Zi-Yezen elbisesi alıp getirdim. Rasûlullah (s.a.v.)' a hediye ettim, ama bana geri verdi. Ben de onu sattım. Rasûlullah, onu satın alıp giydi. Sonra ashabının arasına o elbiseyle çıktı. O elbise kadar onun üzerinde güzel birşey görmedim, kendimi tutamayıp şöyle dedim: "Alnında ve ayaklanndaki beyazlık apaçık göründükten sonra dev­let reisleri nimetlere bakıp aldırış etmezler, onu cidden mukayese ettikleri zaman sert ve keskin şeyleri kesen, kanlar akıtan kıhç ile o, onları geride bırakıp geçer."

Peygamber (s.a.v.), böyle dediğimi işitince bana dönüp gülümsedi. Sonra evine girip Usame b. Zeyd'e giydirdi."

İmam Ahmed b. Hanbel, Hüseyn b. Ali kanalı ile Ümmü Seleme'nirr şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Rasulullah (s.a.v.), yüzü sararmış vaziyette yanıma geldi. Rahat­sızlığından dolayı yüzünün sararmış olduğunu sandım. Kendisine şöyle sordum:

- Ya Rasulallah, yüzünün sararmış olduğunu görüyorum, bu has­talıktan mıdır?

- Hayır, dün bana yedi dinar getirilmişti. Onu infak etmeyi unut­tum, yatağın kıvrımı arasında kaldı."

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Ümame b. Senlin şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

"Bir gün ben ve Urve b. Zübeyr, Hz. Aişe'nin yanına gittik. Bize şöyle dedi:

- Siz, Allah'ın Peygamberini görmeliydiniz. Bir gün hastalığı esna­sında yanında altı dinarı vardı. Bana bu dinarları yoksullara dağıtma­mı emretti. Hastalığı, benim bu dinarları dağıtmama engel oldu. Niha­yet yüce Allah, ona şifa ihsan etti. İyileştikten sonra o dinarları ne yaptı­ğımı sordu. Ben de:

- Senin hastalığınla meşgul olduğum için onları dağıtamadım, de­dim. O dinarları getirmemi emretti. Kendisine getirdim. Sonra avucuna dizdi ve şöyle dedi:

- Bu dinarlar yanında kalmış olduğu halde Allah'ın huzuruna çık­mış olsaydı, Allah'ın peygamberinin durumu nice olurdu, biliyor mu­sun?"

Kuteybe, Cafer b. Süleyman kanalı ile Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasulullah (s.a.v.), yarına birşey saklamazdı.»

Yani çabucak bozulabilen yiyecek ve benzeri şeyleri ertesi güne bı­rakmazdı. Çünkü Buharı ve Müslim'in sahihlerinde bulunan bir rivaye­te göre, Hz. Ömer şöyle demiştir: «Cenâb-ı Allah'ın, rasûlüne fey olarak verdiği ve Müslümanların üzerine at ve binek sürmedikleri Nadiroğul-ları mallarından, Rasulullah kendi ailesi için bir senelik nafakayı ayı­rır, geri kalan kısmı Allah yolunda hazırlık olsun diye silah ve teçhizata sarfederdi.»

Bu da bizim anlattıklarımızı teyid etmektedir.

İmam Ahmed b. Hanbel, Mervan b. Muaviye kanalı ile Enes b. Ma-lik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasulullah (s.a.v.)'a üç kuş hediye edildi. Bunlardan birini hizmetçişine yedirdi. Ertesi gün hizmetçisi (öbürlerini) ona getirdi. Hz. Pey­gamber, ona şöyle dedi:

- Seni, birşeyi yarma saklamandan men etmemiş miydim? Doğru­su Aziz ve Celil olan Allah, her yarının rızkını gönderir.»

Beyhakî, Ebu'l-Hüseyn b. Büşran kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Rasulullah (s.a.v.), Bilal'in yanına gitti. Yanında bir küme hurma gördü. Ona şöyle sordu:

- Bu nedir ey Bilal?

- Kendim için biriktirip sakladığım hurmadır.

- Yazıklar olsun sana ey Bilâl. Bunun Cehennem ateşinde şiddetli bir sıcaklık olmasından korkmuyor musun? Ey Bilâl, bunu Allah yolun­da infak et, Arş'm sahibinin, rızkını azaltmasından da korkma."

Beyhakî, Ebu Davud es-Sicistanî kanalı ile Abdullah el-Havzinî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Halep'te Rasûlullah'm müezzini Bilal ile karşılaştım. Ona şöyle dedim:

- Ey Bilal, bana Rasûlullah'm nafakasını anlat.

- Onun pek çok şeyi yoktu. Olan şeyi de benim idaremde idi. Bu ha­li, Allah'ın onu peygamberlikle görevlendirmesinden vefatına kadar böyle devam etti. Yoksul bir Müslüman kişi, onun yanına geldiğinde o bana emir verir, ben de gider bir miktar ödünç para bulur, o parayla o yoksul kimse için aba, giyecek ve yiyecek satın alırdım. Öyle ki, müşrik­lerden bir adam bana rastladı ve şöyle dedi:

- Ey Bilal! Benim mal varlığım vardır. Ödünç alacak oldun mu, hiç kimseden isteme, gel benden iste.

Ben de öyle yaptım. Bir gün ben abdest alıp namaz için ezan oku­mak üzere yerimden kalktığımda, o müşrikin birkaç tüccarla birlikte geldiğini gördüm. Müşrik tüccar beni görünce, şöyle dedi:

- Ey Habeşî!

- Buyur.

Ben böyle dedikten sonra bana hücum etti. Kaba ve incitici sözler söyledi. Sonra sözüne şunları ekledi:

- Aybaşma kaç gün kaldığını biliyor musun?

- Az bir zaman kaldı.

- Aybaşma dört gece kaldı. O zaman sendeki alacağımı tahsil ede­ceğim. Sana ödünç olarak verdiğim parayı senin kıymetli bir adam olu­şundan veya arkadaşının (Rasûlullah'm) kıymetli oluşundan ötürü ver­miş değilim. Ödeyemediğin takdirde kölem olasın ve önceleri gibi tekrar koyunları otlataşm diye sana ödünç vermiştim.

Bilâl diyor ki: İnsanların kalbine gelen şey, benim de kalbime geldi. Telaşlanmaya başladım. Gidip ezan okudum. Yatsı namazını kıldım.

Rasûlullah (s.a.v.-), evine döndü. Yanına girmek için izin istedim. Bana izin verdi. Kendisine şöyle dedim:

- Ya Rasulallah, anam babam sana feda olsun. Kendisinden ödünç para almakta olduğumu sana söylediğim o müşrik adam, bana şöyle ve şöyle dedi. Ne senin yanında ne de benim yanımda ona oîan borcumuzu ödeyecek bir mal yok. O beni rezil rüsvay edecektir. Bana müsaade et de Müslüman olan şu kabilelere gideyim de Cenâb-ı Allab, zimmetimdeki borcu o müşrike ödeyebileceğim kadar malı rasûlüne nasip etsin.

Ben böyle dedikten sonra Rasûlullah'ın yanından çıktım. Evime geldim. Kılıcımı, mızrağımı, kargımı ve ayakkabımı başucuma koy­dum, ufka yöneldim. Her uykuya dalışımda tekrar uyanıyordum. Gece yarısı olunca uykuya daldım. Nihayet fecr-i evvel doğdu, kalkıp gitmek istedim. Bir de baktım ki, bir adam bana şöyle sesleniyor:

- Ey Bilal, Rasûlullah'ın çağrısına icabet et!

Hemen döndüm. Rasûlullah'ın yanma gittim. Baktım ki yanında dört tane yüklü deve var. Rasûlullah in yanma vardım. İzin istedim. Ba­na şöyle dedi:

- Sana müjdeler olsun. Allah, sana zimmetindeki borcu ödeyecek kadar mal gönderdi!

Ben de Allah'a hamd ettim. Rasûlullah, bana şöyle dedi:

- Şu" yere çökmüş develeri alıp götürmeyecek misin?

- Evet, götüreceğim.

- Onlar ve üzerlerindeki yükler senin olsun.

Baktım ki develerin üzerinde giyecek ve yiyecekler var. Onları, Rasûlullah'a Fedeklilerin büyüğü hediye etmişti. Rasûlullah, bana şöy­le dedi:

- Bunları al götür, sonra da borcunu öde.

Ben de öyle yaptım. Üzerlerindeki yükü indirdim. Onlara yem ver­dim. Sonra sabah ezanını okumak üzere mescide yöneldim. Ezan oku­dum. Rasûlullah namazı kıldırdıktan sonra Baki mezarlığına yönel­dim. Parmaklarımı kulağıma götürüp şöyle ünledim:

- Rasûlullah'tan alacağı olan ve bu alacağını taleb eden kimse var­sa buraya gelsin!

O develerin yüklerini satmaya devam ettim. Borçları ödedim. Artık yeryüzünde Rasûlullah'tan alacaklı olan bir kimse kalmadı. Yine de ya­nımda iki veya bir buçuk okiyelik mal kaldı. Tekrar mescide gittim. Gü­nün çoğu geçmişti.

Rasûlullah (s.a.v.)'m mescitte yalnız başına oturmakta olduğunu gördüm. Kendisine selam verdim. Bana şöyle dedi:

- Şimdiye kadar ne yaptın?

- Rasûlullah'ın zimmetinde olan bütün borçları Cenab-ı Allah ödettirdi, hiçbir şey kalmadı.

- Arta kalan mal var mı?

- Evet, iki dinar arttı.

- Beni onlardan da kurtaracak bir çareye bak (yani onları da yok­sullara dağıtarak beni rahatlat), çünkü ben o paralardan kurtulup ra­hat bulmadıkça evime girmeyeceğim, Bilal diyor ki: O sıralarda yanımı­za hiç kimse uğramadı ki, kendisine o artan paraları sadaka olarak ve­relim. Böyle olunca da Rasûlullah mescitte kaldı. Evine gidemedi. Saba­ha kadar orada bekledi, ikinci gün de mescitte kaldı. Nihayet akşam vakti iki yolcu geldi. Ben de onları alıp o paralarla onlara yiyecek ve gi­yecek satın alarak teslim ettim. Yatsı namazım kıldıktan sonra Rasûlullah (s.a.v.), beni yanma çağırıp şöyle dedi:

- Şimdiye kadar ne yaptın?

- Allah, seni o arta kalan paralardan kurtarıp rahata erdirdi.

'Benim bu cevabım üzerine Rasûlullah (s.a.v.) -o fazla paralar yanın­da iken ölmekten korktuğu için - tekbir getirdi ve Allah'a hamd etti. Sonra beraberce mescitten kalkıp dışarı çıktık. Kendisi eşlerinin yanı­na gitti. Her birine ayn ayrı selam verdi. Sonra geceleyeceği odaya çekil­di, îşte benden sorduğun şeyin cevabı budur.»

"Şemail" adlı eserinde Tirmizî, Harun b. Musa kanalı ile Hz. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Adamm biri, Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma geldi. Ondan kendisine birşeyler vermesini istedi. Rasûlullah da ona şöyle cevap verdi:

- Sana verecek birşeyim yok. Ancak benim adıma git, borca birşey­ler satın al. Elime birşeyler geçerse o borcu ben öderim.

Hz. Ömer dedi ki:

- Ya Rasulallah, işte ben ona verdim. Allah, yapamayacağın ve üs­tesinden gelemeyeceğin şeyleri sana yüklemedi.

Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ömer'in bu sözünden hoşlanmadı. Ensâr'dan bir adam da şöyle dedi:

- Ya Rasulallah, malını infak et, Arş'm sahibinin, senin malını azaltacağından da korkma!

Rasûlullah (s.a.v.), Ensâr'dan olan o adamm bu sözü üzerine gülüm­sedi ve ona tebessümle yönelerek şöyle dedi:

- Ben de böyle yapmakla emrolundum.»

Bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v.), şöyle buyurmuştur: «Bilesiniz ki, onlar benden birşeyler istiyorlar. Zaten Cenâb-ı Allah, cimrilik yapmamı men etmiştir.»

Hüneyn gazvesinde ganimetleri paylaştırırken kendisinden birşey­ler istedikleri zaman Rasûlullah (s.a.v.), isteyen o adamlara şöyle cevap

vermişti:

«Allah'a yemin ederim ki, şu dikenler sayısınca yanımda davar ol­saydı, onları sizlere paylaştırırdım. Sonra siz beni cimri, eli tutuk ve yalancı biri olarak görmezdiniz.»

Tirmizî, Rebi binti Muavviz b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'a bir tabak hurma ve birkaç salkım üzüm getir­dim. O ise, bana avuç dolusu ziynet eşyası veya altın verdi.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Süfyan kanalı ile Ebu Said'in şöyle dediği­ni rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Nasıl rahat edebilirim ki? İsrafil, Sûr'u üflemek için ağzına almış." Böyle dedikten sonra başım eğdi, ku­lağım dinlemeye hazır hale getirdi. Ne zaman emrolunacağım bekleme­ye başladı. Müslümanlar dediler ki:

- Ya Rasûlallah, ne diyelim?

- Şöyle deyin: «Allah bize yeter. O, ne güzel Veldl'dir. Biz Allah'a te­vekkül ettik.» (Âl-i Imrân, 73.)

Hz. Peygamber'in tevazuuna gelince, bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur:

«Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kov­ma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki onları kovarak zulmedenlerden ola­sın.» (el-En'âm, 52.)

îbn Mace, Ebu Said el-Ezdî'nin bu ayetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Akra' b. Habis et-Temimî ile Uyeyne b. Hısn el-Fezarî, Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in yanma geldiler. Onun Süheyb, Bilal, Ammar ve Hab-bab ile beraber oturduğunu gördüler. Bunlar, zayıf ve güçsüz mü'min-lerdi. Rasûlullah'm çevresinde bu gibi adamları görünce bunları horla­maya başladılar. Rasûlullah'ı bunlardan ayırarak onunla yalnızca gö­rüştüler ve ona şöyle dediler:

- Yanında bizim için özel bir meclis hazırlamanı istiyoruz M, Arab-lar senin yanında ne kadar üstün kimseler olduğumuzu anlasınlar. Çünkü Arab kabilelerinin heyetleri sana geliyorlar. Onların, bizi senin yanında bu gibi kölelerle bir arada görmelerinden utanıyoruz. Biz senin yanma geldiğimizde, bunları yanından uzaklaştır. Ama biz senin ya­nından kalkıp gittikten sonra bunlarla dilediğin kadar otur.

- Olur.

- Bize bu hususta bir taahhütname yaz.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), bir sayfa getirilmesini istedi. Sayfanın üzerine taahhütnameyi yazması için Ali'yi çağırdı. Biz de bir köşede oturmaktaydık. O esnada Cebrail (a.s.), gökten indi ve Raşûl-ullah'a şu ayeti getirdi:

«Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek ona yalvaranları kov­ma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki, onları kovarak zulmedenlerden ola­sın.» (el-En'âm, 52.)

Sonra Akra b. Habis ile Uyeyne b. Hısn, söze devam ederek şöyle de­diler: Yüce Allah, şöyle buyurdu:

«Böylece, "Aramızdan Allah bunlara mı iyilikte bulundu?" demeleri için onları birbiriyle denedik. Allah, şükredenleri iyi bilen değil midir?

Ey Muhammed! Ayetlerimize inananlar sana gelince: "Size selam olsun" de. Rabbiniz, sizden kim bilmeyerek fenalık işler de arkasından tevbe eder ve nefsini düzeltirse, ona rahmet etmeyi kendi üzerine almış­tır.» (el-En'âm, 54-55)

Ravi diyor ki:

Rasûlullah'm yanına yaklaştık, dizimizi • dizine dayadık. Ra­sûlullah (s.a.v.) bizimle beraber oturuyordu. Kalkmak istediği zaman kalkar, bizi yerimizde bırakırdı. Bunun üzerine yüce Allah, şu ayeti in­zal buyurdu:

«Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla be­raber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerim o kimselerden ayırma.» Eşraf ile beraber oturma. «Bizi anmasını kendisi­ne unutturduğumuz (Uyeyne b. Hısn ile Akra b. Habis'e) ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.» (ei-Kehf, 28.) Yani helak olan kim­selere uyma.

Cenab-ı Allah, bu ayetten Sonra onlara iki adamın ve dünya hayatı­nın misalini veriyor.

Habbab dedi ki: Biz Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber oturuyorduk. Oturma saatimiz dolunca Rasûlullah kalkıyor, biz de kalkıyorduk. Baş­kalarıyla da oturup konuşsun diye onu yalnız bırakıyorduk.»

İbn Mace, Sa'd'm şöyle dediğini rivayet eder:

Bu ayet, biz (altı kişi) hakkında nazil oldu. Ben, îbn Mesud, Süheyb, Ammar, Mikdad ve Bilal hakkında nazil olmuştu. Kureyşliler şöyle de­diler:

— Ya Rasûlallah, biz bu adamlara uymak istemiyoruz. Bunları ya­nından uzaklaştır.

Onların bu sözleri, Rasûlullah (s.a.v.)'m kalbini etkiledi. Bunun üzerine Allah, şu ayeti inzal buyurdu:

«Sabah akşam, Rablerinin nzasını isteyerek O'na yalvaranları kov­ma.» (el-En'âm, 52.)

Hafız el-Beyhakî, Ebu Muhammed Abdullah b. Yusuf el-îsfahanî kanalı ile Ebu Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Bir Muhacir topluluğu ile beraber bulunuyor, onlarla bir arada oturuyordum, onların bazısı, diğer bazısının çıplak kalan yerlerini ör­tüp kapatıyordu. Bu arada bize Kur'ân okuyan bir okuyucu da vardı. Ondan, Allah'ın kitabını dinliyorduk. Bunun-üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

- Ümmetimden kendileriyle beraber oturup nefsimi onlar için sa­bırlı kılmakla emrolunduğum kimseler bulunduğu için Allah'a hamd ol­sun.

Böyle dedikten sonra Rasûlullah (s.a.v.), meclis halkamızın etrafin-dan dolandı. Mecliste oturanların yüzlerine baktı ama o mecliste bulu­nan kimseler içinde benden başka Rasûlullah'ı tanıyan olmadı. Rasûlullah (s.a.v.), yine şöyle buyurdu:

- Ey Muhacirlerin yoksulları! Kıyamet gününde size nur müjdeli­yorum. Siz zenginlerden yarım gün önce Cennet'e gireceksiniz. Yani dünya hesabına göre zenginlerden beş yüz sene önce Cennet'e gireceksi­niz.»

îmam Ahmed b. Hanbel, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «O Muhacir yoksulların, Rasûlullah'tan daha çok sevdikleri bir kimse yoktu. Onu görünce ayağa kalkmazlardı. Çünkü ayağa kalkmak­tan Rasûlullah'ın hoşlanmadığını bilirlerdi.» [2]

 

Hz. Peygamber'în İbadeti Ve Bu Hususta Kendînî Yorması

 

Aişe dedi ki: «Rasûlullah (s.a.v.), o kadar oruç tutardı ki, "artık oru­cuna ara vermeyecek" derdik. Yine oruca o kadar ara verirdi ki, "artık hiç oruç tutmayacak" derdik. Onu geceleyin namazda görmek isteme-sen de mutlaka namazda görürdün. Yine onu geceleyin uyku halinde görmek istemesen de mutlaka uyku halinde görürdün. Ramazan ayında ve diğer aylarda on bîr rekattan fazla namaz kılmazdı. Bunu da şöyle yapardı. Önce dört rekat namaz kılardı. O rekatların güzelliğini ve uzunluğunu sorma gitsin. Sonra dört rekat daha kılardı. O rekatların da güzelliklerini ve uzunluklarını sorma gitsin. Sonra da üç rekat vitir namazı lalardı. Sûreyi ağır ağır, tertil üzere okurdu. Öyle ki, en uzun okuyan kimseden daha uzun şekilde okurdu. O kadar uzun müddet kı­yamda dururdu ki, kıyamının zorluğundan neredeyse ona ağıt döker­dim.»

Ibn Mesud der ki: "Ben Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte bir gece namaz kıldım. Birinci rekatta el-Bakara, en-Nisâ ve Al-i îmrân sûrelerini oku­du. Sonra rükûunu da bu nisbette uzattı. Rükûdan kalkışını da secdeye varışım da bu nisbette uzattı."

Ebu Zerr (r.a.) dedi ki: "Rasûlullah (s.a.v.), bir gece sabaha dek na­maz kıldı. Şu ayeti okudu:

«Onlara azab edersen, doğrusu onlar senin kullarındır; onları ba­ğışlarsan, güçlü olan, Hakim olan şüphesiz ancak sensin.» (ei-Maide, ııs.)

Bütün bu hadisler, Buharı ve Müslim'in sahihleri ile diğer sahih ha­dis kitaplarında mevcuttur. Bu hususları "el-Ahkâmü'1-Kebir" adlı ki­tabımızda genişçe anlattık.

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Muğire b. Şube'nin şöyle dediği rivayet edilir:

«Rasûlullah (s.a.v.), o kadar uzun süre kıyamda dururdu ki, ayakla­rı şişip yaralanırdı. Kendisine şöyle soruldu:

- Allah, senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamadı mı?

- Öyle ama ben şükredici bir kul olmayayım mı?»

Sellam b. Süleyman, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: «Bana koku ve kadın sevimli kılındı. Göz aydınlığım da namazda oldu.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Ibn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

Cebrail, Rasûlullah (s.a.v.)'a şöyle dedi: «Namaz sana sevimli kılın­dı. Ondan dilediğin kadarını al.»

Buharî ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Derda'nm şöyle dediği riva­yet edilmiştir:

«Ramazan ayında şiddetli bir sıcakta Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber bir sefere çıktık. Aramızda Rasûlullah (s.a.v.) ile Abdullah b. Reva-ha'dan başka oruçlu bir kimse yoktu.»

Buharî ve Müslim'in sahihlerinde, Alkame'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Aişe'ye şöyle bir soru sordum:

- Rasûlullah (s.a.v.), ibadetlerinin bir kısmını özellikle bazı gün­lerde mi yapardı?

- Hayır, onun ameli devamlıydı. Rasûlullah'm yapabildiği ibadeti, sizden hangi biriniz yapabilir?»

Buharî ve Müslim'in sahihlerinde, Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.) visal orucu tutardı, ama ashabını visal orucu tutmaktan men eder ve şöyle derdi: «Ben sizlerden herhangi biri gibi de­ğilim. Ben, Rabbimin yanında gecelerim. O, bana yedirip içirir.»

Doğrusu şu ki, bu yedirme ve içirme manevidir. Nitekim Ibn Asım, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Hastalarını­zı yemeye ve içmeye zorlamayın. Çünkü yüce Allah, onlara yedirir ve içi­rir.»

Şair, ne güzel söylemiş:

"Seni anarken o sevgilinin ne güzel sözleri vardır ki, o sözler onu ye­mekten ve içmekten alıkoyar."

Nadr b. Şumeyl, Muhammed b. Amr kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöy­le dediğini rivayet etmiştir:

Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: «Ben günde yüz kere Allah'tan mağ­firet dileyip tevbe ederim.»

Buharî, Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Rasûlullah (s.a.v.), bana şöyle buyurdu: .

- Bana Kur'ân oku.

- Kur'ân sana nazil olduğu halde ben mi sana Kur'ân okuyacağım?

- Ben onu başkasından duymaktan hoşlanıyorum.

Ben de ona en-Nisâ sûresini okudum. Şu ayete geldiğimde "yeter" dedi:

«Her ümmete bir şahid getirdiğimiz ve ey Muhammed, seni de bun­lara şahid getirdiğimiz vakit durumları nasıl olacak?» (en-Nisâ, 4i.)

Evet, bu ayete vardığımda bana, "yeter" dedi. Dönüp bana baktı, gözlerinin yaşarmakta olduğunu gördüm.»

Sahih hadiste sabit olduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.), kendi yatağı­nın üzerinde bir hurma görür ve şöyle derdi: «Bu hurmanın zekat malı olmasından korkmasaydım mutlaka yerdim.»

îmam Ahmed b. Hanbel, Veki' kanalı ile Amr b. Şuayb'ın şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.), geceleyin böğrünün altında bir hurma gördü. Onu yedi, ama o gece uyumadı. Kadınlarından biri ona dedi ki:

- Ya Rasulallah, bu gece uykun kaçtı herhalde?

- Böğrümün altında bir hurma tanesi gördüm, onu yedim. Oysa bi­zim yanımızda zekat hurmalarından bir miktar vardı. Korkarım ki bu yediğim hurma, zekat hurmalarmdandı.»

İnancımız odur ki, yediği hurma tanesi zekat hurmalarından değil­di. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) masum idi. Ama o, aşın derecedeki vera' ve takvasından o gece uyuyamamıştı.

Sahih hadiste belirtildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyur­muştur: «Vallahi ben sizin en takvalmızım ve nelerden sakınmak gerek­tiğini de en iyi bileninizim.» Başka bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Seni şüpheye düşüren şeyi bırak, şüpheye düşürmeyen şeylere sarıl.»

Hâmmad b. Seleme, Mutarrif b. Abdullah b. eş-Şehir'in şöyle dediği­ni rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'ın yanma gittim. Namaz kılıyordu. Kazan sesi gibi karnından ses geliyordu.» Başka bir rivayette ise göğsünden değir­men sesi gibi ses geldiği ifade edilmiştir. Yani ağladığından bu ses duyu­luyordu.»

Beyhakî, Ebu Küreyb Muhammed b. A'la el-Hemedanî kanalı ile Ibn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Ebu Bekir dedi ki:

- Ya Rasulallah, ihtiyarladığını görüyorum!

- Hûd, el-Vakıa, el-Mürselât, Amme yetesâelûne ve İze'ş-şemsu Kuvviret sûreleri beni ihtiyarlattı!»

Beyhakî, Ebu Said'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Ömer b. Hattab dedi ki:

- Ya Rasulallah, ne çabuk ihtiyarladın.

- Hûd sûresi ile kardeşleri olan el-Vâkıa, Amme yetesâelûne ve İze'ş-şemsu Kuvviret sûreleri beni ihtiyarlattı.» [3]

 

Hz. Peygamberin Şecaati

 

«Ey Muhammedi Allah yolunda savaş, sen ancak kendinden sorum­lusun, inananları teşvik et.» (en-Nisâ, 84.)

Tefsirde anlatıldığına göre selef ulemasından biri, bu âyetten şu ha-kikâtları istinbat etmiştir:

Rasûlulîah (s.a.v.), cephede yüz yüze geldikleri zaman yalnız başı­na da olsa müşriklerden kaçmamakla emrolunmuştu. O, insanların en şecaatlisi, en sabırlısı ve en dayanıklısı idi. Ashabı, kendisinden yüz çe­virip cepheden kaçsa bile o cepheden asla kaçmadı. Ashabından bazıları demişler ki: Savaş şiddetlendiği zaman biz, Rasûlullah'm arkasına sak­lanıp korunurduk. Bedir gününde 1000 müşrike bir avuç çakıl taneleri savurdu. Bu çakıl taneleri, onların tamamına isabet etti. O esnada da şöyle demişti: «Yüzler çirkin olsun!» Önceki sayfalarda naklettiğimiz gi­bi Hüneyn gazvesinde de böyle bir durum vuku bulmuştu. Ashabının ço­ğu, Uhud gününde ikinci aşamada cepheden kaçmışlardı, ama o yerinde sebat etmiş, asla kaçmamıştı. Yanında da sadece on iki kişi kalmıştı. Onlardan da yedi kişi öldürülmüş, geriye beş kişi kalmıştı. O esnada mel'un Übey b. Halef öldürülmüş; Cenâb-ı Allah, onu Cehennem'e gön­dermişti. Hüneyn gününde 12.000 kişilik islâm ordusundan herkes cep­heden kaçmış, ama Rasûlulîah (s.a.v.) yüz kadar sahabesi ile sebat et­mişti. O esnada katırı üzerinde olup düşmana karşı katırını koşturcnuş-tu. O mübarek ismini haykırıyor ve şöyle bir duyuruda bulunuyordu: «Ben peygamberim. Bunda yalan yoktur. Ben Abdülmuttalib'in oğlu­yum.» Düşmana karşı katırını o kadar hızla koşturuyordu ki o esnada Abbas, Ali ve Ebu Süfyan o katıra asılıyorlardı ki, düşmana karşı gidişi­ni ağırlaştırsınlar. Çünkü düşmandan Rasûlullah'a zarar gelmesinden korkuyorlardı. Ama Rasûlulîah (s.a.v.), bu şecaatti davranışım sürdür­dü. Nihayet Cenâb-ı Allah, ona yardım etti. Orada kendisine zafer ver­di, insanlar cepheye dönerlerken onun önünde ölenlerin cesedleri, in­san azaları darmadağınık vaziyette yığılı bulunuyordu.»

Ebu Zür'a, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Rasûlulîah (s.a.v.) buyurdu ki: «Aşırı derecede tutup yakalama gü­cüyle insanlara üstün kılındım.» [4]

 

Geçmiş Peygamberlerden Nakledilen Kitaplarda Hz. Peygamber

 

Bu konudaki bazı nakilleri, doğumundan önceki müjdeler bahsinde vermiştik. Burada da bu hususta bazı nakiller vereceğiz. Buharı ile Beyhakî, Ata b. Yesar'm şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

«Abdullah b. Amr'a rastladım. Ona dedim ki:

- Bana, Rasûlulîah (s.a.v.)'m Tevrat'ta zikredilen evsafım anlat.

- Olur. Vallahi o, Kur'ân'da anlatılan bazı vasıflarıyla Tevrat'ta da vasıflandırılmıştır. Şöyle ki:

«Ey Peygamber! Biz seni şahid, müjdeci, uyarıcı olarak göndermi­şizdir.» (ei-Ahzâb, 45.) Seni ümmiler içinde bir sığınak olarak göndermişiz­dir. Sen benim kulum ve elçimsin. Seni mütevekkil olarak adlandırdım. Kaba ve katı değilsin. Sokaklarda fazlaca dolaşmazsm. Kötülüğü kötü­lükle savmaz, aksine affedip bağışlarsın. Seninle eğri bir milleti, "lâ ilahe illallah" dedirtinceye ve doğrultuncaya kadar seni vefat ettirme­yeceğim. Senin vasıtanla kör gözleri, sağır kulakları, kilitli kalpleri aç­madan seni vefat ettirmeyeceğim.»

Ata b. Yesar dedi ki: Sonra büyük âlim KaVa rastladım, ona da aynı soruyu sordum. O da Abdullah b. Amr'ın söylediklerinin aynısını söyle­di. Bir tek harf bile farklı değildi.

Beyhakî, Yakub b. Süfyan kanalı ile îbn Selam'm şöyle dediğini ri­vayet etmiştir: «Biz, Rasûlulîah (s.a.v.)'m evsafinı Tevrat'ta şöyle görür­dük: Biz seni şahid ve müjdeci olarak göndermişizdir. Sen benim kulum ve elçimsin. Seni mütevekkil olarak adlandırdım. Kaba ve katı değilsin. Sokaklarda fazla dolaşmazsm. Kötülüğü kötülükle karşılamazsın. Ak­sine affedip bağışlarsın. Senin vasıtanla eğri bir milleti, "Allah'tan baş­ka ilah yoktur." diye şahadet ettirinceye ve yine senin vesilenle kör göz­leri, sağır kulakları, kilitli kalpleri açıncaya kadar seni vefat ettirmeye­ceğim.»

Tirmizî, Abdullah b. Selam'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Tev­rat'ta şöyle yazılmıştır: Muhammed ve Isa b. Meryem, aynı yere defne­dileceklerdir.» Bu, hasen bir hadistir.

Abdullah b. Selam, Ehl-i Kitap imamlarından olup Allah'a iman et­miştir: Bu zatla birlikte Abdullah b. Amr b. As da aynı rivayette bulun­muştur. Onun da bu konuda ıttıla ve vukufu vardır. Yermük savaşında iki yüklü deve üzerinde buna dair bazı kitaplar ve sahifeler görmüşler­di. İnsanlara Ehl-i Kitaptan naklettikleri hususları bunlardan nakle­derlerdi. Ka'bu'l-Ahbar da bu konuda vukuf sahibiydi. Seleften bazıları Ka'bü'l-Ahbar'a hüsn-i zanda bulunarak ondan sağlam nakiller yap­mışlardır. Oysa elimizdeki mevcut gerçeklere bunların çok muhalefet­leri vardır. Ama insanların çoğu bunun farkında değildir. Sonra şu da bilinmelidir ki, selef ulemasından çoğu, Tevrat kelimesini Ehl-i Kitap nezdinde okunan kitaplara genel bir ad olarak kullanırlar veya Tevrat kelimesi, bundan daha umumi bir lafızdır. Nitekim Kur ân lafzı, bizim nezdimizde özel olarak kutsal kitabımıza bir ad olarak verilir. Ama bu­nunla beraber bu lafızla başka kitaplar da kastedilir. Nitekim sahih ha­diste şöyle buyrulmuştur:

«Kur'ân, Davud'a hafifletildi. Bineğinin hazırlanmasını emreder, hazırlanan bineğine biner ve bulabildiği boş zamanda Kur'ân okurdu.»

Bu husus, buradan başka bir yerde detaylı olarak anlatılmıştır.»

Beyhakî, Ümmü Derda'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Ka'bü'l-Ahbar'a dedim:

- Rasûlullah (s.a.v.)'m Tevrat'taki vasfım nasıl buluyorsunuz?

- Onunla ilgili evsafı, Tevrat'ta şöyle görüyoruz: Muhammed, Al­lah'ın rasûlüdür. Adı Mütevekkil'dir. Kaba ve katı değildir. Sokaklarda fazlaca dolaşmaz. Ona anahtarlar verilmiştir ki, o anahtarlar vesilesi ile kör gözleri açsın, sağır kulaklara da işitme duyusu versin. Yine böy­lece o eğri dilleri doğrultsun ki, Allah'tan başka ilâh olmadığına, sadece Allah'ın var olduğuna, Allah'ın ortaksız olduğuna şahadet etsinler. Mu­hammed, mazluma yardım eder, onu zalimin zulmüne karşı korur.

Yunus b. Bükeyr, Yunus b. Amr kanalı ile Hz. Aişe'nin şöyle dediği­ni rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'m evsafı, İncil'de yazılıdır. Şöyle ki: O, kaba ve katı değildir. Sokaklarda fazla dolaşıp gürültü çıkarmaz. Kötülüğe mis­li ile mukabelede bulunmaz, aksine affedip bağışlar.»

Yakub b. Süfyan, Kays el-Becelî kanalı ile Mukatil b. Hayyan'm şöy­le dediğini rivayet etmiştir:

«Aziz ve Celil olan Allah, Meryem oğlu İsa'ya şöyle vahyetti:

«İşimde ciddi ol. Ciddiyetsizlik yapma, emrimi dinle ve itaat et ey if­fetli ve temiz kadının oğlu! Doğrusu ben, seni babasız yarattım. Seni âlemlere bir mucize kıldım. Sadece bana ibadet et. Sadece bana tevek­kül et. Şuran ehline benim kendi zatımla kaim hak olduğumu, zail olma­yacağımı açıkla. Arab peygamberini tasdik edin. O, deve, zırh, sarık, ayakkabı, ucu eğri değnek sahibi bir kimsedir. Saçı kıvırcık, alnı geniş, kaşları bitişiktir. îri gözlüdür. Burnu inci tanelerini andırır. Kokusu misk gibi saçılır. Boynu gümüşten bir ibrik gibidir. Kürek kemiklerinin üzerinden sanki altın akar. Göğsünden göbeğine kadar kamçı gibi bir lal çizgisi uzanır. Göğsünde ve karnında bundan başka kıl yoktur. Elleri ve ayakları incidir. İnsanlarla bir arada bulunduğunda onlardan uzun boylu görünür. Yürürken sanki yokuş aşağı iniyormuşcasına ve dağdan kopmuşcasma hafifçe öne doğru meylederek yürür, nesli azdır.»

Beyhakî, Vehb b. Münebbih el-Yemamî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Aziz ve Celil olan Allah, kendisiyle münacaatta bulunan Musa'yı makamına yaklaştırdığı zaman, Musa O'na şöyle niyazda bulundu:

- Rabbim, Tevrat'ta görüyorum ki, insanlar için çıkarılan en hayır­lı ümmet, iyiliği emredip kötülüğü men edecektir. Onlar, Allah'a iman getireceklerdir. Sen onları benim ümmetim kıl.

- Onlar, Ahmed'in ümmetidir.

- Rabbim! Ben Tevrat'ta görüyorum ki, onlar ümmetlerin en hayır­lısı ve en sonuncularıdırlar, ama kıyamet gününde diğerlerinden önde olacaklardır. Sen onları benim ümmetim kıl.

- Onlar, Ahmed'in ümmetidir.

- Rabbim! Ben Tevrat'ta görüyorum ki, bir ümmet var, onların İn­cil'leri göğüslerinde (kalplerinde) olacak ve onu ezbere okuyacaklardır. Onlardan Önceki ümmetler, kitaplarım yüzünden okur, ezberlemezler-di. Sen onları benim ümmetim kıl.

- Onlar, Ahmed'in ümmetidir.

- Rabbim, Tevrat'ta görüyorum ki, bir ümmet var, onlar ilk ve son kitaba iman edecekler, sapıklığın başlarıyla savaşacaklar, nihayet ya­lancı kör (Deccal) ile savaşacaklardır. Sen onları benim ümmetim kıl.

- Onlar, Ahmed'in ümmetidir.

- Rabbim! Ben Tevrat'ta bir ümmet görüyorum ki, sadakalarım ye-yip karınlarına koymaktadırlar. Onlardan önceki ümmetler sadakala­rım verdikleri zaman Cenâb-ı Allah, bir ateş gönderir, o sadakayı yerdi. Eğer sadakaları kabul edilmezse, ateş o sadakaya yaklaşmazdı. Sen bunları benim ümmetim kıl.

- Bunlar, Ahmed'in ümmetidir.

- Rabbim, Tevrat'ta öyle bir ümmetin vasıflarını görüyorum ki, on­lardan biri bir kötülüğe niyetlenir, ama o kötülüğü işlemezse, üzerine günah yazılmaz. Şayet o kötülüğü işlerse de bir günah yazılır. Onlardan biri bir iyiliğe niyetlenir, ama o iyiliği yapamazsa, kendisine bir sevap yazılır. Eğer o iyiliği yaparsa, kendisine o iyiliğin on mislinden yedi yüz misline kadar sevap yazılır. Sen onları benim ümmetim kıl.

- Onlar, Ahmed'in ümmetidir.

- Rabbim! Tevrat'ta öyle bir ümmet görüyorum ki, onların duaları­na icabet edilecek ve kendileri de davete icabet edeceklerdir. Sen onları benim ümmetim kıl.

- Onlar, Ahmed'in ümmetidir.»               

Vehb b. Münebbih, Davud peygamberin kıssasında der ki; Davud peygambere Zebur'da şöyle bîr vahiy gelmişti:

«Ey Davud! Senden sonra Ahmed ve Muhammed adında bir pey­gamber gelecektir. Doğru sözlüdür. Seyyiddir. Ona asla kızmam, o da bana kızmaz. O, bana asi olmadan Önce onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamışım dır. Onun ümmeti, rahmetime mazhar ol­muştur. Onlara, peygamberlere verdiğim gibi nafileler verdim. Nebi ve mürsellere farz kıldığım farizaları onlara da farz kıldım. Nihayet onlar, kıyamet gününde bana gelecekler ve onların nurları, peygamberlerin nurları gibidir. Onlara da, her namaz vaktinde temizlenmelerini farz kılmışımdır. Onlardan önce peygamberlere emrettiğim gibi onların da cünüblükten temizlenmek için gusül yapmalarını emretmişimdir. On­lardan önce peygamberlere emrettiğim gibi onlara da haccetmelerini emretmişimdir. Onlardan önce rasûllere emrettiğim gibi onlara da ci­hadı emretmişimdir. Ey Davud! Doğrusu ben, Muhâmmed'i ve ümmeti­ni diğer bütün ümmetlere üstün kılmışımdır. Onlardan başka hiçbir ümmete vermediğim altı özelliği onlara vermişimdir. Şöyleki: Unutma ve hata neticesinde işledikleri günahlardan ötürü onları sorgulamıya-cağım. Kasıtsız olarak işledikleri günahlardan ötürü benden bağışlan­ma dilerlerse, ben onların bu tür günahlarının tamamım bağışlarım. Gönül rızasıyla ahiretleri için önceden salih bir amel işlerlerse, ben bu­nun karşılığında onlar için kat kat sevap yazarım. Onlar için benim ya­nımda kat kat sevaplar vardır. Daha fazlası da vardır. Belalara karşı sabrettikleri ve: «Doğrusu bizler Allah'a aidiz ve şüphesiz O'na dönücü­leriz.» dedikleri takdirde onlara mağfiret, rahmet ve nimet cennetlerini veririm. Bana dua ederlerse, dualarına icabet ederim. Bunun karşılığı­nı ya hemen görürler veya onlardan bir kötülüğü savarım, yahut bu du­alarının icabetini ahirete ertelerim. Ey Davud! Muhammed ümmetin­den her kim ki Allah'tan başka ilâh bulunmadığına, sadece Allah'ın mevcud olduğuna, Allah'ın ortaksızlığma kalben ve lisanen şahadet ge­tirirse, o kimse Cennet'te benimle beraber olacak ve benden ikram göre­cektir. Yine her İrim ki Muhammed'i veya onun getirdiği şeyleri yalanla­mış olarak kitabımla alay etmiş olarak huzuruma çıkarsa, mezarında onun üzerine azabları dökerim. Kabrinden diriltilip çıkarıldığı zaman da melekler onun yüzüne ve arkasına vururlar. Sonra da onu Cehen­nemin en alt tabakasına bırakırım.»

Hafız el-Beyhakî, Şerif Ebu'1-Feth el-Ömerî kanalı ile Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammedi peygamber olarak gönderip pey­gamberliği Mekke'de zuhur ettiği zaman Şam'a gittim. Şam'a giderken Basra'ya da uğradım. Ben Basra'da iken bir Hristiyan cemaati yanıma gelip şöyle dedi:

- Sen Harem'den misin?

- Evet.

- Sizde peygamberlik iddiasında bulunan şu adamı tanıyor musu­nuz?

- Evet.

Ben böyle dedikten sonra elimden tutup beni bir kiliseye götürdü­ler. Kilisede heykeller ve resimler vardı. Bana dediler ki:

- Bak bakalım, aranızda peygamber olarak çıkan adamın resmini burada görebiliyor musun?

Ben kilisedeki resimlere baktım, ama Muhammed'in resmini gör­medim. Ve:

- Onun resmini görmedim, dedim.

Bunun üzerine beni o kiliseden daha büyük bir kiliseye götürdüler. Orada, öncekinden daha çok sayıda resim ve heykeller vardı. Bana dediler ki:

- Bak bakalım, burada onun resmini görebiliyor musun?

Resimlere baktım. Rasûlullah (s.a.v.)'m resmini gördüm. Ebu Be­kir'in de resmini gördüm. O, Rasûlullah'm arkasında duruyordu. Bana sordular:

- O adamın resmini gördün mü?

- Evet.

- O, işte şudur (böyle derken Rasûlullah in resmine işaret ettiler), öyle değil mi?

- Evet, onun resmidir. Ben buna şahadet ederim.

- Şu arkasında duranı da tanıyor musun?

- Evet.

- Biz şahadet ederiz ki, peygamber sizin şu adarmnızdır ve arka­sında duran şu şahıs da ondan sonra onun halifesi olacaktır.»

"Tarih" adlı eserinde Buharî, Basralılarm şöyle dediklerini rivayet etmiştir: «Bu peygamber dışındaki diğer peygamberlerden her birinin ardından mutlaka bir peygamber daha gelmiştir.»

Biz bu hususu tefsirimize şu ayetten bahsederken anlattık: «Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan (ümmî) peygamber Muhammed'e uyarlar. O Peygam­ber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan men'eder.» (el-AVâf, 157.) Beyhakî, Hişam b. As el-Ümevî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Ben ve Kureyş'ten bir adam, İslâm'a davet etmek için Bizans İmpa­ratoru Heraklius'a gönderildik. Onunla görüştük. Yüce Allah'tan bah­sedildiği zaman yüzüne bir kızarıklık geliyordu. Bizi konuk evinde ağır­ladı. Üç gün sonra bizi yanma çağırdı. Büyük bir albüm getirtti. Albü­mün üzerinde küçücük haneler vardı. Hanelerin ağzında kapıları vardı, içinde peygamberlerin resimleri vardı. İpekten parçalar üzerine yerleştirmişlerdi. Adem'den Muhammed'e kadar bütün peygamberlerin re­simleri oradaydı. Birer birer resimlerini çıkarıp gösteriyor, haklarında bilgi veriyordu. Sıra ile Adem, Nuh ve İbrahim'in resimlerini çıkarıp gösterdi. Sonra sırayı bozarak hemen Rasûlullah'm resmini çıkarmak için acele etti. Daha sonra başka bir kapıyı açtı. Orada bembeyaz bir su­ret vardı. Vallahi o Rasûlullah'm resmi idi.

- Bunu tanıyor musunuz? diye sordu. Biz de:

- Evet, Allah'ın rasûlü Muhammed'dir, dedik ve ağladık. Allah bi­lir ya, kalktı, sonra oturdu ve:

- Vallahi bu onun resmi midir? diye sordu. Biz de:

- Evet, gördüğün gibi onun resmidir, dedik. Resmi bir saat kadar elinde tutup baktı, sonra şöyle dedi.

- Bu, en son hanedeki resimdi ama yanınızdakine bakmam için bu­nu acelece çıkarıp size gösterdim.

- Bu resimleri nereden buldun? diye sorduk. Çünkü resimlerin, sa­hipleri olan peygamberlere uyduklarını gördük. Rasûlullah'ın resmi de aynen kendisini gösteriyordu.

- Adem peygamber, Cenâb-ı Allah'tan, kendi evladından olan pey­gamberleri kendisine göstermesini diledi. Cenâb-ı Allah da, neslinden gelecek peygamberlerin resimlerini ona indirdi. Bu resimler, güneşin battığı yerde Adem peygamberin hazinesinde bulunuyorlardı. Zülkar-neyn, bu resimleri güneşin battığı yerdeki hazineden çıkarıp Danyal'a teslim etti. Ama vallah yapabilseydim şu hükümdarlığı bırakıp yanını­za gelir ve sizin en kötü adamınızın kölesi olurdum. Ölünceye kadar da onun kölesi olarak kalırdım.»

Böyle dedikten sonra Heraklius bize kıymetli mükafatlar verdi ve bizi uğurladı. Ebu Bekir es-Sıddık'm yanma geldiğimizde gördükleri­mizi, Heraklius'un bize söylediği sözleri ve verdiği mükafatları anlat­tık. Ebu Bekir de ağlayarak şöyle dedi:

- Zavallı adam, Allah ona bir hayır yapmak dileseydi mutlaka ya­pardı. RasûluUah (s.a.v.), bize haber verdi ki Hristiyanlarla Yahudiler, Muhammed (s.a.v.)'in evsafını kendi kitaplarında görmektedirler.»

Vakidî, Amir b. Rebia'nm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'in şöyle dediğini işittim: «Ben, îsmail pey­gamber evladından, Abdülmuttalib oğullarından bir peygamberin gele­ceğini bekliyorum. Ama onun zamanına ulaşabileceğimi, ona iman edip tas dikleyeceğimi ve risaletine şahadette bulunabileceğimi sanmıyo­rum. Eğer ömrün uzar da onu görürsen, benden ona selam söyle. Ben onun evsannı sana haber vereceğim ki, o sana gizli kalmasın, onu görün­ce tanıyabilesin.

- Anlat öyleyse.

- O, ne uzun ne de kısa bir adamdır. Saçı çok değil az da değildir. Gözlerinde kırmızılık vardır. Omuzları arasında peygamberlik mührü vardır. Adı Ahmed'dir. Şu beldede doğacaktır. Burada risaletle görev­lendirilecektir. Sonra kavmi, onu buradan sürgün edeceklerdir. Onun getirdiği dinden hoşlanmayacaklardır. O da nihayet Yesrib'e hicret ede­cek ve orada daveti aşikar olup güçlenecektir. Ona tuzak kurmaktan sa­kın. Çünkü ben bütün beldeleri dolaştım. İbrahim peygamberin dinini aradım. Hangi Yahudi, Hristiyan ve Mecusi'ye İbrahim peygamberin dinini sordumsa, bana hep: «Senin aradığın dini, bu adam getirecektir.» dediler ve onun evsafını sana anlattığım şekilde bana da anlattılar. On­dan başka bir peygamberin gelmeyeceğini söylediler.»

Amir b. Rebia dedi ki: Ben Müslüman olduğumda Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'in bana söylediklerini ve RasûluUah (s.a.y.)'a selamını aktar­dım. O da onun selamını aldı ve ona rahmet diledi: "Onu Cennet'te gör­düm, eteğini peşinden sürüyordu." dedi. [5]

 

Nübüvvet (Peygamberlik) Delilleri

 

- Bu deliller, maddi ve manevi olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Ma­nevi deliller şunlardır: Peygamber (s.a.v.)'e Kur'ân indirilmiştir ki, bu, mucizelerin en büyüğü, alametlerin en göz abası, vazıh hüccetlerin de en açığıdır. Çünkü insanı aciz bırakacak terkipleri içermektedir. Bu terkipleriyle cinlere ve insanlara -bir benzerini getirmeleri için- mey­dan okuyor, ama onlar bunu yapmaktan aciz kalıyorlar. Oysa Kur'ân ve Rasûlullah'm düşmanları, Kur'ân'a çatmak için birçok sebeplere sahip bulunuyorlar. Kendileri de fesahat ve belagat sahibi kimseler oldukları halde Kur'ân onlara, kendi sûrelerine benzer on sûreyi meydana getir­meleri için meydan okudu ama onlar bunu beceremediler, aciz kaldılar. Sonra Kur'ân, on sûreden vazgeçip kendi sûrelerinden sadece birinin benzerini meydana getirmeleri için onlara meydan okudu, fakat bunu da yapamadılar. Onlar bunu yapmaktan aciz kalacaklarını ve becere-miyeceklerini biliyorlar ve herhangi bir kimsenin de bunu yapma imka­nına sahip olamayacağının farkındadırlar. Zira yüce Allah, şöyle buyu­ruyor:

«De ki: «İnsanlar ve cinler, birbirine yardıma olarak bu Kur'ân'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar.» (eUsrâ, 88.) Bu, Mekke'de nazil olan bir ayettir. Yine MekM bir sûre olan et-Tûr sûresinde de şöyle buyuruluyor:

«Yahut: «Onu kendi uydurdu» diyorlar öyle mi? Hayır, inanmıyor­lar. Eğer iddialarında samimi iseler Kuranın benzeri bir söz meydana getirsinler.» (ct-Tûr, 33-35.)

Yani bu Kur'ân 'ı, Muhammed kendi yanından uydurmuş diye orta­ya attığınız iddianızda samimi iseniz -ki o da sizin gibi bir insandır- öy­leyse siz de, onun getirdiği Kur'ân gibi bir Kur'ân'ı meydana getirin.

Medenî bir sûre olan el-Bakara'da Cenâb-ı Allah, meydan okuması­nı tekrarlayarak şöyle buyuruyor:

«Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan şüphe ediyorsa­nız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sözlü ise­niz, Allah'tan başka, güvendiklerinizi de yardıma çağırın. Yapamazsı­nız -ki yapamayacaksınız- o takdirde, inkar edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakının.» (d-Bakara, 23-24.)

"Senin için: «Onu uydurdu» diyorlar, öyle mi? De ki: «Öyleyse onun

sûrelerine benzer uydurma on sûre meydana getirin, iddianızda sami­mi iseniz, Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın.» Söylediğini­zi yapamazlarsa, bilin ki os ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. O'ndan başka tanrı yoktur, artık Müslümansmız değil mi?» (Had, i3-w.)

«Bu Kur'ân, Allah'tandır, başkası taranndan uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini doğrular ve o kitabı açıklar. Alemlerin Rab-bi'nden geldiğinde şüphe yoktur.» (Yûnus, 37.)

«Ey Muhammed! Senin için, "Onu uydurdu mu?" diyorlar. De ki: "Onun sûrelerine benzer bir sûre meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Onlar, ilmini kavrayamadıkları ve henüz yorumu da kendilerine bildirilmemiş olan şeyi yalanladılar. Onlardan Öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zalim­lerin sonunun nasıl olduğuna bir bak.» (Yûnus, 38-39.)

Yüce Allah, mahlukatm şu Kur'ân'a muarazada bulunmaktan, benzerini dahi meydana getirmekten aciz olduklarını, bunu asla bece­remeyeceklerini beyan buyuruyor. Nitekim şöyle ferman ediyor: "Yapa­mazsınız, ki yapamayacaksınız da." Yani geçmişte bunu yapamadınız, gelecekte de yapamayacaksınız. Bu da ikinci bir meydan okumadır. Ya­ni ne şimdi ne gelecekte Kur'ân'a muarazada bulunmaları mümkün de­ğildir. Böyle bir meydan okumayı da ancak getirdiği kitabın beşer tara­fından muarazaya maruz kalmayacağına, benzerinin ortaya konulma­yacağına kesin olarak güvenen ve inanan bir kimse yapabilir. Eğer Hz. Peygamber, bu Kur'ân'ı kendi kafasından uydurmuş olsaydı, Kur'ân'a muaraza edilmesinden korkardı. Durumunun açığa çıkmasından ve hedeflediği seyidlikten, yani insanların kendisine tabi olmasından baş­ka bir sonuçla karşılaşmaktan korkardı. Oysa her akıl sahibi kimse bilir ki, Muhammed (s.a.v.), Allah'ın en akıllı ve mutlak surette en mükem­mel yaratığıdır. Gerçek böyledir. Böyle olunca da Kur'ân'a karşı mey­dan okunamayacağını bildiği için böyle bir meydan okuma işine girmiş­tir ve bu da gerçekleşmiştir. Kur'ân, Rasûlullah'tan zamanımıza kadar gelmiş bir kitab olup benzerini hatta sûrelerinden birinin benzerini, meydana getirmeye hiç kimse güç yetirememiştir. Buna imkan da yok­tur. Çünkü Kur'ân, hiç birşeyin benzeri olmayan, mahlukatmdan hiçbi­rine benzemeyen, zât, sıfat ve fiilleri bakımından emsalsiz olan âlemlerin Rabbinin kelamıdır. Yaratıcının kelamı, yaratılanların kela­mına nasıl benzer ki, bu mümkün müdür? Kur'ân karşısında Kureyş ka­firleri şöyle diyorlardı:

"Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman, "İşittik, işittik! İstesek biz de aynını söyleyebiliriz, bu sadece eskilerin masallarıdır." derlerdi." (ei-EnfAl, 31.)

Bu, onların bir yalanı, delilsiz, bürhansız, hüccetsiz, beyansız, batıl iddialarıdır. Eğer bu iddiaları doğru olsaydı, Kur'ân'a benzer bir kitap ortaya koyarlardı. Oysa onlar, yalan söylemekte olduklarını biliyorlar. Nitekim bu sözlerinde de yalana olduklarını biliyorlar: «Kur'an önceki­lerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okun­maktadır» (el-Furkân, 5.)

Yüce Allah buyurdu ki:

«Ey Muhammedi De ki: «Onu, göklerin ve yerin sırrını bilen indir­miştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, merhamet edendir.» (el-Furkân, 6.)

Yani Kur'ân'ı; gizlilikleri bilen, göklerle yerin Rabbı indirmiştir. O Rab ki, olanı, olacağı ve olmayıp ta olduğu takdirde nasıl olacağını bilen Allah indirmiştir. O Allah ki yücedir. Kulu ve rasûlü olan ümmi pey­gambere, yazmayı güzelce bilmeyen hatta hiç bilmeyen rasûle vahyet-miştîr. O rasûl ki; geçmişlerin, önceki ümmetlerin ilmini bilmiyordu. Haberlerinden malumatı yoktu. Cenâb-ı Allah, olan şeylerin, olacak şeylerin tamamının haberlerini tam olarak ona bildirdi. O, bu durumda geçmiş kitapların hakkında ihtilafa düştükleri şeylerle ilgili olarak ger­çek ile batılı birbirinden ayırmaktadır. Nitekim yüce Allah buyurmuş ki:                                                                     

«Bu gayb haberlerindendir ki sana vahyediyoruz bunları. Bunu ne sen ne de kavmin daha önceleri bilmiyordunuz. Öyleyse sabret akıbet takva sahiplerinindir.»

«Ey Muhammed! Geçmiş olayları sana böyle anlatırız. Katımızdan sana da bir kitap verdik. Kim ondan yüz çevirirse bilsin ki kıyamet günü bir günah yükü yüklenecektir.» (Tâ-Hâ, 99-100.)

«Ey Muhammed! Kur'ân'ı, önce gelen kitabı tasdik ederek ve ona şa-hid olarak gerçekle sana indirdik.» (el-Mâide, 48.)

«Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değil­din. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi. Hayır, Kur'ân, kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde yerleşen apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi, zalimlerden başka kimse, bile bile inkar etmez. «Ona Rab-binden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?» derler. De ki: «Mucize­ler ancak Rabbimin katmdadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyana­yım.» Kendilerine okunan bir kitabı sana indirmiş olmamız onlara yet­miyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır. De ki: «Allah benimle sizin aranızda şahid olarak yeter. O, göklerde ve yerde olanı, batıla inananları ve Allah'ı inkar edenleri bilir.» işte kaybedenler bunlardır.» (el-AnkebÛt, 48-52.)

Yüce Allah, olmuşların ve olacakların, insanlar arasında cereyan eden şeylerin hükmünü içeren bu kitabın böylesine ümmi bir peygam­bere indirilişinin, bu peygamberin doğru sözlü ve gerçek elçi olduğuna yegane ispatlayıcı delil olduğunu açıklıyor ve şöyle buyuruyor:

"Ayetlerimiz onlara açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı um-mayanlar, Muhammed'e: Bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir." dediler.

De ki: "Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, bana vahyolu-nana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğra­maktan korkarım!"

Ey Muhammed, de ki: «Allah dileseydi. Ben onu size okumazdım, si­ze de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?»

Allah'a karşı yalan uyduran veya ayetlerini yalan sayandan daha zalim kim olabilir? Suçlular elbette saadete erişemezler.» (Yûnus, 15-17.) Rasûlullah (s.a.v.), o inkarcılara diyor ki: Ben bu Kur'ân'ı kendili­ğimden değiştiremem. Ancak Aziz ve Celil olan Allah dilediği şeyi silip yok eder. Dilediği şeyi de sabit bırakır. Ben O'nun tebliğcisiyim. Size ge­tirdiğim şeylerde benim samimi ve gerçekçi olduğumu da bilmektesiniz. Çünkü ben sizin aranızda doğup büyüdüm. Benim soyumu, doğru sözlü­lüğümü, güvenilir ve emin bir kimse olduğumu, hiçbir gün ve zaman herhangi birinize yalan söylemediğimi biliyorsunuz. Böyle olduğu hal­de yüce Allah'a karşı nasıl yalan söyleyebilirim? O Allah ki, insana za­rar ve fayda verebilir. O, herşeye güç yetirendir. Her şeyi bilendir. O'na -karşı yalan söylemek kadar, O'na ait olmayan birşeyi O'na mal etmek kadar, O'nun katında büyük bir günah var mıdır? Nitekim yüce Allah buyuruyor:

«Eğer Muhammed, bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kevvetle yakalardık, sonra onun şahdamarını koparırdık. Hiç biri­niz de onu koruyamazdınız.» (ei-Hâkka, 44-47.)

Yani Muhammed, bize karşı yalan söyleseydi, ondan çok şiddetli bir intikam alırdık. Yeryüzünde yaşayanlardan herhangi biri de onu bize . karşı koruyamaz ve azabımıza engel olamazdı. Yüce Allah buyuruyor ki:

«Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine birşey vahyedil-memiş iken, "Bana vahyolundu.", "Allah'ın indirdiği gibi ben de indire­ceğim." diyenden daha zalim kim olabilir?

Bu zalimleri can çekişirlerken melekler ellerini uzatmış, canlarını­zı verin, bugün Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden, onun ayet­lerine büyüklük taslamanızdan ötürü alçaltıcı bir azabla cezalandırıla­caksınız." derken bir görsen!» (ei-En'âm, 93.)

«Şahid olarak hangi şey daha büyüktür.» de. «Allah benimle sizin aranızda şahiddir. Bu Kur'an bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu.» (el-En'âm, 19.)

Bu sözlerde, Cenâb-ı Allah'ın her şeye şahid olduğu, şahidlerin en yücesinin kendisi olduğu haber veriliyor. Bu ayetlerde bildirildiği gibi Cenab-ı Allah, hem bana hem size kendisi nezdinden getirdiğim husus­larda nasıl davrandığınıza vâkıftır. Bu sözlerin kuvveti öyle bir yemin hükmündedir ki, Cenâb-ı Allah, beni bütün mahlukata kendilerini bu Kur'ân ile uyarıp korkutmam için elçi olarak göndermiştir. Kur'ân, her kime ulaşırsa onun uyarıcısı olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

«Hangi topluluk onu inkâr ederse yeri ateştir, senin de bundan şüp­hen olmasın. Doğrusu o, Rabbinden bir gerçektir, fakat insanların çoğu inanmazlar.» (Hûd, 17.) Bu Kur'ân'da, Allah, melekleri, Arş'ı, gök ve yer ile aralarındaki mevcudat ve onlarda cereyan eden birçok işler gibi ulvi ve süfli yaratıklarına dair gerçek haberler vardır. Bu haberler kesin ve katf delillerle teyid edilmiştir ki, insanları sağlıklı akıl ile buna götür­mektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

«And olsun ki, biz Kur'ân'da insanlara türlü türlü misal gösterip açıkladık. Öyleyken insanların çoğu nankör olmakta direndiler.» (ei-tsrâ, 89.)

«Biz bu misalleri insanlara veriyoruz, onları ancak bilenler anlaya­bilir.» (el-AnkcbÖt, 43.)

«And olsun ki, Biz bu Kur'ân'da insanlara her türlü misali, belki Öğüt alırlar, diye verdik. O, eğriliği olmayan, Arapça bir Kur'ân'dır. Bel­ki sakınırlar.» (ez-Zümer, 27-28.) Kur'ân'da mazinin haberleri gerçek bir şe­kilde anlatılmaktadır. Bunun delili de şudur: Ehl-i Kitap kaynakların­da da bu haberler ayniyle anlatılmaktadır. Ayrıca Kur'ân-ı Azimüşşan yazmayı bilmeyen ümmi bir insana nazil olmuştur ki, o ümmi insan, öm­rü boyunca hiçbir zaman geçmiş zamandaki ilimler ve insanların haber­leriyle ilgilenmemiş, buna dair ilmi öğrenmeye çalışmamıştır. İnsanla­rın karşısına ancak ilahi vahiy ile çıkarak faydalı haberler vermiş, bu da bir sürpriz olarak karşılarına çıkmıştır. Bu haberleri ibret gözüyle ha­tırlamaları gerekir. Bu haberler, geçmiş ümmetlerin peygamberleriyle aralarında geçen hadiselere dair idi. Cenâb-ı Allah'ın mü'minleri nasıl kurtarıp kafirleri nasıl helak ettiği, hiçbir beşerin benzerini kullanama­yacağı ifadelerle anlatılmaktadır. Kıssanın veciz, gayet açık ve fasih, bazen de detaylı olarak anlatılması gerektiğinde bu anlatım, Kur'ân'da-ki ifadeler kadar tatlı ve net, aynı zamanda parlak ve yüce olamaz. îşte okuyucu ve dinleyici, bütün bu ifadeleri Kur'ân'da görmektedir. Geçmi­şe dair haberi, karşısında çok açık olarak görmektedir. Nitekim yüce Al­lah şöyle buyuruyor:

«Sen, Musa'ya hitap ettiğimiz zaman Turun yanında da değildin. Senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir milleti uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler.» (ei-Kasas, 46.)

"Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen yan­larında değildin, çekişirlerken de orada bulunmadın." (Âi-i tmrân,44.)

«Ey Muhammed! Sana böylece vahyettiklerimiz, gayba ait haber­lerdir. Onlar el birliği edip düzen kurdukları zaman yanlarında değil­din; sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar.

Oysa sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun. Kur'ân, âlemler için sadece bir öğüttür.

«And olsun ki, peygamberlerin kıssalarında, aklı olanlar için ibret vardır. Kur'ân, uydurulabilen bir söz değildir. Fakat kendinden önceki kitapları tasdik eden, inanan millete herşeyi açıklayan, doğru yolu gös­teren bir rehber ve rahmettir.» (Yûsuf, 102-104.)

«Rabbinden bize bir mucize getirseydi ya» derler. Onlara önceki ki­taplarda bulunan belgeler gelmedi mi?» (Tâ-Ha, 133.)

«Ey Muhammed! De ki: «Kur'ân, Allah katından gelmiş olup da siz de onu inkâr etmişseniz, söyleyin bana, derin bir çıkmazda bulunan bir kimseden daha sapık kim vardır?

«Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgeleri­ni onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rab-binin her şeye şahid olması yetmez mi?» (Fuasüet, 52-53.)

Yüce Allah, Kur'ân'm gerçekliğine ve onu Hak Teâlâ katından geti­ren peygamberin doğruluğuna delalet edecek mucizevi ayetleri afaklar-da ve onu inkar edenlerin nefislerinde meydana getireceğini vaad edi­yor. Bu deliller, o inkarcılara karşı birer hüccet olacak ve şüphelerini yok edici birer burhan teşkil edeceklerdir ki, bu kitabın Allah katından doğru bir dil ile yani Rasûlullah'ın lisanı ile getirilip ifade edilen bir ki­tap olduğuna kesin olarak inansınlar. Bundan sonra yüce Allah, şu ayet-i kerime ile de inkarcılara müstakil bir delili gösteriyor:

«Rabbinin herşeye şahid olması yetmez mi?» (Fussiiet, 5.) Yani Cenâb-ı Allah'ın, bu kitabı haber veren peygamberin doğruluğuna vâkıf olması ve bunu bilmesi sizin için yeterli bir delil sayılmaz mı? Çünkü Peygam­ber (s.a.v.), bu hususta Allah'a karşı yalan uydurup iftira etmiş olsaydı, Cenab-ı Allah onu çarçabuk büyük bir azabla cezalandırırdı. Nitekim bununla ilgili açıklama daha önce de geçmişti.

Bu Kur'ân'da, gelecekte vuku bulacak hadiseler, ayniyle haber ve­rilmiştir ve o hadiseler de sonraki zamanlarda Kur'ân'da haber verildik­leri şekilde meydana gelmişlerdir. Tefsirimizde de açıkladığımız gibi buna dair hadisler de mevcuttur. Savaş ve fitnelere dair haberlerde de bu bildirilmiştir. Nitekim yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor:

«Allah, içinizden, hasta olanları, Allah'ın lütfundan nzık aramak üzere yeryüzünde dolaşacak olan kimseleri ve Allah yolunda savaşacak olanları şüphesiz bilir.» (ci-Mü?,zemmii, 20.)

Bu sûre, Mekke'de nazil olan sûrelerin ilklerindendir. Gelecekte vu­ku bulacak hadiselere Örnek olarak şu ayeti de gösterebiliriz ki, bu ayet Mekkîdir. Bu hususta ihtilaf yoktur:   -

«Toplulukları dağıtılacak, yüz geri edeceklerdir. Kıyamet, onların azab ile va'd edildikleri gündür. O ne korkunç, ne acı bir gündür!» (ei-Kamer, 45-46.)   

Bu yenilgi, Bedir gününde tahakkuk etmiştir.

" İleride, Peygamber (s.a.v.)'in, kendisinden sonra vuku bulacak ha­diseleri haber verdiğine dair J)ir fasıl gelecektir ve haber verdiği şeyler de ayniyle vuku bulmuşlardır.

Kur'ân-ı Kerim'de emir ve yasaklar şeklinde adil hükümler vardır. Sağlam akıl ve anlayış sahibi kimseler, bunları düşündükleri zaman bu hükümlerin, gizlilikleri bilen, kullarına merhamet eden bir zat tarafın­dan indirilmiş olduğunu kesin olarak anlar. O Allah ki, kullarına lütuf, rahmet ve ihsanı ile muamele eder. Bu hususta şöyle buyurmuştur:

«Rabbinin sözü, doğruluk ve adaletle tamamlandı.» (ei-En'âm, 115.) Ya­ni Rabbinin haberlere dair sözü doğrulukla; emir ve yasaklara dair sözü de adaletle tamamlanmıştır.

«Elif, Lâm, Râ. Bu kitap, Hakîm ve haberdar olan Allah tarafından, ayetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir kitaptır.»(Hûd, 1.)

Yani bu Kur'an'm lafızları muhkem, manaları da tafsilatlı kdınmış-tır.

«Peygamberlerini, doğruluk rehberi Kur'ân ve hak din ile gönderen O' dur.» (el-Fotih, 28.)

Yani Peygamberini faydalı ilim ve salih amel ile gönderen, Allah'tır.

Rivayete göre Ebu Talib oğlu Ali, Kümeyi b. Ziyad'a şöyle demiştir:

«Kur'ân, Allah'ın kitabıdır. Onda sizden öncekilerin haberleri, sizin aranızda cereyan işlerin hükümleri ve sizden sonrakilerin de haberleri vardır.»

Bütün bunları tefsirimizde teferruatlı olarak anlattık. Hamd ve minnet Allah'adır.

Kur'ân, birçok yönden mûciz bir kitaptır. Şöyle ki:

Fesahat, belagat, nazım, terkib, üslub; geçmişe ve geleceğe dair içerdiği haberler, kapsadığı sağlam ve parlak hükümler, Arab edebiyat­çılarına lafızlarının belağatıyla meydan okuması, kapsadığı sahih ve kamil manalarla meydan okuması bakımından mûciz bir kitaptır. Bu sonuncu meydan okuyuşu ise, âlimlerin birçoğuna göre lafızların bela­gatı bakımından meydan okumasına nisbetle daha üstün bir meydan okumadır. Bu meydan okuyuş, Yunan, Hind, Fars, Mısır ve diğer ülke­lerin filozoflarına, Ehl-i Kitap olsun olmasın her insana yöneliktir. ,

Kelâmcılardan bazıları, Kur'ân'ın icazının, kafirlerin ona çatması­na sebep olacak hususları ortadan kaldırmaktan ibaret olduğunu söyle­mişlerdir. Ya da onların buna yönelik kudretlerinin ellerinden alınması olduğunu ifade etmişlerdir. Bu, asılsız ve batıl bir sözdür. Bu, onların, Kur'ân'm mahluk olduğuna dair inançlarından kaynaklanmaktadır. Onlara göre Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı, bazı ecram içinde yaratmıştır. On­lara göre Kur'ân ile diğer yaratıklar arasında herhangi bir fark yoktur.

Onların bu sözü küfürdür, batıldır. Hakikate uygun değildir. Aksine Kur'ân, Allah kelamıdır ve mahluk değildir. Allah dilediği şekilde onu söylemiştir. O, kafirlerin söyledikleri ve isnad ettikleri şeylerden çok yüce, üstün, mukaddes ve münezzehtir. Gerçekte bütün mahlukat, Kur'ân'm benzerini ortaya koymaktan acizdir. Birbirine yardım edip destek verseler de bunu yapamazlar. Hatta yaratıkların en fasihi, onla­rın en uluları güç yetiremezler. Yani Allah'ın kelamının benzeri ile ko­nuşamazlar. Rasûlullah (s.a.v.)'m, Allah katından getirip insanlara tebliğ ettiği bu Kur'ân'm üslubu, Rasûlullah'm konuşma üslubuna ben­zememektedir.

Rasûlullah'm konuşma üslubu, sahih senetlerle bize ulaşmıştır. Sahabelerden ve onlardan sonra gelen kimselerden herhangi biri de, Rasûlullah'm fesahat ve belagatının derecesine ulaşamaz ve onun ko­nuşma üslubuyla konuşamaz. Çünkü onun naklettiği manalarla lafız­lar, üstün ve yüce lafızlardır. Ayrıca sahabelerin konuşma üslubları da tabiinin konuşma üslubundan daha üstündür. Bu üslublar, zamanımı­za kadar derece derece azalmıştır. Selef uleması da, rivayet ettikleri manalar ve lafızlar bakımından halef ulemasına üstündürler. Onlar da­ha fasih, daha âlimdirler. Ve konuşmalarında tekellüfleri de azdır. Ken­dilerini zorlamadan gayet sade bir lisanla konuşmuşlardır-. Bunu insan­ların konuşmasından anlayan, bu hususta zevk sahibi olan kimseler müşahede ederler. Nitekim cahiliye zamanındaki Arab şiirleriyle, daha sonraki dönemlerde yaşamış şairlerin şiirleri arasındaki fark da bu şe­kilde idrak edilebilir.

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'nin bu konuda şöyle bir riva­yette bulunduğunu nakletmiş tir:

Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

«Peygamberlerden her birine bazı mucizeler verilmiştir ki, halk on­lara iman etmiştir. Bana da verilen, ancak Allah'ın bana vahyettiği bir vahiydir. Dilerim ki kıyamet gününde diğer peygamberlere nisbetle be­nim tabilerim daha çok olur.»

Yani peygamberlerden herbirine, kendilerinin dürüstlüklerine ve Rableri katından getirdikleri dinin, kitabın doğruluğuna delalet edecek yeterli hüccetler verilmiştir. İster inansınlar ister inanmasınlar; bu hüccetler, kavimlerine karşı peygamberlere verilmiştir. Onlardan bu hüccetlere inananlar, imanlarının sevap ve mükafatlarını elde etmiş­lerdir. İnkar edenlerse, azaba müstahak olmuşlardır. Peygamber (s.a.v.)'e verilen mucizelerin kısm-ı azamı, Allah katından kendisine ge­len vahiy, yani Kur'ân'dır ki, bu da kendi zamanında ve kendisinden sonraki zamanlara uzanacak devamlı bir hüccettir. Kendisinden önceki peygamberlere verilen delil ve burhanlar, sadece o peygamberlerin ha­yatta kaldıkları sürelerde kalan, sonra da inkıraz bulan hüccetlerdir.

Hatta bir kısmının hüccetlerine dair haberler bile bize ulaşmamıştır. Kur'ân'a gelince o, kalıcı bir hüccettir. Onu dinleyen, sanki Ra-sûlullah'm mübarek ağzından dinlemektedir. Kur'ân, hem Ra-sûlullah'm hayatında hem de vefatından sonraki zamanlara ulaşmış ilahi bir hüccettir. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.) demiş ki; «Dilerim ki kıyamet gününde diğer peygamberlere nisbetle benim tabilerim daha çok olur.» Yani Cenâb-ı Allah'ın bana verdiği kesin hüccetler ve batılı parçalayıcı burhanlar, devamlılık vasfına sahiptirler. Bu yüzden kıya­met gününde Hz. Peygamber'in tabileri, diğer peygamberlere nisbetle daha çok olacaktır. [6]

 

Fasıl

 

Rasûlullah'in peygamberliğini ispatlayıcı manevî delillere örnek olarak onun temiz ve mükemmel ahlakını, şecaatini, yumuşak huylulu-ğunu, cömertliğini, zahitliğini, kanaatkârlığını, başkalarım kendine tercih edişini, hoş sohbet oluşunu, doğru sözlülüğünü, emanetini, tak­vasını, ibadetini, soyunun asaletini, nesebinin temizliğini, temiz yerler­de yetiştirilmiş olmasını gösterebiliriz. Bütün bunları yerinde detaylı olarak önce anlattık. Şeyhimiz Allame Ebu Abbas b. Teymiyye, Yahudi ve Hristiyanlarla benzerleri kitab ehli kimselere reddiye olarak yazdığı kitapta bu konuyu çok güzel bir şekilde işlemiştir. Kitabının sonunda peygamberlik delillerini ele almış; bu konuda güzel bir üslub ve beliğ sözlerle bir netice bölümü işlemiştir ki, bu ifadeler üzerinde düşünüp kafa yoran kimseler, onun ifadeleri karşısında boyun eğecek ve gerçeği kavrayacaktır. O zat, mezkur kitabının sonunda aynen şöyle demiştir:

"Rasûlullah (s.a.v.)'m yaşantısı, ahlakı, sözleri ve fiilleri, onun pey­gamberliğini isbatlayan delillerdendir. Getirdiği şeriat, sahib olduğu ümmet, ümmetinin elde etmiş olduğu ilim ve din, ümmetinin salihleri-nin gösterdikleri kerametler de onun peygamberliğini isbatlayan delil­lerdendir. Onun peygamber olduğu, şu hususlardan da anlaşılır: Doğu­mundan risaletle görevlendirildiği zamana kadarki hayatı, risaletle gö-revlendirilişinden vefat edinceye kadar geçen zamandaki yaşantısı in­celenir; nesebi, beldesi, aslı ve faslı tahkik edilirse, onun peygamber ol­duğu anlaşılır. Çünkü o, yeryüzü sakinlerinin en şereflisidir. Soyca en üstünüdür. İbrahim peygamberin soyundan gelir ki, Cenâb-ı Allah, ib­rahim peygamberin soyuna peygamberlik ve kitap vermiştir. Hz. İbra­him'den sonra hangi peygamber gelmiş ise, mutlaka hepsi onun soyun-dandır. Cenâb-ı Allah, İbrahim peygambere îsmail ve îshak adında iki evlat vermiştir. Tevrat'ta bu ikisinden de bahsedilmiştir. Yine Tev­rat'ta, îsmail soyundan gelecek peygamberler de müjdelenmiş tir. îsma­il soyundan, peygamber olarak Rasûlullah'tan başkası gelmemiştir. îbrahim peygamber de, îsmail peygamberin zürriyeti için dua ederek Ce-nab-ı Allah'tan, onun soyundan bir rasûl göndermesi dileğinde bulun­muştur. Sonra Rasûlullah (s.a.v.), Kureyş kabilesindendir. Bu kabile, İbrahim evladının en seçkinlerin dendir. Rasûlullah (s.a.v.), Haşim oğullarından dır ki, bunlar da Kureyşlilerin seçkinleridir. Rasûlullah (s.a.v.) Mekkelidir. Mekke ki, çevresindeki şehirlerin, kasabaların mer­kezidir. İbrahim peygamberin inşa ettiği beytin bulunduğu şehirdir. İb­rahim peygamber, o beyti ziyaret edip hac vazifesini ifa etmeleri için in­sanlara çağrıda bulunmuştur. Beyt, İbrahim peygamberin zamanından itibaren haccedilmeye başlanmıştır ki, bu husus peygamberlerin kitap­larında en güzel vasıflarla anlatılmıştır.

Rasûlullah (s.a.v.), terbiye ve gelişme bakımından insanların en mükemmeli idi. Hep doğru sözlü, iyiliksever bir kimse olarak tanınırdı. Ahlaki üstünlükleriyle, adaletiyle ve kötü sözlerle fuhşiyattan uzak durmasıyla, zulme yanaşmam asıyla, her türlü kötü vasıftan uzak dur-masıyla, şöhret bulmuştu. Peygamber olmasından önce, herkes onu bu şekilde tanırdı. Onu tanıyan, ondaki üstün vasıfların mevcudiyetine şa­hadet ederdi. Peygamber olduktan sonra ona iman edenler de, iman et-meyenler-de onun bu güzel vasıflara sahib oluşuna tanıklık ederlerdi. Ne sözlerinde, ne fiillerinde, ne ahlakında kusur olacak hiçbir vasfi. yok­tu. Yalan söylediği görülmemişti. Ne zulmetmiş, ne de fuhuş irtikâb et­mişti. Yaratılış ve sureti, suretlerin en güzeli, en mükemmeli ve en ta­mamı idi. Olgunluğuna delalet eden bütün güzellikleri, onun yaratılı­şında mevcud idi. Okur yazar olmayan bir kavim arasında ümmi bir in­sandı. Ne kendisi, ne de kavmi, Ehl-i Kitabın bildiği Tevrat ve İncil'i bil­mezlerdi. İnsanların elde ettikleri ilimlerden hiçbirini okumamıştı. İlim ehliyle oturmamıştı. Allah'ın kendisini kırk yaşma erdirmesine ka­dar hiçbir zaman peygamberlik iddiasında bulunmamıştı. Kırk yaşına varınca da işlerin en hayret vericisi, en muazzamını getirip ortaya koy­muştu. Öncekilerin duymadıkları ve benzerini işitmedikleri bir sözle konuşuyordu. Beldesinde ve kavminde emsali görülmemiş bir haberi bildiriyordu. Sonra da önceki peygamberlere tabi olanlara benzer kim­seler, yani insanların güçsüz ve zayıf olanları ona tabi oldular. Riyaset ehli kimseler, onu yalanlayıp düşmanlık gösterdiler. Onu öldürmek, ona uyan kimseleri mahvetmek için her yola başvurdular. Nitekim Ön­ceki peygamberlere ve onlara uyan kimselere de kafirler böyle yapmış­lardı. Rasûlullah (s.a.v.)'a tabi olan kimseler, herhangi bir şeye rağbet ettiklerinden veya herhangi birşeyden korktuklarından ötürü tabi ol­muş değillerdir. Çünkü onun yanında onlara verecek mal veya onları ta­yin edeceği makamlar yoktu. Kılıcı da yoktu. Aksine kılıç, mal ve ma­kam, onun düşmanlarının elindeydi. Ona tabi olan kimselere çeşitli ezi­yetlerde bulundular. Ama Müslümanlar sabrettiler. Allah'tan yardım beklediler. Dinlerinden dönmediler. Çünkü kalplerine imanın tadı ve marifetin tatlılığı girmişti. Araplar, Mekke'yi İbrahim peygamberin za­manından beri ziyarete gelip haccederlerdi. Hac mevsiminde, Arab ka­bileleri oraya gelip toplanırlardı. Rasûlullah (s.a.v.), hacca gelen Arap­ların yanma gelip onlara risaleti tebliğ eder ve onları Allah'a imana da­vet ederdi. Karşılaştığı yalanlamalara da sabrederdi. Kendisini yalan­layanların yalanlamalarına, kendisine eziyet edenlerin ezalarına, da­vetinden yüz çevirenlerin yüz çevirmelerine tahammül ederdi. Nihayet Yesriblilerle toplantı yaptı, onlar Yahudilerin komşularıydılar. Rasûlullah'ın haberlerini Yahudilerden duymuş, böylece onu tanımış­lardı. Onları imana davet edince onlar, onun Yahudiler tarafından ha­ber verilen, beklenen peygamber olduğunu anladılar.

Onun mertebesinin yüceliğini, kendilerine anlatacak haberleri de daha önceden duymuşlardı. Ön küsur sene içinde Rasûlullah (s.a.v.)'m daveti zuhur edip yayıldı. Medineliler ona iman ettiler. Medine'ye hicret etmesi için bey'atleştiler. Ashabının da oraya hicret etmesi, kendileri­nin onunla beraber cihad etmeleri hususunda sözleştiler. Bunun üzeri­ne Rasûlullah ve kendisine tabi olan Müslümanlar, Medine'ye hicret et­tiler. Artık Medine'de Muhacirlerle Ensâr vardır. Aralarında dünyevi bir rağbetten ötürü iman eden veya herhangi birşeyden korktukları için iman eden kimse yoktu. Hepsi hasbi Müslüman olmuşlardı. Ancak Ensâr'dan az sayıda kimseler, zahiren Müslüman olmuşlar, fakat kal­ben münafık kalmışlardı. Fakat bunlardan bir kısmı da ileride tam Müslüman oldular. İslâmiyet'i güzelce yaşadılar. Bundan sonra Rasûlullah (s.a.v.)'a cihad izni verildi. Sonra da cihad emri verildi. O da Allah'ın emrine uyarak onu mükemmel bir şekilde yerine getirmeye de­vam etti. Doğruluktan, adaletten, vefakarlıktan ayrılmadı. Yalan söy­lediği görülmedi. Her hangi bir kimseye zulmetmedi. Hiç kimseye iha­nette bulunmadı. Aksine o, insanların en doğru sözlüsü, en adaletlisi, sözünü yerine getirmede en vefalısı idi. Şartların, zamanların değişme­sine; savaşların, barışların zuhur etmesine; korku ve güvenliğe, zengin­lik ve yoksulluğa, muktedirlik ve acizliğe, imkan ve imkansızlığa, azlığa ve çokluğa, bazen galibiyete, bazen mağlubiyete aldırış etmeksizin sö­zünü yerine getirmeye, doğru konuşmaya, zalimlik yapmamaya devam etti. Bütün bu şartlara rağmen o yolların en mükemmeline sarıldı. Ni­hayet daveti, Arab diyarlarının tamamında zuhur etti ki, oralarda daha önceleri putperestlik kök salmıştı. İnsanlar, kahinlerin haberlerine uyuyor, yaratıcıyı inkar eden, dokunulmaz olan kanları akıtan, akraba­lık bağlarını koparan, ahireti tanımayan sistemlere ve şahıslara itaat ediyorlardı. Fakat İslâm daveti zuhur ettikten sonra buralarda yaşa­yan kimseler, yeryüzünün en bilginleri, en dindarları, en adaletlileri ve en faziletlileri oldular. Hatta Hristiyanlar, Şam'a geldiklerinde gördükleri manzarayla karşılaşınca şöyle demişlerdi: «İsa'ya tabi olan kimse­ler, bunlardan daha faziletli olamazlar.»

îşte dünyada onların ilim ve amellerinin eserleriyle, diğerlerinin eserleri görülüyor. Akıllı kimseler bu eserler arasındaki farkı görür,

Rasûlullah (s.a.v.)'m durumu kuvvetlendiği, insanlar ona itaat et­tikleri, canlarım ve mallarını ona takdim ettikleri halde kendisi vefat ettiğinde geride ne bir dirhem, ne bir dinar, ne bir koyun, ne bir deve bı­raktı. Sadece katırını ve silahını bırakmıştı. Zırhı da otuz Ölçek arpa karşılığında bir Yahudinin yanında rehine idi. O arpaları kendi ailesi için satın almıştı. Elinde bir akarı vardı ki, onunla kendi ailesinin nafa­kasını temin eder, artan geliri de Müslümanların maslahatına sarfe-derdi. Kendisine mirasçı olunmayacağına, varislerinin bu akardan hiç birşey alamayacaklarına hükmetmişti. O, her vakitte hayret verici mu­cizeler ve çeşitli kerametler izhar ederdi ki, burada o mucize ve kera­metlerin vasıflarını anlatmak uzun bir yer işgal edecektir. Olmuş ve olacak şeyleri çevresindeki insanlara haber verirdi. İyilik yapmalarını emreder, kötülükten de onları men ederdi. Hoş ve temiz şeyleri onlara helal kılar, pis ve murdar şeyleri haram kılardı. Peyderpey hükümler vaz1 ederdi. Böylelikle Cenâb-ı Allah, nihayet onun vasıtasıyla gönder­miş olduğu dinini tamamladı. Şeriatını mükemmel bir şeriat haline ge­tirdi. Akıllı kimselerin iyi dedikleri herşeyi insanlara emretti. Akıllı kimselerin çirkin gördükleri herşeyi de yasakladı. "Keşke bunu emret-meseydi." denilebilecek hiç bir emir vermedi. "Keşke şunu men etseydi." denilecek herşeyi de yasakladı. Müslümanlara hoş ve temiz şeyleri he­lal kaldı. Diğer peygamberlerin şeriatlarında olduğu gibi hoş ve temiz şeylerden hiçbirini Müslümanlara haram kılmadı. Pis ve murdar şeyle­ri de haram kıldı. Diğer peygamberlerin yaptıkları gibi pis ve murdar şeylerden hiçbirini Müslümanlara helal kılmadı. Önceki ümmetlerde güzel olan şeylerin tamamını İslâmiyet'te topladı, bir araya getirdi. Al­lah, melekler, ahiret günü hakkında Tevrat, İncil ve Zebur'da anlatılan haberlerin tamamı, Peygamber Efendimiz tarafından Müslümanlara en mükemmel şekilde ulaştırılmıştır. Adaletin icabı, faziletin gereği üs­tünlüklere teşvik edici, güzelliklere rağbet ettirici olup diğer kitaplarda mevcut olmayan şeylerle ilgili haberleri en güzel bir şekilde Müslüman­lara ulaştırmıştır. Onun vaz' ettiği ibadetlerle, diğer ümmetlerdeki iba­detleri mukayese eden akıllı bir kimse, mutlaka onun vaz1 ettiği ibadet­lerin üstünlük ve faziletini anlar. Yine onun koyduğu hadler, hükümler ve diğer şer'î hükümler için de bu böyledir. Onun ümmeti her türlü fazi­let bakımından diğer ümmetlerin en mükemmelidir. Onların ilimleri, diğer ümmetlerin ilimleriyle karşılaştırılacak olursa, onların ilimleri­nin üstünlüğü ortaya çıkar. Onların din, ibadet ve Allah'a olan taatları, diğer ümm,etlerinkiyle mukayese edilecek olursa, onların diğerlerinden daha dindar oldukları ortaya çıkar. Onların şecaatları, Allah yolunda cihadları, Allah için zorluklara katlanmaları, diğer ümmetlerinkiyle karşılaştırılacak olursa, onların daha yürekli, daha atılgan ve cihad hu­susunda daha ileri oldukları ortaya çıkar. Onların cömertlikleri, iyilik­leri, müsamahakârlıkları, nefislerini fedadan çekinmemeleri, diğer ümmetlerin bu vasıflarıyla karşılaştırılacak olursa; onların daha cö­mert ve daha fedakâr oldukları anlaşılır. Evet bu ümmet, bu faziletleri Rasûlullah sayesinde elde etti ve bunları ondan Öğrendi. Bunları onlara emreden de odur. Daha Önce bu ümmet, herhangi bir kitaba tabi değildi. Rasûlullah, bunların tamamını bu ümmete getirdi. Bu bakımdan îsa ümmetine benzemezler. Çünkü Isa peygamber, Tevrat şeriatını tam olarak Hristiyanlara getirmişti. Hrisuyanların faziletleri ile ilimleri­nin bir kısmı Tevrat'tan, bir kısmı Zebur'dan, bir kısmı nübüvvetten, bir kısmı Mesih'ten, bir kısmı Havarilerden elde edilmiştir. Bunlar, felsefe­cilerin ve diğerlerinin sözlerini de iktibas etmişler, nihayet Hristiyanhk dinine, İsa'nın dinine ters düşen bazı kâfirlerin işleri de karışmıştır. Muhammed (s.a.v.)'in ümmetine gelince bunlar, daha önce bir kitab okumuş değillerdi. Hatta ekseriyeti Musa'ya, îsa'ya, Davud'a, Tevrat'a, İncil'e ve Zebur'a da iman etmiş değildi. Ancak Rasûlullah'ın vasıtasıyla bu peygamberler ve bu kitaplarla tanışmışlardır. Rasûlullah, ümmeti­ne, bu peygamberlere ve bu kitaplara iman etmeleri emrini vermiştir. Yine Allah katından indirilen bütün kitapları okumalarını da emret­miş; peygamberlerden herhangi birini diğerine üstün saymaktan da on­ları men etmiştir. Rasûlullah'ın getirmiş olduğu kitapta yüce Allah şöy­le buyurmuştur:

«Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene, onları birbirinden ayırd etmeyerek inandık. Biz ona teslim olanlarız» deyin. Sizin inandığınız gibi inanmış olsalar, doğru yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse, şüphesiz onlar çıkmazda­dırlar. Onlara karşı sana Allah yetecektir. O, işitir ve bilir.» (ei-Bakara, 136-

137.)

«Peygamberler ve inananlar, ona Rabbinden indirilene inandı. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı. «Pey­gamberleri arasından hiçbirini ayırd etmeyiz, işittik, itaat ettik. Rabbi-miz! Afnnı dileriz, dönüş sanadır.» dediler. Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhi­nedir.» (el-Bakara, 285-286.)

Rasûlullah (s.a.v.)'m ümmeti, dinden olmayan ve Rasûlullah vası­tasıyla gelmeyen herhangi bir şeyin dinden sayılmasını helal görmez. Hakkında Allah'ın delil indirmediği bir bid'atı da ortaya koymaz. Al­lah'ın izin vermediği bir hususu da dine eklemez. Ancak Rasûlullah'ın kendilerine anlatmış olduğu önceki peygamberlerle ümmetlerinin ha­berlerinden ibret alırlar. Kendi dinlerine muvafık olarak kitab ehli kim­selerin anlattıkları şeyleri tasdik ederler. Doğruluğu ve yalânlığı bilin­meyen birşey karşısında ihtiyatlı olurlar. Çekimser davranırlar. Batıl olduğunu bildikleri şeyi yalanlarlar. Dinden olmayan, Hind, Fars, Yu­nan veya diğer bir milletin felsefecilerinin sözlerini de dine sokan bir kimse onlara göre ilhad ve bid'at ehli kimselerden olur.

Rasûlullah (s.a.v.)'m ashabı ile tabiilerin üzerinde durdukları din, işte budur. Din önderlerinin de üzerinde durdukları İslâmiyet budur. Bu din önderleri ve imamlarının, Muhammed ümmeti içinde doğru de­lilleri vardır. Sözleri tasdik edilir. Müslüman cemaat ve halk bunları tasdik ederler. Bir kimse, bu hududun dışına çıkarsa yerilir, cemaat ta-rafindan kovulur. İşte bu, Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat mezhebidir. Bun­lar, kıyamete kadar hükümfermâ olacaklardır ki, Rasûlullah (s.a.v.) bunlar hakkında şöyle buyurmuştur:

«Ümmetimden bir grup hep hak üzere olacaklardır. Muhalifleri kendilerine zarar veremeyecek ve kıyamet kopuncaya kadar da onları terk edemeyecek, yardımsız bırakamayacaklardır.»

Genelde bütün peygamberlerin, özelde Rasûlullah (s.a.v.)'m dini olan bu temel üzerinde ittifak etmiş olmakla birlikte bazıları ihtilafa düşerler. Ancak bu esasa muhalefet eden kimseler, Müslümanlara göre dinsiz olur, yerilir ve kınanır. Müslüman âlim ve büyüklerinin üzerinde durdukları, hükümdarlarının uğruna savaştıkları, halklarının uyduk­ları uyduruk bir din ortaya atan Hristiyanlar gibi değildirler. Hristiyan-larm ortaya attıkları uyduruk din, Hz. îsa'mn veya diğer peygamberle­rin dini değildir. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, peygam­berlerini faydalı ilim ve salih amelle göndermiştir. Peygamberlere tabi olan kimse, dünya ve ahiret saadetini kazanır. İlim ve amel bakımından peygamberlere uymada taksirli davranan kimseler bid'atlara düşerler. Cenâb-ı Allah, Muhammed (s.a.v.)'i hidayet ve hak din ile gönderin-ce Müslümanlar, bu dini ondan öğrenip elde ettiler. Ümmetinin üzerin­de bulunduğu her faydalı ilim ve her salih amel, Rasûlullah Muham­med'den elde edilmiştir. Nitekim her akıl sahibi kimse, Rasûlullah'ın ümmetinin ilim ve amelinin, üstünlük bakımından ümmetlerin en mü­kemmeli olduğunu anlar. Çıraktaki olgunluğun ustadaki olgunluğa de­lalet ettiği bilinmektedir. Bu da Peygamber (s.a.v.)'in ilim ve din bakı­mından ustadaki insanların en mükemmeli olmasını icab ettirir. Bütün bu anlattıklarımız da zorunlu olarak Rasûlullah (s.a.v.)'m: «Doğrusu ben, Allah'ın hepinize gönderdiği elçisiyim.» sözünün gerçekliğini is­patlamaktadır. Rasûlullah (s.a.v.), a"sla yalancı ve iftiracı değildi. Bu sö­zü, ancak insanların en mükemmeli ve en seçkini söyler, eğer doğru söz­lü ise. Ya da eğer yalancı ise, insanların en şerlisi ve en murdarı söyler.

Onun ilminin ve dininin olgunluğuna dair anlatılan hususlar, onun murdar ve cahil bir kimse olmasını imkansız kılmaktadır. Böyle olunca da demek ki o mutlak olarak ilim, din ve olgunluğun zirvesine ulaşmış bir kimse olarak vasıflanmaktadır. Gerçek de böyledir. Bu da onun: «Doğrusu ben, Allah'ın hepinize gönderdiği elçisiyim.» sözünün doğru olmasını gerekli kılmaktadır. Aksi takdirde yanılarak yalan söyler. Ka­sıtlı olarak yalan söyleyen, zalim ve sapık olur. Yanılarak yalan söyle­yen de cahil ve sapık olur. Muhammed (s.a.v.) ise, ilim sahibi bir kimse idi. İlmi, onun cahil olmasını imkansız kılar. Dininin olgunluğu, onun bilerek yalan söylemesini imkansız kılar. Onun sıfatlarını bilmek, onun asla bilerek yalan söylememiş olmasını gerekli kılar. O, cahil de değildi ki bilmeden yalan söylesin. Kasıtlı olarak veya yanılarak yalan söyle­miş olması imkansız olduğuna göre demek ki o, doğru sözlüdür. Doğru sözlü bir kimse olduğunun da farkındadır. Bu sebeple Cenâb-ı Allah, onu bilerek veya bilmeyerek yalan söylemekten uzaklaştırıp münezzeh kılmıştır ve bu hususu da şu ayet-i celilede beyan buyurmuştur:

«Batmakta olan yıldıza and olsun ki, arkadaşınız Muhammed sap­mamış ve azmamıştır. O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun ko­nuşması, ancak bildirilen bir vahiy iledir.» (en-Necm, 1-4.)

Yüce Allah, Vahyi getiren melek hakkında da şöyle demiştir: «Bu Kur'ân, Arş'ın sahibi katında değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bîr elçinin getirdiği sözdür.» (et-Tekvîr, 21.)

Sonra yüce Allah, yine Rasûlullah'tan bahsederek şöyle buyuruyor: «Arkadaşınız Muhammed asla deh değildir. And olsun ki o, Cebrail'i apaçık ufukta görmüştür. Peygamber, görülmeyenler hakkında söyle­diklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz. Bu Kur'ân, kovulmuş şey­tanın sözü olamaz. Ey insanlar! Nereye gidiyorsunuz? Kur'ân, ancak aranızda doğru yola girmeyi dileyene ve âlemlere bir öğüttür.» (et-Tekvîr, 22-28.)

«Şüphesiz Kur'ân, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Ey Muham­med! Apaçık Arap diliyle, uyaranlardan olman için onu Cebrail senin kalbine indirmiştir.» (eş-Şuarâ, 192-195.)

«Şeytanların kime indiğini size haber vereyim mi?» de. Onlar, gü­nahkar iftiracıların hepsine iner. Bunlar şeytanlara kulak verirler; ço­ğu yalancıdırlar.» (eş-Şuarâ, 221-223.)

Yüce Allah, şeytanın kendisine uygun ve münasib kimselerin yanı­na indiğini beyan buyuruyor. Şeytan böylelerinin yanına iner ki amacı gerçekleşsin. Çünkü şeytan kötülüğü amaçlar. Kötülükten kasıt, yalan ve günahtır. O, doğruluğu ve adaleti amaçlamaz. Şeytan, bilerek veya bilmeyerek yalan söyleyenden başkasının yanına yaklaşmaz. Günah iş­lemeyenden başkasına da yanaşmaz. Çünkü dinde hata etmek ve günah işlemek de şeytandandır. Nitekim bu konu kendisine sorulduğu zaman îbn Mesud şöyle cevap vermiştir: «Ben bu konuda kendi reyim üe konu­şuyorum. Eğer doğru söylüyorsam bu Allah'tandır. Eğer yanlış söylü­yorsam bu benden ve şeytandandır. Allah ile Rasûlü yanlışlıktan ve hatâdan uzaktırlar. Kasten veya hataen şeytanın Rasûlullah'a inmesi imkansızdır. Rasûlullah, bu gibi hallerden uzaktır. Ama Rasûl­ullah'tan başkası hata yapabilir, yanılabilir. Hatası ve yanılması da şeytandandır. Affedilen bir hata da olsa hatası şeytandandır. Kişi bil­mediği bir haberi başkalarına aktarırsa, hata etmiş olur. Verilmemiş bir emrin verilmiş olduğunu söylerse günahkar olur. Şeytanın Rasûlullah'a gelmediği bilinir. Ona ancak şerefli bir melek gelmişti. Bu sebeple Rasûlullah'tan bahseden diğer ayette de şöyle denmiştir:

«Doğrusu Kur'ân, şerefli bir elçinin getirdiği sözdür. O, şair sözü de­ğildir; ne az inanıyorsunuz! Kâhin sözü de değildir; ne az düşünüyorsu­nuz! Kur'ân, âlemlerin Rabbinden indirilmedir.» (ei-Hâkka, 40-44.) [7]

 

Nübüvvetin Manevî Delilleri

 

Bu delillerin en büyüğü, aydınlık saçan ayın iki parçaya bölünmesi­dir. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur:

«Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır; onlar bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler ve: «Devam eden bir sihir» derler. Yalanlarlar da kendi heves­lerine uyarlar. Ama her işin karar kılacağı bir sonucu vardır. And olsun ki, onları bu hallerinden vazgeçirecek nice haberler gelmiştir. Bu haber­lerin her birinde üstün hikmet vardır. Ama uyarmalar fayda vermiyor.» (ei-Kamer, 1-5.) Diğer imamlarla birlikte âlimler, ayın ikiye bölünmesinin Rasûlullah (s.a.v.)'ın zamanında olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ümmet nezdinde katiyyet ifade eden yollarla bu konuda birçok hadis nakledilmiştir:

İmam Ahmed b. Hanbel, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Mekkeliler, Peygamber (s.a.v.)'den bir mucize istediler. Bunun üzerine ay, Mekke'de ikiye bölündü. «Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılir.»

Buharî, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Mekkeliler, Rasûlullah (s.a.v.)'dan kendilerine bir mucize göster­mesini istediler. Bunun üzerine o da ayı, iki parça olarak onlara göster­di. Nihayet onlar da Hira dağını ayın iki parçası arasında gördüler.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Kesir kanalı ile Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dediğim rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'m zamanında ay ikiye bölündü. Bir parçası şu dağın, bir parçası da diğer dağın üzerinde görüldü. "Muhammed bize büyü yaptı." dediler. Yine; "Bize büyü yapsa da bütün insanlara büyü yapamaz ya." dediler.»

Ebu Cafer b. Cerir, Yakub kanalı ile Ebu Abdurrahman es-Sülemî'nin şöyle dediğini rivayet eder:

«Medâin'e indik, kaldığımız yer ile Medâin arasında bir fersahlık mesafe vardı. Cuma günü oldu. Babamla birlikte Medâin'e camiye git­tik. Hüzeyfe, bize hutbe okudu. Hutbesinde şöyle dedi:

Yüce Allah buyuruyor ki: "Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır." Bile­siniz ki, kıyamet saati yaklaşmıştır. Dikkat edin, ay iki bölünmüş, Dün­ya da artık vedaya başlamıştır. Ayrılık vakti gelmiştir. Bilesiniz ki bu­gün yarışa hazırlanma günü, yarın da yarış günüdür."

Babama dedim ki:

- Yarın insanlar yarış mı yapacaklar?

- Ey oğulcuğum, sen cahil birisin. Yarıştan kasıt amellerdeki yarış­tır.

Ertesi cuma oldu.Yine babamla birlikte camiye gittik, yine Hüzeyfe hutbe okudu. Hutbesinde şöyle dedi:

«Dikkat edin, yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır." Bilesiniz ki Dünya vedaya yüz tutmuş, ayrılmak üzeredir.»

Ebu Zür'a er-Razî de "Delâilü'n-Nübüvve" adlı kitabında bu rivayeti Ata b. Saib kanalıyla Hüzeyfe'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre Hü­zeyfe hutbesinde şöyle demiştir: «Bilesiniz ki ay, Rasûlullah (s.a.v.)'m zamanında yarıldı. Bugün yarışa hazırlanma günü, yarın da yanş gü­nüdür. Bilesiniz ki varılacak son nokta, ateştir. Yarışı kazanan, Cen-net'e koşup ulaşandır.»

Buharı, Yahya b. Bükeyr kanalı ile îbn Abbas'm şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Peygamber (s.a.v)'in zamanında ay yarıldı.» Bir başka yoldan da Buharı, îbn Abbas'ın şu ayet-i kerimeyle ilgili olarak şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır, onlar bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler ve: «Süregelen bir sihir» derler.» (el-Kamer, 1-3.)

Ayın yarılması hadisesi vuku buldu. Bu hadise, hicretten önce oldu ve seyredenler, ayın iki parçaya ayrıldığını gördüler.

Avfî de îbn Abbas'tan buna benzer bir rivayette bulunmuştur.

Bu husus, İbn Abbas'tan, başka bir vecihle de rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Ebu Kasım et-Taberanî, îbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'ın zamanında ay tutuldu. «Aya büyü yapıldı» dediler. Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:

«Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır, onlar bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler ve: "Süregelen bir sihir" derler.» (ei-Kamer, 1-2.) Bu garib ve tuhaf bir ifadedir. Ayın ikiye yarılmasıyla birlikte tutulmuş olması da muhtemeldir. Bu da Bedir gecelerinden birinde ayın yarılmış olduğunu göster­mektedir. Doğrusunu Allah bilir.

Hafiz Ebu Bekr el-Beyhakî, Abdullah b. Ömer'in şu ayet-i kerimeyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır.» Ayın yarılması, Rasûlullah (s.a.v.) zamanında gerçekleşmiştir. Ay ikiye yarıldı, bir parçası dağın ön kısmında, diğer parçası da arka kısmında görüldü. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): "Allah'ım şahid ol." dedi.»

îmam Ahmed b. Hanbel, Süfyan kanalı ile îbn Mesud'un şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir:

"Rasûlullah (s.a.v.)'m zamanında ay yarıldı ve seyirciler ona baktı­lar. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): «Şahid olun» dedi."

Buharı, Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Rasûlullah (s.a.v.)'m zamanında ay ikiye yarıldı. Kureyşliler: "Bu, Ebu Kebşe'nin oğlu (Muhammed'in) büyüsüdür." dediler. Sonra da söz­lerine şunu eklediler: "Bakın bakalım hele, dışardan gelecek olanlar bi­ze bu hususta ne haberler getireceklerdir. Çünkü Muhammed bizi bü-yülese de insanların hepsim büyüleyemez ya!" dediler. Dışardan gelen yolcular da ayın ikiye yarılmış olduğunu gördüklerini söylediler.»

Beyhakî, el-Hakim kanah ile Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Ay, Mekke'de yarılıp iki parça halinde görüldü. Kureyş kâfirleri: "Bu, Ebu Kebşe'nin oğlu (Muhammed'in) size yaptığı bir büyüdür. Dı­şardan gelecek yolculara bakın hele... Eğer onlar da sizin gördüğünüzü gönnüşlerse, demek ki Muhammed doğru söylemiştir. Eğer sizin gördü­ğünüzü görmemişlerse, demek ki Muhammed'in size yaptığı bir büyü­dür." dediler. Daşardan gelen yolcular Mekke'ye vardıklarında onlar da: "Ayın ikiye yazıldığını gördük." dediler.»

îbn Cerir de bu hadiseyi Muğire'nin hadisinden rivayet ederek şu ilavede bulunmuştur: Bunun üzerine Yüce Allah şu ayeti inzal buyur­du: «Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır.»

îmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Ay, Rasûlullah (s.a.v.)'m zamanında yarıldı, İkiye bölündü. Ben, dağın, ayın iki parçası arasında olduğunu gördüm.»

Sahih-i Buharı1 de îbn Mesud'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: «(Kıyamet alametlerinden) beşi geçti. Bu beş alamet şunlardır: Bi­zanslıların galibiyeti, Bedir muharebesi, müşriklerin yakalanmaları, duman görülmesi ve ayın ikiye yarılması.»

"Delail" adlı eserde Ebu Zür'a şöyle demiştir: Abdurrahman b. İbra­him ed-Dımaşld, îbn Bükeyr'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Ay, hicretten önce Peygamber (s.a.v.)'in zamanında Mekke'de ikiye bölündü. îki parça olarak yere indi. Müşrikler: «Ebû Kebşe'nin oğlu (Muhammed) aya büyü yaptı.» dediler.»

Bu hadis, bu bakımdan mürseldir. Sahabeler topluluğundan yapı­lan bu rivayetlerde senetten bahsetmeye gerek yoktur. Çünkü bu, meş­hur bir hadisedir. Ayrıca mukaddes kitabımız olan Kur'ân-ı Kerim'de de bundan söz edilmiştir.

Bazı kıssacıların anlattıkları gibi ayın Peygamber Efendimiz'in ya­kasından girip yeninden çıktığı ve buna benzer anlatımların dayanak­ları, aslı, esası yoktur. Ay varıldığı esnada yine semada idi. İkiye bölün­dü. Bir parçası Hira dağının gerisinde, diğer parçası da ön tarafında gö­rüldü. Hira dağı, iki parçanın ortasında kaldı. Bununla birlikte ayın her iki parçası da semadaydı. Mekkeliler, ona bu haliyle bakıyorlardı. Mek-keli cahillerin çoğu, bu hadisenin bir büyü eseri olarak gözlerine görün­düğünü sanmışlardı. Bu nedenle dışardan gelen yolculardan ayın yarı­lıp yarılmadığını sormuşlar, onlar da tıpkı kendilerinin gördüğü gibi ayın ikiye bölündüğünü gördüklerini söylemişlerdi. Bunun üzerine bu hadisenin gerçekliğini anlamış ve inanmışlardı.

Eğer: «Niçin ayın yarıldığı bütün ülkelerde ve beldelerde görülme­di?» diye sorulacak olursa, buna cevaben deriz ki:

Bunu kim inkar edebilir. Ama öteden beri kafirler, Allah'ın mucize­lerini ve ayetlerini inkar ediyorlar. Belki de onlara, ayın yarılmış olması hadisesi, Allah katından gönderilen Peygamber Muhammed'in bir mu­cizesi olduğu haberi verilince, onların fasid görüşleri bu hadiseyi gizle­mek ve unutturmak için birbirlerini teyid etti. Kaldı ki seyyahlardan bir çoğu, Hindistan'da bir heykel gördüklerini ve heykelin üzerinde: «Bu heykel, ayın yarıldığı gecede yapıldı.» ioaresinin yazılı olduğunu gör­düklerini ifade etmişlerdir.

Sonra ayın ikiye bölünmesi hadisesi, geceleyin vuku bulduğu için çoğu insanlara - engelleyici bazı sebeplerden ötürü- görünmemiş olabi­lir.

Mesela; o esnada üst üste yığılı bulutlar, ayın durumunu onlara memleketlerinde göstermemiş olabilir. Belki de insanların çoğu o esna­da uykuda idiler. Buna benzer diğer bazı mani sebepler, ayın yarılması hadisesini onlara göstermemiş olabilir. Doğrusunu Allah bilir. Biz bu konuyu tefsirimizde detaylı olarak anlattık. Güneşin battıktan sonra yeniden ufka dönmesi olayına gelince, şeyhimiz Bahaeddin el-Kasım b. Muzaffer b. Tâcü'l-Ümena b. Asakir, Esma binti Ümeys'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.), başını Hz. Ali'nin kucağına yaslamış iken ken­disine vahiy nazil olmaya başladı. Hz. Ali de ikindi namazını kılmamış-tı. Vahiy tamamlanıncaya kadar güneş battı. Vahyin nüzulü tamamla­nınca Rasûlullah (s.a.v.), ona şöyle sordu:

- Ey Ali! İkindi namazını kıldın mı?

- Hayır.

- Allah'ım, eğer Ah senin ve peygamberinin taatinde ise sen güneşi yeniden onun için ufka döndür.»

Esma dedi ki: "Güneşin battıktan sonra tekrar doğduğunu gör­düm." Şeyh Ebu'l-Ferec b. Cevzî, yukarıdaki hadisi mevzu hadisler ara­sında rivayet etmiştir.

Ebu Muhammed, Urve b. Abdullah b. Kureyş'in şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Hz. Ali'nin kızı Fatıma'mn yanma gittim. Boynunda boncuklar gördüm. Elinde de iki büyük misket vardı. Ona:

- Bu nedir? diye sordum. O da şöyle karşılık verdi:

- Kadının erkeklere benzemesi hoş değildir.

Bundan sonra bana şöyle dedi: "Esma binti Ümeys bana dedi ki: Ebu Talib oğlu Ali, Hz. Peygamber'e yaslanmış, bu esnada Hz. Peygamber'e vahiy gelmişti. Sonra Allah'ın Peygamberi, Hz. Ali'ye şöyle sormuştu:

- Ey Ali! İkindi namazını kıldın mı?

- Hayır.

- Allah'ım, Ali için güneşi tekrar ufka döndür.

Bunun üzerine güneş tekrar ufka dönmüş ve güneş ışıkları mesci­din yarısına kadar uzanmıştı.»

Hafız İbn Asakir, bunun münker bir hadis olduğunu söylemiştir. Şeyh Ebu Ferec b. Cevzî, de bunu mevzu hadisler arasında zikretmiştir. Sonra İbn Cevzî, sözünü şöyle sürdürmüştür:

«Bu hadisi uyduran kimsenin gafletine delil olarak şunu söyleyebi­liriz: Bu hadisi uyduran kişi, Hz. Ali'nin faziletine atn nazar etmiş, ama bu hadisi uydurmada herhangi bir faidenin söz konusu olamayacağına dikkat etmemiştir. Çünkü ikindi namazı, güneşin batmasıyla kazaya kalır. Güneşin tekrar ufka dönmesi, o namazın kılınmasını edaya dö­nüştürmez. Sahih hadiste Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: «Güneş, Yuşa'dan başkası için ufukda bekletilmemiş tir.»

Ben derim ki: Ali için güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürül­düğünü ifade eden hadis, zayıf ve münkerdir. Bunu rivayet eden ravile-rin tamamı ya Şiî, ya da durumu belirsiz kimselerdir. Şiilerin rivayetle­ri metruktür. Bu gibi hadislerde tek kişinin haberi kabul edilmez. Bu tür hadislerin mutlaka tevatür yoluyla, ya da müstefiz olarak nakledil­meleri gerekir. Bundan daha aşağı derecedeki rivayetler önemsenmez­ler. Ancak Cenab-ı Allah'ın bunu yapma kudretine sahib olduğunu, Rasûlullah'ın da böyle bir mucizeyi gösterebileceğini inkar etmiyoruz. Sahih hadiste sabit olduğuna göre Yuşa' b. Nun için güneş ufukta bekle­tilmiştir. Beyt-i Makdis'i (Kudüs'ü) kuşattığı günde Yuşa' b. Nun için güneş ufukta bekletilmişti. Bu hadisenin vukuu, cuma gününün aksamına rastlamıştı, Yuşa' b. Nun, cumartesi günü savaşmazdı. Güneşe baktı, guruba yüz tuttuğunu gördü. Ona şöyle seslendi: «Ey güneş, sen emir altındasın. Ben de emir altındayım. Allah'ım, şu güneşi ufukda be­nim için durdur.» Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, Kudüs'ü fethetmeleri­ne kadar güneşi ufakta bekletmişti. Rasûlullah (s.av.)'a gelince o, Yuşa' b. Nun'dan daha üstün, daha faziletli, daha şerefli olup makamı da on­dan yücedir. Hatta diğer peygamberlerin tümünden de mutlak surette üstündür. Ama biz, ancak nezdimizde sahili olan şeyleri söyleriz. Sahih olmayan şeyleri Rasûlullah'a isnad etmeyiz. Eğer bu hadise sahih olsay­dı, bunu nakledenlerin ilki biz olurduk. Buna inananların da ilki biz olurduk, her hususta Allah'ın yardımını dileriz.

Eğer Rafizîlerden biri derse ki; Hasan'm babası Ali'nin faziletinin çokluğuna ve imamlığına delil olarak Esma binti Ümeys'in şu rivayeti vardır: «Rasûlullah (s.a.v.)'ın başı, Hz. Ali'nin kucağında iken kendisine vahiy nazil olmaya başladı. Bu sebeple güneş batıncaya kadar Ali ikindi namazını kılamadı. Rasûlullah (s.a.v.), vahyin tamamlanmasından sonra Ali'ye sordu:

- Ey Ali, ikindi namazını kıldın mı?

- Hayır.

- Allah'ım! Ali, senin rasûl'ünün taatindedir. Bunun için güneşi tekrar ufka döndür ki namazını kılsın.

Esma dedi ki: « Güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndüğünü gördüm.»

Bunun için denilir ki: Eğer bu hadis bahih olsaydı, biz bununla mu­haliflerimiz olan Yahudi ve Hristiyanlara karşı nasıl hüccet ileri sürer­dik. Ama bu hadis, cidden zayıf olup asılsızdır ve bu, Râfizîler tarafın­dan uydurulmuştur. Eğer güneş, battıktan sonra tekrar ufka döndürül­müş olsaydı, bunu mü'minler de, kafirler de göreceklerdi ve bu hadise­nin falan yılın falan ayının falan gününde meydana gelmiş olduğunu bi­ze nakledeceklerdi.

Sonra Rafizîlere de şöyle denilir:

- İkindi namazını kaçırmasından sonra güneşin Ali için tekrar uf­ka döndürülmesi mümkün müdür? Oysa Hendek savaşında öğle, ikindi ve akşam namazının vaktini kaçırmalarından sonra Rasûlullah ile bü­tün Muhacir ve Ensâr için güneş tekrar ufka döndürülmemişti. Bu nasıl olur?

Yine Rasûlullah (s.a.v.), Hayber gazvesi dönüşünde Muhacir ve Ensâr ile birlikte yolda geceyi geçirirken uykuya dalmışlar, sabah na­mazını kılamamışlardı. Güneş doğduktan sonra uyanmışlardı. Niçin o zaman güneş, Rasûlullah ile ashabı için tekrar dönüp gece olmamıştı? Eğer bu bir fazilet ise, Cenâb-ı Allah, bu fazileti rasûlüne verirdi. Oysa Cenâb-ı Allah, hiçbir şeref ve fazileti rasûlünden esirgememiştir. Hal böyleyken böyle bir imkanı Ebu Talib oğlu Ali'ye mi Allah bahşedecek­tir?

İbrahim b. Yakub el-Cüzcanî diyor ki: «Muhammed b. Ubeyd et-Tenafisî'ye şöyle bir soru sordum: Güneşin batmasından sonra ikindi namazını kılabilmesi için Ebu Talib oğlu Ali hatırına tekrar ufka dön­dürülmüş olmasına ne dersin?

- Böyle bir sözü söyleyen mutlaka yalan söylemiştir.» İbrahim b. Yakub diyor ki: «Ya'lâ b. Ubeyd et-Tenafîsî'ye şöyle bir

soru sordum:

- Bizim yanımızdaki insanlar diyorlar ki: Ali, Rasûlullah (s.a.v.)'ın vasisidir. Güneş battıktan sonra onun hatırına tekrar ufka döndürül­müş deniliyor.

- Bütün bunlar yalandır.»

Ebu Kasım Ubeydullah b. Abdullah b. Ahmed el-Haskanî, Esma binti Ümeys'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.), Hayber diyarında Sahba mıntıkasında öğle na­mazını kıldı. Sonra bir iş için Ali'ye haber salıp yanma çağırttı. Ali geldi. O esnada Rasûlullah (s.a.v.), ikindi namazını kılmıştı. Başını Hz. Ali'nin göğsüne yasladı. Hz. Ali öylece durdu. Rasûlullah da başını kı­mıldatmadı. Nihayet bu halde güneş battı. Sonra Rasûlullah (s.a.v) şöy­le dedi:

«Allah'ım, kulun Ali, peygamberi için kendini hareketten alıkoydu. Sen de güneşi onun için ufka döndür.»

Esma dedi ki: Güneş tekrar doğdu, dağların üstüne kadar yükseldi. Ali de kalkıp abdest aldı ve ikindi namazını kıldı. Sonra güneş tekrar battı.»

Bu hadisin senedinde durumu belirsiz bazı ravilerin ismi geçmekte­dir. Ravilerden Avn ile annesinin adaletli ve zabtı sağlam kimseler ol­dukları bilinmemektedir ki, bu sebeple haberleri kabul edilebilsin. Hat­ta böylesine önemli bir konudaki rivayetlerden daha önemsiz rivayet­lerde bile, adaletli ve zabıtları sağlam olarak bilinmemektedirler. Bu önemli hadisedeki rivayetleri nasıl sabit olabilir? Bu hadiseyi, sahih ha­dis kitaplarının (sünen ve müsnedlerin) sahiplerinden hiçbiri rivayet etmemiştir. Doğrusunu Allah bilir. Sonra Avn'm da bu hadisi, ninesi Es­ma binti Ümeys'ten işitip işitmediğini de bilmiyoruz. Ayrıca ravilerden Mısrî de bu hadisi^ Hüseyin b. Hasan el-Aşkar tarikiyle nakletmiştir ki, -o da aşırı bir Şiîdir. Bir çokları onun zayıf bir ravi olduğunu söyler.

Fatıma binti Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib'e gelince - ki bu Zeynel Abi-din'in kızkardeşidir- onun hadisi meşhurdur. Ondan, dört sünen sahibi rivayetlerde bulunmuşlardır. Babasının öldürülmesinden sonra Ehl;i Beyt ile birlikte Şam'a gelenlerdendir. Sika ravilerdendir. Ancak mez­kur hadisi, Esma binti Ümeys'ten işitip işitmediği bilinmemektedir.

Doğrusunu Allah bilir.

Ali b. Abbas b. Velid, Esma binti Ümeys'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Hz. Ali, ganimetleri taksim ettiği gün meşguliyetinden ikindi na­mazını kılamamıştı. Güneş batmak üzereydi. Rasûlullah (s.a.v.) kendi­sine sordu:

- İkindi namazını kılmadın mı?

- Kılmadım.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), Allah'a dua etti, güneş tekrar yükseldi. Semanın ortasına kadar geldi. Hz. Ali de kalkıp namazını kıl­dı. Güneş tekrar batarken testerenin demir üzerine sürülmesi esnasın­da çıkardığı ses gibi ses çıkardı.»

Bu ifadeler de daha önce geçen ifadelere birçok bakımdan muhalif­tir. Kaldı ki bu rivayetin senedi de çok karanlıktır. Bu rivayetin sene­dinde adı geçen Sabahın nasıl bir kimse olduğu bilinmemektedir. Ayrı­ca Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin şehid olarak öldürülmüş olduğu halde Esma binti Ümeys'ten itibaren ravilerden birer birer nasıl nakilde bulunmuş olabilir. Bu hadisin sened ve metninde karışıklık vardır. Güya Ali, sade­ce ganimet taksimiyle meşgul olduğu için o gün ikindi namazını kılama-mışİ Bunu hiçbir kimse söylemiş değildir. Sırf bu sebeple ikindi namazı­nı terketmenin caiz olduğu görüşüne hiç kimse kail olmamıştır. Her ne kadar bazı âlimler, savaş mazereti ile namazı geciktirmenin caiz oldu­ğunu söylemişlerse de hiç kimse, namazı terk etmenin caiz olduğunu söylememiştir. Nitekim Buharı, Mekhul ile Evzaî ve Enes b. Malik'ten bu konuda nakilde bulunmuştur. Hendek gününde namazı tehir etme hadisesini ve Peygamber Efendimiz'in sahabelere, ikindi namazını hiç kimsenin kılmamasını, ancak Beni Kurayza'ya vardıktan sonra kılma­larını emretmiş olduğunu delil olarak ileri sürmüştür. Alimlerden bir cemaat da bunun korku namazıyla neshedilmiş olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Demek istediğimiz şudur ki, âlimlerden hiçbiri, ganimet taksimi mazereti ile namazı geciktirmenin caiz olduğunu söylemiş de­ğildir ki böyle bir iş, Hz. Ali'ye isnad edilmiş olsun. Oysa, orta namazın, ikindi namazı olduğunu Rasûlullah'tan rivayet eden Ali'dir. Bu cemaa­tin rivayetine göre eğer böyle bir hadise sabit ise ve Ali de ganimet taksi­mi sebebi ile ikindi namazını kasıtlı olarak geciktirmiş ve Rasûlullah da onun bu davranışını onaylamış ise, bu başlı başına namazı geciktirme­nin caizliğine delil teşkil eder. Buharî'nin anlattığı şeye göre daha kesin bir hüccet ifade eder. Çünkü bu hadise, kesin olarak korku namazının meşruiyyetinden sonra yani, hicri yedinci senede Hayber gazvesinde ce­reyan etmiştir. Korku namazı ise bundan önce meşru kılınmıştır. Hz. Ali mazurdur ve güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürülmesine de ihtiyaç yoktur. Çünkü namazı kazaya kalmıştır, kazasını da akşam

namazından sonra kılabilirdi. Şu halde hadisinde varid olduğu gibi bu durumda izin vardır. Doğrusunu Allah bilir.

Bütün bu anlatılanlar, mezkur hadisin yani Esma Binti Ümeys'in rivayet ettiği hadisin zayıflığını isbatlamaktadırlar. Sonra eğer bunu başka bir hadise saysak ve önceki sayfalarda geçen hadiseden ayrı bir olay olarak kabul etsek, o zaman demek ki, güneşin battıktan sonra uf­ka dönmesi hadisesi birden fazla defa vuku bulmuştur. Bununla bera­ber âlim imamlardan ve meşhur hadis kitaplarının sahiplerinden hiçbi­ri bunu nakletmemiştir. Ancak durumları belirsiz, metruk ve ithamh kimseler bu rivayetlerde bulunmuşlardır. Doğrusunu Allah bilir.

Mısrî, Ebu Abbas b. Ukde tarikiyle de bu rivayeti bize ulaştırır. Şöy­le ki: Yahya b. Zekeriyya, Amr b. Sabit'in şöyle dediğini rivayet etti:

«Abdullah b. Hasan b. Hüseyn b. Ali b. Ebu Talibe, güneşin battık­tan sonra Ebu Talib oğlu Ali için tekrar ufka döndürüldüğü hadisesini sordum ve:

- Bu, sizin yanınızda da sabit midir? dedim. O da bana şöyle karşı­lık verdi:

- Allah'ın kitabında indirdiği ayetler, güneşin battıktan sonra uf­ka döndürülmesine nisbetle daha yüce ve muazzamdırlar.

- Doğru söyledin. Allah beni sana kurban etsin. Ancak ben bunu senden işitmek istiyorum.

- Babam Hasan, Esma binti Ümeys'in şöyle dediğini bana anlattı: «Bir gün Ebu Talib oğlu Ali geldi. İkindi namazını Rasûlullah'la be­raber kılmak istedi. Ancak Rasûlullah (s.a.v.) namazım kılmıştı. O es­nada vahiy nazil oldu. Rasûlullah da başını Ali'nin göğsüne dayadı ve Öylece kaldı. Vahiy tamamlanınca Rasûlullah uyandı ve şöyle sordu:

- Ey Ali, ikindi namazını kıldın mı?

- Ben geldiğimde sana vahiy nazil oluyordu. Başını göğsüme daya­dın, şu ana kadar öylece bekledim.

Rasûlullah (s.a.v.) kıbleye yöneldi. Güneş batmıştı. Şöyle dedi:

- Allah'ım, Ali, senin taatindedir. Güneşi onun için tekrar ufka döndür.

Esma dedi ki: «Güneş tekrar ufka döndü. Değirmen taşı gibi ses çı­karıyordu, ikindi namazı için gereken yerde ufukta durdu. Ali de namaz için vakit bulmuş oldu. Böylece kalkıp ikindi namazını kıldı. Namazını tamamladıktan sonra güneş tekrar battı. Batarken de değirmen gibi ses çıkardı. Batar batmaz karanlık etrafı kapladı. Yıldızlar göründü.»

Bu da sened ve metin bakımından münkerdir. Önceki ifadelere ters düşmektedir.

Bu hadisin ravilerinden Amr b. Sabit, bu hadisi uydurmakla itham edilmiştir. Ya da bunu başkalarından çalmıştır. Amr b. Sabit b. Hürmüz el-Bekrî el-Kufî, Bekr b. Vail'in azadlısıdır. Amr b. Mikdam el-Haddad olarak bilinir. Kendisinden birkaç tabii rivayette bulunmuştur. Arala­rında Said b. Mansur ile Ebu Davud ve Ebu Velid et-Tayalisî de hadis naklinde bulunmuşlardır. Abdullah b. Mübarek, bundan hadis rivayet etmemiş ve kendisinden hadis rivayet edilmemesi gerektiğini söylemiş­tir. Gerekçe olarak da onun selef-i salihine küfreden bir kişi olduğunu ileri sürmüştür. Bunun cenazesi geçerken cenazeye katılmamak için Abdullah b. Mübarek gizlenmiştir. Abdurrahman b. Mehdi de bundan hadis rivayet etmemiştir. Ebu Main ile Neseî, bunun sika ve güvenilir bir kimse olmadığını, hadisinin nakledilip yazılamayacağını söylemiş­tir. Buharı, bunun kuvvetli bir ravi olmadığını söylerken, Ebu Davud bunun insanların en şerlilerinden olup Rafizî, murdar ve kötü bir adam olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca onun hakkında da şöyle demiştir: «O ölünce ben üzerine cenaze namazı kılmadım. Çünkü onun şöyle bir sözü vardır: «Rasûlullah (s.a.v.) vefat ettiğinde beş İrişi dışında bütün insan­lar kafir oldular.» Ebu Davud da bunu yererdi. îbn Hayyan dedi ki: «O, mevzu hadisleri rivayet ederdi.» îbn Adiy de dedi ki: «Bunun zayıflığı, hadisinde açıkça görülmektedir.»

Sözünü ettiğimiz Amr b. Sabit b. Hürmüz el-Bekrî el-Kufî, hicretin 127. senesinde ölmüştür.

Muhammed b. îsmail el-Cürcanî, Ebu Said el-Hudrî'nin şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma gittim. Başını Ali'nin göğsüne daya­mış olduğunu gördüm. O esnada güneş batmıştı. Peygamber (s.a.v.) uyandı ve şöyle sordu:

- Ey Ali, ikindi namazını kıldın mı?

- Hayır ya Rasulallah, kılmadım. Başını göğsümden kaldırmak is­temedim, sen rahatsızdın.

- Ey Ali, dua et de güneş tekrar senin için ufka döndürülsün.

- Ya Rasulallah, sen dua et. Ben amin diyeyim.

- Ya Rab, Ali senin ve peygamberinin taatinde idi. Sen onun için güneşi tekrar ufka döndür.

Ebu Said dedi ki: «Allah'a yemin ederim İri, güneşin ufka dönerken çıkrık gibi ses çıkardığını işittim. Nihayet o, bembeyaz bir şekilde ufka geri döndü.»

Bu da sened bakımından karanlık, metin bakımından münker bir rivayettir. Önceki ifadelere de ters düşmektedir. Bütün bunlar, bunun uydurma bir hadis olduğunu ispatlamaktadır. Uydurulmuştur ve şu Rafizîler, bunu birbirlerinden çalıp nakletmektedirler. Eğer denildiği gibi Ebu.Saidın rivayetinde bunun aslı olsaydı, büyük sahabeler bunu naklederlerdi. Nitekim büyük sahabeler ondan, Haricîlerle savaşmaya dair hadisi nakletmişler ve bu hadis, Buharî ile Müslim'in sahihlerinde yer almıştır. Hz. Ali'nin faziletine dair Mezhac hadisi ile diğer rivayetlerde buna örnek olarak gösterilebilir.

Şimdi de mü'minlerin emiri Ali'nin hadisine gelelim:

Ebu Abbas el-Ferganî, Cüveyriye binti Şehr'in şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Ebu Talib oğlu Ali ile birlikte yola çıktık. Bana şöyle dedi: «Ey Cü­veyriye, doğrusu Rasûlullah (s.a.v.)'a -başı benim göğsümde iken- vahiy geldi." Bu hadisin senedi karanlıktır. Senette adı geçen ravilerin çoğu tanınmamaktadırlar. Allah bilir ya öyle görülüyor ki, bu, uydurma bir hadistir. Rafizîler tarafından uydurulmuştur. Allah onları kahretsin. Rasûlullah (s.a.v.)'a iftira edenlere de lanet etsin. Şâri'in vaad ettiği azab ve cezayı onlara acilen versin; çünkü sözü doğru, özü doğru olan Rasûlullah (s.a.v.), hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

«Benim hakkımda kasıtlı olarak yalan uyduran kimse, ateşteki ye­rini hazırlasın.» Kendisi hakkında büyük bir menkıbeyi ihtiva eden Rasûlullah (s.a.v.)'m da gözler kamaştıran apaçık bir mucizesini içeren böyle bir hadisi, Ebu Talib oğlu Ali'nin rivayet etmiş olduğu, ilim sahibi hangi adamın aklından geçer. Sonra bu hadisi, Hz. Ali'den belirsiz kim­seler vasıtasıyla nasıl rivayet ederler? Bunun senedi kapkaranlık bir se-neddir. Senedde adı geçen kimseler, gerçekten dünyaya gelmişler mi­dir? Yoksa hiç mi gelmemişlerdir? Allah bilir ya doğrusu şu ki, senedde adı geçen kimseler, dünyaya gelmiş değillerdir. Eğer bu hadis sahih ol­saydı, Hz. Ali'nin; Ubeyde es-Selmanî, Şureyh el-Kadî, Âmir eş-Şa'bî gi­bi güvenilir arkadaşlarının adı geçerdi. Bunların adı geçmiyor da şahsi­yeti ve durumu bilinmeyen bir kadının adı zikrediliyor. Bu nasü riva­yettir? Sonra îmam Malik, "Kütüb-i Sitte" sahipleri, "Müsned" ve "Sü­nen" sahipleri gibi imamların adlarının rivayet senedinde geçmemesi ve onların bu hadisi kendi kitaplarına koymamaları, bunun asılsız ve uydurma bir hadis olduğuna en büyük delildir. Bu hadis, bu gibi büyük imamlardan sonra uydurulmuştur, işte Ebu Abdurrahman en-Neseî, Hz. Ali hakkında bir kitap derlemiş; kitabında onun özelliklerinden bahsetmiştir. Ama bu hadisten asla söz etmemiştir. Hakim de "el-Müs-tedrek" adlı eserinde bu hadisi rivayet etmemiştir. Neseî ile Hakim, bu hadisi Şia'nın uydurduğu görüşündedirler. Bunu rivayet edenler de hayretlerini ve taaccüblerini belirtmek için rivayet etmişlerdir. Böyle­sine önemli bir hadise, gündüz ortasında apaçık bir surette cereyan edince bunun tevatür yolu ile nakledilmesi gerekirdi; ama yine de bu ha­dis, zayıf ve münker yollardan rivayet ediliyor. Bu nasıl hadistir? İşte Ahmed b. Salih, bunun sıhhatine meyletmiş, sabit olduğu görüşüne kail olmuş ve neticede aldanmıştır. "Müşkilü'l-Hadis" adlı kitabında Tahavî de şöyle demiştir: «Ali b. Abdurrahman, Ahmed b. Salih el-Mısrî'nin şöyle dediğini rivayet etti: «İlim yolcusu olan kimsenin, Esma binti Ümeys'ten güneşin tekrar ufka döndürüldüğüne dair rivayet edilen ha­disi hıfzetmekten geri kalmaması gerekir. Çünkü bu, peygamberlik alametlerindendir.»

Söylendiğine göre Ebu Cafer et-Tahavî de bu görüşe meyletmiştir. Ebu Kasım el-Haskanî, Mutezile kelamcılarından Ebu Abdullah el-Barî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Güneşin battıktan sonra tek­rar ufka döndürülmüş olması, kesin olarak vuku bulan bir hadisedir. Bunu anlatan hadisin rivayet edilmesi gerekir. Çünkü bu, her ne kadar müzminlerin emiri Ali'nin faziletini anlatıyorsa da peygamberlik ala-metlerindendir. Hz. Ali, faziletleri bakımından peygamberlik alametle-riyle çok ilgilidir. Özetle demek isteriz ki, bu hadisin tevatür yoluyla nakledilmesi gerekir.»

Eğer bu hadis sahih olsaydı; bu, gerçekten yerine getirilmesi hak olan birşeydi. Ama bu, tevatür yoluyla nakledilmiş değildir. Demek ki bu hadis, hakikatte sahih bir hadis değildir. Doğrusunu Allah bilir.

Ben derim ki: Her asırdaki imamlar, bu hadisin doğruluğunu kabul etmeyip reddetmişlerdir. Bunun ravilerinin de çirkin vasıflarını anlat­makta çok ileri gitmişlerdir. Nitekim Muhammed et-Tenafisî ile Yala b. Ubeyd et-Tenafİsî, Dımaşk hatibi İbrahim b. Yakub el-Cüzcanî, İbn Zenceveyh diye bilinen Ebu Bekir Muhammed b. Hatim el-Buharî, Ha­fız Ebu'l-Kasım İbn Asakir, Şeyh Ebu'l-Ferec İbn Cevzî gibi Mütekaddimîn ve Müteahhirînden birçok imamların bu hadisi, mün-ker gördüklerini önceki sayfalarda nakletmişiz dir. Bu hadisin uydur­ma olduğunu açıkça beyan edenlerden biri, şeyhimiz Hafız Ebu'1-Hac-cac el-Mizzî ve Allame Ebu'l-Abbas b. Teymiyyerdir. Hakim Ebu Abdul­lah en-Nisaburî dedi ki: Abdullah b. Ah b. Medinî şöyle dedi: Babamın şöyle dediğini işittim: «Beş hadis rivayet edilmektedir ki bunların aslı yoktur. Rasûlullah'tan da gelmemiştir. Bu hadisler şunlardır:

1 - Eğer dilenci sadık olsaydı, onu boş çeviren iflah olmazdı.

2 - Göz ağrısından başka ağrı yoktur.

3 - Borç kederinden başka keder yoktur.

4 - Güneş, battıktan sonra Ebu Talib oğlu Ali için tekrar ufka döndü­rüldü.

5 - Ben Allah katında o kadar kıymetliyim ki, beni yer altında iki yüz sene kadar bekletmez.»

Tahavî, Ebu üanife'nin de bunu inkar ettiğini ve rivayet edenleri küçümsediğini söyleyerek şöyle bir nakilde bulunmuştur:

«Ebu Abbas b. Ukde, Bişar b. Dira'ın şöyle dediğim rivayet etti: Ebu Hanife, Muhammed b. Numan'a rastladı ve ona şöyle dedi:

- Güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürüldüğünü ifade eden hadisi kimden rivayet ettin?

- Senin "Ey Sariye dağa" mealindeki hadisi kendisinden rivayet et­tiğin adamdan başka birinden rivayet ettim.»

Muteber imamlardan biri olan İmam Ebu Hanife, Kufelidir. Hz. Ayi, Allah ve rasûlünün verdikleri faziletten daha üstün bir fazilete sahip kılmak ve onu aşırı derecede sevmekle itham edilmemiştir. Bu­nunla beraber o, bu hadisi rivayet eden kimsenin rivayetini kabul etme­miştir. Muhammed b. Numan'm ona verdiği cevap, sadece bir sataşma­dır uygunsuz bir saldırıdır. Yani Muhammed b. Numan, ona şöyle de­mek istemiştir:

«Her ne kadar garipse de ben, Ali'nin faziletine dair olan bu hadisi rivayet ettim. Bu hadis, gariblikte senin rivayet etmiş olduğun ve Ömer b. Hattab'ın faziletini beyan eden: «Ey Sariye dağa» hadisi kadardır.» O ne kadar garipse, bu da o kadar gariptir. Bu, Muhammed b. Numan'dan sahih olarak gelmiş bir rivayet değildir. Çünkü bu, sened ve metin bakı­mından diğeri gibi değildir. Aksi takdirde İmam Azam'm mükaşefesi nerede kalır? Çünkü şeriat koyucu, onun muhaddis olduğuna şahadet etmiştir. Böyle olunca onun kıyamet alametlerinin en büyüğü olan gü­neşin battıktan sonra tekrar ufka döndürülmesine dair hayırlı birşeyi nasıl keşfedebilir? Yuşa' b. Nun hakkında rivayet edilen mesele, bunun gibi değildir. Onun hakkında vuku bulan hadise şöyleydi: Güneş batıp ta tekrar ufka döndürülmemişti. Aksine batma vakti geldiği halde ufuk­ta bir müddet daha bekletilmişti. Böylece Yuşa1 b. Nun'un Kudüs'ü fet­hetmesi mümkün olmuştu. Doğrusunu Allah bilir.

Rafizîlerin şeyhi Gemaleddin Yusuf b. Hasan (İbn Mutahhar el-Hullî lakabıyla bilinir) "el-İmame" adlı kitabında şöyle der:

"Dokuzuncusu da güneşin battıktan sonra ufka döndürülmesidir ki, bu iki defa vuku bulmuştur. Biri Peygamber (s.a.v.)'in zamanında, diğeri de onun vefatından sonra vuku bulmuştur."

Bu hadiselerin ilki, Cabir ile Ebu Said tarafından şöyle rivayet edil­miştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'a Cebrail bir gün vahiy getirdi. Vahiy esnasında Rasûlullah (s.a.v.), bir yere yaslanmak istedi. Mü'minlerin emiri AH de onun başını göğsüne dayadı. Güneş batmcaya kadar Rasûlullah, başını Ali'nin göğsünden kaldırmadı. Ali de o esnada ikindi namazını ima ile kıldı. Rasûlullah (s.a.v.) uyanınca, Ali'ye şöyle dedi:

- Güneşi tekrar senin için ufka geri döndürmesi için Allah'a dua et ki, namazı tekrar ayakta kıîasm.

AH dua etti. Güneş onun için tekrar ufka geri döndürüldü. O da ikin­di namazını ayakta kıldı.»

Güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürülüşünün ikinci defası da şöyle vuku bulmuştu: Ali, Babil'de Fırat nehrini geçmek istediği za­man sahabelerden çoğu, kendi binek hayvanlarıyla meşgul oldular. Kendisi de arkadaşlarından bir kaç kişiyle birlikte ikindi namazını kıl­dı. Birçok sahabe ise, ikindi namazını kılamadılar, Güneş battı. Battıktan sonra tekrar ufka döndürülmesin! Allah'tan dilemesini Ali'den rica ettiler. O da dua etti, güneş tekrar ufka geri döndürüldü. Himyerî, bu konuda şöyle bir şiir söylemiştir:

«Mağrib'e yaklaşmış olduğu halde ikindi namazının vaktigeçtiği için güneş onun hatırına tekrar ufka döndürüldü. Öyle ki, ikindi namazı için vaktinde güneşin aydınlığı ortalığı kapladı. Sonra tekrar yıldız gibi kayıp gitti. Babil'de ikinci kez güneş onun hatırına ufka döndürüldü. Başka mukarreb bir yaratık için güneş ufka döndürülmüş değildir.»

Şeyhimiz Ebu'l-Abbas b. Teymiyye şöyle demiştir: Ali'nin fazileti, veliliği, Allah katındaki mertebesinin yüksekliği, hamd olsun sabit yol­larla bilinmektedir. Yakinî ilmi de bunu bize ifade etmektedir. Bunu an­lamak için doğru veya yalan olduğu bilinmeyen diğer şeylere ihtiyaç yoktur. Onun hatırına güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürül­düğünü ifade eden hadise gelince, Ebu Cafer et-Tahavî, Kadi Iyaz ve di­ğerleri bunu zikretmişlerdir ve bunu Rasûlullah{s.a.v.)'ın mucizelerin­den saymışlardır. Ancak ilim ve marifet ehlinden olup hadis bilgisine vakıf olan muhakkikler, bu hadisin yalan ve uydurma olduğunu bilmek­tedirler. Ahmed b. Salih el-Mısrî'den bu hadisi sahih olarak ifade eder­ken, yanılmış olduğunu üzülerek söylemek istiyorum. Tahavî'nin de ri­vayetinde hadis* hafızları gibi otoritelerin isimlerinin yer almadığını söylemek gerekir. Kesin olan şu ki, bu hadis uydurmadır. Ben derim ki:

îbn Mutahhar'm bu hadisi Cabir tarikiyle nakletmesi garibtir. Onun ifadesinden anlaşıldığına göre güneşin battıktan sonra tekrar uf­ka döndürülmesi için dua eden Ali'dir. Her iki seferinde de güya Ali dua etmiştir. Onun, Babil'de güneşin battıktan sonra tekrar ufka geri dön­dürülmesi için Ali'nin dua etmesine ve güneşin bu dua üzerine ufka geri döndürülmesine dair rivayet ettiği hadisin senedi yoktur. Allah bilir ya öyle sanıyorum M, bunu Şia'nın zındıkları ve benzeri kimseler uydur­muşlardır. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) ile ashabı, Hendek muharebesi gününde güneş battığı halde ikindi namazını kılmamışlardı. Oradaki bir vadi olan Bathan vadisine gitmiş, abdest alıp ikindi namazını güne­şin batışından sonra kılmışlardı. Aralarında Hz. Ali de vardı. Buna rağ­men güneş, onlar için tekrar ufka döndürülmemişti. Beni Kurayza'ya giden sahabelerin çoğu için de aynı durum söz konusudur. Onlar, Beni Kurayza yurduna giderken yolda ikindi namazının vakti geçmiş, güneş batmışta. Ama güneş, onlar için tekrar ufka geri döndürülmemişti. Yine Rasûlullah (s.a.v.) ile ashabı, bir gün sabah namazını kılmak için uya-namamışlar, dolayısıyla güneş doğmuştu. Güneşin bir miktar yüksel­mesinden sonra kalkıp sabah namazını kılmışlardı. Onların hatırına gece, tekrar geri dönmemişti. Yüce Allah, rasûlüne vermediği bir üstün­lüğü Ali'ye ve arkadaşlarına asla vermez. HimyerTnin yukarda naklet­miş olduğumuz şiirine gelince, bunda bir delil yoktur. Aksine bu, îbn Mutahhar'ın hezeyanı gibi bir hezeyandır. İbn Mutahhar nesir ifadesin­de ne dediğim bilmemekte, Himyerî de şiirinde söylediklerinin doğru olup olmadığını farkedememektedir. Aksine her ikisi de şairin şu şiirin­de vasfettiği gibidirler:

"Eğer ben anlıyorsam, benim üzerime bir deve kesmek borç olsun. Çünkü ben, çok fazla yanılıyor ve işleri birbirine karıştırıyorum."

Babil diyarında Ali'nin duası üzerine güneşin battıktan sonra tek­rar ufka döndürülmesi hadisesine gelince, bu hususta meşhur rivayet şudur: Ebu Davud, "Sünen" adlı eserinde der ki: «Ali, Babil diyarına uğ­radı. İkindi namazının vakti gelmişti. Vakit geçinceye kadar namazı kı­lamadı ve şöyle dedi: Dostum Rasûlullah (s.a.v.), Babil diyarında namaz kılmaktan beni men etti. Çünkü burası mel'un bir diyardır.»

Ebu Muhammed b. Hazm, "Milel ve Nihal" adlı kitabında bu mese­leyi ele alarak güneşin battıktan sonra Ali için tekrar ufka döndürüldü­ğünün asılsız olduğunu ifade etmiş, batıl bir iddiada bulunan kimsenin iddiasını reddederek şöyle demiştir:

«Bizim Fadıl için zikrettiğimiz şeylerden birini iddia eden kimse ile Rafizîlerin Ali için güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürüldüğü­ne dair iddiaları arasında fark yoktur. Hatta onlardan bazıları Habib b. Evs'in şöyle dediğini de iddia etmişlerdir:

"Gece güneşi alıp götürmekte iken güneş tekrar bize geri geldi. Per­de arkasından doğdu.

Onun ışığı, karanlığın boyasını giderdi. Parlaklığıyla semanın nuru dürüldü.

Allah'a yemin ederim ki, bilemiyorum. Ali mi bize göründü ki güneş bize geri döndü; yoksa kavim içinde Yuşa' mı vardı?"

îbn Hazm, bu şiiri kitabında böyle nakletmiştir. Ama görülüyor ki, bu şiirde bozuk ifadeler vardır. Cümle yapılan karışıktır. Uydurmadır. Doğrusunu Allah bilir.

Peygamber (s.a.v.)'in nübüvvetinin delilleri babında, semavi muci­zelere örnek olarak onun Rabbinden ümmetine yağmur yağdırması için dilekte bulunması vardır. Yağmurlar gecikince Rasûlullah (s.a.v.), yağ­mur duasına çıkmış ve bu duasına çabucak icabet edilmişti. Öyleki, minberden inmeden yağmur taneleri onun sakalının üzerinden yerlere yuvarlanmaya başlamıştı. Aynı şekilde yağmurların durması için de

dua etmişti. Buhari, Abdullah b. Dinar'ın şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

îbn Ömer'in, Ebu Talib'in şu şiirini söylediğini işittim:

"Beyaz tenli ve beyaz yüzlüdür. Onun yüzü suyu hürmetine bulut­lardan yağmur istenilir.

O, öksüzlerin velisidir, dulların da sığınağıdır."

Buharı, Salim'in babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.v.), yağmur için dua ederken ben onun yüzüne ba­kıyor ve şairin sözünü hatırlıyordum. O esnada yağmur yağdı ve bütün oluklardan sular boşanmaya başladı. Şair şöyle demişti:

"Beyaz yüzlü ve beyaz tenlidir. Yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur istenilir.

O, öksüzlerin velisi, dulların da sığınağıdır."

Bu şiir Ebu Talib'e aittir.

Buharı, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Cuma günü bir adam mescide girdi. Minber'in yanına geldi. Ra­sûlullah da ayakta hutbe irad ediyordu. O da yürüyerek Rasûlullah'm karşısına gitti ve:

- Ya Rasulallah; mallar mahvoldu, yollar kesildi, dua et de Allah bize yağmur yağdırsın.

Adamın, böyle demesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.), ellerim kaldıra­rak şöyle dua etti:       v

- Allah'ım, bize yağmur yağdır. Allah'ım, bize yağmur yağdır. Al­lah'ım, bize yağmur yağdır,

Enes diyor ki: Vallahi o esnada gökte bir tek bulut göremiyorduk, bi­zimle Sel' dağı arasında ne bir ev, ne de bir yurt vardı. Nihayet Sel' dağı­nın arkasından, kalkan gibi bulutlar göründü. Bu bulutlar, göğün orta­sına gelince yayıldılar. Daha sonra yağmur yağmaya başladı. Allah'a yemin ederim ki, altı gün süreyle güneş göremedik. Sonra aynı adam, ertesi cuma günü tekrar aynı kapıdan mescide geldi. Rasûlullah, yine minberde hutbe irad etmekteydi. Adam yürüyerek Rasûlullah'm karşı­sına gelip şöyle dedi;

- Ya Rasulallah, mallar mahvoldu, yollar kesildi. Allah'a dua et de yağmuru durdursun.

Adamın böyle demesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.) ellerini kaldırarak şöyle dua etti:

- Allah'ım, çevremize yağdır, üzerimize yağdırma. Allah'ım, tepe­lerin ve dağların üzerine, yüksek yerlerle, ağaçlık yerlere yağdır.

Bunun üzerine yağmur kesildi. Biz de güneş altında dolaşmaya çık­tık. - Şürayk diyor ki: Enes'e şöyle sordum:

- İkinci cuma günü gelen adam, ilk cuma günü gelen adam mıydı?

- Bilmiyorum.»

Buharî, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Rasûlullah (s.a.v.), bir cuma günü hutbe irad etmekteyken adamın biri gelip şöyle dedi:

- Ya Rasulallah! Yağmur yağmıyor, kuraklık başladı. Allah'a dua et de bize yağmur yağdırsın.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) dua etti. Üzerimize yağmurlar yağmaya başladı. Evlerimize ulaşamıyorduk. Ertesi cumaya kadar yağmur sürekli yağdı. Ertesi cuma günü aynı adam veya bir başkası kal­kıp şöyle dedi:

- Ya Rasulallah! Allah'a dua et de yağmuru bizden uzaklaştirsin. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.):

- Allah'ım, üzerimize değil de çevremize yağdır, diye dua etti. Ben de bulutların sağa sola dağıldıklarını, dağılırken de yağmur yağdırdık­larını ama Medinelilerin üzerine yağmadığını gördüm.»

Buharî, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Adamın biri, Rasûlullah (s.a.v)'a gelerek şöyle dedi:

- Davarlar mahvoldu, yollar kesildi. Allah'a dua et. Rasûlullah dua etti. O cumadan ertesi cumaya kadar yağmur yağdı.

Sonra adam gelip şöyle dedi:

- Evler yıkıldı, yollar kesildi, davarlar mahvoldu. Allah'a dua et de yağmuru durdursun.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle dua etti:

- Allah'ım, tepelerin, yüksek yerlerin, vadilerin, ağaçlık yerlerin üzerine yağdır.

Bu dua üzerine bulutlar, Medine üzerinden bir perde gibi çekilip gittiler."

İmam Ahmed b. Hanbel, Humeyd'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Enes'e şöyle bir soru soruldu:

- Rasûlullah (s.a.v.) (dua esnasında) ellerim kaldırır mıydı?

- Bir cuma gününde Rasûlullah (s.a.v.)'a şöyle denildi: Yağmur yağmaz oldu, yer kuraklaştı, mal mahvoldu! Rasûlullah

(s.a.v.) da ellerini kaldırıp duaya başladı. Öyle ki, koltuk altlarının be­yazlığı göründü. Yağmur duası yapmaya başladı. O esnada biz, gökte bir tek bulut dahi göremiyorduk. Namazı tamamlamadan önce yağmur­lar sağnak halinde yağmaya başladı. Öyle ki, genç adamlar bile mescit­ten evine nasıl ulaşabileceklerini düşünmeye başladılar. Ertesi cuma günü bu defa insanlar şöyle dediler:

- Ya Rasulallah, fazla yağmur yağdığından evler yıkıldı, yolcular yolda kaldı.

Rasûlullah (s.a.v.), ademoğlunun çabuk usanmasından dolayı gü­lümsedi ve şöyle dua etti:

- Allah'ım, üzerimize değil de çevremize yağdır.

Bu dua üzerine bulutlar, Medine üzerinden çekilip gittiler." Bunlar, mütevatir yolla Enes b. Malik'ten rivayet edilen hadislerdir ve hadis imamları nezdinde kesinlik ifade ederler.

Beyhakî, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Arabinin biri gelip şöyle dedi:

- Ya Rasulallah! Vallahi biz sana geldik. Böğürecek develerimiz, süt içecek çocuklarımız kalmadı. Hepsi Öldüler.

Sana geldik. Kadınlarımızın göğüslerinden kan akıyor. Çocuk ana­ları, çocuklarına bakamaz oldular. Genç delikanlılar, açlıktan ötürü haysiyetlerini kaybedip avuç açtılar. Açlıktan zayıf düştüler, ayakta duramaz oldular.

Yanımızda Ebu Cehil karpuzundan ve değersiz otlardan başka bir yiyecek kalmadı ki insanlar yesin.

Kaçıp sana geldik, insanların kaçıp gidecekleri yer ancak peygam­berlerdir.

Adamın böyle demesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.), abasını sürüyerek minbere çıktı. Allah'a hamd ü senada bulunduktan sonra ellerini sema­ya kaldırıp şöyle dua etti:

- Allah'ım, bize doyurucu, kandırıcı, verimli, her tarafı kaplayıcı, çabuk, acil, gecikmesiz, faydalı, zararsız bir yağmur yağdır ki, hayvan­ların memelerine süt doldursun, ekinleri yerden bitirsin,' Ölümünden sonra yeri tekrar canlandırsın.

Allah'a yemin ederim ki Rasûlullah (s.a.v.), ellerini göğsünün üzeri­ne indirmeden gök, yapraklarım yere bıraktı. Yağmurlar yağdı. Orada­ki insanlar bağrışmaya başladılar:

- Ya Rasulallah, boğulduk, boğulduk!..

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), ellerini tekrar semaya kaldırıp şöyle dua etti:

- Allah'ım, üzerimize değil de çevremize yağdır.

Bu dua üzerine bulutlar Medine üzerinden çekilmeye başladılar. Taç gibi Medine'yi çevrelediler. Rasûlullah (s.a.v.) da arka dişleri görü­necek şekilde gülmeye başladı, sonra şöyle dedi:

- Allah, Ebu Talib'in hayrım versin, eğer hayatta olsaydı bu du­rumdan gözleri aydınlanıp sevinecekti. Onun şiirini kim okuyacak?

Ebu Talib oğlu Ali kalkıp şöyle dedi:

- Ya Rasulallah herhalde sen onun şu şirini kastediyorsun:

"Beyaz yüzlü ve beyaz tenlidir. Yüzü,suyu hürmetine yağmur yağ­ması istenilir. Yetimlerin velisi, dulların sığınağıdır. Haşimüerden mahvolmuşlar, ona sığınırlar. Onlar, onun yanında nimet ve lütuf içindedirler. Allah'ın Ka'be'sine yemin ederim ki, siz yalan söylediniz.

Muhammed, yalnız bırakılmayacaktır. Onun uğruna savaşıp mü­cadele vereceğiz.

Onun çevresinde ölüp yere düşmedikçe, onu size teslim etmeyece­ğiz. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı bırakmadıkça onu bırakmayaca­ğız."    

Beni Kinane kabilesinden bir adam kalkıp şöyle dedi:

"Sana hamd olsun. Şükredenden sana hamd vardır. Peygamberin yüzü suyu hürmetine bize yağmur yağdırıldı.

O, yaratıcısı olan Allah'a öyle bir dua ile niyazda bulundu ki, o dua­dan ötürü gözler yuvalarında donup kalırlar. Henüz abasını toplama­dan, çabucak yağmurların sağanak halinde üzerimize yağdığını gör­dük. Yüksek tepelerin üzerine yağan yağmurlar, bütün çevreyi kapladı. Allah, o yağmur ile Mudarhların imdadına yetişti.

Amcası Ebu Talib'in de dediği gibi o, beyaz tenli ve parlak alınlıdır.

Onun yüzü suyu hürmetine Allah, bulutlardan sağanak yağmurla­rı yağdırdı. Bu gözle görülen şey, haber gibidir. Kim Allah'a şükrederse, daha fazla nimete kavuşur. Kim de nankörlük ederse Allah'ın cezasına rastlar."

RasûluUah (s.a.v.), bu şiiri dinledikten sonra şöyle dedi: "Bu güzel bir şairdir. Ey kişi! Sen güzel bir şiir söyledin."

Bu ifadelerde gariblik vardır. Önceki sayfalarda Enes'ten naklet­miş olduğumuz sahih ve mütevatir rivayetlere benzememektedir. Şa­yet bu hıfzedilmiş ise, başka bir kıssadır. Öncekilerden apayrıdır. Doğ­rusunu Allah bilir.

Hafiz el-Beyhakî Ebu Bekr b. Haris kanalı ile Ebu Vecre Yezid b. Ubeyd es-Sülemî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Rasûlullah (s.a.v.), Tebük gazvesinden dönünce yanma Beni Feza-re kabilesinin heyeti geldi. Heyette on küsur adam vardı. Harice b. Hısn ile Hür b. Kays da bu heyette idi. Hür, heyettekilerin yaşça en küçüğü olup TJyeyne b. Hısn'ın kardeşi oğlu idi. Heyettekiler, Ensâr'dan Remle binti Haris'in evine misafir oldular. Zayıf ve bitkin develer üzerinde gel­mişlerdi. Kuraklığa maruz kalmışlardı. İslam'ı kabul ederek Rasûlullah'a geldiler. Rasûlullah (s.a.v.), onlara memleketlerinin duru­munu sordu. Onlar da şöyle cevap verdiler:

- Ya Rasulallah, memleketimiz kuraklığa maruz kaldı. Canlıları­mız susuz kaldılar. Çoluk çocuğumuz çıplak kaldı. Davarlarımız mah­voldu. Rabbine dua et de bize yağmur yağdırsın. Bizim için Rabbinden şefaat dile ki, Rabbin de senin yanında şefaatçi olsun.

Rasûlullah (s.a.v.), onların böyle demeleri üzerine şöyle karşılık verdi:

- Sübhanallah! Yazıklar olsun sana, sen nasıl olur da Rabbimi ba­na şefaatçi kılarsın? Rabbîmiz kimin yanında şefaatçilik yapar? Oysa O'ndan başka ilah mevcut değildir. O'nun Kürsü'sü, göklerle yeri kapsa­mıştır. O'nun ululuk ve yüceliğinin karşısında Kürsü'sü, — güçlü ada­mın ağır yük altında ıhlayıp poflaması gibi - ıhlayıp poflar, cızırdar. Cenâb-ı Allah, sizin bu korkunuzdan dolayı gülüyor ve yardımınıza da çabuk gelecektir.

Arabi dedi ki:

- Ya Rasulallah, Rabbimiz bize gülüyor mu?

- Evet.

- Ya Rasulallah, hayır için gülen Rabbimizden mahrum olmaya­lım.

Arabi'nin böyle demesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.) güldü. Kalkıp minbere çıktı. Biraz konuştuktan sonra ellerini dua için semaya kaldır­dı. Rasûlullah (s.a.v.), sadece yağmur duası yaparken ellerini kaldırır­dı. Evet, ellerini kaldırdı. Öyle ki, koltuk altlarının beyazlığı görüldü. Yaptığı duadan akılda kalan cümleler şunlardır:

"Allah'ım, beldeni ve hayvanlarını sula, rahmetini yay, Ölü beldeni canlandır. Allah'ım, bize imdada yetişici, kandırıcı, meraları otlatıcı, her tarafı kaplayıcı, geniş, çabuk, gecikmesiz, faydalı, zararsız bir yağ­mur yağdır. Allah'ım, azab yağmuru değil de rahmet yağmurunu yağ­dır. Yıkma, boğma, mahvetme yağmurunu yağdırma. Allah'ım, bize yağmur yağdır. Düşmanlara karşı uize yardım et."

Bu duadan sonra Ebu Lübabe b. Abdülmünzir kalkıp şöyle dedi:

- Ya Rasulallah; hurmalarımız kurutma yerlerindedir. (Yani yağ­mur yağmasın.)

Rasûlullah (s.a.v.):

- Allah'ım bize yağmur yağdır, dedi. Ebu Lübabe tekrar kalkıp:

- Ya Rasulallah, hurmalarımız kurutma yerlerindedir, dedi ve bu sözünü üç kez tekrarladı. Rasûlullah (s.a.v.) da:

- Allah'ım, bize yağmur yağdır, diye duasına devam etti. Nihayet Ebu Lübabe, îzarını çıkarıp çıplak olarak gitti ve hurma kurutma yerine yağmur sızacak deliği izan ile kapattı."

Hadisin ravisi Ebu Vecre Yezid b. Ubeyd es-Sülemî diyor ki: «Al­lah'a yemin ederim ki gökte bulut falan yoktu. Bulunduğumuz mescid ile Sel' dağı arasında da herhangi bir ev veya oda yoktu. Dua üzerine Sel' dağının gerisinden, kalkan misali bulutlar görünmeye başladı. Bulut­lar semanın ortasına gelince yayıldı. Mesciddekiler de bu manzarayı seyrediyorlardı. Sonra bulutlardan yağmur yağmaya başladı. Vallahi altı gün süreyle Medine'liler güneş yüzü göremediler. Ebu Lübabe de çıplak olarak kalkıp hurma kurutma yerine gitti ve içeriye su sızacak yeri izanyla kapattı ki hurması oralarda ıslanıp dışarı dökülmesin. Adamın biri de dedi ki:

- Ya Rasulallah, mallar helak oldu, yollar kesildi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), minbere çıkıp ellerini kaldırdı, dua etti. Öyle ki, koltuk altlarının beyazlığı görüldü. Duasına şöyle baş­ladı:

- Allah'ım, üzerimize değil de çevremize yağdır. Allah'ım, tepele­rin, yüksek yerlerin, vadilerin içlerine, ağaçlıklara yağdır.

Bu dua üzerine Medine üzerindeki bulutlar bir perde gibi çekilip

gittiler.»

Bu ifadeler, Müslim el-Mülâfnin Enes'ten yaptığı rivayetteki ifade­lere benzemektedir. Bazı cümleleri, Ebu Davud'un sünenindeki riva-yetlerce de teyid edilmiştir. Yine bazı cümleler, Ebu Rezin el-Ukaylî ta­rafından rivayet edilen hadisle de teyid edilmiştir. Doğrusunu Allah bi­lir.

"Delail" adlı eserde Hanz Ebu Bekr el-Beyhakî, Said b. Müseyyeb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Bir cuma günü Rasûlullah (s.a.v.) yağ­mur duası yaptı ve şöyle dedi:

- AUah'ım, bize yağmur yağdır. Allah'ım, bize yağmur yağdır. Ebu Lübabe de kalkıp şöyle dedi:

- Ya Rasulallah, hurmalarımız kurutma yerlerindedir. Rasûlullah, bu duayı yaparken gökte herhangi bir bulut parçası

görmüyorduk. Yine Rasûlullah:

- Allah'ım, bize yağmur yağdır, diye duasına devam etti. Ebu Lü­babe de kalkıp şöyle dedi:             

- Ya Rasulallah, hurmalarımız kurutma yerindedir. Rasûlullah

(s.a.v.) da:

- Allah'ım, Ebu Lübabe kalkıp hurma kurutma yerindeki su sızma deliğini izanyla tıkayıncaya kadar bize yağmur yağdır, diyerek duasını tekrarladı. Bu dua üzerine gökten sağnak halinde yağmurlar yağdı. Gök âdeta boşaldı. Rasûlullah, bize namaz kıldırdı. Cemaat da Ebu Lü-babe'ye gidip şöyle dediler:

- Ey Ebu Lübabe, sen Rasûlullah (s.a.v.)'m dediği gibi çıplak ola­rak kalkıp hurma kurutma yerine gidip oradaki su sızma deliğini iza-nnla tıkamadıkça, vallahi gökteki yağmurlar durmayacaktır!

Ebu Lübabe de çıplak olarak kalkıp gitti. Hurma kurutma yerinde­ki su sızma deliğini izanyla tıkada. Bunun üzerine yağmurlar kesildi.»

Bu, hasen bir seneddir. îmana Ahmed b. Hanbel ile diğer hadis ki-taplarının sahipleri, bunu rivayet etmemişlerdir. Doğrusunu Allah bi­lir.

Böyle bir yağmur duası, Tebük gazvesi dönüşünde yolda iken de ce­reyan etmişti. Nitekim Abdullah b. Vehb, Abdullah b. Abbas'm şöyle de­diğini rivayet etmiştir:

«Hattab oğlu Ömer'e şöyle denildi:

- Bize zorluk saatinden (yani Tebük gazvesinden) bahset. Ömer de şöyle dedi:

- Şiddetli sıcaklarda Tebük gazvesine gittik. Bir konağa indik. Orada çok susadık. Susuzluktan ötürü boyunlarımızın kopacağını zan­nettik. Öyle ki, bizden bîri içmek için su aramaya gitti. Yükleri araştır­dı. Su bulamadı, neredeyse boynunun kopacağını zannetti. Hatta öyle olduk kî, adamın biri devesini boğazlıyor, onun işkembesini sıkarak içindeki su sızıntısını içiyor, sonra da kalan kısmı göğsünün üzerine ko­yuyordu. Ebu Bekir es-Sıddık da şöyle dedi:

- Ya Rasuiallah, doğrusu Cenâb-ı Allah, seni hayır dua yapmaya ahştırmıştır. Sen de bizim için Allah'a dua et.

- Sen dua etmemi ister misin?

- Evet.

Ebu Bekir'in böyle demesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.), ellerini sema­ya kaldırdı. Yağmur yağmadan ellerini indirmedi. Uzun uzadıya dua et­ti. Sonra gökten sağanak halinde yağmurlar yağmaya başladı. Yanla­rındaki su kaplarını doldurdular. Sonra çıkıp etrafa baktık. Yağmurun, bulunduğumuz ordugahın dışına yağmadığını gördük."

Bu, sağlam ve kuvvetli bir seneddir.

Vakidî dedi ki: «Tebük gazvesinde Müslümanlarla beraber 12.000 deve, bir o kadar da at vardı. Askerler 30.000 kişi idiler. Her yeri kapla­yıp toprağı doyuracak miktarda gökten yağmur yağdı. Vadiler dolup taştı. Bu da sıcakların çok şiddetli olduğu bir mevsimde vuku bulmuştu. Allah'ın salat-ü selamı Rasûlullah'm üzerine olsun.»

Rasûlullah (s.a.v. )'ın buna benzer birçok mucizeleri vardır ve bu hu­suslar sahih hadislerle sabittir. Allah'a hamd olsun.

Önceki sayfalarda da anlatıldığı gibi Kureyşlüer asi oldukları za­man Rasûlullah (s.a.v.), onlara beddua etti. Cenâb-ı Allah'tan - Yusuf peygamberin yedi yıl süren kuraklığı gibi - onlara bir kuraklık musallat etmesini diledi. Bunun üzerine Kureyşlilere kuraklık isabet etti. Bu ku­raklık, herşeyi kasıp kavurdu. Neticede onlar kemik, ot ve benzeri şey­leri yemek mecburiyetinde kaldılar. Sonra Ebu Süfyan, şefaat dileyerek Rasûlullah'a geldi ve kendileri için hayır duada bulunmasını istedi. Rasûlullah da onlara dua etti ve bu musibet üzerlerinden kalktı.

Buharı, Hasan b. Muhammed kanalı ile Enes b. Malik'in şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir:

Müslümanlar kıtlığa maruz kaldığı zaman Hattab oğlu Ömer, yağ­mur duasına giderken Hz. Abbas'ı da götürür, onun yüzü suyu hürmetine yağmur yağdırmasını Allah'tan dileyerek şöyle dua ederdi: "Al­lah'ım, daha önceleri biz Peygamberimiz'in yüzü suyu hürmetine sen­den bize yağmur yağdırmanı isterdik. Sen de bize yağmur yağdırırdın. Şimdi de Peygamberimiz'in amcasını şefaatçi olarak araya koyuyoruz ve senden bize yağmur yağdırmanı istiyoruz." Ömer'in böyle dua etmesi üzerine Cenâb-ı Allah, Müslümanlara yağmur yağdırdı. [8]

 



[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/59-61.

[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/62-76.

[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/77-79.

[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/80.

[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/81-87.

[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/88-96.

[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/96-103.

[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/103-125.