İkinci Bölüm: VAHYİN ANLAMI VE ÇEŞİTLERİ
2.1.
VAHYİN ANLAMI VE ÇEŞİTLERİ
İkinci Bölüm:
VAHYİN ANLAMI VE ÇEŞİTLERİ
2.1. VAHYİN
ANLAMI VE ÇEŞİTLERİ
"Vahiy" kelimesi
Arapçada işaret etmek anlamına gelir. Başka anlamları da, "birinin
kalbine bir şey ilkah etmek, gizli bir şekilde bir meseleyi anlatmak veya mesaj
vermektir. Sözlük anlamı, "süratli işaret" veya "gizli
işarettir. Yani öyle bir işaret ki bunu sadece görmüş olan kişi anlayabilir,
başkaları anlayamaz. Genelde kavram olarak hidâyet veya doğru yolu
göstermektir. Öyle bir hidâyet ki, bir yıldırım gibi Allah-u Teâlâ'dan bir
kulunun kalbine düşer.
Cenab-ı Allah'ın bir insanın
yanına gelmesi veya bir insanın O'na gitmesi veya O'nunla karşılıklı konuşması
düşünülemez. O Gâlip ve Hakim'dir. İnsanların hidayeti için herhangi bir
kuluyla temas kurmak istediği zaman, iradesine herhangi bir şey mâni olamaz.
Bu sebeple, kendi hikmetiyle, bu işi vahiy yoluyla yapmayı tercih eder.
"Vahiy" kelimesi artık
sadece peygamberlere Cenab-ı Hak'tan gelen kelâm için kullanılıyor. Fakat
Kur'an-ı Kerim'de bu kelime veya terim yalnızca bu anlamda kullanılmıyor.
Meselâ, göklerde bütün düzenin vahye göre devam ettiği belirtilir (Hâ-mîm).
Yeryüzüne de vahiy geliyor, ki bu işareti alır almaz, dünyamız kendi
fonksiyonunu icra ediyor (Zilzâl). Meleklere de vahiy iner. Buna göre işlerini
yapar, görevlerini yerine getirirler (Enfâl). Hatta, arıya bile bütün işleri
vahiy (doğal eğitim) yoluyla öğretilir. Bu hususta Nahl Sûresi altmış sekizinci
ayete bakılabilir. Ve vahiy sadece arılarla sınırlı değildir. Balık yüzmeyi,
kuş uçmayı ve yeni doğan bebek süt içmeyi de Allah'ın vahyiyle öğreniyor.
Ayrıca, bir insana, düşünce ve incelemeden sonra sağduyusuyla karar verme ve
yolunu tayin etme kabiliyet ve selâhiyeti de vahiy ile veriliyor (Kasas). Ve bu
vahiy'den hiçbir insan mahrum değildir. Dünyamızda şimdiye dek ne kadar
keşifler yapılmış, yararlı icâdlar yapılmış, yararlı işler yapılmış ve ne kadar
çok düşünür, filozof, bilim adamı, fâtih, hükümdar ve yazarlar eserler ortaya
koymuş veya başarılar kazanmışsa, hepsinde vahyin rolü olmuştur. Bu iş sadece
büyük insanlara mahsus değildir. Çok yakın çevremizde de bu gibi olaylara tanık
oluruz, sıradan bir insanın, aniden aklına gelen bir düşünce, veya rüyasında
gördüğü bir olayın, çok uzun zaman geçmeden doğrulanıverdiğini görürüz. Bu tür
meydana gelen olayların kaynağı, ilâhî ilham, başka bir deyimle vahiydir, işte
bütün bu vahiylerin bir çeşidi var ki, sadece peygamberler bunlardan istifade
edebilir, veya sadece onlar için nazil olur. Bu vahiy, diğer vahiylerden farklı
özellikler taşır. Böyle bir vahiy ilgili peygambere tamamıyla bilinçli bir
biçimde gelir ve kendisi Kâdir-i Mutlak tarafından yönetildiğini derhal anlar.
Bu vahyin, Allah'tan geldiğine inancı tamdır. Bu tür vahiyler Allah'ın çeşitli
emir ve talimatının yanı sıra, kanun ve usullerini de kapsar. Bu vahyin
indiriliş sebebi de, insan soyuna Allah'ın doğru yolunu göstermek ve onu
kurtuluşa erdirmektir.
Kur'an-ı Kerim'in Şûra sûresinin
elli birinci ayetinde bütün semavi kitapların vahiy yoluyla peygamberlere
indirildiği beyân edilmiştir. Yani Allah bir melek vasıtasıyla Rasûlüne vahiy
gönderir. Bazı kimseler, "Ev-yürsile Rasûlen fe-yûhiye bi-iznihî
mâ-yeşâ" âyetinin tefsirini yanlış yaparlar. Onların teviline göre,
"Allah, bir Resûl'ü gönderir ve Resûl Onun emriyle alelade insanlara
mesajını ulaştırır." Ancak Kur'an-ı Kerim'in, "ve sonra o (yani
melek) vahiy yapar veya ulaştırır, O'nun emriyle, o nasıl isterse"
cümlesi böyle bir tevilin yanlış olduğunu apaçık ortaya koyar, insanların önünde
Peygamber'lerin vaazı, ne Kur'an'da "vahiy yaparlar" olarak
tanımlanmıştır ne de Arapçada İnsanlar arasındaki açık ve aleni görüşme ve
konuşmalar "vahiy" olarak ifade edilebilir. Lügatte vahiy daha önce
belirttiğimiz gibi gizli ve hızlı işaret manasında kullanılır. Peygamberlerin
vaaz ve telkinlerini "vahiy" olarak tanımlamak, Arapçanın gereği
kadar bilinmemesinden doğan bir yanlışlıktır.
2.1.4. Vahyin Niteliği Hakkında Başka Açıklamalar
Vahiylerin bir çeşidine tabiî veya
içgüdüsel vahiy denilir. Bununla Allahu Teâlâ her yaratığa yapması gereken işi
öğretir. Bu vahiy insanlardan çok hayvanlar ve bunlardan da çok, bitki ve
maddelere aittir. Vahyin ikinci çeşidine cüz'i vahiy denilir. Bununla, Allah
hazan kendi kullarından birine hayat meseleleri veya herhangi bir hususta
fikir, bilgi veya hidâyet sağlamış olur. Bu vahiy hemen hemen her gün ve her
zaman bazı insanlara gelir. Dünyada birçok keşif ve icadlar bunun sayesinde
olmuştur. Büyük bilimsel buluşlar varlıklarını bu vahye borçludurlar. Akıl almaz
tarihi gelişme ve olaylarda bu vahyin rolü olmuştur. Bazen kritik bir anda bir
kişinin aklına yepyeni bir fikir gelir, birden tarih ve medeniyetin akışı durur.
Benzeri bir vahiy Hazreti Musa'nın annesine gelmiştir. Yukarıda anlattığımız
vahiylerin iki çeşidinden çok farklı bir vahiy daha var ki, bununla Allah,
kullarından bazısına gaybın bütün gerçeklerini anlatır. Allah bu vahiyle hayat
düzeni hakkında gereken yol gösterici talimatı verir ve diğer insanların
hidayeti için onlara iletilmesini ister. Bu vahiy peygamberlere mahsustur.
Kur'an-ı Kerim'den anlaşılacağı gibi, adı ister "ilkâ" ister
"ilham", "keşif veya "vahiy" olsun, bu tür bilgi Rasûl
ve Nebi'lerden başkalarına verilmez. Ayrıca bu ilim ve bilgi peygamberlere öyle
verilir ki, bunların Allah'tan geldiğine, bunlara şeytanın hiç karışmadığına ve
de kendi fikir, görüş hayâl ve arzularından soyutlanmış olduğuna iyice inanırlar.
Bunun dışında, bütün vahiy aynı zamanda şeriat delilidir de. Buna uymak her
insan için farz olup, peygamberler bunu, başka insanlara ulaştırmak ve kulları
Allah'a davet etmek için de görevlendirilmişlerdir. Aynı vahiy ile kurtuluş
yolu açılır ve bundan sapmak hüsrana uğramak sonucunu doğurur.
Peygamber'lerin dışında
başkalarına bu tür bilginin, çok küçük bir bölümünün nasip olduğunu düşünsek
bile, bu, önemi çok az bir işaretten öteye gitmez. Bu öyle bir işarettir ki,
onu anlayabilmek için peygamberlerin vahyine gerek vardır. (Yani Kur'an ve
sünnet'in yardımıyla bunun doğru olup olmadığım belirlemeye ve doğruluğu
belirledikten sonra da yönü ve amacını tespite gerek vardır), ilham'ı kendi
başına bir hidâyet yolu sayan ve peygamberlerin vahyi’ne göre doğruluğunu
ölçmeyip buna kendi uyan ve başkalarının da uymasını isteyen birinin
hareketleri şeriat açısından tasvip edilemez. Kur'ân-ı Kerim'de bu gerçek
çeşitli yerlerde açık açık anlatılmıştır. Özellikle, Cin süresinin son
âyetlerinde bu husus apaçık ortaya konmuştur.
"O gaip'ten haberdâr'dır.
Kendi gaybından başkalarını haberdâr etmez. Fakat gaip'ten haber vermesi için
seçtiği Rasûl'ler bundan müstesna'dır. O, O'nun önüne ve peşine muhafızlarını
görevlendirir, ki böylece Rabb'lerinin mesajlarını (İnsanlara) ilettiklerini
öğrenebilsin. Ve O onların bütün çevrelerini kapsamına almış ve her şeyi tek
tek saymıştır." (Cin; 26,27,28)
Burada iyice düşünecek olursak,
ümmetini ıslah eden ve ıslah edilenlere, peygamberlerin keşif ve ilhamı gibi
değil, bir çeşit ikinci derecedeki keşif ve İlham'ın verilmesinin hikmetini
anlamış oluruz. Birinci derecedeki ilhamın verilmemesinin sebebi, peygamberler
ile ümmetleri arasındaki farkın tek bu hususa bağlı oluşudur. Zaten bu fark da
ortadan kalkarsa, ikisi bir olur. Bunun ikinci sebebi de peygamberlerden
sonraki hidayet silsilesini sürdürmektir. Nebi'lerden sonra davalarını
sürdürmek isteyenler doğru yolun izlenmesi konusunda Allah'ın yardımına muhtaç
olurlar, bunlar vahiy ile yollarını bulurlar. Aslında bu kolaylık bilinçsiz
olarak her samimi ve sağduyulu din hizmetçisine ihsan edilmiş olur, ama birine
de bu bilinç verilirse, bu mutlaka Allah'ın bir mükâfatıdır.
"O çocuk onunla birlikte
koşabilecek yaşa gelince, (bir gün) İbrahim (a.s.) ona dedi ki: Evlâdım,
rüyamda gördüm ki seni boğazlıyorum. Şimdi sen söyle, senin fikrin nedir?' O
dedi ki: 'Babacığım, sana verilen emri yerine getir, inşaallah beni
sabredenlerden bulacaksın." (Saffât; 102)
Burada görüldüğü gibi, peygamber
olan babanın oğlu, rüyayı Allah'ın emri olarak kabul etti. Şayet rüya gerçekten
Allah'ın emri olmasaydı, Allah çeşitli vesilelerle ve açık seçik bir şekilde
Hz. İbrahim'in (a.s.) oğlu İsmail (a.s.)'in rüyayı yanlış yorumladığını
belirtebilirdi. Fakat, Kur'ân-ı Kerim'de bu vak'a ile ilgili kayıtlarda buna
benzer herhangi bir şeye rastlanmıyor. Bundan dolayıdır ki, müslümanlar,
peygamberlerin rüyalarının vahyin bir çeşidi olduğuna inanırlar. Hatla bu husus
İslâm şeriatına önemli bir kural olarak girmiştir. Gâyet tabiidir ki böyle bir
inanç yanlış olsaydı ve gerçeğe dayanmasaydı, Cenâb-ı Hak bunu mutlaka
düzeltirdi. Kur'ân-ı Kerim'i Allah'ın kelâmı olarak kabul edenler, (hâşâ)
Allah'ın böyle bir hata yapacağına herhalde imkân ve ihtimal vermezler.
"Rabb'in, bal arısına
vahyetti. Dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan evler
edin."(Nahl; 68)
Daha önce gördüğümüz gibi, vahyin
anlamı gizli ve âni işarettir. Bu işareti ancak işaret eden ile, işaret edilen
kişi anlayabiliyor. Bu sebeple, bu sözcük "ilkah" (kalbe söz
söylemek) ve "ilhâm" (gizli haber de telkin) ile eş anlamdadır.
Allah'ın verdiği talim ve terbiye, herhangi bir mektep veya dershane de
verilmediği için, öylesine hassas bir şekilde öğretilir ki, öğreten ve öğrenen,
veya bilgi veren ile bilgi alanın kim olduğu ve nasıl olduğu hemen anlaşılmaz.
Bu yüzden, Kur'ân-ı Kerim bu bilgi alış verişini vahiy, ilhâm ve ilkâ olarak
tabir eder. Ama artık bu üç kelime üç ayrı terim ve ıstılah haline gelmiştir.
Nitekim vahiy kelimesi peygamberlere mahsus bir kelime haline gelmişken, ilhâm,
evliyalara ve ermiş kişilere, ilkâ da sıradan insanlara özgü sözcükler
kimliğine bürünmüştür.
2.1.7. Hz. Musa'nın Annesine Vahiy
"(Sen doğduğun zaman), annene
vahyedileni vahyetmiştik."(Taha; 38)
"Biz Musa'nın annesine
vahyettik ki ona süt versin. (Ve dedik ki) onun canından korktuğun zaman onu
nehre indir ve hiç korkma, üzülme..."(Kasas; 7)
Yani, Hazreti Musa (a.s.)'nın
validesi bu işi Allah'ın vahyi üzerine yapmıştı. Allah, ondan çocuğu hakkında
endişelenmemesini, canının hiç tehlikede olmadığını, oğlunun ona tekrar
döneceği ve bir gün bu çocuğun Allah'ın sevgili peygamberi olacağını bildirerek,
fazla korkmamasını ve üzülmemesini istemişti.
2.1.8. Şeytanların Kendi Arkadaşlarına Vahyetmeleri
Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyurulmaktadır: "Şeytanlar kendi arkadaşlarının kalplerine kuşku ve
itirazlar ilkâ ederler, ki Seninle kavga etsinler..." (En'âm; 121)
2.1.9. Peygambere (s.a.v.) Vahyin Gelmesi Yeni Bir
Olay Değildir
"Ey Muhammed, Biz Nûh'(a.s.)
ve daha sonraki Rasûl'lere gönderdiğimiz vahiyler gibi Sana vahiy gönderdik.
Ve Biz İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve evlâtlarına da vahiy indirdik..."
(Nisa; 163)
Burada, Resul-i Ekrem'in
bilinmeyen ve eşine rastlanmayan bir şeyle gelmediği vurgulanmak isteniyor.
Zaten o da dünyaya ilk defa böyle bir şeyle kendisinin geldiğini iddia etmiyor.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de diğer peygamberler gibi aynı ilim ve bilgi
kaynağından hidayet almıştır ve o da kendisinden öncekilerin yaymaya
çalıştıkları hakikati insanlara duyurmaya çalışmıştır.
2.1.9.1. Peygamberimiz (s.a.v.)'e Vahiy Yoluyla
Kur'ân-ı Kerîm'in İnmesi
"Ve bu Kur'ân bana vahiy ile
gelmiştir, ki sizi ve bunun ulaşabildiği herkesi uyarayım..." (En'âm; 19)
"Onlara açık açık ayetlerimiz
anlatılınca, bize kavuşmayı ummayanlar, diyorlar ki: 'Bundan başka bir Kur'an
getir veya bunda bazı değişiklikler yap.' Ya Muhammed, onlara de ki:
'Değişiklikler yapmak benim isim değildir, çünkü ben sadece bana gelen vahy'in
takipçisiyimdir'..."(Yunus; 15)
Yukarıdaki ayet-i kerimede,
Rasûlullah'a "ben bu kitabın müellifi değilim, çünkü bu vahiyle bana
geliyor ve bunda herhangi bir değişiklik yapma yetkisine de sahip değilim.
Ayrıca bu hususta zerre kadar taviz veremem. Ya dini bütünüyle kabul eder, ya
da reddedersiniz" demesi emredilmiştir.
"Belki sen: 'Ona bir hazine
indirmeli veya berâberinde bir melek gelmeli değil miydi, demelerinden ötürü,
sana vahyolunanın bir kısmını (duyurmayı) terk edeceksin ve bunu onlara
okumaktan göğsün daralacak, (sıkılacaksın); ama sen sadece bir uyarıcısın
(böyle sözlere aldırma), her şeye vekil olan Allah'tır". (Hud; 12)
Yukarıdaki âyetin bildirdiğine
göre, Allah'ın katında değerli ve önemli insan, sadece doğru yolda sabır ve
kararlılıkla yürüyendir. O nedenle, taassup, ilgisizlik, alaylı tavır ve
cahilane itirazlarla Peygamberimiz'e karşı çıkılmasından dolayı canını
sıkmaması, üzülmemesi ve takip ettiği yoldan zerre kadar şaşmaması telkin
ediliyor. Vahiyle kendisine iletilen hakikati açıklamak ve başkalarını doğru
yola, tevhide ve kurtuluşa davet etmek hususunda en ufak bir tereddüde
düşmemesi isteniyor. Kendisini alaya alacakları veya hiç ilgi
göstermeyecekleri düşüncesiyle gerçeği söylemekten hiç çekinmemesi gerektiği
bildiriliyor. Ayrıca o, dinleyeni olsa da olmasa da kendi görevini yapmalıdır.
Zira sonuç, Allah'ın bileceği iştir, denilmek isleniyor.
"(Ey Muhammed), bunlar sana
vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunları
bilmiyordunuz. O halde sabret, sonuç (şirkten, günahlardan kaçarak Allah'ın
azâbından) korunanlarındır."(Hûd; 49)
"Elif lâm ra. Bunlar apaçık
Kitâb'ın âyetleridir."
"Biz onu Arapça bir Kur'ân olarak
indirdik ki anlayasınız".(Yusuf; 1-2)
"(Ya Muhammed), bu
(anlatılanlar), sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar kararlarını
verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin."(Yusuf; 102)
"Seni de böylece,
kendilerinden önce nice milletler geçmiş bulunan bir millete gönderdik ki, sana
vahyettiğimizi onlara okuyasın (oysa buna rağmen) onlar yine Rahman'a nankörlük
ederler, (O çok merhamet eden Allah'ın nimetlerine şükretmezler). De ki: O
(Rahmân), benim Rabbimdir, O'ndan başka ilâh yoktur. O'na dayandım, dönüş
yalnız O'nadır."(Râd; 30)
2.1.9.2. Peygamberimize Gelen Çeşitli Vahiyler
Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyurulmuştur:
"Hiçbir beşer (insan) Allah
ile yüz yüze konuşacak kadar (yüksek) mevkide değildir. O'nunla konuşma ya
vahiy (işaret) ile olur ya perdenin arkasından veya O bir habercisini (melek)
gönderir. O (melek) O'nun (Allah'ın) emriyle istediği gibi vahiy getirir. O
yüce ve hakimdir."(Şûra; 5l)
Gerek Kur'an-ı Kerim, gerekse Hadis-i Şeriften
Rasûlullah’a aşağıdaki üç şekilde vahiy geldiği anlaşılır:
1) Hadis'e göre, Hazreti Ayşe
(r.a.) Peygamber Efendimiz'e vahiylerin ilk önce tabirleri doğru olan rüyalar
şeklinde gelmeye başladığını rivayet eder. (Buhârî ve Müslim). Bu yöntem daha
sonra da devam etti. Nitekim, hadislerde Rasûlullah'ın pek çok rüyalarından
bahsedilir. Bu rüyalarda kendisine bazı emir ve talimat verilirdi. Bazı konuda
kendisine bilgi de verilirdi. Buna ilâveten, Kur'ân-ı Kerim'de de bir yerde
Peygamberimizin bir rüya gördüğü beyan edilir. (Feth; 27). Ayrıca, çeşitli
hadislerde, Peygamberimiz'in şöyle ifadeleri vardır: "Falanca mesele
içime doğdu, falanca iş bana anlatıldı, bana emredildi veya ben bundan
menedildim vs." Bütün bunların vahyin ilk kısmına ait olduğu
söylenebilir. Hadis-i Şeriflerin çoğu bu minval üzerindedir.
2) Mi'râc sırasında Peygamber
Efendimiz (a.s.) vahyin ikinci çeşidiyle şereflendirildi. Çeşitli hadislerde
belirtildiği gibi mi'râc sırasında Resûlullah'a beş vakit namaz kılınması
emredilmiş ve bu hususta bazı maruzatı olmuştu. Bunlardan ayrıca, Allahu Teâlâ
ile Hz. Muhammed (a.s.) arasında, tıpkı Allah ile Hz. Musa (a.s.) arasında
geçen Tûr dağındakine benzer bir konuşma olduğu da anlaşılır.
3) Vahyin üçüncü çeşidi, bizzat
Kur'ân-ı Kerim'in teyid ettiği gibi Cebrail (a.s.) vasıtasıyla gönderilen emir
ve mesajlardı. Bu hususta özellikle Bakara; 97 ve Şûra; 192-195 âyetlerine
dikkat edilmelidir.
Peygamberimiz (a.s.)'e vahiy
çeşitli şekil ve şartlarda gelirdi. Bunun ayrıntılarını Allâme İbn Kayyım
"Zâd'ül-Me'ad" adlı eserinde vermiştir:
1) Doğru olan rüyalar: Hz.
Muhammed'e gelen vahyin ilk çeşidiydi. Gördüğü her rüya, çıplak gözleriyle
gördüğü olaylar gibiydi.
2) Melek, Peygamber Efendimiz'in
kalbine bir mesaj iletirdi ve olaylar görülmemesine rağmen içine doğmuş
olurdu. Meselâ bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyuruyorlar:
"Rûh'ül-Kuds (Cibril), hiçbir canlının payına düşen rızkını almadan
ölmeyeceği gerçeğini kalbime iletmiştir. Onun için, Allah'tan korkarak iş
yapınız ve rızk talep etmenin iyi yollarını biliniz. Sonra rızkın gelmesinde
bir gecikme olduğu takdirde, Allah'a itaatsizlik etmeyiniz. Çünkü Allah'da ne
varsa (yani onun mükâfatı) hepsi O'na itaat etmekle elde edilebilir."
3) Melek, Hz. Peygamber (a.s.)in
yanına bir insan kılığında gelir ve söylediklerini tam olarak kavrayıncaya
kadar kendisiyle sohbet ederdi. Bu vak'a muhtelif yerde ve zamanlarda
tekrarlandığı için sahabeler de bunu görmüşlerdi.
4) Vahiyden önce Hazreti
Peygamber'in kulağına bir ses gelir ve daha sonra melek kendisiyle konuşmaya
başlardı. Bu vahyin en şiddetlisi olup Rasûlullah'ı kış mevsiminde bile ter
içinde bırakırdı. Bu vaziyet yolculuk sırasında zuhur ettiği zaman,
Rasûlullah'ın bindiği deve müthiş ve âni gelen ağırlıktan çöküverirdi. Bir
defasında bu vahiy Hz. Peygamber'in (a.s.) Hz. Zeyd bin Sabit (r.a.)'in dizine
başını koyup uzandığı sırada geldi. Ağırlık öylesine korkunçtu ki Zeyd bin
Sabit'in ayağı kırılacak gibi oldu.
5) Hz. Peygamber (a.s.) meleği
Allah'ın yarattığı şekliyle görürdü. Melek bu durumda, Allah'tan gelen emri
kendisine iletirdi. Kur'an-ı Kerim'in Necm sûresinde belirtildiği gibi bu tip
vahiy yalnızca iki kez gerçekleşti.
6)
Allahu Teâlâ, Hz. Peygamber'e doğrudan vahiy verirdi. Örneğin, Hz.
Peygamber'in mi'râc sırasında göklerde bulunduğu ve namazların farz kılınması
ve diğer konuların iletildiği konuşmanın geçtiği zaman, işte böyle bir vahiy
gerçekleşmişti.
7) Allahu Teâlâ'nın, arada melek
olmadan Hz. Peygamber (a.s.) ile görüşmesi. Benzer bir görüşme Allah ve Hz.
Musa arasında da yapılmıştı. Hz. Musa'ya tanınan bu şeref Kur'ân-ı Kerim'le
sabittir. Hazreti Peygamber'e gelince, bunun mi'râc sırasında gerçekleştiği
hadiste beyan edilmiştir.
Bunların dışında bazı ulemâ ve
fakihler, vahyin sekizinci bir şeklini de açıklamışlardır. Örneğin, Allahu
Teâlâ'nın aradaki perdeyi tamamıyla kaldırarak Peygamber Efendimiz (a.s.) ile
görüşmesi. Buna özellikle Hz. Peygamber'in çıplak gözüyle Allah'ı gördüğü ve
O'nunla konuştuğunu ileri sürenler inanırlar. Fakat bu konuda ulemâ ve
fakihler arasında ciddi ihtilâflar vardır. (Zâd ul-Meâd, c. I, s. 24-25).
Suyûti, "İtkân" isimli
kitabının birinci cildinde bütün bir bölümü bu konuya ayırmıştır. Suyûtî özel
olarak şöyle der:
Hz. Peygamber kırk yaşında Nebi
olunca ilk üç sene talim ve terbiyesini İsrafil (a.s.) yaptı. Fakat O'nun
vasıtasıyla kendisine Kur'ân-ı Kerim'in herhangi bir bölümü inmedi. Daha sonra
Cibril (a.s.) kendisine vahiy getirmekle vazifelendirildi. Tam yirmi yıl vahiy
getirdi. Vahy'in çeşitli şekilleri şunlardı:
a) Önce Peygamber Efendimiz'in
kulaklarına zil sesi gelir, daha sonra Hz. Cibril'in sesi duyulurdu. Bunun yararlı
yanı şu idi: Hz. Peygamber, bütün dikkatini meleğin sesini duymak için
toplardı. Hz. Peygamber'in mübarek ifadesine bakılırsa, vahiylerin en
şiddetlisi buydu.
b) Peygamber Efendimiz'in zihnine
ve kalbine bir haber ilkâ edilirdi. Bunu Hz. Peygamber de ifade etmiştir.
c) Melek (Cibril) insan kılığına
bürünerek Hz. Muhammed (a.s.) ile sohbete başlardı. Hz. Peygamber'in ifadesine
göre bu, vahiylerin en hafifiydi.
d) Melek rüyada Hz. Peygamber ile
konuşurdu.
e) İster uyku içinde ister uyku
dışında olsun, Allah Peygamber Efendimiz (a.s.) ile doğrudan konuşurdu.
(el-İt'kân,C.I,s.44-45).
2.1.9.3. Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın Vahyidir
Hz. Muhammed (a.s.) peygamberlik
mertebesine erişmeden önceki kırk yıllık yaşantısında bilgisini ve kültürünü
arttıracak fevkalâde herhangi bir öğrenim ve eğitimden geçmemişti. Hatta
okuması, yazması bile yoktu. Fakat gördüğümüz gibi, peygamber olur olmaz dili
açılıyor, derya gibi konuşmaya başlıyor. Peygamberlik iddiasında bulunmadan
önce kimse O'nun, derin bilgi ve kültür isteyen konularla ilgilendiğini, veya
bu konularla ilgili görüşler ileri sürdüğünü görmemişti. Fakat birbiri
ardından gelen Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerinde bu konular alabildiğine
tartışılıyor. Halbuki Peygamberlikten önceki kırk yılda, en yakın arkadaşı ve
akrabaları bile, kırkıncı yılda birden bire başlattığı o muazzam İslâm
Daveti'ne ipucu olarak kendisinden ne herhangi bir söz dinlemiş, ne hareket görmüşlerdi.
Bu demektir ki Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'in kafasında doğan değil,
hariçten kalbine inen bir ilâhi ışıktır. Meselâ şu ayete bakalım:
"Mûsâ'ya o işi yaptığımız
(yâni kendisine bildirmek islediğimiz işi ona vahyettiğimiz) vakit sen
(Mukaddes Vadinin) batı tarafında değildin, o (hâdiseyi) görenlerden de
değildin."
"Fakat biz (Musa'dan sonra)
birçok nesiller yarattık da onların üzerinden uzun zamanlar geçti
(vahiylerimiz tahriflere uğradı. İste insanları doğru dine çağırman için sana
bunları vahyettik. Bunlar tamamen senin bilmediğin, vukuuna şahid olmadığın
gayb haberleridir). Sen Medyen halkı arasında oturup da âyetlerimizi onlardan
oku(yarak öğren)miyordun. Fakat (onları sana) gönderen biziz."
"(Mûsâ'ya) seslendiğimiz
zaman sen Tûr'un yanında değildin. Fakat Rabbi'nden bir rahmet olarak (orada
geçenleri sana bildirdik) ki senden önce kendilerine bir uyarıcı (peygamber)
gelmemiş olan toplumu uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar."(Kasas;
44-46)
Bu üç husus, Hazreti Muhammed
(a.s.)in peygamberliğini ispatlamak için anlatılmıştır. Bu olayların
anlatıldığı zamana ve ortama dikkat edilmelidir. Zira tam o sırada Mekke'nin
bütün ileri gelenleri, özellikle kabile reisleri ve diğer kâfirler her ne
pahasına olursa olsun Hz. Peygamber'in Allah'ın Rasûlü olmadığını, hâşâ
yalancı olduğunu ispatlamaya yeltenmişlerdi. Onlara yardım etmek için Hicaz'ın
bütün Yahudi âlim ve Hıristiyan papazları da seferber olmuşlardı. Hz. Muhammed
(a.s.) başka bir dünyadan gelip Arap'lara Kur'ân-ı Kerim'den ayetler okuyan
biri değildi. Aksine Mekke'nin yerlisi olup hayalının hiçbir yanı vatandaşları
ve kabile üyelerinden saklı değildi. Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Muhammed
(a.s.)in Nübüvvet'inin delili olarak bu üç olay anlatılınca o dönemin Mekke'sinde,
Hicaz'ında ve tüm Arabistan'ında kimse çıkıp da bugünün şarkiyatçılarının
(oryantalistlerinin) yaptıkları gibi küstahça iddialarda bulunmadı. O dönemin
Yahudi, Hıristiyan ve kâfirleri de yalan dolan şeyleri söylemekte kimseden
geri kalmazlardı. Ama bir an bile ömrü olmayacağı belli olan bir yalanı nasıl
söyleyebilirlerdi? Onlarda "ey Muhammed, sen bu bilgileri falanca Yahudi
veya Hıristiyan rahiplerden toplamışsın" diyecek ne yüz vardı ne cesaret.
Çünkü bu hususta ileri sürebilecekleri herhangi bir delil yoktu. Hz. Muhammed
(a.s.)'in hangi rahip ve din adamıyla görüştüğünü iddia edebilirdi ki? Zira
hangi rahip ve din adamının ismini verseler, onların Hz. Peygamber ile hiç
karşılaşmadıkları ortaya çıkmış olurdu. Bugünkü oryantalistler ve sözde bilim
adamlarının aklına şaşarım. Bunlar ne cesaretle, Hz. Peygamber'in, geçmişin
tarih, coğrafya, edebiyat ve diğer sosyal bilimleri hakkında geniş bir bilgiye
sahip olduğunu iddia edebiliyorlar. Sanki Hz. Peygamber'de (a.s.) bu konularda
geniş bir kitaplık varmış. Oysa, hepimiz biliyoruz ki; kitaplık şöyle dursun,
Rasûl-ü Ekrem'de en ufak bir not kâğıdı bile yoktu. Mekke'de yediden yetmişe
herkes Hz. Muhammed (a.s.)'in okuma yazması olmadığını pekâlâ biliyordu.
Kendisinin herhangi bir mütercimin yardımıyla İbranice, Süryanice ve Elence
kitaplardan istifade ettiği de öne sürülemez. Ayrıca o devrin Mekkeli veya
Hicazlısından hiçbiri, Hz. Muhammed (a.s.)'in Şam ve Filistin'e yaptığı ticari
yolculuklar sırasında bu tür bilgiler edindiğini de iddia edemezdi. Çünkü
ticarî yolculuklar tek başına yapılmaz, genellikle kafileler halinde olurdu.
Her seferinde Mekke'nin tüccarları kafile halinde Rasûlullah (a.s.)'ın yanında
bulunurlardı. O'nun için, o sıralarda biri çıkıp Hz. Muhammed (a.s.)'in Yahudi
ve Hıristiyan din adamlarından malûmat aldığını söyleseydi, yüzlerce yol
arkadaşı kendisini hemen yalanlayacaktı. Sonra, Rasûlullah (a.s.)'ın ebediyete
intikalinden sadece iki sene sonra müslümanlar Bizanslı ve Romalılarla savaşa
başlamışlardı. Şayet Hz. Muhammed (a.s.) lâf olsun diye Şam veya Filistin'de
herhangi bir Hıristiyan rahip veya Yahudi rahibiyle dini münakaşa yapmış
olsaydı, Hıristiyanlar ve gayrimüslim olanlar hiçbir zaman bu olayı kendi
propagandaları için kullanmayı ihmal etmezlerdi. Onlar, Hz. Muhammed (a.s.)'in
her şeyi hâşâ yurtdışında öğrenip,Arabistan'a döndükten sonra kendi peygamberliğini
ilân ettiğini söylemekten kaçınmazlardı. Kısacası, Kur'ân-ı Kerim'in mesajının
Kureyşli kâfir ve müşrikler için bir ölüm fermanı manasını taşıdığı bir çağda,
bu ilâhî kitabı yalanlama gereğini bugünkü oryantalistlerden herhalde çok daha
fazla duyuyorlardı. Fakat bulun çabalarına rağmen hiçbir kişi veya grup o
sıralarda Rasûlullah'ın bilgi kaynağının Allah'ın vahyinden başka bir şey
olduğunu kanıtlayacak en ufak bir şey bulamadı. Bu gösteriyor ki Peygamber
Efendimiz'e gelen vahiy gerçekten Allah'ın kelâmıydı. Şu nokta da
unutulmamalıdır ki, Kur'ân-ı Kerim çeşitli yerlerde çeşitli peygamber
kuşaklarından söz ederken, Hz. Muhammed (a.s.)ın bilgi kaynağının sadece ve
sadece ilâhî vahiy olduğunu belirtmiştir. Meselâ Hz. Zekeriya (a.s.) ile Hz.
Meryem (a.s.)'in kıssalarına bakalım:
"Bunlar gaipten haberlerdir,
bunları Biz size vahiy ilk gönderiyoruz. Meryem'in kefaletinin kime ait
olacağına karar vermek üzere kalemlerini attıkları sırada sen orada yoktun.
Sen, kavga ettikleri sırada da yoklun."(Al-i İmran; 44)
Hz. Yusuf'un kıssası anlatıldıktan
sonra şöyle buyurulmuştur:
"Bunlar gaipten haberlerdir,
bunları Biz size vahiy olarak gönderiyoruz. Sen (Yusufun kardeşlerinin)
yanlarında ve etraflarında yoktun. Onlar o sıra alacakları tedbirde
anlaşmışlardı ve oyunlarını oynamaya hazırlanıyorlardı."(Yusuf; 102)
Aynı şekilde Hz. Nuh'un hikâyesi
uzun uzun anlatıldıktan sonra şöyle denilmiştir:
"Bunlar gaipten haberlerdir,
ki biz size vahiy şeklinde gönderiyoruz. Sen ve senin ümmetin bundan önce
bunları hiç bilmezdiniz."(Hûd; 49)
Bu olaylar ve kıssaların tekrar tekrar
anlatılması ve Kur'an-ı Kerim'in Allah'tan gelen bir kitap olması ve Hz.
Muhammed (a.s.)'in Allah'ın Resûl'ü olmasının, Kitâbullah'da deliller ile beyan
edilmesinin amacı, binlerce yıl önce meydana gelen tarihi olayları bütün
ayrıntılarıyla anlatan ümmi (okuma, yazma bilmeyen) bir peygamberin bilgi
kaynağının vahiyden başka bir şey olmadığını göstermektir. Aslında, Hz.
Peygamber'e, yaşadığı devirde giderek daha büyük sayıda insanların inanmaya
başlamaları ve İslâm'a katılmalarının bir sebebi de, bu insanların, O'nun
Allah'ın Nebisi olduğuna ve kendisine Vahy’in geldiğine inanmalarıydı. Bu
bakımdan, herkes, İslâm hareketinin emekleme devresinde bu davayı yalanlamanın
ne kadar önemli olduğunu kolayca anlayabilir. Aynı sebepten dolayı, İslâm'ın
muhaliflerinin bu konuda hiçbir fırsatı kaçırmadıklarını da söyleyebiliriz.
Yani davada herhangi bir eksiklik ve zaaf olsaydı, o devrin kâfirlerinin bunu
ispatlamaları hiç de zor olmayacaktı.
2.1.9.4. Vahyin Yağmura Benzetilmesi
Kur'ân-ı Hakim'de iki yerde Rasûlullah
(a.s.)'a inen vahiy, yağmura benzetilmiştir:
"Allah, gökten bir su indirdi
de dereler (kendi Ölçüsünce dolu su ile) çağlayıp aktı. Sel de yüze çıkan
köpüğü götürdü."(Ra'd; 17)
Bu ayette, Peygamber (a.s.)'e
vahiyle inen ilim, gökten yağan yağmura benzetilmiştir. İman edenler ise kendi
istidat ve kabiliyetlerine göre rahmet yağmurundan payını almış olan dere ve
çaylara benzetilmiştir. Ayrıca, İslâmi harekete muhalif olan münkir ve
kâfirlerin kopardığı gürültü ve yaygara da, her sel'in gelişiyle su üzerine
çıkan köpük ve pisliklerle eşdeğer tutulmuşlardır. Örneğin, şu ayete bakın:
"Görmüyor musunuz ki Allah
gökten yağmur yağdırır ve bunun sayesinde topraklar yemyeşil olur?"(Hac;
63)
Burada yine, açık sözlülük
anlamının ardında bir işaret saklıdır. Görünüşte Allah'ın kudretinden söz
ediliyor. Fakat ifadenin inceliğine bakılırsa gizli işaret şudur: Nasıl ki
Allah'ın yağdırdığı yağmur damlaları kuru toprağı yemyeşil araziye çeviriyorsa,
yağmur şeklinde gelen vahiyler de bir gün Arabistan çöllerini eşine
rastlanmayan ilim, irfan, ahlâk, fazilet ve temiz bir medeniyetin beşiği haline
getirecektir.
"Ey milletimin kardeşleri,
biraz düşünsenize, Allah tarafından açık bir Şehâdet'le duruyordum, daha sonra
O beni has rahmetiyle şereflendirdi." (Hûd; 28)
Aynı sözler Hazreti Peygamber
(a.s.)'in mübarek ağzıyla gelen rukü'da da anlatılmıştır. Yani ilk önce Hz.
Peygamber kâinatta gördüğü hakikatler ve Allah'ın işaretleri üzerine Tevhid'e
inanmıştı. Daha sonra Allahu Teâlâ (cc.) kendi rahmeti (vahiy) ile O'nu şereflendirdi.
Yani önceden kalben inandığı ve iman ettiği gerçekler ile ilgili dolaysız
bilgiler, daha sonra O'na vahiy yoluyla iletildi. Bundan da anlaşılacağı gibi,
bütün peygamberler bi'setlerinden önce (peygamberlik rütbesine getirilmelerinden
evvel) kendi tefekkür ve tahayyülleriyle gaybe iman eder, sonra peygamber
olduktan sonra bunu açıkça ifade ederlerdi'.
"(Sâlih onlara): 'Ey kavmim,
dedi, bakın, ya ben Rabbimden bir delil üzerinde isem ve O, bana kendinden bir
rahmet vermişse? Peki O'na karşı gelirsem beni Allah'tan kim kurtarır? Sizin
bana, ziyanımı artırmaktan başka bir katkınız olamaz!"(Hûd; 63)
2.1.9.5. Rasûllere Gelen Vahiy İçin "Ruh"
Kelimesinin Kullanılması
"O, ruhunu istediği kullarına
kendi emriyle melekler vasıtasıyla gönderir. (Bu hidayetle, insanlara) anlat
ki Ben'den başka mabudunuz yoktur. Onun için Benden korkmalısınız."(Nahl;
2)
"Bunlar sana ruh hakkında
sorular soruyorlar. De ki: Bu ruh Rabbimin emriyle geliyor, ama ne çare ki,
size ilim ve hikmetten az bir şey verilmiştir."(İsra; 85)
Burada bahsedilen Nübüvvet ruhu
vahiydir. Bununla peygamberler dünyaya yeni bir mesaj verirler. Vahiy,
peygamberlik görevinde insan hayatındaki ruh kadar önemli bir yer tuttuğu
için, Kur'ân-ı Kerim'de vahiy için "ruh" sözcüğü kullanılmıştır.
Burada kullanılan "ruh"
kelimesini müfessirler genellikle can olarak anlamışlardır. Yani bazı âlimlere
göre Mekkeliler Peygamber Efendimiz'e gelip kendisinden insan ruhunun hakikati
hakkında açıklama yapmasını istemişlerdir, peygamber Efendimiz de buna cevap
olarak demişler ki, bu ruh Allah'ın emriyle geliyor. Ama biz bu ifadeyi kabul
etmekte tereddütlüyüz. Çünkü bu ifade ancak siyak ve sibak unutularak kabul
edilebilir. Halbuki söz konusu ayetin metninde önceki ve sonraki ifade
genellikle kabul edilen anlamdan farklı olup, bu ayetin kopuk şekilde tefsir
edilmesinin doğru olmadığı ortadadır. Burada ruh kelimesini can veya öz olarak
kabul edersek genel ifadede bir kopukluk bir düşüklük göze çarpar. Hatırlanacağı
üzere, bu âyetten önceki üç âyette Kur'ân-ı Kerim bir iksir (şifa) ve Kur'ân'ı
inkâr edenler de zalim ve nimete küfredenler olarak adlandırılmışken, daha
sonraki ayetlerde ilahî kelâm veya vahiy'den bahsedildiği halde, birden bire
canlılarda ruhun Allah'tan geldiği manasını çıkarmak ne kadar doğru olabilir?
Metinde işlenen konu ve aradaki
bağlantıyı göz önünde tutarsak, burada "rûh" kelimesinden
"vahiy" veya "vahiy getiren melek”in kastedildiği kendiliğinden
anlaşılır. Müşrikler aslında Hazreti Peygamber'e Kur'ân-ı Kerim sana nereden
geliyor diye soruyorlardı. Bunun üzerine Allahu Teâlâ buyuruyor ki: Ey
Muhammed, bu İnsanlar senden Kur'ân'ın kaynağı ve özü nedir, öğrenmek
istiyorlar, onun için onlara de ki, bu ruh bana Rabbimin emriyle geliyor. Ama
sizin aklınız ve bilginiz o kadar kıttır ki, bir insanın sözleriyle bütün
Alemlerin Hâkimi'nin kullandığı dil ve ifade arasındaki farkı anlamaktan
âcizsiniz. Onun için Kur'an-ı Kerim'in bir insanın eseri olduğunda ısrar
ediyorsunuz.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız
sebepler, yani söz konusu ayet'ten önce ve sonraki metinde kullanılan ifadenin
dışında diğer bazı sebeplerden dolayı da, tefsirimizin doğru olduğunu
söyleyebiliriz. Meselâ, Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde hemen hemen aynı
ifadelerle ruh'un vahiy manasına geldiği ortaya çıkıyor. Mü'min sûresinde
şöyle buyuruluyor: "O kendi emriyle, islediği kuluna ruhunu indirir.
Bununla maksadı, insanlara toplanacakları günü (kıyamet)
bildirmektir"(15). Şûrâ sûresinde de şöyle buyuruluyor: "Ve aynı
şekilde, Biz sana kendi emrimizle bir ruh gönderdik. (Oysa) sen kitabın ve
imanın ne olduğunu bilmezdin" (52).
Büyük müfessirler, İbn-i Abbas,
Katâde ve Hasan Basri (r.a.) aynı tefsirde bulunmuşlardır. İbn-i Harir bu
tefsirin Katâde'ye atfen İbn-i Abbas'a ait olduğunu belirtmiştir. Ama bu
hususla kullandığı ifade çok gariptir, ifadesine göre İbn-i Abbas (r.a.) bu
tefsiri gizli şekilde yapardı. İbn-i Harir, "Ruh-ül-Meâni"nin yazarı
Hasan Basri ile Katâde'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Burada ruh'tan
Cibril (a.s.) kastedilmiştir. Asıl sorun şuydu: Cibril nasıl geliyor ve
Resûl-i Ekrem'in kalbine vahiy nasıl ilkâ' ediliyordu?
"Ve aynı şekilde (Ey
Muhammed) Biz kendi emrimizle bir ruh sana gönderdik, vahiy olarak."
Burada görüldüğü gibi, rûh, vahiy
veya vahiy ile Peygamber Efendimiz'e verilen bilgi anlamına kullanılmıştır.
2.1.9.6. Vahiy İle İlgili Deliller
Peygamber Efendimiz'e inen vahiy,
Allah'ın kelâmıdır. Bu gerçek, Kur'an-ı Kerim'de dört delille ortaya konmuştur.
Birincisi: Allah'ın kelâmı bir
hayır ve bereket alâmetidir. Yani Kur'ân-ı Kerim'de insanın gelişmesi ve refahı
için en doğal ve en güzel kurallar gösterilmiştir. Kur'an'da doğru akide ve
inanç hazinesi var, iyiliğe teşvik ve telkin var, ahlâk ve faziletin öğretisi
var, temiz bir hayat sürmenin sırları var. Kısaca, hayatı güzelleştirecek,
insanı mutlu edecek yollar var. Bu kitap, diğer kutsal kitaplarda rastlanan
cehâlet, menfaatçilik, dar görüşlülük, zulüm, baskı, mantıksızlık ve
müstehcenlik gibi ayıplardan arındırılmıştır.
İkincisi: Kur'an-ı Kerim, geçmişte
Allah tarafından çeşitli ümmetlere gelen mukaddes kitaplarda yer alan ve tahrif
edilmeyen hüküm ve emirleri de içermektedir. Bunların dışında veya bunlara
aykırı herhangi bir kayıt yoktur, aksine onları doğrular niteliktedir.
Üçüncüsü: Yüce Kitabımız her
devirde Allah tarafından dünyaya indirilen mukaddes kitapların yüklendiği
amacı taşır. Yani gayesi ve hedefi, gaflet içinde olanları uyandırmak ve onları
kötülüklerin kötü sonuçlan konusunda uyarmaktır.
Dördüncüsü: Kur'an-ı Kerim'in
İslâm’a davet ettiği İnsanlar arasında dünyayı seven ve nefsine köle olmuş
olanları bulmak mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim'in İslâm camiasında topladığı
kişilerin dünyaya bakış açısı bambaşkadır. Onlar dünyayı geçici bir han ve
imtihan yeri olarak kabul etmiş, gözlerini öbür dünyalara da çevirmek ve bu
arada, âhiretlerini güvence altına almaktan geri kalmamışlardır. Ayrıca, bu
Yüce Kitabın tesiriyle buna ilk muhatap olanların hayalında meydana gelen
müthiş ve inanılmaz inkılâp da herkesin gözü önündedir. Bu inkılâbın temel
taşı adalettir. İnsan olarak büyüklüğün ve kişiliğin tek değer ölçüsü, dine
bağlılık ve Allah'a yakınlıktır.
Bu gibi erdemli özellikler ve bu
kadar olumlu ve muazzam sonuçlar, hâşâ yalancı bir insanın uydurduğu bir
kitaptan elde edilebilir mi? Hele böyle bir kişi kalkıp bu kitabın Allah'ın
kelâmı olmadığı gibi bir iddiada ve hezeyanda bulunabilir mi?