Şafiî'nin
Şahsiyet Ve Karakteri
Şafiî'nin
Usûl-İ Fıkıh Çalışmaları
Hicri II. asrın son
yıllarında Beytullah'ı ziyarete gidenler, tavaf sırasında etrafa göz atınca,
esmer benizli ve boyu Uzuna yakın bir delikanlı ile karşılaşır, genç ve yaşlı
talebeleri onun etrafında hal-kalanmış görürdü. Bu delikanlı onlara, fakîh ve
muhaddislerden dinlemeye alışık olmadıkları bir üslûpla şer'î hakîkatları
anlatıyordu. Irak gibi re'y fıkhının hâkim olduğu ülkelerden gelenler de, Medine
gibi muhaddislerin fıkhının hâkim olduğu yerlerden gelenler de aynı durumla
karşılaşıyorlardı.
Hac ibâdeti için ve bu
arada hadîs bilgisini artırmak maksadıyla buraya gelen İmam Ahmed b. Hanbel,
îmam .Şafiî'yi görmüş ve arkadaşı îshak b. Râhûye (Râhveyh)'ye: «Birinin dersini
dinledim, ondan daha akıllı hiçbir kimse görmedim.» demiş ve onu alıp götürmüştür.
Arkadaşı kendisine; İbni Uyeyne ve emsalinin hadîsini bırakıp bu delikanlıyı mı
dinleyelim? diye sorunca Ahmed b. Hanbel şöyle cevap vermiştir: «Bu
delikanlının aklından faydalanmazsan onun yerini tutacak başka birini
bulamazsın. Âli hadîsi kaçırır-san, nazil hadîsi de kaçirmazsm ya!»[2].
îşte bu delikanlı îmam
Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî el:Kuraşî'dir. Usûl-i Fıkıh ilmini kurup ilk önce
tedvin etmek ve esaslarını açıklamak şerefine ulaşan odur. Kendinden sonraki
nesiller, ilmi, ondan miras olarak almışlardır.[3]
Bütün rivayetler, İmam
Şâfii’nin 150 H. yılında Gazze şehrinde doğmuş olduğunda birleşir. O, kıyas
İmamı ve Irak fakîhlerinin başı olan İmam Ebu Hanîfe'nin vefat ettiği sene
dünyaya gelmiştir. Bâzı yazarlar hayâle kapılarak, Şafiî'nin, Ebu Hanîfe'nin
öldüğü gece doğduğu ve böylece yeryüzünün fıkıh İmamlarından hiçbir zaman
hâli kalmadığı düşüncesini uyandırmak istemişlerdir. Böyle bir iddia, herhangi
bir temele dayanmadığı gibi bir fayda da sağlamaz.
İttifakla rivayet
edildiğine göre Şafiî'nin babası Kureyş kabilesine mensup olup Peygamber
(S.A.V.)'in dedesi olan Hâşim'in kardeşi Muttalib oğullarına dayanır. Onun
şeceresini tarihçilerin çoğu şöyle anlatır.- Muhammed b. îdrîs b. Abbas b.
Osman b. Şâfi' b. Sâ-ib b. Ubeyd b. Abdiyezid b. Hâşim b. Muttalib b.
Abdimenaf. Bu silsilede alman Muttalib, Abdumenaf m dört. oğlundan biridir.
Abdumenaf'uı oğulları şunlardı: 1 — Muttalib, 2 — Hâşim, 3 — Abduşems —Bu
Emevîlerin dip dedesidir—, 4 — Nevfel —Bu da Cübeyr b. Mut'im'iri dedesidir—.
Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz'in dedesi^Abdulmuttalib'i yetiştiren, adı geçen Muttalib'dir.
Muttalib oğulları hem câhiliye, hem de islâm çağmda Hâşim oğullarının yardımcısı
idiler. Hattâ Kureyşli-ler, Mekke'de insanları Allah yoluna çağıran Peygamber'e
yardım ettikleri ve Peygamber'e karşı kendilerini desteklemedikleri için
Ha-şimîlerle bütün münasebetlerini kestikleri zaman, Muttalib oğulları
Hâşimîlerle birlik olmuşlar, Şi'b[4] de
yaşamışlar ve Hâşimîlere uygulanan zulüm ve işkenceye onlar ila aynı şekilde
katlanmışlardır. Yalnız Uz. Peygamber'in amcası olan Ebu Leheb, bu boykot sırasında
Kureyşlilere katılmıştır.
Bu sebeple Peygamber
(S.A.V.), Muttalib oğullarına da Hâşim oğulları gibi ganimetten hisse
ayırmıştır. Rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz, Hâşim oğullan gibi
Muttalib oğullarına da ganimetten hisse verdiği zaman Umeyye ve Nevfel oğulları
da aynı şekilde hisse talep etmişlerdir. Cübeyr b. Mut'im bu konuda şöyle bir
rivayette bulunmuştur:
Peygamber (S.A.V.),
Hayber'de elde edilen ganimetlerden Hâşim oğullan ile Muttalib oğullarına
«Akrabalığı olanlarda ayrılan hisseleri verince ben ve Osman b. Affâri gidip;
Yâ Resûlullah, dedik, onlar Hâşim oğulları olarak senin kardeşlerindir.
Üstünlükleri inkâr, edilemez. Çünkü, Allahu Teâlâ, seni onların içinden
seçmiştir. Ancak sen, Muttalib oğullanna da hisse verdiğin halde bizi
bıraktın. Biz ve Muttaliboğulları akrabalık yönünden aynı derecedeyiz. Bunun
üzerine Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurdu: «Çünkü onlar hem câhiliye, hem de
islâmiyet devrinde bizden ayrılmadılar» ve iki elinin parmaklarını birbirine
geçirerek, «Hâşim oğulları ile Muttalib oğulları bu bakımdan aynıdırlar» diye
ilâve etti.
Şafiî'nin anası Yemenli
olup Ezd kabîlesindendir. Kureyş kabilesine mensup değildir. Oğlunun yetişip
olgunlaşmasında onun büyük bir payı vardır.[5]
Şafiî, Rureyşli bir
babadan doğmuş, fakat beşikte iken onu kaybetmiş ve bu yüzden fakir olarak
büyümüştür. Annesi, oğlunun ne-seb ve kendisini belki ihtiyaçtan kurtaracak
olan hukukunun Ku-reyşlilerce tanınmayacak şekilde zayi olacağından korkmuştur.
Bu sebeple oğlunu MekkeTdeki makamına sahip kılmak için gayret sar-fetmiştir.
Hatîb Bağdadi, «Tarihu Bağdad» adlı eserinde Şafiî'ye dayanan bir senedle
şöyle rivayet eder:
«Ben Yemen'de doğdum[6].
Anam, hukukumun zayi olmasından korktu ve bana; ailenin yanına gidip onlar
gibi olman daha iyidir; çünkü ben nesebini kaybedersin diye korkuyorum, dedi
ve yol hazırlığımı yaptı. Ben de Mekke'ye geldim. O zaman yaklaşık olarak on
yaşımda idim. Bir akrabamın yanına indim ve ilim tahsiline başladım.»
Buna göre diyebiliriz
ki: İmam Şâfii çocukluğunda, yüksek bir soya mensup olduğu halde fakir ve yetim
çocuklar gibi yaşamıştır.. Yüksek soya mensup olan fakir çocuklar, gençlik
çağlarında genel olarak bir eğitim bozukluğu olmazsa, soylarının tesiriyle
yüksek işlere yönelirler. Şafiî'nin eğitiminde herhangi bir bozukluk veya gayri
tabiîlik olmadığı için kendi özünden gelen bir insiyakla yüksek hedeflere
yönelmiştir. Fakirliğine rağmen yüksek bir soya mensup oluşu, kendisini
insanlara yaklaştırmış, cemiyete karışmasını sağlamış ve böylece içinde
yaşadığı ortamın duygularına o da katılmıştır.
Şüphesiz bütün bunlar
Şafiî'nin ruhunu içtimaî bir terbiye ile geliştirmiştir. Bu terbiye sayesinde
O, insanlarla kaynaşmış, cemiyeti ve halkın duygularını yakından tanıyabilmiş
tir. Çünkü cemiyeti yakından tanımak; toplumu ilgilendiren, toplumla ilgili
muameleleri, toplumu'tanzim ve ferdler arasındaki ilişkileri sağlam esaslara
göre tesis etmekle uğraşan kişiler için zarurîdir. Keza, şeriatı tefsir ve
şeriatın hükümlerini çıkarıp ölçülerini ortaya koyma işi, cemiyeti yakından
tanımayı gerektirir.
Şafiî'nin ruhunda
yüksek işler yapma istidadı mevcuttu. Anası da oğlunu Gazze'den Mekke'ye
gönderirken onu bu yola teşvik etmiş ve gerekli sebepleri hazırlamış, Şafiî
de, ileride hedefine ulaşmıştır.
Şafiî, önce Gazze'de
iken ilim tahsiline başlamış ve Kur'an-ı Ke-rîm'i hıfzetmiştir. Mekek'ye
gelince de büyük hadis üstadlanndan Peygamberin hadislerini tahsile
koyulmuştur. O, hadis-i şerifleri hem yazmak, hem de ezberlemek için büyük
gayretler' gösteriyordu. Hadîsleri elde ettiği şeylere yazıyordu. Bazan onları
saksı üzerine, bazan da deri üzerine yazıyordu. O, hükümet konağına gidip öteki
yüzüne yazı yazmak için kullanılmış kâğıt isterdi.
Henüz çocuk yaşta,
iken tahsilini ilerletince, Arapçada derinleşmek cihetine gitti; böylece şehir
ve kasabalardaki yabancılarla meydana gelen karışma yüzünden Arap dilini
tahrip eden yabancı kelimelerin tesirinden kurtulmaya çalıştı. Bu maksatla
Şafii, çöle gitti ve HUzeyl kabilesinin içinde yaşadı. O, bu konuda şöyle der:
«Ben Mekke'den çıktım, çölde Hüzeyl kabilesinin yanma gittim. Bu kabilenin
yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi
idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. MeMçe'ye döndüğüm zaman birçok rivayet
ve edebiyat bilgilerine sahip oh ustum.»
İmam Şafiî çöldeki
haber, rivayet ve şiirleri ezberlemiş, Hüzeyl kabilesinin şiirinde ihtisas
sahibi olmuştur. Hattâ câhiliye ve ilk îs-lâm asrının sanat ve edebiyatını
rivayet eden el-Asma'î der ki: «Huzeyl kabilesinin şiirlerini Muhammed b. İdris
isimli bir Kureyş genci sayesinde düzelttim.».
Şafiî, çölde bulunan
iyi şeylerin hepsini öğrenmiştir. O, Arapçayı öğrenip incelerken aynı zamanda
ok atmayı da öğrenmiş; hattâ bu konuda en yüksek mevkii ihraz etmiştir. Öyle
ki on defa ok atsa hepsim hedefe isabet ettirirdi. Onun, bâzı talebelerine
şöyle söylediği rivayet edilir: «Benim için iki mühim şey vardı: Biri ilim,
diğeri de ok atmak. Ok atmak hususunda onda - on isabet kaydedecek bir dereceye
geldim.» İlim konusunda bir şey söylememiş, fakat hazır bulunanlardan birisi;
«Vallahi, sen, qk atma maharetinden daha çok ilme sahipsin.» demiştir. Bundan
anlaşılıyor ki İmam Şafii, çağının en üstün eğitimi ile yetişmiştir. Bundan
sonra kendisini bütünü ile ilme verip Mekke'deki fakih ve muhaddislerden fıkıh
ve hadis tahsil etmiştir. Nihayet Mekkeîi gençler arasında parmakla gösterilmeye
lâyık olmuştur. Süfyan b. Uyeyne, Müslim b. Hâlid ez-Zen-cî gibi bilgin ve
hadîsçiler, onu özel olarak koruyup gözetmiş ve takdir etmiştir.[7]
Delikanlı, yirmi
yaşına değdiği zaman fetva verecek' ve hadis rivayet edecek bir mertebeye
ulaşmıştı. Fakat onun ilim tahsilindeki gayreti, Mekke'nin surlarını aşmış ve
bu şehrin ötelerine doğru Uzanmaya başlamıştı. Çünkü, ilmin hudut ve ülkeleri
yoktur. Bu arada Medine'nin İmamı Mâlik b. Ene's'in adı Şafii'ye ulaşmıştı.
Zîra, bu büyük İmamın adı o derecede etrafa yayılmıştı ki, gelip gidenler hep
onu anıyorlardı. Bu durumda Şafiî'nin gayreti ondan ilim tahsiline yönelmiş ve
bu yüzden o, Medine'ye gitmek mecburiyetinde kalmıştır.
Fakat Şafiî, İmam
Mâlik'in yanına eliboş gitmek istememiştir. Yani dağarcığına îmam Mâlik'in
ilminden de bir miktar koymuştu. , Şöyle ki; İmam Mâlik'in meşhur bir kitabı
vardı. İsmi hertarafa yayılan bu eser “el-Muvatta'» idi. Şâfü, bu eseri
Mekke'de birisinden emanet olarak alıp okumuştu. Medine'ye gitme arzusu
üzerine bu kitabı defalarca okuyup îmam Mâlik'in fıkhına ünsiyet kazanmış ve
onun rivayetteki yüksek derecesini öğrenmİşte
Şafiî, yola çıkmaya
karar verince İmam Mâlik'le karşılaştığında kendisine kolaylık göstermesi için
Mekke Valisinden Medine Valisine bir mektup almıştır.
Mu'cemu'l-Üdebâ, adlı
kitabında Yakut el-Hamevî bu mektup ve Şafiî'nin înıairi Mâlik'le karşılaşma
hikâyesini bizzat İmam Şafiî'den naklen şöyle anlatır:
«Mekke Valisinin
hUzuruna girdim ve ondan Medine Valisine bir mektup aldım. Medine'ye gelip bu
mektubu valiye sundum. Vali, onu okuduktan sonra şöyle dedi: Benim için
Medine'den Mekke'ye kadar yaya ve yalınayak gitmek, Mâlik b. Enes'in kapısına
gitmekten daha kolaydır. Ben, onun kapısında dikilmek kadar hiçbir zillet görmedim.
Bunun üzerine ben de; Allah valinin işini rasgetir-sin, çünkü Vali dilerse onu
hUzuruna çağırabilir, dedim. Vali de; heyhat! Nola ben ve maiyetim,
binitlerimize binsek ve üzerimize kırmızı toprak bulaşsa da bâzı arzularımızı
elde etsek! dedi. Vallahi onun dediği gibi oldu. Üzerimize kıpkırmızı toprak
bulaştı. [Bir müddet gidip Malik'in evine vardıktan sonra) bîr adam ilerledi
ve kapıyı çaldı. Bunun üzerine dışarıya siyah bir câriye çıktı. Vali, ona;
Efendine benim kapıda olduğumu söyle, dedi. Câriye içeri girdi ve biraz
gecikti. Sonra dışarı çıkıp şöyle söyledi: Efendim size selâm ediyor ve diyor
ki: Valinin bir meselesi varsa bir şeye yazıp versin, cevap verelim. Hadîs
için geldiyse, hadîs meclisinin gününü biliyor, gitsin. Bunun üzerine Vali, cariyeye;
Ona söyle, yanımda Mekke Valisinden kendisine yazılmış mühim bir mesele ile
ilgili bir mektup vardır, dedi. Câriye içeri girdi. Sonra elinde bir kürsü
(sandalye) ile dışarı çıktı ve onu bir yere koydu. Az sonra îmam Mâlik, heybet
ve vakarla içeriden çıktı: Uzun boylu ve değirmi sakallı idi. Sonra yerine
oturdu... Vali mektubu ona takdim etti. Onu okudu ve: «Bu şahsa durumuna göre
muamele et, ona hadîs öğret ve iyilikte bulun.» sözlerine gelince mektubu
elinden bıraktı ve: «Sübhânallâh, Allah'ın Resûlü'nün ilmi vâsıtalarla mı
öğretilir oldu?» dedi. Valiye baktım, onunla konuşmaktan çekiniyordu. Ona doğru
yaklaştım ve: Allah işinizi rasgetirsin. Ben şöyle bir kimseyim; maksadım,
durum ve hikâyem şudur... dedim. Sözümü dinledikten sonra bana iyice baktı...
Onun kuvvetli bir firâseti vardı. Adın nedir? diye sordu, Muhammed'dir, dedim.
Ey Muhammed, dedi, Allah'dan kork, günahlardan sakın. Çünkü senin ileride büyük
bir şânm olacaktır. Allah senin kalbine bir nûr vermiştir. Onu mâsiyetle
söndürme. Sen yarın buraya gelirsin, seni okutacak olan da gelir.»
Bu çağlarda hadîs
rivayetinde gelenek şöyle idi: Hadîs tahsil eden kimse, hadîs rivayet ettiği
veya hadîs okuduğu üstaddan. bir hadîs kitabı alır, onu yazar ve
rivayet.ederdi. Bunun için Şafiî,"ertesi gün gelmiş ve yanında da İmam
Malik'in hUzurunda okumak üzere onun el-Muvatta' adlı kitabını getirmişti.
Şafiî bu kitabı okumaya başlayınca, onun güzel okuyuşu İmam Malik'in çok
hoşuna gitmiştir. Şafiî, kitabı fazla okumaktan çekinirse, îmam Mâlik, oha;
Devam et, ey delikanlı, derdi. Bu sebeple Şafiî, el-Muvatta' kitabını İmam
Malik'in huzurunda birkaç gün içerisinde okuyup bitirmiştir.
Şafiî, Hicaz
fakîhlerinin başı olan İmam Malik'in yanından ayrılmamış ve onun himayesinde
yaşamıştır. Bununla beraber arasıra çöle gidip Arap kabilelerini tetkik eder ve
bir müddet onlarla düşüp kalkardı. NitekînTânnesini ziyaret etmek ve onun
öğütlerini dinlemek için arasıra da Mekke'ye giderdi. Annesi de asalet, güzel
anlayış ve olayları takdir kabiliyetine sahipti. Buna göre Şafiî'nin, arasıra
hocasının yanında kalmadığını söyleyebiliriz.[8]
Şafiî fakir bir hayat
geçiriyordu. Ancak ömrünün sonuna doğru ona Beytu'l-Maldan, Muttalip
oğullarına ayrılan fasıldan bir tahsisat bağlanmıştır. İmam Mâlik ölünce Şafiî
geçimini temin için bir iş aramış ve îmam Malik'in yanında dokuz yıl kaldıktan
sonra Mekke'ye dönmüştür. Bu sırada Yemen Valisi Hicaz'a gelmişti. Bâzı
Kureyşliler vali ile konuşmuş, o da Şafii'yi yanma alıp götürmüştü. Şafiî bu
hususta şöyle der: «Annemin yanında yol harçlığımı verecek bir şey yoktu.
Evimizi rehin olarak verip onunla yol masrafımı kaşıladım. Yemen'e gelince
aldığım bu parayı ödemek için çalıştım.»
İmam Şafiî'nin
dirayeti, bilhassa Yemen Valisinin maiyetinde aldığı ve kadılık mahiyetinde
olan bu görevinde dikkati çekmiştir. Vazifesi Yemen'e bağlı olan Necrari'da
idi. Şafiî, burada adaleti hakkıyla gerçekleştirmiştir. Her zaman ve her yerde
olduğu gibi Nec-ran'daki halk da vali ve kadılara karşı dalkavukluk ederek,
kendi çıkarlarını temine çalışıyorlardı. Fakat onlar, Şafii'nin şahsiyetinde
adaletle karşılaştılar ve dalkavukluk yapmak suretiyle onun ruhunu istilâya
imkân bulamadılar. Şafiî bu durumu tasvir ederken şöyle der: «Necran'da
çalışmak üzere vazifelendim. el-Hâris b. Abdilmedân ve Sâkîf kabilesinin
azatlıları orada idiler. Vali buraya gelince ona dalkavukluk ettiler, aynı
şeyi bana yapmak istedilerse de benden yüz bulamadılar.»
îmam Şafiî, böylece,
ruhuna hiçbir kimsenin işlememesi için dalkavukluk kapısını kapamış oldu. Çünkü
ifsatçılar, valilerin ruhlarına bu kapıdan nüfuz ediyorlardı. Şafiî bu kapıcı
kapatmakla nefsini fesat, şer ve zulümden korumuş oldu. Dolayısıyla adaleti
tam olarak gerçekleştirdi. Fakat adaleti yerine getirmek güç bir iş olup onu
ancak azimkar valiler gerçekleştirebilirler. Onlar da zamanın merhametsizliği
ve fesatçıların hileleri ile karşılaşırlar.[9]
Bu itibarla İmam
Şafii'nin şiddetli bir mihnetle karşılaşması tabü görülmelidir. Bu sırada
Necran'a zâlim bir vali gelmişti. Şafiî, onun idaresi altındakilere zulüm
etmesini önlemişti. İhtimal ki İmam Şafiî diğer bilginlerin sahip olduğu tenkit
kılıcına mâlik olup bunu gayet güzel kullanıyordu. Belki de Şafiî, valiyi hem
zulümden alıkoyuyor, hem de emrinde.olduğu halde dili veya tenkidi ile onu hırpalıyordu.
Bunun üzerine vâîi, bir yolunu bulup Şafiî'ye karşı tezvir ve hileye başvurdu.
Zîra herkes südünün icabını yerine getirecektir.
Abbasîler, Ali
evlâtlarına karşı daima saltanatlarını kıskanıyorlardı. Çünkü onlar da,
Abbasîler gibi Uz. Peygamberin soyuna dayanıyorlardı. Hattâ onlar, Uz.
Peygamber'e Abbasilerden daha yar kın idiler. Ayrıca yapılan isyanların hepsi
de Ali evlâtları tarafından oluyordu. Bu sebeple Abbasîler, daima onlardan
çekmiyorlardı. Dolayısiyle herhangi bir alevî hareketi gördükleri zaman onu hızla
bastırıyorlardı. Herhangi bir valinin Ali evlâtlarına karşı güzel davrandığını
tesbit ederlerse derhal onu ya azlediyorlar, ya muhakemeye çekiyorlar, ya da
öldürüyorlardı. Hattâ bunu, şüphelendikleri şahıslara da tatbik ediyorlardı.
Zîra, onlara göre, memleket düzeninin iyi gitmesi için suçsUz bir adamı
öldürmek, bu düzenin bozulmasına sebep olabilecek itham altındaki kimsenin
serbest bırakılmasından daha iyidir.
Adı geçen zâlim vali,
Abbâsîlerin ruhlarındaki bu zaaf noktasından faydalanarak, Şafiî'ye karşı bir
tUzak hazırlamak istedi ve onu alevîlerle birlik olmakla itham etti. Bu
maksatla o zamanki hilâfet makamını işgal eden Hânın er-Reşîd'e bir mektup
gönderdi. O, bu mektubunda şöyle diyordu: «Alevîlerden dokUz kişi harekete
geçti. Ben, bunların ayaklanmasından korkuyorum. Onlardan birisi Muttalib
oğullarından Şafiî denilen bir adamdır. Benim ona ne emrim, ne de yasaklarım
tesir ediyor. O, diliyle, savaşçıların kılıçlarıyla yapamadıklarını yapıyor.»
İşte Şafiî böyle bir
töhmet altında kaldı. Aslında bu töhmetin sebebi psikolo)ik idi. Fiilî bir şeye
dayanmıyordu. Çünkü, Şafiî'nin Uz. Ali evlâtlarına karşı sevgi beslediği
herkesçe biliniyordu. Fakat, onun bu sevgisi kendisini şiîlik propagandasına ve
onların iktidara gelmesi için fiili bir harekete sevkedecek durumda değildi.
Fakat o, bu yüzden râfizîlikle itham edildi. Gûyâ o, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)'in
hilâfetini reddediyordu. Şüphesiz Şafiî bundan beri' idi. O, bu hususta bir
beytinde şöyle der:
«Eğer Âli Muhammedi
sevmem, râfizîHkse, îki cihan tanık olsun ben rafizîyim.»
Nihayet Şafiî, eli
kelepçeli Bağdat'a gönderildi. Bu, Şafii'nin Bağdad'a ilk gelişidir. Bu olay
184 H. yılında cereyan etmiş olup Şafiî o tarihte takriben 34 yaşında idi.
İmam Şafiî, Halîfe Harun er-Reşîd'in hUzuruna çıkarıldığı zaman güzel konuşması
ve İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî'nin hüsnü şahadeti sayesinde canını
kurtarmıştır. İhtimal ki İmam Şafiî, İmam Muhammed ile îmanı Mâlik'in
derslerinde tanışmıştı. Zîra Şafiî, İmam Mâlik'in hayatının sonuna kadar dokUz
yıl onun yanından ayrılmamıştı. İmam Muhammed de bu sırada tam üç yıl İmam
Mâlik'in derslerine devam etmişti. Şafiî'nin güzel konuşması ve ifade gücü,
Harun er-Reşîd'e, kendisini sorguya çektiği zaman verdiği şu cevaptan
anlaşılmaktadır:
«Ey Emir'u'1-Mü'minin,
iki kişi farzedelim, birisi beni kardeş olarak görendir, dedi. Şâfü de şöyle
cevap verdi: İşte sen böylesin, ey Emîru'l-Mü'nıinîn. Çünkü siz Abbas
oğullarısınız, onlar ise Ali oğullarıdır. Biz Muttalib oğullarıyız. Siz Abbas
oğullan bizi kardeş görüyorsunUz, onlar ise köle görüyorlar.» Şafiî, bu ifade
ile alevî-lik iddia eden bâzı şiîlerin sözünü imâ etmiştir. Aslında gerçek alevîler
kendi soylarına karşı böyle bir şey düşünmezler[10].
İmam Muhammed b.
el-Hasen eş-Şeybânî'nin tanıklığına gelince; o bu sırada Bağdat Kadısı idi.
Şafiî, Harun er-Reşîd’in meclisinde itham edilerek sorguya çekilirken, İmam
Muhammed'i görmüş ve ona yakınlık duymuştur. Çünkü, ilim sahipleri arasında
manevî bir akrabalık vardır. Bunun için Şafiî, kendisini müdafaa sırasında
şöyle demiştir: «Ben ilim adamıyım, bunu kadınız Muhammed b. el-Hasen bilir.»
Bunun üzerine Hânın er-Reşîd, îmam Muhammed'e bu durumu sormuş, o da şöyle
cevap vermiştir: «Evet, bunun ilimden büyük bir nasibi vardır, iddia edilen
şeyle onun bir ilgisi olamaz.»
Pek kan dökmek
heveslisi olmayan Harun er-Reşîd, bu işi incelemek için bir yol bulmuş ve
acele etmemiştir. Büyük bir itimat duyduğu Muhammed b. el-Hasen'e, bunu yanma
al ve durumunu incele, demiştir. Bu inceleme işi, Şafiî'ye yöneltilen töhmete
iltifat edilmemekle neticelenmiştir.[11]
Irak'ın büyük fakihi
Muhammed b. el-Hasen, yalnız Şafiî'nin hayatım kurtarmamış, aynı zamanda onu
kadılık memuriyetinin karanlığından çıkarıp tekrar ilmin nuruna
kavuşturmuştur. İşte İmam Şafiî, bu tarihten, yani 184 H. yılından itibaren
ölünceye kadar yirmi yıl ilimle uğraşmıştır. Memuriyet hayatı İmam-Şafiî'nin
kısa ve kıymetli ömrünün beş yıl kadarını işgal etmiştir. Çünkü O, 54 yaşında
vefat etmiştir.
Denilebilir ki, onun
uğradığı mihnet, kendisi için çok hayırlı olmuştur. Eğer o, bu mihnetle
karşılamadaydı memurluğu devam edecek ve belki de ilme hiç dönemiyecekti.
Dolayısıyla, gelecek nesiller onun ölmez ilmî mirasından yoksun kalacaktı.
İmam Şafiî, Muhammed
b. el-Hasen'in evinde konakladı. Daha önce îmanı Mâlik'e sığındığı gibi bu kez
de İmam Muhammed'e sığınmış oldu. İlk önce Iraklıların fıkhına göre îmanı
Muhammed'in telif ettiği kitapları okumaya başladı. Bu kitapları bizzat İmam
Mu-hammed'den okudu. Nitekim bundan önce el-Muvatta'i da İmam Mâlik'ten
okumuştu. Allah cümlesinden razı olsun!
Böylece İmam Şafiî,
hem Irak'ın hem de Hicaz'ın fıkhını birleştirmiş ve çağının en büyük
fakîhlerinden ders almıştır. Bu konuda îbni Hacer el-Askalânî «Tevali et-Te'sis
fî Maâlî İbni İdrîs» adlı kitabında şöyle der: «Medine'de fıkhı Mâlik b. Eries
temsil ediyordu. Şafiî onun yanma gidip derslerine devam etmiştir. Irak'ta da
fıkhı İmam Ebu Hanife temsil ediyordu. Şafiî, Ebu Hanîfe'nin talebesi Muhammed
b. el-Hasen'den bizzat ders aldı. Böylece o, hem re'y taraftarlarının, hem de
hadîs taraftarlarının ilmini kendisinde birleştirdi. Bu ilmin kaide ve
prensiplerini tesbit edecek kadar yüksek bir mevki ihraz etti. Bu konuda
muvafık ve muhalif herkes onun bu mevkiini tanıdı. Böylece onun ünü her tarafa
yayıldı, itibarı yükseldi ve nihayet o, hakkıyla İmamlık mertebesine erişti.»
Şafiî, Muhammed b.
el-Hasen'den ilim tahsil etti. Ondan nakil ve rivayetlerde bulundu. Yaptığı bu
nakil ve rivayetleri yazdı. Kendisi bu konuda şöyle der: «Muhammed b.
el-Hasen'den bizzat kendisinden işitmek suretiyle bîr deve yükü ilim
öğrendim.» Şafiî, Muhammed b. el-Hasen'i daima hürmet ve -tazimle anardı. Onun
hakkında şöyle der: «Ancak Muhammed b, el-Hasen hariç, kendisine münakaşalı
bir mesele sorulan herkesin yüzünde bir nâhoşluk görürdüm.»
Burada belirtmeliyiz
ki, Şâfü, îmam Muhammed'den yalnız re'y ve kıyas fıkhını tahsil etmemiş, aynı
zamanda ondan Iraklılarca meşhur olan ve fakat Hicazlılarca meşhur olmayan
rivayetleri de öğrenmiştir. Şafiî'nin îmam Muhammed'den yaptığı rivayetlere
şunu misâl olarak söyleyebiliriz: «Muhammed b. el-Hasen, Yakub b. İbrahim (Ebu
Yusuf) 'den, o da Abdullah b. Dinar'dan, o da Abdullah b. Ömer'den, Peygamber
(S.A.)'in şöyle buyurduğunu bana haber verdi; «Velâ' (birinin azatlısı olma)
soy bakımından akrabalık gibidir. (Azatlı) ne satılır, ne de hîbe edilir.»
Şafiî, Bağdad'ta oturduğu sıralarda Iraklılarla fıkhî münakaaşlar yapar ve
kendisini îmam Mâlik'in talebesi sayardı. Muayyen bir metod ortaya koymazdı. Fakat
îmam Muhammed hariç, yaşça ona denk olanlarla tartışırdı, îmam Muhammed'le
tartışmayı kendisine yakıştırmazdı. Çünkü, onu kendisinin hocası olarak
görüyordu. Fakat, nasıl Ebu Hanîfe talebeleriyle münakaşa ediyor idiyse,
Şafiî'nin hocası İmam Muhammed de onun kendisiyle münakaşa etmesini isterdi.
Fakat, Şafiî, hocasıyla tartışırken utanırdı. Çünkü ilk hocası îmam Mâlik,
talebelerine münakaşa kapısını açmaz ve onları cedelleşmeden menederdi.[12]
Tarihçiler, İmam Şafiî'nin
Bağdat'ta İmam Muhammed'in yanında hoca ve talebelerle tartışarak, ne kadar
kaldığını bildirmemektedirler. Büyük bir ihtimale göre o, burada iki sene
kalmıştır. Bu müddet, ister Uzun ister kısa olsun, gerçek olan onun çok verimli
oluşudur. Zîra, İmam Mâlik'in talebesi Şafiî, hocasından başka üstadlatın da
görüş ve fıkıh metodlarım öğrenme imkânını bulmuştur. Bunun tabii bir neticesi
olarak, Şafiî'nin, bu değişik görüş ve metodlar arasında karşılaştırmalı bir
inceleme yapması zaruri idi. Keza, onun, bu karşılaştırmalı incelemelerinden
sonra bu her iki görüş ve nıetodlardan birine yakın veya her ikisinden de Uzak
bâzı görüşler ortaya atması gerekirdi.
Bu karşılaştırma,
elbette görüş ve metodları süzgeçten geçirerek ve bunlardan hangisinin daha
doğru ve gerçeğe daha yakın olduğunu ortaya koyacak esaslı ölçülere dayanmak
mecburiyetinde idi. İmam Şafiî, böyle bir karşılaştırma yapmak üzere
Beytü'l-Harâm'a çekilmiş; kendisini, keskin bir basiret ve anlayışlı bir
teemmül içerisinde bu işe vermiştir. Şafiî, burada yaptığı
karşılaştırmalarından şöyle iki netice elde etmiştir:
1 — Şafiî,
kendisine has bir mezheble ortaya çıkmıştır. O,daha önce îmam Mâlik'in
talebesi olup onun görüşlerini yaymaya çakışıyordu. Şimdi ise îmam Mâlik'in
görüşlerini müstakil olarak ele alıp inceliyen ve yerine göre tenkit eden,
bazen ona muvafakat, ba-zan da muhalefet eden bir ilim adamı olarak
davranıyordu. O, bu konuda «Hilafu Mâlik» adında bir kitap yazmıştır. Keza,
Şafiî, îmam Muhammed ve onun hocası Ebu Hanîfe ile Ebu Yûsuf'un görûşlerl-in
incelemiş, tenkid etmiş; bâzan bunlara muhalefet, bâzan da muvafakat etmiştir.
Bu konuda yazdığı kitaba da «Hilâfu'I-Irâkiyyîn» adını vermiştir, İşte böylece
İmam Şafii, fakîhlerden herhangi bir guruba bağlı kalmaktan kurtulmuş, Allah'ın
Kitabı ve Resûlullah'ın Sünnetinin gölgesinde hür ve müstakil olarak, ictihad
mertebesine yükselmiştir.
2 — İstinbat
(hüküm çıkarma) prensiplerini tesbit etmiştir ki, daha sonra bu usûl-i fıkıh
adını almıştır. Şafiî, içtihadlarmda yalnız ortaya koyduğu bu prensiplere göre
hareket ederdi. Ondan önceki-âlimler de, içtihatlarında birtakım metodlara
bağlanırlar ve bu metodları kısaca işaret ederlerdi. Şafiî ise, bu metodlan
işaret etmekle yetinmemiş, müctehidin ictihad ve istinbat sırasında hatâya düşmemesi
ve içtihadının verdiği imkân nisbetinde hakîkata ulaşması için bağlı kalması
gereken prensip ve kanunları tesbit ederek açıklamıştır.[13]
İmam Şafiî, Mekke-i
Mükerreme'de inceleme ve araştırmalarıyla öğrencilerine daha önce alışık
olmadıkları bir ilmi öğretmeye devam etmiştir. O, fıkıh derslerinde Kur'an ve
Sünnetin gölgesinden dışarı çıkmazdı. Bu sırada bilhassa hac mevsiminde bütün
Uzak islâm ülkelerinden gelen ilim adamları ondan feyz alırlardı. Meselâ,
Iraklılar ve diğerleri gelip ondan faydalanırlardı. Mekke'de bu seferki ikameti
dokUz yıl sürmüştür.
Şüphesiz Şafiî,
ulaşmış olduğu neticeleri ve özellikle fıkh! istinbat için koymuş olduğu
metodlan bütün islâm ülkelerine yayacaktı. O çağda islâm âleminde ilim nurunun
yayıldığı yer islâm Dev-leti'nin merkezi olan Bağdad şehri idi. Şafiî bu şehre,
bu şehir de ona ısınmıştı. Şafiî burayı, bura da kendisini tanımıştı. Bunun
içindir ki Şafiî, 195 H. yılında tekrar Bagdad'a dönmüştür. Bu tarihte o,
yaklaşık olarak 45 yaşında idi.
Bağdad'ta ona bütün
âlimler önem vermiş ve talebeler etrafını' sarmıştır. Bağdad âlimleri, ondan
ders almak konusunda büyüklük saİmamıştır. Meselâ, daha önce Mekke'de Şafiî
ile görüşen Ah-med b. Hanbel ona talebe olmuş, onun akıl ve fikrine hayran
kalmıştır. Aşağı yukarı kendisinin yaşıtı olan İshak b, Rahûye de ondan tahsil
görmüştür. Bunlar ve benzerleri, îmam Şafiî'den ilim tahsil eden asıl
talebelerden ayrıdırlar.
Herkes onun dersine koşuyor
ve verdiği cevaplara hayran kalıyordu. Çünkü O, Iraklıların alışık olmadıkları
bir metoda dayanan yeni bir ilim getirmişti. Ayrıca o, kendisinden öncekilerde
bulunmayan bir kısım sıfatlara sahipti. Şafiî'nin metodu, tafsilatıyla açıkladığı
istinbat metodu olan usûl-i fıkıh ilmi idi. O, bu sayede açık lâfızlara dayanarak,
kapalı olan mânaları ortaya koyuyordu. Bunun içindir ki İshak b. Rahûye:
«Şafiî'den önce biz, nâsih ve mensûhu bilmiyorduk.» demiştir. Sahip olduğu
sıfatlar ise, güzel ve açık konuşma, münazara ve münakaşa kudretidir. Onun
ifadesi gayet açık, güzel ve tesir bakımından çok güçlü idi. Bunun için bir
çağdaşı «O, âlimlerin hatibidir.» demiştir.
Şafiî, bu gelişinde
Bağdad kitapları (el-Kütübu'1-Bağdadiyye) adını verdiği eserlerini yazdırmış
(imlâ etmiş) tır. el-Umm veya el-Mebsût diye isimlendirilen eseri bunlar
arasındadır. Bu eser, birkaç kitaptan meydana gelmiş olup çoğu fürû'a dairdir.
Bunu kendisinden rivayet eden, talebesi ez-Zaferânî'dir. Keza, burada Şafiî,
usûl-i fıkha ait olan kitabını imlâ etmiştir. Bu eser er-Risâle adını almış
olup bunu rivayet eden de ez-Zaferânî'dir.
Böylece Şafiî'nin ilmi
Irak'ın sınırlarını aşmış ve bütün Doğu İslâm ülkelerinde yayılmıştır. Onun
ilmini yaymada talebelerinin tesiri çok olmuştur. Talebelerine tesir eden iki
husus vardı:
Birisi ondan istifade
arzusu, diğeri de Şafiî'nin eşsiz şahsiyetine karşı duydukları hayranlık idi.
Bu gelişinde Şafiî,
iki seneden fazla Çalmış, sonra tekrar Mekke'ye dönmüştür. Belki Şafiî, tekrar
Mekke'ye eşya ve işlerini toparlamak, Beytu'î-Harâm'ı ve Süfyayn b. Uyeyne
gibi hocalarını ziyaret etmek için gelmiştir. Dolayısiyle burada fazla
kalmamış, 198 H. yılında yeniden Bagdad'a dönmüştür.[14]
Şafiî, Bagdad'a bu
gelişinde kısa bir süre ikâmet ettikten sonra Mısır'a gitmek üzere yola çıkmış
ve oraya 199 H. yılında varmıştır.
Şafiî, bu sefer
Bağdad'ta niçin kısa bir süre kalmıştır? Halbuki umumî vaziyet onun bu şehirde
Uzun müddet kalmasını gerektiriyordu. Çünkü burası, âlimlerin merkezi ve İslâm
Devleti'nin başkenti idi. Öte yandan burada, Şafiî'nin birçok talebeleri
vardı. Bu şehirden İslâm âleminin dört bucağına ilim nuru yayılıyordu. Öyle
ise, İmam Şafiî burayı terkedip niçin Mısır'a gitmiştir? Halbuki Mısır, bu
sırada ilim merkezi değildi. Gerçi yavaş yavaş bir ilim merkezi olmaya
başlamıştı. İçimizi rahatsız eden bu soru bizden cevap beklemektedir.
Bu sorunun cevabı
bizce şudur: 198 H. yılında hilâfet, Harun er-Reşîd'in oğlu Abdullah
el-Me'mun'a geçmiştir. Arap.ve İranlılar arasında cereyan eden birçok savaş ve
fitnelerden sonra el-Emin öldürülmüş (198 HÜ ve el-Me'mun .(öl. 218 H.)
halifelik makamına oturmuştur. el-Me'mun devrinde hâkim bir durumda olan iki husus,
Şafiî'nin Mısır'a gitmesinde etkili olmuştur ki, bu kanaati Şafiî'nin hayat ve
ilmî metodu teyit etmektedir.
1 —
el-Me'mun devrinde duruma İranlılar hâkim olmuşlardı. Çünkü el-Emin'le
el-Me'mun arasındaki taht kavgası, gerçekte Araplarla İranlılar arasında
cereyan etmiştir. Neticede de el-Me'mun mUzaffer olmuş, dolayısıyla İranlılar,
Araplara galip gelmişler ve nüfuz onların eline geçmiştir. Bu durumda Kureyşli
Şafiî, İranlıların nüfUz ve otoritesine boyun eğmek istememiştir.
2 —
el-Me'mun, kelâmcı filozoflardan idi. Mu'tezilîleri. yanma almış, kendisini
onlardan saymış, kâtip, hâcip ve nedimlerini onlardan seçmiş, ilimde ve
âlimler arasında onları üstün tutmuştur. Şafii ise, mu'tezilîlerden ve onların
metodlanndan nefret ederdi. Mu'-tezilîler gibi münakaşalara giren ve onların
metoduyla akâid konularını anlatan kimselerin cezalandırılmasını isterdi.
Şafiî gibi bir şahsiyet, elbette bunlarla beraber yaşıyamaz ve onlara yüzveren
Halîfe el-Me'mun'un yanında kalamazdı. Öyle ki Hlîfe el-Me'mun, daha sonra
mu'tezilîlerin tahrikiyle fakîh ve muhaddislere işkencelerde bulunmuştur. Bu
işkencelerin başlıca sebebi, Kur'an-ı Ke-rîm'in yaratılmış olup olmaması
meselesi idi. Bu yüzden îmanı Ah-med b. Hanbel de, türlü işkencelere
uğramıştır.
Şafiî mezhebine bağlı
olanlardan bâzısının rivayetine göre, Halîfe el-Me'mun, İmam Şafiî'ye kadılık
teklifinde bulunmuş, o da bu konuda özür beyan etmiştir. Şüphesiz bu rivayet,
İmam Mâlik'in talebesi olan Şafiî'nin hem düşüncesi, hem mantığı, hem de
yaşayışla bağdaşmaktadır.[15]
Son gelişinde
Bağdad'ta oturmak, Şafiî için hoş olmuyordu. Onun, ilim bakımından buraya yakın
bir değer taşıyan başka bir memlekete gitmesi gerekiyordu. Gideceği bu
memlekette O, Bağdad'taki gibi İranlıların AVaplara tahakkümü ile
karşüaşmamalıydı. Şafiî aradığını Mısır'da buldu. Çünkü İmam Mâlik'in
talebeleri ve Leys b. Sa'd Mısır'da idiler. Ayrıca Mısır, ilim bakımından
Bağ-dad'a benzememekte ise de, ona yakındı. Buraya Araplar hâkimdi. Buranın
valisi Kureyş'e mensup olup Abbas oğullarından idi. Yakut el-Hamevî
«Mu'cemu'l-Üdebâ» smda bu konuda şöyle der: «Şafiî'nin Mısır'a gelişinin
sebebi, bura valisinin Abbas b. Abdillah b. Abbas b. Musa b. Abdillah b. Abbas
oluşudur.»
Şafiî, Mısır
yolculuğuna karar verince şu mısraları söylemiştir:
«Durmadan Mısır'ı
özlüyor ruhum?
Ondan gayri çöl ve ova
kalmadı.
Kurtuluş ve zenginliğe
mi? Vallahi bilmiyorum,
Yoksa kabre mi
götürülüyorum?»
Kader, Şafii'nin bu
arzusunu yerine getirdi ve onu burada zenginliğe ulaştırdı. Çünkü Mısır'ın
Arap valisi, Peygamber'e akraba olanlara tahsis edilen ganimetlerden Şafiî için
de bir hisse ayırmış ve böylece Şafii, nesebinin şerefiyle mütenasip bir duruma
gelmiştir. Şafii, öte yandan ilmini, fıkhını ve görüşlerini burada yaymaya
muvaffak olmuştur. Daha1 sonra ölümü tadarak Mısır'daki kabrine defnedilmiştir.
Şafiî, Mısır'da 204 H. yılı Recep ayının son gecesi öldüğü zaman 54 yaşında
idi. Halbuki İmam Ebu Hanîfe takriben 70 ve Şafiî'nin hocası İmam Mâlik 86
yaşma değinceye kadar hayatta kalmıştır. İmam Şafiî'nin hayatı mücadele içinde
geçmiş olup hasta iken yatağında ölmüştür[16].
Zayıf bir rivayete
göre Şâfü, Mâliki mezhebine mensup Fityan isimli budala ve yobaz bir kimsenin
adamları tarafından dövülmüş ve bunun üzerine ölmüştür. Bu rivayeti Yakut
el-Hamevi «Mulcemu'l-Udebâ» smda anlatırken aynen şöyle der:
«Mısır'da Fityan
denilen ve Mâliki mezhebine bağlı olan hiddetli ve zâlim bir kimse sardı. Bu,
çoğu zaman Şafiî ile münakaşa eder, halk da bunların etrafına toplanırdı. Bir
gün hür bir insanın satılması meselesi üzerine tartışıyorlardı. Meselenin aslı
şu idi: Rehin olarak verilmiş olan bir köleyi, onu rehin olarak veren sahibi
âzâd etse ve borcunu verecek başka malı bulunmasa durum ne olacaktır? Şafiî,
bir kavline göre bu âzâd edilmiş kölenin satılabileceğini söyledi. Görüşünü
isbat için birçok delil serdetti. Bunun üzerine öfkelenen Fityan Şafiî'ye ağır
şekilde küfretti. Şafiî, ona hiç cevap vermedi ve meseleyi açıklamaya devam
etti. Bir şahıs bu durumu Mısır Valisine haber verdi, Vali de, Şafiî'yi çağırıp
durumu sordu. Şafiî olanları anlattı ve bâzı kimseler de Fityan'm aleyhinde
şahitlik ettiler. Bunun üzerine Vali, Şafiî gibi bir kişi daha Fityan aleyhinde
şahitlik etseydi Fityan'ın boynunu vurdururdunı, dedi. Valinin emriyle Fityan
kırbaçla dövüldü ve bir deve üzerine bindirilip sokaklarda dolaştırıldı.
Önünden giden bir tellâl: İşte Peygamber'in soyuna küfredenlerin cezası budur,
diye bağırdı. Daha sonra bayağı kimselerden meydana gelen bir topluluk, Fityan
lehine harekete geçip. Şafii'yi takibe başladılar. Şafiî, talebelerinden
ayrılıp yalnız kalınca üzerine saldırdılar ve dövdüler. Bundan sonra evine
gelen Şafiî ölünceye kadar iyileşemedi.»
Bu rivayete göre,
Şafiî'nin ölüm sebebi bu dövülme olayıdır. Biz, bu rivayeti yerinde bulmuyorUz.
Çünkü Şâfiîye küfreden kimseyi, nerede ise ölüm cezası ile cezalandıracak olan
Mısır Valisi onu dövenlere karşı susmaz, durumu Şafiî'den mutlaka sorup
suçluları en ağır şekilde cezalandırırdı. Bu dövme olayı, ister doğru olsun
ister doğru olmasın, gerçek olan şudur ki, Şafiî'nin ölümünün sebebi, basur
hastalığına yakalanmış olmasıdır. Şafiî bu yüzden şiddetli bir kanama geçirmiş
ve neticede Rabbma kavuşmuştur. Allah ondan razı olsun!
İmam Şafiî,
kendisinden sonrakiler için zengin bir miras ve fıkıh için hâlâ tükenme
bilmeyen bir hazine bırakmıştır. Bu sayede onun adı, her yerde hürmetle
anılmaktadır.[17]
İmam Şafiî, insanların
dikkatini aklı, ilmi ve belagatı ile kendi üzerine çekmiştir. Bağdad'ta iken,
buranın fakîhleri ile yaptığı münazaralarda onların dikkatini üzerine
çekmiştir. Bu sırada O, İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî'den ilim tahsil
eden bir delikanlı idi. Beytu'l-Harâm'ı hac maksadıyla ziyarete gelen ve Uz.
Peygamber'in hadîslerini hayatta bulunan tabiîlerden öğrenmek isteyen
bilginlerin dikkatini çeken yine Şafiî idi. O, ikinci olarak Bağ-dad'ı, ulaşmış
olduğu ilmin semereleriyle doldurmuştur. Şafiî, Beytu'1-Harâm'da iken İslâm
hukukunun esaslarım, usûl-i fıkıh kaidelerini tesbit ediyor ve âlimlerin
re'ylerini görülmemiş bir şekilde karşılaştırarak inceliyordu. O, daha sonra
Mısır'a gelmiş ve buradaki insanları, geniş ilmi ile kendisine çekmiştir.
Gerçi Mısır*daki-lerin de kendilerine göre bir .üstünlükleri mevcuttu.
Şafiî'yi ilim tahsil
ettiği hocaları övmüş, kendisiyle münakaşa eden arkadaşları ona hoca
muamelesinde bulunmuş ve öğrencileri onun çok zengin ilim mirasını gelecek
nesillere aktarmışlardır.
Hocası İmam Mâlik,
Süfyan b. Uyeyne ve Müslim b. Halid ez-Zencî, onun akli gücünü övmektedir.
Abdurrahman b. Mehdi, Şafii'nin «Usûl» hakkındaki «er-RisâIe»sini okuduktan
sonra: «İşte bu, gerçekten anlayışlı bir
delikanlıdır.» demiştir. Şafiî'nin talebelerinden Muhammed b. Abdülah b.
el-Hakem de şöyle demektedir. «Şafiî olmasaydı beri, bir kimseyi nasıl
reddedeceğimi öğrenemezdim. Bildiklerimi hep onun sayesinde öğrendim. Bana
kıyası öğreten o rahmetlidir. O, sünnete bağlı, her türlü fazilete, keskin ve
açık bir dile, sağlam bir kafa ile üstün bir akla sahipti.»
Talebesi Ahmed b.
Hanbel de şöyle der: «Peygamber (S.A.)'den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
«Allahu Teâlâ, bu ümmetin dî nini doğru olarak uygulamak için her yüz yılda bir
şahıs gönderir.» Birinci yüzyılın başında bu şahıs Ömer b. Abdilaziz olmuştur.
İkin ci yüzyılın başında da bu şahsın Şafiî olacağını umuyorum.»
İşte bu ilim
adamlarının şahadetleri, İmam Şafiî'nin ilim, fazilet ve üstün bir kavrayışa
sahib olduğunu açıkça göstermektedir. Gerçekten Şafiî, kendisini böyle yüksek
bir mevkie getiren ilim vasıtalarının hepsine sahipti. O, Kur'an ilmini,
Kur'an'm mâna, gaye ve sırlarını hakkıyla öğrenmişti. Bir talebesi şöyle der:
«Şafiî tefsire başlayınca, Kur'an'ın inişine şahid olmuş gibi davranırdı.
Şafiî, Hadîs ilmini de hakkıyle elde etmişti. O, Mekke'de bulunan tabiîlerin
hayatta olanlarından birçok hadîs rivayet etmiş ve ilk hadîs kitabı olan
el-Muvatta'ı da bizzat İmam Mâlik'ten okumuştur. îmam Muhammed'den tahsil
gördüğü sırada, Iraklıların ilmine sahip olmuş ve bu ilmin de râvîleri arasına
katılmıştır.
Bununla birlikte
Şafiî, re'y'e dayanan fıkhı da tehsil etmiş; fıkıh, kıyas ve nesh'in kaide ve
prensiplerini vaz'etmiştir.
O, —Allah kendinden
razı olsun— her çeşit ilmin öğrenilmesini ister ve şöyle derdi: «Kur'an ilmini
öğrenenin kıymeti yükselir. Hadîs ilmini öğrenip yazanın delil getirme gücü
artar, fıkıh öğrenen kimsenin şerefi yükselir, dil üzerinde çalışanın duyguları
incelir, matematik tahsil edenin görüşü artar ve nefsini koruyamıyanın ilmi
kendisine hiçbir fayda vermez.»[18]
Şafii, akranı arasında
en yüksek seviyeye ulaşmak için genç yaşta ilme yönelmiş ve ilmin her türlü
imkânları içerisinde yetişmiştir. Çünkü O, Mekke'de oturuyordu. Bu sırada,
tabiîlerden hayatta olanlar vardı. Beytü'l-Harâm'm civarında oturmayı tercih
eden Abdullah b. Abbas'ın medresesi burada idi. Biraz büyüyüp delikanlılık
çağına ulaşınca Peygamber şehrinin İmamı olan Mâlik'in yanına gelmiş ve dokuz
yıl ondan ayrılmamıştır. Bu zaman, honı hocası için, hem de talebesi için en
verimli yıllar olmuştur. Şafiî, ömrünü ilimden başka bir yerde harcamamıştır.
Ancak kısa bir zaman vazife almış ise de, şevkle ve bütün şerefin ilme ait
olduğunu kavrayarak, tekrar ilme dönmüştür. Kur'an ve Sünnet ilmini ve
fakîh-lerin ihtilâflarını incelemeye başlamış ve bunlar için hakikati bildirecek
ölçüler koymuştur. Önce dersine Beytu'l-Harâm'da başlamış, nihayet ilim
dağarcığı dolunca Bağdad'a gitmiştir. Bağdad'ta da dersi için başka bir
kürsüye sahip olmuştur. Bağdad kendisini sıkmaya ve bazı çevreler hoşuna
gitmeyen bir takım ilmi görüşlere tkassup göstermeye başlayınca Şafiî, Mısır
ülkesine gitmeye karar vermiştir, îşte bundan sonradır ki İslâm âleminin
çeşitli felâketlerle karşılaştığı anlarda güzel Mısır'ımız, Doğu ve Batı
âlimlerinin sığmağı haline gelmiştir. O çağlarda âlimler, emniyet ve hUzura
kavuşmak için memleketlerinden ayrılmak zorunda kalmışlar, aradıkları emniyet
ve hUzuru da ancak Mısır'da bulabilmişlerdir.
Şafii'nin bütün
hayati; dehâ derecesinde bir akıl, sağlam bir kalem, belâgatli ve tasvir gücüne
sahip bir dil ile ilim uğrunda geçmiştir.
Şafii'nin içinde
yaşadığı çağ, ilimlerin geliştiği, tedvin ve telifin başladığı, her ilmin
esaslarının konduğu bir çağdır. Bu çağ da Arap dili tedvin ediliyor ve esasları
konuyordu. Ebu'l-Esved ed-Duelî'nin ardından gelenler, nahiv ilminin esaslarını
koymaya başlamışlardı. el-Aşma'î ve diğerleri, şiir rivayetlerini tesbit ve
naklediyorlardı: Halil b. Ahmed, Arap şiirinin nağme ölçülerini ifade eden
«ArUz» ilmini koymuştu. Câhız, dikkatleri edebî tenkit usûllerine çevirmişti.
İşte bütün ilimler böyle gelişiyordu.
Âlimler, hadîslerin
çeşitli kaynaklarından toplanmasına yönelmişti. Hadîs'in rivayet bakımından
doğru olup olmadığını, râvîler (rical) ve metni itibariyle Peygamber (S,A.)'e
nisbet bakımından elverişli bulunup bulunmadığını tesbit için esas ve ölçüler
konmaya başlanmıştı.
Fıkıh konusunda da
çeşitli ekol (medrese)'ler kurulmuştu. Mekke ekolü, Abdullah b. Abbas'ın
görüşlerini; Medine ekolü, Ömer b. el-Hatlâb, Zeyd b. Sabit, Osman b. Affan,
Ali b. Ebî Tâlib ve Peygamber (S.A.V.)'in ilmini kendilerinden sonrakilere
olduğu gibi aktaran diğer bilgin sahâbîlerin fıkhını naklediyordu. Fıkıh,
tedvin edilmeye başlanmıştı. Meselâ, İmam Mâlik, kendi fıkhını ve rivayet
ettiği hadisleri, talebeleri vasıtasıyla nakledilen sahâbîlerin fetvalarını
içine alan «el-Muvatta» adlı eserini tedvin etmişti. İmam Muhammed b. el-Hasen,
Irak fıkhım tedvin etmiş ve bu fıkhın fürû'unu inceden inceye yazmıştı. İşte
Şafiî, bütün bunlardan faydalanmıştır.
Burada söylenmesi
gereken bir husus daha vardır ki o da çeşitli îslâm fırkalarıdır. Her fırka,
kendi görüşlerini savunup yaymaya başlamıştı. Mu'tezilîler kendi görüşleri
uğrunda mücâdele ediyorlar ve İslâmiyeti kendi açılarından savunuyorlardı.
Şiîlerden îma-miyye, Zeydiyye ve sair siyasî fırkalar da böyle idiler. Kısaca
bu çağ, mücadele ve münazara çağı idi.
Şâfü, bu fırkaların
çoğundan memnun değildi. O, ne Mu'tezili-lerin, ne Şiilerin ve ne de
Hâricilerin yolundan gitmiştir. Şüphesiz O, içinde yaşadığı çağın metod
bakımından etkisinde kalmıştır. Onun çağı mücadele ve münazara çağı idi. Bu
itibarla Şafiî de, büyük bir mücadele ve münazara gücüne sahipti. O, mücadele
ve münakaşalarında bâtılı nasıl yıkacağını ve hakikati nasıl ortaya çıkaracağını
biliyordu.
Şafiî, hadisi savunmak
için Mu'tezilîlerle bilfiil mücadele etmiştir. Yâni, Basra'da bulunan bir
gurup, mütevâtir olmayan hadîsleri delil olarak kabul etmiyordu. Şafiî, bunlara
karşı mücadeleye girişmiş ve Resülüllah'ın Sünnetini savunmuştur. Bu konudaki
mücadelelerini «el-Umm» adlı kitabında anlatan Şafiî, gerçekten «Sünnetin
koruyucusu» unvanına hak kazanmıştır.
Şafiî'nin çağında
Yunan, Fars ve Hint dillerinden çeşitli ilimler Arapçaya terceme edilmiştir..
Bu tercemelerle o çağda birçok ilimler yayılmıştır. Şafiî'nin bu ilimlerden
Uzak kaldığını sanmıyorUz.. Belki O, bu ilimlerden cedel ve münazara ile ilgisi
nisbetinde faydalanmıştır. Ne olursa olsun, Şafiî'nin fıkhî görüşlerinde bu
ilimlerin herhangi bir etkisi yoktur. Çünkü, Şafiî'nin fıkhî görüşleri tamamen
İslâmî kaynaklardan gelmektedir. Hattâ.O, nass'lara bağlılıkta son haddine
varmaktadır. Çünkü O, nass'lara dayanmayan her içtihadı iptal etmektedir. Bu
hususu, ileride, inşaallah, kısaca açıklayacğız.[19]
Allh, İmam Şafiî'ye
çağdaşları arasında ilim, ahlâk, din ve içtimaî mevki' bakımından onu yücelten
birçok sıfatlar ihsan etmiştir.[20]
Şafiî, ilmî idrâk
yönünden çok kuvvetli idi. Öyle sağlam bir hafızaya sahipti ki, îmam Mâlik'in
«el-Muvatta'» ını okuyup hıfzetmişti. Onu, İmam Mâlik'in rivayet ettiği şekilde
ezberden okurdu. Hattâ Şafiî, el-Muvatta'ı İmam Mâlik'le karşılaşmadan önce
hıfzetmişti. Bu sağlam hafızasının yanında Şafii, hazircevaplı bir şahsiyetti,
ihtiyaç duyduğu zaman bildiklerini rahatlıkla anlatırdı. O, fikri hiçbir
tutukluk göstermezdi. Olayların altında kalmaz, aksine incelediği mes'eleleri
düşüncesiyle aydınlatırdı. Onun önünde hakîkat-lar kendiliğinden açığa çıkar ve
bunların mantik'ı doğru olarak belirirdi. O da, i bu mantık sayesinde
gerçeklere nüfuz ederdi.
Şafiî derin bir
düşünceye sahip olup mes'elelerin dış yüzünü incelemekle yetinmez, aksine
onların derinliklerine inerdi. O, son derecede anlayışlı ölüp hakîkata tam
olarak ulaşıncaya kadar hiçbir noktada duraklamazdı. Hadisler ve bunlarla
ilgili hükümleri tetkik ederken, onları belli prensiplere bağlamaya çalışırdı.
Onun araştırmaları külîî neticelere ulaşmak.içindi. O cüz'iyyatla yetinmezdi.
İşte böyle külli neticelere yönelişinin
sonunda, Şafiî, usûl-i fıkıh ilmini kurmuştur:[21]
Şafiî, konuşurken
güçlü ve açık bir. ifadeye sahipti. O, dilinin fesahati, ifadesinin belagatı ve
kalbinin kuvvetli oluşu yanında, derin tesirli bir sese sahipti. O,
ifadeleriyle bir şeyi güzelce açıkladığı gibi, sesinin ihtizazı ile de
maksadını anlatırdı. Şafiî, İmam Mâlikle görüştüğünde İmam Mâlik, ondan,
el-Muvatta'ı arkadaşlarına okumasını istemiş ve ona; bir sahife oku, demiştir.
Şafiî sahîfeyi bitirince, İmam Mâlik, onu daha çok dinlemek istemiş ve sonuna
kadar ona el-Muvatta'ı okumuştur. İşte bu, onun sesindeki derin tesirin bir
neticesidir.
Bir talebesinden şöyle
rivayet edilmiştir: «Ben, Şafiî'den başka yazıları konuşmasından daha üstün
(fasîh) olan birini görmedim. Bununla beraber Şafiî'nin dili, yazısından da
üstün (fasih) idi.» Şafiî'nin yazdıkları, ifade ve düşünceleri tasvir
bakımından son derecede güzel olursa, onun konuşması nasıl olur? Elbette onun
konuş- ' ması, ifade bakımından daha kuvvetli, işaret bakımından daha mükemmel,
ibare ve üslûp bakımından daha üstündü. O, sağlam ifadede öyle bir dereceye
ulaşmıştı ki, İshak b. Rahûye, onun hakkında; «Şafiî, âlimlerin hatibidir.»
demiştir.[22]
Şafii, hocası İmâm
Mâlik gibi keskin bir basiret ve kuvvetli bir firaset sahibi idi. Bu sıfat,
münazara ile uğraşan uyanık kişilerden ayrılmayan bir haslettir. Aynı zamanda
bu sıfat, büyük üstadlann sıfatıdır. Çünkü Şafiî, talebelerine ders anlatırken
onların marifet bakımından kavrıyabilecekleri kadar anlatırdı. O, bunu ancak fira-seti
sayesinde bilir, dolayısiyle onların anlama ve açıklama bakımından tâkatlanna
göre ders takrir ederdi. Bu basiret ve firaseti sayesindedir ki, sayı
bakımından en çok talebe onun etrafında toplanmıştır. O, insanların ruhî
durumlarını iyi bildiği için dinleyicilerine ancak tâkatlari nisbetinde ders
verirdi. Bu konuda Yakut'un «Mü'-cemü'l-Üdebâ» sında anlattığına göre, Şafiî,
bâzı dinleyicilerine Hu-zeyl kabilesinin şiirlerini okurdu. O, bu şiirlerden
pek çok ezberlemiş ve bunları yanında okuduğu bir talebesine şöyle demiştir:
«Bunu, hadîs ehlinden hiçbir kimseye belli etme; çünkü onlar, bunu hazmedemezler.»[23]
Şafiî hakikatlan
araştırmada büyük bir ihlâs ve ulaşmak istediği gerçeğe yönelmede de sağlam
bir görüş sahibi idi. îşrak felsefesine göre hakîkatlan aramada ihlâs, kalbi
marifet nuru ile doldurur ve ruhta öyle bir safiyet meydana gelir ki bu sayede
hâkîkatlar kendiliğniden açığa çıkar, akıl onları kavrar, düşünce dosdoğru
olur, ifadeler gerçek mânaları sadakatle tasvir eder, dolayısiyle görüş doğru
ve ifade sağlam olur.
Şafiî'nin hakikatları
aramadaki ihlâsı, hayatının bütün devrelerinde kendisinden ayrılmamıştır.
Hattâ O, nerede olursa olsun, hakikati bulmaya çalışmıştır. İhlâsı sayesinde
Şafiî, insanların alışık bulunduğu görüşlerle çatışsa dahi kendi görüşlerini
cesaretle açıklamıştır. Keza, hakîkatlar uğrundaki ihlâsı, hocalarına karşı
duyduğu bağlılıkla çatıştığında da Şafiî, hakikatları tercih etmiştir. Onun
İmamı Mâlik'e karşı beslediği bağlılık ve ihlâsı, kendisini,'hocasına muhalefet
etmekten alıkoymamıştır. Gerçi Şafiî, hocasına karşı muhalefette biraz tereddüt
göstermiştir. Fakat, Endülüs halkının, İmam Mâlik'in külahı iîe yağmur duasına
çıktığını duyunca, İmam Mâlik'i tenkit maksadıyla yazmış olduğu kitabı halka açıklamıştır.
Böylece Şafiî, İmam Mâlik'in beşer olduğunu, bâzan doğru düşündüğünü, bâ'zan
ua yanıldığını göstermiştir. Kendisini kurtaran ve himayesine alan İmam
Muhammed b. el-Hasen'e karşı beslediği ihlâsı da, onunla münazara ve şiddetli
bir şekilde mücâdele etmesine ve Medînelilerin de haklı olduğunu kabul ettirmek
için onun talebelerini yenilgiye uğratmasına mâni olmamıştır.
İşte İmam Şafiî, ilim
hayatının bütün devrelerinde böyle davranmıştır. Bu sebeple O, kendisiyle
münazara yapanları, hakikat uğrunda gösterdiği ihlâsla karşılar ve onları
yenilgiye uğratırdı. Çünkü O, hakîkattan başka bir şey düşünmezdi.
Şafiî, İslâm şeriatı
esasının Allah'ın Kitabı ve O'nun Elçisi'nin Sünneti olduğuna inanırdı.
Kendisinin ilmi ile Resûlüllah'm Sünnetini ihata ettiğine inanmazdı.
Dolayısiyle, talebelerini dâima hadîs araştırmaya teşvik ederdi. Kendi görüşüne
muhalif olan sahîh bir hadîs bulursa, onu bırakıp hadîs ile amel etmelerini
söylerdi. Yakut'un «Mu'cemu'l-Udebâ» sırida Rabi' b. Süleyman'dan şöyle rivayet
edilmektedir: «Bir şahsın bir me's'ele sorması üzerine Şafiî'nin şöyle dediğini
işittim: Peygamber (S.A.V.) den şöyle şöyle... buyurduğu rivayet edilmektedir.
O adam Şafiî'ye, ey Abdullah'ın babası, buna göre mi fetva veriyorsun? dedi.
Bunun üzerine Şafiî'nin tüyleri diken diken oldu, yüzü sarardı, durumu değişti
ve şöyle dedi: Eğer Peygamber'den bir hadîs rivayet ettiğim halde onunla amel
etmezsem, hangi yer beni taşır, harigi gök beni gölgelendirir? Peygamber'in
hadîsinin başım gözüm üstünde yeri vardır.» Ayrıca Rabi' b. Süleyman,
Şafiî'nin; «Herkes, Peygamber'in herhangi bir sünnetini bilmeyebilir. Ben,
Peygamber'in sünnetine muhalif olarak herhangi bir fikir ileri sürer veya bir
esas ortaya korsanı, uyulması gereken Peygamber'in sözüdür. İşte benim mezhebim
budur.» dediğini ve bu sözü sık sık tekrarladığını söylemiştir.
Allah'ın, insanlara
örnek olan seçkin kullarına ihsan ettiği başka bir ihlâs nev'i daha vardır. O
da söyleyen kim olursa olsun, hakikata boyun eğmek için mü'minin sahip olduğu
ve başkalarına vermeye çalıştığı düşünce içerisinde kendisinin eriyip gitmesi,
yok olmasıdır. Çünkü kaybolan inci, onu çıkaran dalgıç'm önemsiz oluşu
sebebiyle ihmal edilemez. Dost olsun düşman olsun, hakkın yanında olduğu
müddetçe ona itaat etmek gerekir. Bu şekliyle ihlâs, çıkılması zor bir
merdiven ve ulaşılması güç bir ameldir. Çünkü dilleriyle saldıran ve deliller
getirerek mücâdele eden niceleri vardır ki, onların arasında bu türlü yüce ve
hak âşıkı olan pek azdır. Şafiî İşte bu nâdir insanlardan biridir. Bunun
içindir ki Şafiî, mücâdele sırasında öfkelenmez ve hiddetle başkalarına dil
Uzatmazdı. Çünkü O, hakkı arıyor ve mevki sahibi olmak istemiyordu. O, zühd ve
takvası sayesinde ilim mevkiine yükselmiştir. Dahası var: Şafiî, hakkı
aramadaki ihlâsı ve hakikat içerisinde yok olma, eriyip gitme (fena)
mertebesine ulaşması neticesinde kendi ilminden insanların, ona nisbet
etmeksizin faydalanmalarını istemiştir. İbni Kesir'in Tarîh'inde Şafii'nin
şöyle dediği rivayet edilir: «İsterim ki insanlar, bu ilmi öğrensin ve bana
hiçbir şeyi nisbet etmesin. Ben, onun ecrini yeter ki Allah'dan göreyim de
onlar beni övmesinler.»
İhlâs, Şafiî'ye kalb
zekâsı, ruh kuvveti, bayağı şeylerden Uzaklaşma ve olgun insana yakışmayan
şeylerden beri' olma gibi sıfatlar kazandırmıştır. Yahya b. Maîn, Şafii'nin
ahlâkı hakkında, «Yalan mubah olsaydı Şafiî'nin mürüvveti kendisini yine de
yalan söylemekten alıkordu. demiştir. İşte sâdık ve ihlâslı insanın ulaşabileceği
en yüksek mertebe budur. Böylesi, vazifesini, vicdan ve kalbinin emrini yerine
getirmek için yapar, sırf emir veya yasak edildiği için değil.[24]
Şafiî çağında çeşitli
fikirler ve birbirine zıt mezhepler boğmuştu. Bu arada «îlm-i Kelâm»» adı
verilen ve temelleri Mu'tezilîler tarafından atılan ilim de doğmuştu.
Mu'tezilîler, Allah'ın Kelâm sıfatı ve Kur'ân'in yaratılmış olup olmadığı
üzerinde konuşup tartışıyorlardı. Keza, onlar, Allah'ın sıfatları mânâlardan
ibaret ve zâtından ayrı mıdır, yoksa Allahu Teâlâ ancak sıfatlarıyla
bilindiğine göre, zâtı ile sıfatları aynı mıdır? Konusu üzerinde tartışıp
duruyorlardı. Bir yandan Mu'tezilîler, öte yandan da Cebriyeciler kader ve
Allah'ın takdiri yanında insan iradesinin sınırı üzerinde sert tartışmalara
giriyorlardı. Bu arada Şiîler, Hâriciler ve Abbâsiiere dayanan çeşitli siyasî
fırkalar da doğmuştu. Bu durum karşısında Şafiî'nin düşünce sisteminde müsbet
veya menfî, kabul veya red bakımından bir vaziyet alması zarurî idi. Rivayete
göre O, ilm-i kelâm ve bununla ilgili mes'elelere karşı menfî bir vaziyet
almış ve bu ilimle iştigali nehyetmiştir. Kendisinden şöyle rivayet
edilmektedir: «îlm-i kelâmla uğraşmaktan sakının; çünkü, bir kimseye fıkhı bir
mes'ele sorulsa ve o, bunda hatâ etse, olsa olsa en çok gülünç bir duruma düşmüş
olur. Meselâ, birine, bir kimseyi öldüren şahsın diyeti nedir? diye sorulduğu
zaman onun, buna; bir tavuk yumurtasıdır, diye cevap vermesi böyledir. Eğer
birine kelâm hakkında bir mes'ele sorulsa ve o, buna yanlış cevap verse,
bit'at'a sapmakla suçlanır.»
Şafiî, kelâmla uğraşmayı
menettiği halde kendisi kelâm hakkında çok şey bilirdi. Şafiî gibi bir
şahsiyetin, bilmediği bir şeyi menr tiği düşünülemez. Bir defasında O,
talebelerinin yanma girmiş ve onları kelâm konusunda münakaşa halinde
bulmuştu. Onlara: «Benim kelâm bilmediğimi mi sanıyorsunUz? Ben bu konuyla
uğraştım, hattâ bunda büyük bir mertebeye ulaştım. Ancak kelâmın sonu yoktur.
Öyle bir şey üzerinde münakaşa ediniz ki, yanılırsamz yanıldı desinler, küfre
düştü demesinler.»
Şafii'nin talebelerini
kelâm münakaşalarından men etmesi, onun kelâmcılarm dâima tartışma konusu
yaptıkları mes'eleler hakkında bir görüş sahibi olmadığı mânâsına da gelmez.
Şafiî'nin kıyamet günü Allah'ı görmek, kader ve Allah'ın sıfatları gibi
mes'eleler üzerindeki görüşleri, kendisinin fıkıh metoduna uygundur. O, bu
konularda da Kur'ân ve Sünnetin hükümlerine sarılır,, mütekellimler
(kelâmcılar)in ileri sürdüğü delillere fazla dalmazdı. Ancak, bu delillerin
nass'ları destekliyecek kadarım alırdı. Meselâ, Kur'ân ve Hadîs nass'larının
zahirlerine bakarak îmanın artıp eksileceğine inanırdı.[25]
Kelâmcılarla siyasi
fırkaların ortaya attığı mes'elelerden biri de hilâfet mes'elesi ve hilâfetin
şartlarıdır. Bu mes'elenin, yakın veya Uzaktan fıkıhla bir alâkası vardır.
Şafiî'nin bu konuda üç türlü görüş sahibi olduğu rivayet edilmiştir:
1 — Şafiî,
hilâfet (İmamet) in yerine getirilmesi gereken dînî bir emir olduğuna inanırdı.
Dolayısiyle gölgesinde, hem müslümânların iş yapacağı, hem de kâfirlerin
faydalanacağı.bir halîfenin bulunması şarttır. Tâ ki Uz. Ali'nin deyişiyle,
«İyi insanlar huzura kavuşsun, kötü insanların da şerrinden korunulmuş olsun.»
2 — Şafiî,
hilâfetin Kureyş'e ait olduğunu kabul ederdi. O, bu konuda Ömer b. Abdilaziz ve
İbni Şihab ez-Zühri'den Peygamber'e ulaşan bir senedle; «Kim Kureyş'e ihanet
ederse Allah da ona ihanet eder.» hadîsini rivayet ederdi. Yine O, Uz.
Peygamber'in Kureyş'e hitaben şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Siz haktan
ayrılmadıkça bu işe daha lâyıksınız. Ancak, adaletten ayrılırsamz hurma
yaprağı gibi soyulursunuz.» Bu nass'dan anlaşıldığına göre halîfenin adaletli
olması şarttır. Zâlim.bir kimse halîfe (İmam) olarak kabul edilemez.
3 — Şafiî,
hilâfetin sahih olması için bîat'ın önceden yapılmış olmasını şart koşmazdı.
Şüphesiz bîat'ın önceden yapılmış olması daha iyidir. Fakat, Şafiî'ye göre
Kureyş'ten bir kimse zorla: iktidarı ele geçirse, sonra adaletle hareket etse
ve halk onun halifeliği üzerinde fikir birliğine varsa bu kimse meşru bir
halife sayılır.. Talebesi Harmele, Şafii'nin-. «Kılıçla hilâfeti ele geçiren
ve daha sonra . halkın kabulüne mazhar olan Kureyş'li bir kimse halîfedir.»
dediğini rivayet eder. Şafiî, hilâfet için ortaya atılan kimsenin Kureyş'li olmasını,
iktidarı ele almadan önce veya sonra halkın onun etrafında birleşmiş olmasını
şart koşardı. Daha önce belirttiğimiz gibi adaleti de şart koşardı. İmam
Şafiî'ye göre insanların hilâfete en lâyık olanı Hz. Ebu Bekr Sıddîk, sonra
Ömer el-Fârûk, sonra Osman Zinnû-reyn, daha sonra da hidâyet yolunun İmamı Ali
b. Ebî Tâlib'dir. Allah cümlesinden razı olsun!
Rivayete göre Şafiî,
Hulefâ-i Râşidin'i beş olarak kabul ederdi. Yâni, dört halîfeye beşinci olarak
Ömer b. Abdilaziz'i de eklerdi. Şafiî, Hulefâ-i Râşidin'in üstünlüğünü, halîfe
oluşlarmdaki sıraya göre kabul ederdi. Fakat, kendisi de Kureyşli olan Şafii,
üstünlük bakımından Ebu Bekr'den sonra geldiğini kabul ettiği Hz. Âli'yi, özel
olarak, severdi. Şafiî'nin Hz. Ali (R.A.)'ye hayranlığını gösteren şöyle bir
rivayet vardır: Hz Ali hakkında konuşan bir kişinin; «İnsanlar, ancak, hiçbir
-kimseye kıymet vermediği için Hz. Ali'den nefret etmiştir.» demesi üzerine
Şafiî, şöyle söylemiştir: «Uz. Ali'nin dört meziyeti vardı. Bu meziyetlerden
birine sahip olmak bir insanın başkalarına kıymet vermemesini haklı gösterir:
a) Hz. Ali
zâhid idi. Zâhid, dünyaya ve dünya ehline önem vermez.
b) Hz. Ali
âlim idi. Âlim, hiç kimseye kıymet vermez.
c) Hz. Ali
yiğit idi. Yiğit de, kimseye önem vermez.
d) Hz. Ali
şerefli idi. Şerefli insan da, kimseye kıymet vermez.» Öte yandan Hz. Ali'yi,
Peygamber (S.A.), Kur'ân ilmi ile başkalarından ayırmıştır. Çünkü Hz.
Peygamber, onu çağırmış ve insanlar arasında hüküm vermesini emretmiştir. Onun
verdiği hükümler, hz. Peygamber'e arzedilir, O da bunları imza ederdi.
İmam Şafii, Hz. Ali ile
Muâviye arasındaki ihtilâf konusunda Ali'yi haklı ve Muâviye'yi de haksız
bulurdu. Hattâ Muâviye'yi, bâgî. (âsî) sayardı. Keza, Hâricileri de bâğî
sayardı. Bunun içindir ki Şafiî, bâgîlerle ilgili hükümlerde Uz. Ali'nin
Hârici'lere karşı yapmış olduğu muameleyi esas olarak almıştır. Bu hususta
şöyle bir rivayet vardır: Ahmed b. Hanbel'e, Yahya b. Maîn'in Şafiî'yi şiî saydığı
söylenmiştir. Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn'e bunu nasıl teşhis ettin, diye
sorduğunda Yahya, şu cevabı vermiştir: Şafiî'nin bâgî'lerie savaşmak konusunda
yazdığı eseri inceledim. Gördüm ki, o başından sonuna kadar delillerini Uz.
Ali'den almaktadır. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel: Aşk olsun sana! Şafiî
bâgîlerle savaşmak konusunda delillerini kimden alacaktı? Çünkü, bu ümmet içerisinde
bâgîlerle ilk olarak savaşma imtihanı ile karşılaşan Ali b. Ebi Tâlib'dir,
demiştir.[26]
Şafiî, Bağdad'tan
Mekke'ye döndükten sonra hocası İmam Mâlik ve Irak fıkhını temsil eden
Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybâni'ye bağlı kalmamış ve kendine özgü fıkhî bir
çığır açmıştır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi Şafii, fürû' mes'elelerinin
yanında külli kaideleri tesbite yönelmiştir. Bunun içindir ki, İmam Ahmed b.
Hanbel onun hakkında şöyle demiştir. «Fıkıh kapısı, ehli üzerine kilitli idi.
Nihayet onu Allah Şafii ile açtı. İnsanlar, bu ilim nev'ini, fıkhî çalışmalarda
açılan yeni bir kapı olarak kabul ettiler. Bu ilmi, Şafii'den önce kimse
ortaya koymamıştır. Hattâ 195 H. yılında Şafii bunu ilân ettiği zaman âlimlerin
hayranlığını mucip olmuştur. Ebu Ali el-Kerabîsî[27] der
ki: «Biz ne Kitabı, ne Sünneti, ne de İcma'ı biliyorduk. Nihayet Kitap, Sünnet
ve İcma'ı Şafiî'den öğrendik.» Ebu Sevr el-Kelbî (öl. 240 H.) de şöyle
demiştir: «Şafiî, memleketimize relince yanına vardık. O, Aİlâhu Teâlâ, bazan
ânımı (genel bir hükmü) zikreder ve bununla hâssı (özel bir şeyi) muradeder;
bâzan dalâssı zikreder, bununla da âmmı murad eder, diyordu. Halbuki biz
tamları bilmiyorduk. Şafiî'ye sorduk, şöyle cevap verdi: Bakınız lur'ân'da
«...İnsanlar sizlere karşı bir ordu topladılar...»[28]
buyurmaktadır. Buradaki «İnsanlar» dan murat Ebu Süfyan'dır ki, İşte bu
hâss'dır. Yine Kur'ân'da: «Ey Peygamber, kadınları boşuyacağınız vakit...»[29]
buyurmaktadır. Burada da hâss zikredilmiş olduğu halde murat edilen âmm'dır,
yâni insanlardır.
İşte görülüyor ki,
Şafiî Bağdad'a .geldiği zaman çantası, Bağdadlılarm bilmediği böyle bir ilimle
dolu idi. Bu ilmi, kuran, yani usûl-i fokh'ı açıklayan ve esaslarını tesbit
eden Şafiî idi. Gerçi O, bu ilmi tamamen yoktan varetmemişti.
Şafiî'nin fıkhını
incelerken iki hususu, burada kısaca, belirtmemiz gerekir:
1 —
Şafii'nin, fıkhını üzerine bina etliği deliller veya fıkhının kaynakları,
2 —
Şafiî'nin usûl-i fıkıh ilmine dair çalışmaları.[30]
îmam Şafiî, fıkhını,
beş kaynaktan beslemiştir. Kendisi bunları «el-Unun» adlı kitabında şöyle
tesbit etmiştir: «îlim çeşitli tabakalara ayrılır: Birincisi, Kitab ve sabit
olan Sünnettir. İkincisi, hakkında Kitab ve Sünnette bir hüküm bulunamayan
mes'eleler üzerindeki icmâ'dır. Üçüncüsü Peygamber'in sahâbîlerinden bir kısmının
söylemiş olduğu sözdür. Burada diğer sahâbilerden onlara muhalif olanlarm
bulunduğunu bilmememiz şarttır. Dördüncüsü, üzerinde Peygamber (S.A.V)'in
sahâbîlerinin ihtilâfa düşmüş oldukları sözdür. Beşincisi Kıyastır. Bu da,
Kitab ve Sünnette mevcut olandan başka bir şeye dayanmaz. İlim, ancak bu eh
üst tabakadan elde edilir.»[32]
Buna göre Şafiî,
istinbat mertebelerinin başına nass'ları koymaktadır. Bunlar da, Kitab ve
Sünnettir. Şafiî, Kitab ve Sünneti İslâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul
etmekte ve diğer kaynakları bunlara dayandırmaktadır. Sahâbîler, görüşlerinde
ister ittifak etsinler, ister ihtilâfa düşsünler, Kitab ve Sünnete aykırı
hareket edemezler. Hattâ onların görüşleri, ya bir nass sebebiyle Kitab ve
Sünnete dayanmakta veya bunlara hamledilmektedir. Keza, icmâ'-da Kitab ve
Sünnete dayanmakta ve bunların dışına çıkmamaktadır. O halde ilim, daima üst
kaynaktan alınmaktadır ki bu da Kitab ve Sünnettir.
İmam Şafii'den sonra
gelen fakîhlerin Kitabı önce, Sünneti de ikinci olarak zikrettiklerini
görüyorUz. Keza, Şafiî'den önce Ebu Hanîfe'nin de delil olarak önce Kitabı
kabul ettiğini, Kitabda bir nass bulamadığı zaman Sünnete başvurduğunu
görüyorUz. Muaz b. Ce-bel'den rivayet edilen hadis-i şerîfde de Kitab önce
gelmektedir. Yani Peygamber (S.A), Muaz b. Cebel'e: Ne ile hükmedeceksin? diye
sorduğunda Muaz.- Allah'ın Kitabıyla hükmedeceğini, Kitabda bir nass bulamazsa
Resûlüllah'm Sünnetiyle hükmedeceğini, her ikisinde de bir nass bulamazsa
re'y'i ile ictihad yapacağını söylemiştir;
Öyle ise Şafiî,
Sünneti Kur'an ile niçin birleştirmiştir? Halbuki gerçekte bunun ikisi aynı
mertebede değildir. Sünnetin hüccet oluşu Kitab sayesindedir. Şüphesiz ki
Şafiî, Sünneti her yönden Kur'an mertebesinde görmüyordu. En azından Kur'an,
tevatürle nakledilmekte olup ibâdet maksadıyla okunan Allah'ın Kelâmıdır.
Sünnetin çoğu tevatüre dayanmadıığ gibi, ibâdet kasdıyla da okunmaz, Allah
kelâmı değildir. Peygamber'in kelâmıdır.
Şafiî, fıkhı incelemiş
ve Kur'an'm külli kaideler ile birçok cüz'î nies'eleleri ihtiva ettiğini ve
Sünnetin de Kur'an'm beyanını tamamladığını, kısa (mücmel) ifadelerini
genişlettiğini, bâzı kimselerin kavrayamıyacağı incelikleri açıkladığını
görmüştür. O halde Sünnet, Kitabın ihtiva ettiği bütün küllî nies'eleleri
açıklamakta ve onun mücmel hükümlerini genişletmektedir. Buna göre Sünnetin
açıklayıcı bir durumda olabilmesi için ilim bakımından açıkladığı şeyin
mertebesinde olması gerekir. Birçok sahâbîler de Hadîs'e (Sünnet'e) bu gözle
bakıyorlardı.
Şafii'nin maksadını
başka bir yöne sapıİmamak veya onun sö-zünii yanlış anlamamak içiny bâzı
kimselerce kavranması güç olan şu üç mes'eleye işaret etmemiz gerekir:
1 — Şafiî,
fer'î mes'elelerin hükümlerini çıkarırken, Sünnetle elde edilen ilmi, Kur'an'la
elde edilen ilim mertebesine koymakla Kur'an'm bu dinin aslı, esası ve Uz.
Peygamber'in en büyük mu'cizesi oluşunu inkâr etmemektedir. Çünkü aslolan
Kur'an'dır, Sünnet onun dalı mesabesindedir. Bu itibarla kuvvetini Kur'an'dan
almaktadır. Ancak Sünnet, hüküm çıkarırken derece bakımından Kur'an
mertebesindedir. Çünkü açıklamak hususunda ona yardımcı olmakta, insanlara
dünya ve âhiret sa'âdetlerini temin etmeleri için getirmiş olduğu hükümleri
beyan etmek babında onu desteklemektedir.
2 — Şafiî,
fer'î mes'eleleri açıklarken umumî olarak Sünnete dayanan ilmi, Kur'an'a
dayanan ilim mertebesine koymuştur. Tâ ki istinbat doğru ve sağlam olsun.
Şafiî, rivayet tarzı ne olursa olsun, Peygamber'e nisbet edilen her şeyi
mütevâtir olan Kur'an mertebesinde görmemektedir. Çünkü âhâd hadîsler, Kur'an
âyetleri şöyle dursun, mütevâtir hadîsler mertebesinde bile değildir. Bizzat
Şafii yukarıda kendisinden biraz önce naklettiğimiz ifadesinde, fer'i kümleri
çıkarmada Sünneti Kur'an mertebesinde zikrederken, «Sabit olan Sünnet» demek
suretiyle bu noktaya dikkati çekmiş ve : «Birincisi Kitab ve sabit olan
Sünnettir.» demiştir.
3 — Şafiî,
akâid esaslarını tesbit konusunda Sünnetin Kur'an derecesinde olmadığını açıkça
ifade etmiştir.
Şafii'den sonra gelen
birçok fakîhler onun bu görüşünü desteklemişlerdır. Şâtıbî, el-Muvafakat'ında
şöyle der. «Kur'an'dan hü-)teüai istiabfti ederken sadece Kur'an'a dayanmak ve
onun açıklaması mahiyetinde olan Sünneti gözönüne almamak caiz olmaz. Çünkü
Kur'an'ın ifade ve hükümleri küllidir. Meselâ; namaz, zekât, hac, bruç vb.
konularda Kur'an'in hükümleri böyledir. Bunların açıklanması zaruridir.»
Şafiî, Sünnetten sonra
selef-i sâlihîn Kur'an tefsirini nazarı dikkate alır. Çünkü onlar, Kur'an'ı
başkalarından daha iyi bilmektedirler. Selef-i sâlihîn tefsiri bulunmayan
konularda, Şafiî'ye göre Arapçayı iyi bilmek Kur'an'ı anlamaya yeter. Şafiî
delil getirme bakımından Kur'an ve Sünneti aynı derecede gördüğü halde,
Kur'an'ın Sünneti, Sünnetin de Kur'an'ı nesh etmediğini söyler. Lâkin bununla
birlikte Şafiî, eğer Kur'an Sünneti nesh etmişse böyle bir nesh olayını
açıklayan bir Sünnetin bulunmasını şart koşar. O, bu noktada çok şiddetli
davranır ve bunu şu iki esas üzerine bina eder:
1 — İstikrâ'
(Endüksiyon) ile sabit olmuştur ki, Kur'an'ın nesh ettiği her hüküm Sünnet ile
belirtilmiştir. Meselâ, kıblenin Beytu'l-Makdis'ten Kâ'be'ye çevrilmesi
böyledir. Peygamber (S.A.V.), Küba'da namaz kılanlara elçi göndermiş ve
böylece onların Kâ'be'ye dönmelerini temin etmiştir. Burada, Kur'an-ı Kerîm'in
bildirdiği nesih olayını Sünnet açıklamaktadır. Nesih olayı, amelî hükümlerin
değişmesini gerektirir. Amelî hükümlerin değişmesi de. Peygamber (S.A.V.)'in
nesih olayını adece açıklamasıyla değil, fiilî olarak tatbik etmesiyle belli
olur.
2 — Sünnet,
Kur'an'ı beyân etmektedir. Nesih ise, herhangi bir hükme göre amel etmenin sona
erdiğini bildirmektedir. Sünnet, Kur'an'ı açıkladığına göre neshi ifade eden
nassı açıklayan bîr Sünnetin bulunması gerekir.
Şafiî, şüphesiz ki, Sünnet
Kur'an ile nesh edilemez, derken fu-kahânın ekserisine muhalefet etmiştir.
Bunun sebebi, Şafiî'nin Sünneti ihmal etmemek hususunda ve onun, Kur'an'ın bir
açıklaması olduğunda çok sıkı davranışıdır. Çünkü O, şöyle düşünüyordu: Nşsh'i
açıklayan bir Sünnet olmaksızın, Sünnetin Kur'an'la nesh edilmesi caiz olursa,
Kur'an nass'lannın zahirine muhalif görünen birçok sünnetlerin nesh edilmiş
olduuğ iddia edilebilir. Şafiî, —Allah ondan razı olsun— bu kapıyı kapatmış ve
Sünnetin ancak Sünnetle nesh edileceğini söylemiştir. Şafii ys göre Sünnet,
Kur'an'a aykırı düşerse şüphesiz Kur'an tercih edilir. Kur'an'a muvafık olan
veya nesh'i beyan eden sünnetler vardır. Sünnetle Kur'an arasındaki muhalefet,
her ikisini birden almaya müsaade etmez. Bu durumda nesh'e delâlet eden bir
Sünnet bulunmazsa, Kur'an'a aykırı düşen Sünnet zaîf sayılır, Uz. Peygamber'e
nisbeti sabit görülmez.[33]
İşaret ettiğimiz gibi
Şafiî'nin çağında çeşitli mezhebler vücut bulmuştu. Bâzı zümreler, bu çağda
Sünnete hücum etmeye başlamıştı. Şafii «Cimâu'l-İlm» adlı kitabında bunları üç
sınıfa ayırır:
1 — Sünneti
toptan inkâr eden ve yalnız Kur'an'm hüccet olduğunu ileri sürenler,
2 — Ancak,
aynı mânâda Kur'an âyeti bulunan Sünneti kabul edenler,
3 __
Mütevâtir olan Sünneti kabul eden ve mütevâtir olmayan Sünneti tanımayan
kimseler. Mütevâtir diye, umûmun rivayet ettiği hadis veya habere denir.
Mütevâtir olmayan diye de, özel şahısların rivayet ettiği hadîs veya habere
denir.
Birinci ve ikinci
sınıfa dâhil olanlar Sünneti tamamen yıkmakta ve onu kendi başına bir delil
olarak tanımamaktadırlar. Şafiî, birinci sınıfa dâhil olanların sözüne göre
hareket etmenin, çok tehlikeli bir şey olduuğnu, çünkü bu durumda bizim namazı,
zekâtı, haccı, Kur'ari'da kısaca zikredilen ve Sünnet tarafından açıklanan
diğer farzları anlayamıyacağıraızı, bunların ancak basit olarak lügat mânasına
göre değerlendirebileceğimizi söyler. Buna göre namaz veya zekât adı
verilebilecek pek az bir şey farz kılınmış olur. Meselâ, birisi günde iki
rek'at namaz kılıp, Allah'ın Kitabında olmayan bir şey bana farz kılınmamıştır,
dese ne lâzım gelir? Böyle bir anlayış, namazları, zekâtları ve haccı ortadan
kaldırmak demektir.
Şafiî, —Allah ondan
razı olsun— birinci sınıfa dâhil olanlar için söylenilenlerin, ikinci sınıfa
dâhil olanlar için de söylenebileceğini beyan etmiştir. __
Üçüncü sınıfa gelince,
bunlar: Âhâd haber (hadîs)'le istidlali inkâr etmektedirler. Şafiî bunların
görüşünü de köklü ve sağlam delillere dayanarak reddetmiştir. O, Peygamber
(Ş.A.V.)'in îslâma davet için tebliğleri tevatür derecesine ulaşmayacak
miktarda elçiler gönderdiğini beyan etmiştir. Eğer tevatür zarurî olsaydı
Peygamber (S.A.V.) bunlarla iktifa etmezdi. Çünkü îslâm'a davet için kendilerine
elçi gönderilenler bu elçileri tevatür ifade etmediği iddiasıyla
reddedebilirlerdi. Şafiî, ayrıca mal, can ve kanla ilgili dâvalarda iM kişinin
şahitliği tevatür derecesine ulaşmayan bir haber olduğu halde şeriat-bu habere
göre karar vermektedir. Üçüncü olarak, Şafiî, Peygamber (S.A.V.)'in kendisinden
hadis işitenlere bir kişi bile olsa duyduğu şeyi nakletmeleri için izin
verişini delil olarak beyan etmiştir. Çünkü Peygamber (Aleyhisselâm) şöyle
buyurmuştur: «Allah, benim sözümü işitip ezberleyen ve onu başkalarına tebliğ
eden kulunu nurlandırsın. Bâzı fıkıh ehli vardır ki, aslında fakîh değildir.
Bâzı fıkıh ehli de vardır ki, öğrendiği fıkhı kendisinden daha iyi anlıyacak
olan birine nakleder. Üç şey vardır ki, müsiüin anın kalbi bu sayede paslanmaz.
Bunlar: Allah'a amelde ihlâs, müslünıanlara nasihat ve müslümanların
cemaatından ayrılmamaktır.»
Şafiî, görüşünü isbat
için, dördüncü olarak, saîıâbîlerin, Peygamber (S.A.V.)'in hadîslerini
münferit olarak birbirinden naklettiklerini ve birçok kimse tarafından
rivayeti şart koşmadıklarını ileri sürer. İşte pu şekilde Şafiî, âhâd
haberlerin kabul edileceğine dair birçok deliller getirir.
Burada hemen
belirtelim ki, Şafiî'nin zikrettiği her üç sınıf da tarihin dalgaları içinde
kaybolup gitmiş, onlardan İslâm tarihinde anılmaya değer bir kimse kalmamıştır.
Gerçek odur ki, bu her üç sınıfa dâhil olan kimseler; hadîsi yıkmak ve onu
kabul etmemek cihetine gitmişlerdir. Aslında bunlar, îslâmı yıkmak, Kur'an'ı
bozmak veya Km'an'm mânaları ile oynamak isteyen, fakat buna imkân bulamayınca,
hiç olmazsa, Kur'an'm bir açıklaması olan Sünneti ondan ayırmak ümidine
kapılan kimselerdir. Onlar, Kur'an-ı açıklayan Sünneti Kur'an'dan ayırmakla
Kur'an'm mânâlarını tahrif ve hükümleriyle oynamak imkânına kavuşmak ve bu
suretle de kolayca İslâm'ı temelden yıkmak istemişlerdir.
İçinde yaşadığımız ve
İslâm'ı yıkmak için bir sürü unsurların bulunduğu bu çağda da, geçmİşteki sapık
ve İslâm'ı çürütmek isteyen kimselerin yolundan gidenler mevcuttur. Bunların
bir kısmı, tersine, sadece Sünnete itimad edilmesi gerektiğini ileri
sürmektedirler. Bu İslâm düşmanları ikiye ayrılmış olup her ikisinin tuttuğu
yol da yanlıştır:
Bunlardan birincisi,
açıkça Sünnetin hüccet olmadığını, ancak tek başına Kur'an'm hüccet olduğunu
söylemektedirler. Bunlardan bâzıları ile, Pakistan'ın Lahor şehrinde akdedilen
Büyük İslâm Kongresinde karşılaştık[34]. Bu
topluluk, kendisine «Kur'an Cemaatı» adını vermektedir. Aslında bunlar,
Kur'an'm en büyük düşmanıdırlar. Bunlar, bir kelime Arapça bilmedikleri halde,
yanlış yamalak tefsirlere dayanarak ve bu tefsirlerdeki sözleri, Peygamber
(S.A.V)in Sünnetine hiçbir ihtiyaç duymaksızın hüccet saymaktadırlar. Eğer
onların metodu hâkim olursa, Kur'an-ı Kerîm, önceki ilâhî kitapların uğradığı
felâkete uğrar. Çünkü o kitaplar, tercüme sebebiyle ve aslı zayi olduğu için
tahrif ve tağyire uğramıştır. Bu topluluğa benzer bir zümre de Mısır'da mevcut
idi. Bunlar, görüşlerini anlatan birçok kitaplar telif etmişler ve başları da
bir «Bakan» idi. Fakat Allah, bu bakanı helak etmiş ve böylece cemaatı da dağılmıştır.
İkincisine gelince;
onlar da, râvîleri yermek (ta'n etmek) ve ayıklayacağız, diye sahih hadîsleri
tekzip etmek suretiyle Sünneti temelinden yıkmak istemektedirler. Bunların
maksadı da, birincilerin maksadının aynıdır. Her iki fırka da, îslâm için kendilerinden
iyilik beklenmiyen kimselerden yardım görmektedirler. îslâm düşmanları, onları
mallarıyla, ilanlarıyla ve karşılarına çıkanları ezmek suretiyle
desteklemektedirler. Bugün bir Şafiî'miz bulunsaydı, ne iyi olurdu. Fakat,
bunların sesi de kısılacaktır. Allah, diğerleri gibi, şüphesiz, onları da
İslâm tarihinin dalgaları içerisinde boğacak ve yok edecektir.[35]
Şafiî, icmâ'ın dîni
bir hüccet olduğunu kabul etmiş ve onu şöyle tanımlamıştır: îcmâ', herhangi
bir çağdaki îslâm âlimlerinin bir delile dayanarak şer'i ve amelî bir hüküm
üzerinde fikir birliğine varmasıdır. Şafiî bu konuda şöyle der: «Ben ve ilim
sahiplerinden bir kimse bunun üzerinde icmâ' vardır demiş isek, mutlaka karşılaşacağınız
her âlim onu söylemiş ve kendisinden öncekilerden aynı şeyi nakletmiştir.
Meselâ, öğle namazı farzının dört rek'at oluşu, şarap ve benzerinin haram
edilişi böyledir.»
Şafiî'nin kabul ettiği
ilk icmâ, sahâbîlerin icmâ'ıdır. Şafiî'nin ifadelerinde, sahâbîîerden
başkalarının icmâ'ı hüccet olmaz, diye bir sarahat yoktur. Burada şu üç noktayı
belirtmemiz gerekir:
1 — Şafiî,
delil olma bakımından icma'ı, Kitab ve Sünnet'ten sonraya bırakır. Üzerinde
icmâ' edilen bir şey, Kitab ve Sünnet'e aykırı ise delil olamaz. Gerçekten
Kitab ve Sünnet'e aykırı bir mes'ele üzerinde icmâ' mümkün değildir. Böyle bir
şey düşünülmiyeceği gibi İslâm tarihinde bunun aksini teyid edecek veya bu
hususta misâl olacak bir şey vâki' de olmamıştır.
Şafiî'den sonra fakîhlerden
bâzısı icmâ'm Kitab ve Sünnet'ten önce geldiği vehmine kapılmıştır. Bu nokta
üzerinde bir kısım Batılılar bâzı fikirler ileri sürmüşlerse de, tamamen
yanılmışlardır. Bunlara göre, Kitab ve Sünnet'in nassma muhalif bile olsa,
birşey üzerinde yapılan icma' onu meşru kıldığından îslâm şeriatı durnadan
inkişaf etmektedir. Onlar, önce böyle bir kuruntuya kapılıp sonra da
müslümanların bu yolla İslâm'ı niçin inkişaf ettirmediklerine hayret ederler
(!).
Hakikatte icmâ' iki
kısma ayrılır:
a) Nass'Iar
üzerindeki icmâ': Bu icmâ', tevatür derecesinde olup İslâm'ın ana çerçevesini
meydana getiren mes'eleler üzerindeki icmâ'dır. Bu mes'eleler hakkında
âlimler, dînin zaruri olarak bilinen emirleridir, derler. Bunlar beş vakit
namaz ve namazın rek'at-ieri, hac ile ilgili ibâdetler, bütün çeşitleriyle
zekât ve benzeri hususlardır. Birçok nass ve mütevâtir hadîslere dayanılarak
bunlar üzerinde icma' hâsıl olmuştur. Âlimlerin bu mes'eleler üzerindeki
icmâ'i nass'lar, sâdık haberler (hadîsler), bunların mânâ ve hükümlerinin
anlaşılması ve yakinen bilinmesi üzerinde yapılmış olan bir icmâ'dır. Şüphesiz
bu türlü icmâ'iar bunlara muhalif olduğu sanılan cüz'î nass'lardan önce gelir.
Bu türlü icmâ'Iara aykırı düşen bir nass'a iltifat edilmez. Çünkü böyle bir
nass, mânalarında icmâ' hâsıl olan nass'lara aykırı düşmektedir.
b) Âlimler
arasında münakaşa konusu olan bâzı hükümler üzerindeki icmâ'lar: Sahâbîlerin
bir mes'elede Uz. Ömer'in re'y'i üzerindeki icmâ'ı böyledir. Şöyle ki: Uz.
Ömer, fethedilen arazînin mücâhitler arasında ganimet olarak dağıtılmasını
emretmiş, sahâbî-ler de onun bu görüşü üzerinde icmâ' etmişlerdir. Bu icmâ' da
nassa dayanmaktadır. Fakat bunu tanımayanlar, beş vakit namazı ve namazın
rek'atlerini inkâr edenler gibi kâfir olmazlar. Şüphesiz bu türlü icmâ'lar,
delil olma bakımından Kitab ve Sünnet'ten sonra gelir.
2 — Şafiî
Medînelilerin icmâ'mın kabul etmezdi. îşte O, bu noktada hocası İmam Mâlik'e
muhalefet etmiştir. Şafiî bu meseleyi ilmî yönden şöyle açıklamıştır:
Medîneliler ancak, öğle namazının dört rek'at, akşam namazının üç rek'at ve
sabah namazının iki ret'at oluşu gibi konular üzerinde icmâ' etmişlerdir. Diğer
bütün İslâm memleketlerinde de bu gibi konularda icmâ' edilmiştir[36].
Fakat Şâfü, müslümanlar arasında ihtilaf konusu olan meselelerde Medî-nelilerin
ameline göre hareket edileceğini söylemiştir. İşte Şafiî, bu konuda hocasına
nazarî olarak muhalefet ettiği halde, amelî bakımdan onunla birleşmektedir.
3 — Bir
kimse, kendisiyle münazara yaparken kendi görüşünü destekleyen bir icmâ'
bulunduğunu ileri sürerse, Şafiî bu konuda ic-ma'ın mevcudiyetini inkâr ederdi.
Hattâ bu yüzden Şafii'nin icmâ'ı hiç tanımadığı iddia edilmiştir.
Hakîkaten bir kısım
konularda icmâ' bulunduğu iddiası, müc-tehid İmamlar devrinde çok rastlanılan
bir şeydir. Öyle ki hakkında icmâ' bulunmayan birçok meseleler üzerinde de icmâ'
olduğu ileri sürülmüştür. Meselâ, Ebu Hanîfe'nin talebesi Ebu Yûsuf, îmam
Ev-zâî'nin görüşlerini reddederken kendisini destekleyen birçok icmâ'-larm
bulunduğunu ileri sürmüştür. Fakat Ebu Yûsuf, Evzâî'yi reddederken çoğu zaman
ağır bir dil kullanmıştır.
Hulâsa; Şafiî, icmâ'ı
hüccet olarak kabul ederdi. Fakat, bir mesele üzerinde icmâ' iddia edildiği
zaman, meseleyi incelemek için bu icmâ' iddiasına karşı çıkardı.[37]
Şafii mezhebine bağlı
olan usûl yazarlarının bâzısı, İmamlarının eski mezhebine göre sahâbîlerin
sözlerini delil olarak aldığını, yeni mezhebine göre ise bundan vazgeçtiğim
iddia etmiştir. Şafiî'nin eski mezhebi, Irak'ta yazmış olduğu ve Zaferâni'nin
rivayet ettiği kitaplarındaki görüşleridir. Yeni mezhebi ise, Mısır'da yazmış
olduğu ve Rabf b. Süleyman el-Muradî el-Müezzin'in rivayet ettiği kitaplarındaki
görüşleridir.
Fakat biz, Rabî' b.
Süleyman'ın rivayet ettiği «el-Risale» adlı eserinde Şafiî'nin, sahâbîlerin
sözlerini delil olarak aldığını görüyorUz. Bundan Şafiî'nin, yeni mezhebinde
de sahâbîlerin sözünü delil olarak kabul ettiği anlaşılıyor. Eski mezhebinde
sahâbînin sözünü delil olarak kabul edişi üzerinde de ittifak vardır. Biz de,
doğru olarak bu görüşü kabul ediyoruz.
Sözün kısası, Şafiî,
sahâbîlerin re'y'ini şöyle.üç kısma ayırır:
1 —
Sahâbîlerin üzerinde icmâ ettikleri meseleler: Sahâbîlerin fethedilen arazînin
sahiplerine bırakılmasına dair yapmış oldukları icmâ' böyledir. Bu türlü
icmâ'lar hüccet olup icmâ'ın şümulüne da-. hildir ve hiç kimse bu konuda bir
şey söyleyemez.
2 — Hakkında
bir sahâbînin herhangi bir görüş beyan ettiği, buna muhalif veya muvafık başka
bir görüş bulunmayan meseleler: Şâfü, sahâbîlerin bu türlü görüşlerini de
delil olarak alır. «er-Risale» adlı eserinde Şafiî, birisiyle şöyle bir
münazarada bulunduğunu anlatır: «Münazara eden: Sahâbîlerden birisi bir mesele
üzerinde herhangi bir görüş beyan etse, buna muvafık veya muhalif başka bir
sahâbînin herhangi bir görüş beyan ettiği bilinmese, sen bu konuda Kitab,
Sünnet veya icmâ'da bu sahâbî sözünün uyulması gereken bir hüccet olduğunu
gösteren bir delil bulabilir misin? dedi. Ben de: Bu konuda Kitab ve sabit olan
Sünnet'te bir şey görmedik. Ancak ilim sahiplerinin, sahâbîîerden birine ait
bir sözü bâzan kabul ettiklerini, bâzan da terk ettiklerini gördük... dedim.
Bunun üzerine O: Sen bunlardan hangisini kabul ettin? dedi. Ben de: Kitab,
Sünnet ve icmâ' ile sabit olan bir hüküm bulamadığım zaman, Sahâbîlerden
birinin sözüne uymayı tercih ettim... dedim. Sahâbîlerden sadece birine ait
olan bir söze, başka birinin muhalefet etmediği ise pek azdır.»[38]
3 —
Sahâbîlerin ihtilâf ettiği mes'eleler: Şâfü bu konuda Ebu Hanîfe gibi
sahâbilerin sözleri arasında istediklerini tercih eder ve bütün sahâbîlerin
görüşlerine aykırı bir şey söylemez. Onların sözleri arasında Kitab, Sünnet ve
icmâ'a yakın veya kuvvetli bir kıyas ile desteklenmiş olanları tercih eder.
Size burada Şafiî'nin, konu ile ilgili kendi görüşlerini sunuyorum :
«Kitab ve Sünnet'de
bulunan şeyleri işitenler için özür söz konusu değildir, mutlaka onlara uymak
gerekir. Kitab ve Sünnet'de bir şey yoksa sahâbîlerin veya onlardan birinin
sözlerine başvururUz. Eğer ihtilâf edilen meselede Kitab ve Sünnet'e daha
yakın olan söze bir delâlet bulamazsak Ebu Bekr, Önier ve Osman (R.A.)m sözüne
uymamız daha iyi olur. Eğer bir sözün Kitab ve Sünnet'e daha yakın oîduuğna
dair herhangi bir delâlet bulunursa o söze uyarız.»[39]
Bu ifadeden anlaşılıyor ki,
sahâbîlerin ihtilâfa düştükleri bir meselede Şafiî, önce Kitab ve Sünnet'e daha
yakın olan görüşü tetkik etme cihetine gidiyor. Sahâbîlerin görüşlerinden
hiçbirisinin Kitab ve Sünnet'e delâlet bakımından daha yakın olduğunu tesbit
etmemesi pek azdır. Bu sebeple Şâfü, ikinci cihete yani taklide yönelmemektedir.
O, böyle bir durumda İmamın (halîfenin) benimsediği tarafı tercih etmektedir.
Dolayısıyla bu gibi ihtilaflı bir konuda önce Ebu Bekr, sonra Ömer, daha sonra
da Osman (R.A.)'ın benimsediği görüşü kabul etmektedir. Şafiî bu tutumunu,
şöyle izah eder: «İmamın (halîfenin) sözü herkesçe bilineceği için halkın buna
uyması gerekir. Halkın uyması lâzım gelen kimsenin görüşü, bir veya birkaç
kişiye fetva veren kimsenin görüşünden elbette daha meşhurdur. Çünkü onlar,
böyle bir kimsenin fetvasını ya kabul eder, ya reddeder. Ekseri müftîler
evlerinde veya meclislerinde özel kişilere Fetva verirler. Halk bunların
fetvalarına halîfenin fetvaları kadar önem vermez. Gördük ki, ilk halîfeler
önce fetva vermek istedikleri bir konu üzerinde Kitab ve Sünnet'de bir şey
bulunup bulunmadığını sormakla işe başlıyorlar ve görüşlerini açıklıyorlardı.
Sonra onlara görüşlerine muhalif haberler bildiriliyor, onlar da takva ve faziletleri
sayesinde kendi görüşlerinden vazgeçmekten çekinmiyorlar ve bu haberleri kabul
ediyorlardı. O halde ilk halifelerden intikâl eden bir şey bulunmazsa,
Peygamber (S.A.)'in diğer sahâbîleri de güvenümeye lâyık kimseler olduklarından
onların sözlerini alırız. Sahâbilere uymak, onlardan sonrakilere uymaktan daha
iyidir.»[40]
Bu ifade de gösteriyor
ki Şafii, sahâbîlerin sözlerini delil olarak almakta, onların ihtilâf
ettikleri konularda da birinin.delilini diğerinin deliline tercih edecek bir
şey bulunmazsa, Hulefâ-i Râşidîn'i taklîd etmektedir.[41]
Yukarıda anlatılan
kaynaklar konusunda, Şafiî, sadece nâkildir, müçtehid değildir. Ancak O,
nass'larm mânâlarını kavramak, sahâbîlerin görüşleri arasında yaptığı gibi,
mevcut görüşlerin bâzısını diğer bâzılarına tercih etmek için gayret
göstermiştir.
Kıyas'a gelince; Şâfü,
bu konuda uyulması gereken bir görüşü ortaya koymak hususunda bir ictihadda
bulunmuştur. Bunun içindir ki Şafiî, kıyasın bir ictihad olduğunu söyler.
Şafii'nin misâl olarak ileri sürdüğü birçok meselelerden anlaşıldığına göre
onun kıyas anlayışı, diğer usûl âlimlerinin kıyas hakkında yapmış olduğu tarife
uyar. Buna göre Kıyas: Hüküm bakımından hakkında nass bulunmayan bir meseleyi,
hükme esas teşkil eden. ortak bir illet sebebiyle hakkında nass bulunan bir
mes'eleye bağlamaktır.
Şâfii, kıyasın,
İslâm'ın bir esası olduğunu isbat eder. Çünkü mesele hakkında bir nass
bulunmazsa, Kitab ve Sünnet'in delâlet ettiği hüküm ancak kıyasla bilinir.
Şafiî, kıyası şu iki mukaddime (öncül) üzerine dayandırır:
1 — Şerîatin
bütün Hükümleri umûmî olup muayyen hâdise ve zamanla kayıtlı değildir. Durum
böyle olunca insanın karşılaştığı her hadisenin şer'î hükmünü açıklamak
gerekir. Bu ise ya sarih bir nass'la sabit olur, ya nass'a atıfla olur. Buda
hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, hakkında nass bulunan bir meseleye
kıyasla mümkündür. Şafiî, bu konuda şöyle der: «Müslümanm karşılaştığı her
mesele için ya apaçık bir hüküm veya hakîkata uygun şekilde bir delâlet
mevcuttur. Eğer meseleyle ilgili doğrudan doğruya bir hüküm varsa, müslümanm
ona .uyması gerekir. Eğer doğrudan doğruya bir hüküm yoksa, ictihad yapmak
suretiyle hakîkata uygun olan delâleti araması icabeder. İctihad da, Kıyas
demektir.»[42]
Bu sözün mânâsına göre
şeriat umumîdir. Açık bir nass bulunursa ona uyulur, bulunmazsa şerîatin umûmî
hükümlerinin işaretine göre müctehid, meselenin hükmünü tâyin etmek için
ictihad'a başvurur. Bu arada bâzı naşs'Iarm delâleti onu, bu nass'lar üzerine
kıyas cihetine sevkeder.
2 — Şafiî,
hükümlerle ilgili şeriat ilmini iki kısma ayırır:
a) Hükümlere
kesin olarak delâlet eden (kat'î) nass'larla sabit olan kesin ilim.
b) Galip zan
ile iktifa edilen zannî ilim.
İşte âhâd haberler ve kıyas
bu kısma dâhildir. Şafiî, nass'lardan kat'î bir ilim elde edilmezse müctehidin
galip zanla elde edilen ilimle yetineceğini söyler.
Şafiî'ye göre;
kesinlik ifade eden ilim, zahir, ve bâtına ait ilimdir. Yâni bir müslüman onu
inkâr edemez ve onun icabına uyarak amel etmek zorundadır. Galip zanla hâsıl
olan ilim ise, zahire ait olup bâtmda onun icabına göre amel etmek ve ona boyun
eğmek gerekmediği gibi, bunu inkâr eden kâfir de olmaz. İmam Şafiî, şeriatın
birçok hükümlerinde zahire göre hareket edilmesi gerektiğini misallerle
anlatır. Meselâ, kadı şahitlerin şahadetiyle sanığı öldürür. Burada,
şahitlerin doğruluk ve adaletli davrandıklarına, görünüşte durumlarının iyi
olduğuna, yalancı olmadıklarına veya bir tarafı tutmadıklarına delâlet edecek
emarelerin bulunması şarttır[43].
Şahitlerin yanılmış veya yalancı olmaları mümkündür. Fakat kadı, zahire göre
amel eder, bâtını (işin içyüzünü) Allah'a bırakır. Bunda toplumun maslahatı
vardır. Çünkü şahitlerin yalancı olmaları ihtimaliyle suçlular muhakeme
edilmezse, nice mallar zayi ve kanlar heder olur. Böylece halk anarşi içinde
kalır ve Allah'ın: «Kısasda sizin için hayat vardır...»[44]
âyetindeki içtimaî yüksek mânâ gerçekleşemez.
O halde müctehidler,
hükümleri delillere dayanarak ortaya koymakla vazifeli oldukları gibi,
imkânların kendilerini ulaştırdığı neticeye göre amel etmekle de
mükelleftirler. Onlar, gözlerinden kaçan şeylerden ötürü günahkâr da olmazlar.
Meselâ, bir kimse helâl diye bir kadınla evlense, karı-koca olduktan sonra
onunla süt kardeşi olduğu anlaşılsa, bû kimse Allah'a karşı günah işlemiş
olmaz. Çünkü, durumu bilmiyordu, öğrenmek için yapmış olduğu araştırma da onu
böyle bir bilgiye ulaştırmamıştı. Nihayet bilinmeyen nokta ortaya çıkınca
evlenme akdi feshedilir. Bu durumda zahire göre bir hüküm, batma göre de ayrı
bir hüküm terettüp eder: Zahire göre nesep sabit olur. İddet ve mehir gerekir.
Bâtına göre de miras ve nafaka gerekmez,
Şafiî, kıyasın bir
ictihad olduğunu isbat etmiş; fakat bunu müctehid tarafından ortaya konan bir
hüküm saymamıştır. Aksine, Şafiî, bunu, müctehid'in ictihad'da bulunduğu
meselenin şer'î hükmünün bir açıklaması olarak kabul etmiştir. Bu hususta
Şafiî şöyle der: «Kitab ve Sünnet'in habe,ri, müctehidin isbat etmek için mânâsını
araştıracağı bir madde (ayn) dir.»[45].
Yani kıyas, müctehidin birtakım nass'larm mânâsını iyice kavraması, ictihad
yaptığı mesele ile kıyasa esas teşkil eden mevcut nass'm delâlet ettiği mânâyı
karşı-, laştırması bakımından Kitab ve Sünnete dayanır.
Şafiî, re'y'e dayanan
içtihadın çeşitlerinden ancak kıyası kabul eder. Sarih nass'lardan i'cmâ' ve
sahâbîlerin fetvalarından sonra sadece kıyasa başvurulacağını, söyler ve bu
konuda da şöyle der:, «Peygamber, ictihad ile emretmiştir. İctihad ise, bir
şeyi talep etmektir. Bu da, ancak delâletler vasıtasıyla olur. Delâletler de
kıyastır. GörüyorUz ki, bir kimse başka birine bir köle satmak istese, bilen
kimseler; alıcıya, eğer piyasayı, köle ve cariyenin o gün kaçtan satıldığını
bilmiyorsa, bunun kıymetini takdir et, demezler. Zira onun doğru bir kıymet
takdir etmesi ve sözünün muteber olabilmesi için bu köleyi diğeriyle.mukayese
yapması ve her ikisinin değerini bilmesi gerekir. Aynı şey, piyasayı
bilmiyorsa, 'mal sahibi için de böyledir. Kölenin kaçtan satıldığını bilmiyen
bir fakîh'e de bu köle veya cariyenin kıymetini, yahut şu işçinin ücretini
'takdir et, denilemez. Çünkü o, emsal göstermeksizin buna bir kıymet takdir
ederse haksızlık etmiş olur.»[46].
Bu ifadeden çıkarılan
neticeye göre ictihad, ancak elde kendisine kıyas edilecek bir misâl bulunursa
mümkün olur. Meselâ, bir kimse bir malın kıymetini takdir etmek istese, onun,
önce bu malın mahiyet ve faydasını, sonra da çarşıdaki emsalinin değerini gözönüne
alması gerekir. îşte fakih de böyledir. O da çıkaracağı hükmü, üzerine bina
edecek mevcut bir aslı gözönüne almalıdır. Tâ ki yaptığı iş, temelsiz ve
gelişi güzel olmasın. Allah'ın emir ve nehiyleri yanında basit bir şey olan
eşyanın kıymeti ancak emsali gözönüne alınmak suretiyle takdir edildiğine göre;
müctehidin de, içtihadında en azından bir eşyanın kıymetini takdir ederken
bağlı olduğu şeylerle mukayyet olması lâzım gelir. İşte bu da, onun içtihadını
üzerine bina etmesi için mânâ yönünden benzeri bir nassın bulunmasıdır.
İctihad'da kıyasa
başvuran ilk imara, Şafiî değildir; İmam Mâlik de kıyası kabul etmiştir. Ebu
Hanîfe ise kıyas fakîhlerinin üstadı sayılır. İbrahim Nahaî'den beri Irak
ekolünde ictihad, kıyasa dayanmakta idi. Fakat Şafiî, zaman bakımından Irak
ekolünden sonra ise de ve kendisini, kıyasların illetlerini ortaya çıkarma
bakımından Ebu Hanîfe derecesinde saymasa da, onun bu esas üzerindeki üstün hizmeti
bir gerçektir. Çünkü kıyasın kaidelerini bir disipline bağlayan, fakîh veya
müctehidin kıyasa göre hüküm çıkarırken uyduğu takdirde yanılmamasmı
sağlayacak olan şartlan ortaya koyan İmam Şafiî'dir. Kıyasın derece ve
kısımlarını açıklayan yine O'dur.
Buna göre, daha önce
kıyası kullananlar varsa da, kıyasın kanunlarını istinbat eden ve onu bir
nizama sokan Şafiî olmuştur. Yâni Şafiî, kıyas İmamlarının açıklamadan
bahsettikleri ilmin kâşifi sayılır.
Şafiî, kıyasın cereyan
edip etmeyeceği yerleri zikretmiş ve onu fer'î meselelere nisbetle illetlerin
açıklığı ve tesir kuvvetine göre derecelere ayırmıştır.
1 — Fer'i
mes'elede illet daha açık ve tesir bakımından daha kuvvetli olursa kıyas
birinci dereceyi teşkil eder. Meselâ: bir şeyin azı haram ise, çoğunun
evleviyetîe haram oluşu böyledir.
2 — Fer'î
mesele, illet bakımından asıl meseleye müsavi olursa, kıyas ikinci dereceye
dâhil olur. Meselâ; yarı ceza alma bakımından köleyi cariyeye kıyas etmek
böyledir.
3 — Fer'i
mesele, hükmün illetine nisbetle asıl meseleden daha az açık olursa, kıyas,
üçüncü derecede bir kıyas olur.
Fakihlerin ekserisi
birinci ve ikinci dereceye dâhil olanları kıyas saymazlar. Yani onlar,
birinciyi «Delâletu'n-Nass» denilen mef-hum-ı muvafakat'a dâhil etmişlerdir.
Şafiî de buna cevaz vermiş ve onun, kıyas babından çıkarılıp nass'lara dâhil
edilmesine itirazda bulunmamıştır. Yine fakıhlçrin ekserisine göre, ikinci
dereceye dâhil olanlar da kıyas sayılmazlar. Belki bunlar, teklif ifade eden
hükümlerde erkekle kadın arasındaki müsavat kanununa tabidirler. İşte kıyası
inkâr edenler, bu çeşit istinbatı kabul ederler.
Şafiî kıyasın
derecelerini saymakla iktifa etmez. Ayrıca kıyas ile uğraşan fakihin uyması
lâzım gelen ve kitabın baş tarafında açıkladığımız ictihad şartlarını da
tafsilatıyla [47]anlatır.[48]
İmam Mâlik: «İstihsan,
ilmin onda dokUzudur.» demişti. İmam Şafii de; «Kim istihsan yaparsa o, şeriata
yeni bir ilâvede bulunur.» demiştir. O halde büyük bir İmamın değer verdiği ve
aynı İmamın büyük bir talebesinin tanımadığı istihsan nedir? Mâlikîler, İmam
Mâlik'in dilindeki istihsânı, masâlih-i mürseleyi almakla tefsir ederler.
Masâlih-i mürsele de, şeriatin hükümlerine uygun düşen ve hakkında müsbet veya
menfi bir nass bulunmayan maslahatlardır. İsterse bu maslahatlar, kıyas konusu
olsun isterse olmasın. Eğer kıyas konusu olursa, bâzı Mâlikîler buna özel
olarak «istihsan» adım verirler.
Kısaca, İmam Mâlik'in
dilindeki istihsânm tefsiri, nass bulunmayan yerde şeriatın hükümlerine uygun
olan maslahatı almaktır. Şafiî bu istihsânı kesin olarak reddetmiş ve "bu
konuda şu delilleri ileri sürmüştür:
1 —
İstihsânı kabul etmek, bâzı meselelerin hükmünü şeriat beyan etmemiştir, demek
olur. Halbuki Allah Kur'an'da: «İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı
sanır?»[49]
buyurmaktadır. Buna göre apaçık bir nass veya ona hamledilen bir kıyas
bulunmaksızın meselenin hükümsüz bırakılması, insanın başıboş bırakılması
demektır. Bu ise bâtıldır.
2 — İtaat
yalnız Allah'a ve O'nun Resulü'nedir. Hüküm de yalnız Allah'ın indirdiği
iledir. Bu ise ya nass'm hükmü ile olur veya nass'a hamletmekle.
3 —
Peygamber (S.A.), fıkhî hükümleri istihsâna dayanarak açıklamamıştır. Uz.
Peygamber, kendisine bildirilmeyen meselelerde vahyin gelmesini beklerdi. Eğer
bir kimsenin istihsân ile hüküm vermesi caiz olsaydı, kendiliğinden konuşmayan
Peygamber (S.A.)'-in istihsân ile hükmetmesi gerekirdi.
4 — Peygamber
(S.A.), sahâbîlerin istihsanları ile verdikleri hükümleri hoş karşılamamıştır.
Meselâ, sahâbilerin bir ağaca sığınan kimseyi ağacı yakarak öldürmelerini
kınadığı gibi, kılıç korkusu ile, Allah için müslüman oldum, diyen başka bir
şahsı öldürmelerini de Peygamber (S.A.) hoş görmemiştir.
5 —
İstihsânın belli bir ölçüsü ve kaidesi yoktur. Bu ise ihtilâfa ve başıboşluğa
sebep olmaktadır. Böylece herkes kendi arzusuna göre hüküm vermektedir.Kıyas,
böyle değildir. Çünkü kıyasın başvuracak bir kaide ve esası vardır. O da,
kıyasa esas teşkil eden nass'dır.
6 — Maslahat
hükmünde olan istihsân makbul olursa, şeriatı bilen de bilmeyen de onu kabul
eder. Çünkü maslahatın bulunup bulunmadığım her ikisi de anlayabilir. Hattâ
sanat erbabı, maslahatın bulunup bulunmadığını âlimlerden daha iyi bilirler.
Fakat bu noktaya şöyle
bir cevap verilebilir: Maslahata dayanarak hüküm vermeyi kabul edenler,
maslahatın şeriatça tanınmış olan maslahatlar cinsinden olmasını şart koşmuşlar
ve hakkında nass bulunmayan konularda maslahata göre hüküm vermişlerdir. İşte
bunların hepsini gözönüne alıp değerlendirecek olan kimsenin, ancak şeriatın
kaynaklarını ve tanımış olduğu maslahat çeşitlerini bilen bir ilim adamı
olması gerekir.
Hulâsa, İmam Şafiî,
yukarıda anlattığımız delilleri el-Umm ve er-Risale adlı eserlerinde ileri
sürerek, istihsânı reddetmiştir.[50]
Şafiî'nin çağı
gerçekten İslâm'ın ilim çağıdır. Âlimler, bu çağda ilimleri tedvine ve
ilimlerin esaslarını tesbite yönelmişlerdir. Bu çağda Basra ve Küfe ekolleri,
nahiv kaidelerini koymuş; Halil b. Ah-med, arUz ilmini meydana getirmiş ve
Câhız, edeb'î tenkit usûlünü tesbite çalışmıştır.
Bu durumda şüphesiz
fıkhın da istinbat kaideleri tesbit edilmeli idi. İmam Şafiî, fer'î hükümleri ihtiva
eclen, tedvin edilmemiş olmakla beraber, fakîhlerin istinbat esnasında tutmuş
oldukları esasları gösteren fıkhî bir mirasa kavuşmuştur. O, çeşitli fıkıh
ekolleri ile karşılaşmıştır. Meselâ, içinde yetiştiği Mekke ekolü, daha sonra
gelmiş olduğu Medine ekolü ve kendisini sinesine çeken Irak ekolü burada
anılmayı değer. Şafiî, bütün bu ekollerin içinde yaşamış ve bunlann hem
ittifak, hem de ihtilâf ettikleri meseleleri incelemiştir.
Bu ekollerin ihtilâf
ettikleri konular üzerinde bir hüküni verebilmek için bunların fıkıhda
kullandıkları ölçüleri, görüşlerinin sakat ve sağlam yönlerini veya bunların
en azından hakîkata yakın olanlarını bilmek gerekiyordu. İşte bu konuda sağlam
metodu tâyin eden ölçüler, usûM fıkıh ilmini doğurmuştur.
Şafii'yi, bu yükü
omUzlamaya sevkeden ve kendisini buna ehil gösteren âmiller vardır-.
a) Şafiî,
Arap dilini tam olarak ve ihtisas derecesinde biliyordu. Hattâ çağdaşı olan
Câhız, fakîhler arasında Şafiî gibi Arap dilini bilen bir kimse bulunmadığını
söylemiştir. Öyle ki Şafiî, bu sayede Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'daki
lâfızların delâlet bakımından derecelerini bilmek için gereken kaideleri
koyabilmiştir.
b) Şafiî
Sünneti biliyordu, yâni Sünnetin rivayetlerini hıfzetmiş, sahihlerini
kavramış; hem Irak, hem de Hicaz'da bilinen bütün hadîsleri öğrenmişti. İşte bu
sayede O, hadîslerin çeşitlerini, hükümleri isbat bakımından kuvvet
derecelerini açıklamış, istidlal mümkün olan veya caiz olmayan hadîsleri tâyin
edecek ölçüleri keşfedebil-mistir.
c) Şafii,
İmam Mâlik'in el-Muvatta'mı ezberlemiş, bu eseri çeşitli yönlerden incelemiş
ve diğer bütün ekollerin fıkhını öğrenmişti. Bu arada sahâbîlerin görüşlerini,
ittifak veya ihtilâf ettikleri fıkıh meselelerini biliyor ve ihtilâf ettikleri
meseleler arasında ortaya koyduğu ölçülere dayanarak tercihlerde bulunuyordu.
d) Şafiî,
küllilere yönelen.ve cüz'îler içinde dolaşıp durmayan ilmî aklı sayesindedir
ki, hüküm istinbatı sırasında uyulması gereken mevcut görüşleri ölçüp
tartarak, bunların sağlam ve sakat olanlarını tanımak için kıstas teşkil eden
umumî kaideleri ortaya koyma bakımından çağındaki fakîhlerin en kudretlisi
idi.
İşte Şafiî, kendisini
ehliyetli kılan bu âmiller ve kendisinden önceki ekollerin meydana getirdiği
fıkhî mirasın hazırladığı imkân sayesinde usûl-i fıkıh ilmini kurmuştur.
Şafiî kurduğu bu ilmi
veya tesbit ettiği usûl-i fıkıh kaidelerini iki maksatla kullanmıştır:
1 — Bu
kaideleri sağlam (sahih) görüşleri tanımak için bir ölçü olarak kullanmıştır.
O, İmam Mâlik'in, Iraklıların ve îmam Evzâî'nin görüşlerini bu ölçülere göre
değerlendirmiştir.
2 — Yeni
hükümleri çıkarırken, bu kaideleri uyulması lâzım gelen külli bir kanun olarak
kabul etmiş ve kendisi bundan ayrılmamıştır, îmam Şafiî, bu kaidelerle hem
amelî, hem de nazarî bir yol tutmuştur. Yani O, tasavvur ve faraziyelerin
içinde boğulup kalmıyor, birçok meseleleri bir disipline bağlıyor ve sımsıkı
sarılmak gereken metodun bu olduğunu söylüyordu.
İmam Şafiî'nin kıyası
sadece tarifle değil, aynı zamanda misallerle açıklamasını sağlayan şey, belki
de, kaideleri tesbit ve tatbik bakımından tutmuş olduğu bu yoldur.
Şafii'nin tekbaşma
kendisini istinbat kaidelerini tesbite sevkeden bu amelî yönden çalışması,
fıkhı, usûl ve kaideler üzerine oturan bir ilim haline getirmiş ve onu yalnız
fetva, hüküm, vâki olan veya vâki olması farzedilen cüz'î meselelerin çözümünü
içine alan bir mecmua olmaktan çıkarmıştır.[51]
İmam Şafiî'nin mezhebi
iki devreye ayrılır:
1 —
Bağdad'ta yaymış olduğu mezheb: Bunu Za'ferânî[52] rivayet
etmiş olup Şafiî'nin Bağdad'ta yazmış olduğu kitapları içine alır. Bu kitaplar
da-, er-Risâle —usûl hakkındadır—, el-Umm ve el-Mebsut'dur.[53]
Bunları Za'ferânî Şafiî'nin imlâsı (yazdırması) ile tedvin etmiş ve Bağdad'ta
talebelerine okutmuştur. Za'ferânî bu kitapları, 260 Hicrî yılında ölünceye
kadar - okutmaya devam etmiştir Halbuki İmam Şafii, Mısır'da görüşlerinin bir
kısmını değiştirmiştir
2 — 199
Hicrî yılında Mısır'a geldikten sonra yazdığı mezheb Şafiî, Mısır'a gelince
Irak'ta yazmış olduğu kitaplarını yeniden gözden geçirmiş ve bâzı kısımlarını
değiştirmiştir. Bu kitaplarından bi risi er-Risâle, diğeri de el-Mebsut'dur. O,
bundaki görüşlerini yeni den incelemiş, bâzı görüşlerinden vazgeçmiş ve
bâzılarında da ısraı etmiştir. İfadesinde iki çeşit görüşe ihtimal veren
kısımları kesin biı şekle kavuşturmuştur. Halbuki Şafiî, daha önce bâzı
meselelerir iki türlü halledilebileceğini söylerdi. Yeni mezhebine göre O, bu
iki şekilden birini tercih etmiş veya her ikisinden vazgeçmiş, yahut üçüncü bir
çözüm şekli ortaya atmış, veyahut daha önce bilmediğ: bir hadîs'e vâkıf olduğu
için önceki görüşünün her ikisinden de vaz geçmiş, ya da hatırına gelen yeni
bir kıyasa dayanarak birini ötekine tercih etmiştir.
Şafiî'nin sonraki
görüşlerine göre yazdığı yeni kitaplarını Rabi b. Süleyman el-Muradî el-Müezzin[54]
rivayet etmiştir. Şafiî'nin kitaplarını Mısır'da nakleden bu zattır. İslâm
âleminin her tarafından Şafiî'nin kitaplarını okumak için onun yanına gelenler
vardı. Rabf b. Süleyman, 270 H. yılında ölmüştür.
Şafiî, Mısır'da
yazdığı kitaplarla Bağdad'ta yazdığı kitapları neshetmiştir. O, «Bağdad'ta
yazdığım kitapları benden kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum.»
demiştir.
Demek ki Şafiî, eski
fikirlerini yeni fikirleriyle neshetmiştir. İsterseniz, Şafiî eski kitaplarını
yeniden düzelterek kaleme almış ve bunlar yeni kitaplarını teşkil etmiştir,
diyebilirsiniz ki, bu, daha doğru olur.
Şafiî'nin eski
kitaplarında, yeni kitaplarında olduğu gibi, ba-zan bir konu üzerinde çeşitli
görüşler yer alır. Bilhassa bunlar kıyas meselelerine aittir. O, kıyasa dayanan
bir görüş (re'y) ü bâzan kesin olarak ifade eder, çoğu zaman bunu başka
görüşlere tercih eder, bâzan da kıyas şekillerinden ikisi arasında tereddüde
düştüğü için birini diğerine tercih etmez; hattâ üç kıyas şekli arasında
tereddüt ettiği de vâkidir. İlim ve dînî hakikat uğrundaki ihlâsı, kendisini,
böyle kıyasın üç şeklini birden, aralarında herhangi bir tercih yapmaksızın,
kitabına koymaya sevketmiştir. Çünkü bunlar arasında tercihe medar olacak bir
mesned bulamamıştır. Bu şekillerden her birini Şafiî'ye nisbet etmek doğru
sayılır.
Bunlara şöyle bir
misâl verebiliriz: Bir kimse zekâtını vermeden meyve veya tahılını satsa, sonra
müşteri de bunların zekâtının verilmediğini anlasa, müşteri, malın tamamının
mı, yoksa zekât olarak verilmesi gereken miktarının mı satış akdini feshetme
hakkına sahiptir? Zekât olarak verilmesi gereken miktar da, arazîyi âletle
sulamadıysa öşür (l/10) dur. Âletle suladıysa öşrün yansı (1/20) dır. Veya
müşteri burada muhayyer midir? Yoksa zekât çıkarıldıktan sonra kalan kısmı
paranın tamamı ile alır mı, yoksa satışı fesh mi eder? Şafiî bütün bu
görüşlerin doğru olabileceğini zikreder.
Diğer bir misâl: Bir
kimse, soyundan olmadığı birinin nesebinden olduğunu iddia etse ve bu iddia
ettiği neseb esasına göre bir kadınla evlense, sonra da kendisinin hem iddia
ettiği nesebden, hem de kadının nesebinden aşağı bir soydan olduğu anlaşılsa
durum ne olacaktır? Şafiî bu meselede iki türlü görüş ileri sürmüştür: Birincisine
göre kadının muhayyerlik hakkı vardır. İkincisine göre de nikâh bâtıldır.
Şafii mezhebinde
görüşlerin çok oluşu bu mezhebin inkişafını sağlamıştır. Çünkü tercih kapısı
daima açık bırakılmıştır. Şafiî, talebelerine furû'da ictihad îtapısmı açmış
ve mezhebin gelişmesini kolaylaştırmıştır.
Şafiî fakîhleri için,
İmam Şafii'nin eski ve yeni mezheblerini incelemek en büyük konuyu teşkil
eder. Âlimlerden bir kısmı, bâzı meseleleri Şafiî'nin eski mezhebine göre ele
almış ve fetva vermiştir. Şafiî'lerin ekserisi, İmam Şafiî'nin eski görüşünü
destekleyen bir hadîs bulunursa ona uymayı ittifakla kabul etmişlerdir.
Şafiî'nin yeni görüşü sadece kıyasa dayanıyorsa, eski görüşü ile amel edilir.
Çünkü Şafiî, «Sahih bir hadîs bulunursa benim mezhebim odur.» derdi.
Herhangi bir hadîs
desteklemediği halde Şafiî'nin eski bir görüşünü tercih etmek mümkün müdür?
Âlimlerin bir kısmına göre mezheb d e müetehid olanlar, onun böyle bir-
görüşünü tercih edebilirler. Çünkü, bu da İmama ait bir görüştür. Sonradan
bunun aksini ileri sürmesi, önceki görüşünden dönmüş olduuğnu göstermez.
Fakat, bundan, kendisinin iki görüşe sahip olduğu anlaşılır. Âlimlerin diğer
bir kısmına göre ise, mezhebde müetehid olanlar, Şafiî'nin mezhebidir, diye
eski görüşünü tercih edemezler. Çünkü yeni görüşüne nisbetle eski görüşü
birbirine zıt ve bir arada mütalâa edilmesi imkânsız iki nass durumundadır. Ve
sonraki görüşüne göre amel edilir. Bu anlayış, Şafiî'nin eski görüşünden
vazgeçtiği yolundaki rivayetle bağdaşmaktadır.. Söylendiğine göre Şafii; «Ben,
Bağ-dad'ta yazdığım kitaplarıma göre amel edenlerden beriyim.» diyerek, eski
görüşleriyle amel edilmesini yasaklamıştır.
Bu ihtilâf meselesi ne
olursa olsun, gerçek odur ki, muayyen mes'elelerde Şafiî fakîhleri, İmam
Şafiî'nin eski görüşünü tercih etmişler, ona göre fetva vererek, yeni görüşünü
terketmişlerdir. Bâzılarının tesbitine göre bu meselelerin sayısı ondörttür.
Bâzılarına göre ise yirmiikidir. Gerçekte bunlar daha fazla olup bu mezhebin
kitaplarında dağınık bir.şekilde mevcuttur.[55]
Şafiî mezhebinde
tahric, büyük bir yer işgal eder. Tahricle halledilen meselelerin bir kısmı
Şafiî'ye, bir kısmı da mezhebe izafe edilir. Bir kısmı ise, tamamen mezhebin
dışında sayılır. Mezhebin dışında sayılan bu meseleleri tahric eden fakîhler,
Şafiî'nin nass ve kaidelerine aykırı olarak hareket etmişlerdir. Çünkü,
kendisinden nakledildiği sabit olan fetvalara aykırı düşen her hangi bir şeyi,
İmam Şafiî'ye nisbet etmek mâkul olamaz. Bir kısım tahricler vardır ki bunlar,
İmam Şafiî'ye atfen mezhebe izafe edilmiştir. Bir kısım tahricler de Şafiî'nin
usûlüne dayanmakta, fakat bunlar hakkında Şafiî'nin herhangi bir görüşü
nakledilmemektedir. Şüphesiz ki bu tahricler, mezhebin görüş şekillerinden
(vecihlerinden) birini teşkil eder; bunları İmam Şafiî söylememiş olsa da, onun
usûlüne dayanmaktadır.
Bâzı tahricler de
vardır ki âlimler bunların Şafiî mezhebine nisbetinde tereddüt etmişlerdir.
Bunlar şöyle sıralanabilir:
a) Hakkında
İmam Şafiî'den bir şey nakledilmeyen ve onun usûlüne dayanmayan fürû'a dair
tahricler: Tahriç yapan (muharric), Şafiî mezhebine mensup olduğu halde,
mezhebin fürû'u ile bunlar arasında bir uygunluk yoksa, ekseriyete göre bunlar
mezhebden sayılmaz. Eğer bunlarla mezhebin fürû'u arasında bir uygunluk varsa
mezhebden sayılır.
Bu, tahriç yapan fakîhin
mes'elede Şafiî'nin usûlüne bağlı kalmadığını açıkça söylemiş olmasına göre
böyledir. Eğer tahric yapan fakîh, bunu açıkça söylemezse durum değişir: Şafiî
fakîhlerinin ekserisine göre tahriç yapan kimse, Ebu Hâmid el-Gazzalî gibi
Şafiî usûlüne bağlı olmakla tanınan biri ise, bu tahricler mezhebden sayılır,
değilse sayılmaz.
b) Müctehid,
İmam Şafiî'nin açık bir ifade ile vazgeçtiğini bildirdiği bir görüşünü tercih
etmişse bu, ittifakla mezhebden sayılmaz.
c) Müctehid,
bir mes'elede İmam Şafiî'nin re'y'ine muhalif olan bir görüşü tercih etmiş ve
bu mes'elede bir hadîs'e dayannıışsa, Şafiî fakîhlerinin çoğuna göre bu,
mezhebden sayılır. Çünkü Şâfii: «Sahih bir hadîs bulunursa benim mezhebim
odur.» demiştir. Fakîhlerin diğer kısmı burada tereddüt etmiştir; fakat
çoğunluk birinci görüşü benimsemiştir.[56]
İmam Şafiî'nin
Irak'ta, Mekke'de ve Mısır'da talebeleri vardı. Şam'da, Yemen'de, daha sonra
Nişâbur ve Horasan'da yerleşmiş olan Şâfiîler bulunuyordu. Yâni, böyle
birbirinden Uzak ülkelerde birçok kimseler aynı mezhebe mensup bulunuyorlardı.
Bunlar arasında Şafiî mezhebine göre müntesip müçtehidler, Şafiî'den rivayet
edilen fürû' mes'elelerine, Şafii'nin açıkladığı kıyas ve esaslara (usûle) göre
tahric yapan müçtehidler vardı.
Şüphesiz bunlar, tahriclerde
bulunurlarken değişik olan çevre ve meşreblerinin, karşılaştıkları hâdiselerin,
bu hâdiseleri halletmede kullandıkları metodların tesirlerinde kalmışlardır.
Şüphesiz ki bu da,, onların ayrı ayrı görüşe sahip olmalarına yol açmıştır.
Gerçi hepsi de, aynı kaynaktan ilham alıyor, aynı usûle bağlı kalıyorlardı.
Eğer biz Horasan,
Nisâbur ve Irak'taki Şafii fakîhlerinin görüşlerini araştırırsak ve onları bu
araştırmanın ışığı altında tahlil edecek olursak, onlarda değişik çevre ve
temayüllerin tesirini görürüz. Bu fakîhlerden bir kısmı, Şafiî'den nakledilen
furû'a şiddetle bağlanıyor, bir kısmı da bu konuda şiddet göstermiyordu. İmam
Muhyiddin en-Nevevi şöyle der: «Bilmiş ol ki, Irak'lı arkadaşlarımızın
Şafiî'nin nass'larını, mezhebinin kaidelerini ve seleflerimizin çeşitli görüşlerini
nakilleri, Horasanlıların nakillerinden umumiyetle daha sağlam ve daha
esaslıdır. Horasanlılar ise tertip, fer'i mes'eleleri ortaya koyma ve Şafiî
mezhebinin nass ve kaideleri üzerinde tasarruf bakımından ekseriya daha iyidir.»
Şafiî mezhebine mensup
tahric yapan müçtehidler, Horasan ve Nisâbur'da Şiî - İmamî mezheb'le, Yemen'de
de Zeydî mezhebi ile temas etmişlerdir. Farklı mezhebler arasında kimi
yönlerden temasın bulunuşu, bir kısım mes'elelerde çatışma doğursa bile, bu
mezheplerden her birine mensup olanların birbirini anlamasını ve iyi bulduğu
hususları kabul etmesini mümkün kılar. Çünkü fikrî ve maddî temaslar, görüşler
arasında ister istemez mübadeleyi sağlar.
Şafii mezhebi, Arap
ülkelerinden Uzak bu yerlerde Hanefî mezhebi ile de yüzyüze gelmiştir. Her iki
mezheb arasında çok şiddetli bir çatışma başlamış ve bu son haddine varmıştır.
Bu maksatla camilerde ve bütün toplantı yerlerinde münazaralar yapılıyordu.
Her bilgin kendi mezhebini savunmak, mezheb ve görüşlerini destekleyen, diğer
mezheb ve onun görüşlerini zayıflatan delilleri serdetme-yi Allah'a ibâdet
sayıyordu. Hattâ yas törenleri bile mahalle mescitlerinde tertiplenen fıkıh
münazaraları ile ihya ediliyordu. Bunun üzerine şu iki husus ortaya çıkmıştır:
1 — Mezheb
taassubu şiddetlenmiş ve bâzı yazarlar bu hususta çok ileri gitmişlerdir.
Hattâ bâzıları, İmam Şafii'nin; «İnsanlar, fıkıhta Ebu Hanife'nin îyâlidir»
diye övdüğü ve herkesçe münâkaşasız bir şekilde, Irak fakîhlerinin üstadı
olduğu kabul edilen îmanı Ebu Hanife'ye dil uzatacak kadar ileri gitmiştir.
Bunun, hem Şafii hem de Hanefî âlimleri üzerinde çok kötü ve üzücü tesirleri
olmuştur. Öyle ki, bir kısım Şafiî âlimleri, İmam Ebu Hanîfe'nin menkıbelerini
yazmaya teşebbüs etmek suretiyle o büyük îmam'a karşı yapılan yergi (ta'an)
damgasını Şâfiîlerden silmeye çalışmıştır.
2 — Doğu
İslâm memleketlerinde, bilhassa Hanefîler, Şâfiîler, Zahiriler ve Şiîler
(İmamîler - Ca'ferîler) arasında çok şiddetli mezheb münakaşalarına girilmiş
ve bunlar, zaman zaman büyük fitnelerin doğmasına sebep olmuştur. Hattâ bu
yüzden birçok insanların kanlan bile boşa akıp [57]gitmiştir.[58]
Şafiî mezhebi,
özellikle Mısır'da yayılmıştır. Çünkü İmam Şafiî, hayatının son kısmını burada
geçirmiştir. Bu mezheb, Irak'ta da yayılmıştır. Zira Şafiî, fikirlerini
neşretmeye önce orada başlamıştır. Irak yoluyla Horasan ve Maveran'ün-Nehr'de
de yayılma imkânı bulmuş ve bu ülkelerde fetva ile tedrisatı Hanefî mezhebi ile
paylaşmıştır.
Bununla beraber, bu
ülkelerde Hanefî mezhebi hâkim durumda idi. Çünkü o, Abbasî Devletinin resmî
mezhebi idi. Şafiî mezhebi, halk üzerinde Hanefî mezhebi ile hâkimiyet
mücadelesi yapmış, Mısır ve Suriye'ye Fatura Devleti hakim olduktan sonra bile
Mısır'da halk üzerindeki otoritesini korumuştur.
Mısır'da iktidar
Eyyûbîlerin eline geçince, Şafiî mezhebi daha da kuvvetlenmiş, hem halk, hem de
devlet üzerinde en büyük otoriteye sahip olmuştur. Şafiî mezhebinin bu durumu
Kölemenler devrinde Sultan Zahir Baybars'a kadar devam etmiştir. Bu sultan, kadıların
\dört mezhebe göre tâyin edilmesi fikrini ortaya atmıştır. Bunun üzerine her
mezhebin kendi görüşlerine göre hükmeden ve mezheb mensuplarının dâvalarına
bakan ayrı bir kadı tâyin edilmiştir. Fakat adı geçen sultan da, Şafiî mezhebine
diğer mezheblerden üstün bir yer tanımıştır. Şöyle ki: Taşra şehirlerine kadı
(nâib) tâyin etme hakkı ile yetim ve vakıf mallarını kontrol hakkı yalnız Şafiî
mezhebine ait idi. Şafiî mezhebinden sonra Mâliki mezhebi, bundan sonra da
Hanbelî mezhebi geliyordu. Fakat Subh el-A'şâ'da zikredildiğine göre İbni
Batûta, Melik Nâsır'dan beri Mısır'da mezheblerin derecelendirildiğini ve
Hanefî mezhebinin Mâliki mezhebinden önce geldiğini söyler.
Osmanlılar, Mısır'ı
zaptedince, Hanefî mezhebini birinci dereceye almışlardır. Mehmet Ali Paşa
Mısır'a hâkim olunca, Hanefî mezhebinden başka diğer mezheblerle resmiyette
amel edilmesini ilga etmiştir. Fakat Şafiî ve Mâliki mezhebleri halk üzerindeki
mevkiini korumuştur.
Şamlılar, kazâî
konularda, 302 H. yılında ölen Ebu Zur'a ed-Dimaşki eş-Şâfiî[59] Şam
Kadılığına tâyin edilinceye kadar, Evzâi mezhebine bağlı idiler. Lâkin Şafiî
mezhebinin bundan önce de halk arasında yüksek bir mevkii vardı.
Bir kısım Iraklılar
katında Şafiî mezhebinin büyük bir itibarı olduğu halde, bu mezheb, halk
üzerinde tamamen bir kuvvet gösteremediği gibi, kaza (yargı) bakımından da
Hanefî mezhebini yenememiştir. Nihayet Halîfe el-Kadir Billâh Bağdad'a Şafiî
bir kadı tâyin etmiş; fakat halk, buna karşı ayaklanmıştır. Meydana gelen
fitneler karşısında Halife, halkın çoğunluğunu memnun etmek zorunda kalmış ve
Şafiî kadıyı vazifesinden ayırmıştır.
Şafiî mezhebi, İran'a
da girmiştir. İbn u'-Subkî «Tabakâtu-Şâfiîyye» sinde; «İran'da Şafiî mezhebi
ile Davud-i Zâhirî'nin mezhebinden başka bir mezheb yoktu» demiştir.
Zannedirim ki, bu ifadede bir mübalâğa vardır.
Şafiî mezhebi, Hicrî üçüncü
asrın sonunda Merv ve Horasan'a gelmiştir. Bu mezhebi buralara getiren âlimler,
hem mezhebin kitaplarını münevverler arasında, hem de Şafiî fıkhını halk
arasında yaymaya çalışıyorlardı. Bu Şafiî âlimleri, sadece bunlarla yetinmemişler,
hâkim ve sultanları da ikna etmek için uğraşmışlar, onların yâli veya hâkim
oldukları memleketlerde bu mezhebi uygulamalarını istemişlerdir.
Şafiî mezhebinin
Endülüs ve Mağrib ülkelerinde bir yer işgal etmediği söylenebilir.
Bugün Şafii
mezhebinin, mâzîde girmiş olduğu ülkelerde devam ettiği düşünülebilir. Şafiî
mezhebi, günümüzde (Yemen taraflarında) Zeydî mezhebi ile halk üzerinde
hâkimiyet mücadelesi yapmakta, İran'da da Şiî mezhebi ile yanyana
bulunmaktadır.[60]
Allah, İmam Şafiî'ye
rahmet etsin ve ondan razı olsun![61]
[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/307.
[2] Hadîsin senedini teşkil eden râvîler az ise, yani
hadis sened bakımından Peygamber (S.A.)'e yakın ise buna «Alî Hadîs» denir.
Hadîs, râvîler silsilesi fazlalaşmak suretiyle Peygamber (S.A,)'e yalan
değilse buna da «Nazil Hadîs» denir. Çeviren.
[3] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/309.
[4] Şi'b: Mekke'de Ebû Talibin oturduğu semtin adıdır.
Çeviren.
[5] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/310-311.
[6] Biraz önce «Şafii'nin doğumu ve Nesebi» başlıklı yerde
Şafiî'nin Gaz-ze'de doğduğu söylenmiştir. Esasen Şafiî'nin doğum yeri ile
ilgili bizzat Şâfiîye dayanan üç rivayet vardır: 1 — Gazze. Ekseri tarihçiler
bunu kabul etmişlerdir. 2 — Askalân. Burası Gazze'ye üç fersah uzaklıkta bir
kasabadır. 3 — Yemen. Bazısı da, bu üç rivayeti birleştirmek: ama-ciyle
Şafiî'nin Yemen'de doğup Askalân ve Gazze'de büyüdüğünü' söylemiştir. (Bak: M.
E. Zehra el-İmam eş-Şâfiî, Mısır 1948, s. 14.)Çeviren
[7] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/311-313.
[8] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/313-315.
[9] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/315.
[10] Bir kısım şiilerle mezheb taassubunda boğulup kalanlar
İmam Şafii’nin ataları arasında yer alan Şafii b.Saib’in Kureyşlilerden Ebu
Leheb’in azatlı kölesi olduğunu ve böylece İmam Şafii’nin soy bakımından
Kureyş'e mensup olmadığını iddia etmişlerdir. Çeviren.
[11] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/316-317.
[12] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/318-319.
[13] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/319-320.
[14] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/320-321.
[15] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/321-322.
[16] İmam Şafii Fustat (Kahire)'da vefat etmiş olup
el-Mukattam dağının eteğindeki Benû Abdilhakem türbesine defnedilmiştir.
Türbesi üzerindeki bugünkü muhteşem kubbe, Eyyûbî sultanlarından el-Melik
el-Kâmil tarafından 608 H. yılında yaptırılmıştır. Burası önemli bir ziyaret
yeridir. Salâhuddîn Eyyûbî tarafından Şafii'nin türbesi yanma büyük ve geniş
bir medrese yaptırılmıştır. Burada bugün, bir de Ulucâmi vardır.Çeviren.
[17] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/322-324.
[18] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/324-325.
[19] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/326-327.
[20] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328.
[21] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328.
[22] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328-329.
[23] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/329.
[24] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/329-331.
[25] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/332-333.
[26] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/333-334.
[27] Asıl adı, Ebu Ali el-Hüseyin b. Ali'dir (öl. 256 H.)
Çeviren.
[28] Ali İmrân Sûresi, 173.
[29] Talâk Sûresi, 1.
[30] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/335-336.
[31] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/336.
[32] el-Umm, c. VII, s. 246.
[33] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/336-339.
[34] Bu kongre, 29 Aralık 1957 -13 Ocak 1958 tarihleri
arasında yapılmıştır.Çeviren
[35] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/339-341.
[36] Şâfiîye göre bir memleketin icmâ'ı, icmâ' olamaz. Bir
asırdaki bütün müslüman memleketlerinde mevcut olan bilginlerin icmâ'ı, ancak
bir icmâ' olur. Medînelilerin icmâ' ettiği ileri sürülen meselelerin aksini
söyleyenler, bizzat Medîneliler arasında mevcuttur. Metinde de zikredildiği gibi
Medînelilerin icmâ' ettiği konular, sadece onlara ait değildir. Diğer fslâm
ülkelerinde de aynı şeyler üzerinde icmâ' edîlmiştr. (Bak. M. Ebu Zehra,
el-İmam eş-Şâfîî, Kahire 1948, s. 259.)Çeviren.
[37] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/341-343.
[38] er-Rîsale, s. 597, el-Halebî baskısı ve merhum Ahmet
Şakır neşri, Kahire 1940.
[39] el-Ümm, c. VII. s. 246.
[40] Aynı eser, c. VII, s. 246.
[41] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/343-345.
[42] er-Risale, s. 477.
[43] Başka bir misâl: Bir kimse görünüşte müslüman olsa,
içinden de gayrimüslim olsa, biz zahirine bakarab, ona müslüman muamelesi
yapmak mecburiyetindeyiz.Çeviren.
[44] Bakara, 179.
[45] er-Risâle, s. 504.
[46] Aynı eser, s. 506.
[47] Bak. s. 103-110.
[48] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/345-349.
[49] Kiyâme Sûresi, 36.
[50] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/349-350.
[51] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/350-352.
[52] Asıl adı, Ebu Ali el-Hasen es-Sabbah ez-Za'ferânîdir.
Çeviren.
[53] el-Mebsut veya el-Hucce adlı eserini Mısır'da yeniden
kaleme almış ve el-Umm adım vermiştir. Bu eserinde O, fıkıh meselelerini enine
boyuna ele almış ve ihtilaflı meselelere dair hem kendi görüşlerim hem de diğer
fakîhlerin görüşlerini aynen anlatmıştır. er-Risale, el-Umm'ün mukaddimesi
mahiyetini arzeder. er-Risale, Ahmed Muhammed Şakir tarafından tahkik
edilerek, Kahire'de 1940 senesinde neşredilmiştir. el-Ümm de 7 cilt halinde
Mısır'da 1321'de basılmıştır. Şafiî'nin hadîs'e dair el-Müsned adlı eseri de
Mısırda 132Tde basılmıştır. İmam Şafii'nin Mekke'de iken eser telif ettiğini
bilmiyorUz. Fakat Bağ-dad'a gelince kitap telifine başlamış ve burada Önce «er-Risale»
sini neş-retmiştir. Daha sonra fıkıh ve füru'a dair görüşlerini büyük bir eser
halinde toplamış ve ona «el-Hucce» adını vermiştir. İbni Nedim'e göre
Za'ferânî'nin rivayet ettiği bu eser «el-Mebsut» adını almıştır. Şafiî Mısır'da
yeniden gözden geçirerek ilâve ve çıkmalarda bulunduktan sonra bu eserine
«el-Umm» adını vermiştir.
Menâkıbu Şafiî'de
Beyhakî şöyle der: Şafiî'nin Bağdad'ta yazdığı el-Hucce'yi Zaferânî rivayet
etmiştir. Hüseyin b. Ali el-Kerabîsî ile Ebu Abdirrahman b. Yahya eş-Şâfiî tarafından
rivayet edilen kitapları da vardır. Ben, Ebu Abdirrahman'ın rivayet ettiği
«es-Sîyer» kitabının bir nüshasını gördüm. Bunda başkalarında olmayan
zryadelikler vardır. Ebul-Velid Musa b. Ebil-Cânıd'un da ondan rivayet ettiği
bir muhtasarı vardır. Bunda da bâzı sdyadelikler mevcuttur. İmam Şafiî'nin
Mısır'da yazdığı eserleri şunlardır:
1 — el-Umm,
2 — Kitabu's-Sünen,
3 — el-Emâlî el-Kübrâ,
4 — el-tmlâ' es-Sagîr.
Buvaytî (ÖL 231 H.) ile
Müzeni (öl. 264 H.), Şafiî'den işittiklerini «el-Muhtasar» adh birer kitap
halinde toplamışlardır. (Bak. M. Ebû Zehra, el-lmam eş-Şâfiî, Kahire 1948, s.
154. 155). Çeviren.
[54] Bu zat, Mısır fâtihi Arar b. el-As tarafından inşâ
edilen Fnstat'dakl Ulu-câmî'de müezzin idi. Çeviren.
[55] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/353-356.
[56] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/356-357.
[57] Elimizdeki metinde (2) rakamı yazıldığı halde bu
ikinci husus zikredilmemistir. Biz bu kısmı, yazarın el-Imam eş-Şâfiî (Kahire
1948) »dil eserinin 374-377. sayfalarından Özetliyerek tamamladık. Çeviren.
[58] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/357-358.
[59] Asıl adı, Muhammed b. Osman'dır. Çeviren.
[60] Anadolu'muzun doğu kesimlerinde, Kafkasya, Azerbaycan,
Hindistan, Filipin, Seylân ve Malaya müslümanlan arasında Şefiî mezhebine mensup
olanlar nayli kabarıktır. Endonezya adalarında ise hâkim olan mez-heb, sadece
Şafiî mezhebidir. Çeviren.
[61] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/358-360.