İKİNCİ  BÖLÜM... 2

İSLÂMİ İDARENİN KURULUŞU.. 2

Yeryüzüne Hakim Olma. 2

Ordu  Komutanliği 4

Fetva   Teşkilâtı 4

Adlî   Davaların  Sonuçlanması 5

Yazışma  İşleri 5

Misafir  Ağırlama  Teşkilatı 5

Hasta  Ziyaretleri 6

Yargılama  Ve  Sorgulama  ( = Îhtîsâb) 7

İnsanların   Arasını   Düzeltme. 8

Katipler. 9

İdareci  Ve  Valiler. 9

Cizye  Ve  Zekât Tahsildarları 11

Hakimler. 14

Zabıta   Teşkilâtı 14

Cellatlar. 14

Yabancı Milletlerle Sözleşmeler. 14

Gelir Kaynakları 15

Ganimet 16

Zekât 16

Cizye. 17

Haraç. 17

Devlet Arazileri Ve İşlenmeyen Topraklar. 17

Dinî Düzenlemeler. 19

Öğreticilerin  Eğitim Ve  Yetiştirilmesi 20

Mescid  İnşası 21

Namaz  İmamlarının  Tayinleri 24

Müezzinlerin  Tayini 25

İnanç  Ve   Islâmın   Esası 27

İbâdetler. 29

Taharet 29

Teyemmüm.. 30

Namaz. 31

Cuma  Ve  Bayram  Namazları: 33

Korku   Namazı: 34

Oruç. 35

Zekât 36

Hacc. 37

Hacca   Aît   Özel   Terimler. 38

Muamelât 40

Miras. 40

Vasiyet 41

Vakıf 42

Evlenme  Ve   Boşanma. 42

Cezaların   Belirlenmesi 43

Helaller Ve Haramlar. 46

Yiyecek  Ve   İçeceklerde   Helal  Ve   Haram.. 46

Şarabın   Haram   Oluşu: 47

 

 

 

 

İKİNCİ  BÖLÜM

 

İSLÂMİ İDARENİN KURULUŞU

 

Yeryüzüne Hakim Olma

 

"Kendilerinden öncekileri yeryüzüne sahip ve hakim kıldığı gibi, onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını." (Nûr 24/55)

Karanlık gecelerden sonra şafak aydınlığı ağır ağır güneşin fecrine doğru yaklaşırken zifiri karanlıklar yerini aydınlık bir günün başlangıcına ter-ketti. Koyu bulutlar parçalanıp açıldığı zaman, güneşin ortalığı pırıl pı­rıl aydınlatması gibi Islâmm gelişi de, Kurân'ın inişiyle dünyanın ruhunda, in­sanlığın gönül ufuklarında, beşer vicdanının engin ovalarında Allah'ın rahmet ışığı, Islâmın şefkat ruhu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in getirdiği şeriat kıvılcımı, bütün beşerî zulümleri, haksızlıkları, karanlıkları ve koyu sisle­ri silip götürdü. Açtığı huzur yoluyla insanların ruhunu aydınlattı. Dünyaların-daki karanlıkları nura boğdu. Dış dünyalarını mutlulukla doldurdu. İnsanlığa yepyeni ve sonu gelmez aydınlık ufuklar açtı. Dünya günah, zulüm ve işkence­lerin karanlığına batmışken, mutluluk sabahı ansızın doğdu. Ufukta, hakikat ve doğruluk güneşi belirdi. Araplar nasıl bir Allah'a tapmaya başlamışlarsa, idare­yi de birleştirmişlerdi.

Yüce Allah onlara şöyle vadetmişti:

"Allah, içinizde iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vadetmiştir ki: Hiç tartışmasız, onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacaktır. Kendileri için seçip beğendiği dinle­rini, kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra gü­vene çevirecektir. Onlar, yalnız Bana ibâdet eder ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmaz­lar." (Nûr 24/55)

îlahî bir devlet kurma ve yeryüzüne hâkim olma, peygamber olmanın şartla­rından ve amaçlarından biri değildir. Ama Peygamber'in Allah yoluna daveti ve dine çağrısı, siyasî ve idarî baskılarla karşılaşır veya O'nun ıslâhat çabalan, ülke­nin düzensizlik, dağınıklık ve kargaşasının dikenlerine dolaşırsa, o zaman bu mü­câdele ibrahim (as)[1] ve Musa (as) peygamberlerin mücâdele şeklini alarak ilerler. Sonunda da ümmeti Nemrudlar'm ve Firavunlar'in köleliğinden kurtarır. Peygam­berler arasmda hiçbir idarî ve mülkî yetkileri olmamış olan îsa ve Yahya peygam­berler de gelip geçmiş, halkların ve devletlerin bütün yetkilerini elinde tutan Mu­sa, Dâvûd ve Süleyman peygamberler de gelip geçmiştir. Ama Allah Resulü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, hem îsa ve Yahya, hem de Musa ve Dâvûd (as) gibiydi. Arabistan'ın bütün imkân ve hazineleri O'nun elinin altında ve emrin-deydi. Ama peygamberlik ocağı olan evinde, ne yumuşak bir yatağı vardı, ne lez­zetli yemekler, ne mübarek bedenini örten gösterişli kıyafetler, ne de hazinesinde servetler vardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'i, başarılarından dolayı gözlerinde bir Bizans İmparatoru veya îran Şahı gibi canlandıranlar, O'nunla kar­şılaştıklarında Mekkeli bir yetim olduğunu, basit harmanisine bürünmüş bir insan ve gökyüzünden yere inmiş bir tür günahsız bir melek olduğunu görürlerdi.

İslâm Devleti'nin bizzat Allah Teâlâ'nın kendi beyanıyla açıkladığı gayesi şudur:

"Kendilerine savaş açılan müminlere savaşmaları için izni verildi. Çünkü onlar zulme maruz kaldılar. Allah, onlara zafer vermeye elbette Kâdir'dit

Onlar ki tamamen haksız yere yalnızca 'Rabbimiz Allah'tır' demelerinden do­layı sürülüp çıkarıldılar. Eğer Allah'ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla olmasay­dı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescid-ler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere kesinlikle yar­dım eder. Şüphesiz Allah güçlü onlandır, Aziz olandır.

Onlar öyle mükemmel insanlardır ki kendilerini yeryüzünde iktidar sahibi kı­larsak, namazlarını hakkıyla kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder, kötülükten sakındı­rırlar. Bütün işlerin akıbeti elbette Allah'a aittir." (Hac 22/39-41)

Bu âyetlerde savaşların neden ve nasıl başladığı, niçin savaş yapılmak zorunda kalındığı özet kısaca anlatılmıştır, tslâm Devleti'nin amaç ve gayesinin ne olduğu, yeryüzünü idare edenlerin görevlerinin neler olduğu ve îslâm idaresinin dünyevî idarelerden hangi noktalarda üstün ve ayrıcalıklı olduğu özetlenmiştir. Bu konula­ra ait temel ve geniş açıklamalara kitabın diğer bölümlerinde yer verilecektir. Bu­rada halkların idarî yapıları hakkında genel bilgiler vereceğiz.

Daha önce anlattıklarımızdan bütün Arabistan'da güven ve huzurun hâkim ol­duğu, siyasî ve idarî olumsuzluklara son verildiği, ülkenin her köşesine îslâm da-vetçilerinin yayıldığı, çok uzak eyâlet ve kabilelerden insanların, peygamberlik makamı olan Medine'ye yöneldikleri ortaya çıkmaktadır. Hicrî 8. yılın Ramazan ayında gerçekleşmiş olan Mekke'nin fethi, îslâm imparatorluğunun başlangıç gü­nüydü. O günden sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, kabilelere zekât tahsildarları gönderdi. Ancak ilahî idarenin ve îslâm devletinin nihaî yapısı, hicre­tin 10. yılında Veda Haccı'na yakın bir zamanda tamamlanmış oldu.

Her ne kadar Batılıların gerçekleri göremeyen gözlerinde, Hz. Peygamber sal­lallahu aleyhi vesellem'in hayatının bu dönemi, padişahlık türü bir hayatın depde-beli bir dönemi şeklinde görülmüşse de gerçekleri bilen ve hakikatleri görenler, Arabistan hükümdarını, eski elbiseler giymiş Medine sokaklarında köleler ve yok­sul kimselerle birlikte iş yaparken görürlerdi. O'nun tac ve tahta ilgisiz, köşk ve sa­raylara isteksiz, muhafızlara ve hizmetkârlara gerek duymayan, mal mülkten, ha­zine ve servetlerden uzak bir insan olduğunu görürlerdi. Askersiz, zabıtasız, mu-hafızsız kalplere hükmeden biri olduğunu anlarlardı. O'nun devletinde ne bir po­lis vardı, ne muhteşem idare binaları vardı. Ne çok sayıda resmî görevli vardı, ne vezir, ne idare memurları vardı. Her biri ayrı bir ihtişam içinde yaşayan vali ve ha­kimleri de yoktu. O, her işini kendi basma gören tek başına bir insandı. Bütün bun­lara rağmen kendini diğer müslümanlardan, bir deve kılı kadar bile[2] daha fazla hak sahibi olarak görmezdi. O'nun adalet ve eşitlik duygusunun önünde ciğer par­çası olan kızı Fâtıma ile halktan bir suçluyla eşitti.[3]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in peygamber olarak gönderilişinin ana gayesi, dine davet, ahlâkı düzeltme ve nefisleri kötülüklerden arındırmaydı. Bunun dışındaki bütün görevleri sadece dolaylı görevlerdi. O bakımdan Allah Re­sulü, ülke yönetimini idarî bozukluktan dolayı tek Allah inancına çağıran daveti­ne engel çıkarmayacak şekilde düzenledi.

idarî Düzenleme

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek yaşı, o sırada altmışa var­mıştı. O yaşta devletin bütün işlerini bizzat kendisi yürütüyordu. Valiler ve devlet görevlileri atanmış, müezzinleri imamlar belirlenmiş, cizye ve zekat tahsildarları gönderilmiş, diğer milletlerle barış yapılarak müslüman kabileler arasındaki emlak dağıtımı tamamlanmış, ordunun donanımı bitirilmiş, davalar karara bağlanmış, kabileler arasındaki kardeş kavgalarına son verilmişti. Gönderilen heyetlere gelir­ler belirlenmiş, devlet kararlan çıkarılmış, yeni müslümanların hayatları düzene bağlanmış şer'î meselelerde fetva müessesesi yürürlüğe konmuştu. Suçlar için ce­zalar konmuş, ülkenin idâri yapısı oluşturulmuş, devlet yetkilileri denetim altına alınarak yaptıkları işlerden sorumlu tutulmuşlardır. Sahâbîler uzak eyaletlere, va­li olarak gönderilmişlerdi. Ama Medine'nin çevresiyle ilgili işleri bizzat Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem'in kendisi yürütürdü.

îlâhî devletin ve İslâm imparatorluğunun yürütülmesi gereken bu görev ve iş­lerinin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in kafasına ve gönlüne yüklediği büyük yük, mübarek bedeninin maddî yapısını altüst etmişti. Rivayetlerden anla­şılan odur ki, Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem hayatının son döneminde te-heccüd namazlarım bedeni zayıflığından dolayı oturarak kılmıştı. O'nun bu, yor­gunluk ve bitkinliğin sebebini O'nun özel hayatını en iyi bilen ve aktaran Hz. Ai-şe'nin ağzından duymak gerekir:

Abdullah b. Şekîk der ki: "Hz. Aişe'ye, Hz. Peygamber oturarak namaz kılar mıydı?" diye sordum. O da "Evet, ancak insanlar onu yorgun ve bitkin bıraktığı za­man kılardı"[4] dedi. [5]

 

Ordu  Komutanliği

 

Küçük çaplı gazve ve birliklerin başına komutan olarak her ne kadar sahabenin ile­ri gelenleri tayin edildiyse de önemli ve büyük savaşlar gündeme geldiğinde, on­ların komutasını bizzat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yürütürdü. Nite­kim Bedir, Uhud, Hayber, Mekke'nin fethi, Tebük ve diğerleri gibi büyük askeri se­fer ve savaşlarda bizzat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ordunun komu­tanıydı. Allah Resûlü'nün ordu komutanlığından gayesi sadece orduyu savaştıra­rak kesin sonuç ve zafere ulaşmak değildi. Aksine, askerlerin ahlâkî durumunu ve manevi gelişmelerini kontrol altında tutmaktı. Nitekim O'nun, islâm mücâhidleri-nin en küçük çaptaki düzensiz ve anormal davranışlarını nasıl teker teker ıslah edip düzelttiği hadislerde bütün tafsilatıyla mevcuttur. İslâm'ın savaş hukuku ve askerî kanunları işte bu ıslahatlar sonucu oluşmuştur. [6]

 

Fetva   Teşkilâtı

 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek döneminde her ne kadar de­ğişik sahâbîler de, kendiliklerinden fetva veriyor olsalar da bu görevi daha çok Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in kendisi yerine getiriyordu. Allah Resulü fetva için özel bir zaman belirlememişti. Gezerken, yürürken, otururken, kalkar­ken, kısaca insanlar ne zaman kendisine Islâmla ilgili birşeyler sorsalar onlara he­men cevap verirdi. Nitekim İmam Buhârî, "Kitâbu'1-îlm" bölümünde bu fetvaları çeşitli bölümlere ayırmıştır. Hz. Ömer döneminde, bu görevin ifâsı son derece ge­lişti ve Hz. Ömer, bunu bağımsız bir müessese şekline soktu. [7]

 

Adlî   Davaların  Sonuçlanması

 

Her ne kadar Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek döneminde adliye makamı kurulmuş ve Hz. Ali ile Muâz b. Cebel bizzat CVnun tarafından Ye­men kadısı olarak tayin edilmişlerse de, Medine ve çevresindeki bütün davaları bizzat Allah Resulü karara bağlıyordu. Halkın dava açması için herhangi bir engel­leme veya birtakım şartlara bağlama diye birşey sözkonusu değildi, imam Buhârî, bu konuda özel bir bölüm ayırarak adını şöyle koymuştur:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'ın kapısında muhafız bulunmama­sı bölümü."

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, işte bu yüzden evinin içinde bile hu­zur ve sükûn içinde oturamazdı. İnsanların müracaatlarından başını alarak rahat içinde zaman geçiremezdi. Kadınlarla ilgili meseleler genellikle evinin harem bö­lümünde görüşülürdü. Hadis kitaplarında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel­lem'in verdiği kararlarla ilgili o kadar geniş bölümler mevcuttur ki, onları teker te­ker saymaya kalksak büyük bir cilt yazmamız gerekir. Hadis kitaplarının genellik­le "Kitâbu'1-Buyû" bölümlerinde sulh davaları, "Kitâbu'l-kısâs ve'd-diyât" ve di­ğer bölümlerinde de cezaî davalar zikredilmişlerdir. [8]

 

Yazışma  İşleri

 

Bu o kadar önemli bir işti ki, Allah Resulü'nün mübarek döneminde her ne kadar ayrı bir teşkilât olarak kurulmamışsa da, Yazışma kaleminin bir başlangıcı bulun­duğu da gerçektir. Nitekim bu göreve Zeyd b. Sabit ve son günlerine doğru da Mu-âviye getirildi. Bunların dışında diğer sahabeler de, arasıra bu görevi yerine getir­mişlerdi. Allah Resulü, hükümdarlara ve sultanlara gönderdiği İslama davet mek­tuplarını, başka milletlerle yaptığı anlaşmaları, müslüman kabilelere gönderdiği emirleri, devlet görevlilerine ve tahsildarlara verdiği yazılı emirleri, askerî listele­ri, bazı sahabelere yazdırdığı hadisleri yazma işine başlattığı bu teşkilâta yazdırt-mıştır. Zerkanî ve diğerleri, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yazılı emir ve fermânlarıyla ilgili ayrı bir bölüm yazmışlardır. [9]

 

Misafir  Ağırlama  Teşkilatı

 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in, peygamberlik görev ve makamının dışındaki şahsî ve kişisel varlığı hemen hemen yok gibi olduğundan huzuruna ge­lenlerin kendisiyle ilişkisi de ilahî idarede bulunması veya Peygamber olmasıyla il­giliydi. Allah Resulü insanları işte bu yönleriyle misafir ediyordu. Misafirlerin çoğunluğunu, daha çok Islâmı kabul etmek için gelenler teşkil ediyordu. Onları ağır­lamak için peygamberliğinin ilk dönemlerinden itibaren Bilal-ı Habeşî (ra)'yi gö­revlendirmişti. Eli dar bir müslüman, Peygamber'in huzuruna gelip de Allah Re­sulü onu muhtaç gördüğünde Bilal-i Habeşî'ye emreder ve borç bularak o kişinin yemek ve elbisesini temin ederdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e bir yerden bir miktar mal geldiğinde bu malla o borç kapatılırdı. Hatta bir kişi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in kendi şahsına bir hediye verince, onu da bu teşkilata verir, misafir ağırlamaya harcatırdı.[10] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu gaye için bazan bütün sahabesini sadaka vermeye ve hayır yapmaya teşvik ederdi. Ne kadar para toplanmışsa hepsi, mallarından mülklerinden uzak kalmış olan o muhacirlere yardım olarak harcanırdı. Nitekim bir keresinde vücu­du çıplak, ayağı yalın bir muhacir topluluğu, Peygamber'in huzuruna geldi. Her­kesin vücudunda sadece bir gömlek, boynunda da bir kılıç asılıydı. Allah Resulü onların bu perişan hallerini görünce yüzünün rengi değişti. Hemen Bilal (ra)'e ezan okumasını emretti. Namazdan sonra, okuduğu bir hutbe ile bütün sahabeyi bu in­sanlara yardım etmeye teşvik etti. Bunun öyle bir etkisi oldu ki, ensardan bir müs­lüman kalktı ve gidip zorlukla taşıyabildiği bir çuval getirerek Hz. Peygamber sal­lallahu aleyhi vesellem'in önüne koydu. Bunu gören bütün insanlar, daha da coş­tular ve kısa zaman sonra bu çıplak, elleri boş muhacir müslümanların önleri buğ­day ve elbise yığınlarıyla doldu.[11]

Mekke'nin fethinden sonra, yarımadanın dört köşesinden bol miktarda idarî ve dinî heyetler gelmeye başladı. Allah Resulü, onların hal ve hatırlarını bizzat soru­yor ve ağırlıyordu. İhtiyaçlarına göre para veya yolculuk masraftan veriyordu. Ka­bileler üzerinde bunun çok iyi etkisi oluyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem, buna o kadar riâyet ediyor, o derece önem veriyordu ki vefat edeceği sıra­da yaptığı son tavsiyeler içinde şu tavsiyesi de bulunuyordu:

"Heyetlere nasıl ihsan ve ikramda bulunuyorsam, siz de aynı şekilde ikram ve ihsanda bulunun."[12]

Heyetlerle ilgili durum ileride anlatılacaktır. [13]

 

Hasta  Ziyaretleri

 

Hastaları ziyaret etmek, ölüleri yıkayıp, kefenlemek, cenazelerine iştirak etmek, di­nî görevler olduğu için, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in Medine'ye gelişinden sonra bütün ölü yakınlarının durumu Peygamber'e haber vermesi gele­nek olmuş ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yanlarına giderek onlar için istiğfarda bulunmuştur.[14] Bu, Allah Resûlü'nün bir adeti idiyse de, bir çok ba­kımdan devlet idaresiyle de ilgili hale gelmişti. Çünkü bazı sahabıler son nefesle­rini verirlerken, mallarını, mülklerini vakfetmeyi ya da sadaka olarak vermeyi isti­yorlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de böyle bir durumda, onlara en doğru olanı gösteriyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, borçlu ola­rak ölenlerin cenazesine katılmadığı için mirasçıları veya diğer sahabe bu borçlan ödemek zorunda kalıyorlardı. Bazı mesele ve anlaşmazlıklar da işte böyle çözülü­yordu. Hadislerde, konuyla ilgili örnekler vardır. [15]

 

Yargılama  Ve  Sorgulama  ( = Îhtîsâb)

 

İslâm medeniyeti ve idaresi, her tarafa hakimken, yargılama ve sorgulama işi, dev­letin yerine getirdiği en önemli işlerden biriydi. Bu yargılama ve sorgulama kurumu insanların genel ahlâkî davranışlarını, alış-verişlerini, fert ile toplumun ticari ilişkile­rini kontrol ediyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem döneminde bu işi yürüten ayrı bir daire yoktu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bu görevi bizzat kendisi yerine getiriyordu. Herkesin ahlâkî davranışlarını ve dinî görevlerini gözönünde tutuyor, eksik ve yanlış davranışları olanları sorgulayıp yargılıyordu. Ti­carî ilişkilerini de kontrol ediyordu. Araplar arasındaki ticarî işişkiler son derece ıs­laha muhtaçtı. Allah Resulü Medine'ye gelir gelmez bunları ıslâh etmeye başladı. Ama bütün insanların yapılan ıslâhata göre davranmaları, yargılama ve sorgulama (=ihtisâb) teşkilatını ilgilendiriyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bu işleri son derece katı bir şekilde kontrol ediyor ve herkesi bunlara göre davranmaya teşvik ediyordu. Yanlış hareketerden vazgeçmeyen insanlara da cezalar veriyordu. Sahih-i Buhârfnin "Kitâbu'1-Buyû" bölümünde şöyle bir hadis zikredilmektedir:

"Abdullah b. Ömer (ra)'den rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber döneminde gördüm ki tahmin üzere zahire alanlar, bunları evlerine götürmeden önce satın al­dıkları yerde tekrar sattıklarında cezalandılırlardı."

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem arasıra durumu incelemek üzere biz­zat çarşıya, pazara giderdi. Birgün pazarda dolaşırken bir zahire yığını gördü. Eli­ni daldırınca yaşlık hissetti. Mal sahibine:

"Bu nedir?" diye sordu.

Oda:

"Yağmurdan ıslandı" diye cevap verdi.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:

"O zaman neden onu karıştırıp da herkes görsün diye yaş tarafını yukarı çıkar­madın. Aldatan kişi bizden değildir" buyurdu.[16]

Sorgulama görevleri arasında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in en Önemli görevi, devlet memurlarının sorgulaması idi. Meselâ zekât ve sadaka top­lamakla görevli olan tahsildarlar topladıkları şeylerle geldiklerinde, yanlış hareket edip etmediklerini kontrol etmek amacıyla onları sorgulardı. Bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Ibnu Leyle'yi sadaka ve zekat toplamakla görevlendirmişti. O da görevini yerine getirerek döndü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem neler yapıp neler getirdiğini kontrol edince:

"Şu mallar müslümanlarmdır, bunlar da bana hediye olarak verildi" demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:

"Evde otururken mi bu hediyeler sana verildi?" buyurdu. Daha sonra herkese hitaben bir hutbe okudu ve bu tür hareketleri şiddetle menetti.[17] [18]

 

İnsanların   Arasını   Düzeltme

 

tslâm, genellikle bütün dünya insanlarının aralarındaki ayrılıkları, ayrıcalıkları gi­derme ve özellikle Araplar arasındaki uyuşmazlıkları gidermek için geldiğinden, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bu ilişkileri düzeltme işini kendisi için en önemli görev bilmişti. Allah Resulü bu tür anlaşmazlıkları haber alır almaz, bunla­rı düzeltmeyi bütün dinî görevlerinin önüne alırdı. Nitekim bir keresinde, Amr b. Avf oğullan kabilesinden birkaç kişi arasında anlaşmazlık çıktı ve kavgaya dönüş­tü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem durumu haber alınca, hemen birkaç sahabîsiyle birlikte aralarını düzeltmek için gitti. Peygamber, bu işi halletmek için hayli uğraştı. Namaza gecikti. Bilâl-i Habeşî (ra) ezan okudu. Ezandan sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hâlâ gelmemişti. Biraz daha bekledikten son­ra Hz. Ebû Bekir'in namaz kıldırmasını istedi. Hz. Ebu Bekir namaz kıldırırken, Al­lah Resulü döndü ve safları yararak ön safa geçti. Her ne kadar Ebu Bekir (ra) na­mazda sağa sola bakmıyorduysa da, insanlar yüksek sesle ellerini şakırdattıkların­da arkasına dönüp bakınca Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in ayakta durduğunu gördü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, her ne kadar eliyle işaret ederek devam etmesini istediyse de, kendisi varken Peygamber'e imamlık yapmayı edebe aykırı gördüğü için Ebu Bekir (ra) geri çekildi. Hz. Peygamber sal­lallahu aleyhi vesellem de ilerleyerek imamlığa geçti ve namazı tamamladı.

Bir keresinde Küba halkı arasında anlaşmazlık ve kavga çıktı. İş birbirine taş at­ma noktasma kadar vardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunu duyun­ca aralarını bulmak maksadıyla ashabından bazılarını yanına alarak gitti. Bu iki olayı İmam Buhârî, her ne kadar ayrı ayrı yazmışsa da, hadis tenkidçilerinin araş­tırmasında bir olayın iki boyutu olduğu anlaşılmıştır. Buhârî'nin diğer rivayetlerinde: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in bu kadar uzak mesafeyi yaya gittiği bildirilmektedir.

Ka'b b. Mâlik'in, tbn-i Ebî Hadret'te bir miktar alacağı vardı Mescidde bu borcu­nu ödemesini istedi. Hadret, borcun bir kısmından vazgeçilmesini istiyor, ama Ka'b b. Mâlik buna yanaşmıyordu. Sözler sertleşip gürültü artınca, Hz. Peygamber sallal­lahu aleyhi vesellem evinden çıkıp geldi ve Ka'b'ı çağırdı. Ka'b, hemen koşup Allah Resûlü'nün yanına geldi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem "Yarısını bağış­la" buyurdu. Buna razı olunca, bu sefer Allah Resulü Hadret'e: "Git, borcun geri ka­lanını getir ver" buyurdu. Bu tür yüzlerce basit olayla hergün karşılaşıyordu.

Medine'de ve Medine dışında bazı görevlerin yerine getirilmesi için sahabenin ileri gelenlerini ve yetenekli kişiler değişik makam ve görevlere tayin edilmişti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e gelen ilahi vahiylerin, Hz. Peygamber sal­lallahu aleyhi vesellem'in gönderdiği mektuplar ve mesajlarını yazılması için bir kaleme ve katiplik dairesine ihtiyaç vardı.

İslâm öncesi Araplar arasında genellikle okuma-yazma alışkanlığı yoktu. Ama Islâmın Araplar için getirdiği rahmet hazineleri arasındaki bir lütuf ve kerem ha­zinesi de okuma-yazma alışkanlığını ve üstünlüğünü onlara getirmesiydi.

Bedir esirleri arasında parası olmayıp da serbest bırakılmaları için fidye vereme­yenler hakkında —fidye olarak— Medine çocuklarına okuma-yazma öğretmelerine karar verilmişti. Gelen vahiyleri yazmakla görevlendirilen Zeyd b. Sabit, işte bu yol­la okuma-yazma öğrenmişti. Ebu Dâvûd'da yeralan bir rivayetten de Suffe ashabı'na verilen eğitimin bir bölümünün de yazma dersleri olduğu anlaşılmaktadır. [19]

 

Katipler

 

Yazma yetkisi bir bakıma Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e vekillik yap­maktı. Bu bakımdan çeşitli zamanlarda büyük sahabîler, bu görevi üstlenmişlerdi. Bunlar arasında Şurahbil b. Hasene Kindî, bu şerefe ilk mazhar olandı. Kendisi, ilk müslümanlardandı. Mekke'de vahiyleri yazma görevini ilk defa o yerine getirmiş­ti. Kureyş içinde ilk Önce kâtip olan ise Abdullah b. Ebî Şerh idi. Medine'de bu gö­revde öncelik şerefi Übey b. Ka'b (ra)'a nasip oldu.

Ebu Bekir (ra), Ömer (ra), Ali (ra), Osman (ra), Zübeyr (ra), Amil Füheyre (ra), Amr b. As (ra) Abdullah b. Erkam (ra) Sabit b. Kays (ra), Hanzale b. er-Rebî' el-Ese-dî (ra), Muğîre b. Şu'be (ra), Abdullah b. Revâha (ra), Hâlid b. Sâid b. el-As (ra), Alâ b. el-Hadramî (ra), Huzeyfe b. el-Yemân (ra), Muâviye (ra), Ebu Süfyân (ra) ve Zeyd b. Sabit (ra) değişik zamanlarda bu göreve getirilmiş sahabîlerdi.

Sahabenin bütün ileri gelenleri, arasıra bu görevi yerine getirmek durumunda kalmışlardır. Hudeybiye barış şartlarım Hz. Ali kendi eliyle yazmış, hükümdârla-— ve emirlere gönderilen mektupları Amir b. Füheyre (ra) yazmıştır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in Umman emirlerine gönderdiği mektubu Übeyy b. Ka'b kaleme almıştır. Bütün bunlara rağmen kâtiplik görevi genellikle Zeyd b. Sa­bit (ra)'ın omuzundaydı. Sahâbe-i Kiram topluluğu içinde onun adı bu noktada en fazla göze çarpandır.[20]

Zeyd b. Sabit (ra), Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'ın emriyle yahûdî dili olan tbrânîce'yi öğrenerek bütün bu büyük zatlara bir üstünlük sağlamıştır.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine'de daha çok yahûdflerle te­masları olduğundan Araplarla onlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek, onların bir takım fitne ve fesatlarını bertaraf etmek, gizli plan ve sırlarını öğrenmek için millî ve dînî dilleri olan tbrânîce'yi bilmek gerekiyordu. O bakımdan Allah Resu­lü sallallahu aleyhi vesellem, Zeyd b. Sâbit'e Ibrânîce'yi öğrenmesini emretti. O da onbeş gün içerisinde bu dilde yeterli bilgiye ulaştı. [21]

 

İdareci  Ve  Valiler

 

Davaları çözmek, adaleti ayakta tutmak, güvenliği yaymak ve anlaşmazlıkları gi­dermek için çeşitli valilere ve üst düzey idarecilere ihtiyaç vardı. Bu amaçla Allah Resulü çeşitli sahabeleri değişik bölgelere vali ve üst düzey yönetici tayin etti. Bu şahsiyetlerin isimleri aşağıda liste halinde sunulmuştur:

Bâzân b. Saman: Bu zat, Behrâmpûr'un sülâlesindendi. Acem hükümdarları içinde îslâmla ilk şereflenen bu oldu. Daha sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu Yemen'e vali tayin etti.

Şehr b. Bâzân (ra): Bâzân b. Sâmân'dan sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, onu San'a'ya vali tayin etti.

Hâlid b. Saîd b. el-As (ra): Şehr b. Bâzân öldürülünce arkasından Hz. Peygam­ber onu San'a'ya devlet görevlisi olarak tayin etti.

Muhacir b. Ümeyye el-Mahzûmî(r.a): Hz. Peygamber, onu Kinde ve Sadef va­lisi tayin etmişti. Ama daha yola çıkmadan vefat etti.

Ziyâd b. Lebîd el-Ensârî: Hadramût valisiydi.

Ebu Musa el-Eş'arî (ra): Zebid, Aden, Rem'a ve diğer yerlerin valisiydi.

Muâz b. Cebel (ra): Cünd valisiydi.

Amr b. Hazm (ra): Necran valisiydi.

Yezîd b. Ebî Süfyân (ra): Teymâ valisiydi.

Attâb b. Üseyd (ra): Mekke valisiydi.

Ali B. Ebî Tâlib (ra): Yemen'den humus toplamakla görevliydi.

Amr b. as (ra): Amman valisiydi.

Alâ b. Hadramî (ra): Bahreyn valisiydi.

Bu valilerin yani üst yöneticilerin tayinleri ülkenin genişliğine ve şartlarına gö­re yapılıyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek döneminde tslâmın etki ve idaresi altına giren Arabistan eyalet ve bölgeleri içinde en geniş ve gelişmiş olanı Yemen'di. Burası uzun süre düzenli bir imparatorluğun idaresi al­tında kalmıştı. O bakımdan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem burayı beş bölgeye ayırdı ve her biri için ayrı ayrı idareci ve valiler tayin etti. Hâlid b. Saîd'i San'a'ya, Muhacir b. Ebi Ümeyye'yi Kinde'ye, Ziyâd b. Lebîd'i Hadramût'a, Muâz b. Cebel'i Cünd'e, Ebu Musa el-Eş'arî'yi Zebid, Rem'a, Aden ve Körfez sahillerine vali olarak göndermişti.[22]

Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem bir muhacir müslümanı herhangi bir ye­re devlet görevlisi tayin ederken, onunla birlikte ensardan birini de tayin ederdi. Ül­keyi yönetmenin, davaları karara bağlamanın, zekât ve vergi toplamanın dışında bu üst düzey devlet görevlilerinin en başta gelen görevi, tslâmı yaymak, insanlara sün­net ve farzları öğretmekti. O bakımdan yukarda da geçtiği gibi bu insanlar, bölge ha­kimi ve eyalet valisi olmakla birlikte din tebliğcisi ve ahlâk öğreticisi yetkileri de ta­şıyorlardı. Muâz b. Cebel (ra)'ın anlatıldığı el-îstîâb isimli eserde şöyle yazar.

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, onu Yemen'in bir bölümü olan Cünd kadısı yaparak, insanlara Kur'an'ı ve İslâm şeriat emirlerini öğretsin diye gönderdi. Yemen'de bulunan devlet görevlilerinin zekat ve vergi toplamaları göre­vi de ona bağlıydı."

Nitekim bu tür insanlar yerlerine gitmek üzere yola çıkarlarken Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem, onlara görevlerini tekrar tekrar hatırlatırdı. Muâz b. Cebel'i böyle bir görevle gönderirken şöyle buyurmuştu:

"Kitab Ehli bir topluluğa gidiyorsun. Onları kelime-i tevhide —Allah'ın birliği­ni tanımaya— çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, kendilerine Allah'ın gece-gündüz beş vakit namazı farz kıldığını anlat. Eğer onu da kabul ederlerse, Allah'ın kendi­lerine zekâtı farz kıldığını bildir ki o, onların zenginlerinden alınarak fakirlerine dağıtılacaktır. Eğer bunu da kabul ederlerse, onların en iyi mallarını seçip almak­tan sakın. Mazlumların bedduasmdan sakın! Çünkü onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur."

Bu görevleri yerine getirebilmek için en geniş bilgi, görüş, anlayış ve kavrayış keskinliğine ihtiyaç vardı. O bakımdan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, görevli gönderdiği bu insanların kabiliyetlerini, meseleleri nasıl kavradıklarını ve nasıl davranacaklarını anlamaya çalışırdı. Nitekim Muâz b. Cebel (ra)'ı gönderir­ken h'erşeyden önce içtihâd kabiliyeti hakkında kendini rahatlatıcı bilgiler almıştı. Tirmizî'de şöyle rivayet edilir;

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Muâz b. Cebel'i Yemen'e gönderir­ken "Neye göre karar vereceksin" diye sordu. Muâz "Allah'ın Kitâbı'nda olanlar­la" diye cevap verdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Eğer Allah'ın Ki­tâbı'nda bulamazsan?" diye buyurundca Muâz: "Allah Resûlü'nün sünnetinde olanlarla" dedi. "Eğer sünnetlerde de bulamazsan ne yaparsın?" buyurunca Muâz: "Kendi görüş ve kanaatimle içtihad ederim" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Allah Resûlü'nün resulünü, Allah Resû­lü'nün seveceği şekilde muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyurdu.

Ama Araplar'ın gönüllerini kazanmak ve onların gönlüne girebilmek için bütün bu geniş bilgi, derin anlayış, görüş ve içtihad kabiliyetinden daha da gerekli olan yu­muşaklık, güzel huyluluk, nazik davranış ve kibar muamele idi. Bunların devlet ida­resiyle, yürütme ve resmiyetle uyuşması ve birleşmesi hemen hemen imkânsız oldu­ğundan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, valilerin dikkatini sürekli bu ta­rafa çekiyordu. Nitekim Muâz b. Cebel (ra)'ı bir sahabiyle birlikte Yemen valiliğine gönderirken, ikisine de genel olarak tavsiyelerde bulunup şöyle buyurdu:

"Kolaylık gösteriniz, zorluk çıkarmayınız, insanlara müjdeleyiniz, onları ür­kütmeyiniz. Aralarını bulunuz, ihtilâf çıkarmayınız."[23]

Bununla da yüreği tam tatmin olmayan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel­lem, Muâz b. Cebel'e bineğine binmiş vaziyetteyken özel olarak şöyle buyurdu:

"İnsanlara iyi ahlâkla muamele et."[24]

Bir devlet idaresi ne kadar şefkatli ve merhametli olursa olsun, bir ülkeyi ken­di idaresine geçirdiği ilk dönemde asi ruhlu insanların boyunlarını eğdirmek ve azgın kişileri yola getirmek için kaçınılmaz bir sertliğe başvurması, doğru bir ilke ve sağlıklı bir metod ise, Araplar bunu en çok hakeden insanlardı. Ama Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem'in işte bu kutsal öğretilerinin sonucudur ki, Ara­bistan çöllerinin en sade bir insanı dahi hiçbir valinin zulmü altında ezilmedi. Öy­le ki, sahâbe-i kiramın kalıntıları en son dönemlerinde devlet idarecilerinin zulüm­lerini gördüklerinde hayretten donakalıyor ve onları Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in buyruklarıyla bu zulümlerden engellemeye çalışıyorlardı. Nite­kim bir keresinde Hişâm b. Hakem b. Hizam, birkaç Suriyeli Nabatfnin güneş al­tında bekletildiğini gördü. Bunun sebebini sorunca, kendilerinden cizye almak için böyle bir baskıya tâbi tutulduklarını söylediler. Bunu duyan Hişâm b. Hakem:

"Şehâdet ediyorum ki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in: "Allah Te-âlâ insanlara dünyada azap edenlere azap edecektir!" buyurduğunu duydum" di­yerek görevlileri uyardı." [25]

 

Cizye  Ve  Zekât Tahsildarları

 

Müslüman olmalarıyla birlikte her kabile kendi zekât ve sadakasını Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna kendi eliyle getiriyor ve Onun duasını alarak mallarının daha da bereketlenmesi için çalışıyordu. Araplar'm samimiyeti ve imânın cazibesi onları her ne kadar kendiliğinden zekât vermeye teşvik ediyor olsa da, geniş bir ülke ve büyük bir devlet için bu yeterli değildi. Bu yüzden vali­ler dışında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hicret'in 9. yılının Muharrem ayında zekat ve cizyeleri toplamaları için her kabileye ayrı ayrı tahsildarlar tayin etti. Bu tahsildarlar kabileleri dolaşarak insanlardan zekat ve cizyeleri alıp Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem'e getiriyorlardı. Genellikle kabile reislerinin biz­zat kendileri kabilelerinin tahsildarları idiler. Hadislerden anlaşılan da odur ki, bunlar genellikle geçici olarak görevlendiriliyorlardı.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu görevi yerine getirmeleri için aşa­ğıda isimleri yazılı kimseleri, çeşitli kabile ve şehirlere tayin etti:

Adî b. Hâtem: Tayy ve Benî Esed kabilelerine

Safvân b. Safvân:[26] Benî Amir kabilesine

Mâlik b. Nüveyre: Benû Hanzala kabilesine

Büreyde b. Husayb Eslemî: Akar ve Eşlem kabilelerine

Ubbâd b. Bişr el-Eşhelî: Süleym ve Müzeyne kabilelerine

Nâfi b. Mükeys el-Cühenî: Cüheyne kabilesine

Zebertuman b. Bedir: Benu Sa'd kabilesine

Kays b. Asım: Benu Sa'd kabilesine

Amr b. As: Benû Fizâre kabilesine

Dahhâk b. Süfyân el-Kilâbî: Benû Kilâb kabilesine

Beser b. Süfyân el-Kâbî: Benû Kâb kabilesine

Abdullah b. el-Luteyye: Zübyân oğularma

Ebu Cehm b. Huzeyfe: Leys oğullarına

Birr Huzeymî: Huzeym oğullarına

Ömer el-Fârûk (ra): Medine şehrine

Ubeyde b. Cerrah: Necrân şehrine

Abdullah b. Revâha: Hayber şehrine

Ziyâd b. Lebîd: Hadramût'a

Ebû Mûsâ el-Eş'arî: Yemen eyaletine

Hâlid (ra): Yemen eyaletine

Ebbân b. Saîd: Bahreyn'e

Amr b. Saîd b. As: Teymâ'ya

Mahme b. Cüz'ül-Esedî: Beşte bir tahsil etmeye

Uyeyne b. Hısn el-Fizârî: Temîm oğullarına

Bu tahsildarları tayin ederken Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veseîlem aşağı­daki hususları gözönünde bulundurdu:

1-Görevlendirilen insanlara birer ferman verirdi. Bu fermanlarda ne tür mallar­dan, hangi maldan ne ölçüde zekat alınacağı açıkça belirtilirdi. Seçerek mal alma­ya veya ölçüsünden fazla almaya izin verilmezdi. Genel bir hüküm olarak: "Mal­ların en iyisini seçmekten sakının!" emri vardı. Görevliler bu fermana titizlikle ri­âyet eder, ondan zerre miktarı dışarı çıkmayı doğru bulmazlardı. Bazı insanlar hakkından fazlasını vermeyi seve seve istemişse de bunu kabul etmezlerdi. Süveyd b. Gafle şunu anlatır: Bize Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in gönderdiği tahsildar geldi. Gidip yanına oturdum. Tahsildar, öncelikle alınmalarına izin veril­memiş olan hayvan türlerini açıkladı. O sırada bir kişi çok güzel hörgüçlü bir dişi deveyi alıp geldi ve ona takdim etti. Fakat o bunu kabul etmedi.[27] Aynı şekilde adamın biri tahsildarlardan birine kuzulu bir koyun verince tahsildar, "Bunu al­mamız yasaklandı" dedi.[28]

2-Araplar'ın bütün mal ve servetlerinin hepsi ovalarda, bayırlarda ve dağ etek­lerinde otlamakta olan koyun ve deve sürülerinden ibaretti. Fakat dünyada salta­nat sürmek için kurulmuş devletlerin haksız emir ve fermanlar göndererek yaptı­ğı gibi, halkın vergi hayvanlarını getirip tahsildarların önüne getirmeleri yerine is­lâm devlet düzeninde tahsildarların kendileri bizzat o vadi ve ovalara giderek ze­kâtları toplamak zorundaydılar. Sahabeden biri şunu anlatmıştır: "Bir dağ geçidin­de koyun ve keçilerimi otlatıyordum. O sırada deve üzerinde iki kişi geldi ve: "Biz Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'ın elçileriyiz. Buraya koyun ve keçileri­nizin zekâtını almak için geldik" dediler. Kuzusu olan sağmal bir koyunu verdim. Ama onlar, "Bunu almamız için emir verilmedi" dediler. Ben de başka bir kuzu verdim. Bunun üzerine o kuzuyu yanlarına alıp gittiler."[29]

3-Sahâbe-i kiram temiz duygulan ve iyi niyetleri sebebiyle haram yemekten ka­çınmalarına rağmen görevlerini yapıp geri döndüklerinde Hz. Peygamber sallalla­hu aleyhi veseîlem bizzat onları kontrol ediyor ve hesaba çekiyordu. Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veseîlem, Abdullah b. Revâha'yı Hayber yahûdîlerine anlaşma gereği tahıllarının yansını almak üzere gönderdiğinde yahûdîler ona rüş­vet vermek istemişler, o da: "Ey Allah düşmanları! Bana haram mı yedirmek isti­yorsunuz?" diyerek tekliflerini reddetmişti.[30]

Bir gün Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veseîlem, Ibn el-Leyle'yi, zekat topla­mak için göndermişti. Geri döndüğünde Allah Resulü kendisini hesaba çekmiş, neler yaptığmı araştırmıştı. Bunun üzerine tbn el-Leyle: "Bu sizin malınız, bu da bana hediye olarak verilenler" deyince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Görevli olmayıp evinde otururken neden sana hiçbir hediye vermiyorlar?" bu­yurdu. Bununla da yetinmeyerek herkese hitaben bir hutbe okudu ve insanları bu tür şeyleri almaktan şiddetle menetti."[31]

4-Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kendi aile fertlerine sadaka ve zakât malını almayı ve kullanmayı yasakladığı için Peygamber sülâlesinden hiç kimse zekât toplayıcısı olarak tayin edilmedi. Bir keresinde Abdülmuttalib b. Zem'a b. Haris ile Fadl b. Abbas —ki bunlar kardeş çocuklarıydılar— Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem'e gelerek: "Artık evlenme yaşına geldik. Bir miktar para biriktirip evlenebilmemiz için herkes gibi bizi de zekât toplama gö­revlisi olarak gönder" dediler. Fakat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Muhammed'in soyundan gelenlere caiz değildir. O mallar insanların kiridir" buyurdu.[32]

5-Devlet görevlilerini Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bizzat kendisi seçerdi. Bu göreve gelmek isteyenlerin tekliflerini kabul etmezdi. Ebu Musa el-Eş'arî ile birlikte iki kişi gelip devlet adına görevlendirilmelerini istediler. Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem, Ebu Musa el-Eş'arî'ye dönerek: "Sen ne der­sin?" buyurdu. Ebu Musa el-Eş'arî de: "Bunların bu maksatla geldiklerini bilmi­yordum" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem o ikisinin isteğini kabul etmedi ve: "Kendileri istek belirtenleri tahsildar ve görevli tayin etmiyoruz" bu­yurdu. Ama tam o anda Ebu Musa el-Eş'arî'yi istek belirtmediği halde Yemen'e gö­revli olarak tayin edip gönderdi.[33]

6-Devlet görevlilerine zarurî ihtiyaçlarının karşılığı olan ücret veriliyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Kim bizim belirttiğimiz ölçüden daha faz­la para alırsa hainlik etmiş olur" diye ilan ettirdi. Zorunlu ihtiyaç miktarını da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bizzat tayin etmişti:

"Bizim memurumuz olarak görev yapan kimse eşinin masrafını da yazsın. Eğer hizmetçisi yoksa hizmetçi masrafı yazsın, evi yoksa ev masrafı yazsm. Ama eğer biri bundan daha fazla alırsa hainlik etmiş olur."[34]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem döneminde, Ömer el-Fârûk (ra) da bu türden hizmetine karşılık ücret almıştı. Nitekim halifeliği döneminde sahâbe-i ki­ram iffet ve takvalarından dolayı karşılık almayı reddettikleri zaman Hz. Ömer (ra), Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in bu uygulamasını delil göstermiştir. [35]

 

Hakimler

 

Bu yetki ve görevler dışında daha başka yetkiler de oluşturulmuştu. Davalara bak­ma ve karar verme görevi gibi. Bu görevi daha çok Hz. Peygamber sallallahu aley­hi vesellem kendisi ifâ ediyor idiyse de, bazan bizzat yine Hz. Peygamber sallalla­hu aleyhi vesellem'in emriyle, Ebu Bekir (ra), Ömer (ra), Osman (ra), Ali (ra), Ab-durrahman b. Avf (ra) Übey b. Ka'b (ra) ve Muâz b. Cebel (ra) gibi sahabîler de bu görevi yerine getiriyorlardı. [36]

 

Zabıta   Teşkilâtı

 

Hulefâ-i Raşidûn döneminde düzenli zabıta teşkilâtı kurulmamıştı. Bu teşkilât ilk defa Emeviler döneminde[37] görülmüş ise de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem'in mübarek döneminde bunun Örneği görülmüş ve benzeri bir uygulamaya gidilmişti. Nitekim mübarek Peygamber döneminde Kays b. Sa'd bu görevi yerine getiriyor ve bu maksatla daima Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'le birlik­te bulunuyordu.[38] [39]

 

Cellatlar

 

Suçluların boynunu vurma görevi, Zübeyr (ra), Ali (ra), Mikdâd b. Esved (ra) Mu­hammed b. Mesleme (ra), Asım b. Sabit, Dahhâk b. Süfyân el-Kilâbî'ye[40] verilmişti. [41]

 

Yabancı Milletlerle Sözleşmeler

 

Arap yarımadasında küfür ve şirk diye birşey kalmamış, kökü kazınmıştı. Yer yer ateşperestler, hıristiyanlar ve yahûdîler küçük topluluklar halinde yaşıyorlardı. Bunlardan az sayıda insan kalplerine iman nuru biraz girmişse de genellikle hâlâ karanlıklar içinde bulunuyordu. Bununla birlikte ilahî idarenin her tarafa hakim olan gücü sayesinde başlarını kaldıramadılar. Hicaz yahûdîleriyle birlikte bütün Arap kabileleri İslama boyun eğmeyi kabul ettikleri için İslâm da onlarm canını, malını, namusunu ve dinî hayatlarını koruma sorumluluğunu üzerine almıştı. Bu­nun karşılığında ise, gücü yeten her ergin yaşa gelmiş erkekten senede bir dinar olmak üzere cizye almak kararlaştırılmıştı. Bu miktarın para olarak ödenmesi şar­tı yoktu. Aksine nerede ne yetiştiriliyor veya ne imâl ediliyorsa cizye olarak o ka­bul ediliyordu.[42]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Arap olmayan milletlerden ilk önce hicretin 7. yılında Hayber, Fedek, Vadi'1-Kurâ ve Teymâ yahudileriyle barış anlaşması yaptı. O zamana kadar henüz cizye âyeti inmediğinden kendi istekleriyle kar­şılıklı kabul edilen şartlar, cizye âyeti indikten sonra da devam etti.[43] Anlaşmanın temelini oluşturan ana şart; yahûdflerin islâm devletine bağlı vatandaşlar olarak hareket edecekleri ve mahsullerinin yarısını kendilerinin alacakları, yarısını da İs­lâm devletine verecekleriydi.[44]

Hicrî 9. yılda cizye âyeti indi. Bundan sonra yapılan bütün anlaşmalar, bu âyete göre yapıldı. Necrân hıristiyanlan, Medine'ye gelerek barış anlaşması yap­mak istediler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de bunu kabul etti. An­laşma şartları şöyleydi: Her yıl müslümanlara iki bin elbise verecekler ve bunla­rı iki taksitte, yani yansını Safer ayında, diğer yarısını da Receb ayında verecek­lerdi. Eğer Yemen'de herhangi bir şekilde isyan veya başkaldırı olursa, o zaman Necrânlılar ödünç olarak otuz zırh, otuz at, otuz deve ve her türden otuzar adet silah verecekler, müslümanlar da bunları geri vermeyi garanti edeceklerdi. Bu­na karşılık faizle alış-veriş yapmadıkları veya ayaklanmadıkları sürece onların kiliseleri tahrip edilmeyecek, papazları rahatsız edilmeyecek, dinlerine müdâhe-le edilmeyecekti.[45]

Suriye sınırlarında bir çok hıristiyan ve yahûdî köyü vardı Hicrî 9. yılın Re­ceb ayında Tebük gazvesi sırasında Devmetu'l-Cendel, Eyle, Mukanna' Cerbâ, Ezrah, Tebâle ve Cereş mıntıkalarının müslümanlığı kabul etmeyip cizye verme­ye razı olan yahûdî ve hıristiyan mukimlerinden ergenlik çağma ulaşmış her er­keğe senede birer dinar vermeleri kararlaştırıldı. Müslümanlar oradan geçtikleri takdirde yedirilip-iç irilip karınlarının doyurulması da kabul edilen şartlar arasın­daydı.[46]

Müslümanığı kabul etmeyen Yemen yahûdîlerine de bu ölçüde cizye vermele­ri kararlaştırıldı. Onlara bir kolaylık olarak, nakit ödeyemedikleri takdirde bu ciz­yeye denk "Meâfirî" denen bir tür kumaş vermeleri de kabul edildi.[47] Bahreyn mecûsîleriyle de aynı ölçüde cizye vermeleri şartıyla barış anlaşması yapıldı.[48] [49]

 

Gelir Kaynakları

 

Islâmda birbirinden farklı beş ana gelir kaynağı vardı. Ganimet, Fey, Zekât, Cizye, Haraç diye adlandırılan bu kaynaklardan birinci ve ikincisinin dışında olanlar yıl­da bir kez olmak üzere alınırdı. [50]

 

Ganimet

 

Ganimet malı sadece fetih ve zaferle ele geçerdi Araplar arasında bir ilke olarak, ordu komutanı ganimet malının dörtte birini kendisi alır —ki buna ribâ denirdi— geri kalanı ise kimin eline geçerse o alırdı. Bölüştürme diye bir sistem yoktu. Bedir savaşından sonra Allah Teâlâ ganimeti kendi mülkü ve malı kabul etmişti. Bunun içerisinde beşte bir hisseyi Allah ve Resulü adıyla İslâm devletinin emrine tahsis et-ti:"Ey Peygamber! İnsanlar sana ganimet malını soruyorlar. De ki: Ganimet malı Allah ve Resûlü'ne aittir." (Enfâl 8/1)

Allah ve Resûlü'ne ait buyurulması, ganimet mallarının askerlerin kişisel mül­kiyetine ait olmayıp aksine nasıl yararlı olursa ona göre devlet başkanının uygun gördüğü şekilde sarfedilebilmesine işarettir. Aynı şekilde beşte bir hakkında da şöyle buyrulmaktadır:

"Bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri muhakkak Allah'ın, Resûl'ün, yakınların, yetimlerin, yoksulların ve yolculuk edenlerindir." (Enfâl, 8/41)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in ganimet mallarını muhacirlere ve­ya Mekke'nin yeni müslüman olmuş insanlarına ikram etmesi gibi bir-iki istisnaî olay dışında O, devlet hakkı olan beşte biri aldıktan sonra her ganimet malının zer­resini dahi eşit ölçüde askerlere bölüştürmüştü. Süvarilere üç pay, piyadelere bir pay bazı rivayetlere göre süvarilere sadece iki pay verilirdi.[51] Genellikle beşte bi­rin çok az bir bölümü Peygamberin özel masraflarına verilirdi. Çoğunluğu ise yu-kardaki âyette bildirilen hak sahiplerine sarfedilirdi. [52]

 

Zekât

 

Zekât sadece müslümanlara farzdı ve dört ana maldan alınıyordu: 1-Nakit para, 2-Meyve ve mahsuller, 3-At dışında evde beslenen ve eti yenen dört ayaklı hayvan­lar, 4-Ticaret malları.[53]

İkiyüz dirhem gümüşten, yirmi miskal altından ve beş deveden daha az varlık­lardan zekat alınmıyordu. Mahsullerden alman zekatlar için, mahsulün beş vesak olması veya beş vesaktan fazla olması şarttı.

Altın ve gümüşten kırkta bir alınıyordu. Dört ayaklı eti yenen evcil hayvanla­rın zekat ölçüsü de hayvanın türüne göre değişik sayıdaydı. Hadis ve fıkıh kitap­larında konuyla ilgili geniş bilgi verilmiştir. Araziler iki bölüm ayrılmıştır. İlki su­laması sadece yağmur veya akar suyla olandır.[54] Bu tür arazilerin mahsullerinden onda bir (=öşür) alınıyordu.[55] Diğeri de insanlar tarafından sulanan arazilerdir ki, bunların mahsullerinden öşrün yarısı yani yirmide bir alınırdı. Sebzelerden zekât alınmazdı.[56]

Zekâtın sekiz harcama yeri vardı. Kur'an-ı Kerim bu sekiz yeri açıkça belirtmiş­tir:

Zekât, fakirlere, çaresizlere, müslümanhğı yeni kabul edenlere, hürriyetlerini kazanmak isteyen kölelere, borçlulara, yolculara, maaş olarak verilmek üzere ze­kât tahsildarlarına ve diğer hayır işlerine verilir.

Zekât, genellikle toplandığı yerde onu almaya hak kazanan insanlara harcanır­dı. Sahâbe-i Kiram bu prensibe o kadar alışmıştı ki, bir gün Ziyâd bir sahabîyi tah­sildar olarak bir bölgeye göndermişti. Geri döndüğünde Ziyâd kendisinden topla­dığı zekât paralarını isteyince, "Biz Hz. Peygamber salla İla hu aleyhi vesellem za­manından beri nasıl yapıyorsak öyle yaptım" diye cevap verdi. Muâz b. Cebel tah­sildar olarak Yemen'e gittiğinde zekâtla ilgili olarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ona: "Zekâta gelince, oranın zenginlerinden alınır, fakirlerine veri­lir" buyurmuştur.[57] [58]

 

Cizye

 

Cizye, müslüman olmayan vatandaşlardan, onların korunması ve himayesi karşı­lığında alınıyordu. Kesin bir ölçü ve miktarı yoktu. Hz. Peygamber sallallahu aley­hi vesellem kendi döneminde, her gücü yeten erginlik çağma ulaşmış kişiden bir dinar alınmasını emretmişti. Kadınlar ve çocuklar cizyeye tâbi değillerdi. Eyle böl­gesinin cizye miktarı üçyüz dinardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem dö­neminde en yüksek miktarda cizye Bahreyn'den alınıyordu. [59]

 

Haraç

 

Müslüman olmayan yabancılardan mülk sahibi olmaları karşılığında anlaşma yo­luyla kararlaştırılmış bir payın alınmasına haraç denir. Hayber, Fedek, Vadi'1-Ku-râ, Teymâ ve bazı başka yerlerden haraç alınıyordu. Meyve veya mahsul yetiştiği zaman, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir sahabîyi gönderirdi. O saha-bî, bağ ve bahçeleri görerek ne kadar tuttuğunu tahmin ederdi. Yanlış tahmin ihti­malini ortadan kaldırmak için tahmin edilenden üçte bir azaltırdı.[60] Kalan mallar­dan şartlara göre haraç alınırdı.

Hayber ve diğerlerinden mahsulün yarısı üzerinde anlaşma yapılmıştı.

Cizye ve haraç paraları, süvari birliklerinin maaş ve savaş masraflarını karşıla­mada kullanılırdı. Bütün sahabîler ihtiyaç zamanında gönüllü sipahi idiler. Ne ka­dar miktarda zekât toplanmışsa-Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hepsini o anda dağıtırdı. Herkesten önce, daha önce köle olan insanlara verirdi. Bir listeye insanların adı yazılmış olur ve insanlar bu sıraya göre isim okunarak çağrılırdı. Ço­luk çocuk sahibi olanlara iki hisse, tek başına olanlara bir hisse verilirdi. [61]

 

Devlet Arazileri Ve İşlenmeyen Topraklar

 

Arap yarımadasının geniş alanları ve ekseriyeti taşlık, çöllük, kurak ve kıraç ara­zi idi. Verimli ve yeşil sahalara ise yabancılar hakimdi. Geri kalanlar, terkedilmiş işlenmeyen topraklardı. Medine ve Tâif'te de ziraat yapılıyordu. Ama bunlar dı­şındaki bütün Araplar ya ticaret, ya da yağma ve çapulculukla geçimlerini temin ediliyorlardı. Araplar'm geçimsiz ve düzensiz hayatlarının sebebi, belli meslekle­rinin olmayışıydı. O bakımdan huzur ve güvenin sağlanması için bile toprağın ye­ni baştan düzene konulması gerekiyordu. Hicaz Yemen'inde, yabancı milletlerin çekilip gitmesinden dolayı zaten bir çok arazi ıssız kalmış, onların bir düzene ko­nulması şart olmuştu.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, sahâbe-i kiramı buna teşvik ederek şöyle buyurmuştur:

"Kim ölü bir toprağı diriltirse orası onundur. Kim bir arazinin etrafını çevirir­se orası da onundur."

Genel teşvikle birlikte özel bir takım düzenlemeler de yapmıştır. Yahûdî olan Benû Nadir ve Benû Kureyzâ kabilelerinin hurmalıkları ve arazileri Peygamber makamına mahsus emlak kabul edilmiştir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem de bunları muhacirlere ve bazı ensara dağıtmıştır. Hayber arazisinin bir miktarı devlet malı olarak kalmıştı. Geri kalanları ise Hudeybiye savaşına katılan muhacir ve ensara dağıtıldı. Fakat uygulamada araziler yahûdîlerde kalmaya de­vam etti. Mahsulün yarısını müslümanlar alıyor, yarısını da mal sahibi olanlara veriyorlardı. Önceden kullanılan arazileri Hz. Pegyamber sallallahu aleyhi vesel­lem birtakım şartlar dahilinde asıl sahiplerinde bıraktı. Nitekim Akk, Zûheyvân, Eyle, Ezrah, Necrân ve diğer yerlerde böyle hareket edildi. Terkedilmiş işlenme­yen araziler de sahabilere, devlet tımarı olarak verildi. Vâil (ra)'a Hadramût'ta bu şekilde bir parça arazi verildi. Yine Bilâl b. Haris el-Müzenfye ekilebilir büyük bir arazi ve maden ocakları verildi. Zübeyr (ra)'a Medine yakınında, Ömer (ra)'a Hayber'de araziler verildi. Benu Rifâa'ya Devmetu'l-Cendel yakınında toprak ih­san edildi.

Bu araziler o kadar cömertçe ve genişçe veriliyordu ki, herkes kendi imkân ve arzusuna göre onların sınırlarım belirliyordu. Bir keresinde Hz. Peygamber sallal-lahu aleyhi vesellem, Zübeyr (ra)'a, atı nereye kadar sürebilirse o kadar arazinin kendisine verileceğini bildirdi. Nitekim o, atını sürdü. At belirli bir yere ulaştıktan sonra durunca indi. Atının durduğu yer, arazisinin sının oldu.

Kurak Arabistan topraklarında en çok, kaynak sularına ihtiyaç duyuluyordu. Nitekim bir keresinde Allah Re'sûlü: "Kim daha önce başka bir müslümamn sahip olmadığı bir su kaynağım ele geçirirse, orası onundur" buyurunca bütün insanlar koşarak kendi su kaynaklarının sınırlarını belirlediler.

Bu cömertlik o kadar genişledi ve insanların ilgisini o kadar çekti ki, uzak böl­gelerden gelerek Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'den arazi ve toprak is­temeye başladılar. Ebyad b. Cemâl (ra) Yemen'den Hz. Peygamber sallallahu aley­hi vesellem'e geldi ve bir tuz ocağını istedi. Peygamberimiz de bunu kabul etti. Ama sahabeden biri, verilen o arazi içinde büyük bir su kaynağı olduğunu söyle­di. Su kaynağı herkese ait olduğu için Allah Resulü orayı geri aldı. Bol bol cömert-Çe dağıtılan arazi ve imkânlar, sadece kamu yararına ait olmayan şeylerden yapı­labiliyordu. Fakat kamu yararıyla ilgili olan şeyler eski halinde bırakılıyordu. Araplar'in hayvanlarma "himâ=koru" dedikleri otlaklar belirlemeleri eski gelenek­lerinden biriydi. Arabistan'da Pîlû ağacının yapraklan develerin temel gıdasıydı ve bununla ilgili hiçbir engel yoktu. Fakat Ebyad b. Cemâl bu ağaçları kendi himâ-sına sokmak isteyince Allah Resulü menetti ve "Pîlû ağaçlarından himâ yoktur!" buyurdu.

Araplar arasında hayvanları otlatmak için devlet adamları ve ileri gelenler için özel olarak yer ayrılması ve oraya başkalarının hayvanlarının sokulmaması bir adetti. Diğer insanlar bundan zarar gördüğü için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu sisteme son verdi.[62]

Aynı şekilde Arabistan'da Dehnâ denen bir bölge vardı. Oranın bir kenannda Bekr b. Vâil kabilesi, diğer tarafında da Benû Temîm kabilesi kalıyordu. Hureys b. Hassan buranın Bekr b. Vâil'e verilmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ferman yazılmasını emretti. O sırada tesadüfen orada Temîm kabilesinden bir adam bulunuyordu. Allah Resulü ona doğru baktı. O da: "Ey Allah Resulü! Orası develerin ve koyun-keçilerin otlağıdır. Onun yanında Te­mîm kabilesinin kadınlan ve çocukları kalmaktadır" deyince Hz. Peygamber sal­lallahu aleyhi vesellem: "Doğru söylüyorsun, ferman yazmayın. Müslüman, müs-lümanın kardeşidir, içinde su kaynağı bulunan bir otlak herkesin ihtiyacma yeter" buyurdu.

[63]

Dinî Düzenlemeler

 

Ülkede huzur ve güvenin sağlanması amacıyla gerekli idari ve sosyal düzenleme­ler yapılmıştı. Bundan daha önemlisi, müslümanlann dini meselelerinin düzenlen­mesiydi. Yahudiler arasında dini görevleri yerine getirmek için özel bir aile belir­lenmişti. Bu aile dışında hiç kimseye bu hizmetleri yerine getirme görevi ve hakkı verilemezdi. Hıristiyanlarda her ne kadar özel ailelere yetki verilmemişse de onlar­da da özel bir sınıf meydana gelmişti. Bu sınıf, dinî hizmetleri kendi haklan kabul etmişlerdi. Hindularda Brahminler dışında hiç kimse dinî hizmet görmeye lâyık olamazdı. Diğer milletlerde de durum böyleydi. Ama Muhammed sallallahu aley­hi vesellem'in getirip dünyaya hakim kıldığı şeriatta özel kişilere, özel ailelere ve özel sınıflara ihtiyaç yoktu. Aksine kelime-i tevhidi söyleyip kabul eden her müs-lüman bu görevi yapma hakkına sahipti.

İslâm Davetçileri ve Öğreticiler

Ünlü bir batılı tarihçi şöyle demiştir: "İslâm, Medine'ye geldikten sonra, Peygam­berlik boyutunu bırakarak saltanat şeklini aldı ve artık îslâmm manası, Allah'a iman edilmesi yerine, Muhammed sallallahu aleyhi vesellem'in idaresinin kabul edilmesi oldu."[64]

Halbuki Islâmın amacı, Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ'nın açıkladığı şekildedir:

"Müslümanlar öyle kimselerdir ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı kılar, zekâtı verir ve iyiliği emredip kötülükten sakındırırlar." (Hacc 22/41)

Her müslüman, vaiz de olabilir, sorgulayıcı da olabilir, dini yayan da olabilir, şeriat uzmanı da olabilir. Bu yüzden, islâm öncesi Araplar, en üst düzeydeki insan­lar arasında bile okuma-yazma bilmek ayıp kabul edilebilecek kadar cahilken, is­lâm döneminde her ev, fıkıh, hadis ve tefsir öğrenilen bir okul haline gelmişti. Hat­ta herkes fıkıh öğrenmek ve ilim tahsil etmek için yeterli vakit bulamadığından her kabile ve her toplulukta eğitim ve irşâd görevini yerine getirecek insanların bulun­masına karar verilmişti. Buna göre Kur'an-ı Kerim'de şu emir geldi:

"Müminlerin tamamının savaşa çıkmaları gerekmez. Onlardan bir topluluk sava­şa çıktığında bir grup da dinde derin bir anlayış edinmek ve kavimleri kendilerine ge­ri döndüğünde onları uyarıp korkutmak için geride kalabilir." (Tevbe 9/122) [65]

 

Öğreticilerin  Eğitim Ve  Yetiştirilmesi

 

Bu kurumla güdülen amaç, sadece şeriatın emir ve yasaklarından haberdar olan bir topluluk değil, aksine gece-gündüz Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yanında bulunarak baştan sona islâm boyasıyla boyanmış, konuşması, ha­reketi, ifade biçimi, oturup kalkması, söz ve eylemleri Peygamber eğitiminin ışığıy­la aydınlanmış ve bütün dünya için en güzel örnek ve model haline gelebilmiş ör­nek bir insan yetiştirmek olduğu için bütün Arap kabilelerinden birer heyet geli­yor ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yanında kalarak Cnun öğreti­lerinden nasibini alıyorlardı.

îbn-i Abbâs (ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir:

"Her Arap kabilesinden küçük bir topluluk, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yanına gelir ve O'ndan dinî meseleleri sorarak dinde geniş bilgi sahibi

olurdu."[66]

Arabistan'ın değişik bölgelerine gönderilen İslâm davetçîlerine gittikleri bölge­lerdeki insanları, memleketlerini bırakarak Medine'ye gelmeye ve orada kalmaya ikna ermeleri emrediliyordu. Bunun adı da hicretti. Bu noktada biat, 1 Bedevi bi­ati; 2 Hicret biati diye ikiye ayrılmıştı. Bedevi bîatı, Medine'de birkaç gün tutula­rak kendilerine bazı temel bilgilerin öğretilmesi amaçlanan bedeviler içindi. Müş-küu'l-Asâr kitabının özetinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Ukbe el-Cühenî müslüman olunca "Bedevi biati mı hicret biati mı yapıyorsun?" diye sor­duğu rivayet edilmiştir. Kitabın yazan şöyle demiştir:

"Hicret biati yapmanın sonucu olarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel­lem'in bu biati yapana dinî meseleleri uygulatarak göstermesi ve öğretmesi için Cnun yanında bir süre kalması şarttı. Bedevî biatında ise bu şart yoktu."

O bakımdan Araplardan bir çok aile evlerini bırakıp hicret ederek Medine'ye geliyorlardı. Ebu Musa el-Eş'arî (ra) bu bakımdan seksen kişiyle gelerek Medine'ye yerleşti. Hulâsatu'l-Vefâ kitabında şu hususlar belirtilmektedir: Medine'de Cühey-ne ve daha başka kabilelerin ayrı ayrı mescidleri vardı. Bunlar hicret yoluyla Me­dine'ye gelen kabilelerdi. Peygamber mescidi herkesi almaya yetmediği için daha başka mescidler yapılmıştı.

Eğitim ve öğretim için değişik metodlar vardı: Bu metodlardan biri şuydu: Ge­len heyetler on onbeş gün veya bir iki ay kalarak akâid ve fıkha ait önemli mesele­leri öğrenir ve kendi kabilelerine döndükten sonra da onlara bu öğrendiklerini öğ­retirlerdi. Meselâ Mâlik b. Huveyris, elçi heyetini alarak Medine'ye geldiğinde yir­mi gün burada kaldı ve önemli meseleleri öğrendi. Kafilesiyle birlikte kabilesine dönmek üzere iken Allah Resulü onlara şöyle buyurdu:

"Kabilenize geri dönün ve onların yanında kalarak kendilerine şeriatın emirleri­ni öğretin. Benim namaz kıldığımı nasıl görmüşseniz o şekilde namaz kılınız."[67]

Diğer bir metod ise, ders vererek öğretmekti. Yani insanlar daha farklı bir bi­çimde Medine'de kalır, akâid, şeriat ve ahlâk eğitimi alırlardı. Bunlara mahsus suf-fe sınıfı vardı. Orada daha çok, dünyevî ilişkilerden kopmuş, gece gündüz ibâdet ve tâatta bulunan ve daha çok ilimle uğraşan insanlar kalırdı.

Mişkât isimli eserin Kitâbu'1-ilm bölümünde şöyle bir rivayet yeralmaktadır: "Bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mescide gitti. Mescidde bulu­nanların iki halka halinde oturduklarını gördü. Halkalardan biri zikir, diğeri de ders halkasıydı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ders halkasına giderek oturdu."

Bugünün tabiriyle ilim öğrencilerine "Kurrâ" deniliyordu. Nitekim Sahîh-i Bu-hârî ve diğerlerinde bu tabir kullanılmaktadır. Eğitim ve öğretim için Ureyne'ye gi­den ve kâfirlerin oyununa düşerek şehit düşen müslümanlar işte bu dershanenin yetiştirip eğittiği kimselerdi. Hadis kitaplarında bunların adı "Kurrâ" lakabıyla anılmıştır. Siyer uzmanları onlardan herhangi biri evlendiği zaman bu topluluktan ayrıldığını ve yerine başkasının girdiğini yazmışlardır.

Suffe ashabından hiçbirinin üzerinde gömlek ve şalvar türü giysiler yoktu. Bo­yunlarına bağlayıp dizlerine kadar uzattıkları bir bez parçasından başka hiçbirşey-leri bulunmayacak kadar yoksul ve çaresiz olmalarına rağmen, dizlerini büküp oturmuyorlardı. Aksine çöle gidip odun topluyorlar,[68] onları satarak ellerine ge­çirdikleri paraların yarısmı hayra harcıyor, yansını da kader birliği ettikleri suffe arkadaşlarına dağıtıyorlardı. Bu bakımdan eğitim ve öğretim zamanının gece ol­masına karar verilmişti. Bazı rivayetlerden anlaşılan odur ki, bu dershanenin öğ­retmenleri arasında ünlü ilim sahibi Ubâde b. Sâmit de bulunuyordu. Hz. Ömer'in halifeliği döneminde, Kur'an ve fıkıh öğretmesi için Filistin'e gönderilmişti. Ebu Davûd'da Ubâde b. Sâmit (ra)'dan şöyle bir rivayet yeralmaktadır.

"Suffe ashabından bazılarına Kur'an-ı Kerim'i ve yazı yazmayı öğrettim. Kar­şılığında biri bana bir yay hediye etti."

Bir başka rivayette ise Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in, Ubâde'nin bu hediyeyi kabul etmesine izin vermediği haber verilmiştir. Bazı rivayetlerden an­laşılıyor ki, suffe dershanesi dışında suffe ashabının geceleyin öğrenim gördüğü bir yer daha vardı. İmam îbn-i Hanbel Müsned'inde şunu rivayet etmiştir:

"Enes (ra) diyorki: "Suffe ashabmdan yetmiş kişi bir öğreticinin yanma gider ve sabaha kadar dersle meşgul olurlardı."[69]

Araplar arasında okuryazarlık oranı çok düşüktü. Ama İslâm bir bakıma yaz­ma sanatını da beraberinde getirdi. Yazma sanatının bilinmesi, en çok Kur'an'ın kaleme alınması, yazılarak kaybolmaktan korunması için şarttı. Bu yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, daha başından insanları yazı yazmayı öğ­renmeye teşvik etti. Bedir savaşı anlatılırken belirtildiği gibi savaş esirlerinden fid­ye veremeyenlere, serbest bırakılmaları için Medine'de kalarak müslümanlara yaz­mayı öğretmeleri şartı konmuştu. Ebu Davud'un yukarda geçen hadisinde, suffe ashabına verilen dersler arasmda yazmanın da bulunduğu anlaşılmaktadır. Nite­kim Ubâde (ra) Kur'an-ı Kerim'i okutmakla birlikte yazmayı da öğretiyordu. [70]

 

Mescid  İnşası

 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, lüks hayat ve gösterişten nefret eden bir karaktere sahip olduğu için taş, tuğla ve toprak için servet harcanmasını istemedi­ği halde islâm davasının bütün amacı; Allah Teâlâ'nın sânını yüceltmek, Cnu tak-dîs ve tesbîh etmek olduğu için, her kabilenin müslüman olur olmaz bir mescide ihtiyacı oluyordu. Cami yapılmasını gerektiren bir başka sebep de camilerin sade­ce ibadet yeri olarak değil, bir tür toplantı yeri olarak kullanılmalarıdır. Beş vakit namazda, cami ve mescidîerde toplanan müslümanlar birbirine daha sıkı bağlanı­yor, daha içten bir birlik oluşuyor, sosyal ve siyasal güçlerini kat kat arthrıyorlar-dı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem işte bu yüzden cemaatle namaz kıl­ma üzerinde çok durmaktaydı.

Medine'de bir çok kabile yaşıyordu. Her kabilenin ayn mahallesi vardı. Her mahallede de bir mescid bulunuyordu.

Ebu Dâvûd Kitabu'l-merâsîl bölümünde senedini de vererek, Medine'de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem döneminde dokuz mescidin bulunduğunu, bunların da cemaatlerinin bulunduğunu yazmaktadır. Bu mescidlerin isimleri şöyledir:

Benî Amr mescidi, Benî Sâ'ide mescidi, Benî Ubeyde mescidi, Benî Seleme mes­cidi, Benî Râbih mescidi, Benî Züreyk mescidi, Gıfâr mescidi, Eşlem mescidi ve Cü-heyne mescidi.

Değişik rivayetlerde bu mescidler dışında da değişik kabilelerin aşağıda isim­leri yazılı çeşitli mescidlerine rastlanmaktadır.

Benî Hadre mescidi, Benî Ümeyye mescidi —bu mescid ensârdan bir kabilenin mescidiydi—, Benî Beyâda mescidi, Benî Hablâ mescidi, Benî Usayye mescidi, Ebû Faysalı mescidi, Benî Dînâr mescidi, Übey b. Ka'b mescidi, Nâbiğa mescidi, îbni Adiy mescidi, Bel Haris b. Hazra mescidi, Benî Hatme mescidi, el-Fudayl mescidi, Benî Harise mescidi, Benî Zafer mescidi, Benî Abdul Eşhel mescidi, Vâkım mesci­di, Benî Muâviye mescidi, Atîke mescidi, Benî Kureyzâ mescidi, Benî Vâil mescidi, Şecere mescidi.[71]

Rivayetlerden anlaşılmaktadır ki, îslâmın yayılmasına paralel olarak Medine dı­şında Arabistan'ın her köşesinde günde beş kere Allah'ın adı anılan mescidler ya­pılıyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, geceyi bekleyerek sabahleyin ezan sesi gelen yere saldırmamayı adet haline getirmiştir. Nitekim bîr cihad seferin­de kulağına bir taraftan Allahü Ekber sesi gelince: "Bu, bir şehâdettir" buyurdu.

Sonra "Eşhedü ellâ ilahe illallah" sesini duyunca, "Cehennemden kurtuluş ola­caktır" buyurdu. Sahâbe-i kiram çevreye göz gezdirip sesin geldiği yeri araştırınca duydukları sesin, Bekre oğullarının çobanlarının okuduğu ezan sesi olduğunu an­ladılar.[72] Ezan sesinin geldiği yere saldırılmaması mücâhidlere emredilmişti. Ni­tekim bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir askeri birliği se­fere gönderdirken şöyle tavsiyede bulundu:

"Bir yerde mescid gördüğünüz veya ezan sesi işittiğiniz zaman oradaki hiç kimseyi öldürmeyin."[73]

Bu rivayetlerden, bir taraftan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem döne­minde Îslâmın nasıl bir süratle yayıldığı, diğer taraftan da müslümanlığı kabul eden kabilelerin kendilerine ayrı ayrı mescidler yaptıkları ve oralarda beş vakit ezan sesini yükselttikleri anlaşılmaktadır.

O günlerdeki yaygın fakirlik ve sadelikten dolayı yapılan mescidler uzun za­man ayakta kalamadığından o mübarek mekanların büyük bölümü varlık alemin­den silinip gittiler ve kendileriyle birlikte adlan ve yapılış tarihleri de yok oldu. Bu­na rağmen uzun süre ayakta duran mescidlerin tarihlerinden, Arabistan'ın hiçbir köşesinin bu dinî hatıralardan mahrum kalmadığı anlaşılmaktadır.[74]

Arap kabilelerinden Bahreyn'deki Abdü'1-Kays kabilesi müslüman olmuştu. Bu kabile kendisi için bir mescid inşâ etmişti. İslâm tarihinde Hz. Peygamber sal­lallahu aleyhi vesellem'in mescidinden sonra ilk Cuma namazı işte bu mescidde kı­lınmıştı. BuhârTnin Kitâbu'l-Cum'a bölümünde şöyle nakledilir:

"Ibn-i Abbâs (ra)'m şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber mescidi dışında Cuma namazı ilk defa Abdü'1-Kays mescidinde kılınmıştır ki bu mescid Bah­reyn'in Cüvâsî köyünde bulunmaktaydı."

Tâifliler müslüman olunca Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, daha ön­ce onların putlarının dikili olduğu yere özellikle mescid yapılmasını emretti.123[75] Talk b. AH (ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Bizim kabilenin insanları, bir heyet halinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna geldiklerinde, ben de aralarında bulunuyordum. "Memleketimizde bir kilise var" dediğimizde Hz.Peygamber sallallahu aleyhi vesellem abdest aldığı suyu bize lütfetti ve: "Kiliseyi yıkın ve oraya bu suyu serptikten sonra mescid yapın" buyurdu. Nitekim o insan­lar geri döndüklerinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in tavsiyesine gö­re mescid inşâ edildi.[76]

Bu tür mescidler Arabistan'ın her köşesinde inşa edilmiş olmalıdır. Ama hadis kitaplannda genellikle Medine ve civarında inşa edilen mescidlerin durumu bildi­rilmektedir. Sahîh-i Müslim'de şöyle nakledilir: "Medine civarında ensar müslü-manlanna ait bir köy vardı. Aşure günlerinden birinde onlar arasında oruçlu olan­lar, oruçlarını tamamlasınlar, oruçlarını bozmuş olanlar da günün geri kalan zama­nını oruçla geçirsinler diye ilân ettirdi. Bu ilândan sonra sahabe bunun üzerinde o kadar şiddetle durdu ki, kendileri oruç tuttukları gibi, çocuklarına da oruç tuttur­dular. O derece ki, çocukları evden dışarı götürerek mescide koyarlar ve "Yemek isteriz" diye ağladıklarında oyuncaklarla oyalarlardı."[77]

tmam Buhârî, Sahîh-i Buhârf de "Mescidler kişilere nisbet edilebilir mi?" diye ayrı bir bölüm açmış ve o bölümde yer verdiği hadislerde açık bir şekilde Benî Zir-rîk mescidinin adı verilmiştir. Enes b. Mâlik (ra) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem'le birlikte ikindi namazını kıldıktan sonra kendi mahallesine gelirdi. Buranın insanları mescidde beklerlerdi. Haber gelip, "Peygamber mescidinde namaz kılındı" denince insanlar orada namaza dururlardı.[78] Bu rivayetlerden açıkça anlaşılmakta­dır ki, kabilelerin mescidleri ayrı ayrıydı. Sahih hadis kitaplarının rivayetlerinden anlaşılan bir diğer husus da şudur: Bazı insanlar Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem'le birlikte namaz kıldırıyorlardı. Nitekim Muâz b. Cebel (ra) hazretleri böyle hareket ederdi. Medine'deki kabileler ve onlar dışında Medine'ye hicret yoluyla yer­leşmiş olan kabileler, kendileri için ayrı mescidler yapmışlardı. Nitekim İbn-i Sa'd'ın Tabakât'ında: "Medine'de Cühenî kabilesinin bir mescidi vardır" denilmektedir.[79]

Kabilelerin ihtiyaçları dışında mescid inşâ etmelerinin bir sebebi de, Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem'in namaz kıldığı yerlerin bereketine inanan sa-hâbe-i kiramın oraları mescid yapmalarıydı. İmam Buhârî, Sahîh-i Buhârî'de ayrı bir bölüm açmış, adına da "Medine yolları üzerindeki mescidler ve Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem'in namaz kıldığı yerler" adını vermiştir. Bu bölümün altmda o tür mescidlerin bazüannın isimlerini de saymıştır. Ibn Hacer bu mescid­leri aşağıdaki şekilde sıralamaktadır:

Kubâ mescidi, el-Fasîh mescidi, Benî Kureyzâ mescidi, Meşrebe-i Ümm-i ibra­him mescidi, Benî Zafr veya Bağle mescidi, Benî Muâviye mescidi, Fetih mescidi, Kıbleteyn mescidi.

HâJfız îbn-i Hacer: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Medine ve Me­dine çevresinde oyulmuş taşlarla yapılmış mescidlerin hepsinde, namaz kılmıştır. Çünkü Ömer b. Abdülazîz bu mescidleri tamir ederken Medineliler'den bunları soruşturup öğrenmişti" diye de yazmaktadır.[80] [81]

 

Namaz  İmamlarının  Tayinleri

 

Mescidler inşa etmekle birlikte değişik kabileler için ayn ayrı imam tayin edilmesi de gerekliydi. Genellikle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in uyguladığı kural; müslüman olan kabilelerde Kur'an-ı Kerim'den en fazla ezberi olan kim var­sa onu imam tayin etmekti. Bu şerefte büyük-küçük, efendi-köle herkes eşitti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin gelişinden önce Medine'ye gelmiş olan muhacir müslümanların imamı Ebu Huzeyfe (ra)'ın âzâd ettiği kölesi Salim (ra)'dı. Cerm kabilesi müslüman olunca Amr b. Seleme el-Cermî o sıralarda yedi sekiz yaşlannda küçük bir çocuk olmasına rağmen kabilesi içinde en fazla Kur'an ezbe­ri olan kişi olduğu için imam tayin edilmişti.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem imam tayininde birkaç ölçü koymuştu:

"Ebu Mes'ud el-Ensarî (ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber sallal­lahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Allah'ın Kelâmı'nı iyi okuyan ve bilen kim var­sa cemâate o imam olsun. Eğer bu noktada herkes eşitse sünneti en iyi bilen imam olsun. Eğer bunda da eşitseler, o zaman önce hicret eden olsun. Onda da eşitseler yaşlı olan —imam— olsun."

Her hangi bir kabile Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna geldiğinde Allah Resulü; "içinizde Kur'an-ı Kerim'i en çok ezbere bilen kim?" di­ye sorardı. Kur'an-ı Kerim'i iyi bilen biri varsa insanlar onun adını verir, Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem de onu imamlık göreviyle şereflendirirdi. Nite­kim Tâifhalkımn imamı Utman b. Ebi'l-As bu şekilde tayin edilmişti. Herkes eşit durumda bulunuyorsa, "Kim büyükse cemâatin imamlığım o yapsın" buyururdu. Mâlik b. Huveyris, kendi kabilesi tarafından Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem'e gönderildiğinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ona böyle bu­yurmuştu.

Medine'de, Medine çevresinde, Arabistan'm çeşitli eyâletlerinde mescid yapı­lan yerlere imam tayin edileceği ortadır. Devlet görevlisi olarak kabilelere gönde­rilen kişiler, aynı zamanda onların imamı da oluyordu.[82] Büyük ve geniş yerlerde bu iki görev birbirinden ayrı oluyordu. Tabîi olarak ayn ayrı görevli tayin edili-yord. Ummân'da Amr b. el-As devlet görevlisiydi. Ebu Zeyd el-Ensarî[83] (ra) ise imamdı. Ama ne üzücüdür ki, hadis ve siyer kitaplarında bu gibi kimselerin isim­leri verilerek gerekli açıklamalar yapılmamıştır. Dolaylı olarak elde ettiğimiz ipuç­ları ile ele geçirdiğimiz isimler aşağıda liste olarak verilmiştir:

Mus'ab b. Umeyr: Medine-i Münevvere'ye imam olarak tayin edilmiştir. Ken­disi, Peygamberin hicretinden önce ensara imamlık yapıyordu. Bu husus, tbn-i Hi-şâm'in Akabe biatıyla ilgili anlattıkları arasında zikredilmiştir.

Ebu Huzeyfe'nin azatlısı Salim: Medine-i Münevvere'de imamlıkla görevlen­dirilmiştir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in Medine'ye gelişinden önce muhacirlere imamlık ediyordu. —Bu bilgi, Buhârî ve Ebu Dâvûd'da zikre­dilmiştir.—

îbn-i Ümmi Mektûm: Medine'ye imam olarak görevlendirilmiştir. Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem askeri sefer Sebebiyle Medine'nin dışma çıktı­ğında bir çok şahabı de beraber giderdi. Ama tbn-i Ümmi Mektûm görme özürlü olduğu için Medine'de kalırdı. O bakımdan böyle durumlarda imamlıkla görev­lendirilmiştir. —Ebu Dâvûd—

Ebu Bekir-i Sıddîk: Medine'de imamlıkla görevlendirilmiştir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir yere gittiklerinde Mescid-i Nebevide o imamlık ya­pardı. —Sahih Buhârî.—

Utbân b. Mâlik: Benu Salim kabilesine imam olarak gönderilmiştir. Kendi kabi­lesinin imamıydı. —Ebu Dâvûd ve Nesâ'î.—

Muâz b. Cebel: Benu Seleme kabilesine imam olarak tayin edilmişti. Kendi ka­bilesinin imamıydı. —Buhârî.—

Ensârdan biri: Küba mescidine imam tayin edilmişti. Kendi kabilesinin ima­mıydı. —Buhârî.—

Amr b. Seleme: Benu Cerem kabilesine imam olarak tayin edilmişti. Kendi ka­bilesinin imamıydı. —Ebu Dâvûd, Nesâ'î.—

Üseyd b. Hudayr: Kendi kabilesinin imamıydı. —Ebu Dâvûd.—

Enes b. Mâlik —veya sahabeden başka bir müslüman— Benu Neccâr kabilesi­nin imamıydı. Kendi kabilesine imam olarak tayin edilmişti, imamın adı şüpheli­dir. —îbn Hanbel.—

Mâlik b. Huveyris: Kendi kabilesine imam olarak tayin edilmişti. —Ebu Dâvûd.—

Attâb b. Useyd: Mekke-i Muazzama'ya imam olarak gönderilmişti. Kendi kabi­lesinin imamıydı. —Nesâ'î—

Osman b. Ebi'l-As: Tâif'e imam olarak gönderilmişti. Kendi kabilesinin ima­mıydı. —Tâif Heyeti bahsi—

Ebu Zeyd Ensârî: Ummân'a imam olarak tayin edilmişti. Kendi kabilesinin imamıydı. —Belâzurî, Umman bahsi—[84][85]

 

Müezzinlerin  Tayini

 

Genelde ezan için belli bir kişi tayin edilmiyordu. Yine de birkaç örnekle tahmin edilmektedir ki, büyük mescidlerde bu görev Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem tarafından ayrıca belirlenmişti. Mesela Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere' de, Hz. Peygammber sallallahu aleyhi vesellem şu değerli zatları bu­nunla görevlendirmiştir.

Bilâl b. Rebâh: Medine-i Münevvere'de Peygamber Mescidi'nin müezziniydi.

Amr b. Ümmi Mektûm el-Kureyşî: Mekke-i Mükerreme'deki Peygamber Mes-cidi'nde müezzin olarak görevliydi.

Sa'd el-Kart: Medine'nin banliyösü olan Küba mescidinde müezzindi.

Ebu Mahdûre Cumhî el-Kureyşî: Mekke-i Mükerreme'de Mescid-i Harâm'ın yani Kabe'nin müezziniydi.[86]

Şeriatın Tesisi ve Kemale Ermesi

"Bugün sizin dininizi mükemmelleştirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. îsîâmt size din olarak seçtim." (Mâide 5/3)

Bütün bu düzenleme, planlama ve devlet idaresiyle ilgili uygulamalar Islâmın temel amaçlan değildi. Asıl amaç yukarda genişçe anlatılmıştı, tslâmın hedefi; ül­kede huzur ve güvenin tesisi ve müslümanlarm hiçbir engelle karşılaşmadan, bas­kı, zulüm ve haksızlığa uğramadan dinî görevlerini yerine getirebilmeleri için dü­zenli, güçlü ve hukuka dayalı bir devlet düzeninin kurulmasıydı. Sahih-i Buhâ-rî'de şöyle nakledilmektedir:

"Bir adam, Abdullah b. Ömer (ra)'a "Fitne ortadan kalkıncaya ve din baştan ba­şa Allah'ın oluncaya kadar savaşın" (Bakara 2/193) âyetinin tefsirini sormuştu. O da şöyle demişti: Bu Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem zamanındaydı. İs­lâm o zamanlar öyle zayıftı ki; kişi, inancından dolayı baskıya uğruyor, hayatî teh­like içinde bulunuyordu. Artık İslâm güçlendi, gelişti, ortada fitne de kalmadı."[87]

Hicretten sonraki sekiz yıl boyunca bu tür fitnelerin giderilmesine, müslüman-lara yönelen düşman saldırılarına karşı konulmasına ve ülkede huzur ve güvenin sağlanmasına çalışıldı. Bu amaçla sekiz yıllık uzun süre içinde, her olay ve her yerde îslâm farzları ve görevleri arasında en çok göze çarpan, cihaddı. Dolayısıyla, ta­rih sayfalarında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yaptığı her savaş için geniş bilgiler bulunurken namaz, oruç, zekat hakkında ikişer satırdan fazlası anla­tılmaz. Bu anlatılan iki satır da o yılın olayları anlatılırken, sonuna doğru; "Bu yıl, farz namazlar iki rekata yükseltilmiştir" türünden bilgileri içermektedir.

Bunun sebebi; —Allah korusun— siyer bilginlerinin, îslâmî farzlara önem ver­memeleri veya bunların yüceliğini gözönüne almamaları değildi. Bunun asıl sebe­bi, durmadan düşmanla savaşılmasından ve ülkedeki asayiş bozukluğundan dola­yı bir çok farzın gecikmeli olarak farz kılınmasıydı. Daha önce farz kılınmış olan­ların son şeklini alması da, gece-gündüz düşman saldırılarının durdurulmaya ça­lışıldığı bir dönemde kademeli olarak gerçekleşmiştir, islâm idaresi henüz tam ha­kim olamadığından idarî ve mülkî hukuka ait bir çok ilahî emir gecikmiştir. Saf di­nî farz ve hükümler de bu dönemde aşamalı olarak inmiş, uygun şartlar doğduk­ça son şekillerini almışlardır, ilahî hükümlerin kademeli olarak inmesindeki en önemli hikmet, bu emirlerle amaçlananın; bunları sadece Araplar'a anlatmak de­ğil, aksine hayatlarını fiilen bu hükümler üzerinde yürütmek olduğundan aşamalı ve tedricî olarak geliştirilip tamamlanmıştır.

Bu İnce noktayı Hz. Aişe (ra) çok güzel bir şekilde açıklamaktadır: "Önce mü­kâfat ve cezaya ilişkin âyetler indi. Kalplerdeki hazırlık ve duyarlılık oluştuktan sonra da emir ve hüküm belirten âyetler indi. Daha ilk günden 'Şarap içmeyin!' âyeti inseydi, buna kim uyardı?"[88]

Kısacası bütün bu sebeplerden dolayı Islâmın bir çok farz ve hükmü yarımada­da emniyet ve huzur sağlandıktan, ülkeye tam bir güven hakim olduktan sonra son şeklini almıştır. Mekke dönemi boyunca oruç farz kılınmamıştı. Oruç, Medine-i Münevvere'de farz kılındı. Ancak zekâtın farz kılınışı yedi-sekiz yıl sonra oldu. Bunun sebebi; gece-gündüz demeden yapılan savaşlar yüzünden malî durumun, zekâtın farz kılınmasına imkân verecek hale gelememesiydi. Mekke'nin fethinden önce müslümanlann bu mübarek topraklara ayak basamamasından dolayı o zama­na kadar hac da farz olmadı. Namaz hergün yerine getirilen bir farzdı ve bu farz Islâmın ortaya çıkışıyla birlikte gelmişti. Ama son şeklini alması, hicretten altı-ye-di yıl sonra oldu. Hicretin beşinci yılına kadar namazda konuşmak caizdi. Dışar­dan biri gelip selam verdiğinde namaz kılan o anda karşılık verirdi. Nitekim bu ko­nuda Ebu Dâvûd ve diğerlerinde çeşitli rivayetler bulunmaktadır.[89]

Mekke'nin fethinden sonra küfrün gücü kırıldı ve bütün ülkede huzur ve gü­ven ortamı meydana geldi. îşte o zaman dinî emirler ve şeriat sistemi de son şekli­ni almaya başladı. Öyle emir ve hükümler vardı ki, bunlar henüz hiç bildirilmemişti. Zekât ve hacan farz kılınması, faizin haram kılınması vb. hükümler böyleydi. Bunların esasları ortaya konmuş, ama son ve mükemmel şeklini almamışlardı.[90] [91]

 

İnanç  Ve   Islâmın   Esası

 

Islâmın en öncelikli ve en önemli sıfatı, getirdiği inanç sistemi ve insanlara sundu­ğu katıksız, saf ve parlak bir akide ve iman manzumesidir. Bu sistemin esasları; Allah'ın varlık ve birliğine inanmak, peygamberlik düzenini kabul etmek, melek­lere inanmak, kıyamet gününe inanmak ve öldükten sonra dirilmeye imân etmek­tir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e inen, "Yaratan yüce Rabbinin adıyla oku" (Alak 96/1) ilahî buyruğunda herhangi bir inanç öğretisi yoktu. An­cak ikinci inen vahiy şöyle idi: "Ey bürünüp örtünen insan! Kalk ve uyarıp korkut. Rabbini tekbir edip yücelt. Elbiseni de temizle. Pislikten kaçınıp uzaklaş." (Müd-dessir 74/1-4)

Bundan sonra Mekke döneminde inen âyetlerin çoğu inanç ve akideyle ilgili âyetlerdir. Şirkin ve putperestliğin kötülüğü, Allah'ın yücelik, büyüklük ve ululu­ğunun açıklanması, kıyamet gününün korkunç manzarası, cennet ve cehennemin müessir bir üslupla anlatılışı, peygamberliğin özellikleri ve bunun insanlık için ge­rekliliğine dair deliller. Onüç yıllık Mekke dönemi boyunca daha çok bunlar işlen­mişti.[92]

tslâmın ilk yıllarında Kur'an-ı Kerim'de insanlara anlatılan inanç esasları birbi­rinden kopuk olarak anlatılmıştı. Mekke döneminde inen âyetler incelendiği za­man görülecektir ki, bu âyetlerde anlatılan inanç esasları ve imanı konuların her-biri birbirinden ayn anlatılmaktadır. Akâid esaslarının zincirleme anlatılışı. Baka­ra ve Nisa sûrelerindedir. Bu iki sûre de Medine'de nazil olmuştur. Mekke'de inen sûrelerde ağırlık, tevhid inancına, Allah'ın birliğine inanmaya, kıyamet gününe inanmaya ve Peygamber'in tasdikine verilmişti. Medine'ye geldikten sonra bütün inanç ilkelerinin toptan eğitimi başlamıştır. îman ve tslâmın temel maddeleri ko­nusunda inen ilk âyet Bakara sûresinin şu âyetleridir:

"Ki onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. Yine onlar sana indirilene, senden önce indirilenle­re iman eder ve ahirete de kesin bilgiyle inanırlar." (Bakara 2/3-4)

Bu iman esasları, sûrenin ortasında tekrarlanmaktadır:

"Asıl iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere ina­nanların iyiliğidir." (Bakara 2/177)

Bundan sonra, namaz, oruç, zekat ve bazı ahlâkî hükümler sıralanmıştır. Bu âyetler, kıblenin değiştirilmesini bildiren âyetle birlikte hicretin ilk yılında nazil ol­muştur.

Bunların izahı sûrenin son kısmında yapılmıştır. Bu âyetler de, Hz. Aişe[93]ve tbn-i Abbâs[94] (ra)'m rivayetlerinden de anlaşıldığı üzere hicretten birkaç yıl sonra nazil olmuştur:

"Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti. Mü'minlerin hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı." (Bakara 2/285)

Geniş ve açık bir şekilde müslüman olan kimselerin inanç ve akidelerinin ne ol­ması gerektiğini bildiren Nisa sûresinin ilgili âyeti şudur:

"Ey iman edenler! Allah'a, resulüne, resulüne indirdiği Kitab'a ve bundan ön­ce indirdiği Kitâb'a iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarım ve peygamber­lerini inkar ederse kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır." (Nisa 4/136)

iman konusunu açıklayan hadislerde, insanların Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e îslâmın ve imanın ne demek olduğunu sorduğu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in de soru soranın veya zamanın durumuna uygun ola­rak değişik cevaplar verdiği anlatılmaktadır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem şöyle buyurmuştur: "İnsanlar Allah'ın birliğine, Muhammed'in O'nun elçi­si olduğuna şehâdet getirinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar onlarla mücadele etmem bana emredildi."

Bir keresinde köylü bir müslüman, Allah Resûlü'nün huzuruna geldi ve "îslâm ne demektir?" diye sordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şu üç hususu bildirdi: Gece-gündüz beş vakit namazı kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak ve zekât vermektir." Abdü'1-Kays kabilesinden gelen heyet, hicretin 5. yılında Allah Resûlü'ne geldi: "Düşmanlarımızın engellemesinden dolayı buraya —istediği­miz— zaman gelemiyoyruz. Bu yüzden bize buraya gelemeyen insanlara da anla­tabileceğimiz emir ve hükümleri bildir" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

"Allah'tan başka bir ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğu­na şehâdet getiriniz. Namazı kılınız, zekâtı veriniz. Ramazan ayında orucunuzu tu­tunuz ve ganimet malından beşte bir bölümünü veriniz."

Bir keresinde Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem sahabe-i kiram arasında oturuyordu. O sırada bir kişi gelip "imân nedir?" diye sordu. Allah Resulü sallal­lahu aleyhi vesellem de: "İman, Allah'a, meleklere, Allah'a kavuşmaya —öldükten sonra dirilip Allah'ın huzuruna çıkmaya—, O'nun peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye kesin olarak iman etmendir" buyurdu. Bunun üzerine o kişi, "İs­lâm nedir?" diye sordu. Hz. Peygamber de: "İslâm, sadece Allah'a ibadet etmen, hiç kimseyi O'na ortak koşmaman, namaz kılman, zekat vermen, Ramazan aymda oruç tutmandır" buyurdu. Bundan sonra o kimse, "İhsan nedir?" diye sordu. Bu­na cevap olarak da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Allah'ı görüyor gi­bi O'na ibadet etmendir. Çünkü sen O'nu görmesen de, O seni görür" buyurdu.

Bu cevaplar, hemen hemen Islâmm temel esaslarının en kısa yoldan ortaya ko­nuşudur. Bu soru-cevap diyalogu, Mekke'nin fethinden yani Hicrî 7. yıldan önce yapılmış olmalıdır. Çünkü bu konuşmada hac anlatılmıştır. Ayrıca ibadetin mü­kemmel olması için huşu ve boyun eğiş şartı da ilave edilecek kadar güven ortamı doğmuştu. Islâmın temel yapısının son izahını Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem şöyle yapmıştır:

"İslâm, beş temel üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna kesin inanmak, namaz kılmak, zekât ver­mek, haccetmek ve Ramazan'da oruç tutmaktır."

Gün geçtikçe iman ve îslâmın temel kuralları eksiksiz ortaya konup tamamla­nınca, ayrıntılar ve diğer gerekli noktalar da öğretildi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:

"İmanın altmış küsur bölümü vardır. Bir bölümü de haya —utanmadır—" bu­yurdu. Bir keresinde yine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "En sağlam müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanlann emin olduğu kimsedir" bu­yurdu. Bir başka sahabiye verdiği cevapta ise Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem şöyle buyurmaktadır:

"En iyi müslüman; yoksullara yediren, tamsın tanımasın başkalarına selam ve­rendir." Yine birgün: "Kendisi için istediğini müslüman kardeşi için istemedikçe gerçek mümin olunamaz" buyurmuştur.

Özetle söylemek gerekirse, Îslâmın temel akaidi ile ikincil esasları tedricî olarak tamamlanmıştır, Hicret'in 13. yılında eda edilen Hacc-ı Ekber günü Allah Teâlâ di­nin kemâle erdiğini beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Bugün dininizi kemâle er-dirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım." (Mâide 5/3) [95]

 

İbâdetler

 

îslâmın beş temeli olduğunu ifade eden hadisi daha önce zikretmiştik. Bu beş te­melin dördü, namaz, oruç, zekât ve hac ibadetleridir. Bunların en zaruri olanı na­mazdır. Namazın dosdoğru kılınması için bir çok şarta riayet etmek gerekir. Bun­ların ilki de "Taharet" yani temizlenmedir. [96]

 

Taharet

 

İbadet edecek insanın giysisini ve bedenini temizlemesi, onun maddi ve manevi an­lamda "tâhir" yani temiz olmasını sağlar. îslâmın temizliğe verdiği önem, şundan anlaşılmaktadır ki gelen ikinci vahiyle Allah Resulü Îslâmın hüküm ve esaslarıyla muhatap olurken temizlik, tevhid inancının hemen arkasından geliyor ve O, "Ey ör­tünüp bürünen! Kalk ve Uyar! Rabbini Tekbîr ile yücelt! Üstünü başım temizle! Her türlü kötülükten sakın!" (Müddessir 74/1-5) emriyle karşı karşıya kalıyordu.

Müfessirler, buradaki "Üstünü başım temizle!" buyruğu ile kalbî temizliğin, "Her türlü kötülükten sakın!" buyruğu ile de putperestlikten armmanın kasdedilmiş olduğunu söylemişlerse de, zahirî temizliğin de buna dâhil olması mümkün­dür. Buna göre biz de bundan Islâmiyetin temizliğe verdiği önemi anlayabiliriz. Tarih, siyer ve hadis kitaplarında, Cebrail (as)'ın Allah Resûlü'ne abdest almayı bizzat öğrettiğini bildiren rivayetler yeralmaktadır. Hâkim, eî-Müstedrek adlı ese­rinde îbn-i Abbâs (ra)'dan şunu nakletmiştir: "Allah Resulü sallallahu aleyhi vesel-lem hicretten önce de abdest almıştır."[97] Ancak bütün hadis bilginleri, abdest al­makla ilgili âyet-i kerimelerin Medine'de indikleri hususunda görüş birliği içinde­dirler. Abdestle ilgili âyet şudur: "Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman, yü­zünüzü, dirseklerinize kadar kollarınızı yıkayınız, başınızı mesnediniz, ayaklarını­zı topuklarınıza kadar yıkayınız." (Mâide 5/6)

Bu âyet-i kerime Mâide sûresindedir. Mâide sûresinin âyetlerinden birçoğu dört veya beş yıl sonra nazil olmuştur. îmam Buharı, üstteki âyetin teyemmüm âyetiyle birlikte indirildiğini söylemiştir. Bilindiği üzere teyemmüm âyeti, Hicret'in 5. yılı vahyedilmiştir. Bu yüzdendir ki ulemanın çoğunluğu, abdestin daha önce de alın­makta olduğu düşüncesindedirler. Şu var ki abdest Hicrî 4. veya 5. yılda farz kılın­mıştır. O zamana kadar, insanlar çok hızlı abdest alıyorlardı. Uzuvlarının bazı bö­lümleri ıslanıyor, bazı bölümleri ıslanmıyordu. Hicretin 6. yılı veya daha sonraki bir zamanda Allah Resulü Mekke'den dönerken bazı kimseler koşarak göle gittiler ve ellerini yüzlerini hızla yıkadılar. Ayaklarının bazı yerleri ıslanırken bazı yerleri ku­ru kaldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:

"O ayaklara cehennem ateşi dokunacaktır. Abdestinizi tam alın" buyurdu.[98]

O andan itibaren abdestin bütün farzlarım özene bezene huzur içinde yerine getirmenin şart olduğu kesinleşti. Allah Resulü, abdestin şartlarına uyularak alınmasını ifade etti. Müslümanlar —önceleri— abdest bozulsun veya bozulma­sın her namaz vaktinde abdest alırlardı. Ama müslümanlara zorluk olmaması düşüncesiyle son sene her vakit için abdest alma gerekliliği kalktı.[99] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Mekke fethedildiği zaman bunu bizzat göste­rerek herkese ilan etti.[100] [101]

 

Teyemmüm

 

Abdest almak için suya ihtiyaç vardır. Ama özellikle yolculuklarda su bulmak zor­dur. Bir takım hastalık durumlarında da su kullanmak zararlı olabilmektedir. İşte bu nedenlerle hicretin 5. yılında aşağıdaki teyemmüm âyeti nazil olmuştur:

"Hasta veya yolcu iseniz, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut kadınlara yak-laşmışsanız ve bu hallerde su bulamamışsanız, temiz toprakla teyemmüm edin; yüzünüzü ve dirseklerinize kadar ellerinizi onunla mesnedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Aksine sizi tertemiz kılmak ve size ihsan ettiği nime­tini tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz." (Mâide 5/6)

Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Hicretin 5. yılında Benî Mustalık savaşından ge­ri dönülüyordu. Müminlerin annesi Aişe (ra) da orduyla birlikteydi. Kafile Medi­ne'ye yaklaştığında, mü'minlerin annesinin gerdanlığı düştü. Bütün kafile orada konakladı. Namaz vakti geldiğinde abdest alacak su bulamadılar. Bütün sahabe üzgündü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem durumu haber aldı. îşte o sı­rada bu âyet indi. Müslümanlar bu kolaylığa ve teyemmüme müsaade edilmesine çok sevindiler. Üseyd b. Hudayr: "Ey Ebu Bekir oğullan sizler için bereket serma­yesi olsun" dedi. [102]

 

Namaz

 

Namaz; Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in peygamber olarak gönderil­mesiyle birlikte farz oldu.[103] Nitekim gelen ikinci vahiyde namaz kılınması emre­dilmiştir:

"Tekbir ile Rabbini yücelt!" (Müddessir 74/3)

Bu tekbirden —yüceltmekten— maksat, namazdan başka ne olabilir? Ama üç yıl boyunca islâm daveti gizli yapıldığı ve kafirlerin korkusundan dolayı açıkça namaz kılmak imkânsız olduğu için sadece geceleri geç vakte kadar namaz kılma emredil­mişti. Gündüz kılınan namazlar henüz emredilmemişti. Nitekim ilk inen sûrelerden olan Müzzemmil sûresinde şu emir ve hüküm açık bir şekilde belirtilmiştir:

"Ey örtüsüne bürünen, az bir kısmı dışında geceleyin kalk. Gecenin yansı ka­dar, ya da ondan da biraz eksilt veya üzerine ilave et. Kur'ân'ı belli bir düzen için­de oku. Gerçek şu ki; Biz senin üzerine oldukça ağır bir söz —vahiy— bırakacağız. Doğrusu gece ibadeti —insanın iç dünyasında uyandırdığı etki bakımından— da­ha kuvvetli, okuma bakımından daha sağlıklıdır. Çünkü gündüz seni oyalayacak yığınla iş vardır. Rabbinin ismini zikret ve kendini herşeyden çekerek yalnız O'na yönel" (Müzzemmil 73/1-8)

Bundan sonra ikişer rekat sabah ve akşam namazlan farz kılındı:

"Sabah akşam Rabbinin adını zikret! Gecenin bir bölümünde O'na secde et ve geceleyin de uzun uzun O'nu teşbih et." (insan 76/25-26)

Geceleyin geç vakte kadar namaz kılma emri bir yıl sürdü. Hz. Aişe (ra) şunu anlatmıştır: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ve bir çok sahabe bir yıl bo­yunca bu hükme göre amel ettiler. Namaz kıla kıla ayaklan şişiyordu. Bir yıl son­ra, gece namazının farziyeti kaldırıldı[104] ve şu ilahî emir geldi:

"Gerçekten Rabbin, gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde namaz için kalktığını bilmektedir: Seninle birlikte onlardan bir topluluğun da böyle yaptığını bilmektedir. Geceyi ve gündüzü" Allah ardarda getirmektedir. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi ve böylece tevbenizi kabul ettti. Şu halde Kur'an'dan kolay geleni okuyun. Allah içinizde hastalar olduğunu, başkalannın Allah'ın lütfunu aramak için yeryüzünde gezip dolaşacaklannı ve diğerlerinin de Allah yolunda çarpışacaklarını biliyor. Öyleyse Kur'an'dan kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah —için— güzel bir borç verin. Hayır olarak, nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha bü­yük bir ecir olarak Allah katında bulursunuz. Allah'tan bağış dileyin. Allah çok ba­ğışlayandır, çok esirgeyendir." (Müzzemmil 73/20)

Geceleyin kılanan bu nafile namazın adı teheccüddür. Nafile namazının tehec-cüd olmasından sonra, sabah, akşam ve yatsı namazı diye adlandırılan üç vakit na­maz farz olmuştur:

"Gündüzün iki tarafında —sabah, öğle ve ikindi— gecenin de yakın saatlerin­de —akşam ve yatsı— namazı kıl." (Hûd 11/114)

Peygamberliğin beşinci yılında[105] meydana gelen mi'râc olayında beş vakit na­maz farz olmuş[106] ve Mirâc olayını anlatan Isrâ süresindeki şu âyet nazil olmuşur:

"Gündüz güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar belli vakitlerde na­maz kıl. Bir de sabah namazım. Çünkü sabah namazı şahitlidir. Gecenin bir kıs­mında uyanarak, sana özgü bir fazlalık olmak üzere namaz kıl." (Isrâ 17/78-79)

Fakat bu namazların rekatları iki olarak kaldı. Medine'ye geldikten sonra huzur ve sükûna ulaşılınca bu farz genişlik kazandı ve iki yerine dört rekat farz oldu.[107]

Bütün bunlarla birlikte namazda gerekli olan huşu ve dış etkilerden tamamen koparak kendini namaza verme vakarı ve donmuşcasına dışa kapanma için gerek­li olan güven ortamı ve tehlikelerden sakınma gerçekleşmediği için namazda bu­lunması icap eden bu şart ve âdab bir anda şart koşulmadı. Bunlar zamanla şart olarak ortaya çıktı. Önceleri insanlar namazda gözlerini gökyüzüne doğru dikerek bakabilirlerdi. Bir gün Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunu kınayarak, "O insanlar ne yapmak istiyorlar ki başlarını gökyüzüne doğru kaldırıp bakıyor­lar" buyurdu.[108]

Bir zamanlar namaz kılarken insanların hatınna birşey geldiğinde onu başka birine söyler veya biri selam verdiğinde namazda bile onun selamını alabilirdi. Yanyana duran insanlar namazda birbiriyle konuşurdu. Habeşistan'a hicret eden­ler, hicretin 6. yılında geri dönüp Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in ya­nına geldiklerinde Allah Resulü namaz kılıyordu. Eskiden alışık oldukları gibi na­maz kılanlara selam verdiler. Ama karşılık gelmedi. Namazdan sonra Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem: "Allah Teâlâ namazda konuşmayınız diye emretti" buyurdu.[109] O andan itibaren namazda konuşmak veya selâm alıp-vermek tama­men yasaklandı.

Muâviye b. Hakem şunu anlatmıştır: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem'le namaz kıldım. Biri aksırdı. Ben de "Allah sana merhamet etsin!" dedim. Herkes dik dik baktı. Onlara "Niye bakıyorsunuz?" dedim. Ellerini dizlerine vur­dular. O zaman namazda konuşmayı kesmemi istediklerini anlayıp sustum. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem namazı bitirdikten sonra tarif edilemez gü­zellikteki ahlâkı sebebiyle bana ne bir ceza verdi, ne azarlardı. Sadece: "Namaz; Al­lah'ı teşbih ve tekbir etmenin ve Kur'an okumanın adıdır. Namazda konuşmak ca­iz değildir" buyurdu."[110]

Teşehhüde oturma usulü bugünkü gibi değildi. Çeşitli kişilerin adlan anılır, "Falana falana selam olsun" denirdi. Sonunda bugün namazda okunan Tahiyyât duası öğretildi.[111]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in namazda küçük çocukları omzu­na aldığı, secdeye giderken indirdiği, ikinci rekata kalkarken tekrar omzuna aldığı çeşitli hadislerde bildirilmiştir. Hz. Aişe (ra) dışardan gelince kapıyı vurur, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem namaz kıldığı halde namazını bozmadan aynı durumda gidip kapıyı açardı.[112] Bu da hadislerde geçmektedir. Bu hadisleri gö-zönünde bulunduran fıkıh alimleri, nafile namazlarda bu hareketlerin yapılabile­ceğini, bunun caiz olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bu hareketlerin nafile namazlara Özgü kılınmasının sebebi, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu haraketle-ri farz namazlarda değil, nafile namazlarda yapmış olmasındandır. Bize göre bu yorum doğru değildir. Bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem'in Ümâme bn. Ebi'1-As'ı omzuna almış olarak mescide geldiği ve namaz kıldı­ğı açıkça zikredilmiştir.[113] Bize göre bütün bu rivayetler henüz namazda konuşma­nın ve o tür hareketlerin yasaklanmadığı döneme aittir.

Gün geçtikçe namaz son şeklini alarak Öyle bir noktaya ulaştı ki, baştan aşağı boyun eğiş, huşu, dış dünyadan soyutlanma ve kendini tamamen Allah'a verme halini aldı. Kur'an-ı Kerim'in şu âyeti indi:

"Kurtuluşa eren müslüman huşu ve boyun eğiş ile namaz kılan müslümandır."

Bu bakımdan namazda oraya buraya bakmak veya huşûa aykırı bir harekette bulunmak menedildi. Namazın bütün rükünlerini son derece huzur ve sükun için­de yerine getirmek şart kabul edildi. Bir kişi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem'in huzurunda namaz kılmış ve namazın erkân ve âdabına riâyet etmemişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, "Sen namaz kılmadın. Git yeniden kıl!" buyurdu. Adam tekrar aynı şekilde namaz kıldı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yine: "Namaz olmadı" buyurdu. Üçüncüsünde adam, "Nasıl kılayım?" diye sorunca Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, rükû, secde ve kıyamların nasıl olacağını gösterdi. Ayrıca son derece huzur ve sükûn içinde kılınmasını bildirdi. Nitekim Sahih-i Buhârî ve diğer hadis kitaplarında bu rivayet bütün genişliğiyle zikredilmiştir.

Islâmî esasların açıklanmasıyla ilgili süreç iki şekilde gelişmiş olabilir. îlkine örnek olarak şu misal verilebilir: Bir defasında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem mescidde Cuma namazı kılıyordu. Tesadüfen Suriye'den bir ticaret kervanı geldi. Oniki kişi dışında namaz kılanların hepsi kalkıp kervana koştu. Bunun üze­rine şu âyet nazil oldu:[114]

"Onlar bir ticaret veya eğlence gördüklerinde dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. Deki: Allah'ın katında bulunan mükâfaat, eğlence ve ticaretten daha hayırlıdır." (Cuma 62/11)

İkincisine de şu misal verilebilir: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'ın eğitim ve öğretimi sayesinde durum o hale gelmişti ki, ensardan bir müslüman na­maz kılarken vücuduna üç ok saplanmış ama o namazını bozmamıştı. Namazda okuduğu sûrenin manevi tadı, yaradan duyduğu acıdan daha fazlaydı. Bundan daha ilginci şudur: Hz. Ömer (ra) namazda aldığı bıçak darbesiyle yere düşmüş ve çırpınmaya başlamıştı. Bu müthiş manzara, herkesin gözleri önünde olmuş, ama bir kişi dahi dönüp bakmamaştır. Çünkü gönülleri kaplamış olan kendini Allah'a verme hali ve ilahî azamet karşısında kendinden geçme durumu hiç kimseyi baş­ka şeyle ilgilenmeye müsaade etmemektedir. [115]

 

Cuma  Ve  Bayram  Namazları:

 

Mekke döneminde dört kişinin bir araya gelerek namaz kılması mümkün değildi. O bakımdan Cuma namazı da farz olmamıştı. Çünkü Cuma namazının ilk şartı cemaat olmaktı. Ama Medine'de ensardan büyük bir kitle müslüman olduğu için namaz kı­lanlara hiç kimse zarar veremezdi. Bu yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem'den daha Önce Medine'ye göç ederek gelmiş olan müslümanlar Es'ad b. Zürâ-re'nin teşvikiyle Benî Beyâda mahallesinde ilk defa Cuma namazı kıldılar. Mus'ab b. Umeyr imamdı. Cemaat, kırk müslümandan ibaretti. Daha sonra Hz. Peygamber sal­lallahu aleyhi vesellem Medine'ye hicretinde şehre girmeden önce Küba'da durdu. Daha önceden planlayarak oradan Cuma günü ayrılmaya karar verdi. Benî Salim ma­hallesine ulaşınca namaz vakti geldiğinden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ilk Cuma namazını burada kıldı. Bu, Hicret'in birinci yılı Rebîülevvel ayının son gün­lerine ait bir olaydı.[116] Medine dışında Arabistan'da müslümanların en yoğun bulun­dukları yer, Bahreyn'deki Cüvâsî denen yerleşim merkeziydi. İbn-i Abbâs (ra), Mes-cid-i Nebevfden sonra ilk Cuma namazının orada kılındığını rivayet etmiştir.[117]

Ancak görünen o ki, müslümanlar Cuma namazının önemini önceleri kavraya­mamışlardı. Yukarda anlattığımız gibi, bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mescidde cuma namazı kıldırıyor, —bir başka rivayette Cuma hut­besi okuyordu.— Tam bu sırada tesadüfen Suriye'den tahıl yüklü bir kervan geldi. Herkes kalkıp oraya gitti. Cemaat olarak sadece oniki kişi,[118] bir başka rivayete gö­re kırk kişi kaldı.[119] Bunun üzerine şu âyetler nazil oldu:

"Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı zaman hemen Allah'ı anma­ya koşun ve alış-verişi bırakın! Eğer gerçeği anlayan kimselerseniz elbette bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağdın ve Allah'ın lütfundan iste­yin. Allah'ı çok anın. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.

Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: Allah'ın katında bulunan mükâfaat, eğlence ve tica­retten daha hayırlıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cuma 62/9-11)

Bundan sonra durum o hale geldi ki, namaz karşısında servetlerinin dolu oldu­ğu hazineler bile müslümanlar yanında bir hiç haline geldi. Allah Teâlâ da onları şöyle övdü. "Bunlar o kimselerdir ki, hiçbir ticaret ve alışveriş onları Allah'ı zikret­mekten alıkoymaz." (Nûr 24/37)

Bayram namazı da Medine'ye geldikten sonra kılındı. Ama Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi vesellem'in Medine'ye geldiği sene Bayram namazı olmadı. Bayram namazı, Hicret'in 2. yılında sünnet oldu.[120] Sebebi de, Bayram namazının Ramazan orucuna bağlı olmasıydı.

Ramazan orucu da Hicret'in 2. yılında farz olmuştur. [121]

 

Korku   Namazı:

 

Namaz hangi durumda olursa olsun, kazaya bırakılamaz. Tehlikeli durumlarda, mesela savaşta namaz kılınması hakkında verilen emir şudur: Bütün ordu iki kıs­ma ayrılsın. Önce bir grup topluca silahlarıyla birlikte imamın arkasına namaza dursun ve seferi hükmüne uygun olarak kılsınlar. Sonra bunlar savaş alanına git­sinler. Düşmanla çarpışan diğer grup geri çekilerek onlar da namazlarını kılsınlar, imam yerinde dursun. Bu hadisi rivayet edenler, her cemaat ikişer rekatı imamla birlikte mi kılacaklar veya birer rekat imamla birlikte ikinci rekatı ise tek başlarına mı kılacaklar, ya da bu durumda sadece bir tek rekatın mı farz olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ebu Dâvûd korku namazının —tehlikeli durumda kılınan na­mazların— her şeklini sahabe rivayetlerine göre ayrı ayrı yazmıştır. Bize göre bun­da hiçbir ihtilaf yoktur. Bu durum savaş haline bağlı olan bir durumdur. İmam o zaman uygun gördüğünü yapar. Eğer savaş bütün şiddetiyle devam ediyorsa, her asker bulunduğu yerde işaretle namaz kılar. Nisa suresinde tehlikeli durumlarda nasıl namaz kılınacağı ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

Tehlike anındaki namaza ait hüküm, hicretin 5. yılındaki Zâtü'r-Rika savaşın­da inmiştir. Bazı raviler bu savaşın adını Gazve-i Bahat diye bildirmişlerdir. Ebu Dâvûd'da Ebu Abbâs ez-Zerkî'nin yaptığı rivayetten, Korku namazını bildiren âyetin Hudeybiye Barışı sırasında Asfân denen yerde yani hicretin 6. yılında nazil olduğu anlaşılmaktaysa da hadis ravileri ve siyer bilginleri Zâtü'r-Rika' gazvesini bu emrin indiği zaman olarak kabul etmektedirler.[122] [123]

 

Oruç

 

îslâmdan önce Kureyş aşure günleri oruç tutardı. O gün Kabe'ye Örtü giydirilirdi.[124] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de o gün oruç tutardı. O'na uyarak diğer sahabîlerin de oruç tutmuş olmalarına şaşmamak gerekir. Peygamber­liğin beşinci yılında yani hicretten sekiz yıl önce Ca'fer (ra) Habeş Kralı'mn önünde Islâmı anlattığı konuşmasmda orucu da zikretmiştir. Belki de o gün oruçlu idi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye gelince yahûdî-lerin de o gün oruç tuttuğunu gördü. Bunun sebebini sorunca Hz. Musa'nın o gün Firavun'un elinden kurtulduğunu söylediler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de: "O halde biz Hz: Musa'ya uymaya daha lâyığız." buyurdu. Nitekim Medine'de de aşure orucunu tuttu. Ashabına da tutmalarını emretti. Hicretin 2. yılında Ramazan orucu farz olunca aşure orucunu tutmak müstehab oldu. Yani isteyen tutar, istemeyen tutmazdı.[125] Hz. Peygamber sallallahu aley­hi vesellem'in kendisi o günlerde devamlı oruç tuttu. Hicret'in 11. yılında insan­lar Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e, "Yahûdîler zaten o güne çok saygı gösteriyorlar" deyince, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, "Gele­cek yıl ayın onuncu günü yerine dokuzunda oruç tutacağım" buyurdu. Ama ne yazık ki, o sene vefat etti.[126]

Yahûdîler oruca yatsı namazıyla başlıyor ve o vakitten sonra yemek yemiyor-lardı. Kadınlarla yatmak da yasaktı. İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar da buna uygun şekilde oruç tutmakla görevlendirilmişlerdi, lslâmın bütün emirlerin­de şu ilke her zaman gözönünde tutulurdu:

"Allah Teâlâ sizin için kolaylık diler, size zorluk olmasını istemez." (Bakara 2/185)

"îslâmda ruhbanlık yoktur"[127]

Bu anlamda şu âyet-i kerime nazil olmuştur:

"Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı... Sabahın beyaz ay­dınlığı —ipliği— siyahından —ipliğinden— ayırdedilinceye kadar yiyin-için.." (Bakara 2/187)

Araplar oruç tutmaya fazla alışık değildi. Başlangıçta oruç tutmak onlara ağır geldiği için kademeli ve ağır ağır gelişen oruç, sonunda nihâi şeklini aldı.[128] Hz. Peygamber salîallahu aleyhi vesellem Medine'ye ilk geldiği sıralarda yılda üç kez oruç tutma emri vardı. Daha sonra orucun farz olduğunu bildiren âyet inince müs-lümanlardan isteyenin oruç tutması, isteyenin de karşılığında bir fakirin karnını doyurması serbestliği tanındı. Zamanla insanlar oruca ısınınca şu âyet indi:

"Sizden kim Ramazan ayına ulaşırsa o ayda oruç tutsun." (Bakara 2/185)

Artık zamanı da belirlenerek oruç farz oldu. Fidyeye izin verilmesi tamamen ortadan kalktı. Şüphesiz ki, hasta ve yolcular için o durum ve süre içinde orucu bo­zabilecekleri ve tutamadıklarını başka bir zaman kaza edebilecekleri emredildi. Di­ğer bütün milletlerde, özellikle hıristiyanlarda ruhbanlık büyük bir erdem ve üs­tünlük kabul edildiği için ibadete çok düşkün olan kimseler fazla oruç tutmanın zahmetine katlanıyorlardı. Ama Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bazan onla­rı bundan menediyordu. Bir defasında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yolculuk yaparken, etrafına insanların toplanarak güneşin hararetinden kendisini korumak için gölge yaptıkları bir adam gördü. Sebebini sorunca, böylesine sıcak bir günde o kişinin oruç tuttuğunu Öğrendi. Bunun üzerine: "Seferi durumda oruç tutmak fazla sevap birşey değildir" buyurdu.[129]

Bazı insanlar "Visal" orucu tutmak istediler. Yani geceyle gündüzü birleştire­rek ara vermeden yirmidört saat oruç tutmak istediler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onları menetti.

insanlar oruç tutmayı, genelde zorluklara katlanarak, sıkıntı çekerek fazla se­vap kazanmak olarak görürlerdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu an­layışı düzelterek her türlü kolaylıktan yararlanmayı tavsiye etti. Yolculuk ve has­talık halinde oruç tutmak farz değildi. Geceleri, sabah aydınlığının başlamasına ka­dar yemek-içmek ve her çeşit uğraş serbestti. O, sahurda yemek yemenin fazileti­ni anlatırken: "Gün boyu insanın güç ve takati devam etsin diye sabaha yakın sa­hur yemeği yenmesini" tavsiye buyurdu.[130]

Orucun amacı; nefsi kötülüklerden alıkoymaktı. Oruç buna yardımcı olduğun­dan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

"Oruç tuttuğu halde yalandan., hileden vazgeçmeyen insanın açlık çekmesine Allah'ın ihtiyacı yoktur." [131]

 

Zekât

 

Islâmın başlangıcından itibaren hayır yapmak ve zekât vermek teşvik ediliyordu. Mekke'de inen sûrelerde "zekât" kelimesi açık bir şekilde geçmekte, hayır yapma­yan insanlara ağır tenkid ve tehditler yapılmaktaydı:

"Dini yalanlamakta olanı gördün mü? îşte yetimi itip kakan, yoksulu doyurma­yı teşvik etmeyen odur." (Mâ'ûn 107/1-3)

Medine'de daha kesin ifadeler kullanan âyetler nazil oldu. Hicret'in 2. yılında bayram günü fıtır sadakası verilmesi vacip kabul edildi.[132] Hicretin ilk günlerinde müslümanların çoğu, özellikle muhacir müslümanlar görülmemiş bir yoksulluk ve açlığa düşmüşlerdi. Hadis-i şeriflerde sahabe-i kiramın yoksulluğunu ve beş para­sız, çaresiz oluşlarını anlatan olaylar daha çok bu döneme aittir. O bakımdan, elin­de zorunlu ihtiyacından fazlasını bulunduranların, hepsini hayra harcamaları, ak­si takdirde kendilerine azap edileceği bildirildi. Nitekim bu konuda şu âyet indi:[133]

"O kimseler ki altın ve gümüşü depolarlar da onları Allah yolunda harcamaz­lar..." (Tevbe 9/34)

Şu âyette de aynı husus buyrulmaktadır:

"İnsanlar senden neyi infâk edeceklerini soruyorlar. De ki: Zorunlu ihtiyaçtan fazlasını." (Bakara 2/215)

Bir çok insan hayır yapıyor, infâkta buluyordu. Ama değerli ve kıymetli malla­rı kendilerine saklıyarak işe yaramaz veya sevmedikleri şeyleri hayra veriyorlardı. Bunun üzerine şöyle emredildi.

"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çı­kardıklarımızdan hayra harcayın." (Bakara 2/267)

Konuyu daha da pekiştirmek için sevdiği şeylerden vermeyenlerin hiçbir seva­ba nail olmayacaklarını bildirildi:

"Sadakalarınızı sevdiğiniz şeylerden vermedikçe mükâfaat elde edemezsiniz." (Al-i tmrân 3/92)

Sadaka vermek ve hayır yapmak yönünde insanlarda öyle büyük bir istek doğ­du ki, hiçbirşeyi olmayan fakir insanlar, ücret ve yevmiye kazanarak hayra harca­yabilmek için çarşı-pazara gidip amelelik yapıyor, sırtında yük taşıyarak insanla-nn işlerini görüyorlardı.[134]

Bütün bunlara rağmen Hicret'in 8. yılma kadar zekât farz olmadı. Mekke'nin fethinden sonra farz olduğunda, ne kadar verileceği ve nerelerde verileceği açık­landı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bütün fethedilen bölgelere zekat toplamaları için Hicret'in 9. yılının Muharrem ayında zekat tahsildarları gönder­di,[135] Zekat harcama yerleri aşağıda belirtildiği gibiydi.

"Sadakalar —zekâtlar— Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünle­re, —zekât toplayan— memurlara, gönülleri îslâma ısındırılacak olanlara, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyen esir ve kölelere, borcuna karşılık malı olmayan borçululara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, harçlıksız kalmış yolcuya mah­sustur. Allah herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibidir."(Tevbe 9/60)

Zekatın nasıl verilip ne kadar verileceği, kimlere verileceği bütün genişliğiyle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in fermanlarında anlatılmıştır. Fıkıh il­minin zekât bölümleri işte bu fermanlara dayanmaktadır. [136]

 

Hacc

 

Dünyada ilk önce Hz. ibrahim (as) Allah'a ibadet için halka açık bir mabed inşa et­miş ve bütün dünyayı oraya gelip ibadet etmeye davet etmiştir:

"Bir zaman ibrahim'e Beytullah'm yerini hazırlamış ve şöyle buyurmuştuk: Ba­na hiçbir şeyi eş tutma! Tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye va­ranlar için evimi temiz tut. insanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, ge­rekse uzak yollardan gelerek yorgun-argın develer üzerinde kendilerine ait birta­kım yararları yakinen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurban­lık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları —kurban kesmele­ri— için sana —Kabe'ye— gelsinler." (Hacc 22/26-28)

İbrahim (as)'ın bu genel davetini bütün dünya kabul ederek koştu ve her sene Arabistan'ın uzak köşelerinden insanlar hac yapmak üzere Mekke'ye geldi. Ama zaman içinde Allah'a ibadet etmek için yapılmış olan Ka'be, tam bir değişikliğe uğ­rayarak bir taraftan üçyüz altmış putun sergilendiği bir panayır yeri haline geldi. Diğer taraftan bu Ka'be'yi idare etmeye herkesten çok hak sahibi olan Peygamber Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem orayı terketmeye mecbur bırakıldı ve sekiz yıl boyunca o tarafa başını bile kaldırıp bakamadı.

Sonunda hakkın galip olma zamanı geldi. Mekke fethedildi ve ibrahim (as)'ın vekili Muhammed (as) kendisine bağlananlarla birlikte îbrahimî sünneti ve ibra­him şeriatını yeniden diriltme fırsatını elde etti. Hicretin 9. yılında hac farz olması­na rağmen[137] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, hayasız ve çir­kin manzaraları görmeye katlanamadığı için o sene hac yapmadı. Hz. Ebu Bekir'i ve Hz. Ali (ra)'ı hac zamanı Mekke'ye göndererek: Bundan sonra hiç kimse Kabe'yi çıplak olarak tavaf edemeyeceğini ilan ettirdi.[138]

Bir başka sebep de şuydu: Câhiliye devrinde insanlar, yıl içinde belli olan Ka'be'yi ziyaret zamanını kendi kendilerine unutmuş göstererek hac ayını değişti-re değiştire Zilka'de ayına getirmişlerdi. Nitekim hicretin 9. yılında hacc o ay ya­pıldı. Ama hacan asıl yapılması gereken ay Zilhicce olduğundan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir yıl bekledi ve hac tam zamanına oturunca haccını yaptı. [139]

 

Hacca   Aît   Özel   Terimler

 

Hz. ibrahim'in inşa ettiği Ka'be'nin haccedümesi ilahî bir emir olmasına rağmen inançslar bu ibadetin şeklini tamamen değiştirmiş ve ona öyle asılsız saçmalıklar ilâve etmişlerdi ki; sevap olan bir ibadet olmaktan çok günah kazanmaya sebep olan bir merasim haline gelmişti. Herşeyden önce haccm ve bütün ibadetlerin ama­cı, Allah Teâlâ'yı anmak ve O'na yönelmekti. Ama Araplar haccetmek üzere bira-raya geldikleri zaman Allah'ı anacakları yerde atalarıyla öğünmek ve onların yap­tığı büyük işleri sayıp dökmekle uğraşırlardı, işte bu yüzden şu âyet inmişti:

"Hac ibadetini bitirdiğinizde, cahiliye döneminde atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir anmayla Allah'ı anın." (Bakara 2/200)

Medineliler'in şöyle bir gelenekleri vardı: Onlar, Menât adında bir putu tavaf ettikleri için Ka'be'yi haccederlerken bile Safa ile Merve arasında yürümezlerdi. Halbuki haccın en önemli gayelerinden biri de ibrahim (as)'m hatıralarını devam ettirmektir. Safa ile Merve arasında sa'y etmek, o dönemden kalma bir hatıra oldu­ğu için şu âyet inmiştir:

"Şüphesiz Safa ve Merve Allah'ın işaretlerindendir. Böylece kim Ka'be'yi hac­ceder veya umre yaparsa artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur." (Bakara 2/158)

Bugünlerde olduğu gibi, bir adet ortaya çıkmıştı, elinde yol harçlığı ve azığı ol­mayanlar kalkıp öylece yola koyuluyor ve "Biz mütevekkil insanlarız" diyorlardı. Bu insanlar çoğu kez yolda çaresizliğe ve arkadaşlarının yardımına muhtaç hale düştükleri için şu âyet nazil oldu:

"Evden yol azığı ve harçlığını alarak çıkınız. En iyi yol azığı ise takvadır." (Ba­kara 2/197)

Hacda ihramlı iken saçları kestirmek veya traş ettirmek yasaktır. Ama cahiliye döneminde insanlar bunda çok aşırı gitmişlerdir. Hatta bazıları gözlerinin görme­sini engelleyecek biçimde saçları bitlenmesine rağmen traş olmuyorlardı. Islâmda temel ilke, ibadet ve emirlerin insanın altından kalkamayacağı kadar ağır olmama­sını gözönünde bulundurmaktır. Bu meyanda şu hüküm gelmişti:

"Sizden kim hasta ise, ya da başından şikayeti varsa, ya oruç, ya sadaka, ya da kurban olarak fidye vermesi gerekir." (Bakara 2/196)

Sevap kazandıkları düşüncesiyle kestikleri kurbanların kanlarını Kabe duvar­larına sürmeleri hakkında ise şu âyet nazil oldu:[140]

"Onların etleri ve kanlan kesinlikle Allah'a ulaşmaz. Ancak sizdeki takva O'na ulaşır." (Hac 22/37)

Bu âyette, sadece sözkonusu gelenek yasaklanmamış, kurbanın ana gaye olma­dığı, asıl gayenin Allah'ın kabul buyurduğu şekliyle takva ile günahlardan sakın­ma olduğu bildirilmiştir.

Kureyş kabilesinin îslâmın temel esaslarına tamamen zıt olarak ortaya koydu­ğu hac merasimlerinden belki de en Önemli olanı, haccın toplu ibadet yeri olan Arafat'a gitmemeleriydi. Bütün Arap kabileleri Arafat'a gittikleri halde "Biz Ha­rem sınırının dışına çıkamayız, bu bizim sülâlemize hakaret olacağı için sadece Müzdelife'ye kadar gider, orada bekleriz" diyorlardı. Kureyş dışındaki Araplar, Arafat'ta toplanıyor ve oradan hareket ederek Müzdelife ve Minâ'ya geliyorlardı, îslâmın esası eşitlik olduğu ve ibadetlerde herkesin aynı ölçüde hareket etmesi ge­rektiği için şu emir indi:[141]

"Arafat'taki vakfeden ayrılıp —sel gibi Müzdelife'ye— hareket ettiğinizde Meş'ar-i Haram'da zikir ile Allah'ı anın, Allah'ın size gösterdiği şekilde kendisini anın. O'nun göstermesinden önce yanlış gidenlerdendiniz. Sonra insanların akın ettiği yerden siz de akın edin. Allah'tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir." (Bakara 2/198-199)

Kurbanlık hayvan Allah'a adanmış kabul edildiği için üstüne binilmez, yaya yü­rüme zahmetine katlandırdı. Bu adet İslâm dönemine kadar devam etti. Bir keresin­de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, hac yolculuğunda birini kurbanlık de­vesi yanında olduğu halde yaya yürürken gördü ve "Ona binsene" buyurdu. O adam, "Deve kurbanlıktır" deyince Allah Resulü tekrar binmesini söyledi. Tekrar aynı mazereti ileri sürünce Allah Resulü sert bir sesle, "Haydi bin!" diye emretti.

Câhiliye döneminde insanlar "Musmit" denen bir hac icâd etmişlerdi. Böyle hac edenler, haccın başından sonuna kadar ağızlarını açıp konuşmazlardı, islâm katlanılması çok zor olan bu haccı yasakladı. Sahih-i Buhârf de şöyle nakledilir: Bir keresinde Ebu Bekir (ra), Ahnes kabilesinden Zeyneb adlı bir kadının hiçbir kim­seyle konuşmadığını gördü. Sorunca "Musmit" haccına niyet ettiğini öğrendi. Ebu Bekir (ra) ona, "Bu câhiliye dönemine ait birşeydir, caiz değildir" dedi.

Yapılan en büyük hayasızlık, Kureyş kabilesinin dışında kadın-erkek bütün Araplar'ın Ka'be'yi çırılçıplak tavaf etmesiydi. Harem sınırlarına girince herkes elbi­selerini çıkarıp atar, bir Kureyşli'den Ödünç elbise isterdi. Bulamazsa Ka'be'nin etra­fını çıplak dolaşırdı. Kadınlar da aynı şekilde çıplak tavaf eder ve şu şiiri okurlardı:

"Bugün o vücutların bir kısmt veya tamamı gözler önüne serilecek, Açık olanı ben helal etmiyorum."

Onların bu geleneğini ortadan kaldıran[142] şu âyet oldu:

"Ey Adem oğullan! Her mescide gidişinizde elbiselerinizi giyiniz." (A'râf 7/31) Hicret'in 9. yılında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hz. Ebu Bekir'i hac­ca gönderdi. Ebu Bekir (ra) o yılki hacda, gelecek sene hiç kimsenin çıplak tavaf edemeyeceğini ilân etti.[143] [144]

 

Muamelât

 

Şeriatın tamamlanmasında emirlerin kademeli olarak gelmesi gözönünde tutul­duğunda miras, evlenme-boşanma, kısas ve ceza gibi bir çok hüküm Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem'in peygamberliğinin ilk günlerinden çok sonra in­miştir. Bunun sebebi, inen hükümlerin uygulanabilmesi için âmir güce ihtiyaç bu-lunmasıydı. îslâm bu gücü henüz elde etmemişti. Bedir savaşından sonra Islâmın siyasî gücü gelişmeye başladı. Hicretin 1. ve 2. yıllarında inen emirler (Ayetler): Kıblenin değiştirilmesi, orucun, fıtır sadakasının, ramazan ve kurban bayramları­nın farz olmasını bildiren âyetlerdir. Hicretin 3. yılından itibaren müslümanlarm sosyal meseleleri ve ticaretleri gelişme gösterince Kur'an-ı Kerim'deki veraset ka­nunu nazil oldu. [145]

 

Miras

 

Müslümanlar Medine'ye ilk geldikleri sıralarda sosyal durum şöyleydi: Genelde baba müslümansa oğul kafirdi. Kardeşin biri kafirse diğeri müslümandı. Böyle bir durumda akrabalarla yakınlar arasında miras hukuku nasıl uygulanabilirdi. O ba­kımdan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye geldiğinde muhacir­lerle ensar arasında kardeşlik bağı kurdu. Bu kardeşlik anlaşmasına göre; ensardan biri vefat ettiğinde, mirasının muhacir kardeşine verilmesi kararlaştırıldı.[146] Arap­lar arasında daha önceden de benzer bir gelenek vardı: İki kişi aralarında sözleşme yaparak, "İkimiz birbirimizin mirasçısı olalım" derler ve ikisinden biri ölünce di­ğeri ona mirasçı olurdu. Ama Hicret'in 3. yılında Kur'an-ı Kerim'in şu âyeti inerek bu adeti ortadan kaldırdı:

"Allah'ın Kitabı'nda aralarında akrabalık bağlan olanlar birbirine daha yakın­dır." (Enfâl 8/75)

Bu âyetin inmesiyle, sözleşmeli yakınlığa göre mirasçı olma kaldırıldı. Miras ai­leler ve yakınlarla sınırlandınldı. Miras âyetinin nazil olmasından önce Kur'an-ı Kerim vasiyet prensibini sürdürüyordu. Yani ölen kişi, malı mülkü hakkında; "Bundan şu kadarı falana verilsin, şu kadarı falana verilsin" diye vasiyette bulunuyor, öldükten sonra da buna göre mal varlığı bölüştürülüyordu. Ölmeden önce her müslümanın bu vasiyeti yapıp tamamlaması farzdı.

"Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır —mal, mülk, de­ğer— bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya bilinen —uygun— bir tarzda vasiyette bulunması —Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir hak olarak— size yazıldı —farz kılındı.-" (Bakara 2/180)

Yolculuk sırasında Ölenler için Kur'an-ı Kerim'de şahitlik hukuku belirlendi. Şahitliği gizlemek veya değiştirmek kanunen suçtu. Nitekim Bakara ve Mâide sû­relerinde buna dair geniş bilgi vardır. Bedir savaşından sonra müslümanların sayı­sında yeterli çoğalma olduğu ve her ailede müslüman bulunduğu için özel miras hukukuna ihtiyaç doğdu. Sonra vasiyet sisteminde ani ölüm halinde malların bö-lüştüriilmesine dair bir kaide uygulamak imkânsız olduğu için büyük bir sakınca doğuyordu: Mesela cihada yüzlerce müslüman katıldığında, kimin şehid düşece­ğini kim bilebilirdi? Bu durumda şehid düşen biri vasiyet yapmaması halinde ak­rabalardan kimin gücü yeterse o malları ele geçirebilirdi. Nitekim Uhud savaşında böyle bir durum ortaya çıktı: Sa'd b. Rebf (ra) zengin bir sahabiydi. Uhud savaşın­da şehid oldu. Eşi, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e gelerek, "Sa'd gö­zünüzün önünde şehid oldu. Geride iki kız çocuğu bıraktı. Fakat Sa'd'm kardeşi bütün mallarına el koydu" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Allah karar verecek" buyurdu. Sonra —tahminen hicretin 4. yılında— veraset hükümle­rini içeren şu âyet nazil oldu:

"Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli miras ver­menizi emreder." (Nisa 4/11)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, Sa'd'm kardeşini çağıra­rak; "Sa'd'm bıraktığı mallardan üçte ikisini kızlarına ve sekizde birini karısına ver. Artan senin hakkındır" buyurdu.[147]

Araplar kadınları mirastan mahrum bırakır ve: "Miras, kılıç kullananların hak­kıdır" derlerdi. Dünyanın diğer bir çok milletinde de prensip buydu. Miras huku­kunun inmesinden sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yaptığı ilk uygulama; bu zayıf sınıfın yani kadınların ellerinden tutulmasının ve imdatlarına koşulmasının ilk günü olmuştur. [148]

 

Vasiyet

 

Miras hükmünü getiren âyetin inişinden sonra da vasiyete izin verilmesi devam et­ti. Ama vasiyetten dolayı miras hakkına sahip olanların haklarının kaybolacağı en­dişesi doğduğundan vasiyetin sınırlandırılması gerekti. Hicret'in 10 yılında Amir'in babası Sa'd (ra) hastalandı. Allah Resulü kendisini ziyarete gitti. Sa'd: "Ben ölüyorum, tek kızım var, malının üçte ikisini hayra vermek istiyorum" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buna izin vermedi. Bunun üzerine Sa'd (ra) "Öyleyse yarısını hayra vereyim" dedi Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem bunu da kabul etmeyince, "Üçte birini vereyim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem: "Bu da çok, mirasçıları sadakaya muhtaç bırakmak-tansa, zengin ederek ölmek daha iyidir" buyurdu.[149]

Ama yine de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu miktarı caiz gördü. O andan itibaren vasiyetin üçte birden fazla olması yasaklandı.

[150]

Vakıf

 

Vakıf, şeriatın önemli esaslarından biridir. Hiçbir din, bu meseleyi îslâm kadar gü­zel bir şekilde düzene koymamıştır. O bakımdan Şah Veliyyullâh Dehlevî, Hucce-tullâhi'l-Bâliğa isimli eserinde vakıf müessesesini ilk ortaya koyanın islâm dini ol­duğunu iddia etmiştir. îslâmda vakfın tarihi çok eskidir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in, hicretin daha ilk yılında Medine'de Peygamber mescidinin te­melini attığı arazi iki yetimin malıydı. Allah Resulü fiyatını ödemek istediyse de onlar, "Hayır, vallahi onun parasını ancak Allah'tan isteriz" dediler.

Bu, tslâmın ilk vakfıydı ve son derece sâde bir şekilde yapılmıştı. Nitekim îmam-ı Buhârî bu hadisi ortak malın vakfedilebileceğine delil olarak göstermiştir. Daha sonra hicrî 4. veya 5. yılda şu âyet nazil oldu:

"Sevdiklerinizden Allah yolunda harcamadıkça —fakirlere infâk etmedikçe— iyiliğe ulaşamazsınız." (Al-i Imrân 3/92) Bunun üzerine sahabeden Ebu Talha (ra), Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna geldi ve: "Ey Allah Resulü! Birehâ[151] denen yerdeki arazim en sevdiğim mahmdır. Onu Allah yolunda sadaka olarak vermek istiyorum. Bunun sevabını ve mükâfatını ise Allah'tan istiyorum. İs­tediğiniz yere harcayın" dedi. Allah Resûlü'nün tavsiyesiyle buranm gelirlerini ak­rabalarına vakfetti. İşte o ana kadar vakfın tarifi "Kendi şahsî tasarrufundan çıka­rak Allah'ın mülkiyetine verilen mal" diye tarif ediliyordu. Ama Hicret'in 7. yılın­da Hayber savaşından sonra vakfın ne demek olduğu tamamen açığa kavuşuturul-muştur.

Hayber'de Hz. Ömer'in eline bir arsa geçti. Ömer (ra) bunu vakfetmek istedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna giderek niyetini anlattı. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:

"İstersen arazinin kendisini elinde tut da gelirlerini hayra harca" buyurdu.

Nitekim o emlak, şu şartlarla vakfedildi: "Bu emlak satılamaz, bağışlanamaz ve miras olarak başkasına devredilmez/'[152][153]

 

Evlenme  Ve   Boşanma

 

Nikah ve evlilik konusunda gelen düzenleyici ilahî emirler, "Düzenlemeler" başlı­ğı altında gelecek olan bölümde genişçe anlatılacaktır. Burada ancak, îslâm öncesi Araplar arasında farklı evlilik biçimleri uygulandığını yazmamız yeterli olacaktır. Bu evlenme biçimlerinden biri dışındakiler tamamen zinaya benziyordu. İslâm, daha ilk başta bunları geçersiz saydı. Câhiliye döneminden beri süregelen mut'a evliliği haram ve helal arasmda gitti geldi. Sonunda Hicret'in 7. yılında yapılan Hayber savaşında kesinlikle haram kılındı. Buna rağmen Hz. Ömer (ra) kendi ha­lifeliği döneminde minbere çıkarak: "Mufa nikahını yasak ediyorum" demek zo­runda kaldı. Bu açıklamanın sebebi, ülkede herkes tarafından haram oluşu iyice anlaşılamayan mufa evliliğinin haram olduğunu bildirmekti.

Şeriat-ı Muhammedi tarafından: evlenmenin haram olduğu kişilerin açıklanması, evlatlığın boşadiğı kadınla evlenmenin haram olmayışı, çok evliliğin sınırlandırılma­sı, boşama türlerinin belirlenmesi, iddet süresinin açıklanması, mihirin şart oluşu, zi-hâr —bir boşanma türü olup bir kişinin kendi eşini kendisiyle evlenmesi haram olan­lara benzetmesidir—, li'ân —kocanın, karısının iffetinden şüphe etmesi ve aralarında birinin, kendisinin doğruluğunu, diğerinin yalan söylediğini iddia etmesi— gibi bü­tün konuların açıklanması, Düzenlemeler" başlığı altında zikredilecektir. Burada sa­dece, bütün bu hükümlerin Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiğini ve bu hükümleri bil­diren âyetlerin Hicret'in 4. ve 5. yıllarında indiklerini söylememiz yeterlidir. [154]

 

Cezaların   Belirlenmesi

 

Bu dünyada insan hayatından daha değerli hiçbirşey yoktur. Suç ve cezalan belir­ten âyetlerin çoğu hicretten bir kaç yıl sonra inmiştir. Ancak insan hayatının ne ol­duğunu ona kıymanın kesinlikle haram olduğunu bildiren âyet, Mekke'de inmişti. Mir'ac sırasında Allah tarafından Hz. Peygamber salla I la hu aleyhi vesellem'e lüt­fedilen ahlâkî hükümlerden biri de şu âyettir:

"Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın saygm kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmedilerek öldürülürse, onun velisine —mirasçısına—, —hakkını alması için— yetki verdik. Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin. Ama —kendisine bu yetki ve­rilmekle— o, yardıma mazhar olmuştur." (Isrâ 17/33).

Araplar arasında Islâmdan önce de öldürme ve kısasla ilgili birtakım kanunlar vardı. Ülkede seçkin bir yeri olan yahûdîlerin elinde Tevrat'ın suç ve ceza kanunlarından bir demet vardı. Ama Arabistan'da ve Araplar arasında düzenli hâkim bir güç ve ahlâkî bir yaptırım olmadığından onlar bu hükümleri uygulayamıyordu. Medine'ye varır varmaz yahûdîler, davaları karara bağlamak için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e başvurdular. Allah Resulü, onların davalarını genellik­le Tevrat'ın hükümlerine göre karara bağlıyordu.

Arabistan'da bir kişinin öldürülmesi onlarca kabile arasında bir dizi kardeş kavgasını başlatıyordu. Bu yüzden Bedir savaşından sonra îslâmın toplumu idare etme gücü oluşunca kısas hükmünü bildiren âyet indi. Medine çevresinde Benû Kureyzâ ve Benû Nadîr diye yahûdî kabilelerinin yaşadığını unutmayınız. Bu iki kabileden Benû Nadîr, daha üstün kabul edildiğinden herhangi bir Kureyzâh bir Nadîrli'yi öldürürse, Nadîr oğulları da onu öldürürdü. Herhangi bir Nadîrli tara­fından bir Kureyzâh öldürülürse, belli bir miktar kuru hurma vermesi yeterli gö­rülürdü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in Medine'ye gelişinden sonra böyle bir olay ortaya çıktı. Yahudiler, bu davayı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e getirdiler. Bunun üzerine Mâide sûresinin birkaç âyeti nazil oldu. Bu âyetlerden biri şudur:

"Tevratta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa ku­lak, dişe diş. Yaralar da kısasa —tâbidir—." (Mâide 5/45)[155]

Bu karar ve hüküm yahûdîler içindi. Ama başka bir âyet bu konuyu tam açık­lığa kavuşturdu. O âyet de şudur:

"Ey iman edenler! Öldürülenler arasında size eşitlik ve beraberlik hükmü —kı­sas—emredildi." (Bakara 2/178)

Yahûdîler arasında kan bedeli —diyet— hükmü yoktu. [156]Ama Araplar arasında böyle bir kanun vardı. îslâm, birkaç düzeltme getirerek bu hükmü devam ettirdi:

"Kim kardeşi tarafından affedilirse kısas düşer. Bundan sonra iyiye uymak, öldü­rülenin velisine gereken diyeti güzel ve tam olarak Ödemek gelir." (Bakara 2/178)

O ana kadar kasden öldürmekle, hatayla öldürmek arasmda hiçbir fark yoktu. Hicret'in 6. yılında bir müslüman yanlışlıkla bir müslüman tarafından öldürüldü. Bir de ensardan bir müslüman bir Kureyşli öldürdü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'de öldürülenin kardeşine kan bedeli vererek kısastan vazgeçmeye razı etti. Bundan sonra o adam müslüman olmuş göründü ve kardeşini Öldüren müslümanı gaddarca öldürerek Kureyş'e katıldı. Bu olaylardan dolayı hatayla öl­dürme hakkında çeşitli hükümleri içeren şu âyetler nazil oldu:

"Hatayla olması dışında bir mü'minin bir mü'mini öldürmeye hakkı olamaz. Hatayla bir mü'mini öldüren kimsenin mü'min bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Eğer ölünün ailesi o diyeti bağış­larsa —bu takdirde diyet vermez—. Eğer ölen mü'min olmasına rağmen size düş­man olan bir toplumdan ise, mü'min bir köle azad etmesi gerekir. Eğer kendileriy­le aranızda anlaşma bulunan bir toplumdan ise, ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü'min köleyi azad etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tara­fından tevbesinin kabulü için iki ay kesintisiz oruç tutması gerekir. Allah herşeyi bilendir, hikmet sahibidir. Kim bir mü'mini kasten öldürürse, cezası İçinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lanet etmiş ve onun için azap hazırlamıştır." (Nisa 4/92-93)

İbn-i Abbâs (ra), bu âyetlerin îslâmm öldürme ve kısas hakkındaki nihâî hük­münü ihtiva ettiğini söylemektedir. Mekke'nin fethi sırasında canların koruma al­tına alındığı ilan edildi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, "Câhüiye döne­minin bütün kan bedelleri iki ayağımın altındadır" buyurduktan sonra hatayla öl­dürmenin cezasını, kasden öldürme cezalarından biri olan kan bedeli Ödeme şek­liyle sınırlandırdı.[157] Hatayla öldürmenin kan bedelini de şehirliler için dörtyüz di­nar olarak belirledi.[158]

Hicretin 6. yılına kadar yol kesen eşkiyalar için belirlenmiş bir ceza yoktu. Hic­retin 6. yılında Akel ve Ureyne kabilelerinden bir miktar insan Medine'ye gelip müslüman oldu. Medine'nin iklimi onlara iyi gelmedi. Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, şehrin dışındaki otlakda kalmalarına izin verdi. Bir fır­satını bularak müslüman çobanları işkence yaparak insafsızca öldürdüler. Hay­vanları da yağmalayarak götürdüler. Bu adamlar yakalanıp getirilince Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem, bunların da aynı şekilde işkenceyle öldürülme­lerini emretti. Her ne kadar bu, eşit bir öldürülme, denk bir intikam alma idiyse de bir ölçüde acımasız olduğundan Allah Teâlâ tarafından bu uygulama tenkid edil­di ve eşkiyalar, yağmacılar için ayrı bir hüküm indirildi:[159]

"Allah ve Resûlü'ne karşı savaşanların ve yeryüzünde hak düzeni bozmaya ça­lışanların cezası ancak ya acımadan öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayak­larının çapraz kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürülmeleridir." (Mâide 5/33)

Candan sonra değer olarak mal gelmektedir. îslâmdan önce Araplar arasında hırsızların ellerinin kesilmesi cezası vardı, islâm bunu devam ettirdi: "Hırsız er­kekle kadının her ikisinin ellerini kesiniz." (Mâide 5/38) Hicret'in 8. yılında Mek­ke'nin fethi sırasında Mahzûm kabilesinden bir kadın bu suçu işledi. Saygın bir ai­leye mensup olduğu için müslümanlar arasında büyük bir huzursuzluk meydan geldi. Üsâme b. Zeyd (ra), Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in hatırını kırmadığı bir kimseydi. O aracı yapılarak kadının cezalandırılmaması için ricada bulundu. Allah Resulü bunun üzerine çok hiddetlendi ve insanları biraraya top­layarak konuşma yaptı. Bu konuşmasında şöyle buyurdu: "Sizden önceki insanla­rın mahvolmasının sebebi işte buydu. Onlar cezalan alt tabakadan insanlara uy­gular, üst sınıftaki insanlar suç işlediklerinde onları serbest bırakırlardı. Allah'a and olsun ki, eğer Muhammed'in kızı Fâtıma hırsızlık yapsa, onun da elini keser­dim" buyurdu. Bu konuşmanın etkisiyle insanlar neden niçin demeden bu emri uyguladı.[160]

Araplar arasında zinanın herhangi bir cezası yoktu. Yahudiler arasında ise Tevrat'tan çıkarılan hükme göre zina işleyenin cezası —recm— yani taşlayarak öldürmeydi. Fakat ahlâkî zayıflıktan dolayı bu hükmü uygulamıyorlardı. Medi­ne çevresinde yaşayan yahûdîler, recm yerine zina suçunu işyelenleri yüzlerini siyaha boyayarak dolaştırırlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Me­dine'ye gelince yahudiler böyle bir suçlunun davasını Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e arzettiler. Bu, muhtemelen hicretin 3. yılında meydana gelmiş bir olaydı. Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem, "Sizin şeriatınızda bu suçun cezası nedir?" diye sordu. Onlar da kendi adetlerini söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Tevrat'ı getirterek konuyla ilgili bölü­mü okutturdu. Yahûdîler recm âyeti gelince üzerine parmaklarını basıp gizledi­ler. Fakat durumu gören müslüman olmuş bir yahûdî o âyeti açığa çıkararak okudu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Ey Allahım! Bu emrini şu in­sanlar ölü hale getirdiler. Senin emrini canlandıracak ilk kişi ben olacağım"[161] buyurdu. Nitekim o adamın taşlanarak öldürülmesini emretti. Ve o taşlanarak öldürüldü.

Hicretin 5. yılında Nur sûresi nazil oldu. Bu sûrede inen bir âyetle zina suçu­nun cezası yüz kamçı vurma olarak belirlendi. Hz. Ömer'in (ra) ifadesine göre Kur'an-ı Kerim recm cezasını da sürdürdü. Ama âyetin lafzı neshedilmişti.[162] Ke­sin olan şu ki, hadislerden ortaya çıkan ceza; bekârlar için yüz kırbaç, evliler için de recmedilme cezasıdır. Nitekim hicretin 7. yılında bir müslüman bu suçu işledi ve her ne kadar insanlar onun bu suçu işlediğinden haberdâr değildiyseler de o müslüman dünya cezasını ahiret cezasma tercih etti. Herkesin ortasında Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna gelip durumu anlatarak: "Ey Allah Resulü! Ben günahkârım, beni temizle" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem durumu inceledikten sonra onun recmedilmesine karar verdi.[163]

İçki, Hicrî 4. yılda haram kılındı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem za­manında içki içme için konulmuş belirli bir ceza yoktu.[164] Bu suçu işleyenlere kırk kırbaca kadar kırbaç vurulurdu. Hz. Ömer (ra)'ın halifeliği zamanında seksen kır­baca çıkarıldı. Kazf, yani iffetli kadınlara iftira etmenin cezasıyla ilgili âyet Hic­ret'in 5. yılında nazil oldu:[165]

Dünyada en önemli üç şey vardır ki, can, mal ve namustur. Yukarıda anlatılan cezalar bu üç Önemli değeri korumak ve güvence altında tutmak için belirlenmiş­tir. O balamdan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bu hükümleri belirten âyetler nazil olduktan sonra, Hicret'in 10. yılında Veda Haccı sırasında Ka'be'de, haram aylar esnasında şöyle buyurdu: "Ey müslümanlar! Her müslümarun canı, malı ve namusu bu mübarek gün, bu mübarek ay ve bu mukaddes mekan kadar mukaddestir." [166]

 

Helaller Ve Haramlar

 

Yiyecek  Ve   İçeceklerde   Helal  Ve   Haram

 

Araplar arasmda yiyecek ve içeceklerden hiçbirinden sakınma yoktu. Hepsi mu­bah görülüyordu. Leşlere ve böceklere vanncaya kadar herşeyi yiyorlardı. Sadece putlara adanmış olan bazı hayvanları yemiyor, onları kesmeyi günah kabul ediyor­lardı. Bazı hayvanları erkekler yiyebilir, kadınlar yiyemez diye adıyorlar, çocuk ölü doğarsa kadın-erkek her ikisi de yiyebiliyor, canlı doğarsa sadece erkek yiye­biliyordu. Buna benzer daha bir çok putperest adeti vardı. Mekke'de nazil olan En'âm sûresinde bu adetler genişçe anlatılmıştır. Islâmın bir çok emri her ne kadar Medine'de inmişse de yenecek şeylerin helal ve haram oluşunu belirten hükümler Mekke'de inmeye başlamıştı. Nitekim En'âm sûresinde müşriklerin bu adetleri reddedildikten sonra şu emir geldi:

"De ki: Bana vahyolunan —Kur'an'da— yiyecek kimse için, leş, akıtılmış kan, yahut domuz eti-ki pisliğin kendisidir-ya da Allah'tan başkası adma kesilmiş bir-şeyden başka haram edilmiş birşey bulamıyorum. Ama kim çaresiz kalırsa, başka­sının hakkını çiğnememek ve zaruret sınırını aşmamak üzere bunlardan yiyebilir. Çünkü Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir." (En'âm 6/145)

Müşriklerin en çok hayret ettikleri şey, kendiliğinden ölen hayvanın etinin haram olması, kendi eliyle öldürdüğü hayvanın etinin helal kabul edilmesiydi. Halbuki on­lara göre ikisinin arasında hiçbir fark yoktu. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:

"Allah'ın âyetlerine inanıyorsanız, yalnızca Cynun adı anılarak kesilen —hay­vanlardan— yeyin. Üzerine Allah'ın adı anılıp kesilenden yememenize sebep ne?

Allah çaresiz kalıp da yemek zorunda kaldığınız dışında, haram kıldığı şeyleri si­ze açıklamıştır." (En'âm 6/118-119)

Bundan sonra Mekke-i Mükerreme'de Nahl sûresinin "Öyleyse Allah'ın size n-zık olarak verdiklerinden yeyiniz." (Nahl 16/114) âyeti nazil oldu. Bu âyette önce­ki hüküm tekrarlandı ve şu dört şeyin, leş, kan, domuz ve putlara adanmış hayvan­ların etlerinin yenmesinin haram olduğu anlatıldı. Medine-i Münevvere'ye geldik­ten sonra Önce Bakara süresindeki: "Şüphesiz size ölü hayvan eti yemeniz haram kılındı." (Bakara 2/173) âyetiyle üçüncü kez bu dört haram tekrar belirtildi. Arap­lar arasında helal haram aynmı azdı. Yabanîlik ve cahillikten başka bunun bir di­ğer sebebi de, yoksulluğun çok yaygın olmasıydı. Müslümanların malî durumu düzeldikçe helal-haram aynmı da gelişme gösterdi. Genellikle insanlar hastalana­rak kendiliğinden ölen hayvanları murdar kabul ettikleri için hayvan başka bir se­bepten Ölürse bunu murdar kabul etmezlerdi. Hicretten 4-5 yıl sonra Mâide süre­sindeki âyetin inmesiyle murdarın ne demek olduğu açıklanmıştır. Buna göre o, ya boğazı sıkılarak, ya boynu koparılarak, ya yukarıdan düşerek, ya bir hayvanın boynuzlamasıyla, ya da bir hayvan tarafından parçalanarak öldürülmüştür. Bun­lar dışında kişinin bizzat kestiği hayvanlann eti helaldir.

Hicretin 7. yılında müslümanlar Hayber'i fethedip arazileri ele geçirince hay­vanlardan eti helal ve haram olanlar birbirinden ayırdedildi. O günden itibaren eşeğin, yırtıcı hayvanların ve pençeli hayvanlann etlerini yemenin haram olduğu ilan edildi. Hicretin 8. yılında Mekke fethedildikten sonra hıristiyan Tayy kabilesi Islâmı kabul etti ve Suriyeli bazı Hıristiyanlar müslüman oldu. Bunlar av köpekle­ri besler ve onlarla avlanırlardı. Müslüman olunca ölü hayvan etinin yenmesinin haram olduğunu duydular. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e giderek durumlannı anlattılar. Bunun üzerine şu âyet indi:

"Senden kendilerine nelerin helal kılındığım soruyorlar. De ki: Onlara bütün temiz şeyler helal kılınmıştır." (Mâide 5/4)

Ayette böyle buyurulduktan sonra avlayan hayvanlar eğitimli iseler ve av üze­rine sahnırken Allah'ın adı anılmışsa, bunların avladıklan hayvanların etinin helal olduğu açıklanmıştır.[167] [168]

 

Şarabın   Haram   Oluşu:

 

İslama karşı olanlar, bu dinin hızla yayılmasının en büyük sebebinin; birden fazla kadınla evlenme gibi pekçok ilahî emrin nefsi okşaması, keyif düşkünlüğünü des­teklemesi olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre Araplar işte bu yüzden Islâmı ka­bul ederken hiçbir fedakârlık ve sıkıntıya katlanmamışlardır. Bu da hemen hepsinin îslâmı toptan kabul etmesine yol açmıştır. Onlar, îslâmın zaten arzu ettikleri şeyleri söylediğini ifade etmişlerdir. Bu konu ileride ele alınacaktır. Burada sadece tarihî boyutu itibarıyla şarabın haram kılınışını anlatmak istiyoruz.

Arapların şaraptan daha fazla zevk aldıkları birşey yoktu. Bütün ülke bu illete müptela olmuştu. Arap şiirlerinin ana konularından biri şaraptır. Maslahat gereği Îslâmın bütün hükümleri tedricî olarak geldiğinden şarap da tedricî olarak haram kılınmıştır.

Medine'de şarap içme alışkanlığı nisbeten daha fazlaydı. Eşraf ve ileri gelenler açıkça şarap içerlerdi. Araplar arasında şarap içmeyi bırakmış çok iyi insanlar da vardı. Onlar şarap içmeyi takvaya aykırı buluyorlardı. Oysa îslâm bu konuda hiç­bir karar bildirmemişti. İnsanlar "Şarap hakkındaki hüküm nedir?" diye sormaya başladılar. Hz. Ömer (ra):

"Ey Allahım! Şarap hakkında bizim için doyurucu bir açıklama gönder" diye dua etti. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:

"Sana şarap ve kumarı sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve in­sanlar için birtakım zahiri faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasın­dan daha büyüktür." (Bakara 2/219)

Bu âyetin inmesinden sonra bile insanlar şarap içmeye devam ettiler. Bir defa­sında ensardan bir müslüman Hz. Ali (ra) ile Abdurrahman b. Avf (ra)'ı, şarabın da bulunduğu bir yemeğe davet etti. Yemekten sonra akşam namazı vakti geldi ve Hz. Ali (ra) namaz kıldırdı. Ama sarhoşluğun etkisiyle karışık okudu. Hz. Ömer tekrar dua ederek:

"Ey Allahım! Şarap hakkında açık hükmünü beyan et" diye dua etti. Bunun üzerine şu âyet indi:

"Sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın." (Nisa 4/43)

Bu âyetin nazil olmasından sonra her namaz vakti geldiğinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in emriyle bir tellal çıkarak: "Kimse namaza sarhoş gel­mesin!" diyordu.[169] Ama genel bir hüküm ve emir olmadığı için namazın dışında­ki vakitlerde insanlar hiç çekinmeden şarap içiyordu. Hz. Ömer tekrar dua etti. O arada bazı insanlar şarap içerek öylesine sarhoş oldular ki, birbirlerine vurma, kav­ga etme noktasına geldiler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:[170]

"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar —putlar—, fal ve şans okları şey­tan işi birer pisliktir: Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namaz­dan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide 5/90-91)

Bu âyetier nazil olduktan sonra şarap kesinlikle haram kılındı. O anda Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem, Medine'nin çarşı, pazar ve sokaklarında, "Bugün­den itibaren şarap haram kılınmıştır!" diye bir tellal ile ilan ettirdi. Ama bununla bir­likte şarap ticareti ve alışverişi devam ediyordu. Hicret'in 8. yılında bu da haram kı­lındı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem halkı Mescid-i Nebevfye toplayarak bunu hemen o anda açıkladı.[171] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bundan sonra aynı yıl Mekke'nin fethedildiği günlerde açık ve kesin olarak yenilmesi, içilme­si haram olan şeylerin ticaretini de yasakladı ve şöyle buyurdu: "Allah ve Resulü iç­kinin, ölmüş hayvan etinin, domuzun ve putların alışverişini haram kılmıştır."[172]

Şarabın haram kılınışı herkese ilan edilerek gösterildiği halde bunun hangi yı­la ait bir olay olduğu hâlâ belirlenememiştir. Hadisçilerle rivayet uzmanları bu ko­nuda son derece farklı görüştedirler.

Hafız İbn-i Hacer, Fethu'l-Bârt isimli kitabının Kitâbu't-Tefsîr bölümünde Mâ-ide sûresini açıklarken şunları yazmıştır:

"Öyle anlaşılıyor ki şarabın haram kılınması, hicretin 8. yılında Mekke'nin fet­hedildiği günlerde olmuştur. Bunun delili ise şudur: imam Ahmed, Abdurrahman b. Va'le'nin sened zinciriyle şunu rivayet etmiştir: Abdullah b. Abbâs (ra)'a "Şarap satmanın hükmü nedir?" diye sorduğumda bana şöyle dedi: Hz. Peygamber sallal­lahu aleyhi vesellem'in Sakîf veya Ete vs kabilesinden bir dostu vardı. Mekke'nin fehinde, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e geldi ve bir testi şarap hediye etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, "Allah'ın şarabı ha­ram kıldığını bilmiyor musun?" buyurdu."

Bize göre Hafız Ibn-i Hacer'in anlayışı ve gösterdiği delil doğru değildir. Yuka­rıda delil olarak gösterdiği rivayetten, şarap ikram eden kişinin, şarabın haram ol­duğunu Mekke'nin fethine kadar duymadığı anlaşılmaktadır.[173] O ana kadar haram olduğunu belirten âyetin inmediği bunun neresinden çıkarılmaktadır? Öyle hü­kümler vardır ki, indiği dönemlerdeki bir çok kişi bunlan çok sonra duymuşlardır.

Bu rivayetin dışındaki bazı rivayetlerden, Mekke'nin fethinden önce içkinin haram olduğunu belirten âyetlerin indiği ortaya çıkmaktadır. Şarap gibi pis birşe-yin hicretin 8. yılına kadar helal kalması, Hz. Peygamber salla Ha hu aleyhi vesellem efendimizin vefatından sadece iki yıl önce haram olması mümkün olabilir mi? Bi­ze göre şarap hicretin 3- veya 4. yılında haram kılınmıştı.

Faizin Haram Kılınışı

Faizcilik de Araplar'ın damarlarına işlemiş kötü alışkanlıklardan biri olduğu için haram kılındığını belirten âyetler tedricî olarak gelmiştir.[174] Kureyşliler genellikle ticaretle uğraşırdı. Bunlardan zengin ve servet sahibi tüccarlar, yoksullara ve çiftçi­lere fahiş miktarda faizle borç para veriyor ve borçlarını alamadıkça ana parayı her yıl arttınyorlardı.[175] Bizzat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in amcası Ab-bas —müslüman olmadan önce— büyük çapta faizcilik yapıyordu.[176] Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye gelince yahûdî tüccarlar tarafından yürü­tülen değişik türden faiz alış-verişleri gördü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel­lem önce gümüş ve altının borç olarak alınıp satılmasının faiz olduğunu bildirdi.[177] Sonra iki katıyla, üç katıyla faiz almayı menetti ve şu âyet nazil oldu:

"Ey iman edenler! Faizi kat kat yemeyiniz. Allah'tan korkunuz, umulur ki, fe­laha erersiniz." (AH Imrân 3/130)

Bundan sonra Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem aynı türden eşyaların ken­di aralarında azaltılarak-çoğalhlarak alınıp verilmesini yasakladı. Hicret'in 7. yılında Hayber savaşı sırasında müslümanlar yahûdî tüccarlardan alışveriş yapmaya başla­dılar. O sırada Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem altın sikkenin değerini azal-tarak-çoğaltarak satmanın da faiz olduğunu ilân etti. Faizin haram olduğu hususun­da daha açık hükümler Hicret'in 8. yılında indi. Faizin kat kat alınmasını meneden Al-lmrân süresindeki bu âyetten sonra Bakara sûresinin şu âyeti nazil oldu:

"Faiz yiyen kimseler, kabirlerinden tıpkı şeytan çarpmış gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, 'ticaret de faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa ki Allah, ticareti helal, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir Öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir." (Bakara 2/275)

İnsanlar, "Faiz de bir tür ticarettir, ticaret caiz olduğuna göre faiz neden haram olsun?" diye itiraz ediyorlardı. Kitabın diğer bölümlerinde bu itiraza cevap verilecektir. Burada sadece faizin ne zaman haram kılındığından bahsedilecektir. Herşe-ye rağmen bu âyetle de faizin kesin olarak haramlığına karar verilmemiştir. Sonun­da kısa bir aradan sonra muhtemelen Hicret'in 8. yılında şu âyetler nazil oldu.

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı almayınız. Şayet faiz hakkında söylenenleri yapmazsanız, Allah ve Resulü tarafmdan ilan edilmiş bir savaş ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip faizcilikten vazgeçerseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmez­siniz ve haksızlığa da uğramazsınız." (Bakara 2/178-179)

Bu âyet inince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mescidde bütün müs-lümanları toplayarak bu emri duyurdu.[178] Hicret'in 9. yılında Necrânlüar'la yapı­lan barış anlaşmasındaki maddelerden biri de; faiz alamayacaklarıydı.[179] Hicret'in 10. yılının Zilhicce ayında Veda Haccı sırasında bu âyetin nazil olmasından önce bütün Arabistan'da ne kadar faizle yapılmış iş bağlantısı varsa hepsini yok saydı. Tümünü geçersiz kabul ederek faizin kesinlikle yasaklandığını insanlara duyurdu.

İbn-i Abbâs (ra) faizin haram olduğunu bildiren ilahı emrin, îslâmdaki ilahî emir ve hükümler zincirinin son halkası olduğunu bildirmektedir.[180] [181]

 

 



[1] Hz. ibrahim (as), kabilesinin saygıdeğer ve yaşlı lideriydi. Dörtyüz kişiden oluşan bir askeri birliği daima yanında bulundururdu. Suriye ve Mezopotamya taraflarının çeşitli krallarıyla savaşmak zorunda kalmış ve Allah ona çocuklarının mukaddes topraklarda devlet kuracaklarına söz vermiştir. "Tevrat, Tekvin bö­lümü"

[2] Ebu Davûd, Kitâbu's-salât/146.

[3] Müslim, Kitâbu'l-hudûd/11.

[4] Ebu Davûd, Kİtâbu's-salât/68

[5] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 419-421.

[6] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 421-422.

[7] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 422.

[8] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 422-423.

[9] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 423

[10] Tirmizî, Siyer/23.

[11] Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 358.

[12] Buhârî, Hars/17.

[13] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 423.

[14] Müsned-i imam Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 66.

[15] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 423.

[16] Müslim, Imân/164.

[17] Buhârî, Ahkâm/41.

[18] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 423-424.

[19] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 424-425.

[20] Bu büyük zatların isimleri ve haklarında geniş bilgi için b. Zerkânî, c. 3, s.373.

[21] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 425-426.

[22] el-îstîâb, Muâz b. Cebel'den bahsedilen bölüm.

[23] Müslim, Cihâd/5.

[24] Tabakât-ı Ibn-i Sa'd, Muâz b. Cebel bahsi.

[25] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 426-427.

[26] el-lsâbe /î Temyîzi's-sahâbe, Safvân b. Safvân bahsi.

[27] Nesâ'î, s. 390.

[28] Nesâ'î, s. 393.

[29] Nesâ'î, s. 393

[30] Belâzûrî, Fütûhu'l-buldân, s. 31.

[31] Buhârî, Ahkâm/41.

[32] Dârimî, Zekât/16; Nesâ'î, Zekât/98; Muvatta', Sadaka/13.

[33] Müslim, c. 2, s. 109.

[34] Ebu Davûd, Zekât/24.

[35] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 427-428.

[36] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 428-430.

[37] Fethu'l-Bârî, e 13, s. 910

[38] Buhârî, Kitâbu't-ahkâm/12.

[39] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 430-433.

[40] İbn-i Kayyım, Zâdu'l-me&d.

[41] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 434.

[42] tbn-i Kayyım, Zâdu'l-tneâd, c. 1, Cizye bölümü.

[43] lbn-i Kayyım, Zâdu'l-meâd, c. 1

[44] Buharı, kâret/22; Müslim, Müsâkât/2; Fütûhu'l-buldân, Hayber bölümü.

[45] Ebu Davûd, Kitâbu'l-harâc/121.

[46] Belâzurî, Fütûhu'l-buldân

[47] Ebu Davûd, Zekât/5; Nesâ'î, Zekât/8;

[48] Buhârî, Cizye/l, Rikâk/7, Megâzî/12; Müslim, Sulh/6; îbn-i Mâce, Fiten/18.

[49] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 434.

[50] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 434.

[51] Ebu Davûd, Cihâd/143,147.

[52] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 434-435.

[53] Ebu Davûd, Zekât/3.

[54] Buhârî, Zekât/55.

[55] Tirmizî, Zekât/14.

[56] Tirmizî, Zekât/14.

[57] Ebu Davûd, Zekât/5; Buhârî, Zekât/l, 63; Müslim, imân/29; Tirmizî, Zekât/6; Nesâ'î, Zekât/l, 46; Ibn-i Mâce, Zekât/l; Dârimî, Zekât/l.

[58] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 435.

[59] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 436.

[60] Dârimî, Zekât/29.

[61] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 436-437.

[62] Bunlar Ebu Davud'un Kitâbu'l-Harâc başlığı altında anlatılmıştır.

[63] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 437.

[64] Bk. VVellHausen, islâm maddesi.

[65] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 437-438.

[66] Hâzin Tefsiri, Tevbe 9/122. ayetin tefsîriyle ilgili bölüm.

[67] Buhârî, Ezân/18, Ahâd/1, Edeb/27.

[68] Buhârî, Menâkıb/25.

[69] Müsned,c.3,s. 137.

[70] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 438-439.

[71] Umdetü'l-Kârî ft şerhi'l-Buhârî, c. 2, s. 468.

[72] Nesâ'î, Ezan/25.

[73] Ebu Davûd, Cihld/91; Tİrmizî, Siyer/2; îbn-i Hanbel, İÜ/448.

[74] Nesâ'î, Mesârid/118.

[75] Zâdü'l-meM, el, s. 485.

[76] Nesâ't,Mesâdd/118.

[77] Müslim, Sıyâm/133.

[78] Müsned-i tbn-i Hanbel, c. 3, s. 232.

[79] Tabakât-ı İbn-i Sa'd, c. 4, 5.17.

[80] Fethu'l-Bârî, e 1, s. 471.

[81] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 440.

[82] Müsned-i îbn-i Hanbel, c. 4, s. 118.

[83] Belâzurî, Fütûhu'l-buldân.

[84] Bu isimler, belirtilen eserlerden alınmıştır.

[85] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 440.

[86] Nesâ'î, s. 170.

[87] Buhârî, Tefsîr-i sûret-i 2/30,5/8.

[88] Buhârî, Te'lîfu'1-Kur'ân/l

[89] Dârimî, Salât/87; İbn-i Mâce, İkâmet/28.

[90] Islamın bazı hükümlerinin inişi ve kademe kademe tamamlanışı, kitabımızın birinci cildinin "Değişik Olaylar" başlığı altında da kısmen anlatılmıştır.

[91] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 440-443.

[92] Bk. Buharı, Fezâilu'l-Kur'ân bölümü.

[93] Buhârî, Tefsîr-i sûret-i 2/1.

[94] Suyûtî, Esbâbü'n-nüzûl, Bakara sûresi 286. ayetiyle İlgili bölüm.

[95] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 443-446.

[96] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 446-448.

[97] Fethu'l-BM, c.l, s. 205.

[98] Müslim, Tahâret/40.

[99] Ebu Davûd, Tahâret/112; Ibn-i Mâce, Tahâret/72.

[100] Müslim, Tahâret/86.

[101] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 448.

[102] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 448-450.

[103] Namazın zaman içindeki durumu ve farz kıhiuşıyla ilgili süreçte hadis alimleri değişik görüşler belir­mişlerdir. İbn-i Hacer, bu konuyu şöyle özetlemiştir: "Bir grup Miraç'dan önce zamanı belirli olmayan namaz dışında başka hiçbir namaz farz değildi, görüşündedirler. Harbî, sabah ve akşamlan kılınan iki­şer rekatın farz olduğu görüşündedir. İmam Şafiî bazı ilim sahiplerinden şöyle rivayet etmektedir; Ge­cenin geç saatlerine kadar kıhnabilen farz bir namaz vardı. Daha sonra "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun" ayetiyle bu hüküm kaldırıldı ve sadece kısa bir süre için namaz kılınması farz olarak devam etti. Daha sonra gelen beş vakit namaz hükmü bunu da kaldırdı." Fethu'l-Bârî, c.l, s.393.

[104] Müsned-i Ahmed b. Hanbel, C. 6, s. 54.

[105] Araştırmalarımıza göre Mirâc Peygamberliğin 9. yılında gerçekleşmiştir.

[106] Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 55.

[107] Buhârî, Hac/24-25.

[108] Buhârî, Ezân/92; Müslim, Salât/117.

[109] Ebu Davûd, Salât/166.

[110] Ebu Davûd, Salât/166.

[111] Ebu Davûd, Salât/178.

[112] Ebu Davûd, Salât/165; Dârimî, Salât/93.

[113] Ebu Davûd, Salât/165.

[114] Buhârî, Buyû/11.

[115] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 450-452.

[116] Târih-i Taberî, s. 1356.

[117] Buhârî, Cum'a/11, Meğâzî/69; Ebu Davûd, Salât/229.

[118] Buhârî, Cum'a/11.

[119] Dârakutnî,Cum'a/21.

[120] Târih-i Taberî, s. 1281.

[121] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 452-454.

[122] Bk. Hadis kitaplarının korku namazı bölümleri; Târih-i Taberî, c. 3, s. 45; Tabakât-ı tbn-i Sa'd, c. 2, s. 43.

[123] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 454.

[124] Müsned-i Ibn-i Hanbel, c. 6, s. 244.

[125] Ebu Davud'un oruç bölümü.

[126] Bütün bu olaylar Buhârî, Müslim ve Ebu Davud'un oruçla ilgili bölümlerinde genişçe anlatılmıştır.

[127] Ibn-i Hanbel, VI/226; Dârimî, Nikâh/3.

[128] Buhârrde: "Ramazan orucunun farz oluşuyla ilgili ayet indiğinde bu insanlara ağır geldi" şeklinde bir ifade vardır.

[129] Buhârî, Savm/36; Müslim, Sıyâm/92,102; Ebu Davûd, Savm/43.

[130] Buhârî, Savm/20.

[131] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 454-458.

[132] Târih-i Taberî, s.1281.

[133] Buhârî'de Abdullah b. Ömer (ra)'ın bu anlamda bir ifadesi yer almaktadır

[134] Buhârî, Zekât/44.

[135] Târih-i Taberî, c 4, s. 1722.

Tabakât-ı îbn-i Sa'd, Meğâzî bolumu, s. 115.

[136] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 458-459.

[137] Zâdu'l-Meâd, c. 1, s. 180.

[138] Müslim, Hac/435.

[139] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 459.

[140] Beyzâvî Tefsiri. "Bu merasim yahûdîlerden geçmişti. Laviller 6/17.

[141] Buhârî, c. 1, s. 226.

[142] Nesâ'i, Menâsik/161.

[143] Müslim, Buhârî ve bütün sahih hadis kitaplarının "Çıplak olarak Kabe tavaf edilemez" bölümünde an­latılmıştır.

[144] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 459-461.

[145] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 461-463.

[146] Bunlar müfessirlerin anlattıklarıdır. Fakat Buhârî ve diğerlerinde tbn-i Abbas (ra)'dan yapılan bir riva­yette aşağıdaki ayet-ı kerimeyle bu hükmün kaldırıldığı bildirilmiştir. "Herkesin paylarını belirledik."

(Nisa 4/33).

[147] Tirmizî, Ferâiz/3.

[148] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 463.

[149] Buhârî, Cenâiz/37, Vasâyâ/2, Nafakât/1, Merzâ/16; Müslim, Vasiyyet/5; Ebu Davûd, Vasâyâ/2; Tirmi-

zî, Vasâyâ/1.

[150] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 464-466.

[151] Medine'de bulunan bir arazinin adıdır.

[152] Buhârî, Şurût/19; Tirmizî, Ahkâm/36; Dârimî, Vasâyâ/43.

[153] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 466.

[154] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 466-467.

[155] Ebu Davûd,Akziye/10; îbn-i Hanbel, 1 /363.

[156] Buhârî, Tefsir-ı sûret-i 2/23, Diyât/8; Nesâ'î, Kasâme/27.

[157] Ebu Davûd, Dİyât/24.

[158] Ebu Davûd, Diyât/18; Muvatta', Akziye/37.

[159] Tirmizî, Tahâret/55.

[160] Buhârî, Megâzî/53, Hudûd/11; Müslim, Hudûd/9; ebu Davûd, Hudûd/4; Tirmizî, Hudûd/6.

[161] Ebu Davûd, Akziye/27, Hudûd/25; Müslim, Hudûd/27; Ibn-i Mâce, HudÛd/10.

[162] Buhârf, Hudûd/-30-32.

[163] H. 7. yılının hangi olayla bittiği açıkça belirtilmemiştir. Hadis sarihleri bu olay şurasında Ebu Hüreyre'nin Medine'de bulunduğu görüşündedirler. Onun Hayberin fethedildiği yıl Medine'ye geldiği sabittir.

[164] Ebu Davûd, Eşribe/1,5, 7.

[165] tfk hadisesi bu yıl oldu. Bu ayet de onun hakkında indi. Bu yüzden H. 5. yık bu olayla anılmıştır.

[166] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 467-468.

[167] Atıflar için bu ayetlerin iniş sebeplerine bakınız.

[168] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 468-469.

[169] Bu olayın tamamı Ebu Davud'un Kitâbu'l-eşribe bölümünde anlatılmıştır.

[170] Ebu Davûd'da ayetin tamamı zikredilmemiş, ancak birkaç kelime nakledilerek ayetin tamamına işaret edilmiştir.

[171] Buhârî, Tefsîr-i sûret-i 2/49-52; Ebu Davûd, Buyû/64, 65; Müslim, Eşribe/83. Hz. Aişe (ra). Bakara sû­resinin son bölümünün nazil olmasından sonra -ki orada faizin haramhğı hükmü bulunmaktadır— bu ayetlerin H. 8. yılda nazil olduğunu bildirmiştir.

[172] Buhârî, Buyû/102,112; Müslim, Müsâkât/71; Ebu Davûd, Buyû/64; Tirmizî, Buyû/60; îbn-i Mâce, Ti-cârât/11.

[173] Yazarın tahmini tamamen doğrudur. Bu olayla ilgili kişiler Sakîf veya Devs kabilesindendiler. Sakîf ka­bilesi H. 8. yılında müslüman oldu. Devs, her ne kadar çok önce müslüman olmuşsa da Medine'den uzak bir yerde bulunuyorlardı. Bundan başka hadis bilginlerinin dikkat etmediği, bizim yukarıdan be­ri yazdığımız bir diğer önemli nokta ise şudur: İçki içmek H. 4. yılında haram kılınmış idiyse de içki ti­careti yasaklanmamıştı. O yüzden bu kişi de içki satışını sürdürüyordu, içkinin alışverişinin yasaklan­ması, faizin haram kılınışıyla birlikte uygulanmaya başladı. Faizin haram kılmışı en son yasaklanan hü­kümler arasında bulunmaktadır, içki satışı H. 8. yılda yasaklandı. Ama Hz. Peygamber bunu ancak Mekke'nin fethi sırasında her tarafa ilân etti. Bütün sahih hadislerde bu husus açıkça bildirilmiştir. Bk. BuhârTnin faiz ayetinin tefsiri, leşlerin satılması ve putlar bölümü; Sahih-İ Müslim'in içki satışının ya­saklanması bölümü.

[174] Bunun en büyük delili şudur: "içki haram kılınınca insanlar, "İçki İçerek Uhud savaşına katılan ve o hal­de şehit olan kardeşlerimizin durumu ne olacak?" dediler. Bunun üzerine "İman edenler için -daha Ön­ce- yediklerinde bir günah yoktur.." (Mâide 5/93) ayeti nazil oldu. Bundan da anlaşılmaktadır ki, içki­nin haram kılınması, Uhud savaşma çok yakın bir tarihte olmuştu.

[175] Muvatta', Buyû/34, 35.

[176] Bk. Tefsîr-i îbn-i Cerfr, Ribâ ayetinin tefsiri.

[177] Müslim, Müsâkât/81-83, 85.

[178] Buhârî, Buyû/24,105,112; Müslim, Müsâkât/69, 70-72, Eşribe/83.

[179] Ebu Davûd, Imâret/30.

[180] Buhârî, Tefsîr-i suret-2/19

[181] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 469.