İSLÂMDA FIKHİ
MEZHEPLER TARİHİ
Sahâbîler Devrinde Fıkh'ın Kaynakları
İcma' Ve Sahabî Sözünün Delil Oluşu:
4- Müctehid İmamlar Devrinde Îctihad
Fıkhî Mezhebleri Olan Fırkalar
Mezhebler Arasındaki İhtilâf Ve Sebepleri
Kitab (Kur’an) Etrafındaki İhtilâflar
Sünnet (Hadîs) Üzerindeki İhtilâflar
Mezheplerarası İhtilâfın Tesirleri
Tekliflerde Maslahatların Dereceleri
Însan Gücünün Üstünde Teklif Yoktur
Kâmil (Mutlak) Îctîhad Ve İçtihadın Şartları
İctihadın Dereceleri Ve Müctehidlerin Tabakaları
5- İstidlal Sahibi Müctehidler
İftâ (Fetva Verme) Ve Müftî'de Aranan Şartlar
Aziz Okuyucu;
Allahu Teâla
hazretlerinin lûtfu ile, Peygamber Efendimizin ve onun güzide Ashabından sonra,
yüce dinimizi en iyi anlayan ve en güzel izah buyuran İlim, İman, cebret ve
şecaatleri dillerde ve gönüllerde eksilmeyen büyük Mezheb İmanılnrımızın ilmi
dehâlarını ve mezheblerini anlatan bu değerli kitabın 2. baskısını sizlere
sunmanın bahtiyarlığı içindeyiz.
Bu eserde; bu büyük
insanların, engin ahkâm bilgileriyle, Allanın ve onun Resulünün emirlerini en
ince teferruatına kadar nasıl inceledikleri. Şeriat deryasının uçsuz bucaksız
köşelerini keşfedip insanlığın hizmetine
nasıl sundukları
anlatılmıştır.
Onların çalışmaları
sırasında ne gibi güçlüklerle karşılaştıkları, gadre uğratılıp hatta işkence
görmeleri, fakat asla yılmamaları, muarızlarına hiç bir zaman taviz vermemeleri
izah edilmiştir.
Böylece çağımızın
büyük inceleme kitaplarından biri ortaya çıkmış, bütün müslümanların, bu büyük
din İmamlarının hayatları hakkında daha
kolay bilgi edinmeleri
sağlanmıştır.
İçinde bulunduğumuz bu
asırda tercümesini sunduğumuz bu eseri kaleme alan büyük üstad, Muhammed Ebu
Zehra'dır. Hayatım İslâmî İlimlere vakfeden çağımızın büyük İslâm Hukuku
Profesörlerinden bu kıymetli insanın 1974 yılında aramızdan ebediyen
ayrıldığını büyük bir üzüntü ile öğrenmiş bulunuyoruz, kendisine Allah'dan
rahmet dileriz.
Eserin tercümesini,
Ankara Üniversitesi İlâhiyyat Faküitesi'nin muhterem Hocalarından Dr,
Abdülkadir Şener yapmıştır. Kısa bir zamanda birinci baskısı tükenen bu kitabı
ikinci baskıya hazırlanması sırasında titizlikle gözden geçiren mütercime
teşekkürlerimizi arzederiz.
Okuyucumuza böyle bir
eseri 'kinci defa takdim etmeyi yayınevimize müyesser kılan Allaha hamdeder; Bu
türiü lûtf ve ihsanlarını daim etmesini niyaz eyleriz.
Tevfîk Allahtandır.
HİSAR YAYINEVİ[1]
Tercemesini sunduğumuz
bu eser, Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi İslâm Hukuku Profesörü Muhammed
Ebû Zehra (1898 - 1974) tarafından kaleme alınmış ve Kahire'de Muhaymir
Matbaasında (Darû'1-Fikr neşri, tarih yok) basılmıştır. Eserin Arapça metni iki
cilt halinde olup birinci cildi, siyasî ve itikadî mezhebler tarihine tahsis
edilmiştir. Biz, sadece branşımızla ilgili olan ikinci cildi (İslâmda Fıkhı
Mezhebler Tarihini) dİlimize çevirmekle yetindik.[2]
Önsözünden de
anlaşılacağı gibi eserde ictihad, fetva ve mez-heblerin doğuşu hakkında uzun
bir GİRÎŞ'ten sonra kronolojik sıraya göre:
tmam Zeyd ve Mezhebi,
îmam Cafer ve Mezhebi, tmam Ebû Hanife ve Mezhebi, İmam Mâlik ve Mezhebi, îmam
Şafii ve Mezhebi, İmam.Ahmed b. Hanbel ve Mezhebi, Dâvûd ez-Zâhiri, İbni Hazm
ve Zahiri Mezhebi, îbni Teymiyye ve Görüşleri, açık ve İlim adamına yakışan
tarafsız bir dille anlatılmıştır.
İslâm Hukuk Tarihinin
ilk ve önemli devirlerini içine alan bu eser, müslümanlarm körü körüne mezheb
tartışmalarına girişerek, gelişi güzel birbirini itham etmemesi, belli başlı
fıkıh mezheblerinin gerçek yönünü tanıması, bu nıezheblerin İmamlarının düşünce
ve görüşlerini doğru olarak öğrenmesi için yazılmıştır.
Gazete sütunlarından
kahvehane köşelerine, köy odalarından Üniversite çevrelerine kadar mezheb
tartışmaları yapılan memleketimizde de aydınlatıcı, müslümanlan birbirine
yaklaştırıcı ve bu gibi tartışmaların ilmî bir zemin üzerinde yapılmasını
sağlayıcı böyle eserlere duyulan ihtiyaç daha az değildir. îşte bir dereceye kadar
bu ihtiyaca karşılık vereceğini düşünerek, bu eseri, Arapçadan Türkçemize
çevirmede fayda umduk.
Yazarın önsözünde
mezheb İmamları kronolojik sıraya göre zikredildiği halde, İmam Zeyd ve İmam
Ca'fer bölümleri kitabın sonuna konmuştur. Biz fikirlerin tarihi bakımdan
birbirine olan bağ ve insicamını bozmamak için, İmam Zeyd ile İmam Ca'fer
bölümlerini kronolojik sıraya koyduk. Ayrıca metinde yaptığımız bu değişikliği,
hayatta iken rahmetli müellife bildirip muvafakatim aldık.
Eserin tercemesini
daktilo etmek, baskı hatalarını düzeltmek ve terceme sırasında yardımcı olmak
suretiyle değerli emeklerini esir-genıiyen Ankara İmam - Hatip Okulu Meslek
Dersleri Öğretmeni ar kadaşım İsmet Şimşek”e, sözümü bitirirken teşekkürü
zevkli bir borç bilirim.
Gayret bizden, basan
Allah'tandır.
29.5.1978 Abdulkadir
ŞENER[3]
Verdiğin nimetler için
övgü ve şükür sanadır, Allahım. Başarılı kıldığın için lütuf senindir. Sana
yakarır, sana koşarız. Yaptığımız her iyilik senin yardımınla ve senin
lutfunladir. İyilikten başka yaptığımız her şey, ancak kendimize ait ve
tedbirsizliğimizin eseridir. Sen, her iki halde de bize karşı merhametlisin.
Bağışlayıcı ve yarlıgayıcı sensin!
Alemlere rahmet olarak
gönderdiğin Peygamber'e salât ve selâm eyleriz. O'nun izinden giden sapmaz.
O'nun hidayet nişanesi olan âl ve ashabına ve onların yoluna gerçekten uyanlara
kıyamete kadar salât ve selâm olsun!
Allah, İslâm'ın sekiz
büyük İmamı hakkında birer ciltlik sekiz eser yazmaya beni mavaffak Jnldı. İşte
îslâm ilmini yayan, ilmî me-saileriyle, büyük bir titizlik ve derin bir
anlayışla ictihadlarda bulunan bu İmamların yolunu, uzak-yakın bütün İslâm
ülkelerinde yığın yığın müslüman kitleleri takip etmiş ve etmektedir.
Bu sekiz İmam,
kronolojik sıraya göre şunlardır:
1 — Zeyd b.
Ali Zeynelâbidin (80-122 H.)
2 — Ebu
Abdillah Cafer .es-Sadık b. Muhammed Bakır (80-148 H.).
3 — Ebu
Hanife Numan b. Sabit (80-150 H.)
4 — Mâlik b.
Enes (98-178 H.).
5 — Muhamed
b. Idris eş-Şafiî (150-204 H.).
6 — Ahmed b.
Hanbel (161 - 241 H.),
7 — İbn-i
Hazm el-Endelüsî (384 - 456 H.).
8 —
Takıyyüddin b. Temiyye (661-728 H.).
Bu sekiz kitap,
kendisini İslâm Hukuku'na vermiş ihtisas sahiplerinden başka okuyuculara ağır
gelmektedir. Bunun içindir ki bir çokları, benden bu kitapların daha kolay
okunacak ve genel kültür sahibi olmak isteyenlerin de yararlanmasını sağlayacak
bir duruma gelmesi için onları biraz kısaltmamı, bununla beraber ihtisas sahiplerinin
de, bütün istediklerini bulamasalar bile, hiç olmazsa faydalanacakları ve her okuyucunun
seviyesini aşmayacak, ihtisas sahiplerinin zevkini bozmayacak, büyüklerin
küçümsemeyeceği ve az çok İslâm kültürüne sahip olan gençlerin anlamakta zorluk
çekmeyeceği bir şekle koymamı istediler.
Ben de onların bu
isteklerini yerine getirmek zorunda kaldım. Çünkü, böylece bu eserlerin faydası
umumileşmiş olacaktır. Ayrıca ihtisas sahibi olmayanlar da seleflerinin üstün
çalışmalarını ve onların Fıkıh denizine dalışlarını; ellerinde Kur'an, Sünnet
ve Sahabîlerin Fıkhından, mücehhez oldukları anlayış silâhından, yollarını aydınlatan
ihlâstan, kendilerini şeytan ve nefsi "arzulara, sapıklığa karşı koruyan
züht ve takva zırhından başka imkânları bulunmadığı halde, ne derecede verimli
bir gayretle Kur'an, Sünnet ve Sahabiler'in Fıkhı gibi İslâm'ın ilk
kaynaklarından faydalanarak, İslâm Hukuku'nun temelini sağlam bir şekilde nasıl
tesis ettiklerini göre çeklerdir.
Onlar, İslâmî
hakikatlara nüfuz etmekte öyle keskin bir görüşe sahip idiler ki bununla
istediklerinden uzaklaşarak, hedeflerinden başka bir yöne gitmiyorlar ve
basiretlerini aydınlatan ihlâsları sayesinde gerçekleri hakkiyle kavrıyorlardı.
Çünkü ihlâs, gönlün feneri ve akim rehberidir.
Zaman zaman bir kısım
dergilerde bu İmamlar hakkında kısa makalelerim, diğer bir kısım dergilerde de
daha uzun incelemelerim yayınlandı.
Bu eserde adı geçen
sekiz İmamı ve onların mezheplerini, fazla teferruata girmeksizin, ele alıp
inceledik.
Bu İmamlardan ikisi
(Zeyd ve Cafer es-Sadık) Şia İmamları olup Peygamber (S. A.)'in Ehl-i Beyti'ne
mensupturlar. Fazilet ve şöhretleri herkesçe bilinmektedir. Bazı din
kardeşlerimizin bunları aşırı derecede kutsallaştırmaları, onların şerefini
aşağı düşürmez. Fakat bu durum karşısında bizim, müslümanİarın kalplerini
birleştirmeye vesile olacak bir şekilde bu iki İmamın hal.tercemelerini yazıp
mezheplerini inceleyerek bunlarla ilgili yanlış kanaatleri gidermemiz
gerekmektedir.
Bu ünlü fıkıh
İmamlarını ve onların mezheplerini geniş bir şekilde öğrenmek isteyenler o
sekiz ciltlik eserimizi, özet halinde öğrenmek isteyenler de bu kitabımızı
okuyabilirler.
Nefsimizin gururundan
bizi koruması için Allah'a sığınır, bizi yazdığımız, söylediğimiz ve yaptığımız
her şeyde başarılı kılmasını ve bize doğru yolu göstermesini O'nun yüce
kereminden niyaz eyleriz.
Muhammed EBU ZEHRA[4]
İslâm Hukuku'nun ilk
kaynağı Kur'an ve Sünnet'ten alınan nass'lardır.. Kur'an, İslâm Hukukunun
anayasasını teşkil eder; bir kısım teferruatla ilgilenmez. Sünnet ise, bu
teferruatı açıklar ve bunların büyük bir kısmını beyan eder; yeni olaylar karşısında
insanlara ışık tutar ve Kur'an nass'larına uygun olarak hukukun gelişmesini
sağlayacak ana prensipleri kor. İslâm Hukuku'nda Kur'an'la Sünnet'i tamamen
birbirinden ayırmak imkânsızdır. Çünkü bunlar, İslâm Hukuku'nun temeli ve ana
kaynağıdır. İslâm, uyulması gereken bir dindir. Sadece âkla ve insan
tecrübesine dayanmaz. O, semavi ve ebedi bir dindir. Dünya durdukça ve
insanlar var oldukça bu din yaşayacaktır.
Dinin ilk başvuracağı
kaynak daima akıldır. İslâm dini de bütün meselelerinde akıl ile ahenk
halindedir. Hattâ bir bedevi şöyle demiştir : «Muhammed neyi yap dediyse, akıl
onu yapma demiyor; tersine, Muhammed neyi yapma dediyse, yine akıl, onu yap
demiyor.» Bu, selim fıtratın hükmüdür.
Dinde asıl olan
nakildir. İslâmiyet de, bir din olarak, elbette temelinde nakle dayanır.
Şüphesiz ki nakle dayanan din hükümlerini anlayıp ortaya koymakta aklın görevi
büyüktür. Akıl bu sahada düşünürken iki türlü davranışta bulunur:
1 — Dinî
nass'ların maksat ve amaçlarını kavrar. Her nassın ifade ettiği hükmün
inceliğini bilir. Aynı durumlarda o hükmün tatbik edilmesini sağlayacak gerçek
sebebleri (illetleri) tespit eder. Daha sonra çeşitli hükümlerden çıkardığı
sebebler (illetler) in toplamından dînî emirlerin maksatlarını idrak eder.
îşte bunların hepsi insan fikrinin işleme alanına girer.
2 — Hakkında
nass bulunmayan olaylarda, mevcut nass'lara dayanarak hükümler çıkarır. Çünkü
olaylar sonsuzca meydana gelir. Mevcut nass'lar ise mahduttur. O halde mevcut
nass'larm ışığı.altında hakkında nass bulunmayan hususlara dair hükümler
çıkarmak bir zarurettir. Bu noktada, akim her iki işleme alanı birleşmiş olur.
İslâm Hukuk
Ekolleri'nin metodları değişebilir; fakat hepsi de nass'lann gölgesine
sığınmaktadır ve bu nass'larm otoritesini bir yana bırakıp sınırlarını aşamaz.
İslâm hukukçularından bir kısmı, sadece nass'lann ifade ettiği hükümlerle
hakkında nass bulunmayan olaylar arasmda kıyasta bulunmakla yetinmiştir.
Hukukçunun nass'-lardan çıkardığı sebeblere «İlletler» denir. O bunları,
hakkında nass bulunmayan olaylara tatbik eder. Böylece nass'ların illetini
kavrayarak, hakkında nass bulunmayan hâdiseye onların tatbik edilmeye
elverişli olup olmadığını inceler. İşte buna «Kıyas Metodu» denir.
İslâm hukukçularından
bir kısmı bu kıyası almakla beraber dînî hükümlerin genel amaçlarını (ki
bunlar insan maslahatlarıdır...) tespit etmiş, şer'î hükümlerin gayesine uygun
olan. maslahat yönünü tutmuştur. Burada, özel bir güçlüğü kaldırmak esası
mevcuttur.
Bazıları da nass
olmayan yerde aklı hakem kılmıştır; akıl da, aslında bizzat maslahata
dayanmaktadır.
O halde şer'i
hükümleri bilmek için ictihad şarttır. İçtihadın alanı ise yukarıda işaret
ettiğimiz aklın iki düşünme sahasıdır. îctiha-dm bu ikisinin üstünde bir işleme
alanı daha vardır; o da, nass'lann lâfızlarından mânâlarını kavramak, onlardan
hükümleri çıkarmaktır. Çünkü her müslüman nass'lardan hükümler çıkaramaz.
Do-layısiyle buhlan çıkarmak için sabit kaidelerin bulunması gerekir. Bu
kaideleri Peygamber'den İlim alanlar daha iyi kavrarlar; çünkü onlar, Peygamber
ile beraber yaşamışlar ve bu bakımdan seviyeleri yüksektir. Hz, Ömer, Ali, Ebu
Bekr, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve
Sahabilerin diğer bilginleri bunlardandır. ,
Bundan başka, her
müslüman, Kur'an ve Hadis nass'larını tamamen bilemez ve bu yüzden de ilme ve
delile dayanarak fetva veremez. Bu itibarla içtihadın yeni olduğu sahabiler
devrinde İslâm âleminin birden bire genişlemesiyle birçok hâdiseler içtihada
şiddetle lüzum göstermiş, dolayısiyle nıüctehidler ve onlara uyan birçok
kimseler bulunmuştur. Sahabîler arasmda fetva veren, fetva soran kimseler pek
çoktur.
İslâm Hukuku'nda
ictihad dört devreye ayrılır :
1 —
Peygamber devrindeki ictihad,
2 —
Sahabîler devrindeki ictihad,
3 — Tabiîn
devrindeki ictihad,
4 — Müctehid
İmamlar devrindeki ictihad.[5]
Peygamber (S.A.)'in
asrında ictihad vardı. Fakat sınırlan çok dardı. Çünkü vahiy devam ettiği için
içtihada geniş çapta lüzum yoktu. Sahabîler bu devirde Peygamberden uzak
olduklan zaman ictihadlarda bulunuyorlardı. Meselâ; Amr Îbnü.'1-Âs'ın da
bulunduğu sefere çıkmış olan bir müfrezede bir kısım sahabîlerin gusül etmesi
gerekmişti. Su çok soğuktu, kullanılması imkânsızdı. Suyu ısıtma imkânını da
bulamamışlardı. Bunun üzerine teyemmüm ederek na-mazlannı kıldılar. Müfrezede
bulunanlardan bir kısmı teyemmümle namazlarını kıldıkları halde gusletme
imkânına kavuştuktan sonra namazlanm iade ettiler. Bazıları da iade etmediler.
Peygamber .(S.A.) bu içtihadın her ikisini de kabul etti. Gerçekten netice
değişmiyordu. İkinci gurup ihtiyat bakımından namazlarını iade etmişti. Halbuki
burada ihtiyatı gerektiren bir şey yoktu. Fakat Peygamber (S.A.) onların
gösterdiği takvayı doğru buldu. Birinci gurubu tasdik etmesi ise namazın
iadesine lüzum olmadığını göstermektedir.
Peygamber (S.A.) de
ictihad'da bulunurdu. Bazı kimseler dîni hususlarda O'na sual sorup fetva
alıyorlardı. Bazıları günlük hayatla ilgili, aile, toplum veya çeşitli sosyal
münasebetler sebebiyle Peygamber (S.A.)'den fetva istiyorlardı. O da, Kur'an
ile yahut kendisine gelen herhangi bir vahiy ile veya ictihad'da bulunmak
suretiyle bunlara fetvalar veriyordu.
Peygamberin
içtihadında hatâ. bulunacak olursa Allah O'nun hatâsını vahiy yoluyla
düzeltiyor ve hakikati bildiriyordu. Nitekim Bedir esirleri hakkında Peygamber
(S.A.), Sahabîleri ile müşaverede bulunmuştu. Sahabîlerden bazıları kayıtsız
şartsız serbest bırakılmalannı, bazıları da hepsinin öldürülmesini teklif
ettiler. Peygamber (S.A.) ise, bu iki görüşün dışında fidye mukabili esirlerin
ailelerine dönmeleri fikrini ileri sürdü. Bu durumda Allah Teâla, savaş devam
ettiği müddetçe esirlerin fidye mukabili bırakılmayacaklannı bildirdi. Savaş
ise, Bedir'den sonra da Mekke müşrikleriyle müslümanlar arasında devam etmekte
idi. Bu savaş, ancak hicretin sekizinci yılında Mekke'nin fethinden sonra
nihayete ermiştir. Bu hususta Cenabı Allah şöyle buyurur: «Hiç bir peygamberin
yer yüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması vâki olmamış
tır. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah Ahireti istiyor, Allah
azizdir, hakimdir. Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasa idi aldığınız
(fidye)'de size herhalde büyük bir azap dokunurdu Artık elde ettiğiniz
ganimetten helâl - hoş olarak yeyin. Allah'tar korkun. Şüphesiz ki Allah çok
yarhgayıcı, çok esirgeyicidir. Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: Eğer
Allah'ın ezelî ilmine göre yüreklerinizde bir hayır varsa O, size sizden
alınandan daha hayırlısını verir ve sizi yarhgar. Allah çok yarhgayici, çok
esirgeyicidir.»[6]
Burada şöyle bir sual
sorulabilir: Niçin Allah, Peygamber'e hakikati ilk önce vahiy yoluyla
bildirmedi de O'nu hatâ ettikten sonra uyardı? Buna şöyle cevap verebiliriz:
Allah, insanların kendi gö: rüşlerine güvenerek onları değişmez gerçekler
saymamalarını ve hakikati tam olarak Allah'ın bileceğine, Peygamber gibi
yüksek bir şahsiyetin dahi yanılabileceğine inanmalarını göstermek istemiştir.
Peygamber'in hatâsı
Allah tarafından düzeltilmeden bırakılmaz. Hele bu hatâ, teşri' (yasama)
hususunda, başka bir deyişle, şeriatın prensipleriyle ilgili olursa; esirler
hakkındaki biraz önce zikredilen hükümler gibi.
İslâm Hukukçularından
bazıları burada ileri giderek, Peygamber'in içtihadıyla olan bir hükme uymak
gerekmez, diyorlar. Biz de diyoruz ki, bu çok ağır bir sözdür ve gerçeğe hiç
uymamaktadır. Çünkü Peygamber (S.A.)'in şer'î prensipleri beyanında hatâ
olmaz. O, emri Rabbından almaktadır. O halde vahiyle olsun ictihadla olsun,
Peygamber insanlara yanlış olarak nasıl tebliğde bulunabilir. Zira onun
içtihadında bir yanlışlık olacak olursa, Allah, kendisini bir vahiyle ikaz
eder.
Bazan şer'i hüküm ve
prensiplerin dışında dünyevi bir şey hakkında Peygamber hatâ edebilir. Meselâ;
Peygamber, Bedir savaşına hazırlanırken uygun olrmyan bir yeri ordugâh yapmak
istedi. Bazı sahabîler kendisine iyi bir yeri ordugâh yapmasını söylediler.
Şüphesiz bu hatâ, dîni bir prensip meselesi değildir, savaşla ilgili bir
meseledir. Bu hususta istişare etmek uygun olur. Peygamber de bu türlü
konularda sahabîîerle istişarede bulunurdu.
Dişi hurma ağacının
çiçeklerine erkek hurmanın tohumlarından sun'î bir şekilde aşılanması hususunda
bir kısım sahabiler Hz. Peygamber'e başvurdular; O da, aşılamamalarını
söyledi. Bunun üzeri ne o yıl hurma bol ürün vermedi. Bu vesîle ile birisi
Peygamber'e başvurarak durumu anlattı. Peygamber Efendimiz de, «Siz dünya işlerini
daha iyi bilirsiniz» buyurdu.
Birtakım sapık
kimseler, bu hadîs'i çığrmdan çıkarıp şer'î hükümlerin hepsini iptal edecek
kadar ileri gittiler. Bu kimseler, Kur'-an'ın ve Paygamber (S.A.)'in
emirlerini, şer'î prensipleri, hurma çiçeklerinin aşılanması mesabesinde
görerek san'at, ziraat, iktisat içtimaî ve ailevî dünya meseleleri hakkında
insanların daha iyi bii bilgi sahibi olacaklarını ve aynı zamanda, Kur'an ve Sünnetin
nass'-larma aykırı bile olsa, istedikleri gibi hükümler koymaya, haramı helâl,
helâli haram yapmaya yetkili sayılacaklarını iddia ettiler.
Böyle bir anlayış,
Allah ve Resulüne iftira etmek demektir. Onlar, Allah'ın şu sözünü
unutuyorlar: «Dillerinizin yalan yere va-sıflandırageldiği şeyler için şu
helâldin bu haramdır demeyin. Çünkü Allah'a iftira etmiş olursunuz».[7]
Yukarıdaki hadîs-i
şerif san'at, ziraat gibi hususlarla ilgilidir Onlar, Peygamber (S.A.)'in
ziraat, ticaret, camcılık, dericilik, doku macılık ve buna benzer çeşitli sanat
kollarında derinliğine bilgi sahibi olduğunu mu sanıyorlar? Eğer böyle
düşünüyorlarsa son derece de yanılıyorlar. Semavî bir din getiren Allah elçisi
ile bir teknisyeni veya taciri birbirine karıştırıyorlar. Bunlar bu sakîm
görüşlerinden kurtulabilmek için yukarıdaki hadis-i şerifin ne için varit
olduğunu bilmek zorundadırlar. Bu hadîsin konusu ise, hurma ağacını aşılamak
gibi sanat ve ziraatla ilgilidir. Elbette Allah'ın elçisi ve O"nun
getirdiği şeriat, bu gibi sakat anlayışların üstündedir.
Peygamber (S.A.), iki
hasım arasında hüküm verdiği zaman bazen yamlabileceğini düşünürdü. Bunun
içindir ki bir hadisinde şöyle buyurmuştur: «Siz bana muhakeme edilmek için
geliyorsunuz belki bazınız delil getirme bakımından diğerinden daha zayıf ola
bilir. Bir kimse kardeşinin hakkını koparıp alırsa, ona ateşten bir parça
verilmiş olur.» Peygamber'in böyle düşünmesi teşri' olmayıp hüküm verme (kaza)
meselesidir. Bu ise, İslâm dininin getirdiği prensipleri tatbik etmektir, tatbik
ile teşri' arasında büyük bir fark vardır. Peygamber (A.S.), tatbik ederken,
delilleri dinleyerek bir insan gibi hareket etmektedir. Vahyi Allah'tan.alıp
insanlara tebliğ ederken de, bir peygamberdir. Bu ikisi arasındaki fark çok
büyüktür.
İslâm hukukunun
mantığından ayrı bir mantığa sahip olan Avrupa kanunları ile uğraşan bazı
hukukçular şöyle bir itirazda bulunabilirler : Yargılama (kaza) prensipleri,
bazan uyulması gereken bir kanun mahiyetini alır; meselâ Temyiz Mahkemelerinin
kararları kanun yerine geçer. Bunlara şöyle cevap verebiliriz: Sizin söz
konusu ettiğiniz kanunlar insanlar tarafından konulmaktadır. Temyiz
mahkemelerinin kararları ise, bu kanunların tefsiri mahiyetinde olup bir yasama
(teşri') değil, özel halleri izahtan ibarettir. Bu kararlarda hatâ ihtimali
olduğu gibi bu kanunların uygulanmasında dahi hata bulunabilir. Hâkimlerden
yanlış hüküm verenler bulunduğu için bu hükümleri bozacak yüksek mahkemelerin
bulunması tabiîdir. Hülâsa, mahkemelerin verdiği isabetsiz hükümleri düzelimek,
teşri' sayılmayıp bir tatbikten ibarettir. Bu dahi bazen hatalı olabilir.
Peygamber (S.A.)'in
her hangi bir yargılama (kaza) sırasında yanıldığını bilmiyoruz. Çünkü O, son
derecede doğru ve âdil. olduğu gibi, kendi tebliğ eylediği dini de çok iyi biliyordu.
Allah O'na öyle keskin bir görüş vermişti ki, davacıların O'nu atlatması imkânsızdı;
Peygamber'in kendisinin yamlabileceğini düşünmesi, kendinden sonra gelecek
hâkimlerin çok dikkatli olmaları için bir uyarmadır. Çünkü Peygamber (S.A.)
biliyordu ki insanlar, dünyada hâkimin pençesinden kuvvetli bir müdafaa ve
bâtıl deliller sayesinde kurtulabilirler. Fakat, Âhirette Allah'ın adaletinden
kaçamazlar. O halde insanlar dâvalarında Allah'tan korkmalı, dâvanın müdafaa ve
delil getirme yarışması olmadığını, onun hakkı aramak olduğunu bilmelidirler.
Hakkından başkasını isteyenler, bâtıl yollarla başkalarının hakkını yemek
istemektedirler. îsterse onlar bu fiillerini hâkimlerin hükmü ile süslemiş
olsunlar.
Kısaca diyebiliriz ki;
Peygamber (S.A.)'in Allah'ın emirlerini beyan ederken yaptığı ictihadlarda
hatâsı olmaz. Şayet bir hatâsı, olursa, Allah, O'nu derhal vahiy yoluyla
uyarır. Sanat, ziraat, ticaret gibi dünya işlerinde hatâ etmesi imkânsız birşey
değildir. Çünkü peygamberlik görevi bunlar değildir. Peygamberlik, şeriatı
tebliğdir. Yargılama (kaza) esnasında yanılmasını düşünmesi bir ihtimalden
ibarettir. Muhakeme ederken yanılması mümkün olduğu halde O'nun yanıldığına
dair elimizde hiç bir delil yoktur.[8]
Peygamber (S.Â.),
irtihal etmeden önce peygamberlik görevini en üstün şekilde yerine getirdi ve
Rabbinin emirlerini hakkı ile tebliğ etti. Bu hususta Allah şöyle buyurur:
«Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din
olarak size İslâm’ı seçtim.»[9]
Bizans'ın Suriye
valisinin, tebaasından müslüman olanları öldürmesi dolayısıyla Peygamber
(S.A.), îslâm ordularını Şam üzerine yolluyordu. Çünkü yeni dine mansup
olanları korumak ve onları müslüman oldukları için işkenceye uğratmamak zaruri
idi.
Peygamber (S.A.) Iran
İmparatoru (Kisra)'na İslâmiyeti tebliğ etmek üzere elçi gönderdiği zaman Kisrâ
buna, Peygamber (S.A.)'i öldürecek birini yola çıkarmakla cevap verdi. Fakat
Allah onu, niyetini gerçekleştirmeden helak etti. Böyle bir durumda tecavüzü
aynı şekilde karşılamak gerekiyordu. Peygamber (S.A.)'in, insanları hakka
çağırmasına engel olacak şeylere karşı koyması ve hakkı duyurmasını önleyecek
her engeli yok etmesi gerekiyordu.
Bunun içindir ki,
Peygamber (S.A.)'in irtihalinden sonra, müslümanlar, îran ve Bizans ülkelerine
akınlara başladılar. Bu ülkeleri fethedip halkını hakka ve doğru yola
çıkardılar. Müslümanları hiçbir hükümdar ve kuvvet köleleştirmedi. Bu ülkelerin
imparatorları, müslümanlığın yurtlarına girmemesi için direndiler. Müslümanlık,
tebaalarına ulaşmasın diye surlar yaptırdılar. Fakat, İslâmın çağrısı
yayılacaktı. Bu çağrı bütün milletlere ulaşacaktı. Ona engel olan surların
yıkılması gerekiyordu. Bu ise zaruri bir savaşa yol açıyordu.
Burada dini bir
zorlama (ikrah) için savaş yapıldığı sanılmamalıdır. Çünkü bu imparatorlar,
insanları İslâm dâvetine karşı'engelliyorlardı. Bilhassa İslâm çağrısı;
onların halkı kendilerine taptırmaları, hak olsun bâtıl olsun, halkın
kendilerine uymalarını istemeleri ile bağdaşmıyordu. Çünkü yeni din, «Hâlıkâ
isyanda mahlûka itaat "edilmez» diyordu.
Bu din, insanları
eşitliğe çağırıyor ve onların hepsinin Âdem'den olduğunu, Âdem'in ise topraktan
yaratıldığım ifade ediyordu. O halde İslâm'ın savaşı, dini bir zorlama için
değildi. O, ruhları, zâlim kralların köleliğinden, akılları bu kralları
kutsallaştıran sapık düşüncelerden kurtarmak için yapılıyordu. Veya
diyebiliriz ki, bu savaş, din hürriyetini korumak içindi; bu hürriyeti yok
etmek için değildi. Bu savaşın dini bir zorlama için yapılmadığının delili,
İslâm de veti, gölgesinde birçok gayri müslimlerin haklarına tam olarak riayet
ediyor, din hürriyetlerine katiyen dokunmuyordu. Hattâ din bilginleri
(îakihler) «gayri müsümleri dinleri ile başbaşa bırakmakla emrolunduk»
prensibini kabul etmişlerdi.Bu, gayri müslimlere yapılan iyi muamelenin tam bir
ifadesidir.'Gayri müslimlere, müslümanlar «zimmi» adını veriyorlardı. Çünkü
onlar, Allah'ın elçisinin zimmetinde idiler-, çünkü Peygamber (S.A.), onlara
kötülük edilmesini yasaklayarak şöyle buyurmuştu : «Bir zimmiye kötülük edenin
kıyamet günü hasmı benim.»
İslâm fetihlerinin
ötesinde arap olmayan milletlerin, araplann safında yer aldığı bir gerçektir.
Onlar isteyerek zorlanmadan İslâmiyeti kabul etmişlerdir. Çünkü Allah: «Dinde
ikrah yoktur»[10] ve «Sen îman etsinler
diye insanları zorlayıp duracak, mısın»[11]
buyurmaktadır. Veya onlar müslümanlarla aralarında zimmet akdetmişler,
müslümanlar onların, onlar müslüm anların haklarına karşılıklı olarak riayet
göstermişlerdir. Sahabîler asrında îran, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika
fethedilmiş, müslümanlann idaresine, çok eski medeniyetlere mensup mîlletler
girmişti, tslâm medeniyeti, çeşitli milletlerin medeni mirasları ile karışmaya
başlamıştı. Dolayısiyle toplum hayatında Peygamber (S.A.) devrinde olmayan
hâdiselerle karşılaşılmış, hayat çeşitli dallara ayrılmıştı. Bu durum
karşısında İslâm bilginlerinin yararlı ve uygun olan hususları inceleme,
araştırma, düşünme ve ictihad'da bulunma cihetine yönelmeleri bir zaruretti.
Bu itibarla büyük sahabîlerin
ictihad'da bulunması, Peygamber (S.A.)'in söz ve hareketleriyle yalandan ilgili
olanların yeni meseleleri halletmesi gerekiyordu. Onlar, yeni meseleler
karşısında ictihadlarda bulundular ve Allah'ın hükmünü açıkladılar. Çünkü Allah'ın
dini bütün asırlara şâmildi. Allah, Kur'an'da; «İnsan başıboş bırakıldığını mı
sanıyor?»[12] buyurduğundan insan,
hayatta başıboş ve istediği herşeyi, bir hükme bağlamaksızm yapma durumunda değildir.
Sahabîlerin bilginleri
ictihad hususunda bir metod ortaya koydular; onlar, yeni bir hâdise karşısında
ihtilâfa düşerlerse Kur'an'a başvuruyorlar, bu meseleyi açıklayan bir âyet
bulurlarsa onun üzerinde birleşiyorlardı.
Buna şöyle bir misal
verebiliriz: Irak ve İran toprakları fethedilince sahabîler, bu arazinin fethe
iştirak eden askerlere dağıtımında ihtilâfa düştüler; Hz. Ömer, devletin reisi
ve mü'minlerin emîri olarak araziyi askerlere taksimden kaçındı. Çünkü O,
görüyordu ki bu arazi, Allah'ın, «Biliniz ki ganimet olarak elde ettiğiniz
şeylerin beştebiri Allah'ın, Peygamberin, O'nun yakınlarının, yetimlerin,
düşkünlerin ve yolda kalanların hakkıdır.»[13]
âyetinin içine girmiyordu. Bu âyette kasdedilen ganimet menkul inalları ifade
ediyordu, toprak ise gayri menkul olduğu için fethedilir, fakat ganimet olmazdı.
Öte yandan ülke ve sınırların korunması için gelire ihtiyaç vardı. Bu da,
arazinin fethedenlere dağıtımıyla olmaz, arazi sahipleri gayri müslimlerden
«cizye» almakla sağlanabilirdi. Fakat savaşçılar, Hz. Ömer'e uymadılar ve
münakaşa üç gün sürdü. Üçüncü gün Hz. Ömer, Kur'an'da gördüğü şu âyeti onlara
okudu: «Allah'ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey'
(ganimet) Allah'a, Peygamberine, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve
yolda kalanlara aittir. Bu da o malın, sizin içinizdeki zenginlerin arasında
dolaşan bir mal (sermaye) olmaması içindir... Allah'ın azabı şiddetlidir.»[14]
Hz. Ömer, bu Kur'an
nassını okuyunca hepsi O'nun emrine uymak zorunda kaldı.
Sahabîler, Kur'an'da
bir nass bulamayınca Sünnete başvuruyorlar ve ondan gereken hükmü alıyorlardı.
Emirü'l-müminin meseleyi arkadaşlarına açıyor; bu hususta herhangi bir hadis
bilen onu serdediyor ve meseleyi böylece hallediyorlardı.
Meselâ; Bir gün bir
anneanne (nine), Hz. Ebu Bekr'e geldi ve ölmüş olan kızının oğlundan miras istedi.
Ebu Bekr(R.A,) de.Kur'-an'cla bu hususla ilgili bir âyet bilmediğini söyledi.
Sonra sahâbile-re dönerek, Peygamber (S.A.)'in, böyle bir meselede verdiği
hükmü. içinizden bilen var mı? dedi. Mugîre b, Şu'be, Peygamber (S.A.) .
Efendimizin nineye altıdabir hisse tanıdığını hatırlıyorum, dedi. Hz. Ebu Bekr,
bu durumu başka bilen var mı? diye sordu. Başka bir sa-habinin buna tanıklık
etmesi üzerine bu nineye altıdabir (1/6) miras hakkı tanıdı. Daha sonra Hz.
Ömer (R.A.) devrinde baba-anne ' gelip hissesini istedi. Ömer de, «Kur'an'da.
sana ayrı bir hisse tanındığım bilmiyorum, bu aitıdabir (1/6) hisse
ikinizindir.» dedi.
Sahabîler, Kitab'ta ve
Sünnette bir nass bulamadıkları zanîan ictihad yapıyorlardı. Bu, Peygamber
(S.A.)'in kabul ettiği bir metod idi. Muaz b. Cebeli Yemen'e hâkim olarak
gönderirken Peygamber (S.A.) O'na «Ne ile hükmedeceksin,» diye sordu. O,
«Allah'ın kitabı ile» dedi. Peygamber «Ya Kitab'ta bulamazsan?» dedi. O da, Peygamber'in
sünneti ile» dedi. «Onda da bulamazsan?» dedi. Muaz, «Re'yimle ictihad
yaparını» dedi. Peygamber (S.Â.) bunun üzerine; «Allah'a hamd olsun ki,
Peygamberinin elçisini O'nun razı olduğu şekilde muvaffak kıldı» buyurdu.
Usûl-i fıkıh
bilginlerinin çoğu, re'yi kıyas olarak kabul eder. Kıyas da, hakkında nass
bulunmayan bir meseleyi, illetleri aynı. olan ve hakkında nass bulunan başka
bir meseleye göre halletmektir.
Başka bir deyimle,
kıyas, hakkında nass bulunmayan mesele üzerinde, hüküm bakımından illetleri
ortak olan ve hakkında nass bulunan meselenin hükmünün sabit olmasıdır. Bu
tarif, re'yin, bu türlü ictihad'tan ibaret olduğunu gösterir.
Bu türlü ictihad,
müctehidin, hakkında nass bulunmayan konuda illet bakımından ortak olan ve
nassa dayanan meseleyi tam olarak kavramasını gerektirir. Meselâ; sarhoş eden
herşeyi şaraba kıyas etmek gibi. Şarabın haram edilişinin illeti sarhoş
etmesidir. O halde bu illet, diğer sarhoş eden şeylerde de bulunduğundan
onların da haram olduğu sabit olur. Gerçekte sahabîlerce kabul edilen re'y, hem
kıyası, hem de hakkmda nass bulunmayan bir konuda maslahata göre içtihadı
içine almaktadır. Sahabîler asrında re'yin bu iki şekli de görülmekte idi.
İbn-i Kayyım el-Cevziyye, sahabîlerin içtihadını şöyle tarif eder:
«Sahabîlerin içtihadı, illetleri ayrı ayrı olan hususlarda doğru olması gereken
ciheti anlamak için iyice düşündükten sonra akıllarına uygun gelen hükmü
çıkarmalarıdır.» Bu tarif eksiktir, çünkü; illetler aynı olmazsa kıyas yapan
hukukçu neyi neye kıyas edecektir. Gerçekte re'y ile ictihad, iyice düşündükten
sonra bir meseleyi Kitab ve Sünnete en yakın olan bir şekilde halletmektir.
Bu, hakkında belli bir nass bulunan meseleye göre yapılırsa kıyas olur,
şeriatın genel amaçları göz önüne alınarak yapılırsa maslahata göre yapılmış
ictihad olur.
Kıyas metoduna göre'
re'y ile ictihad yapmakla meşhur olan sahabîler arasında Abdullah b. Mes'ud
vardır. Ali b. Ebi Talib ise, bazan maslahata göre ictihad yapardı. Dolayısiyle
Tabiin'den Küfe-li hukukçular ve bunların izinden giden müctehid İmamlar,
onların ictihad metodunu almışlardır.
Maslahata göre
ictihad'da bulunan sahabilerin başında Ömer b. Hattab gelir. Daha başka birçok
sahabîler, maslahatı gözeterek, Hz. Ömer gibi fetva vermişlerdir. Meselâ; bir
kişiyi öldüren bir gurubu öldürmek kıyasa, sanatkâra yaptığı şeyi heder ederse
ödetmek maslahata uyularak kabul edilmiştir. Hz. Ali de bu ödetme (tazmin)
işinde, «insanları ancak bu ıslah eder« demiştir.
Ömer (R.A), devlet
işlerini idarede, hakkında nass bulunmayan meselelerde maslahata göre ictihad
yaptığı halde, kaza (yargılama)'-da, hakkında Kur'an ve Sünnet'den bir nass
bulunmayan meselelerde kıyas cihetine gidilmesini emrederdi. O, Ebu Musa
el-Eş'ari'ye gönderdiği mektubun sonunda şöyle diyordu : «Kur'an ve Sünnette
bulunmayan ve tereddüde düştüğün meseleleri çok iyi anlamaya çalış, birbirine
benzeyen hususları iyice kavra ve buna göre meseleleri birbirine kıyas et.» Bu
ifade açıkça göstermektedir ki hâkim, şer'î bir nass bulamazsa hâdiseyi,
hakkında nass bulunan benzeri bir hâdiseye kıyas edecek ve buna göre hüküm
verecektir.
Burada okuyucunun
hatırına şöyle bir soru gelebilir: Niçin Ömer (R.A.), hakkında nass bulunmayan
ve devletin idaresi ile ilgili olan konularda maslahata göre içtihadı
benimsiyor da, kaza hususunda kıyas'a başvurulmasını bilhassa emrediyor?
Bunun cevabı şöyle
olabilir: Devlet işlerinin yönetimi maslahata, bozukluğa meydan vermemeye,
şeriatın emirlerine itaat etme esasına dayanır. Öte yandan iyi yönetici ile iyi
olmayan yönetici arasında fark vardır. Birincisi bozukluğa (fesada) meydan
vermez, maslahatı korur; ikincisi bunun aksini yapar. Bu itibarla kötü
yönetici hakkında Allah şöyle buyurur : «İnsanlardan öylesi vardır ki onun
dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kalbinde olana Allah'ı şahit kılar.
Halbuki o düşmanların en yamanıdır. O yeryüzünde işbaşına geçti mi orada fesat
çıkarmaya, harsı ve nesli kökünden kurutmaya koşar. Allah ise fesadı sevmez.
Ona, Allah'tan kork, denildiği zaman gururu kendisini günâh işlemeye götürür.
İşte Öylesine cehennem yeter. O, hakikaten ne kötü yerdir.»[15]
Kaza işinde esas olan,
hasımlar arasında adaleti gerçekleştirmek, zalim ve haksızdan mazlumun hakkını
almaktır. Bunun için de sabit bir ölçüye bağlanmak gerekir. Bütün dünyada kaza
için kanunlar ve belli ölçüler tespit edilir. Elbette İslâmda da Kitab ve
Sünnet'e bu konuda sımsıkı sarılmak gerekir. Kitab ve Sünnet'te açık bir hüküm
bulunmazsa, hakkında nass bulunan meselenin illetlerini taşıyan meseleleri
iyice anlamak ve onu birincisine kıyas etmek suretiyle bir hükme bağlamak
lâzımdır. Nitekim bu yol, her zaman benimsenmekte ve böylece kaza işi, başı
boşluktan kurtulmaktadır. Ömer (R.A.) de bundan dolayı yukarda adı geçen
mektubuna «Kaza, uyulması gereken bir Sünnettir» sözüyle başlamıştır.
Dolayısiyle kaza işinde nass'lara bağlanmak, nass'ları iyice anlamak suretiyle
kıyasta bulunmak zaruridir. Hâkimin içtihadının da kıyasa münhasır olması
lâzımdır.
Sahabîlerin hepsi,
re'y'e başvurmakta eşit olmamakla beraber, Kur'an ve Hadis'te nass bulamayınca
ictihad etmek zorunda kalmışlardır. Meselâ; Ömer (R.A.), devlet başkanı olarak
birçok hâdiseleri halletmek için re'y'den kaçınmamıştır. Çünkü devlet işi
yürüyecek ve meydana gelen yeni olaylar zamanında halledilecektir.
Sahâbîlerden bazıları
hadis rivayet etmekten çekinmişler, fakat görüşlerini ortaya atmaktan çekinmemişlerdir.
Çünkü anlayışları doğru olursa dînî bir hususu açıklamış olurlar; yanılmışîarsa
hatâ kendilerine ait olup dinirr özüne dokunmamış olurlar. Hadis rivayetinden
çekinmelerinin bir sebebi de, Peygamber (S.A.)'e söylemediği bir şeyi isnad
etmek korkusudur. Çünkü bu konuda Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Kim
kasden bana yalan bir söz isnad ederse ateşte yerini hazırlasın». İmran b.
Husayn'dan şöyle rivayet edilir: «Allah'a yemin ederim ki isteseydim iki gün
üst üste Peygamber (S.A.V.)'den hadis rivayet edebilirdim. Fakat, sahâbîlerden
birçoğunu gördüm ki, onlar da benim gibi işittiler ve benim gibi gör-âüler;
rivayet ettikleri hadislerin bir kısmı söyledikleri gibi değildir. Onlara
benzerim diye korktum ve bu, beni hadis rivayetinden alıkoydu.»
Ebu Amr eş-Şeybânî der
ki: «İbni Mes'udun yanında bir sene kaldım. Hadis rivayet ederken «Peygamber
buyurdu» demezdi; eğer bu ifadeyi kullanırsa O'nu bir titreme alırdı ve
«Peygamber (S.A.V.) böyle veya bu mealde buyurdu, derdi.» Gerçekten sahâbîler
iki güçlük arasında idiler. Çünkü onlar, dîni bozmaktan korkuyorlardı. Bu
güçlükten birisi Peygamber (S.A) 'den çok hadis rivayet edersek Peygamber
(S.A)'e yalan isnat etmiş oluruz diye korkmaları, ikincisi de kendi"
re'yleriyle fetva verirlerse haramı helâl, helâli haram yapmak gibi şahsi
hatâlara düşme endişeleri idi.
Sahâbîlerden bazıları,
eğer iki ve daha fazla kimsenin açıkça bildiği gibi hadis bulunmazsa, sözü
kendilerine nispet etmeyi tercih ediyorlardı. Hattâ Ebu Bekr (R.A.), ancak iki
kişinin rivayet ettiği hadis'i kabul ediyordu. Ali b. Ebî Talib (R.A.), hadisi
rivayet edene yemin ettirdikten sonra kabul ediyordu.
Bu itibarla
sahâbilerin bir kısmı kendi re'yleri ile fetva veriyorlardı veya sözü
kendilerine nispet ediyorlardı. Abdullah b. Mes'ud, bir fetvasında şöyle
diyordu: «Bunu kendi re'yime göre söylüyorum; eğer doğru ise Allah'tandır,
yanlış ise benim hatâmdır ve şeytandandır. Allah ve Resulü bundan beridir.»
Ömer b. Hattap bir meseleye dair fetva vermiş ve bu fetvanın sonuna kâtibi
şöyle yazmıştı: «Allah'ın ve Ömer CR.A.)'in görüşü işte budur.» Bunun üzerine
Ömer, «Çok fena demişsin, bu Ömer'in re'yidir; doğru ise Allah'tan, yanlış ise
Ömer'dendir» dedi.
Sahâbîlerin
re'ylerini, sırf aklî görüşler olarak kabul edemeyiz. Onların görüşlerini
Peygamber (S.A.)'m Fıkh'mdan alınmış olarak kabul etmemiz gerekir. Çünkü,
re'yle fetva vermekle meşhur
olanlar, Peygamber
(S.A.)'le uzun zaman arkadaşlık eden kimselerdir. İşte Ebu Bekr, Ömer, Osman,
Ali, Abdullah b. Mes'ud, Zeyd b. Sabit- ve diğer sahâbîlerin fukahası bunlar
arasindadır.
Düşünülebilir ki, bu
sahâbîlerin rivayetleri Peygamber (S.A.) ile arkadaşlık ettikleri uzun zamanla
mütenasip değildir. Dolayisiyle onların görüşlerinin çoğu Peygamber'den
nakledilen hususlardır. Fakat onlar, Peygamber (S.A.) 'in sözünü veya fikrini
naklederken değiştiririz diye korktuklarından bunları O'na nisbet
etmemişlerdir. Bu hususu, Tabiin'in ictihadlarından bahsederken açıklıyacağız.
Burada, şunu söyleyebiliriz ki, sahâbîlerin görüşlerinin hepsi re'yden ibaret
değildir. Bilâkis bu görüşler içerisinde yukarıda belirttiğimiz endişe ile
Peygamber (S.A.)'e nisbet edilmeyen ve Peygamber'e ait olan fikirler de vardır.
Burada iki hatâyı
düzeltmek mecburiyetindeyiz:
1 — Bazı
insanlar, sahâbîlerin sahih olan bir hadisi terk edip-kendi re'ylerine göre
fetva verdiklerini zannetmektedirler. Meselâ; bunlar, Hz. Ömer'e böyle bir şey
isnad etmektedirler. Hattâ onların iddialarına göre Ömer (R.A.), kendi re'yine
dayanarak veya maslahatı tercih ederek Kur'an nassa'larını dahi terkediyordu.
Bu, gerçekleri araştırmamış olanların düştüğü bir yanlışlıktır. Çünkü hiçbir
sahâbî, kendi görüşüne uyarak veya maslahatı tercih ederek, herhangi bir nassı
terketmemiştir. Sahâbilerin maslahata göre vermiş olduğu fetvalar, asla nassa
aykırı olmamıştır. Bilâkis bu fetvalar, nass'ların tatbikatından ve şeriatın
gayesini doğru olarak idrakten ibarettir. Bunlarda hiçbir nassa aykırılık
yoktur. Bu hususta ileri sürülen misalleri incelerken bunların, dinin esasına
muhalif olmadığını, bilâkis nass'lara dayandığını görürüz. Irak halkının
arazisi hakkındaki meseleyi yukarıda zikretmiştik. îşte bu mesele, Ömer (R.A.)
'in maslahatı gözeterek nassa muhalefet ettiği ileri sürülen konulardan
biridir. Yukarıda gördük ki .Ömer, «Biliniz ki ganimet olarak aldığınız şeyin
beştebiri Allah'ındır...»[16]
âyetini doğru olarak anlamış, bu nassın menkul ganimetler hakkında varit
olduğunu ve fetholunan araziyi içine almadığını, Kur'an'in «Allah'ın
(fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey, (ganimet)...»[17]
âyeti ile isbat etmiştir.
2 — Bazı
hukukçular şöyle diyorlar: Hadis'e sarılanlar, hadis ve geleneklere dayanarak
fetva veriyorlar; re'y taraftarları daha ciddî kafa yoruyor ve geleneklere pek
önem vermiyorlardı.
Bu görüş, ilmi
araştırmadan çok uzaktır. Çünkü, hadîs'e bağlı olanlar da, re'y taraftarları da
dîne ve nasslara sarılmaktadırlar. Şu-kadar ki, birinci gurup, hakkında nass
olmayan meselelerde kendi görüşlerine göre fetva vermekten ve onu Allah ve
Peygamber'ine nîs-bet etmekten çekinmişlerdir. Bu gurup devlet işlerinde ve
halledilmesi zarurî olan meselelerde derinlemesine bilgisi olmayan kimselerdir.
Nass bulamayınca bunlar susmaktadırlar. Bunların fetvadan çekinmesi ve re'y ile
fikir beyan etmemeleri din için herhangi bir zarar doğurmaz.
îkinci gurup ise,
hüküm çıkarmak hususunda çok uğraşmış ve tecrübeli kimselerdir. Bunların re'y
ile ictihad'da bulunmaları ve meseleleri halletmeleri kaçınılmaz bir şeydir.
Meselâ, halife için insanları islâh etmekle ilgili bir hususu, nass bulamadım
diye ihmal etmek akıl işi değildir. Eğer halife böyle bir ihmale yer verirse
işlerin seyri durur; bu da fesad'a sürükler. Hükümdarlığın esası fesâd değil,
İslahtır. Bu da, nass'lara dayanarak yapılır. Nass bulunmazsa, nass'larm
ruhundan anlaşılan şeriatın genel amaçlarına yönelmekle olur.
Hükümet işleriyle
uğraşmayan re'y taraftarları da, sadece nakle yöneldikleri zaman, Peygamber
(S.A.V.)'e yalan isnad etmekten korkuyorlardı; dolayısiyle Peygamber
(S.A.V.)'in Sünnetinden dışarı çık-, maksızm ve Peygamber'e de nisbet
etmeksizin fetva veriyorlardı. Böylece verdikleri fetva, isabetsiz olursa
kendilerine ait, doğru olursa 'Allah'ın yardımı ile verilmiş olacaktı.
Burada belirtmeliyiz
ki, re'yleri ile ictihad yapan sahâbiler, re'ylerinin bir yol haline gelmesini
ve re'y olarak uygulanmasını istiyorlardı; fakat bunun din gibi kabul
edilmesini asla istemiyorlardı. Hz. Ömer (R.A.), bu durumu açıkça şu sözü ile
belirtmiştir.
«Ey insanlar, doğru
görüş Allah'ın elçisinin re'yidir. Çünkü Allah O'na gerçeği gösteriyordu. Bizim
görüşümüz ise zan'dan ve tekliften ibarettir.» Ve şöyle ilâve ediyordu «Sünnet
(asıl yol), Allah'ın ve Resulünün koyduğu yoldur. Yanlış bir re'yi ümmet için
Sünnet haline getirmeyin.»
Re'y ile ictihad eden
sahâbîler, re'ylerine galip bir zan gözüyle bakıyorlardı. O, yanlış veya doğru
olabilirdi. Sahâbîlere göre ona bizzat uymak gerekmiyordu. Fakat ekseri
fakihler, sahâbüerin re'y-lerini takdir edip ona muhalefet etmediler. Bazıları
ise ona muhalefet ettiler. Bazıları da, sahâbîlerin bütün sözlerini nass
olarak kabul ettiler.[18]
Yukarıdaki izahtan
anlaşılmıştır ki sahâbîlere göre fıkh'm kaynağı şu üç esastan ibarettir:
1 — Kitab,
2 — Sünnet,
3 — Re'y
(kıyas).
Bu devirde Sünnet,
kitap halinde yazılmamış idi. Gerçi bazı genç sahâbîler; Abdullah b. Amr b. Âs
gibi, Peygamber (S.A.) zamanında bir kısım hadisleri yazmışlardı. Çünkü
Peygamber (S.A.V) son zamanlara doğru hadisle âyetin birbirine karışma
tehlikesi ortadan kalktığı için hadislerin yazılmasına izin vermişti.
Abdullah b. Amr ve
diğerlerinin yazdığı hadisler, özel notlar hâlinde idi ve halka bir kitap
şeklinde intikal etmemiştir.Hz. Ömer (R.A.), hadislerin yazılmasına müsamaha
göstermiyordu. Ayrıca yazılan hadis mecmuaları, kitap derecesine ulaşmamış
risalelerden ibaretti. Bu yüzden hadis rivayeti sahâbîlerin hafıza ve
zihinlerine dayanıyordu. Onlar rivayet ettikleri hadislerin doğru olmasına çok
dikkat ediyorlardı. Hadis rivayet eden sahâbîlerin hepsi de doğru kimselerdi.
Fakat, Ebu Bekr ve Ömer'in bir hadisi kabul etmek için tuttukları yola göre,
ancak iki kişinin Peygamber'den o hadisi işitmiş olmaları lâzımdı. Yukarıda da
geçtiği gibi Hz. Ali (R.A.), hadisin doğruluğuna kalben kanaat getirmek için,
hadisi rivayet edene yemin ettirirdi.[19]
Sahâbüerin ictihad
nıetodları değişikti. Bazı sahâbiler, yukarıda da değindiğimiz gibi, sadece
Kitab ve Sünnetin sınırları içinde ictihad yapıyorlardı. Bazıları ise nass
bulamayınca re'y ile ictihad'da bulunuyorlardı. Tabiîdir ki re'y ile ictihad
çeşitli idi; bazıları Abdullah b. Mes'ud gibi kıyasla ictihad ediyordu;
bazıları da nass bulunmayan yerlerde maslahata göre ictihad yapıyordu.
Bunlar, sahâbîlerin
düşünüş metodlarma göredir. Fetva konuları bakımından ise, sahâbîlerin
görüşleri bazan ferdî oluyordu. Çünkü herhangi bir kimse, sahâbilerden birine
cüz'î bir olayın hükmünü sorduğundan buna verilecek fetva da cüz'i veya ferdî
oluyordu; buna başka sahâbiler katılmıyordu.
Bazan ictihad, şahsî
olmayan, hatta umumu ilgilendiren bir konuya ait oluyordu. Bu gibi ictüıadlar;
genel kaideler koymak demek olduğundan, umumî bir toplantıda veya sahabîlerin
fakihlerinden meydana gelen bir topluluk içinde müzakere edilerek yapılıyordu.
Meselâ; Hulefâ-i Râşidîn, devlet nizamını ilgilendiren önemli bir mesele,
karşısında kaldıkları zaman sahâbîleri topluyorlar, onlarla istişare ve görüş
teatisinde bulunarak, cemaatin de kabul ettiği bir neticeye ulaşıyorlardı. Hz.
Ömer (R.A.) 'in iki türlü istişare meclisi vardı:
1 — Özel
Şûra? bu, sahâbîlerden ileri gelenlerin katıldığı bir toplantı idi. Devlet
işlerinde Ömer, bunlarla istişare eder, büyük ve küçük meselelerde onların
görüşlerini dinlerdi.
2 — Genel
Şûra; bu, bütün Medinelilerin katıldığı bir toplantı idi. Önemli devlet
işlerinde veya ümmetin geleceği ile ilgili bir temel prensibin kabul
edilmesinde bu meclis karar verirdi.
Önemli bir iş ortaya
çıkınca Hz. Ömer, Medinelileri Peygamber (S.A.)'in camiinde topluyordu; burası
dar gelirse onları Medine'nin dışında bir yerde topluyor ve meseleyi onlara
arzediyordu. Onlar da bu mesele üzerinde tartışıyorlardı. Irak halkının arazisi
hakkinda yapılan istişare bunlardan biridir. Yukarıda da geçtiği gibi,
gaziler, bu araziyi aralarında paylaşmak istiyorlardı. Hz. Ömer de bunu kabul
etmeyip sahiplerine terketmek istiyordu. İki-üç günlük münakaşadan sonra
mesele; Hz. Ömer'in «Allah'ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine
verdiği fey' (ganimet)...»[20]
âyetini okuması üzerine O'nun görüşüne uygun olarak halledildi.
Medine halkının bu
durumu, PERİKLES devrindeki Atina halkının durumuna benzemektedir. Çünkü o
devirde şehir halkının her-biri devlet işlerinde görüş beyanetme hakkına
sahipti. Zira toplantı halinde verilen bir karar, şahsî görüşlerden
kuvvetlidir. Bunun içindir ki çeşitli yönlerden incelenerek topluca varılan
netice, devlet işinin yürütülmesinde esas teşkil eder.
Sahâbî ve Tabiîlerden
sonra gelen müctehidler bu topluca kabul edilen re'ye icma' adını vermişler ve
onu şeriatın dördüncü kaynağı saymışlardır. Böylece; 1 — Kitab 2 — Sünnet, 3 —
Re'y (kıyas), 4 — İcma' şeriatın dört kaynağını teşkil etmiştir.
Sahabîler bazı
hallerde topluca bir re'ye, yani icma'a ulaşamazlar ve aralarındaki ihtilâf
sürüp giderdi. Sahabîlerin bu gibi ihtilâflarını iki kısımda inceliyebiliriz:
1 —
Nass'larm etrafında meydana gelen ihtilâf: Bu bir nass'ın iki veya daha çok
mânâya gelmesi ihtimalinden doğmaktadır. Meselâ; «Boşanmış olan kadınlar üç
ayhali iddet beklesinler.»[21]
âyet-i kerimesindeki «KURU» kelimesinin anlamı üzerinde meydana gelen ihtilâf
bunlardandır. Bu kelime iki mânâya gelir: a) Kadının iki ayhali (hayz)
arasındaki temizlik müddeti kastedilebilir, b) Bizzat ayhali kastedilebilir.
Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ömer, bu kelimeden maksat ay halidir demiştir. Bunlar
ve bunlara tâbi olanlara göre boşanmış bir kadının ibadeti üç hayz olarak kabul
edilmiştir. Zeyd b. Sabit, bu kelimeye iki ayhali arasındaki temizlik müddeti
mânasını vermiş ve boşanmış kadının iddetinin üç temizlenme zamanı olduğunu
söylemiştir.
Bazan nass'larm
etrafındaki ihtilâf sebebi, bu nass'larm zahirleri arasındaki çatışma
olabilir. Meselâ; kocası ölmüş gebe bir kadının iddeti üzerindeki ihtilâf
böyledir. Bu hususta iki nass vardır ve bunlar, ilk bakışta birbiriyle çatışma
halindedir. Bu nass'lar şunlardır: «...Gebe olanların iddeti çocuklarını
doğuruncaya kadardır.»[22] ve
«Sizden ölenlerin bıraktıkları kadınlar kendi kendilerine dört ay on gün iddet
beklesinler.»[23]
Birinci âyetin
lâfzmdan umumi olarak anlaşılan mânâ, kocası ölen gebe bir kadını da, boşanmış
olan (gebe) kadmı da içerisine alır. İkinci âyetin umumî anlamı gebe olsun
olmasın, kocası ölen kadına şâmil olmaktadır. O halde kocası ölen gebe kadm
hakkında birbiriyle tenakuz hâlinde gözüken iki nass bulunmuş oluyor ve
saha-bîler bu sebepten ihtilâfa düşüyorlar. Burada Abdullah b. Mes'ud, «Gebe
kadınların iddeti» âyeti, «Sizden ölenler...» âyetinden gebe kadını
çıkarmıştır; dolayısiyle, kocası ölen gebe kadının ibadeti birinci nassa göre
doğum'a kadar olur, diyor. Hz. Ali ise, her iki nass ile de amel etmiştir. O'na
göre kocası ölmüş hâmile bir kadının iddeti, dört ay on günden az olmamak
şartı ile doğuma kadardır. Yani Hz. Ali'ye göre böyle bir kadın iki iddetten
en uzun olanını bekler. Bunlar, ya doğuma kadar olan zaman, veya dört ay on
gündür. .
Nass'larm etrafındaki
ihtilâf sebeplerinden biri de rivayet meselesidir. Meselâ; vârid olan herhangi
bir hadis birine göre sahih sayılmıyor ve o, re'y ile fetva veriyor; diğerine
göre sahih sayılıyor-, o da bu hadisle fetva veriyor.[24]
2 — Re'y
sebebiyle meydana gelen ihtilâf: Bu, çok geniş bir saba işgal eder. Çünkü, her
müctehidin kendine göre bir görüşü ve düşünüş tarzı vardır. Birinin bir türlü
anladığım diğeri başka türlü anlamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki bir çok
ihtilâfın menşei re'y farkıdır. Görüş ayrılığı yüzünden meydana gelen
ihtilaflı meseleler pek çoktur. Meselâ; bunlardan biri, babanın babası olan
dedenin ölünün kardeşleriyle mirasçı olup olmaması meselesidir. Ebu Bekr göre
ölünün kardeşleri dede ile mirasçı olamaz; ölünün kardeşleri baba ile mirasçı
olmadıkları gibi. îşte Ebu Hanife bu görüşü benimsemiştir. Ömer (R.A), bu
meseleyi sahâbîlere sorup öğrenmeden hallet-memiştir. Zeyd b. Sabit, üçtebirden
az olmamak şartiyle, dedeye, bir kardeşe verilen hisse miktarı bir miras
tanımıştır. Bu hususta feraiz kitaplarında geniş bilgi vardır. Ali b. Ebi
Talib, dedenin altıdabirden az olmamak şartiyle, bir kardeşin alacağı hisse
miktarı miras hakkı olacağını söylemiştir. İslâm hukukçularının çoğunluğu Zeyd
b. Sabit'in fetvasını kabul etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ömer de bu görüşü
benimsemiştir.
Sahâbüerin, yeni
meseleler karşısında yaptıkları ictihadlarda rehberleri ihlâsları idi. Çünkü
sahâbîlerin fakihleri, müslümanlann seçkinleriydi. Onlar, fetva verirken dinî
hakikati arıyorlar ve mutlaka doğru bir çözüm yolu bulmak için çalışıyorlardı.
Sahâbüerin bu türlü ictihad ve anlayış farkları onlardan sonra gelen nesillere
iki şekilde faydalı oldu:
1 —
Sahâbîler ictihad için çok sağlam bir metod koymuş oldular. Hakikati ararken
ihtilâfa düşseler dahi, rehberleri ihlâs oldukça bu ihtilâfın, birliği
bozmayacağını, bilâkis akıl ve idrakleri kuvvetlendireceğini ve her yönüyle
meseleyi inceleyen kimseleri gerçeğe ulaştıracağını göstermiş oldular.
2 —
Sahâbîler fıkıhta öyle zengin bir araştırma, şuurluluk ve açıkhk mirası
bıraktılar ki, onlar, ihtilâfa da düşseler, ittifak halinde de olsalar,
yaptıkları ictihad, kendilerinden sonra gelenlere çok büyük faydalar sağladı.
İmam Şâtibî,
el-İ'tisam aalı eserinde sahâbîlerin ihtilâfını ümmet için bir rahmet olarak
vasıflandırır ve şöyle der: «Kasım b. Muhammed'den şöyle rivayet edilmiştir:
Allah, Peygamber'in arkadaşlarının ihtilâfları ile amel hususunda bizi çok
faydalandırdı. Sa-hâbilerden birinin ilmi ile amel eden kimse ancak onları
yetkili gördüğü için amel etmektedir. Damra b. Recâ'dan da şöyle rivayet edilmiştir
: Ömer b. Abdilaziz, Kasım b. Muhammed ile birlikte hadis müzakere ediyorlardı.
Ömer b. Abdilaziz bir meselede Kasım'a muhalefet etti. Durumu anlayıncaya kadar
bu Kasım'a ağır geldi. Qme b. Abdilaziz de O'na: Yapma, onların ihtilâfı beni
çok memnuı etmektedir, dedi. İbni Vehb de, Kasım'dan şöyle rivayet eder: Öme b.
Abdilaziz'in şu sözü beni hayrete düşürdü: Sahâbîlerin ihtilâl beni çok
sevindiriyor. Çünkü onlar tek bir görüşe sahip olsalardı ir sanlar sıkıntıya
düşerlerdi. Zira sahâbîler, kendilerine iktidâ edile; İmam mevkiindedirler.
Dolayısiyle herhangi bîr kimse, onlardan b: rinin sözü ile amel ederse Sünnete
uymuş olur. Bu sözün mânâs şudur: Sahâbîler insanlara ictihad kapısını açtılar
ve bu husust ihtilâfa düşmenin caiz olduğunu gösterdiler. Eğer onlar bu kapıı
açmasalardı müctehidler sıkışıp kalırlardı. Onlar arasındaki ihtile sebebiyle
Allah ümmete genişlik verdi ve ümmetin bu rahmete di hil olması için bir açık
kapı bırakılmış oldu.»[25]
Sahâbîlerden bize
Peygamber (S.A.)'in hadislerine dayanan bizı fıkıh mecmuaları intikal etmiştir.
Hadîs'e de, sahâbîlerden intiki eden sözlere de «Sünnet» denir. Sadece
Peygamber'e nispet edile şey «hadis» adını alır. Buna göre hadis kelimesi
sünnetten daha hususî bir mânâda kullanılır. Sahâbîlerin sözlerinin daha sonra
îslâ; Hukuku'nun teşri' tarihinde çok büyük bir önemi vardır. Ömer Abdilaziz,
sahâbîlerin sözünü hüccet olarak kabul ederdi. Sahâl lerin sözlerinin
toplanmasını ve bunların halk için tatbik edilmek üzere bir kanun teşkil etmesini
istemişti.
Abdullah b. Mukaffa,
Abbasî halifesi Ebu Cafesrel-Mansur devlet için bir kanun yapmasını teklif eden
risalesinde, Ömer b. A dilaziz'in fikrini benimseyerek, bu kanunun sahâbîlerin
sözlerindi derlenmesini, onların ittifak halinde olan görüşlerinin esas olan
kabul edilmesini, ihtilâf ettikleri hususlarda ise onların insanlar
menfaatlarına uygun olan görüşlerinin alınmasını ileri sürmüşti Ebu Cafer
el-Mansur, bu fikri kabul eoniş ve îmam Malik'ten, Sünnet olarak intikal eden
sözlerin kanun olmak üzere, kitap halini yazılmasını istemiştir. Medineli îmam
Malik, bu isteği yerine get di ve Halife el-Mehdî devrinde tamamladığı bu kitab
(Muvatta) kanun olarak kabul edilmesinden vazgeçti. Çünkü O, Medine'de
rivayetleri bu eserinde toplamıştı. Her ne kadar sahâbiler, sayı V kınandan
Medine'de daha çok iseler de, diğer İslâm ülkelerine dağılmışlardı.
Netice ne olursa
olsun, sahâbîlerin sözleri bir hüccet olarak kabul edilmiş, ileride
açıklayacağımız üzere, ictihad da onun sinirli dahilinde yapılmıştır.[26]
Sahâbüer, birçok
talebeler yetiştirmişler ve onlara, Kur'an'ın, «(îslâmda) birinci dereceyi
kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar...»[27]
âyetine uyularak «Tabiin = Tabiîler» adı verilmiştir. Aslında bu isim, onlara
Allah tarafından verilmiş olup büyük bir şereftir.
Tabiîler, sahâbilerin
birçok rivayet ve fıkhi ictihad servetini hazır bulmuşlardı. Bu durum
karşısında onların yapacağı iki iş vardı:
1 — Bu iki
serveti toplamak. Onlar, gerçekten Peygamber (S.A.)'in hadislerini, sahâbîlerin
söz ve ictihadlarını topladılar. Bu, onlar için çok kolay oluyordu. Çünkü her
tabiî, bir sahâbînin veya birkaç sahâbinin talebesi idi. Birçok talebesi olan
sahâbîler de vardı. İleselâ; Abdullah b. Ömer birçok kimseleri yetiştirmişti;
Said İbnü'l-' Müseyyib, Abdullah b. Ömer'in azatlı kölesi Nafi' ve oğlu Salim
v.s. gibi. Her sahâbînin ilmini nakleden özel bir talebesi vardı. Bu talebelerin
ekserisi Arap asıllı olmayan müslümanların çocuklarıydı. Bu durumda,
Peygam'ber'den İlim alma mevkiinde bulunan “sahâbîlerin sözlerini onlar bir
hüccet sayıyorlardı.
2 — Hakkında
sahâbîlerin re'y'i veya Kur'an ve Sünnetten herhangi bir nass bulunmayan
meselelerde ictihadlarda bulunmak. Gerçekten onlar, naklettikleri hadis ve
fetvaların ötesinde birçok ictihadlar yapmışlardır. Fakat sahâbîlerin çizmiş
oldukları yoldan çıkmamışlardır. Şüphesiz ki hadisleri toplamak hususunda bazı
güçlüklerle karşılaşıyorlardı. Çünkü sahâbîler İslâm ülkelerine dağılmış olup
bazısı Irak'ta, bazısı Şam'da ve bazısı da başka yerlerde bulunmakta idiler.
Fakat, onlar için bu hadis toplama işini kolaylaştıran cihet, her tâbii'nin
sadece karşılaştığı sahâbîden hadis rivayeti ile yetinmesi idi.
Emevîlerin ilk
devirlerinde Medine'den ayrılan sahâbîlerin çoğu, sonra tekrar oraya döndü ve
Medine önceki gibi yine İlim ve irfan merkezi haline geîdi. Sahâbîlerin ve
ekseri tâbiî'Ierin ilmi işte bu şehirden yayıldı. Gerçekte Emevîler devrinden
önce Medine'den ayrılan sahâbîler, sayı bakımından orada kalanlara nispetle çok
az idiler. Çünkü Hz. Ömer (R.A.), büyük sahâbîleri Medine'de oturmağa mecbur
etmişti. Hz. Ömer (R.A.), onları evvelâ görüşlerinden faydalanmak için,
saniyen siyaset ve devlet işlerinin güzel gitmesi ile ilgili sebeplerle
Medine'de alıkoymuştu. Fakat, Hz. Osman (R.Â) halife olunca Medine'den ayrılmak
isteyen sahâbîlere izin vermiş ve onlardan bir kısmı dışarı gitmiştir. Bununla
beraber bilgin ve büyük sahâbîlerin çoğu oradan gitmemiştir. Ancak Abdullah b.
Mes'ud, Ebu Musa el-Eş'arî gibi bazı bilgin sahâbîler, ta Hz. Ömer zamanında
Medine'den ayrılmışlardı.
Çok talebe
yetiştirmekle meşhur olan sahâbîlerden Irak'ta Abdullah b. Mes'ud; Medine'de
Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit ve başkaları dikkati çekmektedir. Bu
hususta İbn-i Kayyım el-Cevziyye şöyle söyler:
«Dîni ve fıkhı
İlimler, îslâm ümmeti arasında İbni Mes'ud, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer ve
Abdullah b. Abbas'm talebeleri vasıtasıyla yayılmıştır. Yani Medine'de Zeyd b.
Sabit ve Abdullah b. Mes'ud'un talebeleri tarafından, bu İlimler yayılmıştır.»
İbn-i -Kayyım el-Cevziyye, İbn-i Cerir'den şöyle rivayet etmektedir: «Denilebilir
ki Abdullah b. Ömer ve Medine'de ondan sonra yaşayan sahâbîlerden bir gurup,
Zeyd b. Sabit'in mezhebine göre fetva verirlerdi. Onlar Peygamberden işitip
öğrenmedikleri şeyleri Zeyd b. Sabit'-ten almışlardır.»[28]
Şüphesiz îbn-i Kayyım,
sahâbilerden fetva ve fıkıh üzerinde ihtisası olan bazılarını burada
zikretmektedir. Halbuki onlardan başka Ali b. Ebî Talib, Aişe (R.A.) ve Ömer b.
Hattab gibi birçok sahâbîler re'yleri ile ön plânda yer alırlar. îbn-i
Kayyım'm zikrettiği sahâbîlerin bir kısmı, Ömer (R.A.)'dan rivayet
etmişlerdir. Meselâ; Abdullah b. Ömer, babasının fıkıh görüşünü naklederdi.
Zeyd b. Sabit, İbni Mes'ud ve diğerleri bazan -Ömer (R.A.) 'in görüşünden
uzaklaşır; çoğu zaman da onun görüşüne katılırlardı.
Tâbiiler'den bazıları,
nass veya sahâbilerin fetvasını bulamadıkları zaman kendi re'yleri ile içtihad
ederek fetva verirlerdi. Bazıları da, dayanacak Kitab ve Sünnet'te herhangi
bir nass bulamadıkları zaman ictihad'da bulunmaktan çekinirlerdi. Bu iki türlü
içtihad metodu sahâbîler devrinde mevcut idi. Fakat sahâbîlerin çoğu,
Peygamber'den aldıkları sünnetleri iyi bildikleri için bu iki türlü ictihad
tarzı arasındaki fark pek açık-seçik değildi.
Tabiiler devrinde bu
iki ictihad metodu arasındaki fark ve mesafe iyice ortaya çıktı. Çünkü
müslümanlar arasındaki ihtilâflar şiddetlenmiş ve müslümanlar birbiriyle sert
tartışmalara girişmişlerdi. Bu tartışmaların neticesinde birbirini küfür ve
sapıklıkla itham edenler türemiş, hattâ kılıçlar çekilerek birbirini öldürenler
dahi olmuştur. Dolayısiyle müslümanlar:
1 —
Haricîler,
2 — Şiîler,
3 — Ehl-i
Sünnet vel-Cemaat
Olmak üzere belli
başlı üç fırkaya ayrılmışlardır. Bü arada fitneden uzak durarak, bir kenara
çekilip müslümanlann uğradığı felâkete seyirci kalanlar da olmuştur.
Hariciler birbirine
zıt görüşlere sahip fırkalara ayrılmışlar ve Ezrakîler^ecedât, Ibâzıye[29] gibi
bir çok fırkalar doğurmuştur. Şiîler de çok farklı fırkalara ayrılmış, hattâ
bazıları îsîâmiyetten tamamen uzaklaşmışlardır. Şiîlik iddia eden bazıları da
İslâm'a, sırf onu bozmak için girmişlerdir. Dolayısiyle onlar için İslâm'ın
ayakta durması değil, temelinden yıkılması önemli idi. Tâ ki onlar, eski dinlerine
ve iktidarlarına dönmüş ve hiç olmazsa devletlerini yıkan müslümanlardari
öçlerini almış olsunlar; veya müslümanlar koyu bir karanlık içine gömülüp
gönüllerindeki ilâhi nur sönmüş olsun.
Bunun bîr neticesi
olarak, bazı insanlarda dinî duygu zayıflamış ve Peygamber (S.A.V.)'den
asılsız hadis rivayetleri çoğalmıştır. Bu durumdan endişeye düşen İslâm
büyükleri, bu uydurmaları çürütmek için gerçek hadisleri toplayarak kitap
haline getirmişler ve gerekli tedbiri almışlardır. Bu yüzden Ömer b. Abdilaziz,
gerçek hadislerin yazılmasını emretmiştir. Onun gerçek (sahih) hadislerin
derlenerek yazılmasmdaki ikinci bir maksadı da, şer'î hükümlerin doğru olarak
tatbikini sağlamak idi.
Bu gibi sebeplerle
yukarıda bahsettiğimiz iki ictihad metodu arasındaki mesafe ve görüş açısı
büsbütün büyümüş, her iki zümre de sahâbîlerin yolundan oldukça
uzaklaşmışlardır. Bu itibarla rivayeti tercih edenler ona daha çok
sarılıyorlar, kuvvetini arttırmış olan fitnelerden bu suretle korunacaklarını
düşünüyorlar ve kurtuluşu Sünnete sarılmakta buluyorlardı. Diğer bir gurup,
Peygamber (S.A.) 'den bir çok uydurma hadis rivayet edildiğini ve bunların
rivayet sebeplerini gözönüne alarak, ciddî olaylar karşısında dîni hükümlerin
ictihadla açıklanmasını zarurî görüyorlardı.
Dolayısiyle iki türlü
fıkıh doğdu:
1 — Re'y'e
dayanan fıkıh,
2 — Hadis'e
dayanan fıkıh.
Buna göre İslâm
hukukçularının bir kısmı re'y taraftarları, bir kısmı da hadis taraftarları
olarak meşhur olmuşlardır.
Burada tekrar işaret
etmek isteriz ki ihtilâfın esası, Sünnetin delil olarak alınması veya onun
sabit olduğu takdirde kabul edilmesinin lüzumu meselesi değildir. İhtilâfın
esası, re'y'in derecesi ve yeni hükümleri re'y'in otoritesi altında halletmek
meselesidir. Bu itibarla hadisçiler, mecbur kaldıkça re'y'e başvuruyorlar ve
onunla içtihada müsaade ediyorlardı. Re'y taraftarları da ictihad ettikleri
konularda sahih bir hadis bulamadıkları zaman re'y ile daha çok fetva
veriyorlardı. Bazıları da mevcut meselelerin hükümlerini ortaya koymakla
yetinmiyor, mevcut olmayan bir kısım meseleleri varsayıp onların re'y ile
hükümlerini açıklıyordu. Bu türlü fıkha «farazi» (takdirî) fıkıh adı verilir.
Bazı İlim adamları,
ekseri hadis taraftarlarının Hicaz'da, ekseri re'y taraftarlarının da Irak'ta
olduğunu yazarlar. Bunun esası şudur: Medineli fakihler, Iraklı fakihleri
Sünnetten uzaklaşmak ve re'yleri ile fetva vermekle itham etmişler, Iraklılar
da bu ithamı reddetmişlerdir. Hakikatte ise Irak'ta re'yin yanında hadis, Medine'de
de hadis'in yanında re'y bulunmaktadır.
Fakat bunlar, iki
hususta birbirinden ayrılırlar:
1 —
Iraklılara göre re'y'in derecesi Hicazlılardan daha fazladır.
2 — Re'y ile
ictihad, Iraklılara göre daha çok kıyas metoduna
dayanır. Hicazlılara
göre re'y. maslahat (menfaat) metoduna dayanır. Buna göre Irakta fıkhın fer'î
meseleleri çoğalmıştır, kıyaslar yapılarak mevcut olmayan meseleler hakkında
dahi fetvalar verilmiştir. Fıkhın bu çeşidi Medine'de bulunmamaktadır. Çünkü
Medinelilerin ictihadlarma esas teşkil eden maslahat, mevcut olmayan konularda
düşünülemez. Dolayısiyle Medine'de farazi (takdirî) fıkıh gelişmemiştir,
Iraklı fakihler
arasında Şa'bî ve benzeri hadisçiler mevcut olduğu gibi Alkame, İbrahim Nahaî,
Ebu Hanife'nin hocası Hammad gibi kıyasa dayanan fakihler de çoktur. Bunların
İmamları sahâbîlerden Abdullah ibni Mes'ud ve 'Ali Ebî Talib gibi Irakta uzun
zaman oturmuş olan büyük sahâbîlerdir.
Medine'de hem hadis'e
bağlı olan, hem de re'y ile ictihad yapan tabiîlerin sayısı Iraktakilerden daha
çoktur. Medine'de kendine has özellikleri bulunan bir fıkıh ekolü teşekkül ettiği
gibi, Irak'ta da başka bir fıkıh ekolü kurulmuştur. Mekke'de ise, bu her iki
ekole yakın diğer bir fıkıh ekolü meydana gelmiş, hattâ her İslâm memleketinde
ayn bir fıkıh ekolü doğmuştur. Bu yüzden fıkıh genişlemiş ve fıkıh metodları
çeşitli dallara ayrılmıştır.
Fıkıh ekollerinin
ihtilâfları hakkında Veliyyullah Dehlevî şöyle söyler:
«Tabiilerin
âlimlerinden herbirinin kendine göre bir mezhebi vardı. Her memlekette'
onlardan bir İmam bulunmaktaydı. Meselâ; Medine'de Said b. el Müseyyib, Salim
b. Abdillah b. Ömer, bunlardan sonra Zührî, Kadı Yahya b. Said, Rabia b. Ebi
Abdirrahman; Mekke'de Ata b. Ebi Rabah; Kûfe'de İbrahim Nahaî ve Şâbî; Basra'da
Hasan el-Basri; Yemen'de Tavus b. Keysan gibi.
«Birçok, kimseler
bunların İlimlerine almış, onlardan hadis ve sahabîlerin fetva ve sözlerini
nakletmişlerdir. Onlar bu bilginlerin görüş ve araştırmalarını öğrenmiş, birçok
kimselere fetvalar vermiş, aralarında pekçok meseleler konuşulmuş ve
kendilerine bir hayli mesele arzedilmiştir. Said b. el-Müseyyib ve İbrahim
Nahai gibi bazı bilgin tabiîler, fıkhı bölümlere ayırarak toplamışlardır. Onlar
seleflerindjen aldıkları her konuda bir metoda sahip idiler. Said b.
el-Museyyib ve arkadaşları, Mekke ve Medineliieri fıkıh bakımından daha sağlam
görüyorlardı. Bunların mezhebîerinin aslını, Abdullah b. Ömer, Aişe ve İbni
Abbas. (R.A.)'m fetvaları ile Medine kadılarının hükümleri teşkil eder. Onlar
bu fetva ve hükümleri imkânları dahilinde derlemişler, sonra bunları inceden
inceye gözden geçirmişlerdir. İbrahim Nahaî ve arkadaşları ise Abdullah b.
Mes'-ud'u fıkıhta en kuvvetli sayarlardı. Nitekim Alkame : «Abdullah b.
Mes'ud'tan fıkıhta daha kuvvetli kim vardır?» demiştir. İmam Ev-zaî'ye, Ebu
Hanîfe: «İbrahim Nahaî Salim b. Abdillah'tan daha bilgindir. Eğer sahabi olmak
şerefine sahip bulunmasaydı. Abdullah b. Ömer'den Alkame daha bilgindir,
derdim. Abdullah (b. Mes'ud) ise, işte o Abdullah'tır» demiştir. Ebu Hanîfe'nin
mezhebinin aslı, Abdullah b. Mes'ud'un fetvaları, Ali b. Ebî Talib'in fetva ve
hükümleri, Kadı Şureyh gibi Küfe kadılarının verdikleri hükümlerdir. Ebu
Hanife, onların fetva ve hükümlerini toplamış ve diğer hadis taraftan
Me-dineliler gibi, o da ictihadlarda bulunmuş ve fıkıh meselelerini bölümlere
ayırmıştır. Said b. el-Müseyyib, Medine fakihlerinin başta gelenlerinden idi.
Hz. Ömer'in hükümlerini ve Ebu Hureyre'nin hadislerini en iyi bilen o idi.
Said b. el-Müseyyib ve İbrahim Nahai birşey söyleyip onu birine nispet
etmezlerse, çoğu zaman onların bu sözü açıkça veya imâ yoluyla seleflerinden
birine nispet edilmiş olarak kabul edilirdi. Dolayısiyle memleketlerinin
fakihleri bu ikisinin etrafında toplandılar, onlardan İlim öğrenip onların
yolundan giderek hükümler çıkardılar.»[30] .
Bu ifadeden şu iki
husus ortaya çıkmaktadır -.
1 —
Iraklılar fetva ve yargı (kazâ)'larmda Abdullah b. Ebî Talib ve Irak'ta
oturmakta olan diğer, sahabîlere tâbi oluyorlardı. Me-dineli tabiîler ise,
orada oturan bilgin sahabîlerin fıkıh görüşlerini nakletmeye önem veriyorlardı
ve sahabîler Irak'tan daha çok Medine'de idiler.
2 —
Tabiîlerin bilginlerinden dikkati çeken iki fakih kendi memleketlerindeki fıkhı
temsil etmişler ve memleketlerinin fıkhî malzemelerini nakletmişlerdir.
Bunlardan birisi Medine'de Saîd b. el-Müseyyib'tir. O, Medine'deki sahabîlerin
İlim ve ictihadlanm nak-letmiştir. Diğeri ise İbrahim Nahaî olup Abdullah b.
Mes'ud, Ali b. Ebî Talib gibi Irak'ta bulunan sahabilerin İlim ve fetvalarını
nakletmiştir.[31]
Tabiilere göre
sahabilerin söz ve amelleri bir delil (hüccet) idi. Çünkü tabiîler, sahabilerin
öğrencileri olup onların yolundan gidiyorlardı. Tabiîlerden sonra gelenlere
göre de sadece sahabîlerin ameli hüccet olarak kabul edilmiştir. Ancak
Şiiler'den îmamiye mezhebi, Hariciler ve Zahirî mezhebi'nde olanlar sahabîlerin
amelini hüccet olarak kabul etmezler. Sahabilerin ameli iki kısma ayrılır:
1 — Bir
tartışmadan sonra da olsa sahabîlerin ittifak halinde kabul ettikleri re'y
icmâ' olup bizzat hüccet teşkil eder. Fakihlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir.
Yani Haricî ve Şiüerden başka bütün mezhebler, Zahiriler de dahil olmak üzere,
sahabîlerin icma'mi hüccet saymışlardır.
2— Sahabîler
bir hususta ittifak etmemişlerse tabiîlerden her biri, ekseriya bu konuda kendi
hocasının görüşünü benimser, bazan da başka bir sahabînin görüşünü kabul
ederdi.
Tabiîler, ittifak
halinde olsun veya olmasın, sahabîlerin görüşünü sünnet olarak kabul
ederlerdi. Onlara göre sahabîlerin sözü mücerret bir re'y'den ibaret değil,
uyulması gereken bir sünnettir; zahirde sahabilerin sözü mücerret bir hüküm
çıkarma (istinbat) 'dan ibaret olsa bile.
Tabiilerden sonra
gelen müctehid fakihlerin ekserisi de, sahabînin re'yini hüccet olarak kabul
etmişlerdir. Çünkü sahabîler, İlimlerini bizzat Peygamber (S.A.)'den almışlar
ve bir kısım meseleleri, Peygamber'den sözle nakletmemişlerse de, amelî olarak
nakletmiş-ierdir. Onlann görüşleri Peygamberimizin rehberliğine dayanmaktadır.
Bunun içindir ki onlar Peygamber (S.A.)'in getirdiği dinî anlamakta daha
kuvvetli ve ictihadlan aklî olmaktan ziyade Peygamber (S.A.)'den görüp
öğrendiklerine daha yakındır.
Ibni Kayyim
el-Cevziyye, sahabînin rey'inin sağlamlığını açıklarken şöyle der:
«Sahabî bir1 söz
söylediği, bir hüküm veya fetva verdiği zaman onda bizde bulunmayan anlayış
imkânları vardı. Bazı hususlarda sahabînin sahip olduğu anlayış imkânlarına biz
de sahibiz. Fakat, sahabînin anlayış özelliği, Peygamber (S.A.)'den veya başka
bir sa-habiden şifahen işitmiş olması ihtimalidir. Sahabîlerin kendilerine has
bilgileri pek çoktur. Çünkü her sahabî, işittiği şeylerin hepsini rivayet
etmemiştir. Ebu Bekr Sıddık ve Ömer el-Fârûk gibi büyük sahabilerin
işittiklerine nispetle rivayet ettikleri çok azdır. Meselâ, Ebu Bekr'in
Peygamber (S.A.)'den rivayet ettiği hadis sayısı yüz'e varmamaktadır. Halbuki
O, Peygamber (S.A.)'den hiç ayrılmaz ve O'nun yaptığı herşeye vâkıftı. Hattâ
peygamberliğinden önce başlayıp vefatına kadar O'na arkadaşlık etmişti.
Peygamber'i-, O'nun sözünü, işini ve yaşayaşını en iyi tanıyan zat O idi.
Diğer büyük sahabîlerin de rivayetleri, Peygamber (S.A.V)den işitip
gördüklerine nispetle pek azdır. Onlar işitip gördüklerini rivayet etselerdi,
Ebu Hüreyre'nin rivayetinden kat kat fazla olurdu. Ebu Hüreyre dört seneye
yakın bir zaman Peygamber (S.A.)'e arkadaşlık ettiği halde O'ndan pek çok hadis
rivayet etmiştir. Sahabîlerin hal ve yaşayışlarını bilmeyenler, herhangi bir
vak'a hakkında sahabîler birşey bilselerdi, rivayet ederlerdi, derler. Halbuki
sahabiler Peygamber'den birşey rivayet ederken fazla veya noksan yaparız diye
korkarlardı. Peygamber (S.A.)'den işittikleri şeyi defalarca konuştukları halde
bunu Peygamber (S.A.)'den işittiklerini açıklamazlar ve «Peygamber (S.A.)
şöyle buyurdu» demezlerdi.
«Sahabînin verdiği
îetvâ şu altı şıkkın dışına çıkmaz:
«1 — Sahabî,
onu Peygamber (S.A.)'den işitmiş olabilir.
«2 —
Peygamber (S.A.)'den işitenden işitmiş olabilir.
«3 —
Kur’andaiı böyle anlamış olabilir.
«4 —
Sahabîler bu hususta ittifak etmiş oldukları halde onların bu ittifakları
değil de, sadece bu fetvayı veren sahabînin sözü bize nakledilmiş olabilir.
«5 —
Sahabîler, arapçayı ve kelimenin delâlet ettiği mânâyı bizden daha iyi
bilmekle, yahut Allah'ın emri ile ilgili durum ve karinelerle veya Peygamber
(S.A.)'e uzun zaman arkadaşlık etmek, O'nun hal ve yaşayışlarını müşahade
etmiş olmak, sözlerini işitmek ve bu sözlerin maksatlarını kavramak, vahy'in
gelişine şahid olmak, bilfiil Peygamber (S.A.)'in bu vahy'i açıklamasını görmek
gibi hususların yardımıyla birçok meseleleri bizden daha iyi anlamış olabilirler.
«6 — Sahabî,
Peygamber'den kendisinin rivayet etmediği birşeyden anladığı mânâya göre fetva
vermiş, fakat bu anlayışında yanılmış olabilir. Bu takdirde sahabînin sözü
hüccet olmaz...
«Bu altıncı şık bir
faraziyeden ibaret olup vâki olması da uzak bir ihtimaldir... Bu itibarla
sahabîlerin sözleri sünnet makammdadır.»[32]
Burada açıklamamız
gerekir ki, sahabîlerin sözlerini birçokları sünnet veya Peygamber (S.A.)'in
hadisi gibi kabul etmişlerdir. Dolayısıyla, onlara göre, sahabîler ibadete
taalluk eden ve akılla izahı mümkün olmayan hususlarda bir fetva vermişlersebu
fetvalar kesin olarak Peygamber'in sünneti sayılır. Bu fetva ile Peygamber (S.
A.)'den naklolunan hadisler arasında tercih yapılabilir. Zira hiçbir sahabî,
Peygamber'den işitmedikçe re'y ile halledilmeyecek bir meselede fetva vermez.
Öte yandan bilginler,
Peygamber (S.A.)'in sözlerini ve O'na nispet edilen hüküm ve fetvaların kabul
edilmesini, bunlara muhalif olan sözlerin reddini beyan etmişlerdir. Çünkü
Peygamber'e nispet edilmesi ihtimalinden dolayı sahabînin sözünü kabul edip
doğrudan doğruya Peygamber'den rivayet edilen sözü terketmek doğru olmaz. Ancak
sahabîden rivayet edilen fetvanın, onun kendi re'yi ile olması imkansızsa
durum değişmektedir. Çünkü re'y ile halledilmesi mümkün olmayan ve tamamen
nakle dayanarak halledilmesi gereken hususta sahabînin fetvası sünnettir.
İmam Mâlik, böyle bir
fetvayı Peygamber (S.A.)'in hadîsi olarak kabul eder. Şukadar ki O, Peygamber
(S.A.)'e nispet edilen bir hadisle bu fetva arasında tercihte bulunur. Bu
yönden İmam Mâlik özel bir ihramla Umre yapmayı Hac aylarında mekruh saymıştır.
Burada O, Hz. Ömer'in re'yine uymuştur. Çünkü Hz. Ömer'in böyle Umre'yi
yasakladığı rivayet edilmiştir. Sa'd b. Ebi Vakkas yoluyla Peygamber'den Umre
ile Haccı birleştirmenin daha iyi olduğuna dair yapılan rivayet bu görüşe
aykırıdır. Sa'd b. Ebî Vakkas, Peygamber (S.A.) böyle yaptığı için biz de böyle
yapıyoruz demiştir. Fakat İmam Mâlik, Hz. Ömer'in sözünü tercih etmiş ve onu
sünnet saymıştır. O bu hususta; Ömer, Peygamber'in sünnetini Sa'd'dan daha iyi
bilir, demiştir.[33]
îmam Mâlik, Ömer'in
sözünü, her nekadar bir sarahat yoksa da, Peygamber'den bir nakil olarak kabul
etmiştir. O, Sa'd b. Ebî Vakkas'm Peygamber (S.A.)'den naklettiğini açıkça
söylemesine rağmen, Hz. Ömer'in sözünü tercih etmiştir.[34]
Tabiîlerden sonra
talebeleri gelmektedir ki, bunlara, «Teba-i Tabiin» (Tabiîlere tâbi olanlar)
denilmektedir. Fıkhı mezheplerin kuruluşu bunların çağlarına rastlar.İmamlarm
en yaşlısı Teba-i Tabün'den, diğer tabirle tabiîlerin talebelerinden Ebu
Hanife'dir. o -nun bütün hocaları, İbrahim Nahaî ,Şa'bî, Hammad b. Ebî Süleyman,
Atâ b. Ebî Rabah gibi yaşlı ve genç tabiîlerdir. Müctehid İmamların bir kısmı
doğum ve zaman itibariyle birçok sahabîlerin devrine rastladıkları için tabiî
iseler de, daha çok İlimlerini başka bir tabiîden almışlardır. Meselâ; Ebu
Hanife, Hammad'dan tahsil görmüş; Mâlik b. Enes, Abdullah b. Ömer'in
talebelerinden İlim öğrenmiştir. Yani Mâlik, Abdullah b. Ömer'in oğlu
Salim'den, onun azatlısı Nâfi'den ve diğer Medineli yedi fakihten ve bunların
talebelerinden tahsil görmüştür.
Medineli yedi fakih
ise şunlardır:
1 — Saîd b.
el-Müseyyib (Öl. 93 H.), Kureyş kabilesinden olup Ömer (R.A.)'in hilâfeti
zamanında doğmuştur. İmam Mâlik buna yetişemedi, fakat talebesi îbni Şihab'tan
ders gördü.
2 — Urve b.
ez-Zübeyr (Öl. 94 H.), Aişe (R.A.)'in kız kardeşinin oğlu olup kendinden
sonrakilere O'nun ilmini nakletmiştir.
3 — Ebu Bekr
b. Ubeyd b. el-Hâris (Öl. 94 H.) olup Hz. Aişe'den birçok mesele öğrenmiştir.
4 — El-Kasim
b. Muhammed b. Ebi Bekr Sıddik (Öl. 108 H.) olup Hz. Aişe'nin kardeşinin
oğludur. Hz. Aişe^nin ilmini O nakletmiştir. Çünkü babası Muhammed ölünce O'nu
Aişe (R.A.) kendi evine almış ve yetiştirmiştir. Kasım hem fakihtir, hem de
hadis râvîsidir. Hadiste O'nun zekâ ve himmeti büyüktür.
5 —
Ubeydullah b. Abdillah b. Utube b. Mes'ud (Öl. 99 H.) olup Z. Aişe, İbni Abbas
ve diğerlerinden rivayetler yapmıştır. O, Ömer b. Abdilaziz'in hocası idi.
Dolayisiyle Ömer b. Abdilaziz'in düşünce ve yönelişlerinde O'nun etkisi çok
büyük olmuştur.
6 — Süleyman
b. Yesar (Öl. 100 H.) olup Peygamberimizin hanımı Meymune bint'il-Hâris'in
kölesi idi. Meymune (R.A.), sonra O'nu mukâtebe akdiyle azat etmiştir. Bu zat,
Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, Ebu Hüreyre ve Peygamberimizin hanımları olan
Meymune, Aişe ve Ümmü Seleme'den rivayetler yapmıştır.
7 — Hârice
b. Zeyd b. Sabit (Öl. 99 H.) olup babası sahabîler arasında feraiz âlimi idi.
Bu zat da, babasından İlim tahsil etmiş ve babası gibi re'y ile şöhret
yapmıştır. Aynı zamanda babası gibi fe-raizi de çok mükemmel bilirdi ve halkın
miraslarını Kitab ve Sünnete göre taksim ederdi. O'nun hakkında Mus'ab b.
Abdillah şöyle söyler: Harice ve Talha b. Abdirrahman b. Avf'tan halk fetva
sorardı ve onların sözüne bağlanırdı. Bunlar ev, hurma v.s. gibi malları
mirasçılar arasında taksim ederler ve halka çeşitli belge (vesikâV'ler
yazarlardı.
Bu yedi fakih'in çoğu
dikkatli ve doğru rivayetle, re'ye dayanarak hüküm çıkarma ve fetvayı
birleştirmişlerdir. Bunların hepsi Medine'de toplanmış olup Medine ilmini
yaymışlardır. Sâîd b. el-Müseyyib de, re'y ile hüküm çıkarır ve ona göre fetva
verirdi. Onun hakkında çağdaşlarından biri şöyle söyler: Bir vakit bir adam gördüm.
O, birşey sormak için toplantılara sokulup duruyor ve birçokları onu bir meclisten
başka bir meclise gönderiyorlardı. Sorusuna fetva vermek istemedikleri için
nihayet onu Said b. el-Museyyib'in meclisine gönderdiler. Çünkü Saîd b.
el-Museyyib'e (Cesaretli Saîd) derlerdi.[35]
Kasim b. Muhammed,
Ubeydullah b. Utbe b. Mes'ud, Süleyman b. Yesar ve Hârice, re'y ile hüküm
çıkarıp fetva vermekle meşhur idiler. Re'y ile' hüküm çıkarma işinin çok olduğu
yerde re'y ile fıkıh da çok bulunmaktadır.
Bu itibarla re'ye
dayanan fıkhın Medine'de de mühim bir mevkii olduğunu burada belirtmek isteriz.
Bu adı geçen yedi fakih, Medine fıkhını temsil etmekle beraber, onların fıkhı,
Medine'de re'ye dayanan fıkhm derecesini de açıkça gösterir. Gerçi bu türlü
fıkhın derecesi, orada, Irak'ta olduğu gibi yüksek değil ve metodu da farklı
idi.
Bu yedi fakih ve
diğerlerinin ilmini, genç bir tabiî olan İbni Şihab ez-Zühri ve Rabîatu'r-Rey
nakletmişlerdir. İmanı Mâlik bunların her ikisinin de talebesi idi.
Bu tarihî seyir,
tabiîler asrındaki fıkıh ve ictihadla, müctehid İmamlar asrındaki fıkıh ve
içtihadın birbiriyle nasıl irtibat halinde olduğunu açıklamaktadır. Bu tarihi
seyir, aynı zamanda fıkıh ekollerinin kurulduğu tabiîler asrı ile, büyük fıkıh
mezheplerinin kurulmaya başladığı asrın birbiri içine nasıl girmiş olduğunu
göstermektedir.
Tabiîler devrinde İslâmî
fırkaların meydana gelmesi ile Peygamber (S.A.)'den yalan hadis rivayetleri
artmıştır. Bu devirde, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kasıtlı birtakım
kimselerin İslâm'a girişi, bu uydurma hadis rivayetini artıran sebeplerden
biridir. Fakat bu uydurma hadis rivayeti, tabiîler devrinde kendilerine
başvurulacak ve gerçeği hakikî kaynaklardan öğrenecek İmamlar bulunduğu için
mühim bir tesir göstermemiştir. Çünkü o devirde İslâm'ın kaynakları henüz
bülanmamiş ve tertemizdi. Fakat, teba-i tabiin asrında ve daha sonraki
asırlarda Peygamber (S.A.)'den uydurma hadis rivayeti, çeşitli sebeplerden
şiddetini artırmıştır. Kadı îyaz, bu uydurma hadis rivayetinin sebeplerini
şöyle anlatır:
«Hadis uyduranlar
birkaç sınıftır. Onların bazısı Peygamber (R.A.)”in asla söylemediği bir şeyi
birbirini küçümsemek veya büyüklük satmak maksadı ile uydurmuşlardır. Bunlar
zındıklar ve benzerleridir. Diğer bir kısmı, kendilerine göre, dindarlık
maksadıyla, birtakım hadisler uydurmuşlardır. Bunlar, bazı hususların faziletleri
hakkında hadis uyduran câhil dindarlardır. Bazı hadisçi (muhaddis) geçinen
sapıklar, şöhret yapmak için acayip hadisler uydurmuşlardır. Bazı sapık
mezheplerin dâvetçi (dâl) leri taassup ve gizli maksatları sebebiyle, bazı
müteassıp mezhep taraftarları da kendilerini savunmak için, bir kısımları da
dünyaya bağlı kimselerin isteklerini yerine getirmek ve onların yaptıklarını
meşru göstermek için hadis uydurmuşlardır.
«Bu hadis uyduranların
kimisi, hadis metni uydurmamış; fakat zayıf bir metin için doğru ve meşhur bir
sened uydurmuştur. Bazıları da, hadis senedlerini altüst etmiş ve bunlara bazı
isimleri eklemiştir. Onlar bunu, ya bir fevkalâdelik göstermek veya
cehaletlerini örtmek için yapmışlardır. Başka bir gurup da, yalan yere,
işitmediği şeyi işittiğini, görmediği kimseleri gördüğünü ve sahih hadisler
rivayet ettiğini iddia etmiştir. Diğer bir kısmı da, kasden sahabîlere ait
sözleri, arap atasözlerini ve filozoflara ait sözleri Peygamber (S.A,)'e nispet
etmişlerdir».[36]
Bu uydurma hadis
rivayetinin bütün sebepleri, teba-i tabiîn devrinde ve fıkıh mezheplerinin
kurulduğu çağda mevcuttur, diyemeyiz. Çünkü bunların bir kısmı daha sonraya
aittir. Bunlardan'tabiîler devrinde bulunan zındıklık, ikinci asrın birinci
yarısında daha da artmıştır. Haricîler ve Şiîler'in sapıkları (gulât-ı şîal'nın
temsil ettiği bid'at hareketleri de böyledir. Hattâ Haricîler'den bazısı
tövbekâr olduktan sonra şöyle söylemiştir; «Peygamberimizin hadislerini iyice
inceleyiniz, çünkü biz, yaymak istediğimiz herşey için bir hadis söylerdik.»
Emevîler devrinde dünyaya bağlı olanların nefsi arzuları da aynı şekilde hadis
uydurmada rol oynamıştır. Çünkü Emevî hükümdarlarına yakın olan ve kalbinde
dînin bir yeri bulunmayan kimseler, hükümdarları memnun etmek için hadis uydurmuşlar
ve âhiretlerini dünyalık şeylere değişmekten çekinmemişlerdir.
Bu yüce din ve
kıyamete kadar bakî olacak parlak İslâm mîra: sı üzerine gelen bu tehlike
dalgasının büyüklüğü nispetinde, onu; bu gibi şüpheli şeylerden kurtarmak,
uydurmaları gerçek hadislerden ayıklamak için önem ve çaba gösterilmiştir.
Dolayısiyle İslâm bilginleri, bu tehlike başgösterir göstermez araştırma,
inceleme ve müs-1 umanların ortak mirası olan fıkhı korumak cihetine
yönelmişlerdir. Onlar, bu İslâm mirasını korumak, ona sokulan uydurmaları
ayıklamak ve onu gelecek nesillere tertemiz ve dosdoğru bir şekilde teslim
etmek için iki yönde çalışmışlardır:
1 — Gerçek
rivayetleri araştırmak, uydurmaları onların arasından çıkarıp atmak maksadıyla
hadisleri rivayet edenlerin şahsiyetlerini, yaşayışlarını incelemişler ve
hadîs'i anlayarak, doğru olarak rivayet edecek güvenilir râvîlerle bu vasıfları
taşımayan râvîleri tesbit etmişlerdir. Râvîleri doğrulukta derecelere
ayarmışlar, daha sonra bizzat hadisleri İslâmî gerçeklerle ve doğruluğunda
şüphe olmayan hadislerle karşılaştırıp ölçmüşler, Kur'an'a ve gerçek hadislere
uymayanları atmışlardır.
Daha sonra büyük
İmamlar, sahih hadisleri kitap halinde yazmak işine girişmişlerdir. Bu.
maksatla İmanı Mâlik Muvatta'mı, Süfyan b. Uyeyne Kitabu'l-Câmi'ini, Süfyanı
Sevri el-Câmi'u'1-Kebir'ini ve İmam Ebu Yusuf, Ebu Hanife'den rivayet ettiği
Kitabul-Âsâr'in yazmıştır.
2 —
Bilginler, râvilerin doğruluk ve adaletle meşhur olup olmadıklarını, o devirde
bid'at'e düşüp düşmediklerini tesbit etmek için hadislerin senedlerini
araştırmışlardır. Bu sened araştırması iki devreye ayrılır:
a) Önceleri
senedler (râvîler) birbirine bağlanmazdı. Bu durum, tabiilerle görüşmüş olan
Ebu Hanife ve Mâlik gibi müctehid İmamların asrında mevcut idi. Çünkü bu
İmamlar, İlimlerini tabiîlerden almış olan teba-i tabiînden idi, Gerçi birçok
hallerde onlar, genç tabiîlerden İlim tahsil etmişlerse de, senedin Peygamber
(S.A.) 'e ulaşmasını şart koşmuyorlardı. Bu itibarla onlar, tabiînin «Peygamber
buyurdu» diyerek söylediklerini kabul ediyorlardı. Çünkü tabiine güveniyorlar
ve şüpheye düşmüyorlardı. Tabiî de, sahabînin ismini mecbur kalmadıkça
zikretmiyordu. Aralarında karşılıklı itimad hâkim idi. Hattâ bu tabiîler,
hadisi birkaç sahabîden rivayet ettikleri zaman sahâbî ismini
zikretmediklerini açıkça söylüyorlardı. Bu cümleden olmak üzere bir tabiî olan
Hasen el-Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«Bir hadîsi dört
sahâbî rivayet etmişse o hadîsi ben mürsel olarak (sahabî ismini
zikretmeksizin) rivayet ederim. Bir hadîsi bana falan rivayet etti, dersem onu
sadece o zat söylemiştir. Peygamber şöyle buyurdu, dersem o hadîsi yetmiş veya
daha fazla kişiden işitmişim demektir.»
Bu hususta el-A'meş de
şöyle rivayet etmiştir: «İbrahim'e, bana Abdullah'tan bir hadis rivayet
ettiğin zaman onu sened olarak göster, dedim. O da dedi ki, Abdullah'tan
herhangi bir hadisi bana falan rivayet etti dersem, onu rivayet eden o
şahıstır. Abdullah şöyle dedi dersem, onu bizzat bana Abdullah rivayet
etmiştir.»
Bu sebeple Ebu Hanife,
hadisi çok zaman mürsel olarak zikrederdi. Mâlik, hadisi aldığı kimseye önem
verir ve sened zikrini istemezdi. Mâlik şöyle derdi: «Dört kişiden İlim
alınmaz, diğerlerinden alınır. Bunlar; 1 — Sefih, 2 — Bid'ate sevkeden nefsi
arzulara uyan, 3 — Uydurma hadis rivayet etmekle itham edilmese dahi konuşurken
yalan söyliyen, 4 — Dindar olmakla beraber câhil olan kimselerdir.»
İmam Mâlik bu dört
sınıftan olmayanlara itimat gösterir ve onların rivayetini kabul ederdi.
b) İlk
müctehid İmamların çağından sonra insanlar arasında, ahde vefasızlıkları
frisbetinde yalancılık da artmıştır. Bu devirde hadis öğrenenler, öğrendikleri
hadisi ne tabiîden, ne de teba-i tâbünden almışlardır. Bundan, dolayı onlar,
rivayetin doğruluğunu kabul etmek için hadisteki senedin Peygamber (S.A.) 'e
kadar ulaşmasını şart koşmuşlardır. Meselâ; Ebu Hanife, ve Mâlik'ten sonra
gelen İmam Şafiî, sahabiyi zikretmiyen râvînin hadisini veya senedler arasında
herhangi bir kesiklik (inkita') bulunan hadîsi asla kabul etmemiştir. Ancak,
mürsel olarak hadis rivayet eden ravîde şu iki şart bulunursa, onun rivayet
ettiği böyle bir hadisi kabul etmiştir :
1 — Tabii,
sahabînin ismini zikretmeksizin mürsel olarak bir hadis rivayet ederse, o
tabiînin Saîd b. el-Müseyyib gibi birçok sahabîleri gören büyük tabiîlerden
olması lâzımdır.
2 — Böyle
bir hadis rivayet eden tabiîyi, şu gibi destekleyici hususiyetler
bulunmalıdır:
a) Hadîs'i
başka bir yoldan Peygamber'e mânâ itibariyle isnat etmiş olmak,
b) Bu hadisi
destekleyen İlim ehlinin kabul ettiği ve başka bir yolla rivayet edilen diğer
bir mürsel hadis bulunmak,
c)
Sahabî'lerin kabul etmesiyle bu mürse1 hadis desteklenmiş olmak,
d)
Bilginlerden bazılarının mürsel hadîsi kabul ederek ona göre fetva vermiş
olmaları gerekir. Meselâ, «Vârise vasiyyet yoktur» hadisi böyle bir mürsel
hadistir ve bunu pek çok fukahâ kabul etmiştir.
Bu saydığımız şartlar
bulunmadığı takdirde mürsel hadisi Şafiî kabul etmez. O'na göre bu şartları
ihtiva eden mürsel bir hadis, sened bakımından muttasıl (Peygambere ulaşan)
hadisten daha aşağı bir derecededir. Eğer böyle bir hadis, musned (Peygambere
sahabî vasıtasiyle dayanan) bir hadisle çatışırsa, bu şartları ihtiva etse
dahi, Şafiî onu reddeder.
Şafiî'nin çağında
mürsel hadîsin durumu bundan ibarettir. Ondan sonra gelen Ahmed b. Hanbel
asrında ve büyük hadis mecmualarının meydana geldiği asırlarda ise, mürsel
hadîsin durumu daha dâ zayıflamıştır. Meselâ; Ahmed b. Hanbel, mürsel hadîsi
zayıf hadislerden saymış, ancak muttasıl bir hadis bulunmadığı takdirde mürsel
bir hadisle amel etmiştir. Hattâ Neveyî «Takrib» adlı eserinde fakih, muhaddis
ve usul bilginlerinin büyük çoğunluğu gibi düşündüğünü ve mürsel hadîsi, zayıf
sayarak, reddetmesinin sebebini şöyle açıklamaktadır: «Çünkü bu hadîsi
Peygamberden rivayet eden sahabî bilinmemektedir. Bilinmeyen bir şahıstan
rivayet edilen hadîsin reddedilmesi gerektiğine göre, sadece isim vermeyen râvînin
rivayetinin de reddedilmesi daha doğru olur.»
Mürsel hadîsin
Peygambere nispetindeki zincir (silsile) üzerinde bu kadar durulması, İslâm
bilginlerinin Sünnete ne kadar önem verdiğini; isnadlan, sened teşkil eden
râvilerin durumlarını tek tek iyice tetkik ederek, uydurma hadisleri nasıl
ayıkladıklarını göstermektedir. Hattâ bu devirde adalet, doğruluk, emanet,
idrak ve öğrendiğini iyice muhafaza etme (zabt) gibi sıfatlarla meşhur olmayan
kimsenin rivayeti kabul edilmemiştir. Onların gösterdiği böylesine bir
titizlik, gerçek hadislere Peygamber'in söylemediği bir şeyi sokmak
istiyenlerin yolunu tıkamak için tam bir çare ve tedbir olmuştur.
Müslüman ismi taşıyan
veya müslüman olduklarını ilân ettikleri halde İslâm'ı yıkmaktan başka bir şey
istemiyen ve Peygam-ber'den uydurma hadis rivayet eden bir kısım kimselerin
sapıklıkları neticesi alınan bu tedbir, ilk basamak olmuştur. Bu sayede uydurma
hadisi sahih hadislerden ayırd etmek için İslâm bilginleri şâyân-ı hayret
ölçüler koymuşlardır.
Re'y'e dayanarak fetva
vermek, ikinci merhaleyi teşkil eder. Çünkü bu bir zaruret idi., Şehristânî
«el-Milel ve'n-Nihal» adlı eserinde bu hususu şöyle anlatmıştır: «İbadet ve
muamelât hususundaki yeni olaylar sayılamıyacak kadar çoktur. Kesin olarak
biliyoruz ki her olay hakkında bir" nass gelmemiştir. Böyle olması da düşünülemez.
Nass'lar mahdut olup bunlar mahdut olmayan bütün olayları içine alamaz. O halde
içtihadın, kıyasın, hattâ her yeni olay üzerinde yeni bir içtihadın zarureti
kendiliğinden anlaşılmaktadır.»
Bu itibarla sahâbiler
ve tabiîler devrinde re'y'in büyük bir önemi vardı. Tabiîler devrinde çeşitli
fıkıh ekolleri kendini göstermiş ve her ekol, az - çok ve değişik metodlarla da
olsa, re'y'e kıymet vermiştir. Teba-i tabiîn asrında ortaya çıkan mezheblerin
İmamları re'y ile daha çok ictihad'da bulunmuşlardır. Pek çok yeni olaylar
karşısında bu, bir zaruretten doğmuştur. Re'y ile içtihadın çoğalmasına sebep
olan ikinci âmil, birtakım yalancılar vasıtasıyla meydana gelen uydurma
rivayetleri ayıklamak zaruretidir. Medine'de de Irak'ta da re'yi görmekteyiz.
Bu iki memleket, fıkhın geniş bir şekilde gelişme alanlarıdır. Bu
memleketlerden başka yerlerde de fıkıh çalış-. maları olmuş ise de, buralarda o
iki şehre nisbetle fıkıh daha az gelişmiştir. Yukarıda da işaret ettiğimiz
gibi Irak'ta re'y Medine'de-kinden daha çok idi. Irak ve Medine fıkıhları
arasındaki farkı şu dört noktada özetliyebiliriz:
1 —
Medîneliler Ebu Bekr, Ömer ve Osman (R.A.) 'm hüküm ve fetvalarına, ayrıca Zeyd
b. Sabit ve Aişe (R.A.)'m fetvaları ile Ebu Hüreyre ve Ebu Saîd el-Hudrî gibi
sahabilerin rivayetlerine sahipti. Iraklılar ise Abdullah b. Mes'ud'un hadis ve
fetvalarına, Ali b. Ebî Talib ve EbuMûsâ eİ-Eş'arî'nin fetva ve hükümlerine,
Kadı Şureyh gibi Irak'ta bulunan sahabi ve tabiîlerin hüküm ve fetvalarına malik
idi.
2 —
Medîneliler daha çok hadis kaynaklarına sahip olup, ha-dîs'e itimad da o zaman
daha çoktu. Hadîs'e dayanan fıkhın sahip olduğu malzeme, sahabîlerin
hükümlerinden meydana geliyor ve hadislere dayanan görüşler daha büyük bir
kuvvet kazanıyordu.
3 —
Tabiîlerin fetvaları Medine'deki müctehidlerin yanında büyük bir mevki işgal
ediyordu. Çoğu zaman bu fetvalara, doğrudan doğruya uyuluyordu.Gerçi bu
fetvalara uymak mecburî olmayıp i s ti h san yoluyla tercih ediliyordu. Irak
fıkhında tabiîlerin re'yleri böyle bir mevki işgal etmiyordu; ama Irak'ta da
tabiîlerin re'ylerine çoğu zaman uyuluyordu. Ne var ki bu, sırf onların
re'yleri olduğu için değil, fıkıh ekollerince varılan fikir birliği ( ittifak)
olmasından dolayı idi.
4 — Yukarıda
işaret edildiği gibi, Irak'ta re'y, kıyasa dayanıyordu. Hicaz'da ise re'y.
devlet işlerinde yaptığı ictihadlarda Hz. Ömer'e uyularak, maslahata (yaklaşık
olarak kamu yararına dayanıyordu.[37]
Şimdiye kadar
anlattıklarımız Ehl-i Sünnet fıkhına dair idi. İslâm tarihinde buna Ehi-i
Sünnet ve'1-Cemaat fıkhı adı verilir. Diğer birçok fırkaların da kendilerine
göre fıkıhları, fıkıh kitapları, fetva ve; hükümleri vardır. Bu fırkalardan
kısaca bahsetmek mecburiyetindeyiz. Burada, yalnız fıkhı olan fırkalardan
değil, esası ister akideye, isterse hilâfet meselesine dayansın, kısaca bütün
fırkalardan bahsedeceğiz. Çünkü bunların hepsi birbiri ile alâkalıdır. Yani
bunlar, ağacın kökü ve dalı gibi birbirine bağlıdır.
Bu fırkaları iki kısma
ayırabiliriz :
1 — Siyasi
fırkalar,
2 — İtikadî
fırkalar.
Gerçi siyasî
fırkalarla itikadı fırkalar arasında bir ilgi vardır. Çünkü siyasî olarak
ortaya çıkan her fırkanın kendine göre bir de akidesi ve itikadi görüşü vardır.[38]
Siyasî fırkalar şu üç
başlık altında gösterilebilir:.
1 — Şiîler,
2 —
Haricîler,
3 — Ehl-i
Sünnet ve-1 Cemaat.
Ehl-i Sünnet ve'I-Cemaat: Bunlar hakkında burada bir şey söylemeyeceğiz.
İslâm'ın siyasî görüşlerinde asıl olan Ehl-i Sünnet ve'I-Cemaat mezhepleridir.
Bunların dışındaki bütün mezhepler,. îs-lâm âleminde hiçbir zaman çoğunluğu
teşkil etmemiştir.[39]
Şiîler:
Bunlar en eski İslâm fırkası sayılır. Çünkü onlar, Hz. Osman zamanında ortaya
çıkmış olup Hz. Ali devrinde kuvvetlenmişlerdir. Hattâ Şiîler, Peygamber
(S.A.) vefat eder etmez bir fırka olarak ortaya çıktıklarını iddia
etmektedirler. Bu iddiaya göre safıabîlerden bazıları Hz. Ali'nin
propagandasını yapıyor ve halifeliğin Hz. Ebu Bekr'in değil, Hz. Ali'nin hakkı
olduğunu ileri sürüyorlardı. Her ne ise, hakikat odur ki şiîlik, Hz. Osman
zamanında bir realite olarak ortaya çıkmış ve İslâm devletlerinin teşekkül ve
seyrinde büyük etkilerde bulunmuştur.
Genel olarak Şiîler,
Hz. Ali'nin halifeliğe diğer müslümanlardan daha lâyık oluşuna ve onun
Peygamber tarafından halife olarak tâyin edilişine kani idiler. Ayrıca onlar,
İmametin, ümmetin görüşüne terkedîlebilecek âmme menfaatlarmdan
sayılamayacağına; aksine, İmametin, dînin en esaslı prensiplerinden biri
olduğuna, Peygamber'in bu konuyu ihmal ve ümmete havale etmesinin asla caiz
olmadığına; bilâkis, Peygamber'in bir İmam tâyin etmek mecburiyetinde olduğuna
inanırlar.
Şîa adını taşıyan
çeşitli fırkalar vardır. Bunların bazıları. Hz. Ali'yi takdis ederek
İslâmiyetten dışarı çıkmışlardır. Bu türlü sapık şiî fırkalara, yahudi dönmesi
Abdullah İbni Sebe' taraftarı olan ve Hz. Ali'yi tannlaştıran «Sebeiyye»
fırkası ile Ali (R.A.)'yi Peygamber sayan «Gurabiyye» fırkasını misal olarak
gösterebiliriz. Gurabîlere göre, Cebrail, vahyi getirirken şaşırmış, onu Hz.
Ali'ye getireceği yerde, Muhammed (S.A.)'e getirmiştir. Bunlara göre, Hz.
Muhammed ile Hz. Ali aynı tipte olan iki karga gibi birbirine benzediklerinden
dolayı Cebrail şaşırmıştır. Dolayısiyle bu fırkaya «Kargacılar» anlamında
«Gurabiyye» adı verilmiştir.
Bu iki fırka, Hz. Ali
zamanında ortaya çıkmış olup Hz. Ali bunların kâfir olduklarını söylemiştir.
Çünkü birincisi Allah'a şirk koşmuş, ikincisi ise Peygamberlik makamına dil
uzatmıştır.
Bu iki fırkadan başka
Ehl-i Beyt taraftarı olduklarını söyleyen ve sapıklıkta küfre kadar giden
fırkalar da vardır. Bunların doğuşu, Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid
edilmesinden sonra ve hicrî birinci asrın sonlan ile ikinci asrın başlarına
rastlamaktadır. Bunların en dikkati çekenleri şu fırkalardır:[40]
1 — Beyaniyye:
Bu fırka,mensupları, Temim kabilesinden Beyan Ibni Sem'an denilen bir adama
tabidirler. Bu adam, Hz. Ali'nin Fatıma (R.A.)'dan sonraki hanımından doğan
oğlu Muhammed b. Hanifiyye'nin ölümünden sonra kendisinin İmam olduğunu iddia
etmiştir. O, daha ileri giderek, Hz. Ali'nin de tanrı olduğunu söylemiş-ve yer
tanrısı ile gök tanrısı ayrı ayrıdır, demiştir.[41]
2 — Mugiriyye:
Bu fırkayı kuran kimse Mugire b. Saîd adında biridir. Bü adam, Ali
Zeynelabidin b. Hüseynin oğlu Muhammed Bakır'a bağlı olduğunu iddia etmiş ise
de, O, bunu reddetmiştir. Bu da, Hz. Ali'nin tanrı olduğunu ve İmamların Hz.
Hüseyin neslinden geleceğini iddia etmiştir.[42]
3 — Hattâbiyye:
Bu fıkranın başı Ebu'l-Hattab Muhanımed b. Ebi Zeynep el-Esedî adında biridir.
Bu şahıs, îmam Cafer-i Sadık devrinde yaşamış olup onun propagandasını yapmakta
idi. Bu da, saptırarak kendisinin peygamber, Cafer-i Sadık'm da tanrı olduğunu
iddia etmek suretiyle küfre batmış ve nihayet bütün haram olan şeylerin
yapılmasına izin vermiştir. Buna mensup olanlar, farzları yerine getirmenin
ağırlığından kendisine şikâyette bulunarak, kolaylık göstermesini istemişler;
O da, onları terketmelerini emretmiş. Bunun üzerine onlar bütün farzları
terketmişler ve bütün haramları helâl saymışlardır. Hattâ O, onların birbirleri
için yalancı şahitlik yapmalarına da müsaade etmiş ve İmamı tanıyan insana
haram olan her şey helâl olur, demiştir.[43]
İşte burada, dînî
bağları kırarak İslâmiyetten dışarı çıkan ve hattâ İslâmiyeti ters çeviren,
fırkalara işaret etmiş olduk. Çok gariptir ki bu fırkaların doğuşu, Zeydiyye
ve îmamiyye mezheplerinin doğuşu ile aynı çağdadır. Bu iki şiî mezhebi, genel
olarak islâmiyetten çıkmamışlar ve sadece küfrü icabettirmiyecek bazı
tuhaflıklar ortaya koymuşlardır. Caferi mezhebinden bahsederken zikredeceğimiz
gibi, Cefr'e inanmak, Hattabiyye mezhebinde başlamış ve îmamiyye mezhebinde
gelişme imkânı bulmuştur.
İslâm dairesinden dışarı
çıkmayan şiî fırkalar içinde Ehl-i Sünnete yakın olanlar vardır. Meselâ; İmam
Zeyd b. Ali Zeynelâbidin b. Hüseyin'e mensup olan Zeydiyye mezhebi
bunlardandır. Bu mezhebe göre hilâfet, Hz. Ali'nin Fatıma (R.A.)'dan olan
evlâtlarına verilmelidir. Bunlar ister Hasan, ister Hüseyin neslinden
olsunlar. Aslında hilâfetin Ali evlâtlarına verilmesi de şart değildir, fakat
hilâfetin onlara verilmesi daha iyidir. Adaletle hilâfeti yürüten başka bir
halifeye de itaat vacip olur. Dolayısiyle Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)'in hilâfeti
meşrudur. Hz. Ali, Peygamber (S.A.V.) tarafından İmam (halife) olarak tâyin
edilmemiştir. Sadece İmamda bulunması gereken sıfatlar itibariyle' tavsiye
edilmiştir. Dolayısiyle Hz. Ali soyundan gelen İmanılarMa ismen değil,
sıfatlarıyla bilinirler. İmamın, kendisi için bir dâvetçi (dâi) tâyin etmesi
gerekir. Hilâfet bir mülk gibi miras olarak kalmaz. Fakat seçim ve biat
suretiyle olur.
İslâm tarihinde ortaya
çıkan üç şiî fırkası daha vardır. Bunlardan ikisinin mensupları îslâm
memleketlerinde hâlâ mevcuttur. Bu fırkalar şunlardır:[44]
1 — Keysaniyye: Bunlar Muhtar b. Ubeyd
es-Sakafî'ye tâbi olanlardır. Onlar, önceleri harici idiler. Sonra Ali
taraftarı olarak, Hz. Hüseyin'in ölümünden sonra ortaya çıkıp Muhammed b.
Hanefiyye'nin propagandasını yapmışlardır. Bunların esas görüşlerini şöyle
özetleyebiliriz:
a) Peygamber
(S.A.V.), kendinden sonra İmametin Hz. Ali'ye, ondan sonra oğlu Hasan'a, ondan
sonra'Hüseyin'e, daha sonra da Muhammed b. Hanefiyye'ye ait olacağını
söylemiştir.
b) İmam
Muhammed b. Hanefiyye geri dönecektir. O diri olup Mehdiy-i Muntazar
(Beklenilen Mehdi)'dir.
c) Bedâ,
gerçektir. «Bedâ» demek, Allah'ın iradesinin ilmi ile birlikte değişmesidir. Bu
hususta Şehristânî «el-Milel ve'n-Nihaî» adlı eserinde şöyle söyler: «Muhtar es
Sakafî bedâ fikrini ortaya atmıştır. Çünkü O, gelecek olayları ya vahiy ile
veya İmam tarafından gönderilen bir mesajla bildiğini iddia ederdi. O,
adamlarına gelecekte bir şeyin olacağını haber verir ve olay dediği gibi çıkarsa
bunu dâvasına bir delil sayardı. Eğer dediği gibi çıkmazsa Rab-bınıza bedâ
geldi, yani O fikrini değiştirdi, derdi.[45]
2 — İsnâ-Aşeriyye (Oniki İmam kabul edenler) :
Bunlara imâmiyye» fırkası da denilir. Onlar, İmametin, yalnız Hz. Fatıma'mn
oğlu Hüseyin soyundan gelenlere münhasır olduğunu ileri sürerler. Onlara göre
İmamet, sadece oniki kişiye münhasırdır. Bu İmamlara vasî da denilir. Çünkü
bunların her biri kendinden sonra gelecek İmamı tavsiye ederek tâyin etmiştir.
Esasen bunların onikisi de Peygamber (S.A.) tarafından bildirilmiştir.
Bu oniki İmam
şunlardır:
1 — Ali b.
Ebî Tâlib
2 — Hasan b.
Ali
3 — Hüseyin
b. Ali
4 — Ali
Zeynelâbidin b. Hüseyin
5 — Muhammed
Bakır
6 — Cafer-i
Sadık b. Muhammed Bakır
7 — Musa
Kâzım b. Cafer
8 — Ali Rıza
9 — Muhammed
Cevad
10 — Alı
el-Hâdî
11 — Hasan
el-Askeri
12 —
Muhammed b. Hasan el-Askerî
Bu mezhebin
mensuplarına göre onikinci İmam Samarra'daki babasının evinde ve annesinin gözü
önünde serdab (mahzen) a girmiş ve bir daha dönmemiştir. Hâlâ dönmesi
beklenmektedir. Yâni onun mehdiy-i numtazar olduğuna inanılmaktadır.
Îsna-Aşeriyye fırkarsma mensup olanların sayıları İran ve Irak'ta kabarıktır.
Hindistan, Pakistan ve Kuzey Afrika'da bu mezhebe bağlı olanlar vardır.
İsnâ-Aşeriyye mezhebinin fıkıh İmamı Cafer-i Sadık'tir. Caferi mezhebinden
bahsederken bu hususta daha geniş bilgi vereceğiz.[46]
3 — İsmâiliyye: Bu fırka, İmamiyye
fırkasının bir koludur. Bunlar, Cafer-i Sadık'ın oğlu İsmail'i İmam olarak
tanımışlardır. Cafer-i Sadık'a kadar İsna-Aşeriyye fırkasıyla müşterek iken
Cafer-i Sadık'ın ölümünden sonra ayrı bir fırka teşkil etmişlerdir. Onlara göre
Cafer-i Sadık'tan sonra gelen İmam, onun oğlu İsmail'dir. Çünkü Cafer-i Sadık,
ismail'in İmam olduğunu bildirmiştir. Fakat İsmail babasından önce ölmüş ve
İmamet İsmail'in, oğlu Muhammed Mektûm'e intikal etmiştir. Muhammed Mektûm
gizli İmamların başıdır. Ondan sonraki İmam, bunun oğlu Cafer-i Musaddak'tır.
Ondan sonra İmamet, Cafer-i Musaddak'm oğlu Muhammed Habib'e intikal
etmektedir. Bu da gizli İmamların sonuncusudur. Bundan sonraki İmam, Muhammed
Habib'in oğlu Abdullah el-Mehdî'dir. Bu İmam Kuzey Afrika'yı ele geçirmiş ve
kendinden sonra da oğulları Mısır'ı zaptetmişlerdir. Bunlara İslâm Tarihinde
«Fatimîler» denilir.[47]
Bu fırkaya «Bâtmiyye»
fırkası da denilir ve birçok kollara ayrılmıştır. Bunların bazıları
İslâmiyetten dışarı çıkmıştır. Meselâ, Hâkimiyye fırkası, Tanrının, İmama hulul
ettiğine inanır ve bu sapık fırkanın kalıntılarına Kuzey Afrika, Pakistan ve
Hindistan'da hâlâ rastlanmaktadır.[48]
Kısaca işaret
ettiğimiz şii fırkaların yanında haricî denilen fırkalar da vardır. Ve bunlar
da birçok bölüklere ayrılmışlardır. Bunlar, Hz. Ali ile Muaviye arasında
yapılan Sıffîn Savaşı'ndan sonra Hz. Ali'nin meseleyi hakem vasıtasıyla
halletme fikrini kabul etmesi üzerine Hz. Ali'nin ordusundan ayrılanlardır.
Halbuki önce Hz. Ali'yi hakem işini kabul etmeye onlar zorlamışlar, fakat Hz.
Ali bu fikri kabul'edip uyguladıktan sonra işin içine hile karıştığı anlaşılınca
Hz. Ali'nin üzerine yürümüşlerdir, hattâ onun yanıldığını ve küfre gittiğini
iddia etmişlerdir. Hakem olayını benimseyen herkesi küfürle ittiham
etmişlerdir. Şukadar ki, bu işe razı olmalarından
ötürü kendilerinin
tevbe ederek temizlendiklerini, diğerlerinin de bunlara "Uyarak tevbe
etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Hz. Ali'nin bunları yatıştırmak için yaptığı
her konuşmada onun yüzüne karşı, «hüküm ancak Allahındır» diye bağırmışlardır.
Bunlar, daha sonra Hz.
Ali'ye karşı ayaklanmışlar ve onunla savaşmışlardır. Hz. Ali devrinde ve O'ndan
sonraki devirlerde müslümalrın büyük çoğunluğunu kâfir saymışlardır. Emevîler
devrinde Haricîler çok kuvvetlenmişler, birçok Emevî valilerini öldürmüşler
ve devlete karşı ard arda isyanlarda bulunmuşlardır.
Hâriciler'in
görüşlerini genel olarak şöyle öze tüyebiliriz: Hiçbir aile veya kabile
hilâfet hususunda diğerinden üstün değildir. Halifeyi müslümanlar tam bir
hürriyet içerisinde seçerler. Halife adaletten ayrılırsa onu azletmek, hattâ
öldürmek vacip olur. İsterse onun ilk olarak seçilişi ve icraatı adaletli
olsun. Bu itibarla herhangi bir itham sebebiyle halifeyi azledilme veya
öldürülmeden koruyacak adamları bulunmalıdır. Haricîler, büyük günâh
işliyenleri kâfir saymışlar, kendilerine muhalefet eden herkesi büyük günâh
işlemekle suçlamışlar ve bunun bir neticesi olarak da onları bu yüzden ve
zalim sultana karşı susmalarından dolayı kâfir saymışlardır.
Hariciler, aşırılık ve
itidal bakımından çeşitli fırkalara ayrılmışlardır. En aşırı haricî fırkası
«Ezrakîler» dir. Bunlar, -Beni Hanife kabilesinden Nafi' b. Ezrak'a tâbi olanlardır.
Onlara göre, ellerinde hiçbir imkân olmayan çocuk, kadın ve ihtiyar kimseler
bile olsa, kendilerine muhalefet edenlerin kanlarını akıtmak . mubahtır.
Aşırılık bakımından
Ezrakîler'den sonra gelen fırka, Ziyad b. el-Asfar'a tâbi olan «Sufriyye» fırkasıdır.
Bunlardan sonra «Nece-dafc» denilen ve Necdet b. Ânıir'e tâbi olanların teşkil
ettiği fırka gelir.
Ehl-i Sünnet'e yakın
olan harici fırkası, «İbâzıye» fırkasıdır. îbazîler, bir tabii olan Abdullah b.
İbaz'ın peşinden gidenlerdir. Bunlara göre, kendilerine muhalefet edenler,
inanç bakımından kâfir olmamakla beraber, nimeti inkâr bakımından kâfirdirler.
Bu fırkaya muhalefet edenlerin kânlarını akıtmak haramdır ve onların
şahitlikleri muteberdir.
Bu fırkaya mensup
olanların kalıntılarına, Zengibar ve Büyük Sahra'nın bazı vahalarında bugün
dahi rastlanmaktadır.[49]
Bu siyasi fırkaların
bir kısmının başlı başına bir fıkıh mezhebi yoktur. Bunların bazısı inanç
bakımından kendisine yakın olan başka bir fırkanın mezhebine uyar. Bunlardan
fıkhi mezhebi bulunan üç fırka vardır:[50]
1 — İsnâ-Aşeriyye: Bu fırkanın kendisine
has bir fıkhi mezhebi, dinî düşünce ve mantığı vardır. Bunlar fıkıhta İmam
Cafer-i Sadik'a mensupturlar. İleride bunlardan bahsedilecektir.[51]
2 — Zeydiyye: Bu fıkranın Ehl-i Sünnete
yakın bir fıkıh mezhebi ve dinî mantığı vardır. Bunların İmamı, ,Zeyd b. Ali
Zeynel-âbidin'dir. İlerde bundan da bahsedeceğiz.[52]
3 — İbâziyye: Bunlar,
az önce geçtiği gibi, Abdullah b. İbaz'a tâbi olup fıkıh kitapları mevcuttur.
îbazîler, mezheplerini yaymak için bir hayli gayret göstermişlerdir. Bugün
Zengibar müslümanlari bu mezhebe bağlıdırlar.[53]
îslâm tarihinde bu
siyasî fırkalardan. başka itikadı fırkalar da vardır. Bu fırkalar birtakım
itikadî meseleler etrafında kurulmuştur. Her siyasî fırka, bu itikadî
fırkalardan birine kendi bünyesinde yer vermiştir. Meselâ: Şiilerin çoğu
mu'tezilîdir. Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'den Mürcie fırkasına giren bazı kimseler
de vardır.
Bu ikitadi fırkaların
önemlileri şunlardır:[54]
1 — Murcie: Bu fırka, siyasetle dinin
esaslarını birbirine karıştırmakta ve itikat bakımından haricîlerin tam karşı
kutbunu teşkil etmektedir. Haricîler, büyük günâh işliyenleri kâfir ve ebedî
olarak cehennemlik sayarken, Mürcie fırkası, küfürle ibadetin faydası
olmadığı gibi, İman olduktan sonra günâhın da hiçbir zararı yoktur, der.
Mûtezilîler, büyük günâh işliyenlerin sürekli olarak cehennemlik olduğuna
hükmetmiyenlerin hepsini mürcie saymışlardır. Şehristânî, Mürcie'yi iki ,kısma
ayırır:[55]
a) Ehl-i Sünnet mürcîesi: Bunlar;
günâhların cezayı gerektirdiğini, Allah'ın Kitab ve Peygamberleri vasıtasıyla
onları kıyamet günü
cezalandıracağını bildirdiğini, fakat Allah dilerse onların tev-belerini kabul
edip affedeceğini ileri sürerler.[56]
b) Bid'ata sapan mürcie: Bunlar, itikad'
sağlam olduğu müddetçe günâh işliyenlerin azap gönniyeceğini ve itikad sağlam
olmazsa, iyiliğin hiçbir mükâfaat kazandırmıyacağını iddia ederler.[57]
2 — Cebriyye (Cehmiyye) :' Bunlara göre
insanın kendi yaptığı işlerde hiçbir iradesi yoktur. İyilik veya kötülük
olsun, kulun işlediği herşeyin faili Allah'tır, Kul, fiillerinde rüzgâr
karşısındaki kuş tüyü durumundadır. Cebrütkten ilk söz eden şahıs Cehm b.
Safvan olduğu için bu fırkaya «Cehmiyye» de denilir.[58]
3 — Mu'tezile (Kaderiyye) : Bunlara göre
insan, kötü fiillerini, Allah'ın iradesi olmaksızın kendisi yaratır. İyiliği
(hayrı) de Allah'ın iradesi ile yapar. Bunlara, kaderi inkâr ettikleri için
«KADE-KİYYE» fırkası da denir. İslâm düşüncesinde bu fırka mensuplarının rolü büyüktür.
Zındıkları aklî delillerle ilk reddedenler, Mu'tezile bilginleri olmuştur. Bu
fırkanın önemli beş prensibi vardır:[59]
1 __ Tevhid : Bu prensibe göre Allah zatında
ve sıfatlarında tektir. Mahlûkattan hiç birisi O'na hiç bir sıfatta ortak
olamaz; dolayısiyle Allah'ı görmek mümkmn değildir.[60]
2 — Adi (Adalet) : Allah'ın adaleti
gereğince insan kendi fiillerini yaratmada serbest bırakılmıştır. Tâ ki O'nun
için teklif, mükâfaat ve ceza mümkün olsun.[61]
3 — Va'd ve Vaîd: Buna göre Allah iyilik
edeni mükâfaatlandıracak, kötülük işîiyenleri de cezalandıracaktır. Büyük günâh
işliyenler tevbe etmezlerse mağfiret olunamazlar.[62]
4 — El-Menziletu Beyn'el-Menzileteyn: Büyük günâh işliyen ler ne mü'mindir, ne kâfirdir. Bu
ikisi arasında bir yer işgal ederler ve onlara fasık müslüman denilebilirse de
mü'min denilemez. Onlar tevbe etmeden ölürlerse ebedî olarak cehennemde
kalırlar.[63]
5 — Emri bi'1-ma'ruf nehyi ani'l-münker: İslâmiyeti
yaymak, sapıkları hidayete erdirmek, imkân nisbetinde herkes için iyiliği emir ve
kötülüğü yasak etmek bir vazifedir.[64]
İslâm hukuk ekolleri,
önce büyük şehirlerde kurulurken aralarındaki ihtilâflar da kendisini iyice
hissettirmeye başlamıştır. Irakta kendine göre metodu olan bir ekol, Hicaz'da
ve Şam'da da ona paralel olarak başka ekoller teşekkül etmiştir. Şiiler de ayrı
bir ekol meydana getirmişlerdir. Daha sonra her ekolü temsil eden bir şahsiyet
ve onun etrafında bir talebe gurubu doğmuştur. Ekolleri temsil eden bu
şahsiyetler; rivayet, fıkhı dirayet, rivayet edilen şeyleri ortaya koyma ve
bunlara göre fıkhın temellerini kurma, yeni olayları inceleyip onların
hükümlerini açıklama hususlarında talebelerine önderlik etmişlerdir. Kûfe'de
kıyas üstadı Ebu Hanife, Medine'de İmam Malik, Şam'da İmam Evzai, Mısır'da
Leys b. Sa'd bulunmaktadır. Bundan sonra ikinci tabakayı teşkil eden İmam Şafii,
Ahmed b. Hanbel ve Dâvûd ez-Zâhiri gibi şahsiyetler dikkati çekmektedir.
Bunlardan sonra devam etmekte olan içtihadın yerini yavaş yavaş mezhep taraftarlığı
almıştır. Dolayısiyle mutlak icti-had'da bulunan kalmamış; aksine, ictihad,
mezheblerin sınırları içine girmiştir. Bu merhaleden sonra müctehidlerin,
mezhep İmamının fikirlerine ve mezhebin prensiplerine sarılmak zorunda kaldığını
görüyoruz. Bununla beraber mezhepçe hakkında açık bir hüküm (nass) bulunmayan
hususlarda ictihadların yapıldığı görülmektedir. Gitgide mezhep İmamlarının
görüşlerinin dışına çıkamıyan müctehidler, yeni hiç bir ictihad yapamamışlar ve
İslâm Hukuku'ndaki ilmî faaliyetler, ne yazık ki, eskiye nisbetle büsbütün duraklamıştır.
Fer'î fıkıh
meselelerindeki ihtilâf, dinin kesin hükümlerinden ayrılmadıkça pek Önemli bir
şey teçkil etmez. Daha doğrusu, ihtilâfın esası hakikati araştırmak olunca,
insanlar için daha iyiyi ve doğruyu bulmak hususunda geniş bir kapı açılmış ve
doğruyu tercih için akla salâhiyyet verilmiş olur. Çünkü hakikat nuru,
fikirlerin çarpışması ve nokta-i nazarların bilinmesi ile açıkça parlayabilir.
Müctehid İmamların
hepsi de, insanlar arasındaki ihtilâf sebeplerini öğrenmek hususunda büyük
gayretler sarf ediyorlardı. Ebu Hanife; «insanların en bilgini, onların ihtilâf
sebeplerini en iyi bilendir» diyordu. Çünkü tartışma konusu olan bir meselede
bilginlerin görüşlerini kavramak, araştırıcı için hakikati ortaya çıkarmak
demektir. Delillerin kuvvetli ve zayıflarını bilmek ve meseleyi her yönüyle
incelemek, araştırıcıyı hüküm verme, doğru ve yanlışı ayırdetme hususunda daha
yetkili kılar.[65]
İslâm'ın kesin
emirlerinde ve icma' ile kabul edilen fıkıh konularında ihtilâf yoktur. Ancak
bunların dışındaki fer'î meseleler (furû')'de mezhebler arası anlaşmazlıklar
mevcuttur. Dînin kesin hükümleri; beş vakit namaz, namaz kılarken Ka'beye
dönmek gibi namazın farz ve rükünleri, oruç, zekât ve'hacc, zekât olarak verilen
malların miktarları ve nihayet nikâhlanması haram veya helâl olanlar hakkındaki
hükümler ve mirastaki hisse miktarları gibi Kur'an-ı Kerimle beyan edilen ve
ihtilâf konusu olmayan meselelerdir. Bunlar gibi hakkında icmâ' hâsıl olan
dinin hükümlerinden birini inkâr eden kimse, İslâmiyetin dışına çıkmış olur.
Bunların dışında
ihtilâf konusu olan şeyler ne olabilir? ve ihtilâf sebebi nedir? Bu konuda
diyebiliriz ki ihtilâf, akılla halledilebilecek ve hakkında kat'î nass bulunmayan
cüz'i meseleler çok çeşitli olup bunlar hakkında değişik açılardan delil
getirilebilir. Bu gibi konularda ictihad yapmak, müctehidi hatâya sürüklese
bile sevaptır. Çünkü Peygamber (S.A.) şöyle buyurmuştur: «Müctehid,
içtihadında isabet ederse ona iki ecir, yamlırsa bir ecir vardır.» Peygamber
(S.A), bu sözüyle müctehidin yanüabileceğini, bütün cehdini ve kudretini
harcadıktan sonra yanümışsa ayıplanmamasını bize öğretmektedir. Peygamber
(S.A.), kendisi de ictihad yapardı. Fakat içtihadında yanılacak olursa O'na
Allah doğruyu gösterirdi. Çünkü O'nun sözü şeriat olduğu için, hatâ üzerinde
kalması imkânsızdır. Buna yukarda da işaret etmiştik.[66]
Asıl delil getirme
(istidlal) işi Kitab'la olur ve bunda hiçbir kimsenin şüphesi yoktur. Çünkü
Kitab (Kur'an), îslâm Şerîati'nin temeli, Peygamber (S.A.)'in en büyük
mucizesi ve Allah'ın kıyamete kadar baki olacak kanunudur. Onun içine aldığı
hükümlerin İslâm Dini'nin esası olduğunda hiçbir ihtilâf yoktur. Kitab etrafındaki
ihtilâflar, sadece onun bazı kelimelerinin delâlet ettiği anlamlar üzerinde
meydana gelmiştir. Çünkü Kur”an'ın bazı ifade ve kelimeleri çok vecizdir. Bu
ifade ve kelimelerin anlamları ictihadlara yol açmaktadır. Meselâ, «Boşanmış
kadınlar üç ayhali (kurû'l iddet beklerler»[67]
âyetindeki (kuru') kelimesini birçok fatihler hayız (ayhali) ile. tefsir
etmişler, Şafii de iki ayhali Arasındaki temizlik müddeti olarak yorumlamıştır.
Aslında bu kelime lügat bakımından her iki anlama da gelmektedir. Peygamber
(S.A.)'den de bu hususta bütün fakihierin kabul edeceği bir tefsir rivayet
edilmemiştir. Gerçi Peygamber (S.A.)'den, «Kuru' günlerinde namazı terket» ve
«Cariyenin iddeti iki hayızdır» şeklinde hadisler rivayet edilmiş ise de, İmam
Şafiî bunları sahih olarak kabul etmemiştir. İşte Kur'an-ı Kerim'in
kelimelerini tefsir hususunda buna benzer ihtilâflar mevcuttur.
Bazı ihtilâflar da
ibare (ifade) lerin delâlet ettiği hükümler üzerinde meydana gelmiştir. Bu
hükümleri belirten sünnet bulunduğu halde anlaşmazlık ortadan
kaldırılamamıştır. Meselâ, «Sünnet, Kur'an'ın umumî hükmünü tahsis edebilir
mi?» İşte burada fukahâ ihtilâfa düşmüş olup Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve
birçokları, Kur'an-ı Kerim'i Sünnet açıklar; çünkü Sünnet, Kur'an'a dayanmak ta
ve onun mücmel hükümlerini genişleterek açıklamaktadır, demişlerdir. Nitekim
Kur'an-ı Kerim'de de : «Biz sana da Kur'an'ı indirdik. Tâ ki insanlara,
kendilerine indirileni açıkça anlatasın.»[68]
Duyurulmaktadır. Kur'an'm umumî olan her kelimesini, görünüşte ona muhalif gibi
gözüken bir sünnet anlam bakımından hususileştirraiş (tahsis etmiş) tir.
Ebu Hanife ve bir
kısım fakihlere göre Kur'an'm umumi hükümleri olduğu gibi kalır. Eğer bir
sünnet, cüz'i olarak bu hükümlere aykırı düşerse ve bu sünnet mütevâtir veya
meşhur ise, o, Kur'an hükmünü tahsis eder (hususileştirir). Eğer bu sünnet
mütevâtir değilse, Kur'an'm umumî hükmü olduğu gibi kalır. Çünkü bu Kur'an
hükmü, kat'î olarak mütevâtirdir... Onu âhad hadislerle tahsis etmek doğru
olmaz. Kur'an'a muhalif olan böyle âhad hadisler Pey gambere nispetinde sahih
addedilemez. Fakihler bu hususta iki kısma ayrılmaktadırlar:
1 — Kur'an'm
zahiri hükümlerini Sünnet ile tahsis edenler:
Bunlara göre Sünnet,
Kür'an-ı Kerim'i tefsir etmek, onun mânâ ve maksatlarını açıklamak bakımından
Kur'an'a hâkimdir. Kur'an'm anlaşılması ve hükümlerinin kavranması için Sünnet
bir anahtar vazifesi görür, dolayısiyle Kur”an'ı anlamak isteyen müctehid,
Sünnetten müstağni kalamaz.
2 — Kur'an'm
zahirine muhalif olan âhad hadislerin sahih olmadığım ileri sürenler: Onlara
göre Kur'an, Sünnetin sahih oluşunu veya reddedilmesini gösterme bakımından
Sünnete hâkimdir.
İşte cüz'i meseleler
hakkında Kur'an-ı Kerim'le istidlal hususunda fakihler böyle ihtilâfa
düşmektedirler. İşi biraz daha geniş olarak ele alırsak, Şiîler'den İmamiyye
Fırkası'nm, Kur'an-ı Kerim'i arılamada müctehidlerin re'ylerinin derecesi
üzerinde Sünnîler'le ihtilâfa düştüklerini görürüz. Ehl-i Sünnete göre
Kur'an-ı Kerim Sünnetle tefsir edilir. Sünnet bulunmazsa, edebiyatıyla Arap
dilini, Şeriat ve onun genel amaçlarını iyice bilen kimseler, Kur'an-ı
Kerim'in tefsirinde ictihad yapabilir. îmamiyye fırkasına göre, Oniki 'İmam,
Kur'an-ı Kerim'in anahtarlarım teşkil ederler. İnsanlar, Kur'an-ı Kerim'in
mânâ kapılarından ancak bu anahtarlar vasıtasiyle girebilirler. El-Kâfi,
Cafer-i Sadık'tan şöyle rivayet etmektedir: «İki kişi arasında tartışma konusu
olan her şeyin aslı Allah'ın Kitabında mevcuttur, ancak insanların akılları
ona ulaşamamaktadır»[69]
İmamiyye -fırkasına
göre insanların akılları, Kitaptaki her hükmün aslını kavrayamaz ve onu ancak
Oniki İmamın aklı kavrar; insanlara öğretir. Dolayısıyla onlar, Kur'an'm
anahtarları olup onların İlimleri Allah tarafından verildiği için her
dedikleri bir ilham mahsûlüdür. Hattâ onlar hatâdan ma'sum olup Cebrail dahi
onların üstünde değildir.[70]
Sünnet etrafındaki
ihtilâf, Sünnetle istidlal üzerinde değildir. Çünkü Sünnetle istidlal,
müslümanlarça kabul edilen bir gerçektir. Ancak, Basra'da birkaç kişi Sünnetle
istidlali kabul etmemiş ve sadece Kitabla istidlal edilebileceğini ileri sürmüş
iseler de, onlar, İslâm tarihi içinde erimiş gitmişlerdir. Hattâ İmam Şafiî
“el-Umm» adlı kitabında zikretmeseydi, bugün onların mevcudiyetinden dahi
kimsenin haberi olmayacaktı. Sünnetle delil getirmeyi inkâr eden kimsenin
müslümanlığmdan şüphe edilir. Çünkü Sünnet, Peygamber (S.A.)'in tebliği olup
Kur'an-ı Kerim'i tefsir eder. Kur'an-ı Ke-rim'e girmeyi sağlayan nurlu kapı,
Sünnet kapısıdır. Kim Sünneti Kur'an' dan ayırıyorsa o, Kur'an-ı Peygamber'den
ayırıyor demektir. Sünnet üzerindeki ihtilâfın gerçek yönü, isnadın şart olup
olmaması meselesidir. İlk İmamlarla sonraki İmamlar arasındaki mürsel hadisi
kabul edip etmeme hususunda görüş farkı olduğunu yukarıda söylemiştik. Sünnetle
istidlal hususundaki ihtilâf rivayet edilen bazı hadisleri bir kısım İmamların
bilip diğer bir kısmının bunlara vâkıf olmamalanndandır. Dolayısiyle bu
hadislere vâkıf olmayanlar re'yleri ile, vâkıf olanlar ise bu hadislere göre
fetva vermişlerdir.
Hadis hususundaki
ihtilâfın diğer bir yönü de, zahiri itibariyle Sünnetin, Kur'an-ı Kerim'in
umumî mânâsına veya kıyas kaidelerine aykırı düşmesidir. Bazı İmamlar
Medinelilerin amelini, rivayet edilen bazı hadislere tercih etmişlerdir. Bu
hususu ileride ele alacağız. Bütün bu ihtilâfların ötesinde hadislerin
mânâları üzerinde Şülerle Ehl-i Sünnet arasında görülen ihtilâflar da
önemlidir.
İmamiyye mezhebine
bağlı olan şiîler, sadece İmamlarının sözlerini sünnet olarak kabul etmekte ve
hadislerin ancak kendi İmamları vasıtasıyla rivayet edilebileceğini,
sünnîlerin rivayet ettiği hadislerin belirli şartları haiz olduğu takdirde
kabul edilebileceğini ileri sürmektedirler.
Bu şiîlerin birkaç
tane hadis mecmuaları vardır. Bunları Ali b. Ebî Talib yoluyla Hz. Peygambere
nisbet ederler. Onlara göre Hz. Ali'nin fıkhı, fetva ve hükümleri, O'nun
hayatına nisbetle Sünnet içerisinde az bir miktar teşkil etmektedir. Halbuki
Hz. Ali, Peygam-ber'in vefatından kendi vefatına kadar fetva vermek ve dînî
konuları incelemekle meşgul olmuştur. Ayrıca O, İlim şehrinin kapısıdır.
Üstelik O, beş yıl halifelik makamını işgal etmiş ve bu arada çok çeşitli
hâdiseler meydana gelmiştir. Bu itibarla O'nun Peygamber (S.A.)'den sonraki
bütün hayatı fıkıh, din ilmi ile uğraşmakla geçmiştir. Peygamber (S.A.)'e en
yakın olan insan O idi. O, çocukluğundan itibaren" hayatı boyunca
Peygamber (S.A.)'den ayrılmamıştır. O halde Hz. Ali vâsıtasiyle Peygamber
(S.A.)'den rivayet edilenler, O'nun fetva ve hükümleri, hadis kitablannda
zikredilen miktardan kat kat fazla olmak lâzım gelir.
Elbette Emevî
idaresinin, Hz. Ali'den rivayet edilen pekçok şeyin gizli kalmasında büyük
etkisi olmuştur. Çünkü cami minberlerinden Hz. Ali'ye lanet ettirenlerin, Hz.
Ali'nin ilminden bahsedip O'nun fetva ve sözlerini ve bilhassa hükümet
teşkilâtıyla ilgili görüşlerini nakletmek hususunda İlim adamlarına serbesti
tanımaları makûl değildir. Hz. Ali'nin yaşamış olduğu Irak'a hükmeden valiler
çok şiddetli ve sert kimseler olup îslâm toplulukları arasında Hz. Ali'nin
fikirlerinin yayılmasına müsaade etmemişlerdir. Onlar, Hz. Ali hakkında öyle
şüpheler yaratmışlardır ki, Hz. Ali'nin künyesi olan «Ebu Türab» (Toprak
babası) sözünü dahi onu küçük düşürmek için istismar etmişlerdir. Oysa Hz. Ali
bu künye ile şeref duyardı. Çünkü bu künyeyi O'na bizzat Hz. Peygamber, bir
sevgi nişanesi olarak vermişti.
Acaba bu şartlar
altında Hz. Ali'nin. rivayet ettiği hadislerle, O'nun fetva ve sözlerinin
ekserisi yok olmuş, tarihin dalgaları arasında kaybolup gitmiş ve bunlara vâkıf
olan hiçbir kimse kalmamış mıdır?
Şiîler'den Zeydiyye ve
îmamiyye mezheblerine göre Hz. Ali, kendisinden sonra temiz neslinden gelen
İmamları, yani oğulları Hasan, Hüseyin ve Muhammed b. Hanefiyye'yi bırakmış ve
ilmini de bunlara emanet etmiştir. Abdullah b. Abbas dahi Peygamber'den sonra
en çok Hz. Ali'nin sözlerinden faydalandığını söylemiştir.
Şiilere göre Hz.
Ali'nin evlâdlan, babalarının fikir mirasım korumak vazifesini üzerlerine
almışlardır. Onlar, bu büyük İmamın ilmini zayi olmaktan kurtarmışlardır. Hz.
Ali'nin evlâdlarından öncekiler, sonrakilere O'nun ilmini rivayet etmek
suretiyle aktarmışlar ve Hz. Ali Hanedanı onun ilminin merkezi olmuş ve onlar
hem Hz. Ali'nin Peygamber'den rivayet ettiği şeylerin tamamını, hem de O'nun
kendi görüş ve fetvalarının hepsini rivayet etmişlerdir. Eğer, sadece Hz.
Ali'ye istinad edilirken ifrata düşmek mümkün değil midir? diye sorulacak
olursa onlar buna şöyle cevap verirler:
Dinî bakımdan kuvvetli
olmayan bazı şuursuz şiiler bu hususta ifrata düşebilirler. Fakat bizzat Ali
(R.A.) hanedanına mensup olan ve İmam Cafer-i Sadık'a uyan kimseler, böyle bir
ifrata düşmekten uzaktırlar. İnsanlara rehber olan bu İmamlar din ilminde,
züht ve takvada ve îslâm mirasım.korumak hususunda her türlü şaibeden beridirler.
Bu itibarla, onlara
göre, Ehl-i Beyt'in elinde, Hz. Ali evlâdlarının nesilden nesile birbirine
devrettiği bir Hadis mecmuası bulunması garip değildir. Ehl-i Beyt
mensuplarının hepsi Medine'de ikamet ettikleri zaman bu Hadis mecmuasını bazen
gizliyorlar, bazen de ortaya çıkarıyorlardı. Biz burada, bunun münakaşasını
yapmayacağız. Fakat bu şiîlerin inancına göre Ehl-i Beyt'in sahip olduğa İlim,
Hz. Ali'nin ilmi olup. O, bunu onlara miras olarak bırakmıştır.[71]
Re'y üzerindeki
ihtilâf, re'yin aslı ve metodu hakkındadır. Bazı İslâm hukukçuları, îslâmi
hükümlerin ancak nâss'lardan alınacağını ileri sürmüşlerdir. Bunların başında
Dâvud ez-Zâhiri gelir. Ondan sonra İbni Hazm el-Ehdelüsi gelmektedir. O,
Zahirî Mezhebi'nin ikinci İmamı sayılmaktadır. O, bu mezhebi tedvin etmiş,
mezhebin kurucusu Davud'tan daha çok şiddetli davranmış ve ileri gitmiştir.
Re'y ile içtihadı
kabul eden İslâm hukukçuları çoğunluğu teşkil ederler. Hattâ nass bulunmayan
yerlerde, hükme esas teşkil etmek üzere re'y ile ictihad hakkında icma'
derecesine yaklaşan bir ittifak hâsıl olmuştur. .
Bundan dolayı İslâm
hukukçularının çoğu; «Re'y'i tanımayanla rm muhalefetlerinin hiçbir değeri
yoktur. Re'y'in değeri hususunda onlara itibar etmeksizin icmâ' hâsıl olmuştur.
Çünkü re'y'i tanımayanlar İslâm hukukçuları zümresine dahil .değildirler»
demişlerdir. Fakat bu hüküm üzerinde de tartışılabilir.
Re'y'i kabul edenler,
onun metodunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazıları, re'y ile içtihadın metodu
kıyastır, demişlerdir. Yukarıda da geçtiği gibi kıyas, hakkında nass bulunmayan
bir meseleyi, aralarında hükmün sebeb-i vücudu olan ortak illetlerden ötürü
hakkında nass bulunan bir meseleye göre halletmektir. Şiîler'den İmamiyye
mezhebi kıyas'ı tanımaz; fakat bu mezhep bilginleri, re'yi, nass bulunmadığı
takdirde mücerret akim hükmü olarak görürler. Onlara göre nass Kur'an-ı Kerim,
Peygamber (S.A.)'in ve İmamların sözlerini içine alır. Onlar, nass bulunmayan
yerlerde mücerret akıl ile hüküm verirler. Bu hükümlerinde de aklın kabul
edeceği maslahatı esas olarak alırlar. Çünkü akü, maslahata uymayan zararlı
şeyleri caiz görmez. Aklın maslahath gördüğü şeyde şüphe edilemez. O halde
akılla hüküm, gerçekte akim kabul ettiği maslahata göre hükmetmek demektir.
Kıyas'ı, re'y ile fetva
vermek hususunda bir prensip olarak tanımayanların karşısında Şâfiîler'i
görüyoruz. Şariîler'e göre fetva verirken esas tutulan herhangi bir re'y
metodu, kıyas'tan başka bir-şey olamaz. Çünkü şer'î bir hüküm, ya nass ile veya
nass üzerine kıyas yoluyla olur. İmam Şafiî, fıkhını tamamen nassa bağlamaktadır.
Zira O'na göre f akih, hükmüne esas teşkil edecek bir nass bulamazsa bu hükme
benzeyen ve hakkında nass bulunan meseleleri araştırır ve nass ile sabit olan
hükme göre karar verir.
Hanefîler, Şafiîler'in
bu yolunu benimsemişlerdir. Fakat onlar re'y ile ictihad kapısını daha çok
genişletmişler ve istihsan prensibini koymuşlardır. Istihsan-, örf, zaruret
veya sabit bir nassa bağlanabilen maslahat gibi hususlardan dolayı kıyas
kaidelerine muhalif olarak hüküm vermektir.
Maîiküer, Zeydiler ve
Hanbelilerin bir kısmı, re'y'in mânâsını genişleterek kıyası, istihsanı ve
masalih-i mursele'yi de kabul etmişlerdir. Masalih-i mursele İslâm Şeriati'nın
amaçlarına uygun olan umumi menfaatlardır. Herhangi bir maslahat hakkında
müsbet veya menfi özel bir nass bulunmazsa o, bu metoda göre değerlendirilir.
Fakat bu hususta nass'larm hükümleri dışına çıkılmaz. Fakat kıyasta olduğu gibi
belli bir nassa bağlanmak ve meseleyi o nassa göre halletmek durumu yoktur.
Ğilâkis burada muhtelif nass'larla meydana çıkan maslahatları araştırıp buna
göre fetva ve hüküm vermek gerekmektedir. Bu prensibi kabul edenler Ömer, Ali,
Osman (R.A.) gibi büyük sahabüerin yolundan gitmişlerdir.
Re”y hususundaki
ihtilaf konularından biri de, nass bulunan bir yerde re'y'in değeri
meselesidir. Hakkında delâlet bakımından kesin olan mütevâtir bir nass bulunan
herhangi bir meselede re'yin yeri yoktur. Bu hususta ittifak edilmiştir. Fakat
nass, âhad hadisler gibi zannî olduğu zaman, kıyasla bu nâss'lardan hangisinin
tercih edileceği tartışma konusu olmuştur. İslâm hukukçuları bu durumda, re'y
kıyas'a dayanıyorsa.ve kıyas'ın illeti bir nass'la tesbit edilmişse kıyasla
hadis arasında mukayese yapılmasını, eğer bu hadis hiçbir kıyas şekli ile bağdaşmıyorsa,
kıyas'ın tercih edilmesini ittifakla kabul etmişlerdir. Şayet kıyas'ın illeti
bir nass ile tesbit edilmemiş ve âhad hadis de bütün kıyas şekillerine aykırı
ise böyle bir meselede anlaşmazlık çıkmıştır. Bu durumda bir kısım îslân;
hukukçuları hadisi tercih etmişlerdir. Çünkü riass bulunan yerde ictihad
yapılmaz. Re'y'e başvurmak, nass bulunmayan bir konuda hüküm vermek için
zarurîdir. Bu görüş Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'den rivayet
edilmiştir.
Bazı Hanefîlere göre
hadîsi rivayet eden Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Zeyd b. Sabit gibi
bilgin sahabüerden biri ise hadis tercih edilir. Ebu Hureyre gibi fakih olmayan
birsahabî ise kıyas tercih edilir. Fakat mesele, bazı kıyas şekillerine uygun,
bazı kıyas şekillerine de aykırı düşerse hadis tercih edilir. Çünkü hadis bu
takdirde mutlak olarak kıyasa aykırı düşmemiştir. Bu görüş Ebu Hanife'ye
nisbet edilmekte ise de, O'nun görüşünü yukarıda belirttik.
Bazı İslâm
hukukçularına göre, fıkıh kaideleri ile bağdaşmak suretiyle kıyasın sebebi
kesin olup onu tesbit etmek hususunda birçok hüküm mevcutsa kıyas tercih
edilir. Bana göre ise, bu türlü kıyasa delâlet eden nass'lar bulunmalıdır.
Nass bulunmadığı halde, kesin olarak re'y veya kıyasla sabit olan bir hükmü
farzetmek, Şeriatın kaynaklarını ve amaçlarım bilen kimse için sübûtu imkansız
bir şeydir. Zaten böyle bir hüküm bulunursa, Zahiriler hariç, bütün fakihler
re'y'i tercih ederler.
Malikilere göre,
re'y'i, Medînelilerin ameli destekliyorsa hadis reddedilir. Zira, onu Peygamber
(S.A.)'e nisbet etmek doğru olmaz. Eğer hadis, Medînelilerin ameline uygun
düştüğü halde, re'y'e aykırı düşüyorsa durum incelenir: re'y, Kitaba ve
Sünnete dayanan hiçbir fıkıh kaidesiyle bağdaşmıyorsa hadis tercih edilir,
durum böyle değilse re'y tercih edilir.
Burada belirtmek
isteriz ki, re'y'i hadîs'e tercih edenlere göre bu hadisin Peygamber (S.A.)'e
nisbeti sahih sayılmamaktadır. Hattâ onlar böyle bir nispeti inkâr edip bu
hadisi metin itibariyle de ŞAZ görmektedirler. Çünkü o, Şeriatın amaçlarından
ve özel nass'-lanndan alman esas kaidelere aykırı düşmektedir. Onların .böyle
bir hadisin Peygamber (S.A.)'e nisbetini herhangi »bir suretle tasdik edip dinî
bir meselede kendi anlayışlarını, Peygamber (S.AJ'e nisbeti s&-hih bir
hadîs'e tercih ettiklerini asla düşünemeyiz. Çünkü kendi anlayışlarını
Peygamber (S.A.)'in hadislerine tercih etmek isteyen sivri akıllılar, günümüzde
türemiştir. Gerçi bunlar gibi bid'at ehli olan bir kısım kimseler İslâm
tarihinde görülmekte ise de,- büyük İslâm müc-tehidleri arasında bu türlü
çarpık anlayış sahipleri asla mevcut değildir.[72]
Bir kısım icma' vardır
ki onu inkâr etmek bir müslüman için imkânsızdır. İslâmiyetin esaslarına ait
olan bu türlü icma'Iar, namazın rekâtları ve rükünleri, farz namazların sayısı,
Ramazan orucu ve zekâtın farz oluşu gibi hususlara dairdir. Bu gibi icma'ların
inkârı, bu esaslardan birini inkâr demek olduğundan, böyle bir inkâra sapan
kimse îslâmiyetin dışına çıkmış olur.
İslâm'ın bu emirleri
üzerinde icma' hâsıl olduğu gibi bunları isbat eden Kur'an nass'ları, tevatür
yoluyla gelen Peygamber'in kavlî ve fiilî sünnetleri pek çoktur. Bunlar
üzerinde icma', riass'ların en kuvvetlisine dayanmıştır. Dolayısiyle bu icma'a
muhalif hükümler ifade eden cüz'î nass'lar ikinci plâna bırakılmıştır.
Esasında bu icma'a muhalif hüküm ifade eden cüz'i nass'ların bulunması, zihnî
bir feraziyeden ibarettir. Büyük bilginlere göre dînin kesin emirleri ictihad
konusu olamaz. İmâm Şafiî bu hususta şöyle söylemiştir: «Dînin bu kesin emirleri
hakkındaki bilgi bütün ümmete malolmuştur. Yani bunları bilmeyen hiçbir
müslüman yoktur.» Esasen Şafiî İlimleri ikiye ayırır:
1 — Her
müslümanm bilmesi lâzım gelen İlim. Bu, dînin kesin emirlerini bilmektir.
2 — Müslüman
İlim adamlarının sahip olduğu İlim. Bu, ictihad konusu olan meseleleri
bilmektir. Halk bunu bilmez, fakat bilginlerden sorarak öğrenir.
Bir kısım hakîkata
nüfuz edemeyen kimseler, her icma'ın bütün nass'lardan üstün olduğunu
zannederler, bu bir anlayış hatasıdır, fakat çok yaygındır. Hattâ müslüman
olmayan birtakım yazarlar, icma' ile dinî hükümlerin değişebileceğini ve îslâm
cemaatının icma' sayesinde bu hükümleri istedikleri gibi değiştirme imkânları
olduğu halde değiştirmediklerini iddia etmektedirler. îslâmiyetin mânâsım
bukadar gülünç bir kalıba sokmak şaşılacak bir'şeydir!
Dinde kesin olarak
bilinen emirlerin dışındaki bazı meselelerde hâsıl olan icma' üzerinde bir
hayli anlaşmazlık çıkmıştır. Daha çok ihtilâf bu türlü icma ile ilgili olan
meseleler üzerindedir. Mezheplerin metodlarma göre bu ihtilâf azalıp
çoğalmaktadır.
îslâm hukukçularının
büyük çoğunluğu, —Haricîleri, Şiîleri ve bir kısım Mûtezilîleri istisna edersek
— sahabînin icma'ım hüccet olarak kabul etmek hususunda ittifak etmişlerdir.
Sahabîlerin icma'ı bir vakıadır. Bunun üzerinde dört mezhebin İmamları ve
Zeydîler ittifak etmişlerdir.
Mu'tezileden Nazzam,
dînin kesin emirleri dışındaki meseleler üzerinde icma' olamıyacağını
söylemiştir. Ona göre icma', ancak müc-tehidlerin icma'ıdır. Halbuki içtihadın
mânâsı üzerinde bile îslâm ülkelerindeki âlimleri ittifak edememişler ve her
biri diğerinden farklı görüşe sahip olmuştur.
Nazzam'ın bu görüşü
şöyle reddedilmektedir: Müctehidlerin icma'ı sahabiler devrinde vâki olmuştur.
Bunu hiçbir kimse inkâr edemez, îcma', sahabîler devrinde vâki olunca, onun,
daha sonraki devirlerde de vâki olması mümkündür.
Sahabiler devrinde
icma'ın varlığı bir vakıa olduğu halde, birçok îslâm hukukçuları, daha sonra
icma' üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir. 'Ahmed b. Hanbel'den yapılan bazı rivayetlere
göre O, sahabîlerden sonra icma1 imkânsız olduğunu söylemiştir. Ahmed b. Hanbel
talebelerine, «Bir mesele hakkında bilginler icma' ettiler demeyiniz, bu
hususta bilginlerin ihtilâfını bilmiyoruz, deyiniz» diye öğüt verirdi.
Şafiî, salıabîlerden
sonra icma'm imkân dahilinde olduğunu inkâr etmezdi. Fakat kendisine delil
olarak gösterilen ve sahabîlerden sonraki zamanlara ait olan icma'ı reddederdi.
Gerçekte bu, icma'm vukuunu inkârdır; fakat onun vuku imkânını inkâr değildir.
Şafiî ve Ahmed b,
Hanbel'den başkaları birçok meselelerde icma'ın vâki olduğunu iddia
etmişlerdir.
Birçok ittifaklar
vardır ki bunların, icma' sayılıp şer'î bir delil teşkil etmesi hususunda
ihtilâfa düşülmüştür; şöyle ki:
1 — Sükuti
icma': Belli bir mesele hakkında müctehidler arasında bir görüş ileri sürülür
ve bu görüşün ilân edilmesinden sonra bütün müctehidler susarlarsa, konuyu
inceleyecek bir zaman geçtikten sonra bu bir icma' sayılır mı? Bu hususta
mezhep İmamları ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazısı bunu kesin olarak hüküm, ifade
eden bir icma' saymıştır. Bazısı da zannî hüküm ifade eden bir delil olarak
kabul etmiştir. Bir kısmı onu delil olarak kabul ettiği halde icma'
saymamıştır. Diğer bir kısmı da ona hiç itibar etmemiş ve onun dayandığı delili
de nazarı itibara almamıştır.
2 — Herhangi
bir asırda bir hüküm üzerinde bilginler iki veya üç türlü görüş ileri
sürerlerse bu bir icma' olur mu? Daha'sonrakiler için üçüncü bir görüşü ortaya
atmak caiz midir? Bu üçüncü görüş de bir icma' sayılamaz mı? Bu hususta da
bjlginler anlaşamamışlardır. Bir kısmı bunun icma' olamıyacağmı söylemiştir.
Çünkü burada müctehidlerin ittifak ettiği bir görüş mevcut olmayıp, birçok
görüşler vardır. Bir kısmına göre bu bir icma'dır. Çünkü öncekilerden ayrı bir
görüş ortaya atmak, onların görüşünü kabul etmemektir. Böylece son görüş
bulunduğu asra göre icma' sayılır. Bazıları da; bir meselede görüş birliğine
varılamamış, fakat umumî olarak meselenin bir yönünde ittifak hâsıl olmuşsa bu
bir icma' sayılır, buna muhalif davranışta bulunmak doğru olmaz, demişlerdir.
Meselâ; dede'nin öz kardeşlerle veya baba bir kardeşle mirasçı olup olmıyacağı
ihtilaflı bir meseledir. Ebu Bekr (R.A.), dedeyi baba mevkiinde görmüş, ölünün
öz kardeşlerini veya baba bir kardeşini dede vâsıtasiyle mirastan mahrum etmiştir.
Hz. Ali (R.A.), bu durumda dedeyi kardeş gibi itibar etmiş, terekeyi aralarında
paylaştırarak dedeye altıdabir (1/6) den az olmamak şartıyîe, miras hakkı
tanımıştır. Zeyd b. Sabit, üçtebir (1/3) den az olmamak şartiyle, dedeyi mirasçı
olarak kabul etmiştir. Görülüyor ki burada dedenin mirasçı olması üzerine icma
kasıl olmuş fakat mirasın miktarında anlaşmazlık çıkmıştır.Bu durum karşısında
dedeyi mirastan etmek caiz değildir.
3 —
Müctehidlerin ekserisi bir görüş üzerinde ittifak ederlerse bu bir icma'
sayılır mı? Burada da İslâm hukukçuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bir kısmı bunu icma' saymamıştır. Çünkü icma'm mânâsı, bütün müctehidlerin bir
hüküm üzerinde birleşmesi demektir. Burada ise böyle bir birleşme yoktur. Diğer
bir kısmı da, birkaç kişinin muhalefeti, icma'ı bozmaz, demiştir. Bunlar
Zeydîler'-dir. Onlara göre herhangi bir görüşe karşı mutlak olarak muhalefeti
önlemek imkânsızdır. O halde birkaç kişinin muhalefet etmesi icma'ı bozmaz.
İslâm bilginlerinden bir kısmına göre muhalif olan görüş şaz ve Peygamber'd en
vârid olan hadislere aykırı ise icma'ı bozmaz. Meselâ, mut'a nikâhının
yasaklanışına Abdullah b. Abbas'm muhalefeti böyledir. O, mut'a nikâhına cevaz
vermiş, Sahabîler ise onun muhalefetine önem vermemişlerdir,
Abdullah b. Abbas
alım-satımdaki faiz hakkında da sahabîlere muhalefet etmiş; meselâ, buğdayı
buğdayla veresiye satışta fazla alınmasını caiz görmüştür. Abdullah b. Abbas'm
bu görüşü nass'-lara muhaliftir. Eğer muhalif görüş ŞAZ bir re'y'e dayanmıyor
ye nass'larla da tezat teşkil etmiyorsa icma'ı bozar. Meselâ; Abdullah b.
Abbas, tereke, mirasçılar arasında taksim edilirken paydanın artması itiraz
etmiştir. Ömer (R.A.) paylar (Farzler) m arttığını görünce paydayı avl
ettirmiştir. Şöyle ki: Ölenin vârisleri kocası, kız kardeşi ve annesinden
ibaretse-, anne üçtebir (1/3), koca yarım (1/2), kızkardeş de yarım (1/2) hisse
alırlar. Bu durumda mesele (ortak payda) altı (6) iken sekiz (8) e çıkmaktadır.
Hz. Ömer terekeyi altı (6) değil, sekiz (8) sehme ayırmış ve mirasçılara paylaş
tırmıştır. İbni Abbas'tan başka fakihlerin hepsi, Hz. Ömer'in görüşünü tasvip
etmişlerdir. Abdullah b. Abbas ise meselenin avlet-miyeceğini söylemiştir. Ona
göre mirasçının hissesi ancak bir erkek , asebe vâsıtasiyle azalır. Meselâ, kız
kardeşin hissesi erkek kardeşiyle azalır. Erkek kardeşi olsa idi burada
onların her ikisi sadece kalanı, yani altıdabir (1/6) hisseyi alacaktı. Burada
da erkek kardeş var farz edilir ve ona altıdabir (1/6) hisse, verilir.
ez-Zührî, bu hususta İbni Abbas'm görüşü âdil bir Halifenin tatbikatı ile
redde-dilmese idi, ona hiçbir kimse itiraz etmiyecekti, demiştir.
4 — İcma'
üzerindeki ihtilaflı meselelerden biri de delil hakkındaki' icma'dır-. Meselâ;
bilginler muayyen bir Hadis veya Kur'an nassı ile sabit olan bir hükmün delili
üzerinde icma' etseler, bu delilden başkasıyla aynı konu üzerinde istidlal
etmek caiz midir, değil midir? îslâm hukukçularından pek azı delil üzerinde
icma'ın muteber olduğunu söylemişler ise de, ekseri hukukçular bu görüşe
iltifat etmemişlerdir.
İslâm hukukçuları,
kimlerin icma' selâhiyetine sahip olduklarında da ihtilâf a düşmüşlerdir.
Fatihlerin büyük çoğunluğu re'y ve kıyası tanımayanların icma'ı bozmayacaklarım
beyan etmişlerdir. Nitekim Şiilerin muhalefeti ile icma' bozulmaz. Çünkü onlar
bid'at ehli sayılmaktadır. O" halde bid'at ehlinin muhalefeti icma'ı bozmayacağı
gibi, onlar, icma'ı meydana getiren elemanlar arasına da giremezler.
İmamiyye mezhebi
mensublan, ancak kendi müctehidlerinin ic-ma'ını kabul ederler. Sahabîlerin ve
kendilerine muhalif olanların icma'ına önem vermezler. Onlara göre icma' bir
hüccettir. Çünkü o, gizli İmamın görüşünü ortaya koymaktadır. Onların inancına
göre kendi mezheblerindeki mûctehidlerin icma'ı doğru ve isabetlidir. Eğer
bâtıl olacak olursa gizli İmam susmaz, ve derhal hakikati ortaya kor.
İmamiyye
müctehidlerinden bir kısmı bir görüş ortaya atsa ötekiler de buna karşı
sussalar, bu, o görüşün doğru olduğunu ortaya kor. Eğer yanlış olsaydı İmam
ortaya çıkar, uyulması gereken doğru görüşü bildirirdi. Onların bilginleri bir
konuda iki görüş ileri sürerek ihtilâfa düşseler, yine İmam ortaya çıkar ve
doğru olan görüşü bildirir. Kısaca, onlara göre icma'ın her çeşidi o mesele
hakkındaki İmamın görüşünü meydana kor. İmamın görüşü ise, uyulması gereken
dinî bir prensiptir.
îcma' üzerinde
ihtilâfa düşenleri bir yana bırakalım; bu hususta ittifak edenler de icma'
hâsıl olan meselelerde ihtilâfa düşmüşlerdir. Meselâ; Hanefîler, bazı konular
hakkında icma' bulunduğunu ileri sürerken, Şafiîler, bu konular üzerinde icma
olmadığını iddia etmişlerdir. İmam el-Evzaî, ganimet hisseleriyle ilgili bazı
meseleler üzerinde icma' olduğunu ileri sürmüş, Ebu Hanife'nin talebesi Ebu
Yusuf da, O'nun iddiasını reddetmiş ve bu meseleler hakkında icma'
bulunmadığını söylemiştir.
işte icma' meselesi,
mezhebler arasında çok geniş ihtilâflara sebep olmuştur. Fakat bu ihtilâflar,
dînin özüne ve kesin olarak bilinen esaslarına dokunmadığı için, zararlı
olmamıştır.[73]
İslâm hukukçuları
arasında İmam Malik, tek başına, Medinelilerin icma'ınm bütün müslümanları
ilzam ettiğini, ileri sürer. O, Mısır'lı Leys b. Sa'd'e gönderdiği mektupta
bunu açıkça belirtmiştir. İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu bu konuda O'nu
yalnız bırakmıştır. Şafiî, önce O'na uymuş ise de sonra vazgeçmiş, «îhtilâfu
Mâlik» adlı kitabında O'nun görüşünü çürütmüştür.
Bazı bilginlere göre
İmara Malik, Medînelüerin amelini kendisi hüccet olarak kabul etmiş, fakat onu
diğer memleketlerin kabul etmesini şart koşmamıştır.
Bu hususta tbni Kayyim
el-Cevziyye şöyle söyler: «Harun er-Reşid, îmam Malik'in Medînelüerin ameline
dayanan mezhebini kabul etmek için bütün müslümanları zorlamaya teşebbüs
etmiş; Malik de, buna bizzat engel olmuş ve şöyle söylemiştir-:Peygamber
(S.A.)'in sahabîleri bütün ülkelere dağılmışlardır. Her gurubun kendine göre
başkalarında olmayan bir ilmi vardır.» Bu gösteriyor ki Medinelilerin ameli
İmanı Malik'e göre,bütün müslü-manlarm uyması gereken bir hüccet değildir.
Ancak onu, İmam Malik, amel bakımından benimsemiştir. O, Muvatta'ında ve başka
eserlerinde, Medinelilerin amelinden başkasıyla amel etmek caiz olmaz,
dememiştir. Fakat Medinelilerin amelini mücerret bir haber olarak vermiş ve
kırk küsur meselede onların icma'ını iddia etmiştir. Bu meseleler üç gurupta
toplanabilir.
«l —
Medinelüere başkalarının muhalefet ettiği bilinmeyen meseleler.
«2 —
Medinelüere başkalarının muhalefet ettiği meseleler.
«3 — Bizzat
Medinelilerin kendi aralarında ihtilâf ettiği meseleler.«İmam Malik, Medine
ehlinin ameli için hiçbir zaman, bu ümmetin icma'ıdır ve aksini yapmak caiz
olmaz, dememiştir»[74]
İbni Kayyim'in bu
ifadesine rağmen gerçekte îmam Malik, Medinelilerin icma'ını başkaları için de
hüccet saymıştır. . Şafiî, Mâlik'in bu görüşünü «İhtiTâfu Mâlik» ve
«Cimau'1-îlm” adlı kitabında münakaşa etmiştir. Şafiî'ye göre araştırmalar
göstermiştir ki Medinelilerin farzların asılları üzerinde yaptığı her icma',
diğer İslâm memleketlerinin bilginlerince de uygun görülmüş ve dolayısıyla bu
umumî bir icma' olmuştur.
Bunun içindir ki, İbni
Kayyim el-Cezviyye'nin söylediği ikinci ihtimale Şafiî hiç temas etmemiştir.
Eğer Medineliler kendi aralarında ihtilâfa düşmüşlerse, bu takdirde onların
ameli, tabiatiyle bir hüccet teşkil etmez. Bunda herkes müttefiktir.
Maliki kitaplarında
zikredildiğine göre Medine'lilerin ameli, re'y'e değil de nakle dayanıyorsa,
bu, İmam Malik'in indinde bir hüccettir. Öte yandan, îinam Malik'ten bunun
mutlak bir hüccet olduğu da rivayet edilmiştir.
Şafiî, ilk önceleri
İmam Malik'in bu fikrini kabul etmiştir. Bey-haki, bu hususta, Şafiînin bir
muarızına şöyle söylediğini rivayet eder:
«Vallahi sana nasihat
olarak söylüyorum, eğer Medinelilerin yaptığı birşeyi görürsen, onun hakîkata
uygun olduğunda kalbine hiçbir şüphe girmesin. Bu hususta seni meşgul eden
şüpheye hiç aldırma.»
Şafiî'nin bu sözü,
O'nun fıkıh konusundaki ictihad devrelerinden birine aittir. Bu devrede O,
Medinelilerin amelini, hüccet olarak kabul edecek kadar saygıyla karşılıyordu.
Fakat O'nun eski ve yeni mezhebinde Medinelilerin amelini âhad hadisler
derecesinde dahi görmediği muhakkaktır.
Diğer memleketlerin
fakihleri, îmam Malik'in metoduna muvafakat etmemişlerdir. Gerçi Ebu
Hanife'nin Ebu Yusuf ve Muham-med gibi talebeleri, Medine'deki sahabîlerden
intikal eden bazı hususları kabul etmişlerdir. Meselâ; vakıf, Ebu Hanife'ye
göre vâkıfın «Vakfettim» demesiyle kesinleşmez. Vâkıf bundan istediği zaman
cayabilir. Vakıf, ancak hâkimin hükmü veya onu ölümüne izafe eden vâkıfın
ölmesiyle kesinleşir. Buna mukabil İmam Malik, o güne kadar ayakta duran
sahabîîerin vakıfları üzerine Ebu Yusuf, ve Muhammed'in dikkatini çekmiş, onlar
da bu hususta hocalarına açıkça muhalefet etmişlerdir.[75]
Dört büyük mezhebin
fakihleri, Sahabîniri fetva ve sözleri ile amel etmek hususunda birleşmişlerdir.
Yukarıda da söylediğimiz gibi bu usûlü koyan tâbiîler'dir. Gerçekte
tâbiîler'den bazısı İlim almadıkları sahabîîerin sözlerinin dışına çıkmış ise
de, hiçbir tabiî, kendi hocası olan sahabînin sözüne muhalif harekette bulunmamıştır.
Ebu Hanîfe bunu açıkça
söylemiştir. O; «sahabîîerin ittifak et-
tiği bir görüşü
doğrudan doğruya kabul ederim, onlar aralarında ihtilâfa düşmüşlerse herhangi
birinin görüşünü tercih ederim ve onların tamamen görüşleri dışına çıkmam»
demiştir.
İmam Mâlik, sahabînin
sözünü Sünnet olarak kabul etmiştir. Çünkü onlar, doğrudan doğruya İlimlerini
Peygamber (S.A)'den almışlardır. Ahmed b. Hanbel de aynı kanaattadır. Hattâ O,
sahabi-lere ait bir fikir bulamazsa tabiîlerin sözüyle amel ederdi. Sahabîîerin
bir hüküm üzerinde ileri sürdükleri değişik fikirler, Ahmed b. Hanbel'e göre,
ayrı ayrı birer değer taşır. O, sahabîîerin sözleri arasında mukayese yapma
gücüne sahip olmadığı ve bunun, onların mevkiine bir saygısızlık olduğu
kanaatmdadır.
Şafii mezhebine mensup
olan usul yazarlarının ifadesine göre, İmam Şafiî önceleri sahabînin sözü ile
amel ederdi. Daha sonra o, Sahabîîerin sözlerini hüccet olarak kabul
etmemiştir. Mısır'da yazdığı «Risale» adlı kitabını incelediğimiz zaman
görürüz ki o, ittifak halinde olan sahabilere ait görüşü hüccet saymakta,
sahabîler değişik fikirler beyan etmişlerse onlardan birini tercih etmektedir.
O, «el-Ümm» adlı eserinin «Cimau'I-İlm» bölümünde şöyle söylemektedir :
"Kittb ve
Sünnet'de bulunan şeyleri işitenler için özür söz konusu değildir, mutlaka
onlara uymak gerekir. Kitab ve Sünnet'de bir şey yoksa, sahabîîerin veya
onlardan birinin sözlerine başvururuz. Eğer ihtilâf edilen meselede Kitab ve
Sünnet'e daha yakın olan söze bir delalet bulamazsak Ebu Bekr, Ömer ve Osman
(R.A.)'ın sözüne uymamız daha iyi olur. Sahabîlero ait bir sözün Kitab ve Sünnet'e
daha yakın olduğuna dair herhangi bir delâlet bulunursa, o söze uyarız; çünkü
İmamm (halifenin) sözü herkesçe bilineceği için halkın buna uyması gerekir.
Halkın uyması lâzım gelen kimsenin görüşü, bir veya birkaç kişiye fetva veren
kimsenin görüşünden elbette daha meşhurdur; zira halk, bu kimsenin fetvasını ya
kabul eder, ya reddeder. Ekseri müftîler evlerinde veya meclislerinde özel
kişilere fetva verirler. Halk, bunların fetvalarına halîfenin fetvaları kadar
önem vermez. Gördük ki, ilk halifeler, önce fetva vermek istedikleri bir konu
üzerinde Kitab ve Sünnet'de bir şey bulunup bulunmadığını sormakla işe
başlıyorlar ve görüşlerini açıklıyorlardı. Sonra onlara, görüşlerine muhalif haberler
bildiriliyor, onlar da, takva ve faziletleri sayesinde kendi görüşlerinden
vazgeçmekten çekinmiyorlar ve bu haberleri kabul ediyorlardı. O halde ilk
halîfelerden intikâl eden bir şey bulunmazsa, Peygamber (S.A.)'in diğer
sahabîleri de güvenümeye lâyık kimseler olduklarından, onların sözlerini
alırız. Sahabilere uymak, onlardan sonrakilere uymaktan daha iyidir.»[76]
Şafiî, «RİSALE» adlı
eserinde de şöyle demiştir :
«Biri Sana, Allah'ın
ve Peygamberinin hükümlerinde senin tuttuğun yolu anladım; fakat Kitab ve
Sünnette olmayan bîr hususta sahabîlerin icma' ettiği şeye tâbi olurken delilin
nedir? diye sordu. Ben de ona şöyle cevap verdim :
«Onlar, icma'
ettikleri şeyi böyledir diye Peygamberden rivayet ettiklerini söylemişler ise
inşallah dedikleri gibidir. Onu bu şekilde Peygamber (S.A.)'den rivayet
ettiklerini söylememişlerse, bunun, Peygamberden nakledilme ihtimali de,
nakledilmeme ihtimali de vardır. Öyleyse bunu Peygamber'den nakledilmiş
sayamayız. Çünkü işitilmeyen birşey rivayet edilmez. Vehme dayanan veya onun
söylendiğinden başka türlü olma ihtimali bulunan bir şeyin nakledilmesi caiz
değildir.»[77]
Sahabîlerin ihtilâfı
ve delâlet bakımından Kitab ve Sünnete en yakın olanı ihtiyar etmeleri
hususunda da Şafiî; «Sahabîlerin ihtilâf ettiği şeyde Kitab ve Sünnete bir
delâlet veya bunlara göre yapılan bir kıyas mevcuttur» der ve sahabîlerin
sözlerinden tercih etmiş olduğu bir çok misal zikreder.
îbni Kayyım
el-Cevziyye, Usûl-i Fıkıh bilginlerinin Şafiî'den naklettikleri hususlara
muhalefet etmekte ve şöyle söylemektedir: «Şafiî'nin yeni mezhebinde
sahabîlerin sözünün hüccet olmadığını ifade eden tek bir kelime
bilinmemektedir. Bu hususta ileri sürülen şey, Şafiî'nin, sahabîlerin bazı
sözlerini ele alıp onlara muhalefet etmiş olmasıdır. Bu çok zayıf bir iddiadır.
Çünkü müctehidin daha kuvvetli gördüğü bir delil sebebiyle muayyen bir delile
muhalefet etmesi, onu genel olarak delil saymaması anlamına gelmez. Ancak bu,
bir delile daha kuvvetli gördüğü bir delil ile karşı koymak demektir.
Bazıları; Şafiî'nin yeni mezhebinde sahabîlerin sözlerine muvafakat ettiği
halde, nass'lara itimat ettiği gibi onlara tek başına itimat etmediğini,
bilâkis, onları çeşitli kıyaslarla desteklediğini, bazen onları kabul edip,
bazen onlara açıkça muhalefet ettiğini, bazan onlara uyup bazan da itimat
etmediğini, fakat onları başka bir delil ile desteklediğini ileri
sürmüşlerdir. Bu iddia yukardakinden da-h'a da zayıftır. Çünkü bazı delilleri
başka delillerle desteklemek, eski ve yeni İlim adamlarının geleneğine
uygundur, îkinci ve üçüncü bir delil ileri sürmek, önceki delili iptal etmek
anlamına gelmez.»[78]
Gerçekte bir kısım
usûl-i fıkıhçüar, Şafii'nin kendi anlayışına göre bir Kur'an nassi veya sahih
gördüğü bir hadis ile bazı sahabîlerin sözlerini reddettiğini iddia etmişlerdir.
Onlar, Şafiî'nin sahabîlerin sözlerini ihmal ederek, onları hüccet saymadığını
zannetmişler/ve O'nun istidlal işini bir tertibe tâbi tuttuğunu, mertebesi ne
olursa olsun insanlara ait sözleri hadis derecesinde görmediğini unutmuşlardır.
Hattâ Şafiî'nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir: «Peygamber olmayan bir
insanın sözünü alıp bir Peygamberin hadîsini nasıl terk ederim! Eğer o insanın
asrında olsaydım onunla münaka şa eder ve onun fikrini çürütürdüm.» Şafiî'den
rivayet edillen bu söz, O'nun Kitab ve Sünnette bir nass bulamadığı zaman
sahabî sözüyle amel etmesine engel teşkil etmez.
Haricî ve şiîler,
sahabîlerin sözlerini hüccet saymamışlardır. Zahirîler de aynı görüşe
katılmışlardır. Ancak Zahiriler, Sahabîlerin îcma'ını bir hüccet olarak kabul
etmişlerdir.
Sahabîlerin sözleriyle
amel etmek meselesi, mezhebler arasında üç yönden ihtilâfa sebep olmuştur:
1 — Bazı
İslâm hukukçuları sahabiye ait bir söz görünce içtihada ihtiyaç duymamıştır.
Bazıları da, ancak nakle dayandığı tasavvur edilebilen sahabîler^ ait sözü,
Peygamber'den rivayet edilen hadis'ten üstün sayıp hüccet olarak kabul
etmişlerdir. Şafiî gibi pekçok İslâm hukukçuları, açıkça Peygamber (S.A.)'e
nisbet edilen bir hadisten, netice itibariyle her ikisi sde Peygamber (S.A.)'e
ait olsa dahi, sahabînin sözünü üstün tutmamışlardır.
2 — İslâm
hukukçuları tâbi oldukları sahabilerde ihtilâfa düşmüşlerdir. Meselâ; Ebu
Hanife, İbni Mes'ud'un sözlerini;Şafiî, Zeyd b. Sabit'in sözlerini, birçok
meselelerde başkalarına tercih ederlerdi. Sahabîlerin kendi aralarındaki
ihtilâf nisbetinde onlara tâbi olanlar arasında da ihtilâf doğmuştur.
3 — Bazı
fafcihler, sahabîlerin sözlerinin hüccet olmadığını belirtmişlerdir.[79]
Bundan önce
anlattıklarımız sahabîlerin fetva ve sözlerine ait idi. Şüphesiz sahabîlerin
sözlerini reddedenler ve onları bir hüccet olarak kabul etmeyenler, tabiîlerin
fetva ve sözlerini kolayca reddetmişlerdir. Meselâ; Şiîler, Haricîler ve
Zahirîler böyledir.
Ebu Hanîfe ve Şafiî,
sahabîlerin sözleriyle amel ettikleri halde, tabiînin sözleriyle amel
etmemişlerdir, Ebu Hanîfe, bu hususu açıkça şu sözüyle ifade etmiştir: «İş
İbrahim ve Hasan'a gelince, onlar da insan, biz de insanız.»
Şafii'nin tâbiî'ye ait
herhangi bir sözü hüccet olarak kabul ettiği bilinmemektedir. İbni Kayyım
el-Cevziyye bu hususta şöyle söyler : «İmam Şafii, bazan tabiînin sözü ile
amel ederdi. Şafiî, bir konuda Ata' b. Ebî Rabahı taklid ettiğini açıkça
söylemiştir. Bu, Şafii'nin İlim ve ve fıkıhtaki olgunluğunu gösterir. Çünkü o,
bu konuda Atâ'nın sözünden başka bir delil bulamamış ve onun sözünü daha sağlam
görerek ona uymuştur. Başka bir yerde Şafiî, «bu, Atâ'nın sözüne uymamaktadır»
demiştir.»
Bana göre bu ifade,
Şafii'nin tâbii'yi taklit ettiğini göstermez.
Çünkü Şafiî görüşünü
Atâ'ya nisbet edebilir, onun kıyas'ma uyabilir. Yahut meseledeki kıyas yönüne
dikkati çekmiş ve kendinden önce Atâ'nın da bu konuda aynı re'y'e sahip
olduğunu göstermiş olabilir. Bizim başka türlü düşünmemize imkân yoktur. Çünkü
Şafiî, fıkıh kaynakları arasında tabiîlerin sözünü zikretmediği gibi,, istidlal
metodunu birçok kitaplarında saydığı halde, tabiînin sözüne huccet olarak
hiçbir yerde işaret etmemiştir.
İmam Mâlik'e gelince;
o tabiinin sözünün hüccet olduğunu açık olarak söylememiştir. Fakat, Muvatta'da
çoğu zaman tabiîlerin sözlerini rivayet etmiş ve onları benimsemiştir.
Özellikle Said b. el-Mu-seyyib, Salim b. Abdillah b. Ömer ve onun azatlısı
Nâfi' gibi büyük tabiilerin sözlerini rivayet etmiştir.
Ahrhed b. Hanbel ise,
sahabînin sözünü, sahabînin sözü bulunmayan hususlarda tabiînin sözünü
almıştır. Tabiîler bir konuda ihtilâf etmişlerse Ahmed b. Hanbel, onların
sözleri arasında mukayese ve tercih yapmaktan çekinmiştir. Ona göre her
tabiînin sözü ve onlar arasındaki ihtilâf, ayrı ayrı kıymetlerini korur. Yani,
bunların hangisi ile amel edilse caiz olur.[80]
Fıkhî görüş
ayrılıkları, fıkıh ekollerini doğurdu. Daha sonra bunların gelişmesiyle fıkhî
mezhepler kurulmuş oldu. Burada işaret etmemiz gereken husus şudur: Bu
ihtilaflar dînin özüne ait olmayıp bazı nass'lar hakkındaki anlayış
farklarından ve külli hükümleri cüz'i meselelere tatbikten ibarettir. İhtilâfa
düşenlerin hepsi, Kur'ân ve Sünnet nass'lanna hürmet etmekte beraberdirler.
Hattâ onlar, İslâm'a o derecede bağlı idiler ki, ekserisi sahabllertn sözlerine
dahi muhalefete müsamaha etmiyordu. Çünkü sahabîler, vahy'in gelişini ve
Peygamber'in onu nasıl tatbik ettiğini gözleriyle görmüşler ve İlimlerini
bizzat Peygamber (S.A.)'den alarak, kendilerinden sonrakilere aynen
nakletmişlerdir. Münakaşaya son verecek kat'î bir delil bulunmayan fer'î
meseleler üzerinde meydana gelen ihtilâflar, ağacın dalları mesabesinde olup
Şeriatın köküne dokunmamaktadır.
İslâm büyükleri,
geçmişte ve halihazırda hiçbir zaman kendi sözlerinin din olduğunu, kayıtsız
şartsız bunlara uyulması gerektiğini söylememiştir. Hattâ onlar, müslümanları,
hakka götüren delili araştırmaya davet etmişlerdir. Meselâ, Büyük İmam Ebu
Hanife, «Bu bizim ulaştığımız en iyi neticedir. Kim bundan hayırlısını bulursa
ona uysun” demiştir. Bazı fakihler ona, «Senin bu ulaştığın netice şüphe
götürmez bir hakikat mıdır?» diye sormuşlar, o büyük ihlâs ve tevazu sahibi
İmam da şu cevabı vermiştir: «Bilmiyorum, belki de ulaştığım netice şüphe
götürmez bir bâtıldır.»
İmam Şafiî, kıyasa
dayanan görüşlerine aykırı bir hadis bulurlarsa talebelerinin kendisine
muhalefet etmelerini teşvik ederdi. O, bu hususta şöyle söylerdi: «Sahih bir
hadis bulunursa benim mezhebim odur.» O, bütün İmam gücü ile.şöyle haykırmıştır:
«Peygamber'in hadîsine muhalefet edersem hangi yer beni taşır, hangi gök beni
gölgelendirir?»
İmam Mâlik de aynı
düşüncelere sahipti. O, talebelerini kendisinin fetvalarını yazmaktan
menederdi. Nitekim Ebu Hanîfe de aynı şeyi yapmıştır. Talebesi Ebu Yusuf un
kendisinin sözlerini yazdığını görünce ona şöyle demiştir: «Ey Yakub, vay
haline! Benim sözlerimi mi yazıyorsun? Ben bugüne göre düşünüyorum. Belki yarın
başka türlü düşünürüm. Belki yarından sonra da bir başka türlü düşünebilirim.»
Ahmed b. Hanbel, her
insanın ictihad yapabileceğini kabul ederdi. Dolayısiyle Hanbelî mezhebinde
ictihad kapısı hiç kapanmamıştır. Bazı Hanefî ve Şafiî mezhebine mensup
fakihler, son zamanlarda ictihad kapısını kapadığı halde, Hanbeliler, böyle
bir şeye teşebbüs etmemişlerdir.
Mezheplerarası
ihtilâf; zekâları açmış, yorulma bilmez ve sürekli gayretlerle İslam
İlimlerinin gelişmesini sağlamıştır. Bu gayretler öyle'zengin fıkhî bir miras
bırakmıştır ki, insanlık âleminin en büyük serveti budur, dersek mübalâğa etmiş
olmayız. Hattâ onun, eğer iyi bir karşılaştırma yapılırsa, Avrupalıların en
büyük hukukî çalışma mahsûlü olarak gördükleri Roma hukukundan kat kat üstün
olduğu ortaya çıkar.
Müctehid İmamlardan
sonra fıkhı çalışmalar, onların talebeleri tarafından aynı metodlarla
yürütülmüştür. Daha sonra, sadece önceki İmamların görüşleri incelenmekle
yetinilmiştir. Böylece fıkhi düşüncenin yerine öncekilere uyma fikri hâkim
olmuştur. Ne yazık ki, hicri dördüncü asırdan sonra yavaş yavaş başlamış olan
taklitçilik, sonraki yüzyıllarda büsbütün İslâm dünyasını kaplamıştır.
Taklide sürükleyen
sebepleri şöyle özetleyebiliriz:
1— Talebeler
hocalarına uymuşlar, bunlardan sonra gelenler de daha öncekilere uymuşlar ve bu
nesilden nesile sürüp gitmiştir. Gelen her yeni nesil, kendinden önceki nesli
daha çok takdir etmiş ve ona uymayı vazife bilmiştir.
2 — Kaza
(yargılama), kendine göre bir metod ve olayları bir disiplin içerisinde
halletmek istemektedir.Sahabiler.Tâbiiler, ve Teba-î Tabiin devrinde kaza
(yargılama) belli kayıtlara tâbi değildi. Çünkü, bu devirlerde dinî duygu ve
takva herşeyin üstündeydi. Bu devirlerde kazayı bir disipline sokmak fikri
ortaya çıkmış ise de gerçekleşememiştir. Abbasi Halifesi el-Mehdî ve Harun
er-Reşid devirlerinde kaza işleri Hanefî fıkhına göre yürütülmeğe
başlanmıştır. Bundan sonra Hanefî mezhebi, İslâm devletinin uzun asırlar boyu
resmî mezhebi olmuştur. Endülüs (İspanya) ve Kuzey Afrika'da Mâlikî mezhebi,
bir müddet Şam'da Şafiî mezhebi aynı yeri işgal etmiştir.
3 — Hicriilk
üç asırda meydana gelen fıkhı servet, birçok meselelerin çözümünü sağlamıştır.
4 — Hicrî
üçüncü asırdan sonra mezhep taassubu hâkim olmuş ve mezhebler arasında sert
çekişmeler alevlenmiştir, özellikle aynı ülkelerde bulunan mezhebler arasındaki
çekişme (cedel) ler, pek şiddetlenmiştir. Buna misal olarak Hanefî ve Şafii
mezheblerini verebiliriz.
İşte bu gibi
sebeplerden îslâm bilginleri, sadece eskilerin sözlerine başvurmakla
yetinmişlerdir. Daha' sonraki asırlarda ictihad kapısı kapanmış ve koyu bir
taklit çağı, başlamıştır. Bütün mezhepler, ictihad kapısının kapanması fikrini
aynı şekilde karşüamamış-lardır. Bu fikir, Hanefî ve Şafiî mezheblerinde büyük
bir kabule mazhar olmuş, Mâliki mezhebinde daha az revaç bulmuş, Hanbelî
mezhebinde ise reddedilmiştir. Yukarıda da söylediğimiz gibi Han-belîler, yeni
olayların hükümlerini ortaya koymak için her asırda bir müctehidin bulunması
gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Zeydiyye ve îmamiyye
mezhebleri ile Haricîler, kendi bilginlerinin ictihad etmelerini zorunlu
görmüşlerdir. Zahirîler de daha ileri giderek, her müslümanın takati nispetinde
ictihad yapması gerektiğini söylemişlerdir. Onlara göre nıüslümanlar, hiç
olmazsa fetva verenlerin kim olduklarını ve onların verdiği fetvaların nelere
dayandığını bilmelidirler.
Zahirîlerin dışında
içtihadın zarurî olduğunu söyleyenler, bunun âlimlere mahsus bulunduğunu ve
halkın fetva sorduğu kimseleri taklid edebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Çağımızda zihinler
ictihad kapısının yeniden açılmasına yönelmiştir, Mevkii ne olursa olsun hiçbir
fakih, ictihad kapısını kapatma yetkisine sahip değildir. Çünkü insan aklı,
hiçbir zaman düşünmekten men edilemez. Öte yandan yeni olayların, mevcut hayat
şartları altında bir hükme bağlanması gerekir.
Elbette ictihad
kapısının kapatılması kötü bir şeydir. Fakat, ictihad için gerekli ehliyete
sahip olmayanların ictihad yapmaları İslâmiyete daha çok zarar getirir. Bunun
içindir ki müctehid'de bulunması gereken ehliyeti ve ictihad şartlarını
belirtmek mecburiyetindeyiz. Müctehid olacak kimse, önce İslâm dîninin genel
amaçlarını iyice kavramalıdır. Biz, burada îslâmî hükümlerin amaçlarıyla
içtihadı ve ictihad derecelerini kısaca açıklamayı lüzumlu görüyoruz.[81]
îslâm dîni, bütün
insanlara rahmet olarak gönderilmiştir. Kur'-an-ı Kerim'de, Peygamberine
hitaben Allah şöyle buyurur: «Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik»[82]Yine Kur'an'da, «Ey
insanlar, size, Rabbmızdan bir Öğüt, kalblerdeki şeylere şifâ, raüminler için
bir hidayet ve rahmet gelmiştir»[83] diye
buyurmuştur. Bunun içindir ki İslâmiyet bütün hükümlerinde, sevgi ve adaletin
hâkim olduğu faziletli bir toplum meydana getirmek cihetine yönelmiştir.
Bu yüksek gayeyi
gerçekleştirmek için İslâmiyet şu üç noktadan hareket etmiştir:
l — Ferdi
yetiştirmek ve onu ahlâk bakımından olgunlaştırmak. Çünkü,, toplumun iyi olması
için ana unsur ferttir. İslâmiyet, ferdî olgunlaşmayı. Allah'ın emrettiği
ibadetleri yerine getirmekle gerçekleştirir. Bütün ibadetlerin gayesi ferdi
önce ruhî olgunluğa ulaştırmak, sonra da içtimaî ilişkileri
sağlamlaştırmaktır. Allah'ın emrettiği ibadetleri yerine getirmek, ruhları
haset ve kin'den temizler, insanları birbirine kaynaştıracak şekilde ruhları
yükseltir. Böylece zulüm ve kötülük ortadan kalkar. İbadetlerin başı olan namaz
hakkında Allah şöyle buyurmuştur: «Gerçekte namaz, her türlü fuhuş ve
kötülükten alıkoyar. Allah'ı zikretmek, elbette en büyük ibadettir».[84]
Çünkü namaz, bütün yönüyle insanları ferdî ve içtimai bakımdan olgunlaştırır.
Oruç da, Hac da böyledir. Hac; dilleri, renkleri ve memleketleri ayrı ayrı olan
müslüman topluluğunda sevgi ve eşitlik ruhunu gerçekleştiren bir ibadettir.
Zekât'ın mânâsı, zenginle fakir arasında ancak içtimaî bir yardımdır. Bunun
içindir ki Peygamber (S.A.), valilere; «Zekâtı zenginlerden alıp fakirlere
veriniz» diye emretmiştir.
2 — Müslüman
toplumda adaleti yerine getirmek. Bu adaletin yerine getirilmesi, gerek
müslümanlar ve gerekse müslüman olmayanlar arasında aynı şekilde olacaktır.
Bunun için Kur'an'ı Kerim'de şöyle Duyurulmuştur: «Bir kavme olan kininiz sizi
adaletsizliğe sevketmesin, adaletli olun ki o, takvaya en çok yakın olandır»[85]
Adaleti
gerçekleştirmek, İslâmiyetin en büyük gayesidir. İslâmiyet, bütün emir ve
hükümlerinde adaleti gerçekleştirmeyi hedef tutar. Ona göre yargıda, tanıklıkta,
mü'minlerin başkalarıyla olan hertürlü münasebetlerinde adalet ölçüsünden
ayrılmamak şarttır. Peygamber (S. A.), insanların karşılıklı haklara sahip
olduklarını ve bu hakların asla çiğnenmemesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur.
«İnsanların sana nasıl muamele etmesini istiyorsan, sen de onlara öyle muamele
et. Nefsin için istediğini başkası için de iste».
İslâm dîni, içtimaî ve
hukukî adaleti gerçekleştirmeyi de hedei tutmuştur. Dolayısıyla insanları kanun
karşısında, zengin ve fakirliklerine bakmaksızın, eşit kılmıştır. İslâm'da
imtiyazlı bir sınıf yoktur. Güçlü insan haksız ise zayıftır. Zayıf insan da
haklı ise güçlüdür. Bütün insanlar renk ve ırk farkı gözetmeksizin tek bir
sınıf teşkil ederler. Hz. Peygamber bunu belirtmek için şöyle buyurmuştur:
«Hepiniz Adem'den türediniz, Adem ise topraktan yaratılmıştır. Arabın arap
olmayana üstünlüğü yoktur. Ancak üstünlük takva iledir». Kur'an-ı Kerim'de de
şöyle buyurulmuştur: «Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.
Sizibirbirinizle tamşasmız diye büyük cemiyetlere ve küçük küçük kabilelere
ayırdık. Gerçekten sizin Allah katında en üstününüz, takvaca en İlende
olanınızdır».[86]
İçtimai adaleti en iyi
şekilde gerçekleştirmek için îslâm dini, insana insan olduğu için saygı
göstermeyi farz kılmıştır. İslâmiyet, savaşta bile düşman ölülerine
saygısızlığı yasaklamıştır. Kur'an-ı Kerim, insanın şeref ve haysiyetli bir
varlık olduğunu açıkça şöyle ifade eder :«Andolsun ki biz Adem oğularmı şerefli
kıldık. Onlara karada ve denizde taşıyacak vâsıtalar verdik. Onlara güzel
rızıklar verdik. Onları yarattığımızın pek çoğundan üstün kıldık».[87]
îçtimaî adaleti
gerçekleştirmek için İslâmiyet, her insana İslâm, bayrağının altında çalışma
imkânı vermiştir. Bunun için İslâmiyet, İslâm ümmetini teşkil eden her insanın
terbiye edilmesini, onların yetenekleri nisbetinde iş yapacak duruma
getirilmesini emretmiştir.
Bu konuda Mâliki
fakihlerinden bir kısmı şöyle söylemiştir: Öğretim üç kademede yapılmalıdır.
a) Müslüman
gençlerinin hepsi okutulmalıdır. Fikrî yeteneği, ikinci kademeye geçmesine
elverişli olanlar bu kademeye alınmalıdır. Buna yetenek bakımından elverişli
olmayanlar zarurî ve farz olan bilgileri öğrendikleri için bu kadarla
yetinebüirler. Çünkü îslâm ümmeti bedeni ile çalışanlara, ziraatçılara ve çeşitli
sanatları icra edenlere ihtiyaç duymaktadır. Bunların meslekleri icabı muhtaç
oldukları alışkanlık ve bilgileri kazanmaları kâfi olup daha fazla aklî
bilgilere ihtiyaçları yoktur.
b) Birinci
kademede başarı gösterenler ikinci kademeye geçmelidirler. Buradan ileri
gitmek için kabiliyetli olmayanlar, îslâm ümmeti içinde orta kültüre sahip bir
sınıf teşkil ederler. Bunlara da ihtiyaç vardır. Bunlar birçok işleri yönetmek
görevini üzerlerine alırlar.
c) İkinci
kademede başarı gösterenler üçüncü ve yüksek kademeye çıkmalıdır. Burada da
başarı gösterenler fikir öncüleri, mucitlerdir ki İslâm ümmetinin gücü, maddî
ve manevî büyüklüğü bunlar sayesinde ortaya çıkar. Önemli olan bunların sayısı
değil, fikri güç ve yetenekleridir.
İslâmiyet, hiçbir
kimsenin hakkını kısmamak için işin neticesini onun mâhiyetine uygun olarak
tâyin etmiştir. Meselâ, iyi iş yapan iyi netice alır ve emeği kadar mükâfaat
görür.
îslâm dîni, kadm
hakkında da adaleti en güzel şekilde gerçekleştirmiştir. Kadının sahip olduğu
haklar nisbetinde görevleri vardır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, «Erkeklerin
meşru surette kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler
üzerinde aynı şekilde hakları vardır. Erkekler, onlar üzerinde bir derece
üstündür"[88]
İşte îslâmiyette her hakka
karşı bir sorumluluk vardır. Hakla sorumluluk arasındaki ilişki değişmez,
islâmiyet, suç işleyen bir köleye hür insana verilen cezanın yarısı kadar bir
ceza tâyin etmiştir. Cariyeler hakkında da Allah şöyle buyurmuştur: «Onlar
(cariyeler) evlendikten sonra bir fuhuşta bulunurlarsa onları hür kadınlara
verilen cezanın yarısı ile cezalandırın».[89]
Bunun sebebi açıktır. Çünkü suç, küçük düşürücü birşeydir. İnsanlar, suçluya
takdir gözüyle değil, tahkir gözüyle bakarlar. O halde hür insanın işlediği
suçun cezası onun cemiyet içerisindeki mevkiine uygun olmalıdır. Hür olmayan
kimselerin cezası da, onların toplum içindeki seviye ve itibarlarına uygun
olmalıdır. Bu sebeple îslâm hukukunda köle ve cariyelerin cezası, hür
insanların hak ettiği cezanın yarısı kadar tâyin edilmiştir. Roma hukuku bunun
tam aksi istikametini kabul etmiş, aristokrasiye mensp olanların cezasını
azaltmış ve aynı suçu işleyen halk tabakasına mensup olanları —ölüm cezası
dahil— en ağır cezalarla cezalandırmıştır.
îslâmiyete göre içtimaî
adalet; ancak faziletin, sevginin, adaletin bir topluma hâkim olması, ferdin
şahsî menfaatinin başkasının menfaatma dokunmaması ve herkesin buna inanması
ile gerçekleşir. Bu itibarla bilginler, şu âyet, Kur'an'ın bütün mânâlarını
içinde toplamaktadır, demişlerdir: «Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği,
akrabaya yardım etmeyi emreder. Taşkın kötülüklerden, gayri meşru şeylerden,
zulüm ve zorbalıktan nehyeder. O, size öğüt verir, tâ ki iyice dinleyip
tutasmız»[90]
3 —
Maslahatı gözetmek, kötülüğü def etmek: Bütün İslâmî hükümlerin amacı budur.
îslâmiyetin Kur'an veya Hadis ile emretmiş olduğu herşeyde insanlar için bir
menfaat (maslahat) vardır. Belki bu maslahat, birçok kimselerin gözlerinden
kaçabilir. Fakat İs-lâmiyetin gerçekleştirmek istediği maslahat, keyfî şeyler
değildir. Onlar, hakikî olan umumî menfaatlardır. Bunlar, keyfî olarak değiştirilemez.
Bu konuyu, îslâmî açıdan biraz daha genişleterek anlatmak istiyoruz.[91]
Burada İslâmiyetin
gözettiği hakîki maslahatları inceliyeceğiz. İslâmî hükümlerde gözetilen
maslahatlar, Kur'an ve Sünnet nass'larıyla sabittir. Nass'Iarm şâmil olduğu
maslahata benziyen hususlarla, maslahat nevinden olan şeylerin nelerden ibaret
olduğunu da burada incelememiz gerekir. Hiçbir İslâm hukukçusu veya herhangi
bir kimse, nass'lara aykırı olan bir şeye islâm adına maslahat ismi veremez.
Çünkü nass'lara aykırı olan şeyler nefsi arzular olup Kur'an ve Sünnet
tarafından bu gibi arzulara uyulması yasaklanmıştır.
Bütün nass'larm önemle
üzerinde durduğu maslahatlar şunlardır :
1 — Dîni
korumak,
2 — Canı
korumak,
3 — Aklı
korumak,
4 — Nesli
korumak,
5 — Malı
korumak.
Çünkü insanoğlunun
içinde yaşadığı dünya meseleleri bu beş esasa dayanmakta, insanlığın saadet
dolu bir hayat sürmesi bunlarla gerçekleşmekte ve insana saygı bunların
korunmasıyla mümkün olmaktadır.
Şimdi bu maslahatları
tek tek ele alalım:[92]
1 — Dînin korunması: İnsan, dinî duygu ve
inançlara sahip olmakla hayvanlardan ayrılmaktadır. Çünkü dinî hayat, insanın
en belli başlı özelliklerinden biridir. O halde insanın inandığı din, her türlü
tecavüzden korunmalıdır. İslâmiyet, din hürriyetini en güzel biçimde himayesi
altına almıştır. Kur'an-ı Kerim'de Allah, «Dinde zorlama yoktur, îman ile küfür
apaçık ortaya çıkmıştır»[93] ve
insana dinî inançları yüzünden işkence yapmayı yasaklayarak, «Din yüzünden
baskıda bulunmak (fitne) adam öldürme (kati) den daha kötüdür»[94]
buyurmuştur.
Dinî hayatı korumak ve
insan ruhunu, dinî duygularla beslenmek için ibadetler emredilmiştir.[95]
2 — Can (nefs) in korunması: Bu, çok değerli ve aziz olan yaşama hakkının
korunması demektir. Dolayısıyla insanı öldürmek, onun herhangi bir uzvunu
kesmek veya gövdesini yaralamak gibi her türlü tecavüzden korumak gerekir.
İnsanın şeref ve haysiyetine saygısızlık göstermek, ona sövmek ve iftira etmek
gibi her türlü' haysiyet kırıcı şeyleri önlemek gerekir. Sebepsiz yere insanın
faaliyetini tahdit etmek gibi şeyleri men etmek de canın korunmasına dahildir.
Bu itibarla iş hürriyeti, düşünce hürriyeti, herhangi bir yerde oturma hürriyeti
gibi hususlar, hür ve şerefli insan hayatının esaslarını teşkil eder. Şerefli
bir toplum içerisinde çalışmayı sağlayan hürriyetler, hiç bir saldırıya
uğramıyacak şekilde korunmalıdır.[96]
3 — Aklın Korunması: Ferdi, topluma yük yapacak ve onu diğerleri için bir
kötülük vâsıtası kılacak her türlü felâketten insan aklını korumak icap
etmektedir. Aklın korunması bilhassa şu üç yönden önemlidir.
a) İslâm
toplumunun her ferdi, birbirine yardım edecek şekilde akıl bakımından sağlam
olacaktır. Çünkü toplumun her ferdinin aklı, sadece o ferde ait değil, biraz da
toplumun malıdır. Zira fert, toplum yapısının bir tuğlasını teşkil etmektedir.
Buna göre toplumun, ferdin sağlam olmasını istemek halikıdır.
b) Aklî
muvazenesini kaybeden fertler topluma yük olmaktadırlar. Böyle olmamak için
insanların, îslâmiyetin hükümlerine boyun eğerek, aklı felâketlere maruz
bırakan şeylerden sakınmaları
gerekir.
c) Akıl ve
şuur bozukluğuna uğrayan fertler, toplum içinde başkalarına kötülük ve tecavüz
vâsıtaları haline gelirler. O halde dînin; aklın muhafaza edilmesi için bazı
müeyyidelere başvurması, akla zarar veren şeylerin kullanılmasını yasaklaması
ve böylece toplum içerisinde kötülük yapılmasını önlemesi vazifesidir. Bütün
din ve kanunlar, hem aklı korumayı hem de akıl hastalığına uğramış olanları
tedavi etmeyi emreder. İşte bundan dolayıdır ki İslâm dîni, içki içenleri
cezalandırmış ve akla zarar veren her türlü içki ve uyuşturucu maddeleri
yasaklamıştır.[97]
4 — Neslin Korunması: Bu, bütün insan türünü korumak ve] yeni nesillerin
sevgi, dayanışma gibi insanları birleştirici duygularla yetiştirilmesi
demektir. Şöyle ki:
Her çocuk, önce ana ve
babasının kucağında yetiştirilir ve böy
lece kendisini
koruyacak bir yuva bulmuş olur. Bu maksatla evlilik hayatının düzenlenmesi ve
bu düzenin korunması gerekir. Nitekim ırz ve namusun, zina ve iftira gibi
tecavüzlerden korunması gerekmektedir. Bu da, Allah'ın, karı ve kocaya emanet
ettiği vücudun tecavüzden muhafaza edilmesi demektir. Tâki kan koca
vasıtasıyla temiz bir neslin devam etmesi ve mesut bir insan hayatının yer yüzünde
sürüp gitmesi sağlanmış olsun. Böylece insan nesli çoğalıp insanlık cisim, akıl
ve ahlâk bakımından kuvvetli olsun; fert, içinde yaşadığı toplumda başkalarıyla
anlaşıp kaynaşmaya müsait bir duruma gelsin. Zina ve iftira gibi suçlar için
tâyin edilen cezalar, neslin korunması için konmuş olan müeyyidelerdir.[98]
5 — Malın Korunması: Mal hırsızlık, gasb, rüşvet ve faizcilik gibi
şeylerden korunacaktır. İnsanlar arasında adalet ve karşılıklı rıza esaslarına
göre tanzim edilen bir nizam ile malın korunması gerekmektedir. Malın koruyucu
ellerde artırılması da zaruridir. Çünkü fertlerin ellerindeki mallar, gerçekte
bütün milletindir. Dolayısiyle onu korumak ve fertler arasında adaletli bir
şekilde dağıtmak, üreticilerin çalışmalarını kontrol altına almak, umumi
gelirleri arttırmak, israfçılığa düşmemek ve İslâmiyetin tanımış olduğu mülkiyet
hakkına saygı göstermek gerekmektedir.
Alım-satımı, icar
işlerini, verimsiz toprakları verimli hale getirmeyi, yeraltı ve yerüstündeki
tabiî kaynakları işletmeyi bir düzene sokmak, malın korunması prensibine
dahildir.
İşte bütün semavî
dinler, bu beş hususun korunması maksadıyla gönderilmiş, beşerî kanunlar da
aynı şeylerin gerçekleşmesinde ittifak etmiştir.
Bu hususta İmam
Gazzalî şöyle söylemiştir:
«Menfaati celbetmek ve
zararı defetmek, hakkın gayesi ve maksatlarını elde etmede halkın yararı
demektir. Fakat biz, maslahat sözü ile şeriatın maksadına uygun olan hususların
korunmasını kasdediyoruz. Şeriatın insanlar tarafından gözetilmesini istediği
şeyler beştir: İnsanların dinlerinin, canlarının, akıllarının, nesil ve mallarının
korunmasıdır. Bu beş esasın içine giren şeylerin korunması maslahattır.
Bunlardan başkası ise mefsedet (zararlı) olup bunların defedilmesi [99]maslahattır.[100]
Gözetilmesi gereken ve
beş esasta toplanan maslahatlar hakkında birçok şer'i hükümler mevcuttur. Biz,
burada umumi olarak maslahatları şu üç derecede inceliyeceğiz:
1 — Zaruri
olanlar (Zarûriyyât). Bunlar zarurî ve kesin olarak korunması gereken
maslahatlardır. Canın korunmasında hayatın insan uzuvlarının ve hayat için
zaruri olan hususların korunması; malın, neslin ve dinin korunmasında zaruri
olan şeylerin gözetilmesi bu cümledendir.
Gazzâli bu hususta
şöyle söylemşitir: «Bu beş maslahatın korunması zaruret derecesindedir.
Bunlar, maslahatların en üstün derecesini teşkil eder. Dolayısıyla
müslümanları elinden çıkaran kâfirin öldürülmesi, bid'ata götüren sapıkların
cezalandırılması gerekir. Bu gibi insanların, halkı dinden çıkardıkları için
ölümle cezalandırılmaları lâzımdır. Zira müslümanları korumak için bu bir
zarurettir. İlâhî emre muhatap olan akılları korumak için içki içenleri, nesli
ve soy temizliğini korumak için zina edenleri, insanların maişet- . lerinin
esasını teşkil eden malı korumak için hırsız ve gâsıbları cezalandırmak icap
eder».[101]
îmanı Gazzalînin bu
sözünden anlaşılıyor ki bu beş esastan her hangi birinin heder olmasına
sebebiyet veren herşeyin defedilmesi zarurîdir. İslâm dîni, bu maslahatların
korunması için çok ağır müeyyideler koymuştur. Öte yandan hayat tehlikeye
düştüğü takdirde haram olan şeyleri yemek veya içmek, Îslâmiyetin bir emridir.
Meselâ, açlık veya susuzluk sebebiyle ölüm tehlikesine maruz kalan kimsenin,
murdar olan bir eti veya domuz etini yemesi ve şarabı içmesi vaciptir.
2 — İhtiyaç
bakımından gözetilmesi gereken maslahatlar. (Hâciyyât) : Bunlar yukarıda geçen
beş esastan birinin korunmasıyla doğrudan doğruya ilgili olmayan, fakat güçlüğü
(meşakkati) kaldırmak veya bu beş esasın korunması için tedbir kabilinden olan
maslahatlardır. İnsanların kolaylıkla elde edip kullanmasını önlemelt için
şarabın satılmasını, kadının mahrem yerlerini açmasını, namazın gasbedilmiş
bir yerde kılınmasını, şehirlerin giriş kapılarında ticaret mallarını alarak
ihtikâr yapmayı ve dolayısıyla pahalılık yaratmayı yasaklamak bu türlü
maslahatlar arasındadır. Bunlar aslında doğrudan doğruya bir maslahatın
korunması değil, zarara götüren herşeyin yasaklanması ve tehlike karşısında
yasakların nıtibah kılınması da böyledir. Bu cümleden olmak üzere insanların
ihtiyaç duyduğu birçok akitler mubah kılınmıştır. Ortaklaşa ziraat (müzaraa);
ağaç birinden, emek ve bakım diğerinden olmak şartıyla yapılan ortakçılık
(müsakaat), para peşin mal veresiye olmak kaydıyla yapılan satış (selem),
muayyen bir kârla malın satışı (murabaha), malı alış fiyatına satmak (tevliye)
akitleri bunlara misal olarak verilebilir.
Burada belirtmek
isteriz ki insan hürriyetinin korunması da bu ikinci grup maslahatlara dahildir.
Çünkü, hürriyetsizlik içinde hayat olsa dahi, kişi sıkıntı ve güçlüğe sokulmuş
olur. Neslin korunması için nikâhlı olmıyanlann birbiriyle kucaklaşmalarını
yasaklamak, malın korunması maksadıyla durumu müsait olanların borçlarını
ödemeleri için zorlanmaları ve ödemezlerse cezalandırılmaları da bu
kabildendir. Bunun içindir ki Peygamber (S.A.) şöyle buyurmuştur : «Zengin bir
adamın borcunu sallaması haksızlıktır, cezalanması gerekir.» Aklı korumak için
çoğu sarhoşluk veren şeyin azının haram edilmesi de böyledir.
3 — Kemâl
bakımından gözetilmesi gereken maslahatlar (kmâliyyât = tahsîniyyât) : Bunlar,
asıl maslahatların korunmasıyla ilgili olmayıp onların korunması için tedbir
mahiyetinde de değildir. Bunlar, şerefi korumak ve hakareti önlemek maksadını
güden şeylerdir. Canı korumak hususunda bâtıl iddialar ve sövme gibi, hayatın
esasıyla doğrudan doğruya ilgili olmayan ve ihtiyaç nevinden de . bulunmayan,
fakat hayâtın kıymet ve şerefini zedeleyen şeylerin yasaklanması da bu türlü
maslahatlardandır.
Aldatmak ve gasp gibi
doğrudan doğruya malın korunmasına dahil olmayan, fakat kemâl bakımından onunla
alâkalı olan şeylerin yasaklanması da böyledir. Aldatmak veya gasbetmek; malı
bilerek tasarruf iradesiyle, kazanç ve zarar yönlerini doğru olarak bilmekle
ilgilidir; zira burada malın aslına bir tecavüz yoktur. Ancak tasarruf hakkı
olanın iradesine bir tecavüz vardır ki, o, buna karşı tedbirli olabilir.
Neslin korunmasında
kadının süslenip püsleriip sokağa çıkmasının yasaklanması da bu kabildendir.
Bu konuda Allah şöyle buyurmuştur:
«Mü'min kadınlara da
söyle: Gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, zânetlerini açmasınlar,
bunların görünen kısmı müstesnadır. Baş örtülerini yakalarının üstüne
koysunlar. Zîrietlerîni kendi kocalarından, yahut kendi babalarından, yahut
kocalarının babalarından, yahut kendi oğullarından, yahut kocalarının
oğullarından, yahut kendi biraderlerinden, yahut biraderlerinin oğullarından,
yahut kızkardeşlerinin oğullarından, yahut kendi kadınlarından, yahut
ellerindeki cariyelerinden, yahut erkeklerden cinsî ihtiyaçtan kesilmiş olan
hizmetçilerden, yahut kadınların gizli yerlerine henüz vâkıf olmayan
çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizliyecekleri zînetleri bilinsin diye
ayaklarını da vurmasınlar. Ey mü'minler, hepiniz Allah'a tevbe edin, tâ ki
kurtuluşa ermiş olasınız.»[102]
İşte bu emir ve
yasaklar, kemâliyâtm korunması kabilinden olup şeref ve haysiyyetin
zedelenmemesi, günümüz kadınlarının içine düştüğü küçüklük ve adilikten
uzaklaşüması amacını gütmektedir.
Dinin korunması
konusunda itikat esasına dokunmayan, fakat dinî esaslar üzerinde şüphe
uyandıran sapık fikirleri, dinî hakîkatlar arasında ince bir karşılaştırma
yapma gücüne sahip olmayanların başka dinlere ait kitpları okumalarını
yasaklamak da bu türlü maslahatlar arasındadır. Keza, necasetten sakınmak,
camilere giderken temiz ve güzel elbiseler giyinmek böyledir. Bu maslahatların
bir kısmı vacip, diğer bir kısmı da nafiledir. Birçok hallerde kemal
kabilinden olan maslahatlar vacip olabilir.
Akim korunmasında
zimmîlerin, müslümanlara haram olan içkileri ulu orta kullanmalarının
yasaklanması ve bu içkileri, satın alanlar kendilerinden bile olsa,
müslümanların arasında satmalarının yasak edilmesi de bu üçüncü sınıf
maslahatlara dahildir.[103]
Maslahatların
derecelerini biraz önce gördük. Zarurî olanlar birinci, hâciyâta dahil olanlar
ikinci ve kemâliyâta ait olanlar da üçüncü dereceyi teşkil ediyordu. Hâciyât
nevinden olan maslahatlar, ke-mâliyât nevinden olanlarla çatışırlarsa öncekiler
tercih edilir.
Bazı bilginler, teklif
ifade eden hükümlerdeki maslahatları da derecelendirmek istemişlerdir. Bu
durumda hükümlerin değerleri derecelerine göre değişecektir. Bu bilginlere göre
şerîatm yapılmasını istediği veya muhayyer bıraktığı her şey, ancak bir
maslahat icabıdır. Maslahatın dereceleri ise emir nisbetinde değişmektedir.
Netice itibariyle bunun her ikisi de aynıdır. Şeriatın haram kıldığı her şey/
bir fesadı (zararı) defetmek içindir. Fesadın derecesi de yasaklanma (nehiy)
nisbetinde değişmektedir. Başka bir deyişle neh-yin derecesi, fesat nisbetinde
değişmektedir.
Bu itibarla îzzüddin
b. Abdisselâm (öl. 660 H.) maslahatları üç bölüme ayırmıştır:
1 — Allah'ın
kulları için vacip kıldığı hususların dayandığı maslahatlar: Bunlar, en üstün,
üstün ve orta olmak üzere farklı drecelere ayrılırlar. Meselâ; en üstün
maslahatlar, bizzat yüksek bir kıymet taşıdığı gibi, zarar ve kötülükleri
defeder, menfaatları celbeder.
Vacipler dayandıkları
maslahatlara göre derecelenirler. Bir vacipte maslahat büyük olursa vâciplik
derecesi de o nisbette büyük olur ve birinci dereceyi işgal eder. Meselâ; oruç
keffare tinde şeriat, köle azâd etmeyi başa almıştır. Çünkü buradaki menfaat
daha büyüktür. İki ay peşpeşe oruç tutmayı ikinci dereceye koymuştur. Çünkü
bu, ceza bakımından daha çok ve daha faydalıdır. Altmış fakiri doyurmayı üçüncü
dereceye koymuştur ki, Ramazanda tutulması gereken bir günlük oruç için
yapılması icabeden tevbe altmış fakiri doyurmaktan ibarettir. Bu misallerimizde
asıl olan, vaktinde tutulması gereken bir oruçtur.
İzzuiddin b.
Abdisselâm, bir vacibin maslahat derecesi göz önüne alınarak başka bir vacip
üzerine takdim edilişine dair şu misalleri zikretmiştir: «Boğulmakta olan
insanları kurtarmak, farz namazını vaktinde kılmaya tercih edilir. Çünkü masum
kimseleri boğulmaktan kurtarmak, Allah katında daha faziletlidir. İki maslahatı
da korumak mümkündür. Önce boğulan adamı kurtarmak, sonra geçen namazı kaza
etmek, gibi. Geçmiş bir namazın kaza edilmesinin, bir canı kurtarmaya eşit
olmadığı malûmdur. Keza, bir kimse, Ramazanda bir adamın boğulduğunu görse ve
onu kurtarmak için orucu bozmakt'an başka bir çare bulamasa, o kimse orucunu
bozar ve o adamı kurtarır. Burada da iki maslahat bir arada bulunmuştur. Çünkü,
canda Allah'a ait bir hak bulunduğu gibi canın sahibi için de bir hak vardır.
Dolayısiyle bu hak, orucu vaktinde tutmaya tercih edilmiş, orucun kendisine
tercih edilmemiştir, yani orucun kaza edilmesi gerekir.»[104]
2 —
İnsanların islâhı için şeriatın mendup kıldığı hususlara ait maslahatlar: Bu
maslahatların en üstünü vacip olan maslahatlardan daha aşağı bir derecede olup
bunlar mubah olan hususlara ait maslahatlar derecesine kadar iner.
3 — Mubah
olan hususlara ait maslahatlar: Mubah olan bir şey ya bir maslahatı celbetmekte,
yahut da bir mefsedeti (zararlı şeyi) defetmektedir. Bu konuda îzzüddin şöyle
söylemektedir: «Mubah şeylerin dayandığı maslahatlar, dünyevî şeyler olup bir
kısmı diğer bir kısmından daha büyük ve daha faydalı olabilir. Bunların yerine
getirilmesinde bir ecir yoktur. Bir kimse, yarım hurma yiyerek de nefsine
dünyevî bir maslahat sebebiyle iyilik etmiş olur.»
Şüphesiz mubah olan
birşeyde cüz'î ve şahsî bir maslahat vardır. Yemek, içmek, gezinmek gibi.
Bunları bir dereceye kadar terketmek şahsın takdirine bırakılmıştır. Nitekim
yiyecek ve içecek şeylerin çeşitlerini seçmek, bunlardan herhangi birini yiyip
veya yememek kişinin arzusuna bırakılmıştır. Dolayısiyle bu işlerin yerine
getirilmesinden ötürü Allah kullarına ceza veya mükâfaat tayin etmemiştir.
Vacip veya mehdup olan
hususlardaki maslahatlar şahsî değildir. Onlar hem sahibine, hem de bütün
insanlara aittir.[105]
Mesela vacip olsuneya nıendp olsun verilen bir sadaka insanların yararınadır.
Yolda bulunan ve insanlara zarar veren şeyleri kaldırmak da insanların
yararına olan bir davranıştır. Dolayısiyle bu türlü hareketlerin sevabı
vardır. Bir vacibi terketmenin de cezası vardır. Meselâ; bir kimse zekâtı
vermezse İslâm idarecisi onu zekâtı vermeye zorlar. Zekâtını vermeyen müslüman
Allah'ın azabından kurtulamaz.
Bu izahlardan
anlaşıldığına göre yapılması emredilen veya muhayyer bırakılan tekliflerdeki
maslahatlar derecelere ayrılmaktadır. Nehyedilen şeylerde de bir maslahat
vardır. Bunlardaki maslahat, fesadı defetmektir. Olumsuz da olsa bu da bir nevi
maslahattır. Hattâ fesadı defetmek, maslahatı celbetmekten üstündür. Bu
itibarla İslâm hukukçuları, «fesadı defetmek, maslahatı celbetmekten öncedir»
kaidesini koymuşlardır.
Yasaklar, fesad
nisbetinde derecelere ayrılırlar. Haramdaki fesad, mekruhtaki fesaddan
kuvvetlidir. Dolayısiyle zinanın yasaklanması, kucaklaşma veya öpüşmenin
yasaklanmasına eşit değildir. Gerçi her ikisi de nikâhsız kimseler için
haramdır. Şarap satmanın haram oluşu ile onu içmenin haram oluşu, hırsızlığın
haram oluşu ile başkasına ait birşeyi gasbetmenin haram oluşu, bir uzvu kesmenin
haram oluşu ile bir insanı öldürmenin haram oluşu, evli bin kadınla zina
etmekle, evli olmayan bir kadınla zina etmenin haram oluşu aynı derecede
değildir. Halbuki bunların hepsi kesin delillerle yasaklanmış olan
hususlardır.
îzzüddin bu konuda da
şöyle der:
«Mefsedetler iki kısma
ayrılır: 1) Allah'ın yaklaşılmasını yasakladığı şeyler. 2) Allah'ın
yapılmasını hoş görmediği şeyler. Yaklaşılması haram olan mefsedetler de iki
kısma ayrılır: a) Büyük günahlar. Bunlar da en büyük, büyük ve orta olmak üzere
üçe ayrılır lar. Meselâ; mefsedet olmak yönünden en büyük günah, nisbeten daha
küçük günah vs. Bunlar, küçüle küçüle küçük günahlara kadar iner. b) Küçük
günahlar: Bunlar da, derece derece küçülerek, mekruh olanlara kadar varır ve bu
mekruhlar da mubahların sınırına kadar gelirler.»[106]
Bu ve yukarıdaki
açıklamalarından anlaşıldığına göre İmam îzzuddin, emirlerle maslahatlar
arasındaki bağları ve emirlerin maslahat nisbetindeki kuvvet ve derecelerini
tam mânasiyle ortaya koymuştur. O, aynı şekilde şeriatın haram kıldığı
şeylerle, mefsedetler arasındaki münasebetleri ve mefsedet nisbetinde nehyin
derece ve kuvvetini göstermiştir. Mefsedetlerin haram ediliş derecelerini de
belirterek, en büyük mefsedetin en büyük günah olduğunu, sonra onların fesad
nisbetinde küçülerek mubah derecesine kadar indiğini izah etmiştir.
Yukarıda da
dokunduğumuz gibi, mubah olan bir şey, hakkında kesin bir maslahat bulunmadığı
için kişiye ve onun ihtiyarına terkedilen bir husustur. Mubah olan bir şeyde
kişi kendini ilgilendiren bir maslahat görürse onu yapabilir. Fakat mubah
olanların bazısı, toptan değil, cüz'î olarak mubah kılınmış olabilir. Meselâ;
bir insanın herhangi bir miktarda et veya ekmek yemesi mubahtır. Fakat yiyip
içmek mubahtır diye onu toptan terketmesi caiz değildir. Mubah olan şeyleri
toptan terketmek müslümaniarı zayıf düşürür. Bazan aslında mubah olan bir şeyin
fazla yapılması haram olabilir. Meselâ; nezih bir oyun ve eğlence aslında haram
değildir. Fakat, kişinin veya toplumun bütün vaktini oyun ve eğlence ile
geçirmesi haramdır.[107]
Maslahatlar, teklif
ifade eden hükümlerin amaçları olup aralarındaki bağ çok kuvvetlidir. Çünkü
şer'î hükümlerin hepsinde şahsın maslahatı gözetilmekte ve bu maslahattan asla
vazgeçilmemektedir. Ancak, maslahat daha büyük bir maslahatla çatışırsa veya
başkasına bir tecavüz mahiyeti arzederse ondan vazgeçilebilir. Başkasının
malını yemek gibi; zira bu türlü maslahatı İslâm dîni tanımamaktadır. Bil'akis
bunu, başkasına bir zarar teşkil ettiği için yasaklamaktadır. İslâm şeriatına
göre kendisine menfaat sağlamak için başkasına zarar vermek asla caiz değildir.
Şahsî maslahatın bir
değeri var ise, bu, güçlüğü kaldırmak (ref-u'1-harac) içindir. Güçlüğün kaldın
İması, şahsî maslahat bazı yasaklarla çalıştığı zaman olur. Zira bu durumda
şahsın terketmek sebebiyle uğradığı zararla, yaptığı takdirde uğrayacağı zarar
arasında bir karşılaştırma yapılır; hangi zarar daha büyükse o kaldırılır. İşte
bugüçlüğün kaldırılması ve baskının önlenmesidir.
Bu itibarla îslâm
dini; bir zaruret halinde, yani şahsın zaruri maslahatı tehlikeye düştüğü ve
ancak başkasının hakkını zedelemi-yen bir yasağı işlemekle korunabildiği
takdirde, bu yasağın işlenmesini zarurî kılmıştır. Dolayısiyle îslâm
hukukçuları, «zaruretler, haram olan şeyleri mubah kılar» prensibini kabul
etmişlerdir. Hattâ bazı hallerde bu zaruretler, haram olan şeylerin yapılmasını
vacip kılar. Yukarıda da söylediğimiz gibi, başkasının hakkına burada bir tecavüz
olmamak şarttır; veya îslâmiyetin, sabredildiği takdirde sevap kazanılmış
olacağını bildirdiği bir husus olmamalıdır. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim'de,
«O, size murdar olarak ölmüş hayvanı, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının
adına boğazlanmış olan hayvanları haram kıldı. Ancak Mm muztar kalıp bunlardan
yerse aşırı gitmemek şartiyle, ona günah yoktur.[108]
buyrulmuştur. Görülüyor ki murdar et, domuz eti ve kan zararlı olduğu için
haram kılınmıştır; fakat ölmek, bunları yemekten daha zararlı olduğundan bunların
yenilmesi zaruri görülmüştür. Bu, büyük zararın küçük bir zararla defedilmesi
demektir. Bunların yenilmesinden doğacak zarar, ölüm tehlikesiyle karşılaşmış
olan aç kimseyi kurtardığı için hafiflemekte ve hattâ gitmektedir. İslâm dîni,
bu durumda olan kimseye açlığını giderecek kadar yemesini, fakat aşırı
gitmemesini emretmiştir.
Bazen zaruret, haramın
yapılmasını vacip- kılmaz. Meselâ; kâfir olacak bir söz söylemek hususunda bir
şahıs icbar edilirse, bu sözü söylemek ona vacip olmaz; isterse onu söylemediği
için öldürülsün. Fakat bu sözü söyleyerek canını kurtarması için ona ruhsat
verilmiştir. Hattâ kâfir olacak bir sözü söylememesinde sevap bile vardır.
Çünkü, onu söylememesi İslâmı yükseltmektir. Hakkı söylemek hususunda da durum
aynıdır. Çünkü bir şahsa, zaruret halinde hakkı söylememek için ruhsat
verilmiştir. Fakat hakkı söylerse sevap kazanmış olur. Bu hususta Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: «Şehitlerin başı, Hamza b. Abdilmuttalib ile hakkı
söylediği için zalim hükümdar tarafından öldürülen kimsedir.»
Sıkıntı ve güçlüğün
kaldırılması yalnız zaruret hallerinde değil, hâciyât nevinden olan hallerde de
muteber sayılmıştır. Meselâ, sıkıntı içinde kalan bir kimseye bazı haramları
işlemek mubah olur. Veya zaruret olmadığı halde ihtiyaç sebebiyle onları
işlemek caiz olur. Meselâ, kadının mahrem yerine bakmak haramdır. Ancak, tedavi
etmek maksadı ile tabibe bu mubah olup kadının hastalığını öğrenmek için onun
mahrem yerine bakmasında bir sakınca yoktur.
İslâm hukukçuları
yasakları iki kısma ayırmıştır:
1 — Bizzat
haram olanlar: Murdar et, domuz eti ve kanın yenmesi gibi. Bunlar ancak zaruret
halinde mubah olurlar. Başkasına ait malı yemek de böyledir ve zaruret halinde
mubah-olur. Meselâ, çölde iki kişiden birinin ihtiyacından fazla azığı bulunsa
ötekinin de hiç bir şeyi bulunmasa aç kalan ve azığı bulunmayan şahıs
arkadaşının azığından zorla alabilir. Bu hususta onlar döğüşseler ve aç olan
ötekini kasıtsız olarak öldürse diyet lâzım gelmediği gibi katil de sayılmaz.
İbni Hazm el-Endelüsî, yanında fazla azığı bulunan bir arkadaşı olan ve zorla
onu almaya muktedir bulunan kimsenin murdar eti veya domuz etini yemesi mubah
olmaz, diye fetva vermiştir.
2 — Bizzat
haram olmayan ve dolayısiyle haram olanlar: Meselâ kadının mahrem yerine bakmak,
zinaya sebep olacağı için haram kılınmıştırBizzat haram olmayanlar ve
dolayısiyle haram olanlar, ihtiyaç karşısında mubah olurlar; bunların mubah
sayılması için bir zarûretin bulunması da şart değildir.[109]
İslâm dîni, her zaman
insanların maslahatını nazar-ı itibara almış ve ancak onların yapabilecekleri
şeyleri teklif etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de bu husus, «Allah, bir kimseye ancak
gücünün yettiği şeyi teklif eder»[110]
ayetinbeyan edilmiştir. Islâmın teklifleri, devamlı olarak yerine getirilmesi
mümkün olan hususlardır. Çünkü şer'î tekliflerdeki maslahat, bu tekliflerin
sürekli olarak yapılmasıyla gerçekleşir. Bunlarda, insanın taşıyabileceği bir
meşakkat elbette mevcuttur. İnsan gücünün üstünde bir meşakkati ihtiva- eden
şer'î teklifler de vardır; Allah yolunda cihad gibi; dolayısiyle bu, bütün insanlara
farz kılınmamıştır. Bunda sürekli olarak yapılma durumu da mevcut değildir. Bu
türlü teklifler, çeşitli derecelere ayrılır.
Daimi olarak yapılması
emredilen tekliflerin fazileti, bunların sürekli olarak yerine
getirilmesindendir. Bu itibarla Allah, bir lasım haramları bazı hallerde mubah
kılarak güçlüğü kaldırmış ve böylece bu tekliflerin sürekli olarak yapılmasına
imkân vermiştir. Kur'-ân-ı Kerim'de, «O, dinde sizin için bir güçlük kılmadı»[111] ve
«Allah size kolaylık murad eder, zorluk murad etmez”[112]
buyurulmuştur.
Meşakkatine tahammül
etmek mümkün olan tekliflerin sürekli olarak yerine getirilmesi şeriatin
amaçlarındandır. Çünkü bunların sürekli olarak yapılması taata devam etmektir.
Allah'a taatta bulunmak, vicdanı geliştiren ve onu güçlü kılan ruhî bir
eğitimdir. Nefsî arzuların serkeşliği bu eğitimle giderilir. Kolay ve basit
olan işleri sürekli olarak yapmak, inşanı büyük işleri Vâpmaya muktedir kılar.
Meselâ, her gün veya muayyen zamanlarda birkaç kuruş sadaka vermeye ahşan bir
insan, gerektiği zaman büyük bir malî fedakârlıkta bulunmayı göze alabilir.
Bu maksatladır ki
birçok dini nass'lar. insanları, kolay ve basit olan işleri yapmaya, zor ve
yorucu şeylerden kaçınmaya davet etmektedir. Hz. Âişe, Peygamber (S.A.)'i
anlatırken şöyle buyurmuştur. «O, iki şey arasında muhayyer kaldığı zaman
kolay olanını tercih ederdi.» Peygamber (S.A.), bir hadîsinde şöyle
buyurmuştur:
«Allah yanında en
sevimli iş, az da olsa, ruh için kolay olandır.» Başka bir hadisinde de:
«Allah, sürekli olarak yapılan amelleri sever» demiştir.
Sahabîlerden bazıları,
ibadete fazla düşmüşler ve kendilerini en zor ibadetlere sokmuşlardı. Onlardan
bazıları gündüzleri oruç, geceleri namazla geçiriyorlardı. Bazıları da
kadınlarını büsbütün ter-ketmişlerdi. Peygamber (S.A.), onlara şöyle hitap
etti: «Allah'tan en çok korkanınız benim; fakat ben oruç tutarım, yerim, namaz
kılarım, uyurum, kadınlarımla münasebette bulunurum.» Selman-i Fârisî'nin,
kendisini son derece ibadete veren ve ailesini ihmal eden İslâm kardeşi
Ebu'd-Derdâjya söylediği şu sözü Peygamber (S.A.), aynen kabul etmiştir:
«Bedenînin senin üzerinde hakkı vardır, gözlerinin senin üzerinde hakkı
vardır. Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Öyle ise her hak sahibine hakkını
ver.»
Peygamber (S.A.),
ibadet maksadıyla da olsa, nefsi güçlüğe sokmanın, îslâmın istemediği ve razı
olmadığı bir husus olduğunu beyan etmiştir. Çünkü nefsi zorluğa sokmakta,
katlanılması imkânsız olan bir güçlük vardır. Bu, teklifi devamlı olarak yerine
getirmeye imkân bırakmaz ve insanın çabasını kırar. Bu hususta Peygamberimizden
şöyle rivayet edilmiştir: «Bu din çok sağlamdır. Kolayca onun emirlerini
yapınız. Nefsinizi Allah'ın ibadetinden usandırmayınız. Çünkü binit hayvanı
dermandan kesilmiş olan kimse, ne bir yer (arz) kateder, ne de binecek bir sırt
(zahr) bırakır.»; «Kim bu dini zor! aştın rs a, din onu mağlûp eder. Fakat siz,
kolaylaştırın iz ve mutedil olunuz.»
Bu açıklamalardan
çıkarılan netice şudur ki; îslâmın hükümleri sadece hakiki maslahatı
gerçekleştirmeye yönelmiş, insanların taat yollarını ve taata devam etmelerini
kolaylaştırmıştır. Tam , mü'minler sürekli bir eğitim ve olgunlaşma içinde
olsunlar.
Bu esasa göre İslâm
hukukçuları, şeriatın nass'Iarından çıkararak, birçok fıkıh kaideleri ortaya
koymuştur. İslâm şeriatının amaçlarını tâyin etmişlerdir. Bu kaidelerden
bazıları şunlardır: Zarar giderilir, iki zarardan büyük olanı küçük olanı ile
defedilir, umumî zaran defetmek için hususî zarar tercih edilir, zararı
defetmek maslahatı celbetmekten önce gelir v.s.
İşte böylece İslâm
bilginleri, yararlı olan şeyleri celbetmek ve zararlı plan şeyleri defetmek
esasına daveti, Kur'an ve Sünnet nass'Iarından almışlardır.
Sarih bir nass ile
sabit bir emir, mutlaka bir maslahatı ihtiva eder; aynı şekilde nass ile açıkça
yasaklanan bir şey de zararı ihtiva eder. Hiç bir kimse, İslâm dininin
nass'lan her hangi bir asırda maslahatı gerçekleştiremez, diye bir iddiada
bulunamaz. Nass'lara açıkça aykırı düşen, herhangi bir maslahat iddiası
saçmadır. Böyle bir maslahat iddiası, ancak, nefsî arzuların, fikrî sapmtılann
neticesidir. Bu türlü iddialara kapılanlar, Allah bilir ya, nefsi arzularını
dinî nass'lara tercih eden ve Hz. Muhanımed'in getirdiği asıl dine karşı
inatlaşan sapıklardır.[113]
Bu girişte ictihad ve
ictihad şartları hakkında konuşmamız gerekmektedir. Çünkü fıkhi mezheblerin
kuruluşu ictihadla başlamıştır. Günümüzde ehil olmayan bazılarının müctehidlik
taslamalarının ne derecede yerinde olduğu anlaşılmalıdır. Bir takım
kimseler,-ictihad işinin gelişi güzel bir şey olup hiçbir esasa dayanmadığını
zannederler. Halbuki ictihad, mezheblerdeki ayrılığı doğuran fer'î meselelerin
kökü olup dinî hükümlerin çıkarılması bu sayede mümkün olmuştur, ictihad,
çeşitli asırlarda derecelere ayrılmış, her asırda kendine göre bir özelliğe
sahip olmuştur. Nihayet ictihad, azala azala kitapların gösterdiği seviyeye
kadar inmiştir. O halde kısaca içtihadı açıklamamız faydalı olacaktır.
İctihad, bir şeye nüfuz
etmek veya bir işin kemâl noktasına ulaşmak için çaba sarfetmek anlammadır.
Usûl-i fıkıh terimi
olarak ictihad, fakihin tafsili . delillerinden amelî hükümleri çıkarmak için
bütün gücünü harcaması demektir. Bazı usûl-i fıkıh bilginleri içtihadı şöyle tarif,
ederler: Hükümleri çıkarmak veya onları tatbik etmek hususunda bütün güç ve
çabaları harcamaktır. Buna göre ictihad ikiye ayrılır:
1 —
Hükümleri çıkarmak ve açıklamak.
2 —
Çıkarılan bu hükümleri tatbik etmek ve zamanın icaplarına göre yeni hükümler çıkarmak.
Birinci ictihad şekli,
ictihad-ı kâmil olup şer'î kaynaklardan hükümler çıkaran bilginlere mahsustur.
Bazı bilginler, bu türlü içtihadın herhangi bir asırda inkıta edeceğini
söylemişlerdir ve bunların sayıları oldukça kabarıktır. Hanbelilere göre her
asırda bu türlü ictihad mertebesine ulaşacak bir müctehid mutlaka bulunur.
ikinci ictihad şekli,
mezheblere göre yapılan ictihadlar olup bu türlü ictihadlarda bulunacak
müctehidlerin her asırda mevcut olacağında bilginler ittifak etmişlerdir. Bu ictihad
mertebesine çıkmış olanlar, kendi mezheblerine göre hüküm çıkaran ve fer'î
meselelerde dînî hükümleri ifade eden kaideleri tatbik mevkiine koyan bilginlerdir.
Bu tatbik sayesindedir ki ictihâd-ı kâmil sahibi olan önceki müctehidlerin,
hakkında fikir beyan etmedikleri meselelerin hükümleri çıkarılmış olur.[114]
Burada kâmil ictihad
yapabilecek müctehidin ehliyyetini isbat edecek şartlan gözden geçireceğiz.
1 — Arap
dilini çok iyi bilmek: Usûl-i fıkıh bilginleri bu noktada ittifak etmişlerdir.
Çünkü Kur'an-ı Kerim, Arap dili ile nazil olduğu gibi, onun tefsiri durumunda
olan Sünnet de aynı dil ile ifade edilmiştir. İmam Gazzalî bu hususta şöyle
söylemektedir: «Müctehidin, Arapların konuşmalarını ânlıyacak ve kelimeleri
kullanmadaki geleneklerini bilecek kadar Arapçaya vâkıf olması şarttır. Çünkü
müctehidin sarih bir ifadeyi, kelimelerin zahiri ve mücmel mânâlarını, hakikat
ve mecazlarını, umumi ve hususîlik gösteren yönlerini, kesin ve kapalı
ifadelerini, mutlak ve mukayyed oluşlarım, nass ve muhtevalarını, doğru ve
yanlış olanlarını bilmesi gerekir. Bu vasıflar, ancak Arap dilinde ictihad
derecesine ulaşmış kimselerde bulunabilir.»
Bundan anlaşılıyor ki
Gazzalî, müctehidin Arapçayı tam mânâ-siyle bilip ictihad derecesine ve asıl
Arapçayı tam olarak anlayacak duruma ulaşmasını şart koşuyor. Her Arap,
Arapçanm bütün özelliklerini bilemediği gibi onu bütün incelikleriyle
kullanamaz. Müctehidin de fıkıh hükümlerinde durumu böyledir. O, Arapçanm bütün
teferruatını ve onun kabilelere göre değişik tarzlarda kullanılan
özelliklerini bilemez. Çünkü bunların hepsini bilmek, bir insan için mümkün
değildir. Şu kadar ki, müctehidin ilmi umumî olarak Arap dilinin inceliklerini
kapsamak mecburiyetindedir. Müctehidin açıklıyacağı hükümlerin ilk kaynağı olan
Kur'an, Arap dilinin en beliğ ve en fasih şeklini ifade eder. Bu itibarla
Kur'an'dan hüküm çıkaracak kimsenin,. Kur'an'ın belagatını, esrarını ve ihtiva
ettiği hükümleri tam olarak bilmesi bir zarurettir. îslâm şarîatında araştırma
yapan kimsenin, Arapçanm sırlarını ve inceliklerini bilmesi oranında Kur'an'dan
hüküm çıkarma kudreti artar. Şâtıbl, îslâm şeriatında, araştırma yapanları
Arapçayı anlayış derecelerine göre şöyle sıralamıştır:
Arapçayı anlamakta
mübtedî olan kimse, şeriatı anlamakta da mübtedîdir. Arapçayı anlamakta
mutavassıt (orta) olan, şeriatı anlamakta da mutavassıttır ki o, en son
dereceye ulaşmamıştır. Arapçada son mertebeye ulaşan kimse, şeriatta da son
mertebeye ulaşmış demektir. Onun din hususunda ileri sürdüğü anlayış bir delil
teşkil eder, tıpkı sahabîlerin ve Kur'an-ı Kerim'i hakkiyle anlıyan büyük
bilginlerin anlayışları gibi. Bunların seviyesine ulaşamıyan kimselerin din
hususundaki anlayışları, kendi seviyeleri nisbetinde eksik olur. Dolayısiyle
anlayışı eksik olan her hangi bir kimsenin sözü ne delil olur, ne de herkes
tarafından kabul edilir.[115]
Bu ifade aslında
doğrudur. Çünkü müctehid bir hüccettir. Müctehid olmayanlar onun sözü ile amel
ederler. Bu mertebeye ancak, anlayış bakımından bilgin sahabiler ve onların
ilmini alan müctehid İmamların anlayışına çok yakın bir dereceye ulaşan
kimseler sahip olabilir. Burada ilâve etmek isteriz ki, müctehid İmamların hepsi
Arapçayı yeteri kadar biliyorlardı. Bu İmamlardan bazılarının Arapça bilmediğini
iddia edenler, kuru bir iftiradan başka birşey yapmamaktadırlar.
2 — Kur'an-ı
Kerimi bilmek: Bu şartı, İmam Şafii, «er-Risale» adlı fıkıh usûlüne dair yazmış
olduğu kıymetli eserinde ileri sürmüştür. Çünkü Kur'an, İslâm dininin direği,
Allah'ın kıyamete kadar baki olan kitabı ve bu şeriatın kaynağıdır. Fakat
Kur'ara ilmi çok geniştir. Bu İlim Peygamberin ilmidir. Kur'an ilmini tümü ile
bilen Peygamberdir. Nitekim bu hususu Abdullah b. Ömer (R.A.) açıkça
söylemiştir. Bunun içindir ki bilginler Kur'an'da hüküm ifade eden ve beşyüz
civarında bulunan âyetlerin inceliklerini bilmek gerekir, demişlerdir. Bu
âyetlerin inceliklerini bilmek, mânâlarını kavramak demektir. Hüküm bakımından
hususî ve umumî olan âyetleri, bunların Sünnetle nasıl açıklandığını, nâsih ve
mensuh olanlarını bilmekle beraber, hüküm ifade eden âyetlerin yanında,
Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği bütün âyetleri topluca bilmek gerekir. Çünkü
Kur'an, bir bütün teşkil eder ve parçaları birbirinden ayrılmaz. el-Esnevî (Öl.
772 H.) bu konuda şöyle demiştir: «Hüküm ifade eden âyetleri diğerlerinden
ayırdetmek, zarurî olarak, Kur'an'ın hepsini bilmeye bağlıdır.»[116]
Peki, Kur'an-ı Kerim'i
tamamen ezberlemek şart mıdır? Bazı bilginler bunu şart koşmamıştır. Onlara
göre müctehidin, hüküm ifade eden âyetlerin Kur'an'daki yerlerini gerektiği
zaman başvuracak şekilde bilmesi kâfidir. îmam Şafiî'nin, Kur'an'ın hepsini
müctehidin ezberden bilmesini şart koştuğu rivayet edilmiştir. Şüphesiz Kur'an
ilminin en yüksek derecesi, onu tam olarak ezberden bilip bütününün mânasını
kavramak, hüküm ifâde eden âyetleri inceden inceye araştırmak, sahabîlerin bu
âyetler üzerindeki tefsirlerini, âyetlerin nüzul sebeplerini ve gayelerini
bilmektir. Bazı bilginler hüküm ifade eden âyetleri araştırmışlardır. Meselâ,
el-Cassas diye bilinen Ebu Bekr Râzi (Öl. 370 H.) ve Ebu Abdiîlah el-Kurtubî
(Öl. 671 H.) «Ahkâmûl-Kur'an» isimli eserlerini bu maksatla kaleme almışlardır.[117]
3 — Sünneti
bilmek: Bu şart üzerinde de bilginler ittifak etmişlerdir. Müctehidin
araştırmak istediği konularla ilgili kavli, fiili ve takriri sünnetleri bilmesi
gerekir.. Bazıları daha ileri gitmiş ve müctehidin teklif ifade eden hükümlere
ait bütün hadislerin lafız ve mânalarını, nâsih ve mensuhîarını rivayet
yollarını, râvilerin derece ve hallerini, adalet ve hadisi hıfz etme (zabt)
gibi vasıflarını bilmek gerekir, demişlerdir.
Bu konuda bilginlerin
sarfetmiş oldukları gayretler takdire şayandır. Hadis rivayet edenlerin hal
tercemelerî ile adalet ve zabt bakımından dereceleri hakkında birçok eserler
yazılmıştır.
Kütüb-i Sitte gibi
Peygamber (S.A.)'e nisbet bakımından sahih hadis mecmuaları meydana getirilmiş
ve bunlar üzerine birçok bilginler tarafından şerhler yazılarak, hadisler
sened bakımından incelenmiş ve İslâm hukukçularının bazı hadisler üzerindeki
ihtilâfları ortaya konulmuştur. Bu hadis mecmuaları, fıkıh kitaplarındaki
tertibe göre bölümlere ayrılmış, sözgelişi ibadetlere taallûk eden hadisler
başlı başına bir yer işgal etmiştir. Her bölüm için müstakil bir kitap unvanı
verilmiştir. Akidler, siyer, İlim ve îman kitapları gibi.
Bu hadis çalışmaları,
müetehidin Sünnete başvurup ondan hüküm çıkarmasını kolaylaştırmaktadır. '
Fakat onun, Sünneti genel olarak incelemesi, hüküm ifade eden hadisleri de
derinlemesine araştırması, onların nâsih ve mensuh'unu tanıması, ifade ettiği
hükümlerin bilinmesi bakımından gerekli olan diğer çalışmaları yapması şarttır.
Hükümlerle ilgili olan bütün hadisleri ezberden bilmesi şart değildir. Ancak
onları ve yerlerini, gerektiği zaman onlara müracaat metodlannı ve hadis
râvîlerini bilmesi gerekir.
4 — Üzerinde
icmâ' hasıl olan konularla ihtilaflı olan konuları bilmek: Bu şart üzerinde de
ittifak edilmiştir. Hakkında icmâ' hasıl olan konular namaz, namazın rekâtları
ve vakitleri, zekât, zekâtın farziyeti ve taksimatı, nikâhı haram olan kadınlar
v.s. gibi esaslardır. Sahabîler devrinden itibaren müctehid İmamlar devrine ve
daha sonraki devirlere kadar bilginlerinittifak edegeldikleri dinin daha bir
çok kesin emirleri vardır.
Üzerinde icmâ' hasıl
olan konuları bilmekten maksat, bu konuları her zaman anlatacak şekilde
ezberlemek değildir. Müctehid, ancak araştırma yaptığı mesele ile ilgili icmâ'
bulunup bulunmadığını bilmekle yetinebilir.
Üzerinde icmâ1 hasıl
olan konuları bilmekle beraber, bir müctehid; sahâbüer, tabiîler ve onlardan
sonra gelen müctehid İmamların ihtilâfa düştükleri konulan da bilmek
zorundadır. Müctehid, Medine ve Irak fıkhının metodlarını bilecek, doğru olanla
doğru olmayan arasında.ve nass'lara yakın olanlarla uzak .olanlar arasında
sağlam bir karşılaştırma yapacak kesin bir akla sahip olacaktır. Bu son
şartları İmam Şafii er-Risale'de ileri sürmüş ve şöyle söylemiştir. «Müctehid,
kendisine muhalefet edeni dinlemekten kaçınmamalıdır. Çünkü onu dinlemekle
gafletten uyanır, doğru olarak inandığı şeyi tesbit gücü artar. Yalnız bu
hususta onun son derecede çaba harcaması ve haktan ayrılmaması gerekir. Tâ ki
bir şeyi neye göre kabul edip neye göre reddettiğini bilsin. Keza o, kabul
ettiği şeyle muhalefet ettiği şeyden müstağni kalmamalıdır. Tâ ki,kabul ettiği
şeyin, terket-tiği şeyden neden üstün olduğunu, Allah'ın izniyle bilmiş olsun.»[118]
Ebu Hanife, insanların
en bilgini onların ihtilâflarını en iyi bilendir, derdi. Çünkü, birbiriyle
çarpışan görüşleri araştırmak, bu görüşler arasından parlayan hakikat nurunu
ortaya çıkarır. İmam Malik, Ebu Hanife'nin talebeleriyle karşılaşınca onlara,
kendisinin uğraştığı meseleler hakkında Ebu Hanîfenin ne düşündüğünü sorardı.
Allah'a hamd olsun ki
sahâbîlerin ihtilâfları, Medine ve Irak gibi memleketlerin fakihleri
arasındaki ihtilâflarla fıkıh mezheblerini temsil eden bilginler arasındaki
ihtilâfları bize anlatan birçok kitaplara sahibiz.
Şîrazînin
«el-Mühezzeb» adlı eseri ve Nevevî'nin buna yazdığı şerh, İbni Kudâme'nin
«el-Muğnî» adlı eseri, îbni Hazm'in «el-Muhallâ», İbni Rüşdün
«Bidayetü'l-Müctehid ve Nihayetü'l-Muktasıd», İbni Teymiyye'nin «el-Fetâvâ»,
«Şerhu Ahâdîsi'l-Ahkâm» ve «Tefsir-u Âyâti'1-Ahkâm» adlı eserleri burada
anılmaya değer. Bu gibi eserler sayesinde ihtilâf konularını bulmak ve
araştırmak, bizim için oldukça kolay olmaktadır.
5 — Kıyası
bilmek: Müctehid olmak istiyen kimse, kıyasın hüküm çıkarma esaslarından biri
olduğunu ve doğru kıyasın metodunu bilmek mecburiyetindedir. Böylece o,
nass'lardan hüküm çıkarma esaslarını ve nass'lara dayanan nükümierle ictihad
yapmak istediği konu arasındaki benzerlikleri kavrama ve içtihadına en yakın
manası bağlı olan hükmü seçme gücüne sahip olacaktır. Bunuh için şu üç hususun
bilinmesi gerekir:
a) Hükme
esas teşkil eden asıl nass'larm bilinmesi, bu nass'-ların ifade ettiği
hükümlerde müessir olan sebeplerle hakkında nass bulunmayan meselelere tatbik
edilen sebeplerin bilinmesi.
b) Kıyas
kaide ve prensiplerinin bilinmesi; meselâ", muayyen ve özel bir durumu
ifade ettiği sabit olan bir nass üzerine kıyas yapılmıyacağı, kıyasa esas
teşkil eden illetin vasıfları tesbit edildikten sonra fer'i meselenin asli
meseleye tatbik edileceği bilinmelidir.
c) Geçmiş
büyük bilginlerin, hükümlerin sebeb (illet) lerini ve hükümlere esas teşkil
eden sebeblerin vasıflarını tesbit etmede ve kıyas yoluyla hüküm çıkarmada
kullandıkları metodların bilinmesi.
Kıyasın bilinmesi
konusunda el-Esnevî şöyle söyler: «Müctehi-din kıyası ve kıyas için muteber
olan şartları bilmesi gerekir. Çünkü bu, bir ictihad kaidesi olup sayısız
hükümlerin açıklanmasına götüren bir yoldur.»[119]
6 —
Hükümlerin amaçları (makasıdu'l-ahkâm) nı bilmek: Fıkhî hükümler çıkarmak
istiyen müctehid, îslârn şeriatının amaçlarını ve Hz. Peygamber'in
gönderilmesine sebep olan asıl gayeyi bilmelidir. O, bu sayede, ictihad
yaparken bu amaçların dışına çıkmaz. Bunları bilmeyen kimse, kıyasın
şekillerini ve dini hükümler için uygun olan sebeplerin vasıflarını tanıyamaz.
Ayrıca müctehidin, îslâmiyetin kabul ettiği insan maslahatını bilmesi gerekir.
Çünkü insanların umumi maslahatlarının bilinmesi zaruri bir esastır. Zira
müctehid, bu sayede, hakikî maslahatla kuruntudan ibaret olan maslahatı,
İslâmiyetin insanlara yararlı olduğunu beyan ettiği hususlarla onun mücadele
ettiği nefsî ve şehevî arzulan birbirinden ayıracaktır. Keza o, bir işteki
maslahat ve mazarratı kavrayıp bunlar arasında karşılaştırma yapabilmelidir;
ta ki mazarratı defetmenin maslahatı celbetmeden önce olduğunu, bütün
insanlara faydalı olan hususların, birkaç şahsa faydalı olan hususlara tercih
edileceğini ve bunların ictihad için esas teşkil ettiğini bilsin.
Şâtıbî “el-Muvâfakât»
adlı kitabında şöyle der: «îctihad iki esasa dayanır: ı — Şeriatın amaçlarını
bilmek, 2 — Arapçayı tam ola? rak anlamak. însan, şeriatın maksatlarını bütün
meselelerde anlayacak bir dereceye gelirse o İlim öğretme, fetva verme ve
Allah'ın bildirdiği hükümleri açıklamada Peygamber (S.A.)'in vârisi olma vasfım
kazanmış olur. Bunlardan birincisi asıldır. İkincisi de, şeriatın maksatlarını
anlamak için bir vâsıtadır. Zira Kur'an-ı Kerim'in hükümlerini anlamak için
Arap dili ile ilgili bilgiler, içtihada esas teşkil eden şeriatın amaçlarını
anlamada yardımcı olurlar.» Dolayisiyle, şeriatın gaye ve maksatları tanı
olarak anlaşılmazsa yeni bir hüküm çıkarmak imkânsız olur.
Bize göre bu esasların
her ikisi birbirini tamamlar. Çünkü, şeriatın amaçlarını bilmek, nass'lar
olmaksızın imkânsızdır. Nass'lar da, Arapça tam olarak bilinmezse anlaşılmaz. O
halde bunlar, tamamen birbirine bağlı hususlardır. Nass'lar olmaksızın
şeriatın amaçlarının bilineceği söylenemez. Aksi halde böyle bir iddia,
nass'ları hükümsüz bırakmak olur. Şâtıbî'nin sözünü şöyle anlamak gerekir:
Şeriatın amaçları belli bir nass'dan değil, bütün nass'larjn toplamından
anlaşılabilir. Bu doğrudur; fakat cüz'î bir' meseledeki maksadı anlamak, külli
hükümleri meydana getiren nass'ları anlamaya bağlıdır.
7 — Doğru
bir anlayış ve takdir gücüne sahip olmak: Bu şart yukarıdaki şartları ihraz
etmek için bir vâsıtadır. Bu şartı haiz olan müctehid, gerçek fikirleri saçma
olanlardan ayırdetmek imkânına sahip olur. el-Esnevî, bu şartlar hakkında şöyle
söyler: «Müctehidin; tariflerle burhanların şartlarını, bunların mukaddime
(öncül) -lerinin nasıl sıralandığını, kendi görüşünde hatâya düşmemek için bu
mukaddimelerden giderek istediği neticeye nasıl ulaşacağını bilmesi şarttır,»
el-Esnevî, adetâ
burada müctehidin mantık bilmesini şart koşmaktadır. Bâzı bilginler,
müctehidin mantık ilmine sahip olmasını şart koşmamışlardır. Çünkü, onlara göre
sahâbî ve tabiîlerin fakih-leri ile müctehid İmamlar, ulaşmış oldukları fıkhı
ictihadlannda mantık ilmini bir vâsıta olarak kullanmamışlardır. Zira onların
devrinde bu İlim, Arap ve müslümanlar arasında bilinmiyordu.
Bazı bilginler de,
daha ileri giderek, mantıkla uğraşmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Şeyhülislâm îbni Teymiyye bunlar arasındadır. Ona göre mantığın hiç bir faydası
yoktur. İbni Teymiyye (ÖL 728 H.) Nakd'ul-Mantık (Mantığ-, Yıkma) adlı bir
kitap telif etmiştir. Bir kısım Ehl-i Sünnet bilginle- i de mantık ilminin
mekruh oluşuna dair eserler yazmışlardır.
Bize göre mantık
bilmek, müctehid için şart değildir. Fakat mantıkla uğraşmak mekruh da
değildir, tıattâ mantık, aklî bir İlim olarak kültürü kuvvetlendirir. Tartışma
esnasında kişiye büyük yardımcı olur. İnsana sağlam bir ölçü verir. Sapıkların
karşısında hakikatleri savunurken yardım eder. Gerçi, şer'î hükümleri
çıkarırken sırf mantığa dayanmak asla doğru olmaz. Müctehid için mantık ilmini
şart koşmamakla beraber biz, İmam Şafii'ye uyarak, müctehidin hakikatleri
kavramak için doğru bir anlayışa ve keskin bir görüşe sahip olmasının zaruri
olduğunu söylemek zorundayız.
8 — İyi
niyetli ve sağlam itikad sahibi olmak: Halis bir niyet, kalbi Allah'ın nuru ile
aydınlatır. Onu, bu dinin özüne nüfuz ettirir ve yalnız hakka yöneltir. Haktan
başkasına meylettirmez. Çünkü Allah, ihlas sahibi kimsenin kalbine hikmet
kapılarını açar ve ona hidayet eder. İslâm dîni, ancak kalbi ihias ile
aydınlanmış olanların idrak edeceği ilâhî bir nurdur.
İtikadı bozuk olan kimse
bid'at ve nefsî arzularının peşine düşer, selim bir kalb ile nass'lara
yönelemez, Çünkü onun düşüncesine, akli kudreti ne olursa olsun, doğru hüküm
çıkarmaktan onu uzaklaştıran bir hal hâkim olur. Zira kötü niyet düşünceyi de
kötüleştirir. Bundan dolayı kendilerinden sonra gelen nesillere derin bir fıkıh
mirası bırakan büyük İmamlar, fıkıhla şöhret yapmadan önce takva ve
ihlâslarıyla meşhur, olmuşlardır. İslâmî hakîkatları araştırmakta ihlas,
araştırıcıyı o hakîkatlara yaklaştırır. Ihlas sahibi olan, hakikati nerede
bulursa bulsun kabul eder, taassup göstermez. Mutlaka kendi görüşünün doğru
olduğunu, başkalarının yanıldığını iddia etmez. Kendisinin de içtihadında
yanılabileceğini, kendisinden başkalarının da ictihadlannda doğru
olabileceklerini kabul eder. Büyük İmamların hepsi «Bizim görüşümüz doğrudur.
Yanlış da olabilir. Başkalarının görüşü yanlıştır. Fakat doğru da
olabilir”derlerdi.
Yukarıda da
nakletmiştik; Şafiî, talebelerine, bir hadis bulurlarsa kendi mezhebine aykırı
da olsa, ona sarılmalarını emrederdi. Hattâ O, «Sahih bir hadis bulursanız
benim mezhebim odur» derdi. Ebu Hanîfe de, ulaştığı neticenin kendisine göre en
iyi bir netice olduğunu, bundan daha iyi neticeye ulaşan olursa ona uymasını
söylerdi. Şâtıbî'nin deyişiyle ictihad; düşünce, ruh ve İlim bakımından
Peygamber (S.A.)'in postuna oturacak bir dereceye yükselmektir. Çünkü,
Peygamber nasıl Kur'an-ı ve Allah'ın emirlerini insanlara açıklıyorsa müctehid
de aynı vazifeyi yapıyor. O halde kalbini Allah'a teslim etmiyen ve İslâmi hakikati
araştırırken ihlas sahibi olmayan, bu yüksek mertebeye ulaşabilir mi?
İşte İslâm
hukukçularının, ittifakla, müctehid'de bulunmasını kabul ettikleri şartlar
bunlardır. Bu şartları kendisinde toplayan müctehide «mutlak» veya «müstakil
müctehid» denilir. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Bu şartları koyan ve
kendisini içtihada ehil gören kimdir? O, bu şartlan nereden çıkarmıştır?
Şüphesiz bu soru ilk
görünüşte yerindedir. Fakat onu ileri sürenler, kendileri ehil olmadıkları ve
ictihad yapacak imkânlara sahip bulunmadıkları halde, müctehidlik tashyan
kimselerdir.
Bu soruyu şöyle
cevaplandırabiliriz: Yukarıda zikredilen şartlar aklın kabul ettiği apaçık
hususlardır veya ictihad yolunu açan ilk müctehidlerin sıfatları bunlardır. Biz
de, ictihad hususunda bunları eksiltmeden onlara uymaktayız. Çünkü ihlas,
hakikati aramakta iyi niyetlilikf doğru anlayış ve takdir gücü, nass'ları ve
kıyas için esas teşkil eden kaideleri bilmek, şeriatın amaçlarını kavramak gibi
müctehid'de bulunması gereken sıfatların hepsi aklın apaçık gösterdiği
hususlardır. WUdı başında olan, bunlar hakkında tartışmaya girmez. Beri yandan
takdir kabiliyeti olmayan, iyi niyet sahibi bulunmayan, şeriatın hükümlerini
ve amaçlarını hakkıyla bilmeyen, onlardan hüküm çıkarmak için gerekli olan
kaideleri öğrenmeyen nasıl müctehidlik iddiasında bulunabilir?
Arapçayı, Kur'an ve
Sünneti, icma' hasıl olan konuları bilmek gibi ictihad şartlarına gelince;
sahâbîlerden ictihad'da bulunanlar bunları ihraz ediyorlardı. Bu sahâbîler,
ictihad yolunu Peygamber zamanında açmışlar ve yaptıkları ictihadları Peygamber
kabul etmişti. Dolayısiyle onların ictihadlan hüccet teşkil etmiş, onların ictihad
metodlanm da Peygamber (S.A.) tasdik etmiştir. O halde onların metodunu
tanımamak, ictihad metodunu tanımamaktır. Üstelik Kitab, Sünnet ve îcmâl İslâm
fıkhının kaynaklarıdır. Bu kaynakları bilmeyen nasıl müctehid olabilir? Bu
İslâm kaynaklarına bağlı kalmaksızın ictihad yapmak istiyenler, istedikleri
gibi hareket edebilirler; ama, bu durumda onlanîı İslâmi bir hükme ulaştıklarını
söylemeye hakları yoktur.[120]
İctihad önce iki kısma
ayrılır, demiştik:
1 — Kâmil
İctihad: Buna mutlak ictihad da denir ve şartlarını bundan önceki bahiste
açıkladık. Bu ictihad iki dereceye ayrılır :
a) Belli bir
mezhebin prensiplerine bağlı olan müctehidin içtihadı.
b) Hiç bir
mezhebin prensiplerine bağlı olmaksızın dinin herhangi bir ihtilâfa sebep
olmayan kesin prensiplerinden hareket eden
müctehidin içtihadı.
2 — Büyük müctehidlerin
ortaya koydukları prensiplere göre meseleleri tatbik konusunda yapılan ictihad:
Buna tahrîç veya mezhepte ictihad adı verilir. Bu türlü ictihad'da bulunan
mezheblerin bilginleri bir çok derecelere ayrılırlar.
Müctehidlerin
tabakalarına göre ictihad yedi dereceye ayrılır. Dolayısiyle, ictihad
derecelerini temsil eden müctehirler de yedi ta-babaya ayrılırlar. Bunlardan
ilk dört tabaka müctehid olduğu halde, kalan üç tabaka da, her nekadar bir
nevî ictihad sahibi ise de, mukallid sayılmıştır.[121]
Bunlar, birinci
tabakayı teşkil eden müstakil (mutlak) mücte-hidlerdir. Dînî hükümleri Kitab ve
Sünnet gibi kaynaklarından çıkaran, nass'lara göre kıyaslar yapan,
maslahatlara göre fetvalar veren, istihsan deliline dayanarak hükümler beyan
eden, nass bulunmadığı takdirde akıl ve rey ile hareket eden müctehidler bu
tabakaya dahildir. Kısaca bu müctehidler, her türlü istidlal yollarına
başvurmuş ve herhangi bir mezhep sahibinin görüşüne bağlı kalmamıştır. Onlar,
sadece sahâbîlere tâbi olmuşlardır. Yüce Allah da, sahabîlere tâbi olanları
Kur'an'da övmüştür.
Said b, el-Müseyyib ve
İbrahim Nehai gibi tabiîlerin bilginleri bunlar arasındadır. Cafer-i Sadık,
babası Muhammed Bakır, -Ebu Hanife, îmam«Mâlik, Şâfü, Ahmed b. Hanbel, Evzâî,
Leys b. Sa'd ve Süfyan Sevri gibi mezhep sahibi fakihler de bu tabakayı teşkil
eden müctehidlerdendir. Gerçi bunlardan bazılarının mezhep ve görüşleri günümüze
kadar gelmemiş; sadece fakihlerin ihtilâflarını anlatan kitaplar arasında
bunların bazı görüşleri bize kadar ulaşmıştır.
Bu müctehid İmamların
talebeleri, acaba bu tabakaya dahil midir? Bu soruya şöyle cevap verebiliriz:
Bunların bazısı şüphesiz ki ikinci tabakaya dahildir. Bazılarının birinci
tabakadan sayılıp sayılmaması tartışma konusu olmuştur. Meselâ, Ebu Hanife'nin
talebesi Ebu Yusuf (Öl. 183 H.), Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (Öl. 189 H.)
ve Zufer b. el-Hüzeyl (Öl. 158 H.) i, İbni Âbidin ikinci tabakaya dahil etmiş
ve onları müstakil müctehid saymamıştır. O, ikinci tabakayı anlatırken şöyle
söyler. «Bunlar, Ebu Hanife'nin talebeleri Ebu Yusuf ve Muhammed gibi mezhepte
müctehid olan kimselerdir. Bu tabakaya dahil olanlar, hocalarının koymuş
olduğu kaidelere göre delillerden hüküm çıkarmaya muktedir olan müctehidlerdir.
Gerçi bunlar, bazı fer'î meselelerde hocalarına muhalefet etmişlerse de, asıl
meselelerde onu taklid etmişlerdir.»[122]
Bu söz tenkid
edilebilir. Çünkü Ebu Yusuf, Muhammed ve Zufer, fıkhı düşüncelerinde müstakil
olup hiç bir suretle hocalarını taklid etmemişlerdir. Onların, Ebu Hanife'den
ders almaları, onun görüşlerini incelemeleri, ictihad'ta istiklâl ve hürriyet
sahibi olmalarına engel teşkil etmez. Böyle olsaydı başkasından ders alan herkesin
mukallid olması gerekirdi. Dolayısiyle Ebu Hanîfe'nin de müstakil müctehidler
derecesine ulaşmamış olduğu neticesi çıkarılabilirdi. Böyle bir iddianın
saçmalığı ise meydandadır. Çünkü Ebu Ha-nife, hocası Hanımad b. Ebî Süleyman
vasıtasiyle İbrahim Nehaî'nin fıkkını öğrenmek ve incelemekle işe başlamıştır.
O, bunlardan birçok rivayetler yapmıştır. Ortaya böyle bir iddia atanlar, Ebu
Hanîfe'nin ictihad'taki mevkiini küçümsemek istiyenlerdir.
Ebu Yusuf, Muhammed ve
Zufer'in hüküm çıkarırken dayandıkları prensipler, çok zaman hocaları Ebu
Hanîfe'nin görüşlerine uyuyor ise de, her zaman aynı değildir. Onların
hocalarına bazı esaslarda bile karşı koyuşları, müstakil müctehid olduklarını
gösterir. Hüküm çıkarma yollarında onların birleşmesi, taklid etmek meselesi
değil, ikna olmak meselesidir. îşte mukallid ile müctehid arasındaki fark
budur. Doğru ölçü de bu olmalıdır.
Bu İmamların
hayatlarını inceliyenler, prensipler (el-usul) de dahi onların taklidcilikten
uzak olduklarını göstermektedirler. Bu İmamlar, yalnız Ebu Hanife'nin
dersleriyle yetinmemişler, Ebu Hanife'den sonra başkalarından da ders
almışlardır. Meselâ;.Ebu Yusuf, Hadisçilerin derslerine katılmış ve onlardan
birçok hadis öğrenmiştir. Ebu Hanife, belki de bu hadislere vâkıf olmamıştı.
Daha sonra Ebu Yusuf, kadılık mevkiini işgal etmiş, bu sebeple insanların
birçok hallerine vâkıf olmuş, hocasının görüşlerine uyarken onları hükümleriyle
süslemiş, ona muhalefet ederken yeni bilgi, görgü ve insanlar arasındaki
yargılarıyla daha doğru bulduğu yolu tutmuştur. Ebu Yusuf'un bütün görüşlerini
Ebu Hanife'nin söylemiş olduğunu iddia etmek, gerçekleri örtmek demektir.
Nitekim bazı mutaassıp Hanefî fakihleri, hocanın talebesi üzerindeki tesirini
büyütmek için böyle sanmışlardır.
Muhammed b. el-Hasen
eş-Şeybânî, gençliğinde Ebu Hanife'nin derlerine kısa bir müddet devam
etmiştir. Ebu Hanife öldüğü zaman O, 18 yaşında idi. Hocası ölünce üç sene İmam
Malik'in derslerine devam etmiş ve el-Muvatta'ı O'ndan rivayet etmiştir. Hattâ
onun rivayeti, elMuvatta'ın isnad bakımından en doğru sayılan rivayetlerinden
biridir. Bu durumda îmam Muhammed, usulde mukallid ise bu İmamlardan hangisini
taklid etmiştir? O, Ebu Hanıfe'yi mi, Mâlik'i mi, yoksa her ikisini birden mi
taklit etmiştir? Mantıkî olarak düşünürsek O'nun,mukallid olmadığını söylemek
mecburiyetinde kalırız. Ebu Yusuf ve Zufer'in durumları da böyledir. Bunlar ne
fu-rû'da ne de usûl'da mukallid değildirler.
Burada şunu da
belirtmemiz gerekir: Usul, Ebu Hanife devrinde tam olarak yazılmamış idi ki,
talebeleri onu Ebu Hanife'den aldılar ve ona tâbi oldular, denilebilsin. Ancak
usul, o devirde hüküm çıkarırken göz önüne alınır ve bir ders şeklinde
okutulmazdı. Ebu Hanife'nin, kabul ettiği görüş hakkındaki açıklamaları, kısa
ifadele,, ^klinde olup diğer memleketlerdeki mezhep sahipleri de, ona bu
hususta muhalefet etmemişlerdir.
İbni Âbidin (Öl. 1252
H.)'in, Kemaluddin b. el-Hümam (Öl. 861 . H.)'ı müstakil müctehid sayıp bu
büyük İmamları mukallid sayması tuhaf bir şeydir.
Burada şöyle bir soru
akla gelebilir: Bu türlü ictihad kapısını bugün açabilir miyiz? Şafiiler ve
Hanefîlerin büyük çoğunluğu buna müsbet cevap veriyorlar. Fakat her iki mezhebe
mensup olan müteahhirin'in bir kısmı, fiilen bu kapıyı kapamıştır. Bununla beraber
onlar, açıkça bu kapının kapanması gerektiğini söylememişlerdir. Hattâ bazı
Hanefîler, «Fethu'l-Kadir» yazan Kemaluddin b. el-Hümam'ın müstakil müctehidlik
mertebesine ulaştığını söylemişlerdir.
Mâlikîler, bu hususta
görüş bakımından önce zikrettiğimiz iki mezhebe yakındırlar. Şu kadar ki onlar,
her aşırın müstakil müctehidlerden halı bulunabileceğini caiz görmekle beraber,
müstakil olmayan müctehidin bulunmasını da zarurî saymışlardır.
Hanbelîler, her asırda
müstakil müctehidin bulunması gerektiğini ileri sürerlerdi. Bu konuda İbn-i
Kayyım el-Cevziyye şöyle söyler : «Müstakil rnüctehidler hakkında
Peygamberimiz, «Allah, bu ümmete” her yüz yılın başında dinini yeniliyecek bir
müctehid gönderir» buyurmuştur. Onlar, Allah'ın dinini yeniden canlandırmak
için gönderdiği kimselerdir. Ali b. Ebî Talib, bunlar hakkında, yeryüzü
Allah'ın hüccetle emrini yerine getiren bir kâimden halı olmaz, demiştir».
Hanbelîlere göre her
türlü ictihad kapısı açıktır. Madem ki insanların akıl ve idrakleri
değişiktir, madem ki herkes mücjtehid olacak kudrete sahip değildir ve
herkesin ilmî ve aklî seviyesi ayrı ayrıdır; o halde hiç bir kimse ictihad
için ehliyetli olduğunu iddia edemez. Böyle bir iddiada bulunan kimse, İlim ve
ictihad sahibi olmak şöyle dursun, dînî konuda itimada bile lâyık değildir.
Hanbelîler ictihad
kapısının açık olduğunu söylemekle kalmazlar; her asırda bir mutlak müctehidin
bulunmasını da zarurî görürler. Hanbelî fakihlerinden İbni Ukayl, bu görüşü
savunurken, her asırda mutlak müctehidin bulunmadığına dair eskiler
fmütekaddimîn) arasında her hangi bir ihtilâfm mevcut olduğunu bilmiyoruz,
demiştir. Hicri 7. asırda yaşamış olan Hanbelî bilgini Ibni Hamdan, bu konuda
şu açıklamayı yapar: «Uzun zamandan beri mutlak müctehid çıkmamıştır. Halbuki
şimdi onun çıkması, ilk devirden daha kolaydır. Çünkü hadis ve fıkıh tedvin
edilmiştir. îctihadla ilgili âyetler, hadisler, fıkıh usûlü ve Arapça gibi
İlimler üzerinde sayısız eserler yazılmıştır. Fakat himmetler kısalmış,
rağbetler sönmüş, ciddiyetle çalışma aşkı yok olmuş, taklidlerle yetinme,
yorucu çalışmalardan kaçınma, sıkıntıdan uzak durarak vaziyete göre ayak uydurma,
az bir emekle gayeye ulaşma arzusu hâkim olmuştur. Halbuki ictihad'da bulunmak
bir farzı kifayedir. Bilginlerimiz bunu ne yazık ki ihmal etmişler ve yerine
getirmek için gayret göstermemişlerdir.»[123]
Şiîlerden İmamiyye mezhebine göre ictihad kapısı açıktır. Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi onlar fıkhı, Kur'an'a ve kendi İmamları yoluyla rivayet edilen
hadiselere dayanırlar. İmamlarının sözlerini sünnet sayarlar. Oniki İmamdan
başka hiç bir kimsenin İmamete lâyık olmadığını söylerler. Cafer-i Sadık'ın sözleri
onlar için hem usulde hem de fürû'da bir hüccettir. Onlar ne Cafer'in sözlerini,
ne onun baba ve dedelerinin sözlerini, ne de İmam olarak kabul ettikleri oğlu
ve torunlarının sözlerini değiştirirler.
Onikinci İmam
kaybolduktan sonraki onun onbir asırdan beri hâlâ gelmesi beklenmektedir- bu
mezhep mensuplan, ictihad yapma hakkına sahip olmuşlardır. .Yalnız ictihad'ta
iki hususa bağlanmak mecburiyetindedirler:
a)
İmamlardan rivayet edilen hiç bir şeye muhalefet etmemek ve imkân dahilinde
İmamlann görüş ve sözlerine uyarak ictihad yapmak. Onlar, İmamlara ait bir
rivayet bulamazlarsa meseleleri akılla bir hükme bağlarlar. Çünkü, onlara göre
akıl, Kitab ve Sünnetten sonra -ki İmamlann sözleri Sünnete dahildir- gelen
bir hüccettir.
b) Kesin
olarak İmamlann koyduğu metotlara bağlı kalmak. Biz, meseleyi onların mantığı
ile ele alacak olursak görürüz ki, İmamların sözleri Sünnetten sayılmakta ve
İmamlar Ebu Hanife, Şafiî, Malik ve Ahmed b. Hanbel gibi diğer mezhep
İmamlarına benzemekle beraber, onların ictihadlan mutlaktır.
Biz, onların
İmamlarına, diğer mezheblerin kendi İmamlarına baktığı bir gözle bakacak
olursak, onların ictihadlannm mutlak ve kâmil olmadığını görürüz. Hattâ bu
durumda onların İmamlan, ic-tihadlarmda önceki İmamlann sözlerinin dışına çıkmadığı
ve ne usul'de, ne furu'da onlara muhalefet etmediği için birinci ve ikinci
tabakaya değil, sadece üçüncü tabakaya dahil olurlar.[124]
Bunlar, ikinci
tabakayı teşkil ederler. Hüküm çıkarmada mutlak müctehidin koyduğu usûle uyarlar
ve furû'da ona muhalefet ederler. Çoğu zaman bunlar, furû' meselelerinde mutlak
müctehidin ulaştığı neticelere yakın neticeler çıkarırlar. Bunların ekserisi,
mutlak müctehidle sohbet ve devamlı ilgisi olan kimselerdir. Hanefî mezhebinde
Halid b. Yusuf es-Semtî, Hilâl, Hasan b. Ziyad el-Lü'Iüi; Şafiî mezhebinde
el-Müzeni; Maliki mezhebinde Abdurrahman b. Kasım, İbni Vehb, Eşheb, îbni
Abdühakem bu tabakayı teşkil eden müctehidlere misal olabilirler.
Müctehid İmamları
takib eden ilk asırların hemen hepsinde bu türlümüctehidler mevcut idi. Bunlara
misal olarak Tahâvî, Kerhı, Ebu Bekr el-Asamm'ı zikredebiliriz. Bunlardan
Kerhî, evlenmede denklik (kefaet) meselesinde Hanefilere, EbuBekr el-Asaım,
erginlik çağına gelmemiş çocuklar üzerinde evlendirme velayetini kabul
konusunda Hanefî mezhebine ve fakihlerin büyük çoğunluğuna muhalefet etmiştir.
Tahâvî ise Hanefi' mezhebinin metoduna uyardı; fakat bazı hallerde Şafiî
mezhebinin görüşlerini ihtiyar ederdi.
Kısaca, bu tabakaya
mensup olan müctehidler, bir mezhebin usûlünü kabul edip fer'î meselelerde
ictihadlarda bulunmuşlardır. Bunlar bazan mezhep İmamlarına muvafakat, bazan da
muhalefet etmişlerdir. İmamların ictihad'ta bulunduğu veya hiç dokunmadığı
meseleler hakkında ictihadlar yapmışlardır. Bunlara müntesib müctehidler adı
verilmesinin sebebi, furû'da müstakil oldukları halde usûl'de belli bir mezhebe
bağlı oluşlarıdır.[125]
Bunlar, üçüncü
tabakayı teşkil eden, hem usul hem furû'da bir mezhebin İmamına tâbi olan ve
hiç bir meselede ona muhalefet etmiyen kimselerdir. Bunların ictihadları,
mezheb İmamının fikir beyan etmediği fer'î meselelerin hükümlerini ortaya
koymaktan ibarettir. Bunların her asırda mevcut olması lâzımdır. Bu
müctehidlerin mezhepçe bir hükme bağlanmış olan meselelerde ictihad yaptıkları
pek azdır. O da örfe, yahut asrın icabına göre eski müctehidlerin görüşlerini
açıklamaktan ibarettir. Eğer önceki müctehidler, görüşlerinin sonrakiler
tarafından açıklanış tarzını görselerdi, kendi görüşlerinden vazgeçer ve bu delil
ihtilâfı değil, zaman ihtilâfıdır, derlerdi.
Kısaca, bu tabakayı
teşkil eden müctehidlerin içtihadı iki husustan dışarı çıkmamıştır:
1 — Önceki
müctehid İmamların benimsediği kaideleri özetlemek, İmamların yapmış oldukları
kıyasların illetlerini meydana getiren fıkıh kaidelerini bir araya toplamak.
2 — Hakkında
mezhepçe bir sarahat bulunmayan hükümleri çıkarmak.
Bu tabaka, mezheblerin
fıkhını yazan ve onların gelişmesini sağlayan prensipleri koyan; tercih,
görüşler arasında karşılaştırma, Dazı görüşleri destekleme, bazı görüşleri
zayıf olarak gösterme gibi hususlarda belli ölçüleri yerleştiren ve her
mezhebin fıkhi bünyesini keskin çizgilerle diğerinden ayıran müctehidleri
teşkil eder.[126]
Dördüncü tabakayı
teşkil eden bu müctehidler, mezheb İmamlarının ictihadları bulunmayan furû'
meselelerinin hükümlerini çıkaran, onların hükmünü belirtmediği meselelere
dokunmayan kimselerdir. Fakat onlar, üçüncü tabakanın tesbit etmiş olduğu
tercih esaslarına dayanarak rivayet edilen görüşler arasında tercihlerde
bulunmuşlardır. Bazı görüşleri, dayandığı delilin kuvvetli oluşu veya mevcut
asrın icaplarına tatbik bakımından elverişli bulunuşu sebebiyle tercih
etmişlerdir. Elbette bu, yeni bir görüş beyan etmek değildir.
Bu tabakayla bundan
önceki tabaka arasındaki fark çok azdır. Hattâ usulcülerin bazısı haklı olarak
bu iki tabakayı bir saymıştır. Çünkü, usûle göre fikirler arasında tercih
yapmak, mezheb İmamlarının ele almadığı meselelerin hükümlerini ortaya
koymaktan daha az bir iş değildir. Nevevî, el-Mecmu'nun mukaddimesinde bu iki
tabakayı bir tabaka olarak zikretmiştir. İbni Âbidin, Şerhu Risaleti
Resmi'î-Müftî'de bunları ayrı ayrı tabaka olarak ele almıştır.[127]
Bunlar, beşinci
tabakayı teşkil eden ve İmamların görüşleri üzerinde herhangi bir tercihte
bulunmayan rnüctehidlerdir. Onlar, sadece İmamların görüşlerinin delillerini
beyan etmişler, hüküm hakkında herhangi bir tercihte bulunmaksızın deliller
arasında karşılaştırma yapmışlardır. Meselâ, bu ötekinden kıyasa daha
uygundur, v.s. gibi fikir beyan etmişlerdir. Bazan da rivayetler arasında
tercih yapmışlar, bu rivayet ötekinden daha doğrudur, şeklinde hüküm vermişlerdir.
Bu tabaka ile bundan
önceki tabaka' arasındaki fark da pek açık değildir. Çünkü İbni Âbidin'in ayrı
ayrı zikrettiği üçüncü, dördüncü ve beşinci tabakaları şöyle iki tabakaya
indirmek mümkündür :
a) Tahriç
yapan müctehidler; bunlar, mezheb İmamlarının, hakkmda fikir beyan etmedikleri
meselelerin hükümlerini çıkaran ve tahriçlerinde mezhebin kesin olarak kabul
ettiği kaidelere dayanan kimselerdir.
b) Tercih
yapan müctehidler; bunlar da, değişik rivayetler ve birbirine aykırı görüşler
arasında en sağlam rivayeti, en doğru görüşü veya bunlardan Sünnete en yakın,
kıyasa en uygun ve insanlar için en kolay olanı beyan etmek amacıyla
tercihlerde bulunan kimselerdir.[128]
Yukarıda da
söylediğimiz gibi bu tabakayı teşkil edenler gerçekte müctehid değildirler.
Onlar, mezhebe ait birçok hüküm ve rivayetleri ezberlemiş ve bunları nakil
bakımından hüccet teşkil eden kimselerdir. Mezhepteki en açık rivayeti veya
tercih ederken en sağlam görüşü nakletmek hususunda bunlar itimada lâyık
kimselerdir. İbni Âbidin, bu tabaka hakkında şöyle söyler: Onlar en sağlam,
sağlam ve zayıf, açık rivayet, mezhebin zahir görüşü ve nâdir rivayet arasında
seçme gücüne sahip kimselerdir. el-Kenz, ed-Durru'l-Muhtar, el-Vikaye ve
el-Mecma' gibi muteber metinlerin müellifleri bu tabakaya dahildirler. Bunlar,
kitaplarında reddedilmiş fikirleri veya zayıf rivayetleri nakletmemişlerdir.
Onlarinbu tutumu tercih değildir. Fakat, tercih edilenleri bilmek ve tercih
"sahibi müctehidlere göre tercih derecelerini bir sıraya koymaktan
ibarettir. Tercih sahibi müctehidlerin tercihlerini bilmek, onlar arasında bir
hüküm vermek mânâsına gelebilir. Dolayısiyle onlar, kendilerine göre tercih
bakımından daha sağlam olan, mezhebin usûlüne daha çok dayanan, sayı bakımından
daha çok olan veya mezhebçe daha çok hüccet sayılan tercih sahibi müctehidlerin
görüşlerinden bazılarını seçmişlerdir.
Öncekiler gibi
bunların da fetva vermek hakları vardır. Fakat bu, dar bir çerçeve
içerisindedir. Hayruddin Remli, Fetâvâ'smda şöyle demektedir: «Şüphesiz ki
muhtelif görüş ve rivayetlerin tercihe lâyık olanlarını bilmek ve onların
sağlamlık veya zayıflık bakımından derecelerini tanımak, İlim yolunda ciddî
gayretler göstermiş olanların sonunu gösterir. Bu itibarla müftî ve kadının
üzerine düşen, cevabı iyi tesbit etmek, haramı helâl veya helâli haram yapmak
suretiyle Allah'a iftira etmek gibi bir ölçüsüzlüğe [129]düşmemektir.[130]
Bu tabaka mensupları,
taklidcilik bakımından bundan önceki tabakadan pek farklı değildirler. Ancak
bundan önceki hafızlar tabakası önceki müctehidlerin tercih ettiği görüşler
üzerinde ve tercih derecelerini bir sıraya koymada az çok tasarrufta
bulunmuşlardır. Bu tabakaya mensup olanlar ise, bazı tercihleri içine alan
kitapları anlamaktan öte gidememişlerdir. Görüş ve rivayetler arasında herhangi
bir tercihte bulunacak ilmi yeteneğe sahip olamamışlardır, îbni Âbidin, bunları
şöyle tarif etmektedir: «Onlar doğru ve yanlışı, sağ ve solu birbirinden
ayıramıyorlar. Hattâ onlar, gece odun toplayıcısı gibi ellerine geçen her şeyi
bir araya getirmişlerdir. Bunları taklit edenlere yazıklar olöun»[131]
Îbni Âidin'in
anlattığı bu sınıf mensupları, son asırlarda oldukça çoğalmıştır. Onlar,
mevcut kitapların içindekilere, hiç bir kafa yormaksızın, sarılmış ve bu
kitaplardan aldıkları fikirlerin dayandığı delilleri asla araştırmamışlardır.
Kitaplarda buldukları her görüşü, makul bir yönü olmasa dahi, anlatmakta bir
sakınca görmemişlerdir.
Bu tip insanların
çevremizde büyük etkileri hâlâ mevcuttur. Birçok insanlar, yaptıkları şeyleri
meşru göstermek için bu taklidcilere başvururlar. Onlar da, kim söylemiş olursa
olsun, kıymeti ne olursa olsun ve mezhebdeki yeri nasıl olursa olsun, işlerine
gelen herhangi bir görüşü hemen alırlar ve ona göre fetvalar verirler. Halbuki
onların dayandığı bu görüşün ne açık bir delili var, ne de tercihe lâyık bir
fikrî yönü vardır. Onlara da, onlara uyanlara da ve onları teşvik edenlere de
yazıklar olsun !
Müctehidlerin
tabakalarını şöyle özetliyebiliriz: Birinci tabakayı teşkil eden müctehidler,
kâmil veya mutlak ictihad sahibi kimseler olup geniş çapta ictihadlarda
bulunmuşlardır. İkinci tabakayı teşkil edenler, furû'da mutlak ictihad sahibi
olup usûl'de ictihad yapmamışlardır. Üçüncü tabaka, aşağı yukarı ikinci
tabakaya dahildir. Dördüncü tabaka, hükümlerin sebeplerini ortaya çıkarmak
hususunda ictihadlar yapmıştır. Beşinci tabaka mensupları, görüş ve rivayetler
arasında tercihlerde bulunmak üzere mahdut sayıda ictihad yapmışlardır. Bunları
mukallid saymak doğrudur. Ancak mezhebin görüşlerini açıklama ve tercihte
bulunma gibi bir nevi mezheb çerçevesi içinde ictihad ve aklî bir faaliyet
göstermişlerdir. Son iki tabaka ise, büsbütün taklidci olup hiç bir ictihad
yapmamış, sadece eskilerin eserlerini bir araya toplamak ve tedvin etmekle uğraşmıştır.
îctihad konusunu
bitirmeden önce, kâmil ictihad kapısının hiç bir şekilde kapanmıyacağına tekrar
dokunmak istiyoruz. îslâm hukukçularının bir çoğu, özellikle Hanbelî mezhebine
bağlı olanlar, her asırda kâmil ictihad yapacak bir müctehidin bulunması
gerektiğini belirtmişlerdir. Çünkü din, böyle bir ictihad sayesinde iftiracıların
iftiralarından korunmuş ve onun her asırda ilk kaynaklarına doğrudan doğruya
başvurmakla safiyeti ve özü gösterilmiş olur. Ayrıca dinin prensiplerini
bozmadan, dine yakışmayan bir hüküm ilâve etmeden ve onun hudutlarını aşmadan tatbik
etme imkânı sağ lanmış olur.
Hiç bir kimse,
Allah'ın akıllara açmış olduğu bu kapıyı kapatmak hakkına sahip değildir. Bu
kapının kapandığını söyliyen hangi delile dayanmakta ve kendisi için mubah olan
şeyi neden başkaları için haram saymaktadır? Bunu sormak hakkımız değil midir?
Zira bu kapının kapanması, insanları Kitab'tan, Sünnet ve selef-i sâlihin
eserlerinden uzaklaştırmaktadır. Hattâ taklidcilikte ifrata giden bazı
kimseler, İlim meclislerinde bile Kur'an ve Hadisi incelemiye lüzum yoktur; çünkü
içtihad kapısı kapalıdır, diyecek kadar ileri gitmişlerdir. Lâ havle velâ
kuvvete illâ billâh![132]
îctihad şartlarını
haiz olan kimsenin içtihadı, kayıtsız şartsız ve umumî bir ictihad mıdır? Yani
böyle bir müctehidin her türlü dîni meseleler hakkında ictihad yapması gerekmez
mi? Çünkü ictihad, fıkhî bir meleke olup buna sahip olan kimse hem usûlü, hem
de şeriatın amaçlarını tam olarak bilmektedir. Onun içtihadı her hangi bir
konuya münhasır olamaz; zira şeriatın her bölümü birbirine bağlıdır. Şer'î bir
meselede ictihad yapacak kimse, şeriatın bütününü bilmek mecburiyetindedir.
İbadet meselelerini hakkı ile bilmi-yen, muamelâta ait meseleleri anlıyamaz.
İctihad şartlarını haiz olan müctehide göre ictihad yapmak, fıkhı bir melekedir.
Bu meleke say-yesinde müctehid, dîni bütün meselelere nüfuz edebilir.
Fakihlerin büyük
çoğunluğu bu görüşü benimsemiştir. Onlara göre ictihad bölünmez. Nikâh
meselelerinde ictihad yapan kimse, ibadet meselelerinde başkasını taklid
etmez. Keza, ibadet hususunda müctehid olan kimse,satım veya nikâh hususunda
taklidci
olamaz. Çünkü bu, iki
şeyi birleştirmek demektir. îctihadla takIidcilik birbirine zıt olan ve bir
şahısta birleşmesi mümkün olmayan şeylerdir. Doğru kıyas metodlannı bilen bir
fakih, onu âüe meselelerine tatbik etmekten âciz ve malî meselelere tatbik
etmeye muktedir olabilir mi? Ancak onun, belli bir konuya ait deliller
hakkındaki bilgisiyle diğer konuların delillerine ait bilgisi eşit
olmayabilir; fakat bu, müctehidlikten mukallidlik mertebesine düşmek demek
değildir.
Bazı Mâlikîler ile
bazı Hanbeliler, Zahirîlere uyarak, şöyle demişlerdir : İctihad bölünebilir.
Her hangi bir konu hakkında derin bir bilgiye sahip olan kimse bu konuda
ictihad yapabilir. Ancak onun bu içtihadının dinin kesin esaslarına aykırı
düşmemesi şarttır. Bu durumda onun hem müctehid, hem de mukallid olduğu söylenemez.
Çünkü o, delillerini bildiği konuda ictihad yapmakta, delillerini bilmediği
konularda da, araştırma yapmakla beraber, başkasının görüşünü kabul etmektedir.
İçtihadın
bölünebileceğini söyleyenlere göre, belli bir konuda ictihad yapacak kimse,
bütün ictihad metodlannı bilmek ve ictihad için gereken ehliyete sahip olmak
mecburiyetindedir. Belki o, delillerini tam olarak bildiği konuda fetva verir,
diğer konularda kesin bir bilgi sahibi oluncaya kadar susar. Meselâ, bir çok
İmamlar kendilerine sorulan bir kısım meseleler hakkında «bilmiyorum» diye
cevap vermişlerdir.İmam Malik otuz altı soruya, «bilmiyorum» sözüyle karşılık
vermiştir.. Çünkü O, bu meselelerin dayandığı delilleri o zaman
incelememiştir. Bununla beraber O'nun İmamlık ve müctehidlik sıfatı
gitmemiştir. Yine de O, Hicret Yurdunun İmamıdır.[133]
İftâ (Fetva verme),
ictihad'a nisbetle daha özel bir anlam taşır. Çünkü ictihad, fıkhı hükümleri
kaynaklarından çıkarmaktır. Bu hükümlerin açıklanması hakkında her hangi bir
soru bulunsun veya bulunmasın netice değişmez. Nitekim Ebu Hanife, derslerinde
birçok fer"i meselelerin hükümlerini böyle açıklamıştır. îftâ ise,
herhangi bir meselenin hükmü” sorulduğu zaman verilen bir cevaptır.
Gerçek fetva, ictihad
şartları ile birlikte başka şartlan da kendinde bulunduran müctehid tarafından
verilir. Bu şartlar fetva isteme (istiftâ) hâdisesini bilmek, fetva isteyen
(müsteftî)'in durumunu ve içinde yaşadığı toplumu incelemektir. Böylece müftî
bunların fetva isteyen kimse üzerindeki tesirini bilsin; Allah'ın dinini oyuncak
etmesin ve fetvayı” Allah'ın haram kıldığı şeyleri bazı kimselere mubah kılmak
için bir âlet yapmasın.
Bunun içindir ki tslâm
bilginleri müftilik için ağır şartlar koymuşlardır. Ahmet b. Hanbel'den bu
hususta şöyle rivayet edilir: «Bir kimsenin kendisini fetva vermeye ehliyetli
görmesi için bu beş şartı , haiz olması gerekir:
1 — İyi
niyet sahibi olmak. Çünkü, iyi niyet sahibi olmayanın ne yüzünde, ne de sözünde
nur bulunur.
2 — Hİlim,
hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olmak.
3 —
Kendinden ve bilgisinden emin olmak.
4 — Halka kendi otoritesini kabul
ettirmek.
5 —
İnsanları iyice tanımak.
îmam Ahmed'in bir
müftî için ileri sürdüğü bu şartlardan anlaşılıyor M, müftînin, fetva
isteyenin psikolojik durumunu nazar-ı dikkate alması, halk nazarında itibar
sahibi, basiretli, verdiği fetvânın neticesini ve insanlar arasında
uyandıracağı tesiri kavrayacak bir görüş sahibi olması gerekmektedir. Çünkü
müftî, vereceği fetvanın kötü bir netice doğuracağını anlarsa fetva vermekten
kaçınır; iyi bir netice doğuracağını anlarsa fetva vermekten çekinmez.
Müfti, kendisinin
doğru yolu gösteren bir kılavuz olduğunu ve vereceği fetvanın insanları islâh
etmek için bir mihver teşkil ettiğini bilmelidir. Şatıbi, bu konuda şöyle der:
«Üstün bir dereceye ulaşmış olan müftî, insanları doğruluğa ve itidale
sevkeden, halka mutedil yolu gösteren kimsedir. O, insanları güçlüğe düşürmez
ve gevşekliğe de sürüklemez.»[134]
Burada Şâtıbî, ifrat
veya tefrîta düşmenin adalet ve doğruluktan sapma olduğunu beyan etmek, şiddet
göstermenin tehlikeye sürükleyeceğini, büsbütün müsamahalı davranmanın da
İslâm'ın temelini sarsacağını açıklamak istiyor.
Allah, kullarına bir
kolaylık olmak üzere ruhsat kapılarını açmıştır. Belirli şartlar altında
Ramazan orucunun tutulmamasına müsaade buyrulması, zaruret hallerinde haram
olan şeylerin mubah kılmışı birer ruhsattır. Müftî, halkın, durumunu bu bakımdan
göz önüne almalıdır. O, emrin yerine getirilmesini (azimeti) tercih ettiği
takdirde güçlüğe sebep olabilir. Meselâ, mazereti olan kimse için Ramazanda
oruç tutmak böyledir.Halbuki Allah göstermiş olduğu ruhsatlara uyulmasını da,
azimetlerinin yerine getirilmesini de sever. Azimeti yerine getirmek, insana
takatinin üstünde bir güçlük yüklüyorsa, ruhsat yönünü tercih etmek, Allâlı
katında daha makbul olur. Çünkü Allah, kullarına kolaylık murad eder, zorluk
murad etmez.
Müftî, İetihad'da
yüksek bir mevki sahibi değilse ve gereken şartları kendisinde bulundurmuyorsa
çeşitli mezheblerden insanlar için kolay olan görüşleri seçme hakkına sahip
değil midir? veya o, sahabîlerin ihtilâf ettikleri görüşlerden insanlar için
daha kolay olanları tercih ederek, güçlüğü kaldıramaz mı?
Şüphesiz müftî,
ictihad yapma ve deliller arasında kuvvetli olanları seçebilme kudretine sahip
ise, mezheblerin görüşleri arasında delil bakımından kuvvetli olanları tercih
edip vaziyete daha uygun olan fetvayı verir. Fakat bu durumda onun şu üç şarta
bağlı kalması lâzımdır:
1 — Delil
bakımından zayıf bir görüşü seçmemelidir.
2 — Seçtiği
görüş, insanların yararına olmalı ve onları ne şiddete, ne de gevşekliğe
sürüklemelidir.
3 — Tercih
ettiği görüş iyi niyyete dayanmalı, Allah'ın gazab ve nzâsi unutularak,
hükümdarı memnun etmek veya insanların keyfî arzularını tatmin etmek için
olmamalıdır. Müfti, fetva vermeden önce hükümdarların maksatlarını bilip
onlara uygun, fakat hakka aykırı fetva verenlerden olmamalıdır. İnsanlar bazı
müftîler görmüştür ki onlar, kendileri ve hükümdarlar için müsamaha, halk için
de şiddet yönünü tercih etmişlerdir. Bunlar, kendileri için çeşitli mezheplerin
kolay olan görüşlerini, başkaları için de, son derecede güç bile olsa, onların
bağlı oldukları mezhebin görüşlerini tercih etmişlerdir.
Şâtıbi, el-Muvâfakât
adlı eserinde, Endülüs'te fetva veren bir fakîh'e ait şöyle bir hikâye anlatır[135]:
«Bu fakih, bazı
sebeplerden dolayı fetva yermekten menedilmişti. Öte yandan Endülüs Emiri
Nâsır'm sarayı civarında bir vakıf vardı. Bu, sarayın manzarasını bozuyordu.
Çünkü tam Emîrin gezinti yaptığı yerin karşısında bulunuyordu. Emir, bu vakfı
istimlâk etmek ve sarayın bahçesine katmak istiyordu. Büyük müftîlerden Bakiyy
b. Mahled'e durumu bildirdi. O da, bütün âlimleri toplayıp ortaklaşa bir
görüşe varmak istedi. Bilginler, Maliki mezhebine göre vakfın satılamıyacağı
görüşünde birleştiler. Verdikleri fetvayı Emir hoş karşılamadı. Bu sırada
yukarıda işaret ettiğimiz fetva vermekten menedilen Muhammed b. Yahya b. Lübâbe
isimli fakih durumu öğrenip Emîr'e, arzusuna uygun bir fetva vereceğini
bildirdi. O, bu fetvasında Hanefi mezhebi mensuplarından vakfın satılıp
değiştirilebileceğini kabul edenlerin görüşüne uyuyordu. Bunun üzerine Emir
Nasır, bu fakîhi diğer âlimlerle bir araya getirdi ve kendi aralarında
meseleyi çözmelerini istedi. Âlimler, önceki görüşlerinde israr edince Muhammed
b. Yahya, onlara şöyle hitap etti.Allah'a yemin ediniz, içinizden birine bir
felâket gelseydi siz, İmam Mâlik'in görüşleri dışına çıkarak, bir kolaylık
arardınız, değil mi? Onlar, evet, dediler. O da, öyleyse Emiru'l-Mü'minîn,
böyle bir ruhsata daha lâyıktır. Buna göre durumunuzu tâyin ediniz ve İslâm
bilginlerinden ona uygun olan görüşü alınız, Çünkü müctehidlerüı hepsi birer önderdir,
dedi. Bu durumda öteki fakihler susmak mecburiyetinde kaldılar. Bunun üzerine
Kadı, mecliste cereyan eden durumu Emîr'e bildirdi. O da, bu fakîhin fetvasına
uyarak vakfı istimlâk edip yerine kat kat fazlasını verdi.»[136]
İyi niyet sahibi olan
ve mezheblerin görüşleri arasında tercih yapmak isteyen müfti, aşağıdaki
noktaları göz önünde bulundurmalıdır:
1 --- Bir
görüşü delili kuvvetli olduğu için benimsemeli, delili zayıf olan görüşü
almamalıdır. Fetvaların şaz olanlarına bağlanmamalı tercih ettiği mezhebin metodlarım
bilmelidir. Bu, müftînin her hangi bir ictihad mertebesine sahip olmasını ve
taklitçilik mertebesine düşmemesini gerektirir. İbni Teymiyye, mezheblerin
görüşleri arasında bazı seçmelerde bulunurken böyle yapmıştır. Böyle bir
ıctihad gücüne sahip olmayan bir müfti, bildiği mezheb içerisinde kalmakla
yetinir eğer o, bildiği mezheb'de müftîlik derecesine ulaşmış ise.
2 — Hakkında
icma' olan hususu bırakıp ihtilaflı olan görüşü almamalıdır. Meselâ; o, kadının
kendisini evlendirmeye yetkili olduğunu söyleyen Ebu Hanife'nin bu görüşüyle
fetva vermemeli; aksi tezi savunan cumhûr-i fukahânın kavline göre fetva
vermelidir; çünkü bu takdirde akit, fukahânın icma'ı ile sahih olmuş olur.
Ancak müftî, bu hususta Ebu Hanîfe'nin görüşüyle diğerlerinin görüşlerini
açıklayıp fetva isteyene bunlardan birini tercih edebileceğini söyleyebilir.
Çünkü mesele, haram ve helâl ile ilgili olma bakımından naziktir; dolayısıyla,
ihtiyatlı olmak gerekir.
İhtilaflı bir meselede
ihtiyat cihetini tercih etmek yerinde olur. Meselâ; bir adam, annesinden bir
yudum süt emen süt kardeşiyle evlenmek istese; müftî, böyle süt kardeşler
arasında evlenmeyi caiz görmeyen Ebu Hanîfe ve Mâlik'in mezhebine göre fetva
verir. Eğer fetva isteyen, dört beş yudumluk süt emmekle aralarında süt kardeşliği
bulunan bir kadınla evlenmiş ve durumu birkaç çocuk sahibi olduktan sonra
öğrenmiş ise, çocukların korunması için diğer müctehıdlerin görüşüne uyarak, bu
evliliğin devamına fetva vermek gerekir. Önceki durumda din bakımından ihtiyat
yönü tercih edildiği halde, son durumda çocuklar için ihtiyat yönü tercih
edilmiştir. Yalnız burada, müctehidlerin, görüşlerini isbat için ileri
sürdükleri deliller, müftînin nazannda birbirine denk olmalı ve o, bunlardan
hiç birisinin kesin olduğunu kabul etmemiş bulunmalıdır.
3 —
İnsanların keyfî arzularına uymamak, maslahat ve delile bağlanmalıdır. Muteber
olan maslahat, umumî maslahat olup fetva için haram veya helâl olmanın sebebini
teşkil eder.
Yukarıda hikâyesini
anlattığımız Hanefî mezhebinin bazı İmamlarına uyarak, Emîri memnun etmek için
vakfın satılacağına cevaz veren fakih, gerçekten bir maslahatı gözetmemiştir.
Çünkü, Emir için bir felâket saydığı şey, sarayın manzarasının bozulmasıdır. O,
burada Emir'in arzusuna uyarak, sarayın manzarasının güzelleşmesini değil,
vakfın onarılarak güzelleştirilmesini teklif etseydi, maslahata daha uygun
olurdu.
İslâm bilginleri,
müftînin fetva vereceği mesele şahsıyla ilgili olunca nasıl bir fetva vermesi
gerekiyorsa, halka da aynı şekilde fetva vermesi üzerinde ittifak etmişlerdir.
Kendisi için ruhsatı, başkaları için de şiddeti tercih eden müfti, adalet ve
insaftan yoksun kimsedir.
Müftî, fetva hususunda
aceleci olmamalıdır. O, meseleyi ve vereceği fetvanın neticelerini iyice
düşünmelidir. Meseleyi, hakikata ulaşmak için derhal cevaplandırmaması ayıp
değildir. Araştırmak, âcil bir durum yoksa, meseleyi daha geniş bir zaman
içinde halletmek çok tabiîdir.
Hicret Yurdunun İmamı
olan Mâlik (R.A.), fetva hususunda hiç acele etmezdi. O'nun bir mesele için
günlerce uğraştığı olmuştur. O, şöyle der: «Bazen bana öyle bir mesele
sorulurdu ki o, beni yemekten, içmekten ve uykudan alıkoyardı.» O'na şöyle
dediler: Ey Abdullah'ın babası, vallahi senin sözün insanların yanında taş üzerindeki
yazı gibidir. Sen ne söylersen halk ona sarılıyor. İmam Malik, buna şöyle
cevap verdi: Böyle olmaya hak kazanan kimse, sabırla meseleyi inceliyen
kişidir; kör deve gibi önünü görmeden yürüyen kişi değil.
Hakikaten güvenilir
bir müfti, Peygamber postunda oturan insandır. Peygamber, haranı ve helâli
bildirir. Müftî de, insanlara Peygamberin bildirdiğini nakleder. O, şeriatı
halka açıklamak hususunda Peygamberin vârisidir. Nefsi arzuların onda yeri
yoktur. O, ileri, atılmak gerekmiyen yerde susar. Hakkı söylemek gerektiği
zaman, sonucu ne olursa olsun, konuşur. O, sadece Allah'tan korkar. Başkalarının
kınaması onun için önemli değildir.
Allahın, bizi
hatâlardan sen koru; sözü dinleyip en iyisine uyanlardan eyle. Ey âlemlerin
Rabbi, sen, dualarımızı işitmekte ve gö-nüllerinüzdekini bilmektesin![137]
[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/3.
[2] Sözünü ettiğimiz siyasî ve
itikadî mezhebler tarihini İçine alan birinci «cilt. E. Ruhi Fığlalı - Osman
Eskicioğlu tarafından Ttirkçeye çevrilmiş ve «Îslâmda Siyasî ve İtikadî
Mezhebler Tarihi» adıyla yayınlanmıştır. (Ya&mur Yayınevi, İstanbul, 1970).
[3] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/13-14.
[4] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/15-17.
[5] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/19-20.
[6] Enfal Sûresi, 67-70.
[7] Nahl Süresi, 116.
[8] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/21-24.
[9] Maide Sûresi, 30.
[10] Bakara Sûresi, 356.
[11] Yunus Sûresi, 99.
[12] Kıyame Sûresi, 36.
[13] Enfal Sûresi, 41.
[14] Haşr Sûresi, 7.
[15] Bakara Sûresi, 204-206.
[16] Enfal Sûresi, 41.
[17] Haşr Sûresi, 7.
[18] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/24-32.
[19] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/33.
[20] Haşr Sûresi, 7.
[21] Bakara Sûresi, 127.
[22] Talak, 4.
[23] Bakara, 124.
[24] İbn-i Kayyım el-Cavaâyye,
llamul-Muvakknn, c. I. s. 184; Muhammed el-Hudari, Tarihu't-Teşriil-lslâmî, s.
106.
[25] eş-Şâtıbî, el-İ'tisam, c.
III, s. 11; Menar tabı.
[26] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/33-37.
[27] Tevbe Sûresi, 100.
[28] İ-lâmul-Muvakkıin, c. I. S.
16, 17.
[29] Erzakîler, Nâfi'
İbnu'l-Erzak'a; Necedât, Necdet İbni Amir'e ve Ibâzıye, Abdullah ibni tbâz'a
tâbi olanlardır.
[30] Veliyyullah Dehlevi
Huccetullah el-Bâliga, c. I, s. 143
[31] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/38-43.
[32] Î’lamul-Muvakkıin, c. IV, s.
128; Münir ed-Dünaşkî tabı (Kahire).
[33] Şafiî, el-Uma, c. VII, s. 198.
[34] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/43-46.
[35] İ'lâmu'l-Muvakkıin, c. I, s.
18.
[36] Muhammed el-Hudari,
Tarihu't-Teşri'i'l-İslâmî, s. 87.
[37] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/46-53.
[38] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/54.
[39] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/54.
[40] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/54-55.
[41] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/55.
[42] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/55-56.
[43] Deaimül-İslâm, s. 62, 63.
[44] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/56.
[45] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/57.
[46] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/57-58.
[47] İbni Haldun, Mukaddime.
[48] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/58.
[49] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/58-59.
[50] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/60.
[51] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/60.
[52] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/60.
[53] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/60.
[54] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/60.
[55] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi,
Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/60.
[56] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/60.
[57] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/60.
[58] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/61.
[59] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/61.
[60] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/61.
[61] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/61.
[62] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/61.
[63] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/61.
[64] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/61.
[65] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/62-63.
[66] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/63.
[67] Bakara Sûresi, 228.
[68] Nahl Sûresi, 44.
[69] Müsnedfil-İmam Cafer, c. I,
s. 15; Lübnan baskısı.
[70] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/63-65.
[71] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/65-67.
[72] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/68-70.
[73] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/70-74.
[74] İ'Iamü’l-Muvakkıin, c. II,
s. 297.
[75] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/75-76.
[76] el-Umm, c. VII, s. 246.
[77] Risale, Halebi tabı, s. 471.
[78] İ’lâmül-Muvukkıin.
[79] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/76-79.
[80] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/79-80.
[81] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/80-83.
[82] Enbiyâ Sûresi, 107.
[83] Yunus Sûresi, 57.
[84] Ankebut Sûresi, 45.
[85] Maide Sûresi, 8.
[86] Hucurat Sûresi, 13.
[87] Isrâ Sûresi, 70.
[88] Bakara Sûresi, 228.
[89] Nisa Sûresi, 25. (Kur'an'da
zinanın cezası yüz deynek (celde) olarak tayin edildiğine göre (Nur Sûresi:
2), yansı elli deynek eder. Çeviren).
[90] Nahl Sûresi, 90.
[91] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/84-87.
[92] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/88.
[93] Bakara Sûresi, 256.
[94] Bakara Sûresi, 191.
[95] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/88-89.
[96] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/89.
[97] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/89.
[98] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/89-90.
[99] Gazzalî, el-Mustasfâ, c. X,
s. 387.
[100] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/90.
[101] el-Mustasfâ, c. I, s. 288.
[102] Nur Sûresi, 31
[103] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/90-93.
[104] Kavaîdül-Akm, c. I, s. 63.
[105] Burada «vâcib» sözü, «farz»
teriminin anlamını da içine almaktadır.Çeviren.
[106] Kavaidül-Ahkâm, c. I, ş. 65.
[107] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/93-96.
[108] Bakara Sûresi, 173.
[109] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/97-99.
[110] Bakara Sûresi, 256.
[111] Hacc Sûresi 78.
[112] Bakara Sûresi 185.
[113] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/99-101.
[114] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/102-103.
[115] Şâtıbî, el-Muvâfâfkât, c.
IV., s, 114; Ticariyye baskısı.
[116] el-Esnevî, Şerhu
MinhâcH-Usûl, c. III, s. 308;-Tahrir Şerhi Takrir kenarında.
[117] Burada müellif, «el-Câmi1’li
Ahkâmil-Kur'an» adlı tefsirin yazarı Ebu Ab-dillâb el-Kurtubî ile
«Ahkâmul-Kur'an» adlı eserin yazarı Ebu Bekr İbnul-Arabî el-tşbîli (Öl. 542
H.)yi birbirine karıştırmıştır. Çeviren
[118] er-Risale, s. 510.
[119] el-Esnevi adı geçen eser, c.
III, s. 310.
[120] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/103-110.
[121] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/111.
[122] Şerhu Risaleti Resmi’l-Müftî, s. 11
[123] Kitabu Sifat’il Fetvâ
vel-Müftî vel-Müsteftî s. 17.
[124] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/111-115.
[125] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi,
Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/115-116.
[126] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/116.
[127] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/117.
[128] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi,
Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/117-118.
[129] el-Fetâvâ el-Hayriyye, c.
II, s. 32.
[130] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/118.
[131] Şerha Risaleti Resmil-Müftî.
[132] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/118-120.
[133] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/120-121.
[134] el-Muvâfakât, c. IV, s. 258.
[135] Bu zat, Muhammed b. Yahya b.
LÜbâbe (Öl. 330 H.) olup kadılık ve şûra meclisi üyeliği yapmıştır. Çeviren
[136] el-Muvâfakât, c. IV, s. 139.
[137] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/122-126.