Beşinci Bölüm: PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI. 1

5.1. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASININ GERÇEK ANLAMI VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER   1

5.2. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME.. 18

5.3. VADEDİLEN MESİH HAKKINDAKİ HADİSLER.. 31

5.4. AHMEDÎ VEYA KADIYANÎLERİN BATIL FİKİRLERİNİN REDDİ. 40

 

 

 

 

Beşinci Bölüm: PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI

5.1. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASININ GERÇEK ANLAMI VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER

5.1.1. Peygamberliğin Sona Ermesi İle İlgili Açıklamalar

İnsan kültür ve medeniyeti, herhangi bir nebinin öğreti ve mesajı ge­niş bir toprak parçasına ve büyük kitlelere yayılabilecek ve herhangi bir cemiyet veya millet bir nebinin talimatını, fiilen yarattığı eserleri koruya­rak bütün dünyaya ulaştırabilecek duruma gelinceye kadar Nübüvvet zin­ciri devam etti ve çeşitli milletler ile ülkelere nebiler gönderildi. Ancak bir yandan bir nebinin mesajının uluslararası ve hata evrensel boyutlara varmasına imkânlar sağlayan medeni ve kültürel gelişmeler ve diğer yan­dan ilâhî kitap ve kitabı getirenin siretini ve talimatını olduğu gibi muha­faza edip dünyaya yayabilecek bir ümmetin doğması üzerine dünyaya ye­ni bir peygamberin gönderilmesine hâcet görülmedi. Ve bu şekilde pey­gamberlik zinciri bu noktada son bulmuş oldu.

5.1.2. Hz. Peygamber (a.s.)'den Önceki Çağlarda Durum

Eskiden her cemiyete, her millete ve her memlekete peygamberler ge­lirdi. Hatta bir millete bazen birkaç peygamberin geldiği olurdu. Bu Pey­gamberlerin vaaz, telkin ve talimatı nispeten küçük bir bölgeye yerleşmiş küçük grup ve cemiyetlere kadar sınırlı olurdu. Bir peygamberin mesajı­nın başka cemiyet ve milletlere ulaşması hemen hemen imkânsızdı. Zira, o devirlerde muhtelif yerleşim merkezleri ve insan grupları arasında her­hangi bir bağlantı yoklu. Ulaşım zorlukları nedeniyle birbiriyle temas et­meleri, kaynaşmaları mümkün değildi. Her millet adeta kendi memleket hudutları içinde mahsur durumdaydı. Böyle bir durumda cihanşümul ve geniş kapsamlı bir dini felsefe ve mesajın çeşitli milletlere yapılması söz konusu değildi. Çeşitli toplumların durumu değişik olduğu için düşünce ve inançları da değişikti. Her tarafta yaygın olan cehalet, iman ve ahlâkı temellerinden sarsmıştı. Bu sebeple, Allah'ın peygamberlerinin her toplu­ma ve her ulusa ayrı ayrı şekilde ve metotlarla doğru yolu göstermeleri gerekti. Görevleri, sapık düşünce ve inançlara yavaş yavaş son verip yer­lerine doğru inancı tesis etmekti. Amaçları, cahili düşünce, örf ve âdetleri ortadan kaldırıp en büyük yaratıcı olan Allah'a ve O'nun kanunlarına say­gılı olmalarını öğretmekti. Nebi veya Rasûller, cahil ve yollarından sapmış olan toplumları tıpkı birer çocuk gibi yetiştirmeli, onlara edeb ve terbiye öğretmeliydiler. Bu gibi ilâhî talim ve terbiye için binlerce sene sarf edildi. Nihayet, insanoğlu talim ve terbiyenin çocukluk devresini geçirip gençlik çağına girdi. Bilim, teknik, sanat, ticaret ve kültürün gelişmesiyle millet­ler arasındaki ilişkiler de arttı. Çeşitli uluslar ve toplumlar birbirini tanıdı, onlarla çeşitli alanlarda temaslar kurdu. Çin ve Japonya'dan Avrupa ve Afrika'nın uzak köşelerine kadar kara ve deniz yolları açıldı. Bazı kavim­ler yazıyı icat etti ve başkalarına yaymaya çalıştılar. Okuma, yazma im­kânlarının artmasıyla ilmi ve kültürel değişim için zemin hazırlandı. Bir­kaç büyük hükümdar ve fatih ortaya çıktı ve birkaç millet ile ülkenin bir tek siyasi nizamın altına girmelerine sebep olan fütuhata giriştiler ve mu­azzam imparatorluklar kurdular. Böylece çok eski çağlarda insan grupları arasında görülen irtibatsızlık ve kopukluk ortadan kalktı. Artık tek İslâm dini, tek ilâhî felsefe ve şeriatın bütün dünyaya yayılması için şartlar oluş­muştu. Aslında, bundan 2.500 yıl önce insan uygarlığı o dereceye gelmişti ki insanoğlu kendiliğinden evrensel ve ortak bir din aramaya başlamıştı. Nitekim, tam bir din sayılmayan ve sadece birkaç ahlâkî ve sosyal kural­dan ibaret olan Budizm, Hindistan sınırlarını aşıp bir taraftan Japonya ve Moğolistan'a kadar ve diğer taraftan Afganistan ve Buhara'ya kadar yayıl­mıştı. Budist misyonerler dinlerini daha da uzak noktalara kadar ulaştır­maya çabalıyorlardı. Gerçi Hz. Îsa (a.s.)'nın, beraberinde getirdiği din İslamiyet’ti, ancak taraftarları bunun özünü değiştirip buna Hıristiyanlık adını takıverdiler. Hıristiyanlar bu tahrif edilmiş dini İran'dan Afrika'ya ve Av­rupa'nın en ücra köşelerine kadar yaydılar. İşte bu hakikatler gösteriyor ki, medeniyet ve kültürün gelişmesiyle İnsanlar büyük, geniş ve kapsamlı bir dini kendiliğinden arar olmuşlar ve bu arzu ve ihtiyaçları öylesine artmıştı ki, tam ve mükemmel bir din olmadığı halde eksik ve tahrif edilmiş dinle­ri kabul etmeye başlamışlardı.

5.1.3. Din'in Tamamlanması ve Peygamberliğin Son Bulması

İşte tam bu sırada bütün dünyaya ve tüm insan ırkına hidayet yolu gösterecek bir peygamber, Arap topraklarında zuhur etti. Peygamberlerin bu en büyüğü ve en sonuncusuna, bütün dünyaya duyurmak ve yaymak amacıyla dinlerin en mükemmeli bütün kaide ve kanunlarıyla birlikte ve­rildi.

Şimdi şu noktayı gözünüzden uzak tutmayınız. Çağımızda İslâm'ı bil­me ve benimsemenin gerçek ve doğru yolu, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın talimatı ve Kur'an-ı Kerim'den ibarettir. Hz. Muhammed (a.s.) bü­tün İnsanlar için Allah'ın Resûlüdür. Peygamberlik silsilesi onunla son bulmuştur. Allahu Teâlâ, insanlara vermek istediği kadar hidayetin hepsi­ni son peygamberiyle vermiştir. Şimdi Hakk'a talip olan ve Allah'ın hakiki kulu olmak isteyen herkes Allah'ın son peygamberine iman etmeli, onun peygamberliğine "âmenna" demelidir. Allah'ın doğru yolunu takip etmek isteyenler için Hz. Muhammed (a.s.)'in talimatı ve bıraktığı eserleri kabul etmek ve onlara göre hareket etmekten başka çare yoktur.

5.1.4. Peygamberliğin Son Bulmasıyla İlgili Deliller

Peygamberliğin hakikati ve hikmetini bilen bir kişi için peygamberle­rin her gün doğmadığını anlamak zor değildir. Ayrıca, her zaman ve her devirde, her milletin bir peygamberinin olması şart değildir. Bir peygam­ber getirdiği talimatı ve mesajında yaşar. Talimat ve mesajı yaşadıkça o da yaşar. Eski çağların peygamberlerinin aramızda yaşadıkları söylene­mez. Zira, onların getirdikleri talimat ya tahrif edildi ya da rafa kaldırıldı. Onların getirdikleri ilâhî kitaplardan hiçbiri bugün asıl şekilleriyle bulun­muyor. Adı geçen peygamberlerin taraftarları bile bugün kalkıp ilâhî ki­taplarda herhangi bir değişiklik yapılmadığını iddia edemezler. Kitaplar bir yana, onlar peygamberlerinin siretlerini de unuttular. Önceki peygam­berlerin sözleri ve davranışlarıyla hayatları hakkında bugün hiç bir mute­ber kitap veya eser bulunmuyor. Hatta, hayat hikâyeleri şöyle dursun, ke­sinlikle hangi devirde, hangi yerde, hangi millet arasında doğdukları, nasıl yaşadıkları, hangi vaaz ve telkinlerde bulundukları, hangi şeyleri yasakla­dıkları bilinmiyor. Fakat buna karşılık, Hz. Muhammed (a.s.)'in hayatı ve bıraktığı eserlerine bakın. O'nun peygamberliği hâlâ geçerlidir, çünkü O'nun getirdiği talimat ve mesaj yaşamakladır. Getirdiği ilâhî kitap "Kur'an-ı Kerim" hâlâ eski şekliyle karşımızda duruyor. Bir tek harfi, bir tek noktası ve bir tek hareke ve işareti değişmemiştir. Hazreti Peygamber (a.s.)'in mübarek hayatının her dönemi, sözleri, fiilleri hepsi aynen muha­faza edilmiştir. Bugün 1300 yıl geçmiş olmasına rağmen bu kayıt ve yazı­ların aynasında Hz. Peygamber'i kendi gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Gerçek odur ki, dünyada hiçbir tarihi şahsiyetin tercüme-i hâl'i ve sireti böylesine itina ve ihtimamla korunmamıştır. Hayatımızın hemen hemen her dönemecinde Hz. Peygamber (a.s.)'in mübarek hayatından ders alabi­liriz. İşte bu gerçek, Muhammed (a.s.)'den sonra başka.bir peygambere ih­tiyaç olmadığının en büyük delilidir.

Bir peygamberden sonra başka bir peygamberin gelmesi için sadece üç sebep olabilir:

1. İlk peygamberin talimat ve mesajı kaybolup gitmiş ise, yeni bir ta­limat ve mesaja ihtiyaç duyulur.

2. Önceki peygamberin talimatı ve mesajı mükemmel değilse onda bazı değişiklik ve ilâveler yapmak gerekir.

3. Önce gelen peygamberin talimatı sadece belli bir millet veya üm­mete mahsus ise başka milletlere yeni peygamber gönderilir [1].

Bu üç sebepten hiçbiri halen ortada yoktur. Şöyle ki:

1-Hz. Muhammed (a.s.)'in talimatı hâlâ olduğu gibi duruyor.

Hz. Peygamber'in hangi dini tebliğ ettiği, ne gibi bir hidayet getirdiği, ne gibi bir hayat tarzı tavsiye ve tasvip ettiği ve ne çeşit adet ve ananelerin yasaklanmasını emrettiğini öğrenmemiz için bütün kaynaklar asıl şekilleri ile duruyor. Kısacası, Hz. Peygamber (a.s.)'in getirdiği din ve gerçek tali­matı herhangi bir değişikliğe uğramamış ve ortadan kalkmamışsa bunları yeniden anlatmak için yeni bir peygamberin gelmesine ne ihtiyaç olabilir ki?

2- Hz. Peygamber (a.s.) vasıtasıyla dünyaya İslâmiyet mükemmel şekliyle öğretilmiştir. Bu mükemmel din ve hayat nizamına herhangi bir şey ekleyecek veya fazlalığı azaltacak bir nebiye ihtiyaç duyulmadığı için başka bir nebi de gönderilmeyecektir.

3- Hz. Peygamber efendimiz (a.s.) şu ya da bu millet için değil bütün dünyaya nebi olarak gönderilmiştir. Getirdiği talimat ve mesaj bütün in­sanlığa yetecekti. Dolayısıyla başka herhangi bir millete bir nebinin gön­derilmesine gerek yoktur.

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki Hazreti Peygamber'e "Hâtim'ün Ne­biyyin" (Nebilerin Sonuncu, Peygamberliğe Son Veren) denilmiştir. Yani, Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlik silsilesini sona erdirmiştir. Dünyanın artık başka bir nebiye ihtiyacı yoktur. Sadece Rasulü Ekrem'in yolunu ta­kip eden ve bu yola başkalarını davet edenlere ihtiyaç vardır. Bu İnsanlar Hz. Muhammed (a.s.)'in talimatını anlayıp tatbik edebileler ve böylece Rasûlullah'ın getirdiği kanunlara dayalı bir yapıya işlerlik kazandırabilir­ler.

5.1.5. Bütün İnsanlığın Hidayet Yolu

"(Ey Nebi), Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyana olarak gönderdik, ama insanların çoğunluğu bunu bilmez." (Sebe; 28)

Bu ayette, Hz. Peygamber (a.s.)'in sadece bir şehir, ülke veya belli bir zaman için değil, bütün İnsanlar ve her zaman için nebi olarak gönderildi­ği, ancak, yaşadığı çağın insanları ve vatandaşlarının onun değerini bile­medikleri belirtiliyor. Hz. Peygamber'in sadece kendi memleketi veya za­manı için değil, kıyamete kadar bütün insanlığa peygamber olarak gönde­rildiği Kur'an-ı Azimüşşan'da muhtelif yerlerde ve vesilelerle anlatılmış­tır. Meselâ:

"...Ve bu Kur'an bana vahiy edilmiştir ki bunun vasıtasıyla sizi ve bu­nun ulaşabileceği herkesi uyarayım". (En'am; 19)

"De ki, ey İnsanlar ben göklerin ve yerlerin sahibi Allah'ın elçisiyim". (A'râf; 158)

"Ve ey Nebi, Biz seni ancak dünyalara rahmet olarak gönderdik". (Enbiya; 10)

"Alemlere uyancı ve korkutucu olsun diye Furkan'ı indiren (Allah) ne yücedir". (Furkan; 1)

Benzeri açıklamalar, Hz. Muhammed'in çeşitli hadis-i şeriflerinde de yapılmıştır. Meselâ:

"Beyaz olsun, siyah olsun, herkese gönderildim". (Müsned-i Ahmed: Ebu Musa Eş'ari'den rivayet).

"Ben genel olarak bütün insanlara gönderildim. Halbuki, benden önce­ki bütün nebiler sadece kendi milletlerine gönderilirdi". (Müsned-i Ahmed: Abdullah bin Amr'dan rivayet).

"Eskiden her nebi bilhassa kendi ümmetine gönderilirdi. Ben ise bü­tün insanlara gönderildim". (Sahih-i Buhâri, Müslim, Câbir bin Abdullah'tan rivayet).

"Bi'setim (peygamberliğim) ve kıyamet böyledir diye buyuran Hz. Muhammed (a.s.) bunu açıklamak için iki parmağını kaldırıp bize göster­di." (Sahih-i Buhâri ve Müslim).

Demek ki, Hazreti Peygamber konuyu açıklamak için iki parmağın arasında başka bir parmak bulunmadığını belirtti. Yani, kendisi ve kıya­met arasında başka bir nübüvvet olmayacaktır. Kendisinden sonra ancak kıyamet var ve dolayısıyla kendisi kıyamete kadar nebi sayılacaktır.

5.1.6. Bütün İnsanlık İçin Müjdeleyici ve Uyarıcı

"Sen ancak bir uyarıcısın, şüphesiz ki biz seni Hak ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, ona bir uyarıcı gelmiş olmasın."(Fatır; 23, 24)

İlk âyette şöyle denilmek isteniyor: Ey Nebi, senin işin insanlara ha­ber vermek, onları uyarmaktan başka bir şey değildir. Bundan sonra eğer kimse akıllanmıyor, kötülüklerinden vazgeçmiyorsa, bunun sorumluluğu sana ait değildir. Gözü kör ve kulağı sağır olanlara bir şey yapamazsınız.

İkinci âyette anlatılmak istenen husus Kur'ân-ı Kerim'in diğer birçok yerinde de anlatılmıştır. Şöyle ki, dünyada şimdiye kadar doğmuş olan bütün milletlerin birer peygamberi olmuştur. Ra'd sûresinde de aynı du­rum belirtilmiştir (âyet; 7). Benzeri buyruklar Nahl sûresi (âyet; 36) ve Şûra sûresi (âyet; 208)nde de yer alıyor. Fakat bu hususta herhangi bir yanlış anlamaya yer vermemek için iki noktaya dikkat etmeliyiz. Birinci­si, bir nebinin vaazı, tebliği ve talimatı ulaşabildiği yerlere kadar yeterli­dir. Yani ayrı ayrı yerlere illa birer nebi veya peygamberler gönderilmez. Her yerleşim merkezine ve her millete ayrı ayrı peygamberin gelmesi şart değildir. İkincisi, bir nebinin talimatı ve bıraktığı eserleri dünyada korun­duğu sürece başka bir nebiye gerek yoktur. Her nesil ve her kuşak için ayrı bir nebinin gelmesi gerekli değildir.

5.1.7. Hz. Muhammed, İnsanlık İçin Bir Rahmettir

"Ey Muhammed, de ki: 'Ben hepiniz için (gönderilmiş), yer ve gökle­rin sahibi ve maliki olan Allah'ın peygamberiyim". (A'raf; 158)

"Her ümmetin bir rasûlü vardır".(Yunus; 47)

Dikkat ederseniz, burada ümmet kelimesi tek bir ümmet veya millet için kullanılmamıştır. Buradaki anlamına göre, bir peygamberin talimatı hangi kavimlere ve milletlere ulaşmışsa, onların tümü bir ümmeti teşkil ediyor. Ayrıca, bir rasûlün bir ümmet içinde her zaman yaşaması gerek­miyor. Önemli olan o rasûlün talimatıdır. Eğer talimatı ve bıraktığı eserler yaşıyorsa ve herkesin ondan istifade etmesi mümkünse, o rasûl yaşıyor demektir. Eğer bir peygamberin talimatı ve mesajı dünyanın bütün insanlarına ulaşabiliyorsa, bütün İnsanlar bir ümmet sayılır. Bundan dolayıdır ki, Hazreti Muhammed (a.s.)'in dünyaya gelişi ve talimatının bütün insan­lara ulaşmasından sonra, bütün İnsanlar onun ümmeti haline geliyor. Bu vaziyet, Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (a.s.)’in hadisleri asıl şekille­riyle varolduğu sürece devam edecektir. İşte bu sebeple, yukarıdaki âyet­te, "her milletin bir rasûlü" yerine "her ümmetin bir rasûlü vardır" buyu­rulmuştur.

Allahu Teâlâ, her bölgeye ve ülkeye birer nebi göndermek yerine bü­tün dünyaya bir nebi göndermeyi tercih etmiştir ve bunun için Hz. Pey­gamber (a.s.)'i seçmiştir:

"Eğer isteseydim, her yerleşim merkezine birer uyancı gönderirdim". (Furkan; 51)

Burada denilmek isteniyor ki, böyle bir şeyi yapmak Allah (cc.) için hiç de zor bir şey değildir. Ancak böyle yapmadı ve bütün dünyaya tek bir peygamber gönderdi. Nasıl ki bir güneş bütün dünyayı aydınlatıyor, bu tek hidâyet güneşi de bütün insanların doğru yol bulmalarına yetecektir.

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber efendimize "haberci", "tenbih eden", "uyarıcı" ve "gaflet ile delâlet'in kötü sonuçları hakkında insanları ikaz eden" gibi lakaplar verilmiştir. Ayrıca kendisine "bütün insanlık için uyarıcı" da denilmiştir. Demek ki, Kur'ân-ı Kerim'in daveti ve Hz. Pey­gamber'in nübüvveti tek bir ülke için değil bütün dünya için ve belli bir zaman için değil, her zaman için geçerli ve yararlıdır. Bu mevzu, Kur'ân-ı Kerim'de muhtelif vesilelerle muhtelif şekillerde anlatılmıştır. Meselâ:

"Ey İnsanlar, hepiniz için (gönderilmiş) Allah'ın resûlüyüm". (A'raf; 158)

"Tarafıma bu Kur'an gönderilmiştir ki, bunun vasıtasıyla sizi ve bu­nun ulaşabileceği herkesi uyarabileyim". (En'am; 19)

"Ben seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdim". (Sebe; 28)

Aynı konu Hz. Peygamber'in hadis-i şeriflerinde de açık seçik bir şe­kilde anlatılmıştır. Örneğin, "ister siyah, ister beyaz olsun, ben herkese gönderildim",

"Eskiden bir nebi özel olarak kendi milletine gönderilirdi. Ben ise ge­nel olarak bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve benim geli­şim üzerine peygamberlerin gelişi sona erdi."

5.1.8. Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın Son Peygamberidir

"Hesap vakti gelmiştir, ama onlar hâlâ gaflet içinde bulunuyorlar" (Enbiya; 1)

Yani, kıyamet yaklaşmıştır, insanların yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah'ın huzuruna çıkmaları bir ân meselesidir. Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberlik payesine yükseltilmesinden sonra, insanlık tarihinin son safhasına girdiği belli olmuştur. İnsanoğlu artık başlangıcından çok sonucuna doğru yol almaktadır. Doğuş ve gelişme aşamaları geride kal­mış ve şimdi son aşamaya gelinmiştir. Aynı konuya, bir hadis-i şerifte de temas edilmiştir. Hazreti Peygamber bir defasında bir elinin iki parmağını kaldırarak demiştir ki: "Ben, öyle bir zamanda peygamberliğe getirildim ki, ben ve kıyamet bu iki parmak gibidirler". Yani, kendisi ile kıyamet arasında başka herhangi bir peygamber dünyaya gelmeyecektir. Kendisinden sonra ancak kıyamet gelecektir. Başka herhangi bir nebi, müjdeleyici ve tenbih edici gelmeyecektir. Onun için, gaflet uykusundan uyanmak is­teyenler uyansınlar!

5.1.9. Nübüvvetin Hz. Muhammed (a.s.)'le Sona Erdiğine Dair Başka Bir İşaret

"Hani Allah peygamberlerden 'kesin bir söz (misak)' almıştı: "Andol­sun size Kitap ve hikmet verip sonra size beraberinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona kesin olarak iman edecek ve ona yardım­da bulunacaksınız." Demişti ki "Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır yükümü al­dınız mı?" Onlar: "İkrar ettik" demişlerdi ve "Öyleyse şahid olun, ben de sizinle birlikte şahid olanlardanım" demişti". (Al-i İmran; 81)

Demek, dünyaya gelen bütün peygamberler bu tür yeminde bulun­muşlardır. Şimdi bir peygamberin yaptığı yemin onun ümmetinin bütün fertleri tarafından da yapılmış sayılır. Bu yemin nedir, ne anlam taşımak­tadır? Bütün peygamber ve ümmetlerin içtiği and ve verdiği söz şudur: Allah tarafından, onun dininin tebliği ve tesisi için gönderilecek bir nebi­ye hiç itiraz etmeden itaat edeceğiz. Onu kıskanmayacağız, ona kızmaya­cağız. Allah'ın dini tekelimizde değildir. Hakk'a karşı çıkmayacağız. Ak­sine, nerede ve ne zaman olursa olsun, Hak bayrağını taşıyanın etrafında kenetleneceğiz, onu tam olarak destekleyeceğiz, onu seveceğiz, sayacağız.

Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dan önce bütün peygamberler ve dola­yısıyla, ümmetlerinden alınan sözler bunlardı. Nitekim, her nebi, kendi­sinden sonra gelecek nebinin talimatına uyulması ve onun peygamber ola­rak tanınması konusunda kendi ümmetinden söz aldı. Fakat aynı sözün Hz. Peygamber (a.s.)'den alındığına dair herhangi bir kayıt Kur'an-ı Kerim ve­ya hadislerde bulunmuyor. Aynı şekilde, Hz. Peygamber kendi ümmetin­den gelecekte herhangi bir nebiye iman etmelerini de istememiştir. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra Allah'ın bir elçisinin geleceğine dair herhangi bir kehânet veya işaret olmadığı gibi, bunun tam aksine kendisine Hâtim'ün Nebiyyin denilmiştir. Ayrıca hadislerde Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği açık­ça ifade edilmiştir.

"Ey Adem oğulları, size kendi içinizden elçiler gelip size âyetlerimi anlattıkları zaman (günahlardan) korunup (kendisini) düzeltenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (A'raf; 35)

 Hz. Adem ile Havva (a.s.)’ın Cennet'ten indirildikleri konusunda Kur'an-ı Kerim'de yer alan her kıssada buna benzer ifadeler kullanılmıştır. (Bk. Bakara suresi, âyet; 38-39 ve Tâhâ, âyet; 123-124). Burada belirtildi­ği gibi, peygamberlerin söz ve fiillerine uyulması için emir, ta insanların yaratıldığı sırada Allah tarafından kullarına verilmişti. Fakat bu tür emir ve tenbihe Hz. Peygamber (a.s.) ve ümmeti ile ilgili kayıtlarda rastlanmıyor. Demek bu emir ve uyarılar Hz. Muhammed (a.s.)'den önceki pey­gamber ve ümmetlerine mahsustu ve Rasûlullah'tan sonra başka herhangi bir peygamberin gelmeyeceği hesabıyla bu tür emir ve uyarıya ihtiyaç du­yulmadı.

5.1.10. Peygamberliğin Sona Erdiğini Kabul Etmeyenler İçin Ayetlerden Belgeler

"Ve (Ey Nebi), Hatırla bütün peygamberlerden aldığım sözü. Senden, Nuh'tan, İbrahim, Musa ve Îsa'dan ve hepsinden kesin söz aldım". (Ahzâb; 7)

Yukarıdaki âyette Allahu Teâlâ’nın, Hz. Peygamber'e, hem kendisin­den hem bütün peygamberlerden aldığı bir sözü hatırlattığını görüyoruz. ' Bu söz nedir? Bundan hangi yemin kastediliyor? Kur'an-ı Ke­rim'deki ilgili surenin daha önceki âyetlerinde bahsedilen konulara dikkat edildiğinde, bu söz ve yeminin; peygamberlerin, Allah'ın bütün emirlerine itaat etmek ve başkalarını da buna ikna etmeye çalışmalarına dair verdik­leri söz olduğu anlaşılıyor. Kur'an-ı Kerim'de bu söz ve yemin çeşitli yer­lerde kaydedilmiştir:

"O: 'Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye din­den Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve Îsa’ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' elli (bir şeriat kıldı)". (Şura; 13)

"Hani kendilerine kitap verilenlerden; 'Onu mutlaka insanlara açık­layacaksınız ve onu gizleyemeyeceksiniz, diye kesin söz almıştı. Fakat on­lar, bunu arkalarına atlılar ve ona kargılık az bir değeri satın aldılar. 0 aldıkları şey ne kötüdür." (Al-i İmran; 187)

"Ve hatırlayın, İsrail Oğullarından, Allah'tan başka kimseye kulluk etmeyeceklerine dair söz almıştık". (Bakara; 83)

"Onlardan Allah'a karşı hakktan başkasını söylemeyeceklerine dair, o kitabın (hükmü veçhile) söz alınmamış mıydı. Sımsıkı tutunuz, size verdi­ğim şeyi ve hatırlayın bunda olan telkini. Umulur ki korkup sakınırsınız". (Araf; 169-171)

"Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve: 'işittik ve itaat ettik' dediğinizde si­zi, kendisiyle bağımlı kıldığı sözünü(zü) anın. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, sitelerin özünde olanı bilendir". (Maide; 7)

Yukarıdaki söz ve akitler, Hz. Muhammed (a.s.)'in din yolunda özel hayatıyla ilgili önemli bir adım atmak üzere olduğu sırada hatırlatılmıştı. Hz. Peygamber, İslâm düşmanlarının şerrinden endişelendiği için evlilikle ilgili cahiliyyenin bir geleneğini bozmaktan çekiniyordu. Bir hatunla evle­neceği söz konusuyken, niyeti her ne kadar iyi ve amacı her ne kadar ce­miyetin ıslâhı idiyse de, muhalif ve bozguncuların bu işi nefsi için yaptığı­nı ve bunun için toplum reformcusu kılığına bürünmeye çalıştığını öne sü­rebileceklerini düşünerek devamlı endişeleniyordu. Bunun üzerine Allahu Teâlâ kitabında diyor ki: "Sen, Benim tayin ettiğim peygambersin, diğer peygamberler gibi sen de Benimle bir anlaşma yapmıştın. Bu anlaşmaya göre, emirlerime harfiyyen uyacağını ve başkalarının da uymalarını sağla­maya çalışacağını taahhüt etmiştin. Bunun için, başkalarının kötü niyetli ve kasıtlı sözlerine aldırış etme, hiç korkma, utanma ve kendinden bekle­nen vazifeyi yerine getir."

Bütün mesele bundan ibaret iken, bir grup insan var ki, buna bambaş­ka bir anlam vermeye çalışıyor. Bu grup, bu söz ve yeminden, Hz. Mu­hammed (a.s.)'den önceki peygamberler ve ümmetlerden alınan söz ve ye­minin kastedildiğini iddia ediyor. Yani diğer peygamberler gibi Hz. Mu­hammed (a.s.)'den de hâşâ kendisinden sonra gelecek bir peygamberi tanı­ması ve teyid etmesi istendiğini öne sürüyor. Bu tevile dayanarak bir grup, Hazreti Peygamber'den sonra da Peygamberlik kapısının açık olduğunu id­dia edebilmektedir. Fakat yukarıdaki ayetlerin geçtiği metin bir bütün ola­rak ele alındığında bu tevilin yanlış olduğu ortaya çıkar. Zira ayetlerde bahsedilen mevzu, Hz. Muhammed (a.s.)'den başka peygamberlere iman etmeleri gerektiği yönünde değildir. Ayrıca, ayetlerde zikredilen anlaşma veya yeminin ne olduğu kesin ifadelerle belirtilmemiştir. Dolayısıyla an­laşmanın asıl mahiyetini anlamak için, Kur'an-ı Kerim'in diğer yerlerinde­ki peygamberler ile varılan anlaşmalar hakkındaki kayıtları incelemeliyiz. Eğer Kur’an-ı Kerim'in tümünde sadece bir çeşit taahhüt ve yeminden bahsedilmişse ve bu taahhüt de sonra gelecek peygamberlere iman etmekle il­giliyse yukarıdaki grubun mantığına diyeceğimiz yoktur. Ama Kur'an-ı Kerim'i dikkatle ve itina ile okumuş olan bir kişi biliyor ki bu mukaddes kitapta bir değil birçok anlaşma ve sözleşmeden söz edilmiş olup bunların niteliği ve şekli başka başkadır. Hatta peygamberler ile ümmetlerinin yap­tıkları anlaşmaların da birden fazla çeşidi vardır. O halde bu çeşitli anlaş­malardan burada metne en uygun olan anlaşmayı mı ele almalıyız yoksa metne uygun olmayanı mı? Bu düpedüz yanlış ve yanıltıcı tevil gösteriyor ki, bazı İnsanlar Kur'an-ı Kerim'den hidayet almak yerine bunu menfur ve menhus gayeleri için kullanmaya çalışıyorlar. Kur'an-ı Kerim'de şöyle de­niliyor:

"Allah'a karsı yalan uyduran ve ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Elbette suçlular hiçbir zaman iflâh olmaz."(Yunus; 17)

Bazı akılsız kişiler yukarıdaki âyette geçen "felâh" kelimesini "uzun ömür", "dünyevi refah" ve "manevî huzur" olarak tercüme ederler. Bun­dan ötürü, peygamberliğini ilân etmiş bir kişinin, her ne kadar yalancı bir peygamber olsa da, iyi ve rahat bir hayat sürmesi, dünyada maddi refaha kavuşması, başlattığı fitnenin büyük bir kitle tarafından kabul edilmesi, şan ve şöhretinin artması halinde, kendisine ve peygamberliğine inanması gerektiği gibi çürük bir delille ortaya çıkarlar. Bu kişilere göre, doğru ve hakiki bir peygamberin ölçüsü dünyevi ve uhrevi "felah”ıdır. Onlara göre, sahte ve yalancı bir peygamber, maddi ve manevî huzur ve refaha kavuş-muşsa hakiki bir peygamberdir. Yine aynı kişilere göre "iflah olmayan bir kişi" sahte ve yalancı peygamberdir. Bu ahmakça delil; ancak Kur'an-ı Kerim'de kullanılan "felah" terimini bilmeyen, Allah'ın suçlular için uy­gun gördüğü imhâl (mühlet verme) kanununa vakıf olmayan ve hangi siyak ve sibakla bu kelimenin kullanıldığını idrak edemeyen biri tarafın­dan ileri sürülebilir.

Öncelikle şunu bilmekte yarar vardır ki, "suçlular hiçbir zaman iflah olamaz" ibaresi bir peygamberlik ölçüsü olarak kullanılmamıştır. Onun için, bir kişi refah içinde yaşamış ya da yaşamamış, bu onun peygamberli­ği için ölçek olamaz. Burada anlatılmak istenen husus, suçluların iflah olup olmamasıdır ve kullanılan ifade şudur: "Mücrim veya suçluların hiç­bir zaman iflah olamayacağını çok iyi biliyorum. Onun için böyle bir suç işlemek ve yalan yanlış yerde peygamberlik payesine yükseldiğimi ilân etmek istemiyorum. Fakat sizin hakiki bir nebiye yalancı damgası vurduğunuzdan eminim. Bu yaptığınız suçtur ve bu suçla bir zaman iflah ola­mazsınız."

Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'de "felah" kelimesi sadece "dünyevi huzur ve refah" gibi mahdud bir manada kullanılmamıştır. Aksine, "felah" dünyevi hayatın ilk safhalarında başarı ihtimalleri çok az görülmesine rağmen, so­nu hiçbir zaman hüsran olmayan, daimi bir muvaffakiyet ve saadet de­mektir. Sahte bir peygamberin dünyada rahat ve bolluk içinde, para-pul ve şan-şöhret sahibi olması pekâlâ mümkündür. Ne var ki Kur'an-ı Kerim açısından bu bir "felah" değil, "hüsran" ve başarısızlığın ta kendisidir. Bu­nun tam aksine, Hakk'a davet eden hakiki bir peygamber dünyada her tür­lü baskı ve zulme uğrayarak, bin bir eziyet çekerek, hiçbir taraftar topla­madan bu fani dünyadan göç edebilir. Ama görünüşteki bu başarısızlık Kur'an-ı Kerime göre "felah" ve "saadetin ta kendisidir.

Buna ilâveten, Kur'an-ı Kerim'de yer yer Allahu Teâlâ'nın suçluları yakalamakta acele etmediği sarahatle beyan edilmiştir. Allah (c.c.) günah­kâr ve suçlu insanların kendilerine çekidüzen vermeleri için geniş imkân­lar tanır. Verdiği mühlet bazen yanlış yorumlanır ve kötüye kullanılır. Günahkârlar daha çok günah işler, balağa iyice batarlar. Allah böylelerine daha büyük fırsatlar verir, hatta onlardan pek çok nimetlerini esirgemez. Nimetlerin bolluğunu gören şirretli kişiler nefislerinin bütün çirkinlikleri­ni ortaya dökerler, ta ki kedilerine uygun görülen ağır cezalan tamamıyla hak etsinler. O halde sahte ve yalancı bir peygamberin ipi uzatılıyor ve kendisi dünyevi zenginlik ve nimetler içinde yüzüyorsa, uydurduğu yalan­ları doğru olarak kabul etmek büyük bir yanlıştır. Allah'ın uyguladığı suç ve ceza kanunları herkes için eşittir ve bunlar sahte nebiler için de aynen uygulanmalıdır. Hepimiz biliyoruz ki, Şeytan'a kıyamete kadar mühlet ve­rilmiştir. Fakat bu mühlete bağlı olarak, her türlü oyun ve şirretliğine izin verileceği, ancak sahte bir nebiyi ortaya çıkarınca buna müsaade edilme­yeceği veya sahte peygamberliğin hiçbir zaman yaşamayacağı gibi her­hangi bir şart ileri sürülmemiştir.

Belki de, yukarıda bahsettiğimiz ayet-i kerimeye cevap olarak bazı kimseler Hâkka suresinin 44-47 âyetlerini karşımıza çıkarabilirler: "Eğer Muhammed adımıza düzmece bir şey söyleseydi, Biz onun elini tutar, onun kalp damarını keserdik". Fakat burada belirtilmek istenen şey, ger­çekten Allah'ın Rasûlü olan bir kişinin, kendi tarafından bir yalan uydurup bunu başkalarına Allah'ın vahyi imiş gibi sunmaya çalışması halinde der­hal yakalanacağıdır. Bu ayete bakarak, nübüvvet iddiasında bulunan biri­nin yakalanmayışının onun hakiki bir peygamber oluşunun delili olduğunu söylemek mantıkî bir hatadır. Burada Allah'ın suç ve ceza kanununun istisnasız uygulanmasına dair kayıt sadece doğru ve hakiki peygamber ile ilgilidir. Sahte bir peygamber için kanunların aynen uygulanması şart de­ğildir. Bu noktayı şu misal ile açıklamaya çalışalım: Bir hükümet, devlet personeli için bir kanun çıkarıyorsa bu kanun belli ki sadece devletin hiz­metinde olan memur ve işçileri kapsayacaktır. Şimdi bir dolandırıcı baş­kalarına kendini devlet görevlisi olarak tanıtır ve bu yolla bir takım men­faatler sağlamaya çalışır ve yakalanırsa, buna devlet personel kanununa göre mi muamele edilecek, yoksa hakkında ceza kanununun ilgili madde­leri uyarınca mı dava açılacaktır. Kendisi devlet memuru ve işçisi olmadı­ğı için gayet tabii ki devlet personel kanunu kendisini bağlamaz ve netice­de kendisi memlekette yürürlükte olan diğer kanunlara göre yargılanıp ce­zalandırılacaktır. Ayrıca, Hakka sûresinde, bir kişinin kalp damarının ke­silmesi, peygamberlik kıstası olarak beyan edilmemiştir. Yani gaipten uzanan bir el, peygamberlik iddiasında bulunan birini boğazlamasa kendi­si hakiki peygamberdir diye bir kural yoktur. Aynı şekilde aksini iddia et­mek de yanlıştır. Bir nebi veya peygamberin doğru olup olmadığı sireti, vaazı, telkini, talimatı ve bıraktığı eserlerle ölçülüdür, bu tür saçma sapan tevil ve kelime oyunuyla değil.

5.1.11. Son Peygamber'den Sonra Nübüvvet İddiası

Hazreti Peygamber (a.s.)'in son peygamber oluşuna en çok itirazlar Ahmediler[2] tarafından yapılır. Bu konuda Ahmediler ve yandaşları tara­fından sık sık mektuplar alırız. Bazı diğer Müslümanlar da ortalık bulandırıldığı için tereddüde düşerek bize bazı sorular yöneltirler. Bu sorular ve bunlara verdiğimiz cevaplar konuyla yakından ilgili olduğu için buraya aktarıyoruz.

Soru: "Tercüman-ul Kur'an" dergisinin ocak-şubat sayısında (s. 236) diyorsunuz ki, "tecrübem şahittir, Allahu Teâlâ hiçbir zaman yalanın dal budak salmasına izin vermez. Her zaman, doğruluk ve dürüstlükten nasi­bini alamayan ve Allah'tan korkmayanlara cevap vermemeyi adet edinmişimdir... Onlardan ben değil, Cenab-ı Hak intikam alacaktır ve yalanları inşallah bu dünyada ortaya çıkacaktır." Burada hemen şunu belirteyim ki, ben Ahmedî'lerin hemen hemen bütün kitaplarını okumuşumdur ve çalışma­larını da yakından izlemişimdir. Benim bu hususta bazı sorularım olacaktır: Birincisi, bu sadece tecrübeniz meselesi değildir. Kur'an-ı Kerim'de de Allah Teâlâ buyurmuştur ki:

"Eğer Muhammed adımıza düzmece bir şey söyleseydi, Biz O'nun eli­ni tutar. O'nun kalp damarını keserdik". (Hakka; 44,45,46)

Şimdi eğer Mirza Bey yalancıysa, neden Allah (cc.) hâlâ onu yakala­mamıştır. Aksine, Müslümanlar için zararlı olduğu söylenen hareketi gide­rek kuvvet kazanıyor ve hatta dış ülkelerde de çeşitli taraftarları ortaya çı­kıyor. Mirza Bey’in getirdiği mesaj 65 yılını doldurdu. Biz ne zamana ka­dar ilâhî kararı bekleyeceğiz? Halen kendisi refah ve saadet içindedir. Bu yeni harekete muhalif olanlar niçin meseleyi Allah'ın takdirine bırakmı­yorlar? Son kararı Allah (cc.) versin. İkincisi, s. 242'de partinizin Alman asıllı bir mensubu Berlin'de Ahmediye Cemaatiyle işbirliği sorununu orta­ya atmıştır. Eğer Ahmedîlerin İslâm'ı yayma konusundaki gayret ve başa­rılarını takdir ediyorsanız onlarla Pakistan'da niçin işbirliği yapmıyorsu­nuz?

Cevap: Hayret doğrusu, siz peygamberlik iddiasında bulunan bir kişi­nin meselesini bu kadar hafife alıyorsunuz. Temas ettiğiniz sözlerim ale­lâde bir durumla ilgiliydi ve bunları sadece yalan bir iftirayı bertaraf et­mek maksadıyla söylemiştim, iftira da bana atılmıştı. Şimdi siz kalkıyor­sunuz bu sözlerimi hakikaten peygamberlik gibi yalan bir iddiada bulunan bir kişi için söylenmiş olduğunu ima etmek istiyorsunuz. Ya da en azın­dan, bu birbirinden tamamıyla ayrı iki olay arasında bir benzerlik bulma­ya çalışıyorsunuz. Biliyorsunuz ki nübüvvet iddiasında bulunan bir kişiyle ilgili yalnızca iki ihtimal vardır. Eğer o gerçekten bir peygamber ise onu tanımayan kâfirdir ve durum tam tersi ise onu tanıyan kâfirdir. Bu büyük meseleyi siz basit bir kararla halletmeye çalışıyorsunuz ve diyorsunuz ki, Allah onun hakkında gazaba gelmemiş ve onu yakalamamışsa onun pey­gamberliğini kabul edelim. Söz konusu kişinin başlattığı fitnenin büyüyüp geliştiğini ve ilâhî karar için fazla beklemenin anlamsız olduğunu ileri sü­rüyorsunuz. Sizce, her kim peygamberliğini iddia eder, etrafında bir sürü adam toplar ve sizin belirlediğiniz müddet içinde ilâhî adaletin pençesin­den kurtulabilirse, onu peygamber olarak tanımamız mı gerekir? Sizce bir kişinin peygamberlik iddiasının doğru olup olamadığının araştırılması için yalnızca bu yöntem yeterli midir?

"Ve lev tekavvele aleyna ba'de'l-ekâvil" ayetinden çıkardığınız mana yanlıştır. Bu âyette anlatılmak istenen şey şudur: Hazreti Muhammed (a.s.) -ki gerçekten Allah'ın peygamberidir- Allah'ın vahiy olmaksızın kendi uydurduğu bir şeyi Allah'ın adıyla başkalarına sunmaya çalışırsa, onun boynunun damarı kesilecektir, Bu demek değildir ki gerçekten Al­lah'ın peygamberi olmayan bir kişi, yalan yanlış iddialarda bulunur ve kendisinin Allah'ın rasulü ve elçisi olduğunu ileri sürerse onun boğazı da derhal kesilecektir. Ayrıca, yukarıdaki ayette, boğazın Allah tarafından kesilmesi peygamberliğin bir ölçüsü olarak tanımlanmamıştır. Yani boğa­zı kesilen sahte, boğazı kesilmeyen de doğru peygamber olarak tarif edile­mez. Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini bu şekilde tevil ve tahrif etme hünerini her halde, siz de Mirza Bey ve O'nun cemaatinden öğrenmişsinizdir. Sa­dece bu husus, Ahmedîlerin Allah'tan hangi ölçüde korktuklarını göster­meye yeter sanırız.

Doğrusu, Hazreti Peygamber Efendimiz'den sonra peygamberlik iddi­asında bulunmaya cesaret edeni süzgeçten geçirirken kimse herhalde sizin beyan ettiğiniz usûl ve ölçüleri kullanmayacaktır. Bu tür iddialar evvelâ, Kur'ân ve hadis'in açık seçik buyrukları ışığında reddedilecektir. Zira hep­sinde, Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra herhangi bir nebinin gelmeyeceği kesin bir ifade ile anlatılmıştır. Mirza Bey ve taraftarlarının, peygamberlik kapısının açık olduğuna dair ileri sürdükleri delilleri çok iyi bilirim. Fakat size hemen şunu söyleyeyim ki, onlardan ancak okuması yazması olma­yan saf Müslümanlar etkilenebilirler. Okumuş veya bilinçli kişiler ise bu delillere sadece gülerler.

"Tercüman'ul-Kur'an"da Almanya'dan bir okur mektubu yayınlanmışsa, bu mektupta yer alan her şey ile mutabık olduğumuz anlamına gelmez. Bu mektubu yayınlamamızın amacı, yurdumuzdaki Müslümanları, Al­manya'daki İslâm dinini kabul etmiş kardeşlerimize yardım etmeye teşvik etmekti. İslâm camiasına yeni yeni giren kişiler İslâm dünyasında ne gibi fitneler doğmakta olduğunu nereden bilebilirler? Bu saf ve samimi kişiler aslında İslâm denen her şeye sarsabilir, susuzluklarını her kuyudan aldık­ları suyla giderebilirler. Onlara İslâm'ı doğru şekliyle tanıtan kitap ve bro­şür vermek bizim görevimizdir. Yoksa onların kötü ve yanlış yola sapma­ları işten bile değildir.

Soru: Cevabınızı aldım, maalesef tatmin olmadım. Ben sizin, "Allah Teâlâ bizzat, her yalancıyı cezalandıracaktır" yolunda söylediğiniz sözle­rin ışığında size sormuştum ki, bütün Müslümanlar tarafından yalancı ad­dedilen Mirza Gulam Ahmed Kadıyani'yi Allah neden yakalamıyor ve neden bu kadar uzun müddet Müslümanların doğru yoldan sapmalarına mü­saade ediyor? Ben, Mirza Bey’in kaleme aldığı 25 kitabı eleştirisel açıdan incelemiş bulunuyorum. Ayrıca bu kitapların reddi hakkında diğer Müslüman ulemanın kaleme aldığı eserleri de okumuş bulunuyorum. Fakat iti­raf edeyim ki, bu mevzuda sizin herhangi bir kitabınıza rastlamadım. Şim­diye kadar Mirza Gulam Ahmed aleyhinde yazılan kitaplara gelince, bun­ların çoğu sathi olup bunlarda Mirza Bey’in söyledikleri ve yazdıkları çar­pıtılmaya çalışılmıştır. Hakikatte, bu konuya temas eden âlimlerin çoğu konuya vakıf değildir, bilgileri de kıttır. Mirza Bey’in eserlerinden anladı­ğım kadarıyla, kendisi, Hz. Peygamber'in büyük bir aşığıdır ve ona büyük bir saygısı vardır. İşte bu temele dayanarak Mirza Bey’in davasına yaklaş­tım ve uzun süreli inceleme ve araştırmalardan sonra şu sonuçlara vardım: 1) Mirza Gulam Ahmed'in iddiaları, Kur'an-ı Kerim veya hadis-i şeriflere aykırı değildir. 2) Mirza Gulam Ahmed'in peygamberliği, Hz. Muham­med'in şan ve şerifini azaltmaya yönelik değildir. Aslında, Mirza Bey, bü­tün feyzini Hz. Peygamber (a.s.)'den aldığını her zaman dile getirmeye ça­lışmıştır. Nitekim, bir şiirinde şöyle der:

İn çeşme-yi revân çün be-halk-i Hudâ dehem

Yek katre-yi zi-bahr-i kemal-i Muhammed est.

(Allah'ın kullarına verdiğim bu akan çeşme,

Muhammed (a.s.)'in meziyet denizinin sadece bir damlasıdır)

Şimdi siz bana Mirza Bey'in iddialarını tekrar incelememi tavsiye edi­yorsunuz. Siz Mirza Bey'in davasının aleyhinde Kur'ân-ı Kerim'den tek bir örnek gösterebilir misiniz?

Cevap: Doğrusunu söylemek gerekirse, siz tatmin olmak isteseydiniz pekâlâ tatmin olabilirdiniz. Dikkatinizi tekrar "Tercüman'ul Kur'an "da yazdıklarıma çekmek isliyorum. Benim orada yazdıklarım bana asılsız if­tirada bulunanlarla ilgiliydi. Ben orada Allah'ın takdirine inandığımı ve kendilerini mutlaka cezalandıracağını tahmin ettiğimi belirtmiştim. Ne var ki, siz bu sözlerimi bir nübüvvet iddiasına uydurmak isliyorsunuz. Pey­gamberlik iddiasının doğru olup olmamasının tek ölçüsünün de, iddia eden kişinin Allah tarafından cezalandırılması olduğunu kabul ediyorsu­nuz. Siz gerçekten böyle saçma sapan bir şeye inanıyor musunuz? Sizce, dünyamızda cezalandırılan yalancı ve sahte cezalandırılmayan doğru ve gerçek bir nebi midir?

Mirza Gulam Ahmed'in peygamberlik iddiasında bulunduğundan bu yana 60 yıl geçtiği ve peygamberliğinin doğru olup olmamasını ölçmek için daha fazla beklemeye gerek olmadığı gibi gâyet mantıksız bir soruyu da tekrar gündeme getiriyorsunuz. Şimdi siz kendiniz söyleyin sahte bir peygambere ne ceza verilmelidir? Sizce, gaipten bir el çıkıp yalancı pey­gamberin boynunun damarını mı kesmelidir? Size arz edeyim ki, bu ceza sahte peygamberlerden Müseyleme'ye de verilmemişti. Halbuki, bu adam, bizzat Hz. Peygamber (a.s.) zamanında peygamberliğe talip olmuştu. Bu­na karşılık, Allah'ın gerçek peygamberleri olmalarına rağmen, Kur'ân-ı Kerim'de belirtildiği gibi, ümmetleri tarafından katledilen peygamberler için ne diyeceksiniz? Sizin mantığınıza bakılırsa bunlar sahte peygamber­lerdi. Kur'ân-ı Kerim'de şu âyetlerini herhalde görmüşsünüzdür.

"Size benden evvel apaçık delillerle ve söylediğiniz şeyle peygamber­ler geldi. Eğer sözünüzde doğru idiyseniz onları niçin öldürdünüz (Al-i İmran; 183) ve "Ahitlerini bozmaları ile, Allah'ın âyetlerini inkârları ile, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile, 'kalplerimiz kapalıdır' demele­ri, ile azaba müstahak oldular". (Nisa; 155)

Bu âyetlerin ışığında düşünce tarzınızda değişiklik yapmalısınız. Pey­gamberlik iddiası bu gibi hafif ve basit ölçülerle ölçülmez. Asıl yapılması gereken şey, peygamberlik iddiasında bulunan kişinin ve sözlerinin Allah'ın kelâmı ışığında incelenmesidir. O kişinin bütün geçmişi ve karakteri araştırılmalıdır. Eğer bu ölçüler o kişinin peygamberliğine gölge düşürü-yorsa demek ki kendisi de, davası da yalandır.

Yukarıda bahsettiğim üç ölçüden son ikisi, zâten ilk ölçüye uymayan bir peygamberlik iddiasını geçersi/, kılar ve bu ölçülerin bahis mevzuu edilmesine bile gerek duyulmaz. Zaten Kur'ân-ı Kerim ve sahih hadisler­den, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği sa­bit olduktan sonra, nübüvvet iddiasında bulunanın ne gibi bir dava ile or­taya çıktığı ve kendisinin ne gibi bir insan olduğuna bakmaya bile herhan­gi bir ihtiyaç yoktur. Kaldı ki, Mirza Gulam Ahmed peygamberlik payesi açısından kanaatimce hiçbir önem taşımıyor ve faraza, peygamberlik ka­pısı açık olsaydı bile akl-ı selime sahip olan bir kişi onun peygamber ola­bileceğini düşünemezdi. Fakat Kur'ân ile hadis'in açık hükümleri ortada dururken bu tür münakaşaya girmeyi gereksiz buluyorum ve dolayısıyla, Allah ve Resûlü’ne saygısızlık yapıldığı kanaatindeyim.

Kur'ân-ı Kerîm ile hadis-i şeriflerde peygamberlik kapısının kapan­masıyla ilgili delillere gelince bunu biraz ilerde ayrıntılı bir şekilde ele alacağım. Ayrıca, Ahzab suresiyle ilgili hazırladığım tefsirde bu konuyu tafsilatlı bir şekilde anlatmış bulunuyorum.

5.1.12. Peygamberliğin Sona Ermesi Aleyhinde Kadıyanî'lerin İleri Sürdüğü Bir Başka İddia

Soru: Tefhim'ul Kur'an adlı eserinizde s. 268'de Âl-i İmran sûresinin "ve ehaz Allahu misaka n'nebiyyin..." ayetini açıklarken şöyle diyorsunuz: "Burada şu hususu bilmekte fayda vardır ki, Hz. Muhammed (a.s.)'den önceki her peygamberden bu söz alınırdı ve buna dayanarak her peygam­ber kendi ümmetine müstakbel nebi hakkında bilgi verir ve ona itaat et­mesini islerdi. Ama ne Kur'ân-ı Kerîm'de ne hadis'te Hazreti Peygamber (a.s.)'den benzeri bir söz alındığına dair bir kayıt bulunmuyor. Buna ilâveten, Hz. Muhammed (a.s.)'in kendi ümmetine gelecek bir peygamber hakkında bilgi verdiğine veya ümmetinin ona itaat etmesini istediğine dair de herhangi bir kayda rastlanmıyor." Bu ibareyi okuduktan sonra söyle­diklerinizin doğru olduğunu düşündüm. Fakat Ahzab suresinde bir anlaş­ma ve sözden bahsedilmekledir. Şöyle ki, "ve iz ehazna minennebiyyine misâkahüm ve minke ve min-Nûhin..." Burada "minke" kelimesiyle Haz­reti Peygamber'e hitap edildiği kesindir. Ve burada Al-i İmran suresinde bahsedilen söz ve taahhütten söz edilmiştir. Bu itibarla, gerek Al-i İmran gerekse Ahzab surelerinde söz veya taahhüt kelimesinin kullanıldığını görmekteyiz. Bu söz ve vaad tıpkı diğer peygamberlerden alınan söz ve vaad gibidir. Yani aynı sözün Hz. Peygamber (a.s.)'dan da alındığını söy­lememiz daha doğru olacaktır. Bu sual aslında Ahmedîlerin bir kitabını okuduktan sonra aklıma gelmiştir.

Cevap: "Ve iz ehazna min en-nebiyyine misâkahüm ve minke ve min Nûhin..." âyetinden Ahmediler samimiyetle yukarıda belirtilen şekilde an­lam çıkarmaya çalışıyorlarsa gerçeklen saf ve hiçbir şeyden haberleri ol­madıklarını söyleyebilirim. Fakat bu sakat fikri bile bile ve Müslümanları kasten kötü yola sevk etmek maksadıyla ileri sürüyorlarsa, karanlık emellerinin bir delilidir. Bu adamlar bir yandan Al-i İmran suresinin "ve iz ehazallahü misâkan-nebiyyin..." ayetini alıyorlar ki, bu ayette peygam­berler ile ümmetleri arasında müstakbel peygamber için geçen konuşma ve ahitten bahsediliyor ve diğer yandan yukarıda zikredilen Ahzab suresi­nin ayetini ele alıyorlar ki, bundan başka peygamberlerin yanı sıra Hz. Peygamber (a.s.)'dan da bir sözün alınmasından söz ediliyor. Sonra, ikisini birleştirip kendileri tarafından üçüncü bir anlam çıkarmaya çalışıyor­lar. Yani, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dan da gelecek bir peygamber ile ilgili söz alındığını ve bu peygamberi teyit etmesi istendiğini iddia ediyor­lar. Oysa, müstakbel nebi hakkında söz ve taahhütten bahsedilen ayette, Allahu Teâlâ, aynı sözü Hz. Muhammed (a.s.)'dan da aldığını söylemiyor. Diğer taraftan, Hz. Muhammed (a.s.)'dan da bir söz alındığı bildirilen ayette, bu sözün gelecekteki bir peygamberle ilgili olup olmadığı anlaşıl­mıyor. Şimdi aklımıza gelen sual şudur: Bu iki ayrı metin ve konudan, Kur'ân-ı Kerim'de hiç kaydı bulunmayan bir üçüncü konu ve anlam hangi mantığa ve esasa dayanılarak çıkarılmıştır. Olsa olsa bunun için üç daya­nak olabilirdi. Şöyle ki, bu âyetin indirilmesinden sonra, Hz. Peygamber (a.s.) bütün sahabeyi kirâm'ı toplayarak diyecekti ki: "Ey iman sahipleri, Allahu Teâlâ benden sonra bir peygamber daha gönderecektir ve bu pey­gamberi teyit etmem ve desteklemem için Allah benden söz almıştır. Böy­le bir peygambere iman etmem gerekliği için siz de benim ümmetim ola­rak ona itaat edecek, onun emrine tabi olacaksınız." Fakat hadis-i şerifle­rin tümüne baktığımızda böyle bir açıklamaya hiç rastlamıyoruz. Aksine pek çok hadisler vardır ki, Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberlik silsilesi­ni noktaladığı ve kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini açıkça belirtmektedir. Şimdi, Hz. Muhammed (a.s.)'dan bu kadar önemli bir söz alındığına ve kendisinin bunu bu şekilde unuttuğuna ve hatta üm­metinin gelecek bir peygambere iman etmesini engelleyecek bir takım sözler söylediğine inanabilir misiniz? Bu hususta ikinci dayanak veya de­lil, Kur'ân-ı Kerim'de peygamberler ve ümmetlerinden sadece tek tip sö­zün alınması olabilirdi. Yani alınan söz sırf gelecek nebilere iman edilme­si ile ilgili olacaktı ve başka bir şey ile ilgili olmayacaktı. Böyle bir du­rumda belki de Ahzab suresinde de aynı sözden bahsedildiği iddia edilebi­lirdi. Ama ne var ki, bu delil de geçerli değildir.Zira Kur'an-ı Kerim'de sa­dece bir değil birçok anlaşma ve sözden bahsedilmiştir. Meselâ, Bakara Suresi'nin 10. rükûsunda İsrail Oğullarından Allah'a itaat ana-babalarına iyi muamele ve aralarında kavga ve çatışmalardan kaçınmaları konusun­da söz alınmıştır. Al-i İmran suresi, rüku: 19'da bütün ehli kitaptan, kendi­lerine indirilen kitabın talimatını saklamayıp başkalarına yaymaları hak­kında söz alındığı beyan edilmiştir. A'raf sûresi, 21. rükûda İsrail Oğulla­rının, Allah adına hak'tan başka söz etmemeleri, Allah'ın verdiği kitaba sarılmaları ve talimatına uymalarını taahhüt ettiklerinden bahsedilmiştir. Maide sûresi, rükû: l'dc Hz. Muhammed (a.s.)'in taraftarlarına, Allah'a verdikleri söz hatırlatılmıştır. Bu söz de şu idi: "Siz Allah'ı dinleme ve ona itaat etme taahhüdünde bulunmuştunuz." Şimdi soru şudur: Eğer Ahzâb suresinde geçen söz ve anlaşma kelimesine herhangi bir açıklık ge­tirilmemişse, bu açıklık niçin sadece tek tip bir söz veya anlaşma ile geti­rilmeye çalışılıyor? Madem ki bu cümle veya âyette bir boşluk vardır, bu boşluk neden illâ Âl-i İmran sûresinin 9. rükûsuyla doldurulmaya çalışılıyor? Neden başka söz ve anlaşmalar değil de illâ bu sözden bahsediliyor? Neden? Şimdi biri kalkıp da bana dese ki, böyle yapmanın sebebi, her iki yerde nebilerden ahit ve söz alınmasıdır, o zaman ben derim ki, ümmet­lerden alınan diğer söz ve taahhütler kendilerinden doğrudan alınmamıştır ve bu iş daima peygamberler vasıtasıyla yapılmıştır, Her peygamberden alınan sözün de genellikle Kitabullah'a iyice sarılmaları ve talimatına uymalarıyla ilgili olduğu apaçık ortadadır. Bir üçüncü delil de Ahzab suresinin metninin gelecek bir peygamber ile ilgili olması olabilirdi. Yani sûrede üzerinde durulan ana konu, gelecek bir peygambere iman etmek ve itaat etmek olabilirdi. Ne var ki durum burada tamamıyla değişiktir. Hatta tam tersine sûrenin metni başka konularla ilgilidir. Ahzab sûresi şu sözler­le başlıyor:

"Ey Peygamber, Allah'tan kork. Kâfir ve münafıklara itaat etme. Mu­hakkak ki, Allah Alim'dir. Hakim'dir. Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır". (Ahzab; 1,2)

Daha sonra verilen emir, Cahiliyyenin bir simgesi olarak evlâtlık ko­nusunda süregelen bütün batıl itikat ve evhamlardan arınmaları ile ilgili­dir. Sonra, kan bağlarının dışında en büyük ve saygı duyulan bağın, pey­gamber ile mü'minler arasındaki ilişki olduğu vurgulanıyor. Bu öyle bir bağdır ki bunun yüzünden peygamberlerin karıları, onlara anneleri gibi haramdır. Allah'ın kitabı açısından bu bağın dışında bütün diğer ilişkiler medeni sayılır ve özellikle verasetle ilgili konularda saygıya değer adde­dilirler. Bu emir ve hükümlerin verilmesinden sonra, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (a.s.)'e diğer bütün peygamberlerden aldığı vaad ve taahhüdü hatırlatıyor. Aynı taahhüdün kendisinden de alındığını belirtiyor (!) Şimdi sağduyulu bir kişi, bu metinden, gelecek bir nebiye itaat edilmeleri gerek­tiği anlamını çıkarabilir mi? Bu metinden ne münasebetle, gelecekte baş­ka bir nebiye iman edilmesi ahkâmı çıkarılıyor? Bu hususla en makul yol geçmişte ve diğer âyetler ile sûrelerde belirtilen söz ve taahhüde bakmak­tır. Ve bu vaad ve taahhüd gayet tabii ki, bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed (a.s.)'den de, Kitabullah'a sarılması, taraftarlarının Allah'ın emir ve buyruklarına uymaları ve bu talimatı başkalarına yaymaları hak­kındadır. Nitekim, bundan sonra görüyoruz ki, Allah, Hz. Muhammed (a.s.)'e evlâtlığı Hz. Zeyd bin Harise'nin boşadığı karısıyla evlenip cahi­liyyenin batıl inançlarına son vermesini emrediyor. Çünkü eski inançlara göre evlâtlıklar, öz evlât sayılırdı. Hz. Peygamber'in bu husustaki girişimi kâfir ve münafıkların hücumuna uğramasına sebep oldu. Bu tenkit ve hü­cumları Allah Teâlâ şu deliller ile şiddetle reddetti:

1)  Bir kere, Muhammed (a.s.) hiçbir erkeğin babası değildir, bu se­beple, onun boşadığı karısının kendisine haram olması diye bir kural yok­tur.

2)  İkincisi, adı geçen kadının Hz. Peygamber için helâl olmasına rağ­men kendisiyle evlenmemesi gerektiği görüşü de pek geçerli değildir; çünkü, kendisi Allah'ın Rasûlü olduğu için, Allah'ın ortadan kaldırmak is­tediği batıl itikat ve ananeleri öncelikle O kaldırmalıdır.

3)  Bunu yapması, sadece Allah'ın Rasûlü olmak itibariyle değil aynı zamanda peygamberlerin sonuncusu olması bakımından gerekiyordu. Cahiliyyenin yanlış inanç ve geleneklerine kendisi son vermezse, kendisin­den sonra herhangi bir nebi gelmeyeceği için kimsenin gücü buna yetme­yecekti.

Şimdi elimizde bulunan bu metni daha evvelki metinlerle birleştirerek okumaya ve incelemeye çalıştığımızda, Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra gelecek herhangi bir peygambere iman etmesi konusunda kendisinden ve ümmetinden herhangi bir söz ve taahhüt alınmadığını anlamış olacağız. Buradaki metin ve işlenen konu gösteriyor ki kendisinden ve ümmetinden belki de her konuda söz alınmış olabilir, ama gelecek bir peygambere bağlılık konusunda asla!

Şimdi dikkat edeceğiniz gibi, Ahmediler veya Kadıyanî’lerin ileri sür­dükleri Kur'an'ın tefsiri için ancak üç şey dayanak olabilirdi, ama bu daya­naklar yoktur. Halta yukarıda belirtilen dayanak veya deliller Ahmedîlerin iddialarını reddeder mahiyettedir. Bu sebeple, onlarda dördüncü bir delilin olup olmadığını öğrenmelisiniz. Eğer yoksa, ki muhakkak yok­tur, o zaman teslim etmelisiniz ki, âyetlerden çıkardıkları anlam ya ceha­lete dayanıyor ya dalâlete. Onlar Allah'tan korkmadan kullarını doğru yol­dan saptırmaya çalışıyorlar. Mirza Gulam Ahmed gerçekten "peygamber" ise, "sahabeleri" ve yakın arkadaşlarının dönemi henüz geçmemiştir ve kendisi de sağdır. Fakat görüyoruz ki, Kitabullah'tan yanlış anlamlar çıka­rılmaya çalışılıyor ve bizzat kentli "ümmeti" arasında Kur'ân-ı Kerim'in âyetleri çelişkili biçimde yorumlanıyor ve açıklanıyor ve ne kendisinden ne de "ümmetin"den tek bir ses çıkmıyor. Bu nasıl bir peygamber ve bu nasıl bir "ümmet”tir?

5.1.13. Nübüvvet'in Sona Ermesiyle İlgili Ayette Varolan Üç Delil

"Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilen­dir."(Ahzab; 40)

Dilerseniz Ahzab sûresinin yukarıdaki ayetinde peygamberliğin sona ermesi ile ilgili yer alan kaydın perde arkasını görelim. Bilindiği üzere, Arabistan'da evlâtlık, öz evlât olarak kabul edilirdi. Bir evlâtlık tıpkı öz bir evlât gibi mirastan payını alırdı ve babalığından doğan çocuklar ve karısıyla öz evlâtları gibi ilgi ve saygı görürdü. İşte Allah (cc.) bu eski geleneği bozmak istiyordu ve aynı sûrenin 4-5. âyetlerinde birinin evlât edinmesinin onun öz evlât gibi muamele görmesini gerektirmediğini göstermek istiyordu. Ne var ki yıllar ve hatta yüzyılların verdiği alışkan­lık ve geleneğin bozulması öyle kolay değildi. Bunun için, bu geleneğin ortadan kaldırılması için pratik bir örneğe gerek vardı. Hikmet-i ilâhiye bakın ki; tam o sıralarda, Hz. Muhammed (a.s.)'in evlatlığı olan Hz. Zeyd bin Harise (r.a.) nikâhlı zevcesi olan Hz. Zeynep (r.a.)'i boşayıverdi. Rasûl-ü Ekrem, cahiliyye devrinden Araplar arasında süregelen bir gele­neği bozma fırsatını bulduğunu düşündü ve bu amaçla evlâtlığının boşa­dığı karısıyla resmen izdivaca girmenin tek çare olduğu kanısına vardı. Fakat Hazreti Peygamber aynı zamanda bu adımı altıktan sonra kopara­cağı fırtınayı da sezebiliyordu. Batıl inanç ve geleneklerine son derece bağlı olan Medine'nin münafıkları ile Mekke kâfirleri ve çevredeki Yahudilerin buna ne gibi sert bir tepki göstereceklerini, hem kendisini hem İslâm’ı kötülemek için ne gibi çirkin yollara başvurabileceklerini çok iyi biliyordu. Bundan dolayı da, bu hususla adım atmaktan çekiniyor­du. Nihayet, Allah kendisine emir verdi ve Hz. Zeynep ile evlenmesini istedi. Tahmin edildiği gibi, itiraz, itham ve iftiraların fırtınası koptu ve hatta bazı Müslümanlar da tereddüt ve şüpheye düştüler, işte bu fırtına­nın dindirilmesi için Ahzab sûresinin beşinci rüküşünün 37-40, ayetleri indi.

Bu âyetlerde Cenab-ı Hak diyor ki, Hz. Muhammed (a.s.)'in Hz. Zey­neb ile nikâhı kendi emri ile olmuştur ve bunun gayesi de ilerde mü’minleri kendi evlâtlıklarının dul ve boşanmış karılarıyla evlenmelerine her­hangi bir engel kalmamasıdır. Allah bu meseleyi, bir peygamberin, Al­lah'ın emrini yerine getirmekte tereddüt etmemesi gerektiği hükmüyle bi­tiriyor ve sonunda şöyle diyor: "Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat, o Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusu­dur".

Allah Teâlâ, meseleyi bu şekilde kesip bitirmek suretiyle Hz. Mu­hammed (a.s.)'e dil uzatanlara üç delille cevap vermiştir. Bu delilleri şöyle sıralayabiliriz:

Kâfir ve münafıkların en büyük itirazı, Hz. Peygamber (a.s.)'in kendi geliniyle evlenmiş olduğu yolundaydı. Halbuki Hz. Peygamber'in getirdi­ği şeriatta öz oğlunun nikâhlı karısı, babası için haramdır. Fakat Hz. Zeyd'in eşinin durumu başka idi. Zira, kendisi Hz. Peygamber'in öz oğlu olmayıp evlâtlığıydı; dolayısıyla, onun boşadığı eşi de gelini değildi. Bu­nun için, yukarıdaki ayette "Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir" dendi. Yani, Hz. Peygamber'in, nikâhına aldığı boşanmış kadı­nın eski kocası öz oğlu olmadığı için onun eşiyle nikâh haram değildi.

Söz konusu evliliğe yapılan ikinci itiraz şu merkezdeydi: Diyelim ki, evlâtlık, Hz. Peygamber'in öz oğlu değildi, ama onun boşadığı eşiyle Hz. Peygamber'in evlenmesi şart değildi. Buna cevap olarak dendi ki, "Fakat o, Allah'ın Rasûlüdür". Yani bir peygamber olarak cehalet ve kötü gele­nek yüzünden helâl olan bir şeyin haram olması etrafında dönen her türlü oyunlara son vermek onun vazifesidir. Yani o kendi davranış ve hareket­leri ile kötü gelenekleri, herhangi bir şüphe ve itiraza mahal vermeyecek şekilde bozmalıdır.

Yukarıdaki ayette, nikâhın gerekli olması lehinde üçüncü delil olarak Hz. Peygamber'in sadece Rasûl değil aynı zamanda nebilerin sonuncusu olduğu da gösterilmiştir. Nitekim, ayetle kendisinin "Hâtim'ûn-Nebiyyin" yani "peygamberlerin sonuncusu" olduğu söylenmiştir. Demek kendisin­den sonra başka herhangi bir nebi veya peygamber dünyaya gelmeyeceği için medenî kanunlarda yahut toplumda görülen bir aksaklığı kimse gide­remeyecektir. Her türlü ıslah ve düzeltmeyi kendisi yapmalıdır; yoksa iş işten geçecektir.

Ayetin sonunda da, "Allah, her şeyi bilendir" denilmiştir. Yani, cahiliyyenden gelen bir kötü inanç ve geleneğin ortadan kaldırılması için Hz. Muhammed'in ne yapması gerektiği ve ne yaptığını en iyi bilen Allah'tır. Allah Peygamber (a.s.)'in hareketinin hikmetini pekalâ biliyordu. O, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini de çok iyi biliyordu. Dolayısıyla önemli bir işi Hz. Peygamber vasıtasıyla yaptırmıştır. Çünkü, bu işi onunla yaptırmazsa, ondan sonra gelen herhan­gi bir peygamber ve yol gösterici yoktur. Kötü bir inanç ve geleneğe son verilmediği takdirde büyük bir ihtimalle bu illet ilerde Müslümanların arasında yaygınlaşmış olabilecektir. Daha sonraki din adamları, veli ve ısla­hatçı kimselerin sözleri de pek etkili olamaz; zira onlar için canlı bir ör­nek yoktur, işte bütün bu düşüncelerle Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (a.s.)'in Hz. Zeyneb (r.a.) ile resmen evlenmesini mümkün kılmıştır. Bu meyanda, sözü edilen ayetlerde peygamberliğin Hz. Muhammed ile sona erdiği ve kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği açık bir ifade ile anlatılmıştır.

5.2. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Çağımızda peygamberlik fitnesini yaratan sapık bir grup ve insan top­luluğu, "Mâ kâne Muhammedün ebâ ehadin min ricâliküm ve lâkin rasûlallahi ve hâtem-en Nebiyyin" ayetinde geçen "Hâtem-en Nebiyyin" kelimesini kendi kötü emellerine alet etmeye çalışıyor ve bunun manası­nın, "Peygamberlerin mührü" olduğunu iddia ediyor. Bu sapıklar, bu keli­menin açıklamasını da şöyle yapıyorlar: Hz. Peygamber'den sonra gelecek peygamberler, onun (Hz. Muhammed) mührü veya damgasıyla peygam­berlik payesine yükselecekler. Başka bir deyimle, Hz. Peygamber (a.s.)'in mührünü taşımayan biri peygamber olamayacaktır.

Ne var ki, bu ayetin metninde kullanılan ifade ve işlenen konu yukarı­daki açıklama ve tevil ile bağdaşmamaktadır. Söz konusu kelime iddia edilen anlamda okunduğunda bütün ayet ve bahsedilen konu havada kal­mış oluyor. Böyle bir anlam ve açıklama, ayetin ruhuna aykırıdır ve anla­mını büsbütün ortadan kaldırmaya yöneliktir. Şimdi, Hz. Peygamber'in Hz. Zeyneb ile evliliğine muhaliflerin itirazı ve yarattıkları şüphe ve te­reddüde cevap verilirken birden bire "Muhammed, peygamberlerin müh­rüdür" demenin ne anlamı vardır? Burada, peygamberin bir mühür oldu­ğunu ve gelecek bir peygamberin onun mührünü taşıması gerekliğini söy­lemenin ne manası vardır?

Aynı grup bir başka tevil ile de ortaya çıkıyor ve diyor ki: "Hâtem-en Nebiyyin" deyimi bir başka anlamda da kullanılabilir. Bu gruba göre, "Hâtem-en Nebiyyin" deyiminin manası, "Efdâl-en Nebiyyin"dir. Yani peygamberliğin fazileti ve kemâli Hz. Muhammed (a.s.) ile sona ermiş ol­masına rağmen peygamberlik kapısı açıktır. Fakat demin izah etmeye ça­lıştığımız gibi, bu deyimin anlamını bu şekilde kabul etmek de imkânsız­dır. Çünkü aynı şekilde bu mananın da ayetin metniyle herhangi bir ilgisi bulunmuyor, halta tam ters düşüyor. Kâfir ve münafıklar diyebilirlerdi ki, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra her ne kadar küçük seviyeli ve az kabili­yetli de olsa, peygamberler geleceğine göre, eski geleneğin illâ Hz. Mu­hammed (a.s.) tarafından bozulmasına gerek yoktur. Aynı şekilde yukarı­daki durumda da diyebilirlerdi ki, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra onun mührüyle gelecek peygamberlerin silsilesi kesilmeyeceği için onlar da bu geleneği pekalâ ortadan kaldırabilirler.

5.2.1. "Hâtem-en Nebiyyin" (Peygamberlerin Sonuncusu)'in Sözlük Anlamı

Söz konusu âyette anlatılan konu ve bizzat ayetin metni, "Hâtem-en Nebiyyin" deyiminin ancak "peygamberlerin sonuncusu" veya "peygam­berlik zincirine son veren" anlamına gelebileceğini göstermektedir. Fakat sadece metin değil, bu kelimelerin sözlük anlamı da aynıdır. Arap sözlü­ğüne göre, "Hatm" kelimesi "damga vurmak", "mühürlemek", "kapat­mak", "sona erdirmek" ve "bir işi bitirip rahatlamak" gibi anlamlar taşı­maktadır. Burada birkaç örnek verelim:

1. "Hatem-el amele", işi bitirip boş kalmak demektir.

2. "Hatem-el inde", tencereyi kapatmak demektir. Yani, tencere öyle­sine kapatılmış ve mühürlenmiş ki içine ne bir şey girebilir ne de içinden dışarıya çıkabilir.

3. "Hatem el-kitâbe", mektubu kapatıp, muhafazası için mühürlemek anlamına gelir.

4. "Hateme alel-kalbi", kalbin mühürlenmesi demektir. Yani kalbe öylesine damga vuruluyor ki, ne bir şey anlayabilir ne de içine yerleşmiş bir fikir kolay kolay atılabiliyor.

5."Hatem-u kulli meşrûin", bir içkiyi içtikten sonra alınan tad de­mektir.

6. "Hatimet-ü kulli şey'in âkıbeh ve âhirah", her şeyin bittiği, akıbet ve ahiret demektir.

7. "Hateme ş-Şeyy'a belağa âhıra", bir şeyi bitirmek, onun sonuna varmak demektir. Aynı anlamda "Hatem-i Kur'ân" denilir ve surelerin son âyetleri "havalım" olarak bilinir.

8. "Hâtem-ul Kavmi âhiruhüm", kavmin hâlimi demek kabilenin son ferdi demektir (Bk. Lisan ul Arab, Kamus veAkrab-ul Mevarid)[3] .

İşte bütün bu açıklamaların ışığında dil bilimciler ile Kur'ân-ı Ke­rim'in müfessirleri, "Hatem-en Nebiyyin" ifadesini oybirliğiyle "peygam­berlerin sonuncusu" olarak tercüme etmişlerdir. Arapça sözlüğü ve de­yimlerine göre "hatim", seri halinde basılarak mektupların yollandığı pos­ta damgası değildir. Aksine, zarfın kapanması, içine herhangi bir şey so­kulmaması, içinde de herhangi bir evrak veya madde alınmaması için ya­pıştırılan mühürlü mumdur.

5.2.2. Hz. Peygamber'in Buyrukları

"Hatem-en Nebiyyin" deyiminin, hem Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli metin­lerinde bahsedilen konular açısından, hem sözlük ve hem de gramer ku­rallarına göre ne anlama geldiğini yukarıda gördük. Şimdi, bu deyimin Hz. Peygamber (a.s.)'in birçok hadislerinde de aynı anlamda kullanıldığını göreceğiz. Biz burada sadece birkaç örnekle yetineceğiz:

1."Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: İsrail Oğullarının önderliğini peygamberler yaparlardı. Bir peygamber ölünce yerine başkası geçerdi. Ama benden sonra herhangi bir nebi (peygamber) gelmeyecektir. Benden sonra ancak halifeler gelecektir. (Sahih-i Buhari, Kitab-ul Menâkıb, Bö­lüm: Beni İsrail).

2. Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: Benim ve benden önceki pey­gamberlerin durumunu size bir misal ile anlatayım: Mesela; bir kişi çok güzel ve muhteşem bir bina yaptırdı, ancak bir köşede bir tuğlanın yerini boş bıraktı, İnsanlar bu binanın etrafında dönüyor ve güzelliğine hayran kalıyorlardı. Ancak boş yere işaret ederek, buraya tuğla neden konmadı diye hayretlerini belirtiyorlardı, öyleyse, o tuğla benim ve ben peygam­berlerin sonuncusuyum. (Yani, benim gelişimden sonra peygamberlik bi­nası tamamlanmıştır ve bu binada eksik veya doldurulacak herhangi bir yer kalmamıştır). (Sahih-i Buhari, Kitab-ul Menâkıb, Bölüm: Hâtem-en Nebiyyin).

Aynı konu, hemen hemen aynı ifadelerle "Sahih-i Müslim, "Kitab-ul Fezâil, Bölüm: Hatem-en Nebiyyin”de dört hadis-i şerifte anlatılmıştır, son hadis'te şu ilâve kelimeler de kullanılmıştır: "O halde ben geldim ve peygamberlerin silsilesine son verdim".

Aynı hadis, aynı kelimelerle, "Tirmizî, Kitab-ul Menâkıb, Bölüm: Fezâil-ün Nebi, Kitab-ul Adâb ve Bâbül Emsal”de yer almıştır. "Sünen-i Ebu Davud" ve "Tayâlisi" de bu hadis Câbir bin Abdullah (r.a.) tarafından rivayet edilmiştir. Son kelimeleri de bunlardır: Benim sayemde peygam­berlerin silsilesi sona erdi".

"Sünen-i Ahmed"de az bir kelime farkıyla aynı hadisler, Hz. Übey bin Ka'ab, Hz. Ebu Said Hudrî ve Hz. Ebû Hureyre (r.a.) tarafından nakle­dilmiştir.

3. "Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: Ben altı yönden diğer bütün peygamberlerden üstünüm: 1) Bana, az ve öz şey söyleme kabiliyeti veril­miştir. 2) Bana debdebe ile zafer verilmiştir. 3) Benim için ganimet eşya­ları helâl edilmiştir. 4) Benim için yeryüzü mescide çevrilmiş ve temizlik kaynağı yapılmıştır. 5) Ben bütün dünya için peygamber olarak gönderil­dim. 6) Peygamberlerin zinciri benimle son bulmuştur". (Müslim, Tirmizî, İbn Mâce).

4. "Hz. Nebiyi Kerim (a.s.) buyurdular: Resûl’lük ve Nebi’lik silsilesi bitmiştir. Benden sonra ne bir rasûl ne bir nebi gelecektir". (Tirmizî, Kitâb'ür-Rüya, Bölüm: Zehab-ün Nübüvvet, Müsned-i Ahmed, Rivayet eden: Hz. Enes bin Malik).

5. "Nebî (a.s.) buyurdular: Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben Mâhi'yim, çünkü ben küfrü mahvedeceğim. Ben Haşir'im, çünkü benden sonra İnsanlar mahşerde toplanacaklardır. (Yani benden sonra ancak kıya­met gelecektir). Ve ben Akıb'ım. Akıb da kendisinden sonra herhangi bir peygamber gelmeyene denir". (Sahih-i Buhari ve Müslim, Kitab'ul Fezâil, Bölüm: Peygamber'in isimleri, Tirmizî, Kitab'ul Adab, Bölüm: Peygam­berin isimleri, Muvatta, Kitab'ul Esma'ün Nebi, el-Müstedrek lil Hâkim, Kitab'ul Tarih, Bölüm: Peygamber'in isimleri).

6. "Rasûlullah (a.s.) buyurdular: Allah'ın gönderdiği her peygamber kendi ümmetini, Deccâl'ın doğması konusunda korkutmuştur (amma onla­rın zamanında Deccâl gelmemiştir). Şimdi ben son peygamberim ve siz de son ümmetsiniz. Onun için, ister islemez o aranızdan çıkacaktır". (İbn Mâce, Kitab'ul Fiten, Bölüm: Deccâl).

7. "Abdullah bin Cübeyr diyor ki, ben Abdullah bin Amr bin As'tan duydum, bir gün Rasûlullah (a.s.) evinden çıkıp bize geldi. Öyle ki, sanki bize veda edecek. Rasûlullah bize üç defa seslendi, "Ben ümmi peygam­berim" ve sonra dedi ki: "Benden sonra başka herhangi bir peygamber gelmeyecektir". (Müsned-i Ahmed, rivayet eden, Abdullah bin Amr bin As).

8. "Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: Benden sonra herhangi bir pey­gamberlik yoktur. Benden sonra sadece yol gösteren şeyler olacaktır. Soruldu, yol gösteren şeyler nelerdir? Rasûlullah cevap verdi: İyi bir rüya veya salih bir rüya". (Yani bundan böyle vahiy gelmeyecektir. Eğer biri Allah Telâ’dan işaret alacaksa sadece doğru rüyalarla alacaktır). (Müsned-i Ahmed, rivayet eden: Ebu't-Tufeyl, Nesâi, Ebu Davud).

9. "Hz. Peygamber buyurdular: Benden sonra eğer peygamberlik silsi­lesi devam etseydi, Ömer bin el-Hattab peygamber olacaktı". (Tirmizî, Kitab'ul-Menâkıb).

10. Rasûlullah (a.s.) Hz. Ali'ye dedi ki: "Benle sen Hz. Musa ve Hz. Harun gibiyiz. Fakat benden sonra herhangi bir nebi gelmeyecektir". (Sa­hih-i Buhari, Müslim, Kitab'ul Fezâil-i Sahabe).

Yukarıdaki hadis-i şerif, Sahih-i Buhari ile Müslim'de Tebûk savaşı­nın anlatıldığı bölümde de geçmektedir. Müsned-i Ahmed'de de aynı ko­nuda iki hadis Sa'd bin Ebi Vakkas tarafından rivayet edilmiştir. Bunlar­dan birinin son cümlesi şöyledir: "Fakat benden sonra herhangi bir nübüv­vet yoktur". Ebû Davud, Tayâlisi, İmam Ahmed ve Muhammed bin İshak bu konuda ayrıntılı bilgi vermişlerdir. Bunlardan anlaşılıyor ki, Tebûk gazvesine giderken Hz. Peygamber (a.s.) Hz. Ali'yi arkasında, Medine’yi savunmakla görevlendirmeye karar vermişti. Fakat münafıklar bu karara itiraz etmeye ve türlü şeyler söylemeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Ali Rasûlullah (a.s.)'a giderek kuşkularını şöyle dile getirdi: "Ya Rasûlullah, siz beni kadınlar ile çocuklar arasına mı bırakıyorsunuz?" Hz. Pey­gamber de kendisini teselli ederek şöyle buyurdular: "Senin benimle mü­nasebetin tıpkı Hz. Harun'un Hz. Musa ile olan ilişkisi gibidir". Yani, na­sıl ki Hz. Musa, Tûr dağına giderken Hz. Harun'u İsrail Oğullarını koru­makla vazifelendirmişse, Hz. Muhammed (a.s.) de Hz. Ali (r.a.)'ye Medi­ne'yi savunma vazifesi vermişti. Fakat bu açıklamadan sonra Hz. Peygam­ber, Hz. Ali'yi Hz. Harun'a benzetmesinin bir fitneye yol açabileceğini dü­şünmüş olacak ki, sözlerine hemen ekleyiverdi: "Benden sonra başka bir peygamber olmayacaktır".

11."Sevban tarafından rivayet ediliyor ki, Rasûlullah (a.s.) şöyle bu­yurdular: ...Benim ümmetimden 30 yalancı doğacaktır. Bunlardan her biri peygamberlik iddiasında bulunacaktır. Halbuki ben peygamberlerin so­nuncusuyum, benden sonra herhangi bir peygamber yoktur". (Sünen-i Ebû Davud, Kitab'ul Fiten).

Aynı konuda bir başka hadis, Ebû Davud'un "Kitab-ul Melâhim"inde, Hz. Ebû Hureyre tarafından rivayet edilmiştir. Tirmizî'de de Hz. Seyban (r.a.) ile Hz. Ebu Hureyre (r.a.)'nin aynı rivayetleri nakledilmiştir. Bunlar­dan ikincisinin sözleri şöyledir: "Ta ki, 30'a yakın yalancı, sahtekâr ortaya çıkacak ve bunlardan her biri kendisinin Allah'ın peygamberi olduğunu iddia edecektir".

12."Hz. Peygamber buyurdular: Sizden önce dünyada varolan İsrail Oğullarından bazılarıyla, peygamber olmamalarına rağmen, konuşulurdu (Allah konuşurdu). Benim ümmetimden böyle birisi olsa Hz. Ömer olacaktır". (Sahih-i Buhari, Kitab'ul Menâkıb).

"Sahih-i Müslim'de aynı mevzuda yer alan hadis-i şerifle, "yü-kellemûn" yerine "muhaddesûn" kelimesi kullanılmıştır. Fakat ikisinin an­lamı hemen hemen aynıdır. Yani, Allah ile kelâm etme (konuşma) şerefi­ne nail olan veya kendisiyle gaip perdesinden konuşulan kişi veya kişiler. Bu hadisten anlaşılıyor ki, eğer peygamberlik payesine yükselmeden Al­lah ile konuşma şerefine nail olabilecek kimse olsaydı o da Hz. Ömer olurdu.

13."Rasûlullah (a.s.) buyurdular: Benden sonra herhangi bir peygam­ber yoktur ve benim ümmetimden sonra herhangi bir ümmet yoktur" (Beyhakî, Kitab-ur Ru'yâ, Taberânî).

14.Rasûlullah buyurdular: Ben son peygamberim ve benim camim (Mescid-i Nebevi) son cami'dir[4]. (Müslim, Kitab’ul Hac, Bölüm: Mekke ve Medine'deki Camilerde Namaz Kılmanın Faziletleri).

Bu hadisleri birçok sahabe rivayet etmişlerdir. Birçok muhaddis (ha­dis toplayanlar) da bunları sağlam ve güvenilir kaynaklara dayanarak eserlerinde toplamışlardır. Bunları incelediğimizde, Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in çeşitli zamanlarda, çeşitli vesilelerle ve değişik ifade­lerle kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini, kendi­siyle birlikte peygamberlik silsilesinin sona erdiğini ve kendisinden sonra peygamberlik iddiasında bulunacakların Deccâl ve yalancı olacaklarını açıkladığına tanık oluruz. Kur'ân-ı Kerim'de geçen "Hatem-en Nebiyyin" kelimesinin bundan daha güzel izahı ne olabilir ki? Rasûl-ü Ekrem (a.s.)'in mübarek sözleri zaten birer senet ve vesika gibidir. Üstelik, kendi­si Kur'ân-ı Kerim'i daha iyi anladığını, daha iyi tefsir edebileceğini iddia edebilir mi? Şayet biri böyle bir küstahlıkla bulunursa, onun sözlerine zerre kadar önem verilebilir mi? Tabii ki hayır.

5.2.3. Sahabelerin Ortak Görüşü

Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet'ten sonra üçüncü derecede önemli kaynak, sahabeyi kirâm'ın icmaı'dır. Tarih şahittir ki, Hazreti Peygamber (a.s.)'in vefâtından hemen sonra, gerek peygamberlik iddiasında bulunanlar, ge­rekse bu sahte peygamberlere iman edenlere karşı bütün sahabeler ortak bir cephe aldılar.

Bu hususta, özellikle Müseyleme-i Kezzâbın durumu dikkate değer­dir. Bu şahıs, Hz. Peygamber (a.s.)'in peygamberliğini inkâr etmiyordu.

Aksine, peygamberlikte Hz. Muhammed (a.s.) ile ortak olduğunu ileri sü­rüyordu. Müseyleme, Hz. Muhammed (a.s.)'in ebediyete intikalinden kısa bir süre önce kendisine gönderdiği mektupta şöyle diyordu: "Allah'ın Rasûlü Müseyleme'den Allah'ın Rasûlü Muhammed'e selâmlar, peygam­berlik işinde sizinle ortak olduğumu bilmelisiniz." (Taberî, cilt: II, s. 399, Mısır baskısı).

Buna ilaveten tarihçi Taberi'nin anlattıklarına göre, müseyleme'nin ta­raftarları ezan okurken, "Eşhedü enne Muhammed'er-Rasûlullah" sözleri­ni de kullanırlardı. Ne var ki, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın peygam­berliğini açıkça kabul eden bu kişi sahabeler tarafından kâfir ilan edildi ve ümmetten ihraç edildi. Hatla bununla yetinilmedi, kendisiyle savaşıldı ve çarpışmalarda yenilerek başı uçuruldu. Tarih ayrıca şahittir ki, Beni Hani­fe, bir yanılgı sonucu Müseyleme'ye samimiyet ve iyi niyetle iman etmiş­ti. Aslında Beni Hanife, Müseyleme'nin Hz. Muhammed (a.s.) tarafından peygamberliğe ortak edildiği halasına kapılmıştı. Ayrıca, medine'de Kur'ân-ı Kerim'i öğrenerek gelmiş olan bir kişi Beni Hanife'ye Kur'an âyetlerini, güya Müseyleme'ye indiği şekilde okumuştu (İbn Kesir, el-Bidâye ven-Nihaye, c. V, s. 51). Fakat buna rağmen sahabeler, Beni Hani­fe'yi Müslüman olarak kabul etmediler ve onların üzerine ordularıyla yü­rüdüler.

Burada, Beni Hanife'ye veya Müseyleme'ye karşı sahabelerin dinsiz­lik değil, isyan yüzünden savaş açtıkları da iddia edilemez. Çünkü, İslâm yasalarına göre, âsi Müslümanlar ile savaşıldığı takdirde, esirlerine köle muamelesi yapılamaz. Hana, Müslümanlar bir yana, âsi zımmiler (Müslüman olmayanlar) da esir alındıktan sonra köle yapılamaz. Fakat Müseyle­me ile taraftarlarına hücum edildiği zaman, Hz. Ebu Bekir, esir kadın ve çocukların dahi köle yapılabileceğini ilân etti ve gerçekten Müseyleme'nin mağlubiyetinden sonra Müslümanların ellerine düşen esirler köle yapıldı­lar. Nitekim, bir köle kadın, cariye olarak Hz. Ali'nin payına düştü ve bu cariyeden İslam tarihinin ünlü şahsiyeti, Muhammed bin Hanefiye[5] doğmuş oldu (el-Bidâye ven-Nihaye, c.Vl, s. 316, 325). Bundan anlaşıla­cağı gibi, sahabeler Müseyleme ve taraftarlarıyla isyan değil, irtidad veya dinsizlik sebebiyle savaşmışlardı. Müseyleme ve taraftarları, Hz. Peygam­ber (a.s.)'den sonra peygamberlik iddiasında bulunmak ve bir fitne yarat­mak suçundan lâyık oldukları eczaya çarptırılmışlardı. Bu gelişmeler Hz. Muhammed (a.s.)'in ebediyete intikalinden hemen sonra meydana gelmiş­ti. Bu hareketin lideri Hz. Ebu Bekr'di ve sahabelerin tümü kendisiyle ittifak etmişlerdi. Sahabelerin ortak görüşü ve hareketinin bundan daha iyi bir misali olabilir mi? Müseyleme'nin dışında o devrede peygamberlik id­diasında bulunan herkese karşı aynı şiddet ve kararlılıkla hareket edildi ve İslâm alemi emekleme devresinde karşı karşıya bulunduğu büyük bir fela­ketten Hz. Ebu Bekr'in basireti ve sahabelerin kararlılığıyla yüz akıyla kurtulmuş oldu.

5.2.4. Alimlerin Ortak Görüşü

Dinî konularda, sahabenin ortak görüş ve hareketinden sonra dördün­cü derecede mühim olan husus, ümmetin ileri gelenleri ve âlimler ile fa­kihlerinin ortak görüşüdür. Bu açıdan bakıldığında, İslâmiyet'in doğduğu ilk Hicri senesinden başlayarak günümüze kadar her devirde ve İslâm dünyasının her köşesinde, her ülkenin ulema ve fukahasının Hz. Muham­med (a.s.)'den sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği hakkında itti­fak ettiklerini görürüz. Aynı alim ve fakihler, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra peygamberlik iddiasında bulunanlar ile bunlara iman edenlerin kâfir ilân edilmesi ve Müslümanlıktan çıkarılması konusunda birleşmişlerdir. Burada birkaç örnek verelim:

1.İmam Ebû Hanife (80 H. - 150 H.) döneminde bir kişi peygamber­lik iddiasında bulunup, "bana, peygamberliğimin alâmetlerini gösterme izni veriniz" dedi. Bunun üzerine İmam-ı Azam dedi ki: "Bu şahıs ve bun­dan alâmet talebeden şahıs da kâfir olacaklardır. Zira Hz. Muhammed, kendisinden sonra herhangi bir peygamber olmayacağını açıkça belirtmiş­tir" "Menakıb-ı Ümam'ul Azam Ebû Hanife, İbn Ahmed el-Mekkî, c. I, s. 161, Haydarabat baskısı, 1321).

2.Allâme İbn Cerir Taberî (224 H. - 310 H.) meşhur Tefsir-i Kur’an’ın da "Ve lâkin rasûlullah-i ve hâtem-en Nebiyyin" ayetini açıklar­ken şöyle der: "Hz. Peygamber (a.s) peygamberlik geleneğine son vermiş­tir, peygamberliği mühürlemiştir. Bu kapı artık kıyamete kadar açılmaya­caktır" (Tefsir-i İbn Cerir, c. 22, s. 12).

3. İmam Tahavi, (239 H. - 321 H.) "Akide-i Selefiyye" adlı eserinde, salih selefler, özellikle İmam Ebu Hanife, İmam Ebu Yusuf ve İmam Mu­hammed'in akide ve inançlarını belirtirken, peygamberlik hakkındaki inançlarını şöyle anlatıyor: "Onlara göre, Hz. Muhammed (a.s.) Allah'ın güzide kulu, seçkin peygamberi ve en beğendiği resulüdür. Peygamberle­rin sonuncusu, ermiş insanların imamı, peygamberlerin reisi, Alemlerin Rabbi'nin sevgilisidir. Ve kendisinden sonra peygamberlik ile ilgili her türlü iddia sapıklık ve nefse hizmettir" (Şerhut Tahâviyye, Dar'ul Ma'ârif, Mısır baskısı, s. 15,87, 96, 97, 100 ve 102).

4. Allâme İbn Hazm Endülüsi (384 H - 456 H.) şöyle diyor: "Doğru­su, vahiy silsilesi, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra kesilmiştir. Bunun deli­li de şudur; vahiy peygambersiz olmaz. Ve Allahu Teâlâ açıkça buyur­muşlardır: Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusudur" (el-Hullâ, c. I, s. 26).

5. İmam Gazali, (450 H. - 505 H.)'nin bir deyimini burada uzun uzun naklediyoruz; zira peygamberliğin sona ermediğini iddia edenler bu sözle­ri çarpıtmaya çalışıyorlar: "Eğer bu kapı (yani, icmayı hüccet veya delil olarak kabul etmeme kapısı) açık bırakılırsa çok kötü ve vahim sonuçlara varmak mümkündür. Meselâ, biri Peygamber Efendimiz (a.s.)'den sonra başka bir peygamberin dünyaya gelme ihtimali var dese, onu yalanlamak­ta gecikmenin yanlış olduğunu anlatmak isteyen birini ister istemez icma'ya (ulemanın ortak görüşüne) başvurması gerekecektir. Çünkü akıl, onun gerekçesizliği konusunda karar veremez. Nakle gelince, böyle bir inanca sahip olan biri, "benden sonra herhangi bir peygamber yoktur" ve "ben peygamberlerin sonuncusuyum" gibi ibareleri tevil ve tahrif etmek­ten âciz olmayacaktır. O pekâlâ diyebilir ki: "Hatem-en Nebiyyin" tabiri, sadece üstün kabiliyetli ve meziyetli peygamberlerin silsilesi tamamlan­mıştır, manasındadır. Ve eğer Nebiyyin kelimesinin umumi olduğu söyle­nirse, böyle biri için bunu hususî yapmak hiç de zor değildir. "Ben'den sonra nebi yoktur" deyimine gelince denilebilir ki burada rasûl kelimesi kullanılmamıştır. Yani kendisine göre nebi ile rasûl arasında fark vardır ve nebi, resûlden üstündür. Velhâsıl, bu hususla pek çok boş lâflar söylenebi­lir. Ve bizce, kelime oyunu öyle zor bir iş değildir. Hatta zahiri şeylerin benzetilmesi konusunda her türlü imkân ve ihtimal göze alınmalıdır. Bu gibi tevil ve tahriflerde bulunanın, "nassları inkâr ettiğini de söyleyeme­yiz. Fakat yine de bu çeşit iddialarda bulunana söyleyecek bir çift sözü­müz vardır: Ümmetimiz istisnasız ve ittifakla gerek "benden sonra nebi yoktur" deyiminden gerekse Hz. Peygamber'in söz ve hareketlerinden, Hz. Muhammed'den sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini anlamış­tır. Ayrıca, ümmetimiz, bu mevzuda hiçbir tevil ve açıklamaya gerek ol­madığı kanısına da varmıştır. Böyle bir durumda, bu kelime ve deyimleri başka başka anlamlara çekmek isteyen biri elbette icmaya ters düşmekte­dir" (İktisad fil-İtikâd, Mısır baskısı, s. 114).

6. Muhy-üs Sünne Beğavi (510 H.'de ölmüştür), "Me'âlim'üt Tenzil" adlı eserinde şöyle demektedir: "Allah, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla

peygamberliğe son verdi. Bu sebeple, kendisi peygamberliği sona erdiren­dir... İbn Abbas diyor ki, Allah Teâlâ bu ayette kararını vermiştir, yani Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'den sonra başka bir peygamber olmayacaktır" (Cilt: 111, s. 158).

7. Allâme Zemahşerî (467 H. - 538 H.) "Tefsir-i Keşşafla diyor ki, "siz diyeceksiniz ki, Hz. Îsa (a.s.) son peygamber nasıl olabilir? Ben de­rim ki, Hz. Muhammed, kendisinden sonra herhangi bir peygamber olma­yacağı açısından son peygamberdir. Hz. Îsa ise Hz. Muhammed'den önce peygamberlik rütbesinde bulunuyordu ve dünyanın sonuna doğru tekrar dünyaya geldiği zaman Muhammed (a.s.)'in şeriatına bağlı olacak ve onun gösterdiği kıbleye doğru namaz kılacaktır. Yani Hz. Muhammed'in üm­metinin bir ferdi olarak tekrar dünyaya gelecektir" (Cilt: II, s. 215).

8.Kâdı İyâz (vefatı: 544 H.) şöyle diyor: "Kendisini peygamber ilân eden, peygamberliğin herkes tarafından elde edilebileceğine inanan, dü­rüst karakter ve temiz bir kalple peygamberlik payesine yükselebileceğini düşünen filozof ve sofular ve aynı şekilde, kendisinin resmen peygamber olduğunu söylemeyen, ancak kendisine vahiy geldiğini iddia eden herkes kâfirdir ve Hazreti Peygamber (a.s.)'i tekzip etmiştir. Zira, Hz. Peygamber kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğunu ilân etmiştir. Kendisin­den sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini açıklamıştır. Hz. Mu­hammed (a.s.) ayrıca, peygamberliği sona erdiğine ve bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğine dair Allah'tan haber getirmiştir. Bütün ümmet de açıklamanın zahiri anlamında birleşmiş, bu hususta hiçbir tevil ve gizli anlam çıkarmaya imkân olmadığına kanaat getirmiştir. Bu sebep­le, gerek icma gerekse nakil açısından bu tür grupların kâfir olduğu mey­dandadır" (Şifa, cilt: II, s. 270-271).

9. Allâme Şehristâni (vefatı: 548 H.) Meşhur eseri, "Kitab'ul Milel ven-Nihal" de diyor ki: "Ve böylece, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dan sonra (Hz. Îsa'nın dışında) herhangi bir peygamberin geleceğini iddia ede­nin kâfir olması konusunda iki kişi arasında bile bir görüş ayrılığı yoktur" (Cilt: III, s. 249).

10. İmam Râzi (543 - 606 H.), Tefsir-i Kebir’de "Hâlem-en Nebiyyin" âyetini açıklarken şöyle diyor: Buradaki metinde "ve Hatem en Nebiyyin" sözcüğünün kullanılmasının manası şöyle açıklanabilir. Bir peygamber­den sonra başka bir peygamberin gelme ihtimali varsa, şeriatle ilgili bazı konular eksik ve noksan bırakılabilir. Bu suretle, daha sonra gelen pey­gamber önceki peygamberin eksikliklerini giderebilir. Fakat kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini pekiyi bilen bir peygamber tabiatıyla ümmetine ziyâdesiyle şefkat ve ilgi gösterir ve onun hidaye­ti için elinden geleni yapar. Çünkü böyle bir peygamber, kendisinden son­ra, evlâdına bakacak herhangi bir veli ve koruyucunun bulunmadığını id­rak eden bir baba gibidir." (Cilt: VI, s. 581).

11. Allâme Beydâvi, (vefatı: 685 H.), "Envâr'ut Tenzîl" isimli tefsi­rinde şunları yazmıştır: "Hz. Peygamber (a.s.) peygamberlerin sonuncusu­dur. Kendisi, peygamberlik zincirini tamamlamıştır. Kendisi peygamber­lerin silsilesini bir mühür gibi kapatmıştır. Hz. Îsa (a.s.)'nın Hz. Muham­med (a.s.)'den sonra gelmesiyle, peygamberliğin sona ermişliği zedelen­mez. Çünkü Hz. Îsa dünyaya tekrar geldiğinde Hz. Muhammed (a.s.)'in dininde olacaktır" (Cilt: IV, s. 164).

12. Allâme Hâfızüddin En-Nesefî (vefatı: 710 H.) "Derârik'ün Tenzil" adlı eserinde diyor ki: "Ve Hz. Peygamber (a.s.) Hatem'en Nebiyyin’dir... Yani, peygamberlerin sonuncusu. Kendisinden sonra başka kimse nebi olamayacaktır. Hz. Îsa’ya gelince, kendisi Hz. Muhammed (a.s.)'den önce peygamberlik payesine yükselenlerdendir. Ve dünyaya tekrar geldiği za­man, Hz. Muhammed (a.s.)'in şeriatına tabi olacaktır. Öyle ki, Hz. Mu­hammed (a.s)'in ümmetinin bir ferdi gibi olacaktır" (s. 471).

13. Allâme Alâuddin Bağdâdî (vefalı: 275 H.), "Hazin" isimli tefsirin­de şöyle diyor: "Yani Allahu Teâlâ peygamberliğe Hz. Muhammed (a.s.) ile birlikte son vermiştir. Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra ne peygamberlik vardır ne de peygamberliğinde herhangi bir ortak. Ve Allah, Hz. Muham­med (a.s.)'den sonra herhangi bir nebi veya peygamberin gelmeyeceğini pekâla bilmektedir" (s. 71-72).

14. Allâme İbn Kesir (vefatı: 774 H.) hayli meşhur olan, Kur'ân-ı Ke­rim'in tefsirinde şöyle diyor: "Onun için, bu âyet, Rasûl-i Ekrem (a.s.)'den sonra herhangi bir nebinin gelmeyeceği konusunda açık nasstır. Ve Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir nebi yoksa, üstün dereceli bir rasûl da olmayacaktır. Zira, resûllük hususi ve nübüvvet umumi bir mev­kidir. Her resûl nebidir, ama her nebi rasûl değildir. Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra bu mevki ve makam üzerinde hak iddia eden herkes ne ka­dar hokkabazlık ve sihirbazlık yaparsa yapsın» yalancı, sahtekâr, deccal, sapık ve başkalarını doğru yoldan saptırandır. Aynı durum, kıyamete ka­dar peygamberlik iddiasında bulunan herkes için geçerlidir" (Cilt: III, s. 493-494).

15. Allâme Celaluddin Suyûtî (vefatı: 911 H.), "Tefsir-i Celâleyn"de şöyle diyor: "Allah, Hz. Muhammed (a.s.)'dan sonra herhangi bir peygam­berin gelmeyeceğini biliyor. Hz. Îsa ise dünyaya tekrar geldiğinde, Hz.

Muhammed (a.s.)'in şeriatına bağlı olacaktır" (s. 768).

16. Allâme İbn-i Necim (vefatı: 970 H.) fıkıh usulleriyle ilgili tanın­mış eseri, "el-Eşbâh ven-Nezâir"in siyer bölümü, Riddeh faslında şöyle diyor: "Hazreti Muhammed (a.s.)'i son peygamber olarak kabul etmeyen kişi Müslüman değildir. Zira, bu husus, bilinmesi ve kabul edilmesi gere­ken dinî vecibelerden biridir" (s. 179).

17. Molla Aliyy'ul Kâri (vefatı: 1016 H.) "Şerh-i Fıkh-ı Ekber"de şun­ları yazıyor: "İcmaya göre, Peygamber Efendimiz (a.s.)'den sonra bir veya birden fazla kişinin peygamberlik iddiasında bulunmaları küfürdür" (s. 202).

18. Şeyh İsmail Hakkı (vefatı: 1137 H.), "Tefsir-i Ruh'ul Beyân" da nübüvvetin sona ermesiyle ilgili âyeti şöyle tefsir ediyor: "Asım, "hatim" kelimesinin "t" harfini zeber işaretiyle yazmıştır. Buna göre "Hatem", mü­hür basmakla kullanılan âlet anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, damga­lamak veya basmak için kullanılan alete "tabiî" denilir. Demek isteniyor ki, Hz. Muhammed (a.s.) peygamberlerin sonuncusuydu. Yani kendisi peygamberlerin silsilesini mühürlemiştir, sona erdirmiştir. Farsça'da buna "peygamberlerin mührü" denilebilir, yani Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıy­la peygamberliğin kapısı mühürlenmiştir ve bundan sonra peygamberler gelmeyecektir. Bazı kâriler "hatim"in "t" harfini kesra veya zir ile oku­muşlardır. Yani Hz. Muhammed (a.s.), mühürleyen ve damgalayandı. Farsça'da buna, "peygamberlerin mühürdarı" denilebilir. Böylece, bu keli­me de "son veren" veya "sona erdiren" anlamındadır... Bundan sonra, Hz. Muhammed (a.s.)'in ümmetinin büyükleri ve uleması ancak velâyet alabi­lirler, çünkü peygamberliğin mirası, Hz. Muhammed (a.s.)'in son peygam­ber oluşu nedeniyle, ortadan kalkmıştır. Hz. Îsa (a.s.)'nın ise tekrar dünya­ya gelmesi, Hz. Muhammed (a.s.)'in "Hatem-en Nebiyyin" sıfatına gölge düşürmez, çünkü bu kelimelerin anlamı, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir nebi veya peygamberin gelmemesidir. Halbuki, Hz. Îsa zâten daha önce peygamberlik sıfatını kazanmıştı. Ayrıca, dünyaya yeniden ge­lince Şeriat-ı Muhammedi'ye tabi olacaktır. Hz. Muhammed (a.s.)'in kıb­lesine doğru namaz kılacaktır ve ümmetinin bir ferdi gibi olacaktır. Ona ne vahiy gelecektir, ne de kendisi yeni emir ve telkinlerde bulunacaktır. Aksine, Hazreti Peygamber (a.s.)'in halifesi olacaktır... Ve ehli sünnet, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği üzerine ittifak etmiştir, çünkü Allah, kendisinin rasûl ve peygamberlerin sonuncusu olduğunu açıkça ifade buyurmuştur. Hazreti Muhammed (a.s.)'de "benden sonra bir nebi yoktur" demiştir. Şimdi bundan sonra biri kalkıp, Hz. Resul-ü Ekrem (a.s.)'den sonra da peygamberlerin gelebileceğini söylerse, kâfirdir. Zira o nassı inkâr etmiştir. Aynı şekilde, bu hususta kuşkusunu belirten kişi de kâfirdir, çünkü böyle bir durumda hak ile batıl bir araya getirilmeye çalışılıyor. Hz. Muhammed (a.s.)'dan sonra kendisi­nin peygamber olduğunu iddia eden şahsın iddiası da batıl ve asılsız, bir iddiadır" (c. 22, s. 188).

19. On ikinci Hicri yüzyılında Timur oğulları hükümdarlarından, Evrengzib Alemgir'in emriyle, Hindistan'ın ileri gelen bütün alim ve fakihle­ri tarafından hazırlanan dev eser, "Fetava-ı Alemgirî'de bu hususta şöyle deniliyor: "Hz. Muhammed (a.s.)'in Allah'ın son peygamberi olduğunu kabul etmeyen biri müslüman değildir. Ve eğer biri "ben Allah'ın resûlüyüm" veya "Allah'ın peygamberiyim" dese, tekfir edilmelidir. (Yani kâfir olduğuna dair fetva verilmelidir) (Cilt: II, s. 263).

20. Allâme Şevkânî (vefalı: 1255 H.), "Tefsir-i Fethu'l-Kadir" isimli eserinde diyor ki: "Cumhur, Hatim kelimesinin "t"sini zirle, Asım da zeberle okumuştur. İlk okunuşun anlamı, 'Hz. Muhammed (a.s.), peygam­berlerin silsilesine son verdi'dir, yani Hz. Muhammed (a.s.) en son gelen peygamberdir. İkinci okunuşun anlamı, 'Hz. Muhammed (a.s.), peygam­berlerin mührü'dür. Yani, Hz. Muhammed bir mühür gibi peygamberlerin silsilesini mühürlemiştir. (Cilt: IV, s. 275).

21. Allâme Alûsî (vefatı: 120 H.), "Tefsir’i Ruh'ul Meânî"de şöyle di­yor: "Nebi kelimesi, rasûl kelimesine oranla daha yaygındır. O halde, Rasûlullah (a.s.)'ın 'Hatem-en Nebiyyin' olması bakımından 'Hatem el-Mürselin' yani rasullerin sonuncusu alması da lazım geliyor. Hz. Muhammed (a.s.)'in nebi veya rasûllerin sonuncusu olması, kendisinden sonra ister cinler ister insanlardan olsun, hiçbirinin nebilik, resûllük veya peygam­berlik sıfatına sahip olamayacağı demektir" (Cilt: 22, s. 32). "Rasûlullah'tan sonra vahiy veya peygamberlik iddiasında bulunan herkes kâfir ol­maya mahkumdur. Bu hususla Müslümanlar arasında hiçbir ihtilaf yoktur" (Cilt: 22, s. 38). "Rasûlullah'ın,peygamberlerin sonuncusu olması hususu, Kur'ân-ı Kerim'de önemle ve açık seçik şekilde belirtilmiştir. Sünnet'e gö­re de bu nokta açıkça yorumlanmıştır. Ümmet kendi ortak görüşünü ve tavrını bariz bir şekilde ortaya koymuştur. Sonuç olarak, bu genel inanç ve kurala ters düşen biri kâfir ilân edilecektir" (Cilt: 22, s. 39).

Hindistan'dan Fas'a, Endülüs'ten Türkiye'ye ve Yemen'e kadar her müslüman ülkenin belli başlı bütün ulema, fukaha, muhaddis ve müfessir­leri Rasûl-ü Ekrem'in son peygamber oluşunu sözbirliği etmişçesine kabul etmiş, böylesine kuvvetle desteklemişlerdir. Gördüğünüz gibi, biz bu bü­yük âlim, fakih ve müfessirlerin görüşlerini naklederken doğum ve ölüm yıllarını da vermeyi ihmal etmedik. Bu suretle, bir bakışla, İslam'ın doğu­şundan, yani Hicret'in ilk asrından başlayarak Hicrî on üçüncü yüzyıla ka­dar her devrin âlimlerinin ne düşündüklerini, ne söylediklerini görebilirsi­niz. Biz burada, Hicrî on dördüncü yüzyılın büyük âlimlerinin görüşlerine de yer verebilirdik, ama bunu özellikle yapmadık. Çünkü, bu âlimlerin tefsirine karşı çıkan biri, kendilerinin kasıtlı olarak böyle söylediklerini iddia edebilir. Hz. Peygamber'in son peygamber oluşuna karşı olanlar bu tür tefsir ve açıklamalarda kasıt arayabilirler ve diyebilirler ki, bu alimler sadece Mirza Gulam Ahmed ve taraftarlarına kin besledikleri için "Ha-tem-en Nebiyyin" deyimine bambaşka bir yorum getirmişlerdir. Onun için, burada sözleri nakledilenlerin, çağımızın alim ve fakihleri olmaması­na özen gösterdik. Yukarıdaki sözler ve alınlılar gösteriyor ki, bütün İs­lâm dünyası ve İslâm ümmeti Hicri ilk yüzyıldan günümüze kadar, "Ha-tem-en Nebiyyin" deyimini, "peygamberlerin sonuncusu olarak kabul et­miştir. Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra peygamberlik kapısının her zaman için kapandığı fikri, bütün Müslümanların müşterek akidesi olmuştur ve bu konuda aralarında herhangi bir anlaşmazlık olmamıştır. Müslümanlar ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra kendisini nebi veya rasûl ilân eden ve ona inanan herkesin İslâm dininden çıktığı konusunda da görüş birliğine varmışlardır.

"Hâtem-en Nebiyyin" deyiminin, sözlük ve dil kurallarına, Kur'ân-ı Kerim'in siyak ve sibak'ına, Hz. Muhammed (a.s.)'in hadis ve açıklamala­rına, sahabeyi kiramın icmaına ve ilk çağdan günümüze kadar bütün Müslümanların ortak görüşüne göre belli olan anlam ve kavramına ters düşen bir anlamı kabul etmemek, bir sahtekâr için peygamberlik kapısını açma­mak işi artık akıl ve mantık sahibi Müslümanlara düşüyor. Şimdi, pey­gamberlik kapısının açılabileceğini söylemekle yetinmeyip bu kapıdan içeriye giren ve peygamberlik tahtına oturanın, hatta kendisine iman eden­lerin müslüman olduğunu söyleyebilir misiniz?

5.2.5. Önemli Bir Soru

Her şeyden önce, peygamberliğin çok önemli ve nazik bir mesele ol­duğu bilinmelidir. Kur'ân-ı Kerim açısından, peygamberliğe iman, İslâmi­yet'in temel inançlarından biridir. Peygamberlikle ilgili inanç bir kişiyi müslüman veya kâfir yapabilir. Bir peygambere inanmayan kişi kâfirdir. Bunun tam tersine, aslında nebi olmayan birine nebi diye sarılan da kâfirdir. Bu kadar nazik bir mesele hakkında Allahu Teâlâ’nın hâşâ düşüncesizce davrandığını söylemek abestir. Eğer gerçeklen Hazreti Peygamber Efendimiz (a.s.)'den sonra bir peygamber dünyaya gelecek olsaydı, Allah (cc.) bu mevzuyu açıkça Kur'ân-ı Kerim'de belirtirdi. Yalnız bu değil, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla bunu açıkça ilân ettirirdi. Hz. Muham­med (a.s.) da kendisinden sonra peygamberlerin gelebileceğini belirtip ümmetinden bunlara itaat etmelerine dair söz almadan bu dünyayı terk et­mezdi. Allah ve Hz. Peygamber'in, din ve imanımıza karşı hâşâ düşman­lıkları mı vardı ki; Hz. Peygamber'den sonra peygamberlik kapısı açık olacak, nebiler gelecek ve Müslümanların imanları buna bağlı olacaktı da bizleri hiç uyarmadılar ve böylesine önemli konudan bizleri haberdar et­mediler? Fakat bunun tam aksine, Allah ve O'nun Rasûlü (a.s.) 13 yüzyıl bütün Müslümanların inandığı ve kabul ettiği gibi, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir nebinin gelmeyeceğini açıkça belirttiler.

Şimdi farz edelim ki, peygamberlik kapısı gerçekten açıktır ve bir peygamber de dünyaya gelmiş olabilir veya ilerde gelecektir. Böyle bir şey olsa dahi -ki yoktur- söz konusu peygamberi reddetmekte haklı olaca­ğız. Tek korkumuz, Allah'ın bizi sorguya çekmesi olacaktır. Ama mahşer­de hesap vermemiz istendiğinde kendimizi savunmak için bütün belgele­rimizi ortaya koyacağız. Bu belgelerden, yeni bir peygamberi inkâr etmemizin sebebinin Allah'ın Kitabı ile Peygamber (a.s.)'in sünneti olduğu kendiliğinden sabit olacaktır. Bu vesika ve delilleri gördükten sonra, Al­lah bizi, bir peygambere itaat etmediğimizden dolayı cezalandıracak diye bir korkumuz yoktur. Fakat, peygamberlik kapısı gerçekten kapalıysa, herhangi bir peygamber gelmeyecekse ve buna rağmen bir müslüman, peygamberliğini ilân eden birine inanıyorsa, bu küfrünün cezasından kur­tulmak için Allah'ın mahkemesine ne gibi vesika ve deliller sunabileceği­ni kara kara düşünmelidir. Daha doğrusu, Allah'ın mahkemesine çıkma­dan önce kendi savunması için kullanacağı malzemeyi bizim sunduğumuz malzeme ile karşılaştırmalı ve akıllı bir insanın böyle bir malzemeye da­yanarak küfür tehlikesini göze almasının uygun olup olmadığına karar vermelidir.

5.2.6. Yeni Bir Peygambere Gerek Var mıdır?

Dikkat edilmesi gereken ikinci nokta, peygamberliğin, ibadet ve amel-i salih ile elde edilebilecek bir sıfat ve makam olmayışıdır. Ayrıca, hizme­te karşı verilen bir ödül de değildir. Aksine, peygamberlik, Allah'ın gerek­li gördüğü şart ve zamanlarda bir kişiye verdiği paye ve vazifedir. Yani şartlar gerektiriyorsa bir nebi veya peygamber gönderilir, gerektirmiyorsa gönderilmez. Peygamberler sudan sebeplerle dünyaya gönderilmezler.

Kur'ân-ı Kerim'e baktığımızda, peygamberlerin ancak dört değişik durumda dünyaya gönderildiğine tanık oluyoruz.

Birincisi: Daha ünce kendilerine herhangi bir peygamberin gelmediği, ancak başka milletlere gelen peygamberin mesajının kendilerine ulaştırıl­ması gereken milletlere yeni peygamber gönderilir.

İkincisi: Geçmişte gelen bir peygamberin talimatı unutulmuş, tahrif edilmiş ya da onun gösterdiği yolun takip edilmesi mümkün olmuyor ise, yeni bir peygamber gelir.

Üçüncüsü: Geçmişteki peygamberlerin vaaz, telkin ve talimatı eksik kaldığı, ümmetleri yeteri kadar hidayet bulamadığı takdirde din'.n tamam­lanması için yeni peygamberler gönderilir.

Dördüncüsü: Bir peygambere yardımcı olmak üzere başka bir pey­gamber gönderilir.

Yukarıdaki durumları tek tek gözünüzden geçiriniz. Göreceksiniz Hazreti Muhammed (a.s.)'den sonra başka bir peygamberin dünyaya gel­mesi için herhangi bir ihtiyaç kalmamıştır.

Bizzat Kur'ân-ı Kerim'de buyurulduğu gibi, Rasûl-ü Ekrem (a.s.) bü­tün dünyanın hidayeti için dünyaya gönderilmiştir. Dünya tarihini incelediğimizde, Hz. Muhammed (a.s.)'in doğuşundan bu yana mesajının bütün insanlara ulaşabilmesi için şartların her devirde müsait olduğunu görürüz. Bu durumda, ayrı ayrı milletlere, ayrı ayrı zamanlarda peygamberlerin gönderilmesine ne gerek vardır?

Hem Kur'an-ı Kerim, hem hadis ve siretin tamamı Hz. Peygamber (a.s.)'in getirdiği talimatın olduğu gibi muhafaza edildiğini göstermeye yeter. Kur'an-ı Kerim'in tek bir kelimesi, tek bir harfi değiştirilmemiştir. Ve bu ilâhî kitap kıyamete kadar böyle kalacaktır. Hazreti Peygamber (a.s.)'in söz ve hareketleri en küçük ayrıntılarına kadar hadislerde ve diğer eserlerde korunmuştur. Bunları gördükçe ve okudukça, Peygamber Efen­dimiz (a.s.)'i sanki gözümüzle görmüş oluruz. O halde, yeni bir peygam­berin gelmesi için gerekli olan ikinci şart da ortada yoktur.

Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla İslâm dininin ta­mamlandığı ve mükemmelleştiği beyan edilmiştir. Öyleyse, dinin tamam­lanması için de herhangi bir peygambere ihtiyaç yoktur.

Gelelim dördüncü duruma. Zaten Hz. Muhammed (a.s.)'in yardımcı bir peygambere ihtiyacı olsaydı, kendisine o zaman gönderilirdi. O'na yar­dımcı bir peygamber gönderilmediği için dördüncü sebep de kendiliğin­den ortadan kalkmış oluyor.

 Şimdi bizim işimiz bir peygamberin bulun dünyaya gönderilmesi için beşinci bir sebebin olup olmadığını araştırmaktır. Eğer biri diyorsa ki müslüman ümmet yozlaşmıştır ve ıslahı için de bir peygambere ihtiyaç vardır; o zaman ben derim ki; sadece bir milletin ıslahı için peygamberle­rin gönderildiği vaki olmamıştır. Tarihin hiçbir döneminde sırf bir millet ıslah olsun diye bir peygamber gönderilmemiştir. Peygamber, Allah'ın belli bir vazifesini yapmak üzere dünyaya gönderilir. Peygambere vahiy­ler gelir ve bu vahiylerle, Allah tarafından yeni bir mesaj gelir ya da, geç­mişteki dinde herhangi bir noksanlık varsa o noksanlık giderilir. Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet-i Rasûlullah (a.s.)'ın aynen muhafaza edilmesinden ve din-i İslâm'ın mükemmelleşmesinden sonra herhangi bir vahye gerek kal­mamıştır. Bu durumda, sadece ümmetin ıslahı için peygamberlerin dünya­ya gönderilmesine ne gerek vardır? Bu işi din adamları, âlimler ve ıslahat­çılar pekâlâ yapabilirler.

Dikkat edilmesi gereken üçüncü husus, bir peygamberin gelmesiyle bir ümmette küfür ile iman arasında amansız bir mücadelenin başlamış ol­masıdır. Peygamberi tanıyan ve O'na iman edenler bir grup oluştururken, O'nun aleyhinde olanlar bir başka cephe meydana getirirler. Bu cepheleş­me ve kutuplaşma öyle hafife alınacak cinsten olmayacaktır. Zira kendi fi­kir ve inançlarında ısrar edenler birbirini ortadan kaldırmak amacıyla kı­yasıya mücadeleye girişeceklerdir. Ayrıca bu iki grubun hayat çizgisi ve yasaları da birbirinden farklı olacaktır. Bir yandan bir grup iman ettiği peygamberin getirdiği vahiy, talimat ve sünnetten ilham alırken, öbür yandan diğer grup bütün bu talimat ve kanun kaynaklarına karşı olacaktır. Netice itibarıyla, bu iki grubun tek bir millet veya ümmet olarak yaşaması hayal olacaktır.

Bu gerçekleri göz önünde bulunduran bir kişi, peygamberliğin sona ermesinin, İslâm ümmeti için büyük bir nimet ve rahmet olduğunu derhal fark edecektir. Bu hikmetli ve faydalı ilke ve kavram sayesinde Müslümanların uluslararası ve kalıcı bir topluluk haline gelmeleri temin edil­miştir. Bu fikir ve inanç, aralarında derin ve kapanmayacak yaraların açıl­masını önlemiştir. Bu sebeple, Hz. Muhammed (a.s.)'i peygamber ve yol gösterici olarak kabul eden, O'nun getirdiği Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet'ten başka hidayet yollarını aramayan herkes evrensel bir kardeşliğin bireyidir. Şayet peygamberliğin kapısı açılmış olsaydı, böyle bir kardeşlik ve eşitli­ği tasavvur etmek bile mümkün olmayacaktı, çünkü her peygamberin ge­lişiyle ümmetin birliği ve beraberliği paramparça olacaktı.

5.3. VADEDİLEN MESİH HAKKINDAKİ HADİSLER

Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra peygamberlik iddiasında bulunanlar ve bu sahte peygamberlerin taraftarları, saf ve masum Müslümanları kan­dırmak için hadis-i şeriflerde "Vaadedilen Mesih'den bahsedildiğini, Me­sih'in bir peygamber olduğunu ve kendisinin dünyaya gelmesiyle peygam­berlik müessesesine herhangi bir zarar gelmeyeceği gibi, başka peygam­berlerin de dünyaya gelmesinin gayet tabii bir hadise olduğunu iddia eder­ler.

Bu kişi ve çevreler ayrıca, "Mesih-i Mevûd" (Vaadedilen Mesih)'dan Meryem oğlu Hz. Îsa (a.s.)'nın kastedilmediğini de öne sürerler. Onlara göre, Mesih çoktan ölmüştür ve hadislerde müjdelenen Mesih aslında "Mesil-i Mesih" yani Hz. Îsa’ya benzeyen bir Mesih'tir. Onlara göre bu sözde "Mesih" filanca şahıs olup zâten dünyayı kendi varlığıyla "şereflen­dirmiştir" (!) ve kendisine iman etmek, peygamberliğin son bulması fikri­ne aykırı bir davranış değildir.

Bu yalan perdesini aralamak için biz konuyla ilgili bütün muteber ha­disleri aşağıda belirtmeyi uygun bulduk. Bu hadisleri okuyan herkes, Haz­reti Peygamber Efendimiz (a.s.)'in nübüvvetin sonuçlanması konusunda ne dediğini ve kötü niyetli insanların bunlardan ne anlamlar çıkarmaya ça­lıştıklarını kolayca anlayabilecektir[6].

5.3.1. Meryem Oğlu Hz.Îsa (a.s.)'nın Dünyaya Tekrar Gelmesine Dair Hadisler

1. Hz. Ebû Hüreyre rivayet ediyor: Rasûlullah bir defasında buyurdu­lar: "Elinde canım olan Zât'a yemin ederim, Meryem oğlu mutlaka adil bir hükümdar olarak size gelecektir. O zaman o haç'ı kıracak ve domuzu öl­dürecektir[7]. Savaşa son verecektir" (Başka bir rivayette harp yerine cizye kelimesi kullanılmıştır, yani cizyeyi kaldıracaktır[8]. Ve mallar öylesi­ne bollaşacak ki, bunları kabul eden bulunmayacaktır. Ve öyle bir duruma gelinecek ki, insanların Allah'a bir secde etmeleri, kendilerine her şeyi unutturacaktır). (Sahih-i Buhari, Kitab-ü Ehâdis-il Enbiya, bölüm: Îsa İbn Meryem'in inişi; Müslim, Hz. Îsa'nın dünyaya gelişiyle ilgili bölüm; Tirmizî, Fiten bölümü, Hz. Îsa'nın gelişiyle ilgili kısım; Müsned-i Ahmed, ri­vayet eden: Ebu Hureyre).

2. Ebû Hureyre'nin bir başka rivâyeti şöyledir: "Îsa İbn-i Meryem dünyaya gelmedikçe kıyamet olmayacaktır". Bu cümleden sonra yukarı­daki hadis geçiyor. (Sahih-i Buhari; Kitab'ul Mezâlim, Kesr'us Salib bölü­mü, İbn Mâce, Kitab'ul Fiten, Deccâl fitnesi bölümü).

3. Hz. Ebû Hureyre rivayet ediyor ki, Hz. Muhammed (a.s.) şöyle bu­yurdular: "Aranıza Meryem oğlu (Îsa) gelince siz nasıl olacaksınız? Ve imamlarınız o zaman sizlerden olacaktır"[9]. (Sahih-i Buhari, Kitap: Pey­gamberlerin hadisleri, Îsa'nın inişi bölüm; Müslim).

4. Hz. Ebû Hureyre'nin rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.) bir defasında şöyle buyurdular: "Îsa İbn-i Meryem dünyaya gelecek, domuzu öldürecek, haçı yok edecektir. Ve O'nun için namazlar toplanacak ve O, o kadar mal ve mülk dağıtacak ki, onları alacak kimse ortaya çıkmayacaktır. Ve O ha­racı durduracak ve Ruha[10] mevkiinde konaklayıp hac ve umre edâ ede­cektir, ya da ikisini birleştirecektir"[11] Rivayet edenin bu hususta biraz şüphesi vardır. (Müsned-i Ahmed, Ebu Hureyre'nin rivayetleri, Müslim, Kitab’ul Hac ve Kur'ân ile ilgili bölüm).

5. Hz. Ebû Hureyre rivayet ediyor: (Deccâl'ın ortaya çıkışından bah­settikten sonra Rasûlullah buyurdular): "Müslümanlar onunla (Deccâl) sa­vaşmaya hazırlanırken, saflar düzenlerken ve namaz için tekbir getirirken, Meryem oğlu Îsa dünyaya gelecektir. Ve namazda kendilerine imamet edecektir. Ve Allah'ın düşmanı, (Deccâl) O'nu görür görmez, tuzun suda eridiği gibi eriyecektir. Eğer Îsa (a.s.) Onu kendi haline bıraksa, eriyip gi­decektir. Ama, Allah onu Hz. Îsa'ya öldürtecektir ve Îsa onun kanma buladığı mızrağını Müslümanlara gösterecektir. (Mişkat, Kitab'ul Fiten, Bö­lüm: el-Melâhim, Müslim'e atfen).

6. Hz. Ebu Hüreyre, rivayet ediyor, Rasûlullah şöyle buyurdular: "Ben'imle O'nun (Hz. Îsa) arasında herhangi bir nebi yoktur. Ve kendisi dünyaya gelecektir. Öyleyse, O'nu gördüğünüz zaman tanıyacaksınız. O orta boylu, pembe tenli, sarı renkli elbise giymiş olacaktır. Başındaki saç­lar sanki onlardan su damlayacakmışçasına ıslak gibi olacaktır, halbuki onlar ıslak değildirler. İslâmiyet için başkalarıyla savaşacak, haçı parçala­yacak, domuzu öldürecek ve cizyeyi ortadan kaldıracaktır. Ve Allah . O'nun zamanında, İslâmiyet'ten başka bütün din ve mezhepleri ortadan kaldıracaktır. Ve O Mesih, Deccâl'i öldürecektir. Dünyada 40 yıl kalacak ve sonra vefat edecektir ve Müslümanlar O'nun cenaze namazını kılacak­lardır. (Ebu Davud, Kitab'ul Melâhim, Deccâl'in çıkışıyla ilgili bölüm, Müsned-i Ahmed, rivayet eden: Ebu Hureyre).

7.  Hz. Câbir bin Abdullah diyor ki, ben Rasûlullah (a.s .)'tan duydum ki: "... Meryem oğlu Îsa dünyaya gelecektir. Müslümanların imamı O'na diyecektir ki, buyurun namazı siz kıldırın, fakat O cevap verecek, hayır siz birbirinizin imamısınız. Hz. Îsa, bunları, Allah'ın bu ümmete verdiği şan-ü şerefi bilerek söyleyecektir" (Müslim Meryem oğlu Îsa'nın inişiyle ilgili bölüm, Müsned-i Ahmed, Câbir bin Abdullah'ın rivayetleri).

 8. Câbir bin Abdullah (İbn-i Sayyâd olayıyla ilgili olarak) rivayet edi­yor ki, Ömer bin Hattab bir defasında dedi ki, Ya Rasûlullah, bana izin verin, ben onun kafasını uçurayım. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) buyur­dular, "eğer bu şahıs, (Deccal) bahsettiğimiz insansa, onu siz değil Îsa İbn-i Meryem öldürecektir. Ve eğer bu o şahıs değilse, o zaman siz taah­hütlü kişilerden (zımmiler) birini öldürme hakkına sahip değilsiniz" (Mişkat, Bâb'ul Fiten, İbn-i Sayyâd hikâyesi, Şerh-i Es-Sünne-i Beğavi'ye atfen).

9. Câbir bin Abdullah rivayet ediyor ki, Hz. Rasûl-i Ekrem (a.s.) dedi ki, (Deccâl'in hikâyesini anlatırken) "O zaman Meryem oğlu Îsa birden bi­re Müslümanlar arasına çıkacaktır. Sonra namaza kalkılacak ve O'na deni­lecek ki, Ey Ruhullah, ileriye hareket ediniz'. Fakat O diyecek ki, 'hayır sizin imamınız önümüze gelsin ve namaz kıldırsın...’ Sabah namazını kıl­dıktan sonra Müslümanlar Deccâl ile savaşmaya çıkacaklardır. Buyurdular ki, o kezzab (Deccâl) Hz. Îsa'yı görünce tuzun suda eridiği gibi eriyecek­tir. Daha sonra (Îsa) onun yanına yaklaşacak ve onu öldürecektir. Ve öyle bir vaziyet meydana gelecektir ki, ağaçlar ve taşlar sesleneceklerdir. 'Ey Ruhullah, bu Yahudi arkamıza saklanmıştır’. Deccâl'in taraftarlarından hiçbiri sağ kalmayacaktır. Hz. Îsa bunlardan hepsini kılıçtan geçirecektir". (Müsned-i Ahmed, Cabir bin Abdullah'ın rivayetleriyle ilgili bölüm).

 10. Hz. Nevvâs bin Sem'an Kılabi (Deccâl'in hikâyesini anlatırken) şöyle der: Bu arada, Deccâl bunları yaparken, Allah, Meryem oğlu Îsa'yı gönderecektir ve O Suriye'nin doğu kesiminde, beyaz minarenin yanında, sarı renkli iki elbise giymiş vaziyette iki meleğin kanatları üzerinde dün­yaya inecektir. O başını aşağıya eğdiği zaman sanki saçlarından su akı­yor gibi olacaktır. Başını kaldırdığı zaman da inci gibi damlalar düşecek­tir. Nefesinin havası ulaştığı ve gözlerinin gördüğü yere kadar bütün kâfirler ölecektir. Daha sonra Meryem oğlu, Deccâl'in peşine düşecek ve Lod[12]  kapısında ona yetişip onu kat edecektir". (Sahih-i Müslim, Deccâl ile ilgili bölüm; Ebû Davûd, Kitab'ul Melâhim, Deccâl'ın çıkışı bölümü; Tirmizî, Fiten bölümleri, Deccâl kısmı; İbn Mâce, Kitab'ul Fiten, Deccal bölümü).

11. Abdullah bin Amr bin As diyor ki, Rasûlullah (a.s.) şöyle buyur­dular: "Deccâl, ümmetimden çıkacaktır ve 40 (gün mü, ay mı, yıl mı)[13] dünyada kalacaktır. Daha sonra Allah, Meryem oğlunu gönderecektir. O'nun yüz hatları, Urve bin Mes'ud (bir sahabe) gibi olacaktır. Deccâl'i ta­kip edecek ve öldürecektir. Duha sonra yedi yıl İnsanlar öylesine birbirine kaynaşmış olarak yaşayacak ki, iki kişi arasında bile herhangi bir fikir ayrılığı olmayacaktır" (Sahih-i Müslim, Deccâl ile ilgili bölüm).

12. Huzeyfe bin Esid el-Gifârî diyor ki, bir defasında Rasûlullah (a.s.), toplandığımız yere geldiler. Biz o sırada aramızda konuşuyorduk. Hz. Peygamber bizim ne konuştuğumuzu sordular. Dedik ki, kıyametten bahsediyorduk. Buyurdular ki, "kıyamet, 10 tane işaret olmadan gelmeye­cektir. Sonra bu 10 işareti şöyle sıraladılar: 1) Duman, 2) Deccâl, 3) Dâbbet'ul Arz[14], 4) Güneşin batıdan doğması, 5) Meryem oğlu Îsa'nın inişi, 6) Ye'cuc ve Me'cuc, 7) Üç büyük toprak kayması, biri Doğu'da 8) Diğeri Batı'da 9) Bir üçüncüsü de Arap yarımadasında ve 10) Sonuncusu Yemen'de çıkacak ve insanları soluk soluğa mahşere götürecek büyük yangın. (Sahih-i Müslim; Kitab-ul Fiten ve Eşrât-üs Saat. Davûd; Kitab-ul Melâhim, Emârât-üs Saat bölümü).

13. Hz. Peygamber (a.s.)'in serbest bıraktığı (azat ettiği) kölesi, Sevbân'ın rivâyetine göre, Hz. Muhammed (a.s.) buyurdular ki, "Onları Allah cehennem ateşinden korumuştur. Birincisi, Hindistan'a yürümüş olan ordu, ikincisi, Meryem oğlu Îsa'nın yanında olacak ordu." (Nesâi, Kitab'ul- Cihâd, Müsned-i Ahmed, Sevbân'ın rivayetleri).

14. Mucemmi' bin Câriyet-i Ensari diyor ki, ben Hazreti Peygamber Efendimiz (a.s.)'den duydum, Meryem oğlu (Îsa) Deccâl'i Lod kapısında öldürecektir. (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Fiten ile ilgili bölümler).

15.  Ebû Umâme Bahili (uzun bir hadiste) Deccâl'den bahsederken rivâyet ediyor ki: "Müslümanların imamı sabah7 namazını kılmak üzere tam ileriye çıktığı anda, Meryem oğlu Îsa onlara gelecektir. İmam geriye dönecek ve Îsa'nın ileriye gitmesini (imamlık yapmasını) isteyecektir. Fa­kat Hz. Îsa onun omuzlarına elini koyup, hayır namazı siz kıldırın, zira bu cemaat sizin için namaza kalkmıştır' diyecektir. Dolayısıyla, aynı İmam namaz kıldıracaktır. Selâm verildikten sonra, Îsa (a.s.) diyecektir ki, kapı­yı açınız. Kapı açılacaktır. Orada Deccâl, 70 bin silahlı Yahudiyle karşıla­rına çıkacaktır. Fakat Deccâl, Hz. Îsa’ya bakar bakmaz tuzun suda eridiği gibi eriyecektir ve oradan kaçacaktır. Îsa ona diyecektir ki, Ben'de öyle bir darbe vardır ki sen hiç kurtulamazsın. Sonra onu Lod'un doğu kapısın­da yakalayacak ve Allah Yahudileri yenilgiye uğratacaktır... Ve yeryüzü Müslümanlarla tıpkı su dolu kap gibi dolacaktır. Bütün dünyanın kelimesi (kelime-i şahadet) aynı olacaktır ve Allah'tan başkasına ibadet edilmeye­cektir" (İbn Mâce, Kitab'ul Fiten, Deccâl fitnesi bölümü).

16. Osman bin Ebu'l-As diyor ki, ben Rasûlullah (a.s.)'dan duydum, "Meryem oğlu Îsa sabah namazı sırasında dünyaya inecektir. Müslüman­ların lideri O'na diyecektir ki, "Ey Ruhullah, namazı siz kıldırın". O cevap verecektir, 'bu ümmetin insanları birbirinin reisidir'. Bunun üzerine Müslümanların lideri ileriye çıkıp namaz kıldıracaktır. Namazı kıldıktan sonra, Îsa muharebe etmek üzere Deccâla yürüyecektir. Deccâl kendisini görün­ce tunç gibi eriyecektir. Îsa (a.s.) kendi silahıyla Deccâl'i öldürecek ve onun taraftarları hezimete uğrayacak kaçacaklar fakat hiçbir yerde sığmak bulamayacaklardır. Hatta ağaçlar sesleneceklerdir: "Ey mü'min, bu kâfir buradadır" (Müsned-i Ahmed, Taberânî, Hâkim).

17. Semura bin Cündüb (uzun bir hadiste) Rasûlullah (a.s.)'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Sonra sabah vakti, Müslümanlara Meryem oğlu Îsa gelecektir ve Allah, Deccâl ile ordusunu hezimete uğratacaktır. Ta ki du­varlar ve ağaç kökleri haykıracaklardır, 'Ey mü'min, bu kâfir arkamıza saklanmıştır. Gel ve onu öldür' (Müsned-i Ahmed, Hâkim).

18. Umran bin Husayn tarafından rivayet ediliyor ki, Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurmuşlardır: "Ümmetimden bir grup her zaman Hak'tan yana olup muhaliflere galip gelecektir. Nihayet, Allah Teâlâ (cc.) kararını ve­recek ve Meryem oğlu, Îsa (a.s.) dünyaya gelecektir" (Müsned-i Ahmed).

19. Hazreti Ayşe (r.a.) Deccâl ile ilgili şu rivayette bulunuyor: "Sonra, Îsa aleyhisselam inecektir ve Deccâl'ı öldürecektir. Bundan sonra, Îsa (a.s.) 40 yıl dünyada adil İmam ve adaletli hâkim olarak kalacaktır" (Müsned-i Ahmed).

20. Rasûlullah (a.s.)'ın azâd ettiği kölesi, Süfyene (Deccâl olayıyla il­gili olarak) rivâyet ediyor ki, "daha sonra Îsa (a.s.) inecektir ve Allah Te­âlâ, Deccâl'ı Afik[15] tepesi yakınlarında öldürecektir" (Müsned-i Ahmed).

21. Hz. Huzeyfe bin Yemân (Deccâl'den bahsederken) diyor ki, "son­ra Müslümanlar namaza kalkınca gözlerinin önüne Meryem oğlu Îsa gele­cektir ve O Müslümanlara namaz kıldıracaktır. Selâm verildikten sonra, oradakilere diyecek ki, benimle bu Allah'ın düşmanı arasından çekilin.... ve Allah, Deccâl'in taraftarlarına Müslümanları musallat edecektir. Ve Müslümanlar onları iyice dövecek ve hırpalayacaklardır. ta ki, ağaç ve kayalar haykıracaklar, 'Ey Abdullah, ey Abdurrahman, ey müslüman, bak iş­te bir Yahudi, vur ona'. Böylece Allah onları mahvedecektir ve müslüman­lar galip gelip, haç'ı parçalayacak, domuzu öldürecek ve cizye'yi durdura­caklardır." (Müstedrek-i Hâkim, Sahih-i Müslim'de de bu hadis özelle an­latılmıştır. Hâfız İbn Hacer ise "Fethul Bâri"de cilt 6, s. 450'de bu hadisin doğru olduğunu beyan etmiştir).

Yukarıdaki 21 hadis, 14 sahabe tarafından doğru ve güvenilir kaynak­lara dayanılarak en geçerli ve en güvenilir Hadis kitaplarında kaydedil­miştir. Gerçi bunların dışında da pek çok hadislerde Hz. Îsa (a.s.) ve Deccâl'den bahsedilmiştir. Fakat konuyu dağıtmamak ve gereksizce uzat­mamak için yalnız bu hadisleri nakletmeyi uygun bulduk.

5.3.2. Bu Hadisler Neyi İspatlıyor?

Bu hadisleri okuyan herkes herhangi bir "Vaadedilen Mesih", "Mesil-i Mesih" (Mesih Benzeri) veya "Bürûz-u Mesih'den ne açıkça, ne ima yo­luyla bahsedilmediğini görmüş olacaktır. Ayrıca, bu hadisler, çağımızda bir kişinin bir kadının batınından ve bir erkeğin sperminden doğup, "Hz. Seyyidina Muhammed Mustafa (a.s.)'nın geleceğini haber verdiği Mesih benim" diyerek ortaya atılmasına da imkân bırakmamışlardır. Bu hadisler, açık sözler ve bariz ifadelerle, bundan 2.000 yıl önce babasız, Meryem'in batınından doğan Îsa (a.s.)’ın tekrar dünyaya geleceğini belirtmektedirler. Burada, Hz. Îsa'nın ölüp ölmediğine dair tartışmaya girmek yersizdir. Çünkü eğer kendisi ölmüş olsa dahi Allahu Teâlâ onu tekrar hayata getir­meye kadirdir[16]. Allah'ın kudreti için, kullarından birini binlerce yıl kâinatın herhangi bir köşesinde yaşatıp istediği zaman dünyaya getirmesi hiç de zor değildir. Her ne olursa olsun, hadisi tanıyan ve kabul eden biri için, dünyaya tekrar gelecek şahsın Meryem oğlu Îsa olduğunu kabul et­mekten başka bir çare yoktur. Ve eğer biri hadisleri kabul etmiyorsa, bir şahsın gelmesini de beklememelidir. Bir yandan hadislerden, gelecek biri hakkındaki kayıtlar ve bölümler alınırken diğer yandan, gelecek kişinin Meryem oğlu Îsa değil, Mesil-i Mesih yani Îsa'nın benzeri olacağını ileri sürmek düpedüz pişkinlik ve hatta küstahlıktır.

Söz konusu hadislerde dikkate değer ikinci husus, Hz. Îsa'nın dünya­ya tekrar gelişinde peygamberlik sıfatını taşımayacağıdır. Hz. Îsa (a.s.)'ya ne vahiy gelecek, ne de kendisi Allah'tan herhangi bir mesaj ve talimat getirecektir. Ne Hz. Muhammed (a.s.)'in şeriatına herhangi bir ilâve yapa­cak, ne de İslâm dinini yeniden canlandıracak veya güçlendirecektir. Ne insanlardan kendisine iman etmelerini isteyecek, ne taraftarlarından müte­şekkil bir ümmet meydana getirecektir[17]. Hz. Îsa sadece önemli bir görev için dünyaya tekrar gönderilecek ve bu görev de Deccal fitnesini ortadan kaldırmak olacaktır. Ve geldiği zaman şartlar ve ortam öyle olacaktır ki, Müslümanlardan hiç biri O'nun Meryem oğlu Îsa olduğundan şüphe etme­yecektir. Kendisi Hz. Muhammed (a.s.)'in önceden verdiği haberlere uy­gun olarak dünyaya gelip müslüman topluluğuna katılacaktır. O zaman Müslümanların lideri ve imamı kim ise, onun arkasında namazını eda ede­cektir ve o imamın üstünlüğünü kabul etmiş olacaktır[18]. Böylece eskisi gibi peygamberlik sıfatıyla Müslümanlara imamlık etmesi söz konusu ola­maz. Bilindiği üzere bir cemaatte peygamber yoksa, imamlığı cemaatten bir kişi yapabilir. Fakat peygamber ortada varken imamlığı da liderliği de o yapar. Bir bakıma, Hz. Îsa gelip Müslümanların cemaatine alelade bir ferd gibi iştirak etmekle, kendisinin peygamber olmadığını açıkça itiraf edecektir. Bu itibarla, O'nun gelişiyle peygamberlik mührünün kırılacağı da söylenemez.

Burada herhangi bir benzetme olmaksızın şunu söyleyebiliriz ki, Haz­reti Îsa (a.s.)'nın dünyaya gelişi, işbaşında bulunan bir devlet başkanı dö­neminde eski bir devlet başkanının ziyareti gibi olacaktır. Bu eski devlet başkanı, işbaşındaki devlet başkanının emrinde önemli bir vazife veya hizmet yapmış olacaktır. Sokaktaki adam bile, bir memlekette bir cum­hurbaşkanı görevi başında iken, eski bir cumhurbaşkanının gelişiyle Anayasa'nın rafa kaldırılamayacağını pekala bilmektedir. Fakat, Anayasa veya Kanun-u Esasi'ye zarar ancak iki şekilde gelebilir: Birincisi, eski devlet başkanının gelip tekrar iktidar kolluğuna oturmaya çalışması halinde. İkincisi, insanların eski devlet başkanının geçmişteki hukuki durumunu inkâr etmeleri halinde. Zira böyle bir durumda eski cumhurbaşkanının ge­rek anayasal ve hukuki statüsü, gerekse geçmişteki bütün icraatı tek ka­lemde silinmiş olacaktır. Bu iki durum ortaya çıkmadıkça herhangi bir anayasal sorun doğmaz. Ayrıca eski cumhurbaşkanının anayasal durumu da zedelenmez. Bunun dışında, Hz. Îsa dünyaya ilk defa değil ikinci defa geleceği için nübüvvetin İlhamıyla ilgili gelenek ve kural da bozulmaz. Fakat kendisi gelip peygamberlik vazifesini tekrar üstlenir, peygamberlik­le ilgili icapları yerine getirmeye başlar ya da herhangi bir kimse O'nun geçmişteki peygamberliğini de inkâr ederse Allah'ın koyduğu peygamber­lik yasasında bir değişiklik olduğu söylenebilir. Fakat, hadisler bu her iki ihtimali de ortadan kaldırmıştır. Bu hadisler bir yandan, Hazreti Peygam­ber (a.s.)'den sonra peygamberlik silsilesinin tamamlandığını vurgularken, bir yandan da Meryem oğlu Îsa (a.s.)'nın tekrar dünyaya geleceğini açıkça ifade ediyorlar. Bunlar, Hz. Îsa'nın ikinci gelişinin, bir peygamber olarak olmayacağını da açıkça belirliyorlar. Aynı şekilde, Hz. Îsa'nın gelişiyle müslümanlar arasında küfür-iman çatışmasının baş gösterme ihtimali de yoktur. Geçmişteki peygamberlik mertebesini inkâr eden herkes eskiden olduğu gibi kâfir sayılacaktır. Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.) Hz. Îsa'nın peygamberliğini tanımış ve kabul etmişti ve ümmeti de bunu ima­nının bir parçası olarak benimsemişti. Aynı durum, Hz. Îsa'nın tekrar dün­yaya geldiği sırada da olacaktır. Müslümanlar yeni bir peygamberliğe değil, eski mevkii ve payesine iman edeceklerdir. Aynı durum bugün de müslümanlar için geçerlidir. Dolayısıyla, bu husus ne bugün nübüvvetin hitamına aykırıdır ne de gelecekte olacaktır.

En son olarak bu hadislerden çıkan bir gerçek de şudur: Hz. Îsa (a.s.)'nın ortadan kaldırmak üzere dünyaya geleceği büyük fitne yani Deccâl, Yahudiler arasından doğacaktır. Bu Deccâl kendisine "Mesih" de­dirtecektir. Doğrusu, Yahudilerin tarihi ve dini inançlarına vakıf olmayan biri bu meseleyi iyi kavrayamaz. Oysa tarihi okumuş olanlar bilirler ki, Hazreti Süleyman (a.s.)'ın vefatından sonra İsrail oğulları çöküş dönemine girip, kudret ve iktidarlarını kaybetmeye başladılar. Nihayet, güçsüz kala­rak Babil ve Asur İmparatorluğunun en aşağı ve horlanan tabakası haline geldiler. Bu sıralarda İsrail oğullarının peygamberleri Allah'tan yeni bir "Mesih'in geleceği ve kendilerini yaşadıkları rezil hayattan kurtaracağı konusunda müjdeler vermeye başladılar. Bu kehanetler yüzünden Yahudiler kudretli bir hükümdar olan ve savaşarak memleketleri fetheden Me­sih'i beklemeye koyuldular. Yahudiler bu hükümdarın kendilerini çeşitli ülkelerden toplayarak Filistin'de birleştirip büyük bir imparatorluk kura­cağını umut ediyorlardı. Fakat, bu beklentiler sürerken, umutlarının aksi­ne Hz. Îsa'nın, Allah tarafından Mesih, sade bir vatandaş ve ordusuz ola­rak dünyaya gönderileceği bildirilince, Yahudiler bir hayli öfkelendiler. Yahudiler önce Îsa'nın Mesih'liğini tanımamakta direttiler, sonra O'nu öl­dürmeye yemin eltiler. İşte bundan sonra da dünyanın bütün Yahudileri hâlâ "Vaadedilen Mesih"i bekliyor ve bu hususta tatlı rüyalar görmeye de­vam ediyorlar. Yahudilerin literatürü bu Vaadedilen Mesih'in hikayeleriyle doludur. Talmud ve Rabbi'lerin Edebiyatında bu konuda çizilen renkli tablolar her Yahudinin gönlünde yaşamaktadır. Yüzyıllardan beri Yahudiler Mesih'in büyük bir siyasi ve askeri deha olacağına, Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzanan bütün toprakları zaptedip muazzam bir devlet kura­cağına ve dünyanın her köşesinden Yahudi milletini toplayarak buraya yerleştireceğine inana gelmişlerdi.

Şimdi, bir kişi, Ortadoğu'daki son gelişmeleri Hazreti Peygamber'in haberleri ışığında inceleyecek olursa, Hz. Peygamber (a.s.)'in hadislerinde bahsedilen ve haber verilen "Vaad edilmiş Mesih”in dünyaya gelmesi için sahnenin çoktan hazır duruma geldiğini görecektir. Bilindiği gibi, Filistin topraklarının büyük bir kısmından müslümanlar kovulmuş ve bir kukla İsrail Devleti kurulmuştur. Bu İsrail ülkesine dünyanın dört bir yanından, özellikle Amerika'dan, İngiltere'den ve Fransa'dan Yahudiler akın akın gelmektedir. Amerika ve Batılı ülkeler bu ülkeyi askeri bakımdan son derece güçlendirip, Ortadoğu'nun barut fıçısı haline getirmişlerdir. Yahudi sermayesi bu Yahudi devlete su gibi akıyor, Yahudi bilim adamları, iktisat­çı ve teknik uzmanları, bu devleti, bölgenin en gelişmiş, en müreffeh dev­leti haline getirmek için uğraş veriyorlar. Bu devletin liderleri de, "vaadedilmiş toprakların tümünü ele geçirmek ve etrafa yayılmak konusundaki kötü emellerini gizlemeye hiç lüzum görmemişlerdir. Hayallerinde yaşat­tıkları "Büyük İsrail Devleti'ni kurma ve geliştirme amacından hiç caymamışlardır ve hatta bunun için düzmece haritalar da hazırlamışlardır. Bu haritalarda Suriye, Lübnan ve Ürdün'ün bütünü, Irak'ın büyük bir kısmı, Türkiye'nin İskenderun ve Hatay, Mısır'dan Sina yarımadası ve Suudi Arabistan'dan aralarında Medine-i Münevvere’nin de bulunduğu yukarı Hicâz ve Necd bölgelerini İsrail toprakları içinde göstermektedirler. Bu­günkü uluslararası gelişmelere de bakılırsa, İsrailliler önümüzde patlak verebilecek büyük bir çarpışma ya da Dünya savaşı sırasında göz koyduk­ları toprakları yeni kurdukları devletlerine kalmaya ve ilhak etmeye çalı­şacaklardır. Herhalde, tam bu sırada büyük Deccâl, kendisinin "Vaadedi­len Mesih" olduğunu iddia ederek ortaya atılacaktır. Bu Deccâl'in ortaya çıkması haberini Hz. Peygamber bize açıkça vermiş, ayrıca o sıralarda Müslümanların büyük zorluk çekeceğini bildirmiştir. Hazreti Peygamber (a.s.) bu sebeple, hem kendisinin hem ümmetinin Mesih-i Deccâl'den kur­tulması için Allah'a yalvarmıştır.

İşte bu Mesih-i Deccâl'e karşı koymak üzere Allahu Teâlâ herhangi bir Mesih Benzeri (Mesil-i Mesih)ni değil, Yahudilerin 2.000 yıl önce Al­lah'ın peygamberi olarak kabul etmedikleri ve fikirlerince çarmıha gerdik­leri gerçek Mesih (a.s.)'i dünyaya gönderecektir. Bu gerçek Mesih (a.s.) Hindistan'da, Afrika'da veya Amerika'da değil, Şam'da dünyaya inecektir. Zira, savaş için cephe buralarda açılacaktır. Haritaya baktığınızda, Şam'ın İsrail sınırından ancak 50-60 mil uzaklıkta bulunduğunu göreceksiniz. Daha önce naklettiğimiz hadislerde gördüğünüz gibi Deccal 70 bin asker ile Suriye'ye girip Şam kapılarına dayanacaktır. Tam bu nazik anda Şam'ın doğu kesiminde beyaz bir minarenin yanında Meryem oğlu Îsa sa­bah vakti ortaya çıkacak, Müslümanlarla beraber namaz kılacak ve Müslümanlarla birlikte Deccâla yürüyecektir. Muharebede yenilgiye uğrayacak olan Deccâl, Afik tepesine (Bk. Hadis: 21) çekilecek, daha sonra İsrail'e kaçacaktır. Hz. Îsa (a.s.) onu takip edecek ve bugün Lod Havaalanının bu­lunduğu mevkide hayatına son verecektir (Bk. hadisler: 10, 14, 15). Bun­dan sonra Yahudiler teker teker kılıçtan geçirilip dünyadan tamamıyla te­mizleneceklerdir (Bk. Hadisler: 9, 15, ve 217.) Bununla beraber, Hz.Îsa'nın gerçek ilân etmesiyle, Hıristiyanlıkta yeryüzünden kalkmış olacak­tır. (Bk. Hadisler: 1, 2, 4, 6). Nihayet bütün milletler ortadan kalkıp tek bir İslâm ümmeti haline gelecektir (Bk. hadis: 6, 15).

İşte bu gerçekler, hadisi şeriflerden açıkça ortaya çıkıyor. Bundan sonra, memleketimizde "Vaadedilen Mesih" adıyla oynanan oyunun ne maksat ve hedefler taşıdığını pekiyi anlayabiliriz. Akl-ı selim sahibi her müslümanın, artık bunun tehlikeli bir oyun ve hile olduğunu anlamasında herhangi bir şüphe kalmamıştır.

Bu hile ve tertibin en gülünç yanı, yukarıdaki kehânetlerin kendisine ait olduğunu iddia eden zâtın, kendisini Meryem oğlu Îsa alarak gösterme sevdasında hata üstüne hata işlemiş olmasıdır. Bakın, bu hususta ne gibi te'villerde bulunuluyor.

"O (yani Allahu Teâlâ), 'Berâhin-i Ahmediye' (Mirza Gulam Ah­med'in yazdığı Urduca kitabın adi)nin üçüncü bölümünde, adımı 'Mer­yem' koydu. Sonra Berahin-i Ahmediye'de belirtildiği gibi, iki sene 'Meryem'lik sıfatıyla yetiştirildim... Daha sonra, Meryem gibi, Îsa'nın ruhu ba­na duhul etti ve sembolik olarak hamile kaldım... Sonra, aradan birkaç ay geçti, ki bu süre 10 aydan fazla değildi. Berahin-i Ahmediye'nin dördüncü bölümünde yer alan ilhamlar yoluyla ben Meryem'den Îsa'ya dönüştürül­düm. Netice itibarıyla, ben Meryem oğlu Îsa'yım (Nuh'un gemisi kısmı, s. 78, 89)."

Dikkat buyurursanız bu zât önce kendisinin Meryem olduğunu söylü­yor, sonra hamile kalıyor ve kendi kamından yine kendisi Meryem oğlu Îsa olarak dünyaya geliyor! Doğmasına doğmuş ama daha sonra bir pü­rüzle karşılaşmış. Çünkü hadis kitaplarında Meryem oğlu Îsa'nın Şam'da ortaya çıkacağı belirtilmiştir. Bilindiği gibi, Şam binlerce yıldan beri Suri­ye'nin önemli kentlerinden biri ve başkentidir. Bu zât, bu zorluğu şöyle halletmeye çalışmıştır:

"Burada Şam kelimesi üzerinde de biraz durmak isliyorum. Bunun açıklamasını Allahu Teâlâ bana yapmıştır. Şam'dan bildiğimiz Şam kaste­dilmiyor, aksine Şam'dan, Yezid ve onun gibi düşünce ve karakterlere sa­hip olan kişilerin bulunduğu yer kastediliyor... Kadiyan (Mirza Gulam Ahmed'in doğup büyüdüğü ve peygamberliğini ilan ettiği, Pakistan'ın Pencap Eyaletinde bulunan küçük kasaba) kasabasının etrafında Yezid'in düşüncesi ve huyunda olan pek çok kişi var ve bu açıdan Şam'a benzemek­tedir". (Evhâm'ın Def i "İzâle'yi Evham" s. 63-73).

Bundan sonra da yine bir zorluk vardı. Hadislere göre, Meryem oğlu beyaz bir minarenin yanında ortaya çıkacaktı. Bizim "Mesih" bununda bir çaresini düşündü ve gelip bu minareyi kendisi yaptırdı. Saf ve sade müslümanlar için, adı geçen minarenin hadislere göre daha önceden bu­lunması gerekirken "Vaadedilen Mesih'in bunu sonradan istediği yerde yaptırdığını düşünme ve anlamalarının mümkün olmadığı hesaplanmış ol­sa gerek.

Son bir pürüz daha vardı ve bu kolay bir mesele değildi. Hadislere göre, Meryem oğlu Îsa, Deccâl'i Lod kapısında öldürecekti. Bu zor mese­lenin üstesinden gelinmek için türlü çeşit te'vil ve hilelere başvuruldu. Bazen, Lod'un, Kudüs'ün köylerinden biri olduğu teslim edildi (Evhâm'in Defi, İzâle-yi Evham, Lahor baskısı, s. 220). Bazen, Lod kelimesinin as­lında yersiz kavga çıkaran kişiler için kullanıldığı ileri sürüldü. Yani bu zât'a göre, Deccâl'in yersiz ve sebepsiz çıkardığı kavga ve olaylar son haddini bulunca, bu kavga ve tartışmalara son verilecektir. (Evhamın Defi, s. 730). Fakat bunlar da tatmin edici bulunmayınca, Lod'tan, Ludhiyana (Hindistan'ın Pencap Eyaletinde bulunan bir kent) şehri kastedildiği, bu şehrin kapısında Deccâl'in öldürülmesinden de bütün muhalefet ve karşı koymalarına rağmen, Mirza Gulam Ahmed'in eline ilk önce bu kent­te biat edilmesi kastedildiği iddia edildi (el-hud'a, s. 91).

Bu te'vil ve sudan gerekçeleri gören herkes, Mirza Gulam Ahmed'in peygamber ve "Vaadedilen Mesih" olarak ortaya çıkışının düpedüz bir ya­lan ve sahte bir kişiliğe bürünme olayından başka bir şey olmadığını he­men anlayacaktır.

5.4. AHMEDÎ VEYA KADIYANÎLERİN BATIL FİKİRLERİNİN REDDİ

5.4.1. Nass'lardan Kaçış

Bir mesele, Allah (cc.) ve O'nun Rasûlü (a.s.) tarafından açık seçik nass'lar ile halledilmişse, bu sahih nassları bir yana bırakıp, aslında ko­nuyla doğrudan ilişkisi olmayan başka âyet ve hadislerden gelişigüzel an­lamlar çıkarmak hakikaten büyük bir günah ve dalalet olup, açıkça Allah'a ve Peygamber (a.s.)’e isyan etmektir. Cenab-ı Allah ve Rasûlullah (a.s.)'ın emir ve talimatına alenen karşı gelip başka bir yol tutmak şirktir. Ama bundan daha korkunç olanı, Allah ve Resûlü’nün emir ve talimatına tam aykırı hareket etmesine rağmen bu davranışı yine Allah ve Rasûlü'nün söz ve buyruklarına başka başka anlamlar vermek suretiyle haklı çıkarmaya çalışmaktır.

Bu gibi iş yapanların içtenlikle Allah ve Rasûlü'nü tanıdıkları şüpheli­dir. Efendimiz, Muhammed Mustafa (a.s.)'nın son peygamber olup olma­ması sorunu, ya da kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelip gel­memesi meselesi hakkında karar vermek maksadıyla (Nisa; 49) ve (A'raf; 35) sûrelerine baş vurmamız ancak bazı belli nasslarda Allah Ve Rasûlü'nün kesin açıklamalarda bulunmadıkları durumda gerekebilirdi. Fakat, daha önce gördüğümüz gibi, Kur'ân-ı Kerim'in "Hatem-en Nebiy­yin" ayetinde ve Hz. Peygamber'in sayısız hadislerinde bu hususta sarih ve kesin açıklamalar yapılmışken sadece yukarıdaki ayetlere müracaat et­mek ve bunlardan sarih nassları tam tersine mana çıkarmak en azından Allah'tan korkmayan ve öldükten sonra O'nun huzuruna çıkmayacağına inanmış olan, doğru yoldan sapmış bir kişinin tavrı ve hareketi olabilir. Bu meseleyi şöyle bir misalle açıklamak mümkündür. Diyelim ki, Pakis­tan Ceza Kanunlarının belli bir maddesine göre belli bir fiil kesin suç sa­yılmıştır. Ancak bir kişi kalkıyor ve bu maddeyi yok sayarak diğer ceza ve medeni kanunlarda, bir tek cümle, bent ve hatta bir tek kelimeyi, bu fii­lin suç olmadığını göstermek için araştırmaya koyuluyor. Böyle tuhaf ve saçma bir davranış, dünyanın hiçbir adlî ve idarî mercileri tarafından dik­kate değer sayılmazken Yüce Allah'ın mahkemesinde geçerli kabul edile­bilir mi?

5.4.2. Zoraki Deliller

Ayrıca, Ahmedî veya Kadiyani'lerin bin bir kuyudan su getirip tahrif ve te'vile çalıştıkları âyet ve hadisleri okuyan bir kişi, bunların aklının nerede olduğuna hayret ediyor ve zorla çıkarmak isledikleri anlamlardan ta­mamıyla farklı anlamlar görünce şaşıp kalıyor. Bu beylerin boy hedefi, daha doğrusu deneme tahtası yaptıkları ayetlere isterseniz göz. atalım:

Kur'ân-ı Kerim'in Nisa Suresi'nin 49 ncü âyeti şöyledir: "Kendi nefis­lerini temize çıkaranları görmez misin? Öyle değil, Allah dilediğini temi­ze çıkarır. Onlara hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar bile zulüm yapıl­maz." Burada anlatılmak istenen nokta, Allah ve Peygamberi'ne itaat edenlerin yerinin sıddîk, salih ve şehitlerle beraber olmasıdır. Bundan, Al­lah ve Resûlü'ne itaat edenlerin, ya peygamber ya sıddîk, salih veya şehit­ler olabileceği nereden çıkarılıyor? Sonra, Hadid Süresinin 19. âyetine ba­kın: "Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, Rabbları katında çok sa­dık olanlarla, şehitler gibidirler." Bundan anlaşılacağı gibi, iman ve itaatin meyvesi, Allah katında sâdık ve şehitlerin mertebesine yükselmektir. Pey­gamberlere gelince, onları görmek, onlara refakat etmek en büyük şereftir. Bir hayır iş ve sevaplı fiilin meyvesi nebi veya peygamber olmak değildir. Zâten yukarıdaki âyetlerde de Allah'a ve Resûlü’ne itaat etmekle bir kişi­nin peygamber olabileceği hiçbir şekilde ifade edilmemiştir. A'raf Sûresinin 35. ayetinde söylenen, "Ey Adem oğulları, size içinizden ayetlerimi anlatan peygamber geldiğinde, ittika edip, ıslah-ı hal edenlere korku yoktur" sözleri ise aslında aynı sure'nin 11. âyetinden 36. âyetine kadar devam eden konu ile ilgilidir. Bu ayetler bir arada incelendiğinde Allahu Teâlâ'nın, kullarıyla söz konusu konuşmasının dünyanın, göklerin ve hatta bütün kâinatın yaratıldığı sırada geçtiği anlaşılacaktır. Şimdi bir yandan, insanların henüz yaratıldığı ve peygamberlerin çeşitli devirlerde dünyaya gönderileceği gerçeğini, bir yandan da bu ayetteki sözleri gözü­nüzün önünde bulundurun. Acaba bu durumda, bu ayette Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra ortaya çıkacak peygambere itaat edilmesi gerektiği emri­nin bulunduğunu söyleyebilir misiniz? Bu ayetin yakından ilgili olduğu bir hadise varsa o da, Hz. Adem ve zevcesinin Cennet'ten çıkarılıp yeryü­züne gönderilmesi ve insanların O'na ve O'ndan sonraki peygamberlere itaat etmeleridir.

5.4.3. A'râf Sûresinin 35. Ayetinin Gerçek Anlamı

Ahmedî veya Kadiyanîlerin yaptıklarının tersine A'raf suresinin 35. âyetini siyâk-u sibak ile incelediğimizde, Allahu Teâlâ'nın burada gerçek­ten ne dediğini daha iyi anlayabiliriz. Aslında, 35. âyette geçen sözler, A'raf sûresinin 2. rükû'sundan 4. rükûsuna kadar devam eden konunun bir parçasıdır. İkinci rükü’da Hz. Adem ile Havva'nın hikâyesi anlatılmış, da­ha sonra üçüncü ve dördüncü rükü'da kıssadan hisse çıkarılmıştır. Bu çer­çeve içinde 35. âyeti okursak, "ey Adem oğulları" diye başlayan sözlerin, dünya ve kâinatın yaratıldığı /-.amana ait olduğunu anlarız. Bu sözlerin, Kur'ân-ı Kerim'in Hz. Peygamber'e indirildiği zamanla hiç ilgisi yoktur. Başka bir deyimle, kâinat yaratılırken, Yüce Allah, insanları, kurtuluşları­nın peygamberlerinin getirecekleri emir ve talimata uymalarında olduğu­nu tenbih etmiştir.

Otuz beşinci âyette yer alan ifade ve benzerleri, Kur'ân-ı Kerim'de üç ayrı yerde ve üçü de Adem ile Havva olayı ile ilgili olarak geçmiştir. Bi­rinci ayet, Bakara sûresinde(38.) ikinci ayet, A'raf sûresinde (35.) ve üçüncü âyet, Tâhâ sûresinde (123.)dir. Bu üç âyetin muhtevası ve şartları ile ortamı da hemen hemen aynıdır. Kur'ân-ı Kerim'in belli başlı bütün müfessirleri, diğer âyetler gibi A'raf sûresinin 35. âyetinin de Hz. Adem ve Havva ile ilgili olduğu konusunda birleşiyorlar. Nitekim, Allâme İbn Cerir, kendi tefsirinde, Hz. Ebu Seyyâr-üs Sülemî'nin şu sözlerine yer ver­mektedir: "Allah Teâlâ, burada Hz. Adem ile ümmetine aynı anda hitap etmiştir". İmam Râzi de Kur'an-ı Kerim'in tefsirinde şöyle demektedir: "Burada, Allah'ın, Hz. Muhammed (a.s.)’e hitap ettiği düşünülürse, o za­man bütün ümmetlere kendi sünnetini bildirdiği anlaşılacaktır. Zira, Hz. Peygamber, âlemlerin rahmeti ve peygamberlerin sonuncusudur." Allâme, Alûsi, "Tefsir-i Ruh-ul Me'ânî"sinde şunları söylemekledir: "Burada, 'Adem oğulları' deyimini, sadece Hz. Rasûl-ü Ekrem (a.s.)'in ümmeti ola­rak kabul etmek, zahiri mana ve mantığa aykırıdır. Çünkü, burada tek peygamber değil, 'peygamberlere mahsus 'rasûl' kelimesi kullanılmıştır." Allâme Alûsî'nin tefsirine göre, burada Allah'ın sadece Hz. Muhammed (a.s.)'in ümmetiyle konuştuğu farz edilirse, o zaman, "sizlere peygamberler gelecek" deyimi kullanılmamalıydı, çünkü müslüman ümmetine tek bir Rasûl (a.s.)'dan başka bir rasûlün gelmesi söz konusu değildir.

5.4.4. Mü'minûn Sûresinin 51. Ayetinin Anlamı

Mü'minûn sûresinin 51. âyetini de siyak-u sibak'tan ayırmazsak, Ahmedî veya Kadiyanî’lerin çıkardığı anlam çıkmaz. Bu âyette anlatılan konu ikinci rükû’dan başlıyor ve aynı şekilde devam ediyor. Arada geçen âyetlerde Hz. Nuh'tan başlayarak, Meryem oğlu Îsa’ya kadar çeşitli çağ­larda peygamberler ile ümmetlerinin durumundan bahsedilmiştir. Bu âyetlerde her yerde ve her devirde peygamberlerin tek bir vaaz ve tek bir telkinde bulundukları, hepsinin takip ettikleri yolun aynı olduğu ve hepsi­ne Allah'ın rahmet feyzinin yağdığı dile getirilmiştir. Bu âyetlerde, pey­gamberler ve onlara itaat edenlerin durumuna da değinilmiştir. Bu açıkla­manın ışığında söz konusu ayette ne denildiğine bakalım. Ayet şöyledir: "Ey peygamberler, temiz ve helal şeylerden yeyin. Güzel amel işleyin. Ben sizin yaptıklarınızı bilirim." Burada, Ahmedîlerin dediği gibi, "Ey peygamberler, ki siz, Muhammed (a.s.)'den sonra geleceksiniz, temiz ve helâl şeylerden yiyin" denmiyor. Demek istenen şey apaçık ortadadır. Ya­ni Allahu Teâlâ, Hz. Nuh (a.s.)'dan Hz. Muhammed (a.s.)’e kadar dünyaya gelen bütün peygamberlerden helâl rızık yemesini ve iyi amel yapmasını istemiştir.                                                                                                                                                                                                                                                                     

Müfessirler, bu âyette de, Hazreti Muhammed (a.s.)'den sonra pey­gamberlik kapısını açacak şekilde herhangi bir anlam çıkarmamışlardır. Bu konuda tereddüdü olanlar çeşitli tefsir kitaplarının ilgili bölümlerini okuyabilirler.

5.4.5. Kadıyanî'lerin, Hadislerden Çıkardıkları Yanlış Deliller

"Eğer Muhammed (a.s.)'in oğlu İbrahim yaşamış olsaydı, peygamber olurdu" yolundaki hadisi Kadiyanîler kendi davaları lehinde kullanıyorlar. Ama bu delil de diğer asılsız iddiaları gibi, yanlış ve geçersizdir. Geçer­sizliğinin nedenlerini de şöylece sıralayabiliriz.

Birincisi, bu hadisin rivâyeti zayıftır ve kaynağı da sağlam değildir. Bu nedenle, muhaddisler bunun sağlam ve güvenilir bir hadis olmadığına işaret etmişlerdir.

İkincisi, Nevevî ve İbn-i Abdulberr gibi tanınmış muhaddisler bu ha­disin hiç güvenilir olmadığına kanaat getirmişlerdir. İmam Nevevî, "Teh­zib ul-Esmâ' ve'l Lügât" adlı kitabında şöyle demiştir:

"Daha sonradan gelenlerin, İbrahim'in hayatta olması halinde pey­gamber olacağı yolunda ettikleri rivayet, batıldır. Bu, gaip ile ilgili mese­leler hakkında gereksiz ahkâm kesmeye kalkışmak ve hiç düşünmeden büyük lâflar söylemekten başka bir şey değildir." Allame İbn-i Abdulberr ise "Temhîd"de şöyle yazmaktadır:

"Bunun ne gibi bir rivâyet olduğunu anlamam zordur. Hz. Nuh'un (a.s.) evlâdının peygamber olmadığına şahidiz. Halbuki, peygamberin evlâdının da peygamber olduğu gibi geçerli bir kural olsaydı, o zaman bu­gün herkes nebi ve peygamber olacaktı, zira biz bugün hepimiz Hz. Nuh'un evlatları sayılırız."

Üçüncüsü, çeşitli hadis kitaplarında, bu rivâyetin, Hz. Peygamber'e değil, sahabelere ait olduğu belirtiliyor. Muhaddisler aynı zamanda açık­lamalarda bulunup, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir peygam­berin doğacağı söz konusu olmadığı için, Cenab-ı Allah'ın İbrahim'i yanı­na çağırdığına işaret etmişlerdir. Meselâ, Sahih-i Buhârî'de yer alan şu ha­dise bakın:

"İsmail bin Ebi Halid diyor ki, ben Abdullah bin Ebû Evfâ'ya sordum, 'siz Rasûlullah (a.s .)'ın oğlu İbrahim'i gördünüz mü?' Dedi ki, 'o bebek­ken vefat etti', eğer Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra bir pey­gamber göndereceğine karar vermiş olsaydı, o zaman oğlu yaşamış ola­caktı. Ama, Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra başka bir peygamber yoktur". (Buhari, Kitab'ul Edep, Peygamberlerin İsmi Bölümü).

Buna benzer bir hadis, Hazreti Enes (r.a.) tarafından rivâyet edilmiş­tir. İlgili sözler şunlardır:

"Eğer o (İbrahim) yaşasaydı, nebi olacaktı, ama yaşayamadı. Çünkü Nebiniz (Hz. Peygamber) son Peygamber'dir" (Tefsir-i Ruh ul Me'ânî, cilt: 22, s. 3).

Dördüncüsü, sahabeler, muhaddisler ve diğer ulema bu konuda gere­ken açıklamaları yapmamış olsalardı dahi, bu hadisin sağlam ve güvenilir olmadığı yine de ortaya çıkacaktı. Çünkü, Hadis ilminin başlıca kuralla­rından biri de, tek bir rivâyetin genelde hadislerin muhtevası ve ruhuna aykırı olması halinde, bu hadisin veya rivâyetin dikkate alınmaması yö­nündedir. Şimdi, peygamberlik kapısının Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra tamamıyla kapandığı yolunda sayısız muteber hadis dururken böylesine zayıf bir rivâyete itibar edilebilir mi?

5.4.6. Son Söz

Gerek Kur'ân-ı Kerîm, gerekse hadis-i şeriflere göre peygamberliğe iman, dinin esaslarından biridir. Böylesine önemli bir konuda Cenab-ı Hak ve Rasûlullah'ın, insanları karanlıkta bırakmaları düşünülemez. Bu sebeple, peygamberliğin hitamı meselesine tam bir açıklık ve kesinlik ge­tirilmiştir. Zâten Hazreti Muhammed (a.s.)'den evvel hiçbir zaman, pey­gamberlik silsilesinin tamamlandığı, bundan böyle herhangi bir peygam­berin gelmeyeceği belirtilmemişti. Çünkü, peygamberlik kapısı açıktı ve peygamberlerin gelişi durmamıştı. Bu itibarla, bir kimsenin peygamberlik silsilesi bitmiştir diye söylemesi söz konusu bile değildi. Bunun aksine, peygamberler kendilerinden sonra gelecek peygamberler hakkında bir ta­kım kehânet ve işaretlerde bulunurlardı ve kendi ümmetlerinden onlara itaat etmelerini isterlerdi. Fakat bu âdet ve anane Hazreti Peygamber efen­dimiz (a.s.)'in dünyaya gelmesinden sonra ortadan kakmış oldu. Bu nok­tayı hem Kur'ân-ı Kerim, hem de hadisler ehemmiyetle ortaya koydular. Hem Allah, hem de O'nun sevgili Rasûlü daha sonra herhangi bir pey­gamberin gelmeyeceğini önemle belirttiler.

Ahmedî veya Kadiyanîler "Hâlim'ün Nebiyyin" veya "Hatem en-Nebiyyin" deyimini canlarının istediği gibi kullanmalarım ve bundan kendi­lerine göre bir takım anlamlar çıkarmaya çalışmalarına rağmen hiç olmaz­sa, bu deyimin bir anlamının da "peygamberlerin sonuncusu" demek oldu­ğunu her halde kabul ediyorlardır. Ayrıca, milyonlarca müslümanın, İslâm dininin doğuşundan bu yana bu kelimelerden aynı mânâyı çıkardıkla­rının da herhalde farkındadırlar. O halde, Yüce Allah ile sevgili Peygam­beri'nin, muazzam müslüman camiasında, ancak devede kulak misali olan Ahmedî veya Kadiyanîlerin anlayabileceği şekilde muğlak ve anlamsız bir deyim kullanabilecekleri düşünülebilir mi, Allah korusun doğruyu, bir elin beş parmağı kadar olan sadece bu İnsanlar mı biliyorlar? Buna karşı­lık, Yüce Allah, Hz. Rasûl sahabeler, yüzlerce ve binlerce ulema, muhaddis, müfessir, fakih ve diğer milyonlarca mü'min 14 asırdan beri bu deyi­mi yanlış mı kullanıp anlaya gelmişlerdir?

Onun için, bu hususta kim ne derse desin, ne kadar sempatik yüzle ve ifade ile gelirse gelsin, ne kadar tatlı dil kullanırsa kullansın ne kadar çok başarılı işler yaparsa yapsın, onun peygamberlik iddialarını hiç düşünme­den elimizin tersiyle bir yana atacağız. Çünkü yeni bir peygamberin gel­meyeceğinden eminiz. Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra peygamberliğe son verilmiş ve peygamberlerin gelişi durmuştur. Peygamberlik iddiasın­da bulunan herkesi şiddetle tekzip edeceğiz, lanetleyeceğiz. Bunu yapma­mız küfür bile sayılsa hiç çekinmeyeceğiz, hiç yılmayacağız. Çünkü biz bu hususta kendimizin doğru yolda olduğundan tamamıyla eminiz ve biz kıyamette Yüce Allah'ın huzuruna çıktığımızda kendimizi Kur'ân-ı Ke­rim'in açık ifadeleri ile Hz. Peygamber'in mübarek hadisleriyle savunaca­ğız!

 



[1]  Dördüncü bir şık olarak bir peygambere yardımcı olmak için başka bir peygamberin gön­derilmesi düşünülebilir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'de buna benzer sadece iki misal bulunduğu için bu­nu dördüncü ihtimal olarak ele almadık. Bu iki misalden, Allah'ın belli bir kural olarak dünyaya yardımcı peygamberler gönderdiği sonucunu çıkaramayız. (Mevdudî).

[2]  Ahmedilik (Kadıyanilik) ve Mirza Gulam Ahmed Kadıyanî hakkında daha geniş bilgi için bak: "Kadıyanilik Nedir?"; Mevdudî.

[3] Burada biz sadece üç lügatten söz ettik. Fakat mesele sadece bu üç lügatle sınırlı değildir. Arapça lügatlerin hangisini ele alırsanız alın, orada " Hâtim" kelimesinin aynı şekilde tercüme ve tefsir edildiğini görürsünüz.. Fakat dini inkâr edenler, lügat veya sözlükler gibi kitaplar ve kelime­nin sözlük anlamını da bir yana bırakıp bunu tevile kalkışmışlardır. Onların mantığına göre nasıl ki, "Hatem-en şu'ara", "Hatem-el fukaha" ve "Hatem-el mufesserîn" kelimeleri,"şairlerin, fakihlerin ve müfessirlerin sonuncusu" değilse, ve bunlardan sonra da çok sayıda şair, fakih ve müfessir doğmuşsa, "Hâtem-en Nebiyyin" ifadesi de "Peygamberlerin sonuncusu" anlamına gelemez. Onlara göre, yukarıdaki tabirler bir kişinin meziyet ve yetenekleriyle ilgilidir ve bu tür la­kapların verilmesinin maksadı, söz konusu kişiden sonra da aynı dalda kişilerin doğabileceği ancak yetenek ve meziyet bakımından ona yetişmeyeceğini göstermekledir. Ne var ki, yukarıda bahsedi­len lâkap kime verilmişse, mübalağa yapılarak verilmiştir. Mübalağalı bir sözü gerçek bir kelime ve tarif olarak kabul etmek herhalde Ahmedîlere mahsus bir davranış olsa gerek. Bu itibarla, "Hâ­tem" veya "Hâlim" kelimesini "faziletli" ve "yetenekli" şeklinde açıklamaya imkân yoktur. Bunları ancak Arapça grameri ve filoloji kurallarını bilmeyen biri söyleyebilir. Hiçbir dilde, me­câzen veyâ benzeme şeklinde kullanılan bir kelimenin gerçeklen aynı anlam taşıdığı görülmemiş­tir. Siz bir Arab'a "Câ'e Hatem-ul kavmi" derseniz, o hiçbir zaman bunun anlamının "kabilenin en faziletli ve en yetenekli üyesi gelmiştir" olduğunu söylemeyecektir. Dese dese sadece, basit ve olağan anlamı olan, "bütün kabile gelmiştir, hatta geride kalan son üyesi de gelmiştir" diyecektir.

Bunun dışında şu hususu da unutmamalıyız ki, "Hâtem-eş şu'ara", "Hâtem-el fukahâ" ve "hâlem el-müfessirin" gibi unvan ve lakapları verenler insanlardı ve İnsanlar bu tür unvan ve lakapları verirken o yetenekle bir insanın daha doğmayacağını bilmek durumunda değildiler. Bu bakımdan insanların verdikleri bu tür unvanlar yalnızca birer abartma olarak görülmelidir. Oysa, yetenek bakımından olsa dahi, Allah (cc.) birine "Hâtem" derse pek muhtemeldir ki bu kelimeyi gerçek anlamda kullanmakladır. Yani ne kişilik ne yetenek bakımından böyle bir dünyaya bir daha gelmeyecektir. O halde eğer Allah birine "Hâtem-en Nebiyyin" diyorsa pek mümkündür ki on­dan sonra başka bir nebi ve peygamber gelmeyecektir. Çünkü Allah her şeyi bilendir. (Mevdudi).

[4] Nübüvvet'in hitamına karşı çıkanlar bu hadisi kentlileri lehinde kullanmaya çalışıyorlar ve diyorlar ki; "Burada Hz. Peygamber kendi camiine son cami demiştir. halbuki, bu caminin dı­şında da daha sonraki çağlarda yüzlerce ve binlerce camiler inşa edilmiştir. Aynı şekilde eğer ken­disine "son peygamber" diyorsa, bu da kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği manasına gelmemelidir. Takat fazilet ve üstünlük bakımından hum kentlisi, hem camii, son sayıla­bilirler." Ama bu teviller gösteriyor ki bu kötü niyetli kişiler ya Allah'ın kitabını ve peygamberin hadislerini anlama yeteneğini yitirmişlerdir yada kasıtlı olarak Müslümanları kötü yola sevk etmeye çalışıyorlar. Sahih-i Müslim'de geçen yukarıdaki hadis ve bununla ilgili diğer bütün hadisler in­celendiğinde Hz. Peygamber'in kendi camiine neden "son cami" dediği kolayca anlaşılır. Bu ha­dislerde sadece üç caminin, dünyanın diğer camilerinden üstün olduğu ve oralarda namaz kılmanın büyük bir fazilet olduğu anlatılmıştır ve sadece bu üç camide nama/ kılmak için uzun seyahatlere izin verildiği belirtilmiştir. Bunlar Mescid-ul Haram (Hz. İbrahim'in yaptığı cami), Mescid-ul Aksâ (Hz.Süleyman'ın yaptığı cami) ve Mescid-i Nebevi (Hz Peygamber'in temelini attığı Medi­ne'deki cami)dir. Burada Hz. Peygamber dernek isliyor ki, benden sonra dünyaya başka bir pey­gamber gelmeyeceği için bahsettiğim camiden fazilet, meziyet ve üstünlük bakımından daha üstün bir cami bir daha yapılmayacaktır ve bu son camidir. (Mevdudi).

[5]  Hanefiye, Benu kabilesinin kadını demektir.

[6] Vaadedilen Mesih'in, Kur'ân-ı Kerim ile hiç ilgisi yoktur. Bu mevzû sadece hadislere ait­tir. Şimdi, bir Mesih'in geleceğini kabul eden bir kişi hadisleri kabul etmelidir, hadisleri ka­bul etmemek demek o Mesih'in gelişini de önemsememek demektir. Hatla hadislerin varlığını ka­bul etmeyen Mesih'in varlığını da inkâr etmiş ulur. Siz. akide ve inancınızı hadislere dayandıracak­sınız, ama Mesih'in gerçek durumunu ortaya koyan muteber hadisleri reddedeceksiniz., bu saçmalık değilse nedir?

[7] Haç'ı kırmak ve domuzu öldürmek, Hıristiyanlığın ayrı bir din olarak ortada kalmayacağı anlamına gelir. Hıristiyanlığın temeli, Allah'ın kendi oğlunu (Hz. İsa) çarmıha gerdirerek insanların günahının bedelini ödediği inancına dayalıdır. Hıristiyanlığın özelliklerinden biri de helâl ve haram arasındaki farkı ortadan kaldırmış olmasıdır. Nitekim diğer bütün peygamberlerin haram etliği do­muzu Hıristiyanlar helâl saymışlardır. Dunun için Hz.. Îsa kendisi dünyaya gelip, "ben Allah'ın oğlu değilim, ben çarmıha gerilmedim, ve bu sebeple haç'ın kutsallığı da yoktur" diyecektir. Ayrıca do­muzu helâl etmediğini de fiilen gösterecektir.

[8] Başka bir deyimle, bulun milletler arasındaki ihtilaflar kalkacak ve tek bir "İslâm ümme­ti" olacaktır. Böylece ne aralarında savaş olacaktır ne de zımmilik ve cizyeler.

[9] Yani, Müslümanlar namaz, kılarken imamlığı, tiz. Îsa yapmayacak, aksine Müslümanların imamının arkasında namazını edâ edecektir.

[10] Medine'ye 33 mil uzaklıkla bir yerin adı.

[11] Şurası unutulmamalıdır ki, o devirde Mesîl-i Mesih adıyla anılan kişi hayatında ne hac ne umre edâ etmişti.

[12]  Lod veya Lyoda, halen İsrail'de Tel Aviv yakınlarındaki meşhur havaalanının bulunduğu yer.

[13] Bu sözler Hz. Abdullah bin Amr bin As'ındır

[14] Sözlük anlamı "yer hayvanı" olan bir çeşit hayvan

[15] Bugün Afik değil, Fik olarak bilinen kasaba, Suriye-İsrail sınırında bulunmaktadır. Bu­nun biraz ilerisinde batıda birkaç mil ötede, Ürdün şehrinin menbası olan Taberriye gölü vardır. Bunun güney batısına Pik (Afik) tepesi, denilir.

[16] Böyle bir şeyin olacağına inanmayan biri el-Bakara suresinin 259. ayetini dikkatle oku­malıdır. Burada Allah şöyle diyor: "Allah onu yüz sene öldürdü. Ve sonra tekrar diriltti."

[17] İslâm uleması bu meseleye tam bir açıklık getirmişlerdir. Allâme Taftazani (722-792 H.) "Şerh-i Akaid" adlı eserinde şöyle diyor: "Hz. Muhammed (a.s.)'in son peygamber olduğu sa­bittir... Eğer kendisinden sonra da Hz. İsa'nın inişinden bahsedildiği söylenirse, biz deriz ki; evet hadislerde kendisinden bahsediliyor, ama o Hazreti Muhammed (a.s.)'a tabi olacaktır. Zira İsa'nın şeriatı iptal edilmiştir. Bu sebeple, ne kendisine vahiy gelecek ne de o yeni emirler getirecektir. Aksine Rasûlullah (a.s.)'ın naibi durumunda olacaktır." (Mısır baskısı, s. l35). İmam Râzi bu ko­nuyu daha açık bir şekilde ortaya koymuştur: "Peygamberlik devri Hz. Muhammed (a.s.) ile ka­panmıştır. Rasûlullah dünyaya geldikten sonra peygamberlerin gelişine son verilmiştir. Dolayısıy­la, Hazreti İsa'nın dünyaya geldikten sonra Hz. Muhammed Mustafa'ya tabi olacağı şüphe götürmez bir husustur." (Tefsir-i Kebir, cilt: 111, s. 343).

[18] Gerçi iki hadis (No: 5 ve 21)'te, Hz. İsa'nın geldikten sonra ilk namazı kendisinin kıldıra­cağı belirtilmiştir. Fakat diğer hadislerde (3,7,9, 15 ve 16) namazı kıldırmaktan vazgeçip bu vazi­fenin Müslümanların imamı tarafından yerine getirilmesini isteyeceği açıklanmıştır. Bu hususta bü­tün muhaddis ve müfessirler ittifak halindedirler