Yirmi Altıncı Bölüm: İSLÂM'A DAVETTE AHİRET İNANCI VE
EVRENSEL İSLÂM ÜMMETİNİN KURULUŞU
26.1.
AHİRETE İMAN ETME DAVETİ
26.2.
AHLÂK VE FAZİLETLE İLGİLİ HÜKÜMLER
26.3.
CEHÂLET VE DALÂLETİN SEBEPLERİ.
26.4.
İNSANLIK TARİHİNDEN İYİ VE KÖTÜ KARAKTER ÖRNEKLERİ
26.5.
ANLAMLI VE HİKMETLİ AHLÂKİ HÜKÜMLER
26.6.
EVRENSEL İSLAM ÜMMETİNİN KURULUŞU
26.7.
PEYGAMBER İLE PEYGAMBER OLMAYANIN ÇALIŞMALARI ARASINDAKİ FARK
Yirmi Altıncı
Bölüm: İSLÂM'A DAVETTE AHİRET İNANCI VE EVRENSEL İSLÂM ÜMMETİNİN KURULUŞU
26.1. AHİRETE
İMAN ETME DAVETİ
İslâmi davetin dördüncü maddesi
insanların ahirete iman etmelerini sağlamaktı. Bu basit bir madde değildi,
aksine pek çok önemli konuları kapsıyordu. Bütün bu konularda iman sahibi olan
bir kişiye ahirete iman söylenebiliyordu. Bu hususları şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi, insan bir hayvan değildir
ki, hayatının hiçbir manası ve gayesi olmasın. İnsan sorumsuzca hayat sürmek
için yaratılıp dünyaya gönderilmemiştir. İnsan keyfî hareket edemez ve kimseye
hesap vermeyeceği bir tavırla yaşayamaz. Aksine bu dünya bir imtihan yeridir.
İnsan buraya bu imtihana katılmak ve başarılı olmak üzere gönderilmiştir. İnsan
burada söylediği her sözün ve yaptığı her işin hesabını Rabbi'ne vermek zorundadır.
İkincisi, Cenâb-ı Allah imtihanın
bitim ve neticenin açıklanması için belli bir süre tanımıştır. Cenab-ı Allah,
insanların dünyada kalmaları için ne kadar mühlet vermişse, onun bitiminde
kıyamet olacaktır. Her şey yok olacak, yıkılacak ve yerle bir olacaktır. Bundan
sonra ikinci bir safhaya geçilecektir; İnsanlar ve hayvanlar yeniden
diriltilecek ve onlar yeni bir dünyada yaşayacaklardır. Dünyanın kuruluşundan
kıyamete kadar doğan ve ölen herkes bu devrede dirileceklerdir. Bu yeni dünyada
ve nizamda hayat, dünyamızdaki gibi geçici değil, ebedi olacaktır. Öbür dünyada
hiçbir canlı bir daha ölmeyecektir.
Üçüncüsü, kıyametin
gerçekleşmesinden sonra diriltilen bütün İnsanlar, Allahu Teâlâ'nın huzuruna
çıkacaklardır. Allah'ın mahkemesinde herkes bireysel olarak dünyadaki amelinin
hesabını verecektir.
Dördüncüsü, dünyada İnsanlar
çeşitli şartlarda ve durumlarda yaşayıp ölmüş olabilirler. Bazıları haksız yere
mal-mülk, şan ve şöhret sahibi olabilirler. Bazıları da hakkettikleri mevkiye,
maddi ve manevî rahatlığa kavuşmamış olabilirler. Cenabı Allah bütün bunları
biliyor ve melekleri vasıtasıyla hayatlarının her anını kayda geçirtiyor. O
bütün gerçekleri bütün çıplaklığıyla biliyor. Kimin haklı kimin haksız olduğunu
da çok iyi anlıyor. O, herkesin amel defterini hazırlatmıştır ve hak ve adalet
yerini bulacaktır. Kim hangi durumda ve ne şekilde olursa olsun, ister gizli,
ister açık olsun, kimi sadece düşünmüş ve niyetini bozmuş olsun, ya da iyi bir
iş yapmaya karar vermiş olsun, Cenabı Allah bütün bunları biliyor ve bunların
lehinde ve aleyhinde deliller de toplatmıştır. Onun için Mahşer'de ilâhî
adalet tecelli edecek ve her şeyiyle iyisiyle, kötüsüyle, günahıyla,
sevabıyla, yerli yerine oturtulacaktır.
Beşincisi, Allah'ın mahkemesinde
hiçbir rüşvet, tavsiye, torpil ve yalan şahitlik mümkün olmayacaktır. Kimse
kimsenin günahını azaltamayacak, kimse kimseye yardımcı olamayacaktır. Herhangi
bir tanıdık, dost, yakın ve hatta akraba zor durumda olan birini
kurtaramayacaktır. Allah'ın izni olmaksızın gerçek ve hayali hiçbir varlık
başka biri için şefaatte bulunamayacaktır. Allah’ın yüce mahkemesinde herkes
yalnız olacak ve yaptıkları veya yapamadıklarının hesabını verecektir. Kararı
da sadece Allahu Teâlâ verecektir. O ne isterse yapabilir, kimse
karışamayacaktır.
Altıncısı, Allah'ın vereceği
kararın kıstası ve ölçüsü tamamıyla insanın kendi ameli olacaktır. Yani mahkemede
bir insanın peygamberlerin gösterdiği Hak yolundan gidip gitmediği
araştırılacaktır. O insanın Allah'tan korkarak O'na iyi kulluk yapıp
yapmadığı, ahirette vereceği hesabı düşünerek dünyada hayat sürüp sürmediğine
bakılacaktır. Eğer dünyadaki yaşantısında ahiret için sermaye toplamışsa
elbette ki Cennet'e gidecektir. Ama dünyada ahireti unutmuş ve her şeyi nefsi
için yapmış ise onun yeri Cehennem'dir.
Ahiret akidesinin belli başlı
unsurları işte bunlardır. Bu da, Tevhid, Risâlet ve Kur'ân-ı Kerim gibi İslâmi
davetin önemli ve ayrılmaz parçasıydı. Zaten İslâm, insanları öyle bir düşünce
ve eylem alanına çağırıyordu ki burada ahirete iman etmeden bir adım bile atmak
mümkün değildi. İslâmî davete evet diyenin bu dünyayı bir imtihan yeri olarak
kabul etmesi tabiatının gereğiydi. Onun bir gün Cenab-ı Allah'a yaptıklarının
hesabını vermesini bir an bile aklından çıkarmaması gerekiyordu. O, hayatın
sadece dünyadaki hayattan ibaret olmadığını gerçek ve ebedi hayatın ölümden
sonra başladığını, bu dünyada yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılığının öbür
dünyada mutlaka verileceğini bilmeliydi. Zaten ahiret fikrini kavramamış bir
insan için Tevhid'e, Risâlet'e ve Kur'an-ı Kerim'e iman etmesi beklenemez.
Çünkü bu dünyadan sonra başka bir dünyanın bulunmadığına inanan bir kişi
Allah'a kulluk, Rasûl'e itaat ve Kur'ân-ı Kerim'in talimatına uymak konusunda
hiçbir zaman ciddi ve samimi olmayacaktır. Böyle bir kişi ölüm veya bu dünyanın
yok olmasından sonra her şeyin toprak olacağını, ikinci bir hayat olmayacağını,
öbür dünyada hesaplaşma, ceza veya mükâfat diye herhangi bir şeyin
olmayacağını, dine bağlılığın, Allah'a, peygamberine ve kitabına itaatin bir
ödülü olmayacağını düşündüğü takdirde samimiyet ve sadakatla İslâm'a veya diğer
herhangi bir dine bağlı olmayacaktır. Dünyacı ve maddeci bir görüş, insanı
ancak zevk ve safa ile havyanî güdülerini tatmine iter. Ahiret fikrini
taşımayan bir kişi bu dünyada hayatını mümkün olduğu kadar en rahat ve keyifli
hale getirmeye çalışacaktır. Bunun aksine, onu bu dünyanın nimet, bereket zevk
ve hazlarından mahrum edecek veya bunlardan fedakârlık etmesini gerektirecek
her türlü düşünce, inanç ve çalışmalardan kaçmaya çalışacaktır.
26.1.1. Kureyşlilerin Ahiret Akidesini Akıl ve
Mantıktan Uzak Saymaları
Bu akide ve inancın bu öneminden
dolayı idi ki, Kureyşli ve Arap müşrikler en çok buna tepki gösterdiler. Hz.
Peygamber (a.s.) ahiret fikrini müşriklere sununca kendileri hayli şaştılar ve
ne yapacaklarına karar veremediler. Bu şaşkınlık devresi geçtikten sora kara
kara düşünmeye başladılar. Bu fikir ve akideyi kabul etmeleri halinde bütün
hürriyetlerinin yok olacağını sezdiler, yalnız oldukları zaman bile Allah'ın ve
Rasûlünün haram ettiği şeyleri yapamayacaklarını anladılar. Haksız ve gereksiz
kâr sağlamaya, haz ve zevk almaya çalışmaları halinde bu inancın kendilerine
ayak bağı olacağını düşündüler. Bu akideyi kabul ettikleri takdirde, kendi
yanlarında her zaman gözle görülmeyen ve hissedilmeyen bir bekçinin
bulunacağını ve dolayısıyla, istedikleri gibi hareket edemeyeceklerini öğrendiler.
Bu sebeple, bu fikir ve inancın şiddetle ve kesinlikle reddedilmesi
gerektiğine inandılar. Bu noktadan hareketle, Rasûlullah (a.s.)'ın ahiretle
ilgili söz ve telkinlerinin akla ve mantığa aykırı, gerçekdışı, çılgınlık,
gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal ve çok komik bir kavram olduğunu öne
sürdüler.
26.1.2. Ahiret'ten Şüphe Edenlerin Düşünceleri
Kâfirlerden küçük bir grup,
ahireti ancak hayal meyal tahmin edebildiklerini, ama buna tam olarak
inanmadıklarını söylüyordu. Bu gruptan Kur'an-ı Kerim'de sadece bir yerde
bahsedilmiştir. Bu da gösteriyor ki, bu grup sayıca çok küçüktü:
"Ve onlara: 'Allah'ın vaadi
haktır. Şüphesiz kıyamet kopacaktır' denildiği zaman siz 'kıyamet de ne imiş,
bilmeyiz? Böyle bir şeyi zannediyoruz. Biz ona kat'i olarak inananlar,
değiliz' dediniz" (Casiye; 32)
Görünüşte, bu grup ile ahireti
tamamıyla inkâr eden grup arasında büyük bir fark vardır, şöyle ki, ilk grup
ahirete şöyle ya da böyle inanırken ikinci grup hiç inanmıyor. Ne var ki,
netice itibariyle her ikisi arasında herhangi bir fark yoktur. Şöyle ki,
ahireti tamamıyla reddetme ile buna kuşkuyla bakmanın ahlâki neticeleri
aynıdır.Ahirete hiç inanmayan ile azıcık inanan kişilerin düşünce ve
davranışları arasında fazla bir fark olmasa gerek. Çünkü her ikisi de öbür
dünyada Allah'a yaptıklarının ve yapamadıklarının hesabını vereceği
düşüncesinden yoksun oluyorlar. Böyle bir durumda bu kişilerin yargılanma ve
cezalandırılma korkusunu taşımadıkları ve dolayısıyla serbest hareket etmeleri
gayet doğaldır. Bu dünyada bir insanın doğru ve iyi hareket edebilmesi için
ahirete tam ve kâmil bir şekilde inanması gerekir. Bu hususta, ister şüphe ve
kuşku ister inkâr ve red olsun, ikisi de insanın sorumsuzca hareket etmesini
önleyemez. Ayrıca, bu sorumsuzca davranış bir kişinin ahirette iyi ve sağlam
bir dosya ile çıkmasını mümkün kılamadığı için, ne inkâr eden ne de ahiret
fikrine kuşkuyla bakanı kimse Cehennem'e gitmekten kurtaramaz.
26.1.3. Ahiret'i İnkâr Edenlerin Görüşleri
Kur'ân-ı Kerim'de ahiret fikrine
şüphe ile bakanlardan sadece bir tek yerde bahsedildikten sonra ahireti
tamamıyla inkâr eden ve reddedenlerden sık sık söz edilmiştir ve bunların
çeşitli görüşleri nakledilerek bunlara uygun cevaplar verilmiştir:
"Onlar, 'hayat ancak bu dünya
hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi, dehirden (sürekli zaman) başkası helâk
etmez' dediler. Halbuki, onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar,
bilmeyerek ve zan ile söylüyorlar. Kendilerine açık açık ayetlerimiz
okunduğunda, onların delilleri ancak 'eğer sözünüzde doğru iseniz haydi
babalarımızı getirin' demek olur". (Casiye; 24-25)
Kur'an-ı Kerim diyor ki, dünyadaki
hayatımızdan sonra başka bir dünya ve hayat olmadığını kanıtlayan bir ilim ve
bilgi kaynağı yoktur. Hiçbir bilim dalı veya araştırma, bu dünyadan sonra başka
bir dünyanın bulunmadığını ispatlayamamıştır. Hiçbir bilgi kaynağı ve tecrübe,
insanın canının Allah'ın emriyle değil zaman süreci içinde ve tabiat
kanunlarına göre alındığını ve insanların öldüğünü gösterememiştir. Ahiret
fikrinin münkirleri, bilime ve gerçeklere dayanarak değil, sadece zan ve
tahminler yürüterek bu tür iddia ve iftiralarda bulunurlar. "Vallahi, bu
hayattan sonra başka bir hayat olmadığını çok iyi biliyoruz" diyemezler.
Aynı şekilde bu ahireti inkâr edenler, insanın canının Allah tarafından
alınmayıp, tıpkı bir makina veya saat gibi arızalanıp yok olduğu konusunda ilmi
deliller sunamazlar. En fazla söyleyebilecekleri şey şu olabilir:
"Doğrusunu sorarsanız, biz ikisi hakkında tam bilgiye sahip
değiliz." Şimdi her iki durum da şüpheli olduğu için ahireti inkâr edenler
neden hep ahiret aleyhinde karar verirler? İnsan ilmi insanların öldükten
sonra dirildikleri, canın melekler tarafından alınacağı ve insanların
tabiattaki diğer canlı ve cansızlar gibi kendi kendine öldükleri konusunda
kesin bir delil sunamıyor ve hiçbir şeyi yüzde yüz garanti ile
söyleyemiyorlarsa, neden tercihlerini hep bu dünya ve bu dünyadaki hayattan
yana kullanıyorlar? Bu, onları ciddiyet, metanet ve samimiyetle değil, sadece
nefis ve hislerine göre hareket ettiklerini göstermiyor mu? Onlar bu dünyadan
sonra başka bir dünya ve yargılanma ile cezalandırılmanın olmamasını
istedikleri için böyle düşünüyorlar. Yani, onlar inanmak istediklerine
inanıyorlar ve ona göre hareket ediyorlar:
"Onlar, 'biz ölüp toprak ve
kemik olduktan sonra tekrar diriltilecek miyiz? Yemin ederiz ki, bize,
atalarımıza da, daha önce bu, va'd olunmuştu. Bu, eskilerin masallarından
başka bir şey değildir' dediler" (Müminun; 82-83)
"Ne kadar taaccüp etsen
yeridir. 'Biz öldükten ve toprak olduktan sonra yeniden yaratılır mıyız?'
demeleri şayanı taaccüptür, işte onlar Rabblerini tanımayanlardır." (Ra'd;
5)
Yani, kâfir ve müşriklerin ahireti
inkâr etmeleri ve bunun gerçekleşmesinin mümkün olmadığım düşünmeleri aslında
Allah’ın kudretini ve hikmetini inkâr etmeleriyle eşdeğerdir. Bunlar,
kendilerinin öldükten ve toprak olduktan sonra tekrar hayata kavuşmalarının
mümkün olmadığını söylerken bir yandan da Cenab-ı Allah'ın kuvvetine ve
kudretine gölge düşürüyorlar. Onlara göre Cenab-ı Allah hâşâ aciz, çaresiz,
budala ve çılgındır, zira böyle olsaydı onları ne diye yaratıp sorumsuzca
hareket etmelerine müsaade edebilirdi?
"Kâfir olan, 'Size tamamen
parça parça dağıldıktan sonra yeniden yaratılacağınızı size haber veren bir
adam gösterelim mi?' dediler. 'O Allah'a yalan yere iftira mı etli, yoksa onda
bir delilik mi var?' (dediler). Hayır öyle değil, ahirete iman etmeyenler azap
içinde ve hidayetten uzak bir sapıklıktadırlar." (Sebe; 7-8)
Kureyşli kabile reisleri, Hz.
Muhammed (a.s.)'in tamamıyla yalancı olduğunu söylemek istemiyorlardı. Zira,
O'nun doğru sözlü ve dürüst bir insan olduğunu bütün Mekkeliler ve diğer
Araplar çok iyi biliyorlardı. O'nun hiçbir zaman yalan söylemediğini herkes iyi
biliyordu. Bu yüzden kabile reisleri halka daha inandırıcı gelsin diye Hz.
Peygamber (a.s.)'e şüpheli ve şaibeli iftiralarda bulunmayı tercih ediyorlardı.
Onlar demek istiyordu ki, hayattan sonra memat (ölüm) ve memattan sonra hayat
gibi inan' iması zor olan bir şeyden bahseden bu adam (Hz. Peygamber) ya bilerek
yalan söylüyor ya da bunda bir delillik vardır. Ne var ki, kabile reislerinin,
Hz. Muhammed (a.s.)'in yalancığıyla ilgili iddiaları ne kadar asıl-sızsa O'nun
deliliğine dair sözleri de o kadar saçma ve gülünçtü. Çünkü Mekke'de v?
Arabistan'da herkes Hz. Peygamber (a.s.)'in aklının yerinde olduğunu çok iyi
biliyordu. Bu sebeple, Cenab-ı Allah bu iftiraya herhangi bir cevap vermeyi
uygun görmedi ve sadece onların ahiretle ilgili düşüncelerini kınamak ve
reddetmekle yetindi.
"Kâfirler şöyle derler: 'Biz mi
eski hale döndürüleceğiz? Çürümüş kemikler olduğumuz zaman mı? Eğer bu ikinci
defa dirilmek varsa, biz hüsrana uğrarız' dediler". (Naziat; 10-12)
Yani, kâfirlere, "evet
ölümden sonra hayat var. Siz öldükten sonra dirilteceksiniz" denince
kendileri bunu aralarında bir alay konusu yapıverdiler ve şöyle demeye
başladılar. "Vallahi, yandık arkadaşlar, eğer gerçekten bu adamın dediği
doğruysa ve biz öldükten sonra dirileceksek, halimiz perişandır."
"Bir de onlar, 'ölüp toprak
ve kemik olduktan sonra yeniden mi diriltip kaldırılacakmışız?' derlerdi.
'Evvelki babalarımız da diriltilirler mi?' (derlerdi). De ki: 'muhakkak hem
öncekiler hem de sonrakiler. Belli günün muayyen bir vaktinde hemen
toplanacaklardır." (Vakıa; 47-50)
26.1.4. Ahiret'in Mümkün Olduğuna Dair Deliller
Ahiret'i inkâr edenlerin görüşleri
tek tek Kur'an-ı Kerim'de nakledilmiş ve çeşitli delillerle ahiretin mümkün
olduğunu düşünmek değil, ahiretin mümkün olmadığını sanmanın akıl ve mantığa
aykırı olduğu ortaya konmuştur.
"İnsanlar, kendisini bir
nutfeden yarattığınız görmez mi? Sonra o bize apaçık hasım oldu. O,
yaratılışını unutarak bize biz misal getirdi: 'Çürümüş bu kemikleri kim
canlandırır' dedi. (Ey Rasûlüm) de ki: 'Onları ilk defa yaralan canlandıracak
ve O, her yaratmayı bilir." (Yasin; 77-79)
Yani Cenab-ı Allah demek istiyor
ki, insan o kadar nankördür ki, kendisinin nasıl yaratıldığını unutuyor.
Cenab-ı Allah cansız bir maddeden nutfe (döl) yaratmış sonra cenine ve daha
sonra koskoca insana çevirmiştir. Bu küçük yaratık büyüyüp bugün Allah'a ve
O'nun hikmetine dil uzatıyor. O, Allah'ın, diğer mahluklar gibi aciz olduğunu
düşünüyor ve hiçbir insanın bir ölüyü diriltemediğini düşünerek Allah'ın da
bunu yapamayacağını sanıyor. Bundan dolayıdır ki şöyle sorular soruyor:
"Çürümüş bu kemikleri kim canlandırır". İbn Abbas, Katâde ve Sa'id
bin Cübeyir'in hadislerine göre, Mekkeli kâfirlerden biri mezarlıktan bir
ölünün çürümüş kemiklerini Hz. Peygamber (a.s.)'in önüne getirip attı ve parça
parça ederek Rasûlullah (a.s.)'a dedi ki, "al bakalım, sen diyorsun ki
ölüler diriltiliyormuş. Bu kemikleri dirilt de görelim." Cenab-ı Allah bu
küstahlığa gayet sakin ve kısa bir cevap verdi ve dedi ki: "Bunu da, bunu
Yaratan diriltecektir."
"Kemik ve çürümüş parça parça
enkaz olduktan sonra yeniden bir kavim olarak biz mi dirilteceğiz?' dediler. De
ki: Taş veya demir olun. Yahut kalbinizde en büyük gördüğünüz bir yaratık olun.
Yine dirilteceksiniz.' Onlar 'O halde bizi kim geri çevirecek?' derler. Sen de
dedi ki: 'Sizi ilk defa yoktan var eden (diriltecek).' Sana başlarını
sallayarak 'ne vakit o?' derlerse, de ki: 'Yakın olması umulur! (Allah) sizi
çağırdığı gün, O'na Hamd ederek O'nun emrine icabet edersiniz. Ve kabirde çok
az bir zaman kaldığınızı zannedeceksiniz." (İsra; 49-52)
Yani, insanların dünyada öldükten
sonra kıyamette tekrar hayata dönmeleri kadar süre çok kısa gibi gelecek ve
aradan ancak birkaç saatin geçtiği düşünülecektir. Yani, İnsanlar sanacak ki,
biz önce uyuduk ve birden bire mahşeri bir gürültü yüzünden kalkıverdik:
"İnsan: 'Den öldükten sonra
diri olarak mezardan çıkar mıyım?' der. Düşünmez mi ki, biz onu daha önce
yarattık, halbuki o hiçbir şey değildi". (Meryem; 66-67)
"Ey İnsanlar, eğer öldükten
sonra dirilme hususunda şüphede iseniz, muhakkak biz sizi topraktan sonra nutfeden,
sonra pıhtılaşmış bir kandan, sonra önce şekilsiz sonra şekilli et parçasından
yarattık ki, size apaçık kudretimizi göstermek için. Sonra istediğimiz
rahimlerde belli bir vakte kadar durdurup sizi bir bebek olarak çıkarırız.
Sonra sizi kemal ve kuvvet çağınıza erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber,
içinizden kimi öldürülüyor, kimi de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey
bilmemek üzere, kuvvetten düşürülüp kocama haline çevriliyor. Sen arzı kupkuru
görürsün. Onun üstüne suyu indirdiğimizde harekete geçer, kabarır ve her güzel
çiftten nebatlar bitirir." (Hacc; 5)
Burada topraktan yaratılmanın
anlamı, her insanın bu topraktan yani, dünyamızdan elde edilen maddelerden
yaratılmasıdır. Bu yaradılışın başlangıcı nutfe (döl)dir. Başka bir anlamı da insan
soyunun topraktan yapılmış olan Hz. Adem (a.s.) ile başladığı ve daha sonra
insanların nutfe ile çoğalmaya başladığı olabilir. Nitekim, Secde sûresinde
aynı noktaya değinilmiştir:
"O Allah ki, her şeyi güzel
surette yarattı. Ve insanı yaratmaya da balçıktan başladı. Sonra onun
zürriyetini hakir bir sudan hasıl olan bir nutfeden (meniden) yarattı."
(Secde; 7-8)
Her iki durumda da, insanın
yaratılışında cansız maddelerin büyük rol oynadığının vurgulandığı kabul
edilmelidir. Bu gerçeğin anlatılmasından sonra, hamilelik ile doğum arasında
geçen muhtelif safhalar ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Gayet tabii ki,
burada modern tıbbi alet ve makinelerle gebelik hakkında toplanan bilgi ve
bulgular kaydedilmemiştir; sadece o çağın bedevilerinin bildiği hamileliğin
belli başlı safhalarına temas edilmiştir. Yani bir kadının döllendikten sonra
nasıl hamile kaldığı, doğacak bebeğin nasıl bir et parçası gibi olduğu, daha
sonra nasıl cenine dönüştüğü, daha sonra nasıl et ve kemiklerinin geliştiği,
şekillendiği ve bilahare insan şeklini aldığı anlatılmıştır. Gebeliğin bu
safhaları o karanlık çağda da bazı kadınların erken doğum yapmaları ya da kaba
şekilde kürtaj olmaları yüzünden pek çok kişi tarafından biliniyordu. Bundan
sonraki cevap insanın aklına ve mantığına bırakılmıştır. Yani, insanı bu kadar
çok aşamalardan geçirdikten sonra doğuran ve yetiştiren Allah’ın onu öldürüp
tekrar diriltmesine imkân yok mudur?
"Biz yerde kaybolduktan
sonra, yeni bir yaratılışla çıkar mıyız? dediler. Onlar, Rablerine kavuşacaklarını
inkâr edicilerdir. De ki, 'canınızı almaya vekil kılınan ölüm meleği, canınızı
alacak. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz." (Secde; 10-11)
Bu iki ayet arasında öylesine
geniş bir zaman farkı vardır ki, bunu anlatmak için sayfalar üstüne sayfalar
gerekebilir. İlk ayette kâfirlerin itirazı o kadar saçma ve gülünç sayılmıştır
ki, bunun reddine hacet duyulmamıştır. Bu itirazın sadece tekrarlanması, bunun
reddi için yeterli görülmüştür. Kâfirlerin itirazı iki noktada toplanıyor. Ama
her ikisi de anlamsız ve tutarsızdır. Kâfirlerin, "biz yerde
kaybolduk" demesi ne demektir? Onların "biz" dedikleri şey
gerçekten yerde kaybolup gidiyor mu? Tabiî ki hayır. Çünkü, toprak olan sadece
"vücut"tur, "biz" değil. Yine "biz" hayatta iken
"vücut" organlarından herhangi biri veya hepsi kesilebilir, parçalanabilir,
ama "biz" her zaman kendi varlığını sürdürüyor. "Biz"
hiçbir zaman kesilen veya parçalanan bir organla birlikte eksilmez veya kaybolmaz.
Fakat, bu "biz" bir vücuttan çıkınca, bütün vücut ortada durmasına
rağmen ona "biz" demek mümkün olamaz. Bunun içindir ki, bir âşık sevgilisinin
ölüsünü gidip toprağa gömüyor. Artık o boş bir cesettir. İçinde olan sevgilisi
çoktan gitmiştir. Aşık aslında sevgilisini değil, onun cesedini gömüyor. Bu
sebeple, itiraz edenlerin ilk noktası çürük ve anlamsızdır.
Şimdi ahireti inkâr edenlerin
ikinci itirazını ele alalım. Diyorlar ki, biz "yeni bir yaratılışla ortaya
çıkar mıyız?" Aslında bu adamlar, "biz" ile bunun yaratılmasının
anlamını bilselerdi, böyle bir soru sormaya gerek duymazlardı.
"Biz"in doğuşu veya yaratılışı nedir? Bazı maddeler (diyelim ki,
demir, fosfat ve kömür) bir araya getirildi ve topraktan yapılmış bir heykelin
içine dolduruldu. Bu maddeler bu heykel’e "biz" olarak girmiştir.
Şimdi ölüm olayı nedir? Bu heykelden söz konusu maddelerin veya
"biz"in ayrılmasıdır. "Biz"in yapılışında kullanılan
muhtelif maddeler ise tekrar toprağa dönüyorlar. Şimdi mesele şu:
"Biz" için bir heykel ve yerleşecek yer (mesken) temin etmiş olan
Yaradan "biz"e daha sonra aynı madde ve malzemelerden müteşekkil
başka bir mesken veya heykel veremez mi? Bu iş daha önce mümkündü, mümkündü ne
demek, gerçekleşmişti, o halde daha sonra neden gerçekleşmesin? Kafasında
azıcık beyin olan bir kişi bunun tekrar gerçekleşebileceğine kanaat getirecektir.
İnsanlar bu açık seçik gerçeği neden kabul etmiyorlar? İnsanlar neden ölümden
sonraki hayata inanmak istemiyorlar? İşte, Cenab-ı Allah bu iki meselenin
arasındaki geniş bahisleri bir yana bırakarak doğrudan doğruya diyor ki,
"Onlar Rabblerine kavuşacaklarını inkâr edicidirler." Yani, onlara
göre asıl mesele bir kişinin doğup ölmesi ve tekrar doğması değildir.
İnsanların dirilmeleri öylesine anlaşılmayacak bir şey değildir. Ama asıl
mesele onların dünyada diledikleri gibi yaşama hevesidir. Onlar dünyada her
türlü fısk-ü fücur ve günah yapıp hiçbir ceza görmemek istiyorlar. Onların asıl
korktukları, Mahşer'deki hesaplaşmadır. Orada herhangi bir hesap vermek ceza
görmek istemiyorlar. Bunun için de gerçekleri görmezlikten geliyorlar.
Bundan sonraki cümlede deniliyor
ki, sizin "biz"inizin bulunduğu mesken elbette toprak olacaktır, ama
"biz" olduğu gibi duracaktır ve ona hiçbir zarar gelmeyecektir.
Aksine, Allah’ın meleği gelip, meskende kalma süresinin dolmasından sonra onu
kendi nezaretine alacaktır. "Biz"in en ufak parçası bile mesken veya
başka bir deyimle "vücut"la beraber toprağa girmeyecektir.
"Biz" tamamıyla meleğin nezaretinde Allah'ın huzuruna
çıkarılacaktır.
İşte şu ayetlerde birçok gerçekler
ortaya konmuştur; ki bunlar gözardı edilemez:
1. Ölüm birden bire, kurulmuş bir
saatin.aniden durması gibi gelmez. Yani, bir insan vücudu bir saat değildir ki
çalışırken aniden duruversin. Aksine, bu iş için Allah'ın belli bir programı ve
elemanları vardır. Herkesin ölümü belli bir plân içinde meydana gelir. Cenab-ı
Allah, insanların canını almak üzere bir meleği vazifelendirmiştir. Bu melek
belirlenen zaman ve bir icra memuru veya tahsildar gibi gelip ölmesi
kararlaştırılan kişinin canını alır. Kur'an-ı Kerim'de çeşitli yerlerde verilen
bilgilere göre bu "icra memuru", "tahsildar" veya
"ölüm meleği"nin emrinde meleklerden tam bir ordu vardır. Bu
melekler ölüm olayını gerçekleştirmek, ruhu fani vücuttan çıkarmak, onu kendi
nezaretlerine almak ve Allah'ın huzuruna götürmek gibi muhtelif safhalarda kendilerine
düşen görevi yaparlar. Ayrıca, melekler kötü, günahkâr ve suçlu ruhlara başka,
mü'min ve salih ruhlara da başka muamele yaparlar (Tafsilat için bk. Nisa; 97,
En'am; 93, Nahl; 8 ve Vakıa; 83-94).
2. Ölüm, insanı gerçekten yok
etmez. Ölüm sadece ruhun vücuttan ayrılışının adıdır. Kur'an-ı Kerim'in
"ölüm meleği, canınızı alacak" demesi işte bu gerçeğin tezahürüdür.
Bilindiği gibi, görülmeyen, dokunulmayan ve hissedilmeyen bir şey
"alınmaz". Can veya ruh almıyor ve muhafaza ediliyor. O halde, can veya
ruh adeta elle tutulan ve gerçekten varolan bir şeydir.
3. Ölüm anında meleğin ele
geçirdiği şey, insanın biyolojik hayatı değil, onun "benliği" veya
"egosu"dur ki ekseriya, "o", "ben",
"biz" "sen" ve "siz" zamirleriyle ifade edilir.
İşte bu "benlik" dünyada nasıl yaşamış, ne gibi işler yapmış, hangi
şekilde hareket etmişse, onlarla beraber ve onların tesiriyle uğradığı
değişiklikle ve şekille bir bütün olarak melek tarafından ele geçiriliyor ve
öbür dünyaya götürülüyor. Bu, can veya ruhun, ölümden sonra Rabbine dönüş
olayıdır. Ahirette işte bu can, ruh veya benlik yeniden yaşatılacak ve yeni
bir meskene veya vücuda sokulacaktır. Aynı benlik Allah’ın mahkemesine
çıkacak, yaptıklarının hesabını verecek ve buna göre cezalandırılacak ya da
ödüllendirilecektir.
"Müşriklere sor, 'Onları
yaratmak mı daha zor yoksa bizim yarattığımız şeylerin yaratılışı mı zordur?
Diz, kendilerini cıvık bir çamurdan yarattık." (Saffat; 11)
Mekkeli kâfirlerin ahiret
hakkındaki şüphelerinin bir cevabı da buydu. Onlara göre, ölü kişilerin tekrar
dirilmesi güç olduğu için ahiret diye bir şey de olamazdı. Buna cevap olarak
Cenab-ı Allah diyor ki; diriltmekten daha zor şey yaratmaktır. Allahu Teâlâ
yeryüzünü göğü ve kâinattaki diğer pek çok eşya ve yaratıkları insanların
gözünün önüne getiriyor ve diyor ki bu sayısız ve birbirinden garip, müthiş
eşya ve yaratıklara bakın ve bunları kimin yarattığını düşünün. Bunları Allah
yaratmamış mıdır? Bunların yaratılması kolay bir şey midir? Bu muazzam kâinatı
ve insanları bir defa yaratmış olan Allah, insanları bir defa daha yaratamaz
mı? Daha sonra denildi ki, insan öylesine büyük bir yaratık değildir. Onun
yaratılması öyle sanıldığı kadar zor değildir. Cenab-ı Allah onu balçıktan
yapmıştır ve onu tekrar balçıkla yapabilir. Vücudunun terkibinde yer alan bütün
madde ve malzeme bu dünyadan toplanmıştır. Yaratılışında gereken nutfe (döl)
gıda ile hazırlanıyor. Gebelikten başlayarak doğumu ve ölümüne kadar geçen
süre içinde ihtiyaç duyduğu besin dünyadan temin ediliyor. İnsanın ihtiyaç duyduğu
besin ister hayvan ister bitkilerden temin edilmiş olsun, her ikisinin kaynağı
ve özü topraktır. Toprak su ile karışık insanın ihtiyaç duyduğu hububat, sebze
ve meyve yetiştirmesinin yanı sıra, insanların gıdası olan süt ve eti temin
eden hayvanların beslenmesine de sebep oluyor. Burada asıl ağırlık verilen
nokta toprağın önemidir. Eğer toprak hayatı kabul edecek ve taşıyacak hale
getirilmeseydi, bugün insanın yaşamasına imkân var mıydı? Eğer bu toprak bugün
hayat verebiliyor ve hayat taşıyabiliyorsa yarın bunu neden yapmasın? Yarın
ahirette bu topraktan İnsanlar neden tekrar yaratılmasın?
"Gökleri ve yeri yaratmak
insanları yaratmaktan daha büyüktür. Lâkin insanların çoğu bunu
bilmezler." (Mü'min; 57)
Bu da kâfirlerin, insanların
öldükten sonra dirilmelerine imkân yoktur yolunda ileri sürdükleri iddiaya bir
cevaptı. Burada deniliyor ki böyle düşünenler akılsız ve ahmaktırlar. Zira
akıllarını kullansalar göreceklerdir ki, bu muhteşem ve akılara durgunluk veren
kâinatı ve içindeki eşya ve yaratıkları yaratan Allah için insanları tekrar
tekrar yaratmak hiç de zor değildir.
"Yaratılmakta siz mi daha
zorsunuz, yoksa gök mü? Ki onu Allah bina etmiştir." (Naziat; 27)
Burada yaratılmak kelimesi,
"tekrar yaratılmak" anlamındadır. Gök kelimesiyle tüm kâinat ve varlıklar
alemine işaret edilmiştir. Bununla feza ve uzaya işaret edildiğini de
söyleyebiliriz. Yani, sayısız gezegen, yıldız, yıldızlar sistemi ve
samanyolundan müteşekkil bir alem. Burada insanlara hitap edilerek deniliyor
ki, "siz niçin ahiret fikrine ve insanların tekrar yaratılma kavramına bu
kadar tepki gösteriyorsunuz? Halbuki asıl zor olan bu uçsuz bucaksız uzay
boşluğudur. Bu uzay ve kâinatın yaratılmasının daha zor olduğunu bilmiyor
musunuz? Bu muhteşem kâinat ve nizamını yaratmış olan Allah, sizin gibi
yaratılması nispeten daha kolay olan bir mahluku yaratamaz mı?"
"(Nitekim) "Bu apaçık
bir sihirdir" derler. 'Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra tekrar
diriltilir miyiz?' (derler). 'Evvel geçen babalarımız da '(yeniden
diriltilirler mi derler). Sen de ki: 'Evet, hepiniz zelil ve hakir olduğunuz
halde diriltileceksiniz.' Bazıları ancak bir sayha iledir. O sayhayı müteakip
dirilip kendi hallerine bakarlar. Ve 'eyvah bizlere! Bu hesap günüdür'
derler." (Saffat; 15-20)
Kâfirler diyordu ki bunlar sihirli
bir dünya ile ilgili sözlerdir. Öyle bir sihirli dünya ki, bunda ölüler
mezarlarından çıkacak, bir mahkeme kurulacak, burada iyiler ile kötüler
yargılanacak. Cennet kurulacak ve Cehennem tesis edilecek ve iyiler ile kötüler
bunlara gönderilecekti. Bu adam (Hz. Peygamber (a.s.))’ın böyle bir dünyadan
söz etmesi, aklını kaçırmış olması veya başkaları tarafından büyülenmiş
olmasının bir delilidir. Buna cevap olarak denilmiştir ki, "evet her şey
Hz. Muhammed (a.s.)'in dediği gibi olacaktır. Her şey Allah'ın iradesi ve
gücüne göre olacaktır. Sizler O'nun yanında çaresizsiniz. O nasıl olmanızı
istiyorsa siz öyle olacaksınız. Nitekim, siz O'nun tek bir işareti ile
yaratılmıştınız. Bunun gibi, O'nun bir işaretiyle hepiniz öleceksiniz ve yine
istediği zaman dirileceksiniz. Herkesi öldürme ve diriltme zamanı gelince her
şey Allah'ın plânladığı gibi ve kolayca olacaktır. Allah'ın bir sayhası
(işareti) uykuda olanların uyanmaları için kâfi olacaktır." Burada
"sayha" kelimesi dikkate şayandır. Bu kelime ile, "ba'su ba'd-el
mevt" (ölümden sonra diriliş) fikri güzel bir şekilde gözümüzün önüne
seriliyor. Ölmüş kişiler, sanki derin bir uykuda iken Cenab-ı Allah’ın
"haydi, kalkın" komutuyla bir anda kalkmış olacaklardır.
"Onlar deveye bakmazlar mı
ki, nasıl yaratılmıştır? Semaya bakmazlar mı ki nasıl yükseltilmiştir? Ve
dağlara bakmazlar mı ki, nasıl dikilmişlerdir? Yerin de nasıl döşendiğine
bakmazlar mı?" (Casiye; 17-20)
Yani, bu kâfirler ahiret ile
ilgili vaaz ve telkinleri dinledikten sonra şaşıp kalıyorlar ve çeşit çeşit
itiraz ve iftiralarda bulunuyorlar. Ama bunların gözü yok mudur? Bunlar etrafa
hiç bakmazlar mı? Develer nasıl yaratılmıştır? Gök nasıl yükseltilmiştir?
Dağlar nasıl kurulmuştur? Ve yeryüzü nasıl yaratılmıştır? Eğer bütün bunlar
yapılmış gözlerinin önünde duruyorsa, neden kıyamet kopamaz? Neden buna benzer
bir dünya tekrar kurulamaz. Niçin Cennet ve Cehennem meydana getirilemez?
Akılsız, düşüncesiz ve kaygısız bir insan bile dünyada gözlerini açıp bakar
bakmaz adı geçen eşya ve yaratıkların tekrar tekrar yaratılabileceğini
anlayabilir. Ancak aklı, zekâsı, bilgisi ve tecrübesi sahasının dışında olan
bir şey için hemen diyebilir ki, ben bunları anlamam, bunların vücuda
getirilmesi mümkün değildir. Fakat, bu insanın kafasında birazcık akıl varsa
onu kullansın ve varolan her şeyin nasıl varolduğunu düşünsün. Bunlar kendi
kendine mi ortaya çıkmıştır? Deve çöl iklimine derhal intibak edebilen bir
hayvandır. Arap çöllerinin ve çorak arazilerin bütün şartlarına uygun olan deve
gibi bir hayvan nasıl yaratılmıştır? içinde oksijenin ve İnsanlar, hayvanlar ve
nebatın yaşamasına müsait olan diğer gazların bulunduğu gök nasıl yapılmıştır?
Sadece bu değil, bu gök, yağmur getiren bulutlar, insanlara ışık ve ısı veren
güneş ve gece-gündüz parlayan yıldız ve ay ile donatılmıştır. İnsanların,
üzerinde yaşamakta oldukları içinden çıkan ürünlerle karınlarını doyurdukları,
diğer yiyecek içecek ve giyecek ihtiyaçlarını giderdikleri ve kuyular ile
pınarlarından su çıkardıkları ve diğer maddelerle ihtiyaçlarını karşıladıkları
yer nasıl yaratılmıştır? Türlü türlü toprak, taş ve madenlerle dolu olan dağlar
nasıl ortaya çıkmışlardır? Bütün bunlar Kadir-i Mutlak'ın ve Büyük Yaratıcı'nın
eserleri değil midir? Düşünen ve anlayan bir kafa bu soruların cevabını menfi
olarak veremez. Eğer kendisi inatçı değilse, Allah'ın yüce kuvveti, kudreti ve
hizmeti olmaksızın bunların gerçekleşemeyeceğini anlayabilir. Her şeye kadir
olan Allah eğer bunları yapmış ve yaratmışsa neden bundan sonraki dünyada da
bunları tekrar yaratmasın?
"O, rahme dökülen bir meniden
değil midir? Sonra kan pıhtısı oldu. Allah, onu yarattı ve şekillendirdi.
Hülasa ondan erkek ve dişi iki sınıf yarattı. Bunu yapan (Allah) ölüleri
tekrar diriltmeye kadir değil midir?" (Kıyame; 37-40)
Bu, "ba's-ü ba'd-el
mevt"in başka bir deliliydi. Aslında, ilk döllenmeden sonra doğuma kadar
devam eden yaratılışın çeşitli safhalarını bilen ve kabul edenlerde bu delilin
hiçbir cevabı yoktu. Zira, onlar ne kadar inatçılık ve dik başlılık etmiş
olsalar dahi, insanı yaratma gücüne sahip olan Allah'ın pekala onu öldürüp
tekrar yaratabileceğini teslim ediyorlardı. Ne var ki, bu anlamlı ve hikmet
dolu fiili sadece tabii bir rastlantı sayan bazı maddeci ve dünyacı kimseler
bunda Allah'ın hikmeti olduğunu kabul etmeye razı değillerdi. Onlar, her şeyin
tabiatın bir icabı olduğunu sanıyorlardı. Ancak bu sözde akıllı ve bilgin
kimselerin de anlayamadığı bir şey vardı. Onlar görüyor ve biliyorlardı ki,
dünyanın doğuşundan beri çeşitli ülkelerde, çeşitli milletlerde ve çeşitli
şartlar altında yaratılış işlemi aynı şekilde devam ediyordu. Bütün
farklılıklara rağmen her yerde ve her çağda insan toplumlarında hemen hemen
aynı sayıda erkek ve kız çocukları doğuyor ve aralarındaki orantı bozulmuyordu.
Hiçbir yerde ve hiçbir toplumda sadece kız ya da sadece erkek çocukları
doğmamıştı ve böylece insan soyunun devamına herhangi bir engel çıkmamıştı. Bu
akıllı kişiler, bu işlemin de bir rastlantı olmadığını düşünüyorlardı. Ve bu
işlerin büyük bir Sanatçı ve Yaratıcı tarafından yapıldığını kabul ettikten
sonra bu Yaratıcı'nın kendi yaptığı şeyleri bozabileceğini ve kırabileceği ve
sonra tekrar yapabileceğini kabul etmekten başka çareleri kalmıyordu.
"İnsan, neden yaratıldığına
bir kere baksın. O, atılıp dökülen bir sudan yaratıldı. Ki, bel kemiği ile
kaburga kemikleri arasından çıkar." (Tarık; 5-8)
Yani, insan önce kendine baksın.
İnsan nedir? Onu kim yaratmıştır ve nasıl yaratmıştır? Bir kadın ile erkek
arasındaki cinsel temastan sonra hamileliği gerçekleştiren ve belli bir tipte
ve zekâ seviyesinde bir insan yaratan kimdir?[1]
Döllenme ve hamilelikten sonra cenin ve daha sonra bebeğin anne karnında
beslenip büyümesini sağlayan kimdir? Daha sonra bu bebeğin, canlı olarak anne
karnından çıkmasını mümkün kılan kimdir? Yine anne kamında bile bir insanın
vücut yapısını, güzelliğini ve zekâsını yaratan kimdir? Sonra, doğumdan
başlayarak ölüme kadar bu insanı koruyan ve besleyen kimdir? Onu çeşitli
hastalık, kaza ve belâlardan kurtaran kimdir? Bütün bunlar Tek bir Allah'ın
hikmeti ve nezareti olmaksızın gerçekleşebilir miydi? Eğer akıl sahibi biri bu
sorunun cevabını olumsuz olarak veremiyorsa, yaratılış fiilini başlatan,
hamilelik olayını gerçekleştiren ve daha sonra insanı doğurduktan sonra koruyan
Allah'ın insanı ölümden sonra dirilteceğine de karar verebilir. Eğer Allah
insanın ilk yaratılışını gerçekleştirmişse neden ikinci yaratılışını
gerçekleştirmesin? Eğer gözü kör olan bir kişi bu gerçeği kabul etmiyorsa, o
zaman kendisinin de Allah tarafından yaratılmadığını söylemelidir. Kendi
yaratılışını inkâr eden bir kişi bir gün daha ileriye giderek dünyanın ve
kâinatın bütün eşya ve mahlûkların tesadüf eseri meydana geldiğini
söyleyebilir. Bu kişi bundan sonra başka saçmalıklar da yapabilir ve pekala
diyebilir ki dünyadaki bütün kitaplar, evler, dükkânlar ve fabrikalar da bir
tesadüf neticesinde ortaya çıkmışlardır. Halbuki, bunların tümünün İnsanlar
tarafından yapıldığı bilinmektedir. Hakikat şu ki, dünyada insanın doğup
büyümesi, vücudunun belli bir şekil alması, onun bir takım meziyet, kudret ve kuvvetlere
sahip olması ve her şeyden çok, hayatını sürdürmesi, onun tarafından yapılan işler
ve yaratılan eserlerden daha zor ve karmaşıktırlar. Bunca karmaşık işlem
böylesine orantılı ve düzenli bir biçimde milyonlarca yıldan beri süre-gelirken
hangi hasta beyin buna sadece bir tesadüf veya şans diyebilir?
"Onlar, kendilerinden
korkutucu bir peygamber gelmesine şaştılar. Kâfirler, 'Bu şaşılacak bir şeydir'
dediler. 'Biz ölüp toprak olduktan sonra mı (dirilecekmişiz?). Bu, çok uzak
bir dönüştür.' Biz, toprağın onlardan neleri eksilttiğini biliriz. Ve
katımızda her şeyi muhafaza eden bir kitap vardır." (Kaf; 2-4)
Kâfirlerin şaştığı ilk şey, kendi
millet ve cemiyetlerinden bir kişinin peygamberlik iddiasında bulunmasıydı.
Onlar aynı etten, kemikten ve aynı ırktan olan bir kişinin kendisini Allah’ın
rasûlü ilân etmesini hazmedemiyorlardı. Bu konudaki şaşkınlıkları henüz
geçmemişken bu kişi kendilerine daha da şaşırtıcı şeyler söylemeye başladı. Bu
kişi arlık insanların öldükten sonra tekrar yaratılacaklarını, Allah'ın
mahkemesine çıkarılacaklarını ve orada amellerinin muhasebesi yapıldıktan
sonra cezalandırılacaklarını ve ödüllendirileceklerini söylüyordu. İşte bu
ayetlerde bu hususa temas edilmiştir ve denilmiştir ki, bu mevzu kendileri
tarafından anlaşılmıyorsa anlaşılmasın. Bu Allah'ın ilim ve kudretinin değil,
bu insanların ilimlerinin ve akıllarının kıtlığının bir delilidir. Bu kâfirlere
göre, dünyanın doğuşundan başlayarak kıyamet gününe kadar ölmüş olan
insanların kemikleri toprak olduktan sonra dirilmeleri mümkün olmayacaktır. Halbuki,
Cenab-ı Allah herkesi ve her şeyi gözlüyor ve çok iyi biliyor. Allah her şeye
kadirdir. O istediği zaman ölüler diriltilecek ve amellerinin muhasebesi
yapılacaktır. Bunların amellerinin dosyaları derli toplu bir şekilde
hazırlanmıştır ve ilâhi mahkemede tek tek okunacaktır. Bu defterlere bakılarak
herkes dünyada olduğu şekli ile ve vücut yapısıyla diriltilecektir, ne bir
eksik ne bir fazla.
"Biz, ilk yaratılışta acizlik
mi gösterdik? doğrusu, onlar yeni yaratıştan şüphededirler." (Kaf; 15)
Burada, birkaç sade ve basit
kelime ile ahireti inkâr edenlere gayet makul cevaplar verilmiştir; ki bunu
akıl ve zekâ sahibi her insan rahatlıkla kabul edebilir. Eğer bir kişi Allahsız
değilse, yani Allah'ı inkâr etmiyor ve bu düzenli ve mükemmel işleyen evrenin
sadece tabiatın bir tesadüfü olduğunu sanmıyorsa, Yüce Allah’ın hem bizi hem
bütün evreni yarattığına iman edebilir. Cenabı Allah bir kerre bizi, yeri, göğü
ve bütün kâinatı yaratmıştır. Bunları yaratırken herhangi bir acze düşmemiş ve
hiçbir zorluk çekmemişse, her şey mahvolduktan ve yok olduktan sonra, bunları
tekrar yaratamaz mı? Eğer Allah (hâşâ) aciz ve çaresiz olsaydı zaten ilk
yaratılış işini gerçekleştiremezdi. Eğer daha önce aciz değilse, onun daha
sonra aciz olduğuna inanmanın herhangi bir makul ve geçerli temeli ve dayanağı
olabilir mi?
26.1.5. Ahiret'in Gerekli Olduğuna Dair Deliller
Kur'an-ı Kerim'de ahiretin mümkün
olduğuna dair inkâr edilmez deliller verilmekle yetinilmemiş, bunun
gerçekleşmesinin tabiatın kanunu ve gereği olduğu da ispatlanmıştır. Akıl,
adalet ve ahlâk, her şey, ahiretin gerçekleşmesini ve Mahşer'de daha önce
insanların dünyada yaptıklarının veya yapamadıklarının hesabını tek tek
vermelerini ve bunlara göre ceza veya mükafat almalarını gerekli kılmaktadır.
Ahiretle veya Allah katında böyle bir mahkeme, duruşma ve muhasebe olmaz,
İnsanlar kötü amellerinin cezasını çekmez ve iyi amelleri için
ödüllendirilmezse demek ki bu dünya ilâhi adaletten yoksundur ve İnsanlar, akıl
ve şuurla, hayır ve şer arasındaki farkı gözetme kabiliyetiyle ve sayısız eşya
ile insanlara karşı Selahiyet ve kudretle donatılarak buraya boşuna
gönderilmişlerdir. Gerçek şu ki, dünyamızda tam anlamıyla ne muhasebe, ne
adalet, ne de suç-ceza'nın değerlendirilmesi ve gerçekleşmesi için imkânlar
vardır. Yargı ve adaletin bütün kurallarının yerine getirilmesi için başka bir
dünyaya ihtiyaç vardır. O dünyada doğuştan kıyamete kadar bütün İnsanlar
toplanarak bütün gizli, açık amellerinin, niyet ve düşüncelerinin yaptıkları iyi
ve kötü işlerin hesabını vermelidirler? O dünyada hayatlar kısıtlı ve sınırlı
olmamalıdır ve herhangi bir engel bulunmamalıdır. Herkes kendi kötülüklerinin
cezasını çekmeli ve iyiliklerinin mükâfatından istifade etmelidir. Kısacası, o
dünyada ve hayatta hak yerini bulmalı ve her şey kalıcı ve devamlı olmalıdır.
Kâfirler için hile ve bahaneye
başvuracak ve kaçacak yollar bırakmamak için Kur'an-ı Kerim bu konuya enine
boyuna değinmiştir:
"İnsan, başı boş
bırakıldığını mı zanneder?" (Kıyâme; 36)
Burada denilmek isteniyor ki insan
kendini başı boş bir hayvan mı sanıyor? Allah insanı hiçbir sorumluluk duygusu
olmaksızın mı yaratmıştır? İnsanın bir vazifesi veya sorumluluğu yok mudur?
Ona bazı şeyler yasaklanmamış mıdır? Yaptığı kötülüklerin ve günahların
cezasını çekmeyecek midir? Aynı şeye değinilerek Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı
Allah'ın kıyamette kâfirlere şöyle sesleneceği kaydedilmiştir:
"Sizi âncak boşuna
yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü'minun; 115)
Bu her iki ayette, ölümden sonraki
hayatın gereğinin delili bir soru şeklinde sunulmuştur. Soru şöyledir: Siz
kendinizi hayvan mı sanıyorsunuz? Siz kendiniz ile hayvan arasındaki farkı
görmüyor musunuz? Çünkü hayvan çaresizdir ve masumdur. Oysa, siz hem kuvvetli
ve kudretlisiniz hem de günah işleyebilecek durumdasınız. Bir hayvan iyi ile
kötü arasındaki farkı bilmez, ama siz bilirsiniz. O halde, siz kendinizi niçin
bir hayvan gibi sorumsuz sayıyorsunuz? Bir hayvanı, kendi iç güdüsüne göre hareket
ettiği ve aklını kullanacak durumda olmadığı için tekrar canlanıp eski haline
döndürülmeyeceği akla yatkındır. Bir hayvan kendi aklını kullanarak bir
felsefe geliştirmez, birdin icat etmez, ne kendisini mabud ilân eder ne de
başkalarına mabud diye tapar, nesilden nesile intikal edecek gelenek ve görenek
yaratmaz. Onun için, bir hayvanın ölüp toprak olması ve bir daha
diriltilmemesinin hikmeti anlaşılabilir. Fakat İnsanlar kendilerini iyi veya
kötü amellerinin vebalinden nasıl kurtarabilirler? Sizce, bir kişi masum bir
kişiyi öldürüp idama mahkûm olunmamış ya da mahkûm olunmadan bir kazaya
uğrayarak öbür dünyayı boylamışsa cezadan kurtulacak mıdır? Yaptığı
haksızlığın cezasını çekmeyecek midir? Ettiği zulmün bedelini bulmayacak
mıdır? Bir insan dünyada büyük fitne ve fesadın çıkmasına sebep olmuş ve
ölümünden sonra da Allah'ın kulları onun yüzünden yıllarca, hatta yüzyıllarca
birbirini kırmışsa, böyle bir insana da bir çekirge veya böceğe yapılması
gereken muamele mi yapılsın? Yüz binlerce insanların kanı onun boynundan değil
midir? Buna karşılık, bir insan hayat boyunca hak ettiğini alamamış, çektiği
eziyetler bitmemiş ve hiçbir zaman hakkı olan huzur, sükûn ve mevkiye
erememişse ona da haşarata yapılan muamele mi yapılsın?
"Kıyamet gününe and ederim.
Kendisini kınayan nefse yemin ederim." (Kıyame; 1-2)
Yani, kıyamet kopmayacağı
yolundaki düşünceniz yanlış ve abestir. Yemin ederim ki, kıyamet olacaktır.
Aslında yukarıdaki ayette Allah'ın kıyamet gününe ve kendisini kınayan nefse
yemin ettiği belirtilmiş, ama ne için yemin ettiği açıklanmamıştır. Fakat bahse
konu olan meseleden Allah'ın ne için yemin ettiği aşikârdır. Allah and içiyor
ve diyor ki, Ben kıyamete ve kendisini kınayan nefse yemin ediyorum. Bundan
sonra gelen ayet zaten Allah'ın ne için yemin ettiğini gösteriyor. Burada deniliyor
ki Allah insanları öldükten sonra tekrar diriltecektir. Kendisi bu işi yapmaya
tamamıyla kadirdir. Şimdi Allah'ın kıyamete ve kendisini kınayan nefse ne
münasebetle yemin ettiğini araştıralım.
Cenab-ı Allah, kıyamet gününe
yemin etmiştir, çünkü bu günün gelmesi mukadderdir. Bütün kâinat nizamı,
bizzat kendi yapısı ve işleyişi itibarıyla, kendisinin ezeli ve ebedi
olmadığını kanıtlıyor. Aynı zamanda kâinat, kendisinin ezelden varolmadığını da
ortaya koyuyor. Eski çağlarda da insan aklı, her an her zaman değişmekte olan
dünyanın ezelden ebede kadar aynı kalacağını kabul edemiyordu. Fakat insan ilmi
arttıkça bu fikir gittikçe kesinleşiyor. İnsan artık anlıyor ki, bu dünyanın ve
kâinatın mutlaka bir başlangıcı ve sonu vardır. Kâinat ve içindekiler her
zaman böyle olmamış ve bundan sonra da olmayacaklardır. Bir gün mutlaka
mukadder oldukları sona varacaklardır. Bu sebepten dolayıdır ki, Cenab-ı Allah,
kıyametin meydana geleceğine dair bizzat kıyâmete yemin etmiştir. Bu, tıpkı
kendi varlığından şüphe eden şüpheli ve kuşkulu bir insana yapılan yemin
gibidir. Yani, siz böyle bir insanı karşınıza alıp diyorsunuz ki, "senin
canına yemin ederim, sen varsın." Başka bir deyimle, "senin varlığın
zaten senin varolmanın delilidir."
Kıyametten sonra insanların tekrar
canlandırılacaklarını, mahkemede yargılanacaklarını ve dünyadaki amellerine
göre cezalandırılacaklarını veya mükâfatlandırılacaklarını belirtmek ve
vurgulamak için yemin edilmiştir. Yani, dünyada vicdan sahibi olmayan bir
insan yoktur. İnsan kendi vicdanına göre iyiliği kötülükten ayırdedebilir.
İnsan her ne kadar kötü olursa olsun, herhangi bir kötülük yaptığı zaman
vicdanı onu uyarmaya çalışıyor. İnsanların kötülük ve iyiliklerinin seviyeleri
değişik olabilir, ama bir yerde kötülük mutlaka kötülük ve iyilik mutlaka
iyiliktir. İnsan vicdanı da bu ölçülere göre hareket eder, ama mutlaka hareket
eder. Vicdan ölmez veya tamamıyla yok edilemez. Bu demektir ki, insan
tamamıyla bir hayvan değildir. İnsan bir ahlâki varlıktır. İnsanın içinde
tabiat itibariyle kötülük ve iyiliklerle ilgili hisler vardır. İnsan kendi iyi
ve kötü amelleri için kendini sorumlu tutar. Bir insan başka bir insana kötülük
yapıp belki de kendi vicdanını rahatlatmaya ve kendi kötülüğünü örtbas etmeye
çalışabilir. Ama kötülüğe uğramış, hakkı yenmiş ve mağdur olmuş bulunan diğer
insan, o insanın lâyık olduğu cezayı çekmesini isteyebilir, kendi hakkından
vazgeçmeyebilir.
Şimdi, bir insanın vücudunda böyle
bir "kendisini kınayan nefis" veya başka bir deyimle,
"vicdan"ın varoluşu inkâr edilmez bir hakikatse, bunun aynı zamanda
ölümden sonraki hayatın en belirgin delili olduğu da kabul edilmelidir. Böyle
bir şeyin insan tabiatında var olması, tabiatın başka bir icabının yerine
getirilmesini de şart koşuyor. Tabiat, bir insanın kendi iyi veya kötü amelinin
karşılığını bulmasını gerektirir ve bu genel kural da ancak ölümden sonraki
hayatta gerçekleşebilir; çünkü bu dünyada bunun tamamıyla gerçekleşmesine
imkân yoktur. Akıl ve mantık sahibi bir insan kabul eder ki; ölümden sonra
insanların toprak olması halinde pek çok iyi, dürüst ve salih kişi dünyada
yaptıkları iyiliklerin bedelini bulamayacaktır. Buna karşılık dünyada pek çok
kötülük yapmış olanlar ise, öldükten sonra kurtulmuş sayılacaklardır. O halde,
bu kâinatta ve varlıklar aleminde hiçbir hikmet ve ahlâk anlayışı bulunmadığı
gibi saçma bir düşüncede olanlardan başka, kimse öldükten sonra hayatın
olacağına şüphe edemez.
Aslında, Hindularda yaygın olan
"Avagon" (her canlının öldükten sonra ameline göre başka bir kılığa
sokulup dünyaya gönderilmesi) felsefesi de tabiatın suç-ceza kavramına cevap
vermekten çok uzaktır. Çünkü, bir insan kendi iyi veya kötü amelleri sebebiyle
bu dünyada tekrar tekrar yaratılmaya ve kılıktan kılığa sokulmaya devam ederse,
her yaratılışında bazı yeni günahlar veya iyilikler yapacaktır ve bu şekilde
iyi ve kötü amellerinin sonu gelmeyecektir. Başka bir deyimle, suç-ceza kavramı
tamamıyla ortadan kalkmış olacaktır. Bazen bir yaratığın cezalarının listesi
uzayıp gidecek, bazen da bir insanın ödüllerinin listesi kabaracaktır. Ama
bunların gerçekleşmesine fırsat bulunmayacaktır. O halde, tabiatın ihtiyacı,
ancak bir kişinin iki hayatı olması halinde tamamlanmış olacaktır. Yani,
birincisi bu dünyadaki hayat, ikincisi, ise bütün insan ırkının ortadan
kalkmasından sonra kurulacak ebedi hayat; ki bunda insan hak ettiği cezayı
veya ödülünü alabilecektir:
"Biz, göğü, yeri ve
aralarındaki şeyleri kâfirlerin zannettikleri gibi abes ve bâtıl (boş yere)
yaratmadık. Kâfirlere cehennem azabından şiddetli helâk vardır. İman edip sâlih
amel işleyenleri yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi tutacağız? Veya Allah'tan
sakınanları, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?" (Sâd; 27-28)
Burada Yüce Allah demek istiyor
ki, Biz bu dünyayı ve kâinatı lâf olsun diye yaratmadık. Biz bir oyun
oynamadık ve bu kâinat da bir oyuncak değildir. Kâinat, gayesi, amacı, hedefi
veya hikmeti olmayan bir nesne değildir. Kâinat adalet ve insaftan yoksun bir
yer değildir. Burada yapılan bir işin herhangi bir anlamı olmadığı doğru
değildir. İnsan buraya vahşi ve yabani bir hayvan gibi başı boş
bırakılmamıştır. Dünya karanlık işlerin çevrildiği ve kimsenin kimseden hesap
soramadığı bir yer değildir. Burada herkes istediği gibi hareket edemez.
Suç-ceza felsefesine inanmayan, ister iyi, ister kötü, her şeyin bir gün toprak
olacağına inanan bir kişi aslında, dünyanın bir oyuncak olduğunu ve bunu
yaratanın zevkine düşkün bir oyuncu olduğunu ve Allah'ın bu kâinatı yaratıp
bunun içinde insanı yaşatmakla boş yere uğraştığını zannediyor. Fakat bir insan
biraz kafasını kullanacak olursa iyi ile kötünün bir olacağına imkân verebilir
mi? İyi ve salih bir insanın mükâfatlanmaması ve kötü bir insanın
kötülüklerinin cezasını çekmemesi doğru ve adaletli bir şey olabilir mi? Belli
ki, ahiret diye bir şey olamazsa, Cenab-ı Allah insanlardan hesap sormaz ve
insanların amelleri cezalandırılmaz veya mükâfatlandırılmazsa Allah katında
adalet, akıl, mantık ve hikmet gibi kavramların hiçbir anlam taşımadığı ve
kâinatın karanlık bir diyar olduğu ortaya çıkar. Bu umde ve tez kabul edilirse
demek ki, dünyada insanları iyiliğe, güzele teşvik edecek ve kötülüklerden
uzaklaştıracak herhangi bir etken yoktur. Allah'ın kâinatı, gerçekten orman
kanununun geçerli olduğu bir belde ve alan ise, o zaman bu dünyada iyi ve salih
amel işleyen, her türlü cefaya ve eziyete maruz kalan ve Allah’ın kullarının
ıslahı için çalışan bir kişi muhakkak ki aptal ve enayidir. Buna karşılık,
dünyanın bütün nimet ve zevklerini iki eliyle toplayan, başkalarının haklarını
gasp ederek kendi menfaati için çalışan ve hep kendi faydası ve saadetini
düşünen kişi herhalde çok akıllı ve tedbirlidir!
"Kâfirler, öldükten sonra
diriltilmeyeceklerini zannettiler. De ki, 'evet Rabbim hakkı için siz mutlaka
dirilteceksiniz. Ve işlediğiniz şeyler size haber verilecektir. Bu da Allah'a
kolaydır." (Teğabûn; 7)
Ahireti inkâr edenler için, ne
geçmişte, ne bugün, ne de gelecekte bu dünyadaki hayattan sonra başka bir hayat
olmayacağını ispatlayacak herhangi bir imkân veya kaynak yoktur. Fakat bu
enayiler her zaman aynı iddiada bulunmuş ve başka bir dünyanın olmayacağını
bağırarak söylemişlerdir. Halbuki ahireti inkâr etmek için ne bilimsel, ne de
akli, herhangi bir temel ve dayanak yoktur.
İşte ahireti inkâr edenlerin bu
iddiasına cevap olarak Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)'e demiştir ki,
"Sen Bana yemin ederek de ki, ey İnsanlar siz öldükten sonra mutlaka
diriltileceksiniz ve bundan sonra dünyada yaptıklarınız bir bir ortaya
çıkarılıp size ceza veya mükâfat verilecektir." Kur'an-ı Kerim'de böylece
üçüncü defa Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed (a.s.)'den Rabbine yemin ederek
ahiretin mutlaka gerçekleşeceğini ilân etmesini istemiştir. Bundan önce Yunus
sûresinde şöyle buyurulmuştur:
"Sonra nefislerine
zulmedenlere: 'Bu ebedi azabı tadın. Siz kendi kazandığınızın cezasından başka
ceza ile tecziye olunur musunuz?' dediler. De ki: 'Evet, Rabbim hakkı için
doğrudur. Siz, Allah'ı size azab etmekten aciz bırakacak değilsiniz."
(Ayet; 52-53)
Daha sonra Sebe' sûresinde şöyle
denilmiştir:
"Kâfirler, 'Kıyamet bize
gelmez' derler. (Habibim) de ki: 'Rabbim hakkı için kıyamet gelecektir. Ve
Allah gaybı bilir." (Ayet; 3)
Burada aklımıza gelen soru şu:
Ahireti inkâr edenlere, Hz. Peygamber (a.s.)'in, Allah'a yemin ederek veya
etmeyerek bunun gerçekleşebileceğini söylemesi neyi değiştirir? Bir şeyi kabul
etmeyenler, sadece Hz. Peygamber (a.s.) yemin ediyor diye kabul edebilirler mi?
Bunun cevabı şu: Rasûlullah (a.s.)'ın muhatapları, şahsi malûmat ve
tecrübeleriyle, kendisinin hayatı boyunca hiçbir yalan söylemediğini çok iyi
biliyorlardı. Onun için ağızlarıyla her ne kadar kötü lâflar söylerlerse
söylesinler ve kendisine ne kadar çok iftirada bulunurlarsa bulunsunlar, içten
şuna inanıyorlardı ki, bu şahıs, doğru olduğundan emin olmadığı bir şey için
yemin edemeyecektir, ikincisi, Hz. Muhammed (a.s.) yalnızca ahiret akidesini
anlatmıyor.bunun için bazı inkâr edilmez deliller de sunuyordu. Burada bir
peygamber ile peygamber olmayan bir kişi arasındaki farkı da göz önünde
bulundurmalıyız. Bilindiği üzere, peygamber olmayan bir kişi ahiret hakkında
en kuvvetli deliller verse dahi başkaları ahiretin olmaması yerine ahiretin
olacağına birazcık ihtimal verebilirler. Bunun aksine, bir peygamberin sözleri
daha inanılır olacaktır. Çünkü bir peygamberin mevkii ve makamı, peygamber
olmayan filozof veya düşünürden çok daha üstündür. Peygamber ahiretin
olacağını söylüyorsa, demektir ki kendisi bu sözleri sadece tahmin ve kıyasa
dayanarak söylemiyor. Bir peygamber böyle diyorsa, demek ki o konuda malumatı
vardır. Bir peygamber diğer insanlara nasip olmayan bazı bilgi kaynaklarına
sahiptir ve bu bilgilere dayanarak bazı konularda fikrini söyleyebilmektedir.
Bir şeyi söylüyorsa emin olduktan sonra söylüyor. Bu sebeple, Cenab-ı Allah,
Hz. Peygamber (a.s.)'e ahiretten söz ederken yeminli ifadede bulunmasını
emretmiştir. Zaten bir şeyi yemin olarak ancak bir peygamber söyleyebilir. Bir
filozof hiçbir şeyi yemin ederek söyleyemez. Ahirete iman, ancak bir peygamberin
sözüne güvenildikten sonra yapılabilir. Bir filozofun sözleri, başkaları şöyle
dursun kendisi için bile bir akidenin temelini teşkil edemez. Bir filozof ve
düşünür "olabilir" demekten ileriye gidemez. "Kesinlikle
olacak" veya "kesinlikle bu böyledir" demek ancak bir
peygamberin harcıdır.
Daha sonra, "siz öldükten
sonra dirilteceksiniz" demekle yetinilmemiş, ayrıca "dünyada
yaptıklarınız size anlatılacaktır" da denilmiştir. Gerçekten de,
insanların öldükten sonra diriltilmelerinin asıl gayesi budur. Burada
insanların neden diriltileceği açık açık ifade edilmiştir. Yani, İnsanlar
dünyada başı boş bırakılmamışlardır. Dünyada yaptıkları ameller Allah'ın
mahkemesinde tek tek incelenecek ve değerlendirilecektir. Bundan sonra herkes
kendi ameline göre ya lanetlenecek ya da takdir ve teşvik edilecektir.
Yukarıdaki ayetin sonunda Cenab-ı
Allah'ın insanları diriltmesinin çok kolay olduğunu söylemiştir. Bu ahiretin
ikinci delilidir. Birinci delil, ahiretin icabıyla ilgiliydi. Bu delil de bunun
mümkün olmasıyla ilgilidir. Yanî Allah için, kâinat gibi muazzam bir düzeni
yaratıp işletmesi ve insanları yaratıp yaşatması zor olmadıktan sonra, bu
insanları tekrar yaratması, onları kendi huzuruna getirip hesap sorması mı zor
olacaktır? Tabii ki hayır.
"Bunlar (Mekke müşrikleri)
diyorlar ki: 'İlk ölümümüzden başka bir şey yok. Biz tekrar diriltilecek
değiliz. Eğer sözünde doğru iseniz evvelki babalarımızı (dirilterek)
getirin." Onlar mı yoksa Tübba'nın kavmi ve onlardan evvelkiler mi
hayırlı? Onları helâk ettik. Çünkü onlar günahkârdılar. Biz gökleri, yeri ve
aralarındakileri eğlence ve boş yere yaratmadık. Biz onları âncak hak ile
yarattık. Fakat onların çoğu bunu bilmezler. Fasıl ve hüküm günü onların
toplanacağı gündür." (Duhân; 34-40)
Kâfirler diyordu ki ilk defa
öldüğümüzde zaten toprak olacağız bundan sonra ikinci bir ölümün sözü mü olur?
Fakat, birinci ölüm, mutlaka bir ikinci ölümün olduğunu kanıtlamaz. Kâfirler bu
basit kuralı bilmiyorlardı. Şimdi meselâ bir ailede bir çocuk doğuyor. Biz bu
çocuğa pekalâ, "ailenin ilk çocuğu" diyebiliriz. Bu demek değildir
ki, bu çocuktan sonra o ailede mutlaka ikinci, üçüncü ve dördüncü çocuklar
olacaktır. Bu deyim daha çok ilk çocuktan önce herhangi bir çocuğun doğmadığını
vurgulamak için kullanılır. Kâfirler, "biz bir kişinin öldükten sonra
tekrar hayata döndüğünü şimdiye kadar görmedik. Onun için, ölümden sonra ikinci
bir hayat veya ikinci bir ölüm olmayacağından eminiz. Eğer siz aksini iddia
ediyorsanız, atalarımızı mezarlarından kaldırın, ki size inanalım. Fakat bunu
yapamazsanız, iddianızın çürük ve asılsız olacağına karar vereceğiz"
diyorlardı. Kâfirlere göre, ölümden sonraki hayat kavramının reddi için bu güya
çok kuvvetli bir delil idi. Fakat hakikatte çok saçma ve abesti. Ölenlerin
dirilip tekrar bu dünyaya geleceklerini kendilerine kim söylemişti? Hz.
Muhammed (a.s.) ya da başka herhangi bir müslüman, "biz ölüleri
diriltiriz" diye ne zaman iddiada bulunmuşlardı?
Kâfirlerin itirazına cevap olarak
denilmiştir ki, bunlar ne zamandan beri kendilerini "Tübba"[2]
ve onlardan önceki milletlerden daha iyi sanmaya başlamışlardır? Tübba ve
benzerleri işledikleri ağır günah ve suçlardan dolayı helâk edilmişlerdi. Aynı
günah ve suçlar Mekkeli kâfirlerin de helâk olmalarına sebep olabilir. Burada
da denilmek isteniyor ki, ahireti inkâr etmek bu felâketi davet eden bir günah
ve suçtur. Ahirete inanmayan bir milletin ahlâkı sıfırdır demektir. Bu
dünyadaki hayattan sonra başka bir hayat olmayacağına, herhangi bir muhakeme,
muhasebe ve cezalandırma olmayacağına inanan milletlerin felâkete
sürüklendiğine tarih şahittir. Suç ve ceza şuurunu kaybeden bir millet eninde
sonunda helâk olmuştur. Allahu Teâlâ demek istiyordu ki Mekkeli kâfirler, Tübba
ve onlardan önceki Sabahlar ile Firavun ve yandaşlarının eriştikleri maddi
refah ve saadete bile ulaşamamışlardır. Ama bunların takip ettiği kötü yol
kendilerini felâketten kurtarmayacaktır.
Kâfirlerin ikinci itirazına cevap
olarak denilmiştir ki, ölümden sonra hayatı, ahireti, suç ve cezayı inkâr
edenler aslında bu kâinatı bir oyuncak ve bunun yaratıcısını da hâşâ aptal bir
çocuk sanıyorlar. Ahireti inkâr edenler bu sebeple, insanların bu dünyada her
türlü suç ve günahı işledikten sonra herhangi bir ceza görmeden ölüp yok
olacaklarını zannediyorlar. Halbuki, bu kâinat bir çocuk oyuncağı değildir ve
akıllı bir Yaratıcı'nın eseridir. Akıllı bir varlığın boş ve abes bir iş
yapacağı düşünülemez. Akıllı birinin her işi ve eseri anlamlı ve faydalı
olmalıdır. Ahiretin inkarıyla ilgili olarak Kur'an-ı Kerim bu delili çeşitli
yerlerde vermeye çalışmıştır.
Kâfirlerin, "babalarımızı
(dirilterek) getirin" şeklindeki meydan okumalarına cevap olarak da,
hayat ile ölümün bir çocuk oyuncağı olmadığı belirtilmiştir. Ölümden sora hayat
kavramı bir oyuncak ve eğlence değildir ki, kim ne zaman bunu inkâr ederse
hemen mezarlardan ölüler çıkarılıp hayata döndürülsünler. Ölülerin
diriltilmeleri için belli bir süre tanınmıştır. Alemlerin Rabbi belirlenen
zamanda kendi mahkemesini kuracak ve geçmişteki bütün ölüleri diriltip onları
yargılayacaktır. Kâfirler bu programı ve takvimi beğenmiyorlarsa beğenmesinler,
bunda bir değişiklik yapılmayacaktır. Ve sadece ahirete inanmak için ölülerin
diriltilmesini görmek istiyorlar diye istekleri yerine getirilmeyecektir.
Ahirete inanmak akıl, mantık ve iradelerine bağlıdır. Buna inanıyorlarsa kendi
çıkarlarına uygun olacaktır ve kendi akıbetlerini düzeltmiş olacaklardır.
Böylece Mahşer'deki mahkemede de başarılı olacaklardır. Ahirete inanmıyorlarsa,
bu kendilerinin bileceği iştir. Zararı olacaksa kendilerine olacaktır. Bunun
kötü neticelerini de ahirette göreceklerdir.
"Kötülük işleyip duranlar,
kendilerini iman eden ve salih ameller işleyenler gibi mi yapacağımızı,
Onların dirim ve ölümlerinin müsavi olacağını mı zannederler? Ne fena hüküm
veriyorlar. Allah, gökleri ve yeri adaletle yarattı ki, herkese kendi kazandığı
ile mükâfat ve ceza versin. Onlara asla zulmedilmez." (Casiye; 21-22)
Bu, ahiretin mutlaka olacağına
dair verilen ahlâkî bir delildir. Ahlâkın temel bir kuralı vardır: Hayır ile
şer veya iyi ile kötü hiçbir zaman bir olamazlar. İyilik yapanlar iyi mükâfat,
kötülük yapanlara da kötü cezalar verilmesi gerekmektedir. Çünkü bu fark
olmazsa ahlâk diye bir şey kalmaz. İyilik yapan bir kişinin cezalandırıldığını
ve kötülük yapan bir kişinin ödüllendirildiğini düşünün. Böyle bir durumda
kimsede iyilik yapma hevesi ve kötülüklerden sakınma hissi kalır mı? Allah'ın
yarattığı kâinatta ve dünyada böyle bir şey serbest bırakılırsa, adalet, suç,
ceza, hikmet, akıl, mantık ve faziletten söz edilebilir mi? Dünyada günah
işleyen ve kötülük yapanlar tabii ki herhangi bir yargı ve cezanın olmamasını
isterler. Çünkü ceza korkusu onların keyfini kaçırır. Fakat Cenab-ı Allah'ın
hikmeti ve adaleti böyle bir şeye imkân bırakmaz. İyinin de kötünün de aynı
muameleyi görmesine Allah’ın kuvveti, kudreti ve hikmeti razı olmaz. İyi,
dürüst, salih ve fedakâr bir mü'minin, bu dünyada kendisinde haklan olanların
hakkını ödediğini, başkalarının haklarını gasbetmediğini, dünyanın birçok nimet
ve lezzetinden mahrum kaldığını ve sadece ahiret için sermaye topladığını
gören Yüce Allah, onun takdirsiz ve mükâfatsız kalmasını istemez. Aynı şekilde,
ne Allah'ın ne de kullarının haklarını veren, aksine onlara haksızlık ve zulüm
eden, hep kendi şahsi menfaati ve faydası için çalışan, iki eliyle dünya
nimetlerini toplayan, helal ve haram gözetmeksizin her türlü kirli işler
çeviren, ahlâksızlık yapan, zevk ve sefası için her türlü günah işleyen birinin
bütün bu "marifetleri" gözardı mı edilecektir? Cenab-ı Allah buna
izin verirse bundan daha büyük bir adaletsizlik ve insafsızlık olabilir mi?
Bundan sonra da denilmiştir ki
Cenab-ı Allah göğü, yeri ve bütün kâinatı sırf eğlence olsun diye
yaratmamıştır, aksine bunların ardında büyük bir gaye ve anlam vardır. Dünyada
bazı kimseler büyük haksızlığa uğramış olabilirler, buna karşı bazı kimseler
hak etmedikleri nimete, şan-şöhret ve zenginliğe kavuşmuş olabilirler. Fakat bu
dünyadaki hayat bir ölçü veya kıstas değildir.Bununla her şey bitmiyor. Asıl
adalet ve insaf ahirette gerçekleşecektir ve orada her şey yerli yerine
oturacaktır. Kimse kimsenin hakkını yemeyecek, iyiler mağdur olmayacak ve
kötüler haksız imkânlar elde edemeyeceklerdir.
Casiye sûresinde 21.den 23.
ayetlere kadar aslında ahireti kendi nefislerinin esiri olanların inkâr
ettikleri ifade edilmiştir. Ahiret fikri, bu zevk ve sefalarına düşkün olan
kötü niyetli, kötü ameli ahlâksız kişilerin korkulu rüyasıdır.Ahiret fikri
bunların uykularını ve keyiflerini kaçırıyor. Bunlar biliyorlar ki ahiret fikri
kendilerinin özgürlüğüne engel teşkil ediyor. Onun için, bunlar kasten ahireti
inkâr ediyorlar. Ahiret gibi bir emniyet sübabı ortadan kalkınca bunlar
tamamıyla kaygısız ve umursamaz bir tutum takmıyorlar. Bunlar bundan sonra
hiçbir sınır ve engel tanımıyorlar ve kötülüklerin, ahlâksızlığın batağına
battıkça batıyorlar. Hiçbir kötülük yapmaktan ve günah işlemekten
çekinmiyorlar. Kimsenin hakkını yemekten sakınmıyorlar. Ellerine fırsat
geçtiği takdirde hiçbir baskı ve zulümden çekinmiyorlar. Hak, hukuk ve adalet
diye bir şey tanımıyorlar. Olaylardan ve gelişmelerden hiçbir ders, hiçbir
ibret almıyorlar. Hiçbir nasihat tavsiye ve ikaz onları durduramıyor.
İnatlaştıkça inatlaşıyorlar. Akıl ve fikirleri her zaman şahsi, maddi ve süfli
arzu ve ihtiraslarının tatmini yönünde çalışır. Bütün bunlar gösteriyor ki,
ahiret akidesinin inkârı insan ahlâkı için bir zehirdir ve son derece
tehlikelidir. İnsanı insanlık çerçevesine oturtan ve bu çerçeve içinde
kalmasını sağlayan şey ileriye dönük düşünce ve hedefidir. Eğer bir insan, bir
gün Allah’ın huzuruna çıkarak yaptıklarının hesabını vereceğini düşünüyor ve
bu yargılanma ve hesaplamadan yüzünün akıyla çıkmasını hedefliyorsa elbette ki
kendi ahlâkına ve hareketlerine çekidüzen verecektir. Fakat böyle bir fikir ve
gaye yoksa en bilgili kültürlü ve medeni İnsanlar bile bir hayvandan beter
olabilir.
"Biz müslümanları, mücrimler
gibi yapar mıyız? Size ne oluyor? Nasıl böyle hükmediyorsunuz? Yoksa, sizin
içinde bunu okuduğunuz bir kitabınız mı var? Onda sizin için her istediğiniz
şeyin olacağı mı yazılıdır? Yoksa sizin, kıyamete kadar sürecek bizden bir
ahdiniz mi var ki, hükmettiğiniz size olacaktır? (Habibim) onlara sor: Buna
hangisi kefil olacak? Yoksa, onların ortakları da mı var? Eğer sözlerinde doğru
iseler ortaklarını da getirsinler." (Kalem; 35-41)
Mekkeli kabile reisleri
müslümanlara diyorlardı ki, bizim sahip olduğumuz bolca nimetler, bizim Allah
katında sevildiğimizin ve beğenildiğimizin bir belirtisidir. Buna karşılık siz
(müslümanlar) fakir ve çaresizsiniz. Bu da demektir ki, siz Allah'ın gazabına
uğramış kişilersiniz. Onun için, eğer sizin iddia ettiğiniz gibi ahiret falan
olur ve başka bir dünya kurulursa bile biz orada yine rahat olacağız ve siz
zor durumda olacaksınız. Kâfirlerin işte bu hezeyanlarına cevap olarak
denilmiştir ki; Allahu Teâlâ'nın, kendisine tabi olanlar ile kendisine karşı
suç işleyenler arasında ayırım yapmaması akıl ve mantığa aykırı bir şeydir. Siz
dünyayı ve kâinatı Yaratan'ı (hâşâ) gözü kör olan bir hükümdar mı sanıyorsunuz
ki, kendisinden yana olanlar ile kendisine düşman olanlar arasında fark
gözetemesin? Siz sadece maddiyata bakıyorsunuz ve diyorsunuz ki; müslümanlar
sefil ve perişan, siz zengin ve mutlusunuz. Ama huzur ve saadetin ölçüsü bu
değildir. Siz bir kerre kendi ahlâk ve amellerinize bakın ve bunları
müslümanlarınkiyle karşılaştırın. Halbuki siz mücrim ve günahkârlarsınız.
Ahirette durum sizin sandığınız gibi olmayacaktır. Ahirette müslümanların
suçlu duruma düşeceğini sizin de mükâfatlandırılacağınızı kim söyledi? Sizde
bunların kayıtlı olduğu bir kitap mı vardır? Yoksa Allah ile önceden pazarlık
yapıp anlaşmaya mı varmışsınızdır? Yok, ilâh ve ilahelerinizden biri böyle
söylüyorsa onu çağırın ve Allah ile böyle bir anlaşmaya varıp varmadığını
sorun. Gerçek şu ki, siz kendi kendinizi aldatıyorsunuz. Kendi kötülükleriniz,
pislikleriniz ve çirkinlikleriniz için bir gerekçe arıyor ve olmadık şeyler
iddia ediyorsunuz. Sizin söyledikleriniz hem akla, mantığa aykırıdır hem de
herhangi bir kitapta yazılı değildir. Sizden kimse Allah ile bir anlaşmaya
varmadığını da iddia edemez. Ne siz ne de ilâh ve ilaheleriniz.
"Diri diri gömülen kızlara
sorulduğunda, hangi suçtan dolayı öldürüldüğü..." (Tekvir; 8-9)
Bu ayette doğrudan zikredilmeden
iki önemli konuya değinilmiştir. Birincisi, Arapların ahlâkı öylesine
bozulmuştu ki, kendi evlâtlarını bile hiç acımadan toprağa gömüyorlardı. Hz.
Muhammed (a.s.) bu çirkin ve acımasız âdeti ortadan kaldırmaya çalışırken de
Araplar hiç hicap duymuyor ve yaptıkları kötülüklerde ısrar ediyorlardı. Kendi
cahilane ananelerini sürdürmeye kararlı görünüyorlardı ve Hz. Muhammed
(a.s.)'in Arap toplumunda yapmak istediği reformu kabul etmeye hazır
değillerdi. Bu, onların ahirette bir hesaplaşmanın olmayacağını düşünmelerinin
ve bu yüzden hiçbir şeye aldırış etmemelerinin bir belirtisiydi. Bu ayette
değinilen ikinci nokta ahiretin ehemmiyeti ve zaruretidir. Burada aslında
ahiretin önemli bir delili gözümüzün önüne serilmiştir. Deniliyor ki, diri
diri gömülen masum kızların ahi boşa gitmeyecektir. Onları dinleyen mutlaka
biri olacaktır. Bu masum kızlara bu zulmü reva görenleri cezalandıracak mutlaka
biri olacaktır. Diri diri gömülen kızların feryadını dünyada dinleyen kimse
yoktu. Cahiliyye toplumu bu gibi şeyleri revâ görüyordu ve kimse bu vahşiyane
ve caniyane fiile dur diyemiyordu. Hatta buna karşı çıkan Hazreti Peygamber
(a.s.)'e hakaret ediliyordu. Ne bu zavallı kızların anne babaları utanç
duyuyordu ne de başka kimse onları kınıyordu. Bu adaletsizlik, zulüm, bu
cinayet böyle devam edecek miydi? Tabii ki hayır. Bu ayette deniliyor ki,
ahirete inanmayanlar gözlerini dört açsınlar. Bu gibi zulüm ve adaletsizlikler
cezasız kalmayacaktır. Kıyamet olacaktır ve Allah’ın bir emriyle diğer ölülerle
birlikte diri diri gömülen masum kızlar da mezarlarından kaldırılacak ve
kendilerine sorulacaktır "ey masum kızlar, sizin suçunuz ne idi ki,
sizleri böyle diri diri gömdüler?" Yani burada dolaylı olarak bu kızları
gömenlere çatılıyor ve deniliyor ki "ey vicdansızlar sanmayın ki bu masum
kızları suçsuz öldürdükten sonra kurtulacaksınız. Hayır ahirette bu
yaptıklarının hesabını bir bir vereceksiniz. Orada kimse sizi
kurtaramayacakır."
26.1.6. Ahiret'i İnkâr Etmenin Ahlâki Sonuçları
Kur'ân-ı Kerim'de ahiretin imkânı
ve gereği hakkında kuvvetli ve inandırıcı deliller verildikten sonra ahiret ile
ilgili akidenin insan ahlâkının temelini oluşturduğunu ifade edilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de denilmiştir ki ancak ahiret akidesi insanın kişiliğini
karakterini ve ahlâkını sağlam temellere oturtabilir. Ahiret fikri ve mefhumu
olmazsa, insanı baskı ve zulümden, fısk-ü fücurdan, fuhuş ve hayasızlıktan,
hıyanet ve ihanetten, sahtekârlık ve iki yüzlülükten kurtaracak bir şey olmaz.
Bu sebepten dolayıdır ki, ahireti inkâr edenler ağızlan ile ne söylerlerse
söylesinler, kendi hareket ve davranışlarıyla, ahlâk sınırlarının bulunmadığı
bir özgürlük istiyorlar. Münkirler, kendi zevk ve sefalarını bozmamak için
ahirete inanmak istemiyorlar. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Cahiliyye döneminde
Arap toplumunda yaygın olan ahlâki çöküntüye temas edilerek şu soru sorulmuştur:
Eğer bu İnsanlar, öldükten sonra bir gün Allah'ın huzuruna çıkacaklarına ve
orada yaptıklarının hesabını vereceklerine inansalardı, bu ahlâki çöküntü ve bu
başı boşluk bunların toplumuna girer miydi?
"İnsan, onun dağılmış olan
kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğimizi mi zanneder? Evet biz, onun
parmak uçlarını toplamaya da kadiriz. Fakat insan önünde olanı yalanlamak
murad eder." (Kıyâme; 3-5)
İlk iki ayette ahireti inkâr
edenlerin şu itirazlarına cevap verilmiştir. Aradan yüzlerce, binlerce sene
geçtikten ve ölenlerin etleri ve kemikleri toz toprak olduktan sonra dirilme
işlemi nasıl gerçekleşecektir? Ölen insanların çoğunun kemiklerinden hiçbir
eser bile kalmamışken bunlar nasıl toparlanacak ve yeniden
canlandırılacaklardır? İnsanların bazısı yanıp kül olmuştur, bazıları hayvanlar
tarafından parçalanmıştır, bazıları denizde boğulup balıklara yem olmuştur.
Bunların vücut azaları nasıl bir araya getirilip eski hallerine
dönüştürüleceklerdir? Arada milyonlarca yıllık zaman farkı olabilir. Yer ve
şartlar da değişik olabilir. Bütün bu itirazlara Cenab-ı Allah gayet makul bir
cevap vermiş ve münkirlere şöyle bir soru yöneltmiştir: "İnsan, onun
dağılmış olan kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğimizi mi
zanneder?" Burada denilmek isteniyor ki şayet insanların et ve kemik
parçalarının kendi kendine bir araya gelip tekrar İnsanlar haline dönüşecekleri
söylenmiş olsaydı belki muhalifler ve münkirler bundan şüphe etmek ve
inanmamakta haklı olacaklardı. Ama burada bu şeylerin kendiliğinden değil,
Allah tarafından olacağı belirtilmiştir. Böylece Mekkeli kâfirlere hitap
edilerek deniliyor ki, kendinizin de Hâlik ve Mâlik'i olan Cenab-ı Allah bu işi
başarmaktan aciz midir? Gerek o devirde gerekse bugün Allah'ı Halik olarak
kabul eden birinin bu soruya menfi cevap vermesi düşünülemez. Her şeyin ve
herkesin Rabbi olan Allah’ın, insanların et ve kemiklerini toplayarak
diriltmeye karar verdiği takdirde bunu pekalâ yapabileceği bilinmelidir.
Daha sonraki ayette denilmiştir
ki, insanların dağılmış olan kemiklerinin toplanması ve tekrar İnsanlar haline
sokulması gibi bir vak'a şöyle dursun, Cenab-ı Allah insanların parmak uçlarım
bile toplamaya ve eski hallerine dönüştürmeye kadirdir.
Son ayette ise ahireti inkâr
edenlerin kalblerine inilmiş ve asıl hastalıklarının ne olduğu ortaya
konmuştur. Burada deniliyor ki, bu adamlar, kıyametin ve ahiretin mümkün olamayacağı
düşüncesiyle ahiret akidesine karşı çıkmıyorlar. Bunların asıl inkâr ettikleri
ve kabul etmeye hazır olmadıkları şey bazı ahlâkî sınırlamalardır. Ahiret
fikrini kabul eder etmez bu sınırlamalarla karşı karşıya kalacaklarını
düşünüyor ve bu sebeple bunlardan kaçmak istiyorlar. Bunlar şimdiye kadar
olduğu gibi bundan sonra da serbest ve mesuliyetsiz bir hayat sürmek
sevdasındadırlar. Bütün ahlâksızlık ve hayasızlıklarını, fuhuş ve
adaletsizliklerini, baskı ve zulümlerini aynen sürdürmek istiyorlar.
Aynı hususlar bu ayetlerde de
ifade edilmiştir:
"Halbuki, kıyameti ancak her
muanit günahkâr tekzib eder." (Mutaffifin; 12)
"Muhakkak Allah'ın yolundan
sapanlara hesap gününü unuttukları için kendilerine şiddetli azab vardır."
(Sâd; 26)
"Hayır, doğrusu siz dünyayı
seversiniz. Ahireti bırakırsınız." (Kıyâme; 20-21)
Son ayetlerde münkirlerin ahireti
inkâr etmelerinin ikinci sebebi dile getirilmiştir. İlk sebep yukarıdaki
ayetlerde belirtilmişti: Yani kendileri ahlâksızlıklarına açık kart verilsin
diye ahireti inkâr ediyorlar. Şimdi de deniliyor ki, bu adamlar maddeci olduğu
için ahireti inkâr ediyorlar. Bu adamlar dar görüşlü ve çıkarcı oldukları için
her şeyi kısa yoldan elde etmek istiyorlar. Bu dünyanın yok olmasını,
kıyametin kopmasını ve ahirette yargılanma ve suç-ceza mekanizmasının
işlemesini çok uzak bir ihtimal olarak görüyor ve uzak bir gelecekte olacak bir
şeyin kendilerine herhangi bir faydasının dokunmayacağına inandıkları için
ahiret fikrine boş veriyorlar. Onlar maddeyi ve bu dünyayı seviyorlar. Onlar
gözle görülür ve elle tutulur bir şeye inanıyorlar. Eğer bir şeyden fayda, haz
veya neşe elde edebiliyorlarsa onun varolduğuna inanıyorlar, ama bu belirti ve
işaretleri görmüyorlarsa bunlara inanmıyor, güvenmiyorlar. Onlara göre bu dünyada
ne elde edebiliyorlarsa kendileri için yeterdir. Burada rahat, sıkıntı ve
üzüntüden uzaklarsa hayatlarının bir şeye yaradığını sanıyorlar. Daha sonra ne
olacağını düşünmek bile istemiyorlar. Aslında bu düşünce biçimi herhangi bir
akılcı temele dayanmıyordu ve inandırıcı bir yönü yoktu. Bu sadece bir
çıkarcılık, başı boşluk ve kaygısızlıktı ve bütün bunların altında yatan,
inatçılık ve dik başlılıktı. Yani ne olursa olsun, bunlar ahireti kabul etmeye
hazır değillerdi.
"Çoklukla iftihar sizi o
kadar şaşırttı ki, kabirlere varıncaya kadar ziyaret ettiniz. Bununla iftihar
doğru değildir. Bunu ilerde bileceksiniz. Sonra iftiharın doğru olmadığını
yakında yine bileceksiniz. Sakının eğer kesin bir bilgi ile bilseydiniz. And
olsun, o cehennemi mutlaka göreceksiniz. Yine and olsun onu muhakkak kesin bir
görüşle göreceksiniz. Sonra o gün Allah'ın nimetlerinden mutlaka
sorulacaksınız." (Tekâsür; 1-8)
Yukarıdaki sürenin başında
kullanılan "elhâ-kum" kelimesi "lehv" kökünden çıkmıştır.
"Lehv"in asıl anlamı "gaflet'tir. Ama Arapçada kelime, bir
insana her şeyi unutturacak aşırı ilgiden doğan "meşgale" veya
"uğraş"a denilir. Bu kökten türetilen "elhâ-kum" kelimesi
böylece, bir kişiyi her şeyden uzaklaştıracak, her şeyi unutturacak ve hatta,
gâfil edecek bir uğraş anlamına gelir. Aynı şekilde "tekâsur"
kelimesi de "kesret" (çokluk) kelimesinden çıkmıştır. Kesret'in
aslında üç anlamı vardır. Birincisi, bir kişi mümkün olduğu kadar
"çokluk" toplamaya çalışır. İkincisi, İnsanlar çokluğu toplamakta
birbirini geçerler. Üçüncüsü, insanların sahip bulundukları çokluktan iftihar
etmeleri.
O halde,
"elhâ-kum-üt-tekâsür" şu anlama gelmektedir: Çoklukla öylesine
meşgul oluyorsunuz ki bu aşın ilgi yüzünden belki de daha önemli olan şeylerden
gâfil oluyorsunuz, yani onları unutuyorsunuz. Bu ayette "çokluk"tan
neyin çokluğunun kastedildiği anlaşılmıyor. Ayrıca daha önemli olan hangi
şeylerin unutulduğu da açıklanmamıştır. Sadece bu değil, bu ayetin
muhataplarının kim olduğu da iyice anlaşılmıyor. Bu sebeple, biz bu sözlere
genel bir anlam vermeliyiz. Çokluğun anlamı o zaman çok genişlemiş olabiliyor.
Bu, her şeyin çokluğu olabilir: Dünya'daki bütün nimetler şahsî menfaat ve
faydalarla ilgili şeyler lüks eşya, haz ve zevk vasıtaları ve kuvvet ile
iktidar araçları ve imkânları. Bunları elde etmek için birbiriyle yarışmak,
birbirini geçmek, başkalarına hava atmak ve gösteri yapmak ve adetâ kendini
unutmak. İşte yukarıdaki ayette kastedilen şeyler bunlardır. Muhataplar da her
devirdeki ve her yerdeki fertler veya toplumlar olabilirler. Yukarıdaki ayette
gafletin neticesinde nelerin unutulduğu kesin olarak anlatılmadığı için bunu da
genel anlamda kullanabiliriz. Çokluk hevesi ve ihtirası kendilerine Allah'ı,
akıbeti sınır ve sorumlulukları unutturmuştur. Onlar ancak kendi hayat
seviyelerini yükseltmeye koyulmuşlardır ve bu hevesleri yüzünden insanın değer
ve kalitesinin ne kadar düştüğüne hiç bakmıyorlar. Onlar mümkün olduğu kadar
çok servet ve para kazanmak istiyorlar, ama bunların hangi yoldan elde edildiğine
bakmıyorlar. Onlar, kendi vücutlarının ve nefislerinin zevk ve rahatı için her
şeyi unutuyorlar ve bu ahlâki çöküntü ve başıboşluğun neticesinin ne olacağını
hiç düşünmüyorlar. Onlar mümkün olduğu kadar kuvvet ve iktidar için siyasi
iktidar, mevki ve ikbal ile ordu, silah ve araç gereç istiyorlar ve bunları
elde etmek için herkesi ezip geçmek istiyorlar. Fakat bunların Allah’ın
dünyasında baskı, zulüm ve kan dökmeye yol açacağını ve insan ırkını bile yok
edeceğini hiç akıllarına getirmiyorlar. Kısacası, "tekâsur" yani
çokluk veya bolluğun çeşitli nitelik ve şekilleri vardır. Bunlar gerek şahıs
gerekse cemiyetleri aşırı derecede meşgul ediyor. O kadar ki, bu aşırı heves ve
ihtiras şeklini almış ve ilgili kişi ve cemiyetler dünyanın rahat, zevk ve
lükslerine kendilerini öylesine kaptırmışlardır ki, diğer bütün iyi ve güzel
şeyleri unutmuşlardır. Bu heves ve ihtiras onların sonu oluyor, hem de korkunç
bir son. Fakat bunu düşünecek ne zamanları var ne de enerjileri.
İşte İnsanlar, bu yanlış düşünce
ve tutumlarından dolayı uyarılmış ve kendilerine çeki düzen vermeleri
istenmiştir. Burada deniliyor ki; ey İnsanlar, sanmayın ki bu dünya zevkleri,
bu dünya meta'ları ve bu dünya sevgisinin çokluğu sizi bir yere kadar
götürecektir. Siz bunları elde etmek için birbirinizle yarış ediyor ve zannediyorsunuz
ki büyük kazanç ve başarılar elde ediyorsunuz. Ama bu başarı ve kazançlarınız
sahte ve boştur. Basan ve kazancın ölçüsü bu değildir. Çok geçmeden siz bunun
kötü sonucunu göreceksiniz. Bütün hayatınız boyunca yanlış yolda ve tutumda
olduğunuzu göreceksiniz. Aslında burada kullanılan "çok geçmeden"
kelimelerinden "Kıyamet" ve "Ahiret" de kasdedilmiş
olabilir. Zira, ezelden ebede kadar bütün zamanları görmekte olan bütün kâinatı
hakimiyetinde bulunduran Yüce Allah için dünyadaki birkaç bin veya birkaç
milyon yıl çok kısa bir zaman süreci olabilir. Bu kelimelerden "ölüm"
de kastedilmiş olabilir. Böyle bir durumda da "ölüm" insana yakın
olabilir. Bir insanın yarın ya da hemen ölebileceği ihtimali her zaman vardır.
Bu sebeple, bu durumu belirtmek için de "çok geçmeden" deyimi
kullanılmış olabilir. Zaten ölümden hemen sonra da gerçekler bütün
çıplaklıklarıyla ortaya çıkar. O kişi o zaman dünyadaki hayatın boş olduğunu ve
uğraştığı ve mücadele ettiği bütün şeylerin faydasız olduğunu görecektir.
Ayrıca, Kur'an-ı Kerim bu hususta
Arap toplumundan da bazı örnekler vererek, Ahiret düşüncesinden yoksun
olmaları halinde ne gibi kötülüklere battıklarını dile getirmiştir:
"Ölçü ve tartıda noksan
yapanların vay haline. Ki onlar insanlardan alırken ölçüyü tam yaparlar. Fakat
insanlara verirken ölçer veya tartarlarsa eksik yaparlar. Onlar ba's
olunacaklarını bilmezler mi? O büyük kıyamet gününde. İnsanların, âlemlerin
Rabbi huzurunda kalkacağı günde." (Mutaffifîn; 1-6)
Yukarıdaki sûrede geçen
"mutaffifin" (ölçü ve tartıda noksan yapanlar) kelimesi, Arapçada
"küçük" ve "âdi" anlamına gelen "tatfif" kökünden
çıkmıştır. Istılah olarak "tatfif" kelimesi ölçü ve tartıda hile
yapma manasına gelir. Bunun sebebi de ölçü ve tartı yapanların ölçtüğü ve
tarttığı şeylerden "küçük" parça veya bölümler eksik etmesidir.
Miktar az olduğu için alıcı, hileli satıcının bu el numarasını anlayamaz. Satış
ve alışverişteki bu hile ve sahtekârlık gayet tabii ki Allah korkusu ve ahiret
endişesi varolduğu takdirde yapılmayacaktı.
"Hayır öyle değil. Bilâkis
siz yetime ikram etmezsiniz. Helâl ve haram demeyip mirası alabildiğine
yersiniz. Malı da pek seversiniz." (Fecr; 17-20)
Burada Mekkeli ve Arap müşriklere
hitap edilerek deniliyor ki, siz bu dünyadaki saadet ve refahı her şey
sanıyorsunuz. Burada paranız pulunuz varsa şeref ve itibar kazandığınızı
sanıyorsunuz. Paranız pulunuz şan ve şöhretiniz olmayınca da mağdur ve mazlum
olduğunuzu düşünüyorsunuz. Halbuki hakikatte böyle değildir. Siz maddeci bir
zihniyetle hareket ediyorsunuz. Asıl değer ölçüsü ahlâk ve maneviyat
olmalıdır. Para ve servet hırsı gözünüzü döndürmüştür. Siz yetimlere iyi
muamele ettiğinizi iddia ediyorsunuz. Ama bu doğru değildir. Çünkü sizin asıl
maksadınız o yetimlerin mallarını yemektir. Yetimin babası ve velisi hayatta
olduğu müddetçe kendisine çok iyi davrandığınızı ima etmek istiyorsunuz. Ama o
yetimin babası veya velisi vefat edince hemen yarasalar gibi mallarını
gasbetmek, mülklerine konmak istiyorsunuz. Başkaları şöyle dursun, yetimlerin
en yakın akrabaları, örneğin amca, dayı ve kardeşleri de ondan yüz
çeviriyorlar. Ve eğer bir ilgi gösterirlerse de sadece onun mirasına konmak
için gösteriyorlar. Sizin toplumunuzda zor durumda olanlara yardım gibi bir
gelenek ve kavram da yoktur. Aç kalanlara kimse yemek vermez. Kadınlar ve
çocuklar çaresizlik içinde kıvranır ama onlara kimse yardım elini uzatmıyor.
Ayrıca, ölen bir kişinin varislerinden en güçlüsü bütün mirası ele geçiriyor.
Başkalarının hakkını yemekte hiçbir tereddüt göstermezsiniz. Sizin
toplumunuzda hak, hukuk ve mesuliyet diye bir şey de yoktur. Atı alan Üsküdar'ı
geçer. Para, mal ve mülk edinmek konusunda kimse helâl ve haram arasında ayırım
yapmaz. Mal ve mülk kazandıkça da açlığınız artar. Biraz, biraz daha diyerek
her şeyi kazanmak istersiniz. Hırs ve ihtirasınızın sonu yoktur.
"Dini tekzib edeni gördün mü?
Bu o kimsedir ki, yetimi şiddet ve zorla itip kakıyor. Fakiri de doyurmaya
teşvik etmez." (Mâun; 1-3)
Allahu Teâlâ burada iki misal
vermek suretiyle ahireti inkâr edenlerin ne gibi ahlâki bozukluklara
uğradıklarını belirtmiştir. Burada ahireti tanımamanın iki kötü sonucundan
bahsedilmiştir. Bu demek değildir ki ahiretin münkirlerinde ancak bu ayıplar
bulunur; yani birincisi yetimi kovmak ve ona karşı zor kullanmak ve ikincisi aç
olanlara yemek vermemek. Hayır, bunlar benzeri ayıp ve kötülüklerin sadece
belli başlısıdır. Burada denilmek isteniyor ki, bu kişiler ahirete inanmış
olsalardı ve bir gün dünyadaki amellerinin hesabını vereceklerine iman etmiş
olsalardı, yetimin malını yemek, onu açıkta bırakmak, onu evinden barkından sürmek,
fakir ve aç kişilerin karnını doyurmamak gibi rezil işleri yapmayacaklardı.
Zaten Beled ve Asr sûrelerinde ahirete iman edenlerin meziyetlerinden
bahsedilirken şöyle buyurulmuştur: "Merhameti tavsiye eden kimseler"
ve "Hak ve sabır ile tavsiyede bulunanlar."
26.1.7. İnsan İmtihan İçin Yaratılmıştır
Kur'ân-ı Kerim bir yandan ahiretin
imkânı ve zaruretiyle ilgili her türlü şüphe ve tereddütlere son vermek
amacıyla çeşitli deliller sunmuş bir yandan da insanların dünyaya çetin bir
imtihandan geçmek üzere gönderildiklerini belirtmiştir. Kur'ân-ı Kerim,
insanların yeryüzünü bir çiftlik ve eğlence merkezi olarak görmemelerini
tavsiye etmiş, aksine burada gerek bireysel gerekse toplumsal olarak bir
sınavdan geçmeleri gerektiğini bildirmiştir. İlâhi Kitap bu imtihanın sessizce
veya habersizce yapılmadığını insanların her zaman ve her vesile ile ikaz
edildiğini belirtmiş, buna göre bu imtihana tam hazırlıklı girmelerini ve
mümkün olduğu kadar en iyi puanlarla basan kazanmalarını öğütlemiştir:
"O hanginizin daha güzel amel
işleyeceğiniz imtihan için, ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk; 2)
Burada denilmek isteniyor ki
dünyada Cenab-ı Allah hayat ve ölüm gibi işlemleri insanları imtihan etmek ve
onlar arasında hangisinin amelinin en iyi olduğunu tesbit etmek maksadıyla
başlatmıştır. Gerçekten bu küçük cümlede çok büyük hakikatler dile
getirilmiştir, Birincisi, hayat ve ölüm Cenab-ı Allah'tandır. Başka kimse ne
hayat verebilir ne de başkasının canını alabilir, ikincisi, varlığında hem
iyilik hem kötülük etme kabiliyetleri bulunan insan gibi bir mahlûkun hayatı
ve ölümü sebepsiz ve gayesiz değildir. İnsanın Hâlik'i ve Mâlik'i onu dünyaya
imtihan etmek için göndermiştir. Hayat, insan için bir imtihan süresidir. Ölüm
de bu imtihanın bitişinin ilânıdır. Üçüncüsü, bu imtihan yüzünden Yüce Allah
her insana dünyada iyi veya kötü ameller yapma imkânı sağlamıştır. Bu sebeple,
insan dünyadaki imtihan süresini iyi değerlendirmeli ve imtihanda başarılı
olabilmek için elinden gelen çabayı harcamalıdır. Dördüncüsü, kimin amelinin
iyi, kimin amelinin kötü olduğuna ancak insanları yaratan Allah karar
verebilir. Amelin iyiliği ve kötülüğünün seviyesini ve ölçüsünü imtihana giren
aday değil imtihanı düzenleyen Yüce Allah yapacaktır. Bu bakımdan adayın,
imtihanı düzenleyenin ne gibi sorular soracağını ve ne gibi cevaplardan
hoşlanacağını bilmek zorundadır. Beşinci nokta 'da bizzat imtihan kavramında
saklıdır. Yani bu imtihanın sonunda mutlaka ceza ve ödüller verilecektir. Zira
ceza ve ödül verilmeyecekse bu imtihanın yapılması anlamsız ve gereksiz
olacak.
"Gerçekten biz insanı karışık
bir damla nutfeden yarattık. Ve onu imtihan edeceğiz. Bunun için onu işitici ve
görücük kıldık. Gerçekten biz ona, (doğru) yol gösterdik. İster şükredici olsun
ister kâfir." (İnsan; 2-3)
İşte dünyada insanın durumu ve
insan için dünyanın anlamı budur. İnsan bir bitki ya da hayvan değildir, ki
yaratılmasının kanunlarına göre bir süre sonra kaybolup gitmeyecektir. Ayrıca
diğer dinden olanların, özellikle Hıristiyan rahiplerin düşündüğü gibi dünya ne
bir azap yeridir, ne "avagon" felsefesine inanan Hinduların inandığı
gibi bir ceza yeridir; ne materyalist ve dünyacıların sandığı gibi çiftlik ve
otlak arazidir; ne de çağımızda Darwin ile Marx'ın belirttiği gibi bir zevk ve
sefa yeri ve savaş alanıdır. Kur'an-ı Kerim'e göre bu bir imtihan yeridir.
İnsanın ömür veya hayat olarak nitelendiği şey aslında imtihan müddetidir.
Hayat kendisine verilen mühlettir. Bu mühletten istifade etmelidir. Dünyada
insanlara verilen ne kadar meziyet ve salahiyetleri, ne gibi nimet ve
imkânları hangi mevki ve makamları ve onların başka insanlarla olan ne gibi
münasebetleri varsa, hepsi bu imtihanın çeşitli soru kâğıtlarıdır. İnsanların
son nefeslerini vereceği ana kadar bu imtihan devam edecektir. Bütün bu
imtihan kâğıtları iyi ve düzgün olmalıdır ve hepsinde başarı kazanmalıdırlar'.
Bu çeşit kâğıtların neticesi dünyada değil ahirette belli olacaktır. Onların başarılı
veya başarısız olduklarının kararı öbür dünyada verilecektir. Aslında bir
insanın başarılı olup olmaması imtihana hazırlıklı girip girmemesine ve imtihan
kâğıtlarını iyi yapıp yapmamasına bağlıdır. Eğer o insan kendini ilâh ilân
etmiş, ya da Allah'ı ma'bud olarak tanımamış veya imtihanın ciddiliğine
inanmamışsa hayatı boş geçmiş demektir. O imtihanı kazanmayacaktır. İmtihanı
kazanamadığı için de lâyık olduğu cezaya çarptırılacaktır. Buna mukabil bir
aday var ki, imtihan yerinin icaplarına göre hareket etmiş, imtihan süresinin
tümünü çok iyi değerlendirmiş, Ahiret'te Allah'ın huzuruna çıkacağını her
zaman gözünüzün önünde bulundurmuştur. Gayet tabii ki imtihanı başarılı bir
şekilde geçecektir. Bu adaya, imtihanın neticeleri açıklandığı zaman büyük
ödüller verilecektir.
Yukarıdaki ayette daha sonra
"onu işitici ve görücü kıldık" denilmiştir. Görünüşte bu kelimelerin
anlamı insanlara dinleme ve görme duygusu verilmesidir. Ama bu iki duygu
hayvanlarda da bulunur. Ne var ki Arapçayı bilenler bilirler ki hayvanlar için
"işitici ve görücü" deyimi kullanılmaz. Bu deyim sadece insanlara
mahsustur. Yani, bu deyimle kastedilen insanlara verilen bilgi ve bilgi
kaynaklarıdır. Bizce, insanların duyuları arasında işitme ve görme en güçlü ve
en önemli sayıldıkları için burada sadece bunlardan bahsedilmiştir. Yani
Cenab-ı Allah'ın kastettiği, insanların bütün duyulan ve bilgi kaynaklan ve
araçlarıdır. Bu duyular tabii ki hayvanların duyularından çok farklıdır; çünkü
bu duyuların ardında düşünen bir beyin vardır. Bu beyin duyularla elde edilen
malumat ve bilgiyi toplayıp bir düzene koyuyor bazı sonuçlar çıkarıyor,
kararlar veriyor, görüşler ileri sürüyor vs. Bütün bunlar bir araya gelip bir
insanın hayata bakış açısını belirler ve onun öyle hareket etmesini sağlarlar.
O halde Cenab-ı Hakk'ın "biz insanı imtihan etmek için yarattık ve ona işitme
ve görme kabiliyeti verdik" demesinin anlamı, Rabbul Alemin'in insanın
imtihanda başarılı olabilmesi için kendisine akıl ve bilgi hazineleri vermiş
olmasıdır. Demek ki, burada bir insanın sadece işitme ve görme duyulan
kastedilmiş olsaydı, o zaman bir sağır veya kör böyle bir imtihandan müstesna
sayılacaktı. Halbuki hakikatte böyle değildir. Bir insan görünüşte sağır ve
kör olsa dahi akıl ve bilgi kaynaklarından mahrum değildir ve bu bakımdan
imtihandan müstesna sayılması söz konusu olamaz.
Kur'ân-ı Kerim'in bu hikmetli
ayetlerinde daha sonra denilmiştir ki, insanlara bu meziyet ve imkânlar
verildikten sonra da kendileri başıboş bırakılmamıştır. Cenab-ı Allah onlara
doğru yolu da göstermiştir ve demiştir ki senin kurtuluşun ve mutluğunun bu
yolun izlenmesindedir. Kendisine Allah'a şükretme veya O'nın rızasına göre
hareket etme ve küfretme, yani O'nun gazabını kazanma yolları açık açık
gösterilmiştir. Bundan sonra karar kendisine kalmıştır. İstediği yolu
seçebilir, ama neticelerine de katlanmalıdır. Beled sûresinde aynı meseleye
şöyle temas edilmiştir: "Ona iki yol (yani hayır ve şer yolu)
gösterdik". Şems sûresinde şöyle buyurulmuştur: "Sonra da ona
kötülüğünü ve takvasını ilhâm edene yemin ederim."
Yukarıdaki açıklamaları gözümüzün
önünde bulundurarak ve de Cenab-ı Allah'ın insanın hidayeti için hangi
imkânları sağladığını da unutmayarak yukarıdaki ayetteki "gerçekten biz
ona (doğru) yol gösterdik" deyimini inceleyecek olursak bunun sadece bir
tek değil bir kaç yol olduğunu anlarız. Şöyle ki:
1. Her insana akıl, mantık, zekâ
ve ilim gibi muhtelif imkân ve meziyetlerin bahşedilmesinin yanı sıra bir
ahlâk hissi de verilmiştir. Buna göre insan hayır ve şer, iyi ile kötü
arasındaki farkı anlayabilir. Bu ahlâk hissi sayesinde o insan bir türlü yapamadığı
bazı işlerin iyi olduğunu ve bir türlü terk edemediği bazı huy ve
alışkanlıkların kötü olduğunu bilir. Bir takım İnsanlar kendi menfaatleri için
bazı kötülükleri kendilerine helâl ve mübah sayarlar ve bunu haklı göstermek
için bir takım tez ve felsefeler ortaya atarlar. Fakat aynı ahlâk hissi bu
insanlarda da uyandığı zaman bazı ilginç olaylara rastlarız. Şöyle ki, aynı
kötülükler kendilerine yapıldığı zaman birden bire parlayıverirler ve kendi
geliştirdikleri kural ve felsefeleri bir yana bırakıverirler. İşte bu gibi
durumlarda anlaşılıyor ki bu İnsanlar kendi ağızlarıyla ne söylerlerse
söylesinler bazı ebedi hakikatleri değiştiremezler ve doğru ile yanlışın ne
olduğunu bildiklerini belli ederler. Aynı şekilde iyi amel, dindarlık ve
dürüstlük belki de bir takım çevreler tarafından gericilik, aptallık ve
cehalet olarak telakki edilebilir, ama bu çevreler bir gün bu iyi amel işleyen
ve dürüst davranan İnsanlar tarafından kritik bir anda kurtarıldıkları zaman
onların değerim anlarlar.
2. Her insanın vücuduna
"kınayan nefis" veya "vicdan" adında bir his ve meziyet
yerleştirilmiştir. Bu bir bakıma bir dizgin veya emniyet sübabıdır. Vicdan her
an ve her vesile ile bir insanın kötülükler ve haksızlıklar yaptığı, yapmaya
kalkıştığı ve hatta bunlara niyetlendiği zaman onu frenlemeye çalışır. Bir
insan bu vicdanı her ne kadar uyutmaya ve hatta öldürmeye çalışırsa çalışsın,
bunu tam manasıyla başaramaz. Bir insan dünyada hiçbir zaman tamamıyla
vicdansız olamaz ve olmayı da sevmez. Bu insan kendi nefsini (vicdanını)
aldatmak için bin bir özür, bahane ve hileler uydurmaya çalışabilir. Fakat
insanın içindeki bu "hakem" ve "müfettiş", bu gibi
durumlarda hiç rahat etmez. Bu dokuz canlı muhasip en kötü huylu ve niyetli
insanda bile tamamıyla ölmez. Belki biraz da saklı ve hissiz kalır, ama
tamamıyla yok olmasına imkân yoktur. Vicdan eninde sonunda ve bazen hiç
beklenmedik bir anda en ahlâksız ve vicdansız insanda bile isyan edip varlığını
ispatlayabilir. Nitekim, Kıyâme sûresinde aynı husus dile getirilmiştir.
"İnsan kendi nefsine karşı şahiddir. Bütün mazeretlerini almış olsa
da." (Kıyâme; 14-15)
3. Gerek insanın kendi vücudunda,
gerekse dünyada, kâinatta ve içindeki her şeyde, Allah'ın kuvveti ve
kudretinin sayısız işaret ve alametleri vardır. Bütün bunlar herhangi bir
şüpheye meydan vermeyecek şekilde Allah'ın varlığını ortaya koyuyorlar. Bu
işaret ve alametler aynı zamanda Allah'ın tek olduğunu, Allah'ın birden fazla
olması halinde her şeyin altüst olacağını belirtiyorlar. Göklerde ve canlılarda
var olan bu işaretler kıyamet ve ahiretin de olacağını kanıtlarlar. Eğer insan
bunlara göz yumar, aklını kullanıp bunları incelemez ve gözden geçirmez ya da
hangi gerçeklere işaret ediyorlarsa onları kabullenmekten çekinirse, bu kendi
hatasıdır. Ulu Allah ise bu hususta kendi vazifesini tam olarak yapmıştır ve
bütün gerçekleri insanların önüne sermiştir.
4. İnsanın kendi hayatında, çağdaş
dünyasında ve de geçmişte, geçirilen tarihi tecrübeler ve karşılaşılan
olaylar, kendilerine ve bütün evrene üstün bir varlığın hakimiyetinin
bulunduğunu gösterirler. Bu hakimiyet karşısında herkes çaresiz kalıyor, bu
hâkimiyetin iradesi her yerde ve her zaman görülüyor ve bunun yardımına herkes
ve her şey muhtaç bulunuyor. Bu tecrübe ve müşahedeler sadece insanın dışında
meydana gelen bir olay değildir. Aksine insanın kendi tabiatında da bu üstün
hâkimiyetin belirtileri vardır. Bundan dolayıdır ki en dinsiz ve imansız bir
insan bile bazen ellerini Allah'a açıp yalvarma ihtiyacını duyar ve ezeli bir
müşrik bile bütün tanrı ve tanrıçalarını bırakıp tek Allah'ı yardımına
çağırmaktan geri kalmaz.
5. Gerek insan aklı gerekse tabiat
kanunları bir suçun cezalandırılmasını, buna karşılık iyi ve hayırlı bir fiilin
sahibine ödül verilmesini gerekli kılmaktadırlar. Bundan dolayıdır ki, insan
toplumlarının dünyada ilk defa gelişmeye başladıklarından bu yana şu veya bu
şekilde adalet ve insafın üstün kılınmasına çalışılmıştır. Takdir edilecek ve
övülecek bir iş için ödüllendirme geleneği geliştirilmiştir. Bu da demektir ki,
ahlâk ile kader kanunları arasında inkâr edilmez bir bağ vardır. Şimdi
dünyamızda birçok suçun yeterince ve hatta hiç cezalandırılmadığı ve buna
mukabil birçok iyi iş ve hizmetin kâfi derecede değerlendirilip
mükâfatlandırılmadığı hatta, mükâfata hiç lâyık görülmediği gerçeği kabul
edilirse, Ahiret'in de olacağı teslim edilmelidir. Ancak akılsız ve inatçı bir
kişi, adalet ve insafı bekleyen bir kişinin bu kavramlardan tamamıyla yoksun
bir dünyada doğduğunu iddia edebilir.
6. İnsanların doğru yola sevki
için varolan bu çeşitli imkân ve ihtimalleri güçlendirmek amacıyla Yüce Allah
peygamberlerim ve kitaplarını dünyaya göndermiştir. Peygamberler gereken
nasihat ve tebliğde bulunmuş ve kitaplarda da şükretme ve küfretmenin yollan
açık açık kaydedilmiştir. Bu iki yola gidilmesinin sonuçları da bütün
çıplaklığı ile gözlerin önüne serilmiştir. Peygamberler ile ilâhi kitaplara
öğretileri hissedilir hissedilmez öylesine yayılmıştır ki, dünyada hiçbir
toplum Allah kavramı, ahiret fikri, iyilik ve kötülük arasındaki fark, ahlâk kuralları
ve diğer siyasi ve içtimai kanunlardan habersiz kalmamıştır. Bu toplumlardan
bazıları da bu kaide ve kuralları da bazen kimden ve nereden geldiğini bilmeden
ve araştırmadan kabul etmişlerdir. İşin tuhafı, bütün peygamberler ile
kitaplarını reddeden ya da bunlardan habersiz olan kişi ve gruplar bile pek çok
konularda aynı peygamber ve kitapların öğüt ve öğretilerini bilinçsizce kabul
ediyorlar.
Bundan sonra Kur'ân-ı Kerim'de pek
çok yerde imtihanın neticesinin bu dünyada değil, ahirette ve belli bir zaman
sonra açıklanacağı belirtilmiştir. Neticelerin açıklanacağı karar gününde
yakın ve uzak geçmişin bütün milletleri diriltilip tek tek sorguya çekilecek ve
herkes kendi ameline göre cezalandırılacak ya da mükâfatlandırılacaktır.
"Fasıl ve hüküm günü, onların
cem' olacağı gündür." (Duhan; 40)
"De ki, muhakkak hem
öncekiler hem de sonrakiler, belli günün muayyen bir vaktinde hemen
toplanacaklardır." (Vakıa; 49-50)
"(Birinci) sûra üfürüldüğünde
Allah'ın dilediği müstesna olmak üzere göklerde ve yerde olanlar düşüp
ölmüştür. Sonra sûra bir kerre daha üfürüldüğünde hepsi kalkarak
bakarlar." (Zümer; 68)
"Zalimlere; 'amellerinizin
cezasını tadın' denildiğinde." (Zümer; 24)
Yukarıdaki son ayette
"kesb" kelimesi kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'in ıstılahına göre bu
kelimenin anlamı, "insanların kendi amellerine göre hak ettikleri ceza
veya ödül"dür. İyi amel işleyen bir kişi Allah nezdinde takdir edilecek
ve mükâfatlandırılacaktır. Ama ameli kötü olan biri de hak ettiği cezayı
bulacaktır.
"Bugün herkes kazandığı ile
karşılanacaktır. Bugün zulüm yoktur. Allah, hesabı çok çabuk görendir."
(Mü'min; 17)
Burada denilmek isteniyor ki,
Mahşer'de, yani Hesap Günü'nde kimseye haksızlık ve zulüm yapılmayacaktır. Bu
deyim çok anlamlıdır. Hesap Günü'nde ölçüsüz ve tutarsız herhangi bir işlem
yapılmayacaktır. Zerre kadar hata ve yanlışlık yapılmayacaktır. Kime ceza
veriliyorsa tam verilecektir. Ne bir fazla ne bir eksik. Ceza ve ödüllendirme
konusunda haksızlık ve zulmün pek çok şekilleri vardır. Meselâ bir kişi hak
ettiği mükâfatı alamaz, ikincisi, mükâfatı alır ama az alır. Üçüncüsü, biri
cezayı hak etmemiştir ama ceza yemiştir. Dördüncüsü, cezalandırılması gereken
suçlu cezalandırılmamıştır. Beşinci, birine az ceza verilmesi gerekirken fazla
ceza verilmiştir. Altıncısı, zâlim mazlumun gözünün önünde hiçbir ceza yemeden,
tahliye edilir. Yedincisi, bir suçlunun yerine masum bir kişi ceza yer. Yüce
Allah demek istiyor ki, Son Mahkeme'de bu zulümlerden hiçbiri olmayacaktır.
26.1.9. Allah Her İnsanın Yaptıklarından Haberdârdır
Kur'ân-ı Kerim'de ayrıca, dünya
denilen imtihan yerinde her insanın yaptıklarını Cenab-ı Allah’ın doğrudan
bildiği kaydedilmiştir. İnsanın hiçbir hareketi, hatta aklına getirdiği hiçbir
fikir Allah'tan gizli değildir. Dolayısıyla, Hesap Günü'nde insan, karşısında
bütün hayatında ne yaptığını ve ne düşündüğünü çok iyi bilen bir Kadir-i
Mutlak'ı bulacaktır.
"Sözünüzü ister gizleyin,
ister açıklayın. Çünkü O, kalblerde olanı bilir." (Mülk; 13)
"Onlar kendilerinin sırlarını
ve gizli müşaverelerini işitmediğimizi mi zannediyorlar? Hayır işitiyoruz.
Onların yanlarında elçilerimiz vardır, yazıyorlar." (Zuhruf; 80)
"Ve biz ona nefsinin verdiği
vesveseleri de biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf;
16)
"Her nerede olursanız olun. O
sizinle beraberdir. Allah işlediğiniz şeyleri görücüdür." (Hadid; 4)
"Allah gözlerin hain bakışını
ve kalblerde gizli olan her şeyi bilir. Allah, hak ve adaletle hükmeder."
(Mü'min; 19-20)
26.1.10. Allah’ın Mahkemesinde İnkâr Edilmez Deliller Sunulacaktır
Fakat Kur'an-ı Kerim'de verilen
ayrıntılara göre Cenab-ı Allah Hesap Günü'nde mahkemesinde kararını verirken
keyfi davranmayacak ve rasgele karar vermeyecektir. Dünyada yaşamış olan her
insan için bir defter tutulmuş ve dosyalar hazırlanmıştır. Bu defter ve
dosyalardan müteşekkil olan tutanak İlâhi Mahkeme'de herkesin gözünün önüne
serilecek ve ilgili kişinin yaptıklarına dair inkâr edilmez deliller
sunulacaktır.
"(insanın) sağ ve sol
tarafında oturan ve onun amellerini yazan iki kâtip meleği hatırla. O bir söz
atmaya dursun, onun yanında muhakkak hazır bir gözcü vardır." (Kaf; 17-18)
Yani, bir yandan Cenab-ı Allah
insanların düşündüklerini ve yaptıkları hareketleri doğrudan biliyor, diğer
yandan da her insanın fikir ve hareketlerini kayda geçirmek üzere iki meleği
görevlendirmiştir. Bu melekler insanların her düşündüğünü ve her hareketini
defterlerine kaydediyorlar. Onların gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Bu demektir
ki, bir insan Allah’ın mahkemesinde yaptıklarının hesabını verirken, Yüce Allah
hem onun bütün amelini bir kitap gibi bilecektir, hem de amelinin tutanağını
iki melekten alıp kendisine ve başkalarına da okutabilecektir. Bir bakıma
herkesin ameliyle ilgili vesikalı bir delil İlâhi Mahkeme'de bulunacaktır. Bu
vesika veya tutanağın gerçek şekli ve mahiyetinin ne olacağını söyleyemeyiz,
ama bu hususta tahminlerimizi yürütebiliriz. Bilindiği gibi insanın yaşadığı
belli bir zaman ve mekânı vardır. İnsanın içinde yaşadığı, nefes aldığı,
çalıştığı bir ortam vardır. Bu ortam ve muhitte her zerreye ve her şeye insanın
sesi ve hareketlerinin bizim göremediğimiz resim ve şekilleri kaydedilmiş
oluyor. İşte bu resim ve şekiller birer ses bandı ve video filmi gibi İlâhi
Mahkeme'de tekrar çalıştırılıp oynatılabilir ve geçmiş, olduğu gibi yaşanabilir.
İnsanoğlu bu işi bugün sınırlı bir düzeyde yapmaktadır. Ama her şeye kadir
olan Allah'ın melekleri bu işleri mükemmel bir şekilde becerebilir ve geçmişi
yaşatabilirler. İnsanın kendi vücudu ve etrafındaki eşya ve yaratıklar adeta
birer teyp ve film makinesidirler ve burada insanın her sesi ve her hareketi
kaydediliyor ve filme alınıyor. Bu makine ve aletler ahirette çalıştırılıp
insanın kendi sesi ve hareketleri olduğu gibi dinletilebilir, gösterilebilir.
Böylece insanın bütün yaptıkları bir film gibi önüne gelecektir ve o zaman
bunları inkâr etmesi ve bunlardan kaçması mümkün olmayacaktır.
Burada tekrar hatırlatalım, Son
Mahkeme'de Cenab-ı Allah kimseyi rasgele mahkûm etmeyecektir. Aksine adalet ve
hukukun bütün şartlarının yerine getirilmesine dikkat edecektir. Duruşma ve
davanın mükemmel bir şekilde neticelenmesi için de dünyada herkesin amel
defteri her an, satır satır işlenmektedir.
"Halbuki üzerinizde
gözetleyici bekçiler vardır. Kerim olan kâtipler var. işlediğiniz şeyleri
bilirler." (İnfitâr; 10-12)
Yani siz ne yaparsanız yapın,
ister Ceza ve Mükâfat Günü'nü inkâr edin, ister yalanlayın ya da alaya alın,
gerçeği değiştiremezsiniz. Gerçek şu ki, Rabbiniz sizi yularsız bir deve gibi
bir çiftliğe salmamıştır. Aksine her birinizin üzerine bir bekçi tayin
etmiştir. Bu bekçi ve muhafızlar çok dürüst, tarafsız ve adildirler. Bunların
işi, iyi ve kötü amellerinizi tam bir tarafsızlık içinde deftere geçirmektir.
Bu meleklerden hiçbir şey gizli değildir. Siz ister karanlıkta, ister yalnız
bir köşede, ister ıssız bir adada veya çölde olun, kısacası hangi durumda
olursanız olun, bu melekler sizleri adam adım izlemektedirler. Yukarıdaki
ayetlerde gözlemci melekler için "kerim" (şerefli, soylu) sıfatı
kullanılmıştır. Yani bu melekler tarafsız, adil, sözlerinde ve hareketlerinde
doğru ve dürüst varlıklardır. Görevlerine bağlıdırlar ve her şeyi Allah'ın
emrine göre ve O'nun rızası ile yaparlar. Bunların ne kimse ile şahsi
düşmanlığı var ne de yakınlığı ve ard düşüncesi. Onlar kimse hakkında yanlış
bir şey yapmaz ve yalan ile iftirada bulunmazlar. Emanetlerine hıyanet
etmezler. Bu sebeple görevlerini yapmadan başkaları hakkında yalanlarla dolu
tutanak hazırlamazlar. Rüşvetçi değillerdir ki bazılarından rüşvet alıp
haklarında iyi şeyler yazsınlar. Melekler bütün bu ahlâki kötülük ve
ayıplardan arınmışlardır. Bu sebeple, hem iyi hem kötü İnsanlar kendi
tutanaklarının tamamıyla gerçeklere uygun olarak hazırlandığından emin
olabilirler. Bu meleklerin özelliklerinden bahsedilirken "işlediğiniz
şeyleri bilirler" de denilmiştir. Yani bu melekler dünyamızdaki casuslar,
ajanlar ve istihbarat teşkilatlarıyla kıyaslanmamalıdırlar, çünkü bu kişi ve
kuruluşların yetki ve bilgileri sınırlı olduğu için bazen birçok şeyi doğru
dürüst öğrenemezler. Melekler her insanın yaptıklarından haberdardırlar. Onlar
her zaman ve her yerde insanları gölge gibi izlemektedirler; hem de bu işi,
ilgili şahısların hissedemediği şekilde yaparlar. Bu bakımdan bunların defteri
ve tutanağı mükemmel ve eksiksizdir. Onların defterine girmeyen insanların
yaptığı hiçbir iş yoktur. Onun için, Kehf sûresinin 49. ayetinde şöyle
denilmiştir:
"Amel defterleri meydana
konulur. Mücrimleri o kitapta olan şeylerden korkmuş ve ürkmüş görürsün.
'Eyvah bize bu ne kitaptır. Ne küçük ne de büyük bir şey unutmayıp hepsini
saymış' derler."
"Arz içindeki ağırlıklarını
çıkardığında insan 'buna ne oluyor?' der. O gün yer bütün haberlerini
anlatacaktır. Çünkü Rabbin öyle yapmasını ona vahyetmiştir." (Zilzâl; 2-5)
Aynı konuya İnşikak sûresinin 4.
ayetinde şöyle temas edilmiştir: "İçinde olanı dışarı atıp
boşaldığında." Bu sözlerin birçok anlamı vardır. Birincisi şudur: İnsanlar
yeryüzünde toprakta, öldükten sonra ne durumda iseler, o durumda dünya
tarafından dışarıya atılacaklardır. Bundan sonraki cümleden anlaşılacağı gibi
insanların vücutlarının parçaları tekrar birleşerek eski hallerine
döneceklerdir. Zira, böyle olmayacaksa o İnsanlar "bu dünyaya ne
oluyor?" diye hayretlerini nasıl belirtecekler? Bu İnsanlar tekrar eski
hallerine döndürülmez ve onların yerine yeni İnsanlar yaratılırsa onlar
dünyanın eski halini nasıl bileceklerdir? Yukarıdaki ayetlerin ikinci anlamı
şudur: Dünya, sadece içindeki insanları dışarıya fırlatmayacaktır, ayrıca ölü
insanların hayatlarında yaptıkları bütün işler ve ameller ile ilgili birikmiş
olan bütün defter, bilgi ve bulguları da dışarıya atacaktır: Dünya, içindeki
bütün servetini, meselâ altın, gümüş, kıymetli taşlar ve mücevherleri ortaya
atacaktır ve İnsanlar bunları gördükten sonra hayıfla diyecektir ki, "ne
yazık, biz bu değersiz şeyler için dünyada birbirimizi boğazlıyorduk,
başkalarının haklarını yiyorduk, namusumuzu satıyorduk, hırsızlık, soygunculuk
ve cinayet yapıyorduk, adamların yollarını kesiyorduk, denizde korsanlık
yapıyorduk, birbirimizle kavga ediyorduk, hatta milletler arasında büyük
savaşlar çıkarıyorduk. Bugün bu altın ve kıymetli taşların hepsi önümüzdedir
ama bunlar hiçbir işe yaramıyor, aksine suçlanmamıza ve cezalandırılmamıza
sebep oluyor."
Yukarıdaki ayetlerde kullanılan
"insan" kelimesi çoğul olarak da kabul edilebilir. Yani, dirildikten
sonra bütün İnsanlar hayret içinde, "Allah, Allah bunlara ne oluyor, biz
nerdeyiz, bu dünyaya ne oluyor?" diye kendi kendilerine soru
yöneltecekler. Daha sonra gerçeği öğrenecekler. Kendilerinin Mahşer'de
olduklarını ve hesap vermek üzere bulunduklarını göreceklerdir. Bu
"insan" kelimesiyle "ahiretin münkiri" de kastedilmiş olabilir.
Ahireti inkâr eden şahıs mümkün olmadığını düşündüğü şeyin gözlerinin önünde
cereyan ettiğini görünce şaşıp kalacaktır ve olup bitenlere bir türlü
inanamayacaklardır. İmanlı kişilere gelince, onlar için sayılacak bir şey
olmayacaktır, çünkü her şey onların inandığı ve bildiği gibi cereyan edecektir.
Yukarıdaki ayetlerde daha sonra
şöyle denilmiştir: "O gün yer bütün haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin
öyle yapmasını ona vahyetmiştir." Hz. Ebû Hureyre (r.a.)'nin naklettiği
hadise göre Rasûlullah (a.s.) bu ayetleri okurken sahabelere sordu:
"Biliyor musunuz burada zikredilen haberler nelerdir?" Sahabeler
dedi ki, "Allah ve O'nun Rasûlü daha iyi bilir." Rasûlullah (a.s.)
buyurdu: "O haberler şunlardır: Yer her erkek ve dişi kulun kendi
sırtında yaptığı amel hakkında şahitlik yapacak ve filan gün filan işi
yaptığını söyleyecektir. İşte yer bu haberleri anlatacaktır." (Müsned-i
Ahmed, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir, Abd bin Hamid, İbn'ul Münzir, Hakim, İbn
Merduye, Beyhakî fiş-Şu'ab). Hz. Rabi'at'ul-Cüreşi'nin rivâyetine göre,
Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular: "Yeryüzünden korkun, çünkü bu sizin
kök ve temelinizdir. Yeryüzü ister iyi ister kötü amel işleyen herkes hakkında
bilgi verir." (Mu'cem'üt-Taberânî). Hz. Enes (r.a.)'in naklettiği hadis-i
şerife göre Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular. "Kıyamet günü, yer
sırtında işlenen her ameli alıp getirecektir." Rasûlullah (a.s.) bunları
dedikten sonra yukarıdaki ayetleri tilavet ettiler. (Bin Merduye, Beyhakî).
Hadis ve tarih kitaplarında Hz. Ali'nin biyografisi anlatılırken şöyle
denilmiştir. Hz. Ali bütün fakir fukara arasında sadaka, zekât vs. dağıttıktan
sonra Beyt'ul-Mal'i boşaltınca iki rek'at namaz kılar ve Beyt'ul-Mal'e hitap
ederek şöyle derdi: "Sen şahit ol, ben seni hak ile doldurdum ve hak ile
boşalttım."
Yeryüzünün kendi sırtında geçen
olaylar hakkında şahitlik yapacağı yolundaki ifade belki de eski çağlarda,
İnsanlar için çok şaşırtıcıydı. Onlar yeryüzünün nasıl konuşabileceğine hayret
etmiş olabilirler. Fakat biz modem bir çağda yaşıyoruz. Modern çağın her türlü
teknik gelişmelerine sahibiz. Bugün fizik ilminin buluşlarının yanı sıra,
sinema, hoparlör, radyo, telsiz, televizyon, teyp ve diğer pek çok elektronik
cihaz ve aletlere sahibiz. Bu devirde, yeryüzünün kendi geçirdiği tecrübeleri
nasıl anlatacağına şaşılmamalıdır. İnsanın ağzından çıkan sesler, fezaya, radyo
dalgalarına, evlerin duvarlarına, döşemelerine, damına dağılır ve yerleşirler.
Eğer insan açık bir arazide, yolda veya tarlada konuşmuşsa ses dalgaları
etrafa dağılır. Öyle ki bu dalgalar etraftaki eşyalara çarparak aynen
söylendiği gibi tekrarlanabilirler. Buna modern terimde "yankı"
denilir. Bu yankı bir sesin inişini, çıkışını, konuşanın şivesini ve tarzını
aynen yansıtabilir. Sadece bu değil, çağdaş bilim bu hususta daha ileriye
gidilebileceğini kanıtlamıştır. İnsan nerede ve nasıl hareket etmişse aynen
kayıt edilebilir, hareketlerinin resmi ve şekli etrafındaki eşyalara
yansıyabilir. Eğer bir insan karanlıkta bile bir hareket yapmış, bir suç
işlemiş veya iyi bir iş yapmışsa Allah’ın kudreti orada da hareketlerini kayıt
edecek ışın ve dalgalan yaratacaktır. Aslında Allah nezdinde karanlık ve
aydınlık gibi kavramlar an-lamsızdır.O, her zaman ve her yerde her şeyi
görebilir, işitebilir. Bütün bu çekilen resimler şekiller ve kaydedilen bantlar
kıyametten sonra ahirette herkese gösterilecek ve dinletileceklerdir. O zaman
herkes kendisinin dünyada ne yaptığını kendi gözleriyle görecek, kendi
kulaklarıyla duyacaktır.
Ahiretteki mahkeme ve duruşma her
bakımdan mükemmel olacaktır. Karar da her yönüyle noksansız olacaktır. Herhangi
bir haksızlık, adaletsizlik ve yanlış değerlendirmenin imkân ve ihtimali
yoktur. İlk önce, dürüst ve vazifelerine düşkün melekler amel defterini
mahkemeye sunacaklardır. Bu amel defteri, meleklerin her insanı gölge gibi
izledikleri sırada hazırlanmış olan en sağlam ve tarafsız bir belgedir.
Duruşmada bu amel defteri sanığa verilecek ve kendisine şöyle denilecektir:
"İşlerinin defterini oku.
Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter." (İsrâ; 14)
İnsan bu defteri okuyunca hayrete
düşecek ve dünyadaki hayatı sırasında en ufak bir hareketinin bile meleklerin
gözünden kaçmadığını anlayacaktır (Kehf; 49). Bundan sonra insanın dünyada
kullandığı ve tanıdığı kendi vücudu vardır. Allah’ın mahkemesinde insan
vücudunun her organı kendi hamili hakkında şahitlik yapacaktır. Ağız ve
kulakları ne söylediklerini ve ne duyduklarını anlatacaklar, el ve ayakları da
kendilerinin ne için kullanıldıklarını açıklayacaklardır (Nur; 24). Gözleri ne
gördüklerini anlatacaktır. Vücudunun derisi hangi işleri yaptığını
söyleyeceklerdir. İnsan şaşkınlık içinde kendi organlarına bakacak ve "siz
de mi benim aleyhimde tanıklık yapıyorsunuz" diyecektir. Organları
diyecekler ki, bugün kimin emriyle nasıl her şey konuşuyorsa, Allah'ın emriyle
biz de tanıklık yapıyoruz (Fussilet; 20-22). Bundan sonra yer, gök ve kâinatın
diğer şeyleri var. Bunlar sanığın seslerini ve hareketlerini yansıtacaklardır.
Sadece bu değil, insanın gizli amelleri, niyetleri ve düşünceleri de bir bir
ortaya dökülecektir. İşte bu gibi sağlam, katı ve inkâr edilmez deliller ve
belgeler ortaya çıktıktan sonra sanık için kaçacak yol kalmayacaktır ve o hiçbir
bahane veya hile uyduramayacak, kendisini savunacak herhangi bir şey söyleyemeyecektir.
Bu hususta Mürselât sûresinin 5-36 ayetlerinde açık açık ikazlar yapılmıştır.
"Amel defterleri meydana
konulur. Mücrimleri o kitapta olan şeylerden korkmuş ve ürkmüş görürsün.
'Eyvah bize bu ne kitaptır. Ne küçük ne de büyük bir şey unutmayıp hepsini
saymış' derler, işledikleri şeyin cezasını hazır bulurlar. Rabbin hiçbir
kimseye haksızlık etmez." (Kehf; 49)
Yani daha önce işaret ettiğimiz
gibi Allah'ın mahkemesinde her hangi bir haksızlık ve adaletsizlik
olmayacaktır. Meleklerin yazdıklarında en ufak bir fazlalık veya eksiklik
olmayacaktır.
"Onların işledikleri her şey
amel defterlerinde yazılıdır. Küçük ve büyük her şey yazılıdır." (Kamer;
52-53)
Doğru yoldan sapmış olanlar veya
Allah'ı ve Ahiret'i tanımayanlar, dünyada yapılan ve olup biten her şeyin
kaybolup gittiğini sanmasınlar. Aksine her insan, her toplum ve her milletin
amel defteri, dosyası ve karnesi mükemmel bir şekilde işlenip hazırlanmıştır
ve belirlenen gün ve saatte ortaya çıkarılıp değerlendirilecektir.
"Allah, hepsini dirilttiği
günde kendilerine işledikleri şeyleri haber verecektir. Ve Allah onların
unuttuklarını saymıştır. Allah her şeye şâhiddir." (Mücadele; 6)
Yani kâfirler, müşrikler ve sapıklar
bir şeyi unuttular diye her şey bitmiş sayılmaz. Onlar bir veya birçok şey
unutabilirler. Bu, onların bileceği iştir. Onlar için Allah'a itaatsizlik ve
emirlerine karşı gelmek belki de unutulacak cinsten şeyler olabilir. Fakat
Allah katında bunlar büyük günah ve korkunç suçturlar. Allah bu suç ve
günahların ne kadar vahim olduğunu çeşitli vesilelerle anlatmıştır. Eğer bu
uyarılar onların gözlerini açmamışsa açmasın, Allah bu hususta ne yapacağını
bilir. Kâfirler ve münkirlerin her sözü ve her hareketi, meleklerin titizlikle
hazırlamakta olduğu amel defterinde kayıtlıdır.
"O gün, onların ağızlarına
mühür vururuz. Ne yaptıklarını bize elleri söyler, ayakları (ve diğer azalan)
da şâhidlik eder". (Yasin; 65)
Bu muamele, son derece inatçı ve
küstah sanıklara revâ görülecektir. Yani suçlarını itiraf etmeyen, haklarında
düzenlenen amel deflerinin kayıtlarını inkâr eden ve aleyhlerinde yapılan,
şahitliklere de aldırış etmeyen suçluların ağızları kapatılacak ve bundan sonra
vücutlarının azalan onların aleyhinde şahitlik yapacaklardır.
"Kıyamet günü, kendi dilleri,
elleri ve ayakları, yaptıkları şeyler için aleyhlerine şahitlik
edeceklerdir." (Nûr; 24)
Şimdi burada bir soru aklımıza
gelebilir. Bir yandan Yâsin sûresinde sanıkların "ağızlarına mühür"
vurulmaktan bahsediliyor ve diğer yandan yukarıdaki Nûr sûresinin ayetinde
onların dillerinin şahitlik edeceklerinden söz ediliyor. Bu iki ifade arasında
bir tezat yok mudur? ikisi arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Bunun cevabı
şudur. Ağızlarına mühür vurulmanın manâsı, onların konuşma kabiliyetini
ortadan kaldırmaktadır. Yani bundan sonra bu adamlar kendi dilleriyle kendi
istedikleri gibi söz söyleyemeyeceklerdir. Dillerinin aleyhlerine şâhidlik
etmelerinin manâsı da bu adamların dillerinin konuşmaya başlamalarıdır. Yani
diller, bu zalim ve günahkâr kişilerin kendilerini nasıl kullandıklarını, ne
gibi küfür, yalan ve fitneler yaratmak için bir vasıta haline getirildiğini
anlatacaklardır. Bu bakımdan her iki ifadede bir tezat veya tenakuz yoktur.
"Nihayet oraya ulaştıklarında
dünyada işledikleri şeyler hakkında kulakları, gözleri ve derileri kendilerinin
aleyhinde şâhidlik edecektir. Onlar derilerine: 'Niçin aleyhimizde şâhidlik
ettiniz?' derler:Deriler de, 'Bizi, her şeyi söyleten Allah söyletti. Sizi ilk
defa o yarattı. Ve O'na döndürülürsünüz' cevabını verirler." (Fussilet;
20-21)
Hadis-i şeriflerde yapılan
açıklamalara göre inatçı ve küstah bir sanık kendi suçlarını kabul etmek ve
verilen delilleri reddetmekte ısrar etmeye başlayınca Allahu Teâlâ'nın emriyle o
sanığın vücudunun bütün azalan onun aleyhinde şâhidlik etmeye başlayacaklardır.
Bu hususta Hz. Enes, Hz. Ebû Musa Eş'arî, Hz. Ebû Saîd ve Hz. İbn Abbas
(r.anhüm)'ın güvenilir ve muteber hadisleri vardır. Bu hadisler Rasûlullah
(a.s.)'a atfen Müslim, Nesâî, İbni Cerîr, İbni Ebî Hatım ve Bezzâr gibi
muhaddisler tarafından nakledilmiştir.
Yukarıdaki ayetler daha önce
kaydettiğimiz ayetlerle birlikte ahiret âleminin bir hayaller âlemi değil,
gerçek bir dünya olacağını göstermektedirler. Ahiret âleminde tıpkı
dünyamızdaki gibi İnsanlar vücut ve ruhlarıyla beraber yeni bir hayata
başlayacaklardır. Ahirette dünyadaki gibi İnsanlar aynı madde, malzeme ve
unsurlardan oluşacaklardır. Ahirette taşıdıkları vücutlar dünyadaki gibi
olacaktır ve azaları da aynı olacaktır, çünkü böyle olmazsa Allah'ın
mahkemesinde vücut sahibinin aleyhinde şâhidlik edecekleri yolundaki ifade
manasını kaybeder. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'in şu ayetleri de dikkate
şayandırlar: İsra (49-51), Mü'minûn (35-38, 82-83), Nur (24), Fussilet (10),
Yâsin (65,78, 79), Saffât (16-18), Vakıa (47-50) ve Nâziât (10-14).
"Ölüleri biz diriltiriz. Ve
gönderdikleri şeyleri ve eserlerini de biz yazarız. Biz her şeyi apaçık bir
kitapta saymışızdır." (Yâsin; 12)
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki her
insanın amel defterine üç ayrı şey işleniyor. Birincisi, bir insan hayatında
ne yapıyorsa, ister iyi ister kötü olsun, hepsi bu deftere kaydediliyor.
İkincisi, bu deftere, insanların kendi çevrelerinde ki eşyaya ve bizzat kendi
azalarına bıraktıkları izler ve etkiler ahirette bir araya gelip öyle bir hava
yaratacaklardır ki bir tarafta o insanın sesi duyulacak, başka bir tarafta
niyet, düşünce ve fikirleri onun zihin perdesinde yazılı duracak ve gene başka
bir tarafta iyi ile kötü fiillerinin bütün bir filmi ortada gösterilecektir.
Üçüncüsü, bu insanı, ölümünden sonra gelecek nesilleri, kendisini veya diğer
toplumları ve bütün insanlığı olumlu veya olumsuz yönde etkilemiş olan eserleri
de onun hesap defterine yazılıyor.
"(Habibim) Sen her ümmeti diz
çökmüş bir durumda göreceksin. Ve her ümmet kendi amel defterini almaya
çağırılacaktır. (Onlara şöyle denecek) 'Bugün istediğiniz şeylerin karşılığı
verilecek.' İşte kitabımız yüzünüze karşı hakkı söylüyor. Şüphesiz
yaptıklarınızı biz (meleklere) yazdırıyorduk. " (Casiye; 28-29)
Burada kullanılan
"yazdırıyorduk" kelimesi geniş bir anlam taşımaktadır. Bu, sadece
kalemle kâğıda yazmak anlamına gelmez. Bu kelime "kaydettiriyorduk"
anlamına gelebilir. Yani, insanların söz ve fiillerinin kaydedilip onların
tekrar aynı şekilde ortaya çıkarılmasının çeşitli yollarını bizzat insan
bulmuş durumdadır. Bunun, şimdiye kadar keşfedilmemiş diğer birçok şekilleri de
olabilir. Her şeye gücü yeten Yüce Allah, tabii ki bunların hepsini bilmektedir
ve bunları kullanmaya kâdirdir. Cenâb-ı Allah, insanların niyet ve arzulan ile
fikirlerini, söz ve fiillerini kaydetmek için sayısız imkânlara sahiptir ve O
bütün bunları kullanabilir. Böylece, Kıyamet Günü'ne kadar hiçbir kimsenin
haberi olmadan her fert, her cemiyet ve her milletin amel defterleri mükemmel
bir şekilde hazırlanmış olacaktır.
"Peygamberler bir araya
getirildikleri zaman." (Mürselât; 11)
Kur'ân-ı Kerîm'de muhtelif
yerlerde ve müteaddit defalar Mahşer'de insanoğlunun davası Allah'ın
mahkemesine sunulduğu zaman her milletin peygamberinin çağırılıp o millete
Allah’ın emir ve talimatını olduğu gibi iletip iletmediği konusunda ifade
etmesinin isteneceği kaydedilmiştir. Bu, Cenâb-ı Allah'ın doğru yoldan sapan ve
Allah ile Rasûlüne itaat etmeyen sapık kimselere karşı en büyük hüccet ve
delillerinden biri olacaktır. Bu delille, bu sapık insanların kendi kötü
akıbetlerini kendilerinin hazırladıkları açıklanacaktır. Bu hususta Kur'ân-ı
Kerîm'in, şu sûre ve ayetlerine müracaat edilebilir: "Tefhîm-ul
Kur'an" II. A'râf, (âyet; 172-173). IV, Zümer (âyet; 69) VI, Mülk (âyet;
8).
"Mahşer yeri Rabbinin nûru
ile parlar. Amel defterleri ortaya çıkar. Peygamberler ve şâhidler getirilir.
Mahşer halkı arasında adaletle hükmolunur, hiç kimseye zulmolunmaz."
(Zümer; 69)
Peygamberler Allah'ın mahkemesinde
verecekleri ifadede gayet tabii ki Allah'ın emir ve talimatını eksiksiz meb'us
oldukları milletlere ilettiklerini söyleyeceklerdir. Yukarıdaki ayette bu
hususa değiniliyor ve peygamberlerin böyle yapacağı belirtiliyor. Sadece
peygamberler değil, gerçekleri görmüş olan diğer şâhidler de benzeri ifadelerde
bulunacaklardır. Bu şâhidler hem peygamberlerin Allah'ın mesajını halka
ilettiklerini, hem halkın buna nasıl tepki gösterdiğini ve amellerinin ne
olduğunu da anlatacaklardır. Bu şahidlerin insan olmaları şart değildir.
Melekler ile cinler, hayvanlar, ev ve duvarlar, bitki ve ağaçlar ve bizzat
insanların azaları da şâhid sayılabilirler.
"Bilmez ki, kabirdekiler
dışarı çıkarılıp diriltildiği zaman, Kalplerdeki sırlar meydana çıkarıldığı
zaman." (Âdiyât; 9-10)
Yani ölmüş İnsanlar nerde ve ne
durumda ise oradan çıkarılıp diriltilecek ve tekrar eski hallerine
döndürüleceklerdir. Bu insanların bütün gizli düşünce, arzu, niyet, amaç ve
hareketleri hepsi bir bir ortaya çıkarılacaktır. Bunlar titizlikle incelenecek
ve değerlendirilecektir, iyileri bir tarafa, kötüleri de başka bir tarafa
ayıklanacaklardır. Başka bir deyişle, Allah’ın mahkemesinde karar sadece dış
görünüş ve görülen hareket ve fiillere dayanılarak değil, ard niyet ve
düşünceleri de süzgeçten geçirildikten sonra alınacaktır. Bu noktayı gözümüzün
önünde tutarsak gerçek ve mükemmel adâletin Allah'ın mahkemesinden başka bir
yerde bulunamayacağına kâni oluruz. Dünyada lâik yasaların geçerli olduğu
ülkelerde bile, bir suçlunun sadece işlediği suça bakılarak değil, bunu
işlerken taşıdığı düşünce ve ard niyetinin de incelenmesine önem veriliyor.
Fakat dünyanın hiçbir mahkemesi ve yasası, bir insanın gerçek niyet ve
düşüncelerini bilecek ve değerlendirecek imkânlara sahip değildir. Bu işi
ancak Cenâb-ı Allah becerebilir, çünkü O her şeyi görmekte, işitmekte ve
bilmektedir.
"Bütün sırların meydana
çıktığı günde. O gün insan için ne kuvvet ne de yardımcı vardır. Dönen gök ile
türlü türlü nebat yetiştiren arz ile kasem ederim ki, Kur'an hak ile bâtılı
ayıran bir kelâmdır. O bir lâtife ve eğlence değildir." (Târık; 9-14)
Burada, "sırlardan"
dünyada insanların yaptığı bütün gizli ameller kastedilmiş olabilir. Ayrıca,
dışta işlenen bir işin ardında saklı olan niyet, duygu, arzu ve etkenler de
kastedilmiş olabilir. Kıyamet gününde bütün bunlar açığa çıkarılacaktır, ilâhî
mahkemede bir insanın sadece ne yaptığına bakılmayacak, ayrıca ne sebeple, ne
gaye ve niyetle yaptığı da araştırılacaktır. Bazen, bir insanın gizli düşünce
ve amelleri daha sonraki nesilleri ve ülkeleri de etkileyebilir. Kıyâmet
gününde, ekilen fitne ve fesâd tohumlarının meyvelerinin ne zamana kadar
yenildiği ve bunlardan kimlerin zehirlendiği de iyice araştırılıp
değerlendirilecektir.
Yukarıdaki ayetlerin sonunda,
anlatılan hususların ciddiyetine dikkat çekilmiştir. Burada denilmiştir ki,
nasıl ki göğün dönmesi, yağmurun yağması ve topraktan bitkilerin yetişmesi
birer inkâr edilmez gerçektir, insanın kendi Yaratanına döneceğine dair
Kur'ân-ı Kerim'in verdiği haber de doğru ve ciddidir. Bunlar şaka değil, inkâr
edilmez gerçeklerdir.
"Fakat o en büyük belâ
geldiğinde, O gün insan yaptığı amelini anlayacaktır. " (Nâziât; 34-35)
Burada denilmek isteniyor ki
insan, dünyada kendisine haber verilen büyük muhasebe gününün gelip çattığını
görünce amel defteri kendi eline verilmeden önce dünyada yaptığı bütün
amellerini tek tek hatırlamaya başlayacaktır. Zâten bu tür heyecan ve korku
dolu anlar dünyada da yaşanıyor. Korku ve ölüm ânında birçok kişi geçmişte
gördüklerini duyduklarını ve yaptıklarını bir bir hatırlamaya başlar ve bütün
bunlar bir film şeridi gibi gözünün önünden geçer.
"O gün cehennem de mahşere
getirilir. O gün insan, amellerini hatırlar. Fakat ona bu hatırlama fayda
vermez. 'Keşke hayatım için hayırlı ameller göndereydim' der." (Fecr;
23-24)
Yani, Ahirette insanların akılları
başlarına gelse de ne fayda, iş işten geçtikten sonra ne yapabilirler ki? Asıl
dünyadaki hayadan sırasında ya-
puan ikâzlara kulak vermeliydiler
ve iyi amel işlemeliydiler. Şimdi ne yapsalar boştur.
"Her nefs âhirete ne
gönderdiğini ve dünyada ne bıraktığını bilecektir." (İnfitâr; 5)
Yukarıdaki ayette kullanılan
"mâ kaddemet ve ahharet" kelimeleri birçok anlamda kullanılabilir:
1) İnsan dünyada bulunduğu sürece
ne kadar iyi ve kötü şeyler yapıp öbür dünyaya göndermişse "mâ
kaddemet"tir, yapamadığı iyi ve kötü şeyler ise "mâ
ahharet"tir.
2) İnsanın yaptığı bütün işlerin
bir sırası vardır. Bunların öncekileri "mâ kaddemet", sonrakileri ise
"mâ ahharet"tir. Yani, insanların bütün yaptıkları ve yapamadıkları amel
defterlerine sıra ile ve kronolojik olarak işlenmiş olacaktır,
3) İnsanın ömrü boyunca yaptığı
iyi veya kötü amelleri "mâ kaddemet"tir. Yani, bunlar öbür dünyaya
değerlendirilmek için gönderilmiş amellerdir. Bu insanın, ölümünden sonra,
amellerinin insan toplumunda bıraktığı etkileri ise "mâ ahharet"tir.
Yani bunlar geride bırakılanlardır.
"O gün amellerini görmek için
İnsanlar fırka fırka mezarlardan çıkarlar. Bir zerre ağırlığınca hayır işleyen
onu (mükâfatını) görür. Kim de bir zerre ağırlığınca şerr işlerse onu
(cezasını) görür." (Zilzâl; 6-8)
İlk ayetin iki anlamı olabilir.
Birincisi, kıyamet gününde herkes kendisinden sorumlu olacaktır. Aile,
cemiyet, parti ve milletler dağılmış olacak ve herkes birer fert olarak
Allah'ın huzuruna çıkacak ve yaptıklarının hesabını verecektir. Bu noktaya
Kur'ân-ı Kerîm'in bazı diğer yerlerinde de temas edilmiştir. Meselâ, En'âm
sûresinde Allah'ın insanlara şöyle dediği kaydedilmiştir: "Sizi
yarattığımız gibi huzurumuza yalnız olarak geldiniz."(94) Meryem sûresinde
de şöyle denilmiştir. "O bize yalnız gelecektir"(80). Ve
"Onların hepsi kıyamet günü tek başına geleceklerdir"(95). Yukarıdaki
ayetin ikinci anlamı da şu olabilir. Dünyadaki hayatları sırasında binlerce,
yüz binlerce milyonlarca yılda ölmüş olan insanların gruplar halinde dünyanın
çeşitli yerlerinden tekrar hayata döndürülüp Allah'ın huzuruna
çıkarılacaklardır. Nitekim, Nebe' sûresinde aynı noktaya değinilmiştir:
"Sûr'a üfürüldüğü günde hepiniz fevc fevc geleceksiniz"(18).
"Amellerini görmek için"
deyiminin manası, Mahşer'de iyi ya da kötü olan herkese dünyada neler yaptığını
öğrenebilmesi için amel defterlerinin verilmesidir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususa
hayli açıklık getirilmiştir. Nitekim, birçok yerinde ister kâfir, ister
mü'min, ister sâlih, ister fâsık, ister Allah'a itaat eden, ister itaat etmeyen
herkese amel defterlerinin verileceği belirtilmiştir. (Bk: Hâkka; 19-25,
inşikak; 7-10). Gayet tabii ki, birine amel defterinin gösterilmesi veya
okuyabilmesi için kendisine verilmesi arasında herhangi bir fark yoktur.
Maksat, onun kendi amelini görmesidir.
Daha sonra "bir zerre
ağırlığınca hayır işleyenin ve bir zerre ağırlığınca şerr işleyenin mükâfatını
veya cezasını göreceği" ifade edilmiştir. Bu ifadeye de dikkat
edilmelidir. Bunun basit manası, insanların zerre kadar iyilik ve
kötülüklerinin de Allah'ın gözünden kaçmayacağı ve hepsinin mükâfatı ve
cezasının verileceğidir. Fakat, bu deyimle, ahirette herkese zerre kadar
iyiliğin mükâfatının ve zerre kadar kötülüğün cezasının ayrı ayrı verileceğini
anlamak yanlış olur. Çünkü böyle olursa en sâlih ve mü'min kişi bile hayatında
işlediği en ufak hatanın cezasını çekecektir, diğer tarafta en azgın kâfir ve
günahkâr kişi hayatında yaptığı en ufak iyiliğin mükâfatını alacaktır. Bu
anlam, hem Kur'ân-ı Kerîm'in, hem de hadis-i şerifin sarih ve bâriz
ifadelerine ters düşmektedir. Ayrıca, akıl, mantık ve adalet kuralları böyle
bir şeyin olmasına izin vermez. Meselâ, diyelim ki sizin çok sadık, vefakâr ve
fedakâr bir hizmetçiniz vardır. Bu hizmetçi bir gün ufak bir hata işlemiştir
ya da birden fazla önemsiz kusurda bulunmuştur. Şimdi, siz kalkıp bu hizmetçiye
ceza mı vereceksiniz? Akıl ve adalet böyle bir davranışınıza müsaade etmez.
Bunun gibi, sizin beslediğiniz ve yetiştirdiğiniz bir kişi size karşı isyan
eder ve sizi aldatır, kısacası nankörlük eder; fakat siz onun genel tutum ve
davranışlarını unutup en ufak bir iyiliği veya hizmeti için kendisine mükâfat
verirseniz aynı hataya düşülmüş olacaktır. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadiste mümin,
münâfık, kâfir, sâlih mü'min ve hatalı mü'min, zâlim ve fâsık mü'min, salt
kâfir ve salt kâfir-i müfsid ve zâlim gibi çeşitli tipteki İnsanlar için
mükâfat ve cezaların kaide ve kanunları etraflıca anlatılmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'in bu hususta
koyduğu bazı usuller vardır ki, şöyle özetlenebilir.
Birincisi, kâfir, müşrik ve
münâfıkların, iyi veya hayır olarak kabul edilen amelleri iptal edilecektir ve
bunlar Ahirette bu ufak tefek iyi amellerinin mükâfatını alamayacaklardır.
Evet, bu iyi işlerin bazı mükâfatı mutlaka vardır, ama bunlar bu kişilere
dünyada verilecektir. (Tafsilat için bk: A'raf; 147, Tevbe; 17, 67-69, Hûd;
15-16, İbrahim; 18, Kehf; 104-105, Nûr; 39, Furkan; 23, Ahzab; 19, Zümer; 65 ve
Ahkâf; 20)
İkincisi, kötülüğün cezası,
kötülük derecesine göre verilecektir; ama iyiliğin mükâfatı birkaç kat fazla
olacaktır. Bazı yerlerde mükâfatın, asıl işin 10 katı olacağı belirtilmişken
bazı yerde de Allah'ın mükâfatı istediği kadar büyütebileceği kaydedilmiştir.
(Bk: Bakara; 261, En'âm; 160, Yunus; 26-27, Nûr; 38, Kasas; 84, Sebe; 37,
Mü'min; 40).
Üçüncüsü, eğer mü'minler büyük
günahlardan sakınmaya çalışırlarsa, küçük günâhları affedilecektir: (Tafsilat
için bk: Nisâ; 31, Şûra; 37, En-Necm; 32).
Dördüncüsü sâlih bir mü'min
yargılanırken kendisine müsamahakâr davranılacak, onun ufak tefek günâhlarına
bakılmayacak ve iyi amelleri için iyi mükâfat verilecektir. (Tafsilât için bk:
Ankebût; 7, Zümer; 35, Ahkâf; 16, İnşikak; 8).
Hadis-i şeriflerde de bu meseleye
tam bir açıklık getirilmiştir. Biz daha önce İnşikak sûresinin tefsirinde
Kıyamet günü hafif ve yumuşak, sert ve ağır hesaplaşma ile ilgili Hz. Peygamber
(a.s.)'in bazı sözlerini nakletmiştik: (Bk.: Tefhim-ul Kur'ân, VI, İnşikak, 6.
dipnot). Hz. Enes'in naklettiği hadise göre bir defasında Hz. Ebû Bekr (r.a.)
Hz. Peygamber (a.s.) ile beraber yemek yiyordu. O sırada İnşikak sûresi indi.
Hz. Ebu Bekr derhal yemeği bıraktı ve Rasûlullah (a.s.)'a sordu. "Ya
Rasûlullah (a.s.) benden sadır olan zerre kadar kötülüğün neticesini görecek
miyim?" Hz. Peygamber (a.s.) dedi ki, "Ey Ebu Bekr (r.a.) dünyada
hoşlanmadığın hangi işi yaparsan o senden sadır olan zerre kadar kötülüklerin
bedelidir. Ve zerre kadar iyiliklerini ise Allah Âhiret'te senin için
biriktirmekledir." (İbn Cerir, İbn Ebî Hâtim, Taberanî fi-l Evsat,
Beyhakî fiş-Şu'ab, İbn-ul Münzir, Hâkim, İbn Merdûye ve Abd bin Hamîd).
Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Ebu
Eyyûb Ensarî'ye de bu ayetle ilgili olarak şunları buyurmuştur: "Sizden
hayır bir iş yapan mükâfatını ahirette alacaktır, kötü bir iş yapan ise bu
dünyada âfet ve hastalıklar şeklinde cezasını bulacaktır." İbn Merdûye,
Katâde, Hz. Enes'e istinâden Hz. Rasûl-ü Ekrem (a.s.)'in şu sözlerini
nakletmiştir. "Allahu Tealâ mü'min'e zulüm etmez. Allah dünyada mü'min'e
iyiliklerine karşılık mükâfat olarak rızık veriyor ve ahirette hakkettiği
mükâfatını verecektir. Kâfire gelince, dünyada onun yaptığı iyi işlerin
mükâfatı verilmiş oluyor. Böylece, Kıyamet olunca onun hesap defterinde hiçbir
iyilik bulunmayacaktır." (İbn Cerîr). Mesrûk, Hz. Ayşe (r.a.)'ye
dayanarak diyor ki, bir defasında Hz. Ayşe, Rasûlullah (a.s.)'a sordular:
"Abdullah bin Cud'ân cahiliyye döneminde hayır ve iyi işler yapardı,
fakir fukaraya merhametliydi, aç ve açıkta kalanlara yemek ve sığınacak yer
verirdi, misafirperverdi, mahkûmların da serbest bırakılması için uğraşırdı.
Ahirette bunların bir bedeli var mıdır?" Rasûlullah şu cevabı verdiler:
"Hayır, o (Abdullah bin Cud'an) ölene kadar, 'Rabbim Hesap Günü'nde benim
hatalarımı affeyleye' dememişti". (İbn Cerîr). Rasûlullah (a.s.) bu nevi
bazı diğer cevaplan, Cahiliyye döneminde çok iyi ve hayır işler yapmış ancak
kâfir ve müşrik olarak ölmüş olan bazı diğer kişilerin durumuyla ilgili olarak
da vermiştir. Fakat yine Hz. Peygamber (a.s.)'in hadislerinden anlaşılıyor ki,
gerçi kâfir ve müşriklerin hayır işleri kendilerini Cehennem azabından kurtarmayacaklardır,
fakat Cehennem'de bu kişiler diğer fâsık ve fâcirler kadar ağır cezaya tabi
tutulacaklardır. Meselâ, bir hadise göre Hâtim Tâî cömertliği yüzünden
nisbeten daha az ve hafif azap görecektir. (Ruh-ul Me'ânî).
Ne var ki, bu ayetler dikkatimizi
çok önemli bir noktaya da çekiyorlar. O da şudur, iyilik veya kötülük her ne
kadar küçük ve önemsiz olursa olsun kendi başına bir değer taşımaktadır ve
bunlar gözardı edilecek ve unutulacak cinsten şeyler değillerdir. Bu demektir
ki, bir iyilikten, her ne kadar küçük olursa olsun, vazgeçilmemelidir. Damlaya
damlaya göl olur. Küçük iyilikler ve sevaplar bir araya gelip Allah katında
büyük bir iyilik ve sevap sayılırlar. Aynı şekilde çok ufak ve önemsizdir diye
bir kötülük ya da günah işlenmemelidir. Çünkü bu gibi küçük günahlar birikip
dağ kadar büyüyebilirler. Hadislerde bu noktaya önemle değinilmiştir. Buhârî
ile Müslim'de Hz. Adiyy bin Hâtem'in bir rivâyeti şöyledir. Rasûlullah (a.s.)
buyurdular. "Cehennem ateşinden sakının. Eğer bu bir hurma vermek ya da
iyi bir söz söylemek vasıtasıyla da olsa." Aynı Hz. Adiyy bin Hatem'in
diğer hadisi de şöyledir: "Rasûlullah buyurdular. Su almak isteyen
birinin kovasını kuyuya atmak ya da kendi kardeşlerinizden biriyle güler yüzlü
görüşmek gibi iyi ve hayırlı işleri küçük görmeyin." Buhârî'deki kayıtlara
göre, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Peygamber (a.s.)'in kadınlara şöyle dediğini
nakletmiştir. "Ey müslüman kadınlar, bir keçinin ayak ucu bile olsa, bir
komşu kadın başka bir komşu kadına bir şey göndermeyi küçük görmesin."
Müsned-i Ahmed, Nesâî ve İbn Mâce'de Hz. Ayşe'nin şu hadisine rastlanmaktadır.
Rasûlullah (a.s.) derdi ki, "ey Ayşe küçük sayılan günâhlardan sakınmaya
çalış, zira Allah katında bunların da hesabı sorulacaktır." Müsned-i
Ahmed'de Hz. Abdullah bin Mes'ûd'un şu hadisine rastlanmaktadır. Rasûlullah
(a.s.) buyurdular. "Küçük günâhlardan sakının, zira bunlar bir gün insan
üzerine toplanacak ve onu nihayet boğacaklardır."
26.1.11. Âhiret'te Kimse Kimseye Yardımcı Olmayacaktır
Kur'ân-ı Kerîm'in ahiretle ilgili
ifade ettiği son önemli nokta, öbür dünyada kimsenin kimseye yardım
edemeyeceğidir. Orada herkes kendisini düşünecektir. Anne, baba, kardeş, koca,
karı, eş, dost, pır veya mürit kimse, kimsenin yardımına koşamayacak, her ne
kadar arzu ederse de yardım edemeyecektir. Herkes dünyada yaptıkları veya
yapamadıklarıyla baş başa kalacaktır. Amel defterinde ne yazılıysa onunla
yetinmek zorunda kalacaktır. Bir kişinin zerre kadar günâhını başkası
alamayacaktır. Aynı şekilde bir kişi zerre kadar sevâbını başkasına
devredemeyecektir. Zâten normal adâlet kuralları buna müsaade etmez. İlâhî
adalet te buna meydan vermeyecektir. En son söz, en son karar Mâlik-i
Yevmûd-Din olan Rabbul 'Âlemin'in elinde olacaktır. Allah'ın mahkemesinde
Allah’ın izin vermediği kimse ağzını açmaya ve başkaları için şefaatte
bulunmaya cesaret edemeyecektir.
"Günah işleyen bir kimse
başkasının günahını çekmez. Eğer günah yükü ağır gelen bir kişi başka birini
onu taşımaya çağırırsa, bu akrabası da olsa kendisine ondan bir şey
yükletilmez." (Fâtır; 18)
Yani Allah katında herkes kendi
amelinin sorumlusu olacaktır ve buna göre ya cezalandırılacak ya da
mükâfatlandırılacaktır. Bu yüzden Cenâb-ı Allah'ın bir kişinin amel yükünü
başkasına atmasına hiçbir imkân yoktur. İlâhi mahkemede kimse kimsenin amel
yükünü alamayacak ve kimse kimseyi kurtaramayacaktır. Bu sözleri söylemenin bir
sebebi de Mekke'de İslâmî davete evet diyen bazı kimselere mani olunması ve eş
dostlarının, "Atalarınızın dinini bırakıp yeni dini kabul etmeyin, azap da
olsa sevap da olsa, bizim boynumuzda olacaktır" demeleriydi.
Bunun için, yukarıdaki ayette ilk
önce Allah'ın adaletinin önemi vurgulanmış ve Allah katında bir kişinin günâh
ve sevabının başkasına atılamayacağına işaret edilmiştir. İkinci cümlede de
deniliyor ki, bugün "bize güvenerek küfredebilir ve günah
işleyebilirsiniz; kıyamette sizin günahınızı biz üstleneceğiz" diye sizi
kötülüğe ve günâha sevk edenler aslında yalan söylüyorlar. Kıyamet gelince
yalanlarının meydana çıktığını göreceklerdir. O gün zaten kendi yaptıklarının
hesabını veremeyecek ve başkalarının yardımına muhtaç olacak bu kişiler, sizi
açıkça aldatıyorlar. Kıyamette, Mahşer'de kardeş kardeşe ve baba oğluna
sırtını çevirmiş olacaktır. Kimse kimsenin günahının zerre kadarını üstüne
alamayacaktır.
"O gün insan kaçar:
Kardeşinden. Anasından ve babasından. Karısından ve çocuklarından. O gün
bunlardan herkesin kendisine yetecek bir işi vardır." (Abese; 34-37)
Yani Mahşer'de bir insan, dünyada
kendisine en yakın olan ve kendisinin en çok sevdiği akrabalarının zor durumda
olduğunu görünce onlara yardım edeceği yerde kendisini yardıma çağırmasınlar
diye onlardan kaçacaktır. Yukarıdaki ifadenin bir manası da şu olabilir:
Dünyada Allah'tan korkmadan ve ahireti düşünmeden bu kişiler birbiri için
çeşitli günahlar işliyordu ve birbirini kötü yola sevk ediyorlardı. Fakat
ahirette bu ortaklaşa kötü hareket ve günahların kötü neticesini gördükten
sonra herkes birbirinden kaçmaya çalışacaktır. Böylece başkalarının günah ve
sapıklıklarının sorumluluğu kendilerine yüklenmesin diye onlardan bucak bucak
kaçacaklardır. Herkes birbirine şüphe ve korkuyla bakacaktır. Ama bu herifler
mahkemede aleyhimizde şâhidlik yapmasın diye, kardeş kardeşten, evlâtlar anne
ve babalardan ve karılar kocalarından kaçacaklardır.
"Hiçbir dost bir dostu
sormayacak. Onlar birbirine gösterilir. Günahkâr o günün azabına (karşılık
şunları) fidye olarak vermeyi ister; evlatlarını karısını ve kardeşini.
Kendisini barındırmakta olan akrabasını. Ve yeryüzünde olanların tamamını;
sonra kendisini kurtarsın." (Mearic; 10-14)
Yani, Mahşer'deki muhakeme gizli,
saklı olmayacaktır ki, kimse hiçbir şey görmesin. Hayır, her şey herkesin
gözünün önünde olacaktır. Akrabalar, akrabalarıyla yüzleştirilecek, arkadaşlar
da arkadaşlarının önüne çıkarılacaktır. Herkesin akrabaları, yakınları ve
dostları gözlerinin önünde olacaklardır, ama onlara neler olduğunu, başlarına
neler geldiğini sormaya cesaret edemeyecektir. Zira onu hep kendi akıbeti
düşündürecektir. Hesaplaşma ve cezanın şiddetinden kurtulmak için herkes kendi
akraba ve yakınlarını birer fidye olarak kullanmak isteyecektir. D isteyecektir
ki, bu akrabalarını fidye verip canını kurtarsın. Ama buna imkân yoktur. Herkes
kendi cezasını kendi çekecektir, kendi hesabını kendi görecektir.
"O gün zâlimler için acıyacak
ve şefaati kabul olunacak kimse yoktur." (Mü'min; 18)
Burada "zalimlerden; Hak'tan
sapan, hakkı kabul etmeyen, her türlü haksızlık eden ve başkalarının hakkını
yiyenler kasdedilmiştir. Bu ayette kâfirlerin, müşriklerin ve diğer sapık
insanların "şefaat" ile ilgili yanlış düşünce ve inançları tümüyle
reddedilmiştir. Aslında Allah katında, ahirette zâlimlerin şefaatinin sözü
bile olmaz. Zira şefaat olunmaları için izin verilen kişiler âncak, Allah'a
itaat etmiş ve O'nun yolunu takip etmiş kişiler olacaktır. Ayrıca, şefaat eden
kişiler de Allah'ın sevgili kullan, peygamber v.s. olmalıdırlar. Allah’ın
sevgili kulları ise kâfir fâsık ve facirlerin dostu olamazlar ve onları
kurtarmaya da çalışamazlar. Fakat burada kâfir ve sapıkların genel inancının
reddi için böyle bir ifade kullanılmıştır. Kâfirler geçmişte ve bugün de
diyorlar ki her ne olursa olsun, ahirette biz peygamber ve velilere yalvarıp
Cehennem ateşinden kurtuluruz. Onların şefaati sayesinde Cehennem'e gitmeyeceğiz
diye kendi kendilerini aldatırlar. Cenâb-ı Allah bu tür fikir ve inancın
yanlış olduğunu bu vesile ile anlatmıştır.
"Rûh ve meleklerin saf olarak
huzuru ilâhide durdukları günde onlardan hiçbiri konuşmaz. Ancak Rahman'ın
müsaade ettikleri müstesna. Ve doğru söylerler." (Nebe'; 38)
Yani, Mahşer'de, ilâhi mahkemede
Allah'ın hükümranlığı o kadar büyük olacaktır ki, ister cin ve melek, ister
İnsanlar olsun kimseden çıt çıkmayacaktır. Herkes saf saf Allah'ın huzurunda
bulunacak, ama ağzını açamayacaktır. Cenâb-ı Allah konuşma izni vermedikçe
kimse tek bir lâf söylemeyecek, mahkemenin işlerine karışmayacaktır. Burada
işaret edildiği gibi, şefaate ancak iki şartla izin verilecektir. Bir; ancak
Allah tarafından izin almış olan bir kişi, yine Allah'ın merhametine nail olan
bir kişi lehinde şefaatte bulunabilir. İki; şefaat eden kişi de makul ve
ölçülü hareket etmeli, gereksiz ve haksız yerde şefaatte bulunmamalıdır. Bundan
şu anlam da çıkıyor. Şefaat olunacak kişi mutlaka müslüman olmalıdır. Yani günahkâr
olsa da kâfir olmamalıdır. Kâfir için şefaat söz konusu değildir.
"Öyle bir gündür ki hiç kimse
kimseye sahip olamaz. O gün emir Allah'ındır." (İnfitâr; 19)
İslâmî davetin işte bu maddesi
öylesine kuvvetli, inandırıcı, makul ve tutarlı biçimde ve öylesine açıklıkla
anlatıldı ki, kâfir ve müşriklerin "peki, öyleyse atalarımızı
mezarlarından çıkar" gibi saçma sapan meydan okumaları hiç de etkili
olamadı ve tutunamadılar. Sadece kendi menfaat ve faydaları için kavga ve
münakaşa edenler elbette ki menfi tutumlarını sürdüreceklerdi, inatçılıklarını
bırakmayacaklardı. Ama, bu bir avuç dik başlı inatçı kişilerin dışında akıl ve
mantığın sesini anlayan pek çok kişi vardı. Bunlar ahiretin ne imkânsız ne de
akla ters olacağını düşünüyorlardı. Allah'a hesap vermek fikrinden yoksun olan
bir insanın dünyada hak hukuk ve adaletin bütün kurallarına tamamıyla uyacağını
kimse garanti edemez. Ayrıca, kâinatımız ve hayat düzenimiz yok olup, kıyamet,
Mahşer ve ahiret gerçekleşmeden bütün İnsanlar diriltilip cezalandırılmadan
veya ödüllendirilmeden insanların gerçek ve mükemmel bir şekilde hak ve adalet
bulmalarının başka yolu da yoktur.
26.2. AHLÂK
VE FAZİLETLE İLGİLİ HÜKÜMLER
İslâmi davet, yukarıda
bahsettiğimiz temel akide ve inançlar hakkında gayet inandırıcı ve etkileyici
deliller verdikten sonra herkesin önüne ahlâk ve faziletin geniş, müstakil ve
daimî bir nizamını sundu. Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan ve dinleyen bir kişi,
İslâm'ın ahlâk mefhûmunun ne olduğunu, nasıl bir ahlâkı benimsediğini, nasıl
bir ahlâkı reddettiğini, insanlığın hangi şeklinin müslümanlarca makbul
olduğunu ve insanların hangi davranış ve hareketlerini tasvip etmeyip,
değiştirmek veya tamamıyla ortadan kaldırmak istediğini, ne tür insan ve
cemiyetler yaratmak istediğini, kötülüğü nasıl gördüğünü, bunun sebeplerini
nasıl tesbit ettiğini, bunun insan toplumunda ne şekillere büründüğünü, iyiliğe
nasıl baktığını, iyiliğin kaynağının ne olduğu, bunun gelişme ve yayılmasının
yollarının ne olduğunu nasıl anlattığını kolayca anlayabilir. Kur'ân-ı Kerim,
İslâm'ın gayesinin zâten kötülük ve günâhın bütün sebeplerini ortadan
kaldırmak, iyilik ve sevap yollarını aramak ve genişlemek olduğunu ifade etmiş,
bireysel ve toplumsal düzeyde kötülüklere son verip iyilikleri tesis etmek
olduğunu açıklamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'in bu ifade ve açıklamaları öylesine
açık, ayrıntılı, etkileyici, sürükleyici büyüleyici ve akla ve mantığa yatkındı
ki, Cahiliyye toplumunun etkisiyle yüzyıllardan beri ahlâksızlığın en alt
düzeylerine inmiş olanlar bile, İslâmî davetin bu hikmetini anlamakla ve
kavramakta gecikmediler. Onlar, İslâmiyet'in kötü olarak nitelendirdiği şeyin
gerçekten insanlığın yüz karası olduğunu ve bu Hak dinin, fertler ile
cemiyetleri içine sokmak istediği kalıbın insanlığın en iyi örneği olduğunu
anlamakta gecikmediler.
26.2.1. Ahlâk İle İlgili Bazı Temel Gerçekler
İslâm'ın ahlâk ve fazilet
kavramının İnsanlar tarafından iyice anlaşılması için kendilerine bazı temel
gerçekler anlatıldı.
"İnsan ve onu yaratana. Sonra
da ona kötülüğünü ve takvasını ilhâm edene yemin ederim ki, Muhakkak nefsini
ıslâh ve temiz kılan kişi felâha ermiştir. Onu kirleten de mahv ve helâk
olmuştur." (Şems; 7-10)
Burada denilmek isteniyor ki,
Cenâb-ı Allah insana, hayat sürmesini en uygun şekilde mümkün kılacak vücut,
boy, eller, ayaklar ve beyin v.s. bahşetmiştir. Cenâb-ı Allah, insana görmek,
işitmek, dokunmak, tatmak ve koklamak için, oranları ve özellikleri bakımından,
kendisine en iyi bilgi aracı olabilecek duyular vermiştir. Allahu Teâlâ,
insana, dünyada insanın yapabileceği işleri becermek için akıl ve fikir, ikna
kabiliyeti, hayal gücü, hafıza, fark gözetme ve ayırım yapma yeteneği, karar ve
irade gücü ve diğer pek çok zihinsel kuvvet ve meziyet vermiştir. Yüce Allah,
insanı, içgüdü ve tabiatı bakımından kötü veya doğuştan günahkâr değil, iyi ve
dürüst olarak yarattı. Böylece, doğru yolu takip etmek istediği zaman buna
meyletmesine açık kapı bıraktı.
Yukarıdaki "ilhâm"
kelimesinin özel bir anlamı vardır. İlham kelimesi ıstılah olarak Allah
tarafından bir kavram veya fikrin, kuluna gayrı şuûrî olarak aktarılması
anlamına gelmektedir, insana kötülük ve takvânın ilhâm edilmesinin iki manâsı
vardır. Birincisi, Cenâb-ı Allah insanın tabiatında iyilik ve kötülüğü ve her
ikisinin eğilim ve yeteneğini yaratmıştır ve insan bunları zaman zaman kendi
kendine hissetmektedir. İkincisi, Cenâb-ı Allah, insanların bilinçaltında,
ahlâkta iyi ve kötü diye bir şeyin bulunduğu, iyi ve güzel ahlâk ile kötü
amellerin aynı olmadığı, kötülükten kaçınılması ve takvânın geliştirilmesi
gerektiği gibi kavram ve fikirler bulundurmuştur. Bu kavramlar İnsanlar için
yabancı değillerdir, aksine bunları çok iyi bilmektedirler ve Yaratan, herkese
iyi ile kötü arasında ayırım yapma kabiliyetini doğuştan vermiştir.
Yukarıdaki ayetlerde insanların
kendi nefislerini ıslâh etmeleri ve temiz kılmaları halinde felâha
kavuşacakları kaydedilmiştir. İnsan kendi tabiatında varolan kötülükleri
bastırmalı ve tamamıyla etkisiz hale getirmeli, buna karşılık iyilikle ilgili
yetenek ve meziyetlerini alabildiğine geliştirmelidir. İnsan ebedi refah ve
mutluluğu ancak bu şekilde elde edebilir. Fakat bunun tam aksine iyilik
yeteneğini ve takvasını zedeleyen, hatta tamamıyla yok eden, buna karşılık
kötülüklerini alabildiğine geliştiren bir kişi mahv ve helâk olacaktır.
Ahirette büyük bir azap göreceği gibi dünyada da zararlarından
kurtulamayacaktır.
"Gerçekten biz inşam karışık
bir damla nutfeden yarattık. Ve onu imtihan edeceğiz. Bunun için onu işitici ve
görücü kıldık. Gerçekten biz ona, (doğru) yol gösterdik. İster şükredici olsun
ister kâfir." (İnsan; 2-3)
Erkek ile dişinin karışık
nutfesinden sadece insan değil, hayvan da doğar. Ancak insan ile hayvan
arasında fark vardır. Şöyle ki, hayvan bu dünyaya bir imtihan için
gönderilmemiştir. İnsan ise imtihan için yaratılmış ve buraya gönderilmiştir.
Bu sebeple, Cenâb-ı Allah insanları hayvanların aksine işitici, görücü, ilim
ve irfan sahibi yapmıştır. Allah insanlara bu meziyetleri, kuvvet, kudret ve
nimetleri vermenin yanı sıra, onlara doğru yolu da göstermiştir, ki bu şekilde
Allah'ın kulları olarak O'na şükretme ve küfretme yollarının neler olduğunu
öğrenebilsinler. Eğer İnsanlar dünyadaki imtihanı iyi puanlarla geçmek
istiyorlarsa küfr değil, şükr yolunu seçmelidirler.
"Biz ona iki göz vermedik mi?
Bir dil ve dudak yaratmadık mı? Ona iki yol gösterdik." (Beled; 8-10)
Burada bahsedilen
"gözler", inek ve koyunların gözleri değil, insanların gözleridir.
İnsanlar gözlerini açıp etrafa bakarlarsa hakikati gösteren ve iyi ile kötü
arasındaki farkı belirleyen işaretleri görebilirler. "Dil ve dudaklarda
da konuşma vasıtaları değil, sağduyu ve iyi ile kötüyü değerlendirme
kabiliyeti anlatılmak istenmiştir. Yani, bu insanî azaların ardında düşünen ve
karar veren bir kafa vardır. Daha sonra denilmek isteniyor ki, insana akıl ve
mantık, ilim ve irfan verilmekle yetinilmemiştir. İnsana doğru ile yanlış, iyi
ile kötü yollar arasındaki fark da iyice anlatılmış ve gösterilmiştir. Ancak
bundan sonra seçim yapma hakkı kendisine verilmiştir.
"Biz insanı en güzel sûrette
yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısına çevirdik. Ancak iman edip sâlih
amel işleyenlere mihnetsiz ecir ve tükenmeyen mükâfat vardır." (Tin; 4-6)
Yani, Yüce Allah insana ilk önce
en güzel ve en uygun bir vücut bahşetti. İnsan vücudu, diğer canlıların en
iyisi ve en mükemmelidir. Cenâb-ı Allah insana daha sonra akıl, fikir, ilim,
irfan ve zekâ gibi yüksek meziyet ve erdemler verdi. Fakat insan iman ve sâlih
amel yolunu terk edip vücut ve kafasının bütün güçlerini kötü yolda kullanmaya
çalışınca Allah da onu düşürdükçe düşürür, öyle ki insan mahlûkların en âlâsı
durumunda iken en rezil ve alçak seviyeye inmiş olur.
İnsan toplumunda bunun sayısız
örnekleri vardır. Hırs, ihtiras, menfaatçilik, şehvet, paraya tapma, zina,
kumar, sarhoşluk, öfke, kin ve nefrete kapılan bir şahıs alçaldıkça alçalır ve
en âdi en rezil yaratık olup çıkar. Meselâ, bir milletin kin, nefret ve
düşmanlık ateşiyle yanarak başka bir millete en acımasızca ve en alçakça
muamelede bulunduğunu hepimiz biliriz. Kin ve nefret insanı yırtıcı bir hayvan
yapıverir. Hatta öfkeli bir insan hayvanı bile geçer. Vahşî bir hayvan sadece
kamı acıktığı zaman ava çıkar ve başka hayvanlara saldırır; hayvan katliam
yapmaz. Ama insan hemcinslerinin katliamını yapar, hem de iğrenç bir tavırla ve
büyük bir zevkle. Yabanî bir hayvan sadece kendi pençe ve dişlerini kullanır.
Fakat insan gibi akıllı bir mahlûk, hemcinslerini öldürmek ve onlara akıl almaz
eziyetler vermek amacıyla korkunç silah ve araç-gereçler icat eder. Bu silahlar
köyleri, kasabaları ve şehirleri bir anda yok edebilirler. Bir hayvan başka bir
hayvanı ancak yaralar veya öldürür. Ancak insan hemcinslerine işkence yapmak
için öyle yollar ve araçlar icat etmiştir ki aklımız durur. İnsanın düşmanlığı
ve intikam ateşi öylesine alevlenebilir ki, düşman kadınlar toplu halde çıplak
yürütülür, bir kadına 10-20 kişi tecavüz eder; baba, anne, kardeş ve kocaların
önünde kız, kardeş ve karılarının ırzına geçilir, çocuklar anne ve babalarının
gözlerinin önünde kurşuna dizilir veya kılıçtan geçirilir, anneler çocuklarının
kanlarını içmeye mecbur edilir, İnsanlar diri diri yakılır, toprağa gömülür.
Dünyadaki en vahşi hayvanlar bile insanların bu vahşetini yapamazlar.
İnsanların diğer kötülük ve günahları da aynıdır, İnsanlar bunlara öylesine
müptelâ oluyorlar ki bu hareketleriyle, kendilerinin, mahlûkların en rezili
olduğunu ispatlamış oluyorlar. İnsanların dinî inançları da öyledir. En kutsal
sayılması gereken din ve dinî inançlar en aşağı noktaya kadar indiriliyor. Öyle
ki, İnsanlar ağaçlara, hayvanlara, taş ve topraklara tanrı ve tanrıça diye
tapmaya başlıyor. O kadar alçalıyorlar ki, erkek ve kadın cinsel organlarına
bile tapıyorlar ve tapınaklarda açıkça fuhuş yapılmak üzere rahibe ve
hizmetçiler bulunduruyorlar. İnsanların tanrı ve tanrıça dedikleri nesne ve
varlıklar hakkında yüz kızartıcı hikâye ve destanlar uydurulup bunlara
mitoloji ismi veriliyor.
Kur'ân-ı Kerîm bu gerçekleri
anlattıktan sonra insan nefsinin üç ayrı çeşit olduğunu açıklamıştır. Bir,
nefs-i emmâre, ki insanı kötülüğe sevk eder (Yusuf; 53). İki, nefs-i lev vâme
(kınayan nefis), ki insan, kötülüğü düşündüğü, yapmaya karar verdiği veya
yaptığı zaman, her safhada onu ikaz eder ve kötülüğü yaptıktan sonra da
kendisini lanetler (Kıyâme; 3). Üç, nefs-i mutme'inne, ki kalp rahatlığıyla
kötü yolu bırakıp iyi yolu seçer. Bu nefis hiçbir zaman kötülüğün meyvelerini
yememesi ve zevklerini tatmamasından dolayı pişmanlık duymaz ve iyilik ve sevap
için birçok şeylerden mahrum kalması, bazı fedakârlıklarda bulunması ve bazı
zorluklar çekmesinden bir burukluk, bir acı duymaz. Pişmanlık, burukluk ve acı
şöyle dursun, kötülüğün bataklığından kurtulması ve iyiliğin nimetlerine
kavuşmasından haz ve memnuniyet duyar. İşte bu üçüncü çeşit nefis, Kur'ân-ı
Kerîm tarafından Allah'ın en beğendiği nefis ilân edilmiş ve buna cennetin
müjdesi verilmiştir (Fecr; 27-30).
26.3. CEHÂLET
VE DALÂLETİN SEBEPLERİ
Bundan sonra Kur'ân-ı Kerîm,
genellikle insanların ve özellikle Arap kâfir ve müşriklerinin cehâlet ve
dalâlete sürüklenmelerinin sebeplerini sıralamıştır:
26.3.1. Ataları Körükörüne Taklit
Ataları körükörüne taklit etmenin
ilk safhası, babadan oğula geçen din ve dinî inançlardır. Eski din ve dinî
inançlara, sadece babalar ve dedeler böyle yapıyorlarmış diye bağlı kalınıyor.
Bu hususta hiç akıl ve mantık kullanılmaz ve ecdâd'ın, iyi mi yoksa kötü mü
yaptığı araştırılmaz. Bu körükörüne taklide cevap olarak Kur'ân-ı Kerîm,
sadece bunun, ataların bir geleneği olduğunu ifade etmekle yetinmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta tarihten pek çok misaller verilmiştir.
Meselâ, Kur'an-ın dediği gibi, Hz.
Hûd (a.s.), Âd kavmini kötülüklerden menettiği ve doğru yola gelmelerini
öğütlediği zaman Âd kavmi bütün delil ve nasihatleri reddedip kendisine şöyle
dedi.
"Yalnız Allah'a ibadet edip
babalarımızın taptıklarını terk etmemiz için mi geldin?" (A'raf; 70)
Hz. Sâlih (a.s.) Semûd kavmine
nasihatte bulunduğu zaman da şu cevabı aldı.
"Ey Sâlih bundan önce sen
aramızda hatırı sayılırlardan biri idin. Şimdi bizi babalarımızın taptığı
şeylere tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu, senin dâvet ettiğin şeyden
şüphedeyiz." (Hûd; 62)
Hz. Şuayb Medyenlileri günâhlardan
sakınmaya çağırdığı zaman da benzeri bir cevapla karşılaştı.
"Ey Şuayb, babalarımızın
taptıklarını terk etmemizi yahut mallarımızda istediğimizi yapmamayı dinin mi
sana emrediyor?" (Hûd; 87)
Hz. İbrahim (a.s.) babasına ve
kavmine, "sizin tapmakta olduğunuz bu heykeller nedir?" diye
sorduğunda şu cevabı almış: "Babalarımızı bunlara ibâdet eder
bulduk." Bunun üzerine Hz. İbrahim kendilerine açıkça söyledi. "Yemin
olsun, siz ve babalarınız açık bir sapıklık içindesiniz." (Bk: Enbiya;
52-54). Hz. İbrahim daha sonra kendilerine şu soruyu yöneltti.
"Çağırdığınız zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Size bir fayda veya
zararları oluyor mu?" Fakat, onlar dediler ki, bizim için onların bizi
işitip işitmemeleri veya bize faydalarının olup olmaması önemli değildir, biz
onlara tapıyoruz, zira, "biz babalarımızı böyle yapar bulduk." (Bk:
Şuara; 72-74).
Hz. Musa (a.s.) birçok Mu'cizeler
gösterdikten sonra Firavun ve sarayındakileri Hakka davet edince kendileri
şöyle dediler:
"Babalarımızı üzerinde
bulduğumuz dinden çevirmek üzere mi geldiniz?"(Yunus; 78)
Bu misalleri verirken Kur'ân-ı
Kerîm, bütün cahil milletlerin, peygamberlerin davetini bu suretle
reddettiklerini ifade etmiştir. Nitekim geçmişteki milletlerin genel
tutumundan bahsederken bu milletlerin kendi peygamberlerinin açık nasihat ve
ikazlarına ancak şöyle cevap verdiğini belirtmiştir.
"Siz de bizim gibi
insansınız, bizi babalarımızın ibâdet ettiği şeyden çevirmek
istiyorsunuz." (İbrahim; 10)
Kur'ân-ı Kerîm başka bir yerde şu
ifadede bulunmuştur.
"Bunun gibi, senden önce
hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek o (memleketin) ileri gelenleri,
'Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Ve onların izlerine uymuşuz' dediler.
(Her peygamber kendi ümmetine) 'atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha
doğrusunu size getirdimse de mi' dediğinde onlar. 'Biz, sizin kendisiyle
gönderildiğiniz şeylere inanmıyoruz' dediler." (Zuhruf; 23-24)
Bu, sadece geçmişte ve eski
çağlarda cahil milletlerin tavrı değildi. Cahil milletler her devirde ve her
yerde hidayet, ilim ve irfan ışığına karşı gelmiş ve kendi atalarının
Cehennem'e gitmelerine bile yol açan dinî inançlarına, örf ve âdetlerine bağlı
kalmışlardır. (Lukman; 20-21)
Bu misalleri verdikten sonra
Kur'ân-ı Kerîm, doğrudan Kureyşliler ile Arap'ları ikaz etmiş ve kendilerinin,
takip ettikleri din, örf ve âdetlerin doğru olup olmadığını araştırmadan
bunlara bağlı kalan milletlerden farklı olmadıklarına işaret etmiştir. Saffât
sûresinde şöyle denilmiştir.
"Çünkü onlar babalarını
sapıklıkta buldular. Kendileri de onların izleri üzerinde
koşturuluyorlardı." (Ayet; 69-70)
Hûd sûresinde Hz. Rasûl-ü Ekrem'e
hitap edilerek şöyle buyurulmuştur.
"Onlar atalarının bundan
evvel taptığı gibi taparlar. Biz de, onlara nasiplerini (cezalarını) eksiksiz
veririz." (Ayet; 109)
Kur'ân-ı Kerîm'de Kureyşliler ve
diğer Arap'ların çıplak olarak ve hiç utanmadan ulu orta dolaşmalarına dikkat
çekilmiştir. Hem Hz. Peygamber (a.s.) hem Kur'ân-ı Kerîm, Arap'ların bu kötü ve
iğrenç alışkanlıklarını terketmelerini isteyince bunun da bir ata yadigârı
olduğunu belirterek alışkanlıklarını sürdürmekte ısrar ettiler. Nitekim, A'râf
sûresinde şöyle buyurulmuştur.
"Müşrikler fena bir iş
istediklerinde: 'Babalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bize bununla emretti,'
derler. De ki: 'Allah hiç bir zaman kötülüğü emretmez. Allah üzerine
bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?" (Ayet; 104)
Aynı şekilde Arap kâfirler helâl
ve haram ile ilgili akide ve inançları da atalarından devraldıklarını söylüyor
ve bu hususta hiçbir değişiklik yapmaya razı olmuyorlardı. Halbuki onların
helâl dedikleri bazı şeyler çok iğrenç ve büyük günahtırlar. Aynı şekilde haram
ilân ettikleri bazı şeyler İslâmiyet'e göre caiz ve uygundu. Bu hususu Bakara
sûresinde şöyle denilmiştir.
"Onlara (Yahudilere) Allah'ın
indirdiğine uyun denildiğinde, 'Biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabi
oluruz' derler. Babaları bir şey anlamaz ve hidâyeti bulmaz takımından iseler
yine onlara uyarlar mı?" (Ayet; 170)
En'am sûresinde körü körüne taklid
öylesine şiddetli ve hiddetli bir biçimde reddedilmiştir ki, Arap kâfirlerin en
inatçısı bile yanlış bir yolda olduklarını düşünmekten kendilerini alamamış
olabilirler, ilgili ayetler şöyledir:
"Müşrikler ekinlerin
hâsılatından ve ehli hayvanlardan Allah'a hisse ayırırlar. Kendi boş
zanlarınca, 'bu Allah için, bu da ma'butlarımız için' derler. Mabutlarına ait
olanlar Allah'a ulaşmaz. Amma, Allah'a ait olanlar (evet) onlar ortaklarına
gider. Hükmeyledikleri şeyler ne kötüdür. Onları helâka sevk etmek ve dinlerini
karıştırmak için putları (hizmetçileri) birçoklarına evlatlarını öldürmeyi iyi
gösterdiler... Onlar batıl zanları ile 'bu davarlar ve ekinlere haramdır.
Onları ancak bizim dilediğimiz kimseler yerler' dediler. Bazı hayvanların
binmek ve yük yüklemek gibi arkalarını haram kıldılar. Ve bazılarını da
boğazlarken üzerlerine Allah'ın ismini zikretmezler (anmazlar). Ve bununla da
Allah'a iftira ederler. Allah onların bu iftiraları yüzünden
cezalandıracaktır. 'Bu davarların karnında olan yavru, erkeklerimize helâl ve
kadınlarımıza haramdır' dediler. Eğer yavru ölü ise erkek ve kadın bunu yemekte
ortaktırlar. Allah onların bu hallerinin cezasını verecektir. En'am sekiz
çeşittir. Koyundan iki ve keçiden iki, müşriklere sor ki, 'Allah bunların
erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa dişilerinin karnındaki yavruları mı haram
etti? Eğer sözünüzde doğru iseniz bunu bilerek haber veriniz. Deveden iki,
sığırdan iki. Bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa dişilerinin
karnındaki bulunanı mı haram etti? Allah bununla size vasiyet buyurduğu zaman
hazır mıydınız? Cahilane, halkı saptırmak için Allah üzerine yalan iftira
edenden daha zâlim kim vardır? Allah zâlim olan kavmi hidâyete erdirmez!"
(Ayet; 136-139,143-144)
26.3.2. Büyük Adamları ve Din Adamlarını Yanlış Taklit
Ecdâd ve ataları taklit etmek
gibi, büyük adamları ve din adamlarını taklitte mübalağa etmek de, milletlerin
mahv ve perişan olmalarına sebep olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de belirtildiği
üzere, ecdadı taklit gibi, büyük adamların, mevki ve makam sahiplerinin, liderlerin,
zengin ve nüfuzlu kişilerin ve dinî liderlerin de sırf büyük ve şöhretli
kişilerdir diye taklit edilmesinin, insanların, toplumların ve milletlerin
yanlış yola sevk edilmesine, hattâ onların felâkete sürüklenmelerinde büyük
rolü vardır. Kur'ân-ı Kerîm büyük adamların peşinden körü körüne koşanları da
ikaz etmiş ve Ahirette büyük pişmanlık duyacaklarını ve şöyle yalvaracaklarını
kaydetmiştir.
"'Ey Rabbimiz, Biz
reislerimize ve büyüklerimize tabi olduk. Onlar bizi yanlış yola götürdüler'
diyecekler. 'Ey Rabbimiz onlara azabı iki kat ver. Onlara en büyük lânetle
lânet et' (diyecekler.)" (Ahzab; 67-68)
"Ey Rabbimiz, cin ve
insanlardan bizi yolumuzdan şaşırtanları bize göster de onları ayaklarımızın
altına alalım. Böylece en aşağıda kalanlardan olsunlar." (Fussilet; 29)
"Azabı gördükleri ve ondan
kurtulmak için her türlü çarenin münkatı (kesilmiş) olduğu zaman, kendilerine
uyulanlar, tâbi olanlardan uzaklaştıklarında (teberri eylediklerinde) Tâbi
olanlar, 'Eğer bize tekrar dünyaya dönüş olsa, onların bizden uzaklaştıkları
gibi biz de onlardan uzaklaşırdık' derler. İşte böylece, Allah onlara bütün
yaptıklarını hasretler halinde kendilerine gösterecektir. Onlar Cehennemden
çıkmazlar." (Bakara; 166-167)
"Zâlimleri Rabblerinin
huzurunda dururken bir görsen. Onlardan bazısı bazısına söz söylerler. Zayıf
olanlar, büyüklük taslayanlara, 'Eğer siz olmasaydınız biz mü'minler olurduk'
derler. Büyüklük taslayanlar zayıflara, 'Size hak geldikten sonra ondan sizi
biz mi çevirdik. Hayır siz kendiniz suçlu idiniz' cevabını verirler. Zayıf
kabul edilenler de büyüklük taslayanlara, 'hayır gece ve gündüz bizi aldatıp,
bizi Allah'ı inkâra ve O'na ortaklar koşmağa sevk ve emrediyorsunuz' derler.
Azabı gördükleri zaman hepsi pişmanlıklarını izah ederler. Biz de kâfirlerin
boyunlarına zincirleri takarız. Onlar yaptıklarının gayrısı ile mi
cezalandırılacaklar?" (Sebe'; 31-33)
Kur'ân-ı Kerîm'in inkâr edilmez
evrensel bir ilke olarak ortaya koyduğu gibi, bir toplumun çöküşü ancak lüks
içinde yaşayan, müreffeh, zengin, mutlu ve yüksek-tabakaların dinî, sosyal ve
ahlâkî bozukluğundan ileri gelir. Bir milletin uçurumun kenarına gelmesine
sebep olan zengin, varlıklı, kuvvetli ve kudretli kişilerin içki, kumar,
fuhuş, zina, zulüm, hırsızlık adaletsizlik ve katliâm gibi illetlere
yakalanmalarıdır. Yüksek sınıftaki lüks ve bolluk içinde yaşayan fertlerin bu
rezaletleri, bilâhare bütün milletin batmasına yol açar. Nitekim İsra
sûresinde şöyle denilmiştir.
"Bir memleketi helâk etmek
istediğimiz zaman, onun şımarmış elebaşlarına emrederiz de, onlar itaattan
çıkarlar. Artık üzerlerine azab vacib olur. İşte o zaman onu kökünden helâk
ederiz." (Âyet; 16)
İnsanların cehalete ve dalâlete
sürüklenmesinin üçüncü sebebi gurur ve kibirliliktir. Kur'ân-ı Kerîm bu hakikate
işaret ederken, insanların hak ve hakikati anlamak ve kabul etmekten
çekinmelerinin bir sebebinin, kendi yanlışlıklarını teslim etmemeleri olduğunu
ifade etmiştir. Kur'ân insanların gururunun, onların daha önce yanlış yolda
olduktan sonra, doğru yolu takip etmelerine engel teşkil ettiğini
kaydetmiştir. İnsan kendisinin küçük düşürülmesini ve bir hata işlediğinin
açıklanmasını sevmez. Bazı kimseler yüksek mevki ve makamda bulunur, itibar
sahibi olurlar. Kendilerine Hak geldiği zaman Bâtıl'ı bırakmaları, güçlerine
gider. Etraftakilerin ne düşüneceklerini merak ederler. Mevki, makam ve
itibarlarını kaybedeceklerini düşünürler. Bazen da bu tip İnsanlar kendilerini
herkesten üstün ve yüksekte görürler. Yanlışlıklarını ortaya koyan bir mesaj ve
bir davet gelince hiç düşünmeden reddederler. Zira bu dâveti kabul etmeleri
sanki kendilerini küçük düşürmüş olur. Kendileri ne kadar cehalet ve dalâlet
içinde olurlarsa olsunlar ve karşı taraf ne kadar doğru ve haklı olursa olsun
gerçeği bir türlü kabul etmezler, çünkü bunu kendilerine yakıştıramazlar!
Kur'ân-ı Kerîm bir yandan bu sahte gurur ve büyüklük kompleksini kırmaya,
böylece Mekkeli ve Arap müşriklerin yanlış tutumlarını düzeltmeye çalışmıştır,
bir yandan da geçmişte pek çok milletlerin felâkete uğramalarına sebep olan bu
yanlış tutumu misallerle anlatmıştır.
Meselâ Nûh sûresinde Hz. Nûh
(a.s.)'un şu sözleri nakledilmiştir.
"Ey Rabbim, ben kavmimi gece
ve gündüz dâvet ettim. Fakat benim davetim onlarda ancak (imandan) kaçmayı
artırdı. Doğrusu, ben onları mağfiret edesin diye her dâvet edişimde onlar
parmakları ile kulaklarını tıkadılar. Ve elbiselerine büründüler. Ve küfürde
ısrar ettiler. Son derece kibir gösterdiler!" (Âyet; 5-7)
Mü'min sûresinde Firavun ile Hz.
Musa (a.s.) arasındaki mücadeleden bahsedilirken şöyle denilmiştir. Firavun,
Hz. Musa (a.s.)'yı öldürmeyi planladığını açıklayınca hak ve hukuktan yana olan
bir nedimi gayet samimi ve etkileyici bir şekilde Mısır hâkimini bu kötü
niyetinden vazgeçirmeye çalıştı. O'nun zor kullanarak değil, diplomasiyle ve
müzakere yoluyla Hz. Musa ile barışmasını istedi. Fakat Firavun bu telkinlere
hiç kulak asmadı ve inatçılığında ısrar etti. Firavun'un bu tutumuyla ilgili
olarak Kur'ân-ı Kerîm'de şu ifade kullanılmıştır.
"Allah işte böyle her
mütekebbir zorbanın kalbine mühür vurur." (Mü'min; 35)
Yani, hangi kalbe kibir ve cebir
(şiddet, zulüm) girerse o kalb, her türlü nasihat ve doğru söze kapanmış olur.
Daha sonra Allah o kalbi öylesine kapatır ve lanetler ki, kim ne yaparsa
yapsın o kalb bir daha hidâyete ve irfana erişmez.
A'raf sûresinde belirtildiği gibi,
Cenâb-ı Allah, Hz. Musa'ya telkin ve nasihatlerini ihtiva eden kitabeler
verirken kendisini şöyle ikaz etmişti.
"Yeryüzünde haksız yere
kibirlenenleri, ayetlerime ittiba'dan çevireceğim. Eğer bütün Mu'cizeleri
görseler ona îman etmezler. Eğer akl-ı selimin yolunu görseler onu kendilerine
yol edinmezler. Ve eğer isyan ve fesât yolunu görseler onu yol edinirler."
(Âyet; 146)
Bakara sûresinde şöyle
buyurulmuştur.
"İnsanlardan dünya hayatında
sözleri senin hoşuna giden vardır ki, O kalbinde olan için Allah'ı şâhid tutar.
Halbuki, o en büyük düşmandır. Eğer o yeryüzünde iş başına geçerse fesâd
çıkarmaya, ekini ve zürriyeti helâk etmeye koşar. Allah fesâdı sevmez.
Allah'tan kork denildiğinde, izzet-i nefsi kabarır, ona cehennem
kâfidir." (Âyet; 204-206)
Müddessir sûresinde Mekkeli bir
kabile reisinin durumuna değinilmiştir. Bu kabile reisi, Kureyşli kabile
reislerinin Hazreti Peygamber (a.s.)'e yönelttikleri iftira ve itirazlarından
vazgeçmelerini istiyor, Kur'an-ı Kerim'in güzel ve etkileyici bir kelâm
olduğunu, bunun kökleri sağlam, dalları yapraklı ve meyveli bir ağaç olduğunu
söylüyordu. Fakat bu reis ne zaman ki, ya Hz. Muhammed (a.s.)'in Allah’ın
rasûlü olduğunu ve davetinin de haklı olduğunu söyleyip kabile reisliğini terk
etmek veyahut da Rasûlullah (a.s.)'a yalan yanlış iftirada bulunarak kabile
reisliğini kurtarmak arasında seçim yapmak durumunda oldu, o zaman ikinci
şıkkı tercih etti. Böylece kendi vicdanına ters düşerek, Hz. Muhammed (a.s.)
aleyhinde tamamıyla asılsız ve yalan bir iftira hazırlayıverdi. Kur'an-ı Kerim
bu sinsi ve iğrenç yaratığın halet-i ruhiyesini anlatmak suretiyle maskesini
şöyle düşürmüştü:
"Muhakkak o düşündü. Ve ta'n
için ölçü koydu. Helâk olsun, nasıl ölçü koydu. Sonra yine kahrolası, nasıl
ölçü yaptı? Sonra dikkatle baktı. Sonra kaşlarını çatıp yüzünü ekşitti. En son
arkasını dönüp ululuk tasladı. 'Bu ancak devam eden bir sihirdir' dedi. 'Bu
insan sözünden başkası değildir." (Müddessir; 18-25)
26.3.4. Dünyada Zenginlik ve Fakirliği Hayır ile
Şer'in Karşılığı Olarak Kabul Etmek
Kur'an-ı Kerim, insanların cehâlet
ve sapıklığının bir sebebinin de, bir insanın iyi veya kötü amelinin ölçüsü
olarak zenginlik ve fakirliğini ele alması olduğunu belirtmiştir. Bazı
İnsanlar, bu dünyada kim rahat, lüks ve mutlu bir hayat sürüyorsa, ahlâkı ne
kadar kötü ve ameli ne kadar iğrenç olursa olsun, onun başarılı olduğunu
sanırlar. Aynı şekilde kim fakir ve perişansa, onun dünyada da, ahirette de
başarısız olduğuna inanırlar. Bu, tamamıyla yanlış ve sakat bir düşüncedir.
Bir insanın zengin veya fakir oluşunun, dünyada ve ahirette başarılı veya
başarısız olmasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Kur'an-ı Kerim, tarihte de bunun
bazı misallerinin bulunduğunu belirtmiş, ayrıca bazı Mekkeli ve Arap
müşriklerin de aynı fikirde olduğunu ifade etmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Nuh'un
hikâyesi anlatılırken, onun kavminin ileri gelenlerinin, davetini, etrafında
hep fakir ve cemiyetin alt tabakasından İnsanlar bulunduğu gerekçesiyle, kabul
etmediklerini söyledikleri kaydedilmiştir.
"Sana iman mı edelim? Halbuki
sana tabi olanlar bayağı kimselerdir." (Şuara; 111)
Hz. Sâlih'in hikâyesi
anlatılırken, Medyenli ileri gelenlerin yeni dine giren fakir kimselere şöyle
dedikleri kaydedilmiştir: "Salih'in, Rabbi katından gerçekten gönderilmiş
bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?" Buna cevap olarak da fakirler
şöyle dediler: "Biz, O'nunla gönderilen şeye iman edenlerdeniz."
Gururlu ve kibirli mümtâz kişiler de şöyle dediler: "Sizin iman ettiğiniz
şeyi biz inkâr eyleriz" (A'raf; 75-76). Yani, bu zengin ve soylu kişiler
kendilerini o kadar yüksekte görüyor ve Hz. Salih'in etrafında toplanan ve O'na
tabi olan fakir fukarayı o kadar hakir görüyorlardı ki, bu fakir insanların
kabul ettiği bir dini kabul etmek istemiyorlardı. Bu düpedüz bağnazlık ve
inatçılıktı.
Kur'an-ı Kerim daha sonra,
peygamberlere muhalefetin her zaman zengin ve soylu kesimden geldiğine işaret
etmiştir. Bu zengin ve soylu kişiler toplumun en müreffeh sınıfı olduğunu ve
bu dünyada mal-mülk, şan-şöhret ve evlat sahibi oldukları için Allah'ın
rızasını ve O'nun bütün nimetlerini kazandığını, kısacası hak yolunda
olduklarını sanıyorlardı.
"Biz hiçbir memlekete azapla
korkutucu bir peygamber göndermedik ki, onun zenginleri, 'biz sizin
gönderdiğiniz şeyleri inkâr edicileriz' demesinler. Ve 'biz mal ve evlatça
çoğuz. Ve biz azaplandırıcılardan değiliz' dediler". (Sebe'; 34-35)
Aynı düşünce tarzı Hz. Muhammed
(a.s.) zamanında Mekke'de ve Arabistan'da da vardı. Kur'ân-ı Kerim bu hususla
Mekkeli ve Arap müşrikleri de defalarca uyarmıştır. Nitekim Meryem sûresinde
şöyle denilmiştir:
"Kendilerine apaçık
ayetlerimiz okunduğunda inkâr edenler, 'iki fırkadan hangisi makam itibarı ile
daha hayırlı, topluluk yönünden daha güzeldir' diye mü'minlere sorarlar. Biz onlardan
evvel nice asır (halkını) helâk etlik ki, onlar mal ve gösterişçe daha
güzeldiler". (Ayet; 73-74)
Mü'minûn sûresinde de şöyle
denilmiştir:
"Onlar zannederler mi ki
evlâd ve mal vermemizden dolayı, kendi hayırlarına acele ediyoruz? Hayır, onlar
anlamıyorlar. Şunlar ki, Rabblerinin azabından korkarlar. Ve şunlar ki,
Rabblerinin ayetlerine iman ederler. Ve şunlar ki, Rabblerine şirk koşmazlar.
Ve şunlar ki, kendilerine verilenden verirler. Ve Rabblerinin huzuruna
döneceklerinden kalbleri titrer. İşte onlar hayırlarda sür'at yarışı yaparlar.
Ve (Cennet'e girişte) önde gidenlerdir." (Mü'minun; 55-61)
Aynı noktayı anlatmak amacıyla
Fecr sûresinde önce Ad, Semûd ve Firavun gibi son derece gelişmiş, kuvvetli ve
muktedir milletler ile saltanatların, isyân etmelerinin neticelerini
gördükleri belirtilmiş, daha sonra insanların, hâlâ dünyadaki nimet, servet ve
şöhreti medar-ı iftihar saydıklarına ve fakirlik ve sefilliğin utanılacak bir
ayıp olduğunu zannettiklerine işaret edilmiş, halbuki bu her iki durumun,
dünyada insanların iyi ve sâlih amel yapmaları için bir sınav olduğu ve
ikisinin de gerçek refah ve mutluluğun simgesi olmadığı vurgulanmıştır. (Bk.
ayet; 15-16)
26.3.5. Nefse Hizmet, Kıyas ve Tahmine Bağlılık
Kur'an-ı Kerim, insanların
sapıklığının nedenlerini araştırırken önemli bir konuya daha değinmiş ve bazen
insanların sadece peşin hükümle hareket ettiklerine işaret etmiştir. Kur'an-ı
Kerim, insanların sadece kendi nefislerine hizmet ettikleri, hırs ve
ihtiraslarını gidermek istedikleri ve sadece kıyas ve tahminle bazı kavramlar
geliştirdikleri için Hakk'ı inkâr ettiklerini ve Batıl'a taptıklarını ifade
buyurmuştur. Bu adamlar nefislerinin kölesi olup çıkıyorlar. Arzulan ve
ihtirasları onları istedikleri istikâmete çekebiliyor. Bunlar bir ân için kendi
tavır ve hareketlerini gözden geçirirlerse gerçeği anlayacaklardır, ama bunu
bir türlü yapamıyorlar. Allah'ın verdiği aklı kullanarak ve bilgi kaynaklarına
başvurarak yanlış tahmin ve düşüncelerinden vazgeçebilirler, arzu ve
isteklerine mani olabilirler. Kur'an-ı Kerim işte bu çarpıklığa parmak basmış
ve bu nevi insanların doğru yola gelmelerini istemiştir.
A'râf sûresinde ilim ve irfan
sahibi bir kişi olmasına rağmen sırf kendi nefsine hizmet ettiği ve
ihtiraslarına engel olmadığı için dünyayı seven bir köpek haline gelen kimseler
anlatılmış ve bu tür insanların hali hakkında şöyle denilmiştir:
"Biz cehennem için cinlerden
ve insanlardan birçoklarını bıraktık. Onların kalbleri vardır fakat onunla
idrak etmezler. Gözleri vardır fakat onunla görmezler. Kulakları vardır, ama
onunla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Belki daha fazla
sapıktırlar. Onlar gafillerin ta kendileridir". (Ayet; 179)
Enfal suresinde her şeyi işitmiş
olmalarına rağmen hiçbir şey işitmemiş gibi davrandıkları belirtilmiş ve şöyle
denilmiştir:
"Allah katında hayvanların en
kötüsü hakkı akıllarına sokmayan dilsiz ve sağırlardır." (Ayet; 22)
Burada bahsedilenler, görünüşte
dilsiz ve sağır değillerdir. Burada kastedilenler, doğruyu konuşmayan ve
işitmeyenlerdir.
Yunus sûresinde 31'den 35. ayete
kadar çeşitli delillerle müşriklerin Allah'a ortak koştukları ilâh ve
ilahelerden hiçbirinin tanrısal sıfat taşımadığı kaydedilmiş, daha sonra
bunların sadece kıyas ve tahmin üzerine tanrı ve tanrıça ilân edildikleri
vurgulanmıştır:
"Onların çoğu ancak zanna
tabi olurlar. Zann ise haktan bir şey ifade etmez." (Ayet; 36)
Hacc sûresinde geçmişteki sapık ve
lânetlenmiş milletlerin kötü akıbetlerinden ve kalıntılarından söz edilmiş ve
şöyle buyurulmuştur:
"Onlar yeryüzünde gezip dolaşmazlar
mı? Onlar düşünecek kalbler ve işitecek kulaklara sahip olsunlar. Gerçek şudur
ki gözler kör olmaz, fakat sinelerdeki kalbler kör olur." (Ayet; 46)
Aynı şekilde Furkan suresinde Nuh,
Ad, Semud, Ashab'ur-Rass, Firavun'un yandaşları ve Lût kavminin kötü
akıbetleri hatırlatılmış, daha sonra Hz. Muhammed (a.s.)'e hitap edilerek
şöyle denilmiştir:
"Heva ve hevesini kendine
mabut ittihaz edineni gördün mü? Sen onun üzerine bir vekil ve muhafız mısın?
Onların çoğunu hakkı işitip ve hakkı anlıyorlar mı zannediyorsun? Onlar ancak
hayvanlar gibidir. Doğrusu, onlardan daha fazla yolunu şaşırmışlardır."
(Ayet; 43-44)
Aynı hususa Casiye sûresinde de
işaret edilmiştir:
"Hevasını kendisine ilâh
edinen kimseyi gördün ya. Allah, onu bir ilim üzerine şaşırtmış kulağını ve
kalbini mühürleyip gözüne de bir perde çekmiştir. Artık ona Allah'tan başka kim
hidâyet edebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?" (Ayet; 23)
26.3.6. Kötülüğü Marifet Sanmak ve Bâtıl'dan Memnun
Olmak
Kur'an-ı Kerim, fert ve
cemiyetlerin doğru yoldan sapıp uçurumun kenarına gelmelerinin bir sebebinin de
insanların kötülüğü bir marifet ve hüner saymaya başlamaları ve Hakk'a karşı
gelmekten hiçbir rahatsızlık duymamaları ve vicdan azabı çekmemeleri aksine
bundan gayet memnun olmaları olduğuna işaret etmiştir. Nitekim, Fatır sûresinde
şöyle buyurulmuştur:
"Kendisine fena amel süslü
gösterilip onu güzel gören, hidayete mazhar olan kimse gibi midir?" (Ayet;
8)
Mü'min sûresinde ise şöyle
denilmiştir:
"Size bu azab yeryüzünde
haksız olarak şımarıklık etmenizden ve kibirlenmenizden dolayıdır".
(Ayet; 75)
26.3.7. İyilik ve Hakka Bağlanmakla Dünyadaki Hayatın
Zehir Olduğu Yolundaki İnanç
Kur'an-ı Kerim'e göre bu da
insanların dalâletinin mühim bir sebebidir. A'raf sûresinde buyurulduğu gibi,
Hz. Şuayb (a.s.) kendi kavmini ölçü âletlerine ve alışverişe hile
karıştırmaktan, yolcuları ve ticaret kafilelerini soymaktan ve diğer
kötülüklerden menetmek istediği zaman o kavmin mümtaz kişi ve eşrafı halka
şöyle seslendiler:
"Eğer Şuayb'a uyarsanız o
zaman en büyük zarara uğramış kimseler olursunuz." (Ayet; 90)
Güya onlar demek istiyordu ki,
iyilik ve dürüstlük neye yarar ölçü âletleriniz ve ticaretinizde dürüst
davranırsanız kâr edemezsiniz. Hırsızlık ve soygun yapmaz ve ticaret
kafilelerine saldırmazsanız. para ve servet kazanamazsınız, geçiminiz
zorlaşır. Benzeri sözleri Kureyşli kabile reisleri, Hz. Rasûl-ü Ekrem (a.s.)'e
de söylemişlerdi.
"Eğer biz doğru yola uyar,
seninle beraber olursak memleketimizden çıkarılırız." (Kasas; 57)
Yani, biz bugün rahat ve mutlu bir
hayat yaşıyorsak bunun sebebi, bizim halkı kandırmamız ve onlardan menfaat
temin etmemizdir. Biz halka dini, içtimai, ekonomik ve siyasi alanda liderlik
ve önderlik yapıyoruz. Fakat, Hz. Muhammed (a.s.)'e uyup O'nun dinini kabul
edersek bütün bu tezgâhımız ortadan kalkmış olacak ve hiçbir kazanç elde
edemeyeceğiz.
26.3.8. Şefaat İle İlgili Müşriklerin İnancı
Şefaat ile ilgili yanlış düşünce
ve inanç, ta ilk çağlardan beri insanların kötü yola sapmalarının başlıca
sebeplerinden biri olmuştur. Arabistan'da İslâm dininin inkişafı sırasında da
bu yanlış inanç önemli bir engel teşkil etmiştir. Arap müşriklerde yaygın olan
inanca göre Allah'ın bazı sevgili kulları kedilerini cehennem ateşinden mutlaka
kurtaracaklardır. Araplar bu "sevgili kullar"ın ya da tanrıların,
Allah katında söz sahibi olduklarına ve kendilerine her zaman tapıldığı ve
adaklar adandığı takdirde ahirette kendine tapanları Allah'ın azabından
kurtaracaklarına inanıyorlardı. Ahirette kurtuluşun bu kısa yolu varken, dünya
nimetlerinden vazgeçmeye, pek çok fedakârlıklar yapmaya ve iyi ve dürüst bir
hayat sürmeye ne gerek vardı? Arap müşrikler kendi kendilerini şöyle
avutuyorlardı: "Biz bunlara ancak bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye
tapıyoruz" (Zümer; 3). Onlar, şöyle düşünüyordu: Allah çok büyük ve çok
uzakta olan bir varlıktır. Biz O'na yaklaşamayız. Ama bizim aracılarımız bu
ilâh ve velilerdir. Bunlar bizi her zor anda kurtarırlar. Bunlar icabında bizim
için Allah'a tavsiye ve ricada da bulunurlar. Nitekim, Yunus sûresinde bu ilâh
ve veliler hakkında şöyle dedikleri kaydedilmiştir:
"Bunlar, Allah yanında bizim
şefaatçilerimizdir". (Ayet; 18)
Tahmin edileceği gibi, böyle bir
yanlış düşünce ve inanca sahip oldukları müddetçe, müşriklerin iyilik ve
dürüstlükle ilgili İslâm'ın davetine yanaşmaları mümkün değildi. Bu sebeple,
Kur'ân-ı Kerim bu yanlış inancı ortadan kaldırmak gayesiyle pek çok deliller
verdi ve şefaatin öyle kolay elde edilen bir nesne olmadığına dikkat çekti.
Mü'min sûresinde şöyle denilmiştir:
"Onları kalblerin gırtlaklara
kadar çıktığı ve hüzünle dolduğu kıyamet günü ile korkut. O gün zalimler için
acıyacak ve şefaati kabul olunacak kimse yoktur. Allah, gözlerin hain bakışını
ve kalblerde gizli olan her şeyi bilir. Allah, hak ve adaletle hükmeder.
(Kâfirlerin) Allah'tan başka taptıkları şeyler ise hiçbir şeye hükmedemezler.
Allah, işitici ve görücüdür." (Ayet; 18-20)
Bu ayetlerde, şefaat ile ilgili
müşriklerin akidesi tamamıyla yok edilmiştir. Evvelâ, bir zalim ve haksız
kişinin şefaat olunması akıl ve adalet kurallarına tamamıyla aykırıdır.
İkincisi, Allah katında şefaati kabul olunacak ne bir kişi olacaktır, ne de
bir zümre. Üçüncüsü, bir suçlunun suçlarını çok iyi bilen ve adalet
kurallarına göre davranması ve karar vermesi gereken bir hâkim, şefaatçilere
söz hakkı tanıyabilir mi? Hem de öyle şefaatçiler ki, kimin için ve ne için,
şefaat dileğinde bulunduklarını bilmezler.
Şefaat ile ilgili yanlış akideye
bir yerde daha darbe vurulmuştur.
"Allah'tan başka taptıkları
şeyler şefaate kadir değildir. Ancak Hakka şehâdet edenler hariç. Onlar
(Allah'ın Rabbleri olduğunu) bilirler." (Zuhruf; 86)
Burada denilmek isteniyor ki, her
kim ki tanrı, tanrıça ve ermiş kişilerin Mahşer'de kendisi için şefaatçi
olacağına ve Cehennem'e gitmesini engelleyeceğine inanıyorsa, bu hususta inkâr
edilmez sağlam deliller ileri sürmelidir. Şefaat ile ilgili düşüncelerini
müsbet ilimlerle ve delillerle ispatlamalıdır. Sadece kıyas ve tahminlere
dayanarak konuşmamalıdır. Aslında, Mahşer'de bir veya birçok kişinin yine bir
veya birçok tanrı, tanrıça, peygamber veya veli tarafından şefaat edilecekleri
konusunda emin olunarak bir şey söylenemez.
Ancak Kur'an-ı Kerim, şefaat
kavramını tamamıyla reddetmemiştir; aksine, Allah'ın izin verdiği kimselerin
yine Allah’ın iznini almış olan kimseler tarafından şefaat edileceğini birkaç
defa ifade etmiştir. Şefaat yapılırken hak, hukuk ve adalete aykırı hareket
edilmemelidir. Bundan sonra da karar yine Cenab-ı Allah'a aittir. Allah
kimsenin şefaatini dinlemeye veya kimseyi affetmeye mecbur değildir. Her şey
O'nun rızasına bağlıdır. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de muhtelif kayıtlara
rastlanıyor.
"İzni olmaksızın O'nun
nezdinde şefaat edecek yoktur." (Bakara; 255)
"Onun (Allah'ın) katında
şefaat, ancak O'nun şefaat etmek veya şefaat olunmak için izin verdiğinden
başkasına fayda etmez." (Sebe'; 23)
"Rûh ve meleklerin saf olarak
huzur-u ilâhide durdukları günde, onardan hiçbiri konuşmaz. Ancak Rahman'ın
müsaade ettikleri müstesna. Ve doğru söylerler." (Nebe'; 38)
"De ki: 'Bütün şefaat
Allah'ın kudretindedir. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur'." (Zümer; 44)
Yani şefaati dinleyip dinlememek,
kabul edip etmemek Allah'a aittir. Allah, yerin ve göğün hâkimidir ve O'nun
izni olmaksızın kimse şefaat için ağzını açamaz.
26.4.
İNSANLIK TARİHİNDEN İYİ VE KÖTÜ KARAKTER ÖRNEKLERİ
Kur'an-ı Kerim'de cehâlet ve
dalâletin sebepleriyle ilgili verilen bu ayrıntıların hepsi Kureyş ve Arap
toplumunda fazlasıyla mevcuttu. Bunları dinleyen ve öğrenen herkes Araplarda
bütün bu ayıp ve kötülüklerin bulunduğunu anlıyordu. Bundan sonra Kur'an-ı
Kerim'de tarihten hem en iyi, hem en kötü karakter örnekleri verildi, ki herkes
İslâmiyet'in ne gibi İnsanlar yaratmak istediğini, ne gibi insanları tasvip
etmediğini, kimlerin ıslâh edilmesi, kimlerin toplumdan temizlenmesi
gerektiğini ve Cenab-ı Allah'ın ne gibi fert ve milletleri azabıyla yok
ettiğini öğrenebilsin. Şimdi gelin Kur'an-ı Kerim'de anlatılan bu olay ve
hikâyeleri kronolojik olarak ele alalım.
26.4.1. Hz. Adem (a.s.)'in İki Oğlu
İnsanlık tarihinde meydana gelen
ilk ibret verici olay Hz. Adem'in iki oğlu arasında geçmiştir. Hz. Adem'in bu
iki oğlu iki zıt karakter olarak karşımıza çıkarlar. Bu iki delikanlı kurban
kesiyor. Birinin kurbanı kabul edilirken öbürününki kabul edilmiyor. Kurbanı
kabul edilmeyen kıskançlık ve öfke ile kardeşini öldüreceğini söylüyor. Öbür
kardeş şöyle diyor: "Allah muttakilerinkini kabul eder." (Yani senin
kurbanının kabul edilmemesinde benim herhangi bir hatam yoktur. Sen kendi
ahlâk ve karakterini değiştirirsen senin kurbanın da kabul olunabilir). Daha
sonra şunları ekliyor: "Eğer beni öldürmek için elini uzatırsan ben seni
öldürmek için elimi uzatıcı değilim. Ben Alemlerin Rabbi olan Allah'tan
korkarım. Ben, benim günahım ile kendi günahını yüklenip Cehennem ehlinden
olmanı isterim." Bilâhare o zâlim delikanlı iyi ve dürüst kardeşinin
canına kıyıyor, ama sonra büyük pişmanlık duyuyor. Bu olayı anlattıktan sonra
Kur'an-ı Kerim, her tarafta cinayet ve katliamın yapıldığı ve insan hayatının
hiçbir öneminin olmadığı Arap toplumunun o günkü şartlarına göre şunları belirtiyor:
"Bir cana mukabil, veyahut
yeryüzünde fesad sebebi ile olmayarak bir canı katleden, sanki bütün insanları
öldürmüş gibi olur. Kim de onu kurtarırsa sanki o bütün insanları diriltmiş
gibi olur." (Maide; 27-32)
26.4.2. Hz. Nûh (a.s.) ve Kavmi
Tarihte ilk defa Allah'a karşı
isyan eden millet, Hz. Nûh (a.s.)'un kavmiydi. Kur'an-ı Kerim'de bu milletin
hikâyesi çeşitli yerlerde anlatılmış ve özellikle bütün milletin batmasına
sebep olan zengin ve soylu kimselerin karakterine işaret edilmiş, bunların
kötülükleri ve kötü niyetleri dile getirilmiş, buna karşılık Hz. Nuh'un
karakterinden parlak örnekler sunulmuştur. Ankebût sûresinde, Hz. Nûh
(a.s.)'un son derece güç koşullarda ve çetin muhalefete rağmen 950 sene sabır
ve metanetle kavmini ıslâh etmeye çalıştığı kaydedilmiştir. (Ayet; 16). Hz.
Nûh, halkı doğru yola getirmek konusunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı. Fakat
zengin, soylu ve ileri gelen kişiler O'nun bütün çabalarını boşa çıkardılar.
(Bk. Nûh sûresinin tümü). O'na mecnûn dendi ve hakaretler yağdırıldı. (Kamer;
9). Hem O, hem O'na tabi olanlar küçük düşürülmeye çalışıldı (Hûd; 27, Şuara;
111). O'nu taşlayarak öldürmekle tehdit ettiler. (Şuara; 116) Fakat Hz. Nûh
yılmadan ve korkmadan Hakk'a davetini sürdürdü. Kendisine ne yapılırsa
yapılsın doğru yoldan ve halka nasihat etmekten vazgeçmeyeceğini ilân etti. O
sadece Allah'a güvendiğini ifade etti. (Yunus; 71). Sonra Hak ile Batıl
arasındaki çekişme kavgaya dönüşünce, milleti O'na dedi ki, bizi korkutmakta
olduğun tufanı getir. Bunun üzerine Hz. Nûh, kendisini ve iman sahiplerini
taşıyacağı geminin inşaatına başladı. Fakat o cahil ve sapık millet O'na
gemisini yaparken hakaret etmeye çalıştı ve alay etti ve "bakın bu moruk
şimdi de karada gemi yüzdürmeye çalışıyor" diye şakalar yaptı. Bu
alçaklar kısa bir zamanda büyük bir tufanın kopacağından ve bütün memleketi
batıracağından habersizdiler. Bunlar, dalgaları dağlara kadar yüksek olacak bir
su baskınının meydana geleceğini bilmiyorlardı. Bu sel felâketinde, bütün
milletin yanı sıra bizzat Hz. Nuh'un hayırsız oğlunun da boğulacağını ve
karada bulunan geminin sularda yüzerek Cudi dağına gidip karaya çıkacağını
bilmiyorlardı. (Hûd; 32-44). Bu hikâyenin son bölümü de ibret doludur. Hz. Nûh
(a.s.) sevgili oğlunun diğer kâfirler ile beraber boğulmak üzere olduğunu
görünce insanlık duygularına ve baba sevgisine kapılarak Cenab-ı Allah'a
ellerini açtı ve onun kurtulması için dua etti. Fakat Allah kendisini ikaz etti
ve dedi ki; "o senin oğlun değildir. Zira senin oğlun olsaydı, doğru yolu
seçerdi. Ahirette akrabalıklar değil, sâlih amel değer ölçüsüdür." Hz.
Nûh, Cenab-ı Allah'ın ikazı üzerine hemen hatasını anladı ve kendisinden şöyle
af diledi: "Ey Rabbim, bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım.
Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, ziyan edenlerden olurum."
(Bk. Hûd; 45-47)
26.4.3. Ad Kavmi ve Hz. Hûd (a.s.)
Araplar Ad kavmini çok iyi biliyor
ve tanıyorlardı. Arabistan'da çocuklar bile Ad kavminin Allah'a karşı gelip
azabına maruz kaldığını ve helâk olduğunu biliyorlardı. Kur'an-ı Kerim, bu
kavimde şirk ve putperestliğin yanı sıra ne gibi ahlâki bozuklukların
bulunduğunu ifade etmiştir. Fussilet sûresinde şöyle denilmiştin
"Ad kavmi yeryüzünde haksız
yere ululuk gösterip, 'Bizden daha kuvvetli kim var?' dediler." (Ayet;
15)
Fecr sûresinde şöyle
buyurulmuştur:
"Bunlar o kimselerdi ki
dünyada azgınlık etmişlerdi. Böylece oralarda fesâdı çoğaltmışlardı."
(Ayet; 11-12)
Şuara suresinde belirtildiği gibi,
Hz. Hûd kendilerine şöyle dedi:
"Siz eğlenmek için her tepeye
bir alâmet mi bina ediyorsunuz? Dünyada ebedi kalacağınızı ümid ederek birçok
saray ve havuzlar mı ediniyorsunuz? " (Ayet; 128-129)
"Birine hücum ettiğinizde
zorbalar gibi hücum ediyorsunuz." (Ayet; 130)
Hûd sûresinde şu ifadeye
rastlıyoruz:
"Her bir inatçı zorbanın
emrine uydular." (Ayet; 59)
Hz. Hûd onları ne kadar akıl ve
mantığa ve sağduyuya davet ettiyse o kadar azdılar, inatçılaştılar. Nihayet,
Hz. Hûd da kavmine şöyle seslenmek zorunda kaldı:
"Allah'tan başka hepiniz bana
ne fenalık edebilirseniz ediniz ve bir an bile müsaade etmeyin. Şüphesiz ben
Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Hareket eden hiçbir mahlûk
yoktur ki idare ve tasarrufunu o tutmasın. Muhakkak Rabbim doğru yol
üzerindedir." (Hûd; 55-56)
Nihayet Ad kavmi, Hz. Hûd'a şöyle
dedi: "Eğer sözünde doğru isen bizi korkutmakta olduğun şeyi bize
getir." Sonra Allah'ın azabı gerçekten gelince bu aptal İnsanlar bunun
bulut olduğunu ve her tarafa yağmur yağacağını sandılar. Ne var ki, bu müthiş
ve korkunç bir fırtına idi, ki önüne gelen her şeyi yıkıp yok etti. (Ahkâf;
22-25)
26.4.4. Semûd Kavmi ve Hz. Salih (a.s.)
Ad'den sonra Semûd da Arabistan'da
en çok tanınan eski kavimlerden biriydi. Bu milletin bıraktığı tarihi kalıntı
ve harabeler Hicaz'ın kuzeyinde hâlâ bulunmaktadırlar. Kureyş ticaret
kafileleri bu harabelerden geçerek Suriye'ye gidiyorlardı. Bu sebeple Araplar,
Semûd kavminin korkunç bir deprem sonunda yok olduğunu biliyorlardı. Bu
depremin izleri o çağda çok belirgin şekilde dağlarda ve vadilerde görülüyordu.
Kur'an-ı Kerim'de bildirildiği gibi, Semûd kavmi sadece şirk ve putperestlik
yapmak suretiyle Allah'a karşı isyan etmedi, ayrıca dünyada büyük fitne ve
fesâd da yarattı. (Fecr; 6-12, A'râf; 7). Bu kavmin ileri gelenleri son derece
fesatçı kişilerdi ki hiçbir salih iş yapmıyorlardı. (Şuara; 151-152). Bunlar
kendi büyüklüklerini ortaya koymak amacıyla taşları yontarak muhteşem bina ve
anıtlar yapıyorlardı. (A'râf; 74, Şuara; 149). Zâten yozlaşmış kokuşmuş ve
dengesiz bir toplumun başlıca belirtilerinden biri zenginler ile fakirler arasındaki
büyük uçurumdur. Zenginler bir yandan büyük ve muhteşem saraylar yapar ve lüks
içinde yaşarken, fakirler yiyecek ekmek ve giyecek elbise bulamazlar. Semûd
kavminin ileri gelenlerine göre, hep fakir ve mazlum kişiler Hz. Sâlih'in
etrafında toplanmış oldukları için, O'nun dini kendileri için çekici değildi.
(A'râf; 75-76). Hz. Sâlih onları Allah'a itaat etmeye ve zulüm ile fesâdı terk
etmeye davet edince 9 hatırı sayılır kabile reisi kafa kafaya vererek,
"Allah adı ile yeminleşerek dediler ki, 'gece baskını yapıp Salih'i ve
ailesini öldürelim.' Sonra velisine 'Biz o ailenin helakinde hazır değildik.
Gerçekten biz doğru söyleyenleriz" (Neml; 49). Ancak Allah bu küstah
adamların bu oyununu iyice bozdu. Bu sapıklar Hz. Sâlih'in bir Mu'cize
göstermesini istediler ve bunun üzerine Cenab-ı Allah, onların arasında kendi
varlığı bile bir Mu'cize olan bir dişi deveyi gönderdi. Daha sonra, Hz. Sâlih
vasıtasıyla bu dişi devenin istediği merada otlayabileceğini istedi kuyu ve su
kaynaklarından diğer hayvanlarla münavebeli olarak su içebileceğini, buna kötü
niyetle dokunulduğu zaman azab-ı ilâhinin geleceğini bildirdi. (A'râf; 73, Hûd;
64, Şuara; 155). Semûd'lular bir süre Allah'ın bu sözlerini dinlediler ve dişi
deveye dokunmaktan çekindiler. Fakat fitne ve fesâda yatkın olan bu millet
fazla dayanamadı ve bir gün aralarında müşavere ederek dişi deveyi ortadan
kaldırmaya karar verdiler. Kavmin bir reisi bu işi üzerine aldı ve deveyi
öldürdü. (Kamer; 29, Şems; 12-14). Semûdlular bu haince hareketlerinden sonra
da rahat durmadılar ve Hz. Salih'e açıkça meydan okumaya başladılar. O'ndan,
kendilerini korkuttuğu azabı getirmesini istediler. (A'râf; 77). Bundan sonra
Sâlih, Allah'ın emrinin kendisine gelmesi üzerine Semûdlulara dedi ki: "Üç
gün daha sabredin. İstediğiniz gibi yiyin, için ve eğlenin. Bundan sonra
Allah'ın büyük azabı sizi mahvedecektir." Nitekim, dediği oldu ve korkunç
bir gürültü ile meydana gelen deprem iman sahiplerinin dışında herkesi helâk
etti. Evleri ve sarayları da ya tamamıyla yıkıldı, ya da bomboş kaldı. (A'râf;
78, Hûd; 65-68, Kamer; 31).
26.4.5.. Hz. İbrahim (a.s.) ve Kavmi
Kur'ân-ı Kerim'de en örnek
karakter olarak Hz. İbrahim (a.s.)'inki gösterilmiştir. Araplar dinleri ve dini
inançlarının Hz. İbrahim'den geldiğine inanıyor, ayrıca ırk yönünden de kendisine
bağlı olduklarını söylüyorlardı. Kureyşliler, İbrahim'in dininden ve soyundan
geldikleri için de hayli itibar ve nüfuz sahibi olmuşlardı. Kur'an-ı Kerim, Hz.
İbrahim'in Halilullah (Allah’ın dostu) lâkabını kazanmasını temin eden temiz
karakter ve meziyetlere sahip olduğunu anlatmıştır. (Bk. Nisa; 124). Alemlerin
Rabbi, bu sevgili kulunu bütün insanların imamı yaptığını da ilân etmiştir.
(Bk. Bakara; 124). Hz. İbrahim, Allah'tan başka bir Rabb bulunmadığını ve
babası ile diğer halkın doğru yoldan sapıp putperestlik yaptığını, atalarını
körü körüne taklid ettiğini görünce kendi atalarının dinine hiç itibar
etmeyerek, gökler ile dünyaların hâkimine itaat etmekte bir an bile gecikmedi.
Hz. İbrahim sadece kendisinin sâlih bir mü'min olmasıyla yetinmedi ve bütün
halkın ıslâh edilmesi için seferber oldu. Babasına ve diğer insanlara Hak
dininin temel prensiplerini anlattı ve putperestlikten vazgeçmelerini istedi.
Onların şirk ve büsbütün sapıklık içinde olduklarını ilân etti. (En'am; 74-81).
Babasına dedi ki, sen sağır ve dilsiz olan putlara tapıyorsun ve aslında
Şeytan'a itaat ediyorsun. Babası bu sözlerine çok kızdı ve O'nu evden kovdu.
(Meryem; 43-46). Hz. İbrahim, önce nasihat ve telkin yolunu denedi ve kavminin
düzelmesi için çaba harcadı. Kavmi O'nun telkinlerine uymayınca bir gün onların
bir tapmağına girip, bütün putları kırdı ve böylece bu putların kendilerini
bile müdafaa etmekten âciz olduğunu ispatladı. (Enbiya; 53-67, Saffat; 85-96).
Hz. İbrahim'in putlara bu tecavüzü hakkındaki şikâyet, kendisinin Tanrı
olduğunu iddia eden hükümdara iletildi.
Bu hükümdar O'nu sarayına çağırdı
ve orada sorguya çekti. Hz. İbrahim, o zâlim hükümdardan hiç korkmadı ve kime,
niçin inandığını açıkça söyledi. Hayat ve ölüme kâdir olan Allah'a inandığını
bildirdi. O zâlim hükümdar (Nemrud) dedi ki: "Hayata ve ölüme ben
kadirim." Bunun üzerine Hz. İbrahim kendisine şu soruyu sorarak O'nu
şaşkına çevirdi: "Madem ki sen hayata ve ölüme kadirsin o zaman doğudan
doğan güneşi batıdan doğdur." (Bakara; 258). Hz. İbrahim'in
cezalandırılması için büyük bir ateş yakıldı ve kendisi oraya atılmak istendi.
Ama o güç koşullarda bile Bâtıl'a boyun eğmedi ve Hak için yanarak ölmeyi göze
aldı. Cenab-ı Allah, kendi rahmeti ve kudretiyle bu ateşi söndürdü ve Hz.
İbrahim için zararsız hale getirdi. Fakat Hz. İbrahim bunun böyle olacağını
bilmiyordu ve kendisine göre Hak için ölmek, Bâtıl'a boyun eğmekten daha
iyiydi. (Enbiya; 68-79- Sâffât; 97-98). Bundan sonra da, Hz. İbrahim'in çilesi
bitmedi ve Hz. İbrahim'in din ile vatan arasında seçim yapması gerekti. Bu
safhada da Hz. İbrahim'in din ve Allah sevgisi ağır bastı ve bunlar için evini,
barkını, ailesini, sülâlesini, milletini ve vatanını terk edip, Allah'a
güvenerek bir yöne hareket etti.
Bu, mecburi bir sürgündü ve Hz.
İbrahim buna seve seve katlandı. Bir de o çağın şartlan göz önünde
bulundurulursa Hz. İbrahim'in ne büyük fedakârlık yaptığı ortaya çıkar. O
devirde seyahat etmek, hem de bir memleketten başka bir memlekete uzun bir
yolculuk yapmak ölümü davet etmek demekti. Ulaşım imkânlarının zorluğu bir
yana, yollar ve kavşaklar ile dağlar ve vadiler eşkıya ile doluydu. Yolcular
öldürülüp malları talan edilirdi. Fakat İbrahim (a.s.) hiçbir şeyden korkmadı
ve şunları söyleyerek yola devam etti: "Ben Rabbime (O'nun emrettiği yere)
gidiyorum. O bana yol gösterir." (Sâffât; 99), ihtiyarlığında da Hz.
İbrahim'in çileleri ve fedakârlıkları bitmedi. Büyük dua ve temennilerle karısı
tarafından bir oğlu dünyaya getirilince kendisini galiba en büyük imtihan
bekliyordu, ilâhi emre göre bu süt çocuğunun annesiyle beraber Allah'ın evinin
yapılacağı Mekke'nin o zamanki ıssız ve çorak topraklarına bırakılması istendi.
Hz. İbrahim bu isteğe de derhal uydu ve oturmakta olduğu Filistin'den yüzlerce
kilometrelik yolculuk yaptıktan sonra karısını ve çocuğunu Mekke vadisine
bırakıverdi (Hacc; 26, İbrahim; 37). Sonra aynı çocuk delikanlılık çağına
gelince, Allah yolunda kurban edilmesi istendi. Hz. İbrahim bu ilâhi emre de
uymakta hiç tereddüt etmedi ve çocuğunu kurban etmek amacıyla bir tepenin yanına
gelip O'nu boğazlayacağı sırada Cenab-ı Allah o çocuğu kurlardı ve yerine bir
hayvan fidye etti. (Saffât; 100-107). Gerçek şu ki Hz. İbrahim (a.s.) gibi
Allah sevgisiyle yanan peygamber az bulunur. Hz. İbrahim Allah yolunda hiçbir
fedakârlığı esirgemeyecek yapıda bir insandı. Din konusunda kimseye zerre
kadar taviz vermeye razı değildi. Nitekim, dini ve imanı için vatanını terk
ederken hemşehrilerine şöyle seslendi: "Siz Allah'a bir olarak iman
edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz
belirmiştir." (Mümtehine; 4). Hz. İbrahim, babasının mağfireti için dua
etmeye söz vermişti, fakat O'nun, Allah'ın düşmanı olduğunu, kendisini ıslâh
etmeye hiç niyeti olmadığını görünce onunla olan sevgisine de son verdi.
(Tevbe; 114) İşte Kur'an-ı Kerim, İslâmî davet sırasında Mekkeli ve diğer
insanlara böylesine erdemli insanların karakterlerini örnek olarak sunmuştur.
26.4.6. Hz. Lût (a.s.) ve Kavmi
Hz. Lût, Hz. İbrahim (a.s.)'in
yeğeniydi ve O'nunla birlikte hicret edip Filistin'e gelmişti. Filistin artık
Hz. Lût (a.s.)'un ikinci vatanı olmuştu. Hz. Lût (a.s.)'un oturduğu bölgenin
hemen bitişiğinde bir bölge vardı ki, buranın sâkinleri ahlâksızlık ve
sapıklıkta herkesi geçmişti. Cenab-ı Allah, Hz. Lût (a.s.)'u bu milletin ıslâhı
için tâyin etti ve O'nu peygamber yaparak, o bölgeye gönderdi. Bu millette
homoseksüellik almış yürümüştü. Erkekler erkeklerle ilişki kuruyordu ve bunu
saklamaya hiç de lüzum görmüyorlardı. Bu şen'i fiilden toplantılarda bahsetmek
bir marifet sayılıyordu. Lût kavmin oturduğu bölgeden hiçbir seyyah veya
ticaret kafilesi emniyet içinde geçemezdi. (Neml; 54, Ankebût; 29). Hz. Lût
yıllarca bu milleti ıslâh etmeye çalıştı, onları Allah'tan korkmaya ve kötü
fiillerini ve alışkanlıklarını terk etmeye davet elti, ama kendilerinin cevabı
şuydu: "Ey Lût, bu sözlerine son vermezsen bu memleketten çıkarılanlardan
olursun". (Şuara; 167). Hz. Lût bu tehditlere önem vermedi ve tebliğini
sürdürdü. Bunun üzerine Lût kavmi şöyle dedi: "Onları şehrinizden çıkarın.
Çünkü onlar temizlik taslayan insanlardır." (A'raf; 82, Ankebût; 56).
Nihayet Allah onları cezalandırmaya karar verdi ve bunun için çok ilginç bir
senaryo hazırladı. Birkaç meleği yakışıklı delikanlılar şeklinde Hz. Lût'un
evine misafir olarak gönderdi. Bu delikanlılar Hz. Lût'un evine gelir gelmez bütün
şehir ahalisi bundan haberdar oldu ve herkes Hz. Lût'un evine hücum etmeye
başladı. Amaçları bu delikanlıları kendi cinsel açlıklarına âlet etmekti. Hz.
Lût (a.s.) bu adamlara yalvardı ve kötü amellerinden vazgeçmelerini istedi.
Fakat onların gözü dönmüştü. O'nun sözlerini hiç dinlemediler, aksine kızarak
şöyle dediler: "Biz seni herkesi himâye etmekten men'etmedik mi?"
(Hicr; 70) Bunun üzerine melekler kendilerinin Allah tarafından gönderilen
yaratıklar olduğunu ve kendilerine azap getirdiklerini, Hz. Lût ve ailesinin
de bu günâh diyarından şafak sökmeden ayrılmalarını salık verdiler. Hz. Lût'un
evine girmiş veya çatısına çıkmış olanlar ise derhal kör edildiler. (Kamer;
37). Sabaha karşı ise o memleket yerle bir edildi. Taş üstünde taş bırakılmadı,
hiçbir ev sağlam kalmadı. Bundan sonra gökten taşlar yağdı. Bu taşlardan her
biri bir kişi öldürmek amacıyla atılmıştı. (Hûd; 82-83). Lût kavmi öylesine
sapık ve ahlâksızdı ki, bütün memlekette Hz. Lût (a.s.)'un evinin dışında imanlı
ve inançlı başka kimse yoktu. (Zariyât; 36). Bu tek evde de Hz. Lût (a.s.)'un
karısı bile dinsizdi. Allah, Hz. Lût'a bu kadını yanına alıp çıkmamasını, zira
onun da azaba uğraması gerektiğini bildirdi (Hûd; 81). Kur'an-ı Kerim'de
çeşitli yerlerde ve çeşitli vesilelerle Lût kavminin ne kadar alçak ve sapık
olduğu, buna mukabil, Hz. Lût'un ne kadar örnek bir karaktere sahip olduğu
anlatılmıştır.
26.4.7. Hz. Yusuf (a.s.)'un Hikâyesi
Bundan sonra tarihi sıraya göre
Hz. Yusuf (a.s.)'un hikâyesi anlatılmıştır. Aslında Kur'an-ı Kerim'in bütün
bir sûresi bu hikâyeyi anlatmak üzere indirilmiştir. Bu hikâyede hem iyi, hem
kötü karakterler yine gözümüzün önüne serilmiştir. Yani, Hz.Yusuf (a.s.)'un
kötü niyetli ve küstah kardeşlerinin davranış ve karakterleri dile
getirilmiştir ve onlar, babaları Hz. Yakûb'un en küçük oğlu Hz. Yusuf'u
kendilerinden çok sevdiği için öldürmeyi veya bir yere götürüp atmayı
planlamışlardı, bundan sonra da "sâlih kişiler" olarak babalarının
önüne çıkıp küçük oğlu Yusuf'un kaybolduğunu söylemeye karar vermişlerdi.
Nitekim, hile ve bahanelerle kardeşlerini gezmeye çıkardılar ve O'nu kör bir
kuyuya attılar. Sonra Yusuf'un gömleğine kan sürerek ağlamaklı yüzleriyle
babalarının önüne çıkıp, küçük çocuğu bir kurdun parçaladığını söylediler.
Kur'ân-ı Kerim, Hz. Yusuf’u
kuyudan çıkarıp canını kurtaran ama sonra bu mazlum çocuğu kendileri için bir
metâ haline getirip Mısır'da satan ticaret kafilesindekilerin karakterini de
ortaya koymuştur.
Sonra, Mısır Azizi (hükümdarı)'nin
karısının karakteri vardır. Hz. Yusuf, bu hükümdar tarafından satın alınmıştı
ve evinde yetiştiriliyordu. Bu hükümdarın karısı öylesine ahlâksızdı ki, eve
alınan genç (Yusuf) ile yatmak istedi. Hz. Yusuf, günaha girmek istemediği
zaman da O'nun peşinden koştu ve tam o sırada kocası eve gelince 180 derece
bir dönüşle Hz. Yusuf'un kendisine tecâvüze kalkıştığını iddia etti. Ne var ki
bu yılan ruhlu kadının yalanı büsbütün ortaya çıkınca ve O'nun Hz. Yusuf a
sırılsıklam aşık olduğu bütün kadınlar tarafından öğrenilince, bu kadın bu
yüksek tabakadaki kadınları sarayına davet ederek kendilerine Hz. Yusuf’u
gösterdi. Bu kadar yakışıklı bir gence aşık olmakta haklı olduğunu ve bu gencin
kendisiyle sevişmeyi kabul etmemesi halinde hapse atacağını ilân etti.
Burada dikkate değer nokta, Mısır
yüksek sosyetesinin kadınlarının durumu ve karakteridir. Hz. Yusuf'un gençliği
ve güzelliği bu kadınları öylesine büyülemişti ki, bunlar farkına varmadan
kendi parmaklarını kesmişlerdi. Bu kadınlar da Hz. Yusuf a aşık oluverdiler ve
O'nu kendilerîne çekmek için türlü türlü yollara başvurdular.
Sonra, Mısır'ın hakim tabakasının
karakteri vardır ki, bunlar kendi kadınlarının ahlâki bozukluğunun hıncını Hz.
Yusuf’u hapse göndermekle almaya çalıştılar.
Ve bütün bunlar karşısında Hz.
Yusuf'un karakteri ve faziletleri vardır, ki kendisi hapse girmeyi kabul etti
ama, kadınlarla günaha girmeye razı olmadı. Bundan sonra da takvasından dolayı
iftihar etmedi ve son derece acz içinde Allah'a dua etti:
"Ey Rabbim, zindan bana
bunların beni yapmaya çağırdığı şeyden daha sevgilidir. Eğer onların hilelerini
benden döndürmezsen onlara meyleder ve cahillerden olurum." (Yusuf; 33)
Hz. Yusuf, zindanda da Allah
tarafından kendisine verilen vazifeyi unutmadı ve mahkumları vaaz ve nasihatler
ile doğru yola çekmeye çalıştı. O'nun hiç durmadan tebliğ işini yaptığına dair
kayıtlar Kur'an-ı Kerim'de Yusuf sûresinin 36 ile 40. ayetlerinde
bulunmaktadır. Aslında Hz. Yusuf'un hapisteki yaşantısı çok uzundu ve kendisi
bu süre içinde muazzam tebliğ faaliyetlerinde bulunmuş oldu.
Daha sonra Hz. Yusuf'un Mısır
Azizi'nin gördüğü bir rüyayı doğru tabir ettiği Aziz'in kendisini zindandan
çıkarmak istediği ve nihayet, bizzat Aziz'in karısı ve diğer kadınların Hz.
Yusuf'un masum ve suçsuz olduğuna dair ifadede bulunduklarından sonra
kendisini serbest bıraktığına tanık oluyoruz.
Bundan sonra, Mısır'da Hz. Yusuf
için iktidar ve ikbal kapısı açıldı ve kendisi bu ülkenin rakipsiz hükümdarı
oluverdi. Hz. Yusuf'un hükümdarlığı sırasında ülkede büyük bir kıtlık ve açlık
baş gösterdi ve bu dönemde kendisini kuyuya atan yine o hain kardeşlerinin
yanına gelip sık sık para ve yiyecekler aldılar. Bütün bu süre içinde Hz. Yusuf
bir defa bile kardeşlerinden intikam almayı düşünmedi. İşin tuhafı, O kendi
kardeşlerini tanıyabiliyordu, ama kardeşleri O'nu tanımıyorlardı ve para ile
erzak aldıkları kiralın öz kardeşleri olduğunu bilmiyorlardı. Fakat, bu
kardeşler üçüncü defa Hz. Yusuf a gelince, Hz. Yusuf onlara hakikati açıklayıp,
kendisini kuyuya attıklarını söyleyince onlar da suçlarını itiraf ettiler. Fakat
Hz. Yusuf gene büyük bir alicenaplık göstererek kendilerine şöyle dedi:
"Hiç korkmayın, Allah sizi affeder, O, en büyük Rahman ve Rahimdir."
Bundan sonra Hz. Yusuf sadece babasını Mısır'a getirmekle kalmadı,
kardeşlerinin de aileleriyle birlikte Mısır'a yerleşmelerine yardımcı oldu,
onlara iyi muamele yaptı ve şan ve şerefle yaşamalarını sağladı.
Hz. Yusuf gibi yüce ve güzide bir
peygamberin temiz karakterinin son örneği yine Yusuf sûresinde verilmiş ve
kendisinin, kuvvet ve kudretin zirvesinde olmasına rağmen mütevazılığından
zerre kadar bir şey kaybetmediği ve her vesile ile Allah'a ibadet ettiği ve
O'na boyun eğerek şöyle dualar ettiği kaydedilmiştir:
"Ey Rabbim, bana mülk verdin.
Ve bana rüya tabirini öğrettin. Gökleri ve yeri yaratan Sensin. Dünyada da
Ahirette de benim velimsin. Beni müslüman olarak vefat ettir. Salihlere
kat." (Ayet; 101)
26.4.8. Hz. Şuayb (a.s.) İle Medyen ve Eykeliler
Kur'an-ı Kerim'de Hicaz'ın kuzey
bölgesinde yaşamış olan Medyenliler ile Eykelilerin hikâyesi de anlatılmıştır.
Bu milletlerden bahsedilirken bunların ahlâki bozukluklarına da değinilmiş ve
bunların özellikle alış verişte hile yaptıkları, soygun düzenledikleri ve
fitne ve fesâd yaydıkları ifade edilmiştir. Hz. Şuayb, hem Medyenliler hem
Eykelilere nebi olarak gönderildi. Hz. Şuayb yıllarca bu milleti ıslah etmeye
çalıştı, ömrünü ve kuvvetini onları doğru yola getirmek için harcadı. Onları
Allah'tan korkmaya davet etti. Ne var ki, çok az sayıda İnsanlar O'nun dinini
kabul ettiler ve çoğu kendi cehâlet ve dalaletlerinde ısrar ettiler. Medyenli
kabile reisleri Hz. Şuayb ile şöyle dalga geçiyorlardı.
"Ey Şuayb, babalarımızın
taptıklarını terk etmemizi, yahut mallarımızda istediğimizi yapmamayı dinin mi
sana emrediyor?" (Hûd; 87)
Başka bir deyimle, bu kabile
reisleri sırf ataları putperesttiler diye Allah yerine putlara tapılmasının
daha doğru olacağını söylüyorlardı. Onlar ticarette hilelerini de aynen
sürdürmek istiyorlardı. İstedikleri kadar soysuzluk ve hıyânet yapmak
istiyorlardı. Bu kötü işlerine kimsenin mani olmasını istemiyorlardı. Bunun
yanı sıra, kendi halklarını Hz. Şuayb aleyhinde şöyle kışkırtmaya
çalışıyorlardı:
"Eğer Şuayb'a uyarsanız o
zaman en büyük zarara uğramış kimseler olursunuz." (A'raf; 90)
Bir bakıma onların maddi refahı ve
mutluluğu yalan ve hileye dayanıyordu. Her türlü gayri meşru yollarla para pul
ve servet toplamak istiyorlardı. Bu hususta kendilerine herhangi bir müeyyide
getirilmesi halinde kendilerinin perişan ve helâk olacaklarını sanıyorlardı.
Onlar bu yüzden Hz. Şuayb'ı şöyle tehdit ettiler:
"Ey Şuayb, seni ve seninle
birlikte iman edenleri ya memleketimizden çıkaracağız, yahut bizim dinimize
döneceksiniz." (A'raf; 88)
Onlar şunları da dedi:
"Seni aramızda zayıf
görüyoruz. Eğer kabileden olmasan seni taşla öldürürdük. Sen bizden üstün ve
şeref sahibi değilsin." (Hûd; 91)
Hz. Şuayb kendilerine şu cevabı
vererek onları uyandırmaya çalıştı:
"Ey kavmim, benim kabilem
size Allah'tan daha mı azizdir? Halbuki, siz O'nu arkanıza attınız." (Hûd;
92)
Aynı tavrı Eykeliler de Hz.
Şuayb'a karşı takındı ve hiçbir nasihatine kulak asmadılar. Onların cevabı
şuydu:
"Eğer sözünde doğruysan
gökten üstümüze bir parça düşür." (Şuara; 187)
Nihayet, Cenab-ı Allah her iki
millete de azab gönderdi ve onları helâk etti. Kureyşliler ticaret yolculukları
sırasında Suriye'ye giderken Allah'ın gazabına uğramış olan bu milletlerin
bölgesinden geçiyorlardı. Bu sebeple, bu milletler hakkında Kur'an-ı Kerim'in
anlattıklarının onları etkilememesi imkânsızdı.
Firavun ve görkemli ordusunu
Allah’ın azabına uğrayarak denizde boğulduğuna dair kıssa dünyanın her yerinde
çok iyi biliniyordu. Ayrıca, Arabistan'la Yahudiler ile Hıristiyanların belli
bazı grupları yaşıyordu. Bunlar vasıtasıyla da Araplar, Firavun ve Mısırlılara
Hz. Musa'nın peygamber olarak tayin edildiğini de biliyorlardı. Hz. Musa'nın
bazı akıl almaz Mu'cizeler yapma kabiliyetine sahip olduğu ve milletini
yıllarca Allah'a davet ettiği, ama bütün gayretlerine rağmen kendisine iman
edenlerin sayısının parmaklarla sayılacak kadar az olduğu da herkesin bilgisi
dahilinde idi. Bizzat Kureyşliler de Hz. Musa'nın bazı Mu'cizeler yapma
durumunda olduğunu biliyorlardı. Bu sebeple Hz. Muhammed (a.s.)'e
yönelttikleri itirazlardan biri şuydu:
"O'na da Musa'ya verilenler
gibi verilseydi." (Kasas; 48)
Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Musa
ile Firavun'un hikâyesi Kur'an-ı Kerim'de etraflıca anlatılmış ve bu meyanda
iyi ve kötü karakterlerinin çeşitli misalleri verilmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de Firavun ve
yandaşlarının ayıplan bir bir dile getirilmiştir:
"Firavun yeryüzünde kibir ve
ceberut gösterdi. Oranın halkını parçalar, bölerdi. Onlardan bir zümreyi zaafa
düşürüp erkek çocuklarını boğazlatıyor ve kızlarını da hayatta bırakıyordu.
Şüphesiz o fesatçılardandı." (Kasas; 4)
Yani, Firavun'un saltanatında
orman kanunu uygulanıyordu. Hak ve hukuk, adalet ve eşitlik diye bir şey yoktu.
Güçlü olan borusunu öttürüyordu. Bölücülük ve anarşi bizzat hükümet tarafından
yapılıyor ve teşvik ediliyordu. Halk çeşitli gruplara ve kamplara bölünmüştü,
zayıf ve fakir halk, güçlü ve zenginler tarafından eziliyordu. Özellikle mevki
ve makam sahipleri, halktan olan beni İsrail'e korkunç baskı ve zulüm
yapıyordu. İsrail oğullarının erkek çocukları öldürülüyor ve kız çocukları sağ
bırakılıyordu. Maksat, İsrail oğullarının neslini tüketmekti. Kadınları da
zamanla Mısırlılarla evlendirilip İsrail soyu yok edilecekti ve Mısır sadece
Mısırlılara kalacaktı. Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Musa İsrail oğullarına
bağlı bir evde dünyaya geldiği zaman Cenab-ı Allah annesinden, bebeğini Firavun'un
şerrinden korumak amacıyla bir sepete koyup nehre bırakmasını istedi. (Kasas;
7)
Firavun'un Mısırlılara karşı
tutumu da iyi değildi. Bu husus gayet açık bir biçimde Zuhruf sûresinin bir tek
ayetinde anlatılmıştır:
"Kavmini küçümserdi. Onlar da
Firavun'a itaat ettiler. Onlar fasıklar topluluğu idi." (Ayet; 54)
İşte bu ayette gerek Firavun'un
adiliği, gerekse halkının ahlâki bozukluğu böyle anlatılmıştır.
"Bir şahıs veya zümre bir
ülkeye mutlak hakim olup keyfi hareket etmeye, bu uğurda her türlü oyunu
tezgahlamaya, her tertip ve hileye başvurmaya, sağduyu ve vicdanı pazara
çıkarmaya, insanları satın almaya ve satın alamadıklarını acımadan ezmeye ve
çiğnemeye çalışırken, ağzıyla bunu açıkça söylemese de tutumu ve davranışı her
şeyi ortaya koyar. Bu kişi veya gruplar, halkı koyun, kuzu sanır, akıl, mantık
ve zekâ bakımından kendilerinden çok aşağıda görürler. Onları hafife alır ve
istedikleri gibi kullanabileceklerini, istedikleri yöne sevk edebileceklerini
düşünürler. Zamanla, bu gibi diktatör kişi ve ekiplerin ektikleri kin ve nefret
tohumları meyvelerini verir, milletin çeşitli grupları ve sınıfları birbirini
kırar ve çaresiz kalıp, egemen kişi ve sınıfa tabi olurlar. Bu safhada halkın
bütün kesimleri bu tağutlara itaat eder, onların uşağı haline gelirler. Böylece
hakim kişi veya sınıfın ilk başta düşündükleri doğru çıkar ve halk kendilerinin
köleleri olur. Milletin ve halkın bu utanç verici davranışının sebebi bunların
temelde "fâsık" ve "fâcir" olmalarıdır. Onlar, Hak ile
Bâtıl arasındaki büyük farkı bilmezler. Onlar, adalet ile zulmü, doğru ile
yanlışı, sadakat ile hıyaneti, dürüstlük ile dolandırıcılığı hakiki
mahiyetleriyle bilmezler, ya da bilmezlikten gelirler. Onlar için önemli olan
kendi menfaatleridir. Bu maksatla her zalimin peşinden koşmayı, her diktatörün
önünde boyun eğmeyi her bâtılı kabul etmeyi ve her doğru söze karşı çıkmayı
adet edinirler (Tefhim'ul-Kur'an, C.IV, Zuhruf sûresi, 50. dipnotu).
Hz. Musa, kardeşi Hz. Harun ile
birlikte Firavun'un sarayına gidip kendisinin Allah'ın rasûlü olduğunu söyleyip
bazı Mu'cizeler gösterince pek çok kişi hayrete düştü ve bunun Allah’ın
işaretleri olduğunu kabul etmekte gecikmediler. Ancak Firavun ve yandaşları
cehalet ve dalaletlerinde ısrar ettiler. Onların gururu, Hz. Musa'nın
Mu'cizelerini kabul etmelerini engelledi. Firavun, bu Mu'cizelerin birer sihir
olduğunu iddia etti ve taraftarları da evet dediler. Hz. Musa'nın asasını
ejderhaya dönüştürmesine sihirbazlar bile hayret ettiler ve bunun Allah’ın bir
kerameti olduğunu söylediler. Sadece bu değil, Hz. Musa'nın diğer Mu'cizeleri
de aynı derecede şaşırtıcıydılar. Meselâ, Hz. Musa'nın önceden verdiği habere
göre Mısır çapında bir kıtlık ve açlığın baş göstermesi ve duasıyla bu
afetlerin kaybolması, yine O'nun önceden verdiği habere göre bütün ülkede
şiddetli yağmurun yağması ve fırtınanın kopması ve yine O'nun duasıyla
bunların son bulması, duasıyla bütün ülkeye çekirge, kurbağa, bit ve diğer
haşaratın sırasıyla hücum etmesi ve yine O'nun duasıyla bu belâların ortadan
kaybolması gibi. Bunların hiçbiri bir sihirbazın işi olamazdı. Bütün bunlar
Alemlerin Rabbi'nin kahrı ve gazabının birer işaretleriydiler. Zaten, her afet
ve bela gediği zaman Firavun ve sarayındakiler tek ağız olup Hz. Musa'ya
yalvarıyor ve O'nun dua edip kendilerini bu azaplardan kurtarmasını istiyorlardı.
Fakat, bu azaplar geçince Firavun ve taraftarları sözlerinden dönüyor ve
Allah'a itaat etmek ve teslim olmaktan kaçınıyorlardı. (A'raf; 134-135, Zuhruf;
49-50). Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği gibi Firavun ve yandaşları nasıl ve ne
düşündüklerini ve nasıl hareket ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Nitekim,
Kur'an'ın ifadesine göre Firavun ve diğer kâfirler Hz. Musa ve diğer
müslümanların doğru yolda olduğuna kalben inanıyorlardı, ama kendi gurur ve
inatçılıkları yüzünden bunu açıkça ilân etmekten kaçınıyorlardı. (Neml; 14)
Nitekim, Firavun ordusuyla birlikte denizde boğulurken yürekten inandıklarını
nihayet açığa vurdu.
"inandım ki, İsrail
oğullarının iman ettiğinden başka ilâh yoktur. Ben de Müslümanlardanım."
(Yunus; 90)
Velhâsıl, Firavun ve diğer
kâfirler Hakk'ı bildikten ve öğrendikten sora bile gurur ve inatları yüzünden
bâtıl'a tapmakta ısrar ettiler. Sarayda-kiler Firavun'a dediler ki:
"Musa ile kavmini yeryüzünde
fesâd çıkarmaları, seni ve ilâhlarını gözden düşürmeleri için bırakır
mısın?"
Firavun da cevap verdi:
"Onların erkek çocuklarını
öldürtüp kızlarını ise hayatta bırakacağım." (A'raf; 127)
Böylece Hz. Musa'nın doğuşu
sırasında çıkarılan kanun yeniden icra olundu ve Hz. Musa'ya iman edenlerin
erkek çocuklarının öldürülüp, kız çocuklarının bırakılması emrolundu. (Mü'min;
25). Firavun, Hz. Musa'ya dedi ki:
"Yemin ederim ki eğer benden
başka tanrı edinirsen seni muhakkak zindana atarım." (Şuara; 29)
Sonra, kendi yandaşlarına da şöyle
haykırdı:
"Ey millet! Ben sizin benden
başka ilâhınız olduğunu bilmiyorum." (Kasas; 38)
Ayrıca şunları da söyledi:
"Ben sizin en yüce
Rabbinizim." (Nâziât; 24)
Sonra alaylı bir tavırla kendi
veziri olan Hâmân'a şöyle dedi:
"Ey Hâmân, çamur üstüne ateş
yak ve bana bir kule yap, belki Musa'nın ilâhına muttali olurum." (Kasas;
38, Mü'min; 36-37)
Hatta bir defasında Hz. Musa'nın
işini bitirmeye karar verip saraydakilerine şöyle haykırdı:
"Bırakın da Musa'yı
öldüreyim. O da Rabbine yalvarsın." (Mü'min; 26)
İşte Firavun ile saraydaki
arkadaşlarının, dalkavuklarının ve diğer kâfirlerin karakteri böyle idi.
Kur'an-ı Kerim, bu insanların kötü amellerini ve kişiliklerini gayet güzel bir
şekilde gözümüzün önüne sermiştir. İkinci tip ibret verici karakterler, kendi
dinlerini korumak ve Hz. Musa'ya karşı yarışmak üzere ülkenin dört bir yanından
gelip toplanan sihirbaz ve kâhinlerdi. Bunlar Firavun'un önüne çıkıp gayet
âcizane bir şekilde, "Majesteleri, biz kazandığımız takdirde mükâfata
layık görülecek miyiz?" Kendilerine şöyle dendi: "Elbette ki hak
ettiğiniz mükâfatı alacaksınız, hatta yanımda yeriniz olacaktır." Fakat
aynı sihirbazlar, Hz. Musa'nın muazzam Mu'cizeleri yanında kendi sihirlerinin
bir işe yaramadığını görünce, hakikati anladılar ve bunların sihir değil,
Allah'ın birer Mu'cizesi olduğunu gördükten sonra derhal secde edip "Biz
Musa'nın Rabbine, Alemlerin Rabbine iman ettik" demekten kendilerini
alamadılar. Bu sihirbazlarda birden bire öyle büyük bir değişiklik oluyor ki,
Firavun bile hayretini gizleyemiyor. Firavun onlara elleri ve ayaklarının
kesileceği ve kendilerinin idam edileceği tehdidinde bulunuyor, ama onlar zerre
kadar yunuyorlar ve kendisine şöyle meydan okuyorlar: "Vallahi sen ne
yaparsan yap, biz hidayeti bulduk, biz hakikati gördük ve Allah'a inandık.
Artık gerçeklerden ve Rabbimizden dönemeyiz." (Bk. A'raf; 113-126, Taha;
70-73 ve Şuara: 41-51).
Kur'an-ı Kerim'de çizilen bir
başka tip de, Firavun'ın bir nediminin karakteridir. Bu hükümet ve saltanat
görevlisi kalben Hz. Musa'ya iman etmişti, ama bunu bir süre gizli tutmayı
uygun görmüştü. Fakat Firavun, Hz. Musa'yı öldürmeye karar verdiğini
açıklayınca bu arkadaşı yerinden fırlayarak kendisini şöyle ikaz etti:
"Siz, sadece benim Rabbim Allah'tır dediği için mi birini katledeceksiniz?"
Bundan sonra kendisi uzun ve etkileyici bir konuşma yaptı. Bu konuşma, Mü'min
suresinde 26. ayetten 44'e kadar kaydedilmiştir. Bu ileri görüşlü kişi
konuşmasında Firavun ve O'nun gibi küfr ve şirkte ısrar edenleri Allah'ın
azabıyla korkutmuş ve doğru yola gelmelerini istemiştir. Bu doğru ve yüksek
meziyetli kişi, başına geleceklerden korkmadan Hak'tan yana çıktı ve hak
bulduklarını dile getirmekten çekinmedi.
Ve tabii ki, en iyi ve örnek
karakter Hz. Musa (a.s.)'nınkidir. Hz. Musa, ahlâksızlık ve dalâletin en aşağı
noktasına inmiş olan bir milletin ferdiydi. Öyle bir millet ki, evlâtlarının,
gözlerinin önünde katledilmesine ses çıkaramıyordu. Bizzat Hz. Musa'nın adı bir
Mısırlıyı öldürdüğü iddiası ile düzmece bir davaya karıştırılmış ve hakkında
arama emri çıkmıştı. Bu sebeple vatanını terk edip senelerce Medyen'e sığınmak
zorunda kalmıştı. Böyle bir durumda Cenab-ı Allah O'nu peygamber yapıp Firavun
gibi çağın en dehşetli hükümdarına karşı çıkmasını emredince hiç korkmadan hak
yolunda yürümeye başladı. Bu yol dikenlerle doluydu. Kendisinde ne maddi bir
güç vardı, ne de bir ordu veya kendisine can atan taraftarlar. Allah O'na bir
asa ve "beyaz el" Mu'cizesi vermişti. Başka bir dayanağı ve
sermayesi yoktu. Hz. Musa, Firavun'un hiçbir tehdidi ve uyarısından korkmadı.
O'nun baskı ve zulümlerinden yılmadı. Yıllarca her türlü muhalefete karşı siper
oldu. Ve ne zaman ki Firavun O'nu ölümle tehdit etti, kendisi çok sakin bir
şekilde karşılık verdi:
"Ben hesap gününe inanmayan
her kibirliden Rabbim ve Rabbiniz olana (Allah'a) sığındım." (Mü'min; 27)
26.4.10. Tarihten Diğer Örnekler
Kur'an-ı Kerim'de benzeri diğer
pek çok tarihi vak'a ve kıssa anlatılmak suretiyle İslam'ın ne gibi karakter
ve ahlâka sahip olan insanları benimsediği ve kimleri benimsemediği
açıklanmıştır. Meselâ, bir tarafta Hz. Davud ile Hz. Süleyman (a.s.) gibi
peygamberler vardı; -ki bunlar iktidar koltuğunda oturmuş ve kuvvet ve kudret
sahipleri olmasına rağmen Allah'tan her an korkmuşlardı- Allah’ın çizdiği
yoldan zerre kadar ayrılmıyorlardı, bir hukuk devleti kurmuşlardı ve herkesin
hakkını koruyor ve herkese eşit muamele ediyorlardı. Kibirle uzaktan, yakından
hiçbir ilgileri yoklu, yetkilerinin dışına çıkmıyorlardı ve nerede bir imtihana
tabi tutulduklarını görüyorlarsa orada hemen Allah'ın önünde eğiliyor ve
O'ndan yardım istiyorlardı. (Sâd; 17-24, Neml; 19-40, Sâd; 34-35).
Bunun yanında Sebe' (Saba)
melikesi vardır ki, müşrik bir milletin kraliçesi olmasına rağmen Hakkı
öğrendikten ve bildikten sonra hiç tereddüt etmeden kabul etti ve müşriklerin
kendisine nasıl bir tavır alacaklarını bir an bile düşünmedi. (Neml; 44)
Yâsin sûresinde bahsedilen, Hakk'a
tapan ve Hak yolunda olan bir kişinin karakteri vardır. Bir kişinin ait olduğu
millet, kendilerine tayin olunan üç peygambere de sırt çevirmişti ve onların
İslâm'a yaptıkları davetlerine şiddetle muhalefet ediyorlardı. En nihayet; bu
hak peygamberleri taşlayarak öldürmeye karar vermişlerdi. Böyle bir gergin
havada Hak'tan yana olan bu cesur kişi ortaya çıkıyor ve şehrin bir ucundan
öbür ucuna kadar gelip giderek peygamberlerin taşlanmaması için ellerinden
geleni yapıyor. Halkın bu peygamberlerin davetine uymalarını istiyor ve onlara
zulüm yapmamaları için yalvarıyor. Onların yanlış yolda olduğunu delillerle
ortaya koyuyor ve kendisinin iman sahibi olduğunu iftiharla ilân ediyor. Bu
hakperestin sözleri kendisine pahalıya mal oluyor ve öldürülüyor. Fakat böyle
bir durumda bile ağzından kâfir ve müşrikler için beddualar çıkmıyor. Onun son
arzusu dalâlet içindeki bu milletin doğruyu bulması oluyor. (Yasin; 13-27)
Daha sonra Eshab-ı Kehf in örnek
karakterlerine tanık oluyoruz. Bunlar müşrik ve gözü dönmüş bir milletin
zulmüne ve dinlerine gelen zarardan kurtulmak amacıyla sadece Allah'a inanarak
ve güvenerek bir mağaraya sığınıyorlar. Bu mağarada ne zamana kadar aç ve
susuz kalacaklarını hiç düşünmüyorlar, zira kalbleri iman ateşiyle doludur.
Onların tek düşüncesi kendi imanlarını son nefeslerine kadar korumaktır. (Kehf;
13-20)
Diğer tarafta zenginlik, bolluk ve
dünya nimetlerinin, kısacası maddiyatın simgesi olan Karun var. Bu Karun, Hz.
Musa'nın milletinin bir ferdi idi, ama dünya sevgisi onu Firavun'a yaklaştırmış
ve onun en güvendiği adamlarından biri olmuştu. Bu zengin ve varlıklı kişi
haram mallar ve servet toplayarak dünyanın en güçlü kişilerinden biri olduğunu
iddia ediyordu. İyi ve salih kişiler onun doğru yola gelmesini istediler, ama
o bütün nasihatlere kulağını tıkadı, üstelik bütün mal ve mülkünü kendi
bileğinin gücüyle topladığını iddia etmeye başladı. Dünyadaki kişiler onun şan
ve şevketini görüp kendisinin çok talihli kişi olduğunu sanıyor ve ona gıpta
ediyorlardı. Fakat Cenab-ı Allah, Karun'u sarayı ile birlikte bütün mal-mülk ve
servetini yerin dibine batırınca onun gibi olmak isteyen herkes için bir ibret
nişanesi oluverdi. (Kasas; 76-82)
Ayrıca, Sebeliler var ki, Allah
memleketlerini bir Cennet'e çevirmişti. Ne var ki, bu millet Allah'a karşı
isyan edince hak ettiği azaba uğradı ve gökten yağan yağmur ve yerden fışkıran
sular bütün memleketi yerle bir etti. Muhteşem sarayları kuleleri ve yapıları
yıkıldı, bağ ve bahçeleri viraneye dönüştü. Kısacası, Sebe (Saba)liler
öylesine korkunç bir akıbete uğradılar ki, felâketleri Arabistan ve civardaki
bütün memleketlerde dillere destan oluverdi. (Sebe; 15-19)
Kur'ân-ı Kerim'de tarihten verilen
örnekler arasında en kötü örnek herhalde Yahudilerinkidir. Gerçekten
Yahudilerin tarihi ibretle doludur. Yahudiler Allah'a baş kaldırmak ve O'na
nankörlük ve sadakatsizlik etmekte bütün milletleri geride bıraktılar. Onlar
tarihte en az iki defa büyük fitne ve fesada sebep oldular ve bunun neticesinde
bir defasında Babil ve Asur hükümdarları tarafından büyük bir bozguna
uğratıldılar ve ikinci defasında Romalılar ve Bizanslılar tarafından
Filistin'den kovulup mahv ve perişan oldular. (İsrâ; 4-7) Son bozgun ve
kovulmalarından sonra Yahudilerin bir kısmı Hicaz'a da gelip yerleşmişti.
Araplar bu milletin kötülük ve ayıplarını tek tek biliyorlardı. Kur'an-ı Kerim
bu ahlâkî bozukluklarına işaret ederek Cenab-ı Allah’ın bunları tasvip etmediğini
kaydetti. Yahudiler kendi dünyevi menfaat ve ihtiraslarını tatmin etmek
amacıyla dini hüküm ve ilkeleri tahrif ediyorlardı ve ahirette nasıl olsa
peygamberlerinin yardımıyla Cehennem ve azaptan kurtulacaklarını sanıyorlardı
(A'raf;169). inançlarına göre ümmiler (Yahudi olmayanlar)'in mallarını gasbedip
yemek ve onlara kötü muamele yapmak kötü bir şey değildi ve bu suretle herhangi
bir günah işlemiş olmuyorlardı. (Al-i İmran; 75). Yahudilerin din âlimleri ve
rahipleri halkın mallarını yemeyi âdet edinmişlerdi. (Tevbe; 37) Dinlerinin
yasaklamış olduğu faiz illetine, mübtela olmuşlardı (Nisa; 161). Aralarında
batıl inanç, sihir, falcılık ve ruhlar ile Şeytanı çağırmak gibi alışkanlıklar
hayli yerleşmişti. Onlar bu gibi bâtıl inançlarının Hz. Süleyman (a.s.)'dan
kaynaklandığını iddia ediyorlardı, halbuki hakikat bu değildi. (Bakara; 102)
Aralarında her türlü ahlâksızlık yayılmıştı, ama liderleri ve ileri gelen
kişileri kendilerini bu rezaletlerden kurtarmak için hiçbir çaba
göstermiyorlardı. Bu nedenle ahlâksızlığın bataklığına battıkça batıyorlardı
(Maide; 79). Aslında, Kur'an-ı Kerim bu ayıbın, felâkete sürüklenmiş olan
diğer milletlerde de yaygın olduğuna işaret etmiştir. Nitekim, Hûd sûresinde
geçmişteki ümmet ve kavimlerin felâketinden, helâk olmalarından bahsedilirken
şöyle denilmiştir.
"Sizden evvel geçen
devirlerde (insanları) yeryüzünde fesaddan nehyedecek akıl sahipleri bulunmalı
değil miydi? Ancak bunu pek azı yaptı. Ve biz de onları kurtardık. Nefislerine
zulmedenler de kendilerine verilen (dünyalık) refahın ardına düştüler,
günahkârlardan oldular. Rabbin halkı salih kimseler oldukları halde,
memleketleri zulüm ile helâk edici değildir." (Ayet; 116-117)
26.4.11. Kur'an-ı Kerim'de Eleştirilmiş ve Kınanmış
Olan Kötülükler
İşte Kur'an-ı Kerim, böyle bir
üslupla tarihi olay ve hikâyeleri anlatmış ve ahlâki değerler ile ilkelerini
ortaya koymuştur. Bunun yanı sıra, Kur'an-ı Kerim başka bir üslup kullanarak
gerek Kureyşliler gerekse diğer Araplarda ve insan toplumlarında bulunan
kötülüklere değinmiş, ahlâkî bozukluk ve kötü amelleri eleştirmiş ve
kınamıştır. Bunlar öyle ahlâksızlık ve kötülüklerdi ki, bunlara kimse iyi ve
uygun demeye cesaret edemezdi. Buna karşılık, Kur'an-ı Kerim, İslam'ın fertler
ve toplumların hangi vasıf, meziyet ve ahlâka sahip olmaları gerektiğine
işaret etti. Bunlar da öyle meziyetlerdi ki kimse bunların iyi olmadığını
söyleyemezdi.
Biz burada şimdi Kur'an-ı Kerim'in
eleştirmiş ve kınamış olduğu kötülüklerden bahsedeceğiz:
"Vay haline, arkadaş
çekiştirmeyi ve yüze karşı eğlenmeyi adet edinenlerin. O ki, mal topladı ve
saydı. Malının kendisine ebedi hayat vereceğini sanır." (Hümeze; 1-3)
"Dini tekzip edeni gördün nü?
Bu o kimsedir ki yetimi şiddet ve zorla itip kakıyor. Fakiri de doyurmaya
teşvik etmez. Vay haline o namaz kılanların ki, onlar namazlarından
gafildirler. Onlar riyakârlardır. Ve zekâtı da men'ederler." (Mâûn; 1-7)
"Fakat insanı Rabbi mümtaz
kılıp ona ikram edip nimetler verirse 'Rabbim bana ikram etti' der. Amma Rabbi
onu imtihan edip rızkını kısıtlarsa 'Rabbim bana ihanet etti' der. Hayır öyle
değil. Bilâkis siz yetime ikram etmezsiniz. Fakirleri doyurmak için birbirinizi
teşvik ve tergîb etmezsiniz. Helâl ve haram demeyip mirası alabildiğine
yersiniz. Malı da pek çok seversiniz." (Fecr; 15-20).
"Çoklukla iftihar sizi o
kadar şaşırttı ki kabirlere varıncaya kadar ziyaret ettiniz. Bununla iftihar
doğru değildir. Bunu ilerde bileceksiniz." (Tekâsür; 1-3)
"Çok yemin eden zelil ve
hakir olanlara itaat etme. Halkı çok ayıplayan ve lâf getirip götürme ile
meşgul olana, Hayrı meneden, haddini aşarak günah işlemekte ısrar edene.
Zorbaya ve soysuz yardakçıya (itaat etme). Mal ve evlât sahibi oldu diye."
(Kalem; 10-14)
"Ölçü ve tartıda noksan
yapanların vay haline. Ki onlar insanlardan alırken ölçüyü tam yaparlar. Fakat
İnsanlar ölçer veya tartarlarsa eksik yaparlar. Onlar ba's olunacaklarını
bilmezler mi? O büyük kıyamet gününde, insanların Alemlerin Rabbi huzurunda
kalkacağı günde." (Mutaffifin; 1-6)
"Teraziyi adaletle ve doğru
tutun. Tartılan noksan etmeyin diye." (Rahman; 9)
"Onlar cennettedirler.
Sorarlar mücrimlerden "sizi bu cehenneme sokan nedir?" Onlar şöyle
derler: 'Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara yedirmezdik. Bâtıla
dalanlarla beraber dalardık. Kıyamet gününü de yalanlardık." (Müddessir; 40-46)
"(Kıyamet günü cehenneme
yollanacak olanlar giderken kendileri hakkında şöyle denilecektir): Çünkü o
büyük olan Allah'a iman etmezdi. Fakirlere yemek vermeye teşvik etmezdi. Bugün
burada ona acıyacak yoktur.' Yemek olarak da ancak kan ve irin vardır. Ki onu
ancak kâfirler yer." (Hakka; 33-37)
"O kıyamette 'boş yere çok
mal sarf ettim' der. O kendini kimsenin görmediğini mi zannediyor?"
(Beled; 6-7)
"Mallarını Allah yolunda
harcayan ve sonra bunu minnet ve eza ile takip etmeyenlerin mükafatları Kabları
kalındadır. Onlara korku ve hüzün yoktur. İyi bir söz ve bağışlama, ardından
eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır." (Bakara; 262-263)
"Ey mü'minler, sadakalarınızı
başa kalkmak ve eza ile heder etmeyiniz. Halka gösteriş (riya) olarak malını
infak (harcayan) eden Allah'a ve ahirete iman etmeyen, üstünde biraz toprak
bulunan düz kaya gibidir; ki ona şiddetli bir yağmur isabet ederse toprağı
götürür. Ve kayayı dümdüz bırakır." (Bakara; 64)
"Allah'ın fazl-u kereminden
kendilerine verdiği şeyle cimrilik edenler bunun kendileri için hayırlı
olduğunu zannetmesinler. Şüphesiz bu onlar için bir şerdir. Kıyamet gününde o
cimrilik ettikleri şey, boyunlarına takılmış olarak gelirler." (Al-i
İmran; 180)
Cimrilik sadece para ve malların
kendisi, karısı, çocukları ve ailesi için kullanmamak değildir. Cimrilik, pek
çok konularda cömertlik eden ve bol bol para harcayan ama Allah'a ve dine sıra
gelince yan çizen bir kişinin davranışına da denilir.
"Allah, kendini beğenenleri
ve böbürlenenleri sevmez. Cimrilik edenler cimrilikle insanlara emredenler ve
Allah'ın fazl ve kereminden onlara verdiğini saklayanlar Allah'ın sevmediği
mağrurlardır." (Nisâ; 36-37)
"Nefsini cimrilik ve hasedden
koruyanlar işte onlar felâha erenlerdir." (Teğabun; 16)
"Kibirlenip insanlardan
yüzünü çevirme. Yeryüzünde mağrurane ve çalımla yürüme. Çünkü Allah kibir
taslayıp kendini beğeneni sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçak, çünkü
seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." (Lokman; 18-19)
"Allah'ın bazınızı bazınız
üzerine üstün kıldığı şeyi hased etmeyin." (Nisâ; 32)
Bir insanın, başka bir insana,
daha iyi bir durumda olduğunu görerek imrenmesi zaten hasedin temelidir. Bundan
sonra imrenen kişi imrenilen kişiyi kıskanır ve ondan nefret etmeye başlar.
Kendisinin onun durumuna yükselebilmesi için onun kötü hale gelmesini ve
çaresiz kalmasını ister. Bu hedefe varmak için bazen gayrı meşrû ve iğrenç
yollara başvurur.
"De ki: 'Rabbim açık ve gizli
hayasızlığı,'günahı, haksız yere isyanı ve onun için burhan ve hüccet
indirilmemiş iken Allah'a şirki ve Allah hakkındâ bilmediğinizi söylemenizi
haram kılmıştır." (A'raf; 33)
"iyilik etmemek İnsanlar
arasında ıslâha çalışmamak hususunda yeminlerinizi engel yapmayın. Allah,
yeminlerinizdeki lağvınızdan (yanılmadan) dolayı sizi muaheze etmez. Lâkin
kalbinizin kazandığı ile mes'ul olursunuz." (Bakara; 224-225)
"Karşılıklı ahitleştiğiniz
vakit Allah'ın ahdini yerine getirin. Sapasağlam eylediğiniz yeminleri
bozmayın. Bu ahd ve yeminde Allah'ı kefil yapmışsınızdır. Allah işlediklerinizi
bilir. Sağlam olarak eğirdiği ipliği tekrar bozan kadın gibi olmayın. Bir kavmi
diğer bir kavimden daha çok görmekten dolayı yeminlerinizi aranızda hile ve
fesad vesilesi yapmayın. Allah sizi bununla imtihan eder." (Nahl; 90-91)
"Amma Allah'ın ahdini kabul
etlikten sonra onu bozanlar, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi kesenler
ve yeryüzünde fesad çıkaranlara lânet ve cehennem vardır." (Ra'd; 25)
"De ki: 'Hükümdarlar bir
memlekete girdikleri zaman onu perişan ederler. Ve halkının en şereflilerini
hor ve hakir kılarlar." (Neml; 34)
Hucurât sûresinde (Ayet; 11,12)
kınanmış olan ahlâksızlıklar ve kötü ameller şunlardır: İnsanların biriyle alay
etmeleri, birini öfkelendirmeleri, küçük düşürmeleri, birine kötü isim
takmaları, yersiz ve gereksiz olarak biri hakkında kötü düşünmeleri, ondan
kuşkulanmaları, başkalarının özel hayatları hakkında dedikodu etmeleri ve
birinin arkasından konuşmaları.
"Cehâlet ve
akılsızlıklarından dolayı evlâtlarını öldürenler ve Allah'a iftira ederek
kendilerine rızık olarak verdiği şeyleri haram eyleyenler muhakkak ziyan
ettiler; dalâlete düştüler." (En'am; 140)
"Ve eğer onlardan biri kız
çocuk ile müjdelense öfkelenerek yüzü simsiyah olur. Kendisine müjdelenen şeyin
fenalığından utanarak halktan yüzünü saklar. Onu hakaretle bırakayım mı yoksa
toprağa mı gömeyim diye düşünür. Dikkat edin ki, ne fena hükmediyorlar."
(En-Nahl; 58-59)
"Diri diri gömülen kızlara
sorulduğunda, hangi suçtan dolayı öldürüldüğü..." (Tekvir; 8-9)
"Bir hatayı veya bir günahı
işleyip sonra onu bir suçsuzun üzerine atan apaçık bir iftira ve günahı
yüklenmiş olur." (Nisâ; 112)
"Hainler için müdafaacı
olma... Ve Allah'tan mağfiret dile. Çünkü Allah mağfiret edici ve
rahimdir."
(Nisâ; 105-106) "Allah
hainlikte ısrar eden günahkârları sevmez." (Nisâ; 107)
"Hıyanet eden hıyanet ettiği
şeyle birlikte kıyamet günü meydana getirilir. Sonra herkese dünyada iken
kazandığının karşılığı ödenir. Ve kimseye zulüm olunmaz." (Al-i İmran;
161)
"İnsanların mallarına artış
olması için verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek
verdiğiniz zekât ise, işte bunu yapanlar sevaplarını kat kat
arttıranlardır." (Rûm; 39)
"Ey mü'minler, kendi aranızda
ticaret olmaksızın mallarınızı haram sebeplerle yemeyiniz. Kendinizi
öldürmeyin... Kim helâlin sınırını aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa onu
Cehenneme sokara." (Nisa; 29-30)
"Haksızlıkla birbirinizin
malını aranızda yemeyiniz. İnsanların bir kısım malını bilerek ve haksız olarak
yemek için onu (o malları) hakimlere aktarmayınız." (Bakara; 188)
Bu demektir ki, yetkililere rüşvet
edip işlerinizi yürütmeye çalışmayınız. Ayrıca, gerçekler ortada iken ve
malların kime ait olduğu bilinirken boşu boşuna davayı mahkemeye götürmeyiniz.
"Şahitliğe çağırıldıklarında
ondan kaçınmasınlar... Şahitliği gizlemeyin. Şahitliği gizleyenin kalbi günahkâr
olur." (Bakara; 282-283)
"Yalan sözden sakının."
(Hacc; 30)
Bu ayetin kapsamına yalan şahitlik
de giriyor. Nitekim, Rasûlullah (a.s.) da şöyle buyurmuşlardır: "Yalan
şahitlik, Allah'a şirk ile eşittir."
"Güzel bir şefaatte bulunan
ondan bir nasip vardır. Ve kötü bir şefaatte bulunana onun misli vardır."
(Nisâ; 85)
Yani şefaatçi, şefaat olunanın iyi
ve kötü amelini paylamış olacaktır.
En-Nûr sûresinde 4. ayetten 23.
ayete kadar namuslu ve temiz karakterli kadınlara iftirada bulunmak, onlar
hakkında türlü türlü dedikodu yapmak ve yaymak ve toplum içinde çıplaklık,
fuhuş ve zina gibi illetleri yaymak ağır bir dille eleştirilmiş ve kınanmıştır.
Ayrıca, bu hükümler sadece kadınlara mahsus değildir.Aynı şekilde erkeklere
iftira yapılması da yasaklanmıştır.
"Kadınlarla iyi
geçinin." (Nisâ; 19)
"Kadınları boşadığınızda
iddetlerini bitirince onları âdet ve örf dairesinde nikâhınız altında tutun.
Veyahut iyilikle bırakın. Zulmetmek maksadıyla onları zorla tutmayın. Bunu
yapan kimse kendine zulmetmiş olur." (Bakara; 231)
"O cariyeleri sahiplerinin
izni ile nikâhlayın. İffetli yaşamaları zinadan ve gizli dost tutmaktan uzak
oldukları halde nikâh bedellerini (mehrini) iyilikle veriniz. Evlendikten sora
fuhuş irtikâb ederlerse o zaman hür kadınlara olan cezanın yarısı kadarı ile
cezalandırılırlar." (Nisâ; 25)
"Ey Peygamber, mü'min
kadınlar Allah'a bir şey şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek,
evlatlarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasındaki şeyi iftira ile bühtan
etmemek ve herhangi bir iyilik hususunda sana muhalefette bulunmamak üzere
biat için sana gelirlerse biatlerini kabul et." (Mümtehine; 12)
Burada iftira ile bühtan etmekten
iki şey kastedilmiştir. Bir, bir kadının, başka bir kadının bir erkekle dost
veya metres hayatı yaşamakta olduğunu iddia etmesi, iki, evli bir kadının,
başka bir erkeğin çocuğunu doğurup kocasını aldatması.
"Ey Adem oğulları size avret
yerinizi örtmek için libas ve ziynet elbisesi indirdik... Ey Adem oğulları,
şeytan ana ve babanızı cennetten çıkardığı ve avret yerlerini açmak için
ayaklarından elbiselerini soyduğu gibi sizi de aldatmasın." (A'raf; 26-27)
"De ki: 'Allah'ın kulları
için çıkardığı ziyneti iyi ve temiz rızkları kim haram etti?" (A'raf; 32)
"Onlar bizim kendilerine farz
kılmadığımız ruhbaniyeti ancak Allah'ın rızasını isteyerek kendileri icat
ettiler." (Hadid; 27)
"Hurma ve üzüm ağaçlarından
içki ve güzel bir rızık edinirsiniz." (Nahl; 67)
Yani, Allah’ın ihsan ettiği hurma
ve üzüm gibi meyveleri siz başka amaçlar için kullanıyorsunuz.
Kur'an-ı Kerim'in sıraladığı bu
kötülüklerin kötü olmadığını kimse iddia edemezdi. Ayrıca, ne Kureyşliler ne
Araplar ne de başka milletler, cemiyetlerinin bu gibi ahlâksızlıklardan arınmış
olduğunu da iddia edemezlerdi. Kimse bu kötülüklerin Hz. Peygamber (a.s.)'de
veya yakın arkadaşlarında bulunduğunu da öne süremezdi. İnatçı ve akılsız
olmayan, aklı başında olan herkes bu illetlerden kurtulmanın İnsanlar için
hayırlı ve uğurlu olacağına inanmalıydı.
26.5. ANLAMLI
VE HİKMETLİ AHLÂKİ HÜKÜMLER
Kur'an-ı Kerim, fert ve milletlerin
çökmesine ve daha sonra felakete sürüklenmesine sebep olan kötülüklerden
bahsettikten sonra çok anlamlı, özlü ve kapsamlı ahlâk kurallarını öğretmiştir.
Aklı başında olan bir kimse bu kaide ve kuralların hikmetini ve faydasını
inkâr edemezdi. Bu kaide ve kurallar kuru kuruya halka anlatılmış ve telkin
edilmiş değildi, aksine bunların pratik örnekleri Rasûl-i Ekrem (a.s.) ve
fedakâr ve cefakâr sahabelerinin hayatlarıyla verilmişti, bu bakımdan daha
cazibeli ve manalıydılar. Biz bu altın kuralları aşağıda aktarıyoruz:
"Şüphesiz Allah size adaleti,
iyiliği akrabaya yardım ile emreder. Fahşâdan münkerden ve isyandan
nehyeder." (Nahl; 90)
"De ki: 'Gelin Rabbinizden
size haram eylediği şeyleri ben size okuyayım: O'na hiçbir şeyle şirk
koşmayın. Baba ve ananıza ihsan (iyilik) edin. Fakirlik endişesiyle
çocuklarınızı öldürmeyin. Biz sizi de onları da rızıklandırırız. Kötülüklerin
açık ve gizlisine yaklaşmayın. Allah'ın haram eylediği cana kıymayın. Meğer ki
hak ile ola.îşte (Allah) size aklınızı başınıza alasınız diye bunları emretti.
Yetim, rüşt çağına erişinceye kadar malına ancak iyilik etmek için almaksızın
yaklaşmayın. Ölçüyü, tartıyı adaletle ölçüp tartın. Biz bir kimseye gücünün
yettiğinden başkasını teklif etmeyiz. Söz söylediğiniz vakitte akrabanız için
olsa bile adaleti gözetiniz. Allah'ın ahdini yerine getiriniz. İşte Allah size
iyice düşünesiniz diye emretti." (Enam; 151-152)
"Rabbin, kendisinden
başkasına ibadet etmeyin. Baba ve ananıza iyilik edin diye hükmetti. Onlardan
biri veya ikisi senin yanına ihtiyarlığa erişirlerse onlara öf deme. Onlara
ağır söz söyleme. Onlara tatlı ve kerimâne sözler söyle. Onlara merhametle
tevazu kanadını indir. Ve 'ya Rabbi küçük iken beni besleyip büyüttükleri
(terbiye) gibi sen de onlara rahmet ve merhamet buyur' de. Rabbiniz içinizde
olanı herkesten daha iyi bilir. Eğer siz de salihlerden olursanız mağfiret
olunursunuz. Allah tevbe edenleri yarlığayıcıdır. Akrabaya fakirlere ve
yolculara hakkını ver. israf etme. Çünkü israf edenler şeytanların kardeşleridir.
Şeytan ise Rabbine karşı nankördür. Rabbinden umduğun rahmeti arayıp
bekleyerek onlardan yüz çevirmek mecburiyetinde kalırsan o halde onlara yumuşak
sözler söyle. Elini boynuna bağlı olarak asma. Bütün bütün de açıp saçma. O
zaman kınanmış ve perişan olarak kalırsın. Gerçekten senin Rabbin dilediğine
rızkı genişletir ve dilediğine de daraltır. Şüphe yok ki O kullarını bilir ve
görür. Fakirlik korkusu ile evlatlarınızı öldürmeyiniz. Sizi ve onları biz
rızıklandırırız. Onları öldürmek büyük bir günahtır. Ve zinaya yaklaşmayın.
Zira o bir hayasızlıktır. Ve fena bir yoldur. Haklı bir sebep olmaksızın
Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın, kim haksızlığa uğrayarak öldürülürse biz
onun velisine Selahiyet vermişizdir. O da bu hak ile yardımına mazhar kılınmış olduğundan
dolayı katl de israf etmesin. Erginlik çağına erinceye kadar güzel bir maksat
ile olmaksızın yetimin malına yaklaşmayın.Ahdinizi de yerine getirin. Ahdeden
verdiği sözden mes'uldür. ölçtüğünüz zaman tam ölçün. Ve doğru terazi ile
tartın. Bu hayırdır ve sonu da güzeldir. Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü
kulak, göz ve kalb bunların hepsi bundan mes'uldür. Yeryüzünde kibir ve
azametle yürüme. Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağların
yüksekliğine eremezsin. Bütün bu fena şeyler Rabbinin yanında mekruhtur. Bunlar
Rabbinin saha vahyettiği hikmetlerdendir." (İsrâ; 23-39)
"Allah'a ibadet edin ve O'na
bir şeyi ortak tutmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere, yakın
ve uzak komşulara, arkadaş ve dostlara, misafirlere, köle ve cariyelere iyilik
edin. Allah, kendini beğenenleri ve böbürlenenleri sevmez." (Nisâ; 36)
"Yüzünüzü doğu ve batı
tarafına çevirmeniz birr (hasenat ve itaat) değildir. Birr sahipleri Allah'a,
âhirete, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, akrabaya, yetimlere,
fakirlere, yolculara, dilenenlere, esirlere severek veren, (infak eyleyen)
ahitlerine cefa zarûret ve fenalıklarına harp ile kıtalin zorluk ve
zahmetlerine sabredenlerdir. Onlar imanlarında sadık olup Allah'tan ittika
edenlerdir." (Bakara; 177)
"Muhakkak mü'minler felâh
bulmuştur. Onlar namazlarında huşua riayet ederler. Onlar boş sözden ve
faydasız işten yüz çevirirler. Zekâtlarını verirler. Irzlarını korurlar. Ancak
kendi zevcelerine yahut malik oldukları cariyelere karşı münasebetleri
müstesnadır. Onlar bunda kınanmazlar. Bundan başkasını arayanlar hadlerini
aşanlardır. Onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Onlar namazlarını
gereği üzere devamlı kılarlar." (Mü'minun; 1-9)
"Allah'ın makbul kullan
yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler. Kendilerine cahiller lâf attıklarında
'Allah size selâmet versin' derler. Onlar ki gecelerini Rabbleri için secdede
ve kıyamda geçirirler. Ve 'ey Rabbimiz, Bizden cehennem azabını çevir.
Cehennem'in azabı daimi bir helâktir?' derler. Cehennem ne fena bir karargâh ve
ikametgâhtır. Onlar ki harcadıkları zaman israf etmezler cimrilik de etmezler.
Bunun ikisi arasında ortalama olur. Onlar ki Allah ile beraber başka bir ilâha
tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler. Zinada bulunmazlar.
Bunları yapan günahkâr olur. Kıyamet günü onun azabı katmerleşir. Ve o azapta
hor ve zelil olarak devamlı kalır. Ancak tevbe eden ve iman edip iyi amel
işleyen kimselerin günahını Allah iyiliğe çevirir. Allah Gafur'dur, Rahim'dir.
Tevbe edip sâlih amel işleyenler muhakkak ki makbul bir şekilde Allah'a döner.
Onlar ki yalan şahitlikte bulunmazlar. Boş ve batıl şeylerin yanından
geçtiklerinde onlara bulaşmadan şerefli olarak geçerler. Onlar ki Rablerinin
ayetleri okunduğunda sağır ve kör olarak yüzüstü düşmezler. Onlar ki, 'ey
Rabbimiz, bize zevcelerimizden ve zürriyetlerimizden gözlerimizin süruru
olacak iyi kimseler ihsan et. Ve bizi takva sahiplerine İmam kıl' derler."
(Furkan; 63-74)
"Size verilen her şey dünya
hayatının geçici malıdır. İman edip ve Rabblerine tevekkül edenler için Allah
indinde olan daha hayırlı ve daha devamlıdır. Onlar şunlardır ki, büyük
günahlardan ve açık rezaletlerden kaçınırlar. Öfkelendikleri zaman da onlar
kusur bağışlarlar. O kimselerdir ki, Rabblerinin dâvetine icabet eder,
namazlarını kılar, işlerini aralarında müşavere ederler. Ve kendilerine rızık
olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler. O kimselerdir ki, kendilerine zulüm
edilse, onlar yardımlaşarak intikam alırlar. Kötülüğün cezası ona denk bir
kötülüktür. Fakat affedip ıslâh edenin mükafatı Allah'a aittir. Allah,
zâlimleri asla sevmez. Zulüm gördükten sonra intikam alana (ceza için
mes'uliyete) bir yol yoktur. Ancak ceza yolu, insanlara zulmedenlere ve haksız
yere yeryüzünde azgınlık yapanlaradır. Onlara acıklı bir azap vardır. Bununla
beraber, sabredip affedene mükâfat olunur. Çünkü bu, en büyük işlerdendir."
(Şûra; 36-43)
"Gerçekten insan haris ve
cimri yaratılmıştır. Ona bir fenalık dokununca feryad edip sızlanır. Bir hayır
dokununca da cimridir. Namaz kılanlar müstesnadır. Ki onlar namazlarına
devamlıdırlar. Ve şunlar ki, mallarına devamlıdırlar. Sâil ve fakirler için. Ve
şunlar ki kıyâmet gününü tasdik ederler. Ve şunlar ki, Rabblerinin azabından
korkarlar. Çünkü Rabblerinin azabından emin olmazlar. Şunlar ki, avret
yerlerini korurlar. Ancak zevcelerine ve cariyelerine müstesna. Çünkü onlarla
münasebette levm olunmazlar. Bundan ötesini isteyenler hadlerini tecavüz
edenlerdir. Şunlar ki emânetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Ve onlar ki şahitliklerini
(dosdoğru) yaparlar. Ve şunlar ki, namazlarını muhafaza ederler."
(Meâric; 19-34)
"Aldıklarını yerine getirir,
şerri ve zahmeti şiddetli ve devamlı olan günden korkarlar. Ve seve seve fakir,
yetim ve esiri doyururlar. Onlara, 'biz sizi Allah rızası için yediriyoruz.
Sizden ne mükâfat ne de bir teşekkür istemiyoruz. Biz Rabbimizden korkarız.
Çirkin yüzlü ve çatık kaşlı bir günün azabından derler." (İnsan; 7-10)
"Rabbiniz tarafından
mağfirete ve eni gökler ve yer kadar olup takvâ sahipleri için hazırlanmış olan
cennete koşunuz. O takvâ sahipleri ki, bollukla ve darlık zamanlarında infak
ederler, öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah,
iyilik edenleri sever. O müttakiler bir günâh işlediklerinde veyahut
nefislerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak günâhlarının bağışlanmasını
islerler. Allah'tan başka günâhları affeden kimdir? Bunun fena olduğunu
bildikleri halde günâhta ısrar etmezler." (Al-i İmrân; 133-135)
26.5.1. Güzel Ahlâk ve Faziletle İlgili Emirler
Yukarıda dile getirilen güzel
ahlâk ile ilgili genci ve özlü hükümlerin yanı sıra güzel ahlâk ve faziletin
ayrıntılarına da tek tek temas edilmiştir. Genel ahlâkî kurallar zâten birazcık
ahlâkî hislere ve hayır ile ser arasında ayırım yapma kabiliyetine sahip, ıslâh
edilmesine uygun bir kişiyi etkileyecek nitelikteydiler. Fakat, Kur'ân-ı Kerim
bunlarla yetinmedi ve ahlâk kurallarının her birini açıkça ortaya koymayı uygun
gördü. Kur'an-ı Kerim, insanların hangi faziletlerle donanması gerektiğine
işaret etti ve Rasûlullah (a.s.) ile sahabeleri, bunların sadece kâğıt üzerinde
kalmaya layık değil, pratik hayatla yaşanacak nitelikte olduğunu gösterdiler.
Bunların hepsini buraya nakletmeye imkânımız yoktur. Biz sadece bazı
örneklerini vermeye çalışacağız.
"Birbirinizle hayır ve takvâ
üzerine yardımlaşın. Günâh ve zulüm üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun.
Allah'ın cezası çok şiddetlidir." (Maide; 2)
"(Yine Musâ) Rabbim, bana
olan in'amın hakkı için artık mücrimlere yardımcı olmayacağım' dedi."
(Kasas; 17)
"Fenalığı en güzel (haslet)le
defet. Onların neler vasfetmekte olduklarını çok iyi biliyoruz. De ki:
'Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Rabbim onların huzurumda
bulunmalarından sana sığınırım." (Mü'minûn; 96-98)
"İşte onlara sabırları,
günâhları hasene ile izale eylemeleri ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz
şeylerden infak etmelerinden dolayı mükâfatları iki kat verilecektir. Onlar
çirkin söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve 'bizim amellerimiz bize
sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olabilirsiniz, size sövmeyiz, cahillerle
mücadele istemeyiz' derler." (Kasas; 54-55)
"İşte biz âhiret yurdunu
yeryüzünde zulüm ve fesâdı istemeyenlere veririz. İyi akıbet
muttakilerindir." (Kasas; 83)
"Onlar şunlardır ki eğer
kendilerini yeryüzünde iskân edersek namazlarını kılar, zekâtlarını verir,
iyiliği emredip kötülükten nehyederler.' (Hacc; 41)
"(O kandil) o evlerde
yakılır. Allah onların ta'zim edilmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin
vermiştir. Onlar oralarda sabah ve akşam Allah'ı tesbih ederler. Bir takım
adamlar vardır ki onları ticaret ve alışveriş Allah'ı zikretmekten namazlarını
kılmaktan ve zekâtlarını vermekten alıkoyamaz. Onlar kalblerin ve gözlerin
dehşetle döneceği günden korkarlar." (Nûr; 36-37)
"Ey mü'minler, mallarınız ve
evlâtlarınız sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın. Bunu yapanlar hüsrana
uğrayanlardır." (Münafıkun; 9)
"Ey iman edenler, kendi
nefsiniz veya babanız, ananız akrabanız aleyhinde ve eğer zengin veya fakir
hakkında olsa bile Allah için şahitliği adaletle ayakta tutun. Çünkü Allah
onlara sizden daha yakındır. Hevanıza tabi olup adaletten sapmayın. Eğer
dilinizi değiştirir veya şahitlikten yüz çevirirseniz günaha girersiniz. Çünkü
Allah işlediğiniz şeyden haberdardır. " (Nisâ; 135)
"Ey mü'minler, Allah için
şahitlikte kaim olun. Bir kavme olan kininiz sizi adalet etmemeye sevk
etmesin. Adalet edin ki o takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Allah
işlediğiniz şeylerden haberdardır." (Maide; 8)
"Sizinle harb edenlerle Allah
yolunda siz de savaşınız. Ve aşırı gitmeyiniz. Allah aşırı gidip tecâvüz
edenleri sevmez." (Bakara; 190)
"Ey iman edenler, Allah'tan
korkun ve doğru sözler söyleyin." (Ahzab; 70)
"Size tecavüz edene onun
tecavüzünün misli ile mukabele edin. Allah'tan sakının. Bilin ki Allah
muttakilerle beraberdir." (Bakara; 194)
"Sizden evvel kitap
verilenlerden ve müşriklerden bir çok ağır sözler işiteceksiniz. Eğer bunlara
sabreder ve Allah'tan sakınırsanız muhakkak bu en büyük şeylerdendir."
(Al-i İmrân; 186)
"Allah çirkin sözün alenen
söylenmesini sevmez. Ancak zulüm görenler mazurdur." (Nisâ; 148)
"Onlar ki Allah'ın ahdini
yerine getirip verdikleri sözü bozmazlar. Onlar ki Allah'ın emrettiği sıla-i
rahme riayet ederler. Rabblerinden korkarlar ve kötü hesaptan endişe ederler.
Onlar ki Rabblerinin rızasını kazanmak için sabrederler namazı dosdoğru
kılarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikâr
harcarlar. Kötülüğü de iyilikle savarlar." (Ra'd; 20-22)
"Allah size emanetleri ehline
vermenizi ve İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi
emreder." (Nisâ; 58)
"Bazınız bazınıza emniyet
ederse emniyet olunan emaneti yerine versin. Ve Rabbi olan Allah'tan
korksun." (Bakara; 283)
"Sevdiğiniz şeylerden infak
etmedikçe birr ve hayra (iyiliğe) nail olamazsınız, infak ettiğiniz her şeyi
Allah bilir." (Al-i İmrân; 92)
"Ey mü'minler,
kazandıklarınızın ve sizin için yerden bitirdiğimiz şeylerin iyilerinden infak
ediniz (harcayınız), kendinizin göz yummadan almayacağınız bayağı şeyleri infak
için seçmeyiniz. Biliniz ki Allah Ganidir, Hamid'dir." (Bakara; 267)
"Sadakaları aşikâre
verirseniz iyidir. Gizleyip fakirlere verirseniz sizin için daha hayırlıdır.
Allah günahlarınızın bir kısmını (bu sebepten) bağışlar. Allah işlediğiniz
şeyden haberdârdır. (Bakara; 271)
"Takvâ sahibi ondan
uzaklaştırılacaktır. Günahlardan temizlenmek için malını veren. Onda hiç
kimsenin mükâfat edilecek bir nimeti yoktur. Ancak Yüce Rabbinin rızasını
isteyerek verir." (Leyl; 17-20)
"Herhangi birinize ölüm gelip
te: 'Ya Rabbi beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verip
salihlerden olsaydım' diyeceğiniz vakit gelmezden evvel size rızık olarak
verdiğimiz şeylerden infak edin." (Münâfikûn; 10)
"Bir hayrı açıklasanız veya
gizleseniz veya bir fenalığı affetseniz sevaplı olursunuz. Allah kadir olmakla
beraber affedici oldu." (Nisâ; 149)
"Aranızdaki üstünlüğü
unutmayın." (Bakara; 237)
"Borçlunun eli dar ise geniş
bir zamana kadar mühlet verilir. Bağışlarsanız bu sizin için daha hayırlıdır.
Bundaki fazileti bilseniz." (Bakara; 280)
"Yetimlere mallarını teslim
ediniz, iyiyi fena ile değişmeyin, kendi malınıza karıştırarak yetimlerin
mallarını yemeyin. Bu büyük günâhtır." (Nisâ; 2)
"Nikâh çağına ulaşıncaya
kadar yetimleri tecrübe ediniz. Onlarda olgunluk ve kabiliyet görürseniz
mallarını kendilerine teslim ediniz. Yetimin malını büyüdüğünde alır korkusu
ile israf ederek yemeyiniz. Zengin kişi yetimin malını yemekten çekinsin. Fakir
olan ise âdet ve örfe göre yesin. Yetimlere mallarını teslim ettiğiniz zaman
buna şâhid bulundurun. Hesap sormak için Allah kâfidir." (Nisâ; 6)
"Senden kadınlar hakkında
fetva isterler. De ki: 'Onlar hakkında Allah: Miraslarını vermediğiniz ve
nikâhlarına rağbet eylemediğiniz yetim kızlarla zayıf çocuklara dair size
kitapta tilâvet olunan şey, yetimlere adaletle muamele ediniz' diye fetva
verir. Hayırdan işlediğiniz her şeyi Allah bilir." (Nisâ; 127)
"Evlenmeye imkân
bulamayanlar, Allah onları fazlından zenginleştirinceye kadar iffetlerini
korusunlar." (Nûr; 33)
"Mü'min erkeklere söyle ki,
gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını muhafaza etsinler. Bu, onlar için
temiz bir harekettir... Mü'min kadınlara da söyle; gözlerini haramdan
sakınsınlar. Namuslarını korusunlar. Ziynetlerinden görünen kısmı hariç
diğerlerini göstermesinler. Örtülerini başlarına çeksinler. Ve ziynetlerini
kocalarından yahut babalarından veya kocalarının babalarından yahut
oğullarından veya kocalarının oğullarından yahut kardeşlerinden veya erkek
kardeşleri ile kız kardeşlerinin oğullarından yahut müslüman kadınlardan
veyahut cariyelerinden veya kadınlara meyli olmayan erkeklerden veya kadınların
gizli yerlerine muttali olmayan küçük çocuklardan başkasına göstermesinler.
Gizli olan ziynetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar. Ey mü'minler,
hepiniz birden Allah'a tevbe edin ki felâh bulasınız." (Nûr; 30-31)
"Eğer Allah'tan korkuyorsanız
söz söylediğinizde (yabancı erkeklere karşı) yumuşaklık göstermeyin.
Kalblerinde bir hastalık bulunanlar sizden tamâa düşerler. Sözü ciddi ve güzel
söyleyin. Hem evlerinizde oturun. Evvelki cahiliyyet (devri kadınlarının)
yaptığı gibi süslenip gezmeyin." (Ahzâb; 32-33)
"Ey mü'minler, Allah'ın sizin
için helâl kıldığı şeyleri haram etmeyin. Haddi aşmayın. Allah haddi aşanları
sevmez. Allah'ın size helâl ve temiz olarak rızık eylediği şeylerden yeyiniz.
Kendisine iman ettiğiniz Allah'tan korkun." (Maide; 87-88)
"Sizi bir imtihan olarak
kötülük ve iyilikle deneyeceğiz." (Enbiyâ; 35)
"Erkek ve kadın mü'minler
birbirinin velisi ve dostudurlar, iyilikle emr, kötülükten nehyederler. Namazı
dosdoğru kılıp zekâtı verirler. Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler."
(Tevbe; 71)
"İzzet isteyen (Allah'a itaat
etsin). Çünkü izzetin tamamı Allah'ındır. Hoş kelimeler ancak O'na yükselir. Ve
onu sâlih amel yükseltir." (Fâtır; 10)
Ahlâk ve faziletin bu altın
kurallarının yanı sıra Kur'an-ı Kerim'de İslâm'ın güttüğü hedefin, sadece
sâlih fertler yaratmak değil, aynı zamanda bu fertlerden oluşan sâlih bir
toplum meydana getirmek olduğu kaydedilmiştir. Zira bu olmadıkça insan soyunun
felâketten kurtulması ve huzur ve sükûna kavuşması mümkün değildir. Bu husus
Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde çeşitli vesilelerle dile getirilmiştir.
Ama biz burada sadece iki misal vermekle yetineceğiz:
"Biz ona iki göz vermedik mi?
Bir dil ve dudak yaratmadık mı? Ona iki yol gösterdik. Fakat "akabeyi"
(çetin işi) geçmeye çalışmadı. O "akabenin" ne olduğunu sana kim
bildirdi? (O) bir esir azad etmektir. Veya şiddetli bir açlık gününde yemek
yedirmektir. Akrabalığı olan bir yetime yahut sefalet içinde kalmış bir fakire.
Sonra iman edenlerden sabrı birbirlerine tavsiye eden ve merhameti tavsiye
eden kimselerden olmaktır." (Beled; 8-17)
Burada görüldüğü gibi, fertlerin
birçok haslet, iyilik ve meziyetlerine örnek olarak sadece bir köleyi serbest
bırakmak ve fakir fukara ile yetimlere yemek yedirmek gösterilmiştir. Fakat
aynı zamanda bu iyilikleri yapan kişilerin tek tük ve ayrı olarak değil,
ortaklaşa ve cemiyet halinde bulunmaları üzerinde durulmuştur. Bu iyilik dolu
ve meziyetli kişilerin iman sahiplerine yardım eden ve aralarında sabır ve
merhamet ile işler yapan sâlih bir toplum meydana getirmeleri de istenmiştir.
Böylece, ortaya çıkan toplum bütünüyle sabredici ve merhamet edici olacaktır.
Bu toplum temiz ve nezih karakteri, fedakârlığı ve yardımlaşma duygularıyla
herkesin dikkatini çekecektir. Bu toplum bütünüyle kötülüklerden kaçınacak ve
her zaman iyi ve hayırlı işler yapacaktır. Hak yolunda karşılaşabileceği zorluk
ve engellerle azim ve cesaretle başa çıkacaktır. Doğru söz söyleyecek, doğru
hareket edecektir. Dürüstlükte herkes için güzel bir örnek olacaktır. Allah'ın
kullarına karşı acımasız ve gaddar olmayacak, aksine merhametli ve şefkatli
olacaktır. Barışçı, insancıl ve sevgi dolu olacaktır. Böyle bir toplum gayet
tabii ki Allah'a ve Rasûlüne itaat, âhirete iman ve Kur'an-ı Kerim ile Hz. Peygamber
(a.s.)'in getirdiği emir ve mesajlara bağlı olacaktır. Başka bir deyimle,
sâlih bir toplum mutlaka mü'min bir toplum olacaktır. Bu toplum öylesine sağlam
temellere dayalı olacaktır ki, hiçbir muhalefet ve hiçbir zorluk onu doğru
yoldan ayıramayacak ve hiçbir güç onu zayıflatıp parçalayamayacaktır.
"And olsun Asr'a. Muhakkak ki
insan hüsrandadır. Ancak iman edip sâlih amel işleyen ve birbirlerine hak ve
sabır tavsiyede bulunanlar böyle değil." (Asr; 1-3)
Burada bahsedilen "asr"
geçmiş zaman veya tarihtir; hatta her an geçmekte olan zamandır. Bu geçmekte
olan zamana yemin edilmesinin amacı, sûrenin daha sonraki bölümünde geçen
hakikate dikkat çekmektir. Zamana and içilerek deniliyor ki, bir insan, bir
çok insan, insanların toplumu veya bütün insanlık, doğru yolda yürümezse
hüsrana uğrayacaktır. Yani, sâlih ve mü'min olmayan bir toplum hiçbir başarı,
felâh ve mutluluk bulamayacaktır. Bu ayetin ihtiva ettiği geniş manayı biraz
daha açalım:
26.5.2. İnsanların Felâh Bulmasının Dört Ana Şartı
Yukarıdaki kısa sûrede yemin
edilerek ve katiyetle denilmiştir ki, fertlerde, cemiyetlerde ve bütün
insanlarda aşağıdaki şu dört vasıf bulunmazsa kendileri mutlaka hüsrana
uğrayacaklardır. Buna tarih şahittir ve her an geçmekte olan zaman da şahittir.
İman: Yani, Allah'ın tek olduğuna,
ortağı olmadığına, bütün kâinatın yaratıcısı, rızık vericisi, cin, melek,
insan, hayvanlar ve bütün mahlûkların ihtiyaçlarını karşılayıcı, herkesin
mabudu ve Hâkimi olduğuna inanmak, O'na itaat etmek, O'na tapmak vs. Allah’ın
Rasûlünün getirdiği hüküm ve emirlerin doğru olduğuna inanmak, bunlara sadık
kalmak, bu dünyadaki hayatın geçici olduğuna, bundan sonra daha iyi ve daimi
bir hayatın olacağına inanmak, Ahiret'te dünyadaki amellerin hesabını
vereceğimize ve bu amellere göre Cennet'e veya Cehennem'e gönderileceğimize
inanmak vs. Kısacası, felâh bulmanın ve hüsrana uğramamanın ilk ve en büyük
şartı budur. Zira, güzel ahlâk, fazilet, karakter ve haslet, meziyet için
imandan daha iyi bir temel olamaz. İman olmadan insan hayatı ne kadar iyi ve
güzel olursa olsun, demir atmamış bir gemi gibidir, her türlü hırs, ihtiras,
arzu, istek, heves ve hayal dalgalarıyla bir bu yana, bir o yana, sürüklenir
ve hiçbir zaman yerinde duramaz.
Sâlih Amel: İman ile iyi amel, et
ile tırnak gibidirler. Ya da, başka bir deyimle, tohum ve ağaç gibidirler. İyi
ve sâlih amelin ağacı, iman tohumu olmaksızın yetişemez. Belki de bazı
İnsanlar iman sahibi olmaksızın da bazı belirgin haslet, meziyet ve vasıflara
sahip olabilirler, ama bunlar kökü sağlam olmayan ağaçlar gibidirler. Temeli
sağlam olmadığı için bu bina çökmeye mahkumdur. Ayrıca, hangi insanın kalbine
iman tohumu ekilirse o insanın hayatında iyi ve sâlih amel ağacının yeşermesi
doğaldır. Fakat faraza, bir kişinin kalbine iman tohumu ekilmiş, ama iyi amel
ağacı yeşermemişse, demek ki, o kişinin kalbi bu tohumun mezarı olmuştur. İman
tohumu gömülmüş, kaybolmuş veya çürümüş olduğu için kalb de mutlaka çürümüş ve
kokuşmuştur ve bundan hayır gelmez. Bu kalbin sahibinin sonu da hüsrandır.
Zira iman kendi başına bir insanın kurtuluşunun teminatı değildir. İman, ancak
sâlih amel ile cilâlanabilir, kuvvetlenebilir.
Yukarıda bahsettiğimiz iki vasıf
bir arada veya tek tek ve ayrı ayrı bazı kişilerde bulunabilir. Bu iki vasfı
bir arada taşıyan fertler fert olarak rahata, huzura ve selâmete erebilirler.
Ama bu vasıfları taşıyan fertler bir araya gelip bir toplum meydana
getirmedikçe toplumsal kurtuluştan söz edilemez. Böyle bir toplumun tam
manasıyla felâh bulması ve yararlı olması için şu iki vasfa da gerek vardır:
Herkese Hak ile Nasihatte
Bulunmak: Hak, bilindiği gibi Batıl'ın zıddıdır ve genellikle iki anlamda
kullanılıyor: Birincisi, ister akide ve düşünce, ister dünyevi meselelerle
ilgili olsun, adalete, insafa ve hakikate uygun bir şey söylemek veya hareket
etmek, ikincisi, Allah'a kullara veya kendi nefsine verilmesi gereken hak'tır.
O halde, hak ile nasihat etmenin anlamı şudur: Sâlih toplumda herkes hak ve
hukukun anlamını ve değerini bilmeli ve buna göre hareket etmelidir. Sâlih
toplumda haklar çiğnenmemeli, hakikatler unutulmamalı, batıl başını
kaldırmamalı, kimse haksızlığa karşı sessiz, seyirci kalmamalıdır. Bu toplumda
herkesin vicdanı rahat ve faal olmalıdır. Her fert kendi sorumluluğunu bilsin
ve anlasın. Nerede haklar çiğneniyor ve batıl başını kaldırıyorsa, orada bu
toplum kendisine düşen vazifeyi yapmalı ve hak için mücadele etmeye hazır
olmalıdır. Fertler, sadece kendileri Hakk'a tapmakla, Hak yolunda olmak, Hak
söz söylemek ve Hakça hareket etmekle yetinmemelidir; aksine başkalarının da
Hak ve hukukunun bütün icaplarını yerine getirmeleri için canla başla çalışmalıdırlar.
İşte bu bilinç ve bu davranış bir toplumun ahlâkî çöküntüden ve felâketten
kurtulmasının teminatıdır. Böyle bir bilinç ve ruhtan yoksun olan bir toplumu
mahv ve yok olmaktan kimse kurtaramaz. Hatta, toplumdaki bozukluk, fertleri de
menfi bir şekilde etkileyerek ahlâken ve mânen ve daha sonra madden mahv ve
helâk olmalarına sebep olabilir.
Herkese Sabrı Telkin Etmek: Sabrın
sözlük anlamı durdurmak, bağlamak, durmak veya vazgeçmektir. Arapçada bu kelime
umumiyetle tahammül, dayanmak, sebât, azim, irade gücü, cesaret ve cür'et ile
kendi kendini kontrol etmek manasına gelmektedir. Bu tahammül ve direniş
herhangi bir kişi veya kuvvete karşı olabilir. Kur'an-ı Kerim'de ise "sabır"
kelimesi öylesine inanılmaz genişlikte kullanılmıştır ki, sanki bir mü'min
bütün hayatı sabrın simgesi olup çıkıyor.
26.5.3. Kur'an-ı Kerim'de Sabır Kavramı
Kur'an-ı Kerim'de 100'den fazla
yerde "sabır" kelimesi kullanılmıştır. Bütün bu yerlerde
"sabr"ın kullanılışına dikkat edilirse, bunun şu değişik anlamlar
taşıdığı görülecektir:
İnsan'ın kendi hislerini, arzu,
hırs, heves, istek ve eğilimlerini Allah'ın koyduğu sınırların içinde tutmak.
Allah'a itaatsizlik yolunda her ne
kadar yarar ve zevk alma imkânı olursa olsun hırsa kapılmamak. Buna karşılık
Allah'a itaat yolunda her ne kadar zorluk, eziyet ve mahrumiyet görülürse
görülsün, azimle ve sebatla ilerlemek.
Ömür boyunca nefsi frenlemek,
günaha tahrik ve teşvik ne kadar kuvvetli olursa olsun nefsin her arzusuna
karşı koymak, her türlü baskı ve tehditlere rağmen Hakk'a tapmak ve Hak yolunda
bulunmakta ısrar etmek. Bu dünyada doğru söz söylemek, dürüst olmak ve doğru
hareket etmek konusunda karşılaşılan her nevi zarar, eziyet ve çileyi seve seve
kabul etmek. Kötülükten ve kötü hareket etmekten elde edilebilecek her türlü
yarar ve zevkten mahrum kalmayı göze almak.
Haram yiyenlerin rahat, bolluk ve
lükslerine imrenmek şöyle dursun, onlara şöyle bir bakmamayı bile adet edinmek.
Bu, göz kamaştırıcı pislikten, sade ve gösterişsiz temizliğin Allah nezdinde
daha makbul olduğunu düşünmek.
İman sahibi olmanın bütün
tehlikelerim ve zararlarını göze almak. Hak düşmanlarının bütün zulüm ve
eziyetlerine dayanmak. Muhalefet tufanına karşı siper olmak ve en müşkül anda
bile Hakkı desteklemek ve korumakta ısrar etmek, buna mukabil Batıl'a boyun
eğmeyi ve Batıl ile uzlaşmayı aklın köşesinden bile geçirmemek.
Muhaliflerin küstahlık ve çirkin
hareketleri ile alaylarına sert tepki göstermemek, öfkelenmemek aksine
soğukkanlılığı muhafaza ederek tebliğ ve ıslâh faaliyetini sürdürmek. Islâh ve
tebliğ faaliyetlerinin yakın bir gelecekte müsbet bir netice vermesine imkân
olmamasına rağmen yola devam etmek.
Kışkırtma ve tahrikler üzerine
hiddet ve öfke ile hareket etmemek, tebliğ ve telkin işlerini veya bizzat
davetin gayesini menfi şekilde etkileyecek davranışlarda bulunmamak.
Ahlâk ve faziletin bütün
kurallarını çiğneyip kuvvet ve iktidar sor-huşluğuyla iman sahiplerine
muhalefet eden şerirlere karşı metanetle mücadeleyi sürdürmek ve hiçbir
surette doğru yoldan sapıp hoş olmayan hareketlerde bulunmamak.
Batıl'a karşı Hakk'ın zaafı, dini
tesis etmeye çalışanların devamlı olarak başarısız kalmaları ve buna karşılık
Batıl kuvvetlerinin gelişip büyümeleri üzerine ümitsizliğe ve hayal
kırıklığına kapılmamak. Panik, ümitsizlik ve çaresizlik içinde iken dini tesis
etme çabalarının faydasız veya abes olduğunu düşünmemek. En kötü şartlarda bile
dini yüceltme çabalarından zerre kadar geri çekilmemek veya muhaliflere taviz
vermemek.
Sabırlı bir mü'min bütün bu
fedakârlıkları, sabrının meyvesini bu dünyada toplamak için yapmaz. Aksine,
ölümünden sonra öbür dünyada yaşayacağı ebedi hayatta bunun meyvesini göreceği
şuuru içinde olur.
Ayrıca sabır ve sâlih bir müslüman
dünyada kazandığı başarı ve mutluluktan dolayı böbürlenip zâlim ve gaddar
olmaz, kendini beğenmez ve gururlanmaz. Aynı şekilde zorluk ve eziyetlerle
karşılaşınca bunalmaz, feryat etmez ve kendisine gelen felâketleri veya
karşısına çıkan engelleri atlatmak için âdi, çirkin ve alçak davranışlarda
bulunmaz.
Sâbir ve şâkir bir mü'min her
durumda ve her şart altında metin ve sakin olur. Dengesiz ve ölçüsüz hareket
etmez. Rüzgâra göre yön değiştirmez, aksine her zaman sağduyulu ve doğru
hareket eder. Şartlar müsait ise kendisi servet, iktidar ve şöhretin
basamaklarına hızla yükseliyorsa büyüklük kompleksine kapılmaz, gururlanmaz.
Buna karşılık zorluk ve eziyetle karşılaştığı zaman insanlık cevherini
kaybetmez. Allah tarafından yapılan imtihan ister nimet, ister zahmet şeklinde
olsun, metanetini ve olgunluğunu yitirmez.
Kısacası, Asr sûresinin özeti
şudur: İnsanlar ister fertler ister toplumlar şeklinde olsunlar, ancak sâlih,
sâbir, temkinli ve kanaatkâr olarak ve birbirine yardımcı olmak suretiyle zarar
ve ziyandan kurtulabilirler. Ancak birbirinin hakkına riâyet ederek hak
yolunda bulunarak ve birbirine sabrı telkin ederek felâh ve refahı
bulabilirler.
İşte bu ahlâk ve fazilet dersi
öyle büyük ve müthiş bir silahtı ki, ne Kureyşli müşrikler ne de Arap kâfirler
buna cevap verebilecek durumdaydılar. Rasûlullah (a.s.) ve İslam aleyhinde ne
gibi iftira ve ithamda bulunurlarsa bulunsunlar, makul ve aklı başında olan
bir kişi bu yüce, temiz ve nezih ahlâk dersinin herhangi bir çıkarcı ve bencil
kişi veya mecnûn, sâhir veya kâhin'in harcı olmayacağını kolay anlayabilirdi.
26.6.
EVRENSEL İSLAM ÜMMETİNİN KURULUŞU
İslâmî Davet'in bir başka önemli
noktası bütün insanların özünün bir olması ve insan olarak eşit olmasıyla
ilgili telkiniydi. İslâmiyet'e göre Allah'ın yarattığı tabiatın değişikliğiyle
milletler, nesiller, ırklar, diller, toplumlar, kabileler, vatan ve yurtlar ve
renkler gibi farklılıkların anlamı ve amacı insanların birbirini tanımaları,
anlamaları ve birbirine yardımcı olmaları ve birbiriyle işbirliği yapmalarını
kolaylaştırmaktı; aralarında ayrılık ve uçurumların büyümesi, nefret ve kinin
anması, bir grup insanın başka bir grubu hor ve küçük görmesi ve kendisini
üstün ve büyük görmesi, bir zümrenin başka bir zümreyi ezmesi veya yok etmesi
değil. İşte bu temel insan eşitliği çerçevesinde insanların caiz ve makul bir
şekilde birleşme unsuru, doğru ve sâlih bir akide ve fikir olmalıdır. Bu fikir
ve inanç, insanların bir ümmet olmasını sağlayabilir ve bu ümmette ayrım ve
imtiyaz sebebi ancak ve ancak takva, yani Allah'tan korkmak, başka bir deyimle,
Allah'a itaatsizlik etmekten kaçınmak ve Ahiret'teki hesaplaşma ve cezayı göz
önünde bulundurarak yanlış yola sapmamak olabilir.
Bu nazariye ve umdeyi ileri süren
İslâmiyet İnsanlar arasında ancak tek bir ayırım ve farklılığın kalmasına izin
verdi ve o farklılık da iman ile küfr arasıdaki farktı. İslâm felsefesine göre
bir insan hangi ülkeye, millete, ırka ve renge bağlı olursa olsun veya hangi
dili konuşuyorsa konuşsun, Hz. Muhammed (a.s.)'in tebliğ ettiği gibi Tevhid'i
yani Allah'ın tek oluşunu kabul eder, Muhammed Mustafa (a.s.)'yı bütün insan
soyu için Allah'ın son peygamberi olarak tanır, Kur'an-ı Kerim'i Allah’ın son
kitabı olarak teslim eder ve âhirete iman ederse mü'mindir, mü'minlerin
kardeşidir, mü'minlerin cemaatinin bir ferdidir, İslâm ümmetinin bir bireyidir
ve müslüman toplumunda durumu ve haklan her bakımdan eşittir. Bunun aksine
yukarıda bahsettiğimiz akideleri kabul etmeyen bir kişi, bir mü'minin babası,
annesi, kardeşi, oğlu, kızı, karısı veya kocası ya da aynı kabilenin üyesi,
hemşehrisi, ırkdaşı, arkadaşı ve ahbabı da olsa kâfirdir ve mü'minle eşit
olamaz. Bir mü'min elbette ki böyle bir kişi ile olağan insani ilişkilerini
sürdürebilir, ama diğer her bakımdan bu kişinin İslam toplumuyla ilişkileri
değişik ve farklı olacaktır. Bir kâfir, dünyevi konularda mü'minler veya İslâm
toplumuyla insani açıdan gerekli olan bütün münasebetlerini sürdürebilir, ama
din ve dini inançlar konusunda kendilerinden dostluk ve sevgi beklememelidir.
Müslümanlar kâfirlerle bir grup veya toplum oluşturamazlar. O kadar ki, bir
mü'min, kâfir olan babası için bile mağfiret duası edemez. Eğer din ihtilâf ve
kavga konusu olur ve İslam ile Küfr arasında savaş patlak verirse bir mü'min
kâfir olan kardeşlerini veya babasını öldürmekte zerre kadar tereddüt
etmemelidir. Eğer vatan ve millet bir mü'minin yolunu kesiyorsa mü'min o vatan
ve milleti terk etmelidir. Bir mü'min dinini ve imanını korumak için milletini
ve vatanını feda edebilir, ama dinini, milletine ve vatanına asla...
Hak dinini kabul edenlerin adı her
zaman "İslâm ümmeti" olmuştur. Her peygamberin ümmeti müslümandı ve
aynı isim Hz. Muhammed (a.s.)'e tabi olanlara da verildi. İslâm ümmeti veya
topluluğunun kapıları yeryüzünde herkese beyaz ya da siyah, doğulu ya da
batılı, kuzeyli veya güneyli olsun açıktı. Başka bir millet veya toplumda
varolup da İslâm topluluğunda olmayan bir meziyet veya fazilet yoktu. Bu ümmet
veya topluluğun temeli insanların tesadüfi doğuşuna değil, bilinçli iman ve
inançları üzerine atılmıştı. Bu iman ve inancı taşıyan herkes ortak ve eşit
haklarla bu ümmete katılabilirlerdi.
Ayrıca bu ümmet sadece bir şeye
inanarak sessizce oturanların ümmeti değildi. Bu İslâmî daveti yayan ve
yaygınlaştıran bir milletti. Bu ümmetin her ferdi adeta faal bir örgütün
üyesiydi ve onun en büyük ve en sevdiği işi, kendisine Allah ve O'nun Rasulü
vasıtasıyla gelen talimatı başkalarına iletmekti. Böylece bu dünyada mümkün
olduğu kadar Allah’ın kullarını kötü yola sapmaktan ve Ahiret'te Allah'ın
azabından kurtarmaya çalışmalıydı.
İslâm ümmeti kavramı sadece
Kureyşli kabileleri değil bütün Arapları çileden çıkardı. Binlerce yıldan beri
bütün toplum düzenleri aşiret fikrine bağlıydı. Daha doğrusu, Arap toplumunun
tümü kabileye dayanıyordu. Kabile ve aşiret hayatı onların tek ve en büyük
dayanağıydı. Kan bağı ve kan kardeşliği, aralarında her türlü temas, ilişki
işbirliği ve dayanışmanın temeliydi. Araplar namus ve şerefleriyle
asaletlerini, ait oldukları kabileye göre belirliyorlardı. Her kabilenin
üyeleri atalarının yaptıklarından iftihar duyuyorlardı. İslâm ümmeti fikri, bu
aşiret kavramına en büyük darbeyi indiriyordu. Araplar baktılar ki İslâmi
davet, kabileciliğin temelini kazmakta, her kabile ve gruptan adamları alarak
ayrı bir toplum meydana getirmekte, ne milleti ne de vatanı tanımaktaydı.
Sadece bir fikir ve ideoloji üzerine uluslararası sevgi, dayanışma ve evrensel
bir kardeşliğin temelini atmaktaydı. Namus ve şerefin eski kavramlarını yok
edip "adi" ve "asil" insanları bir kefeye koymakta ve iman
ile küfrü dostluk ve düşmanlığın ölçüsü yaparak, oğlu, babasına, kardeşi
kardeşe ve kocayı karısına karşı çıkmaya teşvik etmekteydi. Bunun üzerine
sabırları taştı. Bu muazzam toplumsal devrimi hazmedecek durumda değillerdi. Bu
goncayı açılmadan ezmeye karar verdiler. Fakat akıları başlarında olanlar ile
taassup sahibi olmayanlar, kabileler arasındaki kin ve nefret ile kavgaların
giderilip bütün Arapları bir noktada toplamanın ve daha sonra bütün dünyada
insanların birleşmelerinin tek yolunun bu olduğuna kanaat getirdiler.
26.6.1. İnsanlar Aynı Hamurdandır Üstünlük Ölçüsü İse
"Takvâ"dır
Kur'an-ı Kerim'de anlatıldığı gibi
bütün insan soyu aynı kökten gelmektedir. Bütün insanların ana-babaları
aynıdırlar ve bu bakımdan menşeleri aynıdır.
"Ey İnsanlar, sizi bir tek
nefisten yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücuda getiren ve onlardan
birçok erkek ve kadınları yeryüzüne yayan Rabbinizden ittika ediniz.
(Sakınınız)." (Nisâ; 1)
Bundan sonra Kur'an-ı Kerim'in
sunduğu ikinci hakikat şuydu: Allah İnsanlar arasındaki millet, kabile, ırk ve
renk farklarını, birbirlerini tanımalarında kolaylık olsun diye yaratmıştır.
Bu sebeple İnsanlar arasında üstünlük ölçüsü ve iftihar vesilesi, renk, ırk,
dil ve vatan değil; takva, yani Allah'tan korkma gibi ahlâki vasıftır:
"Ey İnsanlar, biz sizi bir
erkekle dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye cemiyetlere ve
kabilelere ayırdık. Muhakkak Allah indinde en iyiniz, takvası en fazla
olanınızdır." (Hucurat; 13)
İşte bu ayette tüm insan soyuna
hitap edilerek dünyada her zaman korkunç fitne ve fesadlara mucib olan sapıklık
ve kötülüğe, yani ırk, renk, dil ve vatan taassubuna işaret edilmiştir. En eski
çağlardan zamanımıza kadar her devirde, İnsanlar, genellikle insanlığın asıl
meziyetlerine göz yumarak etraflarında bir takım sun'i duvarlar yaratmış ve
daireler çizmişlerdir. Bu küçük dairelerin içindekiler kendilerinin
dışındakileri yabancı ilân ettiler ve onlarla sataşmayı ve çatışmayı adet
edindiler. Bu daireler herhangi bir akılcı, bilimsel veya ahlâki temellere
dayanılarak değil, tesadüfi olarak çizilmişti. Bazen bunların temeli belli bir
ailede, sülâlede, kabilede veya ırkta doğmak oldu, bazen da bir coğrafi
mıntıkada, belli bir renkte veya belli bir dil konuşan millette doğmak oldu.
Sonra bu temellere dayanılarak İnsanlar akraba, arkadaş veya düşman ve yabancı
ilân edildiler. İnsanlar arasındaki ayırım yabancılara oranla kendilerinden
olanlar arasında daha yakın ilişki, sevgi ve işbirliğine kadar sınırlı kalmadı,
aksine farklılık ve ayrılıklar nefret, kin, düşmanlık ve kavgaya dönüştü ve
İnsanlar birbirini öldürmeye, onlara zulüm ve işkence yapmaya ve onları hakir
görmeye başladılar. Bu gayelere hizmet etmek üzere çeşit çeşit felsefe ve
efsaneler yaratıldı, dinler ve mezhepler kuruldu, kanunlar çıkarıldı, ahlâk
kuralları düzenlendi ve milletler ile saltanatlar bunları kalıcı politikalar
haline getirip yüzyıllarca uyguladılar. İşte bu sebepten dolayı Yahudiler, Beni
İsrail'i (İsrail oğullarını) Allah'ın seçkin mahlukatı, hatta Allah'ın
evlatları ilân ettiler ve buna göre kendi dini nizam ve kanunlarında İsrailli
olmayanların hak ve haysiyetlerini daha düşük tuttular. Hindularda "Varn
Aşram" felsefesinin temeli de bu sapık düşünceydi. Buna göre Brahmanlar en
üstün kast (grup, tabaka) ilân edildi ve toplumda en üst mevkilere kondular.
Buna karşılık bütün İnsanlar âdi, alçak ve pis ilân edildi ve Hinduizm'in en
aşağı tabakasında yer alan "Şudr"lar rezillik ve adiliğin en aşağı
noktasına indirildiler. Beyazlar ile siyahlar arasındaki ayırım ve ırkçılığın
Afrika'da ve Amerika'da siyahlara beyazlar tarafından ne gibi insanlık dışı
mezalimin yapıldığına tarih sayfalan şahittir. Bugün 20. yüzyılda bile bunun en
iğrenç ve en çirkin örneklerini görmekteyiz. Avrupalı milletlerin Amerika
kıtasını istila ederek yerliler ve özellikle Kızılderililere yaptıkları vahşi
muamele ve Asya ve Afrika kıtasında zayıf milletler üzerinde kurdukları
tasallut, tahakküm ve zulüm mekanizması ve estirdikleri terör havası hepimizin
malûmudur. Bütün bu insanlık dışı ve iğrenç hareketlerin altında üstün
ırk,üstün medeniyet ve üstün millet fikrinin yattığı bir gerçektir. Bu sözde
medeni ve kültürlü ileri milletler istila ettikleri ve tahakküm altına
aldıkları topraklarda yerli halka karşı her nevi haksızlık, soygun, zulüm ve
işkence yapmayı, kendilerinin adeta hakkı sayıyorlardı. Onlar başka milletleri
köle yapmayı öldürmeyi ve soymayı ve hatla yeryüzünden yok etmeyi bir hak
olarak kabul ediyorlardı. Batılı milletlerin aşırı milliyetçilik kavramının
insanları nasıl yırtıcı ve vahşi hayvanlar yaptığını son dünya savaşlarında
gördük ve bugün de bunların çeşitli misallerini görmekteyiz. Özellikle Nazi
Almanya’sının "Ulusal Sosyalizm" fikri ve kuzey ırkının üstünlük
felsefesinin İkinci Dünya Savaşında ne büyük felâketlere yol açtığını hepimiz
gördük ve bugün de benzeri fikir ve kavramların tehlikeli sonuçlarını
görmekteyiz. İşte Kur'an-ı Kerim'in yukarıdaki ayet ve diğer İslâmi emir ve
hükümler bu tür insanlık dışı davranışları ve yol açtıkları felâketleri
tamamıyla önleyecek niteliktedirler.
Yukarıdaki kısa ayette Cenab-ı
Allah bütün insanlara hitap ederek üç önemli ve temel ilkeyi ortaya koymuştur.
Birincisi, sizin hepinizin özü,
menşei ve kökü aynıdır. Hepiniz bir erkek ve bir kadının evlatlarısınız. Bugün
dünyada ne kadar ırkınız varsa hepsi bir soydan gelmektedir. Bütün bu ırkların
ana ve babalan aynıdır. Bu yaratılış biçiminde ve silsilesinde boş yere
böbürlenerek ve gurur duyarak belirtmek istediğiniz ırksal ve doğal farklara
hiç yer yoktur. Yaradanınız tek bir Allah'tır. Çeşitli grup ve zümreye ait
insanları çeşitli tanrıların yarattığı gibi bir şey yoktur. Yaratılış özünü?
ye malzemeniz aynıdır. Bazı insanların güzel ve üstün madde ve malzemeden,
başkalarını ise daha kötü ve kalitesiz maddeden yapıldığına inanmak yanlıştır.
Bütün insanların doğuş kaynağı aynıdır. İnsan ırkının başında, muhtelif insan
çiftlerinin dünyanın çeşitli bölgelerine yayıldığını ve bunlardan değişik
tipte insanların doğduğunu düşünmek de doğru değildir.
İkincisi, özde ve temelde aynı
olmanıza rağmen kabilelere, toplumlara ve milletlere bölünmeniz de tabiatın
bir icabıydı. Çünkü bütün dünyada tek bir insan ailesi ve sülâlesinin, aynı
ırkın, aynı dil ve aynı özelliklerine sahip olması, kısacası aynı kalıpta doğup
büyümeleri düşünülemezdi. İnsan soyu geliştikçe aile, sülâle, kabile ve milletlerin
meydana gelmesi tabiatın bir gereğiydi. Yeryüzünde çeşitli iklim ve doğa
koşullarında doğup büyüyen ve yetişen İnsanlar da gayet tabii ki dış görünüş ve
huyları bakımından aynı olmayacaklardı. Aralarında renk, ırk, dil, yaşantı ve
düşünce farklarının doğması gayet tabiiydi. Aynı şekilde, aynı bölgede veya
toprak parçasında yaşayanların daha uzaklardakilere nisbetle birbirine daha
yakın ve uyumlu olmaları da gerekiyordu. Fakat bu tabii fark ve özellikler
İnsanlar arasında büyük, küçük, soylu, soysuz, üstün, alçak, şerefli, şerefsiz,
itibarlı, itibarsız, güçlü, güçsüz ve zengin, fakir gibi ayırımlara temel teşkil
etmemeliydi. Bir ırk başka bir ırkı hor görmemeli, ya da kendisini üstün
görmemeliydi. Bir renk başka bir renge baskın çıkmamalıydı. Belli bir grup,
zümre veya millete bağlı İnsanlar başka bir grup veya milleti esir etmemeliydi.
Cenab-ı Allah insanları kabile veya milletlere ayırmışsa bunun maksadı onların
birbirini tanımalarını kolaylaştırmaktı. Böylece belli bir kabile veya millete
bağlı İnsanlar arasında birlik, beraberlik, işbirliği ve yardımlaşma
pekişmeliydi. Böylece, aynı aileye, tabakaya, kabileye ve millete bağlı
İnsanlar bir araya gelip bir toplum meydana getirebilir ve bütün dünyevi
meselelerde birbirine yardımcı olabilirdi. Fakat ne yazık ki, Allah'ın İnsanlar
arasında tanıma, anlama, dostluk, sevgi ve işbirliğinin gelişmesi için
yarattığı farklılıklar insanların cehâleti ve dalâleti yüzünden üstünlük,
iftihar, nefret ve düşmanlık vesilesi oluverdiler.
Üçüncüsü, İnsanlar arasında
üstünlük ve fazilet ölçüsü ancak ve ancak iman ve güzel ahlâk olmalıdır. Doğuş
itibariyle bütün İnsanlar aynı ve eşittirler, çünkü onları doğuran babaları ve
anaları aynıdır. Doğuş malzemesi ve şekilleri de aynıdır. Hepsi aynı soydan
gelmektedirler. Ayrıca, bir insanın muayyen bir memlekette, millette, tabakada,
zümrede, toplumda ve ailede doğması bütünüyle tesadüfi bir hadisedir ki, bunda
kimsenin isteği, arzusu, iradesi ve kararının hiçbir rolü yoktur. Bu hususta
herhangi bir seçim ve alternatif söz konusu değildir. Hiçbir çaba, hiçbir
uğraşı istenilen neticeyi doğurmaz. Bu sebeple, İnsanlar arsında büyüklük ve
küçüklük için bu gibi gayri ciddi ve gayri hakiki hususlara riayet edilemez.
Bu durumda bir insanın asıl değeri ve üstünlüğü, ancak iman, inanç ve güzel
ahlâkıyla ölçülebilir. Bir kişi başka kimselere nisbetle daha imanlı, daha
inançlı ve daha güzel ahlâklıysa kendisi onlara göre daha üstün ve faziletli
sayılabilir. Eğer biri Allah'tan korkuyor, onun emirlerine karşı gelmiyor, her
zaman kötülüklerden kaçıyor ve iyi ve doğru yolda bulunuyorsa daha büyük
meziyetli ve şerefli bir insandır. Böyle bir kişi hangi ırka, millete, topluma,
renge ve memlekete bağlı olursa olsun bir insan olarak ve bir mü'min olarak
büyük sevgi ve saygıya değerdir. Fakat bu meziyetlere sahip olmayan ve
tamamıyla aykırı hareket eden bir kişi ister siyah olsun, ister beyaz, ister
doğulu olsun ister batılı, daha alçak ve adi bir kişidir.
Kur'an-ı Kerim'in yukarıdaki
ayetinde belirlenen bu noktalar, Rasûlullah (a.s.)'ın muhtelif hadis, konuşma
ve davranışları vesilesiyle daha da açıklık kazanmışlardır. Biz bunlardan
bazılarına değineceğiz.
Hz. Peygamber efendimiz (a.s.),
Mekke fethinden sonra Kâ'be'nin ilk tavafı sırasında yaptığı konuşmada şu
cümlelere de yer vermişti:
"Sizden Cahiliyyet'in ayıp ve
kibrini gideren Allah'a şükürler olsun. Ey İnsanlar, İnsanlar ancak ikiye
ayrılabilirler. İyi ve takva sahibi kimseler -ki Allah indinde kabul ve
mükâfata layıktırlar- ve zâlim, katı yürekli ve kötülük edenler -ki Allah'ın
gözünde âdi ve alçaktırlar-. Bunun dışında bütün İnsanlar Adem'in evlâdıdırlar
ve Allah Adem'i topraktan yaratmıştır." (Beyhâki, fi Şu'ab'il İman:
Tirmizî).
Haccet'ul Vedâ (Veda Haccı)
sırasında Hz. Peygamber (a.s.)'in yaptığı konuşmanın bir bölümü şöyle idi:
"Ey İnsanlar, dikkatli olun,
hepinizin Rabbi aynıdır. Bir Arap bir Acem'e veya bir Acem bir Arab'a, bir
beyaz bir siyaha veya bir siyah bir beyaza üstün değildir. Fakat takva bundan
müstesnadır. Allah katında en sevilen kişi, aranızda Allah'tan en çok korkan ve
O'nun emirlerinin dışına çıkmayandır. Söyleyin ben size mesajı ilettim
mi?" Orada hazır bulunanlar "evet ya Rasûlullah (a.s.) dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dediler ki: "O halde burada bulunanlar
söylediklerimi başkalarına iletsinler." (Beyhâki).
Rasûlullah (a.s.) bir hadis-i
şerifte şöyle buyurdular:
"Hepiniz Adem'in
evlâtlarısınız ve Adem topraktan yapılmıştı. Herkes atalarıyla iftihar etmeyi
bıraksın, aksi takdirde böyle yapanlar Allah'ın gözünde adi ve iğrenç birer
mikrop olacaklardır" (Bezzâr).
Başka bir hadis şöyledir:
"Kıyamette Allah soyunuzu
sopunuzu sormayacaktır. Allah katında en çok sevilmeye layık olan kişi O'ndan
korkan ve O'nun emirlerine uyandır." (İbn-i Cerir).
Bir başka hadisin sözleri
şunlardır:
"Allah güzel yüzlerinize ve
mallarınıza bakmaz, aksine kalblerinize ve amellerinize bakar." (Müslim,
İbn-i Mâce).
İslâmiyet'in bu öğreti ve emirleri
sadece kâğıt üzerinde kalmadı ve sadece güzel sözler ve umdeler olarak
kitaplarda yer almadı. İslâmiyet, öğrettiği ve emrettiği yönde, iman
sahiplerinden oluşan evrensel bir topluluğu fiilen kurup dünyaya göstermiştir.
Bu toplulukla renk, ırk, dil ve milliyet ayırımı yoktur. Bunda büyük, küçük,
zengin, fakir, kast sistemi, sınıf tabaka ve taassup yoktur. İslam ümmetine
giren herkes hangi ırk, millet, memleket veya vatana bağlı olursa olsun eşittir
ve eşit haklara sahiptir. İslâm'ın muhalifleri bile, İnsanlar arasındaki
eşitlik, sevgi ve kardeşlik konusunda İslam ümmetinin ortaya koyduğu pratik
örneğin, dünyanın hiçbir din ve düzeninde bulunamayacağı neticesine
varmışlardır. Dünyada bin bir ırk ve milleti tek bir akidenin şemsiyesi altında
birleştirip her bakımdan eşit ve uyumlu bir ümmet haline getiren tek din ve
hayat düzeni İslâm'dır.
26.6.2. Bu Ebedî Kural ve Hakikat Ahirette de Geçerli
Olacaktır
Bundan sonra Kur'an-ı Kerim, ırk,
renk, dil, millet ve vatana değil, iman ve iyi amele dayalı sâlih bir
topluluğun kurulmasıyla ilgili İslâmiyet'in sunduğu genel akide ve kuralın, bu
dünyanın yok olmasından sonra Ahiret'te de aynen uygulanacağını belirtmiştir.
Kur'an-ı Kerim, bu ebedi hakikatin dışında insanların çeşitli grup ve zümrelere
bölünme sebeplerinin Ahiret'te tamamıyla ortadan kalkacağına da işaret
etmiştir.
"Kıyamet koptuğu gün
(mü'minlerle kâfirler) birbirinden ayrılırlar." (Rûm; 14)
Yani, dünyada millet, ırk, vatan,
dil, kabile, toplum ve ekonomik, sosyal ve siyasi menfaatlere dayalı olarak
kurulmuş bütün grup ve topluluklar kıyamet gününde yok olacaklardır. Ve sadece
akide, inanç, güzel ahlâk ve iyi amele dayalı yeni bir topluluk meydana
getirecektir. Bir tarafta bütün çağlarda yaşamış olan mü'min ve sâlih İnsanlar
seçilerek bu yeni topluluğa dahil edileceklerdir ve diğer tarafta bütün çağlar
boyunca doğru yoldan sapmış ve kötülüklere bulaşmış İnsanlar güruhu bir araya
getirilecektir. Böylece iyi ve kötülerden oluşan iki büyük topluluk ortaya
çıkacaktır. Bu aslında İslâmiyet'in anlatmaya çalıştığı akide ve inancın ebedi
hayâtu bir tecellisi olacaktır. İslâmiyet'in, İnsanlar arasında ayırım yapılması
için getirilen bütün sun'i sınır ve daireleri reddeden talimatı, Ahiret'te
ebedi bir hakikat olarak ortaya çıkacaktır ve bundan kurtuluş mümkün
olmayacaktır. İslâmiyet'in bu dünyada tavsiye ve telkin ettiği, ama cahiller
tarafından reddedilen gerçekler ve kurallar öbür dünyada aynen geçerli
olacaktır. İslâmiyet'in tasvip etmediği ve reddettiği kaide ve kurallar
Ahiret'te de aynen reddedilecektir. İslâm diyor ki insanları birbirinden .
ayıran veya onları bir noktada birleştiren unsur akide ve ahlâktır. İman
edenler ve ilâhî emirlere göre bir hayat düzeni kuranlar bir ümmettirler. Bu
ümmetin teşekkülünü ırki, coğrafi ve siyasi hiçbir ayrılık önleyemez. Buna
mukabil küfr ve şirkin yolunu tutanlar başka bir ümmettirler. Aralarındaki
coğrafi ve siyasi fark ne olursa olsun, bunlar İslam ümmetine karşı tek bir
ümmet oluşturuyorlar. İslam ümmeti ile kâfir milletler arasındaki ayırım tam ve
kesindir. İslam ve küfür milletleri hiçbir zaman bir olamazlar, ikisinin
yollan ayrıdır. Bunlar ne dünyada ne de Ahiret'te ortak bir hayat kuramazlar.
Bunun aksine Cahiliyye
taraftarları her devirde ve bugün de gruplaşma ve örgütleşmenin ırk, vatan ve
dil gibi temeller üzerinde olmasında ısrar etmişlerdir ve etmektedirler. Kâfir
ve müşriklere göre bu yukarıdaki esaslarda müşterek olan kişi ve gruplar,
aralarındaki din ve akide farkını bir kenara bırakıp birleşmeli ve bir millet
meydana getirmelidirler. Bu milliyetçilik kavramı üzerinde kurulan hayat
nizamında, Tevhid'e de Şirk'e de inananlar ve hatta hiçbir şeye inanmayanlar da
huzur ve sükûn içinde yaşamalıdırlar. Zaten bu milliyetçilik kavramı çağımızın
birçok toplumunun temelini teşkil ediyor. Fakat bu, cahil ve sapıkların fikri
ve kavramıdır. Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in yaşadığı devirde Ebû Cehl
ile Ebû Leheb ve diğer Kureyşli kabile reislerinin düşünce kavramı buydu. Bu
İslam düşmanı kabile reisleri Hz. Muhammed (a.s.)'in yaymaya başladığı yeni
dinle milleti ikiye böldüğünü ve parçaladığını öne sürüyorlardı. Kureyşlilerin
işte bu iftira ve yalanları üzerine Kur'an-ı Kerim kendilerini sert bir dille
uyarmakta ve demektedir ki sizin bu dünyada kurduğunuz grup, zümre ve
milletlerin temeli zayıf olduğu için Ahiret'te yok olmaya mahkûmdurlar.
İnsanlar arasındaki asıl ve gerçek ayırım İslâmiyet'in sunduğu akide, hayat
felsefesi ve ahlâk kurallarına göre olacaktır. Gidilecek yeri aynı olmayanların
hayat yolu nasıl bir olabilir ki?
Yukarıda belirttiğimiz gibi
İslâmiyet bütün insanların bir ve eşit olduğunu ilân ettikten sonra,
aralarındaki ayırım ölçüsünün ancak takvâ olduğunu ortaya koymuştur. İslâm
açısından takvâ, Allah ve Hz. Peygamber (a.s.) ile Kitabullah'ın getirdiği
akide ve emirlere uymak demektir. Ahiret'teki hesaplaşmayı göz önünde
bulundurarak, Allah'a, Rasûlüne ve Kitabına uymak demektir. Bu sebeple İslâm
bütün insanlığı ikiye ayırıyor: Biri, iman edenler, ikincisi iman etmeyenler.
İman etmiş olanlar bir ümmeti oluşturuyorlar ki buna "İslâm Ümmeti"
adı veriliyor. Bir mü'min, dünyanın hangi yerinde olursa olsun hangi dili
konuşursa konuşsun, hangi ırktan ve milletten olursa olsun bu ümmetin bir
parçasıdır. "İslam ümmeti" yeni ve sun'i bir isim değildir. Bu Hz.
Muhammed (a.s.)'den sonra ve önceki bütün peygamberlerin tebliğ ve
telkinlerine göre Allah'a ve kitaplarına iman edenlere verilen bir isimdir.
"Bundan evvelki kitaplarda ve
bu Kur'an'da size müslüman ismini takan Allah'tır." (Hacc; 78)
Bu ayette kullanılan
"size" kelimesi sadece bu ayetin inişi sırasında hazır bulunan
müslümanlara mahsus değildir. Bu kelime sadece daha sonra iman edenlere de mahsus
değildir. Bu ayetin muhatapları, insanlık tarihinin başlamasından Kıyamet'e
kadar Tevhid'e, Risâlet'e, Ahiret'e ve ilâhi kitaplara iman eden herkestir.
Burada denilmek isteniyor ki; Hak millet daha önce de Nûhi, İbrahimi, Musevi ve
Mesihi adlarıyla değil "müslim" (Allah'a teslim veya tabi olan)
adıyla tanınırlardı. Hz. Peygamber (a.s.) zamanında bu milletin ismi ve lakabı
"Muhammedi" değil "müslim"di. Aslında Kur'an-ı Kerim'in
müfessirlerinden bazıları bu ayeti açıklarken hayli bocalamışlar ve işin gerçeğini
kavrayamadıkları için Hz. Muhammed'den önce kendisine tabi olanların adlarının
başka kutsal kitaplarda "müslim" olarak nasıl geçebileceğini merak ve
hayretle düşünmüşlerdir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki dünyanın kuruluşundan
beri Hak dininin adı "İslam" olmuş ve buna tabi olanlar da
"müslim", "müslimin" veya "müslüman" olarak
anılmışlardır. "Müslimin" (müslümanlar) adı sadece Hz. Muhammed
(a.s.)'in dönemine mahsus bir deyim değildir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de
müslümanlar için kullanılan "müslimin" kelimesinin diğer ilâhi
kitaplarda da aynen geçmesi şart değildir. Söz konusu kitaplar hangi dilde
hangi milletlere inmişse onların dilinde "müslimin" (müslümanlar)
anlamına gelen benzeri bir kelime pekâlâ kullanılmış olabilir.
26.6.4. İslâm Ümmetinin Evrenselliği, Ezeliyyet ve
Ebediyyeti
"Kur'an'dan evvel kendilerine
kitap verilenler ona iman ediyorlar. Onlara Kur'an okunduğu zaman 'Biz buna
iman etlik. O Rabbimiz tarafından gelen hak bir sözdür. Doğrusu biz ondan
evvel de İslam’ı kabul etmiş kimselerdik' derler." (Kasas; 52-53)
Yani, biz bundan önce de
peygamberlere ve ilâhi kitaplara iman ettiğimiz için, dinimiz, İslâm'dan başka
bir şey değildi Şimdi ise Allah'ın Rasulü, Hz. Muhammed (a.s.)'in bize
getirdiği semavi kitabı da Allah'ın kitabı olarak tanıdık. Bu bakımdan
dinimizde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Biz eskiden de müslümandık ve
şimdi de müslümanız.
Kur'an-ı Kerim'in, iman
sahiplerinin ağızlarından dediği işte bundan ibarettir. Bu açık ve kesin ifade,
gerek Hz. Muhammed (a.s.)'in Araplara anlatmak istediği dinin ve gerekse, bu
dini kabul edenlerin adlarının yeni olmadığını göstermektedir.
"İslâm" yani Hak dini, Hz. Muhammed (a.s.)'den önceki bütün
peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin adıydı ve bu dine tabi olanların adı da "müslüman"dı.
Her yerde ve her devirde ehl-i iman olanlar müslümandılar. Ama insanlarını
yitirdikten sonra tekrar küfre ve şirke alet oldular. Bu milletler Allah'a,
peygamberlere ve semavi kitapların emir ve ilkelerine aykırı hareket etmeye
başladıktan sonra kâfir ve müşrik oldular. Hz. Muhammed (a.s.)'in bi'seti ile,
yollarını kaybetmiş olan bu insanların tekrar İslâm'a dönmeleri istendi ve iman
edenlere tekrar "müslümanlar" adı verildi. Pek çok kavimde,
geçmişteki bazı peygamberlerin tebliğ ve telkinleri sayesinde Hak dinini
bulanlar ve bu dinden ayrılmayanlar her zaman "müslüman" vasfını
korudular, onların İslâmlığında herhangi bir kesinti veya aksama olmadı.
Yukarıdaki ayette anlatılan gerçek işte budur.
Maalesef, bazı bizden çok büyük
âlimler bile bu gerçeği kavramakta güçlük çekmişlerdir ve bu ayetin ne mana
ifade ettiğini idrak edememişlerdir. Allâme Suyûti gibi büyük bir alim bile
kaleme aldığı bir risalesinde "müslim" veya "müslüman"
deyiminin ancak Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın ümmetinin fertleri için kullanılabileceğini
anlatmaya çalışmıştır. Kendi ifadesine göre yukarıdaki ayeti görünce ne
yapacağını şaşırdı. Allame Suyûti bu noktada Allah'a dua ederek kendi aczini
belirtti ve bu konuda kendisine yol göstermesini istedi. Daha sonra kendi
fikrini belirtmeden Allah'tan aldığı ilham ile bir yol seçmeye çalıştığını
belirtti ve bu hususla çeşitli teviller yaptı. Ne var ki bu tevillerin hepsi
birbirinden değersiz ve önemsizdir ve inandırıcı değillerdir. Meselâ bir tevili
şöyledir: "Biz Kur'an-ı Kerim gelmeden öne müslüman olmaya azimliydik,
zira kendi kitaplarımızdan bunun geleceğini öğrenmiştik ve bunun (Kur'an'ın)
geldiği zaman İslâmiyet'i kabul edeceğimize karar vermiştik." Allame
Suyûti'nin yukarıdaki ayetten çıkardığı mana budur. Bir başka teviline göre
ayetin sonunda "müslimin" kelimesinden sonra "bihi"
kelimesi kullanılmadığı için şöyle bir anlam çıkarılabilir: "Biz Kur'an'ı
biliyor ve tanıyorduk; zira bunun gelmesini bekliyorduk ve buna peşinen iman
etmiş durumdaydık. Bu sebeple, Tevrat'ı ve İncil'i tanıdığımızdan değil,
Kur'an'ı, bunun inişinden önce hak olarak kabul ettiğimizden dolayı
müslümandır." Allâme Suyûti'nin üçüncü teviline göre yukarıdaki ayetin
anlamı şudur: "Takdir-i ilâhi’ye göre Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) ve
Kur'an-ı Kerim'in gelişinden sonra İslâmiyet'i kabul etmemiz mukadderdi.
Böylece biz gerçekten daha önceden müslüman sayılabiliriz." Bu tevilleri
gördükten sonra, Allâme Suyûti'nin Allah'tan yalvararak istediği ilhamın
kendisine gelmediğini anlamış oluruz.
Gerçek şu ki, Kur'an-ı Kerim ve
Furkan-ı Hamid olan kitabımızda, sadece yukarıdaki ayette değil, bir çok yerde
asıl dîn'in "İslam" olduğu ve Allah'ın yarattığı kâinatta kulları
için bundan başka bir dinin olamayacağı açık açık ifade edilmiştir. Dünyanın
kuruluşundan beri hangi peygamber bu dünyaya gelmişse bu dini yani
"İslam"ı (Allah'a teslimiyeti) getirmiştir. Peygamberlerin hepsi
"müslüman" (müslim) idi ve kendilerine tabi olanların da müslüman
olmaları ve kalmaları için gayret etmişlerdir. Peygamberlere iman edenler ve
doğru yoldan ayrılmayanlar her zaman müslüman olmuşlardır. Burada birkaç örnek
verelim:
"Allah katında din
İslam’dır." (Al-i İmrân; 19)
"İslam'dan başka bir dine
tabi olandan, dini kabul olunmaz." (Al-i İmrân; 85)
Hz. Nûh (a.s.) diyor ki:
"Benim mükâfatım Allah'a
aittir. Ben Müslümanlardan olmaktan emrolundum." (Yunus; 72)
Hz. İbrahim (a.s.) ve evlâtları
hakkında şöyle deniliyor:
"Rabbi ona 'teslim ol'
dediğinde İbrahim 'Alemlerin Rabbine teslim oldum' dedi. İbrahim ve Yakûb İslam
dinini evlâtlarına vasiyet edip 'Ey Evlatlarım, Allah sizin için bir din seçti.
Ancak müslüman olarak can veriniz' dediler. Yoksa ölüm Yakûb'a geldiği vakit
siz orada mı idiniz? O oğullarına: 'Benden sonra kime ibadet edersiniz?'
dediğinde onlar 'Senin Rabbine babaların İbrahim, İsmail ve İshâk'ın Rabbine
bir ilâh olarak ibadet ederiz. Biz ona teslim olmuşuz' dediler." (Bakara;
131-133)
"İbrahim ne Yahudi ve ne de
Hıristiyan’dı. Fakat batıldan uzak ve Hakk'a yakın dine tabı müslüman
idi." (Al-i İmrân; 67)
Hz. İbrahim ile Hz. İsmail (a.s.)
şöyle dua ediyorlar:
"Ya Rabbi, bizi sana
teslimiyette sabit kıl. Zürriyetimizden sana boyun eğen müslüman bir ümmet
yarat." (Bakara; 128)
Hz. Lût (a.s.)'un hikâyesi
anlatılırken şöyle buyurulmuştur:
"Fakat orada Müslümanlardan
bir haneden başkasını bulamadık." (Zariyat; 36)
Hz. Yusuf (a.s.) Allah'a şöyle dua
ediyor:
"Beni müslüman olarak vefat
ettir. Beni salihlere kal." (Yusuf; 101)
Hz. Musa (a.s.) kendi kavmine
şöyle diyor:
"Ey kavmim eğer siz gerçekten
Allah'a iman ettiniz ise, O'na tevekkül edin." (Yunus; 84)
İsrail oğullarının asıl dini
Yahudilik değil İslâm'dı; bunu dost, düşman herkes bilirdi. Nitekim Firavun
denizde boğulurken bu hakikati dile getirmekten kendini alamadı:
"İnandım ki İsrail
oğullarının iman ettiğinden başka ilâh yoktur. Ben de Müslümanlardanım."
(Yunus; 90)
İsrail oğullarına gönderilen bütün
peygamberlerin dini de İslâm'dı.
"Biz Tevrat'ı indirdik. Onda
hidayet ve nur vardır. Allah'a teslim olan peygamberler Yahudilere onunla
hükmederlerdi. Alimler ve fakihler de onunla hükmederlerdi. Hepsi de O'nun
üzerine şahit idiler. O halde siz insanlardan korkmayın, benden korkun. Benim
ayetlerimi az bir pahaya salmayın. Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler
kâfirdir." (Maide; 44)
Hz. Süleyman'ın dini de aynıydı.
Nitekim Sebe' (Saba) melikesi kendisine iman ellikten sonra şöyle der:
"Şimdi Süleyman'ın
beraberliğinde âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim (müslüman) oldum."
(Neml; 44)
Hz. Îsa (a.s.) ile havarileri ve
ona tabi olanların dini de İslâm'dı:
"Havarilere, 'Bana ve
Rasûlüme iman edin diye vahyettiğimde (ilham ettiğimde) 'iman ettik. Şahit ol
ki biz müslümanlarız' dediler." (Maide; 111)
Arapçada kullanılan
"İslâm" ve "müslim" (müslüman) kelimelerinin başka ırktan
olan ve başka dil kullanılan bu muhtelif milletlerde aynen kullanılamayacağı
yolundaki itiraz çok saçma ve abestir. Çünkü burada söz konusu olan Arapça bir
kelime veya deyim değil, bunların ifade ettikleri mana ve mefhumdur. Adı geçen
ülkelerde ve milletlerde "İslâm" ve "müslim" kelimeleri
olduğu gibi kullanılmayabilir, ama burada kastedilen şey iman edenlerin
hüviyetidir ve kendileri her zaman Arapça’daki "müslüman" ve
"İslâm" kelimelerine eş anlamda tanımlanmış ve çağırılmışlardır.
Allah'ın demek istediği; 'dünyaya gelen asıl din Hıristiyanlık, Musevilik veya
Muhammedilik değil, İslâm (Allah'a teslim olmak ve boyun eğmek)'dır. İmân
edenler, peygamberler ve semavi kitaplar ile gelen Allah'ın emrine boyun
eğmelidirler. Hangi Allah'ın kulu hangi devirde ve memlekette bu tavır ve
davranış içinde bulunmuşsa, tek ve evrensel, ezeli ve ebedi Hak Din'in
takipçisidir. Bu dini şuurlu ve samimi bir şekilde kabul edenlerin önce, Hz.
Musa'yı, sonra Hz. Îsa'yı ve daha sonra Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'yı
Allah'ın peygamberleri olarak tanımış olmaları dinlerini değiştirme hareketi
değil, aksine bu dine tabi olmalarının tabii ve mantıki neticesidir. Bunun
aksine peygamberlerin tâbileri arasına bilinçsizce ve düşüncesizce girmiş ya
da bu toplulukta tesadüfen doğmuş olanlar, kendi kısır millî, irsî ve içtimaî
taassuplarını körükleyerek bunları birer din haline getirenler ya Yahudi
oldular, ya da Hıristiyan. Fakat Hz. Muhammed (a.s.)'in, Allah'ın peygamberi
olarak dünyaya gelmesiyle foyaları meydana çıktı ve kendi kuyularını kendileri
kazmış oldular. Zira Allah'ın son peygamberini tanımayı reddetmekle sadece
gelecekte müslüman olarak yaşamaktan vazgeçmediler, aynı zamanda gerçekten
"müslüman" olmadıklarını ve şu veya bu nedenlerle çıkarlarını
korumak veya atalarını körü körüne taklit etmek düşünce ve tavrıyla hareket
ettiklerini ispatladılar.
26.6.5. İslam Ümmetinin Terkibi (Yapısı)
Böylece, Rasûl-ü Ekrem (a.s.) dünyanın
kuruluşundan beri süregelen dini canlandırmak, yenilemek ve tazelemekle
kalmadı, bütün geçmiş peygamberlerin zamanından beri "İslâm ümmeti"
olarak bilinen ümmeti de yeniden meydana getirdi. Hz. Peygamber (a.s.) bu
ümmete muhtelif grup, kabile, sülâle ve bölgelerden katılan kişileri birbirinin
yardımcısı, dert ortağı, destekçisi ve kardeşi yaptı, hepsinin can, mal ve
namuslarının aynı derecede korunmasına özen gösterdi, herkesin hak ve
mesuliyetinin aynı olduğunu ilân etti, takvâ ve iyi amelin dışında aralarında
herhangi bir imtiyaz ve fark bırakmadı, kısacası her bakımdan birlik,
beraberlik, dayanışma ve eşitlik içinde olan muazzam bir topluluk vücuda
getirdi. Arabistan gibi aşiret egemenliğindeki ve her türlü kabile ve bölgesel
dengesizlikteki bir toplum için bu çok garip ve beklenmedik bir gelişme idi ve
Cahiliyye kafası bunu kabul etmeye hazır değildi.
İbni Zeyd'in rivâyetine göre
Rasûlullah (a.s.)'ın amcası Ebû Leheb bir gün kendisine şöyle bir soru
yöneltti: "Ben senin dinini kabul edersem benim kazancım ne
olacaktır?" Rasûlullah (a.s.) buyurdular: "Diğer bütün iman
sahiplerinin kazandıklarını siz de kazanacaksınız." Ebû Leheb dedi ki:
"Peki, benim için (bir peygamberin amcası olması bakımından) bir ayrıcalık
yok mudur?" Rasûlullah (a.s.), "Ee daha ne istiyorsunuz?" diye
sordu. Bunun üzerine Ebû Leheb, "lânet olsun, lânet olsun benimle herkesin
eşit olduğu dine." (İbni Cerir) dedi.
Bu fanatizmi ortadan kaldırmak
amacıyla Kur'an-ı Kerim şöyle buyurdu:
"Size ne akrabanız ne de
çocuklarınız (Allah'ın azabına karşı) fayda vermez. Allah kıyamet günü aranızı
ayıracaktır." (Mümtehine; 3)
Yani, kan bağlarının hepsi dünyada
kalacaktır ve bunlar kıyamette kimseye hiçbir fayda sağlamayacaktır. Asıl
önemli olan şey imandır. Kıyamette ve mahşerde kimin imanı kuvvetliyse felahı
bulacak, kiminki zayıfsa cezasını çekecektir. Bu sebeple dünyada akrabalık ve
dostluklar kurarken bu noktaya dikkat edilmelidir.
"Sizin veliniz ve dostunuz
Allah, O'nun peygamberi, namazlarını kılanlar, zekâtlarını veren ve rukû eden
mü'minlerdir." (Maide; 55)
"Mü'minler ancak
kardeştirler. Öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin." (Hucurât; 10)
İşte bu ve buna benzer diğer
ayetler, dünyada bütün Müslümanlardan teşekkül eden evrensel bir kardeşliği
meydana getirdiler. Bu emir ve talimatın sayesindedir ki müslümanlar kadar
aralarında yakınlık, sevgi, dayanışma ve yardımlaşmanın bulunduğu dünyada
başka bir din ve hayat düzeni kurulamamıştır. Hz. Peygamber (a.s.) İslâm
kardeşliğinin bu meziyet, fazilet ve erdemini çeşitli vesilelerle dile
getirmiştir.
Hz. Cerîr bin Abdullah'ın dediği
gibi, "Rasûlullah (a.s.) benden üç mevzuda biat almıştı. Birincisi, namazı
ikâme edeceğim, ikincisi, zekât vereceğim, üçüncüsü, her müslümanın yardımcısı
ve destekçisi olacağım." (Buhârî: Kitab'ul îman).
Hz. Abdullah bin Mes'ûd'un
naklettiği hadise göre, Rasûlullah (a.s.) buyurdular: "Müslüman'a
küfretmek fısk (küfür)tır ve onunla kavga etmek küfürdür." (Buhârî,
Kitab'ul-İman, Müsned-i Ahmed'de benzeri bir hadis Hz. Said bin Mâlik
tarafından naklolunmuştur).
Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)'nin
anlattığına göre Rasûlullah (a.s.)'ın emri şöyledir: "Her müslümana başka
bir müslümanın can, mal ve namusu haramdır." (Müslim, Kitab'ul-Birr
ves-sıla, Tirmizî Bâb'ul-Birr ves-sıla).
Hz. Ebu Said Hudrî (r.a.) ve Hz.
Ebû Hureyre (r.a.)'nin rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki:
"Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm etmez, onu yalnız bırakmaz,
ona hakaret etmez. Bir kişinin kendi müslüman kardeşine hakaret etmesi zâten en
büyük şerrdir." (Müsned-i Ahmed).
Hz. Sehl bin Sa'd Saidî,
Rasûlullah (a.s.)'ın şu mübarek sözlerini nakletmiştir: "Bir müslüman,
iman sahipleriyle baş ve gövde gibidir. Bir müslüman, iman sahiplerinin her
acısını, bir başın, vücudun herhangi bir kısmındaki acısı gibi duyar."
(Müsned-i Ahmed).
Hz. Nu'man bin Bişr, Hz. Peygamber
(a.s.)'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Müminler arasındaki merhamet,
sevgi ve dert ortaklığı tıpkı bir vücut gibidir. Nasıl ki vücudun bir azasında
hissedilen acı bütün vücudu uykusuz bırakır ve ateşlenmesine sebep olur;
müslümanlar da öyledirler." (Buhârî ve Müslim).
Hz. Ebu Musa el-Eş'arî, Rasûlullah
(a.s.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir mü'min başka bir mümin
için bir duvar gibidir, öyle bir duvar ki bunun her bölümü başka bir bölümünü
kuvvetlendirir." (Buhârî, Müslim, Tirmizî).
Hz. Abdullah bin Ömer, Rasûlullah
(a.s.)'ın şu sözlerine yer vermiştir: "Müslüman, müslümanın kardeşidir.
Ne ona zulüm eder, ne de ona yardım etmekten kaçınır. Kim kardeşinin hacetini
giderirse, Allah da onun hacetini giderir. Kim bir müslümanı musibetten
kurtarırsa Allah da onu kıyamette musibetten kurtaracaktır. Kim bir müslümanın
ayıbını örterse Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örtecektir." (Buhârî
ve Müslim).
Hz. Câbir bin Abdullah ve Ebû
Talha bin Sehl'ul Ensarî'nin bir hadisi şöyledir: Rasûlullah (a.s.) buyurdular:
"Eğer bir kişi, bir müslümana, hakarete uğradığı ve namusuna dil
uzatıldığı sırada yardım etmezse Allah da ona, Allah’ın yardımına en çok muhtaç
olduğu zaman yardım etmeyecektir. Fakat bir kişi de bir müslümana, hakarete
uğradığı ve namusuna saldırıldığı sırada yardım ederse, Allah da ona, Allah'ın
yardımına en çok muhtaç olduğu anda yardım elini uzatacaktır." (Ebû
Davud).
Hz. Abdullah bin Amr bin As, Hz.
Peygamber (a.s.)'in şu hadisini nakletmiştir: "Müslüman, müslümanların
dilinden ve elinden mahfuz oldukları kişiye denilir." (Buhârî ve Müslim).
Hz. Ebû Bekr'e Nufey' bin el-Hâris
(r.a.)'in anlattığına göre, Vedâ Haccı sırasında Rasûlullah (a.s.) müslümanlara
hitap ederken şöyle demişti: "Sakın, benden sonra kâfirler gibi
birbirinizin boynunu vurmaya başlamayın." (Buhârî ve Müslim).
Hz. Enes(r.a.)'in rivâyetine göre
Rasûlullah (a.s.) bir defasında şöyle buyurdular: "Kardeşine, ister
zâlim, ister mazlum olsun yardım et." Bir kişi dedi ki eğer mazlumsa
elbette ona yardım edeceğim, ama zâlim ise ona niçin yardım edeyim? Bunun
üzerine Rasûlullah (a.s.) dedi ki: "Onu zulümden alıkoy ve vazgeçir. İşte
bu zâlime yapılan yardımdır." (Buhârî).
Hz. Abdullah bin Amr bin As'ın bir
başka hadisi şöyledir: "Mü'minlerin kanı aynı değerdedir. Müminler
düşmanlarına karşı bir el gibidirler (sıkılmış yumruk gibidirler)."
(Müsned-i Ebû Davud Tayâlisi Hadis No: 2258).
Hz. Enes bin Mâlik şu hadisi
nakletmiştir: Rasûlullah (a.s.) buyurdular: "Bana, İnsanlar kelimeyi
şehâdet getirdikleri zamana kadar, yani Allah'tan başka bir ilâh olmadığını ve
Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunu söyleyinceye kadar onlarla savaşmam
emrolunmuştur. Daha sonra, kendileri bu şehâdeti verdikten, kabilemize
yöneldikten, kurbanlarımızı (kestiğimiz hayvanları) yedikten ve namazımızı
kıldıktan sonra onlara olan haklarımız hariç, onların kanı ve malı bizim için
haramdır. Onların hakları, müslümanlarınkinin aynısıdır ve onların farzları
(vazifeleri) da müslümanlarınkinin aynısıdır." (Neseî, Kitab'ul-İman,
Müsned-i Ahmed, rivâyet eden: Enes bin Mâlik).
26.6.6. Bir Dâvet ve Hareketin Bayraktarı Olan Ümmet
Fakat bu ümmet pasif ve hareketsiz
bir ümmet değildi, ki fertleri Allah'a ve Rasûlüne iman ettikten sonra
bulundukları yerlerde ibadet etsin, zikr ve tefekkür de bulunsun, iyi ve
hayırlı işler yapsın ve sadece birbirine yardımcı ve destekçi olsunlar. İslâm
ümmetinin fertleri bundan çok ileriye giderek faal ve dinamik bir hayat
yaşamalıydılar. Ümmetin her ferdi İslâmi daveti daha büyük kitlelere iletmek,
Allah'ın kullarını doğru yola ve iyi işler yapmaya çağırmak ve onları kötü
işlerden ve günahlardan alıkoymakla mükellefti. Bu ümmet, aile, kabile ve
milletlerden en iyi cevherler seçilerek boşuna meydana getirilmemişti. Bunun
görevi Allah’ın kullarını ıslâh etmek, bütün milletler ile hak ve adalet
ilkelerine göre münasebet tesis etmek haksızlık, adaletsizlik ve cehaleti yok
etmekti. Eğer durum başta anlattığımız gibi olsaydı, Kureyşli müşrik ve Arap
kâfirler belki de ses çıkarmayacaklardı. Ama burada durum bambaşka idi. Yeni
kurulan bu ümmet, sadece büyüme ve gelişme istidadı göstermiyor, ayrıca bunun
her ferdi ve bütün ümmet faal bir hareket haline geliyordu. Hepsi tek amaç için
-Allah'ın hakimiyetini bu dünyada kurmak ve insanları kötülükten uzaklaştırmak-
çalışıyorlardı. Bu çalışmalar kâfir ve müşriklerin endişe ve korkusunu had
safhaya getirdi, çünkü onlar her gün kendi güçlerinin azalmakta olduğunu ve
yeni hareketin güçlenip büyümekte olduğunu görüyorlardı.
"Allah'a (ibadete) davet eden
ve sâlih amel işleyip 'ben Müslümanlardanım' diyen kimseden daha güzel sözlü
kim vardır?" (Fussilet; 33)
Fussilet sûresinin 30 ila 32.
ayetlerine kadar, müslümanların Allah'a ibadet konusunda kararlı olmaları ve
doğru yolu bulduktan sonra bundan ayrılmamaları öğütlenmiş ve bunların kendi
başına büyük bir meziyet ve fazilet olduğu kaydedilmiştir. İnsanların bu
meziyetleriyle, meleklerin dostu ve cennetin sakinleri olabileceği
vurgulanmıştır. Bundan sonra yukarıdaki ayette müslümanlar için en şerefli
işin kendilerinin doğru yolda olup başkalarını iyiye ve güzele davet etmek,
Allah'a itaat etmeye çağırmak, şiddetli muhalefete rağmen İslâm'dan söz etmek
ve her türlü zorluk ve muhalefeti göze alarak hak sözü söylemek olduğu
açıklanmıştır.
Bu buyruğun asıl mana ve mefhumunu
anlayabilmemiz için, bu vahyin indiği zaman müslümanların içinde bulunduğu
şartları göz önünde tutmalıyız. Ortam o kadar güç ve cesaret kırıcıydı ki, kim
İslâm ve Hz. Peygamber (a.s.) lehinde ağzını açıyorsa, kendisini paramparça
edecek vahşi İnsanlar arasında buluyordu. Böyle bir ortamda bir kişinin Allah'a
iman edip doğru yolda bulunması başlı başına bir cesaret işi ve büyük bir meziyetti.
Ama bundan daha faziletli ve sevaplı hareket, bir müslümanın kalkıp inandığını
açıkça ilân etmesi ve başkalarının da kendisi gibi doğru yola gelmelerini
istemesiydi.
26.6.7. Müslümanların, Dünya Liderliğine Yükselmeleri
"Böylece sizi İnsanlar
üzerine şahitler olasınız ve Rasûl da sizin üzerinize şahit olsun diye vasat
(orta, mutedil) bir ümmet kıldık." (Bakara; 143)
İşte bu, Ümmet-i Muhammediyye'nin
bütün dünyanın imametine ve liderliğine tâyin olunmasının ilânıydı. Bu ayette
kullanılan "böylece" kelimesi çok önemlidir. "Böylece" Hz.
Muhammed (a.s.) vasıtasıyla Allah'a tabi olanların doğru yolu bulup "vasat
bir ümmet" mevkiine kadar yükselmelerine işaret sayılabilir. Bu
kelimeden, müslümanların kıblesinin değişmesinin de kastedildiği söylenebilir.
Bazı akılsızlar, kıblenin değişmesini, sadece namazda istikametin değişmesi
olarak kabul ediyorlardı. Halbuki, bu tarihi bir olaydı. Müslümanların
kıblesinin Kudüs'ten Kâ'be'ye çevrilmesi, Cenab-ı Allah’ın İsrail oğullarını
dünyanın liderliğinden her zaman için azledip yerlerine Ümmet-i Muhammediyye'yi
getirmiş olması demekti.
"Vasat bir millet"
deyimi o kadar geniş anlam taşıyor ki anlatılmak istenen şey başka bir deyimle
anlatılamaz. Burada İslâm ümmetinin her bakımdan büyük, üstün, ölçülü, makul ve
faziletli olduğuna işaret edilmiştir. Bu ümmet her konuda vasat yolu takip
edecek ve her konuda hak ve adaletle hareket edecektir. Kısacası dünyada bütün
milletlere lider ve yol gösterici durumunda olacaktır.
Yukarıdaki ayette "siz
İnsanlar üzerine şahitler olasınız ve Rasûl de sizin üzerinize şahit
olsun" ifadesi kullanılmıştır. Bu demektir ki, Ahiret'te bütün İnsanlar
Allah'ın huzurunda yaptıklarının hesabını verirken Hz. Muhammed (a.s.)
müslümanların resmi temsilcisi ve sözcüsü olarak doğru fikir, sâlih amel ve
adalet nizamıyla ilgili Rabbinin kendisine verdiği talimatı insanlara eksiksiz
ilettiğini ve bunun için pratik örnekler verdiğini yemin ederek ifade
edecektir. Bundan sonra İslâm Ümmeti'nin fertleri ve Rasûl'ün vekilleri olarak
müslümanlar ifade verecekler ve Rasûlullah (a.s.)'ın kendilerine ilettiği
mesajı başka insanlara yaymak ve bunu fiilen yaşamak konusunda ellerinden
geleni yaptıklarını belirteceklerdir.
Aslına bakılırsa, bir kişi veya
zümrenin bu dünyada Allah'ın şâhidi olarak tayini zaten bütün insanların
imameti ve liderliğine atanması demektir. Bu yüce mevki ve makam büyük itibar
ve şeref kaynağı olmasının yanı sıra büyük vazife ve mesuliyet anlayışını da
gerekli kılmaktadır. Bu demektir ki, nasıl ki Rasûlullah (a.s.) bu ümmet
üzerine Allah'tan korkmak, doğru söz söylemek, doğru hareket etmek, haktan
yana olmak ve adalete riâyet etmek konusunda şahit oldu, bu ümmet de bütün bu
konularda bütün dünya üzerine şahit olmalıdır. Hatta bu ümmetin söz, fiil ve
hareketlerini gördükten sonra dünyanın diğer bütün milletleri, takvâ, sabır,
dürüstlük, iyilik, güzellik, ahlâk ve fazilet ile adaletin ne olduğunu ve
İslâmiyet'in dünyaya ne için geldiğini anlayabilmelidirler.
26.6.8. İslâm Ümmeti'nin Vasıfları
"Siz İnsanlar arasından
çıkarılmış bir ümmetsiniz, iyiliği emreder kötülükten vazgeçirir ve Allah'a
iman edersiniz." (Al-i İmrân; 110)
Burada dünya liderliğinin, İsrail
oğullarından sonra Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)'e tabi olanlara geçtiği ve bu
yüce mevki ve makama riayet ederek ahlâk ve amelleri ile dünyaya örnek olmaları
bildirilmiştir. Müslümanların, dünyanın en iyi ve en faziletli ümmeti haline
getirildiği ve bu bakımdan âdil milletlerin vasıflarıyla donatıldığı
kaydedilmiştir. Müslümanlar bundan böyle iyilik yapmalı, iyilik için
çalışmalı, kötülüğü yok etmeli, Allah'ı tek tanrı olarak kabul etmeli ve ona
kayıtsız şartsız itaat etmelidirler. Müslümanlar bu vasıflarını korudukları
müddetçe bütün milletlerin imamı ve önderi olacaklardır.
"Erkek ve kadın mü'minler
birbirinin velisi ve dostudurlar, iyilik ile emr, kötülükten nehyederler.
Namazı dosdoğru kılıp zekâtı verirler. Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler."
(Tevbe; 71)
Yani, İslâm ümmetinde gerek
erkekler gerekse kadınlar birbirinin yardımcısı ve dostudurlar. Her zaman iyi
niyetle hareket ederler ve herkesin iyi ve doğru yolda olmaları için gayret
sarf ederler, kötülükten nefret eder ve başkalarının da kötülüklerden
kurtulmaları için çalışırlar. Allah'ı zikretmek onlar için gıda gibi mühimdir.
Allah yolunda harcamak için elleri her zaman açıktır. Allah'a ve Rasûlüne
itaat etmek hayatlarının başlıca hedefidir. Bu müşterek ahlâk anlayışı ve hayat
tarzı müslüman erkek ve kadınları birbirine sımsıkı bağlamış birbirinin kardeşi
ve dostu haline getirmiştir.
İslâm ümmetinin fertlerinin
kalblerinde, dinlerini her şeyden üstün tutma ve din uğruna her şeylerini feda
etme hissi de uyandırıldı. İman sahipleri kendi vatan, aile ve evlerinde
Allah'a ibadet ve itaat etmeleri mümkün olduğu müddetçe kalabilirlerdi, fakat
bu mümkün olmadığı takdirde Allah ve din uğruna her şeyi terk etmeleri
gerekirdi. İmanlarının sağlamlığı, vatan, millet, aile fertleri ve
evlâtlarının sevgisine kapılarak Allah'ı ve dinini terk etmeleri ya da Allah ve
din sevgisi yüzünden ailelerinden ve vatanlarından uzaklaşmalarıyla
ölçülebilirdi.
"Kendilerine zulüm
yapıldıktan sonra Allah, yolunda hicret edenleri dünyada elbette güzel bir
şekilde yerleştirir. Ahiret mükâfatı ise daha büyüktür." (Nahl; 41)
"Ey iman eden kullarım, Benim
arzım geniştir. O halde yalnız bana ibadet edin. Her nefis ölümü tadacaktır.
Sonra bize döndürüleceksiniz. İman edip sâlih amel işleyenlere cennette
altlarından nehirler akan hususi yerler hazırlarız. Onlar orada ebedi
kalırlar. Böyle amel edenlere bu ne güzel mükâfattır. Onlar ki sabreder ve
yalnız Rabblerine tevekkül ederler. Nice canlı hayvan vardır ki rızkını
arkasına yüklenmez. Allah onlara da size de rızık veriyor. O Semî'dir,
Alim'dir." (Ankebût; 56-60)
Ankebût sûresinin yukarıdaki
ayetlerini okuyunca Cenab-ı Allah'ın İslâm ümmeti olarak nasıl bir ümmet
yaratmak istediğini anlayabiliriz.
İlk ayette Hicret'e işaret
edilmiştir. Yani demek isteniyor ki, eğer Mekke'de Allah’ın adını anmak ve O'na
ibadet etmek zorlaşmışsa, müslümanlar nerede Allah’ın sadık kulları olarak
ibadet edebiliyor ve özgürlük içinde O'na itaat edebiliyorlarsa oraya
gitsinler. Bu ifadeden anlıyoruz ki, asıl mühim olan şey millet, vatan ve ülke
değil, Allâh'a kulluktur. Vatan, millet ve memleket sevgisi, Allah'a itaat ve
ibadetle çatıştığı ân mü'min kararını bunlardan ikincisi lehine vermelidir.
Doğru ve gerçek bir mü'min reyini Allah'tan ve Hak'tan yana kullanmalıdır ve
vatan ile millete boş vermelidir. Sahte bir müslüman ve münâfık bir kişi ise
imanını terk edip vatanına ve milletine sarılacaktır. Bu ayet açıkça ifade
ediyor ki, gerçek ve takva sahibi bir müslüman, milliyetçi kafatasçı ve faşist
olamaz. Bir mü'min için birinci derecede önemli şey Allah'a ibadet ve itaattir
ve bu uğurda gerekirse her şeyi feda edebilir.
İkinci ayetin manası da şudur:
Ölüm vazgeçilmez bir hakikattir. Ölümden korkmamalıdır. Dünyaya gelen bir kişi,
bir gün mutlaka ölecektir. Kimse ebediyen yaşamak için gelmemiştir. Onun için,
mü'minler kendi ölümlerinden korkmamalı, öleceklerinden endişe etmemeli, bu
dünyada kendi canlarını korumak için her şeyi fedâ etmemelidirler. Asıl düşünmeleri
ve endişe etmeleri gereken imanlarını aynen muhafaza etmeleridir. Allah'a ve
Hakk'a tapmanın çarelerini aramalıdırlar. İman etmenin icaplarını yerine
getirmelidirler. Çünkü herkes er geç Allah'a dönecektir. Eğer dünyada bir
kişi, canını kurtarmak için imanını kaybetmişse Allah'ın mahkemesinde başka türlü
yargılanacaktır ve eğer imanını korumak için canından olmuşsa kendisine başka
bir muamele yapılacaktır. O halde, Allah'a dönecek olanlar ne ile dönmek
istediklerine karar vermelidirler. İman uğruna kaybedilen canla mı, yoksa can
uğruna yitirilen imanla mı?
Üçüncü ayette denilmiştir ki; eğer
iyilik ve iyi amel uğruna dünyanın bütün nimetlerinden ve zevklerinden mahrum
kalınmışsa da hiç tasalanmaya gerek yoktur. Zira bu mahrumiyetin mükâfatı
Ahiret'te çok büyüktür ve mutlaka verilecektir.
Dördüncü ayette denilmiştir ki,
her türlü muhalefete ve düşmanlığa rağmen imanlarını muhafaza etmiş ve iyi amel
işlemiş olanlar mükâfatların en güzelini bulacaklardır. İman etme uğruna
canlarını tehlikeye atan, her türlü eziyeti çeken, imanı terk etmenin
sağlayacağı bazı dünyevî fayda ve nimetleri kendi gözleriyle görmelerine rağmen
yoldan zerre kadar ayrılmayan, kâfir ve fâsıkların bolluk ve rahat içinde
yaşamalarına şahit olmalarına rağmen, servet ve şöhrete tenezzül etmeyen,
kendi aile, sülâle, kabile ve maddî durumlarına güvenmektense Allah'a inanan ve
bütün ümitlerini ona bağlayan, ibadet ve itaat etmek büsbütün zorlaşınca vatan
ve milletlerini terk edip hicret eden, daima Rabblerine itimat eden, iyiliği
tesis eden ve başkalarına iyilikle emreden, ahlâk ve faziletin en güzel örneklerini
veren ve bu dünyadaki bütün fedakârlık ve eziyetin mükâfatının öbür dünyada çok
büyük olacağına inananlar felâh, refah ve ebedi mutluluğa kavuşacaklardır.
Son ayette denilmiştir ki, Allah
uğrunda hicret edenler canlarından korkmadıkları gibi mallarından da endişe
etmemelidirler. Bütün canlılara rızık veren Allah'tır. Yerde, su altında ve
havadaki bütün hayvan ve kuşlar ile böceklere rızk veren Allah neden insanlara
ve kendisine tabi olanlara rızk vermesin. Allah ve İslâm uğruna evlerinden ve
barklarından olanlar işleri, güçleri ve gelirleri için de fazla
tasalanmamalıdırlar.
26.6.8.2. Kâfirlerle Müslümânların İlişkisi
Biz şimdiye kadar İslâm ümmetinin
fertleri arasındaki ilişkileri ve din ile imanları konusunda ne gibi bir tavır
takınmaları gerektiğini anlattık. Şimdi ise Kur'an-ı Kerim ve hadislerden
örnekler vererek müslümanların karşıtı, rakibi, hasmı ve düşmanı olan ve karşı
kampta yer alan kâfir ve müşriklerle olan münasebetlerine değineceğiz.
"Mü'minler mü'minlerden başka
olarak kâfirleri dost edinmesinler. Bunu işleyen Allah'tan hiçbir şey ümit
etmesin." (Al-i İmrân; 28)
"Ey mü'minler, mü'minleri
bırakıp kâfirleri dost edinmeyin." (Nisa; 144)
"Yoksa siz Allah'ın sizden
cihad edenleri Allah ve Rasûlünden ve mü'minlerden başka dost edinmeyenleri
ayırt etmeksizin kendi halinize bırakılıvereceğinizi mi sandınız?" (Tevbe;
16)
Tevbe sûresinin bu ayetinde İslâm
camiasına daha yeni giren müslümanlara hitap edilmiştir. Burada denilmek
isteniyor ki, ey iman sahipleri Allah ve Rasûlünü kendi canınızdan malınızdan,
aile, akraba, kabile ve diğer dünyevi nimetlerinizden daha çok sevdiğinizi
ispatlamadığınız sürece hakiki mü'min olamazsınız. Şu ayetlere de dikkat
edelim;
"Ey mü'minler, eğer küfrü
imana tercih ederlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin. İçinizden
kim onların velilikleri altına girerse onlar zâlimlerin tâ kendileridir. De
ki: 'Eğer babalarınız evlâtlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, ticaretiniz ve
hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah'tan, Onun Rasûlünden ve Allah
yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise artık Allah'ın emri gelinceye kadar
bekleyedurun. Allah, fâsık olan kavme hidâyet etmez." (Tevbe; 23-24)
"Gerçekten İbrahim'de ve
onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir numune vardır. Hani onlar kavimlerine:
'Biz sizden ve Allah'tan başka taptığınız şeylerden uzağız. Sizi inkâr ettik.
Siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda
düşmanlık ve buğz belirtilmiştir." (Mümtehine; 4)
"Ey mü'minler, düşmanımı ve
düşmanınızı dost edinmeyin. Siz onlara sevgi yolluyorsunuz. Halbuki onlar
Hakk'tan size geleni (Kur'an'ı) inkâr ediyorlar. Rabbiniz olan Allah'a iman
ediyorsunuz diye peygamberi de sizi de diyarınızdan çıkarıyorlardı. Eğer siz
benim yolumda cihada çıkar ve rızamı isterseniz (düşmanlarımı ve
düşmanlarınızı dost edinmezsiniz). Onlara sevgi göstererek sır veriyorsunuz.
Halbuki ben sizin gizlediğinizi ve açıkladıklarınızı bilirim. Sizden kim bunu
yaparsa muhakkak doğru yolun ortasından sapmıştır." (Mümtehine; 1)
"Allah'a ve ahiret gününe
iman eden bir kavmi babalan, oğulları, kardeşlen veya soy sopları olsalar bile,
Allah ve Rasûlüne muhalefet edenlerle dostluk eder bulmazsın. Allah, onların
kalblerine imanı yazmış ve onu tarafından bir ruh ile desteklemiştir."
(Mücadele; 22)
Mücadele sûresinin bu ayetinde iki
konuya değinilmiştir. Bunlardan biri sadece bir ilke olup ikincisi de bir
gerçektir. İlke şudur: Hak dinine iman ve din düşmanlarıyla sevgi ve dostluk
iki zıt şeylerdir, ki bunların bir arada olması düşünülemez. Bir insanın aynı
zamanda hem Allah ve Rasûlünü, hem de din düşmanlarını sevmesi mümkün değildir.
Bu, tıpkı bir insanın hem kendisini hem düşmanını sevmesinin mümkün olmaması
gibidir. Bu sebeple, eğer bir insan kendisinin hem iman sahibi olduğunu
söylüyor, hem de İslâm düşmanlarıyla haşır neşir oluyorsa, imanla ilgili
iddiasının doğru olmadığına karar verilmelidir. Aynı şekilde hem İslam'a, hem
İslâm düşmanlarına bağlı olanlar nefis muhasebesini yapmalı ve kendilerinin ne
olduğunu tesbit etmelidirler. Kendileri gerçekten mü'min midirler, yoksa
münafık mı? Ayrıca mü'min olarak mı kalmak istiyorlar, yoksa münafık olarak mı?
Eğer kendileri iki yüzlü değil de dürüst iseler, aynı zamanda iki sandala
binmekten vazgeçmelidirler. İslâm ve iman onların dürüst olmalarını istiyor.
Eğer gerçekten mü'min olmak ve mü'min olarak kalmak istiyorlarsa İslâm ile
çatışan bütün sevgi ve ilişkilere son vermelidirler.
Bu bir ilkedir. Ama Cenab-ı Allah
sadece bu ilkeyi belirtmekle yetinmemiş ve herkese bunun pratik örneğini de
sunmuştur. Nitekim kim gerçek anlamda mü'min olanlar kendi söz ve
hareketleriyle imanı her şeye tercih ettiklerini göstermişlerdir. Mü'minler,
dinlerine ve imanlarına mani olan her şey ile ilişkilerini koparmış ve Hak
yolunda hiçbir engel tanımadıklarım, hiçbir sevgi ve akrabalıkla dostluğun
önemi olmadığını ispatlamışlardır. Bunun en belirgin örneği, Bedir ve Uhud
savaşları sırasında görüldü. Mekke'den hicret edip Medine'ye gelmiş olan
Sahabe-yi Kirâm sırf Allah ve O'nun dini uğruna kendi kabileleriyle ve en yakın
akrabalarıyla savaşmak zorunda kaldılar. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) çarpışmalar
sırasında öz babası olan Abdullah bin Umeyr'i katletti. Hz. Ömer (r.a.) dayısı
As bin Hişâm bin Muğire'yi öldürdü. Hz. Ebû Bekr öz oğlu Abdurrahman ile
çarpışmaya hazır oldu. Hz. Ali, Hz. Hamza ve Hz. Ubeyde bin el-Hâris (r.a.) çok
yakın akrabaları olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe'yi kılıçtan geçirdiler. Hz.
Ömer, Bedir savaşında ele geçirilen esirlere yapılacak muamele hakkında Hz.
Peygamber (a.s.)'e şöyle bir teklifte bulundu: "Bu esirlerin hepsi
öldürülsün ve herkes kendi akrabasını öldürsün." Aynı Bedir savaşında bir
ensar, Hz. Mus'ab bin Umeyr'in kardeşi Ebû Aziz bin Umeyr'i iple bağlıyordu. Bu
olayı gören Mus'ab (r.a.) ensara şöyle dedi: "Arkadaş, onu iyice bağla.
Onun annesi çok zengindir. Onun serbest bırakılması için annesinin sana iyi
bir fidye vereceğinden eminim." Buna dayanamayan Ebu Aziz, "kardeşin
için böyle mi diyorsun?" deyiverdi. Hz. Mus'ab bin Umeyr kendisine şu
cevabı verdi: "Şu anda sen benim kardeşim değilsin, seni esir almakta
olan şu ensar benim kardeşimdir." Aynı savaşta bizzat Hz. Muhammed
Mustafa (a.s.)'nın amcası Hz. Abbas ve damadı Ebu'l As (Hz. Peygamber
(a.s.)'in kızı Hz. Zeyneb'in kocası) da esir düşmüşlerdi. Fakat bunlara da
Rasûlullah (a.s.)'ın akrabalarıdır diye imtiyazlı herhangi bir muamele
yapılmadı. Bütün esirlere yapılan muamele . kendileri için de revâ görüldü.
Böylece bütün dünyaya müslümanların nasıl olduğu fiilen gösterilmiş oldu.
Müslümanların dinlerine ne kadar samimiyetle bağlı oldukları ve Allah ile
Rasûlü için nasıl her şeyi feda edecekleri anlatılmış oldu.
Deylemî, Hz. Mu'az' (r.a.)a
istinaden Rasûlullah (a.s.)'ın şu duasını nakletmiştir: "Ya Rabbim, hiçbir
facir (bazı rivayetlere göre fâsık)in bana ihsan ve lütufta bulunmasına imkân
verme, ki kalbimde onun için sevgi doğsun. Rabbim, senin bana nâzil ettiğin
vahiyde Allah'a ve kıyamet gününe iman edenlerin, Allah ve Rasûlünün,
muhaliflerini sevmedikleri beyan olunmuştur."
26.6.8.3. Hiç Kimse İçin İman Feda Edilmez
"Biz, insana ana ve babasına
itaat ve ihsan etmeyi vasiyet ettik. Anası onu meşakkat üzere meşakkatle
taşıdı. Sütten kesilmesi de iki senedir. 'Bana ve ana-babana şükret. Nihayet
gelinecek yer, benim nezdimdir; (dedik). Eğer onlar senin bilmediğin bir şeyle
bana şirk koşmana seni zorlarlarsa onlara itaat etme. Dünyada onlarla iyi
geçin." (Lokman; 14-15)
"Biz insana ebeveynine iyi
muamele etmesini tavsiye ettik. Eğer onlar bilmediğin bir şeyi bana şirk
koşman için uğraşırlarsa onlara itaat etme." (Ankebût; 8)
Müslim, Tirmizî, Ahmed, Ebu Davud
ve Nesâî'de yer alan hadislere göre Ankebût sûresinin bu ayeti Hz. Sa'd bin Ebi
Vakkas (r.a.)'ın durumuyla ilgili olarak inmişti. Rivayete göre Hz. Sa'd bin
Ebi Vakkas, İslâmiyeti kabul ettiği zaman 18-19 yaşında bir gençti. Annesi
Hamne bint Süfyan bin Ümeyye (Ebu Süfyan'ın yeğeni) oğlunun müslüman olduğunu
öğrenince kendisine şöyle bir rest çekti: "Sen Muhammed (a.s.)'i inkâr
edinceye ve onunla ilişkilerini kesinceye kadar ne yiyeceğim, ne içeceğim, ne
de gölgede oturacağım. Annenin hakkını ödemek Allah'ın emridir. Sen
dediklerimi dinlemezsen Allah'a da itaatsizlik etmiş olursun." Bu sözleri
dinleyince Hz. Sa'd'ın canı çok sıkıldı ve Rasûlullah (a.s.)'ın huzuruna çıkıp
durumu anlattı. Bunun üzerine söz konusu ayet nazil oldu. Mekke döneminin
başlarında müslüman olan diğer gençlerin de aynı durumla karşı karşıya gelmiş
olma ihtimali vardır.
Yukarıdaki ayette denilmek
isteniyor ki, mahluklar arasında İnsanlar üzerine en büyük hak anne ve
babalarınındır. Fakat anne ve babaların, evlatlarını şirke zorlamaları
halinde, başkaları şöyle dursun, bunların dahi sözleri dinlenmemelidir. Daha
sonraki sözler şöyledir: "Eğer onlar (ana ve babanın ikisi) bilemediğin
bir şeyi bana şirk koşman için uğraşırlarsa onlara itaat etme." Bu
demektir ki, anne ve babanın dışında ya da ikisinden birisinin baskısını
reddetmek daha da elzemdir. Bu ayette "bilemediğin bir şeyi" ifadesi
de dikkate değerdir. Burada anne ve babanın sözlerinin dinlenmemesi için makul
bir delil verilmiştir. Evlatlar gayet tabii ki anne ve babalarına hizmet
etmeli, sevgi ve saygı beslemeli ve makul sözlerini dinlemelidirler. Fakat
evlatlar bir şeyi biliyorlarsa, bile bile anne babalarının bilgisizliklerinden
kaynaklanan şeylere dikkat etmemelidirler. Körü körüne taklit, hele Hak
diniyle ilgili olarak, hiç tasvip edilemez. Bir oğlan ya da kız sadece anne ve
babalarının dini olduğu için batıl bir dini kabul etmemelidir. Eğer evlatlar
kendi bilgi ve tecrübeleri sayesinde anne ve babalarının dininin batıl
olduğunu fark ediyorlarsa derhal bunu terk edip Hak dinini seçmelidirler. Bu
konuda kendilerinden gelen her baskıya göğüs gelmelidirler. Din konusunda anne
ve babaya bile böyle bir muamele yapılabiliyorsa, demek ki dünyada başka
herhangi bir kimsenin baskısına boyun eğilinemez.
"Kâfirler, mü'minlere: 'Bizim
yolumuza tabi olun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim' derler. Halbuki, onlar
bunların günahlarından bir şey yüklenecek değiller. Muhakkak onlar
yalancılardır. Onlar kendi yüklerini ve azdırdıkları kimselerin yüklerini de
beraber yüklenecekler. Ve kıyamet gününde iftira ettikleri şeylerden mes'ul
olacaklar." (Ankebût; 12-13)
Kâfirler diyordu ki; 'dünyadaki
hayattan sonra başka bir hayatın olacağı, Mahşer'de herkesin hesap vereceği ve
Allah'ın mahkemesinde ya cezalandırılacağı ya da ödüllendirileceği yolundaki
inanç yanlıştır. Ahiret diye bir şey yoktur ve ceza ile mükâfat da söz konusu
olamaz. Fakat Ahiret'in varolacağını ve herkesin ameline göre
cezalandırılacağını veya ödüllendirileceğini kabul etsek bile, sizin savunmanızı
biz üstleneceğiz ve Allah'ın mahkemesinde yapılması gerekeni biz
yapacağız.Onun için, siz tasalanmayın ve yeni dini bırakıp atalarınızın dinine
dönün.' Hadislerden anlaşılıyor ki, Kureyşli kabile reisleri ilk başta İslam
dinini kabul eden müslümanları bu şekilde kendilerine geri çekmek isliyorlardı.
Nitekim, Hz. Ömer'in bile, müslüman olmasından sonra Ebu Süfyan ve Harb bin
Ümeyye bin Halefin benzeri baskı ve telkinlerine muhatap olduğu belirtilmiştir.
Bu durum karşısında denildi ki;
bir kerre, Allah-'ın mahkemesinde her ne kadar büyük ve itibarlı olursa olsun,
bir kişi başkasının suçunu veya cezasını üstlenemez ve suçlu cezasını
çekmekten kurtulamaz. Zira orada herkes kendi amelinden sorumlu olacaktır,
kimse kimsenin günahını veya sevabını kendi üzerine alamayacak ve kimse kimseye
kendi günahını veya sevabını veremeyecektir. Fakat böyle bir şeyin mümkün
olduğunu farz etsek bile, öbür dünyada Cehennem'in ateş ve azabını gören bir
kişi başkasının günahını üstlenmeye cesaret edemeyecektir. Orada bu korkunç
manzarayı gördükten sonra kimse Allah'ın huzuruna çıkıp, "ya Rabbi, bû
adam benim telkinim ve tavsiyem üzerine Senin dinini bırakıp atalarımızın
dinine dönmüş ve günah işlemişti. Onun için onu Cennete ve beni Cehennem'e
gönder" diyemeyecektir.
26.6.8.4. Kâfirler İçin İstiğfar Yasaktır
"Nebi'ye ve mü'minlere akraba
olsa bile onların cehennem, ehli oldukları muhakkak meydana çıktıktan sonra
müşrikler için istiğfar etmek doğru ve caiz değildir." (Tevbe; 113)
Bir kişinin affedilmesini istemek;
evvela ona sevgi ve yakınlık duymak ve ikincisi, onun affedilmeye layık
olduğuna inanmak demektir. Bu husus, itaatkâr ve vefakâr olup sadece günahkâr
olan bir kişi için doğrudur. Ama, açıktan asi olan bir kişiye sevgi ve
saygıyla bağlı olmak ve onun affedilebileceğine inanmak ilke olarak yanlıştır.
Hatta böyle bir düşünce taşıyan kişinin de Allah'a ve Rasûlüne itaati ve
bağlılığı şüphelidir. Eğer bir kişi sadece akrabalığa önem verip yakınlarının
bağışlanmasını istiyorsa, demek ki bu kişinin gözünde kan bağları Allah'a ve
Rasûlüne itaatten daha önemlidir. Böyle bir durumda Allah'a ve dinine
bağlılıkla ilgili iddialar sadece lafta kalır. Zira Allah'a iman ve itikat söz
konusu olunca diğer her türlü düşünce, ard niyet ve münasebetler ikinci
dereceye düşer. Allah'a ve Hak dinine itaat ve sadakat söz konusu olunca diğer
bütün sevgiler, arkadaşlıklar ve ilişkiler rafa kaldırılmalıdır. Allah ve Hak
dininin sevgisi katıksızdır. Allah'ın dostu bizim dostumuz, Allah’ın düşmanı bizim
düşmanımız olmalıdır. Bu sebeple, Cenab-ı Allah diyor ki müşrikler için af
dilenmemelidir. Onlar için mağfiret ve istiğfar yoktur. Allah'a göre,
müşrikler için istiğfar etmek veya af istemek doğru ve caiz değildir.
Şurada şunu da belirtelim ki,
Allah'a itaatsizlik edenlere veya ona isyan etmiş olanlara sevgi beslenmemesi
ve onlara yardım edilmemesi is-tenmişse, bu tamamıyla din açısındandır.
İnsancıl ilişkilere gelince bu hususta herhangi bir yasak getirilmemiştir;
aksine dünyevi meselelerde dini ve imanı ne olursa olsun, bir insana sevgi
beslemek, merhamet ve şefkatle muamele etmek, ihtiyaçlarını gidermek ve zor
durumda olduğu zaman kendisine her türlü yardımda bulunmak, hayli hayırlı,
takdir edilen ve sevaplı bir iştir. Eş dost ve akraba ister mü'min olsun,
ister kâfir, her türlü dünyevi, toplumsal ve insancıl haklara sahiptir. İnsani
hakları ne ise yerine getirilecektir. Yardıma muhtaç olan insana yardım
edilecektir. Zayıf, çaresiz ve mazlum kişi layık olduğu ilgiyi görecektir.
Hasta ve yaralı kişi hak ettiği tedavi ve ilgiyi görecektir. Yetimlere mutlaka
şefkat ve merhametle muamele edilecektir. Bu gibi durumlarda kimin müslüman,
kimin kâfir olduğuna zerre kadar önem verilmeyecektir.
26.6.8.5. Kâfir ve Müşriklerle Evlilik ve Veraset Gibi
İlişkiler Kurulmamalıdır
"Ne o kadınlar kâfirlere ne
de kâfirler o kadınlara helâl değildir." (Mümtehine; 10)
"Kâfir zevcelerinizi
nikâhınız altında tutmayın (onları kâfir nikâhı ile tutmayın)".
(Mümtehine; 10)
Fakat, müslümanların bütün kâfir
ve müşrik kadınlarla evlenmeleri yasak değildir. Müslümanlar Ehl-i Kitap
kadınlarla nikâhlanabilirler. Maide sûresinde, 5. ayette, buna dair bir hüküm
vardır. Müslüman kadınlara gelince, kendileri müslümanların dışında başka
kimseye helâl değillerdir:
"Müşrik kadınları iman
etmedikçe nikahlamayınız. Mü'min bir cariye çok beğendiğiniz müşrik kadından
daha hayırlıdır, iman etmedikçe müşriklerle evlenmeyiniz. Mü'min bir kâle çok
beğendiğiniz müşrik bir erkekten daha hayırlıdır." (Bakara; 221)
Hz. Usâme bin Zeyd'in bir hadisine
göre Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular: "Müslüman, kâfirin vârisi
olamaz. Kâfir de müslümanın vârisi olamaz." (Buhârî, Müslim, Nesâî, Ahmed,
Tirmizî, İbni Mace ve Ebu Davud).
26.6.8.6. Kâfirler İki Türlüdür ve Bunlara Farklı
Muamele Yapılmalıdır
İslam ümmeti, kâfirlerden
tamamıyla uzaklaştırıldıktan sonra mü'min veya müslümanların kâfirleri ikiye
ayırmaları ve kendilerine buna göre muamele yapmaları istenmiştir:
"Sizinle din hususunda
muharebe etmeyen ve sizi diyarınızdan çıkarmayanlara iyilik ve ihsan etmekten,
onlara adeletle muamele etmekten Allah sizi men'etmez. Allah adalet yapanları
sever. Ancak Allah sizi sizinle din hususunda muharebe eden sizi diyarınızdan
çıkaran ve çıkarılmanıza yardım edenlere dostluk etmenizden men'eder. Onlarla
dostluk kuranlar zalimlerdir." (Mümtehine; 8-9)
Başka bir deyimle, müslümanların,
kâfirlerin iki grubu arasında ayırım yapmaları istenmiştir. Kâfirlerin bir
grubu düşman, başka bir grubu dost değilse de tarafsız ve zararsız olabilir. Bu
ayetlerde belirtildiği gibi, müslümanlar, kendilerinden zarar gelmeyen
kâfirlere iyi davranmalıdırlar. Bu ayetlerin en iyi açıklaması, Hz. Esma binti
Ebu Bekr (r.a.) ve kâfir annesi arasında geçen vak'adır. Hz. Ebu Bekr'in bir
karısı kâfirdi ve müslümanların Medine'ye hicretinden sonra Mekke'de kalmıştı.
Hz. Esma bu kadının batınından doğmuştu. Hudeybiye Anlaşmasından sonra Mekke
ile Medine arasında seyahatler serbest bırakılınca, bu hatun da kızıyla görüşmek
üzere Medine'ye geldi ve yanında bazı hediyeler de getirdi. Hz. Esma (r.a.)'nın
ifadesine göre kendisi Hz. Peygamber (a.s .)'in yanına gidip, "acaba ben
annemle görüşebilir miyim ve ona şefkatli davranabilir miyim?" diye
sordu. Rasûlullah (a.s.), "elbette, onunla görüşebilir ve ona şefkatli
davranabilirsin" dedi. (Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim). Bu olaydan anlaşılacağı
gibi, bir müslümanın, İslâm düşmanı olmadıkları takdirde, kâfir olsalar dahi,
anne, baba, kardeş ve diğer akrabaları ile görüşmesi ve onlarla insani
münasebetlerini sürdürmesi caizdir. Aynı şekilde zimmi olan fukaraya sadaka
vermek de mümkündür. (Ahkâm'ul-Kur'an-lil Cessas, Rak'ul-Me'rani).
26.6.9. İslâm Ümmetinin Gerçek Durumu
Böylece meydana gelen cemaat
alelâde manada bir "millet" değildi. Kur'an-ı Kerim ile Hadis-i
Şerifin, İslâm ümmetini nasıl tarif ettiği aşağıda anlatılmıştır:
Kur'an-ı Kerim'de müslümanlar için
kullanılan kelimelerden biri "hizib"tir ki, bütün Kitap'ta iki defa
kullanılmıştır. (Bk. Maide; 56 ve Mücadele; 22). Bu kelime, "parti"
ile eş anlamdadır. Yukarıda bahsettiğimiz her iki yerde de müslümanlar,
"Hizbullah" (Allah'ın partisinin adamları) olarak
adlandırılmışlardır. Yani, müslümanlar, kendilerini Allah'a adayanlardan
oluşan bir partiydi. Milletler ırk ve soy gibi temeller üzerinde kuruluyor,
partiler ise ilke ve ideoloji üzerinde. Bu bakımdan, müslümanlar aslında bir
millet değil bir parti teşkil ediyorlar. Müslümanlar dünyanın diğer bütün
milletlerinden ayrıdırlar, zira onlar bir ilke ve ideoloji üzerinde bir araya
gelmişlerdir. Müslümanlar, aynı ilke ve ideolojiyi paylaşmayanlarla, kan ve
maddiyâta dayalı ne kadar yakın ilişki olursa olsun, bir ve beraber olamazlar.
Kur'ân-ı Kerim'e göre yeryüzünde
sadece iki parti vardır: Birincisi, Allah'ın partisi (Hizbullah) ikincisi,
Şeytan'ın partisi (Hizb-üş-Şeytân). Şeytan'ın partisinde yer alanlar arasında
ilke ve ideolojiler konusunda her ne kadar görüş ayrılığı olursa olsun,
Kur'an-ı Kerim bunların hepsini bir kefeye koyuyor. Zira, bunların düşünce ve
hareket tarzı farklı değildir ve ufak tefek anlaşmazlıklarına rağmen hepsi
Şeytan'a itaat etmek ve tabi olmak konusunda birleşiyorlar. Kur'an-ı Kerim
şöyle der:
"Şeytan onları idaresine
almış ve onlara Allah'ı hatırlamayı bile unutturmuştur. Onlar Şeytan'ın
fırkasıdırlar. Dikkat edin ki şeytanın fırkası zarar edenlerin tâ
kendileridir." (Mücadele; 19)
Bunun aksine Allah'ın partisinden
olanlar, ırk, vatan, dil ve tarih ile kültür gelenekleri bakımından birbirinden
ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, hatla ataları arasında kanlı savaşlar
çıkmış olsa bile Allah'ın gösterdiği fikir ve hayat tarzı konusunda ittifak
ettikten sonra ilâhî bir bağla bağlanmış olurlar ve bu partiye girer girmez
Şeytan'ın partisiyle ilişkilerini koparmış olurlar.
Kur'an-ı Kerim'in müslümanlar için
kullandığı ikinci kelime "ümmet"tir, ki bundan dört yerde bahsedilmiştir.
(Bk. Bakara; 128, 143, Al-i İmrân; 104, 110). Hadis-i şerifte de bu kelime
birçok defa kullanılmıştır. Ümmet, birleştirici bir unsur veya etkenin
etrafında toplanan kişi veya gruplara denilir. Bir grup arasında ortak olan
unsur veya değer ne ise, o grup, o unsur veya değer nispetinde
"ümmet" olarak çağırılır. Meselâ, belli bir zamana ait bir grup
insana "ümmet" denilebilir. Belli bir ırk veya memlekete mensup
kişiler de "ümmet" teşkil edebilirler. Fakat müslümanlar arasında
ortak olan unsur veya değer ne ırk, ne vatan, ne de iktisadi ve içtimai menfaat
ve hedeflerdir. Aksine, hayatlarının tek gayesi, partilerinin ilke ve
felsefeleri doğrultusunda çalışmaktır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyurulmuştur:
"Siz İnsanlar arasından
çıkarılmış bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirir ve Allah'a
iman edersiniz." (Al-i İmrân; 110)
"Böylece siz İnsanlar üzerine
şahitler olasınız ve Rasûl de sizin üzerinize şahit olsun diye sizi vasat bir
ümmet kıldık." (Bakara; 143)
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki,
"müslüman" aslında uluslararası bir partinin adıdır. Müslümanlar
seçkin insanlardır. Müslümanlar belli bir ilke, tüzük, program ve felsefeyi
gerçekleştirmek amacıyla bu partiye üye olarak seçilmişlerdir. Hayatlarının
amacı parti programını gerçekleştirmektir. Bu partiye mensup olanlar dünyanın
her yerinden ve her milletinden seçildikleri ve böylece bütün diğer
milletlerle ilişkileri koparıldıkları için bir "vasat" (orta) millet
ve ümmettirler. Fakat her milletle ilişkileri koparıldıktan sonra müslümanlar
bu milletler ile başka türlü bir ilişkiye girmişlerdir. Müslümanlar artık
onların bekçisi, muhafızı, jandarması ve müfettişidirler. "Siz İnsanlar
üzerine şahitler olasınız" deyimi gösteriyor ki, müslümanlar dünyaya
Allah’ın vekili, naibi ve temsilcisi olarak tayin olunmuşlardır; ki, onların
doğru yolda olup olmadıklarını kontrol etsin ve Allah'a bilgi versinler.
"Siz İnsanlar arasından çıkarılmış bir ümmetsiniz" deyimi de
müslümanların vazife ve faaliyetlerinin çok geniş çaplı ve uluslararası nitelikte
olduğunu göstermektedir. Müslümanların vazifesi, "Hizbullah"
(Allah’ın partisinin)'ın lideri Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'ya Allah
tarafından vahyolunan fikir ve hayat nizamını, bütün zihinsel, ahlâkî ve maddi
güçler kullanılmak suretiyle dünyada tesis etmek ve bunların karşısındaki diğer
bütün fikir ve hayat nizamlarını reddetmektir. Kısacası, müslümanlar, Allah'ın
dinini tam olarak dünyaya yerleştirmek amacıyla bir ümmet haline
getirilmişlerdir.
Müslümanların toplumsal durumunu
belirlemek amacıyla kullanılan üçüncü kelime "cemaat"tır, ki Hazreti
Peygamber (a.s.)'in hadislerinde buna sık sık rastlanmaktadır. Bu da
"hizip" gibi fırka veya parti anlamına gelen bir kelimedir.
Hadislerde "Aleyhum bil-cemaati" veya "yedullahi alel-Cemaati"
gibi deyimler çok kullanılmıştır. Bu hadislere baktığımızda Rasûlullah
(a.s.)'ın, "kavim", "şa'b", "millet",
"halk" veya bunlara benzer kelimeleri kullanmaktan özellikle
kaçındığına ve onların yerine "cemaat" ıstılahını kullandığına şâhit
oluruz. Rasûlullah (a.s.) hiçbir zaman "her zaman milletle beraber
olun" veya "millet üzerine Allah'ın eli vardır" dememiştir.
Aksine, her zaman bu gibi durumlarda "cemaat" kelimesini kullanmıştır.
Bu demektir ki, müslümaların toplumsal durumunu belirtmek gayesiyle "millet"
yerine "ümmet", "cemaat" ve "hizib" gibi
kelimeler uygun görülmüş ve tercih edilmiştir. Dikkat edilirse,
"millet" kelimesine göre, bir şahıs hangi fikri taşıyor ve hangi
hayat nizamına inanıyorsa inansın içinde doğduğu, yetiştiği, adım taşıdığı,
hayat tarzını benimsediği ve sosyal ilişkilerini sürdürdüğü, milletin bir üyesi
olarak kalabiliyor. Fakat ümmet, cemaat, hizib veya partide asıl önemli olan
şey ilke, tüzük felsefe ve amaçtır. Bir şahıs bir parti veya ümmete ancak o
parti ve ümmetin ilke, inanç ve programını benimsedikten ve onları
gerçekleştirmeye söz verdikten sonra girebilir.
26.6.10. Millî ve Evrensel Ümmet Arasındaki Fark
Partilerden partilere fark vardır.
Bir parti vardır ki, belli bir memlekette ve millette kurulmuştur ve orada faaliyet
göstermektedir. Belli şartlar altında kurulan bir parti o şartlara göre
tüzüğünü ve programını hazırlar. Bu, hepimizin bildiği geleneksel bir siyasi
partidir. Bünyesi milli ve çalışmaları mahduttur. Bu parti belli bir memleket
ve milletin ayrılmaz bir parçası haline gelir.
Ama başka bir parti vardır ki
evrensel ve uluslararası bir program ve amaç için ortaya çıkar ve bünyesinde
uluslararası çaptaki insanları toplar ve faaliyete geçirir. Bu parti veya başka
bir deyimle ümmet; ırk, dil, renk ve kültürlerin üstüne çıkarak yüce bir amaç
ve hedefe varmak için çalışır. Bu ümmet, insan hayatının tümüne başka bir renk,
başka bir yapı kazandırmak ister. Bu cemaat, akide ve inançlardan ahlâk
kurallarına ve bireysel davranışlardan toplumsal düzenin bütün ayrıntılarına
kadar her şeyi başka bir kalıba sokmak amacında olur. Bir parti veya hizib
olmasına rağmen bunun belli bir millet, memleket veya devletin bir parçası
olmasına imkân yoktur. Bu parti, her türlü kısır milliyetçi fikir ve hislerden
uzaktır. Bunun başlıca gayesi zaten her türlü sun'i duvarları yıkıp insanları
birleştirmek ve aynı platforma getirmektir. Amacı ve hedefi milletleri ve
milliyetçi felsefeleri yıkmak olan bir parti veya cemaat dil, renk, vatan ve
geleneklerin esiri olabilir mi? Bu cemaat ve ümmet, ırksal ve geleneksel milliyet
yerine akılcı (rasyonel) bir milliyet meydana getirir. Bu ümmet, yeryüzündeki
bütün nüfusu fikri ve kültürel birlik temeli üzerinde bir dairenin içine
almaya kabil bir milliyettir. Fakat bu anlamda bir milliyet olmasına rağmen
temelde bir cemaat olarak kalır. Zira bir insanın bunun içinde bulunması veya
buna üye olması tesadüfe bağlı değil, ilke ve amaçlarım bilinçli olarak kabul
etmesine bağlıdır.
Müslüman işte bu ikinci tür parti,
cemaat veya ümmetin adıdır. Bu, herhangi bir memlekette veya millette kurulan
alelâde partilerden biri değildir, aksine, geniş kapsamlı, evrensel ve kalıcı
bir kültür ve medeniyet meydana getirmek amacıyla kurulmuştur. Amacı ve hedefi
bir uluslararası veya evrensel milliyeti meydana getirmektir. Müslümanlara,
dünyanın ırksal ve geleneksel milliyetlerinden ayrı olarak kendi hayat
görüşleri ve toplumsal felsefesi istikametinde bir medeniyet inşa etmek
istedikleri için elbette bir millet denilebilir. Fakat bu anlamda bir millet
olmalarına rağmen, temelde bir cemaat veya ümmettirler. Zira bu cemaat kendi
ilke ve amacını benimsemedikçe kimse, tesadüfen kendi içinde doğduğu gerekçesiyle
üye olarak kabul etmez.
Sözün kısası, müslümanların
milliyeti aslında bir cemaat veya parti olarak ayakta durmalarına bağlıdır,
müslümanların partisel durumu, onların kökünü oluştururken, milli statüleri de
bunun dış belirtisidir. Onun için, müslümanların partisel durumunu ortadan
kaldırıp sadece "milli" statülerini korumaya çalışırsak, onların
çöküşü ve yok oluşu için zemin hazırlamışız demektir. Bunun ötesinde, böyle
bir şey, müslümanların kendi varlıklarını inkâr etmeleri anlamına gelir.
Rasûlullah (a.s.)'ın önderliğinde
İslâm ümmetinin bu ayrı teşkilâtlanması, kalıcı ve daimi bir toplum olarak
kuruluşu ve müslüman olmayan toplumdan kesin ayrılışı bir anda değil birkaç
yıllık çaba ve çalışmaların sonunda mümkün olabilmişti; ama İslâmi davet
öylesine değişik ve muazzam bir şekilde başlamıştı ki, işin başında bu
hareketin ne yöne gideceği ve ne gibi sonuçlar vereceği sezilmişti. Bu sebepten
dolayıdır ki, eski Cahiliyyeyi, çağdışı gelenek ve görenekleri ve milliyet
fikrini aynen korumak isteyenler İslâmî davetin bu çalışmaları ve başarıları
üzerine çileden çıktılar ve telaşlanarak yavaş yavaş dünya sahnesinde yerini
almaya çalışan yeni ümmeti boğmak ve yok etmek için ellerinden gelen çabayı
harcadılar, ama nafile.
26.7.
PEYGAMBER İLE PEYGAMBER OLMAYANIN ÇALIŞMALARI ARASINDAKİ FARK
Bahsimizi bitirirken, şimdiye
kadar söylenenlere şöyle bir bakmamız sanırız yerinde olacaktır. Zira buraya
kadar gelindikten sonra bir peygamber ile peygamber olmayanın metod ve
çalışmaları arasındaki farkı iyice anlamamız gerekiyor.
Rasûlullah (a.s.) Arabistan'da
İslâmi daveti yaymakla görevlendirildiği zaman gerek dünyada, gerekse kendi
ülkesinde sayısız çözüm bekleyen ahlâki, medeni, kültürel, siyasi ve dini
meseleler vardı. Bizans ile İran gibi İmparatorluklar da zalim yöntem ve
idareleriyle her tarafa hâkimdiler. Irksal ve sınıfsal kavga ve çekişmeler had
safhaya varmıştı. Kuvvetliler zayıfları eziyor ve sömürüyordu. Her türlü
ekonomik sömürü yaygındı. En yüz kızartıcı ahlâki bozukluklar almış yürümüştü.
Hatta ibadet yerleri bile birer fuhuş yuvası olup çıkmıştı. Bütün bu ülkelerde
Arapların durumu belki de en yürekler açışıydı. Aynı topraklarda yaşayan ve
aynı dili konuşanlar bile pek çok ırksal ve sosyal bağlara rağmen sayısız
kabile ve zümrelere bölünmüştü. Bir "Arap milleti" kavramı hemen
hemen yoktu. Adamlar, kabileleri millet olarak biliyor ve tanıyorlardı. Bütün ülkede
huzursuzluk, başıbozukluk, anarşi, kavga, kanunsuzluk, ahlâksızlık, baskı ve
zulüm, açlık, cehâlet, hastalık kol geziyordu. Yabancı güçler, Arapların bu
zaafından yararlanarak Arabistan'ın büyük bir bölümünü işgal etmiş ve
parsellemişlerdi. Kuzeyde Hicaz sınırına kadar Bizanslılar yayılmıştı. Bizans
İmparatorluğu, Arabistan'a para ve misyonerler sızdırmak suretiyle etkinliğini
arttırma çabasında idi. Batı kıyısının tam karşısında bulunan Habeşistan
Krallığı uzun süreden beri Yemen'e göz dikmiş ve buraya bir dizi saldırılar
düzenlemişti. Hatta bir defasında Habeş ordusu Mekke'ye kadar yürümüştü. İran
daha önce Arabistan'ın doğu kıyısı ile iç bölgelerine kadar uzanan bölgeyi
hakimiyeti altına almıştı ve daha sonra Yemen'i de ele geçirmeye muvaffak oldu.
Bizzat Hicaz'ın iç kısımlarında en verimli topraklar Yahudilerin eline
geçmişti. Yahudiler asırlardan beri Arabistan'ın en güzel ve bereketli
topraklarına yerleşmiş ve faiz politikası ve ticaretiyle Arapları kendilerine
bağlamışlardı.
Böyle bir durumda alelâde reformcu
bir lider doğsaydı, ya cahil ve batıl itikatları, ahlâki bozuklukları ve kısır
çekişmeler ile iç savaşları ortadan kaldırmaya ya da fakir-zengin meselesini
ortaya atıp fakirlik ve açlığı gidermek için fakirleri zenginlerle çarpıştırmak
yolunu tercih ederdi. Eğer lider bir politikacı olsaydı, Arapları, kendilerine
boş vaadlerde bulunarak etrafında toplamaya ve menfaatini kazanmaya çalışırdı.
Böyle bir siyasi lider Araplara derdi ki, ben sizi güçlü bir millet haline
getireceğim, yabancı hâkim ve sömürücüleri kovacağım. Arabistan'ı büyük bir
devlet yapacağım, ticaret ile sanayiyi geliştireceğim, ekonomik sorunları
çözümleyeceğim ülkeden cehalet, açlık ve kıtlığı kovacağım, büyük bir ordu kurup
yeni topraklar ve servetler kazanmak için etraftaki ülkelere saldıracağım vs.
tabii ki, bütün bu plânın içinde adalet, hak, hukuk ve ahlâk kurallarına
rastlanmazdı. Böyle bir lider, plânını gerçekleştirmek için her türlü hile,
desise ve entrikaya başvurur, başkalarının haklarını yemekten ve kan dökmekten
çekinmezdi. Ayrıca ister reformcu, ister politikacı olsun, her iki liderin
politikasının ve programının esası da "milliyetçi" olacaktı. Yani
Arap liderler ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, kabile fanatizmini bırakıp
Arap milliyetçiliğine ve fanatizmine kadar varabilirlerdi. Başka ülkeler veya
milletlere kadar uzanabilmiş olsalardı, onlara ancak Arap milliyetçiliği
menfaati açısından bakabilirlerdi, evrensel veya insancıl boyutlara varmaları
mümkün olmazdı.
26.7.1. İslâmî Hareket'in Kendine Mahsus Metodu
Şimdi biraz da Allah tarafından
Arapların ve diğer milletlerin ıslâhı için dünyaya gönderilen Rasûl-ü Ekrem
(a.s.)'in metodu ve çalışmalarına bir göz atalım. Şartlar ve meseleler yukarıda
anlattığımız gibiydi ve bunların hepsi kendi başına önemli çözümlenmesi
gereken meselelerdi. Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'de bu meselelere
gereken önemi vermeyi ihmal etmedi. Kendisine fırsat ve imkânlar geçince
bunları tek tek halletmekle kalmadı, ayrıca peygamber olmayan hiçbir reformcu
veya politikacının tasavvur edemeyeceği bir inkılâbı meydana getirdi. Fakat
davet ve ıslâh çalışmalarının başında bu meseleleri tamamıyla bir yana bırakıp,
bütün dikkatini insan hayatının tüm meselelerini çözecek bir anahtar durumunda
olan temel bir noktaya çevirdi. Amacı ve hedefi bütün insanlığın ıslâhıydı.
Gerçi Hz. Peygamber (a.s.) kendisi bir kabilenin ferdi, bir şehrin ahâlisi ve
bir memleketin tebaasıydı. Fakat, İslâmî Hareket'in ilk gününden beri
dikkatleri bir kabileye, bir millet, bir memlekete veya bir zümreye değil,
bütün insanlara çevriliydi. Rasûlullah (a.s.)’ın bütün meseleleri bir yana
bırakıp bütün dikkatlerini üzerinde topladığı hususlar şunlardı:
1. İnsanlar Tevhid'e inansınlar.
Bütün tanrı ve ilâhların kulluğunu bırakıp tek Allah'a itaat etsinler.
2. Hz. Muhammed (a.s.)'i Allah'ın
Rasûlü olarak tanısınlar, onun tebliğ, telkin, talimat, söz ve fiillerine
uysunlar. Getirdiği kanun ve kuralları benimsesinler. Rasûl'e iman etmekten
Muhammed bin Abdullah bile müstesna değildi.
3. İnsanlar, Kur'an-ı Kerim'i
Allah'ın kelâmı olarak kabul etsinler ve Kur'an'ın emir ve talimatını her zaman
için geçerli saysınlar.
4. Ahiret'e inansınlar ve öldükten
sonra Allah'ın huzuruna çıkıp amellerinin hesabını vereceklerini düşünerek
dünyada iyi ve hayırlı işler yapıp, kötülüklerden kaçınsınlar.
5. Allah ve Rasûlullah (a.s.) ile
Kitab'ın öngördüğü değişmez ahlâk
kurallarına uysunlar.
6. Bu dâveti kabul eden İnsanlar
bir ümmet teşkil etsinler. Bu ümmet, bu dâveti daha da yaygınlaştıran! ve
dünyada galip kılmak için canla başla çalışsın. Ayrıca bu ümmetin fertleri,
aralarında tam bir birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olup müstakil ve
daimi bir toplum ve topluluk meydana getirsinler. Öyle bir toplum ve topluluk
ki, küfür ve kâfirlerle olan bütün sevgi, akrabalık, dostluk ve sosyal
ilişkilerini koparsın.
26.7.2. Bu Metod ve Çalışmanın Önemi
İlk bakışta bütün sorunları bir
kenara itip sadece bu köklü değişim çalışmasına bütün ağırlığı vermenin ilk
sebebi, bunun değişmez bir gerçek oluşuydu. Rasûlullah (a.s.)’ın asıl vazifesi
de bu gerçeği insanlara anlatmasıydı. Bu metodu kullanmanın ikinci sebebi,
İslâmi Hareket açısından, insanın ahlâki ve medeni yaşantısında var olan veya
ortaya çıkan bütün bozukluk ve yozlaşmanın asıl sorumlusunun bizzat insanın
olmasıydı. İnsanın kendisini bağımsız ve sorumsuz sayarak kendini ilâh ilân etmesi
veya Alemlerin Rabbi'nden başka birinin tanrısal hak ve yetkilere sahip
olduğuna inanmasıydı. Temelde bu yanlış düşünce var olduğu sürece İslâm
nazariyesi açısından bireysel kötülük ve bozuklukların yüzeysel biçimde
düzeltilmesi, toplumsal bozuklukları gideremezdi. Hastalığın aslı teşhis
edilmediği veya tedavi edilmediği için bunun şu veya bu vesile ile ve daha da
vahim bir şekilde sık sık ortaya çıkması pek muhtemeldi. O halde, ıslâh çalışmalarına
başlarken insanların kafalarından başıboşluk, sorumsuzluk ve egemenlik fikri
çıkarılmalıydı. İnsanlara, yaşamakla oldukları dünyanın sahipsiz olmadığı,
bunun kuvvetli ve kudretli bir hâkimi bulunduğu ve insanların O'nun doğuştan
tebaaları olduğu anlatılmalıydı. Bu hakimin hakimiyet ve saltanatının,
insanların tanımasına veya desteğine muhtaç olmayıp ortadan kaldırılmasının
mümkün olmadığı O'nun saltanatının dışına insan dahil, hiçbir canlının
çıkamayacağı, bu kalıcı ve değişmez gerçek ortada dururken, insanların
kendilerini bağımsız, sorumsuz ve muktedir sanmalarının doğru olmayacağı ve
bunun neticesine katlanmaları gerektiği açıklanmalıydı. Bu durumda insanların,
Allah'ın iyi ve dürüst kullan olmalarından başka çareleri bulunmadığı belirtilmeliydi.
Bunun yanı sıra, bütün kâinatta
bir tek hükümdar ve Hakim-i Mutlak'ın bulunduğu, başka kimsenin iktidara,
idare etme ve emir hakkına sahip olmadığı, bu yüzden, insanların sadece bu
Hükümdâr'a tabi olması ve önünde eğilmesi gerektiği açıklanmalıydı. Dünyada
gerçek anlamda Majesteleri, Devletli, Haşmetli, Devletmeab, Haşmetmeab, Zât-ı
Ali Hazretleri, Lord Hazretleri, Kral Hazretleri, Padişah Hazretleri,
Şehinşâh, Beylerbeyi. Sadrazam Hazretleri, Şövalye, Vali ve Hâkim vs. gibi
mevki ve unvanların bulunmadığı, bunların tek sahibinin Alemlerin Rabbi
olacağı, kimsede iktidar ve kuvvet kaynaklarının bulunmadığı, kimsenin kimseye
üstün olmadığı, yerle gök arasında olan her canlının, Alemlerin Rabbinin
kulları olduğu, Rabb ve Mevlâ'nın tek bir Allah olduğu ve bu bakımdan
insanların kendi hemcinslerine her türlü itaat, bağlılık ve kölelikten vazgeçip
tek Allah'a tabi ve bağlı olmaları gerektiği açıklanmalıydı.
İşte bu fikir ve felsefe, bütün
ıslâhatın temeliydi ve bu temel üzerine bireysel karakter ve toplumsal düzenin
tümü inşa edilebilirdi. Bu temel üzerinde yapılan bina her bakımdan değişik ve
yeni olacaktı. Ve Hz. Adem'den başlayarak kıyamete kadar insan hayatıyla ilgili
doğacak bütün meseleler bu temele dayanarak halledileceklerdi.
26.7.3. Hz. Peygamber (a.s.)'in Davet Şekli
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) işte
bu temele dayalı davet ve ıslâh çalışmalarına önceden herhangi bir hazırlığı ve
ön çalışması olmaksızın başladı ve bu noktaya gelmek için herhangi bir oyalama
ve gecikme taktiğine ya da hileye ve bahaneye başvurmadı. Günümüzde
reformcular için moda olduğu üzere, halkı kendine çekmek için, siyasi veya
sosyal alanda herhangi bir hayır ve refah işi yapmadı. Önceden zemin
hazırlayarak ve halk arasında etkinlik sağlayarak bir takım hak ve yetkiler
kazanmaya çalışmadı. Bu yetkileri arttırarak iktidarı ele geçirmedi ve halkı
düşündüğü ve plânladığı noktaya zorla getirmek için herhangi bir çaba
harcamadı. Rasûlullah (a.s.) bu safhalardan geçmedi ve tebliğ ve dâvetini
yaymak için hiçbir maddi, siyasi ve sosyal desteği elde etmeye çalışmadı.
Aksine birden bire ve sade bir şekilde herkese "Lâilahe illallah"
demeye başladı. Söylediği ilk söz Tevhid ile ilgiliydi. Bundan daha küçük bir
şeye razı değildi. Tevhid'i ilk fırsatta ilân etmesinin sebebi, sadece cür'et ve
cesareti değildi. Bunu, tebliğin ilk heyecanıyla da yapmıyordu. Rasûlullah
(a.s.) aslında yapması gerekeni yapıyordu. Aslında, İslâmî davet ve Hareket'in
metodu ve çalışma tarzı buydu. Bunun dışında başvurulan metodlarla elde edilen
nüfuz ve iktidar, İslam'da ıslâh çalışmaları için yararlı olmazdı.
"Lâilâhe illallah"tan başka bir temel üzerinde birleşenler böylesine
köklü ve temelden değişik olan bir tebliğ ve ıslâh çalışmasında faydalı olamazlardı.
Bu işten yararlı ve başarılı olabilmek için ancak "Lâilahe illallah"
çağrısı üzerine koşup gelenlerin el ele vermeleri gerekmektedir. "Lâilahe
illallah"ın cazibesine kapılmayan, bunun anlamını bilmeyen, bunu
hayatlarında amaç edinmeyen kimseler tebliğ ve ıslâh çalışmalarında zerre kadar
faydalı olamazlar ve dolayısıyla, İslâmî Hareket de yürümez. Kısacası, İslâmî
Hareket'in yürümesi ve başarılı olabilmesi için akıllı metoda ve yollara
başvurmak gerekiyor.Bu metod da, hiçbir hazırlık ve ön çalışma olmaksızın
insanları Tevhid'e yani Allah'ın tek oluşuna davet etmek ve onlara bu kavramı
iyice yerleştirmektir.
26.7.3.1. Tevhid Kavramının Geniş Anlamı ve Önemi
Tevhid kavramı sadece dini bir
akide ve inanç değildir. Tevhid kavramıyla insanın tanrısallığı egemenliği,
bağımsızlığı ve sorumsuzluğu üzerinde kurulan bireysel ve toplumsal hayat
düzeni tamamıyla ortadan kalkıyor ve yeni bir temel üzerine yepyeni bir bina
inşa olunuyor. Bugün müslüman ülkelerde müezzinin beş vakit tekrarladığı
"Eşhedü en-lâ ilahe illallah" sözleri bir kulaktan girip başka bir kulaktan
çıkıyor ve kimse en ufak bir canlılık göstermiyor. Zira, ne bu sözleri söyleyen
söylediklerini biliyor, ne de bunları dinleyenler bunların gerçek anlamını
anlayabiliyorlar. Fakat emin olun, bu sade sözlerin, dünyada varolan bütün
batıl nizamları yıkıp yerlerine Hak ve hukuka dayalı bir nizam kurma azim ve
taahhüdünü ifade etliklerini anladıktan sona, müslümanlar böyle susup durmayacaklardır.
Siz başkalarıyla kavga etmez ve savaşa girmezseniz de, dünya sizinle savaşmaya
gelecektir. Tevhid sözlerini ağzınızdan çıkardığınız ân zannedeceksiniz ki
bütün cihan size düşman olmuştur ve sizin için her tarafta tehlike, tuzak,
yılan, akrep ve diğer vahşi hayvanlar vardır.
26.7.3.2. Bu Metodun Başaralı Olmasının Sebepleri
Nitekim, aynı durum, Rasûlullah
(a.s.)'ın Hak dinini yaymaya çalıştığı zaman ortaya çıktı. Hak davetini
insanlara ulaştıran, bu daveti bilerek yapmıştı ve onu dinleyenler de
kendilerini neye davet ettiğini anlıyorlardı. Bu sebeple, bu davet kime nasıl
ulaştıysa, o şekilde Hak sesini durdurmaya çalıştı. Bu daveti duyunca
rahipler, kâhinler ve din adamları kendi dini menfaatlerinin tehlikede olduğunu
anladılar. Bu bir tek ses üzerine zenginler zenginliklerinin, kabile reisleri
iktidarlarının, soytarılar soytarılıklarının, ırkçılar ırk üstünlüğü kavramlarını,
gelenek ve göreneklere bağlı olanlar gelenek ve göreneklerinin, aşırı
milliyetçiler milliyetçilik fikirlerinin ve atalarını körü körüne taklit
edenler ata miraslarının, kısacası her putperest kendi putunun tehlikeye
girdiğini anladı. Böylece, "bütün küfür tek bir millettir" sözlerini
doğrular gibi, birbirini yemekte olan bütün çıkar grupları yeni harekete karşı
birleştiler. Bu şartlar altında ancak niyetleri temiz ve zihinleri açık olanlar
Hz. Muhammed (a.s.)'e yöneldiler. Hakikati anlayacak ve kabul edecek kabiliyete
sahip olanlar İslâm'a koştular. Bir şeyin doğru olduğunu bildikten sonra bunun
için ateşe atılmaya ve ölmeye hazır olanlar, İslâm camiasına katıldılar.
Gerçekten de İslâmi Hareket'in bu gibi inançlı, fedakâr ve cesur kimselere
ihtiyacı vardı. Bu inançlı ve fedakâr İnsanlar birer ikişer, üçer dörder,
İslâmi cemaate gelmeye başladılar. Müslümanlara ilhak büyüdükçe, küfür ile
İslâm arasındaki kavga ve çekişme de büyüdü. Müslümanların bazısı işlerinden
kovuldular, bazıları ev ve barklarını terk etmek zorunda kaldılar, bazıları
dost, ahbap ve akrabalarından oldular, bazıları zindana atıldılar, bazıları
sıcak kumlar üzerinde saatlerce kızgın güneş altında yatırıldılar, bazıları
çarşı ve pazarda taşa tutulup hakarete uğradılar, bazılarının gözü kör edildi,
bazılarının başı yarıldı ve bazıları da kadın, para, toprak ve iktidar
karşılığında satın alınmak istendi. Bütün bunlar oldu ve olması da
bekleniyordu. Zira, hangi büyük gaye ve hedefler için İslâmi Hareket başlamışsa
bunun fedailerine o kadar büyük muhalefet gösterilecek, baskı ve zulüm
yapılacaktı. Zaten böyle bir şey olmasaydı, İslâmi Hareket ne sağlam temellere
oturur ne de ilerleyebilirdi.
26.7.3.3. Ehil ve Faydalı Kişilerin Seçimi ve Eğitimi
Bu kararlı ve titiz çalışmanın
neticesinde, gayet tabi ki kalitesiz, zayıf karakterli ve şahsiyetsiz kişiler,
İslâmi Hareket'e yönelmeye cesaret edemezlerdi. Bu harekele ilk dönemde kim
katıldıysa, kafa, ruh ve beden bakımından milletinin cevheriydi. Emekleme
devresinde İslâm'ın zaten bu kalitede insanlara ihtiyacı vardı. İşe yarayacak
insanları seçmek için bundan daha iyi bir sınav olamazdı. Kim gelecekse bu
sınavdan geçerek ve yangını atlayarak gelecekti. Kelleyi koltuğa alıp yüce gaye
ve hedef için her şeyini feda etmeye hazır olanlar yeni harekete katılmalıydı.
İslâmi camiaya girenlerin hepsi herhangi bir şahsi, ailevi veya milli amaçlar
ve çıkarlar için baskı ve zulme uğramadılar. Ne çektilerse Hak ve doğruluk,
için Allah ve onun rızası için çektiler. Dövüldülerse bu amaç için, aç kaldılarsa
bu gaye için. Kısacası bu uğurda her şeylerini feda ettiler. Bunun tabii sonucu
olarak istenilen ve ihtiyaç duyulan gerçek bir İslâmi zihniyet ortaya çıktı.
Mü'minler sağlam ve güvenilir karaktere sahip oldular. Allah'ı tanıma, sevme,
sayma ve O'na tapmaları daha bir içtenlik kazandı. Her taraftan tehlike, tehdit
ve zorluklarla çevrili oldukları için gerçek İslâmi vasıflara sahip oldular.
Deneyimler göstermiştir ki, bir kişi belli bir amaç için ve zor bir işi
başarmak gayesiyle çalışmaya başlarken geçtiği gayret, mücadele, tehdit,
tehlike, zorluk, güçlükler, baskı, zulüm, eziyet, işkence, açlık ve sürgün gibi
muhtelif safhaları daha bir şuur, inanç ve kararlılıkla aklında tutuyor ve bu
sebeple gayesine daha kuvvetlice sarılmış oluyor. Müslümanların bu çetin
safhalardan kolaylıkla geçmelerinde yardımcı olmak üzere Cenab-ı Allah bazı
kaide ve kurallar gönderdi. Nitekim kendilerine ilk farz olunan şey namazdı.
Namaz kalblerini temizleyecek, görünüşlerindeki bulanıklığı giderecek ve
amaçlarına daha sıkı bir. şekilde bağlanmalarını sağlayacaktı. Namaz sayesinde
müslümanlar en büyük hâkim olarak kabul ettikleri Allah'ın adını sık sık
anacaklardı; böylece kendisine olan iman ve itimatlarını tazeleyeceklerdi.
Namazda Allah'ın emirlerine itaat edeceklerini defalarca söyleyecek, bilinen
ve bilinmeyen her şeyden Allah'ın haberdar olduğuna inanacak, O'nun kıyamet
gününün tek Hâkimi olduğunu ikrar edecek, bütün kulların O'na ibadet ettiğini
tekrarlayacak ve O'ndan başka kimseye itaat etmeyeceğine söz vereceklerdi.
26.7.3.4. İslâmî Davet'in Yayılmasının Sebepleri
Bir yandan İslâm Cemaatine
girenlerin eğitimi böyle yapılıyordu. Diğer yandan da kâfirlerin şiddetli
muhalefeti İslâmi Davet'in daha da yayılmasına sebep oluyordu. Bu aslında çok
ilginç ve tuhaf bir ikilemdi. Yani, müslümanların her türlü baskı, zulüm ve
işkencelerine rağmen Hak yolundan zerre kadar sapmamaları, bir yandan
kâfirleri sinirlendirerek daha çok şiddete ve vahşete başvurmalarını sağlarken,
bir yandan da bazı kâfirlerin meraklanıp İslâmiyet'i öğrenmelerine ve bilahare
İslâmiyet'i kabul etmelerine sebep oluyordu. Müslümanların dövülüp,
hapsedilip, eziyet edildikten ve sürgün edildikten sonra bile iman ve
inançlarının zayıflamadığını görenler bunların neden bu kadar zahmete ve
eziyete katlandıklarını merak etmeye başlıyorlardı. Bu meraklılar,
müslümanların bütün bu eziyetleri kadın, para, toprak veya başka herhangi bir
maddi menfaat için çekmediklerini, kişisel herhangi menfaatlerinin
bulunmadığını, bu insanların sadece bir hakikat için kendilerini feda etmekte
olduklarını görünce o hakikati öğrenmeye çalışıyorlardı. Bu hakikatin
"lâilâhe illallah" olduğunu ve bununla hayatta büyük bir değişiklik
ve yenilik meydana geldiğini anlayınca gözleri de açılmış oluyordu; kalbleri
üzerindeki perde aralanıyordu ve gerçeği bütün çıplaklığıyla görebiliyorlardı.
Bundan dolayıdır ki bir avuç menfaatçi kişinin dışında, ata yadigârı törelere
bağlı kalmak, kişisel ve sınıfsal itibarlarını korumak ve maddi menfaatlerini
sürdürmek gibi düşüncelerden kendilerini kurtarabilen Araplar er geç kitleler
halinde İslâmiyet'i kabul ettiler ve birkaç yılda İslâm bayrağı bütün Arabistan
üzerinde dalgalanmaya başladı.
26.7.3.5. Hz. Peygamber (a.s.)'in Siretinin Muazzam
Tesiri
İslâmi Hareket'in başarıya
ulaşmasında en büyük etkenlerden biri de hareketin başı olan Hz. Muhammed
Mustafa (a.s.)'nın örnek kişiliği ve karakteriydi. Hz. Muhammed (a.s.) söz ve
fiilleri ile başlattığı hareketin canlı bir yorumcusu ve örneğiydi. Her
sözünde, her fiil ve hareketinde İslâm'ın gerçek ruhu vardı ve kendisini gören
ve dinleyen İslâm'ın ne olduğunu derhal anlayabiliyordu.
Hz. Peygamber (a.s.)'in zevcesi
Hz. Hatice (r.a.) Hicaz'ın en zengin kadınlarından biriydi ve kendisi onun
mallarını satıyor ve sermayesiyle ticaret yapıyordu. İslâmi daveti başlayınca
hayli iyi giden bu ticaret işi tamamıyla yok oluverdi. Hz. Peygamber (a.s.)
kendisini davasına adadığı ve bütün zamanını buna harcadığı için bu ticareti
yürütmenin imkânı yoktu. Ayrıca yeni davet yüzünden bütün Arabistan kendisine
düşman kesilmişti. Mallarını kime satabilirdi ve kimlerle alış veriş
edebilirdi? Eskiden kalma ve biriktirmiş oldukları ne varsa hepsini bu cefakâr
karı-koca yeni hareket için ve Allah yolunda harcadılar. Ve karı-koca öylesine
fakirleştiler ki, peygamberliğe tâyininin 10. yılında Rasûlullah (a.s.) tebliğ
için Taife gittiğinde binecek bir katırı bile yoktu.
İslâmi Hareketi başlattığı için
Hz. Peygamber (a.s.) her türlü hakarete ve eziyete uğradı, her türlü tehdidle
karşı karşıya kaldı, hatta öldürülmesi için bile plân hazırlandı. Ama bunlardan
hiçbiri kendisini Hak yolundan ayıramayınca kendisine her türlü dünya nimeti
peşkeş çekildi. Kureyşliler Hz. Peygamber (a.s.)'e kuvvet ve iktidar
vaadettiler. Onu hükümdar olarak kabul etmeye hazır olduklarını söylediler. Arabistan'ın
en güzel kadınını onun nikâhına vereceklerini ifade ettiler. İsterse, mal ve
mülk, para ve pul vereceklerini belirttiler. Fakat insanlığın felahı ve refahı
için dünyaya gelen bu peygamber, bütün bu teklifleri reddetti ve Hak uğruna küfür
ve taşlara hedef olmayı tercih etti.
Kureyşli ve diğer Arap kabile
reisleri, "Muhammed, biz sana nasıl gelelim, senin dinini nasıl kabul
edelim? Senin etrafında hep fakir fukaralar bulunuyor. Bunlar, fakir, miskin,
müflis, köle ve (hâşâ) şerefsiz insanlardır. Toplumumuzun en aşağı tabakasına
mensup olanları baş tacı etmişsin. Soyları sopları yoktur, paraları pulları
yoktur. Onlarla biz nasıl bir olabiliriz. Onları kendinden uzaklaştır da senin
yanına gelelim." Fakat İnsanlar arasında büyük-küçük farkını ortadan
kaldırmaya ve bütün dünyaya insanların eşit şekilde yaşamalarını sağlamaya
gelmiş olan inkılâpçı peygamber, bu zengin ve soylu kişilere fakirleri fedâ
etmeye yanaşmadı.
Rasûlullah (a.s.) İslâmî Hareket
uğruna her türlü fedakârlığı göze aldı. Kendi devletini, memleketini,
milletini, kabilesini, ailesini ve bizzat kendi menfaatlerini hiçe saydı.
Rasûlullah (a.s.)’ın kardeşleri ona iman edenlerdi; etmeyenler ile, akraba
olsalar dahi, bir alış verişi yoktu.
Hazreti Peygamber efendimiz
(a.s.)'in işte bu tutumu, davranış ve fedakârlıkları herkesin onun etrafında
kenetlenmesine sebep oldu. Bütün dünya, Hz. Peygamber (a.s.)'in insanların
insan olarak felâh ve refah bulmaları için çalıştığını ve ömrünü tükettiğini
anladı. Ve bundan dolayıdır ki her ülkeye ve her millete mensup kişiler
davetine "evet" dediler. Eğer Hz. Peygamber (a.s.) sadece kendi
ailesi için çalışmış olsaydı, Haşimi olmayanlar için davetinde ne cazibe
olabilirdi? Eğer Rasûlullah (a.s.) ne yapıp yapıp Kureyş'in iktidarını korumak
için çaba sarf etmiş olsaydı Kureyşli olmayan Araplar bu çalışmaları nasıl
tasvip edebilirlerdi? Eğer gayesi Arap milletinin üstünlüğünü kurmak olsaydı,
Hz. Bilâl (r.a.), Bizans-lar (Rum) Hz. Suheyb (r.a.) ve İranlı Selman (r.a.)
onun etrafında niçin toplanırlardı? Gerçek şu ki, herkesin İslâm bayrağı
altında toplanmasına sebep olan, her türlü şahsî, ailevî, mahallî ve millî
hesap ve menfaatten uzak dindarlıktı, Allah'a ve Hakka tapmaktı.
[1]
Bu mesele bundan 1400 yıl önceki Arap bedeviler için ne kadar zor ise, bugün
tip ilminin son araştırma ve çalışmaları meseleyi daha da güçleştirmiştir.
Modern tip ilminin buluşlarına göre erkek ile kadınların evlilik ve cinsel
birleşme sırasında milyonlarca sperma (meni) kadının rahmine giriyor ve kadının
yumurtalarıyla birleşince hamilelik hadisesi meydana geliyor. Her sperma ve
yumurta ayrı ayrı özellikler taşıyor ve bunların birleşme şansı birkaç milyonda
birdir. Bir çiftin sperma ve yumurtaları başka bir çiftten de farklıdır. Şimdi,
bir erkeğin spermasının bir kadının yumurtasıyla birleşmesine kim karar
veriyor? Ve bunlardan kim belli bir tip insan doğuruyor? Bu hususta erkek ile
kadın tamamıyla çaresizdirler. Bir doktor veya hekim de duruma müdahale edemez.
Bir spermanın bir yumurta ile birleşmesinin sadece bir tesadüf olduğunu
söylemekte yanlıştır. Çünkü eğer bu sadece bir tesadüf olsaydı çeşitli
milletlerde çeşitli şartlarda bilgin ve dahiler doğmazdı. Bu iş öylesine
akıllıca oluyor ki "tarih felsefesi" diye bir ilim dalı ortaya
çıkmıştır. İnsanlar sadece tesadüf sonucu doğmuş olsalardı bugün "tarih
felsefesi" diye bir kavram kalmazdı. Demek ki burada sözü edilen
"atılıp dökülen su" (meni sperma) ile yaratılışı gerçekleştiren
Bilgin ve Hakim Kâdir-i Mutlaktan başkası değildir.
[2]
"Tübba", Himyer kabilesinin hükümdarlarının lâkabıydı. Bunlar M.Ö.
115'de Yemen'e hâkim oldular ve M.S. 300'e kadar hüküm sürdüler. (Tefhîm-ul
Kur'ân, C. IV. s. 32).