Yargılama Ve
Sorgulama ( = Îhtîsâb)
Yabancı
Milletlerle Sözleşmeler
Devlet
Arazileri Ve İşlenmeyen Topraklar
Öğreticilerin Eğitim Ve
Yetiştirilmesi
Yiyecek Ve
İçeceklerde Helal Ve
Haram
"Kendilerinden öncekileri
yeryüzüne sahip ve hakim kıldığı gibi, onları da yeryüzüne sahip ve hakim
kılacağını." (Nûr 24/55)
Karanlık gecelerden
sonra şafak aydınlığı ağır ağır güneşin fecrine doğru yaklaşırken zifiri
karanlıklar yerini aydınlık bir günün başlangıcına ter-ketti. Koyu bulutlar
parçalanıp açıldığı zaman, güneşin ortalığı pırıl pırıl aydınlatması gibi
Islâmm gelişi de, Kurân'ın inişiyle dünyanın ruhunda, insanlığın gönül
ufuklarında, beşer vicdanının engin ovalarında Allah'ın rahmet ışığı, Islâmın
şefkat ruhu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in getirdiği şeriat
kıvılcımı, bütün beşerî zulümleri, haksızlıkları, karanlıkları ve koyu sisleri
silip götürdü. Açtığı huzur yoluyla insanların ruhunu aydınlattı.
Dünyaların-daki karanlıkları nura boğdu. Dış dünyalarını mutlulukla doldurdu.
İnsanlığa yepyeni ve sonu gelmez aydınlık ufuklar açtı. Dünya günah, zulüm ve
işkencelerin karanlığına batmışken, mutluluk sabahı ansızın doğdu. Ufukta,
hakikat ve doğruluk güneşi belirdi. Araplar nasıl bir Allah'a tapmaya
başlamışlarsa, idareyi de birleştirmişlerdi.
Yüce Allah onlara
şöyle vadetmişti:
"Allah, içinizde
iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vadetmiştir ki: Hiç tartışmasız,
onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde
'güç ve iktidar sahibi' kılacaktır. Kendileri için seçip beğendiği dinlerini,
kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvene
çevirecektir. Onlar, yalnız Bana ibâdet eder ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar."
(Nûr 24/55)
îlahî bir devlet kurma
ve yeryüzüne hâkim olma, peygamber olmanın şartlarından ve amaçlarından biri
değildir. Ama Peygamber'in Allah yoluna daveti ve dine çağrısı, siyasî ve idarî
baskılarla karşılaşır veya O'nun ıslâhat çabalan, ülkenin düzensizlik,
dağınıklık ve kargaşasının dikenlerine dolaşırsa, o zaman bu mücâdele ibrahim
(as)[1] ve
Musa (as) peygamberlerin mücâdele şeklini alarak ilerler. Sonunda da ümmeti
Nemrudlar'm ve Firavunlar'in köleliğinden kurtarır. Peygamberler arasmda
hiçbir idarî ve mülkî yetkileri olmamış olan îsa ve Yahya peygamberler de
gelip geçmiş, halkların ve devletlerin bütün yetkilerini elinde tutan Musa,
Dâvûd ve Süleyman peygamberler de gelip geçmiştir. Ama Allah Resulü Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, hem îsa ve Yahya, hem de Musa ve Dâvûd
(as) gibiydi. Arabistan'ın bütün imkân ve hazineleri O'nun elinin altında ve
emrin-deydi. Ama peygamberlik ocağı olan evinde, ne yumuşak bir yatağı vardı,
ne lezzetli yemekler, ne mübarek bedenini örten gösterişli kıyafetler, ne de
hazinesinde servetler vardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'i,
başarılarından dolayı gözlerinde bir Bizans İmparatoru veya îran Şahı gibi
canlandıranlar, O'nunla karşılaştıklarında Mekkeli bir yetim olduğunu, basit
harmanisine bürünmüş bir insan ve gökyüzünden yere inmiş bir tür günahsız bir
melek olduğunu görürlerdi.
İslâm Devleti'nin
bizzat Allah Teâlâ'nın kendi beyanıyla açıkladığı gayesi şudur:
"Kendilerine
savaş açılan müminlere savaşmaları için izni verildi. Çünkü onlar zulme maruz
kaldılar. Allah, onlara zafer vermeye elbette Kâdir'dit
Onlar ki tamamen
haksız yere yalnızca 'Rabbimiz Allah'tır' demelerinden dolayı sürülüp
çıkarıldılar. Eğer Allah'ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla olmasaydı,
manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı
mescid-ler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere
kesinlikle yardım eder. Şüphesiz Allah güçlü onlandır, Aziz olandır.
Onlar öyle mükemmel
insanlardır ki kendilerini yeryüzünde iktidar sahibi kılarsak, namazlarını
hakkıyla kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar. Bütün
işlerin akıbeti elbette Allah'a aittir." (Hac 22/39-41)
Bu âyetlerde
savaşların neden ve nasıl başladığı, niçin savaş yapılmak zorunda kalındığı
özet kısaca anlatılmıştır, tslâm Devleti'nin amaç ve gayesinin ne olduğu,
yeryüzünü idare edenlerin görevlerinin neler olduğu ve îslâm idaresinin dünyevî
idarelerden hangi noktalarda üstün ve ayrıcalıklı olduğu özetlenmiştir. Bu
konulara ait temel ve geniş açıklamalara kitabın diğer bölümlerinde yer
verilecektir. Burada halkların idarî yapıları hakkında genel bilgiler
vereceğiz.
Daha önce
anlattıklarımızdan bütün Arabistan'da güven ve huzurun hâkim olduğu, siyasî ve
idarî olumsuzluklara son verildiği, ülkenin her köşesine îslâm da-vetçilerinin
yayıldığı, çok uzak eyâlet ve kabilelerden insanların, peygamberlik makamı olan
Medine'ye yöneldikleri ortaya çıkmaktadır. Hicrî 8. yılın Ramazan ayında
gerçekleşmiş olan Mekke'nin fethi, îslâm imparatorluğunun başlangıç günüydü. O
günden sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, kabilelere zekât
tahsildarları gönderdi. Ancak ilahî idarenin ve îslâm devletinin nihaî yapısı,
hicretin 10. yılında Veda Haccı'na yakın bir zamanda tamamlanmış oldu.
Her ne kadar
Batılıların gerçekleri göremeyen gözlerinde, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'in hayatının bu dönemi, padişahlık türü bir hayatın depde-beli bir
dönemi şeklinde görülmüşse de gerçekleri bilen ve hakikatleri görenler,
Arabistan hükümdarını, eski elbiseler giymiş Medine sokaklarında köleler ve yoksul
kimselerle birlikte iş yaparken görürlerdi. O'nun tac ve tahta ilgisiz, köşk ve
saraylara isteksiz, muhafızlara ve hizmetkârlara gerek duymayan, mal mülkten,
hazine ve servetlerden uzak bir insan olduğunu görürlerdi. Askersiz,
zabıtasız, mu-hafızsız kalplere hükmeden biri olduğunu anlarlardı. O'nun
devletinde ne bir polis vardı, ne muhteşem idare binaları vardı. Ne çok sayıda
resmî görevli vardı, ne vezir, ne idare memurları vardı. Her biri ayrı bir
ihtişam içinde yaşayan vali ve hakimleri de yoktu. O, her işini kendi basma
gören tek başına bir insandı. Bütün bunlara rağmen kendini diğer
müslümanlardan, bir deve kılı kadar bile[2] daha
fazla hak sahibi olarak görmezdi. O'nun adalet ve eşitlik duygusunun önünde ciğer
parçası olan kızı Fâtıma ile halktan bir suçluyla eşitti.[3]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in peygamber olarak gönderilişinin ana gayesi, dine
davet, ahlâkı düzeltme ve nefisleri kötülüklerden arındırmaydı. Bunun dışındaki
bütün görevleri sadece dolaylı görevlerdi. O bakımdan Allah Resulü, ülke
yönetimini idarî bozukluktan dolayı tek Allah inancına çağıran davetine engel
çıkarmayacak şekilde düzenledi.
idarî Düzenleme
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek yaşı, o sırada altmışa varmıştı. O yaşta
devletin bütün işlerini bizzat kendisi yürütüyordu. Valiler ve devlet
görevlileri atanmış, müezzinleri imamlar belirlenmiş, cizye ve zekat
tahsildarları gönderilmiş, diğer milletlerle barış yapılarak müslüman kabileler
arasındaki emlak dağıtımı tamamlanmış, ordunun donanımı bitirilmiş, davalar
karara bağlanmış, kabileler arasındaki kardeş kavgalarına son verilmişti.
Gönderilen heyetlere gelirler belirlenmiş, devlet kararlan çıkarılmış, yeni
müslümanların hayatları düzene bağlanmış şer'î meselelerde fetva müessesesi yürürlüğe konmuştu. Suçlar
için cezalar konmuş, ülkenin idâri yapısı oluşturulmuş, devlet yetkilileri
denetim altına alınarak yaptıkları işlerden sorumlu tutulmuşlardır. Sahâbîler
uzak eyaletlere, vali olarak gönderilmişlerdi. Ama Medine'nin çevresiyle
ilgili işleri bizzat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in kendisi
yürütürdü.
îlâhî devletin ve
İslâm imparatorluğunun yürütülmesi gereken bu görev ve işlerinin Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in kafasına ve gönlüne yüklediği büyük yük, mübarek
bedeninin maddî yapısını altüst etmişti. Rivayetlerden anlaşılan odur ki,
Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem hayatının son döneminde te-heccüd
namazlarım bedeni zayıflığından dolayı oturarak kılmıştı. O'nun bu, yorgunluk
ve bitkinliğin sebebini O'nun özel hayatını en iyi bilen ve aktaran Hz.
Ai-şe'nin ağzından duymak gerekir:
Abdullah b. Şekîk der
ki: "Hz. Aişe'ye, Hz. Peygamber oturarak namaz kılar mıydı?" diye
sordum. O da "Evet, ancak insanlar onu yorgun ve bitkin bıraktığı zaman
kılardı"[4] dedi. [5]
Küçük çaplı gazve ve
birliklerin başına komutan olarak her ne kadar sahabenin ileri gelenleri tayin
edildiyse de önemli ve büyük savaşlar gündeme geldiğinde, onların komutasını
bizzat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yürütürdü. Nitekim Bedir,
Uhud, Hayber, Mekke'nin fethi, Tebük ve diğerleri gibi büyük askeri sefer ve
savaşlarda bizzat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ordunun komutanıydı.
Allah Resûlü'nün ordu komutanlığından gayesi sadece orduyu savaştırarak kesin
sonuç ve zafere ulaşmak değildi. Aksine, askerlerin ahlâkî durumunu ve manevi
gelişmelerini kontrol altında tutmaktı. Nitekim O'nun, islâm mücâhidleri-nin en
küçük çaptaki düzensiz ve anormal davranışlarını nasıl teker teker ıslah edip
düzelttiği hadislerde bütün tafsilatıyla mevcuttur. İslâm'ın savaş hukuku ve
askerî kanunları işte bu ıslahatlar sonucu oluşmuştur. [6]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek döneminde her ne kadar değişik sahâbîler
de, kendiliklerinden fetva veriyor olsalar da bu görevi daha çok Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in kendisi yerine getiriyordu. Allah Resulü fetva
için özel bir zaman belirlememişti. Gezerken, yürürken, otururken, kalkarken,
kısaca insanlar ne zaman kendisine Islâmla ilgili birşeyler sorsalar onlara hemen
cevap verirdi. Nitekim İmam Buhârî, "Kitâbu'1-îlm" bölümünde bu
fetvaları çeşitli bölümlere
ayırmıştır. Hz. Ömer döneminde, bu görevin ifâsı son derece gelişti ve Hz.
Ömer, bunu bağımsız bir müessese şekline soktu. [7]
Her ne kadar Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek döneminde adliye makamı
kurulmuş ve Hz. Ali ile Muâz b. Cebel bizzat CVnun tarafından Yemen kadısı
olarak tayin edilmişlerse de, Medine ve çevresindeki bütün davaları bizzat
Allah Resulü karara bağlıyordu. Halkın dava açması için herhangi bir engelleme
veya birtakım şartlara bağlama diye birşey sözkonusu değildi, imam Buhârî, bu
konuda özel bir bölüm ayırarak adını şöyle koymuştur:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'ın kapısında muhafız bulunmaması bölümü."
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, işte bu yüzden evinin içinde bile huzur ve sükûn
içinde oturamazdı. İnsanların müracaatlarından başını alarak rahat içinde zaman
geçiremezdi. Kadınlarla ilgili meseleler genellikle evinin harem bölümünde
görüşülürdü. Hadis kitaplarında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in
verdiği kararlarla ilgili o kadar geniş bölümler mevcuttur ki, onları teker teker
saymaya kalksak büyük bir cilt yazmamız gerekir. Hadis kitaplarının genellikle
"Kitâbu'1-Buyû" bölümlerinde sulh davaları, "Kitâbu'l-kısâs
ve'd-diyât" ve diğer bölümlerinde de cezaî davalar zikredilmişlerdir. [8]
Bu o kadar önemli bir
işti ki, Allah Resulü'nün mübarek döneminde her ne kadar ayrı bir teşkilât
olarak kurulmamışsa da, Yazışma kaleminin bir başlangıcı bulunduğu da
gerçektir. Nitekim bu göreve Zeyd b. Sabit ve son günlerine doğru da Mu-âviye
getirildi. Bunların dışında diğer sahabeler de, arasıra bu görevi yerine getirmişlerdi.
Allah Resulü, hükümdarlara ve sultanlara gönderdiği İslama davet mektuplarını,
başka milletlerle yaptığı anlaşmaları, müslüman kabilelere gönderdiği emirleri,
devlet görevlilerine ve tahsildarlara verdiği yazılı emirleri, askerî listeleri,
bazı sahabelere yazdırdığı hadisleri yazma işine başlattığı bu teşkilâta
yazdırt-mıştır. Zerkanî ve diğerleri, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'in yazılı emir ve fermânlarıyla ilgili ayrı bir bölüm yazmışlardır. [9]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in, peygamberlik görev ve makamının dışındaki şahsî
ve kişisel varlığı hemen hemen yok gibi olduğundan huzuruna gelenlerin
kendisiyle ilişkisi de ilahî idarede bulunması veya Peygamber olmasıyla ilgiliydi.
Allah Resulü insanları işte bu yönleriyle misafir ediyordu. Misafirlerin
çoğunluğunu, daha çok Islâmı kabul etmek için gelenler teşkil ediyordu. Onları
ağırlamak için peygamberliğinin ilk dönemlerinden itibaren Bilal-ı Habeşî
(ra)'yi görevlendirmişti. Eli dar bir müslüman, Peygamber'in huzuruna gelip de
Allah Resulü onu muhtaç gördüğünde Bilal-i Habeşî'ye emreder ve borç bularak o
kişinin yemek ve elbisesini temin ederdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'e bir yerden bir miktar mal geldiğinde bu malla o borç kapatılırdı.
Hatta bir kişi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in kendi şahsına bir
hediye verince, onu da bu teşkilata verir, misafir ağırlamaya harcatırdı.[10] Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu gaye için bazan bütün sahabesini sadaka
vermeye ve hayır yapmaya teşvik ederdi. Ne kadar para toplanmışsa hepsi,
mallarından mülklerinden uzak kalmış olan o muhacirlere yardım olarak
harcanırdı. Nitekim bir keresinde vücudu çıplak, ayağı yalın bir muhacir
topluluğu, Peygamber'in huzuruna geldi. Herkesin vücudunda sadece bir gömlek,
boynunda da bir kılıç asılıydı. Allah Resulü onların bu perişan hallerini
görünce yüzünün rengi değişti. Hemen Bilal (ra)'e ezan okumasını emretti.
Namazdan sonra, okuduğu bir hutbe ile bütün sahabeyi bu insanlara yardım
etmeye teşvik etti. Bunun öyle bir etkisi oldu ki, ensardan bir müslüman
kalktı ve gidip zorlukla taşıyabildiği bir çuval getirerek Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'in önüne koydu. Bunu gören bütün insanlar, daha da coştular ve
kısa zaman sonra bu çıplak, elleri boş muhacir müslümanların önleri buğday ve
elbise yığınlarıyla doldu.[11]
Mekke'nin fethinden
sonra, yarımadanın dört köşesinden bol miktarda idarî ve dinî heyetler gelmeye
başladı. Allah Resulü, onların hal ve hatırlarını bizzat soruyor ve
ağırlıyordu. İhtiyaçlarına göre para veya yolculuk masraftan veriyordu. Kabileler
üzerinde bunun çok iyi etkisi oluyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem,
buna o kadar riâyet ediyor, o derece önem veriyordu ki vefat edeceği sırada
yaptığı son tavsiyeler içinde şu tavsiyesi de bulunuyordu:
"Heyetlere nasıl
ihsan ve ikramda bulunuyorsam, siz de aynı şekilde ikram ve ihsanda
bulunun."[12]
Heyetlerle ilgili
durum ileride anlatılacaktır. [13]
Hastaları ziyaret
etmek, ölüleri yıkayıp, kefenlemek, cenazelerine iştirak etmek, dinî görevler
olduğu için, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in Medine'ye gelişinden
sonra bütün ölü yakınlarının durumu Peygamber'e haber vermesi gelenek olmuş ve
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yanlarına giderek onlar
için istiğfarda bulunmuştur.[14] Bu,
Allah Resûlü'nün bir adeti idiyse de, bir çok bakımdan devlet idaresiyle de
ilgili hale gelmişti. Çünkü bazı sahabıler son nefeslerini verirlerken,
mallarını, mülklerini vakfetmeyi ya da sadaka olarak vermeyi istiyorlardı. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de böyle bir durumda, onlara en doğru
olanı gösteriyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, borçlu olarak
ölenlerin cenazesine katılmadığı için mirasçıları veya diğer sahabe bu borçlan
ödemek zorunda kalıyorlardı. Bazı mesele ve anlaşmazlıklar da işte böyle çözülüyordu.
Hadislerde, konuyla ilgili örnekler vardır. [15]
İslâm medeniyeti ve
idaresi, her tarafa hakimken, yargılama ve sorgulama işi, devletin yerine
getirdiği en önemli işlerden biriydi. Bu yargılama ve sorgulama kurumu
insanların genel ahlâkî davranışlarını, alış-verişlerini, fert ile toplumun
ticari ilişkilerini kontrol ediyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
döneminde bu işi yürüten ayrı bir daire yoktu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem, bu görevi bizzat kendisi yerine getiriyordu. Herkesin ahlâkî
davranışlarını ve dinî görevlerini gözönünde tutuyor, eksik ve yanlış
davranışları olanları sorgulayıp yargılıyordu. Ticarî ilişkilerini de kontrol
ediyordu. Araplar arasındaki ticarî işişkiler son derece ıslaha muhtaçtı.
Allah Resulü Medine'ye gelir gelmez bunları ıslâh etmeye başladı. Ama bütün
insanların yapılan ıslâhata göre davranmaları, yargılama ve sorgulama
(=ihtisâb) teşkilatını ilgilendiriyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem, bu işleri son derece katı bir şekilde kontrol ediyor ve herkesi
bunlara göre davranmaya teşvik ediyordu. Yanlış hareketerden vazgeçmeyen
insanlara da cezalar veriyordu. Sahih-i Buhârfnin "Kitâbu'1-Buyû"
bölümünde şöyle bir hadis zikredilmektedir:
"Abdullah b. Ömer
(ra)'den rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber döneminde gördüm ki tahmin
üzere zahire alanlar, bunları evlerine götürmeden önce satın aldıkları yerde
tekrar sattıklarında cezalandılırlardı."
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem arasıra durumu incelemek üzere bizzat çarşıya,
pazara giderdi. Birgün pazarda dolaşırken bir zahire yığını gördü. Elini
daldırınca yaşlık hissetti. Mal sahibine:
"Bu nedir?"
diye sordu.
Oda:
"Yağmurdan
ıslandı" diye cevap verdi.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem:
"O zaman neden
onu karıştırıp da herkes görsün diye yaş tarafını yukarı çıkarmadın. Aldatan
kişi bizden değildir" buyurdu.[16]
Sorgulama görevleri arasında
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in en Önemli görevi, devlet
memurlarının sorgulaması idi. Meselâ zekât ve sadaka toplamakla görevli olan
tahsildarlar topladıkları şeylerle geldiklerinde, yanlış hareket edip
etmediklerini kontrol etmek amacıyla onları sorgulardı. Bir keresinde Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Ibnu Leyle'yi sadaka ve zekat toplamakla
görevlendirmişti. O da görevini yerine getirerek döndü. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem neler yapıp neler getirdiğini kontrol edince:
"Şu mallar
müslümanlarmdır, bunlar da bana hediye olarak verildi" demişti. Bunun
üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
"Evde otururken
mi bu hediyeler sana verildi?" buyurdu. Daha sonra herkese hitaben bir
hutbe okudu ve bu tür hareketleri şiddetle menetti.[17] [18]
tslâm, genellikle
bütün dünya insanlarının aralarındaki ayrılıkları, ayrıcalıkları giderme ve
özellikle Araplar arasındaki uyuşmazlıkları gidermek için geldiğinden, Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bu ilişkileri düzeltme işini kendisi için
en önemli görev bilmişti. Allah Resulü bu tür anlaşmazlıkları haber alır almaz,
bunları düzeltmeyi bütün dinî görevlerinin önüne alırdı. Nitekim bir
keresinde, Amr b. Avf oğullan kabilesinden birkaç kişi arasında anlaşmazlık
çıktı ve kavgaya dönüştü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem durumu
haber alınca, hemen birkaç sahabîsiyle birlikte aralarını düzeltmek için gitti.
Peygamber, bu işi halletmek için hayli uğraştı. Namaza gecikti. Bilâl-i Habeşî
(ra) ezan okudu. Ezandan sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hâlâ
gelmemişti. Biraz daha bekledikten sonra Hz. Ebû Bekir'in namaz kıldırmasını
istedi. Hz. Ebu Bekir namaz kıldırırken, Allah Resulü döndü ve safları yararak
ön safa geçti. Her ne kadar Ebu Bekir (ra) namazda sağa sola bakmıyorduysa da,
insanlar yüksek sesle ellerini şakırdattıklarında arkasına dönüp bakınca Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in ayakta durduğunu gördü. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, her ne kadar eliyle işaret ederek devam etmesini
istediyse de, kendisi varken Peygamber'e imamlık yapmayı edebe aykırı gördüğü
için Ebu Bekir (ra) geri çekildi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de
ilerleyerek imamlığa geçti ve namazı tamamladı.
Bir keresinde Küba
halkı arasında anlaşmazlık ve kavga çıktı. İş birbirine taş atma noktasma
kadar vardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunu duyunca aralarını
bulmak maksadıyla ashabından bazılarını yanına alarak gitti. Bu iki olayı İmam
Buhârî, her ne kadar ayrı ayrı yazmışsa da, hadis tenkidçilerinin araştırmasında
bir olayın iki boyutu olduğu anlaşılmıştır. Buhârî'nin diğer rivayetlerinde:
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in bu kadar uzak mesafeyi yaya gittiği
bildirilmektedir.
Ka'b b. Mâlik'in,
tbn-i Ebî Hadret'te bir miktar alacağı vardı Mescidde bu borcunu ödemesini
istedi. Hadret, borcun bir kısmından vazgeçilmesini istiyor, ama Ka'b b. Mâlik
buna yanaşmıyordu. Sözler sertleşip gürültü artınca, Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem evinden çıkıp geldi ve Ka'b'ı çağırdı. Ka'b, hemen koşup Allah
Resûlü'nün yanına geldi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
"Yarısını bağışla" buyurdu. Buna razı olunca, bu sefer Allah Resulü
Hadret'e: "Git, borcun geri kalanını getir ver" buyurdu. Bu tür
yüzlerce basit olayla hergün karşılaşıyordu.
Medine'de ve Medine
dışında bazı görevlerin yerine getirilmesi için sahabenin ileri gelenlerini ve
yetenekli kişiler değişik makam ve görevlere tayin edilmişti. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'e gelen ilahi vahiylerin, Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'in gönderdiği mektuplar ve mesajlarını yazılması için bir
kaleme ve katiplik dairesine ihtiyaç vardı.
İslâm öncesi Araplar
arasında genellikle okuma-yazma alışkanlığı yoktu. Ama Islâmın Araplar için
getirdiği rahmet hazineleri arasındaki bir lütuf ve kerem hazinesi de
okuma-yazma alışkanlığını ve üstünlüğünü onlara getirmesiydi.
Bedir esirleri
arasında parası olmayıp da serbest bırakılmaları için fidye veremeyenler
hakkında —fidye olarak— Medine çocuklarına okuma-yazma öğretmelerine karar
verilmişti. Gelen vahiyleri yazmakla görevlendirilen Zeyd b. Sabit, işte bu yolla
okuma-yazma öğrenmişti. Ebu Dâvûd'da yeralan bir rivayetten de Suffe ashabı'na
verilen eğitimin bir bölümünün de yazma dersleri olduğu anlaşılmaktadır. [19]
Yazma yetkisi bir
bakıma Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e vekillik yapmaktı. Bu
bakımdan çeşitli zamanlarda büyük sahabîler, bu görevi üstlenmişlerdi. Bunlar
arasında Şurahbil b. Hasene Kindî, bu şerefe ilk mazhar olandı. Kendisi, ilk
müslümanlardandı. Mekke'de vahiyleri yazma görevini ilk defa o yerine getirmişti.
Kureyş içinde ilk Önce kâtip olan ise Abdullah b. Ebî Şerh idi. Medine'de bu görevde
öncelik şerefi Übey b. Ka'b (ra)'a nasip oldu.
Ebu Bekir (ra), Ömer
(ra), Ali (ra), Osman (ra), Zübeyr (ra), Amil Füheyre (ra), Amr b. As (ra)
Abdullah b. Erkam (ra) Sabit b. Kays (ra), Hanzale b. er-Rebî' el-Ese-dî (ra),
Muğîre b. Şu'be (ra), Abdullah b. Revâha (ra), Hâlid b. Sâid b. el-As (ra), Alâ
b. el-Hadramî (ra), Huzeyfe b. el-Yemân (ra), Muâviye (ra), Ebu Süfyân (ra) ve
Zeyd b. Sabit (ra) değişik zamanlarda bu göreve getirilmiş sahabîlerdi.
Sahabenin bütün ileri
gelenleri, arasıra bu görevi yerine getirmek durumunda kalmışlardır. Hudeybiye
barış şartlarım Hz. Ali kendi eliyle yazmış, hükümdârla-— ve emirlere
gönderilen mektupları Amir b. Füheyre (ra) yazmıştır. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'in Umman emirlerine gönderdiği mektubu Übeyy b. Ka'b kaleme
almıştır. Bütün bunlara rağmen kâtiplik görevi genellikle Zeyd b. Sabit
(ra)'ın omuzundaydı. Sahâbe-i Kiram topluluğu içinde onun adı bu noktada en
fazla göze çarpandır.[20]
Zeyd b. Sabit (ra),
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'ın emriyle yahûdî dili olan
tbrânîce'yi öğrenerek bütün bu büyük zatlara bir üstünlük sağlamıştır.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem Medine'de daha çok yahûdflerle temasları olduğundan
Araplarla onlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek, onların bir takım fitne ve
fesatlarını bertaraf etmek, gizli plan ve sırlarını öğrenmek için millî ve dînî
dilleri olan tbrânîce'yi bilmek gerekiyordu. O bakımdan Allah Resulü
sallallahu aleyhi vesellem, Zeyd b. Sâbit'e Ibrânîce'yi öğrenmesini emretti. O
da onbeş gün içerisinde bu dilde yeterli bilgiye ulaştı. [21]
Davaları çözmek,
adaleti ayakta tutmak, güvenliği yaymak ve anlaşmazlıkları gidermek için
çeşitli valilere ve üst düzey idarecilere ihtiyaç vardı. Bu amaçla Allah Resulü
çeşitli sahabeleri değişik bölgelere vali ve üst düzey yönetici tayin etti. Bu
şahsiyetlerin isimleri aşağıda liste halinde sunulmuştur:
Bâzân b. Saman: Bu
zat, Behrâmpûr'un sülâlesindendi. Acem hükümdarları içinde îslâmla ilk
şereflenen bu oldu. Daha sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu
Yemen'e vali tayin etti.
Şehr b. Bâzân (ra):
Bâzân b. Sâmân'dan sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, onu San'a'ya
vali tayin etti.
Hâlid b. Saîd b. el-As
(ra): Şehr b. Bâzân öldürülünce arkasından Hz. Peygamber onu San'a'ya devlet
görevlisi olarak tayin etti.
Muhacir b. Ümeyye
el-Mahzûmî(r.a): Hz. Peygamber, onu Kinde ve Sadef valisi tayin etmişti. Ama
daha yola çıkmadan vefat etti.
Ziyâd b. Lebîd
el-Ensârî: Hadramût valisiydi.
Ebu Musa el-Eş'arî
(ra): Zebid, Aden, Rem'a ve diğer yerlerin valisiydi.
Muâz b. Cebel (ra):
Cünd valisiydi.
Amr b. Hazm (ra):
Necran valisiydi.
Yezîd b. Ebî Süfyân
(ra): Teymâ valisiydi.
Attâb b. Üseyd (ra):
Mekke valisiydi.
Ali B. Ebî Tâlib (ra):
Yemen'den humus toplamakla görevliydi.
Amr b. as (ra): Amman
valisiydi.
Alâ b. Hadramî (ra):
Bahreyn valisiydi.
Bu valilerin yani üst
yöneticilerin tayinleri ülkenin genişliğine ve şartlarına göre yapılıyordu.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek döneminde tslâmın etki ve
idaresi altına giren Arabistan eyalet ve bölgeleri içinde en geniş ve gelişmiş
olanı Yemen'di. Burası uzun süre düzenli bir imparatorluğun idaresi altında
kalmıştı. O bakımdan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem burayı beş
bölgeye ayırdı ve her biri için ayrı ayrı idareci ve valiler tayin etti. Hâlid
b. Saîd'i San'a'ya, Muhacir b. Ebi Ümeyye'yi Kinde'ye, Ziyâd b. Lebîd'i
Hadramût'a, Muâz b. Cebel'i Cünd'e, Ebu Musa el-Eş'arî'yi Zebid, Rem'a, Aden ve
Körfez sahillerine vali olarak göndermişti.[22]
Allah Resulü
sallallahu aleyhi vesellem bir muhacir müslümanı herhangi bir yere devlet görevlisi
tayin ederken, onunla birlikte ensardan birini de tayin ederdi. Ülkeyi
yönetmenin, davaları karara bağlamanın, zekât ve vergi toplamanın dışında bu
üst düzey devlet görevlilerinin en başta gelen görevi, tslâmı yaymak, insanlara
sünnet ve farzları öğretmekti. O bakımdan yukarda da geçtiği gibi bu insanlar,
bölge hakimi ve eyalet valisi olmakla birlikte din tebliğcisi ve ahlâk
öğreticisi yetkileri de taşıyorlardı. Muâz b. Cebel (ra)'ın anlatıldığı
el-îstîâb isimli eserde şöyle yazar.
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, onu Yemen'in bir bölümü olan Cünd kadısı yaparak,
insanlara Kur'an'ı ve İslâm şeriat emirlerini öğretsin diye gönderdi. Yemen'de
bulunan devlet görevlilerinin zekat ve vergi toplamaları görevi de ona
bağlıydı."
Nitekim bu tür
insanlar yerlerine gitmek üzere yola çıkarlarken Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem, onlara görevlerini tekrar tekrar hatırlatırdı. Muâz b. Cebel'i
böyle bir görevle gönderirken şöyle buyurmuştu:
"Kitab Ehli bir
topluluğa gidiyorsun. Onları kelime-i tevhide —Allah'ın birliğini tanımaya—
çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, kendilerine Allah'ın gece-gündüz beş vakit
namazı farz kıldığını anlat. Eğer onu da kabul ederlerse, Allah'ın kendilerine
zekâtı farz kıldığını bildir ki o, onların zenginlerinden alınarak fakirlerine
dağıtılacaktır. Eğer bunu da kabul ederlerse, onların en iyi mallarını seçip
almaktan sakın. Mazlumların bedduasmdan sakın! Çünkü onunla Allah arasında
hiçbir perde yoktur."
Bu görevleri yerine
getirebilmek için en geniş bilgi, görüş, anlayış ve kavrayış keskinliğine
ihtiyaç vardı. O bakımdan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, görevli
gönderdiği bu insanların kabiliyetlerini, meseleleri nasıl kavradıklarını ve
nasıl davranacaklarını anlamaya çalışırdı. Nitekim Muâz b. Cebel (ra)'ı
gönderirken h'erşeyden önce içtihâd kabiliyeti hakkında kendini rahatlatıcı
bilgiler almıştı. Tirmizî'de şöyle rivayet edilir;
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, Muâz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken "Neye
göre karar vereceksin" diye sordu. Muâz "Allah'ın Kitâbı'nda olanlarla"
diye cevap verdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Eğer Allah'ın
Kitâbı'nda bulamazsan?" diye buyurundca Muâz: "Allah Resûlü'nün
sünnetinde olanlarla" dedi. "Eğer sünnetlerde de bulamazsan ne
yaparsın?" buyurunca Muâz: "Kendi görüş ve kanaatimle içtihad
ederim" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem: "Allah Resûlü'nün resulünü, Allah Resûlü'nün seveceği şekilde
muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyurdu.
Ama Araplar'ın
gönüllerini kazanmak ve onların gönlüne girebilmek için bütün bu geniş bilgi,
derin anlayış, görüş ve içtihad kabiliyetinden daha da gerekli olan yumuşaklık,
güzel huyluluk, nazik davranış ve kibar muamele idi. Bunların devlet idaresiyle,
yürütme ve resmiyetle uyuşması ve birleşmesi hemen hemen imkânsız olduğundan
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, valilerin dikkatini sürekli bu tarafa
çekiyordu. Nitekim Muâz b. Cebel (ra)'ı bir sahabiyle birlikte Yemen valiliğine
gönderirken, ikisine de genel olarak tavsiyelerde bulunup şöyle buyurdu:
"Kolaylık
gösteriniz, zorluk çıkarmayınız, insanlara müjdeleyiniz, onları ürkütmeyiniz.
Aralarını bulunuz, ihtilâf çıkarmayınız."[23]
Bununla da yüreği tam
tatmin olmayan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Muâz b. Cebel'e
bineğine binmiş vaziyetteyken özel olarak şöyle buyurdu:
"İnsanlara iyi
ahlâkla muamele et."[24]
Bir devlet idaresi ne
kadar şefkatli ve merhametli olursa olsun, bir ülkeyi kendi idaresine
geçirdiği ilk dönemde asi ruhlu insanların boyunlarını eğdirmek ve azgın
kişileri yola getirmek için kaçınılmaz bir sertliğe başvurması, doğru bir ilke
ve sağlıklı bir metod ise, Araplar bunu en çok hakeden insanlardı. Ama Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in işte bu kutsal öğretilerinin sonucudur ki, Arabistan
çöllerinin en sade bir insanı dahi hiçbir valinin zulmü altında ezilmedi. Öyle
ki, sahâbe-i kiramın kalıntıları en son dönemlerinde devlet idarecilerinin
zulümlerini gördüklerinde hayretten donakalıyor ve onları Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in buyruklarıyla bu zulümlerden engellemeye
çalışıyorlardı. Nitekim bir keresinde Hişâm b. Hakem b. Hizam, birkaç Suriyeli
Nabatfnin güneş altında bekletildiğini gördü. Bunun sebebini sorunca,
kendilerinden cizye almak için böyle bir baskıya tâbi tutulduklarını
söylediler. Bunu duyan Hişâm b. Hakem:
"Şehâdet ediyorum
ki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in: "Allah Te-âlâ insanlara
dünyada azap edenlere azap edecektir!" buyurduğunu duydum" diyerek
görevlileri uyardı." [25]
Müslüman olmalarıyla
birlikte her kabile kendi zekât ve sadakasını Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'in huzuruna kendi eliyle getiriyor ve Onun duasını alarak mallarının
daha da bereketlenmesi için çalışıyordu. Araplar'm samimiyeti ve imânın cazibesi
onları her ne kadar kendiliğinden zekât vermeye teşvik ediyor olsa da, geniş
bir ülke ve büyük bir devlet için bu yeterli değildi. Bu yüzden valiler
dışında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hicret'in 9. yılının Muharrem
ayında zekat ve cizyeleri toplamaları için her kabileye ayrı ayrı tahsildarlar
tayin etti. Bu tahsildarlar kabileleri dolaşarak insanlardan zekat ve cizyeleri
alıp Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e getiriyorlardı. Genellikle
kabile reislerinin bizzat kendileri kabilelerinin tahsildarları idiler.
Hadislerden anlaşılan da odur ki, bunlar genellikle geçici olarak
görevlendiriliyorlardı.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem bu görevi yerine getirmeleri için aşağıda isimleri
yazılı kimseleri, çeşitli kabile ve şehirlere tayin etti:
Adî b. Hâtem: Tayy ve
Benî Esed kabilelerine
Safvân b. Safvân:[26] Benî
Amir kabilesine
Mâlik b. Nüveyre: Benû
Hanzala kabilesine
Büreyde b. Husayb
Eslemî: Akar ve Eşlem kabilelerine
Ubbâd b. Bişr
el-Eşhelî: Süleym ve Müzeyne kabilelerine
Nâfi b. Mükeys
el-Cühenî: Cüheyne kabilesine
Zebertuman b. Bedir:
Benu Sa'd kabilesine
Kays b. Asım: Benu
Sa'd kabilesine
Amr b. As: Benû Fizâre
kabilesine
Dahhâk b. Süfyân
el-Kilâbî: Benû Kilâb kabilesine
Beser b. Süfyân
el-Kâbî: Benû Kâb kabilesine
Abdullah b.
el-Luteyye: Zübyân oğularma
Ebu Cehm b. Huzeyfe:
Leys oğullarına
Birr Huzeymî: Huzeym
oğullarına
Ömer el-Fârûk (ra):
Medine şehrine
Ubeyde b. Cerrah:
Necrân şehrine
Abdullah b. Revâha:
Hayber şehrine
Ziyâd b. Lebîd:
Hadramût'a
Ebû Mûsâ el-Eş'arî:
Yemen eyaletine
Hâlid (ra): Yemen
eyaletine
Ebbân b. Saîd:
Bahreyn'e
Amr b. Saîd b. As:
Teymâ'ya
Mahme b. Cüz'ül-Esedî:
Beşte bir tahsil etmeye
Uyeyne b. Hısn
el-Fizârî: Temîm oğullarına
Bu tahsildarları tayin
ederken Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veseîlem aşağıdaki hususları gözönünde
bulundurdu:
1-Görevlendirilen
insanlara birer ferman verirdi. Bu fermanlarda ne tür mallardan, hangi maldan
ne ölçüde zekat alınacağı açıkça belirtilirdi. Seçerek mal almaya veya
ölçüsünden fazla almaya izin verilmezdi. Genel bir hüküm olarak: "Malların
en iyisini seçmekten sakının!" emri vardı. Görevliler bu fermana
titizlikle riâyet eder, ondan zerre miktarı dışarı çıkmayı doğru bulmazlardı.
Bazı insanlar hakkından fazlasını vermeyi seve seve istemişse de bunu kabul
etmezlerdi. Süveyd b. Gafle şunu anlatır: Bize Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'in gönderdiği tahsildar geldi. Gidip yanına oturdum. Tahsildar,
öncelikle alınmalarına izin verilmemiş olan hayvan türlerini açıkladı. O
sırada bir kişi çok güzel hörgüçlü bir dişi deveyi alıp geldi ve ona takdim
etti. Fakat o bunu kabul etmedi.[27] Aynı
şekilde adamın biri tahsildarlardan birine kuzulu bir koyun verince tahsildar,
"Bunu almamız yasaklandı" dedi.[28]
2-Araplar'ın
bütün mal ve servetlerinin hepsi ovalarda, bayırlarda ve dağ eteklerinde
otlamakta olan koyun ve deve sürülerinden ibaretti. Fakat dünyada saltanat
sürmek için kurulmuş devletlerin haksız emir ve fermanlar göndererek yaptığı
gibi, halkın vergi hayvanlarını getirip tahsildarların önüne getirmeleri yerine
islâm devlet düzeninde tahsildarların kendileri bizzat o vadi ve ovalara
giderek zekâtları toplamak zorundaydılar. Sahabeden biri şunu anlatmıştır:
"Bir dağ geçidinde koyun ve keçilerimi otlatıyordum. O sırada deve
üzerinde iki kişi geldi ve: "Biz Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'ın elçileriyiz. Buraya koyun ve keçilerinizin zekâtını almak için
geldik" dediler. Kuzusu olan sağmal bir koyunu verdim. Ama onlar,
"Bunu almamız için emir verilmedi" dediler. Ben de başka bir kuzu
verdim. Bunun üzerine o kuzuyu yanlarına alıp gittiler."[29]
3-Sahâbe-i
kiram temiz duygulan ve iyi niyetleri sebebiyle haram yemekten kaçınmalarına
rağmen görevlerini yapıp geri döndüklerinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
veseîlem bizzat onları kontrol ediyor ve hesaba çekiyordu. Nitekim Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi veseîlem, Abdullah b. Revâha'yı Hayber yahûdîlerine
anlaşma gereği tahıllarının yansını almak üzere gönderdiğinde yahûdîler ona rüşvet
vermek istemişler, o da: "Ey Allah düşmanları! Bana haram mı yedirmek istiyorsunuz?"
diyerek tekliflerini reddetmişti.[30]
Bir gün Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi veseîlem, Ibn el-Leyle'yi, zekat toplamak için göndermişti.
Geri döndüğünde Allah Resulü kendisini hesaba çekmiş, neler yaptığmı
araştırmıştı. Bunun üzerine tbn el-Leyle: "Bu sizin malınız, bu da
bana hediye olarak verilenler"
deyince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Görevli olmayıp evinde
otururken neden sana hiçbir hediye vermiyorlar?" buyurdu. Bununla da
yetinmeyerek herkese hitaben bir hutbe okudu ve insanları bu tür şeyleri
almaktan şiddetle menetti."[31]
4-Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem kendi aile fertlerine sadaka ve zakât malını almayı
ve kullanmayı yasakladığı için Peygamber sülâlesinden hiç kimse zekât
toplayıcısı olarak tayin edilmedi. Bir keresinde Abdülmuttalib b. Zem'a b.
Haris ile Fadl b. Abbas —ki bunlar kardeş çocuklarıydılar— Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'e gelerek: "Artık evlenme yaşına geldik. Bir
miktar para biriktirip evlenebilmemiz için herkes gibi bizi de zekât toplama görevlisi
olarak gönder" dediler. Fakat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
"Muhammed'in soyundan gelenlere caiz değildir. O mallar insanların
kiridir" buyurdu.[32]
5-Devlet
görevlilerini Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bizzat kendisi seçerdi.
Bu göreve gelmek isteyenlerin tekliflerini kabul etmezdi. Ebu Musa el-Eş'arî
ile birlikte iki kişi gelip devlet adına görevlendirilmelerini istediler. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Ebu Musa el-Eş'arî'ye dönerek: "Sen
ne dersin?" buyurdu. Ebu Musa el-Eş'arî de: "Bunların bu maksatla
geldiklerini bilmiyordum" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
o ikisinin isteğini kabul etmedi ve: "Kendileri istek belirtenleri
tahsildar ve görevli tayin etmiyoruz" buyurdu. Ama tam o anda Ebu Musa
el-Eş'arî'yi istek belirtmediği halde Yemen'e görevli olarak tayin edip
gönderdi.[33]
6-Devlet
görevlilerine zarurî ihtiyaçlarının karşılığı olan ücret veriliyordu. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Kim bizim belirttiğimiz ölçüden
daha fazla para alırsa hainlik etmiş olur" diye ilan ettirdi. Zorunlu
ihtiyaç miktarını da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bizzat tayin
etmişti:
"Bizim memurumuz
olarak görev yapan kimse eşinin masrafını da yazsın. Eğer hizmetçisi yoksa
hizmetçi masrafı yazsın, evi yoksa ev masrafı yazsm. Ama eğer biri bundan daha
fazla alırsa hainlik etmiş olur."[34]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem döneminde, Ömer el-Fârûk (ra) da bu türden hizmetine
karşılık ücret almıştı. Nitekim halifeliği döneminde sahâbe-i kiram iffet ve
takvalarından dolayı karşılık almayı reddettikleri zaman Hz. Ömer (ra), Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in bu uygulamasını delil göstermiştir. [35]
Bu yetki ve görevler
dışında daha başka yetkiler de oluşturulmuştu. Davalara bakma ve karar verme
görevi gibi. Bu görevi daha çok Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
kendisi ifâ ediyor idiyse de, bazan bizzat yine Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'in emriyle, Ebu Bekir (ra), Ömer (ra), Osman (ra), Ali (ra),
Ab-durrahman b. Avf (ra) Übey b. Ka'b (ra) ve Muâz b. Cebel (ra) gibi sahabîler
de bu görevi yerine getiriyorlardı. [36]
Hulefâ-i Raşidûn
döneminde düzenli zabıta teşkilâtı kurulmamıştı. Bu teşkilât ilk defa Emeviler
döneminde[37] görülmüş ise de Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek döneminde bunun Örneği
görülmüş ve benzeri bir uygulamaya gidilmişti. Nitekim mübarek Peygamber
döneminde Kays b. Sa'd bu görevi yerine getiriyor ve bu maksatla daima Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'le birlikte bulunuyordu.[38] [39]
Suçluların boynunu
vurma görevi, Zübeyr (ra), Ali (ra), Mikdâd b. Esved (ra) Muhammed b. Mesleme
(ra), Asım b. Sabit, Dahhâk b. Süfyân el-Kilâbî'ye[40]
verilmişti. [41]
Arap yarımadasında
küfür ve şirk diye birşey kalmamış, kökü kazınmıştı. Yer yer ateşperestler,
hıristiyanlar ve yahûdîler küçük topluluklar halinde yaşıyorlardı. Bunlardan az
sayıda insan kalplerine iman nuru biraz girmişse de genellikle hâlâ karanlıklar
içinde bulunuyordu. Bununla birlikte ilahî idarenin her tarafa hakim olan gücü
sayesinde başlarını kaldıramadılar. Hicaz yahûdîleriyle birlikte bütün Arap
kabileleri İslama boyun eğmeyi kabul ettikleri için İslâm da onlarm canını,
malını, namusunu ve dinî hayatlarını koruma sorumluluğunu üzerine almıştı. Bunun
karşılığında ise, gücü yeten her ergin yaşa gelmiş erkekten senede bir dinar
olmak üzere cizye almak kararlaştırılmıştı. Bu miktarın para olarak ödenmesi
şartı yoktu. Aksine nerede ne yetiştiriliyor veya ne imâl ediliyorsa cizye
olarak o kabul ediliyordu.[42]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, Arap olmayan milletlerden ilk önce hicretin 7.
yılında Hayber, Fedek, Vadi'1-Kurâ ve Teymâ yahudileriyle barış anlaşması
yaptı. O zamana kadar henüz cizye âyeti inmediğinden kendi istekleriyle karşılıklı
kabul edilen şartlar, cizye âyeti indikten sonra da devam etti.[43]
Anlaşmanın temelini oluşturan ana şart; yahûdflerin islâm devletine bağlı
vatandaşlar olarak hareket edecekleri ve mahsullerinin yarısını kendilerinin
alacakları, yarısını da İslâm devletine verecekleriydi.[44]
Hicrî 9. yılda cizye
âyeti indi. Bundan sonra yapılan bütün anlaşmalar, bu âyete göre yapıldı.
Necrân hıristiyanlan, Medine'ye gelerek barış anlaşması yapmak istediler. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de bunu kabul etti. Anlaşma şartları
şöyleydi: Her yıl müslümanlara iki bin elbise verecekler ve bunları iki
taksitte, yani yansını Safer ayında, diğer yarısını da Receb ayında vereceklerdi.
Eğer Yemen'de herhangi bir şekilde isyan veya başkaldırı olursa, o zaman
Necrânlılar ödünç olarak otuz zırh, otuz at, otuz deve ve her türden otuzar
adet silah verecekler, müslümanlar da bunları geri vermeyi garanti edeceklerdi.
Buna karşılık faizle alış-veriş yapmadıkları veya ayaklanmadıkları sürece
onların kiliseleri tahrip edilmeyecek, papazları rahatsız edilmeyecek,
dinlerine müdâhe-le edilmeyecekti.[45]
Suriye sınırlarında
bir çok hıristiyan ve yahûdî köyü vardı Hicrî 9. yılın Receb ayında Tebük
gazvesi sırasında Devmetu'l-Cendel, Eyle, Mukanna' Cerbâ, Ezrah, Tebâle ve
Cereş mıntıkalarının müslümanlığı kabul etmeyip cizye vermeye razı olan yahûdî
ve hıristiyan mukimlerinden ergenlik çağma ulaşmış her erkeğe senede birer
dinar vermeleri kararlaştırıldı. Müslümanlar oradan geçtikleri takdirde
yedirilip-iç irilip karınlarının doyurulması da kabul edilen şartlar arasındaydı.[46]
Müslümanığı kabul
etmeyen Yemen yahûdîlerine de bu ölçüde cizye vermeleri kararlaştırıldı.
Onlara bir kolaylık olarak, nakit ödeyemedikleri takdirde bu cizyeye denk
"Meâfirî" denen bir tür kumaş vermeleri de kabul edildi.[47]
Bahreyn mecûsîleriyle de aynı ölçüde cizye vermeleri şartıyla barış anlaşması
yapıldı.[48] [49]
Islâmda birbirinden
farklı beş ana gelir kaynağı vardı. Ganimet, Fey, Zekât, Cizye, Haraç diye
adlandırılan bu kaynaklardan birinci ve ikincisinin dışında olanlar yılda bir
kez olmak üzere alınırdı. [50]
Ganimet malı sadece
fetih ve zaferle ele geçerdi Araplar arasında bir ilke olarak, ordu komutanı
ganimet malının dörtte birini kendisi alır —ki buna ribâ denirdi— geri kalanı
ise kimin eline geçerse o alırdı. Bölüştürme diye bir sistem yoktu. Bedir
savaşından sonra Allah Teâlâ ganimeti kendi mülkü ve malı kabul etmişti. Bunun
içerisinde beşte bir hisseyi Allah ve Resulü adıyla İslâm devletinin emrine
tahsis et-ti:"Ey Peygamber! İnsanlar sana ganimet malını soruyorlar. De
ki: Ganimet malı Allah ve Resûlü'ne aittir." (Enfâl 8/1)
Allah ve Resûlü'ne ait
buyurulması, ganimet mallarının askerlerin kişisel mülkiyetine ait olmayıp
aksine nasıl yararlı olursa ona göre devlet başkanının uygun gördüğü şekilde
sarfedilebilmesine işarettir. Aynı şekilde beşte bir hakkında da şöyle
buyrulmaktadır:
"Bilin ki,
ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri muhakkak Allah'ın,
Resûl'ün, yakınların, yetimlerin, yoksulların ve yolculuk edenlerindir."
(Enfâl, 8/41)
Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'in ganimet mallarını muhacirlere veya Mekke'nin yeni müslüman
olmuş insanlarına ikram etmesi gibi bir-iki istisnaî olay dışında O, devlet
hakkı olan beşte biri aldıktan sonra her ganimet malının zerresini dahi eşit
ölçüde askerlere bölüştürmüştü. Süvarilere üç pay, piyadelere bir pay bazı
rivayetlere göre süvarilere sadece iki pay verilirdi.[51]
Genellikle beşte birin çok az bir bölümü Peygamberin özel masraflarına
verilirdi. Çoğunluğu ise yu-kardaki âyette bildirilen hak sahiplerine
sarfedilirdi. [52]
Zekât sadece
müslümanlara farzdı ve dört ana maldan alınıyordu: 1-Nakit para, 2-Meyve ve
mahsuller, 3-At dışında evde beslenen ve eti yenen dört ayaklı hayvanlar,
4-Ticaret malları.[53]
İkiyüz dirhem
gümüşten, yirmi miskal altından ve beş deveden daha az varlıklardan zekat
alınmıyordu. Mahsullerden alman zekatlar için, mahsulün beş vesak olması veya
beş vesaktan fazla olması şarttı.
Altın ve gümüşten
kırkta bir alınıyordu. Dört ayaklı eti yenen evcil hayvanların zekat ölçüsü de
hayvanın türüne göre değişik sayıdaydı. Hadis ve fıkıh kitaplarında konuyla
ilgili geniş bilgi verilmiştir. Araziler iki bölüm ayrılmıştır. İlki sulaması
sadece yağmur veya akar suyla olandır.[54] Bu
tür arazilerin mahsullerinden onda bir (=öşür) alınıyordu.[55]
Diğeri de insanlar tarafından sulanan arazilerdir ki, bunların mahsullerinden
öşrün yarısı yani yirmide bir alınırdı. Sebzelerden zekât alınmazdı.[56]
Zekâtın sekiz harcama
yeri vardı. Kur'an-ı Kerim bu sekiz yeri açıkça belirtmiştir:
Zekât, fakirlere,
çaresizlere, müslümanhğı yeni kabul edenlere, hürriyetlerini kazanmak isteyen
kölelere, borçlulara, yolculara, maaş olarak verilmek üzere zekât
tahsildarlarına ve diğer hayır işlerine verilir.
Zekât, genellikle
toplandığı yerde onu almaya hak kazanan insanlara harcanırdı. Sahâbe-i Kiram
bu prensibe o kadar alışmıştı ki, bir gün Ziyâd bir sahabîyi tahsildar olarak
bir bölgeye göndermişti. Geri döndüğünde Ziyâd kendisinden topladığı zekât
paralarını isteyince, "Biz Hz. Peygamber salla İla hu aleyhi vesellem zamanından
beri nasıl yapıyorsak öyle yaptım" diye cevap verdi. Muâz b. Cebel tahsildar
olarak Yemen'e gittiğinde zekâtla ilgili olarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem ona: "Zekâta gelince, oranın zenginlerinden alınır, fakirlerine
verilir" buyurmuştur.[57] [58]
Cizye, müslüman
olmayan vatandaşlardan, onların korunması ve himayesi karşılığında alınıyordu.
Kesin bir ölçü ve miktarı yoktu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
kendi döneminde, her gücü yeten erginlik çağma ulaşmış kişiden bir dinar
alınmasını emretmişti. Kadınlar ve çocuklar cizyeye tâbi değillerdi. Eyle bölgesinin
cizye miktarı üçyüz dinardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem döneminde
en yüksek miktarda cizye Bahreyn'den alınıyordu. [59]
Müslüman olmayan
yabancılardan mülk sahibi olmaları karşılığında anlaşma yoluyla
kararlaştırılmış bir payın alınmasına haraç denir. Hayber, Fedek, Vadi'1-Ku-râ,
Teymâ ve bazı başka yerlerden haraç alınıyordu. Meyve veya mahsul yetiştiği
zaman, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir sahabîyi gönderirdi. O
saha-bî, bağ ve bahçeleri görerek ne kadar tuttuğunu tahmin ederdi. Yanlış
tahmin ihtimalini ortadan kaldırmak için tahmin edilenden üçte bir azaltırdı.[60]
Kalan mallardan şartlara göre haraç alınırdı.
Hayber ve
diğerlerinden mahsulün yarısı üzerinde anlaşma yapılmıştı.
Cizye ve haraç
paraları, süvari birliklerinin maaş ve savaş masraflarını karşılamada
kullanılırdı. Bütün sahabîler ihtiyaç zamanında gönüllü sipahi idiler. Ne kadar
miktarda zekât toplanmışsa-Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hepsini o
anda dağıtırdı. Herkesten önce, daha önce köle olan insanlara verirdi. Bir
listeye insanların adı yazılmış olur ve insanlar bu sıraya göre isim okunarak
çağrılırdı. Çoluk çocuk sahibi olanlara iki hisse, tek başına olanlara bir
hisse verilirdi. [61]
Arap yarımadasının
geniş alanları ve ekseriyeti taşlık, çöllük, kurak ve kıraç arazi idi. Verimli
ve yeşil sahalara ise yabancılar hakimdi. Geri kalanlar, terkedilmiş işlenmeyen
topraklardı. Medine ve Tâif'te de ziraat yapılıyordu. Ama bunlar dışındaki
bütün Araplar ya ticaret, ya da yağma ve çapulculukla geçimlerini temin
ediliyorlardı. Araplar'm geçimsiz ve düzensiz hayatlarının sebebi, belli
mesleklerinin olmayışıydı. O bakımdan huzur ve güvenin sağlanması için bile
toprağın yeni baştan düzene konulması gerekiyordu. Hicaz Yemen'inde, yabancı
milletlerin çekilip gitmesinden dolayı zaten bir çok arazi ıssız kalmış,
onların bir düzene konulması şart olmuştu.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, sahâbe-i kiramı buna teşvik ederek şöyle
buyurmuştur:
"Kim ölü bir
toprağı diriltirse orası onundur. Kim bir arazinin etrafını çevirirse orası da
onundur."
Genel teşvikle birlikte
özel bir takım düzenlemeler de yapmıştır. Yahûdî olan Benû Nadir ve Benû
Kureyzâ kabilelerinin hurmalıkları ve arazileri Peygamber makamına mahsus emlak
kabul edilmiştir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de bunları
muhacirlere ve bazı ensara dağıtmıştır. Hayber arazisinin bir miktarı devlet
malı olarak kalmıştı. Geri kalanları ise Hudeybiye savaşına katılan muhacir ve
ensara dağıtıldı. Fakat uygulamada araziler yahûdîlerde kalmaya devam etti.
Mahsulün yarısını müslümanlar alıyor, yarısını da mal sahibi olanlara
veriyorlardı. Önceden kullanılan arazileri Hz. Pegyamber sallallahu aleyhi
vesellem birtakım şartlar dahilinde asıl sahiplerinde bıraktı. Nitekim Akk,
Zûheyvân, Eyle, Ezrah, Necrân ve diğer yerlerde böyle hareket edildi.
Terkedilmiş işlenmeyen araziler de sahabilere, devlet tımarı olarak verildi.
Vâil (ra)'a Hadramût'ta bu şekilde bir parça arazi verildi. Yine Bilâl b. Haris
el-Müzenfye ekilebilir büyük bir arazi ve maden ocakları verildi. Zübeyr (ra)'a
Medine yakınında, Ömer (ra)'a Hayber'de araziler verildi. Benu Rifâa'ya
Devmetu'l-Cendel yakınında toprak ihsan edildi.
Bu araziler o kadar
cömertçe ve genişçe veriliyordu ki, herkes kendi imkân ve arzusuna göre onların
sınırlarım belirliyordu. Bir keresinde Hz. Peygamber sallal-lahu aleyhi vesellem,
Zübeyr (ra)'a, atı nereye kadar sürebilirse o kadar arazinin kendisine
verileceğini bildirdi. Nitekim o, atını sürdü. At belirli bir yere ulaştıktan
sonra durunca indi. Atının durduğu yer, arazisinin sının oldu.
Kurak Arabistan
topraklarında en çok, kaynak sularına ihtiyaç duyuluyordu. Nitekim bir
keresinde Allah Re'sûlü: "Kim daha önce başka bir müslümamn sahip olmadığı
bir su kaynağım ele geçirirse, orası onundur" buyurunca bütün insanlar
koşarak kendi su kaynaklarının sınırlarını belirlediler.
Bu cömertlik o kadar
genişledi ve insanların ilgisini o kadar çekti ki, uzak bölgelerden gelerek
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'den arazi ve toprak istemeye
başladılar. Ebyad b. Cemâl (ra) Yemen'den Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'e geldi ve bir tuz ocağını istedi. Peygamberimiz de bunu kabul etti.
Ama sahabeden biri, verilen o arazi içinde büyük bir su kaynağı olduğunu söyledi.
Su kaynağı herkese ait olduğu için Allah Resulü orayı geri aldı. Bol bol
cömert-Çe dağıtılan arazi ve imkânlar, sadece kamu yararına ait olmayan
şeylerden yapılabiliyordu. Fakat kamu yararıyla ilgili olan şeyler eski
halinde bırakılıyordu. Araplar'in hayvanlarma "himâ=koru" dedikleri
otlaklar belirlemeleri eski geleneklerinden biriydi. Arabistan'da Pîlû
ağacının yapraklan develerin temel gıdasıydı ve bununla ilgili hiçbir engel
yoktu. Fakat Ebyad b. Cemâl bu ağaçları kendi himâ-sına sokmak isteyince Allah
Resulü menetti ve "Pîlû ağaçlarından himâ yoktur!" buyurdu.
Araplar arasında
hayvanları otlatmak için devlet adamları ve ileri gelenler için özel olarak yer
ayrılması ve oraya başkalarının hayvanlarının sokulmaması bir adetti. Diğer
insanlar bundan zarar gördüğü için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu
sisteme son verdi.[62]
Aynı şekilde
Arabistan'da Dehnâ denen bir bölge vardı. Oranın bir kenannda Bekr b. Vâil
kabilesi, diğer tarafında da Benû Temîm kabilesi kalıyordu. Hureys b. Hassan
buranın Bekr b. Vâil'e verilmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem ferman yazılmasını emretti. O sırada tesadüfen orada
Temîm kabilesinden bir adam bulunuyordu. Allah Resulü ona doğru baktı. O da:
"Ey Allah Resulü! Orası develerin ve koyun-keçilerin otlağıdır. Onun
yanında Temîm kabilesinin kadınlan ve çocukları kalmaktadır" deyince Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Doğru söylüyorsun, ferman
yazmayın. Müslüman, müs-lümanın kardeşidir, içinde su kaynağı bulunan bir otlak
herkesin ihtiyacma yeter" buyurdu.
Ülkede huzur ve
güvenin sağlanması amacıyla gerekli idari ve sosyal düzenlemeler yapılmıştı.
Bundan daha önemlisi, müslümanlann dini meselelerinin düzenlenmesiydi.
Yahudiler arasında dini görevleri yerine getirmek için özel bir aile belirlenmişti.
Bu aile dışında hiç kimseye bu hizmetleri yerine getirme görevi ve hakkı
verilemezdi. Hıristiyanlarda her ne kadar özel ailelere yetki verilmemişse de
onlarda da özel bir sınıf meydana gelmişti. Bu sınıf, dinî hizmetleri kendi
haklan kabul etmişlerdi. Hindularda Brahminler dışında hiç kimse dinî hizmet
görmeye lâyık olamazdı. Diğer milletlerde de durum böyleydi. Ama Muhammed
sallallahu aleyhi vesellem'in getirip dünyaya hakim kıldığı şeriatta özel
kişilere, özel ailelere ve özel sınıflara ihtiyaç yoktu. Aksine kelime-i
tevhidi söyleyip kabul eden her müs-lüman bu görevi yapma hakkına sahipti.
İslâm Davetçileri ve
Öğreticiler
Ünlü bir batılı
tarihçi şöyle demiştir: "İslâm, Medine'ye geldikten sonra, Peygamberlik
boyutunu bırakarak saltanat şeklini aldı ve artık îslâmm manası, Allah'a iman
edilmesi yerine, Muhammed sallallahu aleyhi vesellem'in idaresinin kabul
edilmesi oldu."[64]
Halbuki Islâmın amacı,
Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ'nın açıkladığı şekildedir:
"Müslümanlar öyle
kimselerdir ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı kılar, zekâtı
verir ve iyiliği emredip kötülükten sakındırırlar." (Hacc 22/41)
Her müslüman, vaiz de
olabilir, sorgulayıcı da olabilir, dini yayan da olabilir, şeriat uzmanı da
olabilir. Bu yüzden, islâm öncesi Araplar, en üst düzeydeki insanlar arasında
bile okuma-yazma bilmek ayıp kabul edilebilecek kadar cahilken, islâm
döneminde her ev, fıkıh, hadis ve tefsir öğrenilen bir okul haline gelmişti.
Hatta herkes fıkıh öğrenmek ve ilim tahsil etmek için yeterli vakit
bulamadığından her kabile ve her toplulukta eğitim ve irşâd görevini yerine getirecek
insanların bulunmasına karar verilmişti. Buna göre Kur'an-ı Kerim'de şu emir
geldi:
"Müminlerin
tamamının savaşa çıkmaları gerekmez. Onlardan bir topluluk savaşa çıktığında
bir grup da dinde derin bir anlayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri
döndüğünde onları uyarıp korkutmak için geride kalabilir." (Tevbe 9/122) [65]
Bu kurumla güdülen
amaç, sadece şeriatın emir ve yasaklarından haberdar olan bir topluluk değil,
aksine gece-gündüz Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yanında
bulunarak baştan sona islâm boyasıyla boyanmış, konuşması, hareketi, ifade
biçimi, oturup kalkması, söz ve eylemleri Peygamber eğitiminin ışığıyla
aydınlanmış ve bütün dünya için en güzel örnek ve model haline gelebilmiş örnek
bir insan yetiştirmek olduğu için bütün Arap kabilelerinden birer heyet geliyor
ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yanında kalarak Cnun öğretilerinden
nasibini alıyorlardı.
îbn-i Abbâs (ra)'dan
şöyle rivayet edilmiştir:
"Her Arap kabilesinden
küçük bir topluluk, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yanına gelir ve
O'ndan dinî meseleleri sorarak dinde geniş bilgi sahibi
olurdu."[66]
Arabistan'ın değişik
bölgelerine gönderilen İslâm davetçîlerine gittikleri bölgelerdeki insanları,
memleketlerini bırakarak Medine'ye gelmeye ve orada kalmaya ikna ermeleri
emrediliyordu. Bunun adı da hicretti. Bu noktada biat, 1 Bedevi biati; 2
Hicret biati diye ikiye ayrılmıştı. Bedevi bîatı, Medine'de birkaç gün tutularak
kendilerine bazı temel bilgilerin öğretilmesi amaçlanan bedeviler içindi.
Müş-küu'l-Asâr kitabının özetinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem,
Ukbe el-Cühenî müslüman olunca "Bedevi biati mı hicret biati mı
yapıyorsun?" diye sorduğu rivayet edilmiştir. Kitabın yazan şöyle demiştir:
"Hicret biati
yapmanın sonucu olarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in bu biati
yapana dinî meseleleri uygulatarak göstermesi ve öğretmesi için Cnun yanında
bir süre kalması şarttı. Bedevî biatında ise bu şart yoktu."
O bakımdan Araplardan
bir çok aile evlerini bırakıp hicret ederek Medine'ye geliyorlardı. Ebu Musa
el-Eş'arî (ra) bu bakımdan seksen kişiyle gelerek Medine'ye yerleşti.
Hulâsatu'l-Vefâ kitabında şu hususlar belirtilmektedir: Medine'de Cühey-ne ve
daha başka kabilelerin ayrı ayrı mescidleri vardı. Bunlar hicret yoluyla Medine'ye
gelen kabilelerdi. Peygamber mescidi herkesi almaya yetmediği için daha başka
mescidler yapılmıştı.
Eğitim ve öğretim için
değişik metodlar vardı: Bu metodlardan biri şuydu: Gelen heyetler on onbeş gün
veya bir iki ay kalarak akâid ve fıkha ait önemli meseleleri öğrenir ve kendi
kabilelerine döndükten sonra da onlara bu öğrendiklerini öğretirlerdi. Meselâ
Mâlik b. Huveyris, elçi heyetini alarak Medine'ye geldiğinde yirmi gün burada
kaldı ve önemli meseleleri öğrendi. Kafilesiyle birlikte kabilesine dönmek
üzere iken Allah Resulü onlara şöyle buyurdu:
"Kabilenize geri
dönün ve onların yanında kalarak kendilerine şeriatın emirlerini öğretin.
Benim namaz kıldığımı nasıl görmüşseniz o şekilde namaz kılınız."[67]
Diğer bir metod ise,
ders vererek öğretmekti. Yani insanlar daha farklı bir biçimde Medine'de
kalır, akâid, şeriat ve ahlâk eğitimi alırlardı. Bunlara mahsus suf-fe sınıfı
vardı. Orada daha çok, dünyevî ilişkilerden kopmuş, gece gündüz ibâdet ve tâatta
bulunan ve daha çok ilimle uğraşan insanlar kalırdı.
Mişkât isimli eserin
Kitâbu'1-ilm bölümünde şöyle bir rivayet yeralmaktadır: "Bir keresinde Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mescide gitti. Mescidde bulunanların iki
halka halinde oturduklarını gördü. Halkalardan biri zikir, diğeri de ders
halkasıydı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ders halkasına giderek
oturdu."
Bugünün tabiriyle ilim
öğrencilerine "Kurrâ" deniliyordu. Nitekim Sahîh-i Bu-hârî ve
diğerlerinde bu tabir kullanılmaktadır. Eğitim ve öğretim için Ureyne'ye giden
ve kâfirlerin oyununa düşerek şehit düşen müslümanlar işte bu dershanenin
yetiştirip eğittiği kimselerdi. Hadis kitaplarında bunların adı
"Kurrâ" lakabıyla anılmıştır. Siyer uzmanları onlardan herhangi biri
evlendiği zaman bu topluluktan ayrıldığını ve yerine başkasının girdiğini
yazmışlardır.
Suffe ashabından
hiçbirinin üzerinde gömlek ve şalvar türü giysiler yoktu. Boyunlarına bağlayıp
dizlerine kadar uzattıkları bir bez parçasından başka hiçbirşey-leri bulunmayacak
kadar yoksul ve çaresiz olmalarına rağmen, dizlerini büküp oturmuyorlardı.
Aksine çöle gidip odun topluyorlar,[68]
onları satarak ellerine geçirdikleri paraların yarısmı hayra harcıyor, yansını
da kader birliği ettikleri suffe arkadaşlarına dağıtıyorlardı. Bu bakımdan
eğitim ve öğretim zamanının gece olmasına karar verilmişti. Bazı rivayetlerden
anlaşılan odur ki, bu dershanenin öğretmenleri arasında ünlü ilim sahibi Ubâde
b. Sâmit de bulunuyordu. Hz. Ömer'in halifeliği döneminde, Kur'an ve fıkıh öğretmesi
için Filistin'e gönderilmişti. Ebu Davûd'da Ubâde b. Sâmit (ra)'dan şöyle bir
rivayet yeralmaktadır.
"Suffe ashabından
bazılarına Kur'an-ı Kerim'i ve yazı yazmayı öğrettim. Karşılığında biri bana
bir yay hediye etti."
Bir başka rivayette
ise Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in, Ubâde'nin bu hediyeyi kabul
etmesine izin vermediği haber verilmiştir. Bazı rivayetlerden anlaşılıyor ki,
suffe dershanesi dışında suffe ashabının geceleyin öğrenim gördüğü bir yer daha
vardı. İmam îbn-i Hanbel Müsned'inde şunu rivayet etmiştir:
"Enes (ra)
diyorki: "Suffe ashabmdan yetmiş kişi bir öğreticinin yanma gider ve
sabaha kadar dersle meşgul olurlardı."[69]
Araplar arasında
okuryazarlık oranı çok düşüktü. Ama İslâm bir bakıma yazma sanatını da
beraberinde getirdi. Yazma sanatının bilinmesi, en çok Kur'an'ın kaleme
alınması, yazılarak kaybolmaktan korunması için şarttı. Bu yüzden Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem,
daha başından insanları yazı yazmayı öğrenmeye teşvik etti. Bedir savaşı
anlatılırken belirtildiği gibi savaş esirlerinden fidye veremeyenlere, serbest
bırakılmaları için Medine'de kalarak müslümanlara yazmayı öğretmeleri şartı
konmuştu. Ebu Davud'un yukarda geçen hadisinde, suffe ashabına verilen dersler
arasmda yazmanın da bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Ubâde (ra) Kur'an-ı
Kerim'i okutmakla birlikte yazmayı da öğretiyordu. [70]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, lüks hayat ve gösterişten nefret eden bir karaktere
sahip olduğu için taş, tuğla ve toprak için servet harcanmasını istemediği
halde islâm davasının bütün amacı; Allah Teâlâ'nın sânını yüceltmek, Cnu
tak-dîs ve tesbîh etmek olduğu için, her kabilenin müslüman olur olmaz bir
mescide ihtiyacı oluyordu. Cami yapılmasını gerektiren bir başka sebep de
camilerin sadece ibadet yeri olarak değil, bir tür toplantı yeri olarak
kullanılmalarıdır. Beş vakit namazda, cami ve mescidîerde toplanan müslümanlar
birbirine daha sıkı bağlanıyor, daha içten bir birlik oluşuyor, sosyal ve
siyasal güçlerini kat kat arthrıyorlar-dı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem işte bu yüzden cemaatle namaz kılma üzerinde çok durmaktaydı.
Medine'de bir çok
kabile yaşıyordu. Her kabilenin ayn mahallesi vardı. Her mahallede de bir
mescid bulunuyordu.
Ebu Dâvûd
Kitabu'l-merâsîl bölümünde senedini de vererek, Medine'de Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem döneminde dokuz mescidin bulunduğunu, bunların da
cemaatlerinin bulunduğunu yazmaktadır. Bu mescidlerin isimleri şöyledir:
Benî Amr mescidi, Benî
Sâ'ide mescidi, Benî Ubeyde mescidi, Benî Seleme mescidi, Benî Râbih mescidi,
Benî Züreyk mescidi, Gıfâr mescidi, Eşlem mescidi ve Cü-heyne mescidi.
Değişik rivayetlerde
bu mescidler dışında da değişik kabilelerin aşağıda isimleri yazılı çeşitli
mescidlerine rastlanmaktadır.
Benî Hadre mescidi,
Benî Ümeyye mescidi —bu mescid ensârdan bir kabilenin mescidiydi—, Benî Beyâda
mescidi, Benî Hablâ mescidi, Benî Usayye mescidi, Ebû Faysalı mescidi, Benî
Dînâr mescidi, Übey b. Ka'b mescidi, Nâbiğa mescidi, îbni Adiy mescidi, Bel
Haris b. Hazra mescidi, Benî Hatme mescidi, el-Fudayl mescidi, Benî Harise
mescidi, Benî Zafer mescidi, Benî Abdul Eşhel mescidi, Vâkım mescidi, Benî
Muâviye mescidi, Atîke mescidi, Benî Kureyzâ mescidi, Benî Vâil mescidi, Şecere
mescidi.[71]
Rivayetlerden
anlaşılmaktadır ki, îslâmın yayılmasına paralel olarak Medine dışında
Arabistan'ın her köşesinde günde beş kere Allah'ın adı anılan mescidler yapılıyordu.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, geceyi bekleyerek sabahleyin ezan
sesi gelen yere saldırmamayı adet haline getirmiştir. Nitekim bîr cihad seferinde
kulağına bir taraftan Allahü Ekber sesi gelince: "Bu, bir şehâdettir"
buyurdu.
Sonra "Eşhedü
ellâ ilahe illallah" sesini duyunca, "Cehennemden kurtuluş olacaktır"
buyurdu. Sahâbe-i kiram çevreye göz gezdirip sesin geldiği yeri araştırınca
duydukları sesin, Bekre oğullarının çobanlarının okuduğu ezan sesi olduğunu anladılar.[72] Ezan
sesinin geldiği yere saldırılmaması mücâhidlere emredilmişti. Nitekim bir
keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir askeri birliği sefere
gönderdirken şöyle tavsiyede bulundu:
"Bir yerde mescid
gördüğünüz veya ezan sesi işittiğiniz zaman oradaki hiç kimseyi
öldürmeyin."[73]
Bu rivayetlerden, bir
taraftan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem döneminde Îslâmın nasıl bir
süratle yayıldığı, diğer taraftan da müslümanlığı kabul eden kabilelerin
kendilerine ayrı ayrı mescidler yaptıkları ve oralarda beş vakit ezan sesini
yükselttikleri anlaşılmaktadır.
O günlerdeki yaygın
fakirlik ve sadelikten dolayı yapılan mescidler uzun zaman ayakta
kalamadığından o mübarek mekanların büyük bölümü varlık aleminden silinip
gittiler ve kendileriyle birlikte adlan ve yapılış tarihleri de yok oldu. Buna
rağmen uzun süre ayakta duran mescidlerin tarihlerinden, Arabistan'ın hiçbir
köşesinin bu dinî hatıralardan mahrum kalmadığı anlaşılmaktadır.[74]
Arap kabilelerinden
Bahreyn'deki Abdü'1-Kays kabilesi müslüman olmuştu. Bu kabile kendisi için bir
mescid inşâ etmişti. İslâm tarihinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'in mescidinden sonra ilk Cuma namazı işte bu mescidde kılınmıştı.
BuhârTnin Kitâbu'l-Cum'a bölümünde şöyle nakledilir:
"Ibn-i Abbâs
(ra)'m şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber mescidi dışında Cuma namazı
ilk defa Abdü'1-Kays mescidinde kılınmıştır ki bu mescid Bahreyn'in Cüvâsî
köyünde bulunmaktaydı."
Tâifliler müslüman
olunca Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, daha önce onların putlarının
dikili olduğu yere özellikle mescid yapılmasını emretti.123[75] Talk
b. AH (ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Bizim kabilenin insanları, bir
heyet halinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna
geldiklerinde, ben de aralarında bulunuyordum. "Memleketimizde bir kilise
var" dediğimizde Hz.Peygamber sallallahu aleyhi vesellem abdest aldığı
suyu bize lütfetti ve: "Kiliseyi yıkın ve oraya bu suyu serptikten sonra
mescid yapın" buyurdu. Nitekim o insanlar geri döndüklerinde Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in tavsiyesine göre mescid inşâ edildi.[76]
Bu tür mescidler
Arabistan'ın her köşesinde inşa edilmiş olmalıdır. Ama hadis kitaplannda
genellikle Medine ve civarında inşa edilen mescidlerin durumu bildirilmektedir.
Sahîh-i Müslim'de şöyle nakledilir: "Medine civarında ensar müslü-manlanna
ait bir köy vardı. Aşure günlerinden birinde onlar arasında oruçlu olanlar,
oruçlarını tamamlasınlar, oruçlarını bozmuş olanlar da günün geri kalan zamanını
oruçla geçirsinler diye ilân ettirdi. Bu ilândan sonra sahabe bunun üzerinde o
kadar şiddetle durdu ki, kendileri oruç tuttukları gibi, çocuklarına da oruç
tutturdular. O derece ki, çocukları evden dışarı götürerek mescide koyarlar ve
"Yemek isteriz" diye ağladıklarında oyuncaklarla oyalarlardı."[77]
tmam Buhârî, Sahîh-i
Buhârf de "Mescidler kişilere nisbet edilebilir mi?" diye ayrı bir
bölüm açmış ve o bölümde yer verdiği hadislerde açık bir şekilde Benî Zir-rîk
mescidinin adı verilmiştir. Enes b. Mâlik (ra) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
ve-sellem'le birlikte ikindi namazını kıldıktan sonra kendi mahallesine gelirdi.
Buranın insanları mescidde beklerlerdi. Haber gelip, "Peygamber mescidinde
namaz kılındı" denince insanlar orada namaza dururlardı.[78] Bu
rivayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, kabilelerin mescidleri ayrı ayrıydı.
Sahih hadis kitaplarının rivayetlerinden anlaşılan bir diğer husus da şudur:
Bazı insanlar Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem'le birlikte namaz
kıldırıyorlardı. Nitekim Muâz b. Cebel (ra) hazretleri böyle hareket ederdi.
Medine'deki kabileler ve onlar dışında Medine'ye hicret yoluyla yerleşmiş olan
kabileler, kendileri için ayrı mescidler yapmışlardı. Nitekim İbn-i Sa'd'ın
Tabakât'ında: "Medine'de Cühenî kabilesinin bir mescidi vardır"
denilmektedir.[79]
Kabilelerin
ihtiyaçları dışında mescid inşâ etmelerinin bir sebebi de, Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in namaz kıldığı yerlerin bereketine inanan
sa-hâbe-i kiramın oraları mescid yapmalarıydı. İmam Buhârî, Sahîh-i Buhârî'de
ayrı bir bölüm açmış, adına da "Medine yolları üzerindeki mescidler ve Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in namaz kıldığı yerler" adını
vermiştir. Bu bölümün altmda o tür mescidlerin bazüannın isimlerini de
saymıştır. Ibn Hacer bu mescidleri aşağıdaki şekilde sıralamaktadır:
Kubâ mescidi, el-Fasîh
mescidi, Benî Kureyzâ mescidi, Meşrebe-i Ümm-i ibrahim mescidi, Benî Zafr veya
Bağle mescidi, Benî Muâviye mescidi, Fetih mescidi, Kıbleteyn mescidi.
HâJfız îbn-i Hacer:
"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Medine ve Medine çevresinde
oyulmuş taşlarla yapılmış mescidlerin hepsinde, namaz kılmıştır. Çünkü Ömer b.
Abdülazîz bu mescidleri tamir ederken Medineliler'den bunları soruşturup
öğrenmişti" diye de yazmaktadır.[80] [81]
Mescidler inşa etmekle
birlikte değişik kabileler için ayn ayrı imam tayin edilmesi de gerekliydi.
Genellikle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in uyguladığı kural;
müslüman olan kabilelerde Kur'an-ı Kerim'den en fazla ezberi olan kim varsa
onu imam tayin etmekti. Bu şerefte büyük-küçük, efendi-köle herkes eşitti. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin gelişinden önce Medine'ye gelmiş olan
muhacir müslümanların imamı Ebu Huzeyfe (ra)'ın âzâd ettiği kölesi Salim
(ra)'dı. Cerm kabilesi müslüman olunca Amr b. Seleme el-Cermî o sıralarda yedi
sekiz yaşlannda küçük bir çocuk olmasına rağmen kabilesi içinde en fazla Kur'an
ezberi olan kişi olduğu için imam tayin edilmişti.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem imam tayininde birkaç ölçü koymuştu:
"Ebu Mes'ud
el-Ensarî (ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem buyurdu ki: "Allah'ın Kelâmı'nı iyi okuyan ve bilen kim varsa
cemâate o imam olsun. Eğer bu noktada herkes eşitse sünneti en iyi bilen imam
olsun. Eğer bunda da eşitseler, o zaman önce hicret eden olsun. Onda da
eşitseler yaşlı olan —imam— olsun."
Her hangi bir kabile
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna geldiğinde Allah Resulü;
"içinizde Kur'an-ı Kerim'i en çok ezbere bilen kim?" diye sorardı.
Kur'an-ı Kerim'i iyi bilen biri varsa insanlar onun adını verir, Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem de onu imamlık göreviyle şereflendirirdi. Nitekim
Tâifhalkımn imamı Utman b. Ebi'l-As bu şekilde tayin edilmişti. Herkes eşit
durumda bulunuyorsa, "Kim büyükse cemâatin imamlığım o yapsın"
buyururdu. Mâlik b. Huveyris, kendi kabilesi tarafından Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi ve-sellem'e gönderildiğinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem ona böyle buyurmuştu.
Medine'de, Medine
çevresinde, Arabistan'm çeşitli eyâletlerinde mescid yapılan yerlere imam
tayin edileceği ortadır. Devlet görevlisi olarak kabilelere gönderilen
kişiler, aynı zamanda onların imamı da oluyordu.[82]
Büyük ve geniş yerlerde bu iki görev birbirinden ayrı oluyordu. Tabîi olarak
ayn ayrı görevli tayin edili-yord. Ummân'da Amr b. el-As devlet görevlisiydi.
Ebu Zeyd el-Ensarî[83] (ra)
ise imamdı. Ama ne
üzücüdür ki, hadis ve siyer kitaplarında bu gibi kimselerin isimleri verilerek
gerekli açıklamalar yapılmamıştır. Dolaylı olarak elde ettiğimiz ipuçları ile
ele geçirdiğimiz isimler aşağıda liste olarak verilmiştir:
Mus'ab b. Umeyr:
Medine-i Münevvere'ye imam olarak tayin edilmiştir. Kendisi, Peygamberin
hicretinden önce ensara imamlık yapıyordu. Bu husus, tbn-i Hi-şâm'in Akabe
biatıyla ilgili anlattıkları arasında zikredilmiştir.
Ebu Huzeyfe'nin
azatlısı Salim: Medine-i Münevvere'de imamlıkla görevlendirilmiştir. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in Medine'ye gelişinden önce muhacirlere
imamlık ediyordu. —Bu bilgi, Buhârî ve Ebu Dâvûd'da zikredilmiştir.—
îbn-i Ümmi Mektûm:
Medine'ye imam olarak görevlendirilmiştir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem askeri sefer Sebebiyle Medine'nin dışma çıktığında bir çok şahabı de
beraber giderdi. Ama tbn-i Ümmi Mektûm görme özürlü olduğu için Medine'de
kalırdı. O bakımdan böyle durumlarda imamlıkla görevlendirilmiştir. —Ebu Dâvûd—
Ebu Bekir-i Sıddîk:
Medine'de imamlıkla görevlendirilmiştir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem bir yere gittiklerinde Mescid-i Nebevide o imamlık yapardı. —Sahih
Buhârî.—
Utbân b. Mâlik: Benu
Salim kabilesine imam olarak gönderilmiştir. Kendi kabilesinin imamıydı. —Ebu
Dâvûd ve Nesâ'î.—
Muâz b. Cebel: Benu
Seleme kabilesine imam olarak tayin edilmişti. Kendi kabilesinin imamıydı.
—Buhârî.—
Ensârdan biri: Küba
mescidine imam tayin edilmişti. Kendi kabilesinin imamıydı. —Buhârî.—
Amr b. Seleme: Benu
Cerem kabilesine imam olarak tayin edilmişti. Kendi kabilesinin imamıydı. —Ebu
Dâvûd, Nesâ'î.—
Üseyd b. Hudayr: Kendi
kabilesinin imamıydı. —Ebu Dâvûd.—
Enes b. Mâlik —veya
sahabeden başka bir müslüman— Benu Neccâr kabilesinin imamıydı. Kendi kabilesine
imam olarak tayin edilmişti, imamın adı şüphelidir. —îbn Hanbel.—
Mâlik b. Huveyris:
Kendi kabilesine imam olarak tayin edilmişti. —Ebu Dâvûd.—
Attâb b. Useyd:
Mekke-i Muazzama'ya imam olarak gönderilmişti. Kendi kabilesinin imamıydı.
—Nesâ'î—
Osman b. Ebi'l-As:
Tâif'e imam olarak gönderilmişti. Kendi kabilesinin imamıydı. —Tâif Heyeti
bahsi—
Ebu Zeyd Ensârî:
Ummân'a imam olarak tayin edilmişti. Kendi kabilesinin imamıydı. —Belâzurî,
Umman bahsi—[84][85]
Genelde ezan için
belli bir kişi tayin edilmiyordu. Yine de birkaç örnekle tahmin edilmektedir
ki, büyük mescidlerde bu görev Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem
tarafından ayrıca belirlenmişti. Mesela Mekke-i Mükerreme ve Medine-i
Münevvere' de, Hz. Peygammber sallallahu aleyhi vesellem şu değerli zatları bununla
görevlendirmiştir.
Bilâl b. Rebâh:
Medine-i Münevvere'de Peygamber Mescidi'nin müezziniydi.
Amr b. Ümmi Mektûm
el-Kureyşî: Mekke-i Mükerreme'deki Peygamber Mes-cidi'nde müezzin olarak
görevliydi.
Sa'd el-Kart: Medine'nin
banliyösü olan Küba mescidinde müezzindi.
Ebu Mahdûre Cumhî
el-Kureyşî: Mekke-i Mükerreme'de Mescid-i Harâm'ın yani Kabe'nin müezziniydi.[86]
Şeriatın Tesisi ve
Kemale Ermesi
"Bugün sizin
dininizi mükemmelleştirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. îsîâmt size din
olarak seçtim." (Mâide 5/3)
Bütün bu düzenleme,
planlama ve devlet idaresiyle ilgili uygulamalar Islâmın temel amaçlan değildi.
Asıl amaç yukarda genişçe anlatılmıştı, tslâmın hedefi; ülkede huzur ve
güvenin tesisi ve müslümanlarm hiçbir engelle karşılaşmadan, baskı, zulüm ve
haksızlığa uğramadan dinî görevlerini yerine getirebilmeleri için düzenli,
güçlü ve hukuka dayalı bir devlet düzeninin kurulmasıydı. Sahih-i Buhâ-rî'de
şöyle nakledilmektedir:
"Bir adam,
Abdullah b. Ömer (ra)'a "Fitne ortadan kalkıncaya ve din baştan başa
Allah'ın oluncaya kadar savaşın" (Bakara 2/193) âyetinin tefsirini
sormuştu. O da şöyle demişti: Bu Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
zamanındaydı. İslâm o zamanlar öyle zayıftı ki; kişi, inancından dolayı baskıya
uğruyor, hayatî tehlike içinde bulunuyordu. Artık İslâm güçlendi, gelişti,
ortada fitne de kalmadı."[87]
Hicretten sonraki
sekiz yıl boyunca bu tür fitnelerin giderilmesine, müslüman-lara yönelen düşman
saldırılarına karşı konulmasına ve ülkede huzur ve güvenin sağlanmasına
çalışıldı. Bu amaçla sekiz yıllık uzun süre içinde, her olay ve her yerde îslâm
farzları ve görevleri arasında en çok göze çarpan, cihaddı. Dolayısıyla, tarih
sayfalarında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yaptığı her savaş için
geniş bilgiler bulunurken namaz, oruç, zekat hakkında ikişer satırdan fazlası
anlatılmaz. Bu anlatılan iki satır da o yılın olayları anlatılırken, sonuna
doğru; "Bu yıl, farz namazlar iki rekata yükseltilmiştir" türünden
bilgileri içermektedir.
Bunun sebebi; —Allah
korusun— siyer bilginlerinin, îslâmî farzlara önem vermemeleri veya bunların
yüceliğini gözönüne almamaları değildi. Bunun asıl sebebi, durmadan düşmanla
savaşılmasından ve ülkedeki asayiş bozukluğundan dolayı bir çok farzın
gecikmeli olarak farz kılınmasıydı. Daha önce farz kılınmış olanların son
şeklini alması da, gece-gündüz düşman saldırılarının durdurulmaya çalışıldığı
bir dönemde kademeli olarak gerçekleşmiştir, islâm idaresi henüz tam hakim
olamadığından idarî ve mülkî hukuka ait bir çok ilahî emir gecikmiştir. Saf dinî
farz ve hükümler de bu dönemde aşamalı olarak inmiş, uygun şartlar doğdukça
son şekillerini almışlardır, ilahî hükümlerin kademeli olarak inmesindeki en
önemli hikmet, bu emirlerle amaçlananın; bunları sadece Araplar'a anlatmak değil,
aksine hayatlarını fiilen bu hükümler üzerinde yürütmek olduğundan aşamalı ve
tedricî olarak geliştirilip tamamlanmıştır.
Bu İnce noktayı Hz.
Aişe (ra) çok güzel bir şekilde açıklamaktadır: "Önce mükâfat ve cezaya
ilişkin âyetler indi. Kalplerdeki hazırlık ve duyarlılık oluştuktan sonra da
emir ve hüküm belirten âyetler indi. Daha ilk günden 'Şarap içmeyin!' âyeti
inseydi, buna kim uyardı?"[88]
Kısacası bütün bu
sebeplerden dolayı Islâmın bir çok farz ve hükmü yarımadada emniyet ve huzur
sağlandıktan, ülkeye tam bir güven hakim olduktan sonra son şeklini almıştır.
Mekke dönemi boyunca oruç farz kılınmamıştı. Oruç, Medine-i Münevvere'de farz
kılındı. Ancak zekâtın farz kılınışı yedi-sekiz yıl sonra oldu. Bunun sebebi;
gece-gündüz demeden yapılan savaşlar yüzünden malî durumun, zekâtın farz
kılınmasına imkân verecek hale gelememesiydi. Mekke'nin fethinden önce
müslümanlann bu mübarek topraklara ayak basamamasından dolayı o zamana kadar
hac da farz olmadı. Namaz hergün yerine getirilen bir farzdı ve bu farz Islâmın
ortaya çıkışıyla birlikte gelmişti. Ama son şeklini alması, hicretten
altı-ye-di yıl sonra oldu. Hicretin beşinci yılına kadar namazda konuşmak
caizdi. Dışardan biri gelip selam verdiğinde namaz kılan o anda karşılık
verirdi. Nitekim bu konuda Ebu Dâvûd ve diğerlerinde çeşitli rivayetler
bulunmaktadır.[89]
Mekke'nin fethinden
sonra küfrün gücü kırıldı ve bütün ülkede huzur ve güven ortamı meydana geldi.
îşte o zaman dinî emirler ve şeriat sistemi de son şeklini almaya başladı. Öyle
emir ve hükümler vardı ki, bunlar henüz hiç bildirilmemişti. Zekât ve hacan
farz kılınması, faizin haram kılınması vb. hükümler böyleydi. Bunların esasları
ortaya konmuş, ama son ve mükemmel şeklini almamışlardı.[90] [91]
Islâmın en öncelikli
ve en önemli sıfatı, getirdiği inanç sistemi ve insanlara sunduğu katıksız,
saf ve parlak bir akide ve iman manzumesidir. Bu sistemin esasları; Allah'ın
varlık ve birliğine inanmak, peygamberlik düzenini kabul etmek, meleklere
inanmak, kıyamet gününe inanmak ve öldükten sonra dirilmeye imân etmektir. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e inen, "Yaratan yüce Rabbinin adıyla
oku" (Alak 96/1) ilahî buyruğunda herhangi bir inanç öğretisi yoktu. Ancak
ikinci inen vahiy şöyle idi: "Ey bürünüp örtünen insan! Kalk ve uyarıp
korkut. Rabbini tekbir edip yücelt. Elbiseni de temizle. Pislikten kaçınıp
uzaklaş." (Müd-dessir 74/1-4)
Bundan sonra Mekke
döneminde inen âyetlerin çoğu inanç ve akideyle ilgili âyetlerdir. Şirkin ve
putperestliğin kötülüğü, Allah'ın yücelik, büyüklük ve ululuğunun açıklanması,
kıyamet gününün korkunç manzarası, cennet ve cehennemin müessir bir üslupla
anlatılışı, peygamberliğin özellikleri ve bunun insanlık için gerekliliğine
dair deliller. Onüç yıllık Mekke dönemi boyunca daha çok bunlar işlenmişti.[92]
tslâmın ilk yıllarında
Kur'an-ı Kerim'de insanlara anlatılan inanç esasları birbirinden kopuk olarak
anlatılmıştı. Mekke döneminde inen âyetler incelendiği zaman görülecektir ki,
bu âyetlerde anlatılan inanç esasları ve imanı konuların her-biri birbirinden
ayn anlatılmaktadır. Akâid esaslarının zincirleme anlatılışı. Bakara ve Nisa
sûrelerindedir. Bu iki sûre de Medine'de nazil olmuştur. Mekke'de inen
sûrelerde ağırlık, tevhid inancına, Allah'ın birliğine inanmaya, kıyamet gününe
inanmaya ve Peygamber'in tasdikine verilmişti. Medine'ye geldikten sonra bütün
inanç ilkelerinin toptan eğitimi başlamıştır. îman ve tslâmın temel maddeleri
konusunda inen ilk âyet Bakara sûresinin şu âyetleridir:
"Ki onlar gaybe
inanırlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden
infak ederler. Yine onlar sana indirilene, senden önce indirilenlere iman eder
ve ahirete de kesin bilgiyle inanırlar." (Bakara 2/3-4)
Bu iman esasları,
sûrenin ortasında tekrarlanmaktadır:
"Asıl iyilik,
Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inananların
iyiliğidir." (Bakara 2/177)
Bundan sonra, namaz,
oruç, zekat ve bazı ahlâkî hükümler sıralanmıştır. Bu âyetler, kıblenin
değiştirilmesini bildiren âyetle birlikte hicretin ilk yılında nazil olmuştur.
Bunların izahı sûrenin
son kısmında yapılmıştır. Bu âyetler de, Hz. Aişe[93]ve
tbn-i Abbâs[94] (ra)'m rivayetlerinden de
anlaşıldığı üzere hicretten birkaç yıl sonra nazil olmuştur:
"Peygamber,
Rabbinden kendisine indirilene iman etti. Mü'minlerin hepsi de Allah'a,
meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı." (Bakara 2/285)
Geniş ve açık bir
şekilde müslüman olan kimselerin inanç ve akidelerinin ne olması gerektiğini
bildiren Nisa sûresinin ilgili âyeti şudur:
"Ey iman edenler!
Allah'a, resulüne, resulüne indirdiği Kitab'a ve bundan önce indirdiği Kitâb'a
iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarım ve peygamberlerini inkar
ederse kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır." (Nisa 4/136)
iman konusunu
açıklayan hadislerde, insanların Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e
îslâmın ve imanın ne demek olduğunu sorduğu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'in de soru soranın veya zamanın durumuna uygun olarak değişik
cevaplar verdiği anlatılmaktadır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem
şöyle buyurmuştur: "İnsanlar Allah'ın birliğine, Muhammed'in O'nun elçisi
olduğuna şehâdet getirinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar onlarla
mücadele etmem bana emredildi."
Bir keresinde köylü
bir müslüman, Allah Resûlü'nün huzuruna geldi ve "îslâm ne demektir?"
diye sordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şu üç hususu bildirdi:
Gece-gündüz beş vakit namazı kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak ve zekât
vermektir." Abdü'1-Kays kabilesinden gelen heyet, hicretin 5. yılında
Allah Resûlü'ne geldi: "Düşmanlarımızın engellemesinden dolayı buraya
—istediğimiz— zaman gelemiyoyruz. Bu yüzden bize buraya gelemeyen insanlara da
anlatabileceğimiz emir ve hükümleri bildir" dediler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
"Allah'tan başka
bir ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet getiriniz.
Namazı kılınız, zekâtı veriniz. Ramazan ayında orucunuzu tutunuz ve ganimet
malından beşte bir bölümünü veriniz."
Bir keresinde Allah
Resulü sallallahu aleyhi vesellem sahabe-i kiram arasında oturuyordu. O sırada
bir kişi gelip "imân nedir?" diye sordu. Allah Resulü sallallahu
aleyhi vesellem de: "İman, Allah'a, meleklere, Allah'a kavuşmaya —öldükten
sonra dirilip Allah'ın huzuruna çıkmaya—, O'nun peygamberlerine ve öldükten
sonra dirilmeye kesin olarak iman
etmendir" buyurdu. Bunun üzerine o kişi, "İslâm nedir?" diye
sordu. Hz. Peygamber de: "İslâm, sadece Allah'a ibadet etmen, hiç kimseyi
O'na ortak koşmaman, namaz kılman, zekat vermen, Ramazan aymda oruç
tutmandır" buyurdu. Bundan sonra o kimse, "İhsan nedir?" diye
sordu. Buna cevap olarak da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
"Allah'ı görüyor gibi O'na ibadet etmendir. Çünkü sen O'nu görmesen de, O
seni görür" buyurdu.
Bu cevaplar, hemen
hemen Islâmm temel esaslarının en kısa yoldan ortaya konuşudur. Bu soru-cevap
diyalogu, Mekke'nin fethinden yani Hicrî 7. yıldan önce yapılmış olmalıdır.
Çünkü bu konuşmada hac anlatılmıştır. Ayrıca ibadetin mükemmel olması için
huşu ve boyun eğiş şartı da ilave edilecek kadar güven ortamı doğmuştu. Islâmın
temel yapısının son izahını Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle
yapmıştır:
"İslâm, beş temel
üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve Muhammed'in
O'nun elçisi olduğuna kesin inanmak, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve
Ramazan'da oruç tutmaktır."
Gün geçtikçe iman ve
îslâmın temel kuralları eksiksiz ortaya konup tamamlanınca, ayrıntılar ve
diğer gerekli noktalar da öğretildi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
"İmanın altmış
küsur bölümü vardır. Bir bölümü de haya —utanmadır—" buyurdu. Bir
keresinde yine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "En sağlam
müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanlann emin olduğu kimsedir" buyurdu.
Bir başka sahabiye verdiği cevapta ise Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmaktadır:
"En iyi müslüman;
yoksullara yediren, tamsın tanımasın başkalarına selam verendir." Yine
birgün: "Kendisi için istediğini müslüman kardeşi için istemedikçe gerçek
mümin olunamaz" buyurmuştur.
Özetle söylemek
gerekirse, Îslâmın temel akaidi ile ikincil esasları tedricî olarak
tamamlanmıştır, Hicret'in 13. yılında eda edilen Hacc-ı Ekber günü Allah Teâlâ
dinin kemâle erdiğini beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Bugün dininizi
kemâle er-dirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım." (Mâide 5/3) [95]
îslâmın beş temeli
olduğunu ifade eden hadisi daha önce zikretmiştik. Bu beş temelin dördü,
namaz, oruç, zekât ve hac ibadetleridir. Bunların en zaruri olanı namazdır.
Namazın dosdoğru kılınması için bir çok şarta riayet etmek gerekir. Bunların
ilki de "Taharet" yani temizlenmedir. [96]
İbadet edecek insanın
giysisini ve bedenini temizlemesi, onun maddi ve manevi anlamda
"tâhir" yani temiz olmasını sağlar. îslâmın temizliğe verdiği önem,
şundan anlaşılmaktadır ki gelen ikinci vahiyle Allah Resulü Îslâmın hüküm ve
esaslarıyla muhatap olurken temizlik, tevhid inancının hemen arkasından geliyor
ve O, "Ey örtünüp bürünen! Kalk ve Uyar! Rabbini Tekbîr ile yücelt!
Üstünü başım temizle! Her türlü kötülükten sakın!" (Müddessir 74/1-5)
emriyle karşı karşıya kalıyordu.
Müfessirler, buradaki
"Üstünü başım temizle!" buyruğu ile kalbî temizliğin, "Her türlü
kötülükten sakın!" buyruğu ile de putperestlikten armmanın kasdedilmiş
olduğunu söylemişlerse de, zahirî temizliğin de buna dâhil olması mümkündür.
Buna göre biz de bundan Islâmiyetin temizliğe verdiği önemi anlayabiliriz.
Tarih, siyer ve hadis kitaplarında, Cebrail (as)'ın Allah Resûlü'ne abdest
almayı bizzat öğrettiğini bildiren rivayetler yeralmaktadır. Hâkim,
eî-Müstedrek adlı eserinde îbn-i Abbâs (ra)'dan şunu nakletmiştir: "Allah
Resulü sallallahu aleyhi vesel-lem hicretten önce de abdest almıştır."[97]
Ancak bütün hadis bilginleri, abdest almakla ilgili âyet-i kerimelerin
Medine'de indikleri hususunda görüş birliği içindedirler. Abdestle ilgili âyet
şudur: "Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman, yüzünüzü,
dirseklerinize kadar kollarınızı yıkayınız, başınızı mesnediniz, ayaklarınızı
topuklarınıza kadar yıkayınız." (Mâide 5/6)
Bu âyet-i kerime Mâide
sûresindedir. Mâide sûresinin âyetlerinden birçoğu dört veya beş yıl sonra
nazil olmuştur. îmam Buharı, üstteki âyetin teyemmüm âyetiyle birlikte
indirildiğini söylemiştir. Bilindiği üzere teyemmüm âyeti, Hicret'in 5. yılı
vahyedilmiştir. Bu yüzdendir ki ulemanın çoğunluğu, abdestin daha önce de alınmakta
olduğu düşüncesindedirler. Şu var ki abdest Hicrî 4. veya 5. yılda farz kılınmıştır.
O zamana kadar, insanlar çok hızlı abdest alıyorlardı. Uzuvlarının bazı bölümleri
ıslanıyor, bazı bölümleri ıslanmıyordu. Hicretin 6. yılı veya daha sonraki bir
zamanda Allah Resulü Mekke'den dönerken bazı kimseler koşarak göle gittiler ve
ellerini yüzlerini hızla yıkadılar. Ayaklarının bazı yerleri ıslanırken bazı
yerleri kuru kaldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
"O ayaklara
cehennem ateşi dokunacaktır. Abdestinizi tam alın" buyurdu.[98]
O andan itibaren
abdestin bütün farzlarım özene bezene huzur içinde yerine getirmenin şart
olduğu kesinleşti. Allah Resulü, abdestin şartlarına uyularak alınmasını ifade
etti. Müslümanlar —önceleri— abdest bozulsun veya bozulmasın her namaz
vaktinde abdest alırlardı. Ama müslümanlara zorluk olmaması düşüncesiyle son
sene her vakit için abdest alma gerekliliği kalktı.[99] Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Mekke fethedildiği zaman bunu bizzat göstererek
herkese ilan etti.[100] [101]
Abdest almak için suya
ihtiyaç vardır. Ama özellikle yolculuklarda su bulmak zordur. Bir takım
hastalık durumlarında da su kullanmak zararlı olabilmektedir. İşte bu
nedenlerle hicretin 5. yılında aşağıdaki teyemmüm âyeti nazil olmuştur:
"Hasta veya yolcu
iseniz, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut kadınlara yak-laşmışsanız ve bu
hallerde su bulamamışsanız, temiz toprakla teyemmüm edin; yüzünüzü ve
dirseklerinize kadar ellerinizi onunla mesnedin. Allah size herhangi bir güçlük
çıkarmak istemez. Aksine sizi tertemiz kılmak ve size ihsan ettiği nimetini
tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz." (Mâide 5/6)
Bu âyetin nüzul sebebi
şudur: Hicretin 5. yılında Benî Mustalık savaşından geri dönülüyordu.
Müminlerin annesi Aişe (ra) da orduyla birlikteydi. Kafile Medine'ye
yaklaştığında, mü'minlerin annesinin gerdanlığı düştü. Bütün kafile orada
konakladı. Namaz vakti geldiğinde abdest alacak su bulamadılar. Bütün sahabe
üzgündü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem durumu haber aldı. îşte o sırada
bu âyet indi. Müslümanlar bu kolaylığa ve teyemmüme müsaade edilmesine çok
sevindiler. Üseyd b. Hudayr: "Ey Ebu Bekir oğullan sizler için bereket
sermayesi olsun" dedi. [102]
Namaz; Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in peygamber olarak gönderilmesiyle birlikte farz
oldu.[103] Nitekim gelen ikinci
vahiyde namaz kılınması emredilmiştir:
"Tekbir ile
Rabbini yücelt!" (Müddessir 74/3)
Bu tekbirden
—yüceltmekten— maksat, namazdan başka ne olabilir? Ama üç yıl boyunca islâm
daveti gizli yapıldığı ve kafirlerin korkusundan dolayı açıkça namaz kılmak
imkânsız olduğu için sadece geceleri geç vakte kadar namaz kılma emredilmişti.
Gündüz kılınan namazlar henüz emredilmemişti. Nitekim ilk inen sûrelerden olan
Müzzemmil sûresinde şu emir ve hüküm açık bir şekilde belirtilmiştir:
"Ey örtüsüne
bürünen, az bir kısmı dışında geceleyin kalk. Gecenin yansı kadar, ya da ondan
da biraz eksilt veya üzerine ilave et. Kur'ân'ı belli bir düzen içinde oku.
Gerçek şu ki; Biz senin üzerine oldukça ağır bir söz —vahiy— bırakacağız.
Doğrusu gece ibadeti —insanın iç dünyasında uyandırdığı etki bakımından— daha
kuvvetli, okuma bakımından daha sağlıklıdır. Çünkü gündüz seni oyalayacak
yığınla iş vardır. Rabbinin ismini zikret ve kendini herşeyden çekerek yalnız
O'na yönel" (Müzzemmil 73/1-8)
Bundan sonra ikişer
rekat sabah ve akşam namazlan farz kılındı:
"Sabah akşam
Rabbinin adını zikret! Gecenin bir bölümünde O'na secde et ve geceleyin de uzun
uzun O'nu teşbih et." (insan 76/25-26)
Geceleyin geç vakte
kadar namaz kılma emri bir yıl sürdü. Hz. Aişe (ra) şunu anlatmıştır: "Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ve bir çok sahabe bir yıl boyunca bu
hükme göre amel ettiler. Namaz kıla kıla ayaklan şişiyordu. Bir yıl sonra,
gece namazının farziyeti kaldırıldı[104] ve
şu ilahî emir geldi:
"Gerçekten
Rabbin, gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde namaz
için kalktığını bilmektedir: Seninle birlikte onlardan bir topluluğun da böyle
yaptığını bilmektedir. Geceyi ve gündüzü" Allah ardarda getirmektedir.
Sizin bunu sayamayacağınızı bildi ve böylece tevbenizi kabul ettti. Şu halde
Kur'an'dan kolay geleni okuyun. Allah içinizde hastalar olduğunu, başkalannın
Allah'ın lütfunu aramak için yeryüzünde gezip dolaşacaklannı ve diğerlerinin de
Allah yolunda çarpışacaklarını biliyor. Öyleyse Kur'an'dan kolay geleni okuyun.
Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah —için— güzel bir borç verin. Hayır
olarak, nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha
büyük bir ecir olarak Allah katında bulursunuz. Allah'tan bağış dileyin. Allah
çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." (Müzzemmil 73/20)
Geceleyin kılanan bu
nafile namazın adı teheccüddür. Nafile namazının tehec-cüd olmasından sonra,
sabah, akşam ve yatsı namazı diye adlandırılan üç vakit namaz farz olmuştur:
"Gündüzün iki
tarafında —sabah, öğle ve ikindi— gecenin de yakın saatlerinde —akşam ve
yatsı— namazı kıl." (Hûd 11/114)
Peygamberliğin beşinci
yılında[105] meydana gelen mi'râc
olayında beş vakit namaz farz olmuş[106] ve
Mirâc olayını anlatan Isrâ süresindeki şu âyet nazil olmuşur:
"Gündüz güneş
dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar belli vakitlerde namaz kıl. Bir de
sabah namazım. Çünkü sabah namazı şahitlidir. Gecenin bir kısmında uyanarak,
sana özgü bir fazlalık olmak üzere namaz kıl." (Isrâ 17/78-79)
Fakat bu namazların
rekatları iki olarak kaldı. Medine'ye geldikten sonra huzur ve sükûna
ulaşılınca bu farz genişlik kazandı ve iki yerine dört rekat farz oldu.[107]
Bütün bunlarla
birlikte namazda gerekli olan huşu ve dış etkilerden tamamen koparak kendini
namaza verme vakarı ve donmuşcasına dışa kapanma için gerekli olan güven
ortamı ve tehlikelerden sakınma gerçekleşmediği için namazda bulunması icap
eden bu şart ve âdab bir anda şart koşulmadı. Bunlar zamanla şart olarak ortaya
çıktı. Önceleri insanlar namazda gözlerini gökyüzüne doğru dikerek
bakabilirlerdi. Bir gün Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunu
kınayarak, "O insanlar ne yapmak istiyorlar ki başlarını gökyüzüne doğru
kaldırıp bakıyorlar" buyurdu.[108]
Bir zamanlar namaz
kılarken insanların hatınna birşey geldiğinde onu başka birine söyler veya biri
selam verdiğinde namazda bile onun selamını alabilirdi. Yanyana duran insanlar
namazda birbiriyle konuşurdu. Habeşistan'a hicret edenler, hicretin 6. yılında
geri dönüp Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yanına geldiklerinde
Allah Resulü namaz kılıyordu. Eskiden alışık oldukları gibi namaz kılanlara
selam verdiler. Ama karşılık gelmedi. Namazdan sonra Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem: "Allah Teâlâ namazda konuşmayınız diye emretti"
buyurdu.[109] O andan itibaren namazda
konuşmak veya selâm alıp-vermek tamamen yasaklandı.
Muâviye b. Hakem şunu
anlatmıştır: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem'le namaz kıldım.
Biri aksırdı. Ben de "Allah sana merhamet etsin!" dedim. Herkes dik
dik baktı. Onlara "Niye bakıyorsunuz?" dedim. Ellerini dizlerine vurdular.
O zaman namazda konuşmayı kesmemi istediklerini anlayıp sustum. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem namazı bitirdikten sonra tarif edilemez güzellikteki
ahlâkı sebebiyle bana ne bir ceza verdi, ne azarlardı. Sadece: "Namaz; Allah'ı
teşbih ve tekbir etmenin ve Kur'an okumanın adıdır. Namazda konuşmak caiz değildir"
buyurdu."[110]
Teşehhüde oturma usulü
bugünkü gibi değildi. Çeşitli kişilerin adlan anılır, "Falana falana selam
olsun" denirdi. Sonunda bugün namazda okunan Tahiyyât duası öğretildi.[111]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in namazda küçük çocukları omzuna aldığı, secdeye
giderken indirdiği, ikinci rekata kalkarken tekrar omzuna aldığı çeşitli
hadislerde bildirilmiştir. Hz. Aişe (ra) dışardan gelince kapıyı vurur, Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem namaz kıldığı halde namazını bozmadan aynı
durumda gidip kapıyı açardı.[112] Bu
da hadislerde geçmektedir. Bu hadisleri gö-zönünde bulunduran fıkıh alimleri,
nafile namazlarda bu hareketlerin yapılabileceğini, bunun caiz olduğunu ileri
sürmüşlerdi. Bu hareketlerin nafile namazlara Özgü kılınmasının sebebi, Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu haraketle-ri farz namazlarda değil,
nafile namazlarda yapmış olmasındandır. Bize göre bu yorum doğru değildir. Bir
hadis-i şerifte, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem'in Ümâme bn.
Ebi'1-As'ı omzuna almış olarak mescide geldiği ve namaz kıldığı açıkça
zikredilmiştir.[113]
Bize göre bütün bu rivayetler henüz namazda konuşmanın ve o tür hareketlerin
yasaklanmadığı döneme aittir.
Gün geçtikçe namaz son
şeklini alarak Öyle bir noktaya ulaştı ki, baştan aşağı boyun eğiş, huşu, dış
dünyadan soyutlanma ve kendini tamamen Allah'a verme halini aldı. Kur'an-ı
Kerim'in şu âyeti indi:
"Kurtuluşa eren
müslüman huşu ve boyun eğiş ile namaz kılan müslümandır."
Bu bakımdan namazda
oraya buraya bakmak veya huşûa aykırı bir harekette bulunmak menedildi. Namazın
bütün rükünlerini son derece huzur ve sükun içinde yerine getirmek şart kabul
edildi. Bir kişi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem'in huzurunda namaz
kılmış ve namazın erkân ve âdabına riâyet etmemişti. Bunun üzerine Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, "Sen namaz kılmadın. Git yeniden
kıl!" buyurdu. Adam tekrar aynı şekilde namaz kıldı. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem yine: "Namaz olmadı" buyurdu. Üçüncüsünde
adam, "Nasıl kılayım?" diye sorunca Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem, rükû, secde ve kıyamların nasıl olacağını gösterdi. Ayrıca son derece
huzur ve sükûn içinde kılınmasını bildirdi. Nitekim Sahih-i Buhârî ve diğer
hadis kitaplarında bu rivayet bütün genişliğiyle zikredilmiştir.
Islâmî esasların
açıklanmasıyla ilgili süreç iki şekilde gelişmiş olabilir. îlkine örnek olarak
şu misal verilebilir: Bir defasında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
mescidde Cuma namazı kılıyordu. Tesadüfen Suriye'den bir ticaret kervanı geldi.
Oniki kişi dışında namaz kılanların hepsi kalkıp kervana koştu. Bunun üzerine
şu âyet nazil oldu:[114]
"Onlar bir
ticaret veya eğlence gördüklerinde dağılıp oraya giderler ve seni ayakta
bırakırlar. Deki: Allah'ın katında bulunan mükâfaat, eğlence ve ticaretten daha
hayırlıdır." (Cuma 62/11)
İkincisine de şu misal
verilebilir: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'ın eğitim ve öğretimi
sayesinde durum o hale gelmişti ki, ensardan bir müslüman namaz kılarken
vücuduna üç ok saplanmış ama o namazını bozmamıştı. Namazda
okuduğu sûrenin manevi tadı, yaradan
duyduğu acıdan daha fazlaydı. Bundan daha ilginci şudur: Hz. Ömer (ra) namazda
aldığı bıçak darbesiyle yere düşmüş ve çırpınmaya başlamıştı. Bu müthiş
manzara, herkesin gözleri önünde olmuş, ama bir kişi dahi dönüp bakmamaştır.
Çünkü gönülleri kaplamış olan kendini Allah'a verme hali ve ilahî azamet
karşısında kendinden geçme durumu hiç kimseyi başka şeyle ilgilenmeye müsaade
etmemektedir. [115]
Mekke döneminde dört
kişinin bir araya gelerek namaz kılması mümkün değildi. O bakımdan Cuma namazı
da farz olmamıştı. Çünkü Cuma namazının ilk şartı cemaat olmaktı. Ama Medine'de
ensardan büyük bir kitle müslüman olduğu için namaz kılanlara hiç kimse zarar
veremezdi. Bu yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem'den daha Önce
Medine'ye göç ederek gelmiş olan müslümanlar Es'ad b. Zürâ-re'nin teşvikiyle
Benî Beyâda mahallesinde ilk defa Cuma namazı kıldılar. Mus'ab b. Umeyr imamdı.
Cemaat, kırk müslümandan ibaretti. Daha sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem Medine'ye hicretinde şehre girmeden önce Küba'da durdu. Daha önceden
planlayarak oradan Cuma günü ayrılmaya karar verdi. Benî Salim mahallesine
ulaşınca namaz vakti geldiğinden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ilk
Cuma namazını burada kıldı. Bu, Hicret'in birinci yılı Rebîülevvel ayının son
günlerine ait bir olaydı.[116]
Medine dışında Arabistan'da müslümanların en yoğun bulundukları yer,
Bahreyn'deki Cüvâsî denen yerleşim merkeziydi. İbn-i Abbâs (ra), Mes-cid-i
Nebevfden sonra ilk Cuma namazının orada kılındığını rivayet etmiştir.[117]
Ancak görünen o ki,
müslümanlar Cuma namazının önemini önceleri kavrayamamışlardı. Yukarda
anlattığımız gibi, bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
mescidde cuma namazı kıldırıyor, —bir başka rivayette Cuma hutbesi okuyordu.—
Tam bu sırada tesadüfen Suriye'den tahıl yüklü bir kervan geldi. Herkes kalkıp
oraya gitti. Cemaat olarak sadece oniki kişi,[118] bir
başka rivayete göre kırk kişi kaldı.[119]
Bunun üzerine şu âyetler nazil oldu:
"Ey iman edenler!
Cuma günü namaza çağrıldığı zaman hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi
bırakın! Eğer gerçeği anlayan kimselerseniz elbette bu sizin için daha
hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağdın ve Allah'ın lütfundan isteyin.
Allah'ı çok anın. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Onlar bir ticaret ve
eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta
bırakırlar. De ki: Allah'ın katında bulunan mükâfaat, eğlence ve ticaretten
daha hayırlıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cuma
62/9-11)
Bundan sonra durum o
hale geldi ki, namaz karşısında servetlerinin dolu olduğu hazineler bile
müslümanlar yanında bir hiç haline geldi. Allah Teâlâ da onları şöyle övdü.
"Bunlar o kimselerdir ki, hiçbir ticaret ve alışveriş onları Allah'ı
zikretmekten alıkoymaz." (Nûr 24/37)
Bayram namazı da
Medine'ye geldikten sonra kılındı. Ama Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi
vesellem'in Medine'ye geldiği sene Bayram namazı olmadı. Bayram namazı,
Hicret'in 2. yılında sünnet oldu.[120]
Sebebi de, Bayram namazının Ramazan orucuna bağlı olmasıydı.
Ramazan orucu da
Hicret'in 2. yılında farz olmuştur. [121]
Namaz hangi durumda
olursa olsun, kazaya bırakılamaz. Tehlikeli durumlarda, mesela savaşta namaz
kılınması hakkında verilen emir şudur: Bütün ordu iki kısma ayrılsın. Önce bir
grup topluca silahlarıyla birlikte imamın arkasına namaza dursun ve seferi
hükmüne uygun olarak kılsınlar. Sonra bunlar savaş alanına gitsinler. Düşmanla
çarpışan diğer grup geri çekilerek onlar da namazlarını kılsınlar, imam yerinde
dursun. Bu hadisi rivayet edenler, her cemaat ikişer rekatı imamla birlikte mi
kılacaklar veya birer rekat imamla birlikte ikinci rekatı ise tek başlarına mı
kılacaklar, ya da bu durumda sadece bir tek rekatın mı farz olacağı hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Ebu Dâvûd korku namazının —tehlikeli durumda kılınan namazların—
her şeklini sahabe rivayetlerine göre ayrı ayrı yazmıştır. Bize göre bunda
hiçbir ihtilaf yoktur. Bu durum savaş haline bağlı olan bir durumdur. İmam o
zaman uygun gördüğünü yapar. Eğer savaş bütün şiddetiyle devam ediyorsa, her
asker bulunduğu yerde işaretle namaz kılar. Nisa suresinde tehlikeli durumlarda
nasıl namaz kılınacağı ayrıntılı olarak anlatılmıştır.
Tehlike anındaki
namaza ait hüküm, hicretin 5. yılındaki Zâtü'r-Rika savaşında inmiştir. Bazı
raviler bu savaşın adını Gazve-i Bahat diye bildirmişlerdir. Ebu Dâvûd'da Ebu
Abbâs ez-Zerkî'nin yaptığı rivayetten, Korku namazını bildiren âyetin Hudeybiye
Barışı sırasında Asfân denen yerde yani hicretin 6. yılında nazil olduğu
anlaşılmaktaysa da hadis ravileri ve siyer bilginleri Zâtü'r-Rika' gazvesini bu
emrin indiği zaman olarak kabul etmektedirler.[122] [123]
îslâmdan önce Kureyş
aşure günleri oruç tutardı. O gün Kabe'ye Örtü giydirilirdi.[124] Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de o gün oruç tutardı. O'na uyarak diğer
sahabîlerin de oruç tutmuş olmalarına şaşmamak gerekir. Peygamberliğin beşinci
yılında yani hicretten sekiz yıl önce Ca'fer (ra) Habeş Kralı'mn önünde Islâmı
anlattığı konuşmasmda orucu da zikretmiştir. Belki de o gün oruçlu idi. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye gelince yahûdî-lerin de o gün
oruç tuttuğunu gördü. Bunun sebebini sorunca Hz. Musa'nın o gün Firavun'un
elinden kurtulduğunu söylediler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de:
"O halde biz Hz: Musa'ya uymaya daha lâyığız." buyurdu. Nitekim
Medine'de de aşure orucunu tuttu. Ashabına da tutmalarını emretti. Hicretin 2.
yılında Ramazan orucu farz olunca aşure orucunu tutmak müstehab oldu. Yani
isteyen tutar, istemeyen tutmazdı.[125] Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in kendisi o günlerde devamlı oruç tuttu.
Hicret'in 11. yılında insanlar Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e,
"Yahûdîler zaten o güne çok saygı gösteriyorlar" deyince, Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, "Gelecek yıl ayın onuncu günü
yerine dokuzunda oruç tutacağım" buyurdu. Ama ne yazık ki, o sene vefat
etti.[126]
Yahûdîler oruca yatsı
namazıyla başlıyor ve o vakitten sonra yemek yemiyor-lardı. Kadınlarla yatmak
da yasaktı. İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar da buna uygun şekilde oruç
tutmakla görevlendirilmişlerdi, lslâmın bütün emirlerinde şu ilke her zaman
gözönünde tutulurdu:
"Allah Teâlâ
sizin için kolaylık diler, size zorluk olmasını istemez." (Bakara 2/185)
"îslâmda
ruhbanlık yoktur"[127]
Bu anlamda şu âyet-i
kerime nazil olmuştur:
"Oruç gecesinde
kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı... Sabahın beyaz aydınlığı —ipliği—
siyahından —ipliğinden— ayırdedilinceye kadar yiyin-için.." (Bakara 2/187)
Araplar oruç tutmaya
fazla alışık değildi. Başlangıçta oruç tutmak onlara ağır geldiği için kademeli
ve ağır ağır gelişen oruç, sonunda nihâi şeklini aldı.[128] Hz.
Peygamber salîallahu aleyhi vesellem Medine'ye ilk geldiği sıralarda yılda üç
kez oruç tutma emri vardı. Daha sonra orucun farz olduğunu bildiren âyet inince
müs-lümanlardan isteyenin oruç tutması, isteyenin de karşılığında bir fakirin
karnını doyurması serbestliği tanındı. Zamanla insanlar oruca ısınınca şu âyet
indi:
"Sizden kim
Ramazan ayına ulaşırsa o ayda oruç tutsun." (Bakara 2/185)
Artık zamanı da
belirlenerek oruç farz oldu. Fidyeye izin verilmesi tamamen ortadan kalktı.
Şüphesiz ki, hasta ve yolcular için o durum ve süre içinde orucu bozabilecekleri
ve tutamadıklarını başka bir zaman kaza edebilecekleri emredildi. Diğer bütün
milletlerde, özellikle hıristiyanlarda ruhbanlık büyük bir erdem ve üstünlük
kabul edildiği için ibadete çok düşkün olan kimseler fazla oruç tutmanın
zahmetine katlanıyorlardı. Ama Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bazan onları
bundan menediyordu. Bir defasında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
yolculuk yaparken, etrafına insanların toplanarak güneşin hararetinden
kendisini korumak için gölge yaptıkları bir adam gördü. Sebebini sorunca,
böylesine sıcak bir günde o kişinin oruç tuttuğunu Öğrendi. Bunun üzerine:
"Seferi durumda oruç tutmak fazla sevap birşey değildir" buyurdu.[129]
Bazı insanlar
"Visal" orucu tutmak istediler. Yani geceyle gündüzü birleştirerek
ara vermeden yirmidört saat oruç tutmak istediler. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem onları menetti.
insanlar oruç tutmayı,
genelde zorluklara katlanarak, sıkıntı çekerek fazla sevap kazanmak olarak
görürlerdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu anlayışı düzelterek
her türlü kolaylıktan yararlanmayı tavsiye etti. Yolculuk ve hastalık halinde
oruç tutmak farz değildi. Geceleri, sabah aydınlığının başlamasına kadar
yemek-içmek ve her çeşit uğraş serbestti. O, sahurda yemek yemenin faziletini
anlatırken: "Gün boyu insanın güç ve takati devam etsin diye sabaha yakın
sahur yemeği yenmesini" tavsiye buyurdu.[130]
Orucun amacı; nefsi
kötülüklerden alıkoymaktı. Oruç buna yardımcı olduğundan Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Oruç tuttuğu
halde yalandan., hileden vazgeçmeyen insanın açlık çekmesine Allah'ın ihtiyacı
yoktur." [131]
Islâmın başlangıcından
itibaren hayır yapmak ve zekât vermek teşvik ediliyordu. Mekke'de inen
sûrelerde "zekât" kelimesi açık bir şekilde geçmekte, hayır yapmayan
insanlara ağır tenkid ve tehditler yapılmaktaydı:
"Dini
yalanlamakta olanı gördün mü? îşte yetimi itip kakan, yoksulu doyurmayı teşvik
etmeyen odur." (Mâ'ûn 107/1-3)
Medine'de daha kesin
ifadeler kullanan âyetler nazil oldu. Hicret'in 2. yılında bayram günü fıtır
sadakası verilmesi vacip kabul edildi.[132]
Hicretin ilk günlerinde müslümanların
çoğu, özellikle muhacir müslümanlar görülmemiş bir yoksulluk ve açlığa
düşmüşlerdi. Hadis-i şeriflerde sahabe-i kiramın yoksulluğunu ve beş parasız,
çaresiz oluşlarını anlatan olaylar daha çok bu döneme aittir. O bakımdan, elinde
zorunlu ihtiyacından fazlasını bulunduranların, hepsini hayra harcamaları, aksi
takdirde kendilerine azap edileceği bildirildi. Nitekim bu konuda şu âyet indi:[133]
"O kimseler ki
altın ve gümüşü depolarlar da onları Allah yolunda harcamazlar..." (Tevbe
9/34)
Şu âyette de aynı
husus buyrulmaktadır:
"İnsanlar senden
neyi infâk edeceklerini soruyorlar. De ki: Zorunlu ihtiyaçtan fazlasını."
(Bakara 2/215)
Bir çok insan hayır
yapıyor, infâkta buluyordu. Ama değerli ve kıymetli malları kendilerine
saklıyarak işe yaramaz veya sevmedikleri şeyleri hayra veriyorlardı. Bunun
üzerine şöyle emredildi.
"Ey iman edenler!
Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan
hayra harcayın." (Bakara 2/267)
Konuyu daha da
pekiştirmek için sevdiği şeylerden vermeyenlerin hiçbir sevaba nail
olmayacaklarını bildirildi:
"Sadakalarınızı
sevdiğiniz şeylerden vermedikçe mükâfaat elde edemezsiniz." (Al-i tmrân
3/92)
Sadaka vermek ve hayır
yapmak yönünde insanlarda öyle büyük bir istek doğdu ki, hiçbirşeyi olmayan
fakir insanlar, ücret ve yevmiye kazanarak hayra harcayabilmek için
çarşı-pazara gidip amelelik yapıyor, sırtında yük taşıyarak insanla-nn işlerini
görüyorlardı.[134]
Bütün bunlara rağmen
Hicret'in 8. yılma kadar zekât farz olmadı. Mekke'nin fethinden sonra farz olduğunda,
ne kadar verileceği ve nerelerde verileceği açıklandı. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem bütün fethedilen bölgelere zekat toplamaları için
Hicret'in 9. yılının Muharrem ayında zekat tahsildarları gönderdi,[135]
Zekat harcama yerleri aşağıda belirtildiği gibiydi.
"Sadakalar
—zekâtlar— Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, —zekât
toplayan— memurlara, gönülleri îslâma ısındırılacak olanlara, esirlik ve
kölelikten kurtulmak isteyen esir ve kölelere, borcuna karşılık malı olmayan
borçululara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, harçlıksız kalmış yolcuya
mahsustur. Allah herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibidir."(Tevbe 9/60)
Zekatın nasıl verilip
ne kadar verileceği, kimlere verileceği bütün genişliğiyle Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in fermanlarında anlatılmıştır. Fıkıh ilminin zekât
bölümleri işte bu fermanlara dayanmaktadır. [136]
Dünyada ilk önce Hz.
ibrahim (as) Allah'a ibadet için halka açık bir mabed inşa etmiş ve bütün
dünyayı oraya gelip ibadet etmeye davet etmiştir:
"Bir zaman
ibrahim'e Beytullah'm yerini hazırlamış ve şöyle buyurmuştuk: Bana hiçbir şeyi
eş tutma! Tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için
evimi temiz tut. insanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse
uzak yollardan gelerek yorgun-argın develer üzerinde kendilerine ait birtakım
yararları yakinen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık
hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları —kurban kesmeleri—
için sana —Kabe'ye— gelsinler." (Hacc 22/26-28)
İbrahim (as)'ın bu
genel davetini bütün dünya kabul ederek koştu ve her sene Arabistan'ın uzak
köşelerinden insanlar hac yapmak üzere Mekke'ye geldi. Ama zaman içinde Allah'a
ibadet etmek için yapılmış olan Ka'be, tam bir değişikliğe uğrayarak bir
taraftan üçyüz altmış putun sergilendiği bir panayır yeri haline geldi. Diğer
taraftan bu Ka'be'yi idare etmeye herkesten çok hak sahibi olan Peygamber Hz.
Muhammed sallallahu aleyhi vesellem orayı terketmeye mecbur bırakıldı ve sekiz
yıl boyunca o tarafa başını bile kaldırıp bakamadı.
Sonunda hakkın galip
olma zamanı geldi. Mekke fethedildi ve ibrahim (as)'ın vekili Muhammed (as)
kendisine bağlananlarla birlikte îbrahimî sünneti ve ibrahim şeriatını yeniden
diriltme fırsatını elde etti. Hicretin 9. yılında hac farz olmasına rağmen[137] Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, hayasız ve çirkin manzaraları
görmeye katlanamadığı için o sene hac yapmadı. Hz. Ebu Bekir'i ve Hz. Ali
(ra)'ı hac zamanı Mekke'ye göndererek: Bundan sonra hiç kimse Kabe'yi çıplak
olarak tavaf edemeyeceğini ilan ettirdi.[138]
Bir başka sebep de
şuydu: Câhiliye devrinde insanlar, yıl içinde belli olan Ka'be'yi ziyaret
zamanını kendi kendilerine unutmuş göstererek hac ayını değişti-re değiştire
Zilka'de ayına getirmişlerdi. Nitekim hicretin 9. yılında hacc o ay yapıldı.
Ama hacan asıl yapılması gereken ay Zilhicce olduğundan Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem bir yıl bekledi ve hac tam zamanına oturunca haccını
yaptı. [139]
Hz. ibrahim'in inşa ettiği
Ka'be'nin haccedümesi ilahî bir emir olmasına rağmen inançslar bu ibadetin
şeklini tamamen değiştirmiş ve ona öyle asılsız saçmalıklar ilâve etmişlerdi
ki; sevap olan bir ibadet olmaktan çok günah kazanmaya sebep olan bir merasim
haline gelmişti. Herşeyden önce haccm ve bütün ibadetlerin amacı, Allah
Teâlâ'yı anmak ve O'na yönelmekti. Ama Araplar haccetmek üzere bira-raya
geldikleri zaman Allah'ı anacakları yerde atalarıyla öğünmek ve onların yaptığı
büyük işleri sayıp dökmekle uğraşırlardı, işte bu yüzden şu âyet inmişti:
"Hac ibadetini
bitirdiğinizde, cahiliye döneminde atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha
kuvvetli bir anmayla Allah'ı anın." (Bakara 2/200)
Medineliler'in şöyle
bir gelenekleri vardı: Onlar, Menât adında bir putu tavaf ettikleri için
Ka'be'yi haccederlerken bile Safa ile Merve arasında yürümezlerdi. Halbuki
haccın en önemli gayelerinden biri de ibrahim (as)'m hatıralarını devam
ettirmektir. Safa ile Merve arasında sa'y etmek, o dönemden kalma bir hatıra
olduğu için şu âyet inmiştir:
"Şüphesiz Safa ve
Merve Allah'ın işaretlerindendir. Böylece kim Ka'be'yi hacceder veya umre
yaparsa artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur."
(Bakara 2/158)
Bugünlerde olduğu
gibi, bir adet ortaya çıkmıştı, elinde yol harçlığı ve azığı olmayanlar kalkıp
öylece yola koyuluyor ve "Biz mütevekkil insanlarız" diyorlardı. Bu
insanlar çoğu kez yolda çaresizliğe ve arkadaşlarının yardımına muhtaç hale
düştükleri için şu âyet nazil oldu:
"Evden yol azığı
ve harçlığını alarak çıkınız. En iyi yol azığı ise takvadır." (Bakara
2/197)
Hacda ihramlı iken
saçları kestirmek veya traş ettirmek yasaktır. Ama cahiliye döneminde insanlar
bunda çok aşırı gitmişlerdir. Hatta bazıları gözlerinin görmesini engelleyecek
biçimde saçları bitlenmesine rağmen traş olmuyorlardı. Islâmda temel ilke,
ibadet ve emirlerin insanın altından kalkamayacağı kadar ağır olmamasını
gözönünde bulundurmaktır. Bu meyanda şu hüküm gelmişti:
"Sizden kim hasta
ise, ya da başından şikayeti varsa, ya oruç, ya sadaka, ya da kurban olarak
fidye vermesi gerekir." (Bakara 2/196)
Sevap kazandıkları
düşüncesiyle kestikleri kurbanların kanlarını Kabe duvarlarına sürmeleri
hakkında ise şu âyet nazil oldu:[140]
"Onların etleri
ve kanlan kesinlikle Allah'a ulaşmaz. Ancak sizdeki takva O'na ulaşır."
(Hac 22/37)
Bu âyette, sadece
sözkonusu gelenek yasaklanmamış, kurbanın ana gaye olmadığı, asıl gayenin
Allah'ın kabul buyurduğu şekliyle takva ile günahlardan sakınma olduğu
bildirilmiştir.
Kureyş kabilesinin
îslâmın temel esaslarına tamamen zıt olarak ortaya koyduğu hac merasimlerinden
belki de en Önemli olanı, haccın toplu ibadet yeri olan Arafat'a
gitmemeleriydi. Bütün Arap kabileleri Arafat'a gittikleri halde "Biz Harem
sınırının dışına çıkamayız, bu bizim sülâlemize hakaret olacağı için sadece
Müzdelife'ye kadar gider, orada bekleriz" diyorlardı. Kureyş dışındaki
Araplar, Arafat'ta toplanıyor ve oradan hareket ederek Müzdelife ve Minâ'ya
geliyorlardı, îslâmın esası eşitlik olduğu ve ibadetlerde herkesin aynı ölçüde
hareket etmesi gerektiği için şu emir indi:[141]
"Arafat'taki
vakfeden ayrılıp —sel gibi Müzdelife'ye— hareket ettiğinizde Meş'ar-i Haram'da
zikir ile Allah'ı anın, Allah'ın size gösterdiği şekilde kendisini anın. O'nun
göstermesinden önce yanlış gidenlerdendiniz. Sonra insanların akın ettiği
yerden siz de akın edin. Allah'tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedici ve
esirgeyicidir." (Bakara 2/198-199)
Kurbanlık hayvan
Allah'a adanmış kabul edildiği için üstüne binilmez, yaya yürüme zahmetine katlandırdı.
Bu adet İslâm dönemine kadar devam etti. Bir keresinde Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, hac yolculuğunda birini kurbanlık devesi yanında
olduğu halde yaya yürürken gördü ve "Ona binsene" buyurdu. O adam,
"Deve kurbanlıktır" deyince Allah Resulü tekrar binmesini söyledi.
Tekrar aynı mazereti ileri sürünce Allah Resulü sert bir sesle, "Haydi
bin!" diye emretti.
Câhiliye döneminde
insanlar "Musmit" denen bir hac icâd etmişlerdi. Böyle hac edenler,
haccın başından sonuna kadar ağızlarını açıp konuşmazlardı, islâm katlanılması
çok zor olan bu haccı yasakladı. Sahih-i Buhârf de şöyle nakledilir: Bir
keresinde Ebu Bekir (ra), Ahnes kabilesinden Zeyneb adlı bir kadının hiçbir kimseyle
konuşmadığını gördü. Sorunca "Musmit" haccına niyet ettiğini öğrendi.
Ebu Bekir (ra) ona, "Bu câhiliye dönemine ait birşeydir, caiz
değildir" dedi.
Yapılan en büyük
hayasızlık, Kureyş kabilesinin dışında kadın-erkek bütün Araplar'ın Ka'be'yi
çırılçıplak tavaf etmesiydi. Harem sınırlarına girince herkes elbiselerini
çıkarıp atar, bir Kureyşli'den Ödünç elbise isterdi. Bulamazsa Ka'be'nin etrafını
çıplak dolaşırdı. Kadınlar da aynı şekilde çıplak tavaf eder ve şu şiiri
okurlardı:
"Bugün o
vücutların bir kısmt veya tamamı gözler önüne serilecek, Açık olanı ben helal etmiyorum."
Onların bu geleneğini
ortadan kaldıran[142] şu
âyet oldu:
"Ey Adem oğullan!
Her mescide gidişinizde elbiselerinizi giyiniz." (A'râf 7/31) Hicret'in 9.
yılında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hz. Ebu Bekir'i hacca
gönderdi. Ebu Bekir (ra) o yılki hacda, gelecek sene hiç kimsenin çıplak tavaf
edemeyeceğini ilân etti.[143] [144]
Şeriatın
tamamlanmasında emirlerin kademeli olarak gelmesi gözönünde tutulduğunda
miras, evlenme-boşanma, kısas ve ceza gibi bir çok hüküm Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'in peygamberliğinin ilk günlerinden çok sonra inmiştir. Bunun
sebebi, inen hükümlerin uygulanabilmesi için âmir güce ihtiyaç bu-lunmasıydı.
îslâm bu gücü henüz elde etmemişti. Bedir savaşından sonra Islâmın siyasî gücü
gelişmeye başladı. Hicretin 1. ve 2. yıllarında inen emirler (Ayetler):
Kıblenin değiştirilmesi, orucun, fıtır sadakasının, ramazan ve kurban
bayramlarının farz olmasını bildiren âyetlerdir. Hicretin 3. yılından itibaren
müslümanlarm sosyal meseleleri ve ticaretleri gelişme gösterince Kur'an-ı
Kerim'deki veraset kanunu nazil oldu. [145]
Müslümanlar Medine'ye
ilk geldikleri sıralarda sosyal durum şöyleydi: Genelde baba müslümansa oğul
kafirdi. Kardeşin biri kafirse diğeri müslümandı. Böyle bir durumda akrabalarla
yakınlar arasında miras hukuku nasıl uygulanabilirdi. O bakımdan Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye geldiğinde muhacirlerle ensar arasında
kardeşlik bağı kurdu. Bu kardeşlik anlaşmasına göre; ensardan biri vefat
ettiğinde, mirasının muhacir kardeşine verilmesi kararlaştırıldı.[146]
Araplar arasında daha önceden de benzer bir gelenek vardı: İki kişi aralarında
sözleşme yaparak, "İkimiz birbirimizin mirasçısı olalım" derler ve
ikisinden biri ölünce diğeri ona mirasçı olurdu. Ama Hicret'in 3. yılında
Kur'an-ı Kerim'in şu âyeti inerek bu adeti ortadan kaldırdı:
"Allah'ın
Kitabı'nda aralarında akrabalık bağlan olanlar birbirine daha yakındır."
(Enfâl 8/75)
Bu âyetin inmesiyle,
sözleşmeli yakınlığa göre mirasçı olma kaldırıldı. Miras aileler ve yakınlarla
sınırlandınldı. Miras âyetinin nazil olmasından önce Kur'an-ı Kerim vasiyet
prensibini sürdürüyordu. Yani ölen kişi, malı mülkü hakkında; "Bundan şu
kadarı falana verilsin, şu kadarı falana verilsin" diye vasiyette
bulunuyor, öldükten sonra da buna göre mal varlığı bölüştürülüyordu. Ölmeden
önce her müslümanın bu vasiyeti yapıp tamamlaması farzdı.
"Sizden birine
ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır —mal, mülk, değer— bırakmışsa,
anaya, babaya ve yakın akrabaya bilinen —uygun— bir tarzda vasiyette bulunması
—Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir hak olarak— size yazıldı —farz
kılındı.-" (Bakara 2/180)
Yolculuk sırasında
Ölenler için Kur'an-ı Kerim'de şahitlik hukuku belirlendi. Şahitliği gizlemek
veya değiştirmek kanunen suçtu. Nitekim Bakara ve Mâide sûrelerinde buna dair
geniş bilgi vardır. Bedir savaşından sonra müslümanların sayısında yeterli
çoğalma olduğu ve her ailede müslüman bulunduğu için özel miras hukukuna
ihtiyaç doğdu. Sonra vasiyet sisteminde ani ölüm halinde malların bö-lüştüriilmesine
dair bir kaide uygulamak imkânsız olduğu için büyük bir sakınca doğuyordu:
Mesela cihada yüzlerce müslüman katıldığında, kimin şehid düşeceğini kim
bilebilirdi? Bu durumda şehid düşen biri vasiyet yapmaması halinde akrabalardan
kimin gücü yeterse o malları ele geçirebilirdi. Nitekim Uhud savaşında böyle
bir durum ortaya çıktı: Sa'd b. Rebf (ra) zengin bir sahabiydi. Uhud savaşında
şehid oldu. Eşi, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e gelerek, "Sa'd
gözünüzün önünde şehid oldu. Geride iki kız çocuğu bıraktı. Fakat Sa'd'm
kardeşi bütün mallarına el koydu" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem: "Allah karar verecek" buyurdu. Sonra —tahminen hicretin 4.
yılında— veraset hükümlerini içeren şu âyet nazil oldu:
"Allah size,
çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli miras vermenizi
emreder." (Nisa 4/11)
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, Sa'd'm kardeşini çağırarak; "Sa'd'm
bıraktığı mallardan üçte ikisini kızlarına ve sekizde birini karısına ver. Artan
senin hakkındır" buyurdu.[147]
Araplar kadınları
mirastan mahrum bırakır ve: "Miras, kılıç kullananların hakkıdır"
derlerdi. Dünyanın diğer bir çok milletinde de prensip buydu. Miras hukukunun
inmesinden sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in yaptığı ilk
uygulama; bu zayıf sınıfın yani kadınların ellerinden tutulmasının ve
imdatlarına koşulmasının ilk günü olmuştur. [148]
Miras hükmünü getiren
âyetin inişinden sonra da vasiyete izin verilmesi devam etti. Ama vasiyetten
dolayı miras hakkına sahip olanların haklarının kaybolacağı endişesi
doğduğundan vasiyetin sınırlandırılması gerekti. Hicret'in 10 yılında
Amir'in babası Sa'd (ra) hastalandı.
Allah Resulü kendisini ziyarete gitti. Sa'd: "Ben ölüyorum, tek kızım var,
malının üçte ikisini hayra vermek istiyorum" dedi. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem buna izin vermedi. Bunun üzerine Sa'd (ra)
"Öyleyse yarısını hayra vereyim" dedi Allah Resulü sallallahu aleyhi
vesellem bunu da kabul etmeyince, "Üçte birini vereyim" dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Bu da çok, mirasçıları
sadakaya muhtaç bırakmak-tansa, zengin ederek ölmek daha iyidir" buyurdu.[149]
Ama yine de Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu miktarı caiz gördü. O andan itibaren
vasiyetin üçte birden fazla olması yasaklandı.
Vakıf, şeriatın önemli
esaslarından biridir. Hiçbir din, bu meseleyi îslâm kadar güzel bir şekilde
düzene koymamıştır. O bakımdan Şah Veliyyullâh Dehlevî, Hucce-tullâhi'l-Bâliğa
isimli eserinde vakıf müessesesini ilk ortaya koyanın islâm dini olduğunu
iddia etmiştir. îslâmda vakfın tarihi çok eskidir. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'in, hicretin daha ilk yılında Medine'de Peygamber mescidinin temelini
attığı arazi iki yetimin malıydı. Allah Resulü fiyatını ödemek istediyse de
onlar, "Hayır, vallahi onun parasını ancak Allah'tan isteriz"
dediler.
Bu, tslâmın ilk
vakfıydı ve son derece sâde bir şekilde yapılmıştı. Nitekim îmam-ı Buhârî bu
hadisi ortak malın vakfedilebileceğine delil olarak göstermiştir. Daha sonra
hicrî 4. veya 5. yılda şu âyet nazil oldu:
"Sevdiklerinizden
Allah yolunda harcamadıkça —fakirlere infâk etmedikçe— iyiliğe
ulaşamazsınız." (Al-i Imrân 3/92) Bunun üzerine sahabeden Ebu Talha (ra),
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna geldi ve: "Ey Allah
Resulü! Birehâ[151]
denen yerdeki arazim en sevdiğim mahmdır. Onu Allah yolunda sadaka olarak
vermek istiyorum. Bunun sevabını ve mükâfatını ise Allah'tan istiyorum. İstediğiniz
yere harcayın" dedi. Allah Resûlü'nün tavsiyesiyle buranm gelirlerini akrabalarına
vakfetti. İşte o ana kadar vakfın tarifi "Kendi şahsî tasarrufundan çıkarak
Allah'ın mülkiyetine verilen mal" diye tarif ediliyordu. Ama Hicret'in 7.
yılında Hayber savaşından sonra vakfın ne demek olduğu tamamen açığa
kavuşuturul-muştur.
Hayber'de Hz. Ömer'in
eline bir arsa geçti. Ömer (ra) bunu vakfetmek istedi. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'in huzuruna giderek niyetini anlattı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
"İstersen
arazinin kendisini elinde tut da gelirlerini hayra harca" buyurdu.
Nitekim o emlak, şu
şartlarla vakfedildi: "Bu emlak satılamaz, bağışlanamaz ve miras olarak
başkasına devredilmez/'[152][153]
Nikah ve evlilik
konusunda gelen düzenleyici ilahî emirler, "Düzenlemeler" başlığı
altında gelecek olan bölümde genişçe anlatılacaktır. Burada ancak, îslâm öncesi
Araplar arasında farklı evlilik biçimleri uygulandığını yazmamız yeterli
olacaktır. Bu evlenme biçimlerinden biri dışındakiler tamamen zinaya
benziyordu. İslâm, daha ilk başta bunları geçersiz saydı. Câhiliye döneminden
beri süregelen mut'a evliliği haram ve helal arasmda gitti geldi. Sonunda
Hicret'in 7. yılında yapılan Hayber savaşında kesinlikle haram kılındı. Buna
rağmen Hz. Ömer (ra) kendi halifeliği döneminde minbere çıkarak: "Mufa
nikahını yasak ediyorum" demek zorunda kaldı. Bu açıklamanın sebebi,
ülkede herkes tarafından haram oluşu iyice anlaşılamayan mufa evliliğinin haram
olduğunu bildirmekti.
Şeriat-ı Muhammedi
tarafından: evlenmenin haram olduğu kişilerin açıklanması, evlatlığın boşadiğı
kadınla evlenmenin haram olmayışı, çok evliliğin sınırlandırılması, boşama
türlerinin belirlenmesi, iddet süresinin açıklanması, mihirin şart oluşu,
zi-hâr —bir boşanma türü olup bir kişinin kendi eşini kendisiyle evlenmesi
haram olanlara benzetmesidir—, li'ân —kocanın, karısının iffetinden şüphe
etmesi ve aralarında birinin, kendisinin doğruluğunu, diğerinin yalan
söylediğini iddia etmesi— gibi bütün konuların açıklanması, Düzenlemeler"
başlığı altında zikredilecektir. Burada sadece, bütün bu hükümlerin Kur'an-ı
Kerim'de beyan edildiğini ve bu hükümleri bildiren âyetlerin Hicret'in 4. ve
5. yıllarında indiklerini söylememiz yeterlidir. [154]
Bu dünyada insan
hayatından daha değerli hiçbirşey yoktur. Suç ve cezalan belirten âyetlerin
çoğu hicretten bir kaç yıl sonra inmiştir. Ancak insan hayatının ne olduğunu
ona kıymanın kesinlikle haram olduğunu bildiren âyet, Mekke'de inmişti. Mir'ac
sırasında Allah tarafından Hz. Peygamber salla I la hu aleyhi vesellem'e lütfedilen
ahlâkî hükümlerden biri de şu âyettir:
"Haklı bir sebep
olmadıkça Allah'ın saygm kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmedilerek
öldürülürse, onun velisine —mirasçısına—, —hakkını alması için— yetki verdik.
Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin. Ama —kendisine bu yetki verilmekle—
o, yardıma mazhar olmuştur." (Isrâ 17/33).
Araplar arasında
Islâmdan önce de öldürme ve kısasla ilgili birtakım kanunlar vardı. Ülkede
seçkin bir yeri olan yahûdîlerin elinde Tevrat'ın suç ve ceza kanunlarından bir
demet vardı. Ama Arabistan'da ve Araplar arasında düzenli hâkim bir güç ve
ahlâkî bir yaptırım olmadığından onlar bu hükümleri uygulayamıyordu. Medine'ye
varır varmaz yahûdîler, davaları karara bağlamak için Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'e başvurdular. Allah Resulü, onların davalarını genellikle
Tevrat'ın hükümlerine göre karara bağlıyordu.
Arabistan'da bir
kişinin öldürülmesi onlarca kabile arasında bir dizi kardeş kavgasını
başlatıyordu. Bu yüzden Bedir savaşından sonra îslâmın toplumu idare etme gücü
oluşunca kısas hükmünü bildiren âyet indi. Medine çevresinde Benû Kureyzâ ve
Benû Nadîr diye yahûdî kabilelerinin yaşadığını unutmayınız. Bu iki kabileden
Benû Nadîr, daha üstün kabul edildiğinden herhangi bir Kureyzâh bir Nadîrli'yi öldürürse,
Nadîr oğulları da onu öldürürdü. Herhangi bir Nadîrli tarafından bir Kureyzâh
öldürülürse, belli bir miktar kuru hurma vermesi yeterli görülürdü. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in Medine'ye gelişinden sonra böyle bir
olay ortaya çıktı. Yahudiler, bu davayı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'e getirdiler. Bunun üzerine Mâide sûresinin birkaç âyeti nazil oldu.
Bu âyetlerden biri şudur:
"Tevratta onlara
şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş.
Yaralar da kısasa —tâbidir—." (Mâide 5/45)[155]
Bu karar ve hüküm
yahûdîler içindi. Ama başka bir âyet bu konuyu tam açıklığa kavuşturdu. O âyet
de şudur:
"Ey iman edenler!
Öldürülenler arasında size eşitlik ve beraberlik hükmü —kısas—emredildi."
(Bakara 2/178)
Yahûdîler arasında kan
bedeli —diyet— hükmü yoktu. [156]Ama
Araplar arasında böyle bir kanun vardı. îslâm, birkaç düzeltme getirerek bu
hükmü devam ettirdi:
"Kim kardeşi
tarafından affedilirse kısas düşer. Bundan sonra iyiye uymak, öldürülenin
velisine gereken diyeti güzel ve tam olarak Ödemek gelir." (Bakara 2/178)
O ana kadar kasden
öldürmekle, hatayla öldürmek arasmda hiçbir fark yoktu. Hicret'in 6. yılında
bir müslüman yanlışlıkla bir müslüman tarafından öldürüldü. Bir de ensardan bir
müslüman bir Kureyşli öldürdü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'de
öldürülenin kardeşine kan bedeli vererek kısastan vazgeçmeye razı etti. Bundan
sonra o adam müslüman olmuş göründü ve kardeşini Öldüren müslümanı gaddarca
öldürerek Kureyş'e katıldı. Bu olaylardan dolayı hatayla öldürme hakkında
çeşitli hükümleri içeren şu âyetler nazil oldu:
"Hatayla olması
dışında bir mü'minin bir mü'mini öldürmeye hakkı olamaz. Hatayla bir mü'mini
öldüren kimsenin mü'min bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek
bir diyet vermesi gereklidir. Eğer ölünün ailesi o diyeti bağışlarsa —bu
takdirde diyet vermez—. Eğer ölen mü'min olmasına rağmen size düşman olan bir
toplumdan ise, mü'min bir köle azad etmesi gerekir. Eğer kendileriyle aranızda
anlaşma bulunan bir toplumdan ise, ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir
mü'min köleyi azad etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından
tevbesinin kabulü için iki ay kesintisiz oruç tutması gerekir. Allah herşeyi
bilendir, hikmet sahibidir. Kim bir mü'mini kasten öldürürse, cezası İçinde
ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lanet etmiş ve onun için
azap hazırlamıştır." (Nisa 4/92-93)
İbn-i Abbâs (ra), bu
âyetlerin îslâmm öldürme ve kısas hakkındaki nihâî hükmünü ihtiva ettiğini
söylemektedir. Mekke'nin fethi sırasında canların koruma altına alındığı ilan
edildi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, "Câhüiye döneminin
bütün kan bedelleri iki ayağımın altındadır" buyurduktan sonra hatayla öldürmenin
cezasını, kasden öldürme cezalarından biri olan kan bedeli Ödeme şekliyle
sınırlandırdı.[157]
Hatayla öldürmenin kan bedelini de şehirliler için dörtyüz dinar olarak
belirledi.[158]
Hicretin 6. yılına
kadar yol kesen eşkiyalar için belirlenmiş bir ceza yoktu. Hicretin 6. yılında
Akel ve Ureyne kabilelerinden bir miktar insan Medine'ye gelip müslüman oldu.
Medine'nin iklimi onlara iyi gelmedi. Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem
efendimiz, şehrin dışındaki otlakda kalmalarına izin verdi. Bir fırsatını
bularak müslüman çobanları işkence yaparak insafsızca öldürdüler. Hayvanları
da yağmalayarak götürdüler. Bu adamlar yakalanıp getirilince Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, bunların da aynı şekilde işkenceyle öldürülmelerini
emretti. Her ne kadar bu, eşit bir öldürülme, denk bir intikam alma idiyse de
bir ölçüde acımasız olduğundan Allah Teâlâ tarafından bu uygulama tenkid edildi
ve eşkiyalar, yağmacılar için ayrı bir hüküm indirildi:[159]
"Allah ve
Resûlü'ne karşı savaşanların ve yeryüzünde hak düzeni bozmaya çalışanların
cezası ancak ya acımadan öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının
çapraz kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürülmeleridir." (Mâide 5/33)
Candan sonra değer
olarak mal gelmektedir. îslâmdan önce Araplar arasında hırsızların ellerinin
kesilmesi cezası vardı, islâm bunu devam ettirdi: "Hırsız erkekle kadının
her ikisinin ellerini kesiniz." (Mâide 5/38) Hicret'in 8. yılında Mekke'nin
fethi sırasında Mahzûm kabilesinden bir kadın bu suçu işledi. Saygın bir aileye
mensup olduğu için müslümanlar arasında büyük bir huzursuzluk meydan geldi.
Üsâme b. Zeyd (ra), Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in hatırını
kırmadığı bir kimseydi. O aracı yapılarak
kadının cezalandırılmaması için ricada bulundu. Allah Resulü bunun üzerine çok
hiddetlendi ve insanları biraraya toplayarak konuşma yaptı. Bu konuşmasında
şöyle buyurdu: "Sizden önceki insanların mahvolmasının sebebi işte buydu.
Onlar cezalan alt tabakadan insanlara uygular, üst sınıftaki insanlar suç
işlediklerinde onları serbest bırakırlardı. Allah'a and olsun ki, eğer Muhammed'in
kızı Fâtıma hırsızlık yapsa, onun da elini keserdim" buyurdu. Bu
konuşmanın etkisiyle insanlar neden niçin demeden bu emri uyguladı.[160]
Araplar arasında
zinanın herhangi bir cezası yoktu. Yahudiler arasında ise Tevrat'tan çıkarılan
hükme göre zina işleyenin cezası —recm— yani taşlayarak öldürmeydi. Fakat
ahlâkî zayıflıktan dolayı bu hükmü uygulamıyorlardı. Medine çevresinde yaşayan
yahûdîler, recm yerine zina suçunu işyelenleri yüzlerini siyaha boyayarak
dolaştırırlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye gelince
yahudiler böyle bir suçlunun davasını Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'e arzettiler. Bu, muhtemelen hicretin 3. yılında meydana gelmiş bir
olaydı. Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem, "Sizin şeriatınızda bu suçun
cezası nedir?" diye sordu. Onlar da kendi adetlerini söylediler. Bunun
üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Tevrat'ı getirterek konuyla
ilgili bölümü okutturdu. Yahûdîler recm âyeti gelince üzerine parmaklarını
basıp gizlediler. Fakat durumu gören müslüman olmuş bir yahûdî o âyeti açığa
çıkararak okudu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Ey Allahım! Bu
emrini şu insanlar ölü hale getirdiler. Senin emrini canlandıracak ilk kişi
ben olacağım"[161]
buyurdu. Nitekim o adamın taşlanarak öldürülmesini emretti. Ve o taşlanarak
öldürüldü.
Hicretin 5. yılında
Nur sûresi nazil oldu. Bu sûrede inen bir âyetle zina suçunun cezası yüz kamçı
vurma olarak belirlendi. Hz. Ömer'in (ra) ifadesine göre Kur'an-ı Kerim recm
cezasını da sürdürdü. Ama âyetin lafzı neshedilmişti.[162] Kesin
olan şu ki, hadislerden ortaya çıkan ceza; bekârlar için yüz kırbaç, evliler
için de recmedilme cezasıdır. Nitekim hicretin 7. yılında bir müslüman bu suçu
işledi ve her ne kadar insanlar onun bu suçu işlediğinden haberdâr değildiyseler
de o müslüman dünya cezasını ahiret cezasma tercih etti. Herkesin ortasında Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna gelip durumu anlatarak:
"Ey Allah Resulü! Ben günahkârım, beni temizle" dedi. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem durumu inceledikten sonra onun recmedilmesine karar
verdi.[163]
İçki, Hicrî 4. yılda
haram kılındı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem zamanında içki içme
için konulmuş belirli bir ceza yoktu.[164] Bu
suçu işleyenlere kırk kırbaca kadar kırbaç vurulurdu. Hz. Ömer (ra)'ın
halifeliği zamanında seksen kırbaca çıkarıldı. Kazf, yani iffetli kadınlara
iftira etmenin cezasıyla ilgili âyet Hicret'in 5. yılında nazil oldu:[165]
Dünyada en önemli üç
şey vardır ki, can, mal ve namustur. Yukarıda anlatılan cezalar bu üç Önemli
değeri korumak ve güvence altında tutmak için belirlenmiştir. O balamdan Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bu hükümleri belirten âyetler nazil
olduktan sonra, Hicret'in 10. yılında Veda Haccı sırasında Ka'be'de, haram
aylar esnasında şöyle buyurdu: "Ey müslümanlar! Her müslümarun canı, malı
ve namusu bu mübarek gün, bu mübarek ay ve bu mukaddes mekan kadar
mukaddestir." [166]
Araplar arasmda
yiyecek ve içeceklerden hiçbirinden sakınma yoktu. Hepsi mubah görülüyordu.
Leşlere ve böceklere vanncaya kadar herşeyi yiyorlardı. Sadece putlara adanmış
olan bazı hayvanları yemiyor, onları kesmeyi günah kabul ediyorlardı. Bazı
hayvanları erkekler yiyebilir, kadınlar yiyemez diye adıyorlar, çocuk ölü
doğarsa kadın-erkek her ikisi de yiyebiliyor, canlı doğarsa sadece erkek yiyebiliyordu.
Buna benzer daha bir çok putperest adeti vardı. Mekke'de nazil olan En'âm
sûresinde bu adetler genişçe anlatılmıştır. Islâmın bir çok emri her ne kadar
Medine'de inmişse de yenecek şeylerin helal ve haram oluşunu belirten hükümler
Mekke'de inmeye başlamıştı. Nitekim En'âm sûresinde müşriklerin bu adetleri
reddedildikten sonra şu emir geldi:
"De ki: Bana
vahyolunan —Kur'an'da— yiyecek kimse için, leş, akıtılmış kan, yahut domuz
eti-ki pisliğin kendisidir-ya da Allah'tan başkası adma kesilmiş bir-şeyden
başka haram edilmiş birşey bulamıyorum. Ama kim çaresiz kalırsa, başkasının
hakkını çiğnememek ve zaruret sınırını aşmamak üzere bunlardan yiyebilir. Çünkü
Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir." (En'âm 6/145)
Müşriklerin en çok
hayret ettikleri şey, kendiliğinden ölen hayvanın etinin haram olması, kendi
eliyle öldürdüğü hayvanın etinin helal kabul edilmesiydi. Halbuki onlara göre
ikisinin arasında hiçbir fark yoktu. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:
"Allah'ın
âyetlerine inanıyorsanız, yalnızca Cynun adı anılarak kesilen —hayvanlardan—
yeyin. Üzerine Allah'ın adı anılıp kesilenden yememenize sebep ne?
Allah çaresiz kalıp da
yemek zorunda kaldığınız dışında, haram kıldığı şeyleri size
açıklamıştır." (En'âm 6/118-119)
Bundan sonra Mekke-i
Mükerreme'de Nahl sûresinin "Öyleyse Allah'ın size n-zık olarak
verdiklerinden yeyiniz." (Nahl 16/114) âyeti nazil oldu. Bu âyette önceki
hüküm tekrarlandı ve şu dört şeyin, leş, kan, domuz ve putlara adanmış hayvanların
etlerinin yenmesinin haram olduğu anlatıldı. Medine-i Münevvere'ye geldikten
sonra Önce Bakara süresindeki: "Şüphesiz size ölü hayvan eti yemeniz haram
kılındı." (Bakara 2/173) âyetiyle üçüncü kez bu dört haram tekrar
belirtildi. Araplar arasında helal haram aynmı azdı. Yabanîlik ve cahillikten
başka bunun bir diğer sebebi de, yoksulluğun çok yaygın olmasıydı.
Müslümanların malî durumu düzeldikçe helal-haram aynmı da gelişme gösterdi.
Genellikle insanlar hastalanarak kendiliğinden ölen hayvanları murdar kabul
ettikleri için hayvan başka bir sebepten Ölürse bunu murdar kabul etmezlerdi.
Hicretten 4-5 yıl sonra Mâide süresindeki âyetin inmesiyle murdarın ne demek
olduğu açıklanmıştır. Buna göre o, ya boğazı sıkılarak, ya boynu koparılarak,
ya yukarıdan düşerek, ya bir hayvanın boynuzlamasıyla, ya da bir hayvan
tarafından parçalanarak öldürülmüştür. Bunlar dışında kişinin bizzat kestiği
hayvanlann eti helaldir.
Hicretin 7. yılında
müslümanlar Hayber'i fethedip arazileri ele geçirince hayvanlardan eti helal
ve haram olanlar birbirinden ayırdedildi. O günden itibaren eşeğin, yırtıcı
hayvanların ve pençeli hayvanlann etlerini yemenin haram olduğu ilan edildi.
Hicretin 8. yılında Mekke fethedildikten sonra hıristiyan Tayy kabilesi Islâmı
kabul etti ve Suriyeli bazı Hıristiyanlar müslüman oldu. Bunlar av köpekleri
besler ve onlarla avlanırlardı. Müslüman olunca ölü hayvan etinin yenmesinin
haram olduğunu duydular. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e giderek
durumlannı anlattılar. Bunun üzerine şu âyet indi:
"Senden
kendilerine nelerin helal kılındığım soruyorlar. De ki: Onlara bütün temiz
şeyler helal kılınmıştır." (Mâide 5/4)
Ayette böyle
buyurulduktan sonra avlayan hayvanlar eğitimli iseler ve av üzerine sahnırken
Allah'ın adı anılmışsa, bunların avladıklan hayvanların etinin helal olduğu
açıklanmıştır.[167] [168]
İslama karşı olanlar,
bu dinin hızla yayılmasının en büyük sebebinin; birden fazla kadınla evlenme
gibi pekçok ilahî emrin nefsi okşaması, keyif düşkünlüğünü desteklemesi
olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre Araplar işte bu yüzden Islâmı kabul
ederken hiçbir fedakârlık ve sıkıntıya katlanmamışlardır. Bu da hemen hepsinin
îslâmı toptan kabul etmesine yol açmıştır. Onlar, îslâmın zaten arzu ettikleri
şeyleri söylediğini ifade etmişlerdir. Bu konu ileride ele alınacaktır. Burada
sadece tarihî boyutu itibarıyla şarabın haram kılınışını anlatmak istiyoruz.
Arapların şaraptan
daha fazla zevk aldıkları birşey yoktu. Bütün ülke bu illete müptela olmuştu.
Arap şiirlerinin ana konularından biri şaraptır. Maslahat gereği Îslâmın bütün
hükümleri tedricî olarak geldiğinden şarap da tedricî olarak haram kılınmıştır.
Medine'de şarap içme
alışkanlığı nisbeten daha fazlaydı. Eşraf ve ileri gelenler açıkça şarap
içerlerdi. Araplar arasında şarap içmeyi bırakmış çok iyi insanlar da vardı.
Onlar şarap içmeyi takvaya aykırı buluyorlardı. Oysa îslâm bu konuda hiçbir
karar bildirmemişti. İnsanlar "Şarap hakkındaki hüküm nedir?" diye
sormaya başladılar. Hz. Ömer (ra):
"Ey Allahım!
Şarap hakkında bizim için doyurucu bir açıklama gönder" diye dua etti.
Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:
"Sana şarap ve
kumarı sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için
birtakım zahiri faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha
büyüktür." (Bakara 2/219)
Bu âyetin inmesinden
sonra bile insanlar şarap içmeye devam ettiler. Bir defasında ensardan bir
müslüman Hz. Ali (ra) ile Abdurrahman b. Avf (ra)'ı, şarabın da bulunduğu bir
yemeğe davet etti. Yemekten sonra akşam namazı vakti geldi ve Hz. Ali (ra)
namaz kıldırdı. Ama sarhoşluğun etkisiyle karışık okudu. Hz. Ömer tekrar dua
ederek:
"Ey Allahım!
Şarap hakkında açık hükmünü beyan et" diye dua etti. Bunun üzerine şu âyet
indi:
"Sarhoşken ne
dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın." (Nisa 4/43)
Bu âyetin nazil
olmasından sonra her namaz vakti geldiğinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'in emriyle bir tellal çıkarak: "Kimse namaza sarhoş gelmesin!"
diyordu.[169] Ama genel bir hüküm ve
emir olmadığı için namazın dışındaki vakitlerde insanlar hiç çekinmeden şarap
içiyordu. Hz. Ömer tekrar dua etti. O arada bazı insanlar şarap içerek öylesine
sarhoş oldular ki, birbirlerine vurma, kavga etme noktasına geldiler. Bunun
üzerine şu âyet nazil oldu:[170]
"Ey iman edenler!
Şarap, kumar, dikili taşlar —putlar—, fal ve şans okları şeytan işi birer
pisliktir: Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla
ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide 5/90-91)
Bu âyetier nazil
olduktan sonra şarap kesinlikle haram kılındı. O anda Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem, Medine'nin çarşı, pazar ve sokaklarında, "Bugünden
itibaren şarap haram kılınmıştır!" diye bir tellal ile ilan ettirdi. Ama
bununla birlikte şarap ticareti ve alışverişi devam ediyordu. Hicret'in 8.
yılında bu da haram kılındı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem halkı
Mescid-i Nebevfye toplayarak bunu hemen o anda açıkladı.[171] Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bundan sonra aynı yıl Mekke'nin
fethedildiği günlerde açık ve kesin olarak yenilmesi, içilmesi haram olan
şeylerin ticaretini de yasakladı ve şöyle buyurdu: "Allah ve Resulü içkinin,
ölmüş hayvan etinin, domuzun ve putların alışverişini haram kılmıştır."[172]
Şarabın haram kılınışı
herkese ilan edilerek gösterildiği halde bunun hangi yıla ait bir olay olduğu
hâlâ belirlenememiştir. Hadisçilerle rivayet uzmanları bu konuda son derece
farklı görüştedirler.
Hafız İbn-i Hacer,
Fethu'l-Bârt isimli kitabının Kitâbu't-Tefsîr bölümünde Mâ-ide sûresini
açıklarken şunları yazmıştır:
"Öyle anlaşılıyor
ki şarabın haram kılınması, hicretin 8. yılında Mekke'nin fethedildiği
günlerde olmuştur. Bunun delili ise şudur: imam Ahmed, Abdurrahman b. Va'le'nin
sened zinciriyle şunu rivayet etmiştir: Abdullah b. Abbâs (ra)'a "Şarap
satmanın hükmü nedir?" diye sorduğumda bana şöyle dedi: Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in Sakîf veya Ete vs kabilesinden bir dostu vardı.
Mekke'nin fehinde, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e geldi ve bir
testi şarap hediye etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem, "Allah'ın şarabı haram kıldığını bilmiyor musun?"
buyurdu."
Bize göre Hafız Ibn-i
Hacer'in anlayışı ve gösterdiği delil doğru değildir. Yukarıda delil olarak
gösterdiği rivayetten, şarap ikram eden kişinin, şarabın haram olduğunu
Mekke'nin fethine kadar duymadığı anlaşılmaktadır.[173] O
ana kadar haram olduğunu belirten âyetin inmediği bunun neresinden
çıkarılmaktadır? Öyle hükümler vardır ki, indiği dönemlerdeki bir çok kişi
bunlan çok sonra duymuşlardır.
Bu rivayetin dışındaki
bazı rivayetlerden, Mekke'nin fethinden önce içkinin haram olduğunu belirten
âyetlerin indiği ortaya çıkmaktadır. Şarap gibi pis birşe-yin hicretin 8.
yılına kadar helal kalması, Hz. Peygamber salla Ha hu aleyhi vesellem
efendimizin vefatından sadece iki yıl önce haram olması mümkün olabilir mi? Bize
göre şarap hicretin 3- veya 4. yılında haram kılınmıştı.
Faizin Haram Kılınışı
Faizcilik de
Araplar'ın damarlarına işlemiş kötü alışkanlıklardan biri olduğu için haram
kılındığını belirten âyetler tedricî olarak gelmiştir.[174]
Kureyşliler genellikle ticaretle uğraşırdı. Bunlardan zengin ve servet sahibi
tüccarlar, yoksullara ve çiftçilere fahiş miktarda faizle borç para veriyor ve
borçlarını alamadıkça ana parayı her yıl arttınyorlardı.[175]
Bizzat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in amcası Ab-bas —müslüman
olmadan önce— büyük çapta faizcilik yapıyordu.[176] Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye gelince yahûdî tüccarlar
tarafından yürütülen değişik türden faiz alış-verişleri gördü. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem önce gümüş ve altının borç olarak alınıp
satılmasının faiz olduğunu bildirdi.[177]
Sonra iki katıyla, üç katıyla faiz almayı menetti ve şu âyet nazil oldu:
"Ey iman edenler!
Faizi kat kat yemeyiniz. Allah'tan korkunuz, umulur ki, felaha
erersiniz." (AH Imrân 3/130)
Bundan sonra Allah
Resulü sallallahu aleyhi vesellem aynı türden eşyaların kendi aralarında
azaltılarak-çoğalhlarak alınıp verilmesini yasakladı. Hicret'in 7. yılında
Hayber savaşı sırasında müslümanlar yahûdî tüccarlardan alışveriş yapmaya başladılar.
O sırada Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem altın sikkenin değerini
azal-tarak-çoğaltarak satmanın da faiz olduğunu ilân etti. Faizin haram olduğu
hususunda daha açık hükümler Hicret'in 8. yılında indi. Faizin kat kat
alınmasını meneden Al-lmrân süresindeki bu âyetten sonra Bakara sûresinin şu
âyeti nazil oldu:
"Faiz yiyen
kimseler, kabirlerinden tıpkı şeytan çarpmış gibi çarpılmış olarak kalkarlar.
Onların bu hali, 'ticaret de faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa ki
Allah, ticareti helal, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir
Öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir." (Bakara
2/275)
İnsanlar, "Faiz
de bir tür ticarettir, ticaret caiz olduğuna göre faiz neden haram olsun?"
diye itiraz ediyorlardı. Kitabın diğer bölümlerinde bu itiraza cevap
verilecektir. Burada sadece faizin ne zaman haram kılındığından
bahsedilecektir. Herşe-ye rağmen bu âyetle de faizin kesin olarak haramlığına
karar verilmemiştir. Sonunda kısa bir aradan sonra muhtemelen Hicret'in 8.
yılında şu âyetler nazil oldu.
"Ey iman edenler!
Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı
almayınız. Şayet faiz hakkında söylenenleri yapmazsanız, Allah ve Resulü
tarafmdan ilan edilmiş bir savaş ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer
tevbe edip faizcilikten vazgeçerseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz
ve haksızlığa da uğramazsınız." (Bakara 2/178-179)
Bu âyet inince Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mescidde bütün müs-lümanları toplayarak bu
emri duyurdu.[178] Hicret'in 9. yılında
Necrânlüar'la yapılan barış anlaşmasındaki maddelerden biri de; faiz
alamayacaklarıydı.[179]
Hicret'in 10. yılının Zilhicce ayında Veda Haccı sırasında bu âyetin nazil
olmasından önce bütün Arabistan'da ne kadar faizle yapılmış iş bağlantısı varsa
hepsini yok saydı. Tümünü geçersiz kabul ederek faizin kesinlikle yasaklandığını
insanlara duyurdu.
İbn-i Abbâs (ra)
faizin haram olduğunu bildiren ilahı emrin, îslâmdaki ilahî emir ve hükümler
zincirinin son halkası olduğunu bildirmektedir.[180] [181]
[1] Hz. ibrahim (as),
kabilesinin saygıdeğer ve yaşlı lideriydi. Dörtyüz kişiden oluşan bir askeri
birliği daima yanında bulundururdu. Suriye ve Mezopotamya taraflarının çeşitli
krallarıyla savaşmak zorunda kalmış ve Allah ona çocuklarının mukaddes
topraklarda devlet kuracaklarına söz vermiştir. "Tevrat, Tekvin bölümü"
[2] Ebu Davûd,
Kitâbu's-salât/146.
[3] Müslim, Kitâbu'l-hudûd/11.
[4] Ebu Davûd, Kİtâbu's-salât/68
[5] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 419-421.
[6] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 421-422.
[7] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 422.
[8] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 422-423.
[9] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 423
[10] Tirmizî, Siyer/23.
[11] Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.
4, s. 358.
[12] Buhârî, Hars/17.
[13] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 423.
[14] Müsned-i imam Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 66.
[15] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 423.
[16] Müslim, Imân/164.
[17] Buhârî, Ahkâm/41.
[18] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 423-424.
[19] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 424-425.
[20] Bu büyük zatların isimleri
ve haklarında geniş bilgi için b. Zerkânî, c. 3, s.373.
[21] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 425-426.
[22] el-îstîâb, Muâz b. Cebel'den
bahsedilen bölüm.
[23] Müslim, Cihâd/5.
[24] Tabakât-ı Ibn-i Sa'd, Muâz b. Cebel bahsi.
[25] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 426-427.
[26] el-lsâbe /î
Temyîzi's-sahâbe, Safvân b. Safvân bahsi.
[27] Nesâ'î, s. 390.
[28] Nesâ'î, s. 393.
[29] Nesâ'î, s. 393
[30] Belâzûrî, Fütûhu'l-buldân,
s. 31.
[31] Buhârî, Ahkâm/41.
[32] Dârimî, Zekât/16; Nesâ'î,
Zekât/98; Muvatta', Sadaka/13.
[33] Müslim, c. 2, s. 109.
[34] Ebu Davûd, Zekât/24.
[35] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 427-428.
[36] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 428-430.
[37] Fethu'l-Bârî, e 13, s. 910
[38] Buhârî, Kitâbu't-ahkâm/12.
[39] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 430-433.
[40] İbn-i Kayyım,
Zâdu'l-me&d.
[41] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 434.
[42] tbn-i Kayyım, Zâdu'l-tneâd,
c. 1, Cizye bölümü.
[43] lbn-i Kayyım, Zâdu'l-meâd,
c. 1
[44] Buharı, kâret/22; Müslim,
Müsâkât/2; Fütûhu'l-buldân, Hayber bölümü.
[45] Ebu Davûd,
Kitâbu'l-harâc/121.
[46] Belâzurî, Fütûhu'l-buldân
[47] Ebu Davûd, Zekât/5; Nesâ'î,
Zekât/8;
[48] Buhârî, Cizye/l, Rikâk/7, Megâzî/12; Müslim, Sulh/6; îbn-i Mâce, Fiten/18.
[49] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 434.
[50] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 434.
[51] Ebu Davûd, Cihâd/143,147.
[52] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 434-435.
[53] Ebu Davûd, Zekât/3.
[54] Buhârî, Zekât/55.
[55] Tirmizî, Zekât/14.
[56] Tirmizî, Zekât/14.
[57] Ebu Davûd, Zekât/5; Buhârî,
Zekât/l, 63; Müslim, imân/29; Tirmizî, Zekât/6; Nesâ'î, Zekât/l, 46; Ibn-i
Mâce, Zekât/l; Dârimî, Zekât/l.
[58] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 435.
[59] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 436.
[60] Dârimî, Zekât/29.
[61] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 436-437.
[62] Bunlar Ebu Davud'un
Kitâbu'l-Harâc başlığı altında anlatılmıştır.
[63] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 437.
[64] Bk. VVellHausen, islâm maddesi.
[65] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 437-438.
[66] Hâzin Tefsiri, Tevbe 9/122.
ayetin tefsîriyle ilgili bölüm.
[67] Buhârî, Ezân/18, Ahâd/1, Edeb/27.
[68] Buhârî, Menâkıb/25.
[69] Müsned,c.3,s. 137.
[70] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 438-439.
[71] Umdetü'l-Kârî ft şerhi'l-Buhârî, c. 2, s. 468.
[72] Nesâ'î, Ezan/25.
[73] Ebu Davûd, Cihld/91;
Tİrmizî, Siyer/2; îbn-i Hanbel, İÜ/448.
[74] Nesâ'î, Mesârid/118.
[75] Zâdü'l-meM, el, s. 485.
[76] Nesâ't,Mesâdd/118.
[77] Müslim, Sıyâm/133.
[78] Müsned-i tbn-i Hanbel, c. 3,
s. 232.
[79] Tabakât-ı İbn-i Sa'd, c. 4,
5.17.
[80] Fethu'l-Bârî, e 1, s. 471.
[81] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 440.
[82] Müsned-i îbn-i Hanbel, c. 4,
s. 118.
[83] Belâzurî, Fütûhu'l-buldân.
[84] Bu isimler, belirtilen
eserlerden alınmıştır.
[85] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 440.
[86] Nesâ'î, s. 170.
[87] Buhârî, Tefsîr-i sûret-i
2/30,5/8.
[88] Buhârî, Te'lîfu'1-Kur'ân/l
[89] Dârimî, Salât/87; İbn-i
Mâce, İkâmet/28.
[90] Islamın bazı hükümlerinin
inişi ve kademe kademe tamamlanışı, kitabımızın birinci cildinin "Değişik
Olaylar" başlığı altında da kısmen anlatılmıştır.
[91] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 440-443.
[92] Bk. Buharı, Fezâilu'l-Kur'ân bölümü.
[93] Buhârî, Tefsîr-i sûret-i
2/1.
[94] Suyûtî, Esbâbü'n-nüzûl,
Bakara sûresi 286. ayetiyle İlgili bölüm.
[95] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 443-446.
[96] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 446-448.
[97] Fethu'l-BM, c.l, s. 205.
[98] Müslim, Tahâret/40.
[99] Ebu Davûd, Tahâret/112;
Ibn-i Mâce, Tahâret/72.
[100] Müslim, Tahâret/86.
[101] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 448.
[102] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 448-450.
[103] Namazın zaman içindeki
durumu ve farz kıhiuşıyla ilgili süreçte hadis alimleri değişik görüşler belirmişlerdir.
İbn-i Hacer, bu konuyu şöyle özetlemiştir: "Bir grup Miraç'dan önce zamanı
belirli olmayan namaz dışında başka hiçbir namaz farz değildi, görüşündedirler.
Harbî, sabah ve akşamlan kılınan ikişer rekatın farz olduğu görüşündedir. İmam
Şafiî bazı ilim sahiplerinden şöyle rivayet etmektedir; Gecenin geç saatlerine
kadar kıhnabilen farz bir namaz vardı. Daha sonra "Kur'an'dan kolayınıza
geleni okuyun" ayetiyle bu hüküm kaldırıldı ve sadece kısa bir süre için
namaz kılınması farz olarak devam etti. Daha sonra gelen beş vakit namaz hükmü
bunu da kaldırdı." Fethu'l-Bârî, c.l, s.393.
[104] Müsned-i Ahmed b. Hanbel, C.
6, s. 54.
[105] Araştırmalarımıza göre Mirâc
Peygamberliğin 9. yılında gerçekleşmiştir.
[106] Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 55.
[107] Buhârî, Hac/24-25.
[108] Buhârî, Ezân/92; Müslim, Salât/117.
[109] Ebu Davûd, Salât/166.
[110] Ebu Davûd, Salât/166.
[111] Ebu Davûd, Salât/178.
[112] Ebu Davûd, Salât/165;
Dârimî, Salât/93.
[113] Ebu Davûd, Salât/165.
[114] Buhârî, Buyû/11.
[115] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 450-452.
[116] Târih-i Taberî, s. 1356.
[117] Buhârî, Cum'a/11, Meğâzî/69;
Ebu Davûd, Salât/229.
[118] Buhârî, Cum'a/11.
[119] Dârakutnî,Cum'a/21.
[120] Târih-i Taberî, s. 1281.
[121] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 452-454.
[122] Bk. Hadis kitaplarının korku
namazı bölümleri; Târih-i Taberî, c. 3, s. 45; Tabakât-ı tbn-i Sa'd, c. 2, s.
43.
[123] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 454.
[124] Müsned-i Ibn-i Hanbel, c. 6, s. 244.
[125] Ebu Davud'un oruç bölümü.
[126] Bütün bu olaylar Buhârî,
Müslim ve Ebu Davud'un oruçla ilgili bölümlerinde genişçe anlatılmıştır.
[127] Ibn-i Hanbel, VI/226;
Dârimî, Nikâh/3.
[128] Buhârrde: "Ramazan
orucunun farz oluşuyla ilgili ayet indiğinde bu insanlara ağır geldi"
şeklinde bir ifade vardır.
[129] Buhârî, Savm/36; Müslim,
Sıyâm/92,102; Ebu Davûd, Savm/43.
[130] Buhârî, Savm/20.
[131] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 454-458.
[132] Târih-i Taberî, s.1281.
[133] Buhârî'de Abdullah b. Ömer (ra)'ın bu anlamda bir ifadesi yer almaktadır
[134] Buhârî, Zekât/44.
[135] Târih-i Taberî, c 4, s.
1722.
Tabakât-ı
îbn-i Sa'd, Meğâzî bolumu, s. 115.
[136] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 458-459.
[137] Zâdu'l-Meâd, c. 1, s. 180.
[138] Müslim, Hac/435.
[139] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 459.
[140] Beyzâvî Tefsiri. "Bu
merasim yahûdîlerden geçmişti. Laviller 6/17.
[141] Buhârî, c. 1, s. 226.
[142] Nesâ'i, Menâsik/161.
[143] Müslim, Buhârî ve bütün
sahih hadis kitaplarının "Çıplak olarak Kabe tavaf edilemez"
bölümünde anlatılmıştır.
[144] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 459-461.
[145] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 461-463.
[146] Bunlar müfessirlerin
anlattıklarıdır. Fakat Buhârî ve diğerlerinde tbn-i Abbas (ra)'dan yapılan bir
rivayette aşağıdaki ayet-ı kerimeyle bu hükmün kaldırıldığı bildirilmiştir.
"Herkesin paylarını belirledik."
(Nisa
4/33).
[147] Tirmizî, Ferâiz/3.
[148] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 463.
[149] Buhârî, Cenâiz/37, Vasâyâ/2,
Nafakât/1, Merzâ/16; Müslim, Vasiyyet/5; Ebu Davûd, Vasâyâ/2; Tirmi-
zî,
Vasâyâ/1.
[150] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 464-466.
[151] Medine'de bulunan bir
arazinin adıdır.
[152] Buhârî, Şurût/19; Tirmizî,
Ahkâm/36; Dârimî, Vasâyâ/43.
[153] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 466.
[154] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 466-467.
[155] Ebu Davûd,Akziye/10; îbn-i
Hanbel, 1 /363.
[156] Buhârî, Tefsir-ı sûret-i
2/23, Diyât/8; Nesâ'î, Kasâme/27.
[157] Ebu Davûd, Dİyât/24.
[158] Ebu Davûd, Diyât/18;
Muvatta', Akziye/37.
[159] Tirmizî, Tahâret/55.
[160] Buhârî, Megâzî/53, Hudûd/11;
Müslim, Hudûd/9; ebu Davûd, Hudûd/4; Tirmizî, Hudûd/6.
[161] Ebu Davûd, Akziye/27,
Hudûd/25; Müslim, Hudûd/27; Ibn-i Mâce, HudÛd/10.
[162] Buhârf, Hudûd/-30-32.
[163] H. 7. yılının hangi olayla
bittiği açıkça belirtilmemiştir. Hadis sarihleri bu olay şurasında Ebu
Hüreyre'nin Medine'de bulunduğu görüşündedirler. Onun Hayberin fethedildiği yıl
Medine'ye geldiği sabittir.
[164] Ebu Davûd, Eşribe/1,5, 7.
[165] tfk hadisesi bu yıl oldu. Bu
ayet de onun hakkında indi. Bu yüzden H. 5. yık bu olayla anılmıştır.
[166] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 467-468.
[167] Atıflar için bu ayetlerin
iniş sebeplerine bakınız.
[168] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 468-469.
[169] Bu olayın tamamı Ebu
Davud'un Kitâbu'l-eşribe bölümünde anlatılmıştır.
[170] Ebu Davûd'da ayetin tamamı zikredilmemiş, ancak birkaç kelime nakledilerek ayetin tamamına işaret edilmiştir.
[171] Buhârî, Tefsîr-i sûret-i
2/49-52; Ebu Davûd, Buyû/64, 65; Müslim, Eşribe/83. Hz. Aişe (ra). Bakara sûresinin
son bölümünün nazil olmasından sonra -ki orada faizin haramhğı hükmü
bulunmaktadır— bu ayetlerin H. 8. yılda nazil olduğunu bildirmiştir.
[172] Buhârî, Buyû/102,112;
Müslim, Müsâkât/71; Ebu Davûd, Buyû/64; Tirmizî, Buyû/60; îbn-i Mâce,
Ti-cârât/11.
[173] Yazarın tahmini tamamen
doğrudur. Bu olayla ilgili kişiler Sakîf veya Devs kabilesindendiler. Sakîf kabilesi
H. 8. yılında müslüman oldu. Devs, her ne kadar çok önce müslüman olmuşsa da
Medine'den uzak bir yerde bulunuyorlardı. Bundan başka hadis bilginlerinin
dikkat etmediği, bizim yukarıdan beri yazdığımız bir diğer önemli nokta ise
şudur: İçki içmek H. 4. yılında haram kılınmış idiyse de içki ticareti
yasaklanmamıştı. O yüzden bu kişi de içki satışını sürdürüyordu, içkinin
alışverişinin yasaklanması, faizin haram kılınışıyla birlikte uygulanmaya
başladı. Faizin haram kılmışı en son yasaklanan hükümler arasında
bulunmaktadır, içki satışı H. 8. yılda yasaklandı. Ama Hz. Peygamber bunu ancak
Mekke'nin fethi sırasında her tarafa ilân etti. Bütün sahih hadislerde bu husus
açıkça bildirilmiştir. Bk. BuhârTnin faiz ayetinin tefsiri, leşlerin satılması
ve putlar bölümü; Sahih-İ Müslim'in içki satışının yasaklanması bölümü.
[174] Bunun en büyük delili şudur:
"içki haram kılınınca insanlar, "İçki İçerek Uhud savaşına katılan ve
o halde şehit olan kardeşlerimizin durumu ne olacak?" dediler. Bunun
üzerine "İman edenler için -daha Önce- yediklerinde bir günah
yoktur.." (Mâide 5/93) ayeti nazil oldu. Bundan da anlaşılmaktadır ki,
içkinin haram kılınması, Uhud savaşma çok yakın bir tarihte olmuştu.
[175] Muvatta', Buyû/34, 35.
[176] Bk. Tefsîr-i îbn-i Cerfr,
Ribâ ayetinin tefsiri.
[177] Müslim, Müsâkât/81-83, 85.
[178] Buhârî, Buyû/24,105,112;
Müslim, Müsâkât/69, 70-72, Eşribe/83.
[179] Ebu Davûd, Imâret/30.
[180] Buhârî, Tefsîr-i suret-2/19
[181] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 469.