Vehb B. Münebbih El-Yemanî 2

Fasıl 2

Süleyman B. Sa'd. 32

Ümmü Hüzeyl 33

Aişe Bintî Talha B. Abdullah Et-Temîmî 33

Ubeydullah B. Said B. Cübeyr. 33

Abdurrahman B. Eban. 33

Hicretin Yüzonbirinci Senesi 33

Hicretin Yüzonikinci Senesi 34

Hicretin Yüzonikinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 35

Reca B. Hayve El-Kindî 35

Şehr B. Havşeb El-Eş'arî 35

Hicretin Yüzonüçüncü Senesi 35

Hicretin Yüzonüçüncü Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 36

Emir Abdülvehhab B. Buht 36

Şamlı Mekhul 36

Hicretin Yüzondördüncü Senesi 37

Hicretin Yüzondördüncü Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 37

Atâb. Ebirebah. 38

Fasıl 38

Hicretin Yüzonbeşinci Senesi 42

Hicretin Yüzonbeşinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 42

Ebu Cafer El-Bakır. 42

Fasıl 42


Vehb B. Münebbih El-Yemanî

 

Kadri yüce bir tabiidir. Evvelki ümmetlerin kitapları hakkında bilgisi vardır. Ka'bü'l-Ahbar'a benzerdi. Salih bir kimse olup ibadet

ehli idi. Kendisinden güzel sözler, hikmetler ve öğütler nakledilir. Onun biyografisini "Tekmil" adlı kitabımızda uzun uzadıya nakletmi-sizdir. Allah'a hamdolsun.

Vakidî'nin ifadesine göre Vehb, hicri 110. senede San'a şehrinde vefat etmiştir. Başkasının anlattığına göre 111. senede vefat etmiştir. Daha sonraki senelerde vefat ettiğine dair zayıf bir rivayet de vardır. Doğrusunu Allah bilir. Bazılarının iddiasına göre onun mezarı Bas­ra'nın batısındaki Asenı kasabasmdadır, ama ben bunun kaynağını göremedim. Doğrusunu Allah bilir. [1]

 

Fasıl

 

Vehb b. Mühebbih, birkaç sahabeye ulaştı. İbn Abbas, Cabir ve Numan b. Beşir'e senetleri ulaştırarak hadisler rivayet etti. Muaz b. Cebel, Ebu Hüreyre ve Tavus'tan da rivayetlerde bulundu. Tabiiler­den bazıları da kendisinden rivayetlerde bulundular.

Vehb b. Münebbih dedi ki: «Amel etmeyeceği bir ilmi öğrenen kimse, yanında şifa iksiri bulunup da onunla tedavi olmayan tabibe benzer.»

Fadl b. Ebi Ayyaş'm azatlısı Münir'den şöyle rivayet edilmiştir: «Vehb b. Münebbih'in yanında oturmaktaydım. Adamın biri gelip ona şöyle dedi: «Ben falan adamın yanından geçiyordum. O sana sö­vüyordu.» Vehb öfkelendi ve: «Şeytan senden başka bir elçi bulamadı mı?» dedi. O adam yanında oturmakta iken kendisine sövdüğünü id­dia ettiği adam geldi. Vehb'e selam verdi. Vehb de selamını aldı. Elini uzatıp onunla tokalaştı ve yanıbaşma oturttu.»

İbn Tavus'tan şöyle rivayet edilmiştir: Vehb'in şöyle dediğini işit­tim: «Ey ademoğlu, dinin için gayret sarfet. Zira rızkın sana gelecek­tir.»

Vehb dedi ki: «Cehennemlikler elbise giyindiler, ama çıplaklık on­lar için daha hayırlı idi. Yemek yediler, ama açlık onlar için daha,ha-yırh idi. Kendilerine hayat verildi- Oysa ölüm onlar, için daha hayırlı idi.»

Vehb'in rivayetine göre Davud peygamber şöyle demiştir: «Al­lah'ım, bir yoksul kişi bir zenginden birşey ister de zengin ona kulak vermezse, dilerim ki o zengin sana dua edip de birşeyler isterse, dua­sına icabet etmeyesin. Senden birşey istediği zaman ona vermeye-sin.»

Vehb'den şöyle rivayet edilmiştir: Allah'ın kitablanndan birinde Şöyle bir ibare okudum: «Ey ademoğlu! Bilgisizce amel etmende senin için hayır yoktur. Bildiğin şeyle amel etmemende de senin için hayır yoktur. O zaman senin durumun, odun toplayıp da yük yapan ve taşımaya kalktığında bu yükü taşıyamayan, buna rağmen o yüke biraz daha odun ekleyen adama benzer.»

Vehb dedi ki: «Allah'ın 18.000 âlemi vardır. Dünya, bu âlemler­den sadece biridir. Harabeler arasındaki bir mamure, çöldeki bir ça­dıra benzer.»

Taberanî, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Allah'ın taatı ile amel etmek istediğin zaman başkalarına nasi­hat vermeye ve Allah rızası için çalışmaya gayret sarfet. Çünkü baş­kalarının iyiliği için nasihat vermeyen kimsenin ameli kabul edilmez. Nasihat da ancak Allah'a taatla olgunlaşır. Tıpkı kokusu ve rengi gü­zel olan hoş bir meyve gibidir. Allah'ın taatı işte böyledir. Nasihat onun kokusu, amel de tadıdır. Sonra sen taatım yumuşak huyluluk, akıllılık, fakihlik ve amel ile süsle. Sonra da nefsini sefihlerin ve dün­ya kullarının ahlakından yüksek tut.

Nefsini peygamberlerin ve ilmi ile amel eden âlimlerin ahlakıyla ahlaklandır. Hikmet sahibi kimselerin fiillerini yapmaya alıştır. Ken­dini şaki kimselerin amelini yapmaktan geri tut. Nefsini takva sahibi kimselerin yolundan yürüt; habis kimselerin yolundan uzalaştır, faz­la malın olursa maddeten senden düşük durumda olan kimselere yardımcı ol. Maddeten senden düşük durumda olan kimselere yar­dımcı ol ki, onları da kendi seviyene ulaştırasm.

Hikmet sahibi kimse odur ki, fazla mallarını toplar ve kendisin­den düşük durumda olanlara verir. Kendisinden düşük durumda olan kimselerin eksikliklerini tesbit eder, ona takviye olur, onu ümit­lendirir ve nihayet kendi seviyesine çıkarır. Eğer fakihse fıkhını -şa­yet kendisine arkadaşlık etmek ve yardımcı olmak istiyorsa- ona ak­tarmalıdır. Malı varsa malı olmayanlara vermelidir. Islah edici bir kimse ise, günahkarın günahının bağışlanması için mağfiret diler ve tevbesini ümid eder.

İyiliksever bir kimse ise, kendisine kötülük yapana iyilikte bulu­nur. Böylece sevabı hakeder. Fiili güzel oluncaya kadar söze itibar edip aldanmaz. Fiilini güzel yaptığı zaman Allah'ın lütfuna ve ihsanı­na bakar. Birşeyi yapmadan, yapacağım diye kuruntuya girmez. Al­lah'ın taatında belirli bir seviyeye ulaştığında ulaşmış olduğu bu se­viyeden Ötürü Allah'a hamdeder, sonra da ulaşamadığı daha yüksek • seviyelere ulaşmaya talib olur. Bir günahı hatırladığında onu insan­lardan gizler ve onu bağışlamaya muktedir olan Allah'tan mağfiret

diler.

Hikmetten birşey öğrenirse onunla yetinmez. Hikmet alanında daha yüksek seviyelere çıkmaya talib olur. Sonra yalana sığınmaz-Yalandan yardım istemez. Çünkü yalan, bedene musallat olan kurt­çuk gibidir. Kısa sürede bedeni yeyip tüketir, ya da ağaca musallat olan kurtçuk gibidir. Ağacın dışı hoş görünür, ama içi çürür, dışardan görenler aldanırlar. Nihayet bir gün ağaç kırılır ve kendisine alda-nanlarda helak olur, konuşurken yalan söylemek de böyledir. Sahibi hep yalana güvenip aldanır, yalanın kendisini destekleyeceğini, ihti­yacını elde etme hususunda kendisine yardımcı olacağını, arzuladığı şeye ulaşabilmek için kendisine kılavuzluk yapacağını zanneder. Ni­hayet onun yalancı olduğu anlaşılır. Akıl sahipleri onun yalanma al­dandığını anlarlar. Fakihler onun içinde gizlediği şeyleri açığa çıka­rırlar. Bu duruma vakıf olduklarında haberini yalanlarlar, şahitliğini hükümsüz kılarlar, doğruluğunu itham ederler, şanım tahkir ederler. Onun bulunduğu yerde oturmaktan hoşlanmazlar, gizliliklerini on­dan saklarlar, ona sır vermezler. Sözlerini onun yanında konuşmaz­lar, emanetlerini ondan başkalarına teslim ederler. İşlerini ondan gizlerler, din ve dünyaları hususunda ondan sakınırlar, toplantıları­na onu dahil etmezler. Onu kendilerine sırdaş etmezler ve bu husus­ta ona güvenmezler, aralarında geçen anlaşmazlıkları çözümlemek için onu hakem tayin etmezler.»

AbdülmünÜm b. İdris, Vehb'den rivayet etti ki; Lokman (a.s.), kendi oğluna şöyle demiştir: «Zikir ehli, nur gibidir. Gaflet ehli de ka­ranlık gibidir.»

Vehb dedi ki: «Tevrat'ta peşpeşe dört satır okudum, orada şunlar yazılıydı:

Allah'ın kitabını okuyup da Allah'ın kendisini bağışlamıyacağını zanneden kişi, Allah'ın ayetleriyle alay edenlerdendir.

Başına gelen bir musibetten ötürü şikayetçi olan kişi, ancak Aziz ve Celil olan Rabbini şikayet etmiş olur.

Dünyada kaçırdığı fırsatlardan ötürü üzülen kimse, Aziz ve Celil olan Rabbinin yargısına kızmıştır.

Bir zengine yaltaklanmak için boyun eğen kimsenin dininin üçte biri gider.»

Vehb dedi ki: Ben Tevrat'ta şunları okudum: «Bir ev ki, zayıfların emek ve gücüyle inşa edilmiştir. O evin akibeti harab olmaktır. Bir mal ki, helal olmayan yerden toplanmıştır. O malın sahipleri çabucak yoksullaşırlar.»

Abdullah b. Mübarek, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Bir kitabta Cenâb-ı Allah'ın şu ayetine rastladım: "Kulum bana itaat ederse, o bana dua etmeden önce kendisine icabet ederim. O benden istemeden önce kendisine veririm. Kulum bana itaat ederse, göklerin ve yerin halkı onun üzerine çullansalar bile onun için bir çı­kış yolu yaratırım. Ama kulum bana isyan ederse, onun sema kapıla­rındaki yollarını kapatırım, onu havada boşlukta bırakırım. Yaratıklarından biri ona bir kötülük yapmak isterse, kendini ona karşı koru­yamaz."»

İbn Mübarek, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

«Cenâb-ı Allah, İsrail oğullarının âlimlerini kınayarak onlara şöy­le demiştir: «Siz fikhı, dini amaçtan başka amaçla öğreniyorsunuz. İl­mi, amel etmemek için öğreniyorsunuz. Ahiret ameli ile dünya satm alıyorsunuz. Kuzu postu giyiyorsunuz ama kurt şahsiyeti taşıyorsu­nuz. İçeceğinizi içerek gıdalanıyor ve dağlar misali haramları yutu­yorsunuz. İnsanların sırtına dağ gibi dini emirleri yüklüyorsunuz. Sonra da serçe parmağınızı dahi oynatarak onlara yardımcı olmuyor­sunuz. Namazı uzatıyor, elbiselerinizi beyaz kumaşlardan seçip giyi­niyorsunuz. Bunu yaparakta yetim ve dulların haklarını eksiltiyorsu­nuz. Onur ve izzetime yemin ederim ki, başınıza Öyle bir fitne getiri­rim ki, o fitnenin içine düşen görüş sahibi kimsenin görüşü, hikmet sahibi kimsenin de hikmeti dahi dalalete düşer, yolunu kaybeder.» Taberanî, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Doğrusu Cenâb-ı Allah, herhangi bir kimseyi, kendisine yaptığı itaattan ötürü Övmez ve hiçbir kimse de ilahi rahmet olmaksızın ken­di işlediği amellerle Allah'tan hayra ulaşamaz. Allah, insanların hay­rını beklemeyeceği gibi şerlerinden de korkmaz. Allah insanlara an­cak kendi rahmetiyle şefkat gösterir. Ama insanlar ona tuzak kur­mak isterlerse, tuzaklarını boşa çıkarır. Ona hile yapmak isterlerse, hilelerini kendi başlarına döndürür. Ona karşı yalan uydururlarsa yalanlarını başlarına geçirir. Eğer yüz çevirirlerse köklerini kazır. Eğer kendisine yönelirlerse, yönelişlerini kabul eder.

Yaptıkları hileleri, tuzakları, aldatmaları, öfkeleri, gazapları ve boğuşmaları kabul etmez. Hayır, ancak Cenâb-ı Allah'ın rahmeti ile gelir. Allah'ın rahmeti cihetinden hayır taleb etmeyen kimse, girebi­leceği herhangi bir kapıyı göremez. Cenâb-ı Allah'a ancak taatta bu­lunarak hayrına ulaşılır. Kendisine boyun eğip ibadette bulunmala­rından ötürü ancak Cenâb-ı Allah, insanlara şefkat gösterir. Tazarru ve ihtiyaçlarını karşılar. Kul, Cenâb-ı Allah'tan ancak bu yolla rah­met elde edebilir.

Kulların boyun eğip ibadet etmeleri ve yalvarıp yakarmaları ol­madan Allah'ın rahmetine ulaşılacak bir yol yoktur. Aziz ve Celil olan Allah'ın rahmeti, onun tarafından gelecek bütün hayırların ka­pısıdır. Bu kapının anahtarı da Aziz ve Celil olan Allah'a niyazda bu­lunup kulluk göstermektir. Anahtarı elde etmeyen kimseye kapı açıl­maz. Anahtarı getiren kimseye kapı açılır. Kapı anahtarsiz nasıl açı­labilir? Bütün hayır hazineleri Allah'ındır. Bu hazinelerin kapıları ise, Allah'ın rahmetidir. Allah'ın rahmet kapısnm anahtarları da; boyun eğip yalvarıp, yakarmak ve Allah'a muhtaç olduğumuzu arzet-mektir. Bu anahtarı ele geçiren kimseye hazinelerin kapılan açılır ve o kimse hazinelerin içine girer. Orada nefislerin arzuladığı, gözlerin bakmaktan hoşlandığı şeyler vardır. Oraya dilediğiniz ve istediğiniz herşey güvenli bir makamdadır. Oraya giren kimse artık çıkmaz. Oradakiler hiçbir şeyden korkmazlar, yorulmazlar. İhtiyarlamaz, inuhtaç olmaz ve ölmezler. Ebedi bir nimet, büyük bir sevap ve yüce bir ecir içredirler ki, bu da bağışlayan ve esirgeyen Allah katından onlara sunulan bir konukluktur.»

Süfyan b. Uyeyne, Vehb'in şöyle dediğini riveyet etmiştir:

«Din hususunda ahlakın insana en fazla yardımcı olanı, dünyada zahidlik yapmaktır. Dini insandan çabucak gideren ahlak ise, heves­lere tabi olmak, mal sevmek ve şeref tutkunu olmaktır. Mal ve şeref sevgisi nedeniyle insan haramları hiçe sayar. Haramları hiçe say­mak, Rabbi gazablandırır. Rabbin gazabına karşı ise tedavi edici hiç­bir ilaç yoktur. Cenâb-ı Allah, kitaplarından birinde İsrail oğullarını kınayarak şöyle buyurmuştur:

"Bana itaat edilirse razı olurum. Razı olursam, malınıza bereket koyarım. Benim bereketimin sonu yoktur. Ama bana isyan edilirse, gazablanınm, gazablamnca da lanet ederim. Benim lanetim, kişinin yedinci zürriyyetine kadar ulaşır."»

Yine Vehb dedi ki: «İsrailoğullarında Aziz ve Celil olan Allah'a 200 sene süreyle isyan eden bir adam vardv Bu adam ölünce ayağın­dan tutup cesedini bir çöplüğe attılar. Cenâb-ı Allah, Musa peygam­bere: «Git, onun cenaze namazım kıl.» diye vahyetti. Musa peygam­ber ise: «Ya Rab, İsrailoğulları onun 200 sene müddetle sana isyan ettiğine şahitlik ederler. Ben onun namazını nasıl kılarım?» diye so­runca Cenâb-ı Allah, şöyle cevap verdi: «Evet öyle oldu, ancak o adam Tevrat'ı her açıp içinden Muhammed (s.a.v.)'in adını gördüğünde o' adın yazılı olduğu kısmı öper ve gözlerinin üzerine koyup salavat ge­tirirdi. İşte ben onun bu iyiliğine karşı teşekkür edip günahlarını ba­ğışladım ve ona yetmiş huri verdim.»

Bu rivayette illet vardır. Böyle bir rivayet sahih olamaz. Bunun senedinde gariblik, metninde de şiddetli bir münkerlik vardır.

İbn İdris, Vehb'den rivayet etti ki, Musa (a.s.), şöyle demiştir:

- Ya Rab, insanların benim aleyhimde konuşmalarına imkan ver­me, onların dillerini tut.

- Ey Musa, ben bunu kendim için yapmadım. Senin için hiç yap­mam.

Yusuf (a.s.), Mısır Aziz'inin huzuruna çağrıldığında kapıda durup şöyle dua etti: «Dünyalık elde etmektense dinim bana yeter. Ey Rab-bim, senin şanın yücedir. Övgün yüksektir. Senden başka ilah yok-

tur.» Böyle dedikten sonra Aziz'in huzuruna girdi. Aziz, onu görünce tahtından indi ve Yusuf un önünde secdeye kapandı, sonra onu alıp tahtta, yanında oturttu ve; "Bugün senin yânımızda önemli bir yerin ve güvenilir bir durumun vardır." dedi.» (Yûsuf, 54.) Yusuf da ona şöyle dedi:

«Beni memleketin hazinelerine memur et. Çünkü ben korumasını ve yönetmesini bilirim.» (Yûsuf, 55.) Bu kıtlık senelerini geçirmeyi ve ba­na emanet ettiğin mallan muhafaza ederim. Yanıma gelen herkesin dilinden anlarım.

İmam Ahmed b. Hanbel, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Cenâb-ı Allah, balığa, Yunus peygambere zarar vermemesini ve onu yaralamamasını emredince şöyle buyurdu:

«Eğer Allah'ı teşbih edenlerden (daha önce ibadet edenlerden) ol­masaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.»

(es-Sâffat, 143.)

Cenâb-ı Allah, onun önceki ibadetlerini hatırladı. Yunus peygam­ber, denizden çıkınca kıyıda uykuya daldı. Cenâb-ı Allah, onun yani-başında kabak ağacı bitirdi. Yunus uyanıp o ağacın kendisini gölgele­mekte olduğunu ve yemyeşil olduğunu görünce hoşuna gitti. Sonra tekrar uyudu. Uyandığında bu defa kabak ağacı kurumuştu. Buna üzüldü. Kendisine denildi ki: «Sen onu yaratmadın, ona su vermedin, onu bitirmedin, ama kuruduğu için üzülüyorsun. Oysa ben ateşten 100.000 veya daha çok can yarattım. Sonra onlara rahmet ettim, bu -durum sana ağır geliyor.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Nuh peygambere her canlıdan bir çifti alıp gemiye koyması em-redildiğinde şöyle dedi:

- Ya Rab, aslanla sığırı, oğlakla kurdu, eşekle kediyi nasıl bir arada tutacağım?

- Peki bunları birbirine kim düşman kıldı?

- Sen ya Rab.

- Öyleyse ben onları birbirlerine ısındırırım ki, birbirlerine zarar vermesinler.»

Vehb b. Münebbih, Atâ el-Horasanî'ye dedi ki:

«Yazıklar olsun sana ey Atâ. «Bana dua edin, duanızı kabul ede­yim.» {ei-Gâfir, 60.) diye buyuran zatın kapısını bırakıp sana karşı kapı­sını kilitleyen, yoksulluğunu izhar eden, zenginliğini gizleyen kimse­nin kapısına mı geliyorsun? Yazıklar olsun sana ey Atâ, sana yetecek şey, seni müstağni kılıyorsa, dünyadaki en basit ve en az şey sana ye­terli olur. Ama sana yetecek kadar şeyler seni müstağni etmiyorsa, o halde dünyada sana yetecek hiçbir şey yoktur. Yazıklar olsun sana ey Atâ, senin karnın ancak denizlerden bir deniz, vadilerden bir vadidir ki, onu topraktan başka hiçbir şey dolduramaz.»

Biri kunutu ve sessizliği uzun süren, diğeri de secdesi uzun süren namaz kılmakta olan iki adamın durumunu ve bunlardan hangisinin daha faziletli olduğunu Vehb'e sorduklarında şu cevabı verdi: «Bun­lardan hangisi Aziz ve Celil olan Allah için mü'minlere daha fazla na­sihat veriyorsa o, diğerinden daha faziletlidir.»

Vehb şöyle demişti: «Övülmeyi sevmesi, yerilmekten de hoşlan­maması münafık kimsenin huyundandır. Yani yapmadığı iyiliklerle övülmeyi sevmesi ve yaptığı kötülüklerden ötürü yerilmekten de hoş­lanmaması münafık kimsenin huyundandır.»

Vehb'in rivayetine göre Lokman (a.s.), kendi oğluna şöyle öğüt vermiştir: «Ey oğulcuğum, kendini Allah'a karşı frenle. Çünkü insan­ların en akıllısı, kendini Allah'a karşı frenleyip haramlarını aşmayan ve çiğnemeyendir. Doğrusu şeytan, akıllı kimseden kaçar ve ona tu­zak kuramaz.»

Vehb, yanında oturmakta olan meclis arkadaşlarından birine şöy­le dedi:

- Öğrenmekte tabiplerin zorlanmayacağı bir tıbbı, öğrenmekte fı-kıhçılann zorlanmayacağı bir fıkhı, öğrenmekte yumuşak huylu kim­selerin zorlanmayacağı bir ilmi sana öğreteyim mi?

- Evet, öğret ey Abdullah'ın babası.

- Öğrenmekte tabiplerin zorlamayacağı tıb şudur: Bir yemek yi­yeceği zaman başlarken besmele çek, sonunda da Allah'a hamdet.

Öğrenmekte fıkıhçıların zorlanmayacağı fıkıh ise şudur: Sana birşey sorarlar da o şey hakkında bilgin varsa, cevabını bildiğine göre ver. Eğer o hususta bilgin yoksa, «Bunun hükmünü bilmiyorum.» de.

Öğrenmekte yumuşak huylu kimselerin zorlanmayacağı ilme ge­lince, o da şudur: Sana birşey sorulmadıkça konuşma ve suskunluğu­nu devam ettir.

Vehb dedi ki: «Çocukta haya ve korku gibi iki huy bulunursa, o çocuğun reşit olması, yani doğru yolu bulması ümid edilir.»

«Zülkarneyn, güneşin doğduğu yere varınca orada bulunan bir hükümdar kendisine şöye dedi:

- Bana insanları anlat.

- Akılsız kimse ile konuşma, ölülere şarkı okuman gibidir. Akılsız kimse ile konuşman, sert kayayı yumuşatman için ıslatmaya benzer. Akılsız kimse ile konuşman, katık yapıp yemek amacıyla demiri pi­şirmeye benzer. Akılsız kimse ile konuşman, mezardaki ölüleri için sofra kurmaya benzer. Dağ başlarından taş taşıyıp getirmek, akılsız kimse ile konuşmaktan daha kolaydır.»

«Kitablardan birinde okuduğuma göre her sabah dördüncü gök katında bir münadi şöyle seslenirmiş:

- Ey kırklı yaşlarındaki insanlar! Siz olgunlaşan ekinler gibisi­niz, hasad mevsimiz yaklaştı. Ey ellili yaşlarındaki insanlar! Bugüne kadar hangi salih amelleri işlediniz? Ey altmışlı yaşlarındaki insan­lar! Artık sizin mazeretiniz yoktur. Keşke yaratıklar yaratılmış olma­salardı. Keşke onlar yaratıldığında yaratılış gayelerini bilmeselerdi. Vaktiniz geldi, tedbirinizi alın.»

Vehb b. Münebbih'ten rivayet olunduğuna göre Danyal (a.s.), şöy­le demiştir: «Vah o zamana ki, salih kimseler aranacaklar, hiçbiri bu­lunamayacaktır. Ancak ekini biçen kimsenin arkasında rastlanılan tek tuk başaklar gibi salih kimselerde çok seyrek bulunacaktır. Ya da meyve devşiren kimselerin arkalarında kalan tek tuk meyve taneleri gibi nadiren görüleceklerdir. Onlarında yakın zamanda üzerlerine ağıtçıları ağlayacaktır.»

Abdürrezzak, Vehb b. Münebbih'in, «Kıyamet günü doğru terazi­ler kurarız.» (ei-Enbiyâ, 47.) ayetiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Amellerin ancak hatimeleri yani sonuçları tartılır. Cenâb-ı Al­lah, bir kula hayır dilerse, onun en son amelini hayırlı kılar. Yani son nefesinde hayır amel işlemesini nasib kılar. Bir kula da kötülük di­lerse, onu son nefesinde kötü amel işler halde vefat ettirir.»

Vehb dedi ki: «Doğrusu, yüce Allah, yaratıkları yaratma işini ta­mamladıktan sonra onlara, yer üzerinde yürürlerken nazar etti ve şöyle buyurdu: «Ben, kendisinden başka ilah bulunmayan Allah'ım, sizi yarattım ve sizi gerçek yargım ve hükmümle yok edeceğim. Yani sizi öldürdükten sonra tekrar ilk yaratılış halinize döndüreceğim ve sizi yok edeceğim. Nihayet yalnız başıma kalacağım. Çünkü hakimi­yet ve ebediyet ancak bana yaraşır. Yaratıklarımı çağırır ve hük­mümle onları toplarım, düşmanlarımı hasrettiğim günde onları ö-nümde toplarım. Kalbler benim heybetimden korkup titrer. Kulların beni bırakıp kendilerine taptıkları diğer tanrılar uzaklaşıp giderler.» Vehb dedi ki: «Cenâb-ı Allah, yaratıkları yaratma işini cuma gü­nünde tamamladıktan sonra cumartesi günü kendi nefsini layıkı veç­hiyle övdü. İsmetini, cebbarlığım, büyüklüğünü, metanetini, kudreti­ni, hükümranlığını ve Rabliğini anlattı. Herşey onun huzurunda sus­tu ve boyun eğdi. Sonra şöyle buyurdu:

- Ben kendisinden başka hükümdar bulunmayan hükümdarım, geniş rahmetin ve esma-i hüsnanm sahibiyim. Kendisinden başka ilah bulunmayan Allah'ım. Şerefli Arş'ın ve yüce sıfatların sahibiyim. Ben kendisinden başka ilah bulunmayan Allah'ım. Büyük lütuf ve ni­metlerin sahibiyim, ben kendisinden başka ilah bulunmayan Allah'ım, gökleri ve yeri benzeri olmaksızın yoktan var edip yarattım, herşeye ululuğumu ve azametimi doldurdum. Hükümranlığım herşe-yi kabzası altına aldı, kudretim herşeyi kuşattı. İlmim herşeyi kapsa­mına aldı, rahmetim herşeyi kapladı, lütfum herşeye ulaştı.

Ey yaratıklar topluluğu, ben Allah'ım. Mekanımı bilin. Göklerde ve yerde benden başka birşey yoktur. Yaratıklarımın tümü ancak be­nim varlığımla kaim ve daim olurlar, benim kudret pençemde dola­şırlar, rızkımla yaşarlar. Ölümleri, yaşamları, beka ve yok oluşları benim elimdedir. Onların benden kaçmalarına imkan yoktur. Benden başka sığınakları da yoktur, bir an için onları bırakırsam hepsi harab olur ve yıkılır. Ben, değişmez dahil üzereyim, bu benden hiçbir şeyi eksiltemez, mülkümden de birşeyi noksanlaştıramaz.

Ben güçlülüğün, hükümranlığın, nurumun burhanı, gücümün fazlalığı, mekanımın yüceliği, şanımın azameti ile kendime yetmekte­yim ve hiçbir şeye ihtavacım yoktur. Benim benzerim de mevcut de­ğildir. Benden başka ilah yoktur. Yarattığım birşeyin bana denk ol­ması uygun olmaz ve yarattığım şeylerin beni inkar etmeleri de layık olmaz. Kendi bilgimle yarattığım günde kendisini yaratmış olduğum bir varhk, nasıl olur da beni inkar eder? Hükümranlığımın kudreti altında bulunan ve ezilen bir varhk, nasıl olur da bana karşı büyük­lük taslar? Perçemi kudret elimde bulunan bir yaratık, nasıl olur da beni aciz bırakabilir?

Kendisini yaşattığım, cismini hasta kıldığım, aklını noksanlaştır-dığım, canını aldığım, yarattığım, eskittiğim, ihtiyarlattığım ve bü­tün bunlara karşı bana kendini savunamayan bir varlık nasıl olur da bana denk olmaya kalkışır? Böyle biri nasıl olur da benim kulluğumu yapmaktan geri çekinir? Kulumdur, kulumun oğludur, ya da cariye­min oğludur, bir yaratıcıya mensub olmayan var mıdır?

Kainata benden başka varis olacak yoktur. Günlerin kendisini yıprattığı, ecelinin kendisini yok ettiği bir kul, nasıl olur da benden başkasına ibadet eder? Böyle birinin ecelini gece ve gündüzün peşpe-şe gelişi sona erdirir. Gece ile gündüz, benim saltanatımın küçük bi­rer şubesidirler. Ey ölüm ve yok oluş ehli kimseler, bana gelin, bana! Benden başkası yoktur. Ben kullara rahmet etmeyi, kendi nefsim için bir vazife bildim. Mağfiret dileyen kimselere af ve mağfireti ken­dim için borç saydım. Benden af dileyen kimselerin irili ufaklı bütün günahlarını bağışlarım. Bu benim için zor ve büyük bir görev değil­dir. Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın.

Rahmetimden ümit kesmeyin. Çünkü rahmetim, gazabımı geride bırakmıştır. Bütün hayır hazineleri elimdedir. Yaratıklardan herhan­gi birini kendisine olan ihtiyacım nedeniyle yaratmış değilim. Aksine ben onları, kudretimi ortaya koymak için yarattım. Bakanlar,'benim hükümranlığıma ve mülküme baksınlar. Hikmetim üzerinde düşün­sünler, bana hamdederek tesbihatta bulunsunlar, bana kulluk etsin­ler. Hiçbir şeyi bana ortak koşmasınlar? Bütün yüzler bana boyun eğ­sin ve bana itaat etsin.»

Eşres, Vehb'den rivayet etti ki, Davud (a.s.), Rabbine şöyle demiş­tir:

- İlahi, seni nerede bulurum?

- Benden korktuklarından ötürü kalpleri kırık kimselerin yanın­da bulursun.

İsrailoğullarından bir adam, yetmiş hafta süreyle oruç tuttu. Haftada sadece bir gün orucunu açıyordu. Cenâb-ı Allah'tan, şeyta­nın insanları nasıl baştan çıkardığını kendisine göstermesini diledi. Bu dilekte bulunuşundan uzun süre geçti, fakat dileğine icabet edil­medi. O zaman kendi kendine dedi ki: «Eğer ben kendi günahlarıma ve hatalarıma baksam Rabbimle aramdaki ilişkileri düzeltsem, iste­diğim bu şeyden daha hayırlı olur benim için.» Böyle dedikten sonra kendi nefsine yöneldi ve şöyle dedi: «Ey nefis, dileğimin kabul edilme­yişine neden olan şey, sensin. Eğer Cenâb-ı Allah, bende bir hayır ol­duğunu bilseydi ihtiyacımı karşılar, dilediğimi yerine getirirdi.» Bu­nun üzerine Cenâb-ı Allah, onların yani İsrailoğullarının peygambe­rine şu buyruğu iletsin diye bir melek gönderdi. Falan abide de ki: «Kendi nefsini horlaman ve kendi nefsine söylemiş olduğun sözler da­ha önce yapmış olduğun ibadetlerden daha çok hoşuma gitti. Allah, senin dileğini yerine getirdi, gözünü açtı, şimdi etrafına bir bak.»

Adam etrafına bakınca iblisin tuzaklarının yeryüzünü kuşatmış olduğunu gördü. Ademoğullarının her birinin çevresinde kara sinek­ler gibi şeytanların vızıldadığını gördü ve şöyle dedi:

- Ya Rab, bü şeytanlardan kim kurtulabilir?

- Sükunetli ve yumuşak, kalbi selim sahibi kimseler kurtulabilir.

Vehb dedi ki: «Seyyahlardan bir adam, bir salatalık tarlasının ya­nından geçiyordu. Canı salatalık yemek istedi, ama nefsini cezalan­dırdı, oracıkta üç gün süreyle namaza durdu. Yanından bir adam ge­çerken güneşten ve rüzgardan âdeta kavrulmuş olduğunu farketti, dönüp kendisine bakınca: «Fesübhanallah, sanki şu adam ateşte kav­rulmuş gibi.» dedi. Seyyah, ona şöyle cevap verdi: «Ateş korkusu beni bu hale getirdi, ya ateşe girseydim nasıl olurdum?»

Önceki kavimlerden bir adam bir günah işledi ve: «Cehennem ateşinden berat ettiğime dair haber bana gelmedikçe Allah'a söz veri­yorum ki, hiçbir damın tavam altına girmeyeceğim.» dedi. Çöle gitti, sıcak soğuk günler demeden hep çölde kaldı. Adamın biri, yanından geçerken sıkıntılı ve zor durumda olduğunu görünce: «Ey Allah'ın ku­lu, seni bu hale getiren şey nedir?» diye sordu. Adam da şu cevabı verdi: «Cehennem'i hatırlamak beni bu hale getirdi, ya Cehennem içi­ne düşseydim ne hale gelirdim, onu düşün.»

Vehb dedi ki: «Boşta gezen adam ve serseri olan kimse, asla hik­met sahibi olamaz. Göklerin melekutu yani yüce âlemlerde yaşayan üstün varlıklar, zinakarlara varis olmazlar.»

Vehb, bir mev'izesinde şöyle demişti: «Bugün mutlu kişi, vaaz ve Öğüt verir, akıllı kimse ondan çok faydalar sağlar. Ey ademoğlu, sen bugünün faydalarını, üzerindeki cahillik zararını gidermek için top-ladın, hidayet kandilini bugünde yaktın ki, içine düştüğün durumdan ayılıp kurtulasın. Bugün gibi aydınlığını kaybeden ve şaşkın hale dü­şen bir gün görmedim. Bugünde sağlıklı kimseler tedavi ediliyor. Ey ademoğlu, yaratıcıdan daha güçlü, yaratılandan daha zayıf bir kimse yoktur. Ey ademoğlu, bugün artık sana geri dönmeyecek şey elinden çıkıp gitmiştir ve geçip gidici olan şey senin yanında kalmıştır. Bu kaçınılmaz duruma düştüğünden ötürü ne diye sızlanıp sabırsızlanı­yorsun? Elde etmeye ümit bulunmayan şeye ne diye tamahlanıyor-sun? Elinden çıkıp gidecek olan şeyin ebedi olmasına ne diye çaba sarfediyorsun? Ey ademoğlu, elde edemeyeceğin şeyin peşine düşme, ulaşamayacağın şeyi taleb etmeye kalkışma, bulunmayan şeyi ara­ma. Eşyalar senden koptuğu gibi sen de kendinden ümidi kes ve şu­nu da bil ki, taleb edilen nice şeyler taleb eden kimse için şerlidir.

Ey ademoğlu, sabır ancak musibet zamanında gösterilir. Musibet karşısında yaratıkların kötü ahlak sergilemeleri, musibetten daha büyüktür. Ey ademoğlu, zamanın hangi gününe ümit beslersin? Bazı günler olur ki, o günün bir an evvel sana gelmesini istersin, bazı gün­ler de olur ki, bir an önce sona ermesini istersin. Öyle değil mi? Şu zamana bak, zamanın üç günden ibaret olduğunu anla. Bir günün ge­çip gitmesinden sonra onun geri döneceğini artık ümid etmezsin, bir günün de mutlaka sana geleceğini bilirsin. Diğer gününün ise gelme­sinden emin olmazsın. Geçen gün senin aleyhinde şahitlik yapacak olan ve şahidliği kabul edilecek bir gündür, emaneti ödeyecek bir gündür, edebli bir hikmet sahibidir. Seni kendi nefsi ile şaşkına dön­dürdü, feci hale düştün. Hikmetini sende bıraktı.

Bugünün ise seninle vedalaşacak olan bir dostundur. Artık senin­le uzun bir süre ayrı kalacaktır, çabucak göçüp gidecektir, gidecek ve sana gelmeyecektir. Ondan önceki gün de sana karşı adil bir şahittir, o günde senin lehine bir şefaat olacaksa, şahadetlerini senin lehinde yapmalarına güvenin olsun. Ey ademoğlu, dünya ehli kimseler seferi­dirler, bineklerinin üzerindeki yüklerinin bağını dünyadan başka bir yerde yani ahirette çözeceklerdir. Kabahat ve suçlarla yetiniyorlar, °ysa nimet sahibine şükretmek ne güzeldir. Ahirete teslim olmak gü­zeldir.                                                                     

Ey ademoğlu, herşeyin bir misli vardır ve bizden önce geçip git­miştir. Kökler geride kalmıştır. Bizler ise o köklerin dallarıyız, kök gittikten sonra dal hiç kalır mı? Ancak kök kalınca dal da kalabilir. Ey ademoğlu, yakinî inancı kaybedip amelinde hata yapan kimsenin aklı, büyük bir musibete maruz kalmış demektir. Ey insanlar, ebedi­yet ancak bu gani dünyadan sonradır. Biz yoktan var edildik, mezar­larda çürüyecek, ondan sonra yine hayata döneceğiz. Dikkat edin! Bugün kabahat işlersiniz, yarın musibetle karşılaşırsınız. Dikkat edin, yakın zamanda sevablarımız aşırı bir şekilde elimizden alınıp götürülecek, ya da bize bol bağışta bulunulacaktır. Ayrılıp gideceği­niz bu dünyada iken hayırlı ve salih ameller işleyin.

Ey insanlar, sizler bu dünyada ümitlerin ve arzuların kendilerine doğru yarıştıkları birer hedefsiniz. Sizler bu dünyanızda musibetlerin yağmaladığı şeylersiniz. Bu dünyada bir nimeti bırakmadıkça başka bir nimete ulaşamazsınız. Yaşayan biriniz, ecelinin bir kısmını tüket­meden ömür süremez, daha önceki rızkının bir kısmını sarfetmeden malını fazlalaştıramaz, bir eseri ölmeden başka bir eseri vücut bula­maz. Yüce Allah'tan, bize ve size bu öğütlerden bereketler ihsan et­mesini diliyoruz.»

Vehb b. Münebbih dedi ki:

«Aziz ve Celil olan Allah, hikmetinin gereği olarak yaratıkları tip ve miktar bakımından farklı yaratmıştır. Yaratıkların bir kısmı dün­ya durdukça var olacaktır. Günler onları eksiltmez, ihtiyarlatmaz, çürütmez ve öldürmez. Yaratıkların bir kısmı yemez ve rızıklanmaz, yaratıkların bir kısmı yer ve rızıklanırlar. Cenâb-ı Allah, onları yara­tırken beraberlerinde rızıklarını da yaratmıştır. Sonra Cenâb-ı Allah, yaratıkların bir kısmını karada, bir kısmını da denizde yaratmıştır. Denizde ve karada yarattığı yaratıklar için rızıklar da yaratmıştır, ama deniz hayvanlarına, kara hayvanlarının rızkı fayda vermez. Ka­ra hayvanlarına da deniz hayvanlarının rızkı fayda vermez. Denizde­ki karaya çıkacak olursa ölür, karadaki denize girecek olursa ölür.

Rızıkların taksimi ve geçimi hususunda düşünüp bu konuyla ilgi­lenen kimseler için Cenâb-ı Allah'ın karada ve denizde yarattığı hay­vanlar üzerinde ibretler vardır. Ademoğlu, Allah'ın taksim ettiği rı-zıklardan ibret alsın. Çünkü bu rızıklar, ancak yüce Allah'ın kendi yaratıkları arasında taksim ettiği şekilde paylaşılır. Hiçbir kimsenin bu miktarı değiştirmeye ve miktarları birbirine karıştırmaya gücü yetmez. Nitekim kara hayvanlarının, deniz hayvanlarının erzakıyla; deniz hayvanlarının da kara hayvanlarının erzakıyla yaşamaya gücü yetmez. Eğer bunlar birbirlerinin rızıklanyla yaşamak mecburiyetin­de kalırlarsa hepsi ölürler.

Kara ve deniz hayvanlarından her biri, kendisine verilen rızkı normal bir şekilde elde ederse bu, onun için yararlı olur ve kendisi hayatta tutar, aynı şekilde ademoğlııda istikrar bulup Allah'ın kendi­sine pay olarak verdiği rızkıyla yetinirse bu rızkı onu hayatta tutar ve ona yarar sağlar. Başkasının rızkına el uzatacak olursa, bu onun için bir noksanlık olur. Kendisine zarar verir ve rüsvay olur.»

Vehb b. Münebbih, Atâ el-Horasanî'ye şöyle demişti: «Sizden ön­ceki âlimler, başkalarının dünyalarına ilgi göstermeyip kendi ilimle­riyle başbaşa oluyorlardı. Dünya ehline iltifat etmiyorlardı. Dünya ehli kimselerin ellerindeki mallara da itibar göstermiyorlar di. Dünya ehli kimseler, onların ilmine rağbet gösterdiklerinden ötürü dünya­lıklarım onların uğruna sarfediyorlardı. Ama bugün, aramızdaki ilim ehli kimseler, dünyaya rağbetlerinden ötürü ilimlerini dünya ehli ki­şilerin önüne peşkeş çekiyorlar. Bu nedenle dünya ehli kimseler de âlimlerimizde ilmin kötü durumda olduğunu gördükleri için ilimleri­ne pek rağbet göstermiyorlar. Sultanların kapılarında bulunmaktan sakın, ey Atâ! Çünkü onların kapılarında, tıpkı develerin, çöktüğü yerlerdeki gibi fitneler vardır. Sen onlardan dünyalık olarak birşey elde edersen, onlar da senin dininden bir o kadarını elde ederler.»

İbrahim el-Cüneyd, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Alimin biri, ilimde kendisinden daha üstün başka bir âlime uğ­radı ve ona sordu:

- Namazın nasıldır?

- Cennet ve Cehennem'in adını duyup bir anını dahi namazsız geçiren bir kimse bulunacağını sanmıyorum.

- Ölümü anman nasıldır?

- Bir ayağımı kaldırıp diğerini indirmeden öleceğimi düşünürüm. Ya senin namazın nasıldır ey adam?

- Ben namaz kılarım, gözyaşlarınıdan yerde ot "bitinceye dek ağ­larım.

- Günahlarını itiraf edip gülmen, ilminle gururlanıp ağlamandan daha hayırlıdır. Çünkü ilmiyle gururlanan kimsenin hiçbir ameli Al­lah katma yükselmez.

- Bana tavsiyelerde bulun, ben seni hikmet sahibi bir adam ola­rak görüyorum.

- Dünyada zahid ol, dünyalık hususunda dünya ehli kimselerle çekişme. Dünyada hurma ağacı gibi ol, meyven yenildiğinde hoşça ye­nilsin, bırakıldığında da hoşça bırakılsın. Düşman üzerine düşersen onu kırma. Köpeğin, sahibine vefalı ve samimi oluşu gibi sen de Al­lah'a vefalı ve samimi bir şekilde yaklaş. Sahipleri köpeği aç bırakır, kovar ve döverler, ama o yine de onların çevresinde dolaşır ve bekçi­liklerini yapar, onlar için samimi olur.»

Vehb b. Münebbih, bu hadisin anlatıldığı esnada şöyle dedi: «Ey ademoğlu! Köpeğin sahibine vefalı ve samimi olması kadar sen Aziz ve Celil olan Allah'a vefalı ve samimi olamazsan vay haline.»

Başka bir rivayette anlatıldığına göre âlim kişi, kendisinden daha yüksek ilimlere sahip olan adama şu cevabı vermiş:

- Ben ayaklarım şişinceye kadar namaz kılarım.

- Geceyi tevbe ile geçirip sabaha pişmanlık ve nedametle girmen, senin için geceyi namaz ile geçirip sabaha gururlu bir şekilde girmen­den daha hayırlıdır.

Osman b. Ebi Şeybe, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Adem peygamber, Cennet'ten çıkarılıp yeryüzüne indirildiğinde

meleklerin seslerini duyamadığından ötürü yalnızlık hissetti. Cebrail

(a.s.) inip yanma gitti ve ona şöyle dedi:

- Ey Adem! Sana, dünya ve ahirette yarar sağlayacak birşeyi öğ­reteyim mi?

- Evet, öğret.

- Şu duayı oku: Allah'ım, nimeti benim için tamamla ki, yaşamım kolay ve rahat olsun. Allah'ım, son nefesimi hayırla kapat ki, günah­larını bana zarar vermesin. Allah'ım, beni dünya külfetlerinden ve kıyametteki korkulu hallerden kurtar ki, beni afiyetle Cennet'e koya-sın.»

Abdürrezzak, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Bazı kitablarda okudum ve Cenâb-ı Allah'ın şöyle buyurduğuna rastladım: "Ey ademoğlu, sen bana karşı insaflı davranmadm. Beni başkalarına hatırlatıyorsun ama kendin beni unutuyorsun. İnsanları bana davet ediyorsun ama kendin benden kaçıyorsun, iyiliklerim se­nin üzerine iniyor ama senin kötülüklerin benim huzuruma çıkıyor. Ecelini noktalıyacak kıymetli bir melek sana gelecektir. Ey ademoğ­lu! Senin en çok hoşuma giden tarafin ve seni bana en çok yaklaştı­ran tutumun; sana taksim ettiğim rızka razı olmandır. Beni en çok kızdıran tarafın ve seni benden en çok uzaklaştıran tutumun; senin için taksim ettiğim rızka kani olmayıp kızmandır. Ey ademoğlu! Sa­na verdiğim emirler hususunda bana itaat et, senin yararına olacak şeyleri bana öğretmeye kalkışma, çünkü ben yaratıklarımı bilirim. Arzettiğin ihtiyaçlarını ben senden daha iyi bilirim. Ben ancak bana ikramda bulunana ikram ederim, emirlerimi önemsemeyeni de kü­çümserim, kul benim hukukuma riayet etmedikçe, ben onun hukuku­na riayet etmem."»

Vehb dedi ki: «Cenâb-ı Allah'ın kitablarmdan doksan küsurunu okudum. Hepsinde de şu hükme rastladım: Meşiet ve irade hususun­da birşeyi kendi nefsine havale eden kişi kafir olur. Yani iradeyi ken­di nefsine bırakan, ilahi iradeyi itibar etmeyen kişi kafir olur.»

Yine Vehb dedi ki: «Ademoğlu sakin olmuyor, oysa rızıkları farklı ve değişik miktarlarda taksim eden Allah'ın kendisidir. Ademoğlu, rızkını azımsarsa, Allah'a olan rağbetini daha da fazlalaştırsın ve: «Eğer Allah benim durumumdan haberdar olsaydı bu miktarı değişti­rirdi.» demesin. Zira Cenâb-ı Allah, yaratıp takdir ettiği şeye nasıl vakıf olmaz! Ademoğlu, rızık taksimi dışında da insanoğullarmın farklı bedenlere sahip olduklarını düşünmüyor mu? Cenâb-ı Allah; beden, mal, renk, akıl ve düşünce hususunda da insanları farklı ya­ratmıştır.

Ademoğlu, başkalarına kendisinden daha fazla rızık verilmiş ol­masına alınmasın. Başkalarına kendisinden daha fazla ilim, akıl, din ve düşünce verilmiş olmasına da alınmasın. Ömrünün üç zamanında kendi çaba ve kazancı olmaksızın kendisini rızıklandıran zatın, öm­rünün dördüncü zamanında da kendisini rızıklandıracağım bilmiyor mu? Ademoğlu, ömrünün ilk zamanlarında ana kanundaydı..Allah onu orada yarattı, kendi kazancı olan malla değil, başka bir malla onu rızıklandırdı ki, o zaman o, sağlam bir yerde, ana rahminde bu­lunuyordu; sıcaklık, soğukluk, keder, üzüntü ve hiçbir şey onu rahat­sız etmiyordu. Ana rahmindeyken tutan eli, yürüyen ayağı, konuşan dili yoktu; ama oradayken Cenâb-ı Allah, ona rızkım eksiksizce, ra­hatça ve afiyetle gönderdi. Sonra Aziz ve Celil olan Allah, onu ana rahminden alıp başka bir yere sevketmek istedi. Yani doğmasını ira­de buyurdu, doğunca da ömrünün ikinci zamanı başlamış oldu.

Bu ikinci zamanında anası vasıtasıyla ona yetecek miktarda rızık verdi. Bu rızık, insanın çaba ve kuvveti, tutması ve yürümesi olmak­sızın bilakis Allah'ın lütfü olarak insana verildi.

Sonra Cenâb-ı Allah, onu ikinci zamandan üçüncü zamana nak­letmek istedi. Sütten kesilip diğer erzakla geçinip büyümeye başladı. Bu erzakı da ebeveyninin kazancıyla temin etti. Ebeveyninin kalble-rine onun şefkatini yerleştirdi ki; ebeveyni, onu kendi nefislerine ter­cih etsinler ve güçlerinin yetebildiğince temin ettikleri en hoş ve en lezzetli gıdalarla onu beslesinler, ebeveyni onu beslerlerken kendisi hiç çalışmıyor ve hiç kazanç sağlamıyordu. Nihayet insan büyüyüp akıllanınca rızkını kendi çabası, gayreti ve kazancıyla temin ettiğim düşünmeye başladı.

İşte ömrünün bu dördüncü zamanında Aziz ve Celil olan Rabbıne suizanda bulundu. Maişetini temin etmek, malını fazlalaştırmak hu­susunda Allah'ın emirlerini hiçe saydı, kendi benzeri olan diğer in­sanlara bakıp dünyalık talebi hususunda onlarla yarışa ve rekabete girişti. Böylece de yakini inancı ve imam zayıfladı. Kalbine yoksulluk ve diğer eşyalarla birlikte fakirlik korkusu girdi. Bu nedenle de kalbi öldü, aklını yitirdi, belaya uğradı.

Eğer ademoğlu marifet ve akılla bakıp düşünecek olursa, dördün­cü zamanında da kendisini daha önceki üç zamanda rızıklandırıp müstağni kılan Allah'ın rızıklandırıp müstağni kılacağını anlar, Öm­rünün bu dördüncü zamanında yaptığı hatalardan ve işlediği günah­lardan ötürü kendini savunabilmesine ve mazeret beyan etmesine imkan yoktur. Meğer ki Allah, ona rahmet ede. Doğrusu ademoğlu çok şüphelidir, bu nedenle de kendisinin hükmü ve ilmi, Allah'ın hükmü ve ilmi karşısında kısır kalır. Allah'ın emirlerini düşünemez* düşünse anlar, anlasa bilir. Bilir ki, Allah'ı tanıtan alamet, onun ya­ratmış olduğu mahlukattır. Sonra onun mahrukatım rızıklandırması-dır ve onların rızıklarını ölçülü olarak vermesidir.»

Atâ el-Horasanî dedi ki: Yolda Vehb'e rastladım, kendisine şöyle söyledim:

- Bana şurada bir söz söyle ki ezberleyeyim, kafama yerleştire­yim, sözü de kısa tut.

- Aziz ve Celil olan Allah, Davud (a.s.)'a şöyle vahyetmişti: «Ey Davud! izzetime ve azametime yemin ederim ki, kullarımdan biri mahrukatıma karşı benden yardım ister de ben bunu onun niyetin­den anlarsam, yedi kat göklerle oradaki varlıklar ve yedi kat yerlerle oradaki varlıklar ona karşı tuzak kurmaya kalksalar bile o kulumu onlardan kurtarmak için bir çıkış yolu yaratırım. Ama yine izzetime ve celalime yemin ederim ki, kullarımdan biri benden başka bir mah­luka sığınacak olurda ben onun niyetini anlarsam göklerin sebepleri­ni onun elinden koparırım. Yeri de onun altında basılamıyacak kadar yumuşak hale getiririm. Yürürken yere batar ve onun hangi derede öldüğüne de aldırış etmem.»

Ebu Hilal el-Eş'arî, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Kitaplardan birinde şöyle bir ibareye rastladım. Yüce Allah, bu­yuruyor ki: «Kulum benim taatımda olursa malı kendisine yeter, ben­den istemeden önce ben kendisine veririm, dua etmeden önce duası­na icabet ederim, ben onun ihtiyacını kendisinden daha iyi bilirim.»

Vehb dedi ki: «Kitaplardan birinde şöyle birşeyi okudum: Şeyta­nın boğuşmakta en çok zorlandığı kişi akıllı mümindir. Çünkü mü'-min kişi, akıllı ve basiretli olursa sağır kayalardan oluşan yüksek dağlardan daha çok şeytana ağır gelir. Bu durumda şeytan, akıllı mü'minle boğuşur, fakat onu mağlub edemez. O zaman onu bırakıp cahil mü'mine yönelir. Ona emirler verir, emrini tutunca da onu hük­mü altına alır ve dilediği gibi gütmeye başlar.»

Vehb dedi ki: «Musa (a.s.), ayağa kalktı. İsrailoğullan onu görün­ce kendileri de ayağa kalktılar. Onlara: "Yerinizde durun." dedi, son­ra Tur dağma gitti. Dağda beyaz bir nehir gördü, nehirde kum tepecikleri iriliğinde kokulu kafur gördü. Görünce çok hoşuna gitti, nehi-girip yıkandı, elbiselerini de yıkadı. Sonra çıkıp elbiselerini kuru­ladı tekrar suya döndü, elbiseleri iyi kuruyuncaya kadar suda kaldı. Elbiseleri kuruduktan sonra alıp giyindi. Tur'un üzerindeki diğer te-oeciğe doğru gitti. Orada iki kişinin bir mezar kazmakta olduklarını görünce yanı başlarında durup; "Size yardım edeyim mi?" dedi. Onlar da- "Olur." dediler. İnip kazmaya başladı ve onlara şöyle dedi: "Meza­rını kazmakta olduğunuz adamın beden ölçüsü nasıldır?" Onlar da: "Bedeni seninki kadardır." dediler. Adamlar mezarın bedene uyup uymayacağına karar versinler diye Musa (a.s.), mezarın içine uzandı. Uzanınca da toprak kendiliğinden üzerine kapandı. Musa (a.s.)'ın mezarını ancak bir akbaba gördü. Cenâb-ı Allah da onu sağır ve dil­siz yaptı.»

Vehb'den rivayet olunduğuna göre Aziz ve Celil olan Allah, şöyle buyurmuştur: «Eğer ölülerin kokuşmasına hükmetmemiş olsaydım, insanlar onları kendi evlerinde alıkoyarlardı. Eğer etin bozulmasına hükmetmiş olmasaydım, zenginler onu yoksullara vermezler ve onla­rı mahrum bırakırlardı.»

Vehb dedi ki: «Abidin biri, bir rahibe uğradı ve ona şöyle bir soru sordu:

- Ne zamandan beri bu manastırdasın?

- Altmış seneden beri buradayım.

- Altmış sene müddetle burada nasıl sabrettin?

- Zaman geçiyor, dünya da geçiyor.

- Ey rahip, ölümü anman nasıldır?

- Allah'ı tanıyan bir kulun üzerinden, ölümü anmadığı bir an geç­mez. Ben böyle sanıyorum, ayağımı kaldırıp yere indirmeden öleceği­mi sanırım, ayağımı indirip tekrar kaldırmadan öleceğimi sanırım.

Bu cevap karşısında abid kişi ağladı. Rahib, ona sordu:

- Ağlayışı gördüm, peki halvette kalınca ne yaparsın?

- İftar esnasında ağlarım, gözyaşlarımı içerek orucumu açarım, uyku beni mest edip yere yıkar, o zaman ben de yatağımı gözyaşla-nmla ıslatırım.

- Günahını itiraf ederek gülmen, işlediğin salih amellerle Allah'a karşı nazlanıp ağlamandan daha hayırlıdır senin için.

- Bana bir tavsiyede bulun.

- Dünyada hurma ağacı gibi ol, yenildiğinde hoşça yenilir. Bıra­kıldığında da hoşça bırakılır, birşeyin üzerine düştüğünde de ona za­rar vermez. Dünyada eşek gibi olma, eşeğin tek amacı karnını doyur­mak, sonra da kendini toprağa atıp yuvarlanmaktır. Köpeğin sahibi­ne vefalı ve samimi oluşu gibi Allah'a vefalı ve samimi davran, sahip­leri köpeği aç bırakır ve kovarlar, ama o yine de evin önünden ayrılmaz. Sahiplerini koruyup bekler.»

Ebu Abdurrahman Eşres dedi ki: «Bu hadis, kendisine anlatıldı­ğında Tavus ağlar ve şöyle derdi: "Aziz ve Celil olan Rabbimize karşı vefa ve samimiyetimiz karşısında köpeğin kendi sahihlerine karşı da­ha vefalı ve samimi olması doğrusu çok ağrımıza gitmiştir."»

Vehb b. Münebbih dedi ki: İsa peygamberin zamanında rahibin biri, kendi manastırında halvete girdi. İblis, onu baştan çıkarmak is­tedi ama beceremedi. Her ne yoldan onu aldatmayı denediyse de onunla başedemedi. İsa peygamberin kılığına bürünerek rahibin ya­nına geldi. Manastırın kapısı önünde ona şöyle seslendi:

- Ey rahip, hele başını pencereden dışarıya uzat ki, seninle konu­şayım. Ben İsa Mesih'im.

- Eğer sen İsa Mesih isen sana ihtiyacım yoktur. Sen bize ibadet etmemizi emretmedin mi? Bize kıyametin kopacağı vaadinde bulun­madın mı? Haydi işine git, sana ihtiyacım yoktur.

Şeytan, eli boş ve üzgün olarak oradan ayrılıp gitti. Tekrar geri dönmedi. Başka bir yolla anlatılan bu hadisede ravi şöyle demekte­dir: İblis, manastırında bulunan bir rahibin yanma gitti. Kapıyı aç­masını söyledi. Kahip ona sordu:

- Sen kimsin?

- Ben Mesih'im.

- Vallahi sen iblissin, seninle başbaşa konuşacağım, eğer sen Me­sih isen bu gün sana ihtiyacım yoktur. Seninle ne iş yapacağım? Sen bize Aziz ve Celil olan Rabbinin risaletini tebliğ ettin. Biz de kabul ettik, bize bir din getirdin, biz de o dinin üzereyiz. Haydi işine git, sa­na kapıyı açacak değilim.

-  Doğru söyledin, ben iblisim, ama bugünden sonra artık seni saptırmak istemiyorum. Sormak istediğin birşey varsa sor, sana an­latayım.

- Sen doğru cevap verecek misin?

- Bana her ne sorarsan sor, sana mutlaka doğru cevap vereceğim.

- Ademoğlunu yoldan çıkarma hususunda en çok hangi huyuna güvenirsiniz?

- Uç huyuna güveniriz: Hiddet, cimrilik ve sarhoşluk.

Vehb b. Münebbih dedi ki: «Musa peygamber, Cenâb-ı Allah'a şöyle bir soru sordu:

- Ya Rab, en çok hangi kuluna kızarsın?

- Öğütlerin kendisine fayda vermediği, yalnız başına kalınca da beni zikretmeyen kuluma kızarım.

- İlahi, seni hem dili hem de kalbiyle anan kulunun mükafatı ne­dir?

- Kıyamet gününde onu Arş'ımın gölgesi altında gölgelendirir ve onu himayeme alırım.»

Vehb b. Münebbih dedi ki: «Âlimin biri, ilimce kendisinden daha Üstün başka bir âlimle karşılaştı, ona şöyle bir soru sordu:

- Allah sana rahmet etsin, israfsız bina nedir?

- Seni güneş ışıklarına ve yağmura karşı koruyan binadır.

- İsrafsız yemek nedir?

- Açlık ile tokluk arasında olan ve tekellüfsüz hazırlanan yemek­tir.

- İsrafsız giyecek nedir?

-  Ayıp yerleri örten, vücudu soğuğa ve sıcağa karşı koruyan, renksiz ve çeşitleri çok olmayan giyecektir.

- İsrafsız gülmek nedir?

- Yüzünü aydınlatan ve sesini başkalarına duyurmayan gülüm­semedir.

- İsrafsız ağlamak nedir?

- Aziz ve Celil olan Allah'tan korku duyarak ağlamaktan hiçbir zaman usanma, ama dünya için de ağlama.

- Amelimin ne kadarını gizleyeyim?

- İyi amel işlemediğini başkalarına zannettirecek kadar gizle.

- Amelimin ne kadarını açığa çıkarayım?

- İyiliği emredip kötülüğü menetme amelini açığa vur. Haris bir kimsenin sana uymasını sağlayacak kadar olan amelini de açığa vur. İnsanların durumuna bakmaktan sakın. Herşeyin iki ucu ve bir de ortası vardır. Uçlardan birini tutarsan diğeri eğilir, ama ortadan tu­tarsan dengeyi sağlarsın. Herşeyin ortasını tutmaya bakın.»

Vehb dedi ki: «Tevrat'ta şu dört cümleye rastladım: Başkasıyla is­tişare yapmayan pişman olur. Kendini muhtaç görmeyen kimsenin ihtiyacı karşılanır. Fakirlik, kızıl ölümdür, ameline göre karşılık gö­rürsün, ticaret yapan günaha saplanır.»

Abdullah b. Mübarek, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Kendi zamanında insanların en faziletlisi olan bir adam vardı. İnsanlar onu ziyarete gelirler, o da onlara öğüt verirdi. Bir gün etra­fında toplandıklarında onlara şöyle dedi:

«Biz dünyadan çıktık, mal ve aile efradını, taşkınlıktan korktuğu­muz için terkettik, ama bu durumumuzda da taşkınlık ve azgınlığın, mal sahihlerinin uğradıkları beladan daha çok bize musallat olma­sından korkuyoruz. Hükümdarların maruz kaldıkları belalardan da­ha çok belalara uğramaktan korkuyoruz. Çünkü bizlerden her bin, ihtiyacının karşılanmasını çok istiyor, birşey satın alacağı zaman dindarlığı nedeniyle kendisine ayrıcalık tanınmasını istiyor. İnsan­larla karşılaştığında dindarlığından.ötürü, saygı görmek istiyor...»

Böyle diyerek âlimlerin ve abidlerin başlarına gelen afetleri saymaya başladı. Dindarlıklarını öne sürerek şeref ve saygı görmeyi arzulama belasını anlattı.

O abidin bu konuşması çevreye yayıldı. Nihayet o beldelerin hü­kümdarı da duydu, onu çok beğendi. Devlet erkanına; «Bu adamı zi­yaret etmek gerekir.» dedi. Bir gün onu ziyarete gitmek için sözleştik, sözleşilen gün gelince hükümdar, ziyaretine gidip selam vermek için o abidin bulunduğu yere doğru harekete geçti. Abid, bulunduğu ma­betten başım dışarı çıkardığında aşağıdaki arazinin ziyaretçi atlarıy­la ve süvarilerle tıka basa dolduğunu gördü. Gerçekten ilmi güzeldi, ilmin ve amellerin afetlerini ve nefsin desiselerini bilirdi. Kalabalık ziyaretçi topluluğunu görünce: «Bu nedir?» diye sordu. Kendisine: «Hükümdar gelip sana selam vermek ve seni ziyaret etmek istiyor. Çünkü senin güzel konuşmalarım duymuş.» dediler. Bunun üzerine abid: «İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn. Biz onunla ne yapacağız? Mahvolduk. Allah'a yemin ederim ki, bu adama karşı ilahi hüccetleri ileri sürüp kendisine telkinatta bulunmazsak, mahvolduk demektir. O zaman kızarak yanımızdan ayrılıp gider.» dedi. Sonra hizmetçisine sordu:

- Yemek var mı?

- Evet.

- Getir sofrayı kur.

- Biraz ağaç meyvesi, biraz bakla, biraz da zeytin var.

- Getir onları buraya.

Hizmetçi yemeği getirdi, sofrayı kurdu. Abid, cemaatına emir verdi, gelip yemeğin çevresinde toplandılar. Onlara şu talimatı verdi: «Şu hükümdar, buraya gelirse hiçbiriniz dönüp ona bakmasın, kı­yamda bulunmayın, oburca yemek yeyin ve hiçbiriniz başını kaldır­masın. Böyle yaparsak belki o bize kızar ve Cenâb-ı Allah da onu bu­radan uzaklaştırır. Çünkü buraya gelir ve bizden memnun olursa, korkarım ki fitneye maruz kalırız. Şöhretimiz yayılır, kalbimiz de fit­ne ve şöhretle dolar. O zaman da ancak Cehennem ateşinde yanarak bu beladan kurtuluruz.» Bu sözlerine karşı çevresindeki adamlar ağ­ladılar. Kendisi de ağladı. Hükümdar, bulundukları dağa yaklaşınca beraberindeki devlet erkamyla birlikte atlarından indiler ve dağa tır­manmaya başladılar. Hükümdar, onların bulunduğu yere yaklaşınca abid ve adamları oburca yemek yemeye başladılar. Onlar bu haldey­ken hükümdar yanlarına girdi, başlarını kaldırıp ona bakmadılar, o faziletli âlim de baklayı zeytinle birlikte dürüm yaparak büyük bir ekmek parçasına sardı ve ağzına tıkıştırmaya başladı. Hükümdar, onlara selam verdi ve: «Abid hanginiz?» diye sordu. Abidi gösterdiler. Hükümdar, ona şöyle dedi:

- Bu ne hal ey adam?

- Diğer insanlar gibi bir insanım (Böyle derken oburca yemeye devam ediyordu.).

- Sende hayır yokmuş.

Böyle dedikten sonra hükümdar dönüp oradan çıktı ve giderken de: «Bu adamda ilim diye birşey yok.» dedi. Hükümdar, dağdan aşa­ğıya inerken abid, bulunduğu odanın penceresinden ona bakıp şöyle dedi: «Ey hükümdar, seni benden Öfkelenmiş halde buradan uzaklaş­tıran Allah'a hamdolsun.»

Başka bir rivayette anlatıldığına göre o abid kişi, daha Önce hü-kümdarmış, dünyadan el etek çekip hükümdarlıktan feragat etmiş. Çünkü hükümdarlığı zamanında cennetliklerin ve salih amel işleyen­lerin hayatta kalanlarından birinin yanına gitmiş, ona öğüt vermişti, hükümdar da onunla arkadaş olmaya ve Cennet'te bir araya gelmeye söz vermişti. Ahiret yurdundaki mükafatlara talip olduğu için hü­kümdarlıktan feragat edeceğini söylemişti, oğullarından, aile efradın­dan ve devlet erkanından oluşan bir grup onun bu kararına muvafa­kat ettiler. Hep birlikte saraydan ayrılıp gittiler. Nereye gittiklerini kimse bilememektedir. Hükümdar, adalet ve iyilik sahibi idi. Aziz ve Celil olan Allah'tan korkardı, memleketi genişti, mal ve adamları çoktu, saraydan çıkıp yola koyuldular. Memleketin sınırında bir dağa vardılar. Dağda çok ağaçlar ve sular vardı. Bir süre orada ikamet et­tiler, adamlarına şöyle dedi: «Eğer burada uzun süre ikamet edersek memleketimizdeki insanlar bizim burada olduğumuzu anlar ve bizi rahat bırakmazlar. Başka bir memlekete gitmeyi teklif ediyorum. Orada insanlardan uzak bir yere konaklarız. Böyle yaparsak belki biz onlardan, onlar da bizden kurtulurlar.»

O dağlardan da ayrılarak bilmedikleri beldelere doğru yola çıktı­lar. Yabancı ülkelerden birinde insanlardan uzaktaki bir dağa gitti­ler. Dağda çok sular ve ağaçlar vardı. Geçitleri azdı, dağın tepesinde akar su ve geniş bir alan buldular, dileyen orada ekin de ekebilirdi, oraya konakladılar. Mesken ve ibadet için binalar yaptılar. O akar sudan yararlanarak katıkta kullanmak için bazı tahılları ve zeytin ağaçlarını ektiler. Bakımını elleriyle yaptılar, ürünleri yediler. Ancak oraya yakın beldelerdeki insanlar, onların durumlarından haberdar oldular, gelip onları ziyarete başladılar. Nihayet önceki sayfada nak-letiğimiz sözleri, o âlim zat söyledi ve bu sözleri etrafa yayıldı. Bunun üzerine hükümdar, onları ziyarete geldi...» Doğrusunu Allah bilir.

Vehb b. Münebbih dedi ki: «Her ne kadar dünyaya karşı tutkulu ise de insanların dünyadaki en zahidi; emanetleri muhafaza etmekle birlikte sadece helal ve temiz kazanca razı olan kimsedir. Her ne ka­dar dünyadan yüz çevirmekte ise de insanların dünyaya en çok ragbet edeni; kazancını nereden elde ettiğine, elde ettiği şeylerin helal veya haram olduğuna aldırış etmeyen kimsedir. İnsanlar, başka hu­suslarda kendisini cimri görseler de insanların dünyadaki en cömer­di; Aziz ve Celil olan Allah'ın hakkını vermek hususunda cömert dav­ranandır. Her ne kadar başka hususlarda insanlar kendisini cömert görseler de dünyada insanların en cimrisi; Aziz ve Celil olan Allah'ın haklarını vermekte cimri davranandır.»

Taberanî, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Aziz ve Celil olan Allah, 1.000 makamda Musa (a.s.)'la konuştu. Onunla konuştuğunda da Musa (a.s.)'m yüzünde üç gün süreyle nur görünürdü. Musa (a.s.), Aziz ve Celil olan Rabbiyle konuştuğundan itibaren hiçbir kadına el sürmedi.»

Osman b. Ebi Şeybe, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Doğrusu, peygamberliğin ağır yükleri vardır, o yükleri ancak güçlü adamlar taşıyabilirler. Yunus b. Meta, salih bir kuldu, yalnız biraz tahammülsüzdü. Peygamberlik yükünü omuzlayınca altında zorlandı. Tıpkı devenin ağır yük altında zorlanışı gibi, bu yükü bir ta­rafa attı ve bulunduğu yerden kaçıp gitti. Yüce Allah da Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e şöyle buyurmuştur: «Ey Muhammed! Peygamber­lerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret.» {ei-Ahkâf, 35.)

«Ey Muhammed! Sen Rabbinin hükmüne kadar sabret, balık sa­hibi Yunus gibi olma. O, pek üzgün olarak Rabbine seslenmişti.» (ei-

Kalem, 48.)

Yunus b. Bükeyr, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:                                                                                

«Cenâb-ı Allah, rüzgara emir verdi ki, yeryüzündeki yaratıklar­dan herhangi biri birşey söylerse, o sözü mutlaka Süleyman peygam­berin kulağına eriştirsin. İşte bu nedenle Süleyman peygamber, ka­rıncanın konuşmasını işitti.»

Süfyan, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«İsrailoğullarından bir adam kırk sene müddetle ibadet ederse, kendisine keşif kapıları açılır ve yaptığı amellerin kabul edildiğine dair alametler gösterilirdi. Yine İsrailoğulları arasında Rebia kabile­sinden bir adanı kırk sene müddetle ibadet etti. Ama birşey göremedi ve şöyle dedi: "Ya Rab, ben iyilik yapmışım ama ebeveynim kötülük yapmışlarsa, benim suçum ne?" Bunun üzerine başka abidlerin gör­dükleri şeyler kendisine de gösterildi.»

Başka bir rivayette anlatıldığına göre o abid şöyle demiştir: «Ya Rab, eğer ebeveynim kötü işler yapmışlarsa, benim bundaki sorumlu­luğum ne?»

Yine başka bir rivayette anlatıldığına göre aynı abid şöyle demiştir: «Ya Rab, eğer ebeveynim kötülük yapmışlarsa senin ihsanından ve iyiliğinden ben niye mahrum kalayım?» Böyle demesi üzerine Cenâb-ı Allah, bir bulutu göndererek o abidi gölgelendirmişti.

Abdullah b. Mübarek, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Dünya ile ahiret, iki kuma gibidirler. Birini razı edersen diğerini kızdırırsın.»

«Allah katında şirkten sonra günahların en büyüğü büyücülük­tür.»

Abdürrezzak, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«İnsan oruç tutunca gözleri kayar, ama tatlı şev^e iftar ederse

tekrar eski haline döner.»

Abdullah b. Mübarek, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Abid bir adam, başka bir abide uğradı, onun düşünceli olduğunu

gördü ve ona şöyle sordu:

- Neyin var, sana ne olmuş?

-  Falan adama şaşıyorum, o kadar çok ibadet yaptı, sonra da dünyası onu yoldan çıkardı.

- Yoldan çıkan kimsenin nasıl çıktığına şaşma, aksine doğru yola giren kimsenin nasıl doğru yola girdiğine şaş!»

Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«îsrailoğullarmın başına büyük bir musibet ve şiddet geldi, pey­gamberleri şöyle dedi: «Rabbimizi neyin razı edeceğim bilseydik de o şeyi yapsaydık »

Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah, ona şöyle vahyetti: Kav­min diyorlar ki: «Herkesin razı olduğu şeye ben de razıyım. Herkesin kızdığı şeye ben de kızıyorum.» (Böyle demesinler, başkalarına bak­masınlar, gerçeğe baksınlar.)

Yine Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Isa peygamber,-bir mezar başında durdu, beraberinde havariler veya arkadaşlarından birkaç kişi vardı. Mezara bir cenaze sarkıtılı­yordu. Arkadaşları mezarın darlığını ve karanlığını anlattılar. İsa peygamber onlara şöyle dedi: "Siz daha önce bundan daha dar bir yerdeydiniz... annelerinizin rahimlerindeydiniz. Eğer Cenâb-ı Allah, genişletmek isterse genişletir."»

Abdullah b. Mübarek, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Seyyahlardan abid bir adamı, şeytan baştan çıkarmak istedi, şehvet, rağbet ve gazab cihetinden ona geldi, ama onu bir türlü nıağ-lub edemedi. Şeytan, bir yılan kılığına girdi, yanma gitti, ama o na­maz kılmaktaydı; namazına devam etti, dönüp şeytana bakmadı.

Şeytan, onun ayağına sarıldı; yine ona dönüp bakmadı, elbiselerinin arasına sokuldu, yakasının ucundan başını dışarı çıkardı, abid yine ona bakmadı. Namazından da geri durmadı. Secdeye varmak istedi­ğinde onun secde yerinde kıvrılıp durdu, secde etmek için başını yere koymak istediğinde yılan ağzını açtı ki, abidin başını yutsun; ama abid başını secdeye koydu; alnı ile secde yerini açtı ve böylece yere secde yapma imkanı buldu. Şeytan daha sonra bir adam kılığına gire­rek abidin yanına gitti ve ona şöyle dedi:

- Seni korkutan yılan bendim. Şehvet, gazab ve rağbet cihetinden sana geldim. Canavarlar ve yılanlar kılığına bürünerek sana gelen yine bendim, ama seni mağlub edemedim, artık seninle samimi dost olmayı uygun gördüm, bu günden sonra namaz kıldığın esnada sana gelmeyeceğim.

- Beni korkutmak istediğin günde korkmuş değildim ve bu günde senin dostluğuna ihtiyacım yoktur.

- Dilediğini bana sor, sana cevabım vereyim.

- Sana ne sorayım ki?

- Malını sormayacak mısın? Malını bırakıp geldikten sonra malı­na ne yapıldı, malın ne oldu sormayacak mısın?

- Eğer malımı düşünseydim ondan el çekip ayrılmazdım.

- Aileni sormayacak mısın; onlardan kim öldü, kim hayatta kaldı demeyecek misin?

- Ben onlardan önce ölmüşüm.

- İnsanları nasıl saptırdığımı bana sormayacak mısın?

- Sen onları en sapığısın, zaten. Ama ademoğullannı saptırma yollarından hangisine daha çok güvenirsin, onu bana söyle.

- Üç huy, ademoğlunu saptırabilmem için bana çok yardımcı âlur. O huylar şunlardır: Cimrilik, hiddet ve sarhoşluk. Kişi eğer cimri ise, malını gözünde azaltırız ve onu başkalarının mallarına göz diker ha­le getiririz. Kişi eğer sinirli ve hiddetli ise, çocukların küreği oynat­tıkları gibi onu da kendi aramızda elden ele oynatırız, duasıyla ölüle­ri diriltecek olsa bile yine de onu baştan çıkarmaktan ümidimizi kes­meyiz, onun yaptığı her şeyi yıkarız. Bizim sözümüz birdir, kişi eğer sarhoş ise onu her türlü şerre, rüsvaylığa, rezalete ve alçaklığa kediyi kulağından tutup sürüklediğimiz gibi sürükleriz!»

Vehb b. Münebbih dedi ki: «Eyyüb peygamber, yedi sene müddet­le hastalık çekti. Yusuf peygamber, yedi sene müddetle zindanda kal­dı. Buhtü'n-Nasır, yedi sene müddetle canavar kılığında kaldı.»

Vehb b. Münebbih'e dinar ve dirhemleri sorduklarında şu cevabı verdi: «Dirhem ve dinarlar, âlemlerin Rabbinin mühürleridir. Yeryü­zü, ademoğlunun geçimini sağlayacağı yerdir, orada yer ve içer. Ama yeryüzünün kendisi ne yenilir ne de içilir. Âlemlerin Rabbinin mühürleri olan dirhem ve dinarlarla nereye gidersen ihtiyacını karşılar­sın ama dirhem ve dinarlar münafıkların yularıdır. Münafıklar, on­larla şehvetlere sevkedilirler.»

Davud b. Ömer ed-Dabbî, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini ri­vayet etmiştir: «Amelsiz dua eden kişi, kirişsiz ok atan kişiye ben­zer.»

Abdullah b. Mübarek, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Hikmet sahiplerinden biri şöyle demişti: "Sırf Cennet'i elde et­mek ümidiyle Aziz ve Celil olan Allah'a ibadet etmekten utanırım. Çünkü o zaman ben kötü bir köle gibi olurum ki; korktuğunda çalışır, serbest bırakıldığında ise çalışmaz. Allah sevgisinin benden çıkardı­ğını başka hiçbir şey benden çıkaramaz."»

Sırrî b. Yahya dedi ki: Vehb b. Münebbih, Mekhul'e şöyle bir mektup gönderdi:

«Sen insanlar nezdindeki İslâmî ilmin zahir olanını sevgi ve şeref için kazandın, ama Allah katındaki İslâm ilmini Allah tarafından se­vilmek ve ona yakın olmak amacıyla taleb et, şu iki sevgiden birinin diğerine engel olduğunu da bil.»

Zafir b. Süleyman, Vehb b. Münebbih'ten rivayet etti ki, Lokman (a.s.), kendi oğluna şu öğütleri vermiştir:

«Ey oğulcuğum! Allah'a taatı, dünya ve ahiret kazancını elde et­meye vesile olan bir ticaret edin. İman, üzerinde taşınmakta olduğun gemindir. Allah'a tevekkül, o geminin yelkenleridir, dünya senin de­nizindir. Günler denizdeki dalgalarındır, salih amellerin ise onlar sa­yesinde kazanç umduğun ticaretindir. Bağışlar ise, keramet ve onu­runu onun vasıtasıyla elde etmeyi umduğun hediyendir. Hırs ise bu kerametini elinden çıkarıp uzaklaştırır, nefsi heva ve heveslerinden menetmek, bu geminin demiridir. Ölüm ise denizin kıyışıdır. Allah, dünyanın hükümdarıdır, varacağın yer Allah katıdır. Allah katında tüccarların en saygılısı, en faziletlisi ve ona en yakın olanı; mal ve sermayesi çok, niyeti saf, gidişatı da ihlaslı olandır. Allah katında en sevilmeyen tüccar ise, mal ve sermayesi az, gidişatı bozuk, kalbi kötü olandır. Ticaretin güzel oldukça kazancın artar, gidişatın halisane ol­dukça şereflenirsin.»

Başka bir rivayette anlatıldığına göre Lokman (a.s.), oğluna şöyle Öğüt vermişti:

«Ey oğulcuğum! Allah'a taatı sermaye edin ki, her taraftan sana kazanç gelsin. Allah'a karşı takvalı olmayı kendin için gemi edin, o geminin iç kısımları ve kamaraları Allah'a tevekküldür. Yelkeni Al­lah'a imandır. Denizin ise faydalı ilim ve salih ameldir. İşte bu yolu tutarsan belki kurtuluşa erersin, ama kurtuluşa ereceğini de sanmı­yorum.»

Abdullah b. Mübarek, adamın birinin şöyle dediğini rivayet et­miştir: «Malın taşkınlık verişi gibi ilmin de insana taşkınlık verişi ve azdırışı vardır.»

Taberanî, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Aziz ve Celil olan Allah, sevabları insanlara sunmuştur, ama ça­lışmayan ve salih amel işlemeyen kimse sevabı hak etmez. Onu ara­mayan bulamaz, ona bakmayan onu göremez. Allah'ın taatı, rağbet eden kimselere yakındır, ilgilenmeyen kimselerden ise uzaktır. Ona tutkun olan ona ulaşır. Onu sevmeyen onu bulamaz. Ona ulaşmak için çabalayan kimseyi başkaları geride bırakamaz, ama ağır davra­nanlarda ona ulaşamaz. Allah'ın taatı, kendisini üstün tutan kimseyi şereflendirir, kendisini zayi eden kimseyi ise küçültür. Allah'ın kita­bı, ilahi taat yolunu gösterir. Allah'a iman, insanı ilahi taata teşvik eder.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Vehb b. Münebbih'ten rivayet etti ki; Davud (a.s.), şöyle demiştir:

- Ya Rab, kullarından en çok hangisini seversin?

- Güzel suretli, güzel amelli mü'mini severim.

- Ya Rab, kullarından en çok hangisine kızarsın?

- Güzel suretli kafire çok kızarım, ister küfretsin ister şükretsin. Ahmed b. Hanbel'in naklettiği başka bir rivayette anlatıldığına

göre Davud (a.s.), Rabbine şöyle sormuştur:

- Ya Rab, kullarından en çok hangisini sevmezsin?

- Bir işi yapmak için bana istiharede bulunan ve hayırlı yolu ken­disine gösterdiğim halde gösterdiğim yola razı olmayandır.

İbrahim b. Cüneyd, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:                                                                                 

«Allah'a ibadet eden bir abid vardı, iblis bir insan suretine bürü­nerek ona gitti, güya kendisi de Allah'a ibadet ediyormuş gibi bir ta­vır takındı, kendini fazlaca ibadete verdi. Abid, onu ibadetteki gayre­tinden ötürü sevmeye başladı. Namazgahında iken şeytan, ona şöyle bir teklifte bulundu: "Gel seninle şehire gidelim, insanlar arasına ka­tılalım, onların eziyetlerine katlanalım, iyilikleri emredip kötülükleri menedelim. Böyle yaparsak sevabımız daha da çoğalır." Abid, onun bu teklifine olumlu baktı ve kabul etti. Abid, ayaklarından birini bu­lunduğu mekandan dışarı çıkardı ki, onunla birlikte şehire doğru git­sin. Tam dışarı çıkarken görünmezlerden bir şada geldi: "Bu şeytan­dır, seni fitneye düşürmek istiyor." Abid de şöyle dedi: "Allah'a isyan etmek, şeytana itaatta bulunmak amacıyla bu mekandan dışarı çı­kan bir ayağım artık bir daha benimle birlikte bu mekana geri dön­meyecektir." Böyle dedi ve tam o esnada vefat etti. Cenâb-ı Allah, onun adını kitaplarından birine, "Ayak sahibi" diye geçirdi.»

Vehb b. Münebbih dedi ki: Kendi zamanının en faziletlilerinden bir adam, insanları domuz eti yemeye mecbur kılan ve böylece onları fitneye düşüren bir hükümdarın yanına gitti. İnsanlar, o âlime saygı gösterdiler, onun da domuz etini yiyeceğini düşünerek endişeye ka­pıldılar. Ancak hükümdarın muhafiz kuvvetleri komutanı, o âlime gizlice şöyle dedi: «Ey âlim, yenmesi sana helal olan bir oğlak kes, sonra onu bana teslim et ki, onu pişireyim ve domuz eti yemen erare-dildiği zaman onu getirip senin önüne koyayım. Böylece helal et yer­sin, hükümdar ve insanlar da senin domuz eti yediğini sanırlar.» Âlim, bir oğlak kesti, sonra onu muhafiz kuvvetleri komutanına tes­lim etti. Komutan da oğlak etini mutfakçılara vererek: «Şu âlime do­muz eti getirin dediğimiz zaman siz kendisine şu oğlağın etini geti­rin.» dedi.

İnsanlar toplandılar, âlimin domuz eti yeyip yemiyeceğini görmek istediler ve: «Eğer o yerse biz de yeriz, yemezse biz de yemeyiz.» dedi­ler. Hükümdar geldi, toplanan insanlara domuz eti getirilmesini em­retti. Etler getirilip insanların önlerine konuldu. Alimin önüne ise, usulüne uygun kesilmiş helal oğlak eti getirilip konuldu. Cenâb-ı Al­lah, o âlime ilhamda bulundu, kalbine ve düşüncesine hakikati yer­leştirdi. Alim şöyle dedi: «Peki, ben helal olduğunu bildiğim şu oğlak etini yiyeceğim ama bilmeyenlere ne diyeceğim ve ne yapacağım? İn­sanlar, benim yeyişime bakacaklar, beni örnek alacaklar, onlar be­nim domuz eti yemediğimi bilmiyorlar. Oğlak eti yediğim halde do­muz eti yediğimi sanarak bana uyacaklar ve kendileri de domuz eti yiyecekler. O zaman ben kıyamet gününde bunların günahlarını da taşıyanlar arasında olacağım. Hayır vallahi, öldürülsem de, ateşte yakılsam da bu eti yemeyeceğim.» Böyle dedi ve önüne konulan oğla­ğın etini yemedi.

Muhafiz kuvvetleri komutanı ona kaş göz işareti yaparak yemesi­ni emretti ve önündeki etin oğlak eti olduğunu ima etti ama o yine de yemedi. Sonra hükümdar oıi£, yemesini emretti. Ama âlim yine ye­medi. Israr ettiler, ısrarlara karşı direndi. Hükümdar, muhafiz kuv­vetleri, komutanına onu öldürmesini emretti. Âlimi öldürmek için alıp götürdüklerinde muhafiz kuvvetleri komutanı ona şöyle dedi; «Kendi kestiğin ve bana teslim ettiğin oğlak etini niçin yemedin? Sana başka et getirerek bana güvendiğin hususta sana ihanet edeceğimi mi san­dın? Hayır vallahi, ben böyl# <%pacak biri değilim.» Âlim ona dedi ki: «Senin samimi olduğunu biliyordum. Ama insanların bana uymala­rından korktum. Onlar, benim eti yememi bekliyorlardı, önümdeki etin domuz eti olduğunu sanıyorlardı. Oğlak eti olduğunu sadece ben biliyordum. Ben o etten yeseydim, herkes önündeki domuz etini yiye­cekti ve bundan sonraki zamanlarda da herkes yiyecekti. 'Falan âlim yedi' diyerek domuz etini helal sayacaklardı. Böylece ben onlar için bir fitne sebebi olacaktım.» Böyle dedi ve sonra da öldürüldü. Allah ona rahmet etsin. Âlim kişinin kusurlardan ve ayıp şeylerden sakın­ması, mahzurlu şeylerden uzak durması gerekir. Onun hatası ve ku­suru başkalarınca görülür ve cahiller ona uyarlar.»

Muaz b. Cebel dedi ki: «Hikmet sahibi kimsenin ayak sürçmesin­den ve hatasından sakının.» Başkası da şöyle demiştir: «Âlimin hata­sından sakının, çünkü o hata yaparsa, onun hatası nedeniyle büyük bir Jilem de hata yapar. Âlimin -küçük de olsa- hatayı önemsememesi uygun değildir. Âlimlerin ihtilafa düştükleri ruhsatlı işleri de yapma­ması icab eder. Çünkü âlim, halk tabakasından kalp gözü kör olan kimselerin kılavuzu ve değneğidir. O değnekle hakka hücum edilir ve cahiller: "Falan âlimin şöyle yaptığını gördüm.» derler. Âlim kişi, ki­şisel alışkanlıklarından uzak durmalıdır. Çünkü o, alışkanlık nede­niyle bazı şeyleri yapar, cahil kişi de onun yaptığı bu işin caiz veya sünnet veya vacib olduğunu zanneder. Nitekim denilmiş ki: «Âlime sor, sana doğru cevap versin, ama onun garib fiillerini örnek edinme. Ona sor ki, sana doğru cevap versin, eğer dindar ise.»

Zamanının âlimlerinin çoğuna bakmakla bakışın bozuldu, bu halktan biridir, onlarla birarada oturup kalkarsan daha nasıl bozu­lursun, bu bilinemez, ama yüce Allah, şöyle buyurmuştur:

«Allah'ın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de saptı-nrsa artık ona, doğru yola götürecek bir rehber bulamazsın.» (ei-Kehf, 17.) '

Muhammed b. Abdülmelik b. Zenceveyh, Abdürrezzak'ın babası-, nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Vehb b. Münebbih'e dedim ki:

-  Sen rüya görüyor ve gördüğün rüyayı bize anlatıyorsun, çok geçmeden rüyanın gerçekleştiğini görüyoruz.

- Ben kadılığa geçtikten beri bendeki bu hal yok oldu.        , Abdürrezzak diyor ki: Ben bunu Mamer'e anlattım. O da şöyle ce­vap verdi: «Hasan-ı Basrî kadılığa geçtikten sonra insanlar onun an­layışını övmediler. Ey şehr! Senden sonra artık âlimlere kim güve­nir? Hele şu zamanda dünya pislikleri içinde boğulan âlimlerin, özel­likle Timurlenk fitnesinden sonraki âlimlerin durumu nasıl olacak­tır? Çünkü kalpler dünya sevgisiyle dolmuştur. Orada ilme yer bula­mazsın, onların meclislerinin başlangıç ve sonucunu görmek istiyor­san, âlimlerden dilediğinin meclisine katıl, gördüğün şeyleri küçüm­seme. Çünkü işler ancak sonuçları ile önem kazanırlar.

«Allah, kendisine karşı gelmekten sakının kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir. Allah'a güvenen kimseye O yeter.» (et-Talâk, 3.)

Vehb b. Münebbih dedi ki: «Bukağının hayvana bağlı oluşu gibi bela da mü'mine bağlıdır.»

Ebu Bilal el-Eş'arî, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Bela­ya uğrayan kimseyi o bela, peygamberler yoluna götürür.»

Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Vehb'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Havarilerden birinin kitabında şunu okudum: "Bela ehlinin yo­luna koyulursan rahat ol, çünkü o yol, seni peygamberlerin ve salih-lerin yoluna götürür."»

İmam Ahmed b. Hanbel, Osman b. Bezdeveyh'in şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

«Arefe gününde Vehb ve Said b. Cübeyr'le birlikte İbn Amir hur­malığının ağaçlarının birinin altında oturuyorduk. Vehb, Said'e şöyle sordu:

- Ey Abdullah'ın babası! Haccac'dan korkup saklandığın günden beri ne kadar zaman geçti?

- Karımı terkettiğimde karım hamileydi, karnındaki çocuk doğ­du, büyüdü, yanıma geldiğinde sakalları çıkmıştı.

- Sizden önceki ümmetlerden birinde bir kimseye bela gelirse, o belayı bir ümit kapısı sayardı, rahatlığa ve bolluğa erince de onu bir bela sayardı.»

Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Vehb'in şöyle dediğim rivayet et­miştir:

«Kitaplarından birinde Cenâb-ı Allah'ın şöyle buyurduğuna rast­ladım:

«Sihir yapan veya yaptıran, kahinlik yapan veya yaptıran, kuşla­rın uçmasından fal tutan veya tutturan kimse, benim kullarımdan değildir. Böyle yapan kimse benden başkasına ibadet etsin, ancak o ve bütün yaratıklar benimdir. Benim yarattığım kimselerdir.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginlerin Cennet'e girmele­rinden daha kolaydır.»

Ben derim ki: Hesabın şiddetli oluşu ve zenginlerin kıyametteki sıkıntılı yerde uzun süre bekleyecek olmalarından dolayı Vehb böyle demiştir. Nitekim şiddetli haller için misal verilirken de bu misal kullanılır. Doğrusunu noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah da­ha iyi bilir.

İmam Ahmed b. Hanbel, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Yapılan iyiliğe karşılık vermemek de, ölçü ve tartıyı eksik yap­mak gibidir.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«İbadet eden kimsenin kuvveti artar, tembellik yapan kimsenin vücudundaki gevşeklik artar.»

Başkası dedi ki: «Soğuk bir kış gecesinde uyumakta iken Havra adındaki kadın, rüyada gelip ona şöyle dedi: "Haydi kalk namaz kıl, namaz, bedenini gevşeten uykudan daha hayırlıdır senin için," Bu hususta bir hadis de gcrdüm, ama şimdi aklıma gelmiyor, ibadetin bedeni zindeleştirip esnek kıldığı, uykunun ise bedeni tembelleştirip hantallaştırdığı tecrübe ile sabit olan bir gerçektir.»

Seleften birinin anlattığına göre kendisi, Sıla b. Eşyem'i takib et­miş, Sıla geceleyin bir ormanlığa girmiş ve sabaha dek namaz kılmış, sabah olunca da sanki yumuşak yatakta uyumuşcasına vücudu zinde kalmış, kendisi ise tembelleşmiş ve vücudu gevşemiş olarak sabaha girmişti. Vücudundaki tembellik ve gevşekliğin derecesini ancak Aziz ve Celil olan Allah bilirdi.

Hasan-ı Basrî'ye şöyle bir soru soruldu:

- İbadet eden kimselerin yüzleri neden güzel oluyor?

- Çünkü onlar, Aziz ve Celil olan Allah'la başbaşa kalıyorlar. O da onlara kendi nurundan bir nur giydiriyor.

Yahya b. Ebi Kesir dedi ki: «Bir adam, kendi karısıyla gerdeğe gi­rip onunla hoşça vakit geçirir ve kendini tatmin ederse elbetteki sevi­nir, ama onun sevinci, Rabbi ile başbaşa kalıp münacatta bulunan kimsenin sevincinden daha fazla olamaz.»

Atâ el-Horasanî dedi ki: «Geceleyin namaz kılmak, bedeni canlan­dırır, kalbi nurlandırır, yüzü aydınlatır, gözün ferini fazlalaştırır, bü­tün organları güçlendirir. Kişi, geceleyin namaz kıldığı takdirde se­vinç ve ferah içinde sabahlar, geceleyinde gamlı bir şekilde uykuya dalıp geceyi uykuyla geçirirse, sabahleyin hüzünlü ve kalbi kırık bir şekilde güne başlar, sanki birşeyini kaybetmiş gibi olur. Oysa o, ken­disi için en fazla yararlı olacak şeyi kaybetmiştir.»

İbn Ebi'd-Dünya, Bilal'den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.), şöy­le buyurmuştur:

«Geceyi namaz kılarak geçirmeye bakın. Çünkü bu, sizden önceki salih kimselerin âdetidir, geceyi namaz kılarak geçirmek,- insanı yüce Allah'a yaklaştırır, günahtan alıkoyar, kötülüklere kefaret olur. Şey­tanı da bedenden uzaklaştırır.»

Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.), şöyle buyurmuştur:

«Sizden biriniz uykuya dalarken şeytan onun ensesine üç düğüm vurur, vurduğu düğümlerden her birinin üzerine: «Uzun bir gecen ol­sun, uyu bakalım» der. O kişi uyanıp Allah'ı zikredince düğümlerden biri çözülür. Abdest aldığında bir düğüm daha çözülür, namaz kıldı­ğında ise düğümlerin üçüncüsü de çözülür ve o kişi gönlü rahat ve zinde bir şekilde sabahlar. Aksi takdirde gönlü rahatsız ve tembel olarak sabaha girer.»

Cenâb-ı Allah'ın bildirdiğine göre Hud peygamber, kendi kavmine şöyle demiştir: «Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur.» (el-Mü'minûn, 32.) Sonra da şöyle demiştir:

«...Kuvvetinize kuvvet katsın.» (Hûd, 52.) Bu kuvvet, bütün kuvvet­leri kapsamına alır. Cenâb-ı Allah, kendisine ibadet eden kimselerin imanlarını, yakînlerini, dinlerini ve tevekküllerini kuvvetlendirir, buna benzer daha başka kuvvetlerini de artırır; kulaklarını, gözleri­ni, bedenlerini, mallarım, evlatlarını ve diğer şeylerini kuvvetlendi­rip fazlalaştırır. Doğrusunu noksanlıklardan münezzeh olan, yüce Al­lah daha iyi bilir.

İmam Ahmed b. Hanbel, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Kişi sadaka verir, bunun kendisi için önceden göndermiş olduğu bir mal olduğunu bilir. Geride bıraktığı ise kendisinin değil, başkala­rının malı olur.»

Ben derim ki: Bu husus, şu hadiste de ifade buyrulmuştur:

Rasûlullah (s.a.v.), sahabelere şöyle sordu:

- Hanginizin mirasçısının malı, kendi malından daha çok hoşuna gider?

- Hepimiz kendi malını mirasçısının malından daha çok severiz.

- Kişinin kendi malı, Önceden gönderdiği (sağlığında sadaka ola­rak verdiği) malıdır. Mirasçısının malı ile (ölüm) sonrasına bıraktığı malıdır.»

Vehb b. Münebbih'in minberde şöyle dediğini işittim: «Benden üç şeyi öğrenin ve bunları aklınızda tutun: Hevesinize uymayın, kötü arkadaş edinmeyin, kendi nefsinizi beğenmeyin.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Şeytanın en çok sevdiği insan, çok uyuyan ve çok yemek yiyen­dir.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Aziz ve Celil olan Allah, salih kul sebebiyle insanlann hüküm­darlarını muhafaza eder.»

Yine İmam Ahmed b. Hanbel, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«İnsanlardan her birinin başına musallat olmuş bir şeytan vardır. Kâfir kişi, şeytanıyla birlikte yeyip içer, onunla birlikte yatağa girer, mü'min kişi ise, şeytandan uzak durur, şeytan onun dalgınlık anını gözetler, şeytanın en çok sevdiği insan, çok uyuyan ve çok yiyendir.» Muhammed b. Galib, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Peygamberlerden birine gökten inen bir kitabta şöyle bir ibareye rastladım: Yüce Allah, İbrahim peygambere şöyle sormuş:

- Biliyor musun, seni niçin halil (dost) edindim?

- Hayır ya Rab, bilmiyorum.

- Huzurumda namaza durduğunda boyun eğdiğin için seni dost edindim.»

Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Vehb'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Davud oğlu Süleyman peygamberin 1.000 evi vardı. Bunların en yüksekteki billurdandı, en alttaki de demirdendi. Süleyman peygam­ber, bir gün rüzgara bindi ve bir tarla işçisinin yanından geçti. İşçi ona bakınca Süleyman peygambere verilen mülkü ve hükümdarlığı gözünde çok büyüttü ve: «Davud ailesine büyük bir mülk ve hüküm­ranlık verilmiştir.» dedi. Rüzgar onun bu sözünü Süleyman'a iletti, Süleyman da rüzgara emir verdi, rüzgar durdu. Sonra inip yürüyerek tarla işçisinin yanına gitti ve ona şöyle dedi: «Söylediğin sözü işittim, yürüyerek yanma geldim ki; benim güç yetiremeyeceğim ancak Al­lah'ın lütuf ve ihsan olarak bana nasib olan bu mülkü temenni etme-yesin. Çünkü Cenâb-ı Allah, beni bu mülkün başına geçirdi ve bu hu­susta bana yardım etti. Allah'a yemin ederim ki, yüce Rabbin kabul edeceği bir teşbih, Davud ailesine verilen mülk ve hükümdarlıktan daha hayırlıdır. Çünkü Davud ailesine verilen mülk ve hükümranlık fanidir, kalıcı olan ise teşbihtir, kalıcı olan şey, fani olandan daha ha­yırlıdır.»

Bunun üzerine tarla işçisi, Süleyman peygambere: «Sen benim kederimi giderdiğin gibi Allah da senin kederini gidersin.» diye dua etti.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Aziz ve Celil olan Allah, Musa peygambere bir nur verdi. Harun ona:

«Ey Musa, bu nuru bana hibe et.» dedi. Musa da ona hibe etti. Harun, kendisine hibe edilen nuru kendi oğluna verdi.

Beyt-i Makdis'te peygamberlerin ve hükümdarların saygı göster­dikleri bir kap vardı. Harun'un oğulları, o kaptan içki içiyorlardı. Gökten bir ateş inerek Harun'un oğullarını kapıp göğe götürdü. Ha­run, bu durumdan korktu ve imdat dileyerek yüzünü göğe çevirdi; dua etti, niyazda bulundu, yalvarıp yakarmca Aziz ve Celil olan Al­lah, ona şöyle vahyetti: «Ey Harun, bana taatta bulunan kimselerden biri asi olunca ona böyle yaparım, ya bana isyanda bulunanlardan bi­ri asi olursa ne yapacağım, bunu düşün.»

Hakem b. Ebban dedi ki: San'ah bir adam yanıma konuk olarak geldi. Bana: Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini işittim dedi: «Aziz ve Celil olan Allah'ın yedinci kat gökte beyda adında bir evi vardır, o ev­de mü'minlerin ruhları toplanırlar, dünyadan bir kişi ölünce ruhlar onun istikbaline çıkar, onu karşılar ve ona gurbetteki kimsenin henı-şerisine sorduğu gibi dünya haberlerini sorarlar.»

Vehb b. Münebbih dedi ki: «Bir kimse, şehvetini ayak altına alır­sa şeytan onun zulmünden korkar. Bir kimse, ilmini hevesine galip kılarsa, işte galip olan âlim odur.»

Fudayl b. İyaz dedi ki: Cenâb-ı Allah, peygamberlerinden birine şöyle vahyetti: «Benim rızam uğruna tahammül edenler, rızamı ka­zanmak için zorluklara göğüs gerenler, benim gözüm önünde ve hi­mayem altındadırlar. Hele bunlar benim diyarıma gelirler ve nimet­lerimin ortasına yerleşirlerse, durumları nasıl olacak, siz düşünün. Amellerini Allah rızası için az görenler, size müjdeler olsun orada. Yakınınızda olan sevgilinize bakacak ve onu seyredeceksiniz. Ben si­zin amellerinizi unutur muyum sanıyorsunuz?

Ben büyük lütuf sahibiyim, benden yüz çevirenlere bile cömertçe davranırım. Bana yönelenlere nasıl muamele edeceğimi siz düşünün. Bir günah işleyipte o günahını benim affını yanında çok büyük gören kimseye kızdığım kadar hiçbir şeye kızmış değilim. Eğer bir kimseyi cezalandırmakta çabuk davranacak olsaydım veya acelecilik benim huyum olsaydı, rahmetimden ümid kesenleri acilen cezalandırırdım. Mü'min kullarım kendilerine haksızlık edenlere ceza vermemek için haksızlıklarını affetmelerini isteyişimi sonra da kendilerine Cen-net'te ebedi kalma nimetimi bahsedişimi görseler, benim lütfumu ve keremimi suçlarlar. Ben, kendisine isyan etmenin helal olmadığı hü­kümdarım, bana taatta bulunan, rahmetimle taatta bulunur. Huzu­rumda durmaktan korkan kimseyi alçaltmaya ihtiyacım yoktur. Kul­larım kıyamet gününde bakanların gözlerini kamaştırıp şaşkına dön­dürecek sarayları nasıl yükselttiğimi görecek olurlarsa: «Bu saraylar kim için yapılmış?» diye bana sorarlar. Ben de derim ki: Benim hatı­rıma bir suçu affeden ve bana isyan etmiş olmayan, rahmetimdende ümid kesmeyen kimseler içindir bu saraylar. Ben övgüye mükafat ve­ririm. Öyleyse beni övün.»

Seleme b. Şebib, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Meryem oğlu İsa, beraberinde havarilerde olduğu halde bir ka­sabaya uğradı. Kasabadaki ins, cin, haşerat, hayvan ve kuşların hep­si ölmüştü. Bir süre orada durdu, kasabayı seyretti. Sonra kendi ar­kadaşlarına dönüp şöyle dedi: «Buradaki bütün canlılar, Allah katın­dan gelen bir azab ile öldüler. Eğer böyle bir azab gelmeseydi, ayrı ayrı ve muhtelif zamanlarda öleceklerdi.» Daha sonra İsa peygamber, oradaki ölülere şöyle seslendi: «Ey kasaba halkı!» Ölüler arasından biri: «Buyur ey Allah'ın ruhu.» diye cevap verdi. Sonra İsa peygam­ber, ona sordu:

- Suçunuz ve helak sebebiniz neydi?

- Tağuta ibadet etmek ve dünyayı sevmekti.

- Tağuta ibadetiniz nasıl oldu?

-  Masiyet ehli kimselere itaat etmek, tağuta ibadet etmek de­mektir.

- Dünyaya olan sevginiz nasıldı?

- Çocuğun annesine olan sevgisi gibiydi. Dünya bize yöneldiğinde sevinirdik. Bize arka çevirdiğinde üzülürdük. Ayrıca uzun emel sahi­bi olup Allah'a taattan yüz çevirdik. Onu gazablandıracak şeylere yö­neldik.

- Helakiniz nasıl oldu?

- Bir gece afiyetle uykuya daldık, sabahleyin Çukura yuvarlandık.

- Çukur dediğin şey nedir?

- Siccin'dir.

- Siccin nedir?

- Ateş közüdür ki, dünya katları iriliğindedir. Ruhlarımız oraya defnedildi.

- Arkadaşlarına ne olmuş, onlar niçin konuşmuyorlar?

- Konuşamazlar.

- Neden?

- Çünkü onların ağızlarına ateşten gemler vurulmuştur.

- Peki, nasıl oldu da onlar arasında sadece sen konuşabildin be­nimle?

- Ben onlar arasındaydım, azab onlara isabet ettiğinde ben onlar­dan biri değildim. Onlar gibi kötü ameller işlemiyordum ama bela ge­lince beni de onlar arasına kattı. Ben azab çukurunda bir tüyle bağlı­yım. Bilemiyorum zincire bağlı olarak mı yürüyeceğim, yoksa kurtu­lacak mıyım?

O anda İsa (a.s.), arkadaşlarına dönüp şöyle dedi: «Size gerçeği söylüyorum, arpa ekmeği yeyip saf su içmek, çöplükte uyumak, bu­nun yanısıra dünya ve ahiret afiyetine sahip olmak, çok büyük bir ni­mettir.»

Taberanî, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Kişi, Aziz ve Celil olan Allah'a itaat etmedikçe hikmet sahibi ola­maz. Hikmet sahibi kimse, Allah'a isyan etmemiştir. Allah'a, ahmak­tan başkası isyan etmez. Gündüz, nasıl ancak güneş ışığıyla tamam­lanıp mükemmelleşir ve gece de ancak karanlık ile tamamlanıp mü-kemmelleşirse, işte aynı şekilde hikmet de, ancak Aziz ve Celil olan Allah'a taatta bulunmakla tamamlanıp mükemmelleşir. Hikmet sa­hibi kişi, Allah'a isyan etmez. İki kanadı olmaksızın nasıl ki kuş uça-mazsa, kanadı olmayan kuş nasıl ki uçmayı beceremezse, aynı şekil­de salih amel işlemeyen kimse de Allah'a itaat etmiş olmaz. Allah'a itaat etmeyen kimse, Allah için salih amel işlemeye muktedir olmaz. Nasıl ki ateş suyun içinde duramaz ve sönerse, aynı şekilde riyakar­lıkla yapılan ameller de fazla kalamaz ve yok olur. Zinakarın gizlice yaptığı iş, nasıl ki açığa çıkar ve pis işi onu rüsvay ederse, aynı şekil­de kendi meclisinde oturunca güzel sözler söyleyen ama o güzel söz­lerle kendisi amel etmeyen kimsenin de kötü fiili ortaya çıkar ve rezil rüsvay olur. Hırsızlık yapan kimsenin ortaya sürdüğü mazeret, hır­sızlığın ispatlanması halinde nasıl yalanlanırsa, Allah için yapılması gereken kıraati başka amaçla okuyan kimsenin de mazereti yalanla­nır.»

Taberanî, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Davud ailesinin mezamirinde şöyle bir ibareye rastladım:

«Boşta gezer adamlarla aynı mecliste oturmayıp oduncuların yo­lundan giden kimseye ne mutlu. İmamların yoluna koyulup Rabbinin ibadetinde müstakim olan kimseye ne mutlu. Böyle biri, su kanalı üzerine dikilen ağaca benzer, sürekli diri ve yemyeşil olur.»

Yine Taberanî, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

«Kıyamet koptuğunda taşlar, kadınlar gibi figan ederler, diken­lerden de kan damlar.»

Rivayet olunduğuna göre Vehb şöyle demiştir: «Herşey mutlaka küçük olarak ortaya çıkar, sonra büyür, ancak musibet bunun tersi­nedir. O, büyük olarak ortaya çıkar, sonra küçülür.»

Rivayet olunduğuna göre Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Di­lencinin biri, Davud (a.s.)'un kapısında durup şöyle dedi:

- Ey peygamber ailesi, bize bir sadaka verin. Allah size kendi ai­lesi içinde ikamet eden tacirin rızkını versin.

Davud (a.s.), hane halkına şöyle dedi:

- Şuna birşeyler verin, nefsim kudret elinde bulunan Allah'a ye­min ederim ki, onun söylediği bu söz, Zebur'dadır.

Vehb b. Münebbih dedi ki: «Yalancılıkla tanınan kimsenin doğru söylediği söze de inanılmaz. Doğrulukla tanınan kimsenin sözüne inanılır. Bir kimse, çokça gıybet eder ve başkalarına öfke duyarsa, onun verdiği nasihatlara güvenilmez. Bir kimse facirlik ve hilekarlık­la tanınırsa, mihnet anında ona güven duyulmaz. Bir kimse, kendi boyunu aşacak işlere kalkışırsa, kadri ve kıymeti inkar edilir. Başka­larında çirkin görülen şeyler tabii ki sende de güzel görülmez.»

Davud b. Amr, Abdullah b. Osman b. Haysem'in şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

«Vehb, yanımıza, Mekke'ye geldi, hep Zemzem suyundan içip ab-dest aldı, başka suya yönelmedi. Kendisine sordular:

- Niçin başka tatlı sulara yönelmiyorsun?

- Mekke'den çıkıp gidinceye kadar hep Zemzem'den içecek ve onunla abdest alacağım, başka suya yönelmeyeceğim. Siz, Zemzem suyunun ne olduğunu bilmiyorsunuz. Canım kudret elinde bulunan zata yemin ederim ki, Allah'ın kitabında anlatıldığına göre Zemzem suyu; aç kişinin yiyeceği, hasta kişinin de şifasıdır. Bereketini elde etmek amacıyla bir kimse, Zemzem suyuna gelip kana kana içerse mutlaka vücudundaki bir hastalık gider ve ona şifa ihsan edilir. Zem­zem suyuna bakmak ibadettir. O suya bakmak, insan üzerindeki gü­nahların yere dökülmesine vesile olur.»

Vehb b. Münebbih dedi ki: «Buhtunnasr, aslan şekline döndürül­dü. Bu halde iken o, yırtıcı hayvanlara hükümdar oldu, sonra kartal şekline dönüştürüldü. Bu halde iken o, kuşlara hükümdar oldu, son­ra sığır şekline dönüştürüldü. Bu halde iken o, diğer hayvanlara hü­kümdar oldu. Ama bütün bu hallerinde o, insan aklına sahip olup, in­san gibi düşünüyordu. Hükümdarlığı devam ediyor ve idaresini sür­dürüyordu. Sonra Cenâb-ı Allah, ona ruhunu iade etti ve insan hali­ne döndürdü. Bundan sonra o, insanları Allah'ı birlemeğe davet etti ve şöyle dedi: "Semadaki dışında bütün ilahlar batıldır."

Vehb'e sordular:

- Buhtunnasr, mü'min olarak mı vefat etti?

- Bildiğim kadanyla Ehl-i Kitap onun imanı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bazıları, onun ölmeden önce iman ettiğini söylemişler, bazıları ise şöyle demişlerdir: O, peygamberleri öldürdü, kitabları yaktı, Beyt-i Makdis'i yaktı ve tevbesi kabul edilmezdi.»

Vehb b. Münebbih dedi ki: Mısır'da bir adam vardı. Halktan üç gün süreyle yiyecek istedi, ama kimse ona yiyecek vermedi. Dördün­cü günde vefat etti, onu kefenleyip defnettiler. Sabah olduğunda ke­fenin, mihraplarında durduğunu ve üzerinde şöyle bir yazı yazılmış olduğunu gördüler: «Siz onu diri iken öldürdünüz ama ölü iken de ona iyilik yaptınız, iyi olduğunu söylediniz. Bu nasıl iştir?»

Yahya dedi ki: «Ben o adamın vefat ettiği köyü gördüm, oradaki zengin, yoksul herkesin mutlaka bir misafirhanesi vardı. O köy halkı, bu hatalarım itiraf ediyorlardı. Bu nedenle yaptıkları kötülükten korktukları için herkes kendi evinde bir misafirhane yaptırmıştı.»

Abdürrezzak, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Hediye ka­pıdan içeri görerse, hak da pencereden dışarı çıkar.»

İbrahim b. Cüneyd, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Peygamberlerden biri, dağdaki bir mağarada bulunan bir abide uğradı. Ona yaklaşıp selam verdi ve şöyle sordu:

- Ey Allah'ın kulu! Ne zamandan beri buradasın?

- 300 seneden beri buradayım.

- Geçimini nasıl temin ediyorsun?

- Ağaç yapraklarını yiyerek geçiniyorum.

- Ne içiyorsun?

- Kaynak sularını içiyorum.

- Kışın nerede oluyorsun?

- Şu dağın altında oluyorum.

- İbadete sabrın nasıldır?

- Nasıl sabretmiyeyim ki, benim günüm bu geceye kadardır, dün ise içindeki şeylerle birlikte geçip gitti, yarıria gelince p henüz gelme­miştir.

Peygamber, onun: «Benim bugünüm ancak geceye kadardır.» şek­lindeki sözünü beğenip takdir etti.»

Yine aynı senedle rivayet olunduğuna göre abidlerden bir adam, kendi muallimine şöyle demiş:

- Ben heveslerden koptum, artık dünyaya hiç hevesim kalmadı.

- Sen ikisini bir arada gördüğünde kadınlarla hayvanları birbir­lerinden ayırd edebiliyor musun?

- Evet.

- Dirhemleri, dinarları ve çakıl tanelerini birbirlerinden ayırd edebiliyor musun?

- Evet.

- Ey oğulcuğum, sen heveslerden kopmuş değilsin, ama hevesle­rini frenlemişsin, sakın onları serbest bırakma.

Gavs b. Cabir b. Gaylan b. Münebbih, Vehb'in şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

«Dinin üç alanında çalış, zira dinin üç alanı vardır ki, bunlar sa-lih amelleri toplamak isteyen kimse için salih amellerin bir araya ge­lip toplandığı yerlerdir:

1- Sabah akşam gelen bulutlardan kaynaklanan çok nimetler, gö­rünen görünmeyen lütuflar, eski yeni ihsanlar için Allah'a şükret. Çünkü mü'min kişi, bunların verilişleri nedeniyle Allah'a şükreder ve bunların tamamlanmalarını umar.

2- Pahası biçilmeyen, benzeri olmayan Cennet'e rağbetli ol, sefih ve facir, münafık veya kafir kimseden başkası Cennet'e rağbetsizlik etmez. Onun için çalışmamazlık etmez.

3- Kimsenin katlanamayacağı, kimsenin geri çevirmeye gücünün yetmeyeceği ve onun musibeti gibi başka bir musibetin düşünüleme­yeceği ve onun doğuracağı hüzün gibi başka hiçbir şeyin hüzün doğu-ramıyacağı Cehennem ateşinden kaçıp kurtulmak için salih amel iş­le. Çünkü Cehennem'in haberi büyüktür. O, çok korkuludur, ahiret hüznü gerçekten büyük bir hüzündür. Cehennem ateşinden kaçıp Al­lah'a sığınmak için sefih ve ahmak kimseden başkası çalışmayı ihmal etmez ve gaflete düşmez. Böyleleri ziyandadır:

«Böyleleri dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp bu­dur.» (el-Hacc, 11.)»

İshak b. Rahaveyh, Muhammed b. Said b. Rumane'nin şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir:

«Babamın bana haber verdiğine göre Vehb b. Münebbih'e şöyle bir soru sorulmuş:

- Cennetin anahtarı "La ilahe illallah" sözü değil midir?

- Evet odur, ama bilirsiniz ki her anahtarın dişleri vardır. Bir kimse bir kapıya elindeki bir anahtarla gelir ve anahtarın dişleri ki­litteki dişlere uyarsa kapıyı açabilir ama elindeki anahtarın dişleri kapıdaki kilidin dişlerine uymazsa kişi o kapıyı açamaz.»

Muhammed, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Bir hükümdarın oğlu kendi ordusundaki askerlerden bir kısmı ile sefere çıktı. Yaşı gençti, atından yere düştü, boynu kırıldı ve bir köyün yakınında öldü. Babası gazablandı ve yakınında öldüğü köy halkının tümünü baştan sona öldürmeye, onları fillerin ayakları al­tında çiğnetmeye, geride kalanları da atların ayakları altında çiğnet­meye, yine geride kalan olursa onlarıda erkeklerin ayakları altında çiğnetmeye yemin etti. Fillere ve atlara içki içirdikten sonra üzerleri­ne doğru yola koyuldu ve adamlarına; «Şunları fillerin ayakları altın­da çiğnetin. Geride kalan olursa onları da atların ayakları altında çiğnetin, yine çiğnenmeyen olursa onları da adamların ayakları altın­da çiğnetin.» diye talimat verdi.

O köy halkı, bunu duyunca ve hükümdarın kendilerini yok edece­ğini anlayınca hep birlikte köyden dışarıya çıktılar. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah'a yalvarıp yakardılar. O zalim hükümda­rın şerrini kendilerinden uzaklaştırması için yalvarıp yakardılar. Hükümdar ve askerleri bu minval üzere yollarına devam etmekte ve köy halkıda yüce Allah'a niyaz edip yalvarmakta ve yakarmakta iken gökten bir süvari geldi ve hükümdarın askerleri arasına düştü. Filler kaçıştılar, atlara hücum ettiler, atlar da adamlara hücum ettiler, hü­kümdar ve beraberindeki askerleri fillerin ve atların ayakların altın­da ezilip öldüler. Allah'ta o köy halkını hükümdar ve askerlerinin zulmünden ve şerrinden kurtardı.»                                 

Abdürrezzak, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

«Cenâb-ı Allah, Beyt-i Makdis'teki kayaya şöyle dedi: "Arş'ımı se­nin üstüne koyacağım. Halkımı senin üzerinde hasredeceğim. Davud, bir gün süvari olarak sana gelecektir."»

Semmak b. Mufaddal, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Ben ahlakıma bakıyorum, ama ahlakımda hoşuma gidecek bir husus yoktur.»

Abdürrezzak, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Sabah namazını çoğu kez yatsı abdestiyle kıldım.»

Bakiyye b. Velid, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Nuh peygamber, zamanının en yakışıklılarından idi. Başörtüsü takardı. Gemide iken acıktılar, ama Nuh peygamber onlara tecelli edince doydular.»

Vehb b. Münebbih, İsa peygamberin şöyle dediğini rivayet etmiş­tir: «Size gerçeği söylüyorum: Sizin musibetlere karşı en sabırsız ola­nınız, dünyayı en çok seveninizdir.»

Cafer b. Berkan dedi ki: Duyduğumuza göre Vehb b. Münebbih şöyle demiş: «Başkalarının ayıbına değilde kendi ayıbına bakan kim­seye ne mutlu. Meskenete düşmeksizin Allah rızası için alçakgönül­lülük eden kimseye ne mutlu. Zillet ve meskenet sahiplerine acıyan, günah olmayan yollardan mal toplayıp insanlara sadaka veren, ilim, hikmet ve yumuşak huyluluk sahipleriyle bir arada oturan, sünnete uyup bid'atlara sapmayan kimseye ne mutlu.»

Seyyar, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Davud'un Zebur'unda şöyle Duyurulduğunu okudum: "Ey Davud, Sırattan en hızlı geçecek insanın kim olduğunu biliyor musun? Onlar ki, benim hükmüme razı olurlar; dilleri beni zikretmekle ıslanır."»

Denildiğine göre abidin biri, Cenâb-ı Allah'a elli sene süreyle iba­det etmişti. Cenâb-ı Allah, o abidin kavminin peygamberine şöyle vahyetti: «Ben o abidi bağışladım.» Peygamber, Cenâb-ı Allah'ın bu vahyini o abide bildirdi. Abid de şöyle dedi: «Ya Rab, benim hangi gü­nahımı bağışlayacaksın?» Böyle dedikten sonra boğazına bir kemik parçası sürdü ve boğazına vurdu, uyuyamadı, o kemiğin verdiği ağrı dinmedi. O gecede de namaz kılmadı, sonra ağrı dindi. Bunu gidip peygambere şikayet etti ve şöyle dedi: «Boğazıma sürdüğüm o kemi­ğin acısı beni rahatsız etti, sonra dindi.» Peygamber de ona şöyle ce­vap verdi: «Yüce Allah, senin hakkında şöyle buyurdu: "Senin elli se­ne süreyle yaptığın ibadet, işte şu ağrının dinmesi nimetine bile denk değildir."»

Vehb b. Münebbih dedi ki: «Nimetin başı üçtür; birincisi İslâm ni­metidir ki, nimetler ancak onunla tamamlanır. İkincisi afiyet nimeti­dir ki, hayat ancak onunla hoş olur. Üçüncüsü de zenginlik nimetidir ki, hayat ancak onunla tamamlanır.»

Vehb b. Münebbih; a'ma, cüzzamlı, kötürüm, çıplak ve alacalı bir illetlinin yanma gitti. İlletli adam: «Nimetlerinden dolayı Allah'a hamdolsun.» diyordu. Vehb'in yanında bulunan bir adam da o illetli­ye şöyle dedi: «Sende ne nimet kalmış ki, ondan dolayı Allah'a ham-dedesin?» İlletli adam, ona şu cevabı verdi: «Gözünü şu şehir halkına bir fırlat bakalım, ne kadar kalabalık olduklarını gör, ben Allah'a hamdediyorum. Çünkü bu halk arasında benden başka onu tanıyan yoktur.»

Vehb dedi ki: «Mü'min kişi, ilim öğrenmek için halk arasına karı­şır, belalardan kurtulmak ve salim kalmak için susar, Halka dini bil­gileri öğretmek için konuşur, yerinde dursun diye halvete çekilir, mü'min kişi tefekkür eder; Allah'ı zikre devam eder. Allah'ı o kadar zikreder ki, huzur ona galib olur, sakinleşir, tevazu eder. Kimseyi it­ham etmez. Şehvetleri ve arzuları reddeder, özgür olur. Üzerindeki hasedi atar, sevgi ona zahir olur, fani olan herşeyle alakasını keser, aklını olgunlaştım*, kalıcı olan herşeye rağbet edip yönelir. Marifeti anlar, kalbi düşüncesi ile bağlantılıdır. Düşüncesi hep ahiretle ilgili­dir. Dünya ehli kimseler sevindiklerinde o sevinmez, aksine sürekli hüzünlüdür, başkalarının gözleri kapandığında ve herkes uykuya daldığında o, Allah'ın kitabım okur, kitabı kalbine yerleştirir. İşte o zaman sevinir, kalbi bazen ürker, gözleri bazen yaşarır, gecesini Al­lah'ın kitabım okuyarak geçirir. Gündüzünü de halvete ve uzlete çe­kilerek geçirir. Hep kendi günahlarını düşürür. İşlediği salih amelle­ri küçümser, işte kıyamet gününde böylelerine o kadar kalabalık halk arasından şöyle seslenilir: Ey şerefli adam, kalk ve Cennet'e gir.»

İbrahim b. Said, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Vay sizin halinize ki, insanlar sizi salih kimseler olarak adlandı­rırlar ve sizi bundan ötürü sayarlar, ikramda bulunurlar.»

Taberanî, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Ey oğulcuğum! Gizlice Allah'a ihlaslı ve samimi bir şekilde taat-ta bulun ve bunu zahiren yaptığın fiillerin doğrulasm. Zira bir kişi, hayırlı bir amel işler, sonra onu gizlice Allah'a havale ederse, yerli yerince bir iş yapmış ve o amelini sağlam bir muhafaza teslim etmiş olur. Bir kimse sadece Allah'ın haberi olacak şekilde gizlice salih bir amel işlerse, o amelden ancak Allah haberdar olur ki, bu da ona ye­ter. O kişi, bu amelinin sevabını zayi etmeyecek bir muhafıza teslim etmiş olur.

Ey oğulcuğum! Gizlice salih amel işleyen kimsenin sevabının Al­lah tarafından zayi edileceğinden ve bu amelinin haksız yere hiçe sa­yılacağından korkma, aleniyetin gizlilikten daha faydalı olacağım da sanma. Çünkü aleniyet ile gizlilik, ağacın yaprağı ile kökündeki da­marlara benzerler. Alenilik, ağacın yaprağı, gizlilik ise kökündeki da­marlarıdır. Bu damarlar yanarsa ağacın tümü yok olur. Eğer bu da­marlar düzgün olurlarsa, ağaç da düzgün olur, hem meyvesi hem de yaprakları hoş olur. Zira zaman olur ki yapraklar kuruyup ufalanır

ve rüzgarlar tarafından savrulur, ama kökteki damarlar öyle değil­dir.

Kökteki damarlar, göze görülmeyecek şekilde toprak altında gizli olduğu sürece ağacın görünen kısmı hep sağlam durumda olur. İşte din, ilim ve amel de böyledir. Kişi gizlilikte salih ameller işler ve ale­niyetteki fiilleri onun bu gizlilikteki salih amelini doğrularsa, salih bir insan olarak kalmakta devam eder. Çünkü aleniyet, salih ameler-le dolu olan gizlilikle ancak insana fayda verir, ama gizlilikte kötü ameller işlenirse aleniyetteki amellerin insana faydası olmaz, tıpkı ağacın kökündeki damarların dallara hayat verişi gibi ve dalların ha­yatı da kökteki damarlara bağlıdır. Dallar, ancak o kökteki damarla­rın süs ve zinetidir, gizlilikteki ameller, dinin kıvamıdır. Ancak bu kıvamla beraber aleniyetteki fiiller, dini süsleyip güzelleştirir, kişi ancak bu ameliyle Aziz ve Celil olan Rabbinin rızasını amaçlarsa böy­le olur.»

Heysem b. Cemil, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hikmet­te okuduk ki: «Küfrün dört rüknü vardır: Gazab, şehvet, tamah ve korku.»

Vehb dedi ki: Cenâb-ı Allah, Musa peygambere şöyle vahyetti: «Bana dua ettiğin zaman korkulu ve ürkek ol, yanağına toprak sür, yüzünün ve ellerinin en kıymetli yerlerini toprağa sürerek bana sec­de et, benden bir dilekte bulunduğunda kalbin korkulu ve ürkek ol­sun, hayatın günlerinde hep benden kork. Cahillere nimetlerimi an­lat. Kullarıma de ki: "Azgınlık ve sapıklıkta devam etmesinler. Çün­kü benim yakalamam, elem verici ve şiddetlidir."»

Vehb dedi ki: «Vali zulme yönelir veya zulmederse memleketinde­ki ahaliye noksanlık dahil olur. Ticaret, ziraat, hayvancılık ve hay­vanların memelerinde bereket azalır, memlekete kıtlık girer. Cenâb-ı Allah, o valinin şahsına ve mülküne zilleti sokar ama vali adalete ve iyiliğe yönelirse, bunun tersi olur, hayırlar çoğalır, bereket fazlala-şır.»

Vehb dedi ki: İbrahim (a.s.)'in mushafinda şunları okudum: «Ey belaya uğrayan hükümdar! Ben dünya malını üstüste koyup biriktir­men, binalar yapman için seni göndermedim. Aksine ben, mazlumun bedduasını bana iletmen için seni gönderdim. Mazlum kişi kafir de olsa onun çağırışını geri çevirmem.»

İbn Ebi'd-Dünya, Vehb b. Münebbih'ten rivayet etti ki; Zülkar-neyn, hükümdarlardan birine şöyle demiştir:

- Acaba nedendir; milletiniz birlik ve beraberlik içindedir, yolu­nuz da dosdoğrudur?

- Çünkü biz birbirimizi aldatmayız, birbirimizin gıybetini de yap­mayız.

İbn Ebi'd-Dünya, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Bir kimsede cömertlik, eziyetlere karşı sabır ve konuşurken gü­zel kelimeler sarfetme hususları bulunursa, o kişi iyiliğe ve hayra ulaşmış olur.»

İbn Ebi'd-Dünya, Vehb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «İsraüoğullarında iki adam vardı. Bunlar, ibadetleri sayesinde su üzerinde yürüyecek hale gelmişlerdi. Bir ara deniz üzerinde yürü-mektelerken bir adamın havada yürümekte olduğunu gördüler. Ona şöyle sordular:

- Ey Allah'ın kulu! Ne yaptın ki, bu yüksek mertebeye ulaştın?

- Az iyilik yaparak ve az kötülüğü de terkederek... yani nefsimi şehvetlerden alıkoydum. Beni ilgilendirmeyen şeyleri söyledim, yara­tıcının beni davet ettiği şeye rağbet gösterdim. Susmaya devam et­tim. İşte bu sayede bu mertebeye ulaştım. Allah'a yemin verecek olursam, Allah yeminimin gereğini yapar, ondan birşey istersem iste­diğimi bana verir.»

İbn Ebi'd-Dünya, Ezd kabilesinden bir adamdan rivayet etti ki; Adamın biri Vehb b. Münebbih'e gelerek: «Bana öyle birşey öğret ki, Allah o sayede beni faydalandırsın.» dedi. Vehb de ona şöyle karşılık verdi:

«Ölümü çokça an, emelini kısalt, birşey daha var ki, eğer onu elde edersen son mertebeye ulaşır ve büyük ibadeti elde edersin.» Adam, o şeyin ne olduğunu sorunca Vehb: «O da tevekküldür.» diye cevap ver­di. [2]

 

Süleyman B. Sa'd

 

Yakışıklı, fesahatli ve Arapçayı iyi bilen bir adamdı. Salih b. Ab-durrahman el-Katib'le birlikte insanlara Arapça öğretirdi. Salih, on­dan kısa bir süre sonra vefat etti. Salih de fasih, güzel ve divani yazı­yı yazmasını bilen bir kimseydi. Iraklılar, ondan divani yazıyı öğren­diler. Süleyman b. Abdülmelik, onu Irak haracını toplamakla görev­lendirdi. [3]

 

Ümmü Hüzeyl

 

Oniki yaşındayken Kur'ân'ı okudu. Fıkhı iyi bilen bilgin bir kadın olup kadınların seçkinlerindendi. Yetmiş sene yaşadı. [4]

 

Aişe Bintî Talha B. Abdullah Et-Temîmî

 

Annesi, Ümmü Külsüm binti Ebû Bekir'dir. Dayısı oğlu Abdullah Abdurrahman b. Ebi Bekir'le evlendi. Ondan ayrıldıktan sonra Mus'ab b. Zübeyr'le evlendi. Mus'ab, ona 100.000 dinar mehir verdi, parlak bir güzelliğe sahipti. Güzelliği gerçekten muazzamdı, kendi zamanında ondan daha güzel bir kadın yoktu. Medine'de vefat etti. [5]

 

Ubeydullah B. Said B. Cübeyr

 

Çok rivayetleri vardır. Kendi zamanındaki insanların en fazüetli-lerindendi. [6]

 

Abdurrahman B. Eban

 

Hz. Osman'ın oğludur. Sahabeler topluluğundan çok sayıda riva­yetleri vardır. [7]

 

Hicretin Yüzonbirinci Senesi

 

Bu senede Muaviye b. Hişam, Anadolu kıyılarına gazaya gitti. Said b. Hişam da aynı senede İç Anadolu'ya gazaya gitti. Kayseri'ye kadar uzandı.

Hişam b. Abdülmelik, Eşres b. Abdullah es-Sülemî'yi Horasan va­liliğinden azletti. Yerine Cüneyd b. Abdurrahman'ı atadı.

Cüneyd, Horasan'a geldiğinde Müslümanların önünden kaçıp bozguna uğramış olan Türk süvarileriyle karşılaştı. Kendisinin etra-finda 7.000 asker vardı. İki taraf karşı karşıya geldiler, saf düzenine geçerek şiddetle savaştılar, kendilerine nisbetle sayıları az olduğu için Cüneyd ile beraberindeki askerleri bozguna uğratacaklarını Türkler ümid ettiler. Beraberlerinde hakanları da vardı. Cüneyd, öl­mek üzere idi. Sonra Cenâb-ı Allah, onu Türklere karşı muzaffer kıl­dı ve onları eşi görülmemiş bir bozguna uğrattı. Hükümdarlarının kardeşi oğlunu esir alarak halifeye gönderdi.

Bu senede Haremeyn ve Taif valisi İbrahim b. Hişam el-Mah-zumî, insanlara haccettirdi.

Bu senede Irak valisi Halid el-Kusarî, Horasan valisi de Cüneyd b. Abdurrahman el-Mürrî idi. [8]

 

Hicretin Yüzonikinci Senesi

 

Bu senede Muaviye b. Hişam, Anadolu'ya gazaya gitti. Malatya taraflarında birkaç kaleyi fethetti.                                             

Bu senede Lan tarafındaki Türkler harekete geçtiler. Beraberin­deki Şamlı ve Azerbaycanlı askerlerle birlikte Cerrah b. Abdullah el-Hakemî onların karşısına çıktı, takviye kuvvetleri Cerrah'a ulaşma­dan iki taraf savaştılar. Cerrah ve beraberindeki bir cemaat, Mercier-debil'de şehid edildiler, düşman, Erdebil'i ele geçirdi. Bu haberi alan Hişam b. Abdülmelik, Said b. Amr el-Cüreşî'yi askeri bir birliğin ba­şında komutan olarak harekete geçirdi ve Türklere çabucak yetişme­sini emretti. Müslüman esirleri hakanlarına götürmekte olan Türkle­ri yakaladılar. Esirleri ve beraberlerindeki Müslüman kadınları ve zimmileri onların elinden kurtardılar, Türklerden çok sayıda adam öldürdüler, çoğunu da esir aldılar ve onları elleri kolları bağlı olarak öldürdüler. Ancak halife bununla da yetinmedi. Nihayet kardeşi Mes-leme b. Abdülmelik'i de Türklerin peşine gönderdi. Mesleme şiddetli soğukların hüküm sürdüğü bir kış mevsiminde Türklere doğru hare­kete geçti. Babülebvab'a ulaştı, orada kendi adına bir komutanı vekil olarak bıraktı, beraberindeki diğer askerlerle birlikte Türklerin ve hakanlarının peşine düştü ve ileride anlatacağımız savaşlar iki taraf arasında cereyan etti.

Horasan valisi de büyük bir ordu ile Türklerin takibine başladı. Belh nehrine ulaştı. 18.000 askerden oluşan bir müfrezeyi üzerlerine gönderdi, ayrıca sağlı sollu 10.000'er kişilik gruplardan oluşan müf­rezeleri de üzerlerine yöneltti. Türkler de asker toplayarak Semer-kand'a geldiler. Semerkand valisi, Mesleme'ye mektup yazarak Türk­lerin geldiğini ve Senıerkand'ı, onlara karşı koruyamayacağını, ayrı­ca beraberlerinde büyük hakanlarının da bulunduğunu bildirdi. "İm­dat imdat" dedi. Bunun üzerine Cüneyd, büyük bir ordu ile hızla Se-merkand'a yöneldi. Semerkand boğazına ulaştı. Onunla Semerkand arasında dört fersahlık mesafe kalmıştı. Hakan büyük bir kalabalık­la sabahleyin ona karşı hücuma geçti. Hakan, Cüneyd'in ordusunun öncü birliklerine hamle yaptı. Onlar da ordugaha doğru gerilediler. Türkler her taraftan onları kovaladılar. Nihayet İslâm ordusuyla Türk ordusuna karşı karşıya geldi. Müslümanlar, sabah kahvaltısı yapmaktaydılar. Öncü birliklerinin bozguna uğrayıp kendilerine doğ­ru gerilemekte olduklarından habersizdiler. Nihayet silahlarını alıp menzillerinde saf tuttular. Savaş alanı gerçekten geniş ve görünen bir yerdeydi. İki tarafta karşı karşıya gelince Türk ordusu, Müslü­manların sağ cenahına hücum ettiler, o cenahta Beni Temim ve Ezd kabileleri vardı. Bunlardan ve karşı taraftan çok sayıda asker öldü­rüldü. Allah'ın şehitlik mertebesine yükselterek ikramına mazhar kılmak istediği Müslümanlardan çok sayıda asker öldürüldü. İslâm ordusunun bahadırları, Türk ordusundan karşılarına asker çıkması­nı ve göğüs göğüse savaşmalarını istediler. Hakan'ın münadisi Mes­leme'ye şöyle seslendi: «Eğer yanımıza gelirsen seni, en büyük putu oynatan kişi yaparız ve sana ibadet ederiz.»

Mesleme de ona şöyle cevap verdi: «Yazıklar olsun size! Ben sade­ce Allah'a ibadet edesiniz diye sizinle savaşıyorum ki, onun ortağı yoktur.» Daha sonra şehid edilinceye kadar onlarla savaştı. Sonra Müslümanlar hamle yaptılar. Kahramanlar ve bahadırlar, her taraf­tan hücuma geçtiler, sabredip dayanıklılık gösterdiler. Türklere hep birlikte saldırdılar. Aziz ve Celil olan Allah da Türkleri bozguna uğ­rattı ve onlardan çok sayıda adam öldürüldü. Bundan sonra Türkler­de Müslümanlara hamle yaptılar ve onlardan çok sayıda adam öldür­düler. Geride sadece 2000 asker kaldı. İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci-un. O gün Şevde b. Ebcer de öldürüldü. Türkler, Müslümanlardan büyük bir çoğunluğu esir aldılar ve onları Hakan'a götürdüler. Ha­kan da Müslüman esirlerin baştan sona öldürülmelerini emretti, İn­nâ lillah ve innâ ileyhi râciun. Bu savaşa "geçit" (Akabe) savaşı denir. İbn Cerir, bunu gerçekten detaylı bir şekilde anlatmıştır. [9]

 

Hicretin Yüzonikinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

Reca B. Hayve El-Kindî

 

Künyesi, Ebu Mikdam'dır. Ebu'n-Nasr olduğu da söylenir. Kadri yüce bir tabii idi. Şanı büyüktü. Mutemed, faziletli ve adil bir kimse olup sika ravilerdendi. Emevi halifelerinin sadık veziri idi.

Mekhul'a soru sorulduğu zaman: «Şeyhimiz ve efendimiz Reca b. Hayve'ye sorun.» derdi. İmamların bir kısmı onu övmüşler ve rivayet hususunda sika bir kişi olduğunu ifade etmişlerdir. Reca'mn güzel sözleri ve rivayetleri vardır. Allah ona rahmet etsin. [10]

 

Şehr B. Havşeb El-Eş'arî

 

Humusludur. Şamlı olduğu da söylenir. Kadri yüce bir tabii idi. Meylası (hanımefendisi) Esma binti Yezid b. es-Seken'den ve diğerle­rinden rivayetlerde bulunmuştur, tabiilerden bir cemaat ve diğerleri de ondan hadis rivayet etmişlerdir. Âlim, abid ve kendini ibadete vakfetmiş bir kimseydi. Ancak, veliyyü'l-emrin izni olmaksızın bey-tü'1-maldan bir harita aldığından ötürü bir grup kişi onun aleyhinde konuşmuşlardır. Bu nedenle onu ayıplamışlar ve onu aleyhinde ko<-nuşulacak bir hedef haline getirmişlerdir. Hadisinin metruk olduğu­nu söyleyerek hakkında şiirler söylemişlerdir. Onun aleyhinde konu­şanlardan biri Şu'be'dir. Başkaları da onun aleyhinde konuşmuştur. Anlatıldığına göre o, beytü'l-maldan harita dışında birşey çalmıştır. Doğrusunu Allah bilir ama başka bir grup, onun sika ravi olduğunu söylemiş, rivayetini kabul etmiş; ibadet, dindarlık ve içtihadından Ötürü onu övmüşler ve şöyle demişlerdir: «Şayet doğru olsa bile bey-tülmaldan birşey almış olması onun rivayetine kusur getirmez.» Ken­disi beytü'1-mahn yöneticisi ve mutasarrıfı idi. Doğrusunu Allah bilir. Vakidî dedi ki: «Şehr, hicretin 112. senesinde vefat etti.» Bundan bir sene Önce vefat ettiğini söyleyenler bulunduğu gibi hicretin 100. senesinde vefat ettiğini söyleyenler de vardır. Doğrusu­nu Allah bilir. [11]

 

Hicretin Yüzonüçüncü Senesi

 

Muaviye b. Hişam, Maraş taraflarında gaza yaptı.

Abbasi propagandacılarından bir grup, Horasan'a giderek orada yayıldılar. Horasan valisi, bu propagandacılardan birini yakalayarak öldürdü ve diğerlerini de ölümle tehdit etti.

Mesleme b. Abdülmelik, Türk illerinin iç taraflarına doğru ilerle­di. Türklerden çok sayıda adam öldürdü. O memleketlerin Belencer ili ve kazaları Mesleme'nin hükmü altına girdiler.

İbrahim b. Haşim el-Mahzumî, insanlara haccettirdi. Doğrusunu Allah bilir.

Bu senede vilayetlerin valileri önceki senelerin valileriydi. [12]

 

Hicretin Yüzonüçüncü Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

Emir Abdülvehhab B. Buht

 

Bu zat, Battal Abdullah ile beraber olup Rum diyarında şehid edilmiştir. Biyografisi şöyledir:

Abdülvehhab b. Buht Ebu Ubeyd. Künyesinin Ebu Bekir olduğu da söylenir. Mekkelidir. Mervan ailesinin azathsıdır. Şam'a yerleş­miş, sonra Medine'ye göçmüştür. İbn Ömer, Enes, Ebu Hüreyrg ve bir tabii cemaatından rivayetlerde bulunmuştur. Aralarında Eyyüb, Malik b. Enes, Yahya b. Said el-Ensârî ve Ubeydullah el-Ömerî'nin de bulunduğu bir grup, ondan rivayetlerde bulunmuşlardır.

Enes'ten merfu olarak rivayet ettiği hadisi şudur: «Bu sözümü duyup kafasına yerleştiren, sonra başkasına tebliğ eden kimsenin yü­zünü Allah ak etsin. Çünkü fıkhı taşıyan kimselerin bazısı bunu ken­disinden daha iyi anlayan birine nakleder. Üç şeye hainlik girmez. Mü'min olup Allah'a ihlasla amel eden bir kalbe, ulülemre samimi ve bağlı olan kimselere ve Müslüman cemaata bağlı olan kimselere... bunların dualarını sanki arkadan kendilerini kuşatır.»

Emir Abdülvehhab, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.), şöyle buyurmuştur:

«Biriniz Müslüman kardeşiyle karşılaşırsa, ona selam versin. Eğer aralarına bir ağaç (engel olarak) girer de sonra onunla karşıla­şırsa yine ona selam versin.»

Âlimlerden bir grup, kendisinden bahsetmekte olduğumuz bu Emir Abdülvehhab'in sika ravilerden olduğunu söylemişlerdir. İmanı Malik, onun hakkında şöyle demiştir: «Çokça hac ve umre yapar, ga­zaya giderdi. Nihayet şehid oldu, yükünün içindeki eşyalara arkadaş­larından ve yoldaşlarından başka hak sahibi olan kimse olmadı. Cö­mert ve eli açık bir kimseydi. Emir Ebu Muhammed Abdullah el-Bat-tal'la birlikte Rum illerinde şehid edildi ve oraya defnedildi. Allah ona rahmet etsin.»

Halife ile diğerlerinin ifadesine göre Emir Abdülvehhab, hicretin 113. senesinde vefat etmiştir. Vefatı şöyle olmuştu: Düşmanla karşı­laştıklarında Müslümanlardan bazıları firar etmişlerdi. Kendisi atını koşturarak düşmana doğru ilerlemiş ve şöyle seslenmeye başlamıştı: «Ey Müslümanlar! Cennet'e gelin, Cennet'ten mi kaçıyorsunuz? Yazıklar olsun size! Cennet'ten mi kaçıyorsunuz? Nereye gidiyorsu­nuz? Yazıklar olsun size, siz dünyada kalıcı ve ebedi değilsiniz.» Böy­le dedikten sonra şehid edilinceye kadar savaşmıştı. Allah ona rah­met etsin. [13]

 

Şamlı Mekhul

 

Kadri yüce bir tabii idi. Kendi zamanında Şamlıların imamıydı. Hüzeyl kabilesinden bir kadının azatlısı idi. Said b. As ailesinden bir kadının azatlısı olduğu da söylenir. Kendisi Nobeli idi. Kabil'de esir alınanlardan biri olduğu da söylenir. Kisra sülalesinden olduğu da söylenmiştir. "Tekmil" adlı kitabımızda onun nesebini ani atmışız dır.

Muhammed b. İshak, Mekhul'un. şöyle dediğini rivayet etmiştir: «İlim taleb etmek için bütün yeryüzünü dolaştım.»

Zührî dedi ki: «Âlimler şu dört kişidir: Hicaz'da Said b. Müseyyeb, Basra'da Hasan-ı Basrî, Kûfe'de Şa'bî, Şam'da da Mekhul.»

Bazıları dediler ki: Mekhul "de" anlamına gelen "kul" sözünü iyi telaffuz edemez ve 'kül' derdi. Halk nezdinde itibarlı idi. Emrettiği herşey yapılırdı.

Said b. Abdülaziz dedi ki: «Mekhul, Şamlıların en fakihi idi. Zührî'den daha iyi fıkıh bilirdi.»

Birden fazla kişinin rivayetine göre Mekhul, hicretin 113. sene­sinde vefat etmiştir. Bundan sonraki bir tarihte vefat ettiğini söyle­yenler de olmuştur.

Abdülhadi, kendi el yazısı ile şöyle yazmıştı: «Şamlı mekhul, Ebu Müslim'in oğludur. Ebu Müslim'in asıl adı Şehzab b. Şazel'dir.»

İbn Ebi'd-Dünya, Mekhul'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: «El­bisesini temiz tutan kişinin tasası azalır. Kokusu güzel olan kişinin aklı fazlalaşır.»

Mekhul, şu ayet-i kerimeyi tefsir ederken şöyle demişti:

«Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksi­niz.» (et-Tekâsür, 8.) Evet, size bahşedilen soğuk içecekler, evlerin gölge­leri, karınların tokluğu, yaratılışınızın mutedil oluşu ve uyku lezzeti gibi nimetlerden sorguya çekileceksiniz.»

Yine Mekhul şöyle demişti: «Mücahidler, bineklerinin üzerindeki yükleri indirdikleri zaman melekler gelir ve bineklerinin sırtını sı­vazlar ve onlar için bereket duası yaparlar. Sadece boynunda çan bu­lunan binekler için dua yapmazlar.» [14]

 

Hicretin Yüzondördüncü Senesi

 

Muaviye b. Hişam, Anadolu kıyılarına gidip gaza yaptı. Süley­man b. Hişam b. Abdülmelik de İç Anadolu'ya gidip gaza yaptı. İkisi de müminlerin emiri Hişam'm oğludurlar.

Battal Abdullah ile Bizans imparatoru Kostantin karşılaştılar. Kostantin, Peygamber (s.a.v.)'in kendisine mektup yazdığı imparator Heraklius'un oğluydu. Battal, Kostantin'i esir alıp Süleyman b. Hi-şam'a gönderdi. Süleyman da onu babası Hişam'a götürdü.

Hişam, Mekke, Medine ve Taif valisi İbrahim b. Hişam b. İsmail'i görevden alıp yerine kardeşi Muhammed b. Hişam'ı tayin etti. Bir kavle göre o da insanlara haccettirdi.

Vakidî ile Ebu Ma'şer dediler ki: «Bu senede insanlara Halid b. Abdülmelik b. Mervan haccettirmiş tir.» Doğrusunu Allah bilir. [15]

 

Hicretin Yüzondördüncü Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

Atâb. Ebirebah

 

Beni Fihr kabilesindendir. Onların azatlısıdır. Künyesi, Ebu Mu­hammed el-Mekkî'dir. Güvenilir ve kadri yüce tabiilerden biridir. An­latıldığına göre 200 kadar sahabe ile görüşmüştür.

İbn Sa'd dedi ki: «Bazı âlimlerin Atâ hakkında şöyle dediklerim işittim: Atâ; siyah tenli, tek gözlü, felçli, topal ve burun ucu aşağıya uzanmış bir adamdı. Daha sonra diğer gözünü de kaybetti. Sika ravi-lerden olup fakihti. Bilgili ve çok hadis rivayet eden bir kimseydi.»

Ebu Cafer el-Bakır ile birkaç kişi şöyle demişlerdir: «Zamanında Atâ'dan daha iyi menasiki bilen başka bir kimse yoktu.»

Bazıları da bu söze şu eklemeyi yapmışlardır: «Atâ, yüz hac yaptı ve yüz sene yaşadı. Ömrünün son zamanlarında fazlaca yaşlı oldu­ğundan ve zayıf düştüğünden ötürü ramazanda oruç tutamıyor ve bu nedenle fidye ödüyordu. Fidye ödemesine de şu ayet-i kerimeyi delil gösteriyordu:

«Oruca dayanamayanlar, bir düşkünü doyuracak kadar fidye ve­rir.» (el-Bakara, 184.)

Emeviler zamanında Mina günlerinde münadi şöyle seslenirdi: «Hac konusunda Atâ b. Ebi Rebah'tan başkası fetva vermesin.»

Ebu Cafer el-Bakır: «Kendisiyle karşılaştığım kimseler arasında Atâ'dan daha fakih birini görmedim.» demiştir.

Evzaî: «Atâ öldüğü günde o, insanlar nezdinde yeryüzü ahalisinin en çok hoşuna giden bir kimse idi.» demiştir.

İbn Cüreyc: «Atâ'nın yatağı mescitte yirmi sene süreyle kaldı. O, mescitte insanların en güzel namaz kılanı idi» demiştir.

Katade: «Said b. Müseyyeb, Hasan-ı Basrî, İbrahim en-Nehaî ve Atâ... İşte bunlar, şehirlerin imamlarındandırlar.» demiştir.

Atâ dedi ki: «Adamın biri bana bir hadisi nakleder, ben onu hiç duymamışım gibi dinlerim. Oysa o adam doğmadan önce ben o hadis duymuşumdur, ama sanki o anda ilk olarak duyuyormuşum gibi bir izlenim veriyorum ona.»

Başka bir rivayette anlatıldığına göre Atâ şöyle demiştir: «Ben hadisi ondan dinliyorum ama sanki onu daha önce duymamışım gibi bir izlenim veriyorum.»

Cumhura göre Atâ, hicretin 114. senesinde vefat etmiştir Allah ona rahmet etsin. Doğrusunu Allah bilir. [16]

 

Fasıl

 

Ebu Muhammed Atâ b. Ebi Rebah. Ebu Rebah'ın asıl adı, Es-lem'dir. Birçok sahabeden hadis rivayet etmiştir. Bu sahabeler ara­sında; İbn Ömer, İbn Amr, Abdullah b. Zübeyr, Ebu Hüreyre, Zeyd b. Halid el-Cühenî ve Ebu Said vardır. Atâ, İbn Abbas'dan ve diğerle­rinden tefsir dinlemiştir. Birçok tabii de kendisinden rivayetlerde bu­lunmuşlardır ki, bu tabiiler arasında; Zührî, Amr b. Dinar, Ebu Zü­beyr, Katade, Yahya b. Kesir, Malik b. Dinar, Habib b. Ebi Sabit, A'meş, Eyyüb es-Sahtiyanî ve diğer birçok meşhur imam vardır.

Ebu Hezzan dedi ki: Atâ b. Rebah'ın şöyle dediğini işittim: «Bir kimse zikir meclisinde oturursa, onun bu mecliste oturmasını, Cenâb-ı Allah, daha önce on batıl mecliste oturma günahına kefaret  kılar.»

Ebu Hezzar dedi ki: Atâ'ya şöyle dedim:

- Zikir meclisi nedir?

- Helal ve haramın anlatıldığı meclistir, nasıl namaz kılacağının, nasıl oruç tutacağının, nasıl evleneceğinin, nasıl boşanacağının, nasıl satacağının ve nasıl satın alacağının anlatıldığı meclistir.

Taberanî, Atâ b. Ebi Rebah'm şu ayeti tefsir ederken şöyle dediği­ni nakletmiş tir:

«O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapan, düzeltmeye uğraş­mayan dokuz kişi vardı.» (en-Neml, 48.) Dirhemlerin ucundan kesip ko­parırlardı.

Sevrî, Abdullah b. Velid (el-Vassafî)'nin şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Atâ'ya şöyle bir soru sordum:

- Katiplik yapan bir adam hakkında ne düşünüyorsun? Eğer ka­tiplik yaparsa çoluk çocuğunu refah içinde geçindirir, ama yapmazsa yoksul düşer.

- Peki bu katibin amiri kimdir?

- Halid el-Kusarî'dir.

Atâ dedi ki: Salih kul şöyle demişti: «Rabbim, bana verdiğin ni­mete andolsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım.» (el-Kasas, 17.)

Atâ dedi ki: «Kullara Allah tarafından verilen en faziletli ve en üstün şey akıldır ki, o da dinin ta kendisidir.»

Atâ dedi ki: «Kul üç kez "Ya Rab, ya Rab, ya Rab" derse Cenâb-ı Allah, mutlaka ona bakar.»

Ravi diyor ki: Ben bunu Hasan-ı Basrî'ye anlattığımda o şöyle ce­vap verdi: Siz Kur'ân'ı okumuyor musunuz? Kur'ân'da şöyle buyuru-luyor: «Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, Rabbinize inanın diye bir inanma­ya çağıran bir çağrıcıyı işittik de iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımı­zı bize bağışla, kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber al. Rab­bimiz! Peygamberlerine vaad ettiklerini bize ver. Kıyamet günü bizi rezil etme. Sen, şüphesiz sözünden caymazsın.»

Rableri dualarını kabul etti: «Birbirinizden meydana gelen sizler­den, erkek olsun kadın olsun, iş yapanın işini boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, memleketlerinden çıkarılanların, yolumda ezaya uğratı­lanların, savaşan ve öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. Andolsun ki, Allah katından bir nimet olarak onları içlerinde ırmak­lar akan Cennetlere koyacağını, nimetin güzeli Allah katmdadır.» (Âi-i

İmrân, 193-195.)

Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Atâ'nm şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Eğer arefe akşamı kendi nefsinle başbaşa kalabiliyorsan bunu

yap.»

Said b. Sellam el-Basrî, Ebu Hanife Numan b. Sabitin şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir:

Mekke'de Atâ ile karşılaştım. Ona birşey sordum. O da bana şöy­le sordu:

- Sen nerelisin? Kimlerdensin?

- Küfe halkmdamm.

- Sen, dinlerinden ayrılan ve gruplara bölünen kasabanın halkın­dan mısın?

- Evet.

- Sen hangi gruptansın?

- Selefe sövmeyen, kadere inanan ve ehli kıbleden herhangi biri­ni -işlediği günahtan ötürü- tekfir etmeyenlerdenim.

- Seni iyi tanıdım, benimle beraber ol.

Atâ dedi ki: «Ümmetin üzerinde icma ettiği şey, bizim nezdimizde senetten daha kuvvetlidir.»

Atâ'ya sordular: «Burada bir grup insan var ki, "İman ne artar ne de eksilir." diyorlar. Bu hususta senin görüşün nedir?»

Atâ şöyle cevap verdi: «Yüce Allah, şöyle buyurmuştur: "Doğru yolu bulanların ise Allah doğruluklarını arttırır." (Muhammed, 17.) Peki bu kimselerin doğruluklarının arttığı ifade ediliyor, söyler misin, ar­tan bu doğruluk nedir?» Ben de kendisine şöyle dedim: «Sözünü etti­ğimiz bu topluluk, namaz ve zekatın Allah'ın dininden olmadığını id­dia ediyorlar. Sen buna ne dersin?» Atâ dedi ki: Yüce Allah şöyle bu­yuruyor:

«Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuş-lardı. Dosdoğru olan din de budur.» (el-Beyyine, 5.) Bakınız bu ayet-i ke­rimede de görüldüğü gibi Cenâb-ı Allah, namaz kılıp zekat vermeyi dinin bir parçası saymıştır.»

Ya'Iâ b. Ubeyd dedi ki: Muhammed b. Suka'nın yanma gittik. Bi­ze şöyle dedi: Size fayda vereceğini ümid ettiğim bir sözü nakledeyim mi? Çünkü bu söz bana fayda vermiştir. Atâ b. Ebi Rebah, bana şöyle demişti: «Ey kardeşimin oğlu! Sizden öncekiler fazla konuşmayı mek­ruh sayarlardı. Fazla sözün günah olduğuna inanırlardı. Yalnız Al­lah'ın kitabının okunmasını bundan ayrı tutarlardı. Ayrıca iyiliği em­redip kötülüğü menetmek için söylenen sözleri veya kişinin zorunlu geçimini temin ederken ihtiyacını söylemesini fazla sözden saymaz­lardı. Siz bu dediğime inanmıyor musunuz? Bakın yüce Allah şöyle buyurmuştur: «Oysa, yaptıklarınızı bileri, değerli yazıcılar sizi gözet­lemektedirler.» <el-İnfitâr, 10-12.)

«Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, ya­nında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zaptederler.» (ei-Kâf, 17-18.) Sizden biri dolu amel sahifesi önünde açıldığında ve orada yazı­lı olan amellerinin çoğunun din ve dünya ile ilgisi olmadığını gördü­ğünde utanmayacak mı?

Atâ şöyle dedi: Geceleyin sıcaktan korkarsan şunu oku: «Bismil-lahirrahmanirrahim - Euzübillahi mineşşeytanirracim.»

Taberanî ile diğerlerinin rivayetlerine göre Mescid-i Haram'daki ilim halkası İbn Abbas'a aitti. İbn Abbas vefat edince, Atâ b. Ebi Re-bah, o ilim halkasına sahib oldu. İnsanlara ders verdi.»

Osman b. Ebi Şeybe, Seleme b. Küheyl'in şöyle dediğim rivayet etmiştir:

«İşlediği salih ameli ile Allah katındaki sevapları taleb eden sade­ce şu üç kişiyi gördüm: Atâ, Tavus ve Mücahid.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Ömer b. Zerr'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Atâ gibisini asla görmedim. Atâ'nın üzerinde asla gömlek gör­medim. Onun üzerinde beş dirhem değerinde bir giysi de görmedim.»

«Ya'lâ b. Ümeyye'nin sohbeti vardı. O mescitte bir müddet oturur ve o müddet zarfında itikafa niyet ederdi.»

Evzaî, Atâ'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Rasûlullah (s.a.v.)'m kızı Fatıma hamur yoğururdu, hamuru ta­mamlayınca saca vurup ekmek yapardı.»

Evzaî, Atâ'nın şu ayet-i kerimeyi tefsir ederken şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

«Allah'ın dini konusunda o ikisine acımayın.» (en-Nûr, 2.) Yani zina-kar erkekle kadına haddi tatbik ederken onlara acımayın.»

Evzaî'den şöyle rivayet edilmiştir: Ben Yemame'de iken orada in­sanları Rasûlullah'ın ashabına karşı mihnete sokan bir vali vardı. O münafıktı, mü'min değildi. İnsanları baskı yaparak karılarını boşat­ma ve kölelerini azad etme tehdidi ile günah işlemiş bir kimseyi mü­nafık olarak adlandırmalarını, onlara mü'min .adları vermemelerini isterdi. İnsanlar da bu hususta ona uydular. Dediğini yaptılar, ben daha sonra Atâ ile karşılaştım, o valinin bu uygulamasını ve onun baskısı altında kalan insanların hoş olmayan sözleri söylemelerinin hükmünü sordum. O da şöyle cevap verdi: «Baskı altında kalan in­sanların böyle konuşmalarının bir sakıncası yoktur. Zira yüce Allah şöyle buyurmuştur: «Ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır.»

(Âl-iİmrân, 28.)

İmam Ahmed b. Hanbel, İsmail b. Ümeyye'nin şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

«Atâ hep susardı, konuştuğu zaman söylediklerimizi teyid ettiğini

sanırdık. Cenâb-ı Allah'ın şu ayet-i kerimesi hakkında şöyle dedi:

«Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş, Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoyar.» (en-Nûr, 37.)

Cenâb-ı Allah'ın, vaktinde eda etmelerini kendilerine farz kıldığı hukukunu yerine getirmekten alış verişleri kendilerini alıkoymaz.»

İbn Cerir dedi ki: Atâ'nın Beyt'i tavaf etmekte olduğunu gördüm. Kendisini götürmekte olan adama şöyle dedi: «Benden şu beş şeyi öğ­renip aklınıza yerleştirin: Hayrı ve seri, acısı ve tatlısı ile birlikte ka­der, Allah'tandır. Kulların kader hususunda iradeleri ve dilemeleri yoktur. Ehli kıblemiz mü'mindirler. Canları ve mallari (şer'i bir hak dışında) dokunulmaz ve haramdır. Asi ve azgın gruba karşı elle, ayakkabılarla, silahla savaşmak gerekir. Haricilerin sapıklıkta ol­duklarına şahitlik etmek icab eder.»

İbn Ömer dedi ki: «Aramızda Atâ b. Ebi Rebah bulunduğu halde meselelerinizi getirip önüme mi yığıyorsunuz?»

Muaz b. Sa'd dedi ki: «Atâ'nın yanında oturmaktaydım, bir hadisi nakletti. Adamın biri onun konuşmasına itirazda bulundu. Atâ, öfke­lendi ve şöyle dedi: "Bu ne ahlaktır, bu ne tabiattır? Allah'a yemin ederim ki, ben adamın sözünü dinlerim, anlattığı şeyi kendisinden daha iyi bildiğim halde bilmediğimi kendisine zannettiririm."»

Atâ şöyle derdi: «Evimde bir yastık görmektense bir şeytan gör­mek daha iyidir. Çünkü yastık, insanı uykuya davet eder.»

Osman b. Ebi Şeybe, İbn Cerir'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Atâ, yaşlanıp vücudu zayıfladıktan sonra namaza durur ve kı­yam halinde iken Bakara sûresinden 200 ayet okurdu, yine de yerin­den kımıldamaz ve hareket etmezdi.»

İbn Uyeyne dedi ki: İbn Cerir'e şöyle dedim:

- Senin gibi namaz kılan birini göremedim.

- Sen Atâ'yı görmeliydin.

Atâ dedi ki: "Cenâb-ı Allah, şöhretli bir elbiseyi giyen genci sev­mez ve o elbise üzerinde olduğu müddetçe Cenâb-ı Allah, ondan yüz çevirir.»

Denilir ki: Kulun hasta insan gibi olması gerekir, mutlaka birşey-ler yemesi gerekir, ama her yiyecek ona uymaz.

Beddua, hikmet sahibi kimsenin gözünü kör ettiği halde cahile ne yapar? Onu siz düşünün.

Nimet sahibi kimsenin içinde bulunduğu konforu kıskanmayın ve onun durumuna gıpta etmeyin. Çünkü o kişinin ölümden sonra ne hale geleceğini bilemezsiniz. [17]

 

Hicretin Yüzonbeşinci Senesi

 

Bu senede Şam'da taun meydana geldi.

Haremeyn ve Taif valisi Muhammed b. Hişam b. İsmail, insanla­ra haccettirdi. Diğer beldelerdeki valiler, daha önceki senelerde adı geçen valilerdi. Doğrusunu Allah bilir. [18]

 

Hicretin Yüzonbeşinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

Ebu Cafer El-Bakır

 

Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib el-Kuraşi el-Haşi-mî, Ebu Cafer el-Bakır. Annesi, Ümmü Abdullah binti Hasan b. Ali'dir.

Ebu Cafer; kadri yüce, şanı büyük bir tabii idi. İlim, amel, siyadet ve şeref bakımından bu ümmetin Önderlerinden biri idi. Şiilerin iddi­alarına göre oniki imamdan biridir. Ama kendisi onların yolunda ve mesleğinde değildi. Onların zihinlerindeki düşüncelere, vehim ve ha­yallere bağlanmamıştı. Aksine o, Ebu Bekir ve Ömer'i öne geçirenler­dendi. Bu hususta onun yanında sahih rivayetler vardı ve şöyle de­mişti: «Ehl-i beytimden, aile efradımdan hangisini gördüysem hepsi Ebu Bekir ve Ömer'i dost bilir, onları önder sayarlardı. Allah ikisin­den de razı olsun.»

Ebu Cafer el-Bakır, birden fazla sahabeden rivayetlerde bulun­muştur. Tabiilerin büyüklerinden ve başkalarından oluşan bir cema­at da ondan hadis rivayet etmişlerdir. Oğlu Cafer es-Sadık, Hakem b. Uteybe, Rebia, A'meş, Ebu İshak es-Sübey'î, Evzaî, A'rec -ki bu ondan daha yaşlı idi- îbn Cüreyc, Atâ, Amr b. Dinar ve Zührî ondan rivayet­te bulunan kimselerdendir.

Süfyan b. Uyeyne, Cafer es-Sadık'ın şöyle dediğini rivayet etmiş­tir: Babam bana nakletti ki o, yeryüzünde o gün Muhammedilerin en hayır hsıydı.

îclî dedi ki: Ebu Cafer el-Bakır, Medinelidir. Tabiidir, sika ravi-lerdendir.

Muhammed b. Sa'd'ın ifadesine göre Ebu Cafer el-Bakır, çok ha­dis rivayet eden sika ravilerdendir. Bir kavle göre Ebu Cafer, hicretin 115. senesinde vefat etmiştir. Bir yıl Önce vefat ettiğine dair zayıf bir rivayet mevcut olduğu gibi bir yıl sonra vefat ettiğine dair bir rivayet de mevcuttur. 117. ve 118. hicri senede vefat ettiği de söylenmiştir. Doğrusunu Allah bilir. Vefat ederken yetmiş yaşını aşkındı, altmış yaşını geçmediğine dair zayıf bir rivayet de vardır. [19]

 

Fasıl

 

Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib. Baba­sı Ali Zeynelabidin'di. Dedesi Hüseyin'di ki, hem babası hem dedesi Irak'ta şehid edilmişlerdi.

İlimleri yarıp içinden hüküm çıkardığı için kendisine Bakır (ya­ran) adı verilmişti. Çokça zikreden, Allah'tan korkan sabırlı bir in­sandı.

Peygamber sülale sin dendi, nesebi yüce, soyu yüksekti. Tehlikeli şeyleri bilir, çokça ağlayıp gözyaşı döker, tartışmalardan ve düşman­lardan uzak dururdu.

Ebu Bilal el-Eş'arî, Ebu Cafer el-Bakır'm şu ayet-i kerimeyi tefsir ederken şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«İşte onlar, sabrettiklerinden ötürü odalarla mükafatlandırılır­lar.» (el-Furkân, 75.) Burada ayet-i kerimede geçen "odalar" kelimesi ile Cennet kastedilmiştir. Onlar, dünyada fakirliğe sabrettiklerinden ötürü mükafata mazhar olacaklardır.»

Abdüsselam b. Harb, Ebu Cafer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Yıldırımlar, mü'mine de mü'min olmayana da isabet ederler ama zikredene isabet etmezler.»

Ben derim ki: Buna benzer bir söz, İbn Abbas'tan da rivayet edil­miştir. Buna göre İbn Abbas, şöyle demiştir: «Gökten yıldızlar sayı­sınca yıldırımlar düşse de zikreden kimseye isabet etmez.»

Cabir el-Cu'fî şöyle demiştir: Ebu Cafer el-Bakır bana dedi ki:

- Ey Cabir, ben hüzünlüyüm, kalbim meşguldür.

- Neden dolayı hüzünleniyorsun, kalbin neden Ötürü meşguldür?

- Ey Cabir, bir kimsenin kalbine Aziz ve Celil olan Allah'ın saf di­ni girerse, artık onun kalbi başka şeyle meşgul olmaz. Ey Cabir, dün­ya nedir ki? O ne olabilir ki? Dünya dediğin şey; bindiğin binekten veya giydiğin elbiseden veya nikahladığın kadından başka nedir? Ey Cabir, doğrusu mü'minler, dünyada ebedi kalmayacaklarını bilirler ve dünyaya bel bağlamazlar. Ahiretin geleceğine de kesin olarak ina­nırlar. Kulaklarıyla duydukları fitneler, onları Allah'ın zikrini dinle­me hususunda sağırlaştırmadı. Gözleriyle gördükleri zinetler, onları Allah'ın nuru karşısında körleştirme di. Böylece iyi kimselerin sevabı­nı elde ettiler. Takva ehli kimseler, dünyada basit bir azıkla geçinen, sana çok yardım eden, unuttuğunda sana hatırlatan, hatırladığında sana yardımcı olan, Allah'ın hakkını söyleyen, onun emirlerini yerine getiren, kendilerini Aziz ve Celil olan Rablerinin muhabbetine ada­yan, Allah'a, O'nun sevgisine kalbleriyle bakan, mahbuplarma taatta bulundukları için dünyadan uzaklaşan ve bunu yaratıcılarının emri olduğunu bilen, meliklerinin indirdiği yere dünyayı indiren, sonra onu bırakıp göç eden kimselerdir. Dünyayı şu gözle görürler: Rüyada kavuştuğun ama uyandığında elinde kalmayan bir su gibidir dünya. Allah'ın dini ve hikmeti hususunda gözetmeni emrettiği şeyleri göze­tip muhafaza et.»

Halid b. Yezid, Ebu Cafer el-Bakır'dan rivayet etti ki, Hz. Ömer şöyle demiştir:

«Allah'ın kitabını okuyan bir kimsenin zenginleri sevdiğini görür­seniz bilin ki, o dünya sahibidir. Onun sultana bağlanıp onun yanın­dan ayrılmadığını görürseniz, bilin ki o hırsızdır.»

Ebu Cafer el-Bakır, her gün ve gece farz namazları kılardı.

İbn Ebi'd-Dünya, önün şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Çirkin sözler, alçak kimselerin silahıdır.»

Ebu'l-Ahvez, Mansur tariki ile onun şöyle dediğini rivayet etmiş­tir: «Herşeyin bir afeti vardır, ilmin afeti ise unutmaktır.»

Ebu Cafer el-Bakır, oğluna şöyle demişti:

«Tembellikten ve tahammülsüzlükten sakın. Çünkü bunlar, her kötülüğün anahtarıdır. Zira sen tembelleşirsen hakkı eda etmezsin, huysuzluk yaparsan, tahammülsüz olursan, hakka karşı sabırlı ola­mazsın.»

Ebu Cafer el-Bakır şöyle demişti: «Amellerin en kuvvetlisi üçtür:

1- Her halükarda Allah'ı zikretmek,

2- Nefsine haksızlık yaptığını söylemek ve onu dizginlemek,

3- Kardeşine mali yardımda bulunmak.»

Halef b. Havşeb, Ebu Cafer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«İman kalpte sabittir, yakinî inanç ise kalbe gelip gider. Kalbe uğrayınca onu demir kütlesi haline getirir, kalbten çıkıp giderse kalb, çürümüş bir bez ve paçavraya döner. Bir kulun kalbine kibir ve gu­rurdan azıcık birşey girerse, mutlaka o kadarıyla veya daha fazlasıy­la aklım eksiltir.»

Ebu Cafer el-Bakır, Cabir el-Cu'fî'ye şöyle demişti: Irak fakihleri şu ayet-i kerime hakkında ne diyorlar: «Rabbinden bir işaret görme-seydi Yusuf da onu istiyecekti.» (Yûsuf, 24.) Yusuf, o anda babası Ya-kub'u kendi baş parmağını ısırır halde gördü. İşte Irak fakihleri, bu ayet-i kerimedeki burhanın bu olduğunu söylemişlerdir.

Ebu Cafer, Cabir'e şu cevabı verdi: «Hayır, babam, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Yusuf un gördüğü burhan ve işaret şuydu: Züleyha ona yönelince ve o da Züleyha'ya tamahlamnca Zü-leyha kalkıp evin köşesinde bulunan inci ve yakutlarla süslenmiş olan bir putun üzerini beyaz bir örtüyle örttü ki put, onların yapacak­ları cinsel münasebeti ve sevişmeyi görmesin. Züleyha, ondan utandı­ğı ve çekindiği için böyle yapmıştı. Yusuf da ona niçin böyle yaptığım sorunca Züleyha: "Bu benim tanrımdır, beni bu halde görmesinden utanırım." diye cevap vermişti. Bunun üzerine Yusuf şöyle demişti: "Sen, fayda ve zarar veremeyen, görmeyen ve işitmeyen bir puttan utanıyorsun, her nefsin üzerinde duran ve yaptıklarının karşılığını verecek olan Rabbimden ben nasıl utanmıyayım? Allah'a yemin ede­rim ki, sen asla benimle sevişemeyecek ve cinsel münasebette bulu­namayacaksın." İşte ayet-i kerimede sözü edilen burhan ve işaret bu­dur.»

Bişr el-Hafî, Ebu Cafer el-Bakır'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Zenginlik ve izzet, mü'minin kalbinde dolaşırlar. İçinde tevekkül bulunan bir mekana kavuştuklarında oraya yerleşirler.»

Ebu Cafer el-Bakır, şöyle demişti: «Allah, bizim taraftarlarımızın kalblerine korku salar, kayyumumuz ayakta durduğunda, hükümda­rımız zahir olduğunda, taraftarlarımızdan her biri aslandan daha cü­retli, kılıçtan da daha keskin olur. Bizim taraftarlarımız, Aziz ve Ce-lil olan Allah'a itaat eden ve ondan sakınanlardır, düşmanlıktan ve husumetten uzak durun. Çünkü düşmanlık ve husumet, kalbi ifsad eder, münafıklığı ortaya koyar: 'Ayetlerimizi çekişmeye dalanları gö­rünce başka bir bahse geçmelerine kadar onlardan yüz çevir." (ei-En'âm, 68.) İşte bunlar çekişen, tartışan ve husumet içinde bulunan kimseler­dir.»

Urve b. Abdullah dedi ki: Ebu Cafer'e, kılıcı süslemenin hükmü­nü sordum. O da: «Bunun bir sakıncası yoktur. Çünkü Ebu Bekir es-Sıddık da kılıcını süslemişti.» diye cevap yerdi. Ben de: «Sen Ebu Be­kir'e Sıddık mı dedin?» diye sorduğumda yerinden sıçrayıp kıbleye yöneldi, sonra şöyle dedi: «Evet Sıddık! Evet, Sıddık diyorum. Kim ona Sıddık demezse Allah, onun dünya ve ahirette sözünü tasdik et­mesin.»

Cabir el-Cu'fî, Ebu Cafer'in kendisine şöyle dediğini rivayet et­miştir:

«Ey Cabir, duyduğuma göre Irak'ta bir topluluk varmış, bunlar bizi sevdiklerini iddia ediyorlar ama Ebu Bekir ve Ömer'e düşmanlık edip onların aleyhinde konuşuyorlarmış ve bunu kendilerine benim emrettiğimi söylüyorlarmış. Onlara de ki: «Ben onların yaptıkların­dan Allah'a sığınırım ve onlarla bir alakam yoktur. Canım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, eğer ben yönetimin başına geçecek olursam onların kanlarını akıtarak Allah'a yaklaşırım. Ebu Bekir ile Ömer için istiğfarda bulunmaz ve onlara rahmet dilemez­sem, Rasûlullah'ın şefaatmdan yoksun kalayım. Allah düşmanları, Ebu Bekir'le Ömer'in faziletlerinden ve onların İslâm'da geçmiş hiz­metlerinden habersizdirler. Bunların yaptıklarıyla alakam olmadığı­nı kendilerine bildir ve Ebu Bekir ile Ömer'den uzak duran kimseler­den benim de uzak olduğumu kendilerine söyle. Çünkü Ebu Bekir ile Ömer'in faziletlerini bilmeyen kimse, sünneti bilmemiş olur.»

Ebu Cafer el-Bakır, şu ayet-i kerimeyi tefsir ederken şöyle demiş­tir:

«Sizin dostunuz ancak Allah, onun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren ve rükû eden mü'minlerdir.» (el-Mâide, 55.) "Bu mü'minler, Muhammed (s.a.v.)'in ashabıdır." Ben kendisine dedim ki: "Bu ayet-i kerimede evsafı belirtilen mü'minin Hz. Ali olduğunu söylüyorlar. Sen ne dersin?" Bana şu cevabı verdi: "Ali de Rasûlullah'ın ashabın-dandır."»

Abdullah b. Atâ dedi ki: «Alimlerin Ebu Cafer yanında küçüldük­leri kadar başka hiç kimse yanında küçüldüklerini görmedim. Hik­met sahibi kimseler, onun yanına gittiklerinde sanki o, onların öğret­meniydi. O benim gözümde çok büyük bir kardeşimdi. Onu gözümde büyüten yanı, dünyanın onun gözünde küçülme siy di.»

Cafer b. Muhammed dedi ki: Babam Ebu Cafer'in katırı kaybol­du. Babam: «Eğer Allah onu bana geri gönderirse ben Rabbime, razı olacağı hamdler ile hamdeder ve onu överim.» dedi. Çok geçmeden katırı eğeri ile kendisine geri geldi, üzerindeki eşyalardan hiçbir şey kaybolmamıştı. Kalkıp katıra bindi, üzerine oturunca elbisesini to­parladı ve başını semaya kaldırıp: «Elhamdülillah» dedi. Daha fazla birşey söylemedi. Kendisine bunun sebebini sorduklarında şu cevabı verdi: «Eksik bıraktığım birşey oldu mu ki? Hamdın tümünü Aziz ve Celil olan Allah'a ait kıldım.»

Abdullah b. Mübarek, Ebu Cafer el-Bakır'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Bir kimseye güzel ahlak ve merhamet verilirse, ona hayır ve ra­hatlık verilmiş olur. Dünyada durumu güzelleşir, ahirette de hoş olur. Ama bir kimse güzel ahlaktan ve merhametten yoksun bırakı­lırsa bu onun bütün şer ve belaya maruz kalmasına neden olur. An­cak Aziz ve Celil olan Allah'ın koruduğu kimse hariç.»

Ebu Cafer şöyle dedi: «Sizden biri elini kardeşinin cebine koyup istediği şeyi tam olarak alabilir mi? Alabiliyorsa ne âlâ. Aksi takdirde siz, iddia ettiğiniz gibi kardeş olamazsınız. Kardeşinin sana olan sev­gisinin derecesini sen kendi kalbinde ona beslediğin sevginin derecesi ile anlayabilirsin. Çünkü kalbler karşılıklıdır.»

Ebu Cafer, serçelerin ötüşlerini işitince: «Bunlar ne diyorlar, bili­yor musun?» diye sordu. Ben de, «Hayır» diye cevap verince şu karşı­lığı verdi: «Allah'ı teşbih ediyorlar ve ondan, kendilerine günlük rı-zıklarını vermesini istiyorlar.»

Ebu Cafer şöyle dedi: «Dilediğin ve sevdiğin sözleri söyleyerek Al­lah'a dua et, hoşuna gitmeyen bir durum meydana gelirse onun sev­diği ve istediği şeylerde kendisine muhalefet etme.»

Ebu Cafer şöyle dedi:

«Karın veya tenasül organının iffetinden daha faziletli ve daha üstün bir ibadet yoktur. Allah'ın en çok sevdiği şey, kendisinden di­lekte bulunmandır. Kaza ve belayı ancak dua defeder. Hayırların se­vabı en çabuk verileni, iyilik yapmaktır. Serlerin cezası en çabuk ve­rileni de, taşkınlık yapıp asi olmaktır. Kişiye ayıp olarak/kendi yapa­mayacağı şeyi başkalarına emretmesi, kendisinin uzak duramıyacağı şeylerden başkasını menetmesi, kendisini ilgilendirmeyen şeylerle meclisindeki arkadaşlarına eza vermesi yeter, bunlar, derli toplu söz­lerdir. Efradını cami, ağyarını manidir, yukarıdaki yasakları akıllı bir kimsenin yapmaması gerekir.»

Ebu Cafer şöyle dedi: «Kur'ân, Aziz ve Celil olan Allah'ın kelamı­dır, mahluk değildir.»

Ebu Cafer dedi ki: Adamın biri, Mekke'ye giderken Hz, Ömer'le yoldaş oldu. Sonra bu adam yolda vefat etti. Hz. Ömer durdu, onunla ilgilendi ve namazını kılıp onu defnetti. Hz. Ömer'in şu beyti okuma­dığı gün çok azdır:

«Daha aşağısını ve eksiğini umduğum bir iş başa ulaştı. Tamamını ümid ettiğim bir istense geri kaldım.»

Ebu Cafer şöyle dedi: «Allah'a yemin ederim ki, 1.000 abid ölmek-tense, bir âlimin Ölmesini şeytan daha çok arzular.»

Ebu Cafer dedi ki: «Bir kulun gözü yaşarırsa Allah, o kulun yüzü­nü Cehennem ateşinden korur, gözyaşları yanaklarının üzerine akar­sa yüzü tozlanıp zelil olmaz. Herşeyin belirli bir mükafatı vardır, an­cak gözyaşının mükafatı hariç. Cenâb-ı Allah, bir gözyaşı damlası karşılığında denizler kadar günahları affeder. Eğer bir kimse Al­lah'tan korkarak bir ümmet için ağlarsa, Allah o ümmete rahmet eder.»

Ebu Cafer dedi ki: «Zengin iken seni gözeten, fakir iken senden alakasını kesen kardeşin ne kötü kardeştir.»

Ben derim ki: Şu üç beyit, hikmeti ve dünyadaki zahidliği içer­mektedir, özellikle son kısmı daha mükemmeldir, şöyle ki:

«Dünya bazı kimseleri aldattı, onlar dönüşü olmayan bir yere va­rıp konakladılar.

Kişi birşeye kızarsa o şey değişmez, birşeye razı olunca da o şey değişir.

Daha eksiğini ve aşağısını umduğum bir iş başa ulaştı.

Tamamını elde edeceğimi umduğum bir işten de geri kaldım.» [20]

 



[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/452-453.

[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/453-494.

[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/494.

[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/494.

[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/494-495.

[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/495.

[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/495.

[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/495.

[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/495-497.

[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/497.

[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/497-498.

[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/498.

[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/498-499.

[14] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/499-500.

[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/500.

[16] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/500-501.

[17] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/501-505.

[18] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/505.

[19] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/506.

[20] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/507-511.