Beşinci Bölüm: PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI
5.1.
PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASININ GERÇEK ANLAMI VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER
5.2.
PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
5.3.
VADEDİLEN MESİH HAKKINDAKİ HADİSLER
5.4.
AHMEDÎ VEYA KADIYANÎLERİN BATIL FİKİRLERİNİN REDDİ
Beşinci
Bölüm: PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI
5.1.
PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASININ GERÇEK ANLAMI VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER
5.1.1. Peygamberliğin Sona Ermesi İle İlgili
Açıklamalar
İnsan kültür ve medeniyeti,
herhangi bir nebinin öğreti ve mesajı geniş bir toprak parçasına ve büyük
kitlelere yayılabilecek ve herhangi bir cemiyet veya millet bir nebinin
talimatını, fiilen yarattığı eserleri koruyarak bütün dünyaya ulaştırabilecek
duruma gelinceye kadar Nübüvvet zinciri devam etti ve çeşitli milletler ile
ülkelere nebiler gönderildi. Ancak bir yandan bir nebinin mesajının
uluslararası ve hata evrensel boyutlara varmasına imkânlar sağlayan medeni ve
kültürel gelişmeler ve diğer yandan ilâhî kitap ve kitabı getirenin siretini
ve talimatını olduğu gibi muhafaza edip dünyaya yayabilecek bir ümmetin
doğması üzerine dünyaya yeni bir peygamberin gönderilmesine hâcet görülmedi.
Ve bu şekilde peygamberlik zinciri bu noktada son bulmuş oldu.
5.1.2. Hz. Peygamber (a.s.)'den Önceki Çağlarda Durum
Eskiden her cemiyete, her millete
ve her memlekete peygamberler gelirdi. Hatta bir millete bazen birkaç
peygamberin geldiği olurdu. Bu Peygamberlerin vaaz, telkin ve talimatı
nispeten küçük bir bölgeye yerleşmiş küçük grup ve cemiyetlere kadar sınırlı
olurdu. Bir peygamberin mesajının başka cemiyet ve milletlere ulaşması hemen
hemen imkânsızdı. Zira, o devirlerde muhtelif yerleşim merkezleri ve insan
grupları arasında herhangi bir bağlantı yoklu. Ulaşım zorlukları nedeniyle
birbiriyle temas etmeleri, kaynaşmaları mümkün değildi. Her millet adeta kendi
memleket hudutları içinde mahsur durumdaydı. Böyle bir durumda cihanşümul ve
geniş kapsamlı bir dini felsefe ve mesajın çeşitli milletlere yapılması söz
konusu değildi. Çeşitli toplumların durumu değişik olduğu için düşünce ve inançları
da değişikti. Her tarafta yaygın olan cehalet, iman ve ahlâkı temellerinden
sarsmıştı. Bu sebeple, Allah'ın peygamberlerinin her topluma ve her ulusa ayrı
ayrı şekilde ve metotlarla doğru yolu göstermeleri gerekti. Görevleri, sapık
düşünce ve inançlara yavaş yavaş son verip yerlerine doğru inancı tesis
etmekti. Amaçları, cahili düşünce, örf ve âdetleri ortadan kaldırıp en büyük
yaratıcı olan Allah'a ve O'nun kanunlarına saygılı olmalarını öğretmekti. Nebi
veya Rasûller, cahil ve yollarından sapmış olan toplumları tıpkı birer çocuk
gibi yetiştirmeli, onlara edeb ve terbiye öğretmeliydiler. Bu gibi ilâhî talim
ve terbiye için binlerce sene sarf edildi. Nihayet, insanoğlu talim ve
terbiyenin çocukluk devresini geçirip gençlik çağına girdi. Bilim, teknik,
sanat, ticaret ve kültürün gelişmesiyle milletler arasındaki ilişkiler de
arttı. Çeşitli uluslar ve toplumlar birbirini tanıdı, onlarla çeşitli alanlarda
temaslar kurdu. Çin ve Japonya'dan Avrupa ve Afrika'nın uzak köşelerine kadar
kara ve deniz yolları açıldı. Bazı kavimler yazıyı icat etti ve başkalarına
yaymaya çalıştılar. Okuma, yazma imkânlarının artmasıyla ilmi ve kültürel
değişim için zemin hazırlandı. Birkaç büyük hükümdar ve fatih ortaya çıktı ve
birkaç millet ile ülkenin bir tek siyasi nizamın altına girmelerine sebep olan
fütuhata giriştiler ve muazzam imparatorluklar kurdular. Böylece çok eski
çağlarda insan grupları arasında görülen irtibatsızlık ve kopukluk ortadan
kalktı. Artık tek İslâm dini, tek ilâhî felsefe ve şeriatın bütün dünyaya
yayılması için şartlar oluşmuştu. Aslında, bundan 2.500 yıl önce insan
uygarlığı o dereceye gelmişti ki insanoğlu kendiliğinden evrensel ve ortak bir
din aramaya başlamıştı. Nitekim, tam bir din sayılmayan ve sadece birkaç ahlâkî
ve sosyal kuraldan ibaret olan Budizm, Hindistan sınırlarını aşıp bir taraftan
Japonya ve Moğolistan'a kadar ve diğer taraftan Afganistan ve Buhara'ya kadar
yayılmıştı. Budist misyonerler dinlerini daha da uzak noktalara kadar ulaştırmaya
çabalıyorlardı. Gerçi Hz. Îsa (a.s.)'nın, beraberinde getirdiği din
İslamiyet’ti, ancak taraftarları bunun özünü değiştirip buna Hıristiyanlık
adını takıverdiler. Hıristiyanlar bu tahrif edilmiş dini İran'dan Afrika'ya ve
Avrupa'nın en ücra köşelerine kadar yaydılar. İşte bu hakikatler gösteriyor
ki, medeniyet ve kültürün gelişmesiyle İnsanlar büyük, geniş ve kapsamlı bir
dini kendiliğinden arar olmuşlar ve bu arzu ve ihtiyaçları öylesine artmıştı
ki, tam ve mükemmel bir din olmadığı halde eksik ve tahrif edilmiş dinleri
kabul etmeye başlamışlardı.
5.1.3. Din'in Tamamlanması ve Peygamberliğin Son
Bulması
İşte tam bu sırada bütün dünyaya
ve tüm insan ırkına hidayet yolu gösterecek bir peygamber, Arap topraklarında
zuhur etti. Peygamberlerin bu en büyüğü ve en sonuncusuna, bütün dünyaya duyurmak
ve yaymak amacıyla dinlerin en mükemmeli bütün kaide ve kanunlarıyla birlikte
verildi.
Şimdi şu noktayı gözünüzden uzak
tutmayınız. Çağımızda İslâm'ı bilme ve benimsemenin gerçek ve doğru yolu, Hz.
Muhammed Mustafa (a.s.)'nın talimatı ve Kur'an-ı Kerim'den ibarettir. Hz.
Muhammed (a.s.) bütün İnsanlar için Allah'ın Resûlüdür. Peygamberlik silsilesi
onunla son bulmuştur. Allahu Teâlâ, insanlara vermek istediği kadar hidayetin
hepsini son peygamberiyle vermiştir. Şimdi Hakk'a talip olan ve Allah'ın hakiki
kulu olmak isteyen herkes Allah'ın son peygamberine iman etmeli, onun
peygamberliğine "âmenna" demelidir. Allah'ın doğru yolunu takip etmek
isteyenler için Hz. Muhammed (a.s.)'in talimatı ve bıraktığı eserleri kabul
etmek ve onlara göre hareket etmekten başka çare yoktur.
5.1.4. Peygamberliğin Son Bulmasıyla İlgili Deliller
Peygamberliğin hakikati ve
hikmetini bilen bir kişi için peygamberlerin her gün doğmadığını anlamak zor
değildir. Ayrıca, her zaman ve her devirde, her milletin bir peygamberinin olması
şart değildir. Bir peygamber getirdiği talimatı ve mesajında yaşar. Talimat ve
mesajı yaşadıkça o da yaşar. Eski çağların peygamberlerinin aramızda
yaşadıkları söylenemez. Zira, onların getirdikleri talimat ya tahrif edildi ya
da rafa kaldırıldı. Onların getirdikleri ilâhî kitaplardan hiçbiri bugün asıl
şekilleriyle bulunmuyor. Adı geçen peygamberlerin taraftarları bile bugün
kalkıp ilâhî kitaplarda herhangi bir değişiklik yapılmadığını iddia edemezler.
Kitaplar bir yana, onlar peygamberlerinin siretlerini de unuttular. Önceki
peygamberlerin sözleri ve davranışlarıyla hayatları hakkında bugün hiç bir
muteber kitap veya eser bulunmuyor. Hatta, hayat hikâyeleri şöyle dursun, kesinlikle
hangi devirde, hangi yerde, hangi millet arasında doğdukları, nasıl
yaşadıkları, hangi vaaz ve telkinlerde bulundukları, hangi şeyleri yasakladıkları
bilinmiyor. Fakat buna karşılık, Hz. Muhammed (a.s.)'in hayatı ve bıraktığı
eserlerine bakın. O'nun peygamberliği hâlâ geçerlidir, çünkü O'nun getirdiği
talimat ve mesaj yaşamakladır. Getirdiği ilâhî kitap "Kur'an-ı Kerim"
hâlâ eski şekliyle karşımızda duruyor. Bir tek harfi, bir tek noktası ve bir
tek hareke ve işareti değişmemiştir. Hazreti Peygamber (a.s.)'in mübarek
hayatının her dönemi, sözleri, fiilleri hepsi aynen muhafaza edilmiştir. Bugün
1300 yıl geçmiş olmasına rağmen bu kayıt ve yazıların aynasında Hz.
Peygamber'i kendi gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Gerçek odur ki, dünyada
hiçbir tarihi şahsiyetin tercüme-i hâl'i ve sireti böylesine itina ve ihtimamla
korunmamıştır. Hayatımızın hemen hemen her dönemecinde Hz. Peygamber (a.s.)'in
mübarek hayatından ders alabiliriz. İşte bu gerçek, Muhammed (a.s.)'den sonra
başka.bir peygambere ihtiyaç olmadığının en büyük delilidir.
Bir peygamberden sonra başka bir
peygamberin gelmesi için sadece üç sebep olabilir:
1. İlk peygamberin talimat ve
mesajı kaybolup gitmiş ise, yeni bir talimat ve mesaja ihtiyaç duyulur.
2. Önceki peygamberin talimatı ve
mesajı mükemmel değilse onda bazı değişiklik ve ilâveler yapmak gerekir.
3. Önce gelen peygamberin talimatı
sadece belli bir millet veya ümmete mahsus ise başka milletlere yeni peygamber
gönderilir [1].
Bu üç sebepten hiçbiri halen
ortada yoktur. Şöyle ki:
1-Hz. Muhammed (a.s.)'in talimatı
hâlâ olduğu gibi duruyor.
Hz. Peygamber'in hangi dini tebliğ
ettiği, ne gibi bir hidayet getirdiği, ne gibi bir hayat tarzı tavsiye ve
tasvip ettiği ve ne çeşit adet ve ananelerin yasaklanmasını emrettiğini
öğrenmemiz için bütün kaynaklar asıl şekilleri ile duruyor. Kısacası, Hz.
Peygamber (a.s.)'in getirdiği din ve gerçek talimatı herhangi bir değişikliğe
uğramamış ve ortadan kalkmamışsa bunları yeniden anlatmak için yeni bir
peygamberin gelmesine ne ihtiyaç olabilir ki?
2- Hz. Peygamber (a.s.)
vasıtasıyla dünyaya İslâmiyet mükemmel şekliyle öğretilmiştir. Bu mükemmel din
ve hayat nizamına herhangi bir şey ekleyecek veya fazlalığı azaltacak bir
nebiye ihtiyaç duyulmadığı için başka bir nebi de gönderilmeyecektir.
3- Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)
şu ya da bu millet için değil bütün dünyaya nebi olarak gönderilmiştir.
Getirdiği talimat ve mesaj bütün insanlığa yetecekti. Dolayısıyla başka
herhangi bir millete bir nebinin gönderilmesine gerek yoktur.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki
Hazreti Peygamber'e "Hâtim'ün Nebiyyin" (Nebilerin Sonuncu, Peygamberliğe
Son Veren) denilmiştir. Yani, Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlik silsilesini
sona erdirmiştir. Dünyanın artık başka bir nebiye ihtiyacı yoktur. Sadece
Rasulü Ekrem'in yolunu takip eden ve bu yola başkalarını davet edenlere
ihtiyaç vardır. Bu İnsanlar Hz. Muhammed (a.s.)'in talimatını anlayıp tatbik
edebileler ve böylece Rasûlullah'ın getirdiği kanunlara dayalı bir yapıya
işlerlik kazandırabilirler.
5.1.5. Bütün İnsanlığın Hidayet Yolu
"(Ey Nebi), Biz seni bütün
insanlara müjdeleyici ve uyana olarak gönderdik, ama insanların çoğunluğu bunu
bilmez." (Sebe; 28)
Bu ayette, Hz. Peygamber (a.s.)'in
sadece bir şehir, ülke veya belli bir zaman için değil, bütün İnsanlar ve her
zaman için nebi olarak gönderildiği, ancak, yaşadığı çağın insanları ve vatandaşlarının
onun değerini bilemedikleri belirtiliyor. Hz. Peygamber'in sadece kendi
memleketi veya zamanı için değil, kıyamete kadar bütün insanlığa peygamber
olarak gönderildiği Kur'an-ı Azimüşşan'da muhtelif yerlerde ve vesilelerle
anlatılmıştır. Meselâ:
"...Ve bu Kur'an bana vahiy
edilmiştir ki bunun vasıtasıyla sizi ve bunun ulaşabileceği herkesi
uyarayım". (En'am; 19)
"De ki, ey İnsanlar ben
göklerin ve yerlerin sahibi Allah'ın elçisiyim". (A'râf; 158)
"Ve ey Nebi, Biz seni ancak
dünyalara rahmet olarak gönderdik". (Enbiya; 10)
"Alemlere uyancı ve korkutucu
olsun diye Furkan'ı indiren (Allah) ne yücedir". (Furkan; 1)
Benzeri açıklamalar, Hz.
Muhammed'in çeşitli hadis-i şeriflerinde de yapılmıştır. Meselâ:
"Beyaz olsun, siyah olsun,
herkese gönderildim". (Müsned-i Ahmed: Ebu Musa Eş'ari'den rivayet).
"Ben genel olarak bütün
insanlara gönderildim. Halbuki, benden önceki bütün nebiler sadece kendi
milletlerine gönderilirdi". (Müsned-i Ahmed: Abdullah bin Amr'dan
rivayet).
"Eskiden her nebi bilhassa
kendi ümmetine gönderilirdi. Ben ise bütün insanlara gönderildim".
(Sahih-i Buhâri, Müslim, Câbir bin Abdullah'tan rivayet).
"Bi'setim (peygamberliğim) ve
kıyamet böyledir diye buyuran Hz. Muhammed (a.s.) bunu açıklamak için iki
parmağını kaldırıp bize gösterdi." (Sahih-i Buhâri ve Müslim).
Demek ki, Hazreti Peygamber konuyu
açıklamak için iki parmağın arasında başka bir parmak bulunmadığını belirtti.
Yani, kendisi ve kıyamet arasında başka bir nübüvvet olmayacaktır. Kendisinden
sonra ancak kıyamet var ve dolayısıyla kendisi kıyamete kadar nebi
sayılacaktır.
5.1.6. Bütün İnsanlık İçin Müjdeleyici ve Uyarıcı
"Sen ancak bir uyarıcısın,
şüphesiz ki biz seni Hak ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet
yoktur ki, ona bir uyarıcı gelmiş olmasın."(Fatır; 23, 24)
İlk âyette şöyle denilmek
isteniyor: Ey Nebi, senin işin insanlara haber vermek, onları uyarmaktan başka
bir şey değildir. Bundan sonra eğer kimse akıllanmıyor, kötülüklerinden
vazgeçmiyorsa, bunun sorumluluğu sana ait değildir. Gözü kör ve kulağı sağır
olanlara bir şey yapamazsınız.
İkinci âyette anlatılmak istenen
husus Kur'ân-ı Kerim'in diğer birçok yerinde de anlatılmıştır. Şöyle ki,
dünyada şimdiye kadar doğmuş olan bütün milletlerin birer peygamberi olmuştur.
Ra'd sûresinde de aynı durum belirtilmiştir (âyet; 7). Benzeri buyruklar Nahl
sûresi (âyet; 36) ve Şûra sûresi (âyet; 208)nde de yer alıyor. Fakat bu hususta
herhangi bir yanlış anlamaya yer vermemek için iki noktaya dikkat etmeliyiz.
Birincisi, bir nebinin vaazı, tebliği ve talimatı ulaşabildiği yerlere kadar
yeterlidir. Yani ayrı ayrı yerlere illa birer nebi veya peygamberler
gönderilmez. Her yerleşim merkezine ve her millete ayrı ayrı peygamberin
gelmesi şart değildir. İkincisi, bir nebinin talimatı ve bıraktığı eserleri
dünyada korunduğu sürece başka bir nebiye gerek yoktur. Her nesil ve her kuşak
için ayrı bir nebinin gelmesi gerekli değildir.
5.1.7. Hz. Muhammed, İnsanlık İçin Bir Rahmettir
"Ey Muhammed, de ki: 'Ben
hepiniz için (gönderilmiş), yer ve göklerin sahibi ve maliki olan Allah'ın
peygamberiyim". (A'raf; 158)
"Her ümmetin bir rasûlü
vardır".(Yunus; 47)
Dikkat ederseniz, burada ümmet
kelimesi tek bir ümmet veya millet için kullanılmamıştır. Buradaki anlamına
göre, bir peygamberin talimatı hangi kavimlere ve milletlere ulaşmışsa, onların
tümü bir ümmeti teşkil ediyor. Ayrıca, bir rasûlün bir ümmet içinde her zaman
yaşaması gerekmiyor. Önemli olan o rasûlün talimatıdır. Eğer talimatı ve
bıraktığı eserler yaşıyorsa ve herkesin ondan istifade etmesi mümkünse, o rasûl
yaşıyor demektir. Eğer bir peygamberin talimatı ve mesajı dünyanın bütün
insanlarına ulaşabiliyorsa, bütün İnsanlar bir ümmet sayılır. Bundan dolayıdır
ki, Hazreti Muhammed (a.s.)'in dünyaya gelişi ve talimatının bütün insanlara
ulaşmasından sonra, bütün İnsanlar onun ümmeti haline geliyor. Bu vaziyet,
Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (a.s.)’in hadisleri asıl şekilleriyle
varolduğu sürece devam edecektir. İşte bu sebeple, yukarıdaki âyette,
"her milletin bir rasûlü" yerine "her ümmetin bir rasûlü
vardır" buyurulmuştur.
Allahu Teâlâ, her bölgeye ve
ülkeye birer nebi göndermek yerine bütün dünyaya bir nebi göndermeyi tercih
etmiştir ve bunun için Hz. Peygamber (a.s.)'i seçmiştir:
"Eğer isteseydim, her
yerleşim merkezine birer uyancı gönderirdim". (Furkan; 51)
Burada denilmek isteniyor ki,
böyle bir şeyi yapmak Allah (cc.) için hiç de zor bir şey değildir. Ancak böyle
yapmadı ve bütün dünyaya tek bir peygamber gönderdi. Nasıl ki bir güneş bütün
dünyayı aydınlatıyor, bu tek hidâyet güneşi de bütün insanların doğru yol
bulmalarına yetecektir.
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber
efendimize "haberci", "tenbih eden", "uyarıcı" ve
"gaflet ile delâlet'in kötü sonuçları hakkında insanları ikaz eden"
gibi lakaplar verilmiştir. Ayrıca kendisine "bütün insanlık için
uyarıcı" da denilmiştir. Demek ki, Kur'ân-ı Kerim'in daveti ve Hz. Peygamber'in
nübüvveti tek bir ülke için değil bütün dünya için ve belli bir zaman için
değil, her zaman için geçerli ve yararlıdır. Bu mevzu, Kur'ân-ı Kerim'de
muhtelif vesilelerle muhtelif şekillerde anlatılmıştır. Meselâ:
"Ey İnsanlar, hepiniz için
(gönderilmiş) Allah'ın resûlüyüm". (A'raf; 158)
"Tarafıma bu Kur'an
gönderilmiştir ki, bunun vasıtasıyla sizi ve bunun ulaşabileceği herkesi
uyarabileyim". (En'am; 19)
"Ben seni bütün insanlara
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdim". (Sebe; 28)
Aynı konu Hz. Peygamber'in hadis-i
şeriflerinde de açık seçik bir şekilde anlatılmıştır. Örneğin, "ister
siyah, ister beyaz olsun, ben herkese gönderildim",
"Eskiden bir nebi özel olarak
kendi milletine gönderilirdi. Ben ise genel olarak bütün insanlara peygamber
olarak gönderildim ve benim gelişim üzerine peygamberlerin gelişi sona
erdi."
5.1.8. Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın Son Peygamberidir
"Hesap vakti gelmiştir, ama
onlar hâlâ gaflet içinde bulunuyorlar" (Enbiya; 1)
Yani, kıyamet yaklaşmıştır,
insanların yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah'ın huzuruna çıkmaları bir
ân meselesidir. Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberlik payesine yükseltilmesinden
sonra, insanlık tarihinin son safhasına girdiği belli olmuştur. İnsanoğlu artık
başlangıcından çok sonucuna doğru yol almaktadır. Doğuş ve gelişme aşamaları
geride kalmış ve şimdi son aşamaya gelinmiştir. Aynı konuya, bir hadis-i
şerifte de temas edilmiştir. Hazreti Peygamber bir defasında bir elinin iki
parmağını kaldırarak demiştir ki: "Ben, öyle bir zamanda peygamberliğe
getirildim ki, ben ve kıyamet bu iki parmak gibidirler". Yani, kendisi ile
kıyamet arasında başka herhangi bir peygamber dünyaya gelmeyecektir.
Kendisinden sonra ancak kıyamet gelecektir. Başka herhangi bir nebi,
müjdeleyici ve tenbih edici gelmeyecektir. Onun için, gaflet uykusundan uyanmak
isteyenler uyansınlar!
5.1.9. Nübüvvetin Hz. Muhammed (a.s.)'le Sona Erdiğine
Dair Başka Bir İşaret
"Hani Allah peygamberlerden
'kesin bir söz (misak)' almıştı: "Andolsun size Kitap ve hikmet verip
sonra size beraberinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona kesin
olarak iman edecek ve ona yardımda bulunacaksınız." Demişti ki "Bunu
ikrar ettiniz ve bu ağır yükümü aldınız mı?" Onlar: "İkrar
ettik" demişlerdi ve "Öyleyse şahid olun, ben de sizinle birlikte
şahid olanlardanım" demişti". (Al-i İmran; 81)
Demek, dünyaya gelen bütün
peygamberler bu tür yeminde bulunmuşlardır. Şimdi bir peygamberin yaptığı
yemin onun ümmetinin bütün fertleri tarafından da yapılmış sayılır. Bu yemin
nedir, ne anlam taşımaktadır? Bütün peygamber ve ümmetlerin içtiği and ve
verdiği söz şudur: Allah tarafından, onun dininin tebliği ve tesisi için
gönderilecek bir nebiye hiç itiraz etmeden itaat edeceğiz. Onu kıskanmayacağız,
ona kızmayacağız. Allah'ın dini tekelimizde değildir. Hakk'a karşı
çıkmayacağız. Aksine, nerede ve ne zaman olursa olsun, Hak bayrağını taşıyanın
etrafında kenetleneceğiz, onu tam olarak destekleyeceğiz, onu seveceğiz,
sayacağız.
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dan
önce bütün peygamberler ve dolayısıyla, ümmetlerinden alınan sözler bunlardı.
Nitekim, her nebi, kendisinden sonra gelecek nebinin talimatına uyulması ve
onun peygamber olarak tanınması konusunda kendi ümmetinden söz aldı. Fakat
aynı sözün Hz. Peygamber (a.s.)'den alındığına dair herhangi bir kayıt Kur'an-ı
Kerim veya hadislerde bulunmuyor. Aynı şekilde, Hz. Peygamber kendi ümmetinden
gelecekte herhangi bir nebiye iman etmelerini de istememiştir. Kur'ân-ı
Kerim'de Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra Allah'ın bir elçisinin geleceğine dair
herhangi bir kehânet veya işaret olmadığı gibi, bunun tam aksine kendisine
Hâtim'ün Nebiyyin denilmiştir. Ayrıca hadislerde Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra
herhangi bir peygamberin gelmeyeceği açıkça ifade edilmiştir.
"Ey Adem oğulları, size kendi
içinizden elçiler gelip size âyetlerimi anlattıkları zaman (günahlardan)
korunup (kendisini) düzeltenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir"
(A'raf; 35)
Hz. Adem ile Havva (a.s.)’ın Cennet'ten
indirildikleri konusunda Kur'an-ı Kerim'de yer alan her kıssada buna benzer
ifadeler kullanılmıştır. (Bk. Bakara suresi, âyet; 38-39 ve Tâhâ, âyet;
123-124). Burada belirtildiği gibi, peygamberlerin söz ve fiillerine uyulması
için emir, ta insanların yaratıldığı sırada Allah tarafından kullarına
verilmişti. Fakat bu tür emir ve tenbihe Hz. Peygamber (a.s.) ve ümmeti ile
ilgili kayıtlarda rastlanmıyor. Demek bu emir ve uyarılar Hz. Muhammed
(a.s.)'den önceki peygamber ve ümmetlerine mahsustu ve Rasûlullah'tan sonra
başka herhangi bir peygamberin gelmeyeceği hesabıyla bu tür emir ve uyarıya
ihtiyaç duyulmadı.
5.1.10. Peygamberliğin Sona Erdiğini Kabul Etmeyenler
İçin Ayetlerden Belgeler
"Ve (Ey Nebi), Hatırla bütün
peygamberlerden aldığım sözü. Senden, Nuh'tan, İbrahim, Musa ve Îsa'dan ve
hepsinden kesin söz aldım". (Ahzâb; 7)
Yukarıdaki âyette Allahu
Teâlâ’nın, Hz. Peygamber'e, hem kendisinden hem bütün peygamberlerden aldığı
bir sözü hatırlattığını görüyoruz. ' Bu söz nedir? Bundan hangi yemin
kastediliyor? Kur'an-ı Kerim'deki ilgili surenin daha önceki âyetlerinde
bahsedilen konulara dikkat edildiğinde, bu söz ve yeminin; peygamberlerin,
Allah'ın bütün emirlerine itaat etmek ve başkalarını da buna ikna etmeye
çalışmalarına dair verdikleri söz olduğu anlaşılıyor. Kur'an-ı Kerim'de bu söz
ve yemin çeşitli yerlerde kaydedilmiştir:
"O: 'Dini dosdoğru ayakta
tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana
vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve Îsa’ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de
teşri' elli (bir şeriat kıldı)". (Şura; 13)
"Hani kendilerine kitap
verilenlerden; 'Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu
gizleyemeyeceksiniz, diye kesin söz almıştı. Fakat onlar, bunu arkalarına
atlılar ve ona kargılık az bir değeri satın aldılar. 0 aldıkları şey ne
kötüdür." (Al-i İmran; 187)
"Ve hatırlayın, İsrail
Oğullarından, Allah'tan başka kimseye kulluk etmeyeceklerine dair söz
almıştık". (Bakara; 83)
"Onlardan Allah'a karşı
hakktan başkasını söylemeyeceklerine dair, o kitabın (hükmü veçhile) söz
alınmamış mıydı. Sımsıkı tutunuz, size verdiğim şeyi ve hatırlayın bunda olan
telkini. Umulur ki korkup sakınırsınız". (Araf; 169-171)
"Allah'ın üzerinizdeki
nimetini ve: 'işittik ve itaat ettik' dediğinizde sizi, kendisiyle bağımlı
kıldığı sözünü(zü) anın. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, sitelerin
özünde olanı bilendir". (Maide; 7)
Yukarıdaki söz ve akitler, Hz.
Muhammed (a.s.)'in din yolunda özel hayatıyla ilgili önemli bir adım atmak
üzere olduğu sırada hatırlatılmıştı. Hz. Peygamber, İslâm düşmanlarının
şerrinden endişelendiği için evlilikle ilgili cahiliyyenin bir geleneğini
bozmaktan çekiniyordu. Bir hatunla evleneceği söz konusuyken, niyeti her ne
kadar iyi ve amacı her ne kadar cemiyetin ıslâhı idiyse de, muhalif ve
bozguncuların bu işi nefsi için yaptığını ve bunun için toplum reformcusu
kılığına bürünmeye çalıştığını öne sürebileceklerini düşünerek devamlı
endişeleniyordu. Bunun üzerine Allahu Teâlâ kitabında diyor ki: "Sen,
Benim tayin ettiğim peygambersin, diğer peygamberler gibi sen de Benimle bir
anlaşma yapmıştın. Bu anlaşmaya göre, emirlerime harfiyyen uyacağını ve
başkalarının da uymalarını sağlamaya çalışacağını taahhüt etmiştin. Bunun
için, başkalarının kötü niyetli ve kasıtlı sözlerine aldırış etme, hiç korkma,
utanma ve kendinden beklenen vazifeyi yerine getir."
Bütün mesele bundan ibaret iken,
bir grup insan var ki, buna bambaşka bir anlam vermeye çalışıyor. Bu grup, bu
söz ve yeminden, Hz. Muhammed (a.s.)'den önceki peygamberler ve ümmetlerden
alınan söz ve yeminin kastedildiğini iddia ediyor. Yani diğer peygamberler
gibi Hz. Muhammed (a.s.)'den de hâşâ kendisinden sonra gelecek bir peygamberi
tanıması ve teyid etmesi istendiğini öne sürüyor. Bu tevile dayanarak bir
grup, Hazreti Peygamber'den sonra da Peygamberlik kapısının açık olduğunu iddia
edebilmektedir. Fakat yukarıdaki ayetlerin geçtiği metin bir bütün olarak ele
alındığında bu tevilin yanlış olduğu ortaya çıkar. Zira ayetlerde bahsedilen
mevzu, Hz. Muhammed (a.s.)'den başka peygamberlere iman etmeleri gerektiği yönünde
değildir. Ayrıca, ayetlerde zikredilen anlaşma veya yeminin ne olduğu kesin
ifadelerle belirtilmemiştir. Dolayısıyla anlaşmanın asıl mahiyetini anlamak
için, Kur'an-ı Kerim'in diğer yerlerindeki peygamberler ile varılan anlaşmalar
hakkındaki kayıtları incelemeliyiz. Eğer Kur’an-ı Kerim'in tümünde sadece bir
çeşit taahhüt ve yeminden bahsedilmişse ve bu taahhüt de sonra gelecek
peygamberlere iman etmekle ilgiliyse yukarıdaki grubun mantığına diyeceğimiz
yoktur. Ama Kur'an-ı Kerim'i dikkatle ve itina ile okumuş olan bir kişi biliyor
ki bu mukaddes kitapta bir değil birçok anlaşma ve sözleşmeden söz edilmiş olup
bunların niteliği ve şekli başka başkadır. Hatta peygamberler ile ümmetlerinin
yaptıkları anlaşmaların da birden fazla çeşidi vardır. O halde bu çeşitli
anlaşmalardan burada metne en uygun olan anlaşmayı mı ele almalıyız yoksa
metne uygun olmayanı mı? Bu düpedüz yanlış ve yanıltıcı tevil gösteriyor ki,
bazı İnsanlar Kur'an-ı Kerim'den hidayet almak yerine bunu menfur ve menhus
gayeleri için kullanmaya çalışıyorlar. Kur'an-ı Kerim'de şöyle deniliyor:
"Allah'a karsı yalan uyduran
ve ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Elbette suçlular hiçbir
zaman iflâh olmaz."(Yunus; 17)
Bazı akılsız kişiler yukarıdaki
âyette geçen "felâh" kelimesini "uzun ömür", "dünyevi
refah" ve "manevî huzur" olarak tercüme ederler. Bundan ötürü,
peygamberliğini ilân etmiş bir kişinin, her ne kadar yalancı bir peygamber olsa
da, iyi ve rahat bir hayat sürmesi, dünyada maddi refaha kavuşması, başlattığı
fitnenin büyük bir kitle tarafından kabul edilmesi, şan ve şöhretinin artması
halinde, kendisine ve peygamberliğine inanması gerektiği gibi çürük bir delille
ortaya çıkarlar. Bu kişilere göre, doğru ve hakiki bir peygamberin ölçüsü
dünyevi ve uhrevi "felah”ıdır. Onlara göre, sahte ve yalancı bir
peygamber, maddi ve manevî huzur ve refaha kavuş-muşsa hakiki bir peygamberdir.
Yine aynı kişilere göre "iflah olmayan bir kişi" sahte ve yalancı
peygamberdir. Bu ahmakça delil; ancak Kur'an-ı Kerim'de kullanılan
"felah" terimini bilmeyen, Allah'ın suçlular için uygun gördüğü
imhâl (mühlet verme) kanununa vakıf olmayan ve hangi siyak ve sibakla bu
kelimenin kullanıldığını idrak edemeyen biri tarafından ileri sürülebilir.
Öncelikle şunu bilmekte yarar
vardır ki, "suçlular hiçbir zaman iflah olamaz" ibaresi bir
peygamberlik ölçüsü olarak kullanılmamıştır. Onun için, bir kişi refah içinde
yaşamış ya da yaşamamış, bu onun peygamberliği için ölçek olamaz. Burada
anlatılmak istenen husus, suçluların iflah olup olmamasıdır ve kullanılan ifade
şudur: "Mücrim veya suçluların hiçbir zaman iflah olamayacağını çok iyi
biliyorum. Onun için böyle bir suç işlemek ve yalan yanlış yerde peygamberlik
payesine yükseldiğimi ilân etmek istemiyorum. Fakat sizin hakiki bir nebiye
yalancı damgası vurduğunuzdan eminim. Bu yaptığınız suçtur ve bu suçla bir
zaman iflah olamazsınız."
Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'de
"felah" kelimesi sadece "dünyevi huzur ve refah" gibi
mahdud bir manada kullanılmamıştır. Aksine, "felah" dünyevi hayatın
ilk safhalarında başarı ihtimalleri çok az görülmesine rağmen, sonu hiçbir
zaman hüsran olmayan, daimi bir muvaffakiyet ve saadet demektir. Sahte bir
peygamberin dünyada rahat ve bolluk içinde, para-pul ve şan-şöhret sahibi
olması pekâlâ mümkündür. Ne var ki Kur'an-ı Kerim açısından bu bir
"felah" değil, "hüsran" ve başarısızlığın ta kendisidir. Bunun
tam aksine, Hakk'a davet eden hakiki bir peygamber dünyada her türlü baskı ve
zulme uğrayarak, bin bir eziyet çekerek, hiçbir taraftar toplamadan bu fani
dünyadan göç edebilir. Ama görünüşteki bu başarısızlık Kur'an-ı Kerime göre
"felah" ve "saadetin ta kendisidir.
Buna ilâveten, Kur'an-ı Kerim'de
yer yer Allahu Teâlâ'nın suçluları yakalamakta acele etmediği sarahatle beyan
edilmiştir. Allah (c.c.) günahkâr ve suçlu insanların kendilerine çekidüzen
vermeleri için geniş imkânlar tanır. Verdiği mühlet bazen yanlış yorumlanır ve
kötüye kullanılır. Günahkârlar daha çok günah işler, balağa iyice batarlar.
Allah böylelerine daha büyük fırsatlar verir, hatta onlardan pek çok nimetlerini
esirgemez. Nimetlerin bolluğunu gören şirretli kişiler nefislerinin bütün
çirkinliklerini ortaya dökerler, ta ki kedilerine uygun görülen ağır cezalan
tamamıyla hak etsinler. O halde sahte ve yalancı bir peygamberin ipi uzatılıyor
ve kendisi dünyevi zenginlik ve nimetler içinde yüzüyorsa, uydurduğu yalanları
doğru olarak kabul etmek büyük bir yanlıştır. Allah'ın uyguladığı suç ve ceza
kanunları herkes için eşittir ve bunlar sahte nebiler için de aynen
uygulanmalıdır. Hepimiz biliyoruz ki, Şeytan'a kıyamete kadar mühlet verilmiştir.
Fakat bu mühlete bağlı olarak, her türlü oyun ve şirretliğine izin verileceği,
ancak sahte bir nebiyi ortaya çıkarınca buna müsaade edilmeyeceği veya sahte
peygamberliğin hiçbir zaman yaşamayacağı gibi herhangi bir şart ileri
sürülmemiştir.
Belki de, yukarıda bahsettiğimiz
ayet-i kerimeye cevap olarak bazı kimseler Hâkka suresinin 44-47 âyetlerini
karşımıza çıkarabilirler: "Eğer Muhammed adımıza düzmece bir şey
söyleseydi, Biz onun elini tutar, onun kalp damarını keserdik". Fakat
burada belirtilmek istenen şey, gerçekten Allah'ın Rasûlü olan bir kişinin,
kendi tarafından bir yalan uydurup bunu başkalarına Allah'ın vahyi imiş gibi
sunmaya çalışması halinde derhal yakalanacağıdır. Bu ayete bakarak, nübüvvet
iddiasında bulunan birinin yakalanmayışının onun hakiki bir peygamber oluşunun
delili olduğunu söylemek mantıkî bir hatadır. Burada Allah'ın suç ve ceza
kanununun istisnasız uygulanmasına dair kayıt sadece doğru ve hakiki peygamber
ile ilgilidir. Sahte bir peygamber için kanunların aynen uygulanması şart değildir.
Bu noktayı şu misal ile açıklamaya çalışalım: Bir hükümet, devlet personeli
için bir kanun çıkarıyorsa bu kanun belli ki sadece devletin hizmetinde olan
memur ve işçileri kapsayacaktır. Şimdi bir dolandırıcı başkalarına kendini
devlet görevlisi olarak tanıtır ve bu yolla bir takım menfaatler sağlamaya
çalışır ve yakalanırsa, buna devlet personel kanununa göre mi muamele edilecek,
yoksa hakkında ceza kanununun ilgili maddeleri uyarınca mı dava açılacaktır.
Kendisi devlet memuru ve işçisi olmadığı için gayet tabii ki devlet personel
kanunu kendisini bağlamaz ve neticede kendisi memlekette yürürlükte olan diğer
kanunlara göre yargılanıp cezalandırılacaktır. Ayrıca, Hakka sûresinde, bir
kişinin kalp damarının kesilmesi, peygamberlik kıstası olarak beyan
edilmemiştir. Yani gaipten uzanan bir el, peygamberlik iddiasında bulunan
birini boğazlamasa kendisi hakiki peygamberdir diye bir kural yoktur. Aynı
şekilde aksini iddia etmek de yanlıştır. Bir nebi veya peygamberin doğru olup
olmadığı sireti, vaazı, telkini, talimatı ve bıraktığı eserlerle ölçülüdür, bu
tür saçma sapan tevil ve kelime oyunuyla değil.
5.1.11. Son Peygamber'den Sonra Nübüvvet İddiası
Hazreti Peygamber (a.s.)'in son
peygamber oluşuna en çok itirazlar Ahmediler[2]
tarafından yapılır. Bu konuda Ahmediler ve yandaşları tarafından sık sık
mektuplar alırız. Bazı diğer Müslümanlar da ortalık bulandırıldığı için
tereddüde düşerek bize bazı sorular yöneltirler. Bu sorular ve bunlara
verdiğimiz cevaplar konuyla yakından ilgili olduğu için buraya aktarıyoruz.
Soru: "Tercüman-ul
Kur'an" dergisinin ocak-şubat sayısında (s. 236) diyorsunuz ki,
"tecrübem şahittir, Allahu Teâlâ hiçbir zaman yalanın dal budak salmasına
izin vermez. Her zaman, doğruluk ve dürüstlükten nasibini alamayan ve
Allah'tan korkmayanlara cevap vermemeyi adet edinmişimdir... Onlardan ben
değil, Cenab-ı Hak intikam alacaktır ve yalanları inşallah bu dünyada ortaya
çıkacaktır." Burada hemen şunu belirteyim ki, ben Ahmedî'lerin hemen hemen
bütün kitaplarını okumuşumdur ve çalışmalarını da yakından izlemişimdir. Benim
bu hususta bazı sorularım olacaktır: Birincisi, bu sadece tecrübeniz meselesi
değildir. Kur'an-ı Kerim'de de Allah Teâlâ buyurmuştur ki:
"Eğer Muhammed adımıza
düzmece bir şey söyleseydi, Biz O'nun elini tutar. O'nun kalp damarını
keserdik". (Hakka; 44,45,46)
Şimdi eğer Mirza Bey yalancıysa,
neden Allah (cc.) hâlâ onu yakalamamıştır. Aksine, Müslümanlar için zararlı
olduğu söylenen hareketi giderek kuvvet kazanıyor ve hatta dış ülkelerde de
çeşitli taraftarları ortaya çıkıyor. Mirza Bey’in getirdiği mesaj 65 yılını
doldurdu. Biz ne zamana kadar ilâhî kararı bekleyeceğiz? Halen kendisi refah
ve saadet içindedir. Bu yeni harekete muhalif olanlar niçin meseleyi Allah'ın
takdirine bırakmıyorlar? Son kararı Allah (cc.) versin. İkincisi, s. 242'de
partinizin Alman asıllı bir mensubu Berlin'de Ahmediye Cemaatiyle işbirliği
sorununu ortaya atmıştır. Eğer Ahmedîlerin İslâm'ı yayma konusundaki gayret ve
başarılarını takdir ediyorsanız onlarla Pakistan'da niçin işbirliği yapmıyorsunuz?
Cevap: Hayret doğrusu, siz
peygamberlik iddiasında bulunan bir kişinin meselesini bu kadar hafife
alıyorsunuz. Temas ettiğiniz sözlerim alelâde bir durumla ilgiliydi ve bunları
sadece yalan bir iftirayı bertaraf etmek maksadıyla söylemiştim, iftira da
bana atılmıştı. Şimdi siz kalkıyorsunuz bu sözlerimi hakikaten peygamberlik
gibi yalan bir iddiada bulunan bir kişi için söylenmiş olduğunu ima etmek
istiyorsunuz. Ya da en azından, bu birbirinden tamamıyla ayrı iki olay
arasında bir benzerlik bulmaya çalışıyorsunuz. Biliyorsunuz ki nübüvvet
iddiasında bulunan bir kişiyle ilgili yalnızca iki ihtimal vardır. Eğer o
gerçekten bir peygamber ise onu tanımayan kâfirdir ve durum tam tersi ise onu
tanıyan kâfirdir. Bu büyük meseleyi siz basit bir kararla halletmeye
çalışıyorsunuz ve diyorsunuz ki, Allah onun hakkında gazaba gelmemiş ve onu
yakalamamışsa onun peygamberliğini kabul edelim. Söz konusu kişinin başlattığı
fitnenin büyüyüp geliştiğini ve ilâhî karar için fazla beklemenin anlamsız
olduğunu ileri sürüyorsunuz. Sizce, her kim peygamberliğini iddia eder,
etrafında bir sürü adam toplar ve sizin belirlediğiniz müddet içinde ilâhî
adaletin pençesinden kurtulabilirse, onu peygamber olarak tanımamız mı gerekir?
Sizce bir kişinin peygamberlik iddiasının doğru olup olamadığının araştırılması
için yalnızca bu yöntem yeterli midir?
"Ve lev tekavvele aleyna
ba'de'l-ekâvil" ayetinden çıkardığınız mana yanlıştır. Bu âyette
anlatılmak istenen şey şudur: Hazreti Muhammed (a.s.) -ki gerçekten Allah'ın
peygamberidir- Allah'ın vahiy olmaksızın kendi uydurduğu bir şeyi Allah'ın
adıyla başkalarına sunmaya çalışırsa, onun boynunun damarı kesilecektir, Bu
demek değildir ki gerçekten Allah'ın peygamberi olmayan bir kişi, yalan yanlış
iddialarda bulunur ve kendisinin Allah'ın rasulü ve elçisi olduğunu ileri
sürerse onun boğazı da derhal kesilecektir. Ayrıca, yukarıdaki ayette, boğazın
Allah tarafından kesilmesi peygamberliğin bir ölçüsü olarak tanımlanmamıştır.
Yani boğazı kesilen sahte, boğazı kesilmeyen de doğru peygamber olarak tarif
edilemez. Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini bu şekilde tevil ve tahrif etme
hünerini her halde, siz de Mirza Bey ve O'nun cemaatinden öğrenmişsinizdir. Sadece
bu husus, Ahmedîlerin Allah'tan hangi ölçüde korktuklarını göstermeye yeter
sanırız.
Doğrusu, Hazreti Peygamber
Efendimiz'den sonra peygamberlik iddiasında bulunmaya cesaret edeni süzgeçten
geçirirken kimse herhalde sizin beyan ettiğiniz usûl ve ölçüleri
kullanmayacaktır. Bu tür iddialar evvelâ, Kur'ân ve hadis'in açık seçik
buyrukları ışığında reddedilecektir. Zira hepsinde, Hz. Peygamber (a.s.)'den
sonra herhangi bir nebinin gelmeyeceği kesin bir ifade ile anlatılmıştır. Mirza
Bey ve taraftarlarının, peygamberlik kapısının açık olduğuna dair ileri
sürdükleri delilleri çok iyi bilirim. Fakat size hemen şunu söyleyeyim ki,
onlardan ancak okuması yazması olmayan saf Müslümanlar etkilenebilirler.
Okumuş veya bilinçli kişiler ise bu delillere sadece gülerler.
"Tercüman'ul-Kur'an"da
Almanya'dan bir okur mektubu yayınlanmışsa, bu mektupta yer alan her şey ile
mutabık olduğumuz anlamına gelmez. Bu mektubu yayınlamamızın amacı,
yurdumuzdaki Müslümanları, Almanya'daki İslâm dinini kabul etmiş
kardeşlerimize yardım etmeye teşvik etmekti. İslâm camiasına yeni yeni giren
kişiler İslâm dünyasında ne gibi fitneler doğmakta olduğunu nereden
bilebilirler? Bu saf ve samimi kişiler aslında İslâm denen her şeye sarsabilir,
susuzluklarını her kuyudan aldıkları suyla giderebilirler. Onlara İslâm'ı
doğru şekliyle tanıtan kitap ve broşür vermek bizim görevimizdir. Yoksa
onların kötü ve yanlış yola sapmaları işten bile değildir.
Soru: Cevabınızı aldım, maalesef
tatmin olmadım. Ben sizin, "Allah Teâlâ bizzat, her yalancıyı
cezalandıracaktır" yolunda söylediğiniz sözlerin ışığında size sormuştum
ki, bütün Müslümanlar tarafından yalancı addedilen Mirza Gulam Ahmed
Kadıyani'yi Allah neden yakalamıyor ve neden bu kadar uzun müddet Müslümanların
doğru yoldan sapmalarına müsaade ediyor? Ben, Mirza Bey’in kaleme aldığı 25
kitabı eleştirisel açıdan incelemiş bulunuyorum. Ayrıca bu kitapların reddi
hakkında diğer Müslüman ulemanın kaleme aldığı eserleri de okumuş bulunuyorum.
Fakat itiraf edeyim ki, bu mevzuda sizin herhangi bir kitabınıza rastlamadım.
Şimdiye kadar Mirza Gulam Ahmed aleyhinde yazılan kitaplara gelince, bunların
çoğu sathi olup bunlarda Mirza Bey’in söyledikleri ve yazdıkları çarpıtılmaya
çalışılmıştır. Hakikatte, bu konuya temas eden âlimlerin çoğu konuya vakıf
değildir, bilgileri de kıttır. Mirza Bey’in eserlerinden anladığım kadarıyla,
kendisi, Hz. Peygamber'in büyük bir aşığıdır ve ona büyük bir saygısı vardır.
İşte bu temele dayanarak Mirza Bey’in davasına yaklaştım ve uzun süreli
inceleme ve araştırmalardan sonra şu sonuçlara vardım: 1) Mirza Gulam Ahmed'in
iddiaları, Kur'an-ı Kerim veya hadis-i şeriflere aykırı değildir. 2) Mirza
Gulam Ahmed'in peygamberliği, Hz. Muhammed'in şan ve şerifini azaltmaya
yönelik değildir. Aslında, Mirza Bey, bütün feyzini Hz. Peygamber (a.s.)'den
aldığını her zaman dile getirmeye çalışmıştır. Nitekim, bir şiirinde şöyle
der:
İn çeşme-yi revân çün be-halk-i
Hudâ dehem
Yek katre-yi zi-bahr-i kemal-i
Muhammed est.
(Allah'ın kullarına verdiğim bu
akan çeşme,
Muhammed (a.s.)'in meziyet
denizinin sadece bir damlasıdır)
Şimdi siz bana Mirza Bey'in
iddialarını tekrar incelememi tavsiye ediyorsunuz. Siz Mirza Bey'in davasının
aleyhinde Kur'ân-ı Kerim'den tek bir örnek gösterebilir misiniz?
Cevap: Doğrusunu söylemek
gerekirse, siz tatmin olmak isteseydiniz pekâlâ tatmin olabilirdiniz.
Dikkatinizi tekrar "Tercüman'ul Kur'an "da yazdıklarıma çekmek
isliyorum. Benim orada yazdıklarım bana asılsız iftirada bulunanlarla
ilgiliydi. Ben orada Allah'ın takdirine inandığımı ve kendilerini mutlaka
cezalandıracağını tahmin ettiğimi belirtmiştim. Ne var ki, siz bu sözlerimi bir
nübüvvet iddiasına uydurmak isliyorsunuz. Peygamberlik iddiasının doğru olup
olmamasının tek ölçüsünün de, iddia eden kişinin Allah tarafından
cezalandırılması olduğunu kabul ediyorsunuz. Siz gerçekten böyle saçma sapan
bir şeye inanıyor musunuz? Sizce, dünyamızda cezalandırılan yalancı ve sahte
cezalandırılmayan doğru ve gerçek bir nebi midir?
Mirza Gulam Ahmed'in peygamberlik
iddiasında bulunduğundan bu yana 60 yıl geçtiği ve peygamberliğinin doğru olup
olmamasını ölçmek için daha fazla beklemeye gerek olmadığı gibi gâyet mantıksız
bir soruyu da tekrar gündeme getiriyorsunuz. Şimdi siz kendiniz söyleyin sahte
bir peygambere ne ceza verilmelidir? Sizce, gaipten bir el çıkıp yalancı peygamberin
boynunun damarını mı kesmelidir? Size arz edeyim ki, bu ceza sahte
peygamberlerden Müseyleme'ye de verilmemişti. Halbuki, bu adam, bizzat Hz.
Peygamber (a.s.) zamanında peygamberliğe talip olmuştu. Buna karşılık,
Allah'ın gerçek peygamberleri olmalarına rağmen, Kur'ân-ı Kerim'de belirtildiği
gibi, ümmetleri tarafından katledilen peygamberler için ne diyeceksiniz? Sizin
mantığınıza bakılırsa bunlar sahte peygamberlerdi. Kur'ân-ı Kerim'de şu
âyetlerini herhalde görmüşsünüzdür.
"Size benden evvel apaçık
delillerle ve söylediğiniz şeyle peygamberler geldi. Eğer sözünüzde doğru
idiyseniz onları niçin öldürdünüz (Al-i İmran; 183) ve "Ahitlerini
bozmaları ile, Allah'ın âyetlerini inkârları ile, haksız yere peygamberleri
öldürmeleri ile, 'kalplerimiz kapalıdır' demeleri, ile azaba müstahak
oldular". (Nisa; 155)
Bu âyetlerin ışığında düşünce
tarzınızda değişiklik yapmalısınız. Peygamberlik iddiası bu gibi hafif ve
basit ölçülerle ölçülmez. Asıl yapılması gereken şey, peygamberlik iddiasında
bulunan kişinin ve sözlerinin Allah'ın kelâmı ışığında incelenmesidir. O
kişinin bütün geçmişi ve karakteri araştırılmalıdır. Eğer bu ölçüler o kişinin
peygamberliğine gölge düşürü-yorsa demek ki kendisi de, davası da yalandır.
Yukarıda bahsettiğim üç ölçüden
son ikisi, zâten ilk ölçüye uymayan bir peygamberlik iddiasını geçersi/, kılar
ve bu ölçülerin bahis mevzuu edilmesine bile gerek duyulmaz. Zaten Kur'ân-ı
Kerim ve sahih hadislerden, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra hiçbir peygamberin
gelmeyeceği sabit olduktan sonra, nübüvvet iddiasında bulunanın ne gibi bir
dava ile ortaya çıktığı ve kendisinin ne gibi bir insan olduğuna bakmaya bile
herhangi bir ihtiyaç yoktur. Kaldı ki, Mirza Gulam Ahmed peygamberlik payesi
açısından kanaatimce hiçbir önem taşımıyor ve faraza, peygamberlik kapısı açık
olsaydı bile akl-ı selime sahip olan bir kişi onun peygamber olabileceğini
düşünemezdi. Fakat Kur'ân ile hadis'in açık hükümleri ortada dururken bu tür
münakaşaya girmeyi gereksiz buluyorum ve dolayısıyla, Allah ve Resûlü’ne
saygısızlık yapıldığı kanaatindeyim.
Kur'ân-ı Kerîm ile hadis-i
şeriflerde peygamberlik kapısının kapanmasıyla ilgili delillere gelince bunu
biraz ilerde ayrıntılı bir şekilde ele alacağım. Ayrıca, Ahzab suresiyle ilgili
hazırladığım tefsirde bu konuyu tafsilatlı bir şekilde anlatmış bulunuyorum.
5.1.12. Peygamberliğin Sona Ermesi Aleyhinde
Kadıyanî'lerin İleri Sürdüğü Bir Başka İddia
Soru: Tefhim'ul Kur'an adlı
eserinizde s. 268'de Âl-i İmran sûresinin "ve ehaz Allahu misaka
n'nebiyyin..." ayetini açıklarken şöyle diyorsunuz: "Burada şu hususu
bilmekte fayda vardır ki, Hz. Muhammed (a.s.)'den önceki her peygamberden bu
söz alınırdı ve buna dayanarak her peygamber kendi ümmetine müstakbel nebi
hakkında bilgi verir ve ona itaat etmesini islerdi. Ama ne Kur'ân-ı Kerîm'de
ne hadis'te Hazreti Peygamber (a.s.)'den benzeri bir söz alındığına dair bir
kayıt bulunmuyor. Buna ilâveten, Hz. Muhammed (a.s.)'in kendi ümmetine gelecek
bir peygamber hakkında bilgi verdiğine veya ümmetinin ona itaat etmesini
istediğine dair de herhangi bir kayda rastlanmıyor." Bu ibareyi okuduktan
sonra söylediklerinizin doğru olduğunu düşündüm. Fakat Ahzab suresinde bir
anlaşma ve sözden bahsedilmekledir. Şöyle ki, "ve iz ehazna
minennebiyyine misâkahüm ve minke ve min-Nûhin..." Burada
"minke" kelimesiyle Hazreti Peygamber'e hitap edildiği kesindir. Ve
burada Al-i İmran suresinde bahsedilen söz ve taahhütten söz edilmiştir. Bu
itibarla, gerek Al-i İmran gerekse Ahzab surelerinde söz veya taahhüt
kelimesinin kullanıldığını görmekteyiz. Bu söz ve vaad tıpkı diğer peygamberlerden
alınan söz ve vaad gibidir. Yani aynı sözün Hz. Peygamber (a.s.)'dan da
alındığını söylememiz daha doğru olacaktır. Bu sual aslında Ahmedîlerin bir
kitabını okuduktan sonra aklıma gelmiştir.
Cevap: "Ve iz ehazna min
en-nebiyyine misâkahüm ve minke ve min Nûhin..." âyetinden Ahmediler
samimiyetle yukarıda belirtilen şekilde anlam çıkarmaya çalışıyorlarsa
gerçeklen saf ve hiçbir şeyden haberleri olmadıklarını söyleyebilirim. Fakat
bu sakat fikri bile bile ve Müslümanları kasten kötü yola sevk etmek maksadıyla
ileri sürüyorlarsa, karanlık emellerinin bir delilidir. Bu adamlar bir yandan
Al-i İmran suresinin "ve iz ehazallahü misâkan-nebiyyin..." ayetini
alıyorlar ki, bu ayette peygamberler ile ümmetleri arasında müstakbel
peygamber için geçen konuşma ve ahitten bahsediliyor ve diğer yandan yukarıda
zikredilen Ahzab suresinin ayetini ele alıyorlar ki, bundan başka
peygamberlerin yanı sıra Hz. Peygamber (a.s.)'dan da bir sözün alınmasından söz
ediliyor. Sonra, ikisini birleştirip kendileri tarafından üçüncü bir anlam
çıkarmaya çalışıyorlar. Yani, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dan da gelecek bir
peygamber ile ilgili söz alındığını ve bu peygamberi teyit etmesi istendiğini
iddia ediyorlar. Oysa, müstakbel nebi hakkında söz ve taahhütten bahsedilen ayette,
Allahu Teâlâ, aynı sözü Hz. Muhammed (a.s.)'dan da aldığını söylemiyor. Diğer
taraftan, Hz. Muhammed (a.s.)'dan da bir söz alındığı bildirilen ayette, bu
sözün gelecekteki bir peygamberle ilgili olup olmadığı anlaşılmıyor. Şimdi
aklımıza gelen sual şudur: Bu iki ayrı metin ve konudan, Kur'ân-ı Kerim'de hiç
kaydı bulunmayan bir üçüncü konu ve anlam hangi mantığa ve esasa dayanılarak
çıkarılmıştır. Olsa olsa bunun için üç dayanak olabilirdi. Şöyle ki, bu âyetin
indirilmesinden sonra, Hz. Peygamber (a.s.) bütün sahabeyi kirâm'ı toplayarak
diyecekti ki: "Ey iman sahipleri, Allahu Teâlâ benden sonra bir peygamber
daha gönderecektir ve bu peygamberi teyit etmem ve desteklemem için Allah
benden söz almıştır. Böyle bir peygambere iman etmem gerekliği için siz de
benim ümmetim olarak ona itaat edecek, onun emrine tabi olacaksınız."
Fakat hadis-i şeriflerin tümüne baktığımızda böyle bir açıklamaya hiç
rastlamıyoruz. Aksine pek çok hadisler vardır ki, Hz. Muhammed (a.s.)'in
peygamberlik silsilesini noktaladığı ve kendisinden sonra hiçbir peygamberin
gelmeyeceğini açıkça belirtmektedir. Şimdi, Hz. Muhammed (a.s.)'dan bu kadar
önemli bir söz alındığına ve kendisinin bunu bu şekilde unuttuğuna ve hatta ümmetinin
gelecek bir peygambere iman etmesini engelleyecek bir takım sözler söylediğine
inanabilir misiniz? Bu hususta ikinci dayanak veya delil, Kur'ân-ı Kerim'de
peygamberler ve ümmetlerinden sadece tek tip sözün alınması olabilirdi. Yani
alınan söz sırf gelecek nebilere iman edilmesi ile ilgili olacaktı ve başka
bir şey ile ilgili olmayacaktı. Böyle bir durumda belki de Ahzab suresinde de
aynı sözden bahsedildiği iddia edilebilirdi. Ama ne var ki, bu delil de
geçerli değildir.Zira Kur'an-ı Kerim'de sadece bir değil birçok anlaşma ve
sözden bahsedilmiştir. Meselâ, Bakara Suresi'nin 10. rükûsunda İsrail
Oğullarından Allah'a itaat ana-babalarına iyi muamele ve aralarında kavga ve
çatışmalardan kaçınmaları konusunda söz alınmıştır. Al-i İmran suresi, rüku:
19'da bütün ehli kitaptan, kendilerine indirilen kitabın talimatını saklamayıp
başkalarına yaymaları hakkında söz alındığı beyan edilmiştir. A'raf sûresi,
21. rükûda İsrail Oğullarının, Allah adına hak'tan başka söz etmemeleri,
Allah'ın verdiği kitaba sarılmaları ve talimatına uymalarını taahhüt ettiklerinden
bahsedilmiştir. Maide sûresi, rükû: l'dc Hz. Muhammed (a.s.)'in taraftarlarına,
Allah'a verdikleri söz hatırlatılmıştır. Bu söz de şu idi: "Siz Allah'ı
dinleme ve ona itaat etme taahhüdünde bulunmuştunuz." Şimdi soru şudur:
Eğer Ahzâb suresinde geçen söz ve anlaşma kelimesine herhangi bir açıklık getirilmemişse,
bu açıklık niçin sadece tek tip bir söz veya anlaşma ile getirilmeye
çalışılıyor? Madem ki bu cümle veya âyette bir boşluk vardır, bu boşluk neden
illâ Âl-i İmran sûresinin 9. rükûsuyla doldurulmaya çalışılıyor? Neden başka
söz ve anlaşmalar değil de illâ bu sözden bahsediliyor? Neden? Şimdi biri
kalkıp da bana dese ki, böyle yapmanın sebebi, her iki yerde nebilerden ahit ve
söz alınmasıdır, o zaman ben derim ki, ümmetlerden alınan diğer söz ve
taahhütler kendilerinden doğrudan alınmamıştır ve bu iş daima peygamberler
vasıtasıyla yapılmıştır, Her peygamberden alınan sözün de genellikle
Kitabullah'a iyice sarılmaları ve talimatına uymalarıyla ilgili olduğu apaçık
ortadadır. Bir üçüncü delil de Ahzab suresinin metninin gelecek bir peygamber
ile ilgili olması olabilirdi. Yani sûrede üzerinde durulan ana konu, gelecek
bir peygambere iman etmek ve itaat etmek olabilirdi. Ne var ki durum burada
tamamıyla değişiktir. Hatta tam tersine sûrenin metni başka konularla
ilgilidir. Ahzab sûresi şu sözlerle başlıyor:
"Ey Peygamber, Allah'tan
kork. Kâfir ve münafıklara itaat etme. Muhakkak ki, Allah Alim'dir. Hakim'dir.
Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır". (Ahzab; 1,2)
Daha sonra verilen emir,
Cahiliyyenin bir simgesi olarak evlâtlık konusunda süregelen bütün batıl
itikat ve evhamlardan arınmaları ile ilgilidir. Sonra, kan bağlarının dışında
en büyük ve saygı duyulan bağın, peygamber ile mü'minler arasındaki ilişki
olduğu vurgulanıyor. Bu öyle bir bağdır ki bunun yüzünden peygamberlerin
karıları, onlara anneleri gibi haramdır. Allah'ın kitabı açısından bu bağın
dışında bütün diğer ilişkiler medeni sayılır ve özellikle verasetle ilgili
konularda saygıya değer addedilirler. Bu emir ve hükümlerin verilmesinden
sonra, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (a.s.)'e diğer bütün peygamberlerden aldığı
vaad ve taahhüdü hatırlatıyor. Aynı taahhüdün kendisinden de alındığını
belirtiyor (!) Şimdi sağduyulu bir kişi, bu metinden, gelecek bir nebiye itaat
edilmeleri gerektiği anlamını çıkarabilir mi? Bu metinden ne münasebetle,
gelecekte başka bir nebiye iman edilmesi ahkâmı çıkarılıyor? Bu hususla en
makul yol geçmişte ve diğer âyetler ile sûrelerde belirtilen söz ve taahhüde
bakmaktır. Ve bu vaad ve taahhüd gayet tabii ki, bütün peygamberler gibi Hz.
Muhammed (a.s.)'den de, Kitabullah'a sarılması, taraftarlarının Allah'ın emir
ve buyruklarına uymaları ve bu talimatı başkalarına yaymaları hakkındadır.
Nitekim, bundan sonra görüyoruz ki, Allah, Hz. Muhammed (a.s.)'e evlâtlığı Hz.
Zeyd bin Harise'nin boşadığı karısıyla evlenip cahiliyyenin batıl inançlarına
son vermesini emrediyor. Çünkü eski inançlara göre evlâtlıklar, öz evlât
sayılırdı. Hz. Peygamber'in bu husustaki girişimi kâfir ve münafıkların
hücumuna uğramasına sebep oldu. Bu tenkit ve hücumları Allah Teâlâ şu deliller
ile şiddetle reddetti:
1)
Bir kere, Muhammed (a.s.) hiçbir erkeğin babası değildir, bu sebeple,
onun boşadığı karısının kendisine haram olması diye bir kural yoktur.
2)
İkincisi, adı geçen kadının Hz. Peygamber için helâl olmasına rağmen
kendisiyle evlenmemesi gerektiği görüşü de pek geçerli değildir; çünkü, kendisi
Allah'ın Rasûlü olduğu için, Allah'ın ortadan kaldırmak istediği batıl itikat
ve ananeleri öncelikle O kaldırmalıdır.
3)
Bunu yapması, sadece Allah'ın Rasûlü olmak itibariyle değil aynı zamanda
peygamberlerin sonuncusu olması bakımından gerekiyordu. Cahiliyyenin yanlış
inanç ve geleneklerine kendisi son vermezse, kendisinden sonra herhangi bir nebi
gelmeyeceği için kimsenin gücü buna yetmeyecekti.
Şimdi elimizde bulunan bu metni
daha evvelki metinlerle birleştirerek okumaya ve incelemeye çalıştığımızda, Hz.
Peygamber (a.s.)'den sonra gelecek herhangi bir peygambere iman etmesi
konusunda kendisinden ve ümmetinden herhangi bir söz ve taahhüt alınmadığını
anlamış olacağız. Buradaki metin ve işlenen konu gösteriyor ki kendisinden ve
ümmetinden belki de her konuda söz alınmış olabilir, ama gelecek bir peygambere
bağlılık konusunda asla!
Şimdi dikkat edeceğiniz gibi,
Ahmediler veya Kadıyanî’lerin ileri sürdükleri Kur'an'ın tefsiri için ancak üç
şey dayanak olabilirdi, ama bu dayanaklar yoktur. Halta yukarıda belirtilen
dayanak veya deliller Ahmedîlerin iddialarını reddeder mahiyettedir. Bu
sebeple, onlarda dördüncü bir delilin olup olmadığını öğrenmelisiniz. Eğer
yoksa, ki muhakkak yoktur, o zaman teslim etmelisiniz ki, âyetlerden
çıkardıkları anlam ya cehalete dayanıyor ya dalâlete. Onlar Allah'tan
korkmadan kullarını doğru yoldan saptırmaya çalışıyorlar. Mirza Gulam Ahmed
gerçekten "peygamber" ise, "sahabeleri" ve yakın
arkadaşlarının dönemi henüz geçmemiştir ve kendisi de sağdır. Fakat görüyoruz
ki, Kitabullah'tan yanlış anlamlar çıkarılmaya çalışılıyor ve bizzat kentli
"ümmeti" arasında Kur'ân-ı Kerim'in âyetleri çelişkili biçimde
yorumlanıyor ve açıklanıyor ve ne kendisinden ne de "ümmetin"den tek
bir ses çıkmıyor. Bu nasıl bir peygamber ve bu nasıl bir "ümmet”tir?
5.1.13. Nübüvvet'in Sona Ermesiyle İlgili Ayette
Varolan Üç Delil
"Muhammed, adamlarınızdan
hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin
sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir."(Ahzab; 40)
Dilerseniz Ahzab sûresinin
yukarıdaki ayetinde peygamberliğin sona ermesi ile ilgili yer alan kaydın perde
arkasını görelim. Bilindiği üzere, Arabistan'da evlâtlık, öz evlât olarak kabul
edilirdi. Bir evlâtlık tıpkı öz bir evlât gibi mirastan payını alırdı ve
babalığından doğan çocuklar ve karısıyla öz evlâtları gibi ilgi ve saygı
görürdü. İşte Allah (cc.) bu eski geleneği bozmak istiyordu ve aynı sûrenin
4-5. âyetlerinde birinin evlât edinmesinin onun öz evlât gibi muamele görmesini
gerektirmediğini göstermek istiyordu. Ne var ki yıllar ve hatta yüzyılların
verdiği alışkanlık ve geleneğin bozulması öyle kolay değildi. Bunun için, bu
geleneğin ortadan kaldırılması için pratik bir örneğe gerek vardı. Hikmet-i
ilâhiye bakın ki; tam o sıralarda, Hz. Muhammed (a.s.)'in evlatlığı olan Hz.
Zeyd bin Harise (r.a.) nikâhlı zevcesi olan Hz. Zeynep (r.a.)'i boşayıverdi.
Rasûl-ü Ekrem, cahiliyye devrinden Araplar arasında süregelen bir geleneği
bozma fırsatını bulduğunu düşündü ve bu amaçla evlâtlığının boşadığı karısıyla
resmen izdivaca girmenin tek çare olduğu kanısına vardı. Fakat Hazreti
Peygamber aynı zamanda bu adımı altıktan sonra koparacağı fırtınayı da
sezebiliyordu. Batıl inanç ve geleneklerine son derece bağlı olan Medine'nin
münafıkları ile Mekke kâfirleri ve çevredeki Yahudilerin buna ne gibi sert bir
tepki göstereceklerini, hem kendisini hem İslâm’ı kötülemek için ne gibi çirkin
yollara başvurabileceklerini çok iyi biliyordu. Bundan dolayı da, bu hususla
adım atmaktan çekiniyordu. Nihayet, Allah kendisine emir verdi ve Hz. Zeynep
ile evlenmesini istedi. Tahmin edildiği gibi, itiraz, itham ve iftiraların
fırtınası koptu ve hatta bazı Müslümanlar da tereddüt ve şüpheye düştüler, işte
bu fırtınanın dindirilmesi için Ahzab sûresinin beşinci rüküşünün 37-40,
ayetleri indi.
Bu âyetlerde Cenab-ı Hak diyor ki,
Hz. Muhammed (a.s.)'in Hz. Zeyneb ile nikâhı kendi emri ile olmuştur ve bunun
gayesi de ilerde mü’minleri kendi evlâtlıklarının dul ve boşanmış karılarıyla
evlenmelerine herhangi bir engel kalmamasıdır. Allah bu meseleyi, bir
peygamberin, Allah'ın emrini yerine getirmekte tereddüt etmemesi gerektiği
hükmüyle bitiriyor ve sonunda şöyle diyor: "Muhammed, adamlarınızdan
hiçbirinin babası değildir. Fakat, o Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin
sonuncusudur".
Allah Teâlâ, meseleyi bu şekilde
kesip bitirmek suretiyle Hz. Muhammed (a.s.)'e dil uzatanlara üç delille cevap
vermiştir. Bu delilleri şöyle sıralayabiliriz:
Kâfir ve münafıkların en büyük
itirazı, Hz. Peygamber (a.s.)'in kendi geliniyle evlenmiş olduğu yolundaydı.
Halbuki Hz. Peygamber'in getirdiği şeriatta öz oğlunun nikâhlı karısı, babası
için haramdır. Fakat Hz. Zeyd'in eşinin durumu başka idi. Zira, kendisi Hz.
Peygamber'in öz oğlu olmayıp evlâtlığıydı; dolayısıyla, onun boşadığı eşi de
gelini değildi. Bunun için, yukarıdaki ayette "Muhammed, adamlarınızdan
hiçbirinin babası değildir" dendi. Yani, Hz. Peygamber'in, nikâhına aldığı
boşanmış kadının eski kocası öz oğlu olmadığı için onun eşiyle nikâh haram
değildi.
Söz konusu evliliğe yapılan ikinci
itiraz şu merkezdeydi: Diyelim ki, evlâtlık, Hz. Peygamber'in öz oğlu değildi,
ama onun boşadığı eşiyle Hz. Peygamber'in evlenmesi şart değildi. Buna cevap
olarak dendi ki, "Fakat o, Allah'ın Rasûlüdür". Yani bir peygamber
olarak cehalet ve kötü gelenek yüzünden helâl olan bir şeyin haram olması
etrafında dönen her türlü oyunlara son vermek onun vazifesidir. Yani o kendi
davranış ve hareketleri ile kötü gelenekleri, herhangi bir şüphe ve itiraza
mahal vermeyecek şekilde bozmalıdır.
Yukarıdaki ayette, nikâhın gerekli
olması lehinde üçüncü delil olarak Hz. Peygamber'in sadece Rasûl değil aynı
zamanda nebilerin sonuncusu olduğu da gösterilmiştir. Nitekim, ayetle
kendisinin "Hâtim'ûn-Nebiyyin" yani "peygamberlerin
sonuncusu" olduğu söylenmiştir. Demek kendisinden sonra başka herhangi
bir nebi veya peygamber dünyaya gelmeyeceği için medenî kanunlarda yahut
toplumda görülen bir aksaklığı kimse gideremeyecektir. Her türlü ıslah ve
düzeltmeyi kendisi yapmalıdır; yoksa iş işten geçecektir.
Ayetin sonunda da, "Allah,
her şeyi bilendir" denilmiştir. Yani, cahiliyyenden gelen bir kötü inanç
ve geleneğin ortadan kaldırılması için Hz. Muhammed'in ne yapması gerektiği ve
ne yaptığını en iyi bilen Allah'tır. Allah Peygamber (a.s.)'in hareketinin
hikmetini pekalâ biliyordu. O, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir
peygamberin gelmeyeceğini de çok iyi biliyordu. Dolayısıyla önemli bir işi Hz.
Peygamber vasıtasıyla yaptırmıştır. Çünkü, bu işi onunla yaptırmazsa, ondan
sonra gelen herhangi bir peygamber ve yol gösterici yoktur. Kötü bir inanç ve
geleneğe son verilmediği takdirde büyük bir ihtimalle bu illet ilerde
Müslümanların arasında yaygınlaşmış olabilecektir. Daha sonraki din adamları,
veli ve ıslahatçı kimselerin sözleri de pek etkili olamaz; zira onlar için
canlı bir örnek yoktur, işte bütün bu düşüncelerle Allah Teâlâ, Hz. Peygamber
(a.s.)'in Hz. Zeyneb (r.a.) ile resmen evlenmesini mümkün kılmıştır. Bu
meyanda, sözü edilen ayetlerde peygamberliğin Hz. Muhammed ile sona erdiği ve
kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği açık bir ifade ile
anlatılmıştır.
5.2.
PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Çağımızda peygamberlik fitnesini
yaratan sapık bir grup ve insan topluluğu, "Mâ kâne Muhammedün ebâ ehadin
min ricâliküm ve lâkin rasûlallahi ve hâtem-en Nebiyyin" ayetinde geçen
"Hâtem-en Nebiyyin" kelimesini kendi kötü emellerine alet etmeye
çalışıyor ve bunun manasının, "Peygamberlerin mührü" olduğunu iddia
ediyor. Bu sapıklar, bu kelimenin açıklamasını da şöyle yapıyorlar: Hz.
Peygamber'den sonra gelecek peygamberler, onun (Hz. Muhammed) mührü veya
damgasıyla peygamberlik payesine yükselecekler. Başka bir deyimle, Hz.
Peygamber (a.s.)'in mührünü taşımayan biri peygamber olamayacaktır.
Ne var ki, bu ayetin metninde
kullanılan ifade ve işlenen konu yukarıdaki açıklama ve tevil ile
bağdaşmamaktadır. Söz konusu kelime iddia edilen anlamda okunduğunda bütün ayet
ve bahsedilen konu havada kalmış oluyor. Böyle bir anlam ve açıklama, ayetin
ruhuna aykırıdır ve anlamını büsbütün ortadan kaldırmaya yöneliktir. Şimdi,
Hz. Peygamber'in Hz. Zeyneb ile evliliğine muhaliflerin itirazı ve yarattıkları
şüphe ve tereddüde cevap verilirken birden bire "Muhammed, peygamberlerin
mührüdür" demenin ne anlamı vardır? Burada, peygamberin bir mühür olduğunu
ve gelecek bir peygamberin onun mührünü taşıması gerekliğini söylemenin ne
manası vardır?
Aynı grup bir başka tevil ile de
ortaya çıkıyor ve diyor ki: "Hâtem-en Nebiyyin" deyimi bir başka
anlamda da kullanılabilir. Bu gruba göre, "Hâtem-en Nebiyyin"
deyiminin manası, "Efdâl-en Nebiyyin"dir. Yani peygamberliğin
fazileti ve kemâli Hz. Muhammed (a.s.) ile sona ermiş olmasına rağmen
peygamberlik kapısı açıktır. Fakat demin izah etmeye çalıştığımız gibi, bu
deyimin anlamını bu şekilde kabul etmek de imkânsızdır. Çünkü aynı şekilde bu
mananın da ayetin metniyle herhangi bir ilgisi bulunmuyor, halta tam ters
düşüyor. Kâfir ve münafıklar diyebilirlerdi ki, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra
her ne kadar küçük seviyeli ve az kabiliyetli de olsa, peygamberler geleceğine
göre, eski geleneğin illâ Hz. Muhammed (a.s.) tarafından bozulmasına gerek
yoktur. Aynı şekilde yukarıdaki durumda da diyebilirlerdi ki, Hz. Muhammed
(a.s.)'den sonra onun mührüyle gelecek peygamberlerin silsilesi kesilmeyeceği
için onlar da bu geleneği pekalâ ortadan kaldırabilirler.
5.2.1. "Hâtem-en Nebiyyin" (Peygamberlerin
Sonuncusu)'in Sözlük Anlamı
Söz konusu âyette anlatılan konu
ve bizzat ayetin metni, "Hâtem-en Nebiyyin" deyiminin ancak
"peygamberlerin sonuncusu" veya "peygamberlik zincirine son
veren" anlamına gelebileceğini göstermektedir. Fakat sadece metin değil,
bu kelimelerin sözlük anlamı da aynıdır. Arap sözlüğüne göre, "Hatm"
kelimesi "damga vurmak", "mühürlemek", "kapatmak",
"sona erdirmek" ve "bir işi bitirip rahatlamak" gibi
anlamlar taşımaktadır. Burada birkaç örnek verelim:
1. "Hatem-el amele", işi
bitirip boş kalmak demektir.
2. "Hatem-el inde", tencereyi
kapatmak demektir. Yani, tencere öylesine kapatılmış ve mühürlenmiş ki içine
ne bir şey girebilir ne de içinden dışarıya çıkabilir.
3. "Hatem el-kitâbe",
mektubu kapatıp, muhafazası için mühürlemek anlamına gelir.
4. "Hateme alel-kalbi",
kalbin mühürlenmesi demektir. Yani kalbe öylesine damga vuruluyor ki, ne bir
şey anlayabilir ne de içine yerleşmiş bir fikir kolay kolay atılabiliyor.
5."Hatem-u kulli
meşrûin", bir içkiyi içtikten sonra alınan tad demektir.
6. "Hatimet-ü kulli şey'in
âkıbeh ve âhirah", her şeyin bittiği, akıbet ve ahiret demektir.
7. "Hateme ş-Şeyy'a belağa
âhıra", bir şeyi bitirmek, onun sonuna varmak demektir. Aynı anlamda
"Hatem-i Kur'ân" denilir ve surelerin son âyetleri
"havalım" olarak bilinir.
8. "Hâtem-ul Kavmi
âhiruhüm", kavmin hâlimi demek kabilenin son ferdi demektir (Bk. Lisan ul
Arab, Kamus veAkrab-ul Mevarid)[3]
.
İşte bütün bu açıklamaların
ışığında dil bilimciler ile Kur'ân-ı Kerim'in müfessirleri, "Hatem-en
Nebiyyin" ifadesini oybirliğiyle "peygamberlerin sonuncusu"
olarak tercüme etmişlerdir. Arapça sözlüğü ve deyimlerine göre
"hatim", seri halinde basılarak mektupların yollandığı posta damgası
değildir. Aksine, zarfın kapanması, içine herhangi bir şey sokulmaması, içinde
de herhangi bir evrak veya madde alınmaması için yapıştırılan mühürlü mumdur.
5.2.2. Hz. Peygamber'in Buyrukları
"Hatem-en Nebiyyin"
deyiminin, hem Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli metinlerinde bahsedilen konular
açısından, hem sözlük ve hem de gramer kurallarına göre ne anlama geldiğini
yukarıda gördük. Şimdi, bu deyimin Hz. Peygamber (a.s.)'in birçok hadislerinde
de aynı anlamda kullanıldığını göreceğiz. Biz burada sadece birkaç örnekle
yetineceğiz:
1."Hz. Peygamber (a.s.)
buyurdular: İsrail Oğullarının önderliğini peygamberler yaparlardı. Bir peygamber
ölünce yerine başkası geçerdi. Ama benden sonra herhangi bir nebi (peygamber)
gelmeyecektir. Benden sonra ancak halifeler gelecektir. (Sahih-i Buhari,
Kitab-ul Menâkıb, Bölüm: Beni İsrail).
2. Hz. Peygamber (a.s.)
buyurdular: Benim ve benden önceki peygamberlerin durumunu size bir misal ile
anlatayım: Mesela; bir kişi çok güzel ve muhteşem bir bina yaptırdı, ancak bir
köşede bir tuğlanın yerini boş bıraktı, İnsanlar bu binanın etrafında dönüyor
ve güzelliğine hayran kalıyorlardı. Ancak boş yere işaret ederek, buraya tuğla
neden konmadı diye hayretlerini belirtiyorlardı, öyleyse, o tuğla benim ve ben
peygamberlerin sonuncusuyum. (Yani, benim gelişimden sonra peygamberlik binası
tamamlanmıştır ve bu binada eksik veya doldurulacak herhangi bir yer kalmamıştır).
(Sahih-i Buhari, Kitab-ul Menâkıb, Bölüm: Hâtem-en Nebiyyin).
Aynı konu, hemen hemen aynı
ifadelerle "Sahih-i Müslim, "Kitab-ul Fezâil, Bölüm: Hatem-en
Nebiyyin”de dört hadis-i şerifte anlatılmıştır, son hadis'te şu ilâve kelimeler
de kullanılmıştır: "O halde ben geldim ve peygamberlerin silsilesine son
verdim".
Aynı hadis, aynı kelimelerle,
"Tirmizî, Kitab-ul Menâkıb, Bölüm: Fezâil-ün Nebi, Kitab-ul Adâb ve Bâbül
Emsal”de yer almıştır. "Sünen-i Ebu Davud" ve "Tayâlisi" de
bu hadis Câbir bin Abdullah (r.a.) tarafından rivayet edilmiştir. Son
kelimeleri de bunlardır: Benim sayemde peygamberlerin silsilesi sona
erdi".
"Sünen-i Ahmed"de az bir
kelime farkıyla aynı hadisler, Hz. Übey bin Ka'ab, Hz. Ebu Said Hudrî ve Hz.
Ebû Hureyre (r.a.) tarafından nakledilmiştir.
3. "Hz. Peygamber (a.s.)
buyurdular: Ben altı yönden diğer bütün peygamberlerden üstünüm: 1) Bana, az ve
öz şey söyleme kabiliyeti verilmiştir. 2) Bana debdebe ile zafer verilmiştir.
3) Benim için ganimet eşyaları helâl edilmiştir. 4) Benim için yeryüzü mescide
çevrilmiş ve temizlik kaynağı yapılmıştır. 5) Ben bütün dünya için peygamber
olarak gönderildim. 6) Peygamberlerin zinciri benimle son bulmuştur".
(Müslim, Tirmizî, İbn Mâce).
4. "Hz. Nebiyi Kerim (a.s.)
buyurdular: Resûl’lük ve Nebi’lik silsilesi bitmiştir. Benden sonra ne bir
rasûl ne bir nebi gelecektir". (Tirmizî, Kitâb'ür-Rüya, Bölüm: Zehab-ün
Nübüvvet, Müsned-i Ahmed, Rivayet eden: Hz. Enes bin Malik).
5. "Nebî (a.s.) buyurdular:
Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben Mâhi'yim, çünkü ben küfrü mahvedeceğim. Ben
Haşir'im, çünkü benden sonra İnsanlar mahşerde toplanacaklardır. (Yani benden
sonra ancak kıyamet gelecektir). Ve ben Akıb'ım. Akıb da kendisinden sonra
herhangi bir peygamber gelmeyene denir". (Sahih-i Buhari ve Müslim, Kitab'ul
Fezâil, Bölüm: Peygamber'in isimleri, Tirmizî, Kitab'ul Adab, Bölüm: Peygamberin
isimleri, Muvatta, Kitab'ul Esma'ün Nebi, el-Müstedrek lil Hâkim, Kitab'ul
Tarih, Bölüm: Peygamber'in isimleri).
6. "Rasûlullah (a.s.)
buyurdular: Allah'ın gönderdiği her peygamber kendi ümmetini, Deccâl'ın doğması
konusunda korkutmuştur (amma onların zamanında Deccâl gelmemiştir). Şimdi ben
son peygamberim ve siz de son ümmetsiniz. Onun için, ister islemez o aranızdan
çıkacaktır". (İbn Mâce, Kitab'ul Fiten, Bölüm: Deccâl).
7. "Abdullah bin Cübeyr diyor
ki, ben Abdullah bin Amr bin As'tan duydum, bir gün Rasûlullah (a.s.) evinden
çıkıp bize geldi. Öyle ki, sanki bize veda edecek. Rasûlullah bize üç defa
seslendi, "Ben ümmi peygamberim" ve sonra dedi ki: "Benden
sonra başka herhangi bir peygamber gelmeyecektir". (Müsned-i Ahmed,
rivayet eden, Abdullah bin Amr bin As).
8. "Hz. Peygamber (a.s.)
buyurdular: Benden sonra herhangi bir peygamberlik yoktur. Benden sonra sadece
yol gösteren şeyler olacaktır. Soruldu, yol gösteren şeyler nelerdir?
Rasûlullah cevap verdi: İyi bir rüya veya salih bir rüya". (Yani bundan
böyle vahiy gelmeyecektir. Eğer biri Allah Telâ’dan işaret alacaksa sadece
doğru rüyalarla alacaktır). (Müsned-i Ahmed, rivayet eden: Ebu't-Tufeyl, Nesâi,
Ebu Davud).
9. "Hz. Peygamber buyurdular:
Benden sonra eğer peygamberlik silsilesi devam etseydi, Ömer bin el-Hattab
peygamber olacaktı". (Tirmizî, Kitab'ul-Menâkıb).
10. Rasûlullah (a.s.) Hz. Ali'ye
dedi ki: "Benle sen Hz. Musa ve Hz. Harun gibiyiz. Fakat benden sonra
herhangi bir nebi gelmeyecektir". (Sahih-i Buhari, Müslim, Kitab'ul
Fezâil-i Sahabe).
Yukarıdaki hadis-i şerif, Sahih-i
Buhari ile Müslim'de Tebûk savaşının anlatıldığı bölümde de geçmektedir.
Müsned-i Ahmed'de de aynı konuda iki hadis Sa'd bin Ebi Vakkas tarafından
rivayet edilmiştir. Bunlardan birinin son cümlesi şöyledir: "Fakat benden
sonra herhangi bir nübüvvet yoktur". Ebû Davud, Tayâlisi, İmam Ahmed ve
Muhammed bin İshak bu konuda ayrıntılı bilgi vermişlerdir. Bunlardan
anlaşılıyor ki, Tebûk gazvesine giderken Hz. Peygamber (a.s.) Hz. Ali'yi
arkasında, Medine’yi savunmakla görevlendirmeye karar vermişti. Fakat
münafıklar bu karara itiraz etmeye ve türlü şeyler söylemeye başlamışlardı.
Bunun üzerine Hz. Ali Rasûlullah (a.s.)'a giderek kuşkularını şöyle dile
getirdi: "Ya Rasûlullah, siz beni kadınlar ile çocuklar arasına mı
bırakıyorsunuz?" Hz. Peygamber de kendisini teselli ederek şöyle
buyurdular: "Senin benimle münasebetin tıpkı Hz. Harun'un Hz. Musa ile
olan ilişkisi gibidir". Yani, nasıl ki Hz. Musa, Tûr dağına giderken Hz.
Harun'u İsrail Oğullarını korumakla vazifelendirmişse, Hz. Muhammed (a.s.) de
Hz. Ali (r.a.)'ye Medine'yi savunma vazifesi vermişti. Fakat bu açıklamadan
sonra Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi Hz. Harun'a benzetmesinin bir fitneye yol
açabileceğini düşünmüş olacak ki, sözlerine hemen ekleyiverdi: "Benden
sonra başka bir peygamber olmayacaktır".
11."Sevban tarafından rivayet
ediliyor ki, Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular: ...Benim ümmetimden 30
yalancı doğacaktır. Bunlardan her biri peygamberlik iddiasında bulunacaktır.
Halbuki ben peygamberlerin sonuncusuyum, benden sonra herhangi bir peygamber
yoktur". (Sünen-i Ebû Davud, Kitab'ul Fiten).
Aynı konuda bir başka hadis, Ebû
Davud'un "Kitab-ul Melâhim"inde, Hz. Ebû Hureyre tarafından rivayet
edilmiştir. Tirmizî'de de Hz. Seyban (r.a.) ile Hz. Ebu Hureyre (r.a.)'nin aynı
rivayetleri nakledilmiştir. Bunlardan ikincisinin sözleri şöyledir: "Ta
ki, 30'a yakın yalancı, sahtekâr ortaya çıkacak ve bunlardan her biri
kendisinin Allah'ın peygamberi olduğunu iddia edecektir".
12."Hz. Peygamber buyurdular:
Sizden önce dünyada varolan İsrail Oğullarından bazılarıyla, peygamber
olmamalarına rağmen, konuşulurdu (Allah konuşurdu). Benim ümmetimden böyle
birisi olsa Hz. Ömer olacaktır". (Sahih-i Buhari, Kitab'ul Menâkıb).
"Sahih-i Müslim'de aynı
mevzuda yer alan hadis-i şerifle, "yü-kellemûn" yerine
"muhaddesûn" kelimesi kullanılmıştır. Fakat ikisinin anlamı hemen
hemen aynıdır. Yani, Allah ile kelâm etme (konuşma) şerefine nail olan veya
kendisiyle gaip perdesinden konuşulan kişi veya kişiler. Bu hadisten
anlaşılıyor ki, eğer peygamberlik payesine yükselmeden Allah ile konuşma
şerefine nail olabilecek kimse olsaydı o da Hz. Ömer olurdu.
13."Rasûlullah (a.s.)
buyurdular: Benden sonra herhangi bir peygamber yoktur ve benim ümmetimden
sonra herhangi bir ümmet yoktur" (Beyhakî, Kitab-ur Ru'yâ, Taberânî).
14.Rasûlullah buyurdular: Ben son
peygamberim ve benim camim (Mescid-i Nebevi) son cami'dir[4]. (Müslim, Kitab’ul
Hac, Bölüm: Mekke ve Medine'deki Camilerde Namaz Kılmanın Faziletleri).
Bu hadisleri birçok sahabe rivayet
etmişlerdir. Birçok muhaddis (hadis toplayanlar) da bunları sağlam ve
güvenilir kaynaklara dayanarak eserlerinde toplamışlardır. Bunları
incelediğimizde, Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in çeşitli zamanlarda,
çeşitli vesilelerle ve değişik ifadelerle kendisinden sonra herhangi bir
peygamberin gelmeyeceğini, kendisiyle birlikte peygamberlik silsilesinin sona
erdiğini ve kendisinden sonra peygamberlik iddiasında bulunacakların Deccâl ve
yalancı olacaklarını açıkladığına tanık oluruz. Kur'ân-ı Kerim'de geçen
"Hatem-en Nebiyyin" kelimesinin bundan daha güzel izahı ne olabilir
ki? Rasûl-ü Ekrem (a.s.)'in mübarek sözleri zaten birer senet ve vesika
gibidir. Üstelik, kendisi Kur'ân-ı Kerim'i daha iyi anladığını, daha iyi
tefsir edebileceğini iddia edebilir mi? Şayet biri böyle bir küstahlıkla
bulunursa, onun sözlerine zerre kadar önem verilebilir mi? Tabii ki hayır.
5.2.3. Sahabelerin Ortak Görüşü
Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet'ten sonra
üçüncü derecede önemli kaynak, sahabeyi kirâm'ın icmaı'dır. Tarih şahittir ki,
Hazreti Peygamber (a.s.)'in vefâtından hemen sonra, gerek peygamberlik
iddiasında bulunanlar, gerekse bu sahte peygamberlere iman edenlere karşı
bütün sahabeler ortak bir cephe aldılar.
Bu hususta, özellikle Müseyleme-i
Kezzâbın durumu dikkate değerdir. Bu şahıs, Hz. Peygamber (a.s.)'in
peygamberliğini inkâr etmiyordu.
Aksine, peygamberlikte Hz.
Muhammed (a.s.) ile ortak olduğunu ileri sürüyordu. Müseyleme, Hz. Muhammed
(a.s.)'in ebediyete intikalinden kısa bir süre önce kendisine gönderdiği
mektupta şöyle diyordu: "Allah'ın Rasûlü Müseyleme'den Allah'ın Rasûlü
Muhammed'e selâmlar, peygamberlik işinde sizinle ortak olduğumu
bilmelisiniz." (Taberî, cilt: II, s. 399, Mısır baskısı).
Buna ilaveten tarihçi Taberi'nin
anlattıklarına göre, müseyleme'nin taraftarları ezan okurken, "Eşhedü
enne Muhammed'er-Rasûlullah" sözlerini de kullanırlardı. Ne var ki, Hz.
Muhammed Mustafa (a.s.)'nın peygamberliğini açıkça kabul eden bu kişi sahabeler
tarafından kâfir ilan edildi ve ümmetten ihraç edildi. Hatla bununla
yetinilmedi, kendisiyle savaşıldı ve çarpışmalarda yenilerek başı uçuruldu.
Tarih ayrıca şahittir ki, Beni Hanife, bir yanılgı sonucu Müseyleme'ye
samimiyet ve iyi niyetle iman etmişti. Aslında Beni Hanife, Müseyleme'nin Hz.
Muhammed (a.s.) tarafından peygamberliğe ortak edildiği halasına kapılmıştı.
Ayrıca, medine'de Kur'ân-ı Kerim'i öğrenerek gelmiş olan bir kişi Beni
Hanife'ye Kur'an âyetlerini, güya Müseyleme'ye indiği şekilde okumuştu (İbn
Kesir, el-Bidâye ven-Nihaye, c. V, s. 51). Fakat buna rağmen sahabeler, Beni
Hanife'yi Müslüman olarak kabul etmediler ve onların üzerine ordularıyla yürüdüler.
Burada, Beni Hanife'ye veya
Müseyleme'ye karşı sahabelerin dinsizlik değil, isyan yüzünden savaş açtıkları
da iddia edilemez. Çünkü, İslâm yasalarına göre, âsi Müslümanlar ile
savaşıldığı takdirde, esirlerine köle muamelesi yapılamaz. Hana, Müslümanlar
bir yana, âsi zımmiler (Müslüman olmayanlar) da esir alındıktan sonra köle yapılamaz.
Fakat Müseyleme ile taraftarlarına hücum edildiği zaman, Hz. Ebu Bekir, esir
kadın ve çocukların dahi köle yapılabileceğini ilân etti ve gerçekten
Müseyleme'nin mağlubiyetinden sonra Müslümanların ellerine düşen esirler köle
yapıldılar. Nitekim, bir köle kadın, cariye olarak Hz. Ali'nin payına düştü ve
bu cariyeden İslam tarihinin ünlü şahsiyeti, Muhammed bin Hanefiye[5]
doğmuş oldu (el-Bidâye ven-Nihaye, c.Vl, s. 316, 325). Bundan anlaşılacağı
gibi, sahabeler Müseyleme ve taraftarlarıyla isyan değil, irtidad veya
dinsizlik sebebiyle savaşmışlardı. Müseyleme ve taraftarları, Hz. Peygamber
(a.s.)'den sonra peygamberlik iddiasında bulunmak ve bir fitne yaratmak
suçundan lâyık oldukları eczaya çarptırılmışlardı. Bu gelişmeler Hz. Muhammed
(a.s.)'in ebediyete intikalinden hemen sonra meydana gelmişti. Bu hareketin
lideri Hz. Ebu Bekr'di ve sahabelerin tümü kendisiyle ittifak etmişlerdi.
Sahabelerin ortak görüşü ve hareketinin bundan daha iyi bir misali olabilir mi?
Müseyleme'nin dışında o devrede peygamberlik iddiasında bulunan herkese karşı
aynı şiddet ve kararlılıkla hareket edildi ve İslâm alemi emekleme devresinde
karşı karşıya bulunduğu büyük bir felaketten Hz. Ebu Bekr'in basireti ve
sahabelerin kararlılığıyla yüz akıyla kurtulmuş oldu.
Dinî konularda, sahabenin ortak
görüş ve hareketinden sonra dördüncü derecede mühim olan husus, ümmetin ileri
gelenleri ve âlimler ile fakihlerinin ortak görüşüdür. Bu açıdan bakıldığında,
İslâmiyet'in doğduğu ilk Hicri senesinden başlayarak günümüze kadar her devirde
ve İslâm dünyasının her köşesinde, her ülkenin ulema ve fukahasının Hz. Muhammed
(a.s.)'den sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği hakkında ittifak
ettiklerini görürüz. Aynı alim ve fakihler, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra
peygamberlik iddiasında bulunanlar ile bunlara iman edenlerin kâfir ilân
edilmesi ve Müslümanlıktan çıkarılması konusunda birleşmişlerdir. Burada birkaç
örnek verelim:
1.İmam Ebû Hanife (80 H. - 150 H.)
döneminde bir kişi peygamberlik iddiasında bulunup, "bana,
peygamberliğimin alâmetlerini gösterme izni veriniz" dedi. Bunun üzerine
İmam-ı Azam dedi ki: "Bu şahıs ve bundan alâmet talebeden şahıs da kâfir
olacaklardır. Zira Hz. Muhammed, kendisinden sonra herhangi bir peygamber
olmayacağını açıkça belirtmiştir" "Menakıb-ı Ümam'ul Azam Ebû
Hanife, İbn Ahmed el-Mekkî, c. I, s. 161, Haydarabat baskısı, 1321).
2.Allâme İbn Cerir Taberî (224 H.
- 310 H.) meşhur Tefsir-i Kur’an’ın da "Ve lâkin rasûlullah-i ve hâtem-en
Nebiyyin" ayetini açıklarken şöyle der: "Hz. Peygamber (a.s)
peygamberlik geleneğine son vermiştir, peygamberliği mühürlemiştir. Bu kapı
artık kıyamete kadar açılmayacaktır" (Tefsir-i İbn Cerir, c. 22, s. 12).
3. İmam Tahavi, (239 H. - 321 H.)
"Akide-i Selefiyye" adlı eserinde, salih selefler, özellikle İmam Ebu
Hanife, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in akide ve inançlarını belirtirken,
peygamberlik hakkındaki inançlarını şöyle anlatıyor: "Onlara göre, Hz.
Muhammed (a.s.) Allah'ın güzide kulu, seçkin peygamberi ve en beğendiği resulüdür.
Peygamberlerin sonuncusu, ermiş insanların imamı, peygamberlerin reisi,
Alemlerin Rabbi'nin sevgilisidir. Ve kendisinden sonra peygamberlik ile ilgili
her türlü iddia sapıklık ve nefse hizmettir" (Şerhut Tahâviyye, Dar'ul
Ma'ârif, Mısır baskısı, s. 15,87, 96, 97, 100 ve 102).
4. Allâme İbn Hazm Endülüsi (384 H
- 456 H.) şöyle diyor: "Doğrusu, vahiy silsilesi, Hz. Muhammed (a.s.)'den
sonra kesilmiştir. Bunun delili de şudur; vahiy peygambersiz olmaz. Ve Allahu
Teâlâ açıkça buyurmuşlardır: Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası
değildir. Fakat o, Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusudur"
(el-Hullâ, c. I, s. 26).
5. İmam Gazali, (450 H. - 505
H.)'nin bir deyimini burada uzun uzun naklediyoruz; zira peygamberliğin sona
ermediğini iddia edenler bu sözleri çarpıtmaya çalışıyorlar: "Eğer bu
kapı (yani, icmayı hüccet veya delil olarak kabul etmeme kapısı) açık
bırakılırsa çok kötü ve vahim sonuçlara varmak mümkündür. Meselâ, biri
Peygamber Efendimiz (a.s.)'den sonra başka bir peygamberin dünyaya gelme
ihtimali var dese, onu yalanlamakta gecikmenin yanlış olduğunu anlatmak
isteyen birini ister istemez icma'ya (ulemanın ortak görüşüne) başvurması
gerekecektir. Çünkü akıl, onun gerekçesizliği konusunda karar veremez. Nakle
gelince, böyle bir inanca sahip olan biri, "benden sonra herhangi bir
peygamber yoktur" ve "ben peygamberlerin sonuncusuyum" gibi
ibareleri tevil ve tahrif etmekten âciz olmayacaktır. O pekâlâ diyebilir ki:
"Hatem-en Nebiyyin" tabiri, sadece üstün kabiliyetli ve meziyetli
peygamberlerin silsilesi tamamlanmıştır, manasındadır. Ve eğer Nebiyyin
kelimesinin umumi olduğu söylenirse, böyle biri için bunu hususî yapmak hiç de
zor değildir. "Ben'den sonra nebi yoktur" deyimine gelince
denilebilir ki burada rasûl kelimesi kullanılmamıştır. Yani kendisine göre nebi
ile rasûl arasında fark vardır ve nebi, resûlden üstündür. Velhâsıl, bu hususla
pek çok boş lâflar söylenebilir. Ve bizce, kelime oyunu öyle zor bir iş
değildir. Hatta zahiri şeylerin benzetilmesi konusunda her türlü imkân ve ihtimal
göze alınmalıdır. Bu gibi tevil ve tahriflerde bulunanın, "nassları inkâr
ettiğini de söyleyemeyiz. Fakat yine de bu çeşit iddialarda bulunana
söyleyecek bir çift sözümüz vardır: Ümmetimiz istisnasız ve ittifakla gerek
"benden sonra nebi yoktur" deyiminden gerekse Hz. Peygamber'in söz ve
hareketlerinden, Hz. Muhammed'den sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini
anlamıştır. Ayrıca, ümmetimiz, bu mevzuda hiçbir tevil ve açıklamaya gerek olmadığı
kanısına da varmıştır. Böyle bir durumda, bu kelime ve deyimleri başka başka
anlamlara çekmek isteyen biri elbette icmaya ters düşmektedir" (İktisad
fil-İtikâd, Mısır baskısı, s. 114).
6. Muhy-üs Sünne Beğavi (510 H.'de
ölmüştür), "Me'âlim'üt Tenzil" adlı eserinde şöyle demektedir:
"Allah, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla
peygamberliğe son verdi. Bu
sebeple, kendisi peygamberliği sona erdirendir... İbn Abbas diyor ki, Allah
Teâlâ bu ayette kararını vermiştir, yani Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'den sonra
başka bir peygamber olmayacaktır" (Cilt: 111, s. 158).
7. Allâme Zemahşerî (467 H. - 538
H.) "Tefsir-i Keşşafla diyor ki, "siz diyeceksiniz ki, Hz. Îsa (a.s.)
son peygamber nasıl olabilir? Ben derim ki, Hz. Muhammed, kendisinden sonra
herhangi bir peygamber olmayacağı açısından son peygamberdir. Hz. Îsa ise Hz.
Muhammed'den önce peygamberlik rütbesinde bulunuyordu ve dünyanın sonuna doğru
tekrar dünyaya geldiği zaman Muhammed (a.s.)'in şeriatına bağlı olacak ve onun
gösterdiği kıbleye doğru namaz kılacaktır. Yani Hz. Muhammed'in ümmetinin bir
ferdi olarak tekrar dünyaya gelecektir" (Cilt: II, s. 215).
8.Kâdı İyâz (vefatı: 544 H.) şöyle
diyor: "Kendisini peygamber ilân eden, peygamberliğin herkes tarafından
elde edilebileceğine inanan, dürüst karakter ve temiz bir kalple peygamberlik
payesine yükselebileceğini düşünen filozof ve sofular ve aynı şekilde,
kendisinin resmen peygamber olduğunu söylemeyen, ancak kendisine vahiy
geldiğini iddia eden herkes kâfirdir ve Hazreti Peygamber (a.s.)'i tekzip
etmiştir. Zira, Hz. Peygamber kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğunu ilân
etmiştir. Kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini
açıklamıştır. Hz. Muhammed (a.s.) ayrıca, peygamberliği sona erdiğine ve bütün
insanlara peygamber olarak gönderildiğine dair Allah'tan haber getirmiştir.
Bütün ümmet de açıklamanın zahiri anlamında birleşmiş, bu hususta hiçbir tevil
ve gizli anlam çıkarmaya imkân olmadığına kanaat getirmiştir. Bu sebeple,
gerek icma gerekse nakil açısından bu tür grupların kâfir olduğu meydandadır"
(Şifa, cilt: II, s. 270-271).
9. Allâme Şehristâni (vefatı: 548
H.) Meşhur eseri, "Kitab'ul Milel ven-Nihal" de diyor ki: "Ve
böylece, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dan sonra (Hz. Îsa'nın dışında) herhangi
bir peygamberin geleceğini iddia edenin kâfir olması konusunda iki kişi
arasında bile bir görüş ayrılığı yoktur" (Cilt: III, s. 249).
10. İmam Râzi (543 - 606 H.),
Tefsir-i Kebir’de "Hâlem-en Nebiyyin" âyetini açıklarken şöyle diyor:
Buradaki metinde "ve Hatem en Nebiyyin" sözcüğünün kullanılmasının
manası şöyle açıklanabilir. Bir peygamberden sonra başka bir peygamberin gelme
ihtimali varsa, şeriatle ilgili bazı konular eksik ve noksan bırakılabilir. Bu
suretle, daha sonra gelen peygamber önceki peygamberin eksikliklerini
giderebilir. Fakat kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini
pekiyi bilen bir peygamber tabiatıyla ümmetine ziyâdesiyle şefkat ve ilgi
gösterir ve onun hidayeti için elinden geleni yapar. Çünkü böyle bir
peygamber, kendisinden sonra, evlâdına bakacak herhangi bir veli ve
koruyucunun bulunmadığını idrak eden bir baba gibidir." (Cilt: VI, s.
581).
11. Allâme Beydâvi, (vefatı: 685
H.), "Envâr'ut Tenzîl" isimli tefsirinde şunları yazmıştır:
"Hz. Peygamber (a.s.) peygamberlerin sonuncusudur. Kendisi, peygamberlik
zincirini tamamlamıştır. Kendisi peygamberlerin silsilesini bir mühür gibi
kapatmıştır. Hz. Îsa (a.s.)'nın Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra gelmesiyle,
peygamberliğin sona ermişliği zedelenmez. Çünkü Hz. Îsa dünyaya tekrar
geldiğinde Hz. Muhammed (a.s.)'in dininde olacaktır" (Cilt: IV, s. 164).
12. Allâme Hâfızüddin En-Nesefî
(vefatı: 710 H.) "Derârik'ün Tenzil" adlı eserinde diyor ki: "Ve
Hz. Peygamber (a.s.) Hatem'en Nebiyyin’dir... Yani, peygamberlerin sonuncusu.
Kendisinden sonra başka kimse nebi olamayacaktır. Hz. Îsa’ya gelince, kendisi
Hz. Muhammed (a.s.)'den önce peygamberlik payesine yükselenlerdendir. Ve
dünyaya tekrar geldiği zaman, Hz. Muhammed (a.s.)'in şeriatına tabi olacaktır.
Öyle ki, Hz. Muhammed (a.s)'in ümmetinin bir ferdi gibi olacaktır" (s.
471).
13. Allâme Alâuddin Bağdâdî
(vefalı: 275 H.), "Hazin" isimli tefsirinde şöyle diyor: "Yani
Allahu Teâlâ peygamberliğe Hz. Muhammed (a.s.) ile birlikte son vermiştir. Hz.
Muhammed (a.s.)'den sonra ne peygamberlik vardır ne de peygamberliğinde
herhangi bir ortak. Ve Allah, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir nebi
veya peygamberin gelmeyeceğini pekâla bilmektedir" (s. 71-72).
14. Allâme İbn Kesir (vefatı: 774
H.) hayli meşhur olan, Kur'ân-ı Kerim'in tefsirinde şöyle diyor: "Onun
için, bu âyet, Rasûl-i Ekrem (a.s.)'den sonra herhangi bir nebinin gelmeyeceği
konusunda açık nasstır. Ve Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir nebi
yoksa, üstün dereceli bir rasûl da olmayacaktır. Zira, resûllük hususi ve
nübüvvet umumi bir mevkidir. Her resûl nebidir, ama her nebi rasûl değildir.
Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra bu mevki ve makam üzerinde hak iddia eden herkes
ne kadar hokkabazlık ve sihirbazlık yaparsa yapsın» yalancı, sahtekâr, deccal,
sapık ve başkalarını doğru yoldan saptırandır. Aynı durum, kıyamete kadar
peygamberlik iddiasında bulunan herkes için geçerlidir" (Cilt: III, s.
493-494).
15. Allâme Celaluddin Suyûtî
(vefatı: 911 H.), "Tefsir-i Celâleyn"de şöyle diyor: "Allah, Hz.
Muhammed (a.s.)'dan sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini biliyor. Hz.
Îsa ise dünyaya tekrar geldiğinde, Hz.
Muhammed (a.s.)'in şeriatına bağlı
olacaktır" (s. 768).
16. Allâme İbn-i Necim (vefatı:
970 H.) fıkıh usulleriyle ilgili tanınmış eseri, "el-Eşbâh
ven-Nezâir"in siyer bölümü, Riddeh faslında şöyle diyor: "Hazreti
Muhammed (a.s.)'i son peygamber olarak kabul etmeyen kişi Müslüman değildir.
Zira, bu husus, bilinmesi ve kabul edilmesi gereken dinî vecibelerden
biridir" (s. 179).
17. Molla Aliyy'ul Kâri (vefatı:
1016 H.) "Şerh-i Fıkh-ı Ekber"de şunları yazıyor: "İcmaya göre,
Peygamber Efendimiz (a.s.)'den sonra bir veya birden fazla kişinin peygamberlik
iddiasında bulunmaları küfürdür" (s. 202).
18. Şeyh İsmail Hakkı (vefatı:
1137 H.), "Tefsir-i Ruh'ul Beyân" da nübüvvetin sona ermesiyle ilgili
âyeti şöyle tefsir ediyor: "Asım, "hatim" kelimesinin "t"
harfini zeber işaretiyle yazmıştır. Buna göre "Hatem", mühür
basmakla kullanılan âlet anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, damgalamak veya
basmak için kullanılan alete "tabiî" denilir. Demek isteniyor ki, Hz.
Muhammed (a.s.) peygamberlerin sonuncusuydu. Yani kendisi peygamberlerin
silsilesini mühürlemiştir, sona erdirmiştir. Farsça'da buna
"peygamberlerin mührü" denilebilir, yani Hz. Muhammed (a.s.)
vasıtasıyla peygamberliğin kapısı mühürlenmiştir ve bundan sonra peygamberler
gelmeyecektir. Bazı kâriler "hatim"in "t" harfini kesra
veya zir ile okumuşlardır. Yani Hz. Muhammed (a.s.), mühürleyen ve
damgalayandı. Farsça'da buna, "peygamberlerin mühürdarı" denilebilir.
Böylece, bu kelime de "son veren" veya "sona erdiren"
anlamındadır... Bundan sonra, Hz. Muhammed (a.s.)'in ümmetinin büyükleri ve
uleması ancak velâyet alabilirler, çünkü peygamberliğin mirası, Hz. Muhammed
(a.s.)'in son peygamber oluşu nedeniyle, ortadan kalkmıştır. Hz. Îsa
(a.s.)'nın ise tekrar dünyaya gelmesi, Hz. Muhammed (a.s.)'in "Hatem-en
Nebiyyin" sıfatına gölge düşürmez, çünkü bu kelimelerin anlamı, Hz.
Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir nebi veya peygamberin gelmemesidir.
Halbuki, Hz. Îsa zâten daha önce peygamberlik sıfatını kazanmıştı. Ayrıca,
dünyaya yeniden gelince Şeriat-ı Muhammedi'ye tabi olacaktır. Hz. Muhammed
(a.s.)'in kıblesine doğru namaz kılacaktır ve ümmetinin bir ferdi gibi
olacaktır. Ona ne vahiy gelecektir, ne de kendisi yeni emir ve telkinlerde
bulunacaktır. Aksine, Hazreti Peygamber (a.s.)'in halifesi olacaktır... Ve ehli
sünnet, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği
üzerine ittifak etmiştir, çünkü Allah, kendisinin rasûl ve peygamberlerin
sonuncusu olduğunu açıkça ifade buyurmuştur. Hazreti Muhammed (a.s.)'de
"benden sonra bir nebi yoktur" demiştir. Şimdi bundan sonra biri
kalkıp, Hz. Resul-ü Ekrem (a.s.)'den sonra da peygamberlerin gelebileceğini
söylerse, kâfirdir. Zira o nassı inkâr etmiştir. Aynı şekilde, bu hususta
kuşkusunu belirten kişi de kâfirdir, çünkü böyle bir durumda hak ile batıl bir
araya getirilmeye çalışılıyor. Hz. Muhammed (a.s.)'dan sonra kendisinin
peygamber olduğunu iddia eden şahsın iddiası da batıl ve asılsız, bir
iddiadır" (c. 22, s. 188).
19. On ikinci Hicri yüzyılında
Timur oğulları hükümdarlarından, Evrengzib Alemgir'in emriyle, Hindistan'ın
ileri gelen bütün alim ve fakihleri tarafından hazırlanan dev eser,
"Fetava-ı Alemgirî'de bu hususta şöyle deniliyor: "Hz. Muhammed
(a.s.)'in Allah'ın son peygamberi olduğunu kabul etmeyen biri müslüman
değildir. Ve eğer biri "ben Allah'ın resûlüyüm" veya "Allah'ın
peygamberiyim" dese, tekfir edilmelidir. (Yani kâfir olduğuna dair fetva
verilmelidir) (Cilt: II, s. 263).
20. Allâme Şevkânî (vefalı: 1255
H.), "Tefsir-i Fethu'l-Kadir" isimli eserinde diyor ki: "Cumhur,
Hatim kelimesinin "t"sini zirle, Asım da zeberle okumuştur. İlk
okunuşun anlamı, 'Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlerin silsilesine son
verdi'dir, yani Hz. Muhammed (a.s.) en son gelen peygamberdir. İkinci okunuşun
anlamı, 'Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlerin mührü'dür. Yani, Hz. Muhammed bir
mühür gibi peygamberlerin silsilesini mühürlemiştir. (Cilt: IV, s. 275).
21. Allâme Alûsî (vefatı: 120 H.),
"Tefsir’i Ruh'ul Meânî"de şöyle diyor: "Nebi kelimesi, rasûl
kelimesine oranla daha yaygındır. O halde, Rasûlullah (a.s.)'ın 'Hatem-en
Nebiyyin' olması bakımından 'Hatem el-Mürselin' yani rasullerin sonuncusu
alması da lazım geliyor. Hz. Muhammed (a.s.)'in nebi veya rasûllerin sonuncusu
olması, kendisinden sonra ister cinler ister insanlardan olsun, hiçbirinin nebilik,
resûllük veya peygamberlik sıfatına sahip olamayacağı demektir" (Cilt:
22, s. 32). "Rasûlullah'tan sonra vahiy veya peygamberlik iddiasında
bulunan herkes kâfir olmaya mahkumdur. Bu hususla Müslümanlar arasında hiçbir
ihtilaf yoktur" (Cilt: 22, s. 38). "Rasûlullah'ın,peygamberlerin
sonuncusu olması hususu, Kur'ân-ı Kerim'de önemle ve açık seçik şekilde
belirtilmiştir. Sünnet'e göre de bu nokta açıkça yorumlanmıştır. Ümmet kendi
ortak görüşünü ve tavrını bariz bir şekilde ortaya koymuştur. Sonuç olarak, bu
genel inanç ve kurala ters düşen biri kâfir ilân edilecektir" (Cilt: 22,
s. 39).
Hindistan'dan Fas'a, Endülüs'ten
Türkiye'ye ve Yemen'e kadar her müslüman ülkenin belli başlı bütün ulema,
fukaha, muhaddis ve müfessirleri Rasûl-ü Ekrem'in son peygamber oluşunu
sözbirliği etmişçesine kabul etmiş, böylesine kuvvetle desteklemişlerdir.
Gördüğünüz gibi, biz bu büyük âlim, fakih ve müfessirlerin görüşlerini
naklederken doğum ve ölüm yıllarını da vermeyi ihmal etmedik. Bu suretle, bir
bakışla, İslam'ın doğuşundan, yani Hicret'in ilk asrından başlayarak Hicrî on
üçüncü yüzyıla kadar her devrin âlimlerinin ne düşündüklerini, ne
söylediklerini görebilirsiniz. Biz burada, Hicrî on dördüncü yüzyılın büyük
âlimlerinin görüşlerine de yer verebilirdik, ama bunu özellikle yapmadık.
Çünkü, bu âlimlerin tefsirine karşı çıkan biri, kendilerinin kasıtlı olarak
böyle söylediklerini iddia edebilir. Hz. Peygamber'in son peygamber oluşuna
karşı olanlar bu tür tefsir ve açıklamalarda kasıt arayabilirler ve diyebilirler
ki, bu alimler sadece Mirza Gulam Ahmed ve taraftarlarına kin besledikleri için
"Ha-tem-en Nebiyyin" deyimine bambaşka bir yorum getirmişlerdir. Onun
için, burada sözleri nakledilenlerin, çağımızın alim ve fakihleri olmamasına
özen gösterdik. Yukarıdaki sözler ve alınlılar gösteriyor ki, bütün İslâm
dünyası ve İslâm ümmeti Hicri ilk yüzyıldan günümüze kadar, "Ha-tem-en
Nebiyyin" deyimini, "peygamberlerin sonuncusu olarak kabul etmiştir.
Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra peygamberlik kapısının her zaman için kapandığı
fikri, bütün Müslümanların müşterek akidesi olmuştur ve bu konuda aralarında
herhangi bir anlaşmazlık olmamıştır. Müslümanlar ayrıca, Hz. Muhammed
(a.s.)'den sonra kendisini nebi veya rasûl ilân eden ve ona inanan herkesin
İslâm dininden çıktığı konusunda da görüş birliğine varmışlardır.
"Hâtem-en Nebiyyin"
deyiminin, sözlük ve dil kurallarına, Kur'ân-ı Kerim'in siyak ve sibak'ına, Hz.
Muhammed (a.s.)'in hadis ve açıklamalarına, sahabeyi kiramın icmaına ve ilk
çağdan günümüze kadar bütün Müslümanların ortak görüşüne göre belli olan anlam
ve kavramına ters düşen bir anlamı kabul etmemek, bir sahtekâr için
peygamberlik kapısını açmamak işi artık akıl ve mantık sahibi Müslümanlara
düşüyor. Şimdi, peygamberlik kapısının açılabileceğini söylemekle yetinmeyip
bu kapıdan içeriye giren ve peygamberlik tahtına oturanın, hatta kendisine iman
edenlerin müslüman olduğunu söyleyebilir misiniz?
Her şeyden önce, peygamberliğin
çok önemli ve nazik bir mesele olduğu bilinmelidir. Kur'ân-ı Kerim açısından,
peygamberliğe iman, İslâmiyet'in temel inançlarından biridir. Peygamberlikle
ilgili inanç bir kişiyi müslüman veya kâfir yapabilir. Bir peygambere inanmayan
kişi kâfirdir. Bunun tam tersine, aslında nebi olmayan birine nebi diye sarılan
da kâfirdir. Bu kadar nazik bir mesele hakkında Allahu Teâlâ’nın hâşâ
düşüncesizce davrandığını söylemek abestir. Eğer gerçeklen Hazreti Peygamber
Efendimiz (a.s.)'den sonra bir peygamber dünyaya gelecek olsaydı, Allah (cc.)
bu mevzuyu açıkça Kur'ân-ı Kerim'de belirtirdi. Yalnız bu değil, Hz. Muhammed
(a.s.) vasıtasıyla bunu açıkça ilân ettirirdi. Hz. Muhammed (a.s.) da
kendisinden sonra peygamberlerin gelebileceğini belirtip ümmetinden bunlara
itaat etmelerine dair söz almadan bu dünyayı terk etmezdi. Allah ve Hz.
Peygamber'in, din ve imanımıza karşı hâşâ düşmanlıkları mı vardı ki; Hz.
Peygamber'den sonra peygamberlik kapısı açık olacak, nebiler gelecek ve
Müslümanların imanları buna bağlı olacaktı da bizleri hiç uyarmadılar ve
böylesine önemli konudan bizleri haberdar etmediler? Fakat bunun tam aksine,
Allah ve O'nun Rasûlü (a.s.) 13 yüzyıl bütün Müslümanların inandığı ve kabul
ettiği gibi, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir nebinin gelmeyeceğini
açıkça belirttiler.
Şimdi farz edelim ki, peygamberlik
kapısı gerçekten açıktır ve bir peygamber de dünyaya gelmiş olabilir veya
ilerde gelecektir. Böyle bir şey olsa dahi -ki yoktur- söz konusu peygamberi
reddetmekte haklı olacağız. Tek korkumuz, Allah'ın bizi sorguya çekmesi
olacaktır. Ama mahşerde hesap vermemiz istendiğinde kendimizi savunmak için
bütün belgelerimizi ortaya koyacağız. Bu belgelerden, yeni bir peygamberi
inkâr etmemizin sebebinin Allah'ın Kitabı ile Peygamber (a.s.)'in sünneti
olduğu kendiliğinden sabit olacaktır. Bu vesika ve delilleri gördükten sonra,
Allah bizi, bir peygambere itaat etmediğimizden dolayı cezalandıracak diye bir
korkumuz yoktur. Fakat, peygamberlik kapısı gerçekten kapalıysa, herhangi bir
peygamber gelmeyecekse ve buna rağmen bir müslüman, peygamberliğini ilân eden
birine inanıyorsa, bu küfrünün cezasından kurtulmak için Allah'ın mahkemesine
ne gibi vesika ve deliller sunabileceğini kara kara düşünmelidir. Daha
doğrusu, Allah'ın mahkemesine çıkmadan önce kendi savunması için kullanacağı
malzemeyi bizim sunduğumuz malzeme ile karşılaştırmalı ve akıllı bir insanın
böyle bir malzemeye dayanarak küfür tehlikesini göze almasının uygun olup
olmadığına karar vermelidir.
5.2.6. Yeni Bir Peygambere Gerek Var mıdır?
Dikkat edilmesi gereken ikinci
nokta, peygamberliğin, ibadet ve amel-i salih ile elde edilebilecek bir sıfat
ve makam olmayışıdır. Ayrıca, hizmete karşı verilen bir ödül de değildir.
Aksine, peygamberlik, Allah'ın gerekli gördüğü şart ve zamanlarda bir kişiye
verdiği paye ve vazifedir. Yani şartlar gerektiriyorsa bir nebi veya peygamber
gönderilir, gerektirmiyorsa gönderilmez. Peygamberler sudan sebeplerle dünyaya
gönderilmezler.
Kur'ân-ı Kerim'e baktığımızda,
peygamberlerin ancak dört değişik durumda dünyaya gönderildiğine tanık
oluyoruz.
Birincisi: Daha ünce kendilerine
herhangi bir peygamberin gelmediği, ancak başka milletlere gelen peygamberin
mesajının kendilerine ulaştırılması gereken milletlere yeni peygamber
gönderilir.
İkincisi: Geçmişte gelen bir
peygamberin talimatı unutulmuş, tahrif edilmiş ya da onun gösterdiği yolun
takip edilmesi mümkün olmuyor ise, yeni bir peygamber gelir.
Üçüncüsü: Geçmişteki
peygamberlerin vaaz, telkin ve talimatı eksik kaldığı, ümmetleri yeteri kadar
hidayet bulamadığı takdirde din'.n tamamlanması için yeni peygamberler gönderilir.
Dördüncüsü: Bir peygambere
yardımcı olmak üzere başka bir peygamber gönderilir.
Yukarıdaki durumları tek tek
gözünüzden geçiriniz. Göreceksiniz Hazreti Muhammed (a.s.)'den sonra başka bir
peygamberin dünyaya gelmesi için herhangi bir ihtiyaç kalmamıştır.
Bizzat Kur'ân-ı Kerim'de
buyurulduğu gibi, Rasûl-ü Ekrem (a.s.) bütün dünyanın hidayeti için dünyaya
gönderilmiştir. Dünya tarihini incelediğimizde, Hz. Muhammed (a.s.)'in
doğuşundan bu yana mesajının bütün insanlara ulaşabilmesi için şartların her
devirde müsait olduğunu görürüz. Bu durumda, ayrı ayrı milletlere, ayrı ayrı
zamanlarda peygamberlerin gönderilmesine ne gerek vardır?
Hem Kur'an-ı Kerim, hem hadis ve
siretin tamamı Hz. Peygamber (a.s.)'in getirdiği talimatın olduğu gibi muhafaza
edildiğini göstermeye yeter. Kur'an-ı Kerim'in tek bir kelimesi, tek bir harfi
değiştirilmemiştir. Ve bu ilâhî kitap kıyamete kadar böyle kalacaktır. Hazreti
Peygamber (a.s.)'in söz ve hareketleri en küçük ayrıntılarına kadar hadislerde
ve diğer eserlerde korunmuştur. Bunları gördükçe ve okudukça, Peygamber Efendimiz
(a.s.)'i sanki gözümüzle görmüş oluruz. O halde, yeni bir peygamberin gelmesi
için gerekli olan ikinci şart da ortada yoktur.
Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Muhammed
(a.s.) vasıtasıyla İslâm dininin tamamlandığı ve mükemmelleştiği beyan
edilmiştir. Öyleyse, dinin tamamlanması için de herhangi bir peygambere
ihtiyaç yoktur.
Gelelim dördüncü duruma. Zaten Hz.
Muhammed (a.s.)'in yardımcı bir peygambere ihtiyacı olsaydı, kendisine o zaman
gönderilirdi. O'na yardımcı bir peygamber gönderilmediği için dördüncü sebep
de kendiliğinden ortadan kalkmış oluyor.
Şimdi bizim işimiz bir peygamberin bulun
dünyaya gönderilmesi için beşinci bir sebebin olup olmadığını araştırmaktır.
Eğer biri diyorsa ki müslüman ümmet yozlaşmıştır ve ıslahı için de bir
peygambere ihtiyaç vardır; o zaman ben derim ki; sadece bir milletin ıslahı
için peygamberlerin gönderildiği vaki olmamıştır. Tarihin hiçbir döneminde
sırf bir millet ıslah olsun diye bir peygamber gönderilmemiştir. Peygamber,
Allah'ın belli bir vazifesini yapmak üzere dünyaya gönderilir. Peygambere vahiyler
gelir ve bu vahiylerle, Allah tarafından yeni bir mesaj gelir ya da, geçmişteki
dinde herhangi bir noksanlık varsa o noksanlık giderilir. Kur'ân-ı Kerim ve
Sünnet-i Rasûlullah (a.s.)'ın aynen muhafaza edilmesinden ve din-i İslâm'ın
mükemmelleşmesinden sonra herhangi bir vahye gerek kalmamıştır. Bu durumda,
sadece ümmetin ıslahı için peygamberlerin dünyaya gönderilmesine ne gerek
vardır? Bu işi din adamları, âlimler ve ıslahatçılar pekâlâ yapabilirler.
Dikkat edilmesi gereken üçüncü
husus, bir peygamberin gelmesiyle bir ümmette küfür ile iman arasında amansız
bir mücadelenin başlamış olmasıdır. Peygamberi tanıyan ve O'na iman edenler
bir grup oluştururken, O'nun aleyhinde olanlar bir başka cephe meydana
getirirler. Bu cepheleşme ve kutuplaşma öyle hafife alınacak cinsten
olmayacaktır. Zira kendi fikir ve inançlarında ısrar edenler birbirini ortadan
kaldırmak amacıyla kıyasıya mücadeleye girişeceklerdir. Ayrıca bu iki grubun
hayat çizgisi ve yasaları da birbirinden farklı olacaktır. Bir yandan bir grup
iman ettiği peygamberin getirdiği vahiy, talimat ve sünnetten ilham alırken,
öbür yandan diğer grup bütün bu talimat ve kanun kaynaklarına karşı olacaktır.
Netice itibarıyla, bu iki grubun tek bir millet veya ümmet olarak yaşaması
hayal olacaktır.
Bu gerçekleri göz önünde
bulunduran bir kişi, peygamberliğin sona ermesinin, İslâm ümmeti için büyük bir
nimet ve rahmet olduğunu derhal fark edecektir. Bu hikmetli ve faydalı ilke ve
kavram sayesinde Müslümanların uluslararası ve kalıcı bir topluluk haline
gelmeleri temin edilmiştir. Bu fikir ve inanç, aralarında derin ve
kapanmayacak yaraların açılmasını önlemiştir. Bu sebeple, Hz. Muhammed
(a.s.)'i peygamber ve yol gösterici olarak kabul eden, O'nun getirdiği Kur'ân-ı
Kerim ve Sünnet'ten başka hidayet yollarını aramayan herkes evrensel bir
kardeşliğin bireyidir. Şayet peygamberliğin kapısı açılmış olsaydı, böyle bir
kardeşlik ve eşitliği tasavvur etmek bile mümkün olmayacaktı, çünkü her
peygamberin gelişiyle ümmetin birliği ve beraberliği paramparça olacaktı.
5.3.
VADEDİLEN MESİH HAKKINDAKİ HADİSLER
Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra
peygamberlik iddiasında bulunanlar ve bu sahte peygamberlerin taraftarları, saf
ve masum Müslümanları kandırmak için hadis-i şeriflerde "Vaadedilen
Mesih'den bahsedildiğini, Mesih'in bir peygamber olduğunu ve kendisinin
dünyaya gelmesiyle peygamberlik müessesesine herhangi bir zarar gelmeyeceği
gibi, başka peygamberlerin de dünyaya gelmesinin gayet tabii bir hadise
olduğunu iddia ederler.
Bu kişi ve çevreler ayrıca,
"Mesih-i Mevûd" (Vaadedilen Mesih)'dan Meryem oğlu Hz. Îsa (a.s.)'nın
kastedilmediğini de öne sürerler. Onlara göre, Mesih çoktan ölmüştür ve
hadislerde müjdelenen Mesih aslında "Mesil-i Mesih" yani Hz. Îsa’ya
benzeyen bir Mesih'tir. Onlara göre bu sözde "Mesih" filanca şahıs
olup zâten dünyayı kendi varlığıyla "şereflendirmiştir" (!) ve
kendisine iman etmek, peygamberliğin son bulması fikrine aykırı bir davranış
değildir.
Bu yalan perdesini aralamak için
biz konuyla ilgili bütün muteber hadisleri aşağıda belirtmeyi uygun bulduk. Bu
hadisleri okuyan herkes, Hazreti Peygamber Efendimiz (a.s.)'in nübüvvetin
sonuçlanması konusunda ne dediğini ve kötü niyetli insanların bunlardan ne
anlamlar çıkarmaya çalıştıklarını kolayca anlayabilecektir[6].
5.3.1. Meryem Oğlu Hz.Îsa (a.s.)'nın Dünyaya Tekrar
Gelmesine Dair Hadisler
1. Hz. Ebû Hüreyre rivayet ediyor:
Rasûlullah bir defasında buyurdular: "Elinde canım olan Zât'a yemin
ederim, Meryem oğlu mutlaka adil bir hükümdar olarak size gelecektir. O zaman o
haç'ı kıracak ve domuzu öldürecektir[7].
Savaşa son verecektir" (Başka bir rivayette harp yerine cizye kelimesi
kullanılmıştır, yani cizyeyi kaldıracaktır[8].
Ve mallar öylesine bollaşacak ki, bunları kabul eden bulunmayacaktır. Ve öyle
bir duruma gelinecek ki, insanların Allah'a bir secde etmeleri, kendilerine her
şeyi unutturacaktır). (Sahih-i Buhari, Kitab-ü Ehâdis-il Enbiya, bölüm: Îsa İbn
Meryem'in inişi; Müslim, Hz. Îsa'nın dünyaya gelişiyle ilgili bölüm; Tirmizî,
Fiten bölümü, Hz. Îsa'nın gelişiyle ilgili kısım; Müsned-i Ahmed, rivayet
eden: Ebu Hureyre).
2. Ebû Hureyre'nin bir başka rivâyeti
şöyledir: "Îsa İbn-i Meryem dünyaya gelmedikçe kıyamet olmayacaktır".
Bu cümleden sonra yukarıdaki hadis geçiyor. (Sahih-i Buhari; Kitab'ul Mezâlim,
Kesr'us Salib bölümü, İbn Mâce, Kitab'ul Fiten, Deccâl fitnesi bölümü).
3. Hz. Ebû Hureyre rivayet ediyor
ki, Hz. Muhammed (a.s.) şöyle buyurdular: "Aranıza Meryem oğlu (Îsa)
gelince siz nasıl olacaksınız? Ve imamlarınız o zaman sizlerden olacaktır"[9].
(Sahih-i Buhari, Kitap: Peygamberlerin hadisleri, Îsa'nın inişi bölüm;
Müslim).
4. Hz. Ebû Hureyre'nin rivâyetine
göre, Rasûlullah (a.s.) bir defasında şöyle buyurdular: "Îsa İbn-i Meryem
dünyaya gelecek, domuzu öldürecek, haçı yok edecektir. Ve O'nun için namazlar
toplanacak ve O, o kadar mal ve mülk dağıtacak ki, onları alacak kimse ortaya
çıkmayacaktır. Ve O haracı durduracak ve Ruha[10]
mevkiinde konaklayıp hac ve umre edâ edecektir, ya da ikisini birleştirecektir"[11]
Rivayet edenin bu hususta biraz şüphesi vardır. (Müsned-i Ahmed, Ebu
Hureyre'nin rivayetleri, Müslim, Kitab’ul Hac ve Kur'ân ile ilgili bölüm).
5. Hz. Ebû Hureyre rivayet ediyor:
(Deccâl'ın ortaya çıkışından bahsettikten sonra Rasûlullah buyurdular):
"Müslümanlar onunla (Deccâl) savaşmaya hazırlanırken, saflar düzenlerken
ve namaz için tekbir getirirken, Meryem oğlu Îsa dünyaya gelecektir. Ve namazda
kendilerine imamet edecektir. Ve Allah'ın düşmanı, (Deccâl) O'nu görür görmez,
tuzun suda eridiği gibi eriyecektir. Eğer Îsa (a.s.) Onu kendi haline bıraksa,
eriyip gidecektir. Ama, Allah onu Hz. Îsa'ya öldürtecektir ve Îsa onun kanma
buladığı mızrağını Müslümanlara gösterecektir. (Mişkat, Kitab'ul Fiten, Bölüm:
el-Melâhim, Müslim'e atfen).
6. Hz. Ebu Hüreyre, rivayet
ediyor, Rasûlullah şöyle buyurdular: "Ben'imle O'nun (Hz. Îsa) arasında
herhangi bir nebi yoktur. Ve kendisi dünyaya gelecektir. Öyleyse, O'nu
gördüğünüz zaman tanıyacaksınız. O orta boylu, pembe tenli, sarı renkli elbise giymiş
olacaktır. Başındaki saçlar sanki onlardan su damlayacakmışçasına ıslak gibi
olacaktır, halbuki onlar ıslak değildirler. İslâmiyet için başkalarıyla
savaşacak, haçı parçalayacak, domuzu öldürecek ve cizyeyi ortadan
kaldıracaktır. Ve Allah . O'nun zamanında, İslâmiyet'ten başka bütün din ve
mezhepleri ortadan kaldıracaktır. Ve O Mesih, Deccâl'i öldürecektir. Dünyada 40
yıl kalacak ve sonra vefat edecektir ve Müslümanlar O'nun cenaze namazını
kılacaklardır. (Ebu Davud, Kitab'ul Melâhim, Deccâl'in çıkışıyla ilgili bölüm,
Müsned-i Ahmed, rivayet eden: Ebu Hureyre).
7.
Hz. Câbir bin Abdullah diyor ki, ben Rasûlullah (a.s .)'tan duydum ki:
"... Meryem oğlu Îsa dünyaya gelecektir. Müslümanların imamı O'na
diyecektir ki, buyurun namazı siz kıldırın, fakat O cevap verecek, hayır siz
birbirinizin imamısınız. Hz. Îsa, bunları, Allah'ın bu ümmete verdiği şan-ü
şerefi bilerek söyleyecektir" (Müslim Meryem oğlu Îsa'nın inişiyle ilgili
bölüm, Müsned-i Ahmed, Câbir bin Abdullah'ın rivayetleri).
8. Câbir bin Abdullah (İbn-i Sayyâd olayıyla
ilgili olarak) rivayet ediyor ki, Ömer bin Hattab bir defasında dedi ki, Ya
Rasûlullah, bana izin verin, ben onun kafasını uçurayım. Bunun üzerine
Rasûlullah (a.s.) buyurdular, "eğer bu şahıs, (Deccal) bahsettiğimiz
insansa, onu siz değil Îsa İbn-i Meryem öldürecektir. Ve eğer bu o şahıs
değilse, o zaman siz taahhütlü kişilerden (zımmiler) birini öldürme hakkına
sahip değilsiniz" (Mişkat, Bâb'ul Fiten, İbn-i Sayyâd hikâyesi, Şerh-i
Es-Sünne-i Beğavi'ye atfen).
9. Câbir bin Abdullah rivayet
ediyor ki, Hz. Rasûl-i Ekrem (a.s.) dedi ki, (Deccâl'in hikâyesini anlatırken)
"O zaman Meryem oğlu Îsa birden bire Müslümanlar arasına çıkacaktır.
Sonra namaza kalkılacak ve O'na denilecek ki, Ey Ruhullah, ileriye hareket
ediniz'. Fakat O diyecek ki, 'hayır sizin imamınız önümüze gelsin ve namaz
kıldırsın...’ Sabah namazını kıldıktan sonra Müslümanlar Deccâl ile savaşmaya
çıkacaklardır. Buyurdular ki, o kezzab (Deccâl) Hz. Îsa'yı görünce tuzun suda
eridiği gibi eriyecektir. Daha sonra (Îsa) onun yanına yaklaşacak ve onu
öldürecektir. Ve öyle bir vaziyet meydana gelecektir ki, ağaçlar ve taşlar
sesleneceklerdir. 'Ey Ruhullah, bu Yahudi arkamıza saklanmıştır’. Deccâl'in
taraftarlarından hiçbiri sağ kalmayacaktır. Hz. Îsa bunlardan hepsini kılıçtan
geçirecektir". (Müsned-i Ahmed, Cabir bin Abdullah'ın rivayetleriyle
ilgili bölüm).
10. Hz. Nevvâs bin Sem'an Kılabi (Deccâl'in
hikâyesini anlatırken) şöyle der: Bu arada, Deccâl bunları yaparken, Allah,
Meryem oğlu Îsa'yı gönderecektir ve O Suriye'nin doğu kesiminde, beyaz
minarenin yanında, sarı renkli iki elbise giymiş vaziyette iki meleğin
kanatları üzerinde dünyaya inecektir. O başını aşağıya eğdiği zaman sanki
saçlarından su akıyor gibi olacaktır. Başını kaldırdığı zaman da inci gibi
damlalar düşecektir. Nefesinin havası ulaştığı ve gözlerinin gördüğü yere
kadar bütün kâfirler ölecektir. Daha sonra Meryem oğlu, Deccâl'in peşine
düşecek ve Lod[12] kapısında ona yetişip onu kat
edecektir". (Sahih-i Müslim, Deccâl ile ilgili bölüm; Ebû Davûd, Kitab'ul
Melâhim, Deccâl'ın çıkışı bölümü; Tirmizî, Fiten bölümleri, Deccâl kısmı; İbn
Mâce, Kitab'ul Fiten, Deccal bölümü).
11. Abdullah bin Amr bin As diyor
ki, Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular: "Deccâl, ümmetimden çıkacaktır ve
40 (gün mü, ay mı, yıl mı)[13]
dünyada kalacaktır. Daha sonra Allah, Meryem oğlunu gönderecektir. O'nun yüz
hatları, Urve bin Mes'ud (bir sahabe) gibi olacaktır. Deccâl'i takip edecek ve
öldürecektir. Duha sonra yedi yıl İnsanlar öylesine birbirine kaynaşmış olarak
yaşayacak ki, iki kişi arasında bile herhangi bir fikir ayrılığı
olmayacaktır" (Sahih-i Müslim, Deccâl ile ilgili bölüm).
12. Huzeyfe bin Esid el-Gifârî
diyor ki, bir defasında Rasûlullah (a.s.), toplandığımız yere geldiler. Biz o
sırada aramızda konuşuyorduk. Hz. Peygamber bizim ne konuştuğumuzu sordular.
Dedik ki, kıyametten bahsediyorduk. Buyurdular ki, "kıyamet, 10 tane
işaret olmadan gelmeyecektir. Sonra bu 10 işareti şöyle sıraladılar: 1) Duman,
2) Deccâl, 3) Dâbbet'ul Arz[14],
4) Güneşin batıdan doğması, 5) Meryem oğlu Îsa'nın inişi, 6) Ye'cuc ve Me'cuc,
7) Üç büyük toprak kayması, biri Doğu'da 8) Diğeri Batı'da 9) Bir üçüncüsü de
Arap yarımadasında ve 10) Sonuncusu Yemen'de çıkacak ve insanları soluk soluğa
mahşere götürecek büyük yangın. (Sahih-i Müslim; Kitab-ul Fiten ve Eşrât-üs
Saat. Davûd; Kitab-ul Melâhim, Emârât-üs Saat bölümü).
13. Hz. Peygamber (a.s.)'in
serbest bıraktığı (azat ettiği) kölesi, Sevbân'ın rivâyetine göre, Hz. Muhammed
(a.s.) buyurdular ki, "Onları Allah cehennem ateşinden korumuştur.
Birincisi, Hindistan'a yürümüş olan ordu, ikincisi, Meryem oğlu Îsa'nın yanında
olacak ordu." (Nesâi, Kitab'ul- Cihâd, Müsned-i Ahmed, Sevbân'ın
rivayetleri).
14. Mucemmi' bin Câriyet-i Ensari
diyor ki, ben Hazreti Peygamber Efendimiz (a.s.)'den duydum, Meryem oğlu (Îsa)
Deccâl'i Lod kapısında öldürecektir. (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Fiten ile ilgili
bölümler).
15. Ebû Umâme Bahili (uzun bir hadiste)
Deccâl'den bahsederken rivâyet ediyor ki: "Müslümanların imamı sabah7
namazını kılmak üzere tam ileriye çıktığı anda, Meryem oğlu Îsa onlara
gelecektir. İmam geriye dönecek ve Îsa'nın ileriye gitmesini (imamlık
yapmasını) isteyecektir. Fakat Hz. Îsa onun omuzlarına elini koyup, hayır
namazı siz kıldırın, zira bu cemaat sizin için namaza kalkmıştır' diyecektir.
Dolayısıyla, aynı İmam namaz kıldıracaktır. Selâm verildikten sonra, Îsa (a.s.)
diyecektir ki, kapıyı açınız. Kapı açılacaktır. Orada Deccâl, 70 bin silahlı
Yahudiyle karşılarına çıkacaktır. Fakat Deccâl, Hz. Îsa’ya bakar bakmaz tuzun
suda eridiği gibi eriyecektir ve oradan kaçacaktır. Îsa ona diyecektir ki,
Ben'de öyle bir darbe vardır ki sen hiç kurtulamazsın. Sonra onu Lod'un doğu
kapısında yakalayacak ve Allah Yahudileri yenilgiye uğratacaktır... Ve yeryüzü
Müslümanlarla tıpkı su dolu kap gibi dolacaktır. Bütün dünyanın kelimesi
(kelime-i şahadet) aynı olacaktır ve Allah'tan başkasına ibadet edilmeyecektir"
(İbn Mâce, Kitab'ul Fiten, Deccâl fitnesi bölümü).
16. Osman bin Ebu'l-As diyor ki,
ben Rasûlullah (a.s.)'dan duydum, "Meryem oğlu Îsa sabah namazı sırasında
dünyaya inecektir. Müslümanların lideri O'na diyecektir ki, "Ey Ruhullah,
namazı siz kıldırın". O cevap verecektir, 'bu ümmetin insanları birbirinin
reisidir'. Bunun üzerine Müslümanların lideri ileriye çıkıp namaz
kıldıracaktır. Namazı kıldıktan sonra, Îsa muharebe etmek üzere Deccâla
yürüyecektir. Deccâl kendisini görünce tunç gibi eriyecektir. Îsa (a.s.) kendi
silahıyla Deccâl'i öldürecek ve onun taraftarları hezimete uğrayacak kaçacaklar
fakat hiçbir yerde sığmak bulamayacaklardır. Hatta ağaçlar sesleneceklerdir:
"Ey mü'min, bu kâfir buradadır" (Müsned-i Ahmed, Taberânî, Hâkim).
17. Semura bin Cündüb (uzun bir
hadiste) Rasûlullah (a.s.)'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Sonra sabah
vakti, Müslümanlara Meryem oğlu Îsa gelecektir ve Allah, Deccâl ile ordusunu hezimete
uğratacaktır. Ta ki duvarlar ve ağaç kökleri haykıracaklardır, 'Ey mü'min, bu
kâfir arkamıza saklanmıştır. Gel ve onu öldür' (Müsned-i Ahmed, Hâkim).
18. Umran bin Husayn tarafından
rivayet ediliyor ki, Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurmuşlardır: "Ümmetimden
bir grup her zaman Hak'tan yana olup muhaliflere galip gelecektir. Nihayet,
Allah Teâlâ (cc.) kararını verecek ve Meryem oğlu, Îsa (a.s.) dünyaya
gelecektir" (Müsned-i Ahmed).
19. Hazreti Ayşe (r.a.) Deccâl ile
ilgili şu rivayette bulunuyor: "Sonra, Îsa aleyhisselam inecektir ve
Deccâl'ı öldürecektir. Bundan sonra, Îsa (a.s.) 40 yıl dünyada adil İmam ve
adaletli hâkim olarak kalacaktır" (Müsned-i Ahmed).
20. Rasûlullah (a.s.)'ın azâd
ettiği kölesi, Süfyene (Deccâl olayıyla ilgili olarak) rivâyet ediyor ki,
"daha sonra Îsa (a.s.) inecektir ve Allah Teâlâ, Deccâl'ı Afik[15]
tepesi yakınlarında öldürecektir" (Müsned-i Ahmed).
21. Hz. Huzeyfe bin Yemân
(Deccâl'den bahsederken) diyor ki, "sonra Müslümanlar namaza kalkınca
gözlerinin önüne Meryem oğlu Îsa gelecektir ve O Müslümanlara namaz
kıldıracaktır. Selâm verildikten sonra, oradakilere diyecek ki, benimle bu
Allah'ın düşmanı arasından çekilin.... ve Allah, Deccâl'in taraftarlarına
Müslümanları musallat edecektir. Ve Müslümanlar onları iyice dövecek ve
hırpalayacaklardır. ta ki, ağaç ve kayalar haykıracaklar, 'Ey Abdullah, ey
Abdurrahman, ey müslüman, bak işte bir Yahudi, vur ona'. Böylece Allah onları
mahvedecektir ve müslümanlar galip gelip, haç'ı parçalayacak, domuzu öldürecek
ve cizye'yi durduracaklardır." (Müstedrek-i Hâkim, Sahih-i Müslim'de de
bu hadis özelle anlatılmıştır. Hâfız İbn Hacer ise "Fethul Bâri"de
cilt 6, s. 450'de bu hadisin doğru olduğunu beyan etmiştir).
Yukarıdaki 21 hadis, 14 sahabe
tarafından doğru ve güvenilir kaynaklara dayanılarak en geçerli ve en
güvenilir Hadis kitaplarında kaydedilmiştir. Gerçi bunların dışında da pek çok
hadislerde Hz. Îsa (a.s.) ve Deccâl'den bahsedilmiştir. Fakat konuyu dağıtmamak
ve gereksizce uzatmamak için yalnız bu hadisleri nakletmeyi uygun bulduk.
5.3.2. Bu Hadisler Neyi İspatlıyor?
Bu hadisleri okuyan herkes
herhangi bir "Vaadedilen Mesih", "Mesil-i Mesih" (Mesih
Benzeri) veya "Bürûz-u Mesih'den ne açıkça, ne ima yoluyla
bahsedilmediğini görmüş olacaktır. Ayrıca, bu hadisler, çağımızda bir kişinin
bir kadının batınından ve bir erkeğin sperminden doğup, "Hz. Seyyidina
Muhammed Mustafa (a.s.)'nın geleceğini haber verdiği Mesih benim" diyerek
ortaya atılmasına da imkân bırakmamışlardır. Bu hadisler, açık sözler ve bariz
ifadelerle, bundan 2.000 yıl önce babasız, Meryem'in batınından doğan Îsa
(a.s.)’ın tekrar dünyaya geleceğini belirtmektedirler. Burada, Hz. Îsa'nın ölüp
ölmediğine dair tartışmaya girmek yersizdir. Çünkü eğer kendisi ölmüş olsa dahi
Allahu Teâlâ onu tekrar hayata getirmeye kadirdir[16].
Allah'ın kudreti için, kullarından birini binlerce yıl kâinatın herhangi bir
köşesinde yaşatıp istediği zaman dünyaya getirmesi hiç de zor değildir. Her ne
olursa olsun, hadisi tanıyan ve kabul eden biri için, dünyaya tekrar gelecek
şahsın Meryem oğlu Îsa olduğunu kabul etmekten başka bir çare yoktur. Ve eğer
biri hadisleri kabul etmiyorsa, bir şahsın gelmesini de beklememelidir. Bir
yandan hadislerden, gelecek biri hakkındaki kayıtlar ve bölümler alınırken
diğer yandan, gelecek kişinin Meryem oğlu Îsa değil, Mesil-i Mesih yani Îsa'nın
benzeri olacağını ileri sürmek düpedüz pişkinlik ve hatta küstahlıktır.
Söz konusu hadislerde dikkate
değer ikinci husus, Hz. Îsa'nın dünyaya tekrar gelişinde peygamberlik sıfatını
taşımayacağıdır. Hz. Îsa (a.s.)'ya ne vahiy gelecek, ne de kendisi Allah'tan
herhangi bir mesaj ve talimat getirecektir. Ne Hz. Muhammed (a.s.)'in şeriatına
herhangi bir ilâve yapacak, ne de İslâm dinini yeniden canlandıracak veya
güçlendirecektir. Ne insanlardan kendisine iman etmelerini isteyecek, ne
taraftarlarından müteşekkil bir ümmet meydana getirecektir[17].
Hz. Îsa sadece önemli bir görev için dünyaya tekrar gönderilecek ve bu görev de
Deccal fitnesini ortadan kaldırmak olacaktır. Ve geldiği zaman şartlar ve ortam
öyle olacaktır ki, Müslümanlardan hiç biri O'nun Meryem oğlu Îsa olduğundan
şüphe etmeyecektir. Kendisi Hz. Muhammed (a.s.)'in önceden verdiği haberlere
uygun olarak dünyaya gelip müslüman topluluğuna katılacaktır. O zaman
Müslümanların lideri ve imamı kim ise, onun arkasında namazını eda edecektir
ve o imamın üstünlüğünü kabul etmiş olacaktır[18].
Böylece eskisi gibi peygamberlik sıfatıyla Müslümanlara imamlık etmesi söz
konusu olamaz. Bilindiği üzere bir cemaatte peygamber yoksa, imamlığı
cemaatten bir kişi yapabilir. Fakat peygamber ortada varken imamlığı da
liderliği de o yapar. Bir bakıma, Hz. Îsa gelip Müslümanların cemaatine alelade
bir ferd gibi iştirak etmekle, kendisinin peygamber olmadığını açıkça itiraf
edecektir. Bu itibarla, O'nun gelişiyle peygamberlik mührünün kırılacağı da
söylenemez.
Burada herhangi bir benzetme
olmaksızın şunu söyleyebiliriz ki, Hazreti Îsa (a.s.)'nın dünyaya gelişi,
işbaşında bulunan bir devlet başkanı döneminde eski bir devlet başkanının
ziyareti gibi olacaktır. Bu eski devlet başkanı, işbaşındaki devlet başkanının
emrinde önemli bir vazife veya hizmet yapmış olacaktır. Sokaktaki adam bile,
bir memlekette bir cumhurbaşkanı görevi başında iken, eski bir
cumhurbaşkanının gelişiyle Anayasa'nın rafa kaldırılamayacağını pekala
bilmektedir. Fakat, Anayasa veya Kanun-u Esasi'ye zarar ancak iki şekilde
gelebilir: Birincisi, eski devlet başkanının gelip tekrar iktidar kolluğuna
oturmaya çalışması halinde. İkincisi, insanların eski devlet başkanının
geçmişteki hukuki durumunu inkâr etmeleri halinde. Zira böyle bir durumda eski
cumhurbaşkanının gerek anayasal ve hukuki statüsü, gerekse geçmişteki bütün
icraatı tek kalemde silinmiş olacaktır. Bu iki durum ortaya çıkmadıkça
herhangi bir anayasal sorun doğmaz. Ayrıca eski cumhurbaşkanının anayasal durumu
da zedelenmez. Bunun dışında, Hz. Îsa dünyaya ilk defa değil ikinci defa
geleceği için nübüvvetin İlhamıyla ilgili gelenek ve kural da bozulmaz. Fakat
kendisi gelip peygamberlik vazifesini tekrar üstlenir, peygamberlikle ilgili
icapları yerine getirmeye başlar ya da herhangi bir kimse O'nun geçmişteki
peygamberliğini de inkâr ederse Allah'ın koyduğu peygamberlik yasasında bir
değişiklik olduğu söylenebilir. Fakat, hadisler bu her iki ihtimali de ortadan
kaldırmıştır. Bu hadisler bir yandan, Hazreti Peygamber (a.s.)'den sonra
peygamberlik silsilesinin tamamlandığını vurgularken, bir yandan da Meryem oğlu
Îsa (a.s.)'nın tekrar dünyaya geleceğini açıkça ifade ediyorlar. Bunlar, Hz.
Îsa'nın ikinci gelişinin, bir peygamber olarak olmayacağını da açıkça belirliyorlar.
Aynı şekilde, Hz. Îsa'nın gelişiyle müslümanlar arasında küfür-iman
çatışmasının baş gösterme ihtimali de yoktur. Geçmişteki peygamberlik
mertebesini inkâr eden herkes eskiden olduğu gibi kâfir sayılacaktır. Hazreti
Muhammed Mustafa (a.s.) Hz. Îsa'nın peygamberliğini tanımış ve kabul etmişti ve
ümmeti de bunu imanının bir parçası olarak benimsemişti. Aynı durum, Hz.
Îsa'nın tekrar dünyaya geldiği sırada da olacaktır. Müslümanlar yeni bir
peygamberliğe değil, eski mevkii ve payesine iman edeceklerdir. Aynı durum
bugün de müslümanlar için geçerlidir. Dolayısıyla, bu husus ne bugün nübüvvetin
hitamına aykırıdır ne de gelecekte olacaktır.
En son olarak bu hadislerden çıkan
bir gerçek de şudur: Hz. Îsa (a.s.)'nın ortadan kaldırmak üzere dünyaya geleceği
büyük fitne yani Deccâl, Yahudiler arasından doğacaktır. Bu Deccâl kendisine
"Mesih" dedirtecektir. Doğrusu, Yahudilerin tarihi ve dini
inançlarına vakıf olmayan biri bu meseleyi iyi kavrayamaz. Oysa tarihi okumuş
olanlar bilirler ki, Hazreti Süleyman (a.s.)'ın vefatından sonra İsrail oğulları
çöküş dönemine girip, kudret ve iktidarlarını kaybetmeye başladılar. Nihayet,
güçsüz kalarak Babil ve Asur İmparatorluğunun en aşağı ve horlanan tabakası
haline geldiler. Bu sıralarda İsrail oğullarının peygamberleri Allah'tan yeni
bir "Mesih'in geleceği ve kendilerini yaşadıkları rezil hayattan
kurtaracağı konusunda müjdeler vermeye başladılar. Bu kehanetler yüzünden
Yahudiler kudretli bir hükümdar olan ve savaşarak memleketleri fetheden Mesih'i
beklemeye koyuldular. Yahudiler bu hükümdarın kendilerini çeşitli ülkelerden
toplayarak Filistin'de birleştirip büyük bir imparatorluk kuracağını umut
ediyorlardı. Fakat, bu beklentiler sürerken, umutlarının aksine Hz. Îsa'nın,
Allah tarafından Mesih, sade bir vatandaş ve ordusuz olarak dünyaya
gönderileceği bildirilince, Yahudiler bir hayli öfkelendiler. Yahudiler önce
Îsa'nın Mesih'liğini tanımamakta direttiler, sonra O'nu öldürmeye yemin
eltiler. İşte bundan sonra da dünyanın bütün Yahudileri hâlâ "Vaadedilen
Mesih"i bekliyor ve bu hususta tatlı rüyalar görmeye devam ediyorlar.
Yahudilerin literatürü bu Vaadedilen Mesih'in hikayeleriyle doludur. Talmud ve
Rabbi'lerin Edebiyatında bu konuda çizilen renkli tablolar her Yahudinin
gönlünde yaşamaktadır. Yüzyıllardan beri Yahudiler Mesih'in büyük bir siyasi ve
askeri deha olacağına, Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzanan bütün
toprakları zaptedip muazzam bir devlet kuracağına ve dünyanın her köşesinden
Yahudi milletini toplayarak buraya yerleştireceğine inana gelmişlerdi.
Şimdi, bir kişi, Ortadoğu'daki son
gelişmeleri Hazreti Peygamber'in haberleri ışığında inceleyecek olursa, Hz.
Peygamber (a.s.)'in hadislerinde bahsedilen ve haber verilen "Vaad edilmiş
Mesih”in dünyaya gelmesi için sahnenin çoktan hazır duruma geldiğini
görecektir. Bilindiği gibi, Filistin topraklarının büyük bir kısmından
müslümanlar kovulmuş ve bir kukla İsrail Devleti kurulmuştur. Bu İsrail
ülkesine dünyanın dört bir yanından, özellikle Amerika'dan, İngiltere'den ve
Fransa'dan Yahudiler akın akın gelmektedir. Amerika ve Batılı ülkeler bu ülkeyi
askeri bakımdan son derece güçlendirip, Ortadoğu'nun barut fıçısı haline
getirmişlerdir. Yahudi sermayesi bu Yahudi devlete su gibi akıyor, Yahudi bilim
adamları, iktisatçı ve teknik uzmanları, bu devleti, bölgenin en gelişmiş, en
müreffeh devleti haline getirmek için uğraş veriyorlar. Bu devletin liderleri
de, "vaadedilmiş toprakların tümünü ele geçirmek ve etrafa yayılmak
konusundaki kötü emellerini gizlemeye hiç lüzum görmemişlerdir. Hayallerinde
yaşattıkları "Büyük İsrail Devleti'ni kurma ve geliştirme amacından hiç
caymamışlardır ve hatta bunun için düzmece haritalar da hazırlamışlardır. Bu
haritalarda Suriye, Lübnan ve Ürdün'ün bütünü, Irak'ın büyük bir kısmı,
Türkiye'nin İskenderun ve Hatay, Mısır'dan Sina yarımadası ve Suudi
Arabistan'dan aralarında Medine-i Münevvere’nin de bulunduğu yukarı Hicâz ve
Necd bölgelerini İsrail toprakları içinde göstermektedirler. Bugünkü
uluslararası gelişmelere de bakılırsa, İsrailliler önümüzde patlak verebilecek
büyük bir çarpışma ya da Dünya savaşı sırasında göz koydukları toprakları yeni
kurdukları devletlerine kalmaya ve ilhak etmeye çalışacaklardır. Herhalde, tam
bu sırada büyük Deccâl, kendisinin "Vaadedilen Mesih" olduğunu iddia
ederek ortaya atılacaktır. Bu Deccâl'in ortaya çıkması haberini Hz. Peygamber
bize açıkça vermiş, ayrıca o sıralarda Müslümanların büyük zorluk çekeceğini
bildirmiştir. Hazreti Peygamber (a.s.) bu sebeple, hem kendisinin hem ümmetinin
Mesih-i Deccâl'den kurtulması için Allah'a yalvarmıştır.
İşte bu Mesih-i Deccâl'e karşı
koymak üzere Allahu Teâlâ herhangi bir Mesih Benzeri (Mesil-i Mesih)ni değil,
Yahudilerin 2.000 yıl önce Allah'ın peygamberi olarak kabul etmedikleri ve
fikirlerince çarmıha gerdikleri gerçek Mesih (a.s.)'i dünyaya gönderecektir.
Bu gerçek Mesih (a.s.) Hindistan'da, Afrika'da veya Amerika'da değil, Şam'da
dünyaya inecektir. Zira, savaş için cephe buralarda açılacaktır. Haritaya
baktığınızda, Şam'ın İsrail sınırından ancak 50-60 mil uzaklıkta bulunduğunu
göreceksiniz. Daha önce naklettiğimiz hadislerde gördüğünüz gibi Deccal 70 bin
asker ile Suriye'ye girip Şam kapılarına dayanacaktır. Tam bu nazik anda Şam'ın
doğu kesiminde beyaz bir minarenin yanında Meryem oğlu Îsa sabah vakti ortaya
çıkacak, Müslümanlarla beraber namaz kılacak ve Müslümanlarla birlikte Deccâla
yürüyecektir. Muharebede yenilgiye uğrayacak olan Deccâl, Afik tepesine (Bk.
Hadis: 21) çekilecek, daha sonra İsrail'e kaçacaktır. Hz. Îsa (a.s.) onu takip
edecek ve bugün Lod Havaalanının bulunduğu mevkide hayatına son verecektir
(Bk. hadisler: 10, 14, 15). Bundan sonra Yahudiler teker teker kılıçtan
geçirilip dünyadan tamamıyla temizleneceklerdir (Bk. Hadisler: 9, 15, ve 217.)
Bununla beraber, Hz.Îsa'nın gerçek ilân etmesiyle, Hıristiyanlıkta yeryüzünden
kalkmış olacaktır. (Bk. Hadisler: 1, 2, 4, 6). Nihayet bütün milletler ortadan
kalkıp tek bir İslâm ümmeti haline gelecektir (Bk. hadis: 6, 15).
İşte bu gerçekler, hadisi
şeriflerden açıkça ortaya çıkıyor. Bundan sonra, memleketimizde
"Vaadedilen Mesih" adıyla oynanan oyunun ne maksat ve hedefler
taşıdığını pekiyi anlayabiliriz. Akl-ı selim sahibi her müslümanın, artık bunun
tehlikeli bir oyun ve hile olduğunu anlamasında herhangi bir şüphe kalmamıştır.
Bu hile ve tertibin en gülünç
yanı, yukarıdaki kehânetlerin kendisine ait olduğunu iddia eden zâtın,
kendisini Meryem oğlu Îsa alarak gösterme sevdasında hata üstüne hata işlemiş
olmasıdır. Bakın, bu hususta ne gibi te'villerde bulunuluyor.
"O (yani Allahu Teâlâ),
'Berâhin-i Ahmediye' (Mirza Gulam Ahmed'in yazdığı Urduca kitabın adi)nin
üçüncü bölümünde, adımı 'Meryem' koydu. Sonra Berahin-i Ahmediye'de
belirtildiği gibi, iki sene 'Meryem'lik sıfatıyla yetiştirildim... Daha sonra,
Meryem gibi, Îsa'nın ruhu bana duhul etti ve sembolik olarak hamile kaldım... Sonra,
aradan birkaç ay geçti, ki bu süre 10 aydan fazla değildi. Berahin-i
Ahmediye'nin dördüncü bölümünde yer alan ilhamlar yoluyla ben Meryem'den Îsa'ya
dönüştürüldüm. Netice itibarıyla, ben Meryem oğlu Îsa'yım (Nuh'un gemisi
kısmı, s. 78, 89)."
Dikkat buyurursanız bu zât önce
kendisinin Meryem olduğunu söylüyor, sonra hamile kalıyor ve kendi kamından
yine kendisi Meryem oğlu Îsa olarak dünyaya geliyor! Doğmasına doğmuş ama daha
sonra bir pürüzle karşılaşmış. Çünkü hadis kitaplarında Meryem oğlu Îsa'nın
Şam'da ortaya çıkacağı belirtilmiştir. Bilindiği gibi, Şam binlerce yıldan beri
Suriye'nin önemli kentlerinden biri ve başkentidir. Bu zât, bu zorluğu şöyle
halletmeye çalışmıştır:
"Burada Şam kelimesi üzerinde
de biraz durmak isliyorum. Bunun açıklamasını Allahu Teâlâ bana yapmıştır.
Şam'dan bildiğimiz Şam kastedilmiyor, aksine Şam'dan, Yezid ve onun gibi
düşünce ve karakterlere sahip olan kişilerin bulunduğu yer kastediliyor...
Kadiyan (Mirza Gulam Ahmed'in doğup büyüdüğü ve peygamberliğini ilan ettiği,
Pakistan'ın Pencap Eyaletinde bulunan küçük kasaba) kasabasının etrafında
Yezid'in düşüncesi ve huyunda olan pek çok kişi var ve bu açıdan Şam'a benzemektedir".
(Evhâm'ın Def i "İzâle'yi Evham" s. 63-73).
Bundan sonra da yine bir zorluk
vardı. Hadislere göre, Meryem oğlu beyaz bir minarenin yanında ortaya
çıkacaktı. Bizim "Mesih" bununda bir çaresini düşündü ve gelip bu
minareyi kendisi yaptırdı. Saf ve sade müslümanlar için, adı geçen minarenin
hadislere göre daha önceden bulunması gerekirken "Vaadedilen Mesih'in
bunu sonradan istediği yerde yaptırdığını düşünme ve anlamalarının mümkün
olmadığı hesaplanmış olsa gerek.
Son bir pürüz daha vardı ve bu
kolay bir mesele değildi. Hadislere göre, Meryem oğlu Îsa, Deccâl'i Lod
kapısında öldürecekti. Bu zor meselenin üstesinden gelinmek için türlü çeşit
te'vil ve hilelere başvuruldu. Bazen, Lod'un, Kudüs'ün köylerinden biri olduğu
teslim edildi (Evhâm'in Defi, İzâle-yi Evham, Lahor baskısı, s. 220). Bazen,
Lod kelimesinin aslında yersiz kavga çıkaran kişiler için kullanıldığı ileri
sürüldü. Yani bu zât'a göre, Deccâl'in yersiz ve sebepsiz çıkardığı kavga ve
olaylar son haddini bulunca, bu kavga ve tartışmalara son verilecektir.
(Evhamın Defi, s. 730). Fakat bunlar da tatmin edici bulunmayınca, Lod'tan, Ludhiyana
(Hindistan'ın Pencap Eyaletinde bulunan bir kent) şehri kastedildiği, bu şehrin
kapısında Deccâl'in öldürülmesinden de bütün muhalefet ve karşı koymalarına
rağmen, Mirza Gulam Ahmed'in eline ilk önce bu kentte biat edilmesi
kastedildiği iddia edildi (el-hud'a, s. 91).
Bu te'vil ve sudan gerekçeleri
gören herkes, Mirza Gulam Ahmed'in peygamber ve "Vaadedilen Mesih"
olarak ortaya çıkışının düpedüz bir yalan ve sahte bir kişiliğe bürünme
olayından başka bir şey olmadığını hemen anlayacaktır.
5.4. AHMEDÎ
VEYA KADIYANÎLERİN BATIL FİKİRLERİNİN REDDİ
Bir mesele, Allah (cc.) ve O'nun
Rasûlü (a.s.) tarafından açık seçik nass'lar ile halledilmişse, bu sahih
nassları bir yana bırakıp, aslında konuyla doğrudan ilişkisi olmayan başka âyet
ve hadislerden gelişigüzel anlamlar çıkarmak hakikaten büyük bir günah ve
dalalet olup, açıkça Allah'a ve Peygamber (a.s.)’e isyan etmektir. Cenab-ı
Allah ve Rasûlullah (a.s.)'ın emir ve talimatına alenen karşı gelip başka bir
yol tutmak şirktir. Ama bundan daha korkunç olanı, Allah ve Resûlü’nün emir ve
talimatına tam aykırı hareket etmesine rağmen bu davranışı yine Allah ve
Rasûlü'nün söz ve buyruklarına başka başka anlamlar vermek suretiyle haklı
çıkarmaya çalışmaktır.
Bu gibi iş yapanların içtenlikle
Allah ve Rasûlü'nü tanıdıkları şüphelidir. Efendimiz, Muhammed Mustafa
(a.s.)'nın son peygamber olup olmaması sorunu, ya da kendisinden sonra
herhangi bir peygamberin gelip gelmemesi meselesi hakkında karar vermek
maksadıyla (Nisa; 49) ve (A'raf; 35) sûrelerine baş vurmamız ancak bazı belli
nasslarda Allah Ve Rasûlü'nün kesin açıklamalarda bulunmadıkları durumda
gerekebilirdi. Fakat, daha önce gördüğümüz gibi, Kur'ân-ı Kerim'in
"Hatem-en Nebiyyin" ayetinde ve Hz. Peygamber'in sayısız
hadislerinde bu hususta sarih ve kesin açıklamalar yapılmışken sadece
yukarıdaki ayetlere müracaat etmek ve bunlardan sarih nassları tam tersine
mana çıkarmak en azından Allah'tan korkmayan ve öldükten sonra O'nun huzuruna
çıkmayacağına inanmış olan, doğru yoldan sapmış bir kişinin tavrı ve hareketi
olabilir. Bu meseleyi şöyle bir misalle açıklamak mümkündür. Diyelim ki, Pakistan
Ceza Kanunlarının belli bir maddesine göre belli bir fiil kesin suç sayılmıştır.
Ancak bir kişi kalkıyor ve bu maddeyi yok sayarak diğer ceza ve medeni
kanunlarda, bir tek cümle, bent ve hatta bir tek kelimeyi, bu fiilin suç
olmadığını göstermek için araştırmaya koyuluyor. Böyle tuhaf ve saçma bir
davranış, dünyanın hiçbir adlî ve idarî mercileri tarafından dikkate değer
sayılmazken Yüce Allah'ın mahkemesinde geçerli kabul edilebilir mi?
Ayrıca, Ahmedî veya Kadiyani'lerin
bin bir kuyudan su getirip tahrif ve te'vile çalıştıkları âyet ve hadisleri
okuyan bir kişi, bunların aklının nerede olduğuna hayret ediyor ve zorla çıkarmak
isledikleri anlamlardan tamamıyla farklı anlamlar görünce şaşıp kalıyor. Bu
beylerin boy hedefi, daha doğrusu deneme tahtası yaptıkları ayetlere isterseniz
göz. atalım:
Kur'ân-ı Kerim'in Nisa Suresi'nin
49 ncü âyeti şöyledir: "Kendi nefislerini temize çıkaranları görmez
misin? Öyle değil, Allah dilediğini temize çıkarır. Onlara hurma çekirdeğinin
ince ipliği kadar bile zulüm yapılmaz." Burada anlatılmak istenen nokta,
Allah ve Peygamberi'ne itaat edenlerin yerinin sıddîk, salih ve şehitlerle
beraber olmasıdır. Bundan, Allah ve Resûlü'ne itaat edenlerin, ya peygamber ya
sıddîk, salih veya şehitler olabileceği nereden çıkarılıyor? Sonra, Hadid
Süresinin 19. âyetine bakın: "Allah'a ve peygamberlerine iman edenler,
Rabbları katında çok sadık olanlarla, şehitler gibidirler." Bundan
anlaşılacağı gibi, iman ve itaatin meyvesi, Allah katında sâdık ve şehitlerin
mertebesine yükselmektir. Peygamberlere gelince, onları görmek, onlara refakat
etmek en büyük şereftir. Bir hayır iş ve sevaplı fiilin meyvesi nebi veya
peygamber olmak değildir. Zâten yukarıdaki âyetlerde de Allah'a ve Resûlü’ne
itaat etmekle bir kişinin peygamber olabileceği hiçbir şekilde ifade
edilmemiştir. A'raf Sûresinin 35. ayetinde söylenen, "Ey Adem oğulları,
size içinizden ayetlerimi anlatan peygamber geldiğinde, ittika edip, ıslah-ı
hal edenlere korku yoktur" sözleri ise aslında aynı sure'nin 11. âyetinden
36. âyetine kadar devam eden konu ile ilgilidir. Bu ayetler bir arada
incelendiğinde Allahu Teâlâ'nın, kullarıyla söz konusu konuşmasının dünyanın,
göklerin ve hatta bütün kâinatın yaratıldığı sırada geçtiği anlaşılacaktır.
Şimdi bir yandan, insanların henüz yaratıldığı ve peygamberlerin çeşitli
devirlerde dünyaya gönderileceği gerçeğini, bir yandan da bu ayetteki sözleri
gözünüzün önünde bulundurun. Acaba bu durumda, bu ayette Hz. Peygamber
(a.s.)'den sonra ortaya çıkacak peygambere itaat edilmesi gerektiği emrinin
bulunduğunu söyleyebilir misiniz? Bu ayetin yakından ilgili olduğu bir hadise
varsa o da, Hz. Adem ve zevcesinin Cennet'ten çıkarılıp yeryüzüne gönderilmesi
ve insanların O'na ve O'ndan sonraki peygamberlere itaat etmeleridir.
5.4.3. A'râf Sûresinin 35. Ayetinin Gerçek Anlamı
Ahmedî veya Kadiyanîlerin
yaptıklarının tersine A'raf suresinin 35. âyetini siyâk-u sibak ile incelediğimizde,
Allahu Teâlâ'nın burada gerçekten ne dediğini daha iyi anlayabiliriz. Aslında,
35. âyette geçen sözler, A'raf sûresinin 2. rükû'sundan 4. rükûsuna kadar devam
eden konunun bir parçasıdır. İkinci rükü’da Hz. Adem ile Havva'nın hikâyesi
anlatılmış, daha sonra üçüncü ve dördüncü rükü'da kıssadan hisse
çıkarılmıştır. Bu çerçeve içinde 35. âyeti okursak, "ey Adem
oğulları" diye başlayan sözlerin, dünya ve kâinatın yaratıldığı /-.amana
ait olduğunu anlarız. Bu sözlerin, Kur'ân-ı Kerim'in Hz. Peygamber'e
indirildiği zamanla hiç ilgisi yoktur. Başka bir deyimle, kâinat yaratılırken,
Yüce Allah, insanları, kurtuluşlarının peygamberlerinin getirecekleri emir ve
talimata uymalarında olduğunu tenbih etmiştir.
Otuz beşinci âyette yer alan ifade
ve benzerleri, Kur'ân-ı Kerim'de üç ayrı yerde ve üçü de Adem ile Havva olayı
ile ilgili olarak geçmiştir. Birinci ayet, Bakara sûresinde(38.) ikinci ayet,
A'raf sûresinde (35.) ve üçüncü âyet, Tâhâ sûresinde (123.)dir. Bu üç âyetin
muhtevası ve şartları ile ortamı da hemen hemen aynıdır. Kur'ân-ı Kerim'in
belli başlı bütün müfessirleri, diğer âyetler gibi A'raf sûresinin 35. âyetinin
de Hz. Adem ve Havva ile ilgili olduğu konusunda birleşiyorlar. Nitekim, Allâme
İbn Cerir, kendi tefsirinde, Hz. Ebu Seyyâr-üs Sülemî'nin şu sözlerine yer vermektedir:
"Allah Teâlâ, burada Hz. Adem ile ümmetine aynı anda hitap etmiştir".
İmam Râzi de Kur'an-ı Kerim'in tefsirinde şöyle demektedir: "Burada,
Allah'ın, Hz. Muhammed (a.s.)’e hitap ettiği düşünülürse, o zaman bütün ümmetlere
kendi sünnetini bildirdiği anlaşılacaktır. Zira, Hz. Peygamber, âlemlerin
rahmeti ve peygamberlerin sonuncusudur." Allâme, Alûsi, "Tefsir-i
Ruh-ul Me'ânî"sinde şunları söylemekledir: "Burada, 'Adem oğulları'
deyimini, sadece Hz. Rasûl-ü Ekrem (a.s.)'in ümmeti olarak kabul etmek, zahiri
mana ve mantığa aykırıdır. Çünkü, burada tek peygamber değil, 'peygamberlere
mahsus 'rasûl' kelimesi kullanılmıştır." Allâme Alûsî'nin tefsirine göre,
burada Allah'ın sadece Hz. Muhammed (a.s.)'in ümmetiyle konuştuğu farz
edilirse, o zaman, "sizlere peygamberler gelecek" deyimi
kullanılmamalıydı, çünkü müslüman ümmetine tek bir Rasûl (a.s.)'dan başka bir
rasûlün gelmesi söz konusu değildir.
5.4.4. Mü'minûn Sûresinin 51. Ayetinin Anlamı
Mü'minûn sûresinin 51. âyetini de
siyak-u sibak'tan ayırmazsak, Ahmedî veya Kadiyanî’lerin çıkardığı anlam
çıkmaz. Bu âyette anlatılan konu ikinci rükû’dan başlıyor ve aynı şekilde devam
ediyor. Arada geçen âyetlerde Hz. Nuh'tan başlayarak, Meryem oğlu Îsa’ya kadar
çeşitli çağlarda peygamberler ile ümmetlerinin durumundan bahsedilmiştir. Bu
âyetlerde her yerde ve her devirde peygamberlerin tek bir vaaz ve tek bir
telkinde bulundukları, hepsinin takip ettikleri yolun aynı olduğu ve hepsine
Allah'ın rahmet feyzinin yağdığı dile getirilmiştir. Bu âyetlerde, peygamberler
ve onlara itaat edenlerin durumuna da değinilmiştir. Bu açıklamanın ışığında
söz konusu ayette ne denildiğine bakalım. Ayet şöyledir: "Ey peygamberler,
temiz ve helal şeylerden yeyin. Güzel amel işleyin. Ben sizin yaptıklarınızı
bilirim." Burada, Ahmedîlerin dediği gibi, "Ey peygamberler, ki siz,
Muhammed (a.s.)'den sonra geleceksiniz, temiz ve helâl şeylerden yiyin"
denmiyor. Demek istenen şey apaçık ortadadır. Yani Allahu Teâlâ, Hz. Nuh
(a.s.)'dan Hz. Muhammed (a.s.)’e kadar dünyaya gelen bütün peygamberlerden
helâl rızık yemesini ve iyi amel yapmasını istemiştir.
Müfessirler, bu âyette de, Hazreti
Muhammed (a.s.)'den sonra peygamberlik kapısını açacak şekilde herhangi bir
anlam çıkarmamışlardır. Bu konuda tereddüdü olanlar çeşitli tefsir kitaplarının
ilgili bölümlerini okuyabilirler.
5.4.5. Kadıyanî'lerin, Hadislerden Çıkardıkları Yanlış
Deliller
"Eğer Muhammed (a.s.)'in oğlu
İbrahim yaşamış olsaydı, peygamber olurdu" yolundaki hadisi Kadiyanîler
kendi davaları lehinde kullanıyorlar. Ama bu delil de diğer asılsız iddiaları
gibi, yanlış ve geçersizdir. Geçersizliğinin nedenlerini de şöylece
sıralayabiliriz.
Birincisi, bu hadisin rivâyeti
zayıftır ve kaynağı da sağlam değildir. Bu nedenle, muhaddisler bunun sağlam ve
güvenilir bir hadis olmadığına işaret etmişlerdir.
İkincisi, Nevevî ve İbn-i
Abdulberr gibi tanınmış muhaddisler bu hadisin hiç güvenilir olmadığına kanaat
getirmişlerdir. İmam Nevevî, "Tehzib ul-Esmâ' ve'l Lügât" adlı
kitabında şöyle demiştir:
"Daha sonradan gelenlerin,
İbrahim'in hayatta olması halinde peygamber olacağı yolunda ettikleri rivayet,
batıldır. Bu, gaip ile ilgili meseleler hakkında gereksiz ahkâm kesmeye
kalkışmak ve hiç düşünmeden büyük lâflar söylemekten başka bir şey
değildir." Allame İbn-i Abdulberr ise "Temhîd"de şöyle
yazmaktadır:
"Bunun ne gibi bir rivâyet
olduğunu anlamam zordur. Hz. Nuh'un (a.s.) evlâdının peygamber olmadığına
şahidiz. Halbuki, peygamberin evlâdının da peygamber olduğu gibi geçerli bir
kural olsaydı, o zaman bugün herkes nebi ve peygamber olacaktı, zira biz bugün
hepimiz Hz. Nuh'un evlatları sayılırız."
Üçüncüsü, çeşitli hadis
kitaplarında, bu rivâyetin, Hz. Peygamber'e değil, sahabelere ait olduğu
belirtiliyor. Muhaddisler aynı zamanda açıklamalarda bulunup, Hz. Muhammed
(a.s.)'den sonra herhangi bir peygamberin doğacağı söz konusu olmadığı için,
Cenab-ı Allah'ın İbrahim'i yanına çağırdığına işaret etmişlerdir. Meselâ,
Sahih-i Buhârî'de yer alan şu hadise bakın:
"İsmail bin Ebi Halid diyor
ki, ben Abdullah bin Ebû Evfâ'ya sordum, 'siz Rasûlullah (a.s .)'ın oğlu
İbrahim'i gördünüz mü?' Dedi ki, 'o bebekken vefat etti', eğer Allahu Teâlâ,
Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra bir peygamber göndereceğine karar vermiş
olsaydı, o zaman oğlu yaşamış olacaktı. Ama, Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra
başka bir peygamber yoktur". (Buhari, Kitab'ul Edep, Peygamberlerin İsmi
Bölümü).
Buna benzer bir hadis, Hazreti
Enes (r.a.) tarafından rivâyet edilmiştir. İlgili sözler şunlardır:
"Eğer o (İbrahim) yaşasaydı,
nebi olacaktı, ama yaşayamadı. Çünkü Nebiniz (Hz. Peygamber) son
Peygamber'dir" (Tefsir-i Ruh ul Me'ânî, cilt: 22, s. 3).
Dördüncüsü, sahabeler, muhaddisler
ve diğer ulema bu konuda gereken açıklamaları yapmamış olsalardı dahi, bu
hadisin sağlam ve güvenilir olmadığı yine de ortaya çıkacaktı. Çünkü, Hadis
ilminin başlıca kurallarından biri de, tek bir rivâyetin genelde hadislerin
muhtevası ve ruhuna aykırı olması halinde, bu hadisin veya rivâyetin dikkate
alınmaması yönündedir. Şimdi, peygamberlik kapısının Hz. Muhammed (a.s.)'den
sonra tamamıyla kapandığı yolunda sayısız muteber hadis dururken böylesine
zayıf bir rivâyete itibar edilebilir mi?
Gerek Kur'ân-ı Kerîm, gerekse
hadis-i şeriflere göre peygamberliğe iman, dinin esaslarından biridir.
Böylesine önemli bir konuda Cenab-ı Hak ve Rasûlullah'ın, insanları karanlıkta
bırakmaları düşünülemez. Bu sebeple, peygamberliğin hitamı meselesine tam bir
açıklık ve kesinlik getirilmiştir. Zâten Hazreti Muhammed (a.s.)'den evvel
hiçbir zaman, peygamberlik silsilesinin tamamlandığı, bundan böyle herhangi
bir peygamberin gelmeyeceği belirtilmemişti. Çünkü, peygamberlik kapısı açıktı
ve peygamberlerin gelişi durmamıştı. Bu itibarla, bir kimsenin peygamberlik
silsilesi bitmiştir diye söylemesi söz konusu bile değildi. Bunun aksine,
peygamberler kendilerinden sonra gelecek peygamberler hakkında bir takım
kehânet ve işaretlerde bulunurlardı ve kendi ümmetlerinden onlara itaat
etmelerini isterlerdi. Fakat bu âdet ve anane Hazreti Peygamber efendimiz
(a.s.)'in dünyaya gelmesinden sonra ortadan kakmış oldu. Bu noktayı hem
Kur'ân-ı Kerim, hem de hadisler ehemmiyetle ortaya koydular. Hem Allah, hem de
O'nun sevgili Rasûlü daha sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini önemle
belirttiler.
Ahmedî veya Kadiyanîler
"Hâlim'ün Nebiyyin" veya "Hatem en-Nebiyyin" deyimini
canlarının istediği gibi kullanmalarım ve bundan kendilerine göre bir takım
anlamlar çıkarmaya çalışmalarına rağmen hiç olmazsa, bu deyimin bir anlamının
da "peygamberlerin sonuncusu" demek olduğunu her halde kabul ediyorlardır.
Ayrıca, milyonlarca müslümanın, İslâm dininin doğuşundan bu yana bu
kelimelerden aynı mânâyı çıkardıklarının da herhalde farkındadırlar. O halde,
Yüce Allah ile sevgili Peygamberi'nin, muazzam müslüman camiasında, ancak
devede kulak misali olan Ahmedî veya Kadiyanîlerin anlayabileceği şekilde
muğlak ve anlamsız bir deyim kullanabilecekleri düşünülebilir mi, Allah korusun
doğruyu, bir elin beş parmağı kadar olan sadece bu İnsanlar mı biliyorlar? Buna
karşılık, Yüce Allah, Hz. Rasûl sahabeler, yüzlerce ve binlerce ulema,
muhaddis, müfessir, fakih ve diğer milyonlarca mü'min 14 asırdan beri bu deyimi
yanlış mı kullanıp anlaya gelmişlerdir?
Onun için, bu hususta kim ne derse
desin, ne kadar sempatik yüzle ve ifade ile gelirse gelsin, ne kadar tatlı dil
kullanırsa kullansın ne kadar çok başarılı işler yaparsa yapsın, onun
peygamberlik iddialarını hiç düşünmeden elimizin tersiyle bir yana atacağız.
Çünkü yeni bir peygamberin gelmeyeceğinden eminiz. Hz. Muhammed (a.s.)'den
sonra peygamberliğe son verilmiş ve peygamberlerin gelişi durmuştur.
Peygamberlik iddiasında bulunan herkesi şiddetle tekzip edeceğiz,
lanetleyeceğiz. Bunu yapmamız küfür bile sayılsa hiç çekinmeyeceğiz, hiç
yılmayacağız. Çünkü biz bu hususta kendimizin doğru yolda olduğundan tamamıyla
eminiz ve biz kıyamette Yüce Allah'ın huzuruna çıktığımızda kendimizi Kur'ân-ı
Kerim'in açık ifadeleri ile Hz. Peygamber'in mübarek hadisleriyle savunacağız!
[1] Dördüncü bir şık olarak bir peygambere
yardımcı olmak için başka bir peygamberin gönderilmesi düşünülebilir. Ancak
Kur'ân-ı Kerîm'de buna benzer sadece iki misal bulunduğu için bunu dördüncü
ihtimal olarak ele almadık. Bu iki misalden, Allah'ın belli bir kural olarak
dünyaya yardımcı peygamberler gönderdiği sonucunu çıkaramayız. (Mevdudî).
[2] Ahmedilik (Kadıyanilik) ve Mirza Gulam Ahmed
Kadıyanî hakkında daha geniş bilgi için bak: "Kadıyanilik Nedir?";
Mevdudî.
[3]
Burada biz sadece üç lügatten söz ettik. Fakat mesele sadece bu üç lügatle
sınırlı değildir. Arapça lügatlerin hangisini ele alırsanız alın, orada "
Hâtim" kelimesinin aynı şekilde tercüme ve tefsir edildiğini görürsünüz..
Fakat dini inkâr edenler, lügat veya sözlükler gibi kitaplar ve kelimenin
sözlük anlamını da bir yana bırakıp bunu tevile kalkışmışlardır. Onların
mantığına göre nasıl ki, "Hatem-en şu'ara", "Hatem-el
fukaha" ve "Hatem-el mufesserîn" kelimeleri,"şairlerin,
fakihlerin ve müfessirlerin sonuncusu" değilse, ve bunlardan sonra da çok
sayıda şair, fakih ve müfessir doğmuşsa, "Hâtem-en Nebiyyin" ifadesi
de "Peygamberlerin sonuncusu" anlamına gelemez. Onlara göre,
yukarıdaki tabirler bir kişinin meziyet ve yetenekleriyle ilgilidir ve bu tür
lakapların verilmesinin maksadı, söz konusu kişiden sonra da aynı dalda
kişilerin doğabileceği ancak yetenek ve meziyet bakımından ona yetişmeyeceğini
göstermekledir. Ne var ki, yukarıda bahsedilen lâkap kime verilmişse, mübalağa
yapılarak verilmiştir. Mübalağalı bir sözü gerçek bir kelime ve tarif olarak
kabul etmek herhalde Ahmedîlere mahsus bir davranış olsa gerek. Bu itibarla,
"Hâtem" veya "Hâlim" kelimesini "faziletli" ve
"yetenekli" şeklinde açıklamaya imkân yoktur. Bunları ancak Arapça
grameri ve filoloji kurallarını bilmeyen biri söyleyebilir. Hiçbir dilde, mecâzen
veyâ benzeme şeklinde kullanılan bir kelimenin gerçeklen aynı anlam taşıdığı
görülmemiştir. Siz bir Arab'a "Câ'e Hatem-ul kavmi" derseniz, o
hiçbir zaman bunun anlamının "kabilenin en faziletli ve en yetenekli üyesi
gelmiştir" olduğunu söylemeyecektir. Dese dese sadece, basit ve olağan
anlamı olan, "bütün kabile gelmiştir, hatta geride kalan son üyesi de
gelmiştir" diyecektir.
Bunun dışında şu hususu da unutmamalıyız ki, "Hâtem-eş
şu'ara", "Hâtem-el fukahâ" ve "hâlem el-müfessirin"
gibi unvan ve lakapları verenler insanlardı ve İnsanlar bu tür unvan ve
lakapları verirken o yetenekle bir insanın daha doğmayacağını bilmek durumunda
değildiler. Bu bakımdan insanların verdikleri bu tür unvanlar yalnızca birer
abartma olarak görülmelidir. Oysa, yetenek bakımından olsa dahi, Allah (cc.)
birine "Hâtem" derse pek muhtemeldir ki bu kelimeyi gerçek anlamda
kullanmakladır. Yani ne kişilik ne yetenek bakımından böyle bir dünyaya bir
daha gelmeyecektir. O halde eğer Allah birine "Hâtem-en Nebiyyin"
diyorsa pek mümkündür ki ondan sonra başka bir nebi ve peygamber
gelmeyecektir. Çünkü Allah her şeyi bilendir. (Mevdudi).
[4]
Nübüvvet'in hitamına karşı çıkanlar bu hadisi kentlileri lehinde kullanmaya
çalışıyorlar ve diyorlar ki; "Burada Hz. Peygamber kendi camiine son cami
demiştir. halbuki, bu caminin dışında da daha sonraki çağlarda yüzlerce ve
binlerce camiler inşa edilmiştir. Aynı şekilde eğer kendisine "son
peygamber" diyorsa, bu da kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği
manasına gelmemelidir. Takat fazilet ve üstünlük bakımından hum kentlisi, hem
camii, son sayılabilirler." Ama bu teviller gösteriyor ki bu kötü niyetli
kişiler ya Allah'ın kitabını ve peygamberin hadislerini anlama yeteneğini
yitirmişlerdir yada kasıtlı olarak Müslümanları kötü yola sevk etmeye
çalışıyorlar. Sahih-i Müslim'de geçen yukarıdaki hadis ve bununla ilgili diğer
bütün hadisler incelendiğinde Hz. Peygamber'in kendi camiine neden "son
cami" dediği kolayca anlaşılır. Bu hadislerde sadece üç caminin, dünyanın
diğer camilerinden üstün olduğu ve oralarda namaz kılmanın büyük bir fazilet
olduğu anlatılmıştır ve sadece bu üç camide nama/ kılmak için uzun seyahatlere
izin verildiği belirtilmiştir. Bunlar Mescid-ul Haram (Hz. İbrahim'in yaptığı
cami), Mescid-ul Aksâ (Hz.Süleyman'ın yaptığı cami) ve Mescid-i Nebevi (Hz
Peygamber'in temelini attığı Medine'deki cami)dir. Burada Hz. Peygamber dernek
isliyor ki, benden sonra dünyaya başka bir peygamber gelmeyeceği için
bahsettiğim camiden fazilet, meziyet ve üstünlük bakımından daha üstün bir cami
bir daha yapılmayacaktır ve bu son camidir. (Mevdudi).
[5] Hanefiye, Benu kabilesinin kadını demektir.
[6]
Vaadedilen Mesih'in, Kur'ân-ı Kerim ile hiç ilgisi yoktur. Bu mevzû sadece
hadislere aittir. Şimdi, bir Mesih'in geleceğini kabul eden bir kişi hadisleri
kabul etmelidir, hadisleri kabul
etmemek demek o Mesih'in gelişini de önemsememek demektir. Hatla hadislerin
varlığını kabul etmeyen Mesih'in varlığını da inkâr etmiş ulur. Siz. akide ve
inancınızı hadislere dayandıracaksınız, ama Mesih'in gerçek durumunu ortaya
koyan muteber hadisleri reddedeceksiniz., bu saçmalık değilse nedir?
[7]
Haç'ı kırmak ve domuzu öldürmek, Hıristiyanlığın ayrı bir din olarak ortada
kalmayacağı anlamına gelir. Hıristiyanlığın temeli, Allah'ın kendi oğlunu (Hz.
İsa) çarmıha gerdirerek insanların günahının bedelini ödediği inancına
dayalıdır. Hıristiyanlığın özelliklerinden biri de helâl ve haram arasındaki
farkı ortadan kaldırmış olmasıdır. Nitekim diğer bütün peygamberlerin haram etliği
domuzu Hıristiyanlar helâl saymışlardır. Dunun için Hz.. Îsa kendisi dünyaya
gelip, "ben Allah'ın oğlu değilim, ben çarmıha gerilmedim, ve bu sebeple
haç'ın kutsallığı da yoktur" diyecektir. Ayrıca domuzu helâl etmediğini
de fiilen gösterecektir.
[8]
Başka bir deyimle, bulun milletler arasındaki ihtilaflar kalkacak ve tek bir
"İslâm ümmeti" olacaktır. Böylece ne aralarında savaş olacaktır ne
de zımmilik ve cizyeler.
[9]
Yani, Müslümanlar namaz, kılarken imamlığı, tiz. Îsa yapmayacak, aksine
Müslümanların imamının arkasında namazını edâ edecektir.
[10]
Medine'ye
[11]
Şurası unutulmamalıdır ki, o devirde Mesîl-i Mesih adıyla anılan kişi hayatında
ne hac ne umre edâ etmişti.
[12] Lod veya Lyoda, halen İsrail'de Tel Aviv
yakınlarındaki meşhur havaalanının bulunduğu yer.
[13]
Bu sözler Hz. Abdullah bin Amr bin As'ındır
[14]
Sözlük anlamı "yer hayvanı" olan bir çeşit hayvan
[15]
Bugün Afik değil, Fik olarak bilinen kasaba, Suriye-İsrail sınırında
bulunmaktadır. Bunun biraz ilerisinde batıda birkaç mil ötede, Ürdün şehrinin
menbası olan Taberriye gölü vardır. Bunun güney batısına Pik (Afik) tepesi,
denilir.
[16]
Böyle bir şeyin olacağına inanmayan biri el-Bakara suresinin 259. ayetini
dikkatle okumalıdır. Burada Allah şöyle diyor: "Allah onu yüz sene
öldürdü. Ve sonra tekrar diriltti."
[17]
İslâm uleması bu meseleye tam bir açıklık getirmişlerdir. Allâme Taftazani (722-792
H.) "Şerh-i Akaid" adlı eserinde şöyle diyor: "Hz. Muhammed
(a.s.)'in son peygamber olduğu sabittir... Eğer kendisinden sonra da Hz.
İsa'nın inişinden bahsedildiği söylenirse, biz deriz ki; evet hadislerde
kendisinden bahsediliyor, ama o Hazreti Muhammed (a.s.)'a tabi olacaktır. Zira
İsa'nın şeriatı iptal edilmiştir. Bu sebeple, ne kendisine vahiy gelecek ne de
o yeni emirler getirecektir. Aksine Rasûlullah (a.s.)'ın naibi durumunda
olacaktır." (Mısır baskısı, s. l35). İmam Râzi bu konuyu daha açık bir
şekilde ortaya koymuştur: "Peygamberlik devri Hz. Muhammed (a.s.) ile kapanmıştır.
Rasûlullah dünyaya geldikten sonra peygamberlerin gelişine son verilmiştir.
Dolayısıyla, Hazreti İsa'nın dünyaya geldikten sonra Hz. Muhammed Mustafa'ya
tabi olacağı şüphe götürmez bir husustur." (Tefsir-i Kebir, cilt: 111, s.
343).
[18]
Gerçi iki hadis (No: 5 ve 21)'te, Hz. İsa'nın geldikten sonra ilk namazı
kendisinin kıldıracağı belirtilmiştir. Fakat diğer hadislerde (3,7,9, 15 ve
16) namazı kıldırmaktan vazgeçip bu vazifenin Müslümanların imamı tarafından
yerine getirilmesini isteyeceği açıklanmıştır. Bu hususta bütün muhaddis ve müfessirler
ittifak halindedirler