Hz.
Peygamberin Mizacı (Karakteri)
Hz.
Peygamber'în Zühdü Ve Dünyaya Îltîfat Etmeyîşî
Hz.
Peygamber'în İbadeti Ve Bu Hususta Kendînî Yorması
Geçmiş
Peygamberlerden Nakledilen Kitaplarda Hz. Peygamber
Nübüvvet
(Peygamberlik) Delilleri
İbn Luhay'a, Enes'in,
şöyle dediğini rivayet eder:
«Rasûlullah (s.a.v.),
insanlar arasında çocuklarla en çok şakalaşan kimse idi.»
Nitekim bu konuda
Enes'in, Rasûlullah (s.a.v.)'m onun kardeşi Ebu Ümeyr'le şakalaştığına dair
hadisi de daha Önceki sayfalarda geçmişti. O hadiste anlatıldığına göre
Rasûlullah (s.a.v.), Ebu Ümeyr'e - kendisinin oynamakta olduğu bülbül
yavrusunu kastederek: "Ey Ebu Ümeyr, bülbül yavrusuna ne oldu?" diye
sormuş, o da oynamakta olduğu bülbül yavrusunun ölmüş olduğunu Rasûlullah'a
söylemişti.
Enes, bu hadisi
nakletmekle Rasûlullahın, insanların âdetine uyarak küçük çocuklarla
şakalaştığını ifade etmek istemiştir.
îmam Ahmed b. Hanbel,
Halef b. Velid tariki ile Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Adamın biri,
Peygamber (s.a.v.)'e gelip binek istedi. Rasûlullah (s.a.v.) da ona şöyle dedi:
- Biz seni dişi bir
devenin yavrusuna bindirelim.
- Ya Rasulallah, ben
dişi deve yavrusunu ne yapayım?
- Develeri, dişi
develerden başkası mı doğurur ki?»
Ebu Davud, Numan b.
Beşir'in şöyle dediğini rivayet eder: «Ebu Bekir, Peygamber (s.a.v.)'in yanma
girmek için izin istedi. İçeride Aişe'nin Peygamber (s.a.v.)'e yüksek sesle
bağırdığım işitti. İçeri girince tokatlamak için kızı Aişe'nin üzerine
yürüyüp:
- Sen, Rasûlullah'a mı
bağırıyorsun? diye çıkıştı. Peygamber (s.a.v.) de ona engel olmaya çalıştı. Ebu
Bekir de Öfkeli olarak oradan çıkıp gitti. Çıkıp giderken Rasûlullah, Aişe'ye:
- Görüyorsun değil mi,
seni babandan kurtardım? dedi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hz. Ebu Bekir
tekrar Rasûlullah'm yanma girmek için izin İstedi. İçeri girince, Rasûlullah'la
Aişe'nin barışmış olduklarını gördü ve onlara:
- Beni aranızdaki
savaşa nasıl soktunuzsa barışınıza da aynı şekilde sokun, dedi.
Rasûlullah (s.a.v.):
- Olur, dediğim
yaptık, yaptık, diye cevap verdi.»
Ebu Davud, Avf b.
Malik el-Eşcaî'nin şöyle dediğini rivayet eder:
«Tebük gazvesinde deri
bir çadırda oturmakta olan Rasûlullah (s.a.v.)'m yanına gidip selam verdim.
Selamımı aldı ve:
- İçeri gir, dedi. Ben
de:
- Vücudumun tamamı ile
mi içeri gireyim ya Rasûlallah? diye sordum.
Oda:
- Evet öyle yap,
deyince içeri girdim.
Velid b. Osman b. Ebi
Âmile dedi ki: Avf b. Malik el-Eşcaî, Rasûlullah'm içinde oturmakta olduğu
çadırının küçük oluşu yüzünden vücudumun tamamı ile mi içeri gireyim? diye
sormuştu.»
Ebu Davud, İbrahim b.
Mehdi kanalı ile Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)
bana, "Ey iki kulaklı!" dedi.»
îmam Ahmed b. Hanbel,
Abdürrezzak kanalı ile Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Zahir adında
bâdiyeden bir adam, Peygamber (s.a.v.)'in yanına hediyelerle gelir. Gideceği
zaman da Peygamber (s.a.v.), ona ihtiyacı olan şeyleri temin edip uğurlardı.
Uğurladıktan sonra da: «Zahir bizim köylümüzdür. Biz de onun kentlisiyiz.»
derdi. Onu çok severdi. Zahir, canlı kanlı bir adamdı. Pazarda eşyasını
satarken Rasûlullah (s.a.v.), arkadan gelip onu kucakladı ama o, Rasûlullah'ı
göremedi. "Bırak beni, sen kimsin?" dedi. Başını çevirince, kendisini
kucaklayanın Rasûlullah olduğunu anladı. Anladıktan sonra da sırtı
Rasulullah'm göğsüne yapışık olduğu için ondan kurtulmaya bile çalışmadı.
Rasûlullah da:
- Kim köle satın alır?
diye sordu. O da şu cevabı verdi:
- Ya Rasûlallah, eğer
beni köle diye satmak istersen, vallahi beni beş para etmez biri olarak
göreceksin.
- Hayır, sen Allah
katında değersiz değilsin. Aksine sen O'nun nezdinde kıymetlisin.»
Buharî de sahihinde
buna benzer bir rivayette bulunarak şöyle der: "Abdullah adında - eşek
lakabıyla tanınan- bir adam vardı. Rasûlullah (s.a.v.)'ı şakalarıyla
güldürürdü. Bir gün içki içtiğinden yakalanıp Rasulullah'm huzuruna getirildi.
Adamın biri:
- Allah buna lanet
etsin, ne kadar da içki yüzünden yakalanıp getiriliyor! deyince Rasûlullah, o
adama şöyle dedi:
- Ona lanet okuma.
Çünkü o, Allah ve Rasûlünü seviyor.» Buharî ve Müslim, Enes'in şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir: «Peygamber (s.a.v.)'in Enceşe adında bir deve sürücüsü
vardı. Zevcelerinin bindiği develeri güdüyordu. Develeri süratle yürütmek istemiş
ve yormuştu. Rasûlullah da ona şöyle demişti:
- Yazıklar olsun sana
ey Enceşe, şişelere merhametli davran.» Bu hadiste geçen şişeler kelimesi ile
kadınlar kastedilmiştir. Bu bir latife kelimesidir. Hz. Peygamber, latife
yapmak için kadın kelimesi yerine şişe kelimesini kullanmıştır. Allah'ın
salat-ü selamı kıyamet gününe kadar onun üzerine olsun.»
Rasûlullah (s.a.v.)'m
huyunun güzelliğine, ahlakının yüceliğine ve şakacılığına delil olarak da Ümmü
Zerr'in hadisini uzun uzadıya Hz. Ai-şe'den dinlemiş olmasıdır. Bazı
rivayetlerde naklolunduğuna göre bu hadisi, Hz. Aişe'ye bizzat kendisi
anlatmıştır.
îmam Ahmed b.
Hanbel'in, Mesruk'tan rivayetine göre Hz. Aişe şöyle demiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.),
bir gece kadınlarıyla sohbet etti ve bir hadis anlattı. Kadınlarından biri
dedi ki:
- Ya Rasûlallah, bu,
Hurafe'nin hadisidir. Rasûlullah, ona şöyle sordu:
- Sen Hurafe'nin kim
olduğunu biliyor musun? Doğrusu Hurafe, Azire kabilesinden bir adamdı. Cahiliye
döneminde cinler onu esir aldılar. Uzun süre cinler arasında kaldı. Sonra onu
insanlara geri verdiler. Cinler arasında gördüğü hayret verici şeyleri
insanlara anlatırdı, işte onun bu anlattıklarına insanlar, Hurafe'nin hadisi
dediler.»
Ben derim ki: Bu garip
hadislerdendir, münkerlik içermektedir. Doğrusunu Allah bilir.
Tirmizî, Hasan'm şöyle
dediğini rivayet etmiştir: «İhtiyar bir kadın, Rasulullah'm yanma gelip şöyle
dedi:
- Ya Rasûlallah
Allah'a dua et de beni Cennet'e koysun.
- Ey falanın annesi!
İhtiyar kadınlar, Cennet'e giremezler! Bunun üzerine o ihtiyar kadın, ağlayarak
Rasûlullah'ın yanından
ayrıldı. Gidişinden
sonra Rasûlullah (s.a.v.), yanında bulunanlara dedi ki:
- Gidin, ona deyin ki,
o kadın ihtiyar olarak Cennet'e girmeyecektir. Zira yüce Allah, şöyle
buyurmuştur:
«Biz onları yeniden
yaratmışız dır. Onları bakire kılmışızdır.» (ei-Vâkıa, 35-36.)
Tirmizî, Abbas b.
Muhammed ed-Dûrî kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Dediler ki:
- Ya Rasûlallah, sen
bizimle şakalaşıyorsun.
- Ben sadece gerçeği
söylüyorum (şaka yaparken de doğruyu söylüyorum).» [1]
Yüce Allah buyurdu ki:
«Kendilerini sınamak
için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın
göz dikme. Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.» (Tâ-Ha, m.)
«Sabah akşam
Rablerinin rızasını dileyerek ona yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya
hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi
anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan
kimseye uyma.» (ei-Kehf, 28.)
«Ey Muhammedi Bizi
anmaktan yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka birşey istemeyenlere
aldırma. Bu, onların ulaştıkları bilginin seviyesini gösterir.» (en-Necm
29-30)
«Andolsun ki, sana
daima tekrarlanan yedi ayetli Fatiha'yı ve Kur'ân-ı Azim'i verdik. Kafirler
içinde bazı kimselere verdiğimiz kat kat servete gözünü dikme; onlara üzülme.
İnananları kanatlarının altına
al.» (el-Hicr, 87-88.)
Bu konuda birçok ayet
daha vardır. Hadislere gelince onları da şu şekilde sıralayabiliriz:
Yakub b. Süfyan,
Ebu'l-Abbas kanalı ile Muhammed b. Abdullah b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet
etmiştir: «tbn Abbas, bize şöyle bir hadiseyi anlatıyordu: Genâb-ı Allah,
Peygamberine meleklerinden birini Cebrail ile birlikte göndermiş. Melek,
Allah'ın peygamberine şöyle demiş:
- Cenâb-ı Allah, kul
ve peygamber veya hükümdar ve peygamber unvanlarından birini tercih etmekte
seni serbest bırakıyor.
Meleğin böyle demesi
üzerine Rasûlullah (s.a.v.), Cebrail'e dönerek fikrini sormuş. Cebrail de
tevazulu olmasını ona işaret etmiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), o soruyu
soran meleğe şu cevabı vermiş:
- Ben kul ve peygamber
olmak istiyorum.
Rasûlullah (s.a.v.),
böyle dedikten sonra hayatının sonuna kadar bir yere yaslanarak yemek
yememişti.»
îmam Ahmed b. Hanbel,
Muhammed b. Fudayl kanalı ile Ebu Hü-reyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Cebrail,
Rasûlullah'ın yanma gelip oturdu ve göğe baktı. Bir melek iniyordu. Cebrail
dedi ki:
- Şu melek, Cenâb-ı
Allah'ın kendisini yarattığı günden beri şimdiye kadar inmiş değildir.
Melek inince gelip
dedi ki:
- Ya Muhammed, Rabbin
beni sana elçi olarak gönderdi. Seni hükümdar ve nebi mi kılsın, yoksa kul ve
rasûl mü kılsın?»
Buharî ve Müslim,
Rasûlullah'ın zevcelerinden ayrılıp ilâ etmesi, yani bir ay müddetle onlarla
temas kurmayacağına yemin etmesi ve evin ikinci katındaki çardakta uzlete
çekilmesiyle ilgili olarak şöyle bir rivayette bulunmuşlardır: «Ömer b. Hattab,
çardakta uzlete çekilen Rasûlullah (s.a.v.)'ın yanma gitti. Odasında bir sepet
selam ağacmm meyvesi, bir sepet arpa ve bir de duvara asılı bir deri parçası
vardı. Rasûlullah'm da hasır parçası üzerine uzanmış olduğunu ve hasırın,
Rasûlullah'ın böğründe iz yapmış olduğunu gördü. Bunun üzerine gözleri
yaşarmaya başladı. Rasûlullah ona sordu:
- Neyin var ey Ömer?
- Ya Rasulallah, sen,
Allah'ın yarattıkları içinde seçkin kulsun. Kisra ile Kayser refah ve konfor
içinde yaşıyorlar. Bu ne haldir?
Rasûlullah, yüzü
kızararak kalkıp oturdu ve şöyle dedi:
- Ey Hattab'm oğlu!
Sen şüphe içinde misin? Onların lezzetleri ve nimetleri dünya hayatında
kendilerine erkenden verilmiştir. Dünyanın onlara, ahiretin de bize verilmesine
razı olmaz mısın?
- Evet, razı olurum ya
Rasulallah. .
- Öyleyse Aziz ve
Celil olan Allah'a hamd et.»
Aradan bir ay geçince
yüce Allah, zevcelerini yanında kalmak veya ayrılıp gitmekte serbest
bırakmasını Rasûlullah'a emretti ve ona şu ayeti inzal buyurdu:
«Ey Peygamber!
Eşlerine şöyle söyle: «Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin
size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, peygamberini,
ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük
ecir hazırlamıştır.» (ei-Ahzâb, 28-29).
Biz bu konuyu
tefsirimizde detaylı olarak anlattık. Bu ayetin nüzulü üzerine Rasûlullah
(s.a.v.) işe ilk olarak Hz. Aişe'den sormakla başlamış:
- Ey Aîşe! Sana birşey
anlatacağım. Annene ve babana danışmadan acele karar verme.
Böyle dedikten sonra
Aişe'ye yukarıdaki ayet-i kerimeleri okumuştu. Aişe de ona şöyle demişti:
- Bu iş için mi anneme
ve babama danışacağım? Oysa ben Allah'ı, Rasûlünü ve ahiret yurdunu tercih
ediyorum.» Rasûlullah'ın diğer zevceleri de aynı cevabı vermişler, Rasûlullah
da onlardan razı olmuştu.»
îmam Âhmed b. Hanbel,
Ebu Nadr kanalı ile Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'m
yanma gittim. Şeritle bağlanmış bir kanepenin üzerine uzanmıştı. Başının
altında lif astarlı, deri kaph bir yastık vardı. Ashabından birkaç kişi de onun
yanma geldi.O esnada Ömer de geldi. Rasûlullah, biraz yana döndü. Ömer, onun
böğrü ile kanepeyi bağlayan şerit arasında herhangi bir örtü ve astar görmedi.
Şerit, Rasûlullah in böğründe iz yapmıştı. Bunun üzerine Ömer ağlamaya başladı.
Rasûlullah (s.a.v.), ona şöyle sordu:
- Niçin ağlıyorsun ey
Ömer?
- Vallahi şunun için
ağlıyorum. Ben, Allah katında senin Kis-ra'dan ve Kayser1 den daha kıymetli bir
zat olduğunu biliyorum. Onlar, dünya lüksü içinde yaşıyorlar. Sen Allah rasûlü
olduğun halde şu gördüğüm yerde bulunuyorsun... Bu nasıl iştir?
- Dünyanın onlara,
ahiretin de bize verilmesine razı olmaz mısın?
- Olurum.
- îşte bu böyledir.»
Ebu Davud et-Tayalisî,
Mesudî kanalı ile Alkame b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.),
bir hasırın üzerine uzandı. Hasır, onun cildinde iz yaptı. Ben de cildini ovalamaya
başladım ve şöyle dedim:
- Anam babam sana feda
olsun. İzin versen de şu hasırın seni incitmesine engel olacak bir sergi
serelim de üzerinde uzan ve uyu.
- Ben dünyada bir
ağacın altına gelip gölgelenerek dinlenen, sonra kalkıp giden bir yolcu gibiyim.»
İmam Ahmed b. Hanbel,
İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.),
hasır üzerinde uzanmış vaziyette iken Ömer yanma geldi. Hasır onun böğründe iz
meydana getirmişti. Ömer şöyle dedi:
- Ya Rasulallah, şu
hasırdan daha yumuşak bir yatak edinsen olmaz mı?
- Ben dünyada yaz
gününde bir günün bir saatinde bir ağacın altına gelip gölgelenen,
dinlendikten sonra kalkıp giden bir yolcu gibiyim.»
Buharî, Ebu
Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.v.)
buyurdu ki: «Benim Uhud dağı kadar altınım olsa bile üç gün geçmeden onu infak
etmesem, memnun ve hoşnud olmam. Ancak bir borç için ayıracağım kısım
müstesna.»
Buharî ve Müslim, Ebu
Hüreyre'den naklen Rasûlullah (s,a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
«Allah'ım, Muhammed ailesinin rızkını geçimlik yap.»
İbn Mace'nin, Ebu
Said'den naklettiği hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v.), şöyle buyurmuştur:
«Allah'ım, beni miskin
olarak yaşat, miskin olarak Öldür. Miskinler zümresi arasında da hasret.»
Bu zayıf bir hadistir,
doğrusunu Allah bilir.
Ancak Tirmizî de bunu
başka bir kanaldan rivayet etmiştir. Bu rivayete göre Enes, Rasûlullah
(s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu nakletmiş-tir:
«Allah'ım, beni miskin
olarak yaşat. Miskin olarak öldür. Kıyamet gününde beni, miskinler zümresi
içinde hasret.» Aişe validemiz, Ra-sûlullah'a şöyle sormuş:
- Niçin böyle diyorsun
ya Rasulallah?
- Çünkü miskinler,
Cennet'e zenginlerden kırk sene önce girerler. Ey Aişe, yarım hurma parçası
vererek de olsa miskini boş çevirme. Ey Aişe, miskinleri sev, onları kendine
yakın kıl ki, kıyamet gününde Allah da seni kendine yakın kılsın.»
Bu, garib bir
hadistir. Senedinde zayıflık, metninde de münkerlik vardır. Doğrusunu Allah
bilir.
îmam Ahmed b. Hanbel,
Abdussamed kanalı ile Said b. Sa'd'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Bana şöyle bir soru
soruldu:
- Rasûlullah (s.a.v.),
hiç elenmiş halis un gördü mü?
- Rasûlullah (s.a.v.),
yüce Rabbinin huzuruna varıncaya kadar elenmiş halis un görmedi.
- Rasûlullah zamanında
sizin elekleriniz var mıydı?
- Hayır, eleklerimiz
yoktu.
- Peki arpayı nasıl
ekmek yapardınız?
- Onu üflerdik uçan
uçup gider, kalanı da ekmek yapardık.» Tirmizî, Ebu Üiname'nin şöyle dediğini
rivayet etmiştir: «Rasûlullah (s.a.v.)'ın evinde arpa ekmeği artmazdı.»
îmam Ahmed b. Hanbel,
Yahya b. Said kanalı ile Ebu Hazım'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Ebu Hüreyre'nin,
parmağıyla defalarca işaret ederek şöyle dediğini gördüm:
«Ebu Hüreyre'nin nefsi
elinde bulunan zata yemin ederim ki, Allah'ın peygamberi ve ailesi, üç gün
peşpeşe buğday ekmeğine doymadılar. Bu hali, onun dünyadan ayrılışına kadar
devam etti.»
Buharî ve Müslim,
Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
«Medine'ye
gelişlerinden beri Muhammed ailesi, üç gün peş peşe buğday ekmeğine doymuş
değildi. Bu hal, onun irtihaline kadar devam etti.»
îmam Ahmed b. Hanbel,
Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah'm vefatına
kadar Muhammed ailesi, üç gün peş peşe buğday ekmeğine doymadı. Yine onun
vefatına kadar sofrasından ekmek parçası asla kaldırılmış değildir (Yani sofraya
konan bütün ekmekler tüketilirdi).»
İmam Ahmed b. Hanbel,
Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Kendisini hak peygamber olarak
gönderen Allah'a yemin ederim ki, Muhammed (s.a.v.) elek görmediği gibi,
elenmiş undan yapılan ekmek de görmedi. Bu hali, Allah'ın onu peygamberlikle
görevlendirmesinden vefat edişine kadar devam etmiştir. Ravi, Hz. Aişe'ye
şöyle sorduğunu söylüyor:
- Mademki eleğiniz
yoktu, arpayı nasıl yerdiniz?
- Üfleyerek ayıklayıp
yerdik.»
Buharı, Muhammed b.
Kesir kanalı ile Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Biz, paçayı onbeş gün
sonra çıkarıp yerdik.
- Niçin böyle
yapardınız?
Benim bu sorum üzerine
Hz. Aişe güldü ve şöyle dedi:
- Muhammed ailesi,
Muhammed'in vefatına kadar katıklı ekmeği doyasıya yiyememiştir.»
İmam Ahmed b. Hanbel,
Yahya kanalı ile Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Muhammed ailesinin
üzerinden bir ay geçtiği halde ateş yakmadıkları olurdu. Ancak hurma ve su ile
geçinirdik. Bazen de dışardan et getirilmiş olurdu ki bu, bir istisna idi.»
Buharî ve Müslim'in
sahihlerinde Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«Biz Muhammed
ailesinin üzerinden bir ay geçtiği halde ateş yakmadığımız olurdu. Ancak su ve
hurma denen iki siyah şeyle geçinirdik. Bir de çevremizde Ensâr'dan bazı evler
vardı ki, Rasûlullah'a koyunlarının sütünü gönderirler, o da bu sütü içer,
bize de içirirdi.»
İmam Ahmed b. Hanbel,
Abdullah kanalı ile Urve b. Zübeyr'üı şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Hz. Aişe'nin şöyle
dediğini işittim:
- Üzerimizden bir iki
ay geçtiği halde Rasûlullah'm evlerinden birinde ateş yakılmadığı olurdu.
Dedim ki:
- Teyzeciğim peki ateş
yakınıyordunuz da ne ile geçiniyordunuz?
- İki siyah şeyle; su
ve hurma ile geçinirdik.»
Ebu Davud
et-Tayalisî,Şube kanalı ile Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.),
vefat edinceye kadar iki gün peş peşe doyasıya arpa ekmeği yememişti.»
İmam Ahmed b. Hanbel,
Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Ebu Bekir, geceleyin
bize bir koyun budu gönderdi. Ben tuttum,
Rasûlullah o budu kesip
parçaladı (veya Rasûlullah tuttu; ben o budu kesip parçaladım), ama bu kesip
parçalama işini karanlıkta yapıyorduk. Kandilimiz yoktu. Eğer kandilimiz
olsaydı, onu geceleyin pişirip katık yaparak yerdik. Muhammed ailesinin
üzerinden bir ay geçtiği halde ekmek pişirme dikleri, tencerenin altında ateş
yakmadıkları görülürdü.»
İmam Ahmed b. Hanbel,
Halef kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'m
ailesinin bazen bir iki ay geçtiği halde evlerinde ekmek pişirmek, yemek
yapmak için ateş yakmadıkları olurdu.
Dediler ki:
- Peki ya ne ile
geçinirlerdi ey Ebu Hüreyre?
- İki siyah şeyle,
yani hurma ve su ile geçinirlerdi. Ensâr'dan komşuları vardı. Allah onlara
hayır mükafat versin. O komşuların koyunla-
. rı vardı. Bu koyunlarının
sütünün bir kısmını, Rasûlullah ailesine gönderirlerdi.»
"Sahih-i
Müslim"de Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Rasûlullah
(s.a.v.) vefat ettiğinde insanlar iki siyah şeye, hurma ve suya doymuşlardı.»
İbn Mace, Süveyd b.
Said kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'a
günün birinde sıcak yemek getirildi. O yemeği yedikten sonra:
"Elhamdülillah. Şu kadar zamandan beri karnıma sıcak yemek
girmemişti." dedi.»
İmam Ahmed b. Hanbel,
Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Hz. Patıma,
Rasûlullah (s.a.v.)'a bir parça arpa ekmeği verdi. Rasûlullah da: "Bu üç
günden beri babanın yediği ilk ekmektir." dedi.»
İmam Ahmed b. Hanbel,
İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.),
birkaç gece peş peşe aç gecelerdi. Ailesi akşam yemeği bulamazdı. Genellikle
ekmekleri, arpa ekmeği idi.»
Tirmizî,"Şemail"de
Ebu Yusuf b. Abdullah b. Selam'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'m
bir parça arpa ekmeği aldığını, bu ekmeğin üzerine bir hurma koyduğunu ve:
"Bu, buna katıktır." deyip yediğini
gördüm.»
Buharî ve Müslim'in
sahihlerinde, Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v)'ın
en çok sevdiği içecek, tatlı ve serin olan içecek
Buharı, Enes'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.),
Allah'ın huzuruna varıncaya kadar yufka ekmeği ve haşlanmış koyun eti
görmedi.»
Yine bir rivayette
Enes şöyle demiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.),
masa üzerinde küçük tabakta yemek yemedi. Yufka da yemedi.
Ravi diyor ki: Ben
Enes'e şöyle sordum:
- Peki öyleyse yemeği
neyin üzerinde yerlerdi?
- îşte şu sofra
üzerinde yerlerdi.»
Katade, Enes'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'a
biraz arpa ekmeği ve eritilmiş yağ götürdüm. O, zırhını bir Yahudi'nin yanına
rehin bırakarak ondan, ailesi için arpa almıştı. Rasûlullah'ın bir gün şöyle
dediğini işittim: Muhammed ailesi yanında ne bir ölçek hurma, ne de bir ölçek
tahıl kalmıştır.»
îmam Ahmed b. Hanbel,
Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'m
yanında istisnalar hariç sabah ve akşam yemeklerinde et ile ekmek bir arada
bulunmamıştır.»
Ebu Davud et-Tayalisî,
Numan b. Beşir'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Hutbe irad eden Ömer
b, Hattab'ın insanlara, Cenâb-ı Allah'ın verdiği fütuhattan bahisle şöyle
dediğini işittim: «Rasûlullah (s.a.v.)'m açlıktan kıvrandığını, karnını
doyuracak kadar kalitesiz hurma dahi bulamadığını görmüşümdür.»
Sahih hadiste
anlatıldığına göre Ebu Talha şöyle demiştir: "Ey Üm-mü Süleym! Rasûlullah
(s.a.v.)'ın sesini duydum. Ama sesinden onun aç olduğunu anladım." Bu
hadisin tamamı "Delâilü'n-Nübüvve" kısmında gelecektir.
Ebu Heysem b.
et-Teyyihan kıssasında ise şöyle denmektedir: «Ebu Bekir ile Ömer, açlıktan
dolayı evlerinden dışarı çıktılar. Bu esnada Rasûlullah'ın da çıktığını
gördüler. Onlara sordu:
- Niçin çıktınız?
- Açlıktan çıktık.
- Nefsim kudret elinde
bulunan Allah'a yemin ederim ki, ben de sizin gibi açlık yüzünden evimden
dışarı çıktım.
Böyle dedikten sonra
hep birlikte Heysem b. Teyyihan'ın bahçesine gittiler. Heysem, onlara taze
hurma yedirdi. Koyun kesti, etini yediler, soğuk su içtiler. Rasûlullah, onlara
şöyle buyurdu:
- îşte bu, size
sorgusu yapılacak olan nimetlerdendir.» Tirmizî, Abdullah b. Ebu Ziyad kanalı
ile Ebu Talha'mn şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah'a,
açlığımızı şikayet ettik. Karınlarımızın üzerine bağladığımız taşları birer
birer çıkarıp gösterdik. Rasûlullah (s.a.v.) da karnı üzerine iki taş bağlamış
olduğunu gösterdi.» Bu garip bir hadistir.
Buharî ve Müslim'in
sahihlerinde Urve'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«Rasûlullah'ın
yatağının özelliklerini Hz. Aişe'ye sordum. Bana şu cevabı verdi:
- Onun yatağı deri
kaplı olup içinde hurma lifi vardı.» Hasan b. Arfe, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini
rivayet etmiştir: «Ensâr'dan bir kadın yanıma geldi. Rasûlullah'ın yatağının
katlanmış bir aba olduğunu gördü. Kalkıp gitti ve içi yün dolu bir yatağı bana
gönderdi. Sonra Rasûlullah, yanıma gelip sordu:
- Ey Aişe, bu nedir?
- Ya Rasûlallah falan
Ensârî kadın yanıma geldi, senin yatağını gördü. Kalkıp evine gitti ve bana şu
yatağı gönderdi.
- Yatağı ona geri
gönder!
Hz. Aişe diyor ki: Ben
yatağı o kadına geri göndermedim. Yatağı beğenmiştim, evimde kalmasını
istiyordum. Nihayet Rasûlullah, geri vermemi üç kez bana emretti ve şöyle
dedi:
- Ey Aişe! Bu yatağı
ona geri ver, Allah'a yemin ederim ki, eğer ben istemiş olsaydım, Cenâb-ı
Allah, dağları altın ve gümüş olarak benimle birlikte yürütürdü.»
"Şemail"
adlı eserinde Tirmizî, Hz. Aişe'ye şöyle bir soru sorulduğunu rivayet
etmiştir:
- Rasûlullah
(s.a.v.)'m senin evindeki yatağı nasıldı?
- Deri yüzlüydü, içi
hurma lifiyle doldurulmuştu. Hz. Hafsa'ya da aynı soru soruldu. O, şu cevabı
verdi:
- Rasûlullah'm yatağı
ikiye katlanmış bir Arap abasıydı. Onun üzerinde uyurdu. Bir gece şu abayı
dörde katlayayım da Rasûlullah için daha yumuşak olsun dedim ve abayı dörde
katladım. Böylece onun üzerinde uyudu, sabahladığında:
- Bu gece bana nasıl
bir yatak serdiniz? diye sordu: Biz de:
- Her geceki
yatağındır. Ancak bu gece onu iki kat değil, dört kat yaparak altına sermiştik
ki, senin için daha yumuşak olsun.
- Onu eski haline
getirin. Çünkü yumuşaklığı, bu gece namaz kılmama engel oldu.»
Taberanî, Hakim b.
Hizam'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Yemen'e gittim. Zi-Yezen elbisesi
alıp getirdim. Rasûlullah (s.a.v.)' a hediye ettim, ama bana geri verdi. Ben de
onu sattım. Rasûlullah, onu satın alıp giydi. Sonra ashabının arasına o
elbiseyle çıktı. O elbise kadar onun üzerinde güzel birşey görmedim, kendimi
tutamayıp şöyle dedim: "Alnında ve ayaklanndaki beyazlık apaçık
göründükten sonra devlet reisleri nimetlere bakıp aldırış etmezler, onu cidden
mukayese ettikleri zaman sert ve keskin şeyleri kesen, kanlar akıtan kıhç ile
o, onları geride bırakıp geçer."
Peygamber (s.a.v.),
böyle dediğimi işitince bana dönüp gülümsedi. Sonra evine girip Usame b. Zeyd'e
giydirdi."
İmam Ahmed b. Hanbel,
Hüseyn b. Ali kanalı ile Ümmü Seleme'nirr şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Rasulullah
(s.a.v.), yüzü sararmış vaziyette yanıma geldi. Rahatsızlığından dolayı
yüzünün sararmış olduğunu sandım. Kendisine şöyle sordum:
- Ya Rasulallah,
yüzünün sararmış olduğunu görüyorum, bu hastalıktan mıdır?
- Hayır, dün bana yedi
dinar getirilmişti. Onu infak etmeyi unuttum, yatağın kıvrımı arasında
kaldı."
İmam Ahmed b. Hanbel,
Ebu Ümame b. Senlin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Bir gün ben ve
Urve b. Zübeyr, Hz. Aişe'nin yanına gittik. Bize şöyle dedi:
- Siz, Allah'ın
Peygamberini görmeliydiniz. Bir gün hastalığı esnasında yanında altı dinarı
vardı. Bana bu dinarları yoksullara dağıtmamı emretti. Hastalığı, benim bu
dinarları dağıtmama engel oldu. Nihayet yüce Allah, ona şifa ihsan etti.
İyileştikten sonra o dinarları ne yaptığımı sordu. Ben de:
- Senin hastalığınla
meşgul olduğum için onları dağıtamadım, dedim. O dinarları getirmemi emretti.
Kendisine getirdim. Sonra avucuna dizdi ve şöyle dedi:
- Bu dinarlar yanında
kalmış olduğu halde Allah'ın huzuruna çıkmış olsaydı, Allah'ın peygamberinin
durumu nice olurdu, biliyor musun?"
Kuteybe, Cafer b. Süleyman
kanalı ile Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasulullah (s.a.v.),
yarına birşey saklamazdı.»
Yani çabucak
bozulabilen yiyecek ve benzeri şeyleri ertesi güne bırakmazdı. Çünkü Buharı ve
Müslim'in sahihlerinde bulunan bir rivayete göre, Hz. Ömer şöyle demiştir:
«Cenâb-ı Allah'ın, rasûlüne fey olarak verdiği ve Müslümanların üzerine at ve
binek sürmedikleri Nadiroğul-ları mallarından, Rasulullah kendi ailesi için bir
senelik nafakayı ayırır, geri kalan kısmı Allah yolunda hazırlık olsun diye
silah ve teçhizata sarfederdi.»
Bu da bizim
anlattıklarımızı teyid etmektedir.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Mervan b. Muaviye kanalı ile Enes b. Ma-lik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasulullah (s.a.v.)'a
üç kuş hediye edildi. Bunlardan birini hizmetçişine yedirdi. Ertesi gün
hizmetçisi (öbürlerini) ona getirdi. Hz. Peygamber, ona şöyle dedi:
- Seni, birşeyi yarma
saklamandan men etmemiş miydim? Doğrusu Aziz ve Celil olan Allah, her yarının
rızkını gönderir.»
Beyhakî, Ebu'l-Hüseyn
b. Büşran kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Rasulullah
(s.a.v.), Bilal'in yanına gitti. Yanında bir küme hurma gördü. Ona şöyle sordu:
- Bu nedir ey Bilal?
- Kendim için
biriktirip sakladığım hurmadır.
- Yazıklar olsun sana
ey Bilâl. Bunun Cehennem ateşinde şiddetli bir sıcaklık olmasından korkmuyor
musun? Ey Bilâl, bunu Allah yolunda infak et, Arş'm sahibinin, rızkını
azaltmasından da korkma."
Beyhakî, Ebu Davud
es-Sicistanî kanalı ile Abdullah el-Havzinî'nin şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
«Halep'te Rasûlullah'm
müezzini Bilal ile karşılaştım. Ona şöyle dedim:
- Ey Bilal, bana
Rasûlullah'm nafakasını anlat.
- Onun pek çok şeyi
yoktu. Olan şeyi de benim idaremde idi. Bu hali, Allah'ın onu peygamberlikle
görevlendirmesinden vefatına kadar böyle devam etti. Yoksul bir Müslüman kişi,
onun yanına geldiğinde o bana emir verir, ben de gider bir miktar ödünç para
bulur, o parayla o yoksul kimse için aba, giyecek ve yiyecek satın alırdım.
Öyle ki, müşriklerden bir adam bana rastladı ve şöyle dedi:
- Ey Bilal! Benim mal
varlığım vardır. Ödünç alacak oldun mu, hiç kimseden isteme, gel benden iste.
Ben de öyle yaptım.
Bir gün ben abdest alıp namaz için ezan okumak üzere yerimden kalktığımda, o
müşrikin birkaç tüccarla birlikte geldiğini gördüm. Müşrik tüccar beni görünce,
şöyle dedi:
- Ey Habeşî!
- Buyur.
Ben böyle dedikten
sonra bana hücum etti. Kaba ve incitici sözler söyledi. Sonra sözüne şunları
ekledi:
- Aybaşma kaç gün
kaldığını biliyor musun?
- Az bir zaman kaldı.
- Aybaşma dört gece
kaldı. O zaman sendeki alacağımı tahsil edeceğim. Sana ödünç olarak verdiğim
parayı senin kıymetli bir adam oluşundan veya arkadaşının (Rasûlullah'm)
kıymetli oluşundan ötürü vermiş değilim. Ödeyemediğin takdirde kölem olasın ve
önceleri gibi tekrar koyunları otlataşm diye sana ödünç vermiştim.
Bilâl diyor ki:
İnsanların kalbine gelen şey, benim de kalbime geldi. Telaşlanmaya başladım.
Gidip ezan okudum. Yatsı namazını kıldım.
Rasûlullah (s.a.v.-),
evine döndü. Yanına girmek için izin istedim. Bana izin verdi. Kendisine şöyle
dedim:
- Ya Rasulallah, anam
babam sana feda olsun. Kendisinden ödünç para almakta olduğumu sana söylediğim
o müşrik adam, bana şöyle ve şöyle dedi. Ne senin yanında ne de benim yanımda
ona oîan borcumuzu ödeyecek bir mal yok. O beni rezil rüsvay edecektir. Bana
müsaade et de Müslüman olan şu kabilelere gideyim de Cenâb-ı Allab,
zimmetimdeki borcu o müşrike ödeyebileceğim kadar malı rasûlüne nasip etsin.
Ben böyle dedikten
sonra Rasûlullah'ın yanından çıktım. Evime geldim. Kılıcımı, mızrağımı, kargımı
ve ayakkabımı başucuma koydum, ufka yöneldim. Her uykuya dalışımda tekrar
uyanıyordum. Gece yarısı olunca uykuya daldım. Nihayet fecr-i evvel doğdu,
kalkıp gitmek istedim. Bir de baktım ki, bir adam bana şöyle sesleniyor:
- Ey Bilal,
Rasûlullah'ın çağrısına icabet et!
Hemen döndüm.
Rasûlullah'ın yanma gittim. Baktım ki yanında dört tane yüklü deve var.
Rasûlullah in yanma vardım. İzin istedim. Bana şöyle dedi:
- Sana müjdeler olsun.
Allah, sana zimmetindeki borcu ödeyecek kadar mal gönderdi!
Ben de Allah'a hamd
ettim. Rasûlullah, bana şöyle dedi:
- Şu" yere çökmüş
develeri alıp götürmeyecek misin?
- Evet, götüreceğim.
- Onlar ve
üzerlerindeki yükler senin olsun.
Baktım ki develerin
üzerinde giyecek ve yiyecekler var. Onları, Rasûlullah'a Fedeklilerin büyüğü hediye
etmişti. Rasûlullah, bana şöyle dedi:
- Bunları al götür,
sonra da borcunu öde.
Ben de öyle yaptım.
Üzerlerindeki yükü indirdim. Onlara yem verdim. Sonra sabah ezanını okumak
üzere mescide yöneldim. Ezan okudum. Rasûlullah namazı kıldırdıktan sonra Baki
mezarlığına yöneldim. Parmaklarımı kulağıma götürüp şöyle ünledim:
- Rasûlullah'tan
alacağı olan ve bu alacağını taleb eden kimse varsa buraya gelsin!
O develerin yüklerini
satmaya devam ettim. Borçları ödedim. Artık yeryüzünde Rasûlullah'tan alacaklı
olan bir kimse kalmadı. Yine de yanımda iki veya bir buçuk okiyelik mal kaldı.
Tekrar mescide gittim. Günün çoğu geçmişti.
Rasûlullah (s.a.v.)'m
mescitte yalnız başına oturmakta olduğunu gördüm. Kendisine selam verdim. Bana
şöyle dedi:
- Şimdiye kadar ne
yaptın?
- Rasûlullah'ın
zimmetinde olan bütün borçları Cenab-ı Allah ödettirdi, hiçbir şey kalmadı.
- Arta kalan mal var
mı?
- Evet, iki dinar
arttı.
- Beni onlardan da
kurtaracak bir çareye bak (yani onları da yoksullara dağıtarak beni rahatlat),
çünkü ben o paralardan kurtulup rahat bulmadıkça evime girmeyeceğim, Bilal
diyor ki: O sıralarda yanımıza hiç kimse uğramadı ki, kendisine o artan
paraları sadaka olarak verelim. Böyle olunca da Rasûlullah mescitte kaldı.
Evine gidemedi. Sabaha kadar orada bekledi, ikinci gün de mescitte kaldı.
Nihayet akşam vakti iki yolcu geldi. Ben de onları alıp o paralarla onlara
yiyecek ve giyecek satın alarak teslim ettim. Yatsı namazım kıldıktan sonra
Rasûlullah (s.a.v.), beni yanma çağırıp şöyle dedi:
- Şimdiye kadar ne
yaptın?
- Allah, seni o arta
kalan paralardan kurtarıp rahata erdirdi.
'Benim bu cevabım
üzerine Rasûlullah (s.a.v.) -o fazla paralar yanında iken ölmekten korktuğu
için - tekbir getirdi ve Allah'a hamd etti. Sonra beraberce mescitten kalkıp
dışarı çıktık. Kendisi eşlerinin yanına gitti. Her birine ayn ayrı selam
verdi. Sonra geceleyeceği odaya çekildi, îşte benden sorduğun şeyin cevabı
budur.»
"Şemail"
adlı eserinde Tirmizî, Harun b. Musa kanalı ile Hz. Ömer'in şöyle dediğini
rivayet etmiştir:
«Adamm biri,
Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma geldi. Ondan kendisine birşeyler vermesini istedi.
Rasûlullah da ona şöyle cevap verdi:
- Sana verecek
birşeyim yok. Ancak benim adıma git, borca birşeyler satın al. Elime birşeyler
geçerse o borcu ben öderim.
Hz. Ömer dedi ki:
- Ya Rasulallah, işte
ben ona verdim. Allah, yapamayacağın ve üstesinden gelemeyeceğin şeyleri sana
yüklemedi.
Hz. Peygamber
(s.a.v.), Hz. Ömer'in bu sözünden hoşlanmadı. Ensâr'dan bir adam da şöyle dedi:
- Ya Rasulallah,
malını infak et, Arş'm sahibinin, senin malını azaltacağından da korkma!
Rasûlullah (s.a.v.),
Ensâr'dan olan o adamm bu sözü üzerine gülümsedi ve ona tebessümle yönelerek
şöyle dedi:
- Ben de böyle
yapmakla emrolundum.»
Bir hadis-i şerifte
Rasûlullah (s.a.v.), şöyle buyurmuştur: «Bilesiniz ki, onlar benden birşeyler
istiyorlar. Zaten Cenâb-ı Allah, cimrilik yapmamı men etmiştir.»
Hüneyn gazvesinde
ganimetleri paylaştırırken kendisinden birşeyler istedikleri zaman Rasûlullah
(s.a.v.), isteyen o adamlara şöyle cevap
vermişti:
«Allah'a yemin ederim
ki, şu dikenler sayısınca yanımda davar olsaydı, onları sizlere
paylaştırırdım. Sonra siz beni cimri, eli tutuk ve yalancı biri olarak
görmezdiniz.»
Tirmizî, Rebi binti
Muavviz b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'a
bir tabak hurma ve birkaç salkım üzüm getirdim. O ise, bana avuç dolusu ziynet
eşyası veya altın verdi.»
İmam Ahmed b. Hanbel,
Süfyan kanalı ile Ebu Said'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)
buyurdu ki: "Nasıl rahat edebilirim ki? İsrafil, Sûr'u üflemek için ağzına
almış." Böyle dedikten sonra başım eğdi, kulağım dinlemeye hazır hale
getirdi. Ne zaman emrolunacağım beklemeye başladı. Müslümanlar dediler ki:
- Ya Rasûlallah, ne
diyelim?
- Şöyle deyin: «Allah
bize yeter. O, ne güzel Veldl'dir. Biz Allah'a tevekkül ettik.» (Âl-i Imrân,
73.)
Hz. Peygamber'in
tevazuuna gelince, bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur:
«Sabah akşam,
Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana
bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki
onları kovarak zulmedenlerden olasın.» (el-En'âm, 52.)
îbn Mace, Ebu Said
el-Ezdî'nin bu ayetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Akra' b. Habis
et-Temimî ile Uyeyne b. Hısn el-Fezarî, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanma
geldiler. Onun Süheyb, Bilal, Ammar ve Hab-bab ile beraber oturduğunu gördüler.
Bunlar, zayıf ve güçsüz mü'min-lerdi. Rasûlullah'm çevresinde bu gibi adamları
görünce bunları horlamaya başladılar. Rasûlullah'ı bunlardan ayırarak onunla
yalnızca görüştüler ve ona şöyle dediler:
- Yanında bizim için
özel bir meclis hazırlamanı istiyoruz M, Arab-lar senin yanında ne kadar üstün
kimseler olduğumuzu anlasınlar. Çünkü Arab kabilelerinin heyetleri sana
geliyorlar. Onların, bizi senin yanında bu gibi kölelerle bir arada
görmelerinden utanıyoruz. Biz senin yanma geldiğimizde, bunları yanından
uzaklaştır. Ama biz senin yanından kalkıp gittikten sonra bunlarla dilediğin
kadar otur.
- Olur.
- Bize bu hususta bir
taahhütname yaz.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.), bir sayfa getirilmesini istedi. Sayfanın üzerine
taahhütnameyi yazması için Ali'yi çağırdı. Biz de bir köşede oturmaktaydık. O
esnada Cebrail (a.s.), gökten indi ve Raşûl-ullah'a şu ayeti getirdi:
«Sabah akşam,
Rablerinin rızasını isteyerek ona yalvaranları kovma. Onların hesabından sana
bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki,
onları kovarak zulmedenlerden olasın.» (el-En'âm, 52.)
Sonra Akra b. Habis
ile Uyeyne b. Hısn, söze devam ederek şöyle dediler: Yüce Allah, şöyle
buyurdu:
«Böylece,
"Aramızdan Allah bunlara mı iyilikte bulundu?" demeleri için onları
birbiriyle denedik. Allah, şükredenleri iyi bilen değil midir?
Ey Muhammed!
Ayetlerimize inananlar sana gelince: "Size selam olsun" de. Rabbiniz,
sizden kim bilmeyerek fenalık işler de arkasından tevbe eder ve nefsini
düzeltirse, ona rahmet etmeyi kendi üzerine almıştır.» (el-En'âm, 54-55)
Ravi diyor ki:
Rasûlullah'm yanına
yaklaştık, dizimizi • dizine dayadık. Rasûlullah (s.a.v.) bizimle beraber
oturuyordu. Kalkmak istediği zaman kalkar, bizi yerimizde bırakırdı. Bunun
üzerine yüce Allah, şu ayeti inzal buyurdu:
«Sabah akşam
Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya
hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerim o kimselerden ayırma.» Eşraf ile
beraber oturma. «Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz (Uyeyne b. Hısn ile
Akra b. Habis'e) ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.» (ei-Kehf,
28.) Yani helak olan kimselere uyma.
Cenab-ı Allah, bu
ayetten Sonra onlara iki adamın ve dünya hayatının misalini veriyor.
Habbab dedi ki: Biz
Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber oturuyorduk. Oturma saatimiz dolunca Rasûlullah
kalkıyor, biz de kalkıyorduk. Başkalarıyla da oturup konuşsun diye onu yalnız
bırakıyorduk.»
İbn Mace, Sa'd'm şöyle
dediğini rivayet eder:
Bu ayet, biz (altı
kişi) hakkında nazil oldu. Ben, îbn Mesud, Süheyb, Ammar, Mikdad ve Bilal
hakkında nazil olmuştu. Kureyşliler şöyle dediler:
— Ya Rasûlallah, biz
bu adamlara uymak istemiyoruz. Bunları yanından uzaklaştır.
Onların bu sözleri,
Rasûlullah (s.a.v.)'m kalbini etkiledi. Bunun üzerine Allah, şu ayeti inzal
buyurdu:
«Sabah akşam,
Rablerinin nzasını isteyerek O'na yalvaranları kovma.» (el-En'âm, 52.)
Hafız el-Beyhakî, Ebu
Muhammed Abdullah b. Yusuf el-îsfahanî kanalı ile Ebu Said el-Hudrî'nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir:
«Bir Muhacir topluluğu
ile beraber bulunuyor, onlarla bir arada oturuyordum, onların bazısı, diğer
bazısının çıplak kalan yerlerini örtüp kapatıyordu. Bu arada bize Kur'ân
okuyan bir okuyucu da vardı. Ondan, Allah'ın kitabını dinliyorduk.
Bunun-üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- Ümmetimden
kendileriyle beraber oturup nefsimi onlar için sabırlı kılmakla emrolunduğum
kimseler bulunduğu için Allah'a hamd olsun.
Böyle dedikten sonra
Rasûlullah (s.a.v.), meclis halkamızın etrafin-dan dolandı. Mecliste
oturanların yüzlerine baktı ama o mecliste bulunan kimseler içinde benden
başka Rasûlullah'ı tanıyan olmadı. Rasûlullah (s.a.v.), yine şöyle buyurdu:
- Ey Muhacirlerin
yoksulları! Kıyamet gününde size nur müjdeliyorum. Siz zenginlerden yarım gün
önce Cennet'e gireceksiniz. Yani dünya hesabına göre zenginlerden beş yüz sene
önce Cennet'e gireceksiniz.»
îmam Ahmed b. Hanbel,
Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «O Muhacir yoksulların, Rasûlullah'tan
daha çok sevdikleri bir kimse yoktu. Onu görünce ayağa kalkmazlardı. Çünkü
ayağa kalkmaktan Rasûlullah'ın hoşlanmadığını bilirlerdi.» [2]
Aişe dedi ki: «Rasûlullah
(s.a.v.), o kadar oruç tutardı ki, "artık orucuna ara vermeyecek"
derdik. Yine oruca o kadar ara verirdi ki, "artık hiç oruç
tutmayacak" derdik. Onu geceleyin namazda görmek isteme-sen de mutlaka
namazda görürdün. Yine onu geceleyin uyku halinde görmek istemesen de mutlaka
uyku halinde görürdün. Ramazan ayında ve diğer aylarda on bîr rekattan fazla
namaz kılmazdı. Bunu da şöyle yapardı. Önce dört rekat namaz kılardı. O
rekatların güzelliğini ve uzunluğunu sorma gitsin. Sonra dört rekat daha
kılardı. O rekatların da güzelliklerini ve uzunluklarını sorma gitsin. Sonra da
üç rekat vitir namazı lalardı. Sûreyi ağır ağır, tertil üzere okurdu. Öyle ki,
en uzun okuyan kimseden daha uzun şekilde okurdu. O kadar uzun müddet kıyamda
dururdu ki, kıyamının zorluğundan neredeyse ona ağıt dökerdim.»
Ibn Mesud der ki:
"Ben Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte bir gece namaz kıldım. Birinci
rekatta el-Bakara, en-Nisâ ve Al-i îmrân sûrelerini okudu. Sonra rükûunu da bu
nisbette uzattı. Rükûdan kalkışını da secdeye varışım da bu nisbette
uzattı."
Ebu Zerr (r.a.) dedi
ki: "Rasûlullah (s.a.v.), bir gece sabaha dek namaz kıldı. Şu ayeti
okudu:
«Onlara azab edersen,
doğrusu onlar senin kullarındır; onları bağışlarsan, güçlü olan, Hakim olan
şüphesiz ancak sensin.» (ei-Maide, ııs.)
Bütün bu hadisler,
Buharı ve Müslim'in sahihleri ile diğer sahih hadis kitaplarında mevcuttur. Bu
hususları "el-Ahkâmü'1-Kebir" adlı kitabımızda genişçe anlattık.
Buharı ve Müslim'in
sahihlerinde Muğire b. Şube'nin şöyle dediği rivayet edilir:
«Rasûlullah (s.a.v.),
o kadar uzun süre kıyamda dururdu ki, ayakları şişip yaralanırdı. Kendisine
şöyle soruldu:
- Allah, senin geçmiş
ve gelecek bütün günahlarını bağışlamadı mı?
- Öyle ama ben
şükredici bir kul olmayayım mı?»
Sellam b. Süleyman,
Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.v.)
buyurdu ki: «Bana koku ve kadın sevimli kılındı. Göz aydınlığım da namazda
oldu.»
İmam Ahmed b. Hanbel,
Ibn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Cebrail, Rasûlullah
(s.a.v.)'a şöyle dedi: «Namaz sana sevimli kılındı. Ondan dilediğin kadarını
al.»
Buharî ve Müslim'in
sahihlerinde Ebu Derda'nm şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«Ramazan ayında
şiddetli bir sıcakta Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber bir sefere çıktık.
Aramızda Rasûlullah (s.a.v.) ile Abdullah b. Reva-ha'dan başka oruçlu bir kimse
yoktu.»
Buharî ve Müslim'in
sahihlerinde, Alkame'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«Aişe'ye şöyle bir
soru sordum:
- Rasûlullah (s.a.v.),
ibadetlerinin bir kısmını özellikle bazı günlerde mi yapardı?
- Hayır, onun ameli
devamlıydı. Rasûlullah'm yapabildiği ibadeti, sizden hangi biriniz yapabilir?»
Buharî ve Müslim'in
sahihlerinde, Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)
visal orucu tutardı, ama ashabını visal orucu tutmaktan men eder ve şöyle
derdi: «Ben sizlerden herhangi biri gibi değilim. Ben, Rabbimin yanında
gecelerim. O, bana yedirip içirir.»
Doğrusu şu ki, bu
yedirme ve içirme manevidir. Nitekim Ibn Asım, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: «Hastalarınızı yemeye ve içmeye zorlamayın.
Çünkü yüce Allah, onlara yedirir ve içirir.»
Şair, ne güzel
söylemiş:
"Seni anarken o
sevgilinin ne güzel sözleri vardır ki, o sözler onu yemekten ve içmekten
alıkoyar."
Nadr b. Şumeyl,
Muhammed b. Amr kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.v.)
buyurdu ki: «Ben günde yüz kere Allah'tan mağfiret dileyip tevbe ederim.»
Buharî, Abdullah b.
Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.v.),
bana şöyle buyurdu: .
- Bana Kur'ân oku.
- Kur'ân sana nazil
olduğu halde ben mi sana Kur'ân okuyacağım?
- Ben onu başkasından
duymaktan hoşlanıyorum.
Ben de ona en-Nisâ
sûresini okudum. Şu ayete geldiğimde "yeter" dedi:
«Her ümmete bir şahid
getirdiğimiz ve ey Muhammed, seni de bunlara şahid getirdiğimiz vakit
durumları nasıl olacak?» (en-Nisâ, 4i.)
Evet, bu ayete
vardığımda bana, "yeter" dedi. Dönüp bana baktı, gözlerinin
yaşarmakta olduğunu gördüm.»
Sahih hadiste sabit
olduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.), kendi yatağının üzerinde bir hurma görür ve
şöyle derdi: «Bu hurmanın zekat malı olmasından korkmasaydım mutlaka yerdim.»
îmam Ahmed b. Hanbel,
Veki' kanalı ile Amr b. Şuayb'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.),
geceleyin böğrünün altında bir hurma gördü. Onu yedi, ama o gece uyumadı.
Kadınlarından biri ona dedi ki:
- Ya Rasulallah, bu
gece uykun kaçtı herhalde?
- Böğrümün altında bir
hurma tanesi gördüm, onu yedim. Oysa bizim yanımızda zekat hurmalarından bir
miktar vardı. Korkarım ki bu yediğim hurma, zekat hurmalarmdandı.»
İnancımız odur ki,
yediği hurma tanesi zekat hurmalarından değildi. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.)
masum idi. Ama o, aşın derecedeki vera' ve takvasından o gece uyuyamamıştı.
Sahih hadiste
belirtildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Vallahi ben sizin
en takvalmızım ve nelerden sakınmak gerektiğini de en iyi bileninizim.» Başka
bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Seni şüpheye düşüren şeyi
bırak, şüpheye düşürmeyen şeylere sarıl.»
Hâmmad b. Seleme,
Mutarrif b. Abdullah b. eş-Şehir'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah
(s.a.v.)'ın yanma gittim. Namaz kılıyordu. Kazan sesi gibi karnından ses
geliyordu.» Başka bir rivayette ise göğsünden değirmen sesi gibi ses geldiği
ifade edilmiştir. Yani ağladığından bu ses duyuluyordu.»
Beyhakî, Ebu Küreyb
Muhammed b. A'la el-Hemedanî kanalı ile Ibn Abbas'm şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
«Ebu Bekir dedi ki:
- Ya Rasulallah,
ihtiyarladığını görüyorum!
- Hûd, el-Vakıa,
el-Mürselât, Amme yetesâelûne ve İze'ş-şemsu Kuvviret sûreleri beni
ihtiyarlattı!»
Beyhakî, Ebu Said'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Ömer b. Hattab dedi ki:
- Ya Rasulallah, ne
çabuk ihtiyarladın.
- Hûd sûresi ile
kardeşleri olan el-Vâkıa, Amme yetesâelûne ve İze'ş-şemsu Kuvviret sûreleri
beni ihtiyarlattı.» [3]
«Ey Muhammedi Allah
yolunda savaş, sen ancak kendinden sorumlusun, inananları teşvik et.»
(en-Nisâ, 84.)
Tefsirde anlatıldığına
göre selef ulemasından biri, bu âyetten şu ha-kikâtları istinbat etmiştir:
Rasûlulîah (s.a.v.),
cephede yüz yüze geldikleri zaman yalnız başına da olsa müşriklerden
kaçmamakla emrolunmuştu. O, insanların en şecaatlisi, en sabırlısı ve en
dayanıklısı idi. Ashabı, kendisinden yüz çevirip cepheden kaçsa bile o
cepheden asla kaçmadı. Ashabından bazıları demişler ki: Savaş şiddetlendiği
zaman biz, Rasûlullah'm arkasına saklanıp korunurduk. Bedir gününde 1000
müşrike bir avuç çakıl taneleri savurdu. Bu çakıl taneleri, onların tamamına
isabet etti. O esnada da şöyle demişti: «Yüzler çirkin olsun!» Önceki
sayfalarda naklettiğimiz gibi Hüneyn gazvesinde de böyle bir durum vuku
bulmuştu. Ashabının çoğu, Uhud gününde ikinci aşamada cepheden kaçmışlardı,
ama o yerinde sebat etmiş, asla kaçmamıştı. Yanında da sadece on iki kişi
kalmıştı. Onlardan da yedi kişi öldürülmüş, geriye beş kişi kalmıştı. O esnada
mel'un Übey b. Halef öldürülmüş; Cenâb-ı Allah, onu Cehennem'e göndermişti.
Hüneyn gününde 12.000 kişilik islâm ordusundan herkes cepheden kaçmış, ama
Rasûlulîah (s.a.v.) yüz kadar sahabesi ile sebat etmişti. O esnada katırı
üzerinde olup düşmana karşı katırını koşturcnuş-tu. O mübarek ismini haykırıyor
ve şöyle bir duyuruda bulunuyordu: «Ben peygamberim. Bunda yalan yoktur. Ben
Abdülmuttalib'in oğluyum.» Düşmana karşı katırını o kadar hızla koşturuyordu
ki o esnada Abbas, Ali ve Ebu Süfyan o katıra asılıyorlardı ki, düşmana karşı
gidişini ağırlaştırsınlar. Çünkü düşmandan Rasûlullah'a zarar gelmesinden
korkuyorlardı. Ama Rasûlulîah (s.a.v.), bu şecaatti davranışım sürdürdü.
Nihayet Cenâb-ı Allah, ona yardım etti. Orada kendisine zafer verdi, insanlar
cepheye dönerlerken onun önünde ölenlerin cesedleri, insan azaları
darmadağınık vaziyette yığılı bulunuyordu.»
Ebu Zür'a, Enes b.
Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlulîah (s.a.v.)
buyurdu ki: «Aşırı derecede tutup yakalama gücüyle insanlara üstün kılındım.» [4]
Bu konudaki bazı
nakilleri, doğumundan önceki müjdeler bahsinde vermiştik. Burada da bu hususta
bazı nakiller vereceğiz. Buharı ile Beyhakî, Ata b. Yesar'm şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir:
«Abdullah b. Amr'a
rastladım. Ona dedim ki:
- Bana, Rasûlulîah
(s.a.v.)'m Tevrat'ta zikredilen evsafım anlat.
- Olur. Vallahi o,
Kur'ân'da anlatılan bazı vasıflarıyla Tevrat'ta da vasıflandırılmıştır. Şöyle
ki:
«Ey Peygamber! Biz
seni şahid, müjdeci, uyarıcı olarak göndermişizdir.» (ei-Ahzâb, 45.) Seni
ümmiler içinde bir sığınak olarak göndermişizdir. Sen benim kulum ve elçimsin.
Seni mütevekkil olarak adlandırdım. Kaba ve katı değilsin. Sokaklarda fazlaca
dolaşmazsm. Kötülüğü kötülükle savmaz, aksine affedip bağışlarsın. Seninle
eğri bir milleti, "lâ ilahe illallah" dedirtinceye ve doğrultuncaya
kadar seni vefat ettirmeyeceğim. Senin vasıtanla kör gözleri, sağır kulakları,
kilitli kalpleri açmadan seni vefat ettirmeyeceğim.»
Ata b. Yesar dedi ki:
Sonra büyük âlim KaVa rastladım, ona da aynı soruyu sordum. O da Abdullah b.
Amr'ın söylediklerinin aynısını söyledi. Bir tek harf bile farklı değildi.
Beyhakî, Yakub b.
Süfyan kanalı ile îbn Selam'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Biz,
Rasûlulîah (s.a.v.)'m evsafinı Tevrat'ta şöyle görürdük: Biz seni şahid ve
müjdeci olarak göndermişizdir. Sen benim kulum ve elçimsin. Seni mütevekkil
olarak adlandırdım. Kaba ve katı değilsin. Sokaklarda fazla dolaşmazsm.
Kötülüğü kötülükle karşılamazsın. Aksine affedip bağışlarsın. Senin vasıtanla
eğri bir milleti, "Allah'tan başka ilah yoktur." diye şahadet
ettirinceye ve yine senin vesilenle kör gözleri, sağır kulakları, kilitli
kalpleri açıncaya kadar seni vefat ettirmeyeceğim.»
Tirmizî, Abdullah b.
Selam'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Tevrat'ta şöyle yazılmıştır:
Muhammed ve Isa b. Meryem, aynı yere defnedileceklerdir.» Bu, hasen bir
hadistir.
Abdullah b. Selam,
Ehl-i Kitap imamlarından olup Allah'a iman etmiştir: Bu zatla birlikte
Abdullah b. Amr b. As da aynı rivayette bulunmuştur. Onun da bu konuda ıttıla
ve vukufu vardır. Yermük savaşında iki yüklü deve üzerinde buna dair bazı
kitaplar ve sahifeler görmüşlerdi. İnsanlara Ehl-i Kitaptan naklettikleri
hususları bunlardan naklederlerdi. Ka'bu'l-Ahbar da bu konuda vukuf sahibiydi.
Seleften bazıları Ka'bü'l-Ahbar'a hüsn-i zanda bulunarak ondan sağlam nakiller
yapmışlardır. Oysa elimizdeki mevcut gerçeklere bunların çok muhalefetleri
vardır. Ama insanların çoğu bunun farkında değildir. Sonra şu da bilinmelidir
ki, selef ulemasından çoğu, Tevrat kelimesini Ehl-i Kitap nezdinde okunan
kitaplara genel bir ad olarak kullanırlar veya Tevrat kelimesi, bundan daha
umumi bir lafızdır. Nitekim Kur ân lafzı, bizim nezdimizde özel olarak kutsal
kitabımıza bir ad olarak verilir. Ama bununla beraber bu lafızla başka
kitaplar da kastedilir. Nitekim sahih hadiste şöyle buyrulmuştur:
«Kur'ân, Davud'a
hafifletildi. Bineğinin hazırlanmasını emreder, hazırlanan bineğine biner ve
bulabildiği boş zamanda Kur'ân okurdu.»
Bu husus, buradan
başka bir yerde detaylı olarak anlatılmıştır.»
Beyhakî, Ümmü
Derda'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Ka'bü'l-Ahbar'a dedim:
- Rasûlullah
(s.a.v.)'m Tevrat'taki vasfım nasıl buluyorsunuz?
- Onunla ilgili
evsafı, Tevrat'ta şöyle görüyoruz: Muhammed, Allah'ın rasûlüdür. Adı
Mütevekkil'dir. Kaba ve katı değildir. Sokaklarda fazlaca dolaşmaz. Ona
anahtarlar verilmiştir ki, o anahtarlar vesilesi ile kör gözleri açsın, sağır
kulaklara da işitme duyusu versin. Yine böylece o eğri dilleri doğrultsun ki,
Allah'tan başka ilâh olmadığına, sadece Allah'ın var olduğuna, Allah'ın
ortaksız olduğuna şahadet etsinler. Muhammed, mazluma yardım eder, onu zalimin
zulmüne karşı korur.
Yunus b. Bükeyr, Yunus
b. Amr kanalı ile Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'m
evsafı, İncil'de yazılıdır. Şöyle ki: O, kaba ve katı değildir. Sokaklarda
fazla dolaşıp gürültü çıkarmaz. Kötülüğe misli ile mukabelede bulunmaz, aksine
affedip bağışlar.»
Yakub b. Süfyan, Kays
el-Becelî kanalı ile Mukatil b. Hayyan'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Aziz ve Celil olan
Allah, Meryem oğlu İsa'ya şöyle vahyetti:
«İşimde ciddi ol.
Ciddiyetsizlik yapma, emrimi dinle ve itaat et ey iffetli ve temiz kadının
oğlu! Doğrusu ben, seni babasız yarattım. Seni âlemlere bir mucize kıldım.
Sadece bana ibadet et. Sadece bana tevekkül et. Şuran ehline benim kendi
zatımla kaim hak olduğumu, zail olmayacağımı açıkla. Arab peygamberini tasdik
edin. O, deve, zırh, sarık, ayakkabı, ucu eğri değnek sahibi bir kimsedir. Saçı
kıvırcık, alnı geniş, kaşları bitişiktir. îri gözlüdür. Burnu inci tanelerini
andırır. Kokusu misk gibi saçılır. Boynu gümüşten bir ibrik gibidir. Kürek
kemiklerinin üzerinden sanki altın akar. Göğsünden göbeğine kadar kamçı gibi
bir lal çizgisi uzanır. Göğsünde ve karnında bundan başka kıl yoktur. Elleri ve
ayakları incidir. İnsanlarla bir arada bulunduğunda onlardan uzun boylu
görünür. Yürürken sanki yokuş aşağı iniyormuşcasına ve dağdan kopmuşcasma
hafifçe öne doğru meylederek yürür, nesli azdır.»
Beyhakî, Vehb b.
Münebbih el-Yemamî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Aziz ve Celil olan
Allah, kendisiyle münacaatta bulunan Musa'yı makamına yaklaştırdığı zaman, Musa
O'na şöyle niyazda bulundu:
- Rabbim, Tevrat'ta
görüyorum ki, insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmet, iyiliği emredip
kötülüğü men edecektir. Onlar, Allah'a iman getireceklerdir. Sen onları benim
ümmetim kıl.
- Onlar, Ahmed'in
ümmetidir.
- Rabbim! Ben
Tevrat'ta görüyorum ki, onlar ümmetlerin en hayırlısı ve en sonuncularıdırlar,
ama kıyamet gününde diğerlerinden önde olacaklardır. Sen onları benim ümmetim
kıl.
- Onlar, Ahmed'in
ümmetidir.
- Rabbim! Ben
Tevrat'ta görüyorum ki, bir ümmet var, onların İncil'leri göğüslerinde (kalplerinde)
olacak ve onu ezbere okuyacaklardır. Onlardan Önceki ümmetler, kitaplarım
yüzünden okur, ezberlemezler-di. Sen onları benim ümmetim kıl.
- Onlar, Ahmed'in
ümmetidir.
- Rabbim, Tevrat'ta
görüyorum ki, bir ümmet var, onlar ilk ve son kitaba iman edecekler, sapıklığın
başlarıyla savaşacaklar, nihayet yalancı kör (Deccal) ile savaşacaklardır. Sen
onları benim ümmetim kıl.
- Onlar, Ahmed'in
ümmetidir.
- Rabbim! Ben
Tevrat'ta bir ümmet görüyorum ki, sadakalarım ye-yip karınlarına
koymaktadırlar. Onlardan önceki ümmetler sadakalarım verdikleri zaman Cenâb-ı
Allah, bir ateş gönderir, o sadakayı yerdi. Eğer sadakaları kabul edilmezse,
ateş o sadakaya yaklaşmazdı. Sen bunları benim ümmetim kıl.
- Bunlar, Ahmed'in
ümmetidir.
- Rabbim, Tevrat'ta
öyle bir ümmetin vasıflarını görüyorum ki, onlardan biri bir kötülüğe
niyetlenir, ama o kötülüğü işlemezse, üzerine günah yazılmaz. Şayet o kötülüğü
işlerse de bir günah yazılır. Onlardan biri bir iyiliğe niyetlenir, ama o
iyiliği yapamazsa, kendisine bir sevap yazılır. Eğer o iyiliği yaparsa,
kendisine o iyiliğin on mislinden yedi yüz misline kadar sevap yazılır. Sen
onları benim ümmetim kıl.
- Onlar, Ahmed'in
ümmetidir.
- Rabbim! Tevrat'ta
öyle bir ümmet görüyorum ki, onların dualarına icabet edilecek ve kendileri de
davete icabet edeceklerdir. Sen onları benim ümmetim kıl.
- Onlar, Ahmed'in
ümmetidir.»
Vehb b. Münebbih,
Davud peygamberin kıssasında der ki; Davud peygambere Zebur'da şöyle bîr vahiy
gelmişti:
«Ey Davud! Senden
sonra Ahmed ve Muhammed adında bir peygamber gelecektir. Doğru sözlüdür.
Seyyiddir. Ona asla kızmam, o da bana kızmaz. O, bana asi olmadan Önce onun
geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamışım dır. Onun ümmeti, rahmetime
mazhar olmuştur. Onlara, peygamberlere verdiğim gibi nafileler verdim. Nebi ve
mürsellere farz kıldığım farizaları onlara da farz kıldım. Nihayet onlar,
kıyamet gününde bana gelecekler ve onların nurları, peygamberlerin nurları
gibidir. Onlara da, her namaz vaktinde temizlenmelerini farz kılmışımdır. Onlardan
önce peygamberlere emrettiğim gibi onların da cünüblükten temizlenmek için
gusül yapmalarını emretmişimdir. Onlardan önce peygamberlere emrettiğim gibi
onlara da haccetmelerini emretmişimdir. Onlardan önce rasûllere emrettiğim gibi
onlara da cihadı emretmişimdir. Ey Davud! Doğrusu ben, Muhâmmed'i ve ümmetini
diğer bütün ümmetlere üstün kılmışımdır. Onlardan başka hiçbir ümmete
vermediğim altı özelliği onlara vermişimdir. Şöyleki: Unutma ve hata
neticesinde işledikleri günahlardan ötürü onları sorgulamıya-cağım. Kasıtsız
olarak işledikleri günahlardan ötürü benden bağışlanma dilerlerse, ben onların
bu tür günahlarının tamamım bağışlarım. Gönül rızasıyla ahiretleri için önceden
salih bir amel işlerlerse, ben bunun karşılığında onlar için kat kat sevap
yazarım. Onlar için benim yanımda kat kat sevaplar vardır. Daha fazlası da
vardır. Belalara karşı sabrettikleri ve: «Doğrusu bizler Allah'a aidiz ve
şüphesiz O'na dönücüleriz.» dedikleri takdirde onlara mağfiret, rahmet ve
nimet cennetlerini veririm. Bana dua ederlerse, dualarına icabet ederim. Bunun
karşılığını ya hemen görürler veya onlardan bir kötülüğü savarım, yahut bu dualarının
icabetini ahirete ertelerim. Ey Davud! Muhammed ümmetinden her kim ki
Allah'tan başka ilâh bulunmadığına, sadece Allah'ın mevcud olduğuna, Allah'ın
ortaksızlığma kalben ve lisanen şahadet getirirse, o kimse Cennet'te benimle
beraber olacak ve benden ikram görecektir. Yine her İrim ki Muhammed'i veya
onun getirdiği şeyleri yalanlamış olarak kitabımla alay etmiş olarak huzuruma
çıkarsa, mezarında onun üzerine azabları dökerim. Kabrinden diriltilip
çıkarıldığı zaman da melekler onun yüzüne ve arkasına vururlar. Sonra da onu
Cehennemin en alt tabakasına bırakırım.»
Hafız el-Beyhakî,
Şerif Ebu'1-Feth el-Ömerî kanalı ile Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
«Cenâb-ı Allah, Hz.
Muhammedi peygamber olarak gönderip peygamberliği Mekke'de zuhur ettiği zaman
Şam'a gittim. Şam'a giderken Basra'ya da uğradım. Ben Basra'da iken bir
Hristiyan cemaati yanıma gelip şöyle dedi:
- Sen Harem'den misin?
- Evet.
- Sizde peygamberlik
iddiasında bulunan şu adamı tanıyor musunuz?
- Evet.
Ben böyle dedikten
sonra elimden tutup beni bir kiliseye götürdüler. Kilisede heykeller ve
resimler vardı. Bana dediler ki:
- Bak bakalım, aranızda
peygamber olarak çıkan adamın resmini burada görebiliyor musun?
Ben kilisedeki
resimlere baktım, ama Muhammed'in resmini görmedim. Ve:
- Onun resmini
görmedim, dedim.
Bunun üzerine beni o
kiliseden daha büyük bir kiliseye götürdüler. Orada, öncekinden daha çok sayıda
resim ve heykeller vardı. Bana dediler ki:
- Bak bakalım, burada
onun resmini görebiliyor musun?
Resimlere baktım.
Rasûlullah (s.a.v.)'m resmini gördüm. Ebu Bekir'in de resmini gördüm. O,
Rasûlullah'm arkasında duruyordu. Bana sordular:
- O adamın resmini
gördün mü?
- Evet.
- O, işte şudur (böyle
derken Rasûlullah in resmine işaret ettiler), öyle değil mi?
- Evet, onun resmidir.
Ben buna şahadet ederim.
- Şu arkasında duranı
da tanıyor musun?
- Evet.
- Biz şahadet ederiz
ki, peygamber sizin şu adarmnızdır ve arkasında duran şu şahıs da ondan sonra
onun halifesi olacaktır.»
"Tarih" adlı
eserinde Buharî, Basralılarm şöyle dediklerini rivayet etmiştir: «Bu peygamber
dışındaki diğer peygamberlerden her birinin ardından mutlaka bir peygamber daha
gelmiştir.»
Biz bu hususu
tefsirimize şu ayetten bahsederken anlattık: «Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve
İncil'de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan (ümmî) peygamber Muhammed'e
uyarlar. O Peygamber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan men'eder.»
(el-AVâf, 157.) Beyhakî, Hişam b. As el-Ümevî'nin şöyle dediğini rivayet
etmiştir: «Ben ve Kureyş'ten bir adam, İslâm'a davet etmek için Bizans İmparatoru
Heraklius'a gönderildik. Onunla görüştük. Yüce Allah'tan bahsedildiği zaman
yüzüne bir kızarıklık geliyordu. Bizi konuk evinde ağırladı. Üç gün sonra bizi
yanma çağırdı. Büyük bir albüm getirtti. Albümün üzerinde küçücük haneler
vardı. Hanelerin ağzında kapıları vardı, içinde peygamberlerin resimleri vardı.
İpekten parçalar üzerine yerleştirmişlerdi. Adem'den Muhammed'e kadar bütün
peygamberlerin resimleri oradaydı. Birer birer resimlerini çıkarıp gösteriyor,
haklarında bilgi veriyordu. Sıra ile Adem, Nuh ve İbrahim'in resimlerini
çıkarıp gösterdi. Sonra sırayı bozarak hemen Rasûlullah'm resmini çıkarmak için
acele etti. Daha sonra başka bir kapıyı açtı. Orada bembeyaz bir suret vardı.
Vallahi o Rasûlullah'm resmi idi.
- Bunu tanıyor
musunuz? diye sordu. Biz de:
- Evet, Allah'ın
rasûlü Muhammed'dir, dedik ve ağladık. Allah bilir ya, kalktı, sonra oturdu
ve:
- Vallahi bu onun
resmi midir? diye sordu. Biz de:
- Evet, gördüğün gibi
onun resmidir, dedik. Resmi bir saat kadar elinde tutup baktı, sonra şöyle
dedi.
- Bu, en son hanedeki
resimdi ama yanınızdakine bakmam için bunu acelece çıkarıp size gösterdim.
- Bu resimleri nereden
buldun? diye sorduk. Çünkü resimlerin, sahipleri olan peygamberlere
uyduklarını gördük. Rasûlullah'ın resmi de aynen kendisini gösteriyordu.
- Adem peygamber,
Cenâb-ı Allah'tan, kendi evladından olan peygamberleri kendisine göstermesini
diledi. Cenâb-ı Allah da, neslinden gelecek peygamberlerin resimlerini ona
indirdi. Bu resimler, güneşin battığı yerde Adem peygamberin hazinesinde
bulunuyorlardı. Zülkar-neyn, bu resimleri güneşin battığı yerdeki hazineden
çıkarıp Danyal'a teslim etti. Ama vallah yapabilseydim şu hükümdarlığı bırakıp
yanınıza gelir ve sizin en kötü adamınızın kölesi olurdum. Ölünceye kadar da
onun kölesi olarak kalırdım.»
Böyle dedikten sonra
Heraklius bize kıymetli mükafatlar verdi ve bizi uğurladı. Ebu Bekir
es-Sıddık'm yanma geldiğimizde gördüklerimizi, Heraklius'un bize söylediği
sözleri ve verdiği mükafatları anlattık. Ebu Bekir de ağlayarak şöyle dedi:
- Zavallı adam, Allah
ona bir hayır yapmak dileseydi mutlaka yapardı. RasûluUah (s.a.v.), bize haber
verdi ki Hristiyanlarla Yahudiler, Muhammed (s.a.v.)'in evsafını kendi
kitaplarında görmektedirler.»
Vakidî, Amir b.
Rebia'nm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'in şöyle
dediğini işittim: «Ben, îsmail peygamber evladından, Abdülmuttalib
oğullarından bir peygamberin geleceğini bekliyorum. Ama onun zamanına
ulaşabileceğimi, ona iman edip tas dikleyeceğimi ve risaletine şahadette
bulunabileceğimi sanmıyorum. Eğer ömrün uzar da onu görürsen, benden ona selam
söyle. Ben onun evsannı sana haber vereceğim ki, o sana gizli kalmasın, onu
görünce tanıyabilesin.
- Anlat öyleyse.
- O, ne uzun ne de
kısa bir adamdır. Saçı çok değil az da değildir. Gözlerinde kırmızılık vardır.
Omuzları arasında peygamberlik mührü vardır. Adı Ahmed'dir. Şu beldede
doğacaktır. Burada risaletle görevlendirilecektir. Sonra kavmi, onu buradan
sürgün edeceklerdir. Onun getirdiği dinden hoşlanmayacaklardır. O da nihayet
Yesrib'e hicret edecek ve orada daveti aşikar olup güçlenecektir. Ona tuzak
kurmaktan sakın. Çünkü ben bütün beldeleri dolaştım. İbrahim peygamberin
dinini aradım. Hangi Yahudi, Hristiyan ve Mecusi'ye İbrahim peygamberin dinini
sordumsa, bana hep: «Senin aradığın dini, bu adam getirecektir.» dediler ve
onun evsafını sana anlattığım şekilde bana da anlattılar. Ondan başka bir
peygamberin gelmeyeceğini söylediler.»
Amir b. Rebia dedi ki:
Ben Müslüman olduğumda Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'in bana söylediklerini ve
RasûluUah (s.a.y.)'a selamını aktardım. O da onun selamını aldı ve ona rahmet
diledi: "Onu Cennet'te gördüm, eteğini peşinden sürüyordu." dedi. [5]
- Bu deliller, maddi
ve manevi olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Manevi deliller şunlardır:
Peygamber (s.a.v.)'e Kur'ân indirilmiştir ki, bu, mucizelerin en büyüğü,
alametlerin en göz abası, vazıh hüccetlerin de en açığıdır. Çünkü insanı aciz
bırakacak terkipleri içermektedir. Bu terkipleriyle cinlere ve insanlara -bir
benzerini getirmeleri için- meydan okuyor, ama onlar bunu yapmaktan aciz
kalıyorlar. Oysa Kur'ân ve Rasûlullah'm düşmanları, Kur'ân'a çatmak için birçok
sebeplere sahip bulunuyorlar. Kendileri de fesahat ve belagat sahibi kimseler
oldukları halde Kur'ân onlara, kendi sûrelerine benzer on sûreyi meydana getirmeleri
için meydan okudu ama onlar bunu beceremediler, aciz kaldılar. Sonra Kur'ân, on
sûreden vazgeçip kendi sûrelerinden sadece birinin benzerini meydana
getirmeleri için onlara meydan okudu, fakat bunu da yapamadılar. Onlar bunu
yapmaktan aciz kalacaklarını ve becere-miyeceklerini biliyorlar ve herhangi bir
kimsenin de bunu yapma imkanına sahip olamayacağının farkındadırlar. Zira yüce
Allah, şöyle buyuruyor:
«De ki: «İnsanlar ve
cinler, birbirine yardıma olarak bu Kur'ân'ın bir benzerini ortaya koymak için
bir araya gelseler, and olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar.» (eUsrâ,
88.) Bu, Mekke'de nazil olan bir ayettir. Yine MekM bir sûre olan et-Tûr
sûresinde de şöyle buyuruluyor:
«Yahut: «Onu kendi
uydurdu» diyorlar öyle mi? Hayır, inanmıyorlar. Eğer iddialarında samimi
iseler Kuranın benzeri bir söz meydana getirsinler.» (ct-Tûr, 33-35.)
Yani bu Kur'ân 'ı,
Muhammed kendi yanından uydurmuş diye ortaya attığınız iddianızda samimi
iseniz -ki o da sizin gibi bir insandır- öyleyse siz de, onun getirdiği Kur'ân
gibi bir Kur'ân'ı meydana getirin.
Medenî bir sûre olan
el-Bakara'da Cenâb-ı Allah, meydan okumasını tekrarlayarak şöyle buyuruyor:
«Kulumuz Muhammed'e
indirdiğimiz Kur'ân'dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre
meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allah'tan başka, güvendiklerinizi de
yardıma çağırın. Yapamazsınız -ki yapamayacaksınız- o takdirde, inkar edenler
için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakının.» (d-Bakara,
23-24.)
"Senin için: «Onu
uydurdu» diyorlar, öyle mi? De ki: «Öyleyse onun
sûrelerine benzer
uydurma on sûre meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka
çağırabileceklerinizi de çağırın.» Söylediğinizi yapamazlarsa, bilin ki os
ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. O'ndan başka tanrı yoktur, artık
Müslümansmız değil mi?» (Had, i3-w.)
«Bu Kur'ân,
Allah'tandır, başkası taranndan uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini
doğrular ve o kitabı açıklar. Alemlerin Rab-bi'nden geldiğinde şüphe yoktur.»
(Yûnus, 37.)
«Ey Muhammed! Senin
için, "Onu uydurdu mu?" diyorlar. De ki: "Onun sûrelerine benzer
bir sûre meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka
çağırabileceklerinizi de çağırın. Onlar, ilmini kavrayamadıkları ve henüz
yorumu da kendilerine bildirilmemiş olan şeyi yalanladılar. Onlardan Öncekiler
de böyle yalanlamışlardı. Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak.» (Yûnus,
38-39.)
Yüce Allah, mahlukatm
şu Kur'ân'a muarazada bulunmaktan, benzerini dahi meydana getirmekten aciz
olduklarını, bunu asla beceremeyeceklerini beyan buyuruyor. Nitekim şöyle
ferman ediyor: "Yapamazsınız, ki yapamayacaksınız da." Yani geçmişte
bunu yapamadınız, gelecekte de yapamayacaksınız. Bu da ikinci bir meydan
okumadır. Yani ne şimdi ne gelecekte Kur'ân'a muarazada bulunmaları mümkün değildir.
Böyle bir meydan okumayı da ancak getirdiği kitabın beşer tarafından muarazaya
maruz kalmayacağına, benzerinin ortaya konulmayacağına kesin olarak güvenen ve
inanan bir kimse yapabilir. Eğer Hz. Peygamber, bu Kur'ân'ı kendi kafasından
uydurmuş olsaydı, Kur'ân'a muaraza edilmesinden korkardı. Durumunun açığa
çıkmasından ve hedeflediği seyidlikten, yani insanların kendisine tabi
olmasından başka bir sonuçla karşılaşmaktan korkardı. Oysa her akıl sahibi
kimse bilir ki, Muhammed (s.a.v.), Allah'ın en akıllı ve mutlak surette en
mükemmel yaratığıdır. Gerçek böyledir. Böyle olunca da Kur'ân'a karşı meydan
okunamayacağını bildiği için böyle bir meydan okuma işine girmiştir ve bu da
gerçekleşmiştir. Kur'ân, Rasûlullah'tan zamanımıza kadar gelmiş bir kitab olup
benzerini hatta sûrelerinden birinin benzerini, meydana getirmeye hiç kimse güç
yetirememiştir. Buna imkan da yoktur. Çünkü Kur'ân, hiç birşeyin benzeri
olmayan, mahlukatmdan hiçbirine benzemeyen, zât, sıfat ve fiilleri bakımından
emsalsiz olan âlemlerin Rabbinin kelamıdır. Yaratıcının kelamı, yaratılanların
kelamına nasıl benzer ki, bu mümkün müdür? Kur'ân karşısında Kureyş kafirleri
şöyle diyorlardı:
"Ayetlerimiz
onlara okunduğu zaman, "İşittik, işittik! İstesek biz de aynını
söyleyebiliriz, bu sadece eskilerin masallarıdır." derlerdi." (ei-EnfAl,
31.)
Bu, onların bir
yalanı, delilsiz, bürhansız, hüccetsiz, beyansız, batıl iddialarıdır. Eğer bu
iddiaları doğru olsaydı, Kur'ân'a benzer bir kitap ortaya koyarlardı. Oysa
onlar, yalan söylemekte olduklarını biliyorlar. Nitekim bu sözlerinde de yalana
olduklarını biliyorlar: «Kur'an öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp
sabah akşam kendisine okunmaktadır» (el-Furkân, 5.)
Yüce Allah buyurdu ki:
«Ey Muhammedi De ki:
«Onu, göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır,
merhamet edendir.» (el-Furkân, 6.)
Yani Kur'ân'ı;
gizlilikleri bilen, göklerle yerin Rabbı indirmiştir. O Rab ki, olanı, olacağı
ve olmayıp ta olduğu takdirde nasıl olacağını bilen Allah indirmiştir. O Allah
ki yücedir. Kulu ve rasûlü olan ümmi peygambere, yazmayı güzelce bilmeyen
hatta hiç bilmeyen rasûle vahyet-miştîr. O rasûl ki; geçmişlerin, önceki
ümmetlerin ilmini bilmiyordu. Haberlerinden malumatı yoktu. Cenâb-ı Allah, olan
şeylerin, olacak şeylerin tamamının haberlerini tam olarak ona bildirdi. O, bu
durumda geçmiş kitapların hakkında ihtilafa düştükleri şeylerle ilgili olarak
gerçek ile batılı birbirinden ayırmaktadır. Nitekim yüce Allah buyurmuş
ki:
«Bu gayb haberlerindendir
ki sana vahyediyoruz bunları. Bunu ne sen ne de kavmin daha önceleri
bilmiyordunuz. Öyleyse sabret akıbet takva sahiplerinindir.»
«Ey Muhammed! Geçmiş
olayları sana böyle anlatırız. Katımızdan sana da bir kitap verdik. Kim ondan
yüz çevirirse bilsin ki kıyamet günü bir günah yükü yüklenecektir.» (Tâ-Hâ,
99-100.)
«Ey Muhammed!
Kur'ân'ı, önce gelen kitabı tasdik ederek ve ona şa-hid olarak gerçekle sana
indirdik.» (el-Mâide, 48.)
«Sen daha önce bir
kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze
uyanlar şüpheye düşerlerdi. Hayır, Kur'ân, kendilerine ilim verilenlerin
gönüllerinde yerleşen apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi, zalimlerden başka kimse,
bile bile inkar etmez. «Ona Rab-binden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?»
derler. De ki: «Mucizeler ancak Rabbimin katmdadır. Doğrusu ben, sadece apaçık
bir uyanayım.» Kendilerine okunan bir kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor
mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır. De ki: «Allah benimle
sizin aranızda şahid olarak yeter. O, göklerde ve yerde olanı, batıla
inananları ve Allah'ı inkar edenleri bilir.» işte kaybedenler bunlardır.»
(el-AnkebÛt, 48-52.)
Yüce Allah, olmuşların
ve olacakların, insanlar arasında cereyan eden şeylerin hükmünü içeren bu kitabın
böylesine ümmi bir peygambere indirilişinin, bu peygamberin doğru sözlü ve
gerçek elçi olduğuna yegane ispatlayıcı delil olduğunu açıklıyor ve şöyle
buyuruyor:
"Ayetlerimiz
onlara açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı um-mayanlar, Muhammed'e: Bundan
başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir." dediler.
De ki: "Onu
kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, bana vahyolu-nana uyarım. Ben Rabbime
karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan korkarım!"
Ey Muhammed, de ki:
«Allah dileseydi. Ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha
önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?»
Allah'a karşı yalan
uyduran veya ayetlerini yalan sayandan daha zalim kim olabilir? Suçlular
elbette saadete erişemezler.» (Yûnus, 15-17.) Rasûlullah (s.a.v.), o
inkarcılara diyor ki: Ben bu Kur'ân'ı kendiliğimden değiştiremem. Ancak Aziz
ve Celil olan Allah dilediği şeyi silip yok eder. Dilediği şeyi de sabit
bırakır. Ben O'nun tebliğcisiyim. Size getirdiğim şeylerde benim samimi ve
gerçekçi olduğumu da bilmektesiniz. Çünkü ben sizin aranızda doğup büyüdüm.
Benim soyumu, doğru sözlülüğümü, güvenilir ve emin bir kimse olduğumu, hiçbir
gün ve zaman herhangi birinize yalan söylemediğimi biliyorsunuz. Böyle olduğu
halde yüce Allah'a karşı nasıl yalan söyleyebilirim? O Allah ki, insana zarar
ve fayda verebilir. O, herşeye güç yetirendir. Her şeyi bilendir. O'na -karşı
yalan söylemek kadar, O'na ait olmayan birşeyi O'na mal etmek kadar, O'nun
katında büyük bir günah var mıdır? Nitekim yüce Allah buyuruyor:
«Eğer Muhammed, bize
karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kevvetle yakalardık, sonra onun
şahdamarını koparırdık. Hiç biriniz de onu koruyamazdınız.» (ei-Hâkka, 44-47.)
Yani Muhammed, bize
karşı yalan söyleseydi, ondan çok şiddetli bir intikam alırdık. Yeryüzünde
yaşayanlardan herhangi biri de onu bize . karşı koruyamaz ve azabımıza engel
olamazdı. Yüce Allah buyuruyor ki:
«Allah'a karşı yalan
uydurandan veya kendisine birşey vahyedil-memiş iken, "Bana
vahyolundu.", "Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim."
diyenden daha zalim kim olabilir?
Bu zalimleri can
çekişirlerken melekler ellerini uzatmış, canlarınızı verin, bugün Allah'a
karşı haksız yere söylediklerinizden, onun ayetlerine büyüklük taslamanızdan
ötürü alçaltıcı bir azabla cezalandırılacaksınız." derken bir görsen!»
(ei-En'âm, 93.)
«Şahid olarak hangi
şey daha büyüktür.» de. «Allah benimle sizin aranızda şahiddir. Bu Kur'an bana,
sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu.» (el-En'âm, 19.)
Bu sözlerde, Cenâb-ı
Allah'ın her şeye şahid olduğu, şahidlerin en yücesinin kendisi olduğu haber
veriliyor. Bu ayetlerde bildirildiği gibi Cenab-ı Allah, hem bana hem size
kendisi nezdinden getirdiğim hususlarda nasıl davrandığınıza vâkıftır. Bu
sözlerin kuvveti öyle bir yemin hükmündedir ki, Cenâb-ı Allah, beni bütün
mahlukata kendilerini bu Kur'ân ile uyarıp korkutmam için elçi olarak
göndermiştir. Kur'ân, her kime ulaşırsa onun uyarıcısı olur. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor:
«Hangi topluluk onu
inkâr ederse yeri ateştir, senin de bundan şüphen olmasın. Doğrusu o,
Rabbinden bir gerçektir, fakat insanların çoğu inanmazlar.» (Hûd, 17.) Bu
Kur'ân'da, Allah, melekleri, Arş'ı, gök ve yer ile aralarındaki mevcudat ve
onlarda cereyan eden birçok işler gibi ulvi ve süfli yaratıklarına dair gerçek
haberler vardır. Bu haberler kesin ve katf delillerle teyid edilmiştir ki,
insanları sağlıklı akıl ile buna götürmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor:
«And olsun ki, biz
Kur'ân'da insanlara türlü türlü misal gösterip açıkladık. Öyleyken insanların
çoğu nankör olmakta direndiler.» (ei-tsrâ, 89.)
«Biz bu misalleri
insanlara veriyoruz, onları ancak bilenler anlayabilir.» (el-AnkcbÖt, 43.)
«And olsun ki, Biz bu
Kur'ân'da insanlara her türlü misali, belki Öğüt alırlar, diye verdik. O,
eğriliği olmayan, Arapça bir Kur'ân'dır. Belki sakınırlar.» (ez-Zümer, 27-28.)
Kur'ân'da mazinin haberleri gerçek bir şekilde anlatılmaktadır. Bunun delili
de şudur: Ehl-i Kitap kaynaklarında da bu haberler ayniyle anlatılmaktadır.
Ayrıca Kur'ân-ı Azimüşşan yazmayı bilmeyen ümmi bir insana nazil olmuştur ki, o
ümmi insan, ömrü boyunca hiçbir zaman geçmiş zamandaki ilimler ve insanların
haberleriyle ilgilenmemiş, buna dair ilmi öğrenmeye çalışmamıştır. İnsanların
karşısına ancak ilahi vahiy ile çıkarak faydalı haberler vermiş, bu da bir
sürpriz olarak karşılarına çıkmıştır. Bu haberleri ibret gözüyle hatırlamaları
gerekir. Bu haberler, geçmiş ümmetlerin peygamberleriyle aralarında geçen
hadiselere dair idi. Cenâb-ı Allah'ın mü'minleri nasıl kurtarıp kafirleri nasıl
helak ettiği, hiçbir beşerin benzerini kullanamayacağı ifadelerle
anlatılmaktadır. Kıssanın veciz, gayet açık ve fasih, bazen de detaylı olarak
anlatılması gerektiğinde bu anlatım, Kur'ân'da-ki ifadeler kadar tatlı ve net,
aynı zamanda parlak ve yüce olamaz. îşte okuyucu ve dinleyici, bütün bu
ifadeleri Kur'ân'da görmektedir. Geçmişe dair haberi, karşısında çok açık
olarak görmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
«Sen, Musa'ya hitap
ettiğimiz zaman Turun yanında da değildin. Senden önce kendilerine uyarıcı
gelmeyen bir milleti uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin;
belki düşünürler.» (ei-Kasas, 46.)
"Meryem'e hangisi
kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin,
çekişirlerken de orada bulunmadın." (Âi-i tmrân,44.)
«Ey Muhammed! Sana
böylece vahyettiklerimiz, gayba ait haberlerdir. Onlar el birliği edip düzen
kurdukları zaman yanlarında değildin; sen ne kadar yürekten istersen iste,
insanların çoğu inanmazlar.
Oysa sen buna karşılık
onlardan bir ücret de istemiyorsun. Kur'ân, âlemler için sadece bir öğüttür.
«And olsun ki,
peygamberlerin kıssalarında, aklı olanlar için ibret vardır. Kur'ân,
uydurulabilen bir söz değildir. Fakat kendinden önceki kitapları tasdik eden,
inanan millete herşeyi açıklayan, doğru yolu gösteren bir rehber ve
rahmettir.» (Yûsuf, 102-104.)
«Rabbinden bize bir
mucize getirseydi ya» derler. Onlara önceki kitaplarda bulunan belgeler
gelmedi mi?» (Tâ-Ha, 133.)
«Ey Muhammed! De ki:
«Kur'ân, Allah katından gelmiş olup da siz de onu inkâr etmişseniz, söyleyin
bana, derin bir çıkmazda bulunan bir kimseden daha sapık kim vardır?
«Onun hak olduğu
meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem
de kendi içlerinde göstereceğiz. Rab-binin her şeye şahid olması yetmez mi?»
(Fuasüet, 52-53.)
Yüce Allah, Kur'ân'm
gerçekliğine ve onu Hak Teâlâ katından getiren peygamberin doğruluğuna delalet
edecek mucizevi ayetleri afaklar-da ve onu inkar edenlerin nefislerinde meydana
getireceğini vaad ediyor. Bu deliller, o inkarcılara karşı birer hüccet olacak
ve şüphelerini yok edici birer burhan teşkil edeceklerdir ki, bu kitabın Allah
katından doğru bir dil ile yani Rasûlullah'ın lisanı ile getirilip ifade edilen
bir kitap olduğuna kesin olarak inansınlar. Bundan sonra yüce Allah, şu ayet-i
kerime ile de inkarcılara müstakil bir delili gösteriyor:
«Rabbinin herşeye
şahid olması yetmez mi?» (Fussiiet, 5.) Yani Cenâb-ı Allah'ın, bu kitabı haber
veren peygamberin doğruluğuna vâkıf olması ve bunu bilmesi sizin için yeterli
bir delil sayılmaz mı? Çünkü Peygamber (s.a.v.), bu hususta Allah'a karşı
yalan uydurup iftira etmiş olsaydı, Cenab-ı Allah onu çarçabuk büyük bir azabla
cezalandırırdı. Nitekim bununla ilgili açıklama daha önce de geçmişti.
Bu Kur'ân'da,
gelecekte vuku bulacak hadiseler, ayniyle haber verilmiştir ve o hadiseler de
sonraki zamanlarda Kur'ân'da haber verildikleri şekilde meydana gelmişlerdir.
Tefsirimizde de açıkladığımız gibi buna dair hadisler de mevcuttur. Savaş ve
fitnelere dair haberlerde de bu bildirilmiştir. Nitekim yüce Allah, bir ayette
şöyle buyuruyor:
«Allah, içinizden,
hasta olanları, Allah'ın lütfundan nzık aramak üzere yeryüzünde dolaşacak olan
kimseleri ve Allah yolunda savaşacak olanları şüphesiz bilir.» (ci-Mü?,zemmii,
20.)
Bu sûre, Mekke'de
nazil olan sûrelerin ilklerindendir. Gelecekte vuku bulacak hadiselere Örnek
olarak şu ayeti de gösterebiliriz ki, bu ayet Mekkîdir. Bu hususta ihtilaf
yoktur: -
«Toplulukları
dağıtılacak, yüz geri edeceklerdir. Kıyamet, onların azab ile va'd edildikleri
gündür. O ne korkunç, ne acı bir gündür!» (ei-Kamer, 45-46.)
Bu yenilgi, Bedir
gününde tahakkuk etmiştir.
" İleride,
Peygamber (s.a.v.)'in, kendisinden sonra vuku bulacak hadiseleri haber
verdiğine dair J)ir fasıl gelecektir ve haber verdiği şeyler de ayniyle vuku
bulmuşlardır.
Kur'ân-ı Kerim'de emir
ve yasaklar şeklinde adil hükümler vardır. Sağlam akıl ve anlayış sahibi
kimseler, bunları düşündükleri zaman bu hükümlerin, gizlilikleri bilen,
kullarına merhamet eden bir zat tarafından indirilmiş olduğunu kesin olarak
anlar. O Allah ki, kullarına lütuf, rahmet ve ihsanı ile muamele eder. Bu
hususta şöyle buyurmuştur:
«Rabbinin sözü,
doğruluk ve adaletle tamamlandı.» (ei-En'âm, 115.) Yani Rabbinin haberlere
dair sözü doğrulukla; emir ve yasaklara dair sözü de adaletle tamamlanmıştır.
«Elif, Lâm, Râ. Bu
kitap, Hakîm ve haberdar olan Allah tarafından, ayetleri kesin kılınmış, sonra
da uzun uzadıya açıklanmış bir kitaptır.»(Hûd, 1.)
Yani bu Kur'an'm
lafızları muhkem, manaları da tafsilatlı kdınmış-tır.
«Peygamberlerini,
doğruluk rehberi Kur'ân ve hak din ile gönderen O' dur.» (el-Fotih, 28.)
Yani Peygamberini
faydalı ilim ve salih amel ile gönderen, Allah'tır.
Rivayete göre Ebu
Talib oğlu Ali, Kümeyi b. Ziyad'a şöyle demiştir:
«Kur'ân, Allah'ın
kitabıdır. Onda sizden öncekilerin haberleri, sizin aranızda cereyan işlerin
hükümleri ve sizden sonrakilerin de haberleri vardır.»
Bütün bunları
tefsirimizde teferruatlı olarak anlattık. Hamd ve minnet Allah'adır.
Kur'ân, birçok yönden
mûciz bir kitaptır. Şöyle ki:
Fesahat, belagat,
nazım, terkib, üslub; geçmişe ve geleceğe dair içerdiği haberler, kapsadığı
sağlam ve parlak hükümler, Arab edebiyatçılarına lafızlarının belağatıyla
meydan okuması, kapsadığı sahih ve kamil manalarla meydan okuması bakımından
mûciz bir kitaptır. Bu sonuncu meydan okuyuşu ise, âlimlerin birçoğuna göre
lafızların belagatı bakımından meydan okumasına nisbetle daha üstün bir meydan
okumadır. Bu meydan okuyuş, Yunan, Hind, Fars, Mısır ve diğer ülkelerin
filozoflarına, Ehl-i Kitap olsun olmasın her insana yöneliktir. ,
Kelâmcılardan
bazıları, Kur'ân'ın icazının, kafirlerin ona çatmasına sebep olacak hususları
ortadan kaldırmaktan ibaret olduğunu söylemişlerdir. Ya da onların buna
yönelik kudretlerinin ellerinden alınması olduğunu ifade etmişlerdir. Bu,
asılsız ve batıl bir sözdür. Bu, onların, Kur'ân'm mahluk olduğuna dair
inançlarından kaynaklanmaktadır. Onlara göre Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı, bazı
ecram içinde yaratmıştır. Onlara göre Kur'ân ile diğer yaratıklar arasında
herhangi bir fark yoktur.
Onların bu sözü
küfürdür, batıldır. Hakikate uygun değildir. Aksine Kur'ân, Allah kelamıdır ve
mahluk değildir. Allah dilediği şekilde onu söylemiştir. O, kafirlerin
söyledikleri ve isnad ettikleri şeylerden çok yüce, üstün, mukaddes ve
münezzehtir. Gerçekte bütün mahlukat, Kur'ân'm benzerini ortaya koymaktan
acizdir. Birbirine yardım edip destek verseler de bunu yapamazlar. Hatta
yaratıkların en fasihi, onların en uluları güç yetiremezler. Yani Allah'ın
kelamının benzeri ile konuşamazlar. Rasûlullah (s.a.v.)'m, Allah katından
getirip insanlara tebliğ ettiği bu Kur'ân'm üslubu, Rasûlullah'm konuşma
üslubuna benzememektedir.
Rasûlullah'm konuşma
üslubu, sahih senetlerle bize ulaşmıştır. Sahabelerden ve onlardan sonra gelen
kimselerden herhangi biri de, Rasûlullah'm fesahat ve belagatının derecesine
ulaşamaz ve onun konuşma üslubuyla konuşamaz. Çünkü onun naklettiği manalarla
lafızlar, üstün ve yüce lafızlardır. Ayrıca sahabelerin konuşma üslubları da
tabiinin konuşma üslubundan daha üstündür. Bu üslublar, zamanımıza kadar
derece derece azalmıştır. Selef uleması da, rivayet ettikleri manalar ve
lafızlar bakımından halef ulemasına üstündürler. Onlar daha fasih, daha
âlimdirler. Ve konuşmalarında tekellüfleri de azdır. Kendilerini zorlamadan
gayet sade bir lisanla konuşmuşlardır-. Bunu insanların konuşmasından anlayan,
bu hususta zevk sahibi olan kimseler müşahede ederler. Nitekim cahiliye
zamanındaki Arab şiirleriyle, daha sonraki dönemlerde yaşamış şairlerin
şiirleri arasındaki fark da bu şekilde idrak edilebilir.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Ebu Hüreyre'nin bu konuda şöyle bir rivayette bulunduğunu nakletmiş tir:
Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
«Peygamberlerden her
birine bazı mucizeler verilmiştir ki, halk onlara iman etmiştir. Bana da
verilen, ancak Allah'ın bana vahyettiği bir vahiydir. Dilerim ki kıyamet
gününde diğer peygamberlere nisbetle benim tabilerim daha çok olur.»
Yani peygamberlerden
herbirine, kendilerinin dürüstlüklerine ve Rableri katından getirdikleri dinin,
kitabın doğruluğuna delalet edecek yeterli hüccetler verilmiştir. İster
inansınlar ister inanmasınlar; bu hüccetler, kavimlerine karşı peygamberlere
verilmiştir. Onlardan bu hüccetlere inananlar, imanlarının sevap ve
mükafatlarını elde etmişlerdir. İnkar edenlerse, azaba müstahak olmuşlardır.
Peygamber (s.a.v.)'e verilen mucizelerin kısm-ı azamı, Allah katından kendisine
gelen vahiy, yani Kur'ân'dır ki, bu da kendi zamanında ve kendisinden sonraki
zamanlara uzanacak devamlı bir hüccettir. Kendisinden önceki peygamberlere
verilen delil ve burhanlar, sadece o peygamberlerin hayatta kaldıkları
sürelerde kalan, sonra da inkıraz bulan hüccetlerdir.
Hatta bir kısmının
hüccetlerine dair haberler bile bize ulaşmamıştır. Kur'ân'a gelince o, kalıcı
bir hüccettir. Onu dinleyen, sanki Ra-sûlullah'm mübarek ağzından
dinlemektedir. Kur'ân, hem Ra-sûlullah'm hayatında hem de vefatından sonraki
zamanlara ulaşmış ilahi bir hüccettir. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.) demiş ki;
«Dilerim ki kıyamet gününde diğer peygamberlere nisbetle benim tabilerim daha
çok olur.» Yani Cenâb-ı Allah'ın bana verdiği kesin hüccetler ve batılı
parçalayıcı burhanlar, devamlılık vasfına sahiptirler. Bu yüzden kıyamet
gününde Hz. Peygamber'in tabileri, diğer peygamberlere nisbetle daha çok
olacaktır. [6]
Rasûlullah'in peygamberliğini
ispatlayıcı manevî delillere örnek olarak onun temiz ve mükemmel ahlakını,
şecaatini, yumuşak huylulu-ğunu, cömertliğini, zahitliğini, kanaatkârlığını,
başkalarım kendine tercih edişini, hoş sohbet oluşunu, doğru sözlülüğünü,
emanetini, takvasını, ibadetini, soyunun asaletini, nesebinin temizliğini,
temiz yerlerde yetiştirilmiş olmasını gösterebiliriz. Bütün bunları yerinde
detaylı olarak önce anlattık. Şeyhimiz Allame Ebu Abbas b. Teymiyye, Yahudi ve
Hristiyanlarla benzerleri kitab ehli kimselere reddiye olarak yazdığı kitapta
bu konuyu çok güzel bir şekilde işlemiştir. Kitabının sonunda peygamberlik
delillerini ele almış; bu konuda güzel bir üslub ve beliğ sözlerle bir netice
bölümü işlemiştir ki, bu ifadeler üzerinde düşünüp kafa yoran kimseler, onun
ifadeleri karşısında boyun eğecek ve gerçeği kavrayacaktır. O zat, mezkur
kitabının sonunda aynen şöyle demiştir:
"Rasûlullah
(s.a.v.)'m yaşantısı, ahlakı, sözleri ve fiilleri, onun peygamberliğini
isbatlayan delillerdendir. Getirdiği şeriat, sahib olduğu ümmet, ümmetinin elde
etmiş olduğu ilim ve din, ümmetinin salihleri-nin gösterdikleri kerametler de
onun peygamberliğini isbatlayan delillerdendir. Onun peygamber olduğu, şu
hususlardan da anlaşılır: Doğumundan risaletle görevlendirildiği zamana kadarki
hayatı, risaletle gö-revlendirilişinden vefat edinceye kadar geçen zamandaki
yaşantısı incelenir; nesebi, beldesi, aslı ve faslı tahkik edilirse, onun
peygamber olduğu anlaşılır. Çünkü o, yeryüzü sakinlerinin en şereflisidir.
Soyca en üstünüdür. İbrahim peygamberin soyundan gelir ki, Cenâb-ı Allah, ibrahim
peygamberin soyuna peygamberlik ve kitap vermiştir. Hz. İbrahim'den sonra
hangi peygamber gelmiş ise, mutlaka hepsi onun soyun-dandır. Cenâb-ı Allah,
İbrahim peygambere îsmail ve îshak adında iki evlat vermiştir. Tevrat'ta bu
ikisinden de bahsedilmiştir. Yine Tevrat'ta, îsmail soyundan gelecek
peygamberler de müjdelenmiş tir. îsmail soyundan, peygamber olarak
Rasûlullah'tan başkası gelmemiştir. îbrahim peygamber de, îsmail peygamberin
zürriyeti için dua ederek Ce-nab-ı Allah'tan, onun soyundan bir rasûl
göndermesi dileğinde bulunmuştur. Sonra Rasûlullah (s.a.v.), Kureyş
kabilesindendir. Bu kabile, İbrahim evladının en seçkinlerin dendir. Rasûlullah
(s.a.v.), Haşim oğullarından dır ki, bunlar da Kureyşlilerin seçkinleridir.
Rasûlullah (s.a.v.) Mekkelidir. Mekke ki, çevresindeki şehirlerin, kasabaların
merkezidir. İbrahim peygamberin inşa ettiği beytin bulunduğu şehirdir. İbrahim
peygamber, o beyti ziyaret edip hac vazifesini ifa etmeleri için insanlara
çağrıda bulunmuştur. Beyt, İbrahim peygamberin zamanından itibaren haccedilmeye
başlanmıştır ki, bu husus peygamberlerin kitaplarında en güzel vasıflarla
anlatılmıştır.
Rasûlullah (s.a.v.),
terbiye ve gelişme bakımından insanların en mükemmeli idi. Hep doğru sözlü,
iyiliksever bir kimse olarak tanınırdı. Ahlaki üstünlükleriyle, adaletiyle ve
kötü sözlerle fuhşiyattan uzak durmasıyla, zulme yanaşmam asıyla, her türlü
kötü vasıftan uzak dur-masıyla, şöhret bulmuştu. Peygamber olmasından önce, herkes
onu bu şekilde tanırdı. Onu tanıyan, ondaki üstün vasıfların mevcudiyetine şahadet
ederdi. Peygamber olduktan sonra ona iman edenler de, iman et-meyenler-de onun
bu güzel vasıflara sahib oluşuna tanıklık ederlerdi. Ne sözlerinde, ne
fiillerinde, ne ahlakında kusur olacak hiçbir vasfi. yoktu. Yalan söylediği
görülmemişti. Ne zulmetmiş, ne de fuhuş irtikâb etmişti. Yaratılış ve sureti,
suretlerin en güzeli, en mükemmeli ve en tamamı idi. Olgunluğuna delalet eden
bütün güzellikleri, onun yaratılışında mevcud idi. Okur yazar olmayan bir
kavim arasında ümmi bir insandı. Ne kendisi, ne de kavmi, Ehl-i Kitabın
bildiği Tevrat ve İncil'i bilmezlerdi. İnsanların elde ettikleri ilimlerden
hiçbirini okumamıştı. İlim ehliyle oturmamıştı. Allah'ın kendisini kırk yaşma
erdirmesine kadar hiçbir zaman peygamberlik iddiasında bulunmamıştı. Kırk
yaşına varınca da işlerin en hayret vericisi, en muazzamını getirip ortaya koymuştu.
Öncekilerin duymadıkları ve benzerini işitmedikleri bir sözle konuşuyordu.
Beldesinde ve kavminde emsali görülmemiş bir haberi bildiriyordu. Sonra da
önceki peygamberlere tabi olanlara benzer kimseler, yani insanların güçsüz ve
zayıf olanları ona tabi oldular. Riyaset ehli kimseler, onu yalanlayıp
düşmanlık gösterdiler. Onu öldürmek, ona uyan kimseleri mahvetmek için her yola
başvurdular. Nitekim Önceki peygamberlere ve onlara uyan kimselere de kafirler
böyle yapmışlardı. Rasûlullah (s.a.v.)'a tabi olan kimseler, herhangi bir şeye
rağbet ettiklerinden veya herhangi birşeyden korktuklarından ötürü tabi olmuş
değillerdir. Çünkü onun yanında onlara verecek mal veya onları tayin edeceği
makamlar yoktu. Kılıcı da yoktu. Aksine kılıç, mal ve makam, onun
düşmanlarının elindeydi. Ona tabi olan kimselere çeşitli eziyetlerde
bulundular. Ama Müslümanlar sabrettiler. Allah'tan yardım beklediler.
Dinlerinden dönmediler. Çünkü kalplerine imanın tadı ve marifetin tatlılığı
girmişti. Araplar, Mekke'yi İbrahim peygamberin zamanından beri ziyarete gelip
haccederlerdi. Hac mevsiminde, Arab kabileleri oraya gelip toplanırlardı.
Rasûlullah (s.a.v.), hacca gelen Arapların yanma gelip onlara risaleti tebliğ
eder ve onları Allah'a imana davet ederdi. Karşılaştığı yalanlamalara da
sabrederdi. Kendisini yalanlayanların yalanlamalarına, kendisine eziyet edenlerin
ezalarına, davetinden yüz çevirenlerin yüz çevirmelerine tahammül ederdi.
Nihayet Yesriblilerle toplantı yaptı, onlar Yahudilerin komşularıydılar.
Rasûlullah'ın haberlerini Yahudilerden duymuş, böylece onu tanımışlardı.
Onları imana davet edince onlar, onun Yahudiler tarafından haber verilen,
beklenen peygamber olduğunu anladılar.
Onun mertebesinin
yüceliğini, kendilerine anlatacak haberleri de daha önceden duymuşlardı. Ön
küsur sene içinde Rasûlullah (s.a.v.)'m daveti zuhur edip yayıldı. Medineliler
ona iman ettiler. Medine'ye hicret etmesi için bey'atleştiler. Ashabının da
oraya hicret etmesi, kendilerinin onunla beraber cihad etmeleri hususunda
sözleştiler. Bunun üzerine Rasûlullah ve kendisine tabi olan Müslümanlar,
Medine'ye hicret ettiler. Artık Medine'de Muhacirlerle Ensâr vardır.
Aralarında dünyevi bir rağbetten ötürü iman eden veya herhangi birşeyden
korktukları için iman eden kimse yoktu. Hepsi hasbi Müslüman olmuşlardı. Ancak
Ensâr'dan az sayıda kimseler, zahiren Müslüman olmuşlar, fakat kalben münafık
kalmışlardı. Fakat bunlardan bir kısmı da ileride tam Müslüman oldular.
İslâmiyet'i güzelce yaşadılar. Bundan sonra Rasûlullah (s.a.v.)'a cihad izni
verildi. Sonra da cihad emri verildi. O da Allah'ın emrine uyarak onu mükemmel
bir şekilde yerine getirmeye devam etti. Doğruluktan, adaletten, vefakarlıktan
ayrılmadı. Yalan söylediği görülmedi. Her hangi bir kimseye zulmetmedi. Hiç
kimseye ihanette bulunmadı. Aksine o, insanların en doğru sözlüsü, en
adaletlisi, sözünü yerine getirmede en vefalısı idi. Şartların, zamanların
değişmesine; savaşların, barışların zuhur etmesine; korku ve güvenliğe, zenginlik
ve yoksulluğa, muktedirlik ve acizliğe, imkan ve imkansızlığa, azlığa ve
çokluğa, bazen galibiyete, bazen mağlubiyete aldırış etmeksizin sözünü yerine
getirmeye, doğru konuşmaya, zalimlik yapmamaya devam etti. Bütün bu şartlara
rağmen o yolların en mükemmeline sarıldı. Nihayet daveti, Arab diyarlarının
tamamında zuhur etti ki, oralarda daha önceleri putperestlik kök salmıştı.
İnsanlar, kahinlerin haberlerine uyuyor, yaratıcıyı inkar eden, dokunulmaz olan
kanları akıtan, akrabalık bağlarını koparan, ahireti tanımayan sistemlere ve
şahıslara itaat ediyorlardı. Fakat İslâm daveti zuhur ettikten sonra buralarda
yaşayan kimseler, yeryüzünün en bilginleri, en dindarları, en adaletlileri ve
en faziletlileri oldular. Hatta Hristiyanlar, Şam'a geldiklerinde gördükleri
manzarayla karşılaşınca şöyle demişlerdi: «İsa'ya tabi olan kimseler,
bunlardan daha faziletli olamazlar.»
îşte dünyada onların
ilim ve amellerinin eserleriyle, diğerlerinin eserleri görülüyor. Akıllı
kimseler bu eserler arasındaki farkı görür,
Rasûlullah (s.a.v.)'m
durumu kuvvetlendiği, insanlar ona itaat ettikleri, canlarım ve mallarını ona
takdim ettikleri halde kendisi vefat ettiğinde geride ne bir dirhem, ne bir
dinar, ne bir koyun, ne bir deve bıraktı. Sadece katırını ve silahını
bırakmıştı. Zırhı da otuz Ölçek arpa karşılığında bir Yahudinin yanında rehine
idi. O arpaları kendi ailesi için satın almıştı. Elinde bir akarı vardı ki,
onunla kendi ailesinin nafakasını temin eder, artan geliri de Müslümanların
maslahatına sarfe-derdi. Kendisine mirasçı olunmayacağına, varislerinin bu
akardan hiç birşey alamayacaklarına hükmetmişti. O, her vakitte hayret verici
mucizeler ve çeşitli kerametler izhar ederdi ki, burada o mucize ve kerametlerin
vasıflarını anlatmak uzun bir yer işgal edecektir. Olmuş ve olacak şeyleri
çevresindeki insanlara haber verirdi. İyilik yapmalarını emreder, kötülükten de
onları men ederdi. Hoş ve temiz şeyleri onlara helal kılar, pis ve murdar
şeyleri haram kılardı. Peyderpey hükümler vaz1 ederdi. Böylelikle Cenâb-ı
Allah, nihayet onun vasıtasıyla göndermiş olduğu dinini tamamladı. Şeriatını
mükemmel bir şeriat haline getirdi. Akıllı kimselerin iyi dedikleri herşeyi
insanlara emretti. Akıllı kimselerin çirkin gördükleri herşeyi de yasakladı.
"Keşke bunu emret-meseydi." denilebilecek hiç bir emir vermedi.
"Keşke şunu men etseydi." denilecek herşeyi de yasakladı.
Müslümanlara hoş ve temiz şeyleri helal kaldı. Diğer peygamberlerin
şeriatlarında olduğu gibi hoş ve temiz şeylerden hiçbirini Müslümanlara haram
kılmadı. Pis ve murdar şeyleri de haram kıldı. Diğer peygamberlerin yaptıkları
gibi pis ve murdar şeylerden hiçbirini Müslümanlara helal kılmadı. Önceki ümmetlerde
güzel olan şeylerin tamamını İslâmiyet'te topladı, bir araya getirdi. Allah,
melekler, ahiret günü hakkında Tevrat, İncil ve Zebur'da anlatılan haberlerin
tamamı, Peygamber Efendimiz tarafından Müslümanlara en mükemmel şekilde
ulaştırılmıştır. Adaletin icabı, faziletin gereği üstünlüklere teşvik edici,
güzelliklere rağbet ettirici olup diğer kitaplarda mevcut olmayan şeylerle
ilgili haberleri en güzel bir şekilde Müslümanlara ulaştırmıştır. Onun vaz'
ettiği ibadetlerle, diğer ümmetlerdeki ibadetleri mukayese eden akıllı bir
kimse, mutlaka onun vaz1 ettiği ibadetlerin üstünlük ve faziletini anlar. Yine
onun koyduğu hadler, hükümler ve diğer şer'î hükümler için de bu böyledir. Onun
ümmeti her türlü fazilet bakımından diğer ümmetlerin en mükemmelidir. Onların
ilimleri, diğer ümmetlerin ilimleriyle karşılaştırılacak olursa, onların
ilimlerinin üstünlüğü ortaya çıkar. Onların din, ibadet ve Allah'a olan
taatları, diğer ümm,etlerinkiyle mukayese edilecek olursa, onların
diğerlerinden daha dindar oldukları ortaya çıkar. Onların şecaatları, Allah
yolunda cihadları, Allah için zorluklara katlanmaları, diğer ümmetlerinkiyle
karşılaştırılacak olursa, onların daha yürekli, daha atılgan ve cihad hususunda
daha ileri oldukları ortaya çıkar. Onların cömertlikleri, iyilikleri,
müsamahakârlıkları, nefislerini fedadan çekinmemeleri, diğer ümmetlerin bu
vasıflarıyla karşılaştırılacak olursa; onların daha cömert ve daha fedakâr
oldukları anlaşılır. Evet bu ümmet, bu faziletleri Rasûlullah sayesinde elde
etti ve bunları ondan Öğrendi. Bunları onlara emreden de odur. Daha Önce bu
ümmet, herhangi bir kitaba tabi değildi. Rasûlullah, bunların tamamını bu
ümmete getirdi. Bu bakımdan îsa ümmetine benzemezler. Çünkü Isa peygamber,
Tevrat şeriatını tam olarak Hristiyanlara getirmişti. Hrisuyanların faziletleri
ile ilimlerinin bir kısmı Tevrat'tan, bir kısmı Zebur'dan, bir kısmı
nübüvvetten, bir kısmı Mesih'ten, bir kısmı Havarilerden elde edilmiştir.
Bunlar, felsefecilerin ve diğerlerinin sözlerini de iktibas etmişler, nihayet
Hristiyanhk dinine, İsa'nın dinine ters düşen bazı kâfirlerin işleri de
karışmıştır. Muhammed (s.a.v.)'in ümmetine gelince bunlar, daha önce bir kitab
okumuş değillerdi. Hatta ekseriyeti Musa'ya, îsa'ya, Davud'a, Tevrat'a, İncil'e
ve Zebur'a da iman etmiş değildi. Ancak Rasûlullah'ın vasıtasıyla bu
peygamberler ve bu kitaplarla tanışmışlardır. Rasûlullah, ümmetine, bu
peygamberlere ve bu kitaplara iman etmeleri emrini vermiştir. Yine Allah
katından indirilen bütün kitapları okumalarını da emretmiş; peygamberlerden
herhangi birini diğerine üstün saymaktan da onları men etmiştir. Rasûlullah'ın
getirmiş olduğu kitapta yüce Allah şöyle buyurmuştur:
«Allah'a, bize
gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene,
Musa ve İsa'ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene, onları
birbirinden ayırd etmeyerek inandık. Biz ona teslim olanlarız» deyin. Sizin
inandığınız gibi inanmış olsalar, doğru yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse,
şüphesiz onlar çıkmazdadırlar. Onlara karşı sana Allah yetecektir. O, işitir
ve bilir.» (ei-Bakara, 136-
137.)
«Peygamberler ve
inananlar, ona Rabbinden indirilene inandı. Hepsi Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine inandı. «Peygamberleri arasından hiçbirini ayırd
etmeyiz, işittik, itaat ettik. Rabbi-miz! Afnnı dileriz, dönüş sanadır.»
dediler. Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik
lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir.» (el-Bakara, 285-286.)
Rasûlullah (s.a.v.)'m
ümmeti, dinden olmayan ve Rasûlullah vasıtasıyla gelmeyen herhangi bir şeyin
dinden sayılmasını helal görmez. Hakkında Allah'ın delil indirmediği bir
bid'atı da ortaya koymaz. Allah'ın izin vermediği bir hususu da dine eklemez.
Ancak Rasûlullah'ın kendilerine anlatmış olduğu önceki peygamberlerle
ümmetlerinin haberlerinden ibret alırlar. Kendi dinlerine muvafık olarak kitab
ehli kimselerin anlattıkları şeyleri tasdik ederler. Doğruluğu ve yalânlığı
bilinmeyen birşey karşısında ihtiyatlı olurlar. Çekimser davranırlar. Batıl
olduğunu bildikleri şeyi yalanlarlar. Dinden olmayan, Hind, Fars, Yunan veya
diğer bir milletin felsefecilerinin sözlerini de dine sokan bir kimse onlara
göre ilhad ve bid'at ehli kimselerden olur.
Rasûlullah (s.a.v.)'m
ashabı ile tabiilerin üzerinde durdukları din, işte budur. Din önderlerinin de
üzerinde durdukları İslâmiyet budur. Bu din önderleri ve imamlarının, Muhammed
ümmeti içinde doğru delilleri vardır. Sözleri tasdik edilir. Müslüman cemaat
ve halk bunları tasdik ederler. Bir kimse, bu hududun dışına çıkarsa yerilir,
cemaat ta-rafindan kovulur. İşte bu, Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat mezhebidir. Bunlar,
kıyamete kadar hükümfermâ olacaklardır ki, Rasûlullah (s.a.v.) bunlar hakkında
şöyle buyurmuştur:
«Ümmetimden bir grup
hep hak üzere olacaklardır. Muhalifleri kendilerine zarar veremeyecek ve
kıyamet kopuncaya kadar da onları terk edemeyecek, yardımsız
bırakamayacaklardır.»
Genelde bütün
peygamberlerin, özelde Rasûlullah (s.a.v.)'m dini olan bu temel üzerinde
ittifak etmiş olmakla birlikte bazıları ihtilafa düşerler. Ancak bu esasa
muhalefet eden kimseler, Müslümanlara göre dinsiz olur, yerilir ve kınanır.
Müslüman âlim ve büyüklerinin üzerinde durdukları, hükümdarlarının uğruna
savaştıkları, halklarının uydukları uyduruk bir din ortaya atan Hristiyanlar
gibi değildirler. Hristiyan-larm ortaya attıkları uyduruk din, Hz. îsa'mn veya
diğer peygamberlerin dini değildir. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah,
peygamberlerini faydalı ilim ve salih amelle göndermiştir. Peygamberlere tabi
olan kimse, dünya ve ahiret saadetini kazanır. İlim ve amel bakımından
peygamberlere uymada taksirli davranan kimseler bid'atlara düşerler. Cenâb-ı
Allah, Muhammed (s.a.v.)'i hidayet ve hak din ile gönderin-ce Müslümanlar, bu
dini ondan öğrenip elde ettiler. Ümmetinin üzerinde bulunduğu her faydalı ilim
ve her salih amel, Rasûlullah Muhammed'den elde edilmiştir. Nitekim her akıl
sahibi kimse, Rasûlullah'ın ümmetinin ilim ve amelinin, üstünlük bakımından
ümmetlerin en mükemmeli olduğunu anlar. Çıraktaki olgunluğun ustadaki
olgunluğa delalet ettiği bilinmektedir. Bu da Peygamber (s.a.v.)'in ilim ve
din bakımından ustadaki insanların en mükemmeli olmasını icab ettirir. Bütün
bu anlattıklarımız da zorunlu olarak Rasûlullah (s.a.v.)'m: «Doğrusu ben,
Allah'ın hepinize gönderdiği elçisiyim.» sözünün gerçekliğini ispatlamaktadır.
Rasûlullah (s.a.v.), a"sla yalancı ve iftiracı değildi. Bu sözü, ancak
insanların en mükemmeli ve en seçkini söyler, eğer doğru sözlü ise. Ya da eğer
yalancı ise, insanların en şerlisi ve en murdarı söyler.
Onun ilminin ve
dininin olgunluğuna dair anlatılan hususlar, onun murdar ve cahil bir kimse
olmasını imkansız kılmaktadır. Böyle olunca da demek ki o mutlak olarak ilim,
din ve olgunluğun zirvesine ulaşmış bir kimse olarak vasıflanmaktadır. Gerçek
de böyledir. Bu da onun: «Doğrusu ben, Allah'ın hepinize gönderdiği elçisiyim.»
sözünün doğru olmasını gerekli kılmaktadır. Aksi takdirde yanılarak yalan
söyler. Kasıtlı olarak yalan söyleyen, zalim ve sapık olur. Yanılarak yalan
söyleyen de cahil ve sapık olur. Muhammed (s.a.v.) ise, ilim sahibi bir kimse
idi. İlmi, onun cahil olmasını imkansız kılar. Dininin olgunluğu, onun bilerek
yalan söylemesini imkansız kılar. Onun sıfatlarını bilmek, onun asla bilerek
yalan söylememiş olmasını gerekli kılar. O, cahil de değildi ki bilmeden yalan
söylesin. Kasıtlı olarak veya yanılarak yalan söylemiş olması imkansız
olduğuna göre demek ki o, doğru sözlüdür. Doğru sözlü bir kimse olduğunun da
farkındadır. Bu sebeple Cenâb-ı Allah, onu bilerek veya bilmeyerek yalan
söylemekten uzaklaştırıp münezzeh kılmıştır ve bu hususu da şu ayet-i celilede
beyan buyurmuştur:
«Batmakta olan yıldıza
and olsun ki, arkadaşınız Muhammed sapmamış ve azmamıştır. O, kendiliğinden
konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak bildirilen bir vahiy iledir.» (en-Necm,
1-4.)
Yüce Allah, Vahyi
getiren melek hakkında da şöyle demiştir: «Bu Kur'ân, Arş'ın sahibi katında
değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bîr elçinin getirdiği
sözdür.» (et-Tekvîr, 21.)
Sonra yüce Allah, yine
Rasûlullah'tan bahsederek şöyle buyuruyor: «Arkadaşınız Muhammed asla deh
değildir. And olsun ki o, Cebrail'i apaçık ufukta görmüştür. Peygamber,
görülmeyenler hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz. Bu
Kur'ân, kovulmuş şeytanın sözü olamaz. Ey insanlar! Nereye gidiyorsunuz?
Kur'ân, ancak aranızda doğru yola girmeyi dileyene ve âlemlere bir öğüttür.»
(et-Tekvîr, 22-28.)
«Şüphesiz Kur'ân,
âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Ey Muhammed! Apaçık Arap diliyle,
uyaranlardan olman için onu Cebrail senin kalbine indirmiştir.» (eş-Şuarâ,
192-195.)
«Şeytanların kime
indiğini size haber vereyim mi?» de. Onlar, günahkar iftiracıların hepsine
iner. Bunlar şeytanlara kulak verirler; çoğu yalancıdırlar.» (eş-Şuarâ,
221-223.)
Yüce Allah, şeytanın
kendisine uygun ve münasib kimselerin yanına indiğini beyan buyuruyor. Şeytan
böylelerinin yanına iner ki amacı gerçekleşsin. Çünkü şeytan kötülüğü amaçlar.
Kötülükten kasıt, yalan ve günahtır. O, doğruluğu ve adaleti amaçlamaz. Şeytan,
bilerek veya bilmeyerek yalan söyleyenden başkasının yanına yaklaşmaz. Günah işlemeyenden
başkasına da yanaşmaz. Çünkü dinde hata etmek ve günah işlemek de şeytandandır.
Nitekim bu konu kendisine sorulduğu zaman îbn Mesud şöyle cevap vermiştir: «Ben
bu konuda kendi reyim üe konuşuyorum. Eğer doğru söylüyorsam bu Allah'tandır.
Eğer yanlış söylüyorsam bu benden ve şeytandandır. Allah ile Rasûlü
yanlışlıktan ve hatâdan uzaktırlar. Kasten veya hataen şeytanın Rasûlullah'a
inmesi imkansızdır. Rasûlullah, bu gibi hallerden uzaktır. Ama Rasûlullah'tan
başkası hata yapabilir, yanılabilir. Hatası ve yanılması da şeytandandır.
Affedilen bir hata da olsa hatası şeytandandır. Kişi bilmediği bir haberi
başkalarına aktarırsa, hata etmiş olur. Verilmemiş bir emrin verilmiş olduğunu
söylerse günahkar olur. Şeytanın Rasûlullah'a gelmediği bilinir. Ona ancak
şerefli bir melek gelmişti. Bu sebeple Rasûlullah'tan bahseden diğer ayette de
şöyle denmiştir:
«Doğrusu Kur'ân,
şerefli bir elçinin getirdiği sözdür. O, şair sözü değildir; ne az
inanıyorsunuz! Kâhin sözü de değildir; ne az düşünüyorsunuz! Kur'ân, âlemlerin
Rabbinden indirilmedir.» (ei-Hâkka, 40-44.) [7]
Bu delillerin en
büyüğü, aydınlık saçan ayın iki parçaya bölünmesidir. Bu hususta yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
«Kıyamet saati yaklaşır,
ay yarılır; onlar bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler ve: «Devam eden bir
sihir» derler. Yalanlarlar da kendi heveslerine uyarlar. Ama her işin karar
kılacağı bir sonucu vardır. And olsun ki, onları bu hallerinden vazgeçirecek
nice haberler gelmiştir. Bu haberlerin her birinde üstün hikmet vardır. Ama
uyarmalar fayda vermiyor.» (ei-Kamer, 1-5.) Diğer imamlarla birlikte âlimler,
ayın ikiye bölünmesinin Rasûlullah (s.a.v.)'ın zamanında olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Ümmet nezdinde katiyyet ifade eden yollarla bu konuda
birçok hadis nakledilmiştir:
İmam Ahmed b. Hanbel,
Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Mekkeliler, Peygamber
(s.a.v.)'den bir mucize istediler. Bunun üzerine ay, Mekke'de ikiye bölündü.
«Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılir.»
Buharî, Enes b.
Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Mekkeliler,
Rasûlullah (s.a.v.)'dan kendilerine bir mucize göstermesini istediler. Bunun
üzerine o da ayı, iki parça olarak onlara gösterdi. Nihayet onlar da Hira
dağını ayın iki parçası arasında gördüler.»
İmam Ahmed b. Hanbel,
Muhammed b. Kesir kanalı ile Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dediğim rivayet
etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'m
zamanında ay ikiye bölündü. Bir parçası şu dağın, bir parçası da diğer dağın
üzerinde görüldü. "Muhammed bize büyü yaptı." dediler. Yine;
"Bize büyü yapsa da bütün insanlara büyü yapamaz ya." dediler.»
Ebu Cafer b. Cerir,
Yakub kanalı ile Ebu Abdurrahman es-Sülemî'nin şöyle dediğini rivayet eder:
«Medâin'e indik,
kaldığımız yer ile Medâin arasında bir fersahlık mesafe vardı. Cuma günü oldu.
Babamla birlikte Medâin'e camiye gittik. Hüzeyfe, bize hutbe okudu. Hutbesinde
şöyle dedi:
Yüce Allah buyuruyor
ki: "Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır." Bilesiniz ki, kıyamet
saati yaklaşmıştır. Dikkat edin, ay iki bölünmüş, Dünya da artık vedaya
başlamıştır. Ayrılık vakti gelmiştir. Bilesiniz ki bugün yarışa hazırlanma
günü, yarın da yarış günüdür."
Babama dedim ki:
- Yarın insanlar yarış
mı yapacaklar?
- Ey oğulcuğum, sen
cahil birisin. Yarıştan kasıt amellerdeki yarıştır.
Ertesi cuma oldu.Yine
babamla birlikte camiye gittik, yine Hüzeyfe hutbe okudu. Hutbesinde şöyle
dedi:
«Dikkat edin, yüce
Allah şöyle buyuruyor: "Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır."
Bilesiniz ki Dünya vedaya yüz tutmuş, ayrılmak üzeredir.»
Ebu Zür'a er-Razî de
"Delâilü'n-Nübüvve" adlı kitabında bu rivayeti Ata b. Saib kanalıyla
Hüzeyfe'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre Hüzeyfe hutbesinde şöyle
demiştir: «Bilesiniz ki ay, Rasûlullah (s.a.v.)'m zamanında yarıldı. Bugün
yarışa hazırlanma günü, yarın da yanş günüdür. Bilesiniz ki varılacak son
nokta, ateştir. Yarışı kazanan, Cen-net'e koşup ulaşandır.»
Buharı, Yahya b.
Bükeyr kanalı ile îbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Peygamber (s.a.v)'in
zamanında ay yarıldı.» Bir başka yoldan da Buharı, îbn Abbas'ın şu ayet-i
kerimeyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Kıyamet saati
yaklaşır, ay yarılır, onlar bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler ve: «Süregelen
bir sihir» derler.» (el-Kamer, 1-3.)
Ayın yarılması
hadisesi vuku buldu. Bu hadise, hicretten önce oldu ve seyredenler, ayın iki
parçaya ayrıldığını gördüler.
Avfî de îbn Abbas'tan
buna benzer bir rivayette bulunmuştur.
Bu husus, İbn
Abbas'tan, başka bir vecihle de rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Ebu Kasım
et-Taberanî, îbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah
(s.a.v.)'ın zamanında ay tutuldu. «Aya büyü yapıldı» dediler. Bunun üzerine şu
ayet-i kerime nazil oldu:
«Kıyamet saati
yaklaşır, ay yarılır, onlar bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler ve:
"Süregelen bir sihir" derler.» (ei-Kamer, 1-2.) Bu garib ve tuhaf bir
ifadedir. Ayın ikiye yarılmasıyla birlikte tutulmuş olması da muhtemeldir. Bu
da Bedir gecelerinden birinde ayın yarılmış olduğunu göstermektedir. Doğrusunu
Allah bilir.
Hafiz Ebu Bekr
el-Beyhakî, Abdullah b. Ömer'in şu ayet-i kerimeyle ilgili olarak şöyle
dediğini rivayet etmiştir:
«Kıyamet saati
yaklaşır, ay yarılır.» Ayın yarılması, Rasûlullah (s.a.v.) zamanında
gerçekleşmiştir. Ay ikiye yarıldı, bir parçası dağın ön kısmında, diğer parçası
da arka kısmında görüldü. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): "Allah'ım
şahid ol." dedi.»
îmam Ahmed b. Hanbel,
Süfyan kanalı ile îbn Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Rasûlullah
(s.a.v.)'m zamanında ay yarıldı ve seyirciler ona baktılar. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.): «Şahid olun» dedi."
Buharı, Abdullah b.
Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Rasûlullah (s.a.v.)'m zamanında ay
ikiye yarıldı. Kureyşliler: "Bu, Ebu Kebşe'nin oğlu (Muhammed'in)
büyüsüdür." dediler. Sonra da sözlerine şunu eklediler: "Bakın
bakalım hele, dışardan gelecek olanlar bize bu hususta ne haberler
getireceklerdir. Çünkü Muhammed bizi bü-yülese de insanların hepsim büyüleyemez
ya!" dediler. Dışardan gelen yolcular da ayın ikiye yarılmış olduğunu
gördüklerini söylediler.»
Beyhakî, el-Hakim
kanah ile Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Ay, Mekke'de yarılıp
iki parça halinde görüldü. Kureyş kâfirleri: "Bu, Ebu Kebşe'nin oğlu
(Muhammed'in) size yaptığı bir büyüdür. Dışardan gelecek yolculara bakın
hele... Eğer onlar da sizin gördüğünüzü gönnüşlerse, demek ki Muhammed doğru
söylemiştir. Eğer sizin gördüğünüzü görmemişlerse, demek ki Muhammed'in size
yaptığı bir büyüdür." dediler. Daşardan gelen yolcular Mekke'ye
vardıklarında onlar da: "Ayın ikiye yazıldığını gördük." dediler.»
îbn Cerir de bu
hadiseyi Muğire'nin hadisinden rivayet ederek şu ilavede bulunmuştur: Bunun
üzerine Yüce Allah şu ayeti inzal buyurdu: «Kıyamet saati yaklaşır, ay
yarılır.»
îmam Ahmed b. Hanbel,
Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Ay, Rasûlullah
(s.a.v.)'m zamanında yarıldı, İkiye bölündü. Ben, dağın, ayın iki parçası
arasında olduğunu gördüm.»
Sahih-i Buharı1 de îbn
Mesud'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: «(Kıyamet alametlerinden) beşi geçti.
Bu beş alamet şunlardır: Bizanslıların galibiyeti, Bedir muharebesi,
müşriklerin yakalanmaları, duman görülmesi ve ayın ikiye yarılması.»
"Delail"
adlı eserde Ebu Zür'a şöyle demiştir: Abdurrahman b. İbrahim ed-Dımaşld, îbn
Bükeyr'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Ay, hicretten önce
Peygamber (s.a.v.)'in zamanında Mekke'de ikiye bölündü. îki parça olarak yere
indi. Müşrikler: «Ebû Kebşe'nin oğlu (Muhammed) aya büyü yaptı.» dediler.»
Bu hadis, bu bakımdan
mürseldir. Sahabeler topluluğundan yapılan bu rivayetlerde senetten bahsetmeye
gerek yoktur. Çünkü bu, meşhur bir hadisedir. Ayrıca mukaddes kitabımız olan
Kur'ân-ı Kerim'de de bundan söz edilmiştir.
Bazı kıssacıların
anlattıkları gibi ayın Peygamber Efendimiz'in yakasından girip yeninden
çıktığı ve buna benzer anlatımların dayanakları, aslı, esası yoktur. Ay
varıldığı esnada yine semada idi. İkiye bölündü. Bir parçası Hira dağının
gerisinde, diğer parçası da ön tarafında görüldü. Hira dağı, iki parçanın
ortasında kaldı. Bununla birlikte ayın her iki parçası da semadaydı.
Mekkeliler, ona bu haliyle bakıyorlardı. Mek-keli cahillerin çoğu, bu hadisenin
bir büyü eseri olarak gözlerine göründüğünü sanmışlardı. Bu nedenle dışardan
gelen yolculardan ayın yarılıp yarılmadığını sormuşlar, onlar da tıpkı
kendilerinin gördüğü gibi ayın ikiye bölündüğünü gördüklerini söylemişlerdi.
Bunun üzerine bu hadisenin gerçekliğini anlamış ve inanmışlardı.
Eğer: «Niçin ayın
yarıldığı bütün ülkelerde ve beldelerde görülmedi?» diye sorulacak olursa,
buna cevaben deriz ki:
Bunu kim inkar edebilir.
Ama öteden beri kafirler, Allah'ın mucizelerini ve ayetlerini inkar ediyorlar.
Belki de onlara, ayın yarılmış olması hadisesi, Allah katından gönderilen
Peygamber Muhammed'in bir mucizesi olduğu haberi verilince, onların fasid
görüşleri bu hadiseyi gizlemek ve unutturmak için birbirlerini teyid etti.
Kaldı ki seyyahlardan bir çoğu, Hindistan'da bir heykel gördüklerini ve
heykelin üzerinde: «Bu heykel, ayın yarıldığı gecede yapıldı.» ioaresinin
yazılı olduğunu gördüklerini ifade etmişlerdir.
Sonra ayın ikiye
bölünmesi hadisesi, geceleyin vuku bulduğu için çoğu insanlara - engelleyici
bazı sebeplerden ötürü- görünmemiş olabilir.
Mesela; o esnada üst
üste yığılı bulutlar, ayın durumunu onlara memleketlerinde göstermemiş
olabilir. Belki de insanların çoğu o esnada uykuda idiler. Buna benzer diğer
bazı mani sebepler, ayın yarılması hadisesini onlara göstermemiş olabilir.
Doğrusunu Allah bilir. Biz bu konuyu tefsirimizde detaylı olarak anlattık.
Güneşin battıktan sonra yeniden ufka dönmesi olayına gelince, şeyhimiz
Bahaeddin el-Kasım b. Muzaffer b. Tâcü'l-Ümena b. Asakir, Esma binti Ümeys'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.),
başını Hz. Ali'nin kucağına yaslamış iken kendisine vahiy nazil olmaya
başladı. Hz. Ali de ikindi namazını kılmamış-tı. Vahiy tamamlanıncaya kadar
güneş battı. Vahyin nüzulü tamamlanınca Rasûlullah (s.a.v.), ona şöyle sordu:
- Ey Ali! İkindi
namazını kıldın mı?
- Hayır.
- Allah'ım, eğer Ah
senin ve peygamberinin taatinde ise sen güneşi yeniden onun için ufka döndür.»
Esma dedi ki:
"Güneşin battıktan sonra tekrar doğduğunu gördüm." Şeyh Ebu'l-Ferec
b. Cevzî, yukarıdaki hadisi mevzu hadisler arasında rivayet etmiştir.
Ebu Muhammed, Urve b.
Abdullah b. Kureyş'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Hz. Ali'nin kızı Fatıma'mn
yanma gittim. Boynunda boncuklar gördüm. Elinde de iki büyük misket vardı. Ona:
- Bu nedir? diye
sordum. O da şöyle karşılık verdi:
- Kadının erkeklere
benzemesi hoş değildir.
Bundan sonra bana
şöyle dedi: "Esma binti Ümeys bana dedi ki: Ebu Talib oğlu Ali, Hz.
Peygamber'e yaslanmış, bu esnada Hz. Peygamber'e vahiy gelmişti. Sonra Allah'ın
Peygamberi, Hz. Ali'ye şöyle sormuştu:
- Ey Ali! İkindi
namazını kıldın mı?
- Hayır.
- Allah'ım, Ali için
güneşi tekrar ufka döndür.
Bunun üzerine güneş
tekrar ufka dönmüş ve güneş ışıkları mescidin yarısına kadar uzanmıştı.»
Hafız İbn Asakir,
bunun münker bir hadis olduğunu söylemiştir. Şeyh Ebu Ferec b. Cevzî, de bunu
mevzu hadisler arasında zikretmiştir. Sonra İbn Cevzî, sözünü şöyle
sürdürmüştür:
«Bu hadisi uyduran
kimsenin gafletine delil olarak şunu söyleyebiliriz: Bu hadisi uyduran kişi,
Hz. Ali'nin faziletine atn nazar etmiş, ama bu hadisi uydurmada herhangi bir
faidenin söz konusu olamayacağına dikkat etmemiştir. Çünkü ikindi namazı,
güneşin batmasıyla kazaya kalır. Güneşin tekrar ufka dönmesi, o namazın
kılınmasını edaya dönüştürmez. Sahih hadiste Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: «Güneş, Yuşa'dan başkası için ufukda
bekletilmemiş tir.»
Ben derim ki: Ali için
güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürüldüğünü ifade eden hadis, zayıf ve
münkerdir. Bunu rivayet eden ravile-rin tamamı ya Şiî, ya da durumu belirsiz
kimselerdir. Şiilerin rivayetleri metruktür. Bu gibi hadislerde tek kişinin
haberi kabul edilmez. Bu tür hadislerin mutlaka tevatür yoluyla, ya da müstefiz
olarak nakledilmeleri gerekir. Bundan daha aşağı derecedeki rivayetler
önemsenmezler. Ancak Cenab-ı Allah'ın bunu yapma kudretine sahib olduğunu,
Rasûlullah'ın da böyle bir mucizeyi gösterebileceğini inkar etmiyoruz. Sahih
hadiste sabit olduğuna göre Yuşa' b. Nun için güneş ufukta bekletilmiştir.
Beyt-i Makdis'i (Kudüs'ü) kuşattığı günde Yuşa' b. Nun için güneş ufukta
bekletilmişti. Bu hadisenin vukuu, cuma gününün aksamına rastlamıştı, Yuşa' b.
Nun, cumartesi günü savaşmazdı. Güneşe baktı, guruba yüz tuttuğunu gördü. Ona
şöyle seslendi: «Ey güneş, sen emir altındasın. Ben de emir altındayım.
Allah'ım, şu güneşi ufukda benim için durdur.» Bunun üzerine Cenâb-ı Allah,
Kudüs'ü fethetmelerine kadar güneşi ufakta bekletmişti. Rasûlullah (s.av.)'a
gelince o, Yuşa' b. Nun'dan daha üstün, daha faziletli, daha şerefli olup
makamı da ondan yücedir. Hatta diğer peygamberlerin tümünden de mutlak surette
üstündür. Ama biz, ancak nezdimizde sahili olan şeyleri söyleriz. Sahih olmayan
şeyleri Rasûlullah'a isnad etmeyiz. Eğer bu hadise sahih olsaydı, bunu
nakledenlerin ilki biz olurduk. Buna inananların da ilki biz olurduk, her
hususta Allah'ın yardımını dileriz.
Eğer Rafizîlerden biri
derse ki; Hasan'm babası Ali'nin faziletinin çokluğuna ve imamlığına delil
olarak Esma binti Ümeys'in şu rivayeti vardır: «Rasûlullah (s.a.v.)'ın başı,
Hz. Ali'nin kucağında iken kendisine vahiy nazil olmaya başladı. Bu sebeple
güneş batıncaya kadar Ali ikindi namazını kılamadı. Rasûlullah (s.a.v.), vahyin
tamamlanmasından sonra Ali'ye sordu:
- Ey Ali, ikindi
namazını kıldın mı?
- Hayır.
- Allah'ım! Ali, senin
rasûl'ünün taatindedir. Bunun için güneşi tekrar ufka döndür ki namazını
kılsın.
Esma dedi ki: «
Güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndüğünü gördüm.»
Bunun için denilir ki:
Eğer bu hadis bahih olsaydı, biz bununla muhaliflerimiz olan Yahudi ve
Hristiyanlara karşı nasıl hüccet ileri sürerdik. Ama bu hadis, cidden zayıf
olup asılsızdır ve bu, Râfizîler tarafından uydurulmuştur. Eğer güneş, battıktan
sonra tekrar ufka döndürülmüş olsaydı, bunu mü'minler de, kafirler de
göreceklerdi ve bu hadisenin falan yılın falan ayının falan gününde meydana
gelmiş olduğunu bize nakledeceklerdi.
Sonra Rafizîlere de
şöyle denilir:
- İkindi namazını
kaçırmasından sonra güneşin Ali için tekrar ufka döndürülmesi mümkün müdür?
Oysa Hendek savaşında öğle, ikindi ve akşam namazının vaktini kaçırmalarından
sonra Rasûlullah ile bütün Muhacir ve Ensâr için güneş tekrar ufka
döndürülmemişti. Bu nasıl olur?
Yine Rasûlullah
(s.a.v.), Hayber gazvesi dönüşünde Muhacir ve Ensâr ile birlikte yolda geceyi
geçirirken uykuya dalmışlar, sabah namazını kılamamışlardı. Güneş doğduktan
sonra uyanmışlardı. Niçin o zaman güneş, Rasûlullah ile ashabı için tekrar
dönüp gece olmamıştı? Eğer bu bir fazilet ise, Cenâb-ı Allah, bu fazileti
rasûlüne verirdi. Oysa Cenâb-ı Allah, hiçbir şeref ve fazileti rasûlünden
esirgememiştir. Hal böyleyken böyle bir imkanı Ebu Talib oğlu Ali'ye mi Allah
bahşedecektir?
İbrahim b. Yakub
el-Cüzcanî diyor ki: «Muhammed b. Ubeyd et-Tenafisî'ye şöyle bir soru sordum:
Güneşin batmasından sonra ikindi namazını kılabilmesi için Ebu Talib oğlu Ali
hatırına tekrar ufka döndürülmüş olmasına ne dersin?
- Böyle bir sözü
söyleyen mutlaka yalan söylemiştir.» İbrahim b. Yakub diyor ki: «Ya'lâ b. Ubeyd
et-Tenafîsî'ye şöyle bir
soru sordum:
- Bizim yanımızdaki
insanlar diyorlar ki: Ali, Rasûlullah (s.a.v.)'ın vasisidir. Güneş battıktan
sonra onun hatırına tekrar ufka döndürülmüş deniliyor.
- Bütün bunlar
yalandır.»
Ebu Kasım Ubeydullah
b. Abdullah b. Ahmed el-Haskanî, Esma binti Ümeys'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.),
Hayber diyarında Sahba mıntıkasında öğle namazını kıldı. Sonra bir iş için
Ali'ye haber salıp yanma çağırttı. Ali geldi. O esnada Rasûlullah (s.a.v.),
ikindi namazını kılmıştı. Başını Hz. Ali'nin göğsüne yasladı. Hz. Ali öylece
durdu. Rasûlullah da başını kımıldatmadı. Nihayet bu halde güneş battı. Sonra
Rasûlullah (s.a.v) şöyle dedi:
«Allah'ım, kulun Ali,
peygamberi için kendini hareketten alıkoydu. Sen de güneşi onun için ufka
döndür.»
Esma dedi ki: Güneş
tekrar doğdu, dağların üstüne kadar yükseldi. Ali de kalkıp abdest aldı ve
ikindi namazını kıldı. Sonra güneş tekrar battı.»
Bu hadisin senedinde
durumu belirsiz bazı ravilerin ismi geçmektedir. Ravilerden Avn ile annesinin
adaletli ve zabtı sağlam kimseler oldukları bilinmemektedir ki, bu sebeple
haberleri kabul edilebilsin. Hatta böylesine önemli bir konudaki rivayetlerden
daha önemsiz rivayetlerde bile, adaletli ve zabıtları sağlam olarak
bilinmemektedirler. Bu önemli hadisedeki rivayetleri nasıl sabit olabilir? Bu
hadiseyi, sahih hadis kitaplarının (sünen ve müsnedlerin) sahiplerinden
hiçbiri rivayet etmemiştir. Doğrusunu Allah bilir. Sonra Avn'm da bu hadisi,
ninesi Esma binti Ümeys'ten işitip işitmediğini de bilmiyoruz. Ayrıca
ravilerden Mısrî de bu hadisi^ Hüseyin b. Hasan el-Aşkar tarikiyle nakletmiştir
ki, -o da aşırı bir Şiîdir. Bir çokları onun zayıf bir ravi olduğunu söyler.
Fatıma binti Hüseyin
b. Ali b. Ebi Talib'e gelince - ki bu Zeynel Abi-din'in kızkardeşidir- onun
hadisi meşhurdur. Ondan, dört sünen sahibi rivayetlerde bulunmuşlardır.
Babasının öldürülmesinden sonra Ehl;i Beyt ile birlikte Şam'a gelenlerdendir.
Sika ravilerdendir. Ancak mezkur hadisi, Esma binti Ümeys'ten işitip
işitmediği bilinmemektedir.
Doğrusunu Allah bilir.
Ali b. Abbas b. Velid,
Esma binti Ümeys'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Hz. Ali, ganimetleri
taksim ettiği gün meşguliyetinden ikindi namazını kılamamıştı. Güneş batmak
üzereydi. Rasûlullah (s.a.v.) kendisine sordu:
- İkindi namazını
kılmadın mı?
- Kılmadım.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.), Allah'a dua etti, güneş tekrar yükseldi. Semanın ortasına
kadar geldi. Hz. Ali de kalkıp namazını kıldı. Güneş tekrar batarken
testerenin demir üzerine sürülmesi esnasında çıkardığı ses gibi ses çıkardı.»
Bu ifadeler de daha
önce geçen ifadelere birçok bakımdan muhaliftir. Kaldı ki bu rivayetin senedi
de çok karanlıktır. Bu rivayetin senedinde adı geçen Sabahın nasıl bir kimse
olduğu bilinmemektedir. Ayrıca Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin şehid olarak
öldürülmüş olduğu halde Esma binti Ümeys'ten itibaren ravilerden birer birer
nasıl nakilde bulunmuş olabilir. Bu hadisin sened ve metninde karışıklık
vardır. Güya Ali, sadece ganimet taksimiyle meşgul olduğu için o gün ikindi
namazını kılama-mışİ Bunu hiçbir kimse söylemiş değildir. Sırf bu sebeple
ikindi namazını terketmenin caiz olduğu görüşüne hiç kimse kail olmamıştır.
Her ne kadar bazı âlimler, savaş mazereti ile namazı geciktirmenin caiz olduğunu
söylemişlerse de hiç kimse, namazı terk etmenin caiz olduğunu söylememiştir.
Nitekim Buharı, Mekhul ile Evzaî ve Enes b. Malik'ten bu konuda nakilde
bulunmuştur. Hendek gününde namazı tehir etme hadisesini ve Peygamber
Efendimiz'in sahabelere, ikindi namazını hiç kimsenin kılmamasını, ancak Beni
Kurayza'ya vardıktan sonra kılmalarını emretmiş olduğunu delil olarak ileri
sürmüştür. Alimlerden bir cemaat da bunun korku namazıyla neshedilmiş olduğu
görüşünü ileri sürmüşlerdir. Demek istediğimiz şudur ki, âlimlerden hiçbiri,
ganimet taksimi mazereti ile namazı geciktirmenin caiz olduğunu söylemiş değildir
ki böyle bir iş, Hz. Ali'ye isnad edilmiş olsun. Oysa, orta namazın, ikindi
namazı olduğunu Rasûlullah'tan rivayet eden Ali'dir. Bu cemaatin rivayetine
göre eğer böyle bir hadise sabit ise ve Ali de ganimet taksimi sebebi ile
ikindi namazını kasıtlı olarak geciktirmiş ve Rasûlullah da onun bu davranışını
onaylamış ise, bu başlı başına namazı geciktirmenin caizliğine delil teşkil
eder. Buharî'nin anlattığı şeye göre daha kesin bir hüccet ifade eder. Çünkü bu
hadise, kesin olarak korku namazının meşruiyyetinden sonra yani, hicri yedinci
senede Hayber gazvesinde cereyan etmiştir. Korku namazı ise bundan önce meşru
kılınmıştır. Hz. Ali mazurdur ve güneşin battıktan sonra tekrar ufka
döndürülmesine de ihtiyaç yoktur. Çünkü namazı kazaya kalmıştır, kazasını da
akşam
namazından sonra
kılabilirdi. Şu halde hadisinde varid olduğu gibi bu durumda izin vardır.
Doğrusunu Allah bilir.
Bütün bu anlatılanlar,
mezkur hadisin yani Esma Binti Ümeys'in rivayet ettiği hadisin zayıflığını
isbatlamaktadırlar. Sonra eğer bunu başka bir hadise saysak ve önceki
sayfalarda geçen hadiseden ayrı bir olay olarak kabul etsek, o zaman demek ki,
güneşin battıktan sonra ufka dönmesi hadisesi birden fazla defa vuku
bulmuştur. Bununla beraber âlim imamlardan ve meşhur hadis kitaplarının
sahiplerinden hiçbiri bunu nakletmemiştir. Ancak durumları belirsiz, metruk ve
ithamh kimseler bu rivayetlerde bulunmuşlardır. Doğrusunu Allah bilir.
Mısrî, Ebu Abbas b.
Ukde tarikiyle de bu rivayeti bize ulaştırır. Şöyle ki: Yahya b. Zekeriyya,
Amr b. Sabit'in şöyle dediğini rivayet etti:
«Abdullah b. Hasan b.
Hüseyn b. Ali b. Ebu Talibe, güneşin battıktan sonra Ebu Talib oğlu Ali için
tekrar ufka döndürüldüğü hadisesini sordum ve:
- Bu, sizin yanınızda
da sabit midir? dedim. O da bana şöyle karşılık verdi:
- Allah'ın kitabında
indirdiği ayetler, güneşin battıktan sonra ufka döndürülmesine nisbetle daha
yüce ve muazzamdırlar.
- Doğru söyledin.
Allah beni sana kurban etsin. Ancak ben bunu senden işitmek istiyorum.
- Babam Hasan, Esma
binti Ümeys'in şöyle dediğini bana anlattı: «Bir gün Ebu Talib oğlu Ali geldi.
İkindi namazını Rasûlullah'la beraber kılmak istedi. Ancak Rasûlullah (s.a.v.)
namazım kılmıştı. O esnada vahiy nazil oldu. Rasûlullah da başını Ali'nin
göğsüne dayadı ve Öylece kaldı. Vahiy tamamlanınca Rasûlullah uyandı ve şöyle
sordu:
- Ey Ali, ikindi
namazını kıldın mı?
- Ben geldiğimde sana
vahiy nazil oluyordu. Başını göğsüme dayadın, şu ana kadar öylece bekledim.
Rasûlullah (s.a.v.)
kıbleye yöneldi. Güneş batmıştı. Şöyle dedi:
- Allah'ım, Ali, senin
taatindedir. Güneşi onun için tekrar ufka döndür.
Esma dedi ki: «Güneş
tekrar ufka döndü. Değirmen taşı gibi ses çıkarıyordu, ikindi namazı için
gereken yerde ufukta durdu. Ali de namaz için vakit bulmuş oldu. Böylece kalkıp
ikindi namazını kıldı. Namazını tamamladıktan sonra güneş tekrar battı.
Batarken de değirmen gibi ses çıkardı. Batar batmaz karanlık etrafı kapladı.
Yıldızlar göründü.»
Bu da sened ve metin
bakımından münkerdir. Önceki ifadelere ters düşmektedir.
Bu hadisin
ravilerinden Amr b. Sabit, bu hadisi uydurmakla itham edilmiştir. Ya da bunu
başkalarından çalmıştır. Amr b. Sabit b. Hürmüz el-Bekrî el-Kufî, Bekr b.
Vail'in azadlısıdır. Amr b. Mikdam el-Haddad olarak bilinir. Kendisinden birkaç
tabii rivayette bulunmuştur. Aralarında Said b. Mansur ile Ebu Davud ve Ebu
Velid et-Tayalisî de hadis naklinde bulunmuşlardır. Abdullah b. Mübarek, bundan
hadis rivayet etmemiş ve kendisinden hadis rivayet edilmemesi gerektiğini
söylemiştir. Gerekçe olarak da onun selef-i salihine küfreden bir kişi
olduğunu ileri sürmüştür. Bunun cenazesi geçerken cenazeye katılmamak için
Abdullah b. Mübarek gizlenmiştir. Abdurrahman b. Mehdi de bundan hadis rivayet
etmemiştir. Ebu Main ile Neseî, bunun sika ve güvenilir bir kimse olmadığını,
hadisinin nakledilip yazılamayacağını söylemiştir. Buharı, bunun kuvvetli bir
ravi olmadığını söylerken, Ebu Davud bunun insanların en şerlilerinden olup
Rafizî, murdar ve kötü bir adam olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca onun hakkında
da şöyle demiştir: «O ölünce ben üzerine cenaze namazı kılmadım. Çünkü onun
şöyle bir sözü vardır: «Rasûlullah (s.a.v.) vefat ettiğinde beş İrişi dışında
bütün insanlar kafir oldular.» Ebu Davud da bunu yererdi. îbn Hayyan dedi ki:
«O, mevzu hadisleri rivayet ederdi.» îbn Adiy de dedi ki: «Bunun zayıflığı,
hadisinde açıkça görülmektedir.»
Sözünü ettiğimiz Amr
b. Sabit b. Hürmüz el-Bekrî el-Kufî, hicretin 127. senesinde ölmüştür.
Muhammed b. îsmail
el-Cürcanî, Ebu Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'m
yanma gittim. Başını Ali'nin göğsüne dayamış olduğunu gördüm. O esnada güneş
batmıştı. Peygamber (s.a.v.) uyandı ve şöyle sordu:
- Ey Ali, ikindi
namazını kıldın mı?
- Hayır ya Rasulallah,
kılmadım. Başını göğsümden kaldırmak istemedim, sen rahatsızdın.
- Ey Ali, dua et de
güneş tekrar senin için ufka döndürülsün.
- Ya Rasulallah, sen
dua et. Ben amin diyeyim.
- Ya Rab, Ali senin ve
peygamberinin taatinde idi. Sen onun için güneşi tekrar ufka döndür.
Ebu Said dedi ki:
«Allah'a yemin ederim İri, güneşin ufka dönerken çıkrık gibi ses çıkardığını
işittim. Nihayet o, bembeyaz bir şekilde ufka geri döndü.»
Bu da sened bakımından
karanlık, metin bakımından münker bir rivayettir. Önceki ifadelere de ters
düşmektedir. Bütün bunlar, bunun uydurma bir hadis olduğunu ispatlamaktadır.
Uydurulmuştur ve şu Rafizîler, bunu birbirlerinden çalıp nakletmektedirler.
Eğer denildiği gibi Ebu.Saidın rivayetinde bunun aslı olsaydı, büyük sahabeler
bunu naklederlerdi. Nitekim büyük sahabeler ondan, Haricîlerle savaşmaya dair
hadisi nakletmişler ve bu hadis, Buharî ile Müslim'in sahihlerinde yer
almıştır. Hz. Ali'nin faziletine dair Mezhac hadisi ile diğer rivayetlerde buna
örnek olarak gösterilebilir.
Şimdi de mü'minlerin
emiri Ali'nin hadisine gelelim:
Ebu Abbas el-Ferganî,
Cüveyriye binti Şehr'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Ebu Talib oğlu Ali
ile birlikte yola çıktık. Bana şöyle dedi: «Ey Cüveyriye, doğrusu Rasûlullah
(s.a.v.)'a -başı benim göğsümde iken- vahiy geldi." Bu hadisin senedi
karanlıktır. Senette adı geçen ravilerin çoğu tanınmamaktadırlar. Allah bilir
ya öyle görülüyor ki, bu, uydurma bir hadistir. Rafizîler tarafından
uydurulmuştur. Allah onları kahretsin. Rasûlullah (s.a.v.)'a iftira edenlere de
lanet etsin. Şâri'in vaad ettiği azab ve cezayı onlara acilen versin; çünkü
sözü doğru, özü doğru olan Rasûlullah (s.a.v.), hadis-i şeriflerinde şöyle
buyurmuştur:
«Benim hakkımda
kasıtlı olarak yalan uyduran kimse, ateşteki yerini hazırlasın.» Kendisi
hakkında büyük bir menkıbeyi ihtiva eden Rasûlullah (s.a.v.)'m da gözler
kamaştıran apaçık bir mucizesini içeren böyle bir hadisi, Ebu Talib oğlu
Ali'nin rivayet etmiş olduğu, ilim sahibi hangi adamın aklından geçer. Sonra bu
hadisi, Hz. Ali'den belirsiz kimseler vasıtasıyla nasıl rivayet ederler? Bunun
senedi kapkaranlık bir se-neddir. Senedde adı geçen kimseler, gerçekten dünyaya
gelmişler midir? Yoksa hiç mi gelmemişlerdir? Allah bilir ya doğrusu şu ki,
senedde adı geçen kimseler, dünyaya gelmiş değillerdir. Eğer bu hadis sahih olsaydı,
Hz. Ali'nin; Ubeyde es-Selmanî, Şureyh el-Kadî, Âmir eş-Şa'bî gibi güvenilir
arkadaşlarının adı geçerdi. Bunların adı geçmiyor da şahsiyeti ve durumu
bilinmeyen bir kadının adı zikrediliyor. Bu nasü rivayettir? Sonra îmam Malik,
"Kütüb-i Sitte" sahipleri, "Müsned" ve "Sünen"
sahipleri gibi imamların adlarının rivayet senedinde geçmemesi ve onların bu
hadisi kendi kitaplarına koymamaları, bunun asılsız ve uydurma bir hadis
olduğuna en büyük delildir. Bu hadis, bu gibi büyük imamlardan sonra
uydurulmuştur, işte Ebu Abdurrahman en-Neseî, Hz. Ali hakkında bir kitap
derlemiş; kitabında onun özelliklerinden bahsetmiştir. Ama bu hadisten asla söz
etmemiştir. Hakim de "el-Müs-tedrek" adlı eserinde bu hadisi rivayet
etmemiştir. Neseî ile Hakim, bu hadisi Şia'nın uydurduğu görüşündedirler. Bunu
rivayet edenler de hayretlerini ve taaccüblerini belirtmek için rivayet
etmişlerdir. Böylesine önemli bir hadise, gündüz ortasında apaçık bir surette
cereyan edince bunun tevatür yolu ile nakledilmesi gerekirdi; ama yine de bu hadis,
zayıf ve münker yollardan rivayet ediliyor. Bu nasıl hadistir? İşte Ahmed b.
Salih, bunun sıhhatine meyletmiş, sabit olduğu görüşüne kail olmuş ve neticede
aldanmıştır. "Müşkilü'l-Hadis" adlı kitabında Tahavî de şöyle
demiştir: «Ali b. Abdurrahman, Ahmed b. Salih el-Mısrî'nin şöyle dediğini
rivayet etti: «İlim yolcusu olan kimsenin, Esma binti Ümeys'ten güneşin tekrar
ufka döndürüldüğüne dair rivayet edilen hadisi hıfzetmekten geri kalmaması
gerekir. Çünkü bu, peygamberlik alametlerindendir.»
Söylendiğine göre Ebu
Cafer et-Tahavî de bu görüşe meyletmiştir. Ebu Kasım el-Haskanî, Mutezile
kelamcılarından Ebu Abdullah el-Barî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürülmüş olması, kesin olarak vuku
bulan bir hadisedir. Bunu anlatan hadisin rivayet edilmesi gerekir. Çünkü bu,
her ne kadar müzminlerin emiri Ali'nin faziletini anlatıyorsa da peygamberlik
ala-metlerindendir. Hz. Ali, faziletleri bakımından peygamberlik alametle-riyle
çok ilgilidir. Özetle demek isteriz ki, bu hadisin tevatür yoluyla nakledilmesi
gerekir.»
Eğer bu hadis sahih
olsaydı; bu, gerçekten yerine getirilmesi hak olan birşeydi. Ama bu, tevatür
yoluyla nakledilmiş değildir. Demek ki bu hadis, hakikatte sahih bir hadis
değildir. Doğrusunu Allah bilir.
Ben derim ki: Her
asırdaki imamlar, bu hadisin doğruluğunu kabul etmeyip reddetmişlerdir. Bunun
ravilerinin de çirkin vasıflarını anlatmakta çok ileri gitmişlerdir. Nitekim
Muhammed et-Tenafisî ile Yala b. Ubeyd et-Tenafİsî, Dımaşk hatibi İbrahim b.
Yakub el-Cüzcanî, İbn Zenceveyh diye bilinen Ebu Bekir Muhammed b. Hatim
el-Buharî, Hafız Ebu'l-Kasım İbn Asakir, Şeyh Ebu'l-Ferec İbn Cevzî gibi
Mütekaddimîn ve Müteahhirînden birçok imamların bu hadisi, mün-ker gördüklerini
önceki sayfalarda nakletmişiz dir. Bu hadisin uydurma olduğunu açıkça beyan
edenlerden biri, şeyhimiz Hafız Ebu'1-Hac-cac el-Mizzî ve Allame Ebu'l-Abbas b.
Teymiyyerdir. Hakim Ebu Abdullah en-Nisaburî dedi ki: Abdullah b. Ah b. Medinî
şöyle dedi: Babamın şöyle dediğini işittim: «Beş hadis rivayet edilmektedir ki
bunların aslı yoktur. Rasûlullah'tan da gelmemiştir. Bu hadisler şunlardır:
1 - Eğer dilenci sadık olsaydı, onu boş çeviren iflah
olmazdı.
2 - Göz ağrısından başka ağrı yoktur.
3 - Borç kederinden başka keder yoktur.
4 - Güneş, battıktan sonra Ebu Talib oğlu Ali için
tekrar ufka döndürüldü.
5 - Ben Allah katında o kadar kıymetliyim ki, beni yer
altında iki yüz sene kadar bekletmez.»
Tahavî, Ebu üanife'nin
de bunu inkar ettiğini ve rivayet edenleri küçümsediğini söyleyerek şöyle bir
nakilde bulunmuştur:
«Ebu Abbas b. Ukde,
Bişar b. Dira'ın şöyle dediğim rivayet etti: Ebu Hanife, Muhammed b. Numan'a
rastladı ve ona şöyle dedi:
- Güneşin battıktan
sonra tekrar ufka döndürüldüğünü ifade eden hadisi kimden rivayet ettin?
- Senin "Ey
Sariye dağa" mealindeki hadisi kendisinden rivayet ettiğin adamdan başka
birinden rivayet ettim.»
Muteber imamlardan
biri olan İmam Ebu Hanife, Kufelidir. Hz. Ayi, Allah ve rasûlünün verdikleri
faziletten daha üstün bir fazilete sahip kılmak ve onu aşırı derecede sevmekle
itham edilmemiştir. Bununla beraber o, bu hadisi rivayet eden kimsenin
rivayetini kabul etmemiştir. Muhammed b. Numan'm ona verdiği cevap, sadece bir
sataşmadır uygunsuz bir saldırıdır. Yani Muhammed b. Numan, ona şöyle demek
istemiştir:
«Her ne kadar garipse
de ben, Ali'nin faziletine dair olan bu hadisi rivayet ettim. Bu hadis,
gariblikte senin rivayet etmiş olduğun ve Ömer b. Hattab'ın faziletini beyan
eden: «Ey Sariye dağa» hadisi kadardır.» O ne kadar garipse, bu da o kadar
gariptir. Bu, Muhammed b. Numan'dan sahih olarak gelmiş bir rivayet değildir.
Çünkü bu, sened ve metin bakımından diğeri gibi değildir. Aksi takdirde İmam
Azam'm mükaşefesi nerede kalır? Çünkü şeriat koyucu, onun muhaddis olduğuna
şahadet etmiştir. Böyle olunca onun kıyamet alametlerinin en büyüğü olan güneşin
battıktan sonra tekrar ufka döndürülmesine dair hayırlı birşeyi nasıl
keşfedebilir? Yuşa' b. Nun hakkında rivayet edilen mesele, bunun gibi değildir.
Onun hakkında vuku bulan hadise şöyleydi: Güneş batıp ta tekrar ufka
döndürülmemişti. Aksine batma vakti geldiği halde ufukta bir müddet daha
bekletilmişti. Böylece Yuşa1 b. Nun'un Kudüs'ü fethetmesi mümkün olmuştu.
Doğrusunu Allah bilir.
Rafizîlerin şeyhi
Gemaleddin Yusuf b. Hasan (İbn Mutahhar el-Hullî lakabıyla bilinir)
"el-İmame" adlı kitabında şöyle der:
"Dokuzuncusu da
güneşin battıktan sonra ufka döndürülmesidir ki, bu iki defa vuku bulmuştur.
Biri Peygamber (s.a.v.)'in zamanında, diğeri de onun vefatından sonra vuku
bulmuştur."
Bu hadiselerin ilki,
Cabir ile Ebu Said tarafından şöyle rivayet edilmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'a
Cebrail bir gün vahiy getirdi. Vahiy esnasında Rasûlullah (s.a.v.), bir yere
yaslanmak istedi. Mü'minlerin emiri AH de onun başını göğsüne dayadı. Güneş
batmcaya kadar Rasûlullah, başını Ali'nin göğsünden kaldırmadı. Ali de o esnada
ikindi namazını ima ile kıldı. Rasûlullah (s.a.v.) uyanınca, Ali'ye şöyle dedi:
- Güneşi tekrar senin
için ufka geri döndürmesi için Allah'a dua et ki, namazı tekrar ayakta kıîasm.
AH dua etti. Güneş
onun için tekrar ufka geri döndürüldü. O da ikindi namazını ayakta kıldı.»
Güneşin battıktan
sonra tekrar ufka döndürülüşünün ikinci defası da şöyle vuku bulmuştu: Ali,
Babil'de Fırat nehrini geçmek istediği zaman sahabelerden çoğu, kendi binek
hayvanlarıyla meşgul oldular. Kendisi de arkadaşlarından bir kaç kişiyle
birlikte ikindi namazını kıldı. Birçok sahabe ise, ikindi namazını
kılamadılar, Güneş battı. Battıktan sonra tekrar ufka döndürülmesin! Allah'tan
dilemesini Ali'den rica ettiler. O da dua etti, güneş tekrar ufka geri
döndürüldü. Himyerî, bu konuda şöyle bir şiir söylemiştir:
«Mağrib'e yaklaşmış
olduğu halde ikindi namazının vaktigeçtiği için güneş onun hatırına tekrar ufka
döndürüldü. Öyle ki, ikindi namazı için vaktinde güneşin aydınlığı ortalığı
kapladı. Sonra tekrar yıldız gibi kayıp gitti. Babil'de ikinci kez güneş onun
hatırına ufka döndürüldü. Başka mukarreb bir yaratık için güneş ufka
döndürülmüş değildir.»
Şeyhimiz Ebu'l-Abbas
b. Teymiyye şöyle demiştir: Ali'nin fazileti, veliliği, Allah katındaki
mertebesinin yüksekliği, hamd olsun sabit yollarla bilinmektedir. Yakinî ilmi
de bunu bize ifade etmektedir. Bunu anlamak için doğru veya yalan olduğu
bilinmeyen diğer şeylere ihtiyaç yoktur. Onun hatırına güneşin battıktan sonra
tekrar ufka döndürüldüğünü ifade eden hadise gelince, Ebu Cafer et-Tahavî,
Kadi Iyaz ve diğerleri bunu zikretmişlerdir ve bunu Rasûlullah{s.a.v.)'ın
mucizelerinden saymışlardır. Ancak ilim ve marifet ehlinden olup hadis
bilgisine vakıf olan muhakkikler, bu hadisin yalan ve uydurma olduğunu bilmektedirler.
Ahmed b. Salih el-Mısrî'den bu hadisi sahih olarak ifade ederken, yanılmış
olduğunu üzülerek söylemek istiyorum. Tahavî'nin de rivayetinde hadis*
hafızları gibi otoritelerin isimlerinin yer almadığını söylemek gerekir. Kesin
olan şu ki, bu hadis uydurmadır. Ben derim ki:
îbn Mutahhar'm bu
hadisi Cabir tarikiyle nakletmesi garibtir. Onun ifadesinden anlaşıldığına göre
güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürülmesi için dua eden Ali'dir. Her
iki seferinde de güya Ali dua etmiştir. Onun, Babil'de güneşin battıktan sonra
tekrar ufka geri döndürülmesi için Ali'nin dua etmesine ve güneşin bu dua
üzerine ufka geri döndürülmesine dair rivayet ettiği hadisin senedi yoktur.
Allah bilir ya öyle sanıyorum M, bunu Şia'nın zındıkları ve benzeri kimseler
uydurmuşlardır. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) ile ashabı, Hendek muharebesi
gününde güneş battığı halde ikindi namazını kılmamışlardı. Oradaki bir vadi
olan Bathan vadisine gitmiş, abdest alıp ikindi namazını güneşin batışından
sonra kılmışlardı. Aralarında Hz. Ali de vardı. Buna rağmen güneş, onlar için
tekrar ufka döndürülmemişti. Beni Kurayza'ya giden sahabelerin çoğu için de
aynı durum söz konusudur. Onlar, Beni Kurayza yurduna giderken yolda ikindi
namazının vakti geçmiş, güneş batmışta. Ama güneş, onlar için tekrar ufka geri
döndürülmemişti. Yine Rasûlullah (s.a.v.) ile ashabı, bir gün sabah namazını
kılmak için uya-namamışlar, dolayısıyla güneş doğmuştu. Güneşin bir miktar
yükselmesinden sonra kalkıp sabah namazını kılmışlardı. Onların hatırına gece,
tekrar geri dönmemişti. Yüce Allah, rasûlüne vermediği bir üstünlüğü Ali'ye ve
arkadaşlarına asla vermez. HimyerTnin yukarda nakletmiş olduğumuz şiirine
gelince, bunda bir delil yoktur. Aksine bu, îbn Mutahhar'ın hezeyanı gibi bir
hezeyandır. İbn Mutahhar nesir ifadesinde ne dediğim bilmemekte, Himyerî de
şiirinde söylediklerinin doğru olup olmadığını farkedememektedir. Aksine her
ikisi de şairin şu şiirinde vasfettiği gibidirler:
"Eğer ben
anlıyorsam, benim üzerime bir deve kesmek borç olsun. Çünkü ben, çok fazla
yanılıyor ve işleri birbirine karıştırıyorum."
Babil diyarında
Ali'nin duası üzerine güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürülmesi hadisesine
gelince, bu hususta meşhur rivayet şudur: Ebu Davud, "Sünen" adlı
eserinde der ki: «Ali, Babil diyarına uğradı. İkindi namazının vakti gelmişti.
Vakit geçinceye kadar namazı kılamadı ve şöyle dedi: Dostum Rasûlullah
(s.a.v.), Babil diyarında namaz kılmaktan beni men etti. Çünkü burası mel'un
bir diyardır.»
Ebu Muhammed b. Hazm,
"Milel ve Nihal" adlı kitabında bu meseleyi ele alarak güneşin
battıktan sonra Ali için tekrar ufka döndürüldüğünün asılsız olduğunu ifade
etmiş, batıl bir iddiada bulunan kimsenin iddiasını reddederek şöyle demiştir:
«Bizim Fadıl için
zikrettiğimiz şeylerden birini iddia eden kimse ile Rafizîlerin Ali için
güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürüldüğüne dair iddiaları arasında
fark yoktur. Hatta onlardan bazıları Habib b. Evs'in şöyle dediğini de iddia
etmişlerdir:
"Gece güneşi alıp
götürmekte iken güneş tekrar bize geri geldi. Perde arkasından doğdu.
Onun ışığı, karanlığın
boyasını giderdi. Parlaklığıyla semanın nuru dürüldü.
Allah'a yemin ederim
ki, bilemiyorum. Ali mi bize göründü ki güneş bize geri döndü; yoksa kavim
içinde Yuşa' mı vardı?"
îbn Hazm, bu şiiri
kitabında böyle nakletmiştir. Ama görülüyor ki, bu şiirde bozuk ifadeler
vardır. Cümle yapılan karışıktır. Uydurmadır. Doğrusunu Allah bilir.
Peygamber (s.a.v.)'in
nübüvvetinin delilleri babında, semavi mucizelere örnek olarak onun Rabbinden
ümmetine yağmur yağdırması için dilekte bulunması vardır. Yağmurlar gecikince
Rasûlullah (s.a.v.), yağmur duasına çıkmış ve bu duasına çabucak icabet
edilmişti. Öyleki, minberden inmeden yağmur taneleri onun sakalının üzerinden
yerlere yuvarlanmaya başlamıştı. Aynı şekilde yağmurların durması için de
dua etmişti. Buhari,
Abdullah b. Dinar'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
îbn Ömer'in, Ebu
Talib'in şu şiirini söylediğini işittim:
"Beyaz tenli ve
beyaz yüzlüdür. Onun yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur istenilir.
O, öksüzlerin
velisidir, dulların da sığınağıdır."
Buharı, Salim'in
babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.v.), yağmur
için dua ederken ben onun yüzüne bakıyor ve şairin sözünü hatırlıyordum. O
esnada yağmur yağdı ve bütün oluklardan sular boşanmaya başladı. Şair şöyle
demişti:
"Beyaz yüzlü ve
beyaz tenlidir. Yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur istenilir.
O, öksüzlerin velisi,
dulların da sığınağıdır."
Bu şiir Ebu Talib'e
aittir.
Buharı, Enes b.
Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Cuma günü bir adam mescide girdi.
Minber'in yanına geldi. Rasûlullah da ayakta hutbe irad ediyordu. O da
yürüyerek Rasûlullah'm karşısına gitti ve:
- Ya Rasulallah;
mallar mahvoldu, yollar kesildi, dua et de Allah bize yağmur yağdırsın.
Adamın, böyle demesi
üzerine Rasûlullah (s.a.v.), ellerim kaldırarak şöyle dua etti: v
- Allah'ım, bize
yağmur yağdır. Allah'ım, bize yağmur yağdır. Allah'ım, bize yağmur yağdır,
Enes diyor ki: Vallahi
o esnada gökte bir tek bulut göremiyorduk, bizimle Sel' dağı arasında ne bir
ev, ne de bir yurt vardı. Nihayet Sel' dağının arkasından, kalkan gibi
bulutlar göründü. Bu bulutlar, göğün ortasına gelince yayıldılar. Daha sonra
yağmur yağmaya başladı. Allah'a yemin ederim ki, altı gün süreyle güneş
göremedik. Sonra aynı adam, ertesi cuma günü tekrar aynı kapıdan mescide geldi.
Rasûlullah, yine minberde hutbe irad etmekteydi. Adam yürüyerek Rasûlullah'm
karşısına gelip şöyle dedi;
- Ya Rasulallah,
mallar mahvoldu, yollar kesildi. Allah'a dua et de yağmuru durdursun.
Adamın böyle demesi
üzerine Rasûlullah (s.a.v.) ellerini kaldırarak şöyle dua etti:
- Allah'ım, çevremize
yağdır, üzerimize yağdırma. Allah'ım, tepelerin ve dağların üzerine, yüksek
yerlerle, ağaçlık yerlere yağdır.
Bunun üzerine yağmur
kesildi. Biz de güneş altında dolaşmaya çıktık. - Şürayk diyor ki: Enes'e
şöyle sordum:
- İkinci cuma günü
gelen adam, ilk cuma günü gelen adam mıydı?
- Bilmiyorum.»
Buharî, Enes'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir: «Rasûlullah (s.a.v.), bir cuma günü hutbe irad
etmekteyken adamın biri gelip şöyle dedi:
- Ya Rasulallah!
Yağmur yağmıyor, kuraklık başladı. Allah'a dua et de bize yağmur yağdırsın.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.) dua etti. Üzerimize yağmurlar yağmaya başladı. Evlerimize
ulaşamıyorduk. Ertesi cumaya kadar yağmur sürekli yağdı. Ertesi cuma günü aynı
adam veya bir başkası kalkıp şöyle dedi:
- Ya Rasulallah!
Allah'a dua et de yağmuru bizden uzaklaştirsin. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.v.):
- Allah'ım, üzerimize
değil de çevremize yağdır, diye dua etti. Ben de bulutların sağa sola
dağıldıklarını, dağılırken de yağmur yağdırdıklarını ama Medinelilerin üzerine
yağmadığını gördüm.»
Buharî, Enes'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Adamın biri, Rasûlullah (s.a.v)'a gelerek
şöyle dedi:
- Davarlar mahvoldu,
yollar kesildi. Allah'a dua et. Rasûlullah dua etti. O cumadan ertesi cumaya
kadar yağmur yağdı.
Sonra adam gelip şöyle
dedi:
- Evler yıkıldı,
yollar kesildi, davarlar mahvoldu. Allah'a dua et de yağmuru durdursun.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle dua etti:
- Allah'ım, tepelerin,
yüksek yerlerin, vadilerin, ağaçlık yerlerin üzerine yağdır.
Bu dua üzerine
bulutlar, Medine üzerinden bir perde gibi çekilip gittiler."
İmam Ahmed b. Hanbel,
Humeyd'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Enes'e şöyle bir soru soruldu:
- Rasûlullah (s.a.v.)
(dua esnasında) ellerim kaldırır mıydı?
- Bir cuma gününde
Rasûlullah (s.a.v.)'a şöyle denildi: Yağmur yağmaz oldu, yer kuraklaştı, mal
mahvoldu! Rasûlullah
(s.a.v.) da ellerini
kaldırıp duaya başladı. Öyle ki, koltuk altlarının beyazlığı göründü. Yağmur
duası yapmaya başladı. O esnada biz, gökte bir tek bulut dahi göremiyorduk.
Namazı tamamlamadan önce yağmurlar sağnak halinde yağmaya başladı. Öyle ki,
genç adamlar bile mescitten evine nasıl ulaşabileceklerini düşünmeye
başladılar. Ertesi cuma günü bu defa insanlar şöyle dediler:
- Ya Rasulallah, fazla
yağmur yağdığından evler yıkıldı, yolcular yolda kaldı.
Rasûlullah (s.a.v.),
ademoğlunun çabuk usanmasından dolayı gülümsedi ve şöyle dua etti:
- Allah'ım, üzerimize
değil de çevremize yağdır.
Bu dua üzerine
bulutlar, Medine üzerinden çekilip gittiler." Bunlar, mütevatir yolla Enes
b. Malik'ten rivayet edilen hadislerdir ve hadis imamları nezdinde kesinlik
ifade ederler.
Beyhakî, Enes b.
Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Arabinin biri gelip şöyle dedi:
- Ya Rasulallah!
Vallahi biz sana geldik. Böğürecek develerimiz, süt içecek çocuklarımız
kalmadı. Hepsi Öldüler.
Sana geldik. Kadınlarımızın
göğüslerinden kan akıyor. Çocuk anaları, çocuklarına bakamaz oldular. Genç
delikanlılar, açlıktan ötürü haysiyetlerini kaybedip avuç açtılar. Açlıktan
zayıf düştüler, ayakta duramaz oldular.
Yanımızda Ebu Cehil
karpuzundan ve değersiz otlardan başka bir yiyecek kalmadı ki insanlar yesin.
Kaçıp sana geldik,
insanların kaçıp gidecekleri yer ancak peygamberlerdir.
Adamın böyle demesi
üzerine Rasûlullah (s.a.v.), abasını sürüyerek minbere çıktı. Allah'a hamd ü
senada bulunduktan sonra ellerini semaya kaldırıp şöyle dua etti:
- Allah'ım, bize
doyurucu, kandırıcı, verimli, her tarafı kaplayıcı, çabuk, acil, gecikmesiz,
faydalı, zararsız bir yağmur yağdır ki, hayvanların memelerine süt doldursun,
ekinleri yerden bitirsin,' Ölümünden sonra yeri tekrar canlandırsın.
Allah'a yemin ederim
ki Rasûlullah (s.a.v.), ellerini göğsünün üzerine indirmeden gök, yapraklarım
yere bıraktı. Yağmurlar yağdı. Oradaki insanlar bağrışmaya başladılar:
- Ya Rasulallah,
boğulduk, boğulduk!..
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.), ellerini tekrar semaya kaldırıp şöyle dua etti:
- Allah'ım, üzerimize
değil de çevremize yağdır.
Bu dua üzerine
bulutlar Medine üzerinden çekilmeye başladılar. Taç gibi Medine'yi
çevrelediler. Rasûlullah (s.a.v.) da arka dişleri görünecek şekilde gülmeye başladı,
sonra şöyle dedi:
- Allah, Ebu Talib'in
hayrım versin, eğer hayatta olsaydı bu durumdan gözleri aydınlanıp
sevinecekti. Onun şiirini kim okuyacak?
Ebu Talib oğlu Ali
kalkıp şöyle dedi:
- Ya Rasulallah
herhalde sen onun şu şirini kastediyorsun:
"Beyaz yüzlü ve
beyaz tenlidir. Yüzü,suyu hürmetine yağmur yağması istenilir. Yetimlerin
velisi, dulların sığınağıdır. Haşimüerden mahvolmuşlar, ona sığınırlar. Onlar,
onun yanında nimet ve lütuf içindedirler. Allah'ın Ka'be'sine yemin ederim ki,
siz yalan söylediniz.
Muhammed, yalnız
bırakılmayacaktır. Onun uğruna savaşıp mücadele vereceğiz.
Onun çevresinde ölüp
yere düşmedikçe, onu size teslim etmeyeceğiz. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı
bırakmadıkça onu bırakmayacağız."
Beni Kinane
kabilesinden bir adam kalkıp şöyle dedi:
"Sana hamd olsun.
Şükredenden sana hamd vardır. Peygamberin yüzü suyu hürmetine bize yağmur
yağdırıldı.
O, yaratıcısı olan
Allah'a öyle bir dua ile niyazda bulundu ki, o duadan ötürü gözler yuvalarında
donup kalırlar. Henüz abasını toplamadan, çabucak yağmurların sağanak halinde
üzerimize yağdığını gördük. Yüksek tepelerin üzerine yağan yağmurlar, bütün
çevreyi kapladı. Allah, o yağmur ile Mudarhların imdadına yetişti.
Amcası Ebu Talib'in de
dediği gibi o, beyaz tenli ve parlak alınlıdır.
Onun yüzü suyu
hürmetine Allah, bulutlardan sağanak yağmurları yağdırdı. Bu gözle görülen
şey, haber gibidir. Kim Allah'a şükrederse, daha fazla nimete kavuşur. Kim de
nankörlük ederse Allah'ın cezasına rastlar."
RasûluUah (s.a.v.), bu
şiiri dinledikten sonra şöyle dedi: "Bu güzel bir şairdir. Ey kişi! Sen
güzel bir şiir söyledin."
Bu ifadelerde gariblik
vardır. Önceki sayfalarda Enes'ten nakletmiş olduğumuz sahih ve mütevatir
rivayetlere benzememektedir. Şayet bu hıfzedilmiş ise, başka bir kıssadır.
Öncekilerden apayrıdır. Doğrusunu Allah bilir.
Hafiz el-Beyhakî Ebu
Bekr b. Haris kanalı ile Ebu Vecre Yezid b. Ubeyd es-Sülemî'nin şöyle dediğini
rivayet etmiştir:
"Rasûlullah
(s.a.v.), Tebük gazvesinden dönünce yanma Beni Feza-re kabilesinin heyeti
geldi. Heyette on küsur adam vardı. Harice b. Hısn ile Hür b. Kays da bu
heyette idi. Hür, heyettekilerin yaşça en küçüğü olup TJyeyne b. Hısn'ın
kardeşi oğlu idi. Heyettekiler, Ensâr'dan Remle binti Haris'in evine misafir
oldular. Zayıf ve bitkin develer üzerinde gelmişlerdi. Kuraklığa maruz
kalmışlardı. İslam'ı kabul ederek Rasûlullah'a geldiler. Rasûlullah (s.a.v.),
onlara memleketlerinin durumunu sordu. Onlar da şöyle cevap verdiler:
- Ya Rasulallah,
memleketimiz kuraklığa maruz kaldı. Canlılarımız susuz kaldılar. Çoluk
çocuğumuz çıplak kaldı. Davarlarımız mahvoldu. Rabbine dua et de bize yağmur
yağdırsın. Bizim için Rabbinden şefaat dile ki, Rabbin de senin yanında
şefaatçi olsun.
Rasûlullah (s.a.v.),
onların böyle demeleri üzerine şöyle karşılık verdi:
- Sübhanallah!
Yazıklar olsun sana, sen nasıl olur da Rabbimi bana şefaatçi kılarsın?
Rabbîmiz kimin yanında şefaatçilik yapar? Oysa O'ndan başka ilah mevcut
değildir. O'nun Kürsü'sü, göklerle yeri kapsamıştır. O'nun ululuk ve
yüceliğinin karşısında Kürsü'sü, — güçlü adamın ağır yük altında ıhlayıp
poflaması gibi - ıhlayıp poflar, cızırdar. Cenâb-ı Allah, sizin bu korkunuzdan
dolayı gülüyor ve yardımınıza da çabuk gelecektir.
Arabi dedi ki:
- Ya Rasulallah,
Rabbimiz bize gülüyor mu?
- Evet.
- Ya Rasulallah, hayır
için gülen Rabbimizden mahrum olmayalım.
Arabi'nin böyle demesi
üzerine Rasûlullah (s.a.v.) güldü. Kalkıp minbere çıktı. Biraz konuştuktan
sonra ellerini dua için semaya kaldırdı. Rasûlullah (s.a.v.), sadece yağmur
duası yaparken ellerini kaldırırdı. Evet, ellerini kaldırdı. Öyle ki, koltuk
altlarının beyazlığı görüldü. Yaptığı duadan akılda kalan cümleler şunlardır:
"Allah'ım,
beldeni ve hayvanlarını sula, rahmetini yay, Ölü beldeni canlandır. Allah'ım,
bize imdada yetişici, kandırıcı, meraları otlatıcı, her tarafı kaplayıcı,
geniş, çabuk, gecikmesiz, faydalı, zararsız bir yağmur yağdır. Allah'ım, azab
yağmuru değil de rahmet yağmurunu yağdır. Yıkma, boğma, mahvetme yağmurunu
yağdırma. Allah'ım, bize yağmur yağdır. Düşmanlara karşı uize yardım et."
Bu duadan sonra Ebu
Lübabe b. Abdülmünzir kalkıp şöyle dedi:
- Ya Rasulallah;
hurmalarımız kurutma yerlerindedir. (Yani yağmur yağmasın.)
Rasûlullah (s.a.v.):
- Allah'ım bize yağmur
yağdır, dedi. Ebu Lübabe tekrar kalkıp:
- Ya Rasulallah, hurmalarımız
kurutma yerlerindedir, dedi ve bu sözünü üç kez tekrarladı. Rasûlullah (s.a.v.)
da:
- Allah'ım, bize
yağmur yağdır, diye duasına devam etti. Nihayet Ebu Lübabe, îzarını çıkarıp
çıplak olarak gitti ve hurma kurutma yerine yağmur sızacak deliği izan ile
kapattı."
Hadisin ravisi Ebu
Vecre Yezid b. Ubeyd es-Sülemî diyor ki: «Allah'a yemin ederim ki gökte bulut
falan yoktu. Bulunduğumuz mescid ile Sel' dağı arasında da herhangi bir ev veya
oda yoktu. Dua üzerine Sel' dağının gerisinden, kalkan misali bulutlar
görünmeye başladı. Bulutlar semanın ortasına gelince yayıldı. Mesciddekiler de
bu manzarayı seyrediyorlardı. Sonra bulutlardan yağmur yağmaya başladı. Vallahi
altı gün süreyle Medine'liler güneş yüzü göremediler. Ebu Lübabe de çıplak
olarak kalkıp hurma kurutma yerine gitti ve içeriye su sızacak yeri izanyla
kapattı ki hurması oralarda ıslanıp dışarı dökülmesin. Adamın biri de dedi ki:
- Ya Rasulallah,
mallar helak oldu, yollar kesildi.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.), minbere çıkıp ellerini kaldırdı, dua etti. Öyle ki, koltuk
altlarının beyazlığı görüldü. Duasına şöyle başladı:
- Allah'ım, üzerimize
değil de çevremize yağdır. Allah'ım, tepelerin, yüksek yerlerin, vadilerin
içlerine, ağaçlıklara yağdır.
Bu dua üzerine Medine
üzerindeki bulutlar bir perde gibi çekilip
gittiler.»
Bu ifadeler, Müslim
el-Mülâfnin Enes'ten yaptığı rivayetteki ifadelere benzemektedir. Bazı
cümleleri, Ebu Davud'un sünenindeki riva-yetlerce de teyid edilmiştir. Yine
bazı cümleler, Ebu Rezin el-Ukaylî tarafından rivayet edilen hadisle de teyid
edilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
"Delail"
adlı eserde Hanz Ebu Bekr el-Beyhakî, Said b. Müseyyeb'in şöyle dediğini
rivayet etmiştir: «Bir cuma günü Rasûlullah (s.a.v.) yağmur duası yaptı ve
şöyle dedi:
- AUah'ım, bize yağmur
yağdır. Allah'ım, bize yağmur yağdır. Ebu Lübabe de kalkıp şöyle dedi:
- Ya Rasulallah,
hurmalarımız kurutma yerlerindedir. Rasûlullah, bu duayı yaparken gökte
herhangi bir bulut parçası
görmüyorduk. Yine
Rasûlullah:
- Allah'ım, bize
yağmur yağdır, diye duasına devam etti. Ebu Lübabe de kalkıp şöyle dedi:
- Ya Rasulallah,
hurmalarımız kurutma yerindedir. Rasûlullah
(s.a.v.) da:
- Allah'ım, Ebu Lübabe
kalkıp hurma kurutma yerindeki su sızma deliğini izanyla tıkayıncaya kadar bize
yağmur yağdır, diyerek duasını tekrarladı. Bu dua üzerine gökten sağnak halinde
yağmurlar yağdı. Gök âdeta boşaldı. Rasûlullah, bize namaz kıldırdı. Cemaat da
Ebu Lü-babe'ye gidip şöyle dediler:
- Ey Ebu Lübabe, sen
Rasûlullah (s.a.v.)'m dediği gibi çıplak olarak kalkıp hurma kurutma yerine
gidip oradaki su sızma deliğini iza-nnla tıkamadıkça, vallahi gökteki yağmurlar
durmayacaktır!
Ebu Lübabe de çıplak
olarak kalkıp gitti. Hurma kurutma yerindeki su sızma deliğini izanyla tıkada.
Bunun üzerine yağmurlar kesildi.»
Bu, hasen bir
seneddir. îmana Ahmed b. Hanbel ile diğer hadis ki-taplarının sahipleri, bunu
rivayet etmemişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.
Böyle bir yağmur
duası, Tebük gazvesi dönüşünde yolda iken de cereyan etmişti. Nitekim Abdullah
b. Vehb, Abdullah b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Hattab oğlu Ömer'e
şöyle denildi:
- Bize zorluk
saatinden (yani Tebük gazvesinden) bahset. Ömer de şöyle dedi:
- Şiddetli sıcaklarda
Tebük gazvesine gittik. Bir konağa indik. Orada çok susadık. Susuzluktan ötürü
boyunlarımızın kopacağını zannettik. Öyle ki, bizden bîri içmek için su
aramaya gitti. Yükleri araştırdı. Su bulamadı, neredeyse boynunun kopacağını
zannetti. Hatta öyle olduk kî, adamın biri devesini boğazlıyor, onun
işkembesini sıkarak içindeki su sızıntısını içiyor, sonra da kalan kısmı
göğsünün üzerine koyuyordu. Ebu Bekir es-Sıddık da şöyle dedi:
- Ya Rasuiallah,
doğrusu Cenâb-ı Allah, seni hayır dua yapmaya ahştırmıştır. Sen de bizim için
Allah'a dua et.
- Sen dua etmemi ister
misin?
- Evet.
Ebu Bekir'in böyle
demesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.), ellerini semaya kaldırdı. Yağmur yağmadan
ellerini indirmedi. Uzun uzadıya dua etti. Sonra gökten sağanak halinde
yağmurlar yağmaya başladı. Yanlarındaki su kaplarını doldurdular. Sonra çıkıp
etrafa baktık. Yağmurun, bulunduğumuz ordugahın dışına yağmadığını
gördük."
Bu, sağlam ve kuvvetli
bir seneddir.
Vakidî dedi ki: «Tebük gazvesinde Müslümanlarla
beraber 12.000 deve, bir o kadar da at vardı. Askerler 30.000 kişi idiler. Her
yeri kaplayıp toprağı doyuracak miktarda gökten yağmur yağdı. Vadiler dolup
taştı. Bu da sıcakların çok şiddetli olduğu bir mevsimde vuku bulmuştu.
Allah'ın salat-ü selamı Rasûlullah'm üzerine olsun.»
Rasûlullah (s.a.v.
)'ın buna benzer birçok mucizeleri vardır ve bu hususlar sahih hadislerle
sabittir. Allah'a hamd olsun.
Önceki sayfalarda da
anlatıldığı gibi Kureyşlüer asi oldukları zaman Rasûlullah (s.a.v.), onlara
beddua etti. Cenâb-ı Allah'tan - Yusuf peygamberin yedi yıl süren kuraklığı
gibi - onlara bir kuraklık musallat etmesini diledi. Bunun üzerine Kureyşlilere
kuraklık isabet etti. Bu kuraklık, herşeyi kasıp kavurdu. Neticede onlar
kemik, ot ve benzeri şeyleri yemek mecburiyetinde kaldılar. Sonra Ebu Süfyan,
şefaat dileyerek Rasûlullah'a geldi ve kendileri için hayır duada bulunmasını
istedi. Rasûlullah da onlara dua etti ve bu musibet üzerlerinden kalktı.
Buharı, Hasan b.
Muhammed kanalı ile Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Müslümanlar kıtlığa
maruz kaldığı zaman Hattab oğlu Ömer, yağmur duasına giderken Hz. Abbas'ı da
götürür, onun yüzü suyu hürmetine yağmur yağdırmasını Allah'tan dileyerek şöyle
dua ederdi: "Allah'ım, daha önceleri biz Peygamberimiz'in yüzü suyu
hürmetine senden bize yağmur yağdırmanı isterdik. Sen de bize yağmur
yağdırırdın. Şimdi de Peygamberimiz'in amcasını şefaatçi olarak araya koyuyoruz
ve senden bize yağmur yağdırmanı istiyoruz." Ömer'in böyle dua etmesi
üzerine Cenâb-ı Allah, Müslümanlara yağmur yağdırdı. [8]
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
6/59-61.
[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
6/62-76.
[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
6/77-79.
[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
6/80.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
6/81-87.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
6/88-96.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
6/96-103.
[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
6/103-125.