ON BEŞİNCİ BÖLÜM HUNEYN GAZASI

A) HUNEYN GAZASI

 

 

Bu gaza, Evtâs gazası diye de isimlendirilmiştir. Huneyn[1] ve Evtâs, Mekke île Tâif arasında iki bölgenin adıdır. Bu gaza, cereyan ettiği yere nis­betle bu adlarla anıldığı gibi RasûîuUah (s.a.) ile savaşmak için gelen Hevâ-zin kabilesine nisbetle Hevâzin gazası diye de anılmaktadır. [2]

 

 

1— Hevâzinlilerin Müslümanlara Karşı Hazırlanmaları:

 

îbn îshak der ki: Hevazin kabilesi, Rasûlullah'a (s.a.) ait haberleri, özel­likle Mekke'nin fethinin gerçekleştiğini duyunca Mâlik b. Avf en-Nasrî'nin[3] davetiyle bir toplantı yaptı. Sakîfliler de bu toplantıya katıldı. Bunlara Mu-dar ve Cüşem kabilelerinin tamamı, Sa'd b. Bekr oğullan ile Hilâloğulların-dan bir grup insan katıldı. Kays b. Aylan kabilesinden de ancak bir grup ka­tılmıştı. Hevâzin'den olan Kâ'b ve KilaboğuUan ise toplantıya katılmamıştı. Cüşemliler arasında Düreyd b. es-Sımme adında çok yaşlı biri vardı, ama yaş­lılığı sebebiyle, ancak görüş ve tecrübesinden istifade ediliyordu. Çok cesur ve tecrübeli birisiydi. Sakîflilerin iki komutanı vardı. Müttefiklerde ise, Kârib b. el-Esved, Mâlikoğullarından Subey' b. el-Hâris ile kardeşi Ahmer brdı. Hepsinin komutanı Mâlik b. Avf en-Nasrî idi.

Mâlik b. Avf, Rasûlullah'in (s.a.) üzerine yürümeye karar verince, sa­vaşa katılanlara yanlarına mallarım çocuklarını ve hanımlarını da almalarım emretti. Evtâs denilen mevkiye gelince, aralarında Düreyd b. es-Sımme'nin bulunduğu topluluk bir araya geldi. Düreyd: "Siz hangi vadidesiniz?" diye sordu, "Evtâs'ta" dediler. Bunun üzerine Düreyd: "At koşturmaya ne ka­dar uygundur; ne keskin taşları olan bir tepelik, ne de toprağı yumuşak olan bir düzlüktür." dedi. Sonra: "Neler oluyor? Deve böğürmeleri, eşek anır­maları, çocuk ağlamaları ve kuzu melemeleri duyuyorum." diye sordu. De­diler ki:"Mâük b. Avf herkesin karısını, hayvanını ve çocuğunu da yanında getirdi." Düreyd: "Mâlik nerede?" diye sordu. "İşte Mâlik!" denildi ve ça­ğırıldı. Düreyd, Mâlik'e: "Ey Mâlik! Bugün sen kavminin reisi oldun. Bugü­nün yarınları da olacaktır. Neler oluyor ki deve böğürmeleri, eşek anırmala­rı, çocuk ağlamaları ve kuzu melemeleri duyuyorum?" dedi. Mâlik: "Her­kesin karısını, çocuklarını ve hayvanlarını da beraber getirdim." dedi. Dü­reyd: "Niçin?" diye sordu. Mâlik: "Her bir adamın arkasında ailesi ve malı bulunsun ki, onları müdafaa için savaşsınlar." diye cevap verdi. Bunun üze-

"rine Düreyd: "Davar çobanı! Bozguna uğrayan askeri ne durdurabilir? Şa­yet savaş lehinde cereyan edecekse bu, adamlarının kılıcı ve "mızrağı sayesin­de olacaktır, şayet aleyhine dönecekse malını ve aileni rezil edeceksin." dedi. Sonra da: "Kâ'boğulları ve Kilâboğullan ne yaptı?" diye sordu. "Hiç biri gelmedi." dediler. Düreyd: "Hareket, sürat ve ciddiyet kalmadı. Eğer bugün şeref ve yükseliş günü olsaydı, Kâ'bda Kilâb da geri durmazdı. İsterdim ki siz de Kâ'boğulları ile Kilâboğulları'mn yaptığını yapsaydınız." dedi ve: "Sizlerden kimler katılıyor?" diye sordu. "Amr b. Âmir ve Avf b. Âmir." diye cevap verdiler. Düreyd: "Âmir'in o iki yavrusunun ne faydası ne de za­rarı olur. Ey Mâlik! Sen, Hevâzin topluluğunu atların boyunlarına sürmekle iyi bir iş yapmadın. Onları beldelerinin sağlam sığınaklarına ve kavimlerinin yanlarına götür, sonra sâbiîleri (müslümanlan[4] at üzerinde karşıla. Şayet savaş lehinde cereyan ederse geride kalanlar sana ulaşır, eğer aleyhine döne­cek olursa hiç değilse aileni ve malını korumuş olursun." dedi. Fakat Mâlik: "Vallahi dediklerini yapmayacağım! Sen yaşlandın, akim da kocamış. Ey He­vâzin topluluğu! Vallahi, ya bana itaat edeceksiniz ya da şu kılıcın üzerine kapanacağım ve ucu sırtımdan çıkacak!" diyerek hiddetlendi. Düreyd'in sö­züne ve görüşüne itibar edilmesini istemedi. Hevâzinliler, bu durum karşısında: "Sana itaat edeceğiz." dediler. Düreyd ise: "Bugün, hem içinde buluii-duğum, hem de şahit olmadığım bir gündür." dedikten sonra şu şiiri söyledii

"Keşke genç ve dinç olsaydım da orada yürüseydim ve koşsaydım.

Sanki iri yarı olmayan, çok zayıf da sayılmayan bir dağ keçisini andıra n uzun yeleli bir atı yediyorum."                                                           

Sonra Mâlik oradakilere: "Onları gördüğünüz zaman kılıçlarınızın kın­larını kırınız, sonra tek bir adamın saldırışı gibi yek vücut saldırınız." diye hitapta bulundu. Bu arada da etrafa gözcüler gönderdi. Bu gözcüler döndük­lerinde uzuvları parçalanmış vaziyetteydi. Mâlik: "Yazıklar olsun size, bu ha­liniz ne?" dedi. Dediler ki: "Benekli atlara binmiş beyaz adamlar gördük. Allah'a yemin olsun ki onlara ilişir ilişmez gördüğün felâket başımıza geldi. Vallahi bu durum bile azmettiği niyeti üzere yürümekten onu döndüremedi." [5]

 

2— Müslümanların Sefer Hazırlığı:

 

Allah'ın Peygamberi (s.a.), onların haberini duyunca Abdullah b. Hadred el-Eslemî'yi onlara casus olarak gönderdi, aralarına girmesini, hak­larında yeterli biigi elde edinceye kadar orada kalmasını ve sonra haberlerini kendisine getirmesini emretti. îbn Ebî Hadred gitti, aralarına girdi. Rasûlul-lah (s.a.) ile harb etmek için ne gibi hazırlıklar yaptıklarını duydu ve öğren­di. Mâlik'in ve Hevâzin'in durumu hakkında konuşulanları işitti. Sonra döndü ve bütün haberleri Rasülullah'a (s.a.) bildirdi.                                     

Hz. Peygamber (s.a.) Hevâzin üzerine yürümeye karar verince, Safvân b. Ümeyye'nin yanında çok sayıda zırh ve silah bulunduğu bildirildi. Rasû-lullah (s.a.) o gün müşrik olan Safvan'a adam gönderdi ve çağırttı. Gelince ona: "Ey Ebu Ümeyye! Şu silahlarım bize ödünç olarak ver, yarın düşmanı­mızla karşılacağız." dedi. Safvan: "Ey Muhammed! Gasb olarak mı?" diye sordu. O zaman Rasûlullah (s.a.): "Bilâkis onları sana geri verinceye kadar garanti edilmiş bir emanet olarak." buyurdu[6] Safvan: "O halde bir beisyok, olabilir." dedi ve yüz zırh ve bu zırhlara yetecek kadar da silah verdi. İddiaya göre Rasûiuİlah (s.a.) ondan silahların taşınmasını istemiş, o da taşı­mıştır.

Sonra Rasûiuİlah (s.a.), iki bin kişi Mekkelüerden, on bin kişi de, Al­lah'ın Mekke'nin fethini ellerinde nasip ettiği ashabından olmak üzere top­lam on iki bin kişiyle çıktı, Attâb b. Esîd'i Mekke'ye vali olarak tayin edip kendisi Hevâzinlilerle karşılaşmak üzere yola koyuldu. [7]

 

3—Hevâzinlilerle Karşılaşma:

 

İbn îshak, Âsim b. Ömer b. Katâde—Abdurrahman b. Câbir—babası Câbir b. Abdillah yoluyla yaptığı bir nakilde der ki: Huneyn vadisine yöne­lince Tihâme vadilerinden birinin geniş çukurlarından durmadan iniyor, ini­yorduk. Sabahın alaca karanlığı idi. Onlar bizden önce vadiye gitmişler ve vadinin çeşitli yerlerinde gizlenmişlerdi. Biz daha henüz yokuştan aşağı ini­yorduk ki, vallahi iyice hazırlanmış olarak birlikler halinde yek vücut üzeri­mize saldırdılar. Kimse kimseyi beklemeden herkes dönerek kaçışıyordu. Ra­sûiuİlah (s.a.) sağ tarafa dönerek: "Ey insanlar! Nereye? Bana geliniz, ben Allah'ın elçisiyim, ben Abdullah'ın oğlu Muhammed'im!" diyordu. Yanın­da Muhacirler'den, Ensar'dan ve ehl-i beytinden bir avuç insan kalmıştı. Mu­hacirlerden yanında kalan Ebu Bekir ve Ömer (r.a.), ehl-i beytinden Ali, Ab-xbas, Ebu Süfyan b. el-Hâris ve oğlu, Fadl b. Abbas, Rabîa b. el-Hâris, Üsâ-me b. Zeyd ve Eymen b. Ümmü Eymen idi. Eymen, o gün öldürülmüştü.

Hevâzinlilerden bir adam kırmızı bir devenin üzerinde, elinde uzun bir mızrağın ucuna takılmış siyah bir bayrak olduğu halde Hevâzinlilerin önüne düşmüş, onlar da arkasında, birini yakalarsa mızrağı ile vuruyor, önünde kimse yoksa yürüyor, arkasındakiler de onu takip ediyorlardı. Adam bu şekilde iler­lerken, Hz. Ali ve Ensar'dan bir sahabî bu adama doğru fırladılar. Hz. Ali arkasından geldi ve devenin topukları üzerindeki sinirlere vurdu, deve arkası üzerine düştü. Ensar'dan olan sahabî adamın üzerine atlayıverdi ve ona öyle bir darbe indirdi ki, ayağı baldırının yarısıyla birlikte vücudundan ayrıldı ve devesinden yere yuvarlandı. Bu hâdise üzerine kaçanlar döndüler ve savaş baş­ladı. Allah'a yemin olsun ki, hezimetlerinden kaçıp sonra dönenler, dön­dükleri zaman esirleri Rasûlullah'ın (s.a.) yanında elleri bağlı olarak buldu­lar.[8]

İbn İshak der ki: Müslümanlar ilk hamlede hezimete uğrayınca, Rasû-; îullah'ın (s.a.) yanında bulunanlardan bu vaziyeti gören bazı Mekkeli şahıs­lar içlerinde olan kin ve nefreti gizleyemedüer. Ebu Süfyan b. Harb: "Bu boz-n gunuii sonu denize dayanmadan gelmez!" dedi. Ebu Süfyan, fal oklarını da okluğu içinde yanına almıştı. Cebele b. Hanbel de şöyle bağırıyordu: —İbn Hişâm bu kişinin Kelede olduğunu söyler— "Bugün sihir bozuldu!" Ana bir kardeşi olan ve o gün henüz İslâm'a girmemiş bulunan Safvan ona: "SusJ dili tutulasıca! Vallahi, Kureyş'ten bir zatın bana hükmetmesi, Hevazin'djhı birinin hükmüne girmekten daha güzeldir."[9] dedi.

îbn Sa'd, Şeybe b. Osman el-Hacebî'den şu nakli yapmaktadır: Mek­ke'nin fethedildiği sene Rasûiuİlah (s.a.) Mekke'ye girdi. Kendi kendime de­dim ki: Kureyşle birlikte Huneyn'de Hevâzinlilere giderim, belki o savaş ka­rışıklığında bir fırsatını bulur, Muhammed'i ele geçirir ve O'ndan intikamı­mı alırım. Ve böylece bütün bir Kureyşin intikamını alan şahıs da ben olu­rum. Daha önceleri, "Arap ve Acemler'den Muhammed'e tâbi olmayan hiç kimse kalmasa da ben yine O'na tabi olmaz,.:i3inini kabul etmezdim." der­dim. Beni bu yola çıkaran maksat için fırsat kolluyordum ve bu halim de be­nim kuvvetimi arttınyordu. Bozgun sonucu herşey karışmıştı. Rasûlulîah (s.a.) katırından inmişti. Kılıcımı kınından sıyırdım, niyetimi gerçekleştirmek dü­şüncesiyle yaklaştım, kılıcımı kaldırdım, nerdeyse işini bitirdiğimi hisseder gi­biydim ki yıldırımı andıran bir ateş yalımı peyda oldu, korkumdan elimle göz­ümü kapadım. Rasûhıllah (s.a.) bana döndü ve bağırdı: "Ey Şeybe, bana yak­laş!" Ben de yaklaştım. Eliyle göğsümü sıvazladı ve: "Allah'ım! Sen onu şey­tandan koru." dedi. Allah'a yemin olsun ki, o dakikada Rasûiuİlah (s.a.) bana gözümden, kulağımdan ve öz nefsimden daha sevimli geldi. Allah, kalbim­deki nefret duygularını giderdi. Sonra Rasûiuİlah (s.a.) bana: "Yaklaş ve sa­vaş!" dedi. Önüne geldim, kılıcımı düşman üzerine sallamaya başladım. Al­lah biliyor ki O'nu, canım pahasına da olsa herşeye karşı korumak istiyor­dum. O anda hayatta olsa da babam karşıma çıksaydı, ona da kılıcımı indi­rirdim. Bozgun anında Rasûiuİlah (s.a.) ile birlikte kalanlar arasında ben de vardım. Sonra müslümanlar dönüp yek vücut halinde bir hücum yaptılar. Ra-sûlullah'a (s.a.) katırı getirildi, üzerine bindi, kaçanları takip için peşlerine düştü. Sonra ordugâhına döndü. Çardağına girdi, ben de yanına girdim. Yü­zünü görmek ve bu sevinci, hissetmek istiyordum. Benden başka kimse yok­tu. Bana dedi ki: "Ey Şeybe! Allah'ın, senin için dilediği şey, senin kendi nefsin için dilediğinden daha hayırlıdır." Sonra içimde sır olarak saklayıp tek kişiye bile söylemediğim bütün sırlarımı birer birer sayıp döktü. Dedim; ki:

"Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen de Allah'ın Rasû-lü'sün!" Sonra dedim ki: "Benim için Allah'tan mağfiret dile." Rasûlullah (s.a.) bunun üzerine: "Allah seni mağfiret etsin." buyurdu.[10]

 

4— Müslümanların Toparlanması:

 

İbn tshak der ki: Zührî—Kesir b.el-Abbâs yoluyla gelen rivayete göre Ke-sîr'in babası Abbâs b. Abdülmuttalip şöyie anlatmıştır: Ben, Rasûlullah (s.a.) ile beraberdim ve beyaz katırının gemini tutuyordum. İri yapılı ve gür sesi olan birisiydim. Rasûlullah (s.a.), insanların bozgun sebebiyle kaçıştıklarını görünce: "Nereye ey insanlar!" diyordu. Kimsenin döndüğünü görmedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) bana: "Ey Abbas; 'Ey Ensar topluluğu! Ey Semüre ağacının altında bîat etmiş olanlar!' diye bağır." buyurdu. Ben böy­le bağırınca herkes bir taraftan: "Buyur, buyur." diye cevap veriyor, devesi­nin yönünü çevirip geri dönmek istiyor, güç yetiremiyor, zırhlarını çikanp develerinin boyunlarına geçiriyorlar, kılıcını, kalkanını, okunu alan deveden inip sesin geldiği tarafa doğru koşuyor ve Rasûlullah'ın (s.a.) yanına varı­yorlardı. Yüz kişi kadar insan toplanınca düşmana karşı savunmaya geçip, savaşmaya başladılar. İlk çağrı, "Ey Ensar topluluğu!" diye oldu, daha son­ra da: "Ey Hazreç topluluğu!" şeklinde yapıldı. Bu kabileler, harp sırasında düşmana karşı çok dayanıklı ve sebatkâr idiler. Rasûlullah (s.a.) üzengileri­nin üstünde savaşa tutuşanlara baktı ve: "İşte, şimdi tandır tutuştu, savaş kızıştı!" dedi.[11] Bazıları Rasûlullah'ın (s.a.) bu sözüne, şu ilâveyi de yapmış­lardır:

"Ben Peygamberim, yalan yok. Ben AbdülmuttaUb'in oğluyum."

Sahih-i Müslim 'de şu rivayet vardır: Sonra Rasûlullah (s.a.) birkaç çakıl alarak kâfirlerin üzerine attı ve: "Muhammed'in Rabbine yemin olsun, boz­guna uğradılar!" dedi. Çakılları onlara atar atmaz kuvvetlerinin zayıfladığı­nı, işlerinin gerilediğini gördüm, durdum.[12]

Müslim'in bir başka rivayeti şöyledir: Rasûlullah (s.a.) katırından indi, sonra yerden bir avuç toprak aldı ve yüzlerine karşı dönerek: "Bu yüzler kah­rolsun!" buyurdu. Artık onlardan Allah'ın yarattığı hiç bir insan yoktu ki gözlerini toprak doldurmasın. Az sonra savuşup gittiler.[13]

İbn İshak, Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dediğini nakleder: Hevâzin daha bozguna uğramamış, çarpışma devam ediyordu. Tam o sırada, bizimle He­vâzin arasına düşen siyah örtülü bir şey gördüm. Dikkatlice baktım. Bir de ne göreyim, bütün bir vadiyi simsiyah karıncalar sarmış. Hemen akabinde Hevâzin perişan oldu. O gelenlerin melekler olduğu hususunda hiç şüphe et­medim. [14]

 

5-— Eytâs Gazası:

 

' İbn İshak der ki: Müşrikler yenilince bir kısmı doğruca Taife geldiler. Mâlik b. Avf onlarla beraberdi. Bir diğer grup Evtâs'a, bir üçüncü grup da Nahle'ye yöneldi. Rasûlullah (s.a.), Evtâs'ta bulunanları takip etmek için Ebu Âmir el-Eş'arî'yi gönderdi. Ebû Âmir, bozgundan kaçanların bir grubuna ye­tişti ve savaşmaya başladılar. Kendisine isabet eden bir ok sonucu şehit oldu. Sancağı kardeşinin oğlu olan Ebu Musa el-Eş'arî aldı ve savaşmaya devam ettiler. Allah, Ebu Musa'ya zafer ihsan eyledi. Bu arada Ebu Âmir'in katili de öldürüldü. Rasûlullah (s.a.) "Allah'ım; Ubeyd Ebu Âmir ve ailesini mağ­firet et. Onu kıyamet gününde bir çok mahlukatından daha üstün derecelere ulaştır." diye dua etti. Aynı zamanda Ebu Musa'ya da mağfiret diîedi.[15]

Mâlik b. Avf, yoluna devam etti ve Sakîf kalesine sığındı. [16]

 

6— Hevâzin Esirleri ve Ganimetleri:

 

Rasûlullah (s.a.) esirlerin ve ganimetlerin toplanmasını emretti, hepsi bir araya getirilerek toplandı. Esirleri ve ganimetleri Cirâne'ye doğru yöneltti­ler. Altı bin esir, yirmi dört bin deve, kırk binden fazla koyun ve dört bin okka da gümüş ganimet olarak alınmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) on küsur gün ganimetleri taksim etmeden, belki Hevâzinliler gelir, müslüman olurlar ümi­diyle bekledi.                                                                                 

Sonra ganimetleri taksim etmeye başladı. İlk önce müellefe-i kulûba verdi. Ebu Süfyân b. Harb'e kırk okka gümüş ve yüz tane deve verdi. Ebu Süfyân, oğlu Yezîd için de pay istedi. Rasülullah (s.a.): "Ona da kırk okka gümüş ve yüz adet deve veriniz." buyurdu. Diğer oğlu Muâviye için de istedi. Rasû-lullah (s.a.): "Onun için de kırk okka gümüş ve yüz adet deve veriniz." bu­yurdu. Sonra Hakîm b. Hizâm'a yüz deve verdi, isteği üzerine ona yüz deve daha verdi. Nadr b. Haris b. Kelede'ye yüz deve ve Alâ b. Harise es-Sakafî'ye elli deve vermiş, bunlar 'yüzlükler' ve 'ellilikler' diye anılmışlardır. Abbas b. Mirdâs'a kırk deve verdi, ancak bu konuda söylediği bir şiir üzerine onun payını yüz deveye tamamladı.

Sonra Zeyd b. Sâbit'e, ganimetleri ve insanları saymasını emretti. Sa­yım işi bittikten sonra ganimetleri paylaştırdı. Kişi başına dört deve ve kırk koyun düşmüştü. Süvarilere on iki deve ve yüz yirmi koyun verildi. [17]

 

7— Ganimet Pay I aştın İmasında Hoşnutsuzluk:

 

İbn İshâk, Âsim b. Ömer b. Katâde—Mahmud b. Lebîd ve Ebu Saîd el-Hudrî yoluyla şu rivayeti zikretmektedir: Hz. Peygamber (s.a.), Kureyş'e ve diğer Arap kabilelerine ganimetlerden paylarını —yukarıda belirtildiği ölçüde— verince ve Ensar'a da pay ayırmayınca Ensar, nefislerinde bir hoş­nutsuzluk hissetti. Bu konuda söylenenler çoğaldı. Hatta içlerinden biri: "Ra­sülullah (s.a.) artık kavmine kavuşmuştur." dedi. Sa'd b. Ubâde Rasûlullah'ın (s.a.) yanına girerek: "Ya Rasûlalîah! Ensar'm bir kısmı, elde ettiğin gani-metlerdeki tasarrufundan dolayı hoşnutsuzluk hissediyorlar. Kendi kavmine pay ayırdın, Arap kabilelerine muazzam ihsanlarda bulundun, ama Ensar'm bu kısmına hiçbir şey düşmedi." dedi. Rasülullah (s.a.): "Sen ne düşünüyor­sun, ey Sa'd?" diye sorunca, o da: "Ya Rasülallah! Ben de kavmimden bir' " kişiyim." dedi. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.): "Bana şuradaki boş arsada kavmini topla." emrini verdi. Muhacirlerden bazıları da oraya geldiler ve gir­melerine izin verildi, başkalarının girmesine engel olundu. Sonra Sa'd, Rasû-lullah'a (s.a.) gelerek: "Ensar sizin için toplandı ya Rasülallah!" diyerek ha­ber verdi. Hz. Peygamber (s.a.) geldi, Allah'a hamdetti, O'nu lâyık olduğu şekilde övdü ve sonra: "Ey Ensar topluluğu! Nefislerinizdeki hoşnutsuzluk ve bunun sonucu söylediğiniz sözler bana ulaştı. Ben sizi dalâlette bulmadım mı? Allah sizi, benim vasıtamla hidayete erdirmedi mi? Fakir bulduğum hal­de Allah sizi benim vasıtamla zengin kılmadı mı? Birbirinize karşı düşmanlar idiniz de, Allah benim vasıtamla kalplerinizi birbirine kaynaştırmadı mı?" diye hitap etti. Ensar da: "Allah Rasûlü'nün ihsanı ve fazileti pek büyüktür." diyerek karşılık verdiler. Sonra Hz. Peygamber şöyle devam etti: "Ey Ensar topluluğu! Bana cevap vermeyecek misiniz?" Bunun üzerine Ensar: "Nasıl cevap verelim ya Rasülallah? İhsan ve faziletler Allah ve Rasülünden-dir." dediler. Rasülullah (s.a.) da devamla: "Vallahi, siz isteseniz bana şu (aşağıdaki) sözleri söyler ve hem doğru söylemiş olursunuz, hem de sizi din­leyenler bu sözleri doğrularlar: Kavmin seni yalanlamış olarak bize geldin, biz seni tasdik ettik; perişandın, sana yardım ettik; kovulmuştun, seni ara­mızda barındırdık; fakir olarak geldin, malımızı seninle paylaştık. Ey Ensar topluluğu! Sizin müslümanlığmızdaki samimiyet ve ihlâsa güvenerek, yeni müs-lüman olanların kalplerini kazanmak için onlara vermiş olduğum geçici ve hükümsüz birkaç parça dünyalık için bana yakıştırmalarda bulundunuz. Ey Ensar topluluğu! Herkes develer ve koyunlarla buradan dönerken, sizler Ra­sülullah ile dönmek istemez misiniz? Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ölsün ki sizin beraberinizde götürdüğünüz şey, onların bera­berinde bulunanlardan daha hayırlıdır. Hicret olmasaydı, mutlaka Ensar'-dan bir nefer olurdum. Ensar bir vadiye girse, diğer insanlar da başka bir vadiye girseler, ben Ensar'ın girdiği vadiye ve mahalleye girerdim. Ensar biz­zat cesede temas eden iç gömlek, diğer insanlar onun üzerine giyilen dış göm­lektir. Ya Rabbi! Ensar'a, Ensar'ın evlatlarına ve Ensar'm evlatlarının evlat­larına rahmet eyle." Bunun üzerine orada bulunan herkes sakallan ıslamn-caya kadar ağladılar ve "Nasip ve pay yönünden Allah ve Rasûlü'ne razı ol­duk." dediler. Daha sonra Rasülullah (s.a.) orayı terketti ve herkes dağıldı.[18]

 

8— Hz. Peygamberdin (s.a.) Süt Kızkardeşi:

 

Şeymâ bt. Haris b. Abdüluzzâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) süt kızkardeşi İdi. Rasûlullah'a (s.a.) geldi ve dedi ki: "Ya Rasülallah! Ben senin süt kız-kardeşinim." Rasülullah (s.a.): "Bunun alâmeti, delili nedir?" diye sordu. O da: "Ben seni arkamda taşırken sırtımı ısırmıştın." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) alâmeti tanıdı, hemen ridasını serdi, üzerine oturttu ve: "İstersen be­nim yanımda izzet, ikram ve sevgi ile kalabilirsin; eğer istersen sana mal ve­reyim, kavmine dön." diyerek onu muhayyer bıraktı. O da: "Bana biraz mal ver ve kavmime gönder." diye tercihini bildirdi. Allah Rasûlü (s.a.) de öyle yaptı. Sa'doğuHanmn iddiasına göre, Rasûluilah (s.a.) Şeymâ'ya Mekhûi adın­da bir köle ve bir câriye vermiş, Şeymâ da bu köle ile cariyeyi evlendirmiş olup, hâlâ nesilleri devam etmektedir. Ebu Ömer (ibn Abdilber), Şeymâ'nın müslüman olduğunu, Rasûlullah'm (s.a.) ona üç adet köle ve cariye. bunun dışında koyunlar ve başka mallar da verdiğini, adının Huzâfe, lakabının Şeymâ olduğunu kaydetmektedir[19]

 

9- Hevâzinlilerin Medine'ye Gelişi:

 

Hevâzin heyeti on dört kişi olarak Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Başlarında Züheyr b. Surad, içlerinde de Hz. Peygamber'in (s.a.) süt amcası Ebu Bür-kân vardı. Rasûlullah'tan (s.a.), mallarını ve esirleri iade etmesini istediler. Rasûlullah (s.a.): "Benim yammdakiler, işte şu gördüklerinizdir. Bana en se­vimli gelen söz, en doğru olandır. Sizin için evlatlarınız ve kanlannız mı, yoksa mallarınız mı daha sevgili?" dedi. Onlar da: "Biz, hiçbir şeyi soyumuza eş tutmayız." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Ben öğle namazını kıl­dığım zaman kalkınız ve: 'Biz Rasûlullah'ı müslümanlara, müslümanları da Rasûlullah'a şefaatçi olarak esirlerimizin geri verilmesini istiyoruz,' deyiniz." dedi. Öğle namazını kılınca kalktılar, isteklerini böyle söylediler ve hemen Rasûluîlah (s.a.): "Bana ve Abdülmuttaliboğulları'na düşen mallar ve esir­ler sizindir, diğerlerinden de sizin adınıza istekte bulunacağım." dedi. Mu­hacirler ve Ensar, Rasûlullah'm (s.a.) bu isteğini: "Bizim malımız Rasûlullah'm (s.a.) malıdır." diyerek olumlu bir şekilde karşıladılar. Akra' b. Habis: "Ben ve Temîmoğulları geri vermiyoruz." dedi. Uyeyne b. Hısn: "Ben ve Fezâreo-ğulları geri vermiyoruz." dedi. Abbas b. Mirdâs: "Ben ve Süleymoğullan geri vermiyoruz." dedi. Fakat Süleymoğullan: "Bizim malımız Rasûlullah'a (s.a.) aittir." dediler. Bunun üzerine Abbas b. Mirdâs, Süleymoğullan'na hitaben: "Beni ayağa düşürdünüz." dedi. Daha sonra Rasûlullah (s.a.) "Bu kavim müsmman olarak bize geldi. Esirlerini paylaştırmadan önce beklemiştim. (Son­ra bana geldiler) ben de onları, mallan ile kadın ve çocukları arasında mu­hayyer bıraktım; kanlan ve çocuklarıyla hiçbir şeyi değişmediler. Kimin yanında kadın ve çocuk varsa ve gönül hoşluğuyia geri verirse, buyursun. Kim de hissesini hakkı olarak elinde tutarsa, Allah'ın bize ihsan edeceği ilk gani­met malından ona altı hisse vaadediyorum." dedi. Oradakiler: "Gönlümüz­den koparak Rasûlü'nün (s.a.) hatırı için bağışlıyoruz." dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.): "Biz razı olanınızı ve olmayanınızı bilemeyiz. Gidiniz, temsilcileriniz gelip durumu bize bildirsin." buyurdu. Bu söz üzerine kadınİarını ve çocuklarını iade ettiler[20] Uyeyne b. Hısn'ın dışında herkes ellerin-; dekini verdiler. Uyeyne b. Hısn ise payına düşen ihtiyar bir kadım iade jetmemekte ısrar etti. Daha sonra o da iade etti. Rasûlullah (s.a.) esir kadınlara elbiseler satın alıp giydirmişti. [21]

 

B) HUNEYN GAZASINDAKİ HİKMETLER VE FIKHÎ HÜKÜMLER

 

1— Huneyn Gazasindaki Hikmetler:

 

1— Allah Teâlâ Rasûlü'ne, Mekke'yi fethettiği zaman insanların grup­lar halinde dinine gireceğini ve Arapların tamamının boyun eğeceğini vaa-detmişti. —O, vaadini tutan, vaadinden dönmeyendir.— Mekke'nin fethi ta­mamlanınca Allah Teâlâ'nın hikmeti Hevâzin kabilesi ile o kabileye tâbi olan­ların kalbini İslâm'a yönelmekten alıkoydu. Allah Rasûlü'ne ve rnüslüman-lara karşı harbetmeye azmettiler ki, Allah'ın Peygamberine ihsan ettiği ni­meti tamamlansın, Peygamberinin izzet ve şerefi ve dinine olan yardımı, iyi­ce açığa çıksın, elde ettikleri ganimetler Mekke fethine katılanlar için bir te­şekkür mahiyetinde olsun. Bütün bunları Allah (c.c). Rasûlü'ne ve kulları­na göstermek için, daha önce hiç karşılaşmadıkları ölçüde muazzam bir güç­le karşılaşıp onları perişan ettikten sonra Araplar arasında daha hiç mukave­met yüzü görmemesi için bunlar ve bunların dışında, düşünüp akıl yoranla­rın bilebileceği ve görebileceği engin hikmetler gereğince bu hâdiseler böyle gelişmiştir.

Allah Teâlâ'nın hikmeti, müslümanların sayılarının ve mühimmatları­nın çokluğuna ve morallerinin yüksekliğine rağmen önce mağlubiyetin acısı­nı tatmalarını gerektirmiştir. Tâ ki Mekke'yi fethetmekle yükselen başlar al-çalsın ve Allah'ın haram beldesine o şekilde girmesinler. Rasûlullah (s.a.) Mek­ke'ye girerken tevazudan ve Rabbma karşı duyduğu tevazu hissinden ötürü atının üzerine o kadar eğilmişti ki, neredeyse çenesi eğerine değiyordu. Ha­ram olan o beldeyi ilk ve son olarak, yalnızca kendisine helâl kılan Rabbının azamet ve izzeti karşısında bu hale gelmişti. Aynı zamanda Allah Teâlâ, "Bu­gün az değiliz, mağlup olmayız.'* diyenlere, yardımın ancak Allah katından olabileceğini, O'nun yardım ettiğini hiç kimsenin mağlup edemeyeceğini, O'-nun perişanlığa mahkûm ettiğine de hiç kimsenin yardım edemeyeceğini açık­lamak istemiştir. Onlara: "Peygamberi'nin ve dininin muzafferiyetini üstle­nen, bizzat Allah Teâlâ'dır, sizin hoşunuza giden kalabalığınız değil. Kala­balık oluşunuz hiç işinize yaramamış, gerisin geri dönüp kaçmıştınız." nük­tesini iyice hazmettirmek istemiştir. Artık kalpleri kırık olarak bu mânayı hak­kıyla anlayınca da zafer müjdesini gönderdi: "Bozgundan sonra Allah, Pey­gamberine ve mü'minlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi."[22] Allah'ın hikmeti gereği zafer müjdeleri ve mükâfatlar kalbi kırılmış, yıkıl­mış, perişan olmuş zümrelerin üzerine boşanır. "Biz memlekette güçsüz sa­yılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları varis yapmak, mem­lekete yerleştirmek, Firavun, Hâmân ve her ikisinin askerlerine çekinmekte ol­dukları şeyi göstermek istiyorduk."[23]

2— Allah Teâlâ, Mekke'yi fetheden askeri, Mekke'nin ganimetini almak­tan menetmişti. Ebu Davud'un Vehb b. Münebbih'ten rivayet ettiği gibi al­tın, gümüş, mal, esir veya arazi olarak hiçbir ganimet almamışlardı.[24] Hal­buki on bin kişilik bir ordu, atlı ve yaya Mekke'yi fethetmişler di. Onlar da bir ordunun ihtiyaç duyduğu herşeye muhtaç İdiler. Allah (c.c.) müşriklerin kalbine, mallarım, develerini, koyunlarını, aile ve çocuklarını beraberlerinde savaş alanına getirmek ve müslümanlarla savaşmak fikrini attı. Böylece O, Allah askerlerine bir ikram ve bir ziyafet takdim etmiş ve Allah'ın hükmü­nün tamamlanması için onları zafer kazanmaya arzulu kılmak, galibiyetin pren­siplerini göstermek suretiyle onlara verdiği değeri tamamlamış olsun. Peygam­berine ve sevdiği kullarına zafer ihsan edince, ganimetler de sahiplerini bu­lup Allah ve Rasûlü'nün payları ayrılınca: "Sizin ne kanınıza, ne malınıza, ne de kanlarınıza ihtiyacımız var." denildi. Allah (c.c), Hevâzinliler'in kal­bine tevbeyi ilham etti ve hepsi İslâm'ı kabullendiler. Onlara: "İslâm'ı kabul etmeniz ve buraya kadar gelmeniz adına, bir teşekkür olarak karılarınızı, ço­cuklarınızı ye esirlerinizi geri veriyoruz." dediler. "Allah kalplerinizde bir iyilik bulursa, size, sizden almanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar. Allah bağışlayandır, merhamet edendir." [25]

3— Allah Teâlâ, Araplarla yapılan savaşları Bedir harbiyle başîatmiş v Huneyn savaşıyla bitirmiştir. Bu sebepten bu iki savaşın adı beraber zikredi­lir; aralarında yedi sene gibi bir zaman bulunsa da "Bedir ve Huneyn" diyj; yanyana anılırlar. Bu savaşların her ikisinde de melekler harbe iştirak etmiş­ler, Rasûlullah (s.a.) müşriklerin suratlarına toprak serpmiş ve her iki harri-ten sonra da Arapların Rasûlullah'a ve müslümanlara saldırma ateşleri söri-müş, birincisi onları korkutmuş, kuwe-i maneviyelerini sarsmış, ikincisi mevcut bütün kuvvetlerini dışarı dökmüş, herşeylerini tüketmiş, onları zillete düşür­müş ve artık Allah'ın dinine girmekten başka çare bulamamışlardır.

4— Allah Teâlâ bu savaş sebebiyle Mekke halkının gönlünü almış, elde ettikleri ganimet ve zaferle de onları sevindirmiştir. Bu zafer ve ganimetler onların kınlan haysiyetleri için bir ilâç yerini tutmuştur. Hevâzinliler'in şer­rinin bertaraf edildiğini bilmeleri bu nimetin tamamlanması demekti. Çünkü onlara karşı koyacak güçleri yoktu. Müslümanlar sayesinde onlara galip gel­diler. Şayet onlarla tek başlarına harbe kalkışsalardı, düşmanları onları yer, bitirirdi. Bu savaş için, bu ve benzeri —tamamını ancak Allah'ın bileceğî-r-sayısız hikmetler sıralamak mümkündür. [26]                                              

 

2— Bu Olaydan Çıkan Fıkhî Hükümler:

 

Bu savaştaki fıkhî meselelere gelince:

1— Devlet başkanının savaş sırasında casuslarım düşman saflarının ara­sına sokup olup biteni haber alması gerekir. Düşmanının maksadını ve hazır­lığını öğrenirse, karşı koyacak gücü de varsa-oturup beklemez, bilakis Rasû-lullah'ın (s.a.) Huneyn'de Hevâzinlilerle karşılaşıncaya kadar yürüdüğü gibi düşman üzerine yürür.

2—  Devlet başkanı, düşmanlarıyla savaşmak için-müşriklerden ödünç silah ve diğer teçhizatı alabilir. Rasûlullah (s.a.) o gün müşrik olan Safvan'-dan çok sayıda zırhı ödünç almıştı.

3— Allah'a tevekkülün tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için, o konuda yapılması gereken her işi yapmak ve bütün sebeplere sarılmak lâzımdır. Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı, tevekkül bakımından da insanların en mükem­meli oldukları halde, bütün silahlarla donatılmış olarak düşmanlarının karşısına çıkıyorlardı. Rasûlullah (s.a.), "Allah, seni insanlardan koruyacaktır." şeklinde Allah Teâlâ'jnn teminatına rağmen Mekke fethinde oraya girerken başına miğferini koymayı ihmal etmemiştir.

İslâmî ilimlerin künhüne vâkıf olamayan bazı sathî âlimler bu konuyu çeşitli yorumlara boğmuşlar; bazan Rasûlullah'ın bu davranışının yalnızca ümmetini eğitmeye yönelik olduğunu, bazan da yukarıda zikri geçen âyet-i kerimenin o zaman henüz nâzjil olmadığını söylemişlerdir. Halbuki bir ülke­de emirlerden birinin sormuş olduğu bir meseleye cevap verilirken, Ebu Ka­sım b. Asâkir'in et-Tarihu'l-Kebîr adlı eserinde şu hadis zikredilmiştir: "Ra­sûlullah (s.a.) bir yahudi kadının kendisine zehirli koyun ikram etmesinden sonra, ev sahibi yemeğe başlamadan o yemekten yemezdi."

Bazı âlimler, bu hadiste, sultanlar için güzel bir örnek bulunduğunu söy­lemişlerdir.

Bu konuya şöyle bir itirazda bulunulmuştur: Allah Teâlâ'nın: "Allah, seni insanlardan koruyacaktır." âyetiyle sizin söylediklerinizi bir arada nasıl düşünebiliriz? Allah Teâlâ, O'nu korumayı garanti etmişse, O da kesinlikle bilir ki hiç kimse kılına bile dokunamaz.

Bu itiraza cevaplar aranırken bazıları yukarıdaki hadisin zayıf olduğu­nu, bazıları da bu âyet ininceye kadar Rasûlullah'ın (s.a,) öyle davrandığını, bu âyet-i kerimenin inmesinden sonra o âdetini terkettiğini söylemişlerdir. Hal­buki onlar, Allah Teâlâ'nın teminat vermesi ile Rasûlullah'ın (s.a.) sebeplere sarılmasının birbirine zıt şeyler olmadığını düşünselerdi, zorlama sonucu yap­tıkları açıklamalara hiç gerek kalmayacaktı. Allah Teâlâ, İslâm dinini bütün dinlere üstün kılacağını haber verdiği halde; Rasûlû'ne de savaşmayı, düş­manına karşı kuvvet ve mühimmat hazırlamayı, onlara karşı uyanık olmayı, harp sanatının gerektirdiği bütün tedbir, dikkat, ciddiyet ve gizlilik prensip­lerine uygun hareket etmeyi emretmekten de geri durmamıştır. Çünkü bütün bunlar, Allah Teâlâ' mn hangi sebeplere yapışıhrsa hangi sonuçlara varılaca­ğı hususunda haber vermesi demektir. Rasûlullah (s.a.) Rabbım en iyi bilen, O'nun emirlerine en sıkı sarılan bir kimse olarak, Allah Teâlâ'nın hikmeti icabı, zafer kazanmayı, dinini diğer dinlerin üzerine çıkarmayı ve düşmanına galip gelmeyi kendisine dayandırdığı sebeplere yapışmayı- ihmal etmemiştir. Aynen bu konuda olduğu gibi Allah Teâlâ tebliğini tamamlayabilmesi ve di­nini açığa çıkarmak için Rasûlü'nün hayatını garanti etmiştir. Ama Rasûlul­lah (s.a.) normal bir insanın hayatını sürdürebilmesi için muhtaç olduğu ye­mek, içmek, giyinmek ve barınmak gibi tedbirlerin hepsini almıştır.

Bu husus birçok kimseyi yanıltmaktadır. Hatta bazı kimseler duayı bile terketme noktasına gelmiştir. Çünkü onlara göre şayet istenen şey ezelde takdir edilmişse, zaten kendiliğinden olacaktır; yoksa dua etmek sonucu değiştir­meyecektir. "Öyleyse dua ile uğraşmanın faydası nedir?" diye bir soru yö­neltmişler, sonra da âkılâne bir cevapla: "Dua etmek ibadettir." demişler­dir. O zaman yanlışı doğruya karıştıran bu adama denir ki: Bir kısım daha kaldı. O da şudur: Bir kimseye, belli bir sebebe yapışması sonucu isteğine ulaş­ması takdir edilmişse, bu demektir ki, sözkonusu sebebe yapışırsa arzusuna nail olacak, yoksa olmayacaktır. Yanılgı içindeki bu adam aynen: "Karnı­mın doyması takdirde varsa, yemek yesem de yemesem de doyarım. Şayet doymam takdir edilmediyse, yemek yesem de yemesem de doyamam. O hal­de yemek yemenin ne faydası var?" diyen kimseye benzer. Bütün bunlar ve bunun gibi düşünceler, Allah'ın hikmetini ve şeriatının ruhunu yok etmektir. Başarı Allah'tandır.

4— Rasûlullah (s.a.), Safvân'dan ödünç mal alırken teminat vermiş ve: "Bilâkis garanti edilmiş bir ödünçtür." buyurmuştur. Acaba bu söz şeriatın, âriye (ödünç) hakkındaki hükmünü haber vermek, Allah'ın bu konudaki hükj münü belirtmek, gasbediien eşyanın bedelinin ödenmesi gibi, âriyenin de be-j delinin ödenmesinin mümkün olduğunu bildirmek için midir? Yoksa âriyedtj bedelin geçersiz olduğunu, ödünç alınan eşyanın bizzat kendisinin verilmesi­nin lüzumunu haber vermek için midir? Bu sözün mânası: "Ben bunu geri vermeyi garanti ediyorum. Bu malın aynını sana getireceğim." mi demektir? Fakihler bu konuda ihtilâf etmişlerdir:

İmam Şafiî ve Ahmed, birinci görüşü benimsemişler ve: "Ödünç olarak alınan mal'telef olursa tazmin edilir." demişlerdir. İmam Ebu Hanife ile Mâlik de ikinci görüşü benimsemişler ve: "Ödünç olarak alınan malın bizzat kendi­sini geri vermek gerekir." demişlerdir. Bu-konuda Mâliki mezhebinde şöyle bir tafsilat vardır: Ödünç alınan mal, hayvan veya akar gibi gizlenmesi müm­kün olmayan cinsten ise, ödünç alan kimsenin yalan söylediği ortaya çıkma­dıkça, telef olması sebebiyle tazmin edilmez. Altın, gümüş v.s. gibi saklan­ması mümkün olan cinsten ise, telef olduğu isbat edilmediği müddetçe ta;-min edilmesi (bedelinin ödenmesi) mecburidir. Mâlikî mezhebinin konuya bz-kışı şöyledir: Âriye'nin —Ebu Hanife'nin dediği gibi— tazmini gerekmez. Ar -cak gerçeğe aykırı beyan da geçersizdir. Bu yüzden İmam Mâlik âriye'yi, sak­lanabilir ve saklanamaz olarak iki kısma ayırmıştır.

Bu meselenin esası Hz. Peygamber'in (s.a.) Safvân'a: "Bilâkis teminât altına alınmış, garanti edilmiş bir âriyedir," sözüdür. Acaba Rasûlullah (s.a.) bu sözüyle, yalnızca âriyenin aynısının geri verilmesinin mi, yoksa telef olursa bedelinin de geri verilmesininin mi lüzumunu anlatmak istemiştir? Yani bu hadisin mânası: "Telef olursa bedelini öderim mi demektir, yoksa, aldı­ğım bu ödüncü geri getirip iade etmeyi garanti ediyorum" mu demektir? Her iki şekilde de anlaşılması mümkün olan bu hadisin, şu üç sebepten dolayı alı­nan malı geri iade etme şeklinde anlaşılması daha doğrudur:

a)  Sözkonusu hadisin bir başka rivayetinde: "Bilâkis geri verilen — verilecek olan— bir ödünçtür." denilmekte ve bu rivayetten de geri verilme­sinin teminat altına alındığı anlaşılmaktadır.

b) Safvân, malının telef olması halinde ne olacağını sormamış, ancak bu malın kendisinden zorla mı gasbedileceğini, yani o vermek istemese de zorla mı elinden alınacağını sormuş ve Rasûlullah (s.a.) bu sorunun cevabı olarak: "Bilâkis geri vermek üzere aldığım bir ödünçtür." buyurmuştur. Şayet: "Telef olduğu zaman ne olacak, korkarım ki bu mal elimden çıkar?" diye sorsaydı, cevap olarak: "Telef olursa bedelini ödemeyi garanti ediyorum." demesi da­ha münasip olurdu.

c) Ödeme sıfatı, bizzat âriye (Ödünç mal) için kullanılmıştır. Şayet tele­fin teminatı kastedilseydi; o durumda ödeme, âriye için değil, âriyenin bedeli için olurdu. Bu hadiste ödeme (teminat, garanti, tazmin etmek) âriyenin sı­fatı olunca, mana da: "Âriyenin bizzat geri verilmesi " şeklinde olmuştur.

Soru: Bu hadisin devamında anlatıldığına göre bazı zırhlar kaybolmuş, Hz. Peygamber (s.a.) de bedelini ödemeyi teklif etmiş, fakat Safvân: "Ben bugün İslâm'ı daha çok istiyorum." diyerek bu teklifi geri çevirmiştir. Aca­ba Rasûlullah'm (s.a.) bu teklifte bulunması vacip mi idi, yoksa yapılması daha evla olan müstehab bir iş, bir üstün ahlâk örneği ve İslâm şeriatının gü­zelliklerinden bir lütuf rnu idi?

Cevap: Allah Rasûlü'nün (s.a.) tazminat ödemeyi teklif etmesi, yani ikinci şıkkı tercih etmek mümkün olabilir. Çünkü ödemesi vacip olsaydı, teklifte bulunmadan hemen gerekli meblağı öder ve: "Bu, senin hakkındır." derdi. Tıpkı ödünç aldığı mal telef olmasaydı, geri verip vermemeyi teklif etmeden doğrudan doğruya âriyeyi götürüp iade edeceği gibi. Bu noktayı iyi düşün.

5— Savaş halinde şayet lüzum görülürse, düşman askerinin bindiği at veya devenin ayaklarının kesilmesi caizdir. Hz. Ali'nin (r.a.) kâfirlerin bay­rağını taşıyan askerin bindiği devenin ayaklarım kesmesi bu kabildendir. Za­ruret hali sözkonusu olduğu için hayvana işkence etmek kabilinden —ki Al­lah Teâlâ bunu nehyetmiştir— sayılmaz.

6—  Hz. Peygamber (s.a.), kendisini öldürmeye yeltenen kimseyi affet­miş, onu hemen cezalandırmamış, bilâkis ona dua edip göğsünü sıvazlamış ve cok yakın ve samimi bir dost gibi davranmıştır.

7— Bu gazada Hz. Peygamber'in (s.a.) Nebî ve Rasûl olduğuna dair bir­çok mucizeler ve alâmetler ortaya çıkmıştır. Şeybe'ye, kalbinden geçirdikle­rini haber vermiş, bütün ordu bozguna uğrayıp kaçışırken Rasûlullah (s.a.) sebat gösterip hiç kımıldamamış, müşrik askerleri karşısında hücuma kalkarken şöyle demiştir:

"Ben Peygamberim, yalan yok, Ben Abdülmuttalib'in oğluyum."

8— Attığı bir avuç toprak kâfirlerin gözlerine kadar ulaşmış ve bütün küffârın gözlerini dolduracak kadar da bereketlenmiştir. Bunların dışında miı'-minlere yardımda bulunmak için melekler inmiş, kâfirler ve bazı müslüman-lar bunu açıkça görmüşlerdir.

9— Devlet başkanı, kâfirlerin İslâm'a girerek itaatta bulunmasını bek­lemek maksadıyla ganimetlerin paylaştırılmasını geciktirebilir. Daha sonra da esirlerini ve ganimetlerini iade edebilir. Huneyn gazasında cereyan eden bu olay, "Ganimete, paylaştırıldıktan sonra mâlik olunur, yalnızca istilâ edip ele geçirmekle değil." diyenlere delil teşkil etmiştir. Çünkü şayet yalnızca ele-geçırmekle ganimete sahip olunsaydı Rasûlullah (s.a.), —İslâm'a girerlerse^ onlara geri vermek için beklemezdi. Buna göre payına ganimet düşecek bjir asker, ganimetin paylaştırılmasından önce vefat ederse, onun payı diğer as­kerlere verilir, ölenin mirasçılarına kalmaz. Ebu Hanife'nin mezhebi bu gö­rüşü kabul etmiştir. Ganimet ele geçirilir, ama taksim edilmeden ölürse mi­rasçısı bir şey alamaz, taksimden sonra ölürse ona düşen pay mirasçısına ka­lır.

Hz. Peygamber'in (s.a.) Kureyşlilere ve müellefe-i kulûba (kalpleri İs­lâm'a ısındırılmak istenenlere) vermiş olduğu mallar asıl ganimet malından mıydı, yoksa ganimetten çıkarılan beşte birlik paydan mı idi, yoksa sözko­nusu beşte birin beşte biri miydi? İmam Şafiî ve Mâlik (r.h.) demişlerdir ki: Beşte birlik kısmın beşte birindendir. Bu oran, Allah tarafından Rasûlü (s.a.) için ayrılan bir pay ve O'na tanınan bir haktır. Safiy (ganimet mallarından devlet başkanına verilen hususî pay) ve ganimetten alacağı pay bunun dışın­dadır. Çünkü Rasûlullah (s.a.) bu mallan verirken, savaşa katılan ve gani­metten pay almaya hak kazananlardan izin istememiştir. Şayet verdiği mal­lar ganimetin aslından olsaydı, onlardan izin istemesi gerekirdi. Çünkü, ar­tık bu malların mâliki durumundadırlar. Beşte birlik kısımdan olduğu da soylenemeî;ji; çünkü daha sonra ganimet beş hisseye taksim edilmiştir. O halde beşte bil lik kısmın beşte birindendir. İmam Ahmed ganimetin, beşte dörtlük paydan /eriteceğini söylemiş, Kureyşlilere ve müellefe-i kulûb'a verilen mal­ların bu paydan olduğunu belirtmiştir. Rasûlullah (s.a.) kabile reislerini ve mensup oldukları kavimleri İslâm'a kazanmak için ihsanda bulunmuştur. Bu­nun böyle olması, ganimetin beşte biri çıkarıldıktan sonra onun üçte birinin veya dörtte birinin verilmesinden evlâdır. Çünkü bu ihsanda, İslâm'ın ve müs-lümanların kuvvetlenmesi ve düşmanlarının kendi saflarına çekilmesi gibi mu­azzam faydalar vardır. Nitekim bazılarının: "Rasûlullah (s.a.) yeryüzündeki insanlar içinde en çok nefret ettiğim bir insan iken, bana ihsanda bulundu ve bu ihsanı devam etti, sonunda benim için bütün insanların en sevimlisi ol­du." şeklindeki sözleri bu hakikata işaret etmektedir. İslâm'a ve müslüman-lara kuvvet ve ihsan kazandıran, küfrü ve kâfirleri zillete dûçâr eden, kızdık­ları zaman bütün tebaalarının kızdığı, hoşnut oldukları zaman da tebaaları­nın hoşnut kaldığı, müslüman olduğu zaman kendisine tâbi olanların tama­mının müslüman olduğu aşiret ve kabile reislerini İslâm safına çeken bir ih­sanın makamı ve mevkii ne muazzamdır ve bu ihsan, İslâm ve ehl-i İslâm için ne kadar faydalı ve yararlıdır!

Şu husus herkesçe bilinmektedir: Ganimetler, Allah'a ve Rasûlü'ne ait­tir. Allah Rasûlü (s.a.) bu ganimetleri, Allah'ın emrettiği şekilde taksim eder, bu emrin dışına çıkmaz. Ganimetlerin tamamını söz konusu şahıslara versey­di bile adaletten, hikmete ve maslahata uygun hareket etmiş olmaktan uzak­laşmış sayılmazdı. Zül'I-Huveysıra et-Temîmî ve benzerlerinin gözleri körle-şip bu maslahatı göremez hale gelince Rasûlullah'a (s.a.): "Adaletle hareket etmedin, âdil ol!", bir başkası: "Bu taksimde Allah'ın nzası gözetilmiş de­ğil!" gibi sözler söyleyebilmişlerdir. Allah'a yemin olsun ki bu şahıslar, Ra-sûlullah'ı tanıma, O'nun Rabbını tanıması, Rabbına itaat etmesi, Allah için vermesi ya da vermemesi gibi konularda bütün yaratıkların en cahilleridirler. Ganimetleri dilediği gibi taksim etmek Allah'ın hakkıdır. Dilerse Mekke'nin fethinde olduğu gibi bütün mücahidleri ganimetten meneder, halbuki onlar süvari ve piyade olarak Mekke'ye girmiş ve orayı fethetmişlerdi. Dilerse gök­ten ateş yağdırarak bütün ganimetleri yok eder. O, bütün bu tasarruflarında adaletlilerin en âdili ve hikmet sahiplerinin en hakimidir. Yaptığı bu işlerin hiçbiri boş ve abes değildir. Bilâkis bütün bu tasarruflar maslahat, hikmet, ada^t ve rahmetin bizzat kendisidir. Kaynağı da ilminin, izzetinin, hikmet ve rahmetinin kemâlidir. O, kendilerini Rasûlullah'ın (s.a.) beraberliğinde ve önderliğinde yuvalarına döndürdüğü kavim (Ensâr) üzerine nimetini tamam­lamıştır. Bu nimetin kıymetini takdir edemeyenleri de koyun ve deve ile hoş­nut etmiştir. Bu tıpkı küçük bir çocuğa akimin ve bilgisinin erdiği kadarını

vermek, aklı başında jâlgun bir insana da durumuna göre ihsanda bulunmak gibidir. Bu durum Allah'ın fazlından ve keremindendir. Allah (c.c.) mahlu-kâtından hiç kimsenin kontrolü ve baskısı altında değildir ki onlar akıllarına göre bazı şeyleri Allah'a vacip, bazı şeyleri de haram kılsınlar. Peygamber'i (s.a.) ise O'nun emirlerinin uygulayıcısıdır.

Soru: Bir vakit gelse ve devlet başkam düşmanlarına karşı da böyle dkv-ranmak (ihsanda bulunmak) zorunda kalsa, bu onun için caiz olur mu?

Cevap: Devlet başkanı bütün müslümanlann vekilidir, onların maslaha­tı ve dinin ayakta durması için çalışır. Şayet o, İslâm'ı ve İslâm beldelerini müdâfaa etmenin İslâm düşmanlarının başkanlarının gönlünü kazanarak müs-lümanlan şerlerinden korumanın bu yolla mümkün olacağına kanaat getirir­se böyle davranması caiz olur, hatta başka türlü davranamaz. Şeriat da bun­dan başkasına cevaz vermez. Çünkü onlara ihsanda bulunmamak bir fesada sebep olacaksa, başka türlü hareket etmek düşünülemez. İslâm şeriatında muh­temel bir fesat, düşmanın kalbinin ısındırılması fırsatının kaçırılmasından daha büyük bir şer olarak kabul edilir. Şeriat, küçük fesada tahammül göstererek daha büyüğünü defetmek ve küçük maslahatların eiden çıkmasını göze ala­rak daha büyük maslahatlar temin etmek esaslarına dayanır. Hatta din ve dünya maslahatları bile bu iki temel üzerinedir. Başarı Allah'tandır.

10— Peygamberimiz (s.a.): "Kim gönüi hoşluğu ile vermezse, bundan sonra Allah'ın bize ihsan edeceği ganimet malından altı hisse vaadediyorum." buyurmuştu. Rasûlullah'in (s.a.) bu sözünde, köle ve hayvanların kendi cinsleri karşılığı satışlarında vâde ve fark uygulanmasının caiz olduğuna delil vardır.

Sünen'dt Abdullah b. Amr hadisinde şöyle denilmektedir: Rasûlullah (s.a.) ona (Abdullah b. Amr'a) orduyu techizatlandırmasını emretti. Bu ara­da yeterli sayıda deve bulamadılar. Rasûlulfah (s.a.) zekât develerinden öden­mek üzere deve temin etmesini emretti. (Bu emir üzerine) zekât mevsimi ze­kât olarak gelecek develerden iki deve vermek üzere bir deve alıyordu.[27]

Yine Sünen'de İbn Ömer'den, Rasûlullah'ın (s.a.) bir hayvanı diğer hay­van karşılığında vadeli olarak satmaktan menettiği rivayet edilmiştir. Tirmizî bu hadisi, Hasan—Semüre yoluyla rivayet etmiş ve sahih olduğunu söyle-miştir.[28]

Sünen-i Tirtnizî'de Haccâc b. Ertât —Ebu'z-Zübeyr—Câbir yoluyla Ra-sûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bir hayvanı iki hayvan karşılığında vadeli olarak vermek uygun olmaz, peşin olursa beis yoktur." Tirmizî; "Bu hadis hasendir." demektedir.[29]

Bu hadislerde zikredilen konu hakkında İslâm âlimleri dört ayrı görüş belirtmişlerdir. Bu görüşlerin tamamı İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir:

1) Farklı veya eşit miktarda, vadeli veya peşin, her halükârda bu alışve­riş caizdir. Ebu Hanife ve Şafiî'nin (r.h.) mezhebi budur.               

2)  Farklı miktarda ye vadeli olursa caiz değildir.                     

3) Vâde ve miktar farkı aynı alışverişte yanyana gelirse haram olur. Sa­dece vâde farkı veya sadece miktar farkı bulunursa caizdir. Bu görüş İmam Mâlik'e (r.h.) aittir.

4) Aynı cinsten olduğu takdirde miktar farkı caiz, vâde farkı haramdır. Cinsler değiştiği zaman vâde farkı da miktar farkı da caiz olur.

Yukarıda zikredilen hadisler ve aralarını telif etme hususunda üç yol vardır:

Birinci yol: Hasan—Semüre yoluyla gelen hadis zayıftır. Çünkü ondan yalnızca iki hadis gelmiştir. Bu hadis o iki hadisten biri değildir. Haccâc b. Ertât hadisi de zayıftır.

İkinci yol: Hadislerden hangisinin önce hangisinin sonra vârid olduğu bilinmemekle beraber birinin diğerini neshettiği iddia edilmiştir.

Üçüncü yol: Hadisler muhtelif hallere hamledilmiş, bu da şöyle olmuş­tur: Bir hayvanı diğer bir hayvan karşılığı vadeli olarak satmanın nehyedil-mesi, vadeli satıldığı zaman faize yol açacak mallarda da aynı uygulamaya gidilmesini önlemek içindir. Satıcı, bu çeşit satışta kâr gördüğü zaman sade­ce o cins malların satışıyla yetinmeyecek, kâr etme arzusu onu, vadeli satıldı­ğı zaman faiz kabul edilecek satışlara da yöneltecektir. Bu durumu önlemek için Hz. Peygamber (s.a.), ancak peşin satışa izin vermiş, vadeli satışı menet-mistir. (Haram olduğu için değil de) harama vesîle olduğu için yasaklanan şeyler, tercih edilen bir maslahat sözkonusu olunca mubah olur. Tıpkı arâyâ satışında müzâbenenin'[30] bu gerekçe ile mubah kılınması, bu sebeple ihtiyaç duyulan şeyin de mubah olması gibi. Yukarıda zikredilen kıssadaki bir hay­vanın başka bir hayvan karşılığında vadeli olarak satılmasının mubah kılın­ması da bu sebeptendir. İbn Ömer hadisi, savaş sırasında ve müslümanların asker teçhizatına ihtiyaç duydukları bir zamanda vârid olmuştur. Askerî tec-hizatlandırmakdaki maslahatın, bir hayvanı diğer bir hayvan karşılığı vadeli olarak satmadaki mefsedetten daha üstün olduğu bilinmektedir. İslâm şeria­tı üstün bir menfaati daha düşük derecedeki bir menfaat yüzünden menet-mez. Savaşta iken ipek elbise giymenin ve mütekebbir bir tavır takınmanın caiz olması, hep aynı sebebe dayanmaktadır. Çünkü harbte bunların menfa­ati daha üstündür. Hz. Peygamber'in (s.a.) Eyle krah tarafından hediye edi­len ipek cübbeyi bir müddet giyip, böylece hediye edenin gönlünü hoş edip ondan sonra çıkarması da bu kabildendir. Bu hâdise ipek giymenin müslü-man erkekler için yasaklanmasından sonradır. Biz bu soruyu, et-Tahyîr fima Yahillu ve Yahrumu min Libâsi'l-Harîr adlı kitabımızda bütün tafsilatıyla açık­lamış ve orada bu hâdisenin hicretin 9.yılı olan "elçiler senesi"nde vukûbuî-duğunu belirtmiştik. İpek elbise giymenin yasak edilmesi bu seneden önce idi. Rasûlullah'ın (s.a.) Hz. Ömer'e vermiş olduğu ipek elbiseyi giymesini yasak­laması, Hz. Ömer'in de o elbiseyi müşrik olan kardeşine giydirmesi belirtti­ğimiz hususun delilidir. Bu olay Mekke'nin fethinden önce idi. Rasûlul­lah'ın (s.a.) Eyle kralı tarafından hediye edilen ipek cübbeyi giymesi Mek­ke'nin fethinden sonra idi. Yine Hz. Peyamber'in (s.a.) güneş doğmadan ön­ce (yani sabah namazından sonra) ve ikindi namazından sonra namaz kılma­yı yasaklaması da kâfirlere benzeme yolunu tıkamak gibi bir sebebe dayanır. Ancak farz veya sünnet namazların kaza edilmesi, cenaze namazı ve tahiyyetü'l-mescid namazının kılınması gibi üstün maslahatların bulunduğu hallerde sözkonusu vakitlerde namaz kılmayı mubah kılması da aynı kabil­dendir. Çünkü bu durumlarda namaz kılmayı gerektiren maslahat, namaz kı­lınmasını engelleyen mefsedetten daha üstündür. En iyi bilen Allah'tır.

11— Bu olay akidlerde, (alışverişte) her iki tarafın (satıcı ve müşterinin) karşılıklı ittifakları ve rızaları, olduğu takdirde (malın bedelinin ödenmesi için) herhangi bir vakit belirlememelerinin caiz olduğuna delil teşkil etmektedir. İmam Ahmed b. Hanbel, kendisinden yapılan bir rivayette muhayyerlik müd­detinin, sınırsız olmasının caiz olduğunu söylemiştir. Kesin kararların;, ve­rinceye kadar bu müddetin devam etmesi caizdir. Tercih edilen görüş budur. Çünkü bunda bir mahzur yoktur. Alıcı ve satıcıdan herbiri bilerek ve sözleş­menin gereğini anlayarak karar vermişlerdir. Her iki tarafın bu konudaki bilgisi eşittir. Birinin diğerine üstünlüğü sözkonusu değildir, bu sebeple de ortada herhangi bir haksızlık yoktur.

12—  Bu gazada RasûluIIah (s.a.): "Kim bir kâfiri öldürür, onu öldür­düğüne dair delil de getirirse; ölenin üzerinden çıkan eşyaya (seleb)sa.hip olur."[31] buyurmuştur. Bundan önceki gazada da aynısını söylemişti. Fakih-ler, bu hadisin ifade ettiği hüküm üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Acaba bu eşya komutanın şartı ile mi, yoksa şeriatın hükmüyle mi ona ait olur? İmam Ah-med'in her iki şekilde de fetva verdiği rivayet edilmiştir.

Birincisi: Bu eşya şer'an kâfiri öldüren mücahidindir. Devlet başkanı ve komutanın şart koşup koşmaması önemli değildir. İmam Şafiî de bu görüşü benimsemiştir.

İkincisi: O mücahid, komutanın şartı olmadan bu eşyaya sahip olamaz. İmam Ebu Hanîfe bu görüşü benimsemiştir. İmam Mâlik ise şöyle demiştir: Komutanın şart koşması ve bu şartın da savaştan sonra olması kaydıyla bu eşyayı almaya hak kazanır. Savaştan sonra şart koşsa caiz olmaz. İmam Mâ­lik der ki: Benim bildiğim, Rasûlullah'm (s.a.) bu sözü sadece Huneyn gaza­sında söylediğidir. Hz. Peygamber (s.a.) ganimet taksimini savaş bittikten sonra yapmıştı.

Bu ihtilâfın kaynağı şudur: RasûluIIah (s.a.), devlet başkanı, hâkim, müftü ve peygamber idi. Bazan peygamber olarak hüküm veriyor ve bu hükümler, kıyamet gününe kadar yürürlükte kalacak umumî kanunlar oluyordu. Mese­lâ: "Her kim bizim şu dinimizde, ondan olmayan bir şey icad ederse, o (icad) reddohmmuştur."[32] "Kim, başkalarının tarlasına sahihlerinin izni olma­dan ekim yaparsa, o tarlanın mahsûlünden hiç bir şey alamaz. Ancak mas­rafları ödenir."[33] hadisleri bu kabildendir. Bir şahit ve bir yeminle[34] hüküm vermesi ve taksim olunamayan şeylerde şüf'a hakkına[35] hükmetmesi yine bu kabildendir.

Bazan müftü olarak fetva veriyordu. Meselâ: Ebu Süfyan'm karısı Hind bt. Utbe Rasûlullah'a (s.a.) kocasının cimriliğinden şikâyetçi olmuş, kendisi-, ne yetecek miktarı vermediğini söylemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Onun malından mâruf veçhile (zulme ve israfa kaçmadan) sana ve oğulları­na yetecek kadar al!" buyurmuştur[36] Bu bir fetvadır, bir hüküm değildir. Çünkü Allah Rasülü (s.a.) ne Ebu Süfyan'ı çağırmış, ne de hakkındaki iddi­ayı cevaplandırmasını istemiştir. Hind bt. Utbe'den de iddiasını isbatlamâsı-nı talep etmemiştir.

Bazan da devlet başkanı sıfatıyla o vakitte, o yerde ve o durumda İslâm ümmetinin maslahatı istikametinde konuşuyordu. Kendinden sonra gelen dev­let başkanlarının zaman, mekân ve durum olarak Rasûlullah'm (s.a.) masla­hat gördüğü hususları gözetmeleri gerekmektedir. Rasûlullah'tan (s.a.) ha­ber vârid olan bu tür konuların çoğunda imamların ihtilâfa düştüğünü gör­mekteyiz. Meselâ: "Kim bir kâfiri öldürürse, üzerindeki eşyası onundur." hadisini devlet başkanı sıfatıyla mı söylemiştir ki bu sözün hükmü devlet baş­kanları ile ilgili olsun? Yoksa Nebî ve Rasûl sıfatıyla mı söylemiştir ki o du­rumda umûmî bir kanun hükmüne geçsin? Aynı şekilde: "Kim, ölü bir ara­ziyi ihya ederse (tarıma elverişli hale getirirse); orası onundur."[37] buyurması, devlet başkanının izni olsun olmasın herkes için bu hakkı isbat eden umumî bir kanun mu sayılmaktadır? Yoksa konu, devlet başkanına bırakılmış, onun izni olmadan kimse o araziye sahip olamaz mı? İmam Şafiî ve Ahmed'in mez­heplerinde birinci görüş daha çok kuvvet kazanmıştır.

İkinci görüşü Ebu Hanife (r.h.) benimsemiştir. İmam Mâlik ise ihya edilen araziyi, 1) Konumu itibariyle kimsenin ilgilenmediği ve yerleşme yerlerine çok uzak bölgeler, 2) Herkesin sahip olmak istediği yerler, olarak ikiye ayırmış­tır. Bu bölgelerin ilki için devlet başkanının izninin gerekmediğini, ama ikin­cisi için bu iznin şart olduğunu söylemiştir.

13— Rasûlullah'ın (s.a.): "Onu öldürdüğüne dair delil getirirse..." sö­zü, iki meseleye işaret etmektedir:

Birincisi: Kâfiri öldüren kimsenin, yalnızca böyle bir iddiada bulunma­sı onu maktulün eşyası üzerinde hak sahibi kılmaz.

İkincisi: Bu iddianın isbatı için bir şahit ve bir yemin yeterlidir. Buharî ve Müslim'in Sc/iz/îlerinde, Ebu Katâde'den şöyle bir rivayet yer almakta­dır: Huneyn (harbi) yılında Rasûllah (s.a.) ile birlikte (gazaya) çıktık. İki or­du karşılaşınca müslümanlarda bir bozulma oldu. Derken müşriklerden bir adam gördüm ki müslümanlardan birini alt etmişti. Hemen ona dönerek ar­kasından yanma geldim ve boynunu vurdum, ama bana dönerek beni öyle bir sıktı ki ölümün kokusunu duydum. Sonra can vererek beni bıraktı. Aka­binde Ömer b. Hattâb'a yetiştim. O: "Bu insanlara ne oldu?" dedi. Ben de: "Allah'ın emri!" dedim. Sonra cemaat döndü. Rasûluliah (s.a.) da oturdu ve: "Bir kimse birini öldürür de onu öldürdüğüne dair delili de bulunursa, ölenin üzerindeki eşyası onun olur." dedi. Bunun üzerine ayağa kalktım ve: "Bana kim şahitlik eder?" dedim ve oturdum. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) aynı sözleri tekrarladı. Ben de tekrar ayağa kalktım ve: "Bana kim şahitlik edecek?" dedim. Rasûluliah (s.a.) üçüncü defa aynı sözleri söyledi, ben yine ayağa kalktım, fakat Rasûluliah (s.a.): "Sana ne oldu ey Ebu Katâde?" diye sordu. Ben de olanları kendisine anlattım. Bunun üzerine cemaattan bir adam: "Doğru söyledi yâ Rasûlallah! Onun öldürdüğü şahsın üzerindeki eşyası ben­dedir. Hakkından dolayı Ebu Katâde'yi razı ediver (de bende kalsın)." Ebu Bekir Sıddîk ise: "Hayır, vallahi bu olmaz. Hz. Peygamber (s.a.), Allah ve Rasuiü'nün yolunda cenk eden Allah arslanlanndan bir arslanın hakkını çiğneyerek onun eşyasını sana vermez.'* dedi. Bunun üzerine Rasûluliah (s.a.): "Doğru söyledi. Bunu ona ver." buyurdu ve bana verdi. Sonra zırhı sattım da onunla Selemeoğullan toprağında bir bahçe satın aldım. İşte İslâm'da ilk edindiğim mal budur.[38]

Bu meselede üç görüş vardır: Yukarıda zikredilen husus birincisidir ve İmam Ahmed'in mezhebinin bir açıklamasıdır. İkincisi: Mutlaka bir şahit ve yemin gerekir. İmam Ahmed'in bu görüşü de benimsediği rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: —İmam Ahmed'e nisbeti en sağlam olan görüş budur— mutlaka iki şahit gerekir. Çünkü bu, bir öldürme iddiasıdır, iki şahit olmadıkça bu iddia kabul edilmez.

14— Bu olayda bir başka meseleye de delil bulunmaktadır. O da şahit­likte, "şahitlik ederim ki" sözünün söylenmesinin şart olmadığıdır. Her ne kadar Hanbelî mezhebindeki âlimler nezdinde meşhur olan görüş bu sözün söylenmesinin şart koşulması İse de, İmam Ahmed'den gelen rivayetlerin en sahihine göre şart değildir. Mâliki mezhebinde de böyledir. Üstadımız (İbn-Teymiye) demiştir ki: "Sahabî veya tabiinden şehadet sözünü şart koşan bir kimse bilinmemektedir." İbn Abbas (r.a.) dedi ki: "Yanımda sözüne güve­nilir bazı kimseler şahitlik yaptılar. Hz. Ömer (r.a.) de onlara muvafakat etti ki Rasûluliah (s.a.) ikindi ve sabah namazlarından sonra nafile namaz kılmayı yasakladı." Bu şahısların "şahitlik ederim" sözünü, yalnızca haber vermek manasında kullandıkları bilinmektedir. Mâiz hadisinde de: "Dört defa ken­di aleyhinde şahitlik yapınca, onu recmetti." denilmiş ve buradaki şahitlik­ten, sadece haber verme mânası kastedilmiştir. Aynı şekilde Allah Teâlâ'nın: "Allah'la beraber başka tanrılar bulunduğuna gerçekten siz mi şahitlik edi­yorsunuz? de. Ben şahitlik etmem! de."[39] "Kendi aleyhimize şahitlik ede­riz, derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına yine kendileri şahitlik ettiler. "[40], "Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder, onu kendi ilmi ile indirmiştir. Melekler de şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah kâfidir."[41]"İkrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı? demişti. Kabul ettik! demişlerdi de: 'O halde şa­hit oiun, ben de sizinle beraber şahitlerdenim.' demişti."[42] "Allah, kendi­sinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri de O'ndan başka tanrı olmadığına şahitlik ettiler. "[43] âyetleri ile bunlardan başka birçok âyet ve hadis "şahitlik" sözünün haber vermek mânasında kullanıldığını göstermektedir.

İmam Ahmed ve Ali b. el-Medînî cennetle müjdelenen on kişi hakkında konuşuyorlardı. AH b. el-Medînî: "Ben; 'Onlar cennettedir' derim. 'Şahitlik ederim ki onlar cennettedir' demem." dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed: "Ne zaman onlar cennettedir, dersen —bu sözüne— şahitlik etmiş olursun." dedi. İmam Ahmed'in bu sözü, şahitlik sırasında "şahitlik ederim" lafzının kullanılmasının şart olmadığını açıklamaktadır. Ebu Katâde hadisi bu konu­daki delillerin en açığıdır.

Şayet, "Eşyanın yanında olduğunu haber veren kimsenin bu sözü ikrar —ve itiraf— sayılır, şehadet sayılmaz" denirse, şöylece cevap verilir: "Doğ­ru söyledi.'' demesiyle bu söz, ikrar ve şahitlik manalarının her ikisine de şa­mil olmuştur. O kâfiri öldürdüğüne şehadet ederken: "Eşyası yanımda" sö­züyle de itirafta bulunmuş olmaktadır. Rasûluliah (s.a.) eşya hakkındaki hük­münü şahid (delil)den sonra vermiştir. O adamın Ebu Katâde'yi tasdik etme­si şahit (delil)tir.

15_ Hz. Peygamber'in (s.a.): "Üzerinden çıkan eşya ona aittir." bu­yurması, bu eşyanın tamamının ona ait olduğuna delildir. Seleme b. Ekvâ'-birini öldürünce, onun için: "Üzerinden çıkan eşyanın hepsi ona aittir." bu­yurmak suretiyle bu hususa tamamen açıklık getirmiştir.

Bu meselede üç görüş vardır ve yukarıda zikri geçen husus bu görüşler­den birincisidir.

İkincisi: Bu eşya da ganimet malı gibi beşte birinin çıkarılmasına tâbi tutulur. Evzaî ve Şamlı âlimler bu görüşü benimsemişlerdir, tbn Abbas da sözkonusu eşyanın, ganimet âyetinde beirtilen sınırlar içine girdiği gerekçe­siyle bu görüştedir.

Üçüncüsü: Devlet başkanı eşyanın miktarını çok bulursa beşte birinin çıkarılmasına tâbi tutar, az bulursa tutmaz, tshak bu görüşü benimsemiş, Hz. Ömer de böyle yapmıştır. Saîd b. Mansûr, Sünen'indç İbn Sîrîn'den şu riva­yeti zikretmektedir: Berâ b. Mâlik, Bahreyn'de, düşman ordusunun başko-mutanıyla düelloya çıktı ve hasmını yaralayıp belini kırdı. Üzerindeki iki bi­leziği aldı. Hz. Ömer (r.â.), öğle namazını kılınca Berâ'nın evine geldi ve: "Biz selebi —ölenin üzerinden çıkan eşyayı— tahmis etmiyorduk (beşte biri­ni çıkarmıyorduk); fakat Berâ'nm seiebi çok büyük bir meblağa ulaştı, ben onu tahmis edeceğim." dedi. İslâm'da tahmis edilen ilk seleb, Berâ'nınki ol­du ve miktarı otuz bine ulaştı. (Bu üç görüş içerisinde) en sahihi birincisidir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) selebi tahmise tâbi tutmayıp "tamamı ona aittir." buyurmuştur. Rasûlullah'in (s.a.) ve daha sonra Hz. Ebu Bekir Sıddîk'ın sün­neti bu minval üzere devam etmiştir. Hz. Ömer'in (r.a.) uygulaması ise onun kendi içtihadıdır.

Bu hadis, selebin ganimetin aslından sayıldığına delâlet etmektedir. Ra­sûlullah (s.a.) selebin, öldürene ait olduğuna hükmetmiş; miktarına, kıyme­tine ve beşte birlik kısmın beşte birinden çıkarıldığına itibar etmemiştir. İmam Mâlik ise selebi beşte birin beşte birinden saymıştır. Yine aynı hadis ganimet taksiminden pay almaya hak kazanan ya da kadın, çocuk, köle ve müşrik gibi ganimette pay hakkı olmayan herkesin, selebi almaya hakkı olduğunu göstermektedir. İmam Şafiî, iki görüşünün birinde, ganimetten pay alama­yanın seiebi de alamayacağını söylemiştir. Çünkü ona göre köle, çocuk, ka­dın ve müşrik, üzerinde icmâ edilen ganimet payında hak sahibi olamazlarsa selebde de olmamaları daha evlâdır. Fakat hadisin lafzı, genel ifade olduğu için birinci görüş daha sahihtir. Çünkü seleb, devlet başkanının: "Kim şöyle şöyle yaparsa veya bir kaleye giden yolu gösterirse ya da bir kelle getirirse, ona şu mükâfat vardır." sözünün hükmüne göre geçerlilik kazanır ve bu sözde cihada teşvik vardır. Halbuki ganimet payı, hiçbir şey yapmasa bile sadece savaşa katılmakla da hak edilir. Seleb ise yapılan bir iş mukabili hakkedilir. Böyle olunca da ceâle (ödül)[44]' gibi değerlendirilir.                       

Yine bu hadis, bir mücahidin, sayıları ne kadar olursa olsun öldürdüğü bütün kâfirlerin selebini üstündeki (eşyalarını) almaya hak sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Ebu Davud, Huneyn savaşında Ebu Taiha'nın yirmi kişi* yi Öldürdüğünü ve hepsinin eşyasını aldığını zikretmektedir[45]

 

ON ALTİNCİ BÖLÜM TÂİF GAZASI

A) TÂİF GAZASI

 

1__ Taiflilerin Putunun Yıktırılması:

 

Hicrî 8. senenin Şevval ayında vukubulmuştur. Bu konuda İbn Sa'd şu rivayeti nakleder: Hz. Peygamber (s.a.) Tâif üzerine yürümek isteyince Tu-feyl b. Amr'ı, Amr b. Humeme ed-Devsî'nin putu Zü'1-Keffeyn'i yıkmaya gönderdi. Bu hususta kabilesinden yardım istemesini, onların da Taife gel­melerini emretti. Tufeyl b. Amr, süratle kabilesine geldi ve akabinde Zü'l-Keffeyn'i yıkıp ateşe verdi. Putun yüzünü alevler sardığında şöyle diyordu:

"Ey Zü'1-Keffeyn! Ben sana ibadet edenlerden değilim. Doğumumuz senin doğumundan öncedir. Ben senin —görüldüğü gibi yüzünü değil— kalbini ateşe verdim."

Tufeyl b. Amr ile beraber kabilesinden dört yüz kişi, Rasûlullah'ın (s.a.) Taife gelişinden dört gün sonra oraya geldiler. Debbâbe[46] ve mancınık da getirilmişti. [47]

 

2— Taif'in Kuşatılması:

 

İbn Sa'd der ki: Hz. Peygamber (s.a.), Huneyn'den Taife doğru yola çıktığında Halid b. Velid ordunun başındaydı. Sakîf kabilesi kalelerini tamir etmişler, bir yıllık ihtiyaçlarım da depolamalardı. Evtâs vadisinde hezimete uğrayınca, kalelerine girip kapılan kapatarak savaş için hazırlandılar. Daha sonra müslümanlan ok yağmuruna tuttular. Çok sayıda müslüman yaralan­dı. Bunun yanısıra on iki kişi de şehit oldu. Hz. Peygamber (s.a.), bugün Tâ-if Mescidi'nin bulunduğu yere çıktı. Yanında hanımlarından Ümmü Seleme ve Zeynep vardı. Her ikisi için birer çardak kuruldu. Rasûlullah (s.a.) Tâif kuşatması boyunca namazım bu iki çardak arasında kılmaktaydı. Kuşatma on sekiz gün sürdü.[48] İbn İshak'a göre ise yirmi küsur gece devam etmiştir.

Kaleyi döğmek için mancınık kurulmuştu. İslâm tarihindeki ilk mancı­nık buydu.

İbn Sa'd der ki: Mekhûl'ün rivayetine göre Rasûlullah (s.a.), Tâifliler üzefine kırk gün mancınıkla atış yapmıştır.[49]

İbn İshak'm rivayeti ise şöyledir: Tâif surlarının dibinde hücuma kalkıl­dığı gün, Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabından bir grup, Debbâbe altına siper alarak Tâif surlarından içeri girip surları yakmak istediler, ancak Sakîfîiler kızgın demir parçaları atarak onları siperlerden çıkartıp ok atmaya başladı­lar ve bir çoğunu öldürdüler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) Sakîf kabilesi­ne ait üzümlerin kesilmesini emretti. Ordakiler de hemen kesime başladılar.

îbn Sa'd, olayın devamını şöyle nakleder: (Sakîfîiler) Allah rızası ve akraba hatırı için kesimden vazgeçmelerini istediler. Hz. Peygamber (s.a.) "Al­lah rızası ve akraba hatırı için vazgeçtim." buyurdu ve görevlendirdiği biri şöyle bağırmaya başladı: "Hangi köle, kaleden çıkıp bize gelirse hürdür." Bunun üzerine on küsur kişi kaleden çıktı, aralarında Ebu Bekre de vardı. Rasûlullah (s.a.) bunların hepsini hürriyetine kavuşturup her birini bir müs-lümana vererek barınak ve yiyecek gibi zaruri ihtayaçlarmı karşıladı. Bu du­rum Tâif halkına çok zor geldi.

Herşeye rağmen henüz Tâif'in fethi tamamlanmamıştı..Rasûlullah (s.a.) Nevfel b. Muâviye ed-Dîlî'ye görüşünü sordu. O da dedi ki: "Tilki ininde-dir, istersen yakalarsın, şayet terkedersen sana zararı dokunmaz." Bunun üze­rine Rasûlullah (s.a.) Hz. Ömer'e yola çıkılacağının duyurulması emrini ver­di. Bu emir ashab arasında gürültüye ve hoşnutsuzluğa sebep oldu. "Tâif fet­hedilmeden gidecek miyiz?" diye söylendiler. Rasûlullah (s.a.): "Öyleyse haydi savaşa!" buyurdu. Hücuma kalkıldı ve birçok müslüman yaralandı. Hz. Pey­gamber (s.a.): "Yarın inşaallah yoia çıkıyoruz." buyurdu. Bu haberi herkes memnuniyetle karşılayıp yola koyulduğunda Rasûlullah (s.a.) gülüyordu. Or-dan ayrıldıklarında şöyle demelerini emretmişti: "Dönüyoruz, tevbe ediyo­ruz, Rabbımiza ibadet ve hamdediyoruz." Bu arada, "Ya Rasûlallah! Sakîf kabilesine beddua ediniz." denildi. Allah Rasûlü de: "Ya Rabbi! Sakîf'e hi­dayet ver, onları bize getir." diye dua etti.[50]

Tâif'te Hz. Peygamber'in (s.a.) ordusundan bir grup sahabî şehit oldu. Sonra Rasûlullah (s.a.) Tâif ten çıktı. Cirâne'ye geldi. Orada umre niyetiyle ihrama girip daha önce yapamadığı umreyi kaza etti ve Medine'ye döndü. [51]

 

3— Sakîflilerin Medine'ye Gelişi:

 

İbn İshak der ki: Hz. Peygamber (s.a.) Tebük'ten Medine'ye Ramazan ayında geldi. Bu ay içinde Sakîf kabilesinden bir heyet O'nu ziyaret etti. Olay şöyle olmuştu: Rasûlullah (s.a.) Tâif'ten ayrılınca, Urve b. Mes'ud O'nu ta­kip etmiş ve Medine'ye girmeden önce O'na yetişmişti. Müslüman olup, Hz. Peygamber'den (s.a.) kendisini kavmine göndermesini, onları İslâm'a davet etmek istediğim bildirdi. Rasûlullah (s.a.): "Onlar seni öldürürler." buyur­du. Zira Allah'ın elçisi, onların İslâm'a girmelerine engel olan bir tekebbür içinde olduklarını biliyordu. Bunun üzerine Urve dedi ki: "Ya Rasûlallah! Onlar beni evlatlarından çok severler." Gerçekten sevilen ve kendisine itaat edilen birisiydi. Bu durumundan dolayı karşı konulmayacağını ümid ederek kavmini İslâm'a davet etmek için çıktı. Kendisine ait olan köşkün üzerinde bu daveti yaptı ve müslüman olduğunu açıkladı. Bunu duyar duymaz ok yağ­muruna tuttular ve isabet eden oklardan biri ölümüne sebep oldu. Urve'ye: "İntikamını almamız için ne yapmamızı istersin?" diye sorulduğunda ceva­ben şöyle demişti: "Bu, Allah'ın bana ihsan ettiği bir şeref ve bana nasıp et­tiği bir şehitliktir. Benim durumum Rasûlullah (s.a.) ile beraber savaşırken şehid olanlardan farklı değildir. Beni onlarla beraber defnediniz." Vasiyet yerine getirildi ve onlarla birlikte defnolundu. Rasûlullah'ın (s.a.) Urve hak­kında: "Onun, kavmi ile arasındaki durumu, Yasin sahibinin kavmi ile ara­sındaki gibidir. "[52] buyurduğu ileri sürülmüştür. [53]

 

4— Tâiflilerin Müslüman Oluşu:

 

Urve'nin ölümünden sonra birkaç ay daha dayanan Sakîf kabilesi, ara­larında bir toplantı yaptı. Etrafındaki Araplarla savaşacak güçte olmadıkla­rını görüp, bîat ederek müslüman olmayı kararlaştırdılar. Daha önce Urve'-yi gönderdikleri gibi birini RasûluUah'a (s.a.) gönderme konusunda ittifak ettiler. Abdi Yâleyl b. Amr b. Umeyr'e meseleyi açtılar. Urve b. Mes'üd'un ya­şında olan bu zat Urve'ye yapılanın kendisine de yapılmasından korktuğu için ilk anda teklifi reddetti ve şöyle dedi: "Benimle beraber birkaç kişi daha gön-dermezseniz isteğinizi yerine getirmem." Bunun üzerine müttefiklerden iki ve Mâlikoğulları'ndan üç kişi gönderilmesi hususunda sözbirliği ettiler. Böy­lelikle altı kişilik bir heyet oluştu. Diğer beş kişi şunlardı: Hakem b. Amr b. Vehb, Şurahbil b. Gîlan, Mâlikoğulları kabilesinden Osman b. Ebi'l-Âs, Evs b. Avf ve Nümeyr b. Hareşe. Hep beraber yola çıktılar. Medine'ye yaklaş­tıklarında bir hendekte konaklarken Muğîre b. Şu'be ile karşılaştılar. Muğî-re'ye, bu haberi müjdelemek çok zor geldi. Yolda Ebu Bekir (r.a.) ile karşı­laşıp durumu ona bildirdi. Hz. Ebu Bekir, Muğîre'ye: "Allah aşkına, ben­den önce davranıp Rasûlullah'a (s.a.) bu konuyu ben açıncaya kadar sen bir şey söyleme." dedi. Muğîre de denileni yaptı. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Rasülul-lah'ın (s.a.) yanma girdi ve heyetin geliş haberini verdi. Sonra Muğîre yolda rastladığı arkadaşlarının yanına gelerek öğleyi beraber geçirdiler ve onlara Ra-sûlullah'ı (s.a.) nasıl selâmlayacaklarını öğretti. Onlar ise Cahiliye selâmında ısrar ettiler. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanma geldiler. Peygamberimizin, mes­cidin bir köşesinde onlar için bîr çadır Kurdurduğu söylenir.

Halid b. Sâid b. el-Âs, Hz. Peygamber (s.a.) ile heyet arasında anlaşma metni yazılıncaya kadar gidip geldi. Metni yazan Halid idi. Rasûlullah (s.a.) tarafından gönderilen yemeği bile Halid'siz yemiyorlardı. Bu hal İslâm'ı ka­bul etmelerine kadar devam etti.

Rasûlullah'a (s.a.) yönelttikleri istekleri arasında büyük putları Lât'ın yıkılmasını üç sene sonraya bırakması da vardı. Hz. Peygamber (s.a.) bu tek­liflerini reddetti. Hiç değilse iki sene, daha sonra bir seneliğine tehirinde ısrar ettiler. Kabul edilmeyince Taife varışlarından itibaren bir aylığına tehirini istediler, ama Rasûlullah (s.a.) bu konuda hiçbir teklifi kabul etmedi. Bun­dan maksatları, putun yıkılmasının, kadınlar, ayak takımı ve çocuklar ara­sında sebep olabileceği taşkınlığın şerrinden korunmaktı. Aynı zamanda bu yıkım hadisesiyle kavimlerinin korkutulmalarmı hoş görmüyorlar, bu yüz­den müslümanhğı kabul etmelerine kadar tehirini istiyorlardı. Rasûlullah (s.a.) bu düşüncelerine rağmen tekliflerini reddetti ve Ebu Süfyan b. Harb ile Mu­ğîre b. Şu'be'yi yıkımı gerçekleştirmesi için gönderdi.

Bir diğer teklifleri; kendilerinin namaz kılmaktan affolunması, bu hu­susta kendilerine bir istisna getirilmesi ve putlannı kendi elleriyle kırmamalarını istemeleriydi. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizi, putlarınızı ellerinizle kır­mamanız konusunda mazur görebiliriz. Namaza gelince, biliniz ki namazın olmadığı bir dinde hayır yoktur."

Tâifliler müslüman olunca Rasûlullah (s.a.) onlara bir yazı yazdı. Os­man b. Ebi'1-Âs'ı da onlara emîr olarak tayin etti. Yaşça en küçükleri olma­sına rağmen İslâm'ı anlamaya ve Kur'an'ı öğrenmeye en azimlisi o idi.[54]

Heyetin elçilik görevi bitip beldelerine doğru yola çıkınca Rasûlullah (s.a.), Ebu Süfyan b. Harb ile Muğîre b. Şu'be'yi de onlarla birlikte, Lâfı kırmala­rı için gönderdi. Taife vardıklarında Muğîre b. Şu'be, Ebu Süfyan'ı öne ge­çirmek istedi. Ebu Süfyan bunu kabul etmedi ve ona: "Kavminin yanına ön­ce sen gir." dedi. Ebu Süfyan, Zi'1-Harem'deki mülkünde kaldı. Muğîre b. Şu'be, geldiğinde putun üzerine çıkıp künkle vurmaya başladı. Muattiboğul-ları da yanlarında bekliyor, Urve'nin başına gelen bunların da başına gelme­sin diye tedbir alıyorlardı. Sakîf kadınları çıkmışlar perişan bir halde ağlaşı-yorlardı. Muğîre balyozu puta indirirken Ebu Süfyan: "Bravo sana, bravo sana" diyordu. Muğîre yıkımı bitirince putun üzerindeki eşyaları ve süsleri

aldı ve altın, gümüş, kolye ne varsa hepsini Ebu Süfyan'a gönderdi.

Ebu Müleyh b. Urve ve Kârib b. Esved, Urve öldürüldüğü zaman daha Sakîf kabilesinin heyeti gelmeden önce Rasûlulîah'a (s.a.) gelip Sakîf ten ay­rılmak istediklerini, onlarla bir araya hiç gelmeyeceklerini söylediler ve müs-Iüman oldular. Rasûlullah (s.a.) onlara: "Kimi isterseniz velî olarak tanıyı­nız." deyince onlar: "Allah ve Rasûlü'nü velî kabul ediyoruz." diye cevap verdiler. Sonra Rasûlullah (s.a.) onlara: "Dayınız Ebu Süfyan b. Harb, veli­niz olsun" teklifinde bulundu, onlar da "Dayımız Ebu Süfyan" karşılığını verdiler.

Tâifliler müslüman olunca, Urve'nin oğlu Ebu Müleyh, babasına ait olan borcun kınlan puttan elde edilen maldan ödenmesini Hz. Peygamber'den (s.a.) istedi, O da muvafakat etti. Bunun üzerine Kârib b. Esved: "Esved'in bor­cunu da öde ya Rasûlallah." dedi. —Urve ve Esved, ana-baba bir öz kardeş­tir.— Rasûlullah (s.a.): "Esved, müşrik olarak öldü." diyfc cevap verdi. Kâ­rib b. Esved: "Ya Rasûlallah; iyi ama borcun ucu ona yakın olan bir müslü-mana dayanıyor." diye karşılık verdi. Bu sözüyle kendisini kastediyordu. "Borç bana düşer, benden istenir." dedi. Rasûlullah (s.a.) Ebu Süfyan'a, Urve ve Esved'in borçlarının puttan temin edilen maldan ödenmesini emretti. O da bu emri yerine getirdi.

Rasûlullah'ın (s.a.) onlara hitaben yazmış olduğu mektupta şöyle deni­liyordu: "Bismillahirrahmanirrahim, Allah'ın Peygamberi Muhamrried'den

mü'minlere: Vecc vadisinin ağacı kesilmez, av hayvanları avlanmaz, kim böyle bir şey yaparken görülürse, sopa ile cezalandırılır, elbisesi çıkarılır, ikinci de­fasında yakalanır, Peygamber Muhammed'e (s.a.) götürülür. Bu Allah'ın Ne-bîsi Muhammed'in (s.a.) emridir."

Halid b. Saîd, Allah'ın elçisi Muhammed b. Abdillah'm (s.a.) emriyle yazdı: "Kimse bu emri çiğnemesin. Yoksa Allah'ın elçisi Muhammed'in (s.a.) emrettiği hususlarda kendi nefsine zulmetmiş olur."[55]

İşte Sakîf kabilesinin baştan sona kıssası bu. Onu olduğu gibi naklettik. Her ne kadar Tâif seferiyle Sakîf kabilesinin müslümanlığı kabul etmeleri ara­sında Tebük seferi ve başka seferler varsa da biz kıssayı kesmemeyi, bir bü­tün olarak nakletmeyi tercih ettik ki, kıssa ile ilgili fıkhî meseleler ve hüküm­ler bir arada bulunabilsin. [56]

 

B) TÂÎF GAZASINDAKİ FIKHÎ HÜKÜMLER

 

1— Tâif Gazasındaki Fıkhî Hükümler:

 

Bu olayda fıkıhla ilgili olarak şu hükümler bulunmaktadır:

1— Haram aylarında savaşmak caizdir, önceden haram olan bu hüküm neshedilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.), Medine'den Mekke'ye doğru hareket ettiğinde Ramazan ayının sonlarıydı, yani Ramazan'dan on sekiz gün geç­mişti. Bunun delili ise Ahmed b. Hanbel'in Müsnedm&e İsmail—Halid el-Hazzâ'—Ebu Kılâbe—Ebu'l-Eş'as aracılığıyla Şeddâd b. Evs'ten naklettiği şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte fetih yılında Bakî' denilen yerde Ramazan'ın on sekizinci günü hacamat yapan bir adama rastlamıştık. Rasû­lullah (s.a.), elimi tutarak: "Hacamat yapan ve yaptıranın orucu bozulur." buyurdu.[57] Bu rivayet, Ramazanın onuncu günü çıkıldığını bildiren rivayet­ten daha sahihtir ve bu rivayetin isnadı Müslim'in şartlarına göredir. Müslim bu isnadla rivayeti "Muhakkak ki Allah ihsanı herşeyde farz kılmıştır." ha­disinde zikretmiştir[58]

Peygamberimiz (s.a.) Mekke'de on dokuz gün kalmış ve namazlarını kı­saltarak kılmıştır. Sonra Hevâzin üzerine yürümüş, daha sonra da Tâif üze­rine yönelmiştir. İbn İshak'a göre yirmi küsur gün, İbn Sa'd'a göre ise onse-kiz gün Tâif'İ kuşatma altında tutmuştur. Mekhûl, kuşatma süresinin kırk gün olduğunu söyler.[59] Düşünüldüğünde görülecektir ki, kuşatmanın bir kıs­mının mutlaka Zilkade ayında olması gerekir. Fakat şöyle de düşünülmesi mümkündür: Savaşa ancak Şevval ayında başlanmış, daha sonra haram ayı olan Zilkade ayı girdiği halde savaş kesilmemiştir. Böyle de olması mümkün iken, savaşın haram ayında başladığını nereden biliyorsunuz? Bir konuya baş­lamakla, başlanmış bir işi devam ettirmek arasında fark vardır.

2— Mü'min bir erkek hanımıyla savaşa gidebilir. Zira Hz. Peygamber (s.a.), bu seferde hanımlarından Ümmü Seleme ile Zeyneb'i de yanma almış-

3— Savaşa fiilen iştirak etmeyen kadınların ve çocukların ölümüne se-"bebiyet verse bile, kâfirlere karşı mancınıkla atış yapmak caizdir.

4—Kâfirleri maddeten ve manen çökerteceği anlaşıldığı takdirde onlara ait ağaçlan kesmek caizdir. Zira onları en çok kahreden bu davranıştır.

5—  Müşriklerden kaçıp müslümanlara sığınan köle hürriyetine kavuş­muş sayılır. Saîd b. Mansûr, İbn Abbas'tan naklettiği bir hadiste şöyle de­mektedir: "Rasûlullah (s.a.) köieler efendilerinden önce geldikleri zaman onları azad ederdi. "[60]

Yine Saîd b. Mansûr'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.), köle ve efendisi hakkında iki şekilde hüküm vermiştir: Birincisi: Köle, efendisin­den önce dârulharbden çıkmış ise, onu azad etmiştir. Sonradan efendisi dâ-rulharbden çıkıp gelse de köleyi ona iade etmemiştir. İkincisi: Efendi önce çıkar, köle de daha sonra çıkarsa köle efendisine iade edilirdi.

Şâ'bî, Sakîf kabilesinden birinin şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygam-ber'den (s.a.) Ebu Bekre'yi bize iade etmesini istedik. Ebu Bekre bizim köle-mizdi ve Rasulullah (s.a.) Taîf'i kuşatırken gelip müslüman olmuştu. Rasu­lullah (s.a.) onu bize geri vermeyi reddetti ve dedi ki: "O, önce Allah'ın, sonra Rasûlü'nün azathsıdır."[61]

İbn Münzir der ki: "İlim erbabının tamamı bu görüştedir."

6— İmam (kumandan) bir kaleyi kuşatıp fethine muvaffak olamazsa ve müşlümanların maslahatını da geri çekilmekte görürse, çekilebilir, kuşatmaya devam etmesi gerekmez. Ancak kuşatmanın devamında daha büyük mas­lahat söz konusuysa o durumda sabredip dayanmaları gerekir.

6— Rasulullah (s.a.) Mekke'ye girmek niyetinde olduğu için Cirâne'de umre niyetiyle ihrama girmiştir. Böylelikle Tâif'ten veya daha sonra gelen (Ci-râne'den önceki) yerlerin birinden yola çıkan kimsenin Cirâne'de ihrama gir­mesi sünnet olmuştur. İlimden nasip almamış birçok kimsenin Mekke'den çıkıp Cirâne'de umre niyetiyle ihram giymesi konusuna gelince, bu durum Rasu­lullah (s.a.) ve ashabından hiç birinin yapmadığı, ilim erbabından hiç kimse­nin de hoş karşılamadığı bir husustur. Bunu ancak avam sınıfı yapmış ve bu hareketleriyle de Rasûlullah'a (s.a.) uyduklarım iddia etmişlerse de bu iddia­larında yanılmışlardır. Zira O Tâif'ten Mekke'eye girerken ihrama girmiştir, yoksa ihrama girmek niyetiyle Mekke'den çıkıp Cirâne'ye gitmemiştir. Bu iki durum birbirinden tamamen farklıdır. Başarı Allah'tandır.

8— Allah (c.c), Peygamberinin (s.a.) Sakîf kabilesini hidayete ulaştır­ması hususundaki duasını kabul buyurmuştur. Halbuki onlar Rasûlullah'a (s.a.) karşı savaşmışlar, ashabından bir grubu öldürmüşler, aynı zamanda on­ları Allah'ın dinine davet etmesi için gönderdiği elçisini de öldürmüşlerdi. Ama bütün bunlara rağmen Hz. Peygamber (s.a.) onlara dua etmiş, beddua etme­miştir. Bu, tamamiyle O'nun sınırsız merhameti ve sonsuz muhabbetinin ke-mâlindendir.

9— Ebu Bekir Sıddîk'm (r.a.) Rasûlullah'a (s.a.) duyduğu sevginin ke­mâli, her vesileyle O'na yakınlaşmayı hedef alması ve mümkün olan her yol­la O'na duyduğu muhabbeti duyurması. Bu yüzdendir ki, Hz. Ebu Bekir, Mu-ğîre'den Tâif'ten gelen heyetin geliş müjdesini Rasûlullah'a (s.a.) götürmeyi kendisine bırakmasını, böylece O'nu müjdeleyen ve dolayısıyla sevindirenin kendisi olmasını istemişti. Bu hâdise; bir'kişinin mü'min kardeşinden, kişiyi Allah'a (c.c.) yaklaştıracak fiillerden birini yapma hususunda kendisine ön­celik vermesini isteyebileceğini, kardeşinin de diğerini kendi nefsine tercih ede­rek önceliği ona vermesinin caiz olduğunu ortaya koyar. Bazı fakihlerin; "İtaat ve ibâdet kasdıyla yapılan işlerde başkalarını öne geçirmek, onları kendi nef­sine tercih etmek caiz değildir." şeklindeki sözleri doğru değildir. Hz. Aişe (r.a.), evinde Rasûlullah'ın (s.a.) yanma defnedilmesi hususunda Ömer b. Hat-tâb'ı kendi nefsine tercih etmiştir. Hz. Ömer bunu istemiş ve ne onun isteme­si, ne de Hz. Âişe'nin ikramda bulunarak hakkını ona vermesi mekruh gö­rülmüştür. Bu duruma göre bir mü'min diğerinden mescidde birinci saftaki yerini kendisine vermesini isterse, ne onun istemesi, ne de diğerinin vermesi mekruhtur. Buna benzeyen diğer konularda da hüküm böyledir. Kim sahabe-i kiramın hayatım öğrenir ve üzerinde düşünürse, onların bu konuda hiçbir hoşnutsuzluk göstermediğini ve böyle bir teklif karşısında çekingen davranma­dıklarını görecektir. Bu bir kerem ve bir cömertlikten, rnü'min kardeşini se­vindirmek, kadrini yüceltmek, kendinden isteneni vermek ve onu hayra teş­vik etmek için nefsine en sevimli gelen konularda bile onu kendisine tercih etmekten başka ne olabilir? Muhtemeldir ki şu saydığımız güzel huylardan her birinin sevabı, işlenecek o taat ve ibadetin sevabından daha fazladır. Bu durumda başkasını kendisine tercih eden bir (mânevi) ticarette bulunmuş, tâat ve ibadet hakkını verip karşılığında kat kat fazlasını almıştır. Bu esasa göre yanında suyu bulunan bir kimsenin bu suyu abdest alması için arkadaşına verip, (ikisinden biri teyemmüm yapacaksa) kendisinin de teyemmüm yap­masında bir mâni yoktur. O, bu durumda kardeşini kendi nefsine tercih et­miş ve böylece hem o güzel davranışının sevabını kazanmış, hem de toprakla temizlik sağlamanın faziletini elde etmiştir. Bu durumu ne Kur'an, ne sün­net, ne de üstün ahlâk prensipleri men eder. Yine bu esasa göre, bir grup ara­sında susuzluk had safhaya gelmiş, ölümü yakînen hissetmeye başlamışken, bazılarının yanında bulunan bir parça suyu bir diğerine vererek kardeşini kendi nefsine tercih ederken kendisi vefat etmişse bunda bir beis yoktur ve o kim­seye "nefsinin katili oldu, haram fiil işledi" denemez, bilakis bu davranış, cömertliğin ve lütufkârlığın zirvesidir. Cenab-i Hakk'ın da buyurduğu gibi: "Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları öz canlarına tercih ederler."[62] Böyle bir olay bizzat ashabtan bir grubun, Şam'ın fethi sırasında başından geçmiş ve bu onların faziletlerinden sayılmıştır. Üzerinde ittifak edilmiş veya âlimler arasında ihtilâf olunmuş bir ibadetin sevabım ölüye hediye etmek, ba­ğışlamak, sevabından istifade hususunda ona öncelik vermek, onu kendi nef­sine tercih etmek değil midir? İşte bu, aynen tâat ve ibadette başkasını kendi nefsine tercih gibidir. Bir fiili yapmak hususunda başkasını kendisine tercih etmek ile, o fiili yapıp sevabım başkasına bağışlamak suretiyle onu kendi nef­sine tercih etmek arasında ne fark vardır? Başarı Allah'tandır.

10— Yıkmaya ve ortadan kaldırmaya muktedir hale geldikten sonra şirkle ve tâğutlarla ilgili herhangi bir yeri bırakmak caiz değildir. Çünkü onlar küf­rün şiarı, sembolü, İslâm'da hoş görülmeyen şeylerin en büyüğüdür. Böyle yerleri yıkmaya gücü yetecek birinin yıkmayıp öylece bırakması kesinlikle caiz değildir. Kabirlerin üzerine yapılan, insanların Allah'ı (c.c.) terkedip onları tapılacak putlar ve tâğutlar olarak kabul ettikleri yerlerin de hükmü budur. Tazimle ve bereket umarak yanına varılan, adak adanan, öpülen taşlardan da herhangi birini yıkmaya kudreti bulunduğu halde onu yeryüzünde bırakmak caiz değildir. Bu çeşit taşların çoğu eski putlardan Lât, Menât ve üçün­cüleri olan Uzzâ'nm yerini tutmuşlardır. Bunların sebep oldukları şirk ise daha-büyüktür. Yardım Allah'tandır.

O günkü putlara tapanlardan hiç kimse, o putların yaratan, rızık veren, öldüren ve dirilten varlıklar olduklarına inanmıyorlardı. O putların yanında ve putlara karşı yaptıkları şey, bugünkü müşrik kardeşlerinin kendi putları­nın yanında yaptıklarından ibaretti. Böyle yapanlar kendilerinden öncekile­rin sünnetine tâbi olmuş, onların yolunu adım adım izlemiş ve her konuda karış karış, kulaç kulaç onlara uymuşlardır. İlmin ortadan kalkması, cehale­tin açığa çıkması yüzünden şirk, bir çoklarına galip gelmiştir. Bunun sonucu maruf münker olarak, münker de mâruf olarak, sünnet bid'at diye, bid'at da sünnet diye kabul edilir olmuştur. Küçükler böyle bir ortamda büyüyor, büyüklerse aynı ortamda ihtiyarlıyorlar. İsiâmî sembollerin nuru söndü ve İslâm'ın garipliği daha da arttı. Âlimlerin sayısı azaldı, sefîh ve âdi insanlar çoğaldı. Her türlü şer yeşerdi, sıkıntılar şiddetlendi. İnsanların elleriyle yap­tıkları ve kazandıkları şeyler yüzünden karada ve denizde fîtne-fesat açığa çıktı. Fakat herşeye rağmen Hakk'a tâbi olan Muhammedi bir cemaat da bu­gün hâlâ mevcuttur, bunlar kıyamete kadar şirk ve bid'ata karşı cihadlannı sürdüreceklerdir.

11— Devlet başkanımı,, putlara ve tâğutlara ait mallan cihad için ve müs-lümanların menfaati uğrunda sarfetmesi caiz, hatta kendisine getirilen bu mal­lan alıp askerleri ve İsiâmî maslahatlar için harcaması vaciptir. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.), Lâfın mallarım almış, kalbini kazanmak maksa­dıyla Ebu Süfyan'a vermiş; Urve ve Esved'in borçlarını, o maldan ödemiştir. Kabirlerin üzerlerine yapılan türbelerin de yıkılıp yerlerinin ya ıktâ yoluyla mücahitlere verilmesi, ya da satılıp elde edilen meblağın müslümanlarm ya­rarına harcanması gerekir, [63] O türbelere ait vakıfların hükmü de böyledir. Zira o vakıflar İslâm'a göre geçersizdir, malları yok hükmündedir, kamu ya­rarına sarfedilmesi gerekir. Vakıf, ancak Allah'a ibadet ve Rasûlü'ne itaat kasdıyla tesis edildiği takdirde sahih olur. Türbe adına vakıf tesis etmek sa­hih değildir. Kabirlerin süslenmesi, onlara azamet ve ululuk izafe edilmesi, adak adanması, ziyaret kasdıyla gidilmesi, yegâne mabud terkedilerek ibadet olunması, tapılacak putların yerine konulması da sahih değildir. Bu konuda müslümanlarm imam olarak kabul ettikleri ilim adamları arasında ve onla­rın yolundan giden âlimler arasında herhangi bir ihtilâf sözkonusu değildir.

12—; Vecc vadisi (Tâif'te bulunan bir vadinin adıdır) haram bölgedir, o bölgede avlanmak ve ağaç kesmek haramdır. Ancak fakihler bu konuda ihtilâf etmişlerdir. Fakihlerin çoğu demişlerdir ki: Yeryüzünde Mekke ve Me­dine'nin dışında hara^n bölge yoktur. Ebu Hanıfe, Medine'nin haram bölge olması konusunda diğer fakihlere muhalefet etmiştir. Şafiî'den ise bu konu­da iki görüş nakledilmiştir. Bu görüşlerinden birinde: Vecc vadisi haram böl­gedir, avlanmak ve ağacını kesmek haramdır, demiştir. Bu görüşüne delil ola­rak iki hadis zikretmiştir. Birincisi daha önce naklettiğimiz hadistir. İkincisi: Urve b. Zübeyr'in babasından naklettiği hadistir ki, orada şöyle buyurulmak-tadır: "Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: Vecc vadisinin avını avlamak ve ağacını kesmek haramdır, Allah için haram kılınmıştır." Bu hadisi İmam Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir[64] Bu hadis Muhammed b. însân yoluyla bilinmekte, o ise Urve'ye dayanan bu hadisi babasından nakletmek­tedir. Buharı, Tarihinde, (bu şahıs hakkında): "Ona uyulmaz." demiştir.

Ben derim ki: Urve her ne kadar babasını görmüşse de ondan hadis din­lediği şüphelidir. Allah, en iyi bilendir. [65]                      

 

2— Hz. Peygamberin (s.a.) Zekât Tahsildarları Göndermesi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye geldiğinde ve hicretin 9. senesi girince, zekât toplamaları için zekât memurlarım Araplara gönderdi. Ibn Sa'd der ki: Sonra Allah Rasûlü (s.a.) zekât memurlarını gönderdi. Diyorlar ki: Rasûlul-lah (s.a.) 9. sene Muharrem ayının hilâlini görünce, [66] Arapların zekâtlarım toplamak için memurlarını gönderdi. Bunlardan Uyeyne b. Hısn'ı Temîmo-ğullarına, Yezîd b. Husayn'ı Eşlem ve Gıfâr kabilelerine, Abbâd b. Bişr el-Eşhelî'yi Süleym ve Müzeyne kabilelerine, RâfT b. Mekîs'i Cüheyne kabile­sine, Amr b. Âs'ı Fezâreoğullarına, Dahhâk b. Süfyân'ı Kilâboğullarına, Bişr b. Süfyân'ı Kâ'boğullarına, İbnü'l-Lutbiyye el-Ezdî'yi Zabyanoğullarına gön­derdi. Rasûlullah (s.a.) zekât memurlarından, alacakları malın orta halli ol­masına, sahibinin elindeki malların en iyilerini almamalarına dikkat etmele­rini istedi.[67] Denilir ki: "İbnü'l-Lutbiyye görevini tamamlayıp geldiği zaman Peygamberimiz (s.a.) ondan hesap vermesini istedi."[68] Peygamberimizin  (s.a.) bu davranışında, memurlardan ve mûtemedlerden hesap vermelerini is­temenin caiz olduğuna, şayet ihanet ettikleri açığa çıkarsa, onları azledip yer­lerine daha güvenilir başka görevlileri tayin etmenin gerekli olacağına delil vardır.

İbn İshak der ki: Peygamberimiz (s.a.) Muhacir b. Ebî Ümeyye'yi San'-a'ya gönderdi. O oradayken el-Ansî (Hz. Peygamber'e) karşı isyan etmişti. Ziyâd b. Lebîd'i Hadramut'a, Adiy b. Hâtem'i Tayy ve Esedoğullarına, Mâ­lik b. Nüveyre'yi Hanzalapğullarına gönderdi. Sa'doğullarınm zekâtını top­lama görevini iki kişiye verdi: Zibirkân b. Bedr'i kabilenin bir tarafına, Kays b. Âsim'ı öbür tarafına gönderdi. Alâ b. Hadramî'yi Bahreyn'e, Hz. Ali'yi de —Allah hepsinden razı olsun— Necran'a göndererek o bölgelerin zekâtla­rını ve cizyelerini toplamakla görevlendirdi.[69]

 

ON YEDİNCİ BÖLÜM HİCRETİN DOKUZUNCU YILI OLAYLARI

A) HİCRETİN DOKUZUNCU YILI SERİYYELERİ

 

1— Uyeyne b. Hısn Seriyyesi:

 

Uyeyne b. Hısn el-Fezârî komutasında bir seriyye bu senenin Muharrem ayında Temîmoğullan üzerine yola çıktı. Hz. Peygamber (s.a.) onu bu seriy­ye ile, içlerinde Muhacir ve Ensar'dan kimsenin bulunmadığı elli kişilik bir süvari birliğinin başında onlarla savaşmak için göndermişti. Askerî birlik ge­ce yürüyor, gündüz gizleniyordu. Temîmoğullarına vardıklarında, bir grup insan sahrada hayvanlarını otlatırlarken onlara hücum ettiler. Çobanlar da gelen kalabalığı görünce bırakıp kaçtılar. Orada bulunan on bir erkek, yirmi bir kadın ve otuz çocuk tutuklanarak Medine'ye getirildi ve Remle bt. Hâ-ris'in evine konuldular.  [70]                        

 

2— Temımoğullarımn Medine'ye Gelişi:

 

Bunların arkalarından Utârid b. Hâcib, Zibirkân b. Bedr, Kays b. Âsim, Akra' b. Habis, Kays b. Haris, Nuaym b. Sa'd, Amr b. Ehtem ve Rebâh b. Haris gibi Temımoğullarımn ileri gelenlerinden oluşan bir heyet Medine'ye geldi. Kadınlarını ve çocuklarını görünce ağladılar ve sabırsızlanarak Hz. Pey-gamber'in (s.a.) kapısına geldiler, "Ey Muhammedi Dışarı çık!" diye bağır­dılar. Rasülullah (s.a.) dışarı çıktı. Bilâl (r.a.) namaz için kamet getirdi. Bu arada heyet üyeleri Rasülullah (s.a.) ile konuşmak istiyorlardı. Peygamberimiz bir müddet onların yanında durdu, sonra geçip öğle namazını kıldırdı. Daha sonra mescidin avlusunda oturdu. Heyet üyeleri, Utârid b. Hâcib'i öne çıkardılar. Utârid, heyet adına bir konuşma yaptı. Allah Rasülü (s.a.) de Sa­bit b. Kays b. Şemmâs'a, cevaben bir konuşma yapmasını emretti. Allah (c.c), heyeti teşkil edenler hakkında şu âyet-i kerimeleri indirdi: "(RasûFüm) Sana odaların arkasından bağıranların çoğu, aklı ermez kimselerdir. Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi elbette kendileri için daha iyi olur­du. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."[71]Hz. Peygamber (s.a.) esirle­ri geri verdi. Temîmoğuiiarımn şairi Zibirkân kalktı ve övünerek şu şiiri söyledi:

"Bizler kerim insanlarız, bize denk olacak bir kabile yoktur. Krallar bizden çıkar, mabedler bizimle imar olunur.

Ganimet toplama sırasında kabilelerin çoğunu mağlup ettik. İzzetin -ve kuvvetin- faziletine tâbi olunur.

Biz öyle kimseleriz ki kıtlık vakti, yağmur yağmadığı zaman, İkramda bulunanlarımız -başkalarım- et kebabıyla doyurur.

Şu gördüğün şeylerle, insanların efendileri her bir yöreden bize süratle-gelirler, biz de -getirilen şeyleri yemek olarak- hazırlayıp Allah yolunda in-fak ederiz.

Asaletimizden kaynaklanan bir cömertlikle gelenler İçin semiz, iri hör-güçlü, hastalıksız develeri keseriz ve yiyenlerin hepsi doyarlar.

Herhangi bir kabileye karşı övündüğümüzde, bu övünmeden yararlan­dıklarını, nasiplerini aldıklarım görürsün.

Bu konuda bize karşı övünenleri tanırız ve kavmimiz çeşitli haberler din­lerken geri dönerler.

Biz herkese karşı dururuz ama kimse bize karşı duramaz. Aynı zamanda kendimizi överken yüceliriz."

islâm şairi Hassan b. Sabit kalktı ve irticâlî olarak cevaben şu surem:

"Fihr ve kardeşlerinin önde gelen kişileri, insanlara uyacaktan bir âdeti açıkladılar.

Kalbinde Allah'a karşı takva duygusu bulunanlar ve her türlü hayrı işle­yenler bu âdeti memnuniyetle kabul ederler.

O öyle bir kavimdir ki savaştıkları zaman düşmanlarını zarara sokar, ta­raftarlarına da faydalı olmaya çalışırlar ve olurlar da...

Bu onların cevherlerinde mevcut olan bir haslettir. Biliniz ki hasletlerin en kötüleri sonradan ortaya çıkanlardır.

Diğer insanlardan onların önüne geçenler olursa, onların bu geçişi o kav­min -yani bizim- en basit geçişimizin gerisinde kalır.

İnsanlar savunma sırasında ellerinin tahrip ettiği şeyleri tamir etmezler, tamir ettiklerini de tahrip etmezler.

Eğer başkalarıyla müsabakada bulunurlarsa onları geçerler. Ya da en şe­refli kimselerle boy ölçüşürlerse onlara da galip gelirler.

Çok iffetlidirler. Onların bu iffeti hakkında vahy nazil oîdu. Hiç bir pis­liğe bulaşmazlar. Dünyaya düşkünlükleri de onları kirletmez.

Komşularına ikram ve ihsanda bulunmak hususunda cimrilik etmezler. Dünya hırsından bir pislik de onlara bulaşmaz.

Bir kabileye karşı düşmanlığımızı açığa vurduğumuz zaman, biz o kabi­leye doğru, yavrusunun yaban ineğine doğru yürüdüğü gibi yürümeyiz.

Harbin pençeleri bize ulaştığı ve karşımızdaki ödlekler bu pençelerin tır­naklarından irkildiği zaman biz yüceliriz.

Düşmanlarım kahrederlerse bundan dolayı böbürlenmezler. Kendileri bir felâkete uğrarlarsa bundan dolayı da zillete düşüp paniğe kapılmazlar.

Sanki onlar harpte, ölüm karşılarında çok cılız bir mahluk gibi âcizle-şen, ayaklarının bağ yerlerinde eğrilik bulunan Hüye'deki (Yemen'de arslan-larıyla meşhur bir yer) arslanlar gibidirler.

Gazaplandıkları zaman kendiliğinden sana geleni al. Sakın vermek iste­medikleri şeyi almaya kalkışma.                              

Onlara düşmanlığı terket. Çünkü onlarla savaşmakta üzeri ze hirli otlarla kaplanmış bir şer vardır.

Arzular ve taraftarlar farklılık arzettikleri zaman sen Rasûlullah'ın kendilerine taraftar olduğu kavme ikramda bulun.

Bu övgümü onlara, sevdiği şeyleri vasfetmede gergef işler gibi mahare olan bir dilin kendisine yardımcı olduğu dil hediye etti.

Onlar bütün kabilelerin en faziletlisidirler, ister ciddi olarak konuşsu: ı-lar, isterse alay etsinler (bu hüküm değişmez.)"

Hassan şiirini bitirince Akra' b. Habis dedi ki: 'Bu adam hakikaten ba­şarılı birisi, konuşmacısı bizim konuşmacımızdan, şairi de şairimizden daha kudretli, sesleri de sesimizden gür çıkıyor." Daha sonra oradakilerin hepsi müslüman oldu. Rasûlullah (s.a.) da en güzel hediyeler takdim ederek onları mükâfatlandırdı.                                                                                 

îbn İshak der ki: Temîmoğullan heyeti gelince mescide girdiler ve heyöt-tekiler: "Dışarı çık ey Muhammedi" diye bağırdılar. Bu şekilde bağırmaları Rasûlullah'ı (s.a.) rahatsız etmişti, daha sonra yanlarına gelince de şöyle de­diler: "Seninle Övünme yarışı yapmaya geldik, şairimize ve konuşmacımıza izin ver." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Evet, konuşmacınıza izin verdim, haydi kalksın." karşılığını verince, Utârid b. Hâcib kalktı ve şöyle bir konuşma yaptı: "Bizlere ihsanda bulunan ve bizleri kral yapan Allah'a hamdolsun. O bize hayır işlerde kullandığımız pek çok servet vermiştir. O bizi şark milletlerinin en azizi, en kalabalığı ve savaş için en -kısa zamanda hazırlananı kılmıştır. İnsanlar arasında kim bizim gibidir? İnsanların reisleri ve fazilet sahibi olanları biz değil miyiz?.Kim bizimle övünme yarışını göze alabilecekse bizim saydığımız meziyetlerin benzerlerini saysın bakalım! İste­seydik daha çok şeyler söyleyebilirdik fakat biz, bize ihsan olunan nimetler üzerine sözü uzatmaktan utanırız. Bu sözleri, bizimkine benzer bir sözünüz, işimizden üstün bir işiniz varsa getiresiniz diye söylüyorum." Böylece sözü­nü bitirip oturdu. Daha sonra Rasûlullah (s.a.) Sabit b. Kays b. Şemmâs'a: "Kalk ve cevap ver." diye emretti. O da kalktı ve şöyle dedi: "Gökleri ve yeri yaratan Allah'a hamdolsun. Göklerde ve yerde hükmünü yürüten O'-dur. İlmi, kürsîsini kuşatmıştır. Herşey O'nun ihsânındandır. Sonra bizi hü­kümran kılması da O'nun kerem ve ihsânındandır. O, mahlukatın en hayırlı­sını Peygamber olarak seçmiştir. O Peygamber ki, baba tarafından insanla­rın en şereflisi, insanların en doğru sözlüsü ve ana tarafından en üstünüdür. Allah (c.c.) O'na kitabını indirmiş ve kullan üzerine emîn kılmıştır. O, bü­tün âlemlerin en hayırlısıdır. Sonra O, bütün insanları Allah'a iman etmeye çağırmış, ilk olarak bu davete karşılık vererek iman edenler Muhacirler ol­muştur. Onlar kendi kavminden ve akrabasındandirlar, insanların soyca en şereflisi» simaca en güzeli, iş bakımından en hayırlısı di rlar. Daha sonra Al­lah'ın Rasûlü davet ettiği zaman, yaratıklar içinde bu davete ilk icabet eden biz olduk. Bizler Allah'ın yardımcıları ve Rasûlü'nün her bakımdan destek­çileri olduk, insanlar imana kavuşuncaya kadar onlarla harbe devam edece­ğiz. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne iman ederse, malı ve kanı korunmuştur. Kim küfrüne devam ederse, onunla Allah yolunda sonuna kadar savaşırız. Öyle­lerini katletmek bize göre çok kolaydır. Bu sözümü söyler, erkek-kadm bü­tün müslümanlar için Allah'ın mağfiretini niyaz ederim. Size selâm olsun."

Daha sonra İbn İshak, Zibirkân'ın şiir okumasını ve Hassân'ın daha önce naklettiğimiz beyitlerle ona cevap vermesini zikreder. Hassan sözünü bitirin­ce, Akra' b. Haâbis dedi ki: "Bu adamın konuşmacısı bizim konuşmacımız­dan, şairi de bizim şairimizden daha kudretli, sözleri bizim sözlerimizden da­ha yüce." Daha sonra Rasûlullah (s.a.), herbirine en güzel şekilde ikramda bulundu. [72]

 

3—Kutbe b. Âmir b. Hadîde Seriyyesi:

 

Seriyyenin gidişi hicrî senenin Safer ayında idi. İbn Sa'd, bir rivayetinde der ki: Rasûlullah (s.a.), Kutbe b. Âmir M yirmi kişilik bir birlikle Tebâle ta­raflarında Has'amhlar'ın bulunduğu bölgeye gönderdi ve onlara baskın yap­malarını emretti. Binmek için yanlarına on deve alıp yola çıktılar. Yolda bi­rini yakaladılar ve sorguya çektiler, ama hiçbir bilgi alamadılar. Aynı adam, az sonra orada bulunanlara bağırıp uyarmak istedi, bu yüzden boynunu vur­dular. Gecenin yaklaşıp oradakilerin uyumasını beklediler, sonra da baskın yapıp şiddetli bir çarpışmaya başladılar. Her iki tarafta da çok sayıda yaralı vardı. Kutbe b. Âmir, öldürebildiğini öldürdü. Ele geçirdikleri deve, davar ve kadın cinsinden ganimetleri, Medine'ye getirdiler. Bu rivayette şu bilgi de vardır: Has'amlılar toplanıp, hayvanlarına binip müslüman birliği takip et­mek istedi. O sırada Allah (c.c.) büyük bir sel gönderdi ve bu sel Has'amlılar ile müslüman birliğin arasında öyle bir engel oluşturdu ki, müslümanlar de­ve, davar ve esirleri sürüp götürürken oniar bakıp duruyor, ama selden kar­şıya gecemi yor Iardı. Müslüman birlik gözden kayboluncaya kadar bu hal böyle devam etti.[73]

 

4— Dahhâk b. Süfyân el-Kilâbî Seriyyesi:

 

Dahhâk b. Süfyân el-Kİlâbî seriyyesiirin, hicretin 9. senesi Rabîule1 ayında Kilâboğullarına gönderilmesi.

Nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.) Kilâboğullarına bir askeri birlik gönderdi. Başlarında Dahhâk b. Süfyân b. Avf et-Tâî vardı. Beraberinde de Asyad b. Seleme bulunmaktaydı. Züccü Lâve denilen mevkide kilâboğulları­na rastladılar ve onları İslâm'a davet ettiler, reddetmeleri üzerine de onlarla savaşıp mağlup ettiler. Asyad, babası Seleme'yi yakaladı. Seleme o esnada Zücc'de bir nehirde atının üzerindeydi. Asyad onu İslâm'a davet edip kendi­sine eman verdi. Fakat o, hem oğluna hem de oğlunun dinine sövdü. Bunun üzerine Asyad babasının atının iki bacağını kılıçla vurdu. At arkası üstü dü­şünce Seleme de suya düştü ve oğlu mizrağıyla bastırarak onu suda tuttu ve bir başkası gelip öldürdü. Asyad (edebinden dolayı) babasını kendi eliyle öl­dü rmemişti.[74]

 

5— Alkame b. Mücezziz Seriyyesi:

 

Alkame b. Mücezziz el-Müdlîcî seriyyesinin, hicretin 9. yılı RabîuieVvel ayında Habeşliler üzerine gönderilmesi.

Nakledildiğine göre, Hz. Paygamber'e (s.a.) bir grup Habeşlinin Cidde-liler tarafından görüldüğü haberi ulaştığında, Alkame b. Mücezziz'i üç yüz kişilik bir askeri birlikle üzerlerine gönderdi. Birlik denizde bir adaya var­mıştı, ancak dalgaların kabarmasından korkup geri döndüler. Bu arada ba­zıları ailelerinin yanma dönmek için acele ediyorlardı. Bunun için Alkame'-den izin istediler. Alkame de bunlara izin verdi ve aralarında bulunan Ab­dullah b. Huzâfe es-Sehmî'yi başlarına emîr olarak tayin etti. Abdullah, şa­kacı bir şahıstı. Bir aralık yolda konaklamış ve ısınmak için ateş yakmışlardı. Abdullah: "Şu ateşe atılmanızı kesinlikle emrediyorum." dedi. İçlerinden bir grup ayağa kalktı ve hazırlandı. Oradakiler ateşe atılacaklarını sandılar. Bu arada Abdullah: "Oturunuz, ben size şaka yaptım." dedi. Bu olayı Rasülul-lah'a (s.a.) anlattıklarında buyurdular ki: "Kim size günah işlemenizi emre­derse, ona itaat etmeyiniz."

Ben derim ki: Buharı ve Müslim'in Sahih'ler'mde Hz. Ali'den şöyle bir rivayet nakledilmektedir: Hz. Peygamber (s.a.), bir askerî birlik gönderdi. Başlarına Ensar'dan birini komutan tayin etti. Birliktekilere de, başlarında bulunan şahsın sözünü dinlemelerini ve kendisine itaat etmelerini emretti. Bir ara komutanı kızdırdılar. O da: "Odun toplayıp bana getirin." dedi. Topla­dılar. "Ateş yakın." diye emrettikten sonra: "Rasûlullah (s.a.) size, beni din­lemenizi emretmedi mi?" diye sordu. Onlar da: "Evet, emretti." dediler. Bu­nun üzerine: "Öyleyse girin şu ateşe!" dedi. Oradakiler birbirlerine bakakal-dılar ve dediler ki: "Biz Allah Rasûlüne (s.a.) ateşten kurtulmak için sığın­mıştık." Sonunda öfkesi geçinceye kadar bu vaziyette kaldılar ve ateş söndü­rüldü. Medine'ye döndüklerinde bu olayı Allah Rasûlü'ne (s.a.) anlattılar. O da buyurdu ki: "Eğer ateşe girselerdi, bir daha ondan çıkamazlardı." Ve yine buyurdu ki: "Allah'a isyan sözkonusu olan hususlarda başkasına itaat edilmez; itaat ancak iyi olan, meşru olan şeyler hususundadır."[75]

Hz. Ali'nin bu rivayeti, yukarıda bahsi geçen komutanın Ensar'dan ol­duğunu; Alkame tarafından değil, Hz. Peygamber (s.a.) tarafından tayin edil­diğini ve öfkelenmesinin onu bu işe sevkettiğini açıklığa kavuşturmaktadır.

Ahmed b. Hanbel'in Müsneef inde İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, "Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Peygamberce ve sizden olan buyruk sa­hiplerine itaat edin."[76] âyet-i kerimesi, Abdullah b. Huzâfe b. Kays b. Adiy hakkında nazil olmuştur. Allah Rasûiü (s.a.) onu bir askerî birliğin başında göndermişti.[77] Bu duruma göre yukarıdaki rivayetler, iki ayn olaydan bah­setmektedir. Şayet öyle değil de aynı olaya işaret ediyorlarsa Hz. Ali'nin (r.a.) rivayeti daha güvenilir gözükmektedir. Allah (c.c.) en doğrusunu bilendir. [78]

 

6— Hz. Ali b. Ebî Tâlib Seriyyesi:

 

Nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.), Ali b. Ebî Tâlib'i (r.a.) Ensar'dan toplanan ve yüz kişisi develi, ellisi atlı olmak üzere toplam yüz elli kişilik bir kuvvetle, yanlarına da siyah bir bayrak ve beyaz bir sancak vererek Tayy ka­bilesinin putu olan Füls'ü yıkmaya gönderdi. Fecir vakti Hatim ailesinin ko­nakladığı bölgeye baskın yaptılar. Putu yıktılar ve çok sayıda esir, davar ve deveyi ganimet olarak ele geçirdiler. Esirler arasında Adiy b. Hâtim'in kız-kardeşi de vardı. Adiy'in kendisi Şam'a kaçtı. Deposunda üç kılıç ve üç zırh buldular. Hz. AH, esirlerin başına Ebu Katâde'yi, deve ve davarlar ile diğer ganimet mallarının başına da Abdullah b. Atîk'i görevlendirdi. Yolda gani­metler taksim edildi. Hz. Peygamber'in (s.a.) hissesi ayrıldı. Hatim ailesin­den alınan esirler Medine'ye gelinceye kadar taksim dışı bırakıldı.[79]

 

7— Adiy b. Hâtim'in Medine'ye Gelişi:

 

İbn İshak, Adiy b. Hâtim'in şöyle dediğini nakletmektedir: Rasülullah'-ın (s.a.) adini duyduğum zaman, Araplar içinde O'na benden daha çok nef­ret duyan kimse yoktu. Ben hiristiyandım ve şerefli bir insandım. Kavmimde ganimetlerin dörtte birini alırdım. Dindar bir insandım. Kabilemin reisi idim. Hz. Peygamber'in (s.a.) haberini alınca nefret duydum. Develerimi otlatan Arap bir uşağım vardı. Ona dedim ki: "Develerimden semiz ve uysal olanları hazırla ve bana yakın bir yerde beklet. Muhammed'in askerlerinin bu belde­ye ayak bastığını duyar duymaz bana haber ver." Dediklerimi yaptı. Daha sonra bir sabah bana geldi ve dedi ki: "Muhammed'in süvarileri seni kuşattı­ğı zaman ne yapacak idiysen hemen onu yap! Ben bayraklar gördüm ve ne olduklarını sordum. Bunlar Muhammed'in askerleri, dediler." Uşağıma: "De­velerimi yaklaştır." dedim, yaklaştırdı. Ailemi ve oğlumu bindirdim. Sonra dedim ki: "Şam'da hıristiyan dindaşlarımın yanına varırım." Hâtim'in kızı­nı geride, kabilede bıraktım. Şam'a gelince orada kaldım. Benden sonra Ra-sûlullah'ın (s.a.) süvarileri gelmişler. Hâtim'in kızı da esirler arasındaydı ve Tayy kabilesinden esir alınanlar Allah Rasûlü'ne (s.a.) takdim edildi. Benim Şam'a kaçtığım haberi Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaşmıştı. Rasûlullah (s.a.) bir gün Hâtim'in kızının yanına uğramıştı. Hâtim'in kızı Hz. Peygamber'e (s.a.) dedi ki: "Ya Rasûlallah! Ziyaretçi kalmadı, babam gitti, ben yaşlı bir kadı­nım. Benden herhangi bir hizmet de beklenmez. Sen bana bir iyilik yap. Al­lah da sana ikramda bulunsun." Rasûlullah (s.a.): " Ziyaretçin kim?" diye sordu. "Adiy b. Hatim." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Allah ve Rasûlü'-nden kaçan mı?" dedi. Hâtim'in kızı: "Bana iyilik yap." dedi. Rasûlullah (s.a.) geri döndüğünde yanında birinin olduğunu farketti ve bir de baktı ki, ya­nındaki Ali. Hz. A1İ, Hâtim'in kızma: "O'ndan bir binek iste." dedi. Hâ­tim'in kızı der ki: "Ben de istedim". Hz. Peygamber (s.a.) ona bir binek ye­rilmesini emretti.

Adiy der ki: Kizkardeşim bana geldi ve dedi ki: "O bana öyle bir iyi( yaptı ki, baban o yaptığını yapamaz. İstesen de istemesen de O'na gitmeiis Falan ve falan O'na geldiler, şu şu ihsanları aldılar."

Adiy der ki: Hz. Peygamber (s.a.) mescidde oturuyorken yanına vardım. Oradakiler: "İşte bu Adiy b. Hâtim'dir." dediler. Ne bir eman, ne bir mek­tup getirmiştim. Rasûlullah'ın (s.a.) yanına itildiğimde elimden tuttu. Daha önce O şöyle demişti: "Umarım ki Allah, ellerimizi tutuşturur." Benim İçin ayağa kalktı. Bu sırada yanında çocuğu olan bir kadın geldi ve: "Sana ihti­yacımız var." dediler. Rasûİuüah (s.a.) kalktı, onlarla beraber gitti ve ihti­yaçlarını giderdi. Sonra elimden tutup beni evine götürdü. Bir çocuğun getir­diği mindere oturdu. Ben de önüne oturdum. Allah'a hamd ve senada bulun­du. Sonra: "Seni kaçmaya sevkeden sebep nedir, yoksa o sebep: Lâilâhe il­lallah demek midir? Sen Allah'tan başka bir ilâh tanıyor musun?" dedi. "Hayır" dedim. Sonra bir müddet konuştu ve dedi ki: "Sen yalnız Allahü Ekber denilmesinden kaçıyorsun, Allah'tan daha büyük bir şey biliyor mu­sun?" "Hayır," dedim. Allah Rasûlü (s.a.): "Yahudiler Allah'ın gazabına uğramışlar, hıristiyanlar da sapıklığa düşmüşlerdir." buyurdu. Adiy devam­la diyor ki: "Ben Hanîf dini üzere bir müslümanım." dedim.

Hatim anlatmaya devam ediyor: Ben bu sözü söyleyince Hz. Peygam­berdin (s.a.) yüzü sevinçli bir hal aldı. Sonra Ensar'dan birinin evinde misafir olmamı emretti. Sabah-akşam yanma gidip gelmeye başladım. Bir gün ben yanındayken, siyah-beyaz çizgili yün kıyafetler içinde bir grup geldi. Namaz kılıp ayağa kalktı, onları teşvik edici şeyler söyledi ve sonra dedi ki: "Ey in­sanlar! Bir ölçek vermek suretiyle de olsa iyilikte bulununuz. Hatta yarım ölçek, bir kabza, hatta daha azıyla da olsa iyilik yapınız. Sizden biriniz yüzü­nü cehennem ateşinden bir hurma tanesi, hatta yansıyla koruyabilir. Bunu da bulamazsanız güzel bir sözle... Herhangi biriniz Allah'a kavuştuğunda, şu anda size söyleyeceklerimi söyleyecektir: "Sana mal ve çocuk vermedim mi?" O kimse: "Evet." diyecek. Allah: "Kendin için hazırlayıp gönderdik­lerin nerede?" buyuracak. O kişi önüne bakacak, sonra arkasına, sağma, so­luna bakacak ve cehennem ateşinden yüzünü koruyacak hiçbir şey bulama­yacaktır. Sizden biriniz yüzünü cehennem ateşinden, yarım hurma tanesiyle de olsa korusun, onu da bulamazsa güzel bir sözle... Ben sizin adınıza fakir­likten korkmuyorum. Allah size, öylesine yardım edecek ve ihsanda buluna­caktır ki, devesinin hevdecinde bir kadın Medine ile Hîre arasında (Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmadan) yolculuk yapacaktır. Devesi için hırsızlar­dan da korkmayacaktır." Adiy der ki: "Kendi kendime, 'Tayy'ın hırsızları nerdeler?' dedim."[80]

 

B) KÂ'B b. ZÜHEYR, RASÛLULLAH'IN (S.A.) HUZURUNDA

 

Bu hâdise Hz. Peygamber'in (s.a.) Tâif ten dönüşüyle Tebük gazvesi ara­sında cereyan etmiştir.

İbn İshak der ki:[81]Rasûlullah (s.a.) Tâif ten geldiğinde Büceyr b. Zü-heyr kardeşi Kâ'b'a mektup yazarak, Rasühıllah'ın (s.a.) Mekke'de kendisi­ni hicveden ve bu yolla kendisine eziyet eden birkaç kişiyi öldürttüğünü, geri kalan Kureyş şairlerinden İbn Ziba'râ ve Hübeyre b. Ebî Vehb'in de sağa-sola kaçtıklarını haber verdi. "Hayatına ihtiyacın varsa koş gel Allah Rasû-Iü'ne. (s.a.) O, tevbe edip müslüman olarak kendisine gelen hiç kimseyi öl­dürmüyor. Eğer bunu yapmazsan başının çaresine bak!" Kâ'b şöyle demişti:

Benden Büceyr'e bir mektup iletiniz, (ve orda deyiniz ki) Dediğin şeye senin ihtiyacın yok mudur?

Eğer bunu yapacak değilsen bize bildir. Seni bundan başkasına yönelten nedir?

Babanın ve annenin sahip olmadığı bir ahlâka (seni iten nedir?) O hususta kendine bir kardeş de bulamazsın. Şayet sen dediğimi yap­mazsan hiç üzülmem,

Ve de ayağın sürçerse, geçmiş olsun demem.

O Me'mun (Peygamberimizin Kureyş kabilesi içindeki lâkabı) sana ka­na kana bir kâse içirdi.

Sonra ikinci defa yine içirdi."

Bu mektubu kardeşi Büceyr'e gönderdi. Mektup kendisine ulaşınca onu Rasûlulİah'tan (s.a.) gizlemeyi hoş bulmadı ve mektuptaki bu şiiri O'na oku­du. Rasûlullah (s.a.): "Me'mun sana içirdi" mısraını duyunca: "O, her ne kadar çok büyük bir yalancıysa da bunu doğru söylemiş." buyurdu. "Baba­nın ve annenin sahip olmadığı bir ahlâk" sözünü duyunca da: "Evet, ne anası ne de babasını o ahlâk üzere buldu." dedi. Sonra Büceyr Kâ'b'a şu mısraları gönderdi:

"Kâ'b'a kim iletecek (ve soracaktır) ki, Kınadığın şeyde bir bâtıl olan bir durum mu vardır, diye. .

Senin o kınadığın şey sadece sımsıkı Allah'a bağlar. Lâfa, Uzza'ya değil! Kurtuluş istiyorsan müslüman olur ve kurtulursun.

insanlardan hiç kimsenin kaçıp kurtulamayacağı bir günde Yalnızca kalbi temiz olan müslüman kurtulacaktır.

Züheyr'in dini benim için hiçbir şey değildir. Ebu Sülmâ'nın dini ise bana haram kılınmıştır."

Bu mektup Kâ'b'a ulaşınca, dünya kendisine dar gelmeye başladı. Ha­yatından endişe ediyordu. Kabilesindeki bazı düşmanları da onu korkuttular ve: "Kâ'b öldürülecektir." dediler. Başka çıkar yol kalmadığını görünce Allah Rasûlü'nü (s.a.) öven kasidesini söyledi. Bu kasîdede, korkusunu ve ifti­racı düşmanlarından duyduğu endişeyi dile getirdi. Sonra yola çıktı ve Medi­ne'ye geldi. Bana anlatıldığına göre, aralarında Cüheyne'den tanışıklık bulu­nan bir adamın yanına misafir oldu. O adam da Kâ'b'ı sabah namazını kıl­mak üzereyken alıp Rasülullah'a (s.a.) götürdü. Adam Hz, Peygamber (s.a.) ile birlikte namazını kıldı. Sonra Kâ'b'a Allah Rasûlü'nü (s.a.) göstererek: "İşte bu Rasülullah'tır (s.a.), kalk ve emân dile!" tavsiyesinde bulundu. Ba­na anlatıldığına göre Kâ'b kalktı, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına oturdu, elini eline aldı. Rasûlullah (s.a.) kendisini tanıyordu. Sonra dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kâ'b b. Züheyr tevbe edip müslüman olarak senden eman diliyor, ben onu size getirirsem kabul eder misiniz?" Allah Rasûlü (s.a.): "Evet." dedi. Bunun üzerine: "Ben, Kâ'b b. Züheyr'im yâ Rasûlallah!" dedi.

İbn İshak der ki: Âsim b. Ömer b. Katâde'nin bana anlattığına göre En-sar'dan bir kişi, o anda Kâ'b'in üzerine atılmış ve: "Bırak şu Allah düşmanı­nın boynunu vurayım!" demiş, fakat Hz. Peygamber (s.a.): "Bırak onu, tevbe etmiş ve eski halini terkederek gelmiştir." dedi. Kâ'b, bu davranış sebebiyle o adamın mensup olduğu Ensar kabilesine kızdı. Muhacirlerden hiç kimse Kâ'b hakkında hayırdan başka bir şey söylememiştir. Daha sonra devesini ve sevgilisini övdüğü Kasîde-i Lâmiyye'sini söylemiştir ki başlangıcı şöyledir:

"Suat benden uzaklaştı, bugün kalbim yaralıdır. O'nun peşinde esaret­ten kurtulamamış, zillete düşmüştür.

Fesatçılar etrafında koşuşturuyor ve: 'Ey Ebu Sülma'nın oğlu, sen öleceksin' diyorlar.

Böyle zamanlarda desteğini umduğum bütün dostlar: Seninle meşgul ola­cak vaktimiz yok, dediler.

Onlara: Yoluma durmayın, sizi önemsemiyorum. Rahman'ın takdir et­tiği şey mutlaka gerçekleşecektir.

Sağlıklı ve huzuru demleri ister uzun, ister kısa olsun. Herkes birgün tabuta konulup taşınacaktır.

Bana haber verildiğine göre Rasûlullah (s.a.) beni tehdid etmiş, -buna rağmen- afvetmesi her zaman umulabilir.

Biraz mühlet ver. İçinde öğütler ve hak-batıl arasını ayıran (âyetler) bu­lunan Kur'ân'ı sana veren, hidayetini arttırmıştır.

Jurnalcilerin iftirasına bakarak beni cezalandırma, hakkımda çok şeyler söylendiyse de hakikatte günahsızım.

Öyle bir makamda bulunuyorum ki, bu makamda benim görüp işittikle­rimi bir fil duysa,

Rasûlullah'tan (s.a.) bir teminat yoksa, korkar, titrerdi.

Sözü dinlenen, emri geçerli olan bir zatın eline elimi koydum ve hiçbir konuda onunla tartışmayı düşünmüyorum.

Kendi kendime konuştuğum zaman söylemediğim bir çok şeylerin bana nisbet edilmesi ve o sözlerden benim sorumlu tutulmam...

Sık ağaçlardan meydana gelmiş ve içinde yartıcı hayvanların bulunduğu bir ormandaki heybetli bir arslandan daha çok korku vericidir.

O arslan, sabah vakti avlanmaya çıkar ve parçalanmış insan etleriyle başka iki arslanın da karnım doyurur.

Dayanıklı bir arsîana saldırdığı zaman onu yere sermeden bırakmaz.

Cev denilen bölgenin yırtıcı hayvanları ondan uzak durur ve onun vadi­sinde erkek cemaatler barınamazlar.

Onun vadisinde güvenilir kişiler eksik değildir. (Görülen), parçalanmış silahlar ve elbiseler o aslanın azığından arta kalanlardır.

Peygamber (s.a.) kendisiyle aydınlanılan bir nur, Allah'ın yalın kılıçla­rından bir hint kılıcıdır.

Kureyş'ten bir cemaat sözcüsü, onlar müslüman olduğu zaman -Mekke'den Medine'ye- intikal ediniz dedi.

Onlar intikal ettiler ancak zayıflar, savaşta kalkanı olmayanlar, silah­sızlar ve ata binemeyenler kaldılar.

Beyaz erkek develer gibi yürürler, kısa siyah adamlar firar ettikleri za­man bir darbe onlan korur.

Onlar yüksek burunlu kahramanlardır, harpteki elbiseleri zırh ve zırh gibi gömleklerdir.

O zırhlar beyaz, parlak, halkaları diken gibi birbirine geçmiş vaziyette sağlam yapılıdırlar.

Süngüleri düşmanlarının göğsüne saplansa sevinmezler, kendileri de ay­nı duruma düşseler üzülmezler.

Onlar ancak boğazlarından yaralanabilirler ve de hiçbir zaman savaş mey­danlarından uzak kalmazlar."

İbn İshak, Âsim b. Ömer b. Katâde'den şu rivayette bulunur: Kâ'b: "Kısa siyah adamlar firar ettikleri zaman" deyince, bu sözüyle Ensar topluluğunu kasdetti, çünkü onlar, Kâ'b'a ilk gelişinde hakaret etmişlerdi ve övgüsünü yalnızca Muhacirlere yöneltmişti. Bunun üzerine Ensar gazaplandı. Kâ'b, Müs­lüman olduktan sonra (bu hatasını telâfi için) Ensâr'ı medheden bir kaside­sinde şöyle demişti:

"Kim şerefli bir hayat sürmek isterse, Ensar'ın salihlerinin oluşturduğu bir toplulukta yaşasın.

Onlar üstün ahlâkı atadan ve ecdattan miras aldılar ve onlar, hayırlı kim­selerin evlatları olan hayırlı insanlardır.

Savaş günü saldırılar yapılırken canlarını Peygamberleri uğrunda feda edenlerdir.

Titreyen süngüler ve Meşârif kılıçlarıyla insanları dinlerinden tardeden-lerdir.

Boğaz boğaza gelindiği gün ölmek için canlarını Peygamberlerine satan kimselerdir.

Kâfirlerin kanlarından bulaşan pislikleri temizler ve bunu da kendileri için bir ibadet sayarlar.

Seni korumaları için yanlarına gittiğin zaman kendini dağ keçisinin (ula­şılması, imkânsız) yerinde gibi (emin olarak) sabahlarsın.

Onlar, yıldızların düştükleri gecede kendilerine gelenler için aşe$|jfazi-fesi gören bir kavimdir."

Kâ'b b. Züheyr, en büyük şairlerdendir. Kâ'b, babası, oğlu Ukbe, oğlu­nun oğlu Avvâm b. Ukbe, bunların hepsi büyük şairlerdir. Kâ'b'ın beğenilen bir şiiri şöyledir:

"Eğer bir şeye hayret edecek olsaydım, kaderi kendisine kapalı (geleceği hakkında hiçbir şey bilmeyen) bir gencin koşuşturmasına hayret ederdim.

O genç ulaşamadığı şeylerin peşinde koşup duruyor, kendisi tek bir fert ama her yana dağılmış bir yığın işi var.

Yaşadığı sürece insanın uzun boylu emelleri vardır. Ecel dolmadan göz­ün (herşeyde hevesi olması) bitmez."

Yine Kâ'b'ın, Hz. Peygamber (s.a.) hakkında söylediği, beğenilen be­yitlerinden biri de şöyledir:

"O, cübbeîere bürünülmüş olarak esmer develerin ışığı altında sürüldü­ğü bir ay gibidir.

Hırkasının ve cübbesinin altındaki takva ve cömertliğin ölçüsünü Allah bilir. [82]

 

C) TEBÜK GAZASI

 

1— Kıtlık Yılı ve Savaş Hazırlıkları:                                  

 

 Hicretin 9. yılı, Recep ayında vuku bulmuştur.[83]lbn İshak der ki: Te-bük gazvesi; insanların çok büyük bir sıkıntı içinde olduğu, beldelere kurak­lığın hâkim olduğu bir zamanda vuku bulmuştur. Ürünler olgunlaşmış, in­sanlar ürününün başında ağaçlarının gölgesinde kalmayı arzu ediyorlar. Bu vaziyette bir yerden başka bir yere gitmeyi istemiyorlar. Hz. Peygamber (s.a.) bir sefere çıkacağı zaman genellikle onu gizlerdi, zamanın elverişsiz oluşu ve meşakkatlerin had safhada bulunuşu yüzünden bu seferde öyle yapmadı.

Rasûlullah (s.a.), hazırlıklarını sürdürürken, bir gün SelemeoğuHarından Ced b. Kays'a dedi ki: "Ey Ced! Bu yıl Ben? Asfar (Bizanslılar) ile savaşa gelmez misin?" Ced cevab olarak şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bana izin versen de günaha sokmasan daha iyi olmaz mı? Allah'a yemin olsun ki, bü­tün kavmimin de bildiği gibi kadınlara benden daha çok düşkün kimse yok­tur. Korkarım ki Benî Asfar'ın kadınlarını görürsem sabredemem, günaha girerim." Hz. Peygamber (s.a.) "Sana izin verdim" diyerek ondan yüz çevirdi.

Şu âyet-i kerime onun hakkında indi: "İçlerinden öylesi var ki: 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme' dcr."[84]                                    

Bir grup münafık birbirine dedi ki: "Bu sıcakta sefere çıkmayın." Cenâb-i Hak onlar hakkında da şu âyet-i kerimeyi indirdi: "Sıcakta sefere çıkmayın, dediler. "[85]

Daha sonra Rasûlullah (s.a.) sefer hazırlıklarını yoğunlaştırdı, ashab-ı kirama da hazırlanmalarını emretti. Zenginleri, Allah yolunda bağışta bulun­mak için teşvik etti. İmkânı olanlar ellerinde avuçlarında olanları, sevabını Allah'tan umarak getirdiler. Bu seferde en büyük bağışı Hz. Osman b. Af-fan yaptı. Kimse onun yaptığı ölçüde bağışta bulunamadı.

Ben derim ki: Hz. Osman'ın bağış miktarı: Çulu ve semeriyle üç yüz de­ve ve bin dinardı[86]

İbn Sa'd nakleder ki: Rasûlullah'a (s.a.) Şam'da büyük bir kalabalığın toplanmakta olduğu, onların yıllık ihtiyaçlarının Heraklius tarafından karşı­landığı, Lahm, Cüzam, Âmile ve Gassân gibi kabileleri yanına aldığı ve öncü birliklerinin Belkâ'ya ulaştığı haberi geldi. Bu arada yedi kişi ağlayarak Hz. Peygamber'e (s.a.) geldiler ve O'ndan kendilerini teçhizatlandınp savaşa gön­dermesini istediler. Allah Rasûlü (s.a.) de buna yetecek imkân bulunmadığı­nı söyleyince, bağışta bulunmaya güç yetirememekten dolayı duydukları hüz­nün tesiriyle gözyaşı dökerek dönüp gittiler. Bu yedi kişi: Salim b. Umeyr, Uîbe b. Zeyd, Ebu Leylâ el-Mâzinî, Amr b. Aneme, Seleme b. Sahr ve Irbâz b. Sâriye idi. Bazı rivayetlere göre: Abdullah b. Mugaffel ve Ma'kıl b. Yesâr da bu zümrenin içindeydi. Bazılarına göre ise Tebük seferine katılamayacağı için ağlayanlar, Müzeyne kabilesinin Mukarrinoğullanndan yedi kişiydi.[87] İbn İshak, Amr b. Humâm b. el-Cemûh'u da bu kişiler arasında saymaktadır.

Arkadaşları, Ebu Musa'yı Hz. Peygamber'e (s.a.) göndererek, O'ndan kendilerine binit tedârik etmesini istediler. Bu arada RasûluUah (s.a.) öfkeli olarak geldi ve: "Vallahi ben sizi bir şeye bindiremem, sizi bindirecek bir şey bulamıyorum." dedi. Daha sonra Allah Rasûlü'ne (s.a.) birkaç deve geldi ve

onları Ebu Musa ve arkadaşlarına gönderdi ve şöyle dedi: "Sizi bindiren ben değilim. Fakat Allah sizleri bindirdi. Allah'a yemin ederim ki ben bir konu­da yemin eder de aksini daha hayırlı görürsem, o hayırlı olanı yapar ve yemi­nimden dolayı keffâret veririm."[88]

Ulbe b. Zeyd, gece yarısı kalktı, namaz kıldı ve ağlayarak şöyle dua etti: "Allah'ım! Sen cihad etmeyi emrettin ve onu teşvik ettia, sonra bana Rasü-lün ile birlikte cihada çıkacak gücü ve imkânı vermedin. Rasûlü'nün eline de beni techizatlandıracak imkân vermedin. Ben de malıma, bedenime ve iffeti­me dokunarak bana sıkıntı veren ve benim Allah katında mükâfatlandırıl-mama sebep olan her hâdisenin sevabını her bir müslümana bağışlıyor, ta-sadduk ediyorum." Herkesle birlikte sabahladı. Hz. Peygamber (s.a.): "Bu gece tasaddukta bulunan, Allah için sadaka veren nerde?" diye seslendi. Kimse kalkmadı. Sonra tekrar: "Nerede o sadaka veren, kalksın ayağa!" diye ses­lenince, Ulbe ayağa kalktı. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Müjdeler olsun, Muhammed'in nefsi kudret elinde bulunan (Allah)'a yemin olsun ki senin sadakan, Allah katında kabul edilen sadakalardan yazıldı."[89]

Araplardan bir grup sefere çıkmamak için mazeret ileri sürdüler ve ken­dilerine izin verilmesini istediler. Rasûlullah (s.a.) mazeretlerini kabul etme­di. İbn Sa'd, bunların seksen iki kişi olduklarını söyler. Abdullah b. Übey b. Selûl, yahudi ve münafık müttefikleriyle birlikte karargâhını Seniyyetü'l-Vedâ'da kurdu. Denildiğine göre askerlerinin sayısı diğerlerinden daha az de­ğildi. Rasûlullah (s.a.) Medine'de, Ensar'dan Muhammed b. Mesleme'yi ye­rine vekil olarak tayin etti. İbn Hişâm, Sibâ' b. Urfuta'nm vekil tayin edildiği­ni söylerse de birinci rivayet daha kuvvetlidir. [90]

 

2— Ordunun Yola Çıkışı ve Geri Kalanlar:

 

RasûluUah (s.a.) yola çıkınca, Abdullah b. Übey ve bebarerindeki diğer münafıklar geri kaldılar. Bu arada müslümanlardan da bir grup geri kaldı.

Bunlar arasında: Kâ'b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye, Mürâre b. Rebî', Ebu Hay-seme es-Sâlimî ve Ebu Zer de bulunmaktaydı. Ebu Hayseme ile Ebu Zer son-radanNyola çıkıp Rasûlullah'a (s.a.) yetiştiler. Allah Rasûlü (s.a.) bu savaşa 30.000 asker ve 10.000 at ile hazırlandı. Yirmi gün boyunca namazlarım kı­saltarak kıldı. Heraklius o günlerde Humus'ta idi. [91]

 

3— Hz. Ali'yi Medine'de Bırakması:  

 

İbn İshak der ki: Hz. Peygamber (s.a.) yola çıkarken Ali b. Ebî Tâlib'i ailesinin yanma bıraktı. Münafıklar bu durumu fırsat bilerek fitne uyandır­mak istediler ve dediler ki: "Rasûlullah (s.a.) bu ağır sefer meşakkatini ona yüklememek, onun yükünü hafifletmek için geriye bıraktı." Bunun üzerine Ali (r.a.) silahım alıp yola çıktı ve Curf[92] denilen mevkide Allah Rasûlü'ne (s.a.) yetişti ve dedi ki: "Ey Allah'ın Peygamberi! Münafıklar beni korudu­ğun için geri bıraktığını iddia ettiler." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Yalan söylüyorlar, ben seni, yalnızca geride bıraktıklarıma bak­man için bırakıyorum. Geri dön, hem kendi ailen, hem benim ailem için ba­na vekâlet et. Bana nisbetle sen, Musa'ya nisbetle Harun gibi olmak istemez misin? Ancak benden sonra nebî gelmeyecektir."[93]Bunun üzerine Hz. Ali Medine'ye döndü. [94]

 

4— Ebu Hayseme'nin Pişman Oluşu:

 

Hz. Peygamber (s.a.) yola çıkıp günlerce yürüdükten sonra idi. Ebu Hay­seme, sıcak bir günde ailesinin yanına dönmüştü. İki hanımını da, bostanı % içindeki çardaklarında, etrafı sulayarak serinletmiş olarak buldu. Kendisi için ' de su temin etmişler ve yemek hazırlamışlardı. Bostana girince çardağın ka- L, pısmda durdu, hanımlarına ve kendisi için hazırladıkları şeylere baktı ve kendi -kendine dedi ki: "Allah'ın Rasûlü güneş altında, fırtınalar ve sıcakla boğu-  şuyor. Ebu Hayseme serin gölgelikte, yemeği hazırlamış, güzel bir kadınla b malının yanıbaşında oturuyor. Bu, insaf değil." Sonra şöyle dedi: "Allah'a yemin olsun ki, Rasûlullah'a (s.a.) yetişinceye kadar hiçbirinizin çardağına girmeyeceğim. Hemen yol azığımı hazırlayın.1* Kadınlar denileni yaptılar. Son­ra devesine bindi ve Hz. Peygamber'i (s.a.) aramaya başladı ve O Tebük'e varıp ordugâhını kurduğunda O'na yetişti. Ebu Hayseme Rasûlullah'ı (s.a.) ararken yolda Umeyr b, Vehb b. el-Cumahî ile karşılaşmış, Tebük'e yakla-şıncaya kadar birbirlerine refakat etmişlerdi. Ebu Hayseme, Umeyr b. Vehb'e dedi ki: "Ben, günahkârım, Rasûlullah'm (s.a.) yanına varıncaya kadar ben­den ayrılma." Allah Rasûlü (s.a.) Tebük'e inerken her ikisi de O'na yaklaşı­yorlardı. Oradakiler dediler ki: "Yolda bu tarafa doğru gelen birisi var." Rasülullah (s.a.) da bunun üzerine: "Ebu Hayseme olmalı." dedi ve orada­kiler: "Ey Allah'ın Rasûlü! Vallahi o, Ebu Hayseme!" dediler. Devesini çö­kertip indi ve Hz. Peygamber'e (s.a.) selâm verdi. Rasülullah (s.a.) da ona: "Bu, senin için daha hayırlı Ey Ebu Hayseme!" dedi. Ebu Hayseme, o ana kadar olanların hepsini anlattı. Rasülullah (s.a.) onu dinledikten sonra ha­yırlar diledi ve hayır duada bulundu[95]

 

5— Ordunun Hıcr'a Vanşı:

 

Hz. Peygamber (s.a.), Semûd kavminin bulunduğu bölgedeki Hıcr mev­kiinden geçerken dedi ki: "Buranın suyundan içmeyiniz, namaz için abdest almayınız, o su ile yoğurduğunuz hamurlan develere yediriniz, siz o hamur­dan yemeyiniz, arkadaşsız dışarı çıkmayınız." Herkes denileni yaptı, ancak Sâideoğullanndan iki kişi, biri ihtiyaç dolayısıyla, diğeri de devesini aramak için dışarı çıkmışlardı. İhtiyacı için çıkan (cin tarafından) çarpıldı. Devesini aramak için çıkan da fırtınaya kapılıp Tayy kabilesinin dağlarına kadar sü­rüklendi. Bu durum Rasûlullah'a (s.a.) haber verildiği zaman: "Tek başınıza çıkmaktan sizi men etmedim mi?" buyurdu. Daha sonra dua etti ve çarpılan şahıs iyileşti; diğerini de, Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye döndükten sonra Tayylılar getirdiler.[96]

Ben derim ki: Sahih-i Müslim*'de rivayet edilen Ebu Humeyd hadisi şöy­ledir: Hareket ettik ve Tebük'e kadar geldik. Rasülullah (s.a.): "Bu gece şid­detli bir rüzgâr esecek, hiç biriniz kalkmayın, devesi olanlar devesinin dizini bağlasın." buyurdu. Şiddetli bir rüzgâr esti. Bir kişi kalkmış (dışarı çikmiş)tı. Rüzgâr onu sürükleyip Tayy kabilesinin iki dağına götürdü,[97]

İbn Hişâm, Zührî'nin şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygamber (s.a.) Hıcr'a vardığında elbisesini yüzüne örttü, devesini hızlandırdı ve sonra şöyle dedi: "Kendi nefislerine zulmedenlerin yurtlarına, ancak ağlayarak girin ki, onla­ra isabet eden musibet size de isabet etmesin.[98]

Ben derim ki: Sahih-i Buharı've Sahih-i Müslim'de İbn Ömer'den şöyle bir rivayet vardır: Rasûlullah (s.a.) buyurmuştur ki: "Azaba uğrayan şu kavm­in yurtlarına ancak ağlayarak giriniz. Ağlamıyorsanız, girmeyiniz ki onların uğradığı musibete uğramayasımz."[99]

Sahih-i Buhar?deki rivayette, Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabına, yoğur-dukları hamuru yemeyip atmalarını emrettiği kaydedilmektedir.[100]

Sahih-i Müslim'de de, Rasûlullah'ın (s.a.) onlara, hamuru develere yut­turmalarını, suları dökmelerini ve onun yerine sularını develerin su içmek için geldikleri kuyudan almalarını emrettiği kaydediImektedir.[101]Bu rivayet Bu-harî'de de vardır. Ancak bu hadisi nakledenler, Buharî'deki "hamurun atılması" hadisini nakledenlerin akıllarında tutamadıkları bir çok şeyi ezber­leyip akıllarında tutmuşlardır.

Beyhakî ise ashabın arasında bir münâdînin bağırarak toplanmaları için uyanda bulunduğunu, toplanınca da Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyur­duğunu zikreder: "Allah'ın gazap ettiği bir kavmin yurduna ne diye girersi­niz!" Bir kişi bağırarak dedi ki: "Merak ediyoruz, Ey Allah'm Rasûlü!" Bu­nun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Size bundan daha çok merak ede­ceğiniz bir haber vereyim mi? İçinizden biri size, daha önceden olan ve daha sonra da olacak olayları haber veriyor. Dürüst olunuz ve istikamet üzere bu­lununuz. Şüphesiz Allah (c.c.) sizlere azab etmek için vesile aramaz. İlerde Allah öyle bir kavim yaratacak ki onlar Allah'ın azabına karşı korunmak için hiçbir şey yapmayacaklar. "[102]

sûlü'ne (s.a.) şikâyette bulundular. Hz. Peygamber (s.a.) dua etti. Allah âlâ bulut gönderdi, herkes kana kana içip yanlarındaki kapları da doldurun • caya kadar yağmur yağdı.[103]

Sonra Hz. Peygamber (s.a.) yürüdü, biraz yol aldıktan sonra, devesi kay j! boldu. Münafıklardan Zeyd b. Lusayt dedi ki: "Nebî olduğu iddiasında d&İ ğil mi? Sizlere gökyüzünün haberlerini bildirmiyor mu? Nasıl olur da devesi nin nerede olduğunu bilmez?" Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Bir adam şov le şöyle söylemekte..." diyerek onun söylediği sözleri zikretti ve dedi ki: "Ali* lah'a yemin olsun ki ben, Allah'ın (c.c.) bana bildirdiğinden başkasını bil[j mem. Allah Teâlâ devenin nerede bulunduğunu da bana bildirmiştir. O f lanca vadide ve falanca bölgede. Yularının takıldığı bir ağaç onu bırakm makta, gidiniz ve onu getiriniz." Bu söz üzerine gittiler ve deveyi getirdiler.[104]

Yine bu yolda Hz. Peygamber (s.a.) bir kadının bahçesindeki hurimi]ıj on vesk[105] olarak tahmin etti.[106]

Sonra Rasûlullah (s.a.) yoluna devam ediyor, bu arada bazıları geri kaÜ yor, sefere katılmıyorlar ve: "Filan geri kaldı, falan gelmedi" diyorlardı. Ra sülullah (s.a.) da bunlara diyordu ki: "Bırakın, eğer o kimsede bir hayır vat! sa, Allah onu size ulaştıracaktır, şayet öyle değilse Allah ondan (onun şerrin den) sizi rahata ve selâmete çıkarmıştır." [107]

 

6— Ebu Zer'-ln Yalnız Yürüyüşü:

 

Ebu Zer'in (r.a.) devesi ayak diretip yavaşlayınca, Ebu Zer eşyasını tına aldı ve yürüyerek Hz. Peygamber'in (s.a.) izini takibe başladı. Rasûlül-lah (s.a.) bir ara konaklamıştı. Müslümanlardan biri "Ey Allah'ın Rasûlü! Surda bir adam tek başına yürüyor." dedi. Rasûlullah (s.a.) da: "Ebu Zer olmalı." diye karşılık verdi. Biraz daha bakıp kim olduğunu anlayınca, ora­dakiler: "Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin olsun ki o, Ebu Zer'dir." dedi­ler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Allah, Ebu Zer'e rahmetiyle muamele etsin! O tek başına yürür, tek başına ölür ve yalnız olarak diriltilir."[108]

tbn İshak, Abdullah b. Mes'ûd'dan şu rivayette bulunur: Hz. Osman, Ebu Zer'i Rabeze'ye sürünce, orada öldü. O esnada yanında, yalnızca hanı­mı ve uşağı vardı. Ölmeden önce hanımına ve uşağına kendisini yıkamaları­nı, kefenlemelerini sonra cesedini yolun ortasına bırakmalarını ve. ilk geçe­cek kafileye: "Bu Rasûlullah'ın sahabesi Ebu Zer'dir, defni için bize yardım ediniz." demelerini vasiyet etti. Ölünce vasiyetini yerine getirdiler, onu yo­lun ortasına bıraktılar. Abdullah b. Mes'ûd, Iraklılara ait bir kafileyle umre­ye giderken çıkageldi. Yol üzerindeki cenaze onlan korkuttu ve neredeyse deve, cesedini çiğneyecekti. Ebu Zer'in uşağı kalktı, yanlarına vardı ve dedi ki: "Bu cesed, Rasûlullah'ın (s.a.) sahabesi Ebu Zer'indir. Defnedilmesi için bana yar­dımcı olunuz." Abdullah b. Mes'ûd, ağlamaya ve şöyle konuşmaya başladı: Rasûlullah (s.a.) doğru söyledi. "O, tek başına yürür, tek başına ölür ve yal­nız olarak diriltilir." Sonra Abdullah b. Mes'ûd ve kafiledeki arkadaşları inip Ebu Zer'i defnettiler. Daha sonra Abdullah b. Mes'ûd oradakilere, Tebük seferinde Hz. Peygamberin (s.a.) Ebu Zer hakkında söylediği sözü nakletti.[109]

Ben derim ki: Bu kıssanın sıhhatinde şüphe vardır. Zira Ebu Hatim îbn Hibbân, Sahik'inâe ve diğer eserlerinde Ebu Zer'in vefatı olayını anlatmış ve Ümmü Zer'in şöyle söylediğini nakletmiştir: Ebu Zer'in vefatı yaklaşınca ben ağladım. Ebu Zer: "Niçin ağlıyorsun?" dedi. "Niçin ağlamayayım? Sen bu şekilde çöllerde vefat edeceksin, yanımda ne seni kefenleyecek bir kumaş parçası, ne de defnedebilecek bir imkân var." dedim. Bunun üzerine deki ki: "Ağlama sana bir müjdem var! Ben Rasûlullah'ın (s.a.) benim de içinde bu-lunauğum bir cemaata şöyle dediğini işitmiştim: 'Sizden biriniz çölde vefat edecek ve müslüman bir topluluk onun vefatında hazır bulunacaktır.' O ce­maatta bulunanların her biri,ya bir köyde veya bir topluluk içinde vefat etti. Rasûllullah'ın (s.a.) işaret ettiği kimse benim. Allah'a yemin olsun ki ben, ne yalan söyledim, ne de söylediğim bir söz yalanlandı. Sen yolu gözetle." Dedim ki: "Nasıl olur? Hacılar gitti, yolcu kalmadı." Dedi ki: "Sen git ve gözetle." Daha sonra Ümmü Zer şöyle dedi: Bir kum yığınına yaslanmış olarak yolu gözetliyordum. Bazan da gelip Ebu Zer'in hastalığıyla ilgileniyor­dum. Biz bu vaziyette iken bineklerinin üzerinde kartallar gibi yükselen bir grup insan gördüm. Onlara işaret ettim, hızla bana gelip durdular ve dediler ki: "Hayrola, neyin var?" "Bir müslüman ölmekte, onu kefenlememiz gerekecek" dedim. "Kim o?" diye sordular. "Ebu Zer." dedim. "Rasûlul­lah'ın (s.a.) sahabesi mi?" dediler. "Evet" dedim. "Anamız babamız ona feda olsun!" diyerek süratle yanına geldiler. Ebu Zer onlara dedi ki: "Müj­deler olsun size! Ben Rasûlullah'ı (s.a.) benim de içinde bulunduğum bir top­luluğa şöyle derken işittim: 'Sizden biriniz çölde vefat edecek ve mü'min bir topluluk onun vefatında hazır bulunacaktır.' O cemaatte bulunanlardan her biri, bir topluluk arasında (bir yerleşim merkezinde) ölmüştür. Allah'a ye­min olsun ki ben ne yalan söyledim, ne de bir sözüm yalanlandı. Yanımızda bana ya da kanma ait bir kumaş parçası bulunsaydı ondan, başkasıyla kefen-lenmezdim. Allah aşkına sizden şunu istiyorum. İçinizden emîr, arîf (emir yardımcısı), berîd (posta tatarı) veya nakîb olarak görev yapan biri varsa be­ni kefenlemesin!" Ensar'dan bir genç dışında herkes buna benzer görevlerde bulunmuşlardı. O genç dedi ki: "O sözünü ettiğin kişi benim amcacığım. Se­ni, şu üzerimdeki örtü ve annemin dokuduğu heybemin kumaşlarıyla kefen­leyeyim." Ebu Zer ona: "Beni, sen kefenle." dedi. Ensardan olan genç ke­fenledi, hep beraber namazını kıldılar ve defnettiler. Bu topluluğun tamamı Yemenli idi.[110]

 

7— Ordudaki Münafıklar:                                         

 

Tekrar Tebük kıssasına dönelim.                              

Münafıkların grubunda Amr b. A'vf oğullarının kardeşi Vedîa b. Sabit ve Selemeoğuüarımn müttefiki Eşca' kabilesinden Mahşiy b, Humeyyir adında bir adam vardı. Birbirlerine şöyle diyorlardı: "Rumlarla savaşmayı Araplar­la savaşmak gibi mi sanıyorsunuz? Vallahi biz sizi yarın mü'minleri korkut­mak ve paniğe kaptırmak için iplere bağlanmış olarak görüyoruz." Mahşi; b. Humeyyir de dedi ki: "Vallahi şu sözlerinizden ötürü hakkımızda Kur'ar âyeti inmesindense, her birimize yüzer sopa vurulmasına hükmedilmesini da ha çok yeğlerdim." Rasûlullah (s.a.) Ammâr b. Yâsir'e dedi ki: "Şu kavmi yetiş, mahvoldular. Sor bakalım ne söylediler? Şayet inkâr ederlerse onlari de ki: İnkârınızın aksine şöyle şöyle sözler söylediniz." Ammâr yanlarına gitti kendisinden isteneni yerine getirdi. Onlar da gelip Rasûlullah'tan (s.a.özür dilediler. Vedîa b. Sabit dedi ki: "Biz lâfa dalmış eğleniyorduk." Bu­nun üzerine Allah haklarında: "Eğer onlara soracak olursan 'Andolsun ki biz, sadece lâfa dalmış, şakalaşıyorduk!' derler."[111] âyetini indirdi. Mahşiy b. Humeyyir dedi ki: "Ya Rasûlallah! Beni adım ve babamın adı geriletti." Mahşiy, yukardaki âyette affolunduğu bildirilenlerdendi. Daha sonra Abdur-rahman adını aldı ve Allah'a, şehid olarak ölmek ve yerinin bilinmemesi için dua etti. Yemâme savaşında şehid oldu ve izine rastlanmadı.

İbn Âiz, Megazîadh eserinde şöyle bir hâdise nakleder: Rasûlullah (s.a.) Tebük'te su kaynağının azaldığı bir sırada oraya varmıştı. Kaynak suyundan bir avuç ağzına aldıktan sonra tekrar geri boşaltır boşaltmaz su kaynadı. Şu ana kadar da kaynamaya devam etmektedir.

Ben derim ki: Sahih-i Müslim'de, Rasûlullah'ın (s.a.) kaynağa gelme­den önce şöyle dediği nakledilmektedir: "İnşaallah siz, yarın Tebük suyu kay­nağına varacaksınız. Kuşluk vaktine kadar oraya yanaşmayınız. Kim oraya varırsa, ben gelinceye kadar suyuna el sürmeyiniz." Dediler ki: "Kaynağa geldik, iki kişi daha önceden oraya gelmişti. Su, ayakkabı bağcığı gibi ince­cik akıyordu." Hz. Peygamber (s.a.) o iki kişiye: "Suya el sürdünüz mü?** diye sordu. Onlar da: **Evet," dediler. Rasûlullah (s.a.) onlara, biraz ağır konuştu. Sonra suyu avuçlarıyla bir yere topladılar. Allah Rasûlü (s.a.), o suyla yüzünü ve ellerini yıkadı, tekrar kaynağına boşalttı ve kaynaktan bol bir şekilde su akmaya başladı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Ey Muaz, sana uzun bir hayat nasip olsaydı çok geçmeden buraların bahçelerle dolduğunu görürdün." [112]

 

8—Tebük'te Yapılan Anlaşmalar:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Tebük'e gelince, Eyle kralı yanına geldi. Sulh yap­tılar. Eyleliler cizye verdi. Cerbâ ve Ezruh halkı da cizye ödediler. Rasûlullah (s.a.) da onlara emân verildiğini bildiren bir yazı yazdı. Eyle kralına yazdığı yazı şöyle idi: "Bismiîlahirrahmanirrahim. Bu Allah'tan ve Allah'ın Peygam­beri Muhammed'den Yuhanna b. Ru'be ve Eyle halkına verilen bir emandır. Karadaki ve denizdeki vasıtaları, (ve bu vasıtalardaki Eyleliler) Ey lehlerle bir­likte bulunan Şam ve Yemen halkıyla sahilde bulunanlar da Allah'ın ve Mu-hammed   Peygamber'in   himayesindedirler.   Onlardan   kim   bir   kötülük işlerse, onun malı korunmayacaktır ve o mal alan kimseye aittir. Su almak isteyeni ve karada, denizde yolculuk etmek isteyeni engellemek helâl de-ğildir.[113]

 

9— Halid b. Velid'in Dümetü'l-Cendel'e Gönderilmesi:

 

İbn İshak der ki: Rasûlullah (s.a.) Halid b. Velid'i Dûmetü'l-Cendel'de Ükeydir b. Abdilmelik'e gönderdi. Ükeydir, Kindeliler'den olup hıristiyandı ve Dümetü'l-Cenderin kralı idi. Rasûlullah (s.a.) Halid b. Velid'e dedi ki: "Onu yaban sığın avlarken bulacaksın." Halid (r.a.) yola çıktı. Mehtaplı ve berrak bir gecede Ükeydir'in kalesine gözle görülebilecek kadar yaklaştılar. İTerasta karısıyla beraberdi. O sırada bir yaban öküzü gelip boynuzlarıyla sa­rayın kapısını tırmalamaya başladı. Karısı Ükeydir'e dedi ki: ^"Daha önce hiç böylesini görmüş müydün?" O da: "Hayır, vallahi görmedim." dedi. Karı­sı: "Kim bunu yakalamadan bırakır?" dedi. Ükeydir: "Hiç kimse." diye kar­şılık verdi. Sonra aşağı indi, atı eğerlendi. Ükeydir atma bindi, yanında ara­larında Hassan adındaki kardeşinin de bulunduğu ailesinden bir grup vardı. Hep beraber atlarına binip yaban öküzünü kovalamaya başladılar. Hz. Pey­gamber'in (s.a.) süvarileri Ükeydir'i yakaladılar, kardeşini de öldürdüler. Üze­rinde atlastan yapılmış ve altınla işlenmiş bir cübbe vardı. Halid, bu cübbeyi alıp kendisi gitmeden önce Rasûlullah'a (s.a.) gönderdi. Sonra Ükeydir'i Hz. Peygamber'e (s.a.) getirdi. Allah Rasûlü (s.a.) Ükeydir'in kanını bağışladı. Onunla cizye ödemesi şartıyla sulh yaptı ve sonra serbest bıraktı, o da ülkesi­ne döndü. [114]

İbn Sa'd der ki: Rasûlullah (s.a.), Halid'i dört yüz atlıyla birlikte gön­derdi. Sonra (İbn İshak'ın naklettiği) olayları zikrettikten sonra dedi ki: Ha­lid b. Velid, Ükeydir'e, Dûmetü'l-Cendel'in kapısını açması şartıyla, Rasû­lullah'a (s.a.) gelinceye kadar eman verdi. Ükeydir teklifi kabul etti ve iki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zırh ve dört yüz mızrak vermeyi kabul ederek barış anlaşması yaptılar. Ganimetten, Rasûlullah'ın (s.a.) hakkı ayrılıp, beş­te biri de çıkarıldıktan sonra geri kalanı mücahidler arasında taksim edildi ve her bir mücahide beş hisse düştü.

 İbn Âiz, bu habere şunu da ilâve eder: Ükeydir, yaban öküzü ile ilgili olarak dedi ki: "Vallahi bu hayvanın bize geldiğini dün geceye kadar hiç görmemiştim. İki üç gündür aklımdan geçiriyordum. Allah böyle takdir etmiş."

Musa b. Ukbe der ki: Yuhanna, Rasûlullah'ın (s.a.) yanmdayken Ükey-dir'İe bir araya geldiler. Rasûlullah (s.a.), her ikisini de İslâm'a davet etti, fakat yanaşmadılar, cizye ödemeyi kabul ettiler. Rasûlullah (s.a.) bu iki ki­şiyle Dûmetü'I-Cendel, Tebük, Eyle ve Teymâ üzerine sulh anlaşması yaptı ve onlara bu konuda yazı yazdı[115]

 

10— Tebük'ten Ayrılış:

 

Tekrar Tebük kıssasına dönelim: îbn İshak der ki: Hz. Peygamber (s.a.) on küsur gün Tebük'te kaldı. Sonra Medine'ye doğru yola çıktı. Yolda Mü-sakkak vadisinde, kaya kovuğundan çıkan ve ancak bir, iki en çok üç kişinin susuzluğunu gideren bir kaynak vardı. Rasûlullah (s.a.): "Kim bizden önce suya varırsa, biz gelinceye kadar kimse ondan içmesin." dedi. Münafıklar­dan bir grup, önceden gidip sudan içtiler. Allah Rasûlü (s.a.) suyun başına geldiğinde sudan bir eser görmedi ve: "Bizden önce suya kim geldi?" diye sordu. "Filan filan gedi ya Rasûlallah!" denildi. Rasûlullah (s.a.): "Ben ge­linceye kadar su içmelerini men etmemiş miydim?" dedi ve onları lanetleyip beddua etti. Sonra inip elini kaynağın ağzına koydu. Eline bir miktar su dö­külmeye başladı, sonra o sudan kaynak yerine serpti ve elini oraya sürdü ve bir süre dua ve niyazda bulundu, akabinde öyle bir su fişkırdı ki —duyanların söylediğine göre— suyun sesi yıldırımların sesini andırıyordu. Herkes kana kana içti ve her türlü ihtiyaçlarını giderdiler. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Şayet yaşarsanız, ya da sizden biriniz sağ kalacak olursa bu vadinin, ken­dinden önceki ve sonraki vadilerden daha münbit olduğunu duyacaksınız."

Ben derim ki: Sahih-i Müslim'de şöyle bir rivayet vardır: Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: "İnşallah siz, yarın Tebük suyuna varacaksınız. Kuşluk vakti olmadan yanma yaklaşmayın, kim yanına varırsa suyuna el sürmesin." Bu hadis daha önce de geçmişti.

Şayet burada bir olay sözkonusuysa Müslim'in hadisi daha güvenilir sa­yılır, iki ayrı olay cereyan etmiş olması da mümkündür.

Muhammed b. İbrahim b. H|ris et-Teymî, Abdullah b. Mes'üd'un şöy­le anlattığını nakletmektedir: Ben Tebük gazasında Rasûlullah (s.a.) ile bera­berken bir gece yarısı kalktım ve ordugâh tarafında bir ateş yandığını gör­düm ve ateşi izlemeye başladım. Baktım ki Rasûlullah (s.a.), Ebu Bekir ve Ömer oradalar ve duydum ki Abdullah Zü'lbicâdeyn el-Müzenî vefat etmiş, kabrini kazmışlar, Allah Rasûlü (s.a.) kabre inmiş. Ebu Bekir ve Ömer cesedi O'na doğru gönderirken Rasûlullah (s.a.): "Kardeşinizi bana yanaştırınız." diyor, onlar da gönderiyorlardı. Yan üstü yatırmaya hazırlanırken de: "Ya Rabbi; ben bu kişiden razıyım, Sen de ondan razı ol." diye dua etti. Abdul­lah b. Mes'ûd dedi ki: "Keşke o kabrin sahibi ben olsaydım".[116]

Hz. Peygamber (s.a.), Tebük seferinden dönerken dedi ki: "Medine'de öyle kavimler vardır ki, yürüdüğünüz her yerde, aştığınız her vadide onlar sizlerle beraberlerdi." Oradakiler: "Onlar Medine'de bulundukları halde mi, bizimle beraberlerdi?" dediler. "Evet, mazeretleri sebebiyle kalmışlardı."[117] dedi.   [118]                                                                                              

 

11— Rasûlullah'in (s.a.) Tebük'teki Hutbesi:

 

Hâkim ve ed-Delâil'de Beyhakî, Ukbe b. Âmir'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Rasûlullah (s.a.) ile birlikte Tebük seferine çıkmıştık. Hz. Pey­gamber (s.a.) bir gece uyumamış, ertesi gece istirahata çekilmişti. Güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar uyanamadı. Uyandıktan sonra: "Ey Bilâl! Ben sana, sabah namazını bekle demedim mi?" Bilâl dedi ki: "Ya Rasûlal­lah! Seni kendinden geçiren uyku beni de geçirdi." Daha sonra Rasûlullah (s.a.) bulundukları yerden fazlaca uzaklaşmadan namazını kıldı, günün geri kalan kısmında ve geceleyin, Tebük'e varıncaya kadar hiç durmadan yola de­vam etti. Tebük'te, Allah'a lâyık olduğu veçhile hamd ve senada bulundu ve sonra dedi ki:

"Sözlerin en doğrusu, Allah'ın kitabıdır. Yapışılacak en sağlam kulp tak­vadır. Dinlerin en hayırlısı İbrahim'in (a.s.) dini (İslâmiyet)dir, sünnetlerin en hayırlısı Muhammed'in sünnetidir. Sözlerin en şereflisi Allah'ı zikretmek­tir. Kıssaların en güzeli şu Kur'an'dır. İşlerin en hayırlısı Allah'ın farz kıl­dıkları, en şerlileri de sonradan ortaya çıkan, bid'at olanlarıdır. En güzel yol peygamberlerin yolu, en şerefli ölüm şehitlerin ölümü, en koyu körlük hida­yete erdikten sonra dalâlete düşmektir. Çalışmaların en hayırlısı faydalı ola­nı, doğru yolun hayırlısı uyulanı, körlüğün en şerlisi kalp gözünün kör olma­sıdır. Veren el, alan elden üstündür. Yeterli miktardaki az mal, oyalayıcı ve aldatıcı çok maldan hayırlıdır. Mazeret ileri sürmelerin en şerlisi ölüm geldi­ğinde yapılandır. En kötü pişmanlık kıyamet günündekidir. Bazı insanlar cu­maya en son geliyorlar ve Allah'ı çirkin bir şekilde zikrediyorlar. Hataların en büyüğü, dilin çok yalan söylemesidir. Zenginliğin en hayırlısı kalb zengin­liği, azıkların en hayırlısı, takvadır. Hikmetin (her hayrın) başı Allah'tan (c.c.) korkmaktır. Kalpte bulunan en hayırlı şey yakîn derecesindeki imandır. Şüp­he küfür alâmetidir. Ölü için bağırarak ağlamak cahiliye âdetlerindendir. (Ga­nimet mallan ve diğer hususlarda) hıyanet cehennem korlanndandır. Sarhoşluk cehennem ateşidir. Şiir İblisin işidir. İçki bütün kötülükleri bir araya toplar. En kötü yiyecek yetim malıdır. Mutlu kişi başkasının halinden ibret alandır. Şakî, anasının karnındayken şakı olandır. Her birinizin gidişi kabre doğru­dur, işi âhirete kalır. Yapılan işlerde esas olan sonuçlardır. Düşüncelerin en kötüsü yalan düşüncelerdir. Her gelecek yakındır. Mü'mine sövmek fâsık-Iık, onu öldürmek küfürdür. Mü'minin etini yemek (dedikodusunu yapmak, hakkında gıybet etmek) Allah'ın emirlerine karşı gelmektir. Mü'minin malı da kam gibi haramdır. Yalan yere Allah'a yemin eden kişiyi Allah yalancı çıkarır. Kim bağışlayıcı, affedici olursa Allah da onu bağışlar ve affeder. Kim öfkesini yenerse Allah onu mükafatlandırır. Kim herhangi bir zarara uğrar da sabrederse Allah o zararın karşılığını verir. Gösteriş yapmak isteyeni Al­lah cezalandınr. Sabırlı davranmaya çalışanı güçlü kılar ve Allah'a isyan edeni de azaba düçâr eder." Hutbesini bitirdikten sonra Hz. Peygamber (s.a.) üç defa istiğfarda bulundu.[119]

Ebu Davud, Sünen'inde İbn Vehb'den şu hadisi nakleder: Muâviye'nin Saîd b. Gazvân'dan naklettiğine göre, Saîd'in babası Gazvân, hacca gider­ken Tebük'e uğramıştı, kötürüm bir adam gördü ve ona ne olduğunu sordu. Adam dedi ki: Sana ne olduğunu anlatacağım, ama benim hayatta olduğu­mu bildiğin sürece kimseye bundan bahsetmeyeceksin: Rasûlullah (s.a.) Te-bük'te bir hurma ağacının yanına geldi ve: "İşte bu ağaç bizim kıblemiz."

dedi, sonra o ağaca doğru namaz kıldı. Ben de koşup oynayan bir çocuktum, koşarak O'na doğru gittim ve O'nunla ağacın arasından geçtim. Bunun üze­rine Rasûlullah (s.a.): "Namazımızı kesti, Allah da onun izini (yani iz bıra­kan ayaklarım) kessin." dedi. Bu güne kadar bir daha ayaklarım üstünde du­ramadım. [120]

Sonra Ebu Davud, Vekî'—Saîd b. Abdülaziz—Yezîd b. Nimrân'ın kö­lesi senediyle Yezîd b. Nimrân'dan başka bir rivayet nakleder. O rivayete gö­re Yezîd b. Nimrân dedi ki: Tebük'te kötürüm bir adam gördüm. O adam dedi ki: Rasûlullah (s.a.) merkebinin üzerinde namaz kılarken önünden geç­tim. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Ey Allah'ım, izini kes." dedi, on­dan sonra iki ayağım üzerinde hiç yürüyemedim.[121] Bu ve bundan önceki iki isnad da zayıftır. [122]

 

12— Rasûlullah'ın (s.a.), Tebük'te İki Namazı Bir Arada Kılması:

 

Ebu Davud, Kuteybe b. Saîd—Leys—Yezîd b. Ebî Habîb—Ebu't-Tufeyl—Âmir b. Vasile kanalıyla Muaz b. Cebel'den şöyle bir hadis nakle­der: "Hz. Peygamber (s.a.), Tebük gazasında güneşin zevalinden önce yola çıktığında öğle namazını, ikindi ile cem edip kılmcaya kadar tehir etti. Ak­şam namazı vaktinden önce yola çıktığı zaman, akşam namazını yatsı nama­zı ile beraber kılıncaya kadar tehir etti. Akşam namazından sonra yola çıktı­ğı zaman yatsı namazını kılmakta acele etti ve akşam namazı ile beraber kıldı."

Tirmizî şöyle demektedir: "Zeval vaktinden sonra yola çıkarsa, ikindi namazını kılmakta acele eder, öğle ve ikindiyi öğle namazı vaktinde beraber kılardı."[123] Tirmizî bu hadis için: "Hadis hasendir." demişti.. Ebu Davud da: "Bu hadis münkerdir, vaktin öne alınması konusunda herhangi bir hadis yoktur." demektedir.

Ebu Muhammed İbn Hazm der ki: "Hiç bir hadisçi Ebu Davud hadisin­de geçen Yezîd b. Ebî Habîb'in Ebu Tufeyl'i dinleyip ondan hadis aldığını bilmemektedir."

Hâkim ise bu Ebu Tufeyl hadisi ile ilgili olarak şöyle demektedir: Bu, râvileri güvenilir imamlar olan bir hadistir. İsnad ve metin yönünden şâzzdır. Sözkonusu hadis için söyleyebileceğimiz bir illet, eksiklik de bulamıyo­ruz. Bütün bunlardan sonra bir de baktık ki, hadis mevzu imiş. Buharî'den şöyle nakledilmiştir: Kuteybe b. Saîd'e: "Ebu Tufeyl'den Yezîd b. Habîb'ın rivayet ettiği hadisi Leys'ten yazarken kiminle beraberdin?" dedim. Dedi ki: "Halid el-Medâinî ile beraber yazdım." Halid el-Medâinî, hadis şeyhlerine söylemedikleri şeyleri isnad ederdi. Yine Ebu Davud, Yezîd b. Halid b. Ye­zîd b. Abdullah b. Muvehheb er-Remlî—Mufaddal b. Fudâle—Leys b. Sa'd— Hişâm b. Sa'd—Ebu Zübeyr—Ebu Tufeyl senediyle Muâz b. Cebel'den şöy­le rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.) yola çıkmadan önce, güneşin zeval vakti geçtiğinde öğle ile ikindi namazlarını bir arada kılardı. Akşam namazı için ise şöyle yapardı: Yola çıkmadan önce güneş battıysa akşam ve yatsıyı bera­ber kılar, şayet güneş batmadan Önce yola çıktıysa akşam namazını yatsının vaktine girinceye kadar tehir eder, sonra ikisini beraber kılardı."[124]

Ahmed b. Hanbel, İbn Maîn, Ebu Hatim, Ebu Zür'a, Yahya b. Saîd, bu hadiste geçen Hişâm b. Sa'd'ı hadis rivayetinde zayıf bulmuşlardır. On­dan hadis rivayet edilmezdi. Nesâî de bu şahsı zayıf bulanlardandır. Ebu Be­kir el-Bezzâr dedi ki: "Hişâm b. Sa'd'dan hadis rivayet etmekten çekinen, ya da çekinmeyi gerektirecek bir illet, bir eksiklik yönelten kimseye rastla­madım." Ebu Davud der ki: "Mufaddal ve Leys'in hadisi münker hadistir/*[125]

 

13— Münafıkların, Rasûlııllah'a (s.a.)Tuzak Kurmaya Kalkışmaları:

 

Ebu'l-Esved, Meğazf sinde Urve'den şöyle bir nakilde bulunur: Hz. Pey­gamber (s.a.) Tebük'ten döndü. Medine'ye doğru yola çıktı. Bir müddet yol aldıktan sonra bir grup münafık Rasûlullah'a (s.a.) bir tuzak hazırladılar, yolda O'nu yüksek bir tepeden aşağı atmak hususunda aralarında anlaştılar. Tepeye yaklaşınca Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte yürümek istediler. Ashabı da oraya gelince, Rasûlullah (s.a.): "Kim vadiden gitmek isterse gitsin, orası sizin için daha müsait." dedi. Ashab-ı kiram vadi yolunu tutarken Hz. Pey­gamber (s.a.) ve O'na tuzak kurmak isteyen bir grup münafık tepeye doğru yürüdüler. Rasûlullah'ın (s.a.) ashabına söylediklerini duyunca (bu tam fır­sattır deyip) başlarındaki örtüyle yüzlerini örterek çok mühim ve tehlikeli işe teşebbüs etmek için hazırlandılar. Hz. Peygamber (s.a.), Huzeyfe b. el-Yemân ve Ammâr b. Yâsir'e, yanında yürümelerini emretmişti. Ayrıca Ammâr'a devesinin yularını tutmasını, Huzeyfe'ye de deveyi arkadan sürmesini emret­mişti. Onlar bu şekilde yürürlerken, arkalarından kendilerine doğru gelenle­rin gürültülerini duydular. Hz. Peygamber (s.a.) sinirlendi ve Huzeyfe'ye onları defetmesini emretti. Huzeyfe, Rasûlullah'ın (s.a.) sinirlendiğini gördü ve he­men geriye dönüp elindeki sopa ile bineklerinin önüne geçip vurmaya başla­dı. Onları yüzleri maskeli olarak gördü, fakat o bölgede her yolcunun tabii olarak yüzünü böylece örtmesi âdet olduğu için bu durumdan hiç şüphelen­medi. Huzeyfe'yi görünce, Allah onların kalblerine korku düşürdü ve hilele­rinin açığa çıktığını, tuzaklarının anlaşıldığını zannettikleri için süratle kala­balığa karıştılar. Sonra Huzeyfe döndü. Rasûlullah'ın (s.a.) yanma gelince Rasûlullah (s.a.): "Ey Huzeyfe! Sür hayvanı, Ey Ammâr! Sen de acele et." dedi. Böylece süratlenip tepeden aşarak, vadi yolundan gelmekte olup henüz oraya ulaşamamış olanları beklemeye başladılar. Hz. Peygamber (s.a.) Hu­zeyfe'ye dedi ki: "O gruptan tanıyabildiğin oldu mu?" Huzeyfe: "Filanın, filanın bineğini tamdım, gece karanlıktı ve yüzleri de maskeliydi." dedi. Ra­sûlullah (s.a.): "Durumları ve ne istedikleri konusunda bir şey öğrenebildi­niz mi?" diye sordu. Oradakiler: "Hayır vallahi, ya Rasûlallah" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Onlar, tepeye çıktığım zaman beni oradan aşağıya yuvarlamak için hile yapıp benimle birlikte yürümek istediler." dedi. "O halde bize emretmez misin, gidip boyunlarını vuralım?!" dediler. Rasû­lullah (s.a.) buyurdu ki: "İnsanların, 'Muhammed ashabını öldürüyor* de­melerini istemem." Daha sonra yanındaki iki kişiye onların adlarına söyledi ve kimseye söylememelerini emretti.[126]

İbn îshak, bu kıssa ile ilgili olarak şöyle ilâve bir rivayet nakletmekte­dir: Rasûlullah (s.a.) Huzeyfe'ye buyurdu ki: "Allah bana, onların ve baba­larının adlarım bildirdi, ben de sana, yarın sabahleyin haber vereceğim. Şim­di git, sabah olunca onları toplarsın." Sabah olunca dedi ki: "Abdullah b.

Übey, Sa'd b. Ebî Şerh, Ebu Hatır el-A'rabî, Âmir, Ebu Âmir ve Cülâs b. Süveyd b. es-Sâmit'i çağır." Bu sonuncusu: "Bu gece Muhammed'e tepeden aşağıya atmadan bırakmayacağız. Eğer Muhammed ve ashabı bizden hayırlı ise, biz koyunuz o çoban, bizim aklımız yok, o akıllı demektir." demişti. Sonra Huzeyfe'ye, Mecma1 b. Harise ve Müleyh et-Temîmî'yi çağırmasını emretti. Müleyh, Kâ'be'ye ait olan kokuyu çalmış, irtidad edip kaçmıştı ve nerede ol­duğu bilinmiyordu. Daha sonra Hisn b. Nümeyr'i çağırmasını emretti. Hısn, zekât olarak toplanan hurmadan çalmıştı. Rasûiullah (s.a.) kendisine: "Ya­zıklar olsun, niçin yaptın bunu?" demiş; o da: "Senin bu işten haberin ol­mayacağını zannettiğim için yaptım. Şu saata kadar sana hiç inanmamıştım." diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a.) de hatasını hoş görüp kendisini affet­ti. Sonra, Tuayme b. Ubeyrık ve Abdullah b. Uyeyne'yi çağırmasını emretti. Abdullah arkadaşlarına şöyle demişti: "Bu gece uyanık kaim, sonra bütün bir ömür rahat edin. Allah'a yemin olsun ki bu adamı öldürmekten başka yapacak hiçbir işiniz yok." Allah Rasûlü (s.a.) onu çağırdı ve: "Yazıklar ol­sun sana! Ben ölseydim senin ne yararın olacaktı?" dedi. Abdullah: "Ey Al­lah'ın Rasûlü! Allah, seni düşmanlarına karşı muzaffer kıldığı sürece bir ha­yır üzereyiz, biz yalnız Allah'la ve seninleyiz." dedi. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (s.a.) onu bıraktı. Sonra Mürre b. Rebî'i çağırmasını emretti. O da şöyle demişti: "Bir kişiyi öldürelim, bütün insanlar huzura ersin." Rasûiul­lah (s.a.) onu çağırıp şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana! O söylediğin sözleri söylemene sebep neydi?" "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben böyle bir şey söylediy-sem sen onu bilirsin, ben bir şey söylemedim" dedi. Rasûiullah (s.a.) bunla­rın hepsini bir araya topladı. Bunlar, Allah'a ve RasûhVne harp ilan eden, Allah'ın Rasûlü'nü öldürmeye yeltenen on iki kişiydi. Rasûiullah (s.a.), on­lara ne söylediler, ne düşündüler, gizli-açik neleri varsa hepsini haber verdi. Allah Teâlâ, Peygamberini bütün bu bilgilere muttali kılmıştı. Bu on iki kişi, münafıklar ve Allah ve Rasûlü'ne harp açan kimseler olarak öldüler. Bunlar hakkında Allah Teâlâ'nın âyeti şöyledir: "Başaramayacakları bir şeye (Pey-gamber'e suikasde) yeltendiler. "[127] Ebu Âmir, bunların reisi idi. Mescid-i Dı-râr'ı onun için inşa etmişlerdi. Ona Rahib denilirdi, ama Rasûiullah (s.a.) *Fâsık' diye isimlendirmişti. Cesedi melekler tarafından yıkanan Hanzala'-nm babası idi. Hz. Peygamber'e (s.a.) Mescid-i Dırâr'a gelmesi için haber gönderdiler. O da geldi ve gelince Allah (c.c), indirdiği âyetlerle münafıkları rezil etti ve Rasûlullah'ın emriyle- mescid yakılarak yerle bir edildi.

Ben derim ki: İbn İsnak'ın zikrettiği hususlarda birçok yönden yanlış­lıklar var:

Birincisi: Hz. Peygamber (s.a.). Huzeyfe'ye münafıkların isimlerini bil­dirmiş başka hiç kimseye bildirmemişti. Bu yüzden Huzeyfe'ye: "O, başka­sının bilmediği sırrın sahibidir." deniliyordu.[128] Birisi ölür de hakkında şüp-helenilirse, Hz. Ömer derdi ki: "Bakınız, eğer Huzeyfe cenaze namazını kılı­yorsa, mü'mindir, yoksa münafıklardandır."

İkincisi: İbn İshak'm sözünden naklettiğimiz: "Abdullah b. Übey de ara-larındaydı." rivayeti de yanlıştır. Çünkü bizzat İbn İshak'ın kendisi Abdul­lah b. Übey'in Tebük seferine katılmadığını zikretmiştir.

Üçüncüsü: "Ve Sa'd b. Ebî Şerh." sözü de yanlıştır ve bariz bir hatadır. Zira Sa'd b. Ebî Şerh hiç müslüman olmamıştır. Oğlu Abdullah ise İslâm'ı kabul etmiş ve hicret etmiş, ama sonradan irtidad edip Mekke'ye dönmüş­tür. Mekke'nin fethinde Hz. Osman, Rasûlulİah'tan (s.a.) onun adına eman dilemiş, kendisine eman verilmiş ve tekrar müslüman olmuş, örnek müslü-manlar arasında yerini almıştır. O günden sonra kendisinden herhangi bir kö­tülük sadır olmamış ve kesinlikle de o on iki kişilik münafık grubuyla bir arada bulunmamıştır. Bilmiyorum, bu fahiş hatanın sebebi nedir?

Dördüncüsü: "Ebu Âmir reisleriydi." sözü de İbn İshak derecesine ula­şamayanlara kapalı kalmayacak açık bir hatadır. Zira bizzat İbn İshak, Ebu Âmir'in kıssasını hicret kıssasında anlatmış ve Âsim b. Ömer b. Katâde'den naklen demiştir ki: "Rasûiullah (s.a.) Medine'ye hicret edince Ebu Âmir on küsur kişiyle Mekke'ye gitmiş, Rasûiullah (s.a.) Mekke'yi fethedince Taife gitmiş, Tâif halkı müslüman olunca da Şam'a geçmiş, sonra orada garip, pe­rişan ve kimsesiz bir vaziyette ölmüştür." O halde nerde bu fasık, nerde Te­bük gazası! [129]                                                                        

 

14— Dırâr Mescidi ve Yıktırılması:                                  

 

Hz. Peygamber (s.a.)Tebük'ten döndü ve Zî-Evan'a kadar geldi. Zî-Evan, Medine'ye bir saatlik mesafededir. Daha önce Dırar mescidini yapanlar, Ra­sûiullah (s.a.) Tebük'e giderken yanına gelip demişlerdi ki: "Ya Rasûlallah! Hasta ve özürlüler için, bir de yağmurlu kış gecelerinde sel geldiği zaman bir­likte namazlarımızı eda etmek üzere bir mescid yaptık, gelip orada bize na­maz kıldırmanı istiyoruz." Allah Rasûlü (s.a.): "Ben şimdi yolcuyum ve meş­gulüm, inşaallah dönersek gelir namazınızı kıldırırım." dedi. Dönüşte ZîEvan'a geldiğinde, mescid hakkında vahiy nazil oldu. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber, Benî Seleme b. Avf'ın kardeşi Mâlik b. Duhşum İle Ma'n b. Adiy el-Aclânî'yi çağırtıp onlara dedi ki: "Halkı zalim olan şu mescide gidiniz, yakıp yıkınız." Bu iki kişi süratle çıkıp Salim b. Avfoğutları mahallesine geldiler. Bunlar Mâlik b. Duhşum'un kabilesindendi. Mâlik, Ma'n'a dedi ki: "Beni bekle, bir ateş alıp geleyim." Ailesinin yanına gitti, yapraklı bir hurma dalım ateşleyip geldi. Sonra süratlice mescide girdiler ve -mescid halkı o sırada içer­de olduğu halde- mescidi yaktılar ve yıktılar, içindeki münafık topluluk da­ğıldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, bu konuda şu âyetleri indirdi: "Zarar vermek, inkâr etmek, mü'minlerin arasım ayırmak için bir mescid yapanlar da vardır." [130] Kıssayı sonuna kadar anlattı.[131]

İbn İshak mescidi yapan on iki kişinin adını zikretmiştir. Sa'lebe b.'Hâ-tıb da onların arasındaydı.

Osman b. Saîd ed-Dârimî, Abdullah b. Salih[132]—Muâviye b. Salih— Ali b. Ebî Talha—İbn Abbas yoluyla şöyle rivayette bulunmuştur: "O kim­seler ki müminlerin arasım ayırmak için, küfürlerini kuvvetlendirmek için... mescid edindiler." âyetinde mevzubahs edilenler Ensar'dan mescid yapan bir gruptu. Ebu Âmir onlara demişti ki: "Mescidinizi yapın, gücünüz yettiği ka­dar silah ve mühimmat hazırlayın. Ben Rum Kralı Kayser'e gidip oradan as­ker getireceğim ve Muhammed'le birlikte ashabım buradan çıkaracağım." Mes­cidi inşa edip bitirince Rasûlullah'a (s.a.) gelerek: "Mescidimizin inşasını ta­mamladık. Senin orada bize namaz kıldırıp, mübarek olması için dua etmeni arzu ediyoruz." dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyetleri indirdi: "Ey Rasûlüm; orada asla namaza durma, tâ ilk gününden beri Allah'a karşı gel­mekten sakınmak için kurulan mescid (Küba mescidi), elbette içerisindedia-maza durmana daha uygundur. Onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlan­dı. (Bundan maksat temelleridir.) Yaptıkları bina, kalblerinde bir şüphe ve ızdirap kaynağı olmakta -kalbleri parçalanıncaya kadar- devam edecektir. Al­lah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."[133]

 

15— Tebük'ten Medine'ye Dönüş:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye yaklaşınca kadın;'kiz, oğlan şöyle söy-lereyerek karşılamaya çıktılar:

"Seniyyetü'1-Vedâ sırtlarından üzerimize dolunay doğdu.

O davetçi Allah'a davet ettiği müddetçe şükretmek bize vacip oldu."

Bazı râviler bu konuda yanılmakta ve:"Bu olay Hz. Peygamber'in (s.a.) Mekke'den Medine'ye hicret etmesi sırasında cereyan etmiştir." demektedir­ler. Bu, açık bir hatadır. Çünkü Seniyyetü'1-Vedâ Şam tarafındadır; Mek­ke'den Medine'ye gelen birisi orayı göremez ve Şam istikametine yönelme­dikçe oraya uğrayamaz. Rasûlullah (s.a.), uzaktan Medine'yi görünce: "İşte Tâbe! İşte l^hud! O öyle bir dağdır ki, biz onu severiz, o da bizi sever." buyurdu[134]

Medine'ye girince Abbas (r.a.) dedi ki: "Ya Rasûlallah! Bana izin ver de seni öveyim." Rasûlullah (s.a.) daî "Söyle, Allah ağzına sağlık versin." deyince Abbas şöyle söyledi:                                                   

"önceden de sen gölgeliklerde ve Âdem ile Havva'nın yaprakla örtün­müş olduğu çenette güzeldin.

Sonra yeryüzüne indin; ama sen ne bir beşerdin, ne bir çiğnem et idin, ne de bir kan pıhtısıydın.

Bilâkis sen, tufan, Nesr'i[135] ve Nesr'e tapanları boğarken gemilere bi­nen bir nutfe idin.

Sulbden rahme geçersin ve âlem devredip zaman geçince örtü açığa çıkar.

Tâ ki şerefine şahit olan faziletin Hındif in[136] nesebinden daha yüce bir yere sahip olur.

Ve sen doğunca yeryüzü parlar ve senin nurunla ufuk aydınlanır. Biz de bu aydınlık içinde ve bu nur sayesinde yolumuzu açarız." [137]

 

16— Tebük Seferinden Geri Kalanlar:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye girince, ilk önce Mescide gidip orada iki rekât namaz kıldı. Sonra herkesle beraber oturdu. Tebük seferine gitme­yip geri kalan seksen küsur kişi Rasûlullah'a (s.a.) gelip mazeretlerini arzet-meye ve özürlerini yemin ederek teyide başladılar. Rasûlullah (s.a.)» onların dış görünüşlerine bakarak özürlerini kabul etti, kendileri için istiğfarda bu-lunup kalplerindeki gerçek durumlarını Allah'a havale etti. O sırada Kâ'b b. Mâlik, Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldi. Selâm verince Rasûlullah (s.a.) kızgın bir şekilde tebessüm edip: "Buraya gel!" dedi. Kâ'b şöyle anlatıyor: Gittim, önüne oturdum. Bana dedi ki: "Niçin geri kaldın?. Sen beni desteklemek üzere Aka­be'de bîat etmemiş miydin?*' "Evet. Allah'a yemin olsun ki ben, şu anda senden başka kimin yanına otursam ileri süreceğim mazeretlerle onu ikna edip gazabından kurtulacağımı zannederim. Çünkü münakaşa etmeyi bilirim. Fa­kat ben -Allah'a yemin olsun ki- şunu çok iyi biliyorum: Bugün seni benden hoşnut edecek yalan sözler söylersem, çok geçmeden Allah yalanımı ortaya çıkarıp seni hakkımda gazaplandırır. Şayet seni hakkımda gazaplandiracak doğruyu söylersem, Allah'ın beni affedeceğini umarım. Vallahi hiç bir maze­retim yoktu. Vallahi hiç bir zaman da bu seferden geri kaldığım zamanki gibi güçlü ve varlıklı olmamıştım." dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "İş­te bu, doğru söyledi." dedikten sonra: "Kalk, Allah senin hakkındaki hük­münü bildirinceye kadar bekle." dedi. Kâ'b anlatmaya devam ediyor: Kalk­tım, SelemeoğuUanndan bir grup adam da benimle beraber yürüyor ve bana diyorlardı ki: "Vallahi, bundan önce senin herhangi bir günah işlediğini gör­medik. Ne çare ki diğer geride kalanlar gibi Hz. Peygamber'e (s.a.) özür be­yan edemedin. Şayet öyle yapsaydın Rasûlullah'ın (s.a.)senin için de Allah'­tan mağfiret dilemesi yeterdi." Beni bu şekilde kınama hususunda o kadar ısrar ettiler ki, geri dönüp kendimi yalanlayıp özür beyan etmeyi düşündüm. Sonra onlara: "Benim durumumda başka biri var mı?" dedim. "Evet, senin söylediğin gibi söyleyen iki kişi daha var, onlara da sana dendiği gibi denil­di." dediler. "Onlar kim?" diye sordum. Mürâre b. er-Rebî el-Âmirî ve Hi­lâl b. Ümeyye el-Vâkıfı olduğunu söylediler. Bu iki şahıs da Bedir harbine katılmış örnek müslümanlardandı. Onların adım duyunca, geri dönmekten vazgeçip yoluma devam ettim.

Rasûlullah (s.a.), Tebük seferinden geri kalanlar arasından, müslüman-lann -üç kişi olarak- sadece bizimle konuşmasını men etti. Herkes bizden uzak­laştı ve bize karşı değiştiler, dünya bile eskiden bildiğim dünya değildi. Elli gün bu hal üzere devam ettik. Diğer iki arkadaşıma gelince evlerine kapandı­lar, ağlayıp durdular. Ben, içlerinde en güçlüsü ve en dayanıklısı idim. Dışarı çıkıyor, namaz için cemaate iştirak ediyor, çarşı-pazar dolaşabiliyordum, fa­kat hiç kimse benimle konuşmuyordu. Rasûlullah'a (s.a.) geliyor, namazdan sonra oturduğu meclise varıyor, selâm verip kendi kendime diyordum ki: "Aca­ba selâmımı almak için dudaklarını kıpırdattı mı, kıpırdatmadı mı?" Sonra O'na yakın bir yerde namazımı kılıyor, Rasûlullah'a (s.a.) göz atıyor, ben namaza yöneldiğimde bana doğru döndüğünü, ben O'na yönelince de yüz çe­virdiğini görüyordum. Herkesin benden bu şekilde yüz çevirmesinin uzayıp gittiği bir sırada Ebu Katâde'nin bahçe duvarına tırmandım. Ebu Katâde, am­camın oğluydu ve çok sevdiğim biriydi. Selâm verdim, Allah'a yemin olsun ki selâmımı almadı. Dedim ki: "Ey Ebu Katâde! Allah aşkına soruyorum* benim Allah'ı ve Rasûlü'nü sevdiğimi biliyor musun?" Hiç cevap vermedi. Dönüp tekrar sordum-, yine cevap vermedi. Tekrar sordum, bu defa dedi ki:

"Allah ve Rasûlü bilir." Bunun üzerine gözlerim yaşardı, ağladım ve tekrar dönüp duvara tırmandım ve gittim.

Bir aralık Medine çarşısında yürürken, Şam bölgesinden bir çiftçiye rast­ladım. Gıda maddesi getirmiş satıyor ve bana: "Kim Kâ'b b. Mâlik'i göste­rir?" diye soruyordu. Sonunda bana geldi ve Gassân kralından bir mektup verdi. Mektupta şöyle deniliyordu:

"Haber aldığıma göre arkadaşın sana eziyet ediyormuş. Allah seni zelil ve zayi olacak bir mevkide kilmamıştır. Hemen bize gel, lâyık olduğun gibi davranalım." Mektubu okuyunca dedim ki: "Bu da bir başka belâ!" Mek­tubu, tandırda yakmaya azmettim ve yaktım. Elli günün kırk günü doldu­ğunda Hz. Peygamber'in (s.a.) bir elçisi bana gelip: "Rasûlullah (s.a.) sana, ailenden ayrı kalmanı emrediyor." dedi. Diğer iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi. "Boşayayım mı, yoksa nasıl bir ayrı kalma kastediliyor?" dedim. "Hayır, boşamayacâksın, yalnızca uzak duracaksın ve ona yaklaşmayacak­sın." dedi. Bunun üzerine kanma dedim ki: "Ailenin yanma git. Allah bu konuda hükmünü bildirinceye kadar orada kal." Hiiâl b. Ümeyye'nin karısı geldi ve: "Ya Rasûlallah! Hilâl b. Ümeyye çok ihtiyar, kendisine hizmet ede­cek kimsesi de yok, kendisine hizmet etmemi kötü görür müsünüz?" dedi. "Hayır, fakat sana yaklaşmasın." buyurdu. Karısı dedi ki: "Vallahi, o hiç yerinden kımıldamıyor. O günden şu ana kadar da durmadan ağlıyor." Kâ'b diyor ki: Bu olay üzerine ailemden bazıları bana: "Sen de Rasûlullah'tan (s.a.) Hilâl b. Ümeyye'nin hanımının ona hizmet etmek için izin aldığı gibi yapıp, izin isteseydin." dediler. Ben: "Vallahi, o konuda gidip izin istemem. Hem Rasülullah'ın (s.a.) bana ne karşılık vereceğini nerden bileyim, çünkü ben genç bir adamım." dedim.

Bu şekilde on gün daha bekledim. Allah Rasûlü'nün (s.a.), başkalarını bizimle konuşmaktan men ettiği günden bu yana tam elli gün geçmiş oldu. Ellinci günü sabahı, evlerimizden bifinin damında sabah namazını kılmış, Allah Teâlâ'nın zikrettiği hal üzere canım sıkılmış ve bütün genişliğine rağmen dünya başıma daralmış bîr vaziyette otururken, Sel dağının tepesinde en yüksek sesle birinin, "Ey Kâ'b b. Mâlik!" diye bağırdığını duydum. Hemen secdeye ka­pandım; çünkü Allah'ın (c.c.) beni feraha çıkaracak hükmünü bildirdiğini anladım. Rasûlullah (s.a.) sabah namazını kılınca, Allah'ın, tevbelerimizi kabul ettiğini bildirdi. Bu haberden sonra herkes bizi müjdelemeye başladı. Bir grup müjdeci diğer iki arkadaşıma doğru giderken, atlı bir şahıs ile Eşlem kabile­sinden bir başka şahıs bana doğru koşuyorlardı. Eşlem kabilesinden olan şa­hıs, bir tepeye çıkmış bana bağırıyordu. Onun beni müjdeleyen sesi, attan önce gelmişti. Hemen üzerimdeki elbiseleri çıkarıp müjdeciye giydirdim. Vallahi bundan başka da hiç elbisem yoktu. Hemen ödünç elbise bulup giydim, sü­ratle Rasûlullah'a (s.a.) gittim. İnsanlar grup grup beni karşılıyor, tevbemin kabulünden dolayı tebrik ediyor ve: "Allah'ın tevbeni kabul buyurması mü­barek olsun!" diyorlardı.

Kâ'b diyor ki: Mescide girdiğim sırada Rasûlullah (s.a.) etrafındakilerle beraber oturuyordu. Talha b. Ubeydullah kalktı, bana doğru gelip, Denimle tokalaşıp tebrik etti. Vallahi Talha'dan başka kalkıp yanıma gelen olmadı. Talha'nın bu ilgisini hiç unutmuyorum. Rasûlullah'a (s.a.) selâm verdiğim­de, yüzü sevinçten parlayarak bana şöyle dedi: "Sana anandan doğduğun gün­den itibaren yaşamış olduğun en güzel bir günün hayırlı müjdesi var." Ben: "Bu müjde senden mi, yoksa Allah'tan mı, ya Rasûlallah?" diye sordum. "Bilakis Allah katından." diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a.) bir şeye sevindiği zaman yüzü ay parçası gibi parlardı. O'nun bu halini biliyorduk. Gelip Rasülullah'ın (s.a.) önüne oturunca: "Ey Allah'ın Rasûlü! Tevbemin kabulü dolayısıyla bütün malımı Allah ve Rasûlü'ne bağışlamak istiyorum." dedim. "Malının bir kısmını kendine sakla, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu. Ben de: "Hayber'deki hissemi alıkoyayım." dedim. Sonra dedim ki: "Ya Rasûîallah! Allah Teâlâ, beni doğruluğum sebebiyle kurtardı. Bun­dan böyle hayatta olduğum müddetçe doğrudan başka bir söz söylemeyece­ğim." Allah'a yemin olsun ki, bunu Rasûlullah'a (s.a.) söylediğim günden bugüne kadar, doğru sözlülükten dolayı Allah'ın beni imtihan ettiği ölçüde imtihana tabi tuttuğu başka bir şahıs tanımıyorum. Vallahi, o günden itiba­ren hiç bilerek yalan söylemedim. Bundan sonrası için de Allah'ın beni ya­landan koruyacağını umarım. Bunun üzerine Allah Teâlâ Rasûlü'ne: "An-dolsun ki Allah, Peygamber'e uyan Muhacirler iîe Ensar'ın ve Peygamber'in tevbelerini kabul etti."[138] âyetinden, "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun."[139] âyetine kadar inzal buyurdu. Allah'a yemin olsun ki, İslâm nimetine erdirdikten sonra Allah'ın bana lütfettiği en büyük nime­ti, Hz. Peygamber'e (s.a.) karşı doğru sözlü olmak ve yalan söyleyip helake düşmekten kurtulma nimetidir. Allah (c.c.) yalancılar hakkında vahyini in­zal buyurduğu zaman, herhangi bir şahsa söylenecek en ağır sözü söyledi ve: "Siz yanlarına döndüğünüz zaman, kendilerinden yüz çeviresiniz diye size karşı Allah'a yemin edecekler."[140] âyetinden, "Allah, o fâsıklar topluluğundan asla razı olmaz."[141] âyetine kadar inzal buyurdu.

Kâ'b dedi ki: Allah Teâlâ'mn, ''Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesi-ni de..."[142] âyetiyle ifade ettiği geri kalıştan maksat, Tebük seferinden geri kalış değildir. Aksine Hz. Peygamber (s.a.) seferden döndükten sonra, geri kalanlar gelip özür beyan etmişler ve bunu da yeminle desteklemişlerdi. Ra­sûlullah (s.a.) da onların mazeretini kabul etmiş, kendileri adına mağfiret di­lemişti. Fakat bu üç kişi, gelip mazeret beyan etmemişler, bu konuda geri kal­mışlar; Rasûlullah (s.a.), haklarındaki Allah'ın hükmünü bildireceği ana ka­dar onları tehir etmişti. İşte âyet-i kerimedeki geri kalıştan maksat, bu maze­ret beyanındaki geri kalıştır.[143]

Osman b. Saîd ed-Dârimî, Abdullah b. Salih—Muâviye b. Salih—Ali b. Ebî Talha—İbn Abbas yoluyla gelen bir rivayetinde, "Münafıklardan di­ğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi işle kötü işi (nifak) birbirine ka­rıştırdılar. "[144] âyet-i kerimesiyle ilgili olarak dedi ki: Tebük seferinde Ra­sûlullah (s.a.) seferden döndüğü zaman bunlardan yedisi kendilerini mesci­din duvarına bağladılar. ^Mescid'den dönerken yanlarından geçen Rasûlullah (s.a.): "Kendilerini duvara bağlayan bu şahıslar kimler?" diye sordu. "Ebu Lübâbe ve arkadaşları. Sizden geri kalmışlardı da ey Allah'ın Rasûlü! Hz. Peygamber (s.a.) gelip bağlarını çözüp kendilerini mazur gördüğünü açıkla-yıncaya kadar bağlı kalacaklar." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki: "Allah'a yemin ederim ki, Allah onları azad etmedikçe ben, ne bağ­larını çözerim, ne de özürlerini kabul ederim. Çünkü onlar, benden yüz çe­virdiler ve müslümanlarla birlikte sefere gitmediler." Hz. Peygamber'in (s.a.) bu cevabı onlara ulaşınca dediler ki: "Allah bizi azad etmedikçe biz kendi bağlarımızı çözmeyeceğiz." Bu olay üzerine: "Münafıklardan diğer bir kıs­mı da günahlarını itiraf ettiler, (evvelce yapmış oldukları) iyi işle kötü işi bir­birine karıştırdılar. Umulur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." âyet-i kerimesi nazil oldu.[145] Âyetin son kısmındaki "olur ki, umulur ki" mânasına gelen bir kelime olması­na rağmen, Allah için kullanıldığında kesinlik ifade eder. Âyet-i kerime nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.), bağlarını çözmesi ve mazeretlerinin kabul edil­diğini bildirmesi için bir şahıs gönderdi. Onlar da mallarıyla birlikte Rasûlul-lah'a (s.a.) gelip: "İşte bizim malımız, bunları sadaka olarak kabul et ve bi­zim için Allah'tan mağfiret dile." dediler. Allah Rasûlü (s.a.): "Mallarınızı almam hususunda bir emir gelmedi." buyurdu. Bunun üzerine: "Onların mal­larından, kendilerini temizleyeceğin, yücelteceğin bir sadaka al ve onlara dua et."[146] (Yani onlar için mağfiret dile) âyeti ile: "Çünkü senin duan, onlara huzur verir." âyet-i kerimesi nazil oldu ve Rasûlullah (s.a.), sadakalarını ka­bul edip onlar için mağfiret diledi. Diğer üç kişi kendilerini mescid duvarına bağlamışlardı. Tevbeleri kabul edilecek mi, yoksa azaba mı dûçâr edilecek­ler, bunu bilmeden bekletildiler, tâ ki Allah (c.c): "Andolsun ki Allah, o güçlük saatında Peygamber'e uyan Muhacirler'le Ensar'ın ve Peygamberdin tevbesini kabul etti."[147] âyetinden, "Savaştan geri kalmış üç kişinin de..." ve "Bundan sonra Allah, tevbe ettikleri için onların tevbelerini kabul etti."[148]âyetlerine kadar inzal buyurdu. Atıyye b. Sa'd da bu rivayeti destekle­miştir.[149]

 

D) TEBÜK GAZASINDAKİ FIKHÎ HÜKÜMLER VE HİKMETLER

 

1— Bu seferde haram aylarda savaşmanın caiz olduğuna işaret vardır. Çünkü İbn İshak'ın sahih rivayetine göre Hz. PeygamberMn (s.a.) yola çıkışı Recep ayındadır. Ancak burada bir başka durum vardır, o da Arapların ak­sine ehi-i kitabın, haram ayı tanımamaları idi. Haram ayında savaşmanın ha­ram oluşunun neshedilip edilmediği konusunda iki ayrı görüş vardır. Daha önce her iki görüş sahibinin delillerini zikretmiştik.

2— Devlet başkanının tebaasına, gizlenmesi zarar verecek hususları açık­laması ve böylece onların hazırlanmalarını sağlaması, böyle olmayan konu­lan da gizli tutması caizdir.

3— Devlet başkanı savaş ilan ettiği zaman herkesin bu savaşa katılması gerekir. Herkesin teker teker belirlenmesi gerekmez ve başkanın izni olma­dıkça hiç kimse geri kalamaz. Bu durum cihadın farz-ı ayn olduğu üç du­rumdan birincisidir. İkincisi, düşmanın ülkeyi işgal etmesi; üçüncüsü ise, iki cephe arasında kalınmasıdır.

4— Beden ile savaşmanın vacip olması gibi mal ile savaşmak da vacip­tir. Ahmed b. Hanbel'den gelen rivayetlerden biri böyledir. Bu hususun doğ­ruluğunda hiç şüphe yoktur. Kur'an-i Kerim'de mal ile cihad etmek beden ile cihad etmekle beraber, hatta bir yer müstesna, diğer yerlerde beden ile ci­had etmekten daha önce zikredilmiştir. Nitekim Rasûlullah (s.a.): "Kim bir askeri donatırsa, bizzat savaşmış gibi olur." Buyurmuştur [150]Nasıl beden ile cihad gücü yetenler için farz ise mal ile cihad da öyledir. Mal sarfetmeden beden ile cihad olmaz. Zafer, hem asker hem de mühimmat ile sağlanır. Biz­zat katılamayan kimse askerin sayıca çoğalmasına yardımcı olamazsa, en azın­dan mühimmatının daha fazla olmasına yardımcı olmalıdır. Zengin olup bizzat hacca gidemeyen kimseye bedel göndermek vacip olunca, fiilen cihada işti­rak edemeyen kimseye bir başkasını donatıp göndermenin vacip olması daha evlâdır,

5— Hz. Osman b. Affân'ın (r.a.) büyük bir meblağı Allah rızası için in-fak etmesi ve bu davranışıyla diğer insanları geride bırakması. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Açık-gizli herşeyini Allah mağfiret eylesin Ey Osman!" Sonra buyurdu ki: "Bundan sonra ne yaparsa yapsın Osman'a zarar vermez." Hz. Osman, bin dinar ve bütün techizatıyla üç yüz deve infakta bulunmuştu.

6— Allah yolunda infak edecek malı olmayanlar, bu uğurda belki bir şey yapabilirler ümidiyle bütün gayretlerini göstermedikçe ve sonunda haki­katen hiçbir şey yapamayacakları açığa çıkmadıkça mazur görülmezler. Hz. Peygamber'e (s.a.) gelip, kendilerim donatarak cihada hazırlamasını isteyenlere Allah Rasûlü: "Sizleri teçhiz edecek bir şey bulamıyorum." demiş, onlar da ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bu durumda olanlar için herhangi bir günah yoktur.

7— Devlet başkanının (sefere çıkarken) tebaasından birini kadınlar, ço­cuklar, güçsüzler ve zayıfların başına vekil tayin etmesi. Bu vekil de bizzat cihada iştirak edenlerden sayılır. Çünkü o anda üstlendiği görev oradakiler için en büyük yardımdır. Rasûlullah (s.a.) genellikle îbn Ümm-i Mektûm'u vekil tayin ederdi. Onu on küsur defa vekil bıraktığı rivayet edilir. Tebük ga­zasında ise Ali b. Ebî Tâlib'i vekil bıraktığı bilinmektedir. Buharı ve Müs-lüm'in SûrA/A'Ierinde Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın şöyle söylediği rivayet edilmekte­dir: Rasûlullah (s.a.) Tebük gazasında Ali'yi (r.a.) vekil bıraktı. Hz. AH dedi ki: "Ya Rasûlallah! Beni, kadınlar ve çocuklarla mı bırakıyorsun?" Rasû­lullah (s.a.) buyurdu ki: "Bana nisbetle sen, Musa'ya nisbetle Harun gibi ol­mayı istemez misin? Ancak benden sonra peygamber yoktur."[151] Fakat Hz. Ali'nin bu vekâleti yalnızca ailesi için olan hususî bir vekâletti. Umumî mâ­nadaki vekâlet Muhammed b. Mesleme el-Ensârî'ye verilmişti. Bunun delili şudur: Münafıklar, Hz. Ali'yi tahrik etmek için, 'Muhammed onu ağır bulduğu için geri bıraktı' dediklerini duyunca silahım aldı, Hz. Peygamber'e (s.a.) yetişti ve söylenenleri haber verdi. Rasûlullah (s.a.): "Yalan söylüyorlar, ben seni, geride bıraktıklarım için vekil tayin ettim. Geri dön, aileme ve ailene benim adıma vekâlet et." buyurdu.

8— Hurma ağacındaki hurmaların miktarını tahminde bulunmanın caiz olması. Tahminde bulunan kimsenin sözüyle amel etmek meşrudur. Bu ko­nu Hayber gazasında geçmişti. Rasûlullah'ın (s.a.), o kadının bahçesindeki hurmaların miktarı konusunda tahminde bulunduğu gibi, bir devlet başkanı­nın tek başına tahmin yürütmesi caizdir.

9— Semûd bölgesindeki kuyulardan içilmesi, yemekte kullanılması, o su ile hamur yoğurulması ve temizlik yapılması caiz değildir. Fakat Rasûlullah (s.a.) zamanına kadar kalan ve bilinen Nâka (deve) kuyusunun dışındaki ku­yulardan hayvanları sulamak caizdir. Bu kuyu nesiller boyunca herkes tara­fından bilinegelmiştir. Yolcular bu kuyudan başkasına gitmezlerdi. Kapalı, sağlam ve geniş yapılı olan bu kuyunun kalıntıları hâlâ görülebilmekte ve di­ğer kuyulara benzemediği anlaşılmaktadır .[152]

10— Kim Allah'ın gazabına veya azabına dûçâr kalmış bir kavmin diya­rına uğrarsa, oraya girmemeli, orada kalmamalı, aksine oradan hızla geçme­li, geçinceye kadar elsibesiyle yüzünü örtmeli, girmek zorunda kalırsa ağla­yarak ve ibretle bakarak girmelidir.

Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.) Arafat'la Mina arasındaki Muhassir va­disinden hızla geçerdi. Çünkü burası Allah'ın Fîl sûresinde naklettiği hâdise­nin cereyan ettiği, Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe ve ordusunun helak olduğu yerdir.

11—  Hz. Peygamber (s.a.) yolculukta iki namazı birleştirir, bir arada kılardı. Daha önce geçtiği gibi cem'-i takdim ile ilgili rivayet, içinde bu kıssa­nın yer aldığı Muaz hadisinde nakledilmiştir. Bu hadisin illetini ve sahih ol­madığını söyleyenleri zikretmiştik. Rasûlullah'ın (s.a.), bu seferden başka bir seferde cem'-i takdim yaptığı rivayet edilmemiştir. Ancak arefe günü Arafat bölgesine girmeden önce cem'-i takdim yaptığı sahihtir. Orada öğle ile ikin­diyi bir arada öğlen namazı vaktinde kılmıştı. Ebu Hanîfe ve bir grup âlim cem'-i takdimi yalnız hacc ibadetine ait bir hususiyet olarak kabul ederken, Ahmed b. Hanbel ve Şafiî gibi âlimler de uzun yolculuk yüzünden cem'-i tak­dim yapıldığını söylemişlerdir. Bir başka grup da; vakfe ile meşgul olduğu ve vakfenin güneşin batışına kadar aralıksız devam etmesi sebebiyle cem'-i takdim yapıldığı kanaatındadırlar. Ahmed b. Hanbel der ki: "Meşguliyet se­bebiyle cem yapılabilir." Selef ve halef âlimlerinden bir grup âlimin bu gö­rüşte olduğu daha önce geçmişti.

12— Kum ile teyemmüm yapmanın caiz olması. Rasûlullah (s.a.) ve as­habının, Tebük ile Medine arasındaki kumluk mesafeyi aşarken yanlarında toprak götürmediklerinde şüphe yoktur. Burası suyu kıt olan, hatta susuz­luktan dolayı Rasûlullah'a (s.a.) şikâyetlerin yapıldığı bir bölgeydi. Konak­ladıkları yerlerde teyemmüm yaptıkları kesindir. Bu şüphe götürmeyen tes-bitlerin yanısıra Hz. Peygamberin (s.a.) şu hadisi de bilinmektedir: "Üm­metimden herhangi bir kimse nerede namaz vaktine erişirse, mescidi (namaz kılacağı yer) ve temizleneceği malzemesi (teyemmüm yapacağı kum veya top­rak) yanındadır.[153]

13— Rasûlullah (s.a.) Tebük'te yirmi gün kalmış ve namazlarını kısalta­rak kılmıştır. Ümmetine de: "Bu müddetten daha fazla kalınırsa namaz kı­saltılmaz." diye bir şey söylememiştir. Bu kadar müddetle orada kalmıştır. Sefer halinde bu çeşit ikâmetler, bir insanı sefer hükmünden çıkarmaz. Yer­leşme durumu olmadığı müddetçe; ikâmet süresinin uzaması ya da kısalması sonucu değiştirmez. O yerde ikâmete niyet eden kimse yoktu.

Selef ve halef âlimleri bu konuda çokça ihtilâf etmişlerdir. Sahih-i Bu-harVdt İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Rasûlullah (s.a.) bazı seferlerinde on dokuz gün ikâmet etti ve iki rekât kılardı. Biz de on dokuz gün ikâmet ettiğimiz zaman iki rekât kılardık. Bu müddetten fazla kalırsak tam kılardık."[154] Ahmed b. Hanbel'in sözünden anlaşıldığına göre, İbn Ab-bas bu sözüyle, Fetih senesi Mekke'de kalış müddetini kasdetmiştir. Çünkü Ahmed b. Hanbel demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) fetih senesi Mekke'de on sekiz gün kalmıştır, zira Huneyn'e gitmeyi istiyordu. Orada ikâmet müddeti bölünmüştür. İbn Abbas'ın rivayet ettiği ikâmet budur." Ahmed b. Hanbel'in dışındaki âlimler de: "Bilakis İbn Abbas, bu rivayetiyle Tebük'teki ikâmeti­ni kasdetmektedir." demişlerdir. Câbir b. Abdillah: "Rasûlullah (s.a.) Te­bük'te yirmi gün namazlarını kısaltarak ikâmet etmiştir." demektedir. Bu ri­vayeti Ahmed b. Hanbel, Müsned'indz rivayet etmiştir.[155]

Abdurrahman b. Misver b. Mahreme: "Sa'd ile beraber Şam'ın bazı köy­lerinde kırk gün kaldık. O namazlarını kısaltıyor, biz tam olarak kılıyor­duk. "demiştir.[156]

Nâfi: "İbn Ömer, Azerbeycan'da namazlarını iki rekât kılarak altı ay kalmıştır." demiştir[157] O sene kar yağmış ve şehre girmeye mâni olmuştu.

Hafs b. Ubeydullah: "Enes b. Mâlik Şam'da iki sene yolcu namazı kıla­rak ikâmet etmiştir." demektedir[158]

Enes: "Rasûlullah'm (s.a.) ashabı Râmhürmüz'de yedi ay kalmışlar ve namazlarını kısaltarak kılmışlardır." demektedir.[159]

Hasan Basrî: "Kâbul'da Abdurrahman b. Semüre ile beraber iki sene ikâmet ettim. Namazlarını kısaltıyor ama cem etmiyordu." demektedir.[160]

İbrahim: "Rey'de bir sene, bazan daha fazla, Sicistan'da iki sene kalıyorlardı" demiştir.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber'in ve ashabının sünneti böyledir ve doğ­rusu da budur.

Diğer mezheplere gelince: Ahmed b. Hanbeî bir yerde dört gün kalmaya niyet eden kimsenin namazını tamamlaması gerektiği, daha az kalmaya niyet edenin ise kısaltacağı görüşündedir. Yukardaki rivayetler \Ç.n Ahmed b. Han­bel'in değerlendirmesi şöyledir: "Rasûlullah (s.a.) ve ashabı kesin olarak ikâmete kar tr;vermemişler, bugün çıkarız, yarın çıkarız ümidi ve düşüncesiyle beklemişlerdir." Bu değerlendirmede açık bir isabetsizlik vardır. Zira Rasû-luliah (s.a.) Mekke'yi fethetti. Mekke aynı Mekke idi. Orada kalıp îslâm'ın esaslarını tesis ediyor, şirkin temellerini yıkıyor ve etrafında bulunan Arap­ların durumlarıyla ilgili pîarak hazırlık yapıyordu. Herkesçe kesin olarak ka­bul edileceği gibi böyle bir durum günlerce ikâmeti gerektirir, bu işler bir-iki günde olmaz. Tebük'teki ikâmeti de böyledir. Orada da düşmanı beklemek­tedir ve kesinlikle bilinmektedir ki düşman ordusuyla aralarında, günlerce yü­rümekle ancak alınacak bir mesafe vardır. En azından dört günde o mesafe­nin alınamayacağım biliyordu. Aynı şekilde tbn Ömer'in, kar sebebiyle Azer-beycan'da altı ay kalması da böyledir. Yollan kapatacak çokluktaki kar küt­lesinin dört gün içinde, yollar açılacak şekilde erimesinin imkânsız olduğu ma­lumdur. Enes b. Mâlik'in Şam'da namazlarını kısaltarak iki sene kalması, sahabenin Râmhürmüz'de namazlarını kısaltarak yedi ay ikâmet etmesi de böyledir. Böylesine bir kuşatma ve cihad hareketinin dört gün içinde sona ermesinin imkânsızlığı malumdur. Ahmed b. HanbePin arkadaşları demiş­lerdir ki: (<Düşman karşısında cihad, sultan tarafından hapis ve hastalık gibi sebeplerle ikâmet eden kimse, ister kısa, İster uzun müddet kalacağını zan­netsin, namazını kısaltır.'* Doğrusu da budur. Ancak bu noktada Kur'an-ı Kerim, hadis-i şerif, icmâ-i ümmet ve sahabe uygulamasında delili bulunma­yan bir şart koştular ve dediler ki: "Yukarıda sayılan durumlarda namazın kısaltılabilmesi için, dört günden fazla sürmeyecek bir müddet içinde o halin biteceğinin zannedilmesi şarttır." Onlara şöyle demek lâzımdır: Bu şartı ko­şarken hangi esasa dayandınız? Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'de ve Tebük'-te dört günden fazla ikamet edip namazlarını kısaltırken ashabına bir şey söy­lemediği gibi dört günden fazla ikâmete niyet etmediğini de açıklamadı. Hal­buki O biliyordu ki ashabı, namazlannı kısaltırken kendisine uyuyorlardı. Buna rağmen onlara: "Dört günden fazla ikâmet ederseniz namazı kısaltmayın" türünden tek bir harf bile söylemedi. Bu konuyu açıklamak O'nun için en mühim bir konuydu. Ashab-ı kiram da aynı şekilde davranmışlar, kendile­riyle beraber namaz kılan kimselere böyle bir şeyden bahsetmemişlerdi.

Mâlik ve Şafiî ise: "Dört günden fazla ikamete niyet eden kimse nama­zım tamamlar, bu müddetten daha az bir süre için niyet etmişse kısaltır." de­mişlerdir.

Ebu Hanîfe'ye gelince: "On beş günlük bir süre için ikâmete niyet eden kimse namazını tam kılar, daha az bir süre için niyetlenmişse kısaltır." de­mektedir. Leys b. Sa'd'ın mezhebi de bu şekildedir. Hz. Ömer, İbn Ömer ve Hz. İbn Abbas'm da bu görüşte oldukları nakledilmiştir. Saîd b. elMüseyyeb: "Dört gün müddetle ikâmet edersen namazım dört rekât mistir. Ebu Hanîfe gibi söylediği de rivayet edilmiştir.

Ali b. Ebî Tâlib: "On gün müddetle ikâmet eden kimse namazını tamam­lar." demiştir. İbn Abbas'tan da böyle bir rivayet yapılmaktadır.

Hasan Basrî der ki: "Mısır denilen (şehir hükmündeki yere) varmadıkça namazlarım kısaltır."

Hz. Âişe: "Azığını ve azık torbasını bırakmadıkça (yani sefer hali bit­medikçe) kısaltır." demektedir.

Dört mezhebin imamı, ihtiyacının bugün veya yarın giderileceği ümidiy­le bekleyen bir kimsenin bu durumu böyle devam ettiği müddetçe namazım kısaltacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak Şafiî'den gelen bir rivayete göre, bu durumdaki bir insan en çok on yedi veya on sekiz gün kısaltabilir, ondan sonra kısaltamaz.

İbn Münzir, İsrafında: "İkâmete niyet etmeyen bir kimsenin yolculuğu senelerce de devam etse namazını kısaltacağı hususunda âlimler icmâ' etmiş­lerdir." demektedir.

14— Yemin eden bir kimsenin yeminini bozmayı daha hayırlı görmesi halinde» bozmasının caiz, hatta müstehab olması, daha sonra keffâret verip hayırlı olduğuna inandığı gibi yapması. Bu durumda ister önce keffâretini verip sonra yeminini bozar, isterse önce yeminini bozup keffâretini sonra öder* Ebu Musa el-Eş'arî'den şöyle rivayet edilmiştir: "Yemini bozup hayırlı olanı yaptım ve keffâret ödedim." Bir başka metinde: "Keffâretini Ödedim ve ha­yırlı olanı yaptım." Bir diğerinde ise: "Hayırlı olanı yaptım ve yeminimin keffâretini verdim." Bu rivayetlerin her biri Sahih-i Buharı vs Sahih-i Müs­lim'de yer almakta [161] ve yemini bozma ile keffâret verme arasında belli bir sıranın bulunmadığını göstermektedir.

Sünen'ds, Abdurrahman b. Semüre, Hz. Peygamber'den (s.a.) şöyle bir hadis nakleder: "Bir konuda yemin eder, sonradan o yemini bozmayı daha hayırlı görürsen, yemininin keffâretini ver, sonra yeminini bozarak daha ha­yırlı gördüğün şeyi yap."[162] Bu hadisin aslı Sahih-i Buharı ve Sahih-i Mus­lini' dedir.

Ahmed b. Hanbel, Mâlik ve Şafiî, yemini bozmadan önce keffâret ver­menin caiz olduğu görüşündedirler. Ancak Şafiî, orucun keffâreti hususun­da: "Orucu bozmadan keffaretini ödeyemez." demiştir. Ebu Hanife (r.h.) ise: "Hiç bir konuda, yemin bozulmadan önce keffâretin ödenmesi caiz de­ğildir.'' demektedir.

15—' Gazap halindeki yeminin geçerli olması; o kimsenin verdiği hük­mün ve yaptığı sözleşmelerin de geçerli olması. Kendisini kaybedecek derece­de sinirlenen kimsenin yemini de, talakı da geçersizdir. Ahmed b. Hanbel, Hz. Âişe'den nakletiği: Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini duydum: "Iğlâk halindeki bir kimsenin yemini de hanımını boşaması da geçersizdir. "[163] ha-disindeki "ığlak"ı, gazap ve öfke olarak açıklamıştır[164]

16— Hz. Peygamber'İn (s.a.): "Sizi ben donatmadım, bilâkis sizi Allah (c.c.) donatıp techizatlandirdi." hadisini, Cebriye mezhebine mensup olan­lar, kendilerini destekleyen bir delil olarak öne sürebilirler. Bilmeleri gerekir ki, bu hadiste onların mezhebine delil olacak hiçbir taraf yoktur. Çünkü Ra­sûlullah'ın (s.a.) sözü, aynen şu sözü gibidir: "Vallahi, ben ne bir kimseye bir şey veriyor, ne de verilmesini menediyorum. Ben yalnızca taksim eden bi­riyim, bana emredildiği şekilde veririm."[165] O, Allah'ın kulu ve elçisidir. Her hareketi Allah'ın emriyledir. Rabbı O'na bir şey emrederse, O da o emri ye­rine getirir. Veren, meneden, yükleyip donatan yalnızca Allah'tır. Hz. Pey­gamber (s.a.), yalnızca emredileni yapandır. Allah Teâlâ: "Ey RasüFüm; düş­manların gözüne bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı."[166] âyetinde de, Rasûlü'nün, müşriklerin yüzüne toprak attığını, bu at­manın O'na ait bir fiil olduğunu isbat ve ifâde etmiş, fakat atılan bu topra­ğın müşriklerin gözlerine ulaştırılması işinin O'na ait olmadığını, bunun an­cak Allah'a ait bir fiil olduğunu, kulun buna gücünün yetmeyeceğini açıkla­mıştır. "Atmak" fiili, İşin başlangıcı olan "fırlatmak" ve sonucu olan "ulaştırmak" mânalarının her ikisi için de kullanılır.

17— Apaçık küfürleri Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaştığı halde Rasûlullah'ın (s.a.), münafıkları öldürmeyip bırakması. "Tevbesini açıklayan zındık öldü­rülmez." diyenler, bu hâdiseyi kendi görüşlerinin delili olarak ileri sürmüşlerdir. Çünkü o münafıklar, kendilerine nisbet edilen sözü söylemediklerine dair yemin etmişlerdir. Bu davranışları şayet söyledikleri bir sözü inkâr et­mek değilse, tevbe etmek demektir. Mezhebimize mensup olan ve olmayan âlimler: "İrtidat ettiğine şahit olunan bir kimse kelime-i şehadeti söyleyerek, Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in (s.a.) O'nun Rasûlü ol­duğuna şahitlik ederse, bundan sonra başka bir taraf araştırılmaz, mü'min olduğu kabul edilir." demişlerdir. Bazı fakihler de: "îrtidat ettiğini inkâr et­mesi, bunu kabul etmesi yeterlidir." demişlerdir.

"Zındığın tevbesi geçersizdir." diyenlere gelince, onların bu hâdise ile ilgili değerlendirmeleri şöyledir: Münafıkların bu davranışları isbat edileme-, mistir. RasûluUah (s.a.), bir konuda hüküm vereceği zaman yalnızca kendi bilgisine dayanarak hüküm vermezdi. Bu haberi Rasûlullah'a (s.a.) yalnızca bir kişi getirmiştir. Bu sayı da isbat için yeterli olmamıştır. Tıpkı Zeyd b. Er-kam'ın Abdullah b. Übey'in aleyhinde şehadette bulunması ve bu şehadetin kabul edilmemesi ve başka şahısların da aynı şekilde tek başlarına şehadet edip şehadetlerinin geçerli olmaması gibi.

Bu değerlendirme hemen kabul edilemez. Çünkü Abdullah b. Übey'in münafıklığı ve bu durumuna delil olacak sözleri Hz. Peygamber (s.a.) ve as­habı için tevatür derecesinde sabitti. Yine onlardan bazıları bizzat kendileri nifaklarını itiraf etmişler ve Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle: "Biz ancak lafa dal­mış, şakalaşıyorduk."[167] demişlerdi. Haricîlerden bazıları bizzat Peygambe­rimizin yüzüne karşı: "Sen adaletle hükmetmedin!" demişlerdi. Bunun üze­rine Rasûlullah'a (s.a.): "Onları öldürmüyor musun?" diye sorulduğu zaman: "Aleyhlerinde yeterli delil yok." demedi. Aksine: "İnsanlar, Muhammed as­habını öldürüyor demesinler (diye onları bırakıyorum)" dedi.[168]

O halde doğru değerlendirme şöyle yapılmalıydı: Rasûlullah'ın (s.a.), ha­yattayken onları Öldürmemesinin sebebi, kalplerini Rasûlullah'a (s.a.) ısın­dırmak ve O'nun üzerinde ihtilâfı önleyip, ittifakı temin etmekti. Halbuki onları öldürmek, daha İslâm'ın gariplik dönemi son bulmadan, nefretin uyan­masına yol açmak demekti. Allah Rasûlü'nün (s.a.) en çok arzu ettiği husus kalpleri ısındırmak, en çok kaçındığı husus ise kendisine itaattan uzaklaştı­racak davranışlardı. Bu durum, yalnızca Rasûlullah'ın (s.a.) hayatta olduğu devreye has idi. Aynı şekilde Zübeyr ve davacısı ile ilgili hâdisede RasûluUah (s.a.): "Halanın oğlu olduğu için değil mi?"[169] diyerek hükmüne itiraz eden,"Bu taksimde Allah rızası gözetilmemiştir!" diyerek verdiği hükmü ayıpla­yan ve: "Sen adaletle hükmetmedin!" diyen kimselerin hiçbirini öldürmemiştir. Çünkü bütün bu konularda yegâne hak sahibi Rasûlullah (s.a.) idi. Bu hak­kını almak ya da hakkından vazgeçerek affedip feragat etmek tamamen O'na ait bir hak idi. Ümmetine gelince, durum değişmekte, Hz. Peygamber'e (s.a.) ait bir haktan vazgeçmeye ümmetin yetkisi bulunmamakta ve bu hakkın ye­rine getirilmesi, ümmet için terkedilmesi mümkün olmayan bir görev olmak­tadır. Bu meseleler başka bir yerde ele alınacaktır. Burada maksat yalnızca işaret ve uyandır.

18— Bir sözleşme (ahd) karşılığında İslâm ülkesinde ikâmete hak kaza­nan kimse, İslâm'a zararlı olacak bir hâdiseye sebebiyet verirse, kanının ve malının korunması hususunda yapılan anlaşma bozulmuş olur. Devlet baş­kanı kendi imkânıyla o şahsı ele geçiremezse kanı ve malı heder olur. Kim onun malına el koyarsa o malın sahibi olur. Rasûlullah (s.a.), Eyle halkıyla yapılan barış anlaşmasında: "Kim bir olay çıkarırsa (anlaşmanın şartlarına aylan davranırsa) onu malı kurtaramaz ve malı alana ait olur.1' demiştir. Çün­kü, o şahıs bu hareketiyle, ehl-i ahd olmaktan çıkmış, muhârib (ehl-i harb) sınıfına geçmiştir. Onun hakkında da ehl-i harb hakkındaki hükümler uy­gulanır.

19— Geceleyin cenaze defnetmenin caiz olması. Hz. Peygamber (s.a.), Zülbicâdeyn'i geceleyin defnetti. Ahmed b. Hanbel'e bu konu sorulduğunda şöyle dedi: Bunda bir mahzur yoktur.[170] Ebu Bekir, geceleyin defnedildi. Hz. Ali, Hz. Fâtıma'yı geceleyin defnetti. Hz. Âişe: "RasûluUah'ın (s.a.) defne­dildiği gecenin sonunda küreklerin sesini işittim." demektedir. Hz. Osman, Âişe ve İbn Mes'ûd'un definleri hep geceleyin olmuştur.

Tirmizî'de îbn Abbas'tan şöyle bir rivayet vardır: Rasûlullah (s.a.) bir gece kabristana girdi. O'na kandil yakıldı. Kıble tarafına geçti ve: "Allah sa-. na rahmet eylesin, sen zikrederek sesini yükseltir ve çok çok Kur'an okurdun." buyurdu.[171] Tirmizî der ki: "Bu hadis hasendir."

Buharî'de de şöyle bir hadis nakledilir. Rasûlullah (s.a.) bir ada' du ve: "Bu kimdir?" dedi. Dediler ki: "Bu filandır, dün gece defnol (Bunun üzerine kalktı ve cenaze) namazını kıldı.[172]

Soru: Müslim'in Sahih'indç rivayet ettiği şu hadise ne dersiniz?: "Hz. Peygamber (s.a.)bir gün ashabına hitab etti. Vefat eden, yetersiz bir kefene sarılıp geceleyin defnolunan bir adamı andı ve mecbur kalınmadıkça bir kim­senin, namazı kılınmadan, geceleyin defnedilmesini menetti."[173] Ahmed b. Hanbel: "Benin görüşüm de budur." demiştir.

Cevap: Allah'a hamdederek, yukarıda zikredilen her iki hadisi de kabul eder, birini diğeri ile izaha kalkışmayız ve geceleyin cenazeyi defnetmenin mek­ruh olduğunu söyler, hatta bundan men ederiz. Ancak geceleyin yolculuk ya­panlar arasından birinin vefat etmesi, yolculann gündüzü beklemeleri halinde zarar görmelerinden veya ölünün şişip dağılmasından korkulması, bu ve benzeri gibi geceleyin defnedilmesini gerekli kılacak zaruri sebepler sözkonusu olur­sa o zaman buna izin veririz. Başarı Allah'tandır.

20— Devlet başkanı herhangi bir yere askerî birlik gönderir, bu birlik ganimet malı ve esir alır ya da kale fethederse, elde ettikleri herşeyden beşte bir pay ayrıldıktan sonra geri kalanı o birlikteki mücahidler arasında paylaş­tırılır. Rasûlullah (s.a.), Dûmetü'l-Cenderin fethinde Ükeydir ile yapılan an­laşma sonucu elde edilen ganimetleri, Halid b. Velid komutasında gönderilen askerlerin arasında paylaştırmıştı. Tamamı dört yüz yirmi süvari idi. Elde edilen ganimetler ise; iki bin deve, sekiz yüz at idi. Her bir süvariye beş hisse düş­müştü. Ancak bu birlik savaşmakta olan bir ordunun içinden ayrılarak teşkil edilirse durum değişmekte,,bu birliğin askerî gücü o ordunun gücüne dayan­makta olduğu için elde ettikleri ganimetler, beşte biri ayrıldıktan sonra, or­dunun bütün neferleri arasında paylaştınlmaktadır. Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti bu idi.

21— Rasûlullah'ın (s.a.) "Medine'de öyle kimseler vardı ki attığınız her adımda ve aştığınız her vadide sizinle beraber idiler." sözüyle ifade ettiği beraberlik, "kalbî beraberlik idi, yoksa bazı cahillerin söylediği gibi bedenî bera­berlik değildi. Çünkü bu dedikleri şey imkânsızdır. Zira bv söz üzerine Rasû-lullah'a (s.a.): "Onlar Medine'de oldukları halde mi?" diye sorulmuş, O da: "Evet. Onlar mazeretleri yüzünden Medine'de kaldıkları halde." diye cevap vermişti. Onların bedenleri Medine'de, ruhları ise mücahid kardeşleriyle be­raberdi. Bu cihadın kalp ile yapılanıdır ve dört mertebesinden biridir: Bu mer­tebeler; kalp ile, lisan ile, mal ile ve beden ile cihad etmektir. Hadiste: "Müş­riklere karşı lisanlarınızla, kalplerinizle ve mallarınızla cihad ediniz." buyu-rulmuştur[174]

22— Allah'a isyan edilen günah yuvalarının yakılıp yıkılması. Rasûlul-lah (s.a.), Mescid-i Dırâr'ın yakılmasını ve yıkılmasını emretmişti. Halbuki orası içinde namaz kılınan ve Allah'ın zikrolunduğu bir mekândı. Buna rağ­men mü'minlere zarar vermek, aralarını bozmak ve münafıklara sığınaklık yapmak gibi maksatlar için kullanılınca Rasûlullah (s.a.) yıkılmasını emretti. Bu durumda olan bütün binalar için devlet başkanının ya yıkmak ve yakmak, ya da şeklini ve gayesini ıslah edecek tedbirleri atmak gibi bir görevi vardır. Dırâr mescidi'nin durumu böyle olunca; apaçık şirk koşma maksadıyla ya­pılmış, içinde görev yapanların orada bulunan kimselere kulluk etmeye ça­ğırdığı yerlerin yıkılması daha çok gereklidir. Fısk ve günah mahalleri olan meyhane, kumarhane ve her türlü batakhane hakkındaki hüküm de aynıdır. Hz. Ömer (r.a.), içki satılan bir köyü tamamen yakmış, Rüveyşid es-Sakafî'nin meyhanesini yakmış ve kendisini Rüveyşid yerine Füveysık diye adlandırmış­tır. Sa'd'ın sarayını da halktan gizlendiği için yakmıştır. Rasûlullah (s.a.) cu­mayı ve cemaatı terkedenlerin evlerini yakmaya yeltenmiş[175] içlerinde, ken­dilerine cuma ve cemaat farz olmayan kadınlar ve çocuklar bulunduğu için bırakmıştır.

23— Allah'a itaat ve ibadet durumunun bulunmadığı eşyanın vakfı sa­hih değildir. Bu kaideye göre: Kabir üzerine yapılan mescid yıkılır, mescide defnolunan ölünün kabri oradan kaldırılır. Ahmed b. Hanbel ve diğer âlim­ler bu konuda kesin hükmün böyle olduğunu söylemişlerdir. İslâm'da; kabir ile mescid bir arada bulunmaz, bilakis hangisi diğerinden sonra yapılmak is-. tenirse buna mâni olunur, bu konuda hüküm verirken öncelik esasına riayet edilir. Beraber yapılmış olsalar caiz olmaz. Böyle bir vakıf şer'an sahih ve caiz olmaz. Rasûlullah (s.a.) nehyettiği için, böyle bir mescidde kılınan na­maz sahih olmaz. Hz. Peygamber (s.a.) aym zamanda kabirleri mescid yapıp orada kandil yakanlara da lanet etmiştir. Allah'ın Peygamberi ve Rasûlü ile göndermiş olduğu İslâm dini böyle idi, ama bugün görüldüğü gibi, insanlar arasında garip kalmıştır.

24— Uzaktan gelen birisini karşılamak, sevinç ve mutluluğunu ifade et­mek için ud, zurna vb. çalgı âletleri ve müstehcen nağmelerin eşliğinde olma­mak kaydıyla şiir söylenmesi caizdir. Hiç kimse buna haram dememiştir. Bu hükme yapışarak günah olan mağmeleri dinlemenin de helâl olduğunu iddia edenlerin bu iddiası; şarabı üzüme ve sarhoş etmeyen üzüm suyuna kıyas ede­rek, madem ki üzüm ve suyu helâl, şarap da helâldir diyenlerin iddiası gibi­dir. Bu ve benzeri kıyaslar; "alışveriş de faiz gibidir" diyenlerin kıyasları gibidir.

25— Rasûlullah'ın (s.a.), kendisini övenleri dinlemesi, onları bu davra­nışlarından alıkoymaması başkaları için delil teşkil etmez. Çünkü övenlerle övülenler arasında çok farklar vardır ve Rasûlullah (s.a.): "Övgüde bulunan­ların yüzüne toprak serpiniz." buyurarak bu konudaki hükmü apaçık belirt­miştir.[176]

26— Seferden geri kalan üç kişinin kıssasında sayısız hikmetler ve ibret­ler vardır. Burada bazılarına işaret ediyoruz:                            

a)Bir kimsenin Allah ve Rasûlü'ne itaat hususundaki kusur ve eksiğini haber vermesi, bunun sebebini açıklaması, akıbetinin ne olduğunu, durumun­daki ibret verici hususları haber vermesi, hayrın ve şerrin yollarını açıklama­sı ve bu açıklamaya dayanan daha mühim meseleleri haber vermesi caizdir.

b) Kibir ve gurur maksadıyla olmadığı takdirde bir kimsenin hayra Vesi­le olacak şekilde kendini övmesi caizdir.                                          

c) Bir kimse gücünün yetmediği bir hayra karşı, gücünün yettiği başka bir hayırla kendi kendini teselli eder.                                               

27— Akabe bîati, sahabenin şahit olduğu en faziletli işlerden biridir. O kadar ki Kâ'b, Akabe'deki biati Bedir'deki cihaddan daha aşağı derecede görmezdi.

28— Devlet başkanı, bazı hususları tebaasından gizlemekte fayda görürse, o hususları gizlemesi müstehaptır veya duruma göre hüküm değişir.

29— Bir şeyi gizlemekte zarar ve fesat sözkonusu olursa, onu gizlemek caiz değildir.

30— Hz. Peygamberdin (s.a.) hayatında orduya ait bir kayıt defteri yok­tu, îlk olarak kayıt defteri uygulamasını başlatan Hz. Ömer'dir. Bu uygula­ma Rasulullah'm (s.a.) takip edilmesini emrettiği sünnetidir. Zamanla bu uy­gulamanın faydası açığa çıkmış ve müslümanların ona olan ihtiyacı hissedil­miştir.

31— Bir müslüman için ibadet ve tâatta bulunarak Allah'a yakınlaşma fırsatı doğduysa, hemen o fırsatı değerlendirmeye bakmalı ve bunun için ge­rekli teşebbüsü yapmalı, ileriki bir tarihe bırakmamalıdır. Çünkü azmetme ve gayrete gelme hisleri çoğunlukla geçici olur. İnsan, himmet ve gayret his­lerini tahrik eden fırsatları hemen değerlendirmelidir. Allah Teâlâ kendisine böyle bir fırsat verip de, bu fırsatı değerlendiremeyen kulunu, kalbiyle irade­si arasına girerek ve bir daha ona iradesini kullanma imkânı vermeyerek ce­zalandırır. Allah ve Rasûlü'nün çağrısına cevap vermeyen kimsenin de kal­biyle iradesi arasına engel koyar da daha sonra hiçbir zaman cevap verme gücünü, bulamaz. Allah (c.c): "Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, ha­yat verecek şeylere çağırdıkları zaman icabet edin. Bilin ki, Allah, gerçekten kişi ile onun kalbi arasına girer. "[177] Bu hakikati Allah Teâlâ şu âyetiyle açık­lığa kavuşturmuştur: "Biz onların kalplerini ve gözlerini —ilkin ona inan­madıkları gibi— ters çeviririz; onları taşkınlıkları içinde şaşkın şaşkın bıraki-rız."[178] Yine Allah (c.c.) buyurdu ki: "Ama onlar yoldan sapınca, Allah da onların kalblerini saptırmıştı. "[179] Yine buyurdu ki: "Allah, bir kavmi doğ­ru yola eriştirdikten sonra sakınmaları gereken şeyleri kendilerine açıklama­dıkça onları sapıklıkla sorumlu tutacak değildir."[180] Bu mânada, Kur'ân'-da, çok âyet vardır.

32— Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber gitmeyip geri kalanlar; ya tam nifak ehli olanlar, ya bir özürü ve mazereti bulunanlar, ya da Rasûlullah'ın (s.a.) bir maslahat sebebiyle veya Medine'de yerine vekil tayin ettiği için geride bı­raktığı kimseler olmak üzere üç sınıfa ayrılıyorlardı.

33— Devlet başkanı ve herhangi bir makamda başkan durumunda olan­ların itaatsizlik gösterenleri ihmal etmemeleri, bilakis onları itaatkâr olmaya davet etmeleri gerekir. Rasûlullah (s.a.) Tebük'te: "Kâ'b ne yaptı?" diyerek yalnızca onu sormuş, münafıkları ihmâle terkettiği için onlardan hiç kimseyi zikretmemişti.

34—Allah ve Rasûlü'nü müdafaa kastıyla ve dinî hamaset ve hamiyyet sâikıyle bir başkasının kusurlarını söylemek caizdir. Bu noktadan hareketle­dir ki, hadis âlimleri, râvüerin durumunu araştırıp kusurlarını göstermişler­dir. Yine aynı noktadan hareketle peygamberlerin vârisleri durumundaki ehl-i sünnet âlimleri bid'adçıların kusurlannı göstermişlerdir. Yoksa bu ayıplamalar ve kusurları açığa çıkarmalar nefsî arzu ve istekleri tatmin etmek için değildir.

35— Ayıplanan ve kendisine bir kusur nisbet edilen kimsenin, ortada bir yanılma sözkonusu olursa, kendisini savunması da caizdir. Muaz (r.a.), Kâ*-b'ı kötüleyen kimseye: "Ne kötü konuştun!*' demiş, sonra da: "Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin olsun ki, onun hakkında hayırdan başka bir şey bil­miyoruz." diyerek müdâfaada bulunmuştu. Rasûlullah (s.a.) da ne öyle ko­nuşanı, ne de Kâ'b'ı bu sözlerinden men etmedi. Her ikisini de dinledi.

36— Yoldan gelen bir müslümanın memleketine girerken abdestli olma­sı ve evine gitmeden önce mescide uğraması, iki rekât namazdan sonra çevre­sindeki müslümanlarla oturup hemhal olması, sonra ailesinin yanına gitme­di sünnettir.

37—  Rasûlullah (s.a.), münafıklardan kendisini müslüman gibi göste­renlerin dış görünüşlerine göre davranıyor, kalplerindeki gerçek düşünceleri­ni Allah'a havale ediyor, hüküm verme zamanı dış görünüşlerine göre hük­mediyor, bilinmeyen içyüzlerine göre cezalandırmıyordu.

38— Devlet başkanının ve hâkimin; hâdise çıkaran, huzur bozan kimse­lerin selâmlarını almayarak onları cezalandırması ve başkalarına da ibret ol­malarını sağlaması caizdir. Rasûlullah'tan (s.a.) Kâ'b'ın selâmını aldığı nak-ledilmemiştir, bilâkis öfkeli bir şekilde karşıladığı rivayet edilmektedir.

39— Tebessüm, sevinme ve hoşlanmanın alâmeti olduğu gibi öfkenin de alâmeti olabilir. Zira gerek sevinme, gerekse öfkelenme hallerinin her ikisin­de de kan basıncı yükselir, bu sebepten yüzde pembeleşme gözükür. Bu du­rumdan da sevinç ve öfke hâsıl olur ve arkasından tebessüm veya gülme gelir. Bundan dolayı, özellikle nahoş hallerde, kudretli insanların gülmesine al-danmamahdır. Bu hususta denilmiştir ki:

"Arslanı, dişleri açığa çıkmış olarak görürsen, Zannetme ki arslan gülümsemektedir."[181]

40— Devlet başkanı ve başkan durumundaki kimselerin, değer verdikle­ri kıymetli dostlarına sitem edip onları azarlamaları mümkündür. Rasûlullah (s.a.), Tebük seferinden geri kalanlar içerisinde yalnızca üç kişiye sitemde bu­lunmuştur. İnsanlar çok defa dosttan gelen sitemi övmüş, onun hazzını ve sevincini dile getirmişlerdir. Hal böyle olunca, Allah'ın yeryüzünde yarattık­larının en sevgili olanının sitemi nasıl olur? Allah'a yemin olsun ki, bu sitem en tatlı bir sitem, semeresi en büyük, faydası da en yüce olan bir sitemdir. O üç kişi kimbilir ne büyük bir sevince, hoşnutluğa ve mazhariyete nail ol­muşlardır.!

41—  Allah Teâlâ, Kâ'b'ı ve iki arkadaşını, doğru sözlü olmaya ve bu durumlarında sebatkâr olmaya muvaffak kılmış, yalan söylemek ve gerçek dışı özürler beyan ederek onları rezil etmemiştir. Böyle yapsalardı, dünyada sıkıntı çekmezlerdi, ama ahiretleri tamamen perişan olurdu. Dürüst kimse­ler, işin başında biraz yorulurlar ama ardından devamlı bir kurtuluşa kavu­şurlar. Dünya ve ahiret, bu prensip üzerine kuruludur. Başlangıçtaki acılık­lar sonuçta tatlılığa, başlangıçtaki tatlılıklar da sonuçta acılığa dönüşürler. Rasûlullah'm (s.a.) Kâ'b (r.a.) için: "Bu (Kâ'b) doğru söyledi." sözünde, zik­redilen nesnenin veya kimsenin, özel olarak bir hükme tâbi olduğu hususun­da karîne bulunduğu zaman, mefhûm-u lâkaptan yararlanılabileceğine açık delil vardır. Allah (c.c): "Davud ve Süleyman'ı da an; hani onlar, milletin davarlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlardı. O vakit gecele­yin bir kavmin davan ekin tarlasına yayılmıştı (zarar vermişti). Biz de onla­rın hükümlerine şahit idik. Biz o meselenin hükmünü Süleyman'a bildirmiş­tik,"[182] buyurmaktadır. Rasûlullah (s.a.): "Bana yeryüzü mescid ve topra­ğı da temiz (teyemmüm edilebilecek vasıfta) kılındı." buyurmuştur.[183] Yu-kardaki hadiste de: "Bu doğru söyledi." buyurmuştur. Burada bu sözü du­yan; sözü söyleyen kimsenin, o şahsı husûsî bir hükme tâbi tuttuğunda şüphe etmez.

42— Kâ'b'ın: "Benim durumumda olan başkası var mı?" diye sorması ve: "Evet, Mürâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye." diye cevap vermelerinde; bir musibete uğrayan kimsenin, aynı musibete uğrayan başka kimseleri ör­nek alma psikoiojisiyle kendisini teselli etmesinin caiz olduğuna örnek var­dır. Allah (c.c.) bu konuda yol göstererek: "Düşman milleti takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz yaralanıp acı çekiyorsanız, muhakkak ki on­lar da sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Halbuki siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri (ahiret ve cennet gibi) şeyleri ummaktasınız."[184] buyurmuştur. İşte Allah'ın, cehennemlikleri menettiği halet-i rûhiyye budur. Bu konuda Allah (c.c): "Bu özlediğiniz şey bugün asla size fayda sağlamaz; çünkü zulmetti­niz, hepiniz azabda ortaksınız." buyurmaktadır.[185]

Kâ'b'ın: "Bana Bedir harbine iştirak etmiş iki salih kimseden bahsetti­ler, benim onları örnek almam gerekir." sözü, Zührî'nin yamlarak ilâvede bulunduğu yerlerden biri sayılır. Çünkü siyer ve meğâzî kitaplarının hiç bi­rinde bu iki kişinin Bedir harbine katıldığı kaydedilmemiştir. Ne İbn İshak, ne Musa b. Ukbe, ne Emevî, ne Vâkıdî ne de başka biri onları Bedir ehlinden saymışlardır. Vakıa da gösteriyor ki, onların Bedir ehlinden olmamaları ge­rekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Hâtıb casusluk yapmak gibi bir günah işlediği halde onu cezalandırmadı ve alâkasını kesmedi. Hz. Ömer (r.a.) onu öldürmeye kalkışınca da: "Allah'ın Bedir ehline bakıp:'Dilediğinizi yapın, bütün günahlarınızı bağışladım.' dediğini nereden bileceksin." buyurdu. Hiç casusluk suçu ile, savaştan geri kalmak birbiriyle kıyaslanır mı?

Ebu'l-Ferec İbn Cevzî der ki: Bu konunun hakikatim ortaya çıkarmayı çok arzu ediyorum. Ebu Bekr el-Esrem'e rastladım. Zührî'nin faziletini, ha­fızasının kuvvetini ve bu konudaki sağlamlığını anlattı. Bu konudan başka bir yerde yanıldığına rastlamadığını söyledi ve: "Mürâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye'nin Bedir harbine katıldıklarını söylemektedir. Halbuki bunu on­dan başka kimse söylememektedir. .Hata etmekten hiç kimse kurtulamaz." dedi.

43— Hz. Peygamber'in (s.a.) bu üç kişiyle görüşülüp konuşulmasımya-saklayip diğerleri için böyle bir yasak getirmemesinde, bu üç kişinin doğru söylediklerine ve diğerlerinin yalancı olduklarına delil vardır. Bu yasakla onla­rı, günahlarından dolayı tedip etmek istemiştir. Münafıklara gelince, onların günahları böyle bir yasaklama ile geçiştirilmekten daha büyüktü. O üç kişi için kullanılan ilaç diğerlerinin hastalığına çare olmaz, fayda vermezdi. Allah (c.c.) da kullarının günahları karşısında böyle muamele eder, mü'nıin ku­lunu sevdiği halde, en küçük bir hatasından dolayı tedip eder, o da daha dik­katli olmaya çalışır. Allah katında kıymetten düşmüş olan kula gelince, gü­nah ile arasında hiçbir engel bırakmaz ve her günah işlemesinde ona nimetler ihsan eder; o da zenneder ki bu nimetler kendi fazilet ve kerametinden dola­yıdır. Bütün bunların Allah tarafından horlanmanın bizzat kendisi olduğunu ve bu nimetlerden dolayı azabının daha şiddetli olacağım bilemez. Nitekim meşhur bir hadiste: "Allah bir kulu için hayır dilerse, cezasını dünyada iken peşin peşin verir. Bir kulu için de şer dilerse onu dünyada iken cezalandırmaz da, o kul kıyamet günü günahlarıyla birlikte gelir." buyurulmuştur.[186]

Rasülullah'ın (s.a.) bu davranışında devlet başkanı, âlim ve başkan du­rumundaki kimselerin cezayı gerektiren bir davranışta bulunan kimse ile alâ­kayı kesmesinin caiz olduğuna da delil vardır. Yalnız bu alâka kesmenin Öl­çüsü iyi tesbit edilmeli ve o şahsa fayda sağlayacak dereceyi aşıp kemiyet ve keyfiyet açısından onu helake sürükleyecek derecede olmamalıdır. Çünkü mak­sat ıslah etmektir, helak etmek değildir.

44— Kâ'b'ın: "Öyle ki dünya bana karşı değişti. Nerdeyse o bildiğim dünya değildi." sözündeki bu değişiklik; korkan, hüzünlü ve kederli olan her­kesin toprakta, ağaçta, bitkide, hatta halini bilmediği insanlarda bulacağı bir halin ifadesidir. Günahkâr bir âsî de günahının derecesine göre, hanımının ve çocuğunun ahlâkında, bineğinin ve hizmetçisinin huyunda hatta bizzat kendi nefsinde bu hali hisseder, kendisi bile kendine değişik gelir, sanki o kendisi değil, sanki ailesi ve arkadaşları onlar değiller. Zaten böyle bir değişme ol­masa, bu korku da olmaz. Bu hal Allah'ın bir sırrıdır ve ancak kalbi ölü ol­mayanlara aşikârdır. Kalbinin canlılık derecesine göre de bu değişmeyi ve yal­nızlığı idrak eder. Ölü bir beden yaralanmadan nasıl acı duymazsa, ölü bir kalp de bu durumdan hiçbir şey hissetmez.

Sözkonusu değişme ve yalnızlık hissinin, münafıklar için zirvede olduğu bilinmekte olduğu halde, onların kalpleri ölü olduğu için bu durumu hisset­mezler. Bir kalpde hastalık müzminleşirse, günah ve isyan sebebiyle ıztırabı şiddetlenirse, bu değişmeyi ve yalnızlığı duymaz. İşte bu vaziyet "şekavet" alâmetidir. Bu hastalığın iyileşeceğinden ümit kesilmiş, doktorlar da tedavi­sinden âciz kalmışlardır. Korku ve keder, şüpheyle; emniyet ve sürür, gühantan uzak durmakla beraber bulunurlar.

"Yeryüzünde   suçsuz insandan daha cesuru yoktur. Ve yeryüzünde şüpheciden daha korkağı da bulunmaz."

Basiret sahibi bir mü'min, bir imtihana tâbi tutulur, sonra kendine ge­lirse, anlattıklarımızın bu kadarından bile faydalanabilir. Hem öylesine çok yönlü faydalar sağlar ki, sınırlandırılması mümkün değildir. Hiçbir faydası olmasa Rasûlullah*ın(s.a.)peygamberlik alâmetlerini ve haber verdiği hâdise­leri görür, O'nun peygamberliğini tasdik etmesi zaruret derecesinde kuvvet­lenir. O'na isyan etmekle şerre uğraması, itaat etmekle de hayra nail olması Rasûlullah'ın (s.a.) peygamberliğine en kuvvetli delildir. Bu durum şuna ben­zer: Bir kimse size "şu yola girerseniz, orada şöyle şöyle tehlikeler var" diye tafsilatlıca anlatıyor. Siz de buna rağmen ona muhalefet ederek o yola giri­yorsunuz ve size haber verdiği tehlikelerle karşılaşıyorsunuz. Bu durumda ona muhalefet etmekle beraber, doğru söylediğine şahit oluyorsunuz. Yalnızca tav­siye ettiği yola giren ve bu tehlikelerden hiçbiriyle karşılaşmayan kimse de onun doğru söylediğine şahit olur ve birçok hayra ve saadete nail olursa da, bu konudaki bilgisi mücmel olur.

45— Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre; evlerinde oturuyor ve namazlarını ev­lerinde kılıyorlar, cemaate geliniyorlardı. Onların bu durumu, müslümanla-rın alâkalarını kesmelerinin, cemaata gelmemeyi mubah kılan özürlerden sa­yıldığına delil olmaktadır. Yahut şöyle de denilebilir: Alâkayı kesmenin tam gerçekleşmesi, müslümanlann cemaatına katılmamalarını gerektirmektedir. Fakat şu akla gelebilir: Kâ'b cemaata geliyor, diğer ikisi gelmiyordu. Rasû-lullah (s.a.) ise ne Kâ'b'i men ediyor; ne de diğerlerini kınıyordu. Bu durumu açıklamak için şöyle denebilir: Müslümanlara onlarla alâkalarını kesmeleri emrolununca, kendi hallerine bırakıldılar. Yani cemaatla emrolunmadılar, ce­maattan alıkonulmaları da sözkonusu olmadı ve kendileriyle de konuşulma­dı. Bu durumda cemaata gelene mâni olunmadı. Terkedene de bir şey söy­lenmedi. Şöyle de denilebilir: Herhalde o iki kişi cemaata çıkamayacak ka­dar zayıf ve aciz idiler. Bu yüzden Kâ'b demişti ki: "Ben kavmin en genci ve kuvvetlisi idim, dışarı çıkıyor ve müslümanlarla birlikte cemaata iştirak ediyordum."

46— Kâ'b'ın: "Rasûlullah'a (s.a.) geliyor, namazdan sonra meclisinde otururken selâm veriyor ve kendi kendime diyordum ki: Acaba selâmımı al­mak için dudağım kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?" sözünde; alâka kesilmeye müstahak olan kimseden selâm almanın vacip olmadığına delil vardır. Şayet vacip olsaydı, selâmını alırken sesini duyurması vacipti.

47— Kâ'b'm: "Müddet uzayınca Ebu Katâde'nin bahçesinin duvarına tırmandım." sözünde; bir kimsenin, arkadaşının ve komşusunun rızası oldu­ğunu bildiği zaman izin almadan onun bahçesine girmesinin caiz olduğuna delil vardır.

48— Ebu Katâde'nin Kâ'b'a: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." sözün­de; bu şekilde hitap etmenin, konuşma sayılmayacağına delil vardır. Bir kimse, bir başkasıyla konuşmamaya yemin etse ve ona, Ebu Katâde'nin söylediği gibi söylese yeminini bozmuş olmaz. Özellikle bu sözüyle konuşmaya niyet etmezse hiç konuşma sayılmaz. Ebu Katâde'nin halinin dış görünüşünden de onun konuşmak niyetiyle hitap etmediği anlaşılmaktadır.

"Bana kim Kâ'b'ı gösterir?" diye soran çiftçiye orada bulunanların hiç konuşmadan yalnızca işaret ederek yol göstermelerinde, alâka kesmenin tam anlamıyla gerçekleşmesi için takınılmış bir ta /ir vardır. Şayet açık açık: "Kâ'b şu adamdır." deselerdi, bu da bir konuşma olmaz ve yasağa muhalefet etmiş sayılmazlardı. Ancak bu konudaki titizliklerinden dolayı ismini söylemedi­ler. Bu arada şu da söylenebilir: Onun önünde ve onun hakkında, duyabile­ceği şekilde başka biriyle konuşmak bile bir çeşit onunla konuşmak sayılır. Özellikle böyle bir davranış onunla konuşmak için bir vesile gibi kabul edil­mişse bu apaçık bir hiledir. Bu durumdan menetmek, hileden ve kötülüğe ulaş­tıran yollardan menetmek gibidir. Bu meseleyi böyle anlamak daha güzel ve daha köklü bir anlayış olacaktır.

49— Gassân melikinin bir mektup yazıp onu davet etmesi; Kâ'b için Al­lah'ın bir başka ibtilâsı, Allah ve Rasûlü'nün sevgisi hakkındaki imanını de­nemesi, sonunda Hz. Peygamber (s.a.) ve müslümanlar kendisini terkettiği halde imanının zayıflamadığının sahabe arasında açığa çıkması, onun bu du­rumda bile dünya mülkünde ve mevkisinde gözünün olmadığı hususunun her­kes tarafından görülmesi içindir. Yine bu olayda, Allah'ın onu nifak illetin­den temize çıkarması, imanının kuvvetini ve Rasûlullah (s.a.) ile müslüman-lara olan sadakatim açığa çıkarması vardır. Bütün bunlar, Allah'ın Kâ'b'a bir lutfu, hakkındaki nimetlerini tamamlaması ve kırılan kalbini tamir etme­si idi. Madenlerin eritildiği ateş misali, nasıl orada posa, hakiki madenden ayrıhrsa, böyle bir imtihanda da kişinin içinde, kalbinde ne varsa açığa çıkar ve bu suretle gerçek yüzü görünmüş olur.

50— Kâ'b'ın: "Mektubu tandırda yakmaya azmettim." sözünde, din için fesada ve zarara yol açacak şeylerin hemen yok edilmesinin lüzumuna işaret edilmekdedir. Hakiki mü'min, bu konuda tereddüt etmez ve beklemez. Üzüm suyu şaraba dönüştüğü veya bir mektup zarar ve fesada yol açtığı zaman he­men yok edilmesi gerekir.

Gassânîler o vakitler Rasûlullah'a (s.p.) karşı harp hazırlığı yapıyorlar, atlarım nallıyorlardı. Şüca' b. Vehb el-Esedî'yi Rasûlullah (s.a.) bir mektup­la Gassânîlann kralı Haris b. Ebî Şemr el-Gassânî'ye gönderip onun İslâm'a davet ettiği için o da harbe hazırlanıyordu. Şüca' diyor ki: Gassan kralı Şam ovasında Humus'tan Eyle'ye gelen Kayser'e hediyeler hazırlamakla meşgul­ken ona vardım. İki veya üç gün kapısında bekledim. Kapıcısına: "Ben, Ra-sûlullah'ın (s.a.) ona gönderdiği elçisiyim." dedim. O da: "Filan gün dışarı çıkıncaya kadar onunla görüşemezsin." dedi ve ismi Meriy (?) olan bu Rum kapıcı bana Rasûlullah'ı (s.a.)sormaya başladı. Ben de Rasûlullah'tan (s.a.) ve davet ettiği dinden bahsediyorum. Beni dinlerken hassaslaşiyor ve ağlaya­rak şöyle diyordu: "İncil'i okumuştum. Bu peygamberin vasıflarını aynen ora­da görmüştüm. Ben O'na iman ediyor ve O'nu tasdik ediyorum. Fakat, şim­diye kadar bana ikramda ve ihsanda bulunan Haris'İn beni öldürmesinden korkuyorum." Ve bir gün Haris çıktı, tahtına oturup tacını başına koydu ve bana yanına girmem için izin verdi. Ben de yanına varınca, Rasûlullah'ın (s.a.) mektubunu verdim. Mektubu okuyup yere fırlattı ve: "Kim benim mülkümü elimden alacakmış! Yemen'de bile olsa gidip onu bulacağım." dedi. Daha sonra etrafındakileri topladı, atların nallanmasını emretti ve bana da: "Git, gördüklerini arkadaşına haber ver!" dedi. Bu arada Kayser'e mektup yaza­rak benden ve hazırlandığı seferden onu haberdar etti. Kayser de ona ceva­ben bir mektup göndererek, bu sefere çıkmamasını, bu işten vazgeçmesini ve Eyle'de kendisine ulaşmasını istedi. Bu mektubu alınca beni çağırdı ve: "Ne zaman gidiyorsun?" dedi. Ben de: "Yarın" dedim. Bana yüz mıskal altın verilmesini emretti. Kapıcısı da bana bir elbise verdi, daha başka ikramlarda bulundu ve: "Benden Rasûlullah'a (s.a.) selâm söyle." dedi. Rasûlullah'a (s.a.) geldim, bütün bu olanları haber verdim. Hz. Peygamber (s.a.): "Mülkü he­lak olsun!" dedi. Sonra kapıcısının kelâmını söyledim ve anlattığı şeyleri ha­ber verdim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Doğru söylemiş." buyurdu. Haris b. Ebî Şemr, Mekke'nin fethedildiği sene Öldü. İşte bu müddet içinde Gassan kralı, Kâ'b'a mektup yazarak kendilerine iltihak etmesini istiyordu. Takdir-i ilâhi, Kâ'b'ın Rasûlullah'.tan (s.a.) ve dininden yüz çevirmesine ma­ni oldu.

51— Bu üç kişinin üzerinden kırk gün geçince Rasûlullah (s.a.) onlara hanımlarından uzak durmalarım emretti. Bu emretme hadisesinde iki bakımdan üç kişinin feraha kavuşacakları ânın müjdeleri vardı:

Birincisi: Hz. Peygamber (s.a.) onlarla ne konuşuyor, ne de elçi gönde­riyordu. Şimdi ise hem konuşmuş, hem de eiçi göndermişti.

İkincisi: Ailelerinden uzak durmalarını emretmesinde bir özellik vardır, o da şudur: Rasûlullah (s.a.) bu emriyle onlara, lezzet ve zevk unsurlarından tamamen uzaklaşarak ibadet ve tâata daha ciddi olarak kendilerini vermeler ri, bütün vakitlerini Allah'a kullukla geçirmeleri hususunda yol göstermiştir. Böylece feraha kavuşacakları vaktin yaklaştığı, cezalarının bitmesine az bir şey kaldığı anlaşılmış oldu.

Bu olayın fıkhî izahı ise şöyledir: îhramlı olmak, oruçlu bulunmak ve itikâfta olmak gibi ibadet zamanlarında kadınlardan uzak durmak gerekir. Rasûluilah (s.a.) bu üç kişinin son zamanlarının ihramlı veya oruçlu kimseler gibi daha çok ibadetle geçmesini arzu etti. Onlara merhametinden dolayı ilk günden böyle bir emirde bulunmadı. Şayet tâ baştan beri hanımlarından uzak durmalarım emretseydi belki sabırları taşar, tahammül gösteremezlerdi. Bu emri yalnız son günler için vermesi tamamen onlara bir lütuf ve rahmettir. Hacılara, hacca gitmeye niyet eder etmez değil de, ihrama girdikten sonra hanımlarından uzak durmalarının emredilmesinde de aynı lütuf ve rahmet vardır.

Kâ'b'ın hanımına: "Ailenin yanına git.'* sözünde; bu ve benzeri sözler­le, talâka niyet edilmediği müddetçe, talâk vâkî olmayacağına delil vardır. Bu hususta doğru olan şudur: Talâk, ıtâk ve hürriyet kelimeleri bile, boşama veya köle azad olmasına sebep olmazlar. Allah'ın dininde doğru olan, bizim de doğruluğunda hiç şüphe etmediğimiz hüküm budur. Meselâ bir adama: "Kölen ahlâksız, cariyen zina ediyor." denilse de adam: "Olamaz, o köle iffet sahibi hür biridir veya o cariye iffetli hür biridir." dese, bu sözüyle azad etme hürriyetini kasdetmemiş, iffet hürriyetini kasdetmiştir. Dolayısıyla o ada­mın ne kölesi, ne de cariyesi bu sözüne binâen âzâd olmazlar. Aynı şekilde bir adama: "Kölen kaç yıldır senin yanında?" diye sorulsa, o da: "O benim yanımda eski (atîk)dir." diye cevap verse, bu sözüyle, onun eskiden beri ya­nında olduğunu kasdettiği için, kölenin azad olması sözkonusu değildir. Yi­ne aynı şekilde bir adam, doğum sancısı çeken karısına vursa ve kendisine sorulduğunda da: "O tâlık (doğum sancısı çekiyor)." dese, bu sözü söyler­ken de karısını boşamak hiç akhna gelmemişse, karısı boş olmaz. Adam bu sözüyle, karısının durumunu ifade etmiştir. Bu ve benzeri lâfızlar, beraberle­rindeki karinelerden dolayı sarih olmaktan çıkarlar ve kasdolundukları mâ­nayı ifade ederler. Bu lâfızların talâk ve ıtak konusunda (köle azad etmek) sarih olduğunu, karinelerin hükme tesir etmediğini iddia etmek tamamen bâ­tıldır.

52— Kâ'b'ın, mutlu sonu müjdeleyen kimsenin sesini duyunca secde et­mesi; bunun, sahabeye ait bir âdet olduğuna apaçık delildir. Bu secdeler, ye­nilenen nimetler ve defedilen musibetlerden dolayı yapılan şükür secdeleri­dir. Ebu Bekir Sıddîk (r.a.), Müseyleme'nin katledildiği haberi gelince[187] Ali b. Ebî Tâlib (r.a.), Haricîlerden Zü's-Südiyye'yi ölü olarak buiuncat[188] Ra­sûlullah (s.a.), Cebrail (a.s.): "Kim Rasûlullah'a (s.a.) bir salâvat getirirse, Allah da o kuluna on salavat (rahmet) getirir." müjdesini getirince, üç defa ümmetine şefaat dileyip Allah'ın (c.c), sonunda ümmetinin tamamı için şe­faatinin kabul edileceği bilgisini alınca secde etmişlerdir. Yine Hz. Peygam­ber (s.a.), bir askeri birliğinin düşmanlarına karşı zafer kazandığı müjdesini, başı Hz. Âişe'nin göğsünde iken almış ve hemen kalkıp secdeye kapanmıştı. Ebu Bekre der ki: "Ne zaman Rasûlullah'a (s.a.) sevindirici bir haber gelse, kalkar secdeye kapanırdı.[189] Bütün bu eserler (sahabe sözleri) sahihtir* sıh­hatlerinde hiçbir şüphe yoktur.                                                       

53— Kâ'b'ı müjdelemek için ashabtan birinin atını mahmuzlamasında, bir diğerinin tepeye tırmanmasında; o topluluğun hayır uğrunda nasıl yarış­tıklarına, birbirlerinin sevincine nasıl ortak olduklarına deliller vardır.

54— Kâ'b'ın, gelen müjdeciye iki elbisesini de (izar ve ridasım) birden vermesi, bu davranışın üstün bir ahlâk ve yüce bir haslet olduğuna işaret et­mektedir. Abbas (r.a.) da kölesi gelip, Haccâc b. Ilât'tan, Rasûlullah (s.a.) hakkında kendisini sevindirecek bir haberi olduğunu müjdelemesi üzerine onu azad etmişti.

55— Kâ'b'ın davranışında; müjdeciye, elbisesinin tamamını vermenin caiz olduğuna delil vardır.

56— Yine bu hâdisede, hakkında dinî bir nimet yenilenen kimseyi tebrik etmenin, geldiği zaman onun için ayağa kalkmanın miîstehap olduğuna delil vardır. Bu davranış, müstehap olan bir âdettir. Dünyevî bir nimete nail olan kimseye de böyle davranmak caizdir. O kimseye şöyle demek evlâdır: "Al­lah'ın sana lütuf ve ihsan ettiği şey, hakkında mübarek olsun." İnsan böyle söylemekle nimeti, ihsan edene ait kılmış, o nimete kavuşana da dua etmiş olur.

57— Bu hâdisede, kulun yaşayabileceği en mutlu ve faziletli gününün, Allah'a tevbe ile yöneldiği ve tevbesinin kabul edildiği gün olduğuna delil var-dfr. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Kâ'b'a: "Sana anandan doğduğun günden itibaren yaşamış olduğun en güzel günün hayırlı müjdesi var." demişti.

Şayet: Nasıl olur da o gün, müslümanlığı kabul ettiği günden daha ha­yırlı olabilir, denilirse cevap olarak şöyle söylenir: O gün, müslüman olduğu günün tamamlayıcısı mahiyetindedir. Müslüman olduğu gün saadetinin baş­langıcı, tevbesinin kabul edildiği gün ise o saadetin tamamlanması ve kemâle ermesidir. Yardım istenen yalnızca Allah'tır.

58— Bu hâdise üzerine Rasûlullah'ın (s.a.) sevinmesi ve yüzünün bu se­vinçle aydınlanmasında; Allah'ın, Peygamberini ümmetine karşı ne kadar şef­katli ve merhametli kıldığına işaret vardır. Öyle ki Rasûlullah'ın (s.a.) sevin­ci, nerdeyse Kâ'b'm ve iki arkadaşının sevincinden daha fazla idi.

59— Kâ'b'm: "Yâ Rasûlallah; tevbemin kabulünden dolayı malımın ta­mamını sadaka olarak vermek istiyorum." demesinde, tevbe ederken gücü yettiği kadar sadaka vermenin müstehap olduğuna delil vardır.

60— Rasûlullah'ın (s.a.) Kâ'b'a: "Malının bir kısmını kendine sakla. Bu, senin için daha hayırlıdır." demesinde; malının tamamını sadaka olarak ver­meyi adayan kimsenin, tamamını vermesinin gerekmeyeceğine, bir kısmını kendine bırakmasının caiz olduğuna delil vardır. Bu konudaki rivayetlerde bazı ihtilâflar sözkonusu olmuştur. Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'de Ra­sûlullah'ın (s.a.) Kâ'b'a: "Malının bir kısmını kendine sakla" buyurduğu kay­dedilmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, kendisine alıkoyacağı mal için her­hangi bir takdirde bulunmamış, bu durumu tamamen Kâ'b'ın takdirine bı­rakmıştır. Bu konuda sahih olan da budur. Kendisine ve ailesine yetmeyecek kadar azalan bir malı, sadaka olarak vermek caiz değildir, bu maldan adakta bulunması da ibadet değildir. Adakta bulunsa bile yerine getirmesi gerekmez. İhtiyaçlarını karşıladıktan sonra arta kalan malını tasadduk etmesi daha fa­ziletlidir. Bu durumda nezirde bulunursa, nezrini yerine getirmesi vaciptir. Bu hüküm, şer'î kaidelerin ve kıyasın sonucudur. Bu yüzden kişinin kendi ihtiyacı ile ailesinin ihtiyacını karşılaması, mali borçlarını ödemesinden önce gelir. Bu mali borçlar, ister keffâret ve hac gibi Allah'a ait haklar sınıfından olsun, ister kul borcu olsun hüküm değişmez. Biz iflas eden bir kimseye evi­ni, hizmetçisini, elbiselerini, sanatkâr ise âlet ve edevatını, değilse ticaret ya­pacağı eşyayı bırakır, geri kalan malını borçluların hakkı olarak kabul ede­riz. Ahmed b. Hanbel, malının tamamım tasadduk etmeyi nezreden kimse­nin, üçte birini vermesinin yeterli olabileceğini söylemiş, daha sonra mezhe­bini takip eden âlimier İmam Ahmed'in bu sözünü, Kâ'b kıssasındaki şu na­kille delillendirmişlerdir: "Kâ'b dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah ve Rasû-lü'ne tevbe etmemden dolayı malımın tamamını Allah ve Rasûlü için verece­ğim. Rasûlullah (s.a.): Hayır, dedi. Dedim ki: Yarısı. O yine: Hayır, dedi.

O halde üçte birini, dedim. Bunun üzerine: Evet, dedi. Ben de: Hayber'deki hissemi alıkoyacağım, dedim." Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.[190] Bu hadisin sabit oluşu biraz şüphelidir. Çünkü Kâ'b kıssasında sahih rivayet; Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'de Zührî hadisinden Kâ'b b. Mâlik'in oğlu yoluyla yapılan rivayettir. O da: "Malının bir kısmını alıkoy." şeklindedir ve miktar olarak bir sınırlama getirmemiştir. Bu isnaddakiler kıssa hakkında daha sağlam bilgiye sahiptirler. Çünkü rivayet bizzat oğlundan yapılmaktadır.

Soru: Ahmed b. Hanbel'in Müsned'mde rivayet ettiği: "Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir, Allah'a tevbe edince dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Tevbemden dolayı kavmimin diyarını terkedip senin yakınında yerleşmek, Allah ve Ra­sûlü için malımın tamamını tasadduk etmek istiyorum. Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki: Üçte birini vermen yeter. [191] hadisi için ne iersiniz?

Cevap: Ahmed b. Hanbel'in yukarıdaki sözünün delili bu hadistir, Kâ'b hadisi değil. Sonra Ahmed b. Hanbel'in, oğlu Abdullah yoluyla gelen riva­yette şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir kimse malının tamamını veya bir kıs­mını tasadduk etmeyi nezretse, fakat malının tutarından çok borcu bulunsa, sahip olduğu malm üçte birini sadaka olarak vermesinin yeterli olacağı görü­şündeyim. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Ebu Lübâbe'ye, üçte birini vermesini em­retmiştir." Ahmed b. Hanbel hadisten hüküm çıkarma konusunda daha çok bilgilidir. Bundan dolayı herhangi bir sınırlama bulunmayan Kâ'b hadisiyle değil, üçte birle sınırlama getirilen Lübâbe hadisiyle fetva vermiş ve sanki mut­lak olan Kâ'b hadisini Ebu Lübâbe hadisiyle kayıt altına almak istemiştir.

Yine Ahmed b. Hanbel'in; "Sahip olduğu malından çok borcu bulunan bir kimsenin, malının tamamını veya bir kısmını tasadduk etmeyi nezretmesi halinde, malının üçte birini vermesinin yeterli olduğunu" söylemesi; malın­dan çok borcu olsa bile o kimsenin nezrinin geçerli olduğuna delil teşkil et­mektedir. Daha sonra mal sahibi olup borcunu ödemek istediği zaman, nez-rettiği gün sahip olduğu mal miktarının üçte birini öder. Oğlu Abdullah'tan gelen bir başka rivayette ise şöyle demiştir: "Bir kimse hibede bulunmak ve borcunu ödemek suretiyle elindeki malı harcar, sonradan başka mal kazanır­sa, yemin ettiği gün itibariyle malının üçte birini ödemesi vaciptir." Yemin ettiği günden maksat, nezrettiği gündür. O günkü malının üçte birini hesap eder ve borcunu ödedikten sonra bu miktarı nezri için ayırır.

Ahmed b. Hanbel; "Veya bir kısmı" sözüyle, bir kimsenin malının be­lirli bir kısmını veya bin dinar gibi belirli bir miktarı tasadduk etmeyi nezret-mesi halinde de üçte birini vermesi, malının tamamını nezrettiği zaman üçte birinin yeterli olması gibi yeterli olur, demek istemiştir. Mezhebinin sahih olan görüşüne göre belirlediği malın tamamını vermesi gerekir. Bu hususta başka bir rivayet daha vardır ki o da şöyledir: Şayet belirlediği miktar malının üçte biri veya daha azı ise, o miktarın tamamını vermesi gerekir. Şayet üçte birin­den fazla ise, yalnızca üçte bir miktarınca vermesi gerekir. Ebu'l-Berekât'a[192]-göre en sahih görüş budur.

Bütün bu nakillerden sonra deriz ki: Ne Kâ'b hadisinde, ne Ebu Lübâbe hadisinde, onların kesin olarak nezrettiklerine dair bir delil vardır. Yalnızca: "Tevbemizden dolayı malımızı bağışlamalıyız." dediler. Bu söz, nezirde bu­lunma hususunda açık değildir. Bu sözün mânası: Tevbelerinin kabulünden dolayı Allah'a şükretmek maksadıyla mallarım tasadduk etmeye azmetmek­tir. Rasûlullah (s.a.) da onlara, mallarının bîr kısmını vermenin yeterli olaca­ğım, tamamını vermelerine ihtiyaç bulunmadığını haber vermiştir. Bu aynen malının tamamını vasiyet etmek için izin isteyen Sa*d'a yalnızca üçte biri için izin vermesi gibidir.

Bu meseleye iki türlü itiraz edilebilir: Birincisi: Hz. Peygamberin (s.a.) *(Sana kâfidir" sözü, hükmü vacip olan meseleler için kullanılır. İkincisi: Üçte birinden fazlasını tasadduk etmekten menetmesi, o fazlalığı vermenin ibadet mânası taşımayacağına delâlet eder. Çünkü Allah ve Rasûlü, ibadet mânası taşıyan bir davranıştan menetmezler. İbadet mânası taşımayan bir nezirde bu­lunursa, o nezri yerine getirmek gerekmez.

Bu itirazlar şöyle cevaplandırılır: "Sana kâfidir" sözü, "sana yeter" mâ-nasındadır. Bu kelime, dört harfli fiillerdendir. Sizin dediğiniz mâna, üç harfli fiilden yapılan şekil için söz konusudur. Rasûlullah'ın (s.a.) Ebu Bürde'ye kurban konusunda: "Senin için olur, senden başka hiç kimse için olmaz."[193] buyurması da bunun gibidir. Yeterlilik, vacip için kullanıldığı gibi, müste-hap için de kullanılır.

Üçte bir miktarı gecen sadakadan menetmesine gelince; burada onun daha çok faydasına olan, din ve dünya menfaatim elde etmesine yardımcı olacak noktaya işaret vardır. Şayet malının tamamını tasadduk etmeye izin versey­di, daha sonra İçine düşeceği fakirliğe ve yokluğa sabredemezdi. Rasûlullah (s.a.) tasadduk etmek için bir kese getiren şahsa onunla vurmuş,[194] fakirliğe dûçâr kalacağından ve bu duruma sabredemeyeceğinden korktuğu İçin sada­kasını kabul etmemiştir. Şöyle de cevap verilebilir —ki tercihe şayan olan gö­rüş de inşaallah budur—: "Hz. Peygamber (s.a.), malını tasadduk etmek is­teyen herkesin halini takdir etmiş ve ona göre davranmıştır. Meselâ, Hz. Ebu Bekir'in malının tamamım bağışlamasına mani olmamış, "Ailene ne bırak­tın?" diye sorduğunda Hz. Ebu Bekir: "Onlara, Allah'ı ve RasûhVnü bırak­tım."[195] dediği halde bir hoşnutsuzluk göstermemiştir. Hz. Ömer'den malı­nın yansını sadaka oiarak kabul etmiştir. Kesenin sahibini ise tasadduk et­mekten menetmiştir. Kâ'b'a da: "Malının bir kısmım kendine sakla." demiştir. Bu sözde üçte bir gibi bir belirleme mânası yoktur. Yine bu sözde elde tutula­cak miktarın, tasadduk edilecek miktardan iki kat fazla olması gerektiği mâ­nası da yoktur. Ebu Lübâbe'ye ise: "Üçte birini vermen sana yeter." buyur­muştur. Bu haberler arasında herhangi bir çelişki sözkonusu değildir. Bu du­ruma göre: Kim malının tamamını sadaka olarak vermeyi nezrederse, kendi­sinin ve ailesinin ihtiyacı olan, başkasına muhtaç olmadan, el açmadan yaşa­yabileceği miktarı alıkor, bu bir mal olabilir, akar olabilir veya ürünü kendilerine yetecek bir toprak parçası olabilir, gerisini tasadduk eder. En doğrusu­nu Allah bilir.

Rabîa b. Ebî Abdurrahman: "Zekât miktarınca olan meblağı tasadduk eder, gerisini ahkor." demiştir. Câbir b. Zeyd: "Miktar iki bin ve daha fazla ise onda birini, bin ve daha az ise yedide birini, beş yüz ve daha az ise beşte birini tasadduk eder." demektedir. Ebu Hanife (r.h.): "Zekât düşen malının tamamını tasadduk eder." demektedir. Zekât düşmeyen malı hususunda ise ondan iki rivayet vardır: Birincisi: Tasadduk eder; ikincisi: Etmezse bir şey gerekmez, şeklindedir.

Şafiî der ki: "Bütün malını sadaka olarak vermesi gerekir." Zührî ve Ahmed: "Malının üçte birini vermesi gerekir." derken, bir başka grup da: "Yalnızca yemin keffareti miktarınca vermesi kâfidir." demektedir.

61— Doğruluğun ne kadar muazzam bir ahlâk olduğu. Dünya ve ahiret saadetinin ona bağlı bulunması, Allah'ın doğruluk sayesinde kurtuluşa er­dirmesi ve yalan sebebiyle de helak eylemesi bu hususu açıklamaktadır. Al­lah Teâlâ mü'min kullarına, sadıklarla beraber bulunmalarını emretmiştir: "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun."[196]

Allah Teâlâ, insanları iki kısma ayırmıştır: Saîdler (huzur ve mutluluğa erenler) ve şakîler (tam bir perişanlık içinde bulunanlar). Saîdler; doğru söy­leyen ve Allah ve Rasûlü'nü tasdik edenler, şakîler ise yalan sözlü olup Allah katından gelen şeyleri de yalanlayanlardır.

Bu taksim dört başı mâmur tam bir taksimdir. Çünkü saadet, doğru söz­lülük ve tasdik ehlinden olmakla; şekavet ise yalancılık ve yalanlamakla be­raber bulunurlar.

Allah sübhanehû ve teâlâ, kullarına, kıyamet gününde doğruluktan baş­ka hiçbir şeyin fayda getirmeyeceğini haber vermiştir. Münafıkların, kendi­lerini başkalarından ayıran bilgilerinin ve ayıpladığımız hallerinin tamamı­nın aslında, sözlerindeki ve davranışlarındaki yalancılık vardır. Doğruluk ima­nın rehberi, delili, bineği, sürücüsü, kıyafeti, zîneti hatta ve hatta özü ve ru­hudur. Yalan ise küfrün ve nifakın rehberi, deliîi, bineği, sürücüsü, kıyafeti, zîneti ve özüdür. Yalanın imana karşı duruşu, şirkin tevhid inancına karşı duruşu gibidir. İmanla yalan yanyana gelirse biri diğerini kovar, onun yerine kendisi geçer ve kesinlikle bir arada bulunmazlar. Allah Teâlâ Tebük'e git­meyen bu üç kişiyi, doğrulukları yüzünden kurtuluşa erdirirken, diğerlerini de yalanları sebebiyle helak etmiştir. Allah kuluna, İslâm nimetinden sonra İslâm'ın hayatı ve gıdası olan doğruluktan daha faziletli bir nimet ihsan et-* memiş, İslâm'ın fesadı ve hastalığı olan yalandan daha büyük bir belâ ile de onu imtihan etmemiştir.

Allah Teâlâ'mn: "Andolsun ki Allah, Peygamber'i ve güçlük saatmda^ ona uyan Muhacirler ile Ensar'ı affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalb-leri kaymağa yüz tutmuş iken yine de onların tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir. "[197] âyet-i kerimesi, tevbe-nin Allah katındaki kadrini ve faziletini en muazzam bir şekilde açıklamıştır. Tevbe, mü'minin kemale ermesinin son basamağıdır. Allah Teâlâ bu kemali, bütün savaşların en sonunda mallarını, canlarını Allah için feda edip, diyar­larını terk ettikten sonra onlara bahsetmiştir. Bütün maksatları Allah'ın tev­belerini kabul etmesiydi. Bu sebepten Rasülullah (s.a.) Kâ'b'm tevbesinin kabul edilmesini, anasından doğduğu günden o güne kadar yaşamış olduğu en ha­yırlı gün olarak ifade etmiştir. Ancak Allah'ı hakkıyla bilenler, O'nun hak­kını tanıyanlar ve kulluk görevini lâyıkıyla bilenler, kendi nefsini, nefsinin sıfatlarını ve davranışlarını; Rabbının kulluğunu eda etme yönünde yaptıkla­rını, yapması gereken görevleri yanında denizde bir damla gibi bilenlerin dı­şında kimse bu mânayı hakkıyla kavrayamaz. Bu durum da, zahirî ve bâtınî âfetlerden kendini kurtarabilenler içindir. Kulunu af ve mağfiretiyle kuşatan, onu mağfiret ve rahmet deryasına daldıran Allah'ı teşbih ederiz. Böyle olma­saydı, helak olmaktan kurtulmak düşünülemezdi. Adaleti ile hükmetmesey-di, arz ve semâ ehline zalim olmadığı halde —günahlarından dolayı— azab ederdi. Rahmetiyle muamele etmesi, kulları için işledikleri amellerden daha hayırlıdır. Hiç kimseyi yalnızca kendi ameli kurtarmayacaktır.

Yukarıda geçen âyet-i kerimedeki (Tevbe, 117) Allah'ın (c.c.) kullan hak­kındaki tevbesinin, âyetin hem başında hem de sonunda olmak üzere iki kere tekrar edilişini düşününüz. Önce kullarına tevbe etmeleri yönünde bir mu­vaffakiyet ihsan etmiş, daha sonra da tevbe ettkiklerinde tevbelerini kabul buyurma lütfunda bulunmuştur. Her hayır Allah'tandır, Allah iledir, Allah içindir ve Allah'ın elindedir. Dilediğine bir lütuf ve ihsan olarak bu hayırdan verirken, dilediğini de adalet ve hikmetinin bir sonucu olarak mahrum eder.

62—Allah Teâlâ'mn, "Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de..."[198] âyet-i kerimesini Kâ'b doğru tefsir etmiştir. Bu tefsire göre bu üç kişi, sefere katılmayan ve Rasülullah'a (s.a.) yemin ederek mazeretler beyan eden grupla beraber bulunmamışlar, geri kalmışlardı. Yoksa âyet-i kerimede kastedi­len "geri kaiış", sefere gitmemek mânasında değildir. Şayet bu mâna kaste-dilseydi, "geri bırakıldılar." yerine "geri kaldılar" fiili kullanılırdı. Nitekim Allah (c.c): "Medine halkına ve onun çevresinde bulunan bedevîlere, Allah'ın Peygamberinden geri kalmaları yakışmaz."[199] âyet-i kerimesinde bu fiil kul­lanılmıştır. Çünkü burada kendi iradeleriyle geri kalmışlar, diğerinde geri bı­rakılmışlar, onları geri bırakan da bizzat Cenab-ı Hak olmuştur, kendilikle­rinden geri kalmış değillerdir. En iyi bilen Allah'tır. [200]

 

E) HZ. EBU BEKİR'İN HAC EMİRLİĞİ

 

1— Hz. Ebu Bekir'in Hac Emirliği:                   

 

Ibn Ishak der ki: Rasûlullah (s.a.) Tebük'ten döndükten sonra Rama-zan'ın geri kalanını, Şevval'i ve Zilkâde'yi Medine'de geçirdi. Sonra Ebu Be­kir'i (r.a.) hicretin 9. senesinde, müslümanlarla birlikte hac ibadetini edâ et­mek için emîr olarak tayin etti. Müşriklerin de hac yapmaya devam ettikleri bu senede müslümanlar Ebu Bekir (r.a.) ile birlikte yola çıktılar.[201]

İbn Sa'd der ki: Ebu Bekir (r.a.) üç yüz kişiyle Medine'den çıkmıştır.. Rasûlullah (s.a.) onlarla birlikte kurbanlık olarak yirmi deve göndermiştir.Eliyle boyunlarına kurban olduklarım gösterir alâmetlerini takmış, develeri

götürme işini de Naciye b. Çündüb el-Eslemî'ye vermiştir. Hz. Ebu Bekir debeş deve götürmüştür. [202]                                                                  

 

2—Hz. Ali'nin, Berâe Sûresi Hükümlerini Bildirmekle Görevlendirilişi:

 

İbn İshak der ki: Berâe sûresi, Rasûlullah (s.a.) ile müşrikler araşır daki anlaşmanın bozulması hakkında nazil olmuştur. Bu sûrenin inmesinden ra Hz. Ali, Rasûlullah'ın (s.a.) Adbâ adındaki devesiyle yola çıkmışt

İbn Sa'd der ki: Arc denilen yerde —İbn Âiz'e göre Dacnân denilen yerde— Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir'e yetişti. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali'yi görünce: "Emîr olarak mı, yoksa memur olarak mı geldin?" diye sordu. Hz. Ali de: "Memur olarak geldim." dedi ve beraber yürüdüler.

Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali'ye: "Rasûlullah (s.a.) seni hac için mi görevlen­dirdi?" diye sorunca o da dedi ki: "Hayır, Berâe sûresini tebliğ etmem ve daha önceki anlaşmaların ibtalini bildirmem için gönderdi." Daha sonra Hz. Ebu Bekir mü'minlere haccını yaptırdı. Kurban kesme günü (kurban bayra­mı) Hz. Ali kalktı, anlaşmaların ibtal edildiğini bildirdi ve RasûluUah'm (s.a.) kendisine emrettiği hususları şu sözlerle tebliğ etti: "Ey inananlar! Kâfir cenne­te giremez. Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapamaz, Kabe'yi çıplak ola­rak tavaf edemez. Rasûlullah (s.a.) kiminle bir anlaşma yapmışsa, o anlaş­ma, vakti doluncaya kadar geçerlidir."

Humeydî, Süfyân—Ebu îshâk Hemedânî—Zeyd b. Yüşey' yoluyla şu rivayette bulunmuştur: Ali'ye hangi görevle hacca gönderildiğini sorduk. Dedi kj: "Dört şeyle gönderildim: 1) Mü'min olmayan kimse cennete giremez. 2) Kabe'yi çıplak olan kimse tavaf edemez. 3) Bu seneden sonra Mescid-i Ha-ram'da müslümanla kâfir bir araya gelemez. 4) Kimin Rasûlullah (s.a.) ile bir anlaşması varsa, süresi doluncaya kadar geçerlidir. Rasûlullah (s.a.) ile anlaşması olmayanlara dört ay mühlet verilmiştir."[203]

Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim''de Ebu Hureyre'nin şöyle dediği riva­yet edilmektedir: Hz. Ebu Bekir, o hacda kurban kesme günü, Mina'da beni de şu ilanı yapanlar arasında gönderdi: "Bu seneden sonra hiçbir müşrik hac edemez. Kabe'yi çıplak olarak tavaf edemezler." Daha sonra Hz. Ebu Be­kir, Hz. Ali'yi göndererek ona Berâe sûresini duyurmayı emretti. Ebu Hu-reyre der ki: Ali bizimle beraber kurban günü Mina'da Berâe sûresini duyur­du, bu yıldan sonra hiçbir müşrikin hac yapamiyacağını ve çıplak olarak Ka­be'yi tavaf edemeyeceğini ilan etti.[204]

Bu kıssada hacc-ı ekber'in, kurban kesme günü olduğuna delil vardır. Öbür yandan Hz. Ebu Bekir'in bu hacının farz olan hac sayılıp sayılamaya­cağı, üzerindeki hac borcunun bu hacla mı, yoksa bir sene sonra Rasûlullah (s.a.) ile beraber yaptığı veda haccıyla mı düştüğü konusunda iki görüş ileri sürülerek ihtilâf edilmiştir. Sahih olan görüş ikincisidir. (Yani bu borcun veda haccıyla düştüğüdür.) Sözkonusu iki görüş, iki esasa dayanmaktadır.

Birincisi: Acaba hac, veda haccı senesinden önce farz kılınmış mıydı? İkinci­si: Hz. Ebu Bekir'in eda ettiği hac Zilhicce ayında mı idi, yoksa cahiliyye dev-rinde Arapların ayları ileri-geri almaları yüzünden Zilkade ayında mı olmuş­tu? Bu iki görüşten İkincisi, Mücâhid ve diğer âlimler tarafından benimsen­miştir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.) hac ibadetini, farz olmasından bir yıl sonraya tehir etmemiştir. Aksine farz kılındığı sene hemen edâ etmiştir. Rasûlullah'ın (s.a.) sünnetine ve hâline yakışan da budur. Haccm hicrî altın­cı, yedinci, sekizinci veya dokuzuncu senesi farz kılındığını iddia edenlerin hiçbir delili yoktur. Bu konuda en çok şunu söyleyebilmişlerdir: "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın."[205] âyeti hicretin altıncı senesi Hudeybiye'de nazil olduğu için hac da bu sene farz kılınmıştır. Halbuki bu âyette, haccm farz kılmışına bir işarette bulunulmamış, farz kılındığı zaman tamamlanma­sı emredilmiştir. Bunların her biri ayrı ayrı durumlardır. Haccın farz kılmışı­nı bildiren âyet-i kerime ise şudur: "Yoluna gücü yeten herkesin, Kabe'yi hac­cetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır."[206] Bu âyet-i kerime de "el­çiler yılı" olarak bilinen hicretin 9. senesinin sonlarında nazil olmuştur. [207]

 

ON SEKİZİNCİ BOLUM

İSLÂMİYET'İN ARABİSTAN'A YAYILMASI

A) ARAP HEYETLERİNİN MEDİNE'YE GELİŞİ

 

1— Sakîf Heyetinin Gelişi:

 

Sakîf kabilesinden bir heyetin Rasûlullah'a (s.a.) geldiğinden, Tâif sefe-!jri anlatılırken bahsedilmişti.

Musa b. Ukbe der ki: Ebu Bekir (r.a.) ashab-ı kirama haccını yaptırdı. Urve b. Mes'ûd es-Sakafî Rasûlullah'a (s.a.) gelmiş ve daha önce anlatıldığı gibi kavminin yanma dönmek için RasûluUah'tan (s.a.) izin istemişti. Sonra onlardan bir heyet geldi. Aralarında o gün reisleri durumunda olan Kinâne b. Abdi Yâleyl ile heyettekilerin en küçüğü olan Osman b. Ebu'l-Âs da var­dı. Muğîre b. Şu'be dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kavmimi benim yanımda misafir et, onlara ikramda bulunayım. Çünkü aramızda cereyan eden olayın yarası çok yeni." RasüluIIah (s.a.): "Seni kavmine ikramda bulunmaktan me­netmem. Ancak ben onları, Kur'an dinleyebilecekleri bir verde misafir etmek istiyorum." buyurdu.

Muğîre ile kavmi arasındaki yara şu sebeptendi: Muğîre, Sakifliler'in ya­nında ücretli olarak çalışıyordu. Sakîfliler, Mudar'dan gelirken, yolda uyku­da oldukları bir sırada onlara saldırmış ve öldürülmüş, sonra mallarını ala­rak Rasûlullah'a (s.a.) gelmişti. Rasûlullah (s.a.): "Müslüman olmanı kabul ederiz, ama bu malı kabul etmeyiz. Çünkü biz zulmetmeyiz." buyurmuş ve o malı ganimet sayıp beşte birini almayı reddetmişti.

Daha sonra Hz. Muhammed (s.a.) Sakîfliler'in temsilcilerini mescidde konaklattı. Kur'an-ı Kerim dinleyebilmeleri ve namaz kılanları görebilmeleri için orada onlara çadır kurulmasını emretti. Allah'ın Rasûlü (s.a.) hutbe okur­ken kendi nefsini anmıyordu. Sakîfliler bunu görünce: "Bize kendisinin Al­lah'ın elçisi olduğuna şehadet etmemizi emrediyor, ama kendisi hutbede *>u şehadeti söylemiyor." dediler. Onların bu sözleri Rasûlullah'ın (s.a.) kufağı-na gelince1 buyurdu ki: "Ben, Allah'ın Rasûlü olduğuma ilk şehadet edenim." [208]

 

a) Sîkîflilerin İstekleri:

 

Temsilciler her gün Rasûlullah'm (s.a.) yanma geliyor, en küçükleri olan Osman b. Ebu'1-Âs'ı bineklerinin yanında bırakıyorlardı. Osman ise onlar ne zaman dönüp öğle uykusuna yatsalar hemen Rasûlullah'a (s.a.) gidiyor, O'na din hakkında sorular soruyor ve Kur'an okutuyordu. Bu defalarca gidiş-geliş sonunda Osman, İslâm'ı öğrendi ve kavradı. Rasûlullah'ı (s.a.) uykuda görürse Ebu Bekir'e (r.a.) gider ve bu durumu da arkadaşlarından gizlerdi. Allah'ın Rasûlü (s.a.), Osman'ın bu halinden hoşlandı ve onu sevdi. Heyet-tekiler uzun bir müddet orada kaldılar ve devamlı RasûlulUuYa (s.a.) gidip geldiler. O da onları İslâm'a çağırıyordu. Sonunda müslüman oldular. Kinâ-ne b. Abdi Yâleyl dedi ki: "Hakkımızda kararını bildirir inisin ki biz de kav­mimize dönelim?" Rasûlullah (s.a.): "Evet, islâm'ı kabul ederseniz kararı­mı bildiririm. Yoksa ne karar, ne de aramızda sulh olur." buyurdu. Kinâne dedi ki: "Zina için ne dersin? Biz gurbette dolaşan kimseleriz ve bundan geri duramayız." Rasûlullah (s.a.): "Bu, size haramdır. Çünkü Allah Teâlâ: 'Zi­naya yaklaşmayın, zira o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.'[209] buyur­muştur." dedi. Sonra dediler ki: "Faiz hakkında ne dersin? O bizim bütün servetimizdir." Rasûlullah (s.a.): "Anamallarınız, sermayeleriniz sizindir. Allah Teâlâ: 'Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyor­sanız faiz olarak artan miktarı almayın.>[210] buyuruyor." Dediler ki: "İçki için ne dersin? Bizim bölgemizin üzümlerinden elde ederiz ve onsuz edemeyiz." Hz. Peygamber (s.a.): "Allah onu haram kılmıştır." buyurdu. Sonra: "Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans oklan birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz."[211] âyetini okudu. Bunun üzerine hemen kalktılar ve bir köşede başbaşa kaldılar ve (kendi ara­larında) dediler ki: "Yazıklar olsun size! Şayet dediklerine karşı durursak, Mekke'nin karşılaştığı bir gün ile karşılaşmamızdan korkuyoruz. Gidelim, isteklerimiz üzerinde yazışalım."

Hz. Peygamber'e (s.a.) geldiler ve: "İstediğin her şeye evet, ama Rabbe (Lât) hakkında ne dersin?" dediler. Rasûlullah (s.a.): "Yıkın!" dedi. "Ey­vah! Rabbe, senin onu'yıkmak istediğini öğrenirse ahaliyi öldürür." dediler. Bunun üzerine Ömer b. Hattâb dedi ki: "Ey İbn Abdi Yâleyl, yazıklar olsun sana! Rabbe'nin bir taş parçası olduğunu bilmiyor musun?" Onlar da: "Biz sana gelmedik ey İbn Hattâb." dediler. Sonra Rasûlullah'a (s.a.): "O halde yıkma işini sen üzerine al, biz katiyen yıkamayız." dediler. Rasûlullah (s.a.) da: "Size onu yıkmaya yetecek kadar adam göndereceğim." dedi ve arala­rında yazışma tamamlandı.

Kinâne b. Abdi Yâleyl dedi ki: "Göndereceğin kimse yola çıkmadan Bi­ze izin ver, sonra elçini arkamızdan gönder. Biz kavmimizi çok iyi tanırız!" Hz. Peygamber (s.a.) onlara ikramda bulundu, emniyetlerini sağladı ve izin verdi. Giderken dediler ki: "Ya Rasûlallah! Kavmimizden birini bize imam­lık yapması için emîr tayin et." Rasûlullah (s.a.) İslâm'a olan düşkünlüğünü bildiği Osman b. Ebu'1-Âs'ı başlarına emîr tayin etti. Yola çıkmadan önce Kur'an'dan birkaç sûreyi öğrenmişti.

Kinâne b. Abdi Yâleyl arkadaşlarına dedi ki: "Ben Sakîflileri en iyi ta-nıyanınızım. Olanları gizleyiniz. Onları savaş ve ölümle tehdit ediniz. Onlara Muhammed'in (s.a.) bizden bazı şeyler istediğini, bizim de reddettiğimizi ha­ber veriniz. Bizden Lât ve Uzza'yı yıkmamızı, içkiyi ve zinayı haram kılma­mızı, mallarımızın faizini bırakmamızı istediğini haber veriniz." [212]

 

b) SakîflÜerin Müslüman Oluşu:

 

Heyetteki temsilciler kabilelerine yaklaşınca, Sakîfliler onları karşılamaya çıktılar.Temsilcilerin başları önlerine düşmüş, develeri birbirine yaklaştırıl­mış, kendileri de elbiselerine bürünmüş vaziyette olduklarını görünce üzül­düler ve hayırlı bir haberle gelmediklerini düşünerek kaygılandılar. Birbirle­rine: "Heyetiniz hayırlı bir haber getirmiyor." dediler. Daha sonra heyette-kiler bineklerinden indiler. Âdetleri üzere Lât'a doğru yöneldiler ve yanına geldiler. —Lât, Tâif sırtlarında bulunan bir puttu. Beytullah'ta hedy kurba­nı kesildiği gibi ona da kurban keserlerdi.— Heyet oraya gelince, Sakîfiiler-den bazıları: "Görünüşlerinde hiçbir hayır yok." dediler. Sonra temsilcilerin her biri ailelerinin yanına döndü. Temsilcilerin akrabasından olan Sakîfliler, eve dönenlerin yanlarına gelip ne getirdiklerini, nasıl bir haberle döndükleri­ni sordular. Onlar da dediler ki: "Biz, dilediğini yapan sert ve katı bir ada­mın yanından geliyoruz. Bu adam kılıçla ortaya çıkmış, Araplar ve diğer milletler kendisine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Bize çok ağır tekliflerde bu­lundu. Lât ve Uzza'nm yıkılmasını ve sermayelerin dışındaki faiz olarak elde edilen malların alınmamasını teklif etti. Zinayı ve içkiyi haram kıldı."

Sakîfliler bu sözleri dinledikten sonra: "Vallahi bu denilenleri kesinlikle kabul etmeyiz!" dediler. Temsilciler de: "O halde silahlarınızın bakımını ya­pın, savaşa hazırlanın, yiyeceklerinizi depolayın, kalelerinizi onarın." diye karşılık verdiler. Sakîfliler iki-üç gün savaşmaya kararlı olarak beklediler. Son­ra Allah Teâlâ, bunların kalbine korku saldı ve: "Vallahi, bizim bu adama karşı koyacak gücümüz yok. Bütün Araplar ona boyun eğdi. Ey temsilciler! Geri dönünüz, ne isterse kabul ediniz ve barış anlaşması yapınız." dediler. Temsilciler onlardaki bu değişikliği, sulh ve sükûnu, korku ve savaşa tercih ettiklerini görünce, dediler ki: "Biz O'nunla anlaşmamızı yaptık. Dilediğf-mizi verdik, istediğimizi şart koştuk. Biz O'nu insanların en vefalısı, en mer­hametlisi ve en doğrusu olarak gördük. Bizim bu gidişimizde ve yaptığımız anlaşmada bizim ve sizin için bereket vardır. Allah'ın size ihsan ettiği huzur ve afiyeti kabul ediniz." Bunun üzerine Sâkifliler: "Bunu niçin bizden gizle­diniz de bizi en ağır üzüntülere boğdunuz?" dediler. Onlar da: "Allah'ın, kalbinizdeki şeytanlık gururunu gidermesini istedik." dediler. [213]

 

c) Lât Putunun Yıkılışı:   

                                   

Birkaç gün sonra Hz." Peygamber'in (s.a.) elçileri geldiler. Başlarında Hâ-lid b. Velid vardı. Muğîre b. Şu'be de içlerindeydi. Gelir gelmez Lât putunu yıkmaya azmettiler. Bütün Sakîf halkı kadınlar, erkekler ve çocuklar hepsi olup bitenlere bakıyorlar, evlerden başlar uzanıyor, neler olduğunu görmeye çalışıyorlardı. Ve hiçbir Sakîfli, o putun yıkılabileceğine ihtimal vermiyor, bunu imkânsız görüyordu.

Muğîre b. Şu'be kalktı, eline kazma aldı ve arkadaşlarına: "Vallahi, sizi Sakîflilerin durumuna güldüreceğim." dedi. Sonra kazması ile puta vurdu ve yere yuvarlanıp debelenmeye başladı. Bütün bir Tâif halkı hep bir ağızdan çığlık attılar ve "Allah, Muğîre'yi rahmetinden uzak tutsun! Rabbe onu öl­dürdü!" dediler. Onu düşmüş vaziyette görünce: "Haydi, kimin gücü yeter­se yaklaşsın, yıkmayı denesin! Vallahi bu yapılamayacak bir iştir!" dediler. Bu sözleri duyan Muğîre, fırlayıp kalktı ve: "Ey Sakîf topluluğu! Allah sizi çirkinleştırsin! Lât dediğiniz, taş ve kerpiç parçalarından ibaret bir şeydir. Allah'ın afiyetine yöneliniz ve O'na kulluk ediniz!" dedi. Sonra kazmasıyla Lâfın kapısını kırdı ve duvarlarına tırmandı. Onunla beraber başkaları da tırmandı Yerle bir edinceye kadar taş taş yıktılar. Putun bakıcısı: "Temele indiklerinde, temel onlara kızacak ve onları yerin dibine geçirecek!" dedi, Muğîre, bu sözleri duyunca Halid'e: "Bırak, temeli ben kazayım!" dedi ve elbiselerini, zînet eşyalarını ve toprağını çıkarıncaya kadar kazdı. Bütün bir Sakîf'in dili tutulmuş gibiydi. Ancak içlerinden bir ihtiyar kadın: "Alçaklar onu (müslümanlara) teslim ettiler, savaşıp onu savunmadılar." diyebildi.

Hz. Peygamber'in (s.a.) elçileri, görevlerini yerine getirip döndüler. Pu­tun deposundan çıkan elbise ve zînet eşyalarıyla Rasulullah'm (s.a.) yanma girdiler. Rasülullah (s.a.) da o mallan hemen o gün taksim etti. Kullarına za­fer ihsan edip dininin izzetini koruduğu için Allah'a hamdetti. Daha önce de bu malın Ebu Süfyan b. Harb'e verildiği zikredilmişti.           

Buraya kadar anlatılanlar Musa b. Ukbe'den nakledilmiştir.

İbn îshak'm iddiasına göre Hz. Peygamber (s.a.), Ramazan! ayındaj bük'ten dönmüş, Sakîflilerin heyeti de bu ay içinde gelmiştir.

Ebu Davud'un Süne/7'inde, Câbir'den (r.a.) şöyle bir rivayet vardır: Sa­kîfliler Rasûlullah'a (s.a.), kendilerinin cihad ve sadaka ile mükellef tutul-mamalannı şart koştular. Hz. Peygamber (s.a.) bu şarttan sonra: "İslâm'ı kabul ettikleri, zaman sadakalarını (zekâtlarını) da verecekler, cihada da gi­deceklerdir." buyurdu.[214]

Ebu Davud et-Tayâlisî'nin Sünen'inde, Osman b. Ebu'l-Âs'tan gelen ri­vayete göre Rasülullah (s.a.) ona, Tâif mescidini, putlarının (tâğıye) olduğu yere yapmasını emretti.

Mu'temir b. Süleyman, Meğâzî'sinde der ki: Abdullah b. Abdurrahman et-Tâifî'nin, Osman b. Abdillah—amcası Amr b. Evs— Osman b. Ebi'l-Âs yoluyla şöyle bir nakilde bulunduğunu işittim: Osman b. Ebi'l-Âs dedi ki: Hz. Peygamber (s.a.) Kur'an'dan Bakara sûresini okuduğum için, onların en küçüğü olduğum halde Sakîf'ten gelen altı kişilik heyet içinden beni görev­lendirdi. Dedim ki: "Ya Rasulallah! Ben Kur'an'ı unutuyorum." Elini göğ­süme koydu ve: "Ey Şeytan; Osman'ın göğsünden çık!" buyurdu. Bundan sonra, ezberlemeyi istediğim hiçbir şeyi unutmadım.[215]

Sahih-iMüslim'de, Osman b. Ebi'l-Âs'tan gelen şu rivayet vardır:, Rasulallah! Şeytan beni namaz kılmaktan ve Kur'an okumaktan alık©yuyor." dedim. "Bu hınzib denilen bir şeytandır. Onu hissettiğin zaman ondan Allah'a sığın ve üç defa sol tarafına tukur." buyurdu. Denileni yaptım ve Allah benden bu hali giderdi.[216]

 

d) Bu Olaydaki Fıkhı Hükümler:

 

Heyetle ilgili olarak zikredilen bu kıssadan çıkarılacak bazı fıkhî sonuç­lar vardır. Bunları şöylece sirahyabüiriz:

1— Harbî olan bir kişi, kavmi içerisinde zulüm ve cinayet işler, malları­nı alır ve sonra da müslüman olarak gelirse, devlet başkanı onun zuîmü ve getirdiği mallarla ilgili olarak hiçbir işlem yapmaz. Daha önceden telef ettiği mal ve can karşılığı olarak tazminat ödemez. Rasûlullah (s.a.), Muğîre'nin Sakîfliler'den aldığı mala dokunmamış, onlara verdiği zararı da tazmin et­memiş ve demişti ki: "Müslüman olmanı kabul ederim, getirdiğin mala ge­lince, ona hiç karışmam."

2— Müşrikleri mescidde konaklatmak caizdir. Özellikle müslüman ol* malan umuluyorsa, Kur'an dinlemelerine, ehl-i İslâmı ve ibadetlerini müşa-hade etmelerine imkân verilir.

3— Heyetin güzel bir siyasetle hareket etmesi, getirdikleri haberi Sakîf-lilere iletmeye ve arzu ettikleri sonuca ulaşmaya imkân vermiştir. Bunu ya­parken onlara hoşlanmayacakları bir tablo çizmişler, bunun sonucu Sakîfli-ler, İslâm'a boyun eğmekten başka bir çıkar yol olmadığını görünce heyette* kiler herşeyin düşünüldüğü gibi kararlaştırıldığını haber vermişlerdir. Şayet gelir gvlmez bu durumu söyleselerdi kabul etmezlerdi. Bu davranış davetin ve tebliğin en güzel şekillerindendir ve ancak akıllı ve zeki insanlar bu davra­nışı gösterebilirler.

4—  Bir kavme emîr ve imam olmaya en lâyık kimse, Allah'ın kitabını en iyi bilen, en faziletli ve dini en iyi anlayandır.

5— Putlar için inşa edilen şirk yerlerinin yıkılması,  meyhane ve diğer batakhanelerin yıkılmasından Allah'a ve Rasûlü'ne daha sevimli, İslâm dini ve müslümanlar için daha faydalıdır. Kabirlerin üzerine yapılan, Allah'tan başkasına ibadet edilen ve içindekilerle Allah'a ortak koşulan yerlerin hali de böyledir. Buraların bırakılması İslâm'a göre helâl olmaz, bilâkis yıkılması vaciptir. Vakfedilmesi ve buralara vakıfta bulunulması sahih olmaz. Devlet başkam böyle yerleri ve bu yerlere ait vakıfları, İslâm askerlerine bağışlaya­bilir. Müslümanların umumi menfaatları için kullanabilir. Oradaki âletlerin, eşyaların ve her türlü metaın hükmü böyledir. Oraya götürülen kurbanlar, Beytullah'a götürülen kurbanlara benzetilir. Devlet başkanının bunları almak ve İslâmî menfaatlar için sarfetme hakkı vardır. Sakîfliler de o putların önünde, bu yerlerde yapılması âdet olan adakta bulunmak, bereket ummak, meshet-mek, öpmek ve istilâm etmek gibi şeyler yapıyorlardı. Onların şirki bundan ibaretti. Onlar, o putların yeri ve gökleri yarattığına inanmıyorlardı. Şirk koş­maları, bazılarının kabirler için gösterdikleri davranışın aynısı idi.

6— Putların ve puthanelerin yıkılmasından sonra, o yerlere mescid yap­mak müstehabtır. Böylece daha önce Allah'a şirk koşulan yerlerde, yalnızca Allah'a ibadet edilecektir. Puthanelerden başka Allah'a ortak koşulmak için yapılan yerlerin de yıkılması ve müslümanlann ihtiyacı varsa oraların mescid haline getirilmesi vaciptir. Şayet mescide ihtiyaç yoksa, devlet başkanı öyle yerleri ve û yerlere ait vakıfları mücahitlere ve uygun gördüğü diğer kimsele­re verir.

7— Kul, taşlanmış ve kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve soluna tü-kürürse, şeytan ona zarar veremez. Bu davranışından dolayı namazı bozul­maz, aksine namazının daha tam ve eksiksiz olmasına vesile olur.[217]

En iyi bilen Allah'tır.

îbn İshak der ki: Rasûlullah (s.a.) Mekke'yi fethedip, Tebük seferinden dönünce Sakîfliler de İslâm'ı kabul ederek bîat edince, her taraftan Arap he­yetleri gelmeye ve grup grup, bölük bölük Allah'ın dinine girmeye başladılar.

Temîmoğullan ile Tay kabilelerinden gelen heyetler daha önce anlatılmıştı. [218]

 

2— Âmiroğullan Heyetinin Gelişi:

 

Âmiroğulları heyeti, Rasülullah'ın (s.a.) Âmir b. Tufeyl'e bedduası, Al­lah Teâlâ'nın Rasûlü'nü onun ve Erbed b. Kays'ın şerrinden korumasıyla il­gili konular da daha önce zikredilmişti.                   

Beyhakî'nin ed-Deİâil adlı eserinde, Yezîd b. Abdiüah Ebi'l-Ulâ'nın şöyle söylediğini rivayet etmiştir: Babam, Âmiroğulları heyeti içerisinde Hz. Pey­gamber'e (s.a.) geldi ve: "Sen seyyidimizsin; bizden üstünsün ve güçlüsün." dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Tamam tamam! Söyleyin sözünüzü, şeytan sizi âlet etmesin. Seyyid Allah'tır."[219]

İbn İshak, bir rivayetinde şöyle demiştir: Âmiroğulları heyeti Rasüîul-lah'a (s.a.) geldiğinde, aralarında Âmir b. Tufeyl, Erbed b. Kays b. Cez' b. Hâlid b. Cafer ve Cebbar b. Selmâ b. Mâlik b. Cafer de vardı. Bu üç kişi kavimlerinin reisleri ve şeytanlarıydılar. Allah düşmanı Âmir b. Tufeyl, ha­inlik ve hile yapmak düşüncesiyle Rasûlullah'ın (s.a.) yanma geldi. Kavmi ona: "Ey Âmir! Herkes müslüman oldu." demişti O da: "Vallahi bütün Arap­lar benim arkamdan gelinceye kadar durmamaya karar verdim. Ben mi, bu Kureyşli gencin arkasından gideceğim?" dedi. Sonra Erbed'e demişti ki: "Ada­mın yanına (Rasûlullah'i kastediyor) geldiğimiz zaman ben O'nu meşgul ede­rim; O'nu meşgul ettiğim zaman sen de kılıçla işini bitir." Rasûlullah'a (s.a.) geldikleri zaman Âmir: "Ey Muhammed! Gel, başbaşa kalalım." dedi. Ra­sûlullah (s.a.): "Tek olan Allah'a iman etmedikçe olmaz vallahi!" dedi. Âmir tekrar: "Ey Muhammed! Gel başbaşa kalalım." dedi. Rasûlullah (s.a.) da yine: "Tek olan Allah'a iman edip başkasını O'na şirk koşmaktan vazgeç­medikçe olmaz vallahi!" dedi. Hz. Peygamberdin (s.a.) teklifini reddettiğini görünce -tehdit ederek-: "Vallahi, ben de burayı atlılarla ve piyade askerlerle dolduracağım!" dedi. O dönüp gidince Rasûlullah (s.a.): "Allah'ım! Beni, Âmir b. Tufeyl'den koru!" diye dua etti. Rasûlullah'ın (s.a.) yanından çık­tıkları zaman Âmir, Erbed'e dedi ki: "Sana yazıklar olsun Ey Erbed! Nerde kaldı sana emrettiğim şey? Vallahi, yeryüzünde senden daha çok korktuğum kimse yoktu. Allah'a yemin olsun ki, bu günden sonra artık senden hiç kork­muyorum!" Erbed dedi ki: "Sana hiç aldırış etmiyorum. (Hakkımda karar vermek için) acele etme. Vallahi ne zaman bana emrettiğin şeyi yapmak ,iste-diysem sen, onunla benim arama girdin. Kılıçla sana mı vursaydim?'F

Sonra beldelerine doğru yola çıktılar. Yolda Allah Teâlâ, Âmir bl Tu-feyl'in boynuna taun hastalığı musallat etti ve SelûloğuUarından bir kadının evinde canını aidi. Arkadaşları yola çıkıp Âmiroğulları topraklarına kadar geldiler ve: "Ey Erbed, neler oldu?" diye sordular. Erbed dedi ki: "Beni bir şeye ibadet etmeye çağırdı. Keşke şimdi yanımda olsaydı da O'na (Rasûlul­lah'a) şu okumla atış yapıp öldürseydhn!" Bu sözü söyledikten bir veya iki gün sonra devesiyle giderken, Allah (c.c.) onun ve devesinin üzerine yıldırım gönderdi, ikisini de yaktı. Erbed, Lebîd b. Rabîa ile ana bir kardeş idiler. Lebîd, kardeşi için ağladı ve ağıt söyledi.[220]

Sahih-i Buharı'de rivayete göre Âmir b. Tufeyl, Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve dedi ki: "Seni şu üç teklif arasında muhayyer bırakıyorum: 1) Ya şehirliler senin, köylerin ahalisi benim olur, 2) Yahud hepsi senin olur, ama ben sana halife olurum, 3) Yahut bunlardan hiçbirini kabul etmezsen, ben Gatafan ahalisinden bin tane al kısrak süvarisini önüme katarak sana hü­cum ederim." Akabinde bir kadının evinde iken taun hastalığına tutuldu ve: "Deve taununa benzer bir şişlik; hem de Selûl ailesinden bir kadının evinde! İşte bu hiç olmadı." diyerek hayıflandı. "Getirin atımı!" dedi, atının sırtın­da öldü.[221]

 

3— Abdülkays Heyetinin Gelişi:

 

Buharı ve Müslim'in Sahih'lerinde îbn Abbas'tan gelen bir rivayet şöy­ledir: Abdülkays heyeti Hz. Peygamber'e (s.a.) geldiler. Hz. Peygamber (s.a.):"Sizler kimlerdensiniz?" diye sordu. "Rabîa kabilesindeniz." dediler. Allah Rasûlü (s.a.): "Hoş geldiniz, Ailah sizleri utandırmasın, pişman etmesin." buyurdu. Bunun üzerine: "Ya Rasûlallah! Biz sana, yalnız haram ayda gele­biliriz. Seninle aramızda kâfir olan Mudar kabilelerinden falan topluluk var­dır. O halde bize kestirme bir şey emret de, geride kalanlarımıza haber vere­lim ve o sebeple de cennete girelim." Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Size dört şeyi emrediyor ve sizi dört şeyden sakındırıyorum. Size yalnız Allah'a iman etmeyi emrediyorum. Allah'a iman etmek ne demek biliyor musunuz? Al­lah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şe-hadet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tut­mak ve ganimetin beşte birini vermenizdir. Sizi dört şeyden: Hantem, dub-bâ, nakîr ve müzeffetten (denilen kaplara hurma, yahut üzüm şırası koymak) nehyediyorum. Bu emrettiklerimi iyice belleyiniz ve arkanızda bıraktığınız kim­selere haber veriniz. "[222]

Sahih-i Müslim'de şöyle bir ilâve vardır: Dediler ki: Ya Rasûlallah! Na­kîr hakkında malumatın var mı?" Hz. Peygamber (s.a.): *'Evet, bir hurma kütüğüdür; onu oyar, içine ufak hurmalardan atarsınız, sonra içerisine su döker ve kaynatırsınız. Kaynaması bitip dinlenince içersiniz. —Sarhoş olması sebe­biyle de— sizden biriniz amca oğlunu pekâlâ kılıçla vurabilir." Aralarında böyle bir darbeye maruz kalmış bir adam vardı, dedi ki: "Ben, Rasûlullah'-tan (s.a.) utandığım için bu yarayı gizliyordum." Daha sonra Rasûlullah'a (s.a.) "O halde biz ne içeceğiz Ya Rasûllallah!" dediler. O da: "Ağızları bağ­lanan deri su kaplarından." buyurdu. Bunun üzerine: "Ya Rasûlallah! Bi­zim bölgemizde çok fare var, orada deriden yapılan su kaplan duramaz." dediler. Rasûlullah (s.a.) iki veya üç defa: "Onları fareler yese de" buyurdu­lar. Sonra Abdülkayshlardan Eşecc'e dedi ki: "Sende, Allah'ın sevdiği iki haslet var: Vekâr ve teenni."

İbn îshâk der ki: Cârûd b. Bişr b. el-Muallâ, hırıstiyan olarak Abdül-kays heyeti ile birlikte Rasûlullah'a (s.a.) gelmişti. "Ya Rasûlallah! Borcum var ve senin dinin için dinimi terkediyorum. Benim için borcuma kefil olur musun?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Evet, ben tazmin ederim. Seni çagirdiğim şey (din), senin üzerinde bulunduğun şeyden daha hayırlıdır." O, müslüman oldu, arkadaşları da İslâm'ı kabul ettiler. Sonra Cârûd: "Bize bi­nek temin et ey Allah'ın Rasûlüİ" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Vallahi benim yanımda sizi üzerine bindirecek bir hayvan yok." dedi. Bunun üzeri­ne: "Ya Rasûlallah! Bölgelerimizin arasında yitik binek hayvanları var, on­lara binerek beldelerimize gidemez miyiz?" dedi. Rasûlullah (s.a.): "Hayır, onlara binmek ateştir." buyurdu.[223]

Bu olayın işaret ettiği bazı hükümler:

1— Allah'a iman, bütün yüce hasletlerin esasıdır. Rasûlullah'ın (s.a.) as-îabı, tabiîn ve tebe-i tabiîn bu hal üzereydiler. Şafiî, el-Mebsût adlı eserinde

bu hususu zikretmiştir. Ayrıca Kur'an'dan ve hadisten bu konuyla ilgili yüz kadar delil vardır.

2— Heyet, hicretin dokuzuncu senesinde geldiği halde Hz. Peygamber (s.a.), yukarıda zikrettiği İslâmî hasletler içinde haccı saymadı. Haccın o se­ne henüz farz kılınmadığının delillerinden bîri de budur. Hac, ancak onuncu senede farz kılınmıştı. Bir iki gün önce bile farz kılınmış olsaydı orucu, na­mazı ve zekâtı saydığı gibi iman edileceklerden biri olarak haccı da sayardı.

3— Bazı kimselerin mekruh kabul etmelerinin aksine Ramazan ayma yal­nızca "Ramazan" demek mekruh değildir. Mekruh olduğunu iddia edenler "Ramazan ayı" dışında hiçbir ifadenin söylenemeyeceği kanaatındadırlar.

Buharî ve Müslim'in SahiW\tr'm6e\ "Kim inanarak ve sevabını umarak Ramazan'da oruç tutarsa, geçmiş günahları affolunur."[224] Duyurulurken, "Ramazan" kelimesi yalın halde gelmiştir.

4— Ganimet mallarının beşte birini vermek vaciptir ve bu da iman edile­cek şeylerden biridir.

5— Yukarıda adı geçen kapların kullanılması yasaklanmıştı. "Bu haram oluş devam etmekte midir, yoksa mensuh mudur?" konusunda iki görüş var­dır. Bu iki görüş de Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilmiştir. Âlimlerin ço­ğunluğu, Müslim'in rivayet ettiği Büreyde hadisiyle neshediîdiği görüşünde­dirler. O hadiste: "Size bazı kapları yasak etmiştim. Bundan böyle bütün kaplardan şıra içebilirsiniz; yalnız, sarhoşluk veren içkileri içmeyin." buyurdu,[225] denilmektedir.

Bir grup âlim ise yasaklayıcı hadislerin muhkem olduğunu, mensuh ol­madığını söylemişler ve demişlerdir ki: "Yasaklayıcı hadisler, gerek sayı gerekse rivayet yollarının çokluğu bakımından neredeyse tevatür derecesine ulaşmış­tır. Mubah olduğunu gösteren hadis ise tektir, diğer hadislere karşı koyacak durumda değildir."

Meselenin sırrına gelince: Adları geçen kapların kullanılmasının yasak­lanması, sedd-i zerâî'[226] babmdandır. Zira herhangi bir içecek bu kaplafda süratle sarhoş edici özellik kazanıyordu. Bir diğer görüşe göre bu kaplar çok sağlam oluyor ve alkollü içki elde etmekte kullanılıyordu. Müzeffet'in dışın­dakiler içki yapımına has kaplar olarak bilinmiyordu. Bu kaplardaki içecek ne zaman kaynatılır ve belli bir kıvama gelirse onun sarhoş edici olduğu bili­nirdi. Bu illete göre taştan ve sarı madenden (tunçtan) yapılmış kapların ha­ram olması daha evlâdır. Birinci illete göre haram olmaz, çünkü taştan ve sandan (tunçtan) yapılan kaplar, sayılan bu dört kap gibi, alkole dönüşümü hızlandırmaz. Her iki illete göre de haram kılınma durumu sedd-i zerâî' ba-bındandır. Tıpkı şirke düşme endişesinin bulunduğu yıllarda kabir ziyareti­nin yasaklanmasryla, öyle bir tehlikeye götüren yola sed çekilmesi gibi. Daha sonra tevhid inancı kalplerde istikrar bulup imanlar kuvvetlenince kabir zi­yaretine izin verilmişti, ama yine de hezeyana fırsat vermemek şart koşulmuştu. Aynı durum, bu kaplarda nebîz elde etme hususunda da söylenebilir. Rasû-lullah (s.a.) onları, içkiden ve içki elde ettikleri kaplardan uzaklaştırmış, böylece içkiyi bırakmaları çok yeni olduğu için onları bu kötülüğe götüren yollan tı­kamıştır. İçkinin haram oluş keyfiyeti kalplerinde istikrar bulup kalplerinde itminan hasıl olunca, bütün kaplann kullanılması içki içmemeleri şartıyla mu­bah kılınmıştır. İşte bu meselenin fıkhî yönü ve hikmeti budur.

6— Hilm ve vekâr sıfatları övülmüş, Allah'ın bu sıfatları sevdiği haber verilmiştir. Bunların zıddı ise fevrîlik ve aceleciliktir. Her ikisi de ahlâkı ve yapılan işleri ifsad eden kötü huylardandır.

Bu övgü, kulunda yaratmış olduğu zekâ, kahramanhk-cesaret ve hilm gibi güzel hasletleri, Allah'ın sevdiğine delâlet etmektedir.

Yine buradan anlaşıldığına göre bazı huylar, kulun kendi çabası ve gay­retiyle elde edilebilir. Sözkonusu hadisteki: "Bu iki ahlâk benim kazandığım ahlâk mıdır, yoksa Allah mı beni bu iki ahlâk üzere yarattı?" sorusuna kar­şılık Rasûlullah'm (s.a.): "Bilakis sen, bu iki ahlâk üzere yaratıldın." cevaT bı, bu duruma delâlet etmektedir.[227]                                      

Allah Teâlâ, kulunun, şahsının ve özelliklerinin yaratıcısı olduğu gibi aı-lâkının ve fiillerinin de yaratıcısıdır. Kulun şahsı, sıfatı ve ahlâkı, hülasa hi r-şeyi mahluk (yaratılmış)tur. Kim, fiillerini Allah'ın yaratma dairesinin dışı­na çıkarırsa (yani fiilini yaratmayı kendi nefsine nisbet eder ve fiilimin yara­tıcısı benim derse), Allah ile beraber bir başka hâlık (yaratıcı) bulunduğunu iddia etmiş olur. Bu yüzden Selef, Kaderiye'yi (kaderi inkâr edenleri) mecû-sîlere benzetmişler ve: "Onlar bu ümmetin mecûsîleridir." demişlerdir. İbn Abbas'tan gelen bu rivayet sahihtir.

Burada sözkonusu olan, cebi (yaratma)'in Allah'a nisbet edilmesidir, yok­sa cebr (zorlama)'in değil. O, kulunu dilediği gibi yaratır. Tıpkı el-Eşecc'i hilm ve vekâr ahlâkı üzere yaratması gibi. Bu iki haslet de insan nefsinde bu­lunan iki ahlâktan ortaya çıkan fiillerdir. Allah Teâlâ kulunu, üzerinde bu­lunduğu ahlâk ve ef'âl (fiiller, davranışlar) üzere yaratandır. Bu sebepten Evzaî ve diğer selef imamları demişlerdir ki: "Allah kulunu amelleri üzere yarattı, deriz de, o amelleri yapmaya zorladı, demeyiz." Bu ifade, selef imamlarının bilgisinin kemalinden, düşüncelerinin inceliğindendir. Çünkü cebr (zorlama), kulu iradesinin aksine sevketmek demektir, küçük bir kızı evlenmeye veya borçlu bir kimseyi hâkimin borcunu ödemeye zorlaması gibi. Allah Teâlâ, kulunu bu mânada cebretmeyecek güce sahiptir. O, kulunu, Allah'ın diledi­ğini kendi irade ve ihtiyarıyla yapacak bir cibilliyet üzere yaratır. Cebi ile cebr durumu ayrı ayrı şeylerdir.

7— Bu olayda, deve gibi alınması caiz olmayan buluntu bir nesneden yararlanmanın caiz olmadığına işaret vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Câ-rûd'a, buluntu deveye binme izni vermedi ve: "Müslümanın kayıp eşyası (bu­lunan eşyası) yakan ateştir." buyurdu. Onun alınmamasını, olduğu yerde bı­rakılmasını emretmiş, böylece sahibi gelip buluncaya kadar korunmasını em­retmiştir. Şayet binilmesine ve faydalanılmasına izin vermiş olsaydı, sahibi­nin gelip malını bulması imkânsız olurdu. Aynı zamanda nefis, o mala mey­leder ve ona sahip olmayı arzulardı. Rasûlullah (s.a.) bundan men etmiştir. [228]

 

4— Hanîfeoğullan Heyetinin Gelişi:

 

İbn İshak der ki: Hanîfeoğulları heyeti Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi. İç­lerinde Müseylemetü'l-Kezzâb da vardı. Ensar'dan Neccaroğulları kabilesi­ne mensup bir kadının evinde konaklamışlardı. Üzeri örtülü olarak Müseyle­me'yi Rasûluilah'a (s.a.) getirdiler. Allah Rasûlü (s.a.) ashabı ile oturuyor ve elinde bir hurma dalı bulunuyordu. Müseyleme elbisesine bürünmüş ola­rak etrafındakilerle beraber Rasühıllah'ın (s.a.) yanma vardı. O'nunla ko­nuştu ve bazı şeyler istedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Şu elimdeki dal parçasını istesen sana onu bile vermem." buyurdu. [229]

 

a) Müseyleme'nîn İrtidat Edişi:

 

İbn İshak, Hanîfeoğu Harın dan Yemâmeli bir ihtiyarın, bu olayı kendisi­ne başka türlü anlattığım nakleder. Ona göre, Hanîfeoğullan heyeti Rasûlui­lah'a (s.a.) geldiler ve Müseyleme'yi bineklerinin yanında bıraktılar. Heyet-tekiler İslâm'ı kabul edince: "Ya Rasûlallah! Bizim bir arkadaşımız daha vardı, bineklerimizi ve eşyamızı koruması için geride bıraktık." dediler. Hz. Pey­gamber (s.a.), heyettekilere verilmesini emrettiği -beş ukiyye gümüş- şeyden ona da verilmesini emir buyurdu. Eşyaları ve binekleri koruduğuna göre, kö­tü bir insan olmamalı mânasında buyurdu ki: "O, sizin en şerliniz, en kötü­nüz değildir."

Sonra ellerindeki hediyelerle dönüp geldiler. Yemâme'ye ulaşınca Allah düşmanı (Müseyleme) irtidat etti ve peygamberlik iddiasına kalkışti.ve: "Ben bu işte (peygamberlikte) O'na ortak oldum. O'na benden bahsettiğiniz za­man size: 'O, sizin en şerliniz değildir.' demedi mi? Benim kendisine ortak olduğumu bildiği için böyle söylemişti." dedi. Sonra secîli sözler söyleyerek, Kur'an'm bir benzerini getirdiğini iddia ediyordu: "Allah gebe kadına ihsan­da bulunmuş, ondan yürüyen bir yaratık çıkarmış. Karnı ile alt derinin ara­sından." gibi saçmalıklarla Kur'an'a nazire yaptığını zannediyordu. Namazı kaldırdı, içki ve zinayı helâl kıldı. Bütün bunları yaparken de Rasûlullah'ın (s.a.) peygamber olduğuna şehadet etmeye devam ediyordu. Hanîfeoğulları bu konuda ona destek oldular.[230]

İbn İshak der ki: Rasûluilah'a (s.a.) yazdığı mektupta: "Allah'ın elçisi Müseyleme'den Allah'ın elçisi Muhammed'e... Peygamberlik işinde sana or­tak kılındım. Bu işin yarısı bizim, yarısı da Kureyşlilerin nasibidir. Kureyş adaletli davranan bir kavim değildir." demişti. Elçisi bu mektubu getirince de Rasûlullah (s.a.) ona şu cevabı vermişti: "Bismillahirrahmanirrahîm, Al­lah'ın Rasûlü Muhammed'den Yalancı Müseyleme'ye. Selâm, hidayete tâbi olanların üzerine olsun. Yeryüzü Allah'ındır, kullarından dilediğine verir. Akı­bet (ahiret saadeti) takva sahiplerinindir." Bu hâdise, hicretin onuncu sene­sinin sonlarında vukûbulmuştu. [231]

 

b)Müseyleme'nin Elçileri:

 

İbn İshak der ki: Sa'd b. Târik, Seleme b. Nuaym b. Mes'ûd—babası yoluyla bana şu rivayette bulundu: Hz. Peygamber'in (s.a.) Müseylemetü'l-Kezzâb'ın yazdığı mektubu getiren iki elçiye şöyle dediğini duydum: "Siz de mi onun dediğini diyorsunuz?" Onlar da: "Evet." dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: "Allah'a yemin olsun ki, elçiler öldürülmez olmasaydı, ikinizin de boynunu vururdum."[232]

Ebu Davud et-Tayâlisî'nin Müsned'mde, Ebu Vâil ve Abdullah yoluyla şu rivayeti görmekteyiz: İbn Nevvâha ve İbn Üsâl, Müseylemetü'l-Kezzâb'in elçileri olarak Rasûluilah'a (s.a.) geldiler. Hz. Peygamber (s.a.) onlara: "Be­nim Allah'ın elçisi olduğuma şehadet ediyor musunuz?" dedi. Onlar da: "Mü-seyleme'nin Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ederiz." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettim. Şayet elçi öldüre­cek olsaydım, sizin ikinizi öldürürdüm." buyurdu. Abdullah diyor ki: "Bundan, sonra elçilerin öldürülmemesi sünnet oldu."[233]

Sahih-i BuharVdç Ebu Recâ el-Utâridî'den şöyle bir rivayet bulunmak-dadır: Ebu Recâ der ki: "Rasûlullah (s.a.), (peygamber olarak) gönderilince haberini işitmiştik. Biz de Müseylemetü'l-Kezzâb'a iltihak ettik, yani ateşe sığınmış olduk. Cahiliye döneminde taşa tapardık. Daha güzel bir taş buldu­ğumuz zaman taptığımız taşı atar, o güzel taşı alırdık. Taş bulamadığımız zaman bir miktar toprak yığar, sonra davarı getirir, o toprak yığınının üzeri­ne bir miktar süt sağar ve o yığını tavaf ederdik. Recep ayı geldiği zaman: 'Okların demirini çıkaralım.' derdik. Artık kendisinde demir bulunan hiçbir vetmızrak ve demir bulunan hiçbir ok bırakmaz, hepsini çıkarır bir tarafa atardık."[234]

Ben derim ki: Buharı ve Müslim'in SaA/A'lerinde, Nâfi' b. Cübeyr hadi­sinde İbn Abbas'ın, şöyle dediği rivayet edilmektedir: Müseylemetü'l-Kezzâb, Rasûlullah'ın (s.a.) huzuruna geldiği zaman: "Eğer Muhammed, kendisin­den sonra beni bu işe halef kılarsa, O'na uyarım." demeye başladı. Kendisi Medine'ye, kabilesi HanîfeoğuHarından kalabalık bir heyet içinde gelmişti. Rasülullah (s.a.) Müseyleme'nin yanına yöneldi. Beraberinde (Ensar'ın hati­bi) Sabit b. Kays b. Şemmâs da vardı. Hz. Peygamber'in (s.a.) elinde hurma dalından bir değnek bulunuyordu. Nihayet Rasülullah (s.a.), kabilesi içinde bulunan Müseyleme'nin karşısında durdu ve: "Eğer sen benden (peygamber­likten bir pay değil) elimdeki şu dal parçasını istesen, sana onu bile vermem. Sen, Allah'ın senin hakkındaki hüküm ve takdirinden öteye asla geçemezsin. Eğer sen hakka sırt çevirirsen, Allah seni helak eder. Ayrıca ben senin, rü­yamda bana gösterilen o kişi olduğunu görmekteyim. îşte bu zat (hatibim) Sâbit'tir. Benim tarafımdan sana cevap verecektir." buyurdu. Sonra Müsey­leme'nin yanından ayrıldı. İbn Abbas der ki: Ben Ebu Hureyre'ye, Rasûlul­lah'ın (s.a.) Müseyleme'ye söylediği "Sen, rüyamda bana gösterilen o kişi­sin." sözünün mahiyetini sordum. Ebu Hureyre bana şöyle haber verdi: Ra­sülullah (s.a.) buyurdu ki: "Ben uyurken iki kolumda iki altın bilezik gör­düm. (Bunlar kadın zîneti olduğu için) bunların hali beni kederlendirdi. Son­ra rüyamda bana, bu bileziklere üflemem vahyedildi. Ben de bunlara üfle-dim, ikisi de uçtu. Ben de bu bilezikleri, benden sonra çıkacak iki yalancı peygamber ile te'vil ettim. Bunlardan birisi Esved el-Ansî'dir, öbürü de Mü-seyleme'dir."[235]

Bu rivayet, İbn İshak'ın rivayet ettiği hadisten daha sahihtir.,

Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde Ebu Hureyre'den şu rivayet vardır: Rasülullah (s.a.) buyurmuştur ki: "Ben uyurken rüyamda bana, yerin hazi­neleri getirildi ve avucumun içine iki altın bilezik konuldu. Bu durum bana ağır geldi ve beni kederlendirdi. Sonra Allah bana, bunlara üflememi vah-yetti, ben de üfledim, hemen ikisi de gitti. Akabinde ben bu iki bileziği, çok yalancı iki adam ile te'vil ettim ki onlar, aralarında bulunduğum San'alı (Es­ved el- Ansı) ile Yemâme'nin sahibi (Müseyleme)dir."[236]

 

c) Bu Olaydaki Fıkhı Hükümler:

 

1—  Devlet başkanının, irtidad eden kavim güçlü ise onlarla yazışması ve hem onlara hem de diğer kâfirlere mektup yazarken: "Selâm, hidayete tâ­bi olanlara olsun!" diye hitap etmesi caizdir.

2—  Elçi, mürted olsa bile öldürülmez. Bu sünnettir.

3— Devlet başkanı, kâfirlerden kendisiyle görüşmek üzere gelenlerin ya­nına bizzat kendisi çıkar.                                                                        

4__ Devlet başkanı ihtiyaç halinde inatçı ve itirazcı kimselere gerekli ce­vabın verilmesi için âlimlerden istifade edebilir.

5— Bir âlimin, başkasını yerine vekil tayin etmesi, vekilin o âlimin y iri­ne konuşması ve sorulan cevaplandırması caizdir.

6— Bu hadis, Ebu Bekir Sıddîk'İn faziletlerinin en büyüğüne işaret mektedir. Hz. Peygamber (s.a.) bileziklere ruhuyla üfledi ve uçtular.^ leme'ye üfleyen ve onu uçuran ruh ise Hz. Ebu Bekir Sıddîk idi.

Şair der ki:

'Ona dedim ki: Ateşi yükselt ve hafif hafif üfleyerek onu tekrar canlandır."

Bu beyitte de ateşi canlandırmak için üflemek, "ruh" kelimesiyle ifade edilmiştir.[237]

7— Bu hadis, zînet eşyası giymenin, erkeğe sıkıntı ve keder vereceğine delâlet etmektedir. Bana, eş-Şihâb el-Âbir diye tanınan, Ebu'l-Abbâs Ahmed "b. Abdurrahman b. Abdülmün'im b. Ni'me b. Sürür el Makdisî[238] şöyle anlattı: Bir adam bana geldi ve: "Rüyamda, ayağımda halhal gördüm." dedi. Ona: "Ayağın hastalanacak." dedim. Nitekim öyle de oldu.

Bir başkası: "Burnumda altından bir halka gördüm, üzerinde kırmızı, güzel bir (taş) vardı." dedi. Ona da: "Şiddetli burun kanamasına maruz ka­lacaksın." dedim. Söylediğim, aynen oldu.

Bir diğeri: "Rüyamda, dudağıma mahmuz asılı olduğunu gördüm." de­di. "Bir hastalığa yakalanacaksın, tedavisi için dudağının yanlması gereke­cek." dedim. Söylediğim aynen gerçekleşti.

Bir başkası bana: "Rüyamda, elimde bir bilezik gördüm, herkes ona ba­kıyordu." dedi. Ona: "İnsanların, elindekine bakması kötü bir şey." dedim. Çok kısa bir müddet sonra elinde (çıban gibi) bir şey çıktı. Diğer bir şahıs' aynı rüyayı gördü, ama oriun rüyasında elindeki bilezikleri kimse-görmemiş­ti. Ona da: "Güzel bir kadınla evleneceksin, bu kadın zayıf, ince biri olacak" dedim.

Ben derim ki: Bileziği kadınla tabir etti, çünkü ikisi de başkalarından korunur, gizlenir. Altının görünüşündeki güzellikten dolayı kadını da güzel olarak vasıflandırdı. Bileziğin şeklinden dolayı da ince olacağım söyledi.

Süs eşyasını rüyasında gören erkeğin bu rüyası çeşitli şekillerde yorum­lanır. Evlenme esnasında kullanılan âletlerden olduğu için bekârların evlene­ceğine delâlet edebilir. Cariyelere, kölelere, zenginliğe, kızlara, hizmetçilere ve çeyiz v.s. sahip olunacağına da delâlet edebilir. Bütün bu farklı yorumlar, rüyayı görenin durumu ve haline en uygun olan tabirin seçiminden kaynak­lanmaktadır.

Ebj'l-Abbas el-Âbir dedi ki: Bana bir adam: "Rüyamda sanki elimde şişirilmiş bir bilezik vardı ve başkaları da bunu görmüyordu." dedi. Ona de­dim ki: "Senin bir hanımın var, onda istiskâ (vücudun su toplaması) hastalı­ğı var." Düşününüz, bileziği nasıl kadınla tabir etti. Sonra bileziğin sarı ol­masından dolayı kadının hastalığına hükmetti. Bu hastalık istiskâ hastalığı idi ki, o hastalığa yakalanan kimsenin karnı şişerdi.

Bir başka şahıs şöyle dedi: "Rüyamda, elimde bir halhal olduğunu gör­düm. Ben onu tutarken bir başkası da ona yapışmış. Ona : Halhalimi bırak! diye bağırdım, o da bıraktı." Bunu anlatan o şahsa: "Halhali elinde tutuşun gevşek mi idi?" dedim. "Çok sıkıydı; birkaç kere onu tutabilmek için acı çek­tim, etrafında da küçük halkacıklar vardı." dedi. Ona: "Annen ve dayın şe­refli kimseler, ama sen şerefli bir insan değilsin. Adın Abdülkâhir. Dayının ağzı çok pis, senin namus ve haysiyetine dil uzatıyor ve elindekini alıyor."dedim. Adam: "Evet" dedi. Sonra ona: "O, zalim birinin eline düşecek ve senden, kendisini himaye etmeni isteyecek, sen de onu çekecek ve: 'Dayımı bırak!' diyeceksin." dedim. Çok kısa bir süre sonra bunlar aynen gerçekleşti.

Ben derim ki: Halhal kelimesinden dayı (hâl) mânasını çıkarmasını bir düşün. Sonra tekrar kelimenin tamamına döndü ve ondan, "dayımı bırak" (halli hâli) mânasını çıkardı. Dayısının şerefli bir adam olduğu sonucunu, hal­hahn etrafındaki halkacıklardan (şerârif) anladı. Dayısının şerefli olması, an­nesinin de şerefli bir kadın olduğunu gösterir, çünkü onun bacısıdır. Rüyayı gören adamın şerefli bir insan olmadığına hükmetti. Çünkü halhalin etrafın­da bulunan parçacıklar (şerefât) türeme yoluyla şerefe delâlet etmekte, ama bu parçacıklar halhalin bizzat kendinden değil, ona sonradan ilâve edilmiş ve onun dışında bulunan şeylerdir. Dayısının ağzının pis olduğuna, namus ve haysiyetine dil uzattığına, halhali elinden çekerken duyduğu acı işaret et­mektedir. Elindeki malın dayısı tarafından alındığına; yeğenine eziyet vermesi ve rüyasında elindekini kuvvetlice alması dolayısıyla hükmediyor. Yabancı bir adamın halhali tutması verüyayı gören kimsenin de onu çekmesi; dayının mütecaviz bir zalimin eline düşeceğine, ondan kendisine ait olmayan şeyleri isteyeceğine delâlet ediyor. Halhalim çekene bağırmasını ve "halhalimi bırak" demesini; zalime karşı dayısına yardımcı olacağına yorumluyor. Halhalini çe­ken kimseye üstün gelmesi ve elinin, halhalin üzerinde olması sebebiyle adı­nın Abdülkâhir olduğunu söylüyor.

İşte bu, bizim üstadımızın hali ve rüya tâbiri iîmindeki derin bilgisi idi. Böyle bazı parçalar dinledim, ama bu ilmi ondan okumak bana kısmet olma­dı, çünkü yaşım küçüktü. Daha sonra da onun ömrü yetmedi. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin. [239]

 

5— Tayy Kabilesi Hayetinin Gelişi:

 

îbn İshak der ki: Tayy kabilesi heyeti Rasûlulîah'a (s.a.) geldi. İçlerinde efendileri olan Zeyd el-Hayl da vardı. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanma var­dıklarında, onlarla konuştu. İslâmiyet'i arz etti, onlar damüslüman oldular ve İslâmiyet'i güzel uyguladılar. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Araplardan kimin faziletleri bana anlatıldiysa, bana geldiği zaman onun, söylendiği ka­dar faziletli olmadığını gördüm; ancak Zeyd el-Hayl müstesna. Ondaki fazi­letlerin tamamı henüz bana ulaşmadı." Sonra ona Zeyd el-Hayr adını verdi ve Feyd'i[240] ve onun dışında iki arazi parçasını ona tahsis etti, bu konuda eline bir yazı verdi. Sonra Rasûlullah'ın yanından ayrıldı ve kavminin bulun­duğu bölgeye doğru yola çıktı. Rasûluİlah (s.a.): "Keşke Zeyd Medine'nin sıtmasından kurtulsa." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) bu sözü söylerken sıtma mânasına gelen "humma" ve "ibn meldem" kelimelerinden başka bir keli­me kullandı, ama onu hatırlayamıyorum. Necid bölgesindeki sulardan Fer-de'ye vardığında sıtmaya yakalandı, öleceğini hissedince şu beyitleri söyledi:

"Kavmim erkenden doğu taraflarına mı gider, Ben Ferde'de bir evde yardım bekleyerek terk edilmişken        

Nice günler vardır ki, hastalansaydım,

Beni birçok ziyaretçi kadın ziyaret ederdi ve yolculuktan zayıflamayanlar (mesafenin uzaklığından) sıkıntı çekerdi. "[241]

İbn Abdilber der ki: "Zeyd el-Hayr'ın, Hz. Ömer'in halifeliği sırasında öldüğü de söylenir. İki oğlu vardı. Adları Munkif ve Hureys idi. Her ikisi de müslüman oldu. Allah Rasûlü'nün ashabından oldular ve Halid b. Velid'-le beraber gittikleri mürtedler savaşında şehit oldular.'*[242]

 

6—Kindeliler'in Gelişi:

 

İbn İshak der ki: "Zührî bana şöyle nakletti: Eş'as b. Kays, seksen — veya altmış— atlıyla Rasûlullah'a (s.a.) geldi[243] ve mescidde iken yanına gir­diler. Alıniarındaki uzun saçları iki yana salmışlar, silahlanmışlar, üzerlerine çizgili yemen kumaşından yapılmış, yakaları, etekleri, kolları ipekle ve altın sırmayla işlenmiş cübbeler giymişlerdi. İçeri girdiklerinde Rasûluİlah (s.a.): "İslâm'a girmiyor musunuz?" dedi. Onlar da: "Evet, giriyoruz." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Boyunlarınızda bu ipek ne arıyor?" dedi. Hemen ipekleri ve sırmaları çıkarttılar, yırtıp attılar. Daha sonra Eş'as dedi ki: "YaRasûlallah! Biz Âkilü'l-Mürâr oğullarıyız. Sen de Âkilü'l-Mürâr oğlusun." Rasûluİlah (s.a.) güldü ve sonra dedi ki: "Rabîa b. Haris ve Ab-bas b. Abdülmuttalib, kendilerini bu soya nisbet ettiler."

Zührî ve İbn İshak derler ki: Bu iki şahıs da tüccardı. Arap beldelerin­den geçerlerken, "Siz kimlerdensiniz?" diye sorulunca: "Biz Âkilü'l-Mürâr oğullarındanız." derlerdi. Böylelikle kendilerini güçlü göstererek emniyete alır­lardı. Çünkü Âkilü'l-Mürâr oğullan, Kinde kralları idiler. Rasûluİlah (s.a.): "Biz, Nadr b. Kinâne oğullarıyız; ne anamızın soyuna bağlanır, ne de baba­mızın soyunu inkâr ederiz." buyurur.

Müsned'ds Hammâd b. Seleme—Akıl b.Talha—Müslim b. Heydam yo­luyla gelen bir hadiste, Eş'as b. Kays'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kinde heyeti olarak Rasûlullah'a (s.a.) geldik. İçlerinde beni en üstünleri olarak gö­rüyorlardı. "Ey Allah'ın Rasûlü! Siz, bizden değil misiniz?" dedim. O da: "Hayır, biz Kinâne oğlu Nadr oğuüanndanız. Anamıza bağlanmaz, baba­mızı da inkâr etmeyiz." dedi. Bunun üzerine Eş'as diyordu ki: "Kinâne oğlu Nadr'dan olan bir Kureyşli'nin böyle olmadığını (yani Âkilü'l-Mürâr oğulla­rından olduğunu) söyleyen bir adama rastlarsam ona seksen değnek vururum..»[244]

Bu olaydaki fıkhî hükümler:

1— Kinâne b. Nadr oğullarından gelenler Kureyşlidir.

2— Erkeklerin ipek elbiseleri gibi, kullanılması haram ol etmek caizdir, bu durum israf sayılmaz.

Mürâr: Çölde yetişen bir ağaçtır. Âkilü'l-Mürâr: Haris b. Amr b. Hıcr b. Amr b. Muâviye b. Kinde'dir. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu Kinde kabile­sinden bir ninesi vardı. Kilâb b. Mürre'nin annesi idi. Eş'as yukarıdaki sö­züyle bunu kasdetmişti.

3— Kim babasından başkasına bağlanırsa babasını reddetmiş v na bağlanmış olur. Yani anasına iftira etmiş olur.

4—  Kinde kabilesi, Kinâne oğlu Nadr soyundan değildir.

5— Kim bir başkasını bilinen nesebinin (soyunun) dışına çıkarni iffete iftira (kazf) haddi (seksen değnek) uygulanır. [245]

 

7— Yemen Heyetlerinin Gelişi:

 

Yezîd b. Harun'un, Humeyd—Enes (r.a.) yoluyla gelen rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Kalbleri sizden daha ince olan bir kavim geliyor." Bu söz üzerine Eş'arîler geldiler ve şöyle demeye başladılar:

"Yarın dostlarla karşılaşırız. Muhammed ve ashabıyla. "[246]

Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah'ı (s.a.) şöyle söylerken işittim: ''Yemenliler geldi. Onlar yumuşak kalpli ve nâzik gönüllü zevattır. İman yemenli, hikmet de yemenlidir. Vakar koyun sahiplerinde; kendini beğenme ve büyüklenme yaygaracı bedeviler­de, güneşin doğduğu taraftadır."[247]

Yezîd b. Harun—İbn Ebî Zi'b—Haris b. Abdurrahman—Muhammed b. Cübeyr b. Mut'im—Mut'im'in babası yoluyla şu rivayette bulunur: Rasû-lullah (s.a.) ile beraber bir seferde idik. Buyurdu ki: "Size Yemenliler geldi; sanki onlar bulut gibidir, yeryüzündeki insanların en hayırlıları onlardır." Ensar'dan bir kişi bu söz üzerine: "Ancak biz müstesna ey Allah'ın Rasû-lü!" dedi. Hz. Peygamber sustu, cevap vermedi. Adam sonra tekrar: "Biz müstesna ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) yine sustu ve son­ra: "Ancak siz" dedi, ama çok hafif bir şekilde söyledi.[248]

Sahih-iBuharı'de şu rivayet vardır: Temîmoğullanndan bir grup Rasûlul-lah'â (s.a.) geldi. Rasûlullah (s.a.): "Ey Temîmoğulları! Müjdeyi kabul edip sevinin." dedi. Onlar da: "Sen bize müjde verdin, biraz da dünyalık (atıyye) ver." dediler. Rasûlullah'ın (s.a.) yüzünün rengi değişti. Sonra Yemenliler geldiler. Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Yemenliler! Müjdeyi sizler kabul edin. Çünkü onu Temîmoğuİlan kabul etmedi." buyurdu. Yemenliler: "Kabul ettik." dediler. Sonra: "Sana bu dini anlamak ve âlemin başlangıcı hakkında bir şeyler sormak için geldik." dediler. Rasûlullah (s.a.): "Ezelde Allah var­dı ve Allah'tan başka hiç bir şey yoktu. Arş'i su üzerinde bulunuyordu. Al­lah, her şeyi (kainatın tamamını) Zikir'de (mahfuz Levh'te) takdir ve tesbit edip yazdı." buyurdu[249]

 

8__ Ezdlilerin Gelişi:

 

İbn İshak der ki: Surad b. Abdillah el-Ezdî RasûluUah'a (s.a.) geldi, müs-^ lüman oldu ve Ezd'den gelen heyet[250] içerisinde İslâm'ı güzel yaşayanlardan biri oldu. Rasûlullah (s.a.) onu, kavminden müslüman olanlara emîr tayin etti ve diğer müslümanlarla birlikte Yemen kabileleri ndeki müşriklere karşı cihad etmesini emretti. Surad, Rasûlullah'ın (s.a.) bu emriyle çıktı ve Curaş'a kadar geldi. Curaş, o zamanlar her tarafı kapalı sağlam bir şehirdi ve orada Yemen kabileleri bulunuyordu. Has'amlılar da mü s tumanların geldiğini du­yunca diğer kabilelerle birlikte oraya girip sığınmışlardı. Surad onları bir ay kadar kuşattı, ama onlar direndiler. Daha sonra Surad kuşatmayı bırakarak döndü gitti. Şekere denilen dağa vardığı zaman Curaşlılar, Surad'ın yenilgi­ye uğradığı için kaçtığını zannederek şehirden çıkıp takib etmeye başladılar ve onlara yetişince Surad geri döndü. Aralarında şiddetli bir savaş cereyan etti.

Curaş halkı, otlak bakmak için aralarından iki kişiyi Rasülullah'a (s.a.) göndermişlerdi. Bu iki kişi, bir ikindi namazı sonrası Rasûlullah'ın (s.a.) ya­nında bulundukları sırada Rasûlullah (s.a.): "Şekere, Allah'ın beldelerinden neresidir?" diye sordu. Curaşlılar kalktılar ve: "Beldemizde Keser demlen bir dağ vardır ya Rasûlallah!" dediler. Curaşlılar bu dağı böyle de adlandır­mışlardı. Rasûlullah (s.a.): "O dağ Keser değil, Şeker'dir." buyurdu. "Da-ğm durumu nedir ya Rasûlallah?" dediler. Buyurdu ki: "Şu anda onun ya­nında Allah'ın develeri boğazlanmaktadır." O iki adam kalkıp Hz. Ebu Be­kir ve Hz. Osman'ın yanma oturdular ve Rasûlullah'tan duyduklarını anlat-tüar.Onlar da: "Yazıklar olsun size! Demek Rasûlullah (s.a.) kavminizin ba­şındaki felâketi haber vermiş. Hemen kalkınız ve O'ndan dua etmesini isteyi­niz." dediler. Rasûlullah (s.a.), istekleri üzerine: "Allah'ım! Onlardan bu fe­lâketi kaldır." diye dua etti. Daha sonra çıkıp kavimlerine gittiler ve Rasû­lullah'ın o günde ve o saatte haber verdiği felâkete uğramış olduklarını öğ­rendiler. Curaşlıların heyeti Rasülullah'a (s.a.) gelerek hemen müslüman ol­dular. Kendilerine, köylerinin çevresinde bir koruluk otlak olarak tahsis edildi. [251]

 

9— Haris b. Kâ'b Oğullarının Gelişi:

 

îbn İshak der ki; Sonra Rasûlullah (s.a.) hicretin 10. yılının Rabîulâhır ve Cûmadelûlâ ayında Hâlid b. Velid'i Necran bölgesindeki Haris b. Kâ'boğullarına gönderdi ve savaşa başlamadan önce üç kere onları İslâm'a davet etmesini emretti. "Şayet müslüman olurlarsa kabul et, reddederlerse harp et." dedi. Bunun üzerine Hâlid çıktı ve o bölgeye gitti. Her tarafa atlılar göndere­rek halkı İslâm'a davet ediyorlar ve: "Ey insanlar! Selâmete ermeniz için müs­lüman olunuz." diyorlardı. Herkes bu davete uyarak müslüman oldu ve Hâ­lid (r.a.) orada kalarak İslâm'ı öğretmeye başladı. Bu durumu da bir mek­tupla Hz. Peygamber'e (s.a.) bildirdi. Rasûlullah (s.a.) da cevaben gönderdi­ği mektubunda onları temsil edecek bir heyetle gelmesini emretti. İçlerinde Kays b. Husayn Zî'1-Gadda, Yezîd b. Abdilmedân, Yezîd b. Muhaccel, Ab­dullah b. Kurâd ve Şeddâd b. Abdillah'm bulunduğu bir heyetle birlikte Hâ­lid (r.a.) Rasûlullah'a geldi. Rasûiullah (s.a.) onlara: "Cahiliyye döneminde savaştığınız düşmanlarınıza ne ile galip geliyordunuz?" diye sordu. Onlar da: "Hiç kimseye galip gelmiş değildik." diye cevap verdiler. Rasûlullah (s.a.): "Evet, galip gelirdiniz." buyurdu. Bunun üzerine dediler ki: "Biz toplu ola­rak durur, dağılmazdık. Bİr de hiç kimseye zulmetmeye teşebbüs etmezdik." Peygamberimiz (s.a.): "Doğru söylediniz." buyurdu. Daha sonra Kays b. Hu-sayn'ı başlarına emîr tayin etti ve Şevval ayının sonunda veya Zilkade ayında kavimlerine döndüler. Bu olaydan dört ay sonra da Rasûlullah (s.a.) vefat etti[252]

 

10— Hemdânlilarm Gelişi:

 

Hemdânlılar heyeti Hz. Peygamber'in (s.a.) Tebük seferi dönüşünde geldi. Heyette Mâlik b. Namat, Mâlik b. Eyfâ\ Dımâm b. Mâlik ve Amr b. Mâlik bulunmakta idiler. Üzerlerinde Yemen kumaşından yapılmış çizgili elbiseler ve Aden sarıkları olduğu halde Mehriyye [253] ve Erhabiyye [254] denilen deve-ier üzerindeydiler. Mâlik b. Namat, Rasûlullah'm (s.a.) önünde şiir söylüyordu:

"Yaz ve bahar mevsimlerinin tozları içinde ağaçlan çok olan köylerini ve liften yapılmış yularlanyla beraber develeri sana terkettiler."

Ona güzel ve fasih karşılıkta bulundular. Daha sonra Rasûlullah (s.a.) onlara, bir yazı yazarak istedikleri araziyi verdi ve başlarına Mâlik b. Na-mat'ı emîr tayin etti ve Sakîffiler'le harbetmesini emretti. Ne zaman Sakîfli-ler'e ait bir hayvan görseler saldırıp yakalıyorlardı.

Beyhakî, sahih bir isnadla Ebu İshak yoluyla Berâ'dan şu rivayeti yap­maktadır: "Rasûlullah (s.a.), Yemenlileri İslâm'a davet etmek için Hâlid b. Velid'i gönderdi. Berâ der ki: Hâlid'le beraber gidenler arasındaydım. Ora­da altı ay müddetle kalıp Hâlid onları İslâm'a çağırdı, ama kimse olumlu kar­şılık vermedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.), Ali b. Ebî Tâlib'i gönderdi.Ona, Hâlid'i geri yollamasını emretti. Ancak onun adamlarından istediğini alıp ya­nında alıkoyabileceğim söyledi. Berâ der ki: Hz. Ali ile birlikte gidenler ara­sında idim. Yolda bir kavme yaklaşınca çıkıp yanımıza geldiler. Hz. Ali ora­da bize namaz kıldırdı, sonra bizi tek saf halinde dizip Önümüze geçerek Ra-sûlullah'ın (s.a.) mektubunu okudu. Hemdânhlar'ın tamamı müslüman ol­du. Hz. Ali (r.a.), onların İslâm'ı kabul ettiklerini Hz. Peygamber'e (s.a.) bir mektupla bildirdi, Rasûlullah (s.a.): "Selâm, Hemdânhlar üzerine olsun! Selâm, Hemdânlılar üzerine olsun!" buyurdu[255] buyurdu. Bu hadisin aslı Bu-harî'nin Sfl/uA'indedir.[256]

Bu rivayet bir öncekinden daha sahihtir. Hemdânhlar'ın Sekîfliler ile sa­vaşması ve hayvanlarına hücum etmesi sözkonusu olamaz. Çünkü Hemdân­lılar YemenMe, Sakîfliler Tâifte'dir. [257]

 

11— Müzeynelilerin Gelişi:

 

Beyhakî, Numan b. Mukarrin yoluyla şu rivayeti yapmaktadır: Müzey-neliler'den dört yüz kişi olarak Rasûlullah'a (s.a.) gelmiştik. Ayrılmak iste­yince Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Ömer! Bu kavmin azığını hazırla." buyurdu. Hz. Ömer de: "Hurmadan başka hiçbir şeyim yok. Onun da onlar için yeterli olacağım zannetmiyorum." dedi. Rasûîullah (s.a.): "Yürü ve azıkla­rını hazırla." deyince, Ömer (r.a.) onlarla beraber gitti, onları evine aldı. Sonra yukarı çıktı. İçeri girince ne görelim, rengi beyazdan siyaha doğru kayan bir deve gibi hurma yığılmış. Herkes ihtiyacı olan hurmayı aldı. Numan der ki: "Dışarı en son çıkanlardandım. Baktım ki hurmadan hiçbir şey eksil-memiş."[258]

 

12— Devslilerin Gelişi ve Tufeyl b. Amr:

 

İbn İshak der ki: Tufeyl b. Amr ed-Devsî, Rasûlullah (s.a.) Mekke'de" iken oraya gelişini anlatıyor. Bir grup Kureyşli Tufeyl'in yanına gitti. Tufeyl, şair, akıllı ve şerefli bir insandı. Ona dediler ki: "Sen bizim beldemize gel­din. -Aramızda bulunan- şu adam bizim topluluğumuzu dağıttı, işimizi boz­du. Sözü sanki sihir gibi. Baba ile oğulu, kardeşi kardeşten kan ile kocayı birbirinden ayırıyor. Bizim başımıza gelen felâketin senin ve kavminin de ba­şına gelmesinden korkuyoruz. O adamla sakın konuşma ve O'nu hiç dinle­me!" Tufeyl diyor ki: Bu telkinlerine ısrarla devam ettiler, tâ ki ben O adam­dan hiçbir şey duymamaya ve O'nunla konuşmamaya karar verdim. Hatta mescide giderken sesi kulağıma gelmesin diye kulağıma pamuk bile tıkamış­tım. Bir gün mescide gittim. Rasûlullah (s.a.) Kabe'nin yanında namaz kılı­yordu. Biraz yakınına vardım Allah bana, O'nun bazı sözlerini duyurdu. Çok güzel bir söz duymuştum. Kendi kendime dedim ki: Anan öle! Allah'a yemin olsun ki ben, akıllı ve şair bir adamım. Sözünü iyisini de kötüsünü de anla­rım. O halde bu adamın söylediklerini dinlememe mâni olacak sebep nedir? Güzel şeyler söylerse kabul ederim; yok, söylediği şeyler çirkinse terkederim. RısûluIIah (s.a.) evine dönünceye kadar orada bekledim. Evine giderken O'nu takip ettim ve eve girerken ben de beraber girdim. Dedim ki: "Ya Muham-med! Kavmin bana şöyle şöyle dediler. Hatta beni Öyle korkuttular ki, sen­den hiçbir söz kulağıma gelmesin diye şu pamukları kulaklarıma tıkamıştım. Fakat Allah, sözlerini bana dinletti ve çok güzel bir söz duydum. Davetini bana takdim et." Rasûlullah (s.a.) bana, İslâm'ı arzetti ve Kur'an okudu. Vallahi daha Önce bundan güzel hiçbir söz duymamış, bundan daha âdil hiç­bir durumla karşılaşmamıştım. Hemen müslüman oldum ve şehadet getirdim. Dedim ki: "Ey Allah'ın Peygamberi! Ben kavmi içinde kendisine itaat edilen bir insanım. Şimdi onların yanına gidiyorum ve onları İslâm'a davet edece:ğim. Allah'a dua et de, bu işimde bana destek olacak bir alâmet, bir işaret versin." Rasûluîlah (s.a.): "Allah'ım! Sen ona bir alâmet ver." diye dua et­ti. Kavmimin yanma gitmek üzere yola çıktım. Beni görebilecekleri bir tepe­nin üzerine geldiğimde gözlerimin önünde kandil gibi bir nur peyda oldu. Dedim ki: "Ya Rabbi! Bu nuru yüzümden başka bir yere naklet, çünkü bu­nu görenlerin, dinlerini terkettiğim için çarpıldığımı düşünmelerinden kor­karım." Bunun üzerine o nur bir kandil gibi kırbacımın ucuna intikal etti. Ben de o sırada tepeden iniyor, yanlarına geliyordum. Nihayet geldim ve bi­neğimden inince, yaşlı bir insan olan babam geldi. "Benden uzak dur baba­cığım! Ne ben sendenim, ne de sen bendensin." dedim. "Niçin evladım?" dedi. "Müslüman oldum, Muhammed'in dinini kabul ettim." dedim. O da "Senin dinin, benim de dinimdir." deyince, "O halde git, guslet, elbiseni te­mizle. Sonra gel de sana Öğrendiklerimi öğreteyim." dedim. Bunun üzerine gitti, gusletti, elbisesini temizledi, sonra geldi. Ben de kendisine İslâm'ı ar-zettim ve müslüman oldu. Sonra eşim geldi. Ona dedim ki: "Benden uzak dur! Ne ben sendenim, ne de sen bendensin!" Dedi ki: "Babam, anam sana feda olsun, bu niçin?" Ben de: "İslâm aramızı ayırdı; müslüman oldum ve Muhammed'in dinine girdim." dedim. O da: "Senin dinin, benim de dinim­dir." dedi. "O halde git, guslet." dedim. Dediğimi yaptı ve geldi. Ben de ona islâm'ı arzettim, müslüman oldu. Sonra Devs kabilesini İslâm'a davet ettim,! fakat İslâm'a girmekte ağır davrandılar. Rasûlullah'a (s.a.) geldim ve dedim ki: "Ya Rasûlallah! Devs'in zinaya olan düşkünlüğü karşısında yenik düş­tüm. Onlara beddua et." Rasûlullah: "Allah'ım, Devs'i hidâyete erdir!" di­ye dua etti. Sonra bana: "Kavmine git, onları İslâm'a davet et ve onlara yu­muşak davran." dedi. Ben de döndüm ve Devs'i İslâm'a çağırmaya devam ettim. Sonra Rasûlullah (s.a.) Hayber'de iken O'na geldim. Akabinde yet­miş veya seksen hâne ile beraber Medine'ye indim. Sonra Rasûlullah'a (s.a.) kavuştuk. Bize de diğer müslümanlarla beraber ganimetten pay verdi.[259]

îbn İshak der ki: Rasûlullah (s.a.) vefat edince, bazı Araplar irtidat etti., Tufeyl (r.a.), bir grup müslümanla çıkıp yalancı peygamberlerden Tuleyha'^ nın işini bitirdi. Sonra Yemâme'ye yürüdü. Yanında oğlu Amr b. Tufeyl var­dı. Tufeyl, bir gün arkadaşlarına dedi ki: "Bir rüya gördüm, tâbir ediniz ba­kayım. Başımın tıraş edildiğini, ağzımdan bir kuş çıktığım ve benimle karşı­laşan bir kadının beni fercine soktuğunu gördüm. Oğlum her yerde beni arı­yordu, ama bana kavuşamadı." Dinleyenler: "Hayır gördün inşaallah!" de­diler. Tufeyl: "Vallahi ben tabir ettim bile." dedi. "Nasıl tabir ettin?" dedi­ler. "Başımın tıraş edilmesi, kopması demektir. Ağzımdan çıkan kuşa gelimce, ruhumdur. Beni fercine sokan kadın ise kazılacak topraktır. Ben defnedi­lip orada kaybolacağım. Oğlumun beni arayıp bulamaması, kanaatıma göre benim şehid olduğum gibi, o da şehid olmak için çabalayacak." dedi. Tu-feyl, gerçekten Yemâme'de şehid düştü. Oğlu Amr ise çok ağır şekilde yara­landı. Daha sonra Hz. Ömer (r.a.) zamanında Yermük savaşında şehid oldu.

Bu olaydan çıkarılan fıkhî hükümler:

1— Müslümanların âdeti, İslâm'a girmeden önce gusletmekti. Rasülul-lah'ın (s.a.) bu konudaki emri sahihtir.[260]Bu husustaki görüşlerin en sahihi ise: Küfür halindeyken cünüp olan ve olmayan herkese gusletmenin vacip ol­duğudur.

2— Akıllı bir kimsenin övgü ve yergi hususunda başkalarını taklid et-mesi, özellikle nefsânî duygularla öven ve yeren kimseyi taklid etmesi hoş de­ğildir. Bu kör taklid nice kimselerin hidayetine engel olmuştur. Bundan ise ancak, Allah'ın haklarında hayır takdir ettiği kimseler kurtulmuşlardır.

3— Harp bitmeden önce destek kuvvetler gelirse, onlar da ganimetten paylarını alırlar.

4— Evliyâullahın kerametleri haktır. Bu kerametler ya dinî bir ihtiyaç veya İslâm'ı ve müslümanlan ilgilendiren bir menfaat dolayısıyla vukubulur-lar. Rahmânî haller işte bunlardır. Sebebi, RasûluUah'm (s.a.) yolundan git­mek; neticesi ise hakkı açığa çıkarıp bâtılı kahreylemektir. Şeytânı haller se­bep ve netice olarak bunun zıddıdır.

5— Allah'ın dinine davette bulunurken sabır ve teenni ile hareket etmek, karşı duranlara bedduada bulunmakta aceleci davranmamak esastır.

Tufeyl'in; "başının tıraş edilmesini" kafasının kopması ile tâbir etmesi­ne gelince, tıraştan sonra saç yere dökülür ve yalnızca tıraş olmak bu mâna­ya yorumlanamaz. Çünkü tıraş olmak kederden, hastalıktan veya duruma göre sıkıntıdan kurtulmaya, fakirlik ve zarurete düşmeye ve yine duruma göre bi­rinin makam ve mevkisini kaybedeceğine yorumlanabilir. Fakat Tufeyl'in rü­yasında başının kopacağına dair karineler vardı. Bunlar: Cihad içinde olma­sı ve güçlü bir düşmanla savaş halinde bulunmasıdır.

Rüyasında gördüğü» "kadının karnına girmesi"ne gelince; bu anası ye rinde olan "toprak" ile yorumlanabilir. Aynı zamanda çıktığı yerden gir$ ğini görmüştür. Bu da toprağa geri verileceğini gösterir. Allah Teâlâ: "Sis ondan (topraktan) yarattık; yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha onda çıkaracağız." buyurmuştur.[261] "Kadm"ı yeryüzü olarak yorumladı, çünlşf hem yeryüzü hem de kadın vat'[262] mahallidir. "Fercine girmeyi", kendisin­den yaratıldığı toprağa dönüş olarak yorumlamıştır. "Ağzından çıkan kuşu" ise ruh olarak tâbir etmiştir. Zira ruh bedende hapsedilmiş bir kuş gibidir. Çıktığı zaman hapisten kurtulmuş kuş gibi olur ve dilediği yere gider. Bu yüz­den Rasûlullah (s.a.): "Mü'minin ruhu cennet ağaçları arasında yemlenir."[263] diye haber vermiştir. İşte İbn Abbas'm kabrinde defnolunurken görülen kuş budur. Şu âyetleri okuduğu duyulmuştur: "Ey tatmine kavuşmuş ruh! Hoş­nut etmiş ve hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön."[264] Ruh bu kuşun beyaz­lığı, siyahlığı, güzeliği ve çirkinliği üzere olur. Bunun için Firavun ailesinin ruhları, siyah kuşlar şeklinde sabah-akşam cehenneme geliyorlar. "Oğlunun kendisim aramasını", onun da kendisi gibi şehit olmak için çırpınması ola­rak yorumladı. "Babasını bulamaması" ise Yemâme ile Yermük savaşları rasındaki hayatıdır. Allah en iyisini bilir. [265]

 

13— Necran Heyetinin Gelişi:

 

İbn İshak der ki: Rasûlullah'a (s.a.) Medine'de hıristiyan Necran heyeti geldi.[266] Muhammed b. Cafer b. Zübeyr bana şöyle anlattı: Necran heyeti Rasûlullah'a (s.a.) gelince, ikindi namazından sonra mescide girdiler, ibadet vakitleri yaklaşmıştı. Kalkıp RasûluUah'm (s.a.) mescidinde ibadetlerini eda­ya başladılar. Ashap onlara engel olmak istedi, fakat Rasûlullah (s.a.): "On­ları bırakın." dedi. Bunun üzerine doğu istikametine yönelip ibadetlerini yaptılar[267]

Yezîd b. Süfyân, İbn Beylemânî[268] ve Kürz b. Alkame yoluyla yaptığı ve İbn Hİbbân itham bir rivayette demiştir ki: Rasûlullah'a (s.a.) altmış kişilik hıristiyan Necran heyeti binekli olarak geldiler. Bunlardan yirmi dört kişi oranın eşrafmdandı. Bunların içinde de üç kişi, onların işlerini çekip çevirenleri idi. Birisi: Abdül-mesih adında, Âkib dedikleri, Necranlıların reisi, söz ve görüş sahibi ve da­nışmanı idi, ancak onun görüşüne göre hareket edilirdi. Diğeri: Seyyid de­dikleri, Eyhem adındaki şahıs olup onların her işlerinin danışmanı, seyahat ve toplantılarının idarecisi idi. Bekir b. Vâil oğullarının kardeşi Ebu Harise b. Alkame, Necranlıların piskoposu, en büyük din bilgini, önderi ve bir çeşit eğitim bakam idi.

Her bakımdan içlerinde en şerefli ve itibarlı olanları Ebu Harise idi. Din kitaplarını okumuştu. Hıristiyan Rum kralları ona değer verir, malî destek sağlar, hizmetçiler hediye ederlerdi. Hıristiyanlık hakkındaki derin bilgi ve içtihadından dolayı ona bir kilise yaptırmışlar ve kendisini ikrama boğmuşlardı.

Necran'dan Rasûlullah'a (s.a.) gelmek üzere yola çıkınca, Ebu Harise katırının üzerine binmiş yanında da kardeşi Kürz b. Alkame yürüyorlardı. O sırada Ebu Hârise'nin katın tökezledi. Bunun üzerine Kürz, Rasûlullah'ı (s.a.) kastederek "Geberesice!" diye beddua etti. Ebu Harise ona: "Sen ge-ber!" diye cevap verdi. Kürz: "Niçin ey kardeşim?" dedi. Ebu Harise: "Al­lah'a yemin olsun ki O, beklediğimiz Ümmî Peygamberdir!" dedi. Kürz: "Ma­dem bunu biliyorsun da O'na tâbi olmaktan seni alıkoyan nedir?" diye sor­du. O da: "Şu kavmin bize yaptığı şeyler: Bize değer verdiler, mal verdiler, ikramda bulundular ve O'na -Rasûlullah'a- karşı durmaktan başka şey de kabul etmediler. Şayet O'na iman edecek olsam gördüğün herşeyi elimizden alır­lar." diye karşılık verdi. Ebu Hârise'nin bu sözü, Kürz b. Alkame'ye çok te­sir etmişti. Bu tesir daha sonra gelip müslüman olmasına vesile oldu. [269]

 

a) Hıristiyan ve Yahudi Âlimlerin Tartışması:

 

İbn İshak, Zeyd b. Sabit'in azatlısı Muhammed b. Ebî Muhammed [270]—Saîd b. Cübeyr—İkrime—Abbas (r.a.) yoluyla şu rivayeti nakleder: Nec­ran hıristiyanları ve yahudî âlimleri, Rasûlullah'ın (s.a.) yanında bir araya geldiler ve tartışmaya başladılar. Yahudî âlimler, Hz. İbrahim'in (a.s.) sade­ce yahudî olduğunu; hıristiyanlar da yalnızca hıristiyan olduğunu iddia edi­yorlardı. Bunun üzerine onlar hakkında Allah Teâlâ şu âyetleri inzal buyur­du; "Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böy­le kimselersiniz! Çünkü az bir miktar bilginiz olan şey hakkında münakaşa , ettiniz. (Doğru olan, bilginize göre hakkı kabul etmenizdi.) Hal böyle iken hiç bilginiz olmayan bir hususta niçin tartışırsınız? Oysa ki Allah herşeyi bi­lir, siz bilmezsiniz. İbrahim ne yahudî, ne de hıristiyan idi; fakat O, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi. Müşriklerden de değildi. İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve O'na iman edenlerdir. Allah mü'minierin dostudur."[271]

Yahudi âlimlerinden birisi dedi ki: "Ey Muhammed! Bizden, hıristiyan-lann Meryem oğlu İsa'ya taptıktan gibi sana tapmamızı mı istiyorsun?" Necran hıristiyanlarından bir kişi de: "Bunu mu istiyorsun ey Muhammed? Bizi bu­na mı davet ediyorsun?" dedi. Rasûlullah (s.a.): "Allah'tan başkasına iba­det etmekten ve O'ndan başkasına ibadet edilmesini emretmekten Allah'a sı­ğınırım. Beni böyle bir şeyle göndermedi ve bana bunu (kendinden başkasına ibadeti) emretmedi." buyurdu. Bu hususta Allah Teâlâ şu âyet-i kerimeleri inzal buyurdu: 'Hiçbir beşerin, Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve pey­gamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun' demesi mümkün değildir. Bilâkis (şöyle demesi gerekir:) 'Okumakta ve öğ­retmekte olduğunuz kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.' Ve size 'Me­lekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin.' diye de emretmez. Siz müslüman ol­duktan sonra hiç size kâfirliği emreder mi?"[272] Daha sonra: "Hani Allah peygamberlerden söz almış" ifadesiyle başlayıp "şahitlik edenlerdenim."[273] şeklinde son bulan âyet-i kerimede de onlardan ve babalarından almış oldu­ğu sözü ve bu sözlerini kabul edişlerini zikretmiştir.

Muhammed b. Sehl b. Ebî Ümâme bana şöyle söylemiştir: Necran heye­ti Rasûlullah'a (s.a.) gelince O'na Meryem oğlu İsa'yı soruyorladı. Al-i İm­rân sûresinin başından sekseninci âyetinin başına kadar olan kısmı, o heyet -ve heyetteküerin soruları- hakkında nazil olmuştur. [274]

 

b) Hz. Peygamber'in (s.a.) Necranlılara Mektubu:

 

Ebu Abdillah el-Hâkim, Esam—Ahmed b. Abdilcebbâr—Yûnus b. Bekîr—Seîeme b. Abdi Yesû'—babası—dedesi yoluyla bize gelen bir rivaye­te göre, Yunus -hıristiyan idi, sonradan müslüman oldu- dedi ki: Rasûlullah

 (s.a.) İbrahim, İshak ve Yakub'un ilâhı adıyla Necran'a şöyle bir mektup yazdı: "Ben sizi kullara küllük etmekten Allah'a kulluk etmeye çağırıyorum. Kul -lan velî ve sahip kabul etmekten, Allah'ı velî ve sahip kabul etmeye çağırıyo­rum. Reddederseniz, cizye ödemeniz gerektiğini, bunu da reddederseniz si­zinle harbedeceğimi duyururum vesselam." Mektup gelince piskopos alıp oku­du ve son derece korkarak dehşete kapıldı. Bir adam göndererek Şurahbil b. Vedâa'yı yanına çağırdı. Bir müşkil ortaya çıkınca ne Eyhem'i, ne Sey-yid'i ne de Âkıb'ı çağırırdı; öncelikle bunu çağırırdı. Piskopos mektubu ona verdi. Şurahbil aldı ve okudu. Sonra piskopos: "Ey Ebu Meryem! Fikrin ne­dir?" diye sordu. Şurahbil de şöyle cevap verdi: "Allah'ın ibrahim'e, İsma­il'in zürriyetinden bir peygamber çıkacağını vaadettiğini biliyorsun. Bu ada­mın o olmayacağını nasıl söyleyebiliriz? Peygamberlik hususunda benim bir görüşüm yok. Eğer dünya işlerinden bir konu hakkında görüşümü alsaydın, o hususta sana açıklama yapar ve kanaatimi benimsemen için çabalardım." Bunun üzerine piskopos: "Şöyle kenara çekil ve otur." dedi. O da çekilip bir köşede oturdu. Sonra Abdullah b. Şurahbil adındaki Necranh bir şahsa adam gönderdi. Himyerlilerin Zî-Ashab ailesinden olan bu şahsa da mektu­bu okuttu ve görüşünü sordu. O da Şuharbîl'in dediği gibi söyledi. Piskopos ona da:1 "Bir köşeye çekil ve otur." dedi. O da çekilip oturdu. Sonra Necran-lılann Haris b. Kâ'b oğulları kabilesinden Cebbar b. Feyz'i çağırtıp mektubu okuttu ve fikrini sordu. O da Şurahbil ve Abdullah'ın söyledikleri gibi konu­şunca, ona da bir kenara çekilmesini emretti. Hepsinin görüşü aynı nokta üze­rinde toplanınca piskopos çan çalınmasını emretti. Çanlar çalındı, mabedde-ki çullar kaldırıldı. Gündüzleri korkuya düştükleri vakit böyle yaparlardı. Şayet gece vakti korkuya kapıhrlarsa çan çalıp mabedde ateş yakarlardı. Çanlar ça­lınıp çullar kaldırılınca, vadinin altında üstünde kim varsa hepsi toplandı. Va­dinin uzunluğu hızlı bir süvari için bir günlük yoldu ve vadide yetmiş üç köy, yi*z yirmi bin savaşacak adam vardı. Hepsi toplandıktan sonra Rasûlulîah'm (s.a.) mektubunu okudu ve düşüncelerini sordu. Hepsi ittifakla Şurahbil b. Vedâa el-Hemedânî, Abdullah b. Şurahbil ve Cebbar b. Feyz el-Hârisî'yi RasuluUah'a (s.a.) göndermek ve onların getireceği haberi beklemek yönün­de karar verdiler. [275]

 

c) Heyetin Medine'ye Gelişi:

 

Heyet yola çıktı. Medine'ye gelince sefer elbiselerini çıkarıp ipek elbise­lerini giyip altın yüzüklerini taktıktan sonra Rasûlullah'ın (s.a.) yanına gele­rek selâm verdiler. Rasülullah (s.a.) selâmlarını almadı. Uzun bir gün boyu

konuşmasını beklediler, fakat üzerlerinde ipek elbiseler, parmaklarında altın yüzükler olduğu için onlarla hiç konuşmadı. Çıkıp Osman b. Affân ve Ab-durrahman b. Avf'ı aramaya başladılar. Bu iki kişi cahiliyye döneminde Nec­ran'a ticaret kervanı gönderirler, orada onlar için buğday ve diğer mahsuller satın alınırdı. Onları Muhacirlerin ve Ensar'm bulundukları bir mecliste bul­dular ve: "Ey Osman ve ey Abdurrahman! Peygamberiniz bize mektup yaz­dı. Biz de mektubuna cevap olarak geldik. Kendisine selâm verdik, fakat se­lâmımızı almadı. Uzun bir gün boyu bizimle konuşmasını bekledik ama ko­nuşmadı. Ne dersiniz» dönüp gidelim mi?" diye söylediler. Onlar da orada bulunan Ali b. Ebî Talib'e: "Bunlar hakkında fikrin nedir ey Ebu'l-Hasan?" diye sordular. Hz. Ali (r.a.), Osman ve Abdurrahman'a (r.a.) dedi ki: "Üzer­lerindeki şu ipekli elbiseleri ve altın yüzükleri çıkarıp sefer elbiselerini giyme­lerini tavsiye ederim."

Bunun üzerine heyettekiler denileni yaptılar, üzerlerindeki elbiseleri ve yüzüklerini çıkardıktan sonra Rasûlullah'ın (s.a.) yanına gittiler, selâm ver­diler. Rasülullah (s.a.) selâmlarını aldı. [276]

 

d) Hz. Peygamber'in (s.a.) Necranhlan Lânetleşmeye Daveti:

 

Karşılıklı olarak birbirlerine bazı sorular sordular. Onlar Rasûlullah'a (s.a.), "İsa aleyhisselâm hakkında ne dersin? Biz hıristiyanız, kavimimize dö­neceğiz. Şayet peygamber isen O'nun hakkkındaki düşünceni bilmek bizi mem­nun eder." diye soruncaya kadar ortaya hiçbir mesele çıkmadı. Bu soru üze­rine Rasülullah (s.a.) buyurdu ki: "Bugün bu konuda söyleyecek bir şeyim yok. Burada kalınız. İsa aleyhisselâm hakkında bana söylenecek şeyleri size bildireyim." Ertesi gün oldu ve Allah Teâlâ onun hakkında şu âyetleri inzal buyurdu: "Allah katında İsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol!' dedi ve oluverdi. (Bu) Rabbinden gelen bir gerçektir, öyle ise şüphecilerden olma. Sana bu ilim geldikten sonra se­ninle bu konuda tartışanlara: 'Geliniz sizler ve bizler de dahil olmak üzere karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua ede­lim de Allah'tan yalancılar üzerine lanet dileyelim.' de."[277]

Bu âyetlerde zikrolunan hususları heyettekiler kabul etmediler. Bu ha­berin Rasûlullah'a (s.a.) ulaşmasının ertesi sabahı, Rasülullah (s.a.) Hz. Ha­san ve Hüseyin yanında, Hz. Fâtıma. arkasında ve bazı hanımları da berabe­rinde olduğu halde lânetleşme için yola çıktı.

Şurahbiİ arkadaşlarına dedi ki: "Ey Abdullah b. Şurahbil ve ey Cebbar b. Feyz! Bilirsiniz ki bizim vadinin aşağısındakiler ve yukansındakiler bir arada toplansalar benim fikrimden dışarı çıkmazlar. Vallahi ben üzerimize gelen bir durumu görmekteyim. Vallahi görüyorum ki bu adam bir kral olsaydı teklifi reddedildiği zaman, gözleri oyulan Arapların ilki biz olurduk. Biz onların hi­mayesine hak kazanmak bakımından Arapların en yakını olduğumuz halde, ne O'nun ne de ashabının önünden helâk edilmedikçe geçirilmezdik. Şayet bu adam Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberse, biz de buna rağmen O'nunla lânetleşirsek bizden bir saç ve tırnak tanesi bile kalmaksızın helâk oluruz." Bunun üzerine arkadaşları şöyle dediler: "İşler seni böyle bir sonu­ca ulaştırmış. O halde görüşün nedir? Fikrini ortaya koy!'* Dedi ki: "Görü­şüm, O'nun hakemliğini kabul etmemizdir. Ben O'nu haksız yere hükmet­meyecek bir adam olarak görüyorum." Arkadaşları da: "Bu iş sana ait.'* dediler.

Şurahbil, Rasülullah (s.a.) ile karşılaştı ve: "Benim, seninle lânetleşmekten daha hayırlı bir görüşüm var." dedi. Rasülullah (s.a.): "O nedir?" diye so­runca Şurahbil: "Bugün akşama ve bu akşam sabaha kadar kararını ver, hak­kımızda neye hükmedersen bizce geçerlidir." dedi.

Rasülullah (s.a.): "Belki arkandakilerden biri seni kınamak, bu teklifinden dolayı yermek isteyebilir." dedi. Şurahbil ise: "Arkadaşlarıma sorabilirsin." dedi. Rasülullah (s.a.) sordu. Onlar da: "Bütün bir vadiden hiç kimse Şu-rahbii'in sözünden dışarı çıkmaz." dediler. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.) onun hakkında "Kâfir" veya "-Kavmi içinde- başarılı bir münkir." dedi. [278]

 

e) Necranlılarla Yapılan Anlaşma:

 

Bu görüşmeden sonra Rasülullah (s.a.) lânetleşmeden döndü. Ertesi gün Necran heyeti geldi ve Rasülullah (s.a.) onlara şu yazıyı yazdı:

"Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Allah'ın elçisi Peygamber Muhammed'in Necran (halkına) yazısıdır. Onların bütün mahsulleri, sarı, beyaz, siyah her çeşit nakitleri ve köleleri hakkında Rasûlullah'ın hükmü, onlara ihsanda bu­lunmaktır. Bütün bunları aşağıda sayılacak mallara karşılık onlara bırakmıştır: Bin adet Recep, bin adet de Safer ayında olmak üzere iki bin adet elbise vere­cekler ve her bir elbise kırk dirhem (bir ûkıye) değerinde olacaktır. Elbiseler­den haraç vergisini aşan ve ûkıyelerden eksilen olursa hesaplanacaktır. Ha­raç olarak ödedikleri zırhlar, atlar, binek hayvanları ve diğer eşyalar hesap­lanarak onlardan alınacaktır. Necranlılar, elçilerimi yirmi gün ve daha az müddetle ağırlayacaklar ve hiçbir elçi otuz günden fazla tutulmayacaktır. Yemen'de bir savaş ve olay vukûbulursa otuz adet zırh, otuz adet at ve otuz adet deve ödünç olarak vereceklerdir. Vermiş oldukları zırh, at ve bineklerden telef olan­lar, tazmin edilmek suretiyle Necranlılara geri verilinceye kadar elçimin ke­faleti altındadır. Necranlılann canları, dinleri, vatanları, mallan, burada bu­lunanları ve bulunmayanları, aşiretleri ve onlara bağlı olanlar Allah'ın hima­yesi ve Peygamber Muhammed'in emânı altındadırlar. Şu an üzerinde bu­lundukları hallerine müdahale edilmeyecek, dinlerinden ve haklarından hiç­bir şey değiştirilmeyecektir. Ne bir piskopos bu görevinden, ne bir rahip ra­hipliğinden ne de bir kilise bakıcısı bu görevinden alınacaktır. Ellerinde bu­lunan az ya da çok herşeyleri kendilerinindir. Artık ne —geçmişten dolayı— bir töhmet, ne de kan davası vardır. Onlar savaş için çağrılmayacak, mahsul­lerinden de onda bir vergi alınmayacaktır. Yurtlarını başkalarının askerleri çiğnemeyecektir. Kim hakkım isterse zulmetmeden, zulme de uğramadan in­saf ile hükmedilecektir. Bundan sonra, kim faiz alırsa benim emânımdan çıkmış demektir. Onlardan hiç kimse diğerinin yerine cezalandırılmaz. Necranlılar, üzerlerine aldıkları yükümlülükleri yerine getirip iyi hal üzere devam ettikleri müddetçe bu sahifede yazılı olan hususular Allah'ın emri gelinceye kadar Al­lah'ın himayesi ve Allah'ın Rasûlü Peygamber Muhammed'in emânı altın­dadır." Ebu Süfyan b. Harb, Gaylân b. Amr, Mâlik b. Avf, Akra' b. Habis Hanzalî ve Muğîre b. Şu'be şahitlikte bulundular. Muğîre, aynı zamanda pa­zıyı yazandı. [279]                                                                                  

 

f) Necran Heyetinin Dönüşü:

 

Yazıyı alır almaz Necran'a döndüler. Piskopos ve Necran'ın ileri gelen­leri bir günlük mesafede karşılamaya çıkmışlardı. Piskoposun yanında ana bir kardeşi vardı. Soy bakımından da amcasının oğluydu. Adı Bişr b. Muâvi-ye, künyesi Ebu Alkame idi. Heyettekiler ellerindeki yazıyı piskoposa ver­mişlerdi. O da yazıyı okurken yanında yürüyen Bişr'in devesi tökezledi. Bu­nun üzerine Bişr, Rasûlullah'ı (s.a.) zikretmeden lanette bulundu. Fakat Pis­kopos o anda dedi ki: "Vallahi sen Allah tarafından gönderilmiş peygambe­re lanet ettin." Bunun üzerine Bişr: "O halde ben O'na varıncaya kadar hiç­bir yerde konaklamayacağım." dedi ve devesini Medine'ye doğru çevirdi. Pis­kopos devesini tutarak ona dedi ki: "Beni anlaşana, ben bu sözü Arapları, onların en kalabalığı ve kuvvetlisi olduğumuz halde hakkımızda aldatıldığı­mız ve ahmaklığımız sonucu başka Arapların kabul etmedikleri şartları ka­bul ettiğimiz gibi sözler söylemelerinden korktuğum için sana böyle söyledim."

Fakat Bişr: "Hayır vallahi! Senin kafanda olan şeyden caymana izin verme­yeceğim." diyerek sırtını piskoposa döndü ve şöyle diyerek devesini sürdü:

"Süratle sana koşuyor, Karnında cenini, Ve dini hıristiyanlığa muhalif."

Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve şehid oluncaya kadar O'ndan ayrılmadı.

Heyet Necran'a girdi. Rahip İbn Ebî Şemr ez-Zebîdî'ye geldi. O da bu esnada mabedinin tepesinde idi. Dediler ki: "Tihâme bölgesinde bir peygam­ber çıktı, piskoposa mektup yazdı. Vadi halkı Şurahbil b. Vedâa, Abdullah b. Şurahbil ve Cebbar b. Feyz'i O'na göndermeye ve O'ndan haber getirme­lerine karar verdiler. Belirlenen heyet gitti. Peygamber onları lânetleşmeye davet etti. O da heyete hükmünü bildirip, bu konuda bir de yazı yazdı. Heyet bu yazıyla geldi ve onu piskoposa verdi. Piskopos yazıyı okurken yanında Bişr vardı ve o esnada devesi tökezlediği için Peygamber'e lanet etti. Bunun üzerine Piskopos O'nun Allah tarafından gönderilen peygamber olduğuna şehadet edince Ebu Alkame müslümanlığı kabul etmek arzusuyla O'na doğ­ru yola çıktı."

Bu haberleri dinleyen rahip: "Beni buradan indiriniz, yoksa kendimi aşa­ğıya atacağım." dedi. Onlar da tutup indirdiler. Rahip, hemen halifelerin de giymekte olduğu cübbe, gömlek ve asâ gibi bazı hediyeler alarak Rasûlul­lah'a (s.a.) gelmek için yola çıktı. Bir müddet Rasûlullah'm (s.a.) yanında kaldı. Vahyin nasıl geldiğini, sünnetleri, farzları, hadleri (suçlulara uygula­nan şer'î cezaları) gördü ve dinledi. Fakat İslâm'ı kabul etmesi kısmet olma­dı. Daha sonra Rasûlullah'tan (s.a.) kavmine dönmek üzere izin istedi ve: "Inşaallahu teâlâ tekrar döneceğim." dedi. Fakat, Rasûİullah (s.a.) vefat edin­ceye kadar dönmek nasip olmadı.

Piskopos Ebu Haris, Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Yanında Seyyid, Âkıb ve kavminin önde gelen zatları vardı. Bir müddet orada kalıp Allah'ın inzal bu­yurduğu âyetleri dinlediler. Rasûİullah (s.a.), piskopos ve ondan sonra gele­cek piskoposlar için şu yazıyı yazdı: "Bismülahirrahmanirrahîm. Peygam­ber Muhammed'den piskopos Ebu Hâris'e ve Necrân'ın diğer piskoposları, kâhinleri, ruhbanları, mabedlerinde bulunanları, köleleri, dinleri ve halkı ve ellerinin altında bulunan az-çok bütün mallan Allah ve Rasûlü'nün himaye-sindedir. Ne bir piskopos piskoposluğundan, ne bir rahip rahipliğinden, ne bir kâhin kâhinliğinden alınmayacak; haklarından herhangi bir hak, yetki ve şu anda üzerinde bulundukları hiçbir şey değiştirilmeyecektir. Bu hususta ebedî olarak Allah ve Rasûlü'nün himayesi vardır. İyi davrandıkları, hayırhahhk gösterdikleri, zulme meyletmedikleri müddetçe bu himaye geçerlidir." Bu yazıyı Muğîre b. Şu'be yazdı. Piskopos yazıyı alınca, yanındakilerle beraber kav­mine dönmek üzere izin istedi, izin verilince de yola koyuldular.[280]

 

g) Hz. Peygamber'in (s.a.) Necran'a Gönderdiği Görevliler:

 

Beyhakî, İbn Mes'ûd'a varan sahih bir isnadla şu rivayeti yapmaktadır: Seyyid ve Âkıb, Rasûlullah'a (s.a.) geldiler. Rasûİullah (s.a.) onlarla lanet-leşmek istedi. Bunun üzerine biri diğerine: "O'nunla lânetleşme. Vallahi eğer o peygamberse, sen de O'nunla lânetleşirsen biz de kurtulamayız, bizden sonra gelenler de kurtulamazlar." dedi. Heyettekiler, Rasûlullah'a (s.a.) dediler ki: "Ne istersen vereceğiz. Yalnız bizimle beraber emîn bir adam gönder; gön­dereceğin adam mutlaka emîn olmalı." Rasûİullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizin­le hakikaten çok emîn birini göndereceğim." Bu söz üzerine ashabın hepsi bu şerefli mevkie nail olmak için kendisinin de orada bulunduğunu hissettin-yordular. Rasûİullah (s.a.): "Kalk ey Ebu Ubeyde b. Cerrah!" buyurdu. Kal­kınca da: "Bu (adam), bu ümmetin eminidir." buyurdu.

Buharı de Sahîh'mdc, Huzeyfe'den bunun bir benzerini rivayet et-miştir.[281]

Sahîh-i Müslim'deki rivayette Muğîre b. Şu'be'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûİullah (s.a.), beni Necran'a gönderdi. Onların bana söyle­dikleri sözler arasında şu da vardı: "Sizin 'Ey Harun'un kızkardeşi' diye oku­manız hakkında ne dersin? Bildiğiniz gibi Musa ile îsa arasında şu kadar za­man vardı." Rasûlullah'a (s.a.) geldim ve bu sözü haber verdim. Dedi ki: "Onlara söylemedin mi ki onlar peygamberlerinin ve kendilerinden önceki salih kimselerin adlarını koyarlardı."[282]

Yunus b. Bekîr yoluyla İbn İshak'tan şu rivayet gelmiştir: "Rasûİullah (s.a.) Ali b. Ebî Tâlib'i zekâtlarım toplamak ve cizyelerini getirmek için Nec­ran'a göndermiştir." [283]

 

h) Bu Olaydan Çıkarılan Fıkhı Hükümler:

 

1—  Ehl-i kitabın, müslümanların mescidlerine girmesi caizdir.

2— Geçici hallerde ehl-i kitabın müslümanların mescidlerinde ve müslü-manlann önünde ibadet etmelerine imkân verilebilir. Ancak devamlı surette olursa bu imkân verilmez.

3— Ehl-i kitaptan bir kâhinin Rasûluüah'ın (s.a.) peygamberliğini ikrar etmesi, onun müslüman olması için yeterli değildir. Müslüman olabilmesi için Hz. Peygamber'e (s.a.) itaat etmesi ve O'na uyması şarttır. Bu ikrarından sonra kendi dininin İcaplarını yerine getirmesi irtidat etmesi anlamına gelmez. Bu meselenin misali; iki yahudi âliminin, Rasûlulîah'a (s.a.) üç soru sorup cevabını alınca: "Şehadet ederiz ki sen peygambersin." demeleri, bunun üzerine Rasûlullah'm (s.a.) "O halde bana tâbi olmanıza mâni olan nedir?" diye sor­ması, buna karşılık ise: "Yahudilerin bizi öldürmesinden korkarız." demele­ridir. Sadece şehadet etmeleri İslâm'ın emirlerini yerine getirmelerini gerek­tirmez.-Meselâ, Rasûlullah'm (s.a.) amcası Ebu Tâlib, O'nun davasında sa­dık olduğuna, dininin yeryüzü dinlerinin en hayırhsı olduğuna şehadet etmiştir, fakat bu şehadet onun İslâm ile müşerref olmasına yetmemiştir.

Rasûlullah'm (s.a.) hayatında (siyerde) ve sahih haberlerde ehl-i kitabın ve müşriklerin çoğunun Rasûlullah'm (s.a.) peygamber olduğuna ve bu da­vasında sadık olduğuna şehadet ettikleri, buna rağmen İslâm'a giremedikleri hususundaki haberler üzerinde düşünenler, İslâm'ın bu durumun ötesinde bir şey olduğunu; onun sadece bilgi olmadığını, yalnızca bilgi ve ikrar (yani peygamber olduğunu bilip anlamak ve peygamberliğini kabul etmek) da ol­madığını, bilakis İslâm denen müessesenin bilgi, ikrar, emir ve yasaklara in-kıyad, zahirî, ve bâtını her konuda itaat demek olduğunu göreceklerdir.

Müctehid imamlar, "Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ede­rim." deyip başka bir şey söylemeyen bir kâfirin müslüman olduğuna hük­medilir mi konusunda üç ayrı görüş belirtmişlerdir. Şu görüşlerin üçü de İmam Ahmed'e nisbet edilmiş ve ona ait görüşler olarak rivayet edilmiştir: 1) Bu kadarıyla bile bu kâfirin müslüman olduğuna hükmedilir. 2) Allah'ın birliği­ne şehadet edinceye kadar müslüman olduğuna hükmedilemez. 3) Tevhid inan­cını kabul ederse müslüman olduğuna, kabui etmezse, edinceye kadar müs­lüman olmadığına hükmedilir. Aslında bu meselenin tam olarak ele alınaca­ğı yer burası değildir. Biz ancak hafif bir işarette bulunduk. Bu işaretle şu noktayı açığa çıkarmak istedik: Tevrat ve İncil'e inananlar son zamanda bir peygamberin geleceği hususunda görüş birliği içindeydiler ve O'nu bekliyor­lardı. Âlimleri, o peygamberin Muhammed b. Abdillah b. Abdülmuttalib ol­duğunda hiç şüphe etmiyorlardı. Buna rağmen İslâm'a girmiyorlardı. Çün­kü kavimleri üzerindeki reislikleri, o kavimlerin kendilerine boyun eğmeleri ve bulundukları makam sayesinde elde ettikleri servet ve menfaatlan, müslü­man oldukları takdirde bunları kaybetme korkusu, İslâm ile aralarında bir engel oluşturmuştu.

4— Ehl-i kitapla münazara ve mücadele etmek caiz, hatta müstehaptır. Bazılarının müslüman olma ihtimali belirir, onları ikna edecek deliller de mev­cutsa, o durumda münazara etmek vaciptir. Delilleri serdetmekten aciz kal­mayanlar böyle bir mücadeleden kaçamazlar, aciz olanların da bu işi ehline havale etmesi gerekir. At binicisine, ok atıcısına verilsin. Şayet uzatma endi­şemiz olmasaydı, kendi kitaplarına dayanarak yahudî ve hıristiyanları, Mu­hammed'in (s.a.) Allah'ın Rasûlü olduğunu ikrara mecbur bırakacak delille­ri, yüzün üzerinde olmak üzere ayrı yoldan zikrederdik. Bu konuyu müstakil bir eser haline getirmeyi Allah'tan umuyorum.

Ehl-i kitabın âlimlerinden biriyle aramda bir münazara oldu. Konuşma sırasında onlara dedim ki: "Sizin, bizim Peygamberimiz'in (s.a.) peygamber­liğine itiraz etmeniz ancak Allah Teâlâ'yı ayıplamanız, O'na itiraz etmeniz, O'nu zulmün, aptallığın ve fesadın en büyüğüne nisbet etmenizle mümkün­dür. Allah Teâlâ bütün bunlardan münezzeh ve yücedir." Dedi ki: "Bu nasıl olur?" Şöyle dedim: "Hatta ve hatta Allah'ın varlığını tümüyle inkâr etme­diğiniz müddetçe bizim peygamberimize itiraz edemezsiniz."

Bu konunun açıklaması şöyledir: Muhammed size göre sâdık bir pey­gamber değildir. İddianıza göre O, zalim bir kraldır; Allah'a iftira etmekte, söylemediği şeyleri, söyledi diye O'na nisbet etmektedir. Buna rağmen iddia­sını sonuna kadar götürecek helâlleri, haramları koyacak, farzları emrede­cek, kanunları vaz' edecek, dinleri nesh edecek, savaşıp diğer peygamberle­rin hak üzere olan ümmetlerini öldürecek, kadınlarını ve çocuklarını esir ede­cek, ülkelerini ve mallarım ellerinden alacak, bütün bir yeryüzünü fethedin-ceye kadar bu halde devam edecek, bütün bu olanları Allah'a ve Allah'ın ken­disine olan sevgisine bağlayacak; Allah Teâlâ da O'nu ve hak üzere olan di­ğer peygamberlerin kavimlerine neler yaptığını görecek. Sonra O, yirmi üç sene bu şekilde Allah'a iftira etmeye devam edecek, bütün bunlara rağmen Allah kendisini destekleyecek ve yardım edecek, makamım yüceltecek, beşer gücünün üstünde zaferler kazanmasına imkân verecek; hepsinden daha gari­bi de dua ettiği zaman duasına icabet edecek, elini kolunu kıpırdatmadan düş­manlarını helak edecek, hatta bazan dua bile etmeden Allah Teâlâ onların kökünü kazıyacak,.daha sonra da her arzusunu yerine getirecek, O'na her güzel vaadle söz verecek ve bütün vaadlerini en mükemmel şekliyle yerine ge­tirecek!.. İşte bütün bu olanlar size göre zulmün, iftiranın ve yalanın en son noktasıdır. Çünkü Allah'a yalan nisbet eden ve bu yalanında ısrarla devam eden kimseden daha büyük yalancı yoktur. Peygamberlerin ve Rasûllerin din­lerini bâtıl sayan» bu dinleri yeryüzünden silmek ve dilediği başka bir dinle değiştirmek isteyen, Allah dostlarını, bağlılarını ve "peygamberlerini öldüren, bu hususta da zaferler elde eden, bütün yaptıkları Allah tarafından kabul edi­len, Allah'ın kendisine vahiy gönderdiğini ve: "Allah'a karşı yaian uyduran­dan, yahut kendine hiçbir şey vahyedilmemişken 'Bana da vahyolundu.' di­yenden, ve 'Ben de Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim.' diye söyleyenden daha zalim kim vardır?"[284]' diye haber verdiğini söyleyen kim­seyi Allah kahretmiyorsa, bütün bunlar olup biterken o hâlâ yoluna devam ediyorsa, siz ey O'nu yalanlayanlar; şu iki şıktan birini kabul etmek zorun­dasınız:

Birincisi: Bu âlemin bir yaratıcısı ve idarecisi yoktur. Şayet âlemin kud­ret ve hikmet sahibi, herşeyi idare eden bir yaratıcısı olsaydı O'nun bu yap­tıklarına izin vermez, karşılıksız bırakmaz ve O'nu diğer zalimlere ibret ola­cak şekilde cezalandırırdı. Çünkü dünyada sultanlara bundan başkası yakış­mazsa, yerin ve göklerin sultam, sahibi ve mâliki olan hâkimlerin hâkimine başka türlüsü yakışmaz.

İkincisi: Allah Teâlâ'yı, kendisine lâyık olmayan bir şekilde zulme, ah­maklığa, zalimliğe, mahlûkatı daima sapıklığa düşürmeye nisbet edecek, hatta bir yalancıya yardım ettiğini, O'nu yeryüzünde güçlü kıldığını, dualarını ka­bul ettiğini, kendisinden sonra da davasını devam ettirdiğini ve devamlı ola­rak yücelttiğini, asırlar boyunca her yerde O'nun peygamberliğine şehadeti ve O'nun davetini açığa çıkardığını söyleyeceklerdir. Hiç hâkimlerin hâkimi v.1 merhametlilerin en merhametlisi böyle yapar mı? Âlemlerin Rabbı olan Allah'a en büyük ayıbı ve en muazzam kusuru isnad ettiniz. O'nu külliyen inkâr ettiniz. Biz birçok yalancının ortaya çıktığını ve belli bir dereceye ka­dar güçlendiğini inkâr etmeyiz. Fakat hiçbirinin işi sonuna kadar sürmemiş, ömürleri uzun olmamış; Allah Teâîâ, öylelerinin üzerine peygamberlerini ve peygamberlerinin yolundan gidenleri musallat etmiş, köklerini kazımış, var­lıklarından eser bırakmamıştır. Dünya yaratıldığından beri ilâhî sünnet böy­ledir, kıyamete kadar da böyle olacaktır.

Benden bu sözleri işitince dedi ki: "O'na (Rasûlullah'a) zalim ve yalancı demekten Allah'a sığınırız. Ehl-i kitaptan insaflı olan herkes O'na tâbi ola­nın, yolundan gidenin ahirette saadete ve kurtuluşa nail olacağını itiraf eder." Bunun üzerine dedim ki: "Bir yalancının yolundan giden, izini takib eden kimse, iddianıza göre nasıl saadet ve kurtuluşa erebilir?" Artık O'nun pey­gamberliğini itiraftan başka bir yol bulamadı; "Ancak kendilerine gönderilmediğini" söyledi. Dedim ki: "O'nu tasdik etmen gerekir. Âlemle­rin Rabbi'nin, ümmî olsun, münevver olsun bütün insanlara göndermiş bu­lunduğu elçisi olduğu hususundaki haberler tevatür derecesindedir. Ehl-i ki­tabı da dinine davet etmiş, girmeyenlerle zilleti kabul edip cizye verinceye ka­dar savaşmıştır." Kâfirin dili tutuldu, hemen kalkıp gitti.

Bundan maksat şudur: Rasûlullah (s.a.) vefat edinceye kadar, her çeşit din ve inanca sahip kâfirlerle mücadeleye devam etmiştir. Kendinden sonra ashabı da böyle yapmıştır. Allah Teâlâ, Peygamberine; hem Mekkî hem de Medenî sûrede kâfirlerle en güzel bir şekilde mücadele etmesini emretmiştir. Bütün deliller ortaya çıktıktan sonra da inkârda ısrar edenleri lanetleşmeye davet etmesini emretmiştir. Bu din böylece kâim olmuş, kılıç ancak delile bir yardımcı kılınmıştır. Kılıçların en âdili Allah'ın delillerine ve burhanlarına yardımcı olan kılıçtır; o da Rasûlü'nün ve O'nun ümmetinin kılıcıdır.

5— Kim bir mahlûka lâyık olduğundan daha fazla tazim göstererek onu kulluk makamının üstüne çıkarırsa Allah'a şirk koşmuş ve Allah ile beraber başkasına da kulluk etmiş olur. Bu ise bütün peygamberlerin davetine aykırıdır.

Rasûlullah'm (s.a.) Necran'a yazdığı mektupta "İbrahim, İsmail ve Ya-kub'un ilâhı'nın adıyla" başladığı şeklindeki rivayetin sıhhatli olduğunu san­mıyorum. Herakl'e mektup yazdığında "Bismilîahirrahmanirrahîm" ile baş­lamıştı. Krallara gönderdiği mektuplarda, âdeti bu idi. Bu konu ilerde gele­cektir inşaallah. Bu rivayette yukarıda zikredildiği gibi nakledilmiş ve bu olayın; "Tâ sîn. Bunlar, Kur'an'ın ve belagatlı kitabın âyetleridir."[285] âyetinin in­mesinden önce olduğu söylenmiştir. Bu ise yanlış üstüne yanlıştır. Zira bu sûre ittifakla Mekkîdir. Peygamberimizin Necran'a mektup yazması ise Te-bük seferinden sonradır.

6— Kâfirlerin elçilerinde bir tekebbür ve gurur alâmeti görülürse onlan hor görerek, konuşmamak caizdir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) elçilerle, üzerle­rindeki ipekli elbiseleri ve altınları çıkanncaya kadar konuşmadı, selâmlarını almadı.

7— feâtıl üzere bulunanlarla mücadelede sünnet olan şey, onlara her türlü delilleri zikrettikten sona yine hakka dönmezler, küfürlerinde inat ederlerse onları lânetleşmeye davet etmektir. Allah Teâlâ, Rasûlü'ne bunu emretmiş ve "Senden sonra ümmetin için bu caiz değildir." dememiştir. Rasûlullah'ın (s.a.) amca oğlu Abdullah b. Abbas, bazı fıkhî konuları inkâr eden kimseyi lânetleşmeye davet etmiş, ashabın hiçbiri bu duruma karşı çıkmamıştır. Süf-yân es-Sevrî de, namaz içerisinde rükua giderken ellerin kaldırılması konu­sunda muhalifini lânetleşmeye davet etmiş ve zamanındaki âlimlerin hiçbiri bu davete karşı çıkmamıştır. Bu davet, münkirlerin önüne serilen delillerin kemâlindendir.

8— Devlet başkanının istemiş olduğu elbise ve mal karşılığında ehl-i ki-tab ile sulh yapmak caizdir. Bu eşyalar onlar için cizye yerine geçer. Her bir ferdi tek tek cizyeye mecbur etmeye gerek yoktur. Aksine onlardan istenen malın tamamı, hepsi adına cizye sayılır ve kendileri, ödeyecekleri malı arala­rında istedikleri gibi bölüşebilirler. Rasûlullah (s.a.), Muaz'ı Yemen'e gön-derince ona, buluğa eren herkesten bir dinar ve mukabilini almasını emretti. Bu iki mesele arasındaki fark şudur: Necran halkı arasında müslüman yok­tu. Hepsi sulh ehliydi. Yemen ise dârülislâm'dı ve içlerinde yahudiler vardı. Rasûlullah (s.a.), o yahudilerin her birini cizye ödemeye tâbi tuttu. Fıkıhçı-Iar, cizyeyi böyle bir duruma has olarak görürler, birinci mesele için görmezler.

9— Elbise, diyet olarak alındığı gibi zimmet sabit olması da caizdir. Bu duruma göre selem ve kefalet akdiyle ve telef halinde de zimmet sabit ölür. Mehir ve hul' (kadının ödediği ücret mukabili boşanma çeşidi) ile de zimmet sabit olur.

10— Ödemeleri üzere anlaşma yapılan malların cinslerim daha sonra he­saplayarak başka cins mallarla değiştirmek caizdir.

11— Devlet başkanı, kâfirlere; elçilerini barındırmalarını, onlara ikramda bulunup sayılı günler içinde onları misafir etmelerini şart koşabilir.

12— Kâfirlere, müslümanların ihtiyaç duydukları silah, binek, eşya vs. ödünç olarak vermelerini şart koşabilir. Bu ödünç eşya teminat altındadır. Ancak, bu durum şart koşulması ile sabit mi olmuştur, yoksa ta baştan itiba­ren şeriatın koymuş olduğu hüküm gereği midir? Bu konu ihtimallidir. Bu mevzudaki açıklama Huneyn gazası bahsinde geçmişti. Orada, geri vermeyi garanti ettiği açıklanmış, telef olması haline hiç dokunulmamıştı.

13— İslâm devlet başkanı ehl-i kitabın faizle muamelede bulunmasına izin vermez.  Çünkü onların dininde de haramdır.  Aynı şekilde içki,  livata ve zinaya da izin vermez. Bu suçlan işleyenleri İslâm'ın emrettiği cezalarla cezalandırır.

14— Müslümanlar arasında bir kişinin diğerinin yerine cezalandırılması caiz olmadığı gibi kâfirler arasında da caiz değildir. Her iki durumda da bu zulümdür.

15— Kâfirlerle yapılan zimmüik anlaşması onların huzur ve emniyeti ih­lâl etmedikleri sürece geçerlidir. Müslümanlara tuzak kurdukları ve dinlerini ifsada kalkıştıkları zaman ne emân kalır, ne de zimmet. Biz ve başka âlimler, zimmîler, Şam'da büyük bir yangın çıkardıkları zaman —bu yangın merkez camiye kadar ilerlemişti—, emânlarının kalmadığı konusunda fetva vermiş­tik. Aynı zamanda herhangi bir şekilde onlara yardım eden, hatta yardımcı olmadığı halde bu durumu bilip de gizleyen, valiye bildirmeyen herkesin emân ve zimmetinin kaldırıldığına fetva vermiştik. Çünkü bu hadise İslâm ve müs-lümanlar için en büyük hile ve zararlardan sayılmıştı.

16— Devlet başkanı, sulh yaptığı millete İslâm'ın maslahatı için âlim bir müslüman gönderir. Bu zat gerçekten emîn olmalı, Allah ve Rasûlü'nün rı­zasından başka hiçbir gayesi ve arzusu bulunmamalıdır. İşte hakiki emîn kimse budur. Ebu Ubeyde b. Cerrâh'ın hali en güzel misaldir.

17— Ehl-i kitapla münazara etmek, sordukları şeylere cevap vermek, ce-vapiayamadığı sorulan âlimlere arzetmek gerekmektedir.

18— Bir sözün, —aksine delil olmadıkça— zahirî mânası kastedilir. Böyle olmasaydı Muğîre, âyet-i kerimedeki, "Ey Harun'un kızkardeşi" ifadesini kapalı bulmazdı. Diğer taraftan da bu âyette zikredilen Harun'un Harun b. İmrân olduğuna dair bir delil yoktu ki anlamayı güçleştirecek bir kapalılık bulunsun. Aksine, soruyu soran kimse bile ilâveyi getirmiş ve onun Harun b. İmrân olduğunu söylemiştir. Bununla da yetinmeyip Musa b. İmrân'ın kar­deşi olduğunu da eklemiştir. Âyetteki lafzın bu ilâvelerden hiçbirine delâlet etmediği malumdur. Sorunun bu şekilde sorulması ya cehaletten veya kötü niyetten kaynaklanmaktadır. [286]                                         

 

i) Hz. Ali ile Hâlid b. Velid'in Necran'a Gönderilişleri:

 

İbn îshâk'ın: "Hz. Peygamber (s.a.), Ali b. Ebî Talib'i Necran halkının zekâtlarım toplaması ve cizyelerini getirmesi için gönderdi." rivayetinde çe­lişki olduğu zannedilebilir. Çünkü zekât (müslümanlardan alınan bir vergi olduğu için) ile cizye (gayrimüslimlerin ödediği bir vergi olduğu için) bir ara­ya gelmez. Bundan daha garibi, İbn İshâk ve diğerlerinin zikrettiği şu riva­yettir: "Hz. Peygamber (s.a.), hicretin onuncu senesi Rebîulahir veya Cu-mâdelûlâ ayında Hâlid b. Velid'i Mecran'da Haris b. Kâ'b oğullarına gönderdi ve savaşmadan önce üç kere onları İslâm'a davet etmesini, müşlüman olurlarsa kabul etmesini, reddederlerse savaşmasını emretti. Hâlid b. Velid çıktı ve o bölgeye vardı, her tarafa atlılar çıkarıp İsâm'a davete başladı. On­lar da bu davete uyarak müşlüman oldular. Bunun üzerine, Hâlid b. Velid orada kalıp İslâm'ı öğretmeye başladı. Rasûlullah'a (s.a.) bir mektup yazıp durumu bildirdi. Rasûlullah (s.a.) da gönderdiği cevapta onlardan bir heyet­le beraber gelmesini emretti. Daha önce de geçtiği gibi heyet geldi. Rasûlul­lah (s.a.) onlarla iki bin elbise vermeleri şartıyla sulh anlaşması yaptı; onlara bir emân yazısı yazarak dinlerine dokunulmayacağını, askere çağırılmayacakla-rını, öşür istenmeyeceğini belirtti."

Bu rivayetteki çelişkinin cevabı şöyledir: Necran halkı iki sınıftı. Hıristi­yanlar ve hıristiyan olmayan ümmîler. Hıristiyanlarla, daha önce geçtiği üze­re sulh anlaşması yapılmıştır. Ümmîlere gelince; Hâlid b. Velid'i onlara gön­dermiş, onlar da İslâm'ı kabul etmişler ve heyetleri Rasûlullah'a (s.a.) gel­mişti. Rasûluilah'ın (s.a.): "Cahiliye döneminde düşmanlarınıza ne ile galip geliyordunuz?" sorusunu sorduğu kimseler bunlardı. Onlar da: "Bir arada durur, dağılmaz ve de zulme ilk önce başlayan biz olmazdık." diye cevap ver­diler. Rasûlullah (s.a.): "Doğru söylediniz." buyurdu. Başlarına Kays b. Hu-sayn'ı emîr tayin etti. îşte onlar Haris b. Kâ'b oğullarıydı.

Ali b. Ebî Tâlib'in Necran halkına gönderilip zekât ve cizyelerini getir­mesini istemesi ile ilgili rivayete gelince; bu rivayetle her iki sınıf kastedilmiş­tir. Zekât müşlüman olan sınıfa, cizye ise hıristiyanlara aittir. [287]

 

14— Ferve b. Amr el-Cüzâmî'nin Elçisinin Gelişi:          

 

İbn İshâk der ki: Ferve b. Amr el-Cüzâmî, Rasûlullah'a (s.a.) bir elçi göndererek müşlüman olduğunu bildirdi. O'na beyaz bir katır hediye etti. Fer­ve, Rumların Araplar üzerine tayin ettiği vali idi. Maan ve Şam bölgeleri ona tâbi idi. Rumlar Ferve'nin müşlüman olduğunu haber alınca yakalayıp hap­settiler. Rumlar onun Filistin'de Afra suyunun üzerinde çarmıha gerilmesine karar verince şu beyitleri söyledi:

"Acaba Selmâ'ya kocasının Afra suyunda bir ağacın üzerinde (çarmıha gerildiği) haberi geldi mi?

Bir deve ki, hiçbir erkek deve onun anasına çekilmedi ve bir ağaç ki dal lan orakla kırpıldı."

îbn İshâk der ki: Zührî'nin iddiasına göre onu öldürmek için geldiklei zaman şöyle söylemiştir:

"Müslümanların efendisine bildir ki ben kemiklerim ve makamımla Rab bıma teslim oldum."

Sonra bu su üzerinde boynunu vurup çarmıha gerdiler. Allah Teâlâ ran met eylesin[288]

 

15— Sa'd b. Bekr Oğullarının Elçisi Dımâm b. Sa'lebe'nin Gelişi:

 

İbn İshâk, Muhammed b. Velîd b. Nüveyfi'—İbn Abbas'm kölesi Küreyb—İbn Abbas yoluyla yapmış olduğu rivayette der ki: Sa'd b. BekroğuW lan, Dımâm b. Sa'lebe'yi Rasûlullah'a (s.a.) temsilci olarak gönderdiler. Dımam geldi, devesini mescidin kapısında çökertti, ayağını bağladı. Sonra Rasûluİ lah (s.a.), mescidde ashabının arasında otururken yanına girdi ve: "Hangi niz Abdülmuttalib oğlusunuz?" dedi. Rasûlullah (s.a.): "Ben Abdülmutta lib oğluyum." dedi. Bu sefer: "Muhammed mi?" sorusunu yöneltti. O da "Evet" dedi. Bunun üzerine: "Ey Abdülmuttalib oğlu! Bana darılıp kirili mazsan sana ağır bir soru sormak istiyorum." dedi. Rasûlullah (s.a.): "N§ İstersen sor, katiyen kırılmam." diye cevap verince sordu:

  Senin, ailenin, senden önceki ve sonrakilerin ilâhının aşkına söylö seni bize Rasûl olarak Allah mı gönderdi?

— Rabbım şahittir ki, evet.

  Senin, senden öncekilerin ve sonradan geleceklerin ilâhı olan Alla' aşkına söyle. O'na ibadet edip başkasını O'na şirk koşmamamızı, babalar; rmzın taptığı bu putları terketmemizi sana Allah mı emretti?

  Rabbım şahittir ki, evet.

Dımâm, daha sonra teker teker İslâm'ın farzlarını (şartlarını) sayma^ başladı. Namazı, zekâtı, orucu, haccı, İslâm'ın bütün farzlarını soruyor § her bir farzda daha önce yaptığı gibi yemin veriyordu. Sorularının hepsiî sorduktan sonra: "Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve yi­ne şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve Rasûlü'dür. Bu farzları edâ edip nehyettiklerinden de kaçınacağım. Bu dediklerine ne bir şey ilâve eder, ne de bir şey eksik bırakırım!" dedi ve dönüp devesine doğru gitti. O dönüp giderken Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Eğer bu saçları çift örgülü olan şahıs doğru söylediyse cennete girecektir." Dımâm, güçlü-kuvvetli ve gür saçlı bir adamdı; saçlarını örerek ikiye ayırırdı. Daha sonra devesinin yanına gel­di, bağım çözdü, yola çıkıp kavminin yanma geldi. Kabile halkı gelip toplan­dılar. Ağzından ilk çıkan söz: "Lât ve Uzzâ ne kötüdür!" cümlesi oldu. De­diler ki: "Sus ey Dımâm! Alaca, cinnet ve cüzzam hastalıklarına yakalan­maktan kork!" Dedi ki: "Yazıklar olsun size! Onların ne bir faydası ne de bir zararı dokunur. Allah size bir peygamber gönderdi ve O'na bir kitap in­direrek o kitapla sizi içinde bulunduğunuz durumdan kurtardı. Ben Allah'­tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet ederim. Ben size O'nun emirlerini ve nehiylerini getirdim." Allah'a yemin olsun ki, o gün akşam olmadan bölgesinde bulunan kadın-erkek her­kes müslüman oldu.

İbn İshâk der ki: "Dımâm b. Sa'lebe'den daha faziletli bir temsilci duy­madık."[289]

Bu kıssanın benzeri, Sahîh-i Buharı ve Müslim''de de Enes (r.a.) rivaye-tiyle zikredilmiştir.[290]

Hac ibadetinin bu kıssada zikredilişi, Dımâm'ın hac farz olduktan son­ra geldiğini göstermektedir ki bu ihtimal uzaktır. Herhalde bu cümle bazı râ-viler tarafından ilâve edilmiştir.'[291]

Allah en iyi bilir. [292]

 

16— Târik b. Abdülah ve Arkadaşlarının Gelişi:

 

Ebu Bekir el-Beyhakî, Cami' b. Şeddâd yoluyla yaptığı rivayette Târik b. Abdillah denilen bir adamın şöyle söylediğini nakleder: Mecaz panayırında bulunuyordum. O sırada üzerinde cübbesi olan ve: "Ey insanlar! Lâ ilahe illallah deyiniz, kurtuluşa eriniz." diyen bir adam geldi. Arkasında da birisi O'nu takip ediyor, O'nu taşlıyor ve: "Ejj insanlar! O'na inanmayınız, O ya­lancıdır!" diyordu. Dedim ki: "Bu kimdir?" Dediler ki: "Hâşimoğullann-dan, Allah'ın elçisi olduğunu iddia eden bir adam." "Peki arkasında onu taşlayan kim?" dedim. "Amcası Abdüluzzâ." dediler. Herkes müslüman olun­ca hicret etti. Biz de Rabeze'den, çıktık, hurma almak için Medine'ye gitmek istiyorduk. Medine'nin hurmalıklarına yaklaştığımızda: "Burada mola verip elbiselerimizi değişelim." dedik. Karşımıza bir adam çıkıverdi, elbiseleri es­kimişti. Bize selâm verip: "Nereden geliyorsunuz?" diye sordu. "Rabeze'­den." dedik. "Pekiyi, nereye gidiyorsunuz?" dedi. "Bu şehre." dedik. "Orada ne yapacaksınız?" dedi. "Hurma alacağız." dedik. Yanımızda, hevdeete (deve çadırında) bulunan bir kadın ve boynunda yuları olan kırmızı bir devemiz vardı. "Devenizi satar mısınız?" dedi. "Şu kadar ölçek hurma karşılığında satarız.'* dedik. Söylediğimiz miktardan hiçbir indirim teklif etmedi. Deve­nin yulannı tuttu ve çekip gitti. Medine hurmalıkları arasında gözden kaybo­lunca kendi kendimize dedik ki: "Biz ne yaptık, vallahi ne tanıdığımız bir adama sattık deveyi ne de ücretini aldık." Yanımızda bulunan kadın dedi ki: "Vallahi ben o adamın yüzünü dolunay halindeki bir ay parçası gibi gördüm, devenizin bedeline ben kefilim."

İbn îsUâk'ın rivayetine göre kadın dedi ki: "Dövünüp durmayın. Onda size haksızlık yapmayacak bir adamın çehresini gördüm. Onun yüzünden daha çok dolunaya benzeyen başka bir şey görmedim." Onlar bu haldeyken bir adam geldi ve: "Rasûlullah'ın (s.a.) size gönderdiği elçisiyim. İşte hurmanız, yeyiniz, doyunuz ve tartıp, hakkınızı da alınız." dedi.

Doyuncaya kadar yedik. Sonra tartarak hakkımızı aldık ve daha sonra şehre girdik, mescide geldik.

O da minberde ashaba hitap ediyordu. Hutbesinden şu sözleri duyabil­dik: "Sadaka veriniz, sadaka sizin için hayırlıdır. Veren el alan elden üstün­dür. (Vermeye de) anneniz, babanız, bacınız, kardeşiniz, daha sonraki ya­kınlarınız (dan başlayınız).'' Bu sırada Yerbu' oğullarından veya Ensar'dan bir adam karşısına geldi ve dedi ki: "Ya Rasûlallah! Bizim bunlarla cahiliye döneminde bir kan davamız vardı." Rasûlullah (s.a.): "Ana evladına karşı cinayet işlemez." buyurdu ve bu sözü üç kere tekrarladı.[293]

 

17— Tüceyb Heyetinin Gelişi:

 

Tüceyb[294] heyeti Rasûlullah'a (s.a,) geldi. Sekûnoğullanndan[295] on üç kişi idiler ve Allah'ın üzerlerine farz kıldığı zekâtlarını getiriyorlardı. Rasû-lullah (s.a.) gelişlerine sevindi, onlara izzet ve ikramda bulundu. Dediler ki: "Ya Rasülallah! Allah'ın mallarımız üzerindeki hakkını sana getirdik." Ra-sûlullah (s.a.): "Geri götürüp fakirleriniz arasında paylaştırın." buyurdu. "Ya Rasûlallah! Biz sana fakirlerimizin ihtiyacını karşıladıktan sonra geri kalanı getirdik." dediler. Ebu Bekir (r.a.) buyurdu ki: "Ya Rasûlailah! Hiçbir arap kabilesi Tüceyb kabilesinirfbu kolunun geldiği gibi gelmedi." Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Hidayet Allah'ın (c.c.) elindedir. Kim için ha­yır dilerse onun göğsünü imana açar."

Tüceybliler, Rasûlullah'tan (s.a.) bazı şeyler istediler. O da istediklerini bir yazı ile tesbit edip verdi. Kur'an'dan ve sünnetten bazı şeyler sormaya baş­ladılar. Rasûiullah'ın (s.a.) onlara olan muhabbeti daha arttı ve Bilâl'e (r.a.) onları ağırlamakta kusur etmemesini emretti.

Tüceybliler birkaç gün kaldılar, fazla durmadılar. "Niçin acele ediyor-sunuz?",denildiğinde, dediler ki: "Geride bıraktıklarımıza döneceğiz. Onlara Rasûlullah'ı (s.a.) gördüğümüzü, O'nunla konuştuğumuzu ve bize verdiği ce­vaplan haber vereceğiz." Sonra Rasûlullah'a (s.a.) gelerek vedalaştılar Ra­sûlullah (s.a.), Bilâl'ı (r.a.) onlara gönderdi ve daha önce hiçbir heyete ver­mediği mükâfatlar verdi. Sonra: "Başka kimse kaldı mı?" diye sordu. "Evet, bineklerimizin yanında bekleyen bir delikanlı var. O bizim en küçüğümüz-dür." dediler. "Onu bana gönderin." buyurdu. Bineklerinin yanına dönün­ce delikanlıya: "Rasûlullah'a (s.a.) git ve ihtiyacım gider. Biz ihtiyaçlarımızı temin edip vedalaştık." dediler.

Delikanlı Rasûlullah'a (s.a.) geldi ve: "Ya Rasûlallah! Ben Ebzâoğulla-rındanım, biraz önce sana gelen ve ihtiyaçlarını giderdiğin kafiledenim. Be­nim ihtiyacımı da karşıla ey Allah'ın Rasûlü." dedi. Rasûlullah (s.a.): "Se­nin ihtiyacın nedir?" dedi. O da: "Arkadaşlarım her ne kadar İslâm'ı arzu­layarak geldiler ve zekâtlarını da getirdilerse de, benim ihtiyacım onlannkine benzemiyor. Allah'a yemin olsun ki beni beldemden buralara kadar getiren şey sadece, senin Allah'a benim için dua ederek beni bağışlamasını, bana merhamet etmesini ve gönül zenginliği vermesini istemendir." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) delikanlıya döndü ve: "Ey Allah'ım! Sen onu bağışla, ona merhamet eyle ve zenginliğini gönlünde kıl!" diye dua etti. Arkadaşlarından her birine ne verilmişse, ona da aynısının verilmesini emretti. Sonra heyettekiler dönüp kavimlerine gittiler.

Daha sonra hicretin 10. yılı hac mevsiminde Mina'da Rasûiullah'ın (s.a.) yanma geldiler ve: "Biz Ebzâoğullanndamz." dediler. Rasûlullah (s.a.); "Si­zinle beraber bana gelen delikanlı ne yapıyor?" diye sordu. "Ya Rasûlallah! Onun gibisini daha önce hiç görmedik. Allah'ın verdiği rızka ondan daha çok kanaat gösteren kimse ile konuşmadık. İnsanlar dünyanın tamamını bölüşe­cek olsalar hiç dönüp bakmaz." dediler. Rasûlullah (s.a.) bunun üzerine: "El­hamdülillah, ben onun toptan, bütün uzuvlarıyla öleceğini umarım." buyur­du. İçlerinden birisi: "Her bir insan toptan ölmez mi ya Rasûlallah?" diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "İnsanın arzuları ve elem­leri dünyanın çeşitli vadilerine dağılmıştır. Ölüm onu bu vadilerden birinde yakalayacak, bu esnada arzulan ve emelleri dolayısıyla herşeyiyle toptan ecelin kendisini yakaladığı vadide bulunamayacaktır. Kulun bu vadilerden hangi­sinde öldüğü Allah için önemli değildir."

Sonrasını şöyle anlattılar: Bu delikanlı aramızda en faziletli bir hal ile, en çok zühd üzere ve kendisine ayrılan rızka kanaat göstererek yaşadı. Rasû­lullah (s.a.) vefat edince, Yemen halkından bazıları İslâm'dan çıktı. Bu adam kavmi arasında kalktı ve onlara Allah'ı ve İslâm'ı hatırlattı. Böylece onlar­dan hiç kimse İslâm'dan dönmedi. Hz. Ebu Bekir Sıddîk, onu hatırlar ve so­rardı, sonunda durumunu ve yaptığı hizmetleri haber aldı ve Ziyâd b. Le-bîd'e mektup yazarak onun hakkında tavsiyelerde bulundu.[296]

 

18— Kudâalılardan Sa'd Hüzeym Oğullarının Gelişi:

 

Vâkıdî, Ebu'n-Numan'dan, Sa'd Hüzeym oğullarından olan babasının şöyle anlattığını naklediyor: Kavmimizi temsil eden heyetten bir temsilci ola­rak Rasûlullah'a (s.a.) geldim. Allah Rasûlü (s.a.) bütün beldelere hükmet­miş ve Araplar O'na boyun eğmek zorunda kalmışlardı. İnsanlar iki sınıfa ayrılmıştı: Ya arzu ederek müslüman olanlar veya kılıçtan korkanlar. Medi­ne'de bir köşede konakladık. Sonra mescide doğru yola çıktık, kapısına ka­dar geldik. Rasûlulîah'ı (s.a.) cenaze namazı kılarken bulduk. Bir köşede bekledik, namaza iştirak etmeyip Rasûlullah (s.a.) ile karşılaşmak ve O'na bîat etmek istedik.

Sonra Rasûlullah (s.a.) dönüp bize baktı ve bizi çağırdı. "Siz kimlersi­niz?" diye sordu. "Sa'd Hüzeym oğullanndamz." dedik. "Müslüman mısı-mz?" diye sordu. Bizde: "Evet" dedik. Bunun üzerine: "Kardeşinizin cena­ze namazını kılmadınız rm?" diye sordu. Biz: "Sana bîat edinceye kadar bi­ze caiz olmaz sanmıştık ey Allah'ın Rasûlü."dedik. Buyurdular ki: "Nerede müslüman olursanız sizler müslümansımz." Biz de: "İslâm'a girdik ve İslâm üzere Rasûlullah'a (s.a.) bîat atik." dedik.

Sonra bineklerimizin yanına döndük. En küçüğümüzü eşyamızın yanın­da bırakmıştık. Rasûlullah (s.a.) bizi çağırması için bir adam göndermişti. O da bizimle geldi. Rasûlullah'ın (s.a.) yanma varıp İslâm'a bîat etti. "Ya Rasûlallah! O bizim en küçüğümüz ve hizmetçimizdir." dedik. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Bir kavmin en küçüğü onların hizmetine bakar. Allah be­reketini onun üzerine kılsın." Vallahi o zat, Rasûlullah'ın (s.a.) duası sebe­biyle, bizim en hayırlımız ve en çok Kur'an okuyanımız idi. Daha sonra Ra­sûlullah (s.a.) onu bize emîr tayin etti. Bize imamlık da yapıyordu. Yola çık­mayı istediğimizde Bilâl'e (r.a.) emredip bize ûkıyyelerle gümüşler ikram et­ti. Kavmimize döndük. Allah, (c.c.) hepsine İslâm'ı nasip etti.[297]

 

19— Fezâreoğullarının Gelişi:

 

Ebu Rabî b. Sâlim,[298] el-îktifâ adlı eserinde der ki: Rasûlullah (s.a.) Te-bük'ten dönünce on küsur kişilik Fezâreoğullan heyeti yanma geldi. İçlerin­de Hârice b. Hısn ve Uyeyne b. Hısn'ın kardeşinin oğlu Hurr b. Kays vardı; heyettekilerin en küçükleri bu idi. Ramle bt. Hâris'in evinde konakladılar, îs'âm'ı kabul ederek Rasûlullah'a (s.a.) geldiler. Beldelerinde kuraklık var­dı, bu yüzden çok zayıf bineklerle gelmişlerdi. Rasûlullah (s.a.) beldelerinin halini sordu. İçlerinden birisi: "Ya Rasûlallah! Beldemize kuraklık çöktü, hay­vanlarımız helak oldu, bostanlarımız kurudu; evlatlarımız aç kaldı. Rabbına duâ et bize yağmur yağdırsın. Bizim için Rabbın katında şefaatta bulun. Rabbın da bizim için sana şefaatta bulunsun." dedi. Bu söz üzerine Rasûİullah (s.a.)

buyurdu ki: "Sübhanaüah, yazıklar olsun sana! Ben, ancak Rabbım katında tevessülde bulunurum, Rabbımız kime tevessülde bulunacak? O azamet sa­hibinden başka ilâh yoktur. O'nun kürsîsi, yeri ve gökleri kuşatmıştır. Gök^ ler ve yer o kürsînin celâlinden ve azametinden yeni yapılmış bir semer gibi gıcırdar." Sonra Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Allah Teâlâ sizin sevgi­nize, sıkıntınıza ve sıkıntınızın geçmesinin yaklaşmasına gülmektedir." Be-devî: "Ya Rasûlallah! Rabbımız azze ve celle güler mi?" diye sordu. Rasû­lullah (s.a.): "Evet." dedi. Bu söz üzerine bedevî: "Gülen Rabbın hayrından mahrum kalmayacağız!" dedi. Rasûlullah (s.a.), onun bu sözüne güldü ve minbere çıktı, bir konuşma yaptı. Yağmur duasından başka hiçbir duada el­lerini kaldırmazdı. Ellerini koltuk altları gözükecek kadar kaldırdı. O'nun yaptığı duadan bir kısmı şöyle mahfuzdur: "Allah'ım! Beldelerini ve hayvan­larını suya kavuştur. Rahmetini yay, ölmüş olan beldeni canlandır! Allah'ım; bizi bolluğa, berekete, afiyete sebep olacak, bütün beldeleri içine alacak, ge­ciktirilmeyen, âcil olan, zarara sebep olmayıp faydalı olan bir yağmurla suya kavuştur! Allah'ım; Senden rahmet yağmurları istiyoruz; azaba, helake, boğ­maya ve felâkete sebep olacak tufan değil. Allah'ım! Bizi suya kavuştur ,ye düşmanlarımıza karşı bize yardım et!"[299]

 

20— Esedoğullannın Gelişi:

 

Esedoğullanndan on kişilik bir heyet Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Araların­da Vâsıbe b. Ma'bed ve Talha b. Huveylid vardı. Geldiklerinde, Rasûlullah (s.a.) ashabıyla beraber mescidde oturuyordu. Konuşurlarken sözcüleri dedi ki: "Ya Rasûlallah! Biz, Allah'ın birliğine ve hiçbir ortağı olmadığına, senin de O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet ettik. Sana geldik ey Allah'ın Ra­sûlü. Bize elçi göndermedin, biz kavmimizin temsilcileriyiz."

Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî dedi ki: Allah Teâlâ, Rasûlü'ne şu âyeti indirdi: "İslâm olmalarını senin başına kakıyorlar. De ki: Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Hayır, eğer sâdık kimselerseniz, aksine sizi imana eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır."[300]

O gün Rasûlullah'a (s.a.) sordukları sorular arasında, bazı şeyleri uğur­lu ya da uğursuz sayarak hüküm vermek, kehânette bulunmak ve yine taş parçalarım kullanarak geleceğe ait hükümler vermek gibi hususlar vardı. Ra-sûlullah (s.a.) onları bunların hepsinden menetti. Bunun üzerine dediler ki: "Biz bu işlerin hepsini cahiliye döneminde yapıyorduk. Yaptığımız bir işimiz daha vardı, onun hakkında ne dersin?" Rasûlullah (s.a.): "Nedir o?" diye sordu. "Çizgi çizmek." dediler. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Bu iş peygamberlerden birisine öğretilmişti. Kimin çizgisi onun çizgisine uygun dü­şerse öğrenmek istediği şeyi bilir. "[301]

 

21— Behrâ Heyetinin Gelişi:

 

Vâkidî, Kerime bt. Mikdâd'ın şöyle söylediğini rivayet eder: Annem Du-bâa bt. Zübeyr b. Abdilmuttalib der ki: Behrâ heyeti, Yemen'den Rasûlul­lah'a (s.a.) geldi. On üç kişi idiler. Bineklerini yederek Mikdâd'm kapısın^ kadar geldiler. Biz, Hudeyleoğulları yurdundaki evimizdeydik. Mikdâd on­ları karşılamaya çıktı. "Hoş geldiniz!" deyip eve aldı. Kendimiz için daha önceden hazırlamış olduğumuz hays yemeğini getirdi. Yemek hususunda çok cömertti. Susayıncaya kadar o yemekten yediler. Sonra yemek kabı bize gön­derildi. İçinde biraz yemek vardı. Dibinde artan bu yiyecekleri topladık, kü­çük bir tabağa koyup azadh cariyem Sidre ile Rasülullah'a (s.a.) gönderdik. O'nu Ümmü Seleme'nin evinde buldu. Rasûlulîah (s.a.) buyurdu ki: "Bunu Dubâa mı gönderdi?" Sidre: "Evet ya Rasûlallah." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bırak" dedi. Sonra: "Ebu-Ma-bed'in misafirleri ne yaptı?" diye sordu. (Sidre diyor ki): "Yanmıızdalar." dedim. Mikdâd'ın kızı diyor ki: Rasûlullah (s.a".) ve yanmda bulunanların hepsi bu yemekten susuzluk hissedinceye kadar yediler. Sidre de onlarla beraber yedi. Rasûlullah (s.a.) Sidre'ye: "Ka­lan yemeği misafirinize götür." dedi. Sidre diyor ki: Çanakta kalan yemeği hanımefendime getirdim. Bizde kaldıkları müddetçe misafirler bu yemekten doyup susayıncaya kadar yediler. Biz aynı yemeği götürüp getirdiğimiz halde hiç ekşitmiyordu. Bunun üzerine misafirler: "Ey Ebu Ma'bed! Sen bizi en çok sevdiğimiz yemekle doyurup duruyorsun. Biz böyle bir şeyi şu ana kadar hiç görmedik. Bize sizin yemeğinizin pıhtılaşmış kan ve benzeri azıcık şeyler olduğu söylenmişti. Halbuki biz senin yanında doyuyoruz." dediler. Bunun üzerine Ebu Ma'bed, Rasûlullah'ın (s.a.) bu yemekten yeyip geri gönderdiği­ni ve bu durumun O'nun parmaklarının bereketi olduğunu haber verdi. Mi­safirler bunu duyunca: "O'nun Allah ve Rasûlü olduğuna şehadet ederiz." dediler ve imanları kuvvetlendi. Rasûlullah'ın (s.a.) istediği de bu idi. Gün­lerce orada kalıp İslâm'ın şartlarını öğrendiler. Sonra Rasûlullah'a (s.a.) ge­lip veda ettiler. Rasûlullah (s.a.) da onlara hediyelerini verdi, dönüp kabilelerine gittiler[302]                                                          

 

22— Uzre Heyetinin Gelişi:

 

Hicretin 9. yılında on iki kişilik Uzre heyeti Hz. Peygamber'e (s.iiL) gel­di. İçlerinde Cemre b. Nûman da vardı. Rasûlullah (s.a.): "Bu kavirfl.kim-dir?" diye sorduğunda, sözcüleri: "Tanımadığın kimseler değillerdir] Biz Kusay'ın ana bir kardeşlerinden Uzreoğullanyız. Bİz Kusay'ı destekliyenle-riz. Biz Huzâalılar'la Bekiroğullarım Mekke vadisinden uzaklaştır anlarız. Ara­mızda onlarla akrabalık ve hısımlık vardır." diye cevap verdiler. Allah Rasûlü (s.a.): "Hoş geldiniz. Beni size tanıtan nedir?" dedi. Daha sonra müslüman oldular. Rasûlullah (s.a.) onlara; Şam'ın fethedileceğini, Heraklius'un ülke­sinden kaçıp bir yere sığınacağını müjdeledi ve onlan kâhinlere soru sormak-dan, putlar için kurban kesmekten menetti. Ancak Allah'ın adı zikredilerek kesim yapabileceklerini haber verdi. Remle'nin evinde birkaç gün kalıp hedi­yelerini, almış olarak ayrıldılar.[303]

 

23— Beliyoğullarının Gelişi:

 

Hicretin 9. yılı Rebîulevvel ayında Beliyoğulları heyeti RasûluIIah geldi[304] Ruveyfi' b. Sabit el-Belevî onları evinde ağırladı ve onlarla birlikte gelip dedi ki: "Bunlar benim kavmim." Rasûlullah (s.a.): "Sen ve kavmin hoş geldiniz!" dedi. Hepsi müslüman oldular. Rasûlullah (s.a.) onlara: "Sizi İslâm'a erdiren Allah'a hamdolsun! İslâm'dan başka bir din üzere ölen her­kes cehennemdedir." dedi. Heyet başkam Ebu'd-Dubeyb dedi ki: "Ya Ra-sûlallah! Ben ziyafet vermeyi, ikramda bulunmayı severim. Bana bundan bir sevap var mıdır?" Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Evet, zengin olsun fakir olsun kime bir iyilik yaparsan sadakadır." Ebu'd-Dubeyb: "Ya Rasûlallah! Misafirliğin müddeti ne kadardır?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.): "Üç gün­dür, ondan sonrası sadakadır. Misafirin (üç günden sonra) yanında kalıp se­ni sıkıntıya sokması helâl değildir." buyurdu. Bu sefer: "Ya Rasûlallah! Çöl­deki yitik davar hakkında ne dersin?" diye sordu. O da: "O ya senindir, ya kardeşinindir veya kurdundur." buyurdu. Bunun üzerine: "Ya deve?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.) da: "Ne yapacaksın deveyi, bırak onu sahibi bulsun!" dedi. Ruveyfi' diyor ki: Sonra kalkıp evime geldiler. Bir de baktık ki, Rasû­lullah (s.a.) hurma yüklenmiş olarak evime geliyor. Geldikten sonra bana dedi ki: "Konuklarına ikramda bulunurken bundan da yararlan." Konuklar bu hurmadan ve başka şeylerden yiyorlardı. Böylece üç gün kaldılar,sonra Allah RasûhVne (s.a.) veda ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) de onlara hediyelerini verdi, dönüp beldelerine gittiler.

Bu olaydan çıkarılacak bazı fıkhı hükümler:

1— Misafirin ev sahibi üzerinde hakkı vardır ve bu hak üç mertebedir: Vacip olan hak, müstehap olan hak ve sadaka sayılan hak. Vacip olan hak bir gün ve gecedir. Hz. Peygamber (s.a.) bu üç mertebeyi sahih olduğunda ittifak edilen Ebu Şurayh el-Huzâî hadisinde zikretmiştir. Bu hadiste Rasû­lullah (s.a.) buyurmuştur ki: "Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, misafirine hediyesini ikram eylesin." "Hediyesi nedir ya Rasûlallah?" dedi­ler. Buyurdu ki: "Onun bir günü ve gecesi. Misafirlik üç gündür, üç günden sonrası sadakadır. Bu müddetten fazla kalıp ev sahibine sıkıntı vermesi mi­safire helâl olmaz."'[305]

2— Dağda, kırda yitik olarak rastlanan davarın alınması caizdir. Bu şe­kilde bulunan bir koyunun sahibi ortaya çıkmazsa o bulana ait olur. Arka­daşlarımızdan (Hanbeİî âlimlerinden) bazıları bu hadis-i şerifi delil göstere­rek buluntu haldeki koyun ve benzerlerinin alınmasının caiz olduğu görüşündedir. Bu durumda onu bulan, şu üç seçenek arasında muhayyerdir: 1) Ya hemen keser ve yer, bu durumda kıymetini öder, 2) Ya satar ve bedelini sak­lar, 3) Veya koyunu yanında alıkor ve cebinden onun yiyecek masraflarını karşılar. Bu masraf konusunda iki durum vardır. Çünkü sahibi ortaya çıkın­caya kadar Rasûlullah (s.a.) onu bulanın mah olarak kabul etti. Şayet onun malı olursa o zaman yukarda zikredilen üç durum arasında muhayyerdir. Sa­hibi ortaya çıkarsa koyunu veya kıymetini sahibine verir. Ahmed b. Hanbel'in önceki (mütekaddim) arkadaşlarına gelince bunun aksini söylemişlerdir. Ebu'l-Hüseyin dedi ki: "Koyunu (bulan kimse) üzerinden bir sene geçmeden ko­yun üzerinde hiçbir tasarrufta bulunamaz. (Yani ne satabilir, ne de kesip yi­yebilir.) Bu konuda başka herhangi bir rivayet yoktur. Şayet dağda veya kır­da (özellikle yırtıcı i hayvanlara karşı kendisini koruyamayacak olan) davar cinsinden şeyleri alır dediysek, onu yemek vs. gibi hiçbir tasarrufta bulun­maması gerekir." îbn Akıl de böyle söylemiştir. Ebu TâlüVin rivayetine göre İmam Ahmed koyun hakkında: "Onu bir yıl tutar ve sahibini arar, sahibi çıkar gelirse ona geri verir." demiştir. Şerîfân da demiştir ki: "Üzerinden bir sene geçmeden koyuna sahip olunmaz. Bu konudaki rivayet tektir." Ebu Be­kir ise: "Kayıp davan alan kimse bir sene boyunca onun sahibini aramak zo­rundadır. Bu vaciptir. Bîr sene geçer, sahibi gelmezse bu durumda onun malı olur." der.

Birinci grubun görüşü, hem koyunu bulanın, hem de onun asıl sahibinin menfaatına uygunluğu açısından fıkhın ruhuna daha yakındır. Çünkü hay­vanı bir sene boyunca yanında tutup onun için masraf yapacak olan kimse, şayet bu masrafları sahibinden alacak olsa, o kimse belki koyunun kıymeti­nin .birkaç katı borçlanmış olacak. Şayet bu masrafları alamayacak olsa bu sefer de bulan kimse borçlu duruma düşecektir. Hayvanı kendi haline terke-der, almaz dersek, bu durumda da kurt parçalayacak ve telef olacaktır. Hal­buki Allah Teâlâ malın ziyan olmasını emretmez.

Soru: Sizin tercih ettiğiniz bu görüş, İmam AhmedMn ve arkadaşlarının görüşüne aykırı olduğu gibi bu koaadaki delile de muhaliftir.

İmam Ahmed'in görüşüne aykırılığı, Ebu Tâlib'in ondan naklettiği gö­rüşünde geçmişti. Yine Ebu Tâlib ondan, zaruret halinde bir ölü, bir de (usu­lüne uygun olarak) kesilmiş iki koyuna rastlayan kimse için şöyle dediğini nakletmiştir: "Ölü koyunun etinden yer, kesilmiş koyundan yiyemez, çünkü onun sahibi vardır." Bu sözüyle "onun sahibini araması gerekir." demek is­temiştir. Kesilmiş haldeki koyunun olduğu gibi bırakılmasını, alınmamasını vacip görürse canlı haldeki koyun hakkında böyle hükmetmesi daha evlâdır. İmam Ahmed'in arkadaşlarının sözüne muhalif olma durumu yukarıda geçinişti. Delile muhalif olmasına gelince, Abdullah b. Amr hadisinde şöyle de­nilmektedir: "Ya Rasûlallah! Koyunun kayıp olanı hakkında ne dersin?" di­ye sorduklarında buyurdular ki: "O senin veya kardeşinin ya da kurdundur. Kardeşinin kaybım sakla." Bir başka metinde ise: "Kayıbmı kardeşine iade et." buyurdu176* Bu hadis kayıp koyunun kesilmesini ve satılmasını menet­mektedir.[306]

Cevap: tmam Ahmed'in görüşünde, tariften (koyunun sahibim bulma çabası) daha fazlası yoktur. Öte yandan: "Bulan kimse yemek, satmak ve saklamak durumları arasında muhayyerdir." diyenler ise, tarifin gerekmedi­ğini söylemiyorlar. Bilâkis, kesip yese veya satsa bile alâmetleri ve işaretle­riyle tarife devam etmelidir, diyorlar. Sonunda sahibi çıkıp gelirse kıymetini öder. İmam Ahmed'in: "Onu tarif eder (sahibini arar)" sözü; koyun canlı olarak tarif eder veya bir zimmette teminat altına alınmış ve hem sahibinin hem de bulanın menfaatına uygun olarak tarif eder şıklarından daha umû­midir. Özellikle yolculuk halinde böyle bir hayvan bulan kimseye bir sene bo­yunca hayvanı yanında tutarak tarifte bulunma mecburiyeti getirmekte Şâ-ri'in rıza göstermeyeceği ölçüde güçlük ve meşakkat vardır. Onu almayıp terketmek ise o hayvanı helak olmaya maruz bırakmaktır ki, bu da onun alın­ması emrine ve alınmadığı takdirde kurtların nasibi olacağının haber verilme keyfiyetine ters. düşer. Bu durumda, şu iki şıktan birini tercih mecburiyeti var­dır: Onu satıp parasını saklamak veya yemek, ya da benzerini veya kıymetini ödemek.

İmam Ahmed'in arkadaşlarına muhalif olmasına gelince, bu imamla­rın en büyüklerinden, Hanbelî mezhebinin büyük şeyhleriyle kıyaslanabile­cek diğer âlimi Ebu Muhammed el-Makdisî—kaddesallahu sirrahu—tahyîr'i (yukarda zikri geçen üç durum arasında muhayyer olma) tercih etmiş ve bu konuda en mükemmel şekilde ve en isabetli kararı vermiştir.

Delîle (yukarda zikredilen hadise) muhalif olmasına gelince, deriz ki: O şer'î delilde, yolculukta veya çölde bulunup alınan hayvanın satılmasını veya yenilmesini yasaklayan, bir sene boyunca onu alıkoyup sahibini aramayı ve —ister masraflarını alsın ister almasın— onun yem giderlerini karşılamayı vacip kılan hüküm nerede? Bırakın bu konuda delil bulunmasını, şeriatta bile böy­le bir hüküm yoktur. Rasûlullah'm (s.a.): "Kardeşinin kayıbını sakla" sözü, o hayvanı kendisi alıp sahibinin hakkını çiğnememesi gerektiği hususunu açıkça ifade etmektedir. O koyunu satmak ve parasını saklamak, onu bir sene bo­yunca yanında tutup sahibini aramaktan, bu arada da ona harcama yapıp kıymetinin birkaç katı sahibini borçlandırmaktan daha hayırlı olunca, onu alıkoyup sahibine geri verme hususu da muhayyerlik sının içimledir, Hadis-i şerif, mânası ve kuvvetiyle bunu gerektirmektedir. Bu durum apaçıktır. Ba­şarı Allah'tandır.

3— Yitik devenin alınması caiz değildir. Ancak çok küçük bir yavru dair, kendisini kurt vb. yırtıcı hayvanlara karşı koruyamayacak durumda oi hadisin mânasmdaki delâlet ve tenbih sebebiyle, onun hükmü de koyuîjün hükmü gibidir. (Yani alınmasında bir sakınca yoktur). [307]

 

24— Zî Mürre Heyetinin Gelişi;

 

Zî Mürre heyeti, on üç kişi olarak, Haris b. Avf in başkanlığında Rasû-lullah'a (s.a.) geldiler[308] ve dediler ki: "Ya Rasûlallah! Biz senin kavminde-niz ve seninle akrabayız. Biz, Lüey b. Gâliboğulları kavmindeniz." Rasûlul-lah (s.a.) tebessüm buyurup Hâris'e dedi ki: "Aileni nerede bıraktın?" Ha­ris: "Selah[309] ve civarında." dedi. Rasûlullah (s.a.): "Beldelerinizin duru­mu nasıl?" diye sordu. O da: "Valahi, kıtlık ve kuraklık içindeyiz, hayvan­ların ilikleri kurudu. Bizim için Allah'a dua et." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Allah'ım, onları suya kavuştur!" diye dua etti. Daha sonra birkaç gün kalıp beldelerine dönmek istediler. Rasûlullah'a (s.a.) gelip vedalaştılar. Hz. Peygamber (s.a.), Bilâl'e (r.a.) hediyelerini vermesini em­retti. Bilâl de onar ûkıyye gümüşle ikramda bulundu. Haris b. Avfa on iki ûkıyye verdi. Beldelerine döndüler ve yağmur yağmış olduğunu gördüler. Bu­nun üzerine ne zaman yağmur yağdığını sordular ve o günün Rasûlullah'm (s.a.) dua ettiği gün olduğunu öğrendiler. Bundan sonra beldeleri yeşerdi. [310]

 

25— Havlan Heyetinin Gelişi:

 

Hicretin 10. yılı Şaban ayında on kişilik Havlan heyeti Rasûlullah'a (s.a.)  geldiler ve: "Ya Rasûlallah! Biz kavmimizin temsilcileriyiz. Allah Teâlâ'ya  inanan ve Rasûlu'nü tasdik eden kimseleriz. Develerin böğürlerini yorarak  dağlan, ovalan aştık. Allah ve Rasûlü'nün üzerimizdeki nimeti sayesinde seni ziyarete geldik." dediler. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Bana gel­mek için katettiğiniz mesafede, her birinizin devesinin attığı her adım için bir mükâfat vardır. 'Seni ziyaret İçin' sözünüze gelince, kim beni Medine'de zi­yaret ederse, kıyamet gününde yanımda olacaktır." Dediler ki: "Ya Rasûlal-lah! Bu yolculukta bizim hiçbir kaybımız yoktur." Daha sonra Rasûlullah (s.a.): "Ammu Enes (Umyânis) ne yapıyor?" diye sordu. —Umyânis, Hav­lan kabilesinin taptığı bir puttu.— Dediler ki: "Müjdeler olsun ki Allah onun yerine senin getirdiğin dini koydu. Ancak birkaç ihtiyar kadın ve yaşlı erkek ona bağlı kaldı. înşaailah döndüğümüzde onu yıkacağız. Biz büyük bir alda­nış ve fitne içindeydik."

Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: "Gördüğünüz en büyük fitnesi ne idi?" Dediler ki: "Bir yıl çürümüş kemikleri yiyecek kadar kuraklığa uğramıştık. Gücümüzün yettiği kadar mal toplayıp yüz tane öküz satm aldık ve bir sabah Ammu Enes için kurban olarak keserek yırtıcı kuşlara bıraktık. Halbuki biz o kuşlardan daha aç ve ihtiyaç içindeydik. O sırada yağmur yağdı. Otların adam boyunca büyüdüğünü gördük. Bizden birisi: Ammu Enes bize nimet verdi, diyordu." Bu putları için hayvanlarından ve ekinlerinden ayırmış ol­dukları payı Hz. Peygamber'e (s.a.) anlattılar. Onlar, mallarından bir kısmı­nı putlarına, bir kısmını da kendi iddialarınca Allah'a adıyorlardı. Dediler ki: "Ekin ekerdik, ortasını Ammu Enes'e ayırırdık ve onun adını verirdik. Başka bir ekini de Allah'ın bölgesi olarak adlandırırdık. Rüzgâr dönerse (ekin iyi yetişirse) Allah'a ayırdığımız payı Ammu Enes'e verirdik, fakat aksi olur­sa Ammu Enes'in payını Allah'a vermezdik."

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), Allah'ın (c.c.) kendisine şu âyeti indir­diğini söyledi: "Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırdı­lar."[311] Sonra: "Ona gider mahkeme olurduk, o da konuşurdu." dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizinle konuşanlar şeytanlardır."

Daha sonra dindeki farzları sordular. Rasûlullah (s.a.) bunları teker te­ker haber verdi ve onlara, sözlerinde durmalarını, emânete riayet etmelerini, komşularına iyi davranmalarını ve hiç kimseye zulmetmemelerini emretti ve buyurdu ki: "Zulüm kıyamet gününde karanlıktır (sahibini karanlıklara bo­ğar)." Birkaç gün sonra gelip vedalaştilar. Rasûlullah (s.a.) hediyelerini ver­di ve dönüp kavimlerine gittiler. Oraya varır varmaz, daha yüklerinin düğü­münü çözmeden Ammu Enes'i yiktılar.[312]

 

26—  Muhâriboğullan Heyetinin Gelişi:             

 

Muhâriboğullan heyeti, Veda haccı yılında Hz. Peygamber'e (s.a.) gel­di. Rasûlullah (s.a.), hac mevsimlerinde kendisini diğer kabilelere tanıtıp on­ları İslâm'a davet ettiğinde Araplardan O'na en sert ve kaba davrananları bunlardı. On kişilik bir temsilci grubu Rasûluüah'a gelerek müslüman oldu­lar. Bilâl (r.a.) sabah ve akşam yemeklerim getiriyordu. Tâ ki bir gün Öğle­den ikindiye kadar Rasûlullah (s.a.) ile birlikte oturdular. Rasûlullah (s.a.) içlerinden birini tanıdı ve ona uzun uzun baktı. Muhâriboğulları kabilesin­den bu adam O'nun baktığını görünce dedi ki: "Ya Rasûlallah! Sanki beni tanımış gibisin." Rasûlullah (s.a.): "Seni görmüştüm." dedi. Adam dedi ki: "Evet vallahi, beni görmüş, benimle konuşmuştun. Ben de sana en çirkin söz­lerle konuşmuş ve Ukaz'da sen insanlar arasında dolaşırken, sana en çirkin şekilde karşılık vermiştim." Rasûlullah (s.a.) bütün bunları hatırlayarak: "Evet." dedi. Sonra adam dedi ki: "Ya Rasûlallah! O gün sana benden da­ha çok düşman ve İslâm'a benden daha uzak hiç kimse yoktu. Beni hayatta bırakıp seni tasdik etmeme imkân veren Allah'a hamdolsun. O gün, benimle beraber olanlar hep dinleri üzere öldüler." Rasûlullah (s.a.): "Kalpler, Al­lah Teâlâ'nın elindedir." buyurdu. Adam: "Ya Rasûlallah! Benim için istiğ­farda bulun." deyince, Rasûlullah (s.a.): "İslâmiyet kendinden önceki küf­rün kökünü kazır." buyurdu. Sonra ailelerinin yanına döndüler.[313]

 

27—  Suda Heyetinin Gelişi:                                         

 

Hz. Peygamber (s.a.) Cirâne'den döndükten sonra (hicrî 8. yıl) Suda heyeti geldi.

Rasûlullah (s.a.) daha önce bir askerî birlik hazırlamış, başlarına da Kays b. Sa'd b. Ubâde'yi geçirmiş, ona beyaz bir sancak ile siyah bir bayrak ver­mişti. Kanat denilen yerde dört yüz kişi olarak toplanmışlardı. Rasûlullah (s.a.) bu birliğe, Yemen taraflarındaki Sudâhlar üzerine gitmelerini emretmişti. Bu sırada o kabileden bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) gelmişti. Üzerlerine as­ker gönderildiğini öğrenince, Allah Rasûlü'ne (s.a.) gelip dedi ki: "Ben kav­mimin elçisi olarak geldim, askerlerini geri çek. Ben kavmimi sana getirece­ğim." Bu söz üzerine Rasûlullah (s.a.) Kays b. Sa'd'ı, Kanat denilen mevkiin taşından geri çevirdi.

Sonra Sudâlı olan bu adam kavmine gitti ve yanında on beş kişilik bir heyetle Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Sa'd b. Ubâde: "İzin ver benim konuğum olsunlar ya Rasûlallah!" dedi. Bunun üzerine onun yanında konakladılar. Sa'd b. \ bade onları, güzelce karşıladı ve kendilerine ikramda bulundu, hepsini giydirip kuşattı. Sonra hep beraber Rasûluüah'a (s.a.) gittiler. Müslüman ol­mak üzere bîatta bulunup dediler ki: "Biz geride kalan kavmimizi de temsil ediyoruz." Daha sonra kavimlerine döndüler. Aralarında İsiâmiyet hızla ya­yıldı. Veda haccmda yüz kişi olarak Rasûluilah'a (s.a.) geldiler. Vâkıdî bu bilgileri M ustalık oğullan ndan birinden rivayet etmiştir.

Sudâhlara mensup Ziyâd b. Hâris'ten de şu rivayeti nakletmiş tir: Ziyâd, Rasûlullah'a (s.a.) gelmiş ve; "Askerini geri çek, ben sana kavmimi getirece­ğim. " demiş, Rasûlullah (s.a.) da geri çekmiştir. Ziyâd der ki: Kavmimden bir heyet geldi. Rasûiullah (s.a.) bana dedi ki: "Ey Sudâlı kardeş, sen kavmi içinde kendisine itaat edilen biri misin?" Dedim ki: "Allarİ ve Rasûlü'nün (s.a.) sayesinde evet ya Rasûlallah." İşte bu Ziyâd, Rasûlullah (s.a.) ile bazı seferlere katılmış ve demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bir gece yürüyordu, biz de O'nunla beraber yürüyorduk. Ben kuvvetli bir adamdım. Ashabı dağılmaya başlamıştı. Ben hiç bineğinin yanından ayrılmadım. Seher vakti olunca ba­na: "Ey Sudâlı kardeş, ezan oku!" buyurdu. Ben de bineğimin üzerinde ezan okudum. Sonra yürüyüp gittik. Rasûlullah (s.a.) ihtiyacı için inmişti, sonra döndü ve-dedi ki: "Ey Sudâlı kardeş, suyun var mı?" Mataramda birazcık bulunduğunu söyledim. "Getir." dedi. Ben de götürdüm. "Dök!" dedi. Ma­taradaki suyu bir çanağa boşalttım. Ashabı oraya üşüşmeye başladı. Sonra elini o çanağa daldırdı. Bir de gördüm ki, her iki parmağının arasından kay­nak fışkırıyor. Sonra dedi ki: "Ey Sudâlı kardeş! Şayet ben Rabbim azze ve celle'den utanmasaydım, hepimizin susuzluğunu giderirdik ve hepimiz de kana kana içerdik." Sonra abdest aldı ve: "Ashabıma, kimin abdest alacak suya ihtiyacı varsa buraya gelmesini ilan et!" Hepsi geldiler. Sonra Bilâl kamet getirmeye başlayınca Rasûlullah (s.a.): "Sudâlı kardeş ezan okudu; kim ezan okursa kameti de o getirir." buyurdu. Kalkıp kamet getirdim. Sonra Rasû­lullah (s.a.), öne geçip bize namaz kıldırdı.

Beni kavmime emîr tayin etmeden önce,, bana bu hususta bir yazı yaz­masını istemiştim, O da yazmıştı. Namazım bitirdikten sonra bir adam kalk­tı ve Peygamberimizin kendilerine tayin ettiği emîrinden şikâyette bulundu ve dedi ki: "Ya Rasûlallah! Cahiliyye devrinde aramızda bir düşmanlık var­dı, bizi onunla cezalandırdı." Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Müslüman bir adam için emirlikte hayır yoktur." Sonra bir başka adam kalktı ve: "Ya Ra­sûlallah! Bana zekâttan pay ver." dedi. Rasûlullah (s.a.) ona da şöyle dedi:

"Allah Teâlâ zekâtın taksimini, ne bir büyük meleğine, ne de bir peygambe­rine bırakmıştır. (Bizzat kendisi) zekâtı sekiz sınıfa taksim etmiştir. Şayet sen, o sekiz sınıftan biri isen, vereyim; şayet değilsen, o zaman zekât, senin başın­da bir ağrı ve karnında bir derttir." Kendi kendime dedim ki: Bu iki haslet ha! Müslüman bir adam olarak emîr olmayı istemek, zengin bir adam olarak zekât istemek! Bu düşünce üzerine Rasûlullah'a (s.a.) dedim ki: "İşte bana yazdığın iki yazı, bunları benden geri al." Rasûlullah (s.a.): "Niçin?" dedi. Dedim ki: "Ya Rasûlullah! Ben müslüman bir adam olarak 'Müslüman bir adam için emirlikte hayır yoktur' dediğini duydum. Ve zengin bir kimse ola­rak: 'Kim ihtiyacı olmadığı halde zekât isterse, başında bir ağrı ve karnında bir dert olur.' buyurduğunu duydum." Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Söy­lediğim şeyler, aynen öyledir." Sonra yazıların iadesini kabul etti ve bana dedi ki: "Bana kavminden emîr tayin edebileceğim birini göster." Ben de birini tavsiye ettim, onu tayin etti. Dedim ki: "Ya Rasûlallah; bizim bir kuyumuz var, kış olunca suyu yetiyor, ama yazın az geliyor ve suya muhtaç hale geli­yoruz. Aramızdaki müslümanların sayısı az ve biz korkuyoruz. Allah Teâ-lâ'ya bizim için kuyumuz hakkında dua et." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Bana yedi küçük taş ver." dedi, ben de verdim. Taşlan aldı, avucun-da oğuşturup bana verdi ve: "Oraya vardığın zaman besmele çekerek bunla­rı tane tane kuyuya at." dedi. Dediğini yaptım. Şu ana kadar hiç susuzlukj çekmedik.[314]

Bu olaydan çıkarılacak fıkhî hükümler:               

1— Askere bayrak ve sancak vermek müstehaptır. Sancağın beyaz ol­ması müstehap, bayrağın siyah olması ise kerahatsiz caizdir.

2— Bir kişinin haberi kabul edilir. (Yani en az iki kişi olmaları şart ko-j şulmaz.) Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), yalnızca Sudanlardan bir kişinin haberi üzerine askeri geri çağırdı.                                                               

3—  Bütün bir gece ezan vaktine kadar yol yürümek caizdir. Çünkü kelimesi, gece yürümek demektir ve gece yarısından sonrası içir kullanılmaz.

4— Binek üzerinde ezan okumak caizdir.

5— Devlet başkanının abdest için tebaasından su istemesi caizdir, bu di­lenmek sayılmaz.

6—  Su temin etmek için çaba göstermeden teyemmüm yapılmaz.

7— Hz. Peygamber (s.a.) elini suya daldırır daldırmaz parmaklarının ara­sından su fışkırmıştır. Bu, apaçık bir mucizedir. Câhillerin zannına göre bu su, parmaklan yarıyor ve kanı ile etinin arasından çıkıyordu. Halbuki öyle değildir. Elini kaba koyar koymaz, Allah'ın ihsan ettiği bereket ve inayet ile, parmaklarının arasından su fışkırıyordu. Bu hal, ashabının huzurunda defa­larca vukûbulmuştur.

8— Sünnete göre kameti, ezam okuyan kimsenin getirmesi gerekir. Bir kişinin ezan okuması, bîr başkasmın kamet getirmesi de caizdir. Abdullah b. Zeyd kıssasında anlatıldığı üzere Abdullah, rüyasında gördüğü ezanı Ra-sûlullah'a (s.a.) haber verince: "Bilâl'e öğret." dedi, o da ona öğretti. Sonra Bilâl (r.a.) kamet getirmek istedi. Abdullah b. Zeyd dedi ki: "Ya Rasûlallah! (Bu rüyayı) ben gördüm ve kamet getirmek istiyorum." O da: "Kamet ge­tir!" buyurdu. O kamet getirdi. Bilâl (r.a.) ezan okudu. Bu hadisi îmam Ah-med (r.a.) j kaydetmiştir.[315]

9— Devlet başkanının emîrliğe talip olan birisini lâyık gördüğü takdirde bu göreve tayin etmesi caizdir, o kimsenin bu görevi istemesi tayinine engel teşkil etmez. Bu durum, bir başka hadisteki: "Biz işimize, isteyeni tayin et­meyiz. "[316] ifadesi ile çelişmez. Çünkü Sudâlı şahıs kavmine emîr olmayı is­temişti ve kavmi içinde sevilen, itaat olunan bir kimseydi. Maksadı, kavmini ıslâh etmek, onları İslâm'a davet etmekti. Rasûlullah (s.a.) onu tayin etmeyi maslahata uygun gördü ve ona olumlu cevap verdi. Diğer şahsın ise şahsî men­faat ve çıkar duygularıyla bu göreve talip olduğunu görünce, onu bu görev­den uzak tuttu.

10— Tebaanın, zalim valileri devlet başkanına şikâyet etmeleri ve onla­rın bu davranışlarını ayıplamaları caizdir. Valiliği (ve benzeri idarî görevleri) terketmek bir müslüman için o görevi yapmaktan daha hayırlıdır. Bir kişi ze­kât almaya muhtaç olduğunu söylerse, aksi ortaya çıkmadıkça, beyanına da­yanılarak kendisine zekât verilir.

11— Bir kişi, tek başına zekât verilebilecek sekiz sınıftan bir sınıf olabi­lir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.): "Allah zekâtı sekiz kısma ayırmıştır, şayet o kısımlardan birisi isen veririm." buyurmuştur.

12— Devlet başkanının, tayin ettiği bir görevlinin istifasını kabul etmesi caizdir.

13— Devlet başkam,yapacağı tayinlerde, o konuda görüşü olan arka­daşlarıyla istişarede bulunur.

14— Mübarek bir su ile abdest almak caizdir. Suyun mübarek olması ! onunla abdest alınmasının mekruh olmasını gerektirmez. Bu esasa göre, zem-izem ile ve Kabe'nin üzerinden akan su ile abdest almak da mekruh değildir. [317]

 

28— Gassanlılann Gelişi:

 

Hicretin 10. yılı Ramazan ayında Gassanlılar'dan üç kişi gelip müslü­man oldular ve: "Bilemiyoruz, kavmimiz bize uyar mı, uymaz mı?" dediler. Kayser'e yakın olarak durumlarını korumak istiyorlardı. Rasûlullah (s.a.), hediyeler vererek ikramda bulundu ve dönüp kavimlerine gittiler. Fakat ka­vimleri kendilerine uymadılar. Bunun üzerine Medine'den dönen elçiler müs-lümanlıklannı gizlediler. İki tanesi müslüman olarak vefat etti. Üçüncüsü ise, Yermük savaşında Hz. Ömer'e (r.a.) yetişti ve Ebu Ubeyde ile karşılaşıp müs­lüman olduğunu haber verdi. O da ona ikramda bulundu.[318]

 

29— Selâmân Heyetinin Gelişi:

 

Selâmân heyeti, yedi kişi olarak Hz. Peygambere (s.a.) geldi. Araların­da Hubeyb b. Amr da vardı. Hepsi müslüman oldu. Hubeyb: "Ya Rasûlal­lah, amellerin en faziletlisi hangisidir?" diye sordu. Hz, Peygamber (s.a.): "Vaktinde kılınan namazdır." buyurdu. Sonra uzun bir hadis zikretti. O gün, öğle ve ikindi namazını beraber kıldılar. İkindi namazı, öğle namazından da­ha hafifti. Sonra Rasûlullah'a (s.a.) beldelerindeki" kuraklıktan şikâyet ettiler. Allah Rasûlü (s.a.) elini kaldırmadan: "Allah'ım; onları yurtlarında su­ya kavuştur." diye dua etti. Ben dedim ki: "Ya Rasûlallah! Elini kaldır, o daha bereketli ve daha güzel olur." Rasûlullah (s.a.) bu söz üzerine tebes­süm buyurdu ve koltuk altları görülünceye kadar kollarım kaldırdı. Sonra O kalktı, biz de kalktık. Orada uç gün kaldık, ikramlar devam ediyordu. Sonra vedalaştık. Bu esnada bize hediyeler verilmesini emretti ve her birimize beş ûkıyye verdi ve buna rağmen Bilâl (r.a.), bizden özür dileyerek dedi ki: "Bu­gün yeterli malımız yok." Biz: "Bu verdikleriniz ne kadar çok ve ne kadar güzel." dedik. Sonra dönüp memleketimize gittik ve gördük ki Rasûlullah'm (s.a.) dua ettiği gün ve saatta yağmur yağmış. Vâkidî dedi ki: Heyetin gelme­si, hicretin 10. yılı Şevval ayında idi.[319]

 

30— Absoğullarının Gelişi:                                                      

 

Absoğullan heyeti gelip Rasûlullah'a (s.a.) dediler ki: "Ya Rasûlallah! Kârilerimiz (yeni müsiüman olanlara Kur'an öğretmekle görevlendirilenler) geldi ve hicret etmeyenin müslümanlığında hayır olmadığını haber verdiler. Bizim mallarımız, hayvanlarımız var, onlar bizim geçim kaynağımız. Eğer hic­ret etmeyenin müslümanlığında hayır yoksa, bizim mallarımızda hiç hayır yok demektir. Biz de bu durumda hepsini satar ve hepimiz hicret ederiz." Rasû­lullah (s.a.) buyurdu ki: "Nerede olursanız olunuz, Allah'tan korkunuz. Böyle olursanız Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez." Sonra Rasûlullah (s.a.) onlara, Halid b. Sinan'ı ve neslinin olup olmadığını sordu. Neslinin kalma­dığını, kendinden sonraya bir kızının kaldığını ve onun da neslinin kalmadı­ğın? haber verdiler. Rasûlullah (s.a.) ashabına, Halid b. Sinan'ı anlatmaya başladı ve: "Kavminin zayi ettiği bir peygamber." dedi.[320]

 

31—  Gâmidlilerin Gelişi:

 

Vâkidî der ki: Hicretin 10. yılında on kişilik Gâmid heyeti Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Bakîu'l-Garkad'da konakladılar. O zamanlar orası ağaçlık bir yerdi. Sonra Rasûlullah'a (s.a.) geldiler ve yaşça en küçük olanlarını binekle­rinin yanında bıraktılar. O da uyudu. Bir aralık bir hırsız gelip içinde heyet-tekilerden birine ait elbiselerin bulunduğu bir torbayı çaldı.

Temsilciler, Rasûluilah'ın (s.a.) yanına varıp selâm verdiler ve hepsi İs­lâm'ı kabul ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) de onlara, İslâm'ın emir ve yasak­larını ihtiva eden bir yazı yazdı. Sonra onlara dedi ki: "Bineklerinizin yanına kimi bıraktınız?" Onlar da: "En gencimizi ya Rusûlallah!" dediler. İçlerin­den birisi: "Benden başka kimsenin torbası yok ya Rasûlallah!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: " O torba oradan alındı, sonra geri yerine ko­nuldu."

Temsilciler süratle bineklerinin yanına geldiler. Arkadaşlarını bulup Ra­sûluilah'ın (s.a.) haber verdiği hususu sordular. O da şunu anlattı: "Uyku­dan irkilerek uyandım. Torbayı kaybetmiştim, aramaya başladım. Bir de bak­tım ki, uzakta bir adam oturmaktaydı. Beni görür görmez koşmaya başladı. Bende onun oturduğu yere kadar gittim, bir de baktım ki bir çukur izi var, çukuru açınca kayıp torbayı buldum ve çıkardım." Temsilciler bütün bunla­rı dinledikten sonra dediler ki: "O'nun, Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederiz. O bize, bu torbanın hem alındığını hem de geri geldiğini haber ver­mişti." Bunun üzerine bineklerinin yanında bıraktıkları genç de gelip müsiü­man oldu. Rasûlullah (s.a.) Übey b. Kâ'b'dan, onlara Kur'an öğretmesini istedi. Daha sonra, herkese verdiği gibi onlara da hediyelerini verdi ve dönüp gittiler.[321]

 

32— Ezd Heyetinin Gelişi:                                

 

Ebu Nuaym, Ma'rifetü's-Sahâbe adlı eserinde, Hafız Ebu Musa da Ah-med b. Ebi'l-Havârî hadisinden şu rivayette bulunmaktadırlar: Ebu Süley­man ed-Dâranî, Alkame b. Yezîd b. Süveyd el-Ezdî—babası yoluyla dedesi Süveyd b. Hâris'in şöyle söylediğim nakletmektedir: "Kavmimi temsîlen Ra­sûlullah'a (s.a.) gelen yedi kişilik heyetin içinde yedinci kişi idim. Yanına gi­rip konuştuğumuz zaman, halimiz ve vakarımız hoşuna gitti. Bize: "Siz, kim­lersiniz?" dedi. "Mü'minleriz" dedik. Hz. Peygamber (s.a.) tebessüm etti ve: "Her sözün bir hakikati vardır, sizin sözünüzün ve imanınızın hakikati nedir?" diye sordu. Biz şöyle cevap verdik: "On beş haslettir. Bunlardan be­şine inanmamızı senin elçilerin bize emretti. Beşini yapmamızı sen emrettin, beşini de cahiliyye devrinde ahlâk edinmiştik. Şu anda onları koruyoruz, an­cak o beş ahlâk içinde senin hoşlanmayacaklarım terkederiz." Bunun üzeri­ne Allah Rasûlü (s.a.): "Elçilerimin inanmanızı emrettiği beş şey nedir?" di-/ç sordu. "Bize Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten

sonra dirilmeye inanmamızı emrettiler." dedik. "Yapmanızı emrettiğim beş şey nedir?" diye sordu. "Bize 'Lâ ilahe ilallah = Allah'tan başka ilâh yoktur' dememizi, namaz kılmamızı, zekât vermemizi, Ramazan'da oruç tutmamızı, gücü yetenlerimizin hacca gitmesini emrettin." dedik. "Peki cahiliye devrin­de kazandığınız beş ahlâk hangisidir?" diye sordu. "Bolluk anında şükret­mek, belâ anında sabretmek, kazaya (Allah'ın takdiri sonucu olan şeylere) rıza göstermek, düşmanla karşılaşılan yerlerde sebat ve tahammülü elden bı­rakmamak, düşmanın hezimetine sevinmeyi veya galibiyetine üzülmeyi ter-ketmek." dediler. Bu sözlerden sonra Rasûlullah (s.a.): "Hikmet ve ilim sa­hibi kimseler; derin ve ince anlayışları sebebiyle nerdeyse peygamber olacak­larmış." dedi ve sonra şöyle buyurdu: "Ben size beş haslet daha ilâve ede­yim, şayet dediğiniz gibi (on beş haslete sahip) iseniz yirmiye tamamlansın: 1) Yiyemiyeceğiniz şeyi toplamayınız. 2) Oturamayacağımz meskenleri yap­mayınız. 3) Yarın elinizden çıkacak şeyler uğrunda birbirinizle yarış etmeyi­niz. 4) Kendisine döndürüleceğiniz ve arz edileceğiniz Allah'tan korkun. 5) Önünüzde bulunan ve içinde ebedî olarak kalacağınız cennete rağbet edin." Daha sonra Rasuluilah'ın (s.a.) yanından ayrıldılar bu tavsiyeleri ezberleyip gereğine göre yaşadılar.[322]

 

33— Müntefikoğullan Heyetinin Gelişi:

 

İmam Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının Müsned'indeki ri­vayetinde dedi ki: İbrahim b. Hamza.b. Muhammed b. Hamza b. Mus'ab b. ez-Zübeyr ez-Zübeyrî bana bir yazı yazdı —ve orada dedi ki—: Sana şu hadisi yazdım. Ben onu sana yazdığım şekliyle —hocamdan— dinlemiş ve ona dinietmiştim. Sen de benden almış olarak başkalarına rivayet et: Abdur-rahman b. el-Muğîre el-Hızâmî, Abdurrahman b. Ayyaş es-Semaî el-Ensârî— Delhem b. Esved b. Abdillah b. Hâcib b. Âmir b. Müntefik el-Ukaylî— babası—amcası Lakiyt b.Âmir yoluyla ve yine Delhem, Ebu'î-Esved b. Ab­dillah ve Âsim b. Lakıyt yoluyla yaptığı rivayette şöyle demiştir: Lakiyt b. Amir temsilci olarak Rasûlullah'a (s.a.) gitmek üzere yola çıktı. Yanında da Nehîk b. Âsim b. Mâlik b. el-Müntefik adında bir arkadaşı vardı. Lakıyt dİ-yor ki: Ben ve arkadaşım yola çıktık ve Rasûlullah'a (s.a.) geldik. Sabah na­mazını yeni bitirmişken yanına vardık. O da ashabına hitap etmek için ayağa kalkmıştı, dedi ki: "Ey insanlar; dört günden beri sesimi çıkarmamıştım. Bu gün dinleyiniz. Hiç aranızda kavminin elçi olarak gönderdiği ve ona, (Rasû-lullah'ın (s.a.) dediklerini, bize bildir.' dediği kimse var mı? Orada birisi var, kendi kendine konuşması (veya arkadaşıyla konuşması)onu oyalıyor, ya da kaybolan bir şeyini düşünmek onu meşgul ediyor, ben o kayıptan mesulüm, tebliğ ettim mi? Dinleyiniz hayat bulunuz; oturunuz." Bu sözler üzerine her­kes oturdu. Ben ve arkadaşım kalktık, Rasûlullah (s.a.) kalbi ve gözüyle bize yönelince dedim ki: "Ya Rasûlallah! Gayb ilminden bir şey bilir misin?" Ra-sûlullah (s.a.) güldü. Allah'a yemin olsun ki, kaybettiğim şeyi aradığımı bil­di ve: "Rabbın, beş gaybin ilmini kendine alıkoydu, onları Allah'tan başka kimse bilmez." buyurdu. Bu esnada eliyle de işarette bulundu. "Onlar neler­dir, ya Rasûlallah?" diye sordum. Buyurdu ki: "1) Ölümün bilgisi. Sizden birinin ölümünün ne zaman olacağını O bilir, siz bilemezsiniz. 2) Ana rah­mindeki meninin bilgisi. Onu Allah bilir, siz bilemezsiniz. 3) Yarın olacak şeylerin bilgisi. Allah ne yiyeceğini (yani yarınki rızkını) bilir, sen bile­mezsin. 4) Yağmurun yağacağı günün bilgisi. Allah size bakar, siz korku ve susuzluk içindesinizdir. Yağmurunuzun yağmasının yakm olduğunu bilir ve halinize gülmeye devam eder.'* Lakıyt diyor ki: Bunun üzerine dedim ki: "Hay­ra gülen Rabdan ümidimizi kesmeyeceğiz." Hz. Peygamber (s.a.) devamla: "5) Kıyamet gününün bilgisi." dedi. "Ya Rasûlallah! Bildiğin ve insanlara öğrettiğin şeyleri bize de öğret. Biz, tasdik ettiğimizi kimsenin tasdik etmedi­ği bir topluluktanız. Ne bizden daha kalabalık olan Mezhıc, ne bize tâbi olan Has'amlılar, ne de bizim kendi aşiretimiz, hiçbiri bizi tasdik etmez." dedik. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Yaşadığınız kadar yaşayınız, sonra peygam­beriniz vefat eder, sonra yine bir müddet kalırsınız. Sonra kuvvetli bir ses gönderilir, Rabbına yemin olsun ki, yeryüzünde hiçbir şey bırakmaz. Rab-bmla beraber olan melekler de vefat eder. Ve Rabbın azze ve celle arzda do­laşır, bütün beldeler boşalır, yalnız Rabbın kalır. Rabbm, arşının katından gökyüzünü gönderir de gökyüzü durmadan yağmur yağdırır, ilâhına yemin olsun ki, yeryüzünde ne düştüğü yerde bir maktul (öldürülen kimse), ne de defnedildiği yerde bir meyyit bırakır, hepsinin kabirlerini yarar ve onları baş­larının bulunduğu yerde oturur vaziyete getirir. Bunun üzerine Rabbın: Meh-yem? (yani durumun nedir, işin nedir, nerede idin?) der. Kul da der ki: 'Ya Rabbi, dün-bugün. Kul bu sözüyle, dünya hayatıyla ve ailesiyle olan bera­berliğinin çok yakın olduğunu (yani ölmesiyle dirilmesi arasında çok kısa bir müddet geçtiğini) kasdeder. "Ya Rasûlallah! Bizi, çürüdükten, rüzgâr ve yırtıcılar parçaladıktan sonra (Allah) nasıl toparlayacak?" dedim. Hz. Peygamber (s.a.): "Bunun misâlini Allah'ın nimetlerinden yereyim: Yeryüzüne bakıyor­sun, çorak ve taşlık" dedi. "Artık orası asla hayat bulamaz." dedim. Allah Rasûlü (s.a.) devamla: "Sonra Allah oraya yağmur gönderiyor, birkaç gün sonra otlar bitmiş olarak görüyorsun. İlâhına yemin oJsun ki O, yeryüzünün bitkisini bir araya getiren sudan, sizlerin parçalarınızı bir araya getirmeye daha çok muktedirdir ve (siz O'nun kudretiyle) kabirlerinizden ve cesetlerinizin bulunduğu her yerden çıkarsınız ve O'na bakarsınız. O da size bakar." bu­yurdu. "Ya Rasûlallah! O tek varlık, biz ise bütün yeryüzünü dolduruyoruz, bu vaziyette nasıl olur da O bize, biz de O'na bakarız?" dedim. Hz. Peygam­ber (s.a.): "Bunun misâlini Allah'ın nimetlerinden vereyim: Güneş ve ay Al­lah'ın küçük bir âyeti (O'nun varlığının deliü)dir. Siz o ikisini de aynı zamanda görebiliyor ve onları görmekten dolayı bir zarara da uğramıyorsunuz. îlâhı-na yemin olsun ki O, güneşin ve ayın kendilerini göstermelerinden ve bunlar­dan dolayı da bir zarara uğramamanızdan, sizi görmeye ve sizin de O'nu gör­menize daha çok muktedirdir." buyurdu. "Ya Rasûlallah! Rabbımıza kavuş­tuğumuz zaman bize ne yapacak?" dedim. "Hiçbir sırrınız O'na kapalı kal­mamış olarak O'nun huzuruna çıkarılırsınız. Rabbın azze ve celle eliyle bir avuç su alacak ve sizin bulunduğunuz tarafa serpecek, İlâhına yemin olsun ki, o suyun hiçbir damlası hedefini şaşırmadan yüzlerine isabet edecek. Müs-lümanın yüzü bu suyla beyaz bir çarşaf gibi olacak. Kâfire gelince, onun da yüzüne su serpecek, onun yüzü de simsiyah kömür gibi olacak. Sonra Pey­gamberiniz oradan ayrılır ve sâlih kimseler O'nu takip ederler. Sonra ateşten bir köprüye doğru yürürler, sizden biriniz ateş parçasına basar ve acısından 'uff der. Rabbm azze ve celle: 'Evet.' der. Daha sonra peygamberinizin ha­vuzu başına, daha Önce hiç görmediğim bir şekilde susamış olarak gelirsiniz. İlâhına yemin olsun ki, sizden biriniz elini uzatır uzatmaz eline bir bardak düşer; onu, yorgunluk, idrar ve her türlü sıkıntıdan kurtarır. Güneş ve ay gizlenir, onlardan hiçbirini görmezsiniz." buyurdu. "Ya Rasûlallah! (Bütün bunları) ne ile göreceğiz?" dedim. "Şu andaki görüşünün bir benzeriyle; gü­neşin doğması yeryüzünü aydınlatıp, dağlara vurması esnasında gördüğün gi­bi." buyurdu. "Ya Rasûlallah! Kötülüklerimizin ve iyiliklerimizin karşılığı­nı ne ile göreceğiz?" dedim. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "İyiliklerinizin kar­şılığım on katıyla göreceksiniz, kötülüklerinizin karşılığını da bir katıyla gö­receksiniz, bu arada Allah tamamını da affedebilir." Dedim ki: "Ya Rasû-lailah! Cennet ve Cehennem nedir?" Dedi ki: "İlâhına yemin olsun ki, Ce­hennemin yedi kapısı vardır, sadece iki kapısı arasındaki mesafeyi atlı bir kimse yetmiş yılda kateder. Cennetin sekiz kapısı vardır, onun da iki kapısı arasın­daki mesafeyi bir atlı yetmiş senede kateder." Dedim ki: "Ya Rasûlallah!

Çenette neler göreceğiz?" Dedi ki: "Süzülmüş baldan nehirler, başağrısına ve pişmanlığa sebep olmayan şaraptan ırmaklar, tadı bozulmamış sütten ve özellikleri değişmemiş sudan ırmaklar ve meyveler göreceksiniz. İlâhına ye­min olsun ki, burada bildiğiniz her şey ve onları benzerlerinden daha hayırlı her şeyi bulacaksınız, bunların yanı sıra tertemiz zevceler olacak." Dedim ki: "Ya Rasûlallah! Bize orada muslıha (Allah'ın rızasını kazanan) eşler mi ola­cak?" Dedi ki: "Saliha kadınlar sâlih olan erkeklere aittir." Bir diğer metin­de: "Saliha kadınlar sâlih olan erkeklere aittir, aynen dünyada olduğu gibi birbirinizden zevk duyarsınız, ancak orada doğum yoktur." Dedim ki: "Ya Rasûlallah! En çok ulaşacağımız ve en son varacağımız nokta neresidir?" Hz. Peygamber (s.a.) bu soruya cevap vermedi. Dedim ki: "Ya Rasûlallah! Sana ne üzerine bîat edeyim.?" Hz. Peygamber (s.a.), elini uzattı ve dedi ki: "Na­maz kılmak, zekât vermek, müşrikleri terketmek ve Allah'tan başkasını ilâh tanımamak ve O'na şirk koşmamak üzere." Dedim ki: "Ya Rasûlallah! Do­ğu ile batı arasındakiler bizimdir." Ben bu sözü söyleyince, bana veremeye­ceği bir şeyi şaft koşacağımı zannederek elini çekti, ben de sözüme devam ederek dedim ki: "Dilediğimiz yere konaklarız. Herkesin günahı kendi aley­hine işler." Bunun üzerine elini (tekrar) uzatıp: "Dilediğin yere konaklaya­bilirsin, senin aleyhine kendi nefsinden başkası günah işleyemez." Sonra Ra-sûlullah'ın (s.a.) yanından ayrıldık. Daha sonra Rasûlullah (s.a.), onun hak­kında dedi ki: VGüzel, güzel. îlâhına yemin olsun ki, dünya ve âhirette in­sanların en takvâhsı." Bekr b. Kilâboğullarından Kâ'b b. el-Hudriyye dedi ki: "Kim onlar yâ Rasûlallah!" Buyurdu ki: "Müntefikoğullan, Müntefiko-ğullan, Müntefikoğulîarı. Bunun ehli onlardır." Lakıyt diyor ki: "Döndük, sonra ben Rasûlullah'a (s.a.) yöneldim ve dedim ki: "Yâ Rasûlallah! Geçip gidenlerden herhangi birinin cahiliye devrinde hayrı var mıdır?" Kureyş aha­lisinden biri dedi ki: "Vallahi, baban el-Müntefık cehennemdedir." (Soruyu soran ve kendisine böyle cevap verilen adam) der ki: Herkesin içinde babama böyle söylemesinden dolayı sanki yüzümün eti ile derisi arasına bir ateş düş­tü ve hemen: Ya senin baban yâ Rasûlallah? demek istedim. Fakat başka türlü sormayı daha güzel gördüm ve dedim ki: "Ya Rasûlallah! Ya senin ailen?" Dedi ki: "Allah'a yemin olsun ki benim ailem de öyledir. İster Âmiri, ister Kureyşli olsun, hangi kabrin başına gelirsen de ki: Beni sana Muhammed gön­derdi. Seni üzen şeyi haber vereyim, yüzünün ve karnının üzerinde cehenne­me sürükleniyorsun." Dedim ki: "Ya Rasûlallah! Onları bu duruma düşü­ren sebep nedir? Onlar en iyisini yaptıklarını zannettikleri işler yapıyorlar ve kendilerini, ıslâh için çalışan kimseler sanıyorlardı." Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Bunun sebebi şudur: Allah, her yedi ümmetin (neslin) sonunda bir pey­gamber gönderir. Kim peygamberine isyan ederse sapıklığa düşenlerden olur;kim de peygamberine itaat ederse hidayete erenlerden olur."[323]

Bu, büyük ve azametli bir hadistir. Hadisin azameti, celâleti ve yüceliği, onun peygamberlik çerağından çıktığını göstermektedir. Abdurrahman b. Mu-ğîre b. Abdirrahman el-Medenî hadisinden başka yolla bilinmemektedir. On­dan İbrahim b. Hamza ez-Zübeyrî rivayet etmiştir. Bu şahısların her ikisi de Medine'deki âlimlerin büyüklerindendir ve Sahih'te hadisleriyle delil getiri­len sika râvilerden sayılmışlardır. Ehl-i hadisin imamı Mühammed b. İsmail el-Buharî, bu iki şahısla da delil getirmiştir. Ehl-i sünnet imamları bu hadisi kitaplarında rivayet etmişler, kabul edip teslimiyetle önünde boyun eğmişler ve hiçbiri, ne hadisi ne de hadisin râvilerinden harhangi bir şahsı ta'n (hadi­sin sıhhatma zarar veren kusur isnad) etmişlerdir.

Hadisi rivayet edenler şunlardır:

1— İmam (Ahmed b. Hanbel)in oğlu îmam Ebu Abdirrahman Abdillah b. Ahmed b. Hanbel babasının Müsnecf inde ve es-Sünne adlı kitabında bu hadisi zikretmiş ve şöyle demiştir: İbrahim b. Hamza b. Mühammed b. Hamza b. Mus'ab b. ez-Zübeyr ez-Zübeyrî bana şunu yazdı: "Sana bu hadisi yaz­dım. Ben onu arz (hocasına dinletme metodu) ve sema* (hocası okurken onu dinleme) yoluyla sana yazdığım gibi öğrendim, sen de onu benden rivayet et."

2— Büyük hadis hafızı Ebu Bekir Ahmed b. Amr b. Ebî Âsim en-Nebîl, es-Sünne adlı kitabında rivayet etmiştir.

3— Hadis hafızı Ebu Ahmed Mühammed b. Ahmed b. îbrahîm b. Sü­leyman el-Assâl, el-Ma'rife adlı kitabında.

4— Bulunduğu devrin hadis hafızı ve büyük muhaddisi Ebu'l-Kâsım Sü­leyman b. Ahmed b. Eyyûb et-Tebarânî birçok kitabında.

5— Hadis hafızı Ebu Mühammed b. Abdillah b. Mühammed b. Hay-yân Ebu'ş-Şeyh el-Isbehânî, es-Sünne adlı eserinde.

6— Babası da kendisi gibi hadis hafızı olan Ebu Abdillah Mühammed b. İshak b. Mühammed b. Yahya b. Mende —ki bu şahıs da Isfahan hafızıdır—.

7— Hadis hafızı Ebu Bekir Ahmed b. Musa Merdûyeh.

8— Yaşadığı asrın hadis hafızı Ebu Nuaym Ahmed b. Abdillah b. îshâk el-îsbehânî.

Bunlar dışında teker teker sayılmaları uzayıp gidecek birçok hadis hafızı bu hadisi rivayet etmişlerdir.

Ibn Mende der ki: "Bu hadisi Mühammed b, İshâk es-San'anî, Abdul­lah b. Ahmed b. Hanbel ve diğerleri rivayet etmişlerdir. Irak'ta ilim ve takva erbabının huzurunda Ebu Zür'a er-Râzî, Ebu Hatim ve Ebu Abdillah Mu-hammed b. İsmail gibi imamlar topluluğu bu hadisi rivayet etmiş, orada bu­lunanlardan kimse karşı çıkmamış ve isnadına itiraz etmemiş; aksine sıhhati­ni kabul ederek onlar da rivayet etmişlerdir. Bu hadisi münkir veya cahil-ya da Kitap ve sünnet'e karşı olanlardan başkası inkâra kalkışmaz." Bu sözler Ebu Abdillah b. Mende'ye aittir.

Hadisin metninde geçen "yağmur yağdırmak" anlamındadır,"kabirler" demektir.—Râ harfi üsttin harekeyle okunursa— suyun toplandığı havuz demektir. Râ harfi sakin ve ondan son­raki de bâ yerine yâ olursa                  hanzala (Ebu Cehil karpuzu ) anla­mındadır. Bundan maksat şudur: "Su çoğalmıştır. Nereden istersen içersin." Râ harfinin sakin ve ondan sonraki harfin yâ olması halinde "yeryüzü yeşil­liği ve düzgünlüğü ile hanzalaya" benzetilmiştir.'[324]

lafzı, bir insanın farkına varmadan bir yerini yakması veya acıtması halinde söylediği bir kelimedir. Asmaî: "Aynen *Âh!* gibidir." der.

"Rabbın azze ve celle: diyor" sözündeki  lafzı hakında tbn Kuteybe iki görüş bulunduğunu söylemektedir: Birincisi nun (=Evet) mânasına gelmesidir. Diğeri: Haberinin hazfedilmiş-olmasıdır. Bu görüşe göre mânası: "Siz de böylesiniz." veya: "O dediği üzeJ redir." gibi olmaktadır."Büyük abdest" demektir. Hadiste"Herhangi biriniz büyük ve küçük abdesti sıkışmış olarak namaza durma sın." buyurulmuştur. "Sırat" anlamındadır. "Rabbın der." sözündeki  lafzı: "Durumun ve işin ne haldedir, nerede idin?*İ gibi mânalara gelir. sözündeki     lafzı, zâ harfij nin sakin okunmasıyla harekelenir ve güçlük, sıkıntı mânasına gelir. vezninde olursa —yani zâ harfi kesreli okunursa— mâna: "Sıkıntıya düşen odur" ve: "Ümidini kesecek kadar sıkıntıya düştü." şeklinde olur.

"Allah Teâlâ gülmeye devam eder." sözü ile, Allah Te-âiâ'nin fiillerinin sıfatlarından biri ifade edilmiştir ki O'na zâtı ile ilgili sıfat­larda olduğu gibi fiilleriyle ilgili olan bu sıfatlarda da yaratıklardan hiçbir şey benzemez. Allah'ın bu sıfatı birçok hadiste.geçmiştir, reddetmeye imkân yoktur. Tahrif etmek ve teşbihte bulunmak da imkânsızdır.

Aynı şekilde, "Rabbın yeryüzünde dolaşır" sözü ile de Allah'ın fiilî bir sıfatı ifade edilmiştir.

"Rabbın ve melekler geldi."[325]"Hâlâ kendilerine meleklerin gelmesi­ni veya Rabbinin gelmesini mi bekliyorlar?"[326] gibi âyet-i kerimelerde ve: "Rabbımiz her gece dünya semasına iner.", "Arafat gecesi yaklaşır, Ara­fat'ta vakfede duranlarla meleklere karşı övünür." gibi hadislerde aynı fiilî sıfatlar zikredilmiştir. Bütün bu âyetlerde ve hadislerde geçen sıfatlar için ge­çerli olacak bir tek doğru yol vardır, o da: "Hiçbir benzetmeye gitmeden bu sıfatları kabul etmek, tahrif ve ta'tîle (tevil yoluna giderek mahiyetlerini de­ğiştirmek ve hakiki mânalarını geçersiz kılmaya) kaçmadan tenzih etmektir.

"Ve Rabbımn yanındaki melekler." sözüne gelince; bu hadis ile Sûr ha­disi diye bilinen îsmail b. Râfi'in uzun hadisinin dışında, meleklerin ölümü­nü açıkça zikreden başka bir hadis bilmiyorum. Belki şu âyet-i kerime bu hu­susa delâlet edebilir: "Sûr'a üflenince Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacaktır."[327]

"İlâhının ömrüne yemin olsuriia"[328] sözü, Rab Teâ-lâ'nın hayatına yemin etmektir. Bu söz, Allah'ın sıfatlarına yemin etmenin caiz olduğunu ve böylece yapılacak bir yeminin geçerli sayıldığını göstermek­tedir. Yine bu söz, sıfatların kadîm olduğuna, mastarların Allah'a isnad edi­lebileceğine ve o isimlerle sıfatlanabileceğine de delâlet etmektedir. Bu du­rum, yalnızca isim olarak kullanılan kelimelere göre bir ziyadelik arzetmek-tedir. Esmâ-i hüsnâ (Allah'ın güzel isimleri) bu mastarlardan elde edilmiş ve onlara delâlet etmektedir.

"Sonra kuvvetli bir ses gönderilir." sözü, yeniden dirilmeye sebep ola­cak kuvvetli sese ve (Sûr'a) üfürmeye işaret etmektedir.

ifadesindeki sözü tâbirinden alınmıştır. Başı kesilen veya budanan bir fidan ya da bitkinin ye-| niden yeşermesi anlamındadır. Ölümden sonraki diriliş bu yeşermeye benze-i tilmiştir. Bitkinin kesildiği yerden sürgün vermesi gibi bu diriliş de ölünü bulunduğu yerden olacaktır.

"Oturur vaziyete getirir." sözü, yaratılış ve hayatın tam olarak gerçek-11 leşeceğini ifade etmektedir. Oturur vaziyete getirildikten sonra ayağa kalkar. Sonra kıyamet mahalline ya binekli ya da yaya olarak sevkedilir.

"Ya Rabbi! Dün-bugün, der." sözü, yeryüzünde kalış müddetinin azlı­ğını belirtir. Sanki o-, orada bir gün kalmış ve: "Dün" demiş, veya yarım gün kalmış ve: "Bugün" demiştir. Ve onun zannına göre, ailesiyle çok yakm.bir zamana kadar beraberdi de onlardan dün ya da bugün ayrıldı, demektir.

"Bizi, çürüdükten, rüzgâr ve yırtıcılar parçaladıktan sonra (Allah) nasıl toparlayacak?", sözü ve Rasûlullah'ın (s.a.) da bu sorunun sorulmasını ka­bul etmesi; ashabın ince meselelere ve hassas konulara dalmadığını, imanın hakikatlarım anlamadığını, bilâkis yalnızca ilmî konularla meşgul olduğunu, Kaderiye, Cebriye ve Cehmiye'den olan Mecûsî (ateşe tapan) ve Sâbİe (yıldı­za tapan) yavrularının ilmî konuları da onlardan çok bildiğini iddia edenle­rin bu iddialarını çürüten bir cevaptır.

Bu söz onların, birçok sorularını ve şüphelerini Rasûlullah'a (s.a.) ar-zettiklerinin, O'nun da soranların gönüllerini ferahlatacak cevaplar verdiği­nin delilidir. Hem ashabı hem de düşmanları Rasûlullah'a (s.a.) birçok soru sormuşlardır. Düşmanları O'nu zor durumda bırakmak için sorarlarken as­habı da anlamak, aydınlanmak ve sonunda imanlarının artması için soruyor­lardı. O da kıyametin ne zaman kopacağının sorulması gibi cevabı olmayan soruların dışındaki bütün sorulara cevap veriyordu. Yine bu sözde, Allah'ın, kulunu parça parça ettikten sonra tekrar bir araya toplayacağına, onu yeni­den türetip Kur'an-ı Kerim'inde iki yerde vasfettiği gibi yeni bir yaratılışla yaratacağına delil vardır. sözündeki lafzı­nın mânası, O'nun nimetleri ve kendisini kullarına tanıttığı işaretleri demektir.

Bu sözde, tevhid ve ahiret ile ilgili konuların delilleri arasında kıyasın da yer aldığına delil vardır. Kur'an bunun Örnekleriyle doludur.

Bu sözden anlaşıldığına göre bir şeyin hükmü onun benzerinin de hük­müdür. Allah Teâlâ bir şeyi yapmaya muktedirse, o şeyin benzerini yapmak­tan nasıl aciz olur? Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'inde, âhiret âleminin delille­rini en güzel, en açık ve en beliğ bir üslûbla beyan etmiş, insan aklına ve fitti ratına yakınlaştırmiştır. Düşmanları olan münkirler O'nu tekzip ve taciz etfmek, hikmetlerini lekelemek-çabasıyla bu apaçık hakikatlan reddetmişlerdir. Allah, onların söyledikleri şeylerden çok çok yücedir.

Yeryüzüne bakıyorsun, çorak ve taşlık." sözü "Yeryüzünü ölümünden sonra O diriltir."[329] ve "Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indir­diğimiz zaman harekete geçmesi, kabarması, Allah'ın âyetlerindendir. Ona can veren Allah, elbette ölüleri de diriltir. O, herşeye kadirdir."[330] âyetle-rindeki mânanın aynısını ifade etmektedir. Kur'an'da bu anlamda daha bir­çok âyet vardır.

"O'na bakarsınız, O da size bakar." sözü, Allah Teâlâ'nın bakma sıfa­tını ve âhirette de görüleceğini isbat etmektedir.

"O tek varlık, biz ise bütün yeryüzünü dolduruyoruz. Bu vaziyette nasıl olur da O bize bakar, biz de O'na bakarız?" sözü, bu hadiste geçmiştir. Bir başka hadiste: "Allah'tan daha kıskanç hiç bir şahıs yoktur."[331] buyurul-muştur. Bu sözün muhatapları, ne denilmek istendiğini bilen Araplardır. On­ların kalbine Allah'ı mahlûkata benzetmek gibi bir duygu gelmemiştir. Bilâ­kis onların akılları böyle bir benzetmeye yönelmekten daha üstün, zihinleri daha saf, kalbleri daha selimdir.

Rasüluliah (s.a.), âhirette Allah'ın alenen görülmesinin güneş ve ayın gö­rülmesi gibi hakikat olduğunu beyan etmiş ve bu hakikati mecazî mânaya çe­kenlerin vehmini çürütmüştür.

"Rabbın, eliyle bir avuç su alır ve sizin tarafınıza serper." sözünde, Al­lah'ın el sıfatının ve serpme fiilinin isbatı vardır."çarşaf" demektir. kelimesinin çoğulu­dur ve kömür anlamındadır.

"Sonra peygamberiniz döner, gider." sözüyle kıyamet mahallinden cen­nete dönüş ve gidiş kasdedilmiştir. (sözüyle, salih kimselerin O'nun (Hz. Peygamber'in) izini takib ederek gidecekleri anlatıl­mıştır.

"Peygamberinizin havuzunu görürsünüz." sözünde; havuzun, sırat köp­rüsünden sonra gelinen bir yerde olduğu açıktır. Sanki onlar bu köprüyügee^ meden ona ulaşamamaktadırlar. Bu ümmetin selefinin bu konuda iki değişik görüşü vardır. et-Tezkire adlı eserinde Kurtubî ile aynca Gazâlî bu iki görüşü de nakletmişler ve havuzun köprüden sonra olduğunu söyleyenlerin yanıl­dıklarını ifade etmişlerdir. Buharî, Ebu Hureyre'den Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben havuz başında dikilip durduğum sırada bir züm­re görürüm, nihayet onları tanıdığım zaman benimle onlar arasında bir adam (bir melek) ortaya çıktı ve onlara: Geliniz, dedi. Ben ona: Bunları nereye gö-türüyorsun? dedim. Melek: Vallahi cehenneme götürüyorum, dedi. Bunların hali, günahı nedir? dedim. Melek: Bunlar, Senin ardından kıçları üzerine dö­nüp (dinlerine) arka çevirerek irtidat ettiler! dedi. Ben bu havuza yaklaşıp da geriye çevrilenlerden hiç kimsenin cehennemden kurtulacağını sanmıyo­rum. Ancak çobansiz, yolunu şaşıran deve sürüsünden yolunu bulanlar mi­sali bunlardan da (tek tük) cehennemden kurtulanlar olabilir."[332]

(Kurtubî) der ki: "Bu hadis hem sahih, hem de havuzun Sırât'tan önce olacağına en kuvvetli delildir. Çünkü Sırat, cehennem üzerinde bulunan bir köprüdür, kim onu geçerse cehennemden kurtulmuş demektir."

Ben derim ki: Raşûlullah'ın (s.a.) hadisleri arasında tenakuz, ihtilâf ve çelişki yoktur. Bütün hadisleri birbirini destekler. Hal böyle olunca, bu gö­rüşü savunanlar, havuzun görülebilmesi ve yanına ulaşılabilmesi için Sırât'ı geçmenin şart olduğunu kastediyorlarsa, Ebu Hureyre ve diğerlerinin hadis­leri, onların bu görüşünü geçersiz kılmaktadır. Bu sözleriyle mü'minlerin Sı-rât'ı geçmelerinden sonra havuzu göreceklerini ve oradan içeceklerini kaste­diyorlarsa, Lakıyt hadisi bu görüşe delâlet etmektedir. Bü durum, havuzun Sırât'tan önce olması imkânını çürütmez. Çünkü sözkonusu havuzun eninin ve boyunun birer aylık mesafe olduğunu söylemiştir. Eni ve boyu bu büyük­lükte olunca Sırât'tan önce başlayıp sonrasına kadar uzanmasını ve mü'min­lerin hem Sırât'tan önce, hem de sonra havuza gelmelerini imkânsız kılan şey nedir? Böyle olması imkân dahilinde bir hâdisedir. Şu kadar var ki, böyle olup olmadığını ancak Hz. Peygamber'ın (s.a.) haber vermesiyle bilebiliriz. En iyi Allah bilir.

sözündeki sözü, haddinden fazla susamış olarak suya gelen kimseleri ifade etmektedir. Tasavvur edilebilecek en şiddetli susuzluk haliyle havuza gelecekleri kastedilmiştir. Bu duruma gö­re havuzun, Sırât'tan sonra olması daha uygundur. Çünkü o, cehennem köp­rüsüdür. Herkes oradan yürür ve geçenlerin susuzluğu had safhaya varır da hemen kıyamet mahallinde nasıl Rasûlullah'ın (s.a.) havuzunun başına gel­dilerse yine oraya gelirler.                                                         

meleri mânasındadır.( bu anlamda sözü, güneşin ve ayın gizlenmeleri ve görünme­ ) "gizlenme, örtünme" demektir. Ebu Hureyre  ) "Ondan gizlendim." demiştir.

"Her iki kapı arasında yetmiş yıllık bir mesafe vardır."sözü ile iki ayrı kapı arasındaki mesafe kastedilmiş olabileceği gibi bir kapının iki ayrı kana­dı arasındaki mesafe de kastedilmiş olabilir. Bu haber bir başka rivayetteki: "kırk yıllık mesafe" bulunduğu haberiyle şu İki sebepten dolayı çelişmez: 1) Bu ikinci haberi rivayet eden, rivayetini Rasûlullah'a (s.a.)kadar iletmeyip: "Bize iki kanat arasında kırk yıllık bir mesafe bulunduğu zikredildi." şeklin­de yapmıştır. 2) Mesafe denen kavram, yürümenin süratine ve yavaşlığına bağlı olarak uzayıp kısalabilir. En iyi bilen Allah'tır.

"Baş ağrısına ve pişmanlığa sebep olmayan şaraptan ırmaklar." sözüy­le dünyadaki şaraba tarizde bulunulmuş, onun baş ağrısına sebep olduğu, hem aklı hem de malı gidererek pişmanlığa sebep olduğu, aklın izâlesinin tabii so­nucunun da şer olan herşeyin vukûbulması olduğu hususu vurgulanmak is­tenmiştir.

"Uzun müddet beklemek sonucu özellikleri değiş­meyen su" demektir.

Cennet ehlinin kadınları hakkında: "Ancak orada doğum yoktur." sö­zü üzerinde ihtilâf edilmiş ve onların doğurması konusunda iki görüş belirtil­miştir. Bir grup, orada hamilelik ve doğum olayının olmadığım söylemiş ve bu hadisi delil olarak göstermişlerdir. Bunun yanında Müsned'de olduğunu sandığım bir başka hadisi de delil getirmişlerdir. O hadiste: "Ancak orada meni ve Ölüm yoktur." ifadesi vardır.[333] Selef âlimlerinden bir grup ise, cen­nette doğum olayının olacağını söylemiş ve bu konuda Tirmizı'nin Gzm/'in-de Ebu's-Sıddîk en-Nâcî ve Ebu Saîd yoluyla rivayet ettiği bir hadisi delil olarak' zikretmişlerdir. O hadisde şöyle denilmektedir: "Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Mü'-min, cennette çocuk istediği zaman, hamileliği, doğumu ve büyümesi mü'mi-nin istediği saatta oluverir." Tirmizî, bu hadis için "Hasen-garîb" hükmünü vermiştir. Hadisi İbn Mâce de rivayet etmiştir[334]

Birinci grup bu delile itiraz etmiş ve demiştir ki: Bu hadis cennette do­ğum olacağına delil sayılmaz, çünkü olay, "Şayet isterse" diye şarta bağlan­mıştır. Fakat mü'min böyle bir istek duymayacaktır. (Çünkü başka deliller doğum olmayacağım göstermekte, aradaki çelişki böyle bir te'ville önlenmek istenmiştir.) Bu te'vii, İshak b. Râhûyeh'indir. Buharı de ondan nakletmiş-tir. Bu görüşün sahipleri demişlerdir ki: "Cennet, dünyada işlenen salih amel­lerin mükâfat yeridir. Orada doğacak olanlar bu mükâfatı hak etmemişler­dir. Sonra cennet hayatı ebedîdir. Şayet oradakiler devamlı doğuracak olsa­lar cennete sığamaz olurlar. Dünyada ise ölüm sözkonusu olduğu için insan­lara yeterli olabilmektedir." Diğer grup, bütün bu delillere cevap vermiş ve demiştir ki: Hadisteki edatı, olması kesin olan olaylar için kullanılır. Bu edat kullanıldığ. zaman şüphe ortadan kalkar. Sahih rivayetlerde Allah'ın cennete, salih ame. işlemeden yerleştireceği kimseler yaratacağı haber verilmiştir. Mü'minlerin ço­cukları da (bulûğa ermeden ölenler) bu sınıftandır. Cennetin dar gelmesi ko­nusuna gelince: Cennettekilerden her birinin on bin çocuğu olsa yine de dar­lık sözkonusu olmaz. Çünkü cennette derecesi en düşük olan mü'mine ikram edilecek mülkün Ölçüsü iki bin yıllık yürüyüşle ifade edilmiştir.

"Ya Rasûlallah! En çok ulaşacağımız ve en son varacağımız nokta nere­sidir?" sözüne Hz. Peygamber cevap vermemiştir. Çünkü soruyu soran bu­nunla, dünyanın ömrünü ve sonunun ne zaman olacağını sormuştur. Bunun . cevabını Allah'tan başkası bilemez. Bu soruyla: Biz cennet ve cehenneme gir­dikten sonra nereye varacağız, demek istemişse, hiçbir nefis burada en son varacağı hususu bilemez. Bilinen şey, varılacak sonun cennet ya da cehen­nem olduğudur. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber (s.a.) bu soruyu cevap­sız bırakmıştır.

Bîat esnasında sözüyle, müşrikleri terketmeyi ve onları düşman kabul etmeyi ifade etmiştir. Müşriklere komşu olmaz, onları dost edin­mez. Siinen'deki bir hadiste: buyurulmuştur. Yani müslü-manlarla müşriklerin ahlâkları birbirine benzemez. (Haklarındaki hükümler de farklıdır. Bu yüzden Allah onların evlerini birbirlerinin ateşlerinin duma­nını görmeyecek şekilde ayırmıştır.)[335]

"Nerede bir kâfirin kabrine uğrarsan, 'Beni sana Muhammed gönder­di.' de!" sözündeki gönderme, azarlamak içindir; yoksa bir emir ya da nehiy tebliğ etmek için değil. Bu sözde kabir ehlinin dünyadakilerin sözlerini duy­duklarına ve müşrik olarak ölenlerin cehennemde olduklarına delil vardır. Şayet Hz. Peygamber (s.a.) efendimizin peygamberliğinden önce öldülerse, bunla­rın müşrik olmaları; Hz. İbrahim'in (a.s.) dini olan Hamfliği değiştirip onun yerine şirki koydukları ve bu konuda Allah'tan kendilerine hiçbir delil veril­mediği içindir. Şirkin çirkin bir şey olduğu, cezasının cehennem olacağı ilk peygamberlerden son peygambere kadar bütün peygamberlerin dininde bili­niyordu. Allah'ın müşrikleri nasıl cezalandırdığının haberleri nesilden nesile anlatılıyordu. Allah Teâlâ'nm her zaman müşriklere karşı öne süreceği çok kuvvetli delilleri vardır. Her ne kadar Allah sadece fıtratın icabına göre ku­luna azab etmese de kullarım, ilâhlığmı birlemeyi gerektiren Rablığım birle­me fıtratı üzerine yaratması, bunun sonucunda da selim bir fıtratın ve aklın O'nunla beraber başka bir ilâhın bulunmasını imkânsız görmesi delil olarak kâfidir. Bunun yanısıra peygamberlerin devamlı olarak yeryüzünde Allah'ı bir tanımaya davet ettikleri de malumdur. Müşriklerin azaba çarptırılması, bu daveti reddetmeleri sebebiyle olacaktır. En iyi bilen Allah'tır. [336]

 

34— Nah' Heyetinin Gelişi:

 

Rasûlullah'a (s.a.) gelen heyetlerin sonuncusu olarak, hicretin 11. yılı Mu­harrem ayının yarısında Nah' heyeti geldi ve misafirhaneye konakladı. Son­ra temsilciler İslâm'ı kabul etmiş olarak Rasûlullah'a (s.a.) geldiler. Daha önce Muaz b. CebePe bîat etmişlerdi. İçlerinden Zürâre b. Amr adında bir adam dedi ki: "YaRasûlallah! ben bu yolculuğumda çok acâyib bir rüya gördüm." Rasûlullah (s.a.): "Ne gördün?" diye sordu. Adam: "Beldemde bıraktığım eşeği gördüm, kızıla çalan siyahlıkta bir keçi yavrusu doğurmuştu." dedi. Bu­nun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Doğum yapmak üzere olan bir cariyen var mıydı?" dedi. O da: "Evet." diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.): "O cariye bir erkek çocuk doğurdu, o da senin oğlundur." dedi. Adam: "Peki ya Ra-sûlallah; kızıla çalan siyahlık ne oluyor?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.): "Bana yaklaş!" dedi, adam yaklaşınca da: "Sende, herkesten sakladığın alaca has­talığı var mı?" dedi. Adam: "Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, şimdiye kadar bunu ne bir kişi bildi, ne de bir kişi gördü." dedi. Rasûlullah (s.a.): "İşte bu odur." buyurdu. Adam dedi ki: "Ya Rasûlallah! Nu'mân b. Mün-zir'i gördüm; üzerinde süslü, iki güzel küpe vardı." Rasûlullah (s.a.) buyur­du ki: "O şahıs Arapların kralıdır. En güzel kıyafetine ve parlak durumuna kavuşmuş." Adam dedi ki: "Ya Rasûlallah! Yerden saçları ağarmış ihtiyar bir kadın çıktığını gördüm." Rasûlullah (s.a.): "İşte bu, dünyadan geriye ar­ta kalan şeydir." dedi. Adam dedi ki: "Yerden bir ateş çıktığını gördüm, oğ­lum Amr ile benim arama girdi. Ateş şöyle diyordu: Alev, alev, gören ve gör­meyen, beni yediriniz, sizi, ailenizi ve mallarınızı yerim." Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "O ateş, dünyanın son zamanındaki fitnedir." Adam: "Ya Ra­sûlallah! Fitne nedir?" diye sordu. Buyurdu ki: "İnsanlar devlet başkanları­nı öldürürler ve kafatasının kemikleri gibi birbirlerine girerler. —Bu esnada Rasûlullah (s.a.) parmaklarını birbirine geçirdi.— O hâdiselerde günaha gi­renler sevap işlediklerini zannederler. Bir mü'min için diğer mü'minin kanını dökmek, su içmekten daha tatlı gelecek. Şayet oğlun ölürse bu fitneyi sen gö­receksin, sen ölürsen oğlun görecek." Adam dedi ki: "Ya Rasûlallah! Dua et de ben görmeyeyim." Rasûlullah (s.a.) onun için: "Allah'ım; ona bu fit­neyi gösterme." diye dua etti. Daha sonra adam öldü, oğlu hayatta kaldı ve Hz.-Osman'ı halifelikten İndirenlerin arasında bulundu.'[337]

 

B) Hz.PEYGAMBER’İN (S.A.) İSLAM’A DAVET MEKTUPLARI[338]

 

1— Heraklius'e Gönderdiği Mektup:

 

Hem Sahîh-i Buhârfdç hem de Müslim'de Rasûlullah'm (s.a.) Herakli­us'e şu şekilde mektup yazdığı rivayet etilmiştir.

"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla: Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den, Romalıların büyüğü Heraklius'e. Selâm, hidayete tâbi olanlara olsun. Bundan sonra (bilesin ki); ben seni İslâm'a davet ediyorum; müslüman ol, selâmet bul, (müslüman ol da) Allah senin mükâfatını iki kat versin. Şayet -yüz çevirirsen ırgat ve çiftçilerin vebali de senin üzerine olur. Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye geliniz. Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp birbirimizi Rabb-lar kabul etmeyelim. Şayet yüz çevirirlerse siz deyiniz ki: Şahit olunuz ki, biz müslümanlarız.' [339]

 

2— Kisrâ'ya Gönderdiği Mektup:

 

Kisrâ'ya şu mektubu yazdı:

"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den İran'ın büyüğü Kisrâ'ya. Seîâm hidayete tâbi olan, Allah'a ve Rasûlü'ne inananlara, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet edenlere olsun. Seni Allah'ın daveti ile davet edi­yorum. Ben, hayatta olan herkesi inzâr etmek için (mutlak olarak gelecek ce­hennem azabıyla korkutmak için ve de inkâra devam eden) kâfirler üzerine azabın hak olması için bütün insanların hepsine gönderilmiş bir Allah elçisi­yim. Müslüman ol, selâmet bul. Şayet bu daveti reddedersen, (tebaandaki bü­tün) mecûsîlerin vebali senin üzerinedir."

Bu mektup kendisine okununca Kİsrâ mektubu parçaladı. Bu durum Ra-sûlullah'a (s.a.) haber verilince: "Allah da O'nun mülkünü (saltanatını) par­çalasın!" dedi.[340]

 

3— Necâşî'ye Gönderdiği Mektup:

 

Necâşî'ye de şöyle yazdı: .

"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed*-den Habeşistan kralı Necâşî'ye. Sen müslüman ol. Ben senden dolayı O'ndan başka ilâh olmayan, Melik, Kuddûs, Seİâm ve Müheymin sıfatlarıyla mutta-sıf olan Allah'a hamdederim. Şehadet ederim ki İsa b. Meryem, Allah'ın çok iffetli ve temiz, dünyadan el-etek çekmiş Meryem'e ilkâ ettiği Ruhu ve keli­mesidir ki Meryem bu ilkâ ile hamile kalmış ve Allah, Âdem'i eliyle yarattığı gibi O'nu da ruhundan üfieylip yaratmıştır. Ben seni hiçbir ortağı bulunma­yan Allah'a, O'na itaat etmeye, bana tâbi olmaya ve bana gelen vahye iman etmeye davet ediyorum. Ben, Allah'ın elçisiyim. Ben, seni ve askerlerini Al­lah'a çağırıyorum. Ben sana tebliğimi yapmış ve gerekli nasihatta bulunmuş oldum. Selâm, doğru yola tâbi olanlara olsun."

Hz. Peygamber (s.a.) bu mektubu, Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile gönderdi.

İbn İshak der ki: Amr, Necâşî'ye şöyle dedi: "Ey Ashame! Benim göre­vim söylemek, seninki ise dinlemektir. Sen bize nezaketle davrandm, biz de sana güven duyduk. Çünkü senden görmeyi umduğumuz her iyiliğe kavuş­tuk, senden korkuğumuz her kötülükten de emîn olduk. Sana karşı kullandı­ğımız delilimiz senin ağzından çıkanlardır. İncil seninle bizim aramızda red­dedilmeyecek bir şahit, zulmetmeyecek bir hâkim, bu konuda da davamızı halledici ve isabetli hüküm vericidir. Şayet bunu kabul etmezsen sen bu Üm-mî Peygamber karşısında yahudİlerin İsa b. Meryem karşısındaki durumuna düşmüş olursun. Peygamber (s.a.) elçilerini bütün krallara gönderirken geç­mişteki hayır ve iyiliklerinden dolayı başkalarından ummadığı iyilikleri sen­den umdu ve başkalarından korktuğu hususlarda sende emniyet buldu." Bu sözler üzerine Necâşî dedi ki: "Allah'a şehadet ederim ki O, ehl-i kitabın bek­lediği Ümmî Peygamberdir. Musa Peygamber'in 'merkebe biner'diyerek İsâ Peygamber'ı müjdelemesi, İsa Peygamber'in, 'deveye biner' diyerek O'nu müj­delemesi gibidir. Bir şeyi gözle görmek, haberini duymaktan daha çok tat­min edici değildir."

Daha sonra Necâşî, Hz. Peygamber'e (s.a.) şöyle bir cevap yazdı:

"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Necâşî Ashame'den, Allah'ın elçisi Muhammed'e. Selâm senin üzerine olsun ey Allah'ın Nebîsi! Allah'ın fazlı, rahmeti ve bereketi sana olsun. Allah, kendinden başka ilâh olmayan­dır. Bundan sonra (bilesin ki) İsa'nın durumunu zikrettiğin mektubun bana ulaştı ey Allah'ın Rasûlü. Yerin ve göğün Rabbına yemin ederim ki, İsa da senin zikrettiğin konulara hiçbir ilâve yapmamıştır; aynen senin dediğin gibi­dir. Bize göndermiş olduğun şeyleri öğrenmiş, amcanın oğluna ve onun ar­kadaşlarına yakınlık göstermiş bulunuyoruz. Şehadet ederim ki sen, kendisi doğru söyleyen, kendinden önceki peygamberleri de doğrulayan Allah Rasû-lü'sün. Ben hiç şüphe etmeden sana bîat ettim. (Senin adına) amcanın oğlu­na bîat edip onun elinde (müslüman olarak) âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum."

Necâşî, hicretin 9. yılında vefat etti. Vefat haberi aynı gün Rasûlullah'a (s.a.) bildirildi. Bunun üzerine ashabıyia beraber musallaya çıkıp gıyabında dört tekbir ile cenaze namazını kıldı.

Ben derim ki: —Allah daha iyi bilir— ama bu haberde râvinin bir yanlı­şı vardır. Çünkü râvi, Rasûlullah'm (s.a.) cenazesini kıldığı iman eden ve Ra-sûlullah'in (s.a.) ashabına ikramda bulunan Necâşî ile, Rasûlullah'm (s.a.) mektup yazdığı Necâşî'yi birbirinden ayıramamıştır. Bunlar ayrı ayrı şahıs­lardır. Bu konu, Sahih-i Müslim'de açık bir şekilde nakledilmiş ve: "Rasü-lullah (s.a.) Necâşf ye mektup yazdı; fakat bu, cenazesini kıldığı Necâşî de­ğildi." denmiştir.[341]

 

4—Mukuvkıs'a Gönderdiği Mektup:

 

Mısır ve İskenderiye kralı Mukavkıs'a yazdığı mektupta şöyle delLahman ye Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın kulu ve Rasûlü Mu-hammed'den Kıbt kavminin büyüğü Mukavkıs'a. Selâm hidayete tâbi olan­lara olsun. Bundan sonra (bilesin ki); ben seni îslâm davetiyle davet ediyo­rum. Müslüman ol, selâmete er. Müslüman olursan Allah sana iki kat mükâ­fat verir. Şayet yüz çevirirsen bütün Kıptîlerin gühahı sana aittir. Ey ehl-i ki­tap! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit olan kelimeye gelin: Yalnız Allah'a tapalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şa­hit olun, biz müslümanlarız! deyin.[342]                                              !

Hz. Peygamber (s.a.) mektubu Hâtıb b. Ebî Beltea ile gönderdi. Hâtıb, Mukavkıs'in yanma girince dedi ki: "Senden önce, en yüce Rabb olduğunu iddia eden bir adam vardı. Allah onu dünya ve âhiret azabıyla cezalandıra­rak ondan intikam aldı. Sen başkalarından ibret al ki, başkalarına ibretlik oimayasın." Mukavkıs dedi ki: "Bizim bir dinimiz var, daha hayhrhsı olma­dıkça dinimizi terketmeyiz." Bunun üzerine Hâtıb: "Seni,Allah'ın dinine davet ediyoruz. O bütün dinlerin ortadan kalkmasına kâfi gelecek olan İslâm'dır. Bu peygamber herkesi (bu dine) davet etti. Kendisine en büyük bir şiddetle karşı çıkanlar Kureyşliler, en çok düşman olanlar da yahudiler; en yakın olanlar ise hıristiyanlardı. Yemin olsun ki Musa Peygamber'in İsa Peygamber'ı müj­delemesi, İsa PeygamberMn Muhammed Peygamber'i müjdelemesi gibidir. Bizim seni Kur'an-ı Kerim'e davet etmemiz, senin Tevrat'a inananları İncil'e davet etmen gibidir. Her peygamberin yetiştiği kavim o peygamberin ümme­tidir; O'na itaat etmeleri o peygamberin hakkıdır. Sen bu Peygamberin yetiş­tiği kimselerdensin. Biz seni îsa Mesîh'İn dininden alıkoymuyor, bilâkis onu emrediyoruz." Mukavkıs dedi ki: "Ben bu Peygamberin durumuna baktım, gördüm ki ne işe yaramaz şeyleri emrediyor, ne makbul olan şeyleri yasaklı­yor. O'nu ne sapık bir sihirbaz, ne de yalancı bir kâhin olarak görmedim. O'nda gizli şeyleri açığa vurma, kapalı şeyleri haber verme gibi peygamberlik alâmetleri gördüm. Bu konuyu biraz düşüneceğim."

Sonra Mukavkis, Hz. Peygamber'in (s.a.) mektubunu aldı, fildişinden yapılmış bir kutuya koyup, kutuyu mühürledi ve bir cariyeye verdi. Sonra kâtiplerden Arapça yazabilen birini çağırtıp Rasûhıllah'a (s.a.) cevaben şu mektubu yazdı:

"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Kıpt kavminin büyüğü Mu-kavkıs'dan Muhammed b. Abdillah'a. Selâm senin üzerine olsun. Bundan sonra (bilesin ki): Mektubunu okudum. Orada zikrettiğin konulan ve davet ettiğin hususu anladım. Ben, gelecek bir nebî'yi bekliyordum; fakat O'nun Şam'da ortaya çıkacağını zannediyordum. Elçine ikramda bulundum. Sana Kiptiler arasında büyük değeri olan iki cariye ve bir elbise gönderiyorum. Bin­men için de bir katır gönderiyorum. Sana selâm olsun."

Mektup bu kadardı, müslüman olmamıştı.

Cariyelerin adı: Mâriye ve Şîrîn idi. Katırın adı Düldül idi. Muâviye (r.a.) zamanına kadar yaşamıştır. [343]

 

5— Münzir b. Sâvâ'ya Gönderdiği Mektup:

 

Münzir b. Sâvâ'ya bir mektup gönderdi. Vâkıdî, senediyle birlikte İkri-me'den (r.a.) şu sözleri nakleder: Bu mektubu vefatından sonra İbn Abbas'-ın kitapları arasında buldum ve istinsah ettim. Mektupta şunlar vardı: Rasû-lullah (s.a.) Alâ b. el-Hadramî'yi, Münzir b. Sâvâ'ya gönderdi ve onu İslâm'a davet eden bir mektup yazdı. Münzir de cevaben Hz. Peygamber'e (s.a.) şu mektubu gönderdi: "Bundan sonra (bilesin ki) Ya Rasûlallah! Ben, gönder­diğin mektubu Bahreyn halkına okudum. Bazıları İslâm'ı beğendi, müslüman olmayı arzu etti ve oldu. Bazıları ise islâm'ı kabul etmedi. Benim beldemde "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü MuhammedM den Münzir b. Sâvâ'ya. Selâm senin üzerine olsun. Ben senden dolayı ken-jj dinden başka ilâh olmayan (Allah)a hamdederim ve şehadet ederim kj A1-» lah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür. Bundan! sonra (bilesin ki); ben sana AHah azze ve celleyi hatırlatıyorum. Kim ihlâs üzere olursa, kendi nefsine karşı ihlâslı davranmış olur. Kim elçilerime itaati eder, emirlerine tâbi olursa, bana itaat etmiş olur. Kim onlara ihlâslı ve sa-f mimi muamelede bulunursa, bana ihlâsla muamele etmiş olur. Elçilerim sen^j den övgü ile bahsettiler. Senin, kavmin hakkındaki tavassutunu kabul ettimj Müslümanları, İslâm'ı kabul ettikleri hal üzere bırak. Günahkârlan affettim^ sen de onları kabul et. İtaatkâr olduğun müddetçe^seni görevinden azletme-jj yeceğiz. Kim yahudi veya mecusî olarak kalırsa cizye vermesi gerekir."[344]

 

6— Umman Melikine Gönderdiği Mektup:           

 

Hz. Peygamber (s.a.) Umman kralına bir mektup yazdı ve Amr b ile gönderdi.

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Muhammed b. Abdillah'tan. Cüiendâ'nın iki oğlu Ceyfer ve Abd'a. Selâm hidayete tâbi olanlara olsun. Bundan sonra (bilesiniz ki); ben ikinizi de İslâm'ın davetiyle davet ediyorum. Müslüman olunuz, kurtuluşa eriniz. Ben bütün insanlığa gönderilen bir pey­gamberim, tâ ki hayatta olanları (Allah'ın azabıyla) korkutayım ve Allah'ın kâfirler üzerindeki hükmü gerçekleşsin. Şayet İslâm'ı kabul ederseniz sizi, bel­denize emîr tayin ederim. İslâm'dan yüz çevirirseniz, mülkünüz elinizden çı­kar ve atlılarım ülkenize girer ve böylece benim peygamberliğim sizin krallı­ğınıza karşı açığa çıkmış olur." Mektubu Übey b. Kâ'b yazdı ve mühürledi.

Amr der ki: Yola çıktım ve Ummân'a kadar geldim. Oraya varınca Abd'ın yanına gitmek istedim. O, daha halim selim ve daha temiz ahlâklıydı. Dedim ki: "Ben, AUah Rasûlü'nün sana ve kardeşine gönderdiği elçisiyim." Dedi ki: "Kardeşim yaşça da, krallıktaki mevkisi itibariyle de benden önce gelir. Seni ona götüreyim, mektubunu okusun." Sonra "Neye davet ediyorsun?" dedi. "Seni eşi ortağı olmayan tek Allah'a, O'ndan başkasına ibadetten geri durmaya Ve Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet etmeye çağırıyorum" dedim. "Ey Amr! Sen, kavminin efendisi olan bir adamın oğ­lusun. Baban bu konuda nasıl hareket etti? Bize söyle de onu örnek alalım." dedi. "Babam, Muhammed'e iman etmeden öldü. O'nu tasdik edip müslü­man olmasını çok isterdim. Allah beni İslam'a erdirene kadar, ben de babam gibi düşünüyordum." dedim. "Peki, sen ne zaman O'na tâbi oldun?" dedi. "Yakında müslüman oldum." dedim. Bana: "Nerede müslüman oldun?" diye sordu. Ben de: "Necâşî'nin yanında." dedim ve ona, Necâşî'nin de müslü­man olduğunu söyledim. Bunun üzerine: "Peki, halkı onun (müslüman ol­masından sonra) krallığını nasıl karşıladı?" dedi. "Kabul edip ona tâbi ol­dular." dedim. "Rahipler, piskoposlar da tâbi oldu mu?" diye sordu. "Evet." dedim. "Bak ey Amr, sen ne diyorsun, bir erkek için yalandan daha çirkin bir ahlâk yoktur." dedi. "Yalan söylemedim, hem dinimizde de yalan söyle­mek helâl değildir." dedim. Sonra: "Sanmam ki Heraklius, Necâşî'nin müs­lüman olduğunu duymuş olsun." dedi. "O da duydu." dedim. "Nereden bi­liyorsun?" diye sordu. Dedim ki: "Necâşî ona haraç ödüyordu. İslâm'ı ka­bul edip Muhammed'i tasdik edince dedi ki: 'Hayır vallahi, (bundan sonra) benden bir>dirhem bile istese vermem.' Busöz Heraklius'a ulaştığında kardeşi Yennâk: 'Kulunu, böyle haracını ödemeden ve yeni bir dine girmiş ola­rak bırakacak mısın?' dedi. Heraklius: 'Bir adam kendisi için bir din seçmiş, ben ona ne yapayım. Vallahi, krallığımdan korkum olmasa, ben de aynen onun yaptığı gibi yapardım.' dedi." Bunun üzerine Abd: "Ne dediğine dik­kat et, ey Amr!" dedi. Ben de: "Vallahi doğru söyledim." dedim. "O hal­de bana (peygamberin) neleri emrettiğini ve neleri yasakladığını haber ver." dedi. "Allah azze ve celle'ye itaati emrediyor. O'na isyan etmeyi yasaklıyor. İyilik yapmayı ve sıla-ı rahm'i (akrabayı gözetmeyi) emrediyor; zulmü, düş­manlığı, zinayı, içkiyi, taşa, puta ve haça tapmayı yasaklıyor." dedim. "Bu davet ettiği şeyler ne güzelî Şayet kardeşim bana uysaydı; Muhammed'e iman eder ve O'nu tasdik ederdik. Fakat kardeşim krallığına çok düşkündür, onu bırakıp tâbi durumuna düşmek istemez." dedi. "Eğer o müslüman olursa, Rasûlullah (s.a.) onu, memleketine kral olarak tayin eder, zenginlerinden ze­kât alır, fakirlere dağıtır." dedim. "Şüphesiz bu çok güzel bir ahlâk. Zekât nedir?" dedi. Ben de Rasûlullah'ın (s.a.), mallarda farz kıldığı zekâtı haber verdim, nihayet deve için konulan zekâttan bahsedince dedi ki: "Ey Amr, otlaklarda yayılan, suya gidip suyunu içen hayvanlarımıza da zekât vâ*r mı?" Ben de: "Evet." dedim. Bunun üzerine dedi ki: "Vallahi, bu uzaklıktaki ve bu çoğunluktaki kavmimin buna itaat edeceğini hiç sanmıyorum."

Amr der ki: Günlerce Abd'ın kapısında bekledim. O da kardeşine gidi­yor, benimle ilgili haberleri veriyordu. Sonra kardeşi bir gün beni çağırdı. Yanına girdim, hemen adamları kollarımdan beni yakaladı, fakat o da anın­da müdahale ederek: "Bırakın onu!" dedi. Beni bıraktılar. Serbest kalınca oturmak için ilerlerken bana engel olup oturtmadılar. O anda Ceyfer'e bak­tım. O da bana: "Ne istediğini söyle." deyince mühürlü olarak mektubu ver­dim. Mühürünü açıp mektupu sonuna kadar okudu. Sonra kardeşine verdi. O da sonuna kadar okudu. Ancak kardeşinin daha yumuşak huylu ve nâzik olduğunu gördüm. Bana: "Kureyş'in ne yaptığım bana haber verir misin?" dedi. "Bazıları isteyerek, bazıları da kılıç zoruyla O'na tâbi oldular." dedim. "Yanında kimler var?" diye sordu. "Yanında kendi istekleriyle müslüman olanlar var dedim. Onlar, O'nu başkasına tercih ettiler, akıllan ve Allah'ın kendilerine hidayeti sayesinde daha önce sapıklık içinde olduklarını anladı­lar. Bu topluluk içinde ise senden başka bu işe karar verecek kimse göremi­yorum. Sen şayet bugün İslâm'ı kabul etmez ve O'na tâbi olmazsan, atlılar ülkeni basıp herşeyi alt üst ederler. İyisi mi, sen bir an önce müslüman ol ve kurtul, AUah Rasûlü de seni kavminin başına emîr tayin etsin ve ne atlı, ne piyade hiçbir asker ülkeni çiğnemesin." Dedi ki: "Beni bugün bırak ve yarın yanıma gel." Ben de kardeşine gittim. Dedi ki: "Ey Amr, şayet krallı­ğından endişesi olmazsa İslâm'ı kabul edeceğini sanıyorum."              ''

Ertesi gün yanına gittim. Beni kabul etmedi. Ben de kardeşine gidip ya­nma girmem için bana izin vermediğini haber verdim. O benim için izin aldı ve girdim. Bu sefer dedi ki: "Beni davet ettiğin hususları düşündüm ve gör­düm ki, elimdekileri bir adama verirsem, Arapların en zayıfı olacağım. (Onun için davetini reddediyorum.) Sonra, O'nun süvarileri buraya kadar gelemez. Şayet gelirse, şimdiye kadar hiç görmediği bir muharebe ile karşılaşır/' Ben (bu sözleri.duyunca): "O halde yarın yola çıkıyorum." dedim:

Onlar benim bu niyetimden emin olunca kardeşi, ağabeyi ile başbaşa kalıp dedi ki: "Biz senin O'na gösterdiğin kuvvete sahip değiliz. (Muharrimed) ki­me elçi gönderdiyse hepsi olumlu cevap verdiler." Ertesi gün sabahleyin ba­na bir adam gönderdi ve her ikisi de —Abd ve Ceyfer— müslüman olup Hz. Peygamber'i (s.a.) tasdik ettiler. Zekât toplama ve aralarında hükmetme ko­nusunda beni serbest bıraktılar. Bana karşı çıkanlar olunca da beni destek­lediler.[345]

 

7— Yemâme Hükümdarı Hevze b. Ali'ye Gönderdiği Mektup:

 

Rasûlullah (s.a.), Yemâme kralı Hevze b. Ali'ye şu mektubu yazıp Selît b, Amr el-Âmirî ile gönderdi:

"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den Hevze b. Ali'ye. Selâm, hidayete tâbi olanlara olsun. Bilesin ki dinim her yere yayılacak. Müslüman ol, kurtuluşa er ve elinin altındaki mülkünü sana vereyim."

Selît, Hz. Peygamber'in (s.a.) mektubunu mühürlü olarak getirince, Hevze onu karşılayarak ağırladı, mektubu okudu ve davetini raddetmeyen bir kar­şılık verdi. Rasülullah'a (s.a.) şu mektubu yazdı: "Ne güzel ve ne iyi bir şeye davet ediyorsun. Araplar benim mevkiime saygı gösterirler, bu sebeple bana da bazı yetkiler verirsen sana tâbi olurum."

Selît'e hediyeler ikra   etti. Hecer kumaşından bir de elbise giydirdi. Selît, bu hediyelerle birlikte Rasûlulîah'a (s.a.) geldi ve (olup bitenleri) haber verdi. Allah Rasûlü (s.a.) mektubunu okuyunca dedi ki: "Benden hurma ta­nesi kadar bir yer istese vermem. Hem kendisi hem de mülkü helak olsun."

Rasûlullah (s.a.), Fetihten dönünce Cebrail (a.s.) gelip Hevze'nîn öldü­ğünü haber verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Yemâ-me'de peygamberlik iddiasında bulunan bir yalancı çıkacak ve benden sonra öldürülecek." O esnada birisi dedi ki: "Ya Rasûlallah! Onu kim öldürecek?" Rasûlullah (s.a.) o şahsa: "Sen ve arkadaşların." dedi ve aynen öyle oldu.

Vâkıdî der ki: Hevze'nin yanında Erkevun Zemşak adında hıristiyan bü­yüklerinden biri vardı. Hevze'ye Rasûlullah*ı (s.a.) sordu. Hevze: "Beni İs­lâm'a davet eden mektubu geldi, ama olumlu cevap vermedim." dedi. Erke­vun: "Niçin olumlu cevap vermiyorsun?" diye sordu. Hevze: "Ben kavmi­min kralı olarak dinime düşkünüm. (Yani kral olmam beni buna mecbur edi­yor.) Şayet O'na tâbi olursam kral olamam." Erkevun şöyle dedi: "Hayır vallahi. Şayet O'na tâbi olsaydın seni kral yapardı. O'na tâbi olman —her halükârda— senin için daha hayırlıdır. O şüphesiz ki îsa b. Meryem'in gele­ceğini haber verdiği, Arap soyundan olan peygamberdir. İncil'de, 'Muham-medun Rasûlullah = Muhammed Allah'ın elçisidir.' diye yazılıdır."[346]

 

8— Haris b. Ebî Şimr el-Gassânî'ye Gönderdiği Mektup:

 

Bu şahıs Şam civarındaydı. Rasûlulîah (s.a.), Hudeybiye'den döi ten sonra bu şahsa şu mektubu yazdı ve Suca' b. Vehb ile gönderdi:

*'Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den Haris b. Ebî Şimr'e. Selâm hidayete tâbi olanlara, iman ve tasdik eden­lere olsun. Ben seni tek olan, eşi ve ortağı olmayan Allah'a iman etmeye da­vet ediyorum. (Şayet iman edersen) krallığın sana kalır. Bu mektup daha önce de nakledilmişti. [347]

 

BEŞİNCİ KİTAP

TIBBU'N-NEBÎ

Hz. PEYGAMBERİN (S.A.) SAĞLIK KONUSUNDAKİ TUTUM VE ÖĞÜTLERİ

BİRİNCİ BÖLÜM GİRİŞ

 

A) BEDENÎ HASTALIKLAR VE TEDAVİ

 

1— Hastalık Çeşitleri:

 

Daha önceki bölümlerde Hz. Peygamber'in (s.a.) meğâzî, siyer, elçiler, seriyyeler, hükümdarlara ve nâiblerine yazdırmış olduğu risale ve mektup-lardaki tatbikatını ele almıştık.

Bu bölümde ise Rasûlullah'ın (s.a.) bir hekim sıfatıyla başkalarına tarif etmiş olduğu tıbbî mahiyetteki tavsiyelerini ve bu tavsiyelerde birçok dokto­run anlamakta acze düştüğü hikmetleri açıklayacağız. Zira, doktorların tıbbı yanında Hz. Peygamber'in (s.a.) tıbbî tavsiyeleri, kocakarı ilaçları yanında doktorların tıbbı gibidir. Sadece Allah'tan yardım ister, güç ve kuvveti yal­nız O'ndan dileriz.

Hastalıklar, kalp ve beden hastalıkları olarak ikiye ayrılır ki her ikisine de Kur'an'da işaret edilmektedir.

Kalbî hastalıklar, Kur'an'da da belirtildiği gibi; 1) Şüphe ve Şek, 2) şeh­vet ve azgınlık olarak ikiye ayrılırlar. Cenab-ı Hak, şüphe ile ilgili kalp has­talığına şöyle işaret etmektedir: "Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onla­rın hastalığını arttırmıştır. "[348], "Kalblerinde hastalık bulunanlarla kâfirler; Allah bu on dokuz cehennem zebanisini misal olarak vermekle neyi kasdet-miştir? dediler."[349] Yine Cenâb-ı Hak, Kur'an ve sünnetin hakemliğine davet edilip de, diretip yüz çeviren kişi hakkında şöyle buyuruyor: "Onlar, ara­larında hükmetmesi için, Allah'ın Rasûlü'ne davet edildikleri vakit, bakar­sın ki bir fırkası hemen yüz çevirip dönücüdürler. Eğer hak kendilerinin le­hinde ise itaatla koşa koşa ona gelirler. Kalblerinde bir hastalık mı var bun­ların? Yoksa (onun hak peygamberliğinden) şüphe mi ettiler? Yahut Allah'­ın ve Rasûlü'nün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? \Iayır! Asıl zalimler (haksızlar) kendileridir."[350] İşte bu da şek ve şüphe hastalığı­nın Kur'an'daki misâlidir.

Kalbî hastalıkların ikinci türü olan şehevî hastalıklar hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır^ "Ey Peygamber kadınları! Siz diğer kadınlardan, herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah'tan korkuyorsanız, size yabancı olan erkeklerle kırıtarak konuşmayın. Zira kalbinde hastalık bulunanların şehva­nî arzularına maruz kalırsınız."[351]

Bedenî hastalıklar hakkında Cenâb-ı Hak: "Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. "[352] buyurmuş ve Kur'an'm azameti­ni anlayacak ve anlayanı da başka her türlü kaynağa müracaattan müstağni kılacak şekilde hac, oruç ve abdest âyetlerinde ince bir sırla bu hastalıklar­dan bahsetmiştir.

Bedenî hastalıkların tedavisinde {tıbbu'l-beden) üç esas bulunmaktadır; 1) Hıfzısıhha (hastalıklardan korunma), 2) Perhiz, 3) Zararlı maddelerin dı­şarı atılması. Cenâb-ı Hak bu üç temel esasa da hac, oruç ve abdest âyetle­rinde değinmiştir.

Oruç âyetinde: "İçinizden hasta olan veya yolculukta bulunan, tutama­dığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutar.[353] Duyurulmaktadır. Bu durum­da hasta olan kişiye hastalık mazeretiyle; yolcuya da sıhhatinin, gücünün ko­runması {hıfzısıhha) sebebiyle Ramazan ayında oruç tutmamalarına müsaa­de edilmiştir. Çünkü seferde daha fazla hareketli olunduğundan, oruçluluk rahat ve fazla harekete müsait değildir. Gıdasızlık da insanın gücünü azaltır ve zayıf düşürür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak yolcuya, kendisini zaafa düşürecek şeylerden korunması için Ramazanda oruç tutmamasına izin ver­miştir.

Hac âyetinde ise: "İçinizden hasta olan, ya da başından bir rahatsızlığı bulunan, bundan ötürü tıraş olmak zorunda kalan kimsenin fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir..."[354] buyur­muştur. Böylece hasta olan ve başında bit, kaşıntı vb. gibi eziyet veren şeyler olan kişiye; saç diplerinde tıkanması sebebiyle, başta eziyet meydana getiren pis (ter) buharlarının dışarı atılması için başını tıraş etmesine müsaade edil­miştir. İhramlı olan kişi bu durumda başını tıraş ettiğinde, saç diplerinde bu­lunan ter delikleri açılır ve tıkanmış (olan deliklerden) terler rahatça dışarı çıkar.

Dışarı atılması gereken diğer maddeler de buna kıyas edilirler. Hapsedi­lip, tıkalı kalması insana eziyet veren şeyler on tanedir: 1- Kan fazlalaşması, 2- Meninin çoğalması, 3- Sidik, 4- Dışkı, 5- Yellenme, 6- Kusuntu, 7- Aksır­ma, 8- Uyuma, 9- Açlık, 10- Susuzluk. İşte bu on şeyin dışarı verilmeyip tu­tulması halinde, her biri kendi cinsinde bir tür hastalığın meydana gelmesine sebep olur.

Cenâb-ı Hak bu on şeyin en düşüğü olanına işaret etmiştir ki, o da başta tıkanmış olan deliklerden buharların (ter) dışarı atılmasıdır. Diğerleri buna kıyas edilebilir. Nitekim Kur'anî üslûpta da esas olan; en düşüğü zikredile­rek en üsttekine ikaz ve işaret edilmesidir.

Perhize gelince; Cenâb-ı Hak abdest âyetinde: "Eğer hasta veya yolcu­lukta iseniz, yahut biriniz ayak yolundan gelmişse veya kadınlara yaklaşmış-sanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız, tertemiz bir toprağa teyemmüm edin...[355] buyurmuştur. Burada Cenâb-ı Hak hasta olan kişiye, bedenine ezi­yet verecek olan şeylerden korunması için su ile abdest alma yerine toprakla teyemmüm etmesini emretmiştir. Bu, kişiye hem içerden, hem de dışardan eziyet verici herşeyden kendisini koruması (hımye, perhiz) gerektiğine bir ten-bihtir.

Böylece Cenâb-ı Hak, kullarını tıbbm'bu üç usulüne ve temel kaideleri­nin toplandığı esaslara yöneltmiştir. Biz Rasûlullah'ın (s.a.) bu husustaki tu­tum, davranış ve sünnetlerine değinecek ve O'nun (s.a.) sünnetinin en uygun bir davranış biçimi olduğunu açıklayacağız.

Kalbî hastalıkların tedavisi ise ancak peygamberlerin (s.a.) tavsiye ettiği şeylerle olur ki bu tür tedavi yolları ancak onlar tarafından ve onların elleriy­le bize ulaşmıştır. Çünkü kalplerin salâhı ancak, yaratıcısını ve Rabbini, O'­nun isimlerini, sıfatlarını, fiillerini ve indirmiş olduğu ahkâmı bilmekle mey­dana gelir. Cenâb-ı Hakk'ın rıza ve muhabbeti olan şeylerin ardından giderek, yasakladığı ve razı olmadığı şeylerden kaçınmalıdır. Aksi halde kalbin ne sağlığı, ne de diriliği asla mümkün değildir. Kalbin salâhını ve diriliğini gerektiren şeyleri tesbit ancak peygamberlerin (s.a.) yardımıyla mümkündür. Peygamberlere (s.a.) uymaksızın kalbin salâhı olamaz. Böyle zanneden kişi yanılmıştır. Onun salâh ve diriliği aslında behimî, şehvanî nefsinin diriliği, kuvveti ve sıhhatidir. Çünkü bu hal, kişinin kalbinin diriliği, sıhhati ve kuv­veti değildir. Bununla yukarıda anlatılan şey arasındaki farkı ayırd eâeme-yen kişi, diri zannettiği kalbinin bu durumuna ağlasın! Çünkü o ölüler gibi­dir. Kalbini nurlu zannetmesine de ağlasın! Çünkü kalbi aslında karanlık de­nizlerine batmıştır. [356]

 

2— Bedenî Hastalıklar ve Tedavisi:

 

Bedenlerin tedavisi konusunda iki türlü tıb vardır:

a) Cenâb-ı Hakk'ın konuşan ve konuşmayan her türlü canlıyı yaratmış olduğu fıtrat ki, bu durumda sağlık ve sıhhatini devam ettirmesi için bir heki­min tedavisine gerek yoktur. Bunlar, zıtlarıyla izâlesi mümkün olan açlık, su­suzluk, üşümek ve yorgunluk gibi şeylerdir.

(b) Tedavisi ancak fikir ve düşünceyle (tıbbî müdahale ile) mümkün ola­bilen'hastalıklar. Bunlar mizaçta meydana gelen "müteşâbih (müfred) has­talıklardır. Bu hastalıkların gelmesiyle mizaç itidalini kaybederek, (aslında kendisine mahsus) sıcaklığı, soğukluğu, rutubet ve kuruluğu olan her uzuvda iki keyfiyet birden belirir.

"Müteşâbih hastılaklar"da muvazenenin bozulması iki türlü olur: 1) Ya maddî olarak (ahlatta, hömürlerde) meydana gelir, 2) Veya keyfiyette bir de­ğişiklik olur. Yani ya maddî olarak hömürlerde bir değişiklik olur veya (so­ğuktan maydana gelen hastalıklar gibi maddî bir değişikliğe uğramadan) key­fiyette bir etki meydana getirir.

Bu iki tür hastalık arasındaki en belirgin fark; keyfiyete dayalı hastalık­lar, onları meydana getiren sebeplerin ortadan kalkmasıyla oluşur. Sebepler gittiği halde etkisi mizaçta keyfiyet olarak kalır.

Fakat maddî (hümörlere dayalı) hastalıklar ise sebepleriyle birlikte beli­rir ve devam eder. (Şayet hastalık böyle bir sebebe dayanıyorsa) önce o hırtın (hümor) bozulma sebebinin, sonra tezahür ve etkilerinin, daha sonra da ne şekilde tedavisi mümkün olacağının düşünülmesi gerekir.

(Kemik, adale, ilik ve sinirler gibi mürekkep) âlî organlarda meydana gelen hastalıklar (emrâd aliyye) da vardır ki, bunlar tabiî şeklinden farklı olmasından, âza boşluklarının geniş veya darlığından, mecraların çok dar|çok geniş veya kapalı olmasından, sertleşmesinden, sürtüşmesinden, miktarından, büyümesi veya daralmasından veya (mafsalda kemiklerin ayrılması, kemik suyunun mafsal çukurunda erimesi, uzuv yerinde olduğu halde iradî olmaya­rak kolun titremesi gibi) vaziyet bozukluklarından anlaşılır.

İşte mizaçta ve âlî uzuvların terkibinde bozukluk olmayıp, uyum ve denge olursa bedenin bu haline "ittisal" denir. Şayet uyum ve denge bozulursa (ki bu durumda deri ve adalelerde yaralar oiuşur ve cerahat toplayarak oraya gelen iyi hümörlerin fesadına sebep olur), bu hale "teferruku'l-ittisal" denilir.

Bir üçüncü hastalık tipi de vardır ki bunlar hem müteşâbih uzuvları, hem de âlî uzuvları içine alırlar.

Böyle bir hastalık önce mizacın bozulmasıyla başlar, fakat hem terki­binde hem de şekilde bir bozukluk meydana geldiği gibi ittisalin açılması da olur ki şişler buna en güzel misaldir.

Mizacı itidalden çıkaran hastalıklara "müteşâbih hastalıklar" denir. Bu durum mizacda bilfiil hissedilebilen bir zarar meydana getirdiğinde "hastalık" adını alır.

Bunlar da sekiz kısımdır/Dördü basit (sade), dördü mürekkep (kanşik)tır. Sade olanlar: Soğukluk, sıcaklık, nemlilik, kuruluktur. Karışık olanlar: Sıcakhk-nemlilik, sıcakîık-kuruluk, soğukluk-nemlilik, soğukluk-kuruluktur.. İşte bedende ya maddî olarak hümörlerde değişiklikle veya hiçbir değişiklik olmadan hastalık meydana gelebilir. Şayet bu hastalık bedenin tabiî ve mute­dil halini bozmayacak şekilde zararsız olursa bu duruma itidalden sıhhate çir kış, sağlığa kavuşma denir.

Bedenin üç hali vardır: Tabiî hali, tabiîlikten çıkış hali ve her ikisi ara­sındaki orta hali. Üçüncü durumda kişi ne hasta ne de sağlıklıdır. Bu orta hal, iki zıd olan hastalık ve sıhhatin birbirlerine intikal etmesinde geçiş saf­hası olarak hizmet görür.

Beden, (içinde mevcut olan uzuvların) sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve ku­ruluktan mürekkep olduğundan, sağlığını kaybetmesi ya dahilî bir sebep ve­ya haricî bir etkiyle olur. Bünyenin sıhhatini etkileyen dış sebep bazan miza­cına uyumlu, bazan da uyumsuz olur.

insana ânz olan zarar, bazan itidalden çıkan mizacın bozulması, bazan bir uzuvda beliren değişiklik, bazan da kuvvetlerden veya o kuvvetleri taşı­yan (sinirler, damarlar gibi) ruhlarda bir zafiyet şeklinde belirir. Bu denge­nin bozulması; mutedil hali küçük olan bir uzvun büyümesi, mutedil halinde büyük olması gereken bir uzvun küçülmesi, mutedil hali (ahlatın) ittisalinde {mürekkep) olan bir uzvun basit (mw/retf)leşerek ayrılması, mutedil hali ba­sit olması gereken bir uzvun mürekkep halde (/tt/sa/)olmasi, mutedil hali da­ralma olan bir uzvun genişlemesi ve herhangi bir vaziyet ve şekil içinde olan bir uzvun bu durumunun değişmesi ile olur.

Gerçek doktor; hastanıni mizacına uygun olarak terkibi (birleştirilmesi) insana zararlı olan maddeleri birleştirmeden, ayrıştırılması zararlı oian şeyi terkip etmeden, çoğaltılması zararlı olan maddeyi çoğaltmadan ve azaltılma­sı zararlı olan maddeyi azaltmadan hastayı tedavi eden kişidir. Doktor, bu tedavi yollarıyla hastayı kaybetmiş olduğu sıhhatine ve daha önceki mutedil haline kavuşturmuş olur. Mevcut olan hastalığı (hastanın mizacının hangi ta­rafa meylettiğini keşfederek) ya zıddı olan ilaçlarla veya perhizle ortadan kal-dınr.[357] îşte bunların hepsinin Allah'ın gücü, kuvveti, lütfü ve yardımıyla, Ra-sûlullah'ın (s.a.) sünnetinde yeterli ve doyurucu ölçüd? bulunduğunu göreeksin. [358]

 

B) Hz. PEYGAMBERİN (S.A.) HASTALIKLARI TEDAVİSİ

 

1— Rasûlullah'ın (s.a.) Hastalıkları Tedavisi:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) bu hususlardaki tutumu; tedaviyi kendisine uy­gulaması, ehl-i beytten ve ashabtan hasta olanlara da bu şekilde kendilerini tedavi etmelerini emretmesiydi. Hekimlerin "akrabâdîn"*1* dedikleri mürek­kep ilaçlan kullanmaz, çoğunlukla basit/sâde (gıda cinsinden olan) ilaçları kullanırdı. Bu ilaçlan da çoğunlukla (hastalığın nekahet dönemini atlatma­ya) yardımcı olacak veya (ateşinin) yükselmesine mani olacak zamanlarda kul­lanırdı.

Çok farklı cinslerde olmakla birlikte, Arap, Türk ve kırsal kesimde yer­leşmiş olan bedevilerin hepsinin tedavide kullandıkları usul genellikle bu ba­sit ilaçların kullanımıdır. Mürekkep (karışrk) olan ilaçlar ise Rumlar ve Yu­nanlılar tarafından kullanılmıştır. Hindlüerin ekserisinin tedavi şekli de basit açlarladır.[359]

Hekimler; tedavisi tabiî gıda ile olabilecek bir hastalığı İlaçla tedavi et­memek, basit ilaçla tedavi edilebilecek bir hastalığı mürekkep ilaçlarla tedavi etmemek gerektiğinde ittifak etmişlerdir.

Derler ki: Herhangi bir hastalık tabiî gıda ve perhizle ortadan kaldırıla-biliyorsa, başka bir ilaç terkibi yapıp, hastaya vermeye gerek yoktur.

Yine şöyle derler: Hekim, hastaya hemen ilaç içirmeye çahşmamahdır. Çünkü, bedende o hastalığı çözecek bir zıd madde olmadığı, zıddı var fakat muvafık olmadığı, muvafık bir zıd madde var fakat kemiyyet ve keyfiyet olarak gereğinden fazla bulunduğu zaman hastayı sağlığına kavuşturmaya teşebbüs eder. Aksi halde boşuna uğraşmış olur. Tecrübeli hekimler genellikle önce basit ilaçlarla tedavi yolunu araştırmışlardır. Bu şekilde hareket eden hekim­ler tıbbın üç türlü tedavi yolundan birine mensup olanlardır.

Bu görüşlerin en doğrusu, tedavide ilaç olarak tabiî gıda cinsinden olan­larını kullanmaktır. Çoğunlukla tedavide basit ilaç kullanan milletlerin has­talıkları gerçekten azdır. Tedavileri de basit ilaçlarladır. Fakat, karışık gıda­larla beslenen şehirliler, daima mürekkep (karışık) ilaçlara muhtaçtırlar. Bu­nun sebebi, onların hastalıklarının genellikle mürekkep olmasıdır. Dolayısıyla da mürekkep ilaçlar onlar için daha faydalıdır. Çöllerde ve kırsal kesimlerde yerleşik olan İnsanların hastalıkları basit ve sade_ojduğundan, tedavilerinin sade ilaçlarla olması kâfi geliyor. Bunlar tnrsan'atı açısından getirilen delil­lerdir[360]

Ancak biz deriz ki: Rasûlullah'ın (s.a.) tedavi usulünde bir başka incelik vardır. Önde gelen ve mütehassıs hekimlerin de itiraf ettiği gibi; hekimlerin tedavi usullerinin Hz. Peygamber'in (s.a.) tedavi usulüne nisbeti, kâhinlerin ve kocakarı ilaçlarının hekimlerin tedavisine nisbeti gibidir. Nitekim hekim­ler, tıp ilmi hakkında; mukayese, tecrübe, ilham, rüya, isabetli görüş, hay­vanların kendilerini tedavi ettiği usullere bakılarak elde edilmiş bir ilim oldu­ğunu söylemişlerdir. Nitekim biz kedileri, zehirli bir şey yediğinde tedavi ol­mak için kandile tırmanıp (başını) kandilin yağına daldırdığını; yılanların de­liklerinden çıktıklarında bazan gözleri görmez olduğunda, dere otu nevinden bir oitki oian râziyâne yaprağına gözlerini sürdüğünü; tabiatında bir daral­ma olan kuşun, deniz suyuyla içini boşalttığını hep müşahede ediyoruz. Bü­tün bunlar ve benzeri bilgiler tıbbın başlangıç konularında (tıbba giriş) ele alınmaktadır[361]

Bu ve benzerlerinin, Allah'ın fayda ve zarar verecek şeyleri Peygambe­ri'ne bildirdiği vahyin yanında ne değeri olabilir ki? Hekimlerin bilgisi dahi-ünde olan tıb ilminin vahye olan nisbeti, peygamberlerin sünnet olarak getir­miş bulunduğu ilimlerin tabiblerinkine olan nisbeti gibidir. Belki de burada büyük hekimlerin dahi akıllarının eremiyeceği, ilim, tecrübe ve mukayeseie-riyle tedavi edemiyecekleri hastalıkların ilaçları vardır. Bunlar kalbî, ruhanî ilaçlardır: Kalbin kuvvetlenmesi, Allah'a itimad etmesi, O'na tevekkül etme­si, O'na sığınması, O'nun huzurunda boynu bükük ve derli toplu olması, O'na karşı tevazulu olması, sadakatli olması, dua, tevbe ve istiğfar etmesi, sıkıntılı kişinin sıkıntısını gidermesidir. Dinleri ve milletleri ayrı olmakla birlikte, her ümmet bunları tecrübe etmiş ve en bilgili hekimin tecrübesi ve mukayesesiyle ulaşamadığı Ölçüde şifâya kavuşmuştur.

Biz ve başkaları bu manevî ilaçların çoğunu tecrübe ettik ve onların; his-sî ilaçların yapamadığı etkiyi yaptığını gördük. Belki de ruhanî ilaçların hissî ilaçlara göre değeri, hekimlerin nezdinde kâhinlerin ilaçlarının değeri kadar­dır. Bu, ilâhî hikmet kanunu akışına uygun olup ondan ayrı değildir. Yalnız sebepler çeşit çeşittir. Kalb ne zaman âlemlerin Rabbi ile, hastalığı ve devayı yaratan, insan tabiatı ve mizacında dilediği şekilde tedbir ve tasarrufta bulu­nan Allahile olursa, Allah'tan uzak ve O'ndan yüz çevirmiş olan kalbinin bir türlü kabul edemediği daha başka ruhanî ilaçlara ulaşır. Bilindiği gibi; ruhlar güçlendiğinde, nefis (ruh) ve tabiat güçleri birbirlerine o hastalığı de­fetmek ve yenmek için yardımcı olurlar. Tabiatı (bedeni) ve nefsi (ruhu) güç­lenen, yaradanına yaklaştığından dolayı ferahlayan, O'nunla ünsiyet kuran, O'nun için seven, zikriyle nimetlenmiş olan, bütün güçlerini O'na yöneltip O'nda toplayan, O'ndan yardım dileyen ve O'na tevekkül eden kişinin bu ruhanî ilaçlarının, ilaçların en büyüğü olduğunu» elem ve hastalığı yok etme gücünü kişiye verdiğini inkâr nasıl mümkün olur? Böyle bir inkâr ancak in­sanların en cahili, en perdelisi, en katı ruhlusu, Allah'tan ve insaniyetten en uzak olanından beklenir. înşâallah ileride rukye (dua) olarak, bir yıîan tara­fından ışınlan kişiye Fâtiha-i şerife okunduğunda sanki hiç elemi yokmuş gi­bi ayağa kalkmasının hangi sebepten meydana geldiğini açıklayacağız.[362]

îşte bu iki tür tedavi Hz. Peygamber'in (s.a.) tıbbidir. Biz, Allah'ın gü­cüyle, takatimiz ve cehdimiz kadar bilgilerimiz, karışık irfanımız, değersiz mal­zememizle bu konuyu ele alacağız. Fakat yine de biz, hayrın tamamı elinde olan Allah'ın fazl ve keremini dileriz. Çünkü O Aziz (yegâne hükümran) ve Vahhâb (istemeden veren)dir. [363]

 

2— Rasûlııllah'ın (s.a.) Tedavi Emri:

 

Müslim, Sahih'inâs Ebu'z-Zübeyr—Câbir b. Abdullah kanalıyla Rasû-îullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her hastalığın bir teda­visi vardır. Tedavisi bulunan hastalık da ancak Allah'ın izniyle geçer."[364]

Sahihayn'dsi, Atâ—Ebu Hureyre kanalıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöy­le buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah, şifasını vermediği hiçbir hastalığı yer­yüzüne indirmemiştir."[365]

Ahmed b. HanbelMn Müsned'inde rivayet edildiğine göre Ziyad b. îlâ-ka, Üsâme b. Şerîk'den şunlan anlatıyor: Ben Hz. Peygamberin (s.a.) huzu-rundaydım. Bedeviler geldi ve dediler ki: "Ya Rasûlallah! Tedavi olalım mı?" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Evet ey Allah'ın kulları, tedavi olu­nuz. Zira Allah Azze ve Celle, bir hastalık hariç şifasını vermediği hiçbir has­talık bırakmamıştır.** buyurdu. Bedeviler: "O nedir?'1 deyince Hz. Peygam­ber (s.a.): "İhtiyarlık." buyurdu.[366]

Hadisin diğer bir lâfızla rivayeti şöyledir: "Allah şifasını vermediği hiç­bir hastalığı (yeryüzüne) indirmemiştir. O hastalığı (şifasını) bilen bildi, bil­meyen de bilmedi."[367]

Müsned'ât îbn Mes'ûd'dan (r.a.) merfû olarak rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur: "Allah Azze ve Çelle^ şifâsını vermediği hiçbir hastalığı (yeryüzüne) indirmemiştir. O hastalığın şifasını tiilen bildi, bilmeyen de bil-medi."[368]

Müsned'dt ve Stinen'dt rivayet edildiğine göre Ebu Hüzâme şöyle anla­tıyor: Dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! (Hastalıklarımızı geçirmek için) ruk-ye olarak yaptığımız duayı, tedavi olduğumuz ilacı, (hastalığa tutulmamak için) tedbir almamızı nasıl buluyorsunuz? Acaba bunlar Allah'ın (c.c.) tak­dirinden herhangi bir şeyi geri çevirebilir mi?" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "O (saydığın şeyler de) Allah'ın takdiridir." buyurdu.[369]

Bu hadis-i şerifler; sebepler ve neticelerinin varlığını isbat etmekte, bu­nu inkâr edenlerin görüşlerinin yanlış ve bâtıl olduğunu belirtmektedir. Ha-disdeki: "Her hastalığın mutlaka bir şifası, tedavi yolu vardır." cümlesi, öl­dürücü ve hekimlerin bile iyileşti remeyeceği hastalıkların tümünü içine ala­cak şekilde umumidir. O tür hastalıklardan kurtuluş ancak Allah Azze ve Cel-le'nin yaratacağı bir ilaç ile olur. Fakat Allah, bu bilgiyi insanlardan kaldır­mış ve ona ulaşmağa da bir yol göstermemiştir. Zira mahlukatın bilgisi Al­lah'ın onlara öğrettiği kadardır. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber (s.a.), hastalıktan şifa bulma ölçüsünü, ilacın hastalığa uyması ile sınırlamıştır. Çünkü mahlukatta var olan herşeyin bir zıddı vardır ve her hastalığa karşı olarak da zıddıyla tedavi olunacak bir ilaç vardır. Hz. Peygamber (s.a.) hastalıktan kurtuluşu, ilacın hastalığa uygun olmasına bağlamıştır. Bunlar ilacın mücer-red olarak bulunmasına bağlıdır. Aksi halde ilaç, keyfiyette hastalığın dere­cesini aştığında veya gereğinden fazla miktarda alındığında bir başka hastalı­ğa sebep olur. Gereğinden az olduğu zaman ise, hastalığa mukavemet ede­mediğinden ilacın etkisi az olur. Tedavi, hastalığa uygun olmazsa şifa hasıl olmaz. Ayrıca, tedavi zamansız yapılırsa bir fayda vermez. Hastanın bedeni ilacı kabul etmediği yahut ilaç almaya kuvveti olmadığı veya ilacın tesirine mani bir sebep olduğunda da hastalıktan kurtulmak mümkün olmaz. İlaç ne zaman hastalığa uygun olursa, Allah'ın izniyle mutlaka şifaya kavuşulur. Ha­dislerin bu şekilde izahı, aşağıda gelecek ikinci izah tarzından daha güzeldir.

İkinci bir yorum şöyledir: Bu ifade, kendisiyle has murad edilebilen âm bir hüküm olmalıdır. Böylece özellikle, lâfzın kapsamına girenler, dışında ka­lanlardan kat kat fazladır. Her dilde bu tür ifadeler vardır. Bu durumda ha­dise şöyle mânâ vermek gerekir: Cenâb-ı Hak tedaviyi kabul edebilecek her hastalığın ilacını da mutlaka yaratmıştır. Böylece, tedaviyi kabul etmeyen has­talıklar bu hükme dahil değildir. Nitekim Allah Teâlâ, Âd kavmine musallat ettiği rüzgâr hakkında: "O rüzgârın içinde, Rabbinin emriyle herşeyi yerle bir edecek can yakıcı bir azap vardır."[370] buyurmuştur kî, bu ifade yıkıla­bilecek bütün şeyler için geçerlidir. Nitekim âyetin devamında Âd kavminin evleri bu yerle bir olmadan istisna edilmiştir. Buna benzer misâller çoktur.

Bu âlemde yaratılmış olan atları, bir kısmının diğerlerine mukavemetini, muhalefetini ve tasallutunu düşünen kişiye; Rab Teâlâ'nın kudretinin ke­mâli, hikmeti, sun'undaki insicamı, rububiyette, vahdaniyette, kahrda tek ol­duğu, bizatihi Ganî olup kendi dışındakilerin O'na muhtaç olduğu gibi, O'-ndan başka şeylerin O'nun zıddı ve manii olduğu belirmiş olur.

Sahih hadislerde tedavî olmaya dair emir vardır. Açlık, susuzluk, hara­ret ve üşüme gibi hastalıkları zıdlanyla gidermekte bir beis olmadığı gibi, te­davi de tevekküle mâni değildir. Aksine, Allah'ın şer'î bir ölçüde, neticeler için tayin etmiş olduğu sebeplere yapışmakla tevhidin hakikati tamamlanmış olur. Zira sebeplerin ortadan kaldırılması, gerçekte ve hikmette olduğu gibi, tevekkülün kendisine mâni olur ve onu zayıflatır. Çünkü, sebepleri terket-menin tevekkülü daha kuvvetlendireceği zannedilir. Kişi, sebeplere acziyetinden dolayı yapışmamışsa, dininde ve dünyasında kulun faydasına olan şeyin elde edilmesi ve din ve dünyasına zarar verecek şeyi ortadan kaldırması hususun­da kalbin Allah'a itimad etmesi demek olan tevekkülün hakikatına aykırı ha­reket etmiş olur. Bu şekildeki itimadın, sebeplere yapışmakla birlikte olması gerekir. Aksi halde hikmet ve şeriatı ortadan kaldıran kişi durumuna düşer. Dolayısıyla kul acziyetini tevekkül, tevekkülünü de acziyet olarak değerlen­dir memelidir.                                      

Bu hadislerde, tedaviyi inkâr ederek; "Şayet şifa takdir olunmuşsa, te­davinin bir faydası yoktur, eğer şifa tjakdir olunmamışsa zaten bir faydası olmaz." diyenin görüşü reddedilmektedir. Aynı şekilde bu yanlış düşünceye şu da eklenebilir: "Hastalık Allah'ın takdiriyle tahakkuk eder. Halbuki Al­lah'ın takdiri reddoîunamaz, defedilemez." Bu mânada sorulan Hz. Peygam-ber'e (s.a.) bedeviler sormuştu. Sahâbinin büyükleri ise, Allah'ı, hikmetini ve sıfatlarım en fazla bilenlerden oldukları için böyle bir soruya gerek duy­mamışlardır. Gerçekten de Hz. Peygamber (s.a.) böyle sorular soranlara sadra şifa verecek şekilde cevap vermiştir: Bu ilaçlar, rukye (dua) ve hastalıktan sakınmalarınız da Allah'ın takdiridir. O'nun takdirinin dışına hiçbir şey çı­kamaz. Bilâkis O, takdirini kendi takdiriyle geri çevirir. Bu geri çevrilme de O'nun takdiridir. Hiçbir şekilde O'nun takdirinin dışına çıkmak mümkün de­ğildir. Bu aynen açlık, susuzluk, hararet ve üşümeyi zıdlanyla gidermek gibi­dir. Düşmanla karşılaşma* takdir kılındığında, onların savaşla bertaraf edil­mesi de böyledir. Defeden, defedilen ve defetme, hepsi Allah'ın takdiriyledir.

Bu soruyu sorana denilir ki: Sana fayda getirecek bir şeyi elde etmek ve zararı gidermek için senin de hiçbir sebebe yapışmaman .lâzım değil midir? Zira, fayda ve zarar şayet takdir edilmişse mutîaka vuku bulacaktır. Eğer takdir olunmamışsa onun meydana gelmesi mümkün değildir. Böyle bir mantık di­nin ve dünyanın yıkımı, âlemin bozulması demektir. Bu sözü ancak, hakkı reddeden, inatçı biri söyler. Müşriklerin: "Şayet Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız müşrik olurdu."[371], "Şayet Allah dileseydi ne biz ne de ba­balarımız Allah'dan başka bir şeye ibadet ederdik."[372] diye; Allah'ın onla­ra peygamberleriyle hüccet getirmesine karşılık vermeleri gibi, kaderi (inan­dıklarından değil) sırf karşısında haklı olan kişinin delilini çürütmek için laf olsun diye ağızlarına alırlar.

Bu soruyu sorana şu şekilde cevap verilebilir: Şimdi senin hatırlayama­dığın üçüncü bir konu daha var. O da şudur: Muhakkak ki Cenâb-ı Hak şu­nu ve bunu bu sebepten dolayı takdir etti. Ancak sebebini yerine getirdiğin takdirde netice meydana gelmiş olur. Aksi takdirde netice alınmaz.

Şayet şu şekilde itiraz ederse: Eğer sebep takdir olunmuşsa ben onu ya­parım; takdir olunmamışsa benim onu yapmaya gücüm yetmez. Bu durum­da ona denilir ki: Böyle bir savunmayı —sana muhalefet ederek— emrettiğin bir işi yapmayıp, nehyettiğin bir hareketi yaptıkları bir zamanda, kölen, ço­cuğun ve ücretle tuttuğun amelenden kabul eder misin? Eğer bunu mantıklı bularak kabul edersen, o zaman sana isyan edeni, malını çalanı, sonra iftira atanı ve haklarını vermeyeni, hiç kötülememen gerekir. Şayet böyle bir şeyi kabul etmezsen, o halde üzerinde Allah hakkı olarak gerekli şeyleri yapma-manı nasıl mantıklı bulabiliyorsun?

İsrâilî bir rivayete göre, Hz. İbrahim (a.s.) şöyle sordu: "Ya Rab! Has­talık kimdendir?" Cenâb-ı Hak: "Bendendir." dedi. Hz. İbrahim (a.s.): "Peki, şifası kimdendir?" diye sordu. Cenâb-ı Hak: "Bendendir." buyurdu. Hz. İb­rahim: "Öyleyse tabibe ne gerek var?" diye sorunca, Cenâb-ı Hak: "Tabib, şifayı kendi eliyle yeryüzüne gönderdiğim adamdır." dedi.

Ayrıca, "Her hastalığın bir şifası vardır." hadisi hem hastaya, hem ta­bibe moral gücü vermektedir. Hastalıktan kurtulmanın yollarını araştırmaya teşvik etmektedir. Çünkü hasta, hastalığını geçirecek bir ilacın mutlaka var olduğuna inanırsa, kalbi umutlanır, karamsar olmaz, umut kapısı açıhr. Ru­hu bu sebeple kuvvetlendiğinde hastalıktan dolayı meydana gelen harareti or­tadan kalkar. Bu hal hayvanı, nefsânî ve tabiî ruhların güçlenmesine sebep olur/Bu ruhlar kuvvetlendiğinde, bu ruhları taşıyan kuvvetler güçlenir. Böy­lece vücut hastalığı yener ve onu ortadan kaldırır.

Aynı durum tabip için de önemlidir. Zira, bu hastalığın mutlaka bir de­vasının, ilacının olabileceğine kanaat getirirse, onu bulmak için araştırmaya koyulur. Nitekim bedenî hastalıklar kalbî hastalıklarla aynı ölçülere sahip­tir. Cenâb-ı Hak herhangi bir kalbe bir hastalık verirse mutlaka onun tedavi­sini o hastalığına zıd bir şeyle vermiştir. Şayet hasta tedavi olacağı, zıd olan ilacı bilir de onu kullanır ve ilaç da o hastalığına tam uyum sağlarsa, Allah'ın izniyle hasta şifaya kavuşur. [373]

 

3— Rasûlullah'm (s.a.) Dengeli Beslenmesi:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) mideyi bozacak şekilde ve ihtiyaç fazlası yemekten kaçınması, yeme ve içmede riâyeti gerekli ölçüler konusundaki tutumu şöyledir:

Müsned ve diğer hadis kitaplarında rivayet olunduğuna göre Hz. Pey­gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlu, midesinden daha kötü hiçbir kabı doldurmamıştır. Halbuki onlara, belini doğrultacak birkaç lokmacık kâfi gelir. Mutlaka midesini dolduracaksa, üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de hava için ayırsın."[374]

Hastalıklar iki çeşittir: Birinci türdeki maddî hastalıklar; bedende aşırı derecede çok olup da tabiî hareketlere dahi zarar veren hastalıklardır. Hasta­lıkların birçoğu bu türdendir. Sebebi ise; daha ilk yemek hazmedümeksizin vücuda yeni yemekler doldurulması, ihtiyaçdan fazla miktarda, faydası az, hazmı zor gıdaların alınması, çeşitli terkiplerde karışık gıdaların çok alınma­sıdır, însan bu tür gıdalarla karnını doldurur ve bunu alışkanlık haline geti­rirse türlü türlü hastalıkların meydana gelmesine sebep olur. Misâl olarak da hastalığın süratle gelip, zor bir şekilde ortadan kaldırılması verilebilir. Gıda­da Grta yolu turar, ihtiyaç miktarı alıp kemmiyet ve keyfiyyetinde mutedil olursa, vücud; fazla miktarda alman gıdanın verdiği faydadan daha çok fay­da elde etmiş olur.

Gıda üç türİü alınır: 1) Zaruret ölçüsünde, 2) Yeterli ölçüde, 3) Aşın öl­çüde. Hz. Peygamber (s.a.); kişiye belini doğrultacak, kuvvetinden düşürme­yecek ve zafiyet vermeyecek şekilde birkaç lokmacığın yeterli olduğunu; da­ha fazla yemek zorunda kaldığı takdirde, midesinin üçte birini yemekle, üçte birini suyla, son üçte birini de nefesle doldurmasını bildirmiştir. Bu şekilde yemek, hem vücuda, hem de kalbe en faydalı olan şekildir. Çünkü mide sırf yemekle dolarsa su içmekte zorlanır. Sırf su ile dolarsa nefes almakta zorla­nır, ağır bir yük altında kalan kişi gibi yorulur ve sıkıntıya düşer. Bu vaziyette olan kişinin kalbi bozulur, azaları ibadete karşı gevşer. Tokluğun gerektir­diği şekilde azalar şehevî arzularla hareket ederler. Hâsılı, midenin yemekle doldurulması hem bedene hem de kalbe zararlıdır.

Çok yemek, daimi ve sürekli olursa bu sayılan olumsuz neticeler meyda­na gelir. Halbuki bazen çok yemekte bir sakınca yoktur. Nitekim, Ebu Hu-reyre (r.a.), Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda; "Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, sütü mideme ulaştıracak hiçbir yol bulamıyorum!'* diyene kadar süt içmiştir. Sahabîler Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda de­falarca, doyana kadar yemişlerdir.                                                  .

Bereketli dahi olsa, aşın derecede tokluk insanın bedenini ve kuvvetini zaafa uğratır. Zira bedeni, çok fazla gıda değil, ancak kabul edebileceği mik­tarda alman gıda kuvvetlendirir.

İnsan topraktan, havadan ve sudan ibaret olduğundan dolayı Hz. Pey­gamber (s.a.) yemek yemeği; yemek, su ve hava olarak üç kısma ayırmıştır.

Şöyle denilebilir: (Ahlat teorisine göre) insanda bulunması gereken (dör­düncü unsur) ateşin vücutta bir yeri yok mudur?[375]

Buna şöyle cevap verilir: Bu tabiplerin ileri sürdükleri bir teoridir. On-, lar: "İnsanda bilfiil ateş unsurundan bir cüz vardır ve bu insanda mevcut olâ(ı dört rükün ve asıldan[376] birisidir." derler.

Filozof ve tabiplerden bazıları bu (ahlat) teorisini tenkid ederek, insi da bilfiil ateş unsurunun olmadığını şu delillerle ileri sürmüşlerdi:

1— İnsanda ateş unsurunun varlığı, ya etkisini terkederek nüzul eder vücutta bulunan su (mâî) ve toprak (arazî) unsurlarla karışır, veya vücutta doğar ve oluşur deniliyor.

Birincisi iki yönden yanlıştır, a) Ateş tabiatıyla yükselici bir vasfa sahip­tir. Şayet nüzul ederse bulunduğu merkezden bu âleme inişi zor olur. b) Vü­cutta bulunduğu iddia edilen ateş unsurları, nüzul ederlerken son derece so­ğuk olan zemherîr küresi üzerinden geçmek zorundadırlar. Halbuki biz bu âlemde, büyük bir ateşin az bir su ile söndüğünü görüyoruz. İşte son derece soğuk olan zemherîr küresi üzerinden geçecek olan bu ateş unsurları daha çabuk sönerler.

2— Vücutta meydana gelmesi görüşü ise çok çok uzak bir ihtimaldir. Çünkü bir cisim (ahlat teorisine göre) ateş olmadan evvel, ya toprak, ya su veya havadır. İlk 4efa ateş olan bu madde, diğer cisimlerden biriyle bitişik ve karışık olmuş olur. Ateş olmayan cisim ise büyük cisimlere karıştığında ne ateşdir, ne de onlardan herhangi biridir. Ateşe dönmeğe uygun bir istidat göstermez, çünkü bizatihi ateş değildir. Karışık cisimler ise soğuktur. O hal­de ateşe dönüşmeye nasıl müsait olabilir?

Şöyle diyebilirsiniz: Vücutta, diğer cisimleri ateşe döndürecek ve onla­rın arasına karıştığından dolayı onları ateşe dönüştürecek ateş unsurlan ni­çin olmasın?

Biz de deriz ki:

a) Bu ateş unsurlarının vücutta oluşma imkânı —ilk sözümüzde de söy­lediğimiz gibi— yoktur. Şayet; "Biz, sönmüş kirecin üzerine su döküldüğün­de, bir kristale güneş ışığı vurduğunda, taşı bir demire vurduğumuzda ateş çıktığını görmekteyiz." derseniz; işte bütün bu ateş unsurlan karışım esna­sında oluşuyor ki, bu da sizin birinci kısımda ileri sürdüğünüz görüşleri ibtal eder.

Bu görüşleri kabul etmeyenler diyorlar ki: Biz, taşın demire vurulmasın­da olduğu gibi şiddetli bir sürtüşmeden ve kristalde olduğu gibi güneşin kuv­vetle ısırmasıyla ateş meydanagel4.iğini inkâr etmiyoruz. Fakat biz, bitki ve hayvanların cisimlerinde'bu hadisenin meydana gelmesini uzak buluyoruz. Çünkü onların yapılarında bu şekilde ateş maydana getirecek kadar şiddetli sürtüşme azdır ve kristal gibi bir parlaklık yoktur. Kaldı ki güneş ışınları kris­talin üzerinde olduğunda elbette ateş meydana getirmezler. O halde içine ulaşan ışın nasıl ateş meydana getirir?

b) Meselenin aslında, tabipler; eski bir içeceğin tabiatında son derece sı­caklık olduğunda ittifak etmişlerdir. Şayet bu sıcaklığın ateş unsurlarından oluştuğu ileri sürülürse bu mümkün değildir. Çünkü, az bir su ile büyük bir ateşin söndüğünü gördüğümüz halde, sönmeden, uzun süre, suyu fazla olan unsurların arasında ateş unsurlannın az olarak kalabileceği nasıl düşünülebilir?

c) Şayet hayvan ve bitkilerde bilfiil ateş unsuru varsa, yine onlarda bu­lunan su unsurlarına mağlup olmaları-gerekir. Zira ateş unsuru suyun eîki-sindedir. Bazı tabiat ve unsurların diğerlerine galip gelmesi mağlubun tabia­tının galibin tabiatına dönmesini gerektirir. Bu durumda zaruri olarak ateşin zıddı olan su tabiatının galebesiyle az olan ateş unsurlan suya inkiiab etmiş olacaklardır.

d) Cenâb-ı Hak, Kitâb'ında, insanın yaradılış safhalarını çeşitli yerlerde zikretmiştir. Bu yerlerden bir kısmında, insanı sudan, bir başka yerde top­raktan, bir diğerinde su ve toprak karışımı balçıktan (= tîri), bir başka yerde güneş ve rüzgârın etkisiyle, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattığın­dan bahsetmiştir. Bunların aksine hiçbir yerde insanı ateşten yarattığından bahsetmemiştir. Bilakis bu tabiri, iblisin bir özelliği olarak zikretmiştir.

Sahih-i Müslim'de sabit olduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Melekler nurdan, cinler halis ateşten, Âdem de size (Kur'an'-da) tavsif olunduğu gibi (topraktan) yaratılmıştır[377]

Bu hadiste de ifade edildiği gibi insanın Cenâb-ı Hakk'ın Kitâb'ında be­lirtildiği şekilde yaratıldığı açıktır. Cenâb-ı Hak bize insanı ateşten yarattığı­nı veya insanın aslında ateşten bir unsurun bulunduğunu anlatmamıştır.

e) Onların en güçlü delilleri, canlıların bedenlerinde müşahade etmiş ol­dukları hararettir ki; buna göre canlılarda ateş unsuru vardır. Bu bir delil ola­maz. Çünkü hararetin sebepleri ateşten daha umumi unsurlarla da meydana gelir- Hararet bazan ateşten, bazan hareketten, bazen güneş ışınlarının ak­setmesinden, bazen havanın sıcaklığından, bazan ateşe yakın olmaktan mey­dana gelir. Havanın sıcaklığı vasıtasıyla veya başka sebeplerle hararet mey­dana gelmesi, canlıda ateşin varlığını gerektirmez.

İnsanda ateş unsurunun varlığını iddia edenler derler ki: Şu bir gerçektir ki toprak ve su birbirlerine karıştıklarında, erimelerini ve birbirlerine katış­malarını gerektirecek bir hararet gerekmektedir. Aksi halde onlardan her bi­ri diğerine katışmamış, birleşmemiş olur. Nitekim güneş ve havanın ulaşma­dığı bir toprağa herhangi bir tohum attığımızda tohum bozulur. İşte bu se­bepten dolayı ya karışık bir şeyde tabiî olarak pişmiş, erimiş bir cisim mey­dana gelmesi veya gelmemesi gerekir. Şayet meydana gelirse işte o ateş unsu­rudur. Meydana gelmezse mürekkep olan cisim tabii olarak sıcak olmaz. Sı­cak olsa da bu onda arazî (geçici) olarak meydana gelir. Bu arazî sıcaklık zail olduğunda da o şeyin ne tabiatında ne de keyfiyyetinde hararet olmaz. Aksi­ne mutlak soğuk olur. Fakat bazı gıda ve ilaçların tabiatında hararet vardır. Hararetin onların kendilerinde mevcut olduğunu anlarız. Çünkü hararet on­larda arazî değil, cevher-i nârı (temel ateş niteliği) olarak vardır. •

Yine derler ki: Eğer vücutta stcak bir unsur olmazsa, son derece soğuk olması gerekir. Çünkü tabiat soğuk olmayı gerektirecektir. Yardımcısı ve kar­şıtından mahrum olduğundan da soğukluğun derecesi en son noktaya ulaşaçaktı. Şayet böyle olsaydı, insan tabiatında, soğuk sebebiyle ihsas (duyular) olmayacaktı. Çünkü son derece soğuk bir vücuda, soğuk bir şey ulaştığında benzeri bir şey olur. Bir şey de benzerinden ayrılmaz. Aynlamayınca da onu hisredemez. Onu hissedemeyince de ondan elem duymaz. Şayet soğuktan başka bir şey olursa farkedilmemesi (ayrılmaması) daha uygundur. Şayet bedende tabiî olarak sıcak bir unsur yoksa, bu elbette soğuktan ayrılıp meydana gelmez.

Diyorlar ki: Sizin delilleriniz şu sözleri söyleyenlerin görüşlerini ibtal et­mektedir: Ateş unsurları bu mürekkep (karışık) cisimlerde hali üzere ve ateş tabiatlarıyla baki (kahcı)dırlar! Halbuki biz böyle demiyoruz. Aksine; ateşin kendi türüne ait görüntüsünün karışma esnasında bozulduğunu söylüyoruz.

İnsanda ateş unsurunun olmadığım iddia eden diğerleri de şöyle diyor­lar: Niçin, toprak, su ve hava birbirlerine karıştıklarında, bu karışma ve eri­meden meydana gelen hararetin güneş ve diğer yıldızların harareti olduğu ileri sürülemesin? Daha sonra, karışık bir madde, karışımının kemaline ulaştığın­da, sıcaklık sebebiyle —bitki olsun, hayvan olsun, maden olsun— karışım vaziyetini kabule hazır haldedir. Bu karışık maddelerdeki sıcaklık ve harare­tin, Allah Teâlâ'nın bu birleşme esnasında meydana getireceği hassa ve kü­vetlerle olup, bilfiil ateş unsurundan olmamasına ne mâni olabilir? Bu şekil­de yapılan izahı iptal etmeye elbette hiçbir yolunuz yoktur. Nitekim büyük tabiblerden bir grup da gerçeği itiraf etmişlerdir.

Bedenin soğuğu hissetruesf sözüne gelince; biz deriz ki, bizatihi bu be­dende bir hararet ve sıcaklığın var olduğunu gösterir. Bunu kim inkâr edebi­lir ki? Yalnız sıcak bir şeyin mutlaka ateşten oluştuğuna delil yoktur. Zira her ne kadar, her ateş sıcaksa da bu hüküm küllî bir hüküm olamaz. Aksine bazı sıcak şeyler ateştir denebilir.

Ateş türüne ait görüntünün bozulmasına dair olan sözünüze gelince, ta­biplerin çoğu ateşin kendine ait görüntüsünün bekâsını benimser. Bozulma­sına dair olan sözün kendisi bozuktur. Bu görüşün bozuk olduğunu tabible-rini/in müteahhirîn temsilcilerinin en efdali[378] eş-Şifâ adlı eserinde itiraf et-

miş ve unsurların, karışık cisimlerde aslı ve tabiatlanyla daha toplu bulun­duklarını isbat etmiştir. Tevfik Allah'tandır. [379]

 

4— Rasûlullah'ın (s.a.) Öğütlediği İlaçların Türleri:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) hastalık için tavsiye ettiği ilaçlar üç çeşitt Tabiî ilaçlar, 2) İlâhî ilaçlar, 3) Her ikisinin karışımı olan ilaçlar.

Biz Rasûlullah'ın (s.a.) tavsiye ettiği bu üç çeşit ilaçtan bahsedeceğiz. Öı tavsiye edip, bizzat kendisinin kullandığı tabiî ilaçlan, daha sonra da il ilaçlan ve nihayet her ikisinin karışımı olan ilaçlan zikredeceğiz.

Bununla birlikte (önce) şuna işaret etmeliyiz ki; Hz, Peygamber (s.a.) ancak hidâyet etmek, Allah'a ve cennetine çağırmak, Allah'ı tanımak, üm­mete Allah'ın rızasının bulunduğu şeyleri belirtip onları emretmek, Allah'ın gazap ettiği şeyleri belirtip onlardan sakındırmak, nebî ve rasûllerin ümmet -îeriyle ilgili haber ve ahvalini, âlemin yaradılışı, kâinatın başlangıç ve sonu ile ilgili haberleri, insanların nasıl şakı (mutsuz) ve saîd (mutlu) olacaklarını ve bunların sebeplerini bildirmek için gönderilmiştir.

Bedenî hastalıkların tedavisiyle ilgili Tıbbu'n-Nebî ise, şeriatının tamam-lanması için olup, ihtiyaç anında kullanılması gayesiyledir. Buna ihtiyaç his-sedilmediğinde ise bütün güç ve kuvveti, kalplerin ve ruhların tedavisine, sıh­hatin muhafazasına, hastalıkların giderilmesine, fesadı gerektirecek şeyler­den korunmaya sarfetmek gerekir. Asıl gaye, ruhların ve kalplerin ıslah ve tedavisidir. Çünkü kalp ıslah olunmadan, bedenin ıslah edilmesinin bir fay­dası yoktur. Kalp ıslah edilmiş olduğu halde bedenin hastalanması, cidden fazla bir zarar meydana getirmez. Çünkü b'u geçici bir zarar olup, arkasın­dan devamlı ve sürekli olan fayda meydana gelir. Muvaffakiyet Allah'tandır. [380]

 

İKİNCİ BÖLÜM

Hz. PEYGAMBERİN (S.A.) TEDAVİ OLMA KONUSUNDAKİ TUTUM VE ÖĞÜTLERİ

 

A) TABİÎ İLAÇLARLA TEDAVİ

 

1— Hummanın Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) humma hastalığının tedavi edilmesi hakkınd tutumu şöyledir:

Sahihayn'da, Nâfi'—İbn Ömer kanalıyla Hz. Peygamber'ia(s.a.) şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Humma veya humma hastalığının şiddeti, an­cak cehennemin hararetinin şiddetinden bir parçadır. Dolayısıyla humma,ate-şini, su ile soğutun."[381]

Bu hadis-i şerif cahil tabiplerin bir çoğuna müşkil gelmiş ve hummanın tedavisi ve ilacına aykırı bir emir olduğunu zannetmişlerdir. Biz —Allah'ın güç ve kuvvetiyle— tefsirim ve fıkhım açıklayarak deriz ki:

Rasûlullah'ın (s.a.) hitabı iki nevidir: a) Tüm yeryüzünde yaşıyan insan­ları içine alacak şekilde umumî hitapları, b) Bir kısmına ait hitapları. Birinci­sine umumî hitapları dahildir. İkincisine ise şu hadis misâl olabilir: "Büyük veya küçük abdest yaparken önünüzü kıble tarafına dönmeyin, sırtınızı da dönmeyin. Fakat batıya ve doğuya doğru yönelin."[382] Bu hitap, doğu ve batıda bulunanlar ile Iraklılara ait olmayıp, Medineliler ve o hizada bulunan Şamlılara ve diğer yerlere mahsustur.

"Meşrık ile mağrip arası kıbiedir."[383] hadisi de böyledir.

Burası anlaşıldığında; Hz. Peygamber'İn (s.a.) bu (humma) hadisinde kasdetmiş olduğu kimselerin Hicazlılar ve Hicaz istikametindeki memleket­lerde oturanlar olduğu da anlaşılır. Çünkü onlara arız olan humma hastalığı­nın ekserisi, güneşin hararetinin şiddetinden meydana gelen geçici, günlük hum­ma hastalığıdır. Bu tür humma için hem içilerek, hem de serperek soğuk su kullanılması faydalıdır. Çünkü humma; etkisi önce kalpde beliren garib bir hararettir. Ruh ve kan yoluyla, atardamar ve diğer damarlarla bütün vücuda yayılır, tabiî hareketlerin yapılmasına engel olacak şekilde ateş meydana getirir.

Humma iki kısımdır: ,

1— Arazî (geçici) humma: Şişme (verem) ve hareketten veya güneş çarp­masından veya yaz mevsiminin şiddetli olmasından ve benzerlerinden mey­dana gelir.

2— Marazı humma: Üç nevidir; bu önce bir maddede oluşur, daha son­ra bütün vücudu ateş sarar: a) Şayet başlangıcı ruh İle olursa buna günlük humma denir. Çünkü çoğunlukla bir günde geçer. En fazla üç gün sürer, b) Şayet başlangıcı ahlat ile olursa afenî humma denir. Dört sınıftır: Safravî, sevdâvî, balgamî, demevî. c) Şayet başlangıcı aslî ve sert organlar olursa ince humma (humma dıkk) denir. Bu neviler çerçevesinde daha başka bir çok ne­vî humma çeşidi vardır.          

Bazı hummadan vücut o kadar fazla istifade eder ki, ilaçlardan o kadar fayda görülmez. Çoğunlukla günlük humma çeşidi yaygındır. Afenî humma büyük maddelerin birlikte pişmelerine sebep olur, ki başka bir yolla bu hadi­se oluşturulamaz. Bir takım çözücü-açıcı ilaçların ulaşamadığı engelleri (sud-de) açmağa sebep olur.

Eski ve yeni remed'e gelince[384]; onun birçok çeşidi, garip ve süratli bir şekilde birtakım hastalıklan'tedavi eder. Felç, yüz felci (lakve), sinir bozul­masından meydana gelen adale buruşması (teşennuc-i imtilaî) ve faydası ol­mayan (az vitaminli) katı gıdaların etkisiyle meydana gelen birçok hastalığa çaredir.   

.Bazı faziletli doktorlar bana şunu anlattılar: Biz hastalıkların büyük bir kısmını, hasta kendi kendine şifaya kavuştuğu gibi, humma ile yeniyoruz. Bu hususta humma birçok açıdan ilaç içmekten daha faydalıdır. Çünkü hum­ma, hümörleri (ahlat) ve bedene zararlı bazı maddeleri pişirir. Piştiği takdir­de de ilaç, çıkmağa hazır halde olan fasid maddelere tesadüf eder ve onları dışarı atar. Böylece şifa hasıl olur.[385]

Bu kavranıldığında, hadisten kastın arazî hummaların bir kısmı olduğu an­laşılır. Çünkü bu tür hummalar, soğuk suya o hasta yer daldırıldığında veya buz gibi soğuk su içildiğinde sükunet bulur. Hasta bu durumda bir başka ilaç almağa gerek duymaz. Çünkü arazî hummaîardaki hararet ruha taalluk eden mücerred sıcak bir keyfiyettir. Dolayısıyla onu gidermek için mücerred so­ğuk bir keyfiyeti o uzva ulaştırmak yeterlidir. Hümörlerin pişmesine, dolayı­sıyla da bir hıitın dışarı atılmasına ihtiyaç duymadan ateşi dindirmiş olur.

Hadis-i şerifte, hummaların her türünün kastedilmiş olması da mümkün­üdür. Nitekim doktorların en büyüğü olan Calinus (Galen)[386], her türlü hum­maya soğuk suyun faydalı olduğunu itiraf etmiştir.

Calinus, Hîlelü'l-Bür' adlı kitabın onuncu bölümünde demiştir ki: Şa­yet etine dolgun, vücudu ferah genç bir kişi yazın tutulmuş olduğu humma­nın sonunda ise ve iç uzuvlarında da bir şişlik (verem) yoksa, soğuk suyla banyo yapar veya soğuk suda yüzerse elbette bundan faydalanır.

Râzî,[387] {Kitâbü'l-Hâvîadlı) büyük kitabında der ki: "Şayet vücut kuv­vetli, humma da ciddi bir şekilde kızışmış, pişme zahir, karında bir şişkinlik ve fıtık yoksa soğuk su içilmesi faydalıdır. Şayet hastanın bedeni ferah, mev­sim sıcak ve dışardan soğuk su almaya alışkınsa, ona da müsaade edilir."

Hadis-i şerifteki: "Humma cehennemin kaynamasından (bir parça)dır." cümlesi, alevinin şiddeti ve ortaya yayılan sıcaklığı demektir. Buna benzer bir ifade: "Güneşin şiddeti cehennemin kaynamasından (bir parça)dır." ha­disinde de vardır.

Hadisteki bu ifade iki türlü izah edilmiştir:

a) Bununla, cehennemden kaynaklanan bir ateşe ince bir misal verilmiş oluyor ki, kullar bundan hüküm çıkarsınlar ve ibret alsınlar. Çünkü Allah Teâlâ'nın böyle bir ateşin insanda zuhurunu takdir etmesi, bu neticeyi gerek­tirecek sebeplerin etkisiyledir. Aynı şekilde sevinç, ferah, huzur ve lezzeti, bu dünyada cennet nimetlerine delâlet etmesi ve ibret almaTc için ihsan etmiştir ki, bunları elde etmek, bir takım şartların, sebeplerin yerine getirilmesiyle olur.

b) Bu ifade ile teşbih (benzetme) yapılmıştır. Hummanın şiddeti ve ale­vinin cehennemin kaynamasına benzetilmesi, cehennem azabının şiddetine ruh­ların ikaz edilmesi içindir. Bu (hissedilen) büyük ateş cehennemin kaynama­sının hararetidir ki, sadece sıcaklığına yajdaşana isabet eden zarardır.

Hadis-i şerifteki "Soğutunuz" ifadesi iki şekilde rivayet edilmiştir:

a- Katı' hemzesiyle, if'al babından emir olarak rivayet edilmiştir, ki, "ısınma" mânasına gelen "şahane" kelimesi if'al babına aktarıldığında ^eshane-ısıttı" mânasına geldiği gibi, "ebrede" kelimesi emir kipinde, "soğutunuz" mânasına gelir.

b- Vasıl hemzesiyle rivayeti ki lügat ve kullanış bakımından daha yaygın şeklidir. (Su ile serinleyiniz mânasına gelmektedir.) Çünkü birinci şekildeki (rubai) kullanımı daha azdır ve değersizdir.

Şâir demiştir ki:[388]

"Aşkın alevini ciğerlerimde hissettiğimde, Kavmin su kabına doğru serinlemek için yöneldim.

Beni bırak, suyun soğukluğu ile (aşkın) zahirini serinlettim, îç organlardaki tutuşan ateşi (acaba) kim söndürür?"

Hadisteki; "su ile'* kelimesi hakkında iki görüş vardır: Birincisi, her (yerde bulunan ve kullanılan) sudur. Diğer görüşe göre, sudan maksad zemzem suyudur.

Bu ikinci görüşü savunanlar, Buharî'nin Sahih'inds, Ebu Cemre Nasr b. İmran ed-Dubaî'den yaptığı şu aşağıdaki rivayeti ileri sürüyorlar. Ebu Cemre diyor ki: Mekke'de İbn Abbas'ın (r.a.) yanında oturuyordum. O esnada bir­den hummaya tutuldum. Bunun üzerine bana şöyle dedi: Zemzem suyu ile hum­manı izale et, serinle! Zira Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Humma cehennemin kaynamasın (dan bir parça)dır. Dolayısıyla o ateşi su ile soğutu-nuz."(Veya şöyle buyurdu:) "Zemzem suyu ile soğutunuz."[389]

(Görüldüğü gibi) râvi, hadisi şüphe ifadesiyle rivayet etmiştir. Buna rağ­men şüphe etmeden rivayet etseydi, bu emir ancak Mekkeliler için geçerli olur­du. Çünkü zemzem suyunu kolayca elde etmek onlar için mümkündür. Mek-keli olmayanlar ise bulabildikleri sudan yararlanabilirler.

Hadis-i şerifi genel kabul edenler, "acaba su ile serinletmekten kasıt su ile sadaka mı vermektir, yoksa suyu bizatihi kullanmak mıdır?" şeklinde iki görüş belirtmişlerdir. Sahih ve doğru olanı kullanılmasıdır. Zira bundan ka-sıd su ile sadaka vermektir diyen kişi, zannederim ki hummayı tedavide so­ğuk su kullanmaktan kaçınmaktadır. Hadis-i şerifin güzel bir izahı (başka bir açıdan) yapıldığı halde bunu anlamamıştır. O da şudur: Bir şeyin cezası o şeyin cinsinden olan bir başka (amel) şeyle olur. Nitekim, susuzluğu soğuk su nasıl söndürüyorsa, Cenâb-ı Hak da hummanın alevim böylece gideriyor. İşte bu şekildeki izah hadis-i şerifin fıkhından ve işaretinden anlaşılmakta­dır. Neticede anlaşılan, suyun kullanılmasıdır.

Ebu Nuaym ve diğer hadisçiler, Enes'ten (r.a.) merfû olarak şunu zik­retmektedirler: "Sizden biriniz hummaya tutulduğunda seher vaktinde olmak üzere, üç gece üzerine soğuk su serpsin. "[390]

İbn Mâce'nin Sürteninde Ebu Hureyre'den (r.a.) merfû olarak şöyle ri­vayet ediliyor: "Humma cehennem körüğünden bir körüktür. Şu halde hum­mayı soğuk su (kullanarak) kendinizden uzaklaştırınız. "[391]

Müsne<fde ve diğerlerinde, Hasan el- Basrî'nin (r.a.) Semüre'den (r.a.) merfû olarak yaptığı bir rivayet de şöyledir: "Humma cehennemden bir par­çadır. Onu (üzerinizden) soğuk su ile soğutunuz." Rasûlullah (s.a.) humma­ya tutulduğunda bir kırba su ister, daha sonra o suyu başından aşağı döke­rek gusleder di. [392]                                                                

Sünen'de Ebu Hureyre'den (r.a.) yapılan bir rivayet şöyledir: Allah Ra­sûlü'nün (s.a.) huzurunda hummadan söz açıldı. Adamın biri hemen (hum­maya) küfretti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: "Humma­ya sövmeyiniz. Çünkü humma, ateşin demirdeki pası gidermesi gibi insanın günahlarım silip süpürür."[393]

Humma ile birlikte, (vitamin değeri az olup da) fazlaca yenilen gıdalar­dan perhiz edilip faydası çok olan (vitaminli) gıdalar alındığında bedenin (d£~ ğer bilinmeyen hastalıklardan) temizlenmesinde, pislik ve fazlalıklarının atıl-masmda, değersiz hümörlerin tasfiye edilmesinde yardımcı bir etki oluşur^ Bu şekildeki etki aynen körükte ateşe verilmiş demirin pisliklerinin (fazlalık­larının) giderilmesi, demir cevherinin tasfiye edilmesindeki etkiyi yapar. Zira demir cevherini tasfiyede en etkili şey ateş körüğüdür. Bu ölçü beden tedavi­sinin doktorlarınca da bilinmektedir.

Fakat hummanın (psikolojik olarak) kalp kirini tasfiye etmesi ve pislik­lerini çıkarması ise, ancak kaip doktorlarının bilebileceği bir iştir. Bu husus­taki inceliği ancak, Allah Rasûlü'nün (s.a.) onlara (doktorlara) haber verdiği gibi buluyorlar.

Fakat kalp hastalığının tedavisinden umut kesildiğinde, bu ilacın ona hiç­bir faydası olmaz. Zira humma, hem kalbe hem de bedene faydalı bir hasta­lıktır. Faydası bu kadar çok olan bir vaziyete (duçar olmuş birisinin) küfret­mesi zulüm ve düşmanlıktan başka bir şey değildir.

Bir keresinde, hummalı bir halde iken, hummaya küfreden bir şâirin şu beyitlerini hatırladım:

"Günahlara keffaret olan (humma) geldi ve gitti;    [ Gelene de gidene de lanet olsun.                        

Göç edip veda edeceği zaman sordu, ne istiyorsun?

Dedim ki: Bir daha geri dönme!"

Ben de, Allah Rasûlü'nün (s.a.) küfretmeyi yasakladığı hummaya küf­reden kişiye lanet okuyarak, keski şöyle deseydi daha iyi olurdu dedim ve ekledim:

"Günahlara keffaret olan (humma) geçti. Dökülmesi için, selâm gelene ve veda edene.

Göçe niyetlenildiğinde sordu:

Ne istiyorsun? Ben de: Ziyaretini kesme! diye cevap verdim."

Elbette ben ondan koptum, sıyrıldım. O da hemen benden sökülüp gitti.

Sahih olup olmadığını bilemeyeceğim bir eser şöyledir: "Bir gün hum­maya tutulmak; bir senelik günaha keffarettir."[394]

Bu hadisin iki şekilde izahı mümkündür:

a) Humma, vücutta bulunan tüm uzuvları ve eklemleri etkiler. İnsanda ise üç yüz altmış eklem mevcuttur. Böylece her eklem, sayısınca bir güne te­kabül ederek o gün işlenen günahlara keffaret oîmuş olur.

b) Humma, bedende öyle bir etki meydana getirir ki, bu etki ancak bir sene sonra tamamen ortadan kalkar. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) bir hadiste şöyle buyurmuşlardır: "İçki içen kişinin kırk gün namazı kabul olunmaz."[395]' Çünkü içkinin etkisi, kişinin içinde, damarlarında ve uzuvlarında kırk gün devam eder.

Ebu Hureyre (r.a.) der ki: "Bana isabet eden hiçbir hastalık yoktur ki hummadan daha hoş ve sevimli gelsin. Çünkü vücudumun tüm uzuvlarına sirayet ediyor. Muhakkak ki Cenâb-ı Hak da her uzvun hummadan nasibi miktarmca ecrini, sevabını veriyor."

Tirmizî, Gz/m'inde, Râfi' b>Hadîc'in (r.a.) merfû olarak rivayet ettiği şu hadisi naklediyor: "Sizden birine,Vcehennemden bir parça olduğu halde— humma isabet ederse onu soğuk su ile söndürsün. Akan bir nehre girsin; fe­cirden sonra, güneşin doğumundan önce kendini suyun akışına doğru versin ve : *Ey Allah'ım; kulunu şifaya kavuştur. Rasûlü'nün (humma hakkında bize vaadettiği sözünü) doğrula.' desin ve üçer kere üç gün üstüste suya dalsın.Üçün-cj gün humma geçmezse beş gün, yine geçmezse yedi gün, yine geçmezse do­kuz gün devam etsin. Zira Allah'ın izniyle humma vücutta etkisini dokuz günden fazla devam ettirmez."[396]

Ben derim ki: Bu tavsiye, ancak yazın, sıcak memleketlerde ve daha ön­ce zikrettiğimiz şartlara uyulduğu takdirde fayda verir. Çünkü böyle bir za­manda (yazın) güneşin kendisine uzakhğmca suyun soğukluk oranı artar. Böyle bir anda kuvvetlerin gelişmesi, uyku, sükun (istirahat) ve havanın serinliği­nin etkisiyle, insandaki kuvveler ile soğuk sudan ibaret olan ilacın kuvveti arazî hummanın hararetim veya gün aşın olarak nöbet nöbet gelen hummayı da (gibbü'l-hâlis), karında bir şişlik (verem), değersiz ve fasid maddeler ol­madığı takdirde Allah'ın izniyle şifaya kavuşturur. Özellikle hadis,-i şerifte belirtilen (üç, beş, yedi, dokuz) günlerde humma mutlaka tedavi edilir. Aynı zamanda bu zaman süreleri, birçok keskin hastalığın buhranının'[397] vukubul-duğu günlerdir. Aynı zamanda, ahalisinin hümörleri ince (rikkat) olan sıcak beldelerde de bu faydalı ilaçtan süratle etkilenmeleri mümkündür. [398]

 

2— İshalin Tedavisi:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) ishal (istitlâkü'l-batri) hastalığının tedavimi susundaki tumumu şöyledir:

Sahihayn'da, Ebu'l-Mütevekkü'in Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayeti şu şe­kildedir: Bir adam Allah Rasûlü'nün (s.a.) huzuruna geldi ve: "Kardeşimin karnı ağrıyor", diğer bir rivayette: "Kamı ishal oldu" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Ona bal (şerbeti) içir!" buyurdu. Adam gitti, bir zaman sonra iki veya üç kerre döndü ve: "Ona (bal şerbeti) içirdim. Fakat hiçbir faydası olmadı", diğer bir rivaette: "Bal şerbeti ancak kardeşimin ishalini arttırdı" dedi.

Adamın tekerrür eden her gidiş gelişinde Rasûlullah (s.a.): "Ona bal (şer­beti) içir!" buyurdu. Nihayet (adamın) üçüricü veya dördüncü müracaatında Allah Rasûlü (s.a.): "Allah (c.c.) doğru söyledi. Fakat kardeşinin karnı ya­lan söylemiştir." buyurdu.[399]

Müslim'in Sahih'indeki lâfızda ise: "Kardeşimin midesi bozuldu." de­nilmiştir ki, midesi hazımsızlık yaptı ve hastalandı mânasına gelir. Nitekim, "ra"nın fethasıyla "Arab" ve "Zereb" kelimesi aynı mânada, mide fesadı ve bozulması demektir.

Bala gelince, onda büyük faydalar vardır. Çünkü bal (şerbeti) damar-larda, bağırsaklarda ve diğerlerinde (mide, böbrek v.s.) mevcut olan zararlı maddeleri (evsah)temizlcT. Bal yenilerek ve macun haline getirilerek (tilâ) alın-

dığında (vücutta gereğinden fazla) rutubetli (olan hümörleri) açıcı bir etki İhtiyarlara, balgamı ağır basanlara ve mizacı soğuk ve rutubetli olanlara faydalıdır. Tabiata, mizaca gayet uygun bir gıdadır. Macunlarmt[400] kuv­vetlerini ve karışımında olan maddelerin koruyucusudur. Devaların (ilaçla­rın) keyfiyetlerini koruyucudur. Sadrı ve ciğeri temizler. İdrarın rahat çık-masını sağlar. Balgamın çoğalmasından meydana gelen öksürüğü keser. Gül yağı ile karıştırılarak sıcak bal şerbeti içildiğinde yılan sokmalarına, afyon

içimi(nden meydana gelen hastalıklara) faydalıdır. Sadece su ile karıştırılıp bal şerbeti olarak içildiğinde kuduz bir köpeğin ısırmasında ve mantar zehir­lenmesinde faydalıdır. Şayet balın içine taze et konulursa üç ay tazeliğini mu­hafaza eder. Yine bala, acur, hıyar, kabak, patlıcan ve bir çok meyveler ko­nulduğunda, onları altı ay muhafaza eder. Bal, ölülerin bedenlerini (çürü-mekten) korur. Bala, emin muhafız da denilmiştir. Bitlenmiş olart vücuda ve saçlara bal sürüldüğünde,  başta ve vücutta olan bitleri ve bit sirkelerim öldürür. Saçı uzatır, güzelleştirir ve besler. Şayet bal göze sürme olarak çekiliri-se gözün karasını parlatır.[401] Şayet dişler balla fırçalanırsa, dişleri beyazla­tır, parlatır, diş (mine)lerinin ve diş etlerinin sıhhatli olmasını sağlar. Damar­ların ağızlarını açar. Hayız kanım {tams) inceltir. Bal; tükürükle yalandığın­da balgamı giderir. Midenin iç sathında olan lifleri yıkar, fuzuli maddeleri^

mideden siler ve onları mutedil bir vaziyette ısıtır, kapalı delikleri açar. Aym etkileri ciğer, böbrek ve mesanede de yapar. Bal aynı zamanda ciğer ve da­laktaki kapalı delikler için, l>efTürlü tatlı olan nesne arasından en az zararlı bir maddedir^                 

Bütün bunlarla birlikte bal, her türlü tehlikeden emin olunan, zararı az,_ mizacmda_şa^nnxa|ır baştığ^şantonjij^tahkl^nna^rarlidır ama sirke ve benzeri şeylerle karıştırılarak alındığında gerçekten faydalı bir ilaç haline dönüşür.

Bal, gıdalarla bir gıda, ilaçlarla bir ilaç, içeceklerle bir içecek, tatlılarla bir tatlı, merhemlerle bir merhem, iştah açıcı nesnelerden biridir. Bizim için baldan daha efdal olan veya bala benzer ya da bala yakın hiçbir şey yaratıl­mamıştır. Eski tabipler dahi (her türlü hastalığı tedavide) balı tercih etmişler­dir. Eski tabiplerin kitaplarında balın sarhoşluk verdiğine dair hiçbir kayıt geçmemiştir. Onu da bilmiyorlardı. Çünkü bal(dan yapılan şarap) bize yakın dönemlerde ortaya çıkmış bir yeniliktir.[402]

Allah Rasûlü (s.a.) su ile karıştırarak bal ile yaptığı şerbetini tükrük (ha­line getirdikten sonra) yutardı. Burada hıfzısıhha bakımından, ancak zeki ve ihtisas sahibi bir tabibin anlayabileceği, ince bir sır vardır ki, inşaallah biz o sırrı Allah Rasûlü'nün (s.a.) hıfzısıhha konusundaki tutumu bölümünde açıklayacağız.

İbn Mâce'de Ebu Hureyre'den (r.a.) merfû olarak rivayet edilen hadis şöyledir: "Her ayda üç gün sabahlan bal yalıyan kimseye belânın büyüğü isabet etmez."[403] Diğer bir eserde ise şöyledir: "Size iki şifa kâfidir: Bal ve Kur'an."[404]

Bu hadis-i şerifte beşerî tıb ile ilâhî tıb, bedenlerin tıbbı ile ruhların tıb­bı, tabii ilaç ile semavî ilaç bir araya getirilmiştir.

Bu anlaşıldı ise, kendisine Allah Rasûlü'nün (s.a.) bal tavsiye ettiği kişi­nin durumu da anlaşılmış olur. O sahabînin karnının bozulması (ishajpjma^. sı)nın sebebi, midesini çok doldurmaktan-vücutta meydana gelen ağırlıktır^ İşte bu sebepten Rasûiullah (s.a.) ona bal şerbeti tavsiye etti ki, mide veba^ ğırsaklarda toplanmış olan fuzuli maddeleri izâle etsin.

Zira bal, bu hususta ciladır ve fuzuli maddelerin izâlesi için bire birdir. Çünkü midede yapışkan kıvamda hümörler {ahlat) vardır. Yapışkan vasfın­dan dolayı da midede gıdanın istikrarına mani olur. Zira midede, kadife ku­maşta olduğu gibi saçak vardır. Yapışkan vasfından dolayı da midede gıda­nın istikrarına mani olur. Zira midede, kadife kumaşta olduğu gibi saçak var­dır. Yapışkan hümörler bu saçaklara yapıştıklarında mideyi ve mideye gelen gıdaları bozarlar. Bu durumun izâlesi ise ancak mideyi bu yapışkan hümör-Ierden temizlemekle mümkündür. Bal ise ciladır ve bu hastalığa terkib ola­rak yapılan ilaçların en güzeli baldır. Özellikle bal sıcak su ile karıştırılarak şerbet halinde içildiğinde (midedeki bu durumu izâle eder).

Bal şerbetini tekrar tekrar içirme tavsiyesinde de ince bir tıbbî mâna var­dır. O da şudur: İlacın bir miktarı (ölçüsü), hastalığın haline göre kemmiyeti vardır. Şayet azalırsa hastalığı tamamen izâle edemez, çok alınırsa kuvvetleri zayıflatır ve başka zararlar meydana getirir.

Rasûlullah (s.a.) bal şerbeti içmesini tavsiye ettiği zaman, adamın içtiği bal bu hastalığını yenecek miktarda değildi. Bu sebepten netice alamadı. Ge­lip Allah Rasûlü'ne (s.a.) haber verince, anlaşıldı ki, bal yeteri kadar alınma­mış. Bu şekilde Allah Rasûlü'ne müracaat tekerrür ettikçe., balın miktarı (öl­çüsü) hastalığı yenene kadar aynı emri tekrarladılar. Bal şerbetlerinin mikta­rı, hastalık maddesini izâle edene kadar tekerrür edince, Allah'ın izniyle has­ta şifaya kavuştu. Çünkü ilaçların miktarlarına, keyfiyetlerine, hastalığın ve hastanın kuvvetinin miktarına dikkat edilmesi tıp kaidelerinin en önemlile-rindendir.

Hadisteki: "Allah (c.c.) doğru söyledi. Halbuki kardeşinin karnı yalan söylemiştir." cümlesinde bu ilacın faydasının kesin olduğuna bir işaret var­dır. Çünkü tedavi esnasında hastalığın devam etmesi, gerçekte ilaçtaki ku­surdan değildir. Çünkü midede bozuk hümörler çok fazla yemekten dolayı çoğalmıştır. Midede birçok fasid madde olduğundan dolayı Allah Rasûlü (s.a.) ilacın tekrar alınmasını tavsiye etmiştir.

Zira Rasülullah'ın (s.a.) tıtfbı (tedavideki tutumu) tabiplerinkine benze­mez. Allah Rasûlü'nün (s.a.) tıbbı, yakinî, kat'î ve ilâhîdir. Vahiy yoluyla nübüvvet kandilinden ve kâmil akıl (tecrübesinden) sudur etmiştir. Tabiple­rin tıbbının kaynağı ise, tahkik edilmeden söylenmiş söz ve zanlar, tecrübe­lerden ibarettir.

Buna rağmen hastaların çoğunun Tıbbu'n-Nebı (Peygamberi tıp)den fay-dalanamadıklan da inkâr edilemez. Çünkü Tıbbu'n-Nebî, ancak kabul ile te­lakki edenlere, kesin şifaya kavuşacağına itikad edenlere, iman ve iz'an ile kabul ve telakki edenlere fayda sağlar.

İşte, sadırlarda olanlara şifa olan Kur'an-ı Kerim, —şayet bu şekilde inanılmadığmda— sadırlardaki hastalıklara şifa olmuyor. Bilâkis münafık­ların pisliklerine pislik, hastalıklarına hastalık katıyor. Nerede kaldı ki be­denlerin tıbbına fayda getirsin.

Tıbbu'n-Nebî, ancak temiz bedenlere bir şifadır. Zira Kur'an-ı Kerim an­cak temiz ruhlara ve diri kalblere şifa verir. İnsanların Tıbbu'n-Nebî'den yüz çevirmeleri, kesin faydalı şifa olan Kur'an ile şifa bulmaktan kaçınmaları gi­bidir. Burada şifaya kavuşamamanın sebebi ilacın kusuru değildir, bilâkis ta­biatın habis (pis) olması, tedaviye alman mahallin bozuk olması, tedaviyi ka­bul etmemesidir. Muvaffak kılan Allah'tır.

İnsanlar, bal hakkındaki şu âyet-i celileyi anlamakta ihtilâf etmişlerdir: "Arıların karınlarından, renkleri çeşit çeşit şuruplar çıkar ki onda insanlar için şifa vardır."[405] "Onda" mânasına gelen "fîhV* kelimesindeki zamir bal şurubuna mı, yoksa Kur'an'a mı aittir? Doğru olanı; bal şerbetine gitmesi­dir. Bu görüş aynı zamanda İbn Mes'ûd, İbn Abbas, Hasan, Katâde ve di­ğerlerinden rivayet edilmektedir. Çünkü konu baldır. Bu sebepten de kasıt baldır. Âyette Kur'an'dan bahis açılmamıştır. Bu mâna; "Allah doğru söyledi" sahih hadisinde de sarih bir şekilde belirlenmiştir. En doğrusunu Allah bilir. [406]

 

3— Taunun Tedavisi:                                            

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) taun (veba) hastalığı hakkındaki tutumu, visi ve ondan kaçınması şu şekildedir:

Sahihayn'da Âmir b. Sa'd b. Ebî Vakkas—babası senediyle şu hadis var­dır: Âmir, babasının Üsâme b. Zeyd'e (ria.) veba hastalığı hakkında Allah Rasûlü'nden (s.a.) ne işittiğini sorduğunda, Üsâme, Allah Rasûlü'nün (s.a.) bu hususta şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Taun (veba); İsrailoğullarından bir guruba ve sizden evvel yaşamış olanlara gönderilmiş bir azaptır. Bir yer­de veba olduğunu işittiğiniz takdirde o yere gitmeyiniz. Şayet veba sizin de içinde bulunduğunuz bir yerde zuhur etmişse, vebadan kurtulalım diye ora­dan başka bir yere gitmeyiniz."[407]

Yine Sahihayn'da rivayet edildiğine göre, Hafsa bt. Şîrîn, Enes b. Mâ-lik'in (r.a.) Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu naklettiğini söylemiştir: "Taun (vebadan ölmek) her bir müslüman için şehid olmak (demek)tir."[408]

Lugatçı Cevheri, Sihâh'ınâa, taunun, veba hastalığının bir türü olduğu­nu söylemiştir.'[409]

Tıbba göre ise taunun tarifi şöyledir: Öldürücü bir verem olup berabe­rinde şiddetli bir ateşlenme meydana gelir. İnsanın dayanma derecesini aşa­cak şekilde ciddi olarak eziyet verici bir ateş yapar . Hastalığın meydana gel­diği uzvun etrafı çoğunlukla siyah, yeşil ve soluk olur ve süratle ufak kabar­cık ve sivilceler çıkmağa başlar. Çoğunlukla da üç uzuvda; koltuk altı, kulak arkası, burun ucu gibi yumuşak ve gevşek etlerde meydana gelir.

Hz. Âişe'den (r. anha) rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü'ne (s.a.): "Ya Rasûlullah ; yaralanmayı (ta'n) biliyoruz, bu taun da nedir?" diye so­runca, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Deve vebası gibi (vücutta çı­kan bir kese, gudde)dir ki burun, karın gibi yumuşak yerlerde ve koltuk al­tında çıkar. "[410]

Hekimler derler ki: Yumuşak ve gevşek etlerde, koltuk altı ve uyluklar­da, kulak arkasında ve burun uçlarında bozucu cinsten çıkan sivilceye taun denir. Bunun sebebi ise; kokmağa ve çürümeğe meyilli, kendisine uygun bir cevhere dönüşmesi imkânsız olan fazla kandır. Uzvu ve meydana geldiği un­surları bozar. Çoğunlukla da kan ve irin sızdırır. Kalbde Öldürücü bir keyfi­yet oluşturur. Bu durum insanda kusuntu, uyku ve baygınlık meydana geti­rir. Bu taun ismi veremi de içine alacak şekilde umumi de olsa, kalbte, kişiyi öldürene kadar, öldürücü bir keyfiyet oluşturur. Deve vebası salgınına uğra­mış ette meydana gelen hastalığa taun denmesinin sebebi; öldürücü etkisin­den dolayı yapısı itibariyla ancak en zayıf olan uzuvda ve uzuvlara yakınlı­ğından kulak arkası ve koltuk altında başı iyice büyümüş olan şişiklerde beVebanın çok olduğu bölgelerde taun ismi veba olarak kullanıldığından, daima veba dendiğinde taun hastalığı kastedilmiştir. Nitekim lügatçı İmam Halil: Veba taundur, demiştir. Yine denilmiştir ki: Veba, her türlü hastalığı kapsamı içine alan bir hastalıktır. Doğrusu, veba ile taun arasında umum-husus ilişkisi mevcuttur. Şöyle ki, her tauna veba denilebilir, fakat her türlü vebaya taun denilmez. Nitekim taunu da içine alan umumî hastalıklar hak­kında da aynı şeyler söylenebilir. Çünkü taun da bir hastalıktır. Taun hasta­lığının çeşitlerine gelince, daha önce zikri geçen yerlerde; sivilce ve çıbanlar, yara ve uyuzlar, öldürücü şişikler şeklinde meydana gelir.

Ben derim ki: Bu yara ve uyuzlar, şişikler, sivilce ve çıbanlar taunun et­kileridir, bizatihi kendisi değildir. Fakat tabibler, bu şekilde ortaya çıkan ema­relerinde hastalığı keşfettiklerinden, bunları taunun kendisi olarak nitelen­dirmişlerdir.

Vücutta meydana gelen üç alâmete taun denilir:

Birincisi: Daha Önce geçen yerlerdeki açık belirtiler ki, tabiplerir diği budur.

İkincisi: Bundan dolayı meydana gelen ölüm ki; "Taun her bir müslü­man için şehitlik demektir." sahih hadisinde belirtilen husus budur.

Üçüncüsü: Bu hastalığın meydana gelmesine vesile olan etkili sebep. Bu hususta rivayet edilen sahih hadisler şöyledir: "Taun, İsrailoğullarma gön­derilen azabın bir kalıntısidır."[411] "Taun, cinlerin azabıdır."'[412] Yine riva­yet edildiğine göre: "Taun, bir peygamberin bedduasıdir."

Bu hadislerde bildirilen illet ve sebepleri anlayacak ve onları tenkid edip çürütecek ilim, tabiplerde yoktur. Halbuki peygamberler gaib olan işleri ha­ber verebilirler. Tabiplerin insan vücudunda gözlemledikleri bu emarelerin, ruhların aracılığıyla meydana gelebilmesi ihtimalini reddedecek bir delilleri de yoktur. Çünkü ruhların bedende, hastalıklarında ve bedenin helak ve yok olmasındaki etkisini ancak, insanların içinde ruhları ve tesirlerini, cisimlere etkisini, tabiatlara etkisini bilmeyen cahiller inkâr ederler. Halbuki Allah Teâlâ bu ruhlara insanoğlunun cisimlerinde veba meydana geldiğinde ve hava bozulduğunda tasarruf müsaadesi vermiştir. Nitekim bazı öldürücü maddeler (hümörler) bedenlerde öldürücü bir vaziyet aldığında Cenâb-ı Hak onlara ta­sarruf gücü verir. Özellikle kanın çoğalmasında, mirretüssevda!da[413]ve me­ninin çoğalmasında ruhların tasarrufu söz konusudur. Zira şeytanî ruhların bu tür arızaları olan insana bilfiil etki etmesi mümkündür. Dolayısıyla da bu sebeplerin içerisinde zikir, dua, yalvarıp yakarma, tazarru', sadaka ve Kur'-an okumaktan daha kuvvetli bir müdafaa aracı yoktur. Çünkü bu tür yöne­lişlerle, habis ruhları kahredecek, kötülük ve tesirlerini def edecek melekî ruh­ların inmesi sağlanmış olur. Biz, sayısını Allah'tan başka kimsenin bilemiye-ceği kadar bu tür tedaviyi kendimizde ve başkalarında tecrübe ettiğimizde, bu temiz ruhların indirilmesini, yakına ceibettiğinde tabiatı takviyede öldü­rücü maddelerin (hümörler) def edilmesinde büyük etkilerini gördük. Sırf (ru­hanî olarak yapılan duamn etkisi ile) bu öldürücü maddelerin def edilmesi, bedene yerleşip karar kılmadan ve neredeyse yenilemeyecek raddeye gelmez­den öncedir. Cenâb-ı Hakk'ın kendisini bunu tesbite muvaffak kıldığı kişi, şer sebeplerin anlaşıldığı esnada hemen onları yok edecek manevî sebeplere sarılmalıdır. Zira başlangıç safhasında en faydalı ilaç budur. Şayet Cenâb-ı Hak, kaza ve kaderini infaz etmek dilerse, kulun kalbini, onun bilgisinden, tasavvurundan ve idaresinden gafil kılar, şuurunu zayıflatarak onu taleb et­tirmez. Buna en büyük delil, Allah'ın (c.c.) meydana gelmesi kesin olan bir emrinin (işinin takdir ve kazasının) tahakkuk ve vuku bulmasıdır.

İnşaattan ileride rukye, (dua) Peygamberi rukyeler, zikirler, dualar, amel-i salihlerle tedavi bölümüne geldiğimizde bu hususta daha fazla izahlar vere­cek ve doktorların tıbbı ile tibbu'n-nebî arasındaki farkın, müneccimlerle ko­cakarı tıbbının doktorlarmkine olan nisbeti gibi olduğunu belirteceğiz. Nite­kim bu gerçeği doktorların ehil ve otorite olanları da itiraf etmiştir. Yine in­san tabiatının etkilendiği en şiddetli gücün ruhî güçler olduğunu, rukye ve dualardaki güçlerin ilaçların gücünden daha etkili, hatta öldürücü zehirlerin gücünü iptal edici olduğunu belirteceğiz.

Netice olarak; taun için etkili illet ve yeterli sebeplerden bir bölümü (in­sanda hümör-ahlat olarak mevcut olan) hava unsurunun bozulması sebebiy­le meydana gelir. Zira hava unsurununun vebayı meydana getirecek veya or-tadan kaldıracak şekilde bozulması, senenin içinde hangi mevsimde olursa olsun, çürüme, kokuşma ve zehirleyicilik gibi öldürücü keyfiyetlerden biri­nin galebe çalmasıyla hava cevheri (unsuru) öldürücü bir hale intikal eder. Bu durum daha çok yaz aylarının sonlarında oluşsa da, hastalık çoğunlukla sonbaharda meydana gelir. Çünkü yaz mevsiminde keskin bozulmuş safra ve sevda fazlalıkları {fadalat el-mirâriyye) ve diğerleri çoğalarak vücutta biri­kir ve yaz sonunda da bu maddelerde çözülme meydana gelmez. Sonbaharda meydana gelmesi ise havanın soğuk olması, buharların ve yazın çözülen faz­lalıkların kokuşması sebebiyle daralır, ısınır, kokuşur ve böylece çürüme has­talıkları (emraz-ı afine) meydana gelir. Özellikle bu tür hastalıklar bedende, uygun, karşıt, gevşek, az hareketli ve hümörleri çok olduğunda belirir. Bu durum sebebiyle insanı kırgınlık ve bozukluğundan dolayı öldürebilir.

Bedene en yararlı mevsim ilkbahar mevsimidir. Hipokrat[414] der ki: Has­talıkların en şiddetlisi ve öldürücüsü sonbaharda meydana gelenleridir. İlk­bahar ise vakitlerin en sağlıklısı ve ölümlerin en az olduğu zamandır. Eczacı­ların ve ölüleri teçhiz edenlerin âdetleri, ilkbahar ve yazın borç alıp sonba­harda ödemektir. Çünkü sonbahar onlar için ilkbahar gibidir. Onlara göre sonbahar; gelmesini en çok istedikleri ve memnun oldukları mevsimdir. Hadis-i şerifte varid olduğuna göre: "Necm doğduğunda her beldeden salgın hasta­lıklar kalkar."[415] denilmiştir. "Necm doğması'* kelimesi; bir Süreyya yıldızımn doğması, bir de ilkbaharda bitkilerin yeşermesi ile tefsir edilmiştir. Bu ikinci tefsiri, "Sapsız bitkiler (otlar) ve ağaçlar da hep secde ederler."[416] âye­tinde de görüyoruz. Zira ağaçların ve otların tam mânası ile yeşermeleri ilk­bahar mevsiminde olur ki bu mevsim aynı zamanda her türlü afatın ortadan kalktığı bir mevsimdir.

Süreyya yıldızı olarak tefsir edilmesine gelince: Hastalıklar Süreyya yıl­dızının sabah vaktinde doğduğu ve battığı zamanlarda etkisini çoğaltır.

Temîmî,[417] Mâddetü'l-Bekâ adlı eserinde der ki: Senenin, vücutlara fe-sad ve hastalık bakımından en büyük ve şiddetli iki vakti vardır. Biri, fecrin tulûunda Süreyya yıldızının güneşin battığı yerde batması; diğeri ise, ayın doğ­ma menzillerinden bir yerde, güneş daha doğmadan önce doğu tarafından doğma vaktidir. Bu vakit de ilkbaharın bittiği vakittir. Yalnız, Süreyya yıldı­zının doğuşu esnasında beden sıhhatında görülen bozukluklar, batışında mev­cut olan bozukluklardan daha az zarar meydana gttirir.

Ebu Muhammed b. Kuteybe[418] şöyle anlatır: Denilir ki: Süreyya yıldızı ancak insanlara ve develere bir hastalık, salgınla doğar. Fakat Süreyya yıldı­zının batışı ise doğuşundan daha şiddetli hastalıkların meydana gelme za­manıdır.

Hadis-i şerifin izahında üçüncü bir görüş daha ileri sürülmüştür ki, en uygun olan izah belki de budur: Necin kelimesinden kastedilen Süreyya yıl­dızı, salgın ve hastalık (el-âhet)dan da kastedilen, ekinlere ve mahsulata kışın ve ilkbahar mevsiminin başlangıcında ânz olan âfetlerdir. Zikredilen vakitte Süreyya yıldızının doğmasıyla da bir emniyet meydana gelir. Bu sebepten dolayı Allah Rasûlü (s.a.) olgunlaşmamış mahsulün satılmasını yasaklamıştır.

Konumuz, taun salgınının meydana gelmesi halinde Rasûlullah'ın (s.a.) tutumu idi.

Rasûluüah (s.a.), taun salgınına tutulmuş bir beldeye girmeyi, içinde iken saigın başlamış bulunan bir beldeden çıkmayı tüm ümmetine yasaklamak­la, bu hastalıktan tüm yönleriyle korunmayı gözetmiştir. Çünkü taun salgı­nının mevcut olduğu bir yere girmek; belânın içine atlamak, etki alanında o mikrobu kapmağa hazır olmak ve kendi nefsinin aleyhinde olmak demek­tir. Bu hem akla, hem de şeriata muhalif bir davranıştır. Belki de taun salgı­nına uğramış bir yere girmekten kaçınmak, Cenâb-ı Hakk'ın tavsiye buyur­muş olduğu korunma (himye) konusuna riâyet demektir. Bu tür korunma, fazla yemek ve içmekten perhiz değil de, yerlerden, zararlı havalardan perhiz etmek demektir.

Taun salgını olan bir beldeden çıkmanın yasaklanmasında iki mânaya işaret vardır:

1) Ruhlan ve nefisleri Allah'a bağlanmaya, O'na tevekküle, O'nun kümlerine sabır ve rıza ile karşılık vermeye ikaz ve teşvik vardır.

2) Tıb otoritelerinin tavsiyeleri şöyledir: Vebadan kaçınacak olan her in­sanın, vücudundan fazlalık sıvıları çıkarması, az gıda alması, her yönden yumuşak-kuru (müceffef) tedbirlere meyletmesi, spor ve ısmma hareketlerinden kaçınması gerekir. Spor ve ısınma hareketlerinden kaçınmak gerekir, çünkü beden, çoğunlukla yerleşmiş olan öldürücü fazlalık maddeler ihtiva eder. Bun­lar spor ve ısınma hareketleriyle faaliyete geçer ve yeni keymus'a[419] karışır. Bu durumda daha büyük bir hastalık meydana gelir. Halbuki, taun meydana geldiğinde istirahat ve sükûnet gereklidir. Ahlatın (hümörlerin) artışının tes­kin edilmesi gerekir. Veba salgını olan bir yerden başka bir yere sefer etmek şiddetli hareketleri gerektirdiğinden ciddi bir şekilde zararlıdır. Bu ifadeler daha sonra gelen tabiplerin en efdâlinin (İbn Sina) sözüdür. Böylece hadis-i

şerifteki tıbbî mâna ve aynı tavsiyede mevcut olan kalp, beden tedavisi ve sıh­hatinin korunması ortaya çıkmış oldu.

Şöyle bir, itiraz yapılabilir: Hadis-i şerifin diğer rivayetlermdeki; "Taun­dan kaçmak için o beldeden çıkmayınız." cümlesi, sizin zikretmiş olduğunuz

sebeple çıkmağa ve yo-

mânayı kasdettiğini ortaya koymadığı gibi, geçici bil la çıkacak bir yolcunun yolculuğuna mani değildir.

Buna şu cevap verilir: Hiç kimse, ne bir tabip ve ne de başkası, taun sal­gınları meydana geldiğinde insanlar hareket etmesinler ve cansızlar gibi ol­sunlar dememiştir. Yalnız, salgın esnasında mümkün olduğu kadar az hare­ket etmelidir. Taundan kaçmak, hareketi icab ettirdiğinden değil, mücerred hastalıktan kaçmaktır. Halbuki istirahat ve sükûnet hastanın kalbine ve be­denine faydalı, Allah'a tevekküle ve O'nun kaza ve kaderine teslim olmaya daha yakındır. Fakat hareketi gerektirecek işleri olan sanatkârlar, işçiler, yol­cular, postacılar ve diğerlerine tüm hareketlerinizi bırakın denilmez. Yalnız lüzumsuz hareketlerden men edilebilirler. Meselâ, yolculuk yapan biri sırf ta­undan kaçmak için yola çıkarsa buna mâni olunur. En doğrusunu Allah bilir.

Taun salgınının yayılmış olduğu bir beldeye girmekten men edilmesinde çeşitli hikmetler vardır:

1—  Eziyet verici sebeplerden kaçınmak ve onlardan uzaklaşmak.

2— Kokmuş ve bozulmuş olduğundan teneffüs edenlerin hasta olduğu havayı teneffüs etmemek.

3—  Dünya ve ahiretin esası olan afiyetin elde edilmesi.

4—  Tauna tutulmuş hastalara komşu olmamak dolayısıyla da birlikte olmaktan aynı hastalığa tutulmamak.

Ebu Davud'un Sünen'inde merfü olarak şu hadis rivayet ediImâKtedir: "Heİâk olmak (kara/) hastalara yakın olmakladır. "[420]

tbn Kuteybe diyor ki: Karaf, vebaya ve hastalara yaklaşmak demektir.

5— Nefisleri, hastalığın bulaşması ve uğursuzluk inancından korumak­tır. Çünkü ruhlar bu iki şeyden/etkilenirler. Bir şeyi uğursuz saymak, o şeyin sanıldığı şekilde, istenilmeyeil bir biçimde meydana gelmesini sağlar.

Özetle, taun salgınının meydana geldiği bir beldeye girmenin yasaklan­masında, koruma ve perhiz, telef olmayı hazırlayan sebeplerden uzak olmak vardır. Tâunlu beldeden kaçmamakta da tevekkül, teslim ve işin neticesini Allah'a (c.c.) bırakmak vardır.

Sahihayn''da[421] şunlar rivayet edilmektedir: Hz. Ömer Şam'a doğru yola çıktı. Serg denilen köye vardığı zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah ve arkadaşları kendisini karşıladılar ve Şam'da veba salgını olduğunu haber verdiler. Bu* nun üzerine Şam'a girip girmeme hususunda ihtilâfa düştüler. Hz. Ömer tbn Abbas'a; "Bana ilk muhacirleri çağır." dedi. İbn Abbas der ki: Onları çağır­dım. Hz. Ömer, onlara Şam'da veb,a salgını olduğunu haber vererek istişare etti. Bir kısmı: "Yola bir iş için çıkmışsın, geri dönmeni doğru bulmuyoruz." dediler. Diğerleri ise: "Rasûlullah'ın ashabı ve diğer insanlardan kalanlar se­ninle birliktedirler. Onları bu veba salgınıyla karşı karşıya bırakmanı uygun görmüyoruz*' dediler. Hz. Ömer onlara: "Artık yanımdan çekilebilirsiniz." dedikten sonra: "Bana Ensar'ı çağır." dedi, ben de çağırdım, onlar ile de istişare etti. Bunlar da Muhacirlerin ihtilâfı gibi bir yol takip edince onlara da: "Siz de yanımdan çekilebilirsiniz." dedi. Sonra: "Bana şu Mekke fethiy-le birlikte hicret eden yaşlı Kureyşlileri çağır." dedi. Ben de onları çağırdım. Onlar, içlerinden iki kişi dahi ihtilâf etmeksizin dediler ki: "İnsanları geriye döndürmeni ve onları şu veba illetiyle boğuşmaya bırakmamam doğru bulu­yoruz." Bunun üzerine Hz. Ömer insanlara şunun bildirilmesini emretti: "Ben sabahleyin bineğimin üstünde geri döneceğim. Böylece siz de sabaha göre ha­zırlıklarınızı yapın!" O zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah: "Ey mü'minlerin emîri! Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" deyince Hz. Ömer şöyle cevapladı: "Keş­ke bu lafı senden başkası söyleseydi Ey Ebu Ubeyde! Evet, Allah Teâlâ'nın kaderinden, yine Allah Teâlâ'nın kaderine kaçıyoruz! Şöyle bir düşünsene. Senin birçok deven olsa-da, biri münbit diğeri çorak iki yamacı olan bir vadi­ye onları indirsen. Sen onları münbit yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle, ço­rak yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle gütmüş olmaz mısın?" İbn Abbas der 1 ki: Tam bu sırada, birtakım işleri dolayısıyla ortalıkta görünmeyen Abdur-rahman b. Avf çıkageldi ve dedi ki: Bu konuda bende bir bilgi vardır. Ben Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Siz bir beldede bulunu-yorken bu hastalık yayılmışsa sakın ondan kaçmak için o yerden çıkmayınız. Eğer bu hastalığın bir yerde çıktığını duyarsanız oraya gitmeyiniz/"[422]

 

4— İstiskalim Tedavisi:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) istiskâ hastalığı ve tedavisi hakkındaki tuj şöyledir:

Sahihayn'da Enes b. Mâlik.(r.a.) anlatıyor: Ureyne ve Ukl kabilesinden bir topluluk Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldiler ve Medine'nin havasının kendile­rine ağır geldiğinden şikâyette bulundular. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Zekât develerinin yanına gitseydiniz de develerin sidiklerinden ve sütlerin­den içseydiniz." buyurunca onlar da bunu yaptılar. Sıhhatlarına kavuştukla­rında çobanlan teslim alıp öldürdüler. Develeri önlerine katıp götürdüler. Böy­lece Allah ve Rasûlü'ne savaş açmış oldular. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) arkalarından bir askeri birlik gönderip onları yakalattı. Daha sonra (had ola­rak) onların ellerini, ayaklarını kestirdi, gözlerine mil çektirip kendi kendile­rine ölene kadar onları güneş (in kızgın sıcaklığına) terkettirdi[423]

Hadiste geçen bu hastalığın istiskâ olduğuna delil, Müslim'in rivâyetin-deki şu ziyadedir: "Medine'nin havası bizi bozdu. Karınlarımız şişti. Uzuv­larımız gevşedi..."[424]

Cevâ: Karm hastahkîarındandır. (Göğüs ve ciğerde belirir).

İstiskâ: Hümörlerîe ilgili bir hastalık olup sebebi, soğuk ve garip bir hü-mörün uzuvları bozmasıdır. Böylece ya tüm zahir uzuvlarda gelişir veya gıda ve hümörlerin içinde değişikliğe uğradığı (ikinci hazım keymus dönemi) boş bölgelerde gelişir. Üç kısmı vardır: a) Lahmî; bu en ağır türüdür, b) Zakî, c) Tabiî. [425]

Bu hastalığın tedavisinde gerekli olan ilaçlar, içinde mutedil bir çözül­me, ihtiyaç miktarı çoğalma olanlardır. Bu vasıflar develerin idrar ve sütle­rinde mevcut olduğundan Rasûlullah (s.a.) içilmesini emretmiştir. Bol süt veren devenin sütünde parlaklık, yumuşaklık, akıcılık, letafet ve tıkalı yerleri açıcı­lık özelliği vardır. Çünkü develerin genellikle otladiklan şeyler istiskâ hasta­lığına faydalı olan, yavşan otu (şih), marsama otu (kaysum), sarı papatya (ba-bunc), papatya (akhuvan), boya otu (izhir) ve diğer bitkilerdir.

Bu istiskâ hastalığı özellikle ciğerde meydana gelen bir âfetle veya ortak bir maddeyle birlikte olur. Çoğunlukla da ciğerdeki tıkanık yerlerde bulunur. Arap develerinin sütü, ondaki akıcılık ve zikredilen diğer faydalarından do­layı bu tıkanıklıkları giderir.

Râzî der ki: Deve sütü, ciğer ağrılarına ve mizaç bozukluklarına şifadır. İsrailî demiştir ki: Deve sütü, sütlerin en incesi, akıcı ve keskinliği en çok, gıda olarak en az özelliği olanıdır. Bu sebepten vücuttaki faydasız (katı) mad­deleri inceltir, karın (daki bağırsakların içindeki katı maddelerin) boşalması­nı sağlar, tıkanıklıkları açar. Bu özelliğine delil, tabiî olarak hayvanı sıcaklı­ğının çok olmasından dolayı deve sütünde az bir tuzluluk olmasıdır. Bu se­bepten dolayı, ciğerin yumuşatılmasında, tıkanıklıklarının açılmasında, İlk safhada dalak sertliğini gidermede, istiskâ hastalığına özellikle anasından henüz ayrılmış deve yavrusunun sidiği ile devenin memesinden alındığındaki sıcak­lığıyla içilen süt faydalıdır. Çünkü bu şekildeki karışım sütün tuzluluğunu art­tırır. Faydasız maddelerin parçalanması, bağırsaklardaki katı maddelerin bo­şaltılmasında kullanılan süt cinslerinin en çok tercih edileni deve sütüdür. Şayet karında bulunan maddelerin inmesi ve boşaltılması bu şekilde mümkün ol­muyorsa mutlaka ishal yapıcı başka bir ilaç kullanılması gerekir.

Kanun sahibi (tbn Sina) der ki: "İstiskâ hastalığının tedavisine sütün ta­biatı zıddır denmesine aldırış etmemek gerekir."

Der ki: "Bil ki, dişi develerin sütü yumuşaklıkla birlikte parlaklığı ve bir hassasından dolayı faydalıdır. Ve bu sütün faydası çok fazladır. Şayet bir insan bu sütü su ve yemek yerine içse şifaya kavuşur. Nitekim bu husus Arap bedevilerinin yaşadığı bölgelere gönderilen bir grup insanda denenmiştir. Onları bu duruma zaruret sevketmişti. Afiyete kavuştular. Sidiklerin en faydalı ola­nı bedevî devesinin sidiğidir ki o da en kıymetlidir."

Konunun başında zikredilen kıssa, tedavi olmaya, tıbbî müdahale yap­maya ve eti yenilen hayvanın sidiğinin temiz olduğuna delildir. Çünkü ha­ram kılınan maddelerle tedavi caiz değildir. İslâm'ın intişarı zamanında ol­malarına rağmen içtikleri zaman ağızlarını yıkamakla ve namaz için üzerleri­ne sıçrayan sidikleri yıkamakla emrolunmadılar. Bununla birlikte muhtemel bir yasaklamanın ihtiyaç ânında başka zamana tehir edilmesi caiz değildir.[426]

Cinayet işliyen kişiye, yaptığı şekilde mukabele (kısas) gerekir. Çünkü bu Ureyneliler çobanı öldürmüş ve gözlerini de oymuşlardı. Bu husus Sahıh-i Müslim'de geçmiştir.

Bir kişiyi öldüren cemaatın hepsine aynıyla mukabele edilerek kısas ya­kılması gerektiğine de delildir.

Yine, şayet cinayet işleyen kişide hem had hem de kısas birleşirse her iki­si de birlikte tatbik edilir. Çünkü bu kıssada Allah Rasûlü (s.a.) önce onların isyanları karşılığında ellerini ve ayaklarını, Allah'ın bir haddi olarak, çap­razlama kesti. Daha sonra çobanı öldürmeleri dolayısıyla kısas olarak onları öldürdü.

İsyancı mal çaldığı ve adam öldürdüğünde aynı anda elleri, ayaklan ke­silir ve öldürülür.

Cinayetler çoğaldığında, cezası da büyür. Çünkü bu Ureyneliler İslâm-dan irtidad ettiler, bir adam öldürdüler, daha sonra da maktule işkence yap­tılar ve malını elinden aldılar. Böylece açıkça isyan etmiş oldular.

İsyancılara destek vermek, isyana katılmak hükmündedir. Zira, şu bir gerçek ki onların her biri öldürdükleri çobanı teker teker öldürmüş değiller­dir. Rasûlullah (s.a.) da onlara had ve kısas uygularken, çobanı hangisinin öldürdüğünü sormamıştır.

Birini aldatarak ansızın öldürmekte (katl-i gayle) had olarak caninin öl­dürülmesi vaciptir. Caninin, öldürülen kişinin velisi tarafından affedilmesi bu haddin uygulanmasına mâni değildir. Bu hususta kefâete de (kadın-erkek, köle-hür) itibar edilmez. Bu hüküm Medinelilerin mezhebidir. Ahmed b. Han-bel'in iki görüşünden birisi de budur. Şeyhimiz (îbn Teymiye) bugörüşü ter­cih eder ve bununla fetva verirdi.[427]

 

5— Yaraların Tedavisi:

 

Yaraların tedavisi konusunda Allah Rasûlü'nün (s.a.) tutumu şöyledir^

Sahihayn'da. Ebu Hâzim'den rivayete göre  Sehl b. Sa'd'ı, Uhud şında Rasûlullah'm (s.a.) yarasının nasıl tedavi edildiği sorulduğunda şöyle anlattığını işitmiştir: "Rasûlullah'in (s.a.) yüzü yaralandı, küçük azı dişi kı­rıldı. Ve başındaki miğferi de yarıldı. Hz. Fâtıma (r. anha) kanı yıkıyor, Hz. Ali (r.a.) de kalkan ile su döküyordu. Hz. Fâtıma kanın durmadığını görün­ce, bir parça Jıasır aldı ve onu yaktı. Hasır kül haline gelince o külü yara_ya_ yapıştırdı ve böylece kanı durdurmuş oldu."[428]

Bu kül berdîden[429] imal edilmiş hasırın külüdür. Bu bitkinin külünün kanı durdurma konusunda kuvvetli bir etkisi vardır. Çünkü kuruluğu çok, yamalığı azdır. Kuruluğu fazla olan ilaçlarda yamcilık özelliği de bulundu­ğunda, kanı kurutur ve emer. İşte bu kül şayet burnu kanayan birinin burnu­na yalnız olarak veya sirke ile birlikte püskürtüldüğünde burun kanamasını keser.

Kanun sahibi (îbn Sina) der ki: "Berdî, kanamalara faydalı olup kam durdurur. Yumuşak yaralara püskürtülerek saçılır ve yara bununla (pansu­man yapılarak) tedavi edilmiş olur. Mısır kağıdı eskiden bu bitkiden imal edi­lirdi. Mizacı soğuk-kurudur. Külü, ekletülfem[430] hastalığına faydalı olup ka­nın çıkmasına ve habis (pis) yaraların azmasına engel olur." [431]

 

6— Hacamat ve Dağlama Yoluyla Tedavi:

 

a) Hacamat Yaptırma:

 

Rasûlullah'm (s.a.) bal (şerbeti) içirerek, hacamat yaparak ve dağlama yoluyla tedavi hususundaki tutumu şöyledir:

Buharî'nm Sahih'inde, Saîd b. Cübeyr— İbn Abbas kanalıyla Allah Ra­sûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şifa üç şeydedir: Bal (şerbeti) içmek, kan alma (hacamat) aleti vurma ve ateşle dağlama. Fakat beri ümmetime dağlayarak tedavi olmayı yasaklıyorum."[432]

Ebu Abdillah el-Mâzerî der ki: "jmtilâî[433] hastalıklar; demevî, safrayj^ balgamî ve sevdavî türlerinde olur. Şayet imtilâ, demevî türünden olursa te­davisi vücuttan kan aiınmasıyladır. Eğer diğer türlerinden olursa, her hümö^ rü giderecek şekilde uygun bir ishal ilacı ile tedavi edilir. Sanki Allah Rasûlü (s.a.) bal şerbeti tavsiye ederek müshil ilaçlara, hacamatı tavsiye ederek de kan aldırmaya işaret etmiş olmaktadır. Bazı âlimler demişlerdir ki: Hadis-i şerifteki "kan alma aleti vurmakta" ifadesine kan aldırma konusu girmekte­dir. Tedavi mümkün olmadığında tıbbî müdahalede en son çare dağlamak­tır. Nitekim Rasûlullah (s.a.) ilaç olarak dağlamayı da belirtmiştir. Çünkü dağlama, ilaçların kuvvetlerine tabiatlar galebe çaldığı, içilen ilacın fayda ver­mediği zaman kullanılır. Hadisteki: "Fakat ben ümmetime dağlama ile teda­vi olmayı yasaklıyorum." ve diğer bir hadiste yer alan: "Dağlanarak tedavi­den tedaviden hoşlanmam. "[434] ifadelerinde, zaruret olmadıkça dağlama ile tedaviyi en son çare olarak değerlendirdiğine işaret yardır. Acele ederek te­daviye dağlamayla başlamayı hoş karşılamamıştır. Çünkü dağlama ile insa­nın duyacağı elem, hastalığından duyduğu elemden daha fazla olacaktır."

Doktorlardan bazısı demişlerdir ki: Mizacî hastalıklar, ya bir hümör se­bebiyle veya başka bir sebeple ölür. Hümörlere dayalı hastalıklar keyfiyet ola­rak, sıcak, soğuk, nemli veya kutu veya bunların ikisinin karışımıyla olur. Bu dört keyfiyetten ikisi etkili (fail) keyfiyettir ki onlar sıcaklık ve soğukluk­tur. Münfail (etkilenen) keyfiyet de nemlilik ve kuruluktur. İki etkili keyfi­yetten birinin münfail bir keyfiyetle birlikte galebe çalması gerekir. Bu be­dende mevcut hümörlerin her biri için geçerlidir. Diğer mürekkep hümörle­rin de, fail ve münfail olarak iki keyfiyeti vardır.

Bu izahtan anlaşılan, mizacî hastalıkların sıcaklık ve soğukluk keyfiye­tinde olan ahlatın kuvvelerine tâbi olduğudur.

Nübüvvet kelâmı, sıcak ve soğuk keyfiyetlerde olan hastalıkların tedavi­sinin aslına temsil yoluyla işaret ederek gelmiştir. Şayet hastalık sıcak bir key­fiyete sahipse, bu hastalığı kan aldırarak veya hacamatla kan akıtarak tedavi ederiz. Çünkü kan aldırmada bir hümörün dışarı atılması ve mizacın soğu­tulması sözkonusudur. Şayet hastalık soğuk bir keyfiyete sahipse ısıtarak te­davi ederiz. Bu özellik bal şerbetinde vardır. Bununla beraber soğuk madde­lerin dışarı atılması sözkonusu olduğunda, bal şerbetinde bu vasıf da vardır.

- Çünkü bal şerbetinde pişirme, kesme, inceltme, parlatma ve yumuşatma özel­likleri vardır. Bu şekilde soğuk hümörün, kuvvetli müshillerin yenilgisinden i emin olarak ve mülayim bir şekilde dışarı atılması sağlanmış olur.

Dağlamaya gelince: Hümörlere ait hastalıkların hepsi için geçerlidir. Has­talık keskin olup iki taraftan birine süratle yayılır. O zaman dağlamaya ge­rek kalmaz. Bazan da müzmin olur ki tedavisi hümör dışarı atıldıktan sonra, dağlama yapılması uygun olan uzuvlara dağlama yaparak olur. Çünkü bu hastalık ancak uzuvda yerleşmiş galiz ve soğuk hümörde olursa müzmin olur ki bedenin mizacını bozar. O uzva gelen tüm maddeleri de cevherine benzei bir şekle sokar. Böylece uzuvda ateş meydana gelir. Dağlama yapılarak ora­dan bu madde (hümör) çıkarılır. Dağlamada mevcut olan ateş unsuru bu So­ğuk maddeyi yok etmiş olur.                                                           

Bu hadîsten, hümörlerle alâkalı tüm hastalıkların tedavisini öğreniyo­ruz. Nitekim, "Hummanın şiddeti cehennemin kaynamasından bir parçadır. Dolayısıyla onu su ile soğutunuz."[435] hadisinden de sıcak hastalıklarıü davisini daha önce öğrenmiştik.                                                        

Hacamata gelince; İbn Mâce'in Sözen'inde zayıf bir râvi olan Cübâre b. Mugallis'in Kesîr b. Süleym kanalıyla Enes b. Mâlik'in (r.a.) Allah Rasû-lü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu naklettiği rivayet ediliyor: "Mîrac gecesin­de yanlarından geçtiğim her topluluktan: Ya Muhammed! Ümmetine haca- ; mat yapmayı emret, tavsiyesiyle karşılaştım."[436]

Bu hadis Tirmizî'nin Cami'inde İbn Abbas'tan; "Sakın hacamattan vaz­geçme, ya Muhammed!" şeklinde rivayet edilmiştir.[437]                     

Sahihayn'da. Tâvus'un îbn Abbas'tan yaptığı rivayette: "Rasûlullah hacamat olmuş ve hacamatçıya ücretini vermiştir."[438] ifadesi vardır,

Yine Sahihayn'da, Humeyd et-Tavîl'in Enes'den rivayetine göre Ebu Tay-; be, Rasûlullah'a (s.a.) hacamat yaptı. Ona iki sa' yiyecek verilmesini emret-; ti. Efendileriyle de Ebu Taybe'nin vergisini azaltmaları hususunda konuştu,; daha sonra: "En hayırlı tedavi şekliniz hacamattır." buyurdu.'551      

TirmizTnm Câmi'inde Abbâd b. Mansur'dan, tkrime'nin şöyle dediği nakledilmektedir: İbn Abbas'ın hacamatçı üç kölesi vardı. Bunlardan ikisi kendisine ve ailesine hizmet eder, kazanç sağlarlar, üçüncüsü ise kendisini ve ailesini hacamat yapardı. İbn Abbas, Rasülullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Hacamatçı olan köle ne iyi bir insandır. Kan alıyor, dolayısıy­la sırt omurgasını hafifletiyor ve görüşü güçlendiriyor." Rasûlullah (s.a.) mî-raca çıktığında, meleklerden her bir topluluğa uğradığında, onlar: "Haca­mat olmalısın." dediler. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hacamat ol­manız için en uygun günler on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerdin" Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: "Tedavide kullandığınız ilaçların en hayırlı­sı, burundan alınan ilaç (sevt), ağıza konarak alman ilaç (ledûd), hacamat ve müshildir." Rasûlullah'a (s.a.) —Abbas ve arkadaşları, nzası olmaksızın— ledûd içirdiler. Kendine geldiğinde: "Bana kim ledûd içirdi?" buyurdu. Hepsi sustu. Bunun üzerine Abbas (r.a.) hariç evde bulunanların hepsine ledûd içi-rildi." Tirmizî, bu hadis hasen-garib demiştir. Hadisi İbn Mâce de rivayet etmiştir[439]

Hacamatın faydalan şunlardır: Hacamat, bedenin sathını fasddan (kan aldirma)daman yararak daha fazla temizler. Fasd ise bedenin derinliklerin­deki kanın temizlenmesinde daha uygundur. Çünkü hacamatla deri altların­da olan kan çıkarılır.

Ben derim ki: Hacamat ve fasdın hakikati şudur: Her ikisi de zaman, mekân, yaşlar, mizaçlar, sıcak bölgeler ve sıcak zamanlara göre değişir. Kam son derece pişmiş olan sıcak mizaçlı kişilere hacamat, birçok yönden fasd­dan daha faydalıdır. Çünkü karTfrümörü pişer ve incelirse cesedin dahili sat­hına çıkar. Bu durumda olan kan, ancak hacamat yapılarak dışarı atılır. Bu sebepten de çocuklar için fasddan daha faydalıdır. Aynı şekilde fasda taham­mülü olmayanlar için de faydalıdır. Doktorlar diyorlar ki: Sıcak beldelerde hacamat fasddan daha faydalıdır. Ayın ortasında, yine bu cümleden olarak ortasından sonra, dörtte üçünden sonra hacamat yapmak sünnettir. Çünkü kan bu vakitten önce çoğalmaz ve değişmez. Ay sonunda da sükûnet bulur. Ortasında ve az sonrasında ise son derece çoğalır.

Kanun sahibi (İbn Sina) der ki: Ay başında hacamat yapılması tavsiye edilmez. Çünkü hömürler ayın ne başında ne de sonunda çoğalıp harekete geçerler. Çünkü bu vakitlerde azalırlar. Halbuki ayın ortasında, ay doluna} şeklinde olduğundan ışığının çoğalması sebebiyle hümörlerin çoğalma seyri doruk noktasına ulaşır.

tp Rasülullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Tedavi oldu­ğunuz şeylerin en hayırlısı hacamat ve fasddır."[440] Yine bir hadiste: "İlacın en hayırlısı hacamat ve fasddır." buyurulmaktadır.

f Hadisteki: "Tedavilerinizin en hayırlısı hacamattır." ifadesi, Hica7İilar j ve sıcak bölgelerde yaşıyanlar içindir. Çünkü onların kanlan ince olduğun­dan dışardaki hararet kanı bedenlerin zahirine çabukça çıkarmağa ve deri alt­larında toplamaya meyillidir. Yine sıcak bölge insanlarının beden gözenekle­ri geniş olup kuvvetleri yerinden oynar vaziyettedir. Onlara fasd yapmak teh­likelidir. Hacamat iradî olarak teferruk-i ittisaldir ki damarlardan külli bir boşalma onu takip eder. Özellikle de fasd yapılamayan damarlara faydalıdır ki, her birisinin fasd yapılmasında Özel bir fayda vardır.

Fasd-ı Bâslîk:[441] Ciğer ve dalaktaki hararet, kan hümörünün çoğalma­sından ciğer ve dalakta meydana gelen şişkinlik (verem)lere faydalıdır. Akci­ğer şişkinliklerine, şevsa[442] zatülcenb ve dizin altından kalça kemiğine ka­dar arızî olarak kan hümöründen gelen her hastalığa faydalıdır.

Fasd-ı Ekhal:[443] Demevî mizaca sahip bir kişinin bütün bedeni arızî bîr kân çoğalmasına maruz kaldığında, bu tür kan almakta fayda vardır. Yine tüm vücutta kan bozulması sözkonusu olduğunda da, bu yola başvurulur.

Fasd-ı Kîfâl:[444] Başta ve boyunda çok kan bulunması veya kanın bo­zulmasından dolayı arız olan hastalıklara faydalıdır.

Fasd-ı Vedecayn:[445] Dalak ağrısına, astıma,-,ne fes darlığına, baş ağrıla­rına faydalıdır.

Kâhil hacamatı:[446] Omuz ve boğaz ağrılarına faydalıdır.

Ahda'ayn hacamatı:[447] Başta ve yüz, dişler, kulaklar, gözler, burun, bo­ğaz gibi başın diğer uzuvlarında kan

Enes b. Mâlik (r.a.) der ki: "Rasûlullah (s.a.), iki boyun dahlarmdan ve omuz arasından hacamat yaptırırdı. "[448]                                

Sahihayn'da. Enes b. Mâiik'ten (r.a.) rivayete göre: "Rasûlullah (s.a.) üç defa hacamat olmuştur. Birini omuz arasına, ikisini boyun damarlarına yaptırmıştır. "[449]                                                                      -

Sahih'te Enes'den (r.a.), Rasûlullah'm (s.a.) ihramda iken başındaki ağ­rısından dolayı başından hacamat yaptırdığı rivayet edilmiştir. [450]

İbn Mâce'nin Sünen'inde Hz. Ali'den (r.a.) rivayete göre: "Rasûlullah'm (s.a.) boyun damarlarından ve iki omuz arasından hacamat yaptırmasını söy­lemek için Cebrail (yeryüzüne) inmiştir. "[451]

Ebu Davud'un Sünen'indç CâbİrJuAbdulIah'ın rivayetine göre; "Al­lah Rasûlü (s.a.) kaba yerinden, orada oluşmuş bir eziklik veya yaradan do­layı hacamat yaptırmıştır. "[452]

Doktorlar hacamatın, kamahduve[453] de denilen, kafada bulunan nuk-ra'dan[454] yapılıp yapılamayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Nuaym, "Tıbbu'n-Nebevîadlı kitabında merfû olarak şöyle bir hadis rivayet etmiştir: "Sizin, kamahduvenin cevizinden hacamat yapmanız gerekir. Çünkü (bura­dan yapılan hacamat) beş hastalığa şifadır." Cüzzamı da bu hastalıkların ara­sında zikretmiştir.[455]

Diğer bir hadiste ise: "Kamahduvenin cevizinden hacamat yapınız. Çünkü (bu bölgeden yapılan hacamat) yetmiş iki hastalığa şifadır."[456] buyurul-muştur.

Doktorlardan bir grup da bu bölgeden hacamat yapılmasını güzel bul­muşlar ve şöyle demişlerdir: Buradan yapılan hacamat, gözlerin yuvasından fırlamasına, arızî olarak gözde meydana gelen batmalara, göz hastalıkları­nın bir çoğuna, kaşların ve göz kapaklarının ağırlaşma ve kaşınmasına fay­dalıdır.

Rivayet edildiğine göre Ahmed b. Hanbel, bu tür bir hastalıktan dolayı kafasının her iki tarafını hacamat yaptırmış, fakat ense çukurundan haca­mat yaptırmamıştı.

Kamahduveden yapılan hacamatı Kanun sahibi (İbn Sina) da hoş karşı­lamamış ve şöyle demiştir: "Oradan hacamat yaparak kan aldırmak hakiki olarak unutkanlık getirir. Nitekim efendimiz, velinimetimiz ve şeriatımızın sahibi Hz. Peygamber (s.a.) de aynı hakikata işaret etmiştir. Çünkü dimağın gerisi beyinde hafıza kuvvetinin merkezi olan yerdir. Orada yapılacak olan hacamat ise hafızayı siler süpürür."

Başkaları ise buna itiraz etmiş ve şöyle demişlerdir: Bunun hadis olduğu tesbit edilememiştir. Tesbit edilse bile, bu bölgede zaruret olmaksızın yapıla­cak hacamat ancak dimağın gerisini zaafa uğratır. Fakat kan fazlalığından dolayı hacamat yapılırsa hem tıbben hem de şer'an faydalıdır. Allah Rasû-lü'nden (s.a.), halin gerektirdiği biçimde başının çeşitli yerlerinden hacamat yaptırdığı ve yine ihtiyaç olduğunca vücudunun diğer yerlerinden de haca­mat- yaptırdığı rivayet edilmiştir.

Çene altından yapılacak olan hacamat; zamanında kullanıldığında diş, yüz ve yutak ağrılarına faydalıdır. Baş ve damakları temizler. Ayağın üstün­den yapılan hacamat fasd-ı sâfin[457] yerine geçer. Uyluk ve dizlerde olan ya­ralara, âdet kanının kesilmesine ve hayalarda meydana gelen kaşıntılara fay­dalıdır. Göğsün altından yapılacak hacamat; diz çıbanlarına, uyuz ve ufak sivilcelere, ayak ağrısına, basurlara, fîi[458] ve sırt kaşıntılarına faydalıdır. [459]

 

b) Hacamatın Vakti:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) hacamat yapılan vakitler hakkındaki t şöyledir:

Tirmizî'nin Camii inde İbn Abbas'tan merfû olarak rivayet ettiği ha­diste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hacamat olduğunuz günlerin uygun olanları (ayın) ya on yedi, ya on dokuz veya yirmi birinci günle­ridir.[460]

Yine Tirmizî'nin Camiinde Enes b. Mâlik'den, Rasûlullah'ın (s.a.) iki boyun damarından ve omuz arasından hacamat olduğu ve (ayın) on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerinde hacamat yaptırdığı rivayet edilmiştir.[461]

İbn Mâce'nin Sime/Tinde Enes'ten merfû olarak rivayet edilen hadis ise şöyledir: "Kim hacamat olmak isterse (kamerî ayın) ya on yedisini, ya on do­kuzunu veya yirmi birinci gününü araştırsın. Hiç birinize kan galebe çalma­sın. Zira vücutta gereğinden fazla kan bulunduğunda beden ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalır."[462]

Ebu Davud'un Sünen'inde Ebu Hureyre'den merfû olarak yapılan riva-yete göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim (ayın) on yedisi veya on dokuzu ya da yirmi birinde hacamat olursa bu her türlü hastalığa şifa­dır."[463] "Her türlü hastahk"tan anlaşılan mâna, sebebi kan (hümörünün) çoğalması olan her türlü hastalık demektir.

Bu hadisler tabiplerin ittifak ettiği hususlara da uygundur. Çünkü ayın ikinci yarısında ve takip eden üçüncü çeyreğinde hacamat yapmak, başında ve sonunda hacamat yapmaktan daha faydalıdır. Fakat, bir zarurete mebni olarak yapılmak zorunda kalındığında, ayın başında veya sonunda olsun her­hangi bir zamanda yapılmasında bir zarar sözkonusu değildir.

Hallâl diyor ki: "Bana İsmet b. Isâm'ın haber verdiğine göre Hanbel şöyle anlatmıştır: "Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel, hangi zamanda ve saat-ta kanı çoğahrsa hacamat yaptırırdı."

Kanun sahibi (İbn Sına) der ki: "Hacamat, gündüzün saat iki veya üç saralarında yapılır. Yıkandıktan sonra hacamat yapmaktan sakınmak gere­kir. Kanı kalın olan kişi müstesna olup, onun önce sıcak su ile gusletmesi, sonra istirahat etmesi, daha sonra da hacamat olması gerekir."

Tabipler tok karnına hacamat yapmayı hoş karşüamamişlardır. Çünkü bu vaziyette iken hacamat yapılırsa vücutta birtakım tıkaçlar (süded) ve öldürücü hastalıklar meydana getirir. Özellikle alınan gıda bozuk ve kaba olursa \ bu durum görülebilir,                                                                              

Bir haberde nakledildiğine göre şöyle söylenmiştir: "Hacamat (ayın ba­şında veya aç karnına veya hastalığın ilk nüksettiği zamanda) ilaç, tok karnı* na olursa hastalık, ayın on yedisinde olursa şifadır."

Hacamat için bu vakitlerin tercihinde aranan özellik, ihtiyat ve eziyetten kaçınma sözkonusu olması ve sıhhatin muhafazasıdır. Fakat hastalıkların te­davisinde ise, ne zaman gerekirse o zaman hacamat yapmak gerekir. Hadiste geçen: "Hiç birinize kan (hümörü) galebe çalmasın. Zira bu, kişinin ölümü­ne sebep olabilir." sözü de buna delâlet etmektedir. Yani kan vücutta galebe çalmasın diye bu zamanlarda hacamat yaptırınız demektir. "En" ile birlikte cer harfi "beyğ" fiilinden hazfedilmiştir. Bu takdirde fiil "lien lâyeîebeyya-ğa" şeklinde olur. Tebeyyuğ, çoğalma demek olup, "bağy" kelimesinden de­ğiştirilerek elde edilmiştir ve aynı mânadadır. Çünkü burada da kanın azma­sı ve çoğalması sözkonusudur. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in ayın ihtiyaç his­settiği herhangi bir zamanında hacamat olduğu daha önce geçmişti.

Hacamat için haftanın günlerinden tercih edilmesi uygun olan günlerin hangileri olduğuna gelince; Hallâl, Câmi'inde der ki: Harb b. İsmail, Ah­med b. Hanbel'e şöyle sorduğunu haber vermiştir: "Hangi gün hacamat ol­mayı mekruh görürsün?" Buna karşılık Ahmed b. Hanbel: "Çarşamba ve cumartesi günleri (hacamat yaptırmanın mekruh) olduğuna dair rivayet var­dır." demiştir.

Yine (Halİâl'uı Câmi'inde) Hüseyin b. Hassan'm Ebu Abdillah'a (Ah­med b; Hanbel): "Hacamat yapmak hangi gün mekruhtur?" diye sorduğun­da: "Cumartesi ve çarşamba günlerindcmekruhtur. Ayrıca cuma gününde de mekruh olduğunu söylüyorlar." dediği nakledilmektedir.

Hallâl, Ebu Seleme ve Ebu Saîd el-Makburî kanalıyla Ebu Hureyre'den merfû olarak şöyle nakletmiştir: "Her kim çarşamba veya cumartesi günü hacamat yaptırır da, kendisine beyazlık veya baras (alaca) hastalığı gelirse sadece kendini kınasın. "[464]

Hallâl, Muhammed b. Ali b. Cafer'den, Yakub b. Bahtan'm kendisine şöyle anlattığını haber veriyor: Ahmed b. Hanbel'e, nevre (beyaz çiçek) ile cumartesi ve çarşamba günü hacamat yapılması sorulduğunda, her ikisini de mekruh gördü ve dedi ki: "Bana ulaştığına göre bir adam çarşamba günü nevre ve hacamat olmuş. Bunun üzerine baras hastalığına tutulmuş." Dedim ki: "Sanki bu adam hadisle alay etmiş gibi tersine hareket etmiş değil mi?" Ahmed b. Hanbel: "Evet." dedi.

Dârakutnî'nin, Kitâbu'I-Efrâd'ındaki rivayetine göre şöyle demiştir: Ab­dullah b. Ömer bana dedi ki: Kanım çoğaldı. Bana bir hacamatçı çağır. Ne çocuk ne de yaşlı bir ihtiyar olsun. Zira Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyur­duğunu İşittim: "Hacamat, ezbercinin ezberlemesini, akıllının aklını arttırır. Besmele çekerek hacamata başlayın. Perşembe, cuma, cumartesi ve pazar gün­lerinde hacamat olmayınız. Pazartesi günleri hacamat olun. Cüzzam ve ba­ras hastalıkları sadece çarşamba günleri gelir." Dârakutnî der ki: Bu hadisi sadece Ziyad b. Yahya rivayet etmiştir. Eyyûb'un, Nâfi'den yaptığı rivayette ise şu ziyade vardır: "Pazartesi ve salı günleri hacamat olunuz. Çarşamba günleri ise hacamat olmayınız."[465]

Ebu Davud'un Sünen'inde, Ebu Bekre'den yapılan rivayete göre, o salı günü hacamat yapmayı mekruh görürdü. Ebu Bekre, Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Sah günü kanın çoğaldığı bir gündür. Sah gününde öyle bir zaman vardır ki kan kesilmek bilmez. "[466]

Bu hususta yukarıda daha önce geçmiş olan hadisler aynı zamanda te­davi olmanın, hacamat olmanın ve durumun gerektirdiği yerden hacamat yap­tırmama müstehabhğım içermektedir. Bu hadisler, ihramlı iken hacamat ol­manın ve şayet hacamat yapılacak yerden saçlar kesilecekse bu durumda ih­ramlı olunsa da bir şey gerekmeyip caiz olduğuna delâlet ediyorlar. Hacamat dolayısıyla ihramlı kişinin saçları kesildiğinde fidye vermenin vacip olması görüşü, bu husustaki deiil vücup derecesinde olmadığından doğru değildir. Oruçlu bir kişinin hacamat olması caizdir. Zira Sahih-i Buharfde, Rasûlul-Iah'ın (s.a.) oruçlu bulunduğu halde hacamat olduğu rivayet edilmiştir.[467] Yalnız bu, orucu bozar mı, yoksa bozmaz mı konusu ihtilaflıdır. Doğrusu, hacamatla orucun bozulmasıdır. Çünkü, aykırı bir rivayet olmaksızın Rasû-lullah'tan (s.a.) sahih kanalla (hacamat olanm orucunun bozulduğuna dair) rivayet gelmiştir. Bu hadise muarız olan en sahih hadis; Rasûlullah'ın (s.a.) oruçlu olduğu halde hacamat yaptirmasıdır. Dört ihtimal haricinde bu durum orucun bozulmadığına delâlet etmez: a) Oruç farz oruç idi. b) Bu esna­da mukîm idi. c) Hacamatı gerektirecek bir hastalığa da tutulmuş değildi, d) Rasûlullah.'ın (s.a.) oruçlu iken hacamat yaptırması rivayeti; "Hacamat ya­pan da, hacamat yaptıran da orucunu bozmuştur."[468] hadisinden daha son­raki bir döneme aittir.

Bu dört öncül doğru olduğunda, Allah Rasûlü'nün (s.a.) fiilî tatbikat] ile hacamat yapıldığı halde orucun bozulmadığına istidlal edilmesi mümkün olur. Aksi takdirde, orucun hacamat ve diğer bir şeyle rahatça bozulabilece-ği nafile oruç olmasına ne mâni vardır? Ramazan orucu olsa da seferde ola­maz mı?' -Ramazanda ve mukim, fakat arız olan bir hastalık sebebiyle oruç boz­mada bir mahzur olmadığı gibi bir durum sözkonusu olamaz mı? Veya mu- . kim iken (hacamata ihtiyaç olmadan) Ramazandan (kazaya kalmış) bir fan oruç olamaz mı? "Hacamat yapan da, hacamat yaptıran da orucunu boz­muştur." hadisi nakledilmiş olup daha sonra söylenmiştir. Böylece de bu hü­kümde karar kılmak gerekir. Bu dört öncülden herhangi birini isbat etmeğt hiç yol yoktur ki hepsi birden isbat edilebilsin.[469]

Hadis ayrıca iş görme akdi yapmaksızın, doktor ve diğerlerinin tutulj masının cevazına delâlet etmektedir. Emsaline göre bir fiat tesbit edilmesi vey onu memnun edecek bir fıat teklifi gerekmektedir.

Hadis, hacamatçıhk yaparak geçinmenin caiz olduğuna da delâlet etmek[ tedir. Hür olan bir kişi yaptığı hacamattan aldığı ücreti (haram olmamakla birlikte) yemesi hoş karşılanmasa dahi durum böyledir. Çünkü Rasülullah (s.a. hacamatçıya ücretini vermiş, yemesine de mâni olmamıştır. Hacamattan ahi-nan ücreti, pis olarak isimlendirmesi; sarımsak ve soğana pis demesi gibidi ki, bu hüküm adı geçen şeylerin haram olmasına asla delâlet .etmez.

Yine bu hadis,, kişinin kölesinden her gün için getirebileceği miktarda gelir {haraç) talep etmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Yine kölenin, gün­lük gelir miktarından fazlasını istediği şekilde tasarruf edebileceğine delâlet et­mektedir. Şayet köle tasarruftan menedilmiş olsaydı kazancının tamamının gelir olması gerekirdi. O halde köleye günlük gelir takdirinin hiçbir faydası olmaz. Belki de günlük gelirden artan kazancı, efendisinin kendisine istediği gibi tasarruf etmesi için temlik olarak bağışlaması sözkonusu olabilir. En doğ­rusunu Allah bilir. [470]

 

c) Damarların Kesilmesi ve Dağlama:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) damarların kesilmesi ve dağlama yapmak hususun­daki tutumu şöyledir:

Sahih'te, Câbir b. Abdullah'tan (r.a.) Allah Rasûlü'nün (s.a.) Übey b. Kâ'b'a (r.a.) bir doktor yolladığı, doktorun Übey'in bir damarını kestiği ve daha sonra da orayı dağladığı rivayet edilmiştir.[471]

Sa'd b. Muaz, göğüs damarından (ekhal) yaralanınca Rasûlullah (s.a.) o yeri dağladı. Sonra yara şişince bir kere daha dağladı.[472] Hadisin metnin­de geçen "el-hasm" dağlama demektir.

Diğer bir rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) Sa'd b. Muaz'ı ekhalinden mişkas[473] ile dağladı. Sonra yine S a'd b. Muaz'ı ikinci defa ya kendisi veya ashabından biri dağladı.

Diğer bir lâfızla gelen rivayette ise: "Ensardan bir sahabî ekhalinden bir mişkas ile yaralanmıştı. Allah Rasûlü (s.a.) bu mişkas i!e onun dağlanmasını emretmiştir." şeklindedir.

Ebu Ubeyd der ki: Rasûlullah'ın (s.a.) huzuruna, kendisine dağlama tav­siye edilen bir adam getirildiğinde buyurdu ki: "Dağlayın ve kızgın taş ko­yun. "[474] Ebu Ubeyd der ki: Hadiste geçen "radf\ bir taşı önce ateşle kız­dırıp yaranın üzerine koymak demektir.

FazI b. Dükeyn, Süfyan—Ebu'z-Zübeyr—-Câbir kanalıyla, Allah Rasû­lü'nün (s.a.) (Sa'd'ı) ekhalinden dağladığını rivayet etmiştir.

Sahih-i BuharVdeki Enes hadisinden anlaşıldığına göre, Rasûlullah (s.a.) daha hayatta iken kendisi zâtülcenb hastalığından dolayı dağlanmıştı.[475]

Tirmizî'de Enes'ten yapılan rivayete göre, "Allah Rasûlü (s.a.) Es'ad o. Zürâre'yi şevket[476] hastalığından dolayı dağlamıştır. "[477]

Daha önce müttefekun aleyh olarak geçen hadiste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dağlanmayı sevmiyorum." Diğer lafzında da: "Ben üm­metimi dağlama ile tedaviden men ediyorum." diye buyurmuştur.[478]

Tirmizî'nin CSmf inde İmran b. Husayn'dan yaptığı rivayete göre Allah Rasûİü (s.a.) dağlama yoluyla tedavi olmaktan nehyetmiştir. İmran demiştir ki: "Başımıza bir hastalık geldi, biz de hemen dağladık. Fakat ne hastalıktan kurtulduk, ne de doğru bir tedavi olmayı başardık."

Diğer lâfızla olan rivayetinde ise: "Biz dağlamayla tedavi olmaktan neh-yedildik. (Buna rağmen yapıldığında) ne hastalıktan kurtuldular, ne de başa­rılı bir tedavi oldular."[479] denilmektedir.

Hattabî der ki: Rasûlullah'ın (s.a.), Sa'd'ı dağlamaktaki maksadı, yara­sından akmakta olan kam kesmekti, onun kan kaybından ölmesi ihtimalin­den korkmuştu. Bu durumda, eli veya ayağı kesilen bir kişinin dağlanması gerektiği gibi (son çare olarak) dağlamak lazımdır.

Dağlama ile tedaviyi yasaklamasına gelince; buna sebep, dağlamayla şi­fa bulmayı istemeleridir. Çünkü Arablar, dağlanmayan hastanın öleceğine inanırlardı. İşte bu tür inançlarından ötürü dağlama yoluyla tedaviyi yasak­lamıştır.

Denildi ki: "İmran b. Husayn'ın dağlamaktan nehyediîmesi sadece ona hasdır. Çünkü o nâsûr[480] hastalığına tutulmuştur. Hastalığın bulunduğu mev-[481]

 

ki tehlikeli olduğundan dağla

narak tedavi edilmesinden nehyetti. Bu durum­da nehy sadece dağlamaktan korkulan mahalle ait olmuş oluyor. En doğru­sunu Allah bilir. "[482]

İbn Kuteybe der ki: "Dağlama iki şekilde yapılır: a) Sağlam ve sağlıklı biri hastalanmamak için kendini dağlar. Bu tür dağlama hakkında, kendini dağhyan Allah'a tevekkül etmemiştir, denilmiştir ki, bu şekilde kendini dağ-lıyan kişi, üzerine gelecek olan ilahî takdiri geri çevirmeyi hedeflemektedir, b) Azmış olan yarayı, kesilmiş olan bir uzvu dağlamak ki, bu cinsi şifadır. Bir de, hastalıktan kurtulması da kurtulamaması da mümkün olan (şüpheli) bir tedavi için dağlama yapmak vardır ki; bunun caiz olsa bile mekruh olma­sı da sözkonusudur."

Sahih'te rivayet edildiğine göre; "Cennete hesaba çekilmeden girecek yet­miş bin kişi, efsun yapmayan, (şifanın Allah'tan olup) dağlama(dan olmadı­ğına inandıklarından) yapmayan ve eşyada uğursuzluk olduğuna inanmayan­lardır."[483]

Dağlama hakkında gelen hadislerde dört husus göze çarpmaktadır: a) Dağlama yapması, b) Dağlamakla tedaviden hoşlanmaması, c) Dağlamakla tedaviden vazgeçeni övmesi, d) Dağlama ile tedaviden menetmesi. Allah'a ham-dolsun ki bu dört unsurun hiçbirinde bir çelişki sözkonusu değildir. Çünkü, bizatihi kendisinin dağlayarak tedavi etmesi bunun cevazına; sevmemesi, ya­saklamadığına; dağlamaktan vazgeçeni övmesi, son çare olmadıkça yapma­manın daha evlâ ve efdal olduğuna; dağlama ile tedavi olmaktan nehy etme­si, tercih gerektiğinde, hoş karşılamadığına veya bir hastalık çıkacak diye he­nüz gerekmeden dağlama yapmanın doğru olmadığına delâlet etmektedir. En doğrusunu Allah bilir. [484]

 

7— Saranın Tedavisi:

 

Rasûlullah'ın  (s.a.)  sara hastalığının  tedavisi  konusundaki  tutumu şöyledir:

Sahihayn'da, Atâ b. Rabah'tan yapılan rivayete göre İbn Abbas, kendi­sine şöyle bir soru sorar: (Ey Atâ) sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?

Ben de: Evet, dedim. İbn Abbas şöyle devam etti: Şu (gördüğün) esmer ka­dın Allah Rasûiü'nün huzuruna geldi ve şöyle bir talepte bulundu: "Ben sa­ralıyım ve beni sara tuttuğunda üstüm başım açılıyor. Benim için Allah'a dua et." Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "İstersen sabret, zira karşılığında senin için cennet var. Dilersen Allah *a seni afiyete kavuşturması için dua edeyim." dedi. Kadın: "Sabrederim, (yalnız) üzerimin açılması da var. Üzerimin açıl­maması için Allah'a dua et." dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) onun için dua etti.[485]

Ben derim ki: Sara iki çeşittir: 1) Yeryüzünde mevcut pis ruhların etki­siyle meydana gelen sara, 2) Öldürücü hümörler sebebiyle meydana gelen sa­ra. İkincisi tabiblerin, sebepleri ve tedavisi hakkında görüş ileri sürdükleri kısımdır.

Habis (pis) ruhların etkisiyle meydana gelen saranın varlığını tabiplerin imamları ve en akıllıları itiraf ediyor ve redde kalkışmıyorlar. Bu tür saranın tedavisinin, hayırlı, yüksek ve şerefli ruhların ancak bu şer ve habis ruhlara mukabele edebileceği, etkilerini giderebileceği, faaliyetlerini nakzedip iptal ede­bileceğini itiraf etmişlerdir. Hipokrat dahi bazı kitaplarında saranın birkaç tedavi şeklini tarif etmiştir. Hipokrat demiştir ki: "Bu ilaç, sebebi ahlat ve diğer hümörlerden olan saraya faydalıdır. Pis ruhlar vesilesiyle meydan ge­len saraya ise bu ilaç fayda vermez."

Fakat doktorların, cahil, sakat ve sefihleri, zındıklığı fazilet zanneden­leri (pis) ruhların etkisiyle meydana gelen sara cinsini inkâr ediyorlar ve sara­ya tutulan kişinin bedeninde (pis) ruhların etkisi olabileceğini kabul etmiyor­lar. Bunu cahilliklerinden yapıyorlar. Halbuki tıp ilmi açısından bu savunul­muştur. His (duyular) ve mevcut olan etkisi de buna şahittir. Bu tür sarayı kabul etmemeleri bazı hümörlerin bu esnada fazlalaşmasıdır ki, gerçekten bir başka sara çeşidinde bu görülebilir, fakat hepsi için geçerli değildir.

Eski doktorlar bu cins saraya "ilâhî hastalık" ismini vermişler ve ruhla­rın etkisiyle meydana geldiğini söylemişlerdir. Calinus ve diğer doktorlar, bu ismi biraz değişik mânada düşünmüş ve şöyle bir te'vil yapmışlardır: Bu cins saraya ilâhî hastalık denmesinin hikmeti, beyinde meydana gelmesi ve dima­ğın meskeni olan beyinin temiz ilâhî kısmına zarar vermesi sebebiyledir.

Onların bu şekilde te'vil yapmaları, bu ruhların hükümlerine ve tesirle­rine vakıf olamamaktan neş'et etmektedir. Daha sonra da zındık doktorlar geldi ve hümörlere dayalı olarak meydana gelen saradan başkasını kabul et­mediler.

Kendisinde akıl olup, bu ruhlara ve tesirlerine dair bilgisi olan kimse bu tür doktorların cehaletlerine ve akılsızlıklarına güler.

Bu ikinci tür sara hastalığının tedavisi iki açıdan mümkündür: a) Saralı kişinin durumuna göre, b) Tedavi edecek kişinin durumuna göre.

Saralı kişinin durumuna göre olan tedavide esas; hastanın ruhunun güç­lü olması, bu ruhların yaratıcısına sadıkane yönelmesi, dil ve kalbin tam uyum içinde olduğu halde sahih bir şekilde Allah'a sığınmasıdır. Çünkü bu hal bir nevi savaştır. Savaşlarda düşmana karşı silahla çıkmak için iki şeye dikkat edilmesi gerekir: a) Silahın sağlam ve kendi yapısı içinde iyi malzemelerden yapılmış ve yeni olması gerekir, b) Silahı taşıyacak olan kolun gayet sağlam ve güçlü olması gerekir. Bu iki unsurdan herhangi birinin eksilmesiyle silahın çok faydası olmaz. Şayet her ikisi de ortadan kalkarsa nasıl olur acaba? Kalb; tevhid, tevekkül, takva ve teveccüh eksikliğinden harabeye döner ve böylece silahsız kalmış olur.

İkincisi ise, tedavi eden kişi açısındandır. Burada da yukarıda verdiği­miz iki misal geçerlidir. Hatta tedavi edenlerden birinin: "İçin­den çık!" sözüyle veya "Allah'ın ismiyle çık!'* sözüyle veya (   -il "Güç ve kuvvet yalnız Allah'ındır." sözüyle iktifa etmesi de yeterlidir. Zira Rasûlullah (s.a.): ey Allah'ın düşmanı! Ben Allah Rasûlü'yüm!"[486] demiştir.

Ben şeyhimizin (İbn Teymiye), saralıya içinde bulunan ruha hitaben gön­derdiği, "Şeyh sana der ki, çık! Çünkü bu sana helâl değildir." sözü sonun­da hastanın açıldığını görmüşümdür. Birçok defa da bizzat kendisinin hitab ettiğini gördüm. Bazan da hastanın içine girmiş olan ruh inatçı olurdu. Şeyh bı. sefer onu döverek çıkarırdı. Saralı hasta ayıldığında (yediği dayağın) acı­sını hiç hissetmezdi. Bunu şeyhimizden biz de, başkaları da defalarca gördük.

Çoğu kere de saraianmış kişinin kulağına; "Sizi boşuna yarattığımızı y< huzurumuza çıkarmayacağımızı mı sandımz?"[487] âyetini okurdu.       

Bana (Şeyhim İbn Teymiye) şöyle anlattı: Bir keresinde bu âyeti saraya tutulmuş bir hastanın kulağına okumuştum. Saralının içindeki ruh, sesini yük­selterek "Evet" diye cevap vermişti. Bunun üzerine ben bir sopa aldım. So­payla hastanın boyun damarlarına elim yorulana kadar vurdum. Hatta ya-mmdakiler hastanın bu darbelerle ölmesi gerektiğinden hiç şüphe etmiyor­lardı. Vururken, içindeki ruh: "Ben seni seviyorum." dedi. Ben de: "O seni sevmiyor." dedim. Ruh: "Ben onu protesto ediyorum." diye cevap verince ben: "Halbuki o seninle münakaşa etmek istemiyor." dedim. Ruh bunun üze­rine: "Ben sırf sana ikram olsun diye onu terk ediyorum." dedi. Ben de onun bu sözünü reddederek: "Hayır, benim için değil. Allah'a ve Rasûiü'ne itaat olarak çıkmalısın." dedim. Ruh: "Peki, o halde çıkıyorum." dedi. Daha sonra saralı hasta kalktı oturdu, sağına soluna bakınmağa başladı ve: "Şeyhin hu­zuruna ben niçin götürüldüm?" dedi. Yanındakiler: "Bu baştan sona dayak (yediğini biliyor mu)?" diye sorunca o da, yemiş olduğu dayağın hiç farkın­da olmadan: "Hiç günah işlemediğim halde şeyh beni niçin dövecek ki?" dedi.

Şeyh bazan âyetel-kürsî[488] ile de tedavi ederdi. Saraya tutulan hastaya da, tedavi yapacak kişiye de çokça âyetel-kürsî, muavvizeteyn [489]sûrelerini okumalarını emrederdi.

Özetle, sara hastalığının bu türünü ve tedavi şeklini ancak akıl, ilim ve marifetten nasibi az olanlar inkâr eder. Zaten bu pis ruhların bu hastalığa tutulanlara etki etmesinin sebebi, bu kimselerin dindarlıklarının az olması, kalblerinin ve dillerinin, zikrin, Allah'a sığınmanın, peygamberi ve imam du-, alara sığınmanın hakikatlanndan yoksunluktan harab olmasıdır. Bu habis (pis) j ruh boş ve silahsız olan kişiye; çoğunlukla çıplak bulunduğu bir esnada girer ve bedeninde eziyet ederek etkide bulunur.

Eğer (senin gözlerinden) perde kaldırılmış olsa, elbette insan ruhlarının çoğunu bu pis ruhların saralı yaptığını görürdün. Onların esaretinde ve elle­rinde olarak, istedikleri tarafa yönelttiklerini görürdün. Onlardan ne kaçmak mümkün, ne de onlara muhalefet etmek. Bunlar, hastasının ancak (ölüm es­nasında) ruh bedenden ayrılırken ve (perde kalkıp) gördükten sonra ayıldığı zaman anlaşılan büyük saraya sebep olanlardır. O zaman kesin olarak anla­şılır ki, gerçek saraya tutulmuş olan kendisidir. Ancak Allah'tan yardım di­lenilir.

Bu son bahsedilen sara çeşidinin tedavisi sağlıklı bir aklın peygamberle­rin getirmiş olduğu şeylere imana yanaşmasıyla mümkündür. Cennet ve ce­hennem onun gözünün önünde ve kalbinin kıblesi olmalıdır. Dünya ehlini, azaba duçar olmalarını, başlarına gelen âfetleri, yağmur yağan yerlerin belli olması gibi beldelerin içinde vuku bulmuş ilahî âfetleri gözönünde bulundur­malı ki, (farkına varmadıklarından) bir türlü ayılmayan sara hastaları gibi­dirler. Böyle bir saraya tutulmaktan daha müthiş bir şey olamaz. Fakat belâ, musibet her tarafa yayılacak şekilde çoğaldı mı, herkes saralı olacağından bu bir hastalık ve musibet olmaktan çıkar gibi olur ve inkâr edilmez olur. Belki de saraya tutulanlar çoğaldığı için bu hastalığın hastalık sayılmaması gibi bir tersyüz olma hadisesi meydana gelir.

Allah, bir kulunun hayrını dilerse onu bu tür saradan kurtarır. Böylece bu kişi dünyaya aldananlara bakar, onları çeşitli kısımlanyla sağdan soldan saraya tutulmuş olarak görür. Bunların bir kısmı bir nevi delilikle başbaşa-dır. Bir kısmı da bazan uyanır, sonra yine aynı deliliğe döner. Bir kısmı bir defa uyanır, diğerinde delirir. Ayıldığında, akıllı ve ayık olanlar gibi (kendi­ni toparhyarak) salih amel işler. Sonra bu sara tuttuğunda aklını yitirir.

Hürhörlere dayalı olarak meydana gelen sara hastalığı ise, nefsi uzuvları faaliyetten, hareketten, ayakta durmaktan tam bir şekilde alıkoyar. Sebebi ise kalın yapışkanh bir hümör (hılt) dür. Dimağdaki boşlukları tam olmaksı­zın südde[490] ile tıkar. His ve hareketin dimağa ve uzuvlara külli bir kesinti meydana getirmeden tam olarak nüfuz etmesine mani olur. Bazan sara baş­ka sebepler ile de olur: Ruh menfezlerini tıkayan galiz rüzgâr, bazı uzuvlar­dan yükselen öldürücü buhar, yanmış bir keyfiyet. Dimağ eziyet veren mad­deyi atmak için daralır. Bunu tüm azaları içine aian bir büzülme takip eder. Bu durumun ardından insanda ayakta dikilecek güç kalmaz, yere düşer ve çoğunlukla da ağzında köpük belirir[491]

Bu hastalık, meydana geldiği esnada elem vermesi sebebiyle emraz-ı had­deden sayılmıştır. Uzun süreli olması sebebiyle de emraz-i müzmineden sa­yılmıştır. Bu hastalıktan kurtulmak, özellikle yaş yirmi beşi geçtikten sonra zordur. Bu hastalık kişinin dimağında, özellikle de özündedir. Bunların sa­raları devamlıdır. Hipokrat der ki: "Sara, bunlarda ölene kadar devam eder."

Saranın bu türü bilindiğinde; hadiste geçen, saraya tutulup da üstü başı açılan kadının sarasının bu nevi sara olduğu anlaşılabilir. Hz. Peygamber (s.a.), ona bu hastalığa sabrettiğinde cenneti müjdelemiştir. Ayrıca (saraya tutul­duğu esnada) üst başının açılmaması için de dua etmiş; ve onu, sabır dolayı­sıyla cennet ve dua dolayısıyla şifaya kavuşma arasında muhayyer bırakmış­tır. Kadın da sabır ve cenneti tercih etmiştir.

Bu hadis, ilaç almayı ve tedavi olmayı terketmerün caiz olduğuna da de­lildir. Ruhların ilacı, tabiblerin ilaçlanyla ulaşılamayan başarıyı sağlayan dualar ve Allah'a teveccühtür. Bu tür (manevî) ilacın tesiri, faaliyeti, insan tabiatı­nın ondan etkilenip tesir altında kalması, bedenî hastalıklara en büyük tesir" yapan tabiatın en çok tesir altında kaldığı tedavi şeklidir.

Biz ve başkaları bunu çok tecrübe ettik. Akıllı tabipler, nefsî kuvvetle­rin faaliyeti ve hastalıkların tedavisindeki etkisinin acaipliklerini itiraf etmiş­lerdir. Tıp ilmine, içerisindeki zındıklar, aşağılıklar ve cahiller kadar hiçbir kimse zarar vermemiştir. Açıkçası, bu kadının tutulmuş olduğu sara hümör-lere dayalı olarak meydana gelen sara cinsidir. Bununla birlikte r,ıs ruhların etkisiyle meydana gelen sara cinsi de olabilir. Zira Rasûlullah (s.a.) kadını, sabredip karşılığında cennet vaad etmek ile dua ederek şifaya kavurmak ara­sında serbest bırakmış, kadın da hastalık nüksettiğinde üst başının açılma­ması şartıyla sabretmeyi tercih etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. [492]

 

8— Siyatiğin Tedavisi:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) ırk-ı nesâ (siyatik) hastalığının tedavisindeki rürarhu şöyledir:

İbn Mâce'nin Sünen'mde Muhammed b. Şîrîn—Enes b. Mâlik kanalıy­la rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: *'Irk-ı nesâ hastalığınm tedavisi (bedevi arabının) eritilmiş koyun kuyruğudur. Üç kısma ay­rı larak aç karnına her gün bir kısmı içiriIir."[493]

Irk-ı nesâ (Siyatik)[494] Kalça kemiği ekleminden başlayıp, sırttan uylu­ğa ve çoğunlukla da topuğa kadar inen bir ağrıya verilen isimdir. Ağrı devam ettikçe inmesi de çoğalır ve aynı esnada ayak ve uyluk zayıflar.

Bu hadiste, hem lügat , hem de tıp açısından bir incelik vardır. Lügat bakımından, bu hastalığı ırk-ı nesâ adıyla isimlendirmenin caiz olduğuna de­lâlet etmektedir. Buna bu ismi vermek istemeyenler demişlerdir ki: Nesâ, da­marın kendisidir. Böyle olunca da ırk-ı nesâ demek, bir şeyi kendisine izafe etmek demektir ki bu doğru değildir.

Bu itiraza iki yönden cevap verilebilir: a) Damar (ırk) nesâdan (sinir) daha umumîdir. Buna göre bu kullanış, umum ifade eden bir kelimeyi husus ifade eden bir kelimeye izafe etmektir. Meselâ, dirhemlerin hepsi veya bir kısmı denmesi gibi. b) Nesâ; damarla hulul eden bir hastalıktır. Bundan dolayı da­mara izafesi, bir şeyi mahalline ve yerine izafe etmek gibidir.

Deniliyor ki: Nesâ[495] şeklinde isimlendirilmesi, elem ve acısının başka ağrıları unutturacak şekilde olmasından dolayıdır. Bu (sinir) damarı, kalça kemiği ekleminden (başlayarak) bacak kemiği (sâk) ile veter[496] arasında sağ taraftan topuğun arkasında ayağın sonuna kadar uzanır.

Tıbbî mânasına gelince; daha önce de geçtiği gibi Allah Rasûlü'nün (s.a.) sözleri iki türlü değerlendirmeye tâbi tutulmuştur:

1— Zamanlar, mekânlar, şahıslar ve hallere göre vuku bulmuş umumi hadisler.

2— Birinci maddede zikredilenlerin hepsini veya bir kısmını esas alarak vuku bulmuş hadisler. Bu da bu ikinci kısımda değerlendirilmektedir. Çün­kü, bu hitab Araplara, Hicazlılara, Hicaz civarında yaşayanlara, özellikle de bedevi Araplaradır. Çünkü bu ilaç onlar için en faydalı türden bir ilaçtır. Bu hastalık kuru mizaçlı olanlarda vuku bulur. Bazan da galiz yapışkan bir hü-mör sebebiyle olur. Bunun da tedavisi ishalle olur. Koyun kuyruğunda ise

iki özellik vardır: Pişirme ve yumuşatma. İshalde de pişirme ve çıkarma vardır. Bu hastalığın tedavisinde bu iki duruma ihtiyaç vardır. Bedevilerin yetiş tirdiği koyunun bu hastalığa ilaç olarak tavsiye edilmesinin sebebi, fuzuli mad­delerinin az, miktarının ufak ve cevherinin latîf olmasıdır. Otladığı meranır özelliği icabı, sıcak bölgenin şih (yavşan otu), kaysum (marsama otu) gibi ot­larını yiyerek hayatlarını sürdürmeleridir. Bu bitkilerle gıdalanan hayvanın etinde tabiî olarak gıdalandığı şeylerden oluşan bir letafet belirir ve bu bitki­lerden daha latîf bir mizaç kazanmış olurlar. (Koyunda bu letafet) özellikle kuyruk kısmında bulunur. Bu bitkilerin, koyunun sütündeki etkisi etinden daha fazla olmakla beraber, kuyruğundaki pişirme ve yumuşatma özelliği sü­tünde bulunmaz.

Daha önce de geçtiği gibi ekseriyetle ümmî (Arap)lann ve bedevilerin ilaç­ları müfred ilaçlardır. Hind tabibleri de bu şekilde hareket eder.

Rum ve Yunan tabibleri ise mürekkep ilaçlara da itina göstermişlerdir.

Tüm doktorlar tedavide şu sırayı takip etmekte müttefiktirler: Hastayı önce (tabiî) gıda ile, olmazsa müfred ilaçlarla, şayet yine tedavi gerçekleş­mezse terkibi en az olan ilaçla tedaviye girişmek, doktorun ustalığmdandır. Daha önce geçtiği üzere, Arapların ve bedevîlerin genellikle tutuldukları has­talıklar basittir. Onlara da uygun olan basit ilaçlardır. Bunun da sebebi ge­nellikle aldıkları gıdaların basit olmasıdır. Fakat mürekkep hastalıklar, ge­nellikle alman gıdaların çeşitlilik ve karışıklığına göre meydana geldiğinden, onlar için mürekkep ilaçlar tercih edilmiştir. [497]             

 

9— Kabızlığın Tedavisi:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) mizaç kuruluğu (kabız) hastalığı ve bu hastahğ: muşatılıp giderilmesi konusundaki tutumu şöyledir: 

Tirmizî'nin Câmi'mde ve İbn Mâce'nin Sünen'mdeki rivayete göre Es­ma bt. Urneys şöyle demiştir: RasûluIIah (s.a.) Esmâ'ya: "Müshil olarak hangi ilacı kullanıyorsun?" diye sordu. Esma: "Şübrüm. (boğumluca)"[498]deyince Allah Rasûlü (s.a.): "O ateşli ishal yapar." diye karşılık verdi. Esma: "Sonra senâ[499] kullanmağa başladım." deyince Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: "Şa­yet ölüme karşı bir ilaç olsaydı, o elbette sena olurdu.[500]

İbn Mâce'nin Sünen'inde İbrahim b. Ebî Able, Rasûlullah (s.a.) ile bir­likte iki kıbleye de namaz kılan Abdullah b. Ümmü Harâm'ın Rasûlullah'-tan (s.a.) şunları işittiğini rivayet etmektedir: "Sena ve sennût ile tedavi olu­nuz. Çünkü bunlarda 'sâm' hariç her türlü hastalığa şifa vardır." Sâm nedir ya Rasülallah? diye sorduklarında, Allah Rasûlü (s.a.): "Ölüm demektir." diye cevap verdi.[501]

Hadiste geçen: "Müshil olarak ne alıyorsun?" sorusu, "Mizacın (kabız­lığını) gidermek için yumuşatıcı olarak ne alıyorsun?" demektir. Karında ka­larak içerideki pis maddenin sıkiştırmasıyla eziyet verici bir vaziyet almaz. Bu sebepten faîl veznindeki meşy kelimesine müshil ilacı denmiştir. Çünkü alman müshil ilacı ishali çoğaltır. İhtilâf edilen husus ihtiyaç sınırıdır. Bir başka rivayette bu soru: "Ne ile tedavi oluyorsun?" şeklinde sorulmuş, Esma da: "Şübrüm ile." diye cevap vermiştir. Şübrüm, yetuî[502] ilaçlardan biridir. Ağacının kökünün kabuğudur. Dördüncü derecede, sıcak ve kurudur. En güzel cinsi rengi kırmızıya kaçanıdır. Hafif, ince olup büzülmüş deriye benzer. Özet­le, tehlikeli ve çok ishal yaptırıcı özelliğinden dolayı (doktorların) pek tavsi­ye etmedikleri ilaçlardandır.

Hadiste geçen: yerine şekli de gelmiştir. Ebu Ubeyd der ki: "Çoğunlukla bu söz olarak gelmiştir."

Ben derim ki: Bu konuda iki görüş vardır: I) Cimli rivayeti ki: ( şeklindedir. "Şiddetli ishal yapıcı" demektir. Bu ifadelere göre bu ilaç, hara ret (ateşlilik) ve şiddetli ishale sebep olur demektir ve gerçekten de öyledir Bunu, Ebu Hanîfe ed-Dîneverî söylemiştir.

2) Bu ikinci kelimesi ile önceki kelime tekid edilmiştir. Böylece de lafzı ve manevî tekid arasında kalmıştır. Bu sebepten dolayı hadisçiler, metni kelimesi kelimesine rivayet etmeğe gayret etmişlerdir. Örnek olarak kelimesi, "olgun güzellik" demektir. Araplar bu tabiri, kaf harfi ile: şeklinde de kullanmışlardır. deme­leri de bunlara benzer. Bununla birlikte son kelime olan kelimesinde bir başka mâna daha vardır ki şudur: Hararetinin şiddetinden kendisine isa­bet eden şeyi çeker, kendine cezbeder ki sanki onu önce çekiyor, daha sonra da bırakıyor gibidir. kelimesi ise bir mânaya göre evvelki kelimenin bir başka Iugat olarak mânâsıdır. Meselâ, akraba mânasına: ile büyük su havuzu, sarnıç mânasına: kelimesi ve çoğulları gibi. Diğer bir mânaya göre; müstakil bir mânada ittiba, yani kelime uyumu demektir.

Senaya gelince, biri med ile diğeri kasır ile olan iki lügati vardır. Hicaz'­da çıkan bir bitkidir. En iyisi Mekke'de yetişendir. Zararından emin olunan faydalı bir ilaçtır. İtidale yakındır. Birinci derecede, sıcak ve kurudur. Safra ve sevdayı ishal yapar. Kalbi kuvvetlendirir. İşte bu onun üstün durumudur. Hassası ise sevda hümörünün çoğalmasıyla meydana gelen karasevda hasta­lığına faydasıdır. Soğuktan veya bir hastalıktan dolayı deride meydana gelen yarıklara faydalıdır. Kasları açar, saçlann çıkmasını sağlar. Karınca kene, eski başağrısı {sudâ-i kadîm), uyuz, sivilce, kaşıntı ve saraya faydalıdır. Pişirilmiş suyunu içmek, öğütülmüş suyunu içmekten daha sıhhîdir. Üç dirhem mikta­rı içme ölçüsüdür. Suyundan içileceği zaman beş dirheme çıkarılır. Şayet onunla birlikte menekşe, Acemler gibi çekilmiş kırmızı kuru üzüm de kaynatılırsa daha sağlıklı olur.

Râzî'der ki: Sena ve şahtere otu yakıcı hümörleri ishal yapar. Uyuz ve kaşıntıya birebirdir. Her birinden dört dirhemden yedi dirheme kadar çoğal­tılarak alınır.

Sennût'a gelince, bu hususta sekiz ayrı görüş vardır:

1— Bal demektir.

2— Yağ tulumunda sıkılmış üzüm demektir ki yağın üzerine siya! giler çıkarır. Bu izahı Amr b. Bekr es-Seksekî yapmıştır.

3— Kimyona benzer bir tohumdur. Bunu İbn el-Arabî [503]söylemiştir.

4—  Kirmân'da çıkan kimyona bu ad verilir.

5— Râziyanc otunun bir başka adıdır. Bu görüşü, Ebu Hanîfe ed-Dîneverî bazı bedevilerden nakletmiştir.

6—  Şebet'tir.[504]

7— Hurmadır. Bu görüşü Hafız Ebu Bekir İbnü's-Sünnî ileri sürmüştür.

8— Yağ tulumlarında olan baldır. Bu görüşü Abdüllatif el-Bağdadî ri­vayet etmiştir.

! Bazı doktorlar der ki: Bu, mânaya daha yakın ve doğruya uygun olan­dır. Çünkü öğütülmüş sena (sinameki) yağa karışmış bal ile karıştırıldıktan sonra yalanırsa; bu, yağ ile balın sinamekiyi daha iyi ıslah etmesi ve ishale yardımcı olması bakımından tek başına sinameki kullanmaktan daha sağlık­lıdır. En doğrusunu Allah bilir.

Tirmizî ve diğer hadisçiler İbn Abbas'tan merfû olarak yapılan rivayette şu hadisi kaydetmişlerdir: "Tedavide kullandığınız ilaçların en iyisi, burun damlası (seût), şurup (ledûd), hacamat ve müshil (mey)dir."[505] Hadiste ge­çen "el-meşy" tabiatın ve mizacın tıkanıklığını giderici, yumuşatıcı ve çıka­rılacak olan fazla maddelerin kolayca çıkmasını sağlıyan bir ilaç demektir. [506]

 

10— Kaşıntının Tedavisi:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.), beden kaşıntısı ve bitlerden tevellüd eden ka­şıntı konusundaki tutumu şöyledir:

Sahîhayn'da Katâde, Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini nakletmektedir:" Ra-sûlullah (s.a.), Abdrurrahman b. Avf ile Zübeyr b. Avvâm'a (r. anhümâ) vüartlarında olan bir kaşıntı sebebiyle ipek elbise giymelerine müsaade etmiştir."

Diğer bir rivayet de şöyledir: "Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr b. Av-vâm (r. anhümâ), Rasûlullah'a (s.a.) bir gazada, vücutlarını saran bitlerden mütevellid kaşıntıdan şikâyet etmişlerdi. Rasûlullah (s.a.) da onların ipek giy­melerine müsaade etmişti. Ben onların ipek giydiklerini görmüşümdür."[507]

Bu hadis, biri fıkhî, diğeri tıbbî iki inceliği içine almaktadır:

Fıkhı incelik şudur: Rasülullah'm (s.a.) kesinleşen sünnetinin, ipek (el­bise) kullanmanın mutlak mânada kadınlara mubah, bir zaruret ve üstün bîr yarar olmaksızın erkeklere mutlak mânada haram olmasıdır.

Erkeklerin zaruret icabı olarak ipek elbise giymelerini meşru kılacak se­bep, çok şiddetli bir soğukta giyilecek; bir başka elbise bulunamadığı veya setr-i avret için giyilecek bir başka elbise olmadığı zamandır. Bu zaruretler­den birisi de vücutta bulunan uyuz, hastalık, kaşıntı ve Enes hadisinde görül­düğü gibi vücudu bitlerin sarmasından dolayı meydana gelen hastalıktır ki bu (rivayet) sahihtir.

İpek (elbise giymenin) cevazı; Ahmed b. Hanbel'den yapılan iki rivayet­ten en sahih olanı, Şafiî'nin iki görüşünden en sahih olanıdır. Çünkü bir hü­kümde asıl olan tahsis olmamasıdır. Ümmetin bir kısmı hakkında bir ruhsa­tın sabit olması; bu durumun kendisinde mevcut olması halinde herkese şa­mil olmasını gerektirir. Çünkü umumî bir hüküm, sebebi umumî olduğun­dan umum bir mâna ifade eder.

İpek (elbise giymeyi) caiz görmeyenler demişlerdir ki: İpek (kullanımını) haram kılan hadisler umumîdir. Cevaz ifade eden hadis ise sadece Abdur-rahman b. Avf ve Zübeyr'e hâstır. Bununla birlikte başkalanna da aynı tah­sisin geçerli kılınması da muhtemeldir. Fa"kat bir konuda iki ihtimal ortaya çıktığında, umumî olan hükmü almak daha uygundur. İşte bu sebepten do­layıdır ki, hadisin bazı râvileri bu hadis hakkında şunları söylemişlerdir: "Ben bu ruhsatın onlardan başkalarına caiz olup olmadığını bilemiyorum." 

Doğru olan görüş, ruhsat ve cevazın umumî oluşudur. Çünkü şer'î hitap ifadelerindeki ıstılahı (mânadan anlaşılan) tahsisin kesin olarak belirtildiğin­de, kendisine cevaz verilenlerden başkalarının bu hükme dahil olmamaları­dır. Nitekim sekiz dokuz aylık keçiyi kurban olarak kesen Ebu Bürde'ye Al­lah Rasûlü (s.a.): "Bu seferlik sana caiz olmuştur. Fakat senden sona hiç kim­seye (bu yaştaki bir hayvanı kurban olarak kesmek) caiz değildir." buyurmuştur.[508] Yine Allah Teâlâ, kendisini Allah Rasûlü'ne (hiç mehirsiz ola­rak) hibe eden biriyle evlenmesi konusunda: "Mü'minler hariç, sadece sana ait olmak üzere (onunla evlenebilirsin.)-"[509]buyurmuştur.

İpek (elbise kullanımının erkeklere) haram kılınması, sedd-i zerîa (kötü­lüğe giden yolu kapamak) içindir. Bu sebepten dolayı kadınlara ve bir zaru­ret ve maslahat icabı da erkeklere mubah kılınmıştır. Bu sedd-i zerîa için ha­ram kılman bir şeyin kaidesidir. Çünkü böyle bir haram zaruret ve maslahat icabı mubah olabilir. Nitekim (kendisine helâl olmayan bir kadına) bakmak, bilfiil (zinaya) sebep olacağından haram kılınmış, fakat bir zaruret ve masla­hat icabı olarak da mubah kılınmıştır. Yine mekruh vakitlerde nafile namaz kılmak, güneşe tapanlara sureta benzemeye mani olmak için haram kılınmış, fakat bir maslahat İcabı olduğunda mubah kılınmıştır. Yine riba'Ifadl, riben-nesîeye mâni olacağından haram kılınmış; fakat arâyâda[510] zaruretin gerek­tirdiği bir fazlalık mubah kılınmıştır. Biz, et-Tahbîr limâ Yehıllu ve Yahru-mu Afin Libâsi'l-Harir adlı eserimizde, ipek elbiseyle ilgili olarak haram ve helâl hususları genişçe açıkladık.

Tıbbî incelik: İpek, hayvandan elde edilmiş ilaçlardandır. Bu sebepten de hayvanı ilaçlardan sayılmıştır. Çünkü (hammaddesinin) çıkış yeri hayvan­dır. Faydaları çok, değeri fazladır. Kalbi kuvvetlendirmesi, ferahlık vermesi, kalb hastalıklarından bir çoğuna faydalı olması, mirretussevda (adındaki za­rarlı hümörün) fazlalaşması ve bu sebepten meydana gelen hastalıklara fay­dalı olması onun (en önemli) özelliklerindendir. İpek (karışımıyla birlikte) göze çekilen sürme, görme gücünü kuvvetlendirir. Ham ipek —tıpta kullanılanı— birinci derecede sıcak ve kuru (bir mizaca sahib)dur. İpeğin, birinci derecede sıcak ve nemli olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, mutedil olduğunu söy­leyenler de vardır.

Giyim olarak kullanıldığında mizacında mutedil bir hararete sahiptir ve beleni ısıtır. Çoğunlukla (yağh ve şişman olduğunda) bedende serin bir etki meydana getirir.

Râzî der ki: İbraysem (en kaliteli ipek) ketenden daha sıcak, pamuktan daha soğuk (bir mizaca sahip)tur. Eti ve kaba olan her elbiseyi besler. Çünkü ipek önce deriyi zayıflatır, sonra sertleştirir. Bazan tersi de olur.,

Ben derim ki: Elbiseler üç türlü özellik gösterir. Bir kısmı vücudu ısıtır ve hararet verir. Bir kısmı hararet verir fakat ısıtmaz. Bir kısmı da ne ısıtır, ne de hararet verir. Hararet vermeyip de sıcaklık veren bir kumaş yoktur. Çün­kü sıcaklık veren bir kumaşın öncelikle hararet vermesi gerekir. Deve veya tavşan tüylerinden yapılan yünlerden (veber) ve koyun yünlerinden yapılan elbiseler, hem ısıtır hem de hararet verir. Keten, ipek ve pamuk kumaşlar, hararet vermekle birlikte ısıtmaz. Keten kumaşta soğuk ve kuru bir mizaç var­dır. Koyun yünü sıcak ve kurudur. Pamuk kumaşın harareti mutedildir. İpek elbise ise pamuktan daha yumuşak ve hararet bakımından da daha az hara­ret vericidir.

Minhâc sahibi diyor ki: İpekten yapılan elbise pamuk elbise gibi sıcaklık vermez. Bilâkis o mutedildir. Her yumuşak olan elbise parlaktır. Vücuda en az sıcaklık veren kumaş ipektir. Vücutta meydana gelen (hümör ve maddele­rin) çözülmesine en az yardımcı olan bir kumaştır. Daha çok yazın, sıcak böl­gelerde giyilmesi uygundur.

İpek elbise, işte bu anlatıldığı şekilde olduğundan diğer kumaşlarda olan kuruluk ve kabalık unsurları onda yoktur. Kaşıntıya faydalıdır. Çünkü ka­şıntı insan vücudunda ancak hararetten, kurulukten ve (elbisenin) kaba ve sert olmasından kaynaklanır. İşte bu yüzdendir ki Allah Rasûlü (s.a,), Zü-beyr ve Abdurrahman'a, kaşıntıyı geçirmesi için ipek elbise giyme müsaadesi vermiştir. İpek elbisede, vücutta bit türemesine engel olan bir özellik vardır. Çünkü ipekte, bit türemesine engel olan tam muhalif bir mizaç vardır.

Elbiselerin hem hararet vermeyen, hem de ısıtmayan türü ise; demir, kur­şun, odun, toprak ve benzeri şeylerden yapılan elbiselerdir.

Soru: Şayet ipek elbise kumaşların en mutedili ve vücuda en muvafık olanı ise; mükemmel ve değerli olan, temiz-şeyleri helâl, pis şeyleri haram kı­lan şeriat, niçin ipek (elbise kullanımını erkeklere) haram kılmıştır?

Cevap: Bu soruya müslüman grupların hepsi kendine göre bir cevap ver­miştir.

Öncelikle şer'î emir ve nehiyleri, hikmet ve illetlere bağlamayı reddeden­lere göre böyle bir soruya cevap vermek gerekmez. Çünkü onlara göre bir asıldan illet yoluyla çıkarılacak bir kaide yoktur.

Ahkâmda illet ve hikmeti bir asıl olarak kabul eden ekseri âlimlere göre bu suale cevap verilebilir.

Onlardan bir kısmı diyor ki: Şeriat ipek kullanımım nefisler sabretsin ve Allah için terketsinler diye haram kılmıştır ki, öbür âlemde özellikle bu­nun karşılığında sevap kazanmış olsunlar.

Bu görüşte olanlardan bazıları da şöyle diyorlar: Aslında ipek kadınlar için yaratılmıştır. Altınla süslenmek de bunun gibidir. Bu, erkeklere, erkek­lerin kadınlara benzemesi mefsedetinin olmasından dolayı haram kılınmıştır.

Bir kısmı ise şöyle diyor: İpek elbise giyiminde övünme, kendini büyük görme ve beğenme olduğundan dolayı haram kılınmıştır.

Şöyle diyenler de vardır: İpek elbise bedenle temasa geçtiğinde, erkekte kadınlık ve hünsâiaşma (eşcinsellik) alâmetleri belirmeye başlaması sebebiyle haram kılınmıştır. Bu aynı zamanda erkeklik, akıllılık ve zekiliğe zıd bir key­fiyettir. Çünkü ipek elbise giyimi kalpte kadınlık vasıflarının yerleşmesini sağ­lar. Bu sebepten de, çoğunlukla ipek elbise kullanan erkeklerin görünüşünde hünsâlik, kadınlık belirtileri, gözden kaçmayacak bir şekilde kadınlarda bulu­nan gevşeklik ve yumuşaklık görülür. Hatta kişi şayet halkın en akıllısı, erkek­lik ve seçkinlik bakımından üstün biri ise onun ipek elbise giymekten mut­laka kaçınması gerekir. Şayet bu isteğini izale edemiyor, yoğun bir mizaca sahip ve bunu anlamakta zorluk çekiyorsa hakîm olan sâri' teâlâ'ya teslim olsun. Bu sebepten iki görüşün en sağlıklı olanı şudur: Velinin, çocuğunda kadınlık sıfatlarını meydana getirecek şeyleri giydirmesi haramdır.

Nesâî'nin naklettiğine göre Ebu Musa el-Eş'arî Hz. Peygamberdin (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Muhakkak ki Allah, ipek ve altını üm­metimin kadınlarına helâl, erkeklerine haram kılmıştır." Diğer bir lâfız da şöyledir: "İpek elbise ve altın ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helâl kılınmıştır."[511]

Sahih-i Buharfde, Huzeyfe'nin şöyle dediği nakledilmiştir: Rasûlulİah (s.a.), ipek ve halis ipek (dîbâc) elbise giyilmesini ve (sergi olarak serilip) üze­rine oturulmasını yasakladı ve şöyle buyurdu: "Bu, dünyalık olarak müşrik­lere, ahirette ise sadece size helâl olacaktır."[512]

 

11— Zâtülcenbin Tedavisi:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) zâtülcenb (pleurisy) hastalığının tedavisi hakkıkdaki tutumu şöyledir:

Tirmizî, C£mf inde Zeyd b. Erkam'dan Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyur­duğunu naklediyor: "Zâtülcenb hastalığını kust-ı bahrî[513] ve zeytinyağı ile tedavi ediniz.[514]

Doktorlara göre zâtülcenb: hakiki ve hakiki olmayan olarak ikiye ayrılır:

a)  Hakiki zâtülcenb: Kaburga kemiklerinin iç zarında (gişâ), vücudun yan iç taraflarında meydana gelen sıcak vereme (iltihap, şişkinlik) bu ad verilir.

b) Hakiki olmayan zâtülcenb: (Kaburgaların bulunduğu) bedenin yan ta­raflarında hakikisine benzer ağrılar meydana gelir. Bunun sebebi, bir takım kalın ve eziyet verici gaz ve yellerin (riyâh), görülen cildin altında mevcut olan iç derilerin (sıfâkât) tıkanmasıdır. Bu durum insanda hakiki zâtülcenbin ver­diği ağrılara yakın bir ağrı meydana getirir. Yalnız bu ağrı devamlıdır, haki­ki zâtülcenbin ağrıları ise kesik kesik gelir.

Kanun sahibi (îbn Sina) der ki: Yan taraflarda, alt deride (sı/âk),, göğüs kaslarında, kaburga kemiklerinde ve çevrelerinde ciddi olarak eziyet ve sancı veren iltihaplanmalar (verem) ânz olur. Bunlara; savsa, birsam ve zâtülcenb ismi verilir[515] Bazan bu sayılan uzuvlarda, iltihaplanmadan meydana gel­meyen ağrılar da olur. Bunların sebebi kalın gazlar ve yellerdir, fakat zâtül- j cenb olmadığı halde zâtülcenb olduğu zannedilir.                                    

Devamla diyor ki: Bil ki, vücudun yan taraflarında (cenb) meydana ge-j len her türlü sancıya, ağrı bölgesinden dolayı zâtülcenb denmiştir. Çünkü zâ­tülcenb demek, yan(îannda ağrı) olan kişi demektir. Bundan kasıt, yan(lar-' da) hissedilen sancı ve ağn demektir. Hangi sebepten olursa olsun yan tarafa' ânz olan her ağrıya bu isim verilir. Hipokrat'm şu sözü de bu mânadadır: "Zâtülcenb hastalığına tutulanlar yıkanma (hamam)dan faydalanırlar." BunJ dan kasıt, yanlarda herhangi bir sebepten oluşan sancı, mizaç bozukluğu ve! kalın hıltlar sebebiyle akciğerde veya iltihaplanmadan ve hummadan olma­yan bir incinmedir, diyenler de vardır.

Bazı doktorlar demişlerdir ki: Yunancada zâtülcenb, sıcak-yan iltihabı mânasına gelmektedir. İç uzuvların her birindeki iltihaba da bu ad verilir. Sadece sıcak bir iltihap olduğundan bu uzvun iltihabına zâtülcenb denir.

Hakiki zâtülcenb hastalığında beş belirti vardır: Humma (sancı), öksü­rük, kesik kesik vurucu sancı, nefes darlığı ve nabzın minşarî olarak (destere dişi gibi inişli çıkışlı?) atışı.

Hadiste geçen ilaç tarifi bu kısma ait değil, fakat ikinci, hakiki olma­yan, kalın gaz ve yellerden oluşan kısma aittir. Çünkü, hadisin diğer rivayet­lerinde (Ahmed b. Hanbel) "ûd-i hindî" olarak da gelen kust-i bahrî, topa­lak (kust) cinsinden bir bitkidir. Şayet yumuşak bir şekilde döğülür, ısıtılmış zeytinyağı karıştırılır da gaz ve yellerin bulunduğu mevki bunlarla ovulur ve­ya macun halinde yalanırsa bu hastalığa muvafık, faydalı; zararlı hümörünü açıcı ve giderici, iç uzuvları kuvvetlendirici, süddeleri açıcı bir ilaç elde edil­miş olur. Yukarıda zikredilen ûd-i hindî de aynı etkiye sahiptir.

Müsebbihî[516] der ki: Ûd ağacı, sıcak ve kurudur. Karnı tutarak kabız yapar. İç uzuvlara kuvvet verir. Gaz ve yelleri çıkarır, süddeleri açar ve zâ-tülcenbe faydalıdır. Vücuttaki rutubet fazlalığım giderir. Bu bitki ayrıca di­mağ için de iyidir. Devamla der ki: Kust-ı bahrî aynı zamanda, sebebi bal­gam hümörü ise özellikle de hastalığın geçmeğe başladığı vakitte hakiki zâ-tülcenbe faydalıdır. En doğrusunu Allah bilir.

Zâtülcenb, tehlikeli hastalıklardandır. Sahih bir hadiste Ümmü Seleme (r. anha) şöyle anlatıyor: Rasûlullah'ın (s.a.) hastalığı, önce Meymûne'nin (r. anha) evinde başlamıştı. Hastalığı hafiflediği zamanlarda çıkar sahabîlere namaz kıldınrdı. Ağırlaştiğı zamanlarda ise: "Ebu Bekr'e emredin de halka nunaz kıldırsın." buyururdu. Rahatsızlığı, ağrı dolayısıyla şiddetlendiği bir sırada hanımları, amcası Abbas, Ümmü'1-Fazl bt. Haris ve Esma bt. Umeys (r. anhum) Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanında toplanmışlardı. (Tedavi için) bir ilaç verme [517]hususunda İstişare yaptılar ve baygın bir halde iken ilacı ver­diler. Ayıldığında Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Bunu bana kim yaptı? Bu şuradan gelen kadınların işidir!" Hz. Peygamber (s.a.) eli ile Habeşistan'a doğru işaret ediyordu. Rasülullah'a Ümmü Seleme ile Esma ilaç içirmişlerdi. Bundan dolayı dediler ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Zâtülcenb hastalığına yaka­lanmış olmandan endişelendik." Allah Rasûlü (s.a.): "Bana ne ilacı verdi­niz?" diye sorunca; "Ûd-i hindî, biraz vers ve birkaç damla, zeytinya­ğı.'"cevabını verdiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Allah beni bu hastalı­ğa bulaştırmamıştır!" buyurdu ve sonra şöyle ilave etti: "Amcam Abbas ha­riç, evde bulunanlardan aynı ilacı (ceza olarak) içmeyecek kimse kalmaması­na azmettim."[518]

Sahîhayn'da, Hz. Âişe'nin (r. anha) şöyle anlattığı naklediliyor: "Rasû-iullah'a (s.a.) ağzından ilaç vermiştik. Bana ilaç vermeyin diye işarette bu­lundu. Biz bunu, hastanın ilaçtan hoşlanmadığında yaptığı bir hareket gibi olduğunu düşündük. Ayıldığında (ilaç verdiğimizi anladı ve) şöyle buyurdu: "Sizi bana ilaç vermekten menetmedim mi? (Bana ilaç verdiğinizde) aranız­da bulunmadığından dolayı amcam Abbas hariç hepiniz (bu) ilaçtan içeceksiniz.[519]

Ebu Ubeyd (Kasım b. Sellâm), Asmaî'den şunları nakletmiştir: (Hadiste geçen) "ledûd" kelimesi, ağzının her iki tarafının birinden bir insana bir şey içirme mânasına geîir. demek, vadinin her iki tarafını tuttu demektir. "Kecör'Mse ağzın ortasından su içirmek demektir.

Ben derim ki: Fetha ile "ledûd", ağıza konan ilaç, "se'ût" ise burun­dan verilen ilaç demektir.

Fıkhı bakımdan bu hadis, şu hükümleri içermektedir: Bir cinayet işle­yen kişi eşit şartlarda aynı ile cezalandırılır. Bu, işlenen cürüm Allah hakkını da içine alan bir haram olmadığı takdirdedir. Bu hükmün, on küsur delil ile kesin doğru bir hüküm olduğunu bir başka yerde açıklamıştık. Aynı zaman­da Ahmed b. Hanbel'in görüşü olup râşid halifelerden de nakli sabittir. Bu kısas konusunun başlığı "Tokat ve yumruk vurmanın karşılığı" şeklindedir. Bu bahiste, kesin hiçbir muarızı olmayan birçok hadis nakledilmiştir. Böyle­ce, bu görüşü savunmak kesinleşmiş oluyor. [520]

 

12— Başağnsı ve Yarım Başağnsının Tedavisi:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) sudâ [521] ve şakîka [522] hastalığının tedavisi ko­nusundaki tutumu şöyledir:

İbn Mâce, Sünen'inde, şahinliğinde şüphe olan şu hadisi rivayet etmiştir: Allah Rasûlü (s.a.) başağrısına tutulduğunda başım kına otu ile kaplardı ve şöyle buyururdu: "Kına otu Allah'ın izniyle sudâ'a faydalıdır."[523]

Suda: Başın bir kısmı veya her tarafında hissedilen bir ağrıdır. Başın sa­dece birtarafında bir ağrı hissedilirse buna "şaktka" denir. Şayet ağrı başın her tarafında olursa, başın her tarafını kaplayan miğfere benzetilerek "beyda" ve lihûde" denilir.[524] Bazan da ağrı başın arkasında veya önünde olur.

Çeşitleri çok, sebepleri ise başka başkadır. Başağnsının hakiki sebebi; baştan dışarı çıkmak isteyen buharın dolaşıp gidecek bir menfez bulamaması sebebiyle başın ısınması ve ateşlenmesidir. Ateşlendiğinde başağnsı yapan ce­rahat ve irin gibi başta ağrı oluşturur. Çünkü cerahatta da dışarı çıkma isteği ve irin vardır. Sıvı ve nemli olan herşey ateşlendiğinde içinde bulunduğu yer­den daha geniş bir yer bulmak ister. Tüm beyine nüfuz etmek isteyen bu bu­har dağılamıyor ve çözülemiyor da beyinde dolaşmağa başlarsa buna seder[525] (tansiyon düşüklüğü) denilir.

Suda birçok sebeplerle oluşur. Bu sebeplerin dördü, dört tabiattan biri­nin çoğalmasıyla oluşmasıdır. 5. Midede olan cerahatlardan meydana gelir. Bu iltihaplanma sonucu başağnsı oluşmasının sebebi, beyinden mideye inen sinirlerin birleşmesidir. 6. Midede olan kalın gaz sebebiyle olur ki, beyine yük­selir ve başağnsı yapar. 7. Mide damarlarında olabilecek bir iltihaplanma, yaptığı mide ağrısıyla birlikte başağnsı da oluşturur. Çünkü aralarında bir alâka vardır. 8. Mideye çok yemek doldurmaktan hasıl olan başağrısıdır. Za­manla azalır, daha sonra çiğ (hazmedilemeyen) şeyler kalır, başı ağırtır ve ağırlık verir. 9. Cinsî münasebette beden sarsıldığından dolayı başağnsı arız olur. Bu sebepten bedende sıcak hava normalden fazla oluşur. 10. Kusma ve istifradan sonra başağnsı oluşur. Bu bazan kuruluğun galebesi, bazan da mideden beyine buharların yükselmesiyle olur. 11. Şiddetli sıcak ve havanın ısınmasından dolayı başağnsı olur. 12. Şiddetli soğuktan, beyinde buharla­rın yoğunlaşması ve çözülmemesi sebebiyle başağnsı meydana gelir. 13. Uy­kusuzluk ve az uyku uyumaktan meydana gelir. 14. Kafanın sıkışması ve ağır bir şey taşıma sebebiyle meydana gelir. 15. Çok konuştuğunda dimağın kuv-1 vetinin bu yüzden zayıflaması neticesinde meydana gelir. 16. Çok hareketlilik ve aşırı spor sebebiyle meydana gelir. 17. Gam, tasa, hüzün, vesvese, bozuk fikir ve düşünceler gibi psikolojik (nefsânt) sebeplerden meydana gelir. 18. Aşırı derecede aç kalma sebebiyle buharlar yapacak bir şey bulamazlar, böy­lece çoğalır ve dimağa yükselirler ve ağrı meydana getirirler. 19. Dimağdaki deride meydana gelen bir iltihaplanmadan dolayı kişi başına çekiçlerle vurul­duğunu zanneder. 20. Harareti, başı da kapladığından humma hastalığının başağnsı yapması mümkündür. Allah, en doğrusunu bilendir.

Yarım başağnsının sebebi ise şudur: Başta bulunan atardamarlarda tek başına meydana gelen veya buluşarak (kanda) gezen bir hümör başın iki ta­rafından zayıf olan tarafında bulunur. Bu hümör bazan buhar bazan da, sı­cak veya soğuk hırtlardan biri olabilir. Hususî alâmeti, atardamarların atışı, özellikle de kanlarda olanıdır. Şayet sinirlerden korunur ve kan içinde çalka­lanmasına engel olunursa ağrı dindirilebilir.

Ebu Nuaym, Tıbbu 'n-Nebevî adlı kitabında; bu tür bir ağrı {şakîka) Ra-sûlullah'a (s.a.) arız olmuş ve geçmeyip bir iki gün devam etmiştir, diye nak-letmiştir.

Yine aynı kitapta İbn Abbas'ın (r.a.) şöyle dediği naklediliyor: "Allah Rasûlü (s.a.) başını bir sargı ile sarmış olduğu halde bize hutbe okumuştu."

Buharî'nin Sahih'inde Allah Rasûlü'nün (s.a.) vefatından önceki hasta­lığında: "Vay, başim!"[526]dediği rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.), hastalığında başını sarardı. Başı sarmak, şakîka ve diğer başağnlarına fay­dalıdır.

Tedavisi, çeşitleri ve sebeplerine göre değişmektedir. Bir çeşidi istifra ile, diğeri yemek yeme ile, bir başkası İstirahat ve dinlenme ile, daha başkası sar­gı sararak, diğeri başı soğutarak, bir çeşidi ısıtarak, bir başkası gürültüden ve aşın hareketten kaçınarak tedavi edilir.

Bu anlaşıldığı takdirde, hadiste yer alan başağrısı tedavisinin kına otu ile yapılması, bu başağrısının cüzî (kısmî) olduğunu ve küllî olmadığını gös­terir. Bu kına otu ile tedavi, başağrısı çeşitlerinden birinin tedavisidir. Çün­kü, başağrısı alevli bir ateşlenmeden dolayı olup (zararlı) bir hümör sebebiy­le değilse istifra gereklidir. Buna da kına otu belirgin bir fayda sağlar. Kına otu öğütülür, sirke ile karıştırılarak alna sargı yapılırsa başağnsım geçirir. Sargı yapılarak sarıldığında, ayrıca sinirlere uygun bir kuvvet de oluşur. Tüm ağrılar sakinleşir. Bu tür tedavi sadece başağnsma ait olmayıp tüm uzuvlar için geçerlidir. Uzuvların bağlandığı peklikte oluşur. Şayet ateşli iltihap bu ilaçla sarıhrsa ateşi diner.

Buharı, Tarihlinde, Ebu Davud Sünen* inde rivayet ettiklerine göre, Al­lah Rasûlü'ne her kim başağrısından dolayı müracaat etti ise ona: "Hacamat yap!"; her kim ayaklarında bir ağrıdan dolayı müracaat etti ise ona da:

na otu ile sargı yap!" emrini vermiştir.[527]

Tirmizî, Rasûlullah'm (s.a.) hizmetçilerinden Ümmü Rafı' Selma'dan şun­ları rivayet etmiştir: "Rasûlullah'a (s.a.) herhangi bir yara, çıban veya diken yarası isabet ettiğinde mutlaka yaranın üzerine kına otu koyardı."[528]

 

13- Kına:

 

Kına otu, birinci derecede soğuk, ikinci derecede kuru mizaca sahip bir bitkidir. Kına ağacı ve dallarında açıcı bir kuvvetle karışık sıvı bir öz mevcut­tur. Mutedil bir sıcaklıktadır. Topraktan soğuk bir öz ihtiva ettiği için, tutu­cu bir kuvvete sahiptir. Faydalarından bazısı şunlardır:,Kına, ateş yanıkları­na faydalı bir açıcıdır. Sarıldığında sinirlere uygun bir kuvvet ihtiva eder. Ağıza alınıp çiğnendiğinde ağız yaralarına dilde ve diş etlerinde çıkan sivilcelere (sü-Iâk)[529] faydalıdır. Çocukların ağızlarında çıkan külâ'ı[530] geçirir. Kına ile sargı sarmak ateşli şişkinliklere faydalıdır. Cerahatlarda dem-i ehaveyn'int[531] etki ve tesirini yapar. Bu kınanın yaprağı süzülmüş mum ve gülyağı ile karış­tırıldığında, yanlarda hissedilen ağrılara faydalıdır.

Özelliklerinden bazıları: Çocukta çiçek hastalığı başladığında, çocuğun ayak tabanları kına otu ile sarıhrsa, çiçekten dolayı gözlerinde bir şey çıkma­sından emin olunur. Bu tecrübe de edilmiş doğru bir hükümdür. Kınanın çi­çeği yün elbisenin içine konulursa güzel koku yayar ve elbiseye güvenin gir­mesine mâni olur. Kına yaprağı tatlı bir suda bekletilirse suyu çokça emer. Daha sonra sıkılarak özünden elde edilen su, her gün on dirhem şeker ile bir­likte yirmi dirhem olarak, kırk gün içilir, gıda olarak da, kuzu eti verilirse, kendisinde mevcut ilginç özellikten dolayı çüzzamin başlamasına engel olur.

Rivayet edildiğine göre, bir adamın el tırnaklarında çatlama başlamıştı. Bunun üzerine, hastalığını geçirecek olana ödül vaad etmişti. Fakat kimseyi bulamadı. Ona bir kadın, on gün kına (suyu) içmesini tavsiye etti, fakat adam netice elde edemedi. Bunun üzerine kına (yaprağım) bir suda bekleterek (özünü, sıktıktan sonra) içti. İyileşmeğe başladı ve tırnakları eski güzelliğine kavuştu.

Kına, macun hale getirilerek tırnaklara yakılırsa, tırnaklan güzelleştirir ve sağlıklı olmasını sağlar. Şayet, eritilmiş sade yağ (simn) ile macun haline getirilir ve sarı su çıkaran iltihap ve cerahatların kalıntıları, bununla sargı ya­pılıp sarıldığında yaraların geçmesine ve müzmin yaraya dönüşmüş uyuza da açıkça faydalı olur. Kına, saçların bitmesi, kuvvetlenmesi ve güzelleşmesini sağlar. (Saça yakılanJana) başı kuvvetlendirir. Ayakta, baldırda ve tüm be­dende çıkan sivilcelere ve içi cerahatli sivilcelere faydalıdır. [532]

 

14— Hastaların Beslenmesi:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) hastalara, istemedikleri yiyecek ve içecekleri ver­memekle ve onlan yemeğe zorlamamakla tedavi konusundaki tutumu şöyledir:

Tirmizî Câm/Mnde ve İbn Mâce (Sözen'inde), Ukbe b. Âmir el-Cühenî*nin Allah Rasûlü'nden şöyle buyurduğu rivayetini nakietmişlerdir: "Hastaları­nızı yemeğe ve içmeğe zorlamayanız. Çünkü onlara Allah azze ve celle yedi­riyor ve içiriyor. "[533]

Bazı faziletli doktorlar demişlerdir ki: Bu Peygamberi sözde, ilahî hik­metler, özellikle de doktorlar için ne kadar çok faydalar gizlidir. Çünkü, has­tanın, yemek ve içmekten kesilmesi, tabiatın (vücudun) hastalıkla mücadele ile meşgul olması veya iştahı kesilmesi veya vücudun tabiî hararetinin azal­ması veya sönmesi sebebiyledir. Nasıl olursa olsun, bu durumda hastaya gı­da vermek doğru değildir.

Bil ki, açlık; uzuvların gıda istemesi demektir. Kaybedilen gücün uzuv­lara gelmesi içindir. Uzak olan uzuvlar, yakın olan uzuvları ta mideye varın­caya kadar etki altında bırakırlar. Bunun sonucunda insan açlığını hisseder ve gıda ister. Fakat hastalandığında; tabiat, hastalık meydana getiren madde (hümör) ile meşgul olup onu pişirip dışarı atmakla uğraştığından yemek ve içmekten uzaklaşır. Bu halde iken yemeğe zorlanırsa, tabiat yapmakta oldu­ğu faaliyeti durdurmak zorunda kalır ve alman yemeğin hazmı ve özümsenmesiyle uğraştığından, hastalık veren maddeyi (hümörü) pişirme ve dışarı at­maktan geri kalır. Bu hastanın özellikle buhran vakitlerinde veya tabii sıcak­lığın zayıfladığı veya söndüğü vakitlerde zararına sebep olur. Musibetin ço-1 ğalması ve düşülen durumun daha fena etkisine yol açar. Bu sırada hastanın | tabiatını rahatsız etmeden, sadece kuvvetini muhafaza edecek şeyler verilir.( Bunlar da içileceklerden ve gıdaların kıvamı hoş olanlarından , leynufer,[534] elma, taze gülden imal edilen şurup gibi mutedil mizaçlı içeceklerdir. Gıda-j lardan da sadece, mutedil temiz tavuk çorbası verilir. Uygun kokularla, mut- i luluk veren haberlerle kuvvetlerinin canlanması sağlanır. Çünkü doktor, has-| tanın tabiatının hizmetçisi ve yardimcısıdır, alıkoyucusu ve geciktiricisi değildir,

Şunu bil ki, bedenin gıdası taze kandır. Balgam olgunlaşmamış kan olupı kısmen pişmiştir. Bazı hastalann bedeninde balgam çoğalır, gıda da alınmazsa, | tabiat balgama meyleder, balgamı pişirir ve kıvama getirir ve onu kana çevi-j rir. Böylece uzuvlar da gıdalanmış olur. Başka bir^eye gerek kalmaz. Tabi-j at, Cenâb-ı Hakk'ın, bedeni yönetmesi, muhafazası ve sağlığını yaşadığı müd­detçe koruması için görevlendirdiği bir kuvvettir.

Bil ki, nadiren de olsa bazan hastayı yemeğe ve içmeğe zorlamak gere­kir. Bu genellikle beraberinde şuursuzluk ve hafıza zayıflığı da getiren hasta­lıklarda zaruridir. Bu son görüşe göre, hadis-i şerifi, ya husus ifade eden âm olarak veya bir delil ile kayıtlanabilen mutlak mânada anlamak gerekir. Ha­dis, bir hastanın, sağlam bir insanın tahammül edemeyeceği kadar, günlerce! gıda almadan yaşayabilmesi nüktesini içermektedir.                                   

"Allah onu yedirir ve içirir." denilmesinde doktorlann dediklerinden daha başka latif bir incelik vardır ki, bunu ancak kalblere ve ruhlara âşinâ olanlar, ve onların bedenin tabiatına olan tesiri, tabiatın onlardan etkilenmesi, çoğun^ hıkla da tabiattan ruhların etkilenmesini bilenler anlayabilirler. Biz onlara da| işaret'ederek deriz ki: Nefsin (ruh) sevdiği ya da sevmediği veya korktuğu biri şeyle meşgul olacak bir hadise meydana geldiğinde, kişi yeme ve içmeden kej silir ve bu esnada ne açlık ne de susuzluk, hatta ne sıcaklık ne de soğukluk hisseder. Hatta şiddetli eziyet veren ağrıları da hissedemez hale gelir. Bu dut rumu veya bunun bir kısmım içinden hisseden herhangi bir kimse, şayet etki altında kaldıysa açlığın verdiği rahatsızlığı hissetmez. Eğer kişinin içine düşf tüğü durum, kuvvetli bir şekilde sevinç verecek bir şey ise, bu güç onun için gıda yerine geçer ve onunla doyar. Kuvvetler toparlanır, daha sonra da zaryıflar. Cesedde kan hümörü çoğalır. Hatta yüzünde belli olur. Yüzü (nde kan) parlar. Kan fazlalığı tüm vücutta zahir olur. Çünkü sevinç, kalpdeki kanın çoğalmasını, böylece damarlara (hızlıca) gönderilmesini ve damarların da kanla dolmasını sağlar. Uzuvlar ise ihtiyacı olan kam elde ettiğinden mutad olan gıdadan istifadeyi istemez. Tabiat da böyledir. İnsan tabiatı sevdiği bir şeyi elde ettiğinde başka şeylere ihtiyacı olsa da iltifat etmez.

Fakat içine düştüğü bu durum elem, hüzün ve korku veren bir hadise ise, kendisim onunla savaşmaya, onu mukavemet etmeye, ona karşı müdafa­aya verdiğinden, gıda almaktan kesilir. Bu savaş halinde iken yeme ve içme­den uzaktır. Şayet bu savaşı kazanırsa kuvvetleri toparlanır, yeme ve içme­den uzaklaştığı için kaybetmiş olduğu enerjiyi elde edebilir. Fakat, bu savaşı­nı kaybeder ve mağlub düşerse, tüm toparlamış olduğu gücünü yitirir. Eğer aralarındaki bu savaş nöbet nöbet birinin kazanması, diğerinin kaybetmesi şeklinde birinden ötekine değişip duruyorsa, kişinin gücü bir geliyordur, bir gidiyordur. Özetle; aralarındaki bu savaş, iki düşman savaşçının dışanda yap­tıkları savaş gibidir ki, galip olan kazanmış, mağlub olan ya ölmüş, ya yara­lanmış veya esir düşmüştür.

Hastanın, Allah Teâlâ'dan umduğu bir yardım vardır ki bu, yukarıda doktorların izah etmiş oiduğu kan ile gıdalanmadan çok başkadır. Bu yardı­mın ulaşması hastanın, Allah'ın huzurunda zafiyetini, aczini, kınk gönüllü­lüğünü ve uzaklığını hissetmesine bağlıdır. Bu duygu onu Allah'a yaklaştıra­caktır. Çünkü bir kul, en çok kalbi kırık olduğu zamanlarda kendini Allah'a yakın hisseder. Bu esnada Rabbinin rahmeti ona daha yakındır. Şayet Al­lah'ın velî bir kulu ise, bu kalbî gıdalarla tabiatının ihtiyacı olan gıdaları elde etmiş, tabiatın kuvvetleri de daha güçlü bir şekilde toparlanmış olur. Her ne zaman Rabbine olan imanı, sevgisi, ünsiyeti ve sevinci kuvvetlenirse, Rabbi-ne olan yakîni kuvvetlenmiş, O'na kavuşma şevki, O'ndan gelen her şeye ra-zıl.ğı artmış olursa; (bu hasta)nın nefsinde bulacağı gücün ne tarifi yapılabi­lir, ne bir doktor bunu açıklayabilir, ne de bir bilgi buna ulaşabilir!

Bu mânayı anlamakta ve tasdik etmekte kimin tabiatı katılaşıyor ve ru­hu incelmiyorsa, maddî suretlere âşık olup da âşık olduğu resme, şöhrete, mala veya ilme olan sevgiyle kalpleri dolan birçok insanın haline baksın. Halk, bu kişilerdeki gariplikleri hem kendilerinde, hem de başkalarında çokça mü-şahade etmiştir.

Sahih'dç rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber'in (s.a.), günleri bilin­meyecek sayıda hiç iftar etmeden oruç tuttuğu, fakat ashabını bu şekilde oruç­tan sakındırdığı sabittir. Şöyle buyurmuştur: "Ben sizin gibi değilim. Muhakkak ki ben; Rabbimin katında gecelerim ve, O beni yedirir ve içirir."[535]

Şu bîr gerçek ki bu yeme ve içme, insanın ağzıyla yediği yemek değildir. Aksi halde devamlı olamaz. İkisi arasındaki fark tahakkuk etmez, üstelik oruç­lu da olmamış olur. Çünkü "Rabbim beni yedirir ve içirir olduğu halde gece­lerim." buyurmuştur.

Yine O'nun ile ashabın, yemek yemeden oruca devam etmeleri arasında fark vardır. Allah Rasûlü'nün (s.a.), onların güçlerinin yetmeyeceği (sürede orucu uzatmaya) gücü yeter. Şayet Allah Rasûlü (s.a.) ağzıyla yiyip içse idi; "Ben sizin gibi değilim." demezdi. Hadisteki bu inceliği; ruhların ve kalple­rin gıdasından, tabiatın kuvvetlerine olan tesiri ve toparlanmasından, cisma-nî gıdanın tesirinden daha fazla gıdalanmasından nasibi az olan kişi de anla­mıştır. Doğruyu bulmaya muvaffak kılan Allah'tır. [536]

 

15— Anjinin Tedavisi ve Burundan İlaç Verme:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) uzra (anjin) hastalığının tedavisi ve seût (bur dan ilaç verme) hakkındaki tutumu şöyledir:

Sahîhayn'da., Rasûlullah'm (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "En sağlıklı tedavi yöntemi hacamat (kan aldırma) ve kust-ı bahridir. Anjin­den dolayı, (bademciklerini) sıkarak çocuklarınıza azab etmeyiniz. "[537]

Sünen ve Müsned'de, Câbir b. Abdullah'ın şöyle anlattığı rivayet edilir: Rasûlullah (s.a.), Hz. Âişe'nin (odasına) girdiğinde, Âişe'nin yanında, burun deliklerinden kan boşalmakta olan bir çocuk gördü. Allah Rasûlü (s.a.): "Bu nedir?" diye sorunca, onlar: "Anjini var veya başında bir ağrısı var." diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Çok yazık! Çocuklarını­zı (böyle bekleyerek) ölüme (terketmeyiniz!) Herhangi bir kadın, şayet çocu­ğu anjin olur veya başında bir ağrı olursa, hemen kust-ı hindî alsın ve onu su ile çitilesin, sonra da ilacı çocuğa burnundan (damlatarak) zerketsin." Bunun üzerine Hz. Âişe'nin isteğiyle, çocuk için ilaç hazırlandı. Tarif edildiği şekil­de çocuğa ilaç verilince, hasta çocuk iyileşti.[538]

Ebu Ubeyd (Kasım b. Sellâm), Ebu Ubeyde'den şunları nakletmiştir: Uz­ra, boğazda, kandan dolayı meydana gelen bir hareketlenmedir. Devamlı ol­duğu takdirde bu böyledir. Deniliyor ki: Uzra, anjine tutulmuş kişi demek­tir. Uzra; boğaz ile kulak arasında çıkan bir cerahat, yaradır; çoğunlukla ço­cuklarda olur, diyenler de vardır.              

Uzra (anjin) tedavisinde burundan verilecek olan ilaç ufalanmış kust-ı bahrî ile faydalıdır. Çünkü uzranın maddesi, kendisine balgam galebe çalmış olan kan ihtiva etmektedir. Fakat ekseriyetle çocukların vücutlarında bu du­rum meydana gelir. Kust-i bahrîde, küçük dili kuvvetlendirip yerine yerleş­mesini sağlayacak şekilde kurutma özelliği vardır. Kust-ı bahrînin bu hastalı­ğa olan faydası onun bir özelliğidir. Sıcak hastalıklara da faydalıdır. Sıcak hastalıklar ise bazan bizzat sıcak, bazan da ânzî olarak sıcaktır. Kanun sahi­bi (İbn Sina), küçük dil düşmesi hastalığının tedavisinde; şebb-i yemanî ve Merv(de yetişen bir kuru ot) tohumu ile karıştırılan kust-ı bahrî kullanılması gerektiğini belirtmiştir.

Hadiste zikredilen kust-ı bahrî, ûd-i hindî ile aynı şeydir. (Yalnız) kust-ı bahrî, ûd-i hindiden daha beyazdır ve tatlıdır. Çok çeşitli faydaları vardır. Araplar, çocuklarının küçük dillerini elleriyle ovarak ve ilacı yapıştırarak te­davi ederlerdi. Ûd-i hindî de çocukların (küçük dillerine) yapıştırdıkları bir şeydir. Bu şekilde tedavi etmeden Allah Rasûlü, Arapları nehyetti ve onlara, çocuklar için en faydalı ve en kolay olan (burundan ilaç verme şeklinde) bir tedaviyi tavsiye etti.

Seüt, burundan ilaç vermek demektir. Bu yolla verilen ilaçlar, müfred ve mürekkep olarak öğütülen, elenen, macun yapılan ve kurutulan ilaçlar­dan yapılıp, kullanılmak gerektiğinde su ile açılır ve sırt üstü yatarak başını omuzları arasından geriye doğru bıraktığı halde kişinin burnundan verilir. Böy­lece burundan verilen ilaç dimağa ulaşır ve aksırma ile hastalığın dışan çık­ması sağlanır. Gerektiğinde burundan tedavi olmayı Rasûlullah (s.a.) tavsiye etmiştir. Ebu Davud'un Sünen'inde zikredildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.), burnundan ilaç almıştır.[539]

 

16— Kalp Rahatsızlığının Tedavisi:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) kalp rahatsızlığının (mef'ûd) tedavisi hususun­daki tutumu şöyledir:

Ebu Davud, Sünen'inde, Mücâhid kanalıyla Sa'd'ın şöyle dediğini nak­letmiştir: Hastalanmıştım. Rasûlullah (s.a.) (hastalığım için) benim ziyareti­me geldi ve serinliğini kalbimin üstünde hissedene kadar mübarek elini göğ­süme koydu. Daha sonra bana şöyle bir tavsiyede bulundu: "Sen kalbinden rahatsız olan birisin. Sakîf kabilesinden olan Haris b. Kelede'ye[540] (mua­yene olmak için) bir git. Çünkü o doktordur. Bununla birlikte iyi Medine hur­masından (acve) yedi adet al ve onları çekirdekleriyle birlikte öğüterek bula­maç yap. Daha sonra da onları ağızından alırsın."[541]

Mef'ûd: Kalbi rahatsız olan kişi demektir. Karnından rahatsız olankişiye mabtûn dendiği gibi kalbinden şikayetçi olana da mef'ûd denir. Ledûd: Ağzın bir yanından kişiye içirilen şeye denir.

Hurmada bu hastalığa karşı ilginç bir özellik vardır. Özellikle de Medi­ne hurmasında. Medine hurmasının da acve cinsinde. Yedi adet olmasında ise ancak vahiyle bilinebilecek başka bir özellik vardır.

Sahîhayn'da, Âmir b. Sa'd b. Ebî Vakkas'ın babasından yaptığı bir ri­vayette Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim her gün sabahları (âç karnına) Âliye'de[542] yetişen hurmadan yedi tane yerse, o gün içinde o kim­seye zehir ve sihir zarar vermez."                                                        

Hadisin diğer bir lâfzı ise şöyledir: "Her kim sabahladığında Medîne'r nin iki taşlığı arasında yetişen hurmalardan yedi tane yerse, akşama kaddr o kişiye zehir zafar vermez."[543]                                                 

Hurma, ikinci derecede sıcak, birinci derecede kuru bir maddedir. Bi­rinci derecede nemli bir madde olduğu da, mutedil olduğu da söylenmiştir. Kıymetli bir gıdadır. Özellikle devamlı yemeyi âdet haline getirenlerin sağlı­ğını koruma özelliği vardır. Medine'de ve diğer bölgelerde yaşayanlarda böy­ledir. Hurma; sıcaklığı ikinci derecede olan sıcak ve soğuk bölgelerde yaşayanlar için gıdaların en kıymetlisidir. Soğuk bölgelerde oturanların iç yapıla­rı (batın) sıcak ve sıcak bölgelerde oturanların iç yapıları soğuk olması sebe­biyle hurma, sıcak bölge insanına daha faydalı ve etkilidir. Bu sebepten do­layı, Hicaz, Yemen, Tâif ve bunların iklimine benzer iklimlerde yaşayanlar, hurma ve bala diğerlerinden daha fazla alışıktırlar. Nitekim biz onların ye­meklerine, başkalarınınkinden on kat veya daha fazla karabiber (fülfüf) ve zencefil kökü kattıklarını görüyoruz. Başkaları tatlı yedikleri gibi onlar zen­cefil kökünü yerler. Bu âdetin onların arasında bir rivayetin yayılmağa de­vam etmesi gibi yaşadığını gördüm. İç uzuvları soğuk tabiatta olması ve ha­raretin bedenlerinin dışına vurması sebebiyle, alışmış oldukları bu gıdalar on­lara uygun ve zararsızdır. Bu aynen, yazın kuyu sularının soğuması kışın da ısınması gibidir. Aynı şekilde kışın alınan katı gıdalar sebebiyle midede, ya­zın oluşturulamayan hararet ve pişme meydana gelir.

Medine halkı için hurma, neredeyse başkalarının buğdayı kadar önemli­dir. Hurma Medineliîerİn azığı ve gıda maddesidir. Âlİye'de yetişen hurma ise hurma cinslerinin en iyisidir. Çünkü bu hurmanın yapısı güçlü, tadı lez­zetli ve gerçekten tatlıdır. Hurma; hem gıdalar, hem ilaçlar, hem de meyveler cinsine dahildir. Tüm bedenlere muvafık bir özelliğe sahiptir. Vücut sıcaklı­ğını güçlendirir. Zararlı ve fuzuli maddeleri ihtiva eden diğer gıdalar ve mey­veler gibi lüzumsuz fazlalıklar meydana getirmez. Aksine, alışkanlık haline getirdiğinden dolayı, vücutta mevcut hümörleri (ahlat) çürüme ve bozulma ile karşılaşan kimseye hurma yasaklanır.

Bu hadisteki hitab, kendisiyle husus kastedilen bir umum mâna ifade eder. Bu da Medine ve civannda yerleşmiş olanlar içindir. Şüphesiz, bölgelerin birçok değişik faydalan ihtiva eden ilaçlan vardır ki bunlar, bir başka yerde kulla­nıldığında aynı faydayı temin etmez. Böylece bu bölgede yetişen ilaç bu böl­gede (meydana gelen) hastalığa faydalıdır. Şayet ilaç başka bir bölgede yetiş­miş îe, bu ilaca o bölgenin toprağı veya havası veya her ikisinin birlikte olan etkisi sözkonusu olduğundan, başka bölgedeki hastalığa şifa olamaz. Çünkü yeryüzünde insan tabiatının farklı olması gibi, çeşitli özellikler ve tabiatlar vardır. Bir kısım bölgelerde gıda ve yiyecek olan birçok bitki, bir başka yer­de öldürücü zehir etkisi gösterir. Çünkü nice ilaçlar vardır ki diğer insanlar için gıdadır. Yine nice ilaçlar vardır ki birtakım insanların bir tür hastalığı­na, diğerlerinin ise bir başka hastalığına şifadır. Şehirlilerin ilaçları başkaja-nnın ilaçlarına uyum sağlamadığı gibi, fayda da sağlamaz.

Hadiste yedi adet denmesindeki özellik hem sayı açısından hem de şer'i açıdan şöyledir: Allah Teâlâ gökleri yedi, yerleri yedi, günleri yedi olarak ya­ratmıştır. İnsanın yaradılışını yedi dönemde tamamlamıştır. Allah kullarına (Kabe'yi) yedi defa tavaf etmelerini, Safa ile Merve arasında yedi defa sa'y yapmalarını, şeytan taşlamayı yedişer yedişer yapmayı, bayram namazları­nın birinci rekâtlarında yedi tekbir getirilmesini meşru kılmıştır. Rasûİullah (s.a.) buyurmuştur ki: "(Çocuklara) yedi yaşına bastıklarında namaz kılma­larını emredin!"[544] Yine şöyle buyurmuştur: "Annesi ile babası boşanan bir çocuk yedi yaşında ise, ikisi arasında muhayyer bırakılır." Diğer bir rivayet­te: "Babası, annesinden daha uygundur." Üçüncü bir rivayette ise; "Anne­sinde kalması daha uygundur." denilmiştir.[545] Rasûİullah (s.a.), vefat etti­ği hastalığında, üzerine yedi kırba su dökülmesini emretmiştir.[546] Allah Teâlâ Âd kavmine yedi gece rüzgâr musallat etmiştir.[547] Allah Rasûlü (s.a.), müş­rik Araplara karşı Allah'ın müslümanlara yardım etmesi için, Hz. Yusuf'un (a.s.) kavmine yedi sene (kıtlık vermesi gibi) kıtlık vermesi için beddua etmiş­tir[548] Allah Teâlâ, sadaka veren kişinin verdiği bir sadakayı, her bir tohu­mundan yedi başak, her başağından da yüz tane veren bir bitkinin artışı gibi kat kat mükâfatlandıracağını belirtmiştir. Hz. Yusuf'un (a.s.) hükümdarı olan melikin rüyasında gördüğü başakların adedi yedidir.[549] Hz. Yusuf'un (a.s.) kavminin ard arda ekin ekecekleri senelerin adedi de yedidir.[550] Sadakanın (sevabı kişinin ihlâsına göre) yedi yüz katından daha fazla katlarına kadar, kat kat çoğalır. Bu ümmetten cennete sorgu sual olmaksızın girecek olan mü'-minlerin adedi de yetmiş bindir.

Hiç şüphesiz bu (yedi sayısında) diğerlerinde bulunmayan bir Özellik var­dır. Çünkü yedi sayısı, sayıdaki tüm mânaları ve özellikleri ihtiva etmekte­dir. Şöyle ki, sayı ya çifttir veya tekdir. Çift, bir ve ikidir, tek de böyledir. Bu; bir çift-iki çift, bir tek-iki tek dört mertebedir. Bu cfört mertebe yedi sa­yısından daha az bir rakamda birleşmez. Böylece yedi rakamı bu dört merte­beyi de içine alabilecek şekilde kâmil ve toplayıcıdır. Yani, çift ve tek, birler ve ikiler, birinci tekten kasdımız, üç; ikincisinden kastımız, beştir. Birinci çift­ten, ikiyi, ikincisinden de dördü kastediyoruz.

Doktorlar da bu yedi rakamına çok itina göstermişlerdir. Özellikle de buhranların meydana geldiği hallerde.

Hipokrat der ki: "Bu âlemde mevcut olan her şey, yedi kısımda takdir edilmiştir. Yıldızlar yedidir. Günler yedidir. İnsanların yaş mertebeleri yedi­dir: Birincisi, yedi yaşına kadar olan çocukluk (tıfi) dönemi. Sonra, on dört yaşına kadar olan (sabî) dönem. Sonra erginlik çağı, (mürâhik). Sonra genç­lik (şâb). Sonra otuz ile elli yaşı arası olan olgunluk çağı (küht). Sonra elli yaşı çağı, yaşlılık {şeyh). En son ölene kadar olan kocama çağı (herem)." Bu şekilde yediyle tahdidlenmesindeki hikmet ve hükümdeki sebebi ancak Allah bilir. Acaba hadisteki yedi tabiri de bu mânada mı, yoksa değil mi?

Bu sayının, aynı bölgenin, aynı toprağın aynı hurmasının zehirlenme ve sihire faydalı olması konusunda, doğru olmadığı iddia edildiği noktada şayet bu tarifi, Hipokrat, Calinus ve diğer doktorlar söylemiş olsa, zamanın dok­torları hemen bu söze kabul, iz'an ve inkıyad ile bakarlar. Halbuki bu gerçe­ği ileri süren doktor, bu hakikata ilhamla tahmin ile ve zan ile ulaşmıştır. O halde, sözlerinin hepsi yakîn ile, kesinlikle, delille ve vahiy ile olan bir Pey-gamber'in ileri sürdüğü şeylerin daha öncelikle kabul ve teslim ile telakki edil­mesi ve itiraz edilmemesi gerekir. Zehirlenmelere karşı önerilen ilaçlar bazan keyfiyet ile bazan da birçok taş, cevher ve yakutlarda olan havas gibi bir özel­likle elde edilir.

Hadiste zikredilen hurma, bir kısım zehirlenmelere karşı bir ilaç duru-mundadır. Bu görüşe göre hadisin, husus gösteren âm (genel) bir hüküm ifade ettiği ortaya çıkar. Hurmadaki bu etki bu bölgenin bir özelliği olabilir. Bu özel toprak her türlü zehire etki edebilir. Fakat burada açıklanması zaru­ri bir konu vardır; bir hastanın ilaçtan faydalanmasının (ilk) şartı onu kabul etmesi ve faydasına inanmasıdır. Şayet böyle olursa tabiatı o ilacı kabul eder ve hastalığın giderilmesine yardım etmiş olur. Şu bir gerçek ki, birçok tedavi ■türü (kuvvetli) inançla ilacı kabullenme ile-ve tedaviyi olgun ve uygun karşı­lamakla gerçekleştiriliyor. Bu hususta halk çok garip şeyleri müşahede etmiştir. Zira tabiat, ilacı kabullenmekle güçlenir, ruh (nefis) onunla ferahlarsa, kuv­vet gelir ve tabiatın gücü artar. Vücut sıcaklığı ortaya çıkar ve hastalığın yok edilmesine yardımcı olur. Aksi halde, bu hastalık için faydalı olabilecek bir­çok ilacın etkisi, hastanın inancı olmadığından kesilir. Tabiatın bu ilaçlan kabullenmemesi halinde hiçbir şey fayda vermez. Bu konuda; ilaçların, şifa­ların en büyüğünü, kalblere ve bedenlere, dünyaya ve âhirete en faydalı olanı­nı düşün! O da, her türlü hastalığa şifa olan Kur'ân'dır. Kur'ân'da şifa ve fayda görmeyen kalplere Kur'ân nasıl fayda verir; aksine onların hastalıkla­rına hastalık katar. Kalplerin şifası için asla Kur'ân'dan daha faydalı bir ilaç yoktur. Zira Kur'ân, tam ve kâmil bir şifa verme gücüne sahip olmasından Ötürü hangi hastalığa uygulandı ise, mutlaka hastayı şifaya kavuşturmuş ve hastanın mutlaka sağlığını korumuştur. Her türlü zararlı, eziyet verici şey­den tam bir koruma ile himaye etmiştir. Bununla beraber kalplerin çoğunun Kur'ân'dan yüz çevirmeleri, şüphesiz ve kesin olan Kur'ân'a inançlarının ol­maması, Kur'an'a başvurmamaları, Kur'ân'la şifaya kavuşma ile insanlar ara­sında perde olacak bir takım ilaçlara yönelmeleri, iyi (buluşların) çoğalma­sıyla (Kur'ân'dan) yüz çevirmelerinin şiddetlenmesi, böylece illet ve müzmin hastalıkların kalplerinde yerleşmesi, hastaların çoğalması ile doktorlar aynı türde ve sadece hocalarının büyüttüklerinin ve haklarında hüsn-i zan besle­diklerinin geliştirmiş olduğu tedavi şekillerini takib etmeleri, musibeti büyüt­müş, hastalığın daha fazla yerleşmesini ve hatta tedavisinden âciz kalacakla­rı başka hastalık ve illetlerin de eklenmesini sağlamışlardır. Bu (gafil) dok­torlar, bu yeni tedavi (usulleriyle) tedaviye her giriştikleri zaman hastalık çok daha ciddi boyutlara ulaşıyor ve kuvvetleniyor; (onlar bu şekilde uğraşırlar­ken) hâl dili onlara şöyle nida ediyor:

"Garipliklerdendir. Gariplikler çoktur. Şifanın yakınlığı var fakat ona yol bulunamaz.

Bu aynen çölde olan develer gibidir. Su, onların sırtlarına yüklenilmiş olmasına rağmen, susuzluktan çölde ölürler." [551]

 

17—Gıda ve Meyvelerin Temizliği:

 

Allah RasûhVnün (s.a.) gıdaların ve meyvelerin zararlarını defetmede, zararlarını giderip faydalarını kuvvetlendirecek şekilde ıslah edilmeleri husu­sundaki tutumu şöyledir:

Sahihayn'da sabit olduğuna göre Abdullah b. Cafer şöyle anlatıyor: "Ben Allah Rasûlü'nü (s.a.), olgunlaşmış taze hurmayı hıyarla yerken gördük."[552]

Rutab (taze hurma): Mizaç olarak sıcak olup, ikinci derecede nemli bir maddedir. Soğuk mideyi kuvvetlendirir ve ona uyum sağlar. Şehveti (bâh) kuvvetlendirir. Fakat süratle bozulur. Susuzluk yapar ve kanda tortu oluştu­rur. Baş ağrısı yapar. Südde (tıkanıklık) meydana getirir. Sidik torbasında ağrı yapar. Dişlere zararı vardır.

Kıssa (hıyar): Mizaç olarak soğuk olup ikinci derecede nemli bir madde­dir. Susuzluğu teskin eder. Kendisinde itriyet özeliği (kokusu) olduğundan koklanmasıyla kuvvetlerde bir canlılık meydana gelir. İçinde yanıklık olan mi­denin hararetini söndürür. Şayet hıyarın çekirdekleri kurutulur, öğütülür ve su ile muhallebi yapılır ve içilirse susuzluğu sakinleştirir, (harareti giderir). Sidikte bir incelme meydana getirir. Mesane ağrısına mani olur. Öğütülüp elendiğinde, dişler bu un ile ovulursa dişleri parlatır. Hıyar yaprağı öğütülür ve meybahtec[553] ile ilaç yapıldığı takdirde, kuduz köpeğin ısırmasına fay­dalıdır.,

Özetle; hurma sıcak,hıyar soğuktur. Her birisi diğerinin salahıdır. (Yani birinin yan etkilerini diğeri gidermektedir.) Zararı çok olanı izale etmekte­dir. Her keyfiyette zıddı ile mukavemet edilmektedir. Birinin sert etkisi, di­ğeri ile ortadan kaldırılabilmektedir. Bu tüm tedavinin aslıdır. Aynı zaman­da da hıfzıssıhhanın da aslıdır. Belki de tıp ilmi hep bu asıldan hareketle mey­dana gelmiştir. Bu ve benzeri gıda ve ilaçların kullanılmasında ıslah etme ve dengeleme vardır. Mukabilinde bulunan zararlı keyfiyetlere karşı müdafaa imkânı meydana gelmektedir. Bu tür (zıddı ile) tedavi şeklinde, bedenin sıh­hatine, kuvvetine ve refahına yardım sözkonusudur. Âişe (r. anha) diyor ki: "Beni herşeyle şişmanlatmayı (denediler), fakat bir türlü şişmanlayamadım. Fakat bana, hıyar ve taze hurma verdiklerinde şişmanladım."

Özetle; soğuk mizaçlı bir gıdanın yan etkisini, sıcak mizaçlı bir gıda ile; sıcak mizaçlı bir gıdanın yan etkisini soğuk mizaçlı bir gıda ile; mizacı nemli olan gıdanın yan etkisini, mizacı kuru olan gıda ile; mizacı kuru olan bir gı­danın yan etkisini, mizacı nemli olan bir gıda ile gidermek gerekir. Birinin etkisini vasat bir hale bir başka gıda ile getirmek en uygun tedavi şekillerin­den ve hıfzıssıhha açısından en uygun yoldur. Bunun bir benzeri Allah Rasû-lü'nün (s.a.), bir hadiste sena ile sennûtu birlikte emretmesidir ki, daha önce geçmişti. Sennût, senanın (yan etkilerini giderici) ıslah görevi ve vasat bir et­ki yaptırıcısı olan, içinde biraz yağ bulunan bal demektir. Yüce Allah'ın sa-lat ve selâmları, kalblerin ve bedenlerin imarı, dünya ve âhiretin maslahat icabı olan şeyler için gönderilen Rasûlullah'a (s.a.) olsun. [554]

 

18— Perhizle Tedavi:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) perhiz konusundaki tutumu şöyledir

İlaçların tamamı İki noktada toplanır: Perhiz {himye) ve hıfzıssıhha. Be­dende bozulma meydana geldiğinde gereken, bunun dışarı atılmasıdır. Böy­lece tıbbın hepsi bu üç kaide altında toplanmaktadır. Perhiz iki türlüdür: a) Hastalığı ceİbedecek şeyden perhiz, b) Hastalığı artıracak şeyden perhiz, ki haline bırakmak gerekir. Birincisi; sağlıklı olanların riâyet edeceği perhiz tü­rüdür. İkincisi; hastalann yapması gereken perhiz türüdür. Çünkü hasta perhiz yaptığında, hastalığı artmaz ve bedeni, hastalığın giderilmesi için kuvvet ka­zanır. Perhiz hususunda asıl dayanak Allah Teâlâ'mn şu âyetidir: "Şayet siz hasta olur veya yolculuğa çıkarsanız, biriniz ayak yolundan gelmiş veya ka­dınlarınızla cinsî münasebet yapmışsanız da (gusül yapmak için) su bulama-mışsanız temiz bir toprağa teyemmüm ediniz."[555] Böylece Allah Teâlâ, has­taya su zararlı olacağı için kullandırmamış ve onu korumuştur.

İbn Mâce'nin Sünen'ındc ve diğer kitaplarda, Ümmü Münzir bt. Kays el-Ensarîye şöyle anlatmaktadır: Allah Rasûlü (s.a.) yanında Hz. Ali de bu­lunduğu halde benim yanıma geldi. Hz. Ali, bir hastalıktan henüz iyileşmeğe başlamıştı. Bizim de asılı hurma salkımlarımız vardı. Rasûlullah (s.a.) kalk­tı, yemeğe başladı. Ali (r.a.) de kalktı yemeğe başladı. Hemen Rasûlullah (s.a.) Hz. Ali'ye dedi ki: "Sen hastalığını yeni atlattın (O halde bunlardan yeme­melisin)!" Bu sebepten Hz. Ali yemeyi bıraktı. Râvi diyor ki: Sonra onlara pancar ve arpadan bir yemek pişirdim ve önlerine getirdim.j Bunun üzerine

Allah Rasûlü (s.a.) Ali'ye buyurdu ki: t((Ya Ali!) Bundan çekinmeden ye! Çünkü sana en faydalı olan bu yiyecektir." Hadisin diğer bir metninde ise: "Bundan ye! Çünkü senin için en uygun yiyecek budur." buyurdu.[556]

Yine İbn Mâce'nin Sünen'indç Suheyb anlatıyor: Allah Rasûlü'nün hu­zuruna, önünde ekmek ve hurma olduğu bir sırada girdim. Buyurdu ki: "Yak­laş ve hemen ye!" Bir hurma aldım ve yedim. Buyurdu ki: "Gözünde hasta­lık bulunduğu halde (remed) hurma mı yiyorsun?" Dedim ki: "Ya Rasûlal-lah! Bir başka taraftan çiğnerim." Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) tebes­süm etti.[557]

Yine Allah Rasûlü'nden (s.a.) rivayeti sabit olan bir hadise göre şöyle buyurmuştur: "Allah bir kulu sevdi mi, onu dünya(nın şerrinden), sizden bi­rinin hastasını yeme ve içmeden muhafaza ettiği gibi korur." Diğer bir me­tinde ise: "Allah, mü'min kulunu dünya (mn şerrinden) muhafaza eder." bu­yurmuştur.[558]

Yalnız, insanların ağızında dolaşıp duran hadis (olarak rivayet edilen): "Perhiz, ilacın en başta geleni, mide ise hastalığın ocağıdır. Her vücuda (var­lığa) alıştığı şeyleri verin." sözü, meşhur Arap tabibi Haris b. Kelede'ye ait­tir. Rasûlullah'a (s.a.) dayandırılması sahih değildir. Bunu birçok hadis ima­mı söylemiştir. Bu hususta Rasûlullah'tan (s.a.) rivayet edilen hadis şudur: "Mide, bedenin havuzudur. Damarların mide ile irtibatı vardır. Şayet mide sağlıklı olursa damarlar (daki kan da sağlıklı) olur. Mide hasta olursa damarlar (daki kanda da) hastalık meydana gelir."[559]

Hârıs (b. Kelede) der ki: Tıbbın başı perhizdir. Zararlı olması bakımın­dan, sağlıklı bir insanın doktorlara göre perhiz yapması, hastanın ve hastalı­ğın nekahet dönemim yaşayan kişinin bozulması gibi bir şeydir. Perhiz, has­talıktan çok hastalığın nekahet döneminde faydalıdır. Çünkü nekahet döne-mirden sonra vücut eski kuvvetine ulaşamaz. Hazım kuvveti zayıflamıştır, tabiat kabule hazır, uzuvlar ise gelişme istidadındadır. Bu dönemde hastanın

bozulması, hastalığın ters bir dönüş yapmasını gerektirir ki, bu durum hasta­lığın ilk başlamasından daha ağırdır.

Bil ki, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hz. Ali'yi nekahet döneminde hurma sal­kımlarını yemekten engellemesi, en uygun bir tedbirdir. Çünkü "devâli", üzüm salkımları gibi, yenilmesi için evde asılı olarak muhafaza edilen taze hurma salkımları demektir. Meyve, hastalıktan yeni kurtulan kişi için, süratle isti­hale olduğundan zararlıdır. Tabiat ona mukavemet edemez. Çünkü tabiat, hastalığın bedendeki kalıntılarını defetmek ve bedenden atmakla meşgul iken kendi kuvvetini artık toparlayamaz.

Rutab'da (taze hurma) bir nevi, mideye ağırlık özelliği vardır. Mide, has­talığın kalıntı ve izlerini izale, ıslah ve tedavi ile meşgul olduğundan, ya bu kalıntı bedende kalır veya çoğalır. Fakat pancar ve arpadan yapılmış yemek önüne konulunca Allah Rasûlü (s.a.), Hz. Ali'ye yemesini emretmiştir. Çün­kü bu yemek nekahet dönemini yeni atlatan bir hasta için gıdaların en fayda-lısıdir. Çünkü arpa suyunda soğutuculuk, gıda, inceltme ve yumuşatma özel­liği vardır. Tabiatın güçlendirilmesi nekahet dönemini yeni atlatan için en uygun olan yoldur. Özellikle de arpa pancar kökleriyle pişirildiğinde. Midesinde za­af olan için en uygun gıda budur. Ahlatta (hömürlerde) korkulacak nitelikte maddeler meydana gelmez.

Zeyd b. Eşlem anlatıyor: Hz. Ömer (r.a.), bir hastalığından dolayı per­hiz yapmıştı. Hatta sıkı perhizi dolayısıyla (hurma) çekirdeklerini dahi ya­lıyordu.

Özetle; perhiz, hastalıktan önce ilaçların en faydalısıdır ve hastalığın mey­dana gelmesine engel olur. Hastalık meydana gelince de perhiz, hastalığın ço­ğalması ve yayılmasına.mani olur. [560]

 

19— Beslenme Rejimi:

 

Bilinmesi gerekir ki, arzusu şiddetlenir ve tabiatı isterse, hastanın, iyi­leşmekte olanın ve sağlıklı kişinin menedildiği pek çok şeyin, tabiatın sindi­rebileceği Ölçüde yemesi zarar vermez, hatta bazan faydalı da olabilir. Çün­kü tabiat ve mide onu kabul ve sevgiyle karşılayıp endişe edilen zararı düzel­tirler. Bazan böyle bir şeyin yenmesi, tabiatın arzulamadığını yemesinden ve ilacın iyileştirmesinden daha yararlıdır. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), gözün­den rahatsızken Suhayb'a birkaç hurma yeme izni verdi, ona bir zarar ver­meyeceğini tahmin etti. Benzer bir olay da Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuru­na giren gözünden rahatsız Hz. Ali'nin durumudur. Bu sırada Rasûlullah'ın (s.a.) yanında yemekte olduğu hurmalar vardı. Rasûlullah (s.a.). Hz. Ali'ye: "Ey Ali! Canın çekiyor mu?" deyip, bir hurma attı. Hurma atmaya devam ederek, tam yedi tane hurma attı. Sonra da: "Bu kadarı yeter, ey Ali!" dedi.

Yine, İbn Mâce'nin Sünen'indc İkrime—İbn Abbas senediyle rivayet et­tiği şu olay da bunun örneğidir: Hz. Peygamber (s.a.) bir hastayı ziyaret et­mişti. Rasûlullah ona: "Ne arzuluyorsun?" diye sorunca, "Buğday ekmeği —bir rivayette "kek"— arzuluyorum!" cevabını verdi. Bundan sonra Rasû-. lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Yanında buğday ekmeği olan, kardeşine gön­dersin." Sonra şöyle dedi: "Hasta olanınız bir şey isteyince, onu yedirin."[561]

Bu hadiste, ince bir tıbbî sır vardır. Çünkü hastanın, bir zararı olmakla birlikte, gerçek ve tabiî bir açlık dolayısıyla canının çektiğini yemesi, yararlı ve —gerçekte yararhysa da— canının çekmediğinden daha az zararlı olur. Çün­kü bu gerçek arzusu ve tabiatının hoşlanması, zararını kaldırır. Tabiatın ya­rarlı şeyi sevmemesi, bazan zararlı olanı kendine çeker. Kısacası, tabiat lez­zetli ve arzulanan şeye doğru, özellikle yönelir, onu en güzel şekilde sindirir, özellikle de nefis ona gerçek bir istekle yönelmişse. Allah en iyisini bilir. [562]

 

20— Göz Ağrısının Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) göz ağrısını dinlenme, hareketsizlik ve azdıran­lardan perhizle tedavisi şöyledir:

Daha önce de geçtiği gibi, Rasûlullah (s.a.), gözü ağrıyan Suhayb'ın hurma yemesini engeller üş ve hoşgörmemiştir. Yine gözü ağrıyan Hz. Ali'nin yaş hurma yemesini  le engellemiştir.

Ebu Nu'aym et-Tıbbu'n-Nebevîadlı kitabında, "Eşlerinden birinin gözü ağrıyınca, iyileşir ceye kadar onunla birleşmezdi." demektedir.

Göz ağrısı (r 'tned), gözün iç kısmında, beyaz tarafta ortaya çıkıp şişme yapan bir hastalı! tır. Sebebi, dört maddeden biri gaz veya başta ve bedende çok miktarda ort; ya çıkan sıcaktır. Bunlardan bir kısmı gözün içine girer ve­ya göze bir darbe isabet eder. Tabiat buraya kan ve canından çok miktarda gönderir. Ortaya ^ıkan durum dolayısıyla iyileşmesini arzular. Bu yüzden darbe yiyen kısım şişer. Kıyas yolu, bunun aksini gerektirir.

Yerden göğe doğru biri sıcak-kuru, öteki sicak-rutubetli iki buhar yük­selip, bulut kümesini oluşturarak gökyüzünü görmemizi engellemeleri gibi, midenin de dibinden ağzına doğru buhar yükselir, görmeyi engeller ve bun­lardan çeşitli hastalıklar doğar. Şayet tabiat buna galip gelir ve genize iterse, nezle olur. Küçük dil ve burun deliklerine iterse boğmaca olur. Yana iterse, diş ağrısı olur. Göğse iterse, inme olur. Kalbe indirirse, çarpma olur. Göze iterse, göz ağrısı olur. Karın boşluğuna iterse, ishal (seyelân) olur. Dimağa iterse, unutma olur. Baş sinirleri rutubetlenir ve mecralarına taşarsa felç oiur. Şayet dimağın kapaklan rutubetlenir ve damarları bununla dolarsa, derin bir uyku olur. Bu yüzden uyku rutubetli, uykusuzluk kurudur. Şayet buhar başa girmek ister de başaramazsa, baş dönmesi ve uykusuzluk olur. Şayet buhar, başın herhangi bir yanma eğilirse, yarım başağnsı olur. Şayet başın tepesine ve boynun ortasına hakim olursa, başağnsı ortaya çıkar. Dimağın perdesi üşür, ısınır, rutubetlenir veya buradan hava çıkarsa, aksırma meydana gelir. Ora­daki balgam rutubetini hareketlendirir de bol sıcaklığa galip gelirse, bayılma ve durgunluk doğar. Siyah mizacı (maddeyi) hareketlendirir, dimağın havası karanlık olursa, vesvese ortaya çıkar. Sinir mecralarına taşarsa, tabiî sar'a olur. Şayet buhar iltihap ve dimağı engelleyen san maddeden doğuyorsa, zâ-tülcenb olur. Buna göğüs de katılırsa, humma (sirsâm)[563] olur. Bu konuyu iyi anlamak gerekir.

Kısacası, bedenin ve başın maddeleri göz ağnsı durumunda hareket ha­linde olur. Cinsel birleşme hareketini daha da arttıran bir durumdur. Çünkü bu, beden, ruh ve tabiat için küllî bir harekettir. Beden, şüphesiz ki hareketle ısınır. Nefsin hareketi bir lezzeti istemek ve tamamlamak için şiddetlenir. Ruh, beden ve nefsin hareketine bağlı olarak hareketlenir. Çünkü ruh, bedenin ön­celikle kalb kısmıyla ilgilidir. Ruh bundan doğar ve organlara dağılır. Tabia­tın hareketi ise, gönderilmesi gereken meniyi göndermesinden dolayıdır.

Özetle, cinsel birleşme, bedenin ve kuvvetlerinin, tabiatının ve maddele­rinin, rurhın ve nefsin hareketlendiği küllî bir harekettir. Maddeleri harekete geçiren ve incelten her hareket, onu zayıf organlara iter ve akıtır. Ağrısı ol­duğu zaman göz, en zayıf durumdadır, ona en zararlı şey cinsel birleşmedir.

Hipokrat, el-Fusûl adlı kitabında şöyle der: "Gemilerin hareketi, hare­ketin bedeni de hareketlendirdiğini gösterir." Göz ağrısında her ne kadar bir takım faydalar varsa da, bazı durumlarda perhiz ve boşaltmayı, bedenin ve başın fazlalıklarını ve bozulan kısımlarını temizlemeyi, öfke, üzüntü ve ke­der, sert hareketler ve ağır işlerden nefis ve bedene acı vereni engellemeyi gerektirir. Eskilere ait bir söz şöyle der: "Göz ağrısını sevmemezlik etmeyin. Çünkü o, körlük damarlarını keser."

Göz ağrısının tedavi yollarından birisi, sakin durma ve istirahat, göze dokunmamak ve onunla oynamamaktır. Çünkü bunların zıtları, maddelerin gözün üstüne dökülmesini gerektirir. Seleften biri şöyle der: "Muhammed'-in ashabı göz gibidir." Gözün ilacı dokunmayı bırakmaktır. Merfû bir ha­diste —Allah onu daha iyi bilir— şöyle denir: "Göz ağrısının ilacı, soğuk su­yu göze çarpmaktır." Bu sıcak göz ağrısının en yararlı ilaçlarındandır. Çün­kü su, göz ağrısı sıcak olduğunda, bu sıcaklığı söndürmek için yardım alman soğuk bir ilaçtır. Bu yüzden Abdullah b. Mes'ûd, gözünden şikâyeti olan ka­rısı Zeyneb'e şöyle demiştir: "Şayet Rasûlullah (s.a.) gibi yaparsan, bu senin için daha iyi ve şifa umman için daha faydalı olur. Gözüne su serpersin, son­ra da şöyle dersin: "Ey insanların Rabbi! Sıkıntıyı gider, şifa ver, Sen şifa vericisin, Senin verdiğinden başka şifa yoktur, o hastalıktan iz bırakmayan bir şifadır. "[564] Daha önce defalarca geçtiği gibi bu, bazı bölgeler ve bazı göz ağrıları için geçerlidir. Hz. Peygamber'in cüz'î ve özel bir sözü genel ve küllî kılınamaz, genel ve küllî sözü, özel ve cüz'î kılınamaz. Aksi halde olan­lar, hatalı ve doğruya aykırı olur. Allah en iyisini bilir. [565]

 

21—Uyuşmanın Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) bedeni kaskatı yapan vücuttaki uyuşmanın tî~ davisi konusundaki tutumu şöyledir:

Ebu Ubeyd, Garîbu'l-Hadis adlı kitabında, Ebu Osman en-Nehdî'den şunu rivayet eder: Bir topluluk, bir ağacın yanından geçerken meyvasmdan yediler. Sanki bir rüzgâr esip, onları dondurmuş gibi dondular. Hz. Peygam­ber (s.a.) şöyle buyurdu: "Suyu, kaplarda soğutun ve iki ezan arasında üstle­rine serpin." Ebu Ubeyd şu açıklamayryapıyor: "Suyu soğutun" ifadesi, se­rinletin demektir. Nitekim Araplar "soğuk arttı" anlamında bu kelimeyi kul­lanırlar. "Kaplar", su kaplan demektir. "Şinân" denilen bu kaplar, suyu daha çok serinletir. "İki ezan arasında", sabah ezamyla kameti arasında de­mektir. Çünkü kamete de ezan denir.

Bazı tabipler şöyle der: "Hz. Peygamber'in (s.a.) bu tedavi şekli, Hicaz'da vuku bulan hastalığın en iyi tedavi yollarındandır. Hicaz, sıcak ve kuru bir bölgedir. Vücut sıcaklığı, Hicaz sakinlerinin karınlarında pek fazla değildir. Sözü edilen vakitte —ki bu günün en serin vakitleridir— üstlerine soğuk su serpmek, vücutta yayılan sıcaklığın bütün kuvvetlere toplanmasını gerektirir. İtici kuvvet güçlenir ve vücudun çeşitli yerlerinden ağrının bulun­duğu iç bölgede toplanır, kalan kuvvetle bu hastalığın defedilmesi için onu dış tarafa çıkarır, Allah'ın izniyle de defeder. Şayet Hipokrat, Calinus veya başkası bu-hastalık için bu ilacı tavsiye etseydi, doktorlar onu kabul eder ve tam olarak bilemezlerdi. [566]

 

22— Sinek Düşen Yemeğin Islahı:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) sinek düşen yemeği düzeltme Ve zehirli hayv; ların zararlarını panzehirle defetme konusundaki tutumu şöyledir

Sahihayn'da Ebu Hureyre'den rivayete göre Rasûlulîah (s.a.) şöyle bjt vurmuştur: "Birinizin kabına sinek düştüğünde, onu yemeğe iyice daldırAf Çünkü bir kanadında zehir, öbüründe ise panzehir vardır."[567]

İbn Mâce'nin Sünen'inde Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayete göre, Rasûlul­lah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sineğin bir kanadı zehir, öteki ise panzehir­dir. Yemeğe düşünce onu iyice daldırın. Çünkü o önce zehirini, sonra panze­hirini bırakır.[568]

Bu hadiste iki durum sözkomısudur: a) Fıkhî durum, b) Tıbbî durum.

a) Fıkhı durum şudur: Bu hadis çok açık bir biçimde gösteriyor ki, sinek suda veya sulu bir nesnede öldüğünde, onu necis yapmaz. Bu, bilginlerin ço­ğunun görüşüdür, selef arasında buna aykırı görüşü olan bir kimse bilinme­mektedir. Hükmün çıkarılış gerekçesi şöyledir: Rasûlullah (s.a.) sineğin dal­dırılmasını emretmiştir. Bu, onu batırmakla olur. Bilindiği üzere sinek bun­dan dolayı ölür; özellikle de yemek sıcak olursa. Şayet suyu necis yapsaydı, yemeğin bozulduğunu söylerdi, halbuki yemeğin düzeltilmesini emretmiştir. Sonradan bu hüküm, karınca, eşek arısı, örümcek vb. sıvı nefsi olmayan can­lılara da taşınmıştır. Çünkü hüküm, illetinin genel oluşu dolayısıyla genel, sebebinin bulunmayışı dolayısıyla ise kaldırılmış olur. Necis yapmanın gerekçesi ölümüyle hayvandaki birikmiş kan dolayısıyla olduğuna ve akıcı kanı bulun­mayanlarda böyle bir durum bulunmadığına göre, illeti bulunmaması dola­yısıyla necis yapma hükmü de bulunmaz.

Ölü kemiğinin necasetini benimsemeyen şöyle der: Madem ki bu, kendi­sinde rutubet, fazlalık ve yumuşaklık bulunmakla birlikte, tam bir hayvanda sabittir; öyleyse rutubetten, fazlalıklardan ve kan birikiminden uzak olan ke­mikte haydi haydi sabittir. Bu son derece kuvvetlidir, buna dönmek evlâdır.

İslâm'da bu şekilde "akıcı nefsi bulunmayan" sözünü söyleyen ilk kişi İbrahim en-Nehaî'dir, diğer fukaha ondan almıştır. Nefis, lügatte "kan" ile ifade edilir. "Kadın âdet gördü ve doğurdu" ifadesinin Arapça'sında da "nefis" kelimesi zikredilir.

b) Tıbbî duruma gelince, Ebu Ubeyd şöyle diyor: "Daldırın" sözünün anlamı; zehir gibi "panzehirin de çıkması için batırın'* demektir. Suya batan iki adama "suya daldılar" denir.

Bil ki, Araplara göre sinekte, ısırmadan doğan ağrı ve şişmenin göster­diği zehirli bir güç vardır, bu silah yerindedir. Kendisine acı veren bir şeye düşünce, kendisini silahıyla korur. Hz. Peygamber (s.a.) Allah'ın, sineğin öteki kanadına verdiği panzehirle karşılık vermeyi emretmiştir. Hepsi suya ve ye­meğe batırılır. Zararlı ve yararlı madde karşılaşır, zararı ortadan kalkar. Bu, büyük tabiplerin ulaşamadığı bir tiptir. Hatta bu aslında nübüvvet nurunun dışındadır. Bununla birlikte bilgili, arif ve başarılı tabip bu ilacı kabul eder ve bunu getirenin, yaratıkların en mükemmeli olduğunu ve beşerî kuvvetin dışında ilâhî vahiyle desteklendiğini ikrar eder.

Bir çok tıp adamı, eşek arısı ve akrebin soktuğu yere sinek sürülmesinin açık bir fayda verdiğini ve teskin ettiğini zikreder. Bu, kendisindeki panzehir bulunan madde dolayısıyladır. Kesilen sinek başlan göz kirpiğinde çıkan şiş­liğe sürülünce onu iyileştirir.    [569]                              

 

23— Sivilcelerin Tedavisi:                               

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) sivilcenin tedavisi konusuntaki tutumu şöyledir:

İbnü's-Sünnî kitabında, Hz. Peygamber'in (s.a.) eşlerinden birinin şöy­le dediğini zikreder: Rasûlullah (s.a.) benim yanıma geldi, parmağında bir sivilce vardı. "Yanında zerîre (tutya) var mı?" diye sordu. "Evet" dedim. "Onu sivilcenin üstüne koy ve: 'Allah'ım! Sen büyüğü küçültür, küçüğü bü­yültürsün. Bende bulunanı küçült.' de." buyurdu[570]

Zerîre (tutya); zerîre kamışından elde edilen Hind ilacıdır. Sıcak ve ku­rudur. Mide, ciğer ve istiska şişliklerine fayda verir. Güzel kokusu dolayısıy­la kalbe kuvvet verir. Sahihayn'da. Hz. Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Veda haccında ihrama girmeden önce ihramdan çıkması için Rasûlullah'a (s.a.) kendi ellerimle tutya sürdüm."[571]

Sivilce, tabiatın attığı sıcak bir maddeden oluşan dişardaki küçük bi kı­sımdır. Vücudun dış kısmında çıkacağı bir yer edinir. Kendisini pişirece : ve çıkaracak şeye muhtaçtır. Zerîre, bunu sağlayan şeylerden biridir. Çünkü c uda güzel kokusu yanında, bu maddedeki ateşi soğutacak özellik de vardır. T<a~ nun sahibi îbn Sina şöyle der: "Gül yağı ve sirkeyle ateşi yakmak için ze. îre-den üstünü yoktur." [572]

 

24— Açma ve Yarma Yoluyla Şişlik ve Çıbanların Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in açma ve yarma sonucunda iyileşen şişlik ve çıbanları tedavi konusundaki tutumu şöyledir:

Hz. Ali'den şöyle dediği rivayet edilir: Rasûlullah (s.a.) ile birlikte sır­tında bir şişkinlik olan bir hastayı ziyaret ettik. Şöyle dediler: "Ey Allah'ın elçisi! Bunda irin var." Hz. Peygamber (s.a.): "Onu yarınız." dedi. Çok geç­medi ki Rasûlullah'ın (s.a.) gözü önünde açildı.[573]

Ebu Hureyre'den zikredildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) bir tabibe, karnında ağrı olan bir adamın karnım yarmasını emretti. "Ey Allah'ın elçi­si! Tıb fayda verir mi?" dediklerinde, "Derdi indiren, dilediğine çaresini de indirir." buyurdu.

Şişkinlik {verem); üzerine yığılan tabiî olmayan maddenin fazlalığı do­layısıyla organın dışında oluşan bir durumdur. Bütün hastalık çeşitlerinde bu­lunur. Oluştuğu maddeler, vücuttaki dört madde ile sıvı ve havadır. Şişkinlik toplanınca "çıban" adım alır. Her sıcak şişkinliğin durumu üç şeye doğru gelişir: Çözülme, irin toplanması veya sertliğe dönüşme. Şayet kuvvet güçlü ise, şişkinlik maddesini kaplar ve çözer. Bu, şişkinliğin vardığı en iyi durum­dur. Bunun altında ise, madde pişer, onu beyaz irine dönüştürür, akacağf bir yer açar. Bundan da kötü ise, maddeyi pişmesi sağlam olmayan bir irine dö­nüştürür ve organda dışarı atacak bir yeri açamaz. Uzun süre kalırsa organın bozulmasından korkulur. Bu takdirde tabibin, yarma veya başka bir yolla organı bozan bu pis maddeyi dışarı atmasına ihtiyaç duyulur.

Yarmanın iki faydası vardır: 1) Bozucu pis maddenin dışarı çıkarılması, 2) Onu güçlendirecek başka bir maddenin toplanmasını engelleme[574]

İkinci hadisteki, "Bir tabibe, kamında ağrı olan bir adamın karnım yar­masını emretti" ifadesinde "ağn = cev<z" sözünün çeşitli anlamlan vardır. Bun­lardan biri, istiska hastalığının doğduğu karında oluşan bozulmuş sudur.

Bu maddenin çıkışı için yarılmasında tabipler görüş ayrılığına düşmüş­tür. Tehlikesi ve kurtulma şansının azlığı dolayısıyla bir grup buna izin ver­memiştir. Bir grup ise izin verir ve şöyle der: Bundan başka tedavi yolu yok­tur. Onlara göre bu, yalnızca tulum istiskasında sözkonusudur. Daha önce de geçtiği gibi istiska hastalığının üç çeşidi vardır: Davulumsu istiskada, ka­rın havalı maddesiyle hava yapar, üstüne vurulunca davul sesi gibi bir ses du­yulur. Etli istiska ise, kanla birlikte yayılan balgam maddesiyle bütün vücu­dun eti büyüyen istiskadır, bu birinciden daha zorludur. Tulum istiskası ise, karının alt kısmında hareket halinde tulumdaki su gibi ses duyulan pis mad­denin toplandığı istiskadır. Doktorların çoğuna göre bu, istiskanın en kötü-südür. Bir gruba göre, âfetinin genelliği dolayısıyla etli istiska en kötüsüdür.

Tulum istiskasının tedavi yollarından biri. yarma sonunda bunun çıka­rılmasıdır. Bu, bozuk kanın çıkarılması için damarların yarılıp kan alınması yerindedir. Ancak daha önce de geçtiği gibi tehlikelidir. Şayet bu hadis sabit-se, yarılmasının caiz olduğuna delildir. Allah en iyi bilendir. [575]

 

25— Hastalara Moral Verilmesi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) gcnüllerini genişletmek ve kalblerini güçlendir­mek suretiyle hastaları tedavi konusundaki tutumu şöyledir:

İbn Mâce, Siinen'inde Ebu Saîd el-Hudrî'den Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Hastanın yanına girdiğinizde, ecel konusunda onu ferahlandırın. Çünkü bu hiçbir şeyi etkilemez. Hastanın gönlünü ferah-Iatır."[576]

Bu hadiste, en üstün tedavi çeşitlerinden önemli bir tür vardır. Bu da, tabiatı güçlendiren, kuvvetin arttığı ve bol sıcaklığın doğduğu o sözün hasta­yı ferahlatacağını göstermektedir. Hasta böylelikle, hastalığı defetmeye veya doktorun etkileme gayesi olan hafifletmeye yardım alır.

Hastanın gönlünü ferahlatmanın, kalbini iyiliklerle ve içini sevinçle dol­durmanın, hastalığının iyileşmesinde ve zayıflamasında şaşılacak bir etkisi var­dır. Çünkü ruhlar ve kuvvetler, bununla güçlenir. Tabiat sıkıntı vereni defet­meye yardım alır. İnsanlar, sevdiklerinin ve değer verdiklerinin ziyaret etme­sinden, görmesinden, onlarla konuşmasından dolayı pek çok hastanın iyileş­tiğini görmüştür. Bu, kendilerini ilgilendiren hasta ziyaretlerinin faydaların­dan biridir. Çünkü bunda dört fayda vardır: Birincisi hastayla ilgili, ikincisi ziyaretçiyle ilgili, üçüncüsü hastanın ailesiyle ilgili, dördüncüsü ise toplumla ilgilidir.

Daha önce de geçtiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.) hastaya şikâyetini, ken­dini nasıl gördüğü-ve canının istediğini sorardı. Elini alnına, bazan da göğsü­ne koyar, ona dua eder ve hastalığına fayda veren şeyi söylerdi. Bazan ab-dest alır ve suyundan hastanın üzerine serperdi. Kimi zaman da hastaya: "Zi­yanı yok, inşaallah temizdir." derdi.[577] Bu iyi davranma, tedavi ve davra­nış yollarındandır. [578]

 

26— Hastalara Alışkın Oldukları İlaç ve Gıdalar Verilmesi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) bedenleri alışkın olduktan ilaç ve g davisi konusundaki tutumu şöyledir:

Bu, tedavi yollarından önemli bir esas ve bu konuda yararlı şeylerden­dir. Doktor bunda hata ederse, fayda verdiğini sanarak hastaya zarar verir. Bu yoldan, tıp kitaplarında gördüğü ilaca yalnızca cahil doktor döner. Çün­kü ilaç ve gıdaların bedene elverişliliği, istidat ve kabulüne göredir. Bozkır halkı ve çiftçiler ve başkalarına nilüfer, taze veya kaynatılmış gül içmek fayda vermez, tabiatlarını etkilemez. Hatta şehirlilerin ve müreffeh halkın ilaç­larının çoğu bozkır halkına uygun gelmez. Tecrübe bunu göstermektedir. Zik­rettiğimiz peygamberi ilacı inceleyen, hepsinin hastanın alışkanlığına, topra­ğına ve büyüdüğü yere uygun olduğunu görür. Bu, özenle uyulması gereken tedavi yollannın önemli bir esasıdır. Bunu büyük tipçıiar da açıklamıştır. Arap­ların tabibi, hatta en üstün doktoru, kavmi içinde Hipokrat yerindeki Haris b. Kelede şöyle demiştir: "Perhiz, ilacın başıdır. Mide, hastalığın yuvasıdır. Her bedeni, alışkın olduğuna bakarak tedavi edin." Ondan nakledilen başka bir söz şöyledir: "Perhiz ilaçtır." Perhiz, vücudu yemekten alıkoymaktır, bu­nunla açlığı kastediyor. Bütün toklukla ilgili hastalıkların tedavisinde en önemli ilaçlardandır. Tokluğun çokluğundan, maddelerin harekete geçmesinde hid­det ve şiddetinden endişe edilmezse, bu hastalıkların tedavisi konusunda bo-şaltıcı nesnelerden daha üstündür.

"Mide, hastalığın yuvasıdır." diyor. Mide, kabak şeklinde içi boş sinir­le kaplı bir organdır, üç tabakadan oluşmuştur, etrafı etle lif diye isimlendi­rilen ince sinir uçlarından meydana gelmiştir. Tabakalardan birinin lifi bo­yuna, diğeri enine, üçüncüsü ise boşluktur. Midenin ağzı çoğunlukla sinir, dibi çoğunlukla etle kaplıdır, iç kısmı sünger gibidir. Karnın ortasında yer alır. Azıcık sağa meyillidir. Allah'ın ince bir hikmeti dolayısıyla bu şekilde yaratılmıştır. Mide, hastalığın yuvasıdır. Birinci sindirimin yeridir. Gıda bu­rada pişer, daha sonra ciğere ve bağırsaklara iner, gıdanın çokluğu, kötülü­ğü, alınışındaki düzensizlik veya hepsinin birden bulunması dolayısıyla mi­dede hazmedici kuvvetin tam sindiremediği fazlalıklar kalır. Bunların bir kıs­mından insan çoğunlukla kurtulamaz. Mide, işte bu yüzden hastalığın yuva­sıdır. Haris b. Kelede, bu sözüyle, âdeta az yemeye, arzularına uymaktan nefsi alıkoymaya ve fazlalıklardan korunmaya teşvik eder gibidir.

Alışkanlığa gelince; alışkanlık, insanın tabiatı gibidir. Bunun için şöyle denir: Âdet, ikinci tabiattır. O, bedendeki önemli bir kuvvettir. Bir durum, başka başka alışkanlıkları olan bedenlere kıyas edilince, her birine göre du­rumu —diğer yönlerde birlikleri olsa bile— farklıdır. Bunun örneği, gençlik çağında sıcak mizaçlı üç bedendir. Birincisi sıcak şeylere alıştırılmış, ikincisi soğuk şeylere alıştırılmış, üçüncüsü ise orta seviyede şeylere alıştırılmıştır. Bi­rincisi bal kullandığında ona zarar vermez. İkincisi ne zaman kullanırsa kul­lansın, ona zarar verir. Üçüncüsü ise pek az zarar görür. Âdet, sağlığın ko­runmasında ve hastalıkların tedavisinde önemli bir esastır. Bu yüzden, pey­gamberi tedavi, gıda ve ilaçların vb. nin kullanımında her bedene âdetine gö­re davranmak şeklinde gelmiştir. [579]

 

27— Hastalara En İyi Gıdanın Verilmesi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) hastayı alışkın olduğu gıdaların en iyisiyle bes­leme konusundaki tutumu şöyledir:

Sahihayn'da Urve —Hz. Âişe senediyle şu rivayet vardır: Hz. Âişe, aile­sinden biri Ölür ve kadınlar başsağlığı için toplanırlar, sonra ailelerine dağı­lınca, bir çömlek içinde telbîne bulamacı getirilmesini emrederdi. Bu pişiri­lirdi. Sonra tirid yapılır, üstüne bu bulamaç dökülürdü. Bundan sonra Hz. Âişe şöyle söylerdi: Ondan yeyin. Çünkü Rasûlullah'm (s.a.) şöyle dediğini işittim: "Telbîne (un kepeği ile süt veya balın karıştırılması), hastanın kalbi­ne ferahlık verir, bir kısım hüzün ve kederi giderir.[580]

Sünen kitaplarında yine Hz. Âişe'den Rasûlullah'm (s.a.) şöyle buyur­duğu rivayet edilir: "Size bu sevimsiz, ama yararlı telbîneyi tavsiye ederim." Hz. Âişe şöyle demiştir: "Ailesinden birinin şikâyeti olunca, ateşte telbîne çömleği hasta kurtuluncaya veya ölünceye kadar kaynardı."[581]

Yine Hz. Âişe'den şu rivayet edilir: Rasûlullah'a (s.a.): "Filanın ağrısı var, yemek yiyemiyor" denilince, "Size telbîneyi tavsiye ederim. Ona bun­dan yedirin." derdi. Ayrıca "Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a and ol­sun ki, telbîne, birinizin yüzündeki kiri yıkaması gibi karnınızı yıkar." bu­yururdu[582]

Telbîne, süt kıvamında bir bulamaçtır. Adı da buradan gelir. Herevî şöyle der: "Beyazlığı ve inceliği dolayısıyla süte benzediğinden telbîne (sütümsü) adını almıştır." Bu gıda, hastaya yarar sağlar. İnce ve pişkindir, kalın ve çiğ değildir. Telbînenin üstünlüğünü bilmek istersen, arpa suyuna benzetebilir­sin, hatta telbîne onlar için arpa suyudur. Çünkü telbîne, kepekli arpa unun­dan edinilmiş bir bulamaçtır. Telbîne ile arpa suyu arasındaki fark, arpa su­yunun öğütülmeden, telbînenin öğütülerek pişirilmesidir. Telbîne öğütmekle arpa özelliğinin çıkması dolayısıyla ondan daha üstündür. Daha Önce de geç­tiği gibi, âdetlerin ilaç ve gıdalardan yararlanmada etkisi vardır. Kavmin âdeti, arpa suyunu öğütülmeden değil, öğütülerek edinmeleriydi.Bu daha besleyici, etkileyici ve yarayışlıdır. Çeşitli şehirlerin doktorları bunu, ince ve yumuşak olması, hastanın tabiatına ağır gelmemesi için öğütülmeden elde etmişlerdir.

Bu, şehir halklarının tabiatlarına, bolluklarına, öğütülmüş arpa suyunun on­lara ağır gelişine göredir. Kısacası, öğütülmeden pişirilmiş arpa suyu çabu­cak nüfuz eder, ince bir gıda verir. Sıcak olarak içilince daha yarayışlı ve nü­fuzlu olur, vücut sıcaklığını artırması daha fazladır, midenin etrafına yayıl­ması daha uygun olur.

Hadisin Arapçasındaki "mecemme" ifadesi, "micemme" şeklinde de okunmuştur. Birincisi daha meşhurdur. Anlamı; ferahlatıcı, sakinleştirici de­mektir. "Bir kısım hüznü giderir." ifadesi, —Allah bilir— gam ve kederin mizacı soğutması, taşıyan ruhun menşei olan kalbe doğru meyletmesi dolayı­sıyla vücut sıcaklığım zayıflatması yüzünden söylenmiş olmalıdır. Bu bula­maç, maddesindeki artış dolayısıyla vücut sıcaklığını güçlendirir, ortaya çı­kan pek çok gam ve kederi giderir.

Şöyle denir —ki doğruya yakını budur—: Ferahlık verici gıdalar cinsin­den bir özelliği dolayısıyla bir kısım hüzünleri giderir. Çünkü gıdaların özel­liği dolayısıyla ferahlatanı vardır. Allah en iyisini bilendir.

Şöyle de denir: Üzüntü duyanın kuvvetleri, organlarını saran kuruluk dolayısıyla zayıflar. Midesinin üstünde gıdayı azaltmak için bir özellik var­dır. Bu bulamaç, onu rutubetlendirir, güçlendirir ve gıdalandınr. Aynısını has­tanın gönlüne de yapar. Ancak hastanın midesinde çoğu kez acılı, balgamlı veya irinli bir madde vardır. Bu bulamaç, bu maddeyi mideden temizler, onu sürer, eritir ve şeklini değiştirir, onu ferahlatır, özellikle de arpa ekmeği ye­me alışkanlığı olanları. Bu, o zamanki Medine halkının âdetidir. En çok kul­landıkları azık odur. Buğdayı çok severlerdi. En iyisini bilen Allah'tır. [583]

 

28-Zehirlenmenin Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.), Hayber'de yahudilerden isabet eden zehiri te­davi konusundaki tumumu şöyledir:

Abdürrezzak, Ma'mer—Zührî—Abdurrahman b. Kâ'b b. Mâlik sene­diyle şu rivayeti verir: Yahudi bir kadın Hayber'de kızartılmış bir koyunu Rasûlullah'a (s.a.) hediye etti. Rasûlullah (s.a.): "Bu nedir?" diye sorunca, "Hediyedir." cevabım verdi Zekât koyunu olduğunu söylemekten çekindi, bu takdirde yemezdi. Hz. Peygamber (s.a.) ve sahabe bu koyundan yedi. Ra­sûlullah (s.a.) "Durun." dedi; kadına dönerek: "Bu koyuna zehir mi koy­dun?" deyince kadın, "Bunu kim söyledi?" cevabım verdi. Rasûlullah eline alarak "Bu kemik, uyluk kemiği mi?" diye sorunca, "Evet" cevabını verdi. Rasûlullah (s.a.): "Niçin yaptın?" diye sordu. Kadın: "Yalancıysan insanla-

rın senden kurtulmasını istedim, Peygambersen bu sana zarar vermez." diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a.) omuzundan üç kez kan aldırdı. Ashabına da kan aldırmalarını emretti. Kan aldırdılar. Bir kısmı vefat etti.[584]

Başka bir yoldan rivayete göre koyundan yemesi dolayısıyla hacamat yap­tırdı. Ensâr'dan, Beyâdaoğullarınm mevlâsı Ebu Hind, Rasûlullah'a boynuz ve bıçakla hacamat yaptı. Bundan sonra üç yıl yaşadı, vefat ettiğindeki ağrısı da bu oldu. Şöyle buyurdu: "Son nefesimi verinceye kadar Hayber'de yedi­ğim koyunun bu acısını hep hissettim." Musa b. Ukbe'nin belirttiğine göre, Rasûlullah (s.a,) şehid olarak vefat etmiştir.'[585]

Zehirin tedavisi, ya boşaltma veya nitelikleri ya da özellikleri dolayısıyla zehiri kaldıran ve iptal eden ilaçlarla olur. İlaç bulamayan, hemen küllî bir boşaltma yapsın.[586] En yararlısı da, hacamattır. Özellikle de bölge ve mev­sim sıcak olursa, çünkü zehirli kuvvet kana karışır, damarlara ve kılcal da­marlara girerek kalbe ulaşır. Bunun sonunda kişi yok olUr. Kan, zehiri kalbe ve organlara ulaştıran nesnedir. Zehirlenen acele eder ve kanı çıkarırsa, karışan bu zehirli nesne de onunla birlikte dışarı çıkar. Tam bir boşaltma olursa, gitmesi veya zayıflaması dolayısıyla zehir zarar vermez, tabiat ona karşı güç­lenir, yaptığını iptal eder veya zayıflatır.

Rasûlullah (s.a.) hacamat yaptırdığında, bunu omuzundan yaptırdı. Çün­kü kalbe en yakın hacamat yeri orasıdır. Zehirli madde kanla birlikte tam olarak dışarıya çıkmaz, bilakis Allah'ın bütün üstünlük mertebelerini tamam­lamasını murad etmesi dolayısıyla kanın-zayıflığına rağmen zehirin eseri ka­lır. Allah şehidliği ona ikram etmek isteyince, Allah'ın yapılmasını karar­laştırdığı işin gerçekleşmesi için zehirin gizli tesiri açığa çıkar. Yüce Allah'ın yahudi düşmanlarıyla ilgili sözlerinin sırrı da ortaya çıkar: "Size bir peygam­ber nefsinizin hoşlanmadığı bir. şey getirdikçe, büyüklük taslayarak, bir kıs­mım yalancı sayıp, bir kısmını öldürür müsünüz? "[587] "Yalancı sayıp" şek­linde, olmuş ve gerçekleşmiş durumu anlatan geçmiş zaman sözüyle ifade edil­miştir. "Öldürür müsünüz?" ise, olması beklenen gelecek zaman sözüyledir. Allah en iyisini bilir. [588]

 

29— Büyü ve Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) yahudilerin yaptığı  büyülerin tedavisi konusundaki tutumu şöyledir:

Bir grup, bunu kabul etmemiş ve "O'na karşı böyle bir şey caiz değil­dir." demişlerdir. Bunu eksiklik ve kusur saymışlardır. Durum onların san­dığı gibi değildir. Bilâkis bu, Rasûlullah'ın (s.a.) karşılaştığı ağrı ve hastalık­lardan biridir. Bununla, Rasûlullah'ın (s.a.) zehirlenmesi arasında bir fark yoktur. Sahihayn'da. Hz. Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Rasûlullah'a öyle bir sihir yapıldı ki, yapmadığı halde kendisine kadınlarla birleştiği haya­li gelirdi. Bu, sihrin en kötü şeklidir."[589]

Kadı Iyâz der ki: "Sihir, Hz. Peygamber'in (s.a.) de tutulduğu bir has­talık ve arızadır. Tıpkı reddedilemeyen diğer hastalıklar gibi. Bu, onun pey­gamberliğine bir zarar vermez. Yapmadığı halde bir şeyi yapar gösterilmesi­ne gelince, korunduğuna dair delil ve icmâ bulunduğundan dolayı doğrulu­ğunu zedeleyecek bir şey yoktur. Bu, kendisi sebebiyle gönderilmediği ve bu yüzden üstün kümmadığı dünya işiyle ilgili olarak caizdir. Peygamber, diğer insanlar gibi âfete uğrayabilir. Peygamberlikle ilgili bir işte gerçeği olmayan bir durumun hayali gelmesi, sonra düzelmesi imkânsızdır."

Maksat, bu hastalığın tedavisi konusundaki tutumunu göstermemizdir. Bu konuda O'nun iki çeşit tedavisi vardır:

1) Çıkarması ve iptali. Bu daha üstünüdür. Nitekim Rasûlullah (s.a.) bu konuda Rabbına dilekte bulunmuş, Allah da ona yolu göstermiştir. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), bu sihri kuyudan çıkarmıştır. Sihir, bir tarak, saç veya sakal kılı, erkek hurma çiçeği örtüsü idi.[590] Sihiri çıkarınca, büyüsü gitti, sanki bağından kurtulmuş gibi oldu.[591] Bu, hastanın en iyi tedavi yol­larından biridir. Tıpkı, pis maddenin vücuttan giderilmesi ve atılması gibidir.

2) Sihir eziyetinin ulaştığı yeri boşaltma. Çünkü sinirin tabiatta, madde­lerinin hareketinde ve mizacının bozulmasında etkisi vardır. Bir organda et­kisi görülür ve pis maddenin bu organdan boşaltılması mümkünse, gerçek­ten fayda verir.

Ebu Ube/d, Garibu'l-Hadîs'ts Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan şu riva­yeti verir^RasûluIlah (s.a.) büyü yapılınca başından boynuzla hacamat yap-tırdı."[592]

Bilgisi az olanlara bu biraz karışık gelmiş ve şöyle demişlerdir: "Haca­mat nerede, sihir nerede; bu hastalıkla, bu ilaç arasında ne gibi bir alâka var?" Şayet bu ilacı Hipokrat, îbn Sina veya başkaları söyleseydi, kabul ve teslimi­yetle benimserdiler. Halbuki bu ilacı, bilgisi ve faziletinden şüphe bulunma­yan söylemiştir.

Bil ki, Rasûlullah'a (s.a.) yapılan sihir, kafasının bir kuvvetine, bir şeyi yapmadığı halde yaptığı hayali geiecek şekilde ulaştı. Bu, büyü yapanın tabi­atta ve kan maddesindeki bir tasarrufudur ki bu madde kanına galip gelip, mizacının aslî tabiatını değiştirir.

Büyü, pis ruhların etkileri ile tabiî kuvvetlerin tepkisinden oluşur. Bu, en şiddetli büyülerdendir, özellikle de büyünün ulaştığı yerde. Büyünün fiil­lerinden zarar gören bu yere hacamat yapılması, uygun şekilde olursa en ya­rarlı tedavi çeşitlerindendir.                                                  

Hipokrat der ki: ''Boşaltılması gereken şeyler, meyili olduğu yerlerden, boşaltılmasına uygun şeylerle çıkartılmalıdır."

Bir grup insan şöyle der: Rasûlullah (s.a.) bu hastalığa tutulunca —ki bir şeyi yapmadığı halde yaptığı hayali gelirdi—, bunu dimağ tarafına mey­letmiş, karnına galip gelip mizacının tabiî durumunu kaldırmış kan medde-sinden veya başkasından sanırdı. Bu sırada hacamat yapılması, en iyi ilaçlar­dan ve tedavi yollarındandır. O da hacamat yaptırdı. Bu, hastalığının sihir olduğunun vahyedilmesinden öncedir. Yüce Allah'tan O'na vahiy gelince ve büyü yapıldığı haber verilince, gerçek ilaca başvurdu, ki bu da sihirin çıkar­tılması ve iptalidir. Allah'tan dilekte bulundu, Aîlah*O'na yerini gösterdi, bü­yüyü çıkardı, sanki bağından kurtulmuş gibi oldu. Bu büyü, vücudunda ve dış organlanndaydı, aklında ve kalbinde değildi. Bu yüzden, kadınlarla bir­leşme yaptığı hayalinin doğruluğuna inanmazdı. Bilakis, bunun gerçeği ol­mayan bir hayal olduğunu bilirdi. Böylesi, bazı hastalıklardan da ortaya çı­kabilir! Allah en iyisini bilir.

Büyünün en etkili tedavi yollarından biri, ilâhî ilaçlardır. Hatta bizzat yararlı ilaçlan bunlardır. Çünkü büyü, pis ve süflî ruhların etkilerindendir. Etkisinin defedilmesi, kendisine zıt ve aykırı zikir, âyet, fiil ve etkisini iptal eden dualarla olur, çok güçlü ve şiddetli olursa, etkili bir okuma (nuşre) omr [593] 3U) malzemesi ve silahı bulunan iki ordunun karşılaşması gibidir. Galip gelen, ötekini kahreder ve hakimiyeti alır. Kalb, Allah'ın zikriyle do­luysa, yakarış, dua, zikir ve sığınmaları vird edinip özü sözüne uygunsa, bu, sihirin etkisini engelleyen en önemli sebeplerden ve başa geldikten sonra da en iyi tedavi yollarındandır.

Büyücülere göre, büyülerinin etkisi, ancak zayıf tepkili kalblerde ve süf-liyâta bağlı şehvanî nefislerde tam olur. Bu yüzden çoğunlukla kadınlarda, çocuklarda, cahillerde, göçebelerde ve dinden, tevekkülden, tevhidden nasi­bi zayıf olanlar ile ilâhî virdler, dualar ve nebevi sığınmalardan nasibi olma­yanlarda etkisini gösterir.

Kısacası büyünün etkisi, süfliyâta meyilli zayıf tepkili kalblerde daha faz­ladır. Şöyle denilir: Büyülü, kendisine nazar değdirendir. Çünkü kalbinin ken­disine çok fazla yönelmiş bir şeye bağlı olduğunu görürüz. Kalbine meyil ve yönelişi olan tasallut eder. Habis ruhlar, ancak bu habis ruhlara meyli olma­sı, ve ilâhî kuvveti bulunmaması ve ona karşı savaşacak hazırlığı olmaması dolayısıyla tasallut için hazır bulduğu ruhlara tasallut eder. Onları hazırlık­sız ve uygun düşene meyli bulunmuş olarak yakalar, tasallut eder, sihir ve başkasıyla etkisine imkân bulur. Allah en iyisini bilir. [594]

 

30— Kusarak Boşaltma:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) kusarak boşaltma konusundaki tutumu şöyledir:

Tirmizî, Gâ/m'inde Mi'dân b. Ebî Talha— Ebu'd-Derdâ senediyle, şu­nu rivayet eder: Hz. Peygamber (s.a.) kustu ve hemen sonra abdest aldı. Sev-bân'i Dımaşk camiinde gördüm. Bunu ona anlattım. Dedi ki: "Doğru söyle­din. Abdest suyunu ben dökmüştüm." Tirmizî şöyle der: "Bu, konuyla ilgili en sahih rivayettir."[595]

Kusma, boşaltmanın temeli olan beş boşaltmadan biridir. Bunlar; ishal, kusma, kan çıkarma, buhar ve terin çıkması. Hepsi de sünnette geçmiştir.

îshal, "Tedavi olduğunuz en iyi şey müshildir." hadisinde yer alır. Başka, bir hadiste "sinamekidir" ifadesi bulunmaktadır.        

Kanın çıkarılması, hacamat hadislerinde geçti.Buharların boşaltılmasını, inşaallah bu fasıldan sonra zikredeceğim.

Terin boşaltılması, çoğunlukla kasden olur, hatta tabiatın onu vücudun dış kısmifia'itrnesi, deri deliklerini açık bularak oradan çıkmasıyla olur.

Kusma, midenin üst kısmından, hukne (lavman) ise alt kısmından bo­şaltmadır. İlaç, midenin üst ve ait kısmındandır. Kusma iki çeşittir: 1) Zora­ki olan, 2) İsteyerek olan. Birincisinin tutulması ve defedilmesi ancak az ol­duğunda ve teleften korkulduğunda mümkündür; önleyen şeylerle kesilebi­lir, ikincisi, zamanı ve zikredilen şartlan gözetildiğinde ihtiyaç durumunda en yararhsıdır.                           

Kusmanın on sebebi vardır:                                

1) Sarı acılı suyun üstün gelmesi ve midenin tepesine çakıp yükjs gerektirmesi.                                                              

2) Midede hareket eden ve dışarı çıkma ihtiyacı duyan yapışkan balga­mın galip gelmesi.

3) Bizzat midenin zaafından olması; yemeği hazmedemez, onu üst tara­fa atar.

4) Hazmını kötüleştiren ve yaptığını zayıflatan kötü bir maddenin ka­rışması.                                                    !

5) Midenin tahammül edebileceği yiyecek ve içeceğin aşılması, bunu tu­tamayıp, defetme ve atmayı gerektirmesi.

6) Yenilen ve içilenin mideye uygun olmayışı, ondan hoşlanmayışı, de­fetme ve atmayı gerektirmesi.

7) Yemeğin şeklini ve tabiatını etkileyen bir şeyin meydana gelmesi ve onu atması.

8) Bulantı; iç bulantısı ve kusmayı doğurur.

9) Şiddetli üzüntü, gam, keder, tabiatın ve tabiî güçlerin çoğunlukla bun­larla meşgul olması gibi psikolojik arızalar. Bunlar sonucunda tabiat bedeni idareye, gıdayı düzeltmeye, olgunlaştırmaya ve hazmetmeye çalışır, mide onu dışan atar. Bazan da iç sıkıntısı durumunda maddelerin hareketinden dolayı olur. Çünkü beden ve nefis, sahibine tepki gösterir ve şekline etki eder.

10) Tabiatın kusan birini görerek kusacağı gelmesi. İstemeksizin kusma durumu galip gelir. Çünkü tabiat dışarıdaki durumu hemen kendine taşıyıcı bir özelliğe sahiptir.

Uzman tabiplerden biri bana şunu anlattı: Sürme çekmekte uzmanlaş­mış bir yeğenim (kızkardeşimin oğlu) vardı. Sürme için oturduğunda, ada­mın gözünü açıp, göz ağrısını gördüğünde ve sürme yaptığında, onun da gözü ağrıdı; bu defalarca tekrar etti. Bunun üzerine sürmeciliği bıraktı. "Bunun sebebi nedir?" diye sorduğumda, "Tabiatın taşıyıcılığı, çünkü o taşıcıdır." cevabını verdi. Başka bir tanıdığım ise, bir adamın herhangi bir yerindeki si­vilceyi kaşıdığını görünce, o da aynı yeri kaşır ve içinden bir şeyler çıkardı. Ben derim ki: Bütün bunlar için tabiatın böyle bir durumu kabule hazır ol­ması gerekir. Bu durumda madde hareketsiz ve sakin olur, belirttiğimiz bu sebeplerden biri dolayısıyla harekete geçer. Ama bunlar, arızanın gerektirici-si değil, maddenin haraketine sebeptirler, i

Maddeler sıcak bölgelerde ve sıcak zamanlarda inceldiğine ve yukarıya çekildiğine göre, bunlarda kusma daha yalrarhdır.

Soğuk bölgelerde ve soğuk zamanlarda kalınlaşır ve yukarıya ç zorlaştığına göre, ishal yoluyla boşaltılması daha yararlıdır.

Maddelerin giderilmesi ve defedilmesi çekme ve boşaltma yoluyla olur. Çekme en uzak, boşaltma en yakın yoldur. İkisi arasındaki fark şudur: Mad­de, dökülme veya yükselmeye henüz istikrar bulmamış biçimde bir etken ol­duğunda, çekilmeye muhtaçtır. Şayet yükseîmekteyse aşağıdan, dökülmüşse yukarıdan çekilir. Ama yerinde istikrar bulursa, en yakın yoldan boşaltılır. Madde üst organlara zarar verince aşağıdan, alt organlara zarar verince yu­karıdan çekilir, îstikrar bulursa, en yakın yerden boşaltılır. Bu yüzden Rasû-Iullah (s.a.) bazan omuzundan, bazan başından, bazan da ayağının dışından hacamat yaptırdı. Sıkıntı veren kan maddesini en yakın yerden boşaltırdı. Allah en iyisini bilir.

Kusma, mideyi temizler ve güçlendirir, görmeyi keskinleştirir, baş ağır­lığını giderir, böbrek yaralarına, mesaneye, cüzzam ve istiskaya, felç ve titre­me gibi müzmin hastalıklara faydalı olur, hayvanların dışkı bozukluğuna fayda verir.

Sağlıklıların bunu, birincinin eksik yaptığım, ikincinin telafi etmesi ve bu sebeple toplanan fazlalıkları temizlemek için, sıra gözetmeksizin ayda peş-peşe iki kere yapması gerekir. Çok kusma, mideye zarar verir ve fazlalıkları kabul etmesini sağlar, dişlere, göze ve kulağa zararlı olur, bazan damar çat­lamasına sebep olur. Boğazında şişliği, göğsünde zaafı, boynu ince, kanama­ya hazır olanın veya hemen kusamayanm bundan kaçınması gerekir.

Birçokları kusmayı, kötü bir şekilde yapar. Bu şekilde, yani mideyi ye­mekle doldurup sonra dışan atmakta birçok âfet vardır. İhtiyarlığı çabuklaş-tırır, kötü hastalıklara sebep olur, kusma alışkanlığı yaratır. Rutubetli iç or­ganlar ve karın zayıflığı veya kusanın zayıf oluşunda kusmak tehlikelidir.

En iyi vakti kış ve sonbahar değil, yaz ve ilkbahardır. Kusma durumun­da, gözleri yummak, karnı bağlamak ve boşalınca yüzü soğuk suyla yıkamak, hemen ardından biraz mustakâ (çam sakızı) suyuyla birlijcte elma suyu içmek gerekir. Gül suyu çok fayda verir.

Kusma, midenin üst tarafından boşaltır, alt tarafından çeker. İshal ise tam tersidir.

Hipokrat der ki: "Boşaltma, ilaçla olmaktan çok, yazın üst taraftan, kışın alt taraftan olmalıdır." [596]                                                 

 

31-DOKTOR SEÇİMİ VE EHLİYET:

 

a) İyi Doktora Tedavi Olmak:

 

Hz. Peygamber (s.a.) daha iyi doktorun tedavisini tavsiye ederdi.

Mâlik, Muvatta'mda Zeyd b. Eslem'den şunu rivayet eder: Rasûlullah (s.a.) zamanında bir adamın yarası çıkmıştı. Yara kan toplamıştı. Adam En-mâroğullanndan iki kişiyi çağırdı. Yaraya baktılar. Rasûlullah'm (s.a.) ken­dilerine şöyle buyurduğu ileri sürülmüştür: "Hanginiz daha iyi doktor?" Ada­mın biri dedi ki: "Tıpta hayır var mı, ey Allah'ın elçisi?" Rasûlullah (s.a.) şu cevabı verdi: "Derdi indiren, devasını da indirmiştir."[597]'

Bu hadise göre, her ilim ve sanatta o konudaki en iyiden yardım istemek gerekir. Çünkü isabetli davranışa bu daha yakındır.

Fetva isteyenler de daha bilgililerden yardım almalıdır. Çünkü böyleleri daha ait mertebede olanlara göre isabet etmeye daha yakındır.

Kıbleyi beürleyemeyen de, kendisinden daha iyi bileni taklit eder. Allah kullarını bu şekilde yaratmıştır. Kara veya denizde yolculuk yapan da, delil­lerin en iyi ve doğrusuna göre sükûn ve emniyet bulur, ona yönelir ve daya­nır. Şeriat, fıtrat ve akıl bu konularda ittifak etmiştir.

Hz. Peygamber'in (s.a.), "Derdi indiren, devasını da indirmiştir." sözü gibi pek çok hadisi vardır. Amr b. Dînâr—Hilâl b. Yesâf senediyle rivayet edilen hadis böyledir: Rasûlullah (s.a.) bir hasta ziyaretine gitti. "Bir dokto­ru çağırın." buyurdu. İçlerinden biri: "Bunu sen mi söylüyorsun, ey Allah'­ın elçisi?" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Evet, Allah indirdiği her derde, deva da indirmiştir." buyurdu.

Buharı ve Müslim'in Sû/i/Tı'lerinde Ebu Hureyre'den merfû olarak şu hadis vardır: "Allah her indirdiği derde, deva da vermiştir." Bu ve başka hadisler daha önce geçti.

"Derdi ve devayı indirdi" sözünün anlamında ihtilâf edilmiştir. Bir grup şöyle der: İndirilmesi, kullara haber verilmesidir. Bu da bir şey değildir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) "indirdi" diyerek, umumî biçimde derdi ve devayı haber vermiştir. İnsanların çoğu bunu bilmez. Bunun için şöyle denmiştir: "Bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez."

Bir grup şöyle diyor: Dert ve devanın indirilmesi, yaratılması ve yeryü­züne konulmasıdır. Nitekim başka bir hadis şöyledir: "Hiçbir dert yoktur ki Allah onun devasını koymasın." Bu her ne kadar birinciden daha yakınsa da, "indirme" sözü, "yaratma" ve "koyma"dan daha özeldir. Gerektiren bir durum olmaksızın sözün özel oluşunu gözardı etmemek gerekir.

Bir grup şöyle der: Dert ve devanın indirilmesi, derdi, devayı vs. yi ya­ratma işinde görevli melekler vasıtasıyladır. Çünkü melekler bu dünyanın işiyle, ana rahmine düşüşünden ölümüne kadar insan türünün işiyle görevlidir. Dert ve deva, meleklerle indirilir. Bu, diğer iki yaklaşımdan daha iyidir.

Bir grup şöyle der: Dert ve devaların çoğu, gıdaların, azıkların, İlaçların ve hastahklann (bütün bunların araçları, sebepleri ve tamamlayıcılannın) doğ­duğu gökyüzünden inen yağmur vasıtasıyla elde edilir. Üstün madenlerden olanlar, dağlardan iner. Vadilerden, nehirlerden ve meyvalardan inenler de tağlîb (üstün olana göre hüküm verme) ve iki fiil yerine, ikisini de içeren bir fiille yetinme kaidesince £u söze dahildir. Bu Arapça'da, hatta diğer millet­lerde bilinen bir husustur. Nitekim şair şöyle der:

yu saman ve soğuk suyla besledim, gözleri çökük- oldu."[598] Başka biri şöyle der:

"Kocanın kılıcım ve okunu kuşandığını gördüm."[599] Bir diğeri şöyle der:

"Şarkıcılar bir gün görüldüklerinde ve kaşlarını ve gözlerini hilâl gibi yapınca..."[600]

Bu, diğer açıklama biçimlerinden daha iyidir. Allah en iyisini bilir.

Bu, Yüce Allah'ın hikmeti ve rablığının tamamındandır. Çünkü O, kul­larını dertlerle sınadığı gibi, sevindirdiği devalarıyla da onlara yardım eder. Günahlarla, onları sınadığı gibi tevbe, yokedici iyilikler ve keffaret olan mu­sibetler ile onlara yardım eder. Şeytanların habis ruhlarıyla sınadığı gibi, iyi ruhlardan bin orduyla, meleklerle onlara yardım eder. Arzu ve şehvetlerle sı­nadığı gibi, faydalı ve leziz nesnelerden şer'an ve miktar olarak sevindirecek olanlarla giderilmesine de yardım eder. Hiçbir sınama yoktur ki Allah bu be­lâya karşı yardım alacaklan bir şeyi vermesin. Bunu bilme konusundaki fark­lılık devam eder. Bilgi, meydana gelmesi ve ona ulaşmakla olur. Allah en iyi­sini bilir. [601]

 

b) Doktorların Sorumluluğu:

 

Ebu Davud, Nesâî ve İbn Mâce, Amr b. Şu'ayb—babası—dedesi sene­diyle şunu rivayet ederler: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Daha önce tıbbı bilmediği halde doktorluk yapan, tazminatını öder."[602]

Bu hadiste üç durum bulunmaktadır: I) Sözlükle ilgili durum, 2) Fikhî durum, 3) Tıbbî durum.

Sözlükle ilgili durum şudur: Arap dilinde "üb" çeşitli mânalara gelir. Düzeltme anlamı vardır: Bir şeyi düzelttim anlamına: "Tabbebtuhu", iyi ve siyasî davrandı anlamına: "Lehu tıbbun bi'l-umûr" denir. Şair şöyle diyor:

'Temîm'in durumu değişince, isabetli görüşünle oniann iyi idarecisi olursun.

"Tıb"bın bir başka anlamı, "uzmanlık"tır. Cevheri şöyle diyor: "Arap­lara göre her uzman kişi, tabiptir.'* Ebu Ubeyd ise şöyle diyor: "Tıbbın aslı, eşyayı iy bilmek ve maharettir. Böyle olan kişiye 'tıbb' ve 'tabîb' denir; has-

tanın tedavisi dışında da olsa bu böyledir." Başkası deriki: "Tabîb adam", yani mahir kişi demektir. Mahareti ve bilgisi dolayısıyla "tabib" diye isim­lendirilmiştir. Alkame şöyle diyor:                            

"Bana kadınları sorarlarsa, ben kadınların dertlerini en iyi bilenim.

Kişinin saçları ağarınca veya malı azahnca, kadın sevgisinden nasibi kalmaz. "[603]

Antere şöyle diyor:

"Zırhlı atlıları avlamaktan aciz değilken, senin gibi yüzünü kapatmışı avlamaktan nasıl âciz olurum? [604]"

"Tıb"bın bir başka anlamı "âdet"tir. "Bu benim tıbbim (âdetim) de­ğildir." denir. Ferve b. Museyk şöyle diyor:[605]

"Âdetimiz korkaklık değildir. Bilakis, hülyalarımız ve başkalarını^ Iâketidir.V

Ahmed b. Huseyn el-Mütenebbî şöyle diyor:

"Büyüklük âdetim değil, ama cahili ve akıllılık taslayanı sevmem."[606]

"Tıb"bm bir anlamı da "büyü"dür. "Matbûb (büyülü) adam" denir. Sahih'te Âişe (r. anha) hadisinde şu yer alır: Yahudiler Rasûlullah'a (s.a.) büyü yapınca ve biri,başına, diğeri ayaklarına iki melek oturunca biri diğeri­ne şöyle dedi: "Adamın durumu nedir?" Diğeri: "Büyülü (matbûb)" dedi. "Kim büyülemiş?" diye sorunca, "Filan yahudi" cevabını verdi.

Ebu Ubeyd şöyle diyor: Büyülü kişiye "matbûb" demeleri, "tıb"bı si­hirden kinaye yapmalarıdır; tıpkı sokulmadan kinaye yapmaları gibi. İyiliği­ni umarak "selîm = sağlam" derler. Aynı şekilde su bulunmayan helak edici çölle de kinaye yaparlar. Bizzat dert için de "tıb" denir. îbn Ebi'l-Eslet der ki:

"Hassân'a benim durumumu kim haber verecek, Derdin büyü müdür, akıl hastalığı mıdır?"

Hamaset şiiri ise şöyledir:

"Şayet büyülüysen, böylece kalırsın. Hastaysan iyileşen yoktur. "[607]

Kullandığı "matbûb" kelimesiyle büyülü kişiyi, "meshûr" kelimesiyle de "hastalığa yakalanmış" kişiyi kasteder.

Cevheri şöyle diyor: Hastaya "meşhur" denir. Sonra beyti verir. Mâna­sı şudur: Şayet senden ve sevginden başıma bir şey gelirse, Allah'tan devamı­nı isterim, zevalini istemem, bu ister büyü, isterse hastalık olsun.

"Tıb" kelimesi üç şekilde okunur. Üstünlü (tab) olursa, işleri iyi bilen demektir, tabîb için "tabb" da denir. "Tıb", tabibin işidir. "Tub", bir yer ismidir. İbnü's-Seyyid böyle demiştir. Şu beyti verir:

"Dedim ki: Kervanınızla suyu güzel Tuo'ta mı konakladınız?*'

Hz. Peygamber (s.a.) "Kim doktorluk taslarsa" sözünü kullanmış, "dok­torluk yaparsa" dememiştir. Çünkü "tefâ'ul" babında bir şeyi zorlamak ve onu güçlük ve ve zorlukla yapmak, ehli olmamak anlamı vardır. Zorlanmayı bu vezinle kurmuşlardır. Şair şöyle der:

"Kays Aylan'a ve Kays'hlık taslayana."[608]

Şer'î durum, cahil doktorun tazminat ödemesi gerektiğidir. Tıb ilmine ve uygulamasına önceden bir bilgisi olmadan girişirse, bilgisizlİğiyle canları telef etmeye girişmiş, ihmalkârlığıyİa bilmediğine atılmıştır. Böylelikle has­tayı aldatmış olur. Bu yüzden de tazminat ödemesi gerekir. Bu hüküm, ilim ehlinin bir icmaıdır.

Hattâbî şöyle diyor: Tedavi eden kimse kusurlu davranır da hasta telef olursa, tazminat ödeyeceğinde ihtilâf bilmiyorum. Bilinmeyen her hangi bir ilim veya uygulamayı yapan, kusurlu davranmıştır. Fiilinden dolayı telef du­rumu ortaya çıkarsa, diyeti öder, kısas yapılmaz. Çünkü, hastanın izni ol­maksızın tek başına bu işi yapmamaktadır. Doktor taslağının diyeti, fukaha-mn çoğunluğuna göre âkilesifıe (akrabasına) aittir.

Ben derim ki: Bu durum beş kısımdır:

1) Sanatının hakkını veren ve eliyle.suç işlemeyen uzman doktor: Sâri' veya tedavi ettiği kişi tarafından izinli fiilinden dolayı bir organın veya canın telef olması, yahut sıfatının kaybolması durumunda, ittifakla tazminat öde­mesi gerekmez. Çünkü bu bir kusurlu davranıştır, ama bu konuda izinlidir. Bu tıpkı, yaşı sünnete uygun bir çocuğu zamanında sünnet edip, hakkını ver­dikten sonra, organ veya çocuk yok olunca tazminat ödememesi gibidir. Tıpkı, insana veya bir başkasına gerektiğinde uygun şekilde ve vaktinde operasyon yapınca, bundan dolayı yok olursa tazminat ödememesi gibi. Sebebinde fai­lin kusurlu davranmadığı her izinli kusurlu davranış (sirayet) böyledir. Had-din ittifakla sirayeti, tazminat gerekmesinde Ebu Hanife'nin aksine cumhu­ra göre kısasın sirayeti, Ebu Hanife ve Şafiî'nin aksine ta'zîrin, kocanın karısını, öğretmenin öğrenciyi, kiracının hayvanı dövmesinin sirayeti gibidir. Şa­fiî, hayvanı dövmeyi istisna etmiştir.

Bu konudaki ittifaklı ve ihtilaflı kaide şudur: Suçun sirayeti, ittifakla taz­minat konusudur. Vacibin sirayeti, ittifakla düşürülmüştür. İkisi arasındaki­ler ihtilaflıdır. Ebu Hanife, mutlak olarak tazminatı vacip kılmış; Ahmed ve Mâlik tazminatı düşürmüş, Şafiî mukadder olandan tazminatı düşürmüş, gayru'I-mukadderde vacip' kılmıştır. Ebu Hanife, fiilde iznin, selâmetle şartlı olduğuna, Ahmed ve Mâlik, iznin tazminatı düşürdüğüne, Şafiî ise mukad­derde noksanın olmayacağına, bunun nas yerinde olduğuna, ta'zîr, te'dîb gi­bi gayru'l-mukadder'in ictihadî olduğuna, bunun sonucu telef olursa tazmi­nat ödeyeceğine, çünkü bunun kusurlu olduğu zanm verdiğine bakmıştır.

2)Tedavi ettiğini doğrudan tedavi eden ve bunun sonucu telefe sebep olan bilgisiz doktor taslağı: Bu durumda, ölen, doktor taslağının bilgisiz bir cahil olduğunu bilip de tedavisine izin vermişse tazminat ödemez. Bu şekil, hadi­sin zahirine aykırı değildir. Çünkü siyak ve sözün gücü, doktor taslağının has­tayı aldattığını ve öyle olmadığı halde ona tabip olduğu vtehmini verdiğini gös­terir. Hasta onun ^doktor olduğunu sanır ve bu bilgisi dolayısıyla tedavisine izm-verifse, tabip elinin işlediği cinayeti tazmin eder. Kullanacağı bir ilacı öğüt-leyince de durum böyledir. Hasta onun bu ilacı bilerek öğütlediğini sanır ve telef olursa, tazminatını öder. Hadis bu konuda zahir veya sarihtir.

3) İzin verilmiş ve sanatın hakkım veren, ama eli hata yapan ve sağlam bir organın telef olması kusurunu işleyen uzman doktor: Sünnetçinin eli ker­tiğe kadar giderse, tazminat öder. Çünkü hataen işlenmiş bir cinayettir. Şa­yet üçte bir veya daha fazla ise, âkilesine aittir. Âkile yoksa, diyet kendi ma­lından mı, beytülmaiden mi ödenir konusunda iki görüş vardır. Bunların her ikisi de Ahmed b. HanbePden rivayet edilir. Şöyle denir: Tabip zimmî ise ma­lından ödenir. Müslüman ise, bu konuda iki rivayet vardır. Şayet beytülmal yoksa veya yüklenmesi imkansızsa, diyet düşer mi, yoksa cinayeti işleyenin malına mı gerekir konusunda iki açıklama şekli vardır. Daha meşhuru, düşe­ceğidir.

4) Sanatını iyi bilen uzman doktor: Konuyu inceler, hastaya bir ilaç öğütler ve yanlış bir karar vererek, hasta ölürse, bu konuda iki görüş çıkarılabilir: a) Hastanın diyeti beytülmal tarafından ödenir, b) Diyet doktorun âkilesine attir. İmam Ahmed b. Hanbel, imamın ve hâkimin hatası konusunda her iki­sini de belirtmiştir.

5) Sanatının hakkım vertn uzman doktor: Bir adam veya çocuğun izni olmaksızın veya velisinin izniyle delinin vücudundan fazlalık bir parçayı keser ya da velisinin izni olmaksızın bir çocuğu sünnet eder, bunun sonucunda telef olursa, Hanbelî mezhebimize mensup olanlar tazminatını ödeyeceği gö­rüşünü benimser. Çünkü izinsiz bir fiilden ortaya çıkmıştır. Bulûğa ermiş bi­ri veya çocuk ve delinin velisi izin vermişse, tazminat ödemez. Mutlak olarak tazminat ödememesi ihtimali vardır, çünkü iyilik yapmıştır, iyilik yapmanın da bir tek yolu yoktur. Aynı şekilde, eğer, kusurluysa, tazminatı düşürme konusunda velinin izninin bir etkisi yoktur. Kusurlu değilse, tazminatının açıkj laması yoktur. Şöyle bir itiraz yapılabilir: İznin olmadığında kusurlu, izin ol-l duğunda kusursuzdur. Buna şu cevap verilir: Kusur veya kusursuzluk, fiilinin bizzat kendisiyle ilgilidir. îznin varlığının veya yokluğunun bu konuda bir et-l kişi yoktur. Bu düşünmeye değer bir konudur. [609]                                        '

 

c) Tabib Terimi:

 

Bu hadiste geçen "tabib" terimi —tedavi ettiği ister hayvan, ister insan olsun—; doktoru (tabâî), sürmeciyi (kahhâl), operatörü (cerra'ihi), sünnet­çiyi (hâtin), kan alıcıyı (fâsıd), hacamatçıyı (haccâm), sargıcıyı (mucebbir), dağlayıcıyı (kevvât), lavmancıyı (hâkin) içerir. "Tabîb" terimi, daha önce geç^ tiği gibi, sözlük açısından tümü için kullanılır. İnsanların, bazılarına özel isim' vermesi sonraki bir âdettir. Sözgelimi, "hayvan" (dâbbe) terimini her kav­min belli bîr tür için kullanması gibi. [610]

 

d) Doktorun Ehliyeti:                                                     

 

Uzman doktor (tabîb-i hazık), tedavisinde yirmi durumu göze tordur:

1—  Hastalığın türüne bakıp, hangi sınıfa girdiğini incelemek.

2— Sebebine bakıp, neden ortaya çıktığını, etkili sebebini belirlemek.

3— Hastanın gücünü incelemek, hastalığa dirençli olup olmadığını be­lirlemek. Şayet dirençli ve yenebilecek durumda ise, hastalığıyla mücadele et­mek üzere ikisini başbaşa bırakır. Sakin durumda olanı ilaçla tahrik etmez.

4—  Vücudun tabiî mizacını belirlemek.

5—  Tabiî olmayan bir şekilde ortaya çıkan mizacını belirlemek.

6—  Hastanın yaşı.

7—  Hastanın alışkanlığı.

8—  Mevsimin şu andaki durumu ve uyulması gerekli özellikleri.

9— Hastanın memleketi ve yaşadığı toprak parçası.

10—  Hastalık sırasında havanın durumu.

11—  Sözkonusu hastalığa panzehir ilacı belirlemek.

12— İlacın kuvveti ve derecesini incelemek, bu durumla hastanın gücü­nü mukayese etmek.

13— Bütün hedefinin sadece bu illeti gidermek olmayıp, daha zorlusun­dan emin olunacak biçimde gidermeye çalışmak. Daha zorlu başka bir illetin doğmasından emin olunmazsa, olduğu gibi bırakır. İlleti uygun bir şekilde gidermek vaciptir. Tıpkı damar ağzı hastalıklarında olduğu gibi. Çünkü kes­mek veya menetmekle daha zorlusunun doğmasındrn korkulur.

14— En kolayıyla tedavi etmek. Beslenme yoluyla tedaviden ilaç yoluy­la tedaviye ancak imkânsızlık durumunda geçebilir. Karmaşık ilacı ancak basit ilacın yetersizliğinden sonra kullanabilir. İlaç yerine beslenme, karmaşık ilaçlar yerine sade ilaçlar yoluyla tedavi etmek doktorun ehliyetindendir.

15—Hastalığın tedavisinin mümkün olup olmadığına bakmak. Şayet tedavi­si mümkün değilse, sanatını ve saygınlığını korur, tamahkârlığı onu hiçbir faydası olmayan ilaçla tedaviye itmez. Şayet tedavisi mümkünse, giderilip gi­derilemeyeceğine bakar. Giderilmesi mümkün değilse, hafifletilmesi ve azal­tılmasının mümkün oiup olmadığına bakar. Azaltılması mümkün değilse ve en iyi imkânı durdurulması ve ilerleyişini engellemesi olarak görürse, tedavi­de bunu hedef alır, hastanın kuvvetlenmesine yardım eder, hastalığın zayıf-latilmasına bakar.

16— Boşaltma yoluyla olgunlaştırmazdan önce karıştırmaya girişmeyip, bilakis olgunlaştırmak, olgunlaşması tamamlandıktan sonra hemen boşalt­maya girişmek.

17—  Kalblerin ve ruhların hastalanması ve ilaçları konusunda tecrübe ve uzmanlığı olmak. Bu, bedenlerin tedavisinde önemli bir esastır. Çünkü be­denin ve tabiatının nefse ve kalbe tepki gösterdiği, gözlemlenen bir durum­dur. Doktor, kalb ve ruh hastalıklarını ve tedavisini bildiğinde, gerçek bir-doktor demektir. Bu konuda tecrübesi olmayan —tabiatın ve beden durum­larının tedavisinde ehil olsa bile— yarım doktordur. Doğruluk, iyilik, güzel davranış, Allah'a ve ahiret yurduna yönelişle hastanın kalbini ve iyileşmesi­ni, ruhunun ve kuvvetlerinin güçlenmesini gözeterek tedavisini yapamayan her doktor, doktor değil, kusurlu bir doktor taslağı (mutetabbîb)û\v. Hasta­lığın en önemli tedavi yollarından birisi de, iyilik yapmak, iyi davranmak, zikir ve dua, Allah'a yakarış, niyaz ve tevbedir. Bu durumların, hastalıkların def edilmesinde etkisi vardır. Şifanın sağlanması, tabiî ilaçlardan daha Önem­lidir, Ancak bu, vücudun yapısı, kabulü ve bu konuda ve yararıyla ilgili ola­rak taşıdığı inanca göre etkilidir.

18— Hastaya, çocuğa davranır gibi, iyilikle ve yumuşaklıkla davranmak.

19— Tabiî, ilâhî ve moral ilaçlarını kullanmak. Çünkü ehii doktorların moral verme (tahyîl) konusunda ilacın sağlamadığı müthiş durumları vardır. Ehil doktor, hastalığa karşı yardımcı olan herşeyden yardım alır.

20— Tedavi ve tedbirini altı esası gözeterek yürütmek. —Bu doktorluk mesleğinin temelidir—: Mevcut sağlığı korumak, imkânlar ölçüsünde kaybe­dilen sağlığı geri getirmek, imkânlar ölçüsünde hastalığı gidermek veya azalt­mak, daha büyüklerini gidermek için iki kötülükten daha az zararlısına kat­lanmak, daha büyüklerini sağlamak için iki yarardan daha küçüğünü gözar-dı etmek. Tedavi, işte bu altı esas çerçevesinde olur. Bağlandığı esaslar bun­lar olmayan her doktor, doktor değildir. Allah en iyisini bilir.

Hastalığın başlangıç, ilerleme, bitme ve sona erme dönemleri olduğuna göre, doktorun, hastalığın bir durumuna uygun ve lâyık olanı gözetmesi ge­rekir. Her durumda kullanılması gerekeni kullanır. Hastalığın başlangıç saf­hasında tabiatın fazlahklan hareket ettirmeye ve olgunlaşması için boşaltmaya muhtaç olduğunu görürse, hemen buna girişir. Şayet, önleyen her engel, bo­şaltmak için kuvvetin zayıflaması ve tahammülsüzlük, mevsimin soğukluğu veya ortaya çıkan bir eksiklik dolayısıyla, hastalığın başlangıç safhasında ta­biatın hareket ettirilme fırsatı kacırılırsa, hastahğm ilerleme safhasında bunu yapmaktan mutlak bir şekilde sakımlmalıdır. Çünkü, eğer bunu yaparsa, ilaçla ilgilenmesi dolayısıyla tabiat şaşırır ve hastalığı düzeltmek ve tam olarak di­renmekten vazgeçer. Bu, tıpkı düşmanıyla savaşmakta olan süvariye gelinip, başka bir işle oyalanması gibidir. Bu durumda gerekli olan, mümkün oldu­ğunca tabiata kuvvetini koruftıakta yardım etmektir.

Hastalık biter, durur ve sakinleşirse, boşaltmaya ve sebeplerinin kökü­nü kazımaya başlar. Hastalık sona ermeye başlayınca, bu haydi haydi uygu­lanır. Bu, tıpkı şuna benzer: Düşmanın kuvveti biter ve silahı tükenirse, ya­kalanması kolay olur. Döner ve kaçmaya yönelirse, çok daha kolay teslim alınır. Hiddeti ve gücü, İşin başlangıcında, boşaltılması ve kuvvetinin artma­sı sırasındadır. Böylece hastalık ve ilaç eşittir.

Doktorun ehliyetinden birisi de, daha kolay yolla tedavi imkânı varken, daha zoruna başvurmaması, zayıftan kuvvetliye doğru gitmesidir. Ancak, kuv­vetin gitmesinden endişe edilmesi durumunda, daha kuvvetliyle işe başlan­malıdır. Tedavide bir tek yolda ısrar etmez, böylelikle tabiatın alışması ve tepkisinin azalması sonucunu doğurmaz. Kuvvetli mevsimlerde, kuvvetli ilaç­lara cesaret etmez. Daha önce de geçtiği gibi, beslenme yoluyla tedavi imkânı varken, ilaç yoluyla tedavi yoluna başvurmaz. Hastalığın sıcak mı, soğuk mu olduğunu kestiremezse, durum iyice belirinceye kadar bir işe girişmez ve so­nucundan endişe edileni denemeye girişmez. Sonucu zararlı olmayanın de­nenmesinde bir sakınca yoktur.

Birkaç hastalık birden varsa, şu üç durumdan birini taşıyandan başlar:

1) Birinin iyileşmesi ötekine bağlı olmak: Çıban ve yara gibi. Bu durum­da çıbandan başlanır.

2) Birinin, diğerinin sebebi olması: Bakteri kütlesi ve sıtma (humma afi­ne) gibi. Bu durumda sebebi gidermeye başlar.

3) Birinin diğerinden daha önemli olması. Geçici ve müzmin hastalık gi­bi. Geçici olandan başlar. Bununla birlikte ötekinden de geri durmaz. Hasta­lık ve belirti birlikte göründüğünde hastalıktan başlar. Ancak belirti — kulançta[611] olduğu gibi— daha kuvvetli olursa, önce acı teskin edilir, son­ra bakteri tedavi edilir, tlaç yolu yerine, açlık, oruç ve uyku gibi boşaltma yolları mümkünse, ilaçla boşaltma yapmaz. Korumayı hedeflediği her sağlı­ğı, benzer ve aymsıyla korur. Şayet daha iyisine geçebiliyorsa, panzehirle ona geçer. [612]

 

32-  Bulaşıcı Hastalıklardan Korunma:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) bulaşıcı hastalıklardan korunma ve sağlıklıla­rın bulaşıcı hastalığa yakalananlardan uzaklaşmasını tavsiye konusundaki tu­tumu şöyledir:

Müslim'in Sahih'inde yer alan Câbir b. Abdillah'ın rivayet ettiği hadis­te sabit olduğuna göre, Sakîf kabilesi heyetinde cüzzamh biri vardı. Hz. Pey­gamber (s.a.) ona haber gönderip şöyle dedi: "Dön, sana bîat ettik."[613]

Buharî, Sahih'inde Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadis üzerine açıkla­ma yaparken, Hz. Peygamber'den (s.a.) şu hadisi rivayet eder: "Cüzzamh-dan, arslandan kaçar gibi uzak dur."[614]

İbn Mâce'nin Sünen'indz İbn Abbas'tan Hz. Peygamber'in (s.a.): "Cüz-zamlıya çok bakmayın." buyurduğu rivayet edilir.[615]

Buharî ve Müslim'de yer alan Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadise göre Hz. Peygamber (s.a.): "Hasta devesi olan onu sağlıklı devesi plana getirme­sin." buyurmuştur.[616]

Hz, Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Cüzzamlıyla, aranızdaki bir veya iki mızrak boyu mesafeden konuş."[617]

Cüzzam, bütün vücuda yayılan siyah salgıdan ortaya çıkan kötü bir has­talıktır. Bütün organların yapısını, şeklini ve görüntüsünü bozar. Hastalığın ileri derecesinde organlar dökülüp düşecek şekilde bozulabilir. Cüzzama "ars-Ian hastalığı" da denir.[618]

Bu isimlendirmede doktorların üç görüşü vardır: 1) Bu hastalık arslanın çok yakalandığı bir hastalıktır. 2) Bu hastalık, hastayı asık yüzlü yapar, ars-lan görüntüsünü kazandırır. 3) Cüzzamlıya yaklaşanı arslan gibi yakalar.

Doktorlara göre bu hastalık, bulaşıcı ve nesilden nesile geçen bir hasta­lıktır. Cüzzamlıya yaklaşan ve veremli hastası bulunan, mikrobu hava yoluyla kapar. Hz. Peygamber (s.a.), ümmetine olan büyük sevgisi ve içtenliği dolayısıyla, bedenlerine ve gönüllerine bir kusur ve bozukluk getiren sebep­lerden uzaklaşmalarını istemiştir. Hiç şüphesiz, bu hastalığa yakalanmak için vücutta gizli bir kabiliyet ve potansiyel olabilir, vücut çok çabuk cevap verici ve yakınında ve ilişki içinde bulunduğu taşıyıcı kişilerden hastalığı kapan bir yapıda olabilir. Bu hastalıktan korkmak ve vehim içinde olmak, bulaşması­nın en önemli sebeplerindendir. Çünkü evham çok aktiftir ve bütün organla­ra ve fonksiyonlara hâkim olur. Hastanın nefesi, sağlıklıya ulaşıp, mikrobu ona aşılavabilir. Bu durum, bir takım hastalıklarda görülmektedir. Hava, has­talığın bulaşma sebeplerinden birisidir. Bütün bunlara rağmen, hastalanmak için vücudun bu hastalığı kapabilecek yapıda olması zorunludur. Hz. Pey­gamber (s.a.) bir kadınla evlenmişti. Gerdeğe girmek istediğinde, kalçasında bir beyazlık gördü ve kadına: "Ailene dön." dedi.[619]

Bazıları, bu hadisler ile onları iptal eden ve aykırılığı bulunan başka ba­zı hadislerin çatıştığını zannetmiştir. Bu hadislerden birisi, TirmizTnin[620]Câ-bir b. Abdillah'tan rivayet ettiği şu hadistir: Rasûlullah (s.a.) cüzzamlı bir adamın elini tuttu. Sahanın içine sokarak "Allah'a güvenerek ve O'na daya­narak bismillah deyip ye!" buyurdu.

Yine Sahih'tç Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadise göre Hz. Pey­gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hastalığın kendiliğinden sirayeti ve eşya­da uğursuzluk yoktur."

Hadislerin çatıştığı iddiasına karşı biz şunları belirtiriz: Allah'a hamd olsun ki Hz. Peygamber'in (s.a.) sahih hadisleri arasında çatışma yoktur. Çatışma olduğu samlıyorsa bunun sebebi, ya iki hadisten birisi O'na ait olmayıp gü­venilir râviler de yanılab ileceğinden güvenilirliğine rağmen bazı râviler hata etmiştir, ya da nesih sözkonusu olabilen türden ise iki hadisten birini neshet-miştir, veyahut da çatışma bizzat Hz. Peygamber'in sözünde değil de bu sö­zü duyanın anlayışındadır. Çatışma iddiası işte bu üç durumdan birisidir.

Her ikisi de her yönden sahih, açık ve çelişkili görünüp de biri diğerini neshetmeyen hadis asla yoktur. Dudaklanndan yalnızca gerçekler çıkan, doğru sözlü olan ve böyle kabul edilen birinin sözünde çelişme bulunmasından Al­lah korusun. Yanlışlık, nakledilenin bilinmemesi ve sahih olan ile olmayanın ayırd edilememesindeki eksiklikten veya Hz. Peygamber'in (s.a.) muradını an-lnmak ve kasdetmediği bir şekilde yorumlamaktaki kusurdan, yahut da ikisinin birden bulunmasından ortaya çıkar. îşte görüş ayrılıkları ve fesat d&'bun-Iardan doğmuştur. Başarıya Allah'ın yardımıyla ulaşılır.

İbn Kuteybe, İhtilâfu'î-Hadis adlı eserinde, hadis düşmanları ile hadis ehlinin bu konudaki görüşlerini şöyle anlatır: Derler ki: Hz. Peygamber'den (s.a.) birbiriyle çelişen iki hadis rivayet ediyorsunuz. Birinde: "Hastalığın ken­diliğinden bulaşması ve eşyada uğursuzluk yoktur."; Hz. Peygamber'e (s.a.): Uyuz, devenin dudağında yer eder ve bulaşır denilince, "Birincisi ne kadar bulaştırıcıymış!" buyurdu.[621] Yine, "Hasta devesi olan, onu sağlıklı deve­si olana getirmesin. Cüzzamhdan arslandan kaçar gibi uzaklaş." hadisini ri­vayet edersiniz. Bir de şunu rivayet edersiniz: Müslüman olduğuna dair bîat etmek üzere Hz. Peygamber'e (s.a.) cüzzamlı biri geldi. Hz. Peygamber ona bîat ettiğini bildirdi ve ayrılmasını emretti. Ona izin vermedi ve şöyle buyur­du: "Uğursuzluk kadında, evde ve hayvanda olur.'[622]İşte bütün bunlar bir­biriyle çelişkilidir, tutarlı değildir.

Ebu Muhammed der ki: Bizce bunlarda bir çelişki yoktur. Her birinin ayrı yeri ve zamanı vardır. Şayet bu yer ve zaman iyi ayarlanırsa, çelişki de ortadan kalkar.

Bulaşıcı hastalık iki çeşittir:

1) Cüzzamın bulaşıcıhğı: Cüzzamlının nefesi çok etkili olur, yanında uzun süre oturan ve konuşana mikrobu bulaştırır. Cüzzamlının karısı da bunlar arasındadır, onunla evde birlikte yatar, hasta ona mikrobu verir, hatta kadın da cüzzama yakalanabilir. Böylece çocukları da büyüyünce babalarına ben­zer. Verem, sıtma ve uyuz da böyledir. Doktorlar veremli ve cüzzamhyla bir­likte olmamayı öğütler. Bununla uğursuzluğu değil, havanın değişmesini ve uzun süre onu teneffüs edene mikrobun geçeceğini belirtmek isterler. Dok­torlar, uğura ve uğursuzluğa en az inanan kişilerdir. Develerde sulu uyuz da böyledir. Develer birlikte olur, karışır veya aynı yerde barınırsa, içtiği sudan veya yaradan mikrobu kapar. Hz. Peygamber (s.a.): "Hasta devesi olan, onu sağlıklı devesi olana getirmesin." buyururken işte bunu kasdetmektedir. Böy­lelikle O, yaradan bir şey kapmaması için hastanın, sağlıklıyla karıştırılması­nı iyi görmemiştir.

2) Diğer bulaşıcı hastalık ise, herhangi bir bölgedeki taun hastalığıdır. Bulaşmaması için insanlar tâunlu bölgeden kaçar. Hz. Peygamber (s.a.) şöy­le buyurur: "Bulunduğunuz bölgede taun olursa, oradan çıkmayın. Taun olan bölgeye de girmeyin." "Çıkmayın" sözüyle şunu demek istiyor: Tâunlu böl­geden çıkmayın. Siz Allah'ın takdirinden kaçmayı, sizi Allah'ın takdirinden kurtarır sanırsınız. "Girmeyin" sözüyle ise tâunsuz bölgede kalmanız gönül­lerinizi daha yatıştırıcı, hayatınızı daha sevdiricidir. Kadın veya evin uğur­suzluğu işte bundan bilinir. Erkeğin başına bir sıkıntı gelince veya açlık olun­ca, "Uğursuzluğu sen getirdin." der. Hz. Peygamber'in (s.a.): "Uğursuzluk yoktur." dediği şey işte budur.[623]

Başka bir grup şöyle der: Cüzzamlıdan uzaklaşma ve kaçma emri, tavsi­ye ve yönlendirme niteliğindedir. Onunla birlikte yemesi ise, beraberce ye­menin caiz olup haram olmadığını göstermek içindir.

Başka bir grup ise şöyle diyor: Bu iki açıklama, genel değil, özeldir. Hz. Peygamber (s.a.) her bir açıklamayı durumuna uygun düşecek şekilde yap­mıştır. Bazı insanlar kuvvetli iman ve tevekkül sahibidir ve bu tevekkül kuv­veti tıpkı güçlü tabiatın hastalığı defedip yok etmesi gibi uğursuzluk kuvveti­ni defeder. Bazıları ise buna güç yetiremez. Böylesine de ihtiyatı ve korun­mayı söylemiştir. Yine Hz. Peygamber (s.a.), ümmetinin her ikisine de uy­ması için, iki durumu birlikte uygulamıştır ki gücü yeten, Allah'a tevekkül ve O'na güvenme yolunu, güç yetiremeyen de korunma ve ihtiyat yolunu se­çebilsin. Bunların her ikisi de doğru yoldur. Biri kuvvetli mü'min için, diğeri ise zayıf mü'min için. Böylece her bir grubun durumlarına uygun bir daya­nak ve model vardır. Bu olaylara benzer şekilde, Hz. Peygamber (s.a.) dağ­lama yapmış ve fakat dağlama yapmayam övmüş, yapmamayı tevekküle ben­zetmiş, uğursuzluğu terketmiştir. Bunun benzerleri çoktur. İşte bu gerçekten güzel ve ince bir yoldur. Hakkını veren ve özünü kavrayan için birçok çatış­ma durumu ortadan kalkar.

Bir başka grup ise, cüzzamlıdan kaçma ve uzaklaşma emrinin tabiî bir durum dolayısıyla olduğunu benimsemiştir. Bu tabiî durum, hastadaki mik­robun dokunma, birlikte olma ve teneffüs yoluyla sağlıklı kişiye geçmesidir; bu, beraberlik ve dokunmanın yenilenmesiyle olur. Cüzzamlıyla üstün bir yarar dolayısıyla birlikte yemesinin bir sakıncası yoktur. Bir defada ve kısa bir sü­rede hastalık bulaşmaz. Birincisinde kötülüğü önlemek ve sağlığı korumak maksadıyla beraberliği yasaklamış, ikincisinde ihtiyaç ve yarar ölçüsünde be­raber olmuştur. Aralarında bir çelişki yoktur.

Başka bir grup da şöyle diyor: Birlikte yediği cüzzamlı henüz ilerleme­miş bulaşıcı olmayan bir cüzzama tutulmuş olabilir. Bütün cüzzamlılar aynı değildir, hepsinden de hastalık bulaşmaz. Bilakis bazı cüzzamlılarla birlikte olmak zarar vermez ve hastalık bulaştırmaz. Bu hastalar, hastalık biraz bu-laşıp.durumu ilerîemeyip bu şekilde devam eden ve vücudunun diğer kısım­larına bulaşmayan hastalardır ki, onların hastalığının başkasına bulaşmama­sı daha çok beklenir.

Başka bir grup şöyle diyor: Cahiliye insanı bulaşıcı hastalıkların, Allah'a nisbeti sözkonusu olmaksızın doğrudan hastalığın kendi özelliğinden bulaşı­cı olduğuna inanırdı. Hz. Peygamber (s.a.) onların bu inançlarını iptal etti. Hastalık ve şifa verenin yüce Allah olduğunu belirtmek için cüzzamlıyla bir­likte yedi. Bunun Allah'ın sebepleri ve sonuçlarına götürücü şekilde yarattı­ğından olduğunu anlamaları için cüzzamhya yaklaşmalarını yasakladı. Ya­saklamasında bu sebepleri ortaya koyması sözkonusu iken fiilinde bu sebep­lerin kendiliğinden doğmadığını, bilakis, dilediği takdirde yüce Allah'ın on­ların kuvvetini alıp tesirini önlediğini, dilerse de olduğu gibi bırakıp tesir etti­ğini açıklaması sözkonusudur.

Bir başka grup ise şöyle diyor: Bu hadisler içinde nâsih vardır, mensûh vardır. Tarihlerine bakılır. Daha sonra olanı bilinirse, nâsih olduğuna hük­medilir, aksi takdirde bir değerlendirmeye girişmekten kaçınılır.

Başka bir grup da şöyle diyor: Bunların bir kısmı tam olarak tesbit edil­miş, bir kısmı ise tesbit edilememiştir. Bir grup, "uğursuzluk yoktur" hadisi hakkında şunu söylemektedir: Ebu Hureyre, önce bu hadisi rivayet ederdi, sonra şüphelendi ve bıraktı. Kendisine başvurup, "Bunu rivayet ettiğini duyduk" dediklerinde, rivayet etmedi.

Ebu Seleme şöyle diyor: "Ebu Hureyre bu hadisi unuttu mu, yoksa ha­dislerden biri diğerini nesh mi etti, bilemiyorum?"

Câbir b. Abdullah'ın rivayet ettiği: "Hz. Peygamber (s.a.), bir cüzzam-lının elini tutup sahana soktu." şeklindeki hadis, sabit ve sahih bir hadis değildir. Tirmizî'nin bu hadisle ilgili değerlendirmesi, garib bir hadis olduğu şek­lindedir, bu hadisi sahih veya hasen olarak da görmemiştir. Şu'be ve başka­ları; "Bu çeşit garib hadislerden sakının" derler. Tirmizî de diyor ki: "Bu, Hz. Ömer'in bir fiili olarak da rivayet edilir ki bu gerçektir." Yasaklama ha-disleriyle çatıştırılan iki hadisin durumu işte budur: Birincisini Ebu Hureyre rivayet etmekten vazgeçmiş ve inkâr etmiş, ikincisi ise Rasûlullah'a ait değil­dir. Allah en iyisini bilir.

Bu konuyu Miftâhu Dâri's-Sa'âde adlı eserimizde buradakinden daha geniş bir şekilde ele aldık.[624] Başarıyı Allah'tan isteriz. [625]

 

33- Haram Nesnelerle Tedavi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) haram nesnelerle tedaviyi yasaklama konusun­daki tutumu şöyledir:

Ebu Davud, Sünen'inde Ebu'd-Derdâ'dan Hz. Peygamber'in şöyle bu­yurduğunu rivayet eder: "Allah hastalığı ve ilacını yaratmıştır. Her hastalı­ğın ilacını yaratmıştır. Tedavi olunuz. Haram nesnelerle tedavi oima-yınız."[626]

Buharî, Sahih'inde İbn Mes'ûd'dan şunu nakleder: "Allah şifanızı size haram kıldığına vermemiştir."[627]

Sünen'dz Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) haram ilaçlan yasaklamıştır.'[628]

Müslim'in Sahihinde Târik b. Suveyd el-Cu'fî'den rivayet edildiğine göre, Târik, Hz. Peygamber'e (s.a.) şarabı sormuş, Hz. Peygamber de onu yasak­lamış veya yapılmasını hoş görmemiştir. Bunun üzerine Târik: "İlaç için yapacağım" deyince Hz. Peygamber de: "O ilaç değil, fakat hastalıktır." bu­yurmuştur.[629]

Sünen'de ilaç olarak yapılan şarap sorulunca, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: " O, hastalıktır, ilaç değil. "[630]

Müslim'in Sahih*inde Târik b. Suveyd el-Hadramî'den rivayete göre, Hz. Peygamber'e şunu anlatmıştır: "Ey Allah'ın elçisi! Bizim bölgemizde üzüm­ler var, onları sıkıp içecek yapar ve içeriz." Hz. Peygamber: "Hayır, olmaz." cevabını verdi. Bunun üzerine yeniden şunu söyledim: "Hastalar için şifa arı­yoruz." Hz. Peygamber: "Bu şifa değil, hastalıktır." cevabını verdi.[631]

Nesâî'nin Sünen'indG yer aldığına göre, doktorun biri, bir hastalığın ila­cı konusunda kurbağadan söz açınca, Hz. Peygamber (s.a.), onun kurbağayı öldürmesini yasaklamıştır.[632]

Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Şarapla tedavi olana Allah şifa vermez. "[633]

Haram nesnelerle tedavi olmak, aklen ve şer'an kötüdür. Şer'an kötü oluşunun dayanağı, zikrettiğimiz bu hadisler ve diğerleridir. Aklen kötü olu­şunun gerekçesine gelince; Yüce Allah onları pis oluşları yüzünden haram kıl­mıştır. Çünkü, güzel nesneleri Allah bu ümmete ceza olsun diye haram kıl-mamıştır. Halbuki İsraüoğullarına bunları da haram kılmıştır: "Yahudilerin yaptıkları zulüm dolayısıyla, helâl kılınan güzel nesneleri onlara haram kıl­dık."[634] Yüce Allah bu ümmete haram kıldığını, pis oluşu dolayısıyla ha­ram kılmıştır, böylesinin haram kılınması onları korumak ve kullanımından sakındırmak içindir. Mikrop ve hastalık sebeplerinden şifa aranması uygun düşmez. Çünkü, her ne kadar hastalığın gitmesinde etkisi varsa da, kendisin­deki pislik dolayısıyla kalbe daha büyük bir mikrop bırakır. Bunun sonunda da tedavi gören, beden hastalığını giderme uğrunda kalb hastalığını kapmış olur.

Ayrıca, haram kılınması, her yolla ondan kaçınmayı ve uzak durmayı gerektirir. İlaç olarak kullanımında, arzu ve isteği kamçılama sözkonusudur. Bu ise şeriatın maksadına aykırıdır. Bunun yamsıra, şeriat sahibinin ortaya koyduğu gibi, o bir hastalıktır, ilaç olarak kullanılması caiz değildir.

Haramın kullanılması» bedene ve ruha pislik niteliğini nakşeder. Çünkü beden, ilaçtan açık bir şekilde etkilenir. Şayet ilaçta pislik varsa, beden bu ilaçtan pislik alır, hele hele bizzat kendisi pis olan ilaçlarda durum daha da kötüdür. Bu yüzden yüce Allah, nefse pislik şekil ve niteliğini vermesi dola­yısıyla, kullarına pis gıda, içecek ve giyecekleri haram kılmıştır.

Ayrıca, haram nesneyle tedavinin mubah kılınması —özellikle şehvet ve lezzet için kullanmaya yol arayan, onun yararlı olduğunu, mikropları öldü­rüp şifa sağladığını sanan— nefisler için bulunmaz bir nimet olur. Şârî\ müm­kün olan her şekilde kullanımına yol vermemiştir. Hiç şüphesiz haramın kul­lanılmasına yolu kapatmakla açmak arasında çatışma ve çelişme vardır.

Bunun yanısıra, haram ilaçlarda varolduğu sanılan şifadan daha fazlası vardır. Sözümüzü Allah'ın bize asla şifa vermediği kötülüklerin anasına geti­relim. O, doktorlar, hukukçular ve kelâmcılara göre akim merkezi olan di­mağa şiddetli bir şekilde zarar verir. Hipokrat, ondan şöyle söz eder: "Şara­bın başa zararı çoktur. Çünkü şarap hızla oraya yükselir. Onun yükselişiyle bedene hakim maddeler de yükselir. Böylece zihne zarar verir."

Kâ/vir'm yazarı şöyle diyor: nirlere zarar vermesidir."

'Şarabın ayırdedici Özelliği, dimağa ve si-

Şarap dışındaki haram ilaçlar iki çeşittir:

1—  Nefsin hoşlanmadığı ve tabiatın hastalığı onunla tedavisine yönel­mediği nesneler: Zehirler, zehirli yılan etleri vb. pis nesneler. Her biri tabia­tın hoşlanmadığı şeylerdir. Bu yüzden ilaç değil, hastalığa dönüşür.

2—  Nefsin hoşlandığı nesneler: Bunun zararı, yararından çoktur. Akıl haram kılınmasını gerektirir. Akıl ve fıtrat bu konuda şeriatle uygunluk gösterir.

Burada, haram nesnelerin ilaç olarak kullanılmaması konusunda ince bir sır vardır. İlaçla şifa bulmanın şartı, onu benimseyerek ve yararına inanarak kullanmaktır. Allah haram nesneye şifa bereketi vermemiştir. Çünkü, yarar­lı olan bereketlidir. Nesnelerin en yararlısı, en bereketli olanıdır. İnsanların mübarek olanı, nerede olursa olsun helâlden yararlananıdır. Bilindiği gibi müs-lümanın bu nesnenin haram olduğuna inanması, bereketine ve yararına inan­masına, onun hakkında iyi niyet beslemesine ve tabiatının onu kabul etmesi­ne engeldir. Hatta kulun imanı arttıkça, ondan daha hoşlanmaz, ona inan­maz ve tabiatı onu arzulamaz. Bu durumda onu kullandığında, haramhğına inancı, iyi niyet beslemeyişi ve hoşlanmayışı ortadan kalkmadığı surece, ken­disi için ilaç değil, hastalık olur. İnancı, iyi niyet beslemeyişi vejioşlanmayısının ortadan kalkması ise imana aykırıdır. Mü'min ise onu sadece vâS dece hastalık olarak kullanır. Allah en iyi bilendir. [635]

 

34— Bitin Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) baştaki biti tedavisi ve gidermesindeki tutumu şöyledir:

Buharî ve Müslim'in Sahih 'lerinde Kâ'b b. Ucre'den şu olay rivayet edi­lir: Başımda bir ağrı vardı. Rasûlullah'm (s.a.) yanına getirildim. Bitler yü­zümde sıçrayıp duruyordu. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Meşakkatin sende bu dereceye vardığını zannetmezdim." Bir rivayete göre Hz. Peygamber, ba­şını tıraş etmesini ve altı fakiri doyurmasını ya da bir koyun kesmesini veya­hut üç gün oruç tutmasını emretti.[636]

Bit, başta ve vücutta iki şeyden ortaya çıkar: Bedenin dışından ve için­den. Dışından olan, vücutta biriken kir ve pisliktir. İkincisi ise, kokuşmuş vücut pisliğidir ki vücut onu deri ile et arasına atar, deriden çıktıktan sonra terle kokuşur, bit de işte bundan olur. Bu çoğu kez, mikroptan, hastalıklar­dan ve kirler sebebiyle olur. Çocukların başlarında, çoğu kez terli oluşları ve bitin doğmasını sağlayan sebeplerin taşıyıcılığını yapmalan dolayısıyla daha çok olur. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.), Cafer'in oğullarım tıraş etmiştir.

Bitin en önemli ilacı, deri gözeneklerinin açılması için başın tıraş edil­mesidir. Bunun sonucunda pis salgılar dışarı atılır ve karışım maddesi zayıf­lar. Tıraş olduktan sonra başa biti öldüren ve üremesini engelleyen ilaç bağ­lanması gerekir.

Başın tıraş edilmesi üç çeşittir: 1) İbadet ve Allah'a yaklaştırıcı olan, 2) Bid'at ve şirk olan, 3) İhtiyaçtan ve ilaç olarak yapılan. Birincisi, hac veya umrede yapılan tıraştır. İkincisi; başın Allah'tan başkası için tıraş edilmesi­dir. Nitekim bazı müridler, şeyhleri için tıraş olurlar. "Başımı filan için tıraş ettim", "Sen başını filan için tıraş ettin" derler ki, bu "filana secde ettim" demek gibidir. Çünkü başın tıraş edilmesi itaat, ibadet ve bağlılık sembolü­dür. Bu yüzden de hac ibadetinin bir unsuru olmuştur; hatta İmam Şafiî'ye göre, haccın onsuz tamam olmayacağı bir rüknüdür. Çünkü, başın tıraş edil­mesi, azametine boyun eğmek ve izzetine saygı göstermek için alınların Rab huzuruna konmasıdır. Bu da ibadet şekillerinin en ileri derecesidir. Bunun için Araplar, esiri aşağılamak veya salıvermek istediklerinde, başını tıraş edip salıverirlerdi. Sapık şeyhler ve şeyhlikleri şirk ve bid'ate dayalı olup Rablığa özenenler ortaya çıkınca, müridlerinden kendilerine ibadet etmelerini istedi­ler, başlarını da kendileri için tıraş etmelerini telkin ettiler, kendilerine secde edilmesini de telkin ettiler, ama buna başka bir isim vererek, "Bu, başın şeyh huzuruna konmasıdır." dediler. Allah'a yemin olsun ki, Allah için secde, başın O'nun huzuruna konmasıdır. Yine bu şeyhler, müridlerinin onlar adına adak yapmalarını, onlara tevbe etmelerini ve onların adıyla yemin etmelerini tel­kin ettiler. Bu ise, Allah'tan başka Rablar ve tanrılar edinmeleri demektir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah'ın, kendisine kitabı, hükmü ve peygam­berliği verdiği insanoğluna, 'Allah'ı bırakıp bana kulluk edin1 demek yaraş­maz. Fakat 'Kitab'ı öğrettiğinize, okuduğunuza göre Rabbe kul olun' demek yaraşır. Size melekleri, peygamberleri Rab olarak benimsemenizi emretmesi de yaraşmaz. Siz müslüman olduktan sonra size inkâr etmeyi mi emre­decek? "[637]

İbadetlerin en üstünü, namaz ibadetidir. Şeyhler ile bilginler ve ceberut taslakları namazın unsurlarını aralarında bölüşmüşlerdir. Şeyhler namazın en üstün unsurunu, secdeyi almışlardır. Bilginlere benzemek isteyenler ise rükû'u almışlardır. Birbirleriyle karşılaşınca, namaz kılanın Rabbma rükû için eğil­mesi gibi eğilirler. Ceberutlar ise kıyamı almışlardır; hürler ve köleler, onlar otururken huzurlarında ayakta dururlar. Hz. Peygamber (s.a.) bu üç duru­mun her birini tek tek yasaklamıştır. Bu şekilde hareket etmek bu yasağa açık­tan muhalefet demektir. Hz. Peygamber, Allah'tan başkasına secde edilme­sini yasaklamış, şöyle buyurmuştur: "Hiç kimsenin bir başkasına secde et­mesi yaraşmaz." Muaz b. Cebel'in secde etmesi teklifini reddederek: "Sakın duymayayım!" demiştir.[638] Bunun haram oluşu, zarurât-ı diniyyedendir. Bu­na Allah'tan başkası için izin verenin bu tutumu, Allah'a ve Peygamberine karşı çıkmak demektir.               

Secde ibadet çeşitlerinin en ileri derecesinde olanıdır. Bu müşrik, bu tü­re beşer için izin verince, Allah'tan başkasına kulluk etmeye izin vermiş olur. Hz. Peygamber'den (s.a.) şu olay sabittir: Rasûlullah'a: "însan başka biriy­le karşılaşınca ona eğilebilir mi?" diye sorulunca, "Hayır" cevabını vermiş, "Kucaklayabilir ve öpebilir mi?" denilince, yine "Hayır." demiş, "Musâfa-ha yapabilir mi?" denilince: "Evet" cevabını vermiştir[639]

Ayrıca saygı sırasında eğilmek secdedir. Nitekim yüce Allah: "Secde ede­rek kapısından girin."[640] buyurur ki, buradaki "secde ederek", "eğilerek" anlamındadır. Yoksa, alınların girişi mümkün değildir. Hz. Peygamber'in (s.a.), acemlerin birbirine yaptığı gibi, kendisi otururken ayakta durmayı ya­sakladığı sabittir, hatta namazda bu şekilde durmayı bile yasaklamış, ayakta durmaları Allah için olmasına rağmen kendisi otururken başı ucunda ayakta durmamaları için özürleri bulunmayıp sağlam oldukları halde etrafındakile-rin de oturarak namaz kılmalarım emretmiştir. Bu böyle olunca, ayakta dur­manın ve ibadetin Allah'tan başkası için olmasını bir düşünün!

Kısacası, câhil ve sapık nefisler, yüce Allah'a ibadeti ortadan kaldırmış, yaratıklardan yüce bildiğini O'na ortak etmiş, böylelikle Allah'tan başkası­na secde etmiş, ona rükû yapmış, tıpkı namazda durur gibi huzurunda dur­muş, başkasıyla yemin etmiş, başkasına adak yapmış, başkası için tıraş ol­muş, başkası için kurban kesmiş, başkasının evini dolaşmış, sevgi, korku, ümit ve itaatle onu ululamıştır. Tıpkı yaratıcı'yi ulular gibi, hatta ondan daha ileri derecede, taptığı yaratık ile âlemlerin Rabb'mı eşit tutmuştur. İşte böyleleri, 'peygamberlerin davetine karşı çıkanlar, Allah'a ortak koşanlar, —cehennem ateşinde tannlanyla çekişirken— "Sizi âlemlerin Rabb'ına denk tuttuğumuzda apaçık bir sapıklık içindeymişiz."[641] diyenlerdir. Yüce Allah onlar hakkın­da şöyle buyurur: "İnsanlar arasında Allah'ı bırakıp, O'na koştukları eşleri tanrı olarak benimseyenler ve onları Allah'ı severcesine sevenler vardır. Mü'-minlerin sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir. "[642] Bütün bunlar şirk unsurla­rıdır. Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bu açıklama başın tıraş edilmesi konusu içinde yapılan önemli bir açıklamadır. Başarıya ulaştıran Al­lah'tır. [643]

 

B) RUHANÎ VE TABİÎ İLAÇLARLA TEDAVİ

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) basit veya karmaşık ilâhî (ruhâlHkre taj|5|ilaç-larla tedavi konusundaki tutumu şöyledir: [644]               

 

1— Nazarın Tedavisi:                                          

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) nazar değeni tedavi konusunaaki tutumu şöyledir:

Müslim, Sahihimde İbn Abbas'tan Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet eder: "Nazar, gerçektir. Şayet kaderle yarışacak bir şey olsay­dı, nazar onunla yarışırdı."[645]

Yine Müslim, Sahih'ınde Enes b. Mâlik'ten rivayeten, Hz. Peygamber'­in (s.a.) zehirli hayvanlar, nazar ve ısırgı (yan tarafta çıkan yara) için dua okunmasına (rukye) izin vermiştir.[646]

Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde Ebu Hureyre'nin rivayet ettiğine gö­re, Hz. Peygamber (s.a.): "Nazar değmesi, gerçektir." buyurmuştur.[647]

Ebu Davud'un Sünen'indt Hz. Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Nazar değdiren abdest alır, sonra bundan nazar değen yıkanırdı."[648]

Buharı ve Müslim'de Hz. Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Rasülul-lah bana nazar değmesi için dua okumamı emretti."[649]

Tirmizî, Süfyân b. Uyeyne—Amr b. Dinar—Urve b. Âmir—Ubeydullah b. Rifâ'a ez-Zurakî senediyle Esma bt. Ümeys'in: "Ey Allah'ın elçisi! Benî Cafer'e nazar değer. Onlara dua okuyayım mı?" diye sorduğunu, Hz. Pey-gamber'in (s.a.): "Evet, şayet Allah'ın takdirini geçecek bir şey olsaydı, na­zar değmesi onu geçerdi." buyurduğunu zikreder. Hadis, hasen-sahihtir.[650]

îmam Mâlik'in, İbn Şihâb—Ebu Umâme b. Sehl b. Huneyf senediyle rivayetine göre, Âmir b. Rebîa, Sehİ b. Huneyf i yıkanırken gördüğünde: "Hiç güneş görmeyen ciltler bile bugünkü gördüğüm gibi değildir." dedi. Bunun üzerine Sehl yere yikıliverdi. Rasûlullah (s.a.), Âmir'e gelerek ona kızdı ve şöyle buyurdu: "Sizden biri kardeşini neden (gözle) öldürüyor? Ona bereket duası yapsaydın ya! Haydi şimdi onun için yıkan." Âmir de onun için yüzü­nü, ellerini, dirseklerini ve dizlerini, ayak topuklarım ve böğürlerini bir kap içerisine yıkadı. Sonra bu su Şehrin üzerine döküldü. Sehl iyileşerek insan­larla yoluna gitti.[651]

Yine İmam Mâlik, bu hadisi Muhammed b. Ebî Ümâme b. Sehl—Sehl b. Huneyf senediyle de rivayet eder. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.): "Na­zar değmesi gerçektir, onun için abdest al." buyurdu. Bundan sonra, nazar değmesi dolayısıyla abdest aldı.[652]

Abdürezzak, Ma'mer—Tâvûs—Tâvûs'un babası senediyle merfû olarak şunu rivayet eder: "Nazar, gerçektir. Şayet kaderi geçecek bir şey olsaydı, nazar onu geçerdi. Birinizin yıkanması istendiğinde, bu kişi yıkansın."[653]Se­nedi kesintisiz bir şekilde Rasûlullah'a ulaştırılmıştır.

Zührî der ki: "Nazar değdiren kişiye bir kap getirmesi emredilir. Elleri­ni bu kaba sokar ve ağzını yıkayıp suyu kaba boşaltır, su alıp yüzünü kapta yıkar. Sonra sol elini daldırıp, sağ dizine, sağ elini daldırıp, sol dizine su dö­ker. Daha sonra böğürlerini yıkar, kap toprağın üstüne konulmaz. Kaptaki bu su, nazar değen kimsenin kafasının arka tarafına bir defada dökülür."[654]

Nazar, iki çeşittir: 1) İnsan nazarı, 2) Cin nazarı. Ümmü Seleme'den sa­hih olarak rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Ümmü Seleme'nin evinde, yüzünde sarılık izi bulunan bir kız çocuğu gördü ve şöyle buyurdu: "Ona dua okuyun. Çünkü, nazar değmiş."[655]

Hüseyn b. Mes'ûd el-Ferrâ şöyle diyor: "Bu hadiste geçen 'sarılık' na­zar, yani cin nazarı demektir. O kız çocuğunda cinden ortaya çıkan, ok ucun­dan daha keskin nazar değmesi vardır."[656]

Câbir'den merfû olarak şu zikredilir: "Nazar, kişiyi kabre, deveyi ten­cereye sokar. "[657]

Ebu Saîd'den rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.), cin ve insanların na­zarından dolayı Allah'a sığınır di.[658]

Hadisten veya aklî ilimlerden fazla nasibi olmayanlardan bir grup, na­zar değmesini kabul etmez ve, "O, gerçeği olmayan kuruntudan ibarettir." derler. Bunlar, insanların hadisi ve aklî ilimleri en az bileni, en arsızı, en ka­raktersizi, ruh ve nefis, onların nitelikleri, fonksiyonları ve etkileri hakkında en bilgisizidir. Din ve inançlarının farklı olmasına rağmen, milletlerin aklı başında kişileri, sebebi ve nazarın etki yönü konusunda değişik düşünceleri olsa bile, nazar değmesini red ve inkâr etmez.

Bir grup da şöyle der: Nazar değdirenin nefsinde kötü bir oluşum mey­dana geldiğinde, gözünden zehirli bir güç doğup nazar değene ulaşır, böylece zarar görür. Şöyle derler: İşte bu inkâr edilemez. Tıpkı, beyaz benekli zehirli yılanlardan doğup insanlara ulaşıp onları telef eden zehirli gücün doğuşu gi­bi. Bu durum, bu çeşit yılanların bir grubundan yaygın bir şekilde olur; insa­na bir göz attığında, insan yok olur, tıpkı nazar değdiren gibi.

Başka bir grup ise şöyle der: Bazı insanların bakışından nazar değene ulaşıp, onun vücuduna girerek zarar doğuran görülmez ince özler çıkması uzak bir ihtimal değildir.

Başka bir grup şöyle der: "Nazar değdirenden asla bir güç sebep veya tesir olmaksızın, nazar değdirenin nazar değenle karşılaşması sırasında dile­diği bir zararı yaratmak suretiyle Allah, kanununu yürütmüştür." Bunlar, dünyadaki sebepleri, güçleri ve tesirleri kabul etmeyenlerin düşünceleridir. Onlar, sebep tesir ve sonuçlan kendilerine kapatmışlar ve bütün aklı başın-dakilere karşı çıkmışlardır.

Hİç şüphesiz, yüce Allah beden ve ruhlarda, çeşitli güç ve tabiatlar ya­ratmış, bir çoğuna özellikler ve etkili şekiller vermiştir. Akıllı bir kimsenin, ruhun bedene etkisini kabul etmemesi mümkün değildir. Çünkü bu, hissedi­len ve gözle görülen bir durumdur. Sözgelimi, saygı gösterdiği ve çekindiği birisi kendine baktığında insanın yüzünün nasıl müthiş bir şekilde kızardığı­nı, korktuğu biri baktığında da sapsarı kesildiğini görürsünüz. İnsanlar na­zar değmesinden hastalanan ve gücü zayıflayanları görmüşlerdir. İşte bütün bunlar, ruhun tesiri sonunda olur. Gözle yakın ilişkisi dolayısıyla, fiil de ona nisbet edilmiştir, yoksa işi yapan gerçek nesne göz değildir. Etki, doğrudan ruha aittir. Ruhlar; tabiatı, gücü, nitelikleri ve özellikleri açısından birbirin­den farklıdır. Hased kişinin ruhu, hased edilen kişiye açık bir biçimde eziyet verir. Bu yüzden Yüce Allah, hased edenin şerrinden kendisine sığınmasını Peygamberinden istemiştir. Hased edenin, hased edilene eziyet vermesi, in­sanlık gerçeğinden uzaklaşanlar dışında kimsenin inkâr etmediği bir durum­dur. İşte, nazar değmesinin esası da budur. Çünkü hased eden habis nefiste, habis bir oluşum meydana gelir ve hased edilenle karşılaşır, bu özellik dolayısıyla ona tesir eder. Varlıkların buna en çok benzeyeni, beyaz benekli yılanlardır. Çünkü onun zehiri, kuvvetli bir şekilde kendisinde saklıdır. Düşmanıyla kar­şılaşınca, ondan öfke dolu bir güç doğar, eziyet verici bir biçimde şekillenir. Bu oluşumun, öylesine şiddetli ve güçlüsü vardır ki, cenini düşürür, göze do­kunur. Nitekim, Rasûlullah (s.a.), kuyruksuz engerek ve iki beyaz benekli yılanlar hakkında şöyle buyurur: "Bu ikisi gözün nurunu giderir ve cenini düşürür."[659]

Habis oluşumların öylesi vardır ki, bu nefsin kötülüğünün şiddeti ve et­kili habis şekli dolayısıyla insana yalnızca görmekle etki eder. Etkileme, be­denî yakınlaşmaya bağlı değildir. Nitekim tabiatı ve şeriatı fazla tanımayan­lar bunu böyle sanır. Etki bazan yakınlaşma, bazan karşılaşma, bazan görme, bazan ruhun etkileyeceği kişiye doğru yönelişi, bazan dualar, muska ve Allah'a sığınmalar, bazan da vehim ve hayallerle olur. Nazar değdirenin nef­sinin etkisi, görmeye bağlı değildir, hatta gözü kör olur da kendisine o nesne tarif edilirse, gözü görmese bile nefsi o nesneyi etkileyebilir. Nazar değdiren-lerin bir çoğu, nazar değeni görmeksizin sadece anlatmakla etki eder. Nite­kim yüce Allah, Peygamberine şöyle buyurur: "Doğrusu inkâr edenler, Kur'-an'ı dinlediklerinde nerdeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi. "[660] "Ey Mu-hammed! de ki: Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrin­den, düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden, haset ettiği zaman hasetçi-lerin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbime sığınırım."[661] Her nazar değdi-ren hasetçidir, ama her hasetçi nazar değdirmez. Madem ki hasetçi nazar değ­direnden daha geneldir, öyleyse hasetçiden Allah'a sığınma, nazar değdiren­den de Allah'a sığınma demektir. Hasetçi ve nazar değdirenin nefsinden ha­sed edilen ve nazar değene doğru oklar çıkar. Bazan isabet eder, bazan et­mezler. Şayet doğrudan ve korumasız bir şekilde isabet ederse, hiç şüphesiz ona etki eder. Ama korkarak veya hazırlıklı bir şekilde isabet ederse, etki et­mez. Hatta bu oklar bazan sahibine geri dönerler. Bu hissi, ok atma gibidir. Biri nefis ve ruhlardan, öteki vücut ve bedenlerden. Bunun esası, nazar değ­direnin bir şeyi beğenmesi ve bu beğeniyi habis nefsinin oluşumunun izleme­si, sonra nazar değene bakışıyla zehirini kusmaya yardım etmesidir. İnsan ba­zan bizzat kendisi nazar değdirir, bazan da iradesi olmaksızın, tabiatıyla na­zar değdirir. Bu, insan türünden doğan nazarın en aşağılık olanıdır. Bizim mezhebimize mensup olan ve olmayan fukahâ şöyle demiştir: "Böyle bir özel­liği bulunduğu bilinen kişiyi, devlet başkanı hapseder ve ölünceye kadar na­fakasını sağlar." Bu, kesin olarak doğrudur.

Bu hastalığın giderilmesi için yapılacak olan, Hz. Peygamber'in (s.a.) tedavi yolunu izlemektir. Bu da çeşit çeşittir. Ebu Davud Sünen'lnde, Sehl b. Huneyf'den şu olayı nakleder: Bir sel geldi. Bu sele girdim ve yıkandım. Ateşli olarak çıktım. Bu olay Rasûlullah'a (s.a.) iletildi. Hz. Peygamber şöy­le buyurdu: "Ebu Sâbit'e söyleyin. Allah'a sığınsın." Dedim ki: "Efendim! Dua okumak uygun mudur?" Şöyle buyurdu: "Dua okumak, yalnızca na­zar değmesi, zehirli varlıklar ve sokma durumunda olur."[662]

Bu hadiste geçen "nefis" kelimesi nazar değmesidir. Araplar, "filanca­ya nefis isabet etti" derler. "Nazar değdi" demektir. "Nâfis", nazar değdi-ren kişidir. "Sokma" akrep vb.nin sokmasıdır.       

Sığınma ve dualardan bir kısmı, böl bol Felak ve Nâs sûrelerini, Fatiha sûresini, Âyetu'l-Kursî'yi okumaktır. Başka bir kısmı ise, Hz. Peygamber'in dualarıdır; sözgelimi şu dualar:

"Yaratıklarının şerrinden Allah'ın tam kelimelerine sığınırım."

"Şeytanın ve haşeratın şerrinden, her türlü nazar değmesinden Allah'ın tam kelimelerine sığınırım.'*

"îyi ve kötünün vazgeçemeyeceği, Allah'ın tam kelimelerine, her türlü yaratıkların, gökten inenin göğe çıkanın, yeryüzüne ekilenin ve ondan çıka­rılanın, gece ve gündüz fitnelerinin, —ey Rahman Allah'ım— iyilikle doğan yıldız dışındaki yıldızların şerrinden Allah'a sığınırım."

fkesinden, cezasından, kullarının kötülüğünden, şeytanların fisıldaş-malanndan ve bana gelmelerinden, Allah'ın tam kelimelerine sığınırım."

"Aîllah'im! Alnından yakaladığının şerrinden yüce rızana ve tam kelime Ijerine sığınırım. Allah'ım! Günah ve isyanı açığa çıkarırsın, Allah'ım! Seni ordun yenilmez, sözünün aksi çıkmaz; bütün hamd ve teşbihler Sanadır,'

"Kendinden daha büyüğü olmayan Allah'ın rızası, iyi ve kötünün vaizi geçemeyeceği tam kelimeleri, bildiğim ve bilmediğim güzel isimleriyle, yara­tıkların, ekilenlerin ve çoğalanların, kötülüğünü engelleyemediklerimin şer­rinden ve alnından yakaladıklarının şerrinden O'na sığınırım. Şüphesiz Rab; bim, doğru yoldadır."

"Allah'ım! Sen Rabbimsin. Senden başka ilâh yok. Sana güvendim. Sen büyük Arş'ın Rabbisin. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. Güç ve kudret Allah'tandır. Biliyorum ki Allah herşeye kadirdir, bilgisi herşeyi kuşatmıştır |ve herşeyi tek tek saymıştır. Allah'ım! Nefsimin kötülüklerinden, şeytanın jve ortaklarının kötülüklerinden, alnından yakaladığın her canlının şerrinden Sana sığınırım. Rabbim şüphesiz doğru yoldadır."

Nazar değen kimse, dilerse şöyle de dua edebilir:

"Kendisinden başka ilah olmayan, benim ve herşeyin ilâhı olan Allah'a sığınırım. Benim ve herşeyin Rabbine sarılırım. Ölmeyen Diri'ye güvenirim. Kötülüğü "Lâ Havle ve lâ kuvvete illâ billah" diyerek defederim. Bana Al­lah yeter, O ne güzel vekildir. Kulların kötülüklerine karşı Allah bana yeter, yaratıklara karşı Allah yeter. Rızık verilenlere karşı gerçek rızık verici yeter. Sadece kendisine güvendiğim bana yeter. Herşeyin yönetimi elinde olan ba­na yeter. O'na sığınılır, başkasına sığınılmaz. Allah bana yeter. Allah dua edeni işitir. Allah'tan başka dua edecek yoktur. Kendisinden başka ilah ol­mayan Allah bana yeter. O'na güvenirim. O yüce Arş'ın Rabbidir."

Bu dua ve sığınma niyazlarını deneyenler, yararının ne kadar değerli ol­duğunu ve onlara duyulan ihtiyacı bilirler. Bunlar nazar değdirenin etkisini engeller, etkiledikten sonra ise söyleyenin iman gücü,.nefis gücü, kapasitesi, tevekkül ve dayanma gücü ölçüsünde bu etkiyi defeder. Çünkü bunlar silah­tır, silahın etkisi de kullanana göredir.

Nazar değdiren, gözünün zararından ve nazar değene isabet etmesinden endişe duyuyorsa, şu duayı yapar: "Allah'ım! Ona bereket ver." Nitekim Ra-sûlullah (s.a.) da, Sehl b. Huneyf'e nazarı değdiğinde Âmir b. Rebîa'ya: "Ona bereket duası yapsaydın ya!" buyurmuştur. Yani, "Allah'ım! Ona bereket ver." demesini istemiştir.

Nazar değmesinden kurtulma dualarından birisi de, "Bu Allah'ın dile­ğidir. Kuvvet yalnızca O'ndandır."şeklindedir. Nitekim Hişâm b. Urve, ba­basının, beğendiği bir şey görünce veya bir bahçeye girince bu duayı yaptığı­nı nakleder.

Başka bir dua, Cebrail'in (a.s.), Hz. Peygamber'e (s.a.) yaptığı duadır (rukye) ki Müslim, Sahih'inde bu duayı nakleder:

"Allah'ın adıyla; sana eziyet veren her kötülükten, her nefis veya haset-çi gözün şerrinden Allah'a sığınırım. Allah sana şifa versin. Seni koruması için Allah'ın adıyla O'na sığınırım."[663]

Seleften bir grup, nazar değene Kur'an'm bazı âyetlerinin yazılmasını ve sonra bunu içmesini uygun görürdü. Mücâhid şöyle diyor: "Hastanın âyetle­ri yazıp yıkaması ve içmesinde bir sakınca yoktur." Aynı görüş Ebu Kılâbe'-den de nakledilir. İbn Abbas'ın, doğurma güçlüğü çeken bir kadına bazı Kur'an âyetlerinin yazılmasını, sonra yıkanıp içirilmesini emrettiği rivayet edilir. Ey-yûb der ki: "Ebu Kılâbe'nin Kur'an'dan bazı âyetleri yazdığını, sonra onu suyla yıkayıp ağrısı olan bir adama içirdiğini gördüm."

Nazar değmesinin tedavi yollarından bir başkası, nazar değdirenin kol­tuk altını, yanlarını ve böğrünü yıkamasının emredilmesidir. Bu böğür ko­nusunda iki görüş vardır: 1) Bu, iki bacak arasıdır, 2) Vücudunun sağ böğrü­dür. Bundan sonra su, nazar değenin arkasından ansızın başına dökülür. Bu doktorların kabul etmediği, inkâr, alay ve şüphe edenler ile fayda vereceğine inanmayanın ve deneme için yapanların yarannı göremediği bir tedavi yoludur.

Tabiatta, tıpçıların sebeplerini kesin olarak bilmedikleri bir takım özel­likler vardır; hatta onlara göre bu özellikler düzenlilikten uzaktır, işlevlerini doğrudan kendileri yürütürler. Onlar bunun bile cahiliyken, şer'î özellikleri inkâr eden zındık ve bilgisizlerine ne demeli? Ayrıca bu yıkanmayla tedavi olma konusunda, aklı selîm sahipleri lehte şahitlik yapmakta ve ikisi arasın­daki ilişkiyi kabul etmektedir. Bil ki, yılanın zehirine panzehir kendi elinde­dir, öfkeli nefsin etkisinin ilacı öfkesinin sakinleştirilmesinde, elini üstüne ko­yup sıvazlayarak ateşini söndürmekte ve öfkesinin sakinleştirilmesindedir. Bu­nun durumu, yanında bir ateş parçası olan adam gibidir. O ateş parçasını sa­na atmak ister de, sen bu ateş onun elindeyken üstüne su döküp onu söndü­rürsün. Bu yüzden nazar değdirenin şöyle demesi emredilmiştir: "Allah'ım! Ona bereket ver." Böylelikle nazar değene iyilik anlamındaki duayla, bu ha­bis oluşum defedilsin. Çünkü bir şeyin ilacı, onun panzehirindedir. Nüfuz etmek istediğinden dolayı, bu habis oluşum, vücudun ince yerlerinde kendini gösterdiğine göre, koltuk altı ve böğürlerinden daha incesini göremezsin; bö­ğür yerine, avret mahalli de söylenir. Suyla yıkanınca bu oluşumun etkisi ve işlevi ortadan kalkar. Aynı şekilde, şeytanî ruhların bu yerlerde bir takım özel­likleri vardır.

Kısacası, suyla yıkanması bu ateşliliği söndürür ve bu zehirliliği giderir.

Burada başka bir durum daha var. Bu, yıkamanın etkisinin vücudun en ince ve hızlı girilecek yerlerinden kalbe ulaşıp, suyla bu ateşliliği ve zehirliliği söndürmesi, böylelikle nazar değeni iyileştirmeğidir. Tıpkı, zehirli varlıklar soktuktan hemen sonra öldürülünce, sokma etkisinin sokulandan hafifleme­si ve bîr rahata ermesi gibi. Çünkü kendileri, soktuktan sonra sızıyı sokulana aşılar. Ama öldürülürse, acı hafifler. Sokulanın ferahlaması ve düşmanını öl­dürmekle nefsine şifa arayan tabiatın acıya karşı güçlenerek onu defetmesi, bu acının azalma sebeplerinden olsa bile, bunlar yapılmış bir takım gözlem­lerdir.

Kısacası, nazar değdirenin yıkanması kendisinden ortaya çıkan durumu giderir. Yıkanması, nefsinin bu oluşumla şekillenmesi durumunda ancak fayda verir.

Şöyle bir itiraz yapılabilir: Pekiyi, yıkanmanın ilişkisi anlaşıldı, ama bu suyun nazar değene dökmülmesi de neyin nesidir? Bu itiraza şöyle cevap ve­rilebilir: Çok yakından ilişkilidir. Çünkü bu su, bu ateşliliğin söndürüldüğü ve nazar değdirenin bu habis oluşumunu ortadan kaldıran bir sudur. Nasıl nazar değdirenin ateşliliği onunla söndürülüyorsa, nazar değdirenle ilişkisin­den sonra nazar değenin ilgili yeri de onunla söndürülür ve etkisi ortadan kal­dırılır. Demirin soğutulduğu su, tipçılarm belirttiği birçok tabiî ilaca karıştı­rılır. Nazar değdirenin ateşliliğinin söndürüldüğü bu suyun, böyle bir hasta­lığa uygun bir ilaca karışması inkâr edilemez. Kısacası, tabiat âlimlerinin tıb­bı ve tedavisi, Hz. Peygamber'in tıbbına göre, kendilerinin kocakarı ilaçları­na nisbeti gibidir, hatta daha bile azıdır. Çünkü onlarla peygamberler ara­sındaki farklılık çok büyüktür; onlarla kocakarılar arasındaki farklılık, insa­nın anlayamadığı derecede büyüktür. Böylelikle hikmet ile şeriat arasındaki kardeşlik sözleşmesini ve birinin diğerine aykırı olmadığını anlamış bulun­dun. Allah, dilediğini doğruya eriştirir, başarı kapısını çalmayı sürdürenlere her kapıyı açar, sonsuz nimet ve apaçık deliller O'nundur.

Nazar değmesinin ilaçlarından ve korunma yollarından birisi, nazar değ­dirmesinden korkulan kişiye karşı onun etkisini engelleyecek şekilde iyilik ve güzelliklerin saklanmasıdır. Nitekim, Begavî, Şerhu's-Sünne adlı kitabında, sevimli bir çocuk görünce, Hz. Osman'ın nazar değmemesi için, "Çenesindeki gamzeyi karaya boyayın." dediğini nakleder. Bu sözü açıklarken, "gam-ze"nin, çocuğun çenesinde olduğunu belirtir.[664]

Hattâbî, Garibu'l-Hadîs adlı kitabında, Hz. Osman'ın nazar değen bir çocuk görünce, "Gamzesini karaya boyayın." dediğini nakleder. Ebu Amr şöyle der: Ahmed b. Yahya'ya bu sözünü sordum. "Gamze" ile, çenesindeki gamzeyi kasdettiğini söyledi. Böylece bu sözüyle, "Nazar için çenesindeki bu gamzeli kısmı karaya boyayın." demek istemiştir. Hz. Âişe'den rivayet edil­diğine göre, bir gün hutbe okurken Rasûlullah'ı (s.a.) başında siyah bir sa­rıkla görmüştür[665]' Hattabî, bu hadisle, "siyah" (desma) sözcüğüne delil ge­tirmek istemiştir. Şair de şu sözünü bundan ilhamla söylemiştir:

"Kemal sahibinin nazar değmesinden kendisini koruyacak bir kusura ne de çok ihtiyacı vardır."

Nazar değmesine karşı okunan dualardan biri de Ebu Abdillah es-Sâcî'den rivayet edilen şu duadır: Güzel bir deve üstünde hacca veya savaşa gittiği bir yolculuğunda, yoldaşları arasında nazar değdiren biri vardı. Bir şeye baktı­ğında onu telef ederdi. Ebu Abdillah'a; "Deveni bu nazar değdirenden ko­ru." denilince: "Deveme hiçbir şey yapamaz." cevabını verdi. Ebu Abdil-lah'ın bu sözü, nazar değdiren adama iletildi. Ebu Abdillah'ın kaybolmasını kolladı. Böyle bir durumda devesinin yanına geldi ve ona baktı. Deve sarsıldı ve yere yıkıldı. Ebu Abdillah geri dönünce, nazar değdirenin ona bakıp na­zar değdiğini bildirdiler. Ebu Abdillah: "Onu bana gösterin." dedi, hemen adamı gösterdiler. Yanında durdu ve şu duayı yaptı:

"Allah'ın adıyla. Habsun Habis! ve Hacerun Yâbis! ve Şihâbun Kâbis! Nazar değdirenin bakışı kendisinin ve en sevdiğinin olsun. 'Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? Bİr aksaklık görmek için gözünü tekrar tek­rar çevir bak ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer."'[666] Na­zar değdirenin gözbebekleri fırladı ve deve hiçbir şeyi kalmamış biçimde aya­ğa kalktı.

Hz. Peygamber'in (s.a.) ilâhî rukye ile her şikâyete karşı kullanılabilen genel ilaç konusundaki tutumu şöyledir:

Ebu Davud, Sünen'inde Ebu'd-Derdâ'dan şu hadisi rivayet eder: Rasû-lullah'ı (s.a.) şöyle derken işittim: "Sizden biri bir şeyden şikâyet eder veya kardeşLona bir şikâyette bulunursa, şu duayı yapsın:

'Yücelerde olan Rabbimiz Allah! İsmin yüce olsun. Gökte ve yerdeki em­rin, gökteki rahmetin gibidir. Rahmetini yeryüzüne gönder. Gökte ve yerde­ki emrin, gökteki rahmetin gibidir. Rahmetini yeryüzüne gönder. Günah ve hatalarımızı bağışla! Sen iyilerin Rabbisin. Bu acıya karşı, rahmet deryan­dan rahmet, şifa denizinden bir şifa indir.' Allah'ın izniyle iyileşir.[667]

Müslim'in Sahih'inde Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayete göre, Cibril (a.s.) Hz. Peygamber'e geldiğinde: "Ey Muhammed! Bir şikâyetin mi var?" diye sormuş, Rasûlullah "Evet" deyince, şu duayı yapmıştır:

"Allah'ın adıyla hasedçi bir nefis ve gözden acını dindirmesi için O'na dua ederim. Allah sana şifa verecektir. Allah'ın adıyla O'na dua ederim."[668]

Soru: Ebu Davud'un, "Yalnızca nazar değmesi ve zehirli varlıklar için dua okunur." şeklinde rivayet ettiği hadis için ne dersiniz?

Cevap: Hz. Peygamber (s.a.), bununla başka şeylerde dua edilmeyece­ğini kasdetmemiştir. Bilakis bundan kastedilen, göz ve zehirli varlıklar hak­kında bundan daha üstünü ve yararlısı olmadığıdır. Hadisin siyakı da bunu gösteriyor. Çünkü Sehl b. Huneyf, nazar değince, "Dua okumakta bir yarar var mı?" diye sormuş ve Rasûlullah da: "Yalnızca nazar değmesi ve zehirli varlıklar için dua okunur." buyurmuştur. Bu konudaki diğer genel ve özel hadisler de aynı doğrultudadır. Ebu Davud, Enes'ten Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Yalnızca nazar değmesi, zehirli varlıklar ve yan­daki yaralar, (ısırgı) için dua okunur."[669]

Müslim'in Sahihinde, yine Enes'ten rivayetle, Rasûlullah'ın (s.a.) na­zar değmesi, zehirli varlıklar ve yandaki yaralar (ısırgı) için dua okumaya izin verdiği rivayet edilir.[670]

 

2— Zehirli Hayvan Sokmalarının Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) zehirli hayvan sokmasına karşı Fatiha okuma smdaki tutumu şöyledir:

Buharı ve Müslim, SffA/Merînde Ebu Saîd el-Hudri*den şu olayı rivayet ederler: Rasûluüah'ın ashabından bir grup bir yolculuğa çıkmıştı. Bir Arap obasında konakladılar. Bu obadan kendilerini misafir etmesini istediler, ama oba halkı onları misafir etmeyi kabul etmedi. Bu oba halkının seyyidi bir hay­van tarafından sokulmuştu. Her çareyi aramışlar, ama bulamamışlardı. İçlerinden birisi: "Şu konaklayanlara gitseniz, belki onların birinde bir çare var­dır." dedi. Konaklayanların yanma geldiler. Oba halkı onlara şöyle dedi: "Ey topluluk! Seyyidimizi bir hayvan soktu. Yarar sağlayacak her çareyi aradık, ama bulamadık. İçinizde bize yardımı dokunacak olan var mı?" Araların­dan biri şöyle dedi: "Evet, ben okuyabilirim. Ama bizi misafir etmenizi iste­dik, misafir etmediniz. Ortaya bir ödül koyana kadar dua okumayacağım." Bunun üzerine, bir bölüm koyuna anlaşma yaptılar. Bunun üzerine bu adam —Ebu Saîd— adama doğru gitti ve Fatiha sûresini okudu. Adam iyileşti ve bukağısından çözülmüş hayvana döndü. İleri geri yürümeye başladı. Artık onda hiçbir hastalık kalmamıştı. Yaptıkları anlaşma gereği oba halkı ortaya koydukları karşılığı ödediler. Konaklayanlardan bir kısmı, "Bölüşün" dedi. Adama dua okuyan kişi ise: "Rasûlullah'a (s.a.) gidene kadar hiçbir şey yap­mayın. Durumu ona anlatır, emredeceğini yaparız." dedi. RasûluUah'a (s.a.) geldiler ve durumu anlattılar. Şöyle buyurdu: "Bunun rukye (dua) olduğunu nereden bildin?" Sonra sözlerini şöyle sürdürdü: "Doğru yapmışsınız, o ko­yunları alın ve bana da bir pay ayırın."[671]

İbn Mâce, Sünen'indc Hz. Ali'den Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu ri­vayet eder: "En iyi ilaç, Kur'an'dır."[672]

Bilindiği gibi, bazı sözlerin özellikleri ve tecrübe edilmiş yararlan var­dır. Allah'ın diğer yaratıklara üstünlüğü gibi, diğer bütün sözlere üstün olan âlemlerin Rabbinin sözü hakkında ne denilebilir? Bu yüce sözler tam şifadır, yararlı koruyucudur, yol gösterici ışıktır, herkese ve herşeye rahmettir, bir dağa indirilseydi azamet ve celaletinden onu çatlatacak durumdadır. Yüce Allah şöyle buyurur: "Kur'an'dan, inananlara rahmet ve şifa olan şeyler indiriyo­ruz. O zâlimlerin ise sadece kaybını arttırır."[673] Bu âyette geçen "min" (-dan, Kur'an'dan) kelimesi, bölümlemeyi değil, cinsi açıklar. İki görüşün daha sa­hihi budur. Nitekim şu âyette de böyledir: "(..) Allah, inanıp yararlı işler iş­leyenlere, bağışlama ve büyük ecir vâdetmiştir."[674] Hepsi inanan ve iyi işler işleyenlerdendir. Kur'an'da, Tevrat'ta, İncil'de ve Zebur'da bir benzeri indi­rilmeyen, Allah'ın kitaplarının bütün anlamlarını kapsayan, Allah'ın —Allah, Rab ve Rahman gibi— bütün temel ve kapsamlı isimlerini, âhiretin varlığı­nın ispatını, tevhidu'r-rubûbiyye ve tevhidu'l-ilâhiyye şeklindeki iki tevhidi içeren, yardım ve hidayeti yalnızca kendisinden istemede Yüce Rabbe ihtiya­cı zikreden, mutlak olarak en üstün ve en yararlı duayı belirten Fatiha sûresi için ne denilebilir? Kullar ona ne kadar da muhtaçtır. O, emrettiğini yapmak, yasakladığından kaçınmak ve ölünceye kadar bu şekilde dosdoğru olmak su­retiyle Allah'ı tanımayı, tevhidi ve O'na ibadeti içeren doğru yolun kılavuzu­dur. Bu sûre, mahluktanın, hakikati tanımak, onu uygulamak, sevmek ve tercih etmek dolayısıyla "Nimet verilenler", hakikati tanıdıktan sonra ondan dön­mek dolayısıyla "gazaba uğrayanlar", hakikati tanımadıklarından dolayı "sapkınlar" şeklinde gruplandırılmasını içerir. Bu sûrede, kaderin, şeriatın, isim ve sıfatların, âhiretin, peygamberlerin, nefislerin arındırılmasının, kalb-leri düzeltmenin isbatı, Allah'ın adalet ve ihsanı bütün bid'at ve bâtıl inançlı­ların reddedilmesi yer alır. Bunların hemen yanıbaşında da mahlukatm kı­sımları zikredilir. Biz bütün bunları Medâricu's-Sâlikîn adlı kitabımızda açık­ladık. Bu sûreyle bazı hastalıklar için şifa istenebilir, sokmalara karşı oku­nabilir.

Kısacası, Fâtihâ sûresinin içerdiği samimi kulluk, Allah'a hamd ve sena, bütün işlerin O'na havale edilmesi, O'ndan yardım isteme, O'na güvenme/ herşeyi O'ndan isteme durumlarının tümü nimet sağlayıcıdır. Fatiha sûresi, nimetleri sağlayan, belâları defeden, şifa verici ve yeterli en büyük ilaçlardandır.

Fatiha süresindeki rukye (dua) yerinin, "Yalnızca sana kulluk eder, yal­nızca senden yardım isteriz." kısmı olduğu belirtilir. Şüphesiz ki bu iki cüm­le, bu ilacın en kuvvetli bölümlerindendir. Çünkü bu ikisinde, herşeyin Al­lah'a havale edilmesi ve tevekkül, O'na sığınma ve O'ndan yardım isteme, Allah'a muhtaç olma ve isteklerde bulunma, yalnızca Allah'a ibadetten iba­ret olan gayelerin en yücesi ile ibadet konusunda O'ndan yardım istemekten ibaret vesilelerin en şereflisi yer almaktadır. Bir defasında Mekke'de rahat-sızlanmiştım. Doktor ve ilaç bulamamıştım. Fatiha sûresini okuyarak tedavi olmaya çalışıyor, zemzem suyundan içiyor, suya birkaç defa okuyor, ve son­ra suyu içiyordum. Böylece tam bir şekilde iyileştim. Bundan sonra birçok ağrılarımda bu usulü uygular oldum. Böyle bir tedavi yolundan son derece yararlandım.

Zehirli hayvanların sokmalarına karşı tedavide Fatiha ve diğerlerini oku­makta harikulade bir sır vardır. Çünkü bu varlıklar, daha önce de geçtiği gi­bi, habis nefislerinin oluşumuyla etki ederler. Silahları, savunma aracı olan zehirleridir. Öfkelenmedikçe sokmazlar. Öfkelendiklerinde zehir harekete geçer ve soktuğu organla onu kusar. Yüce Allah, her derde bir deva vermiştir. Her­şeyin panzehiri vardır. Okuyanın nefsi, okunanın nefsine etkide bulunur. İki­sinin nefsi arasında etki ve tepki olur. Tıpkı hastalık ile ilaç arasındaki gibi, duyanın nefsi ve gücünün, okuma sonucunda bu derde karşı direnci artar. Allah'ın izni ve ilaç ile hastalığın etki ve tepkisiyle derdi başından defeder.

Bu bedenî olduğu kadar, ruhî hastalık ve ilaç hakkında da geçerlidir. Üfür-me ve püskürmede, bu rutubet ve havadan, dua okuyan kişiden, zikir ve du­adan yardım isteme sözkonusudur. Çünkü okuma, okuyanın kalbinden ve ağzından çıkar. Okuyan kişinin tükürük, nefes ve nefis gibi iç parçaları da­ha etkili ve aktif olur. İkisinin bileşiminden, ilaçların terkibinde ortaya çıka-■ na benzer etkili bir durum doğar.

Kısacası, okuyanın nefsi, bu habis nefislerin karşıtıdır; nefsinin duru­muna göre etkisi artar, okumak ve üfürmekle bu sonucu gidermeye yardım ister. Okuyanın nefsi daha kuvvetli olursa, okuma da daha tam olur. Üfür-meyle yardım istemesi, bu habis nefislerin sokmak yoluyla yardım istemesi gibidir.

Üfürmede başka bir sır daha vardır. Çünkü, hem iyi, hem de habis ruh­lar ondan yardım ister. Bu yüzden de iman ehli kadar, büyücüler de onu uy­gular. Yüce Allah şöyle buyurur: "(..) Düğümlere nefes eden büyücülerin şer­rinden tan yerini ağartan Rabbe sığınırım."[675]Çünkü nefis, öfke ve çatışmaya göre şekillenir. Nefeslerini bunların oku olarak gönderir. Bunu üftirme ve et­kili durumun yandaşı olan tükürükten bir parça bulunan tükürmeyle gerçek­leştirir. Büyücüler, üfürmeyle açık bir biçimde yardım isterler; büyü yapıla­nın vücuduyla doğrudan ilişki kurmazlar, bilakis düğümlere üfler ve onu bağ­larlar, büyülü kelimeleri söylerler. Bunları, büyü yapılanda, süflî ve habis ruh­lar aracılığıyla yaparlar. Dua okumada bunların karşısında, okumak suretiy­le belânın defedilmesini sağlayan temiz ve an ruh yer alır, üfürmeyîe yardım ister. Hangisi daha güçlüyse, onun hükmü geçerli olur. Ruhlar birbirleriyle karşılaşırlar. Onların çatışması ve araçları, bedenlerinki gibidir. Çatışmaları ve araçları birbirinin aynıdır. Hatta ruhların ve bedenlerin çatışma ve karşı­laşmasında aslolan, araç ve ordulardır. Ama hissin hâkim olduğu kişiler his­sin kendisini hakimiyetine alması ve ruhlar âleminden ruhun hükümlerinden ve fiillerinden uzak bulunması dolayısıyla, ruhların etkisini ve tepkisini his­setmezler.

Kısacası, ruh, güçlü olur, Fâtiha'nın anlamlarıyla yoğrulur, üfürme ve püskürmeyle yardım alırsa, habis nefislerden doğan etkiyle karşılaşır ve onu yokeder. Allah en iyisini bilir. [676]

 

3— Akrep Sokmasının Tedavisi:

 

 Hz. Peygamber'in (s.a.) akrep sokmasına karşı dua okumakla tedavisi konusundaki tutumu şöyledir:

İbn Ebî Şeybe, Müsned'mde Abdullah b. Mes'ûd'dan şu hadiseyi riva­yet eder: Rasûlullah'la (s.a.) birlikte namaz kılıyorduk. Secde ettiğinde, bir akrep parmağını soktu. Rasûlulîah (s.a.) döndü ve şöyle buyurdu: "Ne bir peygamberi, ne de başkasını bırakmayan akrebe lanet olsun." Sonra içinde su ve tuz bulunan bir kap getirilmesini istedi. İhlâs, Felak ve.Nâs sûrelerini okuyarak akrebin soktuğu yeri bu kaba koymaya başladı, sonunda sa­kinleştik[677]

Bu hadiste, tabiî ve ilâhî kısımlarından oluşan birleşik bir ilaçla tedavi olunabileceği yer alır. Çünkü İhlâs sûresinde, ilmî i'tikadî tevhidin yüceliği, Allah'ın her ortaklığı reddeden tekliğinin isbatı, mahrukatın ulvîsinin ve süf­lisinin daima kendisine muhtaç oluşu ve O'na yönelişiyle birlikte her yüceli­ğin isbatını içeren samediyyetin ortaya konulusu, doğmamış ve doğurulma-mışhğın, asıl, füru, eş ve benzerin reddedilmesini içeren, eş ve benzerliğin reddi gibi yalnızca bu Surede bulunan ve Kur'an'ın üçte birine denk açıklamalar sözkonusudur. O'nun "Samed" isminde, bütün kemâlin ortaya konulusu yer alır. Eş ve benzerinin olmadığının açıklanmasında, benzer ve örnekten uzak oluşu sözkonusudur. Birliğinde, celâl sahibi Allah'a herhangi bir ortak bu­lunmadığı belirtilir. Bu üç esas, tevhidin özüdür.

Felâk ve Nâs (Mu'avvizeteyn) sûrelerinde, topluca ve tek tek her türlü kötülükten Allah'a sığınma vardır. Çünkü "Yaratıkların şerrinden sığınma", ister bedende, ister ruhta olsun, bütün sığınılacak kötülükleri kapsar. "Bas­tırdığı zaman karanlığın", yani gecenin ve battığı zaman işaretinin, yani ayın şerrinden sığınma, habis ruhların yayıldığı zamanın kötülüğünden sığınmak­tır ki, gündüzün ışığı, bu ruhlar ile yayılışı arasına girer. Gece karanlığı çö­küp ay batınca, yayılır ve bozgunculuk yapar.

"Düğümlere üfürenlerin şerrinden sığınma", büyücüler ve büyülerinin şişerinden sığınmayı içerir.                                                                     

"Hasetçilerin şerrinden sığınma", hasedi ve nazarıyla acı veren habis ne­fislerden sığınmayı kapsar.

İkinci sûre, insan ve cin şeytanlarının kötülüklerinden sığınmayı içine alır. İki sûre, her türlü kötülükten Allah'a sığınmayı içerir. Bu ikisinin, olmazdan önce kötülüklerden korunma ve sakınma konusunda büyük bir önemi var­dır. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.), Ukbe b. Âmir'e, her namazdan sonra bu iki sûreyi okumayı tavsiye etmiştir. Bu, Tirmizî'nin CâmPinde yer alır.[678]

Bunda, namazdan namaza kötülüklerin defolmasını isteme konusunda bü­yük bir sır vardır. Tirmizî şöyle der: Allah'a sığınanlar, bu ikisinin benzeriy­le sığınmamişlardır. Hz. Peygamber'e (s.a.) on bir düğümde büyü yapılmıştı. İşte bu sırada Cibril, bu iki sûreyi getirdi. Her âyeti okuyuşunda bir düğüm çözüldü, sonunda bütün düğümler çözülmüş oldu. Böylece Hz. Peygamber (s.a.) tam olarak iyileşti.

Hadisteki tabiî ilaca gelince, tuzda pek çok zehir için fayda vardır, özel­likle de akrep sokmasına karşı, Kanun adlı kitabın yazarı (İbn Sina) şöyle diyor: "Akrep sokmasına karşı, keten tohumuyla birlikte tuz sarılır." Baş­kaları da bunu söylemiştir. Tuzda, zehirlerin çektiği ve girdiğini çeken ve gi­ren bir kuvvet vardır. Akrep sokmasında soğutma, çekmeye ve çıkarmaya ihtiyaç gösteren ateşli bir güç olduğu için, sokma ateşine karşı soğutulmuş su ile çeken ve çıkaran tuz terkibi yapılır. Bu, yapılabilecek ilacın en tamı, en kolayı ve en basitidir. Bu hadiste, akrep sokmasına karşı kullanılacak ila­cın soğutma, çekme ve çıkarma olduğu da belirtilmiştir.

Müslim, Sahih'inde Ebu Hureyre'den şu hadisi nakleder: Bir adam Ra-îûlullah'a (s.a.) geldi ve: "Dün rastladığım bir akrep beni soktu." dedi. Bu­lun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Akşamleyin, 'Yarattığının şerrinden \llah'ın tam kelimelerine sığınıyorum.' demiş olsaydın, sana bir zarar ver­mezdi." buyurdu[679]

Bil ki tabiî-ilâhî ilaçlar hastalıklara, hastalık ortaya çıktıktan sonra fay­da verir, hastalanmadan önce korur. Hastalanınca, acı verse bile zararlı ol-rnaz. Tabiî ilaçlar ise sadece hastalık ortaya çıktıktan sonra fayda verir. Sı­ğınma ve dualar, ya hastalık sebeplerinin doğuşunu engeller, ya da sığınma­nın tamlık, güç ve zaafına göre tam bir şekilde etkisini göstermesine mani olur. Dua ve sığınmalar, sağlığı korumak ve hastalığı gidermek için yapılır.

Birincisine örnek, Buharı ve Müslim'deki Hz. Âişe'den nakledilen şu ha­distir: Rasûlullah (s.a.) yatağa girince avuçlarına "Kul huvallahu ahad" ve Muavvizeteyn'i (Felak ve Nâs sûrelerim) üfürür, sonra yüzüne sürerdi, eli de­risine değmezdi.[680]                                                    

Ebu'd-Derdâ'nın rivayet ettiği sığınma hadisi de merfü olarak nakledi­lir: "Allah'ım! Sen Rabbimsin. Senden başka ilah yoktur. Sana güvendim. Sen yüce Arş'ın rabbisin." Bu, daha önce de geçmişti. Rivayette: "Kim bu duayı sabahleyin yaparsa, akşama kadar başına bir musibet gelmez. Kim akşam üzeri yaparsa, sabaha kadar başına bir musibet gelmez." denir.[681]

Aynı şekilde Buharı ve Müslim'in Sa/ı/A'lerinde: "Bakara sûresinin sön iki âyetini okuyana bu ikisi yeter." hadisi yer ahr.[682]

Müslim'in So/ı/ft'inde de şu hadis bulunuyor: "Bir eve giren, 'Yarattık­larının şerrinden Allah'ın tam kelimelerine sığınırım' derse, o evden ayrılın­caya kadar hiçbir şey ona zarar vermez."[683]

Ebu Davud'un Stmen'inde şu rivayet vardır: Rasûlullah bir yolculukta geceleyin şöyle derdi: "Ey yeryüzü! Benim ve senin Rabbin Allah'tır. Senin şerrinden ve sendeki ve üstündeki varlıkların şerrinden Allah'a sığınırım. Ars-landan ve karanlıktan, yılandan ve akrepten, evde oturandan, doğurandan ve doğandan Allah'a sığınırım."[684]

İkincisine gelince; yukarıda geçtiği gibi Fatiha okumak, akrep sokması­na ve birazdan anlatılacak olanlara karşı dua okumak bunun örneğidir. [685]

 

4— Isırgının Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) ısırgılara dua okuması konusundaki şöyledir:

Daha önce, Müslim'in Sahih'inde yer alıp, Enes'ten rivayet edilen ha­diste, Hz. Peygamber'in (s.a.) zehirli hayvanlara, nazara ve ısırgıya (yandakij yara ve çıbana) karş1 okumaya ruhsat verdiği geçmişti.

Ebu Davud'un Sözen'inde Şifâ bt. Abdillah'tan şu hadis rivayet edilir:8 Ben Hafsa'nın yanındayken Rasûlullah (s.a.) yanımıza geldi ve şöyle buyur­du: "Ona yazmayı öğrettiğin gibi, ısırgı duasını da öğretsene."[686]

Isırgı (karınca) iki yanda çıkan yaradır. Bu bilinen bir hastalıktır. Has­ta, bu yaranın olduğu yerde sanki bir karınca gezinirmiş ve isınrmış gibi his­settiğinden bu şekilde isimlendirilmiştir. İbn Kuteybe ve başkaları şöyle der:

Mecusîler, kişinin kızkardeşinden oğuluna karınca remili yapılınca, hastanın iyileştiğini idda ederlerdi. Şairin şu sözü de bunu gösterir:

"Bizde yüce topluluğun Örfü dışında, bir ayıp bilinmez. Biz, karınca re­mili yapmayız. "[687]

Hallâl şunu rivayet eder: Şifâ bt. Abdillah, cahiliyye devrinde ısırgı için dua okurdu. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına gelince —Mekke'de O'na bîat etmişti—, şöyle dedi: "Ey Allah'ın elçisi! Ben cahiliye devrinde ısırgıya karşı dua okurdum. Bunu sana arzetmek istiyorum.'* Bunu şöylece arzetti: "Al­lah'ın adıyla. Yuvalarından çıkıp dönünceye kadar sasırsın ve kimseye zarar vermesin. Allah'ım! tnsanlann Rabbi! Sıkıntıyı gider."

Hadiste, kadınlara yazma öğretileceğine delil de vardır. [688]

 

5— Yılan Sokmasının Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) yılan sokmasına karşı okuduğu dua konusun­daki tutumu şöyledir:

Daha önce Hz. Peygamber'in (s.a.)» "Yalnızca nazarda ve zehirli hay­vanlarda dua okunur." hadisi geçmişti. Buradaki "hume" (zehirli) yer alan mim fethalı ve şeddesizdir. İbn Mâce'nin Sözen'inde, Hz. Âişe'den, Hz. Pey­gamber'in (s.a.) yılan ve akrebe karşı dua okumaya izin verdiği rivayet edi-h>l[689] İbn Şihâb ez-Zührî'den rivayete göre şöyle demiştir: Rasülullah'm (s.a.) ashabından birini yılan soktu. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Dua okuya­cak biri yok mu?" Şu cevabı verdiler: "Ey Allah'ın elçisi! Hazm ailesi, yıla­na karşı dua okurlardı. Sen duaları yasaklayınca, onlar da okumaz oldular." Hz. Peygamber: "Umâre b. Hazm'ı çağırın." dedi. Umâre'yi çağırdılar. Ra-sûlullah'a, okuduğu duayı nakletti. Hz. Peygamber: "Bir sakıncası yok." bu­yurdu. Bu konudaki duasını okumaya izin verdi.[690]

 

6— Yara ve Çıbanların Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) yara ve çıbanlara okuması hakkındaki t şöyledir:

Buharî ve Müslim'de Hz Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: Bir insan rahatsızlandığında veya yara ve çıbanı olduğunda, Rasûlullah (s.a.) parma­ğını şöyle koyar —râvi Süfyân kendi şehâdet parmağını yere koyarak Hz. Pey­gamber'in bu fiilini göstermiştir—, sonra kaldırır: "Allah'ın adıyla, şu arzı­mızın (bölgemizin) toprağı ile bazımızın tükrüğü, Rabbımızm izniyle hasta­mıza şifa verilmesi içindir." diyerek şifa dilerdi.[691]

Bu, basit, yararlı ve bileşik bir ilaçtır. Yara ve taze çıbanların tedavisin­de kullanılan güzel bir ilaçtır, özellikle de-başka İlaç bulunmadığında. Çün­kü her yerde vardır. Bilindiği gibi, halis toprağın tabiatı soğuktur, kurudur, tabiatın normal gelişmesini ve iyileşme hızını engelleyen, özellikle sıcak böl­gelerdeki ve sıcak mizaçlı kişilerdeki yara. ve çıbanların rutubetini kurutucu­dur. Çünkü yara ve çıbanlardan sonra, çoğu kez sıcak mizacın bozulması ge­lir. Böylece ülkenin sıcaklığı, mizaç ve yara üçlüsü oluşur. Halis toprağın ta­biatı, soğuk ve basit bütün ilaçların soğukluğundan daha çok soğuk ve kuru­dur. Toprağın soğukluğu, hastalığın sıcaklığına karşılıktır. Özellikle de yı­kanmış ve kurutulmuşsa. Yine peşinden habis rutubet ve akıntı gelir. Toprak onun kurutucusudur, iyileşmesini engelleyen habis kuruma ve kurutuculuğun da şiddetini azaltır. Böylece —bununla beraber— hasta organın mizacında bir değişme olur. Organın mizacı normale dönünce, yönetici güçleri kuvvet­lenir ve Allah'ın izniyle acıyı ondan defeder.

Hadisin anlamı, kendi şehadet parmağının üstüne tükürüp, onu toprağa sürerek bir miktar toprak alması ve bunu yaraya sürmesidir. Bu sözü, Al­lah'ın adını zikretme bereketi bulunmasından, işi O'na havale etme ve O'na güvenmesinden dolayıdır. Böylece bir ilaç, ötekine katılarak, etkisi artar.

"Bölgemizin (arzımızın) toprağı" sözünden maksat, bütün yeryüzü mü, yoksa özellikle Medine toprağı mıdır? Bu konuda, iki görüş vardır. Hiç şüp­hesiz toprakta bazı özellikler vardır ki, bu özelliğiyle birçok hastalığa karşı

"Ey Allah'ın elçisi! Bizim akrep sokmasına karşı bir duamız vardı. Sen rukyeleri yasakla­dın "' dediler. Okuduklarını Rasûlullah'a naklettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:' Bir sakınca görmüyorum. Sizden kardeşine yardım edebileri, ona yardım  buyurdu

fayda sağlar, birçok habis hastalıklar iyileşir. Galenos (Calinus) şöyle diyor: "İskenderiye'de karaciğer ve istiskâ (hydropisie) hastalığına yakalananları gör­düm. Çoğu kez Mısır toprağını kullanırlardı. Bu toprağı uyluklarına, bacak­larına ve kollarına, sırtlarına ve kaburgalarına sürerlerdi. Bundan açık bir şekilde fayda görürlerdi. Bu sürme işte bu şekilde çürük ve şişkin yerlere fay­da verir. Fazla kan kaybından dolayı bütün vücudu şişen bir topluluğun bu topraktan apaçık bir fayda gördüğünü bilirim. Başka bir topluluk da bazı organlarında müthiş bir şekilde yerleşmiş müzmin ağrılarına şifa buldu, ağrı­lar iyileşti ve temelli gitti." Kitabu'l-Mesihî*nin yazarı şöyle diyor: "Knossos (Kunûs, Mustakî adası)*tan getirilen toprak, parlak ve temizleyici, yaraları iyileştirici ve kapatıcıdır."

Bir takım topraklarda böyle özellikler olduğuna göre, yeryüzünün en te­miz ve bereketli toprağı hakkında ne denir? Hz. Peygamberdin (s.a.) tükrü-ğüyle karışmış ve Allah'ın adı ve O'na güvenmesi bunun yoldaşı olmuştur. Daha önce de geçtiği gibi, duanın gücü ve etkisi yapana, kendisine karşı dua okunanın tepkisine göre değişir. Bu, erdemli, akıllı ve müslüman bir tıpçının reddetmeyeceği bir durumdur. Niteliklerden herhangi biri bulunmazsa, dile­diğini söylesin. [692]

 

7— Ağrıların Tedavisi:                                                     

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) ağrılara okuma tedavisi konusunüaki tutumu şöyledir:                                                                            

Müslim'in, Sahih'inde Osman b. Ebi'l-Âs'tan rivayet ettiğine göre, Os­man, müslüman olduğundan beri vücudunda gördüğü bir ağrıyı Rasûlullah'a (s.a.) arzetti. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Elini vücudunun ağrı duy­duğun yerine koy ve üç defa bismillah, sonra da yedi defa 'Hissetmekte ol­duğum ve sakınıp sığınmaya çalıştığım şeyin şerrinden Allah'ın izzetine ve kudretine sığınıyorum' de."[693]' Bu ilaçta, Allah'ın anılması, işin O'na hava­le edilmesi, acının şerrinden onu giderecek olan izzetine ve kudretine sığınma vardır. Daha etkili ve faydalı olması için tekrar edilmesi, zararlı maddenin çıkarılması için ilacın tekrarlanması gibidir. Yedi sayısında, başkasında ol­mayan bir özellik vardır. Sahihayn'dB., Hz. Peygamber'in (s.a.) bazı aile üye­lerini sağ eliyle sıvazlayarak dua okuduğu ve şöyle dediği rivayet edilir: "Al­lah'ım! İnsanların Rabbiî Hastalığı gider, şifa ver. Sen şifa vericisin, Senden başka şifa veren yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hastalıktan iz bırakmasın."[694] Bu duada, Rubübiyetinin ve rahmetinin kemâliyle Allah'tan bir şifa isteği vat dır; şifa vericinin yalnızca Allah olduğu, O'nun şifasından başka şifa bulu madiği yer alır. Allah'ın tevhidi, ihsanı ve rubûbiyetiyle şifa dilemeyi içeri[695]

 

8— Musibet ve Üzüntünün Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) musibet ateşi ve üzüntüsünü tedavisindeki t tumu şöyledir:

Yüce Allah şöyle buyurur: "Sabredenleri müjdele. Onlara bir musib* geldiğinde 'Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz.' derler. Rablerinin rah­meti ve mağfireti onlaradır. O'nun yolunda olanlar da onlardır. "[696] Müs-ned'de, Hz. Peygamber'in (s:a.) şöyle buyurduğu nakledilir: "Bir musibete uğrayıp, 'Biz Allah'ınız ve O'na döneceğiz. Allah'ım; musibetim konusunda bana ecir ver ve ondan daha iyilisini ver.' derse, Allah da ona musibetinde ecir verir ve daha iyisini bedel kılar. "[697]

Bu sözler, musibete uğrayan için en Özlü, dünya ve âhireti konusunda en yararlı ilaçtır. Çünkü iki önemli esası içermektedir ki kul bunları gerçek­ten tanırsa musibetinden kurtulur:

Birincisi: Kulun kendisi, ailesi ve malı gerçekte yüce Allah'a aittir. Al­lah bunu kendisine emanet olarak vermiştir. Çekip aldığı takdirde, malı emanet edilenden geri alan emanet verici gibidir. Ayrıca kul iki yokluk arasındadır: Kendinden önceki yokluk, kendinden sonraki yokluk. Kulun mülkü, kısa bir süre için emanet bir maldır. Bunun yanisıra, kul bu malı yoktan var etmiş değildir ki mülkü gerçekten ona ait olsun. Var olduktan sonra onu âfetler­den koruyacak da, varlığım ilelebet sürdürecek de değildir. Malında hiçbir rolü yoktur, gerçek bir mülkü de yoktur. Ayrıca kul, malında mülkünde, gerçek mal sahibi gibi değil, verilen emir ve yasaklar çerçevesinde hareket eden biri­dir. Bu yüzden malında, ancak gerçek sahibinin onayladığı tasarruflarına İzin verilir.

İkincisi: Kulun dönüşü gerçek mevlâsı olan Allah'adır. Dünyayı hiç şüp­hesiz ardında bırakacak ve ilk yaratılışta olduğu gibi âilesiz, malsız ve akra-basiz bir şekilde Rabbine gelecektir. Kulun başlangıcı, hayatı ve sonu böyle

olduğuna göre, bir varlık dolayısıyla nasıl sevinebilir veya bir kayıp dolayı­sıyla nasıl üzülebilir. Başlangıcı ve sonu hakkında düşünmesi, bu hastalığın en Önemli üaçlarındandır. İlaçlarından başka biri de, basma gelecek musibe­tin ondan şaşmayacağım, başına gelmeyenin de gelmeyeceğini yakînen bil-mesidir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Yüryüzüne ve sizin başınıza gelen her­hangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'ta bulunma­sın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır. Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah kendini beğenip öğünen, hiç kimseyi sevmez. "[698]

Musibetin ilaçlarından birisi de, kulun başına gelen musibete bakması­dır. Bu takdirde Rabbi'nin, benzerini veya daha üstününü kaldırdığını, — şayet sabreder ve razı olursa— bu musibetin kaldırılmasından kat kat büyü­ğünü rezerv ettiğini şayet dilerse, musibetinden daha büyüğünü yaratacağını görebilir.

Başjca bir ilacı ise, musibetinin ateşini, başka musibete uğrayanların du­rumuna bakarak gönlünü soğutmasıdır. Bilsin ki beterin beteri vardır[699] sa­ğına baksın sıkıntıdan başkasını görebilir mi? Soluna baksın, pişmanlıktan başkasını görebilir mi?[700] Dünyaya şöyle bir baktığında, bir sevdiğini kay­betmekten veya kötü bir şey olmasından dolayı belâya uğrayanları, dünya­daki kötülüklerin birer rüya ve kaybolan gölge olduğunu, biraz güldürürse çokça ağlattığım, bir gün sevindirirse sürekli üzdüğünü, pek az faydalandı-rırsa uzun süre engellediğini, iyilik doldurduğu evi gözyaşına boğduğunu, bir gün sevindirdiyse bir üzüntü gününü sakladığını görür. Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) şöyle diyor: "Her gülüşten sonra bir ağlayış vardır."

Hind bt. en-Nu'man ise şöyle demiştir: "Kendimizi insanların, en üstü­nü ve zengini görmüştüm. Sonra güneş batar batmaz bizi en fakir olarak gör­düm. Gerçekten de, iyilik doldurduğu evi gözyaşına boğması Allah'a aittir."

Adamın biri, durumun açıklamasını isteyince şöyle cevaplamış: "Bir sa­bah, Arapların her biri bizim durumumuzu arzuluyordu. Akşamleyin ise, Araplar bize sadece acıyordu."

Bir gün kızkardeşi Hurka bt. en-Nu'man, en iyi durumdayken ağladı. "Seni ağlatan nedir? Belki biri sana acı veriyor." denilince şunu söyledi: "Hayır. Ailemde, rahat bir hayat gördüm, her sevinç dolan ev, üzüntü dolan"[701]'                                                                                                                 

İshak b. Talha şöyle anlatıyor: Bir gün onun yanına girdim ve şöyle de­dim: "Hükümdarların gözyaşları için ne dersin?" Şu cevabi verdi: "Bugün­kü durumumuz, dünkünden daha iyi. Kitaplarda okuduğumuz kadarıyla, her iyilik içinde yaşayan aile, daha sonra gözyaşı da görecektir. Zaman bir top­luluğa sevecekleri bir gün gösterirse, hoşlanmayacakları bir gün de gösterir." Sonra şu şiiri söyledi:

"Bir zaman insanları yönetiyor, iktidarı elimizde tutuyoruz, Bir de ne görelim ki günün birinde saray hizmetkârı olmuşuz,

Nimetleri devam etmeyen şu dünyaya yuh olsun,    ,. Bazan bize gülüyor, bazan da bizden kaçıyor."[702].

Musibetin bir başka ilacı, sabırsızlığın onu kaldırmayıp kat kat arttırdı ğını bilmektir. Gerçekte sabırsızlık, hastalığı arttırıcı bir unsurdur.

Başka bir ilaç ise, sabrın, teslimiyetin —ki bu namaz, rahmet ve Allah'­ın sabrın garantisi kıldığı hidayettir —ve Allah'a ait olup, O'na dönüşü ka­bullenme sevabının yok edilmesinin, gerçekte musibetten daha önemli oldu­ğunu bilmektir.

Musibetin başka bir ilacı, sabırsızlığın düşmanı sevindirip dostu üzdü­ğünü, Rabbini kızdırıp şeytanı sevindirdiğini, ecrini boşa çıkardığını ve ken­disini zayıflattığım bilmektir. Sabreder ve ölçülü giderse şeytanı çatlatır, onu eli boş döndürür. Rabbini hoşnut eder, dostunu sevindirir, düşmanını üzer, dostlarının yükünü azaltır ve kendisini teselli etmelerinden önce onları teselli eder. Sebat ve büyük olgunluk işte böylesidir; yoksa yanakları yolmak, elbi­seleri parçalamak, beddua ve ağıtlar, kadere öfkelenmek değil.

Başka bir ilaç, sabrın ve işi Allah'a havale etmenin ortaya çıkardığı tat ve sevincin, şayet devam ederse, başına gelen musibetin devam etmesiyle or­taya çıkandan kat kat fazla olduğunu bilmektir. Bu konuda kendisine, Rab-

mtaâ   bine hamdetmesi ve işi O'na havale etmesi dolayısıyla cennetde inşa edilecek hamd köşkü yeter. Şimdi dönüp düşünsün: Hangi musibet daha büyük? Dünya musibeti mi, yoksa ebedî cennetteki hamd köşkünün kaybedilmesi musibeti mi? Tirmizî'de merfû olarak şu hadis vardır: "Kıyamet gününde insanlar, musibet ehlinin gördükleri karşılık için derilerinin dünyada önünç verilmiş olmasını ister. "[703]

Seleften biri şöyle diyor: "Dünya musibetleri olmasaydı, kıyamete müf­lis olarak gelirdik."

Musibetin bir çaresi de, Allah'dan daha iyisinin geleceğini umarak kal­bini rahatlatmaktır. Allah dışında herşeyin bir bedeli vardır, ama Allah'ın bedeli yoktur. Nitekim bir beyitte şöyle denir:

"Kaybettiğin taktirde, herşeyin yerini tutacak biri vardır, Ama Allah'ı kaybedersen onun yerini tutacak asla yoktur.'*

Musibetin başka bir çaresi, musibetten payının sadece bu kadar olduğu­nu bilmektir. Kim hoşnutluk gösterirse hoşnutluk kazanır, kim hoşnutsuz­luk gösterirse hoşnutsuzluk kazanır. Musibetten payın senin kabullendiğin kadardır. Payının ister iyisini, istersen kötüsünü seç. Şayet musibet kişide öfke ve küfür doğurursa helak olanlar güruhuna, bir vacibi yapmayarak veya bir haramı işleyerek sabırsızlık ve aşırılık doğurursa aşırılar güruhuna yazılır. Şi­kâyet ve sabır göstermeme doğurursa aldanmışlar güruhuna yazılır. Şayet Al­lah'a itiraz ve hikmetini tenkit etme durumu doğurursa, zındıklık kapısını çal­mış veya oraya girmiş olur. Allah için sabır ve sebat gösterirse sabredenler bölümüne, Allah'ın rızasını kazanırsa rıza kazananlar kısmına, hamd ve şük­rederse şükredenler arasına yazılır ve hamdedenlerle birlikte hamd sancağı­nın altında olur. Şayet Rabbine sevgi ve kavuşma sevinci doğurursa, halis âşık­lar arasına yazılır.

İmam Ahmed'in MüsnecT'mde ve Tirmizî'de, Mahmud b. Lebîd'den mer­fû olarak şu hadis rivayet edilir: "Allah bir topluluğu sevdiğinde onlara belâ ve sıkıntı verir. Rıza gösteren O'nun rızasını, öfkelenen de hoşnutsuzluğunu kazanır." Ahmed b. Hanbel, şunu da ilâve eder: "Sabırsızlık gösteren de sahırsızlık görür."[704]

Musibetin çarelerinden biri, ne kadar sabırsızlık gösterilirse gösterilsin, işin sonunda mecburî bir sabır (sabru'l-ıztırâr) olduğunu bilmektir. Böylesi de övgüye ve müıtâfata değer değildir. Bilgelerden biri şöyle diyor: "Akıllı kişi, bilgisizin günler sonra yaptığını, musibetin daha ilk gününde yapar. Bü­yükler gibi sabır göstermeyen, hayvanlar gibi teselli bulup avunur." Buharî'-de merfû olarak şu hadis vardır: "Sabır, musibetin ilk ânında gösterilen-dir."[705] el-Eş'as b. Kays şöyle diyor: "İnanarak ve karşılığını Allah'tan uma­rak sabret, aksi halde hayvanlar gibi teselli bulursun."

Musibetin bir çaresi de, musibete uğrayanın en yararlı ilacının, sevdiği ve hoşnutluk gösterdiğinde Rabbine ve ilâhına teslimiyet olduğunu, sevginin özellik ve sırrının sevgiliye teslimiyet olduğunu bilmesidir. Birini sevdiğini öne sürüp, sonra onun hoşlandığını reddeden ve hoşlanmadığını seven, kendisi aleyhine tanıklık yapmış ve sevgilisini öfkelendirmiş olur.

Ebu'd-Derdâ şöyle diyor: "Allah bir şeyi yarattığında, onunla hoşnut olmak ister." İmran b. Husayn, hastayken şöyle diyordu: "Bana en sevimli olan, O'na en sevimli olandır." Ebu'I-ÂIiye de böyle derdi.

Bu, yalnızca sevenlerle birlikte kullanılabilen bir çare ve ilaçtır. Herke­sin bu ilacı kullanması mümkün değildir.

Musibetin başka bir çaresi, iki büyük ve sürekli tat ve yarar arasında mu­kayese yapmaktır: Musibetle yararlanma tadı ve Allah'ın verdiği mükâfatla yararlanma tadı. Şayet tercih edebileceği bir durum çıkarsa, üstün olanı ter-j cih eder, başarı ihsan etmesinden dolayı da Allah'a hamdetsin. Her yönde, alt mertebede olanı tercih ederse, aklındaki, kalbindeki ve dinindeki musibe tin dünyasındaki musibetten daha büyük olduğunu bilsin.

Musibetin bir başka ilacı, bu belâyı verenin hâkimlerin hâkimi ve mer­hametlilerin en merhametlisi olduğunu, yüce Allah'ın belâyı, yoketmek, azai etmek ve süründürmek için göndermediğini bilmektir. Ondan bir nimeti al­ması; sabrını, hoşnutluğunu ve imanını sınamak, kalbi kırık bir halde huzurunda O'na sığınarak şikâyetini O'na anlatarak tazarru ve niyazda bulundu­ğunu işitmek ve kapısına geldiğini görmek içindir.

Şeyh Abdülkadir şöyle diyor: "Oğlum! Musibet seni yoketmek için gel­memiş, yalnızca sabrım ve imanını sınamak için gelmiştir. Oğlum! Kader, pen­çeli bir hayvan gibidir. Pençeli hayvan İeş yemez."

Kısacası, musibet, ortaya çıkanı şekillendiren örs gibidir. Ya kırmızı al­tın çıkarır veya büsbütün pislik ve moloz çıkarır. Nitekim bir beyitte şöyle denir:

"Onu döktük, sanıyoruz ki gümüştür, Örs demirin molozunu ortaya çıkardı."

Bu örs ona dünyada fayda vermezse, önünde en büyük örs var. Kul, dünya örsüne ve kalıbına sokulmasının bu örs ve kalıptan daha İyi olduğunu ve iki örsten birinin zorunlu bulunduğunu bilirse, Allah'ın dünya örsüyle ilgili ni­metinin kadrini bilmelidir.

Musibetin bir çaresi de, kulun, şayet dünya sıkıntıları ve musibetler ol­masaydı, kibir, kendini beğenme, firavunluk ve kalp sıkıntısı gibi hem dün­yayı, hem de anketini yoketme sebeplerinin geleceğini bilmesidir. Bazen çe­şitli musibetlerle nimetleri kaybettirmesi, merhametlilerin en merhametlisi Yüce Allah'ın, bu hastalıklardan koruyan, kulluğun dosdoğru sürdürülmesini sağ­layan, yokedici, habis ve bozuk maddelerden arınmasını ortaya çıkaran bir rahmetidir. Musibet dolayısıyla merhamet eden ve nimetlerle sınayan Allah, her noksandan uzaktır. Nitekim bir beyitte şöyle denir:

"Allah bazan —büyük de olsa— belâyla nimet verir, Allah kimi toplulukları nimetlerle sınar."

Yüce Allah kullarını sıkıntı ve belâ hastalıklarıyla tedavi etmeseydi, azar­lar, isyan ederler ve haddi aşarlardı. Yüce Allah bir kuluna iyilik dilediğinde, durumuna göre yokedici hastalıklardan arındıran belâ ve sıkıntı verir, bu be­lâ ve sıkıntı onu terbiye eder, temizler ve arındırırsa, dünya mertebelerinin en üstünü olan kulluğa ve ahiret sevabının en yücesi olan Allah'ı görme ve O'na yakın olma derecesine yükseltir.

Dünyadaki acının âhiretteki tatlının, dünyadaki tatlının âhiretteki acı­nın ta kendisi olduğunu, Allah'ın birini öbürüyle değiştirdiğini bilmek de musibetin bir çaresidir. Geçici bir acıdan sürekli bir tatlılığa geçmek, bunun ter­si bir durumdan daha iyidir. Bunu tam anlayamadıysan, Rasûlullah'ın şu sö­züne bakıver: "Cennet nefse hoş gelmeyen şeylerle, cehennem nefsin şehvet-leriyle kuşatılmıştır. "[706]

Bu noktada, insanların akılları farklı şeyler anlar, insanların gerçeği or­taya çıkar. Çoğunluğu geçici tatlılığı, yok olmayan sürekli tatlılığa tercih eder, ebedî tatlılık için geçici acıya, ebedî izzet için geçici zillete, afiyet için geçici sıkıntıya katlanmaz. Çünkü önündekini hemen görür, sonrakini ise göremez. İman zayıftır, şehvetin otoritesi ise onu etkisi altında tutmaktadır. İşte bun­dan da dünyanın tercihi, ahiretin reddedilmesi durumu ortaya çıkar. Böyle bir bakış açısı, işin dış yanına, ilk ve önceki durumlarına bakmaktan ibaret­tir. Dünya perdesini yırtan ve işin önüne ve sonuna geçebilen etkili bakış açı­sının farklı bir durumu vardır.

Nefsini; Allah'ın dostları ve itaatkâr kullan için hazırladığı sürekli ni­met, ebedî mutluluk ve büyük kurtuluş ile tembel ve kaybeden kulları için hazırladığı utançlık, ceza ve sürekli pişmanlıklara çağırıver. Sonra kendine lâyık olanı seç. Herkes kapasitesine göre hareket eder. Herkes kendine uy­gun olanı ve yakışanı arzular. Bu ilacı daha fazla uzatmayayım. Doktor ve hastanın bu şiddetli ihtiyacı, genişçe yazmayı gerektirdi. Başarı Allah'tandır.

Hz. Peygamber'in (s.a.) keder, üzüntü, gam ve hüznün tedavisi konu­sundaki tutumları şöyledir;

Sahîhayn'da, îbn Abbas'tan rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) üzün­tülü durumunda şöyle derdi:

"Yüce ve hilim sahibi Allah'tan başka ilâh yoktur. Yüce Arş'm Rabbi Allah'tan başka ilâh yoktur. Yedi kat göklerin, yeryüzünün ve yüce Arş'ın Rabbi Allah'tan başka ilâh yoktur. "[707]

Tirrriizî'nin Cc/m'inde Enes'ten rivayete göre, bir durum Hz. Peygam^ ber'e (s.a.) güç geldiğinde şöyle derdi:

"Yâ hayy, yâ kayyûm! Rahmetinle yardım istiyorum."[708]

Yine Tirmizî'de Ebu Hureyre'den rivayete göre, bir durum Hz. Peygam-ber'i üzdüğünde yüzünü göğe kaldırır ve: "SübhanelIahî'İ Azım= Ey büyük Allah'ım; sen her noksandan uzaksın." derdi. Kendisini duaya verince: "Yâ hayy, yâ kayyûm." derdi.[709]

Ebu Davud'un Sünen'inde Ebu Bekre'den rivayete göre, Hz. Peygam­ber (s.a.) şöyle buyurdu: "Üzüntü duası şudur:

Allah'ım! Rahmetini umarım. Beni bir an bile nefsime teslim etme. Be­nim bütün durumumu düzelt. Senden başka ilâh yoktur."[710]

Yine Ebu Davud'un Sünen'inde, Esma bt. Umeys'ten rivayet edildiğine göre, Rasûluîlah (s.a.) ona şöyle buyurmuştur:

Üzüntülü durumda söyleyeceğin sözleri sana öğreteyim:

lah Rabbim'dir. O'na hiçbir şeyi ortak koşmam."[711] Bir rivayete gö­re bu, yedi defa söylenir.[712]

Nâsıruddîn el-Elbânî, el'Kelimu't-Tayyib'e (s.73) yazdığı dipnotta, Ömer b. Abdilaziz'in mevlası Hilâl b. Ebu Tu'me'ye, kütüb-i sitte râviîerinin biyografilerini yazan Tehzîb, Takrib ve Hulâsa gibi kitaplarda, her birinin künyeler kısmında bulunmasına rağmen, biyografi­ler arasında yer verilmediğini sanmıştır. Oysa Tehzib'de aynen şunlar yazılıdır: Ebu Tu'­me el-Umevî, Ömer b. Abdilaziz'in mevlâsıdır, adı Hilâl'dir. Şam'hdır, Mısır'da oturmuştur. Ömer b. Abdilaziz'den ve Abdullah b. Ömer'den hadis rivayet etmiştir. Ondan da Abdu-. laziz b. Ömer b. Abdilaziz, Abdurrahman b. Yezid b. Câbir ve Abdullah b. Lehî'a riva­yette bulunmuştur. Ebu Hatim şöyle diyor: Ebu Tu'me, Mısır kurrasındandır. Ondan Ye­zid b. Câbir'in iki oğlu rivayette bulunmuştur. îbn Yûnus şöyle diyor: Hilâl, Ömer b. Ab­dilaziz'in mevlâsıdır, künyesi Ebu Tûme'dİr. Mısır'da kurra idi. İbn Ammâr el-Mavsılî şunu söylüyor: Ebu Tu'me, sikadır.

İmam Ahmed'in Müsned'inde, İbn Mes'ûd'dan rivayete göre Rasûluî­lah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Birinde hüzün veya keder olunca şunu söylesin:

'Allah'ım! Ben senin kulunum, senin kulunun oğluyum, ümmetinden bi­riyim. Kaderim senin elinde. Benim hakımda senin hükmün geçerli, takdir ettiğin adalettir. Kendine verdiğin, kitabında indirdiğin, yaratıklardan birine öğrettiğin veya gayb bilgisinde kendi tercih ettiğin isminle Senden dilekte bu­lunuyorum! Yüce Kur'an'ı kalbimin baharı, gönlümün nuru ve üzüntümün cilası kıl. Üzüntümü gider.'

Bunu söyleyenden Allah üzüntü ve kederi giderir, yerine sevinç ge-tirir."[713]

Tirmizî'de Sa'd b. Ebî Vakkas'tan rivayete göre, Rasûluîlah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yunus peygamber, balığın karnındayken Rabbına şu duayı yapmıştır

'Senden başka ilâh yoktur. Sen her kusurdan uzaksın. Ben zalimlerden biri oldum.'

Müslüman biri bu duayı yaptığında duası mutlaka kabul olunur."[714]

Başka bir rivayette şöyledir: "Ben bir söz biliyorum ki, üzüntüye düşen onu söylerse Allah bu üzüntüsünü giderir: Kardeşim Yunus'un sözü."

Ebu Davud'un Sünen'ınde Ebu Saîd el-Hudrî'den şu hadis rivayet edi­lir: Bir gün Rasûluîlah (s.a.) camiye girdi. Ensar'dan Ebu Ümâme adındaki biri camide idi. Rasûlullah ona: "Ey Ebu Ümâme! Hayrola, namaz vakti ol­madığı halde camide misin?" diye'sordu. Ebu Ümâme: "Üzüntü ve borçlar beni bırakmıyor, ey Allah'ın elçisi!" cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlul­lah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sana söylediğin takdirde Yüce Allah'ın üzüntünü kaldıracağı ve borcunu ödeme imkânı vereceği bir söz öğreteyim mi?" Ebu Ümâme: "Evet, öğret ey Allah'ın elçisi!" deyince, Hz. Peygamber şöyle bu­yurdu: Sabah ve akşam şunu söyle:              ;

"Allah'ım! Üzüntü ve kederden, acizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten, borca batmaktan ve insanların kahrından Sana sığınırım."

Ebu Ümâme şöyle diyor: "Bunu yaptım.: Yüce Allah da üzüntümü gi­derdi, borcumu ödeme imkânı verdi."[715]     

Ebu Davud'un Sünen'inde İbn Abbas'tan rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah, devamlı istiğfar edenin her üzüntüsünü sevince dönüştürür, her zorluktan çıkış yolu verir, ummadığı yerden onu rızıklan-dmr."[716]

Müsned'dt, bir iş kendisini üzdüğünde Rasûluilah'm (s.a.), namaz kıl­mağa sığındığı rivayet edilir.[717]

Yüce Allah şöyle buyurur: "Sabır ve namazla yardım isteyiniz."[718]

Sünen'de şu hadis vardır: "Cihad yapınız. Çünkü o, cennet kapıların­dan biridir. Allah onunla nefislerden gam ve kederi uzaklaştırır. "[719]

Ibn Abbas'tan Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Üzüntü ve kederi artan bol bol Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (güç ve kudret yalnızca Allah'tandır.) desin."

Sahîhayn'da. şu rivayet sabittir: "(Bu söz) cennet hazinelerinden bi­ridir."[720]

Tirmizî'de ise şöyledir: "(Bu söz) cennet kapılarından biridir."[721]

Bunlar on beş ilaç türünü içerir. Şayet bu dualarla üzüntü, gam ve keder giderilemezse, bu hastalık iyice yerleşmiş, sebepleri kökleşmiş ve büsbütünr bir arınmaya ihtiyaç var demektir.                        

1)  Allah'ın rubûbiyet tevhidi,                       

2)  İlâhlık tevhîdi,                                          

3)  İtikadî-ümî tevhid,                                   

4)  Yüce Allah'ın kuluna zulmetmekten ve onu .sebepsiz yere ÜJHIlılu tutmaktan uzak oluşu, '

5)  Kulun bizzat kendisinin zâlim olduğunu itiraf edişi,

6)  Yüce Rabbimize en sevdiği şeylerle, O'nun isim ve sıfatlarıyla! bunların da en kapsamlısı, Hayy ve Kayyûm'dur— dua ediş,

7)  Yalnızca O'ndan yardım isteyiş,

8)  Kulun O'ndan ümit bekleyişini ikrar,

9)  O'na güvenme, işi O'na havale etme ve kaderinin O'nun elinde Olu­şunu, dilediği gibi yaratacağını ve hakkında Allah'ın hükmünün ge­çerli, bu takdirinin de adalet oluşunu itiraf,

10)  Kalbini Kur'an bahçelerinde besleyiş, Kur'an'ı kalbi için bahara dön­dürüş, şüphe ve şehvet karanlıklarına karşı ondan ışık bekleyiş, her kaybettiğine onunla teselli buluş, her musibete karşı onunla gıdalan-ma, gönül hastalıklarına onunla şifa arama, üzüntüsünün cilası, gam ve kederinin şifası oluşu,

11)  İstiğfar, af dileyiş,

12)  Tevbe,

13)  Cihad,

14)  Namaz,

15)  Güç ve kudretin yalnızca Allah'a ait oluşu.

Sözkönusu bu ilaçların bu hastalıklara etki yönü şöyledir:

"Yüce Allah âdemoğlunu ve organlarını yaratmış, her birine kaybettiği zaman üzüntü duyacağı kemâl durumunu vermiş; onların hükümdarı olan kalbe kaybettiği zaman yerini hastalık ve gam, keder, hüzün gibi acıların cağı'bir mükemmellik vermiştir.

Göz yaratılmış olduğu görme özelliğini, kulak yaratılmış olduğu işitme özelliğini ve dil yaratılmış olduğu konuşma özelliğini kaybederse, mükemmel­liğini kaybetmiş olur.

Kalb; yaratıcısını bilmek, sevmek, tek olarak tanımak, O'nunla sevin­mek, sevgisiyle coşmak, O'ndan hoşnut olmak, O'na güvenmek, O'nun için sevmek, O'nun için düşmanlık etmek, sürekli O'nu anmak, O diğer bütün şeylerden kendisine daha sevgili olmak, her şeyden daha çok O'ndan ümid etmek, kalbinde herşeyden çok O'na yer vermek, nimet, sevinç ve lezzetin, hatta hayatın ancak böylece olduğunu gönlüne yerleştirmek için yaratılmış­tır. Bu, onun için gıda, sağlık ve hayat yerindedir. Bunları kaybedince, üzün­tü, gam ve keder her yandan hızla onu sarar, sürekli teslim alır.

Kalbin en önemli hastalıkları, şirk, günah, gaflet, Allah'ın sevdiklerini ve hoşnutluk gösterdiklerini önemsemeyiş, işi O'na havale etmeme, O'na az güvenme, O'ndan başkasına meyil gösterme, takdirine öfkelenme ve verdiği sözde ve tehditte şüpheye düşmedir.

Kalbin hastakkiarıru düşünürsen, başkasını değil, yalnızca bunları ve ben­zerlerini sebep olarak görürsün. Başka bir ilacı olmayan çaresi, bu hastalık­ların panzehiri olan nebevi ilaçlardır. Çünkü hastalık panzehiriyle giderilir, sağlık benzeriyle korunur. Kalbin sağlığı bu nevebî emirlerle korunur, hasta­lıkları bu panzehirlerle giderilir.

Tevhid, kula hayır, sevinç, tat, ferahlık ve neşe kapılarını açar. Tevbe, kalbi hasta eden bozuk karışım ve maddelerin arındırılması ve karışmaktan korunmasıdır. O, kalbe sevinç, kötülük kapılarını kapatır, tevhid sayesinde mutluluk ve iyilik kapılarını açar, tevbe ve istiğfarla kötülük kapılarını kapatır.

Tıp otoritelerinden olan eski bir âlim şöyle diyor: "Vücudunun afiyette olmasını isteyen az yesin ve içsin. Kalbinin afiyetini isteyen, günahlarını ter-ketsin." Sabit b. Kurrâ şöyle diyor: "Vücudun rahatı az yemekte, ruhun ra­hatı az günahta, dilin rahatı da az konuşmaktadır."

Kalb için günah, zehir yerindedir; onu yok etmese de, hiç şüphesiz za­yıflatır. Gücü zayıflayınca hastalıklara güç yetiremez. Gönül doktoru Abdullah b. Mübarek bir şiirinde şöyle diyor:

'Günahların kalpleri öldürdüğünü gördüm. Kalpteki perişanlığı sürekli günah işlemek yaratır,

Günahları terketmenin kalpleri dirilttiğini gördüm, Senin için iyi olan, günahlara isyandır."

Heves ve arzular, kalbin en büyük hastalıklarından, heves ve arzuya ay­kırı davranış ise en önemli ilaçlarındandır. Nefis, aslında cahil ve zalim ola­rak yaratılmıştır. Cehaletinden dolayı nefis, şifasının heveslerine uymakta olduğunu sanır. Halbuki bu, telef ve ölmesidir. Zalim oluşu dolayısıyla ne­fis, dürüst doktorun dediğini kabul etmez bilakis hastalığı ilaç yerine koyar ve ona güvenir, ilacı hastalık sanır, ondan kaçar. Böylece, hastalığı tercih edip ilacından kaçınması sonucu, doktorları âciz bırakan ve bunlarla beraber şi­fası imkânsızlaşan hastalık ve illetler doğar. En büyük musibet bunu kadere yüklemesi, nefsini temize çıkarması, durumuyla sürekli olarak Rabbini kına­ması, sonunda açıktan açığa bu kınamasını diliyle sürdürmesidir.

Hasta bu duruma gelince; onun iyileşmesi, sadece Rabbından bir rah­met gelip yeni bir hayat vermesi ve övgüye değer bir yolu benimsetmesi duru­munda beklenebilir. Bu yüzden, İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadis, Hâhlık ve Rablık tevhidini içermiş, Yüce Rabbı, azamet ve hilimle nitelemiştir. Bu iki sıfat da, en yüce kudret ve rahmeti, iyilik ve bolluğu, ulvî ve süflî âlem ile yaratıkların en üst sının olan Arş için Rabhğın mükemmelliğini gerektirir. Tam Rablık; tevhid, ibadet, sevgi, korku, ümit, ululama ve İtaatin yalnızca O'na ait olmasını gerektirir. O'nun mutlak azameti, O'nda her mükemmelli­ğin varlığını, her noksan ve benzerliğin bulunmayışını gerektirir. O'nun hil-mi, yaratıklarına en yüce rahmet ve iyiliği gerektirir.

Kalbin bunu bilmesi ve tanıması Yüce Allah'ı sevmeyi, ululamayı ve tev­hidi gerektirir. Neşe, lezzet ve sevinçten, üzüntü, keder ve gam acısını gidere­cek olan durum doğar. Hastayı sevindiren, ferahlatan ve güçlendiren bir du­rum olunca, tabiatın bedenî hastalığa karşı nasıl güç kazandığını görürsün. Kalp için bu şifanın ortaya çıkması daha uygun ve iyidir.

Ayrıca, üzüntünün sıkıntısı ile üzüntü duasının içerdiği bu niteliklerin genişliğini karşılaştırırsan, bu sıkıntıdan kurtarmak ve kalbin, sevinç ve ne­şeye boğmak için son derece uygun olduğunu görürsün. Bunu yalnızca kal­binde nurları doğan ve kalbi gerçekleri arayanlar kabul eder.

"Yâ hayy, yâ kayyûm, rahmetinle imdat diliyorum." sözünün, bu has­talığı giderme konusundaki etkisi son derece anlaşılır durumdadır. Çünkü "bayat" sıfatı, Allah'ın bütün kemâl sıfatlarım içerir ve gerektirir. "Kayyûm" sıfatı ise, bütün fiilî sıfatlan içerir. Bunun için, Allah'ın dua edilince kabul edilen ve istenince verilen en yüce ismi hayy ve kayyûm olmuştur. Tam ha­yat, bütün hastalık ve acıların zıddıdır. Bu yüzden cennet hayatı mükemmel

olduğundan, cennettekilere üzüntü, gam, keder ve herhangi bir âfet gelmez. Hayatın noksanlığı, fiillere zarar verir, kayyûm sıfatına aykın düşer. Kay-yûm sıfatının tamlığı, hayat sıfatının mükemmelliği içindir. Mutlak ve tam hayat sıfatıyla diri olanın, mutlaka kemâl sıfatı da vardır. Kayyûm olana müm­kün olanı yapmak asla imkânsız değildir. Hayat ve kayyûm sıfatlarıyla Al­lah'tan dilekte bulunmanın, hayata aykırı düşen ve fiillere zarar veren duru­mun giderilmesinde etkisi vardır.

Bunun bir benzeri, hidayete erdirmesi için Hz. Peygamber'in (s.a.) Rab-bine, "Cebrail, Mikâil ve İsrafil'in Rabbı" diyerek dilekte bulunmasıdır. Çün­kü kalbin hayatı, hidayetledir. Yüce Allah, hayatı bu üç meleğe havale et­miştir. Cebrail, kalblerin hayatı olan vahiy meleğidir. Mikâil, beden ve ruh­ların hayatı olan tabiatı yöneten melektir. İsrafil, dünyanın hayatı ve ruhla­rın cesetlere dönüşünün sebebi olan nefhayı üflemekle görevlidir. Yüce Al­lah'tan, hayatın havale edildiği büyük ruhlann Rabbi diyerek dilekte bulun­manın, isteğin elde edilmesinde etkisi vardır.

Kısacası, hayy ve kayyûm isimlerinin, duaların kabulünde ve üzüntüle­rin giderilmesine özel bir etkisi vardır.

Sünen*dc ve Ebu Hâtim'in Sahih'inde merfû olarak şu hadis rivayet edi­lir: "Allah'ın en yüce ismi, şu iki âyettedir: 'Tanrınız bir tek.tanndır, O mer­hamet eden, merhametli olandan başka tanrı yoktur.'[722] 'Elif, lâm, mîm. Al­lah; O'ndan başka tanrı olmayan, diri (hayy) ve her an yarattıklarını gözetip durandır. (Kayyûm)."[723] Tirmizî, "Bu sahih bir hadistir." diyor.[724]

Sünen ve İbn Hibbân'ın SahWm.de Enes'ten rivayete göre bir adam şöyle dua etti: "Allah'ım! Senden yalnızca Sana hamd ederek istiyorum. Senden başka tanrı yoktur. Sen ihsan sahibisin, gökleri ve yeri en iyi şekilde yaratan­sın. Celâl ve ikram sahibisin. Yâ hayy, yâ kayyûm." Bunun üzerine Rasûlul-lah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kendileriyle dua edilince duayı kabul ettiği, iste­yince verdiği Allah'ın en büyük ismiyle dua etti."[725]

Bu yüzden Rasûlullah (s.a.) kendini duaya verince, "Yâ hayy, yâ kayyûm" derdi. ■

"Allah'ım! Rahmetini umuyorum. Beni bir an bile nefsime bırakma. Bü­tün işimi düzelt. Senden başka ilâh yoktur.'* hadisi, ümidin tüm hayır kendi­sinde olana ait bulunduğunu, yalnızca O'na güvenUdiğini, işin O'na havale edildiğini ve O'na niyaz yapıldığını, işini düzeltmesini, nefsine bırakmaması­nı ve bu hastalığı gidermekte güçlü bir etkisi bulunan tekliğini belirtmek için­dir. "Allah, Rabbimdir. O'na hiçbir şeyi ortak koşmam." hadisi de böyledir.

İbn Mes'ûd'un, "Allah'ım! Ben senin kulunun oğlu bir kulunum." ha­disinde ise, ilâhî bilgiler ve kitabımızın boyutunu aşan kulluk sırları vardır. Çünkü bu söz, kendisini, atalarının ve ninelerinin kulluğunu itirafı, kaderi­nin Allah'ın elinde olup dilediği gibi belirlediğini içermektedir. Kul, Allah ol­maksızın bir fayda veya yarar elde edemez; ölüm, hayat ve dirilişe sahip de­ğildir. Çünkü kaderi başkasının elinde bulunan kişinin elinde hiçbir şey bu­lunmaz, bilâkis kaderin sahibi elinde esir ve tartışmasız iktidarının emrinde olur.

"Benim hakkımda senin hükmün geçerli olur. Benimle ilgili takdirin ada­lettir." sözü, tevhidin dayandığı iki önemli temeli içerir:

1) Kaderin ve yüce Rabbin kulu hakkındaki hükümlerinin geçerli oldu­ğunun, bundan kurtuluşun ve ona karşı hile yapmanın imkânsız olduğunun ispatı yer alır.

2) Yüce Allah bu hükümlerinde adaletlidir, kuluna haksızlık yapmaz, bi­lâkis bu hükümlerde adalet ve iyiliğin gereğinden dışarı çıkmaz. Çünkü zul­mün sebebi, ya zâlimin ihtiyacı, ya bilgisizliği veya akılsızlığıdır. Herşeyi bi­len, hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşeyin kendisine muhtaç olduğu, hâ­kimlerin hâkimi birinden böyle bir şey gerçekleşemez. Hiçbir şey O'nun hik­met ve tıamdi dışında olmadığı gibi, herşey O'nun kudret ve dilemesindedir. O'nun hikmeti, dileme ve kudretinin etkili olduğu her yerde etkilidir. Bunun için Allah'ın Peygamberi Hûd (a.s.), kavmi kendisini ilanlarıyla korkutunca şöyle demiştir: "Doğrusu ben Allah'ı şahit tutuyorum; siz de şahid olun ki, ben O'nu bırakıp koştuğunuz ortaklardan uzağım. Hepiniz bana tuzak ku­run, sonra da ertelemeyin. Ben, ancak benim de, sizin de Rabbiniz olan Al­lah'a güvenirim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun. Rab-bim elbette doğru yo]dadır."[726] Yani, her ne kadar yüce Allah, mahlukatın kaderini elinde tutuyor ve dilediği gibi hareket ediyorsa da, O doğru yoldadır; onlar hakkında yalnızca adalet ve hikmetle, iyilik ve rahmetle tasarrufta bulunmaktadır. "Benim hakkımda senin hükmün geçerlidir." sözünün kar­şılığı âyetin "Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun" kıs­mına; "Benim hakkımdaki takdirin adalettir" sözü ise âyetin "Şüphesiz Rab-bim doğru yoldadır." kısmına uygunluk gösterir. Sonra, yüce Rabbine kul­ların bildiği ve bilmediği —ki gayb âleminde tercih ettikleri bunlardandır, melek ve peygamberler dahi bunları bilmez— isimleriyle dua etmiştir. Bu en önem­li; Allah'ın sevdiği ve isteğin elde edilmesine en yakın dua çeşididir.

Sonra, Kur'an'i, kalbi için hayvanların beslendiği bahar kılmasını iste­miştir. Kur'an gerçekten de kalbin damarıdır. Yine Kur'an'ı, gam ve kederi­ne şifa kılıp, hastalığı kökünden söken, bedeni sıhhat ve normal durumuna döndüren ilaç yerinde olmasını, Kur'an'ın hüznünü cilalamasını istemiştir. Hasta doğru bir şekilde kullanırsa, bu ilaç ondaki hastalığı gidermeye, ona tam şifa, sağlık ve afiyet vermeye adaydır. Başarıya ulaştıran Allah'tır.

Yunus peygamberin duasına gelince; onda, Yüce Allah'ı en yüksek sevi­yede tek ve noksandan uzak tanıma, kulun kendi zulüm ve gühanını itiraf gibi üzüntü, gam ve keder ilaçlarının ve ihtiyaçların giderilmesinde Yüce Al­lah için kullanılacak isimlerin en etkilisi vardır. Çünkü, tevhid ve tenzih; Al­lah için her kemâli kabul etmeyi, her türlü noksanı, kusuru ve benzeri red­detmeyi içerir. Zulmün itirafı; kulun şeriate, sevap ve cezaya inancını içerir, üzüntüsünü ve Allah'a sığınmayı, hatasını söylemeyi, kulluğunu kabullenmeyi ve Allah'a ihtiyaç duymayı gerektirir. Burada vesile edinilen tam dört durum vardır: Tevhid, tenzih, kulluk ve itiraf.

"Allah'ım! Üzüntü ve kederden Sana sığınırım." şeklindeki Ebu Ümâ-me hadisi, her çifti birbirinin yakını ve eşi olan sekiz şeyden sığınmayı içerir. Keder ve hüzün kardeştir, acizlik ve tembellik kardeştir, korkaklık ve cimri­lik kardeştir, borca batmak ve insanların zorbalığı kardeştir. Çünkü, kalbe hoşlanılmayan ve acı veren şeyler geldiğinde, bunun sebebi, ya geçmişteki bir durumchır ki onu kedere boğar, şayet gelecekte olması beklenirse, onu üzer ve kulu çıkarlarından alıkoyar ve engeller; yahut acizlik demek olan kudret­sizliktir veya tembellik, iyiliği ve yaran kendisine ve diğer insanlara verdir­memek demek olan isteksizliktir; veyahut da yaran, korkaklık demek olan bedeniyle veya cimrilik demek olan malıyla engellemesidir. İnsanlann ona kahır yapması, ya haklı gerekçeye dayanır ki bu borca dalmaktır, ya da haksızdır ki bu da insanlann ona zorbalık yapmasıdır. Hadis, her kötülükten sığınma­yı içermiştir. İstiğfarın gam, keder ve sıkıntıyı defetmedeki etkisi, din âlimle­rinin ve her ümmetin akıllı kişilerinin günah ve bozgunculuğunun üzüntü ve kederi, korku ve hüznü, gönül sıkıntısını ve kalp hastalıklarını gerektirdiğini bilme konusunda aynı görüşte birleşmesinden dolayıdır. Hatta günah işleyenler, arzularını yerine getirdiklerinde ve nefisleri usandığında, bunu kalplerindeki sıkıntı, gam ve keder dolayısıyla işlerler. Nitekim ahlâksızlıkların piri şiirin­de şöyle diyor:

"Bir kadehi zevkle içtim, Diğeriyle onu tedaviye çalıştım. "[727]

Günahlann ve suçların kalbteki sonucu bu olduğun^ göre, onujı tevbe ve istiğfardır.                                                    

Namaza gelince; namazda kalbi ferahlatan ve güçlendiren, onu açan, neşe ve zevke boğan bir özellik vardır. Namazda, kalp ve ruh Allah ile ilişki ku­rar, O'na yakm olur. O'nu zikrederek ferahlar, O'na yakararak neşe dolar-, huzurunda durur, O'na ibadette bedenin tümünü, güçlerim ve organlarını kul­lanır, her organa bundan payını verir, mahlukatla ilgilenmek, karışmak ve konuşmaktan alıkoyar, kalbinin ve organlarının güçlerini Rabbine ve yaratı­cısına yöneltir, ancak sağlam kalblerde yer eden en önemli ilaçlardan, ferah­latıcılardan ve gıdalardan olduğu sürece namaz durumunda düşmanından emin olur. Hasta kalpler ise, ancak üstün gıdalar uygun düşen bedenler gibidir.

Namaz, dünya ve âhiret iyiliklerinin elde edilmesinde, kötülüklerin de-fedilmesinde en önemli yardımcılardandır. Namaz, günahtan alıkoyar, kalp hastalıklanm defeder, hastalığı vücuttan atar, kalbi aydınlatır, yüzü ağartır, organlara ve nefse dinçlik verir, rızık getirir, zulmü defeder, mazluma yar­dım eder, şehvet pisliklerini defeder, nimeti korur, belâyı defeder, rahmet in­dirir, karanlığı aydınlatır, karın ağrılarının pek çoğuna yarar sağlar. İbn Mâ-ce,-Sünen'inde Mücâhid—Ebu Hureyre senediyle şunu rivayet eder: Ebu Hu-reyre der ki: Rasûlullah (s.a.) beni, yatarken kann ağrısından şikâyet ettiğim halde gördü. Bana şöyle dedi: "Ey Ebu Hureyre! Karnında bir derdin mi var?" "Evet, ey Allah'ın elçisi!" dedim. Bunun üzerine Rasûlullah: "Kalk, namaz kıl. Çünkü namazda şifa vardır." buyurdu.[728] Bu hadis Ebu Hureyre'den mevkuf olarak rivayet edilmiştir. Hadisi, Mücâhid'e doğrudan Ebu Hureyre söylemiştir ki öyleye benziyor.

Şayet zındık bir doktor, namazın ilaç olduğunu kabul etmiyorsa, om tıp diliyle hitap edilir ve: "Namaz, ruh ve bedenin birlikte yaptıkları bir spordur." denilir. Çünkü namazda ayakta durmak, eğilmek, oturmak, intikal vb. yapıldığı sırada çoğu mafsalların hareket ettiği, mide, bağırsak ve diğer sin­dirim organları gibi iç organların çoğunun eğilip büküldüğü hareketler ve va­ziyet alışlar vardır. Bu hareketlerde, maddeleri güçlendirme ve nüfuz etme olduğu inkâr edilemez. Özellikle nefis kuvveti ve onun namazda inşirah bul­masıyla tabiat güçlenip, acı defolur. Ama zındığın hastalığı, peygamberlerin getirdiğinden yüzçevirmesi ve onun yerine ilhadı geçirmesi, yalancı ve yüzçe-viren mutsuzların gireceği kızgın ateşten başka bir ilacı olmayan hastalıktır.

Cihadın üzüntü ve kederi defetmedeki etkisi, vicdanen bilinen bir du­rumdur. Çünkü nefis, bâtıl saldırganı, saldırısını ve istilasını kendi başına bı­rakınca üzüntü ve kederi, hüzün ve korkusu artar. Ama onunla Allah için mücadele ederse, Allah onun hüznünü, gam ve kederini dinçlik, ferahlık ve kuvvetle değiştirir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Onlarla savaşın ki Allah si­zin elinizle onları azaplandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de mü'minle-rin gönüllerini ferahlandırsın, kalplerindeki Öfkeyi gidersin."[729] Kalbin sı­kıntı, hüzün, keder ve üzüntüsünü cihaddan daha hızlı giderecek bir şey yok­tur. Yardım yalnızca Allah'tan istenir.

"Lâ havle velâ kuvvete illâ billah"ın hastalığı defetmedeki etkisine ge­lince; bu sözde, güç ve kudretin yalnızca Allah'a ait olduğu, işin bütünüyle O'na bırakıldığı, O*ndan gelecek hiçbir şeye karşı çıkılamayacağı, ulvî ve süflî âlemde her dönüşümün bu çerçevenin dışına çıkamayacağı, bu dönüşüm kuv­vetinin ve bütün bunlann hepsinin yalnızca Allah'a ait olduğu yer alır. Bazı eserlerde şöyle denir: "Gökten inen ve oraya yükselen bir melek, bunu ancak 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billah*\\t gerçekleştirir." Şeytanı kovmada bu sö­zün şaşılacak bir etkisi vardır. Yardım yalnızca Allah'tan istenir. [730]

 

9— Korku ve Uykusuzluğun Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) korku ve uyumayı engelleyen durumun tedavisi hakkındaki tutumu şöyledir:

Tirmizî, CÖm/'inde Büreyde'den şunu nakleder: Halid, Rasûiullah'a (s.a.): "Ey Allah'ın elçisi! Geceleyin uykum kaçıyor, uyuyamıyoruml" diyerek şikâyette bulundu. Rasûlullah (s.a.) ona şöyle buyurdu: Yatağına girdiğinde şöyle de:

"Yedi kat göklerin ve gölgelendirdiğinin Rabbi, Allah'ım! Yeryüzünün ve taşıdığının Rabbi, Allah'ım! Şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi Allah'­ım! Bütün mahlukatının kötülüklerine, onların herhangi birinin bana aşın gitmesine veya bana isyan etmesine karşı bana koruyucu ol. Senin koruman ne yücedir, şanın ne yücedir. Senden başka tann yoktur."[731]

Yine Tirmizî'de Amr b. Şu'ayb—babası—dedesi senediyle şu hadis  A dır: Rasûlullah, onlara korkuya karşı şunu öğretiyordu:

"Gazabından ve cezasından, kullarının şerrinden ve şeytanlarının fısıltı­larından Allah'ın tam kelimelerine sığınınm. Şeytanlann gelmesinden de Sana sığınırım, Rabbim!" Abdullah b. Amr, büyük oğullarına bunları öğretir, kü­çüklerine yazar ve üstüne asardı.[732] Bu sığınmanın böyle bir hastalıkla iliş­kisi açıktır. [733]

 

10— Yangının Söndürülmesi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) yangın ve söndürülmesi konusundaki tutumu şöyledir:

Amr b. Şu'ayb—babası—dedesi senediyle Rasûlullah'ın şöyle buyurdu­ğu rivayet edilir: "Yangını gördüğünüzde tekbir getirin. Çünkü tekbir onu söndürür. "[734] Çünkü yangının sebebi ateştir. Ateş, şeytanın yaratıldığı mad-dedir. Yangında maddesi ve fiiliyle şeytana uygun düşen genel bir kötülük vardır. Şeytanın ona yardımı ve uygulaması sözkonusudur. Ateş tabiatı iti­barıyla taşkınlık ve bozgunculuğu arar. Bu iki durum, yani yeryüzünde taş­kınlık ve bozgunculuk, şeytanın yoludur, onlara çağırır, insanoğlunu onlarla yok eder. Ateş ve şeytandan her biri, yeryüzünde taşkınlık ve bozgunculuğu arzular. Yüce Rabbin ululanması, şeytanı ve fiilini engeller.

Bu yüzden Yüce Allah'ı ululamanın yangını söndürmede etkisi vardır. Çünkü Allah'ın yüceliğine kimse karşı duramaz. Müslüman Rabbine tekbir getirdiğinde, tekbiri ateşin ve maddesi ateş olan şeytamn yatıştınlmasında et­kili olur, yangını söndürür. Biz ve başkaları bunu denedik. Aynen böyle ol­duğunu gördük. Allah en iyisini bilir. [735]

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM KORUYUCU HEKİMLİK

A) SAĞLIĞIN KORUNMASI

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) sağlığın korunmasındaki tutumu şöyledir:

Bedenin normal durumu, sağlığı ve devamı sıcağa direnen rutubette ol­duğundan, rutubet bedenin maddesidir, sıcaklık onu olgunlaştırır, fazlalık­ları atar, onu ıslah eder ve güzelleştirir. Aksi takdirde bedeni bozar ve deva-. mı mümkün olmaz. Rutubet, sıcaklığın da gıdasıdır. Rutubet olmasaydı, be­deni yakar, kurutur ve bozardı. Her birinin devamı, diğeriyledir, bedenin de­vamı işe her ikisiyle birliktedir, her biri diğerinin maddesidir. Sıcaklık, rutu­betin bozulma ve değişmesini engelleyen ve koruyan maddesidir. Rutubet, sı­caklığın besleyici ve taşıyıcı maddesidir. Herhangi biri diğerinden daha fazla olursa, bedenin mizacı için buna göre bir sapma olur. Sıcaklık daima rutube­te girer. Beden —yaşamasını sürdürmek için— sıcaklığın girdiğine karşı du­racak nesneye, yani yemeye ve içmeye ihtiyaç duyar. Girme miktarından faz­la olunca, sıcaklık fazlalıklara girmede zaafa uğrar, pis maddelere dönüşür, bedende bozukluk yapar. Maddelerin türüne, orgaların kabulü ve kabiliyeti­ne göre çeşitli hastalıklar ortaya çıkar. Bütün bunlar Yüce Allah'ın; "Yeyin, için, israf etmeyin. "[736] âyetinden alınmıştır. Böylece Allah, kullarına; çıkan­ların yerine bedeni ayakta tutacak yiyecek ve içecek alınmasını, bunun da sa­yı ve nitelik olarak bedenin yararlanacağı ölçüde olmasını, bu ölçüyü aştığı takdirde israf olacağını açıklamıştır. Bunların her ikisi de sağlığa engel, hastalik getiricidir. Yani yememek ve içmemek veya bunlarda israf.

Sağlığın korunması, bütünüyle bu iki ilâhî sözde yer almıştır. Şüphesiz ki beden daima boşalmakta' ve besin almaktadır. Boşalma arttığında, mad­desinin tükenmesi dolayısıyla sıcaklık zayıflar. Çünkü boşalmanın fazlalığı, rutubeti azaltır, halbuki rutubet sıcaklığın maddesidir. Sıcaklık zayıflayınca, sindirim de zayıflar. Rutubet-tükenene kadar durum böyle sürer, sonunda sıcaklık tümüyle gider. Böylece kul sonunda Allah'ın varacağını yazdığı ece­lini tamamlamış olur.

İnsanın kendisini ve başkasını tedavi etmesinin gayesi, bu duruma va­rıncaya kadar bedeni korumaktır, yoksa bu gençlik, sağlık ve kuvvetin ken­dileriyle bulunduğu sıcaklık ve rutubetin sürekliliğini gerektirmez. Çünkü böyle bir durum bu dünyada hiçbir insan için gerçekleşmemiştir. Doktorun gayesi, sadece ve sadece kokuşma vb. bozuculardan rutubeti, zayıflatıcılardan sıcaklığı korumak, insan bedeninin kendisiyle ayakta durduğu normal, dengeyi sağla­maktır. Gökler, yeryüzü ve diğer mahluklar da bu şekilde dengede durur. Hep­sinin kıvamı, dengeyledir. Hz. Peygamber'in (s.a.) tutumunu inceleyip düşü­nen, sağlığın korunabileceği en iyi yol olduğunu görür. Çünkü sağlığın ko­runması, yiyecek ve içeceği,' giyecek ve barınağı, hava ve uykuyu, uyanıklık ve hareketi, durgunluk ve evliliği, arınma ve korunmayı yerli yerinde ve iyi idare etmeye bağlıdır. Bunlar normal ve bedene, bölgeye, yaşa ve tabiat ka-. nunlanna uygun olduklan takdirde ecele kadar sağlığının devam etmesine veya üstün durumda olmasına daha yakın bulunur.

Sağlık ve afiyet, Allah'ın kullarına en büyük nimetlerinden, en bol ve geniş ihsan ve bağışlarından hatta mutlak afiyet en büyük nimet olduğun­dan, bunu elde edene, sağlık ve afiyetin gözetilmesi, koruması ve aykırılıkla­ra karşı savunulması yaraşır. Buharî'nin Sahih'inds İbn Abbas'tan rivayete göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İki nimette insanların pek çoğu aklanmıştır: Sağlık ve boş vakit."[737]

Tirmizî ve diğerlerinde, UbeyduIIah b. Mihsan el-Ensârf den rivayete göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Vücudu afiyette, ruhundan emin, bir günlük azığı yanında olduğu halde sabahlayan, sanki dünya ona verilmiş gi-bidir."[738]

Yine Tirmizî'de Ebu Hureyre'den rivayete göre, Rasûlullah şöyle buyur­muştur: "Kıyamet gününde kula sorulacak nimetlerle ilgili ilk soru şudur: Sana sağlıklı bir beden vermedik mi? Serin sudan içirmedik mi?"[739]

İşte buradan hareketle, selefimiz "Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz."([740]âyetindeki "nimetler" ifadesini, "sağlık" olarak yorumlamıştır.

İmam Ahmed'İn Müsned'inde, Rasûİullah'ın, Abbas'a şöyle buyurdu­ğu kaydedilir: "Ey Abbas! Ey Rasûİullah'ın amcası! Dünya va âhirette Al­lah'tan afiyet iste."[741]

Yine Ahmed'in Müsnecfinde, Ebu Bekr es-Sıddîk'ten, Rasûlullah'm (s.a.) şöyle buyurduğunu işittiği kaydedilir: "Allah'tan kesin bilgi ve afiyet iste­yin. Kesin bilgiden sonra kula afiyetten daha iyisi verilmemiştir, [742]Bu ha­disinde ^Rasûlullah, din ve dünya afiyetini bir arada zikretmiştir. Kulun iki dünyadaki iyiliği ancak yakın bilgi ve afiyetle tamam olur. Yakın,' ondan âhiret cezalarını, afiyet ise kalp ve bedenindeki dünya hastalıklarını defeder.

Nesâî'nin Sünen'inde Ebu Hureyre'den merfû'an şu hadis vardır: "Al­lah'tan af, afiyet ve esenlik isteyiniz. Hiç kimseye yakînden sonra afiyetten daha iyisi verilmemiştir."[743] Bu üçü, affederek geçmişteki kötülüklerin, afi­yetle şimdikilerin, esenlikle de gelecektekilerin giderilmesini içerir. Çünkü, esenlik, afiyetin sürekli ve devamlı oluşunu içerir.

Tirmizî'de merfû olarak şu hadis vardır: "Allah'tan afiyetten daha se­vimlisi istenilmemiştir."[744]Abdurrahman b. Ebî Leylâ, Ebu'd-Derdâ'dan şu hadisi rivayet eder: "Ra-sûlullah'a afiyette olup şükretmem, musibete uğrayıp sabretmemden daha çok hoşuma gidiyor." dedim. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Rasûlullah da. senin gibi afiyeti seviyor."

İbn Abbas'tan nakledildiğine göre, bedevinin biri Rasûlullah'a gelerek: "Beş vakit namazdan sonra Allah'tan ne isteyeyim?" dedi. Rasûlullah: "Afiyet iste" buyurdu. Bedevi sorusunu yenileyince, Rasûlulah (s.a.) üçüncü defa­sında: '*Allah'tan dünya ve âhirette afiyet iste." buyurdu.

Madem ki afiyet ve sıhhat böylesine önemlidir, öyleyse dikkatle incele­yen içip beden ve kalp sağlığının, dünya ve âhiret hayatının korunduğu mut­laka en mükemmel yol olduğu ortaya çıkacak olan Rasûlullah'm (s.a.) yolu­nu ele alalım. Yardım Allah'tan istenir. O'na güvenilir, güç ve kudret O'na aittir. [745]

 

B) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) BESLENME REJİMİ

 

1— Besinler:

 

Yemek ve içecek konusunda, belirli birini seçip, başkasını kullanmamak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Çünkü bu tabiata gerçekten zarar ve­rir, hatta bazan imkânsızdır. Başkasını kullanmazsa, zayıflar veya yok olur. Başkasını kullanırsa, tabiat onu kabul etmez ve ondan zarar görür. En güzel gıda olsa bile, sürekli belli birini kullanmak tehlikeli ve zararlıdır.

Hz. Peygamber (s.a.), kendi bölge halkının âdeti üzere, et, meyve, ek­mek, hurma vb. zikrettiğimiz diğer yiyecekleri yerdi. Bu konuyu ilgili yerin­de görebilirsin.

İki yiyeceğin birinde kırma ve değiştirmeyi gerektirecek bir durum var­sa, mümkünse onu zıddıyla kırar ve değiştirirdi; olgun taze hurmaları karpuzla değiştirmesi gibi. Buna im£ân bulamazsa, ihtiyaç ve içinden gelen arzuya gö­re aşırı gidip vücudun zarar görmeyeceği şekilde yerdi.

İçi bir şeyi arzulamıyorsa onu yemez, isteksizce yemek için nefsine iş­kence çektirmezdi. Bu, sağlığın korunması konusunda Önemli bir prensiptir. İnsan içinin çekmediği ve iştahsızca bir şeyi yerse, zararı yararından çok olur. Ebu Hureyre[746]şöyle diyor: "Hz. Peygamber (s.a.) hiçbir yemeğin kusurunu görmedi. Canı çekerse onu yer, aksi halde bırakır ve yemezdi." Kendisine keler kızartması sunulunca onu yemedi. "Yoksa haram mı?" denilince: "Hay­ır, kavmimin yaşadığı topraklarda yoktur, kendimi ondan hoşlanmaz görü­yorum." buyurdu/2' Geleneğe ve kendi isteğine uygun hareket etti. Kendi böl­gesinde yenilmesi âdet değilse ve canı da çekmiyorsa, bunu yemedi, ama canı çekeni ve âdet olanı da yemekten alıkoymadı.

Rasûlullah (s.a.) eti severdi. En sevdiği, ön ayak ve boyunun ön kısmı idi. Bunun için de bu kısımlarla zehirlenmeye teşebbüs edildi. Sahîhayn'da Rasûlullah'a (s.a.) et getirildiği ve ön ayakların verildiği, bu kısmı sevdiği ri­vayet edilir[747]

Ebu Ubeyde ve başkaları, Dubâa bt. ez-Zübeyr'in evinde koyun kestiği­ni rivayet eder. Rasûlullah (s.a.): "Kestiğiniz koyundan bize de tattırınız." .diye haber gönderdi. Elçiye şöyle dedi: "Sadece boyun kısmı kaldı. Ben de bunu Rasûlullah'a göndermeye haya ediyorum." Elçi dönüp durumu Rasû-Iullah'a haber verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ona git ve bu kısmın koyunun kılavuzu ve iyiye en yakın, eziyetten en uzak kısmı olduğunu bildir. "[748]

Şüphesiz koyunun en hafif yeri boyun, ön ayak ve kas etleridir. Mideye hafif, çabuk sindirilebilirler. Bunda, üç niteliği bulunan gıdaları yemeye dik­kat etmek gerektiği yer alır: 1) Yararının çokluğu ve bedenî kuvvetlere etkilili­ği. 2) Mideye hafif gelişi ve ağır olmayışı. 3) Çabuk sindirilebüirliği. Bu, gı­danın en üstünüdür. Böyİe gıdaların azını almak, başkasının çoğunu almak­tan daha yararlıdır.

Rasûlullah (s.a.) tatlı ve balı severdi. Bu üçü, yani et, tatlı ve bal; be­den, ciğer ve organlar için en üstün ve yararlı gıdalardandır. Onlarla beslen­mekte sağlık ve kuvvetin korunması'açısından büyük yarar vardır. Bunlar­dan sadede hastalık ve âfeti olanlar nefret eder.

Ekmeği, katık bulduğu sürece katıkla yerdi. Bazan katık olarak eti kul­lanırdı. Rasûlulîah (s.a.) şöyle buyurur: "O, dünya ve âhiret halkının en üstün yiyeceğidir." Bunu İbn Mâce ve başkaları rivayet etmiştir.[749] Rasûlullah ekmeğe katık olarak bazan karpuz ve hurmayı da kullanırdı. Bir defasında arpa ekmeği parçasının üstüne bir hurma konulmuştu. Şöyİe buyurdu: "Bu, bunun katığıdır."[750] İşte bunda, gıda maddelerinin düzenlenmesi yer alır. Arpa ekmeği soğuk ve kurudur, iki görüşün sahih olanına göre hurma sıcak ve yaştır. Arpa ekmeğine hurmanın katık yapılması, özellikle —Medine hal­kı gibi— alışkanlığı olanlar için en güzel düzenleme yollarından biridir. Ba­zan, da ekmeğe katık olarak sirkeyi kullanırdı. Şöyle buyurur: "Sirke ne gü­zel katıktır." Bu, bazı cahillerin sandığı gibi, onu başkasından üstün kabul etmek değil, şu andaki durumun gereğine, göre onu övmek için söylenmiştir. Hadisin söylenme sebebi şudur: Bir gün Rasûlullah eve gitti. Kendisine ek­mek sundular. "Katık olarak bir şey yok mu?" diye sorunca, "Sadece sir­kem var." dediler. Bunun üzerine: "Sirke ne güzel katıktır." buyurdu[751]

Kısacası; sadece biriyle yetinmenin aksine, ekmeği katıkla yemek sağlığı koruma yollarından biridir. "Katık", ekmeği yenir ve sağlığı korumaya uy­gun hale getirmesi dolayısıyla böyle isimlendirilmiştir. Nitekim Rasûlullah'-ın, nişanlanacak kişiye müstakbel eşine bakma iznini verdiği: "Bu, İkisi ara­sında kaynaşma olmasına daha uygundur." hadisinde "kaynaşma" ifadesi bu anlamda olmak üzere "uyum ve kabule daha yakındır" karşılığında kul­lanılmıştır. Çünkü koca gözünü açıp, ileride pişman olmaz.

Kendi bölgesinin meyvasından yer, onları yemezlik etmezdi. Bu da sağ­lığı korumanın en önemli yollarındandır. Çünkü yüce Allah hikmetiyle, her bölgeye çıktıkları vakit o bölge halkının yararlanacağı meyvalar yaratmıştır. Bu meyvalan yemekle, sağlık ve afiyetlerini korurlar, bir çok ilaca gerek kal­maz. Sağlığa zararlıdır endişesiyle bölgesindeki meyvayı yemeyenler, vücudu en zayıf, sağlık ve kuvvetten en uzak kişilerdir.

Bu meyvalardaki rutubet, mevsimin, toprağın ve midenin sıcaklığıyla ku­rutulur ve aşın kullanılmaz ve tabiata taşıyacağından daha fazlası yüklenmezse, sindirimden önce gıda bozulmaz, üstüne su içilmez ve olgunlaştıktan sonra yenirse kötülükler defedilir. Meyvanın uygununu, uygun vakitte ve uygun şe­kilde yiyene bu meyva yararlı bir ilaç olur. [752]

 

2— Yeyiş Şekli:

 

Hz. Peygamberdin (s.a.) yemeğe oturuş şeklindeki tutumu şöyledir:

Sahih olarak rivayet edildiğine göre, Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: "Yaslanarak yemem."[753] "Tıpkı kulun oturduğu gibi oturur ve öylece yerim.»[754]

îbn Mâce, Sünen'inde Rasûlullah'ın yüzükoyun yatarak yemeyi yasak­ladığını rivayet eder.[755]

"Dayanmak'* (ittikâ), bağdaş kurarak oturma, bir şeye dayanarak oturma ve yanma dayanarak oturma olarak yorumlanmıştır. Bunların her üçü de da­yanarak oturmadır. Bu üçünden yana dayanarak oturmak, yemek yiyene za­rarlıdır. Çünkü, yenilenin mideye normal ve hızlı şekilde gitmesini, mideye baskı yapıp açılmasını engeller. Ayrıca yemek yiyen, eğilir, dik duramaz, böy­lece gıda mideye kolay bir şekilde gidemez.

Diğer iki oturuş şekli ise, kulluğa aykırı ceberut oturuşudur. Bu yüzden Rasülulİah: "Kul gibi yerim" buyurmuştur. Rasülullah, iki baldırını dikmiş olarak -yerdi,[756] Hz. Peygamber'in, Rabbine tevazu göstermek, hüzurunda-kilere edepli, yemeğe ve yiyenlere saygılı davranmak için namazda oturur gi­bi oturarak yediği de rivayet edilir. Bu, yemek şekillerinin en yararlısı ve üs-tünüdür. Çünkü bütün organlar, edepli bir oturuş olmasının yanısıra, Allah'ın yarattığı tabiî durumlarındadır. İnsanın beslendiği en güzel şekil, organları­nın tabiî durumda olduğu şekildir. Bu ise, insanın tabiî öîr şekilde dik duru­şuyla olur. Yeme oturuşlarının en kötüsü ise, yana dayanarak oturmadır. Çün­kü, sindirim organları bu durumda sıkışır, mide tabiî şekliyle durmaz, sindi­rim ve solunum organları arasında sıkışır kalır.

Şayet "dayanma"dan kastedilen, yastık ve minderlere dayanmak ise, bu durumda anlam, "Ben yemek yediğimde, ceberut ve obur kişiler gibi minder ve yastıklara dayanmam, kul gibi normal bir şekilde otururum." biçiminde olur.

Hz. .Peygamber (s.a.), üç parmağıyla yerdi. Bu en güzel yiyiş şeklidir. Çünkü yemek bir veya iki parmakla yenirse, kişi bundan tad almaz, ancak uzun süre sonra kanar ve doyar. Her yiyişte mide ve beslenme organları pa­yına düşen kısımla kanmaz, onu gözü kapalı almaz. Beş parmakla ve avuçla yemek, yiyeceğin beslenme organları ve mideye yığılmasına yol açar, belki de organlar kapanıp kişi ölür. Organlar yiyeceği hareket ettirmeye, mide ise taşımaya zorlanır; bundan da ne tad, ne zevk alınır. En güzel yiyiş şekli, Ra­sûlullah'ın (s.a.) ve üç parmakla yiyip O'na uyanlann yiyiş şeklidir.

Rasûlullah'ın (s.a.) gıda maddelerini ve yediklerini inceleyen; süt ile ba­lığı, süt ile ekşiyi, iki sıcağı, iki soğuğu, İki yapışıcıyı, iki kabız yapıcıyı, iki müshili, iki kaba maddeyi, iki genişleticiyi, bir karışım yapılması imkânsız iki nesneyi, birbirleriyle uyuşmayan kabız yapıcı ve müshili, çabuk sindirile­ni ve sindirimi zor olanı, kızartma ve pişirmeyi, tazeyi ve kavrulmuşu, süt ile yumurta, et ile sütü birlikte yediğiai göremez. Bir yiyeceği arzusunun en şiddetli noktasında yemezdi. Akşamdan kalıp ertesi gün ısıtılan, iştah açıcı sirkeli ve acılı yiyecekler gibi bozulmuş ve acılaşmış yiyecekleri de yemezdi. Bütün bunlar zararlıdır, sağlığın ve normal gidişin bozulmasına da yol açarlar.

îmkân bulduğunda yiyecekleri birbirleriyle terbiye ederdi. Birinin sıcak­lığım ötekinin soğukluğu, birinin kuruluğunu öbürünün yaşlılığı ile kırardı; nitekim, hıyar ve yaş hurmada böyle yapar, hurmayı eritilmiş yağ, kuru yo­ğurt ve hurma karışımıyla yapılmış sosla yerdi, hurma şerbetini koyu yiye­ceklerde yapıldığı gibi eriterek içerdi.

Bir tutam hurmayla bile olsa akşam yemeği yenilmesini emreder, şöyle buyururdu: "Akşam yemeği yememek, kişiyi yaşlandırır." Bu hadisi Tirmi-zî, Câm/'inde, İbn Mâce ise Sünen'inde zikreder.[757] Ebu Nuaym, Hz. Pey­gamber'in yemekten hemen sonra uyumayı yasakladığını ve bunun kalbi sı­kıştırdığını zikreder. Bu yüzden doktorîann, sağlığını korumak isteyenlere yap­tıkları bir tavsiye, akşam yemeğinden sonra yüz adım da olsa biraz yürümek, yemekten hemen sonra uyumamaktır. Çünkü bu çok zararlıdır. Müslüman doktorlar ise şunu tavsiye eder: "Veya akşam yemeğinden hemen sonra mi­deye yerleşip sindirimi kolay ve yararlı olması için namaz kılınmalıdır.']

Yemek üstüne su içip onu bozmak, özellikle de soğuk veya sıcak su iç­mek Hz. Peygamber'in âdeti değildi'. Çünkü bu gerçekten fena bir durum­dur. Şair şöyle diyor:

"Soğuk veya sıcak yerken, banyoya girerken su içme sakın,

Bundan gerçek bir şekilde sakınırsan, yaşadığın sürece karnında ağrı olacağından korkma."

Spordan, yorgunluktan, cinsî birleşmeden, yemekten sonra ve Önce, her ne kadar bazısından sonra içmek daha kolaysa da meyve yedikten sonra, ban­yodan, uykudan uyandıktan sonra su içmek mekruhtur. Bütün bunlar sağlı­ğın korunmasına aylandır. Bu konuda ikinci tabiat olan âdetlere itibar edilmez. [758]

 

3— İçecekler:

 

a) Su ve Diğer İçecekler:

 

Hz. Peygamber'in içecekler konusundaki tutumu, sağlığın korunacağı en güzel yoldur. Balı soğuk suyla karıştırarak içerdi. Bunun sağlığı korudu­ğu konusunda, ancak erdemli doktorların bileceği bir özelliği vardır. Çünkü, içimi ve tükürüre karıştırılması balgamı eritir, mide duvarını temizler ve cila­lar, fazlalıkları atar, iıurmal bir şekilde ısıtır, mideyi açar. Aynı etkiyi kara­ciğer, böbrek ve mesanede de gösterir. Mideye her çeşit tatlıdan daha yararlı­dır. Sadece safra hastalığı olana zararlıdır, onu artırabilir. Onlara yaptığı za­rar da sirkeyle giderilir, o zaman onlar için de yararlı olur. Bal şerbetinin içil­mesi her çeşit şeker ve benzerlerinden elde edilen içeceklerin çoğundan daha yararlıdır. Özellikle bu içecekleri içme alışkanlığı olmayan ve vücudu alışma­yanlar için. Çünkü bu son içecekler, bal tadını veya ona yakın bir tadı ver­mez. Bu konuda hakem, geleneklerdir. Çünkü onlar bazı prensipleri kaldı­rır, bazı prensipleri de koyar.

İçeceğin hem tatlı, hem de soğuk olması, bedene en yararlı olanlardan ve en önemli sağlığı koruma yollarındandır. Ruh ve kuvvetlerin, karaciğer ve kalbin, böylesine büyük bir sevgi ve dileği vardır. Bu iki nitelik bulunun­ca, gıdalanma ve yiyeceğin organlara en güzel şekilde ulaştırılması sağlanmış olur.

Soğuk su harareti keser, vücudun aslî rutubetini korur, dışarıya atılanın yerine başkasını getirir, gıdayı eritir ve damarlara ulaştırır.

Doktorlar, bedeni besleyip beslemediği konusunda iki görüş belirtir: Gı­da sağladığım savunanlara göre, bedende gelişme ve güç sağladığını gözlem-ledikleri için, özellikle de şiddetli bir ihtiyaç bulunduğunda besleyicidir.

Bir grup şöyle diyor: Hayvan ile bitki arasında birçok yönden ortak nok-; talar vardır. Gelişme, gıdalanma ve denge bunlardandır. Bitkide kendine uy-! gun olanı hissetme gücü vardır. Bu yüzden bitkiler suyla gıdalamr. Hayvanın­da bir gıdasının veya başka gıdasının bir parçasının su olması inkâr edilemezi Biz, gıdanın gücü ve çoğunluğunun yiyecekte olmasını inkâr etmiyoruz, amat suyun besin değeri olmadığı tezini de asla kabul etmeyiz. Nihayet yiyecek de gıdasını kendisindeki sıvı nesnelerle verir. Şayet bu sıvılar olmasaydı, besle-yiciliği de olmazdı.                                                                              

Su; hayvan ve bitkinin yaşaması için şarttır. Şüphesiz bir şeyin esasına1 yakın olan nesneyle gıdalanılır, aslî maddesiyle ise haydi haydi beslenilir. Yüc| AUah şöyle buyurur: "Bütün canlıları sudan meydana getirdik."[759] Mutlak biçimde hayatın esası olan bir şeyin besleyici olduğunu nasıl inkâr edebiliriz? Susamış biri, soğuk su ile serinleyince, kuvvetleri, dinçliği ve hareketi geri gelir, yemeğe sabreder ve azıyla da yetinir. Susayan, çok yemekle yarar sağlamaz, gücünü bulamaz ve beslenmesini gerçekleştiremez. Biz; suyun, gı­dayı vücudun her yerine ve bütün organlarına ulaştırdığını, gıdalanmanm ancak onunla tamamlandığım inkâr etmiyoruz. Ama suyun besleyiciliğini bütünüy­le reddedenlerin görüşünü de kabuUenemeyiz, böylelerinin görüşü bizce ne| redeyse vicdanî işlerin inkârı yerindedir.                                               

Başka bir grup ise, suyun gıda sağladığını kabul etmez. Onunla yetini meyeceği, yemeğin yerini tutamayacağı, organların gelişimini sağlamadığı, sj cakhğm giderdiği nesnelerin yerine yenisini getirmediği vb. diğer gruptakil^ rin inkâr etmeyeceği gerekçelere dayanırlar. Bunlar suyun gıda sağlamasın; Özüne ve inceliğine bağlarlar. Herşeyin gıda vermesi, durumuna göredir. Ti miz, soğuk, ince ve tatlı havanın durumuna göre gıda verdiği gözlemlenmii tir. Güzel koku da bir çeşit gıda verir. Su ise haydi haydi gıda verir. i Kısacası, su soğuk olur ve bal, kuru üzüm, hurma ve şekerle karıştırıl güzelliştirilirse, vücuda giren en yararlı nesnelerden olur, onun sağlığını kirur. Bu yüzden Rasûlullah'ın (s.a.) en sevdiği içecekler soğuk ve tatlı olanla­rıdır. Sıcaklayarak gevşemiş su, kabarcıklı olur ve bütün bunların zıddını yapar.

Gecelemiş su, hemen içilen sudan daha yararlı olduğu için Ebu'I-Heysem b. et-Teyyihân'in bahçesine giren Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Bir kap­ta gecelemiş su yok mu?" Ebu'I-Heysem böyle su getirdi ve Rasûlullah on­dan içti. Buharî bu hadisi, "Şayet kabında gecelemiş su varsa onu içeriz, yoksa ağzımızı dayayıp içeriz." şeklinde verir.[760]

Gecelemiş su, iyice maya tutmuş hamur gibidir. Halbuki hemeniçilen su, henüz maya tutmamış hamur gibidir. Ayrıca, gecelediği takdirde, toprak parçacıkları suyun dibine çöker. Rasûlullah'a (s.a.) tatlı su verildiği ve gece­lemiş suyu tercih ettiği rivayet edilir. Hz. Âişe (r.a.) şöyle demiştir: "Rasû­lullah'a (s.a.) Sukyâ pınarından tatlı su çıkarılırdı."[761]

Kaplardaki, özellikle de katık için kullanılan su, çömlek, taş vb. deki sudan daha temizdir. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), başkasında değil kırbada gecelemiş suyu tercih ederdi. Kırbaya veya katık kaplarına konan suda, suyu diğer nesnelerden ayırıcı delikleri olduğu için ince bir görünüş vardır. Bu yüzden çömlekte süzülen su, ondan daha leziz ve süzülmeyenden daha soğuk olur. Allah'ın salât ve selâmı, yaratıkların en mükemmeli ve şereflisine, her konu­da yolu en iyiden ibaret Rasûlullah'a (s.a.) olsun. Ümmetine, kalb ve beden, dünya ve âhiret konusunde en üstün ve en yararlı işleri göstermiştir.

Hz. Âişe şöyle diyor: "Rasülullah'ın en sevdiği içecekler, tatlı ve soğuk olanlardı."[762]

Bununla, tathpınar ve kuyu sulan gibi tatlı su kastedilmiş olması muh­temeldir. Çünkü Rasûlullah'a tatlı su getirilirdi. Bununla birlikte bal veya hur­ma ya da kuru üzüm şerbeti eritilmiş su da kastedilmiş olabilir. Bİr görüşe göre —ki açık olan budur— her ikisini de içerir.

Sahih hadisteki, "Yanında kırbada gecelemiş su varsa onu içeriz, yoksa ağzımızı dayayıp içeriz." sözünde, bu şekilde, havuza, göle vb. ağzını dayayıp su içmenin caiz olduğuna delil vardır. Bu, zaruretin ortaya çıkardığı ger­çek bir olay veya caiz olduğunu açıklayıcı bir sözdür. Çünkü insanların bunu hoş görmeyeni vardır. Doktorlar da bunu neredeyse yasaklıyorlar ve mideye zarar verdiğini söylüyorlar. Durumunu bilmediğim bir hadiste İbn Ömer'den, şöyle rivayet edilir: Rasûlullah (s.a.), ağzımızı havuza dayayıp karnımızın üs­tünde ve tek elle avuçlayıp içmemizi yasakladı ve şöyle buyurdu: "Sizden bi­ri köpeğin yalaması gibi su içmesin, mahmur hali hariç iyice yoklayıncaya kadar geceleyin bir kaptan su içmesin."[763]

Buharı'deki hadis bundan daha sahihtir. Şayet sahih ise aralarında bir çelişki yoktur. Çünkü, elle su içmek o zaman belki de mümkün değildir ve "yoksa ağzımızı dayayıp içeriz." demiştir. Ağızla içmek, nehir ve gölden içen gibi, ancak yüzüne ve karnına yüklenince zarar verir. Yüksek bir havuzdan vb. den dik durarak ağızla su içilirse, el veya ağızla içilmesi arasında bir fark yoktur. [764]

 

b) Oturarak İçme:

 

Rasûlullah, oturarak içme alışkanhğındaydı. Bu sürekli uygulamasıydı. Ayakta içmeyi yasakladığı, ayakta içenin bunu geri çıkarmasını istediği ve ayakta içtiği sahih olarak gelmiştir.

Bir grup şöyle diyor: Bu, yasaklamayı yürürlükten kaldırır. Bir gruba göre, yasaklama; haram kılmak için değil de, öğretmek ve evlânın (daha iyi­nin) gösterilmesi içindir. Başka bir gruba göre, aralarında asla bir çelişki yok­tur. Çünkü o bir ihtiyaç dolayısıyla ayakta su içmiştir. Zemzem'e gelmiş ve bir grubu orada su içerken görmüş, su istediğinde kovayı vermişler ve ayak­tayken de bu suyu içmiştir. Bu ise, ihtiyaç yeridir.

Ayakta su içmenin birçok zararı vardır. Tam bir şekilde doyum sağlan­maz, karaciğerin onu organlara dağıtması için mideye tam yerleşmez, mide­ye hızla ve hiddetle iner, midenin sıcaklığını giderip soğutmasından ve onu  bozmasından korkulur, vücudun en uç noktalarına dinlenmeksizin gider. Bütün bunlar içene zarar verir. Ama nadiren veya bir ihtiyaç dolayısıyla ayakta içi­lirse, bu bir zarar vermez. Âdetler öne sürülerek buna itiraz edilemez. Çünkü âdetler, ikinci tabiattır, ayrı hükümleri vardır, fukahâya göre kıyas kabul et­mez niteliktedirler. [765]

 

c) Dinlenerek İçme:

 

Müslim'in Sahih'inâs rivayet edildiğine göre, Enes b. Mâlik şöyle de­miştir: Rasûlullah (s.a.) üç solukta içer ve: "Böylesi daha kandırıcı, elemden salim kılıcı ve daha kolay akıcıdır." derdi.[766]

Şâri'nin ve şeriatı taşıyanların dilinde "içecek" {şerâb), sudur. Suyu so-luklayarak içmek; içerken bardağını ağzından- uzaklaştırmak ve bardağın dı­şına soluğunu vermek, sonra başka bir hadiste açıklandığı üzere, yeniden iç­meye başlamaktır: "Sizden biri su içerken bardağa solumasın, fakat kabı ağ­zından uzaklaştırsm."[767]

Bu içişte, bir yığın hikmet ve önemli yararlar vardır. Rasûlullah, "Bu daha kandırıcı, elemden salim kılıcı ve daha akıcıdır." demekle, hepsim özet­leyen bir söz söylemiştir. "Daha kandırıcı", kandırması en üstün, en ileri ve en yararlı demektir. "Elemden salim kılıcı", mideye yavaş yavaş indiği, ikin­ci birincinin yapamadığını, üçüncü ikincinin yapamadığını sakinleştirdiği için susuzluğun şiddetini ve hastalığı iyileştirici oluşu demektir. Ayrıca bu, mide­nin sıcaklığını ve bir defada doluşan soğuktan koruyucudur.

Bunun yanısıra, bir anda rastladığı için susuzluğun hararetini kandıra­maz, sonra da sertliği kırılmadan gider. Şayet kınlırsa, yavaş yavaş kırılma­sının aksine, bütünüyle iptal olmaz.

Ayrıca sonuç bakımından daha iyi, bir defada kandıranın tümünü iç­mekten daha az gaile çıkarıcıdır. Çünkü soğuğunun şiddeti ve miktarının çok­luğu dolayısıyla yüksek harareti söndürmesinden veya zayıflatıp mide ve ka­raciğeri bozmaya ve özellikle Hicaz, Yemen vb. sıcak bölgelerde veya yaz gi­bi sıcak zamanlarda kötü hastalıklara yol açmasından korkulur. Çünkü bir defada içmeleri gerçekten endişe vericidir. Bu bölge insanlarında veya sıcak mevsimlerde karındaki sıcaklık zayıftır.

Hz. Peygamber'in, "daha akıcı" sözü, yiyecek ve içeceğin bedene girip, kolay, lezzetle ve yararlı bir şekilde sinici oluşu anlamına gelir. Yüce Allah'­ın: "Onu afiyetle yiyin. "[768] sözü de bu anlamdadır. Hem sonu, hem de ta­dı bakımından akıcıdır, afiyet vericidir. Anlamının, çok olanın aksine, ince­liği ve hafifliği dolayısıyla yemek borusundan daha çabuk inici olduğu da söy­lenir. Çünkü çok olanın, yemek borusundan inişi kolay değildir.

Bir defada içmenin zararlarından birisi de, içilenin çok oluşu dolayısıyla boğazın tıkanıp boğulmadan endişe duyulmasıdır. Şayet yavaşça soluk alı­nır, sonra içilirse, bundan emin olunur.

Faydalarından birisi ise, içenin ilk yudumunda, soğuk su gelişi dolayı­sıyla kalp ve karaciğerin üstündeki sıcak dumanımsı buharın yükselmesi ve tabiatın bunu dışarı atmasıdır. Şayet bir defada içerse, soğuk suyun inişi ile buharın yükselişi birleşip, karşılıklı bir hareketlenme olur. Bunun sonucun­da tıkanma ve boğulma olur, içen doymaz, kanmaz ve yatışmaz. Abdullah b. Mübarek, Beyhakî ve diğerleri Hz. Peygamber'den (s.a.): "Biriniz içtiğin­de, suyu iyice yutsun ve soluksuz içmesin. Çünkü bu, karaciğer hastalığına sebep olur." buyurduğunu rivayet ederler.[769]

Buradaki "Karaciğer hastalığı", kubâd terimiyle ifade olunur. Tecrü­beyle sabittir ki, suyun bir defada ciğere inmesi ona acı verir ve sıcaklığım zayıflatır. Bunun sebebi, ciğerin sıcaklığı ile inenin soğukluğunun durumu ve çokluğu arasındaki zıtlıktır. Şayet yavaş yavaş inerse, sıcaklığıyla aykırı düş­mez ve onu zayıflatmaz. Bu tıpkı, kaynayan tercereye soğuk su dökmek gibi­dir, yavaş yavaş dökülmesi ona zarar vermez. Tirmizî, Câmi'inde Hz. Pey­gamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder; "Deve gibi bir defada iç­meyin, iki veya üç solukta için. İçmeye başlarken besmele çekin, bitirince ham-dedin."[770]

Yemek yerken ve içerken başlangıçta besmele çekmenin, sonunda da ham-detmenin, yeme ve içmenin yaran, afiyeti ve zararını uzaklaştırmada büyük etkisi vardır.

İmam Ahmed b. Hanbel şöyle diyor: "Yemek dört niteliği toplarsa tam olur: Başında besmele çekilmesi, sonunda Allah'a hamdedilmesi, kalabalık­la yenmesi ve helâlinden olması." [771]

 

d) Su Kapiannın Örtülmesi:

 

Müslim, Sahih'inde, Câbir b. Abdillah'tan şu hadisi rivayet eder: Rasû-lulîah'ı (s.a.) şöyle buyururken işittim: "Kapları örtünüz, kırbaların ağzını bağlayınız. Çünkü sene içinde öyle bir gece vardır ki o gecede veba hastalığı iner. Üzerinde örtü bulunmayan bir kaba veya üzerinde bağı bulunmayan bir kaba uğrarsa, muhakkak bu vebadan oraya iner."[772] Bu, doktorların ilim ve irfanlarının erişemediği hususlardandır. İnsanların buna akıl erdireni, tec­rübeyle gerçeğini öğrenmiştir. Hadisin râvilerinden biri olan Leys b. Sa'd şöyle

demiştir: lar."

"Bizim yanımızdaki acemler Kânunulevvel'deki bu geceden korkar-

Hz. Peygamber'in (s.a.) bir çöple bile olsa, kapların örtülmesini emret­tiği sahihtir.[773] Bir çöpün enlemesine konulmasında hikmet vardır. Ağzını kapatmayı unutmaz, bir çöple bile olsa bunu yapmayı alışkanlık haline geti­rir. Üstünden geçen canlı ona girmek ister de, çöp onu düşmekten alıkoya­rak köprü görevi de yapabilir.

Hz. Peygamber'in, kaplan örterken besmele çekmeyi emrettiği de sahihtir. Çünkü kaplan örtme sırasında besmele çekilmesi şeytanı ondan uzaklaştırır, kapatılması haşeratı uzaklaştırır. Bu yüzden her ikisine karşı bu iki hikmet için besmele çekilmesini emretmiştir.

Buharî'nin Sahih'mde, İbn Abbas'tan rivayete göre, Rasûlullah (s.a.) su kabının ağzından içmeyi yasaklamıştır.[774]

Bunda çeşitli edepler vardır:

a) İçen ona soluyup, bu yüzden hoşlanılmayacak sevimsiz bir koku ka­zandırmış olabilir.

b)  Ağzına birden çok su boşalıp, zarar görebilir.

c)  Belki içinde göremediği bir hayvan olup, kendisine acı verebilir.

d)  İçinde İçerken göremediği çerçöp olabilir, içine girebilir.          

e) Bu şekilde içmek, karnı havayla doldurup pek az su içmesini sağlaya­bilir, birden boşalabilir, acı verebilir. Bunun gibi başka hikmetleri daha vardır.

Tirmizî'nin Cami'inde yer alan şu hadise ne dersiniz şeklinde bir itiraz yapılabilir: RasûluUah (s.a.), Uhud günü bir kap istedi ve: "Kabın ağzına üfle" dedi, sonra bu kabın ağzından içti,[775] Bu itiraza şöyle cevap veririz: Bu ko­nuda Tirmizî'nin: "Bu, isnadı sahih olmayan bir hadistir. Abdullah b. Ömer eUAmrî, hafızası yönünden zayıf görülür. İsa'dan hadis dinleyip dinlemedi­ğini bilmiyorum." sözüyle yetiniyoruz. Buradaki İsa, ondan rivayet ettiği İsa b. Abdillah'tır, o da Ensar'dan bir adamdan rivayet etmiştir. [776]

 

e) Kırık Kaptan İçme ve Üfleme:

 

Ebu Davud'un Sünen'inde Ebu Saîd el-Hudrî'den şu hadis rivayet edi­lir: "Rasûlullah (s.a.), bardağın kırık yerinden içilmesini ve içeceğe üflenme­sini yasakladı."[777] Bu, içenin yararının tamamlandığı edeplerden biridir. Çünkü bardağın kırık yerinden içilmesinde birçok kötülük vardır:

a) Suyun üstündeki çerçöp sağlam tarafın aksine kırık tarafta toplanır.

b) İçenin huzurunu kaçırır, kırık yerden düzgün bir şekilde içemeyebilir.

c) Kir ve pis koku kırık yerde toplanır ve yıkamanın etkisi sağlam yere ulaştığı gibi oraya ulaşamaz.

d) Kırık bölüm, bardağın kusurlu yeridir, onun en kötü yeridir, bura­dan kaçınıp sağlamını seçmek gerekir. Çünkü herşeyin kötüsünde hayır yok­tur. Seleften biri, bir adamın kötü bir şey sattığını görünce, ona: "Böyle yapma. Allah'ın her kötü şeyden bereketi kaldırdığını bilmez misin?" dedi.

e) Kırık bölümde, içenin ağzına yara açan keskin veya uygunsuz bir yer veya başka kötülükler bulunabilir.

Suya üflemeye gelince; bunun yasaklanma sebebi üfleyenin ağzının — özellikle de ağzı kokuyorsa— bu yüzden hoşlanılmayacak çirkin bir koku ka­zandır abilmesidir. Kısacası, üfleyenin solukları onu karıştırır. Bu yüzden Ra-sülullah (s.a.), Tirmizî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği ve sahih gördüğü hadişte kaba solumayı ve üflemeyi bir arada ele almıştır: "Rasûlullah (s.a.) ka­ba solumayı ve üflemeyi yasakladı."[778]

"Sahihayn'da. Enes'ten rivayet edilen: 'Rasûlullah (s.a.) kaba üç defa soluyordu.'[779] hadisim ne yapacaksınız?" diye itiraz edilirse, deriz ki: Alır kabul ederiz, ikisi arasında herhangi bir çelişki yoktur. Bunun anlamı, içme sırasında üç defa soluk aldığıdır. Kaplar içme âleti olduğu için zikredilmiştir. Bu, tıpkı şu sahih hadisteki gibidir: "Rasûlullah'ın (s.a.) oğlu İbrahim me­medeyken öldü."[780], yani emzirme süresinde öldü demektir. [781]

 

f) Süt İçimi:

 

Rasülullah (s.a.) sütü bazan sade, bazan da suyla karışık içerdi. Bu gibi sıcak bölgelerde, sütü sade veya suyla karışık olarak içmekte, sağlığı koru­ma, vücudu dinç tutma ve ciğeri kollama noktasmda büyük fayda vardır. Özel­likle de lavanta çiçeği vb. bulunan yerlerde güdülen hayvanların sütünde. Çün­kü sütü vitamin yüklü bir gıda maddesidir. TirmizTnin Câmi'inde Rasûlul-lah'tan (s.a.) şu hadis rivayet edilir: "Biriniz yemek yediğinde;

'Allah'ım; onu bize bereketli kıl, en iyisini yedir.' desin. Süt içtiğinde ise;

'Allah'ım; onu bereketli kıl ve ondan bize bol miktarda bağışla.' desin. Çünkü yiyecek ve içecekten sadece süt yeterlidir." Tirmizî bu hadisin hasen olduğunu söyler.[782]

 

g) Şıra İçimi:

 

Müslim'in Sahih'inde sabit oiduğuna göre Rasülullah'a akşamfeyin şıra (nebiz) yapılır, onu sabahleyin, ertesi gece, öbür gün ve gece ve daha sonraki gün ikindiye kadar içerdi. Bundan sonraya kalırsa, hizmetçiye içirir veya dö­külmesini emrederdi.[783] Bu şıra, içine tat vermesi için hurma atılan şıradır. Bu, gıda ve içecekler arasına girer, kuvvetin arttırılmasında ve sağlığın ko­runmasında büyük yaran vardır. Üç günden sonra, sarhoş edici olacağı endi­şesiyle bu şıray^ içmezdi. [784]

 

C) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) GİYİMİ

 

Hz. Peygamberdin (s.a.) giyim işlerini düzenlemesi şöyledir:

Bu konudaki tutumu en doğru, vücuda en yararlı ve hafif, giyilmesi ve çıkarılması en kolay olanı seçmek şeklindeydi. Çoğu kez rida ve izar giyerdi. Bunlar, vücuda diğerlerinden daha hafiftir.

Gömlek de giyerdi, hatta en sevdiği elbisesi gömlekti. Gömlek giyme ko­nusundaki tutumu, vücuda en yararlısını giymekten ibaretti. Yenlerini uzat­maz ve geniş tutmazdı. Yeni bileğine kadar olup, giyene ağır gelecek, onu hareket ve tutmasın^ engel olacak şekilde değildi. Sıcak veya soğuğa maruz kalmaması için bundan kısa yapmazdı.

Gömlek ve izannin eteği topuklanm aşmayacak biçimde uyluklarının ya­rısına kadardı. Böylece yürüyenlere eziyet ve ağırlık vermez, onu bağlı gibi yapmazdı. Açılmaması, soğuk ve sıcaktan etkilenmemesi için uyluk kasların­dan da kısa değildi.

Sarığı, taşınması başa eziyet verecek, onu zayıflatacak, zayıflık ve âfete sebebiyet verecek biçimde büyük, başı soğuk ve sıcaktan korumayacak ka­dar küçük değildi, bilâkis orta büyüklükteydi. Onu kuşak altına koyardı. Bun­da birçok fayda vardır: Bu, boynu sıcak ve soğuktan korur, özellikle ata ve deveya binince, hareket durumunda daha elverişli olur. Pek çok insan kuşak yerine, kanca edinmiştir. Yarar ve estetik olarak birbirleri arasında ne kadar da fark vardır. Bu giyim şeklini incelediğinde, vücudun sağlık ve kuvvetini korumada, zorlanma 've güçlükten uzak oluşunda en iyi şekil olduğunu gö­rürsün.

Bacaklar sıcak ve soğukta kendilerini koruyacak bir şeye ihtiyaç duydu­ğundan; yolculuklarında daima veya çoğunlukla, bazan hazardayken de mest­lerini giyerdi.

En çok sevdiği elbise rengi, beyaz ve —çizgili bürdeleri gibi— çizgili idi. Kırmızı, siyah, boyalı ve parlak elbise giyme alışkanlığı yoktu. Giydiği kır­mızı elbisesi, yeşili gibi, üstünde siyah, kırmızı ve beyaz renkler bulunan ye­men rtdâsı idi. Hem bunu, hem de ötekini giymiştir. Bunun böyle olduğunun açıklaması ve kırmızıyı giydiğinin yanlışlığının yeterli ölçüde ortaya konulu­su daha önce geçmişti.[785]

 

D) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) EVİ

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) ev işlerini düzenlemesi şöyledir:

Hz. Peygamber (s.a.) de ömrü boyunca dünyada konaklayan, sonra âhi-rete göçen bir yolcu olduğundan, kendisinin, ashabının ve O'na uyanların bu konudaki tutumu; evlerle aşırı ilgilenmek, onları sapasağlam, yüksek, süslü ve geniş yapmak değildi. Bilâkis evleri, sıcaktan ve soğuktan koruyan, dışa­rıdan görülmesini engelleyen ve hayvanların girmesine imkân vermeyen en güzel yolcu evlerindendi.

Bu evler, çok ağır oluşundan dolayı yıkılmasından endişe edilmez, ge­nişliği dolayısıyla haşeret yuva yapmaz, yüksekliğinden dolayı şiddetli rüz­gârlar ve esintiler zarar vermez. Oturana eziyet verecek kadar yerin altında, ayrıca çok da yüksek değildir, bilâkis orta yüksekliktedir.

Bunlar, evlerin en mutedili ve yararlısı, soğuk ve sıcağı en az evlerdir. Oturanı sıkıştırıp hapsetmez, hiçbir yaran olmayan fazlalığı da yoktur ki ha-şerat oraları doldursun.

Evlerin içinde, kokusuyla oturana eziyet verecek tuvalet de yoktu. Bilâ­kis evin kokusu en güzelindendi. Çünkü Rasûlullah (s.a.) güzel kokuyu se­ver, daima yanında bulundururdu. O'nun kokusu ve teri en güzel kokular­dandı. Evde kokusu yayılan tuvalet yoktu.

Hiç şüphesiz bunlar, vücut ve sağlığı için evlerin eninormali, en yararlısı ve en uygunudur. [786]

 

E) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) UYKUSU VE UYANIKLIĞI

 

Hz. Peygamberin (s.a.) uyku ve uyanıklıktaki tutumu şöyledir:

Rasûlullah'm (s.a.) uykusunu ve uyanık halini inceleyen, bu uykunun beden, organlar ve kuvvetler için en normal ve yararlı uyku olduğunu görür. Akşamleyin erkenden uyur, gece yarısının hemen başında uyanırdı. Kalkar, dişlerini misvaklar, abdest alır ve Allah'ın kendisine buyurduğu kadar na­maz kılardı. Vücut, organlar ve kuvvetler, uyku ve dilenmeden, bol ecirle bir­likte spordan payını alırdı. Böylesi, kalp ve bedenin, dünya ve ahiretin esen­liğidir.

Uykudan nasibini ihtiyaç duyulandan fazla almazdı, bundan az uyuma­sına da meydan vermezdi. Bunu en güzel şekilde düzenlerdi. Uyku ihtiyacı duyduğunda, gözleri kapanıncaya kadar Allah'ı anarak, vücudu yiyecek ve içecekle dolu olmayarak, doğrudan yere temas etmeyerek ve yüksek yataklar edinmeyerek sağ yânına yatıp uyurdu. Uyku için, lifle dolu deri yatakları vardı.

Yastığa yatar, bazan elini yanağının altına koyardı.                                :

Uyku, zararlı ve yararlı uykularla ilgili bir açıklama yapmak istiyoruz;:

Uyku, vücudun dinlenmek için, bol sıcaklığa ve iç kuvvetlere daldığı bir durumudur. İki çeşit uyku vardır: Tabiî uyku, tabiî olmayan uyku. Tabiî uy­ku, nefsânı kuvvetlerin hareketten alıkonulmasıdır. Bu nefsânî kuvvetler, his­setme ve iradî hareket kuvvetleridir. Bu güçler, bedeni hareket etmekten alı­koyunca vücut kendini bırakır, hareketli ve uyanık halde bu kuvvetlerin mer­kezi olan dimağda dağılan ve yayılan rutubet ve buharlar toplanır, vücut uyuşur ve kendini iyice bırakır. Tabiî uyku işte budur.

Tabiî olmayan uykuya gelince, bir arıza veya hastalık dolayısıyla olur. Bu, rutubetlerin dimağa, uyanıklıkta dağıtılamayacak bir şekilde hâkim ol­ması veya yemek ve içmekten sonraki gibi, rutubetli ve çok miktardaki bu­harların yükselip, dimağa ağır gelerek uyuşturması ve nefsânî kuvvetleri ha­reketten ahkoymasıyla uyumak suretiyle olur.

Uykunun iki büyük yaran vardır:

a) Organların ortaya çıkan yorgunluktan sonra sakinleşmesi ve dinlen­mesi, bunun sonucunda da duyu organlarının uyanıklığın ortaya çıkardığı yor­gunluğu atması, bitkinliği ortadan kaldırması.

b) Besinlerin sindirimi ve vücudun olgunlaştınlması. $ünkü uyku sıra­sındaki bol sıcaklık vücudun içine dolar, buna yardım edef. Bu yüzden dışı soğur ve uyuyan örtünmeye ihtiyaç duyar.

En yararlı uyku, yemeğin midede güzel bir şekilde yerleşebilmesi için sağ yanı üzere yatılarak olandır. Çünkü mide biraz sol yana eğimlidir. Sağ yanı üzere yattıktan sonra, sindirimi kolaylaştırmak üzere (midenin ciğere doğru eğilmesi için) biraz sol yan üzerine yatılır. Daha sonra gıdanın mideden daha çabuk inmesi için sağ yana dönülerek uykuya böyle devam edilir. Böylelikle uykunun başı ve sonu sağ yana yatarak olur. Sol yanı üzere çokça yatmak, organların kendisine doğru eğimli olup ona karşı dikilmesi dolayısıyla kalbe zararlıdır.

En kötü uyku, sırt üstü yatarak olanıdır. Uyumaksızın dinlenmek için bu şekilde yatmak zararlı değildir. Yüzü koyun yatarak uyumak bundan da kötüdür. Müsnedvç İbn Mâce'nin Sünen'lnde, Ebu Ümâme'den rivayete gö­re, Hz. Peygamber (s.a.) camide yüzü koyun uyuyan bir adam gördü, aya­ğıyla onu dürterekj "Kalk veya otur. Çünkü bu, cehennemî bir uykudur." buyurdu.''[787]

Hipokrat, Giriş (Takdime) kitabında şöyle diyor: "Sağlığında karnı üs­tüne uyumayan hastanın bu şekildeki uykusu, bir akıl karışıklığını ve karın kısmındaki bir ağrıyı gösterir." Kitabının sarihleri şöyle diyorlar: "Çünkü, açık veya gizli bir sebebi olmaksızın, iyi durumu kötüye dönüştürerek âdeti­ne aykırı davranmıştır."

Normal uyku, tabiî kuvvetlerin fonksiyonlarını sağlar, nefsanî kuvvet­leri rahatlatır, cevherini çoğaltır, hatta genişlemesiyle ruhların çözülmesine engel de olabilir.

Gündüz uykusu fenadır, nemli hastalıklar ve nezle yapar, rengi bozar, dalağı şişirir, sinirleri genişletir ve tembelleştirir, şehveti zayıflatır; ama ya­zın öğle sıcağında böyle değildir. Sabahleyin veya ikindiden sonra uyumak, gündüz uykusundan daha fenadır. Abdullah b. Abbas, bir oğlunun sabah uy­kusunda olduğunu görünce, "Kalk, nzıkların dağıtıldığı saatte mi uyursun?" dedi.

Denildiğine göre, gündüz uykusu üç çeşittir: 1) İyi, 2) Ateş, 3) Ahmak­lık olan. İyi olan, Öğle sıcağında uyumaktır ki bu Rasûlullah'ın (s.a.) âdeti­dir. Ateş olan, kuşluk vakti uyumaktır ki dünya ve âhiret işini engeller. Ah­maklık olan, ikindi uykusudur. Seleften biri şöyle diyor: "İkindiden sonra uyuyanın aklı gitmiştir. Kendinden başkasını kınamasın." Şair şöyle diyor:

"Kuşluk vakti uykuları gençleri sersem, ikindi uykuları ise deli eder."

Sabah uykusu, rızka engel olur. Çünkü bu mahlukatın azıklarını aradı* ğı vakittir, rızıkların dağıtıldığı bir zamandır. Bir arıza veya zaruret dışında, insanı mahrum bırakıcı bir rol oynar. Bedeni gevşettiğinden ve sporla dışarı atılması gereken fazlalıkları bozduğundan bedene çok zararlıdır. Kırgınlık, acizlik ve zaaf ortaya çıkarır. Şayet hareketten, spordan, mideyi bir şeyle dol­durmazdan önce ise, böylesi âciz bırakan ve çeşitli hastalıklar ortaya çıkaran bir hastalıktır.

Güneşte uyumak, gizli hastalığı harekete geçirir. İnsanın biraz güneşte, biraz gölgede uyuması fenadır. Ebu Davud, Sü/ie/Tinde Ebu Hureyre'den Ra-sûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Sizden biri güneşte olur, gölge de çekilirse, biraz güneşte, biraz gölgede olursa, kalksın."[788]

İbn Mâce'nin Sünen'iude ve diğerlerinde, Büreyde b. el-Husayb'dan ri­vayete göre, Rasûlullah (s.a.) gölge ve güneş arasında oturmayı yasaklamış­tır. Bu, ikisi arasında uyumayı engelleme konusunda bir uyarıdır.

Sahihayn'da. Berâ b. Âzib'den rivayete göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Yatağına geldiğinde namaz abdesti gibi abdest al. Sonra sağ ya­nma yat ve şöyle de:

'Allah'ım! Nefsimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana döndürdüm, işimi Sana havale ettim, sırtımı Sana dayadım. Çünkü ümidim de Sendedir, kor­kum da Sendendir. Sığınacak ve kurtuluş yeri Sensin. İndirdiğin Kitab'ina ve gönderdiğin Peygamber'ine iman ettim.'

Bunları son sözlerin olarak söyle. Şayet o gece ölürsen, doğduğun gibi tertemiz ölürsün."[789]

Buharfnm Sahih'inde Hz. Âişe'den rivayete göre, Rasûlullah (s.a.) sa­bah namazının iki rekât sünnetini kılınca, sağ yanma yatardı.[790]

Denilir ki: Sağ yanına yatmanın hikmeti, uyuyanın uykusunda boğul-mamasıdır. Çünkü kalp sola meyillidir. Sağ yanına yatınca kalp sol yandaki yerini arar. Bu, sol yanına yatarak uyumasının aksine, uyuyanın ağırlaşma­sına engel olur. Sol yanına yatınca, tam bir kopma ortaya çıkar. İnsan uyku­sunda boğulur ve ağırlaşır, bunun sonucunda da din ve dünya yararları kaybolur.

Uyuyan ölü gibi, uyku da ölümün kardeşi —bu yüzden de ölmeyen diri (Allah) için imkânsızdır, cennet ehli de orada uyumayacaktır— olduğuna göre, uyuyan kendisini koruyacak, doğacak âfetlerden ve bedenini facialardan ko­ruyacak birine muhtaçtır. Bunu yalnızca onu yaratan Rabbi yapabilir. Al­lah'ın kendisini, nefsini ve bedenini tam korumasını istemek için Rasûlullah (s.a.), uyuyana herşeyi Allah'a havale etme ve O'na sığınma ile ümit ve kor­ku kelimelerini söylemesini öğretmiş bunun yanında imanı hatırlamasını, bu şekilde uyumasını ve bunları son sözleri yapmasını öğütlemiştir. Çünkü Rab­bi onun canını uykusunda alabilir. İman son sözü olunca cennete girer. Uyku ile ilgili bu tutum, kalp, beden ve ruhun uyku ve uyanıklıktaki, dünya ve âhiret yararlarını içerir. Kendisi sayesinde ümmetin her iyiliğe nail olduğu ki­şiye Allah'ın salâtları ve selâmı olsun.

"Kendimi Sana teslim ettim" demek, "Kendimi Sana, kölenin kendisi­ni mâlikine ve efendisine teslim ettiği gibi teslim ettim.'* demektir. Yüzünü O'na döndürmesi, bütünüyle Rabbine yönelişini, kasıt ve isteğinin yalnızca O'na ait olduğunu, O'na boyun eğdiğinin itirafını içerir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Eğer seninle tartışmaya girişirlerse: 'Ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a verdim? de."[791] Bu âyetteki yüz^ (yönelîş)ün kullanılışı, in­sanın en şerefli yeri ve duyu organlarının merkezi olduğundan dolayıdır. Ay­rıca bunda, yönelme ve kasdetme anlamı da vardır. Şair şöyle diyor:

"Sayısız günahtan dolayı Allah'tan af isterim. Yöneliş ve iş kulların Rab-binedir."[792]

"İşin O'na havale edilmesi" Allah'a ısmarlanması demektir. Bu, kalbin sükûnet ve emniyetini, takdir ettiğine ve sevip hoşnut olduklanndan onun için seçtiğine rıza göstermeyi gerektirir. îşin havale edilmesi, kulluk makamları­nın en üstünler indendir, bunda şüphe yoktur. Bu, tersini ileri sürenlerin ak­sine, seçkinlerin makamlarındandir.

"Sırtın Allah'a dayanması", O'na güvenmenin, dayanmanın ve tevek­külün kuvvetini içerir. Çünkü, sırtını sağlam bir direğe dayayan, yıkılmak­tan korkmaz.

Kalbin iki kuvveti vardır: İstek kuvveti ki, bu ümittir; korkma kuvveti ki, bu korkudur. Kul da zararlardan kaçıp yararlarını arar. İşte bu teslimiyet ve yönelişte, iki durum da toplanmış olur. "Ümit ve korku Sendendir." de­miş, "Kulun Senden başka sığmağı ve kurtuluş yeri yoktur." buyurarak Rab-bini övmüştür. Nefsinden kurtarması için kulun sığmağı Allah'tır. Nitekim başka bir hadiste: "Gazabından rızana, cezandan afiyet verişine, Senden Sa­na sığınırım." buyuruyor.[793] Dilemesi ve kudretiyle kulu, elinden kurtaracak' olan O'dur. Belâ O'ndandır, yardım O'ndandır, kurtuluş O'ndan istenir, kur­tuluş konusunda O'na sığınılır, kendisinden gelecek olandan kurtuluş için

sığınılır, O'ndan gelecek olandan O'na sığınılır. O, her şeyin Rabbİ'dir, her şey O'nun dilemesiyle olur: "Allah sana bir sıkıntı verirse, O'ndan başkası gideremez."[794] "De ki: Allah size bir kötülük dilese veya bir rahmet istese, O'na karşı kim sizi korayabilir?"[795] Sonra duayı; Kitab'ına ve dünyada ve âhirette kurtuluş ve başarının rehberi olan Peygamberine imanı itirafla bi­tirmiştir. Rasûlullah'ın (s.a.) uyku konusundaki tutumu işte budur.

"Şayet ben peygamberim demeseydi, tutumunda bunu söyleyen bir ta­nık olurdu."

Uyanıklıktaki tutumuna gelince; horoz ötünce uyanır, Allah'a hamde-der, tekbir, tehîiî ve dua okurdu. Sonra dişlerini misvaklar, abdest alır, ken­di kelâmıyla yakararak, O'nu överek, O'ndan bekleyiş, ümid ve korkuyla Rab-binin huzurunda namaza dururdu. Kalp ve bedenin, ruh ve kuvvetlerin sağlı­ğı, dünya ve âhiret esenliği için bundan üstün koruyucu var mıdır? [796]

 

F) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) SPOR VE BEDEN EĞİTİMİNDEKİ TUTUMU

 

Hareket ve sükûn, yani spordaki tutumuna gelince, bu konuda t gun, övgüye değer ve en doğru türlerine uygun düştüğü bilinenlere bir fasıl ayırıyoruz.

Bilindiği gibi beden, devamı için yeme ve içmeye muhtaçtır. Besin, bir bütün olarak bedenin bir parçası olamaz, bilâkis her sindirimde gıda madde­sinden bir parça kalması gerekir. Zamanla artınca sayı ve nitelik olarak on­dan da bir şey toplanır. Sayısıyla, bedeni kapaması ve ağırlaştırması suretiyle zarar verir ve şişmanlık (ihtibâs) hastalıktan ortaya çıkarır. Boşaltılırsa, ilaç­larla bedene acı verir. Çünkü çoğu zehirlidir. Yararlı ve iyiyi de çıkarır. Nite­liğiyle de, bizzat veya bozularak pişirmek, bizzat soğutmak veya sıcaklığın­dan dolayı bol sıcağın zayıflaması suretiyle yine zarar verir.

Fazlalık tıkanıklıkları zararlıdır, terkedilmiş veya boşaltılmıştır. Hare­ket, bunların doğmasını engellemede en kuvvetli yollardandır. Çünkü organ­ları ısıtır, fazlalıkları akıtır, zamanla bir toplanma olmaz, bedeni hafiflik ve dinçliğe alıştırır, gıdayı kabul edici yapar, mafsalları sertleştirir, pazuları ve bağlan güçlendirir, vaktinde ve normal ölçüde kullanılınca maddî ve mizacî hastalıkların çoğundan emin kılar.

Spor, gıdanın inmesinden ve iyice sindirilmesinden sonra yapılır. Normal spor, derinin kızardığı, bedenin geliştiği ve terlediği spordur. Ter akıtacak derecede spor, aşırıdır. Çok hareket eden organ kuvvetlidir, özellikle de spo­run türü bunu etkiler, hatta her küvetin durumu budur. Çünkü çok ezber ya­panın hafızası güçlenir. Çok düşünenin düşünme gücü artar. Her organın özel sporu vardır. Gönlün sporu, okumaktır. Okumaya gizliden açığa doğru ya­vaş yavaş başlamalıdır. Kulağın sporu, sesleri ve sözü duymakla ilgilidir. Ha­fiften ağıra doğru geçilir. Dilin eğitimi, konuşmakladır. Gözünki de buna ben­zer. Yürüme eğitimi, yavaş yavaş yapılır.

Ata binme, ok atma, güreş ve koşu, bütün beden için spordur. Cüzzam, istiskâ (hydropisie) ve külanc gibi müzmin hastalıkları söküp atar.

Nefsin eğitimi; ilim ve edep öğrenme, sevinç ve neşe, sabır ve sebat, ce­saret ve hoşgörü, iyilik yapma vb. gibi, nefislerin eğitildiği şeylerle olur. En önemli eğitiminden biri, sabır, sevgi, cesaret ve iyiliktir. Benimsenmiş durum ve yerleşmiş melekeler oluncaya kadar bu şekilde eğitime devam edilir.

Hz. Peygamber'in (s.a.) bu konudaki tutumunu incelersen, sıhhat ve kuv­vetleri koruyan, dünya ve âhirette yararlı en üstün bir tutum olduğunu gö­rürsün.

Şüphesiz ki bizzat namaz; iman sağlığım, dünya ve âhiret mutluluğunu korumasından ayrı olarak, beden sağlığını koruma ve fazlalıkları eritme ko­nusunda en yararlı eğitimdir. Geceleyin namaz kılmak da sağlığı koruma yol­larının en önemliîerindendir, müzmin hastalıkların pek çoğunu engeller ve be­den, ruh ve kalp için en etkili şeylerdendir. Nitekim Sahihayn'da Rasülul-lah'ın (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Sizden biri gece uyuyunca, şey­tan onun boyunköküne üç düğüm bağlar. Her bir düğümle birlikte senin üze­rinde uzun bir gece vardır diye (vesvese) vurur. O kimse uyanıp Allah'ı anar­sa, bir düğüm çözülür. Abdest alırsa ikinci düğüm de çözülür. Namazı da kılarsa şeytanın düğümlerinin hepsi çözülür. Artık o teheccüd sahibi, düğü­mü çözük, gönlü hoş ve neşeli bir halde sabahlar. Fakat zikir yapmaz, abdest alıp, namaz kılmazsa gönlü kirli ve uyuşuk bir halde sabahlar."[797]

Şeriata uygun oruçta, sağlığı koruma, bedeni ve nefsi eğitme konusunda sağlam fıtratlı kimselerin reddedemeyeceği durumlar vardır.

Cihada ve ayrıca kuvvet, sağfığr koruma, kalp ve bedeni güçlendirme ve fazlalıklarını atma, üzüntü, gam ve kederi giderme sebeplerinden olan küllî hareketlerin bulunduğu işlere gelince; bunlar ancak nasibi olanların bileceği durumlardır. Hac ve hac işlemlerinin yapılışı da böyledir. At yarışı, mızrak oyunu, ihtiyaçları gidermeye, dostlara, haklarını yerine getirmeye, hastaları­nı ziyarete ve cenazelerini defnetmeye yürüyüş, cuma ve cemaat namazlarına yürüyüş, abdest ve gusül hareketleri de böyledir.

Bu, sağlığı koruma ve fazlalıkları atma konusunda belirlenen eğitimin en azıdır. Dünya ve âhiret iyiliklerine ulaşmak ve kötülüklerini defetmek ko­nusunda Rasûlullah'a meşru kılınan ise bunun ötesinde bir durumdur.

Bildiğin gibi, Raşûlullah'ın beden ve kalp sağlıklarını koruma ve zarar­larını atma tıbbı konusundaki tutumu, her türlü tutumun üstündedir. Anla­yan için konuyu daha fazla anlatmaya gerek yok. Başarı, Allah'tandın[798]

 

G) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) EVLİLİK HAYATI

 

1— Evliliğe Teşviki:

 

Cinsî birleşmeye gelince, bu konudaki tutumu, sağlığı koruyan lezzet ve gönül hoşluğu sağlayan, konulduğu amaç gerçekleşen en mükemmel tutum­dur. Çünkü birleşme üç amaca hizmet eder, bunlar onun temel gayeleridir:

1—  Neslin korunması ve kıyamete kadar insan türünün devamı,

2— Saklanması ve depolanması bütün vücuda zarar veren suyun dışarı­ya çıkarılması,

3— İhtiyaç ve arzunun giderilmesi, lezzeti tatma ve nimetten yararlan­ma. Yalnız bu, cennetteki yararıdır. Çünkü orada neslin devamı ve inzalin boşalttığı depolama yoktur.

Erdemli doktorlar, cinsî birleşmenin, sağlığı koruma yollarından biri ol­duğu görüşündedirler. Calinus şöyle diyor: "Meninin özüne hâkim olan, ateş ve havadır. Sıcak ve rutubetli bir yapıdadır. Çünkü, aslî organların gıdalan-dığı saf kandan oluşur." Meninin bu üstünlüğü ortaya çıktığına göre, onun ancak neslin devamı ve depolananın dışarı çıkarılması gayesiyle atılması ge­rekir. Çünkü vücutta depolanırsa, kötü hastalıklar ortaya çıkarır. Vesvese, delilik, sar'a vb. bunlardandır. Meninin atılması, bu hastalıkların pek çoğu­nu iyileştirir. Çünkü saklanması uzarsa, bozulur ve belirttiğiniz gibi kötü has­talıkları gerektiren zehirli bir niteliğe dönüşür. Bu yüzden de tabiat onu, ço­ğaldığı zaman cinsî birleşme olmaksızın rüyada boşaltır.

Seleften biri şöyle diyor: "Kişinin üç şeyi âdet edinmesi gerekir: Yürü­meyi bırakmamalı, çünkü bir gün ihtiyaç duyarsa yürüyebilir. Yemeyi bırak­mamalı, çünkü bağırsakları daralabilir. Cinsî birleşmeyi bırakmamalı, çün­kü suyu boşaltılmazsa suyu çekilebilir." Muhammed b. Zekeriyya şöyle di­yor: "Uzun bir süre cinsî birleşme yapmayanın, sinir kuvvetleri zayıflar, de­likleri kapanır ve erkeklik organı büzülür. Derideki bir yara dolayısıyla bir­leşmeyi bırakan bir grup gördüm. Bedenleri soğudu, hareketleri güçleşti, se­bepsiz olarak moralsizlik çöktü, iştah ve sindirimleri azaldı."

Gözü koruması, nefsi alıkoyması, haramdan korunup iffetli olmayı sağ­lama, cinsî birleşmenin yararlarmdandır. Aynı durum kadın için de sözko-nusudur. Böylece kişiye, dünya ve ahiret konusunda yarar sağlar. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.) bunu âdet edinir ve severdi. Şöyle buyuruyor: "Dünyanız­dan bana, kadınlar ve güzel koku sevdirildi. "[799]

îmam Ahmed'in Kitabu'z-Zühd*'ünde bu hadisle ilgili olarak hoş bir faz­lalık vardır. O da şudur: "Yemeğe ve içmeğe sabrederim, onlara sabredemem."

Rasûlullah (s.a.), ümmetini evlenmeye teşvik etmiş ve şöyle buyurmuş­tur: "Evlenin, çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüne­ceğim."[800]

îbn Abbas şöyle der: "Bu ümmetin en hayırlısı, karısı en çok olandır."[801]

Rasûlullah şöyle buyurur: "Ben kadınlarla evlenirim, hem uyurum, hem de gece namaza kalkarım, hem oruç tutarım ve hem de tutmam. Benim sün­netimden yüz çeviren benden değildir."[802]

Yine şöyle buyurur: "Gençler! Evlenmeye gücü yeteniniz, evlensin. Çünkü bu gözü engeller, namusu korur. Evlenmeye gücü yetmeyen, oruç tutsun. Çün­kü oruç onun şehvetini kırar."[803]

Câbir, dul bir kadınla evlenince ona şöyle buyurdu: "Bakire birini bul-saydın ya! Sen onunla, o seninle oynardı."[804]

İbn Mâce'nin Sünen'indc Enes b. Mâlik'ten rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'a temiz ve temizlenmiş olarak kavuşmak isteyen, hür kadınlarla evlensin."[805]

Yine İbn Mâce'nin Sünen'indz İbn Abbas'tan merfûan şöyle dediği ri­vayet edilir: "Birbirini sevenler için evlenmeleri dışında çözüm görmedik."[806]

Müslim'in Sahih'mdz Abdullah b. Ömer'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dünya, bir metadır. Dünya metâınm en iyisi, sa-lih bir kadındır."[807]

Ümmetini bakire, güzel ve dindar kadınlarla evlenmeye teşvik ederdi. Ne­sâî'nin Sözen'inde Ebu Hureyre'den rivayete göre, Rasûlullah'a (s.a.): "Ka­dınların hangisi daha hayırlıdır?" diye sorulunca, şöyle buyurmuştur: "Ba­kınca sevindiren, emredince itaat eden, nefsi ve malı konusunda hoşlanma­dığına muhalefet etmeyen."[808]

Sahihayn'da. Ebu Hureyre'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Kadın malı, nesebi, güzelliği ve dindarlığı dolayısıyla nikahla­nır. Dindar olanı seçmezsen, fakirliğe düşersin."[809]

Doğurgan kadınla evlenmeye teşvik eder, doğurmayan kadından hoşlan­mazdı. Nitekim, Ebu Davud'un Sünen'inde Ma'kıl b. Yesâr'dan şu rivayet edilir: Bir adam Rasûlullah'a (s.a.) şöyle dedi: "Soylu ve güzel bir kadın bul­dum, ama kısır. Onunla evleneyim mi?" Rasûlullah: "Hayır, evlenme." de­di. Adam ikinci ve üçüncü defa geldi, her defasında Rasûlullah ona evlenme­mesini söyledi. Şöyle buyurdu: "Sevilen ve doğurgan kadınla evlenin. Çün­kü ben sizin çokluğunuzla övüneceğim."[810]

Tİrmizî'de merfu'an şu hadis vardır: "Dört şey peygamberlerin sünneti­dir: Evlenme, misvak kullanma, güzel koku sürme ve kına."[811] Câmi'de "hınnâ" (kına) yerine, "hınnây" kelimesi yer ahr.[812] Ebu'l-Haccâc el-Hâfiz'ın şöyle dediğini duydum: "Doğrusu hıtân (sünnet)dır. Nûn düşmüş­tür." Ebu'l-Muhamilî de Ebu İsa et-Tirmizî'nin şeyhinden bu şekilde rivayet etmiştir. [813]

 

2— Birleşme Âdabı:

 

Cinsî birleşmeden önce, kadınla oynamak, onu öpmek ve dilini emmek gerekir. RasûluUah (s.a.), karısıyla oynar ve oriu öperdi.

Ebu Davud, Süne/finde Hz. Âişe'yi Öptüğünü ve dilini emdiğini rivayet eder.[814]

Câbir'den rivayete göre, RasûluUah (s.a.), oynaşmadan birleşmeyi ya­saklamıştır.

Bazan bütün eşleriyle bir gusülle birleşirdi, bazan da her defasında gus-lederdi. Müslim, Sahih'ınde Enes'ten Rasülullah'ın (s.a.) bütün eşlerini do­laştığını ve sonunda bir gusül yaptığını rivayet eder.[815]

Ebu Davud, Sözen'inde Rasülullah'ın (s.a.) mevlâsi Ebu RâfiMen şunu rivayet eder: Rasûlullah bir gecede bütün eşlerini dolaşır ve her birinden son­ra guslederdi. Bunun üzerine: "Ey Allah'ın elçisi! Bir gusül yapsaydın ya!" dedim. Şöyle buyurdu: "Böylesi daha anndmcı, temizleyici ve iyileştiri-cidir.[816]

Cinsî birleşme yapanın, gusülden önce yeniden birleşme yapmak isteme­si durumunda, iki birleşme arasında abdest alması meşru kılınmıştır. Nite­kim Müslim, Sahih'inde Ebu Saîd el-Hurdî'den Rasûİuİlah'ın (s.a.) şöyle bu­yurduğunu rivayet eder: "Sizden biri eşiyle birleşir, sonra yeniden birleşmek İsterse abdest alsın."[817]

Birleşmeden sonraki gusül ve abdestte, dinçlik, gönül hoşluğu, birleşmeyle dışarı atılanların yerinin doldurulması, tam temizlik ve arınma, birleşmeyle yayılmasından sonra bol sıcaklığın bedende toplanması, Allah*ın sevdiği te­mizlik ve sevmediği pislikten arınma gibi birleşmeyi, sağlığı ve kuvvetleri ko­rumayı en güzel şekilde gerçekleştiren durumlar vardır.

En yararlı birleşme, sindirimden sonra, bedenin sıcaklık ve soğukluk, ku­ruluk ve rutubet, boşluk ve doluluk yönlerinden normal olduğu zamanda ya­pılandır. Bedenin dolu olması durumundaki zarar, boş olmasındaki zarardan daha kolay ve azdır. Rutubetin çokluğundaki zararı kuruluğundaki za­rarından, sıcaklığındaki soğukluğundaki zararından daha azdır. Şehvet art­tığı ve zorlama, düşünce veya sürekli bakış sonunda ortaya çıkmayan tam sertleşme olduğu zaman birleşilmelidir. Birleşme arzusunu zorlamamalı, nefsi buna teşvik etmemelidir. Meninin çokluğu kişiyi hareketlendirdiği ve arzusu doruktayken hemen birleşilmelidir. Yaşlı ve küçük gibi şehveti olmayanlar­la, hastayla, çirkin görüntülüyle, hoşlamlmayanla birleşmeden kaçınılmalı­dır. Böyleleriyle birleşmek, kuvvetleri zayıflatır, birleşmenin özelliğini zayıf­latır. Doktorlardan: "Dulla birleşmek, bakireyle birleşmekten daha yararlı ve sağlığı daha koruyucudur." diyen yanılıyor. Bu, fâsid bir kıyastır. Bazı doktorlar da bundan sakındırıyor. Bu, akıllı insanlann görüşüne ve tabiat ile şeriatın birleştiğine aykırıdır.

Bakireyle birleşmede özellik, birleşenler arasında tam bir yapışma, ka­dının kalbinin erkeğin sevgisiyle dolması, arzusunu onun dışında bir erkekle paylaşmama sözkonusudur, bunlar dulda yoktur. Nitekim Rasûlullah (s.a.) Câbir'e: "Bakireyle evlenseydin ya!" buyurmuştur. Yüce Allah, cennet ehli­nin kadınları hûru'1-in'i, verilenden başkasının dokunmadığı kadınlar olarak yaratmıştır. Hz. Âişe, Rasûlullah'a (s.a.): "Ne dersin? Şayet biri yenilmiş, diğeri yenilmemiş ağaca uğrasaydın, deveni hangisinde doyururdun?'* dedi­ğinde, Rasûlullah: "Yenilmemiş ağaçta." cevabını verdi.[818] Hz. Âişe bunun­la, kendisinden başka bakire olmadığını kastediyor.

Sevilen kadınla birleşmenin, çok meni boşaltmakla birlikte, bedeni za­yıflatması azdır. Hoşlanılmayan kadınla birleşme, az meni boşaltması yanın­da, bedeni gevşetir ve kuvvetleri zayıflatır. Âdet gören kadınla birleşme, ta­biata ve şerîata aykırıdır. Çok zararlıdır. Bütün doktorlar bundan sakındırır.

Birleşme şekillerinin en güzeli, oynaşma ve öpüşmeden sonra, yatmış va­ziyette erkeğin kadının üstünde olduğu şekildir. Nitekim Rasûlullah (s.a.): "Çocuk yatağındır."[819] buyuruyor. Bu şekil, erkeklerin kadınlara hâkimi­yetinin tamamlanması yollarındandır. Yüce Allah: "Erkekler kadınlara hâ-kimdirler."[820] buyurur. Bir beyitte şöyle denir:

"İstediğimde beni taşıyan yatak olur, îşim bittiğindeyse yaltaklanan bir hizmetkâr."    

Yüce Allah şöyle buyurur: "Onlar sizin, siz de onların örtüşüsünüz."[821] En mükemmel ve güzel örtü, bu şekilde olandır. Çünkü erkeğin yatağı onun örtüşüdür. Kadının yorganı da onun örtüşüdür. Bu üstün şekil, işte bu âyet­ten alınmıştır. Böylelikle, karı-kocadan her birinin'diğerine örtü olduğu şek­lindeki benzetme güzelleşmiş olur. Burada başka bir yön daha vardır ki o da, kadının bazan erkeğin üstüne eğilmesi ve ona örtü gibi olmasıdır.

Şair şöyle diyor:[822]                        

"Yataktaki erkek, kadının boynunu örttüğünde, kadın örtünür, üstün­de bir elbise bulunmuş olur."

Birleşmenin en kötü şekli, kadının üstte olması ve erkeğin sırtüstü yata­rak birleşmesidir. Bu, Allah'ın kadın ve erkeğe, hatta erkek ve dişi türlerine vermiş olduğu tabiî şekle aykırıdır. Böylesinde birtakım kötülükler vardır. Meninin bütünüyle çıkması zorlaşır. Organda bir miktar kalabilir, bu da bo­zulur ve çözülür, zararlı olur. Ayrıca, erkeklik organına kadının organından salgılar akabilir. Bunun yanısıra, rahim çocuk doğurmak için suyu kapsama­ya ve orada toplanıp birleşmeye imkân bulamaz. Bütün bunların yanında, kadın, tabiat ve şeriat açısından pasif durumdadır. Aktif duruma geçerse, tabiat ve şeriatın gereğine aykırı davranmış olur. Ehl-i kitab, kanlarıyla yan yata­rak birleşirler ve bu kadın için daha kolaydır, derlerdi.

Kureyş ve Ensâr, kafaları üzerine yatardı. Yahudiler bu durumlarını ya­dırgadılar. Bunun üzerine: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediği­niz gibi gelin."[823] âyeti indi.[824]

Sahihayn'da Câbir'den rivayete göre Yahudiler "Erkek karısıyla arka­sında durup önden birleşince, çocuk şaşı olur." derlerdi. Bunun üzerine "Ka­dınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin." âyeti indi. Müs­lim'in rivayetinde "İster yüzü üstüne kapanarak, isterse yüz üstü kapamayarak birleşir. Ancak birleşme, zürriyet yeri olan, bir tek yerden olur. "| İlavesi vardır[825]                                                         

Arkadan birleşme, hiçbir peygamberin dilinde mubah kılınmamıştır. Se­leften birine böyle bir durumu nisbet eden yanılıyor. Ebu Davud'un Sünen'-inde Ebu Hureyre'den rivayete göre, Rasûlullah (s.a.): "Karısına arkadan bir­leşen mel'undur." buyurmuştur[826]

i Ahmed ve Ibn Mâce'deki bir lafız ise: "Allah eşiyle arkadan bir

bakmaz." şeklindedir.'[827]                                                            

Tirmizî ve Ahmed'in bir lafzında: "Âdet görenle ve arkadan birleşen veya kâhine başvurup bunu doğru kabul eden, Muhammed'e (s.a.) indirileni in­kâr etmiş demektir." şeklindedir[828]

Beyhakî'nin rivayeti ise şöyledir: "Erkek veya kadınlarla arkadalj şenler küfre girmiş olur."

VekTin Musannef inde, Zem'a b. Salih—İbn Tâvûs—babası—Amr b. Dinar—Abdullah b. Yezid senediyle su rivayet yer alır: Hz. Ömer, Rasûhıl-lah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu söylemiştir: Allah gerçeği söylemekten haya etmez. Kadınlarla arkadan birleşmeyin."[829]

Tirmizî'de Ali b. Talk'tan, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu rivayj

lir: "Kadınlarla arkadan birleşmeyin. Çünkü Allah gerçeği açıklamaktan ha­ya etmez. "[830]

İbn Adî'nin Kâmil'ınde, el-Muhamilî—Saîd b. Yahya el-Umevî— Muhammed b. Hamza—Zeyd b. Refî—Ebu Ubeyde—merfûan Abdullah b. Mes'ûd senediyle şu hadis vardır: "Kadınlarla arkadan birleşmeyin. "[831]

Hasan b. Ali el-Cevherî, merfûan Ebu Zer'den şu hadisi rivayet etti: "Er­kekler veya kadınlarla arkadan birleşen, küfre sapmıştır."

îsmail b. Ayyaş, Süheyl b. Ebî Salih—Muhammed b. el-Münkedir— merfûan Câbir'den şu hadisi rivayet eder: "Allah'tan haya edin. Çünkü Al­lah, gerçeği açıklamaktan haya etmez. Kadınlarla arkadan birleşmeyin." Dâ-rakutnî bu hadisi aynı yolla, şu sözlerle rivayet eder: "Allah gerçeği açıkla­maktan haya etmez. Kadınlarla arkadan birleşmen helâl değildir."[832]

Bağavî şöyle diyor: Hudbe, Hemmâm'dan şunu rivayet eder: Katâde'-ye, karısıyla arkadan birleşenin durumu soruldu. Şöyle dedi: Amr b. Şuayb— babası—dedesi senediyle Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu, küçük lûtîliktir."

Ahmed'in MüsnecTinde Abdurrahman—Hemmâm—Katâde—Amr b. Şuayb—babası—dedesi senediyle de aynı hadis yer alır.[833]

Yine Müsnedyde îbn Abbas'tan şu rivayet vardır: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır." âyeti, Ensâr'dan bir grup hakkında indi. Rasûlullah'a (s.a.) ge­lip konuyu sorunca, onlara şöyle buyurdu: "Her halükârda kadınla önden birleş."[834]

Yine Müsned'ds İbn Abbas'tan şu rivayet vardır: Hz. Ömer, Rasûlul-lah'a gelip, "Ey Allah'ın elçisi! Mahvoldum." dedi. Rasûluİlah: "'Seni mah­veden nedir?" diye sordu. Hz. Ömer: "Dün gece değirmenimi değiştirdim." dedi. Rasûlullah ona hiçbir cevap vermedi. Bunun üzerine: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza istediğiniz gibi gelin." âyeti indi. Önden veya ark da durarak birleş, ama âdet görürken ve arkadan birleşmekten sakın."[835]

Tirmizî'de İbn Abbas'tan merfûan şu rivayet vardır: "Allah, bir erk veya kadınla arkadan birleşen adama bakmaz."[836]

Ebu Ali el-Hasan b. el-Huseyn b. Duma'nın merfûan Berâ b. Âzib'te şu rivayeti vardır: "Bu ümmetin on kişisi Allah'ı inkâr etmiştir: 1) Katil, 2) Sihirci, 3) Deyyus, 4) Kadınla arkadan birleşen, 5) Zekât vermeyen, 6) İmkâ­nı olduğu halde hacca gitmeden ölen, 7) İçki içen, 8) Fitne peşinde koşan, 9) Harb ehline (düşmana) silah satan, 10) Nâmahremiyle evlenen."[837]

Abdullah b. Vehb şöyle der: Abdulah b. Lehî'a ve Mişrah b. Ha'ân, Ukbe b. Âmir* den, Rasûlullah'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Ka­dınlarla arkadan birleşen merûndur."[838]

Haris b. Ebî Üsâme'nin MüsnecTinâs, Ebu Hureyre ve İbn Abbas'tan şu rivayet vardır: Vefatından önce okuduğu son hutbede Rasûlullah (s.a.) şun­ları söyledi: "Bir kadınla, erkekle veya çocukla arkadan birleşen, kıyamet günü kokusu leşten daha pis olduğu halde haşrolunur, cehenneme girene ka­dar insanlar ondan acı duyar, Allah onun ecrini iptal eder, hiç kimseden fid­ye ve şefaat kabul etmez, ateşten bir tabuta sokulur, üstüne ateşten çiviler çakılır." Ebu Hureyre: "Bu, tevbe etmeyen içindir." demiştir.

Ebu Nuaym el-Isbahânî, Huzeyme b. Sabit'ten merfûan şunu rivayet eder: "Allah gerçeği söylemekten haya etmez. Kadınlarla arkadan birleşmeyin."[839]

Şafiî der ki: Amcam Muhammed b. AH b. Şafiî, bana Abdullah b. Ali b. es-Sâib—Amr b. Uhayha b. el-Cellâh—Huzeyme b. Sabit senediyle şunu rivayet etti: Bir adam Rasûluüah'a kadınlarla arkadan birleşmeyi sordu. "Helâldir" dedi. Adam dönünce, hemen çağırdı ve: "Nasıl dedin? Önünden mi, arkasından mı? Evet, arkasından mı, arkasına mı? Hayır, olamaz. Allah gerçeği açıklamaktan haya etmez. Kadınlarla arkadan birleşmeyin." buyurdu[840]

Rebîder ki: Şafiî'ye, "Ne dersin?" diye soruldu. Şu cevabı verdi: "Am­cam sıkadır. Abdullah b. Ali, sikadır. Ensârî'yi, yani Arnr b. el-Cellâh'ı iyi olarak anmıştır. Huzeyme, sikahğından şüphe edilmeyen biridir. Bu konuda izin veremem, bilâkis yasaklarım."

Ben derim ki: Selef ve imamlardan, mubah olduğunu nakledenlerin yan­lışlığı işte buradan doğmuştur. Çünkü onlar, arkada durup önden birleşmeyi mubah görmüşlerdir. Arkada durur ama birleşme yapmaz. îşiten, ismin "den" ile "de" hallerini karıştırmış ve aralarında fark olmadığını sanmıştır. Selefin mubah kıldığı işte budur. Onlara karşı yanlışlık yapanlar, çok çirkin ve kötü yanlışlık yapmışlardır.

Yüce Allah: "Onlarla Allah'ın emrettiği yerden birleşin." buyurmuştur. Mücâhid şöyle der: îbn Abbas'a bu âyeti sorduğumda şu cevabı verdi: "Âdet gördüğünde ayrılan yer, emredilen yerdir." Ali b. Ebî Talha ondan naklen şöyle diyor: "Önden birleşin demektir. Bundan başkası sanmayasın."

Âyet, arkadan birleşmenin haram olduğunu iki yönden göstermektedir:

1— Yüce Allah, "ekin yeri" olan yerden birleşmeye izin vermiştir. Bu da, arka değil, çocuğun doğduğu yerdir. "Ekin yeri", "Allah'ın size emret­tiği yerden" ve "tarlanıza dilediğiniz şekilde gelin" âyetinden çıkarılır. Ka­dınla arkasında durup önden birleşmek de yine âyetten çıkarılmıştır. Çünkü Allah "dilediğiniz şekilde", yani ister önde, ister arkada durarak istediğiniz şekilde buyurmuştur. îbn Abbas'a göre, "Tarlanıza gelin", önden birleşin demektir.

Yüce Allah, geçici olarak çıkan sıkıntı dolayısıyla önden birleşmeyi ha­ram kıldığına göre, (neslin kesilmesine) maruz kalma kötülüğünün ve mut­lak sıkıntı yeri olan arkadan birleşme haydi haydi haramdır. Ayrıca (sıbyan-cılığa yol açar).

Kadının kocasında onunla birleşme hakkı vardır. Kadınla arkadan bir­leşmek onun hakkını ortadan kaldırır, arzusunu giderrriez, gayesini sağlamaz.

Arka, bunun için hazırlanmamış ve yaratılmamıştır. Birleşme için hazır-lanan öndür. Önden vazgeçip arkadan birleşenler, Allah'ın hikmet ve şeriâ-tinden uzaklaşmış olurlar.

2—  Bu, erkeğe de zararlıdır. Filozof ve diğer gruplardan aklı başında tabipler bunu yasaklar. Çünkü kadının Ön kısmı, birikmiş suyu çekmekte özel bir duruma sahiptir, erkek de bu şekilde huzur bulur. Arkadan birleşme bü­tün suyu çekmeye yardım etmez. Tabiî duruma aykırılığı dolayısıyla bütün biriken dışarı çıkmaz.

Tabiata aykırılığı dolayısıyla çok yorucu hareketleri gerektirdiğinden, yi başka bir yönden daha zararlıdır.

Orası pislik ve temizlenme yeridir. Erkek bu şekilde kendisine zarar ver

Bu, kadına da zararlıdır. Çünkü böylesi tabiate aykırı ve uzaktır, kad. böyle durumdan hoşlanmaz.

Bu, yapana ve yapılana üzüntü, gam ve nefret doğurur.

Bu, yüzü kızartır, gönlü karartır, kalbin nurunu söndürür, azıcık fer seti olanın tanıyacağı bir sima şeklinde yüze vahşi bir görünüm kazandırır.

Hiç şüphesiz bu, yapan ve yapılan arasında nefret, hoşnutsuzluk ve iliş­kinin kopması sonuçlarım doğurur.

Allah'a samimi tevbe dışında, yapan ve yapılanın durumunda sonradan ıslah olmayacak derecede bir kötülük ortaya çıkarır.

Bu, her ikisinden de iyilikleri alır, onları kötülüklerle doldurur. Arala­rındaki sevgiyi alıp, yerine nefret ve lânetleşmeyi getirmesi gibi.

Bu, nimetlerin yok olup, belâların gelme sebeplerinin en önemlilerinden-dir. Çünkü, Allah'ın yapana lanet, nefret ve yüzçevirmesini, yüzüne bakma­masını gerektirir. Bundan sonra hangi iyiliği umar, hangi kötülükten emin olabilir? Allah'ın lanetlediği, sevmediği, yüzçevirdiği ve bakmadığı bir kulun hayatı ne halde olur?

Bu, hayayı bütünüyle ortadan kaldırır. Haya, kalplerin can damarıdır. Kalp bunu kaybedince, çirkini beğenir, iyiyi kötü görür. Bunun sonunda, kö­tülüğü daha da katmerleşir.

Bu, Allah'ın yarattığı tabiatın dışına çıkarır, insanı tabiatından uzaklaş­tırır. Bu tersyüz edilmiş bir tabiattır. Tabiat tersyüz olunca kalp, eylem ve hidayet de tersyüz olur. Bunun sonunda kötü iş ve durumları iyi görür. Elin­de olmayarak durumu, eylemi ve sözü bozulur.

Başkasının yapmadığı, kabalık ve cür'eti ortaya çıkarır. Başkasının yapmadığı hafiflik, rüsvaylık ve aşağılık doğurur.

İnsana, başkalarının hoşnutsuzluk, nefret ve azarlamasını, onu küçük görmeleri gibi gözle görülen durumları ortaya çıkarır. Dünya ve âhiret saa­deti tutumunda ve getirdiğini izlemekte, dünya ve âhiret helaki tutumuna ve getirdiğine aykırılıkta bulunan kişiye Allah'ın salât ve selâmı olsun! [841]

 

3__ Haram Birleşmeler:

 

Zararlı cinsî birleşme iki tanedir: 1) Şer'an zararlı, 2) Tab'an zararlı.

Şer'an zararlı olan, haramdır. Bunun da dereceleri vardır. Geçici haram olan, sürekli haram olandan daha hafiftir, thramlıya, oruçluya, i'tikâf yapa­na, keffâret ödemezden önce zihar yapana, âdet görme vb. dolayısıyla ha­ram olan birleşmeler böyledir. Bu yüzden bunlarda had cezası yoktur.

Sürekli haram oian iki çeşittir:

a) Helâl olmasına asla imkân bulunmayan. Nâmahremle birleşmek gibi. Bu, cinsî birleşmeden de zararlıdır. Ahmed b. Hanbel ve başka bazı bilginle­re göre bu hadden idamı gerektirir. Bu konuda merfû bir hadis de vardır.[842]

b) Helâl olması mümkün bulunan. Yabancı bir kadınla birleşmek gibi. Şayet bu kadın bir başka biriyle evliyse., onunla birleşmekte iki hak vardır: Allah'ın hakkı ve kocanın hakkı. Şayet kadın tehdid altında idiyse, üç hak vardır. Eğer kadının bu fiilden haya duyacaklan ailesi ve yakınlan varsa dört hak sözkonusudur. Şayet erkek nâmahremi ise, beş hak vardır. Bu çeşidin zararı, haramlıktaki derecesine göredir.

Tab'an zararlı olan da iki çeşittir:

a)  Şekli dolayısıyla zararlı olan, ki bu az önce geçti.

b) Sayısı dolayısıyla zararlı olan. Çok birleşme yapmak gibi. Çünkü çok birleşme yapmak, kuvveti azaltır, sinirlere zarar verir, titreme, felç ve adale buruşması ortaya çıkarır, görme ve diğer kuvvetleri zayıflatır, sıcaklığı söndü­rür, boşaltım organlarım genişletir ve sıkıntı veren fazlalıklara hazır duruma getirir.

Birleşmenin en yararlı vakti, gıdanın midede sindirilmesinden sonrası ve sıcaklığı zayıflattığından aç değil, şiddetli hastalıklara sebep olduğundan tok değil, banyodan sonra, boşaltımdan sonra, gam, üzüntü, keder ve aşın se­vinç gibi psikolojik bir infialden sonra değil, normal durumda yapılanıdır.

En tercih edilen vakti, yemeğin sindirilmesine rastladığı takdirde gece­nin ilk üçte veya dörtte birinden sonrasıdır. Sonra gusül yapar veya abdest alır, bundan hemen sonra da uyur, böylece kuvvetleri geri gelir. Birleşmeden sonra hareket ve spordan kaçınmalıdır, çünkü çok zararlıdır. [843]

 

H) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) AŞK İLLETİNİ TEDAVİSİ

 

1— Aşk İlleti:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) aşkı tedavi konusundaki tutumu şöyledir:

Bu, kalp hastalıklarından biridir. Niteliği, sebepleri ve tedavisi konusunda diğer hastalıklardan farklıdır.

Yerleşir ve sağlamlaşırsa, doktorlara tedavisi güçleşir, hastalık da has­tayı güçsüz bırakır. Yüce Allah aşk hastalığını, Kitab'ında iki grup insanla ilgili olarak zikreder. Kadınlar ve çocuklara âşık olan taşkınlar. Hz. Yusuf'­la ilgili olarak azizin karısı hikâyesini anlatır. Lût kavmiyle ilgili durumu an­latır: "Şehir halkı sevinerek geldiler. Lût: 'Bunlar benim konuklanmdır, on­lara karşı beni rüsvay etmeyin. Allah'tan korkun, beni utandırmayın.' dedi. 'Biz sana kimseyi misafir kabul etmeyi yasaklamamış mıydık?' dediler. Lût: 'Alacaksanız, işte benim kızlarım.' dedi. Ey Muhammedi Senin hayatına and olsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı. Tanyeri ağarır­ken çığlık onları yakalayıverdi."[844]

Rasûlullah'ı (s.a.) gerçek bir şekilde tanımayanların şöyle bir iddiası var: Hz. Peygamber, Zeyneb bt. Cahş'a âşık oldu. Onu görünce: "Kalbleri yöne­ten Allah'ı teşbih ederim." dedi. Rasûlullah'ın kalbini çalmıştı. Zeyd b. Hârise'ye şöyle demeye başladı: "Onu bırakma." Nihayet bu olay üzerine şu âyet indi: "Ey Muhammed! Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdi-ğin kimseye: 'Eşini bırakma, Allah'tan sakın' diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun, oysa Allah'tan çekinmen daha uygundu. "[845]Bu iddia sahiplen, bunun aşk konusunda olduğunu san­mış, bazıları aşk konusunda kitaplar yazmış, peygamberlerin aşklarını zik­retmiş ve bu olayı da bunlar arasında saymışlardır. Bu anlayış, Kur'an'ı ve peygamberleri bilmemek, Allah'ın sözünü ihtimali olmayan şekilde yorum­lamak, Allah'ın akladığı Rasûlullah'a (s.a.) bunu nisbet etmek demektir. Çün­kü Zeyneb bt. Cahş, Zeyd b. Hârise'nin nikâhı altındaydı. Rasûlullah (s.a.) Zeyd'i evlatlık edinmişti, insanlar da Zeyd'i, "Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağırıyorlardı. Zeyneb, Zeyd'e karşı kibirli ve gururlu davranıyordu. Onu bo­şaması konusunda Rasûlullah'a danıştı. Rasûlullah (s.a.) ona şöyle dedi: "Eşini bırakma, Allah'tan kork." Zeyd onu boşadiğı takdirde Zeyneb'le evleneceği düşüncesini içinde sakladı. İnsanların, "Oğlunun karısıyla evlendi" deme­sinden endişe duyuyordu. Çünkü Zeyd, oğlu diye çağrılıyordu. İçinde gizle­diği işte budur. İnsanlardan endişe duyduğu işte budur. Bu yüzden Yüce Al­lah, bu âyeti zikretmiş, verdiği nimetleri saymış, bu konuda O'nu kınama­mış, Allah'ın helâl kıldığında insanlardan çekinmemesini, asıl Allah'tan sa­kınmasını, insanların diline düşmek endişesiyle Allah'ın helâl kıldığında sı­kıntı duymamasını bildirmiş; sonra da bu konuda, kişinin sulbünden değil, evlatlıktan oğlunun karısıyla evlenebileceği noktasında ümmetinin kendisine uyması için, Zeyd'in arzusunu giderdikten sonra Zeyneb'le evleneceğini ha­ber vermiştir. Bu sebeple, evlenme yasağı (tahrîm) âyetinde Yüce Allah şöyle buyurur: "Sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri."[846]Bu sûrede ise şöyle buyurur: "Muhammed, sizden birinin babası değildir."[847] Sûrenin başında ise şöyle buyurur: "Allah, evlatlıklarınızı da Öz oğullarınız gibi saymanızı meş­ru kırmamıştır. Bunlar sizin dilinize doladığınız boş sözlerdir. "[848] Rasûlullah'-ın (s.a.) bu şekildeki korunmasını ve iddiacıların bu tenkitlerinin cevabını dü­şün; basan Allah'tandır.

Evet, Rasûlullah (s.a.) karılarını severdi. En sevdiği de, Hz. Âişe idi. Allah sevgisi dışında, ne Âişe'nin, ne de başkasının sevgisi, son noktaya varabildi. Bilâkis Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu sahihtir: "Şayet dünya ehlinden birini dost edinseydim, Ebu Bekr'i edinirdim."[849] Bir rivayette: "Arkadaşınız, Rah-mân'ın dostudur." ifadesi vardır.[850]

 

2— Görüntü Aşkı:

 

Görüntü aşkına (ışku's-suver, mâsivâ aşkı), Allah sevgisi olmayan veya Allah'tan yüz çevirip yerine başkasını koyan kalpler müptelâ olur. Kalbe Al­lah sevgisi ve O'na kavuşma dolarsa, bu görüntü aşkı hastalığını defeder. Bu yüzden Yüce Allah, Hz. Yusuf hakkında şöyle buyuruyor: "İşte ondan kö­tülük ve fenalığı böyle engelledik. Doğrusu o bizim çok samimi kullanmız-dandır."[851] Bu âyet, samimiyetin (ihlâs), aşkı ve onun semere ve sonucu olan kötülük ve fenalığı defetme sebebi olduğunu ortaya koyuyor. Sonucu engel­lemek, sebebini engellemekle olur. Bu yüzden seleften biri şöyle diyor: "Aşk, boş bir kalbin hareketidir.", yani sevdiği dışındakilere boş veren kalbin. Yü­ce Allah, şöyle buyurur: "Musa'nın annesi gönlü bomboş sabahı etti (oğlun­dan başkasını düşünemiyordu). Allah'ın va'dine iyice inanması için kalbini pekiştirmeseydik, neredeyse saraya alınan çocuğun kendi oğlu olduğunu açı­ğa vuracaktı. [852] Yani aşırı sevgi ve bağlılığı yüzünden Musa dışında herşe-ye boşvermişti.

Aşk iki şeyden oluşur: Sevdiğini beğenme ve vuslatı ümit etme. İkisin­den biri olmayınca, aşk da ortadan kalkar. Aşk illeti pek çok akıllı insanı âciz bırakmıştır. Bazıları da bu konuda çeşitli sözler söylemiştir.

Deriz ki: Yüce Allah'ın yaratma ve yönetmedeki hikmeti; benzerler ara­sında uyum ve yakınlık, bir şeyin tabiî olarak uygununa ve benzerine meylet­mesi, aykırıdan kaçınması ve ondan tabiî olarak hoşnutsuzluk duyması şek­linde ortaya çıkmıştır. Ulvî ve süflî âlemde uyum ve birleşimin sırrı, uygun­luk, benzerlik ve beraberliktir. Zıtlık ve ayrılığın sırrı ise, uygunluk ve ben­zerliğin olmayışıdır. Yaratma ve yönetme işte buna dayanır. Benzer, benzeri­ne meyleder ve yönelir. Zıt, zıddından kaçar ve hoşlanmaz. Yüce Allah şöyle buyurur: "Sizi bir nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah'tır. "[853] Yüce Allah, erkeğin eşiyle gönlünün hoş ol­ma sebebini, onun cinsinden ve özünden oluşa bağlamıştır. Sözü edilen gön­lün hoş olma sebebi, —ki bu aşktır— kendinden oluşudur. Bunlar, her ne kadar gönlün hoş olma ve sevgi sebeplerinden iseler de gerçek sebebin, gö­rüntü güzelliği, niyet ve maksatta, yaratılış ve davranışta uygunluk olmadığı­nı ortaya koyar.

Sahih'tz, Rasûlullah'tan (s.a.) sabit olduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Ruhlar toplanmış cemaatlar gibidir. Birbirleriyle tanışanlar, sevişip anla­şırlar. Tanışmayanlar anlaşamazlar.[854]'îmanı Ahmed'in MüsnecP'mûe ve baş­kalarında, bu hadisin sebebi olarak şu yer alır: Mekke'de bir kadın, insanları güldürürdü. Medine'ye geldi. Burada insanları güldüren bir kadına konuk oldu. [855]Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ruhlar, toplanmış cemaatlar gi-

Yüce Allah'ın şerîati, bir şeyin, benzerinin hükmünü alması gerekir şek-linderir. Allah'ın şerîati, benzeşen iki şeyi asla ayırmaz, iki zıddı da birleştir-mez. Bunun aksini düşünen, ya şerîati az tanır, ya da benzerlik veyahut Al­lah'ın otorite vermediği insanların görüşlerini şerîatine nisbet etmesi dolayı­sıyla böyle düşünür. Allah'ın hikmet ve adaletiyle, yaratma ve şerîati ortaya çıkmıştır. Yaratma ve şeriat de, adalet ve"dengeyle ayaktadır. Bu, benzerlere aynı hükmü, zıtlara farklı hükmü vermektir.

Bu, dünyada olduğu gibi, âhirette de böyledir. Yüce Allah şöyle buyu­rur: "Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklannı derleyin. Onları cehennem yoluna koyun."[856]

Hz. Ömer ve daha sonra İmam Ahmed şöyle demiştir: "Bu âyette Hecen 'işbirliği edenleri' (ezvâc), benzerleri demektir."                              

Yüce Allah şöyle buyurur: "Canlar bedenlerle birleştirildiği (zuvvicet) zaman."[857] Yani her iş sahibi benzerine yakınlaştığı zaman, Allah için se­venler cennette, şeytana itaat için sevenler cehennemde birleştirilir. Kişi, sev-diğiyle beraberdir. Hâkim'in Müstedrek'inde ve daha başka kaynaklarda Ra­sûlullah'tan (s.a.) şu hadis rivayet edilir: "Kişi, ancak sevdikleriyle birleş-tirilir."[858]

Sevginin birçok çeşidi vardır: En üstünü ve yücesi, Allah uğruna ve Al­lah için sevmektir. Bu, Allah'ın sevdiğini sevmeyi, Allah ve Peygamber sev­gisini gerektirir.

Tarikat, din, mezhep, fırka, akraba, meslek veya herhangi bir istekte bir­leşmeden doğan sevgi de vardır.

Sevdiğini; bulunduğu makam, malı, ö"ğretimi ve yönlendirmesi, bir ar­zusunu gidermesi gibi bir gayeye ulaşmak için de seven vardır. Bu, sebebi or­tadan kalkınca, kendisi de ortadan kalkan geçici sevgidir. Çünkü seni bir ga­ye dolayısıyla seven, bu yerine gelince senden uzaklaşır.

Seven ile sevilen arasındaki benzerlik ve uygunluk dolayısıyla ortaya çı­kan sevgi, sürekli sevgidir; ancak geçici bir sebeple ortadan kalkar. Aşk işte bu türden bir sevgidir. Çünkü o, ruhî bir beğenme, nefsânî bir uyuşmadır. Aşktan doğan vesvese, zayıflık, aklın takılması ve telef olma gibi durumlar hiçbir sevgi türünden doğmaz.

Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: Madem ki aşkın sebebi, belirttiğiniz ruhî beraberlik ve uygunluktur, öyleyse neden daima iki taraftan doğmuyor, çoğu kez yalnızca seven tarafında sözkonusudur. Şayet sebebi ruhî birleşme ve uygunluk olsaydı, sevgi aralarında ortaklaşa olurdu.

Buna şöyle cevap verilebilir: Bir şartın bulunmaması veya bir engel bu­lunması dolayısıyla sebep, bazan sonucu doğurmayabilir. Sevginin diğer ta­rafta doğmaması, şu üç sebepten biri dolayısıyladır:

1) Sevgiden doğan sebep: Bu sürekli değil, geçici bir sevgidir. Geçici sev­gide ortaklık gerekmez, hatta bazan sevilen taraf nefret eder.

2)  Huyu, yaratılışı, tutumu, eylemi, görünüşü vb. dolayısıyla sevenin, sevilen tarafından da sevilmesini engelleyen bir durumun bulunması.

3) Sevilende, sevmesine engel olan bir durumun ortaya çıkması. Bu en­gel olmasaydı, tıpkı seven gibi sevilen de severdi. Engeller ortadan kalkarsa sevgi sürekli olur. Bu, mutlaka iki taraftan olur. Şayet kâfirlerde kibir, ha­set, liderlik ve düşmanlık engeli olmasaydı, peygamberleri kendilerinden, ai­lelerinden ve mallarından daha çok severlerdi. Emrindekilerin kalblerinden bu engel kalkınca, peygamberi kendileri, aileleri ve mallarından daha çok se­verlerdi. [859]

 

3— Aşkın Tedavisi:                                          

 

Kısacası, madem ki aşk bir hastalıktır, öyleyse tedavi de edilebilir. Onun çeşitli tedavi şekilleri vardır. Şayet âşık sevdiğine şer'an ve fiilen kavuşursa, ilacı işte budur. Nitekim, Sahihayn'da İbn Mes'ûd'dan şu hadis rivayet edi­lir: "Gençler! Evlenmeye gücü yeteniniz evlensin, evlenmeye gücü yetmeyen oruç tutsun. Çünkü o koruyucudur.[860] Bu hadis, sevene iki yol gösterir: Aslî ilaç ve ikâme ilaç. Birinciyi, bu hastalığın tedavisine yarayan ilaç olarak emretmiştir. İmkân bulunduğu sürece, başka ilaç aranmaz.

İbn Mâce, Sünen'inde İbn Abbâs'tan Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyur­duğunu rivayet eder. "Birbirini sevenlere, evlenmeleri dışında çözüm göre­miyoruz."[861] Bu, ihtiyaç durumunda hür veya köle kadınlarla evlenmenin helâl kılınmasından sonra işaret ettiği mânadır: "İnsan zayıf yaratılmış ol­duğundan, Allah sizden yükü hafifletmek ister."[862] İnsandan bu durumda yükün hafifletileceğinin zikredilmesi ve insanın zayıf olduğunun bildirilmesi;

bu şehveti taşımada zayıf olduğunu, beğendiği kadınlardan iki, üç ve dört tanesiyle evlenmeye, eli altmdakilerden dilediğiyle evlenmeye, sonra da bu şeh­veti gidermek ve zayıf yaratılışh insanın yükünü hafifletmek için ve ona rah­met olarak köle kadınlarla evlenmeye izin vermek suretiyle yükünü hafiflet­tiğini göstermektedir.

Âşığın sevdiğine kavuşması, güç yönünden ve şer'an mümkün değilse veya her iki yönden de imkansızsa, bu katmerli bir hastalıktır. Bunun ilaçlarından biri, gönlüne ümitsizliği yerleştirebilmesidir. Çünkü nefis bir şeyden ümidini kesince, rahatına kavuşur ve bu konuya iltifat etmez. Şayet aşk hastalığı ümit kesmek suretiyle ortadan kalkmazsa, tabiat şiddetli bir şekilde değişir, başka bir ilaca ihtiyaç duyulur. Bu da, ümitsiz bir şeye kalbi bağlamanın bir çeşit delilik olduğunu, böyle birinin güneşe âşık olana benzediğini, ruhunun ona yükselmeye ve yörüngesinde onunla birlikte dönmeye bağlandığını bilmek suJ retiyle aklının tedavi edilmesidir. Böylesi, bütün akıllılara göre deliler z resindendir.

Vuslat, güç yönünden değil de, şer'an mümkün değilse; bunun ilacı güç yönünden imkânsız gibi kabul edilmesidir. Çünkü Allah'ın izin vermediğin^ de, kulun tedavisi ve kurtuluşu bundan kaçınmaya bağlıdır. Kendisine bu nun imkânsız ve gerçekleşmez olduğunu hissettirmesi gerekir. Şayet nefs-emmâresi buna cevap vermezse, onu iki durum dolayısıyla bırakması gere­kir: 1) Korku, 2) Daha sevgili, yararlı, iyi, lezzet ve sevinç yönünden daha sürekli sevgiliyi kaybetme. Çünkü akıllı kişi çabuk kaybolan sevgili ile daha büyük, sürekli, yararlı tatlı veya bunların aksi sevgilinin kaybolmasını karşı-laştırırsa, farklılığı kavrar. Tehlikesiz ebedî lezzeti, üzüntüye dönüşen, gen-çekte uyuyanın rüyaları veya geçici hayal olan bir anlık lezzete satmaz. Yokj-sa lezzet gider, zahmet kalır; şehvet giderilir, mutsuzluk kalır.               

İkincisi, bu sevgiliyi kaybetmekten daha ağır bir kötülüğün doğuşudur. Hatta onun için iki durum bir araya gelir. Yani, bu sevgiliden daha sevgili olanın kaybedilmesi ile bu sevgiliyi kaybetmekten daha kötü olanın doğuşu. Bu sevgiden nefsin payını vermekte bu iki durumun bulunduğunu yakınen bilirse, onu terketmesi kolaylaşır ve kaybetmeye sabretmesinin, ikisine sab­retmekten çok daha kolay olduğunu anlar. Aklı, dini, mürüvveti ve insanlığı bu iki zararı kaldırmak için hızla lezzet, sevinç ve ferahlığa dönüşen az bir zarara katlanmasını emreder. Bilgisizliği, hevesi, zulmü, akılsızlığı ve hafifli­ği ise çekiciliği dolayısıyla önündeki bu sevgiliyi tercih etmesini emreder. Al­lah'ın koruduğu kişi masum olur.

Şayet nefsi bu ilacı kabul etmez ve bu tedaviden hoşlanmazsa bu şehve­tinin sağladığı peşin kötülüklere ve engellediği iyiliklere bakılmalıdır. Çünkü bu, dünya kötülüklerini en çok sağlayan ve yararlarını en çok engelleyen şey­dir. Bu, kul ile işininin esası ve çıkarlarının kıvamı olan olgunluğunun arası­na girer.

Nefsi bu ilacı kabul etmezse, sevgilisinin kötülüklerini ve ondan nefret etmeyi gerektiren durumları hatırlamalıdır. Çünkü onu ister ve düşünürse, sevmesini gerektiren iyiliklerini kat kat büyütür. Etrafına, onunla ilgili bil­mediği durumları sormalıdır. Çünkü, nasıl ki iyilikler sevgi ve isteği gerekti­riyorsa, kötülükler de hoşnutsuzluk ve nefreti gerektirir. İkisi arasında bir karşılaştırma yapmalı, daha uygun ve yakınını sevmelidir. Görüntünün al­dattığı kişilerden olmasın, gözü görüntüyü aşıp kötü fiili görsün. İyi görün­tüden kötü durum ve kalbe geçsin.

Şayet bütün bu ilaçlar ona fayda vermezse, darda kalanın duasını kabul edene (Allah'a) samimiyetle sığınmasından başka çaresi yoktur. Kendisini, yardım dileyerek, yakararak, aczini belirterek ve teslim olarak O'nun huzu­runa atsın. Bunda başarı ihsan edilirse, başarı kapısını çalmış olur. Dilini tut­sun, sırrını saklasın. Sevgilisini anarak gazel söylemesin, insanlar arasında onu mahcup etmesin ve sıkıntıya sokmasın. Çünkü zalim ve haddi aşmış biri olur.

Süveyd b. Saîd—Ali b. Misher—Ebu Yahya el-Kattât—Mücâhid—İbn Abbas senediyle rivayet edilen mevzu (uydurma) hadis onu aldatmasın. Aynı zamanda bu, Ebu Misher—Hişâm b. Urve—Urve—Âişe senediyle de rivayet edilir. Zübeyr b. Bekkâr ise, Abdülmelik b. Abdilaziz b. el-Mâcişûn— Abdülaziz b. Ebî Hâzim—İbn Ebî Necîh—Mücâhid—İbn Abbas senediyle rivayet eder. Buna göre Rasûlullah şöyle buyurmuş: "Kim âşık olur, bunu kimseye söylemeden vefat ederse, şehittir." Bir rivayette ise şöyledir: "Kim âşık olur, kimseye söylemez ve sabrederse, Allah onu affeder ve cennete sokar."[863]

Çünkü bu hadisin Rasûlullah'a ait olduğu sahih değildir, O'nun sözü ol­ması mümkün değildir. Çünkü şehitlik Allah katında yüksek bir derecedir,

sıddîklerin derecesine yakındır. Şehitlik için amel ve durumlar vardır. Bur)lar onun gerçekleşme şartıdır. Bu şartlar iki çeşittir: Genel ve özel.

Özel olan, Allah yolunda şehitliktir.

Genel olan ise, Sahih'ts zikredilen beş tanesidir ki, aşk bunlar arasında yoktur.[864] Sevgide şirk, kalbi Allah'tan başkasına vermek, kalbi ve ruhu baş­kasına bağışlamak demek olan aşk, başkasını sevme nasıl şehitliğe ulaştıran bir şey olabilir? Bu imkânsızdır. Çünkü görüntü aşkının kalbi bozması, her türlü bozmanın üstündedir, hatta ruhu sarhoş eden, Allah'ı anmaktan ve sev­mekten, O'na yakararak lezzet almaktan ve O'na yakın olmaktan alıkoyan, kalbin başkasına tapınmasını gerektiren bir ruh şarabıdır. Çünkü âşığın kal­bi, sevdiğine tapınır, hatta aşk tapınmanın Özüdür. Zira kulluk, boyun eğ­menin en yücesi, sevgi ve yüceltmedir. Kalbin Allah'tan başkasına tapınma­sı, seçkin muvahhidlerin ve evliyanın derecesine nasıl ulaştırabilir? Bu hadi­sin isnadı güneş gibi olsaydı bile, galat ve vehim olurdu. Çünkü Rasûlullah'-tan (s.a.) rivayet edilen hiçbir sahih hadisde aşk sözü geçmemiştir.

Sonra aşkın helâl olanı var, haram olanı var. Böyle olunca Rasûlullah'-ın (s.a.), aşkını gizleyen ve saklayan her âşığın şehid olduğuna hükmettiği nasıl düşünülebilir? Başka birinin karısına âşık olanın, iffetsizlere âşık olanın aş­kıyla şehitler derecesine ulaştığını nasıl söyleyebilirsin? Bu, RasûluUah'ın (s.a.) dininden zarureten bilinene aykırıdır. Ayrıca, aşk, Yüce Allah'ın şer'an ve fiilen ilaç verdiği hastalıklardan biridir. Aşkın tedavisinin, şayet haram bir aşksa vacip ve ayrıca müstehap olanı vardır.

RasûluUah'ın (s.a.), ashabının şehid olacağını belirttiği hastalık ve âfet­leri incelediğinde; bunların taun, karın ağrısı, zâtülcenb, boğularak, yanarak ve hamile olarak ölmek gibi tedavisi olmayan hastalıklar olduğunu görürsün. Çünkü bunlar, kulun bir rolü olmayan ve ilacı da bulunmayan Allah'ın ver­diği âfetlerdir. Sebepleri haram değildir. Ayrıca bunlar dolayısıyla, aşkın ortaya çıkardığı kalbin bozulması ve Allah'tan başkasına tapınması gibi sonuç­lar doğmaz. Bu hadisin Rasûlullah'a (s.a.) nisbetinin iptali konusunda bu açık­lama yetmezse, bunu ve illetlerini bilen hadis âlimlerine uymalıdır. Çünkü, hiçbir hadis imamının bu hadisi, sahih, hatta hasen gördüğü bilinmez. Bu­nun da ötesinde Süveyd'i münker görmüşler, hakkında önemli şeyler söyle­mişler, onunla savaşı helâl görmüşlerdir. Ebu Ahmed b. Adî, Kâmil'de: "Bu hadis, Süveyd'in münker görülen hadislerinden biridir." diyor. Beyhakî de: "Onun münker hadislerindendir." demektedir. İbn Tâhir, ez-Zehîrâ'da ve ondan naklen Hâkim, Târihu Nisâbûf da şöyle diyor: "Bu hadise şaşıyorum. Çünkü Süveyd'den başkası onu rivayet etmez, o sikadır." Ebu'l-Ferec îbnu'l-Cevzî bunu Mevduat adh kitabında zikreder. Ebu Bekr el-Ezrak, önceleri bunu Süveyd'den merfûan rivayet ederdi. Bu yüzden kınanınca, Hz. Peygamber'i bırakıp, İbn Abbas'tan rivayet etti.

Bu hadisi, Hişâm b. Urve—babası—Âişe senediyle rivayet etmek, kaldı­rılamaz musibetlerdendir. Hadisle ve Metleriyle en küçük bir ilgisi olan, bu­nu asla kaldıramaz. el-Mâcişûn—İbn Ebî Hâzim—İbn Ebî Necîh—Mücâhid— merfûan İbn Abbas senediyle rivayeti de ihtimal dahilinde değildir. İbn Ab-bas'a mevkuf oluşunun sıhhati şüphelidir. Bilginler bu hadisin râvisi Süveyd b. Saîd'le ilgili olarak önemli suçlamalarda bulunmuşlardır. Yahya b. Maîn onu münker görmüş ve: "Reddedilir, yalancıdır. Şayet atım ve okum olsay­dı, onunla savaşırdım." demiştir. İmam Ahmed: "Hadisi terkedilir.", Ne-sâî: "Sika değildir.", Buharî: "Gözü kör olmuştu, hadisi olmayanı telkin eder­di.", İbn Hibbân: "Sikalardan karmaşıkları getirirdi, rivayetinden sakınmak gerekir." demektedir. Bu konuda güzel sözü, Ebu Hatim er-Râzî söylemiş­tir: "O tedlisi çok olan bir doğru sözlüdür." Dârakutnî de güzel söylemiştir: "O sikadır. Ne var ki ihtiyarlayınca, münkerliği bulunan hadisler okundu­ğunda onlara icazet verirdi." Durumu bu iken, Müslim'in ondan hadis riva­yet etmesi kınanmıştır. Ancak Müslim, uygunluk gösteren başka bir hadis bulununca onun hadisini rivayet etmiş, yalnızca onunkini almamıştır. Bu ha­disin aksine, münker ve şâz olmamış hadislerini almıştır. [865]

 

İ) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) GÜZEL KOKU KULLANMASI

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) güzel kokuyla sağlığı koruma konusundaki tu­tumu şöyledir:

Güzel koku; ruhun gıdası, ruh kuvvetlerinin taşıyıcısı olduğuna ve kuv­vetler de güzel kokuyla arttığına göre, dimağa» kalbe ve diğer iç organlara yarar sağlar, kalbi ferahlatır, nefsi sevindirir, ruhu genişletir. Güzel koku, ruh için en uygun şeydir. Güzel koku ile güzel ruh arasında yakın bir ilişki vardır. O, güzellerin en güzeli Rasûlullah'ın (s.a.) dünyadaki sevdiklerinden biridir.

Buharî'nin Sahih'inde Rasûlullah'ın (s.a.) güzel kokuyu reddetmediği be-lirtilir.[866]

Müslim'in Sahihinde de şu hadis vardır: "Kendisine reyhan otu sunulan, onu reddetmesin. Çünkü o, hem taşınması hafif ve hem de güzel kokulu bir ottur.[867]

Ebu Davud ve Nesâî'de Ebu Hureyre'den Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle bu­yurduğu rivayet edilir: "Kendisine güzel koku sunulan onu reddetmesin. Çünkü o taşınması hafif, kokusu güzeldir. "[868]

Bezzâr'ın Müsned'inde Rasûlullah'm (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edi­lir: "Allah güzeldir, güzeli sever, temizdir, temizi sever; cömerttir, cömerti sever; (avlularınızı ve) alanlarınızı temiz tutun. Yahudilere benzemeyin; on­lar çöplerini evleıine toplarlar."[869]

İbn Ebî Şeybe'nin zikrettiğine göre, Rasûlullah'ın (s.a.) süründüğü bir koku çeşidi vardı.

Rasûlullah'm şöyle buyurduğu sahih olarak rivayet edilir: "Her müslü-manın yedi günde bir yıkanması ve varsa güzel koku sürünmesi Allah'ın bir hakkıdır."'[870]

Güzel kokunun, meleklerin sevdiği, şeytanların nefret ettiği bir Özelliği vardır. Şeytanların en sevdiği şey, bozuk ve kötü kokudur. Güzel ruhlar, gü­zel kokuyu sever. Kötü ruhlar, kötü kokuyu sever. Her ruh kendisine uygun düşeni sever. Kötü kadınlar, kötü erkekler; kötü erkekler, kötü kadınlar; iyi kadınlar, iyi erkekler; iyi erkekler iyi kadınlar içindir. Bu her ne kadar kadın ve erkeklerle ilgiliyse de, söz ve fiilleri, yiyecek ve içecekleri, giyecek ve güzel kokuları da lafzının veya mânasının umumî oluşuyla kapsamaktadır. [871]

 

F) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) SÜRME KULLANMASI

 

Hz. Peygamberdin (s.a.) göz sağlığının korunmasındaki tutumu ürme) şöyledir:

Ebu Davud, Sünen'inds Abdurrahman b. en-Nu'mân b. Ma'bed b. Hevze el-Ensârî—babası—dedesi senediyle Rasûlullah'm (s.a.), uyurken misk sürül­müş sürme taşı sürülmesini emrettiğini ve: "Oruçlu bundan kaçınsın." bu­yurduğunu rivayet eder.[872] Ebu Ubeyd der ki: "Muravvah", miskle karışık demektir.

İbn Mâce'nin Sünen'inde ve başkalarında İbn Abbas'ın şöyle dediği ri­vayeti vardır: "Rasûlullah'ın (s.a.) her göze üç kez sürdüğü sürmeliği vardı."[873]

Tirmizî'de İbn Abbas'tan şu rivayet vardır: "Rasûlullah, sürme çekince sağdan başlar, üç kere sürer, sağ tarafında bitirirdi. Sola iki kez sürerdi."[874]

Ebu Davud, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Sürme çe­ken, tek rakamda biraksm."[875] Tek rakam, her iki göze birden mi aittir, böy­lece birinde üç, ötekinde iki olur, sağdan başlamak tercihli ve üstündür, yok­sa her iki göze de ayrı ayrı mıdır, böylece üç biri, üç öteki olur?. Bu konuda Ahmed ve diğerlerinin mezhebinde iki görüş vardır.

Sürmede, göz sağlığının korunması, gören kısmın güçlendirilmesi ve ci-lalanması, süslemesinin yanısıra kötü maddenin inceltilmesi ve dışarı çıkarıl­ması sözkonusudur. Uyku sırasında sürmeyi kuşatması, ardından zararlı ha­reketten korunması ve tabiatın ona hizmeti dolayısıyla üstünlüğü vardır. Misk sürülmüş sürme taşının özelliği vardır.

İbn Mâce'de, Salim—babası senediyle merfûan şu hadis yer alır: "Misk sürülmüş sürme taşı kullanın. Çünkü o gözü cilalar, saçı bitirir."[876]

Ebu Nuaym'ın kitabında şu vardır: "Çünkü o saçı bitirir, kiri giderir, gözü temizler."[877]

İbn Mâce'nin Sünen'inde îbn Abbas'tan merfûan şu hadis vardır: "En iyi sürmeniz, misk sürülmüş sürme taşıdır. Gözü cilalar, saçı bitirir.[878]

 



[1] îbn Hişâm, 2/437,500; îbn Sa'd, 2/149, 157; Taberî, 3/125; İbn Seyyiddinnâs, 2/187; İbn Kesîr, 3/610, 651; Şerhu'l-Mevâhibi'il'Ledüniyye. 3/5, 28.

[2] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/17.

[3] Büyük dedesi Nasr b. Muâviye'ye nisbetle bu adı almıştır. Tâif gazasından sonra müslü-man olmuş, Kâdisİye muharebesinde bulunmuş ve Şam'ı fethedenler arasında yer almış­tır.

[4] Müşrikler, cahiliyyeden çıkıp İslâm'a girdikleri için müsiümanian Sâbiî diye adlandırıyor­lardı,     

[5] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/17-19.

[6] Hadis sahihtir. Hâkim, 3/48; Beyhakî, 6/89. îbn İshâk, Âsim b. Ömer b. Katâde-Abdurrahman b Câbİr-babası Câbir b. Abdillah yoluyla rivayet etmiştir. Bu sened sahih­tir. Ebu Davud (3562) aynı hadisi başka bir yoldan rivayet etmiştir. Ahmed, Müsned, 3/401, 6/465; Hâkim, 2/47; Beyhakî, 6/89. Hadisin şahitleri hasendir.                               

[7] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/19-20.

[8] İbn Hişâm, 2/442, 445. Senedi sahihtir.

[9] İbn Hişâm, 2/443, 444.

[10] el-lsâbe, 3940.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/20-22.

[11] İbn Hişâm, 2/444, 445: İbn İshak'dan. Senedi sahihtir. Şiir Buharî'de (64/56) ve Müs­lim'de (1776) mevcuttur.

[12] Müslim, 1775.

[13] Müslim, 1777.

[14] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/22-23.

[15] İbn Hişâm, es-Sîre 2/454, 455; Buharı, 56/69; Müslim, 2498.

[16] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/23.

[17] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/23-24.

[18] İsnadı sahihtir. İbn Hişâm, es-Sîre 2/498, 499; Müsned, 3/76; İbn İshak'dan. Buharî, 95/9; Müslim, 1016; Ahmed, Müsned, 4/42.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/24-25.

[19] İbn Hişâm, 2/458, İbn İshâk'tan: Yezîd b. Ubeyd es-Sa'dî bana rivayet etmiştir. Fakatk' munkati'dır. Üsdü'l-Gâbe, 7049;el isabe, 4/335.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/25-26.

[20] tbn Hişâm, 2/489. İbn tshak, Amr b. Şuayb —babası— dedesi yoluyla rivayet etmiştir. Bu sened sahihtir. Buharı, 64/56; Ahmed, Müsned, 4/326.

[21] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/26-27.

[22] Tevbe, 9/26.

[23] Kasas, 28/5-6.

[24] Ebu Davud, 3023.

[25] Enial, 8/70.

[26] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/29-31.

[27] Ahmed, Müsned, 7025; Ebu Davud, 3357; Hâkim, 2/56, 57. Senedinde cehalet ve ıztırab vardır. Fakat Dârakutnî (s.318), İbn Vehb-İbn Cüreyc-Amr b. Şuayb-babası-dedesi yo­luyla rivayet etmiştir. Beyhakî, (5/287, 288) Dârakutnî'nin rivayet ettiği yoldan rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir. İbn Hacer de Fethu't-Bari'ât (4/347) buna işatet et­miştir.

[28] Sünen sahiplerinden hiçbiri İbn Ömer hadisini rivayet etmemiştir. Ancak Tirmizî: "Bu babda İbn Ömer'den de bir rivayet vardır" demektedir. Bu hadisi Tahâvî, Şerhu Maâni'l-Âsâr'dz (2/229) rivayet etmektedir. Şahidterdeki senedi hasendir. Hasan'ın Semüre yoluyla rivayet ettiği hadîsi Ebu Davud (3356), Nesâî (7/292), İbn Mâce (2270) nakletmişler-dır. Bu babda îbn Abbas'tan gelen bir rivayeti Abdürrezzak (14133), Dârakutnî (2/319) ve Tahâvî, (2/229) rivayet etmişlerdir. İbn Hibbân (1113) bunun sahih olduğunu söyle­miştir.

[29] Tirmizî, 1238; İbn Mâce, 2271; Tirmizî der ki: Haccâc b. Ertât ve Ebu'z-Zübeyr'in tedlîsi-ne rağmen şahitler yoluyla telâfi olunan bu hadis, hasen-sahih bir hadistir.

[30] Müzâbene: Ağaç üzerindeki henüz olgunlaşmamış hurma veya bağdaki üzümü bir önceki sene toplanmış hurma veya kuru üzüm karşılığı ve tahmin üzere satmak demektir. Hanbe-lîler'e ve Zâhirîler'e göre Araya yalnızca ağaç üzerindeki hurma karşılığında bir önceki seneye ait hurmanın satışı demektir.

[31] Buhari ve Müslim ittifakla rivayet etmişlerdir.

[32] Buharı, 53/5; Müslim, 1718.

[33] Ahi.,jd, Müsned, 3/415, 4/141; Ebu Davud, 3403; îbnMâce, 2466; Rafı' b. Hadîc hadi­sinden. Senedinde Şüreyk vardır, hıfzı zayıftır.

[34] Müslim, 1712.

[35] Buharı, 48/8; Ebu Davud, 3514. Câbir b. Abdiliah hadisinden.

[36] Buharı, 34/95; Müslim, 1714.

[37] Buhari, 41/15.

[38] Buharı, 57/18; Müslim, 1751.

[39] En'âm, 6/19.

[40] En'âm, 6/130.

[41] Nisa, 4/166.

[42] ÂI-İ İmrân, 3/81.

[43] ÂI-İ İmrân, 3/18.

[44] Ceâle: Elde edilmesi tahmin olunan bir maslahat mukabili ödenen ücrettir. Hayvanı kay­bolan bir adamın onu bulana belli bir ücret ödemesi gibi.

[45] Ebu Davud, 2718; Dârimî, 2/299. Senedi sahihtir. Ebu Davud: "Bu hadis hasendir." demiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/31-45.

[46] Debbâbe: Ağaçtan yapılıp üzeri deri ile kaplanan bir çeşit harp aletidir. Askerler bu âletin içerisine girer, düşman oklarından korunmuş olarak surlara doğru yaklaşırlardı.

[47] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/49.

[48] İbn ba'd, Tabakât, 2/158.

[49] İbn Sa'd, 2/159. Râvileri güvenilirdir. Fakat hadis mürseldir. Sahih-i Müslim'de (1059-136) Enes b. Mâlik'ten gelen rivayette şöyle denilmektedir; "Sonra Taife gittik ve kırk gün ku­şattık."

[50] İbn Sa'd Tabakât, 2/159. Bu hadisin çoğunu Buharı (64/56) ve Müslim rivayet etmişler­dir. Müslim'in rivayeti iki yerdedir (1778,1344). İbn Ömer hadisi şöyledir: Rasûluliah (s.a.) gazadan, seriyyeden, hacdan veya umreden döndüğü zaman şöyle derdi: "Dönüyoruz, tevbe ediyoruz, Rabbırriıza hamdediyoruz. Allah vaadinde sadık oldu, kuluna yardım etti, tek başına orduları hezimete uğrattı.", "Allah'ım! Sakîflileri hidayete ulaştır." sözünü Ah-med b. Hanbel rivayet etmiştir (3/343). Tirmizî de (3937) Câbir b. Abdillah'dan aynı sözü rivayet eder. Râvileri

güvenilirdir. îbn Ebî Şeybe'deki İbn Zübeyr'in mürsel rivayetinde şöyle denilmektedir: Rasûlullah (s.a.) Tâif'i kuşatınca ashab-ı kiram dediler ki: Sakîfiiler'in ok-iarı bizi yaktı, şunlara beddua ediniz. O da: "Allah'ım! Sakîfliîeri hidayete ulaştır." diye dua etti.

[51] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/50-51.

[52] Urve b. Mes'ûd'un kavmi içindeki durumu, Yâsîn sûresinde kıssası anlatılan Habîbu'n-Neccâr'ın durumuna benzemektedir. Tafsilat için Yâsîn sûresinin tefsirine bakınız

[53] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/51-52.

[54] Bu şahıs, "Beni kavmime imam olarak gönder." dediğinde, Hz. Peygamber'in: "Sen on­ların imamısın. En zayıflarına göre hareket et ve hizmeti karşılığında ücret almayacak bir müezzin tut." dediği şahıstır. Ebu Davud,

531; Nesâî, 2/23; Ahmed, Müsned, A/İYİ. İs­nadı sahihtir.

[55] Bk. İbn Hişâm, 2/537-543; Taberî, 3/140; İbn Seyyidinnâs, 2/228; İbn Kesîr, 3/562, 666.

[56] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/52-54.

[57] Ahmed, Müsned, 4/123-125; Ebu Davud, 2368, 2369. Senedi sahihtir.

[58] Müslim, 1955.

[59] E ıes'in rivayetinde de böyledir. Müslim'deki rivayeti daha önce geçmişti. Bk. Tâif gazası, dipnot: 3.

[60] Bu hadiste geçen el-Haccac, İbn Ertât'tir. Tedlis yapan bir râvidİr. Mu'anan olarak riva­yette bulunmuştur. Diğer râvileri güvenilirdir.

[61] Ahmed, /Wüsnerf,4/168, 310. Râvileri güvenilirdir.

[62] Haşr, 59/9.

[63] Bu görüş, hanbelî-selefî âlimlerden biri olan İbn Kayyim'in şahsî görüşüdür

[64] Âhmed, Müsned, 1416; Ebu Davud, 2032. Senedinde Muhammed b. Abdillah însân et-Tâifî bulunduğu için zayıftır.

[65] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/55-60.

[66] Muharrem ayının hicrî senenin ilk ayı olduğu hatırlanmalıdır.

[67] İbn Sa'd, 2/160.

[68] Buharı (3/136) ve Müslim (1832) Ebu Humeyd es-Sâidî'den şöyle rivayet eder: "Rasülullah (s.a.) Ezd kabilesinden İbnü'l-Lutbiyye denilen bir adamı zekât toplamak için görev­lendirdi. Görevden gelince dedi ki: "Bu sizin , bunlar da bana hediye edilenlerdir." Bu­nun üzerine Rasûlullah (s.a.) kalktı, minbere çıktı. Allah'a hamd ve senadan sonra dedi ki: "Benim gönderdiğim memura ne oluyor ki, 'Bu sizin, bu da bana hediye edilendir', diyor. Babasının ya da annesinin evinde otursaydı da baksaydı hediye ediliyor mu edilmi­yor mu? Muhammed'in hayatı yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, sizden biriniz o verilenlerden bir şey alırsa, kıyamet gününde onu boynuna taşıyarak böğüren bir deve veya inek ya da meleyen bir koyun gibi getirecektir."

Sonra ellerini koltuk altlan gözüke­cek kadar kaldırdı ve İki kere; "Tebliğ ettim ya Rabbî!" dedi.

[69] İbn Hişâm, 2/600.   

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/60-61.                                                                 

[70] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/65.

[71] Hucurât, 49/4-5.

[72] İbn Hişâm, es-STre, 2/652-657.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/65-70.

[73] İbn Sa'd, Tabaka!, 2/162.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/70.

[74] İbn Sa'd, 2/162-163.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/71.

[75] Buharı, 64/59, 93/4; Müslim, 1840; Ahmed b. Hanbel, 1/82,124.

[76] Nisa, 4/59.

[77] Ahmed b. Hanbel, 3124; Buharı, 65/12; Müslim, 1834.

[78] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/71-72.

[79] İbn Sa'd, 2/164.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/72-73.

[80] İbn Hişâm, 2/578, 581; Ahmed MüsnedA/m. Tirmizî (2596), Simâk b. Harb—Abbâd b. Hubeyş—Adiy b.Hâtim yoluyla rivayet etmiştir. İbn Hibbân, Abbâd b. Hubeyş'in sika bir râvi olduğunu söylemiştir. Diğer râvileri güvenilirdir. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'în de (4/257) Hişâm b. Hassan—tbn Şîrîn—Ebu Ubeyde b. Huzeyfe yoluyla bir adamın şöyle söylediği rivayet edilmektedir: Adiy b. Hâtim'e dedim ki: "Senin hakkında bir haber duy­dum, ama bizzat senden dinlemek İstiyorum." O da şöyle anlattı: Evet, Rasûlullah'ın yola çıktığını duyunca çok nefret duydum ve ben de yola çıkıp Rum taraflarına -bir rivayette: Kayser'e kadar- gittim. Ama vardığım yere karşı duyduğum nefret, Rasûluîlah'm (s.a.) çı­kış haberine duyduğum nefretten daha şiddetli idi. Sonra kendi kendime dedim ki: Bu ada­ma gitsem, şayet yalancı biriyse bana zararı dokunmaz, şayet davasında sadık ise anlamış olurum. Yanına geldim. Ben gelince oradakiler: "Adiy b. Hatim! Adiy b. Hatim!" dedi­ler. Rasûlullah'ın (s.a.) yanma girdim. Bana üç defa: "Adiy b. Hatim müslüman ol!" de­di. Dedim ki: "Ben bir din üzereyim." Dedi kî: "Ben, senin dinini senden iyi biliyorum." Ben: "Sen benim dinimi benden iyi mi biliyorsun?" dedim. "Evet." dedi. Sonra şöyle de­vam etti: "Sen Rükûsiye fırkasından ve kavmine gelen ganimetlerin dörtte birini alan biri değİJ misin?" "Evet." dedim. Dedi ki: "Senin dinine göre bu, sana helâl değildir. Seni bu dine girmekten alıkoyan sebebi de biliyorum. Diyorsun ki, zayıf ve güçsüz insanlar O'na tâbi oluyor, Araplar onları yurtlarından çıkardılar. Sen böyle düşünüyorsun. Hîre'yi bilir misin?" Dedim ki: "Görmedim ama duydum." "Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, Allah bu dini tamamlayacak; öyle ki, Hîre'den bir kadın çıkıp tek başına hacca gidecek. Allah, Kİsrâ'nm hazinelerinin fethini nasip edecek." dedi. "Kisrâ b. Hür­müz'ün mü?" dedim.

"Evet Kisrâ b. Hümiüz. Mal, o kadar bol olacak ki -zekât olarak verildiğinde- onu kabul edecek kimse bulunmayacak." dedi. Adiy diyor ki: "İşte bu kadın Hîre'den çıkıyor ve tek başına hacca gidiyor. Kisrâ b. Hürmüz'ün hazinelerini fethedenler arasında ben de vardım. Nefsim kudret elinde bulunan (Allah)a yemin olsun ki, Rasûlul­lah'ın üçüncü olarak söylediği şey de mutlaka tahakkuk edecektir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) söyledi." Sonra İmam Ahmed Müsned'mde (4/379) Yûnus b. Ahmed—Hammad b. Zeyd— Eyyûb—Muhammed b. Şîrîn—Ebu Ubeyde b. Huzeyfe— bir adam yoluyla şöyle bir riva­yette bulunmuştur: (Hammad ve Hişam: Muhammed ve Ebu Ubeyde yoluyla demişler, bir adamı zikretmemişlerdir) Adiy b. Hatim, yanımda olduğu halde Onun hadisini kendisine değil, başkalarına sorardım. Sonra geldim, ona sordum. "Evet." dedi ve yukarıdaki hadisi zikretti. Buharî'de (61/25) şöyle bir rivayet bulunmaktadır: Adiy b. Hatim demiştir ki: Ben Rasûlullah'ın (s.a.) yayındayken bir adam geldi ve fakirlikten şikâyet etti. Bir başka adam gelip yollardaki emniyetsizlikten şikâyet etti. Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Adiy! Hîre'yi gör­dün mü?" buyurdu.. "Görrredim, ama haberim var." dedim. Bunun üzerine dedi ki: "Al­lah sana ömür verirse, bir kadının Hîre'den çıktığını. Allah'tan başka kimseden korkma­dan Kabe'yi tavaf ettiğini göreceksin." Kendi kendime: "Tayy kabilesinin, memleketi fe­sada veren serserileri nerde?* dedim. Sonra Rasûlullah (s.a.) dedi ki: "Allah sana ömür verirse, Kisrâ'nın hazinelerini fethedeceksin." "Kisrâ b. Hürmüz'ün mü?" dedim. "Kisrâ b. Hürmüz." dedi. Rasûlullah (s.a.)

devamla şöyle buyurdu: "Allah sana ömür verirse, avucu altın veya gümüş dolu olarak çıkan ve o altım veya gümüşü kabul edecek birini ara­yan bir adam göreceksin, kimse ondan bir şey kabul etmeyecektir. Her biriniz Allah'a ka­vuştuğu zaman Allah, arada tercüman olmaksızın konuşacak ve diyecek ki: 'Sana peygam­ber göndermedim mi, tebliğde bulunmadı mı?' O kimse: 'Evet, ya Rabbî.' cevabını vere­cek. Diyecek ki: 'Sana mal vermedim mi, ihsanda bulunmadım mı?' Yine: 'Evet ya Rabbi.' cevabını verecek. Sonra sağına bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek; soluna bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek." Adiy dedi ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle dediğini duydum: "Yarım hurma tanesiyle de olsa ateşten korunun; yarım hurmayı da bulamayan güzel bir sözle ateşten korunsun." Adiy dedi ki: Hîre'den kalkıp, Allah'tan başka hiçbir şeyden kormadan Kabe'yi tavaf eden kadını gördüm. Kisrâ b. Hürmüz'ün ha­zinelerini fethedenlerin arasındaydım. Allah sizlere ömür verirse. Peygamber Ebu'l-Kâsım'ın (s.a.): "Adam eli dolu olarak çıkacak..."sözünün tahakkuk ettiğini göreceksiniz.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/73-74.

[81] İbn Hişâm, 2/501, 515.

[82] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/77-83.

[83] Bk. İbn Hişâm, 2/5İ5, 537; îbn Sa'd, 2/165, 167; Taberî, 3/142; İbn Seyyidinhâs, 2/215; İbn Kesîr, 4/3, 68; Şerhu't-Mevâhib 3/62, 89.                                           

[84] Tevbe, 9/49.

[85] Tevbe, 9/81

[86] Ahmed, Müsned, 5/63; Tirmizî, 3702. Abdurrahman b. Semüre'den (r.a.) naklen: Osman b. Affan, Hz. Peygamber (s.a.)Ceyşü'l-Usre'nin hazırlığı ile meşgulken, elbisesinde bin di­nar getirdi, Hz. Peygamber'in (s.a.) kucağına döktü. Rasûlullah (s.a.) dinarları eli ile alır­ken şöyle diyordu: "Bugünden sonra Osman'a yaptığı hiçbir şey zarar vermez." Senedi ha-sendir. Yine Tirmizî (3701), Abdurrahman b. Habbâb'tan (r.a.) şu hadisi nakleder: Rasû-lullah'in (s.a.) Ceyşü'l-Usre'nin hazırlanması İçin müslümanları teşvik ettiğini gördüm. Os­man b. Affan kalktı ve: "Benden silahı ve takımıyla iki yüz deve ya Rasûlullah!" dedi. Rasûlullah teşvikine devam etti. Hz. Osman tekrar kalktı ve: "Benden silahı ve takımıyla yüz deve yâ Rasûlallah!" dedi. Rasûlullah (s.a.) tekrar teşvik etmeye devam etti. Hz. Os­man tekrar kalktı ve: "Benden silahı ve takımıyla üç yüz deve ya Rasûlallah!" dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle diyerek minberden indiğini gördüm: "Bundan sonra ne yapsa Osman'a zarar vermez. Bundan sonra-ne yapsa Osman'a zarar vermez." Senedinde Fer-kad Ebu Talha vardır ve meçhuldür, diğer râvileri güvenilirdir. Hafız İbn Hacer, el-îsâbe'de (2/455) demiştir ki: Sahih birçok yoldan Hz. Osman için, birçok yerde böyle söylendiği rivayeti gelmiştir. Bu yerlerden biri: Ceyşü'l-Usre'nin hazırlanması, ikincisi: Şeceretü'r-Rıdvân altında Rasûlullah'a (s.a.) bîat etmesi ve Rasûlullah'ın onu Mekke'ye göndermesi, üçüncüsü: Rüme kuyusunu satın alması ve diğerleri.

[87] îbn Sa'd, 2/165.

[88] Buharı, 64/78; Müslim, 1649.

[89] Hadis sahihtir ve müsned-muttasıldir. Hafız İbn Hacer'in, et-İsâbe'de (2/493) dediği gibi Mecma' b. Harise, Amr b. Avf, Ebu Abbâs b. Cebr, Ulbe b. Zeyd ve Kuteybe hadislerinde mevsûl-müsned olarak gelmiştir.                                                        

[90] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/85-87.

[91] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/87-88.

[92] Curf: Medine'ye üç mil mesafede bir yer.

[93] Buharî, 64/78; Müslim, 2404 (31). Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın rivayet ettiği hadiste, Rasûlul-* lah'ın (s.a.) Tebük'e gitmek üzere çıktığı, yerine Hz. Ali'yi bıraktığı nakledilmektedir. Bu- " nun üzerine Hz. Ali: "Beni çocukların ve kadınların yanına mı bırakıyorsun?" diye sordu­ğunda Rasülullah (s.a.): "Benim yanımda Musa'ya göre Harun gibi olmak istemez misin, ancak benden sonra Peygamber yoktur." buyurmuştur.

[94] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/88.

[95] İbn Hişâm, 2/520, 521. tbn îshak'tan senedsiz rivayet etmiştir. Buharî (64/79) ve Müs­lim'de (2769) Kâ'b b.

Mâlik'ten rivayet edilen uzun bir hadiste: "O bu haldeyken, beyaz elbise giymiş ve seraptan tam seçilemeyen birini gördü. Rasûluflah (s.a.): "Ebu Hayseme olmalı." dedi. Bir de bakıldı ki o, Ebu Hayseme el-Ensarî! Münafıklar kendisim ayıpla­dıkları zaman bir sa' hurma tasadduk etmişti.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/88-89.

[96] İbn Hişâm, 2/520.

[97] îbn îshak der ki: Müslümanlar susuz kaldılar ve bu durumdan Allah RaMüslim, 1785. (II).

[98] tbn Hişâm, 2/522; Ahmed, Müsned, 5224, 5343, 5404, 5441, 5645, 5705, 5735. İbn Ömer hadisidir.

[99] Buharî, 65/3; Müslim, 2980.

[100] Buharî, 60/17.

[101] Müslim, 2981.

[102] Ahmed Müsned, 4/231. Ebu Kebşe el-Enbarî hadisinden rivayet etmektedir. Senedinde Abdurrahman b. Abdullah el-Mes'ûdî vardır. Bu şahıs ihtilat ile ta'n edilmiştir.

[103] Heysemî, {Mecmau'z-Zevâid, 6/194-195) İbn Abbas hadisinden rivayet etmiş ve demiş­tir ki: Bezzâr ve Taberânî el-Evsatta. bu hadisi nakletmiştir. Râvileri güvenilirdir. İbn Ke-sîr (4/16), İbn Vehb—îbn Abbas yoluyla rivayet eder ve senedinin iyi olduğunu söyler.

[104] İbn Hişâm (2/523),  tbn İshak—Âsim b. Ömer b.  Katâde—Mahmud b.  Lebîd— Abdüleşheloğulfanndan bir grup yoluyla rivayet etmiş ve râvileri güvenilirdir, demiştir.

[105] Vesk: Bîr ölçü birimidir ve 60 sâ* (bir sâ\ yaklaşık 3 kg.dır) karşılığı olarak kullanılır.

[106] Buharı, 24/54; Müslim, 1392.                              

[107] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/89-91.

[108] Îbn Kesîr (4/14), Yûnus b. Kesîr—Muhammed b. tshâk—Büreyde b. Süfyân—Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî—tbn Mes'ûd yoluyla rivayet etmiştir. Büreyde b. Süfyân el-Eslemî ha­diste kuvvetli değildir. Bununla beraber tbn Kesîr, bu hadisin hasen olduğunu söylemek­tedir. Hâkim (3/50, 51) hadise sahih demiştir. Zehebî de ona katılır, fakat mürsel olduğu­nu İlâve eder.

[109] tbn Hişâm, 2/524. Senedinde Büreyde b. Süfyân bulunduğu için zayıf kabul edilmiştir.

[110] İbn Hibbân, Sahih, 2260. Senedi hasendir. Bk. Mecmau'z-Zevâid, 9/331, 332.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/91-93.

[111] Tevbe, 9/65.

[112] Müslim 1784, Muvatta, 1/143. Rasûlullah (s.a.) öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı cem' etti.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/93-94.

[113] İbn Hişâm, 2/525-526.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/94-95.

[114] İbn Hişâm, 2/526; İbn Kesîr, 4/30-31.

[115] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/95-96.

[116] îbn Hişâm, 2/526-528. İbn îshak'dan. Râvileri güvenilirdir, ancak Muhammed b. İbra­him, İbn Mes'ûd'dan hadis dinlememiştir. Hafız îbn Hacer, el-İsâbe'de (2/330) Bağavî'-ye nisbet etmiş, senedini İnkİta' ile jiletlendirmiş ve demiştir ki: İbn Mende bu hadisin ben­zerini Saîd b. es-Salt—A'meş—Ebî Vâil—İbn Mes'ûd ve Kesîr b. Abdillah b. Amr b>Avf el-Müzenî—babası—dedesi yoluyla rivayet etmiştir. İbn Hişâm dedi ki: "Zülbicâdeyn" diye adlandırılmasının sebebi, İslâm'a girmek istiyor, kavmi de onu menediyordu. Sonunda onu, Bicâd denilen kalın bir elbiseyle terkettiler. O da onlardan kaçıp Hz. Peygamber'e (s.a.) sığındı ve Rasûlullah'a (s.a.) yaklaştığında bicâdmi iki parçaya ayırıp bir parçasını izar olarak kullandı, diğer parçasına da büründü ve öylece Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Bu yüzden "Zülbicâdeyn" denildi.

[117] Buharı 64/81: Enes'ten; Müslim, 1911: Câbir b. Abdillah'tan rivayet etmişlerdir.

[118] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/96-97.

[119] Beyhakî, bu hadisi Yakub b. Muhammed ez-Zührî— Abdülaziz b. îmrân—Mus'ab b. Abdillah—Manzür b. Seyyar—babası—Ukbe b. Âmir el-Cühenî yoluyla rivayet etmiştir ki, bu isnad çok zayıftır. Yakub b. Muhammed ez-Zührî vehm'i çok olan ve zayıflardan rivayette bulunan biridir. Abdülaziz b. îmrân, metruktür ve kitapları yakılmıştır. Ezbe­rinden naklettiği için çok fazla yanlışlık yapmıştır. Manzûr b. Seyyar bilinmeyen biridir. Babası da öyledir. İbn Kesir (4/25), bu hadis için "Garib" demiş, isnadının zayıf olduğu­nu söylemiştir.

[120] Ebu Davud, 707; Muâviye, tbn Salih'tir. Sadûktur, fakat vehimleri vardır. Saîd b. Gaz­vân meçhul bir râvidir.

[121] Ebu Davud, 705; Ahmed b. Hanbel, 4/64, 5/376, 377. Saîd b. Abdilaziz, hayatının sonla­rına doğru karıştırmaya başlamıştır. Yezîd b. Nimre'nin kölesi meçhuldür.

[122] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/97-99.

[123] Ebu Davud, 1220; Tirmizî, 553. Bu konunun tafsilatı için bk. Fethu'l-Barî, 2/480-481.

[124] Ebu Davud, 1208. Hişâm b. Sa'd hakkında İhtilaf olunmuştur. Zübeyr'in arkadaşların­dan Mâlik, Sevrî, Kurra b. Halid gibiler, Hişâm b. Sa'd'a muhalefet etmişler ve-rivayetle­rinde cem'-i takdimi zikretmemişlerdir.

[125] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/99-100.

[126] Ahmed (Müsned,5/453), Velid b. Cümey' ve Ebu't-Tufeyl yoluyla gelen Yezid hadisinin bir benzerini rivayet etmiştir. Râvileri sikadır. Müslim (2779-11), bu kıssanın sahih oldu­ğunu gösteren bir başka rivayeti, Züheyr b. Harb, Ebu Bekir el-Kûfî, Veiid b. Cümey' yoluyla nakletmiş ve şöyle demiştir: Huzeyfe İle Akabeliler'den (buradaki Akabe'den maksat Tebük seferindeki mahaldir) bir adam arasında her İki insan arasında olabilecek bir du­rum vardı. O adam dedi ki: "Allah aşkına söyle, Akabeliler kaç kişiydiler?" Bunun üzeri­ne oradakiler Huzeyfe'ye: "Madem sordu, söyle!" dediler. Huzeyfe de: "Bize on dört kişi oldukları haber verildi. Şayet sen de onlardan isen on beş kişi olurlar. Allah'a şehadet ederim ki, onlardan on ikisi hem dünya hayatında hem de şahitler dikildiği gün Allah'a ve Rasûlü'ne düşmandırlar. Üçünü mazur görmüştür." Cemaat: "Biz Rasûlullah'ın (s.a.) tellâlını işitmedik, bu kavmin ne yapmak istediğini de bilmedik, taşlık bir yerde idi, yürü­dü ve: "Gerçekten su azdır, benden önce kimse varmasın." buyurdu. Ama kendinden ön­ce oraya varmış bir kavim buldu ve onlara lanet etti." dediler.

[127] Tevbe, 9/74.

[128] Buharî, 62/20; Müsned, 6/449, 451. Ebu'd-Derdâ, Alkame'ye dedi ki: "Aranızda başka­sının bilmediği sırrı bilen yok mu?" Bu sözüyle Huzeyfe'yi kasdediyordu.

[129] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/100-103.

[130] Tevbe, 9/107.

[131] İbn Hişâm, 2/529-530.

[132] Abdullah b. Salih, Leys'in kâtibidir ve zayıf bir râvidir. Ali b. Ebî Talha, İbn Abbas'a yetişmemiştir. İbn Cerîr et-Taberî (11/33), bu âyetin tefsirinde der ki: Allah Teâlâ buyu­ruyor ki: "Onların yapmış bulundukları binaları, kalplerinde bir şüphe ve nifak düğümü olarak kalacaktır." Onlar o binayı yapmakla iyi bir şey yaptıklarını zannediyorlardı. "Meğer ki kalpleri ölmek suretiyle parçalanmış olsun." Allah, Dırâr Mescidi'ni yapan münafıkla­rın hallerini, dindeki şüphelerini, mescidi niçin ve ne maksatla yaptıklarını ve ahiretteki durumlarını bilmektedir. Onların ve bütün mahlukatının işlerim düzenlemekte hikmet sa­hibidir.

[133] Tevbe 9/108-110.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/103-104.

[134] Buharı, 29/3; Müslim, 1392.

[135] Nesr: Nuh'un (a.s.) kavminin taptığı putlardan biridir. İbn Cerîr et-Taberî'nİn zikrettiği­ne göre Nesr, Vedd, Yaûk ve Yaûs; Seva' b. Şîs b. Âdem'in evlatlarıdır. Bu zat öldüğü zaman, duası kabui edilen bir kimse olduğu için resmi yapılmış, daha sonra evlatları Ölün­ce, salih kimseler olmaları sebebiyle onların da resimleri yapılmış ve

onlan takip eden sonraki nesiller bu resmi yapılanların, rızıklandıran, fayda ve zarar veren kimseler olduklarına iti— kad ederek onlara tapmaya başlamışlardır.

[136] Hindif; koşar adımlarla yürümek demektir. Sonra Ilyas b. Mudar'ın karısına ait özel bir isim olmuştur. Adı Leylâ el-Kudâİyye'dir. Üç oğlu; Amr, Amir ve Ömer'in arkasından onları aramak için koşar adımlarla gitmiş, sonra onun bu yürüyüşü her asil ve şerefli kişi ve alay için darb-ı mesel olmuştur. Çünkü bu yeryüzünün sahibi olan o kadın soylu bir kadındı.

[137] Müstedrek, 3/327. Hafız İbn Kesîr (4/51), Beyhakî'nin Delâilü'n-Nübüvve'de naklettiği­ni kaydeder.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/105-106.

[138] Tevbe, 9/117.

[139] Tevbe, 9/119.

[140] Tevbe, 9/95.

[141] Tevbe, 9/96.

[142] Tevbe, 9/118.

[143] Buharî, 64/81; Müslim, 2769. Âlimler bu hadisten birçok hüküm elde etmişlerdir: l)Yemin teklif edilmeden yemin etmenin caiz olması. 2) Zaruret olduğu zaman amacın gizlenmesi. 3) Hayır İşleyemeden kaçırdığı fırsatlara esef etmek. 4) Esef ettiği fırsatın tekrar eline geç­mesini temenni etmek. 5) Gıybeti reddetmek. 6)

Bİd'atçılarla alâkayı kesmek. 7) Yoldan gelen kimsenin önce mescide girmesi ve namaz kılması. 8) Dış görünüşe göre hükmetmek. 9) Özürlerin, mazeretlerin kabul edilmesi. 10) Doğruluğun fazileti. İ1) Allah ve Rasûlü'ne itaat etmeyi yakın bir dostun sevgisine tercih etmek. 12) Yeni bir nimete nail olan kimseyi müjdelemenin müstehap olması. 13) Yeminin niyetle tahsis olması. 14) İnsanın, yanına gelen birisiyle musafaha etmesi ve onun için ayağa kalkması. 15) Şükür secdesi yapmanın müstehap olması.

[144] Tevbe, 9/102.

[145] Tevbe, 9/102.

[146] Tevbe, 9/103.                                                                  

[147] Tevbe, 9/117.

[148] Tevbe, 9/118.                                                                                     

[149] Abdullah b. Salih zayıf bir râvi olduğu için bu hadisin isnadı zayıf kabul edilmiştir, ah b. Ebî Talha'nınİbn Abbas'tan rivayeti mürseklir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/106-111.

[150] Buharî, 56/38; Müslim, 1895; Nesâî, 6/46; Tirmizî, 1628! Zeyd b. Hâlid el-Cühenî hadi­sinden.

[151] Buharî, .64/80; Müslim, 2404.

[152] Müellifin bu tesbitlerinin kendi dönemi İçin geçerli olduğu hatırlanmalıdır.

[153] Ahmed, Müsned, 5/248. Ebu Ümâme hadisinden. Senedi sahihtir.

[154] Buhara 18/1.

[155] Ahmedl Müsned, 3/295; Musannef, 4335; Beyhakî, Sünen,   2/152. Râvileri sikadır.

[156] Abdürrezzâk, Musannef, 4350. Râvileri sikadır.

[157] Abdürrezzâk, Musannefmde (4339) Abdullah b. Amr-Nâfı' yoluyla yaptığı rivayette İbn Ömer'in Azerbeycan'da altı ay namazı kısaltarak kıldığını ve şöyle dediğini rivayet eder: "İkâmete niyet ettinse tamamla..." Beyhakî (3/152) de, Ubeydullah b. Ömer—Nâfı'—İbn Ömer yoluyla yaptığı bir rivayette şöyle demiştir: "Bir gazada kış bastırınca kar yüzünden altı ay Azerbaycan'da kaldık." îbn Ömer der ki: "Hepimiz iki rekât kılıyorduk." Bu hadi­sin isnadı sahihtir. Hafız İbn Hacer, Telhîs'mde (2/47), sahih olduğunu söylemiştir. Ah­med b. Hanbel (5552), Siimâme b. ŞürahîFin şöyle dediğim rivayet eder: İbn Ömer'in yanı­na gittim ve: "Yolcu namazı kaç rekâttır?" diye, sordum. "İki rekât, iki rekât; yalnızca akşam namazı üç rekâttır." dedi. Bunun üzerine dedim ki: "Zilmecâz'da bulunursak ne dersin?" "Zilmecâz nedir?" dedi. Ben de: "Toplandığımız, alış-veriş yaptığımız, on beş veya yirmi gün kaldığımız bir yer." dedim. O da dedi ki: "Be adam! Azerbeycan'da idim, -Râvi diyor ki: Dört ay mı dedi, iki ay mı bilemiyorum- orada herkesin ikişer rekât kıldığını gördüm. Rasûlullah'ı (s.a.) iki rekât iki rekât kthyorken gördüm. Sonra şu âyet nazil oldur "Rasûlullah'da (s.a.) size güzel örnekler vardır." ... âyetin tamamını okudu." Bu hadisin isnadı kuvvetlidir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (2/158) zikretmiş ve demiştir ki: "Ah­med b. Hanbel rivayet etti, râvileri sikadır."

[158] Abdürrezzâk, Musannef de (4354), Yahya b. Ebî Kesir—Cafer b. Abdullah yoluyla yaptığı rivayette Enes b. Mâlik'in Şam'da iki ay Abdülmelik b. Mervan'la beraber kaldığını ve na­mazlarını İki rekât kıldığını rivayet eder. İbn Ebî Şeybe (517) de Abdülalâ—Yûnus ve Ha­san Basrî yoluyla yaptığı rivayette Enes b. Mâlik'in Sâbur'da -İran'da Bendecan şehrine bağlı bir köy- bir veya iki sene kaldığını, iki rekât kılıp selâm verdikten sonra tekrar iki rekât kıldığım zikreder.

[159] Beyhakî, 3/152.

[160] Abdürrezzâk, 4352.

[161] Buharı, 83/4; Müslim, 1649.

[162] Ebu Davud, 3277, 3278; Nesâî, 7/10, 7/11; Buharî, 83/1; Müslim, 1652; Tirmizi 1529.

[163] Ahmed, Müsned, 6/276; Ebu Davud, 2193; tbn Mâce, 2046; Hâkim, 2/197. Hz. Âişe (r.a.) hadisinden. Senedinde

Muhammed b. Ubeyd b. Ebî Salih bulunmaktadır, zayıf bir râvidir.

[164] Tenkîh adlı eserin müellifi der ki: Daha doğrusu bu kelimenin ikrah (zorlama), gazap ve cinnet hallerinin hepsine şâmil olmasıdır. Bilgi ve maksat açık olmadan yapılan her İş için bu kelime kullanılır.

[165] Buharı, 75/7, Ebu Hureyre hadisinden.

[166] Enral, 8/17.

[167] Tevbe, 9/65.

[168] Buharı, 65/63; Müslim, 2584 (64); Tirmizî, 3312; Ahmed b. Hanbel, 3/393.      

[169] Buharı, 42/6. Müslim, 2357. Urve hadisinden yaptığı rivayette demiştir ki: Zübeynin En

sar'dan bir adamla Hârre mevkiinde sulama kanalları yüzünden arası açılmış. Rasûlullah (s.a.) da: "Sulama işini bilir, sonra suyu komşuna gönder!" buyurmuş, fakat Ensar'dan olan o zat: "Ya Rasûİallah! Halanın oğlu olduğu

için mi onu kayırıyorsun?" deyince Ra-sûlullah'ın (s.a.) yüzü değişmiş ve: "Ey Zübeyr! Hurmalığını sula, sonra suyu habset, hurma ağaçlarının köklerine erişinceye kadar bırakma." buyurmuştur. Zübeyr der ki: "Hayır Rab-bine and olsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdi­ğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabui etmedikçe inanmış olmazlar." (Nisa, 65) âyeti bu hâdiseden dolayı nazil oldu.

[170] Merdâvî'nin el-İnsâffî Mesaili'1-HitSf adlı eserinde (2/547) Ahmed b. Hanbel'den şu ri­vayet vardır: "Ancak zaruret halinde yapılabilir." Bir başka rivayette, mekruh olduğunu söylemiştir.

[171] Tirmizî, 1057; İbn Mâce, 1520. îbn Abbas hadisinden. Ebu Davud (3İ64), Hâkim (1/368) ve Beyhakî'nin (4/53) Câbir b. Abdillah'tan yaptıkları rivayetin şahitliğiyle Tirmizî, bu hadisi hasen kabul etmiştir. Hâkim, Ebu Zer'den bir başka rivayette bulunmuş, fakat orada râvilerden birinin ismi zikredilmemiştir. Diğer râvileri ise sikadır.

[172] Buharı, 24/69. îbn Abbas der ki: Rasûlullah (s.a.) geceleyin defnedilen birisinin cenaze namazını kıldı. Bu namazda kendisi ve sahabîleri ayakta durdular. Hz. Peygamber (s.a.) "Bu kimdir?" deyince oradakiler: "Dün gece gömülen filandır" dediler ve hep beraber cenaze namazım kıldılar.

[173] Müslim, 943.

[174] Ebu Davud; 2504; Dârimî, 2/313; Ahmed, 3/124, 153; Nesâî, 6/7. isnadı sahihtir. îbn Hibbân (1618) ve Hâkim (2/81) de, sahih olduğunu söylemişler, Zehebî de onlara katılmıştır.

[175] Muvatta', 1/129, 130; Buharı, 9/29, 34; Müslim, 651. Ebu Hureyre (r.a.) Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini rivayet eder: "Nefsim yed-i kudretinde otan (Allah)a yemin olsun ki birisine odun toplamasını emretmek, sonra bir başkasına namaz İçin ezan okumasını  em­retmek, sona birisine de imam olmasını emredip ben de namaza gelmeyenlerin evlerim baş­larına yıRmak istedim.   Bu hadisteki: "O'nu bu azminden o evlerde üzerlerine cemaata grtffiek farz olmayan kadınların ve çocukların bulunması alıkoydu." ilâvesi Muvatta'da, Buhari'de ve Müslim'de yoktur. Ancak Ahmed b, Hanbel'in Müsned'inde (2/367) vardır. Senedinde Ebu Ma'şer el-Medenî vardır. Bu"zatın adı Nüceyh b. Abdurrahman'dır ve za­yıf bir râvidir.

[176] Müslim, 3002; Ahmed, Müsned, Ebu Davud, 4804; Buharı, Edebu'l-Mü/red, 339; Tirrnı-zî, 3395; thn Mâce, 3742. İbn Hibbân (2008), Ebu Nuaym (6/l|27) ve Hatîb (7/338) İbn Ömer'den yukardakinin aynısını nakletmişlerdir.                   

[177] Enfâl, 8/24

[178] En'âm, 6/110.

[179] Saf, 61/5.

[180] Tevbe, 9/115

[181] Bu beyit Mütenebbî'ye aittir. Seyfüddevle'ye sitem ettiği bir1 kasideden alınmıştır. Bk. Mü-tenebbî, Divan, 4/85.

[182] Enbiyâ» 21/78-79.

[183] Ahmed b. Hanbel,  Müsned, 5/248. Bk. 1/184: Teyemmâm Konusundaki Tutumu.

[184] Nisa, 4/104.

[185] Zuhruf, 43/39.

[186] Tirmizî, 2398. Hâkim de Enes'ten rivayet etmiştir. Senedi hasen sayılmaya müsaittir. Ah-med b. Hanbel'in A/üsnetf "inde (4/87) Abdullah b. Mugaffel hadisinde şahidi vardır. Ta-berânî; Hâkim, 4/376, 377. Taberânî Ammâr b. Yâsir'den, îbn Adiy Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[187] Beyhakî, 1/371.

[188] Hasen bir hadistir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 848, 1254.

[189] Ebu Davud, 2774; Tirmizt, 1578; tbn Mâce, 1394. Senedi hasendir.

[190] Ebu Davud, 3321. İsnadı sahihtir.

[191] Ahmed, Müsned, 3/453, 502; Dârimî, 1/390, 391. Râvileri sikadır. Ebu Davud'da(3319), Kâ'b b. Mâlik'ten şöyle bir rivayet vardır. Ebu Lübâbe veya bir başkası Rasûlullah'a (s.a.) şöyle söylemiştir: "Tevbemden dolayı..."

Senedi sahihtir. Yine Ebu Davud (3320), tbn Kâ'b b. Mâlik'ten aynı manada bir başka rivayette bulunmuştur.

[192] Bu zat, İbn Teymiye adıyla bilinen Abdüsselâm b. Abdullah b. EbîKâsım el-Harranî'dir. Şeyhülislam Ahmed b. Teymiye'nin dedesidir. Hadis ezberlemekte ve mezhepleri kavra­makta müthiş bir kabiliyete sahipti. Zehebî, nahivci tbn Mâlik'ten şöyle bir nakilde bulu­nur: "Davud (a.s.) için demirin yumuşak kılınması gibi Şeyh el-Mecd için de fıkıh öylesi­ne yumuşatılmıştı." Hicrî 652'de vefat etmiştir. Ahkâm hadisleri hakkındaki eseri el-Müniekâ, hem tek olarak hem de Şevkânî'nin şerhi el-Muharrar (Neylu'l-Evtâr) ite birlik­te basılmıştır. Bk. Şezerâtü'z-Zeheb, S/251.

[193] Buharı ve Müslim'de, Berâ hadisinden ittifakla rivayet edilmiş ve daha önce de geçmişti. Bk. Buharı, 73/1.

[194] Ebu Davud, 1673. Câbir b. AbdiÜah hadisinden şöyle rivayet eder: Rasûîullah'ın (s.a.) yanında idik. Yumurta büyüklüğünde bir altınla bir adam geldi ve dedi ki: "Ya Rasûlal-lah! Bunu bîr madenden temin ettim, bunu benim sadakam olarak kabul et. Başka hiçbir şeyim yok." Hz. Peygamber (s.a.) yüzünü çevirdi. Sonra sağ tarafından geldi ve aynı şe­kilde konuştu. Rasûlullah (s.a.) tekrar yüzünü çevirdi. Sonra sol tarafından yine geldi. Rasûlullah (s.a.) yine yüzünü çevirdi. Sonra arka tarafından geldi. Bu sefer Rasûlullah (s.a.) elindekini aldı ve fırlattı. Şayet adama gelse canını acıtırdı. Sonra buyurdu ki: "Her­hangi biriniz elinde avucunda nesi varsa getiriyor ve: 'bu benim sadakam.* diyor, sonra da dileniyor. Sadakanın hayırlısı, zenginlikten (İhtiyaç fazlasından) verilendir." Bu hadi­sin râvileri sikadır. Bu konuda Ebu Hureyre'den de şu rivayet vardır: "Sadakanın hayırlı­sı, zenginlikten verilendir. Sadaka vermeye en yakınından başla." Bu hadisi Buharî Sa-hih'ınde rivayet etmiştir.

[195] Ebu Davud, 1678; Tirmizî, 3676; Dârimî, 1/391, 392. Zeyd b. Eşlem babasından şu riva­yette bulunmuştur: Ömer b. Hattâb'ın şöyle söylediğini işittim: Rasûlullah (s.a.) bize, ta-saddukta bulunmamızı emretti. O günlerde malım da vardı, kendi kendime: 'Ebu Bekir'i .geçeceksem bugün geçerim,' dedim ve bütün malımın yansını RasûluÜah'a (s.a.) getirdim. Rasûlullah (s.a.): "Ailen için ne bıraktın?" diye sordu. "Size getirdiğim kadar." dedim. Daha sonra Ebu Bekir bütün malını getirip tasadduk etti. Rasûlullah (s.a,) ona da: "Aile­ne ne bıraktın ey Ebu Bekir?" dedi. O da: "Onlara Allah'ı ve RasûlÜ'nü bıraktım." diye cevap verdi. Bunun üzerine dedim ki: "Ben onu hiçbir şeyde geçemem." Bu hadisin sene­di hasendir. Tirmizî, hasen-sahih olduğunu söyler. Hâkim (1/414) de sahih olduğunu söy­lemiş, Zehebî aynı görüşü ifade etmiştir.

[196] Tevbe, 9/119.

[197] Tevbe, 9/117.

[198] Tevbe, 9/118.

[199] Tevbe, 9/120.

[200] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/113-142.

[201] ibn Hişâm, 2/543-548; İbn Sa'd, 2/168-196; Şerhu>l-Mevâhib-i Ledüniyye, 3/89-|4 Kesîr, 4/68-75.

[202] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/143.

[203] HumeydîMüsned, 48; Ahmed, Müsned, 1/79 (594); Tirmizî, 3091; Dânmî, 2/68. Hz. Ali' den rivayet edilmiştir. Senedi sağlamdır. Tirmizî, hasen olduğunu söylemektedir.

[204] Buharı, 7/10; Müslim, 1347.

[205] Bakara, 2/196.

[206] Âl-i İmrân, 3/97.

[207] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/143-145.

[208] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/149-150.

[209] Isrâ, 17/32.

[210] Bakara,2/278.

[211] Mâide, 5/90.

[212] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/150-151.

[213] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/151-152.

[214] Ebu Davud, 3025; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/218.

[215] Abdullah b. Abdurrahman'ı birçok hadisçi zayıf kabul etmiştir. Takrib'de: fakat hata eder, vehmeder." denilmiştir. Diğer râvüeri sikadır.

[216] Müslim, 2203.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/152-154.

[217] Kitabın müellifi İbnü'l-Kayyim'in hanbelî selefi mezhebinden olduğu dikkate alınrridır.

[218] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/154-155.

[219] Ahmed b. Hanbel, 4/25; Ebu Davud, 4806. Mutarrif b. Abdullah ve babası yoluyla riva­yet etmiştir. Senedi sahihtir. Ebu Davud'daki rivayet şöyledir: Babam dedi ki: Âmiroğul­ları heyetiyle Hz. Peygamber'e (s.a.) gittim. "Sen seyyidimiz (efendimiz)sin." dedik. O da: "Seyyid, Allah tebâreke ve teâlâ'dır." buyurdu. "En faziletlimiz ve en kudretlimiz-sin." dedik. "Sözünüzü söyleyiniz veya bir kısmını söyleyiniz. Şeytan sizi âlet etmesin." buyurdu. Hattabî der ki: "Seyyid, Allah'tır." sözüyle hakiki mânada seyyidliğin (efendi­liğin), Allah'a âit olup bütün mahlûkatm onun kölesi olduğunu kasdetmiştir. Kanaatımı-za göre, onları böyle söylemekten menetmesi yeni müslüman olmaları sebebiyledir. Yoksa Rasûlullah (s.a.): "Ben, âdemoğlunun seyyidiyim." buyurmuş, Hazrecliler'e de: "Seyyİ-diniz (efendiniz) için ayağa kalkınız." demiştir. Bu sözüyle de Sa'd b. Muaz'ı kasdetmiş­tir. Yeni müslüman olmaları sebebiyle peygamberlikteki efendiliği, dünya ölçüleriyle an­ladıkları efendilik gibi

zannedebilirlerdi. Onların tazim ettikleri, emirlerine boyun eğdik­leri reisleri vardı ve onlara "sâdât = efendiler" diye isim veriyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.) onlara kendisini nasıl öveceklerini ve bu konudaki edebi Öğretti ve dedi ki: "Dindaşlarını­zın söylediği gibi söyleyiniz ve bana Allah'ın (c.c): 'Ey nebî. Ey rasûl' diye hitap ettiği gibi siz de 'nebî' ve 'rasûF diye hitap ediniz. Kendi reislerinize ve büyüklerinize hiiap etti­ğiniz gibi 'seyyid' diye hitap ederek beni onlara benzetmeyiniz. Ben onlardan herhangi biri gibi değilim. Çünkü onlar size, dünyalık sebeplerle efendi oluyorlar. Halbuki ben ne-bîlik ve rasûlhık sebebiyle efendinizim. O halde beni, 'nebî' ve 'rasül' diye isimlendiri­niz." "Bir kısmını söyleyiniz." sözünde, kısaltma vardır. Bu duruma göre mânası: "Söy­leyecek Içrinizİn bir kısmını terkediniz." demektir. Böyle demekle sözlerini kısa kesmeleri­ni istemiştir. Şair şöyle demiştir:

"Bazı şeyleri söylemek bana yakışmaz, çünkü tecrübelerim ve nesebimi belirtmem beni o sözlerde» müstağni kılar."

İbn Esîr der kî: Rasûlullah (s.a.): "Şeytan sizi âlet etmesin." sözüyle şunu kasdetmiş­tir: İçinizden geldiği gibi konuşunuz. Sanki şeytanın elçisiymişsiniz ve onun dilinden ko-nuşuyormuşsunuz gibi kendinizi zorlamayınız.

[220] İbn Hişâm, 2/568, 56

[221] Buharî, 64/30; Ahmed b. Hanbel, 3/210. Enes b. Mâlik hadisinden rivayetiştır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/155-157.

[222] Buharî, 1/40; Müslim, 17. Bu sayılan kaplara üzüm veya hurma şırasının konulmasının nehyedilmesi, özellikle bu kaplarda şıranın daha çabuk alkole dönüşmesinden ve bazan insanın farkına varmadan alkole dönüşmüş bu şırayı içmesi ihtimaiindendir. Daha sonra alkollü içmemek kaydıyla her türlü kaba şıranın konulabileceği hususunda ruhsat verildi. Sahîh-i Müslim'de (977), Büreyde'den merfû olarak şu rivayet gelmektedir: "Deri kapla­rın dışındaki kaplara hurma şırası koymanızı nehyetmiştim. Bundan böyle bütün kaplar­dan içebilirsiniz, ancak alkollü içki içmeyiniz." Kitabın müellifi az sonra bu hadisi zikre-decektir.

[223] İbn Hişâm, 2/575; Ahmed b. Hanbel, 5/80; Dârimî, 2/266; Tirmizî, 1882. Cârûd el-Abdî, Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Müslümanm yitiği ateştir, ona ya­naşmayınız." îsnadı sahihtir. Bunu îbn Mâce, (2502) Abdullah b. Şehîr'den rivayet et­miştir, senedi sahihtir, tbn Hibbân (İ171) ve Bûsırî (ez-Zevâid'de) hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Hadisin mânası: "insan o yitiği sahiplenmek kasdıyla alırsa onu cehennem ateşine sürükler" demektir.

[224] Buharî, t/28; Müslim, 760.

[225] Daha önce geçti. Bk. Dipnot: 11.

[226] Zerîa: İçinde fesat bulunan yasağa ulaştıran şeydir. Yabancı kadına bakmanın zinaya gö­türmesi gibi. Bu bakmanın yasaklanması "Seddü'z-Zerîa" diye adlandırılır.

[227] Ahmed b. Hanbel, 4/205, 206; Buharı, el-Edebü'i-Müfred, 584; Eşecc'den. Senedi sahihtir.

[228] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/157-161.

[229] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/162.

[230] İbn Hi^âm. 2/576-577; İbn Sa'd. 1/316.

[231] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/162-163.

[232] Senedi sahihtir. Ahmed, Müsned, 3/487; Ebu Davud. 2761.

[233] Tayâlisî, 1/283; Ebu Davud, 2772. Râvileri sıkadır. Bir önceki hadis de bu hadisi kı| lendiren bir şahittir.

[234] Buharî, 64/72.

[235] Buharî, 64/72; Müslim, 2273.

[236] Buharî, 64/72; Müslim, 2274.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/163-164.

[237] Bu beyit Zü'r-Rumme'nin Dîvan'ındadır. 3/1429-1430.

[238] Nablus'ta, Hicrî 13 Şaban 628 tarihinde dünyaya gelmiştir. Orada amcası Takıyyüddîn b. Yûsuf, es-Sâhıb Muhyiddîn b. el-Cevzî ve Sıbt es-Selefî'den dersler almıştır. Daha sonra Şam, Kahire ve İskenderiye'ye gitmiştir. Hanbelî mezhebinde yetişmiştir. Zehebî onun hak­kında: "Fakîh, imam, âlim, rüya tabirinde kimse ona yetişemez. Bu sahada el-Bedru'l-Münîr adını verdiği büyük bir eseri vardır. 19 Zilkade 697 tarihinde Şam'da vefat etmiş, Babu's-Sağîr'de, Ebu't-Tîb kabristanına dernedilmiştir." demektedir. Şezerâtu'z-Zeheb, (5/437) ve el~Bidâye'de (3/353) tercüme-i hâli zikredilmiştir.:

[239] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/165-167.

[240] Feyd: Tayy ülkesi dağlarından Sülmâ'mn doğusunda bir yer ismidir.

[241] İbn Hişâm, 2/577-578; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, A/25,21; İbn Sa'd 1/321.

[242] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/167-168.

[243] İbn Hişâm, 2/585; İbn Sa'd, 1/328.                                                

[244] Ahmed Müsned, 5/211, 212; îbn Mâce, 2612. İsnadı kuvvetlidir. Bûsırî, ez-Zevâid'de sa­hih olduğunu söylemiştir.

[245] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/168-169.

[246] Ahmet Müsned 3/105, 223, 262. İsnadı sahihtir. Bk. İbn Sa'd, 1/348.

[247] Müslim, 52.

[248] Ahmed b. Hanbel, 4/84. İsnadı sahihtir.

[249] Buharı, 59/1. Buharî'den gelen bir başka rivayette (Kitâbu't-Tevhîd): "O'ndan önce hiç­bir şey yoktu." denilmektedir. Buharî'nin dışındakiler: "O'nunla beraber hiçbir şey yok­tu." şeklinde rivayet etmektedirler. îbn Hacer der ki: Bütün rivayetlerde zikredilen kıssa birdir. Bu demektir ki râviler bu kıssayı, mânası ile rivayet etmişlerdir. Herhalde bu râvi-ler rivayetlerini Rasûlullah'ın (s.a.) İbn Abbas hadisinde geçtiği gibi, gece namazı (tehec-cüd)ndaki şu duasından almışlardır: "Sen ilksin, senden önce hiçbir şey yoktur." Bu bab-daki rivayet yokluk hususunda daha açıktır. Bu hadisten anlaşıldığına göre ne su, ne arş, ne de başka bir şey vardır. Çünkü bunların hepsi Allah'tan başka şeylerdir. Buna göre,

"Arşı su üzerinde idi." sözünün mânası: "O Allah önce suyu yarattı, sonra da o suyun üzerinde arşı yarattı.v' demektir.   

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/169-170.                                                               

[250] İbn Hişâm, 2/587-588; Şerhu'l-Mevâhibi Ledüniyye, 4/32-33; İbn Sa'd, 1/337.

[251] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/171.

[252] İbn Hişâm, 2/592-594; Şerhu'I-Mevâhibi Ledüniyye, 4/33-34; İbn Sa'd, 1/339.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/171-172.

[253] Mehriyye: Üstün vasıflı, asil develerdir. Yemen'de bir kabile olan Mehre'ye nisbet edilirler.

[254] Erhabiyye: Hemedan'da bir kabile olan Erhab'a nisbet edilen develerdir, veya döl alınan erkek deve ya da iyi vasıflı develerin nisbet edildiği bir mekândır.

[255] Beyhakî (2/369) der ki: Buharı, bu hadisin baş tarafını Ahmed b. Osman—Şurayh b. Mesleme—İbrahim b. Yusuf yoluyla rivayet etmiş, ama tamamını zikretmemİştir. Hadi­sin devamında zikredilen şükür secdesi, Buharî'nin şartlarına göre sahihtir.

[256] Buharı, 64/63. Berâ b. Âzib der ki: Rasûlullah (s.a.) bizi Hâlid b. Velid ile beraber Ye-men'e gönderdi. Sonra da Ali b. Ebî Tâlib'i, Hâlid b. Velid'in yerine gönderdi ve Ali'ye şöyle emretti: "Evvelce Hâlid b. VelidMe beraber Yemen'e gidenlere şu emri ilan et: On­lardan seninle beraber düşman takibine gitmek isteyenler gidip takip etsinler, dileyenler de gitmeyip dönsünler." Berâ devamla: Ben, Ali (r.a.) ile beraber kalanlardandım. Pek çok ûkiyye (kırk dirhem) nakit ganimet aldım, demiştir.

İbn Hacer der ki: Bu hadisi el-İsmâilî, Ebu Utfeyde b. Ebî Süit—İbrahim b. Yusuf (Bu şahıs Buharî'nin kendisinden rivayet ettiği râvidir.) yoluyla nakletmiş ve ilâve rivayette bulunmuştur. Beyhakî'nin rivayetinin

tamamını zikretmiştir.

[257] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/172-173.

[258] Ahmed b. Hanbel, 5/445. Râviieri sikadır. Senedi hasendir. Bk. İbn Sa'd, 1/291.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/173-174.

[259] Bk. Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/37-41; Buharî, 64/77; İbn Sa'd, 1/353.

[260] Ebu Davud, 355; Nesâî, 1/109; Ahmed, Müsned, 5161. Kays b. Âsım'dan şöyle dediği nakledilmiştir: "Müslüman olmak arzusuyla Hz. Peygamber'e (s.a.) geldim. Bana su ve (Arabistan kirazı denilen bir çeşit ağaçtan elde edilen) temizlik maddesi ile yıkanmamı em­retti." Hadisin isnadı sahihtir. İbn Huzeyme (254) ve İbn Hibbân (234) hadisin sahih ol­duğunu söylemişlerdir.

[261] Tâhâ, 20/55.

[262] Vat' kelimesi kadın için kullanıldığında cİmâ mânasına, yeryüzü için kullanıldığında ayakla basma mânasına gelir. Böylelikle burada tevriye sanatı gerçekleşmiştir.

[263] Ahmed, Müsned, 3/455, 456, 460; Nesâî, 4/108; Muvatta, 1/240. Kâ'b b. Mâlik'ten. İs­nadı sahihtir.

[264] Fecr, 89/27-28.                                                                                               

[265] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/174-177.

[266] İbn Hişâm, es-Sîre, 1/574-584; İbn Kesir, es-Sîre, 4/100-108 ve Tefsir, 1/367, 3711 Sa'd, 1/357.                                                                                                   

[267] Râvileri sikadır, fakat hadis munkatı'dir.

[268] Adı Muhammed b. Abdirrahman'dır. Zayıf bir râvidir. İbn Adiy: etmişlerdir.                                                                          

[269] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/177-178.

[270] Kimliği meçhuidur. Ondan sadece İbn tshak rivayet etmiştir.

[271] ÂUi İmrân, 3/65-68.

[272] ÂH İmrân, 3/79-80.

[273] Âl-i İmrân, 3/81.

[274] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/178-179.

[275] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/179-180.

[276] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/180-181.

[277] Âl-i İmrân, 3/59-61.

[278] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/181-182.

[279] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/182-183.

[280] Seleme b.'Yesû ve onun üstündekilerin meçhul olması sebebiyle bu hadisin senedi sayıf-tır. Bu şahısların tercüme-i hallerini bulamadık. İbn Kesir, es-Sfre'de (4/101-106) ve 7e/-s/r'de (1/369-370) hadisi zikretmiş ve Delâlü'n-Nübüvve'de Beyhakî'ye nisbet etmiştir. Ha-disde gariblik olduğunu da söylemiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/183-185.

[281] Buhari, 62/22; Müslim. 2420.

[282] Müslim, 2135.

[283] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/185.

[284] En'âm, 6/93.

[285] Nemi, 27/1.

[286] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/186-191.

[287] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/191-192.

[288] En'âm, 6/93; İbn Hişâm, es-Sîre, 2/592.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/192-193.

[289] İbn Hişâm, 2/573-575; İbn Sa'd, 1/299; Ahmed Müsned, 2382; Hâkim, 3/54. Ebu Davud {487), Seleme b. el Fadl—Muhammed b. İshak—Seleme b. Küheyl—Muhammed b. el-Velîd b. Nüfey'—Küreyb—İbn Abbas yoluyla benzerini rivayet etmiştir. Senedi kuvvetlidir.

[290] Buharı, 2/6; Müslim, 12.

[291] Hafız İbn Hacer, Fethu't-Bârt (\/\40)'de, bu lafzın, hadisin aslından olup sonradan ek­lenmediği görüşündedir.

[292] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/193-194.

[293] Hâkim, Müstedrek, 2/611. Senedinin hasen kabul edilmesi mümkündür. Hâkim sahih ol­duğunu söylemiş, Zehebî de bunu desteklemiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/194-195.

[294] Kincle'nin bir koludur.

[295] Yemen'de Kinde'nin bir kolu ve Tüceyb kabilesinin boylarından biridir.

[296] Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/50-51; İbn Seyyiddinâs, 2/246, 248; İbn Sa'd,

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/196-197.

[297] Şerhu't-Mevâhib-iLedüniyye, 4/51, îbn Seyyiddinnâs, es-Sîre, 2/248-249; ibnSa'd, 1/329.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/197-198.

[298] Hadis imamı ve hafızı, edîb, tarihçi, fıkıhçi ve Endülüs'ün hadisçisidîr. Adı Ebu'r-Rabî' Süleyman b. Musa el-Himyerî, el-Kelâî, el-Belensî'dir. Hicrî 565'de doğmuş, 634'de şehit olmuştur, el-îktifâ, onun eserlerinden biridir ve dört cilttir. Kitabın tam adı: el-İktifâjî Mağâzi'l-Mustafâ ve's-Selâseti'l-Hulefö'dıv.

[299] İbn Seyyiddinnâs, 2/249-250; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/52-54; îbn Sa'd, 1/297. Ebu Davud (1176), Amr b. Şuayb hadisinden, babası ve dedesi yoluyla şu rivayeti zikreder:  Rasûlulah (s.a.) yağmur duasında şöyle derdi: "Allah'ım! kullarım ve hayvanlarım suya n* kavuştur, rahmetini yay ve ölü beldeni canlandır." Senedi hasendir. Ebu Davud (U69), iti Hâkim (1/327) ve Beyhakî (3/353), Câbir b. Abdillah'tan şu rivayeti yapmaktadırlar: Rasûlulah'ı (s.a.), ellerini iyice kaldırmış ve kendinden geçmiş bir vaziyette şöyle söylerken "<\î- gördüm: "Allah'ım; bizi bolluğa, berekete, afiyete sebep olacak, faydalı olan, zararlı ol­mayan, geciktirilmeyen, âcil olan suya kavuştur." Senedi sahihtir. Hâkim bu hadisin sa­hih olduğunu söylemiş, Zehebî de buna katılmıştır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/198-199.

[300] Hucurât, 49/17.

[301] İbn Seyyiddinnâs, 2/250; Şerhu't-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/55-56; İbn Sa'd, 1/292, Müs­lim (537), Ahmed (Müsned', 5/447), Nesâî (3/16) ve Ebu Davud (930), Muâviye b. Hakem es-Süiemî'den şöyle bir rivayette bulunmuştur: "Yâ Rasûlallah! Bazı işler vardır ki, biz cahüiyye devrinde de onları yapardık. Kâhinlere giderdik." dedim. Rasûlulah (s.a.): "Kâ­hinlere gitmeyin." buyurdu. "Kuşların uçuşundan hükümler çıkarırdık." dedim. "Öu, sizin içinizden gelen bir şeydir, sakın sizi yoldan çıkarmasın." buyurdu. "Bizden bazıları çizgi çizerler." dedim. "Peygamberlerden biri çizgi çizerdi. Her kimin çizgisi ona uygun düşerse, isabet etmiş olur." buyurdu. Bu sözün mânası şudur: Kimin çizdiği çizgi o pey­gamberin çizdiği çizgiye denküüşerse, bu mubah olur. Fakat biz bu denkliği kesin olarak bilemeyiz. Bu yüzden de bize mubah olmaz. Çünkü bu iş, ancak kesin olarak denk düş­menin bilinmesiyle mubah ölür. Bu da mümkün değildir. Bu sebepten âlimler ittifakla bu işi yasaklamışlar ve haram saymışlardır. Birçok imam bu hususu açıkça ifade etmiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/199-200.

[302] îbn Seyyiddinnâs, 2/251; Şerhu'l-Mevâhib~i Ledüniyye, 4/56; İbn Sa'd, 1/331

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/200-201.

[303] İbn Seyyiddinnâs, 2/251-252; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/56-57; İbn Sa'd 1/331.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/201.

[304] Beliy b. Ömer b. İlhâf b. Kudâa. Belevî şeklinde nisbet edilir. Bk. Şerhu'l-Mevâhib-i Le-düniyye, 4/57; tbn Seyyiddinnâs, 2/252; İbn Sa'd, 1/330.

[305] Buharı, 78/31; Müslim, 48; Ebu Davud, 3748.

[306] Mevcut hadis kaynaklarında bu metne rastlayamadık. Ancak Ahmed b. Hanbel (Müsned'-inde, 6683, 6746, 6891), Ebu Ubeyde (el-Emvâl, 858) ve Ebu Davud (1713), Amr b. Şuayb— babası—dedesi yoluyla, bu mânaya gelen bir rivayette bulunmuşlardır.

[307] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/201-205.

[308] İbn Sa'd, 1/297-298.

[309] Selâh, Hayber'in alt tarafında bir yerdir. Burası Kiİâboğuüanna ait bir sudur.

[310] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/205.

[311] En'âm, 6/136.

[312] Bk. İbn Seyyiddinnâs, 2/253-254; Şerhu 'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/58-59; Ibn Sa'd, 1/324.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/205-206.

[313] Bk. İbn Seyyiddinnâs, 2/254; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 5/59; İbn Sa'd, 1/299.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/207.

[314] Bk. İbn Seyyiddinnâs, 2/255-256; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/59-61; İbn Sa'd, 1/326-327; İbn Abdilhakem, Futûhu Mısr, s. 212. "Ezanı kim okursa, kameti de o getj hadisini Ahmed b. Hanbel (Müsned, 4/1'69), Ebu Davud(514), Tirmizî (199) ve İbh Mâce (717) rivayet etmişlerdir. Senedinde Abdurrahman b. Ziyâd el-Ifrîkî vardır ve zayıftır.

[315] Ahmed, Müsned, 4/42; Ebu Davud, 512. Sendinde Muharamed b. Amr el-Vakıfî el-Ensârî vardır. Hadiste zayıf sayılmıştır. Bu hadisin Muhammed b. Abdillah ve Abdullah h. Mu-hammed'den rivayet edildiği hususunda ihtilâf edilmiştir. Hâkim (Afüstedrek), Hâzimî (en-Nâsih ve'l-Mensûh, s. 24), Dârakutnî (s. 90) ve Tahâvî (s.85), Ebu'l-Umeys—Abdullah b. Muhammed b. Abdillah b. Zeyd—babası—dedesi yoluyla rivayet etmişlerdir. Abdul­lah b. Muhammed'i, Ibn Hibbân'dan başkası sika kabul etmemiştir.

[316] Buharî, 93/7; Müslim, 14; Ebu Musa el-Eşarî diyor ki: Ben ve amcamın oğullarından iki kişi Rasûlulah'ın (s.a.) yanma girdik. Birisi dedi ki: "Ya Rasûlullah; Allah'ın sana nasi-bettiği yerlerden birine beni emîr tayin et." Diğeri de aynı istekte bulundu. Bunun üzerine Rasûİulah (s.a.): "Biz, bu göreve talip haris olan hiç kimseyi getirmiyoruz." buyurdu.

[317] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/207-211.

[318] Bk. Ibn Seyyiddinnâs, 2/257; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/61; Ibn Sa'd, İ/33

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/211.

[319] Bk. İbn'Seyyiddinnâs, 2/257; Şerhu'i-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/61-62; İbn Sa'd, 1/332.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/211-212.

[320] Münker bir hadistir, sahih değildir. Bk. İbn Seyyiddinnâs, 2/257; Şerhu'l-Mevâhib-i Le-düniyye, 4/62; İbn Sa'd, 1/295.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/212.

[321] Bk. İbn Seyyiddinnâs, 2/257-258; Şerhu't-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/63; İbn Sa'd, 1/345.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/212-213.

[322] Senedi zayıftır. Çünkü Zehebî, Mîzan'da Alkame b. Yezid b. Suvejfd hakkında şöyle der: "Pek bilinmez. Münker bir haber getirmiştir. Bununla delil ileri sürülmez." Ibn Hacer, bunu îsâbe'de (3/151), Suveyd b. Haris el-Ezdî'nin biyografisini verirken zikreder ve Ebu Ahmed el-Askeriye nisbet eder, şöyle der: "Bunu er-Reşâtî ve İbn Asâkir, Ahmed b. Ebi'l-Havârî'den iki ayrı yoldan zikreder. Ebu Saîd en-Nisaburî, Şerefu'l- Mustafâ'da. Ahmed b. Ebi'I-Havârî başka bir yoldan rivayet eder ve 'Alkame b. Suveyd b. Alkame b. Haris' der. Ebu Musa, Zey/'de bu sebeble Alkame b. Haris diye verir. Birincisi daha meşhurdur.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/213-214.

[323] Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah, 'Zevâidu'l-Müsnecfde (4/13, i4) rivayet etmiştir. Se­nedinde bulunan Abdurrahman b. Ayyaş es-Semî' ve Delhem b. el-Esved'in meçhul ol­maları sebebiyle isnadı zayıftır. Meçhulleri sika kabul etmek gibi bir âdeti olan tbn Hib-bân'dan başkası bu şahısları sika kabul etmemiştir. Bu hadisi Heysemî de Mecmau'z-Zevâid'de (10/338) rivayet etmiş ve hadisin nisbetini Taberanî'ye ulaştırmıştır. Müellif ve diğer bazı âlimlere şaşmamak elde değil, nasıl olur da böyle bir hadisi sahih kabul ederler. Çünkü bu hususta söylenecek çok şey vardır.

[324] Yeryüzünün yeşerdiği ve bu yeşilliğin, Ebu Cehil karpuzuna benzediği İfade edilrçlek tenmiştir.                                                                                                               

[325] Fecr, 89/22.

[326] En'âm, 6/168.

[327] Zümer, 39/68.

[328] Hadiste "İlâhına yemin olsun ki" şeklindeki tercümeler bu anlamdadır.

[329] Rûm, 30/19.

[330] Fussilet, 41/39.

[331] Müslim'de (1499), Sa'd b. Ubâde hadisinden rivayet edilmiştir.

[332] Buharî, 81/53.

[333] Müellifin Hâdi'l-Ervâh adlı eserinde (s. 179), Taberânî'nin Ebu Ümâme'den rivayet et­tiği şu hadis naklediliyor: Rasûlulah'a (s.a.): "Cennet halkı cima eder mi?" diye sorul­duğunda: "Tabii tabii, fakat meni (yani inzal) ve Ölüm yoktur." buyurdu. Bu hadisin senedinde Hâlid b. Yezid b. Abdurrahman b. Ebî Mâlik vardır, zayıf bir râvidir. Yahya b. Maîn, onu itham etmiştir. Aynı hadisi Hasan b. Süfyan, Miisned'ınde yine Ebu Umâ-me'den rivayet etmiştir. Senedinde Ali b. Yezîd el-Elhânî vardır ve zayıf bir râvidir.

[334] Tirmizî, 2566; İbn Mâce, 4338; Ahmed, Müsned, 3/9; Dârimî, 2/337. Senedi ceyyiddir. îbn Hİbbân (2636), sahih olduğunu söylemiştir.

[335] Ebu Davud, 2645; Tirmizî, 1604; Nesâî, 8/36, Cerîr b. Abdillah'tan Rasûlulah'm (s.a.)j şöyle dediği nakledilir: "Ben kâfirler arasında ikâmet eden her müslümandan beriyim." "Niçin yâ Rasûlallah?" diye sordular. "Birbirlerinin ateşini göremezler." buyurdu. (Not: Yukarıdaki açıklama Bezlü'l-Mechûd'dan nakledilmiştir. Bk. 12/155.) Senedi hasendir. Ahmed b. Hanbei'in Müsned'inde (4/365), Nesâî ve Beyhakî'de (9/13), başka bir yol-j dan ve sahih bir isnadla rivayet edilmiş ve: "Müşriklerden uzak durursun." lafzı zikredilmiştir.

[336] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/214-226.

[337] İbn Seyyiddinnâs, 2/258, 259; Şerhıı'i-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/67-69; İbn Sa'd, 1/346

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/226-227.

[338] Ayrıca bk. Hükümdarlara Gönderdiği Mektupları ve Elçileri, 1/113-116.

[339] Buharı, 56/103; Müslim, 1773.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/229-230.

[340] İbn Seyyiddinnâs, 2/262-264; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 3/340-342; Nasbu'r-Râye, 4/421. Buharı (64/84), Zührî—Ubeydullati b. Abdillah b. Abbas yoluyla şu rivayeti zik­rediyor: Rasûlufah (s.a.) Kisrâ'ya mektubunu Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî ile gönderdi ve bu mektubu Bahreyn kralına vermesini emretti. Bahreyn kralı da Kisrâ'ya verdi. Kisrâ, mektubu okuyunca —hiddetlenip— parçaladı. Zannederim (bu söz Zührî'ye aittir) İbn el-Müseyyeb dedi ki: Rasûlulah (s.a.) onlara: "Parça parça olsunlar!" diye beddua etti.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/230.

[341] Müslim (1774), Enes'ten şu rivayeti zikreder: *'Hz. Peygamber (s.a.) Kisrâ'ya, Kayser'e, Necâşî'ye ve her diktatöre mektup yazarak onları Allah Teâlâ'ya davet etmiştir. Bu Necâ­şî Hz. Peygamber'in (s.a.) cenaze namazını kaldığı Necâşî değildir."

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/231-232.

[342] ÂI-i İmrân, 3/64.

[343] îbn Seyyiddinnâs, 2/265-266; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 3/348-350- Nasbu'r-Râye 4/421-422. mecûsî ve yahudiler de var. Bu konuda bana emirlerini S'az." Bunun üzerine!! Rasûlullah (s.a.) şu mektubu gönderdi: 

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/233-234.                                                

[344] İbn Seyyiddinnâs, 2/266-267; Şerhu'I-Mevâhib-i Ledüniyye, 3/350-352; ei-tsâbe, 82 8.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/234-235.

[345] İbn Seyyiddinnâs, 2/267-269; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 3/352-355; Nasbu'r-Râye,4/423-424.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/235-238.

[346] İbn Seyyiddinnâs, 2/269-270; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 3/355-356. 10. İbn Seyyiddinnâs, 2/270-271; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 3/356-357.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/238-239.

[347] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/239.

[348] Bakara, 2/10.

[349] Müddessir, 74/31.

[350] Nûr, 24/48-49.

[351] Ahzâb, 33/32.

[352] Nûr, 24/61.

[353] Bakara, 2/184.

[354] Bakara, 2/169.

[355] Nisa, 4/43.

[356] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/243-246.

[357] Müellifin, hastalık ve sıhhat hakkında yukarıdan beri izah edegeldiği tarifler İslâm tıbbın-da ahlat (hömürler, beden sıvıları) ve keyfiyetler (karışımlar) diye isimlendirilir. Makro-kozmoz (büyük âlem, kâinat) ile mikrokozmoz (küçük âlem, insan) arasındaki tekabüle dayanan bu teoriyi kısaca şöyle özetleyebiliriz: Kâinat dört unsurdan (anâsır-ı erbaa), top­rak, su, hava ve ateşten oluşur. İnsan vücûdunda ise aldığı gıdaların hazmından ileri gelen bu dört unsurun mukabilinde ahlat (hümörler) denilen, kan, balgam, sevda (kara safra), safra,(san safra) vardır. Bu dört hılt'tan her biri kâinatta mevcut oian bir unsurla ilgili olup birbirlerinden farklı iki keyfiyete sahiptir. Unsur olarak ateşe mukabil kan, kalb ye damar: lar vasıtasıyla bütün vücutta dolaşır. Keyfiye_t_oiarak da, ştvıJjratV) ve sıcak_(/ı£r)dır. Bat gam, beyinde olup suya tekabül eder. Keyfiyet olarak da; sıvı (ratb) halinde olup soğuk (bârid^tur. Kara safra, dalak ve testislerde yerleşmiş olup toprağa tekabül eder. Keyfiyet olarak da; kuru (yâbis) ve soğuk (bârid)tm. San safrajcaraciğerde olup havaya tekabül. 33er. Keyfiyet olarak da kuru (yâbis) ve sıcak (hâr)tır. Kişinin sağlıklı olup olmaması miza­cına göre ahlatın vücuttaki dengesine bağlıdır. İnsanların mizadan bu dört hıktan birine meyillidir. Dolayısıyla bedende ahlattan birinin daha fazla olması halinde insanın mizacını da, demevî (sempatik, sıcakkanlı), sevdâvî (melankolik, karamsar, mahzun); safrâvî (öfke-lûjtez caHTCgîrgin); balgamı (sakin, tenbel) sınıfına sokar. Mevsimlerde de ahlatın keyfi­yetleri mevcut olduğundan mizaçların değişmesine yol açar. İklimin ve o mevsimde yenen feidalarm etkisiyle ilkbaharda kanın, yazın sarı safranın, sonbaharda kara safranınTEIşüv Şalgamın oram artar. îşte bu ahlat teorisine göre kişideki hastalığın mizacı, bulunduğu mev­sim "yaşadîğT yerin TkTımi ve aldığı gıdalarla orantılı olduğundan hekim, hastasına yapacağı ilacı, bu unsurları gözönünde bulundurarak yapmak zorundadır. Aksi halde hastasının da­ha ileri oranda fenalaşmasına veya sağlıklı bir insanın ölümüne sebep olabilir. İslâm tıbbı, mizaçlara dayalı bir tababet olduğundah hekim, hastaların mizaçlarını ayrı ayn incelemek durumundadır. Mizaçlar ise coğrafi bölgelere, hayat seviyesine, mesleğe, kuvvetli ve zayıf olmaya, cinsiyete ve yaşa göre değişir. Bundan dolayı her hastaya mizacına, göre basit ve mürekkep ilaçlar hazırlamak gerekir. İlaç terkiplerini hazırlarken de değişik memleketlerin İklimlerinde yetişen bitkilerin kuvvetlerini ve bu bölge halkının mizaçları arasındaki uyum ve zıddiyeti tesbit edip ona göre reçete düzenlenmesi gerekir. Daha fazîa bilgi almak için bak. Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, Çev: İlhan Kutluer, s. 159-162, İstanbul, 1989; Nil Akdeniz, Osmanlılarda Hekim ve Hekimlik Ahlâkı, (doktora tezi) s. 73-74, 109-117, istanbul, 1977; Dr. Âkil Muhtar Özden, tbn Sina Tıbbına Bir Bakış, s.6-10, 14-30; Büyük Türk Filozofu ve Tıb Üstadı îbn Sina Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikler, istanbul 1937; Tehanevî, Keşşâf-ı Istılahâti'l-Fünûn, 1/437, 2/13I8--1322.

[358] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/246-248.

[359] Basit ve mürekkep İlaçlar ve bu hususta tslâm âleminde yapılan çalışmalar hakkında bk. S.H. Nasr, İslâm ve İlim, s. 187-190. Tehanevî, Keşşaf, 1/505.

[360] Aynı zamanda pratisyen hekim olan müellif tbn Kayyİm'in bu tavsiyeleri bugünün modern tıbbı açısından da Önemlidir. Aşağı yukarı aynı ifadeleri tbn Haldun'un Mukaddime^sinde de bulmaktayız. Bk. Mukaddime sh. 415-417, Beyrut, t.siz, 4. baskı.

[361] Tıp san'atının hangi asıllara dayandığı hakkında bk. îshak İbn Huneyn, Tarih'ul-Eiıbbâ ve'l-Felâsife, sh. 156-157, Tahkik, Fuad Seyyid. İbn CUlcül'ttn Tabakatü'I-Etıbbâ ve'l-//üAremâ'sıyla birlikte, Beyrut, 1985/ 1405, 2. baskı.

[362] Buraya kadar yapmış olduğu izahlarda müellif (r.h.), modern tıbbın yeni yeni yönelmeye başladığı, ruhanî yolla hissi hastalıkların tıbbı nebevî ile nasıl tedavi edildiğine işaret et­mektedir.

[363] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/249-251.

[364] Müslim, 2204.

[365] Buharı, 16/1. Müellif hadisi Müslim'e de isnad etmiştir, fakat hadis Müslim'de değil Îbn Mâce'de (3439)dir.

[366] Ahmed b. Hanbel, 4/278; Îbn Mâce, 3436; Ebu Davud,-3855; Tirmizî, 2038. Tirmizî, hadi­sin hasen-sahih olduğunu ve bu konuda İbn Mes'üd, Ebu Hureyre, Ebu Huzâme (babasın­dan) ve tbn Abbas'tan hadis rivayet edildiğini söylemiştir. İbn Hibbân (1395, 1924) ile Bû-sırî, (Zev&Vf inde) hadise sahihtir demişlerdir.

[367] Ahmed b. Hanbel, 4/278.

[368] Ahmed b. Hanbel,.1/337, 443, 453; tbn Mâce, 343. Senedi sahihtir. BÛsırî, Zevcinde ve Hâkim (4/196-197) hadise sahihtir demiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[369] Ahmed b. Hanbel, 3/431; Tirmizî, 2065; Hâkim, 4/199; İbn Mâce, 3437. Senedinde-meçhul bir râvi hariç— sika râviler vardır. Bu konuda Hâkim (4/199), Hakîm b. Hizâm'dan bir hadis nakletmiş ve: "Sahihtir" demiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[370] Ahkâf, 46/25.

[371] En'âm, 6/148.

[372] Nahl, 16/35.

[373] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/252-256.

[374] Ahmed b. Hanbel, 4/132; Tirmizî, 2380; İbn Mâce, 3349. Tirmizî, hadise "hasen-sahih" demiştir.

[375] Buhari, U/346.

[376] Yunanlılar, dört unsura (su, toprak, hava ve ateş) "asıl" demiştir. Çünkü, onla bu unsurlar; canlılar, bitkiler ve madenlerden İbaret oluşumların aslıdır.

[377] Müslim, 2996.

[378] Müellifin burada ismini açıkça vermediği zat, Ebu Ali Hüseyin b. Abdullah b. Sina'dır. Zira eş-Şifâ, İbn Sina'nın en meşhur eserlerinden olup, bu İsimle daima onun eseri kaste­dilir. 371/981—428/1036 yıllan arasında yaşamıştır. Beyrûnî ve İbn Heysem'in muasırı­dır. Aslen Belh'li olup Buhara'da doğdu. On yaşma kadar Kur'an'ı ezberledi ve Arapçayı öğrendi. On yedi yaşma kadar şeriat, felsefe, tabiî ilimler, mantık, hendese ve diğer çeşitli ilimlerle uğraştı. Daha sonra kendi kendine tıb ve felsefe ile meşgul oldu. Hatta tıpta za­manında Calinus ve Hipokrat gibi meşhur oldu. Bağdat'ta meşhur hastahanenin başhe­kimiydi. Batilılarca "Avicenne" ismiyle anılan İbn Sina, kitaplarıyla ve keşifleriyle bu­günün modern tıp ve felsefe dünyasına kendini kabul ettirmiş bir İslâm filozofudur. Elli se kiz yaşları civarında vefat eden îbn Sina, son zamanlarında Kur'an ve tefsiriyle meşgul ol­muş, hatta vefat edene kadar üç günde bir hatim yapmıştır. Dünya hayatından uzaklaşmış, kendini kitaplarında bulunan şeriat zahirine aykırı sözlerinden dolayı özellikle Gazzalî tarafın­dan Tehâfüt'te tekfir edilmiştir. Müellif ve hocası îbn Teymiyye de onun hakkında aynı kanaa-ta sahiptirler. îbn Sina'nın son durumu hakkında Zehebî (el-Iber, 2/258-259) ve Ibn Kesîr (ei-Bidâye, 12/42-43), tarihçi îbn Hallikân'dan şu cümleleri nakletmektedirler: "Vefatı yaklaştı­ğında gusletti, tevbe etti, yanında bulunan malını fakirlere tasadduk etti. Kölelerini azad etti. Her üç günde bir.hatim yapardı. Ramazan ayında bir cuma günü Hemadân'da vefat etmiştir. Küçük büyük yüze yakın kitabı vardır." En meşhur eseri El-Kânun'a on-on beş civarında şerh. yazılmıştır. Tıbba dairdir. İkinci meşhur eseri de müellifin ismini zikrettiği eş-Şifâ ise felsefe, mantık, riyâziyyat ve tabiî İlimler konusundadır. Bu iki eseri de çeşitli batı dillerine terceme edilmiştir. (İslâm Ansiklopedisi, 5/807-824).

[379] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/256-261.

[380] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/261.

[381] Buharı, 16/28; Müslim, 2209. Bazı doktorlar şöyle der: Ateşin artması durumunda, bütün humma halleri suyia iki şekilde tedavi edilir: 1) Ateşin derecesini düşürmek gayesiyle soğuk veya buzlu bez parçalarıyla dışarıdan, 2) Humma sırasında ağıza bol su verilmesi: Bu, bü­tün organlara, özellikle de böbreklere vücut için hayatî önemdeki görevlerini yerine getir­mekte yardımcı olur.

[382] Buharı. 8/29; Müslim, 26). Begavi (Şerhu's-Sünne, 1/359) şöyle der: "Doğuya veya batıya dönün" sözü, Medine'lilere ve kıblesi bu tarafta olanlar için kullanılmıştır. Kıblesi dp) veya batı tarafında olanlar, güneye veya kuzeye döner.

[383] Tirmizî, 344; İbn Mâce, 1011; Hâkim, î/205, 206; Beyhakî, 2/9; Malik, Muvatta, 1/201; Tirmizî, hadisin hasen-sahih olduğunu söylemiştir.

[384] Remed:Eskİ tabiplere göre kan hiltmdan, sıcak şişkinliğe verilen bir addır ki, kendi cinsin­den olmayan bir başka uzuvla mürekkep uzuvda (mültehim) meydana gelir. Şayet bu sı­caklık kandan değil de başka bir hümörden olursa, bu hastalığa remed değil "tekeddür" denir. Daha sonra gelen tabibler ise bu durum ister sıcak ister soğuk hümörlerden meydana gelsin mültehim bir uzuvda meydana gelen her türlü şişkinliğe remed demişlerdir. Bk. Te-hanevî, Keşşâfu Istılahaü'l-Fünûn, 1/552.

[385] Tıbbu'n-Nebî'nin müstakil neşirlerinden birinin tıbbî tahkiklerini yapan Dr. AÜü Ezherî, bu hususta şunları da ilâve etmiştir: "Mafsal romatizması gibi bazı müzmin hastalıklar vardır kî, eklemler bu sebepten katılaşır ve hareket edemez hale gelirler veya sinir sisteminde mey­dana gelen müzmin çiçek hastalığı, bedenin hararet derecesi humma esnasında yükseldik­çe bir hayli iyileşir. Bu sebepten de humma, tıbbî tedavi yollarından biri olarak sayılmıştır ki bu tür durumları oluşturmak İçin hastaya hukne yoluyla muayyen maddeler verilerek sunî hummalar meydana getirilir." (Tıbbu'n-Nebî, 2. baskı, Beyrut, 1982. Abdülgani Ab-dülhâlik tahkıkıyia.) Tıbbu'n-Nebî—nin diğer bir neşrini gerçekleştiren Abdülmutî Kal'a-cı bu yapma hummalara misal olarak, günümüzde daha yaygın kullanılan aşıyı misal verir ve İbn Kayyim'ın tıp sahasında ne kadar İleri görüşlü olduğuna işaret eder. Dr. Abdülmutî Emin Kal'acı, Kahire, 1982, 2. Baskı.

[386] Cerrahî alanında önemli buluşları ve Arapların en önemli tıp kaynağı olan Calinus (Galen = Klaudios), Milâttan sonra yaklaşık olarak 130 tarihinde doğdu. Aslen Bergama'-hdir. Roma krallarından Antunius (138-161), Ürileyus (161-180), Kumudiyos (180-192), Per-tinakus (193) devirlerinde yaşadı. Kitaplarında Antunius zamanında yetiştiği ve ona hizmet edip savaşlarında arkadaşlık yaptığını yazmaktadır. Daha 17 yaşındayken tıp, felsefe ve tüm rizayî ilimlerde üstad oldu. Ünlü tabib Hipokrat'ın kitablannı ele aldı ve onları şerb­etti. Roma'da umûmî olarak kurduğu ilim meclislerinde ilm-i teşrih (cerrahlık) hakkında bilgiler verdi. Hz. tsâ'nın (a.s.) havarileri İle görüşme niyetiyle Roma'dan Kudüs'e hareket ettiği esnada, yolda Sıkılliye (Sicilya) şehrinde öldü ve oraya gömüldü. Seksen sekiz sene yaşadı. Kendisinden önce gelen tabiplerin eserlerini toplamış ve şerhetmiştir. Aşağı yukarı eserlerinin tamamı Arapçaya tercerae edilmiş ve İslâm tıbbına ve gelişmesine bîr hayli etki­de bulunmuştur. Bk. Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, Galİen, Galenos maddesi, 2/183-187, İstanbul, 1975; İbn Cülcül, Tabakâtu'l-Etıbbâ ve'l-Hükemâ, 41-50, Tahkik: Fuad Seyyid, Beyrut, 1985.

[387] Ebu Bekir Muhammed b. Zekerİyya er-Râzî. Büyük İslâm tabibi ve filozofu olup, "Arap­ların Calinus'u" denmiştir. Rey şehrinde doğdu ve orada yetişti. Daha sonra Bağdat'a gel­di. Bağdat'taki hastahaneye başhekim oldu. Tarihçiler ölüm tarihi hakkında hicri 311 İle 320 tarihleri arasında değişik rakamlar vermektedirler. Hipokrat ve Calinus'un tıp konu­sunda yazmış olduğu eserleri şerhetmiştir. Kimya ilmine dair eserler telif etmiştir. Tarihçi­ler, Râzî'nin, küçüklü büyüklü iki yüz elliye ulaşan eserlerinin isimlerini sıralamaktadırlar.. Müellif İbn Kayyim'in de nakiller yaptığı el-Çâmiu'l-Kebîr'i; el-Câmiu'l-Hâsır li-Sanâatı't-Tıb'ı vardır. Bu son eser. avnı zamanda Kitâbu 't-Hâvî olarak da tanınmaktadır ki, Râzî'~ nin en büyük kitaplarından olup, Batı

dillerine de tercüme edilmiştir. Bk: îbn Cülcül, Ta-bakat 77-80; Dr. Ali Abdullah ed-Deffâ, A 'tâmu'l-Arab ve'l-Müslimînfi't-Tıb, 83-104; İs­lâm Ansiklopedisi, 9/642-647; Doç. Dr. Mehmet Bayraktar, İslâm'da Bilim ve Teknoloji' Tarihi, s.209-210, Ankara, 1985; Siyeru A'lümu'n-Nubelâ, 9/232; Uyûnu't-Enbâ, İ/309, 321; Şezerâtu'z-Zeheb, 2/263; Vefeyâtu'l-A'yân, 2/103, 104.

[388] Bu iki beyit Urve b. Uzeyne'nindir. eş-Şi'r ve's-Şuarât 580; Zehru't-Âdâb, 1/167; Vefeyâtu'l-Âyan, 2/394.

[389] Buharı, 59/10.                                                                         

[390] Hadisi Hâkim, Müstedrek'îe (4/200) rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiş, Hafız Ze-hebî de ona katılmıştır. Hadis,her ikisinin dediği gibi sahihtir. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-BârVde (10/144), hadisin senedinin güçlü olduğunu söylemiştir. Ziya el Makdisî, Muhtâ-re'de rivayet etmiştir. Ayrıca Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (5/94) hadisin Taberanî ta­rafından rivyet edildiğini ve râvilerinin sika olduğunu söylemiştir.

[391] İbn Mâce, 3475. Bûsırî, tbn Mâce'ye olan Zevâid'ınde; hadisin isnadı sahih, râvileri de sika demiştir.

[392] Hadis, Müsned'de bulunmamakla beraber,  Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'dt (5/94), Ta­beranî ve Bezzâr'dan rivayet etmiştir. RâvİIeri arasında İsmail b. Müslim vardır ki metruk bir râvidir.

[393] Hadis îbn Mâce'de (3469) bulunmaktadır. Yalnız, senedinde zayıf râvilerden Musa b. Ubey-de vardır. Fakat Müslim, Sahih'mde Câbir'den (r.a.) şunları rivayet etmiştir: Allah Rasû­lü {s.a.) bir gün Ümmü's-Sâib veya Ümmü'İ-Müseyyeb'in yanına geldi ve: "Ey Ümmü's-Sâib (veya Ümmü'l-Müseyyeb) (niçin) titriyorsun?" diye sordu. Kadın: "Allah bereketini

vermesin hummanın!" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a,): "Hummaya söğnu ma, körüğün demirdeki pası giderdiği gibi insanoğlunun hatalarını giderir." u"

[394] Makâsid'da şöyle deniliyor: Bu hadisi Kudaî, Müsned'inde İbn Mes'ûd'dan (r.a.) merfû olarak şu lâfızlarla rivayet etmektedir: "Bir gece hummaya tutulmak, günahla geçirilmiş bir senenin hatalarına keffarettir." Aynca İbn Ebİ'd-Dünyâ'nın,.Ebu'd-Derdâ'dan (r.a.) mevkuf olarak rivayet ettiği: "Bir gece hummaya tutulmak bir senenin (içinde işlenen gü­nahların) keffaretidir." hadisi de buna şahiddir. Yine aynı hadisi Temmâm, Fevâid'inde Ebu Hureyre'den {r.a.) merfû olarak rivayet etmektedir.

[395] Hadis sahihtir. Ahmed b. Hanbel, 2/176; İbn Mâce, 3377. Sahih isnadla Abdullah b. Amr b. eİ-Âs'tan rivayet etmişlerdir. Hâkim (4/146) sahihtir demiş, Zehebî de ona katılmıştır. Ayrıca hadisi Ahmed b. Hanbel (2/35) ve Tirmizî (1863) İbn Ömer'den, yine Ahmed b. Hanbel, (5/171) Ebu Zer'den rivayet etmişlerdir.

[396] Hadisi Tirmizî (2085) ve Ahmed b. Hanbel, (5281), Sevbân'dan (r.a.) rivayet etmişlerdir. Müellifin dediği gibi Râfi' b. Hadîc'den rivayet edilmemiştir. Senedinde meçhul bir ravı

[397] Buhran: Yunan asıllı bir kelime olup İslâm tıbbmda; hastada, keskin (hadde) humma es-nasında meydana gelen bir değişmedir ki, peşinden birden ter boşanır ve süratli bir şekilde  ateşte düşme görülür. Bk. Mucemu'l-Vasît, 1/40; Tehânevî, Keşşaf, 1/118.

[398] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/265-273.

[399] Buharı, 76/4; Müslim, 2217.

[400] Macun: Yoğurularak ve karıştırılarak meydana getirilen mürekkep ilaçlara denir. Bk, Te-hanevî, Keşşaf, 2/1071.

[401] Gözlerinden alınan kültürde difteri basili görülen bir Amerikalı doktorun gözlerine her gün bal sürerek onları mikropsuz hale getirdiği söylenmektedir. Bk. Müjgan Üçer, "İbn Sina'nın el-Kanun'unda Bal ve Kına İle Yapılan İlaçlar Üzerine" Uluslararası İbn Sina Sempozyumu. (Ankara, 1984.) sh. 328.

[402] İslâm tıbbmda bal ve bal karışımıyla, içilmek üzere hazırlanan şuruplar, sıvı olarak içer­den ve dışardan kullanılan preparatlar, haplar, macunlar, merhem ve lapalar halinde bir çok ilaç terkipleri verilmiş ve bunların hangi hastalıklara şifa olduğu da açıklanmıştır. Bu hususta, 1985 yılında yapılan Uluslararası İbn Sina Sempozyumu Bildirileri içerisinde, Muj-gan Üçer'in (s.323-324) bir makalesi vardır (Ankara, 1984.).

[403] İbn Mâce, 3450. Senedinde Zübeyr b. Saîd el-Hâşimî vardır ki, hadisleri leyyin olan bir râvidir. Abdurrahman b. Salim ise meçhul bir râvi olup Ebu Hureyre'den hadis işitmemıştır.

[404] İbn Mâce, 3452; Hâkim, 4/200. Ebu tshak, Ebu'I-Ahvas ve İbn Abbas kanalıyla rivayet edilmiştir. Hâkim hadise sahihtir demiş, Zehebî de ona katılmıştır. Hadis, Hâkim ye Ze-hebî'nin dediği gibi sahihtir. Ancak, sika olan bir râvi hadisi İbn Mes'ûd'dan mevkuf ola­rak rivayet etmiştir. Ayrıca Beyhakî de Delâilü 'n-Nübüvve'sinde hadisi mevkuf olarak ri­vayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir.

[405] Nahl, 16/69.

[406] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/273-277.

[407] Buharı, 60/50; Müslim, 2218. Vebadan korunma konusunda şu âna kadar uyulan kural budur. Bir bölgede veba görüldüğünde, çevresi karantinaya alınır, doktor ve yardımcıları dışında kimsenin giriş-çıkışına izin verilmez. Böylelikle, hastalığın başka yerlerde yayıl­ması engellenmiş olur.

[408] Buharı, 76/30; Müslim, 1961.      

[409] Taun ve vebanın en önemli özelliği, bulaşıcı bir hastalık olmasıdır. Bu sebeple bulaşıcı özelliği olan her hastalığa veba denmiş, çoğunlukla da taun ile aynı mânada kullanılmış­tır. Bk. Mucemu'l-Vasit, 558, 1QO7; Tehanevî, Keşşaf, 2/1440.

[410] Ahmed b. Hanbel, 6/145, 255. Hadisin senedi hasendir. Yalnız "Yumuşak yerlerde ve koltuk altında çıkar." ilâvesi Müsned'ûz yoktur. Elimizdeki Tıbbu'n-Nebî tahkiklerinin hiçbirinde buna işaret edilmemiştir. Hadisin tamamı şöyledir: Hz. Âişe'den (r. anha) riva­yete göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: "Ümmetimin yok oluşu ancak savaş ve taun­ladır." Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü; savaşla helak olmayı anlıyoruz ama bu taun da nedir?" Allah Rasûlü (s.a.): "Deve vebası salgını gibi bir salgındır ki (taunun zuhur ettiği yerden aynlmaytp da ölen kişi) şehid gibi sevab alır. O yerden kaçanın cezası İse savaştan kaçan kişininki gibidir." diye cevap verdi.

lirir. Kırmızı ve sarı olanı tehlikeden en salim olanıdır. Siyah renge kaçan şi-şikten ise kimse ölmemiştir.

[411] Buharı, 60/54; Müslim, 2218. Üsâme b. Zeyd'den rivayet edilmiştir.

[412] Ahmed b. Hanbel, 4/395, 413, 417; Taberanî, Mucemu's-Sağîr, s. 71. Senedi sahî Hâkim hadise sahihtir demiş (1/50), Zehebî de ona katılmıştır.

[413] Mirretüssevdâ: Mirre, lügatta kuvvet ve şiddet mânasına gelen bir kelimedir. Tıpta ;se, kuvvetli olmasından safraya, şiddetli olmasından da sevdaya isim olmuştur ki her iki du­rumda da safra ve sevda gayn tabii durumda olup, mirretüssafrâ denildiğinde ince bal­gam karışmış olan safra, mirretüssevdâ denildiğinde de yanık sevda anlaşılır. Özet olarak bedende mevcut olan ahlattan (hümörlerden) bir hiltın ismidir. Bk. Mücemu'I-Vasît, 862; Tehanevî, Keşşaf, 2/1328.

[414] Hipokrat (Bokrat veya Abokrat) Öl. m.ö: 357. Halep'te doğdu. Tıp sahasında konuşmuş, risale ve kitaplar yazmıştır. Kitabu't-Fusûl, Kitabu Takdimeti'l- Ma'rife, Kitabu Tabiaii'l-tnsan, Kitabu Emradi'l-Hidde, Kitâbü'l-Ahlat... vs. onun Arapçaya terceme edilmiş Önemli kitapları arasındadır. Çok faziletli, ibadet ehli ve Allah rızası için hastalıkları tedavi eden biriydi. Çok yerleri gezmiş ve birçok talebe yetiştirmiştir. Onun eserlerinin çoğunu Cali-nos şerhetmiştir. Calinos, yazmış olduğu bir eserinde Hipokrat hakkında şunları söyle­miştir: "Hipokrat'm ilmini öğrenmek isteyen kişi fazilete rağbet etmede ve kötülükten ka­çınmada onun yolunu takib etsin." Bk. İbn Cülcül, Tabakat, İ6-20.

[415] Muhammed b. Hasan, el-Âsâr, s. 151; Taberanî, Mucemu's-Sağîr, s. 20; Ebu Nuaym, Tarih-i Isbahan, 1/121. Ebu Hanife—Atâ—Ebu Hureyre senediyle merfû olarak: "Necm doğduğunda her beldeden hastalık kalkar." şeklinde rivayet edilmiştir. Senedi sahihtir.Necm, Süreyya yıldızı demektir. Câmiu'l-Mesântd'de (2/14) aynı senedle: "Mahsuller Sü­reyya yıldızı doğana kadar (daha ağaç üzerinde tomurcuklanmadan) satılmaz." metniyle .    rivayet edilmiştir. Şafiî (et-Umm, 2/167) ve Ahmed b. Hanbel (5012, 5135)'de ise Abdul-..■    lah b. Ömer'den: "Rasûlullah (s.a.) hastalık kalkana kadar mahsul ağaçta iken satışından nehyetmiştir." şeklinde rivayet edilmiştir ki, hadisin râvisi Osman b. Abdillah b. Sürâka, ?    tbn Ömer'e bunun zamanını sorduğunda, İbn ömer: "Süreyya yıldızının doğduğu zaman-•5    dır." demiştir. Buharî'de ise (34/85) Ebu'z-Zinâd'ın rivayetine göre Süreyya yıldızı doğa-*    na kadar ve sarılan kırmızılarından ayırd edilene kadar arazisininin mahsullerini satmadı-,     ğı Hârice b. Zeyd tarafından nakledilmiştir. Aynı hadis Muvatta'da (2/619): "Süreyya yıldızı doğana kadar mahsûlünü satmazdı." lafzıyla nakledilmiştir ki, bu deliller hadis-i şerifin, metinde biraz sonra gelecek olan üçüncü şekildeki yorumunu teyid etmektedir.

[416] Rahman, 54/6.

[417] Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed «Jemjmî (v. 360/970), Filistinli olup Mısır'da Fa­tımî veziri İbn Killîs'ın özel doktorudur. Mineraller, taşlar ve madenler hakkında kendin­den sonra gelenlerin başvuru kitabı olarak kullandıkları Kitabu'l-Mürşid'i yazmıştır. Kitabu 'l-îtimâd'fi'l-Edviye adlı kitabı latinceye terceme edilmiştir. Bk. Brockelmann, GAL, 1/272-273. Seyyid Hüseyin Nasr, islâm ve İlim, s. 53, 179, 187.

[418] îbn Kuteybe ed-Dineverî, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe (214-276). Bağ-dat'da doğdu. Nahiv ve lügat bilginidir. Hadis, tefsir ve tarihçiliği yanısıra astroloji saha­sında da meşhur olmuştur. Yukarıda isimlerini saydığımız ilimlerle ilgili bir çok eser yaz­mıştır. Kitabu'l-Maârif, Müşkilu'l-Kur'an ve'l-Hadis, Kitabu'l-Hayl, Kitabu'l-Envâr, Uyûnu'I-Ahbâr ve Kitabu'l-Enva' bunların en meşhurlarıdır. Altmış yaşında

Bağdat'ta ölmüştür. Bk. İbn Kesîr, Bidâye, 11/48; Zehebî, eİ-İber, 1/397, Doç. Dr. Mehmet Bay­raktar, İslâm'da Bilim ve Teknoloji Tarihi, s. 202; İslâm Ansiklopedisi, 5/762.

[419] Keymus: Aslı yunanca olan bu kelime, tıpta hazmın dört safhasının ikinci kısmı olan ci­ğerlerde meydana gelen şekline verilen addır. Hazm ise, alman gıdanın, vücuttaki tabiî sıcaklık vasıtasıyla pişerek, tavırdan tavıra geçip bilfiil bedenin bir uzvu olmasıdır. Hazm, dört safhada meydana gelir. İlk defa ağıza alınan gıda çiğnenmiş lokma haline gelir ve mideye ulaştığında orada asıl hazım başlar ve Keylus safhası meydana gelmiş olur. Bu keylus karaciğere geçer orada ikinci hazım başlar. Burada keylusun bir kısmı kan, bir kısmı saf­ra, bir kısmı balgam ve bir kısmı da koyu sıvı olur. Arta kalan lüzumsuz maddelerin bir kısmı böbreklere geçerek idrar olur. Diğer bir kısmı bağırsaklara geçerek safra ile çıkar. İşte bu .ciğerlerdeki safhada gıda, keymus adını alır. Üçüncü hazım ise ince kan damarla­rında meydana gelir. Dördüncü hazım da uzuvlarda mevcud maddelerin içinde o madde­lere tamamıyla benzemek için olur. Bu ince hazımların fazlaları gizli bir çözülme geçirir­ler. Artıklar, buhar olup menfezlerden, terle kirlenerek burun ve kulaktan, cerahatle. Saç ve kıllara geçerek, onlarla birlikte düşerek, çıkarlar. Daha geniş bilgi için bak: îbn Hal­dun, Mukaddime, 415; Tehânevî, Keşşaf, 1/1098, 1537; Dr. Âkil Muhtar Özden, İbn Si­na Tıbbına Bir Bakış, s. S; Mucemu'l-Vasît, 808.

[420] Ebu Davud, 3923; Ahmed b. Hanbel, 3/451. Senedinde meçhul bir râvi vardır.

[421] Buharı, 76/30; Müslim, 2219.

[422] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/277-285.

[423] Buharı, 4/66, 24/68, 56/156, 76/6, 86/17; Müslim, 1671; Ebu Davud, 4364; Nesâî, 7/93-94, 98; Tirmizî, 2114; İbn Mâce, 2578; Ahmed b. Hanbel, 3/107, 161, 177, 198, 205, 287, 290, 370.

[424] Müeilifin Müslim'den naklettiği bu ilâve Müslim'de yoktur. Nesâî'de ise sadece: "Renk­leri sararana ve karınları şişene kadar" ziyadesi vardır.

[425] istiskâ (la Hydropisie, Dropsy): Uzuvların arasına girip, uzuvlarla bulikte gelişen soğuk (barid) garib bir hümörün meydana getirdiği hastalıktır. Üç türü vardır: a) Lahmî: Zahir uzuvlarda belirir, tüm vücudu sarar. Kan yoluyla toplanan su bütün vücuda, kasların ara­larına girer ve görünüşte kişiyi şişman gibi gösterir, b) Tabiî Karın boşluğunda kuru ola­rak bulunan gaz hümörii (rîhî madde) dür. Bununla birlikte bu bölgede az rutubetli gaz da bulunur, c) Zakî: Vücutta gıda ve ahlatın (hümörlerin) hazım safhalarından geçirildiği mide, ciğer ve bağırsaklar gibi boş bölgelerden başka, ağızdan ses tellerinin bulunduğu bölgelere kadar olan boşlukta meydana gelen su toplanmalarına verilen addır. Bk. Tehâ-nevî. Keşşaf, 1/726.

[426] Ebu Davud sârini Hattabî, müellifin aksine bu hadisten şu hükmü çıkarmıştır: "Hadis-i şerif zaruret esnasında, haram kılınmış bir şeyle tedavi olmanın mubah olduğuna delildir. Çünkü ister eti yenen hayvan olsun, ister eti yenmeyen hayvan olsun her türlü sidik necis-tir." Hattabî, Ebu Davud Şerhi, 4/532.

[427] İbn Teymiye, Siyâsetü's-Şer'iyye, 69-75. Bu hususta da mezhepler arasında bir hayli ihti­lâf mevcuttur. Burada bunun tafsilatına girmek konu dışında kalacağından sadece İbn Rüşd'ün el-Bidâye adlı eserinin cinayetler bahsine (2/330-357) atıfta t j) ınmakla yetiniyoruz.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/285-288.

[428] Buharı, 56/85; Müslim, 1790.

[429] Berdî (Papirüs): Kamış gibi suda yetişen bir bitki olup bir metre ve biraz fazla boyu Va dır. Çoğunlukla yukarı Nil'de yetişir. Eski Mısırlılar yazı yazmak için bu bitkiden sahif' ler yaparlardı. Hasır yapımında da kullanılmıştır. Bk. Mucemu'I-Vasît, 48.

[430] Ekletülfem: Yara şeklinde görünen bir hastalıktır. Az bir zamanda bir çok yerde çıka Kokusu vardır. Nerede çıkarsa onun ismiyle anılır. Ağızda çıktığında da ekletülfem deni Bk. Tehânevî, Keşşaf, 1/87.

[431] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/288-289.

[432] Buharı, 76/3.

[433] îmtilâ: Bedende dört hümörden birisinin fazlalaşarak insanda hastalık meydana gelmesi­dir. Bazan hümörlerin keyfiyet bakımından değer kaybetmesine de bu isim verilir. Bk. Tehânevî, Keşşaf 2/1313.                                                                      

[434] Buharı, 76/17; Müslim, 2205.

[435] Daha önce geçti. Bk. Dipnot: I.

[436] İbn Mâce, 1/3479. Senedi, Cübâre ve Kesîr'den dolayı zayıf olmakla birlikte, Tirmizî'de J İbn Abbas (2053) ve İbn Mes'ûd (2052) kanalıyla gelen şahidleriyle birlikte hadis sahihtir.

[437] Tirmizî, 2053. Senedinde Abbâd b. Mansûr vardır ki, hıfzının yetersizliği ve hafızasının dağılmasından dolayı zayıf bir râvidir. Tirmizî bu hadise Abbâd'dan dolayı, hasen-garib demiştir. Hal tercemesi için bk. Ukaylî, Dua/â, 3/134-137.

[438] Buharı, 76/10; Müslim, 1202. 55.'Buharî, 76/13; Müslim, 1577.

[439] Hadis daha Önce geçti. Bk. dipnot 53.

[440] Bâslîk: Gövde damarıdır ki dirsek içinde olan üç damarın aşağısında olandır. Şayet bu da­mardan kan alınırsa gövdeye faydalıdır.

[441] Bâslîk: Gövde damarıdır ki dirsek içinde olan üç damarın aşağısında olandır. Şayet bu da­mardan kan alınırsa gövdeye faydalıdır.

[442] Şevsa: İnsanı rahatsız edecek derecede, karındaki bir gaz sebebiyle meydana gelen ağrıdır.

[443] fazlalığından veya bozulmasından veya her ikisinin de birleşmesinden meydana gelen hastalıklara faydalıdır.,

Ekhai: Baş ve gövde damarına verilen addır

[444] Kî/al: Kolda bir damara verilen addır.

[445] Vedec: Boyunda bulunan şah damarıdır.

[446] Kâhil: İki omuz arasındaki yağlı kısma verilen addır.

[447] Ahdâ: Boyun damarlarından bir damardır.

[448] Tİrmizî, Sünen, 2051, Şemail, 2/223; Ebu Davud, 3860; İbn Mâce, 3483; Ahmed b. Han-bel, 3/119, 192. İsnadı sahih olup Hâkim hadise sahihtir demiş, Zehebî de Hâkim'e katıl­mıştır.

[449] Hadisin Sahihayna isnad edilmesi bir yanılma eseri olsa gerektir. Zira bu hadis Sahihayn1-da mevcut değildir. Bir önceki dipnotta hadisin kaynaklan gösterilmiştir.

[450] Buharı, 76/14, 15. Abdullah b. Buhayne ve İbn Abbas'tan rivayet edilmiş olup Enes'den değildir.

[451] tbn Mâce, 3482. Râvilerinden Asbağ b. Nübâte et-Teymî, zayıf râvilerden olduğundan hadisin senedi zayıftır. Bk. Ukaylî, Dua/â, 1/129-130.

[452] Ebu Davud, 3863, Nesâî, 5/193,194.

[453] Kamahduve: Başm bitiminde, kafanın üstünde bulunan açık büyüklüğe denir. Bk. Mucemu'l'Vasît, 758.

[454] Nukratülkafa: Dimağın sonunda mevcut olan çukura denir. Bk. Mucemu'l-Vasît, 945.

[455] Bu hadisi Süyutî, Câmiu's-Sağtr'de, Taberânî,  İbnüssünnî ve Ebu   Nuam'a isnad etmiş ve zayıf olduğunu belirtmiştir. Hadisi Suheyb rivayet etmiştir.

[456] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (5/94), hadisi Suheyb'den Taberânî'nin rivayet ettiğini ve râvilerinin sika olduğunu söylemiştir.

[457] Safin = Sâk (diz ile ayak arasındaki kısım) içinde topuğa yakm büyük bir damar olup uy­luk damarına (verid-i fahzî) dahil olana kadar uzar. Bu damardan alman kana fasd-ı safin denir. Bk. Mucemu'l-Vasİt, 517.

[458] Fîl; Cildde ve cild altında, ayak ve dizde çıkan bir hastalıktır ki ufak bir göbek bu^ük ü-ğünde tümsek meydana getirir. Bk. Mucemu'l-Vasît, 709.

[459] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/289-295.

[460] Bk. Dipnot: 65.

[461] Bk. Dipnot: 65.

[462] İbn Mâce, 3486. Senedinde zayıf bir râvi olan Nehhâs b. Kahm vardır. Bununla birlikte, daha önce geçen İbn Abbas hadisi ile bundan sonra gelecek olan Ebu Hureyre hadisi (Ebu Davud, 3861) bu hadisin şahidleri arasındadır.

[463] Ebu Davud, 3861. Aynı senedle Beyhakî, (9/340) de rivayet etmiştir. Senedi hasendir.

[464] Hâkim, 4/409; Beyhakî, 9/340. Senedinde metruk bir râvi olan Süleyman b. Erkam vardır.

[465] Hadisi, İbn Mâce (3487-8) ve Hâkim (4/409) zayıf isnadlarla tahric etmişlerdir. Hafız îbn Hacer Askalanî, bu hususta gelen hadislerin tamamının zayıf senedlerle geldiğini söyle­mektedir. Bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, 10/122.

[466] Ebu Davud, 3862. İbn Hacer, Ebu Davud'un bu rivayetini hiçbir değerlendirme yapma­dan Fethu'l-Bâri' de (10/122) nakletmiştir.

[467] Buharı, 76/11.

[468] Şeddâd b. Evs'ten, Şafiî, et-Ümm, 1/257; Ebu Davud, 2369; Dârimî, 2/14; Abdürrezzâk , 7520; İbn Mâce, 1681; Hâkim, 1/428; Tahâvî, 349; Beyhakî, 4/265 rivayet etmiş olup is­nadı sahihtir. Diğer imamlar da hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda Râfİ' b. Hadîc'den, Abdürrezzâk, 7528; Tirmizî, 774; Beyhakî, 4/265, İbn Hibbân, 902; Hâ­kim, 1/428; İbn Huzeyme, 1964; bir hadis rivayet edilmiştir ki, bu hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir. Sevbân'dan, Ebu Davud, 2367; îbn Mâce, 1680; Dârimî, 2/14-15; Tahavî, 349; İbn Cârûd, 198; Abdürrezzâk, 7522; İbn Huzeyme, 1962, 1963; İbn Hibbân, 899; Hâkim, 1/427; Buharı, 30/32; bir hadîs rivayet etmişlerdir ve Ali b. el-Medİnî ile Nevevî, hadisin sahih olduğu söylemişlerdir.

[469] "Hacamat yapan da, yaptıran da orucunu bozmuştur." rivayeti ile veda haccındaki: "Al­lah Rasûlü (s.a.) ihramlı ve oruçlu iken hacamat yaptırdı." hadis-İ şerifi Ebu Davud'un (2374): "Rasülullah oruçluya hacamatı ve sahura kalkmadan devamlı orucu ashabına ebedî olarak yasaklamamıştır." rivayeti ile nesh edilmiştir. Bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bârt, 4/144; Zeylâî, Nasbu'r-Râye, 2/472; İbn Hacer, Telhîsü'l-Habîr, 2/191-194; Tehanevî, İ'tâü's-Sünen, 9/114-116.

[470] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/295-300.

[471] Müslim, 2207; Ebu Davud, 3864; İbn Mâce, 3493.

[472] Müslim, 2208; Ahmed b. Hanbel, 3/386; Ebu Davud, 3866; tbn Mâce, 3494.

[473] Mişkas: Ok gibi ince ve uzun bîr demir parçası demektir.

[474] Abdürrezzak, Musanmf, 19517; Tahavî, Şerhu Maâni'i-Âsâr, 2/385. İbn Mes'ud'dan (r.a.) rivayet edilen bu hadisin tamamı şöyledir: Bir grup, Allah Rasûlü'nün (s.a.) huzuruna gel­diler ve şöyle sordular: Ey Allah'ın Rasûlü! Bir arkadaşımız hastalandı. Onu dağlayabilir nıiyiz? Allah Rasûlü (s.a.) bîr müddet sükût ettikten sonra şöyle buyurdu: "Dilerseniz dağ laym! Dilerseniz yaraya kızdırılmış taş koyarak tedavi edin!" Yalnız bu hadis-i şerif, zahi­ri emir, bâtını nehiy olan bir tehdİd şeklinde anlaşılmıştır. Nitekim bu tür ifadeler: "İste­diğiniz yapın" , "İnsanlardan gücünün yettiğini ürküt" âyetlerinde de bu mânada kulla­nılmıştır.                                                                                                        

[475] Buharı, 76/26.                                                                                            

[476] Şevket: Yüzde ve vücudun muhtelif yerlerinde hastalık olarak çıkan kızıllık.       

[477] Tirmizî, 2050; Tahavî, 2/385. Râvileri sikadır. Tirmizî, hadise, hasen-garîb demişni

[478] Bk. Dipnot: 48 ve 50.

[479] Tirmizî, 2049; Ebu Davud, 3865; İbn Mâce, 3490.

[480] Nâsûr: Fistül, ülser, sinüs de denilen bir hastalık olup, vücut dokularında, dar, açık kanal şeklinde uzayan yaralara denir. Daha çok, göz pınarında, makat havalisinde ve diş etlerinde meydana gelir. Sürekli çıkan bir yaradır. Biri kurur, diğeri çıkar. Bundan dolayı da tedavisi mümkün olmayan hastalıklardan kabul edilir. Bk. Mucemu'l-Vasît, 917..

[481] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/300-301.

[482] Hattabî'nin Ebu Davud Şerhi, 4/197, 199.

[483] Buharı, 76/42; Müslim, 220.

[484] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/302.

[485] Buharî, 75/6; Müslim, 2265.

[486] Ahmed b. Hanbel, 4/170-172. Ya'Iâ b. Mürre'nin Allah Rasûlü'nden (s.a.) rivayetine gö­re, kadının biri, kendisinde hafif bir delilik olan çocuğunu Allah Rasûlü'nün (s.a.) huzu­runa götürür. Rasûlullah (s.a.) da: "Çık, ey Allah'ın düşmanı! Ben Allah'ın Rasûlüyüm!" diye çocuğa okur. Çocuk İyileşince kadın, Allah Rasûiü'ne iki koç, biraz keş, biraz da tereyağı verir. Allah Rasûlü de hadisin râvisi olan Ya'lâ'ya: "Ey Ya'lâ; bu keş ve yağı al! İki koçtan birini al, diğerini de kadına iade et!" diye buyurmuştur. Hadisin râvileri sikadır. Bu konuda ayrıca Osman b. Ebi'l-Âs'dan tbn Mâce'de (3548); Câbir'den de Dâ-rimî'nin Sünen'lnde (1/10) birer hadis vardır.

[487] Mü'minûn, 23/115.

[488] Bakara, 2/255.

[489] Muavvizeteyn; Kur'an-ı Kerim'in en sonunda yer alan son iki s addır ki, Felak (113/1-5) ve Nas (114/1-6) sûreleridir. Şayet m sûreye İhlâs ( 112/1-4) süresi de dahil olmuş olur.

[490] Südde: Pıhtılaşmış kan veya bakteri kütlesi veya diğer garip bir cisimdir ki kan menfezle­rini tıkar. Bk. (Mucemu'l-Vasît, 423). Yapışkanlık (lüzucet) ve katılık özelliğine sahip İnce damarlarda ve mecralarda meydana gelip gıda ve fuzuli maddelerin uzuvlara geçme­sine mâni olan bir maddedir. (Tehanevî, Keşşaf, 1/640).               

[491] Sara (Epi/epsy): Sinir sisteminde meydana gelen bir hastalık olup, bu esnada kendinden geçme ile adalelerde bir büzülme, titreme meydana gelir. (Ek. Mucemu'l-Vasît, 513). Di­mağda, tam olmayan bir südde sebebiyle meydana gelen bir hastalık olup, nefsanî ruhun nüfuzuna mâni olarak bütün sinirleri titretmesi ve başlangıcını tıkaması sebebiyle; his,

hareket ve ayakta durmağa mâni olur. Çocuklarda olursa bu hastalığa "ümmü sibyan" denir. Tam olmayan bir südde denilmesi, tam olduğunda sekte meydana getirdiğindendir. Sara; süddenin balgamı ve sevdavî olmasına göre, "balgam sarası", "sevda sarası" adla­rını alır. (Tehanevî, Keşşaf, 1/833).

[492] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/302-307.

[493] İbn Mâce, 3463. Râvileri sikadır. Zevâttf de Bûsırî, hadisin isnadının sahih olduğunu söy­lemiştir.                                                                                     

[494] Tehanevî, Keşşaf, 1/1011.                                                           

[495] Nesâ: Kalça sinirlerindendir. Kalçadan ayak topuğuna kadar uzanır. Bk^Mncemu'l-Vasît, 920.

[496] Veter: Diz arkasındaki çukurdan başlayarak ökçe üzerine kadar uzanan iki sinir damar­larına verilen müşterek addır. Bk. Mucemu'l-Vasit, 1010.

[497] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/307-309.

[498] Şübrüm: Sütleğengiller familyasından, bir zira' boyunda çok boğumlu bir bitki olup halk arasında boğumluca da denir. Ufacık yaprağı, kırmızı çiçeği ve mercimek gibi beyazımsı ve sarımtırak tohumu olur. Tİrmizî şârihi Mübarekfurî, müshilin bu ağacın köklerinin kabuğundan yapıldığını ve çok sert olduğu için doktorların tavsiye etmediklerini söylü­yor. Bk. Tirmizî Tercemesi, Osman Zeki Moliamehmetoğlu, 34/62.

[499] Senâı Baklagiller familyasından iç sürdürücü (ishal yapıcı) bir otun adıdır. Müshil bu otun meyve ve yapraklarının karışımından meydana gelir. En İyise senâ-i melekîdir ki, dilimizde buna "sinameki" denir. A.g.e., 3/462.

[500] Tirmizî, 2081; İbn Mâce, 3461; Ahmed b. Hanbel, 6/369; Hâkim, 4/200-201. Senedinde meçhul bir râvi olmakla birlikte bundan sonra gelecek olan hadisle kuvvetlenmiş oluyor.

[501] İbn Mâce, 3457. Hadisin râvisi İbrahim b. Ebî Able, sennût'u izahı aşağıda gelecek olan, şibit mânasına tefsir etmiş, diğerleri ise bir şiirde de geçtiği üzere sennût'u, tereyağı tulu­munda bulunan bal demektir demişlerdir. Câmiu's-Sağîr şârihi Azizî (3/326) bunlara te­reyağı kaymağı, kimyon, kimyon-ı kirmanı ve kuru hurma mânalarını da eklemiştir. Mucemu'l-Vasît'ta ise (s. 453), sennût ve sunnût; kimyon olarak'tefsir edilmiştir. Nite­kim müellif, ileride bu kelimenin geniş izahım yapacaktır. Hâkirrt'in (4/201) rivayetinde ise, senedde zayıf râvilerden Amr b. Bekr es-Seksekî vardır. Hafi? İbn Hacer, Tehzîb'de demiştir ki: '*Bu râvinin hadisini aynı lâfızla Şeddâd b. Abdurrahmşn el-Ensarî rivayet

.   etmiştir." Ayrıca yukarıdaki hadis de mâna olarak bu hadise şahid BîHıadistir.

[502] el-Yetû: Sütleğengiller familyasından olan akıcı.(ve bol) süt ihtiva eden her bitkiyi içine alır. Bir çok çeşidi vardır ki, şubrum lâiye, hilbâb, mâhûtâne ve ferbiyun bunlardan bir­kaçıdır. (Bk. Mucetnu'I-Vasît, 1062).

[503] İbn el-Arabî, Ebu Abdillah Muhammed b. Zİyad el-Kûfî, (152/232-770/848) lügat bil-ginlerindendir. Edebiyatı Ebu Muâviye ed-Darîr ve Mufaddal ed-Dabbî'den aldı. Ondan da ibn Sİkkît, Ebu'l-Abbas Sâleb ve diğerleri aldı. Arap kelamı ve lügatında reis idi. Bir­çok kitapları vardır. Kitâbu'n-Nevâdir, Kitâbu'l-Envâ, Kitâbu'n-Nebât ve Kitâbu Sıfatı'l-Hayl ve'n-Nahl ve'z-Zer1 ve diğerleri, Halife Vasik b. el-Mutasim zamanında vefat et­miştir. Bk. Seâlîbî, Kitâbu Fıkhu'l-Luga mukaddimesi, s.13.   

[504] Şebet veya Şibit: Çadır yapımında kullanılan yeşil otlu bitkiler famjlyasındandır. Yap­rakları ve tohumu yemek yapımında güzeLkoku vermesi için kuüanıhx^(Maeemu'l-Vastt, 470).

[505] Tirmizî, 2047, 2048. Hadis hasen-garîbtir. Senedinde zayıf râvilerden Abbâd b. Mansûr vardır.

[506] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/309-312.

[507] Buharı, 56/91; Müslim, 2076.

[508] Sahihtir. Buharı, 73/2; Müslim, 1961(7), 1963, 1965.

[509] Ahzâb, 33/50.                                                                     

[510] Arâyâ: Âriye kelimesinin çoğuludur. Bu, sahibinin bir fakire bir sene içinde mevyesin-den faydalanması için vermiş olduğu hurma ağacıdır. Bir zaruret onu>mghsulü daha ol­gunlaşmadan, hurma olarak almağa zorlar ki böyle bir durumda (alınan) fazlalık faiz olmaz.

[511] Nesâî, 8/161; Tirmizî, 1720: Abdürrezzâk, Musannef, 19930. Tirmizî, bu hadisi aynı za­manda; Ömer, Ali, Ukbe b. Âmir, enes, Huzeyfe, Ütnmü Hâni, Abdullah b. Amr, tm-ran b. Husayn, Abdullah b. Zübeyr, Câbir, Ebu Reyhan, İbn Ömer ve Vasile b. Eska'-dan rivayet etmiş olup metinde geçen Ebu Mus,a hadisi için; hasen-sahih demiştir. Diğer rivayetlerin değerlendirmesi hakkında bk. Zeylâî, Nasbu'r-Raye, 4/222-225.

[512] Buharı, 77/25.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/312-316.

[513] Kust-ı Bahrî: Topalak denilen ottur. Hindistan'dan getirilip buhur ve ilaç yapılan havlanj denilen ağaçtır. (Mucemu'l-Vasît, 734). Nitekim hadis-i şerifin Ahmed b. Hanbel tara­fından yapılan rivayetinde "kust-ı bahri" yerine "ûd-i hindî" tabiri geçmektedir. Türk-i çede "öd ağacı" da denilen bu ağaç yanarken etrafa güzel bir koku yayar. {Kamus-t Türkî\ 193).                                                                                                                 

[514] Tirmizî, 2079; Ahmed b. Hanbel, 4/369; Hâkim, 4/202. Senedinde zayıf râvilerden Meyj mun Ebu Abdullah el-Basrî vardır. Tirmizî hadise; "hasen-garib-sahih" demiştir.    

[515] Tehanevî, Keşşâfu Istttahati't-Fünûn'undu, ibn Sina'ya göre bunların aynı mânada kul­lanıldığını belirttikten sonra Semerkandî ve Aksarâyî'den aralarındaki farkı şöyîe nak­letmektedir (1/524): "Birsam; ciğer ile mide arasında olan zarda (hicab) meydana gelen "verem = iltihaplanma"dır. Savsa; arka kaburga kemiklerinde meydana gelen iltihaplan­madır. Zâtülcenb; hakiki olanı, kaburga kemiklerinin iç zarında (gişâ) meydana gelen iltihaplanmadır."

[516] Ebu Sehl îsâ b. Yahya el-Cürcânî, Tabip ve filozoftur. Hicrî 390 yılında kırk yaşında iken vefat etmiştir. (Uyûnu't-Enbâ, 327-328; Fuad Sezgin, GAS, 3/326-327).

[517] Metinde "ledde" olarak geçen bu kelime, hastaya ağzının bir yanından huni şeklinde bir şeyie ilaç vermek mânasına gelir.

[518] Hadisi İbn Sa'd (2/235), zayıf râviler kanalıylla Vâkıdî'den aktarmıştır. Bir benzerini Abdürrezzak, Musannef 'inde (9754) Esma bt. Umeys'den sahih bir isnadla nakletmiş, Hâkim (4/202) hadise sahihtir demiş, Zehebî de ona katılmıştır. Hafız İbn Hacer de ha­disi Abdürrezzak'tan nakletmiş ve hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir. (Fethu'l-Bârî, 8/121} Ayrıca Buharı (64/83), Âişe hadisini râvi Yahya'nın şu ilâvesiyle nakletmiş­tir: "Rasûlullah'ın (s.a.) hastalığı esnasında (kendisi baygın bulunuyorken) ağızından ilaç vermiştik. O da bize, "İlaç vermeyiniz!" diye işaret etmeye başlamıştı. Biz (bu hareketi genellikle) hasta, ilaçtan hoşlanmadığı için yapar, diyerek (ilaç vermeye devam ettik.) Fakat Allah Rasûlü (s.a.) ayılınca, "Ben sizi, ilaç vermemeniz için uyarmadım mı?" diye bizi azarladı. Biz yine; "Hasta ilaçtan hoşlanmadığı için azarlar." dedik. Bunun üzerine Ra-sûlullah (s.a.): "Evde bulunan herkes bu ilaçtan (ceza olarak) alacaktır. İşte ben de bakı­yorum. Yalnız Abbas hariç, çünkü (siz bana ilaç verirken) o yanınızda değildi." buyur­du. Buharı bu hadisi, İbn Ebi'z-Zinâd—Hişâm—babası (Urve)—Âişe senediyle Rasûlul-lah'tan (s.a.) rivayet etmiştir. Hafız İbn Hacer (Fethu'l-Bârî, 8/120) diyor ki: Bu hadisi Muhammed b. Sa'd, aynı isnadla muttasıl olarak şu lâfızlarla rivayet etmiştir: Rasûlul­lah'ın (s.a.) böğrü acıyordu. Ağrı çoğalınca bayıldı. Bunun üzerine biz ağızından ilaç ver­dik. Ayıldığında, Habeşistan'a işaret ederek şöyle buyurdu: "Bu şuradan gelen kadınla­rın işidir. Şayet siz Allah'ın bana Zâtülcenb hastalığını musallat kıldığını zannediyorsa­nız (yanılıyorsunuz. Çünkü) Allah, o hastalığa, bana bulaşması İçin bir güç vermemiştir. Evin içinde bu ilaçtan içmeyen kimse kalmasın!" Bunun üzerine evde ilaç İçmeyen kimse kalmadı. Meymüne'ye de oruçlu olduğu halde ilaç verdik.

[519] Buharı, 76/21; Müslim, 2213.

[520] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/316-320.

[521] Suda= Migraine: Baş ağrısı. Tehanevf, Keşşaf, 2/833.

[522] Şakîka= (Keşşaf, 2/833} yarım başağnsı. Tehanevî, Keşşaf, 1/766.

[523] İbn Mâce'nin (3502) rivayeti şöyledir: Rasûlullah'ın (s.a.) azadli cariyelerinden Ümmü Râfi' Selmâ'dan yapılan bu rivayette şöyle denilmiştir: "Rasûlullah'ta (s.a.) herhangi bir çıban veya sivilce çıktığında veya O'na bir diken battığında, o yerin üzerine hemen kma (otu) koyardı." Bu, aynı zamanda Ebu Davud'un (3858) ve Ahmed b. Hanbel'in (6/462) rivayetidir ki, senedinde leyyİn bir râvi olan Ubeydullah b. Ali b. Ebî Râfi' vardır. Hey-semî'nin, Mecmau'z-Zevâid'de (5/95), Bezzâr'dan rivayet edilen Ebu Hureyre hadisi şöy­ledir: "Rasûlullah'a (s.a.) vahy indiğinde başağrısına tutulurdu. Bundan dolayı da başı­nı kına otu ile kaplardı." Heysemî der ki: "Senedinde bazan sika kabul edilen Ahvas b. Hakîm vardır. Ayrıca senedde birçok zayıf râviler vardır. Ebu Avn ise, bana göre meçhul bir râvidir."

[524] Beyda ve hûde'nin tarifi, sebepleri ve belirtileri hakkındaki ihtilâflar için bk. Tehanevî, Keşşaf, 1/125-126.

[525] Seder: Kişi ayağa kalkmak istediğinde gözlerinde beliren kararma. Çoğu kere kulakta hissedilen çınlama ve başta hissedilen bir yük ve ağırlığa bu isim verilir. Çoğunlukla da şuursuzluk belirir. Bu durumun şiddetlisi saraya benzer. Yalnız sarada görüldüğü gibi bir büzülme meydana gelmez. (Tehanevî, Keşşaf, 1/653).

[526] Buharî'de (75/16), Kasım b. Muhammed'den yapılan rivayette, Hz. Âişe (başı ağrıyın­ca): "Vay başım!" demişti. Rasûlullah da (s.a.): "Eğer sen ölür de ben sağ kalırsam se­nin için istiğfar ve dua ederim." dedi. Bunun üzerine Hz. Âİşe: "Vay başıma gelen musi­bete! Vallahi Öyle sanıyorum ki, sen benim ölümümü istiyorsun! Eğer ben ölürsem, mu­hakkak sen o son günün gecesinde kadınlarından birisi ile gerdeğe girip yaşayacaksın!" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "(Yâ Âişe! endişelenme!) Bilâkis ben, 'Vay ba­sım!' demeliyim. (Çünkü senden önce öleceğim)." buyurdu.

[527] Ebu Davud, 3858; Ahmed b. Hanbel, 6/462. Ebu Râfi'in hanımı Selma'dan rivayet edi­len bu hadisin senedi, daha önce de geçtiği üzere zayıftır.

[528] Tirmizî, 2054; İbn Mâce, 3502. Daha önce geçtiği üzere hadis zayıftır. Tirmizî hadise, hasen-garîbtir, demiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/320-323.

[529] Sülâk: Dilin dibinde çıkan bir sivilce ve diş diplerinde görülen kızıllaşma veya soyulma­dır. (Tehanevî, Keşşaf, 1/684).

[530] Kula: Ağız ve dilde çıkan sivilcelere bu isim verilir. Şayet çok yemekten meydana gelen imtilâdan ağızda yara oluşursa ekle denilir. (Tehanevî, Keşşaf, 2/1203).

[531] Demülehaveyn: Aslı Hindistan'dan gelen, yaprakları zeytin yağrağı gibi olup sapı kırmı­zı olan bakkam ağacından ve diğer ağaçlardan elde edilen kırmızı bir boyadır. (Mucemıı '/-Vasft, 9, 66).

[532] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/323-324.

[533] Tirmizî, 2040; İbn Mâce, 3444. Senedinde zayıf râvilerden Bekr b Yûnus b. Bükeyr ol­makla birlikte güçlü bir hadistir. Çünkü, Hâkim'in (4/410) Abdurrahman b. Avf'tan ve Ebu Nuaym'ın//(Vve'de (10/50-51) Câbirb. Abdillah'dan yaptıkları rivayetlerin şâhidli-ğiyle hadisin senedi hasen sayılır.

[534] Leynufer (Nilüfer): Farsça, kanatlı mânasına gelen, havuç gibi kökü olup düz gövdesiyle örtüsü suyun derinliklerine kadar uzanan bir bitkidir. Su yüzeyine eşit seviyeye ulaştığın­da yaprak ve çiçek açar.

[535] Buharı, 30/48-49; Müslim, 1103. Bk. Visal Orucu, 2/45-51.

[536] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/324-327.

[537] Buharî, 76/13; Müslim, 1577.

[538] Ahmed b. Hanbel, 3/315. İsnadı sahihtir. Heysemî, Mecmau'z-Zevaid'dz (5/89) bı dişi Ahmed b. Hanbel, Ebu Ya'lâ ve Bezzâr'a nisbet etmiş ve râvilerinin Buharî ve f lim râvilerinden olduğunu söylemiştir.

[539] Ebu Davud, 3867. İbn Abbas'tan rivayet edilen bu hadisin senedi kuvvetlidir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/327-328.

[540] Hârİs b. Kelede, Hicri 50 yıllarında vefat etmiştir. Meşhur Arap doktoru olup Tâif'in Sakîf kabilesine mensuptur. İran'a ve Yemen'e gitmiş, Cündişâpur şehrinde bulunan bir okulda tıp öğrenimi görmüştür. Musiki ile uğraşmıştır. Bir müddet İran'da doktorluk yaptıktan sonra memleketine dönmüştür. Muhtemelen Rasûlullah'ı (s.a.) da tedavi ettiği ve Hz. Peygamberin (s..a.) de ondan memnun olması nedeniyle Allah Rasûlü(s.a.) Sa'd b. Ebî Vakkas'a (r.a.) —hadiste geçtiği üzere— ona tedavi olmasını tavsiye etmiştir. Bk. M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, 2/868-869; İbn Cülcül, Tabakat, 54; Fuad Sezgin, GAS, 3/203; İbn Hacer, îsâbe, 1/288.

[541] Ebu Davud, 3875. Senedi ceyyiddir.

[542] Âliye: Arap yarımadasının yüksek kısımları. Necid'in üzerinden Tihâme'ye, Mekke'nin gerisine kadar olan kısımdır. (Mucemu'l-Vasît, 625).

[543] Buharı, 70/43; Müslim, 2047.

[544] Tİrmizî, 407; Ebu Davud, 494. Sebre'den merfû olarak yapılan rivayette şöyle buyurul-muştur: "Çocuk, yedi yaşına bastığında namaz kılmasını emredin! On yaşma bastığında (şayet namaz kılmazsa) dövün! "Tirmizî hadise, "hasen-sahih" demiştir. Ebu Davud (495),  benzeri bir hadisi Abdullah b. Amr b. el-Âs'tan, hasen bir senedle rivayet etmiştir.

[545] Şafiî, el-Ümm, 2/422; Ahmed b. Hanbel, 2/246; Ebu Davud, 2277; Tirmizî, 1357; İbn  Mâce, 2351. Ebu Hureyre kanalıyla Rasûlullah'tan (s.a.) sabit olan bu rivayet; Hz. Pey- gamber'in (s.a.) bir erkek çocuğu babası ile annesi arasında muhayyer bırakmasıdır ki;  Tirmizî bu hadise, "hasen-sahih" demiştir. Ibn Hibbân (1200), Hâkim ve İbn Kattan  da hadise sahih demişlerdir. Allah Rasûlü'nden (s.a.) yaş tahdidi ile ilgili bir rivayet gel- memiştir. îmam Şafiî, el-Üm'de (2/423), Umâre el-Ceremî'nin şöyle dediğini nakledi- yor: "Hz. AH (r.a.), beni annem İle feabam arasında muhayyer bıraktı. Daha sonra be- nim ufak kardeşim hakkında dedi ki: Bu da şayet diğerleri gibi büyük olsaydı, onu da  muhayyer bırakırdım. Ben o zaman yedi veya sekiz yaşındaydım." MuğnPde (9/142) şöyle  denmiştir: Bir erkek çocuk yedi yaşma bastığırfda, annesi ile babası arasında muhayyer  bırakılır. Şayet çocuk geri zekâlı (matuh) değilse İkisinden dİlediğiyle birlikte kalabilir.  Çocuğa sahiplenme konusunda ebeveyn tereddüt ederse, çocuğa bakılır, çocuk kimi ter- cih ederse onun yanında kalması daha uygun olur. Hz. Ömer, Hz. Ali, Kadı Şurayh, bu şekilde hüküm vermişlerdir. Aynı zamanda İmarn Şafiî'nin görüşü de böyledir. Ebu Hanife ve Mâlik, çocuğun muhayyer olmadığını savunmuşlardır. Ebu Hanife der ki: Ço­cuk kendi kendine müstakil hareket edebiliyor, elbisesini giyebiliyor ve tuvaletini yapa­biliyorsa, buluğa erene kadar babasının yanında kalması uygundur. Muhayyer bırakıl­ması ise doğru değildir. Çünkü çocuk, görüş sahibi sayılacak bir çağda olmadığı gibi, nasıl mutlu olacağını da bilemez. Çoğunlukla da; terbiyesini ihmal edecek, eğlenecek, arzularını (daha fazla) yerine,:getirecek, dolayısıyla da bozulmasına sebep olacak birisi­nin yanında kalmayı tercih eder. Çünkü o daha buluğa ermemiştir. Dolayısıyla yedi yaşı­na basmamış bir çocuk gibi o da muhayyer bırakılamaz. Daha sonra da (yukarıda terce-mesini verdiğimiz) Ebu Hureyre ve Umâre rivayetlerini zikretmiştir.

[546] Buharı, 64/83.

[547] Hakka, 69/7.

[548] Buharı, !5/2, 80/58.

[549] Yûsuf, 12/43.

[550] Yûsuf, 12/47.

[551] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/328-333.

[552] Buharı, 70/39; Müslim, 2043.

[553] Meybahtec: Farsça bir kelime olup mânası; en aşağı derecede pişmiş ve üçte birinden azı gitmiş olan sıkılmış üzüm demektir.

[554] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/334-335.

[555] Nisa, 4/43; Mâide, 5/6.

[556] İbn Mâce, 3442; Tirmizî, 2037; Ebu Davud, 3856; Ahmed b. Hanbel, 6/364. Tirmizî ha­dise, "hasen-garîb" demiştir.

[557] İbn Mâce, 3443. Zevaıcf inde Bûsırî (2/213), hadisin isnadının sahih ve râvüerinin de si­ka olduğunu söylemiştir.

[558] Ahmed b. Hanbel, 5/427, 498; Tirmizî, 2036. Mahmud b. Lebîd'den rivayet edilmiştir. Tirmizî hadise, "hasen-garîb" demiştir. Hâkim (4/309) hadisi sahih bulmuş, Zehebî de ona katılmıştır. Ayrıca Hâkim (4/208), Ebu Saîd'den aynı mânada şahid bir hadis daha rivayet etmiştir.

[559] Senedinde zayıf râvilerden Yahya el-Bâbültî vardır. Mecmau'z-Zevâid, 5/186.

[560] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/335-337.

[561] fr.n Mâce, 1439, 3440. t hu Abbas'tan rivayet edilir. Senedinde Safvân b. Hubeyre var­dır. Tükr'1/de geçtiği gibi "leyyinu'l hadis" tir.                               

[562] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/337-338.

[563] Sirsâm: Dimağ perdesinde humma ve zihin karışıklığı doğuran bir şişkinlik.

[564] Ebu Davud,:3883; İbn Mâce, 3530. Râvileri sikadır.

[565] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/338-340.

[566] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/340-341.

[567] Buharı, 10/213; Ebu Davud, 3844, tbn Mâce, 3505. Yazarın belirttiğinin aksine, \ lim'İn Sahih'inde bu hadis yoktur.

[568] İbn Mâce, 3504. İsnadı sahihtir.

[569] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/341-342.

[570] İbnüssünnî, (640), s. 237. Senedinde bir vehmi vardır. Ahmed (5/370) Revh—İbn Cüreyc— Amr b. Yahya b. Umâre b. Ebî Hasan—Meryem bt. Iyâs b. el-Bükeyr senediyle Hz. Pey

gamber'in (s.a.) eşlerinden birinden de rivayet eder. Hafız Emâli'l-Ezkâr'da. îbn Allân'-dan naklen şöyle der (4/49): "Nesâî'nin el-Yevm ve'l-Leyle'de rivayet ettiği sahih bir ha­distir." Hâkim de bu hadisi rivayet etmiş ve: "İsnadı sahihtir." demiştir. Onun dediği gibidir. Çünkü Ahmed'den sonuna kadar râvileri Sahihayn'm râviteridir. Yalnızca Mer­yem bt. İyâs b. el-Bukeyr bunun dışındadır. Sahabi oluşu ihtilaflıdır. Babası ve amcaları büyük sahabedendir. Kardeşi Muhammed de Rasûlullah'ı (s.a.) görmüştür.

[571] Buharı, 10/313; Müslim, 1189; Ahmed, 6/200, 244.

[572] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/342-343.

[573] Ebu Ya'lâ rivayet etmiştir. Senedinde Ebu'r-Rabîes-Semmân vardır, zayıftır {Mecmau'z-.   Zevâid, 5/99).

[574] Dr. Ezherî şöyle diyor: Bu, çıbanın ve vücudun ondan kurtulma yollarıyla ilgili ihtimal­lerin ince bir nitelenişidir. Çıban, İçinde irinti bir madde bulunması yanında, vücudun herhangi bir parçasının İltihaplanmasıdır. En önemli ilacı, irinli maddenin çıkarılması için cerrahi bir operasyonla açılmasıdır.                              

[575] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/343-344.

 

[576] İbn Mâce, 1438; Tirmizî, 2087. Senedinde Musa b. Muhammed b. İbrahim et-Teymî yardır, münkeru'l-hadis'tir.

[577] Buharı, 10/103. İbn Abbas'tan.

[578] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/344-345.

[579] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/345-346.

[580] Buharı, 9/479; Müslim, 22.

[581] tbn Mâce, 3446; Ahmed, 6/242; Hâkim, 4/205. Senedinde meçhulİük vardır.

[582] Ahmed, 6/79. Senedinde mechuIIük vardır.

[583] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/347-348.

[584] Râvileri sikadır. Musannef, 19814. Buharî, Sahihimde (6/195, 10/208), Ebu Hureyre'-den şu rivayeti verir: Hayber fethedilince, Rasûlullah'a (s.a.) zehirli bir koyun hediye edildi. Rasûlullah : "Burada bulunan bütün yahudileri toplayın." dedi. Yahudiler top­landı. Onlara şöyle dedi: "Bir şey sorduğumda doğruyu söyleyecek misiniz?" "Evet" dediklerinde, "Bunu yapmaya sizi İten nedir?" diye sordu. Yahudiler şu cevabı verdi: ""İstedik ki, yalancıysan senden kurtulalım, peygambersen bu sana zarar vermez." Bk. Dârimî, 1/32, 33.

[585] îbn Hacer, Fethu'l-Bârt(8/99)'de, Musa b. ukbe'nin bunu Zührî'den naklen, ama mür-sel olarak MegazVde rivayet ettiğini belirtir. Buharı (8/99) ta'likan şöyle rivayet eder: Yûnus b. Yezîd el-Eylî—Zührî—Urve'den: Hz. Âişe şöyle demiştir: Vefat ettiği hastalı­ğında Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ey Âişe! Hayber'de yediğim yemeğin acısını hâ­lâ duyuyorum. Bu anlar, son nefesimi işte Bu zehir dolayısıyla verdiğim anlardır." İbn Hacer şöyle diyor: Bezzâr, Hâkim ve tsmailî bu hadisi Anbese b. Halid—Yûnus senediy­le muttasıl yapmıştır. Ahmed (6/18), Zührî—Abdurrahman b. Abdillah b. Kâ'b b. Mâlik—annesi senediyle şunu rivayet eder: Ümmü Mübeşşir, ölüm hastalığında Rasûlul-lah'ın (s.a.) yanına girdi ve şöyle dedi: "Anam babam feda olsun, ey Allah'ın elçisi! Ken­dini niye İtham ediyorsun? Ben, seninle beraber yediği yemeği itham ediyorum." Oğlu Rasûlullah'tan (s.a.) önce vefat etmişti. Şöyle buyurdu: "Ben de başka birini itham et­miyorum. Bu, son nefesimi verdiğim anlardır." Abdürrezzak (19815) bunu, Zührî—İbn Kâ'b b. Mâlik senediyle rivayet eder. Hâkim (3/219) ise, Ma'mer—Zührî—Abdurrahman b. Kâ'b b. Mâlik—babasından—Ümmü Mübeşşir'den rivayet eder ve sahih görür, Zehe-bî de ona katılır.

[586] Gıda zehirlenmesi ve her çeşit zehirlenmenin en önemli belirtisi sürekli kusmadır. En önemli tedavi yolu, midedeki zehirli maddenin yıkanmasıdır. Bunu, biraz yemek tuzlarının eri-tildiği çok miktarda sıcak su kullanmak ve ikinci kez boşaltmakla da yapmak mümkün­dür. Bu işlem su asıl şekline dönünceye kadar birkaç kez yapılır. Böylece mide, zehirli maddeden temizlenmiş olur. Bundan sonra zehirli maddeden aldığım dışarı çıkarmak için müshil verilir.

[587] Bakara 2/87.

[588] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/348-350.

[589] Buhari, 1/199; Müslim, 2189.

[590] Bu, daha önce geçen Hz. Âişe hadisinin bir parçasıdır: "Tarak, maiımdır. Kıl (muşâta), baştan veya saçtan düşen kıldır." Hurma çiçeği örtüsü ise, üzerindeki örtüdür. Dişi ve erkeğe kullanılır. Bu yüzden hadiste "erkek çiçek" olarak geçmiştir.

[591] Felhu'l-Barî, 10/200.                                                                             

[592] Sahih değildir.

[593] Nuşre: Cin çarptığını zannedenin tedavi edildiği okuma ve ilaçtır. Hasta bununla canlılık kazandığından, böyle bir isim almıştır.

[594] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/350-353.

[595] Ahmed, 6/443; Tirmizî, 87; Ebu Davud, 4831; Dârakutnî, 1/57,238;Tahâvî, 1/347, 348; Hâkim, 1/426; Tirmizî dışında hepsi de: "Kustu ve orucunu bozdu." şeklinde verirken, Tirmizî, "Kustu ve abdest aldı." olarak verir. Ahmed'İn (6/449) Ebu'd-Derdâ'dan bir rivayetinde şöyle bir olay vardır: Rasûlullah (s.a.) kustu ve orucunu bozdu. Su gefirildi ve abdest aldı." Hâkim, İbn Mende ve Tirmizî bunu sahih görmüştür.

[596] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/353-356.

[597] Bk. Dipnot: Giriş 7, 8, 9, 10.

[598] Bu "Rumme"dir. Muktadab, 4/223; Hasâis, 2/431; Emâli'l-Murtadâ, 2/259; Emâli İbni'ş Şecerîl/ttl; tnsâf, 613; Şerhu'l-Mufassai, 2/8; Hizam, 1/499.

[599] Abdullah b. Zi'barâ'nındır. Kâmil, 189, 209; Muktadab, 2/51; Hasâis, 2/43; Emâli İbni'ş-Şecerî, 2/321; Emâli'l-Murtadâ, i/54, 260, 375.

 

[600] er-R£Î;en-Nemîrî'nindir. (Divan, 156); Te'vıl Müşki/i'l-Kur'ân, 165; Hasâis, 2/432; İn­saf, eip.

[601] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/356-358.

[602] Ebu bavud, 4586; Nesâî, 8/53; İbn Mâce, 3466. Senedi hasendir.

[603] İlk iki beyit, Haris b. Cebele b. Ebî Şimr el-Gassânî'yi övmek için söylediği nefis mufad-daiiye kasidesindendir. Bk. Mufaddaliyyât, 290; Alkame, Divan, 131; Muhtâru'ş-Şi'ri'l-Câhilî, 1/418; Tebrîzî, Şerhu'l-Mufaddaliyyât, 3/1582. Bu tıpkı İmru'u'l-Kays'ın şu beyti gibidir:

"Onların malı azalanı ve saçtan ağaranı sevmediğini görüyorum." Alkame b. Abede, cahiliye devrinin iyi şairlerindendir. İslâm ile arasında yaklaşık seksen yıl olan İmru'u'I-Kays ite çağdaştır.

[604] Beyit, Şerhu'l-Kasâidi's-Seb'i't-TtvâH,335)'deki muallakasmdandır. Bk. Muhtaru'ş-Şi'ri'l-Câhilî, 374.

[605] Ferve b. Museyk b. Haris b. Seleme el-Muradî el-Gatîfî. Dokuz veya onuncu yılda Rasû-lullah'm (s.a.) yanına geldi ve müslüman oldu, Sa'd b. Ubâde'nin konuğu oldu. Kur -an'ı ve İslâm'ın esaslarını öğrendi. Rasûiullah (s.a.) ona icazet verdi ve Murad, Mezhıc ve Zebîd kabilelerinin başına tayin etti. Rasûlullah'in (s.a.) vefatından sonra ridde sa­vaşlarına katıldı. Hz. Ömer devrine kadar yaşadı. Bk. İsâbe, 6983. Bu beytini Muberred {Kâmil, 295) ve T-b-b maddesinde Lisânu'l-Arab kaydeder.

[606] Divan (Berkukî'nin şerhiyle), 3/237.

[607] Beyit, Hamâse'de (Merzukî şerhiyle, .3/1267) yer alır.

[608] Accâc'mdir, recezdîr.

[609] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/358-363.

[610] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/363.

[611] Kuianc: Acı veren salgı hastalığıdır, dışkı ve yellenmeyi güçleştirir.

[612] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/363-366.

[613] Müslim, 2231

[614] Buharî, 10/32. Affân—Selim b. Hayyân—Saîd b. Meynâ senediyle. Saîd b. Meynâ şöy­le demiştir: Ebu Hureyre'yi, "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu" derken İşittim: "Has­talık (sahibinden bir başkasına) kendi kendine bulaşmaz, eşyada uğursuzluk yoktur. Ükey ve baykuş (ötmesinin tesiri ve kötülüğü) de yoktur. Safer

ayında uğursuzluk yoktur. Cüz-zamlıdan arslandan kaçar gibi uzak dur." İbn Hacer şöyle diyor: Affân, ibn Müslim es-Saffâr'dır, Buhari'nin şeyhlerindendir, fakat ondan rivayet ettiklerinin çoğu başkası vasıtasıyladır, bunlar da başka bir yerde bulamadığı ta'liklerdİr." Ebu Nuaym'e göre, ondan- râviyi belirtmeksizin rivayette bulunur. İbnü's-Salâh'ın metoduna göre mevsûl olur. Ebu Naîm bunu Ebu Davud et-Tayalisî ve Kuteybe b. Müslim b. Kuteybe yoluyla bağla­mıştır. Her ikisi de Affân'ın hocası Selim b. Hayyân'dan rivayet ederler. Ayrıca Amr b. Merzuk—Selim yoluyla da, ama mevkuf olarak bağlamıştır. îbn Huzeyme de bu ha­disi muttasıl yapmıştır.

[615] îbn Mâce, 3543. Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, no: 2072. Senedi kuvvetlidir.

[616] Buharî, 10/206; Müslim, 2221.

[617] İmam Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah rivayet etmiştir (1/78). Ayrıca Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (5/101) bu hadise yer vermiştir.

[618] Dr. Ezherî şöyle diyor: Bu hastalık, arslan hastalığı diye isimlendirilmiştir. Çünkü yüz­deki çöküntü ve buruşmalar hastanın yüzünü arslan yüzü gibi yapar. Bu hastalığın tehli­keli yanı, uç sinirlerini bozmasıdır. Bunun sonucunda hasta öncelikle parmak ucu hassa­siyetini kaybeder, sonra parmaklar zamanla düşer. Uzun süre birlikte bulunmaktan do­layı solunum yoluyla bulaşan hastalıklardan biridir. Zamanımızda hastalığın yayılması­nı önlemek için cüzzamlıların hepsi özel ortamlara alınır.

[619] Ahmed b. Hanbel, 3/493.

[620] Tirmizî, 1818. Ayrıca bk. Ebu Davud, 3925; İbn Mâce, 3542.

[621] Ahmed, 2/327. İsnadı sahihtir.

[622] Mâlik, 2/972; Buharı, 9/118; Müslim, 2225; Tirmizî, 2825: Abdullah b. Ömer'den. Bu-harî de İbn Ömer'den şu sözlerle rivayet eder: "Şayet herhangi bir şeyde uğursuzluk var­sa bu evde, kadında ve attadır." Yine Buharı (9/118), Mâlik (2/972) ve Müslim (2226), Sehl b. Sa'd es-Sâîdî'den şu sözlerle naklederler: "Herhangi bir şeyde uğursuzluk varsa, bu atta, kadında ve evdedir." Aynjca Müslim (2227), Câbir'den şu sözlerle nakleder: "Şayet herhangi bir şeyde uğursuzluk varsa, bu evde, hizmetçi ve attadır." İbnü'l-Cevzî şöyle diyor: "Hadisin anlamı şudur: Şayet bir şeyin kötülük ve uğursuzluk sebebi olmasından korkulursa, bu şeyler câhiliye devrinde sanıldığı şekilde uğur veya uğursuzluk değildir. Sebeplere tesir bahşeden sadece kaderdir." Hattâbî ise şöyle diyor: "İnsan barınacağı bir evsiz, birlikte yaşayacağı eşsiz ve işini göreceği atsız olamayacağına göre, başına hoş­lanmadığı bir İş gelmesi de kaçınılmazdır. Her ne kadar Allah'ın takdiri sonucu ortaya çıkmaşlarsa da, uğur ve uğursuzluk işte bu eşyalara bağlanmıştır."

Abdürrezzak, Musannef İnde Ma'mer'den şunu nakleder: "Bu hadisi şu şekilde yo­rumlayanı gördüm: Kadının uğursuzluğu kısırlığıdır; atın uğursuzluğu, üstünde savaşıl-mamasıdır; evin uğursuzluğu da kötü komşudur." Bk. Fethu'l-Barî, 6/45-47.

[623] İbn Kuteybe, Tevîtu Muhtelefi'I-Hadis, 102-104

[624] Miftâhu Dâris-Sa'âde, 2/264, 273.                                                

[625] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/366-372.

[626] Ebu Davud, 3874.

[627] Buharî, 10/68. îbn Mes'ud'un sarhoş edicilerle ilgili sözü şöyledir: "Allah, şifanızı size haram kıldığına vermemiştir." Hafız İbn Hacer şöyle diyor: Aynı eser, Ali b. Harb et-Tâî'nin FevâicTinde şöyle rivayet edilir: "Haysem b. el-Idâ, karın ağrısından şikâyet etti. Şarap içmesi önerildi. îbn Mes'ûd'a danışıp durumu sordu. îbn Mes'ûcTda yukarıdaki cevabı verdi." Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, Kitabu'l-Eşribe, no: 130; Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebtr, Ebu Vâil vb. tankıyla.                                             

[628] Ebu Davud, 3870; Tirmizî, 2u46; İbn Mâce, 3459; Ahmed b. Hanbel, 2/305, 446, 478. Senedi kuvvetlidir.                                                                        

[629] Müslim, 1984.

[630] Ebu Davud, 3873; Tirmizî, 2047. Senedi hasendir. Tirmizî der ki: Bu, hasen-sahih bir hadistir. İbn Hibbân (1377) da bu hadisi sahih görmüştür.

[631] Yazar, hadisin bu sözlerle, Müslim'de olduğunu sanıyorsa da, hadis onda olmayıp, Ah­med b. Hanbel (Müsned, 4/311) ve İbn Mâce (35OO)'dedir.

[632] Nesaî, 210; Ahmed, 3/353, 499. Senedi sahihtir.

[633] Süyutî, bu hadisi el-Câmiu's-Sağîr'de: "Şarap gibi haram bir nesneyle tedavi olana Al­lah şifa vermez." şeklinde verir. Ebu Nu'aym, Tıbb'da bu hadisi Ebu Hureyre'ye nisbet eder ve zayıf olduğunu belirtir.

[634] Nisa, 4/160.

[635] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/372-375.

[636] Buharı, 4/10, 13; Müslim, 1201.

[637] Âl-i İmrân, 3/79-80.                                                          

[638] Ahmed b. Hanbel, (5/227, 228) bu hadisi Muaz b. CebePden rivayet etmiştir: Muaz, Ye-men'den dönünce, Rasûlullah'a (s.a.) şöyle demiştir: "Ey Allah'ın elçisi! Yemen'de bir­birlerine secde eden adamlar gördüm. Biz de sana secde edelim mi?" Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Şayet İnsanın insanoğluna secde etmesini emretseydim, kadının kocası­na secde etmesini emrederdim." Râvileri güvenilirse de, hadis munkati'dır.Ahmed (4/38iy ve Ibn Mâce (1853) de bu hadisi, Abdullah b. Ebî Evfâ yoluyla rivayet ederler: Muaz, Yemen'e (veya Suriye'ye) geldi. Hıristiyanların papaz ve rahiplere secde ettiklerini gör-dü. Kendi kendine Rasûluİlah'ın (s.a.) secde edilmeye daha lâyık olduğuma düşündü. Dö­nünce, Rasûlullah'a şöyle dedi: "Ey Allah'ın elçisi! Hıristiyanların papafc ve rahiplere secde ettiğini gördüm. Kendi kendime, senin secde edilmeye daha lâyık olduğunu düşün­düm." Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Şayet birinin diğerine secde etmesini emretseydim, kadının kocasına secde etmesini emrederdim." buyurdu, tbn Hibbân (1390) bu ha­disi sahih görmüştür. Kays b. Sa'd'tn hadîsi de, onu desteklemektedir: Kays şunu anla­tır: Hîre'ye geldim. Onların, merzübân denilen yöneticilerine secde ettiklerini gördüm. Kendi kendime, Rasülullah secde edilmeye daha lâyık dedim. Hz. Peygamber'e geldim ve şöyle dedim: "Ben Hire'ye gittim, onların merzübanlarına secde ettiklerini gördüm. Ya Rasülulah! Sen secde etmemize daha lâyıksın." Rasûlullah şunu sordu: "Şayet kab­rime uğrasaydın ona secde eder miydin?" Ben de "Hayır." dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Yapma! Şayet birinin diğerine secde etmesini emretseydim, kadınların koca­larına secde etmelerini emrederdim. Çünkü Allah, kadınlara kocalarına karşı borçlar yük­lemiştir." Aynı konuda Tirmizî'de (1159) hasen senedle, İbn Hibbân'ın (1291) sahih gör­düğü bir hadis yanında, Hz. Âişe'den rivayet edilip, Ahmed (6/76) ve İbn Mâce'de (1852) yer alan başka bir hadis daha vardır.

[639] Tirmizî, 2729; İbn Mâce, 3702; Ahmed, 3/198. Enes b. Mâlik'ten. Senedinde Hanzala b. Abdillah es-Sedüsî vardır, zayıftır. Ancak Muntekâ (1/23, 87)deki Şu'ayb b. el-Habbâb—Kesîr b. Abdillah ve Mühelleb b. Ebî Sufre'nin rivayet ettiği hadis buna para­leldir; ayrıca tbn Şahin (Rubaiyât, 2/72)'de de vardır. Tirmizî'nin belirttiği gibi hadis, hasendir.

[640] Bakara, 2/58.                                                                   '

[641] Şuarâ, 26/98.

[642] Bakara, 2/165.

[643] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/375-378.

[644] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/379.

[645] Müslim, 2188.

[646] Müslim, 2196.

[647] Buharı, 10/173.

[648] Ebu davud, 3880. Râvileri güvenilir, senedi sahihtir.

[649] Buharı, 10/169; Müslim, 2195.

[650] Tirmizî, 2059. Ayrıca bk. Ahmed, 6/438; İbn Mâce, 3510; Senedi ceyyidir.

[651] Mâlik, Muvattta, 2/928. Râvileri güvenilirdir.

[652] Mâlik, Muvatta, 2/938. Ayrıca bk. İbn Mâce, 3509; Ahmed, 3/486,487. Zuhrî—Ebu Ümâme b. Sehl b. Huneyf yoluyla rivayet eder; râvileri güvenilir, senedi sahihtir. İbn Hibban (1324) da bu hadisi sahih kabul eder.

[653] Abdürrezzak, Musannef, 19770. Senedi sahihtir. Ama mürsel'dir. Müslim, Sahih'inde (2188), Vuheyb—tbn Tâvûs—tbn Tâvûs'un babası—tbn Abbas yoluyla senedini kesintisiz bîr şe­kilde Rasütuüah'a (s.a.) kadar uzatmıştır.                                       

[654] Beyhakî bunu Sünen'dc (9/352), SehFin rivayet ettiği hadisin peşinden verir.

[655] Buharî, 10/171; Müslim, 2197.

[656] Bk. Şehru's-Sünne 13/163.

[657] Bu, Ebu Nuaym'ın Hilye'dç (7/90) İbn Adî'nin ve Hatîb el-Bağdâdî'nin Tarih'inde (9/244) Câbir b. Abdillah'tan yukandaki sözlerle rivayet ettikleri zayıf bir hadistir. Hatîb, Şu'ayb— Eyyûb—Muaviye—Hişâm senediyle de rivayet eder. Sabunî der ki: "Ona şöyle dendiğini Öğrendim: 'Bu rivayeti bırakmalısın.' O da bu rivayeti bırakmıştır." Zehebî, Mizân'da şöyle der: "Şu'ayb b. Eyyûb'un münker bir hadisi vardır ki Hatîb onu Tarih'inde kayde­der." Kasdettiği işte bu hadistir.

[658] Tirmizî, 2059; Nesâî, 8/271; İbn Mâce, 3511. Tirmizî onu hasen görmüştür. Tamamı şöy­ledir: "Mu'avvizeteyn (Felak ve Nâs sûreleri) inince, onlarla dua etmiş, diğerlerini bırak­mıştır."

[659] Buharı, 6/248; Müslim, 2233. "Gözün nurunu giderirler." cümlesinin açıklaması konu­sunda Hattabî şunları söylüyor: "Bu konuda iki yorum vardır: 1) Allah'ın, gözlerine ver­diği bir özellik dolayısıyla insana sadece baktıklarında onun gözüriü alır ve nurunu gide­rir. 2) Sokmak ve ısırmak için gözü hedef alırlar. Birincisi, daha doğru ve meşhurdur."

[660] Kalem. 68/51.

[661] Felak, 113/1-5.

[662] Ebu Davud, 3888. Senedinde Osman b. Hakîm'in ninesi Rebâb vardır ki, onu yalnızca İbn Hibbân güvenilir kabul etmiştir, seneddeki diğer râviler güvenilirdir.

[663] Müslim, 2185.

[664] Bk. Şerhu's-Sünne, 13/116.

[665] Bu hadîsi İbn Kayyİm'İn Hattabî'den naklettiği şekilde Hz. Âişe'nin Müsned'İnde bula­madık. Buharı (7/92), Menâkıbu'l-Ensâr bölümünde İbn Abbas'tan şu rivayeti kaydeder: Hz. Peygamber (s.a.), omuzlarına salınmış bir atkısı ve siyah sarığı olduğu halde, minbe­ri    re çıktı. Hamd ve senadan sonra şöyle dedi: "İnsanlar! Başkaları çoğalırken, Ensâr azalı­yor, sonunda yemekteki tuz gibi olacaklar." Müslim (1358), Câbir'den naklen: "Hz. Pey­gamber (s.a.) fetih günü Mekke'ye başında siyah bir sarık olduğu halde girdi." hadisini verir. Bu, Ebu Davud (4076), Tirmizî (1735), Nesâî (5/200, 20!) ve İbn Mâce'de (3585) de kaydedilmiştir. Ayrıca Müslim (1359), Ebu Davud (4077), Nesâî (8/212) ve İbn Mâce (2281), Amr b. Hureys'ten naklen şu rivayeti verirler: "Rasûlullah'ı (s.a.) minberde iki ucunu omuzlarına saldığı siyah bir sarıkla gördüm."

[666] Mülk, 67/3-4.

[667] Ebu Davud, 3892. Senedinde, Ziyad b. Muhammed vardır, onun hadisleri münkerdir; se-.   neddeki diğer râviler güvenilirdir. Ahmed (6/21), bu hadisi başka bir yolla rivayet eder.

Senedinde. Ebu Bekr b. Ebî İVîryem el-Gassânî eş-Şamî vardır ki zayıftır. Dârakutnî şöy­le diyor: f.u râvi, metrûk'tür. !bn Âdi ise: Hadislerinin çoğu garîbdir, güvenilir râviler pek azına muvafakat ederler, demiştir.

[668] Müslim, 2186.

[669] Ebu Davud, 3889. Senedinde Şureyk el-Kâdî vardır. O, ezberi kötü bir râvidir, diğer râvi­ler güvenilirdir. Müslim (220), Büreyde el-Husayb'dan: "Yalnızca nazar ve zehirli varlık­larda dua okunur." hadisini kaydeder. îbn Mâce (3513) bunu merfû olarak verir, senedi zayıftır. Aynı konuda Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud (3884) ve Tirmizî (2058): "Yalnızca nazar ve zehirli varlıklarda dua okunur." sözleriyle İmrân b. Husayn'dan rivayette bulu­nurlar, senedi sahihtir.                                                                 

[670] Daha önce geçti. Bk. dipnot: 2.       

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/379-391.                                      

[671] Buharî, 10/178; Müslim, 2201.

[672] İbn Mâce, 3501. Senedinde haris el-A'ver vardır, zayıftır.

[673] İsrâ, 17/82.

[674] Fetih, 48/29.

[675] Felak,ı.U3/4.

[676] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/391-394.

[677] Tirmizî, 2905. Senedinde, ezberi kötü olan İbn Lehîa vardır.

[678] Tirmizî, 2905. Ayrıca bk. Ahmed, 4/155; Ebu Davud, 1523; Nesâî, 3/68. Senedi sahi

[679] Müslim, 2709.

[680] Buharî, 11/107; Müslim, 2192.

[681] Bu hadisi Îbnü's-Sünnî, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyle'ds (s. 20-21) kaydetmiştir. Senedi za­yıftır. Ayrıca başka bir zayıf senedle de benzerini rivayet etmiştir. Irakî, yaptığı tahriçte bu hadisi zayıf bir senedle Taberânî'ye nisbet etmiştir.

[682] Buharı, 9/50; Müslim, 808.

[683] Müslim, 2708.

[684] Ebu Davud, 2603. Ayrıca bk. Ahmed, 2/132. Senedinde Zübeyr b. el-Velid eş-Şâmî bulu­nuyor, İbn Hibbân'dan başkası ona güvenmemiştir. Diğer râvileri güvenilirdir.

[685] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/394-397.

[686] Ebu Davud, 3887. Ayrıca bk. Ahmed, 6/372. Senedi sahihtir.             '

[687] Lisânu'l-Arab'da "r-m-1" maddesinde "örf" yerine "nesil" vardır.

[688] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/397-398.

[689] îbn Mâce, 3517. Senedi güvenilirdir. Buharî, (10/175) ve Müslim (2193), Hz. Âişe'nin: "Hz. Peygamber (s.a.), her zehirli hayvana karşı okumaya izin verdi." dediğini rivayet ederler.

[690] İn Hacer (tsâbe, 4/275) bunu, Ümare'nin biyografisinde verir ve şöyle der: "Buharı, bu­nu ei-Tarihu's-Sağir'de iyi bir senedle rivayet eder. Müslim, Sahİh'İnde (2199/63), Câ-bir'den şu rivayeti verir: Rasûlullah (s.a.) rukyeleri yasakladı. Amr b. Hazm ailesi gelip,

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/398.

[691] Buharî, 10/176; Müslim, 2194.

[692] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/399-400.

[693] Müslim, 2202.

[694] Buharı, 10/178; Müslim, 2191.                                                                  

[695] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/400-401.

[696] Bakara, 2/155-157.

[697] Ahmed, 4/27. Ümmü Seleme—Ebu Seleme yoluyla. Müslim'de (918/4)'de yer alır!

[698] Hadîd, 57/22.

[699] Azbat b. Kuray'ın, "Her vad.de Sa'doğulları vardır." deyişinden alınmıştır.

[700] Bedîuzzaman el-Hemezânî'nin, akrabalarından bir kısmı Ölen Ebu Âmir ed-Dabbî'ye ta'-ziyet için yazdığı mektuptan alınmıştır. Bk. er-Resâ'il, s, 93. (el-Cevâib baskısı).

[701] Metinde "gadiîra" geçiyor. Rahat hayat demektir. İbn Abdurrabbih, ei-Ikdu'l-Ferîd'de şöyle diyor: "Dünya sadece bol budaklı ağaç gibidir, bir tarafı yeşerirse, öbür tarafı kurur."

[702] İki beyit, şu eserlerde yer alır: el-Mu 'telef ve 'l-Muhtelef, 145; el-Hamâse, 1203 (Merzukî1-nin şerhiyle); Hızânetu'l-Edeb 3/178.

[703] Tirmizî, 2404. Abdurrahman b. Mi'zâ—A'meş—Ebu'z—Ziibeyr—Câbir senediyle. Ab-durrahman zayıftır, A'meş'ttı rivayet ettiği hadisler münker kabul edilmiştir, sika râvi-lerden onlara benzer rivayet yoktur. Ayrıca A'meş ile Ebu'z-Zübeyr'İn muan'an rivayet­leri söz konusudur.

[704]  Sahih bir hadistir. Ahmed (5/427, 429), iki ayrı senedle ve şu sözlerle verir: "Allah, bii topluluğu sevdiğinde onlara sıkıntı verir, Sabredenler sabır, sabırsızlık gösterenler sabır-l sizlik kazanır." Tirmizî (2398) ve tbn Mâce'de (4031) ise Enes'ten şu sözlerle naklediliri "Karşılığın büyüklüğü, sıkıntıya göredir. Allah bir topluluğu sevdiğinde onlara sıkıntı ve-j rir. Hoşnutluk gösteren hoşnutluk, hoşnutsuzluk gösteren de hoşnutsuzluk kazanır." Se-j nedi hasendir.

[705] Buharı, 3/138; Müslim, 926.

[706] Müslim, 2822.

[707] Buharı, 11/122, 123; Müslim, 2730.

[708] Tirmızî, 3522. Senedinde Yezîd b. Ebân er-Rukkâşî vardır, zayıftır.

[709] Tirmizî, 3432. Senedinde ibrahim b. el-Fadl el-Mahzûmî vardır, metruktür.

[710] Ebu Davud, 5090. Ayrıca bk. Ahmed, 5/42; Buharı, el-Edebü'l-Müfred, 701. Senedi ha-sendir. İbn Hibbân (2370) bu hadisi sahih görmüştür. Yazarımız İbn Kayyim, bu hadisi Hz. Ebu Bekr'in Müsned'inden sanmıştır.

[711] Ebu Davud, 1525. İbn Mâce (3882), Ömer b. Abdilazîz'in mevlası Hilâl b. Ebî Tu'me— Ömer b. Abdİlaziz—Abdullah b. Cafer—Esma bt. Umeys yoluyla rivayet eder ve İbn Hib-ban'daki (2369) Hz. Âişe hadisi bunun şahididir.

[712] Bu rivayeti bulamadık. Taberanı, Dua'da üç defa söylendiğini zikreder.

[713] Ahmed, 1/394, 452. Senedi sahihtir. İbn Hibbân (2372) da sahih görmüştür. Daha önce de geçti.

[714] Tirmizî, 3500. Ayrıca bk. Ahmed, 1/170. Hâkim (1/505) bu hadisi sahih görmüş, Zehebî de ona katılmıştır. Hadis onların dediği gibidir. İkinci rivayeti İbnu's-Sünnî, (s. 111) kay­detmiştir, senedinde zaaf vardır.

[715] Ebu Davud, 1555. Senedinde Gassân b. Avf el-Basrî vardır, leyyinu'l-hadis bir râvidir.

[716] Ebu Davud, 1518. Ayrıca bk. Ahmed, 2234; Ibn Mâce, 3189. Senedinde eİ-Hakem b. Mus'-ab vardır, meçhul bir râvidir.

[717] Ahmed, 5/388. Senedinde Muhammed b. Abdilİah ed-Duelî ve Abdulaziz b. Ebî Huzeyfe vardır. Ibn Hibbân'dan başkası onları sika kabul etmez

[718] Bakara, 2/45.

[719] Taberânî'nin el-Mu'eemu'I-Evsaf ta Ebu Ümâme'den rivayetle kaydettiği sahih bir hadis-.      tir. Ayrıca Ahmed (5/314, 316, 326 ve 330) Ubâde b. Sâmif ten rivayet eder. Hâkim (2/74, 75) bu hadisi sahih görmüş, Zehebî de ona katılmıştır

[720] Buharı, 11/180; Müslim, 2704, Ebu Musa'dan.

[721] Tirmizi, 3576, Sa'd b.Ubâde'den îsnâdt hasendir.

[722] Bakara, 2/163.

[723] Âl-tmrân, 3/1-2.

[724] Tirmizî, 3472; İbn Mâce, 3855; Ebu Davud, 1496; Ahmed, 6/461; Dârimî, 2/450. Ubey-duliah b. Ebî Ziyâd—Şehr b. Havşeb—Esma bt. Yezîd yoluyla. Ubeydullah kuvvetli bir râvi değildir. Şehr b. Havşeb için birçokları çeşitli sözler söylemiştir. Ancak Ebu Ümâ-me'den merfû olarak onu güçlendiren bir şahidi vardır: "Dua edildiğinde Allah'ın kabul edeceği en büyük ismi üç sûrede, Bakara, Âlî îmrân ve Tahâ sûrelerindedir." Bu hadisi İbn Mâce, (3856), Tahavî, (Muşkitu'l-Âsâr,' 1/63) ve Hâkim, (1/506), rivayet etmişler­dir, senedi hasendir.

[725] Ebu Davud, 1495; Nesâî, 3/52; İbn Mâce, 3858. İsnadı sahihtir. İbn Hibbân (2382) ve Hâkim (İ/503, 504) bu hadisi sahih görmüş, Zehebî de ona katılmıştır.

[726] Hûd, U/55-56.

[727] Bu A'şa, Meymûn b. Kays'tır. Şiir, Divan'mda (s.121) yer almaktadır. Ebu Nuvas da şu beytinde onu izlemiştir: "Beni kınamayı bırak, kınama özendirmedir. Beni hastalıkla tedavi et."

[728] İbn Mâce, 3458. İsnadı zayıftır.

[729] Tevbe, 9/34-15.

[730] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/401-418.

[731] Tirmizî, 3518. Senedinde Hakem b. Zuhayr vardır, metruk bir râyidir. Tirmizî şöyle di­yor: Bu, senedi kuvvetli olmayan bir hadistir. Bazı ilim ehli, Hakem b. Zuhayr'ın hadisini terketmiştir.

[732] Tirmizî, 3519. Ayrıca bk. Ebu Davud, 3893; Ahmed, 6696; Hâkim, 1/548. Râvileri sıka­dır, İbnü's-Sünnî (643)'de mürsei bir şahidi vardır.

[733] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/418-419.

[734] tbnü's-Sünnî, Ametu'l-Yevm ve'l-Leyle, 289, 290, 291, 292. Senedinde Kasım b. Abdul­lah b. Amr b. Hafs b. Âsim el-Ömerî vardır, metruk bir râvidir. Ahmed b. Hanbel yalan­cı olduğunu belirtmiştir.

[735] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/419-420.

[736] A'râf, 7/31.

[737] A'râf, 7/31.

[738] Ti'rmizî, 2347; İbn Mâce, 4141; Buharı, el-Edebu'l-Müfred, 300; Humeydî, Müsned, 439. Senedinde meçhul biri var. Am \, İbn Hibbân (2503)'de Ebu'd-Derdâ'dan rivayet edilen şahidi vardır. Ayrıca başka bir şahidi İbn Ebİ'd-Dünya'ya göre İbn Ömer'den rivayet edi­lir. Böylece ikisiyle kuvvet kazanır.

[739] Tirmizî, 3555. İsnadı sahihtir. İbn Hibbân (2585) da sahih görmüştür.

[740] Tekâsür, 102/8.

[741] Ahmed, 1783. Ayrıca bk. Tirmizî, 3509. Senedinde Yezid b. Ebi Ziyad el-Kûfi vardır zayıf bir râvidir.

[742] Ahmed, 5/17. Ayrıca bk. îbn Mâce, 3849. Bu, Hz. Ebu Bekr'in Müsned'inde bulunur sahih bir hadistir.

[743] Nesâî, bu hadisi Amelu't-Yevm ve'I-Leyle'de rivayet eder.

[744] Tirmizî, 3510. Senedinde Abdurrahman b. Ebî Bekr el-Muleykî vardır, zayıftır.

[745] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/423-426.

[746] Kitabın aslında bu isim "Enes" şeklindedir. Ama bu, yazar tarafından yapılan bir yanlış­lıktır. Hadis Ebu Hureyre'den rivayet edilmiş olarak biliniyor. Bk. Buharî, 9/477; Müslim, 2064; Ebu Davud, 3763; Tİrmizî, 2032; tbn Mâce, 3259; Ahmed, 2/427, 474, 481, 495; Ebu'ş-Şeyh, Ahlâku'n-Nebls. 189-191; Tirmizî, Şemail.

[747] Buharı, 6/264, 265; Müslim, 19-1(327).

[748] Ahmed, 6/360, 361; Nesâî, senedinde el-Fadl b. Fadl el-Medenî vardır, İbn Hibbân dışın­da kimse onu güvenilir saymamıştır, diğer râvileri sikadır.

[749] İbn Mâce, 3305. Senedinde Süleyman b. Atâ el-Cezerî vardır, hadisleri münkerdir; Mesleme b. Abdillah el-Cühenî üe Ebi Mişca'a meçhul râvileridir.

[750] Ebu Davud, 3259; râvileri sikadır, senedi munkatı'dir. Ebu Davud, 2260; Tirmizî, Şemail, 184, senedinde meçhul biri vardır.

[751] Müslim, 2052; Ebu Davud, 3820; Tirmizî, 1840, İbn Mâce, 3317; Nesâî, 7/14,

[752] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/427-429.

[753] Buharî, 9/472.

[754] Ebu'ş-Şeyh rivayet etmiştir; senedinde Ubeydullah b. Veiîd el-Vassâfî vardır, zayıftır. An­cak bu hadisin Îbn Sa'd'da (1/381) başka bir yolu ve Ahmed b. Hanbel'de (Zühd, 5, 6) Hâsan'dan rivayet edilen mürsel bir şahidi vardır, senedi sahihtir. Böylece hadis kuvvet kazanır ve sahih olur.

[755] lbn Mâce, 3370; Ebu Davud, 3775: Cafer b. Bürkân—Zührî—Salim—babası senediyle. Ebu  Davud söyle diyor:  Cafer,  bu  hadisi  Zührî'den  duymamıştır,  o  münkerdir.

[756] Müslim (2044), Enes b. Mâlik'ten şöyle rivayet eder: "Rasülullah'm iki inciğini (baldırını) dikmiş bir şekilde oturarak hurma yediğini gördüm."

[757] Tirmizî, 1857. Enes b. Mâlik'ten rivayetle verir, senedinde zayıf ve meçhul râvi vardır; İbn Mâce, 3355, Câbir'den rivayet eder, senedinde İbrahim b.Abdisselâm bAbdillah b. Bâbâh el-Mahzûmî vardır, zayıftır.

[758] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/430-432.

[759] Enbiyâ, 21/30.

[760] Buharî, 10/77.

[761] Ebu Davud, 3735; Ebu'ş-Şeyh, Ahiâku'n-Nebî, 245. Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah'a (s.a.)

Sukyâ pınarından tatlı su çıkarılırdı." Senedi hasendir. Hâkim (4/138) bunu sahih görmüş, Zehebî de ona katılmıştır. İbn Hacer, Fethu'l-BârVde senedi­nin ceyyid olduğunu belirtir. Sukyâ; Medine'nin sonundaki siyah taşlık, Hârre toprağın­daki bir semttir.

[762] Ahmed, 6/38, 40; Tirmizî, Cami, 1896, Şemail, 1/302. İsnadı sahihtir. Hâkim (4/138) bu­nu sahih görmüş, Zehebî de oi.a katılmıştır. Ahmed b. Hanbel'de (1/338) İbn Abbas'tan rivayete göre Rasûlullah'a: "Hangi içecek daha İyidir?" diye sorulunca: "Tatlı ve soğuk olanı." buyurmuştur. Senedi şahitlerle hasendir.

[763] İbn Mâce, 3431. Senedinde Bakıyye vardır, müdellİstir, ondan rivayet e dillah bilinmiyor.

[764] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/432-435.

[765] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/435.

[766] Müslim, 2028.

[767] îbn Mâce, (3427) bu hadisi Ebu Hureyre'den merfû olarak ve: "Sizden bîri su içerken ka­ba solumasın. Yeniden içmek isterse kabı uzaklaştırsm, sonra yeniden isterse kabı ağzına koysun," sözleriyle rivayet eder. Bûsırî, Zevâid'de (varak 231) senedinin sahih, râvİIerinin sika olduğunu belirtir. Mâlik (2/925), Tirmizî (1888), Ahmed (3/26, 32) ve Dârimî (2/119) de Ebu Saîd el-Hudrî'den Rasûlullah'm (s.a.a) İçeceğe üflemeyi yasakladığım işitmiş oldu­ğunu rivayet ederler. Bir adam: "Ey Allah'ın elçisi! Ben bir solukta kanmıyorum." deyin­ce, Rasûlullah ona: "Kabı ağzından uzaklaştır, sonra soluk al." buyurdu. Adam: "Ben bunda çöp görüyorum."

deyince, "Onu dök." buyurdu. Senedi sahihtir. Buharı (1/221, 222) ve Müslim (267/65), Ebu Katâde'den merfu'an: "Biriniz su içerken, kaba soluma­sın." hadisini rivayet ederler.

[768] Nisâ, 4/4

[769] .Zayıftır, sahih değildir.

[770] Tirmizî, 1886. Senedinde Yezîd b. Sinan Ebu Ferve er-Ruhâvî vardır, zayıftır, bundaM şeyhi meçhuldür. Bu yüzden tbn Hacer,.Fethu'l-BârPde (1/81) onu zayıf görmüştür.

[771] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/436-437.

[772] Müslim, 2014.

[773] .Buharî (10/77) ve Müslim (2012/97), Câbir b. Abdillah'tan Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle bu­yurduğunu rivayet ederler: "Gece karanlığı olduğu zaman veya akşama girdiğiniz vakit, çocuklarınızı dışarı çıkmaktan alıkoyun. Çünkü şeytanlar o sırada dağılıp faaliyete geçer., Geceden bir saat geçince,*dişardaki çocuklarınızı içeri alın ve

kapıları kapatın. Allah'ın is- mini anın, çünkü şeytan kilitlenmiş bir kapıyı açamaz. Yine sizler Allah'ın adını anarak kırbalarınızın ağzım bağlayınız. Besmele çekerek enlemesine bir şey koyarak da olsa kap­larınızı

örtünüz. Kandillerinizi söndürünüz."

[774] Buharı, 10/79; ayrıca Ebu Hureyre'den de rivayet etmiştir.

[775] Ebu Davud (3721), hadisi bu sözlerle rivayet etmiştir. Tirmizî (Î892)'nin rivayeti şöyledir: "Rasûlullah'm asılı bir kaba doğru gittiğini, sonra ona üflediğini ve ağzından içtiğini gör­düm." Üflemek (İhtinâs), ağzına soluk vermek, sonra ondan içmektir.

[776] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/438-439.

[777] Ebu Davud, 3722. Ayrıca bk. Ahmed, 3/80. Senedinde Kurra b. Abdirrahman vardır,iza­yıftır, diğer râviferi sikadır.

[778] Tirmizî, 1889. Ayrıca bk. Ebu Davud, 3728; İbn Mâce, 3428, 3429; Ahmed, 1907. İsnadı sahihtir.

[779] Müslim, 2028 (lafız onundur); Buharı (10/81) ise Sumâme b. Abdillah'tan şu sözlerle riva­yet eder: "Enes, kaba iki veya üç defa soluyor, Rasülullah'm üç defa soluduğunu iddia .ediyordu."

[780] Müslim, 2316. Enes'ten rivayet edilmiştir.

[781] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/439-440.

[782] Tirmizî, 3451. Ayrıca bk. Ebu Davud 3730; Ahmed, 1/225, 284 senedinde Ali b. Zeyd b. Cüd'ân vardır, zayıftır, Ömer b. Harmele ise meçhuldür. Ama İbn Mâce (3322) hadisi baş­ka bir yoldan rivayet ettiğinden, kuvvet kazanır ve hasen hadis olur.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/440.

[783] Müslim, 2004.

[784] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/441.

[785] Bu konu için 1 .cilde bakınız, s.125-134.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/443-444.

[786] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/445.

[787] tbn Mâce, 3725. Senedi zayıftır. Aynı konuda Ebu Hureyre'den şu rivayet vardır: Rasûlul-lah (s.a.) karnı üstü uyuyan bir adam gördü ve: "Bu, Allah'ın sevmediği bir yatıştır." bu­yurdu. Ahmed 2/287* 304; Timizi, 2769. Senedi hasendir. Ayrıca Ebu Davud (5040) ve İbn Mâce (752, 3727)'de senedi kuvvetli bir şahidi vardır.              

[788] £bu Davud, 4821. Senedi, İbnu'l-Munkedir ile Ebu Hureyre arasındaki vâsıtanın bılınme-yişinden dolayı zayıftır. Ayrıca bk. Ahmed, 2/383. Şayet İbmı'l-Munkedir'in Ebu Hurey­re'den dinlediği doğruysa isnadı sahihtir. Bu hadisin, Ahmed (3/413)'te, Rasûlullah'm as­habından şu sözlerle kuvvetli bir şahidi vardır: "Güneş ve gölge arasında oturmayı yasak­ladı. 'Bu şeytanın meclisidir.' dedi." Hâkim (4/271), bunu başka bir yolla rivayet eder.

Sahabîyi, Ebu Hureyre olarak vermiş ve hadisi sahih görmüş, Zehebî de ona katılmıştır. İbn Mâce'de (3722), Büreyde'den rivayet edilen senedi hasen bir şahidi daha vardır.

[789] Buharı/11/93, 95; Müslim, 2710

[790] Buharî, 3/35.

[791] Âli İmrân, 3/20.

[792] Bunlar, el-Kitab (I/I7)'deki beyitlerdendir. Bağdadî, Hızânetu'l-Edeb (l/486)'de bunları vermiş, Sîbeveyh'in

söyleyenini bilmediği elli beyit arasında yer aldığım zikretmiştir,.

[793] Müslim, (486)'deki Hz. Âişe'den rivayet edilen hadisin bir bölümüdür.

[794] £n'âm, 6/17

[795] Ahzâb, 33/17.

[796] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/447-452.

[797] Buharı, 3/19, 22; Müslim, 776. Ebu Hureyre'den.

[798] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/453-455.

[799] Ahmed, 3/128, 199, 285; Nesâî, 7/61. Enes b. Mâlik'ten, senedi hasendir, Hâkim bunu sahih görmüştür.

[800] Sahih bir hadistir. Beyhakî bu sözlerle, Şu'abu'l-îman'&z Ebu Ümâme'den rivayet etmiş­tir. Ebu Davud (2050) ve Nesâî (6/65, 56), Ma'kıl b. Yesâr'dan merfü olarak şu sözlerle rivayet ederler: "Seven ve doğurgan kadınla evlenin. Çünkü ben diğer ümmetlere karşı si­zin çokluğunuzla övüneceğim." Senedi hasendir. Ahmed (3/158,. 245)'de Enes b. Mâlik'­ten şahidi vardır, senedi hasendir. İbn Hibbân (1228) bunu sahih görmüştür.

[801] Buharı, 9/99.

[802] Buharî, 9/89, 90; Müslim, 1401.

[803] Buharı, 9/92, 95; Müslim, 1400. Abdullah b. Mes'ûd'dan.

[804] Buharî, 9/104, 106; Müslim, 3/1221 (110), 2/1087 (56, 57).

[805] 1bn Mâce, 1862. Senedinde Kesir b. Süleym vardır, zayıftır. Sellâm b. Süleyman b. Sevvâr hakkında İbn Âdî: "Münkerleri vardır." der.

[806] İbn Mâce, 1847; Hâkim, 2/160; Beyhakî, 7/78. Senedi hasendir.

[807] Müslim, 1467.

[808] Nesâî, 6/68; Ahmed, 2/251. Senedi hasendir.

[809] Buharî, 9/115, 116; Müslim, 1466.

[810] Tahrici biraz önce yapılmıştır, sahihtir. Bk. dipnot: 2

[811] Tirmizî, 1080; Ahmed, 5/421. Senedinde meçhul bir râvi vardır

[812] Müsnedyde: "ve haya" ifadesi vardır.

[813] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/457-459.

[814] Ebu Davud, 2386; Ahmed, 6/123, 234. Senedinde Muhammed b. Dinar el-Ezdî vardır, ez­beri kötüdür. Şeyhi Sa'd b. Evs el-Abdî'nin yanlışlıklan çoktur.

[815] Müslim, 309.

[816] Ebu Davud, 219; tbn Mâce, 590. Senedi hasen olabilecek durumdadır.

[817] Müslim, 308.

[818] Buharî, 9/104.

[819] Buharî, 5/278; Müslim, 1457. Hz. Âişe'den.

[820] Nisa, 4/34. .

[821] Bakara, 2/187.                                                                       

[822] Bu şair, Nâbiga el-Ca'dî'dir. Beyit Divan'ında, s. 81'de; eş-Şi'r ve'ş-Şu'arâ'da s. 296'dadır

[823] Bakara, 2/223.

[824] Ebu Davud, 2164. Râvileri suçadır. Ahmed (6/305, 310, 318), Tirmizî (2983) ve Dârimî (I/256)'de Ümmü Seleme'den benzer ve senedi sahih bir şahidi vardır.

[825] Buharî, 8/143; Müslim, 1435.

[826] Ahmed, 2/444, 479; Ebu Davud, 2162. Bûsırî, isnadını sahih görmüştür. İbn Adtf|(|l/2I1) ile Taberânî'nin Evsât ve Mecmâ'mda. (4/299), Ukbe b. Âmir'den rivayet edilen şahidi vardır, senedi hasen bu hadisle güçlenir.

[827] Ahfned, 2/272, 344; İbn Mâce, 1923. Tirmizî'de, îbn Abbas'tan rivayet edilen hasen se-nedli bir şahidi vardır, onunla güçlenir. İbn Hibbân (1302) bunu sahih görmüştür.

[828] Tirmizî, 135; İbn Mâce, 639; Ahmed, 2/408, 476; Ebu Davud, 3904; Dârimî, 1/259. Ebu Hureyre'den ve senedi kuvvetli olarak rivayet edilmiştir.

[829] Zem'a b. Salih zayıftır. Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb (3/200)'de verir ve: "Bunu Ebu Ya'lâ, ceyyid bir isnadla rivayet etmiştir" der. Heysemî, Mecmau'z-Zevaid'de (4/298, 299) verir, Taberânî'nin el-Mu'cemu 'l-Kebîr'\nde ve Bezzâr'da da bulunduğunu belirtir ve: *'Ebu Ya'-lâ'nın râvileri, Sahih râvileridir. Ya'lâ b. Yemân ise sikadır." der.

[830] Tirmizî, 1165. Dârimî, 1/260. Tirmizî bunu hasen, îbn Hibbân ise sahih görmüştür. Hu-zeyme b. Sâbit'in rivayet

ettiği bir şahidi vardır. Bu, Şafiî (2/360), Ahmed (2/213) ve Ta-havî (2/25)'de yer alır. Senedi sahihtir. İbn Hibbân (1299) ile Hulâsatu'l-Bedri'l-Münîr'dv İbnu'l-Mulakkın bunu sahih görmüş, İbn Hacer, Fethu'i-BârFde (8/142), isnadı iy^hadis­lerden olduğunu belirtmiştir.

[831] Ebu Ubeyde, babasından dinlememiştir. Aynı konuda Ahmed'de yer alan ve râvileri sika olan Hz. Ali'nin rivayet ettiği bir hadis vardır.

[832] Dârakutnî( 3/288. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid1 de bunu zikretmiş ve: "Hadisi Taberanî ri­vayet etmiştir, râvileri sikadır." demiştir.

[833] Ahmed, 6706, 6976. İsnadı sahihtir. Bu hadisi Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb, (3/200)'de zikreder ve Bezzâr'a nisbet eder, râvilerinin sahih olduğunu söyler. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (4/298) verir. Taberânî'nin Evsâfına atıfta bulunur ve: "Ahmed'in râvileri, Sa­hih râvİIeridir." der. Bu görüşleri incelenmeye değer. Çünkü muhaddislerin terminolojisin­de âşinâ olunan, bu terimin Buharı ve Müslim'in birlikte veya îek başlarına rivayetlerini aldıkları râviler için kullanılmasıdır. Buharı ve Müslim birlikte veya ayrı ayrı, Amr b. Şu-âyb'da*n asla rivayette bulunmuş değillerdir. Taberî (2/234), Ahmed (6968) ve Beyhakî (7/199), Katâde'den Ukbe b. Vessâc—Ebu'd-Derdâ senediyle, Ebu'd-Derdâ'nın şöyle de­diğini naklederler: "Bunu sadece kâfir yapar." Senedi sahihtir.

[834] Ahmed, 1/268. Senedinde Rüşd b. Sa'd vardır, zayıftır. Ama şahidi daha önce geçti.

[835] Ahmed, 1/297; Tirmizı 2984. Senedi hasendir.

[836] Tirmizî, 1165, isnadı hasendir. îbn Hibbân (1302) ise bunu sahih görmüştür.

[837] Bunu Süyûtî, el-Câmiu's-Sağîr'de zikretmiş ve îbn Asâkir'e nisbet etmiştir, zayıf olduğu­nu da belirtmiştir.

[838] Senedi hasendir. tbn Adî bunu, Kâmil (l/2U)'de vermiştir. Az önce de geçtiği gibi, Ebu Hureyre'den rivayet edilen şahidi vardır.

[839] Hıtyetu't'Evliyâ, 8/376. Senedi zayıftır.

[840] Sahih bir hadistir. Şafiî, 2/260. Ondan da Beyhakî (7/196), Tahavî (2/25), Nesâî (İşret'te) ve îbn Hibbân (1299, 1300) bu hadisi verirler. Îbnu'l-Mulakkın, Hulâsatu'l-Bedri'l-Münîr'fe'-, İbn Hazm, el-Muhalla'ûd. (10/70) bunu sahih, Münzirî (3/200) de iyi görmüştür.

[841] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/460-457.

[842] Ahmed, 2/295; Ebu Davud, 4457; Tirmizî, 1362, Nesâî, 6/109; İbn Mâce, 2607. Berâ b. Âzib'den: Elinde bir sancak olduğu halde dayımı gördüm. "Nereye gidiyorsun?" diye sor­dum. "Rasûlullah (s.a.) beni babasının karısıyla evlenen birine gönderdi. Boynunu vur­mamı ve malına el koymamı emretti." cevabım verdi. Senedi hasendir. Ebu Davud (4456), Müsedded—Hâlid b. Abdillah—Mutarrif—Ebi'1-Cehm—Berâ b Âzib senediyle şunu riva­yet eder: "Kaybolan bir devemi aramak için dolaşırken, karşıma yanlarında sancak olan bir kervan veya atlılar çıktı. Peygambere (s.a.) yakınlığım dolayısıyla bedeviler beni dolaş­tırmaya başladı. Bir çadıra geldiklerinde, bir adamı çıkarıp adamın boynunu vurdular. Se­bebini sordum. Babasının karısıyla evlendiğini söylediler." İsnadı sahihtir. Müsned'ds (4/295), Esbât—Mutarrif—Ebu'1-Cehm—Ebu'1-Berâ senediyle yer alır. Sözleri arasındaki "evlendi" (a'res) ifadesi konusunda el-Hattabî şöyle diyor: "Bu, nikâh için kullanılır. Ger­çekte düğünle ilgilenmek demektir." Bunda, nâmahremle evlenmenin zina hükmünde ol­duğu, akdin yapılmasının haddi düşürmediği açıklanmıştır. İbn Mâce (2608), Muâviye b. Kurra—babası şeklindeki sah:1! senediyle şunu rivayet eder: "Rasûlullah (s.a.) beni, baba­sının hanımıyla evlenen bir adamın boynunu vurmaya ve malına el koymaya gönderdi."

[843] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/468-469.

[844] Hıcr, 15/67-73.

[845] Âyet: Ahzâb, 33/37. Bu iddia; İbn Sa'd (Tabakat, 8/101, 102) ve Hâkim (4/23)'de, Mu­hammed b. Ömer el-Vâkidî (Vâkıdî, metruktür, bazıları onun hadis uydurduğunu ileri sü­rer)—Abdullah b. Âmir el-Eslemî (zayıftır)—Muhammed b. Yahya b. Hıbbân (sikadır, ama tâbün'dendir. Rasûlullah'tan rivayeti mürseldir) senediyle yer alan bâtıl bir haberdir. Bu haberin yanlışlığına birçok muhakkik imam dikkat çekmiş ve şöyle demişlerdir: Bu olayı nakledenler, nübüvvet makamını gerçek şekilde tanımayıp âyeti anlamadan bunu iddiala­rına delil getirirler. Bunlar ismet sıfatının özünü de kavrayamazlar. Rasûlullah'in (s.a.) içinde gizleyip sakladığı, daha sonra Allah'ın ortaya çıkardığı, ileride karısı olacağını haber ver­mektir. Rasûlullah'i, bunu gizlemeye iten şey, insanların "oğlunun karısıyla evlendi" de­mesinden endişesidir. Bununla Yüce Allah, cahiliye ehlinin uyguladığı evlatlık hükümleri­ni son derece açık bir şekilde ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Bu durum, evlatlık diye çağrılanın karısıyla evlenmektir. İnsanların efendisi ve önderinin böyle bir evlilik yapması, bu hükmü kabule daha elverişli olur. Bk. İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 3/1530-1532; Fethu'l-Bâr'u S/404; İbn Kesîr, Tefsir, 3/490-492; Rûhu'l-Ma'ânî, 22/24-25.

[846] Nisa, 4/23.

[847] Ahzâb, 33/40.

[848] Ahzâb, 33/4.

[849] Buhari, 7/15, Abdullah b. Abbas'tan; Müslim, 2383, Abdullah b. Mes'ûd'dan. Her ikisi de Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet etmişlerdir.

[850] Müslim, 2383/5, İbn Mes'ûd'dan; Tirmizî, 3656: "Ama arkadaşınız, Allah'ın dostudur, lafzıyla.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/471-473.

[851] Yusuf, 12/24

[852] Kasas, 28/10.

[853] A'raf, 7/189.

[854] Buharî, 7/263, ta'likan Hz. Âişe'den; Müslim, 2638, mevsûlen Ebu Hureyre'den.

[855] Ahmed, 2/295, 527; Ebu Davud, 4834. İsnadı sahihtir. Ancak hadisin vürûd sebebi zikre-dilmemiştir. Bunu Ebu Ya'lâ el-Mavsılî, Amra bt. Abdirrahman'dan rivayet eder: Mek­ke'de hoş bir kadın vardı. Medine'de kendisine benzeyen bir kadına konuk oldu. Bu, Hz. Âİşe'ye ulaştı. Şöyie dedi: Rasûüllah'ın "Ruhlar, toplanmış cemaatler gibidir." buyurdu­ğunu işittim.

[856] Saffât, 37/22.

[857] Tekvîr, 81/7.

[858] Ahmed, 6/145, 160; Nesâî, Hz. Âişe'den Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: Üç kişi hakkında yemin ederim. Allah, İslâm'da payı olanı, olmayan gibi kılmaz. İslâm'ın paylan namaz, oruç ve zekâttır. Allah bir kulu dünyada dost edindiğinde, onu kıyamet günü başkasına havale etmez. Bİr topluluğu seveni Yüce Allah onlarla beraber kılar. Dör­düncüsü için yemin etsem, günaha girmeyeceğimi umarım. Allah, dünyada örtmediği bir kulu kıyamet günü örter." Râvileri, Urve'den rivayet eden Hudârî (Müsned'de Hadrâmî şeklindedir) dışında sikadır. İbn Hİbbân'dan başkası onu sika kabul etmez. Ancak Ebu Ya'lâ'nın İbn Mes'ûd'dan, Taberânî'nin Ebu Ümâme'den rivayet ettiği şahidleri vardır, bunlarla beraber sahihtir.

[859] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/473-476.

[860] Daha önce kaynağı gösterildi. Bk. Evlilik Hayatı, dipnot: 5.

[861] Daha Önce kaynağı gösterildi, Jahihtir. Bk. Evlilik Hayatı, dipnot:

[862] Nisa, 4/28.

[863] Bunu Hatîb el-Bağdadî {Tarih, 5/156, 262, 6/50-51, 13/184), İbn Asâkir ve başkaları, Sü­veyd b. Saîd el-Hadsânî—Ali b. Misher—Ebu Yahya el-Kattât—Mücâhid—İbn Abbas se­nediyle rivayet eder. Süveyd ve Ebu Yahya'mn zayıflıkları dolayısıyla senedi zayıftır. Mü-tekaddimîn hadis imamları bu hadisin zayıf olduğunda ve yazarın da açıklayacağı gibi Sü­veyd dolayısıyla illetli olduğunda ittifak etmiştir. el-Harâitî, İ'tilâlu'l-Kutûb adlı eserinde başka yollarla da rivayet eder. Yazar, Ravdatu'l-Muhibbîn (182)'de şöyle der: Bu Ya'kûb b. İsa'nın rivayetlerindendir, o za-ıftır, rivayeti delil olarak kullanılmaz. Hadis ehli onu zayıf görmüş ve yalancı olduğunu belirtmiştir.

[864] Buhari (6/32,33) ve Müslim (1914), Ebu Hureyre'den Rasûluliah'ın (s.a.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet ederler: "Şehitler beş tanedir: I) Taundan ölen, 2) Karın hastalığından ölen, 3) Suda boğulan, 4) Yıkık altında kalıp ölen, 5) Allah yolunda öldürülen." Mâlik, (Muvat-ta, 1/233, 234), Ebu Davud (3111), Nesâî (4/13, 14) ve İbn Mâce (2803), Câbir b. Atîk'ten merfûan şu hadisi rivayet ederler: "Allah yolunda öldürülme dışında yedi tanedir: Taun­dan ölen şehittir, boğularak ölen şehittir, zâtülcenbten ölen şehittir, kann ağrısından ölen şehittir, yanarak ölen şehittir, yıkık duvar altında kalarak ölen şehittir, hamile olarak Ölen kadın şehittir." İbn Hibbân (1616) ve Hâkim (1/352) bu hadisi sahih görmüş, Zehebî de ona katılmıştır. Aynı konuda Hâkim (2/lO9)'da Ömer'den; Ebu Davud (2499)'da ve Hâ­kim (2/78)'de Ebu Mâlik el-Eş'arî'den; Buharı (10/162, 163, 164)'de Enes ve Âişe'den; Ahmed (4/201, 5/323) ve Dârimî (2/208)'de Ubâde b. es-Sâmit'ten; Ahmed (4/207)'de Ukbe b. Âmir'den de hadisler rivayet edilir.                                         

[865] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/476-480.

[866] Buharî, 10/312. Enes b. Mâlik'ten.

[867] Müslim, 2253.                                                                        

[868] Ebu Davud, 4172; Nesâî, 8/189. İsnadı sahihtir. îbn Hibbân (1473) sahih ğörmüştür.

[869] Tirmizî (2800), Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan bu hadisi rivayet eder. Senedinde Hâlid b. İtyâs vardır ki, Takrîb'de: "MetrûkuM-hadis" olduğu belirtilir. Ancak, Taberânî, Evsât'da Mecmctu'I-Bahreyn'in (2/11) Sa'd'dan merfûan kaydettiği şu rivayeti verir: "Avlularınızı temiz tutun. Çünkü yahudiler avlularını temiz tutmazlar." Senedi hasendir. Aynı konuda Müslim (91) ve Tirmizî (1999), İbn Mes'ûd'dan merfûan şu hadisi rivayet ederler: "Allah güzeldir, güzeli sever." Beyhakî, Talha b. Ubeydullah'tan; Ebu Nuaym, Nüye (5/29)'de İbn Abbas'tan merfûan: "Allah cömerttir, cömertliği sever. Ahlâkî yücelikleri sever, de­ğersiz şeylerden hoşlanmaz." hadisini rivayet ederler.

[870] Buharî (2/302), Ebu Saîd el-Hudrî'den şu sözle nakleder: "Cuma günü ihtilam olanın yı-kanmas , misvak kullanmak ve bulunca güzel koku sürmek vaciptir."

[871] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/481-482.

[872] Ebu Davud, 2377. Nu'man b. Ma'bed b. Hevze, meçhuldür, Ebu Davud şöyle diyor: "Yahya b. Maîn bana: 'O münker bir hadistir1 dedi."

[873] İbn Mâce, 3499; Tirmizî, 1757; Ahmed, 1/384; Tirmizî, Şemail, 1/125, 126. Abbâd b. Man-sur'un kötü hıfzı, tedlis ve tağyiri dolayısıyla zayıf oluşu yüzünden isnadı zayıftır.

[874] Tirmizî'deki bu tbn Abbas hadisine göre, Rasûlullah her gözüne üç kez sürerdi. Şu rivayeti ise, Ebu'ş-Şeyh, Ahlâku'n-Nebî{183)'de Enes'ten rivayet eder: "Rasûlullah (s.a.) sağ göz­üne üç kere sürme çeker, sol gözüne iki kez misk sürülmüş sürme taşını sürerdi." Senedi ceyyiddir, râvileri sikadır. Taberanî, Kebîr (3/119)'de İbn Ömer'den merfûan: "Sürme çe­kince sağ gözüne üç kez, sol göze iki kez sürerdi, sürmeyi tekli rakamda bırakırdı." Sene­dinde iki zayıf râvİ vardır.

[875] Ebu Davud, 35; Dârimî, 1/169,170; îbn Mâce, 337. Ebu Hureyre'den. Senedinde el-Huseyn el-Cubrânî vardır,

tbn Hacer, onun hakkında şöyle der: "Meçhuldür, ondan rivayet eden Ebu Saîd de meçhuldür." Bununla birlikte, İbn Hibbân (132) ve Aynî (Umde, 1/732) bu­nu sahih görür. Ibn Hacer ise bu konuda çelişkilidir. Fethu'l-BârVde (1/225) hasen, Tel-hîs'de (1/103) de zayıf görür.

[876] îbn Mâce,' 3495. Senedinde Osman b. Abdülmelik vardır, o Ieyyinu'1-hadis'tİr. İsnadın di­ğer kısmındaki râviler sikadır. İbn Abbas'm bundan sonraki hadisi onun şahididir.

[877] Ebu Nuaym, Hilye, 3/178; Taberâni Kebîr, 183. Hz. Ali'den. Senedi basendir, el-lrakî, senedi ceyyid demiştir. Münzirî ile İbn Hacer ise hasen demişlerdir. Önceki İbn Ömer ve sonraki İbn Abbas hadisleri şahididir.

[878] 1bn Mâce, 3497. Ahmed, 3036, 3426; Ebu Davud, 3878; Beyhakî, 3/245. İsnadı sahihtir, îbn Hibbân (1439, 1440) sahih görmüştür.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/483-484.