Bu gaza, Evtâs gazası diye de
isimlendirilmiştir. Huneyn[1] ve
Evtâs, Mekke île Tâif arasında iki bölgenin adıdır. Bu gaza, cereyan ettiği
yere nisbetle bu adlarla anıldığı gibi RasûîuUah (s.a.) ile savaşmak için
gelen Hevâ-zin kabilesine nisbetle Hevâzin gazası diye de anılmaktadır. [2]
îbn îshak der ki:
Hevazin kabilesi, Rasûlullah'a (s.a.) ait haberleri, özellikle Mekke'nin
fethinin gerçekleştiğini duyunca Mâlik b. Avf en-Nasrî'nin[3]
davetiyle bir toplantı yaptı. Sakîfliler de bu toplantıya katıldı. Bunlara
Mu-dar ve Cüşem kabilelerinin tamamı, Sa'd b. Bekr oğullan ile Hilâloğulların-dan
bir grup insan katıldı. Kays b. Aylan kabilesinden de ancak bir grup katılmıştı.
Hevâzin'den olan Kâ'b ve KilaboğuUan ise toplantıya katılmamıştı. Cüşemliler
arasında Düreyd b. es-Sımme adında çok yaşlı biri vardı, ama yaşlılığı
sebebiyle, ancak görüş ve tecrübesinden istifade ediliyordu. Çok cesur ve
tecrübeli birisiydi. Sakîflilerin iki komutanı vardı. Müttefiklerde ise, Kârib
b. el-Esved, Mâlikoğullarından Subey' b. el-Hâris ile kardeşi Ahmer brdı.
Hepsinin komutanı Mâlik b. Avf en-Nasrî idi.
Mâlik b. Avf,
Rasûlullah'in (s.a.) üzerine yürümeye karar verince, savaşa katılanlara
yanlarına mallarım çocuklarını ve hanımlarını da almalarım emretti. Evtâs
denilen mevkiye gelince, aralarında Düreyd b. es-Sımme'nin bulunduğu topluluk
bir araya geldi. Düreyd: "Siz hangi vadidesiniz?" diye sordu,
"Evtâs'ta" dediler. Bunun üzerine Düreyd: "At koşturmaya ne kadar
uygundur; ne keskin taşları olan bir tepelik, ne de toprağı yumuşak olan bir
düzlüktür." dedi. Sonra: "Neler oluyor? Deve böğürmeleri, eşek anırmaları,
çocuk ağlamaları ve kuzu melemeleri duyuyorum." diye sordu. Dediler
ki:"Mâük b. Avf herkesin karısını, hayvanını ve çocuğunu da yanında
getirdi." Düreyd: "Mâlik nerede?" diye sordu. "İşte
Mâlik!" denildi ve çağırıldı. Düreyd, Mâlik'e: "Ey Mâlik! Bugün sen
kavminin reisi oldun. Bugünün yarınları da olacaktır. Neler oluyor ki deve
böğürmeleri, eşek anırmaları, çocuk ağlamaları ve kuzu melemeleri
duyuyorum?" dedi. Mâlik: "Herkesin karısını, çocuklarını ve
hayvanlarını da beraber getirdim." dedi. Düreyd: "Niçin?" diye
sordu. Mâlik: "Her bir adamın arkasında ailesi ve malı bulunsun ki, onları
müdafaa için savaşsınlar." diye cevap verdi. Bunun üze-
"rine Düreyd:
"Davar çobanı! Bozguna uğrayan askeri ne durdurabilir? Şayet savaş
lehinde cereyan edecekse bu, adamlarının kılıcı ve "mızrağı sayesinde
olacaktır, şayet aleyhine dönecekse malını ve aileni rezil edeceksin."
dedi. Sonra da: "Kâ'boğulları ve Kilâboğullan ne yaptı?" diye sordu.
"Hiç biri gelmedi." dediler. Düreyd: "Hareket, sürat ve ciddiyet
kalmadı. Eğer bugün şeref ve yükseliş günü olsaydı, Kâ'bda Kilâb da geri
durmazdı. İsterdim ki siz de Kâ'boğulları ile Kilâboğulları'mn yaptığını
yapsaydınız." dedi ve: "Sizlerden kimler katılıyor?" diye sordu.
"Amr b. Âmir ve Avf b. Âmir." diye cevap verdiler. Düreyd:
"Âmir'in o iki yavrusunun ne faydası ne de zararı olur. Ey Mâlik! Sen,
Hevâzin topluluğunu atların boyunlarına sürmekle iyi bir iş yapmadın. Onları
beldelerinin sağlam sığınaklarına ve kavimlerinin yanlarına götür, sonra
sâbiîleri (müslümanlan[4] at
üzerinde karşıla. Şayet savaş lehinde cereyan ederse geride kalanlar sana
ulaşır, eğer aleyhine dönecek olursa hiç değilse aileni ve malını korumuş
olursun." dedi. Fakat Mâlik: "Vallahi dediklerini yapmayacağım! Sen
yaşlandın, akim da kocamış. Ey Hevâzin topluluğu! Vallahi, ya bana itaat
edeceksiniz ya da şu kılıcın üzerine kapanacağım ve ucu sırtımdan
çıkacak!" diyerek hiddetlendi. Düreyd'in sözüne ve görüşüne itibar
edilmesini istemedi. Hevâzinliler, bu durum karşısında: "Sana itaat edeceğiz."
dediler. Düreyd ise: "Bugün, hem içinde buluii-duğum, hem de şahit
olmadığım bir gündür." dedikten sonra şu şiiri söyledii
"Keşke genç ve
dinç olsaydım da orada yürüseydim ve koşsaydım.
Sanki iri yarı
olmayan, çok zayıf da sayılmayan bir dağ keçisini andıra n uzun yeleli bir atı
yediyorum."
Sonra Mâlik
oradakilere: "Onları gördüğünüz zaman kılıçlarınızın kınlarını kırınız,
sonra tek bir adamın saldırışı gibi yek vücut saldırınız." diye hitapta
bulundu. Bu arada da etrafa gözcüler gönderdi. Bu gözcüler döndüklerinde
uzuvları parçalanmış vaziyetteydi. Mâlik: "Yazıklar olsun size, bu haliniz
ne?" dedi. Dediler ki: "Benekli atlara binmiş beyaz adamlar gördük.
Allah'a yemin olsun ki onlara ilişir ilişmez gördüğün felâket başımıza geldi.
Vallahi bu durum bile azmettiği niyeti üzere yürümekten onu döndüremedi." [5]
Allah'ın Peygamberi
(s.a.), onların haberini duyunca Abdullah b. Hadred el-Eslemî'yi onlara casus
olarak gönderdi, aralarına girmesini, haklarında yeterli biigi elde edinceye
kadar orada kalmasını ve sonra haberlerini kendisine getirmesini emretti. îbn
Ebî Hadred gitti, aralarına girdi. Rasûlul-lah (s.a.) ile harb etmek için ne
gibi hazırlıklar yaptıklarını duydu ve öğrendi. Mâlik'in ve Hevâzin'in durumu
hakkında konuşulanları işitti. Sonra döndü ve bütün haberleri Rasülullah'a
(s.a.) bildirdi.
Hz. Peygamber (s.a.)
Hevâzin üzerine yürümeye karar verince, Safvân b. Ümeyye'nin yanında çok sayıda
zırh ve silah bulunduğu bildirildi. Rasû-lullah (s.a.) o gün müşrik olan
Safvan'a adam gönderdi ve çağırttı. Gelince ona: "Ey Ebu Ümeyye! Şu
silahlarım bize ödünç olarak ver, yarın düşmanımızla karşılacağız." dedi.
Safvan: "Ey Muhammed! Gasb olarak mı?" diye sordu. O zaman Rasûlullah
(s.a.): "Bilâkis onları sana geri verinceye kadar garanti edilmiş bir
emanet olarak." buyurdu[6]
Safvan: "O halde bir beisyok, olabilir." dedi ve yüz zırh ve bu
zırhlara yetecek kadar da silah verdi. İddiaya göre Rasûiuİlah (s.a.) ondan
silahların taşınmasını istemiş, o da taşımıştır.
Sonra Rasûiuİlah
(s.a.), iki bin kişi Mekkelüerden, on bin kişi de, Allah'ın Mekke'nin fethini
ellerinde nasip ettiği ashabından olmak üzere toplam on iki bin kişiyle çıktı,
Attâb b. Esîd'i Mekke'ye vali olarak tayin edip kendisi Hevâzinlilerle
karşılaşmak üzere yola koyuldu. [7]
İbn îshak, Âsim b.
Ömer b. Katâde—Abdurrahman b. Câbir—babası Câbir b. Abdillah yoluyla yaptığı
bir nakilde der ki: Huneyn vadisine yönelince Tihâme vadilerinden birinin
geniş çukurlarından durmadan iniyor, iniyorduk. Sabahın alaca karanlığı idi.
Onlar bizden önce vadiye gitmişler ve vadinin çeşitli yerlerinde
gizlenmişlerdi. Biz daha henüz yokuştan aşağı iniyorduk ki, vallahi iyice
hazırlanmış olarak birlikler halinde yek vücut üzerimize saldırdılar. Kimse
kimseyi beklemeden herkes dönerek kaçışıyordu. Rasûiuİlah (s.a.) sağ tarafa
dönerek: "Ey insanlar! Nereye? Bana geliniz, ben Allah'ın elçisiyim, ben
Abdullah'ın oğlu Muhammed'im!" diyordu. Yanında Muhacirler'den, Ensar'dan
ve ehl-i beytinden bir avuç insan kalmıştı. Muhacirlerden yanında kalan Ebu
Bekir ve Ömer (r.a.), ehl-i beytinden Ali, Ab-xbas, Ebu Süfyan b. el-Hâris ve
oğlu, Fadl b. Abbas, Rabîa b. el-Hâris, Üsâ-me b. Zeyd ve Eymen b. Ümmü Eymen
idi. Eymen, o gün öldürülmüştü.
Hevâzinlilerden bir
adam kırmızı bir devenin üzerinde, elinde uzun bir mızrağın ucuna takılmış
siyah bir bayrak olduğu halde Hevâzinlilerin önüne düşmüş, onlar da arkasında,
birini yakalarsa mızrağı ile vuruyor, önünde kimse yoksa yürüyor,
arkasındakiler de onu takip ediyorlardı. Adam bu şekilde ilerlerken, Hz. Ali
ve Ensar'dan bir sahabî bu adama doğru fırladılar. Hz. Ali arkasından geldi ve
devenin topukları üzerindeki sinirlere vurdu, deve arkası üzerine düştü.
Ensar'dan olan sahabî adamın üzerine atlayıverdi ve ona öyle bir darbe indirdi
ki, ayağı baldırının yarısıyla birlikte vücudundan ayrıldı ve devesinden yere
yuvarlandı. Bu hâdise üzerine kaçanlar döndüler ve savaş başladı. Allah'a
yemin olsun ki, hezimetlerinden kaçıp sonra dönenler, döndükleri zaman
esirleri Rasûlullah'ın (s.a.) yanında elleri bağlı olarak buldular.[8]
İbn İshak der ki:
Müslümanlar ilk hamlede hezimete uğrayınca, Rasû-; îullah'ın (s.a.) yanında
bulunanlardan bu vaziyeti gören bazı Mekkeli şahıslar içlerinde olan kin ve
nefreti gizleyemedüer. Ebu Süfyan b. Harb: "Bu boz-n gunuii sonu denize
dayanmadan gelmez!" dedi. Ebu Süfyan, fal oklarını da okluğu içinde yanına
almıştı. Cebele b. Hanbel de şöyle bağırıyordu: —İbn Hişâm bu kişinin Kelede
olduğunu söyler— "Bugün sihir bozuldu!" Ana bir kardeşi olan ve o gün
henüz İslâm'a girmemiş bulunan Safvan ona: "SusJ dili tutulasıca! Vallahi,
Kureyş'ten bir zatın bana hükmetmesi, Hevazin'djhı birinin hükmüne girmekten daha
güzeldir."[9] dedi.
îbn Sa'd, Şeybe b.
Osman el-Hacebî'den şu nakli yapmaktadır: Mekke'nin fethedildiği sene
Rasûiuİlah (s.a.) Mekke'ye girdi. Kendi kendime dedim ki: Kureyşle birlikte
Huneyn'de Hevâzinlilere giderim, belki o savaş karışıklığında bir fırsatını
bulur, Muhammed'i ele geçirir ve O'ndan intikamımı alırım. Ve böylece bütün
bir Kureyşin intikamını alan şahıs da ben olurum. Daha önceleri, "Arap ve
Acemler'den Muhammed'e tâbi olmayan hiç kimse kalmasa da ben yine O'na tabi
olmaz,.:i3inini kabul etmezdim." derdim. Beni bu yola çıkaran maksat için
fırsat kolluyordum ve bu halim de benim kuvvetimi arttınyordu. Bozgun sonucu
herşey karışmıştı. Rasûlulîah (s.a.) katırından inmişti. Kılıcımı kınından
sıyırdım, niyetimi gerçekleştirmek düşüncesiyle yaklaştım, kılıcımı kaldırdım,
nerdeyse işini bitirdiğimi hisseder gibiydim ki yıldırımı andıran bir ateş
yalımı peyda oldu, korkumdan elimle gözümü kapadım. Rasûhıllah (s.a.) bana
döndü ve bağırdı: "Ey Şeybe, bana yaklaş!" Ben de yaklaştım. Eliyle göğsümü
sıvazladı ve: "Allah'ım! Sen onu şeytandan koru." dedi. Allah'a
yemin olsun ki, o dakikada Rasûiuİlah (s.a.) bana gözümden, kulağımdan ve öz
nefsimden daha sevimli geldi. Allah, kalbimdeki nefret duygularını giderdi.
Sonra Rasûiuİlah (s.a.) bana: "Yaklaş ve savaş!" dedi. Önüne geldim,
kılıcımı düşman üzerine sallamaya başladım. Allah biliyor ki O'nu, canım
pahasına da olsa herşeye karşı korumak istiyordum. O anda hayatta olsa da
babam karşıma çıksaydı, ona da kılıcımı indirirdim. Bozgun anında Rasûiuİlah
(s.a.) ile birlikte kalanlar arasında ben de vardım. Sonra müslümanlar dönüp
yek vücut halinde bir hücum yaptılar. Ra-sûlullah'a (s.a.) katırı getirildi,
üzerine bindi, kaçanları takip için peşlerine düştü. Sonra ordugâhına döndü.
Çardağına girdi, ben de yanına girdim. Yüzünü görmek ve bu sevinci, hissetmek
istiyordum. Benden başka kimse yoktu. Bana dedi ki: "Ey Şeybe! Allah'ın,
senin için dilediği şey, senin kendi nefsin için dilediğinden daha
hayırlıdır." Sonra içimde sır olarak saklayıp tek kişiye bile söylemediğim
bütün sırlarımı birer birer sayıp döktü. Dedim; ki:
"Ben şehadet
ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen de Allah'ın Rasû-lü'sün!"
Sonra dedim ki: "Benim için Allah'tan mağfiret dile." Rasûlullah
(s.a.) bunun üzerine: "Allah seni mağfiret etsin." buyurdu.[10]
İbn tshak der ki:
Zührî—Kesir b.el-Abbâs yoluyla gelen rivayete göre Ke-sîr'in babası Abbâs b.
Abdülmuttalip şöyie anlatmıştır: Ben, Rasûlullah (s.a.) ile beraberdim ve beyaz
katırının gemini tutuyordum. İri yapılı ve gür sesi olan birisiydim. Rasûlullah
(s.a.), insanların bozgun sebebiyle kaçıştıklarını görünce: "Nereye ey
insanlar!" diyordu. Kimsenin döndüğünü görmedim. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.) bana: "Ey Abbas; 'Ey Ensar topluluğu! Ey Semüre ağacının altında
bîat etmiş olanlar!' diye bağır." buyurdu. Ben böyle bağırınca herkes bir
taraftan: "Buyur, buyur." diye cevap veriyor, devesinin yönünü
çevirip geri dönmek istiyor, güç yetiremiyor, zırhlarını çikanp develerinin
boyunlarına geçiriyorlar, kılıcını, kalkanını, okunu alan deveden inip sesin
geldiği tarafa doğru koşuyor ve Rasûlullah'ın (s.a.) yanına varıyorlardı. Yüz
kişi kadar insan toplanınca düşmana karşı savunmaya geçip, savaşmaya
başladılar. İlk çağrı, "Ey Ensar topluluğu!" diye oldu, daha sonra
da: "Ey Hazreç topluluğu!" şeklinde yapıldı. Bu kabileler, harp
sırasında düşmana karşı çok dayanıklı ve sebatkâr idiler. Rasûlullah (s.a.)
üzengilerinin üstünde savaşa tutuşanlara baktı ve: "İşte, şimdi tandır tutuştu,
savaş kızıştı!" dedi.[11]
Bazıları Rasûlullah'ın (s.a.) bu sözüne, şu ilâveyi de yapmışlardır:
"Ben Peygamberim,
yalan yok. Ben AbdülmuttaUb'in oğluyum."
Sahih-i Müslim 'de şu
rivayet vardır: Sonra Rasûlullah (s.a.) birkaç çakıl alarak kâfirlerin üzerine
attı ve: "Muhammed'in Rabbine yemin olsun, bozguna uğradılar!" dedi.
Çakılları onlara atar atmaz kuvvetlerinin zayıfladığını, işlerinin
gerilediğini gördüm, durdum.[12]
Müslim'in bir başka
rivayeti şöyledir: Rasûlullah (s.a.) katırından indi, sonra yerden bir avuç
toprak aldı ve yüzlerine karşı dönerek: "Bu yüzler kahrolsun!"
buyurdu. Artık onlardan Allah'ın yarattığı hiç bir insan yoktu ki gözlerini
toprak doldurmasın. Az sonra savuşup gittiler.[13]
İbn İshak, Cübeyr b.
Mut'im'in şöyle dediğini nakleder: Hevâzin daha bozguna uğramamış, çarpışma
devam ediyordu. Tam o sırada, bizimle Hevâzin arasına düşen siyah örtülü bir
şey gördüm. Dikkatlice baktım. Bir de ne göreyim, bütün bir vadiyi simsiyah
karıncalar sarmış. Hemen akabinde Hevâzin perişan oldu. O gelenlerin melekler
olduğu hususunda hiç şüphe etmedim. [14]
' İbn İshak der ki:
Müşrikler yenilince bir kısmı doğruca Taife geldiler. Mâlik b. Avf onlarla
beraberdi. Bir diğer grup Evtâs'a, bir üçüncü grup da Nahle'ye yöneldi.
Rasûlullah (s.a.), Evtâs'ta bulunanları takip etmek için Ebu Âmir el-Eş'arî'yi
gönderdi. Ebû Âmir, bozgundan kaçanların bir grubuna yetişti ve savaşmaya
başladılar. Kendisine isabet eden bir ok sonucu şehit oldu. Sancağı kardeşinin
oğlu olan Ebu Musa el-Eş'arî aldı ve savaşmaya devam ettiler. Allah, Ebu
Musa'ya zafer ihsan eyledi. Bu arada Ebu Âmir'in katili de öldürüldü.
Rasûlullah (s.a.) "Allah'ım; Ubeyd Ebu Âmir ve ailesini mağfiret et. Onu
kıyamet gününde bir çok mahlukatından daha üstün derecelere ulaştır." diye
dua etti. Aynı zamanda Ebu Musa'ya da mağfiret diîedi.[15]
Mâlik b. Avf, yoluna
devam etti ve Sakîf kalesine sığındı. [16]
Rasûlullah (s.a.)
esirlerin ve ganimetlerin toplanmasını emretti, hepsi bir araya getirilerek
toplandı. Esirleri ve ganimetleri Cirâne'ye doğru yönelttiler. Altı bin esir,
yirmi dört bin deve, kırk binden fazla koyun ve dört bin okka da gümüş ganimet
olarak alınmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) on küsur gün ganimetleri taksim etmeden,
belki Hevâzinliler gelir, müslüman olurlar ümidiyle bekledi.
Sonra ganimetleri
taksim etmeye başladı. İlk önce müellefe-i kulûba verdi. Ebu Süfyân b. Harb'e
kırk okka gümüş ve yüz tane deve verdi. Ebu Süfyân, oğlu Yezîd için de pay
istedi. Rasülullah (s.a.): "Ona da kırk okka gümüş ve yüz adet deve
veriniz." buyurdu. Diğer oğlu Muâviye için de istedi. Rasû-lullah (s.a.):
"Onun için de kırk okka gümüş ve yüz adet deve veriniz." buyurdu.
Sonra Hakîm b. Hizâm'a yüz deve verdi, isteği üzerine ona yüz deve daha verdi.
Nadr b. Haris b. Kelede'ye yüz deve ve Alâ b. Harise es-Sakafî'ye elli deve
vermiş, bunlar 'yüzlükler' ve 'ellilikler' diye anılmışlardır. Abbas b.
Mirdâs'a kırk deve verdi, ancak bu konuda söylediği bir şiir üzerine onun
payını yüz deveye tamamladı.
Sonra Zeyd b. Sâbit'e,
ganimetleri ve insanları saymasını emretti. Sayım işi bittikten sonra
ganimetleri paylaştırdı. Kişi başına dört deve ve kırk koyun düşmüştü.
Süvarilere on iki deve ve yüz yirmi koyun verildi. [17]
İbn İshâk, Âsim b.
Ömer b. Katâde—Mahmud b. Lebîd ve Ebu Saîd el-Hudrî yoluyla şu rivayeti
zikretmektedir: Hz. Peygamber (s.a.), Kureyş'e ve diğer Arap kabilelerine
ganimetlerden paylarını —yukarıda belirtildiği ölçüde— verince ve Ensar'a da
pay ayırmayınca Ensar, nefislerinde bir hoşnutsuzluk hissetti. Bu konuda
söylenenler çoğaldı. Hatta içlerinden biri: "Rasülullah (s.a.) artık
kavmine kavuşmuştur." dedi. Sa'd b. Ubâde Rasûlullah'ın (s.a.) yanına
girerek: "Ya Rasûlalîah! Ensar'm bir kısmı, elde ettiğin gani-metlerdeki
tasarrufundan dolayı hoşnutsuzluk hissediyorlar. Kendi kavmine pay ayırdın,
Arap kabilelerine muazzam ihsanlarda bulundun, ama Ensar'm bu kısmına hiçbir
şey düşmedi." dedi. Rasülullah (s.a.): "Sen ne düşünüyorsun, ey
Sa'd?" diye sorunca, o da: "Ya Rasülallah! Ben de kavmimden bir'
" kişiyim." dedi. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.): "Bana
şuradaki boş arsada kavmini topla." emrini verdi. Muhacirlerden bazıları
da oraya geldiler ve girmelerine izin verildi, başkalarının girmesine engel
olundu. Sonra Sa'd, Rasû-lullah'a (s.a.) gelerek: "Ensar sizin için
toplandı ya Rasülallah!" diyerek haber verdi. Hz. Peygamber (s.a.) geldi,
Allah'a hamdetti, O'nu lâyık olduğu şekilde övdü ve sonra: "Ey Ensar
topluluğu! Nefislerinizdeki hoşnutsuzluk ve bunun sonucu söylediğiniz sözler
bana ulaştı. Ben sizi dalâlette bulmadım mı? Allah sizi, benim vasıtamla
hidayete erdirmedi mi? Fakir bulduğum halde Allah sizi benim vasıtamla zengin
kılmadı mı? Birbirinize karşı düşmanlar idiniz de, Allah benim vasıtamla
kalplerinizi birbirine kaynaştırmadı mı?" diye hitap etti. Ensar da:
"Allah Rasûlü'nün ihsanı ve fazileti pek büyüktür." diyerek karşılık
verdiler. Sonra Hz. Peygamber şöyle devam etti: "Ey Ensar topluluğu! Bana
cevap vermeyecek misiniz?" Bunun üzerine Ensar: "Nasıl cevap verelim
ya Rasülallah? İhsan ve faziletler Allah ve Rasülünden-dir." dediler.
Rasülullah (s.a.) da devamla: "Vallahi, siz isteseniz bana şu (aşağıdaki)
sözleri söyler ve hem doğru söylemiş olursunuz, hem de sizi dinleyenler bu
sözleri doğrularlar: Kavmin seni yalanlamış olarak bize geldin, biz seni tasdik
ettik; perişandın, sana yardım ettik; kovulmuştun, seni aramızda barındırdık;
fakir olarak geldin, malımızı seninle paylaştık. Ey Ensar topluluğu! Sizin
müslümanlığmızdaki samimiyet ve ihlâsa güvenerek, yeni müs-lüman olanların
kalplerini kazanmak için onlara vermiş olduğum geçici ve hükümsüz birkaç parça
dünyalık için bana yakıştırmalarda bulundunuz. Ey Ensar topluluğu! Herkes
develer ve koyunlarla buradan dönerken, sizler Rasülullah ile dönmek istemez
misiniz? Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ölsün ki sizin
beraberinizde götürdüğünüz şey, onların beraberinde bulunanlardan daha
hayırlıdır. Hicret olmasaydı, mutlaka Ensar'-dan bir nefer olurdum. Ensar bir
vadiye girse, diğer insanlar da başka bir vadiye girseler, ben Ensar'ın girdiği
vadiye ve mahalleye girerdim. Ensar bizzat cesede temas eden iç gömlek, diğer
insanlar onun üzerine giyilen dış gömlektir. Ya Rabbi! Ensar'a, Ensar'ın
evlatlarına ve Ensar'm evlatlarının evlatlarına rahmet eyle." Bunun
üzerine orada bulunan herkes sakallan ıslamn-caya kadar ağladılar ve
"Nasip ve pay yönünden Allah ve Rasûlü'ne razı olduk." dediler. Daha
sonra Rasülullah (s.a.) orayı terketti ve herkes dağıldı.[18]
Şeymâ bt. Haris b.
Abdüluzzâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) süt kızkardeşi İdi. Rasûlullah'a (s.a.)
geldi ve dedi ki: "Ya Rasülallah! Ben senin süt kız-kardeşinim."
Rasülullah (s.a.): "Bunun alâmeti, delili nedir?" diye sordu. O da:
"Ben seni arkamda taşırken sırtımı ısırmıştın." dedi. Hz. Peygamber
(s.a.) alâmeti tanıdı, hemen ridasını serdi, üzerine oturttu ve: "İstersen
benim yanımda izzet, ikram ve sevgi ile kalabilirsin; eğer istersen sana mal
vereyim, kavmine dön." diyerek onu muhayyer bıraktı. O da: "Bana
biraz mal ver ve kavmime gönder." diye tercihini bildirdi. Allah Rasûlü
(s.a.) de öyle yaptı. Sa'doğuHanmn iddiasına göre, Rasûluilah (s.a.) Şeymâ'ya
Mekhûi adında bir köle ve bir câriye vermiş, Şeymâ da bu köle ile cariyeyi
evlendirmiş olup, hâlâ nesilleri
devam etmektedir. Ebu Ömer (ibn Abdilber), Şeymâ'nın müslüman olduğunu,
Rasûlullah'm (s.a.) ona üç adet köle ve cariye. bunun dışında koyunlar ve başka
mallar da verdiğini, adının Huzâfe, lakabının Şeymâ olduğunu kaydetmektedir[19]
Hevâzin heyeti on dört
kişi olarak Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Başlarında Züheyr b. Surad, içlerinde de
Hz. Peygamber'in (s.a.) süt amcası Ebu Bür-kân vardı. Rasûlullah'tan (s.a.),
mallarını ve esirleri iade etmesini istediler. Rasûlullah (s.a.): "Benim
yammdakiler, işte şu gördüklerinizdir. Bana en sevimli gelen söz, en doğru
olandır. Sizin için evlatlarınız ve kanlannız mı, yoksa mallarınız mı daha
sevgili?" dedi. Onlar da: "Biz, hiçbir şeyi soyumuza eş
tutmayız." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Ben öğle
namazını kıldığım zaman kalkınız ve: 'Biz Rasûlullah'ı müslümanlara,
müslümanları da Rasûlullah'a şefaatçi olarak esirlerimizin geri verilmesini
istiyoruz,' deyiniz." dedi. Öğle namazını kılınca kalktılar, isteklerini
böyle söylediler ve hemen Rasûluîlah (s.a.): "Bana ve
Abdülmuttaliboğulları'na düşen mallar ve esirler sizindir, diğerlerinden de
sizin adınıza istekte bulunacağım." dedi. Muhacirler ve Ensar, Rasûlullah'm
(s.a.) bu isteğini: "Bizim malımız Rasûlullah'm (s.a.) malıdır."
diyerek olumlu bir şekilde karşıladılar. Akra' b. Habis: "Ben ve
Temîmoğulları geri vermiyoruz." dedi. Uyeyne b. Hısn: "Ben ve
Fezâreo-ğulları geri vermiyoruz." dedi. Abbas b. Mirdâs: "Ben ve
Süleymoğullan geri vermiyoruz." dedi. Fakat Süleymoğullan: "Bizim
malımız Rasûlullah'a (s.a.) aittir." dediler. Bunun üzerine Abbas b.
Mirdâs, Süleymoğullan'na hitaben: "Beni ayağa düşürdünüz." dedi. Daha
sonra Rasûlullah (s.a.) "Bu kavim müsmman olarak bize geldi. Esirlerini
paylaştırmadan önce beklemiştim. (Sonra bana geldiler) ben de onları, mallan
ile kadın ve çocukları arasında muhayyer bıraktım; kanlan ve çocuklarıyla
hiçbir şeyi değişmediler. Kimin yanında kadın ve çocuk varsa ve gönül hoşluğuyia
geri verirse, buyursun. Kim de hissesini hakkı olarak elinde tutarsa, Allah'ın
bize ihsan edeceği ilk ganimet malından ona altı hisse vaadediyorum."
dedi. Oradakiler: "Gönlümüzden koparak Rasûlü'nün (s.a.) hatırı için
bağışlıyoruz." dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.): "Biz razı
olanınızı ve olmayanınızı bilemeyiz. Gidiniz, temsilcileriniz gelip durumu bize
bildirsin." buyurdu. Bu söz üzerine kadınİarını ve çocuklarını iade
ettiler[20]
Uyeyne b. Hısn'ın dışında herkes ellerin-; dekini verdiler. Uyeyne b. Hısn ise
payına düşen ihtiyar bir kadım iade jetmemekte ısrar etti. Daha sonra o da iade
etti. Rasûlullah (s.a.) esir kadınlara elbiseler satın alıp giydirmişti. [21]
1— Allah
Teâlâ Rasûlü'ne, Mekke'yi fethettiği zaman insanların gruplar halinde dinine
gireceğini ve Arapların tamamının boyun eğeceğini vaa-detmişti. —O, vaadini
tutan, vaadinden dönmeyendir.— Mekke'nin fethi tamamlanınca Allah Teâlâ'nın
hikmeti Hevâzin kabilesi ile o kabileye tâbi olanların kalbini İslâm'a
yönelmekten alıkoydu. Allah Rasûlü'ne ve rnüslüman-lara karşı harbetmeye
azmettiler ki, Allah'ın Peygamberine ihsan ettiği nimeti tamamlansın,
Peygamberinin izzet ve şerefi ve dinine olan yardımı, iyice açığa çıksın, elde
ettikleri ganimetler Mekke fethine katılanlar için bir teşekkür mahiyetinde
olsun. Bütün bunları Allah (c.c). Rasûlü'ne ve kullarına göstermek için, daha
önce hiç karşılaşmadıkları ölçüde muazzam bir güçle karşılaşıp onları perişan
ettikten sonra Araplar arasında daha hiç mukavemet yüzü görmemesi için bunlar
ve bunların dışında, düşünüp akıl yoranların bilebileceği ve görebileceği
engin hikmetler gereğince bu hâdiseler böyle gelişmiştir.
Allah Teâlâ'nın
hikmeti, müslümanların sayılarının ve mühimmatlarının çokluğuna ve
morallerinin yüksekliğine rağmen önce mağlubiyetin acısını tatmalarını
gerektirmiştir. Tâ ki Mekke'yi fethetmekle yükselen başlar al-çalsın ve
Allah'ın haram beldesine o şekilde girmesinler. Rasûlullah (s.a.) Mekke'ye
girerken tevazudan ve Rabbma karşı duyduğu tevazu hissinden ötürü
atının üzerine o kadar eğilmişti ki,
neredeyse çenesi eğerine değiyordu. Haram olan o beldeyi ilk ve son olarak,
yalnızca kendisine helâl kılan Rabbının azamet ve izzeti karşısında bu hale
gelmişti. Aynı zamanda Allah Teâlâ, "Bugün az değiliz, mağlup olmayız.'*
diyenlere, yardımın ancak Allah katından olabileceğini, O'nun yardım ettiğini
hiç kimsenin mağlup edemeyeceğini, O'-nun perişanlığa mahkûm ettiğine de hiç
kimsenin yardım edemeyeceğini açıklamak istemiştir. Onlara:
"Peygamberi'nin ve dininin muzafferiyetini üstlenen, bizzat Allah
Teâlâ'dır, sizin hoşunuza giden kalabalığınız değil. Kalabalık oluşunuz hiç
işinize yaramamış, gerisin geri dönüp kaçmıştınız." nüktesini iyice
hazmettirmek istemiştir. Artık kalpleri kırık olarak bu mânayı hakkıyla
anlayınca da zafer müjdesini gönderdi: "Bozgundan sonra Allah, Peygamberine
ve mü'minlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi."[22]
Allah'ın hikmeti gereği zafer müjdeleri ve mükâfatlar kalbi kırılmış, yıkılmış,
perişan olmuş zümrelerin üzerine boşanır. "Biz memlekette güçsüz sayılanlara
iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları varis yapmak, memlekete
yerleştirmek, Firavun, Hâmân ve her ikisinin askerlerine çekinmekte oldukları
şeyi göstermek istiyorduk."[23]
2— Allah
Teâlâ, Mekke'yi fetheden askeri, Mekke'nin ganimetini almaktan menetmişti. Ebu
Davud'un Vehb b. Münebbih'ten rivayet ettiği gibi altın, gümüş, mal, esir veya
arazi olarak hiçbir ganimet almamışlardı.[24] Halbuki
on bin kişilik bir ordu, atlı ve yaya Mekke'yi fethetmişler di. Onlar da bir
ordunun ihtiyaç duyduğu herşeye muhtaç İdiler. Allah (c.c.) müşriklerin
kalbine, mallarım, develerini, koyunlarını, aile ve çocuklarını beraberlerinde
savaş alanına getirmek ve müslümanlarla savaşmak fikrini attı. Böylece O, Allah
askerlerine bir ikram ve bir ziyafet takdim etmiş ve Allah'ın hükmünün
tamamlanması için onları zafer kazanmaya arzulu kılmak, galibiyetin prensiplerini
göstermek suretiyle onlara verdiği değeri tamamlamış olsun. Peygamberine ve
sevdiği kullarına zafer ihsan edince, ganimetler de sahiplerini bulup Allah ve
Rasûlü'nün payları ayrılınca: "Sizin ne kanınıza, ne malınıza, ne de
kanlarınıza ihtiyacımız var." denildi. Allah (c.c), Hevâzinliler'in kalbine
tevbeyi ilham etti ve hepsi İslâm'ı kabullendiler. Onlara: "İslâm'ı kabul
etmeniz ve buraya kadar gelmeniz adına, bir teşekkür olarak karılarınızı, çocuklarınızı
ye esirlerinizi geri veriyoruz." dediler. "Allah kalplerinizde bir
iyilik bulursa, size, sizden almanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar.
Allah bağışlayandır, merhamet edendir." [25]
3— Allah
Teâlâ, Araplarla yapılan savaşları Bedir harbiyle başîatmiş v Huneyn savaşıyla
bitirmiştir. Bu sebepten bu iki savaşın adı beraber zikredilir; aralarında
yedi sene gibi bir zaman bulunsa da "Bedir ve Huneyn" diyj; yanyana
anılırlar. Bu savaşların her ikisinde de melekler harbe iştirak etmişler,
Rasûlullah (s.a.) müşriklerin suratlarına toprak serpmiş ve her iki harri-ten
sonra da Arapların Rasûlullah'a ve müslümanlara saldırma ateşleri söri-müş,
birincisi onları korkutmuş, kuwe-i maneviyelerini sarsmış, ikincisi mevcut
bütün kuvvetlerini dışarı dökmüş, herşeylerini tüketmiş, onları zillete düşürmüş
ve artık Allah'ın dinine girmekten başka çare bulamamışlardır.
4— Allah Teâlâ bu savaş sebebiyle Mekke
halkının gönlünü almış, elde ettikleri ganimet ve zaferle de onları
sevindirmiştir. Bu zafer ve ganimetler onların kınlan haysiyetleri için bir
ilâç yerini tutmuştur. Hevâzinliler'in şerrinin bertaraf edildiğini bilmeleri
bu nimetin tamamlanması demekti. Çünkü onlara karşı koyacak güçleri yoktu.
Müslümanlar sayesinde onlara galip geldiler. Şayet onlarla tek başlarına harbe
kalkışsalardı, düşmanları onları yer, bitirirdi. Bu savaş için, bu ve benzeri
—tamamını ancak Allah'ın bileceğî-r-sayısız hikmetler sıralamak mümkündür. [26]
Bu savaştaki fıkhî
meselelere gelince:
1— Devlet
başkanının savaş sırasında casuslarım düşman saflarının arasına sokup olup
biteni haber alması gerekir. Düşmanının maksadını ve hazırlığını öğrenirse,
karşı koyacak gücü de varsa-oturup beklemez, bilakis Rasû-lullah'ın (s.a.)
Huneyn'de Hevâzinlilerle karşılaşıncaya kadar yürüdüğü gibi düşman üzerine
yürür.
2— Devlet başkanı, düşmanlarıyla savaşmak
için-müşriklerden ödünç silah ve diğer teçhizatı alabilir. Rasûlullah (s.a.) o
gün müşrik olan Safvan'-dan çok sayıda zırhı ödünç almıştı.
3— Allah'a
tevekkülün tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için, o konuda yapılması gereken her
işi yapmak ve bütün sebeplere sarılmak lâzımdır. Hz. Peygamber (s.a.) ve
ashabı, tevekkül bakımından da insanların en mükemmeli oldukları halde, bütün
silahlarla donatılmış olarak düşmanlarının karşısına çıkıyorlardı. Rasûlullah
(s.a.), "Allah, seni insanlardan koruyacaktır." şeklinde Allah
Teâlâ'jnn teminatına rağmen Mekke fethinde oraya girerken başına miğferini
koymayı ihmal etmemiştir.
İslâmî ilimlerin
künhüne vâkıf olamayan bazı sathî âlimler bu konuyu çeşitli yorumlara boğmuşlar;
bazan Rasûlullah'ın bu davranışının yalnızca ümmetini eğitmeye yönelik
olduğunu, bazan da yukarıda zikri geçen âyet-i kerimenin o zaman henüz nâzjil
olmadığını söylemişlerdir. Halbuki bir ülkede emirlerden birinin sormuş olduğu
bir meseleye cevap verilirken, Ebu Kasım b. Asâkir'in et-Tarihu'l-Kebîr adlı
eserinde şu hadis zikredilmiştir: "Rasûlullah (s.a.) bir yahudi kadının
kendisine zehirli koyun ikram etmesinden sonra, ev sahibi yemeğe başlamadan o
yemekten yemezdi."
Bazı âlimler, bu
hadiste, sultanlar için güzel bir örnek bulunduğunu söylemişlerdir.
Bu konuya şöyle bir
itirazda bulunulmuştur: Allah Teâlâ'nın: "Allah, seni insanlardan
koruyacaktır." âyetiyle sizin söylediklerinizi bir arada nasıl
düşünebiliriz? Allah Teâlâ, O'nu korumayı garanti etmişse, O da kesinlikle
bilir ki hiç kimse kılına bile dokunamaz.
Bu itiraza cevaplar
aranırken bazıları yukarıdaki hadisin zayıf olduğunu, bazıları da bu âyet
ininceye kadar Rasûlullah'ın (s.a,) öyle davrandığını, bu âyet-i kerimenin
inmesinden sonra o âdetini terkettiğini söylemişlerdir. Halbuki onlar, Allah
Teâlâ'nın teminat vermesi ile Rasûlullah'ın (s.a.) sebeplere sarılmasının
birbirine zıt şeyler olmadığını düşünselerdi, zorlama sonucu yaptıkları
açıklamalara hiç gerek kalmayacaktı. Allah Teâlâ, İslâm dinini bütün dinlere
üstün kılacağını haber verdiği halde; Rasûlû'ne de savaşmayı, düşmanına karşı
kuvvet ve mühimmat hazırlamayı, onlara karşı uyanık olmayı, harp sanatının
gerektirdiği bütün tedbir, dikkat, ciddiyet ve gizlilik prensiplerine uygun
hareket etmeyi emretmekten de geri durmamıştır. Çünkü bütün bunlar, Allah
Teâlâ' mn hangi sebeplere yapışıhrsa hangi sonuçlara varılacağı hususunda
haber vermesi demektir. Rasûlullah (s.a.) Rabbım en iyi bilen, O'nun emirlerine
en sıkı sarılan bir kimse olarak, Allah Teâlâ'nın hikmeti icabı, zafer
kazanmayı, dinini diğer dinlerin üzerine çıkarmayı ve düşmanına galip gelmeyi
kendisine dayandırdığı sebeplere yapışmayı- ihmal etmemiştir. Aynen bu konuda
olduğu gibi Allah Teâlâ tebliğini tamamlayabilmesi ve dinini açığa çıkarmak
için Rasûlü'nün hayatını garanti etmiştir. Ama Rasûlullah (s.a.) normal bir
insanın hayatını sürdürebilmesi için muhtaç olduğu yemek, içmek, giyinmek ve
barınmak gibi tedbirlerin hepsini almıştır.
Bu husus birçok
kimseyi yanıltmaktadır. Hatta bazı kimseler duayı bile terketme noktasına
gelmiştir. Çünkü onlara göre şayet istenen şey ezelde takdir edilmişse, zaten
kendiliğinden olacaktır; yoksa dua etmek sonucu değiştirmeyecektir.
"Öyleyse dua ile uğraşmanın faydası nedir?" diye bir soru yöneltmişler,
sonra da âkılâne bir cevapla: "Dua etmek ibadettir." demişlerdir. O
zaman yanlışı doğruya karıştıran bu adama denir ki: Bir kısım daha kaldı. O da
şudur: Bir kimseye, belli bir sebebe yapışması sonucu isteğine ulaşması takdir
edilmişse, bu demektir ki, sözkonusu sebebe yapışırsa arzusuna nail olacak,
yoksa olmayacaktır. Yanılgı içindeki bu adam aynen: "Karnımın doyması
takdirde varsa, yemek yesem de yemesem de doyarım. Şayet doymam takdir
edilmediyse, yemek yesem de yemesem de doyamam. O halde yemek yemenin ne
faydası var?" diyen kimseye benzer. Bütün bunlar ve bunun gibi düşünceler,
Allah'ın hikmetini ve şeriatının ruhunu yok etmektir. Başarı Allah'tandır.
4—
Rasûlullah (s.a.), Safvân'dan ödünç mal alırken teminat vermiş ve: "Bilâkis
garanti edilmiş bir ödünçtür." buyurmuştur. Acaba bu söz şeriatın, âriye
(ödünç) hakkındaki hükmünü haber vermek, Allah'ın bu konudaki hükj münü
belirtmek, gasbediien eşyanın bedelinin ödenmesi gibi, âriyenin de be-j delinin
ödenmesinin mümkün olduğunu bildirmek için midir? Yoksa âriyedtj bedelin
geçersiz olduğunu, ödünç alınan eşyanın bizzat kendisinin verilmesinin
lüzumunu haber vermek için midir? Bu sözün mânası: "Ben bunu geri vermeyi
garanti ediyorum. Bu malın aynını sana getireceğim." mi demektir? Fakihler
bu konuda ihtilâf etmişlerdir:
İmam Şafiî ve Ahmed,
birinci görüşü benimsemişler ve: "Ödünç olarak alınan mal'telef olursa
tazmin edilir." demişlerdir. İmam Ebu Hanife ile Mâlik de ikinci görüşü
benimsemişler ve: "Ödünç olarak alınan malın bizzat kendisini geri vermek
gerekir." demişlerdir. Bu-konuda Mâliki mezhebinde şöyle bir tafsilat
vardır: Ödünç alınan mal, hayvan veya akar gibi gizlenmesi mümkün olmayan
cinsten ise, ödünç alan kimsenin yalan söylediği ortaya çıkmadıkça, telef
olması sebebiyle tazmin edilmez. Altın, gümüş v.s. gibi saklanması mümkün olan
cinsten ise, telef olduğu isbat edilmediği müddetçe ta;-min edilmesi (bedelinin
ödenmesi) mecburidir. Mâlikî mezhebinin konuya bz-kışı şöyledir: Âriye'nin —Ebu
Hanife'nin dediği gibi— tazmini gerekmez. Ar -cak gerçeğe aykırı beyan da
geçersizdir. Bu yüzden İmam Mâlik âriye'yi, saklanabilir ve saklanamaz olarak
iki kısma ayırmıştır.
Bu meselenin esası Hz.
Peygamber'in (s.a.) Safvân'a: "Bilâkis teminât altına alınmış, garanti
edilmiş bir âriyedir," sözüdür. Acaba Rasûlullah (s.a.) bu sözüyle,
yalnızca âriyenin aynısının geri verilmesinin mi, yoksa telef olursa bedelinin
de geri verilmesininin mi lüzumunu anlatmak istemiştir? Yani bu hadisin mânası:
"Telef olursa bedelini öderim mi demektir, yoksa, aldığım bu ödüncü geri
getirip iade etmeyi garanti ediyorum" mu demektir? Her iki şekilde de
anlaşılması mümkün olan bu hadisin, şu üç sebepten dolayı alınan malı geri
iade etme şeklinde anlaşılması daha doğrudur:
a) Sözkonusu hadisin bir başka rivayetinde:
"Bilâkis geri verilen — verilecek olan— bir ödünçtür." denilmekte ve
bu rivayetten de geri verilmesinin teminat altına alındığı anlaşılmaktadır.
b) Safvân,
malının telef olması halinde ne olacağını sormamış, ancak bu malın kendisinden
zorla mı gasbedileceğini, yani o vermek istemese de zorla mı elinden
alınacağını sormuş ve Rasûlullah (s.a.) bu sorunun cevabı olarak: "Bilâkis
geri vermek üzere aldığım bir ödünçtür." buyurmuştur. Şayet: "Telef
olduğu zaman ne olacak, korkarım ki bu mal elimden çıkar?" diye sorsaydı,
cevap olarak: "Telef olursa bedelini ödemeyi garanti ediyorum."
demesi daha münasip olurdu.
c) Ödeme
sıfatı, bizzat âriye (Ödünç mal) için kullanılmıştır. Şayet telefin teminatı
kastedilseydi; o durumda ödeme, âriye için değil, âriyenin bedeli için olurdu.
Bu hadiste ödeme (teminat, garanti, tazmin etmek) âriyenin sıfatı olunca, mana
da: "Âriyenin bizzat geri verilmesi " şeklinde olmuştur.
Soru: Bu hadisin
devamında anlatıldığına göre bazı zırhlar kaybolmuş, Hz. Peygamber (s.a.) de
bedelini ödemeyi teklif etmiş, fakat Safvân: "Ben bugün İslâm'ı daha çok
istiyorum." diyerek bu teklifi geri çevirmiştir. Acaba Rasûlullah'm
(s.a.) bu teklifte bulunması vacip mi idi, yoksa yapılması daha evla olan
müstehab bir iş, bir üstün ahlâk örneği ve İslâm şeriatının güzelliklerinden
bir lütuf rnu idi?
Cevap: Allah
Rasûlü'nün (s.a.) tazminat ödemeyi teklif etmesi, yani ikinci şıkkı tercih
etmek mümkün olabilir. Çünkü ödemesi vacip olsaydı, teklifte bulunmadan hemen
gerekli meblağı öder ve: "Bu, senin hakkındır." derdi. Tıpkı ödünç
aldığı mal telef olmasaydı, geri verip vermemeyi teklif etmeden doğrudan
doğruya âriyeyi götürüp iade edeceği gibi. Bu noktayı iyi düşün.
5— Savaş
halinde şayet lüzum görülürse, düşman askerinin bindiği at veya devenin ayaklarının
kesilmesi caizdir. Hz. Ali'nin (r.a.) kâfirlerin bayrağını taşıyan askerin
bindiği devenin ayaklarım kesmesi bu kabildendir. Zaruret hali sözkonusu
olduğu için hayvana işkence etmek kabilinden —ki Allah Teâlâ bunu
nehyetmiştir— sayılmaz.
6— Hz. Peygamber (s.a.), kendisini öldürmeye
yeltenen kimseyi affetmiş, onu hemen cezalandırmamış, bilâkis ona dua edip
göğsünü sıvazlamış ve cok yakın ve samimi bir dost gibi davranmıştır.
7— Bu gazada
Hz. Peygamber'in (s.a.) Nebî ve Rasûl olduğuna dair birçok mucizeler ve
alâmetler ortaya çıkmıştır. Şeybe'ye, kalbinden geçirdiklerini haber vermiş,
bütün ordu bozguna uğrayıp kaçışırken Rasûlullah (s.a.) sebat gösterip hiç
kımıldamamış, müşrik askerleri karşısında hücuma kalkarken şöyle demiştir:
"Ben Peygamberim,
yalan yok, Ben Abdülmuttalib'in oğluyum."
8— Attığı
bir avuç toprak kâfirlerin gözlerine kadar ulaşmış ve bütün küffârın gözlerini
dolduracak kadar da bereketlenmiştir. Bunların dışında miı'-minlere yardımda
bulunmak için melekler inmiş, kâfirler ve bazı müslüman-lar bunu açıkça
görmüşlerdir.
9— Devlet
başkanı, kâfirlerin İslâm'a girerek itaatta bulunmasını beklemek maksadıyla
ganimetlerin paylaştırılmasını geciktirebilir. Daha sonra da esirlerini ve
ganimetlerini iade edebilir. Huneyn gazasında cereyan eden bu olay,
"Ganimete, paylaştırıldıktan sonra mâlik olunur, yalnızca istilâ edip ele
geçirmekle değil." diyenlere delil teşkil etmiştir. Çünkü şayet yalnızca
ele-geçırmekle ganimete sahip olunsaydı Rasûlullah (s.a.), —İslâm'a girerlerse^
onlara geri vermek için beklemezdi. Buna göre payına ganimet düşecek bjir
asker, ganimetin paylaştırılmasından önce vefat ederse, onun payı diğer askerlere
verilir, ölenin mirasçılarına kalmaz. Ebu Hanife'nin mezhebi bu görüşü kabul
etmiştir. Ganimet ele geçirilir, ama taksim edilmeden ölürse mirasçısı bir şey
alamaz, taksimden sonra ölürse ona düşen pay mirasçısına kalır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) Kureyşlilere ve müellefe-i kulûba (kalpleri İslâm'a ısındırılmak
istenenlere) vermiş olduğu mallar asıl ganimet malından mıydı, yoksa ganimetten
çıkarılan beşte birlik paydan mı idi, yoksa sözkonusu beşte birin beşte biri
miydi? İmam Şafiî ve Mâlik (r.h.) demişlerdir ki: Beşte birlik kısmın beşte
birindendir. Bu oran, Allah tarafından Rasûlü (s.a.) için ayrılan bir pay ve
O'na tanınan bir haktır. Safiy (ganimet mallarından devlet başkanına verilen
hususî pay) ve ganimetten alacağı pay bunun dışındadır. Çünkü Rasûlullah
(s.a.) bu mallan verirken, savaşa katılan ve ganimetten pay almaya hak
kazananlardan izin istememiştir. Şayet verdiği mallar ganimetin aslından
olsaydı, onlardan izin istemesi gerekirdi. Çünkü, artık bu malların mâliki
durumundadırlar. Beşte birlik kısımdan olduğu da soylenemeî;ji; çünkü daha
sonra ganimet beş hisseye taksim edilmiştir. O halde beşte bil lik kısmın beşte
birindendir. İmam Ahmed ganimetin, beşte dörtlük paydan /eriteceğini söylemiş,
Kureyşlilere ve müellefe-i kulûb'a verilen malların bu paydan olduğunu
belirtmiştir. Rasûlullah (s.a.) kabile reislerini ve mensup oldukları kavimleri
İslâm'a kazanmak için ihsanda bulunmuştur. Bunun böyle olması, ganimetin beşte
biri çıkarıldıktan sonra onun üçte birinin veya dörtte birinin verilmesinden
evlâdır. Çünkü bu ihsanda, İslâm'ın ve müs-lümanların kuvvetlenmesi ve
düşmanlarının kendi saflarına çekilmesi gibi muazzam faydalar vardır. Nitekim
bazılarının: "Rasûlullah (s.a.) yeryüzündeki insanlar içinde en çok nefret
ettiğim bir insan iken, bana ihsanda bulundu ve bu ihsanı devam etti, sonunda
benim için bütün insanların en sevimlisi oldu." şeklindeki sözleri bu
hakikata işaret etmektedir. İslâm'a ve müslüman-lara kuvvet ve ihsan
kazandıran, küfrü ve kâfirleri zillete dûçâr eden, kızdıkları zaman bütün
tebaalarının kızdığı, hoşnut oldukları zaman da tebaalarının hoşnut kaldığı,
müslüman olduğu zaman kendisine tâbi olanların tamamının müslüman olduğu
aşiret ve kabile reislerini İslâm safına çeken bir ihsanın makamı ve mevkii ne
muazzamdır ve bu ihsan, İslâm ve ehl-i İslâm için ne kadar faydalı ve
yararlıdır!
Şu husus herkesçe
bilinmektedir: Ganimetler, Allah'a ve Rasûlü'ne aittir. Allah Rasûlü (s.a.) bu
ganimetleri, Allah'ın emrettiği şekilde taksim eder, bu emrin dışına çıkmaz.
Ganimetlerin tamamını söz konusu şahıslara verseydi bile adaletten, hikmete ve
maslahata uygun hareket etmiş olmaktan uzaklaşmış sayılmazdı. Zül'I-Huveysıra
et-Temîmî ve benzerlerinin gözleri körle-şip bu maslahatı göremez hale gelince
Rasûlullah'a (s.a.): "Adaletle hareket etmedin, âdil ol!", bir
başkası: "Bu taksimde Allah'ın nzası gözetilmiş değil!" gibi sözler
söyleyebilmişlerdir. Allah'a yemin olsun ki bu şahıslar, Ra-sûlullah'ı tanıma,
O'nun Rabbını tanıması, Rabbına itaat etmesi, Allah için vermesi ya da
vermemesi gibi konularda bütün yaratıkların en cahilleridirler. Ganimetleri
dilediği gibi taksim etmek Allah'ın hakkıdır. Dilerse Mekke'nin fethinde olduğu
gibi bütün mücahidleri ganimetten meneder, halbuki onlar süvari ve piyade
olarak Mekke'ye girmiş ve orayı fethetmişlerdi. Dilerse gökten ateş yağdırarak
bütün ganimetleri yok eder. O, bütün bu tasarruflarında adaletlilerin en âdili
ve hikmet sahiplerinin en hakimidir. Yaptığı bu işlerin hiçbiri boş ve abes
değildir. Bilâkis bütün bu tasarruflar maslahat, hikmet, ada^t ve rahmetin
bizzat kendisidir. Kaynağı da ilminin, izzetinin, hikmet ve rahmetinin
kemâlidir. O, kendilerini Rasûlullah'ın (s.a.) beraberliğinde ve önderliğinde
yuvalarına döndürdüğü kavim (Ensâr) üzerine nimetini tamamlamıştır. Bu nimetin
kıymetini takdir edemeyenleri de koyun ve deve ile hoşnut etmiştir. Bu tıpkı
küçük bir çocuğa akimin ve bilgisinin erdiği kadarını
vermek, aklı başında
jâlgun bir insana da durumuna göre ihsanda bulunmak gibidir. Bu durum Allah'ın
fazlından ve keremindendir. Allah (c.c.) mahlu-kâtından hiç kimsenin kontrolü
ve baskısı altında değildir ki onlar akıllarına göre bazı şeyleri Allah'a
vacip, bazı şeyleri de haram kılsınlar. Peygamber'i (s.a.) ise O'nun
emirlerinin uygulayıcısıdır.
Soru: Bir vakit gelse
ve devlet başkam düşmanlarına karşı da böyle dkv-ranmak (ihsanda bulunmak)
zorunda kalsa, bu onun için caiz olur mu?
Cevap: Devlet başkanı
bütün müslümanlann vekilidir, onların maslahatı ve dinin ayakta durması için
çalışır. Şayet o, İslâm'ı ve İslâm beldelerini müdâfaa etmenin İslâm
düşmanlarının başkanlarının gönlünü kazanarak müs-lümanlan şerlerinden
korumanın bu yolla mümkün olacağına kanaat getirirse böyle davranması caiz
olur, hatta başka türlü davranamaz. Şeriat da bundan başkasına cevaz vermez.
Çünkü onlara ihsanda bulunmamak bir fesada sebep olacaksa, başka türlü hareket
etmek düşünülemez. İslâm şeriatında muhtemel bir fesat, düşmanın kalbinin
ısındırılması fırsatının kaçırılmasından daha büyük bir şer olarak kabul
edilir. Şeriat, küçük fesada tahammül göstererek daha büyüğünü defetmek ve
küçük maslahatların eiden çıkmasını göze alarak daha büyük maslahatlar temin
etmek esaslarına dayanır. Hatta din ve dünya maslahatları bile bu iki temel
üzerinedir. Başarı Allah'tandır.
10—
Peygamberimiz (s.a.): "Kim gönüi hoşluğu ile vermezse, bundan sonra
Allah'ın bize ihsan edeceği ganimet malından altı hisse vaadediyorum." buyurmuştu.
Rasûlullah'in (s.a.) bu sözünde, köle ve hayvanların kendi cinsleri karşılığı
satışlarında vâde ve fark uygulanmasının caiz olduğuna delil vardır.
Sünen'dt Abdullah b.
Amr hadisinde şöyle denilmektedir: Rasûlullah (s.a.) ona (Abdullah b. Amr'a) orduyu
techizatlandırmasını emretti. Bu arada yeterli sayıda deve bulamadılar.
Rasûlulfah (s.a.) zekât develerinden ödenmek üzere deve temin etmesini
emretti. (Bu emir üzerine) zekât mevsimi zekât olarak gelecek develerden iki
deve vermek üzere bir deve alıyordu.[27]
Yine Sünen'de İbn
Ömer'den, Rasûlullah'ın (s.a.) bir hayvanı diğer hayvan karşılığında vadeli
olarak satmaktan menettiği rivayet edilmiştir. Tirmizî bu hadisi, Hasan—Semüre
yoluyla rivayet etmiş ve sahih olduğunu söyle-miştir.[28]
Sünen-i Tirtnizî'de
Haccâc b. Ertât —Ebu'z-Zübeyr—Câbir yoluyla Ra-sûlullah'ın (s.a.) şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bir hayvanı iki hayvan karşılığında
vadeli olarak vermek uygun olmaz, peşin olursa beis yoktur." Tirmizî;
"Bu hadis hasendir." demektedir.[29]
Bu hadislerde
zikredilen konu hakkında İslâm âlimleri dört ayrı görüş belirtmişlerdir. Bu
görüşlerin tamamı İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir:
1) Farklı
veya eşit miktarda, vadeli veya peşin, her halükârda bu alışveriş caizdir. Ebu
Hanife ve Şafiî'nin (r.h.) mezhebi budur.
2) Farklı miktarda ye vadeli olursa caiz
değildir.
3) Vâde ve
miktar farkı aynı alışverişte yanyana gelirse haram olur. Sadece vâde farkı
veya sadece miktar farkı bulunursa caizdir. Bu görüş İmam Mâlik'e (r.h.)
aittir.
4) Aynı
cinsten olduğu takdirde miktar farkı caiz, vâde farkı haramdır. Cinsler
değiştiği zaman vâde farkı da miktar farkı da caiz olur.
Yukarıda zikredilen
hadisler ve aralarını telif etme hususunda üç yol vardır:
Birinci yol:
Hasan—Semüre yoluyla gelen hadis zayıftır. Çünkü ondan yalnızca iki hadis
gelmiştir. Bu hadis o iki hadisten biri değildir. Haccâc b. Ertât hadisi de
zayıftır.
İkinci yol:
Hadislerden hangisinin önce hangisinin sonra vârid olduğu bilinmemekle beraber
birinin diğerini neshettiği iddia edilmiştir.
Üçüncü yol: Hadisler
muhtelif hallere hamledilmiş, bu da şöyle olmuştur: Bir hayvanı diğer bir
hayvan karşılığı vadeli olarak satmanın nehyedil-mesi, vadeli satıldığı zaman
faize yol açacak mallarda da aynı uygulamaya gidilmesini önlemek içindir. Satıcı, bu çeşit satışta
kâr gördüğü zaman sadece o cins malların satışıyla yetinmeyecek, kâr etme
arzusu onu, vadeli satıldığı zaman faiz kabul edilecek satışlara da
yöneltecektir. Bu durumu önlemek için Hz. Peygamber (s.a.), ancak peşin satışa
izin vermiş, vadeli satışı menet-mistir. (Haram olduğu için değil de) harama
vesîle olduğu için yasaklanan şeyler, tercih edilen bir maslahat sözkonusu
olunca mubah olur. Tıpkı arâyâ satışında müzâbenenin'[30] bu
gerekçe ile mubah kılınması, bu sebeple ihtiyaç duyulan şeyin de mubah olması
gibi. Yukarıda zikredilen kıssadaki bir hayvanın başka bir hayvan karşılığında
vadeli olarak satılmasının mubah kılınması da bu sebeptendir. İbn Ömer hadisi,
savaş sırasında ve müslümanların asker teçhizatına ihtiyaç duydukları bir
zamanda vârid olmuştur. Askerî tec-hizatlandırmakdaki maslahatın, bir hayvanı
diğer bir hayvan karşılığı vadeli olarak satmadaki mefsedetten daha üstün
olduğu bilinmektedir. İslâm şeriatı üstün bir menfaati daha düşük derecedeki
bir menfaat yüzünden menet-mez. Savaşta iken ipek elbise giymenin ve mütekebbir
bir tavır takınmanın caiz olması, hep aynı sebebe dayanmaktadır. Çünkü harbte
bunların menfaati daha üstündür. Hz. Peygamber'in (s.a.) Eyle krah tarafından
hediye edilen ipek cübbeyi bir müddet giyip, böylece hediye edenin gönlünü hoş
edip ondan sonra çıkarması da bu kabildendir. Bu hâdise ipek giymenin müslü-man
erkekler için yasaklanmasından sonradır. Biz bu soruyu, et-Tahyîr fima Yahillu
ve Yahrumu min Libâsi'l-Harîr adlı kitabımızda bütün tafsilatıyla açıklamış ve
orada bu hâdisenin hicretin 9.yılı olan "elçiler senesi"nde
vukûbuî-duğunu belirtmiştik. İpek elbise giymenin yasak edilmesi bu seneden
önce idi. Rasûlullah'ın (s.a.) Hz. Ömer'e vermiş olduğu ipek elbiseyi giymesini
yasaklaması, Hz. Ömer'in de o elbiseyi müşrik olan kardeşine giydirmesi
belirttiğimiz hususun delilidir. Bu olay Mekke'nin fethinden önce idi. Rasûlullah'ın
(s.a.) Eyle kralı tarafından hediye edilen ipek cübbeyi giymesi Mekke'nin
fethinden sonra idi. Yine Hz. Peyamber'in (s.a.) güneş doğmadan önce (yani
sabah namazından sonra) ve ikindi namazından sonra namaz kılmayı yasaklaması
da kâfirlere benzeme yolunu tıkamak gibi bir sebebe dayanır. Ancak farz veya
sünnet namazların kaza edilmesi, cenaze namazı ve tahiyyetü'l-mescid namazının
kılınması gibi üstün maslahatların bulunduğu hallerde sözkonusu vakitlerde
namaz kılmayı mubah kılması da aynı kabildendir. Çünkü bu durumlarda namaz
kılmayı gerektiren maslahat, namaz kılınmasını engelleyen mefsedetten daha
üstündür. En iyi bilen Allah'tır.
11— Bu olay
akidlerde, (alışverişte) her iki tarafın (satıcı ve müşterinin) karşılıklı
ittifakları ve rızaları, olduğu takdirde (malın bedelinin ödenmesi için)
herhangi bir vakit belirlememelerinin caiz olduğuna delil teşkil etmektedir.
İmam Ahmed b. Hanbel, kendisinden yapılan bir rivayette muhayyerlik müddetinin,
sınırsız olmasının caiz olduğunu söylemiştir. Kesin kararların;, verinceye
kadar bu müddetin devam etmesi caizdir. Tercih edilen görüş budur. Çünkü bunda
bir mahzur yoktur. Alıcı ve satıcıdan herbiri bilerek ve sözleşmenin gereğini
anlayarak karar vermişlerdir. Her iki tarafın bu konudaki bilgisi eşittir.
Birinin diğerine üstünlüğü sözkonusu değildir, bu sebeple de ortada herhangi
bir haksızlık yoktur.
12— Bu gazada RasûluIIah (s.a.): "Kim bir
kâfiri öldürür, onu öldürdüğüne dair delil de getirirse; ölenin üzerinden
çıkan eşyaya (seleb)sa.hip olur."[31]
buyurmuştur. Bundan önceki gazada da aynısını söylemişti. Fakih-ler, bu hadisin
ifade ettiği hüküm üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Acaba bu eşya komutanın şartı
ile mi, yoksa şeriatın hükmüyle mi ona ait olur? İmam Ah-med'in her iki şekilde
de fetva verdiği rivayet edilmiştir.
Birincisi: Bu eşya
şer'an kâfiri öldüren mücahidindir. Devlet başkanı ve komutanın şart koşup
koşmaması önemli değildir. İmam Şafiî de bu görüşü benimsemiştir.
İkincisi: O mücahid,
komutanın şartı olmadan bu eşyaya sahip olamaz. İmam Ebu Hanîfe bu görüşü
benimsemiştir. İmam Mâlik ise şöyle demiştir: Komutanın şart koşması ve bu
şartın da savaştan sonra olması kaydıyla bu eşyayı almaya hak kazanır. Savaştan
sonra şart koşsa caiz olmaz. İmam Mâlik der ki: Benim bildiğim, Rasûlullah'm
(s.a.) bu sözü sadece Huneyn gazasında söylediğidir. Hz. Peygamber (s.a.)
ganimet taksimini savaş bittikten sonra yapmıştı.
Bu ihtilâfın kaynağı
şudur: RasûluIIah (s.a.), devlet başkanı, hâkim, müftü ve peygamber idi. Bazan
peygamber olarak hüküm veriyor ve bu hükümler, kıyamet gününe kadar yürürlükte
kalacak umumî kanunlar oluyordu. Meselâ: "Her kim bizim şu dinimizde,
ondan olmayan bir şey icad ederse, o (icad) reddohmmuştur."[32]
"Kim, başkalarının tarlasına sahihlerinin izni olmadan ekim yaparsa, o
tarlanın mahsûlünden hiç bir şey alamaz. Ancak masrafları ödenir."[33]
hadisleri bu kabildendir. Bir şahit ve bir yeminle[34]
hüküm vermesi ve taksim olunamayan şeylerde şüf'a hakkına[35]
hükmetmesi yine bu kabildendir.
Bazan müftü olarak
fetva veriyordu. Meselâ: Ebu Süfyan'm karısı Hind bt. Utbe Rasûlullah'a (s.a.)
kocasının cimriliğinden şikâyetçi olmuş, kendisi-, ne yetecek miktarı
vermediğini söylemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Onun malından
mâruf veçhile (zulme ve israfa kaçmadan) sana ve oğullarına yetecek kadar
al!" buyurmuştur[36] Bu
bir fetvadır, bir hüküm değildir. Çünkü Allah Rasülü (s.a.) ne Ebu Süfyan'ı çağırmış,
ne de hakkındaki iddiayı cevaplandırmasını istemiştir. Hind bt. Utbe'den de
iddiasını isbatlamâsı-nı talep etmemiştir.
Bazan da devlet
başkanı sıfatıyla o vakitte, o yerde ve o durumda İslâm ümmetinin maslahatı
istikametinde konuşuyordu. Kendinden sonra gelen devlet başkanlarının zaman,
mekân ve durum olarak Rasûlullah'm (s.a.) maslahat gördüğü hususları
gözetmeleri gerekmektedir. Rasûlullah'tan (s.a.) haber vârid olan bu tür
konuların çoğunda imamların ihtilâfa düştüğünü görmekteyiz. Meselâ: "Kim
bir kâfiri öldürürse, üzerindeki eşyası onundur." hadisini devlet başkanı
sıfatıyla mı söylemiştir ki bu sözün hükmü devlet başkanları ile ilgili olsun?
Yoksa Nebî ve Rasûl sıfatıyla mı söylemiştir ki o durumda umûmî bir kanun
hükmüne geçsin? Aynı şekilde: "Kim, ölü bir araziyi ihya ederse (tarıma
elverişli hale getirirse); orası onundur."[37]
buyurması, devlet başkanının izni olsun olmasın herkes için bu hakkı isbat eden
umumî bir kanun mu sayılmaktadır? Yoksa konu, devlet başkanına bırakılmış, onun
izni olmadan kimse o araziye sahip olamaz mı? İmam Şafiî ve Ahmed'in mezheplerinde
birinci görüş daha çok kuvvet kazanmıştır.
İkinci görüşü Ebu
Hanife (r.h.) benimsemiştir. İmam Mâlik ise ihya edilen araziyi, 1) Konumu
itibariyle kimsenin ilgilenmediği ve yerleşme yerlerine çok uzak bölgeler, 2)
Herkesin sahip olmak istediği yerler, olarak ikiye ayırmıştır. Bu bölgelerin
ilki için devlet başkanının izninin gerekmediğini, ama ikincisi için bu iznin
şart olduğunu söylemiştir.
13—
Rasûlullah'ın (s.a.): "Onu öldürdüğüne dair delil getirirse..." sözü,
iki meseleye işaret etmektedir:
Birincisi: Kâfiri
öldüren kimsenin, yalnızca böyle bir iddiada bulunması onu maktulün eşyası
üzerinde hak sahibi kılmaz.
İkincisi: Bu iddianın
isbatı için bir şahit ve bir yemin yeterlidir. Buharî ve Müslim'in
Sc/iz/îlerinde, Ebu Katâde'den şöyle bir rivayet yer almaktadır: Huneyn
(harbi) yılında Rasûllah (s.a.) ile birlikte (gazaya) çıktık. İki ordu
karşılaşınca müslümanlarda bir bozulma oldu. Derken müşriklerden bir adam
gördüm ki müslümanlardan birini alt etmişti. Hemen ona dönerek arkasından
yanma geldim ve boynunu vurdum, ama bana dönerek beni öyle bir sıktı ki ölümün
kokusunu duydum. Sonra can vererek beni bıraktı. Akabinde Ömer b. Hattâb'a
yetiştim. O: "Bu insanlara ne oldu?" dedi. Ben de: "Allah'ın
emri!" dedim. Sonra cemaat döndü. Rasûluliah (s.a.) da oturdu ve:
"Bir kimse birini öldürür de onu öldürdüğüne dair delili de bulunursa,
ölenin üzerindeki eşyası onun olur." dedi. Bunun üzerine ayağa kalktım ve:
"Bana kim şahitlik eder?" dedim ve oturdum. Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) aynı sözleri tekrarladı. Ben de tekrar ayağa kalktım ve: "Bana kim
şahitlik edecek?" dedim. Rasûluliah (s.a.) üçüncü defa aynı sözleri
söyledi, ben yine ayağa kalktım, fakat Rasûluliah (s.a.): "Sana ne oldu ey
Ebu Katâde?" diye sordu. Ben de olanları kendisine anlattım. Bunun üzerine
cemaattan bir adam: "Doğru söyledi yâ Rasûlallah! Onun öldürdüğü şahsın
üzerindeki eşyası bendedir. Hakkından dolayı Ebu Katâde'yi razı ediver (de
bende kalsın)." Ebu Bekir Sıddîk ise: "Hayır, vallahi bu olmaz. Hz.
Peygamber (s.a.), Allah ve Rasuiü'nün yolunda cenk eden Allah arslanlanndan bir
arslanın hakkını çiğneyerek onun eşyasını sana vermez.'* dedi. Bunun üzerine
Rasûluliah (s.a.): "Doğru söyledi. Bunu ona ver." buyurdu ve bana
verdi. Sonra zırhı sattım da onunla Selemeoğullan toprağında bir bahçe satın
aldım. İşte İslâm'da ilk edindiğim mal budur.[38]
Bu meselede üç görüş
vardır: Yukarıda zikredilen husus birincisidir ve İmam Ahmed'in mezhebinin bir
açıklamasıdır. İkincisi: Mutlaka bir şahit ve yemin gerekir. İmam Ahmed'in bu
görüşü de benimsediği rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: —İmam Ahmed'e nisbeti en
sağlam olan görüş budur— mutlaka iki şahit gerekir. Çünkü bu, bir öldürme
iddiasıdır, iki şahit olmadıkça bu iddia kabul edilmez.
14— Bu
olayda bir başka meseleye de delil bulunmaktadır. O da şahitlikte,
"şahitlik ederim ki" sözünün söylenmesinin şart olmadığıdır. Her ne
kadar Hanbelî mezhebindeki âlimler nezdinde meşhur olan görüş bu sözün
söylenmesinin şart koşulması İse de, İmam Ahmed'den gelen rivayetlerin en
sahihine göre şart değildir. Mâliki mezhebinde de böyledir. Üstadımız
(İbn-Teymiye) demiştir ki: "Sahabî veya tabiinden şehadet sözünü şart
koşan bir kimse
bilinmemektedir." İbn Abbas (r.a.) dedi ki: "Yanımda sözüne güvenilir
bazı kimseler şahitlik yaptılar. Hz. Ömer (r.a.) de onlara muvafakat etti ki
Rasûluliah (s.a.) ikindi ve sabah namazlarından sonra nafile namaz kılmayı
yasakladı." Bu şahısların "şahitlik ederim" sözünü, yalnızca
haber vermek manasında kullandıkları bilinmektedir. Mâiz hadisinde de:
"Dört defa kendi aleyhinde şahitlik yapınca, onu recmetti." denilmiş
ve buradaki şahitlikten, sadece haber verme mânası kastedilmiştir. Aynı
şekilde Allah Teâlâ'nın: "Allah'la beraber başka tanrılar bulunduğuna gerçekten
siz mi şahitlik ediyorsunuz? de. Ben şahitlik etmem! de."[39]
"Kendi aleyhimize şahitlik ederiz, derler. Dünya hayatı onları aldattı ve
kendilerinin kâfir olduklarına yine kendileri şahitlik ettiler. "[40],
"Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder, onu kendi ilmi ile
indirmiştir. Melekler de şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah kâfidir."[41]"İkrar
edip bu ahdi kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?
demişti. Kabul ettik! demişlerdi de: 'O halde şahit oiun, ben de sizinle beraber
şahitlerdenim.' demişti."[42]
"Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve
adaleti yerine getiren ilim sahipleri de O'ndan başka tanrı olmadığına şahitlik
ettiler. "[43] âyetleri ile bunlardan
başka birçok âyet ve hadis "şahitlik" sözünün haber vermek mânasında
kullanıldığını göstermektedir.
İmam Ahmed ve Ali b.
el-Medînî cennetle müjdelenen on kişi hakkında konuşuyorlardı. AH b. el-Medînî:
"Ben; 'Onlar cennettedir' derim. 'Şahitlik ederim ki onlar cennettedir'
demem." dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed: "Ne zaman onlar cennettedir,
dersen —bu sözüne— şahitlik etmiş olursun." dedi. İmam Ahmed'in bu sözü,
şahitlik sırasında "şahitlik ederim" lafzının kullanılmasının şart
olmadığını açıklamaktadır. Ebu Katâde hadisi bu konudaki delillerin en
açığıdır.
Şayet, "Eşyanın
yanında olduğunu haber veren kimsenin bu sözü ikrar —ve itiraf— sayılır,
şehadet sayılmaz" denirse, şöylece cevap verilir: "Doğru söyledi.''
demesiyle bu söz, ikrar ve şahitlik manalarının her ikisine de şamil olmuştur.
O kâfiri öldürdüğüne şehadet ederken: "Eşyası yanımda" sözüyle de
itirafta bulunmuş olmaktadır. Rasûluliah (s.a.) eşya hakkındaki hükmünü şahid
(delil)den sonra vermiştir. O adamın Ebu Katâde'yi tasdik etmesi şahit
(delil)tir.
15_ Hz.
Peygamber'in (s.a.): "Üzerinden çıkan eşya ona aittir." buyurması,
bu eşyanın tamamının ona ait olduğuna delildir. Seleme b. Ekvâ'-birini
öldürünce, onun için: "Üzerinden çıkan eşyanın hepsi ona aittir." buyurmak
suretiyle bu hususa tamamen açıklık getirmiştir.
Bu meselede üç görüş
vardır ve yukarıda zikri geçen husus bu görüşlerden birincisidir.
İkincisi: Bu eşya da
ganimet malı gibi beşte birinin çıkarılmasına tâbi tutulur. Evzaî ve Şamlı
âlimler bu görüşü benimsemişlerdir, tbn Abbas da sözkonusu eşyanın, ganimet
âyetinde beirtilen sınırlar içine girdiği gerekçesiyle bu görüştedir.
Üçüncüsü: Devlet
başkanı eşyanın miktarını çok bulursa beşte birinin çıkarılmasına tâbi tutar,
az bulursa tutmaz, tshak bu görüşü benimsemiş, Hz. Ömer de böyle yapmıştır.
Saîd b. Mansûr, Sünen'indç İbn Sîrîn'den şu rivayeti zikretmektedir: Berâ b.
Mâlik, Bahreyn'de, düşman ordusunun başko-mutanıyla düelloya çıktı ve hasmını
yaralayıp belini kırdı. Üzerindeki iki bileziği aldı. Hz. Ömer (r.â.), öğle
namazını kılınca Berâ'nın evine geldi ve: "Biz selebi —ölenin üzerinden
çıkan eşyayı— tahmis etmiyorduk (beşte birini çıkarmıyorduk); fakat Berâ'nm
seiebi çok büyük bir meblağa ulaştı, ben onu tahmis edeceğim." dedi.
İslâm'da tahmis edilen ilk seleb, Berâ'nınki oldu ve miktarı otuz bine ulaştı.
(Bu üç görüş içerisinde) en sahihi birincisidir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) selebi
tahmise tâbi tutmayıp "tamamı ona aittir." buyurmuştur. Rasûlullah'in
(s.a.) ve daha sonra Hz. Ebu Bekir Sıddîk'ın sünneti bu minval üzere devam
etmiştir. Hz. Ömer'in (r.a.) uygulaması ise onun kendi içtihadıdır.
Bu hadis, selebin
ganimetin aslından sayıldığına delâlet etmektedir. Rasûlullah (s.a.) selebin,
öldürene ait olduğuna hükmetmiş; miktarına, kıymetine ve beşte birlik kısmın
beşte birinden çıkarıldığına itibar etmemiştir. İmam Mâlik ise selebi beşte
birin beşte birinden saymıştır. Yine aynı hadis ganimet taksiminden pay almaya
hak kazanan ya da kadın, çocuk, köle ve müşrik gibi ganimette pay hakkı olmayan
herkesin, selebi almaya hakkı olduğunu göstermektedir. İmam Şafiî, iki
görüşünün birinde, ganimetten pay alamayanın seiebi de alamayacağını
söylemiştir. Çünkü ona göre köle, çocuk, kadın ve müşrik, üzerinde icmâ edilen
ganimet payında hak sahibi olamazlarsa selebde de olmamaları daha evlâdır.
Fakat hadisin lafzı, genel ifade olduğu için birinci görüş daha sahihtir. Çünkü
seleb, devlet başkanının: "Kim şöyle şöyle yaparsa veya bir kaleye giden
yolu gösterirse ya da bir kelle getirirse, ona şu mükâfat vardır." sözünün
hükmüne göre geçerlilik kazanır ve bu sözde cihada teşvik vardır. Halbuki
ganimet payı, hiçbir şey yapmasa bile sadece savaşa katılmakla da hak edilir. Seleb ise yapılan bir
iş mukabili hakkedilir. Böyle olunca da ceâle (ödül)[44]'
gibi değerlendirilir.
Yine bu hadis, bir
mücahidin, sayıları ne kadar olursa olsun öldürdüğü bütün kâfirlerin selebini
üstündeki (eşyalarını) almaya hak sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Ebu
Davud, Huneyn savaşında Ebu Taiha'nın yirmi kişi* yi Öldürdüğünü ve hepsinin
eşyasını aldığını zikretmektedir[45]
Hicrî 8. senenin
Şevval ayında vukubulmuştur. Bu konuda İbn Sa'd şu rivayeti nakleder: Hz.
Peygamber (s.a.) Tâif üzerine yürümek isteyince Tu-feyl b. Amr'ı, Amr b. Humeme
ed-Devsî'nin putu Zü'1-Keffeyn'i yıkmaya gönderdi. Bu hususta kabilesinden
yardım istemesini, onların da Taife gelmelerini emretti. Tufeyl b. Amr,
süratle kabilesine geldi ve akabinde Zü'l-Keffeyn'i yıkıp ateşe verdi. Putun
yüzünü alevler sardığında şöyle diyordu:
"Ey Zü'1-Keffeyn!
Ben sana ibadet edenlerden değilim. Doğumumuz senin doğumundan öncedir. Ben
senin —görüldüğü gibi yüzünü değil— kalbini ateşe verdim."
Tufeyl b. Amr ile
beraber kabilesinden dört yüz kişi, Rasûlullah'ın (s.a.) Taife gelişinden dört
gün sonra oraya geldiler. Debbâbe[46] ve
mancınık da getirilmişti. [47]
İbn Sa'd der ki: Hz.
Peygamber (s.a.), Huneyn'den Taife doğru yola çıktığında Halid b. Velid ordunun
başındaydı. Sakîf kabilesi kalelerini tamir etmişler, bir yıllık ihtiyaçlarım
da depolamalardı. Evtâs vadisinde hezimete uğrayınca, kalelerine girip kapılan
kapatarak savaş için hazırlandılar. Daha sonra müslümanlan ok yağmuruna
tuttular. Çok sayıda müslüman yaralandı. Bunun yanısıra on iki kişi de şehit
oldu. Hz. Peygamber (s.a.), bugün Tâ-if Mescidi'nin bulunduğu yere çıktı.
Yanında hanımlarından Ümmü Seleme ve Zeynep vardı. Her ikisi için birer çardak
kuruldu. Rasûlullah (s.a.) Tâif kuşatması boyunca namazım bu iki çardak
arasında kılmaktaydı. Kuşatma on sekiz gün sürdü.[48] İbn
İshak'a göre ise yirmi küsur gece devam etmiştir.
Kaleyi döğmek için
mancınık kurulmuştu. İslâm tarihindeki ilk mancınık buydu.
İbn Sa'd der ki:
Mekhûl'ün rivayetine göre Rasûlullah (s.a.), Tâifliler üzefine kırk gün
mancınıkla atış yapmıştır.[49]
İbn İshak'm rivayeti
ise şöyledir: Tâif surlarının dibinde hücuma kalkıldığı gün, Hz. Peygamber'in
(s.a.) ashabından bir grup, Debbâbe altına siper alarak Tâif surlarından içeri
girip surları yakmak istediler, ancak Sakîfîiler kızgın demir parçaları atarak
onları siperlerden çıkartıp ok atmaya başladılar ve bir çoğunu öldürdüler.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) Sakîf kabilesine ait üzümlerin kesilmesini
emretti. Ordakiler de hemen kesime başladılar.
îbn Sa'd, olayın
devamını şöyle nakleder: (Sakîfîiler) Allah rızası ve akraba hatırı için
kesimden vazgeçmelerini istediler. Hz. Peygamber (s.a.) "Allah rızası ve
akraba hatırı için vazgeçtim." buyurdu ve görevlendirdiği biri şöyle
bağırmaya başladı: "Hangi köle, kaleden çıkıp bize gelirse hürdür."
Bunun üzerine on küsur kişi kaleden çıktı, aralarında Ebu Bekre de vardı.
Rasûlullah (s.a.) bunların hepsini hürriyetine kavuşturup her birini bir
müs-lümana vererek barınak ve yiyecek gibi zaruri ihtayaçlarmı karşıladı. Bu durum
Tâif halkına çok zor geldi.
Herşeye rağmen henüz
Tâif'in fethi tamamlanmamıştı..Rasûlullah (s.a.) Nevfel b. Muâviye ed-Dîlî'ye
görüşünü sordu. O da dedi ki: "Tilki ininde-dir, istersen yakalarsın,
şayet terkedersen sana zararı dokunmaz." Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)
Hz. Ömer'e yola çıkılacağının duyurulması emrini verdi. Bu emir ashab arasında
gürültüye ve hoşnutsuzluğa sebep oldu. "Tâif fethedilmeden gidecek
miyiz?" diye söylendiler. Rasûlullah (s.a.): "Öyleyse haydi
savaşa!" buyurdu. Hücuma kalkıldı ve birçok müslüman yaralandı. Hz. Peygamber
(s.a.): "Yarın inşaallah yoia çıkıyoruz." buyurdu. Bu haberi herkes
memnuniyetle karşılayıp yola koyulduğunda Rasûlullah (s.a.) gülüyordu. Or-dan
ayrıldıklarında şöyle demelerini emretmişti: "Dönüyoruz, tevbe ediyoruz,
Rabbımiza ibadet ve hamdediyoruz." Bu arada, "Ya Rasûlallah! Sakîf
kabilesine beddua ediniz." denildi. Allah Rasûlü de: "Ya Rabbi!
Sakîf'e hidayet ver, onları bize getir." diye dua etti.[50]
Tâif'te Hz.
Peygamber'in (s.a.) ordusundan bir grup sahabî şehit oldu. Sonra Rasûlullah
(s.a.) Tâif ten çıktı. Cirâne'ye geldi. Orada umre niyetiyle ihrama girip daha
önce yapamadığı umreyi kaza etti ve Medine'ye döndü. [51]
İbn İshak der ki: Hz.
Peygamber (s.a.) Tebük'ten Medine'ye Ramazan ayında geldi. Bu ay içinde Sakîf
kabilesinden bir heyet O'nu ziyaret etti. Olay şöyle olmuştu: Rasûlullah (s.a.)
Tâif'ten ayrılınca, Urve b. Mes'ud O'nu takip etmiş ve Medine'ye girmeden önce
O'na yetişmişti. Müslüman olup, Hz. Peygamber'den (s.a.) kendisini kavmine
göndermesini, onları İslâm'a davet etmek istediğim bildirdi. Rasûlullah (s.a.):
"Onlar seni öldürürler." buyurdu. Zira Allah'ın elçisi, onların
İslâm'a girmelerine engel olan bir tekebbür içinde olduklarını biliyordu. Bunun
üzerine Urve dedi ki: "Ya Rasûlallah! Onlar beni evlatlarından çok
severler." Gerçekten sevilen ve kendisine itaat edilen birisiydi. Bu
durumundan dolayı karşı konulmayacağını ümid ederek
kavmini İslâm'a davet etmek için çıktı.
Kendisine ait olan köşkün üzerinde bu daveti yaptı ve müslüman olduğunu açıkladı.
Bunu duyar duymaz ok yağmuruna tuttular ve isabet eden oklardan biri ölümüne
sebep oldu. Urve'ye: "İntikamını almamız için ne yapmamızı istersin?"
diye sorulduğunda cevaben şöyle demişti: "Bu, Allah'ın bana ihsan ettiği
bir şeref ve bana nasıp ettiği bir şehitliktir. Benim durumum Rasûlullah
(s.a.) ile beraber savaşırken şehid olanlardan farklı değildir. Beni onlarla
beraber defnediniz." Vasiyet yerine getirildi ve onlarla birlikte
defnolundu. Rasûlullah'ın (s.a.) Urve hakkında: "Onun, kavmi ile arasındaki
durumu, Yasin sahibinin kavmi ile arasındaki gibidir. "[52]
buyurduğu ileri sürülmüştür. [53]
Urve'nin ölümünden
sonra birkaç ay daha dayanan Sakîf kabilesi, aralarında bir toplantı yaptı.
Etrafındaki Araplarla savaşacak güçte olmadıklarını görüp, bîat ederek
müslüman olmayı kararlaştırdılar. Daha önce Urve'-yi gönderdikleri gibi birini
RasûluUah'a (s.a.) gönderme konusunda ittifak ettiler. Abdi Yâleyl b. Amr b.
Umeyr'e meseleyi açtılar. Urve b. Mes'üd'un yaşında olan bu zat Urve'ye
yapılanın kendisine de yapılmasından korktuğu için ilk anda teklifi reddetti ve
şöyle dedi: "Benimle beraber birkaç kişi daha gön-dermezseniz isteğinizi
yerine getirmem." Bunun üzerine müttefiklerden iki ve Mâlikoğulları'ndan üç
kişi gönderilmesi hususunda sözbirliği ettiler. Böylelikle altı kişilik bir
heyet oluştu. Diğer beş kişi şunlardı: Hakem b. Amr b. Vehb, Şurahbil b. Gîlan,
Mâlikoğulları kabilesinden Osman b. Ebi'l-Âs, Evs b. Avf ve Nümeyr b. Hareşe.
Hep beraber yola çıktılar. Medine'ye yaklaştıklarında bir hendekte konaklarken
Muğîre b. Şu'be ile karşılaştılar. Muğî-re'ye, bu haberi müjdelemek çok zor
geldi. Yolda Ebu Bekir (r.a.) ile karşılaşıp durumu ona bildirdi. Hz. Ebu
Bekir, Muğîre'ye: "Allah aşkına, benden önce davranıp Rasûlullah'a (s.a.)
bu konuyu ben açıncaya kadar sen bir şey söyleme." dedi. Muğîre de
denileni yaptı. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Rasülul-lah'ın (s.a.) yanma girdi ve
heyetin geliş haberini verdi. Sonra Muğîre yolda rastladığı arkadaşlarının
yanına gelerek öğleyi beraber geçirdiler ve onlara Ra-sûlullah'ı (s.a.) nasıl
selâmlayacaklarını öğretti. Onlar ise Cahiliye selâmında ısrar ettiler. Hz.
Peygamber'in (s.a.) yanma geldiler. Peygamberimizin, mescidin bir köşesinde
onlar için bîr çadır Kurdurduğu söylenir.
Halid b. Sâid b.
el-Âs, Hz. Peygamber (s.a.) ile heyet arasında anlaşma metni yazılıncaya kadar
gidip geldi. Metni yazan Halid idi. Rasûlullah (s.a.) tarafından gönderilen
yemeği bile Halid'siz yemiyorlardı. Bu hal İslâm'ı kabul etmelerine kadar
devam etti.
Rasûlullah'a (s.a.)
yönelttikleri istekleri arasında büyük putları Lât'ın yıkılmasını üç sene
sonraya bırakması da vardı. Hz. Peygamber (s.a.) bu tekliflerini reddetti. Hiç
değilse iki sene, daha sonra bir seneliğine tehirinde ısrar ettiler. Kabul
edilmeyince Taife varışlarından itibaren bir aylığına tehirini istediler, ama
Rasûlullah (s.a.) bu konuda hiçbir teklifi kabul etmedi. Bundan maksatları,
putun yıkılmasının, kadınlar, ayak takımı ve çocuklar arasında sebep
olabileceği taşkınlığın şerrinden korunmaktı. Aynı zamanda bu yıkım hadisesiyle
kavimlerinin korkutulmalarmı hoş görmüyorlar, bu yüzden müslümanhğı kabul
etmelerine kadar tehirini istiyorlardı. Rasûlullah (s.a.) bu düşüncelerine
rağmen tekliflerini reddetti ve Ebu Süfyan b. Harb ile Muğîre b. Şu'be'yi
yıkımı gerçekleştirmesi için gönderdi.
Bir diğer teklifleri;
kendilerinin namaz kılmaktan affolunması, bu hususta kendilerine bir istisna
getirilmesi ve putlannı kendi elleriyle kırmamalarını istemeleriydi. Rasûlullah
(s.a.) buyurdu ki: "Sizi, putlarınızı ellerinizle kırmamanız konusunda
mazur görebiliriz. Namaza gelince, biliniz ki namazın olmadığı bir dinde hayır
yoktur."
Tâifliler müslüman
olunca Rasûlullah (s.a.) onlara bir yazı yazdı. Osman b. Ebi'1-Âs'ı da onlara
emîr olarak tayin etti. Yaşça en küçükleri olmasına rağmen İslâm'ı anlamaya ve
Kur'an'ı öğrenmeye en azimlisi o idi.[54]
Heyetin elçilik görevi
bitip beldelerine doğru yola çıkınca Rasûlullah (s.a.), Ebu Süfyan b. Harb ile
Muğîre b. Şu'be'yi de onlarla birlikte, Lâfı kırmaları için gönderdi. Taife
vardıklarında Muğîre b. Şu'be, Ebu Süfyan'ı öne geçirmek istedi. Ebu Süfyan
bunu kabul etmedi ve ona: "Kavminin yanına önce sen gir." dedi. Ebu
Süfyan, Zi'1-Harem'deki mülkünde kaldı. Muğîre b. Şu'be, geldiğinde putun
üzerine çıkıp künkle vurmaya başladı. Muattiboğul-ları da yanlarında bekliyor,
Urve'nin başına gelen bunların da başına gelmesin diye tedbir alıyorlardı.
Sakîf kadınları çıkmışlar perişan bir halde ağlaşı-yorlardı. Muğîre balyozu
puta indirirken Ebu Süfyan: "Bravo sana, bravo sana" diyordu. Muğîre
yıkımı bitirince putun üzerindeki eşyaları ve süsleri
aldı ve altın, gümüş,
kolye ne varsa hepsini Ebu Süfyan'a gönderdi.
Ebu Müleyh b. Urve ve
Kârib b. Esved, Urve öldürüldüğü zaman daha Sakîf kabilesinin heyeti gelmeden
önce Rasûlulîah'a (s.a.) gelip Sakîf ten ayrılmak istediklerini, onlarla bir
araya hiç gelmeyeceklerini söylediler ve müs-Iüman oldular. Rasûlullah (s.a.)
onlara: "Kimi isterseniz velî olarak tanıyınız." deyince onlar:
"Allah ve Rasûlü'nü velî kabul ediyoruz." diye cevap verdiler. Sonra
Rasûlullah (s.a.) onlara: "Dayınız Ebu Süfyan b. Harb, veliniz
olsun" teklifinde bulundu, onlar da "Dayımız Ebu Süfyan"
karşılığını verdiler.
Tâifliler müslüman
olunca, Urve'nin oğlu Ebu Müleyh, babasına ait olan borcun kınlan puttan elde
edilen maldan ödenmesini Hz. Peygamber'den (s.a.) istedi, O da muvafakat etti.
Bunun üzerine Kârib b. Esved: "Esved'in borcunu da öde ya
Rasûlallah." dedi. —Urve ve Esved, ana-baba bir öz kardeştir.— Rasûlullah
(s.a.): "Esved, müşrik olarak öldü." diyfc cevap verdi. Kârib b.
Esved: "Ya Rasûlallah; iyi ama borcun ucu ona yakın olan bir müslü-mana
dayanıyor." diye karşılık verdi. Bu sözüyle kendisini kastediyordu.
"Borç bana düşer, benden istenir." dedi. Rasûlullah (s.a.) Ebu
Süfyan'a, Urve ve Esved'in borçlarının puttan temin edilen maldan ödenmesini
emretti. O da bu emri yerine getirdi.
Rasûlullah'ın (s.a.)
onlara hitaben yazmış olduğu mektupta şöyle deniliyordu:
"Bismillahirrahmanirrahim, Allah'ın Peygamberi Muhamrried'den
mü'minlere: Vecc vadisinin
ağacı kesilmez, av hayvanları avlanmaz, kim böyle bir şey yaparken görülürse,
sopa ile cezalandırılır, elbisesi çıkarılır, ikinci defasında yakalanır,
Peygamber Muhammed'e (s.a.) götürülür. Bu Allah'ın Ne-bîsi Muhammed'in (s.a.)
emridir."
Halid b. Saîd,
Allah'ın elçisi Muhammed b. Abdillah'm (s.a.) emriyle yazdı: "Kimse bu
emri çiğnemesin. Yoksa Allah'ın elçisi Muhammed'in (s.a.) emrettiği hususlarda
kendi nefsine zulmetmiş olur."[55]
İşte Sakîf kabilesinin
baştan sona kıssası bu. Onu olduğu gibi naklettik. Her ne kadar Tâif seferiyle
Sakîf kabilesinin müslümanlığı kabul etmeleri arasında Tebük seferi ve başka
seferler varsa da biz kıssayı kesmemeyi, bir bütün olarak nakletmeyi tercih
ettik ki, kıssa ile ilgili fıkhî meseleler ve hükümler bir arada bulunabilsin. [56]
Bu olayda fıkıhla
ilgili olarak şu hükümler bulunmaktadır:
1— Haram
aylarında savaşmak caizdir, önceden haram olan bu hüküm neshedilmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.), Medine'den Mekke'ye doğru hareket ettiğinde Ramazan ayının
sonlarıydı, yani Ramazan'dan on sekiz gün geçmişti. Bunun delili ise Ahmed b.
Hanbel'in Müsnedm&e İsmail—Halid el-Hazzâ'—Ebu Kılâbe—Ebu'l-Eş'as
aracılığıyla Şeddâd b. Evs'ten naklettiği şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.) ile
birlikte fetih yılında Bakî' denilen yerde Ramazan'ın on sekizinci günü hacamat
yapan bir adama rastlamıştık. Rasûlullah (s.a.), elimi tutarak: "Hacamat
yapan ve yaptıranın orucu bozulur." buyurdu.[57] Bu
rivayet, Ramazanın onuncu günü çıkıldığını bildiren rivayetten daha sahihtir
ve bu rivayetin isnadı Müslim'in şartlarına göredir. Müslim bu isnadla rivayeti
"Muhakkak ki Allah ihsanı herşeyde farz kılmıştır." hadisinde
zikretmiştir[58]
Peygamberimiz (s.a.)
Mekke'de on dokuz gün kalmış ve namazlarını kısaltarak kılmıştır. Sonra
Hevâzin üzerine yürümüş, daha sonra da Tâif üzerine yönelmiştir. İbn İshak'a
göre yirmi küsur gün, İbn Sa'd'a göre ise onse-kiz gün Tâif'İ kuşatma altında
tutmuştur. Mekhûl, kuşatma süresinin kırk gün olduğunu söyler.[59]
Düşünüldüğünde görülecektir ki, kuşatmanın bir kısmının mutlaka Zilkade ayında
olması gerekir. Fakat şöyle de düşünülmesi mümkündür: Savaşa ancak Şevval
ayında başlanmış, daha sonra haram ayı olan Zilkade ayı girdiği halde savaş
kesilmemiştir. Böyle de olması mümkün iken, savaşın haram ayında başladığını
nereden biliyorsunuz? Bir konuya başlamakla, başlanmış bir işi devam ettirmek
arasında fark vardır.
2— Mü'min
bir erkek hanımıyla savaşa gidebilir. Zira Hz. Peygamber (s.a.), bu seferde
hanımlarından Ümmü Seleme ile Zeyneb'i de yanma almış-
3— Savaşa
fiilen iştirak etmeyen kadınların ve çocukların ölümüne se-"bebiyet verse
bile, kâfirlere karşı mancınıkla atış yapmak caizdir.
4—Kâfirleri
maddeten ve manen çökerteceği anlaşıldığı takdirde onlara ait ağaçlan kesmek
caizdir. Zira onları en çok kahreden bu davranıştır.
5— Müşriklerden kaçıp müslümanlara sığınan köle
hürriyetine kavuşmuş sayılır. Saîd b. Mansûr, İbn Abbas'tan naklettiği bir
hadiste şöyle demektedir: "Rasûlullah (s.a.) köieler efendilerinden önce
geldikleri zaman onları azad ederdi. "[60]
Yine Saîd b.
Mansûr'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.), köle ve efendisi hakkında
iki şekilde hüküm vermiştir: Birincisi: Köle, efendisinden önce dârulharbden
çıkmış ise, onu azad etmiştir. Sonradan efendisi dâ-rulharbden çıkıp gelse de
köleyi ona iade etmemiştir. İkincisi: Efendi önce çıkar, köle de daha sonra
çıkarsa köle efendisine iade edilirdi.
Şâ'bî, Sakîf
kabilesinden birinin şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygam-ber'den (s.a.) Ebu
Bekre'yi bize iade etmesini istedik. Ebu Bekre bizim köle-mizdi ve Rasulullah
(s.a.) Taîf'i kuşatırken gelip müslüman olmuştu. Rasulullah (s.a.) onu bize
geri vermeyi reddetti ve dedi ki: "O, önce Allah'ın, sonra Rasûlü'nün
azathsıdır."[61]
İbn Münzir der ki:
"İlim erbabının tamamı bu görüştedir."
6— İmam
(kumandan) bir kaleyi kuşatıp fethine muvaffak olamazsa ve müşlümanların
maslahatını da geri çekilmekte görürse, çekilebilir, kuşatmaya devam etmesi
gerekmez. Ancak kuşatmanın devamında daha büyük maslahat söz konusuysa o
durumda sabredip dayanmaları gerekir.
6—
Rasulullah (s.a.) Mekke'ye girmek niyetinde olduğu için Cirâne'de umre
niyetiyle ihrama girmiştir. Böylelikle Tâif'ten veya daha sonra gelen
(Ci-râne'den önceki) yerlerin birinden yola çıkan kimsenin Cirâne'de ihrama girmesi
sünnet olmuştur. İlimden nasip almamış birçok kimsenin Mekke'den çıkıp
Cirâne'de umre niyetiyle ihram giymesi konusuna gelince, bu durum Rasulullah
(s.a.) ve ashabından hiç birinin yapmadığı, ilim erbabından hiç kimsenin de
hoş karşılamadığı bir husustur. Bunu ancak avam sınıfı yapmış ve bu
hareketleriyle de Rasûlullah'a (s.a.) uyduklarım iddia etmişlerse de bu iddialarında
yanılmışlardır. Zira O Tâif'ten Mekke'eye girerken ihrama girmiştir, yoksa
ihrama girmek niyetiyle Mekke'den çıkıp Cirâne'ye gitmemiştir. Bu iki durum
birbirinden tamamen farklıdır. Başarı Allah'tandır.
8— Allah
(c.c), Peygamberinin (s.a.) Sakîf kabilesini hidayete ulaştırması hususundaki
duasını kabul buyurmuştur. Halbuki onlar Rasûlullah'a (s.a.) karşı savaşmışlar,
ashabından bir grubu öldürmüşler, aynı zamanda onları Allah'ın dinine davet
etmesi için gönderdiği elçisini de öldürmüşlerdi. Ama bütün bunlara rağmen Hz.
Peygamber (s.a.) onlara dua etmiş, beddua etmemiştir. Bu, tamamiyle O'nun
sınırsız merhameti ve sonsuz muhabbetinin ke-mâlindendir.
9— Ebu Bekir
Sıddîk'm (r.a.) Rasûlullah'a (s.a.) duyduğu sevginin kemâli, her vesileyle
O'na yakınlaşmayı hedef alması ve mümkün olan her yolla O'na duyduğu muhabbeti
duyurması. Bu yüzdendir ki, Hz. Ebu Bekir, Mu-ğîre'den Tâif'ten gelen heyetin
geliş müjdesini Rasûlullah'a (s.a.) götürmeyi kendisine bırakmasını, böylece
O'nu müjdeleyen ve dolayısıyla sevindirenin kendisi olmasını istemişti. Bu
hâdise; bir'kişinin mü'min kardeşinden, kişiyi Allah'a (c.c.) yaklaştıracak fiillerden
birini yapma hususunda kendisine öncelik vermesini isteyebileceğini,
kardeşinin de diğerini kendi nefsine tercih ederek önceliği ona vermesinin
caiz olduğunu ortaya koyar. Bazı fakihlerin; "İtaat ve ibâdet kasdıyla
yapılan işlerde başkalarını öne geçirmek, onları kendi nefsine tercih etmek
caiz değildir." şeklindeki sözleri doğru değildir. Hz. Aişe (r.a.), evinde
Rasûlullah'ın (s.a.) yanma defnedilmesi hususunda Ömer b. Hat-tâb'ı kendi
nefsine tercih etmiştir. Hz. Ömer bunu istemiş ve ne onun istemesi, ne de Hz.
Âişe'nin ikramda bulunarak hakkını ona vermesi mekruh görülmüştür. Bu duruma
göre bir mü'min diğerinden mescidde birinci saftaki yerini kendisine vermesini
isterse, ne onun istemesi, ne de diğerinin vermesi mekruhtur. Buna benzeyen
diğer konularda da hüküm böyledir. Kim sahabe-i kiramın hayatım öğrenir ve
üzerinde düşünürse, onların bu konuda hiçbir hoşnutsuzluk göstermediğini ve
böyle bir teklif karşısında çekingen davranmadıklarını görecektir. Bu bir
kerem ve bir cömertlikten, rnü'min kardeşini sevindirmek, kadrini yüceltmek,
kendinden isteneni vermek ve onu hayra teşvik etmek için nefsine en sevimli
gelen konularda bile onu kendisine tercih etmekten başka ne olabilir?
Muhtemeldir ki şu saydığımız güzel huylardan her birinin sevabı, işlenecek o
taat ve ibadetin sevabından daha fazladır. Bu durumda başkasını kendisine
tercih eden bir (mânevi) ticarette bulunmuş, tâat ve ibadet hakkını verip
karşılığında kat kat fazlasını almıştır. Bu esasa göre yanında suyu bulunan bir
kimsenin bu suyu abdest alması için arkadaşına verip, (ikisinden biri teyemmüm
yapacaksa) kendisinin de teyemmüm yapmasında bir mâni yoktur. O, bu durumda
kardeşini kendi nefsine tercih etmiş ve böylece hem o güzel davranışının
sevabını kazanmış, hem de toprakla temizlik sağlamanın faziletini elde
etmiştir. Bu durumu ne Kur'an, ne sünnet, ne de üstün ahlâk prensipleri men
eder. Yine bu esasa göre, bir grup arasında susuzluk had safhaya gelmiş, ölümü
yakînen hissetmeye başlamışken, bazılarının yanında bulunan bir parça suyu bir
diğerine vererek kardeşini kendi nefsine tercih ederken kendisi vefat etmişse
bunda bir beis yoktur ve o kimseye "nefsinin katili oldu, haram fiil
işledi" denemez, bilakis bu davranış, cömertliğin ve lütufkârlığın
zirvesidir. Cenab-i Hakk'ın da buyurduğu gibi: "Kendileri zaruret içinde
bulunsalar bile onları öz canlarına tercih ederler."[62]
Böyle bir olay bizzat ashabtan bir grubun, Şam'ın fethi sırasında başından
geçmiş ve bu onların faziletlerinden sayılmıştır. Üzerinde ittifak edilmiş veya
âlimler arasında ihtilâf olunmuş bir ibadetin sevabım ölüye hediye etmek, bağışlamak,
sevabından istifade hususunda ona öncelik vermek, onu kendi nefsine tercih
etmek değil midir? İşte bu, aynen tâat ve ibadette başkasını kendi nefsine
tercih gibidir. Bir fiili yapmak hususunda başkasını kendisine tercih etmek
ile, o fiili yapıp sevabım başkasına bağışlamak suretiyle onu kendi nefsine
tercih etmek arasında ne fark vardır? Başarı Allah'tandır.
10— Yıkmaya
ve ortadan kaldırmaya muktedir hale geldikten sonra şirkle ve tâğutlarla ilgili
herhangi bir yeri bırakmak caiz değildir. Çünkü onlar küfrün şiarı, sembolü,
İslâm'da hoş görülmeyen şeylerin en büyüğüdür. Böyle yerleri yıkmaya gücü
yetecek birinin yıkmayıp öylece bırakması kesinlikle caiz değildir. Kabirlerin
üzerine yapılan, insanların Allah'ı (c.c.) terkedip onları tapılacak putlar ve
tâğutlar olarak kabul ettikleri yerlerin de hükmü budur. Tazimle ve bereket
umarak yanına varılan, adak adanan, öpülen taşlardan da herhangi birini yıkmaya
kudreti bulunduğu halde onu yeryüzünde bırakmak caiz değildir. Bu çeşit
taşların çoğu eski putlardan Lât, Menât ve üçüncüleri olan Uzzâ'nm yerini
tutmuşlardır. Bunların sebep oldukları şirk ise daha-büyüktür. Yardım
Allah'tandır.
O günkü putlara
tapanlardan hiç kimse, o putların yaratan, rızık veren, öldüren ve dirilten
varlıklar olduklarına inanmıyorlardı. O putların yanında ve putlara karşı
yaptıkları şey, bugünkü müşrik kardeşlerinin kendi putlarının yanında
yaptıklarından ibaretti. Böyle yapanlar kendilerinden öncekilerin sünnetine
tâbi olmuş, onların yolunu adım adım izlemiş ve her konuda karış karış, kulaç
kulaç onlara uymuşlardır. İlmin ortadan kalkması, cehaletin açığa çıkması
yüzünden şirk, bir çoklarına galip gelmiştir. Bunun sonucu maruf münker olarak,
münker de mâruf olarak, sünnet bid'at diye, bid'at da sünnet diye kabul edilir
olmuştur. Küçükler böyle bir ortamda büyüyor, büyüklerse aynı ortamda
ihtiyarlıyorlar. İsiâmî sembollerin nuru söndü ve İslâm'ın garipliği daha da
arttı. Âlimlerin sayısı azaldı, sefîh ve âdi insanlar çoğaldı. Her türlü şer
yeşerdi, sıkıntılar şiddetlendi. İnsanların elleriyle yaptıkları ve
kazandıkları şeyler yüzünden karada ve denizde fîtne-fesat açığa çıktı. Fakat
herşeye rağmen Hakk'a tâbi olan Muhammedi bir cemaat da bugün hâlâ mevcuttur,
bunlar kıyamete kadar şirk ve bid'ata karşı cihadlannı sürdüreceklerdir.
11— Devlet
başkanımı,, putlara ve tâğutlara ait mallan cihad için ve müs-lümanların
menfaati uğrunda sarfetmesi caiz, hatta kendisine getirilen bu mallan alıp
askerleri ve İsiâmî maslahatlar için harcaması vaciptir. Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber (s.a.), Lâfın mallarım almış, kalbini kazanmak maksadıyla Ebu
Süfyan'a vermiş; Urve ve Esved'in borçlarını, o maldan ödemiştir. Kabirlerin
üzerlerine yapılan türbelerin de yıkılıp yerlerinin ya ıktâ yoluyla mücahitlere
verilmesi, ya da satılıp elde edilen meblağın müslümanlarm yararına harcanması
gerekir, [63] O türbelere ait
vakıfların hükmü de böyledir. Zira o vakıflar İslâm'a göre geçersizdir, malları
yok hükmündedir, kamu yararına sarfedilmesi gerekir. Vakıf, ancak Allah'a
ibadet ve Rasûlü'ne itaat kasdıyla tesis edildiği takdirde sahih olur. Türbe
adına vakıf tesis etmek sahih değildir. Kabirlerin süslenmesi, onlara azamet
ve ululuk izafe edilmesi, adak adanması, ziyaret kasdıyla gidilmesi, yegâne
mabud terkedilerek ibadet olunması, tapılacak putların yerine konulması da
sahih değildir. Bu konuda müslümanlarm imam olarak kabul ettikleri ilim
adamları arasında ve onların yolundan giden âlimler arasında herhangi bir
ihtilâf sözkonusu değildir.
12—; Vecc
vadisi (Tâif'te bulunan bir vadinin adıdır) haram bölgedir, o bölgede avlanmak
ve ağaç kesmek haramdır. Ancak fakihler bu konuda ihtilâf etmişlerdir.
Fakihlerin çoğu demişlerdir ki: Yeryüzünde Mekke ve Medine'nin dışında hara^n
bölge yoktur. Ebu Hanıfe, Medine'nin haram bölge olması konusunda diğer
fakihlere muhalefet etmiştir. Şafiî'den ise bu konuda iki görüş
nakledilmiştir. Bu görüşlerinden birinde: Vecc vadisi haram bölgedir, avlanmak
ve ağacını kesmek haramdır, demiştir. Bu görüşüne delil olarak iki hadis
zikretmiştir. Birincisi daha önce naklettiğimiz hadistir. İkincisi: Urve b.
Zübeyr'in babasından naklettiği hadistir ki, orada şöyle buyurulmak-tadır:
"Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: Vecc vadisinin avını avlamak ve
ağacını kesmek haramdır, Allah için haram kılınmıştır." Bu hadisi İmam
Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir[64] Bu
hadis Muhammed b. însân yoluyla bilinmekte, o ise Urve'ye dayanan bu hadisi
babasından nakletmektedir. Buharı, Tarihinde, (bu şahıs hakkında): "Ona
uyulmaz." demiştir.
Ben derim ki: Urve her
ne kadar babasını görmüşse de ondan hadis dinlediği şüphelidir. Allah, en iyi
bilendir. [65]
Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'ye geldiğinde ve hicretin 9. senesi girince, zekât toplamaları için
zekât memurlarım Araplara gönderdi. Ibn Sa'd der ki: Sonra Allah Rasûlü (s.a.)
zekât memurlarını gönderdi. Diyorlar ki: Rasûlul-lah (s.a.) 9. sene Muharrem ayının
hilâlini görünce, [66]
Arapların zekâtlarım toplamak için memurlarını gönderdi. Bunlardan Uyeyne b.
Hısn'ı Temîmo-ğullarına, Yezîd b. Husayn'ı Eşlem ve Gıfâr kabilelerine, Abbâd
b. Bişr el-Eşhelî'yi Süleym ve Müzeyne kabilelerine, RâfT b. Mekîs'i Cüheyne
kabilesine, Amr b. Âs'ı Fezâreoğullarına, Dahhâk b. Süfyân'ı Kilâboğullarına,
Bişr b. Süfyân'ı Kâ'boğullarına, İbnü'l-Lutbiyye el-Ezdî'yi Zabyanoğullarına
gönderdi. Rasûlullah (s.a.) zekât memurlarından, alacakları malın orta halli
olmasına, sahibinin elindeki malların en iyilerini almamalarına dikkat etmelerini
istedi.[67]
Denilir ki: "İbnü'l-Lutbiyye görevini tamamlayıp geldiği zaman
Peygamberimiz (s.a.) ondan hesap vermesini istedi."[68]
Peygamberimizin (s.a.) bu davranışında, memurlardan ve
mûtemedlerden hesap vermelerini istemenin caiz olduğuna, şayet ihanet
ettikleri açığa çıkarsa, onları azledip yerlerine daha güvenilir başka
görevlileri tayin etmenin gerekli olacağına delil vardır.
İbn İshak der ki:
Peygamberimiz (s.a.) Muhacir b. Ebî Ümeyye'yi San'-a'ya gönderdi. O oradayken
el-Ansî (Hz. Peygamber'e) karşı isyan etmişti. Ziyâd b. Lebîd'i Hadramut'a,
Adiy b. Hâtem'i Tayy ve Esedoğullarına, Mâlik b. Nüveyre'yi Hanzalapğullarına
gönderdi. Sa'doğullarınm zekâtını toplama görevini iki kişiye verdi: Zibirkân
b. Bedr'i kabilenin bir tarafına, Kays b. Âsim'ı öbür tarafına gönderdi. Alâ b.
Hadramî'yi Bahreyn'e, Hz. Ali'yi de —Allah hepsinden razı olsun— Necran'a
göndererek o bölgelerin zekâtlarını ve cizyelerini toplamakla görevlendirdi.[69]
Uyeyne b. Hısn
el-Fezârî komutasında bir seriyye bu senenin Muharrem ayında Temîmoğullan
üzerine yola çıktı. Hz. Peygamber (s.a.) onu bu seriyye ile, içlerinde Muhacir
ve Ensar'dan kimsenin bulunmadığı elli kişilik bir süvari birliğinin başında
onlarla savaşmak için göndermişti. Askerî birlik gece yürüyor, gündüz
gizleniyordu. Temîmoğullarına vardıklarında, bir grup insan sahrada
hayvanlarını otlatırlarken onlara hücum ettiler. Çobanlar da gelen kalabalığı
görünce bırakıp kaçtılar. Orada bulunan on bir erkek, yirmi bir kadın ve otuz
çocuk tutuklanarak Medine'ye getirildi ve Remle bt. Hâ-ris'in evine
konuldular. [70]
Bunların arkalarından
Utârid b. Hâcib, Zibirkân b. Bedr, Kays b. Âsim, Akra' b. Habis, Kays b. Haris,
Nuaym b. Sa'd, Amr b. Ehtem ve Rebâh b. Haris gibi Temımoğullarımn ileri
gelenlerinden oluşan bir heyet Medine'ye geldi. Kadınlarını ve çocuklarını
görünce ağladılar ve sabırsızlanarak Hz. Pey-gamber'in (s.a.) kapısına
geldiler, "Ey Muhammedi Dışarı çık!" diye bağırdılar. Rasülullah
(s.a.) dışarı çıktı. Bilâl (r.a.) namaz için kamet getirdi. Bu arada heyet
üyeleri Rasülullah (s.a.) ile konuşmak istiyorlardı. Peygamberimiz bir müddet
onların yanında durdu, sonra geçip öğle namazını kıldırdı. Daha sonra mescidin
avlusunda oturdu. Heyet üyeleri, Utârid b. Hâcib'i öne çıkardılar. Utârid,
heyet adına bir konuşma yaptı. Allah Rasülü (s.a.) de Sabit b. Kays b.
Şemmâs'a, cevaben bir konuşma yapmasını emretti. Allah (c.c), heyeti teşkil
edenler hakkında şu âyet-i kerimeleri indirdi: "(RasûFüm) Sana odaların
arkasından bağıranların çoğu, aklı ermez kimselerdir. Eğer onlar, sen yanlarına
çıkıncaya kadar sabretselerdi elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah
çok bağışlayan, çok esirgeyendir."[71]Hz.
Peygamber (s.a.) esirleri geri verdi. Temîmoğuiiarımn şairi Zibirkân kalktı ve
övünerek şu şiiri söyledi:
"Bizler kerim
insanlarız, bize denk olacak bir kabile yoktur. Krallar bizden çıkar, mabedler
bizimle imar olunur.
Ganimet toplama
sırasında kabilelerin çoğunu mağlup ettik. İzzetin -ve kuvvetin- faziletine
tâbi olunur.
Biz öyle kimseleriz ki
kıtlık vakti, yağmur yağmadığı zaman, İkramda bulunanlarımız -başkalarım- et
kebabıyla doyurur.
Şu gördüğün şeylerle,
insanların efendileri her bir yöreden bize süratle-gelirler, biz de -getirilen
şeyleri yemek olarak- hazırlayıp Allah yolunda in-fak ederiz.
Asaletimizden
kaynaklanan bir cömertlikle gelenler İçin semiz, iri hör-güçlü, hastalıksız develeri
keseriz ve yiyenlerin hepsi doyarlar.
Herhangi bir kabileye
karşı övündüğümüzde, bu övünmeden yararlandıklarını, nasiplerini aldıklarım
görürsün.
Bu konuda bize karşı
övünenleri tanırız ve kavmimiz çeşitli haberler dinlerken geri dönerler.
Biz herkese karşı
dururuz ama kimse bize karşı duramaz. Aynı zamanda kendimizi överken
yüceliriz."
islâm şairi Hassan b.
Sabit kalktı ve irticâlî olarak cevaben şu surem:
"Fihr ve
kardeşlerinin önde gelen kişileri, insanlara uyacaktan bir âdeti açıkladılar.
Kalbinde Allah'a karşı
takva duygusu bulunanlar ve her türlü hayrı işleyenler bu âdeti memnuniyetle
kabul ederler.
O öyle bir kavimdir ki
savaştıkları zaman düşmanlarını zarara sokar, taraftarlarına da faydalı olmaya
çalışırlar ve olurlar da...
Bu onların cevherlerinde
mevcut olan bir haslettir. Biliniz ki hasletlerin en kötüleri sonradan ortaya
çıkanlardır.
Diğer insanlardan
onların önüne geçenler olursa, onların bu geçişi o kavmin -yani bizim- en
basit geçişimizin gerisinde kalır.
İnsanlar savunma
sırasında ellerinin tahrip ettiği şeyleri tamir etmezler, tamir ettiklerini de
tahrip etmezler.
Eğer başkalarıyla
müsabakada bulunurlarsa onları geçerler. Ya da en şerefli kimselerle boy
ölçüşürlerse onlara da galip gelirler.
Çok iffetlidirler.
Onların bu iffeti hakkında vahy nazil oîdu. Hiç bir pisliğe bulaşmazlar.
Dünyaya düşkünlükleri de onları kirletmez.
Komşularına ikram ve
ihsanda bulunmak hususunda cimrilik etmezler. Dünya hırsından bir pislik de
onlara bulaşmaz.
Bir kabileye karşı
düşmanlığımızı açığa vurduğumuz zaman, biz o kabileye doğru, yavrusunun yaban
ineğine doğru yürüdüğü gibi yürümeyiz.
Harbin pençeleri bize
ulaştığı ve karşımızdaki ödlekler bu pençelerin tırnaklarından irkildiği zaman
biz yüceliriz.
Düşmanlarım
kahrederlerse bundan dolayı böbürlenmezler. Kendileri bir felâkete uğrarlarsa
bundan dolayı da zillete düşüp paniğe kapılmazlar.
Sanki onlar harpte,
ölüm karşılarında çok cılız bir mahluk gibi âcizle-şen, ayaklarının bağ
yerlerinde eğrilik bulunan Hüye'deki (Yemen'de arslan-larıyla meşhur bir yer)
arslanlar gibidirler.
Gazaplandıkları zaman
kendiliğinden sana geleni al. Sakın vermek istemedikleri şeyi almaya
kalkışma.
Onlara düşmanlığı
terket. Çünkü onlarla savaşmakta üzeri ze hirli otlarla kaplanmış bir şer vardır.
Arzular ve taraftarlar
farklılık arzettikleri zaman sen Rasûlullah'ın kendilerine taraftar olduğu
kavme ikramda bulun.
Bu övgümü onlara,
sevdiği şeyleri vasfetmede gergef işler gibi mahare
olan bir dilin kendisine yardımcı olduğu
dil hediye etti.
Onlar bütün
kabilelerin en faziletlisidirler, ister ciddi olarak konuşsu: ı-lar, isterse
alay etsinler (bu hüküm değişmez.)"
Hassan şiirini
bitirince Akra' b. Habis dedi ki: 'Bu adam hakikaten başarılı birisi,
konuşmacısı bizim konuşmacımızdan, şairi de şairimizden daha kudretli, sesleri
de sesimizden gür çıkıyor." Daha sonra oradakilerin hepsi müslüman oldu.
Rasûlullah (s.a.) da en güzel hediyeler takdim ederek onları
mükâfatlandırdı.
îbn İshak der ki:
Temîmoğullan heyeti gelince mescide girdiler ve heyöt-tekiler: "Dışarı çık
ey Muhammedi" diye bağırdılar. Bu şekilde bağırmaları Rasûlullah'ı (s.a.)
rahatsız etmişti, daha sonra yanlarına gelince de şöyle dediler: "Seninle
Övünme yarışı yapmaya geldik, şairimize ve konuşmacımıza izin ver." Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Evet, konuşmacınıza izin verdim, haydi
kalksın." karşılığını verince, Utârid b. Hâcib kalktı ve şöyle bir konuşma
yaptı: "Bizlere ihsanda bulunan ve bizleri kral yapan Allah'a hamdolsun. O
bize hayır işlerde kullandığımız pek çok servet vermiştir. O bizi şark
milletlerinin en azizi, en kalabalığı ve savaş için en -kısa zamanda
hazırlananı kılmıştır. İnsanlar arasında kim bizim gibidir? İnsanların reisleri
ve fazilet sahibi olanları biz değil miyiz?.Kim bizimle övünme yarışını göze
alabilecekse bizim saydığımız meziyetlerin benzerlerini saysın bakalım! İsteseydik
daha çok şeyler söyleyebilirdik fakat biz, bize ihsan olunan nimetler üzerine
sözü uzatmaktan utanırız. Bu sözleri, bizimkine benzer bir sözünüz, işimizden
üstün bir işiniz varsa getiresiniz diye söylüyorum." Böylece sözünü
bitirip oturdu. Daha sonra Rasûlullah (s.a.) Sabit b. Kays b. Şemmâs'a:
"Kalk ve cevap ver." diye emretti. O da kalktı ve şöyle dedi:
"Gökleri ve yeri yaratan Allah'a hamdolsun. Göklerde ve yerde hükmünü
yürüten O'-dur. İlmi, kürsîsini kuşatmıştır. Herşey O'nun ihsânındandır. Sonra
bizi hükümran kılması da O'nun kerem ve ihsânındandır. O, mahlukatın en
hayırlısını Peygamber olarak seçmiştir. O Peygamber ki, baba tarafından
insanların en şereflisi, insanların en doğru sözlüsü ve ana tarafından en
üstünüdür. Allah (c.c.) O'na kitabını indirmiş ve kullan üzerine emîn
kılmıştır. O, bütün âlemlerin en hayırlısıdır. Sonra O, bütün insanları
Allah'a iman etmeye çağırmış,
ilk olarak bu davete karşılık vererek iman edenler Muhacirler olmuştur. Onlar
kendi kavminden ve akrabasındandirlar, insanların soyca en şereflisi» simaca en
güzeli, iş bakımından en hayırlısı di rlar. Daha sonra Allah'ın Rasûlü davet
ettiği zaman, yaratıklar içinde bu davete ilk icabet eden biz olduk. Bizler
Allah'ın yardımcıları ve Rasûlü'nün her bakımdan destekçileri olduk, insanlar
imana kavuşuncaya kadar onlarla harbe devam edeceğiz. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne
iman ederse, malı ve kanı korunmuştur. Kim küfrüne devam ederse, onunla Allah
yolunda sonuna kadar savaşırız. Öylelerini katletmek bize göre çok kolaydır.
Bu sözümü söyler, erkek-kadm bütün müslümanlar için Allah'ın mağfiretini niyaz
ederim. Size selâm olsun."
Daha sonra İbn İshak,
Zibirkân'ın şiir okumasını ve Hassân'ın daha önce naklettiğimiz beyitlerle ona
cevap vermesini zikreder. Hassan sözünü bitirince, Akra' b. Haâbis dedi ki:
"Bu adamın konuşmacısı bizim konuşmacımızdan, şairi de bizim şairimizden
daha kudretli, sözleri bizim sözlerimizden daha yüce." Daha sonra
Rasûlullah (s.a.), herbirine en güzel şekilde ikramda bulundu. [72]
Seriyyenin gidişi
hicrî senenin Safer ayında idi. İbn Sa'd, bir rivayetinde der ki: Rasûlullah
(s.a.), Kutbe b. Âmir M yirmi kişilik bir birlikle Tebâle taraflarında
Has'amhlar'ın bulunduğu bölgeye gönderdi ve onlara baskın yapmalarını emretti.
Binmek için yanlarına on deve alıp yola çıktılar. Yolda birini yakaladılar ve
sorguya çektiler, ama hiçbir bilgi alamadılar. Aynı adam, az sonra orada
bulunanlara bağırıp uyarmak istedi, bu yüzden boynunu vurdular. Gecenin
yaklaşıp oradakilerin uyumasını beklediler, sonra da baskın yapıp şiddetli bir
çarpışmaya başladılar. Her iki tarafta da çok sayıda yaralı vardı. Kutbe b.
Âmir, öldürebildiğini öldürdü. Ele geçirdikleri deve, davar ve kadın cinsinden
ganimetleri, Medine'ye getirdiler. Bu rivayette şu bilgi de vardır: Has'amlılar
toplanıp, hayvanlarına binip müslüman birliği takip etmek istedi. O sırada
Allah (c.c.) büyük bir sel gönderdi ve bu sel Has'amlılar ile müslüman birliğin
arasında öyle bir engel oluşturdu ki, müslümanlar deve, davar ve esirleri
sürüp götürürken oniar bakıp duruyor, ama selden karşıya gecemi yor Iardı.
Müslüman birlik gözden kayboluncaya kadar bu hal böyle devam etti.[73]
Dahhâk b. Süfyân
el-Kİlâbî seriyyesiirin, hicretin 9. senesi Rabîule1 ayında Kilâboğullarına
gönderilmesi.
Nakledildiğine göre
Rasûlullah (s.a.) Kilâboğullarına bir askeri birlik gönderdi. Başlarında Dahhâk
b. Süfyân b. Avf et-Tâî vardı. Beraberinde de Asyad b. Seleme bulunmaktaydı.
Züccü Lâve denilen mevkide kilâboğullarına rastladılar ve onları İslâm'a davet
ettiler, reddetmeleri üzerine de onlarla savaşıp mağlup ettiler. Asyad, babası
Seleme'yi yakaladı. Seleme o esnada Zücc'de bir nehirde atının üzerindeydi.
Asyad onu İslâm'a davet edip kendisine eman verdi. Fakat o, hem oğluna hem de
oğlunun dinine sövdü. Bunun üzerine Asyad babasının atının iki bacağını kılıçla
vurdu. At arkası üstü düşünce Seleme de suya düştü ve oğlu mizrağıyla
bastırarak onu suda tuttu ve bir başkası gelip öldürdü. Asyad (edebinden
dolayı) babasını kendi eliyle öldü rmemişti.[74]
Alkame b. Mücezziz
el-Müdlîcî seriyyesinin, hicretin 9. yılı RabîuieVvel ayında Habeşliler üzerine
gönderilmesi.
Nakledildiğine göre,
Hz. Paygamber'e (s.a.) bir grup Habeşlinin Cidde-liler tarafından görüldüğü
haberi ulaştığında, Alkame b. Mücezziz'i üç yüz kişilik bir askeri birlikle
üzerlerine gönderdi. Birlik denizde bir adaya varmıştı, ancak dalgaların
kabarmasından korkup geri döndüler. Bu arada bazıları ailelerinin yanma dönmek
için acele ediyorlardı. Bunun için Alkame'-den izin istediler. Alkame de
bunlara izin verdi ve aralarında bulunan Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî'yi
başlarına emîr olarak tayin etti. Abdullah, şakacı bir şahıstı. Bir aralık
yolda konaklamış ve ısınmak için ateş yakmışlardı. Abdullah: "Şu ateşe
atılmanızı kesinlikle emrediyorum." dedi. İçlerinden bir grup ayağa kalktı
ve hazırlandı. Oradakiler ateşe atılacaklarını sandılar. Bu arada Abdullah:
"Oturunuz, ben size şaka yaptım." dedi. Bu olayı Rasülul-lah'a (s.a.)
anlattıklarında buyurdular ki: "Kim size günah işlemenizi emrederse, ona
itaat etmeyiniz."
Ben derim ki: Buharı
ve Müslim'in Sahih'ler'mde Hz. Ali'den şöyle bir rivayet nakledilmektedir: Hz.
Peygamber (s.a.), bir askerî birlik gönderdi. Başlarına Ensar'dan birini
komutan tayin etti. Birliktekilere de, başlarında bulunan şahsın sözünü
dinlemelerini ve kendisine itaat etmelerini emretti. Bir ara komutanı
kızdırdılar. O da: "Odun toplayıp bana getirin." dedi. Topladılar.
"Ateş yakın." diye emrettikten sonra: "Rasûlullah (s.a.) size,
beni dinlemenizi emretmedi mi?" diye sordu. Onlar da: "Evet, emretti."
dediler. Bunun üzerine: "Öyleyse girin şu ateşe!" dedi. Oradakiler
birbirlerine bakakal-dılar ve dediler ki: "Biz Allah Rasûlüne (s.a.)
ateşten kurtulmak için sığınmıştık." Sonunda öfkesi geçinceye kadar bu
vaziyette kaldılar ve ateş söndürüldü. Medine'ye döndüklerinde bu olayı Allah
Rasûlü'ne (s.a.) anlattılar. O da buyurdu ki: "Eğer ateşe girselerdi, bir
daha ondan çıkamazlardı." Ve yine buyurdu ki: "Allah'a isyan
sözkonusu olan hususlarda başkasına itaat edilmez; itaat ancak iyi olan, meşru
olan şeyler hususundadır."[75]
Hz. Ali'nin bu
rivayeti, yukarıda bahsi geçen komutanın Ensar'dan olduğunu; Alkame tarafından
değil, Hz. Peygamber (s.a.) tarafından tayin edildiğini ve öfkelenmesinin onu
bu işe sevkettiğini açıklığa kavuşturmaktadır.
Ahmed b. Hanbel'in
Müsneef inde İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, "Ey inananlar! Allah'a
itaat edin, Peygamberce ve sizden olan buyruk sahiplerine itaat edin."[76]
âyet-i kerimesi, Abdullah b. Huzâfe b. Kays b. Adiy hakkında nazil olmuştur.
Allah Rasûiü (s.a.) onu bir askerî birliğin başında göndermişti.[77] Bu
duruma göre yukarıdaki rivayetler, iki ayn olaydan bahsetmektedir. Şayet öyle
değil de aynı olaya işaret ediyorlarsa Hz. Ali'nin (r.a.) rivayeti daha
güvenilir gözükmektedir. Allah (c.c.) en doğrusunu bilendir. [78]
Nakledildiğine göre
Rasûlullah (s.a.), Ali b. Ebî Tâlib'i (r.a.) Ensar'dan toplanan ve yüz kişisi
develi, ellisi atlı olmak üzere toplam yüz elli kişilik bir kuvvetle, yanlarına
da siyah bir bayrak ve beyaz bir sancak vererek Tayy kabilesinin putu olan
Füls'ü yıkmaya gönderdi. Fecir vakti Hatim ailesinin konakladığı bölgeye
baskın yaptılar. Putu yıktılar ve çok sayıda esir, davar ve deveyi ganimet
olarak ele geçirdiler. Esirler arasında Adiy b. Hâtim'in kız-kardeşi de vardı.
Adiy'in kendisi Şam'a kaçtı. Deposunda üç kılıç ve üç zırh
buldular. Hz. AH, esirlerin başına Ebu
Katâde'yi, deve ve davarlar ile diğer ganimet mallarının başına da Abdullah b.
Atîk'i görevlendirdi. Yolda ganimetler taksim edildi. Hz. Peygamber'in (s.a.)
hissesi ayrıldı. Hatim ailesinden alınan esirler Medine'ye gelinceye kadar
taksim dışı bırakıldı.[79]
İbn İshak, Adiy b.
Hâtim'in şöyle dediğini nakletmektedir: Rasülullah'-ın (s.a.) adini duyduğum
zaman, Araplar içinde O'na benden daha çok nefret duyan kimse yoktu. Ben
hiristiyandım ve şerefli bir insandım. Kavmimde ganimetlerin dörtte birini
alırdım. Dindar bir insandım. Kabilemin reisi idim. Hz. Peygamber'in (s.a.)
haberini alınca nefret duydum. Develerimi otlatan Arap bir uşağım vardı. Ona
dedim ki: "Develerimden semiz ve uysal olanları hazırla ve bana yakın bir
yerde beklet. Muhammed'in askerlerinin bu beldeye ayak bastığını duyar duymaz
bana haber ver." Dediklerimi yaptı. Daha sonra bir sabah bana geldi ve
dedi ki: "Muhammed'in süvarileri seni kuşattığı zaman ne yapacak idiysen
hemen onu yap! Ben bayraklar gördüm ve ne olduklarını sordum. Bunlar
Muhammed'in askerleri, dediler." Uşağıma: "Develerimi
yaklaştır." dedim, yaklaştırdı. Ailemi ve oğlumu bindirdim. Sonra dedim
ki: "Şam'da hıristiyan dindaşlarımın yanına varırım." Hâtim'in kızını
geride, kabilede bıraktım. Şam'a gelince orada kaldım. Benden sonra
Ra-sûlullah'ın (s.a.) süvarileri gelmişler. Hâtim'in kızı da esirler
arasındaydı ve Tayy kabilesinden esir alınanlar Allah Rasûlü'ne (s.a.) takdim
edildi. Benim Şam'a kaçtığım haberi Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaşmıştı.
Rasûlullah (s.a.) bir gün Hâtim'in kızının yanına uğramıştı. Hâtim'in kızı Hz.
Peygamber'e (s.a.) dedi ki: "Ya Rasûlallah! Ziyaretçi kalmadı, babam
gitti, ben yaşlı bir kadınım. Benden herhangi bir hizmet de beklenmez. Sen
bana bir iyilik yap. Allah da sana ikramda bulunsun." Rasûlullah (s.a.):
" Ziyaretçin kim?" diye sordu. "Adiy b. Hatim." dedi. Hz.
Peygamber (s.a.): "Allah ve Rasûlü'-nden kaçan mı?" dedi. Hâtim'in
kızı: "Bana iyilik yap." dedi. Rasûlullah (s.a.) geri döndüğünde
yanında birinin olduğunu farketti ve bir de baktı ki, yanındaki Ali. Hz. A1İ,
Hâtim'in kızma: "O'ndan bir binek iste." dedi. Hâtim'in kızı der ki:
"Ben de istedim". Hz. Peygamber (s.a.) ona bir binek yerilmesini
emretti.
Adiy der ki:
Kizkardeşim bana geldi ve dedi ki: "O bana öyle bir iyi( yaptı ki, baban o
yaptığını yapamaz. İstesen de istemesen de O'na gitmeiis Falan ve falan O'na
geldiler, şu şu ihsanları aldılar."
Adiy der ki: Hz.
Peygamber (s.a.) mescidde oturuyorken yanına vardım. Oradakiler: "İşte bu
Adiy b. Hâtim'dir." dediler. Ne bir eman, ne bir mektup getirmiştim.
Rasûlullah'ın (s.a.) yanına itildiğimde elimden tuttu. Daha önce O şöyle
demişti: "Umarım ki Allah, ellerimizi tutuşturur." Benim İçin ayağa
kalktı. Bu sırada yanında çocuğu olan bir kadın geldi ve: "Sana ihtiyacımız
var." dediler. Rasûİuüah (s.a.) kalktı, onlarla beraber gitti ve ihtiyaçlarını
giderdi. Sonra elimden tutup beni evine götürdü. Bir çocuğun getirdiği mindere
oturdu. Ben de önüne oturdum. Allah'a hamd ve senada bulundu. Sonra:
"Seni kaçmaya sevkeden sebep nedir, yoksa o sebep: Lâilâhe illallah demek
midir? Sen Allah'tan başka bir ilâh tanıyor musun?" dedi.
"Hayır" dedim. Sonra bir müddet konuştu ve dedi ki: "Sen yalnız
Allahü Ekber denilmesinden kaçıyorsun, Allah'tan daha büyük bir şey biliyor musun?"
"Hayır," dedim. Allah Rasûlü (s.a.): "Yahudiler Allah'ın
gazabına uğramışlar, hıristiyanlar da sapıklığa düşmüşlerdir." buyurdu. Adiy
devamla diyor ki: "Ben Hanîf dini üzere bir müslümanım." dedim.
Hatim anlatmaya devam
ediyor: Ben bu sözü söyleyince Hz. Peygamberdin (s.a.) yüzü sevinçli bir hal
aldı. Sonra Ensar'dan birinin evinde misafir olmamı emretti. Sabah-akşam yanma
gidip gelmeye başladım. Bir gün ben yanındayken, siyah-beyaz çizgili yün
kıyafetler içinde bir grup geldi. Namaz kılıp ayağa kalktı, onları teşvik edici
şeyler söyledi ve sonra dedi ki: "Ey insanlar! Bir ölçek vermek suretiyle
de olsa iyilikte bulununuz. Hatta yarım ölçek, bir kabza, hatta daha azıyla da
olsa iyilik yapınız. Sizden biriniz yüzünü cehennem ateşinden bir hurma
tanesi, hatta yansıyla koruyabilir. Bunu da bulamazsanız güzel bir sözle...
Herhangi biriniz Allah'a kavuştuğunda, şu anda size söyleyeceklerimi
söyleyecektir: "Sana mal ve çocuk vermedim mi?" O kimse:
"Evet." diyecek. Allah: "Kendin için hazırlayıp gönderdiklerin
nerede?" buyuracak. O kişi önüne bakacak, sonra arkasına, sağma, soluna
bakacak ve cehennem ateşinden yüzünü koruyacak hiçbir şey bulamayacaktır.
Sizden biriniz yüzünü cehennem ateşinden, yarım hurma tanesiyle de olsa
korusun, onu da bulamazsa güzel bir sözle... Ben sizin adınıza fakirlikten
korkmuyorum. Allah size, öylesine yardım edecek ve ihsanda bulunacaktır ki,
devesinin hevdecinde bir kadın Medine ile Hîre arasında (Allah'tan başka hiçbir
şeyden korkmadan) yolculuk yapacaktır. Devesi için hırsızlardan da
korkmayacaktır." Adiy der ki: "Kendi kendime, 'Tayy'ın hırsızları
nerdeler?' dedim."[80]
Bu hâdise Hz.
Peygamber'in (s.a.) Tâif ten dönüşüyle Tebük gazvesi arasında cereyan
etmiştir.
İbn İshak der ki:[81]Rasûlullah
(s.a.) Tâif ten geldiğinde Büceyr b. Zü-heyr kardeşi Kâ'b'a mektup yazarak,
Rasühıllah'ın (s.a.) Mekke'de kendisini hicveden ve bu yolla kendisine eziyet
eden birkaç kişiyi öldürttüğünü, geri kalan Kureyş şairlerinden İbn Ziba'râ ve
Hübeyre b. Ebî Vehb'in de sağa-sola kaçtıklarını haber verdi. "Hayatına
ihtiyacın varsa koş gel Allah Rasû-Iü'ne. (s.a.) O, tevbe edip müslüman olarak
kendisine gelen hiç kimseyi öldürmüyor. Eğer bunu yapmazsan başının çaresine
bak!" Kâ'b şöyle demişti:
Benden Büceyr'e bir
mektup iletiniz, (ve orda deyiniz ki) Dediğin şeye senin ihtiyacın yok mudur?
Eğer bunu yapacak
değilsen bize bildir. Seni bundan başkasına yönelten nedir?
Babanın ve annenin
sahip olmadığı bir ahlâka (seni iten nedir?) O hususta kendine bir kardeş de
bulamazsın. Şayet sen dediğimi yapmazsan hiç üzülmem,
Ve de ayağın sürçerse,
geçmiş olsun demem.
O Me'mun (Peygamberimizin
Kureyş kabilesi içindeki lâkabı) sana kana kana bir kâse içirdi.
Sonra ikinci defa yine
içirdi."
Bu mektubu kardeşi
Büceyr'e gönderdi. Mektup kendisine ulaşınca onu Rasûlulİah'tan (s.a.)
gizlemeyi hoş bulmadı ve mektuptaki bu şiiri O'na okudu. Rasûlullah (s.a.):
"Me'mun sana içirdi" mısraını duyunca: "O, her ne kadar çok
büyük bir yalancıysa da bunu doğru söylemiş." buyurdu. "Babanın ve
annenin sahip olmadığı bir ahlâk" sözünü duyunca da: "Evet, ne anası
ne de babasını o ahlâk üzere buldu." dedi. Sonra Büceyr Kâ'b'a şu
mısraları gönderdi:
"Kâ'b'a kim
iletecek (ve soracaktır) ki, Kınadığın şeyde bir bâtıl olan bir durum mu
vardır, diye. .
Senin o kınadığın şey
sadece sımsıkı Allah'a bağlar. Lâfa, Uzza'ya değil! Kurtuluş istiyorsan
müslüman olur ve kurtulursun.
insanlardan hiç
kimsenin kaçıp kurtulamayacağı bir günde Yalnızca kalbi temiz olan müslüman
kurtulacaktır.
Züheyr'in dini benim
için hiçbir şey değildir. Ebu Sülmâ'nın dini ise bana haram kılınmıştır."
Bu mektup Kâ'b'a
ulaşınca, dünya kendisine dar gelmeye başladı. Hayatından endişe ediyordu.
Kabilesindeki bazı düşmanları da onu korkuttular ve: "Kâ'b
öldürülecektir." dediler. Başka çıkar yol kalmadığını görünce Allah
Rasûlü'nü (s.a.) öven kasidesini söyledi. Bu kasîdede, korkusunu ve iftiracı
düşmanlarından duyduğu endişeyi dile getirdi. Sonra yola çıktı ve Medine'ye
geldi. Bana anlatıldığına göre, aralarında Cüheyne'den tanışıklık bulunan bir
adamın yanına misafir oldu. O adam da Kâ'b'ı sabah namazını kılmak üzereyken
alıp Rasülullah'a (s.a.) götürdü. Adam Hz, Peygamber (s.a.) ile birlikte
namazını kıldı. Sonra Kâ'b'a Allah Rasûlü'nü (s.a.) göstererek: "İşte bu
Rasülullah'tır (s.a.), kalk ve emân dile!" tavsiyesinde bulundu. Bana
anlatıldığına göre Kâ'b kalktı, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına oturdu, elini
eline aldı. Rasûlullah (s.a.) kendisini tanıyordu. Sonra dedi ki: "Ey
Allah'ın Rasûlü! Kâ'b b. Züheyr tevbe edip müslüman olarak senden eman diliyor,
ben onu size getirirsem kabul eder misiniz?" Allah Rasûlü (s.a.):
"Evet." dedi. Bunun üzerine: "Ben, Kâ'b b. Züheyr'im yâ
Rasûlallah!" dedi.
İbn İshak der ki: Âsim
b. Ömer b. Katâde'nin bana anlattığına göre En-sar'dan bir kişi, o anda Kâ'b'in
üzerine atılmış ve: "Bırak şu Allah düşmanının boynunu vurayım!"
demiş, fakat Hz. Peygamber (s.a.): "Bırak onu, tevbe etmiş ve eski halini
terkederek gelmiştir." dedi. Kâ'b, bu davranış sebebiyle o adamın mensup
olduğu Ensar kabilesine kızdı. Muhacirlerden hiç kimse Kâ'b hakkında hayırdan
başka bir şey söylememiştir. Daha sonra devesini ve sevgilisini övdüğü Kasîde-i
Lâmiyye'sini söylemiştir ki başlangıcı şöyledir:
"Suat benden
uzaklaştı, bugün kalbim yaralıdır. O'nun peşinde esaretten kurtulamamış,
zillete düşmüştür.
Fesatçılar etrafında
koşuşturuyor ve: 'Ey Ebu Sülma'nın oğlu, sen öleceksin' diyorlar.
Böyle zamanlarda
desteğini umduğum bütün dostlar: Seninle meşgul olacak vaktimiz yok, dediler.
Onlara: Yoluma
durmayın, sizi önemsemiyorum. Rahman'ın takdir ettiği şey mutlaka
gerçekleşecektir.
Sağlıklı ve huzuru
demleri ister uzun, ister kısa olsun. Herkes birgün tabuta konulup
taşınacaktır.
Bana haber verildiğine
göre Rasûlullah (s.a.) beni tehdid etmiş, -buna rağmen- afvetmesi her zaman
umulabilir.
Biraz mühlet ver.
İçinde öğütler ve hak-batıl arasını ayıran (âyetler) bulunan Kur'ân'ı sana
veren, hidayetini arttırmıştır.
Jurnalcilerin
iftirasına bakarak beni cezalandırma, hakkımda çok şeyler söylendiyse de
hakikatte günahsızım.
Öyle bir makamda
bulunuyorum ki, bu makamda benim görüp işittiklerimi bir fil duysa,
Rasûlullah'tan (s.a.)
bir teminat yoksa, korkar, titrerdi.
Sözü dinlenen, emri
geçerli olan bir zatın eline elimi koydum ve hiçbir konuda onunla tartışmayı
düşünmüyorum.
Kendi kendime
konuştuğum zaman söylemediğim bir çok şeylerin bana nisbet edilmesi ve o
sözlerden benim sorumlu tutulmam...
Sık ağaçlardan meydana
gelmiş ve içinde yartıcı hayvanların bulunduğu bir ormandaki heybetli bir
arslandan daha çok korku vericidir.
O arslan, sabah vakti
avlanmaya çıkar ve parçalanmış insan etleriyle başka iki arslanın da karnım
doyurur.
Dayanıklı bir arsîana
saldırdığı zaman onu yere sermeden bırakmaz.
Cev denilen bölgenin
yırtıcı hayvanları ondan uzak durur ve onun vadisinde erkek cemaatler
barınamazlar.
Onun vadisinde
güvenilir kişiler eksik değildir. (Görülen), parçalanmış silahlar ve elbiseler
o aslanın azığından arta kalanlardır.
Peygamber (s.a.)
kendisiyle aydınlanılan bir nur, Allah'ın yalın kılıçlarından bir hint
kılıcıdır.
Kureyş'ten bir cemaat
sözcüsü, onlar müslüman olduğu zaman -Mekke'den Medine'ye- intikal ediniz dedi.
Onlar intikal ettiler
ancak zayıflar, savaşta kalkanı olmayanlar, silahsızlar ve ata binemeyenler
kaldılar.
Beyaz erkek develer
gibi yürürler, kısa siyah adamlar firar ettikleri zaman bir darbe onlan korur.
Onlar yüksek burunlu
kahramanlardır, harpteki elbiseleri zırh ve zırh gibi gömleklerdir.
O zırhlar beyaz,
parlak, halkaları diken gibi birbirine geçmiş vaziyette sağlam yapılıdırlar.
Süngüleri
düşmanlarının göğsüne saplansa sevinmezler, kendileri de aynı duruma düşseler
üzülmezler.
Onlar ancak
boğazlarından yaralanabilirler ve de hiçbir zaman savaş meydanlarından uzak
kalmazlar."
İbn İshak, Âsim b.
Ömer b. Katâde'den şu rivayette bulunur: Kâ'b: "Kısa siyah adamlar firar
ettikleri zaman" deyince, bu sözüyle Ensar topluluğunu kasdetti, çünkü
onlar, Kâ'b'a ilk gelişinde hakaret etmişlerdi ve övgüsünü yalnızca Muhacirlere
yöneltmişti. Bunun üzerine Ensar gazaplandı. Kâ'b, Müslüman olduktan sonra (bu
hatasını telâfi için) Ensâr'ı medheden bir kasidesinde şöyle demişti:
"Kim şerefli bir
hayat sürmek isterse, Ensar'ın salihlerinin oluşturduğu bir toplulukta yaşasın.
Onlar üstün ahlâkı
atadan ve ecdattan miras aldılar ve onlar, hayırlı kimselerin evlatları olan
hayırlı insanlardır.
Savaş günü saldırılar
yapılırken canlarını Peygamberleri uğrunda feda edenlerdir.
Titreyen süngüler ve
Meşârif kılıçlarıyla insanları dinlerinden tardeden-lerdir.
Boğaz boğaza gelindiği
gün ölmek için canlarını Peygamberlerine satan kimselerdir.
Kâfirlerin kanlarından
bulaşan pislikleri temizler ve bunu da kendileri için bir ibadet sayarlar.
Seni korumaları için
yanlarına gittiğin zaman kendini dağ keçisinin (ulaşılması, imkânsız) yerinde
gibi (emin olarak) sabahlarsın.
Onlar, yıldızların
düştükleri gecede kendilerine gelenler için aşe$|jfazi-fesi gören bir
kavimdir."
Kâ'b b. Züheyr, en
büyük şairlerdendir. Kâ'b, babası, oğlu Ukbe, oğlunun oğlu Avvâm b. Ukbe,
bunların hepsi büyük şairlerdir. Kâ'b'ın beğenilen bir şiiri şöyledir:
"Eğer bir şeye
hayret edecek olsaydım, kaderi kendisine kapalı (geleceği hakkında hiçbir şey
bilmeyen) bir gencin koşuşturmasına hayret ederdim.
O genç ulaşamadığı
şeylerin peşinde koşup duruyor, kendisi tek bir fert ama her yana dağılmış bir
yığın işi var.
Yaşadığı sürece
insanın uzun boylu emelleri vardır. Ecel dolmadan gözün (herşeyde hevesi
olması) bitmez."
Yine Kâ'b'ın, Hz.
Peygamber (s.a.) hakkında söylediği, beğenilen beyitlerinden biri de şöyledir:
"O, cübbeîere
bürünülmüş olarak esmer develerin ışığı altında sürüldüğü bir ay gibidir.
Hırkasının ve
cübbesinin altındaki takva ve cömertliğin ölçüsünü Allah
bilir. [82]
Hicretin 9. yılı, Recep ayında vuku bulmuştur.[83]lbn
İshak der ki: Te-bük gazvesi; insanların çok büyük bir sıkıntı içinde olduğu,
beldelere kuraklığın hâkim olduğu bir zamanda vuku bulmuştur. Ürünler
olgunlaşmış, insanlar ürününün başında ağaçlarının gölgesinde kalmayı arzu
ediyorlar. Bu vaziyette bir yerden başka bir yere gitmeyi istemiyorlar. Hz.
Peygamber (s.a.) bir sefere çıkacağı zaman genellikle onu gizlerdi, zamanın elverişsiz
oluşu ve meşakkatlerin had safhada bulunuşu yüzünden bu seferde öyle yapmadı.
Rasûlullah (s.a.),
hazırlıklarını sürdürürken, bir gün SelemeoğuHarından Ced b. Kays'a dedi ki:
"Ey Ced! Bu yıl Ben? Asfar (Bizanslılar) ile savaşa gelmez misin?"
Ced cevab olarak şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bana izin versen de
günaha sokmasan daha iyi olmaz mı? Allah'a yemin olsun ki, bütün kavmimin de
bildiği gibi kadınlara benden daha çok düşkün kimse yoktur. Korkarım ki Benî
Asfar'ın kadınlarını görürsem sabredemem, günaha girerim." Hz. Peygamber
(s.a.) "Sana izin verdim" diyerek ondan yüz çevirdi.
Şu âyet-i kerime onun
hakkında indi: "İçlerinden öylesi var ki: 'Bana izin ver, beni fitneye
düşürme' dcr."[84]
Bir grup münafık birbirine
dedi ki: "Bu sıcakta sefere çıkmayın." Cenâb-i Hak onlar hakkında da
şu âyet-i kerimeyi indirdi: "Sıcakta sefere çıkmayın, dediler. "[85]
Daha sonra Rasûlullah
(s.a.) sefer hazırlıklarını yoğunlaştırdı, ashab-ı kirama da hazırlanmalarını
emretti. Zenginleri, Allah yolunda bağışta bulunmak için teşvik etti. İmkânı
olanlar ellerinde avuçlarında olanları, sevabını Allah'tan umarak getirdiler.
Bu seferde en büyük bağışı Hz. Osman b. Af-fan yaptı. Kimse onun yaptığı ölçüde
bağışta bulunamadı.
Ben derim ki: Hz.
Osman'ın bağış miktarı: Çulu ve semeriyle üç yüz deve ve bin dinardı[86]
İbn Sa'd nakleder ki:
Rasûlullah'a (s.a.) Şam'da büyük bir kalabalığın toplanmakta olduğu, onların
yıllık ihtiyaçlarının Heraklius tarafından karşılandığı, Lahm, Cüzam, Âmile ve
Gassân gibi kabileleri yanına aldığı ve öncü birliklerinin Belkâ'ya ulaştığı
haberi geldi. Bu arada yedi kişi ağlayarak Hz. Peygamber'e (s.a.) geldiler ve
O'ndan kendilerini teçhizatlandınp savaşa göndermesini istediler. Allah Rasûlü
(s.a.) de buna yetecek imkân bulunmadığını söyleyince, bağışta bulunmaya güç
yetirememekten dolayı duydukları hüznün tesiriyle gözyaşı dökerek dönüp
gittiler. Bu yedi kişi: Salim b. Umeyr, Uîbe b. Zeyd, Ebu Leylâ el-Mâzinî, Amr
b. Aneme, Seleme b. Sahr ve Irbâz b. Sâriye idi. Bazı rivayetlere göre:
Abdullah b. Mugaffel ve Ma'kıl b. Yesâr da bu zümrenin içindeydi. Bazılarına
göre ise Tebük seferine katılamayacağı için ağlayanlar, Müzeyne kabilesinin
Mukarrinoğullanndan yedi kişiydi.[87] İbn
İshak, Amr b. Humâm b. el-Cemûh'u da bu kişiler arasında saymaktadır.
Arkadaşları, Ebu
Musa'yı Hz. Peygamber'e (s.a.) göndererek, O'ndan kendilerine binit tedârik
etmesini istediler. Bu arada RasûluUah (s.a.) öfkeli olarak geldi ve:
"Vallahi ben sizi bir şeye bindiremem, sizi bindirecek bir şey bulamıyorum."
dedi. Daha sonra Allah Rasûlü'ne (s.a.) birkaç deve geldi ve
onları Ebu Musa ve
arkadaşlarına gönderdi ve şöyle dedi: "Sizi bindiren ben değilim. Fakat
Allah sizleri bindirdi. Allah'a yemin ederim ki ben bir konuda yemin eder de
aksini daha hayırlı görürsem, o hayırlı olanı yapar ve yeminimden dolayı
keffâret veririm."[88]
Ulbe b. Zeyd, gece
yarısı kalktı, namaz kıldı ve ağlayarak şöyle dua etti: "Allah'ım! Sen
cihad etmeyi emrettin ve onu teşvik ettia, sonra bana Rasü-lün ile birlikte
cihada çıkacak gücü ve imkânı vermedin. Rasûlü'nün eline de beni
techizatlandıracak imkân vermedin. Ben de malıma, bedenime ve iffetime
dokunarak bana sıkıntı veren ve benim Allah katında mükâfatlandırıl-mama sebep
olan her hâdisenin sevabını her bir müslümana bağışlıyor, ta-sadduk
ediyorum." Herkesle birlikte sabahladı. Hz. Peygamber (s.a.): "Bu
gece tasaddukta bulunan, Allah için sadaka veren nerde?" diye seslendi.
Kimse kalkmadı. Sonra tekrar: "Nerede o sadaka veren, kalksın ayağa!"
diye seslenince, Ulbe ayağa kalktı. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki:
"Müjdeler olsun, Muhammed'in nefsi kudret elinde bulunan (Allah)'a yemin
olsun ki senin sadakan, Allah katında kabul edilen sadakalardan yazıldı."[89]
Araplardan bir grup
sefere çıkmamak için mazeret ileri sürdüler ve kendilerine izin verilmesini
istediler. Rasûlullah (s.a.) mazeretlerini kabul etmedi. İbn Sa'd, bunların
seksen iki kişi olduklarını söyler. Abdullah b. Übey b. Selûl, yahudi ve
münafık müttefikleriyle birlikte karargâhını Seniyyetü'l-Vedâ'da kurdu.
Denildiğine göre askerlerinin sayısı diğerlerinden daha az değildi. Rasûlullah
(s.a.) Medine'de, Ensar'dan Muhammed b. Mesleme'yi yerine vekil olarak tayin
etti. İbn Hişâm, Sibâ' b. Urfuta'nm vekil tayin edildiğini söylerse de birinci
rivayet daha kuvvetlidir. [90]
RasûluUah (s.a.) yola
çıkınca, Abdullah b. Übey ve bebarerindeki diğer münafıklar geri kaldılar. Bu
arada müslümanlardan da bir grup geri kaldı.
Bunlar arasında: Kâ'b
b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye, Mürâre b. Rebî', Ebu Hay-seme es-Sâlimî ve Ebu Zer
de bulunmaktaydı. Ebu Hayseme ile Ebu Zer son-radanNyola çıkıp Rasûlullah'a
(s.a.) yetiştiler. Allah Rasûlü (s.a.) bu savaşa 30.000 asker ve 10.000 at ile
hazırlandı. Yirmi gün boyunca namazlarım kısaltarak kıldı. Heraklius o
günlerde Humus'ta idi. [91]
İbn İshak der ki: Hz.
Peygamber (s.a.) yola çıkarken Ali b. Ebî Tâlib'i ailesinin yanma bıraktı.
Münafıklar bu durumu fırsat bilerek fitne uyandırmak istediler ve dediler ki:
"Rasûlullah (s.a.) bu ağır sefer meşakkatini ona yüklememek, onun yükünü
hafifletmek için geriye bıraktı." Bunun üzerine Ali (r.a.) silahım alıp
yola çıktı ve Curf[92]
denilen mevkide Allah Rasûlü'ne (s.a.) yetişti ve dedi ki: "Ey Allah'ın
Peygamberi! Münafıklar beni koruduğun için geri bıraktığını iddia
ettiler." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Yalan
söylüyorlar, ben seni, yalnızca geride bıraktıklarıma bakman için bırakıyorum.
Geri dön, hem kendi ailen, hem benim ailem için bana vekâlet et. Bana nisbetle
sen, Musa'ya nisbetle Harun gibi olmak istemez misin? Ancak benden sonra nebî
gelmeyecektir."[93]Bunun
üzerine Hz. Ali Medine'ye döndü. [94]
Hz. Peygamber (s.a.)
yola çıkıp günlerce yürüdükten sonra idi. Ebu Hayseme, sıcak bir günde
ailesinin yanına dönmüştü. İki hanımını da, bostanı % içindeki çardaklarında,
etrafı sulayarak serinletmiş olarak buldu. Kendisi için ' de su temin etmişler
ve yemek hazırlamışlardı. Bostana girince çardağın ka- L, pısmda durdu,
hanımlarına ve kendisi için hazırladıkları şeylere baktı ve kendi -kendine dedi
ki: "Allah'ın Rasûlü güneş altında, fırtınalar ve sıcakla boğu- şuyor. Ebu Hayseme serin gölgelikte, yemeği
hazırlamış, güzel bir kadınla b malının yanıbaşında oturuyor. Bu, insaf
değil." Sonra şöyle dedi: "Allah'a yemin olsun ki, Rasûlullah'a
(s.a.) yetişinceye kadar hiçbirinizin çardağına girmeyeceğim. Hemen yol azığımı
hazırlayın.1* Kadınlar denileni yaptılar. Sonra devesine bindi ve Hz.
Peygamber'i (s.a.) aramaya başladı ve O Tebük'e varıp ordugâhını kurduğunda
O'na yetişti. Ebu Hayseme Rasûlullah'ı (s.a.) ararken yolda Umeyr b, Vehb b.
el-Cumahî ile karşılaşmış, Tebük'e yakla-şıncaya kadar birbirlerine refakat
etmişlerdi. Ebu Hayseme, Umeyr b. Vehb'e dedi ki: "Ben, günahkârım, Rasûlullah'm
(s.a.) yanına varıncaya kadar benden ayrılma." Allah Rasûlü (s.a.)
Tebük'e inerken her ikisi de O'na yaklaşıyorlardı. Oradakiler dediler ki:
"Yolda bu tarafa doğru gelen birisi var." Rasülullah (s.a.) da bunun
üzerine: "Ebu Hayseme olmalı." dedi ve oradakiler: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Vallahi o, Ebu Hayseme!" dediler. Devesini çökertip indi ve Hz.
Peygamber'e (s.a.) selâm verdi. Rasülullah (s.a.) da ona: "Bu, senin için
daha hayırlı Ey Ebu Hayseme!" dedi. Ebu Hayseme, o ana kadar olanların
hepsini anlattı. Rasülullah (s.a.) onu dinledikten sonra hayırlar diledi ve
hayır duada bulundu[95]
Hz. Peygamber (s.a.),
Semûd kavminin bulunduğu bölgedeki Hıcr mevkiinden geçerken dedi ki:
"Buranın suyundan içmeyiniz, namaz için abdest almayınız, o su ile
yoğurduğunuz hamurlan develere yediriniz, siz o hamurdan yemeyiniz, arkadaşsız
dışarı çıkmayınız." Herkes denileni yaptı, ancak Sâideoğullanndan iki
kişi, biri ihtiyaç dolayısıyla, diğeri de devesini aramak için dışarı
çıkmışlardı. İhtiyacı için çıkan (cin tarafından) çarpıldı. Devesini aramak
için çıkan da fırtınaya kapılıp Tayy kabilesinin dağlarına kadar sürüklendi.
Bu durum Rasûlullah'a (s.a.) haber verildiği zaman: "Tek başınıza
çıkmaktan sizi men etmedim mi?" buyurdu. Daha sonra dua etti ve çarpılan
şahıs iyileşti; diğerini de, Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye döndükten sonra
Tayylılar getirdiler.[96]
Ben derim ki: Sahih-i
Müslim*'de rivayet edilen Ebu Humeyd hadisi şöyledir: Hareket ettik ve Tebük'e
kadar geldik. Rasülullah (s.a.): "Bu gece şiddetli bir rüzgâr esecek, hiç
biriniz kalkmayın, devesi olanlar devesinin dizini
bağlasın." buyurdu. Şiddetli bir
rüzgâr esti. Bir kişi kalkmış (dışarı çikmiş)tı. Rüzgâr onu sürükleyip Tayy
kabilesinin iki dağına götürdü,[97]
İbn Hişâm, Zührî'nin
şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygamber (s.a.) Hıcr'a vardığında elbisesini
yüzüne örttü, devesini hızlandırdı ve sonra şöyle dedi: "Kendi nefislerine
zulmedenlerin yurtlarına, ancak ağlayarak girin ki, onlara isabet eden musibet
size de isabet etmesin.[98]
Ben derim ki: Sahih-i
Buharı've Sahih-i Müslim'de İbn Ömer'den şöyle bir rivayet vardır: Rasûlullah
(s.a.) buyurmuştur ki: "Azaba uğrayan şu kavmin yurtlarına ancak
ağlayarak giriniz. Ağlamıyorsanız, girmeyiniz ki onların uğradığı musibete
uğramayasımz."[99]
Sahih-i Buhar?deki
rivayette, Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabına, yoğur-dukları hamuru yemeyip
atmalarını emrettiği kaydedilmektedir.[100]
Sahih-i Müslim'de de,
Rasûlullah'ın (s.a.) onlara, hamuru develere yutturmalarını, suları
dökmelerini ve onun yerine sularını develerin su içmek için geldikleri kuyudan
almalarını emrettiği kaydediImektedir.[101]Bu
rivayet Bu-harî'de de vardır. Ancak bu hadisi nakledenler, Buharî'deki
"hamurun atılması" hadisini nakledenlerin akıllarında tutamadıkları
bir çok şeyi ezberleyip akıllarında tutmuşlardır.
Beyhakî ise ashabın
arasında bir münâdînin bağırarak toplanmaları için uyanda bulunduğunu,
toplanınca da Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu zikreder:
"Allah'ın gazap ettiği bir kavmin yurduna ne diye girersiniz!" Bir
kişi bağırarak dedi ki: "Merak ediyoruz, Ey Allah'm Rasûlü!" Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Size bundan daha çok merak edeceğiniz
bir haber vereyim mi? İçinizden biri size, daha önceden olan ve daha sonra da
olacak olayları haber veriyor. Dürüst olunuz ve istikamet üzere bulununuz.
Şüphesiz Allah (c.c.) sizlere azab etmek için vesile aramaz. İlerde Allah öyle
bir kavim yaratacak ki onlar Allah'ın azabına karşı korunmak için hiçbir şey
yapmayacaklar. "[102]
sûlü'ne (s.a.)
şikâyette bulundular. Hz. Peygamber (s.a.) dua etti. Allah âlâ bulut gönderdi,
herkes kana kana içip yanlarındaki kapları da doldurun • caya kadar yağmur
yağdı.[103]
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) yürüdü, biraz yol aldıktan sonra, devesi kay j! boldu. Münafıklardan
Zeyd b. Lusayt dedi ki: "Nebî olduğu iddiasında d&İ ğil mi? Sizlere
gökyüzünün haberlerini bildirmiyor mu? Nasıl olur da devesi nin nerede olduğunu
bilmez?" Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Bir adam şov le şöyle
söylemekte..." diyerek onun söylediği sözleri zikretti ve dedi ki:
"Ali* lah'a yemin olsun ki ben, Allah'ın (c.c.) bana bildirdiğinden
başkasını bil[j mem. Allah Teâlâ devenin nerede bulunduğunu da bana
bildirmiştir. O f lanca vadide ve falanca bölgede. Yularının takıldığı bir ağaç
onu bırakm makta, gidiniz ve onu getiriniz." Bu söz üzerine gittiler ve
deveyi getirdiler.[104]
Yine bu yolda Hz.
Peygamber (s.a.) bir kadının bahçesindeki hurimi]ıj on vesk[105]
olarak tahmin etti.[106]
Sonra Rasûlullah
(s.a.) yoluna devam ediyor, bu arada bazıları geri kaÜ yor, sefere
katılmıyorlar ve: "Filan geri kaldı, falan gelmedi" diyorlardı. Ra
sülullah (s.a.) da bunlara diyordu ki: "Bırakın, eğer o kimsede bir hayır
vat! sa, Allah onu size ulaştıracaktır, şayet öyle değilse Allah ondan (onun
şerrin den) sizi rahata ve selâmete çıkarmıştır." [107]
Ebu Zer'in (r.a.)
devesi ayak diretip yavaşlayınca, Ebu Zer eşyasını tına aldı ve yürüyerek Hz.
Peygamber'in (s.a.) izini takibe başladı. Rasûlül-lah (s.a.) bir ara
konaklamıştı. Müslümanlardan biri "Ey Allah'ın Rasûlü! Surda bir adam tek
başına yürüyor." dedi. Rasûlullah (s.a.) da: "Ebu Zer olmalı."
diye karşılık verdi. Biraz daha bakıp kim olduğunu anlayınca, oradakiler:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin olsun ki o, Ebu Zer'dir." dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Allah, Ebu Zer'e
rahmetiyle muamele etsin! O tek başına yürür, tek başına ölür ve yalnız olarak
diriltilir."[108]
tbn İshak, Abdullah b.
Mes'ûd'dan şu rivayette bulunur: Hz. Osman, Ebu Zer'i Rabeze'ye sürünce, orada
öldü. O esnada yanında, yalnızca hanımı ve uşağı vardı. Ölmeden önce hanımına
ve uşağına kendisini yıkamalarını, kefenlemelerini sonra cesedini yolun
ortasına bırakmalarını ve. ilk geçecek kafileye: "Bu Rasûlullah'ın
sahabesi Ebu Zer'dir, defni için bize yardım ediniz." demelerini vasiyet
etti. Ölünce vasiyetini yerine getirdiler, onu yolun ortasına bıraktılar.
Abdullah b. Mes'ûd, Iraklılara ait bir kafileyle umreye giderken çıkageldi.
Yol üzerindeki cenaze onlan korkuttu ve neredeyse deve, cesedini çiğneyecekti.
Ebu Zer'in uşağı kalktı, yanlarına vardı ve dedi ki: "Bu cesed,
Rasûlullah'ın (s.a.) sahabesi Ebu Zer'indir. Defnedilmesi için bana yardımcı
olunuz." Abdullah b. Mes'ûd, ağlamaya ve şöyle konuşmaya başladı:
Rasûlullah (s.a.) doğru söyledi. "O, tek başına yürür, tek başına ölür ve
yalnız olarak diriltilir." Sonra Abdullah b. Mes'ûd ve kafiledeki
arkadaşları inip Ebu Zer'i defnettiler. Daha sonra Abdullah b. Mes'ûd
oradakilere, Tebük seferinde Hz. Peygamberin (s.a.) Ebu Zer hakkında söylediği
sözü nakletti.[109]
Ben derim ki: Bu
kıssanın sıhhatinde şüphe vardır. Zira Ebu Hatim îbn Hibbân, Sahik'inâe ve
diğer eserlerinde Ebu Zer'in vefatı olayını anlatmış ve Ümmü Zer'in şöyle
söylediğini nakletmiştir: Ebu Zer'in vefatı yaklaşınca ben ağladım. Ebu Zer:
"Niçin ağlıyorsun?" dedi. "Niçin ağlamayayım? Sen bu şekilde
çöllerde vefat edeceksin, yanımda ne seni kefenleyecek bir kumaş parçası, ne de
defnedebilecek bir imkân var." dedim. Bunun üzerine deki ki: "Ağlama
sana bir müjdem var! Ben Rasûlullah'ın (s.a.) benim de içinde bu-lunauğum bir cemaata
şöyle dediğini işitmiştim: 'Sizden biriniz çölde vefat edecek ve müslüman bir
topluluk onun vefatında hazır bulunacaktır.' O cemaatta bulunanların her
biri,ya bir köyde veya bir topluluk içinde vefat etti. Rasûllullah'ın (s.a.)
işaret ettiği kimse benim. Allah'a yemin olsun ki ben, ne yalan söyledim, ne de
söylediğim bir söz yalanlandı. Sen yolu gözetle." Dedim ki: "Nasıl
olur? Hacılar gitti, yolcu kalmadı." Dedi ki: "Sen git ve
gözetle." Daha sonra Ümmü Zer şöyle dedi: Bir kum yığınına yaslanmış
olarak yolu gözetliyordum. Bazan da gelip Ebu Zer'in hastalığıyla ilgileniyordum.
Biz bu vaziyette iken bineklerinin üzerinde kartallar gibi yükselen bir grup
insan gördüm. Onlara işaret ettim, hızla bana gelip durdular ve dediler ki:
"Hayrola, neyin var?" "Bir müslüman ölmekte, onu kefenlememiz
gerekecek" dedim. "Kim o?" diye sordular. "Ebu Zer."
dedim. "Rasûlullah'ın (s.a.) sahabesi mi?" dediler. "Evet"
dedim. "Anamız babamız ona feda olsun!" diyerek süratle yanına
geldiler. Ebu Zer onlara dedi ki: "Müjdeler olsun size! Ben Rasûlullah'ı
(s.a.) benim de içinde bulunduğum bir topluluğa şöyle derken işittim: 'Sizden
biriniz çölde vefat edecek ve mü'min bir topluluk onun vefatında hazır
bulunacaktır.' O cemaatte bulunanlardan her biri, bir topluluk arasında (bir
yerleşim merkezinde) ölmüştür. Allah'a yemin olsun ki ben ne yalan söyledim,
ne de bir sözüm yalanlandı. Yanımızda bana ya da kanma ait bir kumaş parçası
bulunsaydı ondan, başkasıyla kefen-lenmezdim. Allah aşkına sizden şunu
istiyorum. İçinizden emîr, arîf (emir yardımcısı), berîd (posta tatarı) veya
nakîb olarak görev yapan biri varsa beni kefenlemesin!" Ensar'dan bir
genç dışında herkes buna benzer görevlerde bulunmuşlardı. O genç dedi ki:
"O sözünü ettiğin kişi benim amcacığım. Seni, şu üzerimdeki örtü ve annemin
dokuduğu heybemin kumaşlarıyla kefenleyeyim." Ebu Zer ona: "Beni,
sen kefenle." dedi. Ensardan olan genç kefenledi, hep beraber namazını
kıldılar ve defnettiler. Bu topluluğun tamamı Yemenli idi.[110]
Tekrar Tebük kıssasına
dönelim.
Münafıkların grubunda Amr b. A'vf oğullarının kardeşi Vedîa b. Sabit ve
Selemeoğuüarımn müttefiki Eşca' kabilesinden Mahşiy b, Humeyyir adında bir adam
vardı. Birbirlerine şöyle diyorlardı: "Rumlarla savaşmayı Araplarla
savaşmak gibi mi sanıyorsunuz? Vallahi biz sizi yarın mü'minleri korkutmak ve
paniğe kaptırmak için iplere bağlanmış olarak görüyoruz." Mahşi; b.
Humeyyir de dedi ki: "Vallahi şu sözlerinizden ötürü hakkımızda Kur'ar
âyeti inmesindense, her birimize yüzer sopa vurulmasına hükmedilmesini da ha
çok yeğlerdim." Rasûlullah (s.a.) Ammâr b. Yâsir'e dedi ki: "Şu kavmi
yetiş, mahvoldular. Sor bakalım ne söylediler? Şayet inkâr ederlerse onlari de
ki: İnkârınızın aksine şöyle şöyle sözler söylediniz." Ammâr yanlarına
gitti kendisinden isteneni yerine getirdi. Onlar da gelip Rasûlullah'tan
(s.a.özür dilediler. Vedîa b. Sabit dedi ki: "Biz lâfa dalmış
eğleniyorduk." Bunun üzerine Allah haklarında: "Eğer onlara soracak
olursan 'Andolsun ki biz, sadece lâfa dalmış, şakalaşıyorduk!' derler."[111]
âyetini indirdi. Mahşiy b. Humeyyir dedi ki: "Ya Rasûlallah! Beni adım ve
babamın adı geriletti." Mahşiy, yukardaki âyette affolunduğu
bildirilenlerdendi. Daha sonra Abdur-rahman adını aldı ve Allah'a, şehid olarak
ölmek ve yerinin bilinmemesi için dua etti. Yemâme savaşında şehid oldu ve
izine rastlanmadı.
İbn Âiz, Megazîadh
eserinde şöyle bir hâdise nakleder: Rasûlullah (s.a.) Tebük'te su kaynağının
azaldığı bir sırada oraya varmıştı. Kaynak suyundan bir avuç ağzına aldıktan
sonra tekrar geri boşaltır boşaltmaz su kaynadı. Şu ana kadar da kaynamaya
devam etmektedir.
Ben derim ki: Sahih-i
Müslim'de, Rasûlullah'ın (s.a.) kaynağa gelmeden önce şöyle dediği
nakledilmektedir: "İnşaallah siz, yarın Tebük suyu kaynağına
varacaksınız. Kuşluk vaktine kadar oraya yanaşmayınız. Kim oraya varırsa, ben
gelinceye kadar suyuna el sürmeyiniz." Dediler ki: "Kaynağa geldik,
iki kişi daha önceden oraya gelmişti. Su, ayakkabı bağcığı gibi incecik
akıyordu." Hz. Peygamber (s.a.) o iki kişiye: "Suya el sürdünüz mü?**
diye sordu. Onlar da: **Evet," dediler. Rasûlullah (s.a.) onlara, biraz
ağır konuştu. Sonra suyu avuçlarıyla bir yere topladılar. Allah Rasûlü (s.a.),
o suyla yüzünü ve ellerini yıkadı, tekrar kaynağına boşalttı ve kaynaktan bol
bir şekilde su akmaya başladı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Ey
Muaz, sana uzun bir hayat nasip olsaydı çok geçmeden buraların bahçelerle
dolduğunu görürdün." [112]
Hz. Peygamber (s.a.)
Tebük'e gelince, Eyle kralı yanına geldi. Sulh yaptılar. Eyleliler cizye
verdi. Cerbâ ve Ezruh halkı da cizye ödediler. Rasûlullah (s.a.) da onlara emân
verildiğini bildiren bir yazı yazdı. Eyle kralına yazdığı yazı şöyle idi:
"Bismiîlahirrahmanirrahim. Bu Allah'tan ve Allah'ın Peygamberi
Muhammed'den Yuhanna b. Ru'be ve Eyle halkına verilen bir emandır. Karadaki ve
denizdeki vasıtaları, (ve bu vasıtalardaki Eyleliler) Ey lehlerle birlikte
bulunan Şam ve Yemen halkıyla sahilde bulunanlar da Allah'ın ve Mu-hammed Peygamber'in himayesindedirler. Onlardan
kim bir kötülük işlerse, onun malı korunmayacaktır ve o mal alan
kimseye aittir. Su almak isteyeni ve karada, denizde yolculuk etmek isteyeni
engellemek helâl de-ğildir.[113]
İbn İshak der ki:
Rasûlullah (s.a.) Halid b. Velid'i Dûmetü'l-Cendel'de Ükeydir b. Abdilmelik'e
gönderdi. Ükeydir, Kindeliler'den olup hıristiyandı ve Dümetü'l-Cenderin kralı
idi. Rasûlullah (s.a.) Halid b. Velid'e dedi ki: "Onu yaban sığın avlarken
bulacaksın." Halid (r.a.) yola çıktı. Mehtaplı ve berrak bir gecede
Ükeydir'in kalesine gözle görülebilecek kadar yaklaştılar. İTerasta karısıyla
beraberdi. O sırada bir yaban öküzü gelip boynuzlarıyla sarayın kapısını tırmalamaya
başladı. Karısı Ükeydir'e dedi ki: ^"Daha önce hiç böylesini görmüş
müydün?" O da: "Hayır, vallahi görmedim." dedi. Karısı:
"Kim bunu yakalamadan bırakır?" dedi. Ükeydir: "Hiç kimse."
diye karşılık verdi. Sonra aşağı indi, atı eğerlendi. Ükeydir atma bindi,
yanında aralarında Hassan adındaki kardeşinin de bulunduğu ailesinden bir grup
vardı. Hep beraber atlarına binip yaban öküzünü kovalamaya başladılar. Hz. Peygamber'in
(s.a.) süvarileri Ükeydir'i yakaladılar, kardeşini de öldürdüler. Üzerinde atlastan
yapılmış ve altınla işlenmiş bir cübbe vardı. Halid, bu cübbeyi alıp kendisi
gitmeden önce Rasûlullah'a (s.a.) gönderdi. Sonra Ükeydir'i Hz. Peygamber'e
(s.a.) getirdi. Allah Rasûlü (s.a.) Ükeydir'in kanını bağışladı. Onunla cizye
ödemesi şartıyla sulh yaptı ve sonra serbest bıraktı, o da ülkesine döndü. [114]
İbn Sa'd der ki:
Rasûlullah (s.a.), Halid'i dört yüz atlıyla birlikte gönderdi. Sonra (İbn
İshak'ın naklettiği) olayları zikrettikten sonra dedi ki: Halid b. Velid,
Ükeydir'e, Dûmetü'l-Cendel'in kapısını açması şartıyla, Rasûlullah'a (s.a.)
gelinceye kadar eman verdi. Ükeydir teklifi kabul etti ve iki bin deve, sekiz
yüz at, dört yüz zırh ve dört yüz mızrak vermeyi kabul ederek barış anlaşması
yaptılar. Ganimetten, Rasûlullah'ın (s.a.) hakkı ayrılıp, beşte biri de
çıkarıldıktan sonra geri kalanı mücahidler arasında taksim edildi ve her bir
mücahide beş hisse düştü.
İbn Âiz, bu habere şunu da ilâve eder:
Ükeydir, yaban öküzü ile ilgili olarak dedi ki: "Vallahi bu hayvanın bize
geldiğini dün geceye kadar hiç görmemiştim. İki üç gündür aklımdan
geçiriyordum. Allah böyle takdir etmiş."
Musa b. Ukbe der ki:
Yuhanna, Rasûlullah'ın (s.a.) yanmdayken Ükey-dir'İe bir araya geldiler.
Rasûlullah (s.a.), her ikisini de İslâm'a davet etti, fakat yanaşmadılar, cizye
ödemeyi kabul ettiler. Rasûlullah (s.a.) bu iki kişiyle Dûmetü'I-Cendel,
Tebük, Eyle ve Teymâ üzerine sulh anlaşması yaptı ve onlara bu konuda yazı
yazdı[115]
Tekrar Tebük kıssasına
dönelim: îbn İshak der ki: Hz. Peygamber (s.a.) on küsur gün Tebük'te kaldı.
Sonra Medine'ye doğru yola çıktı. Yolda Mü-sakkak vadisinde, kaya kovuğundan
çıkan ve ancak bir, iki en çok üç kişinin susuzluğunu gideren bir kaynak vardı.
Rasûlullah (s.a.): "Kim bizden önce suya varırsa, biz gelinceye kadar
kimse ondan içmesin." dedi. Münafıklardan bir grup, önceden gidip sudan
içtiler. Allah Rasûlü (s.a.) suyun başına geldiğinde sudan bir eser görmedi ve:
"Bizden önce suya kim geldi?" diye sordu. "Filan filan gedi ya
Rasûlallah!" denildi. Rasûlullah (s.a.): "Ben gelinceye kadar su
içmelerini men etmemiş miydim?" dedi ve onları lanetleyip beddua etti.
Sonra inip elini kaynağın ağzına koydu. Eline bir miktar su dökülmeye başladı,
sonra o sudan kaynak yerine serpti ve elini oraya sürdü ve bir süre dua ve
niyazda bulundu, akabinde öyle bir su fişkırdı ki —duyanların söylediğine göre—
suyun sesi yıldırımların sesini andırıyordu. Herkes kana kana içti ve her türlü
ihtiyaçlarını giderdiler. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Şayet
yaşarsanız, ya da sizden biriniz sağ kalacak olursa bu vadinin, kendinden
önceki ve sonraki vadilerden daha münbit olduğunu duyacaksınız."
Ben derim ki: Sahih-i
Müslim'de şöyle bir rivayet vardır: Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki:
"İnşallah siz, yarın Tebük suyuna varacaksınız. Kuşluk vakti olmadan yanma
yaklaşmayın, kim yanına varırsa suyuna el sürmesin." Bu hadis daha önce de
geçmişti.
Şayet burada bir olay
sözkonusuysa Müslim'in hadisi daha güvenilir sayılır, iki ayrı olay cereyan
etmiş olması da mümkündür.
Muhammed b. İbrahim b.
H|ris et-Teymî, Abdullah b. Mes'üd'un şöyle anlattığını nakletmektedir: Ben
Tebük gazasında Rasûlullah (s.a.) ile beraberken bir gece yarısı kalktım ve
ordugâh tarafında bir ateş yandığını gördüm ve ateşi izlemeye başladım. Baktım
ki Rasûlullah (s.a.), Ebu Bekir ve Ömer oradalar ve duydum ki Abdullah
Zü'lbicâdeyn el-Müzenî vefat etmiş, kabrini kazmışlar, Allah Rasûlü (s.a.)
kabre inmiş. Ebu Bekir ve Ömer cesedi O'na doğru gönderirken Rasûlullah (s.a.):
"Kardeşinizi bana yanaştırınız." diyor, onlar da gönderiyorlardı. Yan
üstü yatırmaya hazırlanırken de: "Ya Rabbi; ben bu kişiden razıyım, Sen de
ondan razı ol." diye dua etti. Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: "Keşke o
kabrin sahibi ben olsaydım".[116]
Hz. Peygamber (s.a.),
Tebük seferinden dönerken dedi ki: "Medine'de öyle kavimler vardır ki,
yürüdüğünüz her yerde, aştığınız her vadide onlar sizlerle beraberlerdi."
Oradakiler: "Onlar Medine'de bulundukları halde mi, bizimle
beraberlerdi?" dediler. "Evet, mazeretleri sebebiyle
kalmışlardı."[117]
dedi. [118]
Hâkim ve ed-Delâil'de
Beyhakî, Ukbe b. Âmir'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Rasûlullah (s.a.)
ile birlikte Tebük seferine çıkmıştık. Hz. Peygamber (s.a.) bir gece uyumamış,
ertesi gece istirahata çekilmişti. Güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar
uyanamadı. Uyandıktan sonra: "Ey Bilâl! Ben sana, sabah namazını bekle
demedim mi?" Bilâl dedi ki: "Ya Rasûlallah! Seni kendinden geçiren
uyku beni de geçirdi." Daha sonra Rasûlullah (s.a.) bulundukları yerden
fazlaca uzaklaşmadan namazını kıldı, günün geri kalan kısmında ve geceleyin,
Tebük'e varıncaya kadar hiç durmadan yola devam etti. Tebük'te, Allah'a lâyık
olduğu veçhile hamd ve senada bulundu ve sonra dedi ki:
"Sözlerin en
doğrusu, Allah'ın kitabıdır. Yapışılacak en sağlam kulp takvadır. Dinlerin en
hayırlısı İbrahim'in (a.s.) dini (İslâmiyet)dir, sünnetlerin en hayırlısı
Muhammed'in sünnetidir. Sözlerin en şereflisi Allah'ı zikretmektir. Kıssaların
en güzeli şu Kur'an'dır. İşlerin en hayırlısı Allah'ın farz kıldıkları, en
şerlileri de sonradan ortaya çıkan, bid'at olanlarıdır. En güzel yol
peygamberlerin yolu, en şerefli ölüm
şehitlerin ölümü, en koyu körlük hidayete erdikten sonra dalâlete düşmektir.
Çalışmaların en hayırlısı faydalı olanı, doğru yolun hayırlısı uyulanı,
körlüğün en şerlisi kalp gözünün kör olmasıdır. Veren el, alan elden üstündür.
Yeterli miktardaki az mal, oyalayıcı ve aldatıcı çok maldan hayırlıdır. Mazeret
ileri sürmelerin en şerlisi ölüm geldiğinde yapılandır. En kötü pişmanlık
kıyamet günündekidir. Bazı insanlar cumaya en son geliyorlar ve Allah'ı çirkin
bir şekilde zikrediyorlar. Hataların en büyüğü, dilin çok yalan söylemesidir.
Zenginliğin en hayırlısı kalb zenginliği, azıkların en hayırlısı, takvadır.
Hikmetin (her hayrın) başı Allah'tan (c.c.) korkmaktır. Kalpte bulunan en
hayırlı şey yakîn derecesindeki imandır. Şüphe küfür alâmetidir. Ölü için
bağırarak ağlamak cahiliye âdetlerindendir. (Ganimet mallan ve diğer
hususlarda) hıyanet cehennem korlanndandır. Sarhoşluk cehennem ateşidir. Şiir
İblisin işidir. İçki bütün kötülükleri bir araya toplar. En kötü yiyecek yetim
malıdır. Mutlu kişi başkasının halinden ibret alandır. Şakî, anasının karnındayken
şakı olandır. Her birinizin gidişi kabre doğrudur, işi âhirete kalır. Yapılan
işlerde esas olan sonuçlardır. Düşüncelerin en kötüsü yalan düşüncelerdir. Her
gelecek yakındır. Mü'mine sövmek fâsık-Iık, onu öldürmek küfürdür. Mü'minin
etini yemek (dedikodusunu yapmak, hakkında gıybet etmek) Allah'ın emirlerine
karşı gelmektir. Mü'minin malı da kam gibi haramdır. Yalan yere Allah'a yemin
eden kişiyi Allah yalancı çıkarır. Kim bağışlayıcı, affedici olursa Allah da
onu bağışlar ve affeder. Kim öfkesini yenerse Allah onu mükafatlandırır. Kim
herhangi bir zarara uğrar da sabrederse Allah o zararın karşılığını verir.
Gösteriş yapmak isteyeni Allah cezalandınr. Sabırlı davranmaya çalışanı güçlü
kılar ve Allah'a isyan edeni de azaba düçâr eder." Hutbesini bitirdikten
sonra Hz. Peygamber (s.a.) üç defa istiğfarda bulundu.[119]
Ebu Davud, Sünen'inde
İbn Vehb'den şu hadisi nakleder: Muâviye'nin Saîd b. Gazvân'dan naklettiğine
göre, Saîd'in babası Gazvân, hacca giderken Tebük'e uğramıştı, kötürüm bir
adam gördü ve ona ne olduğunu sordu. Adam dedi ki: Sana ne olduğunu
anlatacağım, ama benim hayatta olduğumu bildiğin sürece kimseye bundan
bahsetmeyeceksin: Rasûlullah (s.a.) Te-bük'te bir hurma ağacının yanına geldi
ve: "İşte bu ağaç bizim kıblemiz."
dedi, sonra o ağaca
doğru namaz kıldı. Ben de koşup oynayan bir çocuktum, koşarak O'na doğru gittim
ve O'nunla ağacın arasından geçtim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Namazımızı kesti, Allah da onun izini (yani iz bırakan ayaklarım)
kessin." dedi. Bu güne kadar bir daha ayaklarım üstünde duramadım. [120]
Sonra Ebu Davud,
Vekî'—Saîd b. Abdülaziz—Yezîd b. Nimrân'ın kölesi senediyle Yezîd b.
Nimrân'dan başka bir rivayet nakleder. O rivayete göre Yezîd b. Nimrân dedi
ki: Tebük'te kötürüm bir adam gördüm. O adam dedi ki: Rasûlullah (s.a.)
merkebinin üzerinde namaz kılarken önünden geçtim. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.): "Ey Allah'ım, izini kes." dedi, ondan sonra iki ayağım
üzerinde hiç yürüyemedim.[121] Bu
ve bundan önceki iki isnad da zayıftır. [122]
Ebu Davud, Kuteybe b.
Saîd—Leys—Yezîd b. Ebî Habîb—Ebu't-Tufeyl—Âmir b. Vasile kanalıyla Muaz b.
Cebel'den şöyle bir hadis nakleder: "Hz. Peygamber (s.a.), Tebük
gazasında güneşin zevalinden önce yola çıktığında öğle namazını, ikindi ile cem
edip kılmcaya kadar tehir etti. Akşam namazı vaktinden önce yola çıktığı
zaman, akşam namazını yatsı namazı ile beraber kılıncaya kadar tehir etti.
Akşam namazından sonra yola çıktığı zaman yatsı namazını kılmakta acele etti
ve akşam namazı ile beraber kıldı."
Tirmizî şöyle
demektedir: "Zeval vaktinden sonra yola çıkarsa, ikindi namazını kılmakta
acele eder, öğle ve ikindiyi öğle namazı vaktinde beraber kılardı."[123]
Tirmizî bu hadis için: "Hadis hasendir." demişti.. Ebu Davud da:
"Bu hadis münkerdir, vaktin öne alınması konusunda herhangi bir hadis
yoktur." demektedir.
Ebu Muhammed İbn Hazm
der ki: "Hiç bir hadisçi Ebu Davud hadisinde geçen Yezîd b. Ebî Habîb'in
Ebu Tufeyl'i dinleyip ondan hadis aldığını bilmemektedir."
Hâkim ise bu Ebu
Tufeyl hadisi ile ilgili olarak şöyle demektedir: Bu, râvileri güvenilir
imamlar olan bir hadistir. İsnad ve metin yönünden şâzzdır. Sözkonusu hadis
için söyleyebileceğimiz bir illet, eksiklik de bulamıyoruz. Bütün bunlardan
sonra bir de baktık ki, hadis mevzu imiş. Buharî'den şöyle nakledilmiştir:
Kuteybe b. Saîd'e: "Ebu Tufeyl'den Yezîd b. Habîb'ın rivayet ettiği hadisi
Leys'ten yazarken kiminle beraberdin?" dedim. Dedi ki: "Halid
el-Medâinî ile beraber yazdım." Halid el-Medâinî, hadis şeyhlerine
söylemedikleri şeyleri isnad ederdi. Yine Ebu Davud, Yezîd b. Halid b. Yezîd
b. Abdullah b. Muvehheb er-Remlî—Mufaddal b. Fudâle—Leys b. Sa'd— Hişâm b.
Sa'd—Ebu Zübeyr—Ebu Tufeyl senediyle Muâz b. Cebel'den şöyle rivayet etmiştir:
"Rasûlullah (s.a.) yola çıkmadan önce, güneşin zeval vakti geçtiğinde öğle
ile ikindi namazlarını bir arada kılardı. Akşam namazı için ise şöyle yapardı:
Yola çıkmadan önce güneş battıysa akşam ve yatsıyı beraber kılar, şayet güneş
batmadan Önce yola çıktıysa akşam namazını yatsının vaktine girinceye kadar
tehir eder, sonra ikisini beraber kılardı."[124]
Ahmed b. Hanbel, İbn
Maîn, Ebu Hatim, Ebu Zür'a, Yahya b. Saîd, bu hadiste geçen Hişâm b. Sa'd'ı
hadis rivayetinde zayıf bulmuşlardır. Ondan hadis rivayet edilmezdi. Nesâî de
bu şahsı zayıf bulanlardandır. Ebu Bekir el-Bezzâr dedi ki: "Hişâm b.
Sa'd'dan hadis rivayet etmekten çekinen, ya da çekinmeyi gerektirecek bir
illet, bir eksiklik yönelten kimseye rastlamadım." Ebu Davud der ki:
"Mufaddal ve Leys'in hadisi münker hadistir/*[125]
Ebu'l-Esved, Meğazf
sinde Urve'den şöyle bir nakilde bulunur: Hz. Peygamber (s.a.) Tebük'ten
döndü. Medine'ye doğru yola çıktı. Bir müddet yol aldıktan sonra bir grup
münafık Rasûlullah'a (s.a.) bir tuzak hazırladılar, yolda O'nu yüksek bir
tepeden aşağı atmak hususunda aralarında anlaştılar. Tepeye yaklaşınca Allah
Rasûlü (s.a.) ile birlikte yürümek istediler. Ashabı da oraya gelince,
Rasûlullah (s.a.): "Kim vadiden gitmek isterse gitsin, orası sizin için
daha müsait." dedi. Ashab-ı kiram vadi yolunu tutarken Hz. Peygamber
(s.a.) ve O'na tuzak kurmak isteyen bir grup münafık tepeye doğru yürüdüler.
Rasûlullah'ın (s.a.) ashabına söylediklerini duyunca (bu tam fırsattır deyip)
başlarındaki örtüyle yüzlerini örterek çok mühim ve tehlikeli işe teşebbüs
etmek için hazırlandılar. Hz. Peygamber (s.a.), Huzeyfe b. el-Yemân ve Ammâr b.
Yâsir'e, yanında yürümelerini emretmişti. Ayrıca Ammâr'a devesinin yularını
tutmasını, Huzeyfe'ye de deveyi arkadan sürmesini emretmişti. Onlar bu şekilde
yürürlerken, arkalarından kendilerine doğru gelenlerin gürültülerini duydular.
Hz. Peygamber (s.a.) sinirlendi ve Huzeyfe'ye onları defetmesini emretti.
Huzeyfe, Rasûlullah'ın (s.a.) sinirlendiğini gördü ve hemen geriye dönüp
elindeki sopa ile bineklerinin önüne geçip vurmaya başladı. Onları yüzleri
maskeli olarak gördü, fakat o bölgede her yolcunun tabii olarak yüzünü böylece
örtmesi âdet olduğu için bu durumdan hiç şüphelenmedi. Huzeyfe'yi görünce,
Allah onların kalblerine korku düşürdü ve hilelerinin açığa çıktığını,
tuzaklarının anlaşıldığını zannettikleri için süratle kalabalığa karıştılar.
Sonra Huzeyfe döndü. Rasûlullah'ın (s.a.) yanma gelince Rasûlullah (s.a.):
"Ey Huzeyfe! Sür hayvanı, Ey Ammâr! Sen de acele et." dedi. Böylece
süratlenip tepeden aşarak, vadi yolundan gelmekte olup henüz oraya ulaşamamış
olanları beklemeye başladılar. Hz. Peygamber (s.a.) Huzeyfe'ye dedi ki:
"O gruptan tanıyabildiğin oldu mu?" Huzeyfe: "Filanın, filanın
bineğini tamdım, gece karanlıktı ve yüzleri de maskeliydi." dedi. Rasûlullah
(s.a.): "Durumları ve ne istedikleri konusunda bir şey öğrenebildiniz
mi?" diye sordu. Oradakiler: "Hayır vallahi, ya Rasûlallah"
dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Onlar, tepeye çıktığım zaman
beni oradan aşağıya yuvarlamak için hile yapıp benimle birlikte yürümek
istediler." dedi. "O halde bize emretmez misin, gidip boyunlarını
vuralım?!" dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "İnsanların,
'Muhammed ashabını öldürüyor* demelerini istemem." Daha sonra yanındaki
iki kişiye onların adlarına söyledi ve kimseye söylememelerini emretti.[126]
İbn îshak, bu kıssa
ile ilgili olarak şöyle ilâve bir rivayet nakletmektedir: Rasûlullah (s.a.)
Huzeyfe'ye buyurdu ki: "Allah bana, onların ve babalarının adlarım
bildirdi, ben de sana, yarın sabahleyin haber vereceğim. Şimdi git, sabah
olunca onları toplarsın." Sabah olunca dedi ki: "Abdullah b.
Übey, Sa'd b. Ebî
Şerh, Ebu Hatır el-A'rabî, Âmir, Ebu Âmir ve Cülâs b. Süveyd b. es-Sâmit'i
çağır." Bu sonuncusu: "Bu gece Muhammed'e tepeden aşağıya atmadan
bırakmayacağız. Eğer Muhammed ve ashabı bizden hayırlı ise, biz koyunuz o
çoban, bizim aklımız yok, o akıllı demektir." demişti. Sonra Huzeyfe'ye,
Mecma1 b. Harise ve Müleyh et-Temîmî'yi çağırmasını emretti. Müleyh, Kâ'be'ye
ait olan kokuyu çalmış, irtidad edip kaçmıştı ve nerede olduğu bilinmiyordu.
Daha sonra Hisn b. Nümeyr'i çağırmasını emretti. Hısn, zekât olarak toplanan
hurmadan çalmıştı. Rasûiullah (s.a.) kendisine: "Yazıklar olsun, niçin yaptın
bunu?" demiş; o da: "Senin bu işten haberin olmayacağını zannettiğim
için yaptım. Şu saata kadar sana hiç inanmamıştım." diye cevap verdi. Hz.
Peygamber (s.a.) de hatasını hoş görüp kendisini affetti. Sonra, Tuayme b.
Ubeyrık ve Abdullah b. Uyeyne'yi çağırmasını emretti. Abdullah arkadaşlarına
şöyle demişti: "Bu gece uyanık kaim, sonra bütün bir ömür rahat edin.
Allah'a yemin olsun ki bu adamı öldürmekten başka yapacak hiçbir işiniz
yok." Allah Rasûlü (s.a.) onu çağırdı ve: "Yazıklar olsun sana! Ben
ölseydim senin ne yararın olacaktı?" dedi. Abdullah: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Allah, seni düşmanlarına karşı muzaffer kıldığı sürece bir hayır
üzereyiz, biz yalnız Allah'la ve seninleyiz." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.) onu bıraktı. Sonra Mürre b. Rebî'i çağırmasını emretti. O da şöyle
demişti: "Bir kişiyi öldürelim, bütün insanlar huzura ersin." Rasûiullah
(s.a.) onu çağırıp şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana! O söylediğin sözleri
söylemene sebep neydi?" "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben böyle bir şey söylediy-sem
sen onu bilirsin, ben bir şey söylemedim" dedi. Rasûiullah (s.a.) bunların
hepsini bir araya topladı. Bunlar, Allah'a ve RasûhVne harp ilan eden, Allah'ın
Rasûlü'nü öldürmeye yeltenen on iki kişiydi. Rasûiullah (s.a.), onlara ne
söylediler, ne düşündüler, gizli-açik neleri varsa hepsini haber verdi. Allah
Teâlâ, Peygamberini bütün bu bilgilere muttali kılmıştı. Bu on iki kişi,
münafıklar ve Allah ve Rasûlü'ne harp açan kimseler olarak öldüler. Bunlar
hakkında Allah Teâlâ'nın âyeti şöyledir: "Başaramayacakları bir şeye
(Pey-gamber'e suikasde) yeltendiler. "[127] Ebu
Âmir, bunların reisi idi. Mescid-i Dı-râr'ı onun için inşa etmişlerdi. Ona
Rahib denilirdi, ama Rasûiullah (s.a.) *Fâsık' diye isimlendirmişti. Cesedi
melekler tarafından yıkanan Hanzala'-nm babası idi. Hz. Peygamber'e (s.a.)
Mescid-i Dırâr'a gelmesi için haber gönderdiler. O da geldi ve gelince Allah
(c.c), indirdiği âyetlerle münafıkları rezil etti ve Rasûlullah'ın emriyle-
mescid yakılarak yerle bir edildi.
Ben derim ki: İbn
İsnak'ın zikrettiği hususlarda birçok yönden yanlışlıklar var:
Birincisi: Hz.
Peygamber (s.a.). Huzeyfe'ye münafıkların isimlerini bildirmiş başka hiç
kimseye bildirmemişti. Bu yüzden Huzeyfe'ye: "O, başkasının bilmediği sırrın
sahibidir." deniliyordu.[128]
Birisi ölür de hakkında şüp-helenilirse, Hz. Ömer derdi ki: "Bakınız, eğer
Huzeyfe cenaze namazını kılıyorsa, mü'mindir, yoksa münafıklardandır."
İkincisi: İbn İshak'm
sözünden naklettiğimiz: "Abdullah b. Übey de ara-larındaydı."
rivayeti de yanlıştır. Çünkü bizzat İbn İshak'ın kendisi Abdullah b. Übey'in
Tebük seferine katılmadığını zikretmiştir.
Üçüncüsü: "Ve
Sa'd b. Ebî Şerh." sözü de yanlıştır ve bariz bir hatadır. Zira Sa'd b.
Ebî Şerh hiç müslüman olmamıştır. Oğlu Abdullah ise İslâm'ı kabul etmiş ve
hicret etmiş, ama sonradan irtidad edip Mekke'ye dönmüştür. Mekke'nin fethinde
Hz. Osman, Rasûlulİah'tan (s.a.) onun adına eman dilemiş, kendisine eman
verilmiş ve tekrar müslüman olmuş, örnek müslü-manlar arasında yerini almıştır.
O günden sonra kendisinden herhangi bir kötülük sadır olmamış ve kesinlikle de
o on iki kişilik münafık grubuyla bir arada bulunmamıştır. Bilmiyorum, bu fahiş
hatanın sebebi nedir?
Dördüncüsü: "Ebu
Âmir reisleriydi." sözü de İbn İshak derecesine ulaşamayanlara kapalı
kalmayacak açık bir hatadır. Zira bizzat İbn İshak, Ebu Âmir'in kıssasını
hicret kıssasında anlatmış ve Âsim b. Ömer b. Katâde'den naklen demiştir ki:
"Rasûiullah (s.a.) Medine'ye hicret edince Ebu Âmir on küsur kişiyle
Mekke'ye gitmiş, Rasûiullah (s.a.) Mekke'yi fethedince Taife gitmiş, Tâif halkı
müslüman olunca da Şam'a geçmiş, sonra orada garip, perişan ve kimsesiz bir
vaziyette ölmüştür." O halde nerde bu fasık, nerde Tebük gazası! [129]
Hz. Peygamber
(s.a.)Tebük'ten döndü ve Zî-Evan'a kadar geldi. Zî-Evan, Medine'ye bir saatlik
mesafededir. Daha önce Dırar mescidini yapanlar, Rasûiullah (s.a.) Tebük'e
giderken yanına gelip demişlerdi ki: "Ya Rasûlallah! Hasta ve özürlüler
için, bir de yağmurlu kış gecelerinde sel geldiği zaman birlikte namazlarımızı
eda etmek üzere bir mescid yaptık, gelip orada bize namaz kıldırmanı
istiyoruz." Allah Rasûlü (s.a.): "Ben şimdi yolcuyum ve meşgulüm,
inşaallah dönersek gelir namazınızı kıldırırım." dedi. Dönüşte ZîEvan'a
geldiğinde, mescid hakkında vahiy nazil oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
Benî Seleme b. Avf'ın kardeşi Mâlik b. Duhşum İle Ma'n b. Adiy el-Aclânî'yi
çağırtıp onlara dedi ki: "Halkı zalim olan şu mescide gidiniz, yakıp
yıkınız." Bu iki kişi süratle çıkıp Salim b. Avfoğutları mahallesine
geldiler. Bunlar Mâlik b. Duhşum'un kabilesindendi. Mâlik, Ma'n'a dedi ki:
"Beni bekle, bir ateş alıp geleyim." Ailesinin yanına gitti, yapraklı
bir hurma dalım ateşleyip geldi. Sonra süratlice mescide girdiler ve -mescid
halkı o sırada içerde olduğu halde- mescidi yaktılar ve yıktılar, içindeki
münafık topluluk dağıldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, bu konuda şu âyetleri
indirdi: "Zarar vermek, inkâr etmek, mü'minlerin arasım ayırmak için bir mescid
yapanlar da vardır." [130]
Kıssayı sonuna kadar anlattı.[131]
İbn İshak mescidi
yapan on iki kişinin adını zikretmiştir. Sa'lebe b.'Hâ-tıb da onların
arasındaydı.
Osman b. Saîd ed-Dârimî,
Abdullah b. Salih[132]—Muâviye
b. Salih— Ali b. Ebî Talha—İbn Abbas yoluyla şöyle rivayette bulunmuştur:
"O kimseler ki müminlerin arasım ayırmak için, küfürlerini
kuvvetlendirmek için... mescid edindiler." âyetinde mevzubahs edilenler
Ensar'dan mescid yapan bir gruptu. Ebu Âmir onlara demişti ki:
"Mescidinizi yapın, gücünüz yettiği kadar silah ve mühimmat hazırlayın.
Ben Rum Kralı Kayser'e gidip oradan asker getireceğim ve Muhammed'le birlikte
ashabım buradan çıkaracağım." Mescidi inşa edip bitirince Rasûlullah'a
(s.a.) gelerek: "Mescidimizin inşasını tamamladık. Senin orada bize namaz
kıldırıp, mübarek olması için dua etmeni arzu ediyoruz." dediler. Bunun
üzerine Allah Teâlâ şu âyetleri indirdi: "Ey Rasûlüm; orada asla namaza
durma, tâ ilk gününden beri Allah'a karşı gelmekten sakınmak için kurulan
mescid (Küba mescidi), elbette içerisindedia-maza durmana daha uygundur. Onunla
birlikte cehennem ateşine yuvarlandı. (Bundan maksat temelleridir.) Yaptıkları
bina, kalblerinde bir şüphe ve ızdirap kaynağı olmakta -kalbleri parçalanıncaya
kadar- devam edecektir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."[133]
Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'ye yaklaşınca kadın;'kiz, oğlan şöyle söy-lereyerek karşılamaya
çıktılar:
"Seniyyetü'1-Vedâ
sırtlarından üzerimize dolunay doğdu.
O davetçi Allah'a
davet ettiği müddetçe şükretmek bize vacip oldu."
Bazı râviler bu konuda
yanılmakta ve:"Bu olay Hz. Peygamber'in (s.a.) Mekke'den Medine'ye hicret
etmesi sırasında cereyan etmiştir." demektedirler. Bu, açık bir hatadır.
Çünkü Seniyyetü'1-Vedâ Şam tarafındadır; Mekke'den Medine'ye gelen birisi
orayı göremez ve Şam istikametine yönelmedikçe oraya uğrayamaz. Rasûlullah
(s.a.), uzaktan Medine'yi görünce: "İşte Tâbe! İşte l^hud! O öyle bir
dağdır ki, biz onu severiz, o da bizi sever." buyurdu[134]
Medine'ye girince
Abbas (r.a.) dedi ki: "Ya Rasûlallah! Bana izin ver de seni öveyim."
Rasûlullah (s.a.) daî "Söyle, Allah ağzına sağlık versin." deyince
Abbas şöyle söyledi:
"önceden de sen
gölgeliklerde ve Âdem ile Havva'nın yaprakla örtünmüş olduğu çenette güzeldin.
Sonra yeryüzüne indin;
ama sen ne bir beşerdin, ne bir çiğnem et idin, ne de bir kan pıhtısıydın.
Bilâkis sen, tufan,
Nesr'i[135] ve Nesr'e tapanları
boğarken gemilere binen bir nutfe idin.
Sulbden rahme geçersin
ve âlem devredip zaman geçince örtü açığa çıkar.
Tâ ki şerefine şahit
olan faziletin Hındif in[136]
nesebinden daha yüce bir yere sahip olur.
Ve sen doğunca yeryüzü
parlar ve senin nurunla ufuk aydınlanır. Biz de bu aydınlık içinde ve bu nur
sayesinde yolumuzu açarız." [137]
Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'ye girince, ilk önce Mescide gidip orada iki rekât namaz kıldı. Sonra
herkesle beraber oturdu. Tebük seferine gitmeyip geri kalan seksen küsur kişi
Rasûlullah'a (s.a.) gelip mazeretlerini arzet-meye ve özürlerini yemin ederek
teyide başladılar. Rasûlullah (s.a.)» onların dış görünüşlerine bakarak
özürlerini kabul etti, kendileri için istiğfarda bu-lunup kalplerindeki gerçek
durumlarını Allah'a havale etti. O sırada Kâ'b b. Mâlik, Allah Rasûlü'ne (s.a.)
geldi. Selâm verince Rasûlullah (s.a.) kızgın bir şekilde tebessüm edip:
"Buraya gel!" dedi. Kâ'b şöyle anlatıyor: Gittim, önüne oturdum. Bana
dedi ki: "Niçin geri kaldın?. Sen beni desteklemek üzere Akabe'de bîat
etmemiş miydin?*' "Evet. Allah'a yemin olsun ki ben, şu anda senden başka
kimin yanına otursam ileri süreceğim mazeretlerle onu ikna edip gazabından
kurtulacağımı zannederim. Çünkü münakaşa etmeyi bilirim. Fakat ben -Allah'a
yemin olsun ki- şunu çok iyi biliyorum: Bugün seni benden hoşnut edecek yalan
sözler söylersem, çok geçmeden Allah yalanımı ortaya çıkarıp seni hakkımda
gazaplandırır. Şayet seni hakkımda gazaplandiracak doğruyu söylersem, Allah'ın
beni affedeceğini umarım. Vallahi hiç bir mazeretim yoktu. Vallahi hiç bir
zaman da bu seferden geri kaldığım zamanki gibi güçlü ve varlıklı
olmamıştım." dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "İşte bu, doğru
söyledi." dedikten sonra: "Kalk, Allah senin hakkındaki hükmünü
bildirinceye kadar bekle." dedi. Kâ'b anlatmaya devam ediyor: Kalktım,
SelemeoğuUanndan bir grup adam da benimle beraber yürüyor ve bana diyorlardı
ki: "Vallahi, bundan önce senin herhangi bir günah işlediğini görmedik.
Ne çare ki diğer geride kalanlar gibi Hz. Peygamber'e (s.a.) özür beyan
edemedin. Şayet öyle yapsaydın Rasûlullah'ın (s.a.)senin için de Allah'tan
mağfiret dilemesi yeterdi." Beni bu şekilde kınama hususunda o kadar ısrar
ettiler ki, geri dönüp kendimi yalanlayıp özür beyan etmeyi düşündüm. Sonra
onlara: "Benim durumumda başka biri var mı?" dedim. "Evet, senin
söylediğin gibi söyleyen iki kişi daha var, onlara da sana dendiği gibi denildi."
dediler. "Onlar kim?" diye sordum. Mürâre b. er-Rebî el-Âmirî ve Hilâl
b. Ümeyye el-Vâkıfı olduğunu söylediler. Bu iki şahıs da Bedir harbine katılmış
örnek müslümanlardandı. Onların adım duyunca, geri dönmekten vazgeçip yoluma
devam ettim.
Rasûlullah (s.a.),
Tebük seferinden geri kalanlar arasından, müslüman-lann -üç kişi olarak- sadece
bizimle konuşmasını men etti. Herkes bizden uzaklaştı ve bize karşı
değiştiler, dünya bile eskiden bildiğim dünya değildi. Elli gün bu hal üzere
devam ettik. Diğer iki arkadaşıma gelince evlerine kapandılar, ağlayıp
durdular. Ben, içlerinde en güçlüsü ve en dayanıklısı idim. Dışarı çıkıyor,
namaz için cemaate iştirak ediyor, çarşı-pazar dolaşabiliyordum, fakat hiç
kimse benimle konuşmuyordu. Rasûlullah'a (s.a.) geliyor, namazdan sonra
oturduğu meclise varıyor, selâm verip kendi kendime diyordum ki: "Acaba
selâmımı almak için dudaklarını kıpırdattı mı, kıpırdatmadı mı?" Sonra
O'na yakın bir yerde namazımı kılıyor, Rasûlullah'a (s.a.) göz atıyor, ben
namaza yöneldiğimde bana doğru döndüğünü, ben O'na yönelince de yüz çevirdiğini
görüyordum. Herkesin benden bu şekilde yüz çevirmesinin uzayıp gittiği bir
sırada Ebu Katâde'nin bahçe duvarına tırmandım. Ebu Katâde, amcamın oğluydu ve
çok sevdiğim biriydi. Selâm verdim, Allah'a yemin olsun ki selâmımı almadı.
Dedim ki: "Ey Ebu Katâde! Allah aşkına soruyorum* benim Allah'ı ve
Rasûlü'nü sevdiğimi biliyor musun?" Hiç cevap vermedi. Dönüp tekrar
sordum-, yine cevap vermedi. Tekrar sordum, bu defa dedi ki:
"Allah ve Rasûlü
bilir." Bunun üzerine gözlerim yaşardı, ağladım ve tekrar dönüp duvara
tırmandım ve gittim.
Bir aralık Medine
çarşısında yürürken, Şam bölgesinden bir çiftçiye rastladım. Gıda maddesi
getirmiş satıyor ve bana: "Kim Kâ'b b. Mâlik'i gösterir?" diye
soruyordu. Sonunda bana geldi ve Gassân kralından bir mektup verdi. Mektupta
şöyle deniliyordu:
"Haber aldığıma
göre arkadaşın sana eziyet ediyormuş. Allah seni zelil ve zayi olacak bir
mevkide kilmamıştır. Hemen bize gel, lâyık olduğun gibi davranalım."
Mektubu okuyunca dedim ki: "Bu da bir başka belâ!" Mektubu, tandırda
yakmaya azmettim ve yaktım. Elli günün kırk günü dolduğunda Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir elçisi bana gelip: "Rasûlullah (s.a.) sana, ailenden ayrı
kalmanı emrediyor." dedi. Diğer iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi.
"Boşayayım mı, yoksa nasıl bir ayrı kalma kastediliyor?" dedim.
"Hayır, boşamayacâksın, yalnızca uzak duracaksın ve ona yaklaşmayacaksın."
dedi. Bunun üzerine kanma dedim ki: "Ailenin yanma git. Allah bu konuda
hükmünü bildirinceye kadar orada kal." Hiiâl b. Ümeyye'nin karısı geldi
ve: "Ya Rasûlallah! Hilâl b. Ümeyye çok ihtiyar, kendisine hizmet edecek
kimsesi de yok, kendisine hizmet etmemi kötü görür müsünüz?" dedi.
"Hayır, fakat sana yaklaşmasın." buyurdu. Karısı dedi ki:
"Vallahi, o hiç yerinden kımıldamıyor. O günden şu ana kadar da durmadan
ağlıyor." Kâ'b diyor ki: Bu olay üzerine ailemden bazıları bana: "Sen
de Rasûlullah'tan (s.a.) Hilâl b. Ümeyye'nin hanımının ona hizmet etmek için
izin aldığı gibi yapıp, izin isteseydin." dediler. Ben: "Vallahi, o
konuda gidip izin istemem. Hem Rasülullah'ın (s.a.) bana ne karşılık vereceğini
nerden bileyim, çünkü ben genç bir adamım." dedim.
Bu şekilde on gün daha
bekledim. Allah Rasûlü'nün (s.a.), başkalarını bizimle konuşmaktan men ettiği
günden bu yana tam elli gün geçmiş oldu. Ellinci günü sabahı, evlerimizden
bifinin damında sabah namazını kılmış, Allah Teâlâ'nın zikrettiği hal üzere
canım sıkılmış ve bütün genişliğine rağmen dünya başıma daralmış bîr vaziyette
otururken, Sel dağının tepesinde en yüksek sesle birinin, "Ey Kâ'b b.
Mâlik!" diye bağırdığını duydum. Hemen secdeye kapandım; çünkü Allah'ın
(c.c.) beni feraha çıkaracak hükmünü bildirdiğini anladım. Rasûlullah (s.a.)
sabah namazını kılınca, Allah'ın, tevbelerimizi kabul ettiğini bildirdi. Bu
haberden sonra herkes bizi müjdelemeye başladı. Bir grup müjdeci diğer iki
arkadaşıma doğru giderken, atlı bir şahıs ile Eşlem kabilesinden bir başka
şahıs bana doğru koşuyorlardı. Eşlem kabilesinden olan şahıs, bir tepeye
çıkmış bana bağırıyordu. Onun beni müjdeleyen sesi, attan önce gelmişti. Hemen
üzerimdeki elbiseleri çıkarıp müjdeciye giydirdim. Vallahi
bundan başka da hiç elbisem yoktu. Hemen
ödünç elbise bulup giydim, süratle Rasûlullah'a (s.a.) gittim. İnsanlar grup
grup beni karşılıyor, tevbemin kabulünden dolayı tebrik ediyor ve:
"Allah'ın tevbeni kabul buyurması mübarek olsun!" diyorlardı.
Kâ'b diyor ki: Mescide
girdiğim sırada Rasûlullah (s.a.) etrafındakilerle beraber oturuyordu. Talha b.
Ubeydullah kalktı, bana doğru gelip, Denimle tokalaşıp tebrik etti. Vallahi
Talha'dan başka kalkıp yanıma gelen olmadı. Talha'nın bu ilgisini hiç
unutmuyorum. Rasûlullah'a (s.a.) selâm verdiğimde, yüzü sevinçten parlayarak
bana şöyle dedi: "Sana anandan doğduğun günden itibaren yaşamış olduğun
en güzel bir günün hayırlı müjdesi var." Ben: "Bu müjde senden mi,
yoksa Allah'tan mı, ya Rasûlallah?" diye sordum. "Bilakis Allah
katından." diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a.) bir şeye sevindiği zaman
yüzü ay parçası gibi parlardı. O'nun bu halini biliyorduk. Gelip Rasülullah'ın
(s.a.) önüne oturunca: "Ey Allah'ın Rasûlü! Tevbemin kabulü dolayısıyla
bütün malımı Allah ve Rasûlü'ne bağışlamak istiyorum." dedim.
"Malının bir kısmını kendine sakla, bu senin için daha hayırlıdır."
buyurdu. Ben de: "Hayber'deki hissemi alıkoyayım." dedim. Sonra dedim
ki: "Ya Rasûîallah! Allah Teâlâ, beni doğruluğum sebebiyle kurtardı. Bundan
böyle hayatta olduğum müddetçe doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim."
Allah'a yemin olsun ki, bunu Rasûlullah'a (s.a.) söylediğim günden bugüne
kadar, doğru sözlülükten dolayı Allah'ın beni imtihan ettiği ölçüde imtihana
tabi tuttuğu başka bir şahıs tanımıyorum. Vallahi, o günden itibaren hiç
bilerek yalan söylemedim. Bundan sonrası için de Allah'ın beni yalandan
koruyacağını umarım. Bunun üzerine Allah Teâlâ Rasûlü'ne: "An-dolsun ki
Allah, Peygamber'e uyan Muhacirler iîe Ensar'ın ve Peygamber'in tevbelerini
kabul etti."[138]
âyetinden, "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber
olun."[139] âyetine kadar inzal
buyurdu. Allah'a yemin olsun ki, İslâm nimetine erdirdikten sonra Allah'ın bana
lütfettiği en büyük nimeti, Hz. Peygamber'e (s.a.) karşı doğru sözlü olmak ve
yalan söyleyip helake düşmekten kurtulma nimetidir. Allah (c.c.) yalancılar
hakkında vahyini inzal buyurduğu zaman, herhangi bir şahsa söylenecek en ağır
sözü söyledi ve: "Siz yanlarına döndüğünüz zaman, kendilerinden yüz
çeviresiniz diye size karşı Allah'a yemin edecekler."[140]
âyetinden, "Allah, o fâsıklar topluluğundan asla razı olmaz."[141]
âyetine kadar inzal buyurdu.
Kâ'b dedi ki: Allah
Teâlâ'mn, ''Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesi-ni de..."[142]
âyetiyle ifade ettiği geri kalıştan maksat, Tebük seferinden geri kalış
değildir. Aksine Hz. Peygamber (s.a.) seferden döndükten sonra, geri kalanlar
gelip özür beyan etmişler ve bunu da yeminle desteklemişlerdi. Rasûlullah
(s.a.) da onların mazeretini kabul etmiş, kendileri adına mağfiret dilemişti.
Fakat bu üç kişi, gelip mazeret beyan etmemişler, bu konuda geri kalmışlar;
Rasûlullah (s.a.), haklarındaki Allah'ın hükmünü bildireceği ana kadar onları
tehir etmişti. İşte âyet-i kerimedeki geri kalıştan maksat, bu mazeret
beyanındaki geri kalıştır.[143]
Osman b. Saîd
ed-Dârimî, Abdullah b. Salih—Muâviye b. Salih—Ali b. Ebî Talha—İbn Abbas
yoluyla gelen bir rivayetinde, "Münafıklardan diğer bir kısmı da
günahlarını itiraf ettiler, iyi işle kötü işi (nifak) birbirine karıştırdılar.
"[144] âyet-i kerimesiyle
ilgili olarak dedi ki: Tebük seferinde Rasûlullah (s.a.) seferden döndüğü
zaman bunlardan yedisi kendilerini mescidin duvarına bağladılar. ^Mescid'den
dönerken yanlarından geçen Rasûlullah (s.a.): "Kendilerini duvara bağlayan
bu şahıslar kimler?" diye sordu. "Ebu Lübâbe ve arkadaşları. Sizden
geri kalmışlardı da ey Allah'ın Rasûlü! Hz. Peygamber (s.a.) gelip bağlarını
çözüp kendilerini mazur gördüğünü açıkla-yıncaya kadar bağlı kalacaklar."
dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'a yemin
ederim ki, Allah onları azad etmedikçe ben, ne bağlarını çözerim, ne de
özürlerini kabul ederim. Çünkü onlar, benden yüz çevirdiler ve müslümanlarla
birlikte sefere gitmediler." Hz. Peygamber'in (s.a.) bu cevabı onlara
ulaşınca dediler ki: "Allah bizi azad etmedikçe biz kendi bağlarımızı
çözmeyeceğiz." Bu olay üzerine: "Münafıklardan diğer bir kısmı da
günahlarını itiraf ettiler, (evvelce yapmış oldukları) iyi işle kötü işi birbirine
karıştırdılar. Umulur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah
Gafûr'dur, Rahîm'dir." âyet-i kerimesi nazil oldu.[145]
Âyetin son kısmındaki "olur ki, umulur ki" mânasına gelen bir kelime
olmasına rağmen, Allah için kullanıldığında kesinlik ifade eder. Âyet-i kerime
nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.), bağlarını çözmesi ve mazeretlerinin kabul
edildiğini bildirmesi için bir şahıs gönderdi. Onlar da mallarıyla birlikte
Rasûlul-lah'a (s.a.) gelip: "İşte bizim malımız, bunları sadaka olarak
kabul et ve bizim için Allah'tan mağfiret dile." dediler. Allah Rasûlü
(s.a.): "Mallarınızı almam hususunda bir emir gelmedi." buyurdu.
Bunun üzerine: "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin,
yücelteceğin bir sadaka al ve onlara dua et."[146]
(Yani onlar için mağfiret dile) âyeti ile: "Çünkü senin duan, onlara huzur
verir." âyet-i kerimesi nazil oldu ve Rasûlullah (s.a.), sadakalarını kabul
edip onlar için mağfiret diledi. Diğer üç kişi kendilerini mescid duvarına
bağlamışlardı. Tevbeleri kabul edilecek mi, yoksa azaba mı dûçâr edilecekler,
bunu bilmeden bekletildiler, tâ ki Allah (c.c): "Andolsun ki Allah, o
güçlük saatında Peygamber'e uyan Muhacirler'le Ensar'ın ve Peygamberdin
tevbesini kabul etti."[147]
âyetinden, "Savaştan geri kalmış üç kişinin de..." ve "Bundan
sonra Allah, tevbe ettikleri için onların tevbelerini kabul etti."[148]âyetlerine
kadar inzal buyurdu. Atıyye b. Sa'd da bu rivayeti desteklemiştir.[149]
1— Bu
seferde haram aylarda savaşmanın caiz olduğuna işaret vardır. Çünkü İbn
İshak'ın sahih rivayetine göre Hz. PeygamberMn (s.a.) yola çıkışı Recep
ayındadır. Ancak burada bir başka durum vardır, o da Arapların aksine ehi-i
kitabın, haram ayı tanımamaları idi. Haram ayında savaşmanın haram oluşunun
neshedilip edilmediği konusunda iki ayrı görüş vardır. Daha önce her iki görüş
sahibinin delillerini zikretmiştik.
2— Devlet
başkanının tebaasına, gizlenmesi zarar verecek hususları açıklaması ve böylece
onların hazırlanmalarını sağlaması, böyle olmayan konulan da gizli tutması
caizdir.
3— Devlet
başkanı savaş ilan ettiği zaman herkesin bu savaşa katılması gerekir. Herkesin
teker teker belirlenmesi gerekmez ve başkanın izni olmadıkça hiç kimse geri
kalamaz. Bu durum cihadın farz-ı ayn olduğu üç durumdan birincisidir.
İkincisi, düşmanın ülkeyi işgal etmesi; üçüncüsü ise, iki cephe arasında
kalınmasıdır.
4— Beden ile
savaşmanın vacip olması gibi mal ile savaşmak da vaciptir. Ahmed b. Hanbel'den
gelen rivayetlerden biri böyledir. Bu hususun doğruluğunda hiç şüphe yoktur.
Kur'an-i Kerim'de mal ile cihad etmek beden ile cihad etmekle beraber, hatta
bir yer müstesna, diğer yerlerde beden ile cihad etmekten daha önce
zikredilmiştir. Nitekim Rasûlullah (s.a.): "Kim bir
askeri donatırsa, bizzat savaşmış gibi
olur." Buyurmuştur [150]Nasıl
beden ile cihad gücü yetenler için farz ise mal ile cihad da öyledir. Mal
sarfetmeden beden ile cihad olmaz. Zafer, hem asker hem de mühimmat ile
sağlanır. Bizzat katılamayan kimse askerin sayıca çoğalmasına yardımcı
olamazsa, en azından mühimmatının daha fazla olmasına yardımcı olmalıdır.
Zengin olup bizzat hacca gidemeyen kimseye bedel göndermek vacip olunca, fiilen
cihada iştirak edemeyen kimseye bir başkasını donatıp göndermenin vacip olması
daha evlâdır,
5— Hz. Osman
b. Affân'ın (r.a.) büyük bir meblağı Allah rızası için in-fak etmesi ve bu
davranışıyla diğer insanları geride bırakması. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki:
"Açık-gizli herşeyini Allah mağfiret eylesin Ey Osman!" Sonra buyurdu
ki: "Bundan sonra ne yaparsa yapsın Osman'a zarar vermez." Hz. Osman,
bin dinar ve bütün techizatıyla üç yüz deve infakta bulunmuştu.
6— Allah
yolunda infak edecek malı olmayanlar, bu uğurda belki bir şey yapabilirler
ümidiyle bütün gayretlerini göstermedikçe ve sonunda hakikaten hiçbir şey
yapamayacakları açığa çıkmadıkça mazur görülmezler. Hz. Peygamber'e (s.a.)
gelip, kendilerim donatarak cihada hazırlamasını isteyenlere Allah Rasûlü:
"Sizleri teçhiz edecek bir şey bulamıyorum." demiş, onlar da
ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bu durumda olanlar için herhangi bir günah yoktur.
7— Devlet
başkanının (sefere çıkarken) tebaasından birini kadınlar, çocuklar, güçsüzler
ve zayıfların başına vekil tayin etmesi. Bu vekil de bizzat cihada iştirak
edenlerden sayılır. Çünkü o anda üstlendiği görev oradakiler için en büyük
yardımdır. Rasûlullah (s.a.) genellikle îbn Ümm-i Mektûm'u vekil tayin ederdi.
Onu on küsur defa vekil bıraktığı rivayet edilir. Tebük gazasında ise Ali b.
Ebî Tâlib'i vekil bıraktığı bilinmektedir. Buharı ve Müs-lüm'in SûrA/A'Ierinde
Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (s.a.)
Tebük gazasında Ali'yi (r.a.) vekil bıraktı. Hz. AH dedi ki: "Ya
Rasûlallah! Beni, kadınlar ve çocuklarla mı bırakıyorsun?" Rasûlullah
(s.a.) buyurdu ki: "Bana nisbetle sen, Musa'ya nisbetle Harun gibi olmayı
istemez misin? Ancak benden sonra peygamber yoktur."[151]
Fakat Hz. Ali'nin bu vekâleti yalnızca ailesi için olan hususî bir vekâletti.
Umumî mânadaki vekâlet Muhammed b. Mesleme el-Ensârî'ye verilmişti. Bunun
delili şudur: Münafıklar, Hz. Ali'yi tahrik etmek için, 'Muhammed onu ağır
bulduğu için geri bıraktı' dediklerini duyunca silahım aldı, Hz. Peygamber'e
(s.a.) yetişti ve söylenenleri haber verdi. Rasûlullah (s.a.): "Yalan
söylüyorlar, ben seni, geride bıraktıklarım için vekil tayin ettim. Geri dön,
aileme ve ailene benim adıma vekâlet et." buyurdu.
8— Hurma
ağacındaki hurmaların miktarını tahminde bulunmanın caiz olması. Tahminde
bulunan kimsenin sözüyle amel etmek meşrudur. Bu konu Hayber gazasında
geçmişti. Rasûlullah'ın (s.a.), o kadının bahçesindeki hurmaların miktarı
konusunda tahminde bulunduğu gibi, bir devlet başkanının tek başına tahmin
yürütmesi caizdir.
9— Semûd
bölgesindeki kuyulardan içilmesi, yemekte kullanılması, o su ile hamur
yoğurulması ve temizlik yapılması caiz değildir. Fakat Rasûlullah (s.a.)
zamanına kadar kalan ve bilinen Nâka (deve) kuyusunun dışındaki kuyulardan
hayvanları sulamak caizdir. Bu kuyu nesiller boyunca herkes tarafından
bilinegelmiştir. Yolcular bu kuyudan başkasına gitmezlerdi. Kapalı, sağlam ve
geniş yapılı olan bu kuyunun kalıntıları hâlâ görülebilmekte ve diğer kuyulara
benzemediği anlaşılmaktadır .[152]
10— Kim
Allah'ın gazabına veya azabına dûçâr kalmış bir kavmin diyarına uğrarsa, oraya
girmemeli, orada kalmamalı, aksine oradan hızla geçmeli, geçinceye kadar
elsibesiyle yüzünü örtmeli, girmek zorunda kalırsa ağlayarak ve ibretle
bakarak girmelidir.
Bu yüzden Hz.
Peygamber (s.a.) Arafat'la Mina arasındaki Muhassir vadisinden hızla geçerdi.
Çünkü burası Allah'ın Fîl sûresinde naklettiği hâdisenin cereyan ettiği,
Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe ve ordusunun helak olduğu yerdir.
11— Hz. Peygamber (s.a.) yolculukta iki namazı
birleştirir, bir arada kılardı. Daha önce geçtiği gibi cem'-i takdim ile ilgili
rivayet, içinde bu kıssanın yer aldığı Muaz hadisinde nakledilmiştir. Bu
hadisin illetini ve sahih olmadığını söyleyenleri zikretmiştik. Rasûlullah'ın
(s.a.), bu seferden başka bir seferde cem'-i takdim yaptığı rivayet
edilmemiştir. Ancak arefe günü Arafat bölgesine girmeden önce cem'-i takdim
yaptığı sahihtir. Orada öğle ile ikindiyi bir arada öğlen namazı vaktinde
kılmıştı. Ebu Hanîfe ve bir grup âlim cem'-i takdimi yalnız hacc ibadetine ait
bir hususiyet olarak kabul ederken, Ahmed b. Hanbel ve Şafiî gibi âlimler de
uzun yolculuk yüzünden cem'-i takdim yapıldığını söylemişlerdir. Bir başka
grup da; vakfe ile meşgul olduğu ve vakfenin güneşin batışına kadar aralıksız
devam etmesi sebebiyle cem'-i takdim yapıldığı kanaatındadırlar. Ahmed b. Hanbel der ki:
"Meşguliyet sebebiyle cem yapılabilir." Selef ve halef âlimlerinden
bir grup âlimin bu görüşte olduğu daha önce geçmişti.
12— Kum ile
teyemmüm yapmanın caiz olması. Rasûlullah (s.a.) ve ashabının, Tebük ile
Medine arasındaki kumluk mesafeyi aşarken yanlarında toprak götürmediklerinde
şüphe yoktur. Burası suyu kıt olan, hatta susuzluktan dolayı Rasûlullah'a
(s.a.) şikâyetlerin yapıldığı bir bölgeydi. Konakladıkları yerlerde teyemmüm
yaptıkları kesindir. Bu şüphe götürmeyen tes-bitlerin yanısıra Hz. Peygamberin
(s.a.) şu hadisi de bilinmektedir: "Ümmetimden herhangi bir kimse nerede
namaz vaktine erişirse, mescidi (namaz kılacağı yer) ve temizleneceği malzemesi
(teyemmüm yapacağı kum veya toprak) yanındadır.[153]
13—
Rasûlullah (s.a.) Tebük'te yirmi gün kalmış ve namazlarını kısaltarak
kılmıştır. Ümmetine de: "Bu müddetten daha fazla kalınırsa namaz kısaltılmaz."
diye bir şey söylememiştir. Bu kadar müddetle orada kalmıştır. Sefer halinde bu
çeşit ikâmetler, bir insanı sefer hükmünden çıkarmaz. Yerleşme durumu olmadığı
müddetçe; ikâmet süresinin uzaması ya da kısalması sonucu değiştirmez. O yerde ikâmete
niyet eden kimse yoktu.
Selef ve halef
âlimleri bu konuda çokça ihtilâf etmişlerdir. Sahih-i Bu-harVdt İbn Abbas'ın
şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Rasûlullah (s.a.) bazı seferlerinde on
dokuz gün ikâmet etti ve iki rekât kılardı. Biz de on dokuz gün ikâmet
ettiğimiz zaman iki rekât kılardık. Bu müddetten fazla kalırsak tam
kılardık."[154]
Ahmed b. Hanbel'in sözünden anlaşıldığına göre, İbn Ab-bas bu sözüyle, Fetih
senesi Mekke'de kalış müddetini kasdetmiştir. Çünkü Ahmed b. Hanbel demiştir
ki: "Rasûlullah (s.a.) fetih senesi Mekke'de on sekiz gün kalmıştır, zira
Huneyn'e gitmeyi istiyordu. Orada ikâmet müddeti bölünmüştür. İbn Abbas'ın
rivayet ettiği ikâmet budur." Ahmed b. Hanbel'in dışındaki âlimler de:
"Bilakis İbn Abbas, bu rivayetiyle Tebük'teki ikâmetini
kasdetmektedir." demişlerdir. Câbir b. Abdillah: "Rasûlullah (s.a.)
Tebük'te yirmi gün namazlarını kısaltarak ikâmet etmiştir." demektedir.
Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel, Müsned'indz rivayet etmiştir.[155]
Abdurrahman b. Misver
b. Mahreme: "Sa'd ile beraber Şam'ın bazı köylerinde kırk gün kaldık. O
namazlarını kısaltıyor, biz tam olarak kılıyorduk. "demiştir.[156]
Nâfi: "İbn Ömer,
Azerbeycan'da namazlarını iki rekât kılarak altı ay kalmıştır." demiştir[157] O
sene kar yağmış ve şehre girmeye mâni olmuştu.
Hafs b. Ubeydullah:
"Enes b. Mâlik Şam'da iki sene yolcu namazı kılarak ikâmet
etmiştir." demektedir[158]
Enes:
"Rasûlullah'm (s.a.) ashabı Râmhürmüz'de yedi ay kalmışlar ve namazlarını
kısaltarak kılmışlardır." demektedir.[159]
Hasan Basrî:
"Kâbul'da Abdurrahman b. Semüre ile beraber iki sene ikâmet ettim.
Namazlarını kısaltıyor ama cem etmiyordu." demektedir.[160]
İbrahim: "Rey'de
bir sene, bazan daha fazla, Sicistan'da iki sene kalıyorlardı" demiştir.
Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber'in ve ashabının sünneti böyledir ve doğrusu da budur.
Diğer mezheplere
gelince: Ahmed b. Hanbeî bir yerde dört gün kalmaya niyet eden kimsenin
namazını tamamlaması gerektiği, daha az kalmaya niyet edenin ise kısaltacağı
görüşündedir. Yukardaki rivayetler \Ç.n Ahmed b. Hanbel'in değerlendirmesi
şöyledir: "Rasûlullah (s.a.) ve ashabı kesin olarak ikâmete kar
tr;vermemişler, bugün çıkarız, yarın çıkarız ümidi ve düşüncesiyle
beklemişlerdir." Bu değerlendirmede açık bir isabetsizlik vardır. Zira
Rasû-luliah (s.a.) Mekke'yi fethetti. Mekke aynı Mekke idi. Orada kalıp
îslâm'ın esaslarını tesis ediyor, şirkin temellerini yıkıyor ve etrafında
bulunan Arapların durumlarıyla ilgili pîarak hazırlık yapıyordu. Herkesçe
kesin olarak kabul edileceği gibi böyle bir durum günlerce ikâmeti gerektirir,
bu işler bir-iki günde olmaz. Tebük'teki ikâmeti de böyledir. Orada da düşmanı
beklemektedir ve kesinlikle bilinmektedir ki düşman ordusuyla aralarında,
günlerce yürümekle ancak alınacak bir mesafe vardır. En azından dört günde o
mesafenin alınamayacağım biliyordu. Aynı şekilde tbn Ömer'in, kar sebebiyle
Azer-beycan'da altı ay kalması da böyledir. Yollan kapatacak çokluktaki kar kütlesinin
dört gün içinde, yollar açılacak şekilde erimesinin imkânsız olduğu malumdur.
Enes b. Mâlik'in Şam'da namazlarını kısaltarak iki sene kalması, sahabenin
Râmhürmüz'de namazlarını kısaltarak yedi ay ikâmet etmesi de böyledir.
Böylesine bir kuşatma ve cihad hareketinin dört gün içinde sona ermesinin
imkânsızlığı malumdur. Ahmed b. HanbePin arkadaşları demişlerdir ki: (<Düşman
karşısında cihad, sultan tarafından hapis ve hastalık gibi sebeplerle ikâmet
eden kimse, ister kısa, İster uzun müddet kalacağını zannetsin, namazını
kısaltır.'* Doğrusu da budur. Ancak bu noktada Kur'an-ı Kerim, hadis-i şerif,
icmâ-i ümmet ve sahabe uygulamasında delili bulunmayan bir şart koştular ve
dediler ki: "Yukarıda sayılan durumlarda namazın kısaltılabilmesi için,
dört günden fazla sürmeyecek bir müddet içinde o halin biteceğinin zannedilmesi
şarttır." Onlara şöyle demek lâzımdır: Bu şartı koşarken hangi esasa
dayandınız? Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'de ve Tebük'-te dört günden fazla
ikamet edip namazlarını kısaltırken ashabına bir şey söylemediği gibi dört
günden fazla ikâmete niyet etmediğini de açıklamadı. Halbuki O biliyordu ki
ashabı, namazlannı kısaltırken kendisine uyuyorlardı. Buna rağmen onlara:
"Dört günden fazla ikâmet ederseniz namazı kısaltmayın" türünden tek
bir harf bile söylemedi. Bu konuyu açıklamak O'nun için en mühim bir konuydu.
Ashab-ı kiram da aynı şekilde davranmışlar, kendileriyle beraber namaz kılan
kimselere böyle bir şeyden bahsetmemişlerdi.
Mâlik ve Şafiî ise:
"Dört günden fazla ikamete niyet eden kimse namazım tamamlar, bu
müddetten daha az bir süre için niyet etmişse kısaltır." demişlerdir.
Ebu Hanîfe'ye gelince:
"On beş günlük bir süre için ikâmete niyet eden kimse namazını tam kılar,
daha az bir süre için niyetlenmişse kısaltır." demektedir. Leys b.
Sa'd'ın mezhebi de bu şekildedir. Hz. Ömer, İbn Ömer ve Hz. İbn Abbas'm da bu
görüşte oldukları nakledilmiştir. Saîd b. elMüseyyeb: "Dört gün müddetle
ikâmet edersen namazım dört rekât mistir. Ebu Hanîfe gibi söylediği de rivayet
edilmiştir.
Ali b. Ebî Tâlib:
"On gün müddetle ikâmet eden kimse namazını tamamlar." demiştir. İbn
Abbas'tan da böyle bir rivayet yapılmaktadır.
Hasan Basrî der ki:
"Mısır denilen (şehir hükmündeki yere) varmadıkça namazlarım
kısaltır."
Hz. Âişe:
"Azığını ve azık torbasını bırakmadıkça (yani sefer hali bitmedikçe)
kısaltır." demektedir.
Dört mezhebin imamı,
ihtiyacının bugün veya yarın giderileceği ümidiyle bekleyen bir kimsenin bu
durumu böyle devam ettiği müddetçe namazım kısaltacağı hususunda ittifak
etmişlerdir. Ancak Şafiî'den gelen bir rivayete göre, bu durumdaki bir insan en
çok on yedi veya on sekiz gün kısaltabilir, ondan sonra kısaltamaz.
İbn Münzir, İsrafında:
"İkâmete niyet etmeyen bir kimsenin yolculuğu senelerce de devam etse
namazını kısaltacağı hususunda âlimler icmâ' etmişlerdir." demektedir.
14— Yemin
eden bir kimsenin yeminini bozmayı daha hayırlı görmesi halinde» bozmasının
caiz, hatta müstehab olması, daha sonra keffâret verip hayırlı olduğuna
inandığı gibi yapması. Bu durumda ister önce keffâretini verip sonra yeminini
bozar, isterse önce yeminini bozup keffâretini sonra öder* Ebu Musa
el-Eş'arî'den şöyle rivayet edilmiştir: "Yemini bozup hayırlı olanı yaptım
ve keffâret ödedim." Bir başka metinde: "Keffâretini Ödedim ve hayırlı
olanı yaptım." Bir diğerinde ise: "Hayırlı olanı yaptım ve yeminimin
keffâretini verdim." Bu rivayetlerin her biri Sahih-i Buharı vs Sahih-i
Müslim'de yer almakta [161] ve
yemini bozma ile keffâret verme arasında belli bir sıranın bulunmadığını
göstermektedir.
Sünen'ds, Abdurrahman
b. Semüre, Hz. Peygamber'den (s.a.) şöyle bir hadis nakleder: "Bir konuda
yemin eder, sonradan o yemini bozmayı daha hayırlı görürsen, yemininin
keffâretini ver, sonra yeminini bozarak daha hayırlı gördüğün şeyi yap."[162] Bu
hadisin aslı Sahih-i Buharı ve Sahih-i Muslini' dedir.
Ahmed b. Hanbel, Mâlik
ve Şafiî, yemini bozmadan önce keffâret vermenin caiz olduğu görüşündedirler.
Ancak Şafiî, orucun keffâreti hususunda: "Orucu bozmadan keffaretini
ödeyemez." demiştir. Ebu Hanife (r.h.) ise: "Hiç bir konuda, yemin
bozulmadan önce keffâretin ödenmesi caiz değildir.'' demektedir.
15—' Gazap
halindeki yeminin geçerli olması; o kimsenin verdiği hükmün ve yaptığı
sözleşmelerin de geçerli olması. Kendisini kaybedecek derecede sinirlenen
kimsenin yemini de, talakı da geçersizdir. Ahmed b. Hanbel, Hz. Âişe'den
nakletiği: Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini duydum: "Iğlâk halindeki
bir kimsenin yemini de hanımını boşaması da geçersizdir. "[163]
ha-disindeki "ığlak"ı, gazap ve öfke olarak açıklamıştır[164]
16— Hz.
Peygamber'İn (s.a.): "Sizi ben donatmadım, bilâkis sizi Allah (c.c.)
donatıp techizatlandirdi." hadisini, Cebriye mezhebine mensup olanlar,
kendilerini destekleyen bir delil olarak öne sürebilirler. Bilmeleri gerekir
ki, bu hadiste onların mezhebine delil olacak hiçbir taraf yoktur. Çünkü Rasûlullah'ın
(s.a.) sözü, aynen şu sözü gibidir: "Vallahi, ben ne bir kimseye bir şey
veriyor, ne de verilmesini menediyorum. Ben yalnızca taksim eden biriyim, bana
emredildiği şekilde veririm."[165] O,
Allah'ın kulu ve elçisidir. Her hareketi Allah'ın emriyledir. Rabbı O'na bir
şey emrederse, O da o emri yerine getirir. Veren, meneden, yükleyip donatan
yalnızca Allah'tır. Hz. Peygamber (s.a.), yalnızca emredileni yapandır. Allah
Teâlâ: "Ey RasüFüm; düşmanların gözüne bir avuç toprak attığın zaman da
sen atmadın, ancak Allah attı."[166]
âyetinde de, Rasûlü'nün, müşriklerin yüzüne toprak attığını, bu atmanın O'na
ait bir fiil olduğunu isbat ve ifâde etmiş, fakat atılan bu toprağın
müşriklerin gözlerine ulaştırılması işinin O'na ait olmadığını, bunun ancak
Allah'a ait bir fiil olduğunu, kulun buna gücünün yetmeyeceğini açıklamıştır.
"Atmak" fiili, İşin başlangıcı olan "fırlatmak" ve sonucu
olan "ulaştırmak" mânalarının her ikisi için de kullanılır.
17— Apaçık
küfürleri Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaştığı halde Rasûlullah'ın (s.a.),
münafıkları öldürmeyip bırakması. "Tevbesini açıklayan zındık öldürülmez."
diyenler, bu hâdiseyi kendi görüşlerinin delili olarak ileri sürmüşlerdir.
Çünkü o münafıklar, kendilerine nisbet edilen sözü söylemediklerine dair yemin
etmişlerdir. Bu davranışları şayet söyledikleri bir sözü inkâr etmek değilse,
tevbe etmek demektir. Mezhebimize mensup olan ve olmayan âlimler: "İrtidat
ettiğine şahit olunan bir kimse kelime-i şehadeti söyleyerek, Allah'tan başka
tanrı olmadığına ve Muhammed'in (s.a.) O'nun Rasûlü olduğuna şahitlik ederse,
bundan sonra başka bir taraf araştırılmaz, mü'min olduğu kabul edilir."
demişlerdir. Bazı fakihler de: "îrtidat ettiğini inkâr etmesi, bunu kabul
etmesi yeterlidir." demişlerdir.
"Zındığın tevbesi
geçersizdir." diyenlere gelince, onların bu hâdise ile ilgili
değerlendirmeleri şöyledir: Münafıkların bu davranışları isbat edileme-,
mistir. RasûluUah (s.a.), bir konuda hüküm vereceği zaman yalnızca kendi
bilgisine dayanarak hüküm vermezdi. Bu haberi Rasûlullah'a (s.a.) yalnızca bir
kişi getirmiştir. Bu sayı da isbat için yeterli olmamıştır. Tıpkı Zeyd b.
Er-kam'ın Abdullah b. Übey'in aleyhinde şehadette bulunması ve bu şehadetin
kabul edilmemesi ve başka şahısların da aynı şekilde tek başlarına şehadet edip
şehadetlerinin geçerli olmaması gibi.
Bu değerlendirme hemen
kabul edilemez. Çünkü Abdullah b. Übey'in münafıklığı ve bu durumuna delil
olacak sözleri Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı için tevatür derecesinde
sabitti. Yine onlardan bazıları bizzat kendileri nifaklarını itiraf etmişler ve
Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle: "Biz ancak lafa dalmış, şakalaşıyorduk."[167]
demişlerdi. Haricîlerden bazıları bizzat Peygamberimizin yüzüne karşı:
"Sen adaletle hükmetmedin!" demişlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah'a
(s.a.): "Onları öldürmüyor musun?" diye sorulduğu zaman:
"Aleyhlerinde yeterli delil yok." demedi. Aksine: "İnsanlar,
Muhammed ashabını öldürüyor demesinler (diye onları bırakıyorum)" dedi.[168]
O halde doğru
değerlendirme şöyle yapılmalıydı: Rasûlullah'ın (s.a.), hayattayken onları
Öldürmemesinin sebebi, kalplerini Rasûlullah'a (s.a.) ısındırmak ve O'nun
üzerinde ihtilâfı önleyip, ittifakı temin etmekti. Halbuki onları öldürmek,
daha İslâm'ın gariplik dönemi son bulmadan, nefretin uyanmasına yol açmak
demekti. Allah Rasûlü'nün (s.a.) en çok arzu ettiği husus kalpleri ısındırmak,
en çok kaçındığı husus ise kendisine itaattan uzaklaştıracak davranışlardı. Bu
durum, yalnızca Rasûlullah'ın (s.a.) hayatta olduğu devreye has idi. Aynı
şekilde Zübeyr ve davacısı ile ilgili hâdisede RasûluUah (s.a.): "Halanın
oğlu olduğu için değil mi?"[169]
diyerek hükmüne itiraz eden,"Bu taksimde Allah rızası
gözetilmemiştir!" diyerek verdiği hükmü ayıplayan ve: "Sen adaletle
hükmetmedin!" diyen kimselerin hiçbirini öldürmemiştir. Çünkü bütün bu
konularda yegâne hak sahibi Rasûlullah (s.a.) idi. Bu hakkını almak ya da
hakkından vazgeçerek affedip feragat etmek tamamen O'na ait bir hak idi.
Ümmetine gelince, durum değişmekte, Hz. Peygamber'e (s.a.) ait bir haktan
vazgeçmeye ümmetin yetkisi bulunmamakta ve bu hakkın yerine getirilmesi, ümmet
için terkedilmesi mümkün olmayan bir görev olmaktadır. Bu meseleler başka bir
yerde ele alınacaktır. Burada maksat yalnızca işaret ve uyandır.
18— Bir
sözleşme (ahd) karşılığında İslâm ülkesinde ikâmete hak kazanan kimse, İslâm'a
zararlı olacak bir hâdiseye sebebiyet verirse, kanının ve malının korunması
hususunda yapılan anlaşma bozulmuş olur. Devlet başkanı kendi imkânıyla o
şahsı ele geçiremezse kanı ve malı heder olur. Kim onun malına el koyarsa o
malın sahibi olur. Rasûlullah (s.a.), Eyle halkıyla yapılan barış anlaşmasında:
"Kim bir olay çıkarırsa (anlaşmanın şartlarına aylan davranırsa) onu malı
kurtaramaz ve malı alana ait olur.1' demiştir. Çünkü, o şahıs bu hareketiyle,
ehl-i ahd olmaktan çıkmış, muhârib (ehl-i harb) sınıfına geçmiştir. Onun
hakkında da ehl-i harb hakkındaki hükümler uygulanır.
19—
Geceleyin cenaze defnetmenin caiz olması. Hz. Peygamber (s.a.), Zülbicâdeyn'i
geceleyin defnetti. Ahmed b. Hanbel'e bu konu sorulduğunda şöyle dedi: Bunda
bir mahzur yoktur.[170] Ebu
Bekir, geceleyin defnedildi. Hz. Ali, Hz. Fâtıma'yı geceleyin defnetti. Hz.
Âişe: "RasûluUah'ın (s.a.) defnedildiği gecenin sonunda küreklerin sesini
işittim." demektedir. Hz. Osman, Âişe ve İbn Mes'ûd'un definleri hep
geceleyin olmuştur.
Tirmizî'de îbn
Abbas'tan şöyle bir rivayet vardır: Rasûlullah (s.a.) bir gece kabristana
girdi. O'na kandil yakıldı. Kıble tarafına geçti ve: "Allah sa-. na rahmet
eylesin, sen zikrederek sesini yükseltir ve çok çok Kur'an okurdun."
buyurdu.[171] Tirmizî der ki: "Bu
hadis hasendir."
Buharî'de de şöyle bir
hadis nakledilir. Rasûlullah (s.a.) bir ada' du ve: "Bu kimdir?"
dedi. Dediler ki: "Bu filandır, dün gece defnol (Bunun üzerine kalktı ve
cenaze) namazını kıldı.[172]
Soru: Müslim'in
Sahih'indç rivayet ettiği şu hadise ne dersiniz?: "Hz. Peygamber (s.a.)bir
gün ashabına hitab etti. Vefat eden, yetersiz bir kefene sarılıp geceleyin
defnolunan bir adamı andı ve mecbur kalınmadıkça bir kimsenin, namazı
kılınmadan, geceleyin defnedilmesini menetti."[173]
Ahmed b. Hanbel: "Benin görüşüm de budur." demiştir.
Cevap: Allah'a
hamdederek, yukarıda zikredilen her iki hadisi de kabul eder, birini diğeri ile
izaha kalkışmayız ve geceleyin cenazeyi defnetmenin mekruh olduğunu söyler,
hatta bundan men ederiz. Ancak geceleyin yolculuk yapanlar arasından birinin
vefat etmesi, yolculann gündüzü beklemeleri halinde zarar görmelerinden veya
ölünün şişip dağılmasından korkulması, bu ve benzeri gibi geceleyin
defnedilmesini gerekli kılacak zaruri sebepler sözkonusu olursa o zaman buna
izin veririz. Başarı Allah'tandır.
20— Devlet
başkanı herhangi bir yere askerî birlik gönderir, bu birlik ganimet malı ve
esir alır ya da kale fethederse, elde ettikleri herşeyden beşte bir pay
ayrıldıktan sonra geri kalanı o birlikteki mücahidler arasında paylaştırılır.
Rasûlullah (s.a.), Dûmetü'l-Cenderin fethinde Ükeydir ile yapılan anlaşma
sonucu elde edilen ganimetleri, Halid b. Velid komutasında gönderilen
askerlerin arasında paylaştırmıştı. Tamamı dört yüz yirmi süvari idi. Elde
edilen ganimetler ise; iki bin deve, sekiz yüz at idi. Her bir süvariye beş
hisse düşmüştü. Ancak bu birlik savaşmakta olan bir ordunun içinden ayrılarak
teşkil edilirse durum değişmekte,,bu birliğin askerî gücü o ordunun gücüne
dayanmakta olduğu için elde ettikleri ganimetler, beşte biri ayrıldıktan
sonra, ordunun bütün neferleri arasında paylaştınlmaktadır. Hz. Peygamber'in
(s.a.) sünneti bu idi.
21—
Rasûlullah'ın (s.a.) "Medine'de öyle kimseler vardı ki attığınız her
adımda ve aştığınız her vadide sizinle beraber idiler." sözüyle ifade
ettiği beraberlik, "kalbî beraberlik idi, yoksa bazı cahillerin söylediği
gibi bedenî beraberlik değildi. Çünkü bu dedikleri şey imkânsızdır. Zira bv
söz üzerine Rasû-lullah'a (s.a.): "Onlar Medine'de oldukları halde
mi?" diye sorulmuş, O da: "Evet. Onlar mazeretleri yüzünden Medine'de
kaldıkları halde." diye cevap vermişti. Onların bedenleri Medine'de,
ruhları ise mücahid kardeşleriyle beraberdi. Bu cihadın kalp ile yapılanıdır
ve dört mertebesinden biridir: Bu mertebeler; kalp ile, lisan ile, mal ile ve
beden ile cihad etmektir. Hadiste: "Müşriklere karşı lisanlarınızla,
kalplerinizle ve mallarınızla cihad ediniz." buyu-rulmuştur[174]
22— Allah'a
isyan edilen günah yuvalarının yakılıp yıkılması. Rasûlul-lah (s.a.), Mescid-i
Dırâr'ın yakılmasını ve yıkılmasını emretmişti. Halbuki orası içinde namaz
kılınan ve Allah'ın zikrolunduğu bir mekândı. Buna rağmen mü'minlere zarar
vermek, aralarını bozmak ve münafıklara sığınaklık yapmak gibi maksatlar için
kullanılınca Rasûlullah (s.a.) yıkılmasını emretti. Bu durumda olan bütün
binalar için devlet başkanının ya yıkmak ve yakmak, ya da şeklini ve gayesini
ıslah edecek tedbirleri atmak gibi bir görevi vardır. Dırâr mescidi'nin durumu
böyle olunca; apaçık şirk koşma maksadıyla yapılmış, içinde görev yapanların
orada bulunan kimselere kulluk etmeye çağırdığı yerlerin yıkılması daha çok
gereklidir. Fısk ve günah mahalleri olan meyhane, kumarhane ve her türlü
batakhane hakkındaki hüküm de aynıdır. Hz. Ömer (r.a.), içki satılan bir köyü
tamamen yakmış, Rüveyşid es-Sakafî'nin meyhanesini yakmış ve kendisini Rüveyşid
yerine Füveysık diye adlandırmıştır. Sa'd'ın sarayını da halktan gizlendiği
için yakmıştır. Rasûlullah (s.a.) cumayı ve cemaatı terkedenlerin evlerini
yakmaya yeltenmiş[175]
içlerinde, kendilerine cuma ve cemaat farz olmayan kadınlar ve çocuklar
bulunduğu için bırakmıştır.
23— Allah'a
itaat ve ibadet durumunun bulunmadığı eşyanın vakfı sahih değildir. Bu kaideye
göre: Kabir üzerine yapılan mescid yıkılır, mescide
defnolunan ölünün kabri oradan
kaldırılır. Ahmed b. Hanbel ve diğer âlimler bu konuda kesin hükmün böyle
olduğunu söylemişlerdir. İslâm'da; kabir ile mescid bir arada bulunmaz, bilakis
hangisi diğerinden sonra yapılmak is-. tenirse buna mâni olunur, bu konuda
hüküm verirken öncelik esasına riayet edilir. Beraber yapılmış olsalar caiz
olmaz. Böyle bir vakıf şer'an sahih ve caiz olmaz. Rasûlullah (s.a.) nehyettiği
için, böyle bir mescidde kılınan namaz sahih olmaz. Hz. Peygamber (s.a.) aym
zamanda kabirleri mescid yapıp orada kandil yakanlara da lanet etmiştir.
Allah'ın Peygamberi ve Rasûlü ile göndermiş olduğu İslâm dini böyle idi, ama
bugün görüldüğü gibi, insanlar arasında garip kalmıştır.
24— Uzaktan
gelen birisini karşılamak, sevinç ve mutluluğunu ifade etmek için ud, zurna
vb. çalgı âletleri ve müstehcen nağmelerin eşliğinde olmamak kaydıyla şiir
söylenmesi caizdir. Hiç kimse buna haram dememiştir. Bu hükme yapışarak günah
olan mağmeleri dinlemenin de helâl olduğunu iddia edenlerin bu iddiası; şarabı
üzüme ve sarhoş etmeyen üzüm suyuna kıyas ederek, madem ki üzüm ve suyu helâl,
şarap da helâldir diyenlerin iddiası gibidir. Bu ve benzeri kıyaslar;
"alışveriş de faiz gibidir" diyenlerin kıyasları gibidir.
25—
Rasûlullah'ın (s.a.), kendisini övenleri dinlemesi, onları bu davranışlarından
alıkoymaması başkaları için delil teşkil etmez. Çünkü övenlerle övülenler
arasında çok farklar vardır ve Rasûlullah (s.a.): "Övgüde bulunanların
yüzüne toprak serpiniz." buyurarak bu konudaki hükmü apaçık belirtmiştir.[176]
26— Seferden
geri kalan üç kişinin kıssasında sayısız hikmetler ve ibretler vardır. Burada
bazılarına işaret ediyoruz:
a)Bir
kimsenin Allah ve Rasûlü'ne itaat hususundaki kusur ve eksiğini haber vermesi,
bunun sebebini açıklaması, akıbetinin ne olduğunu, durumundaki ibret verici
hususları haber vermesi, hayrın ve şerrin yollarını açıklaması ve bu
açıklamaya dayanan daha mühim meseleleri haber vermesi caizdir.
b) Kibir ve
gurur maksadıyla olmadığı takdirde bir kimsenin hayra Vesile olacak şekilde
kendini övmesi caizdir.
c) Bir kimse
gücünün yetmediği bir hayra karşı, gücünün yettiği başka bir hayırla kendi
kendini teselli eder.
27— Akabe
bîati, sahabenin şahit olduğu en faziletli işlerden biridir. O kadar ki Kâ'b,
Akabe'deki biati Bedir'deki cihaddan daha aşağı derecede görmezdi.
28— Devlet
başkanı, bazı hususları tebaasından gizlemekte fayda görürse, o hususları
gizlemesi müstehaptır veya duruma göre hüküm değişir.
29— Bir şeyi
gizlemekte zarar ve fesat sözkonusu olursa, onu gizlemek caiz değildir.
30— Hz.
Peygamberdin (s.a.) hayatında orduya ait bir kayıt defteri yoktu, îlk olarak
kayıt defteri uygulamasını başlatan Hz. Ömer'dir. Bu uygulama Rasulullah'm
(s.a.) takip edilmesini emrettiği sünnetidir. Zamanla bu uygulamanın faydası
açığa çıkmış ve müslümanların ona olan ihtiyacı hissedilmiştir.
31— Bir
müslüman için ibadet ve tâatta bulunarak Allah'a yakınlaşma fırsatı doğduysa,
hemen o fırsatı değerlendirmeye bakmalı ve bunun için gerekli teşebbüsü
yapmalı, ileriki bir tarihe bırakmamalıdır. Çünkü azmetme ve gayrete gelme
hisleri çoğunlukla geçici olur. İnsan, himmet ve gayret hislerini tahrik eden
fırsatları hemen değerlendirmelidir. Allah Teâlâ kendisine böyle bir fırsat
verip de, bu fırsatı değerlendiremeyen kulunu, kalbiyle iradesi arasına girerek
ve bir daha ona iradesini kullanma imkânı vermeyerek cezalandırır. Allah ve
Rasûlü'nün çağrısına cevap vermeyen kimsenin de kalbiyle iradesi arasına engel
koyar da daha sonra hiçbir zaman cevap verme gücünü, bulamaz. Allah (c.c):
"Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeylere
çağırdıkları zaman icabet edin. Bilin ki, Allah, gerçekten kişi ile onun kalbi
arasına girer. "[177] Bu
hakikati Allah Teâlâ şu âyetiyle açıklığa kavuşturmuştur: "Biz onların
kalplerini ve gözlerini —ilkin ona inanmadıkları gibi— ters çeviririz; onları
taşkınlıkları içinde şaşkın şaşkın bıraki-rız."[178]
Yine Allah (c.c.) buyurdu ki: "Ama onlar yoldan sapınca, Allah da onların
kalblerini saptırmıştı. "[179]
Yine buyurdu ki: "Allah, bir kavmi doğru yola eriştirdikten sonra
sakınmaları gereken şeyleri kendilerine açıklamadıkça onları sapıklıkla
sorumlu tutacak değildir."[180] Bu
mânada, Kur'ân'-da, çok âyet vardır.
32— Hz.
Peygamber (s.a.) ile beraber gitmeyip geri kalanlar; ya tam nifak ehli olanlar,
ya bir özürü ve mazereti bulunanlar, ya da Rasûlullah'ın (s.a.) bir maslahat
sebebiyle veya Medine'de yerine vekil tayin ettiği için geride bıraktığı
kimseler olmak üzere üç sınıfa ayrılıyorlardı.
33— Devlet
başkanı ve herhangi bir makamda başkan durumunda olanların itaatsizlik gösterenleri
ihmal etmemeleri, bilakis onları itaatkâr olmaya davet etmeleri gerekir.
Rasûlullah (s.a.) Tebük'te: "Kâ'b ne yaptı?" diyerek yalnızca onu
sormuş, münafıkları ihmâle terkettiği için onlardan hiç kimseyi zikretmemişti.
34—Allah ve
Rasûlü'nü müdafaa kastıyla ve dinî hamaset ve hamiyyet sâikıyle bir başkasının
kusurlarını söylemek caizdir. Bu noktadan hareketledir ki, hadis âlimleri,
râvüerin durumunu araştırıp kusurlarını göstermişlerdir. Yine aynı noktadan
hareketle peygamberlerin vârisleri durumundaki ehl-i sünnet âlimleri
bid'adçıların kusurlannı göstermişlerdir. Yoksa bu ayıplamalar ve kusurları
açığa çıkarmalar nefsî arzu ve istekleri tatmin etmek için değildir.
35—
Ayıplanan ve kendisine bir kusur nisbet edilen kimsenin, ortada bir yanılma
sözkonusu olursa, kendisini savunması da caizdir. Muaz (r.a.), Kâ*-b'ı
kötüleyen kimseye: "Ne kötü konuştun!*' demiş, sonra da: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Allah'a yemin olsun ki, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz."
diyerek müdâfaada bulunmuştu. Rasûlullah (s.a.) da ne öyle konuşanı, ne de
Kâ'b'ı bu sözlerinden men etmedi. Her ikisini de dinledi.
36— Yoldan
gelen bir müslümanın memleketine girerken abdestli olması ve evine gitmeden
önce mescide uğraması, iki rekât namazdan sonra çevresindeki müslümanlarla
oturup hemhal olması, sonra ailesinin yanına gitmedi sünnettir.
37— Rasûlullah (s.a.), münafıklardan kendisini
müslüman gibi gösterenlerin dış görünüşlerine göre davranıyor, kalplerindeki
gerçek düşüncelerini Allah'a havale ediyor, hüküm verme zamanı dış
görünüşlerine göre hükmediyor, bilinmeyen içyüzlerine göre cezalandırmıyordu.
38— Devlet
başkanının ve hâkimin; hâdise çıkaran, huzur bozan kimselerin selâmlarını
almayarak onları cezalandırması ve başkalarına da ibret olmalarını sağlaması
caizdir. Rasûlullah'tan (s.a.) Kâ'b'ın selâmını aldığı nak-ledilmemiştir,
bilâkis öfkeli bir şekilde karşıladığı rivayet edilmektedir.
39—
Tebessüm, sevinme ve hoşlanmanın alâmeti olduğu gibi öfkenin de alâmeti
olabilir. Zira gerek sevinme, gerekse öfkelenme hallerinin her ikisinde de kan
basıncı yükselir, bu sebepten yüzde pembeleşme gözükür. Bu durumdan da sevinç
ve öfke hâsıl olur ve arkasından tebessüm veya gülme gelir. Bundan dolayı,
özellikle nahoş hallerde, kudretli insanların gülmesine al-danmamahdır. Bu
hususta denilmiştir ki:
"Arslanı, dişleri
açığa çıkmış olarak görürsen, Zannetme ki arslan gülümsemektedir."[181]
40— Devlet
başkanı ve başkan durumundaki kimselerin, değer verdikleri kıymetli dostlarına
sitem edip onları azarlamaları mümkündür. Rasûlullah (s.a.), Tebük seferinden
geri kalanlar içerisinde yalnızca üç kişiye sitemde bulunmuştur. İnsanlar çok
defa dosttan gelen sitemi övmüş, onun hazzını ve sevincini dile getirmişlerdir.
Hal böyle olunca, Allah'ın yeryüzünde yarattıklarının en sevgili olanının
sitemi nasıl olur? Allah'a yemin olsun ki, bu sitem en tatlı bir sitem,
semeresi en büyük, faydası da en yüce olan bir sitemdir. O üç kişi kimbilir ne
büyük bir sevince, hoşnutluğa ve mazhariyete nail olmuşlardır.!
41— Allah Teâlâ, Kâ'b'ı ve iki arkadaşını, doğru
sözlü olmaya ve bu durumlarında sebatkâr olmaya muvaffak kılmış, yalan söylemek
ve gerçek dışı özürler beyan ederek onları rezil etmemiştir. Böyle yapsalardı,
dünyada sıkıntı çekmezlerdi, ama ahiretleri tamamen perişan olurdu. Dürüst kimseler,
işin başında biraz yorulurlar ama ardından devamlı bir kurtuluşa kavuşurlar.
Dünya ve ahiret, bu prensip üzerine kuruludur. Başlangıçtaki acılıklar sonuçta
tatlılığa, başlangıçtaki tatlılıklar da sonuçta acılığa dönüşürler.
Rasûlullah'm (s.a.) Kâ'b (r.a.) için: "Bu (Kâ'b) doğru söyledi."
sözünde, zikredilen nesnenin veya kimsenin, özel olarak bir hükme tâbi olduğu
hususunda karîne bulunduğu zaman, mefhûm-u lâkaptan yararlanılabileceğine açık
delil vardır. Allah (c.c): "Davud ve Süleyman'ı da an; hani onlar,
milletin davarlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlardı. O vakit
geceleyin bir kavmin davan ekin tarlasına yayılmıştı (zarar vermişti). Biz de
onların hükümlerine şahit idik. Biz o meselenin hükmünü Süleyman'a bildirmiştik,"[182] buyurmaktadır.
Rasûlullah (s.a.): "Bana yeryüzü mescid ve toprağı da temiz (teyemmüm
edilebilecek vasıfta) kılındı." buyurmuştur.[183]
Yu-kardaki hadiste de: "Bu doğru söyledi." buyurmuştur. Burada bu
sözü duyan; sözü söyleyen kimsenin, o şahsı husûsî bir hükme tâbi tuttuğunda
şüphe etmez.
42— Kâ'b'ın:
"Benim durumumda olan başkası var mı?" diye sorması ve: "Evet,
Mürâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye." diye cevap vermelerinde; bir musibete
uğrayan kimsenin, aynı musibete uğrayan başka kimseleri örnek alma psikoiojisiyle
kendisini teselli etmesinin caiz olduğuna örnek vardır. Allah (c.c.) bu konuda
yol göstererek: "Düşman milleti takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer
siz yaralanıp acı çekiyorsanız, muhakkak ki onlar da sizin çektiğiniz gibi acı
çekiyorlar. Halbuki siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri (ahiret ve cennet gibi)
şeyleri ummaktasınız."[184]
buyurmuştur. İşte Allah'ın, cehennemlikleri menettiği halet-i rûhiyye budur. Bu
konuda Allah (c.c): "Bu özlediğiniz şey bugün asla size fayda sağlamaz;
çünkü zulmettiniz, hepiniz azabda ortaksınız." buyurmaktadır.[185]
Kâ'b'ın: "Bana
Bedir harbine iştirak etmiş iki salih kimseden bahsettiler, benim onları örnek
almam gerekir." sözü, Zührî'nin yamlarak ilâvede bulunduğu yerlerden biri
sayılır. Çünkü siyer ve meğâzî kitaplarının hiç birinde bu iki kişinin Bedir
harbine katıldığı kaydedilmemiştir. Ne İbn İshak, ne Musa b. Ukbe, ne Emevî, ne
Vâkıdî ne de başka biri onları Bedir ehlinden saymışlardır. Vakıa da gösteriyor
ki, onların Bedir ehlinden olmamaları gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.),
Hâtıb casusluk yapmak gibi bir günah işlediği halde onu cezalandırmadı ve
alâkasını kesmedi. Hz. Ömer (r.a.) onu öldürmeye kalkışınca da: "Allah'ın
Bedir ehline bakıp:'Dilediğinizi yapın, bütün günahlarınızı bağışladım.' dediğini
nereden bileceksin." buyurdu. Hiç casusluk suçu ile, savaştan geri kalmak
birbiriyle kıyaslanır mı?
Ebu'l-Ferec İbn Cevzî
der ki: Bu konunun hakikatim ortaya çıkarmayı çok arzu ediyorum. Ebu Bekr
el-Esrem'e rastladım. Zührî'nin faziletini, hafızasının kuvvetini ve bu
konudaki sağlamlığını anlattı. Bu konudan başka bir yerde yanıldığına
rastlamadığını söyledi ve: "Mürâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye'nin Bedir
harbine katıldıklarını söylemektedir. Halbuki bunu ondan başka kimse
söylememektedir. .Hata etmekten hiç kimse kurtulamaz." dedi.
43— Hz.
Peygamber'in (s.a.) bu üç kişiyle görüşülüp konuşulmasımya-saklayip diğerleri
için böyle bir yasak getirmemesinde, bu üç kişinin doğru söylediklerine ve
diğerlerinin yalancı olduklarına delil vardır. Bu yasakla onları,
günahlarından dolayı tedip etmek istemiştir. Münafıklara gelince, onların
günahları böyle bir yasaklama ile geçiştirilmekten daha büyüktü. O üç kişi için
kullanılan ilaç diğerlerinin hastalığına çare olmaz, fayda vermezdi. Allah
(c.c.) da kullarının günahları karşısında böyle muamele eder, mü'nıin kulunu
sevdiği halde, en küçük bir hatasından dolayı tedip eder, o da daha dikkatli
olmaya çalışır. Allah katında kıymetten düşmüş olan kula gelince, günah ile
arasında hiçbir engel bırakmaz ve her günah işlemesinde ona nimetler ihsan
eder; o da zenneder ki bu nimetler kendi fazilet ve kerametinden dolayıdır.
Bütün bunların Allah tarafından horlanmanın bizzat kendisi olduğunu ve bu
nimetlerden dolayı azabının daha şiddetli olacağım bilemez. Nitekim meşhur bir
hadiste: "Allah bir kulu için hayır dilerse, cezasını dünyada iken peşin
peşin verir. Bir kulu için de şer dilerse onu dünyada iken cezalandırmaz da, o
kul kıyamet günü günahlarıyla birlikte gelir." buyurulmuştur.[186]
Rasülullah'ın (s.a.)
bu davranışında devlet başkanı, âlim ve başkan durumundaki kimselerin cezayı
gerektiren bir davranışta bulunan kimse ile alâkayı kesmesinin caiz olduğuna
da delil vardır. Yalnız bu alâka kesmenin Ölçüsü iyi tesbit edilmeli ve o
şahsa fayda sağlayacak dereceyi aşıp kemiyet ve keyfiyet açısından onu helake
sürükleyecek derecede olmamalıdır. Çünkü maksat ıslah etmektir, helak etmek
değildir.
44— Kâ'b'ın:
"Öyle ki dünya bana karşı değişti. Nerdeyse o bildiğim dünya
değildi." sözündeki bu değişiklik; korkan, hüzünlü ve kederli olan herkesin
toprakta, ağaçta, bitkide, hatta halini bilmediği insanlarda bulacağı bir halin
ifadesidir. Günahkâr bir âsî de günahının derecesine göre, hanımının ve
çocuğunun ahlâkında, bineğinin ve hizmetçisinin huyunda hatta bizzat kendi
nefsinde bu hali hisseder, kendisi bile kendine değişik gelir, sanki o kendisi
değil, sanki ailesi ve arkadaşları onlar değiller. Zaten böyle bir değişme olmasa,
bu korku da olmaz. Bu hal Allah'ın bir sırrıdır ve ancak kalbi ölü olmayanlara
aşikârdır. Kalbinin canlılık derecesine göre de bu değişmeyi ve yalnızlığı
idrak eder. Ölü bir beden yaralanmadan nasıl acı duymazsa, ölü bir kalp de bu
durumdan hiçbir şey hissetmez.
Sözkonusu değişme ve
yalnızlık hissinin, münafıklar için zirvede olduğu bilinmekte olduğu halde,
onların kalpleri ölü olduğu için bu durumu hissetmezler. Bir kalpde hastalık
müzminleşirse, günah ve isyan sebebiyle ıztırabı şiddetlenirse, bu değişmeyi ve
yalnızlığı duymaz. İşte bu vaziyet "şekavet" alâmetidir. Bu
hastalığın iyileşeceğinden ümit kesilmiş, doktorlar da tedavisinden âciz
kalmışlardır. Korku ve keder, şüpheyle; emniyet ve sürür, gühantan uzak
durmakla beraber bulunurlar.
"Yeryüzünde suçsuz insandan daha cesuru yoktur. Ve
yeryüzünde şüpheciden daha korkağı da bulunmaz."
Basiret sahibi bir
mü'min, bir imtihana tâbi tutulur, sonra kendine gelirse, anlattıklarımızın bu
kadarından bile faydalanabilir. Hem öylesine çok yönlü faydalar sağlar ki,
sınırlandırılması mümkün değildir. Hiçbir faydası olmasa
Rasûlullah*ın(s.a.)peygamberlik alâmetlerini ve haber verdiği hâdiseleri
görür, O'nun peygamberliğini tasdik etmesi zaruret derecesinde kuvvetlenir.
O'na isyan etmekle şerre uğraması, itaat etmekle de hayra nail olması
Rasûlullah'ın (s.a.) peygamberliğine en kuvvetli delildir. Bu durum şuna benzer:
Bir kimse size "şu yola girerseniz, orada şöyle şöyle tehlikeler var"
diye tafsilatlıca anlatıyor. Siz de buna rağmen ona muhalefet ederek o yola
giriyorsunuz ve size haber verdiği tehlikelerle karşılaşıyorsunuz. Bu durumda
ona muhalefet etmekle beraber, doğru söylediğine şahit oluyorsunuz. Yalnızca
tavsiye ettiği yola giren ve bu tehlikelerden hiçbiriyle karşılaşmayan kimse
de onun doğru söylediğine şahit olur ve birçok hayra ve saadete nail olursa da,
bu konudaki bilgisi mücmel olur.
45— Hilâl b.
Ümeyye ve Mürâre; evlerinde oturuyor ve namazlarını evlerinde kılıyorlar,
cemaate geliniyorlardı. Onların bu durumu, müslümanla-rın alâkalarını
kesmelerinin, cemaata gelmemeyi mubah kılan özürlerden sayıldığına delil
olmaktadır. Yahut şöyle de denilebilir: Alâkayı kesmenin tam gerçekleşmesi,
müslümanlann cemaatına katılmamalarını gerektirmektedir. Fakat şu akla
gelebilir: Kâ'b cemaata geliyor, diğer ikisi gelmiyordu. Rasû-lullah (s.a.) ise
ne Kâ'b'i men ediyor; ne de diğerlerini kınıyordu. Bu durumu açıklamak için
şöyle denebilir: Müslümanlara onlarla alâkalarını kesmeleri emrolununca, kendi
hallerine bırakıldılar. Yani cemaatla emrolunmadılar, cemaattan alıkonulmaları
da sözkonusu olmadı ve kendileriyle de konuşulmadı. Bu durumda cemaata gelene
mâni olunmadı. Terkedene de bir şey söylenmedi. Şöyle de denilebilir: Herhalde
o iki kişi cemaata çıkamayacak kadar zayıf ve aciz idiler. Bu yüzden Kâ'b
demişti ki: "Ben kavmin en genci ve kuvvetlisi idim, dışarı çıkıyor ve
müslümanlarla birlikte cemaata iştirak ediyordum."
46— Kâ'b'ın:
"Rasûlullah'a (s.a.) geliyor, namazdan sonra meclisinde otururken selâm
veriyor ve kendi kendime diyordum ki: Acaba selâmımı almak için dudağım
kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?" sözünde; alâka kesilmeye
müstahak olan kimseden selâm almanın
vacip olmadığına delil vardır. Şayet vacip olsaydı, selâmını alırken sesini
duyurması vacipti.
47— Kâ'b'm:
"Müddet uzayınca Ebu Katâde'nin bahçesinin duvarına tırmandım."
sözünde; bir kimsenin, arkadaşının ve komşusunun rızası olduğunu bildiği zaman
izin almadan onun bahçesine girmesinin caiz olduğuna delil vardır.
48— Ebu
Katâde'nin Kâ'b'a: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." sözünde; bu
şekilde hitap etmenin, konuşma sayılmayacağına delil vardır. Bir kimse, bir
başkasıyla konuşmamaya yemin etse ve ona, Ebu Katâde'nin söylediği gibi söylese
yeminini bozmuş olmaz. Özellikle bu sözüyle konuşmaya niyet etmezse hiç konuşma
sayılmaz. Ebu Katâde'nin halinin dış görünüşünden de onun konuşmak niyetiyle
hitap etmediği anlaşılmaktadır.
"Bana kim Kâ'b'ı
gösterir?" diye soran çiftçiye orada bulunanların hiç konuşmadan yalnızca
işaret ederek yol göstermelerinde, alâka kesmenin tam anlamıyla gerçekleşmesi
için takınılmış bir ta /ir vardır. Şayet açık açık: "Kâ'b şu
adamdır." deselerdi, bu da bir konuşma olmaz ve yasağa muhalefet etmiş
sayılmazlardı. Ancak bu konudaki titizliklerinden dolayı ismini söylemediler.
Bu arada şu da söylenebilir: Onun önünde ve onun hakkında, duyabileceği
şekilde başka biriyle konuşmak bile bir çeşit onunla konuşmak sayılır. Özellikle
böyle bir davranış onunla konuşmak için bir vesile gibi kabul edilmişse bu
apaçık bir hiledir. Bu durumdan menetmek, hileden ve kötülüğe ulaştıran
yollardan menetmek gibidir. Bu meseleyi böyle anlamak daha güzel ve daha köklü
bir anlayış olacaktır.
49— Gassân
melikinin bir mektup yazıp onu davet etmesi; Kâ'b için Allah'ın bir başka
ibtilâsı, Allah ve Rasûlü'nün sevgisi hakkındaki imanını denemesi, sonunda Hz.
Peygamber (s.a.) ve müslümanlar kendisini terkettiği halde imanının
zayıflamadığının sahabe arasında açığa çıkması, onun bu durumda bile dünya
mülkünde ve mevkisinde gözünün olmadığı hususunun herkes tarafından görülmesi
içindir. Yine bu olayda, Allah'ın onu nifak illetinden temize çıkarması,
imanının kuvvetini ve Rasûlullah (s.a.) ile müslüman-lara olan sadakatim açığa
çıkarması vardır. Bütün bunlar, Allah'ın Kâ'b'a bir lutfu, hakkındaki
nimetlerini tamamlaması ve kırılan kalbini tamir etmesi idi. Madenlerin
eritildiği ateş misali, nasıl orada posa, hakiki madenden ayrıhrsa, böyle bir
imtihanda da kişinin içinde, kalbinde ne varsa açığa çıkar ve bu suretle gerçek
yüzü görünmüş olur.
50— Kâ'b'ın:
"Mektubu tandırda yakmaya azmettim." sözünde, din için fesada ve
zarara yol açacak şeylerin hemen yok edilmesinin lüzumuna işaret
edilmekdedir. Hakiki mü'min, bu konuda
tereddüt etmez ve beklemez. Üzüm suyu şaraba dönüştüğü veya bir mektup zarar ve
fesada yol açtığı zaman hemen yok edilmesi gerekir.
Gassânîler o vakitler
Rasûlullah'a (s.p.) karşı harp hazırlığı yapıyorlar, atlarım nallıyorlardı.
Şüca' b. Vehb el-Esedî'yi Rasûlullah (s.a.) bir mektupla Gassânîlann kralı
Haris b. Ebî Şemr el-Gassânî'ye gönderip onun İslâm'a davet ettiği için o da
harbe hazırlanıyordu. Şüca' diyor ki: Gassan kralı Şam ovasında Humus'tan
Eyle'ye gelen Kayser'e hediyeler hazırlamakla meşgulken ona vardım. İki veya
üç gün kapısında bekledim. Kapıcısına: "Ben, Ra-sûlullah'ın (s.a.) ona
gönderdiği elçisiyim." dedim. O da: "Filan gün dışarı çıkıncaya kadar
onunla görüşemezsin." dedi ve ismi Meriy (?) olan bu Rum kapıcı bana Rasûlullah'ı
(s.a.)sormaya başladı. Ben de Rasûlullah'tan (s.a.) ve davet ettiği dinden
bahsediyorum. Beni dinlerken hassaslaşiyor ve ağlayarak şöyle diyordu:
"İncil'i okumuştum. Bu peygamberin vasıflarını aynen orada görmüştüm. Ben
O'na iman ediyor ve O'nu tasdik ediyorum. Fakat, şimdiye kadar bana ikramda ve
ihsanda bulunan Haris'İn beni öldürmesinden korkuyorum." Ve bir gün Haris
çıktı, tahtına oturup tacını başına koydu ve bana yanına girmem için izin
verdi. Ben de yanına varınca, Rasûlullah'ın (s.a.) mektubunu verdim. Mektubu
okuyup yere fırlattı ve: "Kim benim mülkümü elimden alacakmış! Yemen'de
bile olsa gidip onu bulacağım." dedi. Daha sonra etrafındakileri topladı,
atların nallanmasını emretti ve bana da: "Git, gördüklerini arkadaşına
haber ver!" dedi. Bu arada Kayser'e mektup yazarak benden ve hazırlandığı
seferden onu haberdar etti. Kayser de ona cevaben bir mektup göndererek, bu
sefere çıkmamasını, bu işten vazgeçmesini ve Eyle'de kendisine ulaşmasını
istedi. Bu mektubu alınca beni çağırdı ve: "Ne zaman gidiyorsun?"
dedi. Ben de: "Yarın" dedim. Bana yüz mıskal altın verilmesini
emretti. Kapıcısı da bana bir elbise verdi, daha başka ikramlarda bulundu ve:
"Benden Rasûlullah'a (s.a.) selâm söyle." dedi. Rasûlullah'a (s.a.)
geldim, bütün bu olanları haber verdim. Hz. Peygamber (s.a.): "Mülkü helak
olsun!" dedi. Sonra kapıcısının kelâmını söyledim ve anlattığı şeyleri haber
verdim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Doğru söylemiş." buyurdu.
Haris b. Ebî Şemr, Mekke'nin fethedildiği sene Öldü. İşte bu müddet içinde
Gassan kralı, Kâ'b'a mektup yazarak kendilerine iltihak etmesini istiyordu.
Takdir-i ilâhi, Kâ'b'ın Rasûlullah'.tan (s.a.) ve dininden yüz çevirmesine mani
oldu.
51— Bu üç
kişinin üzerinden kırk gün geçince Rasûlullah (s.a.) onlara hanımlarından uzak
durmalarım emretti. Bu emretme hadisesinde iki bakımdan üç kişinin feraha
kavuşacakları ânın müjdeleri vardı:
Birincisi: Hz.
Peygamber (s.a.) onlarla ne konuşuyor, ne de elçi gönderiyordu. Şimdi ise hem
konuşmuş, hem de eiçi göndermişti.
İkincisi: Ailelerinden
uzak durmalarını emretmesinde bir özellik vardır, o da şudur: Rasûlullah (s.a.)
bu emriyle onlara, lezzet ve zevk unsurlarından tamamen uzaklaşarak ibadet ve
tâata daha ciddi olarak kendilerini vermeler ri, bütün vakitlerini Allah'a kullukla
geçirmeleri hususunda yol göstermiştir. Böylece feraha kavuşacakları vaktin
yaklaştığı, cezalarının bitmesine az bir şey kaldığı anlaşılmış oldu.
Bu olayın fıkhî izahı
ise şöyledir: îhramlı olmak, oruçlu bulunmak ve itikâfta olmak gibi ibadet
zamanlarında kadınlardan uzak durmak gerekir. Rasûluilah (s.a.) bu üç kişinin
son zamanlarının ihramlı veya oruçlu kimseler gibi daha çok ibadetle geçmesini
arzu etti. Onlara merhametinden dolayı ilk günden böyle bir emirde bulunmadı.
Şayet tâ baştan beri hanımlarından uzak durmalarım emretseydi belki sabırları
taşar, tahammül gösteremezlerdi. Bu emri yalnız son günler için vermesi tamamen
onlara bir lütuf ve rahmettir. Hacılara, hacca gitmeye niyet eder etmez değil
de, ihrama girdikten sonra hanımlarından uzak durmalarının emredilmesinde de
aynı lütuf ve rahmet vardır.
Kâ'b'ın hanımına:
"Ailenin yanına git.'* sözünde; bu ve benzeri sözlerle, talâka niyet
edilmediği müddetçe, talâk vâkî olmayacağına delil vardır. Bu hususta doğru
olan şudur: Talâk, ıtâk ve hürriyet kelimeleri bile, boşama veya köle azad
olmasına sebep olmazlar. Allah'ın dininde doğru olan, bizim de doğruluğunda hiç
şüphe etmediğimiz hüküm budur. Meselâ bir adama: "Kölen ahlâksız, cariyen
zina ediyor." denilse de adam: "Olamaz, o köle iffet sahibi hür biridir
veya o cariye iffetli hür biridir." dese, bu sözüyle azad etme hürriyetini
kasdetmemiş, iffet hürriyetini kasdetmiştir. Dolayısıyla o adamın ne kölesi,
ne de cariyesi bu sözüne binâen âzâd olmazlar. Aynı şekilde bir adama:
"Kölen kaç yıldır senin yanında?" diye sorulsa, o da: "O benim
yanımda eski (atîk)dir." diye cevap verse, bu sözüyle, onun eskiden beri
yanında olduğunu kasdettiği için, kölenin azad olması sözkonusu değildir. Yine
aynı şekilde bir adam, doğum sancısı çeken karısına vursa ve kendisine
sorulduğunda da: "O tâlık (doğum sancısı çekiyor)." dese, bu sözü
söylerken de karısını boşamak hiç akhna gelmemişse, karısı boş olmaz. Adam bu
sözüyle, karısının durumunu ifade etmiştir. Bu ve benzeri lâfızlar, beraberlerindeki
karinelerden dolayı sarih olmaktan çıkarlar ve kasdolundukları mânayı ifade
ederler. Bu lâfızların talâk ve ıtak konusunda (köle azad etmek) sarih
olduğunu, karinelerin hükme tesir etmediğini iddia etmek tamamen bâtıldır.
52— Kâ'b'ın,
mutlu sonu müjdeleyen kimsenin sesini duyunca secde etmesi; bunun, sahabeye
ait bir âdet olduğuna apaçık delildir. Bu secdeler, yenilenen nimetler ve
defedilen musibetlerden dolayı yapılan şükür secdeleridir. Ebu Bekir Sıddîk
(r.a.), Müseyleme'nin katledildiği haberi gelince[187] Ali
b. Ebî Tâlib (r.a.), Haricîlerden Zü's-Südiyye'yi ölü olarak buiuncat[188] Rasûlullah
(s.a.), Cebrail (a.s.): "Kim Rasûlullah'a (s.a.) bir salâvat getirirse,
Allah da o kuluna on salavat (rahmet) getirir." müjdesini getirince, üç
defa ümmetine şefaat dileyip Allah'ın (c.c), sonunda ümmetinin tamamı için şefaatinin
kabul edileceği bilgisini alınca secde etmişlerdir. Yine Hz. Peygamber (s.a.),
bir askeri birliğinin düşmanlarına karşı zafer kazandığı müjdesini, başı Hz.
Âişe'nin göğsünde iken almış ve hemen kalkıp secdeye kapanmıştı. Ebu Bekre der
ki: "Ne zaman Rasûlullah'a (s.a.) sevindirici bir haber gelse, kalkar
secdeye kapanırdı.[189]
Bütün bu eserler (sahabe sözleri) sahihtir* sıhhatlerinde hiçbir şüphe
yoktur.
53— Kâ'b'ı
müjdelemek için ashabtan birinin atını mahmuzlamasında, bir diğerinin tepeye
tırmanmasında; o topluluğun hayır uğrunda nasıl yarıştıklarına, birbirlerinin
sevincine nasıl ortak olduklarına deliller vardır.
54— Kâ'b'ın,
gelen müjdeciye iki elbisesini de (izar ve ridasım) birden vermesi, bu
davranışın üstün bir ahlâk ve yüce bir haslet olduğuna işaret etmektedir.
Abbas (r.a.) da kölesi gelip, Haccâc b. Ilât'tan, Rasûlullah (s.a.) hakkında
kendisini sevindirecek bir haberi olduğunu müjdelemesi üzerine onu azad
etmişti.
55— Kâ'b'ın
davranışında; müjdeciye, elbisesinin tamamını vermenin caiz olduğuna delil
vardır.
56— Yine bu
hâdisede, hakkında dinî bir nimet yenilenen kimseyi tebrik etmenin, geldiği
zaman onun için ayağa kalkmanın miîstehap olduğuna delil vardır. Bu davranış,
müstehap olan bir âdettir. Dünyevî bir nimete nail olan kimseye de böyle
davranmak caizdir. O kimseye şöyle demek evlâdır: "Allah'ın sana lütuf ve
ihsan ettiği şey, hakkında mübarek olsun." İnsan böyle söylemekle nimeti,
ihsan edene ait kılmış, o nimete kavuşana da dua etmiş olur.
57— Bu
hâdisede, kulun yaşayabileceği en mutlu ve faziletli gününün, Allah'a tevbe ile
yöneldiği ve tevbesinin kabul edildiği gün olduğuna delil var-dfr. Çünkü
Rasûlullah (s.a.) Kâ'b'a: "Sana anandan doğduğun günden itibaren yaşamış
olduğun en güzel günün hayırlı müjdesi var." demişti.
Şayet: Nasıl olur da o
gün, müslümanlığı kabul ettiği günden daha hayırlı olabilir, denilirse cevap
olarak şöyle söylenir: O gün, müslüman olduğu günün tamamlayıcısı mahiyetindedir.
Müslüman olduğu gün saadetinin başlangıcı, tevbesinin kabul edildiği gün ise o
saadetin tamamlanması ve kemâle ermesidir. Yardım istenen yalnızca Allah'tır.
58— Bu
hâdise üzerine Rasûlullah'ın (s.a.) sevinmesi ve yüzünün bu sevinçle aydınlanmasında;
Allah'ın, Peygamberini ümmetine karşı ne kadar şefkatli ve merhametli
kıldığına işaret vardır. Öyle ki Rasûlullah'ın (s.a.) sevinci, nerdeyse Kâ'b'm
ve iki arkadaşının sevincinden daha fazla idi.
59— Kâ'b'm:
"Yâ Rasûlallah; tevbemin kabulünden dolayı malımın tamamını sadaka olarak
vermek istiyorum." demesinde, tevbe ederken gücü yettiği kadar sadaka
vermenin müstehap olduğuna delil vardır.
60—
Rasûlullah'ın (s.a.) Kâ'b'a: "Malının bir kısmını kendine sakla. Bu, senin
için daha hayırlıdır." demesinde; malının tamamını sadaka olarak vermeyi
adayan kimsenin, tamamını vermesinin gerekmeyeceğine, bir kısmını kendine
bırakmasının caiz olduğuna delil vardır. Bu konudaki rivayetlerde bazı
ihtilâflar sözkonusu olmuştur. Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'de Rasûlullah'ın
(s.a.) Kâ'b'a: "Malının bir kısmını kendine sakla" buyurduğu kaydedilmiştir.
Dolayısıyla Hz. Peygamber, kendisine alıkoyacağı mal için herhangi bir
takdirde bulunmamış, bu durumu tamamen Kâ'b'ın takdirine bırakmıştır. Bu
konuda sahih olan da budur. Kendisine ve ailesine yetmeyecek kadar azalan bir
malı, sadaka olarak vermek caiz değildir, bu maldan adakta bulunması da ibadet
değildir. Adakta bulunsa bile yerine getirmesi gerekmez. İhtiyaçlarını
karşıladıktan sonra arta kalan malını tasadduk etmesi daha faziletlidir. Bu
durumda nezirde bulunursa, nezrini yerine getirmesi vaciptir. Bu hüküm, şer'î
kaidelerin ve kıyasın sonucudur. Bu yüzden kişinin kendi ihtiyacı ile ailesinin
ihtiyacını karşılaması, mali borçlarını ödemesinden önce gelir. Bu mali
borçlar, ister keffâret ve hac gibi Allah'a ait haklar sınıfından olsun, ister
kul borcu olsun hüküm değişmez. Biz iflas eden bir kimseye evini,
hizmetçisini, elbiselerini, sanatkâr ise âlet ve edevatını, değilse ticaret yapacağı
eşyayı bırakır, geri kalan malını borçluların hakkı olarak kabul ederiz. Ahmed
b. Hanbel, malının tamamım tasadduk etmeyi nezreden kimsenin, üçte birini
vermesinin yeterli olabileceğini söylemiş, daha sonra mezhebini takip eden
âlimier İmam Ahmed'in bu sözünü, Kâ'b kıssasındaki şu nakille
delillendirmişlerdir: "Kâ'b dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah ve
Rasû-lü'ne tevbe etmemden dolayı malımın tamamını Allah ve Rasûlü için vereceğim.
Rasûlullah (s.a.): Hayır, dedi. Dedim ki: Yarısı. O yine: Hayır, dedi.
O halde üçte birini,
dedim. Bunun üzerine: Evet, dedi. Ben de: Hayber'deki hissemi alıkoyacağım,
dedim." Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.[190] Bu
hadisin sabit oluşu biraz şüphelidir. Çünkü Kâ'b kıssasında sahih rivayet;
Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'de Zührî hadisinden Kâ'b b. Mâlik'in oğlu
yoluyla yapılan rivayettir. O da: "Malının bir kısmını alıkoy."
şeklindedir ve miktar olarak bir sınırlama getirmemiştir. Bu isnaddakiler kıssa
hakkında daha sağlam bilgiye sahiptirler. Çünkü rivayet bizzat oğlundan yapılmaktadır.
Soru: Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'mde rivayet ettiği: "Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir, Allah'a
tevbe edince dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Tevbemden dolayı kavmimin diyarını
terkedip senin yakınında yerleşmek, Allah ve Rasûlü için malımın tamamını
tasadduk etmek istiyorum. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Üçte birini vermen
yeter. [191] hadisi için ne iersiniz?
Cevap: Ahmed b.
Hanbel'in yukarıdaki sözünün delili bu hadistir, Kâ'b hadisi değil. Sonra Ahmed
b. Hanbel'in, oğlu Abdullah yoluyla gelen rivayette şöyle dediği
nakledilmiştir: "Bir kimse malının tamamını veya bir kısmını tasadduk
etmeyi nezretse, fakat malının tutarından çok borcu bulunsa, sahip olduğu malm
üçte birini sadaka olarak vermesinin yeterli olacağı görüşündeyim. Çünkü
Rasûlullah (s.a.) Ebu Lübâbe'ye, üçte birini vermesini emretmiştir."
Ahmed b. Hanbel hadisten hüküm çıkarma konusunda daha çok bilgilidir. Bundan
dolayı herhangi bir sınırlama bulunmayan Kâ'b hadisiyle değil, üçte birle
sınırlama getirilen Lübâbe hadisiyle fetva vermiş ve sanki mutlak olan Kâ'b
hadisini Ebu Lübâbe hadisiyle kayıt altına almak istemiştir.
Yine Ahmed b.
Hanbel'in; "Sahip olduğu malından çok borcu bulunan bir kimsenin, malının
tamamını veya bir kısmını tasadduk etmeyi nezretmesi halinde, malının üçte
birini vermesinin yeterli olduğunu" söylemesi; malından çok borcu olsa
bile o kimsenin nezrinin geçerli olduğuna delil teşkil etmektedir. Daha sonra
mal sahibi olup borcunu ödemek istediği zaman, nez-rettiği gün sahip olduğu mal
miktarının üçte birini öder. Oğlu Abdullah'tan gelen bir başka rivayette ise
şöyle demiştir: "Bir kimse hibede bulunmak ve borcunu ödemek suretiyle
elindeki malı harcar, sonradan başka mal kazanırsa, yemin ettiği gün
itibariyle malının üçte birini ödemesi vaciptir." Yemin ettiği günden
maksat, nezrettiği gündür. O günkü malının üçte birini hesap eder ve borcunu
ödedikten sonra bu miktarı nezri için ayırır.
Ahmed b. Hanbel;
"Veya bir kısmı" sözüyle, bir kimsenin malının belirli bir kısmını
veya bin dinar gibi belirli bir miktarı tasadduk etmeyi nezret-mesi halinde de
üçte birini vermesi, malının tamamını nezrettiği zaman üçte birinin yeterli
olması gibi yeterli olur, demek istemiştir. Mezhebinin sahih olan görüşüne göre
belirlediği malın tamamını vermesi gerekir. Bu hususta başka bir rivayet daha
vardır ki o da şöyledir: Şayet belirlediği miktar malının üçte biri veya daha
azı ise, o miktarın tamamını vermesi gerekir. Şayet üçte birinden fazla ise,
yalnızca üçte bir miktarınca vermesi gerekir. Ebu'l-Berekât'a[192]-göre
en sahih görüş budur.
Bütün bu nakillerden
sonra deriz ki: Ne Kâ'b hadisinde, ne Ebu Lübâbe hadisinde, onların kesin
olarak nezrettiklerine dair bir delil vardır. Yalnızca: "Tevbemizden
dolayı malımızı bağışlamalıyız." dediler. Bu söz, nezirde bulunma
hususunda açık değildir. Bu sözün mânası: Tevbelerinin kabulünden dolayı
Allah'a şükretmek maksadıyla mallarım tasadduk etmeye azmetmektir. Rasûlullah
(s.a.) da onlara, mallarının bîr kısmını vermenin yeterli olacağım, tamamını
vermelerine ihtiyaç bulunmadığını haber vermiştir. Bu aynen malının tamamını
vasiyet etmek için izin isteyen Sa*d'a yalnızca üçte biri için izin vermesi
gibidir.
Bu meseleye iki türlü
itiraz edilebilir: Birincisi: Hz. Peygamberin (s.a.) *(Sana kâfidir" sözü,
hükmü vacip olan meseleler için kullanılır. İkincisi: Üçte birinden fazlasını
tasadduk etmekten menetmesi, o fazlalığı vermenin ibadet mânası taşımayacağına
delâlet eder. Çünkü Allah ve Rasûlü, ibadet mânası taşıyan bir davranıştan
menetmezler. İbadet mânası taşımayan bir nezirde bulunursa, o nezri yerine
getirmek gerekmez.
Bu itirazlar şöyle
cevaplandırılır: "Sana kâfidir" sözü, "sana yeter"
mâ-nasındadır. Bu kelime, dört harfli fiillerdendir. Sizin dediğiniz mâna, üç
harfli fiilden yapılan şekil için söz konusudur. Rasûlullah'ın (s.a.) Ebu
Bürde'ye kurban konusunda: "Senin için olur, senden başka hiç kimse için
olmaz."[193] buyurması da bunun
gibidir. Yeterlilik, vacip için kullanıldığı gibi, müste-hap için de
kullanılır.
Üçte bir miktarı gecen
sadakadan menetmesine gelince; burada onun daha çok faydasına olan, din ve dünya
menfaatim elde etmesine yardımcı olacak noktaya işaret vardır. Şayet malının
tamamını tasadduk etmeye izin verseydi, daha sonra İçine düşeceği fakirliğe ve
yokluğa sabredemezdi. Rasûlullah (s.a.) tasadduk etmek için bir kese getiren
şahsa onunla vurmuş,[194]
fakirliğe dûçâr kalacağından ve bu duruma sabredemeyeceğinden korktuğu İçin
sadakasını kabul etmemiştir. Şöyle de cevap verilebilir —ki tercihe şayan olan
görüş de inşaallah budur—: "Hz. Peygamber (s.a.), malını tasadduk etmek
isteyen herkesin halini takdir etmiş ve ona göre davranmıştır. Meselâ, Hz. Ebu
Bekir'in malının tamamım bağışlamasına mani olmamış, "Ailene ne bıraktın?"
diye sorduğunda Hz. Ebu Bekir: "Onlara, Allah'ı ve RasûhVnü bıraktım."[195]
dediği halde bir hoşnutsuzluk göstermemiştir. Hz. Ömer'den malının yansını
sadaka oiarak kabul etmiştir. Kesenin sahibini ise tasadduk etmekten
menetmiştir. Kâ'b'a da: "Malının bir kısmım kendine sakla." demiştir.
Bu sözde üçte bir gibi bir belirleme mânası yoktur. Yine bu sözde elde tutulacak
miktarın, tasadduk edilecek miktardan iki kat fazla olması gerektiği mânası da
yoktur. Ebu Lübâbe'ye ise: "Üçte birini vermen sana yeter." buyurmuştur.
Bu haberler arasında herhangi bir çelişki sözkonusu değildir. Bu duruma göre:
Kim malının tamamını sadaka olarak vermeyi nezrederse, kendisinin ve ailesinin
ihtiyacı olan, başkasına muhtaç olmadan, el açmadan yaşayabileceği miktarı
alıkor, bu bir mal olabilir, akar olabilir veya ürünü kendilerine yetecek bir
toprak parçası olabilir, gerisini tasadduk eder. En doğrusunu Allah bilir.
Rabîa b. Ebî
Abdurrahman: "Zekât miktarınca olan meblağı tasadduk eder, gerisini
ahkor." demiştir. Câbir b. Zeyd: "Miktar iki bin ve daha fazla ise
onda birini, bin ve daha az ise yedide birini, beş yüz ve daha az ise beşte
birini tasadduk eder." demektedir. Ebu Hanife (r.h.): "Zekât düşen
malının tamamını tasadduk eder." demektedir. Zekât düşmeyen malı hususunda
ise ondan iki rivayet vardır: Birincisi: Tasadduk eder; ikincisi: Etmezse bir
şey gerekmez, şeklindedir.
Şafiî der ki: "Bütün
malını sadaka olarak vermesi gerekir." Zührî ve Ahmed: "Malının üçte
birini vermesi gerekir." derken, bir başka grup da: "Yalnızca yemin
keffareti miktarınca vermesi kâfidir." demektedir.
61—
Doğruluğun ne kadar muazzam bir ahlâk olduğu. Dünya ve ahiret saadetinin ona
bağlı bulunması, Allah'ın doğruluk sayesinde kurtuluşa erdirmesi ve yalan
sebebiyle de helak eylemesi bu hususu açıklamaktadır. Allah Teâlâ mü'min
kullarına, sadıklarla beraber bulunmalarını emretmiştir: "Ey inananlar,
Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun."[196]
Allah Teâlâ, insanları
iki kısma ayırmıştır: Saîdler (huzur ve mutluluğa erenler) ve şakîler (tam bir
perişanlık içinde bulunanlar). Saîdler; doğru söyleyen ve Allah ve Rasûlü'nü
tasdik edenler, şakîler ise yalan sözlü olup Allah katından gelen şeyleri de
yalanlayanlardır.
Bu taksim dört başı
mâmur tam bir taksimdir. Çünkü saadet, doğru sözlülük ve tasdik ehlinden
olmakla; şekavet ise yalancılık ve yalanlamakla beraber bulunurlar.
Allah sübhanehû ve
teâlâ, kullarına, kıyamet gününde doğruluktan başka hiçbir şeyin fayda
getirmeyeceğini haber vermiştir. Münafıkların, kendilerini başkalarından
ayıran bilgilerinin ve ayıpladığımız hallerinin tamamının aslında,
sözlerindeki ve davranışlarındaki yalancılık vardır. Doğruluk imanın rehberi,
delili, bineği, sürücüsü, kıyafeti, zîneti hatta ve hatta özü ve ruhudur.
Yalan ise küfrün ve nifakın rehberi, deliîi, bineği, sürücüsü, kıyafeti, zîneti
ve özüdür. Yalanın imana karşı duruşu, şirkin tevhid inancına karşı duruşu
gibidir. İmanla yalan yanyana gelirse biri diğerini kovar, onun yerine kendisi
geçer ve kesinlikle bir arada bulunmazlar. Allah Teâlâ Tebük'e gitmeyen bu üç
kişiyi, doğrulukları yüzünden kurtuluşa erdirirken, diğerlerini
de yalanları sebebiyle helak etmiştir.
Allah kuluna, İslâm nimetinden sonra İslâm'ın hayatı ve gıdası olan doğruluktan
daha faziletli bir nimet ihsan et-* memiş, İslâm'ın fesadı ve hastalığı olan
yalandan daha büyük bir belâ ile de onu imtihan etmemiştir.
Allah Teâlâ'mn:
"Andolsun ki Allah, Peygamber'i ve güçlük saatmda^ ona uyan Muhacirler ile
Ensar'ı affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalb-leri kaymağa yüz tutmuş
iken yine de onların tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli,
pek merhametlidir. "[197]
âyet-i kerimesi, tevbe-nin Allah katındaki kadrini ve faziletini en muazzam bir
şekilde açıklamıştır. Tevbe, mü'minin kemale ermesinin son basamağıdır. Allah
Teâlâ bu kemali, bütün savaşların en sonunda mallarını, canlarını Allah için
feda edip, diyarlarını terk ettikten sonra onlara bahsetmiştir. Bütün
maksatları Allah'ın tevbelerini kabul etmesiydi. Bu sebepten Rasülullah (s.a.)
Kâ'b'm tevbesinin kabul edilmesini, anasından doğduğu günden o güne kadar
yaşamış olduğu en hayırlı gün olarak ifade etmiştir. Ancak Allah'ı hakkıyla
bilenler, O'nun hakkını tanıyanlar ve kulluk görevini lâyıkıyla bilenler,
kendi nefsini, nefsinin sıfatlarını ve davranışlarını; Rabbının kulluğunu eda
etme yönünde yaptıklarını, yapması gereken görevleri yanında denizde bir damla
gibi bilenlerin dışında kimse bu mânayı hakkıyla kavrayamaz. Bu durum da,
zahirî ve bâtınî âfetlerden kendini kurtarabilenler içindir. Kulunu af ve
mağfiretiyle kuşatan, onu mağfiret ve rahmet deryasına daldıran Allah'ı teşbih
ederiz. Böyle olmasaydı, helak olmaktan kurtulmak düşünülemezdi. Adaleti ile
hükmetmesey-di, arz ve semâ ehline zalim olmadığı halde —günahlarından dolayı—
azab ederdi. Rahmetiyle muamele etmesi, kulları için işledikleri amellerden
daha hayırlıdır. Hiç kimseyi yalnızca kendi ameli kurtarmayacaktır.
Yukarıda geçen âyet-i
kerimedeki (Tevbe, 117) Allah'ın (c.c.) kullan hakkındaki tevbesinin, âyetin
hem başında hem de sonunda olmak üzere iki kere tekrar edilişini düşününüz.
Önce kullarına tevbe etmeleri yönünde bir muvaffakiyet ihsan etmiş, daha sonra
da tevbe ettkiklerinde tevbelerini kabul buyurma lütfunda bulunmuştur. Her
hayır Allah'tandır, Allah iledir, Allah içindir ve Allah'ın elindedir.
Dilediğine bir lütuf ve ihsan olarak bu hayırdan verirken, dilediğini de adalet
ve hikmetinin bir sonucu olarak mahrum eder.
62—Allah
Teâlâ'mn, "Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de..."[198]
âyet-i kerimesini Kâ'b doğru tefsir etmiştir. Bu tefsire göre bu üç kişi,
sefere katılmayan ve Rasülullah'a (s.a.) yemin ederek mazeretler beyan eden
grupla beraber bulunmamışlar, geri kalmışlardı. Yoksa âyet-i kerimede kastedilen
"geri kaiış", sefere gitmemek mânasında değildir. Şayet bu mâna
kaste-dilseydi, "geri bırakıldılar." yerine "geri kaldılar"
fiili kullanılırdı. Nitekim Allah (c.c): "Medine halkına ve onun
çevresinde bulunan bedevîlere, Allah'ın Peygamberinden geri kalmaları
yakışmaz."[199]
âyet-i kerimesinde bu fiil kullanılmıştır. Çünkü burada kendi iradeleriyle
geri kalmışlar, diğerinde geri bırakılmışlar, onları geri bırakan da bizzat
Cenab-ı Hak olmuştur, kendiliklerinden geri kalmış değillerdir. En iyi bilen
Allah'tır. [200]
Ibn Ishak der ki:
Rasûlullah (s.a.) Tebük'ten döndükten sonra Rama-zan'ın geri kalanını, Şevval'i
ve Zilkâde'yi Medine'de geçirdi. Sonra Ebu Bekir'i (r.a.) hicretin 9.
senesinde, müslümanlarla birlikte hac ibadetini edâ etmek için emîr olarak
tayin etti. Müşriklerin de hac yapmaya devam ettikleri bu senede müslümanlar
Ebu Bekir (r.a.) ile birlikte yola çıktılar.[201]
İbn Sa'd der ki: Ebu
Bekir (r.a.) üç yüz kişiyle Medine'den çıkmıştır.. Rasûlullah (s.a.) onlarla
birlikte kurbanlık olarak yirmi deve göndermiştir.Eliyle boyunlarına kurban
olduklarım gösterir alâmetlerini takmış, develeri
götürme işini de
Naciye b. Çündüb el-Eslemî'ye vermiştir. Hz. Ebu Bekir debeş deve götürmüştür. [202]
İbn İshak der ki:
Berâe sûresi, Rasûlullah (s.a.) ile müşrikler araşır daki anlaşmanın bozulması
hakkında nazil olmuştur. Bu sûrenin inmesinden ra Hz. Ali, Rasûlullah'ın (s.a.)
Adbâ adındaki devesiyle yola çıkmışt
İbn Sa'd der ki: Arc
denilen yerde —İbn Âiz'e göre Dacnân denilen yerde— Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir'e
yetişti. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali'yi görünce: "Emîr olarak mı, yoksa memur
olarak mı geldin?" diye sordu. Hz. Ali de: "Memur olarak
geldim." dedi ve beraber yürüdüler.
Hz. Ebu Bekir, Hz.
Ali'ye: "Rasûlullah (s.a.) seni hac için mi görevlendirdi?" diye sorunca
o da dedi ki: "Hayır, Berâe sûresini tebliğ etmem ve daha önceki
anlaşmaların ibtalini bildirmem için gönderdi." Daha sonra Hz. Ebu Bekir
mü'minlere haccını yaptırdı. Kurban kesme günü (kurban bayramı) Hz. Ali
kalktı, anlaşmaların ibtal edildiğini bildirdi ve RasûluUah'm (s.a.) kendisine
emrettiği hususları şu sözlerle tebliğ etti: "Ey inananlar! Kâfir cennete
giremez. Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapamaz, Kabe'yi çıplak olarak
tavaf edemez. Rasûlullah (s.a.) kiminle bir anlaşma yapmışsa, o anlaşma, vakti
doluncaya kadar geçerlidir."
Humeydî, Süfyân—Ebu
îshâk Hemedânî—Zeyd b. Yüşey' yoluyla şu rivayette bulunmuştur: Ali'ye hangi
görevle hacca gönderildiğini sorduk. Dedi kj: "Dört şeyle gönderildim: 1)
Mü'min olmayan kimse cennete giremez. 2) Kabe'yi çıplak olan kimse tavaf
edemez. 3) Bu seneden sonra Mescid-i Ha-ram'da müslümanla kâfir bir araya
gelemez. 4) Kimin Rasûlullah (s.a.) ile bir anlaşması varsa, süresi doluncaya
kadar geçerlidir. Rasûlullah (s.a.) ile anlaşması olmayanlara dört ay mühlet
verilmiştir."[203]
Sahih-i Buharı ve
Sahih-i Müslim''de Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Ebu
Bekir, o hacda kurban kesme günü, Mina'da beni de şu ilanı yapanlar arasında
gönderdi: "Bu seneden sonra hiçbir müşrik hac edemez. Kabe'yi çıplak
olarak tavaf edemezler." Daha sonra Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali'yi göndererek
ona Berâe sûresini duyurmayı emretti. Ebu Hu-reyre der ki: Ali bizimle beraber
kurban günü Mina'da Berâe sûresini duyurdu, bu yıldan sonra hiçbir müşrikin
hac yapamiyacağını ve çıplak olarak Kabe'yi tavaf edemeyeceğini ilan etti.[204]
Bu kıssada hacc-ı
ekber'in, kurban kesme günü olduğuna delil vardır. Öbür yandan Hz. Ebu Bekir'in
bu hacının farz olan hac sayılıp sayılamayacağı, üzerindeki hac borcunun bu
hacla mı, yoksa bir sene sonra Rasûlullah (s.a.) ile beraber yaptığı veda
haccıyla mı düştüğü konusunda iki görüş ileri sürülerek ihtilâf edilmiştir.
Sahih olan görüş ikincisidir. (Yani bu borcun veda haccıyla düştüğüdür.)
Sözkonusu iki görüş, iki esasa dayanmaktadır.
Birincisi: Acaba hac,
veda haccı senesinden önce farz kılınmış mıydı? İkincisi: Hz. Ebu Bekir'in eda
ettiği hac Zilhicce ayında mı idi, yoksa cahiliyye dev-rinde Arapların ayları
ileri-geri almaları yüzünden Zilkade ayında mı olmuştu? Bu iki görüşten
İkincisi, Mücâhid ve diğer âlimler tarafından benimsenmiştir. Buna göre Hz.
Peygamber (s.a.) hac ibadetini, farz olmasından bir yıl sonraya tehir
etmemiştir. Aksine farz kılındığı sene hemen edâ etmiştir. Rasûlullah'ın (s.a.)
sünnetine ve hâline yakışan da budur. Haccm hicrî altıncı, yedinci, sekizinci
veya dokuzuncu senesi farz kılındığını iddia edenlerin hiçbir delili yoktur. Bu
konuda en çok şunu söyleyebilmişlerdir: "Haccı ve umreyi Allah için
tamamlayın."[205]
âyeti hicretin altıncı senesi Hudeybiye'de nazil olduğu için hac da bu sene
farz kılınmıştır. Halbuki bu âyette, haccm farz kılmışına bir işarette
bulunulmamış, farz kılındığı zaman tamamlanması emredilmiştir. Bunların her
biri ayrı ayrı durumlardır. Haccın farz kılmışını bildiren âyet-i kerime ise
şudur: "Yoluna gücü yeten herkesin, Kabe'yi haccetmesi, insanlar üzerinde
Allah'ın bir hakkıdır."[206] Bu
âyet-i kerime de "elçiler yılı" olarak bilinen hicretin 9. senesinin
sonlarında nazil olmuştur. [207]
Sakîf kabilesinden bir
heyetin Rasûlullah'a (s.a.) geldiğinden, Tâif sefe-!jri anlatılırken
bahsedilmişti.
Musa b. Ukbe der ki:
Ebu Bekir (r.a.) ashab-ı kirama haccını yaptırdı. Urve b. Mes'ûd es-Sakafî
Rasûlullah'a (s.a.) gelmiş ve daha önce anlatıldığı gibi kavminin yanma dönmek
için RasûluUah'tan (s.a.) izin istemişti. Sonra onlardan bir heyet geldi.
Aralarında o gün reisleri durumunda olan Kinâne b. Abdi Yâleyl ile
heyettekilerin en küçüğü olan Osman b. Ebu'l-Âs da vardı. Muğîre b. Şu'be dedi
ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kavmimi benim yanımda misafir et, onlara ikramda
bulunayım. Çünkü aramızda cereyan eden olayın yarası çok yeni." RasüluIIah
(s.a.): "Seni kavmine ikramda bulunmaktan menetmem. Ancak ben onları,
Kur'an dinleyebilecekleri bir verde misafir etmek istiyorum." buyurdu.
Muğîre ile kavmi
arasındaki yara şu sebeptendi: Muğîre, Sakifliler'in yanında ücretli olarak
çalışıyordu. Sakîfliler, Mudar'dan gelirken, yolda uykuda oldukları bir sırada
onlara saldırmış ve öldürülmüş, sonra mallarını alarak Rasûlullah'a (s.a.)
gelmişti. Rasûlullah (s.a.): "Müslüman olmanı kabul ederiz, ama bu malı
kabul etmeyiz. Çünkü biz zulmetmeyiz." buyurmuş ve o malı ganimet sayıp
beşte birini almayı reddetmişti.
Daha sonra Hz.
Muhammed (s.a.) Sakîfliler'in temsilcilerini mescidde konaklattı. Kur'an-ı
Kerim dinleyebilmeleri ve namaz kılanları görebilmeleri
için orada onlara çadır kurulmasını
emretti. Allah'ın Rasûlü (s.a.) hutbe okurken kendi nefsini anmıyordu. Sakîfliler
bunu görünce: "Bize kendisinin Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmemizi
emrediyor, ama kendisi hutbede *>u şehadeti söylemiyor." dediler.
Onların bu sözleri Rasûlullah'ın (s.a.) kufağı-na gelince1 buyurdu ki:
"Ben, Allah'ın Rasûlü olduğuma ilk şehadet edenim." [208]
Temsilciler her gün
Rasûlullah'm (s.a.) yanma geliyor, en küçükleri olan Osman b. Ebu'1-Âs'ı
bineklerinin yanında bırakıyorlardı. Osman ise onlar ne zaman dönüp öğle
uykusuna yatsalar hemen Rasûlullah'a (s.a.) gidiyor, O'na din hakkında sorular
soruyor ve Kur'an okutuyordu. Bu defalarca gidiş-geliş sonunda Osman, İslâm'ı
öğrendi ve kavradı. Rasûlullah'ı (s.a.) uykuda görürse Ebu Bekir'e (r.a.) gider
ve bu durumu da arkadaşlarından gizlerdi. Allah'ın Rasûlü (s.a.), Osman'ın bu
halinden hoşlandı ve onu sevdi. Heyet-tekiler uzun bir müddet orada kaldılar ve
devamlı RasûlulUuYa (s.a.) gidip geldiler. O da onları İslâm'a çağırıyordu.
Sonunda müslüman oldular. Kinâ-ne b. Abdi Yâleyl dedi ki: "Hakkımızda
kararını bildirir inisin ki biz de kavmimize dönelim?" Rasûlullah (s.a.):
"Evet, islâm'ı kabul ederseniz kararımı bildiririm. Yoksa ne karar, ne de
aramızda sulh olur." buyurdu. Kinâne dedi ki: "Zina için ne dersin?
Biz gurbette dolaşan kimseleriz ve bundan geri duramayız." Rasûlullah
(s.a.): "Bu, size haramdır. Çünkü Allah Teâlâ: 'Zinaya yaklaşmayın, zira
o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.'[209]
buyurmuştur." dedi. Sonra dediler ki: "Faiz hakkında ne dersin? O
bizim bütün servetimizdir." Rasûlullah (s.a.): "Anamallarınız,
sermayeleriniz sizindir. Allah Teâlâ: 'Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer
gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı almayın.>[210]
buyuruyor." Dediler ki: "İçki için ne dersin? Bizim bölgemizin
üzümlerinden elde ederiz ve onsuz edemeyiz." Hz. Peygamber (s.a.):
"Allah onu haram kılmıştır." buyurdu. Sonra: "Ey iman edenler!
Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans oklan birer şeytan işi
pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz."[211]
âyetini okudu. Bunun üzerine hemen kalktılar ve bir köşede başbaşa kaldılar ve
(kendi aralarında) dediler ki: "Yazıklar olsun size! Şayet dediklerine
karşı durursak, Mekke'nin karşılaştığı bir gün ile karşılaşmamızdan korkuyoruz.
Gidelim, isteklerimiz üzerinde yazışalım."
Hz. Peygamber'e (s.a.)
geldiler ve: "İstediğin her şeye evet, ama Rabbe (Lât) hakkında ne
dersin?" dediler. Rasûlullah (s.a.): "Yıkın!" dedi. "Eyvah!
Rabbe, senin onu'yıkmak istediğini öğrenirse ahaliyi öldürür." dediler.
Bunun üzerine Ömer b. Hattâb dedi ki: "Ey İbn Abdi Yâleyl, yazıklar olsun
sana! Rabbe'nin bir taş parçası olduğunu bilmiyor musun?" Onlar da:
"Biz sana gelmedik ey İbn Hattâb." dediler. Sonra Rasûlullah'a
(s.a.): "O halde yıkma işini sen üzerine al, biz katiyen yıkamayız."
dediler. Rasûlullah (s.a.) da: "Size onu yıkmaya yetecek kadar adam
göndereceğim." dedi ve aralarında yazışma tamamlandı.
Kinâne b. Abdi Yâleyl
dedi ki: "Göndereceğin kimse yola çıkmadan Bize izin ver, sonra elçini
arkamızdan gönder. Biz kavmimizi çok iyi tanırız!" Hz. Peygamber (s.a.) onlara
ikramda bulundu, emniyetlerini sağladı ve izin verdi. Giderken dediler ki:
"Ya Rasûlallah! Kavmimizden birini bize imamlık yapması için emîr tayin
et." Rasûlullah (s.a.) İslâm'a olan düşkünlüğünü bildiği Osman b.
Ebu'1-Âs'ı başlarına emîr tayin etti. Yola çıkmadan önce Kur'an'dan birkaç
sûreyi öğrenmişti.
Kinâne b. Abdi Yâleyl
arkadaşlarına dedi ki: "Ben Sakîflileri en iyi ta-nıyanınızım. Olanları
gizleyiniz. Onları savaş ve ölümle tehdit ediniz. Onlara Muhammed'in (s.a.)
bizden bazı şeyler istediğini, bizim de reddettiğimizi haber veriniz. Bizden
Lât ve Uzza'yı yıkmamızı, içkiyi ve zinayı haram kılmamızı, mallarımızın
faizini bırakmamızı istediğini haber veriniz." [212]
Heyetteki temsilciler
kabilelerine yaklaşınca, Sakîfliler onları karşılamaya çıktılar.Temsilcilerin
başları önlerine düşmüş, develeri birbirine yaklaştırılmış, kendileri de
elbiselerine bürünmüş vaziyette olduklarını görünce üzüldüler ve hayırlı bir
haberle gelmediklerini düşünerek kaygılandılar. Birbirlerine: "Heyetiniz
hayırlı bir haber getirmiyor." dediler. Daha sonra heyette-kiler
bineklerinden indiler. Âdetleri üzere Lât'a doğru yöneldiler ve yanına
geldiler. —Lât, Tâif sırtlarında bulunan bir puttu. Beytullah'ta hedy kurbanı
kesildiği gibi ona da kurban keserlerdi.— Heyet oraya gelince, Sakîfiiler-den
bazıları: "Görünüşlerinde hiçbir hayır yok." dediler. Sonra
temsilcilerin her biri ailelerinin yanına döndü. Temsilcilerin akrabasından
olan Sakîfliler, eve dönenlerin yanlarına gelip ne getirdiklerini, nasıl bir
haberle döndüklerini sordular. Onlar da dediler ki: "Biz, dilediğini
yapan sert ve katı bir adamın yanından geliyoruz. Bu adam kılıçla ortaya
çıkmış, Araplar ve diğer milletler kendisine boyun eğmek zorunda kalmıştır.
Bize çok ağır tekliflerde bulundu. Lât ve Uzza'nm yıkılmasını ve sermayelerin
dışındaki faiz olarak elde edilen malların alınmamasını teklif etti. Zinayı ve
içkiyi haram kıldı."
Sakîfliler bu sözleri
dinledikten sonra: "Vallahi bu denilenleri kesinlikle kabul etmeyiz!"
dediler. Temsilciler de: "O halde silahlarınızın bakımını yapın, savaşa
hazırlanın, yiyeceklerinizi depolayın, kalelerinizi onarın." diye karşılık
verdiler. Sakîfliler iki-üç gün savaşmaya kararlı olarak beklediler. Sonra
Allah Teâlâ, bunların kalbine korku saldı ve: "Vallahi, bizim bu adama
karşı koyacak gücümüz yok. Bütün Araplar ona boyun eğdi. Ey temsilciler! Geri
dönünüz, ne isterse kabul ediniz ve barış anlaşması yapınız." dediler.
Temsilciler onlardaki bu değişikliği, sulh ve sükûnu, korku ve savaşa tercih
ettiklerini görünce, dediler ki: "Biz O'nunla anlaşmamızı yaptık.
Dilediğf-mizi verdik, istediğimizi şart koştuk. Biz O'nu insanların en
vefalısı, en merhametlisi ve en doğrusu olarak gördük. Bizim bu gidişimizde ve
yaptığımız anlaşmada bizim ve sizin için bereket vardır. Allah'ın size ihsan
ettiği huzur ve afiyeti kabul ediniz." Bunun üzerine Sâkifliler:
"Bunu niçin bizden gizlediniz de bizi en ağır üzüntülere boğdunuz?"
dediler. Onlar da: "Allah'ın, kalbinizdeki şeytanlık gururunu gidermesini
istedik." dediler. [213]
Birkaç gün sonra
Hz." Peygamber'in (s.a.) elçileri geldiler. Başlarında Hâ-lid b. Velid
vardı. Muğîre b. Şu'be de içlerindeydi. Gelir gelmez Lât putunu yıkmaya
azmettiler. Bütün Sakîf halkı kadınlar, erkekler ve çocuklar hepsi olup
bitenlere bakıyorlar, evlerden başlar uzanıyor, neler olduğunu görmeye
çalışıyorlardı. Ve hiçbir Sakîfli, o putun yıkılabileceğine ihtimal vermiyor,
bunu imkânsız görüyordu.
Muğîre b. Şu'be
kalktı, eline kazma aldı ve arkadaşlarına: "Vallahi, sizi Sakîflilerin
durumuna güldüreceğim." dedi. Sonra kazması ile puta vurdu ve yere
yuvarlanıp debelenmeye başladı. Bütün bir Tâif halkı hep bir ağızdan çığlık
attılar ve "Allah, Muğîre'yi rahmetinden uzak tutsun! Rabbe onu öldürdü!"
dediler. Onu düşmüş vaziyette görünce: "Haydi, kimin gücü yeterse
yaklaşsın, yıkmayı denesin! Vallahi bu yapılamayacak bir iştir!" dediler.
Bu sözleri duyan Muğîre, fırlayıp kalktı ve: "Ey Sakîf topluluğu! Allah
sizi çirkinleştırsin! Lât dediğiniz, taş ve kerpiç parçalarından ibaret bir
şeydir. Allah'ın afiyetine yöneliniz ve O'na kulluk ediniz!" dedi. Sonra
kazmasıyla Lâfın kapısını kırdı ve duvarlarına tırmandı. Onunla beraber
başkaları da tırmandı Yerle bir
edinceye kadar taş taş yıktılar. Putun bakıcısı: "Temele indiklerinde,
temel onlara kızacak ve onları yerin dibine geçirecek!" dedi, Muğîre, bu
sözleri duyunca Halid'e: "Bırak, temeli ben kazayım!" dedi ve
elbiselerini, zînet eşyalarını ve toprağını çıkarıncaya kadar kazdı. Bütün bir
Sakîf'in dili tutulmuş gibiydi. Ancak içlerinden bir ihtiyar kadın:
"Alçaklar onu (müslümanlara) teslim ettiler, savaşıp onu
savunmadılar." diyebildi.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) elçileri, görevlerini yerine getirip döndüler. Putun deposundan çıkan
elbise ve zînet eşyalarıyla Rasulullah'm (s.a.) yanma girdiler. Rasülullah
(s.a.) da o mallan hemen o gün taksim etti. Kullarına zafer ihsan edip dininin
izzetini koruduğu için Allah'a hamdetti. Daha önce de bu malın Ebu Süfyan b.
Harb'e verildiği zikredilmişti.
Buraya kadar
anlatılanlar Musa b. Ukbe'den nakledilmiştir.
İbn îshak'm iddiasına
göre Hz. Peygamber (s.a.), Ramazan! ayındaj bük'ten dönmüş, Sakîflilerin heyeti
de bu ay içinde gelmiştir.
Ebu Davud'un
Süne/7'inde, Câbir'den (r.a.) şöyle bir rivayet vardır: Sakîfliler
Rasûlullah'a (s.a.), kendilerinin cihad ve sadaka ile mükellef tutul-mamalannı
şart koştular. Hz. Peygamber (s.a.) bu şarttan sonra: "İslâm'ı kabul
ettikleri, zaman sadakalarını (zekâtlarını) da verecekler, cihada da gideceklerdir."
buyurdu.[214]
Ebu Davud
et-Tayâlisî'nin Sünen'inde, Osman b. Ebu'l-Âs'tan gelen rivayete göre
Rasülullah (s.a.) ona, Tâif mescidini, putlarının (tâğıye) olduğu yere
yapmasını emretti.
Mu'temir b. Süleyman,
Meğâzî'sinde der ki: Abdullah b. Abdurrahman et-Tâifî'nin, Osman b.
Abdillah—amcası Amr b. Evs— Osman b. Ebi'l-Âs yoluyla şöyle bir nakilde
bulunduğunu işittim: Osman b. Ebi'l-Âs dedi ki: Hz. Peygamber (s.a.) Kur'an'dan
Bakara sûresini okuduğum için, onların en küçüğü olduğum halde Sakîf'ten gelen
altı kişilik heyet içinden beni görevlendirdi. Dedim ki: "Ya Rasulallah!
Ben Kur'an'ı unutuyorum." Elini göğsüme koydu ve: "Ey Şeytan;
Osman'ın göğsünden çık!" buyurdu. Bundan sonra, ezberlemeyi istediğim
hiçbir şeyi unutmadım.[215]
Sahih-iMüslim'de,
Osman b. Ebi'l-Âs'tan gelen şu rivayet vardır:, Rasulallah! Şeytan beni namaz
kılmaktan ve Kur'an okumaktan alık©yuyor." dedim. "Bu hınzib denilen
bir şeytandır. Onu hissettiğin zaman ondan Allah'a sığın ve üç defa sol
tarafına tukur." buyurdu. Denileni yaptım ve Allah benden bu hali giderdi.[216]
Heyetle ilgili olarak
zikredilen bu kıssadan çıkarılacak bazı fıkhî sonuçlar vardır. Bunları şöylece
sirahyabüiriz:
1— Harbî
olan bir kişi, kavmi içerisinde zulüm ve cinayet işler, mallarını alır ve
sonra da müslüman olarak gelirse, devlet başkanı onun zuîmü ve getirdiği
mallarla ilgili olarak hiçbir işlem yapmaz. Daha önceden telef ettiği mal ve
can karşılığı olarak tazminat ödemez. Rasûlullah (s.a.), Muğîre'nin
Sakîfliler'den aldığı mala dokunmamış, onlara verdiği zararı da tazmin etmemiş
ve demişti ki: "Müslüman olmanı kabul ederim, getirdiğin mala gelince,
ona hiç karışmam."
2—
Müşrikleri mescidde konaklatmak caizdir. Özellikle müslüman ol* malan
umuluyorsa, Kur'an dinlemelerine, ehl-i İslâmı ve ibadetlerini müşa-hade
etmelerine imkân verilir.
3— Heyetin
güzel bir siyasetle hareket etmesi, getirdikleri haberi Sakîf-lilere iletmeye
ve arzu ettikleri sonuca ulaşmaya imkân vermiştir. Bunu yaparken onlara
hoşlanmayacakları bir tablo çizmişler, bunun sonucu Sakîfli-ler, İslâm'a boyun
eğmekten başka bir çıkar yol olmadığını görünce heyette* kiler herşeyin
düşünüldüğü gibi kararlaştırıldığını haber vermişlerdir. Şayet gelir gvlmez bu
durumu söyleselerdi kabul etmezlerdi. Bu davranış davetin ve tebliğin en güzel
şekillerindendir ve ancak akıllı ve zeki insanlar bu davranışı
gösterebilirler.
4— Bir kavme emîr ve imam olmaya en lâyık kimse,
Allah'ın kitabını en iyi bilen, en faziletli ve dini en iyi anlayandır.
5— Putlar
için inşa edilen şirk yerlerinin yıkılması,
meyhane ve diğer batakhanelerin yıkılmasından Allah'a ve Rasûlü'ne daha
sevimli, İslâm dini ve müslümanlar için daha faydalıdır. Kabirlerin üzerine
yapılan, Allah'tan başkasına ibadet edilen ve içindekilerle Allah'a ortak
koşulan yerlerin hali de böyledir. Buraların bırakılması İslâm'a göre helâl
olmaz, bilâkis yıkılması vaciptir. Vakfedilmesi ve buralara vakıfta bulunulması
sahih olmaz. Devlet başkam
böyle yerleri ve bu yerlere ait vakıfları, İslâm askerlerine bağışlayabilir.
Müslümanların umumi menfaatları için kullanabilir. Oradaki âletlerin, eşyaların
ve her türlü metaın hükmü böyledir. Oraya götürülen kurbanlar, Beytullah'a
götürülen kurbanlara benzetilir. Devlet başkanının bunları almak ve İslâmî
menfaatlar için sarfetme hakkı vardır. Sakîfliler de o putların önünde, bu
yerlerde yapılması âdet olan adakta bulunmak, bereket ummak, meshet-mek, öpmek
ve istilâm etmek gibi şeyler yapıyorlardı. Onların şirki bundan ibaretti.
Onlar, o putların yeri ve gökleri yarattığına inanmıyorlardı. Şirk koşmaları,
bazılarının kabirler için gösterdikleri davranışın aynısı idi.
6— Putların
ve puthanelerin yıkılmasından sonra, o yerlere mescid yapmak müstehabtır.
Böylece daha önce Allah'a şirk koşulan yerlerde, yalnızca Allah'a ibadet
edilecektir. Puthanelerden başka Allah'a ortak koşulmak için yapılan yerlerin
de yıkılması ve müslümanlann ihtiyacı varsa oraların mescid haline getirilmesi
vaciptir. Şayet mescide ihtiyaç yoksa, devlet başkanı öyle yerleri ve û yerlere
ait vakıfları mücahitlere ve uygun gördüğü diğer kimselere verir.
7— Kul,
taşlanmış ve kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve soluna tü-kürürse, şeytan
ona zarar veremez. Bu davranışından dolayı namazı bozulmaz, aksine namazının
daha tam ve eksiksiz olmasına vesile olur.[217]
En iyi bilen Allah'tır.
îbn İshak der ki:
Rasûlullah (s.a.) Mekke'yi fethedip, Tebük seferinden dönünce Sakîfliler de
İslâm'ı kabul ederek bîat edince, her taraftan Arap heyetleri gelmeye ve grup
grup, bölük bölük Allah'ın dinine girmeye başladılar.
Temîmoğullan ile Tay
kabilelerinden gelen heyetler daha önce anlatılmıştı. [218]
Âmiroğulları heyeti,
Rasülullah'ın (s.a.) Âmir b. Tufeyl'e bedduası, Allah Teâlâ'nın Rasûlü'nü onun
ve Erbed b. Kays'ın şerrinden korumasıyla ilgili konular da daha önce
zikredilmişti.
Beyhakî'nin ed-Deİâil
adlı eserinde, Yezîd b. Abdiüah Ebi'l-Ulâ'nın şöyle söylediğini rivayet
etmiştir: Babam, Âmiroğulları heyeti içerisinde Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi
ve: "Sen seyyidimizsin; bizden üstünsün ve güçlüsün." dediler.
Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Tamam tamam! Söyleyin sözünüzü, şeytan sizi
âlet etmesin. Seyyid Allah'tır."[219]
İbn İshak, bir
rivayetinde şöyle demiştir: Âmiroğulları heyeti Rasüîul-lah'a (s.a.)
geldiğinde, aralarında Âmir b. Tufeyl, Erbed b. Kays b. Cez' b. Hâlid b. Cafer
ve Cebbar b. Selmâ b. Mâlik b. Cafer de vardı. Bu üç kişi kavimlerinin reisleri
ve şeytanlarıydılar. Allah düşmanı Âmir b. Tufeyl, hainlik ve hile yapmak
düşüncesiyle Rasûlullah'ın (s.a.) yanma geldi. Kavmi ona: "Ey Âmir! Herkes
müslüman oldu." demişti O da: "Vallahi bütün Araplar benim arkamdan
gelinceye kadar durmamaya karar verdim. Ben mi, bu Kureyşli gencin arkasından
gideceğim?" dedi. Sonra Erbed'e demişti ki: "Adamın yanına
(Rasûlullah'i kastediyor) geldiğimiz zaman ben O'nu meşgul ederim; O'nu meşgul
ettiğim zaman sen de kılıçla işini bitir." Rasûlullah'a (s.a.) geldikleri
zaman Âmir: "Ey Muhammed! Gel, başbaşa kalalım." dedi. Rasûlullah
(s.a.): "Tek olan Allah'a iman etmedikçe olmaz vallahi!" dedi. Âmir
tekrar: "Ey Muhammed! Gel başbaşa
kalalım." dedi. Rasûlullah (s.a.) da yine: "Tek olan Allah'a iman
edip başkasını O'na şirk koşmaktan vazgeçmedikçe olmaz vallahi!" dedi.
Hz. Peygamberdin (s.a.) teklifini reddettiğini görünce -tehdit ederek-:
"Vallahi, ben de burayı atlılarla ve piyade askerlerle dolduracağım!"
dedi. O dönüp gidince Rasûlullah (s.a.): "Allah'ım! Beni, Âmir b.
Tufeyl'den koru!" diye dua etti. Rasûlullah'ın (s.a.) yanından çıktıkları
zaman Âmir, Erbed'e dedi ki: "Sana yazıklar olsun Ey Erbed! Nerde kaldı
sana emrettiğim şey? Vallahi, yeryüzünde senden daha çok korktuğum kimse yoktu.
Allah'a yemin olsun ki, bu günden sonra artık senden hiç korkmuyorum!"
Erbed dedi ki: "Sana hiç aldırış etmiyorum. (Hakkımda karar vermek için)
acele etme. Vallahi ne zaman bana emrettiğin şeyi yapmak ,iste-diysem sen,
onunla benim arama girdin. Kılıçla sana mı vursaydim?'F
Sonra beldelerine
doğru yola çıktılar. Yolda Allah Teâlâ, Âmir bl Tu-feyl'in boynuna taun
hastalığı musallat etti ve SelûloğuUarından bir kadının evinde canını aidi.
Arkadaşları yola çıkıp Âmiroğulları topraklarına kadar geldiler ve: "Ey
Erbed, neler oldu?" diye sordular. Erbed dedi ki: "Beni bir şeye
ibadet etmeye çağırdı. Keşke şimdi yanımda olsaydı da O'na (Rasûlullah'a) şu
okumla atış yapıp öldürseydhn!" Bu sözü söyledikten bir veya iki gün sonra
devesiyle giderken, Allah (c.c.) onun ve devesinin üzerine yıldırım gönderdi,
ikisini de yaktı. Erbed, Lebîd b. Rabîa ile ana bir kardeş idiler. Lebîd,
kardeşi için ağladı ve ağıt söyledi.[220]
Sahih-i Buharı'de
rivayete göre Âmir b. Tufeyl, Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve dedi ki:
"Seni şu üç teklif arasında muhayyer bırakıyorum: 1) Ya şehirliler senin,
köylerin ahalisi benim olur, 2) Yahud hepsi senin olur, ama ben sana halife
olurum, 3) Yahut bunlardan hiçbirini kabul etmezsen, ben Gatafan ahalisinden
bin tane al kısrak süvarisini önüme katarak sana hücum ederim." Akabinde
bir kadının evinde iken taun hastalığına tutuldu ve: "Deve taununa benzer
bir şişlik; hem de Selûl ailesinden bir kadının evinde! İşte bu hiç
olmadı." diyerek hayıflandı. "Getirin atımı!" dedi, atının
sırtında öldü.[221]
Buharı ve Müslim'in
Sahih'lerinde îbn Abbas'tan gelen bir rivayet şöyledir: Abdülkays heyeti Hz.
Peygamber'e (s.a.) geldiler. Hz. Peygamber (s.a.):"Sizler
kimlerdensiniz?" diye sordu. "Rabîa kabilesindeniz." dediler.
Allah Rasûlü (s.a.): "Hoş geldiniz, Ailah sizleri utandırmasın, pişman
etmesin." buyurdu. Bunun üzerine: "Ya Rasûlallah! Biz sana, yalnız
haram ayda gelebiliriz. Seninle aramızda kâfir olan Mudar kabilelerinden falan
topluluk vardır. O halde bize kestirme bir şey emret de, geride kalanlarımıza
haber verelim ve o sebeple de cennete girelim." Rasûlullah (s.a.) buyurdu
ki: "Size dört şeyi emrediyor ve sizi dört şeyden sakındırıyorum. Size
yalnız Allah'a iman etmeyi emrediyorum. Allah'a iman etmek ne demek biliyor
musunuz? Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi
olduğuna şe-hadet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu
tutmak ve ganimetin beşte birini vermenizdir. Sizi dört şeyden: Hantem,
dub-bâ, nakîr ve müzeffetten (denilen kaplara hurma, yahut üzüm şırası koymak)
nehyediyorum. Bu emrettiklerimi iyice belleyiniz ve arkanızda bıraktığınız kimselere
haber veriniz. "[222]
Sahih-i Müslim'de şöyle
bir ilâve vardır: Dediler ki: Ya Rasûlallah! Nakîr hakkında malumatın var
mı?" Hz. Peygamber (s.a.): *'Evet, bir hurma kütüğüdür; onu oyar, içine
ufak hurmalardan atarsınız, sonra içerisine su döker ve kaynatırsınız.
Kaynaması bitip dinlenince içersiniz. —Sarhoş olması sebebiyle de— sizden
biriniz amca oğlunu pekâlâ kılıçla vurabilir." Aralarında böyle bir
darbeye maruz kalmış bir adam vardı, dedi ki: "Ben, Rasûlullah'-tan (s.a.)
utandığım için bu yarayı gizliyordum." Daha sonra Rasûlullah'a (s.a.)
"O halde biz ne içeceğiz Ya Rasûllallah!" dediler. O da:
"Ağızları bağlanan deri su kaplarından." buyurdu. Bunun üzerine:
"Ya Rasûlallah! Bizim bölgemizde çok fare var, orada deriden yapılan su
kaplan duramaz." dediler. Rasûlullah (s.a.) iki veya üç defa: "Onları
fareler yese de" buyurdular. Sonra Abdülkayshlardan Eşecc'e dedi ki:
"Sende, Allah'ın sevdiği iki haslet var: Vekâr ve teenni."
İbn îshâk der ki:
Cârûd b. Bişr b. el-Muallâ, hırıstiyan olarak Abdül-kays heyeti ile birlikte
Rasûlullah'a (s.a.) gelmişti. "Ya Rasûlallah! Borcum var ve senin dinin
için dinimi terkediyorum. Benim için borcuma kefil olur musun?" dedi. Hz.
Peygamber (s.a.) de: "Evet, ben tazmin ederim. Seni çagirdiğim şey (din),
senin üzerinde bulunduğun şeyden daha hayırlıdır." O, müslüman oldu,
arkadaşları da İslâm'ı kabul ettiler. Sonra Cârûd: "Bize binek temin et
ey Allah'ın Rasûlüİ" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Vallahi benim
yanımda sizi üzerine bindirecek bir hayvan yok." dedi. Bunun üzerine:
"Ya Rasûlallah! Bölgelerimizin arasında yitik binek hayvanları var, onlara
binerek beldelerimize gidemez miyiz?" dedi. Rasûlullah (s.a.):
"Hayır, onlara binmek ateştir." buyurdu.[223]
Bu olayın işaret
ettiği bazı hükümler:
1— Allah'a
iman, bütün yüce hasletlerin esasıdır. Rasûlullah'ın (s.a.) as-îabı, tabiîn ve
tebe-i tabiîn bu hal üzereydiler. Şafiî, el-Mebsût adlı eserinde
bu hususu
zikretmiştir. Ayrıca Kur'an'dan ve hadisten bu konuyla ilgili yüz kadar delil
vardır.
2— Heyet,
hicretin dokuzuncu senesinde geldiği halde Hz. Peygamber (s.a.), yukarıda
zikrettiği İslâmî hasletler içinde haccı saymadı. Haccın o sene henüz farz
kılınmadığının delillerinden bîri de budur. Hac, ancak onuncu senede farz
kılınmıştı. Bir iki gün önce bile farz kılınmış olsaydı orucu, namazı ve
zekâtı saydığı gibi iman edileceklerden biri olarak haccı da sayardı.
3— Bazı
kimselerin mekruh kabul etmelerinin aksine Ramazan ayma yalnızca
"Ramazan" demek mekruh değildir. Mekruh olduğunu iddia edenler
"Ramazan ayı" dışında hiçbir ifadenin söylenemeyeceği
kanaatındadırlar.
Buharî ve Müslim'in
SahiW\tr'm6e\ "Kim inanarak ve sevabını umarak Ramazan'da oruç tutarsa,
geçmiş günahları affolunur."[224]
Duyurulurken, "Ramazan" kelimesi yalın halde gelmiştir.
4— Ganimet
mallarının beşte birini vermek vaciptir ve bu da iman edilecek şeylerden
biridir.
5— Yukarıda
adı geçen kapların kullanılması yasaklanmıştı. "Bu haram oluş devam
etmekte midir, yoksa mensuh mudur?" konusunda iki görüş vardır. Bu iki
görüş de Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilmiştir. Âlimlerin çoğunluğu,
Müslim'in rivayet ettiği Büreyde hadisiyle neshediîdiği görüşündedirler. O
hadiste: "Size bazı kapları yasak etmiştim. Bundan böyle bütün kaplardan
şıra içebilirsiniz; yalnız, sarhoşluk veren içkileri içmeyin." buyurdu,[225]
denilmektedir.
Bir grup âlim ise
yasaklayıcı hadislerin muhkem olduğunu, mensuh olmadığını söylemişler ve
demişlerdir ki: "Yasaklayıcı hadisler, gerek sayı gerekse rivayet
yollarının çokluğu bakımından neredeyse tevatür derecesine ulaşmıştır. Mubah
olduğunu gösteren hadis ise tektir, diğer hadislere karşı koyacak durumda
değildir."
Meselenin sırrına
gelince: Adları geçen kapların kullanılmasının yasaklanması, sedd-i zerâî'[226]
babmdandır. Zira herhangi bir içecek bu kaplafda süratle sarhoş edici özellik
kazanıyordu. Bir diğer görüşe göre bu kaplar çok sağlam oluyor ve alkollü içki
elde etmekte kullanılıyordu. Müzeffet'in dışındakiler içki yapımına has kaplar
olarak bilinmiyordu. Bu kaplardaki içecek ne zaman kaynatılır ve belli bir
kıvama gelirse onun sarhoş edici olduğu bilinirdi. Bu illete göre taştan ve sarı
madenden (tunçtan) yapılmış kapların haram olması daha evlâdır. Birinci illete
göre haram olmaz, çünkü taştan ve sandan (tunçtan) yapılan kaplar, sayılan bu
dört kap gibi, alkole dönüşümü hızlandırmaz. Her iki illete göre de haram
kılınma durumu sedd-i zerâî' ba-bındandır. Tıpkı şirke düşme endişesinin
bulunduğu yıllarda kabir ziyaretinin yasaklanmasryla, öyle bir tehlikeye
götüren yola sed çekilmesi gibi. Daha sonra tevhid inancı kalplerde istikrar
bulup imanlar kuvvetlenince kabir ziyaretine izin verilmişti, ama yine de
hezeyana fırsat vermemek şart koşulmuştu. Aynı durum, bu kaplarda nebîz elde
etme hususunda da söylenebilir. Rasû-lullah (s.a.) onları, içkiden ve içki elde
ettikleri kaplardan uzaklaştırmış, böylece içkiyi bırakmaları çok yeni olduğu
için onları bu kötülüğe götüren yollan tıkamıştır. İçkinin haram oluş
keyfiyeti kalplerinde istikrar bulup kalplerinde itminan hasıl olunca, bütün
kaplann kullanılması içki içmemeleri şartıyla mubah kılınmıştır. İşte bu
meselenin fıkhî yönü ve hikmeti budur.
6— Hilm ve
vekâr sıfatları övülmüş, Allah'ın bu sıfatları sevdiği haber verilmiştir.
Bunların zıddı ise fevrîlik ve aceleciliktir. Her ikisi de ahlâkı ve yapılan
işleri ifsad eden kötü huylardandır.
Bu övgü, kulunda
yaratmış olduğu zekâ, kahramanhk-cesaret ve hilm gibi güzel hasletleri,
Allah'ın sevdiğine delâlet etmektedir.
Yine buradan
anlaşıldığına göre bazı huylar, kulun kendi çabası ve gayretiyle elde
edilebilir. Sözkonusu hadisteki: "Bu iki ahlâk benim kazandığım ahlâk
mıdır, yoksa Allah mı beni bu iki ahlâk üzere yarattı?" sorusuna karşılık
Rasûlullah'm (s.a.): "Bilakis sen, bu iki ahlâk üzere yaratıldın."
cevaT bı, bu duruma delâlet etmektedir.[227]
Allah Teâlâ, kulunun,
şahsının ve özelliklerinin yaratıcısı olduğu gibi aı-lâkının ve fiillerinin de
yaratıcısıdır. Kulun şahsı, sıfatı ve ahlâkı, hülasa hi r-şeyi mahluk
(yaratılmış)tur. Kim, fiillerini Allah'ın yaratma dairesinin dışına çıkarırsa
(yani fiilini yaratmayı kendi nefsine nisbet eder ve fiilimin yaratıcısı benim
derse), Allah ile beraber bir başka hâlık (yaratıcı) bulunduğunu iddia etmiş
olur. Bu yüzden Selef, Kaderiye'yi (kaderi inkâr edenleri) mecû-sîlere
benzetmişler ve: "Onlar bu ümmetin mecûsîleridir." demişlerdir. İbn
Abbas'tan gelen bu rivayet sahihtir.
Burada sözkonusu olan,
cebi (yaratma)'in Allah'a nisbet edilmesidir, yoksa cebr (zorlama)'in değil.
O, kulunu dilediği gibi yaratır. Tıpkı el-Eşecc'i hilm ve vekâr ahlâkı üzere
yaratması gibi. Bu iki haslet de insan nefsinde bulunan iki ahlâktan ortaya
çıkan fiillerdir. Allah Teâlâ kulunu, üzerinde bulunduğu ahlâk ve ef'âl
(fiiller, davranışlar) üzere yaratandır. Bu sebepten Evzaî ve diğer selef
imamları demişlerdir ki: "Allah kulunu amelleri üzere yarattı, deriz de, o
amelleri yapmaya zorladı, demeyiz." Bu ifade, selef imamlarının bilgisinin
kemalinden, düşüncelerinin inceliğindendir. Çünkü cebr (zorlama), kulu
iradesinin aksine sevketmek demektir, küçük bir kızı evlenmeye veya borçlu bir
kimseyi hâkimin borcunu ödemeye zorlaması gibi. Allah Teâlâ, kulunu bu mânada
cebretmeyecek güce sahiptir. O, kulunu, Allah'ın dilediğini kendi irade ve
ihtiyarıyla yapacak bir cibilliyet üzere yaratır. Cebi ile cebr durumu ayrı
ayrı şeylerdir.
7— Bu
olayda, deve gibi alınması caiz olmayan buluntu bir nesneden yararlanmanın caiz
olmadığına işaret vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Câ-rûd'a, buluntu deveye
binme izni vermedi ve: "Müslümanın kayıp eşyası (bulunan eşyası) yakan
ateştir." buyurdu. Onun alınmamasını, olduğu yerde bırakılmasını
emretmiş, böylece sahibi gelip buluncaya kadar korunmasını emretmiştir. Şayet
binilmesine ve faydalanılmasına izin vermiş olsaydı, sahibinin gelip malını
bulması imkânsız olurdu. Aynı zamanda nefis, o mala meyleder ve ona sahip
olmayı arzulardı. Rasûlullah (s.a.) bundan men etmiştir. [228]
İbn İshak der ki:
Hanîfeoğulları heyeti Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi. İçlerinde
Müseylemetü'l-Kezzâb da vardı. Ensar'dan Neccaroğulları kabilesine mensup bir
kadının evinde konaklamışlardı. Üzeri örtülü olarak Müseyleme'yi Rasûluilah'a
(s.a.) getirdiler. Allah Rasûlü (s.a.) ashabı ile oturuyor ve elinde bir hurma
dalı bulunuyordu. Müseyleme elbisesine bürünmüş olarak etrafındakilerle
beraber Rasühıllah'ın (s.a.) yanma vardı. O'nunla konuştu ve bazı şeyler
istedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Şu elimdeki dal parçasını
istesen sana onu bile vermem." buyurdu. [229]
İbn İshak, Hanîfeoğu
Harın dan Yemâmeli bir ihtiyarın, bu olayı kendisine başka türlü anlattığım
nakleder. Ona göre, Hanîfeoğullan heyeti Rasûluilah'a (s.a.) geldiler ve
Müseyleme'yi bineklerinin yanında bıraktılar. Heyet-tekiler İslâm'ı kabul
edince: "Ya Rasûlallah! Bizim bir arkadaşımız daha vardı, bineklerimizi ve
eşyamızı koruması için geride bıraktık." dediler. Hz. Peygamber (s.a.),
heyettekilere verilmesini emrettiği -beş ukiyye gümüş- şeyden ona da
verilmesini emir buyurdu. Eşyaları ve binekleri koruduğuna göre, kötü bir
insan olmamalı mânasında buyurdu ki: "O, sizin en şerliniz, en kötünüz
değildir."
Sonra ellerindeki
hediyelerle dönüp geldiler. Yemâme'ye ulaşınca Allah düşmanı (Müseyleme)
irtidat etti ve peygamberlik iddiasına kalkışti.ve: "Ben bu işte
(peygamberlikte) O'na ortak oldum. O'na benden bahsettiğiniz zaman size: 'O,
sizin en şerliniz değildir.' demedi mi? Benim kendisine ortak olduğumu bildiği
için böyle söylemişti." dedi. Sonra secîli sözler söyleyerek, Kur'an'm bir
benzerini getirdiğini iddia ediyordu: "Allah gebe kadına ihsanda
bulunmuş, ondan yürüyen bir yaratık çıkarmış. Karnı ile alt derinin arasından."
gibi saçmalıklarla Kur'an'a nazire yaptığını zannediyordu. Namazı kaldırdı,
içki ve zinayı helâl kıldı. Bütün bunları yaparken de Rasûlullah'ın (s.a.)
peygamber olduğuna şehadet etmeye devam ediyordu. Hanîfeoğulları bu konuda ona
destek oldular.[230]
İbn İshak der ki:
Rasûluilah'a (s.a.) yazdığı mektupta: "Allah'ın elçisi Müseyleme'den
Allah'ın elçisi Muhammed'e... Peygamberlik işinde sana ortak kılındım. Bu işin
yarısı bizim, yarısı da Kureyşlilerin nasibidir. Kureyş adaletli davranan bir
kavim değildir." demişti. Elçisi bu mektubu getirince de Rasûlullah (s.a.)
ona şu cevabı vermişti: "Bismillahirrahmanirrahîm, Allah'ın Rasûlü
Muhammed'den Yalancı Müseyleme'ye. Selâm, hidayete tâbi olanların üzerine
olsun. Yeryüzü Allah'ındır, kullarından dilediğine verir. Akıbet (ahiret
saadeti) takva sahiplerinindir." Bu hâdise, hicretin onuncu senesinin
sonlarında vukûbulmuştu. [231]
İbn İshak der ki: Sa'd
b. Târik, Seleme b. Nuaym b. Mes'ûd—babası yoluyla bana şu rivayette bulundu:
Hz. Peygamber'in (s.a.) Müseylemetü'l-Kezzâb'ın yazdığı mektubu getiren iki
elçiye şöyle dediğini duydum: "Siz de mi onun dediğini diyorsunuz?"
Onlar da: "Evet." dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: "Allah'a
yemin olsun ki, elçiler öldürülmez olmasaydı, ikinizin de boynunu
vururdum."[232]
Ebu Davud
et-Tayâlisî'nin Müsned'mde, Ebu Vâil ve Abdullah yoluyla şu rivayeti
görmekteyiz: İbn Nevvâha ve İbn Üsâl, Müseylemetü'l-Kezzâb'in elçileri olarak
Rasûluilah'a (s.a.) geldiler. Hz. Peygamber (s.a.) onlara: "Benim
Allah'ın elçisi olduğuma şehadet ediyor musunuz?" dedi. Onlar da:
"Mü-seyleme'nin Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ederiz." dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettim.
Şayet elçi öldürecek olsaydım, sizin ikinizi öldürürdüm." buyurdu.
Abdullah diyor ki: "Bundan, sonra elçilerin öldürülmemesi sünnet
oldu."[233]
Sahih-i BuharVdç Ebu
Recâ el-Utâridî'den şöyle bir rivayet bulunmak-dadır: Ebu Recâ der ki:
"Rasûlullah (s.a.), (peygamber olarak) gönderilince haberini işitmiştik.
Biz de Müseylemetü'l-Kezzâb'a iltihak ettik, yani ateşe sığınmış olduk.
Cahiliye döneminde taşa tapardık. Daha güzel bir taş bulduğumuz zaman
taptığımız taşı atar, o güzel taşı alırdık. Taş bulamadığımız zaman bir miktar
toprak yığar, sonra davarı getirir, o toprak yığınının üzerine bir miktar süt
sağar ve o yığını tavaf ederdik. Recep ayı geldiği zaman: 'Okların demirini
çıkaralım.' derdik. Artık kendisinde demir bulunan hiçbir
vetmızrak ve demir bulunan hiçbir ok
bırakmaz, hepsini çıkarır bir tarafa atardık."[234]
Ben derim ki: Buharı
ve Müslim'in SaA/A'lerinde, Nâfi' b. Cübeyr hadisinde İbn Abbas'ın, şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Müseylemetü'l-Kezzâb, Rasûlullah'ın (s.a.)
huzuruna geldiği zaman: "Eğer Muhammed, kendisinden sonra beni bu işe halef
kılarsa, O'na uyarım." demeye başladı. Kendisi Medine'ye, kabilesi
HanîfeoğuHarından kalabalık bir heyet içinde gelmişti. Rasülullah (s.a.)
Müseyleme'nin yanına yöneldi. Beraberinde (Ensar'ın hatibi) Sabit b. Kays b.
Şemmâs da vardı. Hz. Peygamber'in (s.a.) elinde hurma dalından bir değnek
bulunuyordu. Nihayet Rasülullah (s.a.), kabilesi içinde bulunan Müseyleme'nin
karşısında durdu ve: "Eğer sen benden (peygamberlikten bir pay değil)
elimdeki şu dal parçasını istesen, sana onu bile vermem. Sen, Allah'ın senin
hakkındaki hüküm ve takdirinden öteye asla geçemezsin. Eğer sen hakka sırt
çevirirsen, Allah seni helak eder. Ayrıca ben senin, rüyamda bana gösterilen o
kişi olduğunu görmekteyim. îşte bu zat (hatibim) Sâbit'tir. Benim tarafımdan
sana cevap verecektir." buyurdu. Sonra Müseyleme'nin yanından ayrıldı.
İbn Abbas der ki: Ben Ebu Hureyre'ye, Rasûlullah'ın (s.a.) Müseyleme'ye
söylediği "Sen, rüyamda bana gösterilen o kişisin." sözünün
mahiyetini sordum. Ebu Hureyre bana şöyle haber verdi: Rasülullah (s.a.)
buyurdu ki: "Ben uyurken iki kolumda iki altın bilezik gördüm. (Bunlar
kadın zîneti olduğu için) bunların hali beni kederlendirdi. Sonra rüyamda
bana, bu bileziklere üflemem vahyedildi. Ben de bunlara üfle-dim, ikisi de
uçtu. Ben de bu bilezikleri, benden sonra çıkacak iki yalancı peygamber ile
te'vil ettim. Bunlardan birisi Esved el-Ansî'dir, öbürü de
Mü-seyleme'dir."[235]
Bu rivayet, İbn
İshak'ın rivayet ettiği hadisten daha sahihtir.,
Buharı ve Müslim'in
Sahihlerinde Ebu Hureyre'den şu rivayet vardır: Rasülullah (s.a.) buyurmuştur
ki: "Ben uyurken rüyamda bana, yerin hazineleri getirildi ve avucumun
içine iki altın bilezik konuldu. Bu durum bana ağır geldi ve beni
kederlendirdi. Sonra Allah bana, bunlara üflememi vah-yetti, ben de üfledim,
hemen ikisi de gitti. Akabinde ben bu iki bileziği, çok yalancı iki adam ile
te'vil ettim ki onlar, aralarında bulunduğum San'alı (Esved el- Ansı) ile
Yemâme'nin sahibi (Müseyleme)dir."[236]
1— Devlet başkanının, irtidad eden kavim güçlü
ise onlarla yazışması ve hem onlara hem de diğer kâfirlere mektup yazarken:
"Selâm, hidayete tâbi olanlara olsun!" diye hitap etmesi caizdir.
2— Elçi, mürted olsa bile öldürülmez. Bu
sünnettir.
3— Devlet
başkanı, kâfirlerden kendisiyle görüşmek üzere gelenlerin yanına bizzat
kendisi çıkar.
4__ Devlet
başkanı ihtiyaç halinde inatçı ve itirazcı kimselere gerekli cevabın verilmesi
için âlimlerden istifade edebilir.
5— Bir âlimin,
başkasını yerine vekil tayin etmesi, vekilin o âlimin y irine konuşması ve
sorulan cevaplandırması caizdir.
6— Bu hadis,
Ebu Bekir Sıddîk'İn faziletlerinin en büyüğüne işaret mektedir. Hz. Peygamber
(s.a.) bileziklere ruhuyla üfledi ve uçtular.^ leme'ye üfleyen ve onu uçuran
ruh ise Hz. Ebu Bekir Sıddîk idi.
Şair der ki:
'Ona dedim ki: Ateşi
yükselt ve hafif hafif üfleyerek onu tekrar canlandır."
Bu beyitte de ateşi
canlandırmak için üflemek, "ruh" kelimesiyle ifade edilmiştir.[237]
7— Bu hadis,
zînet eşyası giymenin, erkeğe sıkıntı ve keder vereceğine delâlet etmektedir.
Bana, eş-Şihâb el-Âbir diye tanınan, Ebu'l-Abbâs Ahmed "b. Abdurrahman b.
Abdülmün'im b. Ni'me b. Sürür el Makdisî[238]
şöyle anlattı: Bir adam bana geldi ve: "Rüyamda, ayağımda halhal
gördüm." dedi. Ona: "Ayağın hastalanacak." dedim. Nitekim öyle
de oldu.
Bir başkası:
"Burnumda altından bir halka gördüm, üzerinde kırmızı, güzel bir (taş)
vardı." dedi. Ona da: "Şiddetli burun kanamasına maruz kalacaksın."
dedim. Söylediğim, aynen oldu.
Bir diğeri:
"Rüyamda, dudağıma mahmuz asılı olduğunu gördüm." dedi. "Bir
hastalığa yakalanacaksın, tedavisi için dudağının yanlması gerekecek."
dedim. Söylediğim aynen gerçekleşti.
Bir başkası bana:
"Rüyamda, elimde bir bilezik gördüm, herkes ona bakıyordu." dedi.
Ona: "İnsanların, elindekine bakması kötü bir şey." dedim. Çok kısa
bir müddet sonra elinde (çıban gibi) bir şey çıktı. Diğer bir şahıs' aynı
rüyayı gördü, ama oriun rüyasında elindeki bilezikleri kimse-görmemişti. Ona
da: "Güzel bir kadınla evleneceksin, bu kadın zayıf, ince biri
olacak" dedim.
Ben derim ki: Bileziği
kadınla tabir etti, çünkü ikisi de başkalarından korunur, gizlenir. Altının
görünüşündeki güzellikten dolayı kadını da güzel olarak vasıflandırdı.
Bileziğin şeklinden dolayı da ince olacağım söyledi.
Süs eşyasını rüyasında
gören erkeğin bu rüyası çeşitli şekillerde yorumlanır. Evlenme esnasında
kullanılan âletlerden olduğu için bekârların evleneceğine delâlet edebilir.
Cariyelere, kölelere, zenginliğe, kızlara, hizmetçilere ve çeyiz v.s. sahip
olunacağına da delâlet edebilir. Bütün bu farklı yorumlar, rüyayı görenin
durumu ve haline en uygun olan tabirin seçiminden kaynaklanmaktadır.
Ebj'l-Abbas el-Âbir
dedi ki: Bana bir adam: "Rüyamda sanki elimde şişirilmiş bir bilezik vardı
ve başkaları da bunu görmüyordu." dedi. Ona dedim ki: "Senin bir
hanımın var, onda istiskâ (vücudun su toplaması) hastalığı var."
Düşününüz, bileziği nasıl kadınla tabir etti. Sonra bileziğin sarı olmasından
dolayı kadının hastalığına hükmetti. Bu hastalık istiskâ hastalığı idi ki, o
hastalığa yakalanan kimsenin karnı şişerdi.
Bir başka şahıs şöyle
dedi: "Rüyamda, elimde bir halhal olduğunu gördüm. Ben onu tutarken bir
başkası da ona yapışmış. Ona : Halhalimi bırak! diye bağırdım, o da
bıraktı." Bunu anlatan o şahsa: "Halhali elinde tutuşun gevşek mi
idi?" dedim. "Çok sıkıydı; birkaç kere onu tutabilmek için acı çektim,
etrafında da küçük halkacıklar vardı." dedi. Ona: "Annen ve dayın şerefli
kimseler, ama sen şerefli bir insan değilsin. Adın Abdülkâhir. Dayının ağzı çok
pis, senin namus ve haysiyetine dil uzatıyor ve elindekini alıyor."dedim.
Adam: "Evet" dedi. Sonra ona: "O, zalim birinin eline düşecek ve
senden, kendisini himaye etmeni isteyecek, sen de onu çekecek ve: 'Dayımı
bırak!' diyeceksin." dedim. Çok kısa bir süre sonra bunlar aynen
gerçekleşti.
Ben derim ki: Halhal
kelimesinden dayı (hâl) mânasını çıkarmasını bir düşün. Sonra tekrar kelimenin
tamamına döndü ve ondan, "dayımı bırak" (halli hâli) mânasını
çıkardı. Dayısının şerefli bir adam olduğu sonucunu, halhahn etrafındaki
halkacıklardan (şerârif) anladı. Dayısının şerefli olması, annesinin de
şerefli bir kadın olduğunu gösterir, çünkü onun bacısıdır. Rüyayı gören adamın
şerefli bir insan olmadığına hükmetti. Çünkü halhalin etrafında bulunan parçacıklar
(şerefât) türeme yoluyla şerefe delâlet etmekte, ama bu parçacıklar halhalin
bizzat kendinden değil, ona sonradan ilâve edilmiş ve onun dışında bulunan
şeylerdir. Dayısının ağzının pis olduğuna, namus ve haysiyetine dil uzattığına,
halhali elinden çekerken duyduğu acı işaret etmektedir. Elindeki malın dayısı
tarafından alındığına; yeğenine eziyet vermesi ve rüyasında elindekini
kuvvetlice alması dolayısıyla hükmediyor. Yabancı bir adamın halhali tutması
verüyayı gören kimsenin de onu çekmesi; dayının mütecaviz bir zalimin eline
düşeceğine, ondan kendisine ait olmayan şeyleri isteyeceğine delâlet ediyor.
Halhalim çekene bağırmasını ve "halhalimi bırak" demesini; zalime
karşı dayısına yardımcı olacağına yorumluyor. Halhalini çeken kimseye üstün
gelmesi ve elinin, halhalin üzerinde olması sebebiyle adının Abdülkâhir
olduğunu söylüyor.
İşte bu, bizim
üstadımızın hali ve rüya tâbiri iîmindeki derin bilgisi idi. Böyle bazı
parçalar dinledim, ama bu ilmi ondan okumak bana kısmet olmadı, çünkü yaşım
küçüktü. Daha sonra da onun ömrü yetmedi. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin. [239]
îbn İshak der ki: Tayy
kabilesi heyeti Rasûlulîah'a (s.a.) geldi. İçlerinde efendileri olan Zeyd
el-Hayl da vardı. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanma vardıklarında, onlarla
konuştu. İslâmiyet'i arz etti, onlar damüslüman oldular ve İslâmiyet'i güzel
uyguladılar. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Araplardan kimin faziletleri
bana anlatıldiysa, bana geldiği zaman onun, söylendiği kadar faziletli
olmadığını gördüm; ancak Zeyd el-Hayl müstesna. Ondaki faziletlerin tamamı
henüz bana ulaşmadı." Sonra ona Zeyd el-Hayr adını verdi ve Feyd'i[240] ve
onun dışında iki arazi parçasını ona tahsis etti, bu konuda
eline bir yazı verdi. Sonra Rasûlullah'ın
yanından ayrıldı ve kavminin bulunduğu bölgeye doğru yola çıktı. Rasûluİlah
(s.a.): "Keşke Zeyd Medine'nin sıtmasından kurtulsa." dedi. Hz.
Peygamber (s.a.) bu sözü söylerken sıtma mânasına gelen "humma" ve
"ibn meldem" kelimelerinden başka bir kelime kullandı, ama onu
hatırlayamıyorum. Necid bölgesindeki sulardan Fer-de'ye vardığında sıtmaya
yakalandı, öleceğini hissedince şu beyitleri söyledi:
"Kavmim erkenden
doğu taraflarına mı gider, Ben Ferde'de bir evde yardım bekleyerek terk
edilmişken
Nice günler vardır ki,
hastalansaydım,
Beni birçok ziyaretçi
kadın ziyaret ederdi ve yolculuktan zayıflamayanlar (mesafenin uzaklığından)
sıkıntı çekerdi. "[241]
İbn Abdilber der ki:
"Zeyd el-Hayr'ın, Hz. Ömer'in halifeliği sırasında öldüğü de söylenir. İki
oğlu vardı. Adları Munkif ve Hureys idi. Her ikisi de müslüman oldu. Allah
Rasûlü'nün ashabından oldular ve Halid b. Velid'-le beraber gittikleri
mürtedler savaşında şehit oldular.'*[242]
İbn İshak der ki:
"Zührî bana şöyle nakletti: Eş'as b. Kays, seksen — veya altmış— atlıyla
Rasûlullah'a (s.a.) geldi[243] ve
mescidde iken yanına girdiler. Alıniarındaki uzun saçları iki yana salmışlar,
silahlanmışlar, üzerlerine çizgili yemen kumaşından yapılmış, yakaları,
etekleri, kolları ipekle ve altın sırmayla işlenmiş cübbeler giymişlerdi. İçeri
girdiklerinde Rasûluİlah (s.a.): "İslâm'a girmiyor musunuz?" dedi.
Onlar da: "Evet, giriyoruz." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.): "Boyunlarınızda bu ipek ne arıyor?" dedi. Hemen ipekleri ve
sırmaları çıkarttılar, yırtıp attılar. Daha sonra Eş'as dedi ki:
"YaRasûlallah! Biz Âkilü'l-Mürâr oğullarıyız. Sen de Âkilü'l-Mürâr
oğlusun." Rasûluİlah (s.a.) güldü ve sonra dedi ki: "Rabîa b. Haris
ve Ab-bas b. Abdülmuttalib, kendilerini bu soya nisbet ettiler."
Zührî ve İbn İshak derler
ki: Bu iki şahıs da tüccardı. Arap beldelerinden geçerlerken, "Siz
kimlerdensiniz?" diye sorulunca: "Biz Âkilü'l-Mürâr
oğullarındanız." derlerdi.
Böylelikle kendilerini güçlü göstererek emniyete alırlardı. Çünkü
Âkilü'l-Mürâr oğullan, Kinde kralları idiler. Rasûluİlah (s.a.): "Biz,
Nadr b. Kinâne oğullarıyız; ne anamızın soyuna bağlanır, ne de babamızın
soyunu inkâr ederiz." buyurur.
Müsned'ds Hammâd b.
Seleme—Akıl b.Talha—Müslim b. Heydam yoluyla gelen bir hadiste, Eş'as b.
Kays'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kinde heyeti olarak Rasûlullah'a
(s.a.) geldik. İçlerinde beni en üstünleri olarak görüyorlardı. "Ey
Allah'ın Rasûlü! Siz, bizden değil misiniz?" dedim. O da: "Hayır, biz
Kinâne oğlu Nadr oğuüanndanız. Anamıza bağlanmaz, babamızı da inkâr
etmeyiz." dedi. Bunun üzerine Eş'as diyordu ki: "Kinâne oğlu Nadr'dan
olan bir Kureyşli'nin böyle olmadığını (yani Âkilü'l-Mürâr oğullarından
olduğunu) söyleyen bir adama rastlarsam ona seksen değnek vururum..»[244]
Bu olaydaki fıkhî
hükümler:
1— Kinâne b.
Nadr oğullarından gelenler Kureyşlidir.
2—
Erkeklerin ipek elbiseleri gibi, kullanılması haram ol etmek caizdir, bu durum
israf sayılmaz.
Mürâr: Çölde yetişen
bir ağaçtır. Âkilü'l-Mürâr: Haris b. Amr b. Hıcr b. Amr b. Muâviye b.
Kinde'dir. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu Kinde kabilesinden bir ninesi vardı.
Kilâb b. Mürre'nin annesi idi. Eş'as yukarıdaki sözüyle bunu kasdetmişti.
3— Kim
babasından başkasına bağlanırsa babasını reddetmiş v na bağlanmış olur. Yani
anasına iftira etmiş olur.
4— Kinde kabilesi, Kinâne oğlu Nadr soyundan
değildir.
5— Kim bir
başkasını bilinen nesebinin (soyunun) dışına çıkarni iffete iftira (kazf) haddi
(seksen değnek) uygulanır. [245]
Yezîd b. Harun'un,
Humeyd—Enes (r.a.) yoluyla gelen rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu
ki: "Kalbleri sizden daha ince olan bir kavim geliyor." Bu söz
üzerine Eş'arîler geldiler ve şöyle demeye başladılar:
"Yarın dostlarla
karşılaşırız. Muhammed ve ashabıyla. "[246]
Sahih-i Müslim'de Ebu
Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah'ı (s.a.) şöyle
söylerken işittim: ''Yemenliler geldi. Onlar yumuşak kalpli ve nâzik gönüllü
zevattır. İman yemenli, hikmet de yemenlidir. Vakar koyun sahiplerinde; kendini
beğenme ve büyüklenme yaygaracı bedevilerde, güneşin doğduğu taraftadır."[247]
Yezîd b. Harun—İbn Ebî
Zi'b—Haris b. Abdurrahman—Muhammed b. Cübeyr b. Mut'im—Mut'im'in babası yoluyla
şu rivayette bulunur: Rasû-lullah (s.a.) ile beraber bir seferde idik. Buyurdu
ki: "Size Yemenliler geldi; sanki onlar bulut gibidir, yeryüzündeki
insanların en hayırlıları onlardır." Ensar'dan bir kişi bu söz üzerine:
"Ancak biz müstesna ey Allah'ın Rasû-lü!" dedi. Hz. Peygamber sustu,
cevap vermedi. Adam sonra tekrar: "Biz müstesna ey Allah'ın Rasûlü!"
dedi. Hz. Peygamber (s.a.) yine sustu ve sonra: "Ancak siz" dedi,
ama çok hafif bir şekilde söyledi.[248]
Sahih-iBuharı'de şu
rivayet vardır: Temîmoğullanndan bir grup Rasûlul-lah'â (s.a.) geldi.
Rasûlullah (s.a.): "Ey Temîmoğulları! Müjdeyi kabul edip sevinin."
dedi. Onlar da: "Sen bize müjde verdin, biraz da dünyalık (atıyye)
ver." dediler. Rasûlullah'ın (s.a.) yüzünün rengi değişti. Sonra
Yemenliler geldiler. Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Yemenliler! Müjdeyi sizler
kabul edin. Çünkü onu Temîmoğuİlan kabul etmedi." buyurdu. Yemenliler:
"Kabul ettik." dediler. Sonra: "Sana bu dini anlamak ve âlemin
başlangıcı hakkında bir şeyler sormak için geldik." dediler. Rasûlullah
(s.a.): "Ezelde Allah vardı ve Allah'tan başka hiç bir şey yoktu. Arş'i
su üzerinde bulunuyordu. Allah, her şeyi (kainatın tamamını) Zikir'de (mahfuz
Levh'te) takdir ve tesbit edip yazdı." buyurdu[249]
İbn İshak der ki:
Surad b. Abdillah el-Ezdî RasûluUah'a (s.a.) geldi, müs-^ lüman oldu ve Ezd'den
gelen heyet[250] içerisinde İslâm'ı güzel
yaşayanlardan biri oldu. Rasûlullah (s.a.) onu, kavminden müslüman olanlara
emîr tayin etti ve diğer müslümanlarla birlikte Yemen kabileleri ndeki
müşriklere karşı cihad etmesini emretti. Surad, Rasûlullah'ın (s.a.) bu emriyle
çıktı ve Curaş'a kadar geldi. Curaş, o zamanlar her tarafı kapalı sağlam bir
şehirdi ve orada Yemen kabileleri bulunuyordu. Has'amlılar da mü s tumanların
geldiğini duyunca diğer kabilelerle birlikte oraya girip sığınmışlardı. Surad
onları bir ay kadar kuşattı, ama onlar direndiler. Daha sonra Surad kuşatmayı
bırakarak döndü gitti. Şekere denilen dağa vardığı zaman Curaşlılar, Surad'ın
yenilgiye uğradığı için kaçtığını zannederek şehirden çıkıp takib etmeye
başladılar ve onlara yetişince Surad geri döndü. Aralarında şiddetli bir savaş
cereyan etti.
Curaş halkı, otlak
bakmak için aralarından iki kişiyi Rasülullah'a (s.a.) göndermişlerdi. Bu iki
kişi, bir ikindi namazı sonrası Rasûlullah'ın (s.a.) yanında bulundukları
sırada Rasûlullah (s.a.): "Şekere, Allah'ın beldelerinden neresidir?"
diye sordu. Curaşlılar kalktılar ve: "Beldemizde Keser demlen bir dağ
vardır ya Rasûlallah!" dediler. Curaşlılar bu dağı böyle de adlandırmışlardı.
Rasûlullah (s.a.): "O dağ Keser değil, Şeker'dir." buyurdu.
"Da-ğm durumu nedir ya Rasûlallah?" dediler. Buyurdu ki: "Şu
anda onun yanında Allah'ın develeri boğazlanmaktadır." O iki adam kalkıp
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman'ın yanma oturdular ve Rasûlullah'tan duyduklarını
anlat-tüar.Onlar da: "Yazıklar olsun size! Demek Rasûlullah (s.a.)
kavminizin başındaki felâketi haber vermiş. Hemen kalkınız ve O'ndan dua
etmesini isteyiniz." dediler. Rasûlullah (s.a.), istekleri üzerine:
"Allah'ım! Onlardan bu felâketi kaldır." diye dua etti. Daha sonra
çıkıp kavimlerine gittiler ve Rasûlullah'ın o günde ve o saatte haber verdiği
felâkete uğramış olduklarını öğrendiler. Curaşlıların heyeti Rasülullah'a
(s.a.) gelerek hemen müslüman oldular. Kendilerine, köylerinin çevresinde bir
koruluk otlak olarak tahsis edildi. [251]
îbn İshak der ki;
Sonra Rasûlullah (s.a.) hicretin 10. yılının Rabîulâhır ve Cûmadelûlâ ayında
Hâlid b. Velid'i Necran bölgesindeki Haris b. Kâ'boğullarına gönderdi ve savaşa
başlamadan önce üç kere onları İslâm'a davet etmesini emretti. "Şayet
müslüman olurlarsa kabul et, reddederlerse harp et." dedi. Bunun üzerine
Hâlid çıktı ve o bölgeye gitti. Her tarafa atlılar göndererek halkı İslâm'a
davet ediyorlar ve: "Ey insanlar! Selâmete ermeniz için müslüman
olunuz." diyorlardı. Herkes bu davete uyarak müslüman oldu ve Hâlid
(r.a.) orada kalarak İslâm'ı öğretmeye başladı. Bu durumu da bir mektupla Hz.
Peygamber'e (s.a.) bildirdi. Rasûlullah (s.a.) da cevaben gönderdiği
mektubunda onları temsil edecek bir heyetle gelmesini emretti. İçlerinde Kays
b. Husayn Zî'1-Gadda, Yezîd b. Abdilmedân, Yezîd b. Muhaccel, Abdullah b.
Kurâd ve Şeddâd b. Abdillah'm bulunduğu bir heyetle birlikte Hâlid (r.a.)
Rasûlullah'a geldi. Rasûiullah (s.a.) onlara: "Cahiliyye döneminde
savaştığınız düşmanlarınıza ne ile galip geliyordunuz?" diye sordu. Onlar
da: "Hiç kimseye galip gelmiş değildik." diye cevap verdiler.
Rasûlullah (s.a.): "Evet, galip gelirdiniz." buyurdu. Bunun üzerine
dediler ki: "Biz toplu olarak durur, dağılmazdık. Bİr de hiç kimseye
zulmetmeye teşebbüs etmezdik." Peygamberimiz (s.a.): "Doğru söylediniz."
buyurdu. Daha sonra Kays b. Hu-sayn'ı başlarına emîr tayin etti ve Şevval
ayının sonunda veya Zilkade ayında kavimlerine döndüler. Bu olaydan dört ay
sonra da Rasûlullah (s.a.) vefat etti[252]
Hemdânlılar heyeti Hz.
Peygamber'in (s.a.) Tebük seferi dönüşünde geldi. Heyette Mâlik b. Namat, Mâlik
b. Eyfâ\ Dımâm b. Mâlik ve Amr b. Mâlik bulunmakta idiler. Üzerlerinde Yemen
kumaşından yapılmış çizgili elbiseler ve Aden sarıkları olduğu halde Mehriyye [253] ve
Erhabiyye [254] denilen deve-ier
üzerindeydiler. Mâlik b. Namat, Rasûlullah'm (s.a.) önünde şiir söylüyordu:
"Yaz ve bahar
mevsimlerinin tozları içinde ağaçlan çok olan köylerini ve liften yapılmış
yularlanyla beraber develeri sana terkettiler."
Ona güzel ve fasih
karşılıkta bulundular. Daha sonra Rasûlullah (s.a.) onlara, bir yazı yazarak
istedikleri araziyi verdi ve başlarına Mâlik b. Na-mat'ı emîr tayin etti ve
Sakîffiler'le harbetmesini emretti. Ne zaman Sakîfli-ler'e ait bir hayvan
görseler saldırıp yakalıyorlardı.
Beyhakî, sahih bir
isnadla Ebu İshak yoluyla Berâ'dan şu rivayeti yapmaktadır: "Rasûlullah
(s.a.), Yemenlileri İslâm'a davet etmek için Hâlid b. Velid'i gönderdi. Berâ
der ki: Hâlid'le beraber gidenler arasındaydım. Orada altı ay müddetle kalıp
Hâlid onları İslâm'a çağırdı, ama kimse olumlu karşılık vermedi. Sonra Hz.
Peygamber (s.a.), Ali b. Ebî Tâlib'i gönderdi.Ona, Hâlid'i geri yollamasını
emretti. Ancak onun adamlarından istediğini alıp yanında alıkoyabileceğim
söyledi. Berâ der ki: Hz. Ali ile birlikte gidenler arasında idim. Yolda bir
kavme yaklaşınca çıkıp yanımıza geldiler. Hz. Ali orada bize namaz kıldırdı,
sonra bizi tek saf halinde dizip Önümüze geçerek Ra-sûlullah'ın (s.a.)
mektubunu okudu. Hemdânhlar'ın tamamı müslüman oldu. Hz. Ali (r.a.), onların
İslâm'ı kabul ettiklerini Hz. Peygamber'e (s.a.) bir mektupla bildirdi,
Rasûlullah (s.a.): "Selâm, Hemdânhlar üzerine olsun! Selâm, Hemdânlılar
üzerine olsun!" buyurdu[255]
buyurdu. Bu hadisin aslı Bu-harî'nin Sfl/uA'indedir.[256]
Bu rivayet bir
öncekinden daha sahihtir. Hemdânhlar'ın Sekîfliler ile savaşması ve
hayvanlarına hücum etmesi sözkonusu olamaz. Çünkü Hemdânlılar YemenMe,
Sakîfliler Tâifte'dir. [257]
Beyhakî, Numan b.
Mukarrin yoluyla şu rivayeti yapmaktadır: Müzey-neliler'den dört yüz kişi
olarak Rasûlullah'a (s.a.) gelmiştik. Ayrılmak isteyince Hz. Peygamber (s.a.):
"Ey Ömer! Bu kavmin azığını hazırla." buyurdu. Hz. Ömer de:
"Hurmadan başka hiçbir şeyim yok. Onun da onlar için yeterli olacağım
zannetmiyorum." dedi. Rasûîullah (s.a.): "Yürü ve azıklarını
hazırla." deyince, Ömer (r.a.) onlarla beraber gitti, onları evine aldı.
Sonra yukarı çıktı. İçeri girince ne görelim, rengi beyazdan siyaha doğru kayan
bir deve gibi hurma yığılmış. Herkes ihtiyacı olan hurmayı aldı. Numan der ki: "Dışarı
en son çıkanlardandım. Baktım ki hurmadan hiçbir şey eksil-memiş."[258]
İbn İshak der ki:
Tufeyl b. Amr ed-Devsî, Rasûlullah (s.a.) Mekke'de" iken oraya gelişini
anlatıyor. Bir grup Kureyşli Tufeyl'in yanına gitti. Tufeyl, şair, akıllı ve
şerefli bir insandı. Ona dediler ki: "Sen bizim beldemize geldin.
-Aramızda bulunan- şu adam bizim topluluğumuzu dağıttı, işimizi bozdu. Sözü
sanki sihir gibi. Baba ile oğulu, kardeşi kardeşten kan ile kocayı birbirinden
ayırıyor. Bizim başımıza gelen felâketin senin ve kavminin de başına
gelmesinden korkuyoruz. O adamla sakın konuşma ve O'nu hiç dinleme!"
Tufeyl diyor ki: Bu telkinlerine ısrarla devam ettiler, tâ ki ben O adamdan
hiçbir şey duymamaya ve O'nunla konuşmamaya karar verdim. Hatta mescide
giderken sesi kulağıma gelmesin diye kulağıma pamuk bile tıkamıştım. Bir gün
mescide gittim. Rasûlullah (s.a.) Kabe'nin yanında namaz kılıyordu. Biraz
yakınına vardım Allah bana, O'nun bazı sözlerini duyurdu. Çok güzel bir söz
duymuştum. Kendi kendime dedim ki: Anan öle! Allah'a yemin olsun ki ben, akıllı
ve şair bir adamım. Sözünü iyisini de kötüsünü de anlarım. O halde bu adamın
söylediklerini dinlememe mâni olacak sebep nedir? Güzel şeyler söylerse kabul
ederim; yok, söylediği şeyler çirkinse terkederim. RısûluIIah (s.a.) evine
dönünceye kadar orada bekledim. Evine giderken O'nu takip ettim ve eve girerken
ben de beraber girdim. Dedim ki: "Ya Muham-med! Kavmin bana şöyle şöyle
dediler. Hatta beni Öyle korkuttular ki, senden hiçbir söz kulağıma gelmesin
diye şu pamukları kulaklarıma tıkamıştım. Fakat Allah, sözlerini bana dinletti
ve çok güzel bir söz duydum. Davetini bana takdim et." Rasûlullah (s.a.)
bana, İslâm'ı arzetti ve Kur'an okudu. Vallahi daha Önce bundan güzel hiçbir
söz duymamış, bundan daha âdil hiçbir durumla karşılaşmamıştım. Hemen müslüman
oldum ve şehadet getirdim. Dedim ki: "Ey Allah'ın Peygamberi! Ben kavmi
içinde kendisine itaat edilen bir insanım. Şimdi onların yanına gidiyorum ve
onları İslâm'a davet edece:ğim. Allah'a dua et de, bu işimde bana destek olacak
bir alâmet, bir işaret versin." Rasûluîlah (s.a.): "Allah'ım! Sen ona
bir alâmet ver." diye dua etti. Kavmimin yanma gitmek üzere yola çıktım.
Beni görebilecekleri bir tepenin üzerine geldiğimde gözlerimin önünde kandil
gibi bir nur peyda oldu. Dedim ki: "Ya Rabbi! Bu nuru yüzümden başka bir
yere naklet, çünkü bunu görenlerin, dinlerini terkettiğim için çarpıldığımı
düşünmelerinden korkarım." Bunun üzerine o nur bir kandil gibi kırbacımın
ucuna intikal etti. Ben de o sırada tepeden iniyor, yanlarına geliyordum.
Nihayet geldim ve bineğimden inince, yaşlı bir insan olan babam geldi.
"Benden uzak dur babacığım! Ne ben sendenim, ne de sen bendensin."
dedim. "Niçin evladım?" dedi. "Müslüman oldum, Muhammed'in
dinini kabul ettim." dedim. O da "Senin dinin, benim de
dinimdir." deyince, "O halde git, guslet, elbiseni temizle. Sonra
gel de sana Öğrendiklerimi öğreteyim." dedim. Bunun üzerine gitti,
gusletti, elbisesini temizledi, sonra geldi. Ben de kendisine İslâm'ı ar-zettim
ve müslüman oldu. Sonra eşim geldi. Ona dedim ki: "Benden uzak dur! Ne ben
sendenim, ne de sen bendensin!" Dedi ki: "Babam, anam sana feda
olsun, bu niçin?" Ben de: "İslâm aramızı ayırdı; müslüman oldum ve
Muhammed'in dinine girdim." dedim. O da: "Senin dinin, benim de dinimdir."
dedi. "O halde git, guslet." dedim. Dediğimi yaptı ve geldi. Ben de
ona islâm'ı arzettim, müslüman oldu. Sonra Devs kabilesini İslâm'a davet
ettim,! fakat İslâm'a girmekte ağır davrandılar. Rasûlullah'a (s.a.) geldim ve
dedim ki: "Ya Rasûlallah! Devs'in zinaya olan düşkünlüğü karşısında yenik
düştüm. Onlara beddua et." Rasûlullah: "Allah'ım, Devs'i hidâyete
erdir!" diye dua etti. Sonra bana: "Kavmine git, onları İslâm'a
davet et ve onlara yumuşak davran." dedi. Ben de döndüm ve Devs'i İslâm'a
çağırmaya devam ettim. Sonra Rasûlullah (s.a.) Hayber'de iken O'na geldim.
Akabinde yetmiş veya seksen hâne ile beraber Medine'ye indim. Sonra
Rasûlullah'a (s.a.) kavuştuk. Bize de diğer müslümanlarla beraber ganimetten
pay verdi.[259]
îbn İshak der ki:
Rasûlullah (s.a.) vefat edince, bazı Araplar irtidat etti., Tufeyl (r.a.), bir
grup müslümanla çıkıp yalancı peygamberlerden Tuleyha'^ nın işini bitirdi.
Sonra Yemâme'ye yürüdü. Yanında oğlu Amr b. Tufeyl vardı. Tufeyl, bir gün
arkadaşlarına dedi ki: "Bir rüya gördüm, tâbir ediniz bakayım. Başımın
tıraş edildiğini, ağzımdan bir kuş çıktığım ve benimle karşılaşan bir kadının
beni fercine soktuğunu gördüm. Oğlum her yerde beni arıyordu, ama bana
kavuşamadı." Dinleyenler: "Hayır gördün inşaallah!" dediler.
Tufeyl: "Vallahi ben tabir ettim bile." dedi. "Nasıl tabir
ettin?" dediler. "Başımın tıraş edilmesi, kopması demektir. Ağzımdan
çıkan kuşa gelimce, ruhumdur. Beni fercine sokan kadın ise kazılacak topraktır.
Ben defnedilip orada kaybolacağım. Oğlumun beni arayıp bulamaması, kanaatıma
göre benim şehid olduğum gibi, o da şehid olmak için çabalayacak." dedi.
Tu-feyl, gerçekten Yemâme'de şehid düştü. Oğlu Amr ise çok ağır şekilde yaralandı.
Daha sonra Hz. Ömer (r.a.) zamanında Yermük savaşında şehid oldu.
Bu olaydan çıkarılan
fıkhî hükümler:
1—
Müslümanların âdeti, İslâm'a girmeden önce gusletmekti. Rasülul-lah'ın (s.a.)
bu konudaki emri sahihtir.[260]Bu
husustaki görüşlerin en sahihi ise: Küfür halindeyken cünüp olan ve olmayan
herkese gusletmenin vacip olduğudur.
2— Akıllı
bir kimsenin övgü ve yergi hususunda başkalarını taklid et-mesi, özellikle
nefsânî duygularla öven ve yeren kimseyi taklid etmesi hoş değildir. Bu kör
taklid nice kimselerin hidayetine engel olmuştur. Bundan ise ancak, Allah'ın
haklarında hayır takdir ettiği kimseler kurtulmuşlardır.
3— Harp
bitmeden önce destek kuvvetler gelirse, onlar da ganimetten paylarını alırlar.
4—
Evliyâullahın kerametleri haktır. Bu kerametler ya dinî bir ihtiyaç veya
İslâm'ı ve müslümanlan ilgilendiren bir menfaat dolayısıyla vukubulur-lar.
Rahmânî haller işte bunlardır. Sebebi, RasûluUah'm (s.a.) yolundan gitmek;
neticesi ise hakkı açığa çıkarıp bâtılı kahreylemektir. Şeytânı haller sebep
ve netice olarak bunun zıddıdır.
5— Allah'ın
dinine davette bulunurken sabır ve teenni ile hareket etmek, karşı duranlara
bedduada bulunmakta aceleci davranmamak esastır.
Tufeyl'in;
"başının tıraş edilmesini" kafasının kopması ile tâbir etmesine
gelince, tıraştan sonra saç yere dökülür ve yalnızca tıraş olmak bu mânaya
yorumlanamaz. Çünkü tıraş olmak kederden, hastalıktan veya duruma göre
sıkıntıdan kurtulmaya, fakirlik ve zarurete düşmeye ve yine duruma göre birinin
makam ve mevkisini kaybedeceğine yorumlanabilir. Fakat Tufeyl'in rüyasında başının
kopacağına dair karineler vardı. Bunlar: Cihad içinde olması ve güçlü bir
düşmanla savaş halinde bulunmasıdır.
Rüyasında gördüğü»
"kadının karnına girmesi"ne gelince; bu anası ye rinde olan
"toprak" ile yorumlanabilir. Aynı zamanda çıktığı yerden gir$ ğini
görmüştür. Bu da toprağa geri verileceğini gösterir. Allah Teâlâ: "Sis
ondan (topraktan) yarattık; yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha onda
çıkaracağız." buyurmuştur.[261]
"Kadm"ı yeryüzü olarak yorumladı, çünlşf hem yeryüzü hem de kadın
vat'[262] mahallidir.
"Fercine girmeyi", kendisinden yaratıldığı toprağa dönüş olarak
yorumlamıştır. "Ağzından çıkan kuşu" ise ruh olarak tâbir etmiştir.
Zira ruh bedende hapsedilmiş bir kuş gibidir. Çıktığı zaman hapisten kurtulmuş
kuş gibi olur ve dilediği yere gider. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.):
"Mü'minin ruhu cennet ağaçları arasında yemlenir."[263]
diye haber vermiştir. İşte İbn Abbas'm kabrinde defnolunurken görülen kuş
budur. Şu âyetleri okuduğu duyulmuştur: "Ey tatmine kavuşmuş ruh! Hoşnut
etmiş ve hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön."[264] Ruh
bu kuşun beyazlığı, siyahlığı, güzeliği ve çirkinliği üzere olur. Bunun için
Firavun ailesinin ruhları, siyah kuşlar şeklinde sabah-akşam cehenneme
geliyorlar. "Oğlunun kendisim aramasını", onun da kendisi gibi şehit
olmak için çırpınması olarak yorumladı. "Babasını bulamaması" ise
Yemâme ile Yermük savaşları rasındaki hayatıdır. Allah en iyisini bilir. [265]
İbn İshak der ki:
Rasûlullah'a (s.a.) Medine'de hıristiyan Necran heyeti geldi.[266]
Muhammed b. Cafer b. Zübeyr bana şöyle anlattı: Necran heyeti Rasûlullah'a
(s.a.) gelince, ikindi namazından sonra mescide girdiler, ibadet vakitleri
yaklaşmıştı. Kalkıp RasûluUah'm (s.a.) mescidinde ibadetlerini edaya
başladılar. Ashap onlara engel olmak istedi, fakat Rasûlullah (s.a.): "Onları
bırakın." dedi. Bunun üzerine doğu istikametine yönelip ibadetlerini
yaptılar[267]
Yezîd b. Süfyân, İbn
Beylemânî[268] ve Kürz b. Alkame
yoluyla yaptığı ve
İbn Hİbbân itham bir
rivayette demiştir ki: Rasûlullah'a (s.a.) altmış kişilik hıristiyan Necran
heyeti binekli olarak geldiler. Bunlardan yirmi dört kişi oranın eşrafmdandı.
Bunların içinde de üç kişi, onların işlerini çekip çevirenleri idi. Birisi:
Abdül-mesih adında, Âkib dedikleri, Necranlıların reisi, söz ve görüş sahibi ve
danışmanı idi, ancak onun görüşüne göre hareket edilirdi. Diğeri: Seyyid dedikleri,
Eyhem adındaki şahıs olup onların her işlerinin danışmanı, seyahat ve
toplantılarının idarecisi idi. Bekir b. Vâil oğullarının kardeşi Ebu Harise b.
Alkame, Necranlıların piskoposu, en büyük din bilgini, önderi ve bir çeşit
eğitim bakam idi.
Her bakımdan içlerinde
en şerefli ve itibarlı olanları Ebu Harise idi. Din kitaplarını okumuştu.
Hıristiyan Rum kralları ona değer verir, malî destek sağlar, hizmetçiler hediye
ederlerdi. Hıristiyanlık hakkındaki derin bilgi ve içtihadından dolayı ona bir
kilise yaptırmışlar ve kendisini ikrama boğmuşlardı.
Necran'dan
Rasûlullah'a (s.a.) gelmek üzere yola çıkınca, Ebu Harise katırının üzerine
binmiş yanında da kardeşi Kürz b. Alkame yürüyorlardı. O sırada Ebu Hârise'nin
katın tökezledi. Bunun üzerine Kürz, Rasûlullah'ı (s.a.) kastederek
"Geberesice!" diye beddua etti. Ebu Harise ona: "Sen
ge-ber!" diye cevap verdi. Kürz: "Niçin ey kardeşim?" dedi. Ebu
Harise: "Allah'a yemin olsun ki O, beklediğimiz Ümmî Peygamberdir!"
dedi. Kürz: "Madem bunu biliyorsun da O'na tâbi olmaktan seni alıkoyan
nedir?" diye sordu. O da: "Şu kavmin bize yaptığı şeyler: Bize değer
verdiler, mal verdiler, ikramda bulundular ve O'na -Rasûlullah'a- karşı
durmaktan başka şey de kabul etmediler. Şayet O'na iman edecek olsam gördüğün
herşeyi elimizden alırlar." diye karşılık verdi. Ebu Hârise'nin bu sözü,
Kürz b. Alkame'ye çok tesir etmişti. Bu tesir daha sonra gelip müslüman
olmasına vesile oldu. [269]
İbn İshak, Zeyd b.
Sabit'in azatlısı Muhammed b. Ebî Muhammed [270]—Saîd
b. Cübeyr—İkrime—Abbas (r.a.) yoluyla şu rivayeti nakleder: Necran
hıristiyanları ve yahudî âlimleri, Rasûlullah'ın (s.a.) yanında bir araya
geldiler ve tartışmaya başladılar. Yahudî âlimler, Hz. İbrahim'in (a.s.) sadece
yahudî olduğunu; hıristiyanlar da yalnızca hıristiyan olduğunu iddia ediyorlardı.
Bunun üzerine onlar hakkında Allah Teâlâ şu âyetleri inzal buyurdu; "Ey
ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve
İncil kesinlikle ondan sonra indirildi.
Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kimselersiniz! Çünkü az bir miktar
bilginiz olan şey hakkında münakaşa , ettiniz. (Doğru olan, bilginize göre
hakkı kabul etmenizdi.) Hal böyle iken hiç bilginiz olmayan bir hususta niçin
tartışırsınız? Oysa ki Allah herşeyi bilir, siz bilmezsiniz. İbrahim ne
yahudî, ne de hıristiyan idi; fakat O, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir
müslüman idi. Müşriklerden de değildi. İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona
uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve O'na iman edenlerdir. Allah mü'minierin
dostudur."[271]
Yahudi âlimlerinden
birisi dedi ki: "Ey Muhammed! Bizden, hıristiyan-lann Meryem oğlu İsa'ya
taptıktan gibi sana tapmamızı mı istiyorsun?" Necran hıristiyanlarından
bir kişi de: "Bunu mu istiyorsun ey Muhammed? Bizi buna mı davet
ediyorsun?" dedi. Rasûlullah (s.a.): "Allah'tan başkasına ibadet
etmekten ve O'ndan başkasına ibadet edilmesini emretmekten Allah'a sığınırım.
Beni böyle bir şeyle göndermedi ve bana bunu (kendinden başkasına ibadeti)
emretmedi." buyurdu. Bu hususta Allah Teâlâ şu âyet-i kerimeleri inzal
buyurdu: 'Hiçbir beşerin, Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik
vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun' demesi
mümkün değildir. Bilâkis (şöyle demesi gerekir:) 'Okumakta ve öğretmekte
olduğunuz kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.' Ve size 'Melekleri ve
peygamberleri ilâhlar edinin.' diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra
hiç size kâfirliği emreder mi?"[272]
Daha sonra: "Hani Allah peygamberlerden söz almış" ifadesiyle başlayıp
"şahitlik edenlerdenim."[273]
şeklinde son bulan âyet-i kerimede de onlardan ve babalarından almış olduğu
sözü ve bu sözlerini kabul edişlerini zikretmiştir.
Muhammed b. Sehl b.
Ebî Ümâme bana şöyle söylemiştir: Necran heyeti Rasûlullah'a (s.a.) gelince
O'na Meryem oğlu İsa'yı soruyorladı. Al-i İmrân sûresinin başından sekseninci
âyetinin başına kadar olan kısmı, o heyet -ve heyetteküerin soruları- hakkında
nazil olmuştur. [274]
Ebu Abdillah el-Hâkim,
Esam—Ahmed b. Abdilcebbâr—Yûnus b. Bekîr—Seîeme b. Abdi Yesû'—babası—dedesi
yoluyla bize gelen bir rivayete göre, Yunus -hıristiyan idi, sonradan müslüman
oldu- dedi ki: Rasûlullah
(s.a.) İbrahim, İshak ve Yakub'un ilâhı adıyla
Necran'a şöyle bir mektup yazdı: "Ben sizi kullara küllük etmekten Allah'a
kulluk etmeye çağırıyorum. Kul -lan velî ve sahip kabul etmekten, Allah'ı velî
ve sahip kabul etmeye çağırıyorum. Reddederseniz, cizye ödemeniz gerektiğini,
bunu da reddederseniz sizinle harbedeceğimi duyururum vesselam." Mektup
gelince piskopos alıp okudu ve son derece korkarak dehşete kapıldı. Bir adam
göndererek Şurahbil b. Vedâa'yı yanına çağırdı. Bir müşkil ortaya çıkınca ne
Eyhem'i, ne Sey-yid'i ne de Âkıb'ı çağırırdı; öncelikle bunu çağırırdı.
Piskopos mektubu ona verdi. Şurahbil aldı ve okudu. Sonra piskopos: "Ey
Ebu Meryem! Fikrin nedir?" diye sordu. Şurahbil de şöyle cevap verdi:
"Allah'ın ibrahim'e, İsmail'in zürriyetinden bir peygamber çıkacağını
vaadettiğini biliyorsun. Bu adamın o olmayacağını nasıl söyleyebiliriz?
Peygamberlik hususunda benim bir görüşüm yok. Eğer dünya işlerinden bir konu
hakkında görüşümü alsaydın, o hususta sana açıklama yapar ve kanaatimi benimsemen
için çabalardım." Bunun üzerine piskopos: "Şöyle kenara çekil ve
otur." dedi. O da çekilip bir köşede oturdu. Sonra Abdullah b. Şurahbil
adındaki Necranh bir şahsa adam gönderdi. Himyerlilerin Zî-Ashab ailesinden
olan bu şahsa da mektubu okuttu ve görüşünü sordu. O da Şuharbîl'in dediği
gibi söyledi. Piskopos ona da:1 "Bir köşeye çekil ve otur." dedi. O
da çekilip oturdu. Sonra Necran-lılann Haris b. Kâ'b oğulları kabilesinden
Cebbar b. Feyz'i çağırtıp mektubu okuttu ve fikrini sordu. O da Şurahbil ve
Abdullah'ın söyledikleri gibi konuşunca, ona da bir kenara çekilmesini
emretti. Hepsinin görüşü aynı nokta üzerinde toplanınca piskopos çan
çalınmasını emretti. Çanlar çalındı, mabedde-ki çullar kaldırıldı. Gündüzleri
korkuya düştükleri vakit böyle yaparlardı. Şayet gece vakti korkuya kapıhrlarsa
çan çalıp mabedde ateş yakarlardı. Çanlar çalınıp çullar kaldırılınca, vadinin
altında üstünde kim varsa hepsi toplandı. Vadinin uzunluğu hızlı bir süvari
için bir günlük yoldu ve vadide yetmiş üç köy, yi*z yirmi bin savaşacak adam
vardı. Hepsi toplandıktan sonra Rasûlulîah'm (s.a.) mektubunu okudu ve
düşüncelerini sordu. Hepsi ittifakla Şurahbil b. Vedâa el-Hemedânî, Abdullah b.
Şurahbil ve Cebbar b. Feyz el-Hârisî'yi RasuluUah'a (s.a.) göndermek ve onların
getireceği haberi beklemek yönünde karar verdiler. [275]
Heyet yola çıktı.
Medine'ye gelince sefer elbiselerini çıkarıp ipek elbiselerini giyip altın
yüzüklerini taktıktan sonra Rasûlullah'ın (s.a.) yanına gelerek selâm verdiler.
Rasülullah (s.a.) selâmlarını almadı. Uzun bir gün boyu
konuşmasını
beklediler, fakat üzerlerinde ipek elbiseler, parmaklarında altın yüzükler
olduğu için onlarla hiç konuşmadı. Çıkıp Osman b. Affân ve Ab-durrahman b.
Avf'ı aramaya başladılar. Bu iki kişi cahiliyye döneminde Necran'a ticaret
kervanı gönderirler, orada onlar için buğday ve diğer mahsuller satın alınırdı.
Onları Muhacirlerin ve Ensar'm bulundukları bir mecliste buldular ve: "Ey
Osman ve ey Abdurrahman! Peygamberiniz bize mektup yazdı. Biz de mektubuna
cevap olarak geldik. Kendisine selâm verdik, fakat selâmımızı almadı. Uzun bir
gün boyu bizimle konuşmasını bekledik ama konuşmadı. Ne dersiniz» dönüp
gidelim mi?" diye söylediler. Onlar da orada bulunan Ali b. Ebî Talib'e:
"Bunlar hakkında fikrin nedir ey Ebu'l-Hasan?" diye sordular. Hz. Ali
(r.a.), Osman ve Abdurrahman'a (r.a.) dedi ki: "Üzerlerindeki şu ipekli
elbiseleri ve altın yüzükleri çıkarıp sefer elbiselerini giymelerini tavsiye
ederim."
Bunun üzerine
heyettekiler denileni yaptılar, üzerlerindeki elbiseleri ve yüzüklerini
çıkardıktan sonra Rasûlullah'ın (s.a.) yanına gittiler, selâm verdiler.
Rasülullah (s.a.) selâmlarını aldı. [276]
Karşılıklı olarak
birbirlerine bazı sorular sordular. Onlar Rasûlullah'a (s.a.), "İsa
aleyhisselâm hakkında ne dersin? Biz hıristiyanız, kavimimize döneceğiz. Şayet
peygamber isen O'nun hakkkındaki düşünceni bilmek bizi memnun eder." diye
soruncaya kadar ortaya hiçbir mesele çıkmadı. Bu soru üzerine Rasülullah
(s.a.) buyurdu ki: "Bugün bu konuda söyleyecek bir şeyim yok. Burada
kalınız. İsa aleyhisselâm hakkında bana söylenecek şeyleri size
bildireyim." Ertesi gün oldu ve Allah Teâlâ onun hakkında şu âyetleri
inzal buyurdu: "Allah katında İsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Allah
onu topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol!' dedi ve oluverdi. (Bu) Rabbinden gelen
bir gerçektir, öyle ise şüphecilerden olma. Sana bu ilim geldikten sonra seninle
bu konuda tartışanlara: 'Geliniz sizler ve bizler de dahil olmak üzere
karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim
de Allah'tan yalancılar üzerine lanet dileyelim.' de."[277]
Bu âyetlerde
zikrolunan hususları heyettekiler kabul etmediler. Bu haberin Rasûlullah'a
(s.a.) ulaşmasının ertesi sabahı, Rasülullah (s.a.) Hz. Hasan ve Hüseyin
yanında, Hz. Fâtıma. arkasında ve bazı hanımları da beraberinde olduğu halde
lânetleşme için yola çıktı.
Şurahbiİ arkadaşlarına
dedi ki: "Ey Abdullah b. Şurahbil ve ey Cebbar b. Feyz! Bilirsiniz ki
bizim vadinin aşağısındakiler ve yukansındakiler bir arada toplansalar benim
fikrimden dışarı çıkmazlar. Vallahi ben üzerimize gelen bir durumu görmekteyim.
Vallahi görüyorum ki bu adam bir kral olsaydı teklifi reddedildiği zaman,
gözleri oyulan Arapların ilki biz olurduk. Biz onların himayesine hak kazanmak
bakımından Arapların en yakını olduğumuz halde, ne O'nun ne de ashabının
önünden helâk edilmedikçe geçirilmezdik. Şayet bu adam Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamberse, biz de buna rağmen O'nunla lânetleşirsek bizden
bir saç ve tırnak tanesi bile kalmaksızın helâk oluruz." Bunun üzerine
arkadaşları şöyle dediler: "İşler seni böyle bir sonuca ulaştırmış. O
halde görüşün nedir? Fikrini ortaya koy!'* Dedi ki: "Görüşüm, O'nun
hakemliğini kabul etmemizdir. Ben O'nu haksız yere hükmetmeyecek bir adam
olarak görüyorum." Arkadaşları da: "Bu iş sana ait.'* dediler.
Şurahbil, Rasülullah
(s.a.) ile karşılaştı ve: "Benim, seninle lânetleşmekten daha hayırlı bir
görüşüm var." dedi. Rasülullah (s.a.): "O nedir?" diye sorunca
Şurahbil: "Bugün akşama ve bu akşam sabaha kadar kararını ver, hakkımızda
neye hükmedersen bizce geçerlidir." dedi.
Rasülullah (s.a.):
"Belki arkandakilerden biri seni kınamak, bu teklifinden dolayı yermek
isteyebilir." dedi. Şurahbil ise: "Arkadaşlarıma sorabilirsin."
dedi. Rasülullah (s.a.) sordu. Onlar da: "Bütün bir vadiden hiç kimse
Şu-rahbii'in sözünden dışarı çıkmaz." dediler. Bunun üzerine Rasülullah
(s.a.) onun hakkında "Kâfir" veya "-Kavmi içinde- başarılı bir
münkir." dedi. [278]
Bu görüşmeden sonra
Rasülullah (s.a.) lânetleşmeden döndü. Ertesi gün Necran heyeti geldi ve
Rasülullah (s.a.) onlara şu yazıyı yazdı:
"Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bu, Allah'ın elçisi Peygamber Muhammed'in Necran (halkına) yazısıdır. Onların
bütün mahsulleri, sarı, beyaz, siyah her çeşit nakitleri ve köleleri hakkında
Rasûlullah'ın hükmü, onlara ihsanda bulunmaktır. Bütün bunları aşağıda
sayılacak mallara karşılık onlara bırakmıştır: Bin adet Recep, bin adet de
Safer ayında olmak üzere iki bin adet elbise verecekler ve her bir elbise kırk
dirhem (bir ûkıye) değerinde olacaktır. Elbiselerden haraç vergisini aşan ve
ûkıyelerden eksilen olursa hesaplanacaktır. Haraç olarak ödedikleri zırhlar,
atlar, binek hayvanları ve diğer eşyalar hesaplanarak onlardan alınacaktır.
Necranlılar, elçilerimi yirmi gün ve daha az müddetle ağırlayacaklar ve hiçbir
elçi otuz günden fazla tutulmayacaktır. Yemen'de bir savaş ve olay vukûbulursa
otuz adet zırh, otuz adet at ve otuz adet deve ödünç olarak vereceklerdir.
Vermiş oldukları zırh, at ve bineklerden telef olanlar, tazmin edilmek
suretiyle Necranlılara geri verilinceye kadar elçimin kefaleti altındadır.
Necranlılann canları, dinleri, vatanları, mallan, burada bulunanları ve
bulunmayanları, aşiretleri ve onlara bağlı olanlar Allah'ın himayesi ve
Peygamber Muhammed'in emânı altındadırlar. Şu an üzerinde bulundukları
hallerine müdahale edilmeyecek, dinlerinden ve haklarından hiçbir şey
değiştirilmeyecektir. Ne bir piskopos bu görevinden, ne bir rahip rahipliğinden
ne de bir kilise bakıcısı bu görevinden alınacaktır. Ellerinde bulunan az ya
da çok herşeyleri kendilerinindir. Artık ne —geçmişten dolayı— bir töhmet, ne
de kan davası vardır. Onlar savaş için çağrılmayacak, mahsullerinden de onda
bir vergi alınmayacaktır. Yurtlarını başkalarının askerleri çiğnemeyecektir.
Kim hakkım isterse zulmetmeden, zulme de uğramadan insaf ile hükmedilecektir.
Bundan sonra, kim faiz alırsa benim emânımdan çıkmış demektir. Onlardan hiç
kimse diğerinin yerine cezalandırılmaz. Necranlılar, üzerlerine aldıkları
yükümlülükleri yerine getirip iyi hal üzere devam ettikleri müddetçe bu
sahifede yazılı olan hususular Allah'ın emri gelinceye kadar Allah'ın himayesi
ve Allah'ın Rasûlü Peygamber Muhammed'in emânı altındadır." Ebu Süfyan b.
Harb, Gaylân b. Amr, Mâlik b. Avf, Akra' b. Habis Hanzalî ve Muğîre b. Şu'be
şahitlikte bulundular. Muğîre, aynı zamanda pazıyı yazandı. [279]
Yazıyı alır almaz
Necran'a döndüler. Piskopos ve Necran'ın ileri gelenleri bir günlük mesafede
karşılamaya çıkmışlardı. Piskoposun yanında ana bir kardeşi vardı. Soy
bakımından da amcasının oğluydu. Adı Bişr b. Muâvi-ye, künyesi Ebu Alkame idi.
Heyettekiler ellerindeki yazıyı piskoposa vermişlerdi. O da yazıyı okurken
yanında yürüyen Bişr'in devesi tökezledi. Bunun üzerine Bişr, Rasûlullah'ı
(s.a.) zikretmeden lanette bulundu. Fakat Piskopos o anda dedi ki:
"Vallahi sen Allah tarafından gönderilmiş peygambere lanet ettin."
Bunun üzerine Bişr: "O halde ben O'na varıncaya kadar hiçbir yerde
konaklamayacağım." dedi ve devesini Medine'ye doğru çevirdi. Piskopos
devesini tutarak ona dedi ki: "Beni anlaşana, ben bu sözü Arapları,
onların en kalabalığı ve kuvvetlisi olduğumuz halde hakkımızda aldatıldığımız
ve ahmaklığımız sonucu başka Arapların kabul etmedikleri şartları kabul
ettiğimiz gibi sözler söylemelerinden korktuğum için sana böyle söyledim."
Fakat Bişr:
"Hayır vallahi! Senin kafanda olan şeyden caymana izin vermeyeceğim."
diyerek sırtını piskoposa döndü ve şöyle diyerek devesini sürdü:
"Süratle sana
koşuyor, Karnında cenini, Ve dini hıristiyanlığa muhalif."
Hz. Peygamber'e (s.a.)
geldi ve şehid oluncaya kadar O'ndan ayrılmadı.
Heyet Necran'a girdi.
Rahip İbn Ebî Şemr ez-Zebîdî'ye geldi. O da bu esnada mabedinin tepesinde idi.
Dediler ki: "Tihâme bölgesinde bir peygamber çıktı, piskoposa mektup
yazdı. Vadi halkı Şurahbil b. Vedâa, Abdullah b. Şurahbil ve Cebbar b. Feyz'i
O'na göndermeye ve O'ndan haber getirmelerine karar verdiler. Belirlenen heyet
gitti. Peygamber onları lânetleşmeye davet etti. O da heyete hükmünü bildirip,
bu konuda bir de yazı yazdı. Heyet bu yazıyla geldi ve onu piskoposa verdi.
Piskopos yazıyı okurken yanında Bişr vardı ve o esnada devesi tökezlediği için
Peygamber'e lanet etti. Bunun üzerine Piskopos O'nun Allah tarafından
gönderilen peygamber olduğuna şehadet edince Ebu Alkame müslümanlığı kabul
etmek arzusuyla O'na doğru yola çıktı."
Bu haberleri dinleyen
rahip: "Beni buradan indiriniz, yoksa kendimi aşağıya atacağım."
dedi. Onlar da tutup indirdiler. Rahip, hemen halifelerin de giymekte olduğu
cübbe, gömlek ve asâ gibi bazı hediyeler alarak Rasûlullah'a (s.a.) gelmek
için yola çıktı. Bir müddet Rasûlullah'm (s.a.) yanında kaldı. Vahyin nasıl
geldiğini, sünnetleri, farzları, hadleri (suçlulara uygulanan şer'î cezaları)
gördü ve dinledi. Fakat İslâm'ı kabul etmesi kısmet olmadı. Daha sonra
Rasûlullah'tan (s.a.) kavmine dönmek üzere izin istedi ve: "Inşaallahu
teâlâ tekrar döneceğim." dedi. Fakat, Rasûİullah (s.a.) vefat edinceye
kadar dönmek nasip olmadı.
Piskopos Ebu Haris,
Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Yanında Seyyid, Âkıb ve kavminin önde gelen zatları
vardı. Bir müddet orada kalıp Allah'ın inzal buyurduğu âyetleri dinlediler.
Rasûİullah (s.a.), piskopos ve ondan sonra gelecek piskoposlar için şu yazıyı
yazdı: "Bismülahirrahmanirrahîm. Peygamber Muhammed'den piskopos Ebu
Hâris'e ve Necrân'ın diğer piskoposları, kâhinleri, ruhbanları, mabedlerinde
bulunanları, köleleri, dinleri ve halkı ve ellerinin altında bulunan az-çok
bütün mallan Allah ve Rasûlü'nün himaye-sindedir. Ne bir piskopos
piskoposluğundan, ne bir rahip rahipliğinden, ne bir kâhin kâhinliğinden alınmayacak; haklarından
herhangi bir hak, yetki ve şu anda üzerinde bulundukları hiçbir şey
değiştirilmeyecektir. Bu hususta ebedî olarak Allah ve Rasûlü'nün himayesi
vardır. İyi davrandıkları, hayırhahhk gösterdikleri, zulme meyletmedikleri
müddetçe bu himaye geçerlidir." Bu yazıyı Muğîre b. Şu'be yazdı. Piskopos
yazıyı alınca, yanındakilerle beraber kavmine dönmek üzere izin istedi, izin
verilince de yola koyuldular.[280]
Beyhakî, İbn Mes'ûd'a
varan sahih bir isnadla şu rivayeti yapmaktadır: Seyyid ve Âkıb, Rasûlullah'a
(s.a.) geldiler. Rasûİullah (s.a.) onlarla lanet-leşmek istedi. Bunun üzerine
biri diğerine: "O'nunla lânetleşme. Vallahi eğer o peygamberse, sen de
O'nunla lânetleşirsen biz de kurtulamayız, bizden sonra gelenler de
kurtulamazlar." dedi. Heyettekiler, Rasûlullah'a (s.a.) dediler ki:
"Ne istersen vereceğiz. Yalnız bizimle beraber emîn bir adam gönder; göndereceğin
adam mutlaka emîn olmalı." Rasûİullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizinle
hakikaten çok emîn birini göndereceğim." Bu söz üzerine ashabın hepsi bu
şerefli mevkie nail olmak için kendisinin de orada bulunduğunu
hissettin-yordular. Rasûİullah (s.a.): "Kalk ey Ebu Ubeyde b.
Cerrah!" buyurdu. Kalkınca da: "Bu (adam), bu ümmetin eminidir."
buyurdu.
Buharı de Sahîh'mdc,
Huzeyfe'den bunun bir benzerini rivayet et-miştir.[281]
Sahîh-i Müslim'deki
rivayette Muğîre b. Şu'be'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûİullah
(s.a.), beni Necran'a gönderdi. Onların bana söyledikleri sözler arasında şu
da vardı: "Sizin 'Ey Harun'un kızkardeşi' diye okumanız hakkında ne
dersin? Bildiğiniz gibi Musa ile îsa arasında şu kadar zaman vardı."
Rasûlullah'a (s.a.) geldim ve bu sözü haber verdim. Dedi ki: "Onlara
söylemedin mi ki onlar peygamberlerinin ve kendilerinden önceki salih
kimselerin adlarını koyarlardı."[282]
Yunus b. Bekîr yoluyla
İbn İshak'tan şu rivayet gelmiştir: "Rasûİullah (s.a.) Ali b. Ebî Tâlib'i
zekâtlarım toplamak ve cizyelerini getirmek için Necran'a göndermiştir." [283]
1— Ehl-i kitabın, müslümanların mescidlerine
girmesi caizdir.
2— Geçici
hallerde ehl-i kitabın müslümanların mescidlerinde ve müslü-manlann önünde
ibadet etmelerine imkân verilebilir. Ancak devamlı surette olursa bu imkân
verilmez.
3— Ehl-i
kitaptan bir kâhinin Rasûluüah'ın (s.a.) peygamberliğini ikrar etmesi, onun
müslüman olması için yeterli değildir. Müslüman olabilmesi için Hz. Peygamber'e
(s.a.) itaat etmesi ve O'na uyması şarttır. Bu ikrarından sonra kendi dininin
İcaplarını yerine getirmesi irtidat etmesi anlamına gelmez. Bu meselenin
misali; iki yahudi âliminin, Rasûlulîah'a (s.a.) üç soru sorup cevabını alınca:
"Şehadet ederiz ki sen peygambersin." demeleri, bunun üzerine
Rasûlullah'm (s.a.) "O halde bana tâbi olmanıza mâni olan nedir?"
diye sorması, buna karşılık ise: "Yahudilerin bizi öldürmesinden
korkarız." demeleridir. Sadece şehadet etmeleri İslâm'ın emirlerini
yerine getirmelerini gerektirmez.-Meselâ, Rasûlullah'm (s.a.) amcası Ebu
Tâlib, O'nun davasında sadık olduğuna, dininin yeryüzü dinlerinin en hayırhsı
olduğuna şehadet etmiştir, fakat bu şehadet onun İslâm ile müşerref olmasına
yetmemiştir.
Rasûlullah'm (s.a.)
hayatında (siyerde) ve sahih haberlerde ehl-i kitabın ve müşriklerin çoğunun
Rasûlullah'm (s.a.) peygamber olduğuna ve bu davasında sadık olduğuna şehadet
ettikleri, buna rağmen İslâm'a giremedikleri hususundaki haberler üzerinde
düşünenler, İslâm'ın bu durumun ötesinde bir şey olduğunu; onun sadece bilgi
olmadığını, yalnızca bilgi ve ikrar (yani peygamber olduğunu bilip anlamak ve
peygamberliğini kabul etmek) da olmadığını, bilakis İslâm denen müessesenin
bilgi, ikrar, emir ve yasaklara in-kıyad, zahirî, ve bâtını her konuda itaat
demek olduğunu göreceklerdir.
Müctehid imamlar,
"Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ederim." deyip başka
bir şey söylemeyen bir kâfirin müslüman olduğuna hükmedilir mi konusunda üç
ayrı görüş belirtmişlerdir. Şu görüşlerin üçü de İmam Ahmed'e nisbet edilmiş ve
ona ait görüşler olarak rivayet edilmiştir: 1) Bu kadarıyla bile bu kâfirin
müslüman olduğuna hükmedilir. 2) Allah'ın birliğine şehadet edinceye kadar
müslüman olduğuna hükmedilemez. 3) Tevhid inancını kabul ederse müslüman
olduğuna, kabui etmezse, edinceye kadar müslüman olmadığına hükmedilir.
Aslında bu meselenin tam olarak ele alınacağı yer burası değildir. Biz ancak
hafif bir işarette bulunduk. Bu işaretle şu noktayı açığa çıkarmak istedik:
Tevrat ve İncil'e inananlar son zamanda bir peygamberin geleceği hususunda görüş birliği
içindeydiler ve O'nu bekliyorlardı. Âlimleri, o peygamberin Muhammed b.
Abdillah b. Abdülmuttalib olduğunda hiç şüphe etmiyorlardı. Buna rağmen
İslâm'a girmiyorlardı. Çünkü kavimleri üzerindeki reislikleri, o kavimlerin
kendilerine boyun eğmeleri ve bulundukları makam sayesinde elde ettikleri
servet ve menfaatlan, müslüman oldukları takdirde bunları kaybetme korkusu,
İslâm ile aralarında bir engel oluşturmuştu.
4— Ehl-i
kitapla münazara ve mücadele etmek caiz, hatta müstehaptır. Bazılarının
müslüman olma ihtimali belirir, onları ikna edecek deliller de mevcutsa, o
durumda münazara etmek vaciptir. Delilleri serdetmekten aciz kalmayanlar böyle
bir mücadeleden kaçamazlar, aciz olanların da bu işi ehline havale etmesi
gerekir. At binicisine, ok atıcısına verilsin. Şayet uzatma endişemiz
olmasaydı, kendi kitaplarına dayanarak yahudî ve hıristiyanları, Muhammed'in
(s.a.) Allah'ın Rasûlü olduğunu ikrara mecbur bırakacak delilleri, yüzün
üzerinde olmak üzere ayrı yoldan zikrederdik. Bu konuyu müstakil bir eser
haline getirmeyi Allah'tan umuyorum.
Ehl-i kitabın
âlimlerinden biriyle aramda bir münazara oldu. Konuşma sırasında onlara dedim
ki: "Sizin, bizim Peygamberimiz'in (s.a.) peygamberliğine itiraz etmeniz
ancak Allah Teâlâ'yı ayıplamanız, O'na itiraz etmeniz, O'nu zulmün, aptallığın
ve fesadın en büyüğüne nisbet etmenizle mümkündür. Allah Teâlâ bütün bunlardan
münezzeh ve yücedir." Dedi ki: "Bu nasıl olur?" Şöyle dedim:
"Hatta ve hatta Allah'ın varlığını tümüyle inkâr etmediğiniz müddetçe
bizim peygamberimize itiraz edemezsiniz."
Bu konunun açıklaması
şöyledir: Muhammed size göre sâdık bir peygamber değildir. İddianıza göre O,
zalim bir kraldır; Allah'a iftira etmekte, söylemediği şeyleri, söyledi diye
O'na nisbet etmektedir. Buna rağmen iddiasını sonuna kadar götürecek helâlleri,
haramları koyacak, farzları emredecek, kanunları vaz' edecek, dinleri nesh
edecek, savaşıp diğer peygamberlerin hak üzere olan ümmetlerini öldürecek,
kadınlarını ve çocuklarını esir edecek, ülkelerini ve mallarım ellerinden
alacak, bütün bir yeryüzünü fethedin-ceye kadar bu halde devam edecek, bütün bu
olanları Allah'a ve Allah'ın kendisine olan sevgisine bağlayacak; Allah Teâlâ
da O'nu ve hak üzere olan diğer peygamberlerin kavimlerine neler yaptığını
görecek. Sonra O, yirmi üç sene bu şekilde Allah'a iftira etmeye devam edecek,
bütün bunlara rağmen Allah kendisini destekleyecek ve yardım edecek, makamım
yüceltecek, beşer gücünün üstünde zaferler kazanmasına imkân verecek; hepsinden
daha garibi de dua ettiği zaman duasına icabet edecek, elini kolunu
kıpırdatmadan düşmanlarını helak edecek, hatta bazan dua bile etmeden Allah
Teâlâ onların kökünü
kazıyacak,.daha sonra da her arzusunu yerine getirecek, O'na her güzel vaadle
söz verecek ve bütün vaadlerini en mükemmel şekliyle yerine getirecek!.. İşte
bütün bu olanlar size göre zulmün, iftiranın ve yalanın en son noktasıdır.
Çünkü Allah'a yalan nisbet eden ve bu yalanında ısrarla devam eden kimseden
daha büyük yalancı yoktur. Peygamberlerin ve Rasûllerin dinlerini bâtıl sayan»
bu dinleri yeryüzünden silmek ve dilediği başka bir dinle değiştirmek isteyen,
Allah dostlarını, bağlılarını ve "peygamberlerini öldüren, bu hususta da
zaferler elde eden, bütün yaptıkları Allah tarafından kabul edilen, Allah'ın
kendisine vahiy gönderdiğini ve: "Allah'a karşı yaian uydurandan, yahut
kendine hiçbir şey vahyedilmemişken 'Bana da vahyolundu.' diyenden, ve 'Ben de
Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim.' diye söyleyenden daha
zalim kim vardır?"[284]'
diye haber verdiğini söyleyen kimseyi Allah kahretmiyorsa, bütün bunlar olup
biterken o hâlâ yoluna devam ediyorsa, siz ey O'nu yalanlayanlar; şu iki şıktan
birini kabul etmek zorundasınız:
Birincisi: Bu âlemin
bir yaratıcısı ve idarecisi yoktur. Şayet âlemin kudret ve hikmet sahibi,
herşeyi idare eden bir yaratıcısı olsaydı O'nun bu yaptıklarına izin vermez,
karşılıksız bırakmaz ve O'nu diğer zalimlere ibret olacak şekilde
cezalandırırdı. Çünkü dünyada sultanlara bundan başkası yakışmazsa, yerin ve
göklerin sultam, sahibi ve mâliki olan hâkimlerin hâkimine başka türlüsü
yakışmaz.
İkincisi: Allah
Teâlâ'yı, kendisine lâyık olmayan bir şekilde zulme, ahmaklığa, zalimliğe,
mahlûkatı daima sapıklığa düşürmeye nisbet edecek, hatta bir yalancıya yardım
ettiğini, O'nu yeryüzünde güçlü kıldığını, dualarını kabul ettiğini,
kendisinden sonra da davasını devam ettirdiğini ve devamlı olarak
yücelttiğini, asırlar boyunca her yerde O'nun peygamberliğine şehadeti ve O'nun
davetini açığa çıkardığını söyleyeceklerdir. Hiç hâkimlerin hâkimi v.1
merhametlilerin en merhametlisi böyle yapar mı? Âlemlerin Rabbı olan Allah'a en
büyük ayıbı ve en muazzam kusuru isnad ettiniz. O'nu külliyen inkâr ettiniz.
Biz birçok yalancının ortaya çıktığını ve belli bir dereceye kadar
güçlendiğini inkâr etmeyiz. Fakat hiçbirinin işi sonuna kadar sürmemiş,
ömürleri uzun olmamış; Allah Teâîâ, öylelerinin üzerine peygamberlerini ve
peygamberlerinin yolundan gidenleri musallat etmiş, köklerini kazımış, varlıklarından
eser bırakmamıştır. Dünya yaratıldığından beri ilâhî sünnet böyledir, kıyamete
kadar da böyle olacaktır.
Benden bu sözleri
işitince dedi ki: "O'na (Rasûlullah'a) zalim ve yalancı
demekten Allah'a sığınırız. Ehl-i
kitaptan insaflı olan herkes O'na tâbi olanın, yolundan gidenin ahirette
saadete ve kurtuluşa nail olacağını itiraf eder." Bunun üzerine dedim ki:
"Bir yalancının yolundan giden, izini takib eden kimse, iddianıza göre
nasıl saadet ve kurtuluşa erebilir?" Artık O'nun peygamberliğini
itiraftan başka bir yol bulamadı; "Ancak kendilerine
gönderilmediğini" söyledi. Dedim ki: "O'nu tasdik etmen gerekir.
Âlemlerin Rabbi'nin, ümmî olsun, münevver olsun bütün insanlara göndermiş bulunduğu
elçisi olduğu hususundaki haberler tevatür derecesindedir. Ehl-i kitabı da
dinine davet etmiş, girmeyenlerle zilleti kabul edip cizye verinceye kadar
savaşmıştır." Kâfirin dili tutuldu, hemen kalkıp gitti.
Bundan maksat şudur:
Rasûlullah (s.a.) vefat edinceye kadar, her çeşit din ve inanca sahip
kâfirlerle mücadeleye devam etmiştir. Kendinden sonra ashabı da böyle
yapmıştır. Allah Teâlâ, Peygamberine; hem Mekkî hem de Medenî sûrede kâfirlerle
en güzel bir şekilde mücadele etmesini emretmiştir. Bütün deliller ortaya
çıktıktan sonra da inkârda ısrar edenleri lanetleşmeye davet etmesini
emretmiştir. Bu din böylece kâim olmuş, kılıç ancak delile bir yardımcı
kılınmıştır. Kılıçların en âdili Allah'ın delillerine ve burhanlarına yardımcı
olan kılıçtır; o da Rasûlü'nün ve O'nun ümmetinin kılıcıdır.
5— Kim bir
mahlûka lâyık olduğundan daha fazla tazim göstererek onu kulluk makamının
üstüne çıkarırsa Allah'a şirk koşmuş ve Allah ile beraber başkasına da kulluk
etmiş olur. Bu ise bütün peygamberlerin davetine aykırıdır.
Rasûlullah'm (s.a.)
Necran'a yazdığı mektupta "İbrahim, İsmail ve Ya-kub'un ilâhı'nın
adıyla" başladığı şeklindeki rivayetin sıhhatli olduğunu sanmıyorum.
Herakl'e mektup yazdığında "Bismilîahirrahmanirrahîm" ile başlamıştı.
Krallara gönderdiği mektuplarda, âdeti bu idi. Bu konu ilerde gelecektir
inşaallah. Bu rivayette yukarıda zikredildiği gibi nakledilmiş ve bu olayın;
"Tâ sîn. Bunlar, Kur'an'ın ve belagatlı kitabın âyetleridir."[285]
âyetinin inmesinden önce olduğu söylenmiştir. Bu ise yanlış üstüne yanlıştır.
Zira bu sûre ittifakla Mekkîdir. Peygamberimizin Necran'a mektup yazması ise
Te-bük seferinden sonradır.
6—
Kâfirlerin elçilerinde bir tekebbür ve gurur alâmeti görülürse onlan hor
görerek, konuşmamak caizdir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) elçilerle, üzerlerindeki
ipekli elbiseleri ve altınları çıkanncaya kadar konuşmadı, selâmlarını almadı.
7— feâtıl
üzere bulunanlarla mücadelede sünnet olan şey, onlara her türlü delilleri
zikrettikten sona yine hakka dönmezler, küfürlerinde inat ederlerse onları
lânetleşmeye davet etmektir. Allah Teâlâ, Rasûlü'ne bunu emretmiş ve
"Senden sonra ümmetin için bu caiz değildir." dememiştir. Rasûlullah'ın
(s.a.) amca oğlu Abdullah b. Abbas, bazı fıkhî konuları inkâr eden kimseyi
lânetleşmeye davet etmiş, ashabın hiçbiri bu duruma karşı çıkmamıştır. Süf-yân
es-Sevrî de, namaz içerisinde rükua giderken ellerin kaldırılması konusunda
muhalifini lânetleşmeye davet etmiş ve zamanındaki âlimlerin hiçbiri bu davete
karşı çıkmamıştır. Bu davet, münkirlerin önüne serilen delillerin
kemâlindendir.
8— Devlet
başkanının istemiş olduğu elbise ve mal karşılığında ehl-i ki-tab ile sulh
yapmak caizdir. Bu eşyalar onlar için cizye yerine geçer. Her bir ferdi tek tek
cizyeye mecbur etmeye gerek yoktur. Aksine onlardan istenen malın tamamı, hepsi
adına cizye sayılır ve kendileri, ödeyecekleri malı aralarında istedikleri
gibi bölüşebilirler. Rasûlullah (s.a.), Muaz'ı Yemen'e gön-derince ona, buluğa
eren herkesten bir dinar ve mukabilini almasını emretti. Bu iki mesele
arasındaki fark şudur: Necran halkı arasında müslüman yoktu. Hepsi sulh
ehliydi. Yemen ise dârülislâm'dı ve içlerinde yahudiler vardı. Rasûlullah
(s.a.), o yahudilerin her birini cizye ödemeye tâbi tuttu. Fıkıhçı-Iar, cizyeyi
böyle bir duruma has olarak görürler, birinci mesele için görmezler.
9— Elbise,
diyet olarak alındığı gibi zimmet sabit olması da caizdir. Bu duruma göre selem
ve kefalet akdiyle ve telef halinde de zimmet sabit ölür. Mehir ve hul'
(kadının ödediği ücret mukabili boşanma çeşidi) ile de zimmet sabit olur.
10—
Ödemeleri üzere anlaşma yapılan malların cinslerim daha sonra hesaplayarak
başka cins mallarla değiştirmek caizdir.
11— Devlet
başkanı, kâfirlere; elçilerini barındırmalarını, onlara ikramda bulunup sayılı
günler içinde onları misafir etmelerini şart koşabilir.
12—
Kâfirlere, müslümanların ihtiyaç duydukları silah, binek, eşya vs. ödünç olarak
vermelerini şart koşabilir. Bu ödünç eşya teminat altındadır. Ancak, bu durum
şart koşulması ile sabit mi olmuştur, yoksa ta baştan itibaren şeriatın koymuş
olduğu hüküm gereği midir? Bu konu ihtimallidir. Bu mevzudaki açıklama Huneyn
gazası bahsinde geçmişti. Orada, geri vermeyi garanti ettiği açıklanmış, telef
olması haline hiç dokunulmamıştı.
13— İslâm
devlet başkanı ehl-i kitabın faizle muamelede bulunmasına izin vermez. Çünkü onların dininde de haramdır. Aynı şekilde içki, livata ve zinaya da izin vermez. Bu suçlan
işleyenleri İslâm'ın emrettiği cezalarla cezalandırır.
14—
Müslümanlar arasında bir kişinin diğerinin yerine cezalandırılması caiz
olmadığı gibi kâfirler arasında da caiz değildir. Her iki durumda da bu
zulümdür.
15—
Kâfirlerle yapılan zimmüik anlaşması onların huzur ve emniyeti ihlâl etmedikleri
sürece geçerlidir. Müslümanlara tuzak kurdukları ve dinlerini ifsada
kalkıştıkları zaman ne emân kalır, ne de zimmet. Biz ve başka âlimler,
zimmîler, Şam'da büyük bir yangın çıkardıkları zaman —bu yangın merkez camiye
kadar ilerlemişti—, emânlarının kalmadığı konusunda fetva vermiştik. Aynı
zamanda herhangi bir şekilde onlara yardım eden, hatta yardımcı olmadığı halde
bu durumu bilip de gizleyen, valiye bildirmeyen herkesin emân ve zimmetinin
kaldırıldığına fetva vermiştik. Çünkü bu hadise İslâm ve müs-lümanlar için en
büyük hile ve zararlardan sayılmıştı.
16— Devlet
başkanı, sulh yaptığı millete İslâm'ın maslahatı için âlim bir müslüman
gönderir. Bu zat gerçekten emîn olmalı, Allah ve Rasûlü'nün rızasından başka
hiçbir gayesi ve arzusu bulunmamalıdır. İşte hakiki emîn kimse budur. Ebu
Ubeyde b. Cerrâh'ın hali en güzel misaldir.
17— Ehl-i
kitapla münazara etmek, sordukları şeylere cevap vermek, ce-vapiayamadığı
sorulan âlimlere arzetmek gerekmektedir.
18— Bir
sözün, —aksine delil olmadıkça— zahirî mânası kastedilir. Böyle olmasaydı
Muğîre, âyet-i kerimedeki, "Ey Harun'un kızkardeşi" ifadesini kapalı
bulmazdı. Diğer taraftan da bu âyette zikredilen Harun'un Harun b. İmrân
olduğuna dair bir delil yoktu ki anlamayı güçleştirecek bir kapalılık bulunsun.
Aksine, soruyu soran kimse bile ilâveyi getirmiş ve onun Harun b. İmrân
olduğunu söylemiştir. Bununla da yetinmeyip Musa b. İmrân'ın kardeşi olduğunu
da eklemiştir. Âyetteki lafzın bu ilâvelerden hiçbirine delâlet etmediği
malumdur. Sorunun bu şekilde sorulması ya cehaletten veya kötü niyetten
kaynaklanmaktadır. [286]
İbn îshâk'ın:
"Hz. Peygamber (s.a.), Ali b. Ebî Talib'i Necran halkının zekâtlarım
toplaması ve cizyelerini getirmesi için gönderdi." rivayetinde çelişki
olduğu zannedilebilir. Çünkü zekât (müslümanlardan alınan bir vergi olduğu
için) ile cizye (gayrimüslimlerin ödediği bir vergi olduğu için) bir araya
gelmez. Bundan daha garibi, İbn İshâk ve diğerlerinin zikrettiği şu rivayettir:
"Hz. Peygamber (s.a.), hicretin onuncu senesi Rebîulahir veya Cu-mâdelûlâ
ayında Hâlid b. Velid'i Mecran'da Haris b. Kâ'b oğullarına gönderdi ve
savaşmadan önce üç kere onları İslâm'a davet etmesini, müşlüman olurlarsa kabul
etmesini, reddederlerse savaşmasını emretti. Hâlid b. Velid çıktı ve o bölgeye
vardı, her tarafa atlılar çıkarıp İsâm'a davete başladı. Onlar da bu davete
uyarak müşlüman oldular. Bunun üzerine, Hâlid b. Velid orada kalıp İslâm'ı
öğretmeye başladı. Rasûlullah'a (s.a.) bir mektup yazıp durumu bildirdi.
Rasûlullah (s.a.) da gönderdiği cevapta onlardan bir heyetle beraber gelmesini
emretti. Daha önce de geçtiği gibi heyet geldi. Rasûlullah (s.a.) onlarla iki
bin elbise vermeleri şartıyla sulh anlaşması yaptı; onlara bir emân yazısı
yazarak dinlerine dokunulmayacağını, askere çağırılmayacakla-rını, öşür
istenmeyeceğini belirtti."
Bu rivayetteki
çelişkinin cevabı şöyledir: Necran halkı iki sınıftı. Hıristiyanlar ve
hıristiyan olmayan ümmîler. Hıristiyanlarla, daha önce geçtiği üzere sulh
anlaşması yapılmıştır. Ümmîlere gelince; Hâlid b. Velid'i onlara göndermiş,
onlar da İslâm'ı kabul etmişler ve heyetleri Rasûlullah'a (s.a.) gelmişti.
Rasûluilah'ın (s.a.): "Cahiliye döneminde düşmanlarınıza ne ile galip
geliyordunuz?" sorusunu sorduğu kimseler bunlardı. Onlar da: "Bir
arada durur, dağılmaz ve de zulme ilk önce başlayan biz olmazdık." diye
cevap verdiler. Rasûlullah (s.a.): "Doğru söylediniz." buyurdu.
Başlarına Kays b. Hu-sayn'ı emîr tayin etti. îşte onlar Haris b. Kâ'b
oğullarıydı.
Ali b. Ebî Tâlib'in
Necran halkına gönderilip zekât ve cizyelerini getirmesini istemesi ile ilgili
rivayete gelince; bu rivayetle her iki sınıf kastedilmiştir. Zekât müşlüman
olan sınıfa, cizye ise hıristiyanlara aittir. [287]
İbn İshâk der ki:
Ferve b. Amr el-Cüzâmî, Rasûlullah'a (s.a.) bir elçi göndererek müşlüman
olduğunu bildirdi. O'na beyaz bir katır hediye etti. Ferve, Rumların Araplar
üzerine tayin ettiği vali idi. Maan ve Şam bölgeleri ona tâbi idi. Rumlar
Ferve'nin müşlüman olduğunu haber alınca yakalayıp hapsettiler. Rumlar onun
Filistin'de Afra suyunun üzerinde çarmıha gerilmesine karar verince şu
beyitleri söyledi:
"Acaba Selmâ'ya
kocasının Afra suyunda bir ağacın üzerinde (çarmıha gerildiği) haberi geldi mi?
Bir deve ki, hiçbir
erkek deve onun anasına çekilmedi ve bir ağaç ki dal lan orakla kırpıldı."
îbn İshâk der ki:
Zührî'nin iddiasına göre onu öldürmek için geldiklei zaman şöyle söylemiştir:
"Müslümanların
efendisine bildir ki ben kemiklerim ve makamımla Rab bıma teslim oldum."
Sonra bu su üzerinde
boynunu vurup çarmıha gerdiler. Allah Teâlâ ran met eylesin[288]
İbn İshâk, Muhammed b.
Velîd b. Nüveyfi'—İbn Abbas'm kölesi Küreyb—İbn Abbas yoluyla yapmış olduğu
rivayette der ki: Sa'd b. BekroğuW lan, Dımâm b. Sa'lebe'yi Rasûlullah'a (s.a.)
temsilci olarak gönderdiler. Dımam geldi, devesini mescidin kapısında çökertti,
ayağını bağladı. Sonra Rasûluİ lah (s.a.), mescidde ashabının arasında
otururken yanına girdi ve: "Hangi niz Abdülmuttalib oğlusunuz?" dedi.
Rasûlullah (s.a.): "Ben Abdülmutta lib oğluyum." dedi. Bu sefer:
"Muhammed mi?" sorusunu yöneltti. O da "Evet" dedi. Bunun
üzerine: "Ey Abdülmuttalib oğlu! Bana darılıp kirili mazsan sana ağır bir
soru sormak istiyorum." dedi. Rasûlullah (s.a.): "N§ İstersen sor,
katiyen kırılmam." diye cevap verince sordu:
— Senin, ailenin, senden önceki ve sonrakilerin
ilâhının aşkına söylö seni bize Rasûl olarak Allah mı gönderdi?
— Rabbım şahittir ki,
evet.
— Senin, senden öncekilerin ve sonradan
geleceklerin ilâhı olan Alla' aşkına söyle. O'na ibadet edip başkasını O'na
şirk koşmamamızı, babalar; rmzın taptığı bu putları terketmemizi sana Allah mı
emretti?
— Rabbım şahittir ki, evet.
Dımâm, daha sonra
teker teker İslâm'ın farzlarını (şartlarını) sayma^ başladı. Namazı, zekâtı,
orucu, haccı, İslâm'ın bütün farzlarını soruyor § her bir farzda daha önce
yaptığı gibi yemin veriyordu. Sorularının hepsiî sorduktan sonra: "Ben şehadet ederim ki Allah'tan
başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve Rasûlü'dür.
Bu farzları edâ edip nehyettiklerinden de kaçınacağım. Bu dediklerine ne bir
şey ilâve eder, ne de bir şey eksik bırakırım!" dedi ve dönüp devesine
doğru gitti. O dönüp giderken Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Eğer bu
saçları çift örgülü olan şahıs doğru söylediyse cennete girecektir."
Dımâm, güçlü-kuvvetli ve gür saçlı bir adamdı; saçlarını örerek ikiye ayırırdı.
Daha sonra devesinin yanına geldi, bağım çözdü, yola çıkıp kavminin yanma
geldi. Kabile halkı gelip toplandılar. Ağzından ilk çıkan söz: "Lât ve
Uzzâ ne kötüdür!" cümlesi oldu. Dediler ki: "Sus ey Dımâm! Alaca,
cinnet ve cüzzam hastalıklarına yakalanmaktan kork!" Dedi ki:
"Yazıklar olsun size! Onların ne bir faydası ne de bir zararı dokunur.
Allah size bir peygamber gönderdi ve O'na bir kitap indirerek o kitapla sizi
içinde bulunduğunuz durumdan kurtardı. Ben Allah'tan başka ilâh olmadığına,
Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet ederim. Ben size O'nun
emirlerini ve nehiylerini getirdim." Allah'a yemin olsun ki, o gün akşam
olmadan bölgesinde bulunan kadın-erkek herkes müslüman oldu.
İbn İshâk der ki:
"Dımâm b. Sa'lebe'den daha faziletli bir temsilci duymadık."[289]
Bu kıssanın benzeri,
Sahîh-i Buharı ve Müslim''de de Enes (r.a.) rivaye-tiyle zikredilmiştir.[290]
Hac ibadetinin bu
kıssada zikredilişi, Dımâm'ın hac farz olduktan sonra geldiğini göstermektedir
ki bu ihtimal uzaktır. Herhalde bu cümle bazı râ-viler tarafından ilâve
edilmiştir.'[291]
Allah en iyi bilir. [292]
Ebu Bekir el-Beyhakî,
Cami' b. Şeddâd yoluyla yaptığı rivayette Târik b. Abdillah denilen bir adamın
şöyle söylediğini nakleder: Mecaz panayırında bulunuyordum. O sırada üzerinde
cübbesi olan ve: "Ey insanlar! Lâ ilahe illallah deyiniz, kurtuluşa
eriniz." diyen bir adam geldi. Arkasında da birisi O'nu takip ediyor, O'nu
taşlıyor ve: "Ejj insanlar! O'na inanmayınız, O yalancıdır!"
diyordu. Dedim ki: "Bu kimdir?" Dediler ki: "Hâşimoğullann-dan,
Allah'ın elçisi olduğunu iddia eden bir adam." "Peki arkasında onu
taşlayan kim?" dedim. "Amcası Abdüluzzâ." dediler. Herkes
müslüman olunca hicret etti. Biz de Rabeze'den, çıktık, hurma almak için
Medine'ye gitmek istiyorduk. Medine'nin hurmalıklarına yaklaştığımızda:
"Burada mola verip elbiselerimizi değişelim." dedik. Karşımıza bir
adam çıkıverdi, elbiseleri eskimişti. Bize selâm verip: "Nereden
geliyorsunuz?" diye sordu. "Rabeze'den." dedik. "Pekiyi,
nereye gidiyorsunuz?" dedi. "Bu şehre." dedik. "Orada ne
yapacaksınız?" dedi. "Hurma alacağız." dedik. Yanımızda,
hevdeete (deve çadırında) bulunan bir kadın ve boynunda yuları olan kırmızı bir
devemiz vardı. "Devenizi satar mısınız?" dedi. "Şu kadar ölçek
hurma karşılığında satarız.'* dedik. Söylediğimiz miktardan hiçbir indirim
teklif etmedi. Devenin yulannı tuttu ve çekip gitti. Medine hurmalıkları
arasında gözden kaybolunca kendi kendimize dedik ki: "Biz ne yaptık,
vallahi ne tanıdığımız bir adama sattık deveyi ne de ücretini aldık."
Yanımızda bulunan kadın dedi ki: "Vallahi ben o adamın yüzünü dolunay
halindeki bir ay parçası gibi gördüm, devenizin bedeline ben kefilim."
İbn îsUâk'ın
rivayetine göre kadın dedi ki: "Dövünüp durmayın. Onda size haksızlık
yapmayacak bir adamın çehresini gördüm. Onun yüzünden daha çok dolunaya
benzeyen başka bir şey görmedim." Onlar bu haldeyken bir adam geldi ve:
"Rasûlullah'ın (s.a.) size gönderdiği elçisiyim. İşte hurmanız, yeyiniz,
doyunuz ve tartıp, hakkınızı da alınız." dedi.
Doyuncaya kadar yedik.
Sonra tartarak hakkımızı aldık ve daha sonra şehre girdik, mescide geldik.
O da minberde ashaba
hitap ediyordu. Hutbesinden şu sözleri duyabildik: "Sadaka veriniz,
sadaka sizin için hayırlıdır. Veren el alan elden üstündür. (Vermeye de)
anneniz, babanız, bacınız, kardeşiniz, daha sonraki yakınlarınız (dan
başlayınız).'' Bu sırada Yerbu' oğullarından veya Ensar'dan bir adam karşısına
geldi ve dedi ki: "Ya Rasûlallah! Bizim bunlarla cahiliye döneminde bir
kan davamız vardı." Rasûlullah (s.a.): "Ana evladına karşı cinayet
işlemez." buyurdu ve bu sözü üç kere tekrarladı.[293]
Tüceyb[294]
heyeti Rasûlullah'a (s.a,) geldi. Sekûnoğullanndan[295] on
üç kişi idiler ve Allah'ın üzerlerine farz kıldığı zekâtlarını getiriyorlardı.
Rasû-lullah (s.a.) gelişlerine sevindi, onlara izzet ve ikramda bulundu.
Dediler ki: "Ya Rasülallah! Allah'ın mallarımız üzerindeki hakkını sana
getirdik." Ra-sûlullah (s.a.): "Geri götürüp fakirleriniz arasında
paylaştırın." buyurdu. "Ya Rasûlallah! Biz sana fakirlerimizin
ihtiyacını karşıladıktan sonra geri kalanı getirdik." dediler. Ebu Bekir
(r.a.) buyurdu ki: "Ya Rasûlailah! Hiçbir arap kabilesi Tüceyb
kabilesinirfbu kolunun geldiği gibi gelmedi." Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.) buyurdu ki: "Hidayet Allah'ın (c.c.) elindedir. Kim için hayır
dilerse onun göğsünü imana açar."
Tüceybliler,
Rasûlullah'tan (s.a.) bazı şeyler istediler. O da istediklerini bir yazı ile
tesbit edip verdi. Kur'an'dan ve sünnetten bazı şeyler sormaya başladılar.
Rasûiullah'ın (s.a.) onlara olan muhabbeti daha arttı ve Bilâl'e (r.a.) onları
ağırlamakta kusur etmemesini emretti.
Tüceybliler birkaç gün
kaldılar, fazla durmadılar. "Niçin acele ediyor-sunuz?",denildiğinde,
dediler ki: "Geride bıraktıklarımıza döneceğiz. Onlara Rasûlullah'ı (s.a.)
gördüğümüzü, O'nunla konuştuğumuzu ve bize verdiği cevaplan haber
vereceğiz." Sonra Rasûlullah'a (s.a.) gelerek vedalaştılar Rasûlullah
(s.a.), Bilâl'ı (r.a.) onlara gönderdi ve daha önce hiçbir heyete vermediği
mükâfatlar verdi. Sonra: "Başka kimse kaldı mı?" diye sordu.
"Evet, bineklerimizin yanında bekleyen bir delikanlı var. O bizim en
küçüğümüz-dür." dediler. "Onu bana gönderin." buyurdu.
Bineklerinin yanına dönünce delikanlıya: "Rasûlullah'a (s.a.) git ve
ihtiyacım gider. Biz ihtiyaçlarımızı temin edip vedalaştık." dediler.
Delikanlı Rasûlullah'a
(s.a.) geldi ve: "Ya Rasûlallah! Ben Ebzâoğulla-rındanım, biraz önce sana
gelen ve ihtiyaçlarını giderdiğin kafiledenim. Benim ihtiyacımı da karşıla ey
Allah'ın Rasûlü." dedi. Rasûlullah (s.a.): "Senin ihtiyacın
nedir?" dedi. O da: "Arkadaşlarım her ne kadar İslâm'ı arzulayarak
geldiler ve zekâtlarını da getirdilerse de, benim ihtiyacım onlannkine
benzemiyor. Allah'a yemin olsun ki beni beldemden buralara kadar getiren şey
sadece, senin Allah'a benim için dua ederek beni bağışlamasını, bana merhamet
etmesini ve gönül zenginliği vermesini istemendir." dedi. Hz. Peygamber
(s.a.) delikanlıya döndü ve: "Ey Allah'ım! Sen onu bağışla, ona merhamet
eyle ve zenginliğini gönlünde kıl!" diye dua etti. Arkadaşlarından her
birine ne verilmişse, ona da aynısının verilmesini emretti. Sonra heyettekiler
dönüp kavimlerine gittiler.
Daha sonra hicretin
10. yılı hac mevsiminde Mina'da Rasûiullah'ın (s.a.) yanma geldiler ve:
"Biz Ebzâoğullanndamz." dediler. Rasûlullah (s.a.); "Sizinle
beraber bana gelen delikanlı ne yapıyor?" diye sordu. "Ya Rasûlallah!
Onun gibisini daha önce hiç görmedik. Allah'ın verdiği rızka ondan daha çok
kanaat gösteren kimse ile konuşmadık. İnsanlar dünyanın tamamını bölüşecek olsalar
hiç dönüp bakmaz." dediler. Rasûlullah (s.a.) bunun üzerine: "Elhamdülillah,
ben onun toptan, bütün uzuvlarıyla öleceğini umarım." buyurdu. İçlerinden
birisi: "Her bir insan toptan ölmez mi ya Rasûlallah?" diye sordu.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "İnsanın arzuları ve elemleri
dünyanın çeşitli vadilerine dağılmıştır. Ölüm onu bu vadilerden birinde
yakalayacak, bu esnada arzulan ve emelleri dolayısıyla herşeyiyle toptan ecelin
kendisini yakaladığı vadide bulunamayacaktır. Kulun bu vadilerden hangisinde
öldüğü Allah için önemli değildir."
Sonrasını şöyle
anlattılar: Bu delikanlı aramızda en faziletli bir hal ile, en çok zühd üzere
ve kendisine ayrılan rızka kanaat göstererek yaşadı. Rasûlullah (s.a.) vefat
edince, Yemen halkından bazıları İslâm'dan çıktı. Bu adam kavmi arasında kalktı
ve onlara Allah'ı ve İslâm'ı hatırlattı. Böylece onlardan hiç kimse İslâm'dan
dönmedi. Hz. Ebu Bekir Sıddîk, onu hatırlar ve sorardı, sonunda durumunu ve
yaptığı hizmetleri haber aldı ve Ziyâd b. Le-bîd'e mektup yazarak onun hakkında
tavsiyelerde bulundu.[296]
Vâkıdî,
Ebu'n-Numan'dan, Sa'd Hüzeym oğullarından olan babasının şöyle anlattığını
naklediyor: Kavmimizi temsil eden heyetten bir temsilci olarak Rasûlullah'a
(s.a.) geldim. Allah Rasûlü (s.a.) bütün beldelere hükmetmiş ve Araplar O'na
boyun eğmek zorunda kalmışlardı. İnsanlar iki sınıfa ayrılmıştı: Ya arzu ederek
müslüman olanlar veya kılıçtan korkanlar. Medine'de bir köşede konakladık.
Sonra mescide doğru yola çıktık, kapısına kadar geldik. Rasûlulîah'ı (s.a.)
cenaze namazı kılarken bulduk. Bir köşede bekledik, namaza iştirak etmeyip
Rasûlullah (s.a.) ile karşılaşmak ve O'na bîat etmek istedik.
Sonra Rasûlullah
(s.a.) dönüp bize baktı ve bizi çağırdı. "Siz kimlersiniz?" diye
sordu. "Sa'd Hüzeym oğullanndamz." dedik. "Müslüman
mısı-mz?" diye sordu. Bizde: "Evet" dedik. Bunun üzerine:
"Kardeşinizin cenaze namazını kılmadınız rm?" diye sordu. Biz:
"Sana bîat edinceye kadar bize caiz olmaz sanmıştık ey Allah'ın
Rasûlü."dedik. Buyurdular ki: "Nerede müslüman olursanız sizler
müslümansımz." Biz de: "İslâm'a girdik ve İslâm üzere Rasûlullah'a
(s.a.) bîat atik." dedik.
Sonra bineklerimizin
yanına döndük. En küçüğümüzü eşyamızın yanında bırakmıştık. Rasûlullah (s.a.)
bizi çağırması için bir adam göndermişti. O da bizimle geldi. Rasûlullah'ın
(s.a.) yanma varıp İslâm'a bîat etti. "Ya Rasûlallah! O bizim en küçüğümüz
ve hizmetçimizdir." dedik. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Bir kavmin
en küçüğü onların hizmetine bakar. Allah bereketini onun üzerine kılsın."
Vallahi o zat, Rasûlullah'ın (s.a.) duası sebebiyle, bizim en hayırlımız ve en
çok Kur'an okuyanımız idi. Daha sonra Rasûlullah (s.a.) onu bize emîr tayin
etti. Bize imamlık da yapıyordu. Yola çıkmayı istediğimizde Bilâl'e (r.a.)
emredip bize ûkıyyelerle gümüşler ikram etti. Kavmimize döndük. Allah, (c.c.)
hepsine İslâm'ı nasip etti.[297]
Ebu Rabî b. Sâlim,[298]
el-îktifâ adlı eserinde der ki: Rasûlullah (s.a.) Te-bük'ten dönünce on küsur
kişilik Fezâreoğullan heyeti yanma geldi. İçlerinde Hârice b. Hısn ve Uyeyne
b. Hısn'ın kardeşinin oğlu Hurr b. Kays vardı; heyettekilerin en küçükleri bu
idi. Ramle bt. Hâris'in evinde konakladılar, îs'âm'ı kabul ederek Rasûlullah'a
(s.a.) geldiler. Beldelerinde kuraklık vardı, bu yüzden çok zayıf bineklerle
gelmişlerdi. Rasûlullah (s.a.) beldelerinin halini sordu. İçlerinden birisi:
"Ya Rasûlallah! Beldemize kuraklık çöktü, hayvanlarımız helak oldu,
bostanlarımız kurudu; evlatlarımız aç kaldı. Rabbına duâ et bize yağmur
yağdırsın. Bizim için Rabbın katında şefaatta bulun. Rabbın da bizim için sana
şefaatta bulunsun." dedi. Bu söz üzerine Rasûİullah (s.a.)
buyurdu ki:
"Sübhanaüah, yazıklar olsun sana! Ben, ancak Rabbım katında tevessülde bulunurum,
Rabbımız kime tevessülde bulunacak? O azamet sahibinden başka ilâh yoktur.
O'nun kürsîsi, yeri ve gökleri kuşatmıştır. Gök^ ler ve yer o kürsînin
celâlinden ve azametinden yeni yapılmış bir semer gibi gıcırdar." Sonra
Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Allah Teâlâ sizin sevginize,
sıkıntınıza ve sıkıntınızın geçmesinin yaklaşmasına gülmektedir." Be-devî:
"Ya Rasûlallah! Rabbımız azze ve celle güler mi?" diye sordu. Rasûlullah
(s.a.): "Evet." dedi. Bu söz üzerine bedevî: "Gülen Rabbın
hayrından mahrum kalmayacağız!" dedi. Rasûlullah (s.a.), onun bu sözüne
güldü ve minbere çıktı, bir konuşma yaptı. Yağmur duasından başka hiçbir duada
ellerini kaldırmazdı. Ellerini koltuk altları gözükecek kadar kaldırdı. O'nun
yaptığı duadan bir kısmı şöyle mahfuzdur: "Allah'ım! Beldelerini ve hayvanlarını
suya kavuştur. Rahmetini yay, ölmüş olan beldeni canlandır! Allah'ım; bizi
bolluğa, berekete, afiyete sebep olacak, bütün beldeleri içine alacak, geciktirilmeyen,
âcil olan, zarara sebep olmayıp faydalı olan bir yağmurla suya kavuştur!
Allah'ım; Senden rahmet yağmurları istiyoruz; azaba, helake, boğmaya ve
felâkete sebep olacak tufan değil. Allah'ım! Bizi suya kavuştur ,ye
düşmanlarımıza karşı bize yardım et!"[299]
Esedoğullanndan on kişilik
bir heyet Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Aralarında Vâsıbe b. Ma'bed ve Talha b.
Huveylid vardı. Geldiklerinde, Rasûlullah (s.a.) ashabıyla beraber mescidde
oturuyordu. Konuşurlarken sözcüleri dedi ki: "Ya Rasûlallah! Biz, Allah'ın
birliğine ve hiçbir ortağı olmadığına, senin de O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna
şehadet ettik. Sana geldik ey Allah'ın Rasûlü. Bize elçi göndermedin, biz
kavmimizin temsilcileriyiz."
Muhammed b. Kâ'b
el-Kurazî dedi ki: Allah Teâlâ, Rasûlü'ne şu âyeti indirdi: "İslâm
olmalarını senin başına kakıyorlar. De ki: Müslüman olmanızı benim başıma
kakmayın. Hayır, eğer sâdık kimselerseniz, aksine sizi imana eriştirmekle Allah
sizi minnet altında bırakır."[300]
O gün Rasûlullah'a
(s.a.) sordukları sorular arasında, bazı şeyleri uğurlu ya da uğursuz sayarak
hüküm vermek, kehânette bulunmak ve yine taş parçalarım kullanarak geleceğe ait
hükümler vermek gibi hususlar vardı. Ra-sûlullah (s.a.) onları bunların
hepsinden menetti. Bunun üzerine dediler ki: "Biz bu işlerin hepsini
cahiliye döneminde yapıyorduk. Yaptığımız bir işimiz daha vardı, onun hakkında
ne dersin?" Rasûlullah (s.a.): "Nedir o?" diye sordu.
"Çizgi çizmek." dediler. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Bu iş
peygamberlerden birisine öğretilmişti. Kimin çizgisi onun çizgisine uygun düşerse
öğrenmek istediği şeyi bilir. "[301]
Vâkidî, Kerime bt.
Mikdâd'ın şöyle söylediğini rivayet eder: Annem Du-bâa bt. Zübeyr b.
Abdilmuttalib der ki: Behrâ heyeti, Yemen'den Rasûlullah'a (s.a.) geldi. On üç
kişi idiler. Bineklerini yederek Mikdâd'm kapısın^ kadar geldiler. Biz,
Hudeyleoğulları yurdundaki evimizdeydik. Mikdâd onları karşılamaya çıktı.
"Hoş geldiniz!" deyip eve aldı. Kendimiz için daha önceden hazırlamış
olduğumuz hays yemeğini getirdi. Yemek hususunda çok cömertti. Susayıncaya
kadar o yemekten yediler. Sonra yemek kabı bize gönderildi. İçinde biraz yemek
vardı. Dibinde artan bu yiyecekleri topladık, küçük bir tabağa koyup azadh
cariyem Sidre ile Rasülullah'a (s.a.) gönderdik. O'nu Ümmü Seleme'nin evinde
buldu. Rasûlulîah (s.a.) buyurdu ki: "Bunu Dubâa mı gönderdi?" Sidre:
"Evet ya Rasûlallah." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bırak"
dedi. Sonra: "Ebu-Ma-bed'in misafirleri ne yaptı?" diye sordu. (Sidre
diyor ki): "Yanmıızdalar." dedim. Mikdâd'ın kızı diyor ki: Rasûlullah
(s.a".) ve yanmda bulunanların hepsi bu yemekten susuzluk hissedinceye
kadar yediler. Sidre de onlarla beraber yedi. Rasûlullah (s.a.) Sidre'ye:
"Kalan yemeği misafirinize götür." dedi. Sidre diyor ki: Çanakta
kalan yemeği hanımefendime getirdim. Bizde kaldıkları müddetçe misafirler bu
yemekten doyup susayıncaya kadar yediler. Biz aynı yemeği götürüp getirdiğimiz
halde hiç ekşitmiyordu. Bunun üzerine misafirler: "Ey Ebu Ma'bed! Sen bizi
en çok sevdiğimiz yemekle doyurup duruyorsun. Biz böyle bir şeyi şu ana kadar
hiç görmedik. Bize sizin yemeğinizin pıhtılaşmış kan ve benzeri azıcık şeyler
olduğu söylenmişti. Halbuki biz senin yanında doyuyoruz." dediler. Bunun
üzerine Ebu Ma'bed, Rasûlullah'ın (s.a.) bu yemekten yeyip geri gönderdiğini
ve bu durumun O'nun parmaklarının bereketi olduğunu haber verdi. Misafirler
bunu duyunca: "O'nun Allah ve Rasûlü olduğuna şehadet ederiz."
dediler ve imanları kuvvetlendi. Rasûlullah'ın (s.a.) istediği de bu idi. Günlerce
orada kalıp İslâm'ın şartlarını öğrendiler. Sonra Rasûlullah'a (s.a.) gelip
veda ettiler. Rasûlullah (s.a.) da onlara hediyelerini verdi, dönüp
kabilelerine gittiler[302]
Hicretin 9. yılında on
iki kişilik Uzre heyeti Hz. Peygamber'e (s.iiL) geldi. İçlerinde Cemre b.
Nûman da vardı. Rasûlullah (s.a.): "Bu kavirfl.kim-dir?" diye
sorduğunda, sözcüleri: "Tanımadığın kimseler değillerdir] Biz Kusay'ın ana
bir kardeşlerinden Uzreoğullanyız. Bİz Kusay'ı destekliyenle-riz. Biz
Huzâalılar'la Bekiroğullarım Mekke vadisinden uzaklaştır anlarız. Aramızda
onlarla akrabalık ve hısımlık vardır." diye cevap verdiler. Allah Rasûlü
(s.a.): "Hoş geldiniz. Beni size tanıtan nedir?" dedi. Daha sonra
müslüman oldular. Rasûlullah (s.a.) onlara; Şam'ın fethedileceğini,
Heraklius'un ülkesinden kaçıp bir yere sığınacağını müjdeledi ve onlan
kâhinlere soru sormak-dan, putlar için kurban kesmekten menetti. Ancak Allah'ın
adı zikredilerek kesim yapabileceklerini haber verdi. Remle'nin evinde birkaç
gün kalıp hediyelerini, almış olarak ayrıldılar.[303]
Hicretin 9. yılı
Rebîulevvel ayında Beliyoğulları heyeti RasûluIIah geldi[304]
Ruveyfi' b. Sabit el-Belevî onları evinde ağırladı ve onlarla birlikte gelip
dedi ki: "Bunlar benim kavmim." Rasûlullah (s.a.): "Sen ve
kavmin hoş geldiniz!" dedi. Hepsi müslüman oldular. Rasûlullah (s.a.)
onlara: "Sizi İslâm'a erdiren Allah'a hamdolsun! İslâm'dan başka bir din
üzere ölen herkes cehennemdedir." dedi. Heyet başkam Ebu'd-Dubeyb dedi
ki: "Ya Ra-sûlallah! Ben ziyafet vermeyi, ikramda bulunmayı severim. Bana
bundan bir sevap var mıdır?" Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Evet,
zengin olsun fakir olsun kime bir iyilik yaparsan sadakadır."
Ebu'd-Dubeyb: "Ya Rasûlallah! Misafirliğin müddeti ne kadardır?" diye
sordu. Rasûlullah (s.a.): "Üç gündür, ondan sonrası sadakadır. Misafirin
(üç günden sonra) yanında kalıp seni sıkıntıya sokması helâl değildir."
buyurdu. Bu sefer: "Ya Rasûlallah! Çöldeki yitik davar hakkında ne
dersin?" diye sordu. O da: "O ya senindir, ya kardeşinindir veya
kurdundur." buyurdu. Bunun üzerine: "Ya deve?" diye sordu.
Rasûlullah (s.a.) da: "Ne yapacaksın deveyi, bırak onu sahibi
bulsun!" dedi. Ruveyfi' diyor ki: Sonra kalkıp evime geldiler. Bir de
baktık ki, Rasûlullah (s.a.) hurma yüklenmiş olarak evime geliyor. Geldikten
sonra bana dedi ki: "Konuklarına ikramda bulunurken bundan da
yararlan." Konuklar bu hurmadan ve başka şeylerden yiyorlardı. Böylece üç
gün kaldılar,sonra Allah RasûhVne (s.a.) veda ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) de
onlara hediyelerini verdi, dönüp beldelerine gittiler.
Bu olaydan çıkarılacak
bazı fıkhı hükümler:
1— Misafirin
ev sahibi üzerinde hakkı vardır ve bu hak üç mertebedir: Vacip olan hak,
müstehap olan hak ve sadaka sayılan hak. Vacip olan hak bir gün ve gecedir. Hz.
Peygamber (s.a.) bu üç mertebeyi sahih olduğunda ittifak edilen Ebu Şurayh
el-Huzâî hadisinde zikretmiştir. Bu hadiste Rasûlullah (s.a.) buyurmuştur ki:
"Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, misafirine hediyesini ikram
eylesin." "Hediyesi nedir ya Rasûlallah?" dediler. Buyurdu ki:
"Onun bir günü ve gecesi. Misafirlik üç gündür, üç günden sonrası
sadakadır. Bu müddetten fazla kalıp ev sahibine sıkıntı vermesi misafire helâl
olmaz."'[305]
2— Dağda,
kırda yitik olarak rastlanan davarın alınması caizdir. Bu şekilde bulunan bir
koyunun sahibi ortaya çıkmazsa o bulana ait olur. Arkadaşlarımızdan (Hanbeİî
âlimlerinden) bazıları bu hadis-i şerifi delil göstererek buluntu haldeki
koyun ve benzerlerinin alınmasının caiz olduğu görüşündedir. Bu durumda onu
bulan, şu üç seçenek arasında muhayyerdir: 1) Ya hemen keser ve yer, bu durumda
kıymetini öder, 2) Ya satar ve bedelini saklar, 3) Veya koyunu yanında alıkor
ve cebinden onun yiyecek masraflarını karşılar. Bu masraf konusunda iki durum
vardır. Çünkü sahibi ortaya çıkıncaya kadar Rasûlullah (s.a.) onu bulanın mah
olarak kabul etti. Şayet onun malı olursa o zaman yukarda zikredilen üç durum
arasında muhayyerdir. Sahibi ortaya çıkarsa koyunu veya kıymetini sahibine
verir. Ahmed b. Hanbel'in önceki (mütekaddim) arkadaşlarına gelince bunun
aksini söylemişlerdir. Ebu'l-Hüseyin dedi ki: "Koyunu (bulan kimse)
üzerinden bir sene geçmeden koyun üzerinde hiçbir tasarrufta bulunamaz. (Yani
ne satabilir, ne de kesip yiyebilir.) Bu konuda başka herhangi bir rivayet
yoktur. Şayet dağda veya kırda (özellikle yırtıcı i hayvanlara karşı kendisini
koruyamayacak olan) davar cinsinden şeyleri alır dediysek, onu yemek vs. gibi
hiçbir tasarrufta bulunmaması gerekir." îbn Akıl de böyle söylemiştir.
Ebu TâlüVin rivayetine göre İmam Ahmed koyun hakkında: "Onu bir yıl tutar
ve sahibini arar, sahibi çıkar gelirse ona geri verir." demiştir. Şerîfân
da demiştir ki: "Üzerinden bir sene geçmeden koyuna sahip olunmaz. Bu
konudaki rivayet tektir." Ebu Bekir ise: "Kayıp davan alan kimse bir
sene boyunca onun sahibini aramak zorundadır. Bu vaciptir. Bîr sene geçer,
sahibi gelmezse bu durumda onun malı olur." der.
Birinci grubun görüşü,
hem koyunu bulanın, hem de onun asıl sahibinin menfaatına uygunluğu açısından
fıkhın ruhuna daha yakındır. Çünkü hayvanı bir sene boyunca yanında tutup onun
için masraf yapacak olan kimse, şayet bu masrafları sahibinden alacak olsa, o
kimse belki koyunun kıymetinin .birkaç katı borçlanmış olacak. Şayet bu
masrafları alamayacak olsa bu sefer de bulan kimse borçlu duruma düşecektir.
Hayvanı kendi haline terke-der, almaz dersek, bu durumda da kurt parçalayacak
ve telef olacaktır. Halbuki Allah Teâlâ malın ziyan olmasını emretmez.
Soru: Sizin tercih
ettiğiniz bu görüş, İmam AhmedMn ve arkadaşlarının görüşüne aykırı olduğu gibi
bu koaadaki delile de muhaliftir.
İmam Ahmed'in görüşüne
aykırılığı, Ebu Tâlib'in ondan naklettiği görüşünde geçmişti. Yine Ebu Tâlib
ondan, zaruret halinde bir ölü, bir de (usulüne uygun olarak) kesilmiş iki
koyuna rastlayan kimse için şöyle dediğini nakletmiştir: "Ölü koyunun
etinden yer, kesilmiş koyundan yiyemez, çünkü onun sahibi vardır." Bu
sözüyle "onun sahibini araması gerekir." demek istemiştir. Kesilmiş
haldeki koyunun olduğu gibi bırakılmasını, alınmamasını vacip görürse canlı
haldeki koyun hakkında böyle hükmetmesi daha evlâdır. İmam Ahmed'in
arkadaşlarının sözüne muhalif olma durumu yukarıda geçinişti. Delile muhalif
olmasına gelince, Abdullah b. Amr hadisinde şöyle denilmektedir: "Ya
Rasûlallah! Koyunun kayıp olanı hakkında ne dersin?" diye sorduklarında
buyurdular ki: "O senin veya kardeşinin ya da kurdundur. Kardeşinin kaybım
sakla." Bir başka metinde ise: "Kayıbmı kardeşine iade et."
buyurdu176* Bu hadis kayıp koyunun kesilmesini ve satılmasını menetmektedir.[306]
Cevap: tmam Ahmed'in
görüşünde, tariften (koyunun sahibim bulma çabası) daha fazlası yoktur. Öte
yandan: "Bulan kimse yemek, satmak ve saklamak durumları arasında
muhayyerdir." diyenler ise, tarifin gerekmediğini söylemiyorlar. Bilâkis,
kesip yese veya satsa bile alâmetleri ve işaretleriyle tarife devam etmelidir,
diyorlar. Sonunda sahibi çıkıp gelirse kıymetini öder. İmam Ahmed'in: "Onu
tarif eder (sahibini arar)" sözü; koyun canlı olarak tarif eder veya bir
zimmette teminat altına alınmış ve hem sahibinin hem de bulanın menfaatına
uygun olarak tarif eder şıklarından daha umûmidir. Özellikle yolculuk halinde
böyle bir hayvan bulan kimseye bir sene boyunca hayvanı yanında tutarak
tarifte bulunma mecburiyeti getirmekte Şâ-ri'in rıza göstermeyeceği ölçüde
güçlük ve meşakkat vardır. Onu almayıp terketmek ise o hayvanı helak olmaya
maruz bırakmaktır ki, bu da onun alınması emrine ve alınmadığı takdirde
kurtların nasibi olacağının haber verilme keyfiyetine ters. düşer. Bu durumda,
şu iki şıktan birini tercih mecburiyeti vardır: Onu satıp parasını saklamak
veya yemek, ya da benzerini veya kıymetini ödemek.
İmam Ahmed'in
arkadaşlarına muhalif olmasına gelince, bu imamların en büyüklerinden, Hanbelî
mezhebinin büyük şeyhleriyle kıyaslanabilecek diğer âlimi Ebu Muhammed
el-Makdisî—kaddesallahu sirrahu—tahyîr'i (yukarda zikri geçen üç durum arasında
muhayyer olma) tercih etmiş ve bu konuda en mükemmel şekilde ve en isabetli
kararı vermiştir.
Delîle (yukarda
zikredilen hadise) muhalif olmasına gelince, deriz ki: O şer'î delilde,
yolculukta veya çölde bulunup alınan hayvanın satılmasını veya yenilmesini
yasaklayan, bir sene boyunca onu alıkoyup sahibini aramayı ve —ister
masraflarını alsın ister almasın— onun yem giderlerini karşılamayı vacip kılan
hüküm nerede? Bırakın bu konuda delil bulunmasını, şeriatta bile böyle bir
hüküm yoktur. Rasûlullah'm (s.a.): "Kardeşinin kayıbını sakla" sözü,
o hayvanı kendisi alıp sahibinin hakkını çiğnememesi gerektiği hususunu açıkça
ifade etmektedir. O koyunu satmak ve
parasını saklamak, onu bir sene boyunca yanında tutup sahibini aramaktan, bu
arada da ona harcama yapıp kıymetinin birkaç katı sahibini borçlandırmaktan
daha hayırlı olunca, onu alıkoyup sahibine geri verme hususu da muhayyerlik
sının içimledir, Hadis-i şerif, mânası ve kuvvetiyle bunu gerektirmektedir. Bu
durum apaçıktır. Başarı Allah'tandır.
3— Yitik
devenin alınması caiz değildir. Ancak çok küçük bir yavru dair, kendisini kurt
vb. yırtıcı hayvanlara karşı koruyamayacak durumda oi hadisin mânasmdaki delâlet
ve tenbih sebebiyle, onun hükmü de koyuîjün hükmü gibidir. (Yani alınmasında
bir sakınca yoktur). [307]
Zî Mürre heyeti, on üç
kişi olarak, Haris b. Avf in başkanlığında Rasû-lullah'a (s.a.) geldiler[308] ve
dediler ki: "Ya Rasûlallah! Biz senin kavminde-niz ve seninle akrabayız.
Biz, Lüey b. Gâliboğulları kavmindeniz." Rasûlul-lah (s.a.) tebessüm
buyurup Hâris'e dedi ki: "Aileni nerede bıraktın?" Haris:
"Selah[309] ve civarında."
dedi. Rasûlullah (s.a.): "Beldelerinizin durumu nasıl?" diye sordu.
O da: "Valahi, kıtlık ve kuraklık içindeyiz, hayvanların ilikleri kurudu.
Bizim için Allah'a dua et." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.):
"Ey Allah'ım, onları suya kavuştur!" diye dua etti. Daha sonra birkaç
gün kalıp beldelerine dönmek istediler. Rasûlullah'a (s.a.) gelip vedalaştılar.
Hz. Peygamber (s.a.), Bilâl'e (r.a.) hediyelerini vermesini emretti. Bilâl de
onar ûkıyye gümüşle ikramda bulundu. Haris b. Avfa on iki ûkıyye verdi.
Beldelerine döndüler ve yağmur yağmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine ne
zaman yağmur yağdığını sordular ve o günün Rasûlullah'm (s.a.) dua ettiği gün
olduğunu öğrendiler. Bundan sonra beldeleri yeşerdi. [310]
Hicretin 10. yılı
Şaban ayında on kişilik Havlan heyeti Rasûlullah'a (s.a.) geldiler ve: "Ya Rasûlallah! Biz
kavmimizin temsilcileriyiz. Allah Teâlâ'ya
inanan ve Rasûlu'nü tasdik eden kimseleriz. Develerin böğürlerini
yorarak dağlan, ovalan aştık. Allah ve
Rasûlü'nün üzerimizdeki nimeti sayesinde seni ziyarete geldik." dediler.
Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Bana gelmek için katettiğiniz mesafede,
her birinizin devesinin attığı her adım için bir mükâfat vardır. 'Seni ziyaret
İçin' sözünüze gelince, kim beni Medine'de ziyaret ederse, kıyamet gününde
yanımda olacaktır." Dediler ki: "Ya Rasûlal-lah! Bu yolculukta bizim
hiçbir kaybımız yoktur." Daha sonra Rasûlullah (s.a.): "Ammu Enes
(Umyânis) ne yapıyor?" diye sordu. —Umyânis, Havlan kabilesinin taptığı
bir puttu.— Dediler ki: "Müjdeler olsun ki Allah onun yerine senin
getirdiğin dini koydu. Ancak birkaç ihtiyar kadın ve yaşlı erkek ona bağlı
kaldı. înşaailah döndüğümüzde onu yıkacağız. Biz büyük bir aldanış ve fitne
içindeydik."
Rasûlullah (s.a.)
onlara dedi ki: "Gördüğünüz en büyük fitnesi ne idi?" Dediler ki: "Bir
yıl çürümüş kemikleri yiyecek kadar kuraklığa uğramıştık. Gücümüzün yettiği
kadar mal toplayıp yüz tane öküz satm aldık ve bir sabah Ammu Enes için kurban
olarak keserek yırtıcı kuşlara bıraktık. Halbuki biz o kuşlardan daha aç ve
ihtiyaç içindeydik. O sırada yağmur yağdı. Otların adam boyunca büyüdüğünü
gördük. Bizden birisi: Ammu Enes bize nimet verdi, diyordu." Bu putları
için hayvanlarından ve ekinlerinden ayırmış oldukları payı Hz. Peygamber'e
(s.a.) anlattılar. Onlar, mallarından bir kısmını putlarına, bir kısmını da
kendi iddialarınca Allah'a adıyorlardı. Dediler ki: "Ekin ekerdik,
ortasını Ammu Enes'e ayırırdık ve onun adını verirdik. Başka bir ekini de
Allah'ın bölgesi olarak adlandırırdık. Rüzgâr dönerse (ekin iyi yetişirse)
Allah'a ayırdığımız payı Ammu Enes'e verirdik, fakat aksi olursa Ammu Enes'in
payını Allah'a vermezdik."
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.), Allah'ın (c.c.) kendisine şu âyeti indirdiğini söyledi:
"Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırdılar."[311]
Sonra: "Ona gider mahkeme olurduk, o da konuşurdu." dediler.
Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizinle konuşanlar şeytanlardır."
Daha sonra dindeki
farzları sordular. Rasûlullah (s.a.) bunları teker teker haber verdi ve
onlara, sözlerinde durmalarını, emânete riayet etmelerini, komşularına iyi
davranmalarını ve hiç kimseye zulmetmemelerini emretti ve buyurdu ki:
"Zulüm kıyamet gününde karanlıktır (sahibini karanlıklara boğar)."
Birkaç gün sonra gelip vedalaştilar. Rasûlullah (s.a.) hediyelerini verdi ve
dönüp kavimlerine gittiler. Oraya varır varmaz, daha yüklerinin düğümünü
çözmeden Ammu Enes'i yiktılar.[312]
Muhâriboğullan heyeti,
Veda haccı yılında Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi. Rasûlullah (s.a.), hac
mevsimlerinde kendisini diğer kabilelere tanıtıp onları İslâm'a davet
ettiğinde Araplardan O'na en sert ve kaba davrananları bunlardı. On kişilik bir
temsilci grubu Rasûluüah'a gelerek müslüman oldular. Bilâl (r.a.) sabah ve
akşam yemeklerim getiriyordu. Tâ ki bir gün Öğleden ikindiye kadar Rasûlullah
(s.a.) ile birlikte oturdular. Rasûlullah (s.a.) içlerinden birini tanıdı ve
ona uzun uzun baktı. Muhâriboğulları kabilesinden bu adam O'nun baktığını
görünce dedi ki: "Ya Rasûlallah! Sanki beni tanımış gibisin." Rasûlullah
(s.a.): "Seni görmüştüm." dedi. Adam dedi ki: "Evet vallahi,
beni görmüş, benimle konuşmuştun. Ben de sana en çirkin sözlerle konuşmuş ve
Ukaz'da sen insanlar arasında dolaşırken, sana en çirkin şekilde karşılık
vermiştim." Rasûlullah (s.a.) bütün bunları hatırlayarak:
"Evet." dedi. Sonra adam dedi ki: "Ya Rasûlallah! O gün sana
benden daha çok düşman ve İslâm'a benden daha uzak hiç kimse yoktu. Beni
hayatta bırakıp seni tasdik etmeme imkân veren Allah'a hamdolsun. O gün,
benimle beraber olanlar hep dinleri üzere öldüler." Rasûlullah (s.a.):
"Kalpler, Allah Teâlâ'nın elindedir." buyurdu. Adam: "Ya
Rasûlallah! Benim için istiğfarda bulun." deyince, Rasûlullah (s.a.):
"İslâmiyet kendinden önceki küfrün kökünü kazır." buyurdu. Sonra
ailelerinin yanına döndüler.[313]
Hz. Peygamber (s.a.)
Cirâne'den döndükten sonra (hicrî 8. yıl) Suda heyeti geldi.
Rasûlullah (s.a.) daha
önce bir askerî birlik hazırlamış, başlarına da Kays b. Sa'd b. Ubâde'yi
geçirmiş, ona beyaz bir sancak ile siyah bir bayrak vermişti. Kanat denilen
yerde dört yüz kişi olarak toplanmışlardı. Rasûlullah (s.a.) bu birliğe, Yemen
taraflarındaki Sudâhlar üzerine gitmelerini emretmişti. Bu sırada o kabileden
bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) gelmişti. Üzerlerine asker gönderildiğini
öğrenince, Allah Rasûlü'ne (s.a.) gelip dedi ki: "Ben kavmimin elçisi
olarak geldim, askerlerini geri çek. Ben kavmimi sana getireceğim." Bu
söz üzerine Rasûlullah (s.a.) Kays b. Sa'd'ı, Kanat denilen mevkiin taşından
geri çevirdi.
Sonra Sudâlı olan bu
adam kavmine gitti ve yanında on beş kişilik bir heyetle Rasûlullah'a (s.a.)
geldi. Sa'd b. Ubâde: "İzin ver benim konuğum olsunlar ya
Rasûlallah!" dedi. Bunun üzerine onun yanında konakladılar. Sa'd b. \ bade
onları, güzelce karşıladı ve kendilerine ikramda bulundu, hepsini giydirip
kuşattı. Sonra hep beraber Rasûluüah'a (s.a.) gittiler. Müslüman olmak üzere
bîatta bulunup dediler ki: "Biz geride kalan kavmimizi de temsil
ediyoruz." Daha sonra kavimlerine döndüler. Aralarında İsiâmiyet hızla yayıldı.
Veda haccmda yüz kişi olarak Rasûluilah'a (s.a.) geldiler. Vâkıdî bu bilgileri
M ustalık oğullan ndan birinden rivayet etmiştir.
Sudâhlara mensup Ziyâd
b. Hâris'ten de şu rivayeti nakletmiş tir: Ziyâd, Rasûlullah'a (s.a.) gelmiş
ve; "Askerini geri çek, ben sana kavmimi getireceğim. " demiş,
Rasûlullah (s.a.) da geri çekmiştir. Ziyâd der ki: Kavmimden bir heyet geldi.
Rasûiullah (s.a.) bana dedi ki: "Ey Sudâlı kardeş, sen kavmi içinde
kendisine itaat edilen biri misin?" Dedim ki: "Allarİ ve Rasûlü'nün
(s.a.) sayesinde evet ya Rasûlallah." İşte bu Ziyâd, Rasûlullah (s.a.) ile
bazı seferlere katılmış ve demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bir gece yürüyordu,
biz de O'nunla beraber yürüyorduk. Ben kuvvetli bir adamdım. Ashabı dağılmaya
başlamıştı. Ben hiç bineğinin yanından ayrılmadım. Seher vakti olunca bana:
"Ey Sudâlı kardeş, ezan oku!" buyurdu. Ben de bineğimin üzerinde ezan
okudum. Sonra yürüyüp gittik. Rasûlullah (s.a.) ihtiyacı için inmişti, sonra döndü
ve-dedi ki: "Ey Sudâlı kardeş, suyun var mı?" Mataramda birazcık
bulunduğunu söyledim. "Getir." dedi. Ben de götürdüm.
"Dök!" dedi. Mataradaki suyu bir çanağa boşalttım. Ashabı oraya
üşüşmeye başladı. Sonra elini o çanağa daldırdı. Bir de gördüm ki, her iki
parmağının arasından kaynak fışkırıyor. Sonra dedi ki: "Ey Sudâlı kardeş!
Şayet ben Rabbim azze ve celle'den utanmasaydım, hepimizin susuzluğunu
giderirdik ve hepimiz de kana kana içerdik." Sonra abdest aldı ve:
"Ashabıma, kimin abdest alacak suya ihtiyacı varsa buraya gelmesini ilan
et!" Hepsi geldiler. Sonra Bilâl kamet getirmeye başlayınca Rasûlullah
(s.a.): "Sudâlı kardeş ezan okudu; kim ezan okursa kameti de o
getirir." buyurdu. Kalkıp kamet getirdim. Sonra Rasûlullah (s.a.), öne
geçip bize namaz kıldırdı.
Beni kavmime emîr
tayin etmeden önce,, bana bu hususta bir yazı yazmasını istemiştim, O da
yazmıştı. Namazım bitirdikten sonra bir adam kalktı ve Peygamberimizin
kendilerine tayin ettiği emîrinden şikâyette bulundu ve dedi ki: "Ya
Rasûlallah! Cahiliyye devrinde aramızda bir düşmanlık vardı, bizi onunla
cezalandırdı." Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Müslüman bir adam için
emirlikte hayır yoktur." Sonra bir başka adam kalktı ve: "Ya Rasûlallah!
Bana zekâttan pay ver." dedi. Rasûlullah (s.a.) ona da şöyle dedi:
"Allah Teâlâ
zekâtın taksimini, ne bir büyük meleğine, ne de bir peygamberine bırakmıştır.
(Bizzat kendisi) zekâtı sekiz sınıfa taksim etmiştir. Şayet sen, o sekiz
sınıftan biri isen, vereyim; şayet değilsen, o zaman zekât, senin başında bir
ağrı ve karnında bir derttir." Kendi kendime dedim ki: Bu iki haslet ha!
Müslüman bir adam olarak emîr olmayı istemek, zengin bir adam olarak zekât
istemek! Bu düşünce üzerine Rasûlullah'a (s.a.) dedim ki: "İşte bana
yazdığın iki yazı, bunları benden geri al." Rasûlullah (s.a.):
"Niçin?" dedi. Dedim ki: "Ya Rasûlullah! Ben müslüman bir adam
olarak 'Müslüman bir adam için emirlikte hayır yoktur' dediğini duydum. Ve
zengin bir kimse olarak: 'Kim ihtiyacı olmadığı halde zekât isterse, başında
bir ağrı ve karnında bir dert olur.' buyurduğunu duydum." Rasûlullah
(s.a.) buyurdu ki: "Söylediğim şeyler, aynen öyledir." Sonra
yazıların iadesini kabul etti ve bana dedi ki: "Bana kavminden emîr tayin
edebileceğim birini göster." Ben de birini tavsiye ettim, onu tayin etti.
Dedim ki: "Ya Rasûlallah; bizim bir kuyumuz var, kış olunca suyu yetiyor,
ama yazın az geliyor ve suya muhtaç hale geliyoruz. Aramızdaki müslümanların
sayısı az ve biz korkuyoruz. Allah Teâ-lâ'ya bizim için kuyumuz hakkında dua
et." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Bana yedi küçük taş
ver." dedi, ben de verdim. Taşlan aldı, avucun-da oğuşturup bana verdi ve:
"Oraya vardığın zaman besmele çekerek bunları tane tane kuyuya at."
dedi. Dediğini yaptım. Şu ana kadar hiç susuzlukj çekmedik.[314]
Bu olaydan çıkarılacak
fıkhî hükümler:
1— Askere
bayrak ve sancak vermek müstehaptır. Sancağın beyaz olması müstehap, bayrağın
siyah olması ise kerahatsiz caizdir.
2— Bir
kişinin haberi kabul edilir. (Yani en az iki kişi olmaları şart ko-j şulmaz.)
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), yalnızca Sudanlardan bir kişinin haberi üzerine
askeri geri çağırdı.
3— Bütün bir gece ezan vaktine kadar yol yürümek
caizdir. Çünkü kelimesi, gece yürümek demektir ve gece yarısından sonrası içir
kullanılmaz.
4— Binek
üzerinde ezan okumak caizdir.
5— Devlet
başkanının abdest için tebaasından su istemesi caizdir, bu dilenmek sayılmaz.
6— Su temin etmek için çaba göstermeden teyemmüm
yapılmaz.
7— Hz. Peygamber
(s.a.) elini suya daldırır daldırmaz parmaklarının arasından su fışkırmıştır.
Bu, apaçık bir mucizedir. Câhillerin zannına göre bu su, parmaklan yarıyor ve
kanı ile etinin arasından çıkıyordu. Halbuki öyle değildir. Elini kaba koyar
koymaz, Allah'ın ihsan ettiği bereket ve inayet ile, parmaklarının arasından su
fışkırıyordu. Bu hal, ashabının huzurunda defalarca vukûbulmuştur.
8— Sünnete
göre kameti, ezam okuyan kimsenin getirmesi gerekir. Bir kişinin ezan okuması,
bîr başkasmın kamet getirmesi de caizdir. Abdullah b. Zeyd kıssasında
anlatıldığı üzere Abdullah, rüyasında gördüğü ezanı Ra-sûlullah'a (s.a.) haber
verince: "Bilâl'e öğret." dedi, o da ona öğretti. Sonra Bilâl (r.a.)
kamet getirmek istedi. Abdullah b. Zeyd dedi ki: "Ya Rasûlallah! (Bu rüyayı)
ben gördüm ve kamet getirmek istiyorum." O da: "Kamet getir!"
buyurdu. O kamet getirdi. Bilâl (r.a.) ezan okudu. Bu hadisi îmam Ah-med (r.a.)
j kaydetmiştir.[315]
9— Devlet
başkanının emîrliğe talip olan birisini lâyık gördüğü takdirde bu göreve tayin
etmesi caizdir, o kimsenin bu görevi istemesi tayinine engel teşkil etmez. Bu
durum, bir başka hadisteki: "Biz işimize, isteyeni tayin etmeyiz. "[316]
ifadesi ile çelişmez. Çünkü Sudâlı şahıs kavmine emîr olmayı istemişti ve
kavmi içinde sevilen, itaat olunan bir kimseydi. Maksadı, kavmini ıslâh etmek,
onları İslâm'a davet etmekti. Rasûlullah (s.a.) onu tayin etmeyi maslahata
uygun gördü ve ona olumlu cevap verdi. Diğer şahsın ise şahsî menfaat ve çıkar
duygularıyla bu göreve talip olduğunu görünce, onu bu görevden uzak tuttu.
10—
Tebaanın, zalim valileri devlet başkanına şikâyet etmeleri ve onların bu
davranışlarını ayıplamaları caizdir. Valiliği (ve benzeri idarî görevleri)
terketmek bir müslüman için o görevi
yapmaktan daha hayırlıdır. Bir kişi zekât almaya muhtaç olduğunu söylerse,
aksi ortaya çıkmadıkça, beyanına dayanılarak kendisine zekât verilir.
11— Bir
kişi, tek başına zekât verilebilecek sekiz sınıftan bir sınıf olabilir. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.): "Allah zekâtı sekiz kısma ayırmıştır, şayet o kısımlardan
birisi isen veririm." buyurmuştur.
12— Devlet
başkanının, tayin ettiği bir görevlinin istifasını kabul etmesi caizdir.
13— Devlet
başkam,yapacağı tayinlerde, o konuda görüşü olan arkadaşlarıyla istişarede
bulunur.
14— Mübarek
bir su ile abdest almak caizdir. Suyun mübarek olması ! onunla abdest
alınmasının mekruh olmasını gerektirmez. Bu esasa göre, zem-izem ile ve
Kabe'nin üzerinden akan su ile abdest almak da mekruh değildir. [317]
Hicretin 10. yılı
Ramazan ayında Gassanlılar'dan üç kişi gelip müslüman oldular ve:
"Bilemiyoruz, kavmimiz bize uyar mı, uymaz mı?" dediler. Kayser'e
yakın olarak durumlarını korumak istiyorlardı. Rasûlullah (s.a.), hediyeler
vererek ikramda bulundu ve dönüp kavimlerine gittiler. Fakat kavimleri
kendilerine uymadılar. Bunun üzerine Medine'den dönen elçiler müs-lümanlıklannı
gizlediler. İki tanesi müslüman olarak vefat etti. Üçüncüsü ise, Yermük
savaşında Hz. Ömer'e (r.a.) yetişti ve Ebu Ubeyde ile karşılaşıp müslüman
olduğunu haber verdi. O da ona ikramda bulundu.[318]
Selâmân heyeti, yedi
kişi olarak Hz. Peygambere (s.a.) geldi. Aralarında Hubeyb b. Amr da vardı.
Hepsi müslüman oldu. Hubeyb: "Ya Rasûlallah, amellerin en faziletlisi
hangisidir?" diye sordu. Hz, Peygamber (s.a.): "Vaktinde kılınan
namazdır." buyurdu. Sonra uzun bir hadis zikretti. O gün, öğle ve ikindi
namazını beraber kıldılar. İkindi namazı, öğle namazından daha hafifti. Sonra
Rasûlullah'a (s.a.) beldelerindeki" kuraklıktan şikâyet ettiler. Allah
Rasûlü (s.a.) elini kaldırmadan: "Allah'ım; onları yurtlarında suya
kavuştur." diye dua etti. Ben dedim ki: "Ya Rasûlallah! Elini kaldır,
o daha bereketli ve daha güzel olur." Rasûlullah (s.a.) bu söz üzerine
tebessüm buyurdu ve koltuk altları görülünceye kadar kollarım kaldırdı. Sonra
O kalktı, biz de kalktık. Orada uç gün kaldık, ikramlar devam ediyordu. Sonra
vedalaştık. Bu esnada bize hediyeler verilmesini emretti ve her birimize beş
ûkıyye verdi ve buna rağmen Bilâl (r.a.), bizden özür dileyerek dedi ki:
"Bugün yeterli malımız yok." Biz: "Bu verdikleriniz ne kadar
çok ve ne kadar güzel." dedik. Sonra dönüp memleketimize gittik ve gördük
ki Rasûlullah'm (s.a.) dua ettiği gün ve saatta yağmur yağmış. Vâkidî dedi ki:
Heyetin gelmesi, hicretin 10. yılı Şevval ayında idi.[319]
Absoğullan heyeti
gelip Rasûlullah'a (s.a.) dediler ki: "Ya Rasûlallah! Kârilerimiz (yeni
müsiüman olanlara Kur'an öğretmekle görevlendirilenler) geldi ve hicret
etmeyenin müslümanlığında hayır olmadığını haber verdiler. Bizim mallarımız,
hayvanlarımız var, onlar bizim geçim kaynağımız. Eğer hicret etmeyenin
müslümanlığında hayır yoksa, bizim mallarımızda hiç hayır yok demektir. Biz de
bu durumda hepsini satar ve hepimiz hicret ederiz." Rasûlullah (s.a.)
buyurdu ki: "Nerede olursanız olunuz, Allah'tan korkunuz. Böyle olursanız
Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez." Sonra Rasûlullah (s.a.)
onlara, Halid b. Sinan'ı ve neslinin olup olmadığını sordu. Neslinin kalmadığını,
kendinden sonraya bir kızının kaldığını ve onun da neslinin kalmadığın? haber
verdiler. Rasûlullah (s.a.) ashabına, Halid b. Sinan'ı anlatmaya başladı ve:
"Kavminin zayi ettiği bir peygamber." dedi.[320]
Vâkidî der ki:
Hicretin 10. yılında on kişilik Gâmid heyeti Rasûlullah'a (s.a.) geldi.
Bakîu'l-Garkad'da konakladılar. O zamanlar orası ağaçlık bir yerdi. Sonra
Rasûlullah'a (s.a.) geldiler ve yaşça en küçük olanlarını bineklerinin yanında
bıraktılar. O da uyudu. Bir aralık bir hırsız gelip içinde heyet-tekilerden
birine ait elbiselerin bulunduğu bir torbayı çaldı.
Temsilciler,
Rasûluilah'ın (s.a.) yanına varıp selâm verdiler ve hepsi İslâm'ı kabul
ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) de onlara, İslâm'ın emir ve yasaklarını ihtiva
eden bir yazı yazdı. Sonra onlara dedi ki: "Bineklerinizin yanına kimi
bıraktınız?" Onlar da: "En gencimizi ya Rusûlallah!" dediler.
İçlerinden birisi: "Benden başka kimsenin torbası yok ya
Rasûlallah!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: " O torba oradan
alındı, sonra geri yerine konuldu."
Temsilciler süratle
bineklerinin yanına geldiler. Arkadaşlarını bulup Rasûluilah'ın (s.a.) haber
verdiği hususu sordular. O da şunu anlattı: "Uykudan irkilerek uyandım.
Torbayı kaybetmiştim, aramaya başladım. Bir de baktım ki, uzakta bir adam
oturmaktaydı. Beni görür görmez koşmaya başladı. Bende onun oturduğu yere kadar
gittim, bir de baktım ki bir çukur izi var, çukuru açınca kayıp torbayı buldum
ve çıkardım." Temsilciler bütün bunları dinledikten sonra dediler ki:
"O'nun, Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederiz. O bize, bu torbanın hem
alındığını hem de geri geldiğini haber vermişti." Bunun üzerine
bineklerinin yanında bıraktıkları genç de gelip müsiüman oldu. Rasûlullah
(s.a.) Übey b. Kâ'b'dan, onlara Kur'an öğretmesini istedi. Daha sonra, herkese
verdiği gibi onlara da hediyelerini verdi ve dönüp gittiler.[321]
Ebu Nuaym,
Ma'rifetü's-Sahâbe adlı eserinde, Hafız Ebu Musa da Ah-med b. Ebi'l-Havârî
hadisinden şu rivayette bulunmaktadırlar: Ebu Süleyman ed-Dâranî, Alkame b.
Yezîd b. Süveyd el-Ezdî—babası yoluyla dedesi Süveyd b. Hâris'in şöyle
söylediğim nakletmektedir: "Kavmimi temsîlen Rasûlullah'a (s.a.) gelen
yedi kişilik heyetin içinde yedinci kişi idim. Yanına girip konuştuğumuz
zaman, halimiz ve vakarımız hoşuna gitti. Bize: "Siz, kimlersiniz?"
dedi. "Mü'minleriz" dedik. Hz. Peygamber (s.a.) tebessüm etti ve:
"Her sözün bir hakikati vardır, sizin sözünüzün ve imanınızın hakikati
nedir?" diye sordu. Biz şöyle cevap verdik: "On beş haslettir.
Bunlardan beşine inanmamızı senin elçilerin bize emretti. Beşini yapmamızı sen
emrettin, beşini de cahiliyye devrinde ahlâk edinmiştik. Şu anda onları
koruyoruz, ancak o beş ahlâk içinde senin hoşlanmayacaklarım terkederiz."
Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Elçilerimin inanmanızı emrettiği beş
şey nedir?" di-/ç sordu. "Bize Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine ve öldükten
sonra dirilmeye
inanmamızı emrettiler." dedik. "Yapmanızı emrettiğim beş şey
nedir?" diye sordu. "Bize 'Lâ ilahe ilallah = Allah'tan başka ilâh
yoktur' dememizi, namaz kılmamızı, zekât vermemizi, Ramazan'da oruç tutmamızı,
gücü yetenlerimizin hacca gitmesini emrettin." dedik. "Peki cahiliye
devrinde kazandığınız beş ahlâk hangisidir?" diye sordu. "Bolluk
anında şükretmek, belâ anında sabretmek, kazaya (Allah'ın takdiri sonucu olan
şeylere) rıza göstermek, düşmanla karşılaşılan yerlerde sebat ve tahammülü
elden bırakmamak, düşmanın hezimetine sevinmeyi veya galibiyetine üzülmeyi
ter-ketmek." dediler. Bu sözlerden sonra Rasûlullah (s.a.): "Hikmet
ve ilim sahibi kimseler; derin ve ince anlayışları sebebiyle nerdeyse
peygamber olacaklarmış." dedi ve sonra şöyle buyurdu: "Ben size beş
haslet daha ilâve edeyim, şayet dediğiniz gibi (on beş haslete sahip) iseniz
yirmiye tamamlansın: 1) Yiyemiyeceğiniz şeyi toplamayınız. 2) Oturamayacağımz
meskenleri yapmayınız. 3) Yarın elinizden çıkacak şeyler uğrunda birbirinizle
yarış etmeyiniz. 4) Kendisine döndürüleceğiniz ve arz edileceğiniz Allah'tan
korkun. 5) Önünüzde bulunan ve içinde ebedî olarak kalacağınız cennete rağbet
edin." Daha sonra Rasuluilah'ın (s.a.) yanından ayrıldılar bu tavsiyeleri
ezberleyip gereğine göre yaşadılar.[322]
İmam Ahmed b.
Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının Müsned'indeki rivayetinde dedi ki: İbrahim
b. Hamza.b. Muhammed b. Hamza b. Mus'ab b. ez-Zübeyr ez-Zübeyrî bana bir yazı
yazdı —ve orada dedi ki—: Sana şu hadisi yazdım. Ben onu sana yazdığım şekliyle
—hocamdan— dinlemiş ve ona dinietmiştim. Sen de benden almış olarak başkalarına
rivayet et: Abdur-rahman b. el-Muğîre el-Hızâmî, Abdurrahman b. Ayyaş es-Semaî
el-Ensârî— Delhem b. Esved b. Abdillah b. Hâcib b. Âmir b. Müntefik el-Ukaylî—
babası—amcası Lakiyt b.Âmir yoluyla ve yine Delhem, Ebu'î-Esved b. Abdillah ve
Âsim b. Lakıyt yoluyla yaptığı rivayette şöyle demiştir: Lakiyt b. Amir
temsilci olarak Rasûlullah'a (s.a.) gitmek üzere yola çıktı. Yanında da
Nehîk b. Âsim b. Mâlik b. el-Müntefik
adında bir arkadaşı vardı. Lakıyt dİ-yor ki: Ben ve arkadaşım yola çıktık ve
Rasûlullah'a (s.a.) geldik. Sabah namazını yeni bitirmişken yanına vardık. O
da ashabına hitap etmek için ayağa kalkmıştı, dedi ki: "Ey insanlar; dört
günden beri sesimi çıkarmamıştım. Bu gün dinleyiniz. Hiç aranızda kavminin elçi
olarak gönderdiği ve ona, (Rasû-lullah'ın (s.a.) dediklerini, bize bildir.'
dediği kimse var mı? Orada birisi var, kendi kendine konuşması (veya
arkadaşıyla konuşması)onu oyalıyor, ya da kaybolan bir şeyini düşünmek onu
meşgul ediyor, ben o kayıptan mesulüm, tebliğ ettim mi? Dinleyiniz hayat
bulunuz; oturunuz." Bu sözler üzerine herkes oturdu. Ben ve arkadaşım
kalktık, Rasûlullah (s.a.) kalbi ve gözüyle bize yönelince dedim ki: "Ya
Rasûlallah! Gayb ilminden bir şey bilir misin?" Ra-sûlullah (s.a.) güldü.
Allah'a yemin olsun ki, kaybettiğim şeyi aradığımı bildi ve: "Rabbın, beş
gaybin ilmini kendine alıkoydu, onları Allah'tan başka kimse bilmez."
buyurdu. Bu esnada eliyle de işarette bulundu. "Onlar nelerdir, ya Rasûlallah?"
diye sordum. Buyurdu ki: "1) Ölümün bilgisi. Sizden birinin ölümünün ne
zaman olacağını O bilir, siz bilemezsiniz. 2) Ana rahmindeki meninin bilgisi.
Onu Allah bilir, siz bilemezsiniz. 3) Yarın olacak şeylerin bilgisi. Allah ne
yiyeceğini (yani yarınki rızkını) bilir, sen bilemezsin. 4) Yağmurun yağacağı
günün bilgisi. Allah size bakar, siz korku ve susuzluk içindesinizdir.
Yağmurunuzun yağmasının yakm olduğunu bilir ve halinize gülmeye devam eder.'*
Lakıyt diyor ki: Bunun üzerine dedim ki: "Hayra gülen Rabdan ümidimizi
kesmeyeceğiz." Hz. Peygamber (s.a.) devamla: "5) Kıyamet gününün
bilgisi." dedi. "Ya Rasûlallah! Bildiğin ve insanlara öğrettiğin
şeyleri bize de öğret. Biz, tasdik ettiğimizi kimsenin tasdik etmediği bir
topluluktanız. Ne bizden daha kalabalık olan Mezhıc, ne bize tâbi olan
Has'amlılar, ne de bizim kendi aşiretimiz, hiçbiri bizi tasdik etmez."
dedik. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Yaşadığınız kadar yaşayınız, sonra
peygamberiniz vefat eder, sonra yine bir müddet kalırsınız. Sonra kuvvetli bir
ses gönderilir, Rabbına yemin olsun ki, yeryüzünde hiçbir şey bırakmaz.
Rab-bmla beraber olan melekler de vefat eder. Ve Rabbın azze ve celle arzda dolaşır,
bütün beldeler boşalır, yalnız Rabbın kalır. Rabbm, arşının katından gökyüzünü
gönderir de gökyüzü durmadan yağmur yağdırır, ilâhına yemin olsun ki,
yeryüzünde ne düştüğü yerde bir maktul (öldürülen kimse), ne de defnedildiği
yerde bir meyyit bırakır, hepsinin kabirlerini yarar ve onları başlarının
bulunduğu yerde oturur vaziyete getirir. Bunun üzerine Rabbın: Meh-yem? (yani
durumun nedir, işin nedir, nerede idin?) der. Kul da der ki: 'Ya Rabbi,
dün-bugün. Kul bu sözüyle, dünya hayatıyla ve ailesiyle olan beraberliğinin
çok yakın olduğunu (yani ölmesiyle dirilmesi arasında çok kısa bir müddet
geçtiğini) kasdeder. "Ya Rasûlallah! Bizi, çürüdükten, rüzgâr ve
yırtıcılar parçaladıktan sonra (Allah) nasıl toparlayacak?" dedim. Hz.
Peygamber (s.a.): "Bunun misâlini Allah'ın nimetlerinden yereyim:
Yeryüzüne bakıyorsun, çorak ve taşlık" dedi. "Artık orası asla hayat
bulamaz." dedim. Allah Rasûlü (s.a.) devamla: "Sonra Allah oraya
yağmur gönderiyor, birkaç gün sonra otlar bitmiş olarak görüyorsun. İlâhına
yemin oJsun ki O, yeryüzünün bitkisini bir araya getiren sudan, sizlerin
parçalarınızı bir araya getirmeye daha çok muktedirdir ve (siz O'nun
kudretiyle) kabirlerinizden ve cesetlerinizin bulunduğu her yerden çıkarsınız
ve O'na bakarsınız. O da size bakar." buyurdu. "Ya Rasûlallah! O tek
varlık, biz ise bütün yeryüzünü dolduruyoruz, bu vaziyette nasıl olur da O
bize, biz de O'na bakarız?" dedim. Hz. Peygamber (s.a.): "Bunun
misâlini Allah'ın nimetlerinden vereyim: Güneş ve ay Allah'ın küçük bir âyeti
(O'nun varlığının deliü)dir. Siz o ikisini de aynı zamanda görebiliyor ve
onları görmekten dolayı bir zarara da uğramıyorsunuz. îlâhı-na yemin olsun ki
O, güneşin ve ayın kendilerini göstermelerinden ve bunlardan dolayı da bir
zarara uğramamanızdan, sizi görmeye ve sizin de O'nu görmenize daha çok
muktedirdir." buyurdu. "Ya Rasûlallah! Rabbımıza kavuştuğumuz zaman
bize ne yapacak?" dedim. "Hiçbir sırrınız O'na kapalı kalmamış
olarak O'nun huzuruna çıkarılırsınız. Rabbın azze ve celle eliyle bir avuç su
alacak ve sizin bulunduğunuz tarafa serpecek, İlâhına yemin olsun ki, o suyun
hiçbir damlası hedefini şaşırmadan yüzlerine isabet edecek. Müs-lümanın yüzü bu
suyla beyaz bir çarşaf gibi olacak. Kâfire gelince, onun da yüzüne su serpecek,
onun yüzü de simsiyah kömür gibi olacak. Sonra Peygamberiniz oradan ayrılır ve
sâlih kimseler O'nu takip ederler. Sonra ateşten bir köprüye doğru yürürler,
sizden biriniz ateş parçasına basar ve acısından 'uff der. Rabbm azze ve celle:
'Evet.' der. Daha sonra peygamberinizin havuzu başına, daha Önce hiç
görmediğim bir şekilde susamış olarak gelirsiniz. İlâhına yemin olsun ki,
sizden biriniz elini uzatır uzatmaz eline bir bardak düşer; onu, yorgunluk,
idrar ve her türlü sıkıntıdan kurtarır. Güneş ve ay gizlenir, onlardan
hiçbirini görmezsiniz." buyurdu. "Ya Rasûlallah! (Bütün bunları) ne
ile göreceğiz?" dedim. "Şu andaki görüşünün bir benzeriyle; güneşin
doğması yeryüzünü aydınlatıp, dağlara vurması esnasında gördüğün gibi."
buyurdu. "Ya Rasûlallah! Kötülüklerimizin ve iyiliklerimizin karşılığını
ne ile göreceğiz?" dedim. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "İyiliklerinizin
karşılığım on katıyla göreceksiniz, kötülüklerinizin karşılığını da bir
katıyla göreceksiniz, bu arada Allah tamamını da affedebilir." Dedim ki:
"Ya Rasû-lailah! Cennet ve Cehennem nedir?" Dedi ki: "İlâhına
yemin olsun ki, Cehennemin yedi kapısı vardır, sadece iki kapısı arasındaki
mesafeyi atlı bir kimse yetmiş yılda kateder. Cennetin sekiz kapısı vardır,
onun da iki kapısı arasındaki mesafeyi bir atlı yetmiş senede kateder."
Dedim ki: "Ya Rasûlallah!
Çenette neler
göreceğiz?" Dedi ki: "Süzülmüş baldan nehirler, başağrısına ve
pişmanlığa sebep olmayan şaraptan ırmaklar, tadı bozulmamış sütten ve
özellikleri değişmemiş sudan ırmaklar ve meyveler göreceksiniz. İlâhına yemin
olsun ki, burada bildiğiniz her şey ve onları benzerlerinden daha hayırlı her
şeyi bulacaksınız, bunların yanı sıra tertemiz zevceler olacak." Dedim ki:
"Ya Rasûlallah! Bize orada muslıha (Allah'ın rızasını kazanan) eşler mi
olacak?" Dedi ki: "Saliha kadınlar sâlih olan erkeklere
aittir." Bir diğer metinde: "Saliha kadınlar sâlih olan erkeklere
aittir, aynen dünyada olduğu gibi birbirinizden zevk duyarsınız, ancak orada
doğum yoktur." Dedim ki: "Ya Rasûlallah! En çok ulaşacağımız ve en
son varacağımız nokta neresidir?" Hz. Peygamber (s.a.) bu soruya cevap
vermedi. Dedim ki: "Ya Rasûlallah! Sana ne üzerine bîat edeyim.?" Hz.
Peygamber (s.a.), elini uzattı ve dedi ki: "Namaz kılmak, zekât vermek,
müşrikleri terketmek ve Allah'tan başkasını ilâh tanımamak ve O'na şirk
koşmamak üzere." Dedim ki: "Ya Rasûlallah! Doğu ile batı arasındakiler
bizimdir." Ben bu sözü söyleyince, bana veremeyeceği bir şeyi şaft
koşacağımı zannederek elini çekti, ben de sözüme devam ederek dedim ki:
"Dilediğimiz yere konaklarız. Herkesin günahı kendi aleyhine işler."
Bunun üzerine elini (tekrar) uzatıp: "Dilediğin yere konaklayabilirsin,
senin aleyhine kendi nefsinden başkası günah işleyemez." Sonra
Ra-sûlullah'ın (s.a.) yanından ayrıldık. Daha sonra Rasûlullah (s.a.), onun hakkında
dedi ki: VGüzel, güzel. îlâhına yemin olsun ki, dünya ve âhirette insanların
en takvâhsı." Bekr b. Kilâboğullarından Kâ'b b. el-Hudriyye dedi ki:
"Kim onlar yâ Rasûlallah!" Buyurdu ki: "Müntefikoğullan,
Müntefiko-ğullan, Müntefikoğulîarı. Bunun ehli onlardır." Lakıyt diyor ki:
"Döndük, sonra ben Rasûlullah'a (s.a.) yöneldim ve dedim ki: "Yâ
Rasûlallah! Geçip gidenlerden herhangi birinin cahiliye devrinde hayrı var
mıdır?" Kureyş ahalisinden biri dedi ki: "Vallahi, baban el-Müntefık
cehennemdedir." (Soruyu soran ve kendisine böyle cevap verilen adam) der
ki: Herkesin içinde babama böyle söylemesinden dolayı sanki yüzümün eti ile
derisi arasına bir ateş düştü ve hemen: Ya senin baban yâ Rasûlallah? demek
istedim. Fakat başka türlü sormayı daha güzel gördüm ve dedim ki: "Ya
Rasûlallah! Ya senin ailen?" Dedi ki: "Allah'a yemin olsun ki benim
ailem de öyledir. İster Âmiri, ister Kureyşli olsun, hangi kabrin başına
gelirsen de ki: Beni sana Muhammed gönderdi. Seni üzen şeyi haber vereyim,
yüzünün ve karnının üzerinde cehenneme sürükleniyorsun." Dedim ki:
"Ya Rasûlallah! Onları bu duruma düşüren sebep nedir? Onlar en iyisini
yaptıklarını zannettikleri işler yapıyorlar ve kendilerini, ıslâh için çalışan
kimseler sanıyorlardı." Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Bunun sebebi
şudur: Allah, her yedi ümmetin (neslin) sonunda bir peygamber gönderir. Kim
peygamberine isyan ederse sapıklığa düşenlerden olur;kim de peygamberine itaat
ederse hidayete erenlerden olur."[323]
Bu, büyük ve azametli
bir hadistir. Hadisin azameti, celâleti ve yüceliği, onun peygamberlik
çerağından çıktığını göstermektedir. Abdurrahman b. Mu-ğîre b. Abdirrahman
el-Medenî hadisinden başka yolla bilinmemektedir. Ondan İbrahim b. Hamza
ez-Zübeyrî rivayet etmiştir. Bu şahısların her ikisi de Medine'deki âlimlerin
büyüklerindendir ve Sahih'te hadisleriyle delil getirilen sika râvilerden
sayılmışlardır. Ehl-i hadisin imamı Mühammed b. İsmail el-Buharî, bu iki
şahısla da delil getirmiştir. Ehl-i sünnet imamları bu hadisi kitaplarında
rivayet etmişler, kabul edip teslimiyetle önünde boyun eğmişler ve hiçbiri, ne
hadisi ne de hadisin râvilerinden harhangi bir şahsı ta'n (hadisin sıhhatma
zarar veren kusur isnad) etmişlerdir.
Hadisi rivayet edenler
şunlardır:
1— İmam
(Ahmed b. Hanbel)in oğlu îmam Ebu Abdirrahman Abdillah b. Ahmed b. Hanbel
babasının Müsnecf inde ve es-Sünne adlı kitabında bu hadisi zikretmiş ve şöyle
demiştir: İbrahim b. Hamza b. Mühammed b. Hamza b. Mus'ab b. ez-Zübeyr
ez-Zübeyrî bana şunu yazdı: "Sana bu hadisi yazdım. Ben onu arz (hocasına
dinletme metodu) ve sema* (hocası okurken onu dinleme) yoluyla sana yazdığım
gibi öğrendim, sen de onu benden rivayet et."
2— Büyük
hadis hafızı Ebu Bekir Ahmed b. Amr b. Ebî Âsim en-Nebîl, es-Sünne adlı
kitabında rivayet etmiştir.
3— Hadis
hafızı Ebu Ahmed Mühammed b. Ahmed b. îbrahîm b. Süleyman el-Assâl, el-Ma'rife
adlı kitabında.
4— Bulunduğu
devrin hadis hafızı ve büyük muhaddisi Ebu'l-Kâsım Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb
et-Tebarânî birçok kitabında.
5— Hadis
hafızı Ebu Mühammed b. Abdillah b. Mühammed b. Hay-yân Ebu'ş-Şeyh el-Isbehânî,
es-Sünne adlı eserinde.
6— Babası da
kendisi gibi hadis hafızı olan Ebu Abdillah Mühammed b. İshak b. Mühammed b.
Yahya b. Mende —ki bu şahıs da Isfahan hafızıdır—.
7— Hadis
hafızı Ebu Bekir Ahmed b. Musa Merdûyeh.
8— Yaşadığı
asrın hadis hafızı Ebu Nuaym Ahmed b. Abdillah b. îshâk el-îsbehânî.
Bunlar dışında teker
teker sayılmaları uzayıp gidecek birçok hadis hafızı bu hadisi rivayet
etmişlerdir.
Ibn Mende der ki:
"Bu hadisi Mühammed b, İshâk es-San'anî, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel ve
diğerleri rivayet etmişlerdir. Irak'ta ilim ve takva erbabının huzurunda Ebu
Zür'a er-Râzî, Ebu Hatim ve Ebu Abdillah Mu-hammed b. İsmail gibi imamlar
topluluğu bu hadisi rivayet etmiş, orada bulunanlardan kimse karşı çıkmamış ve
isnadına itiraz etmemiş; aksine sıhhatini kabul ederek onlar da rivayet
etmişlerdir. Bu hadisi münkir veya cahil-ya da Kitap ve sünnet'e karşı
olanlardan başkası inkâra kalkışmaz." Bu sözler Ebu Abdillah b. Mende'ye
aittir.
Hadisin metninde geçen
"yağmur yağdırmak" anlamındadır,"kabirler" demektir.—Râ
harfi üsttin harekeyle okunursa—
suyun toplandığı havuz demektir. Râ harfi sakin ve ondan sonraki de bâ yerine
yâ olursa hanzala (Ebu
Cehil karpuzu ) anlamındadır. Bundan maksat şudur: "Su çoğalmıştır.
Nereden istersen içersin." Râ harfinin sakin ve ondan sonraki harfin yâ
olması halinde "yeryüzü yeşilliği ve düzgünlüğü ile hanzalaya"
benzetilmiştir.'[324]
lafzı, bir insanın
farkına varmadan bir yerini yakması veya acıtması halinde söylediği bir
kelimedir. Asmaî: "Aynen *Âh!* gibidir." der.
"Rabbın azze ve
celle: diyor" sözündeki lafzı
hakında tbn Kuteybe iki görüş bulunduğunu söylemektedir: Birincisi nun (=Evet)
mânasına gelmesidir. Diğeri: Haberinin hazfedilmiş-olmasıdır. Bu görüşe göre
mânası: "Siz de böylesiniz." veya: "O dediği üzeJ redir."
gibi olmaktadır."Büyük abdest" demektir. Hadiste"Herhangi
biriniz büyük ve küçük abdesti sıkışmış olarak namaza durma sın."
buyurulmuştur. "Sırat" anlamındadır. "Rabbın der."
sözündeki lafzı: "Durumun ve işin
ne haldedir, nerede idin?*İ gibi mânalara gelir. sözündeki lafzı, zâ harfij nin sakin okunmasıyla
harekelenir ve güçlük, sıkıntı mânasına gelir. vezninde olursa —yani zâ harfi
kesreli okunursa— mâna: "Sıkıntıya düşen odur" ve: "Ümidini
kesecek kadar sıkıntıya düştü." şeklinde olur.
"Allah Teâlâ
gülmeye devam eder." sözü ile, Allah Te-âiâ'nin fiillerinin sıfatlarından
biri ifade edilmiştir ki O'na zâtı ile ilgili sıfatlarda olduğu gibi
fiilleriyle ilgili olan bu sıfatlarda da yaratıklardan hiçbir şey benzemez.
Allah'ın bu sıfatı birçok hadiste.geçmiştir, reddetmeye imkân yoktur. Tahrif
etmek ve teşbihte bulunmak da imkânsızdır.
Aynı şekilde,
"Rabbın yeryüzünde dolaşır" sözü ile de Allah'ın fiilî bir sıfatı
ifade edilmiştir.
"Rabbın ve
melekler geldi."[325]"Hâlâ
kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini mi bekliyorlar?"[326]
gibi âyet-i kerimelerde ve: "Rabbımiz her gece dünya semasına iner.",
"Arafat gecesi yaklaşır, Arafat'ta vakfede duranlarla meleklere karşı
övünür." gibi hadislerde aynı fiilî sıfatlar zikredilmiştir. Bütün bu
âyetlerde ve hadislerde geçen sıfatlar için geçerli olacak bir tek doğru yol
vardır, o da: "Hiçbir benzetmeye gitmeden bu sıfatları kabul etmek, tahrif
ve ta'tîle (tevil yoluna giderek mahiyetlerini değiştirmek ve hakiki
mânalarını geçersiz kılmaya) kaçmadan tenzih etmektir.
"Ve Rabbımn
yanındaki melekler." sözüne gelince; bu hadis ile Sûr hadisi diye bilinen
îsmail b. Râfi'in uzun hadisinin dışında, meleklerin ölümünü açıkça zikreden
başka bir hadis bilmiyorum. Belki şu âyet-i kerime bu hususa delâlet edebilir:
"Sûr'a üflenince Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve
yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacaktır."[327]
"İlâhının ömrüne
yemin olsuriia"[328]
sözü, Rab Teâ-lâ'nın hayatına yemin etmektir. Bu söz, Allah'ın sıfatlarına
yemin etmenin caiz olduğunu ve böylece yapılacak bir yeminin geçerli
sayıldığını göstermektedir. Yine bu söz, sıfatların kadîm olduğuna,
mastarların Allah'a isnad edilebileceğine ve o isimlerle sıfatlanabileceğine
de delâlet etmektedir. Bu durum, yalnızca isim olarak kullanılan kelimelere
göre bir ziyadelik arzetmek-tedir. Esmâ-i hüsnâ (Allah'ın güzel isimleri) bu
mastarlardan elde edilmiş ve onlara delâlet etmektedir.
"Sonra kuvvetli
bir ses gönderilir." sözü, yeniden dirilmeye sebep olacak kuvvetli sese
ve (Sûr'a) üfürmeye işaret etmektedir.
ifadesindeki sözü
tâbirinden alınmıştır. Başı kesilen veya budanan bir fidan ya da bitkinin ye-|
niden yeşermesi anlamındadır. Ölümden sonraki diriliş bu yeşermeye benze-i
tilmiştir. Bitkinin kesildiği yerden sürgün vermesi gibi bu diriliş de ölünü
bulunduğu yerden olacaktır.
"Oturur vaziyete
getirir." sözü, yaratılış ve hayatın tam olarak gerçek-11 leşeceğini ifade
etmektedir. Oturur vaziyete getirildikten sonra ayağa kalkar. Sonra kıyamet
mahalline ya binekli ya da yaya olarak sevkedilir.
"Ya Rabbi!
Dün-bugün, der." sözü, yeryüzünde kalış müddetinin azlığını belirtir.
Sanki o-, orada bir gün kalmış ve: "Dün" demiş, veya yarım gün kalmış
ve: "Bugün" demiştir. Ve onun zannına göre, ailesiyle çok yakm.bir
zamana kadar beraberdi de onlardan dün ya da bugün ayrıldı, demektir.
"Bizi,
çürüdükten, rüzgâr ve yırtıcılar parçaladıktan sonra (Allah) nasıl
toparlayacak?", sözü ve Rasûlullah'ın (s.a.) da bu sorunun sorulmasını kabul
etmesi; ashabın ince meselelere ve hassas konulara dalmadığını, imanın
hakikatlarım anlamadığını, bilâkis yalnızca ilmî konularla meşgul olduğunu,
Kaderiye, Cebriye ve Cehmiye'den olan Mecûsî (ateşe tapan) ve Sâbİe (yıldıza
tapan) yavrularının ilmî konuları da onlardan çok bildiğini iddia edenlerin bu
iddialarını çürüten bir cevaptır.
Bu söz onların, birçok
sorularını ve şüphelerini Rasûlullah'a (s.a.) ar-zettiklerinin, O'nun da
soranların gönüllerini ferahlatacak cevaplar verdiğinin delilidir. Hem ashabı
hem de düşmanları Rasûlullah'a (s.a.) birçok soru sormuşlardır. Düşmanları O'nu
zor durumda bırakmak için sorarlarken ashabı da anlamak, aydınlanmak ve
sonunda imanlarının artması için soruyorlardı. O da kıyametin ne zaman
kopacağının sorulması gibi cevabı olmayan soruların dışındaki bütün sorulara
cevap veriyordu. Yine bu sözde, Allah'ın, kulunu parça parça ettikten sonra
tekrar bir araya toplayacağına, onu yeniden türetip Kur'an-ı Kerim'inde iki
yerde vasfettiği gibi yeni bir yaratılışla yaratacağına delil vardır. sözündeki
lafzının mânası, O'nun nimetleri ve kendisini kullarına tanıttığı işaretleri demektir.
Bu sözde, tevhid ve
ahiret ile ilgili konuların delilleri arasında kıyasın da yer aldığına delil
vardır. Kur'an bunun Örnekleriyle doludur.
Bu sözden
anlaşıldığına göre bir şeyin hükmü onun benzerinin de hükmüdür. Allah Teâlâ
bir şeyi yapmaya muktedirse, o şeyin benzerini yapmaktan nasıl aciz olur?
Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'inde, âhiret âleminin delillerini en güzel, en açık
ve en beliğ bir üslûbla beyan etmiş, insan aklına ve fitti ratına
yakınlaştırmiştır. Düşmanları olan münkirler O'nu tekzip ve taciz etfmek,
hikmetlerini lekelemek-çabasıyla bu apaçık hakikatlan reddetmişlerdir. Allah,
onların söyledikleri şeylerden çok çok yücedir.
Yeryüzüne bakıyorsun,
çorak ve taşlık." sözü "Yeryüzünü ölümünden sonra O diriltir."[329] ve
"Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete
geçmesi, kabarması, Allah'ın âyetlerindendir. Ona can veren Allah, elbette
ölüleri de diriltir. O, herşeye kadirdir."[330]
âyetle-rindeki mânanın aynısını ifade etmektedir. Kur'an'da bu anlamda daha birçok
âyet vardır.
"O'na bakarsınız,
O da size bakar." sözü, Allah Teâlâ'nın bakma sıfatını ve âhirette de
görüleceğini isbat etmektedir.
"O tek varlık,
biz ise bütün yeryüzünü dolduruyoruz. Bu vaziyette nasıl olur da O bize bakar,
biz de O'na bakarız?" sözü, bu hadiste geçmiştir. Bir başka hadiste:
"Allah'tan daha kıskanç hiç bir şahıs yoktur."[331]
buyurul-muştur. Bu sözün muhatapları, ne denilmek istendiğini bilen Araplardır.
Onların kalbine Allah'ı mahlûkata benzetmek gibi bir duygu gelmemiştir. Bilâkis
onların akılları böyle bir benzetmeye yönelmekten daha üstün, zihinleri daha
saf, kalbleri daha selimdir.
Rasüluliah (s.a.),
âhirette Allah'ın alenen görülmesinin güneş ve ayın görülmesi gibi hakikat
olduğunu beyan etmiş ve bu hakikati mecazî mânaya çekenlerin vehmini
çürütmüştür.
"Rabbın, eliyle
bir avuç su alır ve sizin tarafınıza serper." sözünde, Allah'ın el
sıfatının ve serpme fiilinin isbatı vardır."çarşaf" demektir.
kelimesinin çoğuludur ve kömür anlamındadır.
"Sonra
peygamberiniz döner, gider." sözüyle kıyamet mahallinden cennete dönüş ve
gidiş kasdedilmiştir. (sözüyle, salih kimselerin O'nun (Hz. Peygamber'in) izini
takib ederek gidecekleri anlatılmıştır.
"Peygamberinizin
havuzunu görürsünüz." sözünde; havuzun, sırat köprüsünden sonra gelinen
bir yerde olduğu açıktır. Sanki onlar bu köprüyügee^ meden ona
ulaşamamaktadırlar. Bu ümmetin selefinin bu konuda iki değişik görüşü vardır.
et-Tezkire adlı eserinde Kurtubî ile aynca Gazâlî bu iki görüşü de nakletmişler
ve havuzun köprüden sonra olduğunu söyleyenlerin yanıldıklarını ifade
etmişlerdir. Buharî, Ebu Hureyre'den Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Ben havuz başında dikilip durduğum sırada bir zümre
görürüm, nihayet onları tanıdığım zaman benimle onlar arasında bir adam (bir
melek) ortaya çıktı ve onlara: Geliniz, dedi. Ben ona: Bunları nereye
gö-türüyorsun? dedim. Melek: Vallahi cehenneme götürüyorum, dedi. Bunların
hali, günahı nedir? dedim. Melek: Bunlar, Senin ardından kıçları üzerine dönüp
(dinlerine) arka çevirerek irtidat ettiler! dedi. Ben bu havuza yaklaşıp da
geriye çevrilenlerden hiç kimsenin cehennemden kurtulacağını sanmıyorum. Ancak
çobansiz, yolunu şaşıran deve sürüsünden yolunu bulanlar misali bunlardan da
(tek tük) cehennemden kurtulanlar olabilir."[332]
(Kurtubî) der ki:
"Bu hadis hem sahih, hem de havuzun Sırât'tan önce olacağına en kuvvetli
delildir. Çünkü Sırat, cehennem üzerinde bulunan bir köprüdür, kim onu geçerse
cehennemden kurtulmuş demektir."
Ben derim ki:
Raşûlullah'ın (s.a.) hadisleri arasında tenakuz, ihtilâf ve çelişki yoktur.
Bütün hadisleri birbirini destekler. Hal böyle olunca, bu görüşü savunanlar,
havuzun görülebilmesi ve yanına ulaşılabilmesi için Sırât'ı geçmenin şart
olduğunu kastediyorlarsa, Ebu Hureyre ve diğerlerinin hadisleri, onların bu
görüşünü geçersiz kılmaktadır. Bu sözleriyle mü'minlerin Sı-rât'ı geçmelerinden
sonra havuzu göreceklerini ve oradan içeceklerini kastediyorlarsa, Lakıyt
hadisi bu görüşe delâlet etmektedir. Bü durum, havuzun Sırât'tan önce olması
imkânını çürütmez. Çünkü sözkonusu havuzun eninin ve boyunun birer aylık mesafe
olduğunu söylemiştir. Eni ve boyu bu büyüklükte olunca Sırât'tan önce başlayıp
sonrasına kadar uzanmasını ve mü'minlerin hem Sırât'tan önce, hem de sonra
havuza gelmelerini imkânsız kılan şey nedir? Böyle olması imkân dahilinde bir
hâdisedir. Şu kadar var ki, böyle olup olmadığını ancak Hz. Peygamber'ın (s.a.)
haber vermesiyle bilebiliriz. En iyi Allah bilir.
sözündeki sözü,
haddinden fazla susamış olarak suya gelen kimseleri ifade etmektedir. Tasavvur
edilebilecek en şiddetli susuzluk haliyle havuza gelecekleri kastedilmiştir. Bu
duruma göre havuzun, Sırât'tan sonra olması daha uygundur. Çünkü o, cehennem
köprüsüdür. Herkes oradan yürür ve geçenlerin susuzluğu had safhaya varır da
hemen kıyamet mahallinde nasıl Rasûlullah'ın (s.a.) havuzunun başına geldilerse
yine oraya gelirler.
meleri mânasındadır.(
bu anlamda sözü, güneşin ve ayın gizlenmeleri ve görünme ) "gizlenme,
örtünme" demektir. Ebu Hureyre )
"Ondan gizlendim." demiştir.
"Her iki kapı
arasında yetmiş yıllık bir mesafe vardır."sözü ile iki ayrı kapı
arasındaki mesafe kastedilmiş olabileceği gibi bir kapının iki ayrı kanadı
arasındaki mesafe de kastedilmiş olabilir. Bu haber bir başka rivayetteki:
"kırk yıllık mesafe" bulunduğu haberiyle şu İki sebepten dolayı
çelişmez: 1) Bu ikinci haberi rivayet eden, rivayetini Rasûlullah'a (s.a.)kadar
iletmeyip: "Bize iki kanat arasında kırk yıllık bir mesafe bulunduğu
zikredildi." şeklinde yapmıştır. 2) Mesafe denen kavram, yürümenin
süratine ve yavaşlığına bağlı olarak uzayıp kısalabilir. En iyi bilen
Allah'tır.
"Baş ağrısına ve
pişmanlığa sebep olmayan şaraptan ırmaklar." sözüyle dünyadaki şaraba
tarizde bulunulmuş, onun baş ağrısına sebep olduğu, hem aklı hem de malı
gidererek pişmanlığa sebep olduğu, aklın izâlesinin tabii sonucunun da şer
olan herşeyin vukûbulması olduğu hususu vurgulanmak istenmiştir.
"Uzun müddet
beklemek sonucu özellikleri değişmeyen su" demektir.
Cennet ehlinin
kadınları hakkında: "Ancak orada doğum yoktur." sözü üzerinde
ihtilâf edilmiş ve onların doğurması konusunda iki görüş belirtilmiştir. Bir
grup, orada hamilelik ve doğum olayının olmadığım söylemiş ve bu hadisi delil
olarak göstermişlerdir. Bunun yanında Müsned'de olduğunu sandığım bir başka
hadisi de delil getirmişlerdir. O hadiste: "Ancak orada meni ve Ölüm
yoktur." ifadesi vardır.[333]
Selef âlimlerinden bir grup ise, cennette doğum olayının olacağını söylemiş ve
bu konuda Tirmizı'nin Gzm/'in-de Ebu's-Sıddîk en-Nâcî ve Ebu Saîd yoluyla
rivayet ettiği bir hadisi delil olarak' zikretmişlerdir. O hadisde şöyle
denilmektedir: "Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Mü'-min, cennette çocuk
istediği zaman, hamileliği, doğumu ve büyümesi mü'mi-nin istediği saatta
oluverir." Tirmizî, bu hadis için "Hasen-garîb" hükmünü
vermiştir. Hadisi İbn Mâce de rivayet etmiştir[334]
Birinci grup bu delile
itiraz etmiş ve demiştir ki: Bu hadis cennette doğum olacağına delil sayılmaz,
çünkü olay, "Şayet isterse" diye şarta bağlanmıştır. Fakat mü'min böyle
bir istek duymayacaktır. (Çünkü başka deliller doğum olmayacağım göstermekte,
aradaki çelişki böyle bir te'ville önlenmek istenmiştir.) Bu te'vii, İshak b.
Râhûyeh'indir. Buharı de ondan nakletmiş-tir. Bu görüşün sahipleri demişlerdir
ki: "Cennet, dünyada işlenen salih amellerin mükâfat yeridir. Orada
doğacak olanlar bu mükâfatı hak etmemişlerdir. Sonra cennet hayatı ebedîdir.
Şayet oradakiler devamlı doğuracak olsalar cennete sığamaz olurlar. Dünyada
ise ölüm sözkonusu olduğu için insanlara yeterli olabilmektedir." Diğer
grup, bütün bu delillere cevap vermiş ve demiştir ki: Hadisteki edatı, olması
kesin olan olaylar için kullanılır. Bu edat kullanıldığ. zaman şüphe ortadan
kalkar. Sahih rivayetlerde Allah'ın cennete, salih ame. işlemeden yerleştireceği
kimseler yaratacağı haber verilmiştir. Mü'minlerin çocukları da (bulûğa
ermeden ölenler) bu sınıftandır. Cennetin dar gelmesi konusuna gelince:
Cennettekilerden her birinin on bin çocuğu olsa yine de darlık sözkonusu
olmaz. Çünkü cennette derecesi en düşük olan mü'mine ikram edilecek mülkün
Ölçüsü iki bin yıllık yürüyüşle ifade edilmiştir.
"Ya Rasûlallah!
En çok ulaşacağımız ve en son varacağımız nokta neresidir?" sözüne Hz.
Peygamber cevap vermemiştir. Çünkü soruyu soran bununla, dünyanın ömrünü ve
sonunun ne zaman olacağını sormuştur. Bunun . cevabını Allah'tan başkası
bilemez. Bu soruyla: Biz cennet ve cehenneme girdikten sonra nereye varacağız,
demek istemişse, hiçbir nefis burada en son varacağı hususu bilemez. Bilinen
şey, varılacak sonun cennet ya da cehennem olduğudur. Bu sebepten dolayı Hz.
Peygamber (s.a.) bu soruyu cevapsız bırakmıştır.
Bîat esnasında
sözüyle, müşrikleri terketmeyi ve onları düşman kabul etmeyi ifade etmiştir.
Müşriklere komşu olmaz, onları dost edinmez. Siinen'deki bir hadiste:
buyurulmuştur. Yani müslü-manlarla müşriklerin ahlâkları birbirine benzemez.
(Haklarındaki hükümler de farklıdır. Bu yüzden Allah onların evlerini
birbirlerinin ateşlerinin dumanını görmeyecek şekilde ayırmıştır.)[335]
"Nerede bir
kâfirin kabrine uğrarsan, 'Beni sana Muhammed gönderdi.' de!" sözündeki
gönderme, azarlamak içindir; yoksa bir emir ya da nehiy tebliğ etmek için
değil. Bu sözde kabir ehlinin dünyadakilerin sözlerini duyduklarına ve müşrik
olarak ölenlerin cehennemde olduklarına delil vardır. Şayet Hz. Peygamber
(s.a.) efendimizin peygamberliğinden önce öldülerse, bunların müşrik olmaları;
Hz. İbrahim'in (a.s.) dini olan Hamfliği değiştirip onun yerine şirki
koydukları ve bu konuda Allah'tan kendilerine hiçbir delil verilmediği içindir.
Şirkin çirkin bir şey olduğu, cezasının cehennem olacağı ilk peygamberlerden
son peygambere kadar bütün peygamberlerin dininde biliniyordu. Allah'ın
müşrikleri nasıl cezalandırdığının haberleri nesilden nesile anlatılıyordu.
Allah Teâlâ'nm her zaman müşriklere karşı öne süreceği çok kuvvetli delilleri
vardır. Her ne kadar Allah sadece fıtratın icabına göre kuluna azab etmese de
kullarım, ilâhlığmı birlemeyi gerektiren Rablığım birleme fıtratı üzerine
yaratması, bunun sonucunda da selim bir fıtratın ve aklın O'nunla beraber başka
bir ilâhın bulunmasını imkânsız görmesi delil olarak kâfidir. Bunun yanısıra
peygamberlerin devamlı olarak yeryüzünde Allah'ı bir tanımaya davet ettikleri
de malumdur. Müşriklerin azaba çarptırılması, bu daveti reddetmeleri sebebiyle
olacaktır. En iyi bilen Allah'tır. [336]
Rasûlullah'a (s.a.)
gelen heyetlerin sonuncusu olarak, hicretin 11. yılı Muharrem ayının yarısında
Nah' heyeti geldi ve misafirhaneye konakladı. Sonra temsilciler İslâm'ı kabul
etmiş olarak Rasûlullah'a (s.a.) geldiler. Daha önce Muaz b. CebePe bîat
etmişlerdi. İçlerinden Zürâre b. Amr adında bir adam dedi ki:
"YaRasûlallah! ben bu yolculuğumda çok acâyib bir rüya gördüm."
Rasûlullah (s.a.): "Ne gördün?" diye sordu. Adam: "Beldemde bıraktığım
eşeği gördüm, kızıla çalan siyahlıkta bir keçi yavrusu doğurmuştu." dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Doğum yapmak üzere olan bir cariyen var
mıydı?" dedi. O da: "Evet." diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.):
"O cariye bir erkek çocuk doğurdu, o da senin oğlundur." dedi. Adam:
"Peki ya Ra-sûlallah; kızıla çalan siyahlık ne oluyor?" diye sordu.
Rasûlullah (s.a.): "Bana yaklaş!" dedi, adam yaklaşınca da:
"Sende, herkesten sakladığın alaca hastalığı var mı?" dedi. Adam:
"Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, şimdiye kadar bunu ne bir kişi
bildi, ne de bir kişi gördü." dedi. Rasûlullah (s.a.): "İşte bu
odur." buyurdu. Adam dedi ki: "Ya Rasûlallah! Nu'mân b. Mün-zir'i
gördüm; üzerinde süslü, iki güzel küpe vardı." Rasûlullah (s.a.) buyurdu
ki: "O şahıs Arapların kralıdır. En güzel kıyafetine ve parlak durumuna
kavuşmuş." Adam dedi ki: "Ya
Rasûlallah! Yerden saçları ağarmış ihtiyar bir kadın çıktığını gördüm."
Rasûlullah (s.a.): "İşte bu, dünyadan geriye arta kalan şeydir."
dedi. Adam dedi ki: "Yerden bir ateş çıktığını gördüm, oğlum Amr ile
benim arama girdi. Ateş şöyle diyordu: Alev, alev, gören ve görmeyen, beni
yediriniz, sizi, ailenizi ve mallarınızı yerim." Rasûlullah (s.a.) buyurdu
ki: "O ateş, dünyanın son zamanındaki fitnedir." Adam: "Ya Rasûlallah!
Fitne nedir?" diye sordu. Buyurdu ki: "İnsanlar devlet başkanlarını
öldürürler ve kafatasının kemikleri gibi birbirlerine girerler. —Bu esnada
Rasûlullah (s.a.) parmaklarını birbirine geçirdi.— O hâdiselerde günaha girenler
sevap işlediklerini zannederler. Bir mü'min için diğer mü'minin kanını dökmek,
su içmekten daha tatlı gelecek. Şayet oğlun ölürse bu fitneyi sen göreceksin,
sen ölürsen oğlun görecek." Adam dedi ki: "Ya Rasûlallah! Dua et de
ben görmeyeyim." Rasûlullah (s.a.) onun için: "Allah'ım; ona bu fitneyi
gösterme." diye dua etti. Daha sonra adam öldü, oğlu hayatta kaldı ve
Hz.-Osman'ı halifelikten İndirenlerin arasında bulundu.'[337]
Hem Sahîh-i Buhârfdç
hem de Müslim'de Rasûlullah'm (s.a.) Heraklius'e şu şekilde mektup yazdığı
rivayet etilmiştir.
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla: Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den, Romalıların büyüğü
Heraklius'e. Selâm, hidayete tâbi olanlara olsun. Bundan sonra (bilesin ki);
ben seni İslâm'a davet ediyorum; müslüman ol, selâmet bul, (müslüman ol da)
Allah senin mükâfatını iki kat versin. Şayet -yüz çevirirsen ırgat ve
çiftçilerin vebali de senin üzerine olur. Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim
aramızda eşit olan bir kelimeye geliniz. Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp birbirimizi Rabb-lar kabul
etmeyelim. Şayet yüz çevirirlerse siz deyiniz ki: Şahit olunuz ki, biz
müslümanlarız.' [339]
Kisrâ'ya şu mektubu
yazdı:
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den İran'ın büyüğü Kisrâ'ya.
Seîâm hidayete tâbi olan, Allah'a ve Rasûlü'ne inananlara, Allah'tan başka ilâh
olmadığına, Muhammed'in de O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet edenlere
olsun. Seni Allah'ın daveti ile davet ediyorum. Ben, hayatta olan herkesi
inzâr etmek için (mutlak olarak gelecek cehennem azabıyla korkutmak için ve de
inkâra devam eden) kâfirler üzerine azabın hak olması için bütün insanların
hepsine gönderilmiş bir Allah elçisiyim. Müslüman ol, selâmet bul. Şayet bu
daveti reddedersen, (tebaandaki bütün) mecûsîlerin vebali senin
üzerinedir."
Bu mektup kendisine
okununca Kİsrâ mektubu parçaladı. Bu durum Ra-sûlullah'a (s.a.) haber
verilince: "Allah da O'nun mülkünü (saltanatını) parçalasın!" dedi.[340]
Necâşî'ye de şöyle
yazdı: .
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed*-den Habeşistan kralı Necâşî'ye.
Sen müslüman ol. Ben senden dolayı O'ndan başka ilâh olmayan, Melik, Kuddûs,
Seİâm ve Müheymin sıfatlarıyla mutta-sıf olan Allah'a hamdederim. Şehadet
ederim ki İsa b. Meryem, Allah'ın çok iffetli ve temiz, dünyadan el-etek çekmiş
Meryem'e ilkâ ettiği Ruhu ve kelimesidir ki Meryem bu ilkâ ile hamile kalmış
ve Allah, Âdem'i eliyle yarattığı gibi O'nu da ruhundan üfieylip yaratmıştır.
Ben seni hiçbir ortağı bulunmayan Allah'a, O'na itaat etmeye, bana tâbi olmaya
ve bana gelen vahye iman etmeye davet ediyorum. Ben, Allah'ın elçisiyim. Ben,
seni ve askerlerini Allah'a çağırıyorum. Ben sana tebliğimi yapmış ve gerekli
nasihatta bulunmuş oldum. Selâm, doğru yola tâbi olanlara olsun."
Hz. Peygamber (s.a.)
bu mektubu, Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile gönderdi.
İbn İshak der ki: Amr,
Necâşî'ye şöyle dedi: "Ey Ashame! Benim görevim söylemek, seninki ise
dinlemektir. Sen bize nezaketle davrandm, biz de sana güven duyduk. Çünkü
senden görmeyi umduğumuz her iyiliğe kavuştuk, senden korkuğumuz her
kötülükten de emîn olduk. Sana karşı kullandığımız delilimiz senin ağzından
çıkanlardır. İncil seninle bizim aramızda reddedilmeyecek bir şahit,
zulmetmeyecek bir hâkim, bu konuda da davamızı halledici ve isabetli hüküm
vericidir. Şayet bunu kabul etmezsen sen bu Üm-mî Peygamber karşısında
yahudİlerin İsa b. Meryem karşısındaki durumuna düşmüş olursun. Peygamber (s.a.) elçilerini bütün
krallara gönderirken geçmişteki hayır ve iyiliklerinden dolayı başkalarından
ummadığı iyilikleri senden umdu ve başkalarından korktuğu hususlarda sende
emniyet buldu." Bu sözler üzerine Necâşî dedi ki: "Allah'a şehadet
ederim ki O, ehl-i kitabın beklediği Ümmî Peygamberdir. Musa Peygamber'in
'merkebe biner'diyerek İsâ Peygamber'ı müjdelemesi, İsa Peygamber'in, 'deveye
biner' diyerek O'nu müjdelemesi gibidir. Bir şeyi gözle görmek, haberini duymaktan
daha çok tatmin edici değildir."
Daha sonra Necâşî, Hz.
Peygamber'e (s.a.) şöyle bir cevap yazdı:
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla. Necâşî Ashame'den, Allah'ın elçisi Muhammed'e. Selâm
senin üzerine olsun ey Allah'ın Nebîsi! Allah'ın fazlı, rahmeti ve bereketi
sana olsun. Allah, kendinden başka ilâh olmayandır. Bundan sonra (bilesin ki)
İsa'nın durumunu zikrettiğin mektubun bana ulaştı ey Allah'ın Rasûlü. Yerin ve
göğün Rabbına yemin ederim ki, İsa da senin zikrettiğin konulara hiçbir ilâve
yapmamıştır; aynen senin dediğin gibidir. Bize göndermiş olduğun şeyleri
öğrenmiş, amcanın oğluna ve onun arkadaşlarına yakınlık göstermiş bulunuyoruz.
Şehadet ederim ki sen, kendisi doğru söyleyen, kendinden önceki peygamberleri
de doğrulayan Allah Rasû-lü'sün. Ben hiç şüphe etmeden sana bîat ettim. (Senin
adına) amcanın oğluna bîat edip onun elinde (müslüman olarak) âlemlerin Rabbi
olan Allah'a teslim oldum."
Necâşî, hicretin 9.
yılında vefat etti. Vefat haberi aynı gün Rasûlullah'a (s.a.) bildirildi. Bunun
üzerine ashabıyia beraber musallaya çıkıp gıyabında dört tekbir ile cenaze
namazını kıldı.
Ben derim ki: —Allah
daha iyi bilir— ama bu haberde râvinin bir yanlışı vardır. Çünkü râvi,
Rasûlullah'm (s.a.) cenazesini kıldığı iman eden ve Ra-sûlullah'in (s.a.)
ashabına ikramda bulunan Necâşî ile, Rasûlullah'm (s.a.) mektup yazdığı
Necâşî'yi birbirinden ayıramamıştır. Bunlar ayrı ayrı şahıslardır. Bu konu,
Sahih-i Müslim'de açık bir şekilde nakledilmiş ve: "Rasü-lullah (s.a.)
Necâşf ye mektup yazdı; fakat bu, cenazesini kıldığı Necâşî değildi."
denmiştir.[341]
Mısır ve İskenderiye
kralı Mukavkıs'a yazdığı mektupta şöyle delLahman ye Rahîm olan Allah'ın
adıyla. Allah'ın kulu ve Rasûlü Mu-hammed'den Kıbt kavminin büyüğü Mukavkıs'a.
Selâm hidayete tâbi olanlara olsun. Bundan sonra (bilesin ki); ben seni îslâm
davetiyle davet ediyorum. Müslüman ol, selâmete er. Müslüman olursan Allah
sana iki kat mükâfat verir. Şayet yüz çevirirsen bütün Kıptîlerin gühahı sana
aittir. Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit olan kelimeye
gelin: Yalnız Allah'a tapalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı
bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse,
işte o zaman: Şahit olun, biz müslümanlarız! deyin.[342] !
Hz. Peygamber (s.a.)
mektubu Hâtıb b. Ebî Beltea ile gönderdi. Hâtıb, Mukavkıs'in yanma girince dedi
ki: "Senden önce, en yüce Rabb olduğunu iddia eden bir adam vardı. Allah
onu dünya ve âhiret azabıyla cezalandırarak ondan intikam aldı. Sen
başkalarından ibret al ki, başkalarına ibretlik oimayasın." Mukavkıs dedi
ki: "Bizim bir dinimiz var, daha hayhrhsı olmadıkça dinimizi
terketmeyiz." Bunun üzerine Hâtıb: "Seni,Allah'ın dinine davet
ediyoruz. O bütün dinlerin ortadan kalkmasına kâfi gelecek olan İslâm'dır. Bu
peygamber herkesi (bu dine) davet etti. Kendisine en büyük bir şiddetle karşı
çıkanlar Kureyşliler, en çok düşman olanlar da yahudiler; en yakın olanlar ise
hıristiyanlardı. Yemin olsun ki Musa Peygamber'in İsa Peygamber'ı müjdelemesi,
İsa PeygamberMn Muhammed Peygamber'i müjdelemesi gibidir. Bizim seni Kur'an-ı
Kerim'e davet etmemiz, senin Tevrat'a inananları İncil'e
davet etmen gibidir. Her peygamberin
yetiştiği kavim o peygamberin ümmetidir; O'na itaat etmeleri o peygamberin
hakkıdır. Sen bu Peygamberin yetiştiği kimselerdensin. Biz seni îsa Mesîh'İn
dininden alıkoymuyor, bilâkis onu emrediyoruz." Mukavkıs dedi ki:
"Ben bu Peygamberin durumuna baktım, gördüm ki ne işe yaramaz şeyleri emrediyor,
ne makbul olan şeyleri yasaklıyor. O'nu ne sapık bir sihirbaz, ne de yalancı
bir kâhin olarak görmedim. O'nda gizli şeyleri açığa vurma, kapalı şeyleri
haber verme gibi peygamberlik alâmetleri gördüm. Bu konuyu biraz
düşüneceğim."
Sonra Mukavkis, Hz.
Peygamber'in (s.a.) mektubunu aldı, fildişinden yapılmış bir kutuya koyup,
kutuyu mühürledi ve bir cariyeye verdi. Sonra kâtiplerden Arapça yazabilen
birini çağırtıp Rasûhıllah'a (s.a.) cevaben şu mektubu yazdı:
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla. Kıpt kavminin büyüğü Mu-kavkıs'dan Muhammed b.
Abdillah'a. Selâm senin üzerine olsun. Bundan sonra (bilesin ki): Mektubunu
okudum. Orada zikrettiğin konulan ve davet ettiğin hususu anladım. Ben, gelecek
bir nebî'yi bekliyordum; fakat O'nun Şam'da ortaya çıkacağını zannediyordum.
Elçine ikramda bulundum. Sana Kiptiler arasında büyük değeri olan iki cariye ve
bir elbise gönderiyorum. Binmen için de bir katır gönderiyorum. Sana selâm
olsun."
Mektup bu kadardı,
müslüman olmamıştı.
Cariyelerin adı:
Mâriye ve Şîrîn idi. Katırın adı Düldül idi. Muâviye (r.a.) zamanına kadar
yaşamıştır. [343]
Münzir b. Sâvâ'ya bir
mektup gönderdi. Vâkıdî, senediyle birlikte İkri-me'den (r.a.) şu sözleri
nakleder: Bu mektubu vefatından sonra İbn Abbas'-ın kitapları arasında buldum
ve istinsah ettim. Mektupta şunlar vardı: Rasû-lullah (s.a.) Alâ b.
el-Hadramî'yi, Münzir b. Sâvâ'ya gönderdi ve onu İslâm'a davet eden bir mektup
yazdı. Münzir de cevaben Hz. Peygamber'e (s.a.) şu mektubu gönderdi: "Bundan
sonra (bilesin ki) Ya Rasûlallah! Ben, gönderdiğin mektubu Bahreyn halkına
okudum. Bazıları İslâm'ı beğendi, müslüman olmayı arzu etti ve oldu. Bazıları
ise islâm'ı kabul etmedi. Benim beldemde "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın
Rasûlü MuhammedM den Münzir b. Sâvâ'ya. Selâm senin üzerine olsun. Ben senden
dolayı ken-jj dinden başka ilâh olmayan (Allah)a hamdederim ve şehadet ederim
kj A1-» lah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür. Bundan!
sonra (bilesin ki); ben sana AHah azze ve celleyi hatırlatıyorum. Kim ihlâs
üzere olursa, kendi nefsine karşı ihlâslı davranmış olur. Kim elçilerime itaati
eder, emirlerine tâbi olursa, bana itaat etmiş olur. Kim onlara ihlâslı ve sa-f
mimi muamelede bulunursa, bana ihlâsla muamele etmiş olur. Elçilerim sen^j den
övgü ile bahsettiler. Senin, kavmin hakkındaki tavassutunu kabul ettimj
Müslümanları, İslâm'ı kabul ettikleri hal üzere bırak. Günahkârlan affettim^
sen de onları kabul et. İtaatkâr olduğun müddetçe^seni görevinden azletme-jj yeceğiz.
Kim yahudi veya mecusî olarak kalırsa cizye vermesi gerekir."[344]
Hz. Peygamber (s.a.)
Umman kralına bir mektup yazdı ve Amr b ile gönderdi.
"Rahman ve Rahim
olan Allah'ın adıyla. Muhammed b. Abdillah'tan. Cüiendâ'nın iki oğlu Ceyfer ve
Abd'a. Selâm hidayete tâbi olanlara olsun. Bundan sonra (bilesiniz ki); ben
ikinizi de İslâm'ın davetiyle davet ediyorum. Müslüman olunuz, kurtuluşa
eriniz. Ben bütün insanlığa gönderilen bir peygamberim, tâ ki hayatta olanları
(Allah'ın azabıyla) korkutayım ve Allah'ın kâfirler üzerindeki hükmü
gerçekleşsin. Şayet İslâm'ı kabul ederseniz sizi, beldenize emîr tayin ederim.
İslâm'dan yüz çevirirseniz, mülkünüz elinizden çıkar ve atlılarım ülkenize
girer ve böylece benim peygamberliğim sizin krallığınıza karşı açığa çıkmış
olur." Mektubu Übey b. Kâ'b yazdı ve mühürledi.
Amr der ki: Yola
çıktım ve Ummân'a kadar geldim. Oraya varınca Abd'ın yanına gitmek istedim. O,
daha halim selim ve daha temiz ahlâklıydı. Dedim ki: "Ben, AUah Rasûlü'nün
sana ve kardeşine gönderdiği elçisiyim." Dedi ki: "Kardeşim yaşça da,
krallıktaki mevkisi itibariyle de benden önce gelir. Seni ona götüreyim,
mektubunu okusun." Sonra "Neye davet ediyorsun?" dedi.
"Seni eşi ortağı olmayan tek Allah'a, O'ndan başkasına ibadetten geri
durmaya Ve Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet etmeye
çağırıyorum" dedim. "Ey Amr! Sen, kavminin efendisi olan bir adamın
oğlusun. Baban bu konuda nasıl hareket etti? Bize söyle de onu örnek
alalım." dedi. "Babam, Muhammed'e iman etmeden öldü. O'nu tasdik edip
müslüman olmasını çok isterdim. Allah beni İslam'a erdirene kadar, ben de
babam gibi düşünüyordum." dedim. "Peki, sen ne zaman O'na tâbi
oldun?" dedi. "Yakında müslüman oldum." dedim. Bana:
"Nerede müslüman oldun?" diye sordu. Ben de: "Necâşî'nin
yanında." dedim ve ona, Necâşî'nin de müslüman olduğunu söyledim. Bunun
üzerine: "Peki, halkı onun (müslüman olmasından sonra) krallığını nasıl
karşıladı?" dedi. "Kabul edip ona tâbi oldular." dedim.
"Rahipler, piskoposlar da tâbi oldu mu?" diye sordu.
"Evet." dedim. "Bak ey Amr, sen ne diyorsun, bir erkek için
yalandan daha çirkin bir ahlâk yoktur." dedi. "Yalan söylemedim, hem
dinimizde de yalan söylemek helâl değildir." dedim. Sonra: "Sanmam
ki Heraklius, Necâşî'nin müslüman olduğunu duymuş olsun." dedi. "O
da duydu." dedim. "Nereden biliyorsun?" diye sordu. Dedim ki:
"Necâşî ona haraç ödüyordu. İslâm'ı kabul edip Muhammed'i tasdik edince
dedi ki: 'Hayır vallahi, (bundan sonra) benden bir>dirhem bile istese vermem.'
Busöz Heraklius'a ulaştığında kardeşi Yennâk: 'Kulunu, böyle haracını ödemeden
ve yeni bir dine girmiş olarak bırakacak mısın?' dedi. Heraklius: 'Bir adam
kendisi için bir din seçmiş, ben ona ne yapayım. Vallahi, krallığımdan korkum
olmasa, ben de aynen onun yaptığı gibi yapardım.' dedi." Bunun üzerine
Abd: "Ne dediğine dikkat et, ey Amr!" dedi. Ben de: "Vallahi
doğru söyledim." dedim. "O halde bana (peygamberin) neleri
emrettiğini ve neleri yasakladığını haber ver." dedi. "Allah azze ve
celle'ye itaati emrediyor. O'na isyan etmeyi yasaklıyor. İyilik yapmayı ve
sıla-ı rahm'i (akrabayı gözetmeyi) emrediyor; zulmü, düşmanlığı, zinayı,
içkiyi, taşa, puta ve haça tapmayı yasaklıyor." dedim. "Bu davet
ettiği şeyler ne güzelî Şayet kardeşim bana uysaydı; Muhammed'e iman eder ve
O'nu tasdik ederdik. Fakat kardeşim krallığına çok düşkündür, onu bırakıp tâbi
durumuna düşmek istemez." dedi. "Eğer o müslüman olursa, Rasûlullah
(s.a.) onu, memleketine kral olarak tayin eder, zenginlerinden zekât alır,
fakirlere dağıtır." dedim. "Şüphesiz bu çok güzel bir ahlâk. Zekât
nedir?" dedi. Ben de Rasûlullah'ın (s.a.), mallarda farz kıldığı zekâtı
haber verdim, nihayet deve için konulan zekâttan bahsedince dedi ki: "Ey
Amr, otlaklarda yayılan, suya gidip suyunu içen hayvanlarımıza da zekât vâ*r
mı?" Ben de: "Evet." dedim. Bunun üzerine dedi ki:
"Vallahi, bu uzaklıktaki ve bu çoğunluktaki kavmimin buna itaat edeceğini
hiç sanmıyorum."
Amr der ki: Günlerce
Abd'ın kapısında bekledim. O da kardeşine gidiyor, benimle ilgili haberleri
veriyordu. Sonra kardeşi bir gün beni çağırdı. Yanına girdim, hemen adamları
kollarımdan beni yakaladı, fakat o da anında müdahale ederek: "Bırakın
onu!" dedi. Beni bıraktılar. Serbest kalınca oturmak için ilerlerken bana
engel olup oturtmadılar. O anda Ceyfer'e baktım. O da bana: "Ne
istediğini söyle." deyince mühürlü olarak mektubu verdim. Mühürünü açıp
mektupu sonuna kadar okudu. Sonra kardeşine verdi. O da sonuna kadar okudu.
Ancak kardeşinin daha yumuşak huylu ve nâzik olduğunu gördüm. Bana:
"Kureyş'in ne yaptığım bana haber verir misin?" dedi. "Bazıları
isteyerek, bazıları da kılıç zoruyla O'na tâbi oldular." dedim.
"Yanında kimler var?" diye sordu. "Yanında kendi istekleriyle
müslüman olanlar var dedim. Onlar, O'nu başkasına tercih ettiler, akıllan ve
Allah'ın kendilerine hidayeti sayesinde daha önce sapıklık içinde olduklarını
anladılar. Bu topluluk içinde ise senden başka bu işe karar verecek kimse
göremiyorum. Sen şayet bugün İslâm'ı kabul etmez ve O'na tâbi olmazsan,
atlılar ülkeni basıp herşeyi alt üst ederler. İyisi mi, sen bir an önce
müslüman ol ve kurtul, AUah Rasûlü de seni kavminin başına emîr tayin etsin ve
ne atlı, ne piyade hiçbir asker ülkeni çiğnemesin." Dedi ki: "Beni
bugün bırak ve yarın yanıma gel." Ben de kardeşine gittim. Dedi ki:
"Ey Amr, şayet krallığından endişesi olmazsa İslâm'ı kabul edeceğini
sanıyorum." ''
Ertesi gün yanına
gittim. Beni kabul etmedi. Ben de kardeşine gidip yanma girmem için bana izin
vermediğini haber verdim. O benim için izin aldı ve girdim. Bu sefer dedi ki:
"Beni davet ettiğin hususları düşündüm ve gördüm ki, elimdekileri bir
adama verirsem, Arapların en zayıfı olacağım. (Onun için davetini
reddediyorum.) Sonra, O'nun süvarileri buraya kadar gelemez. Şayet gelirse,
şimdiye kadar hiç görmediği bir muharebe ile karşılaşır/' Ben (bu
sözleri.duyunca): "O halde yarın yola çıkıyorum." dedim:
Onlar benim bu
niyetimden emin olunca kardeşi, ağabeyi ile başbaşa kalıp dedi ki: "Biz
senin O'na gösterdiğin kuvvete sahip değiliz. (Muharrimed) kime elçi
gönderdiyse hepsi olumlu cevap verdiler." Ertesi gün sabahleyin bana bir
adam gönderdi ve her ikisi de —Abd ve Ceyfer— müslüman olup Hz. Peygamber'i
(s.a.) tasdik ettiler. Zekât toplama ve aralarında hükmetme konusunda beni
serbest bıraktılar. Bana karşı çıkanlar olunca da beni desteklediler.[345]
Rasûlullah (s.a.),
Yemâme kralı Hevze b. Ali'ye şu mektubu yazıp Selît b, Amr el-Âmirî ile
gönderdi:
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den Hevze b. Ali'ye. Selâm,
hidayete tâbi olanlara olsun. Bilesin ki dinim her yere yayılacak. Müslüman ol,
kurtuluşa er ve elinin altındaki mülkünü sana vereyim."
Selît, Hz.
Peygamber'in (s.a.) mektubunu mühürlü olarak getirince, Hevze onu karşılayarak
ağırladı, mektubu okudu ve davetini raddetmeyen bir karşılık verdi.
Rasülullah'a (s.a.) şu mektubu yazdı: "Ne güzel ve ne iyi bir şeye davet
ediyorsun. Araplar benim mevkiime saygı gösterirler, bu sebeple bana da bazı
yetkiler verirsen sana tâbi olurum."
Selît'e hediyeler
ikra etti. Hecer kumaşından bir de
elbise giydirdi. Selît, bu hediyelerle birlikte Rasûlulîah'a (s.a.) geldi ve
(olup bitenleri) haber verdi. Allah Rasûlü (s.a.) mektubunu okuyunca dedi ki:
"Benden hurma tanesi kadar bir yer istese vermem. Hem kendisi hem de
mülkü helak olsun."
Rasûlullah (s.a.),
Fetihten dönünce Cebrail (a.s.) gelip Hevze'nîn öldüğünü haber verdi. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Yemâ-me'de peygamberlik
iddiasında bulunan bir yalancı çıkacak ve benden sonra öldürülecek." O
esnada birisi dedi ki: "Ya Rasûlallah! Onu kim öldürecek?" Rasûlullah
(s.a.) o şahsa: "Sen ve arkadaşların." dedi ve aynen öyle oldu.
Vâkıdî der ki:
Hevze'nin yanında Erkevun Zemşak adında hıristiyan büyüklerinden biri vardı.
Hevze'ye Rasûlullah*ı (s.a.) sordu. Hevze: "Beni İslâm'a davet eden
mektubu geldi, ama olumlu cevap vermedim." dedi. Erkevun: "Niçin
olumlu cevap vermiyorsun?" diye sordu. Hevze: "Ben kavmimin kralı
olarak dinime düşkünüm. (Yani kral olmam beni buna mecbur ediyor.) Şayet O'na
tâbi olursam kral olamam." Erkevun şöyle dedi: "Hayır vallahi. Şayet
O'na tâbi olsaydın seni kral yapardı. O'na tâbi olman —her halükârda— senin
için daha hayırlıdır. O şüphesiz ki îsa b. Meryem'in geleceğini haber verdiği,
Arap soyundan olan peygamberdir. İncil'de, 'Muham-medun Rasûlullah = Muhammed
Allah'ın elçisidir.' diye yazılıdır."[346]
Bu şahıs Şam
civarındaydı. Rasûlulîah (s.a.), Hudeybiye'den döi ten sonra bu şahsa şu
mektubu yazdı ve Suca' b. Vehb ile gönderdi:
*'Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den Haris b. Ebî Şimr'e. Selâm
hidayete tâbi olanlara, iman ve tasdik edenlere olsun. Ben seni tek olan, eşi
ve ortağı olmayan Allah'a iman etmeye davet ediyorum. (Şayet iman edersen)
krallığın sana kalır. Bu
mektup daha önce de nakledilmişti. [347]
Daha önceki bölümlerde
Hz. Peygamber'in (s.a.) meğâzî, siyer, elçiler, seriyyeler, hükümdarlara ve
nâiblerine yazdırmış olduğu risale ve mektup-lardaki tatbikatını ele almıştık.
Bu bölümde ise
Rasûlullah'ın (s.a.) bir hekim sıfatıyla başkalarına tarif etmiş olduğu tıbbî
mahiyetteki tavsiyelerini ve bu tavsiyelerde birçok doktorun anlamakta acze
düştüğü hikmetleri açıklayacağız. Zira, doktorların tıbbı yanında Hz.
Peygamber'in (s.a.) tıbbî tavsiyeleri, kocakarı ilaçları yanında doktorların
tıbbı gibidir. Sadece Allah'tan yardım ister, güç ve kuvveti yalnız O'ndan
dileriz.
Hastalıklar, kalp ve
beden hastalıkları olarak ikiye ayrılır ki her ikisine de Kur'an'da işaret
edilmektedir.
Kalbî hastalıklar,
Kur'an'da da belirtildiği gibi; 1) Şüphe ve Şek, 2) şehvet ve azgınlık olarak
ikiye ayrılırlar. Cenab-ı Hak, şüphe ile ilgili kalp hastalığına şöyle işaret
etmektedir: "Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını
arttırmıştır. "[348],
"Kalblerinde hastalık bulunanlarla kâfirler; Allah bu on dokuz cehennem
zebanisini misal olarak vermekle neyi kasdet-miştir? dediler."[349]
Yine Cenâb-ı Hak, Kur'an ve sünnetin hakemliğine davet edilip de, diretip yüz
çeviren kişi hakkında şöyle buyuruyor: "Onlar, aralarında hükmetmesi
için, Allah'ın Rasûlü'ne davet edildikleri vakit, bakarsın ki bir fırkası
hemen yüz çevirip dönücüdürler. Eğer hak kendilerinin lehinde ise itaatla koşa
koşa ona gelirler. Kalblerinde bir hastalık mı var bunların? Yoksa (onun hak
peygamberliğinden) şüphe mi ettiler? Yahut Allah'ın ve Rasûlü'nün kendilerine
haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? \Iayır! Asıl zalimler (haksızlar)
kendileridir."[350]
İşte bu da şek ve şüphe hastalığının Kur'an'daki misâlidir.
Kalbî hastalıkların
ikinci türü olan şehevî hastalıklar hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır^
"Ey Peygamber kadınları! Siz diğer kadınlardan, herhangi biri gibi
değilsiniz. Eğer Allah'tan korkuyorsanız, size yabancı olan erkeklerle
kırıtarak konuşmayın. Zira kalbinde hastalık bulunanların şehvanî arzularına
maruz kalırsınız."[351]
Bedenî hastalıklar
hakkında Cenâb-ı Hak: "Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya
güçlük yoktur. "[352]
buyurmuş ve Kur'an'm azametini anlayacak ve anlayanı da başka her türlü
kaynağa müracaattan müstağni kılacak şekilde hac, oruç ve abdest âyetlerinde
ince bir sırla bu hastalıklardan bahsetmiştir.
Bedenî hastalıkların
tedavisinde {tıbbu'l-beden) üç esas bulunmaktadır; 1) Hıfzısıhha
(hastalıklardan korunma), 2) Perhiz, 3) Zararlı maddelerin dışarı atılması.
Cenâb-ı Hak bu üç temel esasa da hac, oruç ve abdest âyetlerinde değinmiştir.
Oruç âyetinde:
"İçinizden hasta olan veya yolculukta bulunan, tutamadığı günlerin sayısınca
diğer günlerde tutar.[353]
Duyurulmaktadır. Bu durumda hasta olan kişiye hastalık mazeretiyle; yolcuya da
sıhhatinin, gücünün korunması {hıfzısıhha) sebebiyle Ramazan ayında oruç
tutmamalarına müsaade edilmiştir. Çünkü seferde daha fazla hareketli
olunduğundan, oruçluluk rahat ve fazla harekete müsait değildir. Gıdasızlık da
insanın gücünü azaltır ve zayıf düşürür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak
yolcuya, kendisini zaafa düşürecek şeylerden korunması için Ramazanda oruç
tutmamasına izin vermiştir.
Hac âyetinde ise:
"İçinizden hasta olan, ya da başından bir rahatsızlığı
bulunan, bundan ötürü tıraş olmak zorunda
kalan kimsenin fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi ya da kurban
kesmesi gerekir..."[354]
buyurmuştur. Böylece hasta olan ve başında bit, kaşıntı vb. gibi eziyet veren
şeyler olan kişiye; saç diplerinde tıkanması sebebiyle, başta eziyet meydana
getiren pis (ter) buharlarının dışarı atılması için başını tıraş etmesine
müsaade edilmiştir. İhramlı olan kişi bu durumda başını tıraş ettiğinde, saç
diplerinde bulunan ter delikleri açılır ve tıkanmış (olan deliklerden) terler
rahatça dışarı çıkar.
Dışarı atılması
gereken diğer maddeler de buna kıyas edilirler. Hapsedilip, tıkalı kalması
insana eziyet veren şeyler on tanedir: 1- Kan fazlalaşması, 2- Meninin
çoğalması, 3- Sidik, 4- Dışkı, 5- Yellenme, 6- Kusuntu, 7- Aksırma, 8- Uyuma,
9- Açlık, 10- Susuzluk. İşte bu on şeyin dışarı verilmeyip tutulması halinde,
her biri kendi cinsinde bir tür hastalığın meydana gelmesine sebep olur.
Cenâb-ı Hak bu on
şeyin en düşüğü olanına işaret etmiştir ki, o da başta tıkanmış olan
deliklerden buharların (ter) dışarı atılmasıdır. Diğerleri buna kıyas
edilebilir. Nitekim Kur'anî üslûpta da esas olan; en düşüğü zikredilerek en
üsttekine ikaz ve işaret edilmesidir.
Perhize gelince;
Cenâb-ı Hak abdest âyetinde: "Eğer hasta veya yolculukta iseniz, yahut
biriniz ayak yolundan gelmişse veya kadınlara yaklaşmış-sanız ve bu durumlarda
su bulamamışsanız, tertemiz bir toprağa teyemmüm edin...[355]
buyurmuştur. Burada Cenâb-ı Hak hasta olan kişiye, bedenine eziyet verecek
olan şeylerden korunması için su ile abdest alma yerine toprakla teyemmüm
etmesini emretmiştir. Bu, kişiye hem içerden, hem de dışardan eziyet verici
herşeyden kendisini koruması (hımye, perhiz) gerektiğine bir ten-bihtir.
Böylece Cenâb-ı Hak,
kullarını tıbbm'bu üç usulüne ve temel kaidelerinin toplandığı esaslara
yöneltmiştir. Biz Rasûlullah'ın (s.a.) bu husustaki tutum, davranış ve
sünnetlerine değinecek ve O'nun (s.a.) sünnetinin en uygun bir davranış biçimi
olduğunu açıklayacağız.
Kalbî hastalıkların
tedavisi ise ancak peygamberlerin (s.a.) tavsiye ettiği şeylerle olur ki bu tür
tedavi yolları ancak onlar tarafından ve onların elleriyle bize ulaşmıştır.
Çünkü kalplerin salâhı ancak, yaratıcısını ve Rabbini, O'nun isimlerini,
sıfatlarını, fiillerini ve indirmiş olduğu ahkâmı bilmekle meydana gelir.
Cenâb-ı Hakk'ın rıza ve muhabbeti olan şeylerin ardından giderek, yasakladığı
ve razı olmadığı şeylerden kaçınmalıdır. Aksi halde kalbin ne sağlığı, ne de
diriliği asla mümkün değildir. Kalbin salâhını ve diriliğini gerektiren şeyleri
tesbit ancak peygamberlerin (s.a.) yardımıyla mümkündür. Peygamberlere (s.a.)
uymaksızın kalbin salâhı olamaz. Böyle zanneden kişi yanılmıştır. Onun salâh ve
diriliği aslında behimî, şehvanî nefsinin diriliği, kuvveti ve sıhhatidir.
Çünkü bu hal, kişinin kalbinin diriliği, sıhhati ve kuvveti değildir. Bununla
yukarıda anlatılan şey arasındaki farkı ayırd eâeme-yen kişi, diri zannettiği
kalbinin bu durumuna ağlasın! Çünkü o ölüler gibidir. Kalbini nurlu
zannetmesine de ağlasın! Çünkü kalbi aslında karanlık denizlerine batmıştır. [356]
Bedenlerin tedavisi
konusunda iki türlü tıb vardır:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın konuşan ve konuşmayan her türlü canlıyı yaratmış olduğu fıtrat ki, bu
durumda sağlık ve sıhhatini devam ettirmesi için bir hekimin tedavisine gerek
yoktur. Bunlar, zıtlarıyla izâlesi mümkün olan açlık, susuzluk, üşümek ve
yorgunluk gibi şeylerdir.
(b) Tedavisi
ancak fikir ve düşünceyle (tıbbî müdahale ile) mümkün olabilen'hastalıklar.
Bunlar mizaçta meydana gelen "müteşâbih (müfred) hastalıklardır. Bu
hastalıkların gelmesiyle mizaç itidalini kaybederek, (aslında kendisine mahsus)
sıcaklığı, soğukluğu, rutubet ve kuruluğu olan her uzuvda iki keyfiyet birden
belirir.
"Müteşâbih
hastılaklar"da muvazenenin bozulması iki türlü olur: 1) Ya maddî olarak
(ahlatta, hömürlerde) meydana gelir, 2) Veya keyfiyette bir değişiklik olur.
Yani ya maddî olarak hömürlerde bir değişiklik olur veya (soğuktan maydana
gelen hastalıklar gibi maddî bir değişikliğe uğramadan) keyfiyette bir etki
meydana getirir.
Bu iki tür hastalık arasındaki
en belirgin fark; keyfiyete dayalı hastalıklar, onları meydana getiren
sebeplerin ortadan kalkmasıyla oluşur. Sebepler gittiği halde etkisi mizaçta
keyfiyet olarak kalır.
Fakat maddî (hümörlere
dayalı) hastalıklar ise sebepleriyle birlikte belirir ve devam eder. (Şayet
hastalık böyle bir sebebe dayanıyorsa) önce o hırtın (hümor) bozulma sebebinin,
sonra tezahür ve etkilerinin, daha sonra da ne şekilde tedavisi mümkün
olacağının düşünülmesi gerekir.
(Kemik, adale, ilik ve
sinirler gibi mürekkep) âlî organlarda meydana gelen hastalıklar (emrâd aliyye)
da vardır ki, bunlar tabiî şeklinden farklı olmasından, âza boşluklarının geniş
veya darlığından, mecraların çok dar|çok geniş veya kapalı olmasından,
sertleşmesinden, sürtüşmesinden, miktarından, büyümesi veya daralmasından veya
(mafsalda kemiklerin ayrılması, kemik suyunun mafsal çukurunda erimesi, uzuv
yerinde olduğu halde iradî olmayarak kolun titremesi gibi) vaziyet
bozukluklarından anlaşılır.
İşte mizaçta ve âlî
uzuvların terkibinde bozukluk olmayıp, uyum ve denge olursa bedenin bu haline
"ittisal" denir. Şayet uyum ve denge bozulursa (ki bu durumda deri ve
adalelerde yaralar oiuşur ve cerahat toplayarak oraya gelen iyi hümörlerin
fesadına sebep olur), bu hale "teferruku'l-ittisal" denilir.
Bir üçüncü hastalık
tipi de vardır ki bunlar hem müteşâbih uzuvları, hem de âlî uzuvları içine
alırlar.
Böyle bir hastalık
önce mizacın bozulmasıyla başlar, fakat hem terkibinde hem de şekilde bir
bozukluk meydana geldiği gibi ittisalin açılması da olur ki şişler buna en
güzel misaldir.
Mizacı itidalden
çıkaran hastalıklara "müteşâbih hastalıklar" denir. Bu durum mizacda
bilfiil hissedilebilen bir zarar meydana getirdiğinde "hastalık"
adını alır.
Bunlar da sekiz
kısımdır/Dördü basit (sade), dördü mürekkep (kanşik)tır. Sade olanlar:
Soğukluk, sıcaklık, nemlilik, kuruluktur. Karışık olanlar: Sıcakhk-nemlilik,
sıcakîık-kuruluk, soğukluk-nemlilik, soğukluk-kuruluktur.. İşte bedende ya
maddî olarak hümörlerde değişiklikle veya hiçbir değişiklik olmadan hastalık
meydana gelebilir. Şayet bu hastalık bedenin tabiî ve mutedil halini
bozmayacak şekilde zararsız olursa bu duruma itidalden sıhhate çir kış, sağlığa
kavuşma denir.
Bedenin üç hali
vardır: Tabiî hali, tabiîlikten çıkış hali ve her ikisi arasındaki orta hali.
Üçüncü durumda kişi ne hasta ne de sağlıklıdır. Bu orta hal, iki zıd olan
hastalık ve sıhhatin birbirlerine intikal etmesinde geçiş safhası olarak
hizmet görür.
Beden, (içinde mevcut
olan uzuvların) sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve kuruluktan mürekkep olduğundan,
sağlığını kaybetmesi ya dahilî bir sebep veya haricî bir etkiyle olur.
Bünyenin sıhhatini etkileyen dış sebep bazan mizacına uyumlu, bazan da uyumsuz
olur.
insana ânz olan zarar,
bazan itidalden çıkan mizacın bozulması, bazan bir uzuvda beliren değişiklik,
bazan da kuvvetlerden veya o kuvvetleri taşıyan (sinirler, damarlar gibi)
ruhlarda bir zafiyet şeklinde belirir. Bu dengenin bozulması; mutedil hali
küçük olan bir uzvun büyümesi, mutedil halinde büyük olması gereken bir uzvun
küçülmesi, mutedil hali (ahlatın) ittisalinde {mürekkep) olan bir uzvun basit (mw/retf)leşerek
ayrılması, mutedil hali basit olması gereken bir uzvun mürekkep halde
(/tt/sa/)olmasi, mutedil hali daralma olan bir uzvun genişlemesi ve herhangi
bir vaziyet ve şekil içinde olan bir uzvun bu durumunun değişmesi ile olur.
Gerçek doktor;
hastanıni mizacına uygun olarak terkibi (birleştirilmesi) insana zararlı olan
maddeleri birleştirmeden, ayrıştırılması zararlı oian şeyi terkip etmeden,
çoğaltılması zararlı olan maddeyi çoğaltmadan ve azaltılması zararlı olan
maddeyi azaltmadan hastayı tedavi eden kişidir. Doktor, bu tedavi yollarıyla
hastayı kaybetmiş olduğu sıhhatine ve daha önceki mutedil haline kavuşturmuş
olur. Mevcut olan hastalığı (hastanın mizacının hangi tarafa meylettiğini
keşfederek) ya zıddı olan ilaçlarla veya perhizle ortadan kal-dınr.[357]
îşte bunların hepsinin Allah'ın gücü, kuvveti, lütfü ve yardımıyla,
Ra-sûlullah'ın (s.a.) sünnetinde yeterli ve doyurucu ölçüd? bulunduğunu göreeksin. [358]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) bu hususlardaki tutumu; tedaviyi kendisine uygulaması, ehl-i beytten ve
ashabtan hasta olanlara da bu şekilde kendilerini tedavi etmelerini
emretmesiydi. Hekimlerin "akrabâdîn"*1* dedikleri mürekkep ilaçlan
kullanmaz, çoğunlukla basit/sâde (gıda cinsinden olan) ilaçları kullanırdı. Bu
ilaçlan da çoğunlukla (hastalığın nekahet dönemini atlatmaya) yardımcı olacak
veya (ateşinin) yükselmesine mani olacak zamanlarda kullanırdı.
Çok farklı cinslerde
olmakla birlikte, Arap, Türk ve kırsal kesimde yerleşmiş olan bedevilerin
hepsinin tedavide kullandıkları usul genellikle bu basit ilaçların
kullanımıdır. Mürekkep (karışrk) olan ilaçlar ise Rumlar ve Yunanlılar tarafından
kullanılmıştır. Hindlüerin ekserisinin tedavi şekli de basit
açlarladır.[359]
Hekimler; tedavisi
tabiî gıda ile olabilecek bir hastalığı İlaçla tedavi etmemek, basit ilaçla
tedavi edilebilecek bir hastalığı mürekkep ilaçlarla tedavi etmemek
gerektiğinde ittifak etmişlerdir.
Derler ki: Herhangi
bir hastalık tabiî gıda ve perhizle ortadan kaldırıla-biliyorsa, başka bir ilaç
terkibi yapıp, hastaya vermeye gerek yoktur.
Yine şöyle derler:
Hekim, hastaya hemen ilaç içirmeye çahşmamahdır. Çünkü, bedende o hastalığı
çözecek bir zıd madde olmadığı, zıddı var fakat muvafık olmadığı, muvafık bir
zıd madde var fakat kemiyyet ve keyfiyet olarak gereğinden fazla bulunduğu
zaman hastayı sağlığına kavuşturmaya teşebbüs eder. Aksi halde boşuna uğraşmış
olur. Tecrübeli hekimler genellikle önce basit ilaçlarla tedavi yolunu
araştırmışlardır. Bu şekilde hareket eden hekimler tıbbın üç türlü tedavi
yolundan birine mensup olanlardır.
Bu görüşlerin en
doğrusu, tedavide ilaç olarak tabiî gıda cinsinden olanlarını kullanmaktır.
Çoğunlukla tedavide basit ilaç kullanan milletlerin hastalıkları gerçekten
azdır. Tedavileri de basit ilaçlarladır. Fakat, karışık gıdalarla beslenen
şehirliler, daima mürekkep (karışık) ilaçlara muhtaçtırlar. Bunun sebebi,
onların hastalıklarının genellikle mürekkep olmasıdır. Dolayısıyla da mürekkep
ilaçlar onlar için daha faydalıdır. Çöllerde ve kırsal kesimlerde yerleşik olan
İnsanların hastalıkları basit ve sade_ojduğundan, tedavilerinin sade ilaçlarla
olması kâfi geliyor. Bunlar tnrsan'atı açısından getirilen delillerdir[360]
Ancak biz deriz ki:
Rasûlullah'ın (s.a.) tedavi usulünde bir başka incelik vardır. Önde gelen ve
mütehassıs hekimlerin de itiraf ettiği gibi; hekimlerin tedavi usullerinin Hz.
Peygamber'in (s.a.) tedavi usulüne nisbeti, kâhinlerin ve kocakarı ilaçlarının
hekimlerin tedavisine nisbeti gibidir. Nitekim hekimler, tıp ilmi hakkında;
mukayese, tecrübe, ilham, rüya, isabetli görüş, hayvanların kendilerini tedavi
ettiği usullere bakılarak elde edilmiş bir ilim olduğunu söylemişlerdir.
Nitekim biz kedileri, zehirli bir şey yediğinde tedavi olmak için kandile
tırmanıp (başını) kandilin yağına daldırdığını; yılanların deliklerinden
çıktıklarında bazan gözleri görmez olduğunda, dere otu nevinden bir oitki oian
râziyâne yaprağına gözlerini sürdüğünü; tabiatında bir daralma olan kuşun,
deniz suyuyla içini boşalttığını hep müşahede ediyoruz. Bütün bunlar ve
benzeri bilgiler tıbbın başlangıç konularında (tıbba giriş) ele alınmaktadır[361]
Bu ve benzerlerinin,
Allah'ın fayda ve zarar verecek şeyleri Peygamberi'ne bildirdiği vahyin
yanında ne değeri olabilir ki? Hekimlerin bilgisi dahi-ünde olan tıb ilminin
vahye olan nisbeti, peygamberlerin sünnet olarak getirmiş bulunduğu ilimlerin
tabiblerinkine olan nisbeti gibidir. Belki de burada büyük hekimlerin dahi
akıllarının eremiyeceği, ilim, tecrübe ve mukayeseie-riyle tedavi
edemiyecekleri hastalıkların ilaçları vardır. Bunlar kalbî, ruhanî ilaçlardır:
Kalbin kuvvetlenmesi, Allah'a itimad etmesi, O'na tevekkül etmesi, O'na
sığınması, O'nun huzurunda boynu bükük ve derli toplu olması, O'na karşı
tevazulu olması, sadakatli olması, dua, tevbe ve istiğfar etmesi, sıkıntılı
kişinin sıkıntısını gidermesidir. Dinleri ve milletleri ayrı olmakla birlikte,
her ümmet bunları tecrübe etmiş ve en bilgili hekimin tecrübesi ve
mukayesesiyle ulaşamadığı Ölçüde şifâya kavuşmuştur.
Biz ve başkaları bu
manevî ilaçların çoğunu tecrübe ettik ve onların; his-sî ilaçların yapamadığı
etkiyi yaptığını gördük. Belki de ruhanî ilaçların hissî ilaçlara göre değeri,
hekimlerin nezdinde kâhinlerin ilaçlarının değeri kadardır. Bu, ilâhî hikmet
kanunu akışına uygun olup ondan ayrı değildir. Yalnız sebepler çeşit çeşittir.
Kalb ne zaman âlemlerin Rabbi ile, hastalığı ve devayı yaratan, insan tabiatı
ve mizacında dilediği şekilde tedbir ve tasarrufta bulunan Allahile olursa,
Allah'tan uzak ve O'ndan yüz çevirmiş olan kalbinin bir türlü kabul edemediği
daha başka ruhanî ilaçlara ulaşır. Bilindiği gibi; ruhlar güçlendiğinde, nefis
(ruh) ve tabiat güçleri birbirlerine o hastalığı defetmek ve yenmek için
yardımcı olurlar. Tabiatı (bedeni) ve nefsi (ruhu) güçlenen, yaradanına
yaklaştığından dolayı ferahlayan, O'nunla ünsiyet kuran, O'nun için seven,
zikriyle nimetlenmiş olan, bütün güçlerini O'na yöneltip O'nda toplayan, O'ndan
yardım dileyen ve O'na tevekkül eden kişinin bu ruhanî ilaçlarının, ilaçların
en büyüğü olduğunu» elem ve hastalığı yok etme gücünü kişiye verdiğini inkâr
nasıl mümkün olur? Böyle bir inkâr ancak insanların en cahili, en perdelisi,
en katı ruhlusu, Allah'tan ve insaniyetten en uzak olanından beklenir.
înşâallah ileride rukye (dua) olarak, bir yıîan tarafından ışınlan kişiye
Fâtiha-i şerife okunduğunda sanki hiç elemi yokmuş gibi ayağa kalkmasının
hangi sebepten meydana geldiğini açıklayacağız.[362]
îşte bu iki tür tedavi
Hz. Peygamber'in (s.a.) tıbbidir. Biz, Allah'ın gücüyle, takatimiz ve cehdimiz
kadar bilgilerimiz, karışık irfanımız, değersiz malzememizle bu konuyu ele
alacağız. Fakat yine de biz, hayrın tamamı elinde olan Allah'ın fazl ve
keremini dileriz. Çünkü O Aziz (yegâne hükümran) ve Vahhâb (istemeden
veren)dir. [363]
Müslim, Sahih'inâs
Ebu'z-Zübeyr—Câbir b. Abdullah kanalıyla Rasû-îullah'ın (s.a.) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her hastalığın bir tedavisi vardır. Tedavisi
bulunan hastalık da ancak Allah'ın izniyle geçer."[364]
Sahihayn'dsi, Atâ—Ebu
Hureyre kanalıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah, şifasını vermediği hiçbir hastalığı yeryüzüne
indirmemiştir."[365]
Ahmed b. HanbelMn Müsned'inde
rivayet edildiğine göre Ziyad b. îlâ-ka, Üsâme b. Şerîk'den şunlan anlatıyor:
Ben Hz. Peygamberin (s.a.) huzu-rundaydım. Bedeviler geldi ve dediler ki:
"Ya Rasûlallah! Tedavi olalım mı?" Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.): "Evet ey Allah'ın kulları, tedavi olunuz. Zira Allah Azze ve
Celle, bir hastalık hariç şifasını vermediği hiçbir hastalık bırakmamıştır.**
buyurdu. Bedeviler: "O nedir?'1 deyince Hz. Peygamber (s.a.):
"İhtiyarlık." buyurdu.[366]
Hadisin diğer bir
lâfızla rivayeti şöyledir: "Allah şifasını vermediği hiçbir hastalığı
(yeryüzüne) indirmemiştir. O hastalığı (şifasını) bilen bildi, bilmeyen de
bilmedi."[367]
Müsned'ât îbn
Mes'ûd'dan (r.a.) merfû olarak rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur:
"Allah Azze ve Çelle^ şifâsını vermediği hiçbir hastalığı (yeryüzüne)
indirmemiştir. O hastalığın şifasını tiilen bildi, bilmeyen de bil-medi."[368]
Müsned'dt ve Stinen'dt
rivayet edildiğine göre Ebu Hüzâme şöyle anlatıyor: Dedim ki: "Ey
Allah'ın Rasûlü! (Hastalıklarımızı geçirmek için) ruk-ye olarak yaptığımız
duayı, tedavi olduğumuz ilacı, (hastalığa tutulmamak için) tedbir almamızı
nasıl buluyorsunuz? Acaba bunlar Allah'ın (c.c.) takdirinden herhangi bir şeyi
geri çevirebilir mi?" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "O
(saydığın şeyler de) Allah'ın takdiridir." buyurdu.[369]
Bu hadis-i şerifler;
sebepler ve neticelerinin varlığını isbat etmekte, bunu inkâr edenlerin
görüşlerinin yanlış ve bâtıl olduğunu belirtmektedir. Ha-disdeki: "Her
hastalığın mutlaka bir şifası, tedavi yolu vardır." cümlesi, öldürücü ve
hekimlerin bile iyileşti remeyeceği hastalıkların tümünü içine alacak şekilde
umumidir. O tür hastalıklardan kurtuluş ancak Allah Azze ve Cel-le'nin
yaratacağı bir ilaç ile olur. Fakat Allah, bu bilgiyi insanlardan kaldırmış ve
ona ulaşmağa da bir yol göstermemiştir. Zira mahlukatın bilgisi Allah'ın
onlara öğrettiği kadardır. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber (s.a.), hastalıktan
şifa bulma ölçüsünü, ilacın hastalığa uyması ile sınırlamıştır. Çünkü
mahlukatta var olan herşeyin bir zıddı vardır ve her hastalığa karşı olarak da
zıddıyla tedavi olunacak bir ilaç vardır. Hz. Peygamber (s.a.) hastalıktan
kurtuluşu, ilacın hastalığa uygun olmasına bağlamıştır. Bunlar ilacın mücer-red
olarak bulunmasına bağlıdır. Aksi halde ilaç, keyfiyette hastalığın derecesini
aştığında veya gereğinden fazla miktarda alındığında bir başka hastalığa sebep
olur. Gereğinden az olduğu zaman ise, hastalığa mukavemet edemediğinden ilacın
etkisi az olur. Tedavi, hastalığa uygun olmazsa şifa hasıl olmaz. Ayrıca,
tedavi zamansız yapılırsa bir fayda vermez. Hastanın bedeni ilacı kabul
etmediği yahut ilaç almaya kuvveti olmadığı veya ilacın tesirine mani bir sebep
olduğunda da hastalıktan kurtulmak mümkün olmaz. İlaç ne zaman hastalığa uygun
olursa, Allah'ın izniyle mutlaka şifaya kavuşulur. Hadislerin bu şekilde
izahı, aşağıda gelecek ikinci izah tarzından daha güzeldir.
İkinci bir yorum
şöyledir: Bu ifade, kendisiyle has murad edilebilen âm bir hüküm olmalıdır.
Böylece özellikle, lâfzın kapsamına girenler, dışında kalanlardan kat kat
fazladır. Her dilde bu tür ifadeler vardır. Bu durumda hadise şöyle mânâ
vermek gerekir: Cenâb-ı Hak tedaviyi kabul edebilecek her hastalığın ilacını da
mutlaka yaratmıştır. Böylece, tedaviyi kabul etmeyen hastalıklar bu hükme
dahil değildir. Nitekim Allah Teâlâ, Âd kavmine musallat ettiği rüzgâr
hakkında: "O rüzgârın içinde, Rabbinin emriyle herşeyi yerle bir edecek can
yakıcı bir azap vardır."[370]
buyurmuştur kî, bu ifade yıkılabilecek bütün şeyler için geçerlidir. Nitekim
âyetin devamında Âd kavminin evleri bu yerle bir olmadan istisna edilmiştir.
Buna benzer misâller çoktur.
Bu âlemde yaratılmış
olan atları, bir kısmının diğerlerine mukavemetini, muhalefetini ve tasallutunu
düşünen kişiye; Rab Teâlâ'nın kudretinin kemâli, hikmeti, sun'undaki insicamı,
rububiyette, vahdaniyette, kahrda tek olduğu, bizatihi Ganî olup kendi
dışındakilerin O'na muhtaç olduğu gibi, O'-ndan başka şeylerin O'nun zıddı ve
manii olduğu belirmiş olur.
Sahih hadislerde
tedavî olmaya dair emir vardır. Açlık, susuzluk, hararet ve üşüme gibi
hastalıkları zıdlanyla gidermekte bir beis olmadığı gibi, tedavi de tevekküle
mâni değildir. Aksine, Allah'ın şer'î bir ölçüde, neticeler için tayin etmiş
olduğu sebeplere yapışmakla tevhidin hakikati tamamlanmış olur. Zira sebeplerin
ortadan kaldırılması, gerçekte ve hikmette olduğu gibi, tevekkülün kendisine
mâni olur ve onu zayıflatır. Çünkü, sebepleri terket-menin tevekkülü daha
kuvvetlendireceği zannedilir. Kişi, sebeplere acziyetinden dolayı yapışmamışsa,
dininde ve dünyasında kulun faydasına olan şeyin elde edilmesi ve din ve
dünyasına zarar verecek şeyi ortadan kaldırması hususunda kalbin Allah'a
itimad etmesi demek olan tevekkülün hakikatına aykırı hareket etmiş olur. Bu
şekildeki itimadın, sebeplere yapışmakla birlikte olması gerekir. Aksi halde
hikmet ve şeriatı ortadan kaldıran kişi durumuna düşer. Dolayısıyla kul
acziyetini tevekkül, tevekkülünü de acziyet olarak değerlendir memelidir.
Bu hadislerde,
tedaviyi inkâr ederek; "Şayet şifa takdir olunmuşsa, tedavinin bir
faydası yoktur, eğer şifa tjakdir olunmamışsa zaten bir faydası olmaz."
diyenin görüşü reddedilmektedir. Aynı şekilde bu yanlış düşünceye şu da
eklenebilir: "Hastalık Allah'ın takdiriyle tahakkuk eder. Halbuki Allah'ın
takdiri reddoîunamaz, defedilemez." Bu mânada sorulan Hz. Peygam-ber'e
(s.a.) bedeviler sormuştu. Sahâbinin büyükleri ise, Allah'ı, hikmetini ve
sıfatlarım en fazla bilenlerden oldukları için böyle bir soruya gerek duymamışlardır.
Gerçekten de Hz. Peygamber (s.a.) böyle sorular soranlara sadra şifa verecek
şekilde cevap vermiştir: Bu ilaçlar, rukye (dua) ve hastalıktan sakınmalarınız
da Allah'ın takdiridir. O'nun takdirinin dışına hiçbir şey çıkamaz. Bilâkis O,
takdirini kendi takdiriyle geri çevirir. Bu geri çevrilme de O'nun takdiridir.
Hiçbir şekilde O'nun takdirinin dışına çıkmak mümkün değildir. Bu aynen açlık,
susuzluk, hararet ve üşümeyi zıdlanyla gidermek gibidir. Düşmanla karşılaşma*
takdir kılındığında, onların savaşla bertaraf edilmesi de böyledir. Defeden,
defedilen ve defetme, hepsi Allah'ın takdiriyledir.
Bu soruyu sorana
denilir ki: Sana fayda getirecek bir şeyi elde etmek ve zararı gidermek için
senin de hiçbir sebebe yapışmaman .lâzım değil midir? Zira, fayda ve zarar
şayet takdir edilmişse mutîaka vuku bulacaktır. Eğer takdir olunmamışsa onun
meydana gelmesi mümkün değildir. Böyle bir mantık dinin ve dünyanın yıkımı,
âlemin bozulması demektir. Bu sözü ancak, hakkı reddeden, inatçı biri söyler. Müşriklerin: "Şayet
Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız müşrik olurdu."[371],
"Şayet Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız Allah'dan başka bir şeye
ibadet ederdik."[372]
diye; Allah'ın onlara peygamberleriyle hüccet getirmesine karşılık vermeleri
gibi, kaderi (inandıklarından değil) sırf karşısında haklı olan kişinin
delilini çürütmek için laf olsun diye ağızlarına alırlar.
Bu soruyu sorana şu
şekilde cevap verilebilir: Şimdi senin hatırlayamadığın üçüncü bir konu daha
var. O da şudur: Muhakkak ki Cenâb-ı Hak şunu ve bunu bu sebepten dolayı
takdir etti. Ancak sebebini yerine getirdiğin takdirde netice meydana gelmiş
olur. Aksi takdirde netice alınmaz.
Şayet şu şekilde
itiraz ederse: Eğer sebep takdir olunmuşsa ben onu yaparım; takdir olunmamışsa
benim onu yapmaya gücüm yetmez. Bu durumda ona denilir ki: Böyle bir savunmayı
—sana muhalefet ederek— emrettiğin bir işi yapmayıp, nehyettiğin bir hareketi
yaptıkları bir zamanda, kölen, çocuğun ve ücretle tuttuğun amelenden kabul
eder misin? Eğer bunu mantıklı bularak kabul edersen, o zaman sana isyan edeni,
malını çalanı, sonra iftira atanı ve haklarını vermeyeni, hiç kötülememen
gerekir. Şayet böyle bir şeyi kabul etmezsen, o halde üzerinde Allah hakkı
olarak gerekli şeyleri yapma-manı nasıl mantıklı bulabiliyorsun?
İsrâilî bir rivayete
göre, Hz. İbrahim (a.s.) şöyle sordu: "Ya Rab! Hastalık kimdendir?"
Cenâb-ı Hak: "Bendendir." dedi. Hz. İbrahim (a.s.): "Peki,
şifası kimdendir?" diye sordu. Cenâb-ı Hak: "Bendendir."
buyurdu. Hz. İbrahim: "Öyleyse tabibe ne gerek var?" diye sorunca,
Cenâb-ı Hak: "Tabib, şifayı kendi eliyle yeryüzüne gönderdiğim
adamdır." dedi.
Ayrıca, "Her
hastalığın bir şifası vardır." hadisi hem hastaya, hem tabibe moral gücü
vermektedir. Hastalıktan kurtulmanın yollarını araştırmaya teşvik etmektedir.
Çünkü hasta, hastalığını geçirecek bir ilacın mutlaka var olduğuna inanırsa,
kalbi umutlanır, karamsar olmaz, umut kapısı açıhr. Ruhu bu sebeple
kuvvetlendiğinde hastalıktan dolayı meydana gelen harareti ortadan kalkar. Bu
hal hayvanı, nefsânî ve tabiî ruhların güçlenmesine sebep olur/Bu ruhlar
kuvvetlendiğinde, bu ruhları taşıyan kuvvetler güçlenir. Böylece vücut
hastalığı yener ve onu ortadan kaldırır.
Aynı durum tabip için
de önemlidir. Zira, bu hastalığın mutlaka bir devasının, ilacının
olabileceğine kanaat getirirse, onu bulmak için araştırmaya
koyulur. Nitekim bedenî hastalıklar kalbî
hastalıklarla aynı ölçülere sahiptir. Cenâb-ı Hak herhangi bir kalbe bir
hastalık verirse mutlaka onun tedavisini o hastalığına zıd bir şeyle
vermiştir. Şayet hasta tedavi olacağı, zıd olan ilacı bilir de onu kullanır ve
ilaç da o hastalığına tam uyum sağlarsa, Allah'ın izniyle hasta şifaya kavuşur. [373]
Rasûlullah'ın (s.a.)
mideyi bozacak şekilde ve ihtiyaç fazlası yemekten kaçınması, yeme ve içmede
riâyeti gerekli ölçüler konusundaki tutumu şöyledir:
Müsned ve diğer hadis
kitaplarında rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanoğlu, midesinden daha kötü hiçbir kabı doldurmamıştır. Halbuki
onlara, belini doğrultacak birkaç lokmacık kâfi gelir. Mutlaka midesini
dolduracaksa, üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de hava için
ayırsın."[374]
Hastalıklar iki
çeşittir: Birinci türdeki maddî hastalıklar; bedende aşırı derecede çok olup da
tabiî hareketlere dahi zarar veren hastalıklardır. Hastalıkların birçoğu bu
türdendir. Sebebi ise; daha ilk yemek hazmedümeksizin vücuda yeni yemekler
doldurulması, ihtiyaçdan fazla miktarda, faydası az, hazmı zor gıdaların
alınması, çeşitli terkiplerde karışık gıdaların çok alınmasıdır, însan bu tür
gıdalarla karnını doldurur ve bunu alışkanlık haline getirirse türlü türlü
hastalıkların meydana gelmesine sebep olur. Misâl olarak da hastalığın süratle
gelip, zor bir şekilde ortadan kaldırılması verilebilir. Gıdada Grta yolu
turar, ihtiyaç miktarı alıp kemmiyet ve keyfiyyetinde mutedil olursa, vücud;
fazla miktarda alman gıdanın verdiği faydadan daha çok fayda elde etmiş olur.
Gıda üç türİü alınır:
1) Zaruret ölçüsünde, 2) Yeterli ölçüde, 3) Aşın ölçüde. Hz. Peygamber (s.a.);
kişiye belini doğrultacak, kuvvetinden düşürmeyecek ve zafiyet vermeyecek
şekilde birkaç lokmacığın yeterli olduğunu; daha fazla yemek zorunda kaldığı
takdirde, midesinin üçte birini yemekle, üçte birini suyla, son üçte birini de
nefesle doldurmasını bildirmiştir. Bu şekilde yemek, hem vücuda, hem de kalbe
en faydalı olan şekildir. Çünkü mide sırf yemekle dolarsa su içmekte zorlanır.
Sırf su ile dolarsa nefes almakta zorlanır, ağır bir yük altında kalan kişi
gibi yorulur ve sıkıntıya düşer. Bu vaziyette olan kişinin kalbi bozulur,
azaları ibadete karşı gevşer. Tokluğun gerektirdiği şekilde azalar şehevî
arzularla hareket ederler. Hâsılı, midenin yemekle doldurulması hem bedene hem
de kalbe zararlıdır.
Çok yemek, daimi ve
sürekli olursa bu sayılan olumsuz neticeler meydana gelir. Halbuki bazen çok
yemekte bir sakınca yoktur. Nitekim, Ebu Hu-reyre (r.a.), Hz. Peygamber'in
(s.a.) huzurunda; "Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, sütü
mideme ulaştıracak hiçbir yol bulamıyorum!'* diyene kadar süt içmiştir. Sahabîler
Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda defalarca, doyana kadar yemişlerdir.
.
Bereketli dahi olsa,
aşın derecede tokluk insanın bedenini ve kuvvetini zaafa uğratır. Zira bedeni,
çok fazla gıda değil, ancak kabul edebileceği miktarda alman gıda
kuvvetlendirir.
İnsan topraktan,
havadan ve sudan ibaret olduğundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) yemek yemeği;
yemek, su ve hava olarak üç kısma ayırmıştır.
Şöyle denilebilir:
(Ahlat teorisine göre) insanda bulunması gereken (dördüncü unsur) ateşin
vücutta bir yeri yok mudur?[375]
Buna şöyle cevap
verilir: Bu tabiplerin ileri sürdükleri bir teoridir. On-, lar: "İnsanda
bilfiil ateş unsurundan bir cüz vardır ve bu insanda mevcut olâ(ı dört rükün ve
asıldan[376] birisidir." derler.
Filozof ve tabiplerden
bazıları bu (ahlat) teorisini tenkid ederek, insi da bilfiil ateş unsurunun
olmadığını şu delillerle ileri sürmüşlerdi:
1— İnsanda
ateş unsurunun varlığı, ya etkisini terkederek nüzul eder vücutta bulunan su
(mâî) ve toprak (arazî) unsurlarla karışır, veya vücutta doğar ve oluşur
deniliyor.
Birincisi iki yönden
yanlıştır, a) Ateş tabiatıyla yükselici bir vasfa sahiptir. Şayet nüzul ederse
bulunduğu merkezden bu âleme inişi zor olur. b) Vücutta bulunduğu iddia edilen
ateş unsurları, nüzul ederlerken son derece soğuk olan zemherîr küresi
üzerinden geçmek zorundadırlar. Halbuki biz bu âlemde, büyük bir ateşin az bir
su ile söndüğünü görüyoruz. İşte son derece soğuk olan zemherîr küresi
üzerinden geçecek olan bu ateş unsurları daha çabuk sönerler.
2— Vücutta
meydana gelmesi görüşü ise çok çok uzak bir ihtimaldir. Çünkü bir cisim (ahlat
teorisine göre) ateş olmadan evvel, ya toprak, ya su veya havadır. İlk 4efa
ateş olan bu madde, diğer cisimlerden biriyle bitişik ve karışık olmuş olur.
Ateş olmayan cisim ise büyük cisimlere karıştığında ne ateşdir, ne de onlardan
herhangi biridir. Ateşe dönmeğe uygun bir istidat göstermez, çünkü bizatihi
ateş değildir. Karışık cisimler ise soğuktur. O halde ateşe dönüşmeye nasıl
müsait olabilir?
Şöyle diyebilirsiniz:
Vücutta, diğer cisimleri ateşe döndürecek ve onların arasına karıştığından
dolayı onları ateşe dönüştürecek ateş unsurlan niçin olmasın?
Biz de deriz ki:
a) Bu ateş
unsurlarının vücutta oluşma imkânı —ilk sözümüzde de söylediğimiz gibi—
yoktur. Şayet; "Biz, sönmüş kirecin üzerine su döküldüğünde, bir kristale
güneş ışığı vurduğunda, taşı bir demire vurduğumuzda ateş çıktığını
görmekteyiz." derseniz; işte bütün bu ateş unsurlan karışım esnasında
oluşuyor ki, bu da sizin birinci kısımda ileri sürdüğünüz görüşleri ibtal eder.
Bu görüşleri kabul
etmeyenler diyorlar ki: Biz, taşın demire vurulmasında olduğu gibi şiddetli
bir sürtüşmeden ve kristalde olduğu gibi güneşin kuvvetle ısırmasıyla ateş
meydanagel4.iğini inkâr etmiyoruz. Fakat biz, bitki ve hayvanların
cisimlerinde'bu hadisenin meydana gelmesini uzak buluyoruz. Çünkü onların
yapılarında bu şekilde ateş maydana getirecek kadar şiddetli sürtüşme azdır ve
kristal gibi bir parlaklık yoktur. Kaldı ki güneş ışınları kristalin üzerinde
olduğunda elbette ateş meydana getirmezler. O halde içine ulaşan ışın nasıl
ateş meydana getirir?
b) Meselenin
aslında, tabipler; eski bir içeceğin tabiatında son derece sıcaklık olduğunda
ittifak etmişlerdir. Şayet bu sıcaklığın ateş unsurlarından oluştuğu ileri
sürülürse bu mümkün değildir. Çünkü, az bir su ile büyük bir ateşin söndüğünü
gördüğümüz halde, sönmeden, uzun süre, suyu fazla olan unsurların arasında ateş
unsurlannın az olarak kalabileceği nasıl düşünülebilir?
c) Şayet
hayvan ve bitkilerde bilfiil ateş unsuru varsa, yine onlarda bulunan su
unsurlarına mağlup olmaları-gerekir. Zira ateş unsuru suyun eîki-sindedir. Bazı
tabiat ve unsurların diğerlerine galip gelmesi mağlubun tabiatının galibin
tabiatına dönmesini gerektirir. Bu durumda zaruri olarak ateşin zıddı olan su
tabiatının galebesiyle az olan ateş unsurlan suya inkiiab etmiş olacaklardır.
d) Cenâb-ı
Hak, Kitâb'ında, insanın yaradılış safhalarını çeşitli yerlerde zikretmiştir.
Bu yerlerden bir kısmında, insanı sudan, bir başka yerde topraktan, bir
diğerinde su ve toprak karışımı balçıktan (= tîri), bir başka yerde güneş ve
rüzgârın etkisiyle, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattığından
bahsetmiştir. Bunların aksine hiçbir yerde insanı ateşten yarattığından
bahsetmemiştir. Bilakis bu tabiri, iblisin bir özelliği olarak zikretmiştir.
Sahih-i Müslim'de
sabit olduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Melekler
nurdan, cinler halis ateşten, Âdem de size (Kur'an'-da) tavsif olunduğu gibi
(topraktan) yaratılmıştır[377]
Bu hadiste de ifade
edildiği gibi insanın Cenâb-ı Hakk'ın Kitâb'ında belirtildiği şekilde
yaratıldığı açıktır. Cenâb-ı Hak bize insanı ateşten yarattığını veya insanın
aslında ateşten bir unsurun bulunduğunu anlatmamıştır.
e) Onların
en güçlü delilleri, canlıların bedenlerinde müşahade etmiş oldukları
hararettir ki; buna göre canlılarda ateş unsuru vardır. Bu bir delil olamaz.
Çünkü hararetin sebepleri ateşten daha umumi unsurlarla da meydana gelir-
Hararet bazan ateşten, bazan hareketten, bazen güneş ışınlarının aksetmesinden,
bazen havanın sıcaklığından, bazan ateşe yakın olmaktan meydana gelir. Havanın
sıcaklığı vasıtasıyla veya başka sebeplerle hararet meydana gelmesi, canlıda
ateşin varlığını gerektirmez.
İnsanda ateş unsurunun
varlığını iddia edenler derler ki: Şu bir gerçektir ki toprak ve su
birbirlerine karıştıklarında, erimelerini ve birbirlerine katışmalarını
gerektirecek bir hararet gerekmektedir. Aksi halde onlardan her biri diğerine
katışmamış, birleşmemiş olur. Nitekim güneş ve havanın ulaşmadığı bir toprağa
herhangi bir tohum attığımızda tohum bozulur. İşte bu sebepten dolayı ya
karışık bir şeyde tabiî olarak pişmiş, erimiş bir cisim meydana gelmesi veya
gelmemesi gerekir. Şayet meydana gelirse işte o ateş unsurudur. Meydana
gelmezse mürekkep olan cisim tabii olarak sıcak olmaz. Sıcak olsa da bu onda
arazî (geçici) olarak meydana gelir. Bu arazî sıcaklık zail olduğunda da o
şeyin ne tabiatında ne de keyfiyyetinde hararet olmaz. Aksine mutlak soğuk
olur. Fakat bazı gıda ve ilaçların tabiatında hararet vardır. Hararetin onların
kendilerinde mevcut olduğunu anlarız. Çünkü hararet onlarda arazî değil,
cevher-i nârı (temel ateş niteliği) olarak vardır. •
Yine derler ki: Eğer
vücutta stcak bir unsur olmazsa, son derece soğuk olması gerekir. Çünkü tabiat
soğuk olmayı gerektirecektir. Yardımcısı ve karşıtından mahrum olduğundan da
soğukluğun derecesi en son noktaya ulaşaçaktı. Şayet böyle olsaydı, insan
tabiatında, soğuk sebebiyle ihsas (duyular) olmayacaktı. Çünkü son derece soğuk
bir vücuda, soğuk bir şey ulaştığında benzeri bir şey olur. Bir şey de
benzerinden ayrılmaz. Aynlamayınca da onu hisredemez. Onu hissedemeyince de
ondan elem duymaz. Şayet soğuktan başka bir şey olursa farkedilmemesi
(ayrılmaması) daha uygundur. Şayet bedende tabiî olarak sıcak bir unsur yoksa,
bu elbette soğuktan ayrılıp meydana gelmez.
Diyorlar ki: Sizin
delilleriniz şu sözleri söyleyenlerin görüşlerini ibtal etmektedir: Ateş
unsurları bu mürekkep (karışık) cisimlerde hali üzere ve ateş tabiatlarıyla
baki (kahcı)dırlar! Halbuki biz böyle demiyoruz. Aksine; ateşin kendi türüne
ait görüntüsünün karışma esnasında bozulduğunu söylüyoruz.
İnsanda ateş unsurunun
olmadığım iddia eden diğerleri de şöyle diyorlar: Niçin, toprak, su ve hava
birbirlerine karıştıklarında, bu karışma ve erimeden meydana gelen hararetin
güneş ve diğer yıldızların harareti olduğu ileri sürülemesin? Daha sonra,
karışık bir madde, karışımının kemaline ulaştığında, sıcaklık sebebiyle —bitki
olsun, hayvan olsun, maden olsun— karışım vaziyetini kabule hazır haldedir. Bu
karışık maddelerdeki sıcaklık ve hararetin, Allah Teâlâ'nın bu birleşme
esnasında meydana getireceği hassa ve küvetlerle olup, bilfiil ateş unsurundan
olmamasına ne mâni olabilir? Bu şekilde yapılan izahı iptal etmeye elbette
hiçbir yolunuz yoktur. Nitekim büyük tabiblerden bir grup da gerçeği itiraf
etmişlerdir.
Bedenin soğuğu
hissetruesf sözüne gelince; biz deriz ki, bizatihi bu bedende bir hararet ve
sıcaklığın var olduğunu gösterir. Bunu kim inkâr edebilir ki? Yalnız sıcak bir
şeyin mutlaka ateşten oluştuğuna delil yoktur. Zira her ne kadar, her ateş
sıcaksa da bu hüküm küllî bir hüküm olamaz. Aksine bazı sıcak şeyler ateştir
denebilir.
Ateş türüne ait
görüntünün bozulmasına dair olan sözünüze gelince, tabiplerin çoğu ateşin
kendine ait görüntüsünün bekâsını benimser. Bozulmasına dair olan sözün
kendisi bozuktur. Bu görüşün bozuk olduğunu tabible-rini/in müteahhirîn
temsilcilerinin en efdali[378]
eş-Şifâ adlı eserinde itiraf et-
miş ve unsurların,
karışık cisimlerde aslı ve tabiatlanyla daha toplu bulunduklarını isbat
etmiştir. Tevfik Allah'tandır. [379]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hastalık için tavsiye ettiği ilaçlar üç çeşitt Tabiî ilaçlar, 2) İlâhî
ilaçlar, 3) Her ikisinin karışımı olan ilaçlar.
Biz Rasûlullah'ın
(s.a.) tavsiye ettiği bu üç çeşit ilaçtan bahsedeceğiz. Öı tavsiye edip, bizzat
kendisinin kullandığı tabiî ilaçlan, daha sonra da il ilaçlan ve nihayet her
ikisinin karışımı olan ilaçlan zikredeceğiz.
Bununla birlikte
(önce) şuna işaret etmeliyiz ki; Hz, Peygamber (s.a.) ancak hidâyet etmek,
Allah'a ve cennetine çağırmak, Allah'ı tanımak, ümmete Allah'ın rızasının
bulunduğu şeyleri belirtip onları emretmek, Allah'ın gazap ettiği şeyleri
belirtip onlardan sakındırmak, nebî ve rasûllerin ümmet -îeriyle ilgili haber
ve ahvalini, âlemin yaradılışı, kâinatın başlangıç ve sonu ile ilgili
haberleri, insanların nasıl şakı (mutsuz) ve saîd (mutlu) olacaklarını ve
bunların sebeplerini bildirmek için gönderilmiştir.
Bedenî hastalıkların
tedavisiyle ilgili Tıbbu'n-Nebî ise, şeriatının tamam-lanması için olup,
ihtiyaç anında kullanılması gayesiyledir. Buna ihtiyaç his-sedilmediğinde ise
bütün güç ve kuvveti, kalplerin ve ruhların tedavisine, sıhhatin muhafazasına,
hastalıkların giderilmesine, fesadı gerektirecek şeylerden korunmaya sarfetmek
gerekir. Asıl gaye, ruhların ve kalplerin ıslah ve tedavisidir. Çünkü kalp
ıslah olunmadan, bedenin ıslah edilmesinin bir faydası yoktur. Kalp ıslah
edilmiş olduğu halde bedenin hastalanması, cidden fazla bir zarar meydana
getirmez. Çünkü b'u geçici bir zarar olup, arkasından devamlı ve sürekli olan
fayda meydana gelir. Muvaffakiyet Allah'tandır. [380]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) humma hastalığının tedavi edilmesi hakkınd tutumu şöyledir:
Sahihayn'da, Nâfi'—İbn
Ömer kanalıyla Hz. Peygamber'ia(s.a.) şöyle buyurduğu sabit olmuştur:
"Humma veya humma hastalığının şiddeti, ancak cehennemin hararetinin
şiddetinden bir parçadır. Dolayısıyla humma,ate-şini, su ile soğutun."[381]
Bu hadis-i şerif cahil
tabiplerin bir çoğuna müşkil gelmiş ve hummanın tedavisi ve ilacına aykırı bir
emir olduğunu zannetmişlerdir. Biz —Allah'ın güç ve kuvvetiyle— tefsirim ve
fıkhım açıklayarak deriz ki:
Rasûlullah'ın (s.a.)
hitabı iki nevidir: a) Tüm yeryüzünde yaşıyan insanları içine alacak şekilde
umumî hitapları, b) Bir kısmına ait hitapları. Birincisine umumî hitapları
dahildir. İkincisine ise şu hadis misâl olabilir: "Büyük veya küçük abdest
yaparken önünüzü kıble tarafına dönmeyin, sırtınızı da dönmeyin. Fakat batıya
ve doğuya doğru yönelin."[382] Bu
hitap, doğu ve batıda bulunanlar ile Iraklılara ait olmayıp, Medineliler ve o
hizada bulunan Şamlılara ve diğer yerlere mahsustur.
"Meşrık ile
mağrip arası kıbiedir."[383]
hadisi de böyledir.
Burası anlaşıldığında;
Hz. Peygamber'İn (s.a.) bu (humma) hadisinde kasdetmiş olduğu kimselerin
Hicazlılar ve Hicaz istikametindeki memleketlerde oturanlar olduğu da
anlaşılır. Çünkü onlara arız olan humma hastalığının ekserisi, güneşin
hararetinin şiddetinden meydana gelen geçici, günlük humma hastalığıdır. Bu
tür humma için hem içilerek, hem de serperek soğuk su kullanılması faydalıdır.
Çünkü humma; etkisi önce kalpde beliren garib bir hararettir. Ruh ve kan
yoluyla, atardamar ve diğer damarlarla bütün vücuda yayılır, tabiî hareketlerin
yapılmasına engel olacak şekilde ateş meydana getirir.
Humma iki kısımdır: ,
1— Arazî
(geçici) humma: Şişme (verem) ve hareketten veya güneş çarpmasından veya yaz
mevsiminin şiddetli olmasından ve benzerlerinden meydana gelir.
2— Marazı
humma: Üç nevidir; bu önce bir maddede oluşur, daha sonra bütün vücudu ateş
sarar: a) Şayet başlangıcı ruh İle olursa buna günlük humma denir. Çünkü
çoğunlukla bir günde geçer. En fazla üç gün sürer, b) Şayet başlangıcı ahlat
ile olursa afenî humma denir. Dört sınıftır: Safravî, sevdâvî, balgamî, demevî.
c) Şayet başlangıcı aslî ve sert organlar olursa ince humma (humma dıkk) denir.
Bu neviler çerçevesinde daha başka bir çok nevî humma çeşidi vardır.
Bazı hummadan vücut o
kadar fazla istifade eder ki, ilaçlardan o kadar fayda görülmez. Çoğunlukla
günlük humma çeşidi yaygındır. Afenî humma büyük maddelerin birlikte
pişmelerine sebep olur, ki başka bir yolla bu hadise oluşturulamaz. Bir takım
çözücü-açıcı ilaçların ulaşamadığı engelleri (sud-de) açmağa sebep olur.
Eski ve yeni remed'e
gelince[384]; onun birçok çeşidi,
garip ve süratli bir şekilde
birtakım hastalıklan'tedavi eder. Felç, yüz felci (lakve), sinir bozulmasından
meydana gelen adale buruşması (teşennuc-i imtilaî) ve faydası olmayan (az
vitaminli) katı gıdaların etkisiyle meydana gelen birçok hastalığa
çaredir.
.Bazı faziletli
doktorlar bana şunu anlattılar: Biz hastalıkların büyük bir kısmını, hasta
kendi kendine şifaya kavuştuğu gibi, humma ile yeniyoruz. Bu hususta humma
birçok açıdan ilaç içmekten daha faydalıdır. Çünkü humma, hümörleri (ahlat) ve
bedene zararlı bazı maddeleri pişirir. Piştiği takdirde de ilaç, çıkmağa hazır
halde olan fasid maddelere tesadüf eder ve onları dışarı atar. Böylece şifa
hasıl olur.[385]
Bu kavranıldığında,
hadisten kastın arazî hummaların bir kısmı olduğu anlaşılır. Çünkü bu tür
hummalar, soğuk suya o hasta yer daldırıldığında veya buz gibi soğuk su
içildiğinde sükunet bulur. Hasta bu durumda bir başka ilaç almağa gerek duymaz.
Çünkü arazî hummaîardaki hararet ruha taalluk eden mücerred sıcak bir
keyfiyettir. Dolayısıyla onu gidermek için mücerred soğuk bir keyfiyeti o uzva
ulaştırmak yeterlidir. Hümörlerin pişmesine, dolayısıyla da bir hıitın dışarı
atılmasına ihtiyaç duymadan ateşi dindirmiş olur.
Hadis-i şerifte,
hummaların her türünün kastedilmiş olması da mümkünüdür. Nitekim doktorların
en büyüğü olan Calinus (Galen)[386],
her türlü hummaya soğuk suyun faydalı olduğunu itiraf etmiştir.
Calinus, Hîlelü'l-Bür'
adlı kitabın onuncu bölümünde demiştir ki: Şayet etine dolgun, vücudu ferah
genç bir kişi yazın tutulmuş olduğu hummanın sonunda ise ve iç uzuvlarında da
bir şişlik (verem) yoksa, soğuk suyla banyo yapar veya soğuk suda yüzerse
elbette bundan faydalanır.
Râzî,[387]
{Kitâbü'l-Hâvîadlı) büyük kitabında der ki: "Şayet vücut kuvvetli, humma
da ciddi bir şekilde kızışmış, pişme zahir, karında bir şişkinlik ve fıtık
yoksa soğuk su içilmesi faydalıdır. Şayet hastanın bedeni ferah, mevsim sıcak
ve dışardan soğuk su almaya alışkınsa, ona da müsaade edilir."
Hadis-i şerifteki:
"Humma cehennemin kaynamasından (bir parça)dır." cümlesi, alevinin
şiddeti ve ortaya yayılan sıcaklığı demektir. Buna benzer bir ifade:
"Güneşin şiddeti cehennemin kaynamasından (bir parça)dır." hadisinde
de vardır.
Hadisteki bu ifade iki
türlü izah edilmiştir:
a) Bununla,
cehennemden kaynaklanan bir ateşe ince bir misal verilmiş oluyor ki, kullar
bundan hüküm çıkarsınlar ve ibret alsınlar. Çünkü Allah Teâlâ'nın böyle bir
ateşin insanda zuhurunu takdir etmesi, bu neticeyi gerektirecek sebeplerin
etkisiyledir. Aynı şekilde sevinç, ferah, huzur ve lezzeti, bu dünyada cennet
nimetlerine delâlet etmesi ve ibret almaTc için ihsan etmiştir ki, bunları elde
etmek, bir takım şartların, sebeplerin yerine getirilmesiyle olur.
b) Bu ifade
ile teşbih (benzetme) yapılmıştır. Hummanın şiddeti ve alevinin cehennemin
kaynamasına benzetilmesi, cehennem azabının şiddetine ruhların ikaz edilmesi
içindir. Bu (hissedilen) büyük ateş cehennemin kaynamasının hararetidir ki,
sadece sıcaklığına yajdaşana isabet eden zarardır.
Hadis-i şerifteki
"Soğutunuz" ifadesi iki şekilde rivayet edilmiştir:
a- Katı'
hemzesiyle, if'al babından emir olarak rivayet edilmiştir, ki,
"ısınma" mânasına gelen "şahane" kelimesi if'al babına
aktarıldığında ^eshane-ısıttı" mânasına geldiği gibi, "ebrede"
kelimesi emir kipinde, "soğutunuz" mânasına gelir.
b- Vasıl
hemzesiyle rivayeti ki lügat ve kullanış bakımından daha yaygın şeklidir. (Su
ile serinleyiniz mânasına gelmektedir.) Çünkü birinci şekildeki (rubai)
kullanımı daha azdır ve değersizdir.
Şâir demiştir ki:[388]
"Aşkın alevini
ciğerlerimde hissettiğimde, Kavmin su kabına doğru serinlemek için yöneldim.
Beni bırak, suyun
soğukluğu ile (aşkın) zahirini serinlettim, îç organlardaki tutuşan ateşi
(acaba) kim söndürür?"
Hadisteki; "su
ile'* kelimesi hakkında iki görüş vardır: Birincisi, her (yerde bulunan ve
kullanılan) sudur. Diğer görüşe göre, sudan maksad zemzem suyudur.
Bu ikinci görüşü
savunanlar, Buharî'nin Sahih'inds, Ebu Cemre Nasr b. İmran ed-Dubaî'den yaptığı
şu aşağıdaki rivayeti ileri sürüyorlar. Ebu Cemre diyor ki: Mekke'de İbn
Abbas'ın (r.a.) yanında oturuyordum. O esnada birden hummaya tutuldum. Bunun
üzerine bana şöyle dedi: Zemzem suyu ile hummanı izale et, serinle! Zira
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Humma cehennemin kaynamasın (dan bir
parça)dır. Dolayısıyla o ateşi su ile soğutu-nuz."(Veya şöyle buyurdu:)
"Zemzem suyu ile soğutunuz."[389]
(Görüldüğü gibi) râvi,
hadisi şüphe ifadesiyle rivayet etmiştir. Buna rağmen şüphe etmeden rivayet
etseydi, bu emir ancak Mekkeliler için geçerli olurdu. Çünkü zemzem suyunu
kolayca elde etmek onlar için mümkündür. Mek-keli olmayanlar ise bulabildikleri
sudan yararlanabilirler.
Hadis-i şerifi genel
kabul edenler, "acaba su ile serinletmekten kasıt su
ile sadaka mı vermektir, yoksa suyu
bizatihi kullanmak mıdır?" şeklinde iki görüş belirtmişlerdir. Sahih ve
doğru olanı kullanılmasıdır. Zira bundan ka-sıd su ile sadaka vermektir diyen
kişi, zannederim ki hummayı tedavide soğuk su kullanmaktan kaçınmaktadır.
Hadis-i şerifin güzel bir izahı (başka bir açıdan) yapıldığı halde bunu
anlamamıştır. O da şudur: Bir şeyin cezası o şeyin cinsinden olan bir başka
(amel) şeyle olur. Nitekim, susuzluğu soğuk su nasıl söndürüyorsa, Cenâb-ı Hak
da hummanın alevim böylece gideriyor. İşte bu şekildeki izah hadis-i şerifin
fıkhından ve işaretinden anlaşılmaktadır. Neticede anlaşılan, suyun
kullanılmasıdır.
Ebu Nuaym ve diğer
hadisçiler, Enes'ten (r.a.) merfû olarak şunu zikretmektedirler: "Sizden
biriniz hummaya tutulduğunda seher vaktinde olmak üzere, üç gece üzerine soğuk
su serpsin. "[390]
İbn Mâce'nin
Sürteninde Ebu Hureyre'den (r.a.) merfû olarak şöyle rivayet ediliyor:
"Humma cehennem körüğünden bir körüktür. Şu halde hummayı soğuk su
(kullanarak) kendinizden uzaklaştırınız. "[391]
Müsne<fde ve
diğerlerinde, Hasan el- Basrî'nin (r.a.) Semüre'den (r.a.) merfû olarak yaptığı
bir rivayet de şöyledir: "Humma cehennemden bir parçadır. Onu
(üzerinizden) soğuk su ile soğutunuz." Rasûlullah (s.a.) hummaya
tutulduğunda bir kırba su ister, daha sonra o suyu başından aşağı dökerek
gusleder di. [392]
Sünen'de Ebu
Hureyre'den (r.a.) yapılan bir rivayet şöyledir: Allah Rasûlü'nün (s.a.)
huzurunda hummadan söz açıldı. Adamın biri hemen (hummaya) küfretti. Bunun
üzerine Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: "Hummaya sövmeyiniz. Çünkü
humma, ateşin demirdeki pası gidermesi gibi insanın günahlarım silip
süpürür."[393]
Humma ile birlikte,
(vitamin değeri az olup da) fazlaca yenilen gıdalardan perhiz edilip faydası
çok olan (vitaminli) gıdalar alındığında bedenin (d£~ ğer bilinmeyen
hastalıklardan) temizlenmesinde, pislik ve fazlalıklarının atıl-masmda,
değersiz hümörlerin tasfiye edilmesinde yardımcı bir etki oluşur^ Bu şekildeki
etki aynen körükte ateşe verilmiş demirin pisliklerinin (fazlalıklarının)
giderilmesi, demir cevherinin tasfiye edilmesindeki etkiyi yapar. Zira demir
cevherini tasfiyede en etkili şey ateş körüğüdür. Bu ölçü beden tedavisinin
doktorlarınca da bilinmektedir.
Fakat hummanın
(psikolojik olarak) kalp kirini tasfiye etmesi ve pisliklerini çıkarması ise,
ancak kaip doktorlarının bilebileceği bir iştir. Bu husustaki inceliği ancak,
Allah Rasûlü'nün (s.a.) onlara (doktorlara) haber verdiği gibi buluyorlar.
Fakat kalp
hastalığının tedavisinden umut kesildiğinde, bu ilacın ona hiçbir faydası
olmaz. Zira humma, hem kalbe hem de bedene faydalı bir hastalıktır. Faydası bu
kadar çok olan bir vaziyete (duçar olmuş birisinin) küfretmesi zulüm ve
düşmanlıktan başka bir şey değildir.
Bir keresinde, hummalı
bir halde iken, hummaya küfreden bir şâirin şu beyitlerini hatırladım:
"Günahlara
keffaret olan (humma) geldi ve gitti;
[ Gelene de gidene de lanet olsun.
Göç edip veda edeceği
zaman sordu, ne istiyorsun?
Dedim ki: Bir daha
geri dönme!"
Ben de, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) küfretmeyi yasakladığı hummaya küfreden kişiye lanet
okuyarak, keski şöyle deseydi daha iyi olurdu dedim ve ekledim:
"Günahlara
keffaret olan (humma) geçti. Dökülmesi için, selâm gelene ve veda edene.
Göçe niyetlenildiğinde
sordu:
Ne istiyorsun? Ben de:
Ziyaretini kesme! diye cevap verdim."
Elbette ben ondan
koptum, sıyrıldım. O da hemen benden sökülüp gitti.
Sahih olup olmadığını
bilemeyeceğim bir eser şöyledir: "Bir gün hummaya tutulmak; bir senelik
günaha keffarettir."[394]
Bu hadisin iki şekilde
izahı mümkündür:
a) Humma,
vücutta bulunan tüm uzuvları ve eklemleri etkiler. İnsanda ise üç yüz altmış
eklem mevcuttur. Böylece her eklem, sayısınca bir güne tekabül ederek o gün
işlenen günahlara keffaret oîmuş olur.
b) Humma,
bedende öyle bir etki meydana getirir ki, bu etki ancak bir sene sonra tamamen
ortadan kalkar. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) bir hadiste şöyle buyurmuşlardır:
"İçki içen kişinin kırk gün namazı kabul olunmaz."[395]'
Çünkü içkinin etkisi, kişinin içinde, damarlarında ve uzuvlarında kırk gün
devam eder.
Ebu Hureyre (r.a.) der
ki: "Bana isabet eden hiçbir hastalık yoktur ki hummadan daha hoş ve
sevimli gelsin. Çünkü vücudumun tüm uzuvlarına sirayet ediyor. Muhakkak ki
Cenâb-ı Hak da her uzvun hummadan nasibi miktarmca ecrini, sevabını
veriyor."
Tirmizî, Gz/m'inde,
Râfi' b>Hadîc'in (r.a.) merfû olarak rivayet ettiği şu hadisi naklediyor:
"Sizden birine,Vcehennemden bir parça olduğu halde— humma isabet ederse
onu soğuk su ile söndürsün. Akan bir nehre girsin; fecirden sonra, güneşin
doğumundan önce kendini suyun akışına doğru versin ve : *Ey Allah'ım; kulunu
şifaya kavuştur. Rasûlü'nün (humma hakkında bize vaadettiği sözünü) doğrula.'
desin ve üçer kere üç gün üstüste suya dalsın.Üçün-cj gün humma geçmezse beş
gün, yine geçmezse yedi gün, yine geçmezse dokuz gün devam etsin. Zira
Allah'ın izniyle humma vücutta etkisini dokuz günden fazla devam
ettirmez."[396]
Ben derim ki: Bu tavsiye,
ancak yazın, sıcak memleketlerde ve daha önce zikrettiğimiz şartlara uyulduğu
takdirde fayda verir. Çünkü böyle bir zamanda (yazın) güneşin kendisine
uzakhğmca suyun soğukluk oranı artar. Böyle bir anda kuvvetlerin gelişmesi,
uyku, sükun (istirahat) ve havanın serinliğinin etkisiyle, insandaki kuvveler
ile soğuk sudan ibaret olan ilacın kuvveti arazî hummanın hararetim veya gün
aşın olarak nöbet nöbet gelen hummayı da (gibbü'l-hâlis), karında bir şişlik
(verem), değersiz ve fasid maddeler olmadığı takdirde Allah'ın izniyle şifaya
kavuşturur. Özellikle hadis,-i şerifte belirtilen (üç, beş, yedi, dokuz)
günlerde humma mutlaka tedavi edilir. Aynı zamanda bu zaman süreleri, birçok keskin
hastalığın buhranının'[397]
vukubul-duğu günlerdir. Aynı zamanda, ahalisinin hümörleri ince (rikkat) olan
sıcak beldelerde de bu faydalı ilaçtan süratle etkilenmeleri mümkündür. [398]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) ishal (istitlâkü'l-batri) hastalığının tedavimi susundaki tumumu
şöyledir:
Sahihayn'da, Ebu'l-Mütevekkü'in
Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayeti şu şekildedir: Bir adam Allah Rasûlü'nün (s.a.)
huzuruna geldi ve: "Kardeşimin karnı ağrıyor", diğer bir rivayette:
"Kamı ishal oldu" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Ona
bal (şerbeti) içir!" buyurdu. Adam gitti, bir zaman sonra iki veya üç
kerre döndü ve: "Ona (bal şerbeti) içirdim. Fakat hiçbir faydası
olmadı", diğer bir rivaette: "Bal şerbeti ancak kardeşimin ishalini
arttırdı" dedi.
Adamın tekerrür eden
her gidiş gelişinde Rasûlullah (s.a.): "Ona bal (şerbeti) içir!"
buyurdu. Nihayet (adamın) üçüricü veya dördüncü müracaatında Allah Rasûlü
(s.a.): "Allah (c.c.) doğru söyledi. Fakat kardeşinin karnı yalan
söylemiştir." buyurdu.[399]
Müslim'in Sahih'indeki
lâfızda ise: "Kardeşimin midesi bozuldu." denilmiştir ki, midesi
hazımsızlık yaptı ve hastalandı mânasına gelir. Nitekim, "ra"nın
fethasıyla "Arab" ve "Zereb" kelimesi aynı mânada, mide
fesadı ve bozulması demektir.
Bala gelince, onda
büyük faydalar vardır. Çünkü bal (şerbeti) damar-larda, bağırsaklarda ve
diğerlerinde (mide, böbrek v.s.) mevcut olan zararlı maddeleri (evsah)temizlcT.
Bal yenilerek ve macun haline getirilerek (tilâ) alın-
dığında (vücutta
gereğinden fazla) rutubetli (olan hümörleri) açıcı bir etki
İhtiyarlara, balgamı ağır basanlara ve
mizacı soğuk ve rutubetli olanlara faydalıdır. Tabiata, mizaca gayet uygun bir
gıdadır. Macunlarmt[400] kuvvetlerini
ve karışımında olan maddelerin koruyucusudur. Devaların (ilaçların)
keyfiyetlerini koruyucudur. Sadrı ve ciğeri temizler. İdrarın rahat çık-masını
sağlar. Balgamın çoğalmasından meydana gelen öksürüğü keser. Gül
yağı ile karıştırılarak sıcak bal şerbeti
içildiğinde yılan sokmalarına, afyon
içimi(nden meydana
gelen hastalıklara) faydalıdır. Sadece su ile karıştırılıp bal şerbeti olarak
içildiğinde kuduz bir köpeğin ısırmasında ve mantar zehirlenmesinde
faydalıdır. Şayet balın içine taze et konulursa üç ay tazeliğini muhafaza
eder. Yine bala, acur, hıyar, kabak, patlıcan ve bir çok meyveler konulduğunda,
onları altı ay muhafaza eder. Bal, ölülerin bedenlerini (çürü-mekten) korur.
Bala, emin muhafız da denilmiştir. Bitlenmiş olart vücuda ve saçlara bal
sürüldüğünde, başta ve vücutta olan
bitleri ve bit sirkelerim öldürür. Saçı uzatır, güzelleştirir ve besler. Şayet
bal göze sürme olarak çekiliri-se gözün karasını parlatır.[401]
Şayet dişler balla fırçalanırsa, dişleri beyazlatır, parlatır, diş
(mine)lerinin ve diş etlerinin sıhhatli olmasını sağlar. Damarların ağızlarını
açar. Hayız kanım {tams) inceltir. Bal; tükürükle yalandığında balgamı
giderir. Midenin iç sathında olan lifleri yıkar, fuzuli maddeleri^
mideden siler ve
onları mutedil bir vaziyette ısıtır, kapalı delikleri açar. Aym etkileri ciğer,
böbrek ve mesanede de yapar. Bal aynı zamanda ciğer ve dalaktaki kapalı
delikler için, l>efTürlü tatlı olan nesne arasından en az zararlı bir
maddedir^
Bütün bunlarla
birlikte bal, her türlü tehlikeden emin olunan, zararı az,_ mizacmda_şa^nnxa|ır
baştığ^şantonjij^tahkl^nna^rarlidır ama sirke ve benzeri şeylerle
karıştırılarak alındığında gerçekten faydalı bir ilaç haline dönüşür.
Bal, gıdalarla bir
gıda, ilaçlarla bir ilaç, içeceklerle bir içecek, tatlılarla bir tatlı,
merhemlerle bir merhem, iştah açıcı nesnelerden biridir. Bizim için baldan daha
efdal olan veya bala benzer ya da bala yakın hiçbir şey yaratılmamıştır. Eski
tabipler dahi (her türlü hastalığı tedavide) balı tercih etmişlerdir. Eski
tabiplerin kitaplarında balın sarhoşluk verdiğine dair hiçbir kayıt
geçmemiştir. Onu da bilmiyorlardı. Çünkü bal(dan yapılan şarap) bize yakın
dönemlerde ortaya çıkmış bir yeniliktir.[402]
Allah Rasûlü (s.a.) su
ile karıştırarak bal ile yaptığı şerbetini tükrük (haline getirdikten sonra)
yutardı. Burada hıfzısıhha bakımından, ancak zeki ve ihtisas sahibi bir tabibin
anlayabileceği, ince bir sır vardır ki, inşaallah biz o sırrı Allah Rasûlü'nün
(s.a.) hıfzısıhha konusundaki tutumu bölümünde açıklayacağız.
İbn Mâce'de Ebu
Hureyre'den (r.a.) merfû olarak rivayet edilen hadis şöyledir: "Her ayda
üç gün sabahlan bal yalıyan kimseye belânın büyüğü isabet etmez."[403]
Diğer bir eserde ise şöyledir: "Size iki şifa kâfidir: Bal ve
Kur'an."[404]
Bu hadis-i şerifte
beşerî tıb ile ilâhî tıb, bedenlerin tıbbı ile ruhların tıbbı, tabii ilaç ile
semavî ilaç bir araya getirilmiştir.
Bu anlaşıldı ise,
kendisine Allah Rasûlü'nün (s.a.) bal tavsiye ettiği kişinin durumu da
anlaşılmış olur. O sahabînin karnının bozulması (ishajpjma^. sı)nın sebebi,
midesini çok doldurmaktan-vücutta meydana gelen ağırlıktır^ İşte bu sebepten
Rasûiullah (s.a.) ona bal şerbeti tavsiye etti ki, mide veba^ ğırsaklarda
toplanmış olan fuzuli maddeleri izâle etsin.
Zira bal, bu hususta
ciladır ve fuzuli maddelerin izâlesi için bire birdir. Çünkü midede yapışkan
kıvamda hümörler {ahlat) vardır. Yapışkan vasfından dolayı da midede gıdanın
istikrarına mani olur. Zira midede, kadife kumaşta olduğu gibi saçak vardır.
Yapışkan vasfından dolayı da midede gıdanın istikrarına mani olur. Zira
midede, kadife kumaşta olduğu gibi saçak vardır. Yapışkan hümörler bu
saçaklara yapıştıklarında mideyi ve mideye gelen gıdaları bozarlar. Bu durumun
izâlesi ise ancak mideyi bu yapışkan hümör-Ierden temizlemekle mümkündür. Bal
ise ciladır ve bu hastalığa terkib olarak yapılan ilaçların en güzeli baldır.
Özellikle bal sıcak su ile karıştırılarak şerbet halinde içildiğinde (midedeki
bu durumu izâle eder).
Bal şerbetini tekrar
tekrar içirme tavsiyesinde de ince bir tıbbî mâna vardır. O da şudur: İlacın
bir miktarı (ölçüsü), hastalığın haline göre kemmiyeti vardır. Şayet azalırsa
hastalığı tamamen izâle edemez, çok alınırsa kuvvetleri zayıflatır ve başka
zararlar meydana getirir.
Rasûlullah (s.a.) bal
şerbeti içmesini tavsiye ettiği zaman, adamın içtiği bal bu hastalığını yenecek
miktarda değildi. Bu sebepten netice alamadı. Gelip Allah Rasûlü'ne (s.a.)
haber verince, anlaşıldı ki, bal yeteri kadar alınmamış. Bu şekilde Allah
Rasûlü'ne müracaat tekerrür ettikçe., balın miktarı (ölçüsü) hastalığı yenene
kadar aynı emri tekrarladılar. Bal şerbetlerinin miktarı, hastalık maddesini
izâle edene kadar tekerrür edince, Allah'ın izniyle hasta şifaya kavuştu.
Çünkü ilaçların miktarlarına, keyfiyetlerine, hastalığın ve hastanın kuvvetinin
miktarına dikkat edilmesi tıp kaidelerinin en önemlile-rindendir.
Hadisteki: "Allah
(c.c.) doğru söyledi. Halbuki kardeşinin karnı yalan söylemiştir."
cümlesinde bu ilacın faydasının kesin olduğuna bir işaret vardır. Çünkü tedavi
esnasında hastalığın devam etmesi, gerçekte ilaçtaki kusurdan değildir. Çünkü
midede bozuk hümörler çok fazla yemekten dolayı çoğalmıştır. Midede birçok
fasid madde olduğundan dolayı Allah Rasûlü (s.a.) ilacın tekrar alınmasını
tavsiye etmiştir.
Zira Rasülullah'ın
(s.a.) tıtfbı (tedavideki tutumu) tabiplerinkine benzemez. Allah Rasûlü'nün
(s.a.) tıbbı, yakinî, kat'î ve ilâhîdir. Vahiy yoluyla nübüvvet kandilinden ve
kâmil akıl (tecrübesinden) sudur etmiştir. Tabiplerin tıbbının kaynağı ise,
tahkik edilmeden söylenmiş söz ve zanlar, tecrübelerden ibarettir.
Buna rağmen hastaların
çoğunun Tıbbu'n-Nebı (Peygamberi tıp)den fay-dalanamadıklan da inkâr edilemez.
Çünkü Tıbbu'n-Nebî, ancak kabul ile telakki edenlere, kesin şifaya
kavuşacağına itikad edenlere, iman ve iz'an ile kabul ve telakki edenlere fayda
sağlar.
İşte, sadırlarda
olanlara şifa olan Kur'an-ı Kerim, —şayet bu şekilde inanılmadığmda—
sadırlardaki hastalıklara şifa olmuyor. Bilâkis münafıkların pisliklerine
pislik, hastalıklarına hastalık katıyor. Nerede kaldı ki bedenlerin tıbbına
fayda getirsin.
Tıbbu'n-Nebî, ancak
temiz bedenlere bir şifadır. Zira Kur'an-ı Kerim ancak temiz ruhlara ve diri
kalblere şifa verir. İnsanların Tıbbu'n-Nebî'den yüz çevirmeleri, kesin faydalı
şifa olan Kur'an ile şifa bulmaktan kaçınmaları gibidir. Burada şifaya
kavuşamamanın sebebi ilacın kusuru değildir, bilâkis tabiatın habis (pis)
olması, tedaviye alman mahallin bozuk olması, tedaviyi kabul etmemesidir.
Muvaffak kılan Allah'tır.
İnsanlar, bal
hakkındaki şu âyet-i celileyi anlamakta ihtilâf etmişlerdir: "Arıların
karınlarından, renkleri çeşit çeşit şuruplar çıkar ki onda insanlar için şifa
vardır."[405] "Onda"
mânasına gelen "fîhV* kelimesindeki zamir bal şurubuna mı, yoksa Kur'an'a
mı aittir? Doğru olanı; bal şerbetine gitmesidir. Bu görüş aynı zamanda İbn
Mes'ûd, İbn Abbas, Hasan, Katâde ve diğerlerinden rivayet edilmektedir. Çünkü
konu baldır. Bu sebepten de kasıt baldır. Âyette Kur'an'dan bahis açılmamıştır.
Bu mâna; "Allah doğru söyledi" sahih hadisinde de sarih bir şekilde
belirlenmiştir. En doğrusunu Allah bilir. [406]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) taun (veba) hastalığı hakkındaki tutumu, visi ve ondan kaçınması şu
şekildedir:
Sahihayn'da Âmir b.
Sa'd b. Ebî Vakkas—babası senediyle şu hadis vardır: Âmir, babasının Üsâme b.
Zeyd'e (ria.) veba hastalığı hakkında Allah Rasûlü'nden (s.a.) ne işittiğini
sorduğunda, Üsâme, Allah Rasûlü'nün (s.a.) bu hususta şöyle buyurduğunu
söylemiştir: "Taun (veba); İsrailoğullarından bir guruba ve sizden evvel
yaşamış olanlara gönderilmiş bir azaptır. Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz
takdirde o yere gitmeyiniz. Şayet veba sizin de içinde bulunduğunuz bir yerde
zuhur etmişse, vebadan kurtulalım diye oradan başka bir yere gitmeyiniz."[407]
Yine Sahihayn'da
rivayet edildiğine göre, Hafsa bt. Şîrîn, Enes b. Mâ-lik'in (r.a.) Allah
Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu naklettiğini söylemiştir: "Taun
(vebadan ölmek) her bir müslüman için şehid olmak (demek)tir."[408]
Lugatçı Cevheri,
Sihâh'ınâa, taunun, veba hastalığının bir türü olduğunu söylemiştir.'[409]
Tıbba göre ise taunun
tarifi şöyledir: Öldürücü bir verem olup beraberinde şiddetli bir ateşlenme meydana
gelir. İnsanın dayanma derecesini aşacak şekilde ciddi olarak eziyet verici
bir ateş yapar . Hastalığın meydana geldiği uzvun etrafı çoğunlukla siyah,
yeşil ve soluk olur ve süratle ufak kabarcık ve sivilceler çıkmağa başlar.
Çoğunlukla da üç uzuvda; koltuk altı, kulak arkası, burun ucu gibi yumuşak ve
gevşek etlerde meydana gelir.
Hz. Âişe'den (r. anha)
rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü'ne (s.a.): "Ya Rasûlullah ;
yaralanmayı (ta'n) biliyoruz, bu taun da nedir?" diye sorunca, Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Deve vebası gibi (vücutta çıkan bir kese,
gudde)dir ki burun, karın gibi yumuşak yerlerde ve koltuk altında çıkar.
"[410]
Hekimler derler ki:
Yumuşak ve gevşek etlerde, koltuk altı ve uyluklarda, kulak arkasında ve burun
uçlarında bozucu cinsten çıkan sivilceye taun denir. Bunun sebebi ise; kokmağa
ve çürümeğe meyilli, kendisine uygun bir cevhere dönüşmesi imkânsız olan fazla
kandır. Uzvu ve meydana geldiği unsurları bozar. Çoğunlukla da kan ve irin
sızdırır. Kalbde Öldürücü bir keyfiyet oluşturur. Bu durum insanda kusuntu,
uyku ve baygınlık meydana getirir. Bu taun ismi veremi de içine alacak şekilde
umumi de olsa, kalbte, kişiyi öldürene kadar, öldürücü bir keyfiyet oluşturur.
Deve vebası salgınına uğramış ette meydana gelen hastalığa taun denmesinin
sebebi; öldürücü etkisinden dolayı yapısı itibariyla ancak en zayıf olan
uzuvda ve uzuvlara yakınlığından kulak arkası ve koltuk altında başı iyice
büyümüş olan şişiklerde beVebanın çok olduğu bölgelerde taun ismi veba olarak
kullanıldığından, daima veba dendiğinde taun hastalığı kastedilmiştir. Nitekim
lügatçı İmam Halil: Veba taundur, demiştir. Yine denilmiştir ki: Veba, her
türlü hastalığı kapsamı içine alan bir hastalıktır. Doğrusu, veba ile taun
arasında umum-husus ilişkisi mevcuttur. Şöyle ki, her tauna veba denilebilir,
fakat her türlü vebaya taun denilmez. Nitekim taunu da içine alan umumî
hastalıklar hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Çünkü taun da bir
hastalıktır. Taun hastalığının çeşitlerine gelince, daha önce zikri geçen
yerlerde; sivilce ve çıbanlar, yara ve uyuzlar, öldürücü şişikler şeklinde
meydana gelir.
Ben derim ki: Bu yara
ve uyuzlar, şişikler, sivilce ve çıbanlar taunun etkileridir, bizatihi kendisi
değildir. Fakat tabibler, bu şekilde ortaya çıkan emarelerinde hastalığı
keşfettiklerinden, bunları taunun kendisi olarak nitelendirmişlerdir.
Vücutta meydana gelen
üç alâmete taun denilir:
Birincisi: Daha Önce
geçen yerlerdeki açık belirtiler ki, tabiplerir diği budur.
İkincisi: Bundan
dolayı meydana gelen ölüm ki; "Taun her bir müslüman için şehitlik
demektir." sahih hadisinde belirtilen husus budur.
Üçüncüsü: Bu
hastalığın meydana gelmesine vesile olan etkili sebep. Bu hususta rivayet
edilen sahih hadisler şöyledir: "Taun, İsrailoğullarma gönderilen azabın
bir kalıntısidır."[411]
"Taun, cinlerin azabıdır."'[412]
Yine rivayet edildiğine göre: "Taun, bir peygamberin bedduasıdir."
Bu hadislerde
bildirilen illet ve sebepleri anlayacak ve onları tenkid edip çürütecek ilim,
tabiplerde yoktur. Halbuki peygamberler gaib olan işleri haber verebilirler.
Tabiplerin insan vücudunda gözlemledikleri bu emarelerin, ruhların aracılığıyla
meydana gelebilmesi ihtimalini reddedecek bir delilleri de yoktur. Çünkü
ruhların bedende, hastalıklarında ve bedenin helak ve yok olmasındaki etkisini
ancak, insanların içinde ruhları ve tesirlerini, cisimlere etkisini, tabiatlara
etkisini bilmeyen cahiller inkâr ederler. Halbuki Allah Teâlâ bu ruhlara
insanoğlunun cisimlerinde veba meydana geldiğinde ve hava bozulduğunda tasarruf
müsaadesi vermiştir. Nitekim bazı öldürücü maddeler (hümörler) bedenlerde
öldürücü bir vaziyet aldığında Cenâb-ı Hak onlara tasarruf gücü verir.
Özellikle kanın çoğalmasında, mirretüssevda!da[413]ve
meninin çoğalmasında ruhların tasarrufu söz konusudur. Zira şeytanî ruhların
bu tür arızaları olan insana bilfiil etki etmesi mümkündür. Dolayısıyla da bu
sebeplerin içerisinde zikir, dua, yalvarıp yakarma, tazarru', sadaka ve Kur'-an
okumaktan daha kuvvetli bir müdafaa aracı yoktur. Çünkü bu tür yönelişlerle,
habis ruhları kahredecek, kötülük ve tesirlerini def edecek melekî ruhların
inmesi sağlanmış olur. Biz, sayısını Allah'tan başka kimsenin bilemiye-ceği
kadar bu tür tedaviyi kendimizde ve başkalarında tecrübe ettiğimizde, bu temiz
ruhların indirilmesini, yakına ceibettiğinde tabiatı takviyede öldürücü
maddelerin (hümörler) def edilmesinde büyük etkilerini gördük. Sırf (ruhanî
olarak yapılan duamn etkisi ile) bu öldürücü maddelerin def edilmesi, bedene
yerleşip karar kılmadan ve neredeyse yenilemeyecek raddeye gelmezden öncedir.
Cenâb-ı Hakk'ın kendisini bunu tesbite muvaffak kıldığı kişi, şer sebeplerin
anlaşıldığı esnada hemen onları yok edecek manevî sebeplere sarılmalıdır. Zira
başlangıç safhasında en faydalı ilaç budur. Şayet Cenâb-ı Hak, kaza ve kaderini
infaz etmek dilerse, kulun kalbini, onun bilgisinden, tasavvurundan ve
idaresinden gafil kılar, şuurunu zayıflatarak onu taleb ettirmez. Buna en
büyük delil, Allah'ın (c.c.) meydana gelmesi kesin olan bir emrinin (işinin
takdir ve kazasının) tahakkuk ve vuku bulmasıdır.
İnşaattan ileride
rukye, (dua) Peygamberi rukyeler, zikirler, dualar, amel-i salihlerle tedavi
bölümüne geldiğimizde bu hususta daha fazla izahlar verecek ve doktorların
tıbbı ile tibbu'n-nebî arasındaki farkın, müneccimlerle kocakarı tıbbının
doktorlarmkine olan nisbeti gibi olduğunu belirteceğiz. Nitekim bu gerçeği
doktorların ehil ve otorite olanları da itiraf etmiştir. Yine insan tabiatının
etkilendiği en şiddetli gücün ruhî güçler olduğunu, rukye ve dualardaki
güçlerin ilaçların gücünden daha etkili, hatta öldürücü zehirlerin gücünü iptal
edici olduğunu belirteceğiz.
Netice olarak; taun
için etkili illet ve yeterli sebeplerden bir bölümü (insanda hümör-ahlat
olarak mevcut olan) hava unsurunun bozulması sebebiyle meydana gelir. Zira
hava unsurununun vebayı meydana getirecek veya or-tadan kaldıracak şekilde
bozulması, senenin içinde hangi mevsimde olursa olsun, çürüme, kokuşma ve
zehirleyicilik gibi öldürücü keyfiyetlerden birinin galebe çalmasıyla hava
cevheri (unsuru) öldürücü bir hale intikal eder. Bu durum daha çok yaz
aylarının sonlarında oluşsa da, hastalık çoğunlukla sonbaharda meydana gelir.
Çünkü yaz mevsiminde keskin bozulmuş safra ve sevda fazlalıkları {fadalat
el-mirâriyye) ve diğerleri çoğalarak vücutta birikir ve yaz sonunda da bu
maddelerde çözülme meydana gelmez. Sonbaharda meydana gelmesi ise havanın soğuk
olması, buharların ve yazın çözülen fazlalıkların kokuşması sebebiyle daralır,
ısınır, kokuşur ve böylece çürüme hastalıkları (emraz-ı afine) meydana gelir.
Özellikle bu tür hastalıklar bedende, uygun, karşıt, gevşek, az hareketli ve
hümörleri çok olduğunda belirir. Bu durum sebebiyle insanı kırgınlık ve
bozukluğundan dolayı öldürebilir.
Bedene en yararlı
mevsim ilkbahar mevsimidir. Hipokrat[414] der
ki: Hastalıkların en şiddetlisi ve öldürücüsü sonbaharda meydana gelenleridir.
İlkbahar ise vakitlerin en sağlıklısı ve ölümlerin en az olduğu zamandır.
Eczacıların ve ölüleri teçhiz edenlerin âdetleri, ilkbahar ve yazın borç alıp
sonbaharda ödemektir. Çünkü sonbahar onlar için ilkbahar gibidir. Onlara göre
sonbahar; gelmesini en çok istedikleri ve memnun oldukları mevsimdir. Hadis-i
şerifte varid olduğuna göre: "Necm doğduğunda her beldeden salgın hastalıklar
kalkar."[415] denilmiştir. "Necm
doğması'* kelimesi; bir Süreyya yıldızımn doğması, bir de ilkbaharda bitkilerin
yeşermesi ile tefsir edilmiştir. Bu ikinci tefsiri, "Sapsız bitkiler
(otlar) ve ağaçlar da hep secde ederler."[416] âyetinde
de görüyoruz. Zira ağaçların ve otların tam mânası ile yeşermeleri ilkbahar
mevsiminde olur ki bu mevsim aynı zamanda her türlü afatın ortadan kalktığı bir
mevsimdir.
Süreyya yıldızı olarak
tefsir edilmesine gelince: Hastalıklar Süreyya yıldızının sabah vaktinde
doğduğu ve battığı zamanlarda etkisini çoğaltır.
Temîmî,[417]
Mâddetü'l-Bekâ adlı eserinde der ki: Senenin, vücutlara fe-sad ve hastalık
bakımından en büyük ve şiddetli iki vakti vardır. Biri, fecrin tulûunda Süreyya
yıldızının güneşin battığı yerde batması; diğeri ise, ayın doğma
menzillerinden bir yerde, güneş daha doğmadan önce doğu tarafından doğma
vaktidir. Bu vakit de ilkbaharın bittiği vakittir. Yalnız, Süreyya yıldızının
doğuşu esnasında beden sıhhatında görülen bozukluklar, batışında mevcut olan
bozukluklardan daha az zarar meydana gttirir.
Ebu Muhammed b.
Kuteybe[418] şöyle anlatır: Denilir
ki: Süreyya yıldızı ancak insanlara ve develere bir hastalık, salgınla doğar.
Fakat Süreyya yıldızının batışı ise doğuşundan daha şiddetli hastalıkların
meydana gelme zamanıdır.
Hadis-i şerifin
izahında üçüncü bir görüş daha ileri sürülmüştür ki, en uygun olan izah belki
de budur: Necin kelimesinden kastedilen Süreyya yıldızı, salgın ve hastalık
(el-âhet)dan da kastedilen, ekinlere ve mahsulata kışın ve ilkbahar mevsiminin
başlangıcında ânz olan âfetlerdir. Zikredilen vakitte Süreyya yıldızının doğmasıyla
da bir emniyet meydana gelir. Bu sebepten dolayı Allah Rasûlü (s.a.)
olgunlaşmamış mahsulün satılmasını yasaklamıştır.
Konumuz, taun
salgınının meydana gelmesi halinde Rasûlullah'ın (s.a.) tutumu idi.
Rasûluüah (s.a.), taun
salgınına tutulmuş bir beldeye girmeyi, içinde iken saigın başlamış bulunan bir
beldeden çıkmayı tüm ümmetine yasaklamakla, bu hastalıktan tüm yönleriyle
korunmayı gözetmiştir. Çünkü taun salgınının mevcut olduğu bir yere girmek;
belânın içine atlamak, etki alanında o mikrobu kapmağa hazır olmak ve kendi
nefsinin aleyhinde olmak demektir. Bu hem akla, hem de şeriata muhalif bir
davranıştır. Belki de taun salgınına uğramış bir yere girmekten kaçınmak,
Cenâb-ı Hakk'ın tavsiye buyurmuş olduğu korunma (himye) konusuna riâyet demektir.
Bu tür korunma, fazla yemek ve içmekten perhiz değil de, yerlerden, zararlı
havalardan perhiz etmek demektir.
Taun salgını olan bir
beldeden çıkmanın yasaklanmasında iki mânaya işaret vardır:
1) Ruhlan ve
nefisleri Allah'a bağlanmaya, O'na tevekküle, O'nun kümlerine sabır ve rıza ile
karşılık vermeye ikaz ve teşvik vardır.
2) Tıb
otoritelerinin tavsiyeleri şöyledir: Vebadan kaçınacak olan her insanın,
vücudundan fazlalık sıvıları çıkarması, az gıda alması, her yönden yumuşak-kuru
(müceffef) tedbirlere meyletmesi, spor ve ısmma hareketlerinden kaçınması
gerekir. Spor ve ısınma hareketlerinden kaçınmak gerekir, çünkü beden,
çoğunlukla yerleşmiş olan öldürücü fazlalık maddeler ihtiva eder. Bunlar spor
ve ısınma hareketleriyle faaliyete geçer ve yeni keymus'a[419]
karışır. Bu durumda daha büyük bir hastalık meydana gelir. Halbuki, taun
meydana geldiğinde istirahat ve sükûnet gereklidir. Ahlatın (hümörlerin)
artışının teskin edilmesi gerekir. Veba salgını olan bir yerden başka bir yere
sefer etmek şiddetli hareketleri gerektirdiğinden ciddi bir şekilde zararlıdır.
Bu ifadeler daha sonra gelen tabiplerin en efdâlinin (İbn Sina) sözüdür.
Böylece hadis-i
şerifteki tıbbî mâna
ve aynı tavsiyede mevcut olan kalp, beden tedavisi ve sıhhatinin korunması
ortaya çıkmış oldu.
Şöyle bir, itiraz
yapılabilir: Hadis-i şerifin diğer rivayetlermdeki; "Taundan kaçmak için
o beldeden çıkmayınız." cümlesi, sizin zikretmiş olduğunuz
sebeple çıkmağa ve yo-
mânayı kasdettiğini
ortaya koymadığı gibi, geçici bil la çıkacak bir yolcunun yolculuğuna mani
değildir.
Buna şu cevap verilir:
Hiç kimse, ne bir tabip ve ne de başkası, taun salgınları meydana geldiğinde
insanlar hareket etmesinler ve cansızlar gibi olsunlar dememiştir. Yalnız,
salgın esnasında mümkün olduğu kadar az hareket etmelidir. Taundan kaçmak,
hareketi icab ettirdiğinden değil, mücerred hastalıktan kaçmaktır. Halbuki
istirahat ve sükûnet hastanın kalbine ve bedenine faydalı, Allah'a tevekküle
ve O'nun kaza ve kaderine teslim olmaya daha yakındır. Fakat hareketi gerektirecek
işleri olan sanatkârlar, işçiler, yolcular, postacılar ve diğerlerine tüm
hareketlerinizi bırakın denilmez. Yalnız lüzumsuz hareketlerden men
edilebilirler. Meselâ, yolculuk yapan biri sırf taundan kaçmak için yola
çıkarsa buna mâni olunur. En doğrusunu Allah bilir.
Taun salgınının
yayılmış olduğu bir beldeye girmekten men edilmesinde çeşitli hikmetler vardır:
1— Eziyet verici sebeplerden kaçınmak ve
onlardan uzaklaşmak.
2— Kokmuş ve
bozulmuş olduğundan teneffüs edenlerin hasta olduğu havayı teneffüs etmemek.
3— Dünya ve ahiretin esası olan afiyetin elde
edilmesi.
4— Tauna tutulmuş hastalara komşu olmamak
dolayısıyla da birlikte olmaktan aynı hastalığa tutulmamak.
Ebu Davud'un
Sünen'inde merfü olarak şu hadis rivayet ediImâKtedir: "Heİâk olmak (kara/)
hastalara yakın olmakladır. "[420]
tbn Kuteybe diyor ki:
Karaf, vebaya ve hastalara yaklaşmak demektir.
5—
Nefisleri, hastalığın bulaşması ve uğursuzluk inancından korumaktır. Çünkü
ruhlar bu iki şeyden/etkilenirler. Bir şeyi uğursuz saymak, o şeyin sanıldığı
şekilde, istenilmeyeil bir biçimde meydana gelmesini sağlar.
Özetle, taun
salgınının meydana geldiği bir beldeye girmenin yasaklanmasında, koruma ve
perhiz, telef olmayı hazırlayan sebeplerden uzak olmak vardır. Tâunlu beldeden
kaçmamakta da tevekkül, teslim ve işin neticesini Allah'a (c.c.) bırakmak
vardır.
Sahihayn''da[421]
şunlar rivayet edilmektedir: Hz. Ömer Şam'a doğru yola çıktı. Serg denilen köye
vardığı zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah ve arkadaşları kendisini karşıladılar ve
Şam'da veba salgını olduğunu haber verdiler. Bu* nun üzerine Şam'a girip
girmeme hususunda ihtilâfa düştüler. Hz. Ömer tbn Abbas'a; "Bana ilk
muhacirleri çağır." dedi. İbn Abbas der ki: Onları çağırdım. Hz. Ömer,
onlara Şam'da veb,a salgını olduğunu haber vererek istişare etti. Bir kısmı:
"Yola bir iş için çıkmışsın, geri dönmeni doğru bulmuyoruz." dediler.
Diğerleri ise: "Rasûlullah'ın ashabı ve diğer insanlardan kalanlar seninle
birliktedirler. Onları bu veba salgınıyla karşı karşıya bırakmanı uygun
görmüyoruz*' dediler. Hz. Ömer onlara: "Artık yanımdan
çekilebilirsiniz." dedikten sonra: "Bana Ensar'ı çağır." dedi,
ben de çağırdım, onlar ile de istişare etti. Bunlar da Muhacirlerin ihtilâfı
gibi bir yol takip edince onlara da: "Siz de yanımdan çekilebilirsiniz."
dedi. Sonra: "Bana şu Mekke fethiy-le birlikte hicret eden yaşlı
Kureyşlileri çağır." dedi. Ben de onları çağırdım. Onlar, içlerinden iki
kişi dahi ihtilâf etmeksizin dediler ki: "İnsanları geriye döndürmeni ve
onları şu veba illetiyle boğuşmaya bırakmamam doğru buluyoruz." Bunun
üzerine Hz. Ömer insanlara şunun bildirilmesini emretti: "Ben sabahleyin
bineğimin üstünde geri döneceğim. Böylece siz de sabaha göre hazırlıklarınızı
yapın!" O zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah: "Ey mü'minlerin emîri! Allah'ın
kaderinden mi kaçıyorsun?" deyince Hz. Ömer şöyle cevapladı: "Keşke
bu lafı senden başkası söyleseydi Ey Ebu Ubeyde! Evet, Allah Teâlâ'nın
kaderinden, yine Allah Teâlâ'nın kaderine kaçıyoruz! Şöyle bir düşünsene. Senin
birçok deven olsa-da, biri münbit diğeri çorak iki yamacı olan bir vadiye
onları indirsen. Sen onları münbit yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle, çorak
yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle gütmüş olmaz mısın?" İbn Abbas der 1
ki: Tam bu sırada, birtakım işleri dolayısıyla ortalıkta görünmeyen
Abdur-rahman b. Avf çıkageldi ve dedi ki: Bu konuda bende bir bilgi vardır. Ben
Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Siz bir beldede
bulunu-yorken bu hastalık yayılmışsa sakın ondan kaçmak için o yerden
çıkmayınız. Eğer bu hastalığın bir yerde çıktığını duyarsanız oraya
gitmeyiniz/"[422]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) istiskâ hastalığı ve tedavisi hakkındaki tuj şöyledir:
Sahihayn'da Enes b.
Mâlik.(r.a.) anlatıyor: Ureyne ve Ukl kabilesinden bir topluluk Allah Rasûlü'ne
(s.a.) geldiler ve Medine'nin havasının kendilerine ağır geldiğinden şikâyette
bulundular. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Zekât develerinin yanına
gitseydiniz de develerin sidiklerinden ve sütlerinden içseydiniz."
buyurunca onlar da bunu yaptılar. Sıhhatlarına kavuştuklarında çobanlan teslim
alıp öldürdüler. Develeri önlerine katıp götürdüler. Böylece Allah ve
Rasûlü'ne savaş açmış oldular. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) arkalarından
bir askeri birlik gönderip onları yakalattı. Daha sonra (had olarak) onların
ellerini, ayaklarını kestirdi, gözlerine mil çektirip kendi kendilerine ölene
kadar onları güneş (in kızgın sıcaklığına) terkettirdi[423]
Hadiste geçen bu
hastalığın istiskâ olduğuna delil, Müslim'in rivâyetin-deki şu ziyadedir:
"Medine'nin havası bizi bozdu. Karınlarımız şişti. Uzuvlarımız
gevşedi..."[424]
Cevâ: Karm
hastahkîarındandır. (Göğüs ve ciğerde belirir).
İstiskâ: Hümörlerîe
ilgili bir hastalık olup sebebi, soğuk ve garip bir hü-mörün uzuvları
bozmasıdır. Böylece ya tüm zahir uzuvlarda gelişir veya gıda ve hümörlerin içinde
değişikliğe uğradığı (ikinci hazım keymus dönemi) boş bölgelerde gelişir. Üç
kısmı vardır: a) Lahmî; bu en ağır türüdür, b) Zakî, c) Tabiî. [425]
Bu hastalığın
tedavisinde gerekli olan ilaçlar, içinde mutedil bir çözülme, ihtiyaç miktarı
çoğalma olanlardır. Bu vasıflar develerin idrar ve sütlerinde mevcut
olduğundan Rasûlullah (s.a.) içilmesini emretmiştir. Bol süt veren devenin
sütünde parlaklık, yumuşaklık, akıcılık, letafet ve tıkalı yerleri açıcılık
özelliği vardır. Çünkü develerin genellikle otladiklan şeyler istiskâ hastalığına
faydalı olan, yavşan otu (şih), marsama otu (kaysum), sarı papatya (ba-bunc),
papatya (akhuvan), boya otu (izhir) ve diğer bitkilerdir.
Bu istiskâ hastalığı
özellikle ciğerde meydana gelen bir âfetle veya ortak bir maddeyle birlikte
olur. Çoğunlukla da ciğerdeki tıkanık yerlerde bulunur. Arap develerinin sütü,
ondaki akıcılık ve zikredilen diğer faydalarından dolayı bu tıkanıklıkları
giderir.
Râzî der ki: Deve
sütü, ciğer ağrılarına ve mizaç bozukluklarına şifadır. İsrailî demiştir ki:
Deve sütü, sütlerin en incesi, akıcı ve keskinliği en çok, gıda olarak en az
özelliği olanıdır. Bu sebepten vücuttaki faydasız (katı) maddeleri inceltir,
karın (daki bağırsakların içindeki katı maddelerin) boşalmasını sağlar,
tıkanıklıkları açar. Bu özelliğine delil, tabiî olarak hayvanı sıcaklığının
çok olmasından dolayı deve sütünde az bir tuzluluk olmasıdır. Bu sebepten
dolayı, ciğerin yumuşatılmasında, tıkanıklıklarının açılmasında, İlk safhada
dalak sertliğini gidermede, istiskâ hastalığına özellikle anasından henüz
ayrılmış deve yavrusunun sidiği ile devenin memesinden alındığındaki sıcaklığıyla
içilen süt faydalıdır. Çünkü bu şekildeki karışım sütün tuzluluğunu arttırır.
Faydasız maddelerin parçalanması, bağırsaklardaki katı maddelerin boşaltılmasında
kullanılan süt cinslerinin en çok tercih edileni deve sütüdür. Şayet karında
bulunan maddelerin inmesi ve boşaltılması bu şekilde mümkün olmuyorsa mutlaka
ishal yapıcı başka bir ilaç kullanılması gerekir.
Kanun sahibi (tbn
Sina) der ki: "İstiskâ hastalığının tedavisine sütün tabiatı zıddır
denmesine aldırış etmemek gerekir."
Der ki: "Bil ki,
dişi develerin sütü yumuşaklıkla birlikte parlaklığı ve bir hassasından dolayı
faydalıdır. Ve bu sütün faydası çok fazladır. Şayet bir insan bu sütü su ve
yemek yerine içse şifaya kavuşur. Nitekim bu husus Arap bedevilerinin yaşadığı
bölgelere gönderilen bir grup insanda denenmiştir. Onları bu duruma zaruret
sevketmişti. Afiyete kavuştular. Sidiklerin en faydalı olanı bedevî devesinin
sidiğidir ki o da en kıymetlidir."
Konunun başında
zikredilen kıssa, tedavi olmaya, tıbbî müdahale yapmaya ve eti yenilen
hayvanın sidiğinin temiz olduğuna delildir. Çünkü haram kılınan maddelerle
tedavi caiz değildir. İslâm'ın intişarı zamanında olmalarına rağmen içtikleri
zaman ağızlarını yıkamakla ve namaz için üzerlerine sıçrayan sidikleri
yıkamakla emrolunmadılar. Bununla birlikte muhtemel bir yasaklamanın ihtiyaç
ânında başka zamana tehir edilmesi caiz değildir.[426]
Cinayet işliyen
kişiye, yaptığı şekilde mukabele (kısas) gerekir. Çünkü bu Ureyneliler çobanı
öldürmüş ve gözlerini de oymuşlardı. Bu husus Sahıh-i Müslim'de geçmiştir.
Bir kişiyi öldüren
cemaatın hepsine aynıyla mukabele edilerek kısas yakılması gerektiğine de
delildir.
Yine, şayet cinayet
işleyen kişide hem had hem de kısas birleşirse her ikisi de birlikte tatbik
edilir. Çünkü bu kıssada Allah Rasûlü (s.a.) önce onların isyanları
karşılığında ellerini ve ayaklarını, Allah'ın bir haddi olarak, çaprazlama
kesti. Daha sonra çobanı öldürmeleri dolayısıyla kısas olarak onları öldürdü.
İsyancı mal çaldığı ve
adam öldürdüğünde aynı anda elleri, ayaklan kesilir ve öldürülür.
Cinayetler
çoğaldığında, cezası da büyür. Çünkü bu Ureyneliler İslâm-dan irtidad ettiler,
bir adam öldürdüler, daha sonra da maktule işkence yaptılar ve malını elinden
aldılar. Böylece açıkça isyan etmiş oldular.
İsyancılara destek
vermek, isyana katılmak hükmündedir. Zira, şu bir gerçek ki onların her biri
öldürdükleri çobanı teker teker öldürmüş değillerdir. Rasûlullah (s.a.) da onlara
had ve kısas uygularken, çobanı hangisinin öldürdüğünü sormamıştır.
Birini aldatarak
ansızın öldürmekte (katl-i gayle) had olarak caninin öldürülmesi vaciptir.
Caninin, öldürülen kişinin velisi tarafından affedilmesi bu haddin
uygulanmasına mâni değildir. Bu hususta kefâete de (kadın-erkek, köle-hür)
itibar edilmez. Bu hüküm Medinelilerin mezhebidir. Ahmed b. Han-bel'in iki
görüşünden birisi de budur. Şeyhimiz (îbn Teymiye) bugörüşü tercih eder ve
bununla fetva verirdi.[427]
Yaraların tedavisi
konusunda Allah Rasûlü'nün (s.a.) tutumu şöyledir^
Sahihayn'da. Ebu
Hâzim'den rivayete göre Sehl b. Sa'd'ı,
Uhud şında Rasûlullah'm (s.a.) yarasının nasıl tedavi edildiği sorulduğunda
şöyle anlattığını
işitmiştir: "Rasûlullah'in (s.a.) yüzü yaralandı, küçük azı dişi kırıldı.
Ve başındaki miğferi de yarıldı. Hz. Fâtıma (r. anha) kanı yıkıyor, Hz. Ali
(r.a.) de kalkan ile su döküyordu. Hz. Fâtıma kanın durmadığını görünce, bir
parça Jıasır aldı ve onu yaktı. Hasır kül haline gelince o külü yara_ya_
yapıştırdı ve böylece kanı durdurmuş oldu."[428]
Bu kül berdîden[429]
imal edilmiş hasırın külüdür. Bu bitkinin külünün kanı durdurma konusunda
kuvvetli bir etkisi vardır. Çünkü kuruluğu çok, yamalığı azdır. Kuruluğu fazla
olan ilaçlarda yamcilık özelliği de bulunduğunda, kanı kurutur ve emer. İşte
bu kül şayet burnu kanayan birinin burnuna yalnız olarak veya sirke ile
birlikte püskürtüldüğünde burun kanamasını keser.
Kanun sahibi (îbn
Sina) der ki: "Berdî, kanamalara faydalı olup kam durdurur. Yumuşak yaralara
püskürtülerek saçılır ve yara bununla (pansuman yapılarak) tedavi edilmiş
olur. Mısır kağıdı eskiden bu bitkiden imal edilirdi. Mizacı soğuk-kurudur.
Külü, ekletülfem[430]
hastalığına faydalı olup kanın çıkmasına ve habis (pis) yaraların azmasına engel
olur." [431]
Rasûlullah'm (s.a.)
bal (şerbeti) içirerek, hacamat yaparak ve dağlama yoluyla tedavi hususundaki
tutumu şöyledir:
Buharî'nm Sahih'inde,
Saîd b. Cübeyr— İbn Abbas kanalıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "Şifa üç şeydedir: Bal (şerbeti) içmek, kan alma
(hacamat) aleti vurma ve ateşle dağlama. Fakat beri ümmetime dağlayarak tedavi
olmayı yasaklıyorum."[432]
Ebu Abdillah el-Mâzerî
der ki: "jmtilâî[433]
hastalıklar; demevî, safrayj^ balgamî ve sevdavî türlerinde olur. Şayet imtilâ,
demevî türünden olursa tedavisi vücuttan kan aiınmasıyladır. Eğer diğer
türlerinden olursa, her hümö^ rü giderecek şekilde uygun bir ishal ilacı ile
tedavi edilir. Sanki Allah Rasûlü (s.a.) bal şerbeti tavsiye ederek müshil
ilaçlara, hacamatı tavsiye ederek de kan aldırmaya işaret etmiş olmaktadır.
Bazı âlimler demişlerdir ki: Hadis-i şerifteki "kan alma aleti
vurmakta" ifadesine kan aldırma konusu girmektedir. Tedavi mümkün
olmadığında tıbbî müdahalede en son çare dağlamaktır. Nitekim Rasûlullah
(s.a.) ilaç olarak dağlamayı da belirtmiştir. Çünkü dağlama, ilaçların
kuvvetlerine tabiatlar galebe çaldığı, içilen ilacın fayda vermediği zaman
kullanılır. Hadisteki: "Fakat ben ümmetime dağlama ile tedavi olmayı
yasaklıyorum." ve diğer bir hadiste yer alan: "Dağlanarak tedaviden
tedaviden hoşlanmam. "[434]
ifadelerinde, zaruret olmadıkça dağlama ile tedaviyi en son çare olarak
değerlendirdiğine işaret yardır. Acele ederek tedaviye dağlamayla başlamayı
hoş karşılamamıştır. Çünkü dağlama ile insanın duyacağı elem, hastalığından
duyduğu elemden daha fazla olacaktır."
Doktorlardan bazısı
demişlerdir ki: Mizacî hastalıklar, ya bir hümör sebebiyle veya başka bir
sebeple ölür. Hümörlere dayalı hastalıklar keyfiyet olarak, sıcak, soğuk,
nemli veya kutu veya bunların ikisinin karışımıyla olur. Bu dört keyfiyetten
ikisi etkili (fail) keyfiyettir ki onlar sıcaklık ve soğukluktur. Münfail
(etkilenen) keyfiyet de nemlilik ve kuruluktur. İki etkili keyfiyetten birinin
münfail bir keyfiyetle birlikte galebe çalması gerekir. Bu bedende mevcut
hümörlerin her biri için geçerlidir. Diğer mürekkep hümörlerin de, fail ve
münfail olarak iki keyfiyeti vardır.
Bu izahtan anlaşılan,
mizacî hastalıkların sıcaklık ve soğukluk keyfiyetinde olan ahlatın
kuvvelerine tâbi olduğudur.
Nübüvvet kelâmı, sıcak
ve soğuk keyfiyetlerde olan hastalıkların tedavisinin aslına temsil yoluyla
işaret ederek gelmiştir. Şayet hastalık sıcak bir keyfiyete sahipse, bu
hastalığı kan aldırarak veya hacamatla kan akıtarak tedavi ederiz. Çünkü kan
aldırmada bir hümörün dışarı atılması ve mizacın soğutulması sözkonusudur.
Şayet hastalık soğuk bir keyfiyete sahipse ısıtarak tedavi ederiz. Bu özellik
bal şerbetinde vardır. Bununla beraber soğuk maddelerin dışarı atılması
sözkonusu olduğunda, bal şerbetinde bu vasıf da vardır.
- Çünkü bal şerbetinde
pişirme, kesme, inceltme, parlatma ve yumuşatma özellikleri vardır. Bu şekilde
soğuk hümörün, kuvvetli müshillerin yenilgisinden i emin olarak ve mülayim bir
şekilde dışarı atılması sağlanmış olur.
Dağlamaya gelince:
Hümörlere ait hastalıkların hepsi için geçerlidir. Hastalık keskin olup iki
taraftan birine süratle yayılır. O zaman dağlamaya gerek kalmaz. Bazan da
müzmin olur ki tedavisi hümör dışarı atıldıktan sonra, dağlama yapılması uygun
olan uzuvlara dağlama yaparak olur. Çünkü bu hastalık ancak uzuvda yerleşmiş
galiz ve soğuk hümörde olursa müzmin olur ki bedenin mizacını bozar. O uzva
gelen tüm maddeleri de cevherine benzei bir şekle sokar. Böylece uzuvda ateş
meydana gelir. Dağlama yapılarak oradan bu madde (hümör) çıkarılır. Dağlamada
mevcut olan ateş unsuru bu Soğuk maddeyi yok etmiş olur.
Bu hadîsten,
hümörlerle alâkalı tüm hastalıkların tedavisini öğreniyoruz. Nitekim,
"Hummanın şiddeti cehennemin kaynamasından bir parçadır. Dolayısıyla onu
su ile soğutunuz."[435]
hadisinden de sıcak hastalıklarıü davisini daha önce öğrenmiştik.
Hacamata gelince; İbn
Mâce'in Sözen'inde zayıf bir râvi olan Cübâre b. Mugallis'in Kesîr b. Süleym
kanalıyla Enes b. Mâlik'in (r.a.) Allah Rasû-lü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu
naklettiği rivayet ediliyor: "Mîrac gecesinde yanlarından geçtiğim her topluluktan:
Ya Muhammed! Ümmetine haca- ; mat yapmayı emret, tavsiyesiyle
karşılaştım."[436]
Bu hadis Tirmizî'nin
Cami'inde İbn Abbas'tan; "Sakın hacamattan vazgeçme, ya Muhammed!" şeklinde
rivayet edilmiştir.[437]
Sahihayn'da. Tâvus'un
îbn Abbas'tan yaptığı rivayette: "Rasûlullah hacamat olmuş ve hacamatçıya
ücretini vermiştir."[438]
ifadesi vardır,
Yine Sahihayn'da,
Humeyd et-Tavîl'in Enes'den rivayetine göre Ebu Tay-; be, Rasûlullah'a (s.a.)
hacamat yaptı. Ona iki sa' yiyecek verilmesini emret-; ti. Efendileriyle de Ebu
Taybe'nin vergisini azaltmaları hususunda konuştu,; daha sonra: "En
hayırlı tedavi şekliniz hacamattır." buyurdu.'551
TirmizTnm Câmi'inde
Abbâd b. Mansur'dan, tkrime'nin şöyle dediği nakledilmektedir: İbn Abbas'ın
hacamatçı üç kölesi vardı. Bunlardan ikisi kendisine ve ailesine hizmet eder,
kazanç sağlarlar, üçüncüsü ise kendisini ve ailesini hacamat yapardı. İbn
Abbas, Rasülullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Hacamatçı
olan köle ne iyi bir insandır. Kan alıyor, dolayısıyla sırt omurgasını
hafifletiyor ve görüşü güçlendiriyor." Rasûlullah (s.a.) mî-raca
çıktığında, meleklerden her bir topluluğa uğradığında, onlar: "Hacamat
olmalısın." dediler. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hacamat olmanız
için en uygun günler on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerdin" Allah
Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: "Tedavide kullandığınız ilaçların en hayırlısı,
burundan alınan ilaç (sevt), ağıza konarak alman ilaç (ledûd), hacamat ve
müshildir." Rasûlullah'a (s.a.) —Abbas ve arkadaşları, nzası olmaksızın—
ledûd içirdiler. Kendine geldiğinde: "Bana kim ledûd içirdi?"
buyurdu. Hepsi sustu. Bunun üzerine Abbas (r.a.) hariç evde bulunanların
hepsine ledûd içi-rildi." Tirmizî, bu hadis hasen-garib demiştir. Hadisi İbn
Mâce de rivayet etmiştir[439]
Hacamatın faydalan
şunlardır: Hacamat, bedenin sathını fasddan (kan aldirma)daman yararak daha
fazla temizler. Fasd ise bedenin derinliklerindeki kanın temizlenmesinde daha
uygundur. Çünkü hacamatla deri altlarında olan kan çıkarılır.
Ben derim ki: Hacamat
ve fasdın hakikati şudur: Her ikisi de zaman, mekân, yaşlar, mizaçlar, sıcak
bölgeler ve sıcak zamanlara göre değişir. Kam son derece pişmiş olan sıcak
mizaçlı kişilere hacamat, birçok yönden fasddan daha faydalıdır. Çünkü
karTfrümörü pişer ve incelirse cesedin dahili sathına çıkar. Bu durumda olan
kan, ancak hacamat yapılarak dışarı atılır. Bu sebepten de çocuklar için
fasddan daha faydalıdır. Aynı şekilde fasda tahammülü olmayanlar için de
faydalıdır. Doktorlar diyorlar ki: Sıcak beldelerde hacamat fasddan daha
faydalıdır. Ayın ortasında, yine bu cümleden olarak ortasından sonra, dörtte
üçünden sonra hacamat yapmak sünnettir. Çünkü kan bu vakitten önce çoğalmaz ve
değişmez. Ay sonunda da sükûnet bulur. Ortasında ve az sonrasında ise son derece
çoğalır.
Kanun sahibi (İbn
Sina) der ki: Ay başında hacamat yapılması tavsiye edilmez. Çünkü hömürler ayın
ne başında ne de sonunda çoğalıp harekete geçerler. Çünkü bu vakitlerde
azalırlar. Halbuki ayın ortasında, ay doluna} şeklinde olduğundan ışığının
çoğalması sebebiyle hümörlerin çoğalma seyri doruk noktasına ulaşır.
tp Rasülullah'ın
(s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Tedavi olduğunuz şeylerin en
hayırlısı hacamat ve fasddır."[440]
Yine bir hadiste: "İlacın en hayırlısı hacamat ve fasddır." buyurulmaktadır.
f Hadisteki:
"Tedavilerinizin en hayırlısı hacamattır." ifadesi, Hica7İilar j ve
sıcak bölgelerde yaşıyanlar içindir. Çünkü onların kanlan ince olduğundan
dışardaki hararet kanı bedenlerin zahirine çabukça çıkarmağa ve deri altlarında
toplamaya meyillidir. Yine sıcak bölge insanlarının beden gözenekleri geniş
olup kuvvetleri yerinden oynar vaziyettedir. Onlara fasd yapmak tehlikelidir.
Hacamat iradî olarak teferruk-i ittisaldir ki damarlardan külli bir boşalma onu
takip eder. Özellikle de fasd yapılamayan damarlara faydalıdır ki, her
birisinin fasd yapılmasında Özel bir fayda vardır.
Fasd-ı Bâslîk:[441]
Ciğer ve dalaktaki hararet, kan hümörünün çoğalmasından ciğer ve dalakta
meydana gelen şişkinlik (verem)lere faydalıdır. Akciğer şişkinliklerine, şevsa[442]
zatülcenb ve dizin altından kalça kemiğine kadar arızî olarak kan hümöründen
gelen her hastalığa faydalıdır.
Fasd-ı Ekhal:[443]
Demevî mizaca sahip bir kişinin bütün bedeni arızî bîr kân çoğalmasına maruz
kaldığında, bu tür kan almakta fayda vardır. Yine tüm vücutta kan bozulması
sözkonusu olduğunda da, bu yola başvurulur.
Fasd-ı Kîfâl:[444]
Başta ve boyunda çok kan bulunması veya kanın bozulmasından dolayı arız olan
hastalıklara faydalıdır.
Fasd-ı Vedecayn:[445]
Dalak ağrısına, astıma,-,ne fes darlığına, baş ağrılarına faydalıdır.
Kâhil hacamatı:[446]
Omuz ve boğaz ağrılarına faydalıdır.
Ahda'ayn hacamatı:[447]
Başta ve yüz, dişler, kulaklar, gözler, burun, boğaz gibi başın diğer
uzuvlarında kan
Enes b. Mâlik (r.a.)
der ki: "Rasûlullah (s.a.), iki boyun dahlarmdan ve omuz arasından hacamat
yaptırırdı. "[448]
Sahihayn'da. Enes b.
Mâiik'ten (r.a.) rivayete göre: "Rasûlullah (s.a.) üç defa hacamat
olmuştur. Birini omuz arasına, ikisini boyun damarlarına yaptırmıştır. "[449] -
Sahih'te Enes'den
(r.a.), Rasûlullah'm (s.a.) ihramda iken başındaki ağrısından dolayı başından
hacamat yaptırdığı rivayet edilmiştir. [450]
İbn Mâce'nin
Sünen'inde Hz. Ali'den (r.a.) rivayete göre: "Rasûlullah'm (s.a.) boyun
damarlarından ve iki omuz arasından hacamat yaptırmasını söylemek için Cebrail
(yeryüzüne) inmiştir. "[451]
Ebu Davud'un
Sünen'indç CâbİrJuAbdulIah'ın rivayetine göre; "Allah Rasûlü (s.a.) kaba
yerinden, orada oluşmuş bir eziklik veya yaradan dolayı hacamat yaptırmıştır.
"[452]
Doktorlar hacamatın,
kamahduve[453] de denilen, kafada
bulunan nuk-ra'dan[454]
yapılıp yapılamayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Nuaym,
"Tıbbu'n-Nebevîadlı kitabında merfû olarak şöyle bir hadis rivayet
etmiştir: "Sizin, kamahduvenin cevizinden hacamat yapmanız gerekir. Çünkü
(buradan yapılan hacamat) beş hastalığa şifadır." Cüzzamı da bu
hastalıkların arasında zikretmiştir.[455]
Diğer bir hadiste ise:
"Kamahduvenin cevizinden hacamat yapınız. Çünkü (bu bölgeden yapılan
hacamat) yetmiş iki hastalığa şifadır."[456]
buyurul-muştur.
Doktorlardan bir grup
da bu bölgeden hacamat yapılmasını güzel bulmuşlar ve şöyle demişlerdir:
Buradan yapılan hacamat, gözlerin yuvasından fırlamasına, arızî olarak gözde
meydana gelen batmalara, göz hastalıklarının bir çoğuna, kaşların ve göz
kapaklarının ağırlaşma ve kaşınmasına faydalıdır.
Rivayet edildiğine
göre Ahmed b. Hanbel, bu tür bir hastalıktan dolayı kafasının her iki tarafını
hacamat yaptırmış, fakat ense çukurundan hacamat yaptırmamıştı.
Kamahduveden yapılan
hacamatı Kanun sahibi (İbn Sina) da hoş karşılamamış ve şöyle demiştir:
"Oradan hacamat yaparak kan aldırmak hakiki olarak unutkanlık getirir.
Nitekim efendimiz, velinimetimiz ve şeriatımızın sahibi Hz. Peygamber (s.a.) de
aynı hakikata işaret etmiştir. Çünkü dimağın gerisi beyinde hafıza kuvvetinin
merkezi olan yerdir. Orada yapılacak olan hacamat ise hafızayı siler
süpürür."
Başkaları ise buna
itiraz etmiş ve şöyle demişlerdir: Bunun hadis olduğu tesbit edilememiştir.
Tesbit edilse bile, bu bölgede zaruret olmaksızın yapılacak hacamat ancak
dimağın gerisini zaafa uğratır. Fakat kan fazlalığından dolayı hacamat
yapılırsa hem tıbben hem de şer'an faydalıdır. Allah Rasû-lü'nden (s.a.), halin
gerektirdiği biçimde başının çeşitli yerlerinden hacamat yaptırdığı ve yine
ihtiyaç olduğunca vücudunun diğer yerlerinden de hacamat- yaptırdığı rivayet
edilmiştir.
Çene altından
yapılacak olan hacamat; zamanında kullanıldığında diş, yüz ve yutak ağrılarına
faydalıdır. Baş ve damakları temizler. Ayağın üstünden yapılan hacamat fasd-ı
sâfin[457] yerine geçer. Uyluk ve
dizlerde olan yaralara, âdet kanının kesilmesine ve hayalarda meydana gelen
kaşıntılara faydalıdır. Göğsün altından yapılacak hacamat; diz çıbanlarına,
uyuz ve ufak sivilcelere, ayak ağrısına, basurlara, fîi[458] ve
sırt kaşıntılarına faydalıdır. [459]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) hacamat yapılan vakitler hakkındaki t şöyledir:
Tirmizî'nin Camii inde
İbn Abbas'tan merfû olarak rivayet ettiği hadiste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Hacamat olduğunuz günlerin uygun olanları (ayın) ya on yedi,
ya on dokuz veya yirmi birinci günleridir.[460]
Yine Tirmizî'nin
Camiinde Enes b. Mâlik'den, Rasûlullah'ın (s.a.) iki boyun damarından ve omuz
arasından hacamat olduğu ve (ayın) on yedi, on dokuz ve yirmi birinci
günlerinde hacamat yaptırdığı rivayet edilmiştir.[461]
İbn Mâce'nin
Sime/Tinde Enes'ten merfû olarak rivayet edilen hadis ise şöyledir: "Kim
hacamat olmak isterse (kamerî ayın) ya on yedisini, ya on dokuzunu veya yirmi
birinci gününü araştırsın. Hiç birinize kan galebe çalmasın. Zira vücutta
gereğinden fazla kan bulunduğunda beden ölüm tehlikesiyle karşı karşıya
kalır."[462]
Ebu Davud'un
Sünen'inde Ebu Hureyre'den merfû olarak yapılan riva-yete göre Allah Rasûlü
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim (ayın) on yedisi veya on dokuzu ya da yirmi
birinde hacamat olursa bu her türlü hastalığa şifadır."[463]
"Her türlü hastahk"tan anlaşılan mâna, sebebi kan (hümörünün)
çoğalması olan her türlü hastalık demektir.
Bu hadisler tabiplerin
ittifak ettiği hususlara da uygundur. Çünkü ayın ikinci yarısında ve takip eden
üçüncü çeyreğinde hacamat yapmak, başında ve sonunda hacamat yapmaktan daha
faydalıdır. Fakat, bir zarurete mebni olarak yapılmak zorunda kalındığında,
ayın başında veya sonunda olsun herhangi bir zamanda yapılmasında bir zarar
sözkonusu değildir.
Hallâl diyor ki:
"Bana İsmet b. Isâm'ın haber verdiğine göre Hanbel şöyle anlatmıştır:
"Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel, hangi zamanda ve saat-ta kanı çoğahrsa
hacamat yaptırırdı."
Kanun sahibi (İbn
Sına) der ki: "Hacamat, gündüzün saat iki veya üç saralarında yapılır.
Yıkandıktan sonra hacamat yapmaktan sakınmak gerekir. Kanı kalın olan kişi
müstesna olup, onun önce sıcak su ile gusletmesi, sonra istirahat etmesi, daha
sonra da hacamat olması gerekir."
Tabipler tok karnına
hacamat yapmayı hoş karşüamamişlardır. Çünkü bu vaziyette iken hacamat
yapılırsa vücutta birtakım tıkaçlar (süded) ve öldürücü hastalıklar meydana
getirir. Özellikle alınan gıda bozuk ve kaba olursa \ bu durum görülebilir,
Bir haberde
nakledildiğine göre şöyle söylenmiştir: "Hacamat (ayın başında veya aç
karnına veya hastalığın ilk nüksettiği zamanda) ilaç, tok karnı* na olursa
hastalık, ayın on yedisinde olursa şifadır."
Hacamat için bu
vakitlerin tercihinde aranan özellik, ihtiyat ve eziyetten kaçınma sözkonusu
olması ve sıhhatin muhafazasıdır. Fakat hastalıkların tedavisinde ise, ne
zaman gerekirse o zaman hacamat yapmak gerekir. Hadiste geçen: "Hiç
birinize kan (hümörü) galebe çalmasın. Zira bu, kişinin ölümüne sebep
olabilir." sözü de buna delâlet etmektedir. Yani kan vücutta galebe
çalmasın diye bu zamanlarda hacamat yaptırınız demektir. "En" ile
birlikte cer harfi "beyğ" fiilinden hazfedilmiştir. Bu takdirde fiil
"lien lâyeîebeyya-ğa" şeklinde olur. Tebeyyuğ, çoğalma demek olup,
"bağy" kelimesinden değiştirilerek elde edilmiştir ve aynı
mânadadır. Çünkü burada da kanın azması ve çoğalması sözkonusudur. Nitekim
Ahmed b. Hanbel'in ayın ihtiyaç hissettiği herhangi bir zamanında hacamat
olduğu daha önce geçmişti.
Hacamat için haftanın
günlerinden tercih edilmesi uygun olan günlerin hangileri olduğuna gelince;
Hallâl, Câmi'inde der ki: Harb b. İsmail, Ahmed b. Hanbel'e şöyle sorduğunu
haber vermiştir: "Hangi gün hacamat olmayı mekruh görürsün?" Buna
karşılık Ahmed b. Hanbel: "Çarşamba ve cumartesi günleri (hacamat
yaptırmanın mekruh) olduğuna dair rivayet vardır." demiştir.
Yine (Halİâl'uı
Câmi'inde) Hüseyin b. Hassan'm Ebu Abdillah'a (Ahmed b; Hanbel): "Hacamat
yapmak hangi gün mekruhtur?" diye sorduğunda: "Cumartesi ve çarşamba
günlerindcmekruhtur. Ayrıca cuma gününde de mekruh olduğunu söylüyorlar."
dediği nakledilmektedir.
Hallâl, Ebu Seleme ve
Ebu Saîd el-Makburî kanalıyla Ebu Hureyre'den merfû olarak şöyle nakletmiştir:
"Her kim çarşamba veya cumartesi günü hacamat yaptırır da, kendisine
beyazlık veya baras (alaca) hastalığı gelirse sadece kendini kınasın. "[464]
Hallâl, Muhammed b.
Ali b. Cafer'den, Yakub b. Bahtan'm kendisine şöyle anlattığını haber veriyor:
Ahmed b. Hanbel'e, nevre (beyaz çiçek) ile cumartesi ve çarşamba günü hacamat
yapılması sorulduğunda, her ikisini de mekruh gördü ve dedi ki: "Bana
ulaştığına göre bir adam çarşamba günü nevre ve hacamat olmuş. Bunun üzerine baras hastalığına
tutulmuş." Dedim ki: "Sanki bu adam hadisle alay etmiş gibi tersine
hareket etmiş değil mi?" Ahmed b. Hanbel: "Evet." dedi.
Dârakutnî'nin,
Kitâbu'I-Efrâd'ındaki rivayetine göre şöyle demiştir: Abdullah b. Ömer bana
dedi ki: Kanım çoğaldı. Bana bir hacamatçı çağır. Ne çocuk ne de yaşlı bir
ihtiyar olsun. Zira Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu İşittim:
"Hacamat, ezbercinin ezberlemesini, akıllının aklını arttırır. Besmele
çekerek hacamata başlayın. Perşembe, cuma, cumartesi ve pazar günlerinde hacamat
olmayınız. Pazartesi günleri hacamat olun. Cüzzam ve baras hastalıkları sadece
çarşamba günleri gelir." Dârakutnî der ki: Bu hadisi sadece Ziyad b. Yahya
rivayet etmiştir. Eyyûb'un, Nâfi'den yaptığı rivayette ise şu ziyade vardır:
"Pazartesi ve salı günleri hacamat olunuz. Çarşamba günleri ise hacamat
olmayınız."[465]
Ebu Davud'un
Sünen'inde, Ebu Bekre'den yapılan rivayete göre, o salı günü hacamat yapmayı
mekruh görürdü. Ebu Bekre, Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu
nakletmiştir: "Sah günü kanın çoğaldığı bir gündür. Sah gününde öyle bir
zaman vardır ki kan kesilmek bilmez. "[466]
Bu hususta yukarıda
daha önce geçmiş olan hadisler aynı zamanda tedavi olmanın, hacamat olmanın ve
durumun gerektirdiği yerden hacamat yaptırmama müstehabhğım içermektedir. Bu
hadisler, ihramlı iken hacamat olmanın ve şayet hacamat yapılacak yerden
saçlar kesilecekse bu durumda ihramlı olunsa da bir şey gerekmeyip caiz
olduğuna delâlet ediyorlar. Hacamat dolayısıyla ihramlı kişinin saçları
kesildiğinde fidye vermenin vacip olması görüşü, bu husustaki deiil vücup
derecesinde olmadığından doğru değildir. Oruçlu bir kişinin hacamat olması
caizdir. Zira Sahih-i Buharfde, Rasûlul-Iah'ın (s.a.) oruçlu bulunduğu halde
hacamat olduğu rivayet edilmiştir.[467]
Yalnız bu, orucu bozar mı, yoksa bozmaz mı konusu ihtilaflıdır. Doğrusu,
hacamatla orucun bozulmasıdır. Çünkü, aykırı bir rivayet olmaksızın
Rasû-lullah'tan (s.a.) sahih kanalla (hacamat olanm orucunun bozulduğuna dair)
rivayet gelmiştir. Bu hadise muarız olan en sahih hadis; Rasûlullah'ın (s.a.)
oruçlu olduğu halde hacamat yaptirmasıdır. Dört ihtimal haricinde bu durum
orucun bozulmadığına delâlet etmez: a) Oruç farz oruç idi. b) Bu esnada mukîm
idi. c) Hacamatı gerektirecek bir hastalığa da tutulmuş değildi, d)
Rasûlullah.'ın (s.a.) oruçlu iken hacamat yaptırması rivayeti; "Hacamat yapan
da, hacamat yaptıran da orucunu bozmuştur."[468]
hadisinden daha sonraki bir döneme aittir.
Bu dört öncül doğru
olduğunda, Allah Rasûlü'nün (s.a.) fiilî tatbikat] ile hacamat yapıldığı halde
orucun bozulmadığına istidlal edilmesi mümkün olur. Aksi takdirde, orucun
hacamat ve diğer bir şeyle rahatça bozulabilece-ği nafile oruç olmasına ne mâni
vardır? Ramazan orucu olsa da seferde olamaz mı?' -Ramazanda ve mukim, fakat
arız olan bir hastalık sebebiyle oruç bozmada bir mahzur olmadığı gibi bir
durum sözkonusu olamaz mı? Veya mu- . kim iken (hacamata ihtiyaç olmadan)
Ramazandan (kazaya kalmış) bir fan oruç olamaz mı? "Hacamat yapan da,
hacamat yaptıran da orucunu bozmuştur." hadisi nakledilmiş olup daha
sonra söylenmiştir. Böylece de bu hükümde karar kılmak gerekir. Bu dört
öncülden herhangi birini isbat etmeğt hiç yol yoktur ki hepsi birden isbat
edilebilsin.[469]
Hadis ayrıca iş görme
akdi yapmaksızın, doktor ve diğerlerinin tutulj masının cevazına delâlet
etmektedir. Emsaline göre bir fiat tesbit edilmesi vey onu memnun edecek bir
fıat teklifi gerekmektedir.
Hadis, hacamatçıhk
yaparak geçinmenin caiz olduğuna da delâlet etmek[ tedir. Hür olan bir kişi
yaptığı hacamattan aldığı ücreti (haram olmamakla birlikte) yemesi hoş
karşılanmasa dahi durum böyledir. Çünkü Rasülullah (s.a. hacamatçıya ücretini
vermiş, yemesine de mâni olmamıştır. Hacamattan ahi-nan ücreti, pis olarak
isimlendirmesi; sarımsak ve soğana pis demesi gibidi ki, bu hüküm adı geçen
şeylerin haram olmasına asla delâlet .etmez.
Yine bu hadis,,
kişinin kölesinden her gün için getirebileceği miktarda gelir {haraç) talep
etmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Yine kölenin, günlük gelir
miktarından fazlasını istediği şekilde tasarruf edebileceğine delâlet etmektedir.
Şayet köle tasarruftan menedilmiş olsaydı kazancının tamamının gelir olması
gerekirdi. O halde köleye günlük gelir takdirinin hiçbir faydası olmaz. Belki
de günlük gelirden artan kazancı, efendisinin kendisine istediği gibi tasarruf
etmesi için temlik olarak bağışlaması sözkonusu olabilir. En doğrusunu Allah
bilir. [470]
Rasûlullah'ın (s.a.)
damarların kesilmesi ve dağlama yapmak hususundaki tutumu şöyledir:
Sahih'te, Câbir b.
Abdullah'tan (r.a.) Allah Rasûlü'nün (s.a.) Übey b. Kâ'b'a (r.a.) bir doktor
yolladığı, doktorun Übey'in bir damarını kestiği ve daha sonra da orayı
dağladığı rivayet edilmiştir.[471]
Sa'd b. Muaz, göğüs
damarından (ekhal) yaralanınca Rasûlullah (s.a.) o yeri dağladı. Sonra yara şişince
bir kere daha dağladı.[472]
Hadisin metninde geçen "el-hasm" dağlama demektir.
Diğer bir rivayetine
göre, Allah Rasûlü (s.a.) Sa'd b. Muaz'ı ekhalinden mişkas[473] ile
dağladı. Sonra yine S a'd b. Muaz'ı ikinci defa ya kendisi veya ashabından biri
dağladı.
Diğer bir lâfızla
gelen rivayette ise: "Ensardan bir sahabî ekhalinden bir mişkas ile
yaralanmıştı. Allah Rasûlü (s.a.) bu mişkas i!e onun dağlanmasını
emretmiştir." şeklindedir.
Ebu Ubeyd der ki:
Rasûlullah'ın (s.a.) huzuruna, kendisine dağlama tavsiye edilen bir adam
getirildiğinde buyurdu ki: "Dağlayın ve kızgın taş koyun. "[474] Ebu
Ubeyd der ki: Hadiste geçen "radf\ bir taşı önce ateşle kızdırıp yaranın
üzerine koymak demektir.
FazI b. Dükeyn,
Süfyan—Ebu'z-Zübeyr—-Câbir kanalıyla, Allah Rasûlü'nün (s.a.) (Sa'd'ı)
ekhalinden dağladığını rivayet etmiştir.
Sahih-i BuharVdeki
Enes hadisinden anlaşıldığına göre, Rasûlullah (s.a.) daha hayatta iken kendisi
zâtülcenb hastalığından dolayı dağlanmıştı.[475]
Tirmizî'de Enes'ten
yapılan rivayete göre, "Allah Rasûlü (s.a.) Es'ad o. Zürâre'yi şevket[476]
hastalığından dolayı dağlamıştır. "[477]
Daha önce müttefekun
aleyh olarak geçen hadiste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dağlanmayı sevmiyorum." Diğer lafzında da: "Ben ümmetimi
dağlama ile tedaviden men ediyorum." diye buyurmuştur.[478]
Tirmizî'nin CSmf inde
İmran b. Husayn'dan yaptığı rivayete göre Allah Rasûİü (s.a.) dağlama yoluyla
tedavi olmaktan nehyetmiştir. İmran demiştir ki: "Başımıza bir hastalık
geldi, biz de hemen dağladık. Fakat ne hastalıktan kurtulduk, ne de doğru bir
tedavi olmayı başardık."
Diğer lâfızla olan
rivayetinde ise: "Biz dağlamayla tedavi olmaktan neh-yedildik. (Buna
rağmen yapıldığında) ne hastalıktan kurtuldular, ne de başarılı bir tedavi
oldular."[479]
denilmektedir.
Hattabî der ki:
Rasûlullah'ın (s.a.), Sa'd'ı dağlamaktaki maksadı, yarasından akmakta olan kam
kesmekti, onun kan kaybından ölmesi ihtimalinden korkmuştu. Bu durumda, eli
veya ayağı kesilen bir kişinin dağlanması gerektiği gibi (son çare olarak)
dağlamak lazımdır.
Dağlama ile tedaviyi
yasaklamasına gelince; buna sebep, dağlamayla şifa bulmayı istemeleridir.
Çünkü Arablar, dağlanmayan hastanın öleceğine inanırlardı. İşte bu tür
inançlarından ötürü dağlama yoluyla tedaviyi yasaklamıştır.
Denildi ki:
"İmran b. Husayn'ın dağlamaktan nehyediîmesi sadece ona hasdır. Çünkü o
nâsûr[480] hastalığına tutulmuştur.
Hastalığın bulunduğu mev-[481]
ki tehlikeli
olduğundan dağla
narak tedavi
edilmesinden nehyetti. Bu durumda nehy sadece dağlamaktan korkulan mahalle ait
olmuş oluyor. En doğrusunu Allah bilir. "[482]
İbn Kuteybe der ki:
"Dağlama iki şekilde yapılır: a) Sağlam ve sağlıklı biri hastalanmamak
için kendini dağlar. Bu tür dağlama hakkında, kendini dağhyan Allah'a tevekkül
etmemiştir, denilmiştir ki, bu şekilde kendini dağ-lıyan kişi, üzerine gelecek
olan ilahî takdiri geri çevirmeyi hedeflemektedir, b) Azmış olan yarayı,
kesilmiş olan bir uzvu dağlamak ki, bu cinsi şifadır. Bir de, hastalıktan
kurtulması da kurtulamaması da mümkün olan (şüpheli) bir tedavi için dağlama
yapmak vardır ki; bunun caiz olsa bile mekruh olması da sözkonusudur."
Sahih'te rivayet
edildiğine göre; "Cennete hesaba çekilmeden girecek yetmiş bin kişi,
efsun yapmayan, (şifanın Allah'tan olup) dağlama(dan olmadığına
inandıklarından) yapmayan ve eşyada uğursuzluk olduğuna inanmayanlardır."[483]
Dağlama hakkında gelen
hadislerde dört husus göze çarpmaktadır: a) Dağlama yapması, b) Dağlamakla
tedaviden hoşlanmaması, c) Dağlamakla tedaviden vazgeçeni övmesi, d) Dağlama
ile tedaviden menetmesi. Allah'a ham-dolsun ki bu dört unsurun hiçbirinde bir
çelişki sözkonusu değildir. Çünkü, bizatihi kendisinin dağlayarak tedavi etmesi
bunun cevazına; sevmemesi, yasaklamadığına; dağlamaktan vazgeçeni övmesi, son
çare olmadıkça yapmamanın daha evlâ ve efdal olduğuna; dağlama ile tedavi
olmaktan nehy etmesi, tercih gerektiğinde, hoş karşılamadığına veya bir
hastalık çıkacak diye henüz gerekmeden dağlama yapmanın doğru olmadığına
delâlet etmektedir. En doğrusunu Allah bilir. [484]
Rasûlullah'ın (s.a.)
sara hastalığının tedavisi konusundaki
tutumu şöyledir:
Sahihayn'da, Atâ b.
Rabah'tan yapılan rivayete göre İbn Abbas, kendisine şöyle bir soru sorar: (Ey
Atâ) sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?
Ben de: Evet, dedim.
İbn Abbas şöyle devam etti: Şu (gördüğün) esmer kadın Allah Rasûiü'nün huzuruna
geldi ve şöyle bir talepte bulundu: "Ben saralıyım ve beni sara
tuttuğunda üstüm başım açılıyor. Benim için Allah'a dua et." Bunun üzerine
Allah Rasûlü (s.a.): "İstersen sabret, zira karşılığında senin için cennet
var. Dilersen Allah *a seni afiyete kavuşturması için dua edeyim." dedi.
Kadın: "Sabrederim, (yalnız) üzerimin açılması da var. Üzerimin açılmaması
için Allah'a dua et." dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) onun için
dua etti.[485]
Ben derim ki: Sara iki
çeşittir: 1) Yeryüzünde mevcut pis ruhların etkisiyle meydana gelen sara, 2)
Öldürücü hümörler sebebiyle meydana gelen sara. İkincisi tabiblerin, sebepleri
ve tedavisi hakkında görüş ileri sürdükleri kısımdır.
Habis (pis) ruhların
etkisiyle meydana gelen saranın varlığını tabiplerin imamları ve en akıllıları
itiraf ediyor ve redde kalkışmıyorlar. Bu tür saranın tedavisinin, hayırlı,
yüksek ve şerefli ruhların ancak bu şer ve habis ruhlara mukabele edebileceği,
etkilerini giderebileceği, faaliyetlerini nakzedip iptal edebileceğini itiraf
etmişlerdir. Hipokrat dahi bazı kitaplarında saranın birkaç tedavi şeklini
tarif etmiştir. Hipokrat demiştir ki: "Bu ilaç, sebebi ahlat ve diğer
hümörlerden olan saraya faydalıdır. Pis ruhlar vesilesiyle meydan gelen saraya
ise bu ilaç fayda vermez."
Fakat doktorların,
cahil, sakat ve sefihleri, zındıklığı fazilet zannedenleri (pis) ruhların
etkisiyle meydana gelen sara cinsini inkâr ediyorlar ve saraya tutulan kişinin
bedeninde (pis) ruhların etkisi olabileceğini kabul etmiyorlar. Bunu
cahilliklerinden yapıyorlar. Halbuki tıp ilmi açısından bu savunulmuştur. His
(duyular) ve mevcut olan etkisi de buna şahittir. Bu tür sarayı kabul
etmemeleri bazı hümörlerin bu esnada fazlalaşmasıdır ki, gerçekten bir başka
sara çeşidinde bu görülebilir, fakat hepsi için geçerli değildir.
Eski doktorlar bu cins
saraya "ilâhî hastalık" ismini vermişler ve ruhların etkisiyle
meydana geldiğini söylemişlerdir. Calinus ve diğer doktorlar, bu ismi biraz
değişik mânada düşünmüş ve şöyle bir te'vil yapmışlardır: Bu cins saraya ilâhî
hastalık denmesinin hikmeti, beyinde meydana gelmesi ve dimağın meskeni olan
beyinin temiz ilâhî kısmına zarar vermesi sebebiyledir.
Onların bu şekilde
te'vil yapmaları, bu ruhların hükümlerine ve tesirlerine vakıf olamamaktan
neş'et etmektedir. Daha sonra da zındık doktorlar geldi ve hümörlere dayalı olarak meydana gelen saradan
başkasını kabul etmediler.
Kendisinde akıl olup,
bu ruhlara ve tesirlerine dair bilgisi olan kimse bu tür doktorların
cehaletlerine ve akılsızlıklarına güler.
Bu ikinci tür sara
hastalığının tedavisi iki açıdan mümkündür: a) Saralı kişinin durumuna göre, b)
Tedavi edecek kişinin durumuna göre.
Saralı kişinin
durumuna göre olan tedavide esas; hastanın ruhunun güçlü olması, bu ruhların
yaratıcısına sadıkane yönelmesi, dil ve kalbin tam uyum içinde olduğu halde
sahih bir şekilde Allah'a sığınmasıdır. Çünkü bu hal bir nevi savaştır.
Savaşlarda düşmana karşı silahla çıkmak için iki şeye dikkat edilmesi gerekir:
a) Silahın sağlam ve kendi yapısı içinde iyi malzemelerden yapılmış ve yeni
olması gerekir, b) Silahı taşıyacak olan kolun gayet sağlam ve güçlü olması
gerekir. Bu iki unsurdan herhangi birinin eksilmesiyle silahın çok faydası
olmaz. Şayet her ikisi de ortadan kalkarsa nasıl olur acaba? Kalb; tevhid,
tevekkül, takva ve teveccüh eksikliğinden harabeye döner ve böylece silahsız
kalmış olur.
İkincisi ise, tedavi
eden kişi açısındandır. Burada da yukarıda verdiğimiz iki misal geçerlidir.
Hatta tedavi edenlerden birinin: "İçinden çık!" sözüyle veya
"Allah'ın ismiyle çık!'* sözüyle veya (
-il "Güç ve kuvvet yalnız Allah'ındır." sözüyle iktifa etmesi
de yeterlidir. Zira Rasûlullah (s.a.): ey Allah'ın düşmanı! Ben Allah
Rasûlü'yüm!"[486]
demiştir.
Ben şeyhimizin (İbn
Teymiye), saralıya içinde bulunan ruha hitaben gönderdiği, "Şeyh sana der
ki, çık! Çünkü bu sana helâl değildir." sözü sonunda hastanın açıldığını
görmüşümdür. Birçok defa da bizzat kendisinin hitab ettiğini gördüm. Bazan da
hastanın içine girmiş olan ruh inatçı olurdu. Şeyh bı. sefer onu döverek
çıkarırdı. Saralı hasta ayıldığında (yediği dayağın) acısını hiç hissetmezdi.
Bunu şeyhimizden biz de, başkaları da defalarca gördük.
Çoğu kere de
saraianmış kişinin kulağına; "Sizi boşuna yarattığımızı y< huzurumuza
çıkarmayacağımızı mı sandımz?"[487]
âyetini okurdu.
Bana (Şeyhim İbn
Teymiye) şöyle anlattı: Bir keresinde bu âyeti saraya tutulmuş bir hastanın
kulağına okumuştum. Saralının içindeki ruh, sesini yükselterek
"Evet" diye cevap vermişti. Bunun üzerine ben bir sopa aldım. Sopayla
hastanın boyun damarlarına elim yorulana kadar vurdum. Hatta ya-mmdakiler
hastanın bu darbelerle ölmesi gerektiğinden hiç şüphe etmiyorlardı. Vururken,
içindeki ruh: "Ben seni seviyorum." dedi. Ben de: "O seni
sevmiyor." dedim. Ruh: "Ben onu protesto ediyorum." diye cevap
verince ben: "Halbuki o seninle münakaşa etmek istemiyor." dedim. Ruh
bunun üzerine: "Ben sırf sana ikram olsun diye onu terk ediyorum."
dedi. Ben de onun bu sözünü reddederek: "Hayır, benim için değil. Allah'a
ve Rasûiü'ne itaat olarak çıkmalısın." dedim. Ruh: "Peki, o halde
çıkıyorum." dedi. Daha sonra saralı hasta kalktı oturdu, sağına soluna
bakınmağa başladı ve: "Şeyhin huzuruna ben niçin götürüldüm?" dedi.
Yanındakiler: "Bu baştan sona dayak (yediğini biliyor mu)?" diye
sorunca o da, yemiş olduğu dayağın hiç farkında olmadan: "Hiç günah
işlemediğim halde şeyh beni niçin dövecek ki?" dedi.
Şeyh bazan
âyetel-kürsî[488] ile de tedavi ederdi.
Saraya tutulan hastaya da, tedavi yapacak kişiye de çokça âyetel-kürsî,
muavvizeteyn [489]sûrelerini okumalarını
emrederdi.
Özetle, sara
hastalığının bu türünü ve tedavi şeklini ancak akıl, ilim ve marifetten nasibi
az olanlar inkâr eder. Zaten bu pis ruhların bu hastalığa tutulanlara etki
etmesinin sebebi, bu kimselerin dindarlıklarının az olması, kalblerinin ve
dillerinin, zikrin, Allah'a sığınmanın, peygamberi ve imam du-, alara
sığınmanın hakikatlanndan yoksunluktan harab olmasıdır. Bu habis (pis) j ruh
boş ve silahsız olan kişiye; çoğunlukla çıplak bulunduğu bir esnada girer ve
bedeninde eziyet ederek etkide bulunur.
Eğer (senin gözlerinden)
perde kaldırılmış olsa, elbette insan ruhlarının çoğunu bu pis ruhların saralı
yaptığını görürdün. Onların esaretinde ve ellerinde olarak, istedikleri tarafa
yönelttiklerini görürdün. Onlardan ne kaçmak mümkün, ne de onlara muhalefet
etmek. Bunlar, hastasının ancak (ölüm esnasında) ruh bedenden ayrılırken ve
(perde kalkıp) gördükten sonra ayıldığı zaman anlaşılan büyük saraya sebep olanlardır. O zaman
kesin olarak anlaşılır ki, gerçek saraya tutulmuş olan kendisidir. Ancak
Allah'tan yardım dilenilir.
Bu son bahsedilen sara
çeşidinin tedavisi sağlıklı bir aklın peygamberlerin getirmiş olduğu şeylere
imana yanaşmasıyla mümkündür. Cennet ve cehennem onun gözünün önünde ve
kalbinin kıblesi olmalıdır. Dünya ehlini, azaba duçar olmalarını, başlarına gelen
âfetleri, yağmur yağan yerlerin belli olması gibi beldelerin içinde vuku bulmuş
ilahî âfetleri gözönünde bulundurmalı ki, (farkına varmadıklarından) bir türlü
ayılmayan sara hastaları gibidirler. Böyle bir saraya tutulmaktan daha müthiş
bir şey olamaz. Fakat belâ, musibet her tarafa yayılacak şekilde çoğaldı mı,
herkes saralı olacağından bu bir hastalık ve musibet olmaktan çıkar gibi olur
ve inkâr edilmez olur. Belki de saraya tutulanlar çoğaldığı için bu hastalığın
hastalık sayılmaması gibi bir tersyüz olma hadisesi meydana gelir.
Allah, bir kulunun
hayrını dilerse onu bu tür saradan kurtarır. Böylece bu kişi dünyaya
aldananlara bakar, onları çeşitli kısımlanyla sağdan soldan saraya tutulmuş
olarak görür. Bunların bir kısmı bir nevi delilikle başbaşa-dır. Bir kısmı da
bazan uyanır, sonra yine aynı deliliğe döner. Bir kısmı bir defa uyanır,
diğerinde delirir. Ayıldığında, akıllı ve ayık olanlar gibi (kendini
toparhyarak) salih amel işler. Sonra bu sara tuttuğunda aklını yitirir.
Hürhörlere dayalı olarak
meydana gelen sara hastalığı ise, nefsi uzuvları faaliyetten, hareketten,
ayakta durmaktan tam bir şekilde alıkoyar. Sebebi ise kalın yapışkanh bir hümör
(hılt) dür. Dimağdaki boşlukları tam olmaksızın südde[490] ile
tıkar. His ve hareketin dimağa ve uzuvlara külli bir kesinti meydana getirmeden
tam olarak nüfuz etmesine mani olur. Bazan sara başka sebepler ile de olur:
Ruh menfezlerini tıkayan galiz rüzgâr, bazı uzuvlardan yükselen öldürücü
buhar, yanmış bir keyfiyet. Dimağ eziyet veren maddeyi atmak için daralır.
Bunu tüm azaları içine aian bir büzülme takip eder. Bu durumun ardından insanda
ayakta dikilecek güç kalmaz, yere düşer ve çoğunlukla da ağzında köpük belirir[491]
Bu hastalık, meydana
geldiği esnada elem vermesi sebebiyle emraz-ı haddeden sayılmıştır. Uzun
süreli olması sebebiyle de emraz-i müzmineden sayılmıştır. Bu hastalıktan
kurtulmak, özellikle yaş yirmi beşi geçtikten sonra zordur. Bu hastalık kişinin
dimağında, özellikle de özündedir. Bunların saraları devamlıdır. Hipokrat der
ki: "Sara, bunlarda ölene kadar devam eder."
Saranın bu türü
bilindiğinde; hadiste geçen, saraya tutulup da üstü başı açılan kadının
sarasının bu nevi sara olduğu anlaşılabilir. Hz. Peygamber (s.a.), ona bu
hastalığa sabrettiğinde cenneti müjdelemiştir. Ayrıca (saraya tutulduğu
esnada) üst başının açılmaması için de dua etmiş; ve onu, sabır dolayısıyla
cennet ve dua dolayısıyla şifaya kavuşma arasında muhayyer bırakmıştır. Kadın
da sabır ve cenneti tercih etmiştir.
Bu hadis, ilaç almayı
ve tedavi olmayı terketmerün caiz olduğuna da delildir. Ruhların ilacı,
tabiblerin ilaçlanyla ulaşılamayan başarıyı sağlayan dualar ve Allah'a
teveccühtür. Bu tür (manevî) ilacın tesiri, faaliyeti, insan tabiatının ondan
etkilenip tesir altında kalması, bedenî hastalıklara en büyük tesir" yapan
tabiatın en çok tesir altında kaldığı tedavi şeklidir.
Biz ve başkaları bunu çok
tecrübe ettik. Akıllı tabipler, nefsî kuvvetlerin faaliyeti ve hastalıkların
tedavisindeki etkisinin acaipliklerini itiraf etmişlerdir. Tıp ilmine,
içerisindeki zındıklar, aşağılıklar ve cahiller kadar hiçbir kimse zarar
vermemiştir. Açıkçası, bu kadının tutulmuş olduğu sara hümör-lere dayalı olarak
meydana gelen sara cinsidir. Bununla birlikte r,ıs ruhların etkisiyle meydana
gelen sara cinsi de olabilir. Zira Rasûlullah (s.a.) kadını, sabredip
karşılığında cennet vaad etmek ile dua ederek şifaya kavurmak arasında serbest
bırakmış, kadın da hastalık nüksettiğinde üst başının açılmaması şartıyla
sabretmeyi tercih etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. [492]
Rasûlullah'ın (s.a.)
ırk-ı nesâ (siyatik) hastalığının tedavisindeki rürarhu şöyledir:
İbn Mâce'nin Sünen'mde
Muhammed b. Şîrîn—Enes b. Mâlik kanalıyla rivayet ettiğine göre Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: *'Irk-ı nesâ hastalığınm tedavisi (bedevi arabının)
eritilmiş koyun kuyruğudur. Üç kısma ayrı larak aç karnına her gün bir kısmı
içiriIir."[493]
Irk-ı nesâ (Siyatik)[494]
Kalça kemiği ekleminden başlayıp, sırttan uyluğa ve çoğunlukla da topuğa kadar
inen bir ağrıya verilen isimdir. Ağrı devam ettikçe inmesi de çoğalır ve aynı
esnada ayak ve uyluk zayıflar.
Bu hadiste, hem lügat
, hem de tıp açısından bir incelik vardır. Lügat bakımından, bu hastalığı ırk-ı
nesâ adıyla isimlendirmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Buna bu ismi
vermek istemeyenler demişlerdir ki: Nesâ, damarın kendisidir. Böyle olunca da
ırk-ı nesâ demek, bir şeyi kendisine izafe etmek demektir ki bu doğru değildir.
Bu itiraza iki yönden
cevap verilebilir: a) Damar (ırk) nesâdan (sinir) daha umumîdir. Buna göre bu
kullanış, umum ifade eden bir kelimeyi husus ifade eden bir kelimeye izafe
etmektir. Meselâ, dirhemlerin hepsi veya bir kısmı denmesi gibi. b) Nesâ;
damarla hulul eden bir hastalıktır. Bundan dolayı damara izafesi, bir şeyi
mahalline ve yerine izafe etmek gibidir.
Deniliyor ki: Nesâ[495]
şeklinde isimlendirilmesi, elem ve acısının başka ağrıları unutturacak şekilde
olmasından dolayıdır. Bu (sinir) damarı, kalça kemiği ekleminden (başlayarak) bacak
kemiği (sâk) ile veter[496]
arasında sağ taraftan topuğun arkasında ayağın sonuna kadar uzanır.
Tıbbî mânasına
gelince; daha önce de geçtiği gibi Allah Rasûlü'nün (s.a.) sözleri iki türlü
değerlendirmeye tâbi tutulmuştur:
1— Zamanlar,
mekânlar, şahıslar ve hallere göre vuku bulmuş umumi hadisler.
2— Birinci
maddede zikredilenlerin hepsini veya bir kısmını esas alarak vuku bulmuş
hadisler. Bu da bu ikinci kısımda değerlendirilmektedir. Çünkü, bu hitab
Araplara, Hicazlılara, Hicaz civarında yaşayanlara, özellikle de bedevi
Araplaradır. Çünkü bu ilaç onlar için en faydalı türden bir ilaçtır. Bu
hastalık kuru mizaçlı olanlarda vuku bulur. Bazan da galiz yapışkan bir hü-mör
sebebiyle olur. Bunun da tedavisi ishalle olur. Koyun kuyruğunda ise
iki özellik vardır:
Pişirme ve yumuşatma. İshalde de pişirme ve çıkarma vardır. Bu hastalığın tedavisinde
bu iki duruma ihtiyaç vardır. Bedevilerin yetiş tirdiği koyunun bu hastalığa
ilaç olarak tavsiye edilmesinin sebebi, fuzuli maddelerinin az, miktarının
ufak ve cevherinin latîf olmasıdır. Otladığı meranır özelliği icabı, sıcak
bölgenin şih (yavşan otu), kaysum (marsama otu) gibi otlarını yiyerek
hayatlarını sürdürmeleridir. Bu bitkilerle gıdalanan hayvanın etinde tabiî
olarak gıdalandığı şeylerden oluşan bir letafet belirir ve bu bitkilerden daha
latîf bir mizaç kazanmış olurlar. (Koyunda bu letafet) özellikle kuyruk
kısmında bulunur. Bu bitkilerin, koyunun sütündeki etkisi etinden daha fazla
olmakla beraber, kuyruğundaki pişirme ve yumuşatma özelliği sütünde bulunmaz.
Daha önce de geçtiği
gibi ekseriyetle ümmî (Arap)lann ve bedevilerin ilaçları müfred ilaçlardır.
Hind tabibleri de bu şekilde hareket eder.
Rum ve Yunan tabibleri
ise mürekkep ilaçlara da itina göstermişlerdir.
Tüm doktorlar tedavide şu
sırayı takip etmekte müttefiktirler: Hastayı önce (tabiî) gıda ile, olmazsa
müfred ilaçlarla, şayet yine tedavi gerçekleşmezse terkibi en az olan ilaçla
tedaviye girişmek, doktorun ustalığmdandır. Daha önce geçtiği üzere, Arapların
ve bedevîlerin genellikle tutuldukları hastalıklar basittir. Onlara da uygun
olan basit ilaçlardır. Bunun da sebebi genellikle aldıkları gıdaların basit
olmasıdır. Fakat mürekkep hastalıklar, genellikle alman gıdaların çeşitlilik
ve karışıklığına göre meydana geldiğinden, onlar için mürekkep ilaçlar tercih
edilmiştir. [497]
Rasûlullah'ın (s.a.)
mizaç kuruluğu (kabız) hastalığı ve bu hastahğ: muşatılıp giderilmesi
konusundaki tutumu şöyledir:
Tirmizî'nin Câmi'mde
ve İbn Mâce'nin Sünen'mdeki rivayete göre Esma bt. Urneys şöyle demiştir:
RasûluIIah (s.a.) Esmâ'ya: "Müshil olarak hangi ilacı kullanıyorsun?"
diye sordu. Esma: "Şübrüm. (boğumluca)"[498]deyince
Allah Rasûlü (s.a.): "O ateşli ishal yapar." diye karşılık verdi.
Esma: "Sonra senâ[499]
kullanmağa başladım." deyince Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: "Şayet
ölüme karşı bir ilaç olsaydı, o elbette sena olurdu.[500]
İbn Mâce'nin
Sünen'inde İbrahim b. Ebî Able, Rasûlullah (s.a.) ile birlikte iki kıbleye de
namaz kılan Abdullah b. Ümmü Harâm'ın Rasûlullah'-tan (s.a.) şunları işittiğini
rivayet etmektedir: "Sena ve sennût ile tedavi olunuz. Çünkü bunlarda
'sâm' hariç her türlü hastalığa şifa vardır." Sâm nedir ya Rasülallah?
diye sorduklarında, Allah Rasûlü (s.a.): "Ölüm demektir." diye cevap
verdi.[501]
Hadiste geçen:
"Müshil olarak ne alıyorsun?" sorusu, "Mizacın (kabızlığını)
gidermek için yumuşatıcı olarak ne alıyorsun?" demektir. Karında kalarak
içerideki pis maddenin sıkiştırmasıyla eziyet verici bir vaziyet almaz. Bu
sebepten faîl veznindeki meşy kelimesine müshil ilacı denmiştir. Çünkü alman
müshil ilacı ishali çoğaltır. İhtilâf edilen husus ihtiyaç sınırıdır. Bir başka
rivayette bu soru: "Ne ile tedavi oluyorsun?" şeklinde sorulmuş, Esma
da: "Şübrüm ile." diye cevap vermiştir. Şübrüm, yetuî[502]
ilaçlardan biridir. Ağacının kökünün kabuğudur. Dördüncü derecede, sıcak ve
kurudur. En güzel cinsi rengi kırmızıya kaçanıdır. Hafif, ince olup büzülmüş
deriye benzer. Özetle, tehlikeli ve çok ishal yaptırıcı özelliğinden dolayı
(doktorların) pek tavsiye etmedikleri ilaçlardandır.
Hadiste geçen: yerine
şekli de gelmiştir. Ebu Ubeyd der ki: "Çoğunlukla bu söz olarak
gelmiştir."
Ben derim ki: Bu
konuda iki görüş vardır: I) Cimli rivayeti ki: ( şeklindedir. "Şiddetli
ishal yapıcı" demektir. Bu ifadelere göre bu ilaç, hara ret (ateşlilik) ve
şiddetli ishale sebep olur demektir ve gerçekten de öyledir Bunu, Ebu Hanîfe
ed-Dîneverî söylemiştir.
2) Bu ikinci kelimesi
ile önceki kelime tekid edilmiştir. Böylece de lafzı ve manevî tekid arasında
kalmıştır. Bu sebepten dolayı hadisçiler, metni kelimesi kelimesine rivayet
etmeğe gayret etmişlerdir. Örnek olarak kelimesi, "olgun güzellik"
demektir. Araplar bu tabiri, kaf harfi ile: şeklinde de kullanmışlardır. demeleri
de bunlara benzer. Bununla birlikte son kelime olan kelimesinde bir başka mâna
daha vardır ki şudur: Hararetinin şiddetinden kendisine isabet eden şeyi
çeker, kendine cezbeder ki sanki onu önce çekiyor, daha sonra da bırakıyor
gibidir. kelimesi ise bir mânaya göre evvelki kelimenin bir başka Iugat olarak
mânâsıdır. Meselâ, akraba mânasına: ile büyük su havuzu, sarnıç mânasına:
kelimesi ve çoğulları gibi. Diğer bir mânaya göre; müstakil bir mânada ittiba,
yani kelime uyumu demektir.
Senaya gelince, biri
med ile diğeri kasır ile olan iki lügati vardır. Hicaz'da çıkan bir bitkidir.
En iyisi Mekke'de yetişendir. Zararından emin olunan faydalı bir ilaçtır.
İtidale yakındır. Birinci derecede, sıcak ve kurudur. Safra ve sevdayı ishal
yapar. Kalbi kuvvetlendirir. İşte bu onun üstün durumudur. Hassası ise sevda
hümörünün çoğalmasıyla meydana gelen karasevda hastalığına faydasıdır.
Soğuktan veya bir hastalıktan dolayı deride meydana gelen yarıklara faydalıdır.
Kasları açar, saçlann çıkmasını sağlar. Karınca kene, eski başağrısı {sudâ-i
kadîm), uyuz, sivilce, kaşıntı ve saraya faydalıdır. Pişirilmiş suyunu içmek,
öğütülmüş suyunu içmekten daha sıhhîdir. Üç dirhem miktarı içme ölçüsüdür.
Suyundan içileceği zaman beş dirheme çıkarılır. Şayet onunla birlikte menekşe,
Acemler gibi çekilmiş kırmızı kuru üzüm de kaynatılırsa daha sağlıklı olur.
Râzî'der ki: Sena ve
şahtere otu yakıcı hümörleri ishal yapar. Uyuz ve kaşıntıya birebirdir. Her
birinden dört dirhemden yedi dirheme kadar çoğaltılarak alınır.
Sennût'a gelince, bu
hususta sekiz ayrı görüş vardır:
1— Bal
demektir.
2— Yağ
tulumunda sıkılmış üzüm demektir ki yağın üzerine siya! giler çıkarır. Bu izahı
Amr b. Bekr es-Seksekî yapmıştır.
3— Kimyona
benzer bir tohumdur. Bunu İbn el-Arabî [503]söylemiştir.
4— Kirmân'da çıkan kimyona bu ad verilir.
5— Râziyanc
otunun bir başka adıdır. Bu görüşü, Ebu Hanîfe ed-Dîneverî bazı bedevilerden
nakletmiştir.
6— Şebet'tir.[504]
7— Hurmadır.
Bu görüşü Hafız Ebu Bekir İbnü's-Sünnî ileri sürmüştür.
8— Yağ
tulumlarında olan baldır. Bu görüşü Abdüllatif el-Bağdadî rivayet etmiştir.
! Bazı doktorlar der
ki: Bu, mânaya daha yakın ve doğruya uygun olandır. Çünkü öğütülmüş sena
(sinameki) yağa karışmış bal ile karıştırıldıktan sonra yalanırsa; bu, yağ ile
balın sinamekiyi daha iyi ıslah etmesi ve ishale yardımcı olması bakımından tek
başına sinameki kullanmaktan daha sağlıklıdır. En doğrusunu Allah bilir.
Tirmizî ve diğer hadisçiler
İbn Abbas'tan merfû olarak yapılan rivayette şu hadisi kaydetmişlerdir:
"Tedavide kullandığınız ilaçların en iyisi, burun damlası (seût), şurup
(ledûd), hacamat ve müshil (mey)dir."[505]
Hadiste geçen "el-meşy" tabiatın ve mizacın tıkanıklığını giderici,
yumuşatıcı ve çıkarılacak olan fazla maddelerin kolayca çıkmasını sağlıyan bir
ilaç demektir. [506]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.), beden kaşıntısı ve bitlerden tevellüd eden kaşıntı konusundaki tutumu
şöyledir:
Sahîhayn'da Katâde,
Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini nakletmektedir:" Ra-sûlullah (s.a.),
Abdrurrahman b. Avf ile Zübeyr b. Avvâm'a (r. anhümâ) vüartlarında olan bir
kaşıntı sebebiyle ipek elbise giymelerine müsaade etmiştir."
Diğer bir rivayet de
şöyledir: "Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr b. Av-vâm (r. anhümâ),
Rasûlullah'a (s.a.) bir gazada, vücutlarını saran bitlerden mütevellid
kaşıntıdan şikâyet etmişlerdi. Rasûlullah (s.a.) da onların ipek giymelerine
müsaade etmişti. Ben onların ipek giydiklerini görmüşümdür."[507]
Bu hadis, biri fıkhî,
diğeri tıbbî iki inceliği içine almaktadır:
Fıkhı incelik şudur:
Rasülullah'm (s.a.) kesinleşen sünnetinin, ipek (elbise) kullanmanın mutlak
mânada kadınlara mubah, bir zaruret ve üstün bîr yarar olmaksızın erkeklere
mutlak mânada haram olmasıdır.
Erkeklerin zaruret
icabı olarak ipek elbise giymelerini meşru kılacak sebep, çok şiddetli bir
soğukta giyilecek; bir başka elbise bulunamadığı veya setr-i avret için
giyilecek bir başka elbise olmadığı zamandır. Bu zaruretlerden birisi de
vücutta bulunan uyuz, hastalık, kaşıntı ve Enes hadisinde görüldüğü gibi
vücudu bitlerin sarmasından dolayı meydana gelen hastalıktır ki bu (rivayet)
sahihtir.
İpek (elbise giymenin)
cevazı; Ahmed b. Hanbel'den yapılan iki rivayetten en sahih olanı, Şafiî'nin
iki görüşünden en sahih olanıdır. Çünkü bir hükümde asıl olan tahsis
olmamasıdır. Ümmetin bir kısmı hakkında bir ruhsatın sabit olması; bu durumun
kendisinde mevcut olması halinde herkese şamil olmasını gerektirir. Çünkü
umumî bir hüküm, sebebi umumî olduğundan umum bir mâna ifade eder.
İpek (elbise giymeyi)
caiz görmeyenler demişlerdir ki: İpek (kullanımını) haram kılan hadisler
umumîdir. Cevaz ifade eden hadis ise sadece Abdur-rahman b. Avf ve Zübeyr'e
hâstır. Bununla birlikte başkalanna da aynı tahsisin geçerli kılınması da
muhtemeldir. Fa"kat bir konuda iki ihtimal ortaya çıktığında, umumî olan
hükmü almak daha uygundur. İşte bu sebepten dolayıdır ki, hadisin bazı
râvileri bu hadis hakkında şunları söylemişlerdir: "Ben bu ruhsatın
onlardan başkalarına caiz olup olmadığını bilemiyorum."
Doğru olan görüş,
ruhsat ve cevazın umumî oluşudur. Çünkü şer'î hitap ifadelerindeki ıstılahı
(mânadan anlaşılan) tahsisin kesin olarak belirtildiğinde, kendisine cevaz
verilenlerden başkalarının bu hükme dahil olmamalarıdır. Nitekim sekiz dokuz
aylık keçiyi kurban olarak kesen Ebu Bürde'ye Allah Rasûlü (s.a.): "Bu
seferlik sana caiz olmuştur. Fakat senden sona hiç kimseye (bu yaştaki bir
hayvanı kurban olarak kesmek) caiz değildir." buyurmuştur.[508]
Yine Allah Teâlâ, kendisini Allah Rasûlü'ne (hiç mehirsiz olarak) hibe eden
biriyle evlenmesi konusunda: "Mü'minler hariç, sadece sana ait olmak üzere
(onunla evlenebilirsin.)-"[509]buyurmuştur.
İpek (elbise
kullanımının erkeklere) haram kılınması, sedd-i zerîa (kötülüğe giden yolu
kapamak) içindir. Bu sebepten dolayı kadınlara ve bir zaruret ve maslahat
icabı da erkeklere mubah kılınmıştır. Bu sedd-i zerîa için haram kılman bir
şeyin kaidesidir. Çünkü böyle bir haram zaruret ve maslahat icabı mubah
olabilir. Nitekim (kendisine helâl olmayan bir kadına) bakmak, bilfiil (zinaya)
sebep olacağından haram kılınmış, fakat bir zaruret ve maslahat icabı olarak
da mubah kılınmıştır. Yine mekruh vakitlerde nafile namaz kılmak, güneşe
tapanlara sureta benzemeye mani olmak için haram kılınmış, fakat bir maslahat
İcabı olduğunda mubah kılınmıştır. Yine riba'Ifadl, riben-nesîeye mâni
olacağından haram kılınmış; fakat arâyâda[510]
zaruretin gerektirdiği bir fazlalık mubah kılınmıştır. Biz, et-Tahbîr limâ
Yehıllu ve Yahru-mu Afin Libâsi'l-Harir adlı eserimizde, ipek elbiseyle ilgili
olarak haram ve helâl hususları genişçe açıkladık.
Tıbbî incelik: İpek,
hayvandan elde edilmiş ilaçlardandır. Bu sebepten de hayvanı ilaçlardan
sayılmıştır. Çünkü (hammaddesinin) çıkış yeri hayvandır. Faydaları çok, değeri
fazladır. Kalbi kuvvetlendirmesi, ferahlık vermesi, kalb hastalıklarından bir
çoğuna faydalı olması, mirretussevda (adındaki zararlı hümörün) fazlalaşması
ve bu sebepten meydana gelen hastalıklara faydalı olması onun (en önemli)
özelliklerindendir. İpek (karışımıyla birlikte) göze çekilen sürme, görme
gücünü kuvvetlendirir. Ham ipek —tıpta kullanılanı— birinci derecede sıcak ve
kuru (bir mizaca sahib)dur. İpeğin, birinci derecede sıcak ve nemli olduğunu
söyleyenler bulunduğu gibi, mutedil olduğunu söyleyenler de vardır.
Giyim olarak
kullanıldığında mizacında mutedil bir hararete sahiptir ve beleni ısıtır.
Çoğunlukla (yağh ve şişman olduğunda) bedende serin bir etki meydana getirir.
Râzî der ki: İbraysem
(en kaliteli ipek) ketenden daha sıcak, pamuktan daha soğuk (bir mizaca
sahip)tur. Eti ve kaba olan her elbiseyi besler. Çünkü ipek önce deriyi
zayıflatır, sonra sertleştirir. Bazan tersi de olur.,
Ben derim ki:
Elbiseler üç türlü özellik gösterir. Bir kısmı vücudu ısıtır ve hararet verir.
Bir kısmı hararet verir fakat ısıtmaz. Bir kısmı da ne ısıtır, ne de hararet
verir. Hararet vermeyip de sıcaklık veren bir kumaş yoktur. Çünkü sıcaklık
veren bir kumaşın öncelikle hararet vermesi gerekir. Deve veya tavşan
tüylerinden yapılan yünlerden (veber) ve koyun yünlerinden yapılan elbiseler,
hem ısıtır hem de hararet verir. Keten, ipek ve pamuk kumaşlar, hararet
vermekle birlikte ısıtmaz. Keten kumaşta soğuk ve kuru bir mizaç vardır. Koyun
yünü sıcak ve kurudur. Pamuk kumaşın harareti mutedildir. İpek elbise ise
pamuktan daha yumuşak ve hararet bakımından da daha az hararet vericidir.
Minhâc sahibi diyor
ki: İpekten yapılan elbise pamuk elbise gibi sıcaklık vermez. Bilâkis o
mutedildir. Her yumuşak olan elbise parlaktır. Vücuda en az sıcaklık veren
kumaş ipektir. Vücutta meydana gelen (hümör ve maddelerin) çözülmesine en az
yardımcı olan bir kumaştır. Daha çok yazın, sıcak bölgelerde giyilmesi
uygundur.
İpek elbise, işte bu
anlatıldığı şekilde olduğundan diğer kumaşlarda olan kuruluk ve kabalık
unsurları onda yoktur. Kaşıntıya faydalıdır. Çünkü kaşıntı insan vücudunda
ancak hararetten, kurulukten ve (elbisenin) kaba ve sert olmasından
kaynaklanır. İşte bu yüzdendir ki Allah Rasûlü (s.a,), Zü-beyr ve
Abdurrahman'a, kaşıntıyı geçirmesi için ipek elbise giyme müsaadesi vermiştir.
İpek elbisede, vücutta bit türemesine engel olan bir özellik vardır. Çünkü
ipekte, bit türemesine engel olan tam muhalif bir mizaç vardır.
Elbiselerin hem
hararet vermeyen, hem de ısıtmayan türü ise; demir, kurşun, odun, toprak ve
benzeri şeylerden yapılan elbiselerdir.
Soru: Şayet ipek
elbise kumaşların en mutedili ve vücuda en muvafık olanı ise; mükemmel ve
değerli olan, temiz-şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılan şeriat, niçin ipek
(elbise kullanımını erkeklere) haram kılmıştır?
Cevap: Bu soruya müslüman
grupların hepsi kendine göre bir cevap vermiştir.
Öncelikle şer'î emir
ve nehiyleri, hikmet ve illetlere bağlamayı reddedenlere göre böyle bir soruya
cevap vermek gerekmez. Çünkü onlara göre bir asıldan illet yoluyla çıkarılacak
bir kaide yoktur.
Ahkâmda illet ve
hikmeti bir asıl olarak kabul eden ekseri âlimlere göre bu suale cevap
verilebilir.
Onlardan bir kısmı
diyor ki: Şeriat ipek kullanımım nefisler sabretsin ve Allah için terketsinler
diye haram kılmıştır ki, öbür âlemde özellikle bunun karşılığında sevap
kazanmış olsunlar.
Bu görüşte olanlardan
bazıları da şöyle diyorlar: Aslında ipek kadınlar için yaratılmıştır. Altınla
süslenmek de bunun gibidir. Bu, erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemesi
mefsedetinin olmasından dolayı haram kılınmıştır.
Bir kısmı ise şöyle
diyor: İpek elbise giyiminde övünme, kendini büyük görme ve beğenme olduğundan
dolayı haram kılınmıştır.
Şöyle diyenler de
vardır: İpek elbise bedenle temasa geçtiğinde, erkekte kadınlık ve hünsâiaşma
(eşcinsellik) alâmetleri belirmeye başlaması sebebiyle haram kılınmıştır. Bu
aynı zamanda erkeklik, akıllılık ve zekiliğe zıd bir keyfiyettir. Çünkü ipek
elbise giyimi kalpte kadınlık vasıflarının yerleşmesini sağlar. Bu sebepten
de, çoğunlukla ipek elbise kullanan erkeklerin görünüşünde hünsâlik, kadınlık
belirtileri, gözden kaçmayacak bir şekilde kadınlarda bulunan gevşeklik ve
yumuşaklık görülür. Hatta kişi şayet halkın en akıllısı, erkeklik ve seçkinlik
bakımından üstün biri ise onun ipek elbise giymekten mutlaka kaçınması gerekir.
Şayet bu isteğini izale edemiyor, yoğun bir mizaca sahip ve bunu anlamakta
zorluk çekiyorsa hakîm olan sâri' teâlâ'ya teslim olsun. Bu sebepten iki
görüşün en sağlıklı olanı şudur: Velinin, çocuğunda kadınlık sıfatlarını
meydana getirecek şeyleri giydirmesi haramdır.
Nesâî'nin naklettiğine
göre Ebu Musa el-Eş'arî Hz. Peygamberdin (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Muhakkak ki Allah, ipek ve altını ümmetimin kadınlarına helâl,
erkeklerine haram kılmıştır." Diğer bir lâfız da şöyledir: "İpek elbise
ve altın ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helâl kılınmıştır."[511]
Sahih-i Buharfde, Huzeyfe'nin
şöyle dediği nakledilmiştir: Rasûlulİah (s.a.), ipek ve halis ipek (dîbâc)
elbise giyilmesini ve (sergi olarak serilip) üzerine oturulmasını yasakladı ve
şöyle buyurdu: "Bu, dünyalık olarak müşriklere, ahirette ise sadece size
helâl olacaktır."[512]
Rasûlullah'ın (s.a.)
zâtülcenb (pleurisy) hastalığının tedavisi hakkıkdaki tutumu şöyledir:
Tirmizî, C£mf inde
Zeyd b. Erkam'dan Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu naklediyor:
"Zâtülcenb hastalığını kust-ı bahrî[513] ve
zeytinyağı ile tedavi ediniz.[514]
Doktorlara göre
zâtülcenb: hakiki ve hakiki olmayan olarak ikiye ayrılır:
a) Hakiki zâtülcenb: Kaburga kemiklerinin iç
zarında (gişâ), vücudun yan iç taraflarında meydana gelen sıcak vereme
(iltihap, şişkinlik) bu ad verilir.
b) Hakiki
olmayan zâtülcenb: (Kaburgaların bulunduğu) bedenin yan taraflarında
hakikisine benzer ağrılar meydana gelir. Bunun sebebi, bir takım kalın ve eziyet
verici gaz ve yellerin (riyâh), görülen cildin altında mevcut olan iç derilerin
(sıfâkât) tıkanmasıdır. Bu durum insanda hakiki zâtülcenbin verdiği ağrılara
yakın bir ağrı meydana getirir. Yalnız bu ağrı devamlıdır, hakiki zâtülcenbin
ağrıları ise kesik kesik gelir.
Kanun sahibi (îbn
Sina) der ki: Yan taraflarda, alt deride (sı/âk),, göğüs kaslarında, kaburga
kemiklerinde ve çevrelerinde ciddi olarak eziyet ve sancı veren iltihaplanmalar
(verem) ânz olur. Bunlara; savsa, birsam ve zâtülcenb ismi verilir[515]
Bazan bu sayılan uzuvlarda, iltihaplanmadan meydana gelmeyen ağrılar da olur.
Bunların sebebi kalın gazlar ve yellerdir, fakat zâtül- j cenb olmadığı halde
zâtülcenb olduğu zannedilir.
Devamla diyor ki: Bil
ki, vücudun yan taraflarında (cenb) meydana ge-j len her türlü sancıya, ağrı
bölgesinden dolayı zâtülcenb denmiştir. Çünkü zâtülcenb demek, yan(îannda
ağrı) olan kişi demektir. Bundan kasıt, yan(lar-' da) hissedilen sancı ve ağn
demektir. Hangi sebepten olursa olsun yan tarafa' ânz olan her ağrıya bu isim
verilir. Hipokrat'm şu sözü de bu mânadadır: "Zâtülcenb hastalığına
tutulanlar yıkanma (hamam)dan faydalanırlar." BunJ dan kasıt, yanlarda
herhangi bir sebepten oluşan sancı, mizaç bozukluğu ve!
kalın hıltlar sebebiyle akciğerde veya
iltihaplanmadan ve hummadan olmayan bir incinmedir, diyenler de vardır.
Bazı doktorlar
demişlerdir ki: Yunancada zâtülcenb, sıcak-yan iltihabı mânasına gelmektedir.
İç uzuvların her birindeki iltihaba da bu ad verilir. Sadece sıcak bir iltihap
olduğundan bu uzvun iltihabına zâtülcenb denir.
Hakiki zâtülcenb
hastalığında beş belirti vardır: Humma (sancı), öksürük, kesik kesik vurucu
sancı, nefes darlığı ve nabzın minşarî olarak (destere dişi gibi inişli
çıkışlı?) atışı.
Hadiste geçen ilaç
tarifi bu kısma ait değil, fakat ikinci, hakiki olmayan, kalın gaz ve
yellerden oluşan kısma aittir. Çünkü, hadisin diğer rivayetlerinde (Ahmed b.
Hanbel) "ûd-i hindî" olarak da gelen kust-i bahrî, topalak (kust)
cinsinden bir bitkidir. Şayet yumuşak bir şekilde döğülür, ısıtılmış zeytinyağı
karıştırılır da gaz ve yellerin bulunduğu mevki bunlarla ovulur veya macun
halinde yalanırsa bu hastalığa muvafık, faydalı; zararlı hümörünü açıcı ve
giderici, iç uzuvları kuvvetlendirici, süddeleri açıcı bir ilaç elde edilmiş
olur. Yukarıda zikredilen ûd-i hindî de aynı etkiye sahiptir.
Müsebbihî[516] der
ki: Ûd ağacı, sıcak ve kurudur. Karnı tutarak kabız yapar. İç uzuvlara kuvvet
verir. Gaz ve yelleri çıkarır, süddeleri açar ve zâ-tülcenbe faydalıdır.
Vücuttaki rutubet fazlalığım giderir. Bu bitki ayrıca dimağ için de iyidir.
Devamla der ki: Kust-ı bahrî aynı zamanda, sebebi balgam hümörü ise özellikle
de hastalığın geçmeğe başladığı vakitte hakiki zâ-tülcenbe faydalıdır. En
doğrusunu Allah bilir.
Zâtülcenb, tehlikeli
hastalıklardandır. Sahih bir hadiste Ümmü Seleme (r. anha) şöyle anlatıyor:
Rasûlullah'ın (s.a.) hastalığı, önce Meymûne'nin (r. anha) evinde başlamıştı.
Hastalığı hafiflediği zamanlarda çıkar sahabîlere namaz kıldınrdı. Ağırlaştiğı
zamanlarda ise: "Ebu Bekr'e emredin de halka nunaz kıldırsın."
buyururdu. Rahatsızlığı, ağrı dolayısıyla şiddetlendiği bir sırada hanımları,
amcası Abbas, Ümmü'1-Fazl bt. Haris ve Esma bt. Umeys (r. anhum) Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yanında toplanmışlardı. (Tedavi için) bir ilaç verme [517]hususunda
İstişare yaptılar ve baygın bir halde iken ilacı verdiler. Ayıldığında Hz.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Bunu bana kim yaptı? Bu şuradan gelen
kadınların işidir!" Hz. Peygamber (s.a.) eli ile Habeşistan'a
doğru işaret ediyordu. Rasülullah'a Ümmü
Seleme ile Esma ilaç içirmişlerdi. Bundan dolayı dediler ki: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Zâtülcenb hastalığına yakalanmış olmandan endişelendik." Allah
Rasûlü (s.a.): "Bana ne ilacı verdiniz?" diye sorunca; "Ûd-i
hindî, biraz vers ve birkaç damla, zeytinyağı.'"cevabını verdiler. Bunun
üzerine Allah Rasûlü: "Allah beni bu hastalığa bulaştırmamıştır!"
buyurdu ve sonra şöyle ilave etti: "Amcam Abbas hariç, evde bulunanlardan
aynı ilacı (ceza olarak) içmeyecek kimse kalmamasına azmettim."[518]
Sahîhayn'da, Hz.
Âişe'nin (r. anha) şöyle anlattığı naklediliyor: "Rasû-iullah'a (s.a.)
ağzından ilaç vermiştik. Bana ilaç vermeyin diye işarette bulundu. Biz bunu,
hastanın ilaçtan hoşlanmadığında yaptığı bir hareket gibi olduğunu düşündük.
Ayıldığında (ilaç verdiğimizi anladı ve) şöyle buyurdu: "Sizi bana ilaç
vermekten menetmedim mi? (Bana ilaç verdiğinizde) aranızda bulunmadığından
dolayı amcam Abbas hariç hepiniz (bu) ilaçtan içeceksiniz.[519]
Ebu Ubeyd (Kasım b.
Sellâm), Asmaî'den şunları nakletmiştir: (Hadiste geçen) "ledûd"
kelimesi, ağzının her iki tarafının birinden bir insana bir şey içirme mânasına
geîir. demek, vadinin her iki tarafını tuttu demektir. "Kecör'Mse ağzın
ortasından su içirmek demektir.
Ben derim ki: Fetha
ile "ledûd", ağıza konan ilaç, "se'ût" ise burundan
verilen ilaç demektir.
Fıkhı bakımdan bu
hadis, şu hükümleri içermektedir: Bir cinayet işleyen kişi eşit şartlarda aynı
ile cezalandırılır. Bu, işlenen cürüm Allah hakkını da içine alan bir haram
olmadığı takdirdedir. Bu hükmün, on küsur delil ile kesin doğru bir hüküm
olduğunu bir başka yerde açıklamıştık. Aynı zamanda Ahmed b. Hanbel'in görüşü
olup râşid halifelerden de nakli sabittir. Bu kısas konusunun başlığı
"Tokat ve yumruk vurmanın karşılığı" şeklindedir. Bu bahiste, kesin
hiçbir muarızı olmayan birçok hadis nakledilmiştir. Böylece, bu görüşü
savunmak kesinleşmiş oluyor. [520]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) sudâ [521] ve şakîka [522]
hastalığının tedavisi konusundaki tutumu şöyledir:
İbn Mâce, Sünen'inde,
şahinliğinde şüphe olan şu hadisi rivayet etmiştir: Allah Rasûlü (s.a.)
başağrısına tutulduğunda başım kına otu ile kaplardı ve şöyle buyururdu:
"Kına otu Allah'ın izniyle sudâ'a faydalıdır."[523]
Suda: Başın bir kısmı
veya her tarafında hissedilen bir ağrıdır. Başın sadece birtarafında bir ağrı
hissedilirse buna "şaktka" denir. Şayet ağrı başın her tarafında
olursa, başın her tarafını kaplayan miğfere benzetilerek "beyda" ve
lihûde" denilir.[524]
Bazan da ağrı başın arkasında veya önünde olur.
Çeşitleri çok,
sebepleri ise başka başkadır. Başağnsının hakiki sebebi; baştan dışarı çıkmak
isteyen buharın dolaşıp gidecek bir menfez bulamaması
sebebiyle başın ısınması ve
ateşlenmesidir. Ateşlendiğinde başağnsı yapan cerahat ve irin gibi başta ağrı
oluşturur. Çünkü cerahatta da dışarı çıkma isteği ve irin vardır. Sıvı ve nemli
olan herşey ateşlendiğinde içinde bulunduğu yerden daha geniş bir yer bulmak
ister. Tüm beyine nüfuz etmek isteyen bu buhar dağılamıyor ve çözülemiyor da
beyinde dolaşmağa başlarsa buna seder[525]
(tansiyon düşüklüğü) denilir.
Suda birçok sebeplerle
oluşur. Bu sebeplerin dördü, dört tabiattan birinin çoğalmasıyla oluşmasıdır.
5. Midede olan cerahatlardan meydana gelir. Bu iltihaplanma sonucu başağnsı
oluşmasının sebebi, beyinden mideye inen sinirlerin birleşmesidir. 6. Midede
olan kalın gaz sebebiyle olur ki, beyine yükselir ve başağnsı yapar. 7. Mide
damarlarında olabilecek bir iltihaplanma, yaptığı mide ağrısıyla birlikte
başağnsı da oluşturur. Çünkü aralarında bir alâka vardır. 8. Mideye çok yemek
doldurmaktan hasıl olan başağrısıdır. Zamanla azalır, daha sonra çiğ
(hazmedilemeyen) şeyler kalır, başı ağırtır ve ağırlık verir. 9. Cinsî
münasebette beden sarsıldığından dolayı başağnsı arız olur. Bu sebepten bedende
sıcak hava normalden fazla oluşur. 10. Kusma ve istifradan sonra başağnsı
oluşur. Bu bazan kuruluğun galebesi, bazan da mideden beyine buharların
yükselmesiyle olur. 11. Şiddetli sıcak ve havanın ısınmasından dolayı başağnsı
olur. 12. Şiddetli soğuktan, beyinde buharların yoğunlaşması ve çözülmemesi
sebebiyle başağnsı meydana gelir. 13. Uykusuzluk ve az uyku uyumaktan meydana
gelir. 14. Kafanın sıkışması ve ağır bir şey taşıma sebebiyle meydana gelir.
15. Çok konuştuğunda dimağın kuv-1 vetinin bu yüzden zayıflaması neticesinde
meydana gelir. 16. Çok hareketlilik ve aşırı spor sebebiyle meydana gelir. 17.
Gam, tasa, hüzün, vesvese, bozuk fikir ve düşünceler gibi psikolojik (nefsânt)
sebeplerden meydana gelir. 18. Aşırı derecede aç kalma sebebiyle buharlar
yapacak bir şey bulamazlar, böylece çoğalır ve dimağa yükselirler ve ağrı
meydana getirirler. 19. Dimağdaki deride meydana gelen bir iltihaplanmadan
dolayı kişi başına çekiçlerle vurulduğunu zanneder. 20. Harareti, başı da
kapladığından humma hastalığının başağnsı yapması mümkündür. Allah, en
doğrusunu bilendir.
Yarım başağnsının
sebebi ise şudur: Başta bulunan atardamarlarda tek başına meydana gelen veya
buluşarak (kanda) gezen bir hümör başın iki tarafından zayıf olan tarafında
bulunur. Bu hümör bazan buhar bazan da, sıcak veya soğuk hırtlardan biri
olabilir. Hususî alâmeti, atardamarların atışı, özellikle de kanlarda olanıdır. Şayet sinirlerden
korunur ve kan içinde çalkalanmasına engel olunursa ağrı dindirilebilir.
Ebu Nuaym, Tıbbu
'n-Nebevî adlı kitabında; bu tür bir ağrı {şakîka) Ra-sûlullah'a (s.a.) arız
olmuş ve geçmeyip bir iki gün devam etmiştir, diye nak-letmiştir.
Yine aynı kitapta İbn
Abbas'ın (r.a.) şöyle dediği naklediliyor: "Allah Rasûlü (s.a.) başını bir
sargı ile sarmış olduğu halde bize hutbe okumuştu."
Buharî'nin Sahih'inde
Allah Rasûlü'nün (s.a.) vefatından önceki hastalığında: "Vay,
başim!"[526]dediği rivayet
edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.), hastalığında başını sarardı. Başı sarmak,
şakîka ve diğer başağnlarına faydalıdır.
Tedavisi, çeşitleri ve
sebeplerine göre değişmektedir. Bir çeşidi istifra ile, diğeri yemek yeme ile,
bir başkası İstirahat ve dinlenme ile, daha başkası sargı sararak, diğeri başı
soğutarak, bir çeşidi ısıtarak, bir başkası gürültüden ve aşın hareketten
kaçınarak tedavi edilir.
Bu anlaşıldığı takdirde,
hadiste yer alan başağrısı tedavisinin kına otu ile yapılması, bu başağrısının
cüzî (kısmî) olduğunu ve küllî olmadığını gösterir. Bu kına otu ile tedavi,
başağrısı çeşitlerinden birinin tedavisidir. Çünkü, başağrısı alevli bir
ateşlenmeden dolayı olup (zararlı) bir hümör sebebiyle değilse istifra
gereklidir. Buna da kına otu belirgin bir fayda sağlar. Kına otu öğütülür,
sirke ile karıştırılarak alna sargı yapılırsa başağnsım geçirir. Sargı
yapılarak sarıldığında, ayrıca sinirlere uygun bir kuvvet de oluşur. Tüm
ağrılar sakinleşir. Bu tür tedavi sadece başağnsma ait olmayıp tüm uzuvlar için
geçerlidir. Uzuvların bağlandığı peklikte oluşur. Şayet ateşli iltihap bu
ilaçla sarıhrsa ateşi diner.
Buharı, Tarihlinde,
Ebu Davud Sünen* inde rivayet ettiklerine göre, Allah Rasûlü'ne her kim
başağrısından dolayı müracaat etti ise ona: "Hacamat yap!"; her kim
ayaklarında bir ağrıdan dolayı müracaat etti ise ona da:
na otu ile sargı
yap!" emrini vermiştir.[527]
Tirmizî, Rasûlullah'm
(s.a.) hizmetçilerinden Ümmü Rafı' Selma'dan şunları rivayet etmiştir:
"Rasûlullah'a (s.a.) herhangi bir yara, çıban veya diken yarası isabet
ettiğinde mutlaka yaranın üzerine kına otu koyardı."[528]
Kına otu, birinci
derecede soğuk, ikinci derecede kuru mizaca sahip bir bitkidir. Kına ağacı ve
dallarında açıcı bir kuvvetle karışık sıvı bir öz mevcuttur. Mutedil bir
sıcaklıktadır. Topraktan soğuk bir öz ihtiva ettiği için, tutucu bir kuvvete
sahiptir. Faydalarından bazısı şunlardır:,Kına, ateş yanıklarına faydalı bir
açıcıdır. Sarıldığında sinirlere uygun bir kuvvet ihtiva eder. Ağıza alınıp
çiğnendiğinde ağız yaralarına dilde ve diş etlerinde çıkan sivilcelere (sü-Iâk)[529]
faydalıdır. Çocukların ağızlarında çıkan külâ'ı[530]
geçirir. Kına ile sargı sarmak ateşli şişkinliklere faydalıdır. Cerahatlarda
dem-i ehaveyn'int[531]
etki ve tesirini yapar. Bu kınanın yaprağı süzülmüş mum ve gülyağı ile karıştırıldığında,
yanlarda hissedilen ağrılara faydalıdır.
Özelliklerinden
bazıları: Çocukta çiçek hastalığı başladığında, çocuğun ayak tabanları kına otu
ile sarıhrsa, çiçekten dolayı gözlerinde bir şey çıkmasından emin olunur. Bu
tecrübe de edilmiş doğru bir hükümdür. Kınanın çiçeği yün elbisenin içine
konulursa güzel koku yayar ve elbiseye güvenin girmesine mâni olur. Kına
yaprağı tatlı bir suda bekletilirse suyu çokça emer. Daha sonra sıkılarak
özünden elde edilen su, her gün on dirhem şeker ile birlikte yirmi dirhem
olarak, kırk gün içilir, gıda olarak da, kuzu eti verilirse, kendisinde mevcut
ilginç özellikten dolayı çüzzamin başlamasına engel olur.
Rivayet edildiğine
göre, bir adamın el tırnaklarında çatlama başlamıştı. Bunun üzerine,
hastalığını geçirecek olana ödül vaad etmişti. Fakat kimseyi
bulamadı. Ona bir kadın, on gün kına
(suyu) içmesini tavsiye etti, fakat adam netice elde edemedi. Bunun üzerine
kına (yaprağım) bir suda bekleterek (özünü, sıktıktan sonra) içti. İyileşmeğe
başladı ve tırnakları eski güzelliğine kavuştu.
Kına, macun hale
getirilerek tırnaklara yakılırsa, tırnaklan güzelleştirir ve sağlıklı olmasını
sağlar. Şayet, eritilmiş sade yağ (simn) ile macun haline getirilir ve sarı su
çıkaran iltihap ve cerahatların kalıntıları, bununla sargı yapılıp
sarıldığında yaraların geçmesine ve müzmin yaraya dönüşmüş uyuza da açıkça
faydalı olur. Kına, saçların bitmesi, kuvvetlenmesi ve güzelleşmesini sağlar.
(Saça yakılanJana) başı kuvvetlendirir. Ayakta, baldırda ve tüm bedende çıkan
sivilcelere ve içi cerahatli sivilcelere faydalıdır. [532]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) hastalara, istemedikleri yiyecek ve içecekleri vermemekle ve onlan
yemeğe zorlamamakla tedavi konusundaki tutumu şöyledir:
Tirmizî Câm/Mnde ve
İbn Mâce (Sözen'inde), Ukbe b. Âmir el-Cühenî*nin Allah Rasûlü'nden şöyle
buyurduğu rivayetini nakietmişlerdir: "Hastalarınızı yemeğe ve içmeğe
zorlamayanız. Çünkü onlara Allah azze ve celle yediriyor ve içiriyor. "[533]
Bazı faziletli
doktorlar demişlerdir ki: Bu Peygamberi sözde, ilahî hikmetler, özellikle de
doktorlar için ne kadar çok faydalar gizlidir. Çünkü, hastanın, yemek ve
içmekten kesilmesi, tabiatın (vücudun) hastalıkla mücadele ile meşgul olması
veya iştahı kesilmesi veya vücudun tabiî hararetinin azalması veya sönmesi
sebebiyledir. Nasıl olursa olsun, bu durumda hastaya gıda vermek doğru
değildir.
Bil ki, açlık;
uzuvların gıda istemesi demektir. Kaybedilen gücün uzuvlara gelmesi içindir.
Uzak olan uzuvlar, yakın olan uzuvları ta mideye varıncaya kadar etki altında
bırakırlar. Bunun sonucunda insan açlığını hisseder ve gıda ister. Fakat
hastalandığında; tabiat, hastalık meydana getiren madde (hümör) ile meşgul olup
onu pişirip dışarı atmakla uğraştığından yemek ve içmekten uzaklaşır. Bu halde
iken yemeğe zorlanırsa, tabiat yapmakta olduğu faaliyeti durdurmak zorunda
kalır ve alman yemeğin hazmı ve özümsenmesiyle uğraştığından, hastalık veren
maddeyi (hümörü) pişirme ve dışarı atmaktan geri kalır. Bu hastanın özellikle
buhran vakitlerinde veya tabii sıcaklığın zayıfladığı veya söndüğü vakitlerde
zararına sebep olur. Musibetin ço-1 ğalması ve düşülen durumun daha fena
etkisine yol açar. Bu sırada hastanın | tabiatını rahatsız etmeden, sadece
kuvvetini muhafaza edecek şeyler verilir.( Bunlar da içileceklerden ve
gıdaların kıvamı hoş olanlarından , leynufer,[534]
elma, taze gülden imal edilen şurup gibi mutedil mizaçlı içeceklerdir. Gıda-j
lardan da sadece, mutedil temiz tavuk çorbası verilir. Uygun kokularla, mut- i
luluk veren haberlerle kuvvetlerinin canlanması sağlanır. Çünkü doktor, has-|
tanın tabiatının hizmetçisi ve yardimcısıdır, alıkoyucusu ve geciktiricisi
değildir,
Şunu bil ki, bedenin
gıdası taze kandır. Balgam olgunlaşmamış kan olupı kısmen pişmiştir. Bazı
hastalann bedeninde balgam çoğalır, gıda da alınmazsa, | tabiat balgama
meyleder, balgamı pişirir ve kıvama getirir ve onu kana çevi-j rir. Böylece
uzuvlar da gıdalanmış olur. Başka bir^eye gerek kalmaz. Tabi-j at, Cenâb-ı
Hakk'ın, bedeni yönetmesi, muhafazası ve sağlığını yaşadığı müddetçe koruması
için görevlendirdiği bir kuvvettir.
Bil ki, nadiren de
olsa bazan hastayı yemeğe ve içmeğe zorlamak gerekir. Bu genellikle beraberinde
şuursuzluk ve hafıza zayıflığı da getiren hastalıklarda zaruridir. Bu son
görüşe göre, hadis-i şerifi, ya husus ifade eden âm olarak veya bir delil ile
kayıtlanabilen mutlak mânada anlamak gerekir. Hadis, bir hastanın, sağlam bir
insanın tahammül edemeyeceği kadar, günlerce! gıda almadan yaşayabilmesi
nüktesini içermektedir.
"Allah onu
yedirir ve içirir." denilmesinde doktorlann dediklerinden daha başka latif
bir incelik vardır ki, bunu ancak kalblere ve ruhlara âşinâ olanlar, ve onların
bedenin tabiatına olan tesiri, tabiatın onlardan etkilenmesi, çoğun^ hıkla da
tabiattan ruhların etkilenmesini bilenler anlayabilirler. Biz onlara da|
işaret'ederek deriz ki: Nefsin (ruh) sevdiği ya da sevmediği veya korktuğu biri
şeyle meşgul olacak bir hadise meydana geldiğinde, kişi yeme ve içmeden kej
silir ve bu esnada ne açlık ne de susuzluk, hatta ne sıcaklık ne de soğukluk
hisseder. Hatta şiddetli eziyet veren ağrıları da hissedemez hale gelir. Bu dut
rumu veya bunun bir kısmım içinden hisseden herhangi bir kimse, şayet etki
altında kaldıysa açlığın verdiği rahatsızlığı hissetmez. Eğer kişinin içine
düşf tüğü durum, kuvvetli bir şekilde sevinç verecek bir şey ise, bu güç onun
için gıda yerine geçer ve onunla doyar. Kuvvetler toparlanır, daha sonra da
zaryıflar. Cesedde kan hümörü çoğalır. Hatta yüzünde belli olur. Yüzü (nde kan)
parlar. Kan fazlalığı tüm vücutta zahir olur. Çünkü sevinç, kalpdeki kanın
çoğalmasını, böylece damarlara (hızlıca) gönderilmesini ve damarların da kanla dolmasını
sağlar. Uzuvlar ise ihtiyacı olan kam elde ettiğinden mutad olan gıdadan
istifadeyi istemez. Tabiat da böyledir. İnsan tabiatı sevdiği bir şeyi elde
ettiğinde başka şeylere ihtiyacı olsa da iltifat etmez.
Fakat içine düştüğü bu
durum elem, hüzün ve korku veren bir hadise ise, kendisim onunla savaşmaya, onu
mukavemet etmeye, ona karşı müdafaaya verdiğinden, gıda almaktan kesilir. Bu
savaş halinde iken yeme ve içmeden uzaktır. Şayet bu savaşı kazanırsa
kuvvetleri toparlanır, yeme ve içmeden uzaklaştığı için kaybetmiş olduğu
enerjiyi elde edebilir. Fakat, bu savaşını kaybeder ve mağlub düşerse, tüm
toparlamış olduğu gücünü yitirir. Eğer aralarındaki bu savaş nöbet nöbet
birinin kazanması, diğerinin kaybetmesi şeklinde birinden ötekine değişip duruyorsa,
kişinin gücü bir geliyordur, bir gidiyordur. Özetle; aralarındaki bu savaş, iki
düşman savaşçının dışanda yaptıkları savaş gibidir ki, galip olan kazanmış,
mağlub olan ya ölmüş, ya yaralanmış veya esir düşmüştür.
Hastanın, Allah
Teâlâ'dan umduğu bir yardım vardır ki bu, yukarıda doktorların izah etmiş
oiduğu kan ile gıdalanmadan çok başkadır. Bu yardımın ulaşması hastanın,
Allah'ın huzurunda zafiyetini, aczini, kınk gönüllülüğünü ve uzaklığını
hissetmesine bağlıdır. Bu duygu onu Allah'a yaklaştıracaktır. Çünkü bir kul,
en çok kalbi kırık olduğu zamanlarda kendini Allah'a yakın hisseder. Bu esnada
Rabbinin rahmeti ona daha yakındır. Şayet Allah'ın velî bir kulu ise, bu kalbî
gıdalarla tabiatının ihtiyacı olan gıdaları elde etmiş, tabiatın kuvvetleri de
daha güçlü bir şekilde toparlanmış olur. Her ne zaman Rabbine olan imanı,
sevgisi, ünsiyeti ve sevinci kuvvetlenirse, Rabbi-ne olan yakîni kuvvetlenmiş,
O'na kavuşma şevki, O'ndan gelen her şeye ra-zıl.ğı artmış olursa; (bu
hasta)nın nefsinde bulacağı gücün ne tarifi yapılabilir, ne bir doktor bunu
açıklayabilir, ne de bir bilgi buna ulaşabilir!
Bu mânayı anlamakta ve
tasdik etmekte kimin tabiatı katılaşıyor ve ruhu incelmiyorsa, maddî suretlere
âşık olup da âşık olduğu resme, şöhrete, mala veya ilme olan sevgiyle kalpleri
dolan birçok insanın haline baksın. Halk, bu kişilerdeki gariplikleri hem
kendilerinde, hem de başkalarında çokça mü-şahade etmiştir.
Sahih'dç rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber'in (s.a.), günleri bilinmeyecek sayıda hiç iftar
etmeden oruç tuttuğu, fakat ashabını bu şekilde oruçtan sakındırdığı sabittir.
Şöyle buyurmuştur: "Ben sizin gibi değilim. Muhakkak ki ben; Rabbimin
katında gecelerim ve, O beni yedirir ve içirir."[535]
Şu bîr gerçek ki bu
yeme ve içme, insanın ağzıyla yediği yemek değildir. Aksi halde devamlı olamaz.
İkisi arasındaki fark tahakkuk etmez, üstelik oruçlu da olmamış olur. Çünkü
"Rabbim beni yedirir ve içirir olduğu halde gecelerim." buyurmuştur.
Yine O'nun ile
ashabın, yemek yemeden oruca devam etmeleri arasında fark vardır. Allah
Rasûlü'nün (s.a.), onların güçlerinin yetmeyeceği (sürede orucu uzatmaya) gücü
yeter. Şayet Allah Rasûlü (s.a.) ağzıyla yiyip içse idi; "Ben sizin gibi
değilim." demezdi. Hadisteki bu inceliği; ruhların ve kalplerin
gıdasından, tabiatın kuvvetlerine olan tesiri ve toparlanmasından, cisma-nî
gıdanın tesirinden daha fazla gıdalanmasından nasibi az olan kişi de anlamıştır.
Doğruyu bulmaya muvaffak kılan Allah'tır. [536]
Allah Rasûlü'nün (s.a.)
uzra (anjin) hastalığının tedavisi ve seût (bur dan ilaç verme) hakkındaki
tutumu şöyledir:
Sahîhayn'da.,
Rasûlullah'm (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "En sağlıklı
tedavi yöntemi hacamat (kan aldırma) ve kust-ı bahridir. Anjinden dolayı, (bademciklerini)
sıkarak çocuklarınıza azab etmeyiniz. "[537]
Sünen ve Müsned'de,
Câbir b. Abdullah'ın şöyle anlattığı rivayet edilir: Rasûlullah (s.a.), Hz.
Âişe'nin (odasına) girdiğinde, Âişe'nin yanında, burun deliklerinden kan
boşalmakta olan bir çocuk gördü. Allah Rasûlü (s.a.): "Bu nedir?"
diye sorunca, onlar: "Anjini var veya başında bir ağrısı var." diye
cevap verdiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Çok yazık! Çocuklarınızı
(böyle bekleyerek) ölüme (terketmeyiniz!) Herhangi bir kadın, şayet çocuğu
anjin olur veya başında bir ağrı olursa, hemen kust-ı hindî alsın ve onu su ile
çitilesin, sonra da ilacı çocuğa burnundan (damlatarak) zerketsin." Bunun
üzerine Hz. Âişe'nin isteğiyle, çocuk için ilaç hazırlandı. Tarif edildiği
şekilde çocuğa ilaç verilince, hasta çocuk iyileşti.[538]
Ebu Ubeyd (Kasım b.
Sellâm), Ebu Ubeyde'den şunları nakletmiştir: Uzra, boğazda, kandan dolayı
meydana gelen bir hareketlenmedir. Devamlı olduğu takdirde bu böyledir.
Deniliyor ki: Uzra, anjine tutulmuş kişi demektir. Uzra; boğaz ile kulak
arasında çıkan bir cerahat, yaradır; çoğunlukla çocuklarda olur, diyenler de
vardır.
Uzra (anjin)
tedavisinde burundan verilecek olan ilaç ufalanmış kust-ı bahrî ile faydalıdır.
Çünkü uzranın maddesi, kendisine balgam galebe çalmış olan kan ihtiva
etmektedir. Fakat ekseriyetle çocukların vücutlarında bu durum meydana gelir.
Kust-i bahrîde, küçük dili kuvvetlendirip yerine yerleşmesini sağlayacak
şekilde kurutma özelliği vardır. Kust-ı bahrînin bu hastalığa olan faydası onun
bir özelliğidir. Sıcak hastalıklara da faydalıdır. Sıcak hastalıklar ise bazan
bizzat sıcak, bazan da ânzî olarak sıcaktır. Kanun sahibi (İbn Sina), küçük
dil düşmesi hastalığının tedavisinde; şebb-i yemanî ve Merv(de yetişen bir kuru
ot) tohumu ile karıştırılan kust-ı bahrî kullanılması gerektiğini belirtmiştir.
Hadiste zikredilen
kust-ı bahrî, ûd-i hindî ile aynı şeydir. (Yalnız) kust-ı bahrî, ûd-i hindiden
daha beyazdır ve tatlıdır. Çok çeşitli faydaları vardır. Araplar, çocuklarının
küçük dillerini elleriyle ovarak ve ilacı yapıştırarak tedavi ederlerdi. Ûd-i
hindî de çocukların (küçük dillerine) yapıştırdıkları bir şeydir. Bu şekilde
tedavi etmeden Allah Rasûlü, Arapları nehyetti ve onlara, çocuklar için en
faydalı ve en kolay olan (burundan ilaç verme şeklinde) bir tedaviyi tavsiye
etti.
Seüt, burundan ilaç
vermek demektir. Bu yolla verilen ilaçlar, müfred ve mürekkep olarak öğütülen,
elenen, macun yapılan ve kurutulan ilaçlardan yapılıp, kullanılmak
gerektiğinde su ile açılır ve sırt üstü yatarak başını omuzları arasından
geriye doğru bıraktığı halde kişinin burnundan verilir. Böylece burundan
verilen ilaç dimağa ulaşır ve aksırma ile hastalığın dışan çıkması sağlanır.
Gerektiğinde burundan tedavi olmayı Rasûlullah (s.a.) tavsiye etmiştir. Ebu Davud'un
Sünen'inde zikredildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.), burnundan ilaç almıştır.[539]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) kalp rahatsızlığının (mef'ûd) tedavisi hususundaki tutumu şöyledir:
Ebu Davud, Sünen'inde,
Mücâhid kanalıyla Sa'd'ın şöyle dediğini nakletmiştir: Hastalanmıştım.
Rasûlullah (s.a.) (hastalığım için) benim ziyaretime geldi ve serinliğini
kalbimin üstünde hissedene kadar mübarek elini göğsüme koydu. Daha sonra bana
şöyle bir tavsiyede bulundu: "Sen kalbinden rahatsız olan birisin. Sakîf
kabilesinden olan Haris b. Kelede'ye[540]
(muayene olmak için) bir git. Çünkü o doktordur. Bununla birlikte iyi Medine
hurmasından (acve) yedi adet al ve onları çekirdekleriyle birlikte öğüterek
bulamaç yap. Daha sonra da onları ağızından alırsın."[541]
Mef'ûd: Kalbi rahatsız
olan kişi demektir. Karnından rahatsız olankişiye mabtûn dendiği gibi kalbinden
şikayetçi olana da mef'ûd denir. Ledûd: Ağzın bir yanından kişiye içirilen şeye
denir.
Hurmada bu hastalığa
karşı ilginç bir özellik vardır. Özellikle de Medine hurmasında. Medine
hurmasının da acve cinsinde. Yedi adet olmasında ise ancak vahiyle
bilinebilecek başka bir özellik vardır.
Sahîhayn'da, Âmir b.
Sa'd b. Ebî Vakkas'ın babasından yaptığı bir rivayette Allah Rasûlü (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Kim her gün sabahları (âç karnına) Âliye'de[542]
yetişen hurmadan yedi tane yerse, o gün içinde o kimseye zehir ve sihir zarar
vermez."
Hadisin diğer bir
lâfzı ise şöyledir: "Her kim sabahladığında Medîne'r nin iki taşlığı
arasında yetişen hurmalardan yedi tane yerse, akşama kaddr o kişiye zehir zafar
vermez."[543]
Hurma, ikinci derecede
sıcak, birinci derecede kuru bir maddedir. Birinci derecede nemli bir madde
olduğu da, mutedil olduğu da söylenmiştir. Kıymetli bir gıdadır. Özellikle
devamlı yemeyi âdet haline getirenlerin sağlığını koruma özelliği vardır.
Medine'de ve diğer bölgelerde yaşayanlarda böyledir. Hurma; sıcaklığı ikinci
derecede olan sıcak ve soğuk bölgelerde yaşayanlar için gıdaların en
kıymetlisidir. Soğuk bölgelerde oturanların iç yapıları (batın) sıcak ve sıcak
bölgelerde oturanların iç yapıları soğuk olması sebebiyle hurma, sıcak bölge
insanına daha faydalı ve etkilidir. Bu sebepten dolayı, Hicaz, Yemen, Tâif ve
bunların iklimine benzer iklimlerde yaşayanlar, hurma ve bala diğerlerinden
daha fazla alışıktırlar. Nitekim biz onların yemeklerine, başkalarınınkinden
on kat veya daha fazla karabiber (fülfüf) ve zencefil kökü kattıklarını
görüyoruz. Başkaları tatlı yedikleri gibi onlar zencefil kökünü yerler. Bu
âdetin onların arasında bir rivayetin yayılmağa devam etmesi gibi yaşadığını
gördüm. İç uzuvları soğuk tabiatta olması ve hararetin bedenlerinin dışına
vurması sebebiyle, alışmış oldukları bu gıdalar onlara uygun ve zararsızdır.
Bu aynen, yazın kuyu sularının soğuması kışın da ısınması gibidir. Aynı şekilde
kışın alınan katı gıdalar sebebiyle midede, yazın oluşturulamayan hararet ve
pişme meydana gelir.
Medine halkı için
hurma, neredeyse başkalarının buğdayı kadar önemlidir. Hurma Medineliîerİn
azığı ve gıda maddesidir. Âlİye'de yetişen hurma ise hurma cinslerinin en
iyisidir. Çünkü bu hurmanın yapısı güçlü, tadı lezzetli ve gerçekten tatlıdır.
Hurma; hem gıdalar, hem ilaçlar, hem de meyveler cinsine dahildir. Tüm
bedenlere muvafık bir özelliğe sahiptir. Vücut sıcaklığını güçlendirir.
Zararlı ve fuzuli maddeleri ihtiva eden diğer gıdalar ve meyveler gibi
lüzumsuz fazlalıklar meydana getirmez. Aksine, alışkanlık haline getirdiğinden
dolayı, vücutta mevcut hümörleri (ahlat) çürüme ve bozulma ile karşılaşan
kimseye hurma yasaklanır.
Bu hadisteki hitab,
kendisiyle husus kastedilen bir umum mâna ifade eder. Bu da Medine ve civannda
yerleşmiş olanlar içindir. Şüphesiz, bölgelerin birçok değişik faydalan ihtiva
eden ilaçlan vardır ki bunlar, bir başka yerde kullanıldığında aynı faydayı
temin etmez. Böylece bu bölgede yetişen ilaç bu bölgede (meydana gelen)
hastalığa faydalıdır. Şayet ilaç başka bir bölgede yetişmiş îe, bu ilaca o
bölgenin toprağı veya havası veya her ikisinin birlikte olan etkisi sözkonusu
olduğundan, başka bölgedeki hastalığa şifa olamaz. Çünkü yeryüzünde insan
tabiatının farklı olması gibi, çeşitli özellikler ve tabiatlar vardır. Bir
kısım bölgelerde gıda ve yiyecek olan birçok bitki, bir başka yerde öldürücü
zehir etkisi gösterir. Çünkü nice ilaçlar vardır ki diğer insanlar için
gıdadır. Yine nice ilaçlar vardır ki birtakım insanların bir tür hastalığına,
diğerlerinin ise bir başka hastalığına şifadır. Şehirlilerin ilaçları
başkaja-nnın ilaçlarına uyum sağlamadığı gibi, fayda da sağlamaz.
Hadiste yedi adet
denmesindeki özellik hem sayı açısından hem de şer'i açıdan şöyledir: Allah
Teâlâ gökleri yedi, yerleri yedi, günleri yedi olarak yaratmıştır. İnsanın
yaradılışını yedi dönemde tamamlamıştır. Allah kullarına (Kabe'yi) yedi defa
tavaf etmelerini, Safa ile Merve arasında yedi defa sa'y yapmalarını, şeytan
taşlamayı yedişer yedişer yapmayı, bayram namazlarının birinci rekâtlarında
yedi tekbir getirilmesini meşru kılmıştır. Rasûİullah (s.a.) buyurmuştur ki:
"(Çocuklara) yedi yaşına bastıklarında namaz kılmalarını emredin!"[544]
Yine şöyle buyurmuştur: "Annesi ile babası boşanan bir çocuk yedi yaşında
ise, ikisi arasında muhayyer bırakılır." Diğer bir rivayette:
"Babası, annesinden daha uygundur." Üçüncü bir rivayette ise;
"Annesinde kalması daha uygundur." denilmiştir.[545]
Rasûİullah (s.a.), vefat ettiği hastalığında, üzerine yedi kırba su
dökülmesini emretmiştir.[546]
Allah Teâlâ Âd kavmine yedi gece rüzgâr musallat etmiştir.[547]
Allah Rasûlü (s.a.), müşrik Araplara karşı Allah'ın müslümanlara yardım etmesi
için, Hz. Yusuf'un (a.s.) kavmine yedi sene (kıtlık vermesi gibi) kıtlık vermesi
için beddua etmiştir[548]
Allah Teâlâ, sadaka veren kişinin verdiği bir sadakayı, her bir tohumundan
yedi başak, her başağından da yüz tane veren bir bitkinin artışı gibi kat kat
mükâfatlandıracağını belirtmiştir. Hz. Yusuf'un (a.s.) hükümdarı olan
melikin rüyasında gördüğü başakların
adedi yedidir.[549] Hz.
Yusuf'un (a.s.) kavminin ard arda ekin ekecekleri senelerin adedi de yedidir.[550]
Sadakanın (sevabı kişinin ihlâsına göre) yedi yüz katından daha fazla katlarına
kadar, kat kat çoğalır. Bu ümmetten cennete sorgu sual olmaksızın girecek olan
mü'-minlerin adedi de yetmiş bindir.
Hiç şüphesiz bu (yedi
sayısında) diğerlerinde bulunmayan bir Özellik vardır. Çünkü yedi sayısı,
sayıdaki tüm mânaları ve özellikleri ihtiva etmektedir. Şöyle ki, sayı ya
çifttir veya tekdir. Çift, bir ve ikidir, tek de böyledir. Bu; bir çift-iki
çift, bir tek-iki tek dört mertebedir. Bu cfört mertebe yedi sayısından daha
az bir rakamda birleşmez. Böylece yedi rakamı bu dört mertebeyi de içine
alabilecek şekilde kâmil ve toplayıcıdır. Yani, çift ve tek, birler ve ikiler,
birinci tekten kasdımız, üç; ikincisinden kastımız, beştir. Birinci çiftten,
ikiyi, ikincisinden de dördü kastediyoruz.
Doktorlar da bu yedi
rakamına çok itina göstermişlerdir. Özellikle de buhranların meydana geldiği
hallerde.
Hipokrat der ki:
"Bu âlemde mevcut olan her şey, yedi kısımda takdir edilmiştir. Yıldızlar
yedidir. Günler yedidir. İnsanların yaş mertebeleri yedidir: Birincisi, yedi
yaşına kadar olan çocukluk (tıfi) dönemi. Sonra, on dört yaşına kadar olan
(sabî) dönem. Sonra erginlik çağı, (mürâhik). Sonra gençlik (şâb). Sonra otuz
ile elli yaşı arası olan olgunluk çağı (küht). Sonra elli yaşı çağı, yaşlılık
{şeyh). En son ölene kadar olan kocama çağı (herem)." Bu şekilde yediyle
tahdidlenmesindeki hikmet ve hükümdeki sebebi ancak Allah bilir. Acaba
hadisteki yedi tabiri de bu mânada mı, yoksa değil mi?
Bu sayının, aynı
bölgenin, aynı toprağın aynı hurmasının zehirlenme ve sihire faydalı olması
konusunda, doğru olmadığı iddia edildiği noktada şayet bu tarifi, Hipokrat,
Calinus ve diğer doktorlar söylemiş olsa, zamanın doktorları hemen bu söze
kabul, iz'an ve inkıyad ile bakarlar. Halbuki bu gerçeği ileri süren doktor,
bu hakikata ilhamla tahmin ile ve zan ile ulaşmıştır. O halde, sözlerinin hepsi
yakîn ile, kesinlikle, delille ve vahiy ile olan bir Pey-gamber'in ileri
sürdüğü şeylerin daha öncelikle kabul ve teslim ile telakki edilmesi ve itiraz
edilmemesi gerekir. Zehirlenmelere karşı önerilen ilaçlar bazan keyfiyet ile
bazan da birçok taş, cevher ve yakutlarda olan havas gibi bir özellikle elde
edilir.
Hadiste zikredilen
hurma, bir kısım zehirlenmelere karşı bir ilaç duru-mundadır. Bu görüşe göre
hadisin, husus gösteren âm (genel) bir hüküm ifade ettiği ortaya çıkar.
Hurmadaki bu etki bu bölgenin bir özelliği olabilir. Bu özel toprak her türlü
zehire etki edebilir. Fakat burada açıklanması zaruri bir konu vardır; bir
hastanın ilaçtan faydalanmasının (ilk) şartı onu kabul etmesi ve faydasına
inanmasıdır. Şayet böyle olursa tabiatı o ilacı kabul eder ve hastalığın
giderilmesine yardım etmiş olur. Şu bir gerçek ki, birçok tedavi ■türü
(kuvvetli) inançla ilacı kabullenme ile-ve tedaviyi olgun ve uygun karşılamakla
gerçekleştiriliyor. Bu hususta halk çok garip şeyleri müşahede etmiştir. Zira
tabiat, ilacı kabullenmekle güçlenir, ruh (nefis) onunla ferahlarsa, kuvvet
gelir ve tabiatın gücü artar. Vücut sıcaklığı ortaya çıkar ve hastalığın yok
edilmesine yardımcı olur. Aksi halde, bu hastalık için faydalı olabilecek birçok
ilacın etkisi, hastanın inancı olmadığından kesilir. Tabiatın bu ilaçlan
kabullenmemesi halinde hiçbir şey fayda vermez. Bu konuda; ilaçların, şifaların
en büyüğünü, kalblere ve bedenlere, dünyaya ve âhirete en faydalı olanını
düşün! O da, her türlü hastalığa şifa olan Kur'ân'dır. Kur'ân'da şifa ve fayda
görmeyen kalplere Kur'ân nasıl fayda verir; aksine onların hastalıklarına
hastalık katar. Kalplerin şifası için asla Kur'ân'dan daha faydalı bir ilaç
yoktur. Zira Kur'ân, tam ve kâmil bir şifa verme gücüne sahip olmasından Ötürü
hangi hastalığa uygulandı ise, mutlaka hastayı şifaya kavuşturmuş ve hastanın
mutlaka sağlığını korumuştur. Her türlü zararlı, eziyet verici şeyden tam bir
koruma ile himaye etmiştir. Bununla beraber kalplerin çoğunun Kur'ân'dan yüz
çevirmeleri, şüphesiz ve kesin olan Kur'ân'a inançlarının olmaması, Kur'an'a
başvurmamaları, Kur'ân'la şifaya kavuşma ile insanlar arasında perde olacak
bir takım ilaçlara yönelmeleri, iyi (buluşların) çoğalmasıyla (Kur'ân'dan) yüz
çevirmelerinin şiddetlenmesi, böylece illet ve müzmin hastalıkların kalplerinde
yerleşmesi, hastaların çoğalması ile doktorlar aynı türde ve sadece hocalarının
büyüttüklerinin ve haklarında hüsn-i zan beslediklerinin geliştirmiş olduğu
tedavi şekillerini takib etmeleri, musibeti büyütmüş, hastalığın daha fazla
yerleşmesini ve hatta tedavisinden âciz kalacakları başka hastalık ve illetlerin
de eklenmesini sağlamışlardır. Bu (gafil) doktorlar, bu yeni tedavi
(usulleriyle) tedaviye her giriştikleri zaman hastalık çok daha ciddi boyutlara
ulaşıyor ve kuvvetleniyor; (onlar bu şekilde uğraşırlarken) hâl dili onlara
şöyle nida ediyor:
"Garipliklerdendir.
Gariplikler çoktur. Şifanın yakınlığı var fakat ona yol bulunamaz.
Bu aynen çölde olan
develer gibidir. Su, onların sırtlarına yüklenilmiş olmasına rağmen,
susuzluktan çölde ölürler." [551]
Allah RasûhVnün (s.a.)
gıdaların ve meyvelerin zararlarını defetmede, zararlarını giderip faydalarını
kuvvetlendirecek şekilde ıslah edilmeleri hususundaki tutumu şöyledir:
Sahihayn'da sabit
olduğuna göre Abdullah b. Cafer şöyle anlatıyor: "Ben Allah Rasûlü'nü
(s.a.), olgunlaşmış taze hurmayı hıyarla yerken gördük."[552]
Rutab (taze hurma):
Mizaç olarak sıcak olup, ikinci derecede nemli bir maddedir. Soğuk mideyi
kuvvetlendirir ve ona uyum sağlar. Şehveti (bâh) kuvvetlendirir. Fakat süratle
bozulur. Susuzluk yapar ve kanda tortu oluşturur. Baş ağrısı yapar. Südde
(tıkanıklık) meydana getirir. Sidik torbasında ağrı yapar. Dişlere zararı
vardır.
Kıssa (hıyar): Mizaç
olarak soğuk olup ikinci derecede nemli bir maddedir. Susuzluğu teskin eder.
Kendisinde itriyet özeliği (kokusu) olduğundan koklanmasıyla kuvvetlerde bir
canlılık meydana gelir. İçinde yanıklık olan midenin hararetini söndürür.
Şayet hıyarın çekirdekleri kurutulur, öğütülür ve su ile muhallebi yapılır ve
içilirse susuzluğu sakinleştirir, (harareti giderir). Sidikte bir incelme
meydana getirir. Mesane ağrısına mani olur. Öğütülüp elendiğinde, dişler bu un
ile ovulursa dişleri parlatır. Hıyar yaprağı öğütülür ve meybahtec[553] ile
ilaç yapıldığı takdirde, kuduz köpeğin ısırmasına faydalıdır.,
Özetle; hurma
sıcak,hıyar soğuktur. Her birisi diğerinin salahıdır. (Yani birinin yan
etkilerini diğeri gidermektedir.) Zararı çok olanı izale etmektedir. Her
keyfiyette zıddı ile mukavemet edilmektedir. Birinin sert etkisi, diğeri ile
ortadan kaldırılabilmektedir. Bu tüm tedavinin aslıdır. Aynı zamanda da
hıfzıssıhhanın da aslıdır. Belki de tıp ilmi hep bu asıldan hareketle meydana
gelmiştir. Bu ve benzeri gıda ve ilaçların kullanılmasında ıslah etme ve
dengeleme vardır. Mukabilinde bulunan zararlı keyfiyetlere karşı müdafaa imkânı
meydana gelmektedir. Bu tür (zıddı ile) tedavi şeklinde, bedenin sıhhatine,
kuvvetine ve refahına yardım sözkonusudur. Âişe (r. anha) diyor ki: "Beni
herşeyle şişmanlatmayı (denediler), fakat bir türlü şişmanlayamadım. Fakat
bana, hıyar ve taze hurma verdiklerinde şişmanladım."
Özetle; soğuk mizaçlı
bir gıdanın yan etkisini, sıcak mizaçlı bir gıda ile; sıcak mizaçlı bir gıdanın
yan etkisini soğuk mizaçlı bir gıda ile; mizacı nemli olan gıdanın yan
etkisini, mizacı kuru olan gıda ile; mizacı kuru olan bir gıdanın yan
etkisini, mizacı nemli olan bir gıda ile gidermek gerekir. Birinin etkisini
vasat bir hale bir başka gıda ile getirmek en uygun tedavi şekillerinden ve
hıfzıssıhha açısından en uygun yoldur. Bunun bir benzeri Allah Rasû-lü'nün
(s.a.), bir hadiste sena ile sennûtu birlikte emretmesidir ki, daha önce
geçmişti. Sennût, senanın (yan etkilerini giderici) ıslah görevi ve vasat bir
etki yaptırıcısı olan, içinde biraz yağ bulunan bal demektir. Yüce Allah'ın
sa-lat ve selâmları, kalblerin ve bedenlerin imarı, dünya ve âhiretin maslahat
icabı olan şeyler için gönderilen Rasûlullah'a (s.a.) olsun. [554]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) perhiz konusundaki tutumu şöyledir
İlaçların tamamı İki
noktada toplanır: Perhiz {himye) ve hıfzıssıhha. Bedende bozulma meydana
geldiğinde gereken, bunun dışarı atılmasıdır. Böylece tıbbın hepsi bu üç kaide
altında toplanmaktadır. Perhiz iki türlüdür: a) Hastalığı ceİbedecek şeyden
perhiz, b) Hastalığı artıracak şeyden perhiz, ki haline bırakmak gerekir.
Birincisi; sağlıklı olanların riâyet edeceği perhiz türüdür. İkincisi;
hastalann yapması gereken perhiz türüdür. Çünkü hasta perhiz yaptığında,
hastalığı artmaz ve bedeni, hastalığın giderilmesi için kuvvet kazanır. Perhiz
hususunda asıl dayanak Allah Teâlâ'mn şu âyetidir: "Şayet siz hasta olur
veya yolculuğa çıkarsanız, biriniz ayak yolundan gelmiş veya kadınlarınızla
cinsî münasebet yapmışsanız da (gusül yapmak için) su bulama-mışsanız temiz bir
toprağa teyemmüm ediniz."[555]
Böylece Allah Teâlâ, hastaya su zararlı olacağı için kullandırmamış ve onu
korumuştur.
İbn Mâce'nin
Sünen'ındc ve diğer kitaplarda, Ümmü Münzir bt. Kays el-Ensarîye şöyle
anlatmaktadır: Allah Rasûlü (s.a.) yanında Hz. Ali de bulunduğu halde benim
yanıma geldi. Hz. Ali, bir hastalıktan henüz iyileşmeğe başlamıştı. Bizim de
asılı hurma salkımlarımız vardı. Rasûlullah (s.a.) kalktı, yemeğe başladı. Ali
(r.a.) de kalktı yemeğe başladı. Hemen Rasûlullah (s.a.) Hz. Ali'ye dedi ki:
"Sen hastalığını yeni atlattın (O halde bunlardan yememelisin)!" Bu
sebepten Hz. Ali yemeyi bıraktı. Râvi diyor ki: Sonra onlara pancar ve arpadan
bir yemek pişirdim ve önlerine getirdim.j Bunun üzerine
Allah Rasûlü (s.a.)
Ali'ye buyurdu ki: t((Ya Ali!) Bundan çekinmeden ye! Çünkü sana en faydalı olan
bu yiyecektir." Hadisin diğer bir metninde ise: "Bundan ye! Çünkü
senin için en uygun yiyecek budur." buyurdu.[556]
Yine İbn Mâce'nin
Sünen'indç Suheyb anlatıyor: Allah Rasûlü'nün huzuruna, önünde ekmek ve hurma
olduğu bir sırada girdim. Buyurdu ki: "Yaklaş ve hemen ye!" Bir hurma
aldım ve yedim. Buyurdu ki: "Gözünde hastalık bulunduğu halde (remed)
hurma mı yiyorsun?" Dedim ki: "Ya Rasûlal-lah! Bir başka taraftan
çiğnerim." Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) tebessüm etti.[557]
Yine Allah Rasûlü'nden
(s.a.) rivayeti sabit olan bir hadise göre şöyle buyurmuştur: "Allah bir
kulu sevdi mi, onu dünya(nın şerrinden), sizden birinin hastasını yeme ve
içmeden muhafaza ettiği gibi korur." Diğer bir metinde ise: "Allah,
mü'min kulunu dünya (mn şerrinden) muhafaza eder." buyurmuştur.[558]
Yalnız, insanların
ağızında dolaşıp duran hadis (olarak rivayet edilen): "Perhiz, ilacın en
başta geleni, mide ise hastalığın ocağıdır. Her vücuda (varlığa) alıştığı
şeyleri verin." sözü, meşhur Arap tabibi Haris b. Kelede'ye aittir.
Rasûlullah'a (s.a.) dayandırılması sahih değildir. Bunu birçok hadis imamı
söylemiştir. Bu hususta Rasûlullah'tan (s.a.) rivayet edilen hadis şudur:
"Mide, bedenin havuzudur. Damarların mide ile irtibatı vardır. Şayet mide
sağlıklı olursa damarlar (daki kan da sağlıklı) olur. Mide hasta olursa
damarlar (daki kanda da) hastalık meydana gelir."[559]
Hârıs (b. Kelede) der
ki: Tıbbın başı perhizdir. Zararlı olması bakımından, sağlıklı bir insanın
doktorlara göre perhiz yapması, hastanın ve hastalığın nekahet dönemim yaşayan
kişinin bozulması gibi bir şeydir. Perhiz, hastalıktan çok hastalığın nekahet
döneminde faydalıdır. Çünkü nekahet döne-mirden sonra vücut eski kuvvetine
ulaşamaz. Hazım kuvveti zayıflamıştır, tabiat kabule hazır, uzuvlar ise gelişme
istidadındadır. Bu dönemde hastanın
bozulması, hastalığın
ters bir dönüş yapmasını gerektirir ki, bu durum hastalığın ilk başlamasından
daha ağırdır.
Bil ki, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) Hz. Ali'yi nekahet döneminde hurma salkımlarını yemekten
engellemesi, en uygun bir tedbirdir. Çünkü "devâli", üzüm salkımları
gibi, yenilmesi için evde asılı olarak muhafaza edilen taze hurma salkımları
demektir. Meyve, hastalıktan yeni kurtulan kişi için, süratle istihale
olduğundan zararlıdır. Tabiat ona mukavemet edemez. Çünkü tabiat, hastalığın
bedendeki kalıntılarını defetmek ve bedenden atmakla meşgul iken kendi
kuvvetini artık toparlayamaz.
Rutab'da (taze hurma)
bir nevi, mideye ağırlık özelliği vardır. Mide, hastalığın kalıntı ve izlerini
izale, ıslah ve tedavi ile meşgul olduğundan, ya bu kalıntı bedende kalır veya
çoğalır. Fakat pancar ve arpadan yapılmış yemek önüne konulunca Allah Rasûlü
(s.a.), Hz. Ali'ye yemesini emretmiştir. Çünkü bu yemek nekahet dönemini yeni
atlatan bir hasta için gıdaların en fayda-lısıdir. Çünkü arpa suyunda
soğutuculuk, gıda, inceltme ve yumuşatma özelliği vardır. Tabiatın
güçlendirilmesi nekahet dönemini yeni atlatan için en uygun olan yoldur.
Özellikle de arpa pancar kökleriyle pişirildiğinde. Midesinde zaaf olan için
en uygun gıda budur. Ahlatta (hömürlerde) korkulacak nitelikte maddeler meydana
gelmez.
Zeyd b. Eşlem
anlatıyor: Hz. Ömer (r.a.), bir hastalığından dolayı perhiz yapmıştı. Hatta
sıkı perhizi dolayısıyla (hurma) çekirdeklerini dahi yalıyordu.
Özetle; perhiz,
hastalıktan önce ilaçların en faydalısıdır ve hastalığın meydana gelmesine
engel olur. Hastalık meydana gelince de perhiz, hastalığın çoğalması ve
yayılmasına.mani olur. [560]
Bilinmesi gerekir ki,
arzusu şiddetlenir ve tabiatı isterse, hastanın, iyileşmekte olanın ve
sağlıklı kişinin menedildiği pek çok şeyin, tabiatın sindirebileceği Ölçüde
yemesi zarar vermez, hatta bazan faydalı da olabilir. Çünkü tabiat ve mide onu
kabul ve sevgiyle karşılayıp endişe edilen zararı düzeltirler. Bazan böyle bir
şeyin yenmesi, tabiatın arzulamadığını yemesinden ve ilacın iyileştirmesinden
daha yararlıdır. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), gözünden rahatsızken Suhayb'a
birkaç hurma yeme izni verdi, ona bir zarar vermeyeceğini tahmin etti. Benzer
bir olay da Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna giren gözünden rahatsız Hz.
Ali'nin durumudur. Bu sırada Rasûlullah'ın (s.a.) yanında yemekte olduğu hurmalar vardı.
Rasûlullah (s.a.). Hz. Ali'ye: "Ey Ali! Canın çekiyor mu?" deyip, bir
hurma attı. Hurma atmaya devam ederek, tam yedi tane hurma attı. Sonra da:
"Bu kadarı yeter, ey Ali!" dedi.
Yine, İbn Mâce'nin
Sünen'indc İkrime—İbn Abbas senediyle rivayet ettiği şu olay da bunun
örneğidir: Hz. Peygamber (s.a.) bir hastayı ziyaret etmişti. Rasûlullah ona:
"Ne arzuluyorsun?" diye sorunca, "Buğday ekmeği —bir rivayette
"kek"— arzuluyorum!" cevabını verdi. Bundan sonra Rasû-. lullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Yanında buğday ekmeği olan, kardeşine göndersin."
Sonra şöyle dedi: "Hasta olanınız bir şey isteyince, onu yedirin."[561]
Bu hadiste, ince bir
tıbbî sır vardır. Çünkü hastanın, bir zararı olmakla birlikte, gerçek ve tabiî
bir açlık dolayısıyla canının çektiğini yemesi, yararlı ve —gerçekte yararhysa
da— canının çekmediğinden daha az zararlı olur. Çünkü bu gerçek arzusu ve
tabiatının hoşlanması, zararını kaldırır. Tabiatın yararlı şeyi sevmemesi,
bazan zararlı olanı kendine çeker. Kısacası, tabiat lezzetli ve arzulanan şeye
doğru, özellikle yönelir, onu en güzel şekilde sindirir, özellikle de nefis ona
gerçek bir istekle yönelmişse. Allah en iyisini bilir. [562]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) göz ağrısını dinlenme, hareketsizlik ve azdıranlardan perhizle tedavisi
şöyledir:
Daha önce de geçtiği
gibi, Rasûlullah (s.a.), gözü ağrıyan Suhayb'ın hurma yemesini engeller üş ve
hoşgörmemiştir. Yine gözü ağrıyan Hz. Ali'nin yaş hurma yemesini le engellemiştir.
Ebu Nu'aym
et-Tıbbu'n-Nebevîadlı kitabında, "Eşlerinden birinin gözü ağrıyınca,
iyileşir ceye kadar onunla birleşmezdi." demektedir.
Göz ağrısı (r 'tned),
gözün iç kısmında, beyaz tarafta ortaya çıkıp şişme yapan bir hastalı! tır.
Sebebi, dört maddeden biri gaz veya başta ve bedende çok miktarda ort; ya çıkan
sıcaktır. Bunlardan bir kısmı gözün içine girer veya göze bir darbe isabet
eder. Tabiat buraya kan ve canından çok miktarda gönderir. Ortaya ^ıkan durum
dolayısıyla iyileşmesini arzular. Bu yüzden darbe yiyen kısım şişer. Kıyas
yolu, bunun aksini gerektirir.
Yerden göğe doğru biri
sıcak-kuru, öteki sicak-rutubetli iki buhar yükselip, bulut kümesini
oluşturarak gökyüzünü görmemizi engellemeleri gibi, midenin de dibinden ağzına
doğru buhar yükselir, görmeyi engeller ve bunlardan çeşitli hastalıklar doğar.
Şayet tabiat buna galip gelir ve genize iterse, nezle olur. Küçük dil ve burun
deliklerine iterse boğmaca olur. Yana iterse, diş ağrısı olur. Göğse iterse,
inme olur. Kalbe indirirse, çarpma olur. Göze iterse, göz ağrısı olur. Karın
boşluğuna iterse, ishal (seyelân) olur. Dimağa iterse, unutma olur. Baş
sinirleri rutubetlenir ve mecralarına taşarsa felç oiur. Şayet dimağın kapaklan
rutubetlenir ve damarları bununla dolarsa, derin bir uyku olur. Bu yüzden uyku
rutubetli, uykusuzluk kurudur. Şayet buhar başa girmek ister de başaramazsa,
baş dönmesi ve uykusuzluk olur. Şayet buhar, başın herhangi bir yanma eğilirse,
yarım başağnsı olur. Şayet başın tepesine ve boynun ortasına hakim olursa,
başağnsı ortaya çıkar. Dimağın perdesi üşür, ısınır, rutubetlenir veya buradan
hava çıkarsa, aksırma meydana gelir. Oradaki balgam rutubetini hareketlendirir
de bol sıcaklığa galip gelirse, bayılma ve durgunluk doğar. Siyah mizacı
(maddeyi) hareketlendirir, dimağın havası karanlık olursa, vesvese ortaya
çıkar. Sinir mecralarına taşarsa, tabiî sar'a olur. Şayet buhar iltihap ve
dimağı engelleyen san maddeden doğuyorsa, zâ-tülcenb olur. Buna göğüs de
katılırsa, humma (sirsâm)[563]
olur. Bu konuyu iyi anlamak gerekir.
Kısacası, bedenin ve
başın maddeleri göz ağnsı durumunda hareket halinde olur. Cinsel birleşme
hareketini daha da arttıran bir durumdur. Çünkü bu, beden, ruh ve tabiat için
küllî bir harekettir. Beden, şüphesiz ki hareketle ısınır. Nefsin hareketi bir
lezzeti istemek ve tamamlamak için şiddetlenir. Ruh, beden ve nefsin hareketine
bağlı olarak hareketlenir. Çünkü ruh, bedenin öncelikle kalb kısmıyla
ilgilidir. Ruh bundan doğar ve organlara dağılır. Tabiatın hareketi ise,
gönderilmesi gereken meniyi göndermesinden dolayıdır.
Özetle, cinsel
birleşme, bedenin ve kuvvetlerinin, tabiatının ve maddelerinin, rurhın ve
nefsin hareketlendiği küllî bir harekettir. Maddeleri harekete geçiren ve
incelten her hareket, onu zayıf organlara iter ve akıtır. Ağrısı olduğu zaman
göz, en zayıf durumdadır, ona en zararlı şey cinsel birleşmedir.
Hipokrat, el-Fusûl
adlı kitabında şöyle der: "Gemilerin hareketi, hareketin bedeni de
hareketlendirdiğini gösterir." Göz ağrısında her ne kadar bir takım
faydalar varsa da, bazı durumlarda perhiz ve boşaltmayı, bedenin ve başın
fazlalıklarını ve bozulan kısımlarını temizlemeyi, öfke, üzüntü ve keder, sert
hareketler ve ağır işlerden nefis ve bedene acı vereni engellemeyi gerektirir.
Eskilere ait bir söz şöyle der: "Göz ağrısını sevmemezlik etmeyin. Çünkü
o, körlük damarlarını keser."
Göz ağrısının tedavi
yollarından birisi, sakin durma ve istirahat, göze dokunmamak ve onunla
oynamamaktır. Çünkü bunların zıtları, maddelerin gözün üstüne dökülmesini
gerektirir. Seleften biri şöyle der: "Muhammed'-in ashabı göz
gibidir." Gözün ilacı dokunmayı bırakmaktır. Merfû bir hadiste —Allah onu
daha iyi bilir— şöyle denir: "Göz ağrısının ilacı, soğuk suyu göze
çarpmaktır." Bu sıcak göz ağrısının en yararlı ilaçlarındandır. Çünkü su,
göz ağrısı sıcak olduğunda, bu sıcaklığı söndürmek için yardım alman soğuk bir
ilaçtır. Bu yüzden Abdullah b. Mes'ûd, gözünden şikâyeti olan karısı Zeyneb'e
şöyle demiştir: "Şayet Rasûlullah (s.a.) gibi yaparsan, bu senin için daha
iyi ve şifa umman için daha faydalı olur. Gözüne su serpersin, sonra da şöyle
dersin: "Ey insanların Rabbi! Sıkıntıyı gider, şifa ver, Sen şifa
vericisin, Senin verdiğinden başka şifa yoktur, o hastalıktan iz bırakmayan bir
şifadır. "[564]
Daha önce defalarca geçtiği gibi bu, bazı bölgeler ve bazı göz ağrıları için
geçerlidir. Hz. Peygamber'in cüz'î ve özel bir sözü genel ve küllî kılınamaz,
genel ve küllî sözü, özel ve cüz'î kılınamaz. Aksi halde olanlar, hatalı ve
doğruya aykırı olur. Allah en iyisini bilir. [565]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bedeni kaskatı yapan vücuttaki uyuşmanın tî~ davisi konusundaki tutumu
şöyledir:
Ebu Ubeyd,
Garîbu'l-Hadis adlı kitabında, Ebu Osman en-Nehdî'den şunu rivayet eder: Bir
topluluk, bir ağacın yanından geçerken meyvasmdan yediler. Sanki bir rüzgâr
esip, onları dondurmuş gibi dondular. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
"Suyu, kaplarda soğutun ve iki ezan arasında üstlerine serpin." Ebu
Ubeyd şu açıklamayryapıyor: "Suyu soğutun" ifadesi, serinletin
demektir. Nitekim Araplar "soğuk arttı" anlamında bu kelimeyi kullanırlar.
"Kaplar", su kaplan demektir. "Şinân" denilen bu kaplar,
suyu daha çok serinletir. "İki ezan arasında", sabah ezamyla kameti
arasında demektir. Çünkü kamete de ezan denir.
Bazı tabipler şöyle
der: "Hz. Peygamber'in (s.a.) bu tedavi şekli, Hicaz'da vuku bulan
hastalığın en iyi tedavi yollarındandır. Hicaz, sıcak ve kuru bir bölgedir.
Vücut sıcaklığı, Hicaz sakinlerinin karınlarında pek fazla
değildir. Sözü edilen vakitte —ki bu günün
en serin vakitleridir— üstlerine soğuk su serpmek, vücutta yayılan sıcaklığın
bütün kuvvetlere toplanmasını gerektirir. İtici kuvvet güçlenir ve vücudun
çeşitli yerlerinden ağrının bulunduğu iç bölgede toplanır, kalan kuvvetle bu
hastalığın defedilmesi için onu dış tarafa çıkarır, Allah'ın izniyle de
defeder. Şayet Hipokrat, Calinus veya başkası bu-hastalık için bu ilacı tavsiye
etseydi, doktorlar onu kabul eder ve tam olarak bilemezlerdi. [566]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) sinek düşen yemeği düzeltme Ve zehirli hayv; ların zararlarını
panzehirle defetme konusundaki tutumu şöyledir
Sahihayn'da Ebu
Hureyre'den rivayete göre Rasûlulîah (s.a.) şöyle bjt vurmuştur:
"Birinizin kabına sinek düştüğünde, onu yemeğe iyice daldırAf Çünkü bir
kanadında zehir, öbüründe ise panzehir vardır."[567]
İbn Mâce'nin
Sünen'inde Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayete göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Sineğin bir kanadı zehir, öteki ise panzehirdir. Yemeğe
düşünce onu iyice daldırın. Çünkü o önce zehirini, sonra panzehirini bırakır.[568]
Bu hadiste iki durum
sözkomısudur: a) Fıkhî durum, b) Tıbbî durum.
a) Fıkhı durum şudur:
Bu hadis çok açık bir biçimde gösteriyor ki, sinek suda veya sulu bir nesnede
öldüğünde, onu necis yapmaz. Bu, bilginlerin çoğunun görüşüdür, selef arasında
buna aykırı görüşü olan bir kimse bilinmemektedir. Hükmün çıkarılış gerekçesi
şöyledir: Rasûlullah (s.a.) sineğin daldırılmasını emretmiştir. Bu, onu
batırmakla olur. Bilindiği üzere sinek bundan dolayı ölür; özellikle de yemek sıcak
olursa. Şayet suyu necis yapsaydı, yemeğin bozulduğunu söylerdi, halbuki
yemeğin düzeltilmesini emretmiştir. Sonradan bu hüküm, karınca, eşek arısı,
örümcek vb. sıvı nefsi olmayan canlılara da taşınmıştır. Çünkü hüküm,
illetinin genel oluşu dolayısıyla genel, sebebinin bulunmayışı dolayısıyla ise
kaldırılmış olur. Necis yapmanın gerekçesi ölümüyle hayvandaki birikmiş kan
dolayısıyla olduğuna ve akıcı kanı bulunmayanlarda böyle bir durum
bulunmadığına göre, illeti bulunmaması dolayısıyla necis yapma hükmü de
bulunmaz.
Ölü kemiğinin
necasetini benimsemeyen şöyle der: Madem ki bu, kendisinde rutubet, fazlalık
ve yumuşaklık bulunmakla birlikte, tam bir hayvanda sabittir; öyleyse
rutubetten, fazlalıklardan ve kan birikiminden uzak olan kemikte haydi haydi
sabittir. Bu son derece kuvvetlidir, buna dönmek evlâdır.
İslâm'da bu şekilde
"akıcı nefsi bulunmayan" sözünü söyleyen ilk kişi İbrahim
en-Nehaî'dir, diğer fukaha ondan almıştır. Nefis, lügatte "kan" ile
ifade edilir. "Kadın âdet gördü ve doğurdu" ifadesinin Arapça'sında
da "nefis" kelimesi zikredilir.
b) Tıbbî duruma
gelince, Ebu Ubeyd şöyle diyor: "Daldırın" sözünün anlamı; zehir gibi
"panzehirin de çıkması için batırın'* demektir. Suya batan iki adama
"suya daldılar" denir.
Bil ki, Araplara göre
sinekte, ısırmadan doğan ağrı ve şişmenin gösterdiği zehirli bir güç vardır,
bu silah yerindedir. Kendisine acı veren bir şeye düşünce, kendisini silahıyla
korur. Hz. Peygamber (s.a.) Allah'ın, sineğin öteki kanadına verdiği panzehirle
karşılık vermeyi emretmiştir. Hepsi suya ve yemeğe batırılır. Zararlı ve
yararlı madde karşılaşır, zararı ortadan kalkar. Bu, büyük tabiplerin
ulaşamadığı bir tiptir. Hatta bu aslında nübüvvet nurunun dışındadır. Bununla
birlikte bilgili, arif ve başarılı tabip bu ilacı kabul eder ve bunu getirenin,
yaratıkların en mükemmeli olduğunu ve beşerî kuvvetin dışında ilâhî vahiyle
desteklendiğini ikrar eder.
Bir çok tıp adamı,
eşek arısı ve akrebin soktuğu yere sinek sürülmesinin açık bir fayda verdiğini
ve teskin ettiğini zikreder. Bu, kendisindeki panzehir bulunan madde
dolayısıyladır. Kesilen sinek başlan göz kirpiğinde çıkan şişliğe sürülünce
onu iyileştirir. [569]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) sivilcenin tedavisi konusuntaki tutumu şöyledir:
İbnü's-Sünnî
kitabında, Hz. Peygamber'in (s.a.) eşlerinden birinin şöyle dediğini zikreder:
Rasûlullah (s.a.) benim yanıma geldi, parmağında bir sivilce vardı.
"Yanında zerîre (tutya) var mı?" diye sordu. "Evet" dedim.
"Onu sivilcenin üstüne koy ve: 'Allah'ım! Sen büyüğü küçültür, küçüğü büyültürsün.
Bende bulunanı küçült.' de." buyurdu[570]
Zerîre (tutya); zerîre
kamışından elde edilen Hind ilacıdır. Sıcak ve kurudur. Mide, ciğer ve istiska
şişliklerine fayda verir. Güzel kokusu dolayısıyla kalbe kuvvet verir.
Sahihayn'da. Hz. Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Veda haccında
ihrama girmeden önce ihramdan çıkması için Rasûlullah'a (s.a.) kendi ellerimle
tutya sürdüm."[571]
Sivilce, tabiatın
attığı sıcak bir maddeden oluşan dişardaki küçük bi kısımdır. Vücudun dış
kısmında çıkacağı bir yer edinir. Kendisini pişirece : ve çıkaracak şeye
muhtaçtır. Zerîre, bunu sağlayan şeylerden biridir. Çünkü c uda güzel kokusu
yanında, bu maddedeki ateşi soğutacak özellik de vardır. T<a~ nun sahibi îbn
Sina şöyle der: "Gül yağı ve sirkeyle ateşi yakmak için ze. îre-den üstünü
yoktur." [572]
Hz. Peygamber'in açma
ve yarma sonucunda iyileşen şişlik ve çıbanları tedavi konusundaki tutumu
şöyledir:
Hz. Ali'den şöyle
dediği rivayet edilir: Rasûlullah (s.a.) ile birlikte sırtında bir şişkinlik
olan bir hastayı ziyaret ettik. Şöyle dediler: "Ey Allah'ın elçisi! Bunda
irin var." Hz. Peygamber (s.a.): "Onu yarınız." dedi. Çok geçmedi
ki Rasûlullah'ın (s.a.) gözü önünde açildı.[573]
Ebu Hureyre'den
zikredildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) bir tabibe, karnında ağrı olan bir
adamın karnım yarmasını emretti. "Ey Allah'ın elçisi! Tıb fayda verir
mi?" dediklerinde, "Derdi indiren, dilediğine çaresini de
indirir." buyurdu.
Şişkinlik {verem);
üzerine yığılan tabiî olmayan maddenin fazlalığı dolayısıyla organın dışında
oluşan bir durumdur. Bütün hastalık çeşitlerinde bulunur. Oluştuğu maddeler,
vücuttaki dört madde ile sıvı ve havadır. Şişkinlik toplanınca
"çıban" adım alır. Her sıcak şişkinliğin durumu üç şeye doğru
gelişir: Çözülme, irin toplanması veya
sertliğe dönüşme. Şayet kuvvet güçlü ise, şişkinlik maddesini kaplar ve çözer.
Bu, şişkinliğin vardığı en iyi durumdur. Bunun altında ise, madde pişer, onu
beyaz irine dönüştürür, akacağf bir yer açar. Bundan da kötü ise, maddeyi
pişmesi sağlam olmayan bir irine dönüştürür ve organda dışarı atacak bir yeri
açamaz. Uzun süre kalırsa organın bozulmasından korkulur. Bu takdirde tabibin,
yarma veya başka bir yolla organı bozan bu pis maddeyi dışarı atmasına ihtiyaç
duyulur.
Yarmanın iki faydası
vardır: 1) Bozucu pis maddenin dışarı çıkarılması, 2) Onu güçlendirecek başka
bir maddenin toplanmasını engelleme[574]
İkinci hadisteki,
"Bir tabibe, kamında ağrı olan bir adamın karnım yarmasını emretti"
ifadesinde "ağn = cev<z" sözünün çeşitli anlamlan vardır. Bunlardan
biri, istiska hastalığının doğduğu karında oluşan bozulmuş sudur.
Bu maddenin çıkışı
için yarılmasında tabipler görüş ayrılığına düşmüştür. Tehlikesi ve kurtulma
şansının azlığı dolayısıyla bir grup buna izin vermemiştir. Bir grup ise izin
verir ve şöyle der: Bundan başka tedavi yolu yoktur. Onlara göre bu, yalnızca
tulum istiskasında sözkonusudur. Daha önce de geçtiği gibi istiska hastalığının
üç çeşidi vardır: Davulumsu istiskada, karın havalı maddesiyle hava yapar,
üstüne vurulunca davul sesi gibi bir ses duyulur. Etli istiska ise, kanla
birlikte yayılan balgam maddesiyle bütün vücudun eti büyüyen istiskadır, bu
birinciden daha zorludur. Tulum istiskası ise, karının alt kısmında hareket
halinde tulumdaki su gibi ses duyulan pis maddenin toplandığı istiskadır.
Doktorların çoğuna göre bu, istiskanın en kötü-südür. Bir gruba göre, âfetinin
genelliği dolayısıyla etli istiska en kötüsüdür.
Tulum istiskasının
tedavi yollarından biri. yarma sonunda bunun çıkarılmasıdır. Bu, bozuk kanın
çıkarılması için damarların yarılıp kan alınması yerindedir. Ancak daha önce de
geçtiği gibi tehlikelidir. Şayet bu hadis sabit-se, yarılmasının caiz olduğuna
delildir. Allah en iyi bilendir. [575]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) gcnüllerini genişletmek ve kalblerini güçlendirmek suretiyle hastaları
tedavi konusundaki tutumu şöyledir:
İbn Mâce, Siinen'inde
Ebu Saîd el-Hudrî'den Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Hastanın yanına girdiğinizde, ecel konusunda onu ferahlandırın. Çünkü bu
hiçbir şeyi etkilemez. Hastanın gönlünü ferah-Iatır."[576]
Bu hadiste, en üstün
tedavi çeşitlerinden önemli bir tür vardır. Bu da, tabiatı güçlendiren,
kuvvetin arttığı ve bol sıcaklığın doğduğu o sözün hastayı ferahlatacağını
göstermektedir. Hasta böylelikle, hastalığı defetmeye veya doktorun etkileme
gayesi olan hafifletmeye yardım alır.
Hastanın gönlünü
ferahlatmanın, kalbini iyiliklerle ve içini sevinçle doldurmanın, hastalığının
iyileşmesinde ve zayıflamasında şaşılacak bir etkisi vardır. Çünkü ruhlar ve
kuvvetler, bununla güçlenir. Tabiat sıkıntı vereni defetmeye yardım alır.
İnsanlar, sevdiklerinin ve değer verdiklerinin ziyaret etmesinden,
görmesinden, onlarla konuşmasından dolayı pek çok hastanın iyileştiğini
görmüştür. Bu, kendilerini ilgilendiren hasta ziyaretlerinin faydalarından
biridir. Çünkü bunda dört fayda vardır: Birincisi hastayla ilgili, ikincisi
ziyaretçiyle ilgili, üçüncüsü hastanın ailesiyle ilgili, dördüncüsü ise
toplumla ilgilidir.
Daha önce de geçtiği
gibi, Hz. Peygamber (s.a.) hastaya şikâyetini, kendini nasıl gördüğü-ve
canının istediğini sorardı. Elini alnına, bazan da göğsüne koyar, ona dua eder
ve hastalığına fayda veren şeyi söylerdi. Bazan ab-dest alır ve suyundan
hastanın üzerine serperdi. Kimi zaman da hastaya: "Ziyanı yok, inşaallah
temizdir." derdi.[577] Bu
iyi davranma, tedavi ve davranış yollarındandır. [578]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bedenleri alışkın olduktan ilaç ve g davisi konusundaki tutumu şöyledir:
Bu, tedavi yollarından
önemli bir esas ve bu konuda yararlı şeylerdendir. Doktor bunda hata ederse,
fayda verdiğini sanarak hastaya zarar verir. Bu yoldan, tıp kitaplarında
gördüğü ilaca yalnızca cahil doktor döner. Çünkü ilaç ve gıdaların bedene
elverişliliği, istidat ve kabulüne göredir. Bozkır halkı ve çiftçiler ve
başkalarına nilüfer, taze veya kaynatılmış gül içmek fayda vermez, tabiatlarını
etkilemez. Hatta şehirlilerin ve müreffeh halkın ilaçlarının çoğu bozkır
halkına uygun gelmez. Tecrübe bunu göstermektedir. Zikrettiğimiz peygamberi
ilacı inceleyen, hepsinin hastanın alışkanlığına, toprağına ve büyüdüğü yere
uygun olduğunu görür. Bu, özenle uyulması gereken tedavi yollannın önemli bir
esasıdır. Bunu büyük tipçıiar da açıklamıştır. Arapların tabibi, hatta en
üstün doktoru, kavmi içinde Hipokrat yerindeki Haris b. Kelede şöyle demiştir:
"Perhiz, ilacın başıdır. Mide, hastalığın yuvasıdır. Her bedeni, alışkın
olduğuna bakarak tedavi edin." Ondan nakledilen başka bir söz şöyledir:
"Perhiz ilaçtır." Perhiz, vücudu yemekten alıkoymaktır, bununla
açlığı kastediyor. Bütün toklukla ilgili hastalıkların tedavisinde en önemli
ilaçlardandır. Tokluğun çokluğundan, maddelerin harekete geçmesinde hiddet ve
şiddetinden endişe edilmezse, bu hastalıkların tedavisi konusunda bo-şaltıcı
nesnelerden daha üstündür.
"Mide, hastalığın
yuvasıdır." diyor. Mide, kabak şeklinde içi boş sinirle kaplı bir
organdır, üç tabakadan oluşmuştur, etrafı etle lif diye isimlendirilen ince
sinir uçlarından meydana gelmiştir. Tabakalardan birinin lifi boyuna, diğeri
enine, üçüncüsü ise boşluktur. Midenin ağzı çoğunlukla sinir, dibi çoğunlukla
etle kaplıdır, iç kısmı sünger gibidir. Karnın ortasında yer alır. Azıcık sağa
meyillidir. Allah'ın ince bir hikmeti dolayısıyla bu şekilde yaratılmıştır.
Mide, hastalığın yuvasıdır. Birinci sindirimin yeridir. Gıda burada pişer,
daha sonra ciğere ve bağırsaklara iner, gıdanın çokluğu, kötülüğü,
alınışındaki düzensizlik veya hepsinin birden bulunması dolayısıyla midede
hazmedici kuvvetin tam sindiremediği fazlalıklar kalır. Bunların bir kısmından
insan çoğunlukla kurtulamaz. Mide, işte bu yüzden hastalığın yuvasıdır. Haris
b. Kelede, bu sözüyle, âdeta az yemeye, arzularına uymaktan nefsi alıkoymaya ve
fazlalıklardan korunmaya teşvik eder gibidir.
Alışkanlığa gelince;
alışkanlık, insanın tabiatı gibidir. Bunun için şöyle denir: Âdet, ikinci
tabiattır. O, bedendeki önemli bir kuvvettir. Bir durum, başka başka
alışkanlıkları olan bedenlere kıyas edilince, her birine göre durumu —diğer
yönlerde birlikleri olsa bile— farklıdır. Bunun örneği, gençlik çağında sıcak
mizaçlı üç bedendir. Birincisi sıcak şeylere alıştırılmış, ikincisi soğuk
şeylere alıştırılmış, üçüncüsü ise orta seviyede şeylere alıştırılmıştır. Birincisi
bal kullandığında ona zarar vermez. İkincisi ne zaman kullanırsa kullansın,
ona zarar verir. Üçüncüsü ise pek az zarar görür. Âdet, sağlığın korunmasında
ve hastalıkların tedavisinde önemli bir esastır. Bu yüzden, peygamberi tedavi,
gıda ve ilaçların vb. nin kullanımında her bedene âdetine göre davranmak
şeklinde gelmiştir. [579]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hastayı alışkın olduğu gıdaların en iyisiyle besleme konusundaki tutumu
şöyledir:
Sahihayn'da Urve —Hz.
Âişe senediyle şu rivayet vardır: Hz. Âişe, ailesinden biri Ölür ve kadınlar
başsağlığı için toplanırlar, sonra ailelerine dağılınca, bir çömlek içinde
telbîne bulamacı getirilmesini emrederdi. Bu pişirilirdi. Sonra tirid yapılır,
üstüne bu bulamaç dökülürdü. Bundan sonra Hz. Âişe şöyle söylerdi: Ondan yeyin.
Çünkü Rasûlullah'm (s.a.) şöyle dediğini işittim: "Telbîne (un kepeği ile
süt veya balın karıştırılması), hastanın kalbine ferahlık verir, bir kısım
hüzün ve kederi giderir.[580]
Sünen kitaplarında
yine Hz. Âişe'den Rasûlullah'm (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Size bu sevimsiz, ama yararlı telbîneyi tavsiye ederim." Hz. Âişe
şöyle demiştir: "Ailesinden birinin şikâyeti olunca, ateşte telbîne
çömleği hasta kurtuluncaya veya ölünceye kadar kaynardı."[581]
Yine Hz. Âişe'den şu
rivayet edilir: Rasûlullah'a (s.a.): "Filanın ağrısı var, yemek
yiyemiyor" denilince, "Size telbîneyi tavsiye ederim. Ona bundan
yedirin." derdi. Ayrıca "Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a and olsun
ki, telbîne, birinizin yüzündeki kiri yıkaması gibi karnınızı yıkar." buyururdu[582]
Telbîne, süt kıvamında
bir bulamaçtır. Adı da buradan gelir. Herevî şöyle der: "Beyazlığı ve
inceliği dolayısıyla süte benzediğinden telbîne (sütümsü) adını almıştır."
Bu gıda, hastaya yarar sağlar. İnce ve pişkindir, kalın ve çiğ değildir.
Telbînenin üstünlüğünü bilmek istersen, arpa suyuna benzetebilirsin, hatta
telbîne onlar için arpa suyudur. Çünkü telbîne, kepekli arpa unundan edinilmiş
bir bulamaçtır. Telbîne ile arpa suyu arasındaki fark, arpa suyunun
öğütülmeden, telbînenin öğütülerek pişirilmesidir. Telbîne öğütmekle arpa
özelliğinin çıkması dolayısıyla ondan daha üstündür. Daha Önce de geçtiği
gibi, âdetlerin ilaç ve gıdalardan yararlanmada etkisi vardır. Kavmin âdeti,
arpa suyunu öğütülmeden değil, öğütülerek edinmeleriydi.Bu daha besleyici,
etkileyici ve yarayışlıdır. Çeşitli şehirlerin doktorları bunu, ince ve yumuşak
olması, hastanın tabiatına ağır gelmemesi için öğütülmeden elde etmişlerdir.
Bu, şehir halklarının
tabiatlarına, bolluklarına, öğütülmüş arpa suyunun onlara ağır gelişine
göredir. Kısacası, öğütülmeden pişirilmiş arpa suyu çabucak nüfuz eder, ince
bir gıda verir. Sıcak olarak içilince daha yarayışlı ve nüfuzlu olur, vücut
sıcaklığını artırması daha fazladır, midenin etrafına yayılması daha uygun
olur.
Hadisin Arapçasındaki
"mecemme" ifadesi, "micemme" şeklinde de okunmuştur.
Birincisi daha meşhurdur. Anlamı; ferahlatıcı, sakinleştirici demektir.
"Bir kısım hüznü giderir." ifadesi, —Allah bilir— gam ve kederin
mizacı soğutması, taşıyan ruhun menşei olan kalbe doğru meyletmesi dolayısıyla
vücut sıcaklığım zayıflatması yüzünden söylenmiş olmalıdır. Bu bulamaç,
maddesindeki artış dolayısıyla vücut sıcaklığını güçlendirir, ortaya çıkan pek
çok gam ve kederi giderir.
Şöyle denir —ki
doğruya yakını budur—: Ferahlık verici gıdalar cinsinden bir özelliği
dolayısıyla bir kısım hüzünleri giderir. Çünkü gıdaların özelliği dolayısıyla
ferahlatanı vardır. Allah en iyisini bilendir.
Şöyle de denir: Üzüntü
duyanın kuvvetleri, organlarını saran kuruluk dolayısıyla zayıflar. Midesinin
üstünde gıdayı azaltmak için bir özellik vardır. Bu bulamaç, onu
rutubetlendirir, güçlendirir ve gıdalandınr. Aynısını hastanın gönlüne de
yapar. Ancak hastanın midesinde çoğu kez acılı, balgamlı veya irinli bir madde
vardır. Bu bulamaç, bu maddeyi mideden temizler, onu sürer, eritir ve şeklini
değiştirir, onu ferahlatır, özellikle de arpa ekmeği yeme alışkanlığı
olanları. Bu, o zamanki Medine halkının âdetidir. En çok kullandıkları azık
odur. Buğdayı çok severlerdi. En iyisini bilen Allah'tır. [583]
Hz. Peygamber'in
(s.a.), Hayber'de yahudilerden isabet eden zehiri tedavi konusundaki tumumu
şöyledir:
Abdürrezzak,
Ma'mer—Zührî—Abdurrahman b. Kâ'b b. Mâlik senediyle şu rivayeti verir: Yahudi
bir kadın Hayber'de kızartılmış bir koyunu Rasûlullah'a (s.a.) hediye etti.
Rasûlullah (s.a.): "Bu nedir?" diye sorunca, "Hediyedir."
cevabım verdi Zekât koyunu olduğunu söylemekten çekindi, bu takdirde yemezdi.
Hz. Peygamber (s.a.) ve sahabe bu koyundan yedi. Rasûlullah (s.a.)
"Durun." dedi; kadına dönerek: "Bu koyuna zehir mi koydun?"
deyince kadın, "Bunu kim söyledi?" cevabım verdi. Rasûlullah eline
alarak "Bu kemik, uyluk kemiği mi?" diye sorunca, "Evet"
cevabını verdi. Rasûlullah (s.a.): "Niçin yaptın?" diye sordu. Kadın:
"Yalancıysan insanla-
rın senden
kurtulmasını istedim, Peygambersen bu sana zarar vermez." diye cevap
verdi. Hz. Peygamber (s.a.) omuzundan üç kez kan aldırdı. Ashabına da kan
aldırmalarını emretti. Kan aldırdılar. Bir kısmı vefat etti.[584]
Başka bir yoldan
rivayete göre koyundan yemesi dolayısıyla hacamat yaptırdı. Ensâr'dan,
Beyâdaoğullarınm mevlâsı Ebu Hind, Rasûlullah'a boynuz ve bıçakla hacamat
yaptı. Bundan sonra üç yıl yaşadı, vefat ettiğindeki ağrısı da bu oldu. Şöyle
buyurdu: "Son nefesimi verinceye kadar Hayber'de yediğim koyunun bu
acısını hep hissettim." Musa b. Ukbe'nin belirttiğine göre, Rasûlullah
(s.a,) şehid olarak vefat etmiştir.'[585]
Zehirin tedavisi, ya
boşaltma veya nitelikleri ya da özellikleri dolayısıyla zehiri kaldıran ve
iptal eden ilaçlarla olur. İlaç bulamayan, hemen küllî bir boşaltma yapsın.[586] En
yararlısı da, hacamattır. Özellikle de bölge ve mevsim sıcak olursa, çünkü
zehirli kuvvet kana karışır, damarlara ve kılcal damarlara girerek kalbe
ulaşır. Bunun sonunda kişi yok olUr. Kan, zehiri kalbe ve organlara ulaştıran
nesnedir. Zehirlenen acele eder ve kanı çıkarırsa, karışan bu zehirli nesne de
onunla birlikte dışarı çıkar. Tam bir boşaltma olursa, gitmesi veya zayıflaması
dolayısıyla zehir zarar vermez, tabiat ona karşı güçlenir, yaptığını iptal
eder veya zayıflatır.
Rasûlullah (s.a.)
hacamat yaptırdığında, bunu omuzundan yaptırdı. Çünkü kalbe en yakın hacamat
yeri orasıdır. Zehirli madde kanla birlikte tam olarak dışarıya çıkmaz, bilakis
Allah'ın bütün üstünlük mertebelerini tamamlamasını murad etmesi dolayısıyla
kanın-zayıflığına rağmen zehirin eseri kalır. Allah şehidliği ona ikram etmek
isteyince, Allah'ın yapılmasını kararlaştırdığı işin gerçekleşmesi için
zehirin gizli tesiri açığa çıkar. Yüce Allah'ın yahudi düşmanlarıyla ilgili
sözlerinin sırrı da ortaya çıkar: "Size bir peygamber nefsinizin
hoşlanmadığı bir. şey getirdikçe, büyüklük taslayarak, bir kısmım yalancı sayıp,
bir kısmını öldürür müsünüz? "[587]
"Yalancı sayıp" şeklinde, olmuş ve gerçekleşmiş durumu anlatan
geçmiş zaman sözüyle ifade edilmiştir. "Öldürür müsünüz?" ise,
olması beklenen gelecek zaman sözüyledir. Allah en iyisini bilir. [588]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) yahudilerin yaptığı büyülerin tedavisi
konusundaki tutumu şöyledir:
Bir grup, bunu kabul
etmemiş ve "O'na karşı böyle bir şey caiz değildir." demişlerdir.
Bunu eksiklik ve kusur saymışlardır. Durum onların sandığı gibi değildir.
Bilâkis bu, Rasûlullah'ın (s.a.) karşılaştığı ağrı ve hastalıklardan biridir.
Bununla, Rasûlullah'ın (s.a.) zehirlenmesi arasında bir fark yoktur.
Sahihayn'da. Hz. Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Rasûlullah'a öyle
bir sihir yapıldı ki, yapmadığı halde kendisine kadınlarla birleştiği hayali
gelirdi. Bu, sihrin en kötü şeklidir."[589]
Kadı Iyâz der ki:
"Sihir, Hz. Peygamber'in (s.a.) de tutulduğu bir hastalık ve arızadır.
Tıpkı reddedilemeyen diğer hastalıklar gibi. Bu, onun peygamberliğine bir
zarar vermez. Yapmadığı halde bir şeyi yapar gösterilmesine gelince,
korunduğuna dair delil ve icmâ bulunduğundan dolayı doğruluğunu zedeleyecek
bir şey yoktur. Bu, kendisi sebebiyle gönderilmediği ve bu yüzden üstün
kümmadığı dünya işiyle ilgili olarak caizdir. Peygamber, diğer
insanlar gibi âfete uğrayabilir.
Peygamberlikle ilgili bir işte gerçeği olmayan bir durumun hayali gelmesi,
sonra düzelmesi imkânsızdır."
Maksat, bu hastalığın
tedavisi konusundaki tutumunu göstermemizdir. Bu konuda O'nun iki çeşit tedavisi
vardır:
1) Çıkarması
ve iptali. Bu daha üstünüdür. Nitekim Rasûlullah (s.a.) bu konuda Rabbına
dilekte bulunmuş, Allah da ona yolu göstermiştir. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.), bu sihri kuyudan çıkarmıştır. Sihir, bir tarak, saç veya sakal kılı, erkek
hurma çiçeği örtüsü idi.[590]
Sihiri çıkarınca, büyüsü gitti, sanki bağından kurtulmuş gibi oldu.[591] Bu,
hastanın en iyi tedavi yollarından biridir. Tıpkı, pis maddenin vücuttan
giderilmesi ve atılması gibidir.
2) Sihir
eziyetinin ulaştığı yeri boşaltma. Çünkü sinirin tabiatta, maddelerinin
hareketinde ve mizacının bozulmasında etkisi vardır. Bir organda etkisi
görülür ve pis maddenin bu organdan boşaltılması mümkünse, gerçekten fayda
verir.
Ebu Ube/d,
Garibu'l-Hadîs'ts Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan şu rivayeti verir^RasûluIlah
(s.a.) büyü yapılınca başından boynuzla hacamat yap-tırdı."[592]
Bilgisi az olanlara bu
biraz karışık gelmiş ve şöyle demişlerdir: "Hacamat nerede, sihir nerede;
bu hastalıkla, bu ilaç arasında ne gibi bir alâka var?" Şayet bu ilacı
Hipokrat, îbn Sina veya başkaları söyleseydi, kabul ve teslimiyetle
benimserdiler. Halbuki bu ilacı, bilgisi ve faziletinden şüphe bulunmayan
söylemiştir.
Bil ki, Rasûlullah'a
(s.a.) yapılan sihir, kafasının bir kuvvetine, bir şeyi yapmadığı halde yaptığı
hayali geiecek şekilde ulaştı. Bu, büyü yapanın tabiatta ve kan maddesindeki
bir tasarrufudur ki bu madde kanına galip gelip, mizacının aslî tabiatını
değiştirir.
Büyü, pis ruhların
etkileri ile tabiî kuvvetlerin tepkisinden oluşur. Bu, en şiddetli büyülerdendir,
özellikle de büyünün ulaştığı yerde. Büyünün fiillerinden zarar gören bu yere
hacamat yapılması, uygun şekilde olursa en yararlı tedavi
çeşitlerindendir.
Hipokrat der ki:
''Boşaltılması gereken şeyler, meyili olduğu yerlerden, boşaltılmasına uygun
şeylerle çıkartılmalıdır."
Bir grup insan şöyle
der: Rasûlullah (s.a.) bu hastalığa tutulunca —ki bir şeyi yapmadığı halde
yaptığı hayali gelirdi—, bunu dimağ tarafına meyletmiş, karnına galip gelip
mizacının tabiî durumunu kaldırmış kan medde-sinden veya başkasından sanırdı.
Bu sırada hacamat yapılması, en iyi ilaçlardan ve tedavi yollarındandır. O da
hacamat yaptırdı. Bu, hastalığının sihir olduğunun vahyedilmesinden öncedir.
Yüce Allah'tan O'na vahiy gelince ve büyü yapıldığı haber verilince, gerçek
ilaca başvurdu, ki bu da sihirin çıkartılması ve iptalidir. Allah'tan dilekte
bulundu, Aîlah*O'na yerini gösterdi, büyüyü çıkardı, sanki bağından kurtulmuş
gibi oldu. Bu büyü, vücudunda ve dış organlanndaydı, aklında ve kalbinde
değildi. Bu yüzden, kadınlarla birleşme yaptığı hayalinin doğruluğuna
inanmazdı. Bilakis, bunun gerçeği olmayan bir hayal olduğunu bilirdi. Böylesi,
bazı hastalıklardan da ortaya çıkabilir! Allah en iyisini bilir.
Büyünün en etkili
tedavi yollarından biri, ilâhî ilaçlardır. Hatta bizzat yararlı ilaçlan
bunlardır. Çünkü büyü, pis ve süflî ruhların etkilerindendir. Etkisinin
defedilmesi, kendisine zıt ve aykırı zikir, âyet, fiil ve etkisini iptal eden
dualarla olur, çok güçlü ve şiddetli olursa, etkili bir okuma (nuşre) omr [593] 3U)
malzemesi ve silahı bulunan iki ordunun karşılaşması gibidir. Galip gelen,
ötekini kahreder ve hakimiyeti alır. Kalb, Allah'ın zikriyle doluysa, yakarış,
dua, zikir ve sığınmaları vird edinip özü sözüne uygunsa, bu, sihirin etkisini
engelleyen en önemli sebeplerden ve başa geldikten sonra da en iyi tedavi
yollarındandır.
Büyücülere göre,
büyülerinin etkisi, ancak zayıf tepkili kalblerde ve süf-liyâta bağlı şehvanî
nefislerde tam olur. Bu yüzden çoğunlukla kadınlarda, çocuklarda, cahillerde,
göçebelerde ve dinden, tevekkülden, tevhidden nasibi zayıf olanlar ile ilâhî
virdler, dualar ve nebevi sığınmalardan nasibi olmayanlarda etkisini gösterir.
Kısacası büyünün
etkisi, süfliyâta meyilli zayıf tepkili kalblerde daha fazladır. Şöyle
denilir: Büyülü, kendisine nazar değdirendir. Çünkü kalbinin kendisine çok
fazla yönelmiş bir şeye bağlı olduğunu görürüz. Kalbine meyil ve yönelişi olan
tasallut eder. Habis ruhlar, ancak bu habis ruhlara meyli olması, ve ilâhî
kuvveti bulunmaması ve ona karşı savaşacak hazırlığı olmaması
dolayısıyla tasallut için hazır bulduğu
ruhlara tasallut eder. Onları hazırlıksız ve uygun düşene meyli bulunmuş
olarak yakalar, tasallut eder, sihir ve başkasıyla etkisine imkân bulur. Allah en
iyisini bilir. [594]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) kusarak boşaltma konusundaki tutumu şöyledir:
Tirmizî, Gâ/m'inde
Mi'dân b. Ebî Talha— Ebu'd-Derdâ senediyle, şunu rivayet eder: Hz. Peygamber
(s.a.) kustu ve hemen sonra abdest aldı. Sev-bân'i Dımaşk camiinde gördüm. Bunu
ona anlattım. Dedi ki: "Doğru söyledin. Abdest suyunu ben
dökmüştüm." Tirmizî şöyle der: "Bu, konuyla ilgili en sahih
rivayettir."[595]
Kusma, boşaltmanın
temeli olan beş boşaltmadan biridir. Bunlar; ishal, kusma, kan çıkarma, buhar
ve terin çıkması. Hepsi de sünnette geçmiştir.
îshal, "Tedavi
olduğunuz en iyi şey müshildir." hadisinde yer alır. Başka, bir hadiste
"sinamekidir" ifadesi bulunmaktadır.
Kanın çıkarılması,
hacamat hadislerinde geçti.Buharların boşaltılmasını, inşaallah bu fasıldan
sonra zikredeceğim.
Terin boşaltılması,
çoğunlukla kasden olur, hatta tabiatın onu vücudun dış kısmifia'itrnesi, deri
deliklerini açık bularak oradan çıkmasıyla olur.
Kusma, midenin üst
kısmından, hukne (lavman) ise alt kısmından boşaltmadır. İlaç, midenin üst ve
ait kısmındandır. Kusma iki çeşittir: 1) Zoraki olan, 2) İsteyerek olan.
Birincisinin tutulması ve defedilmesi ancak az olduğunda ve teleften
korkulduğunda mümkündür; önleyen şeylerle kesilebilir, ikincisi, zamanı ve
zikredilen şartlan gözetildiğinde ihtiyaç durumunda en yararhsıdır.
Kusmanın on sebebi
vardır:
1) Sarı
acılı suyun üstün gelmesi ve midenin tepesine çakıp yükjs gerektirmesi.
2) Midede
hareket eden ve dışarı çıkma ihtiyacı duyan yapışkan balgamın galip gelmesi.
3) Bizzat
midenin zaafından olması; yemeği hazmedemez, onu üst tarafa atar.
4) Hazmını
kötüleştiren ve yaptığını zayıflatan kötü bir maddenin karışması.
!
5) Midenin
tahammül edebileceği yiyecek ve içeceğin aşılması, bunu tutamayıp, defetme ve
atmayı gerektirmesi.
6) Yenilen
ve içilenin mideye uygun olmayışı, ondan hoşlanmayışı, defetme ve atmayı
gerektirmesi.
7) Yemeğin
şeklini ve tabiatını etkileyen bir şeyin meydana gelmesi ve onu atması.
8) Bulantı;
iç bulantısı ve kusmayı doğurur.
9) Şiddetli
üzüntü, gam, keder, tabiatın ve tabiî güçlerin çoğunlukla bunlarla meşgul olması
gibi psikolojik arızalar. Bunlar sonucunda tabiat bedeni idareye, gıdayı
düzeltmeye, olgunlaştırmaya ve hazmetmeye çalışır, mide onu dışan atar. Bazan
da iç sıkıntısı durumunda maddelerin hareketinden dolayı olur. Çünkü beden ve
nefis, sahibine tepki gösterir ve şekline etki eder.
10) Tabiatın
kusan birini görerek kusacağı gelmesi. İstemeksizin kusma durumu galip gelir.
Çünkü tabiat dışarıdaki durumu hemen kendine taşıyıcı bir özelliğe sahiptir.
Uzman tabiplerden biri
bana şunu anlattı: Sürme çekmekte uzmanlaşmış bir yeğenim (kızkardeşimin oğlu)
vardı. Sürme için oturduğunda, adamın gözünü açıp, göz ağrısını gördüğünde ve
sürme yaptığında, onun da gözü ağrıdı; bu defalarca tekrar etti. Bunun üzerine
sürmeciliği bıraktı. "Bunun sebebi nedir?" diye sorduğumda,
"Tabiatın taşıyıcılığı, çünkü o taşıcıdır." cevabını verdi. Başka bir
tanıdığım ise, bir adamın herhangi bir yerindeki sivilceyi kaşıdığını görünce,
o da aynı yeri kaşır ve içinden bir şeyler çıkardı. Ben derim ki: Bütün bunlar
için tabiatın böyle bir durumu kabule hazır olması gerekir. Bu durumda madde
hareketsiz ve sakin olur, belirttiğimiz bu sebeplerden biri dolayısıyla
harekete geçer. Ama bunlar, arızanın gerektirici-si değil, maddenin haraketine
sebeptirler, i
Maddeler sıcak
bölgelerde ve sıcak zamanlarda inceldiğine ve yukarıya çekildiğine göre,
bunlarda kusma daha yalrarhdır.
Soğuk bölgelerde ve
soğuk zamanlarda kalınlaşır ve yukarıya ç zorlaştığına göre, ishal yoluyla
boşaltılması daha yararlıdır.
Maddelerin giderilmesi
ve defedilmesi çekme ve boşaltma yoluyla olur. Çekme en uzak, boşaltma en yakın
yoldur. İkisi arasındaki fark şudur: Madde, dökülme veya yükselmeye henüz
istikrar bulmamış biçimde bir etken olduğunda, çekilmeye muhtaçtır. Şayet
yükseîmekteyse aşağıdan, dökülmüşse yukarıdan çekilir. Ama yerinde istikrar
bulursa, en yakın yoldan boşaltılır. Madde üst organlara zarar verince
aşağıdan, alt organlara zarar verince yukarıdan çekilir, îstikrar bulursa, en
yakın yerden boşaltılır. Bu yüzden Rasû-Iullah (s.a.) bazan omuzundan, bazan başından,
bazan da ayağının dışından hacamat yaptırdı. Sıkıntı veren kan maddesini en
yakın yerden boşaltırdı. Allah en iyisini bilir.
Kusma, mideyi temizler
ve güçlendirir, görmeyi keskinleştirir, baş ağırlığını giderir, böbrek
yaralarına, mesaneye, cüzzam ve istiskaya, felç ve titreme gibi müzmin
hastalıklara faydalı olur, hayvanların dışkı bozukluğuna fayda verir.
Sağlıklıların bunu,
birincinin eksik yaptığım, ikincinin telafi etmesi ve bu sebeple toplanan
fazlalıkları temizlemek için, sıra gözetmeksizin ayda peş-peşe iki kere yapması
gerekir. Çok kusma, mideye zarar verir ve fazlalıkları kabul etmesini sağlar,
dişlere, göze ve kulağa zararlı olur, bazan damar çatlamasına sebep olur.
Boğazında şişliği, göğsünde zaafı, boynu ince, kanamaya hazır olanın veya
hemen kusamayanm bundan kaçınması gerekir.
Birçokları kusmayı,
kötü bir şekilde yapar. Bu şekilde, yani mideyi yemekle doldurup sonra dışan
atmakta birçok âfet vardır. İhtiyarlığı çabuklaş-tırır, kötü hastalıklara sebep
olur, kusma alışkanlığı yaratır. Rutubetli iç organlar ve karın zayıflığı veya
kusanın zayıf oluşunda kusmak tehlikelidir.
En iyi vakti kış ve
sonbahar değil, yaz ve ilkbahardır. Kusma durumunda, gözleri yummak, karnı
bağlamak ve boşalınca yüzü soğuk suyla yıkamak, hemen ardından biraz mustakâ
(çam sakızı) suyuyla birlijcte elma suyu içmek gerekir. Gül suyu çok fayda
verir.
Kusma, midenin üst
tarafından boşaltır, alt tarafından çeker. İshal ise tam tersidir.
Hipokrat der ki:
"Boşaltma, ilaçla olmaktan çok, yazın üst taraftan, kışın alt taraftan
olmalıdır." [596]
Hz. Peygamber (s.a.)
daha iyi doktorun tedavisini tavsiye ederdi.
Mâlik, Muvatta'mda
Zeyd b. Eslem'den şunu rivayet eder: Rasûlullah (s.a.) zamanında bir adamın
yarası çıkmıştı. Yara kan toplamıştı. Adam En-mâroğullanndan iki kişiyi
çağırdı. Yaraya baktılar. Rasûlullah'm (s.a.) kendilerine şöyle buyurduğu
ileri sürülmüştür: "Hanginiz daha iyi doktor?" Adamın biri dedi ki:
"Tıpta hayır var mı, ey Allah'ın elçisi?" Rasûlullah (s.a.) şu cevabı
verdi: "Derdi indiren, devasını da indirmiştir."[597]'
Bu hadise göre, her
ilim ve sanatta o konudaki en iyiden yardım istemek gerekir. Çünkü isabetli
davranışa bu daha yakındır.
Fetva isteyenler de
daha bilgililerden yardım almalıdır. Çünkü böyleleri daha ait mertebede
olanlara göre isabet etmeye daha yakındır.
Kıbleyi beürleyemeyen
de, kendisinden daha iyi bileni taklit eder. Allah kullarını bu şekilde
yaratmıştır. Kara veya denizde yolculuk yapan da, delillerin en iyi ve
doğrusuna göre sükûn ve emniyet bulur, ona yönelir ve dayanır. Şeriat, fıtrat
ve akıl bu konularda ittifak etmiştir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.), "Derdi indiren, devasını da indirmiştir." sözü gibi pek çok
hadisi vardır. Amr b. Dînâr—Hilâl b. Yesâf senediyle rivayet edilen hadis
böyledir: Rasûlullah (s.a.) bir hasta ziyaretine gitti. "Bir doktoru
çağırın." buyurdu. İçlerinden biri: "Bunu sen mi söylüyorsun, ey
Allah'ın elçisi?" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Evet, Allah
indirdiği her derde, deva da indirmiştir." buyurdu.
Buharı ve Müslim'in
Sû/i/Tı'lerinde Ebu Hureyre'den merfû olarak şu hadis vardır: "Allah her
indirdiği derde, deva da vermiştir." Bu ve başka hadisler daha önce geçti.
"Derdi ve devayı
indirdi" sözünün anlamında ihtilâf edilmiştir. Bir grup şöyle der:
İndirilmesi, kullara haber verilmesidir. Bu da bir şey değildir. Çünkü
Rasûlullah (s.a.) "indirdi" diyerek, umumî biçimde derdi ve devayı
haber vermiştir. İnsanların
çoğu bunu bilmez. Bunun için şöyle denmiştir: "Bunu bilen bilir, bilmeyen
bilmez."
Bir grup şöyle diyor:
Dert ve devanın indirilmesi, yaratılması ve yeryüzüne konulmasıdır. Nitekim
başka bir hadis şöyledir: "Hiçbir dert yoktur ki Allah onun devasını
koymasın." Bu her ne kadar birinciden daha yakınsa da, "indirme"
sözü, "yaratma" ve "koyma"dan daha özeldir. Gerektiren bir
durum olmaksızın sözün özel oluşunu gözardı etmemek gerekir.
Bir grup şöyle der:
Dert ve devanın indirilmesi, derdi, devayı vs. yi yaratma işinde görevli
melekler vasıtasıyladır. Çünkü melekler bu dünyanın işiyle, ana rahmine
düşüşünden ölümüne kadar insan türünün işiyle görevlidir. Dert ve deva,
meleklerle indirilir. Bu, diğer iki yaklaşımdan daha iyidir.
Bir grup şöyle der:
Dert ve devaların çoğu, gıdaların, azıkların, İlaçların ve hastahklann (bütün
bunların araçları, sebepleri ve tamamlayıcılannın) doğduğu gökyüzünden inen
yağmur vasıtasıyla elde edilir. Üstün madenlerden olanlar, dağlardan iner.
Vadilerden, nehirlerden ve meyvalardan inenler de tağlîb (üstün olana göre hüküm
verme) ve iki fiil yerine, ikisini de içeren bir fiille yetinme kaidesince £u
söze dahildir. Bu Arapça'da, hatta diğer milletlerde bilinen bir husustur.
Nitekim şair şöyle der:
yu saman ve soğuk
suyla besledim, gözleri çökük- oldu."[598]
Başka biri şöyle der:
"Kocanın kılıcım
ve okunu kuşandığını gördüm."[599] Bir
diğeri şöyle der:
"Şarkıcılar bir
gün görüldüklerinde ve kaşlarını ve gözlerini hilâl gibi yapınca..."[600]
Bu, diğer açıklama
biçimlerinden daha iyidir. Allah en iyisini bilir.
Bu, Yüce Allah'ın
hikmeti ve rablığının tamamındandır. Çünkü O, kullarını dertlerle sınadığı
gibi, sevindirdiği devalarıyla da onlara yardım eder. Günahlarla, onları
sınadığı gibi tevbe, yokedici iyilikler ve keffaret olan musibetler ile onlara
yardım eder. Şeytanların habis ruhlarıyla sınadığı gibi, iyi ruhlardan bin
orduyla, meleklerle onlara yardım eder. Arzu ve şehvetlerle sınadığı gibi,
faydalı ve leziz nesnelerden şer'an ve miktar olarak sevindirecek olanlarla
giderilmesine de yardım eder. Hiçbir sınama yoktur ki Allah bu belâya karşı
yardım alacaklan bir şeyi vermesin. Bunu bilme konusundaki farklılık devam
eder. Bilgi, meydana gelmesi ve ona ulaşmakla olur. Allah en iyisini bilir. [601]
Ebu Davud, Nesâî ve
İbn Mâce, Amr b. Şu'ayb—babası—dedesi senediyle şunu rivayet ederler:
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Daha önce tıbbı bilmediği halde
doktorluk yapan, tazminatını öder."[602]
Bu hadiste üç durum
bulunmaktadır: I) Sözlükle ilgili durum, 2) Fikhî durum, 3) Tıbbî durum.
Sözlükle ilgili durum
şudur: Arap dilinde "üb" çeşitli mânalara gelir. Düzeltme anlamı
vardır: Bir şeyi düzelttim anlamına: "Tabbebtuhu", iyi ve siyasî
davrandı anlamına: "Lehu tıbbun bi'l-umûr" denir. Şair şöyle diyor:
'Temîm'in durumu
değişince, isabetli görüşünle oniann iyi idarecisi olursun.
"Tıb"bın bir
başka anlamı, "uzmanlık"tır. Cevheri şöyle diyor: "Araplara
göre her uzman kişi, tabiptir.'* Ebu Ubeyd ise şöyle diyor: "Tıbbın aslı,
eşyayı iy bilmek ve maharettir. Böyle olan kişiye 'tıbb' ve 'tabîb' denir; has-
tanın tedavisi dışında
da olsa bu böyledir." Başkası deriki: "Tabîb adam", yani mahir
kişi demektir. Mahareti ve bilgisi dolayısıyla "tabib" diye isimlendirilmiştir.
Alkame şöyle diyor:
"Bana kadınları
sorarlarsa, ben kadınların dertlerini en iyi bilenim.
Kişinin saçları
ağarınca veya malı azahnca, kadın sevgisinden nasibi kalmaz. "[603]
Antere şöyle diyor:
"Zırhlı atlıları
avlamaktan aciz değilken, senin gibi yüzünü kapatmışı avlamaktan nasıl âciz
olurum? [604]"
"Tıb"bın bir
başka anlamı "âdet"tir. "Bu benim tıbbim (âdetim) değildir."
denir. Ferve b. Museyk şöyle diyor:[605]
"Âdetimiz
korkaklık değildir. Bilakis, hülyalarımız ve başkalarını^ Iâketidir.V
Ahmed b. Huseyn
el-Mütenebbî şöyle diyor:
"Büyüklük âdetim
değil, ama cahili ve akıllılık taslayanı sevmem."[606]
"Tıb"bm bir
anlamı da "büyü"dür. "Matbûb (büyülü) adam" denir. Sahih'te
Âişe (r. anha) hadisinde şu yer alır: Yahudiler Rasûlullah'a (s.a.) büyü
yapınca ve biri,başına, diğeri ayaklarına iki melek oturunca biri diğerine
şöyle dedi: "Adamın durumu nedir?" Diğeri: "Büyülü
(matbûb)" dedi. "Kim büyülemiş?" diye sorunca, "Filan
yahudi" cevabını verdi.
Ebu Ubeyd şöyle diyor:
Büyülü kişiye "matbûb" demeleri, "tıb"bı sihirden kinaye
yapmalarıdır; tıpkı sokulmadan kinaye yapmaları gibi. İyiliğini umarak
"selîm = sağlam" derler. Aynı şekilde su bulunmayan helak edici çölle
de kinaye yaparlar. Bizzat dert için de "tıb" denir. îbn Ebi'l-Eslet
der ki:
"Hassân'a benim
durumumu kim haber verecek, Derdin büyü müdür, akıl hastalığı mıdır?"
Hamaset şiiri ise şöyledir:
"Şayet
büyülüysen, böylece kalırsın. Hastaysan iyileşen yoktur. "[607]
Kullandığı
"matbûb" kelimesiyle büyülü kişiyi, "meshûr" kelimesiyle de
"hastalığa yakalanmış" kişiyi kasteder.
Cevheri şöyle diyor:
Hastaya "meşhur" denir. Sonra beyti verir. Mânası şudur: Şayet
senden ve sevginden başıma bir şey gelirse, Allah'tan devamını isterim,
zevalini istemem, bu ister büyü, isterse hastalık olsun.
"Tıb"
kelimesi üç şekilde okunur. Üstünlü (tab) olursa, işleri iyi bilen demektir,
tabîb için "tabb" da denir. "Tıb", tabibin işidir.
"Tub", bir yer ismidir. İbnü's-Seyyid böyle demiştir. Şu beyti verir:
"Dedim ki:
Kervanınızla suyu güzel Tuo'ta mı konakladınız?*'
Hz. Peygamber (s.a.)
"Kim doktorluk taslarsa" sözünü kullanmış, "doktorluk
yaparsa" dememiştir. Çünkü "tefâ'ul" babında bir şeyi zorlamak
ve onu güçlük ve ve zorlukla yapmak, ehli olmamak anlamı vardır. Zorlanmayı bu
vezinle kurmuşlardır. Şair şöyle der:
"Kays Aylan'a ve
Kays'hlık taslayana."[608]
Şer'î durum, cahil
doktorun tazminat ödemesi gerektiğidir. Tıb ilmine ve uygulamasına önceden bir
bilgisi olmadan girişirse, bilgisizlİğiyle canları telef etmeye girişmiş,
ihmalkârlığıyİa bilmediğine atılmıştır. Böylelikle hastayı aldatmış olur. Bu
yüzden de tazminat ödemesi gerekir. Bu hüküm, ilim ehlinin bir icmaıdır.
Hattâbî şöyle diyor:
Tedavi eden kimse kusurlu davranır da hasta telef olursa, tazminat ödeyeceğinde
ihtilâf bilmiyorum. Bilinmeyen her hangi bir ilim veya uygulamayı yapan,
kusurlu davranmıştır. Fiilinden dolayı telef durumu ortaya çıkarsa, diyeti öder,
kısas yapılmaz. Çünkü, hastanın izni olmaksızın tek başına bu işi
yapmamaktadır. Doktor taslağının diyeti, fukaha-mn çoğunluğuna göre âkilesifıe
(akrabasına) aittir.
Ben derim ki: Bu durum
beş kısımdır:
1) Sanatının
hakkını veren ve eliyle.suç işlemeyen uzman doktor: Sâri' veya tedavi ettiği
kişi tarafından izinli fiilinden dolayı bir organın veya canın telef olması,
yahut sıfatının kaybolması durumunda, ittifakla tazminat ödemesi gerekmez.
Çünkü bu bir kusurlu davranıştır, ama bu konuda izinlidir. Bu tıpkı, yaşı
sünnete uygun bir çocuğu zamanında sünnet edip, hakkını verdikten sonra, organ
veya çocuk yok olunca tazminat ödememesi gibidir. Tıpkı, insana veya bir
başkasına gerektiğinde uygun şekilde ve vaktinde operasyon yapınca, bundan
dolayı yok olursa tazminat ödememesi gibi. Sebebinde failin kusurlu
davranmadığı her izinli kusurlu davranış (sirayet) böyledir. Had-din ittifakla
sirayeti, tazminat gerekmesinde Ebu Hanife'nin aksine cumhura göre kısasın
sirayeti, Ebu Hanife ve Şafiî'nin aksine ta'zîrin, kocanın karısını, öğretmenin
öğrenciyi, kiracının hayvanı dövmesinin sirayeti gibidir. Şafiî, hayvanı
dövmeyi istisna etmiştir.
Bu konudaki ittifaklı
ve ihtilaflı kaide şudur: Suçun sirayeti, ittifakla tazminat konusudur.
Vacibin sirayeti, ittifakla düşürülmüştür. İkisi arasındakiler ihtilaflıdır.
Ebu Hanife, mutlak olarak tazminatı vacip kılmış; Ahmed ve Mâlik tazminatı
düşürmüş, Şafiî mukadder olandan tazminatı düşürmüş, gayru'I-mukadderde vacip'
kılmıştır. Ebu Hanife, fiilde iznin, selâmetle şartlı olduğuna, Ahmed ve Mâlik,
iznin tazminatı düşürdüğüne, Şafiî ise mukadderde noksanın olmayacağına, bunun
nas yerinde olduğuna, ta'zîr, te'dîb gibi gayru'l-mukadder'in ictihadî
olduğuna, bunun sonucu telef olursa tazminat ödeyeceğine, çünkü bunun kusurlu
olduğu zanm verdiğine bakmıştır.
2)Tedavi
ettiğini doğrudan tedavi eden ve bunun sonucu telefe sebep olan bilgisiz doktor
taslağı: Bu durumda, ölen, doktor taslağının bilgisiz bir cahil olduğunu bilip
de tedavisine izin vermişse tazminat ödemez. Bu şekil, hadisin zahirine aykırı
değildir. Çünkü siyak ve sözün gücü, doktor taslağının hastayı aldattığını ve
öyle olmadığı halde ona tabip olduğu vtehmini verdiğini gösterir. Hasta onun
^doktor olduğunu sanır ve bu bilgisi dolayısıyla tedavisine izm-verifse, tabip
elinin işlediği cinayeti tazmin eder. Kullanacağı bir ilacı öğüt-leyince de
durum böyledir. Hasta onun bu ilacı bilerek öğütlediğini sanır ve telef olursa,
tazminatını öder. Hadis bu konuda zahir veya sarihtir.
3) İzin
verilmiş ve sanatın hakkım veren, ama eli hata yapan ve sağlam bir organın
telef olması kusurunu işleyen uzman doktor: Sünnetçinin eli kertiğe kadar
giderse, tazminat öder. Çünkü hataen işlenmiş bir cinayettir. Şayet üçte bir
veya daha fazla ise, âkilesine aittir. Âkile yoksa, diyet kendi malından mı,
beytülmaiden mi ödenir konusunda iki görüş vardır. Bunların her ikisi de Ahmed
b. HanbePden rivayet edilir. Şöyle denir: Tabip zimmî ise malından ödenir.
Müslüman ise, bu konuda iki rivayet vardır. Şayet beytülmal yoksa veya yüklenmesi
imkansızsa, diyet düşer mi, yoksa cinayeti işleyenin malına mı gerekir
konusunda iki açıklama şekli vardır. Daha meşhuru, düşeceğidir.
4) Sanatını
iyi bilen uzman doktor: Konuyu inceler, hastaya bir ilaç öğütler ve yanlış bir
karar vererek, hasta ölürse, bu konuda iki görüş çıkarılabilir: a) Hastanın
diyeti beytülmal tarafından ödenir, b) Diyet doktorun âkilesine attir. İmam
Ahmed b. Hanbel, imamın ve hâkimin hatası konusunda her ikisini de
belirtmiştir.
5) Sanatının
hakkım vertn uzman doktor: Bir adam veya çocuğun izni olmaksızın veya velisinin
izniyle delinin vücudundan fazlalık bir parçayı keser ya da velisinin izni
olmaksızın bir çocuğu sünnet eder, bunun sonucunda telef olursa, Hanbelî
mezhebimize mensup olanlar tazminatını ödeyeceği görüşünü benimser. Çünkü
izinsiz bir fiilden ortaya çıkmıştır. Bulûğa ermiş biri veya çocuk ve delinin
velisi izin vermişse, tazminat ödemez. Mutlak olarak tazminat ödememesi
ihtimali vardır, çünkü iyilik yapmıştır, iyilik yapmanın da bir tek yolu
yoktur. Aynı şekilde, eğer, kusurluysa, tazminatı düşürme konusunda velinin
izninin bir etkisi yoktur. Kusurlu değilse, tazminatının açıkj laması yoktur.
Şöyle bir itiraz yapılabilir: İznin olmadığında kusurlu, izin ol-l duğunda
kusursuzdur. Buna şu cevap verilir: Kusur veya kusursuzluk, fiilinin bizzat
kendisiyle ilgilidir. îznin varlığının veya yokluğunun bu konuda bir et-l kişi
yoktur. Bu düşünmeye değer bir konudur. [609] '
Bu hadiste geçen
"tabib" terimi —tedavi ettiği ister hayvan, ister insan olsun—;
doktoru (tabâî), sürmeciyi (kahhâl), operatörü (cerra'ihi), sünnetçiyi
(hâtin), kan alıcıyı (fâsıd), hacamatçıyı (haccâm), sargıcıyı (mucebbir),
dağlayıcıyı (kevvât), lavmancıyı (hâkin) içerir. "Tabîb" terimi, daha
önce geç^ tiği gibi, sözlük açısından tümü için kullanılır. İnsanların,
bazılarına özel isim' vermesi sonraki bir âdettir. Sözgelimi,
"hayvan" (dâbbe) terimini her kavmin belli bîr tür için kullanması
gibi. [610]
Uzman doktor (tabîb-i
hazık), tedavisinde yirmi durumu göze tordur:
1— Hastalığın türüne bakıp, hangi sınıfa
girdiğini incelemek.
2— Sebebine
bakıp, neden ortaya çıktığını, etkili sebebini belirlemek.
3— Hastanın
gücünü incelemek, hastalığa dirençli olup olmadığını belirlemek. Şayet
dirençli ve yenebilecek durumda ise, hastalığıyla mücadele etmek üzere ikisini
başbaşa bırakır. Sakin durumda olanı ilaçla tahrik etmez.
4— Vücudun tabiî mizacını belirlemek.
5— Tabiî olmayan bir şekilde ortaya çıkan
mizacını belirlemek.
6— Hastanın yaşı.
7— Hastanın alışkanlığı.
8— Mevsimin şu andaki durumu ve uyulması gerekli
özellikleri.
9— Hastanın
memleketi ve yaşadığı toprak parçası.
10— Hastalık sırasında havanın durumu.
11— Sözkonusu hastalığa panzehir ilacı
belirlemek.
12— İlacın
kuvveti ve derecesini incelemek, bu durumla hastanın gücünü mukayese etmek.
13— Bütün
hedefinin sadece bu illeti gidermek olmayıp, daha zorlusundan emin olunacak
biçimde gidermeye çalışmak. Daha zorlu başka bir illetin doğmasından emin
olunmazsa, olduğu gibi bırakır. İlleti uygun bir şekilde gidermek vaciptir.
Tıpkı damar ağzı hastalıklarında olduğu gibi. Çünkü kesmek veya menetmekle
daha zorlusunun doğmasındrn korkulur.
14— En
kolayıyla tedavi etmek. Beslenme yoluyla tedaviden ilaç yoluyla tedaviye ancak
imkânsızlık durumunda geçebilir. Karmaşık ilacı ancak basit ilacın
yetersizliğinden sonra kullanabilir. İlaç yerine beslenme, karmaşık ilaçlar
yerine sade ilaçlar yoluyla tedavi etmek doktorun ehliyetindendir.
15—Hastalığın
tedavisinin mümkün olup olmadığına bakmak. Şayet tedavisi mümkün değilse,
sanatını ve saygınlığını korur, tamahkârlığı onu hiçbir faydası olmayan ilaçla
tedaviye itmez. Şayet tedavisi mümkünse, giderilip giderilemeyeceğine bakar.
Giderilmesi mümkün değilse, hafifletilmesi ve azaltılmasının mümkün oiup
olmadığına bakar. Azaltılması mümkün değilse ve en iyi imkânı durdurulması ve
ilerleyişini engellemesi olarak görürse, tedavide bunu hedef alır, hastanın
kuvvetlenmesine yardım eder, hastalığın zayıf-latilmasına bakar.
16— Boşaltma
yoluyla olgunlaştırmazdan önce karıştırmaya girişmeyip, bilakis olgunlaştırmak,
olgunlaşması tamamlandıktan sonra hemen boşaltmaya girişmek.
17— Kalblerin ve ruhların hastalanması ve
ilaçları konusunda tecrübe ve uzmanlığı olmak. Bu, bedenlerin tedavisinde
önemli bir esastır. Çünkü bedenin ve tabiatının nefse ve kalbe tepki
gösterdiği, gözlemlenen bir durumdur. Doktor, kalb ve ruh hastalıklarını ve
tedavisini bildiğinde, gerçek bir-doktor demektir. Bu konuda tecrübesi olmayan
—tabiatın ve beden durumlarının tedavisinde ehil olsa bile— yarım doktordur.
Doğruluk, iyilik, güzel davranış, Allah'a ve ahiret yurduna yönelişle hastanın
kalbini ve iyileşmesini, ruhunun ve kuvvetlerinin güçlenmesini gözeterek
tedavisini yapamayan her doktor, doktor değil, kusurlu bir doktor taslağı
(mutetabbîb)û\v. Hastalığın en önemli tedavi yollarından birisi de, iyilik
yapmak, iyi davranmak, zikir ve dua, Allah'a yakarış, niyaz ve tevbedir. Bu
durumların, hastalıkların def edilmesinde etkisi vardır. Şifanın sağlanması,
tabiî ilaçlardan daha Önemlidir, Ancak bu, vücudun yapısı, kabulü ve bu konuda
ve yararıyla ilgili olarak taşıdığı inanca göre etkilidir.
18— Hastaya,
çocuğa davranır gibi, iyilikle ve yumuşaklıkla davranmak.
19— Tabiî,
ilâhî ve moral ilaçlarını kullanmak. Çünkü ehii doktorların moral verme
(tahyîl) konusunda ilacın sağlamadığı müthiş durumları vardır. Ehil doktor,
hastalığa karşı yardımcı olan herşeyden yardım alır.
20— Tedavi
ve tedbirini altı esası gözeterek yürütmek. —Bu doktorluk mesleğinin
temelidir—: Mevcut sağlığı korumak, imkânlar ölçüsünde kaybedilen sağlığı geri
getirmek, imkânlar ölçüsünde hastalığı gidermek veya azaltmak, daha
büyüklerini gidermek için iki kötülükten daha az zararlısına katlanmak, daha
büyüklerini sağlamak için iki yarardan daha küçüğünü gözar-dı etmek. Tedavi,
işte bu altı esas çerçevesinde olur. Bağlandığı esaslar bunlar olmayan her
doktor, doktor değildir. Allah en iyisini bilir.
Hastalığın başlangıç,
ilerleme, bitme ve sona erme dönemleri olduğuna göre, doktorun, hastalığın bir
durumuna uygun ve lâyık olanı gözetmesi gerekir. Her durumda kullanılması
gerekeni kullanır. Hastalığın başlangıç safhasında tabiatın fazlahklan hareket
ettirmeye ve olgunlaşması için boşaltmaya muhtaç olduğunu görürse, hemen buna
girişir. Şayet, önleyen her engel, boşaltmak için kuvvetin zayıflaması ve
tahammülsüzlük, mevsimin soğukluğu veya ortaya çıkan bir eksiklik dolayısıyla,
hastalığın başlangıç safhasında tabiatın hareket ettirilme fırsatı kacırılırsa,
hastahğm ilerleme safhasında bunu yapmaktan mutlak bir şekilde sakımlmalıdır.
Çünkü, eğer bunu yaparsa, ilaçla ilgilenmesi dolayısıyla tabiat şaşırır ve
hastalığı düzeltmek ve tam olarak direnmekten vazgeçer. Bu, tıpkı düşmanıyla
savaşmakta olan süvariye gelinip, başka bir işle oyalanması gibidir. Bu durumda
gerekli olan, mümkün olduğunca tabiata kuvvetini koruftıakta yardım etmektir.
Hastalık biter, durur
ve sakinleşirse, boşaltmaya ve sebeplerinin kökünü kazımaya başlar. Hastalık
sona ermeye başlayınca, bu haydi haydi uygulanır. Bu, tıpkı şuna benzer:
Düşmanın kuvveti biter ve silahı tükenirse, yakalanması kolay olur. Döner ve
kaçmaya yönelirse, çok daha kolay teslim alınır. Hiddeti ve gücü, İşin
başlangıcında, boşaltılması ve kuvvetinin artması sırasındadır. Böylece
hastalık ve ilaç eşittir.
Doktorun ehliyetinden
birisi de, daha kolay yolla tedavi imkânı varken, daha zoruna başvurmaması,
zayıftan kuvvetliye doğru gitmesidir. Ancak, kuvvetin gitmesinden endişe
edilmesi durumunda, daha kuvvetliyle işe başlanmalıdır. Tedavide bir tek yolda
ısrar etmez, böylelikle tabiatın alışması ve tepkisinin azalması sonucunu
doğurmaz. Kuvvetli mevsimlerde, kuvvetli ilaçlara cesaret etmez. Daha önce de
geçtiği gibi, beslenme yoluyla tedavi imkânı varken, ilaç yoluyla tedavi yoluna
başvurmaz. Hastalığın sıcak mı, soğuk mu olduğunu kestiremezse, durum iyice
belirinceye kadar bir işe girişmez ve sonucundan endişe edileni denemeye
girişmez. Sonucu zararlı olmayanın denenmesinde bir sakınca yoktur.
Birkaç hastalık birden
varsa, şu üç durumdan birini taşıyandan başlar:
1) Birinin
iyileşmesi ötekine bağlı olmak: Çıban ve yara gibi. Bu durumda çıbandan
başlanır.
2) Birinin,
diğerinin sebebi olması: Bakteri kütlesi ve sıtma (humma afine) gibi. Bu
durumda sebebi gidermeye başlar.
3) Birinin
diğerinden daha önemli olması. Geçici ve müzmin hastalık gibi. Geçici olandan
başlar. Bununla birlikte ötekinden de geri durmaz. Hastalık ve belirti
birlikte göründüğünde hastalıktan başlar. Ancak belirti — kulançta[611]
olduğu gibi— daha kuvvetli olursa, önce acı teskin edilir, sonra bakteri
tedavi edilir, tlaç yolu yerine, açlık, oruç ve uyku gibi boşaltma yolları
mümkünse, ilaçla boşaltma yapmaz. Korumayı hedeflediği her sağlığı, benzer ve
aymsıyla korur. Şayet daha iyisine geçebiliyorsa, panzehirle ona geçer. [612]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bulaşıcı hastalıklardan korunma ve sağlıklıların bulaşıcı hastalığa
yakalananlardan uzaklaşmasını tavsiye konusundaki tutumu şöyledir:
Müslim'in Sahih'inde yer
alan Câbir b. Abdillah'ın rivayet ettiği hadiste sabit olduğuna göre, Sakîf
kabilesi heyetinde cüzzamh biri vardı. Hz. Peygamber (s.a.) ona haber gönderip
şöyle dedi: "Dön, sana bîat ettik."[613]
Buharî, Sahih'inde Ebu
Hureyre'den rivayet edilen hadis üzerine açıklama yaparken, Hz. Peygamber'den
(s.a.) şu hadisi rivayet eder: "Cüzzamh-dan, arslandan kaçar gibi uzak
dur."[614]
İbn Mâce'nin
Sünen'indz İbn Abbas'tan Hz. Peygamber'in (s.a.): "Cüz-zamlıya çok
bakmayın." buyurduğu rivayet edilir.[615]
Buharî ve Müslim'de
yer alan Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadise göre Hz. Peygamber (s.a.):
"Hasta devesi olan onu sağlıklı devesi plana getirmesin."
buyurmuştur.[616]
Hz, Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Cüzzamlıyla, aranızdaki bir veya
iki mızrak boyu mesafeden konuş."[617]
Cüzzam, bütün vücuda
yayılan siyah salgıdan ortaya çıkan kötü bir hastalıktır. Bütün organların
yapısını, şeklini ve görüntüsünü bozar. Hastalığın ileri derecesinde organlar
dökülüp düşecek şekilde bozulabilir. Cüzzama "ars-Ian hastalığı" da
denir.[618]
Bu isimlendirmede
doktorların üç görüşü vardır: 1) Bu hastalık arslanın çok yakalandığı bir
hastalıktır. 2) Bu hastalık, hastayı asık yüzlü yapar, ars-lan görüntüsünü
kazandırır. 3) Cüzzamlıya yaklaşanı arslan gibi yakalar.
Doktorlara göre bu
hastalık, bulaşıcı ve nesilden nesile geçen bir hastalıktır. Cüzzamlıya
yaklaşan ve veremli hastası bulunan, mikrobu hava yoluyla kapar. Hz. Peygamber
(s.a.), ümmetine olan büyük sevgisi ve içtenliği dolayısıyla, bedenlerine ve
gönüllerine bir kusur ve bozukluk getiren sebeplerden uzaklaşmalarını
istemiştir. Hiç şüphesiz, bu hastalığa yakalanmak için vücutta gizli bir
kabiliyet ve potansiyel olabilir, vücut çok çabuk cevap verici ve yakınında ve
ilişki içinde bulunduğu taşıyıcı kişilerden hastalığı kapan bir yapıda
olabilir. Bu hastalıktan korkmak ve vehim içinde olmak, bulaşmasının en önemli
sebeplerindendir. Çünkü evham çok aktiftir ve bütün organlara ve fonksiyonlara
hâkim olur. Hastanın nefesi, sağlıklıya ulaşıp, mikrobu ona aşılavabilir. Bu
durum, bir takım hastalıklarda görülmektedir. Hava, hastalığın bulaşma
sebeplerinden birisidir. Bütün bunlara rağmen, hastalanmak için vücudun bu
hastalığı kapabilecek yapıda olması zorunludur. Hz. Peygamber (s.a.) bir
kadınla evlenmişti. Gerdeğe girmek istediğinde, kalçasında bir beyazlık gördü
ve kadına: "Ailene dön." dedi.[619]
Bazıları, bu hadisler
ile onları iptal eden ve aykırılığı bulunan başka bazı hadislerin çatıştığını
zannetmiştir. Bu hadislerden birisi, TirmizTnin[620]Câ-bir
b. Abdillah'tan rivayet ettiği şu hadistir: Rasûlullah (s.a.) cüzzamlı bir
adamın elini tuttu. Sahanın içine sokarak "Allah'a güvenerek ve O'na dayanarak
bismillah deyip ye!" buyurdu.
Yine Sahih'tç Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Hastalığın kendiliğinden sirayeti ve eşyada uğursuzluk
yoktur."
Hadislerin çatıştığı
iddiasına karşı biz şunları belirtiriz: Allah'a hamd olsun ki Hz. Peygamber'in
(s.a.) sahih hadisleri arasında çatışma yoktur. Çatışma olduğu samlıyorsa bunun
sebebi, ya iki hadisten birisi O'na ait olmayıp güvenilir râviler de yanılab
ileceğinden güvenilirliğine rağmen bazı râviler hata etmiştir, ya da nesih
sözkonusu olabilen türden ise iki hadisten birini neshet-miştir, veyahut da
çatışma bizzat Hz. Peygamber'in sözünde değil de bu sözü duyanın
anlayışındadır. Çatışma iddiası işte bu üç durumdan birisidir.
Her ikisi de her
yönden sahih, açık ve çelişkili görünüp de biri diğerini neshetmeyen hadis asla
yoktur. Dudaklanndan yalnızca gerçekler çıkan, doğru sözlü olan ve böyle kabul
edilen birinin sözünde çelişme bulunmasından Allah korusun. Yanlışlık,
nakledilenin bilinmemesi ve sahih olan ile olmayanın ayırd edilememesindeki
eksiklikten veya Hz. Peygamber'in (s.a.) muradını an-lnmak ve kasdetmediği bir
şekilde yorumlamaktaki kusurdan, yahut da ikisinin birden bulunmasından ortaya
çıkar. îşte görüş ayrılıkları ve fesat d&'bun-Iardan doğmuştur. Başarıya
Allah'ın yardımıyla ulaşılır.
İbn Kuteybe,
İhtilâfu'î-Hadis adlı eserinde, hadis düşmanları ile hadis ehlinin bu konudaki görüşlerini
şöyle anlatır: Derler ki: Hz. Peygamber'den (s.a.) birbiriyle çelişen iki hadis
rivayet ediyorsunuz. Birinde: "Hastalığın kendiliğinden bulaşması ve
eşyada uğursuzluk yoktur."; Hz. Peygamber'e (s.a.): Uyuz, devenin
dudağında yer eder ve bulaşır denilince, "Birincisi ne kadar bulaştırıcıymış!"
buyurdu.[621] Yine, "Hasta devesi
olan, onu sağlıklı devesi olana getirmesin. Cüzzamhdan arslandan kaçar gibi
uzaklaş." hadisini rivayet edersiniz. Bir de şunu rivayet edersiniz:
Müslüman olduğuna dair bîat etmek üzere Hz. Peygamber'e (s.a.) cüzzamlı biri
geldi. Hz. Peygamber ona bîat ettiğini bildirdi ve ayrılmasını emretti. Ona
izin vermedi ve şöyle buyurdu: "Uğursuzluk kadında, evde ve hayvanda
olur.'[622]İşte bütün bunlar birbiriyle
çelişkilidir, tutarlı değildir.
Ebu Muhammed der ki:
Bizce bunlarda bir çelişki yoktur. Her birinin ayrı yeri ve zamanı vardır.
Şayet bu yer ve zaman iyi ayarlanırsa, çelişki de ortadan kalkar.
Bulaşıcı hastalık iki
çeşittir:
1) Cüzzamın
bulaşıcıhğı: Cüzzamlının nefesi çok etkili olur, yanında uzun süre oturan ve
konuşana mikrobu bulaştırır. Cüzzamlının karısı da bunlar arasındadır, onunla
evde birlikte yatar, hasta ona mikrobu verir, hatta kadın da cüzzama
yakalanabilir. Böylece çocukları da büyüyünce babalarına benzer. Verem, sıtma
ve uyuz da böyledir. Doktorlar veremli ve cüzzamhyla birlikte olmamayı
öğütler. Bununla uğursuzluğu değil, havanın değişmesini ve
uzun süre onu teneffüs edene mikrobun
geçeceğini belirtmek isterler. Doktorlar, uğura ve uğursuzluğa en az inanan
kişilerdir. Develerde sulu uyuz da böyledir. Develer birlikte olur, karışır
veya aynı yerde barınırsa, içtiği sudan veya yaradan mikrobu kapar. Hz.
Peygamber (s.a.): "Hasta devesi olan, onu sağlıklı devesi olana
getirmesin." buyururken işte bunu kasdetmektedir. Böylelikle O, yaradan
bir şey kapmaması için hastanın, sağlıklıyla karıştırılmasını iyi görmemiştir.
2) Diğer
bulaşıcı hastalık ise, herhangi bir bölgedeki taun hastalığıdır. Bulaşmaması
için insanlar tâunlu bölgeden kaçar. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur:
"Bulunduğunuz bölgede taun olursa, oradan çıkmayın. Taun olan bölgeye de
girmeyin." "Çıkmayın" sözüyle şunu demek istiyor: Tâunlu bölgeden
çıkmayın. Siz Allah'ın takdirinden kaçmayı, sizi Allah'ın takdirinden kurtarır
sanırsınız. "Girmeyin" sözüyle ise tâunsuz bölgede kalmanız gönüllerinizi
daha yatıştırıcı, hayatınızı daha sevdiricidir. Kadın veya evin uğursuzluğu
işte bundan bilinir. Erkeğin başına bir sıkıntı gelince veya açlık olunca,
"Uğursuzluğu sen getirdin." der. Hz. Peygamber'in (s.a.):
"Uğursuzluk yoktur." dediği şey işte budur.[623]
Başka bir grup şöyle
der: Cüzzamlıdan uzaklaşma ve kaçma emri, tavsiye ve yönlendirme
niteliğindedir. Onunla birlikte yemesi ise, beraberce yemenin caiz olup haram
olmadığını göstermek içindir.
Başka bir grup ise
şöyle diyor: Bu iki açıklama, genel değil, özeldir. Hz. Peygamber (s.a.) her
bir açıklamayı durumuna uygun düşecek şekilde yapmıştır. Bazı insanlar
kuvvetli iman ve tevekkül sahibidir ve bu tevekkül kuvveti tıpkı güçlü
tabiatın hastalığı defedip yok etmesi gibi uğursuzluk kuvvetini defeder.
Bazıları ise buna güç yetiremez. Böylesine de ihtiyatı ve korunmayı
söylemiştir. Yine Hz. Peygamber (s.a.), ümmetinin her ikisine de uyması için,
iki durumu birlikte uygulamıştır ki gücü yeten, Allah'a tevekkül ve O'na
güvenme yolunu, güç yetiremeyen de korunma ve ihtiyat yolunu seçebilsin.
Bunların her ikisi de doğru yoldur. Biri kuvvetli mü'min için, diğeri ise zayıf
mü'min için. Böylece her bir grubun durumlarına uygun bir dayanak ve model
vardır. Bu olaylara benzer şekilde, Hz. Peygamber (s.a.) dağlama yapmış ve
fakat dağlama yapmayam övmüş, yapmamayı tevekküle benzetmiş, uğursuzluğu
terketmiştir. Bunun benzerleri çoktur. İşte bu gerçekten güzel ve ince bir
yoldur. Hakkını veren ve özünü kavrayan için birçok çatışma durumu ortadan
kalkar.
Bir başka grup ise,
cüzzamlıdan kaçma ve uzaklaşma emrinin tabiî bir durum dolayısıyla olduğunu
benimsemiştir. Bu tabiî durum, hastadaki mikrobun dokunma, birlikte olma ve
teneffüs yoluyla sağlıklı kişiye geçmesidir; bu, beraberlik ve dokunmanın
yenilenmesiyle olur. Cüzzamlıyla üstün bir yarar dolayısıyla birlikte yemesinin
bir sakıncası yoktur. Bir defada ve kısa bir sürede hastalık bulaşmaz.
Birincisinde kötülüğü önlemek ve sağlığı korumak maksadıyla beraberliği yasaklamış,
ikincisinde ihtiyaç ve yarar ölçüsünde beraber olmuştur. Aralarında bir
çelişki yoktur.
Başka bir grup da
şöyle diyor: Birlikte yediği cüzzamlı henüz ilerlememiş bulaşıcı olmayan bir
cüzzama tutulmuş olabilir. Bütün cüzzamlılar aynı değildir, hepsinden de
hastalık bulaşmaz. Bilakis bazı cüzzamlılarla birlikte olmak zarar vermez ve
hastalık bulaştırmaz. Bu hastalar, hastalık biraz bu-laşıp.durumu ilerîemeyip
bu şekilde devam eden ve vücudunun diğer kısımlarına bulaşmayan hastalardır
ki, onların hastalığının başkasına bulaşmaması daha çok beklenir.
Başka bir grup şöyle
diyor: Cahiliye insanı bulaşıcı hastalıkların, Allah'a nisbeti sözkonusu
olmaksızın doğrudan hastalığın kendi özelliğinden bulaşıcı olduğuna inanırdı.
Hz. Peygamber (s.a.) onların bu inançlarını iptal etti. Hastalık ve şifa
verenin yüce Allah olduğunu belirtmek için cüzzamlıyla birlikte yedi. Bunun
Allah'ın sebepleri ve sonuçlarına götürücü şekilde yarattığından olduğunu
anlamaları için cüzzamhya yaklaşmalarını yasakladı. Yasaklamasında bu
sebepleri ortaya koyması sözkonusu iken fiilinde bu sebeplerin kendiliğinden
doğmadığını, bilakis, dilediği takdirde yüce Allah'ın onların kuvvetini alıp
tesirini önlediğini, dilerse de olduğu gibi bırakıp tesir ettiğini açıklaması
sözkonusudur.
Bir başka grup ise
şöyle diyor: Bu hadisler içinde nâsih vardır, mensûh vardır. Tarihlerine
bakılır. Daha sonra olanı bilinirse, nâsih olduğuna hükmedilir, aksi takdirde
bir değerlendirmeye girişmekten kaçınılır.
Başka bir grup da
şöyle diyor: Bunların bir kısmı tam olarak tesbit edilmiş, bir kısmı ise
tesbit edilememiştir. Bir grup, "uğursuzluk yoktur" hadisi hakkında
şunu söylemektedir: Ebu Hureyre, önce bu hadisi rivayet ederdi, sonra
şüphelendi ve bıraktı. Kendisine başvurup, "Bunu rivayet ettiğini duyduk"
dediklerinde, rivayet etmedi.
Ebu Seleme şöyle
diyor: "Ebu Hureyre bu hadisi unuttu mu, yoksa hadislerden biri diğerini
nesh mi etti, bilemiyorum?"
Câbir b. Abdullah'ın
rivayet ettiği: "Hz. Peygamber (s.a.), bir cüzzam-lının elini tutup sahana
soktu." şeklindeki hadis, sabit ve sahih bir hadis değildir. Tirmizî'nin
bu hadisle ilgili değerlendirmesi, garib bir hadis olduğu şeklindedir, bu
hadisi sahih veya hasen olarak da görmemiştir. Şu'be ve başkaları; "Bu
çeşit garib hadislerden sakının" derler. Tirmizî de diyor ki: "Bu,
Hz. Ömer'in bir fiili olarak da rivayet edilir ki bu gerçektir." Yasaklama
ha-disleriyle çatıştırılan iki hadisin durumu işte budur: Birincisini Ebu
Hureyre rivayet etmekten vazgeçmiş ve inkâr etmiş, ikincisi ise Rasûlullah'a ait
değildir. Allah en iyisini bilir.
Bu konuyu Miftâhu
Dâri's-Sa'âde adlı eserimizde buradakinden daha geniş bir şekilde ele aldık.[624]
Başarıyı Allah'tan isteriz. [625]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) haram nesnelerle tedaviyi yasaklama konusundaki tutumu şöyledir:
Ebu Davud, Sünen'inde
Ebu'd-Derdâ'dan Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Allah
hastalığı ve ilacını yaratmıştır. Her hastalığın ilacını yaratmıştır. Tedavi
olunuz. Haram nesnelerle tedavi oima-yınız."[626]
Buharî, Sahih'inde İbn
Mes'ûd'dan şunu nakleder: "Allah şifanızı size haram kıldığına
vermemiştir."[627]
Sünen'dz Ebu
Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) haram ilaçlan
yasaklamıştır.'[628]
Müslim'in Sahihinde
Târik b. Suveyd el-Cu'fî'den rivayet edildiğine göre, Târik, Hz. Peygamber'e
(s.a.) şarabı sormuş, Hz. Peygamber de onu yasaklamış veya yapılmasını hoş
görmemiştir. Bunun üzerine Târik: "İlaç için yapacağım" deyince Hz.
Peygamber de: "O ilaç değil, fakat hastalıktır." buyurmuştur.[629]
Sünen'de ilaç olarak
yapılan şarap sorulunca, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilir:
" O, hastalıktır, ilaç değil. "[630]
Müslim'in Sahih*inde
Târik b. Suveyd el-Hadramî'den rivayete göre, Hz. Peygamber'e şunu anlatmıştır:
"Ey Allah'ın elçisi! Bizim bölgemizde üzümler var, onları sıkıp içecek
yapar ve içeriz." Hz. Peygamber: "Hayır, olmaz." cevabını verdi.
Bunun üzerine yeniden şunu söyledim: "Hastalar için şifa arıyoruz."
Hz. Peygamber: "Bu şifa değil, hastalıktır." cevabını verdi.[631]
Nesâî'nin Sünen'indG
yer aldığına göre, doktorun biri, bir hastalığın ilacı konusunda kurbağadan
söz açınca, Hz. Peygamber (s.a.), onun kurbağayı öldürmesini yasaklamıştır.[632]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Şarapla tedavi olana Allah şifa
vermez. "[633]
Haram nesnelerle
tedavi olmak, aklen ve şer'an kötüdür. Şer'an kötü oluşunun dayanağı,
zikrettiğimiz bu hadisler ve diğerleridir. Aklen kötü oluşunun gerekçesine
gelince; Yüce Allah onları pis oluşları yüzünden haram kılmıştır. Çünkü, güzel
nesneleri Allah bu ümmete ceza olsun diye haram kıl-mamıştır. Halbuki
İsraüoğullarına bunları da haram kılmıştır: "Yahudilerin yaptıkları zulüm
dolayısıyla, helâl kılınan güzel nesneleri onlara haram kıldık."[634]
Yüce Allah bu ümmete haram kıldığını, pis oluşu dolayısıyla haram kılmıştır,
böylesinin haram kılınması onları korumak ve kullanımından sakındırmak içindir.
Mikrop ve hastalık sebeplerinden şifa aranması uygun düşmez. Çünkü, her ne
kadar hastalığın gitmesinde etkisi varsa da, kendisindeki pislik dolayısıyla
kalbe daha büyük bir mikrop bırakır. Bunun sonunda da tedavi gören, beden
hastalığını giderme uğrunda kalb hastalığını kapmış olur.
Ayrıca, haram
kılınması, her yolla ondan kaçınmayı ve uzak durmayı gerektirir. İlaç olarak
kullanımında, arzu ve isteği kamçılama sözkonusudur. Bu ise şeriatın maksadına
aykırıdır. Bunun yamsıra, şeriat sahibinin ortaya koyduğu gibi, o bir
hastalıktır, ilaç olarak kullanılması caiz değildir.
Haramın kullanılması»
bedene ve ruha pislik niteliğini nakşeder. Çünkü beden, ilaçtan açık bir şekilde
etkilenir. Şayet ilaçta pislik varsa, beden bu ilaçtan pislik alır, hele hele
bizzat kendisi pis olan ilaçlarda durum daha da kötüdür. Bu yüzden yüce Allah,
nefse pislik şekil ve niteliğini vermesi dolayısıyla, kullarına pis gıda,
içecek ve giyecekleri haram kılmıştır.
Ayrıca, haram nesneyle
tedavinin mubah kılınması —özellikle şehvet ve lezzet için kullanmaya yol
arayan, onun yararlı olduğunu, mikropları öldürüp şifa sağladığını sanan—
nefisler için bulunmaz bir nimet olur. Şârî\ mümkün olan her şekilde
kullanımına yol vermemiştir. Hiç şüphesiz haramın kullanılmasına yolu
kapatmakla açmak arasında çatışma ve çelişme vardır.
Bunun yanısıra, haram
ilaçlarda varolduğu sanılan şifadan daha fazlası vardır. Sözümüzü Allah'ın bize
asla şifa vermediği kötülüklerin anasına getirelim. O, doktorlar, hukukçular
ve kelâmcılara göre akim merkezi olan dimağa şiddetli bir şekilde zarar verir.
Hipokrat, ondan şöyle söz eder: "Şarabın başa zararı çoktur. Çünkü şarap
hızla oraya yükselir. Onun yükselişiyle bedene hakim maddeler de yükselir.
Böylece zihne zarar verir."
Kâ/vir'm yazarı şöyle
diyor: nirlere zarar vermesidir."
'Şarabın ayırdedici
Özelliği, dimağa ve si-
Şarap dışındaki haram
ilaçlar iki çeşittir:
1— Nefsin hoşlanmadığı ve tabiatın hastalığı
onunla tedavisine yönelmediği nesneler: Zehirler, zehirli yılan etleri vb. pis
nesneler. Her biri tabiatın hoşlanmadığı şeylerdir. Bu yüzden ilaç değil,
hastalığa dönüşür.
2— Nefsin hoşlandığı nesneler: Bunun zararı,
yararından çoktur. Akıl haram kılınmasını gerektirir. Akıl ve fıtrat bu konuda
şeriatle uygunluk gösterir.
Burada, haram
nesnelerin ilaç olarak kullanılmaması konusunda ince bir sır vardır. İlaçla
şifa bulmanın şartı, onu benimseyerek ve yararına inanarak kullanmaktır. Allah
haram nesneye şifa bereketi vermemiştir. Çünkü, yararlı olan bereketlidir.
Nesnelerin en yararlısı, en bereketli olanıdır. İnsanların mübarek olanı,
nerede olursa olsun helâlden yararlananıdır. Bilindiği gibi müs-lümanın bu
nesnenin haram olduğuna inanması, bereketine ve yararına inanmasına, onun
hakkında iyi niyet beslemesine ve tabiatının onu kabul etmesine engeldir.
Hatta kulun imanı arttıkça, ondan daha hoşlanmaz, ona inanmaz ve tabiatı onu
arzulamaz. Bu durumda onu kullandığında, haramhğına inancı, iyi niyet
beslemeyişi ve hoşlanmayışı ortadan kalkmadığı surece, kendisi için ilaç
değil, hastalık olur. İnancı, iyi niyet beslemeyişi vejioşlanmayısının ortadan
kalkması ise imana aykırıdır. Mü'min ise onu sadece vâS dece hastalık olarak
kullanır. Allah en iyi bilendir. [635]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) baştaki biti tedavisi ve gidermesindeki tutumu şöyledir:
Buharî ve Müslim'in
Sahih 'lerinde Kâ'b b. Ucre'den şu olay rivayet edilir: Başımda bir ağrı
vardı. Rasûlullah'm (s.a.) yanına getirildim. Bitler yüzümde sıçrayıp
duruyordu. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Meşakkatin sende bu dereceye
vardığını zannetmezdim." Bir rivayete göre Hz. Peygamber, başını tıraş
etmesini ve altı fakiri doyurmasını ya da bir koyun kesmesini veyahut üç gün
oruç tutmasını emretti.[636]
Bit, başta ve vücutta
iki şeyden ortaya çıkar: Bedenin dışından ve içinden. Dışından olan, vücutta
biriken kir ve pisliktir. İkincisi ise, kokuşmuş vücut pisliğidir ki vücut onu
deri ile et arasına atar, deriden çıktıktan sonra terle kokuşur, bit de işte
bundan olur. Bu çoğu kez, mikroptan, hastalıklardan ve kirler sebebiyle olur.
Çocukların başlarında, çoğu kez terli oluşları ve bitin doğmasını sağlayan
sebeplerin taşıyıcılığını yapmalan dolayısıyla daha çok olur. Bu yüzden Hz.
Peygamber (s.a.), Cafer'in oğullarım tıraş etmiştir.
Bitin en önemli ilacı,
deri gözeneklerinin açılması için başın tıraş edilmesidir. Bunun sonucunda pis
salgılar dışarı atılır ve karışım maddesi zayıflar. Tıraş olduktan sonra başa
biti öldüren ve üremesini engelleyen ilaç bağlanması gerekir.
Başın tıraş edilmesi
üç çeşittir: 1) İbadet ve Allah'a yaklaştırıcı olan, 2) Bid'at ve şirk olan, 3)
İhtiyaçtan ve ilaç olarak yapılan. Birincisi, hac veya umrede yapılan tıraştır.
İkincisi; başın Allah'tan başkası için tıraş edilmesidir. Nitekim bazı
müridler, şeyhleri için tıraş olurlar. "Başımı filan için tıraş
ettim", "Sen başını filan için tıraş ettin" derler ki, bu
"filana secde ettim" demek gibidir. Çünkü başın tıraş edilmesi itaat,
ibadet ve bağlılık sembolüdür. Bu yüzden de hac ibadetinin bir unsuru
olmuştur; hatta İmam Şafiî'ye göre, haccın onsuz tamam olmayacağı bir rüknüdür.
Çünkü, başın tıraş edilmesi, azametine boyun eğmek ve izzetine saygı göstermek
için alınların Rab huzuruna konmasıdır. Bu da ibadet şekillerinin en ileri derecesidir.
Bunun için Araplar, esiri
aşağılamak veya salıvermek istediklerinde, başını tıraş edip salıverirlerdi.
Sapık şeyhler ve şeyhlikleri şirk ve bid'ate dayalı olup Rablığa özenenler
ortaya çıkınca, müridlerinden kendilerine ibadet etmelerini istediler,
başlarını da kendileri için tıraş etmelerini telkin ettiler, kendilerine secde
edilmesini de telkin ettiler, ama buna başka bir isim vererek, "Bu, başın
şeyh huzuruna konmasıdır." dediler. Allah'a yemin olsun ki, Allah için
secde, başın O'nun huzuruna konmasıdır. Yine bu şeyhler, müridlerinin onlar
adına adak yapmalarını, onlara tevbe etmelerini ve onların adıyla yemin
etmelerini telkin ettiler. Bu ise, Allah'tan başka Rablar ve tanrılar
edinmeleri demektir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah'ın, kendisine
kitabı, hükmü ve peygamberliği verdiği insanoğluna, 'Allah'ı bırakıp bana
kulluk edin1 demek yaraşmaz. Fakat 'Kitab'ı öğrettiğinize, okuduğunuza göre
Rabbe kul olun' demek yaraşır. Size melekleri, peygamberleri Rab olarak
benimsemenizi emretmesi de yaraşmaz. Siz müslüman olduktan sonra size inkâr
etmeyi mi emredecek? "[637]
İbadetlerin en üstünü,
namaz ibadetidir. Şeyhler ile bilginler ve ceberut taslakları namazın
unsurlarını aralarında bölüşmüşlerdir. Şeyhler namazın en üstün unsurunu,
secdeyi almışlardır. Bilginlere benzemek isteyenler ise rükû'u almışlardır.
Birbirleriyle karşılaşınca, namaz kılanın Rabbma rükû için eğilmesi gibi
eğilirler. Ceberutlar ise kıyamı almışlardır; hürler ve köleler, onlar
otururken huzurlarında ayakta dururlar. Hz. Peygamber (s.a.) bu üç durumun her
birini tek tek yasaklamıştır. Bu şekilde hareket etmek bu yasağa açıktan
muhalefet demektir. Hz. Peygamber, Allah'tan başkasına secde edilmesini
yasaklamış, şöyle buyurmuştur: "Hiç kimsenin bir başkasına secde etmesi
yaraşmaz." Muaz b. Cebel'in secde etmesi teklifini reddederek: "Sakın
duymayayım!" demiştir.[638]
Bunun haram oluşu, zarurât-ı diniyyedendir. Buna Allah'tan başkası için izin
verenin bu tutumu, Allah'a ve Peygamberine karşı çıkmak demektir.
Secde ibadet
çeşitlerinin en ileri derecesinde olanıdır. Bu müşrik, bu türe beşer için izin
verince, Allah'tan başkasına kulluk etmeye izin vermiş olur. Hz. Peygamber'den
(s.a.) şu olay sabittir: Rasûlullah'a: "însan başka biriyle karşılaşınca
ona eğilebilir mi?" diye sorulunca, "Hayır" cevabını vermiş,
"Kucaklayabilir ve öpebilir mi?" denilince, yine "Hayır."
demiş, "Musâfa-ha yapabilir mi?" denilince: "Evet" cevabını
vermiştir[639]
Ayrıca saygı sırasında
eğilmek secdedir. Nitekim yüce Allah: "Secde ederek kapısından girin."[640]
buyurur ki, buradaki "secde ederek", "eğilerek"
anlamındadır. Yoksa, alınların girişi mümkün değildir. Hz. Peygamber'in (s.a.),
acemlerin birbirine yaptığı gibi, kendisi otururken ayakta durmayı yasakladığı
sabittir, hatta namazda bu şekilde durmayı bile yasaklamış, ayakta durmaları
Allah için olmasına rağmen kendisi otururken başı ucunda ayakta durmamaları
için özürleri bulunmayıp sağlam oldukları halde etrafındakile-rin de oturarak
namaz kılmalarım emretmiştir. Bu böyle olunca, ayakta durmanın ve ibadetin
Allah'tan başkası için olmasını bir düşünün!
Kısacası, câhil ve
sapık nefisler, yüce Allah'a ibadeti ortadan kaldırmış, yaratıklardan yüce
bildiğini O'na ortak etmiş, böylelikle Allah'tan başkasına secde etmiş, ona
rükû yapmış, tıpkı namazda durur gibi huzurunda durmuş, başkasıyla yemin
etmiş, başkasına adak yapmış, başkası için tıraş olmuş, başkası için kurban
kesmiş, başkasının evini dolaşmış, sevgi, korku, ümit ve itaatle onu
ululamıştır. Tıpkı yaratıcı'yi ulular gibi, hatta ondan daha ileri derecede,
taptığı yaratık ile âlemlerin Rabb'mı eşit tutmuştur. İşte böyleleri,
'peygamberlerin davetine karşı çıkanlar, Allah'a ortak koşanlar, —cehennem
ateşinde tannlanyla çekişirken—
"Sizi âlemlerin Rabb'ına denk tuttuğumuzda apaçık bir sapıklık içindeymişiz."[641]
diyenlerdir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurur: "İnsanlar arasında
Allah'ı bırakıp, O'na koştukları eşleri tanrı olarak benimseyenler ve onları
Allah'ı severcesine sevenler vardır. Mü'-minlerin sevmesi ise hepsinden
kuvvetlidir. "[642]
Bütün bunlar şirk unsurlarıdır. Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez.
Bu açıklama başın tıraş edilmesi konusu içinde yapılan önemli bir açıklamadır.
Başarıya ulaştıran Allah'tır. [643]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) basit veya karmaşık ilâhî (ruhâlHkre taj|5|ilaç-larla tedavi konusundaki
tutumu şöyledir: [644]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) nazar değeni tedavi konusunaaki tutumu şöyledir:
Müslim, Sahihimde İbn
Abbas'tan Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Nazar,
gerçektir. Şayet kaderle yarışacak bir şey olsaydı, nazar onunla
yarışırdı."[645]
Yine Müslim,
Sahih'ınde Enes b. Mâlik'ten rivayeten, Hz. Peygamber'in (s.a.) zehirli
hayvanlar, nazar ve ısırgı (yan tarafta çıkan yara) için dua okunmasına (rukye)
izin vermiştir.[646]
Buharı ve Müslim'in
Sahihlerinde Ebu Hureyre'nin rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.):
"Nazar değmesi, gerçektir." buyurmuştur.[647]
Ebu Davud'un
Sünen'indt Hz. Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Nazar değdiren
abdest alır, sonra bundan nazar değen yıkanırdı."[648]
Buharı ve Müslim'de
Hz. Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Rasülul-lah bana nazar değmesi
için dua okumamı emretti."[649]
Tirmizî, Süfyân b.
Uyeyne—Amr b. Dinar—Urve b. Âmir—Ubeydullah b. Rifâ'a ez-Zurakî senediyle Esma
bt. Ümeys'in: "Ey Allah'ın elçisi! Benî Cafer'e nazar değer. Onlara dua
okuyayım mı?" diye sorduğunu, Hz. Pey-gamber'in (s.a.): "Evet, şayet
Allah'ın takdirini geçecek bir şey olsaydı, nazar değmesi onu geçerdi."
buyurduğunu zikreder. Hadis, hasen-sahihtir.[650]
îmam Mâlik'in, İbn
Şihâb—Ebu Umâme b. Sehl b. Huneyf senediyle rivayetine göre, Âmir b. Rebîa,
Sehİ b. Huneyf i yıkanırken gördüğünde: "Hiç güneş görmeyen ciltler bile
bugünkü gördüğüm gibi değildir." dedi. Bunun üzerine Sehl yere
yikıliverdi. Rasûlullah (s.a.), Âmir'e gelerek ona kızdı ve şöyle buyurdu:
"Sizden biri kardeşini neden (gözle) öldürüyor? Ona bereket duası
yapsaydın ya! Haydi şimdi onun için yıkan." Âmir de onun için yüzünü,
ellerini, dirseklerini ve dizlerini, ayak topuklarım ve böğürlerini bir kap
içerisine yıkadı. Sonra bu su Şehrin üzerine döküldü. Sehl iyileşerek insanlarla
yoluna gitti.[651]
Yine İmam Mâlik, bu
hadisi Muhammed b. Ebî Ümâme b. Sehl—Sehl b. Huneyf senediyle de rivayet eder.
Buna göre Hz. Peygamber (s.a.): "Nazar değmesi gerçektir, onun için
abdest al." buyurdu. Bundan sonra, nazar değmesi dolayısıyla abdest aldı.[652]
Abdürezzak,
Ma'mer—Tâvûs—Tâvûs'un babası senediyle merfû olarak şunu rivayet eder:
"Nazar, gerçektir. Şayet kaderi geçecek bir şey olsaydı, nazar onu
geçerdi. Birinizin yıkanması istendiğinde, bu kişi yıkansın."[653]Senedi
kesintisiz bir şekilde Rasûlullah'a ulaştırılmıştır.
Zührî der ki:
"Nazar değdiren kişiye bir kap getirmesi emredilir. Ellerini bu kaba
sokar ve ağzını yıkayıp suyu kaba boşaltır, su alıp yüzünü kapta yıkar. Sonra
sol elini daldırıp, sağ dizine, sağ elini daldırıp, sol dizine su döker. Daha
sonra böğürlerini yıkar, kap toprağın üstüne konulmaz. Kaptaki bu su, nazar
değen kimsenin kafasının arka tarafına bir defada dökülür."[654]
Nazar, iki çeşittir:
1) İnsan nazarı, 2) Cin nazarı. Ümmü Seleme'den sahih olarak rivayet
edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Ümmü Seleme'nin evinde, yüzünde sarılık
izi bulunan bir kız çocuğu gördü ve şöyle buyurdu: "Ona dua okuyun. Çünkü,
nazar değmiş."[655]
Hüseyn b. Mes'ûd
el-Ferrâ şöyle diyor: "Bu hadiste geçen 'sarılık' nazar, yani cin nazarı
demektir. O kız çocuğunda cinden ortaya çıkan, ok ucundan daha keskin nazar
değmesi vardır."[656]
Câbir'den merfû olarak
şu zikredilir: "Nazar, kişiyi kabre, deveyi tencereye sokar. "[657]
Ebu Saîd'den rivayete
göre, Hz. Peygamber (s.a.), cin ve insanların nazarından dolayı Allah'a
sığınır di.[658]
Hadisten veya aklî
ilimlerden fazla nasibi olmayanlardan bir grup, nazar değmesini kabul etmez
ve, "O, gerçeği olmayan kuruntudan ibarettir." derler. Bunlar,
insanların hadisi ve aklî ilimleri en az bileni, en arsızı, en karaktersizi,
ruh ve nefis, onların nitelikleri, fonksiyonları ve etkileri hakkında en
bilgisizidir. Din ve inançlarının farklı olmasına rağmen, milletlerin aklı
başında kişileri, sebebi ve nazarın etki yönü konusunda değişik düşünceleri
olsa bile, nazar değmesini red ve inkâr etmez.
Bir grup da şöyle der:
Nazar değdirenin nefsinde kötü bir oluşum meydana geldiğinde, gözünden zehirli
bir güç doğup nazar değene ulaşır, böylece zarar görür. Şöyle derler: İşte bu
inkâr edilemez. Tıpkı, beyaz benekli zehirli yılanlardan doğup insanlara ulaşıp
onları telef eden zehirli gücün doğuşu gibi. Bu durum, bu çeşit yılanların bir
grubundan yaygın bir şekilde olur; insana bir göz attığında, insan yok olur,
tıpkı nazar değdiren gibi.
Başka bir grup ise
şöyle der: Bazı insanların bakışından nazar değene ulaşıp, onun vücuduna
girerek zarar doğuran görülmez ince özler çıkması uzak bir ihtimal değildir.
Başka bir grup şöyle
der: "Nazar değdirenden asla bir güç sebep veya tesir olmaksızın, nazar
değdirenin nazar değenle karşılaşması sırasında dilediği bir zararı yaratmak
suretiyle Allah, kanununu yürütmüştür." Bunlar, dünyadaki sebepleri, güçleri
ve tesirleri kabul etmeyenlerin düşünceleridir. Onlar, sebep tesir ve sonuçlan
kendilerine kapatmışlar ve bütün aklı başın-dakilere karşı çıkmışlardır.
Hİç şüphesiz, yüce
Allah beden ve ruhlarda, çeşitli güç ve tabiatlar yaratmış, bir çoğuna
özellikler ve etkili şekiller vermiştir. Akıllı bir kimsenin, ruhun bedene
etkisini kabul etmemesi mümkün değildir. Çünkü bu, hissedilen ve gözle görülen
bir durumdur. Sözgelimi, saygı gösterdiği ve çekindiği birisi kendine
baktığında insanın yüzünün nasıl müthiş bir şekilde kızardığını, korktuğu biri
baktığında da sapsarı kesildiğini görürsünüz. İnsanlar nazar değmesinden
hastalanan ve gücü zayıflayanları görmüşlerdir. İşte bütün bunlar, ruhun tesiri
sonunda olur. Gözle yakın ilişkisi dolayısıyla, fiil de ona nisbet edilmiştir,
yoksa işi yapan gerçek nesne göz değildir. Etki, doğrudan ruha aittir. Ruhlar;
tabiatı, gücü, nitelikleri ve özellikleri açısından birbirinden farklıdır.
Hased kişinin ruhu, hased edilen kişiye açık bir biçimde eziyet verir. Bu
yüzden Yüce Allah, hased edenin şerrinden kendisine sığınmasını Peygamberinden
istemiştir. Hased edenin, hased edilene eziyet vermesi, insanlık gerçeğinden
uzaklaşanlar dışında kimsenin inkâr etmediği bir durumdur. İşte, nazar
değmesinin esası da budur. Çünkü hased eden habis nefiste, habis bir oluşum
meydana gelir ve hased edilenle karşılaşır, bu özellik dolayısıyla ona tesir
eder. Varlıkların buna en çok benzeyeni, beyaz benekli yılanlardır. Çünkü onun
zehiri, kuvvetli bir şekilde kendisinde saklıdır. Düşmanıyla karşılaşınca,
ondan öfke dolu bir güç doğar, eziyet verici bir biçimde şekillenir. Bu
oluşumun, öylesine şiddetli ve güçlüsü vardır ki, cenini düşürür, göze dokunur.
Nitekim, Rasûlullah (s.a.), kuyruksuz engerek ve iki beyaz benekli yılanlar
hakkında şöyle buyurur: "Bu ikisi gözün nurunu giderir ve cenini
düşürür."[659]
Habis oluşumların
öylesi vardır ki, bu nefsin kötülüğünün şiddeti ve etkili habis şekli
dolayısıyla insana yalnızca görmekle etki eder. Etkileme, bedenî yakınlaşmaya
bağlı değildir. Nitekim tabiatı ve şeriatı fazla tanımayanlar bunu böyle
sanır. Etki bazan yakınlaşma, bazan karşılaşma, bazan görme, bazan ruhun
etkileyeceği kişiye doğru yönelişi, bazan dualar, muska ve Allah'a sığınmalar,
bazan da vehim ve hayallerle olur. Nazar değdirenin nefsinin etkisi, görmeye
bağlı değildir, hatta gözü kör olur da kendisine o nesne tarif edilirse, gözü
görmese bile nefsi o nesneyi etkileyebilir. Nazar değdiren-lerin bir çoğu,
nazar değeni görmeksizin sadece anlatmakla etki eder. Nitekim yüce Allah,
Peygamberine şöyle buyurur: "Doğrusu inkâr edenler, Kur'-an'ı
dinlediklerinde nerdeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi. "[660]
"Ey Mu-hammed! de ki: Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın
şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden, haset ettiği zaman
hasetçi-lerin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbime sığınırım."[661] Her
nazar değdi-ren hasetçidir, ama her hasetçi nazar değdirmez. Madem ki hasetçi
nazar değdirenden daha geneldir, öyleyse hasetçiden Allah'a sığınma, nazar
değdirenden de Allah'a sığınma demektir. Hasetçi ve nazar değdirenin nefsinden
hased edilen ve nazar değene doğru oklar çıkar. Bazan isabet eder, bazan etmezler.
Şayet doğrudan ve korumasız bir şekilde isabet ederse, hiç şüphesiz ona etki
eder. Ama korkarak veya hazırlıklı bir şekilde isabet ederse, etki etmez.
Hatta bu oklar bazan sahibine geri dönerler. Bu hissi, ok atma gibidir. Biri
nefis ve ruhlardan, öteki vücut ve bedenlerden. Bunun esası, nazar değdirenin
bir şeyi beğenmesi ve bu beğeniyi habis nefsinin oluşumunun izlemesi, sonra
nazar değene bakışıyla zehirini kusmaya yardım etmesidir. İnsan bazan bizzat
kendisi nazar değdirir, bazan da iradesi olmaksızın, tabiatıyla nazar
değdirir. Bu, insan türünden doğan nazarın en aşağılık olanıdır. Bizim
mezhebimize mensup olan ve olmayan fukahâ şöyle demiştir: "Böyle bir özelliği
bulunduğu bilinen kişiyi, devlet başkanı hapseder ve ölünceye kadar nafakasını
sağlar." Bu, kesin olarak doğrudur.
Bu hastalığın
giderilmesi için yapılacak olan, Hz. Peygamber'in (s.a.) tedavi yolunu
izlemektir. Bu da çeşit çeşittir. Ebu Davud Sünen'lnde, Sehl b. Huneyf'den şu
olayı nakleder: Bir sel geldi. Bu sele girdim ve yıkandım. Ateşli olarak
çıktım. Bu olay Rasûlullah'a (s.a.) iletildi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Ebu Sâbit'e söyleyin. Allah'a sığınsın." Dedim ki: "Efendim!
Dua okumak uygun mudur?" Şöyle buyurdu: "Dua okumak, yalnızca nazar
değmesi, zehirli varlıklar ve sokma durumunda olur."[662]
Bu hadiste geçen
"nefis" kelimesi nazar değmesidir. Araplar, "filancaya nefis
isabet etti" derler. "Nazar değdi" demektir. "Nâfis",
nazar değdi-ren kişidir. "Sokma" akrep vb.nin sokmasıdır.
Sığınma ve dualardan
bir kısmı, böl bol Felak ve Nâs sûrelerini, Fatiha sûresini, Âyetu'l-Kursî'yi
okumaktır. Başka bir kısmı ise, Hz. Peygamber'in dualarıdır; sözgelimi şu
dualar:
"Yaratıklarının
şerrinden Allah'ın tam kelimelerine sığınırım."
"Şeytanın ve
haşeratın şerrinden, her türlü nazar değmesinden Allah'ın tam kelimelerine
sığınırım.'*
"îyi ve kötünün
vazgeçemeyeceği, Allah'ın tam kelimelerine, her türlü yaratıkların, gökten
inenin göğe çıkanın, yeryüzüne ekilenin ve ondan çıkarılanın, gece ve gündüz
fitnelerinin, —ey Rahman Allah'ım— iyilikle doğan yıldız dışındaki yıldızların
şerrinden Allah'a sığınırım."
fkesinden, cezasından,
kullarının kötülüğünden, şeytanların fisıldaş-malanndan ve bana gelmelerinden,
Allah'ın tam kelimelerine sığınırım."
"Aîllah'im!
Alnından yakaladığının şerrinden yüce rızana ve tam kelime Ijerine sığınırım.
Allah'ım! Günah ve isyanı açığa çıkarırsın, Allah'ım! Seni ordun yenilmez,
sözünün aksi çıkmaz; bütün hamd ve teşbihler Sanadır,'
"Kendinden daha
büyüğü olmayan Allah'ın rızası, iyi ve kötünün vaizi geçemeyeceği tam
kelimeleri, bildiğim ve bilmediğim güzel isimleriyle, yaratıkların,
ekilenlerin ve çoğalanların, kötülüğünü engelleyemediklerimin şerrinden ve
alnından yakaladıklarının şerrinden O'na sığınırım. Şüphesiz Rab; bim, doğru
yoldadır."
"Allah'ım! Sen
Rabbimsin. Senden başka ilâh yok. Sana güvendim. Sen büyük Arş'ın Rabbisin.
Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. Güç ve kudret Allah'tandır. Biliyorum
ki Allah herşeye kadirdir, bilgisi herşeyi kuşatmıştır |ve herşeyi tek tek
saymıştır. Allah'ım! Nefsimin kötülüklerinden, şeytanın jve ortaklarının
kötülüklerinden, alnından yakaladığın her canlının şerrinden Sana sığınırım.
Rabbim şüphesiz doğru yoldadır."
Nazar değen kimse,
dilerse şöyle de dua edebilir:
"Kendisinden
başka ilah olmayan, benim ve herşeyin ilâhı olan Allah'a sığınırım. Benim ve
herşeyin Rabbine sarılırım. Ölmeyen Diri'ye güvenirim. Kötülüğü "Lâ Havle
ve lâ kuvvete illâ billah" diyerek defederim. Bana Allah yeter, O ne
güzel vekildir. Kulların kötülüklerine karşı Allah bana yeter, yaratıklara
karşı Allah yeter. Rızık verilenlere karşı gerçek rızık verici yeter. Sadece
kendisine güvendiğim bana yeter. Herşeyin yönetimi elinde olan bana yeter.
O'na sığınılır, başkasına sığınılmaz. Allah bana yeter. Allah dua edeni işitir.
Allah'tan başka dua edecek yoktur. Kendisinden başka ilah olmayan Allah bana
yeter. O'na güvenirim. O yüce Arş'ın Rabbidir."
Bu dua ve sığınma
niyazlarını deneyenler, yararının ne kadar değerli olduğunu ve onlara duyulan
ihtiyacı bilirler. Bunlar nazar değdirenin etkisini engeller, etkiledikten
sonra ise söyleyenin iman gücü,.nefis gücü, kapasitesi, tevekkül ve dayanma
gücü ölçüsünde bu etkiyi defeder. Çünkü bunlar silahtır, silahın etkisi de
kullanana göredir.
Nazar değdiren,
gözünün zararından ve nazar değene isabet etmesinden endişe duyuyorsa, şu duayı
yapar: "Allah'ım! Ona bereket ver." Nitekim Ra-sûlullah (s.a.) da,
Sehl b. Huneyf'e nazarı değdiğinde Âmir b. Rebîa'ya: "Ona bereket duası
yapsaydın ya!" buyurmuştur. Yani, "Allah'ım! Ona bereket ver."
demesini istemiştir.
Nazar değmesinden
kurtulma dualarından birisi de, "Bu Allah'ın dileğidir. Kuvvet yalnızca
O'ndandır."şeklindedir. Nitekim Hişâm b. Urve, babasının, beğendiği bir
şey görünce veya bir bahçeye girince bu duayı yaptığını nakleder.
Başka bir dua,
Cebrail'in (a.s.), Hz. Peygamber'e (s.a.) yaptığı duadır (rukye) ki Müslim,
Sahih'inde bu duayı nakleder:
"Allah'ın adıyla;
sana eziyet veren her kötülükten, her nefis veya haset-çi gözün şerrinden
Allah'a sığınırım. Allah sana şifa versin. Seni koruması için Allah'ın adıyla
O'na sığınırım."[663]
Seleften bir grup,
nazar değene Kur'an'm bazı âyetlerinin yazılmasını ve sonra bunu içmesini uygun
görürdü. Mücâhid şöyle diyor: "Hastanın âyetleri yazıp yıkaması ve
içmesinde bir sakınca yoktur." Aynı görüş Ebu Kılâbe'-den de nakledilir.
İbn Abbas'ın, doğurma güçlüğü çeken bir kadına bazı Kur'an âyetlerinin
yazılmasını, sonra yıkanıp içirilmesini emrettiği rivayet edilir. Ey-yûb der
ki: "Ebu Kılâbe'nin Kur'an'dan bazı âyetleri yazdığını, sonra onu suyla
yıkayıp ağrısı olan bir adama içirdiğini gördüm."
Nazar değmesinin
tedavi yollarından bir başkası, nazar değdirenin koltuk altını, yanlarını ve
böğrünü yıkamasının emredilmesidir. Bu böğür konusunda iki görüş vardır: 1)
Bu, iki bacak arasıdır, 2) Vücudunun sağ böğrüdür. Bundan sonra su, nazar
değenin arkasından ansızın başına dökülür. Bu doktorların kabul etmediği,
inkâr, alay ve şüphe edenler ile fayda vereceğine inanmayanın ve deneme için
yapanların yarannı göremediği bir tedavi yoludur.
Tabiatta, tıpçıların
sebeplerini kesin olarak bilmedikleri bir takım özellikler vardır; hatta
onlara göre bu özellikler düzenlilikten uzaktır, işlevlerini doğrudan kendileri
yürütürler. Onlar bunun bile cahiliyken, şer'î özellikleri inkâr eden zındık ve
bilgisizlerine ne demeli? Ayrıca bu yıkanmayla tedavi olma konusunda, aklı
selîm sahipleri lehte şahitlik yapmakta ve ikisi arasındaki ilişkiyi kabul
etmektedir. Bil ki, yılanın zehirine panzehir kendi elindedir, öfkeli nefsin
etkisinin ilacı öfkesinin sakinleştirilmesinde, elini üstüne koyup
sıvazlayarak ateşini söndürmekte ve öfkesinin sakinleştirilmesindedir. Bunun
durumu, yanında bir ateş parçası olan adam gibidir. O ateş parçasını sana
atmak ister de, sen bu ateş onun elindeyken üstüne su döküp onu söndürürsün.
Bu yüzden nazar değdirenin şöyle demesi emredilmiştir: "Allah'ım! Ona
bereket ver." Böylelikle nazar değene iyilik anlamındaki duayla, bu habis
oluşum defedilsin. Çünkü bir şeyin ilacı, onun panzehirindedir. Nüfuz etmek
istediğinden dolayı, bu habis oluşum, vücudun ince yerlerinde kendini
gösterdiğine göre, koltuk altı ve
böğürlerinden daha incesini göremezsin; böğür yerine, avret mahalli de
söylenir. Suyla yıkanınca bu oluşumun etkisi ve işlevi ortadan kalkar. Aynı
şekilde, şeytanî ruhların bu yerlerde bir takım özellikleri vardır.
Kısacası, suyla
yıkanması bu ateşliliği söndürür ve bu zehirliliği giderir.
Burada başka bir durum
daha var. Bu, yıkamanın etkisinin vücudun en ince ve hızlı girilecek
yerlerinden kalbe ulaşıp, suyla bu ateşliliği ve zehirliliği söndürmesi,
böylelikle nazar değeni iyileştirmeğidir. Tıpkı, zehirli varlıklar soktuktan
hemen sonra öldürülünce, sokma etkisinin sokulandan hafiflemesi ve bîr rahata
ermesi gibi. Çünkü kendileri, soktuktan sonra sızıyı sokulana aşılar. Ama
öldürülürse, acı hafifler. Sokulanın ferahlaması ve düşmanını öldürmekle
nefsine şifa arayan tabiatın acıya karşı güçlenerek onu defetmesi, bu acının
azalma sebeplerinden olsa bile, bunlar yapılmış bir takım gözlemlerdir.
Kısacası, nazar
değdirenin yıkanması kendisinden ortaya çıkan durumu giderir. Yıkanması,
nefsinin bu oluşumla şekillenmesi durumunda ancak fayda verir.
Şöyle bir itiraz yapılabilir:
Pekiyi, yıkanmanın ilişkisi anlaşıldı, ama bu suyun nazar değene dökmülmesi de
neyin nesidir? Bu itiraza şöyle cevap verilebilir: Çok yakından ilişkilidir.
Çünkü bu su, bu ateşliliğin söndürüldüğü ve nazar değdirenin bu habis oluşumunu
ortadan kaldıran bir sudur. Nasıl nazar değdirenin ateşliliği onunla
söndürülüyorsa, nazar değdirenle ilişkisinden sonra nazar değenin ilgili yeri
de onunla söndürülür ve etkisi ortadan kaldırılır. Demirin soğutulduğu su,
tipçılarm belirttiği birçok tabiî ilaca karıştırılır. Nazar değdirenin
ateşliliğinin söndürüldüğü bu suyun, böyle bir hastalığa uygun bir ilaca
karışması inkâr edilemez. Kısacası, tabiat âlimlerinin tıbbı ve tedavisi, Hz.
Peygamber'in tıbbına göre, kendilerinin kocakarı ilaçlarına nisbeti gibidir,
hatta daha bile azıdır. Çünkü onlarla peygamberler arasındaki farklılık çok
büyüktür; onlarla kocakarılar arasındaki farklılık, insanın anlayamadığı
derecede büyüktür. Böylelikle hikmet ile şeriat arasındaki kardeşlik
sözleşmesini ve birinin diğerine aykırı olmadığını anlamış bulundun. Allah,
dilediğini doğruya eriştirir, başarı kapısını çalmayı sürdürenlere her kapıyı
açar, sonsuz nimet ve apaçık deliller O'nundur.
Nazar değmesinin
ilaçlarından ve korunma yollarından birisi, nazar değdirmesinden korkulan
kişiye karşı onun etkisini engelleyecek şekilde iyilik ve güzelliklerin
saklanmasıdır. Nitekim, Begavî, Şerhu's-Sünne adlı kitabında, sevimli bir çocuk
görünce, Hz. Osman'ın nazar değmemesi için, "Çenesindeki gamzeyi karaya
boyayın." dediğini nakleder. Bu sözü açıklarken, "gam-ze"nin,
çocuğun çenesinde olduğunu belirtir.[664]
Hattâbî,
Garibu'l-Hadîs adlı kitabında, Hz. Osman'ın nazar değen bir çocuk görünce,
"Gamzesini karaya boyayın." dediğini nakleder. Ebu Amr şöyle der:
Ahmed b. Yahya'ya bu sözünü sordum. "Gamze" ile, çenesindeki gamzeyi
kasdettiğini söyledi. Böylece bu sözüyle, "Nazar için çenesindeki bu
gamzeli kısmı karaya boyayın." demek istemiştir. Hz. Âişe'den rivayet edildiğine
göre, bir gün hutbe okurken Rasûlullah'ı (s.a.) başında siyah bir sarıkla
görmüştür[665]' Hattabî, bu hadisle,
"siyah" (desma) sözcüğüne delil getirmek istemiştir. Şair de şu
sözünü bundan ilhamla söylemiştir:
"Kemal sahibinin
nazar değmesinden kendisini koruyacak bir kusura ne de çok ihtiyacı
vardır."
Nazar değmesine karşı
okunan dualardan biri de Ebu Abdillah es-Sâcî'den rivayet edilen şu duadır:
Güzel bir deve üstünde hacca veya savaşa gittiği bir yolculuğunda, yoldaşları
arasında nazar değdiren biri vardı. Bir şeye baktığında onu telef ederdi. Ebu
Abdillah'a; "Deveni bu nazar değdirenden koru." denilince:
"Deveme hiçbir şey yapamaz." cevabını verdi. Ebu Abdil-lah'ın bu
sözü, nazar değdiren adama iletildi. Ebu Abdillah'ın kaybolmasını kolladı.
Böyle bir durumda devesinin yanına geldi ve ona baktı. Deve sarsıldı ve yere yıkıldı.
Ebu Abdillah geri dönünce, nazar değdirenin ona bakıp nazar değdiğini
bildirdiler. Ebu Abdillah: "Onu bana gösterin." dedi, hemen adamı
gösterdiler. Yanında durdu ve şu duayı yaptı:
"Allah'ın adıyla.
Habsun Habis! ve Hacerun Yâbis! ve Şihâbun Kâbis! Nazar değdirenin bakışı
kendisinin ve en sevdiğinin olsun. 'Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir
misin? Bİr aksaklık görmek için gözünü tekrar tekrar çevir bak ama göz
umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer."'[666] Nazar
değdirenin gözbebekleri fırladı ve deve hiçbir şeyi kalmamış biçimde ayağa
kalktı.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) ilâhî rukye ile her şikâyete karşı kullanılabilen genel ilaç konusundaki
tutumu şöyledir:
Ebu Davud, Sünen'inde
Ebu'd-Derdâ'dan şu hadisi rivayet eder: Rasû-lullah'ı (s.a.) şöyle derken
işittim: "Sizden biri bir şeyden şikâyet eder veya kardeşLona bir
şikâyette bulunursa, şu duayı yapsın:
'Yücelerde olan
Rabbimiz Allah! İsmin yüce olsun. Gökte ve yerdeki emrin, gökteki rahmetin
gibidir. Rahmetini yeryüzüne gönder. Gökte ve yerdeki emrin, gökteki rahmetin
gibidir. Rahmetini yeryüzüne gönder. Günah ve hatalarımızı bağışla! Sen
iyilerin Rabbisin. Bu acıya karşı, rahmet deryandan rahmet, şifa denizinden
bir şifa indir.' Allah'ın izniyle iyileşir.[667]
Müslim'in Sahih'inde
Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayete göre, Cibril (a.s.) Hz. Peygamber'e geldiğinde:
"Ey Muhammed! Bir şikâyetin mi var?" diye sormuş, Rasûlullah
"Evet" deyince, şu duayı yapmıştır:
"Allah'ın adıyla
hasedçi bir nefis ve gözden acını dindirmesi için O'na dua ederim. Allah sana
şifa verecektir. Allah'ın adıyla O'na dua ederim."[668]
Soru: Ebu Davud'un,
"Yalnızca nazar değmesi ve zehirli varlıklar için dua okunur."
şeklinde rivayet ettiği hadis için ne dersiniz?
Cevap: Hz. Peygamber
(s.a.), bununla başka şeylerde dua edilmeyeceğini kasdetmemiştir. Bilakis
bundan kastedilen, göz ve zehirli varlıklar hakkında bundan daha üstünü ve
yararlısı olmadığıdır. Hadisin siyakı da bunu gösteriyor. Çünkü Sehl b. Huneyf,
nazar değince, "Dua okumakta bir yarar var mı?" diye sormuş ve
Rasûlullah da: "Yalnızca nazar değmesi ve zehirli varlıklar için dua
okunur." buyurmuştur. Bu konudaki diğer genel ve özel hadisler de aynı
doğrultudadır. Ebu Davud, Enes'ten Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Yalnızca nazar değmesi, zehirli varlıklar ve yandaki
yaralar, (ısırgı) için dua okunur."[669]
Müslim'in Sahihinde,
yine Enes'ten rivayetle, Rasûlullah'ın (s.a.) nazar değmesi, zehirli varlıklar
ve yandaki yaralar (ısırgı) için dua okumaya izin verdiği rivayet edilir.[670]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) zehirli hayvan sokmasına karşı Fatiha okuma smdaki tutumu şöyledir:
Buharı ve Müslim,
SffA/Merînde Ebu Saîd el-Hudri*den şu olayı rivayet ederler: Rasûluüah'ın
ashabından bir grup bir yolculuğa çıkmıştı. Bir Arap obasında konakladılar. Bu
obadan kendilerini misafir etmesini istediler, ama oba halkı onları misafir
etmeyi kabul etmedi. Bu oba halkının seyyidi bir hayvan tarafından sokulmuştu.
Her çareyi aramışlar, ama bulamamışlardı. İçlerinden birisi: "Şu konaklayanlara
gitseniz, belki onların birinde bir çare vardır." dedi. Konaklayanların
yanma geldiler. Oba halkı onlara şöyle dedi: "Ey topluluk! Seyyidimizi bir
hayvan soktu. Yarar sağlayacak her çareyi aradık, ama bulamadık. İçinizde bize
yardımı dokunacak olan var mı?" Aralarından biri şöyle dedi: "Evet,
ben okuyabilirim. Ama bizi misafir etmenizi istedik, misafir etmediniz. Ortaya
bir ödül koyana kadar dua okumayacağım." Bunun üzerine, bir bölüm koyuna
anlaşma yaptılar. Bunun üzerine bu adam —Ebu Saîd— adama doğru gitti ve Fatiha
sûresini okudu. Adam iyileşti ve bukağısından çözülmüş hayvana döndü. İleri
geri yürümeye başladı. Artık onda hiçbir hastalık kalmamıştı. Yaptıkları
anlaşma gereği oba halkı ortaya koydukları karşılığı ödediler. Konaklayanlardan
bir kısmı, "Bölüşün" dedi. Adama dua okuyan kişi ise:
"Rasûlullah'a (s.a.) gidene kadar hiçbir şey yapmayın. Durumu ona
anlatır, emredeceğini yaparız." dedi. RasûluUah'a (s.a.) geldiler ve
durumu anlattılar. Şöyle buyurdu: "Bunun rukye (dua) olduğunu nereden bildin?"
Sonra sözlerini şöyle sürdürdü: "Doğru yapmışsınız, o koyunları alın ve
bana da bir pay ayırın."[671]
İbn Mâce, Sünen'indc
Hz. Ali'den Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "En iyi ilaç,
Kur'an'dır."[672]
Bilindiği gibi, bazı
sözlerin özellikleri ve tecrübe edilmiş yararlan vardır. Allah'ın diğer
yaratıklara üstünlüğü gibi, diğer bütün sözlere üstün olan âlemlerin Rabbinin
sözü hakkında ne denilebilir? Bu yüce sözler tam şifadır, yararlı koruyucudur,
yol gösterici ışıktır, herkese ve herşeye rahmettir, bir dağa indirilseydi
azamet ve celaletinden onu çatlatacak durumdadır. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Kur'an'dan, inananlara rahmet ve şifa olan şeyler indiriyoruz. O
zâlimlerin ise sadece kaybını arttırır."[673] Bu
âyette geçen "min" (-dan, Kur'an'dan) kelimesi, bölümlemeyi değil,
cinsi açıklar. İki görüşün daha sahihi budur. Nitekim şu âyette de böyledir:
"(..) Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir
vâdetmiştir."[674]
Hepsi inanan ve iyi işler işleyenlerdendir. Kur'an'da, Tevrat'ta, İncil'de ve
Zebur'da bir benzeri indirilmeyen, Allah'ın kitaplarının bütün anlamlarını
kapsayan, Allah'ın —Allah, Rab ve Rahman gibi— bütün temel ve kapsamlı
isimlerini, âhiretin varlığının ispatını, tevhidu'r-rubûbiyye ve
tevhidu'l-ilâhiyye şeklindeki iki tevhidi içeren, yardım ve hidayeti yalnızca
kendisinden istemede Yüce Rabbe ihtiyacı zikreden, mutlak olarak en üstün ve
en yararlı duayı belirten Fatiha sûresi için ne denilebilir? Kullar ona ne kadar da muhtaçtır.
O, emrettiğini yapmak, yasakladığından kaçınmak ve ölünceye kadar bu şekilde
dosdoğru olmak suretiyle Allah'ı tanımayı, tevhidi ve O'na ibadeti içeren
doğru yolun kılavuzudur. Bu sûre, mahluktanın, hakikati tanımak, onu
uygulamak, sevmek ve tercih etmek dolayısıyla "Nimet verilenler", hakikati
tanıdıktan sonra ondan dönmek dolayısıyla "gazaba uğrayanlar",
hakikati tanımadıklarından dolayı "sapkınlar" şeklinde
gruplandırılmasını içerir. Bu sûrede, kaderin, şeriatın, isim ve sıfatların,
âhiretin, peygamberlerin, nefislerin arındırılmasının, kalb-leri düzeltmenin
isbatı, Allah'ın adalet ve ihsanı bütün bid'at ve bâtıl inançlıların
reddedilmesi yer alır. Bunların hemen yanıbaşında da mahlukatm kısımları
zikredilir. Biz bütün bunları Medâricu's-Sâlikîn adlı kitabımızda açıkladık.
Bu sûreyle bazı hastalıklar için şifa istenebilir, sokmalara karşı okunabilir.
Kısacası, Fâtihâ
sûresinin içerdiği samimi kulluk, Allah'a hamd ve sena, bütün işlerin O'na
havale edilmesi, O'ndan yardım isteme, O'na güvenme/ herşeyi O'ndan isteme
durumlarının tümü nimet sağlayıcıdır. Fatiha sûresi, nimetleri sağlayan,
belâları defeden, şifa verici ve yeterli en büyük ilaçlardandır.
Fatiha süresindeki
rukye (dua) yerinin, "Yalnızca sana kulluk eder, yalnızca senden yardım
isteriz." kısmı olduğu belirtilir. Şüphesiz ki bu iki cümle, bu ilacın en
kuvvetli bölümlerindendir. Çünkü bu ikisinde, herşeyin Allah'a havale edilmesi
ve tevekkül, O'na sığınma ve O'ndan yardım isteme, Allah'a muhtaç olma ve
isteklerde bulunma, yalnızca Allah'a ibadetten ibaret olan gayelerin en yücesi
ile ibadet konusunda O'ndan yardım istemekten ibaret vesilelerin en şereflisi
yer almaktadır. Bir defasında Mekke'de rahat-sızlanmiştım. Doktor ve ilaç
bulamamıştım. Fatiha sûresini okuyarak tedavi olmaya çalışıyor, zemzem suyundan
içiyor, suya birkaç defa okuyor, ve sonra suyu içiyordum. Böylece tam bir
şekilde iyileştim. Bundan sonra birçok ağrılarımda bu usulü uygular oldum.
Böyle bir tedavi yolundan son derece yararlandım.
Zehirli hayvanların
sokmalarına karşı tedavide Fatiha ve diğerlerini okumakta harikulade bir sır
vardır. Çünkü bu varlıklar, daha önce de geçtiği gibi, habis nefislerinin
oluşumuyla etki ederler. Silahları, savunma aracı olan zehirleridir.
Öfkelenmedikçe sokmazlar. Öfkelendiklerinde zehir harekete geçer ve soktuğu
organla onu kusar. Yüce Allah, her derde bir deva vermiştir. Herşeyin
panzehiri vardır. Okuyanın nefsi, okunanın nefsine etkide bulunur. İkisinin
nefsi arasında etki ve tepki olur. Tıpkı hastalık ile ilaç arasındaki gibi,
duyanın nefsi ve gücünün, okuma sonucunda bu derde karşı direnci artar.
Allah'ın izni ve ilaç ile hastalığın etki ve tepkisiyle derdi başından defeder.
Bu bedenî olduğu
kadar, ruhî hastalık ve ilaç hakkında da geçerlidir. Üfür-me ve püskürmede, bu
rutubet ve havadan, dua okuyan kişiden, zikir ve duadan yardım isteme
sözkonusudur. Çünkü okuma, okuyanın kalbinden ve ağzından çıkar. Okuyan kişinin
tükürük, nefes ve nefis gibi iç parçaları daha etkili ve aktif olur. İkisinin
bileşiminden, ilaçların terkibinde ortaya çıka-■ na benzer etkili bir
durum doğar.
Kısacası, okuyanın
nefsi, bu habis nefislerin karşıtıdır; nefsinin durumuna göre etkisi artar,
okumak ve üfürmekle bu sonucu gidermeye yardım ister. Okuyanın nefsi daha
kuvvetli olursa, okuma da daha tam olur. Üfür-meyle yardım istemesi, bu habis
nefislerin sokmak yoluyla yardım istemesi gibidir.
Üfürmede başka bir sır
daha vardır. Çünkü, hem iyi, hem de habis ruhlar ondan yardım ister. Bu yüzden
de iman ehli kadar, büyücüler de onu uygular. Yüce Allah şöyle buyurur:
"(..) Düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden tan yerini ağartan Rabbe
sığınırım."[675]Çünkü
nefis, öfke ve çatışmaya göre şekillenir. Nefeslerini bunların oku olarak
gönderir. Bunu üftirme ve etkili durumun yandaşı olan tükürükten bir parça
bulunan tükürmeyle gerçekleştirir. Büyücüler, üfürmeyle açık bir biçimde
yardım isterler; büyü yapılanın vücuduyla doğrudan ilişki kurmazlar, bilakis
düğümlere üfler ve onu bağlarlar, büyülü kelimeleri söylerler. Bunları, büyü
yapılanda, süflî ve habis ruhlar aracılığıyla yaparlar. Dua okumada bunların
karşısında, okumak suretiyle belânın defedilmesini sağlayan temiz ve an ruh
yer alır, üfürmeyîe yardım ister. Hangisi daha güçlüyse, onun hükmü geçerli
olur. Ruhlar birbirleriyle karşılaşırlar. Onların çatışması ve araçları,
bedenlerinki gibidir. Çatışmaları ve araçları birbirinin aynıdır. Hatta
ruhların ve bedenlerin çatışma ve karşılaşmasında aslolan, araç ve ordulardır.
Ama hissin hâkim olduğu kişiler hissin kendisini hakimiyetine alması ve ruhlar
âleminden ruhun hükümlerinden ve fiillerinden uzak bulunması dolayısıyla,
ruhların etkisini ve tepkisini hissetmezler.
Kısacası, ruh, güçlü
olur, Fâtiha'nın anlamlarıyla yoğrulur, üfürme ve püskürmeyle yardım alırsa,
habis nefislerden doğan etkiyle karşılaşır ve onu yokeder. Allah en iyisini
bilir. [676]
Hz. Peygamber'in (s.a.) akrep sokmasına karşı
dua okumakla tedavisi konusundaki tutumu şöyledir:
İbn Ebî Şeybe,
Müsned'mde Abdullah b. Mes'ûd'dan şu hadiseyi rivayet eder: Rasûlullah'la
(s.a.) birlikte namaz kılıyorduk. Secde ettiğinde, bir akrep parmağını soktu.
Rasûlulîah (s.a.) döndü ve şöyle buyurdu: "Ne bir peygamberi, ne de
başkasını bırakmayan akrebe lanet olsun." Sonra içinde su ve tuz bulunan
bir kap getirilmesini istedi. İhlâs, Felak ve.Nâs sûrelerini okuyarak akrebin
soktuğu yeri bu kaba koymaya başladı, sonunda sakinleştik[677]
Bu hadiste, tabiî ve
ilâhî kısımlarından oluşan birleşik bir ilaçla tedavi olunabileceği yer alır.
Çünkü İhlâs sûresinde, ilmî i'tikadî tevhidin yüceliği, Allah'ın her ortaklığı
reddeden tekliğinin isbatı, mahrukatın ulvîsinin ve süflisinin daima kendisine
muhtaç oluşu ve O'na yönelişiyle birlikte her yüceliğin isbatını içeren
samediyyetin ortaya konulusu, doğmamış ve doğurulma-mışhğın, asıl, füru, eş ve
benzerin reddedilmesini içeren, eş ve benzerliğin reddi gibi yalnızca bu Surede
bulunan ve Kur'an'ın üçte birine denk açıklamalar sözkonusudur. O'nun
"Samed" isminde, bütün kemâlin ortaya konulusu yer alır. Eş ve
benzerinin olmadığının açıklanmasında, benzer ve örnekten uzak oluşu sözkonusudur.
Birliğinde, celâl sahibi Allah'a herhangi bir ortak bulunmadığı belirtilir. Bu
üç esas, tevhidin özüdür.
Felâk ve Nâs
(Mu'avvizeteyn) sûrelerinde, topluca ve tek tek her türlü kötülükten Allah'a
sığınma vardır. Çünkü "Yaratıkların şerrinden sığınma", ister
bedende, ister ruhta olsun, bütün sığınılacak kötülükleri kapsar. "Bastırdığı
zaman karanlığın", yani gecenin ve battığı zaman işaretinin, yani ayın
şerrinden sığınma, habis ruhların yayıldığı zamanın kötülüğünden sığınmaktır
ki, gündüzün ışığı, bu ruhlar ile yayılışı arasına girer. Gece karanlığı çöküp
ay batınca, yayılır ve bozgunculuk yapar.
"Düğümlere
üfürenlerin şerrinden sığınma", büyücüler ve büyülerinin şişerinden
sığınmayı içerir.
"Hasetçilerin
şerrinden sığınma", hasedi ve nazarıyla acı veren habis nefislerden
sığınmayı kapsar.
İkinci sûre, insan ve
cin şeytanlarının kötülüklerinden sığınmayı içine alır. İki sûre, her türlü
kötülükten Allah'a sığınmayı içerir. Bu ikisinin, olmazdan önce kötülüklerden
korunma ve sakınma konusunda büyük bir önemi vardır. Bu yüzden Hz. Peygamber
(s.a.), Ukbe b. Âmir'e, her namazdan sonra bu iki sûreyi okumayı tavsiye
etmiştir. Bu, Tirmizî'nin CâmPinde yer alır.[678]
Bunda, namazdan namaza
kötülüklerin defolmasını isteme konusunda büyük bir sır vardır. Tirmizî şöyle
der: Allah'a sığınanlar, bu ikisinin benzeriyle sığınmamişlardır. Hz.
Peygamber'e (s.a.) on bir düğümde büyü yapılmıştı. İşte bu sırada Cibril, bu
iki sûreyi getirdi. Her âyeti okuyuşunda bir düğüm çözüldü, sonunda bütün
düğümler çözülmüş oldu. Böylece Hz. Peygamber (s.a.) tam olarak iyileşti.
Hadisteki tabiî ilaca
gelince, tuzda pek çok zehir için fayda vardır, özellikle de akrep sokmasına
karşı, Kanun adlı kitabın yazarı (İbn Sina) şöyle diyor: "Akrep sokmasına
karşı, keten tohumuyla birlikte tuz sarılır." Başkaları da bunu
söylemiştir. Tuzda, zehirlerin çektiği ve girdiğini çeken ve giren bir kuvvet
vardır. Akrep sokmasında soğutma, çekmeye ve çıkarmaya ihtiyaç gösteren ateşli
bir güç olduğu için, sokma ateşine karşı soğutulmuş su ile çeken ve çıkaran tuz
terkibi yapılır. Bu, yapılabilecek ilacın en tamı, en kolayı ve en basitidir.
Bu hadiste, akrep sokmasına karşı kullanılacak ilacın soğutma, çekme ve
çıkarma olduğu da belirtilmiştir.
Müslim, Sahih'inde Ebu
Hureyre'den şu hadisi nakleder: Bir adam Ra-îûlullah'a (s.a.) geldi ve:
"Dün rastladığım bir akrep beni soktu." dedi. Bulun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.): "Akşamleyin, 'Yarattığının şerrinden \llah'ın tam
kelimelerine sığınıyorum.' demiş olsaydın, sana bir zarar vermezdi."
buyurdu[679]
Bil ki tabiî-ilâhî
ilaçlar hastalıklara, hastalık ortaya çıktıktan sonra fayda verir,
hastalanmadan önce korur. Hastalanınca, acı verse bile zararlı ol-rnaz. Tabiî
ilaçlar ise sadece hastalık ortaya çıktıktan sonra fayda verir. Sığınma ve
dualar, ya hastalık sebeplerinin doğuşunu engeller, ya da sığınmanın tamlık,
güç ve zaafına göre tam bir şekilde etkisini göstermesine mani olur. Dua ve
sığınmalar, sağlığı korumak ve hastalığı gidermek için yapılır.
Birincisine örnek,
Buharı ve Müslim'deki Hz. Âişe'den nakledilen şu hadistir: Rasûlullah (s.a.)
yatağa girince avuçlarına "Kul huvallahu ahad" ve Muavvizeteyn'i
(Felak ve Nâs sûrelerim) üfürür, sonra yüzüne sürerdi, eli derisine değmezdi.[680]
Ebu'd-Derdâ'nın
rivayet ettiği sığınma hadisi de merfü olarak nakledilir: "Allah'ım! Sen
Rabbimsin. Senden başka ilah yoktur. Sana güvendim. Sen yüce Arş'ın
rabbisin." Bu, daha önce de geçmişti. Rivayette: "Kim bu duayı
sabahleyin yaparsa, akşama kadar başına bir musibet gelmez. Kim akşam üzeri
yaparsa, sabaha kadar başına bir musibet gelmez." denir.[681]
Aynı şekilde Buharı ve
Müslim'in Sa/ı/A'lerinde: "Bakara sûresinin sön iki âyetini okuyana bu
ikisi yeter." hadisi yer ahr.[682]
Müslim'in So/ı/ft'inde
de şu hadis bulunuyor: "Bir eve giren, 'Yarattıklarının şerrinden
Allah'ın tam kelimelerine sığınırım' derse, o evden ayrılıncaya kadar hiçbir
şey ona zarar vermez."[683]
Ebu Davud'un
Stmen'inde şu rivayet vardır: Rasûlullah bir yolculukta geceleyin şöyle derdi:
"Ey yeryüzü! Benim ve senin Rabbin Allah'tır. Senin şerrinden ve sendeki
ve üstündeki varlıkların şerrinden Allah'a sığınırım. Ars-landan ve
karanlıktan, yılandan ve akrepten, evde oturandan, doğurandan ve doğandan
Allah'a sığınırım."[684]
İkincisine gelince;
yukarıda geçtiği gibi Fatiha okumak, akrep sokmasına ve birazdan anlatılacak
olanlara karşı dua okumak bunun örneğidir. [685]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) ısırgılara dua okuması konusundaki şöyledir:
Daha önce, Müslim'in
Sahih'inde yer alıp, Enes'ten rivayet edilen hadiste, Hz. Peygamber'in (s.a.)
zehirli hayvanlara, nazara ve ısırgıya (yandakij yara ve çıbana) karş1 okumaya
ruhsat verdiği geçmişti.
Ebu Davud'un
Sözen'inde Şifâ bt. Abdillah'tan şu hadis rivayet edilir:8 Ben Hafsa'nın
yanındayken Rasûlullah (s.a.) yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: "Ona
yazmayı öğrettiğin gibi, ısırgı duasını da öğretsene."[686]
Isırgı (karınca) iki
yanda çıkan yaradır. Bu bilinen bir hastalıktır. Hasta, bu yaranın olduğu
yerde sanki bir karınca gezinirmiş ve isınrmış gibi hissettiğinden bu şekilde
isimlendirilmiştir. İbn Kuteybe ve başkaları şöyle der:
Mecusîler, kişinin
kızkardeşinden oğuluna karınca remili yapılınca, hastanın iyileştiğini idda
ederlerdi. Şairin şu sözü de bunu gösterir:
"Bizde yüce
topluluğun Örfü dışında, bir ayıp bilinmez. Biz, karınca remili yapmayız.
"[687]
Hallâl şunu rivayet
eder: Şifâ bt. Abdillah, cahiliyye devrinde ısırgı için dua okurdu. Hz.
Peygamber'in (s.a.) yanına gelince —Mekke'de O'na bîat etmişti—, şöyle dedi:
"Ey Allah'ın elçisi! Ben cahiliye devrinde ısırgıya karşı dua okurdum.
Bunu sana arzetmek istiyorum.'* Bunu şöylece arzetti: "Allah'ın adıyla.
Yuvalarından çıkıp dönünceye kadar sasırsın ve kimseye zarar vermesin.
Allah'ım! tnsanlann Rabbi! Sıkıntıyı gider."
Hadiste, kadınlara
yazma öğretileceğine delil de vardır. [688]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) yılan sokmasına karşı okuduğu dua konusundaki tutumu şöyledir:
Daha önce Hz.
Peygamber'in (s.a.)» "Yalnızca nazarda ve zehirli hayvanlarda dua
okunur." hadisi geçmişti. Buradaki "hume" (zehirli) yer alan mim
fethalı ve şeddesizdir. İbn Mâce'nin Sözen'inde, Hz. Âişe'den, Hz. Peygamber'in
(s.a.) yılan ve akrebe karşı dua okumaya izin verdiği rivayet edi-h>l[689] İbn
Şihâb ez-Zührî'den rivayete göre şöyle demiştir: Rasülullah'm (s.a.) ashabından
birini yılan soktu. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Dua okuyacak biri yok
mu?" Şu cevabı verdiler: "Ey Allah'ın elçisi! Hazm ailesi, yılana
karşı dua okurlardı. Sen duaları yasaklayınca, onlar da okumaz oldular."
Hz. Peygamber: "Umâre b. Hazm'ı çağırın." dedi. Umâre'yi çağırdılar.
Ra-sûlullah'a, okuduğu duayı nakletti. Hz. Peygamber: "Bir sakıncası
yok." buyurdu. Bu konudaki duasını okumaya izin verdi.[690]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) yara ve çıbanlara okuması hakkındaki t şöyledir:
Buharî ve Müslim'de Hz
Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: Bir insan rahatsızlandığında veya yara ve
çıbanı olduğunda, Rasûlullah (s.a.) parmağını şöyle koyar —râvi Süfyân kendi
şehâdet parmağını yere koyarak Hz. Peygamber'in bu fiilini göstermiştir—,
sonra kaldırır: "Allah'ın adıyla, şu arzımızın (bölgemizin) toprağı ile
bazımızın tükrüğü, Rabbımızm izniyle hastamıza şifa verilmesi içindir."
diyerek şifa dilerdi.[691]
Bu, basit, yararlı ve
bileşik bir ilaçtır. Yara ve taze çıbanların tedavisinde kullanılan güzel bir
ilaçtır, özellikle de-başka İlaç bulunmadığında. Çünkü her yerde vardır.
Bilindiği gibi, halis toprağın tabiatı soğuktur, kurudur, tabiatın normal
gelişmesini ve iyileşme hızını engelleyen, özellikle sıcak bölgelerdeki ve
sıcak mizaçlı kişilerdeki yara. ve çıbanların rutubetini kurutucudur. Çünkü
yara ve çıbanlardan sonra, çoğu kez sıcak mizacın bozulması gelir. Böylece
ülkenin sıcaklığı, mizaç ve yara üçlüsü oluşur. Halis toprağın tabiatı, soğuk
ve basit bütün ilaçların soğukluğundan daha çok soğuk ve kurudur. Toprağın
soğukluğu, hastalığın sıcaklığına karşılıktır. Özellikle de yıkanmış ve
kurutulmuşsa. Yine peşinden habis rutubet ve akıntı gelir. Toprak onun
kurutucusudur, iyileşmesini engelleyen habis kuruma ve kurutuculuğun da
şiddetini azaltır. Böylece —bununla beraber— hasta organın mizacında bir
değişme olur. Organın mizacı normale dönünce, yönetici güçleri kuvvetlenir ve
Allah'ın izniyle acıyı ondan defeder.
Hadisin anlamı, kendi
şehadet parmağının üstüne tükürüp, onu toprağa sürerek bir miktar toprak alması
ve bunu yaraya sürmesidir. Bu sözü, Allah'ın adını zikretme bereketi
bulunmasından, işi O'na havale etme ve O'na güvenmesinden dolayıdır. Böylece
bir ilaç, ötekine katılarak, etkisi artar.
"Bölgemizin
(arzımızın) toprağı" sözünden maksat, bütün yeryüzü mü, yoksa özellikle
Medine toprağı mıdır? Bu konuda, iki görüş vardır. Hiç şüphesiz toprakta bazı
özellikler vardır ki, bu özelliğiyle birçok hastalığa karşı
"Ey Allah'ın
elçisi! Bizim akrep sokmasına karşı bir duamız vardı. Sen rukyeleri yasakladın
"' dediler. Okuduklarını Rasûlullah'a naklettiler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber:' Bir sakınca görmüyorum. Sizden kardeşine yardım edebileri, ona
yardım buyurdu
fayda sağlar, birçok
habis hastalıklar iyileşir. Galenos (Calinus) şöyle diyor: "İskenderiye'de
karaciğer ve istiskâ (hydropisie) hastalığına yakalananları gördüm. Çoğu kez
Mısır toprağını kullanırlardı. Bu toprağı uyluklarına, bacaklarına ve
kollarına, sırtlarına ve kaburgalarına sürerlerdi. Bundan açık bir şekilde
fayda görürlerdi. Bu sürme işte bu şekilde çürük ve şişkin yerlere fayda verir.
Fazla kan kaybından dolayı bütün vücudu şişen bir topluluğun bu topraktan
apaçık bir fayda gördüğünü bilirim. Başka bir topluluk da bazı organlarında
müthiş bir şekilde yerleşmiş müzmin ağrılarına şifa buldu, ağrılar iyileşti ve
temelli gitti." Kitabu'l-Mesihî*nin yazarı şöyle diyor: "Knossos
(Kunûs, Mustakî adası)*tan getirilen toprak, parlak ve temizleyici, yaraları
iyileştirici ve kapatıcıdır."
Bir takım topraklarda
böyle özellikler olduğuna göre, yeryüzünün en temiz ve bereketli toprağı
hakkında ne denir? Hz. Peygamberdin (s.a.) tükrü-ğüyle karışmış ve Allah'ın adı
ve O'na güvenmesi bunun yoldaşı olmuştur. Daha önce de geçtiği gibi, duanın
gücü ve etkisi yapana, kendisine karşı dua okunanın tepkisine göre değişir. Bu,
erdemli, akıllı ve müslüman bir tıpçının reddetmeyeceği bir durumdur.
Niteliklerden herhangi biri bulunmazsa, dilediğini söylesin. [692]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) ağrılara okuma tedavisi konusunüaki tutumu şöyledir:
Müslim'in, Sahih'inde
Osman b. Ebi'l-Âs'tan rivayet ettiğine göre, Osman, müslüman olduğundan beri
vücudunda gördüğü bir ağrıyı Rasûlullah'a (s.a.) arzetti. Hz. Peygamber (s.a.)
şöyle buyurdu: "Elini vücudunun ağrı duyduğun yerine koy ve üç defa
bismillah, sonra da yedi defa 'Hissetmekte olduğum ve sakınıp sığınmaya
çalıştığım şeyin şerrinden Allah'ın izzetine ve kudretine sığınıyorum'
de."[693]' Bu ilaçta, Allah'ın
anılması, işin O'na havale edilmesi, acının şerrinden onu giderecek olan
izzetine ve kudretine sığınma vardır. Daha etkili ve faydalı olması için tekrar
edilmesi, zararlı maddenin çıkarılması için ilacın tekrarlanması gibidir. Yedi
sayısında, başkasında olmayan bir özellik vardır. Sahihayn'dB., Hz.
Peygamber'in (s.a.) bazı aile üyelerini sağ eliyle sıvazlayarak dua okuduğu ve
şöyle dediği rivayet edilir: "Allah'ım! İnsanların Rabbiî Hastalığı
gider, şifa ver. Sen şifa vericisin, Senden başka şifa veren yoktur. Öyle bir şifa ver ki,
hastalıktan iz bırakmasın."[694] Bu
duada, Rubübiyetinin ve rahmetinin kemâliyle Allah'tan bir şifa isteği vat dır;
şifa vericinin yalnızca Allah olduğu, O'nun şifasından başka şifa bulu madiği
yer alır. Allah'ın tevhidi, ihsanı ve rubûbiyetiyle şifa dilemeyi içeri[695]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) musibet ateşi ve üzüntüsünü tedavisindeki t tumu şöyledir:
Yüce Allah şöyle
buyurur: "Sabredenleri müjdele. Onlara bir musib* geldiğinde 'Biz
Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz.' derler. Rablerinin rahmeti ve mağfireti
onlaradır. O'nun yolunda olanlar da onlardır. "[696]
Müs-ned'de, Hz. Peygamber'in (s:a.) şöyle buyurduğu nakledilir: "Bir
musibete uğrayıp, 'Biz Allah'ınız ve O'na döneceğiz. Allah'ım; musibetim
konusunda bana ecir ver ve ondan daha iyilisini ver.' derse, Allah da ona
musibetinde ecir verir ve daha iyisini bedel kılar. "[697]
Bu sözler, musibete
uğrayan için en Özlü, dünya ve âhireti konusunda en yararlı ilaçtır. Çünkü iki
önemli esası içermektedir ki kul bunları gerçekten tanırsa musibetinden
kurtulur:
Birincisi: Kulun
kendisi, ailesi ve malı gerçekte yüce Allah'a aittir. Allah bunu kendisine
emanet olarak vermiştir. Çekip aldığı takdirde, malı emanet edilenden geri alan
emanet verici gibidir. Ayrıca kul iki yokluk arasındadır: Kendinden önceki
yokluk, kendinden sonraki yokluk. Kulun mülkü, kısa bir süre için emanet bir
maldır. Bunun yanisıra, kul bu malı yoktan var etmiş değildir ki mülkü
gerçekten ona ait olsun. Var olduktan sonra onu âfetlerden koruyacak da,
varlığım ilelebet sürdürecek de değildir. Malında hiçbir rolü yoktur, gerçek
bir mülkü de yoktur. Ayrıca kul, malında mülkünde, gerçek mal sahibi gibi
değil, verilen emir ve yasaklar çerçevesinde hareket eden biridir. Bu yüzden
malında, ancak gerçek sahibinin onayladığı tasarruflarına İzin verilir.
İkincisi: Kulun dönüşü
gerçek mevlâsı olan Allah'adır. Dünyayı hiç şüphesiz ardında bırakacak ve ilk
yaratılışta olduğu gibi âilesiz, malsız ve akra-basiz bir şekilde Rabbine
gelecektir. Kulun başlangıcı, hayatı ve sonu böyle
olduğuna göre, bir
varlık dolayısıyla nasıl sevinebilir veya bir kayıp dolayısıyla nasıl
üzülebilir. Başlangıcı ve sonu hakkında düşünmesi, bu hastalığın en Önemli
üaçlarındandır. İlaçlarından başka biri de, basma gelecek musibetin ondan
şaşmayacağım, başına gelmeyenin de gelmeyeceğini yakînen bil-mesidir. Yüce
Allah şöyle buyurur: "Yüryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir
musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'ta bulunmasın. Doğrusu bu
Allah'a kolaydır. Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği
nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah kendini beğenip öğünen, hiç kimseyi
sevmez. "[698]
Musibetin ilaçlarından
birisi de, kulun başına gelen musibete bakmasıdır. Bu takdirde Rabbi'nin,
benzerini veya daha üstününü kaldırdığını, — şayet sabreder ve razı olursa— bu
musibetin kaldırılmasından kat kat büyüğünü rezerv ettiğini şayet dilerse,
musibetinden daha büyüğünü yaratacağını görebilir.
Başjca bir ilacı ise,
musibetinin ateşini, başka musibete uğrayanların durumuna bakarak gönlünü
soğutmasıdır. Bilsin ki beterin beteri vardır[699] sağına
baksın sıkıntıdan başkasını görebilir mi? Soluna baksın, pişmanlıktan başkasını
görebilir mi?[700] Dünyaya şöyle bir
baktığında, bir sevdiğini kaybetmekten veya kötü bir şey olmasından dolayı
belâya uğrayanları, dünyadaki kötülüklerin birer rüya ve kaybolan gölge
olduğunu, biraz güldürürse çokça ağlattığım, bir gün sevindirirse sürekli
üzdüğünü, pek az faydalandı-rırsa uzun süre engellediğini, iyilik doldurduğu
evi gözyaşına boğduğunu, bir gün sevindirdiyse bir üzüntü gününü sakladığını
görür. Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) şöyle diyor: "Her gülüşten sonra bir
ağlayış vardır."
Hind bt. en-Nu'man ise
şöyle demiştir: "Kendimizi insanların, en üstünü ve zengini görmüştüm.
Sonra güneş batar batmaz bizi en fakir olarak gördüm. Gerçekten de, iyilik
doldurduğu evi gözyaşına boğması Allah'a aittir."
Adamın biri, durumun
açıklamasını isteyince şöyle cevaplamış: "Bir sabah, Arapların her biri
bizim durumumuzu arzuluyordu. Akşamleyin ise, Araplar bize sadece
acıyordu."
Bir gün kızkardeşi
Hurka bt. en-Nu'man, en iyi durumdayken ağladı. "Seni ağlatan nedir? Belki
biri sana acı veriyor." denilince şunu söyledi: "Hayır. Ailemde,
rahat bir hayat gördüm, her sevinç dolan ev, üzüntü dolan"[701]'
İshak b. Talha şöyle
anlatıyor: Bir gün onun yanına girdim ve şöyle dedim: "Hükümdarların
gözyaşları için ne dersin?" Şu cevabi verdi: "Bugünkü durumumuz,
dünkünden daha iyi. Kitaplarda okuduğumuz kadarıyla, her iyilik içinde yaşayan
aile, daha sonra gözyaşı da görecektir. Zaman bir topluluğa sevecekleri bir
gün gösterirse, hoşlanmayacakları bir gün de gösterir." Sonra şu şiiri
söyledi:
"Bir zaman
insanları yönetiyor, iktidarı elimizde tutuyoruz, Bir de ne görelim ki günün
birinde saray hizmetkârı olmuşuz,
Nimetleri devam
etmeyen şu dünyaya yuh olsun, ,. Bazan
bize gülüyor, bazan da bizden kaçıyor."[702].
Musibetin bir başka
ilacı, sabırsızlığın onu kaldırmayıp kat kat arttırdı ğını bilmektir. Gerçekte
sabırsızlık, hastalığı arttırıcı bir unsurdur.
Başka bir ilaç ise,
sabrın, teslimiyetin —ki bu namaz, rahmet ve Allah'ın sabrın garantisi kıldığı
hidayettir —ve Allah'a ait olup, O'na dönüşü kabullenme sevabının yok
edilmesinin, gerçekte musibetten daha önemli olduğunu bilmektir.
Musibetin başka bir
ilacı, sabırsızlığın düşmanı sevindirip dostu üzdüğünü, Rabbini kızdırıp
şeytanı sevindirdiğini, ecrini boşa çıkardığını ve kendisini zayıflattığım
bilmektir. Sabreder ve ölçülü giderse şeytanı çatlatır, onu eli boş döndürür.
Rabbini hoşnut eder, dostunu sevindirir, düşmanını üzer, dostlarının yükünü
azaltır ve kendisini teselli etmelerinden önce onları teselli eder. Sebat ve
büyük olgunluk işte böylesidir; yoksa yanakları yolmak, elbiseleri parçalamak,
beddua ve ağıtlar, kadere öfkelenmek değil.
Başka bir ilaç, sabrın
ve işi Allah'a havale etmenin ortaya çıkardığı tat ve sevincin, şayet devam
ederse, başına gelen musibetin devam etmesiyle ortaya çıkandan kat kat fazla
olduğunu bilmektir. Bu konuda kendisine, Rab-
mtaâ bine hamdetmesi ve işi O'na havale etmesi
dolayısıyla cennetde inşa edilecek hamd köşkü yeter. Şimdi dönüp düşünsün:
Hangi musibet daha büyük? Dünya musibeti mi, yoksa ebedî cennetteki hamd
köşkünün kaybedilmesi musibeti mi? Tirmizî'de merfû olarak şu hadis vardır:
"Kıyamet gününde insanlar, musibet ehlinin gördükleri karşılık için
derilerinin dünyada önünç verilmiş olmasını ister. "[703]
Seleften biri şöyle
diyor: "Dünya musibetleri olmasaydı, kıyamete müflis olarak
gelirdik."
Musibetin bir çaresi
de, Allah'dan daha iyisinin geleceğini umarak kalbini rahatlatmaktır. Allah
dışında herşeyin bir bedeli vardır, ama Allah'ın bedeli yoktur. Nitekim bir
beyitte şöyle denir:
"Kaybettiğin
taktirde, herşeyin yerini tutacak biri vardır, Ama Allah'ı kaybedersen onun
yerini tutacak asla yoktur.'*
Musibetin başka bir
çaresi, musibetten payının sadece bu kadar olduğunu bilmektir. Kim hoşnutluk
gösterirse hoşnutluk kazanır, kim hoşnutsuzluk gösterirse hoşnutsuzluk kazanır.
Musibetten payın senin kabullendiğin kadardır. Payının ister iyisini, istersen
kötüsünü seç. Şayet musibet kişide öfke ve küfür doğurursa helak olanlar
güruhuna, bir vacibi yapmayarak veya bir haramı işleyerek sabırsızlık ve
aşırılık doğurursa aşırılar güruhuna yazılır. Şikâyet ve sabır göstermeme
doğurursa aldanmışlar güruhuna yazılır. Şayet Allah'a itiraz ve hikmetini
tenkit etme durumu doğurursa, zındıklık kapısını çalmış veya oraya girmiş
olur. Allah için sabır ve sebat gösterirse sabredenler bölümüne, Allah'ın
rızasını kazanırsa rıza kazananlar kısmına, hamd ve şükrederse şükredenler
arasına yazılır ve hamdedenlerle birlikte hamd sancağının altında olur. Şayet
Rabbine sevgi ve kavuşma sevinci doğurursa, halis âşıklar arasına yazılır.
İmam Ahmed'in
MüsnecT'mde ve Tirmizî'de, Mahmud b. Lebîd'den merfû olarak şu hadis rivayet
edilir: "Allah bir topluluğu sevdiğinde onlara belâ ve sıkıntı verir. Rıza
gösteren O'nun rızasını, öfkelenen de hoşnutsuzluğunu kazanır." Ahmed b.
Hanbel, şunu da ilâve eder: "Sabırsızlık gösteren de sahırsızlık
görür."[704]
Musibetin çarelerinden
biri, ne kadar sabırsızlık gösterilirse gösterilsin, işin sonunda mecburî bir
sabır (sabru'l-ıztırâr) olduğunu bilmektir. Böylesi de övgüye ve müıtâfata
değer değildir. Bilgelerden biri şöyle diyor: "Akıllı kişi, bilgisizin
günler sonra yaptığını, musibetin daha ilk gününde yapar. Büyükler gibi sabır
göstermeyen, hayvanlar gibi teselli bulup avunur." Buharî'-de merfû olarak
şu hadis vardır: "Sabır, musibetin ilk ânında gösterilen-dir."[705]
el-Eş'as b. Kays şöyle diyor: "İnanarak ve karşılığını Allah'tan umarak
sabret, aksi halde hayvanlar gibi teselli bulursun."
Musibetin bir çaresi
de, musibete uğrayanın en yararlı ilacının, sevdiği ve hoşnutluk gösterdiğinde
Rabbine ve ilâhına teslimiyet olduğunu, sevginin özellik ve sırrının sevgiliye
teslimiyet olduğunu bilmesidir. Birini sevdiğini öne sürüp, sonra onun
hoşlandığını reddeden ve hoşlanmadığını seven, kendisi aleyhine tanıklık yapmış
ve sevgilisini öfkelendirmiş olur.
Ebu'd-Derdâ şöyle diyor:
"Allah bir şeyi yarattığında, onunla hoşnut olmak ister." İmran b.
Husayn, hastayken şöyle diyordu: "Bana en sevimli olan, O'na en sevimli
olandır." Ebu'I-ÂIiye de böyle derdi.
Bu, yalnızca
sevenlerle birlikte kullanılabilen bir çare ve ilaçtır. Herkesin bu ilacı
kullanması mümkün değildir.
Musibetin başka bir
çaresi, iki büyük ve sürekli tat ve yarar arasında mukayese yapmaktır:
Musibetle yararlanma tadı ve Allah'ın verdiği mükâfatla yararlanma tadı. Şayet
tercih edebileceği bir durum çıkarsa, üstün olanı ter-j cih eder, başarı ihsan
etmesinden dolayı da Allah'a hamdetsin. Her yönde, alt mertebede olanı tercih
ederse, aklındaki, kalbindeki ve dinindeki musibe tin dünyasındaki musibetten
daha büyük olduğunu bilsin.
Musibetin bir başka
ilacı, bu belâyı verenin hâkimlerin hâkimi ve merhametlilerin en merhametlisi
olduğunu, yüce Allah'ın belâyı, yoketmek, azai etmek ve süründürmek için
göndermediğini bilmektir. Ondan bir nimeti alması; sabrını, hoşnutluğunu ve
imanını sınamak, kalbi kırık bir halde huzurunda O'na sığınarak şikâyetini O'na
anlatarak tazarru ve niyazda bulunduğunu işitmek ve kapısına geldiğini görmek
içindir.
Şeyh Abdülkadir şöyle
diyor: "Oğlum! Musibet seni yoketmek için gelmemiş, yalnızca sabrım ve
imanını sınamak için gelmiştir. Oğlum! Kader, pençeli bir hayvan gibidir.
Pençeli hayvan İeş yemez."
Kısacası, musibet,
ortaya çıkanı şekillendiren örs gibidir. Ya kırmızı altın çıkarır veya
büsbütün pislik ve moloz çıkarır. Nitekim bir beyitte şöyle denir:
"Onu döktük,
sanıyoruz ki gümüştür, Örs demirin molozunu ortaya çıkardı."
Bu örs ona dünyada
fayda vermezse, önünde en büyük örs var. Kul, dünya örsüne ve kalıbına
sokulmasının bu örs ve kalıptan daha İyi olduğunu ve iki örsten birinin zorunlu
bulunduğunu bilirse, Allah'ın dünya örsüyle ilgili nimetinin kadrini
bilmelidir.
Musibetin bir çaresi
de, kulun, şayet dünya sıkıntıları ve musibetler olmasaydı, kibir, kendini
beğenme, firavunluk ve kalp sıkıntısı gibi hem dünyayı, hem de anketini
yoketme sebeplerinin geleceğini bilmesidir. Bazen çeşitli musibetlerle
nimetleri kaybettirmesi, merhametlilerin en merhametlisi Yüce Allah'ın, bu
hastalıklardan koruyan, kulluğun dosdoğru sürdürülmesini sağlayan, yokedici,
habis ve bozuk maddelerden arınmasını ortaya çıkaran bir rahmetidir. Musibet dolayısıyla
merhamet eden ve nimetlerle sınayan Allah, her noksandan uzaktır. Nitekim bir
beyitte şöyle denir:
"Allah bazan
—büyük de olsa— belâyla nimet verir, Allah kimi toplulukları nimetlerle
sınar."
Yüce Allah kullarını
sıkıntı ve belâ hastalıklarıyla tedavi etmeseydi, azarlar, isyan ederler ve
haddi aşarlardı. Yüce Allah bir kuluna iyilik dilediğinde, durumuna göre
yokedici hastalıklardan arındıran belâ ve sıkıntı verir, bu belâ ve sıkıntı
onu terbiye eder, temizler ve arındırırsa, dünya mertebelerinin en üstünü olan
kulluğa ve ahiret sevabının en yücesi olan Allah'ı görme ve O'na yakın olma
derecesine yükseltir.
Dünyadaki acının
âhiretteki tatlının, dünyadaki tatlının âhiretteki acının ta kendisi olduğunu,
Allah'ın birini öbürüyle değiştirdiğini bilmek de musibetin bir çaresidir.
Geçici bir acıdan sürekli bir tatlılığa geçmek, bunun tersi bir durumdan daha
iyidir. Bunu tam anlayamadıysan, Rasûlullah'ın şu sözüne bakıver: "Cennet
nefse hoş gelmeyen şeylerle, cehennem nefsin şehvet-leriyle kuşatılmıştır.
"[706]
Bu noktada, insanların
akılları farklı şeyler anlar, insanların gerçeği ortaya çıkar. Çoğunluğu
geçici tatlılığı, yok olmayan sürekli tatlılığa tercih eder, ebedî tatlılık
için geçici acıya, ebedî izzet için geçici zillete, afiyet için geçici sıkıntıya
katlanmaz. Çünkü önündekini hemen görür, sonrakini ise göremez. İman zayıftır,
şehvetin otoritesi ise onu etkisi altında tutmaktadır. İşte bundan da dünyanın
tercihi, ahiretin reddedilmesi durumu ortaya çıkar. Böyle bir bakış açısı, işin
dış yanına, ilk ve önceki durumlarına bakmaktan ibarettir. Dünya perdesini
yırtan ve işin önüne ve sonuna geçebilen etkili bakış açısının farklı bir
durumu vardır.
Nefsini; Allah'ın
dostları ve itaatkâr kullan için hazırladığı sürekli nimet, ebedî mutluluk ve
büyük kurtuluş ile tembel ve kaybeden kulları için hazırladığı utançlık, ceza
ve sürekli pişmanlıklara çağırıver. Sonra kendine lâyık olanı seç. Herkes
kapasitesine göre hareket eder. Herkes kendine uygun olanı ve yakışanı
arzular. Bu ilacı daha fazla uzatmayayım. Doktor ve hastanın bu şiddetli
ihtiyacı, genişçe yazmayı gerektirdi. Başarı Allah'tandır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) keder, üzüntü, gam ve hüznün tedavisi konusundaki tutumları şöyledir;
Sahîhayn'da, îbn
Abbas'tan rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) üzüntülü durumunda şöyle derdi:
"Yüce ve hilim
sahibi Allah'tan başka ilâh yoktur. Yüce Arş'm Rabbi Allah'tan başka ilâh
yoktur. Yedi kat göklerin, yeryüzünün ve yüce Arş'ın Rabbi Allah'tan başka ilâh
yoktur. "[707]
Tirrriizî'nin
Cc/m'inde Enes'ten rivayete göre, bir durum Hz. Peygam^ ber'e (s.a.) güç
geldiğinde şöyle derdi:
"Yâ hayy, yâ
kayyûm! Rahmetinle yardım istiyorum."[708]
Yine Tirmizî'de Ebu
Hureyre'den rivayete göre, bir durum Hz. Peygam-ber'i üzdüğünde yüzünü göğe
kaldırır ve: "SübhanelIahî'İ Azım= Ey büyük Allah'ım; sen her noksandan
uzaksın." derdi. Kendisini duaya verince: "Yâ hayy, yâ kayyûm."
derdi.[709]
Ebu Davud'un
Sünen'inde Ebu Bekre'den rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
"Üzüntü duası şudur:
Allah'ım! Rahmetini
umarım. Beni bir an bile nefsime teslim etme. Benim bütün durumumu düzelt.
Senden başka ilâh yoktur."[710]
Yine Ebu Davud'un
Sünen'inde, Esma bt. Umeys'ten rivayet edildiğine göre, Rasûluîlah (s.a.) ona
şöyle buyurmuştur:
Üzüntülü durumda
söyleyeceğin sözleri sana öğreteyim:
lah Rabbim'dir. O'na
hiçbir şeyi ortak koşmam."[711] Bir
rivayete göre bu, yedi defa söylenir.[712]
Nâsıruddîn el-Elbânî,
el'Kelimu't-Tayyib'e (s.73) yazdığı dipnotta, Ömer b. Abdilaziz'in mevlası
Hilâl b. Ebu Tu'me'ye, kütüb-i sitte râviîerinin biyografilerini yazan Tehzîb,
Takrib ve Hulâsa gibi kitaplarda, her birinin künyeler kısmında bulunmasına
rağmen, biyografiler arasında yer verilmediğini sanmıştır. Oysa Tehzib'de
aynen şunlar yazılıdır: Ebu Tu'me el-Umevî, Ömer b. Abdilaziz'in mevlâsıdır,
adı Hilâl'dir. Şam'hdır, Mısır'da oturmuştur. Ömer b. Abdilaziz'den ve Abdullah
b. Ömer'den hadis rivayet etmiştir. Ondan da Abdu-. laziz b. Ömer b. Abdilaziz,
Abdurrahman b. Yezid b. Câbir ve Abdullah b. Lehî'a rivayette bulunmuştur. Ebu
Hatim şöyle diyor: Ebu Tu'me, Mısır kurrasındandır. Ondan Yezid b. Câbir'in
iki oğlu rivayette bulunmuştur. îbn Yûnus şöyle diyor: Hilâl, Ömer b. Abdilaziz'in
mevlâsıdır, künyesi Ebu Tûme'dİr. Mısır'da kurra idi. İbn Ammâr el-Mavsılî şunu
söylüyor: Ebu Tu'me, sikadır.
İmam Ahmed'in
Müsned'inde, İbn Mes'ûd'dan rivayete göre Rasûluîlah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Birinde hüzün veya keder olunca şunu söylesin:
'Allah'ım! Ben senin
kulunum, senin kulunun oğluyum, ümmetinden biriyim. Kaderim senin elinde.
Benim hakımda senin hükmün geçerli, takdir ettiğin adalettir. Kendine verdiğin,
kitabında indirdiğin, yaratıklardan birine öğrettiğin veya gayb bilgisinde
kendi tercih ettiğin isminle Senden dilekte bulunuyorum! Yüce Kur'an'ı
kalbimin baharı, gönlümün nuru ve üzüntümün cilası kıl. Üzüntümü gider.'
Bunu söyleyenden Allah
üzüntü ve kederi giderir, yerine sevinç ge-tirir."[713]
Tirmizî'de Sa'd b. Ebî
Vakkas'tan rivayete göre, Rasûluîlah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yunus
peygamber, balığın karnındayken Rabbına şu duayı yapmıştır
'Senden başka ilâh
yoktur. Sen her kusurdan uzaksın. Ben zalimlerden biri oldum.'
Müslüman biri bu duayı
yaptığında duası mutlaka kabul olunur."[714]
Başka bir rivayette
şöyledir: "Ben bir söz biliyorum ki, üzüntüye düşen onu söylerse Allah bu
üzüntüsünü giderir: Kardeşim Yunus'un sözü."
Ebu Davud'un
Sünen'ınde Ebu Saîd el-Hudrî'den şu hadis rivayet edilir: Bir gün Rasûluîlah
(s.a.) camiye girdi. Ensar'dan Ebu Ümâme adındaki biri camide idi. Rasûlullah ona: "Ey Ebu Ümâme!
Hayrola, namaz vakti olmadığı halde camide misin?" diye'sordu. Ebu Ümâme:
"Üzüntü ve borçlar beni bırakmıyor, ey Allah'ın elçisi!" cevabını
verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sana söylediğin
takdirde Yüce Allah'ın üzüntünü kaldıracağı ve borcunu ödeme imkânı vereceği
bir söz öğreteyim mi?" Ebu Ümâme: "Evet, öğret ey Allah'ın
elçisi!" deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Sabah ve akşam şunu
söyle: ;
"Allah'ım! Üzüntü
ve kederden, acizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten, borca batmaktan
ve insanların kahrından Sana sığınırım."
Ebu Ümâme şöyle diyor:
"Bunu yaptım.: Yüce Allah da üzüntümü giderdi, borcumu ödeme imkânı
verdi."[715]
Ebu Davud'un
Sünen'inde İbn Abbas'tan rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah, devamlı istiğfar edenin her üzüntüsünü sevince dönüştürür, her
zorluktan çıkış yolu verir, ummadığı yerden onu rızıklan-dmr."[716]
Müsned'dt, bir iş
kendisini üzdüğünde Rasûluilah'm (s.a.), namaz kılmağa sığındığı rivayet
edilir.[717]
Yüce Allah şöyle
buyurur: "Sabır ve namazla yardım isteyiniz."[718]
Sünen'de şu hadis
vardır: "Cihad yapınız. Çünkü o, cennet kapılarından biridir. Allah
onunla nefislerden gam ve kederi uzaklaştırır. "[719]
Ibn Abbas'tan Hz.
Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Üzüntü ve kederi
artan bol bol Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (güç ve kudret yalnızca
Allah'tandır.) desin."
Sahîhayn'da. şu
rivayet sabittir: "(Bu söz) cennet hazinelerinden biridir."[720]
Tirmizî'de ise
şöyledir: "(Bu söz) cennet kapılarından biridir."[721]
Bunlar on beş ilaç
türünü içerir. Şayet bu dualarla üzüntü, gam ve keder giderilemezse, bu
hastalık iyice yerleşmiş, sebepleri kökleşmiş ve büsbütünr bir arınmaya ihtiyaç
var demektir.
1) Allah'ın rubûbiyet tevhidi,
2) İlâhlık tevhîdi,
3) İtikadî-ümî tevhid,
4) Yüce Allah'ın kuluna zulmetmekten ve onu
.sebepsiz yere ÜJHIlılu tutmaktan uzak oluşu, '
5) Kulun bizzat kendisinin zâlim olduğunu itiraf
edişi,
6) Yüce Rabbimize en sevdiği şeylerle, O'nun
isim ve sıfatlarıyla! bunların da en kapsamlısı, Hayy ve Kayyûm'dur— dua ediş,
7) Yalnızca O'ndan yardım isteyiş,
8) Kulun O'ndan ümit bekleyişini ikrar,
9) O'na güvenme, işi O'na havale etme ve
kaderinin O'nun elinde Oluşunu, dilediği gibi yaratacağını ve hakkında
Allah'ın hükmünün geçerli, bu takdirinin de adalet oluşunu itiraf,
10) Kalbini Kur'an bahçelerinde besleyiş,
Kur'an'ı kalbi için bahara döndürüş, şüphe ve şehvet karanlıklarına karşı
ondan ışık bekleyiş, her kaybettiğine onunla teselli buluş, her musibete karşı
onunla gıdalan-ma, gönül hastalıklarına onunla şifa arama, üzüntüsünün cilası,
gam ve kederinin şifası oluşu,
11) İstiğfar, af dileyiş,
12) Tevbe,
13) Cihad,
14) Namaz,
15) Güç ve kudretin yalnızca Allah'a ait oluşu.
Sözkönusu bu ilaçların
bu hastalıklara etki yönü şöyledir:
"Yüce Allah
âdemoğlunu ve organlarını yaratmış, her birine kaybettiği zaman üzüntü duyacağı
kemâl durumunu vermiş; onların hükümdarı olan kalbe kaybettiği zaman yerini
hastalık ve gam, keder, hüzün gibi acıların cağı'bir mükemmellik vermiştir.
Göz yaratılmış olduğu
görme özelliğini, kulak yaratılmış olduğu işitme özelliğini ve dil yaratılmış
olduğu konuşma özelliğini kaybederse, mükemmelliğini kaybetmiş olur.
Kalb; yaratıcısını
bilmek, sevmek, tek olarak tanımak, O'nunla sevinmek, sevgisiyle coşmak,
O'ndan hoşnut olmak, O'na güvenmek, O'nun için sevmek, O'nun için düşmanlık
etmek, sürekli O'nu anmak, O diğer bütün şeylerden kendisine daha sevgili
olmak, her şeyden daha çok O'ndan ümid etmek, kalbinde herşeyden çok O'na yer
vermek, nimet, sevinç ve lezzetin, hatta hayatın ancak böylece olduğunu gönlüne
yerleştirmek için yaratılmıştır. Bu, onun için gıda, sağlık ve hayat
yerindedir. Bunları kaybedince, üzüntü, gam ve keder her yandan hızla onu
sarar, sürekli teslim alır.
Kalbin en önemli
hastalıkları, şirk, günah, gaflet, Allah'ın sevdiklerini ve hoşnutluk
gösterdiklerini önemsemeyiş, işi O'na havale etmeme, O'na az güvenme, O'ndan
başkasına meyil gösterme, takdirine öfkelenme ve verdiği sözde ve tehditte
şüpheye düşmedir.
Kalbin hastakkiarıru
düşünürsen, başkasını değil, yalnızca bunları ve benzerlerini sebep olarak
görürsün. Başka bir ilacı olmayan çaresi, bu hastalıkların panzehiri olan
nebevi ilaçlardır. Çünkü hastalık panzehiriyle giderilir, sağlık benzeriyle
korunur. Kalbin sağlığı bu nevebî emirlerle korunur, hastalıkları bu
panzehirlerle giderilir.
Tevhid, kula hayır,
sevinç, tat, ferahlık ve neşe kapılarını açar. Tevbe, kalbi hasta eden bozuk
karışım ve maddelerin arındırılması ve karışmaktan korunmasıdır. O, kalbe
sevinç, kötülük kapılarını kapatır, tevhid sayesinde mutluluk ve iyilik
kapılarını açar, tevbe ve istiğfarla kötülük kapılarını kapatır.
Tıp otoritelerinden
olan eski bir âlim şöyle diyor: "Vücudunun afiyette olmasını isteyen az yesin
ve içsin. Kalbinin afiyetini isteyen, günahlarını ter-ketsin." Sabit b.
Kurrâ şöyle diyor: "Vücudun rahatı az yemekte, ruhun rahatı az günahta,
dilin rahatı da az konuşmaktadır."
Kalb için günah, zehir
yerindedir; onu yok etmese de, hiç şüphesiz zayıflatır. Gücü zayıflayınca
hastalıklara güç yetiremez. Gönül doktoru Abdullah b. Mübarek bir şiirinde
şöyle diyor:
'Günahların kalpleri
öldürdüğünü gördüm. Kalpteki perişanlığı sürekli günah işlemek yaratır,
Günahları terketmenin
kalpleri dirilttiğini gördüm, Senin için iyi olan, günahlara isyandır."
Heves ve arzular,
kalbin en büyük hastalıklarından, heves ve arzuya aykırı davranış ise en
önemli ilaçlarındandır. Nefis, aslında cahil ve zalim olarak yaratılmıştır.
Cehaletinden dolayı nefis, şifasının heveslerine uymakta olduğunu sanır.
Halbuki bu, telef ve ölmesidir. Zalim oluşu dolayısıyla nefis, dürüst doktorun
dediğini kabul etmez bilakis hastalığı ilaç yerine koyar ve ona güvenir, ilacı
hastalık sanır, ondan kaçar. Böylece, hastalığı tercih edip ilacından kaçınması
sonucu, doktorları âciz bırakan ve bunlarla beraber şifası imkânsızlaşan
hastalık ve illetler doğar. En büyük musibet bunu kadere yüklemesi, nefsini
temize çıkarması, durumuyla sürekli olarak Rabbini kınaması, sonunda açıktan
açığa bu kınamasını diliyle sürdürmesidir.
Hasta bu duruma
gelince; onun iyileşmesi, sadece Rabbından bir rahmet gelip yeni bir hayat
vermesi ve övgüye değer bir yolu benimsetmesi durumunda beklenebilir. Bu
yüzden, İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadis, Hâhlık ve Rablık tevhidini içermiş,
Yüce Rabbı, azamet ve hilimle nitelemiştir. Bu iki sıfat da, en yüce kudret ve
rahmeti, iyilik ve bolluğu, ulvî ve süflî âlem ile yaratıkların en üst sının
olan Arş için Rabhğın mükemmelliğini gerektirir. Tam Rablık; tevhid, ibadet, sevgi,
korku, ümit, ululama ve İtaatin yalnızca O'na ait olmasını gerektirir. O'nun
mutlak azameti, O'nda her mükemmelliğin varlığını, her noksan ve benzerliğin
bulunmayışını gerektirir. O'nun hil-mi, yaratıklarına en yüce rahmet ve iyiliği
gerektirir.
Kalbin bunu bilmesi ve
tanıması Yüce Allah'ı sevmeyi, ululamayı ve tevhidi gerektirir. Neşe, lezzet
ve sevinçten, üzüntü, keder ve gam acısını giderecek olan durum doğar. Hastayı
sevindiren, ferahlatan ve güçlendiren bir durum olunca, tabiatın bedenî
hastalığa karşı nasıl güç kazandığını görürsün. Kalp için bu şifanın ortaya
çıkması daha uygun ve iyidir.
Ayrıca, üzüntünün
sıkıntısı ile üzüntü duasının içerdiği bu niteliklerin genişliğini
karşılaştırırsan, bu sıkıntıdan kurtarmak ve kalbin, sevinç ve neşeye boğmak
için son derece uygun olduğunu görürsün. Bunu yalnızca kalbinde nurları doğan
ve kalbi gerçekleri arayanlar kabul eder.
"Yâ hayy, yâ
kayyûm, rahmetinle imdat diliyorum." sözünün, bu hastalığı giderme
konusundaki etkisi son derece anlaşılır durumdadır. Çünkü "bayat"
sıfatı, Allah'ın bütün kemâl sıfatlarım içerir ve gerektirir.
"Kayyûm" sıfatı ise, bütün fiilî sıfatlan içerir. Bunun için,
Allah'ın dua edilince kabul edilen ve istenince verilen en yüce ismi hayy ve
kayyûm olmuştur. Tam hayat, bütün hastalık ve acıların zıddıdır. Bu yüzden
cennet hayatı mükemmel
olduğundan,
cennettekilere üzüntü, gam, keder ve herhangi bir âfet gelmez. Hayatın
noksanlığı, fiillere zarar verir, kayyûm sıfatına aykın düşer. Kay-yûm
sıfatının tamlığı, hayat sıfatının mükemmelliği içindir. Mutlak ve tam hayat
sıfatıyla diri olanın, mutlaka kemâl sıfatı da vardır. Kayyûm olana mümkün
olanı yapmak asla imkânsız değildir. Hayat ve kayyûm sıfatlarıyla Allah'tan
dilekte bulunmanın, hayata aykırı düşen ve fiillere zarar veren durumun
giderilmesinde etkisi vardır.
Bunun bir benzeri,
hidayete erdirmesi için Hz. Peygamber'in (s.a.) Rab-bine, "Cebrail, Mikâil
ve İsrafil'in Rabbı" diyerek dilekte bulunmasıdır. Çünkü kalbin hayatı,
hidayetledir. Yüce Allah, hayatı bu üç meleğe havale etmiştir. Cebrail,
kalblerin hayatı olan vahiy meleğidir. Mikâil, beden ve ruhların hayatı olan
tabiatı yöneten melektir. İsrafil, dünyanın hayatı ve ruhların cesetlere
dönüşünün sebebi olan nefhayı üflemekle görevlidir. Yüce Allah'tan, hayatın
havale edildiği büyük ruhlann Rabbi diyerek dilekte bulunmanın, isteğin elde
edilmesinde etkisi vardır.
Kısacası, hayy ve
kayyûm isimlerinin, duaların kabulünde ve üzüntülerin giderilmesine özel bir
etkisi vardır.
Sünen*dc ve Ebu
Hâtim'in Sahih'inde merfû olarak şu hadis rivayet edilir: "Allah'ın en
yüce ismi, şu iki âyettedir: 'Tanrınız bir tek.tanndır, O merhamet eden,
merhametli olandan başka tanrı yoktur.'[722]
'Elif, lâm, mîm. Allah; O'ndan başka tanrı olmayan, diri (hayy) ve her an
yarattıklarını gözetip durandır. (Kayyûm)."[723]
Tirmizî, "Bu sahih bir hadistir." diyor.[724]
Sünen ve İbn Hibbân'ın
SahWm.de Enes'ten rivayete göre bir adam şöyle dua etti: "Allah'ım! Senden
yalnızca Sana hamd ederek istiyorum. Senden başka tanrı yoktur. Sen ihsan
sahibisin, gökleri ve yeri en iyi şekilde yaratansın. Celâl ve ikram
sahibisin. Yâ hayy, yâ kayyûm." Bunun üzerine Rasûlul-lah (s.a.) şöyle
buyurdu: "Kendileriyle dua edilince duayı kabul ettiği, isteyince verdiği
Allah'ın en büyük ismiyle dua etti."[725]
Bu yüzden Rasûlullah
(s.a.) kendini duaya verince, "Yâ hayy, yâ kayyûm" derdi. ■
"Allah'ım!
Rahmetini umuyorum. Beni bir an bile nefsime bırakma. Bütün işimi düzelt.
Senden başka ilâh yoktur.'* hadisi, ümidin tüm hayır kendisinde olana ait
bulunduğunu, yalnızca O'na güvenUdiğini, işin O'na havale edildiğini ve O'na
niyaz yapıldığını, işini düzeltmesini, nefsine bırakmamasını ve bu hastalığı
gidermekte güçlü bir etkisi bulunan tekliğini belirtmek içindir. "Allah,
Rabbimdir. O'na hiçbir şeyi ortak koşmam." hadisi de böyledir.
İbn Mes'ûd'un,
"Allah'ım! Ben senin kulunun oğlu bir kulunum." hadisinde ise, ilâhî
bilgiler ve kitabımızın boyutunu aşan kulluk sırları vardır. Çünkü bu söz,
kendisini, atalarının ve ninelerinin kulluğunu itirafı, kaderinin Allah'ın
elinde olup dilediği gibi belirlediğini içermektedir. Kul, Allah olmaksızın
bir fayda veya yarar elde edemez; ölüm, hayat ve dirilişe sahip değildir.
Çünkü kaderi başkasının elinde bulunan kişinin elinde hiçbir şey bulunmaz,
bilâkis kaderin sahibi elinde esir ve tartışmasız iktidarının emrinde olur.
"Benim hakkımda
senin hükmün geçerli olur. Benimle ilgili takdirin adalettir." sözü,
tevhidin dayandığı iki önemli temeli içerir:
1) Kaderin
ve yüce Rabbin kulu hakkındaki hükümlerinin geçerli olduğunun, bundan
kurtuluşun ve ona karşı hile yapmanın imkânsız olduğunun ispatı yer alır.
2) Yüce
Allah bu hükümlerinde adaletlidir, kuluna haksızlık yapmaz, bilâkis bu
hükümlerde adalet ve iyiliğin gereğinden dışarı çıkmaz. Çünkü zulmün sebebi,
ya zâlimin ihtiyacı, ya bilgisizliği veya akılsızlığıdır. Herşeyi bilen,
hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşeyin kendisine muhtaç olduğu, hâkimlerin
hâkimi birinden böyle bir şey gerçekleşemez. Hiçbir şey O'nun hikmet ve tıamdi
dışında olmadığı gibi, herşey O'nun kudret ve dilemesindedir. O'nun hikmeti,
dileme ve kudretinin etkili olduğu her yerde etkilidir. Bunun için Allah'ın
Peygamberi Hûd (a.s.), kavmi kendisini ilanlarıyla korkutunca şöyle demiştir:
"Doğrusu ben Allah'ı şahit tutuyorum; siz de şahid olun ki, ben O'nu
bırakıp koştuğunuz ortaklardan uzağım. Hepiniz bana tuzak kurun, sonra da
ertelemeyin. Ben, ancak benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenirim.
Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun. Rab-bim elbette doğru
yo]dadır."[726]
Yani, her ne kadar yüce Allah, mahlukatın kaderini elinde tutuyor ve dilediği
gibi hareket ediyorsa da, O doğru yoldadır; onlar hakkında yalnızca adalet ve
hikmetle, iyilik ve rahmetle tasarrufta bulunmaktadır. "Benim hakkımda
senin hükmün geçerlidir." sözünün karşılığı âyetin "Hiçbir canlı
yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun" kısmına; "Benim hakkımdaki
takdirin adalettir" sözü ise âyetin "Şüphesiz Rab-bim doğru
yoldadır." kısmına uygunluk gösterir. Sonra, yüce Rabbine kulların
bildiği ve bilmediği —ki gayb âleminde tercih ettikleri bunlardandır, melek ve
peygamberler dahi bunları bilmez— isimleriyle dua etmiştir. Bu en önemli;
Allah'ın sevdiği ve isteğin elde edilmesine en yakın dua çeşididir.
Sonra, Kur'an'i, kalbi
için hayvanların beslendiği bahar kılmasını istemiştir. Kur'an gerçekten de
kalbin damarıdır. Yine Kur'an'ı, gam ve kederine şifa kılıp, hastalığı
kökünden söken, bedeni sıhhat ve normal durumuna döndüren ilaç yerinde
olmasını, Kur'an'ın hüznünü cilalamasını istemiştir. Hasta doğru bir şekilde
kullanırsa, bu ilaç ondaki hastalığı gidermeye, ona tam şifa, sağlık ve afiyet
vermeye adaydır. Başarıya ulaştıran Allah'tır.
Yunus peygamberin
duasına gelince; onda, Yüce Allah'ı en yüksek seviyede tek ve noksandan uzak
tanıma, kulun kendi zulüm ve gühanını itiraf gibi üzüntü, gam ve keder
ilaçlarının ve ihtiyaçların giderilmesinde Yüce Allah için kullanılacak
isimlerin en etkilisi vardır. Çünkü, tevhid ve tenzih; Allah için her kemâli
kabul etmeyi, her türlü noksanı, kusuru ve benzeri reddetmeyi içerir. Zulmün
itirafı; kulun şeriate, sevap ve cezaya inancını içerir, üzüntüsünü ve Allah'a
sığınmayı, hatasını söylemeyi, kulluğunu kabullenmeyi ve Allah'a ihtiyaç
duymayı gerektirir. Burada vesile edinilen tam dört durum vardır: Tevhid,
tenzih, kulluk ve itiraf.
"Allah'ım! Üzüntü
ve kederden Sana sığınırım." şeklindeki Ebu Ümâ-me hadisi, her çifti
birbirinin yakını ve eşi olan sekiz şeyden sığınmayı içerir. Keder ve hüzün
kardeştir, acizlik ve tembellik kardeştir, korkaklık ve cimrilik kardeştir,
borca batmak ve insanların zorbalığı kardeştir. Çünkü, kalbe hoşlanılmayan ve
acı veren şeyler geldiğinde, bunun sebebi, ya geçmişteki bir durumchır ki onu
kedere boğar, şayet gelecekte olması beklenirse, onu üzer ve kulu çıkarlarından
alıkoyar ve engeller; yahut acizlik demek olan kudretsizliktir veya tembellik,
iyiliği ve yaran kendisine ve diğer insanlara verdirmemek demek olan
isteksizliktir; veyahut da yaran, korkaklık demek olan bedeniyle veya cimrilik
demek olan malıyla engellemesidir. İnsanlann ona kahır yapması, ya haklı
gerekçeye dayanır ki bu borca dalmaktır, ya da haksızdır ki bu da insanlann ona
zorbalık yapmasıdır. Hadis, her kötülükten sığınmayı içermiştir. İstiğfarın
gam, keder ve sıkıntıyı defetmedeki etkisi, din âlimlerinin ve her ümmetin
akıllı kişilerinin günah ve bozgunculuğunun üzüntü ve kederi, korku ve hüznü,
gönül sıkıntısını ve kalp hastalıklarını gerektirdiğini
bilme konusunda aynı görüşte
birleşmesinden dolayıdır. Hatta günah işleyenler, arzularını yerine
getirdiklerinde ve nefisleri usandığında, bunu kalplerindeki sıkıntı, gam ve
keder dolayısıyla işlerler. Nitekim ahlâksızlıkların piri şiirinde şöyle
diyor:
"Bir kadehi
zevkle içtim, Diğeriyle onu tedaviye çalıştım. "[727]
Günahlann ve suçların
kalbteki sonucu bu olduğun^ göre, onujı tevbe ve istiğfardır.
Namaza gelince;
namazda kalbi ferahlatan ve güçlendiren, onu açan, neşe ve zevke boğan bir
özellik vardır. Namazda, kalp ve ruh Allah ile ilişki kurar, O'na yakm olur.
O'nu zikrederek ferahlar, O'na yakararak neşe dolar-, huzurunda durur, O'na
ibadette bedenin tümünü, güçlerim ve organlarını kullanır, her organa bundan
payını verir, mahlukatla ilgilenmek, karışmak ve konuşmaktan alıkoyar, kalbinin
ve organlarının güçlerini Rabbine ve yaratıcısına yöneltir, ancak sağlam
kalblerde yer eden en önemli ilaçlardan, ferahlatıcılardan ve gıdalardan
olduğu sürece namaz durumunda düşmanından emin olur. Hasta kalpler ise, ancak
üstün gıdalar uygun düşen bedenler gibidir.
Namaz, dünya ve âhiret
iyiliklerinin elde edilmesinde, kötülüklerin de-fedilmesinde en önemli
yardımcılardandır. Namaz, günahtan alıkoyar, kalp hastalıklanm defeder,
hastalığı vücuttan atar, kalbi aydınlatır, yüzü ağartır, organlara ve nefse
dinçlik verir, rızık getirir, zulmü defeder, mazluma yardım eder, şehvet
pisliklerini defeder, nimeti korur, belâyı defeder, rahmet indirir, karanlığı
aydınlatır, karın ağrılarının pek çoğuna yarar sağlar. İbn Mâ-ce,-Sünen'inde
Mücâhid—Ebu Hureyre senediyle şunu rivayet eder: Ebu Hu-reyre der ki:
Rasûlullah (s.a.) beni, yatarken kann ağrısından şikâyet ettiğim halde gördü.
Bana şöyle dedi: "Ey Ebu Hureyre! Karnında bir derdin mi var?"
"Evet, ey Allah'ın elçisi!" dedim. Bunun üzerine Rasûlullah:
"Kalk, namaz kıl. Çünkü namazda şifa vardır." buyurdu.[728] Bu
hadis Ebu Hureyre'den mevkuf olarak rivayet edilmiştir. Hadisi, Mücâhid'e
doğrudan Ebu Hureyre söylemiştir ki öyleye benziyor.
Şayet zındık bir
doktor, namazın ilaç olduğunu kabul etmiyorsa, om tıp diliyle hitap edilir ve:
"Namaz, ruh ve bedenin birlikte yaptıkları bir spordur." denilir.
Çünkü namazda ayakta durmak, eğilmek, oturmak, intikal vb. yapıldığı sırada
çoğu mafsalların hareket ettiği, mide, bağırsak ve diğer sindirim organları
gibi iç organların çoğunun eğilip büküldüğü hareketler ve vaziyet alışlar
vardır. Bu hareketlerde, maddeleri güçlendirme ve nüfuz etme olduğu inkâr
edilemez. Özellikle nefis kuvveti ve onun namazda inşirah bulmasıyla tabiat
güçlenip, acı defolur. Ama zındığın hastalığı, peygamberlerin getirdiğinden
yüzçevirmesi ve onun yerine ilhadı geçirmesi, yalancı ve yüzçe-viren
mutsuzların gireceği kızgın ateşten başka bir ilacı olmayan hastalıktır.
Cihadın üzüntü ve
kederi defetmedeki etkisi, vicdanen bilinen bir durumdur. Çünkü nefis, bâtıl
saldırganı, saldırısını ve istilasını kendi başına bırakınca üzüntü ve kederi,
hüzün ve korkusu artar. Ama onunla Allah için mücadele ederse, Allah onun
hüznünü, gam ve kederini dinçlik, ferahlık ve kuvvetle değiştirir. Yüce Allah
şöyle buyurur: "Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları
azaplandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de mü'minle-rin gönüllerini
ferahlandırsın, kalplerindeki Öfkeyi gidersin."[729]
Kalbin sıkıntı, hüzün, keder ve üzüntüsünü cihaddan daha hızlı giderecek bir
şey yoktur. Yardım yalnızca Allah'tan istenir.
"Lâ havle velâ
kuvvete illâ billah"ın hastalığı defetmedeki etkisine gelince; bu sözde,
güç ve kudretin yalnızca Allah'a ait olduğu, işin bütünüyle O'na bırakıldığı,
O*ndan gelecek hiçbir şeye karşı çıkılamayacağı, ulvî ve süflî âlemde her
dönüşümün bu çerçevenin dışına çıkamayacağı, bu dönüşüm kuvvetinin ve bütün
bunlann hepsinin yalnızca Allah'a ait olduğu yer alır. Bazı eserlerde şöyle
denir: "Gökten inen ve oraya yükselen bir melek, bunu ancak 'Lâ havle velâ
kuvvete illâ billah*\\t gerçekleştirir." Şeytanı kovmada bu sözün şaşılacak
bir etkisi vardır. Yardım yalnızca Allah'tan istenir. [730]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) korku ve uyumayı engelleyen durumun tedavisi hakkındaki tutumu şöyledir:
Tirmizî, CÖm/'inde
Büreyde'den şunu nakleder: Halid, Rasûiullah'a (s.a.): "Ey Allah'ın
elçisi! Geceleyin uykum kaçıyor, uyuyamıyoruml" diyerek şikâyette bulundu.
Rasûlullah (s.a.) ona şöyle buyurdu: Yatağına girdiğinde şöyle de:
"Yedi kat
göklerin ve gölgelendirdiğinin Rabbi, Allah'ım! Yeryüzünün ve taşıdığının
Rabbi, Allah'ım! Şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi Allah'ım! Bütün
mahlukatının kötülüklerine, onların herhangi birinin bana aşın gitmesine veya
bana isyan etmesine karşı bana koruyucu ol. Senin koruman ne yücedir, şanın ne
yücedir. Senden başka tann yoktur."[731]
Yine Tirmizî'de Amr b.
Şu'ayb—babası—dedesi senediyle şu hadis
A dır: Rasûlullah, onlara korkuya karşı şunu öğretiyordu:
"Gazabından ve
cezasından, kullarının şerrinden ve şeytanlarının fısıltılarından Allah'ın tam
kelimelerine sığınınm. Şeytanlann gelmesinden de Sana sığınırım, Rabbim!"
Abdullah b. Amr, büyük oğullarına bunları öğretir, küçüklerine yazar ve üstüne
asardı.[732] Bu sığınmanın böyle bir
hastalıkla ilişkisi açıktır. [733]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) yangın ve söndürülmesi konusundaki tutumu şöyledir:
Amr b.
Şu'ayb—babası—dedesi senediyle Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Yangını gördüğünüzde tekbir getirin. Çünkü tekbir onu söndürür. "[734]
Çünkü yangının sebebi ateştir. Ateş, şeytanın yaratıldığı mad-dedir. Yangında
maddesi ve fiiliyle şeytana uygun düşen genel bir kötülük vardır. Şeytanın ona
yardımı ve uygulaması sözkonusudur. Ateş tabiatı itibarıyla taşkınlık ve
bozgunculuğu arar. Bu iki durum, yani yeryüzünde taşkınlık ve bozgunculuk,
şeytanın yoludur, onlara çağırır, insanoğlunu onlarla yok eder. Ateş ve
şeytandan her biri, yeryüzünde taşkınlık ve bozgunculuğu arzular. Yüce Rabbin
ululanması, şeytanı ve fiilini engeller.
Bu yüzden Yüce Allah'ı
ululamanın yangını söndürmede etkisi vardır. Çünkü Allah'ın yüceliğine kimse
karşı duramaz. Müslüman Rabbine tekbir getirdiğinde, tekbiri ateşin ve maddesi
ateş olan şeytamn yatıştınlmasında etkili olur, yangını söndürür. Biz ve
başkaları bunu denedik. Aynen böyle olduğunu gördük. Allah en iyisini bilir. [735]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) sağlığın korunmasındaki tutumu şöyledir:
Bedenin normal durumu,
sağlığı ve devamı sıcağa direnen rutubette olduğundan, rutubet bedenin
maddesidir, sıcaklık onu olgunlaştırır, fazlalıkları atar, onu ıslah eder ve
güzelleştirir. Aksi takdirde bedeni bozar ve deva-. mı mümkün olmaz. Rutubet,
sıcaklığın da gıdasıdır. Rutubet olmasaydı, bedeni yakar, kurutur ve bozardı.
Her birinin devamı, diğeriyledir, bedenin devamı işe her ikisiyle birliktedir,
her biri diğerinin maddesidir. Sıcaklık, rutubetin bozulma ve değişmesini
engelleyen ve koruyan maddesidir. Rutubet, sıcaklığın besleyici ve taşıyıcı
maddesidir. Herhangi biri diğerinden daha fazla olursa, bedenin mizacı için
buna göre bir sapma olur. Sıcaklık daima rutubete girer. Beden —yaşamasını
sürdürmek için— sıcaklığın girdiğine karşı duracak nesneye, yani yemeye ve
içmeye ihtiyaç duyar. Girme miktarından fazla olunca, sıcaklık fazlalıklara
girmede zaafa uğrar, pis maddelere dönüşür, bedende bozukluk yapar. Maddelerin
türüne, orgaların kabulü ve kabiliyetine göre çeşitli hastalıklar ortaya
çıkar. Bütün bunlar Yüce Allah'ın; "Yeyin, için, israf etmeyin. "[736]
âyetinden alınmıştır. Böylece Allah, kullarına; çıkanların yerine bedeni
ayakta tutacak yiyecek ve içecek alınmasını, bunun da sayı ve nitelik olarak
bedenin yararlanacağı ölçüde olmasını, bu ölçüyü aştığı takdirde israf
olacağını açıklamıştır. Bunların her ikisi de sağlığa engel, hastalik
getiricidir. Yani yememek ve içmemek veya bunlarda israf.
Sağlığın korunması,
bütünüyle bu iki ilâhî sözde yer almıştır. Şüphesiz ki beden daima boşalmakta'
ve besin almaktadır. Boşalma arttığında, maddesinin tükenmesi dolayısıyla
sıcaklık zayıflar. Çünkü boşalmanın fazlalığı, rutubeti azaltır, halbuki
rutubet sıcaklığın maddesidir. Sıcaklık zayıflayınca, sindirim de zayıflar.
Rutubet-tükenene kadar durum böyle sürer, sonunda sıcaklık tümüyle gider.
Böylece kul sonunda Allah'ın varacağını yazdığı ecelini tamamlamış olur.
İnsanın kendisini ve
başkasını tedavi etmesinin gayesi, bu duruma varıncaya kadar bedeni
korumaktır, yoksa bu gençlik, sağlık ve kuvvetin kendileriyle bulunduğu
sıcaklık ve rutubetin sürekliliğini gerektirmez. Çünkü böyle bir durum bu
dünyada hiçbir insan için gerçekleşmemiştir. Doktorun gayesi, sadece ve sadece
kokuşma vb. bozuculardan rutubeti, zayıflatıcılardan sıcaklığı korumak, insan
bedeninin kendisiyle ayakta durduğu normal, dengeyi sağlamaktır. Gökler,
yeryüzü ve diğer mahluklar da bu şekilde dengede durur. Hepsinin kıvamı,
dengeyledir. Hz. Peygamber'in (s.a.) tutumunu inceleyip düşünen, sağlığın
korunabileceği en iyi yol olduğunu görür. Çünkü sağlığın korunması, yiyecek ve
içeceği,' giyecek ve barınağı, hava ve uykuyu, uyanıklık ve hareketi, durgunluk
ve evliliği, arınma ve korunmayı yerli yerinde ve iyi idare etmeye bağlıdır.
Bunlar normal ve bedene, bölgeye, yaşa ve tabiat ka-. nunlanna uygun olduklan
takdirde ecele kadar sağlığının devam etmesine veya üstün durumda olmasına daha
yakın bulunur.
Sağlık ve afiyet,
Allah'ın kullarına en büyük nimetlerinden, en bol ve geniş ihsan ve
bağışlarından hatta mutlak afiyet en büyük nimet olduğundan, bunu elde edene,
sağlık ve afiyetin gözetilmesi, koruması ve aykırılıklara karşı savunulması
yaraşır. Buharî'nin Sahih'inds İbn Abbas'tan rivayete göre, Rasûlullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "İki nimette insanların pek çoğu aklanmıştır: Sağlık ve
boş vakit."[737]
Tirmizî ve
diğerlerinde, UbeyduIIah b. Mihsan el-Ensârf den rivayete göre, Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Vücudu afiyette, ruhundan emin, bir günlük
azığı yanında olduğu halde sabahlayan, sanki dünya ona verilmiş gi-bidir."[738]
Yine Tirmizî'de Ebu
Hureyre'den rivayete göre, Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde
kula sorulacak nimetlerle ilgili ilk soru şudur: Sana sağlıklı bir beden
vermedik mi? Serin sudan içirmedik mi?"[739]
İşte buradan
hareketle, selefimiz "Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten sorguya
çekileceksiniz."([740]âyetindeki
"nimetler" ifadesini, "sağlık" olarak yorumlamıştır.
İmam Ahmed'İn Müsned'inde,
Rasûİullah'ın, Abbas'a şöyle buyurduğu kaydedilir: "Ey Abbas! Ey
Rasûİullah'ın amcası! Dünya va âhirette Allah'tan afiyet iste."[741]
Yine Ahmed'in
Müsnecfinde, Ebu Bekr es-Sıddîk'ten, Rasûlullah'm (s.a.) şöyle buyurduğunu
işittiği kaydedilir: "Allah'tan kesin bilgi ve afiyet isteyin. Kesin
bilgiden sonra kula afiyetten daha iyisi verilmemiştir, [742]Bu
hadisinde ^Rasûlullah, din ve dünya afiyetini bir arada zikretmiştir. Kulun
iki dünyadaki iyiliği ancak yakın bilgi ve afiyetle tamam olur. Yakın,' ondan âhiret
cezalarını, afiyet ise kalp ve bedenindeki dünya hastalıklarını defeder.
Nesâî'nin Sünen'inde
Ebu Hureyre'den merfû'an şu hadis vardır: "Allah'tan af, afiyet ve
esenlik isteyiniz. Hiç kimseye yakînden sonra afiyetten daha iyisi
verilmemiştir."[743] Bu üçü,
affederek geçmişteki kötülüklerin, afiyetle şimdikilerin, esenlikle de
gelecektekilerin giderilmesini içerir. Çünkü, esenlik, afiyetin sürekli ve
devamlı oluşunu içerir.
Tirmizî'de merfû
olarak şu hadis vardır: "Allah'tan afiyetten daha sevimlisi istenilmemiştir."[744]Abdurrahman
b. Ebî Leylâ, Ebu'd-Derdâ'dan şu hadisi rivayet eder: "Ra-sûlullah'a
afiyette olup şükretmem, musibete uğrayıp sabretmemden daha çok hoşuma
gidiyor." dedim. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Rasûlullah da.
senin gibi afiyeti seviyor."
İbn Abbas'tan
nakledildiğine göre, bedevinin biri Rasûlullah'a gelerek: "Beş vakit
namazdan sonra Allah'tan ne isteyeyim?" dedi. Rasûlullah: "Afiyet
iste" buyurdu. Bedevi sorusunu
yenileyince, Rasûlulah (s.a.) üçüncü defasında: '*Allah'tan dünya ve âhirette
afiyet iste." buyurdu.
Madem ki afiyet ve
sıhhat böylesine önemlidir, öyleyse dikkatle inceleyen içip beden ve kalp
sağlığının, dünya ve âhiret hayatının korunduğu mutlaka en mükemmel yol olduğu
ortaya çıkacak olan Rasûlullah'm (s.a.) yolunu ele alalım. Yardım Allah'tan
istenir. O'na güvenilir, güç ve kudret O'na aittir. [745]
Yemek ve içecek
konusunda, belirli birini seçip, başkasını kullanmamak Hz. Peygamber'in (s.a.)
âdeti değildi. Çünkü bu tabiata gerçekten zarar verir, hatta bazan
imkânsızdır. Başkasını kullanmazsa, zayıflar veya yok olur. Başkasını
kullanırsa, tabiat onu kabul etmez ve ondan zarar görür. En güzel gıda olsa
bile, sürekli belli birini kullanmak tehlikeli ve zararlıdır.
Hz. Peygamber (s.a.),
kendi bölge halkının âdeti üzere, et, meyve, ekmek, hurma vb. zikrettiğimiz
diğer yiyecekleri yerdi. Bu konuyu ilgili yerinde görebilirsin.
İki yiyeceğin birinde
kırma ve değiştirmeyi gerektirecek bir durum varsa, mümkünse onu zıddıyla
kırar ve değiştirirdi; olgun taze hurmaları karpuzla değiştirmesi gibi. Buna
im£ân bulamazsa, ihtiyaç ve içinden gelen arzuya göre aşırı gidip vücudun
zarar görmeyeceği şekilde yerdi.
İçi bir şeyi
arzulamıyorsa onu yemez, isteksizce yemek için nefsine işkence çektirmezdi.
Bu, sağlığın korunması konusunda Önemli bir prensiptir. İnsan içinin çekmediği
ve iştahsızca bir şeyi yerse, zararı yararından çok olur. Ebu Hureyre[746]şöyle
diyor: "Hz. Peygamber (s.a.) hiçbir yemeğin kusurunu görmedi. Canı çekerse
onu yer, aksi halde bırakır ve yemezdi." Kendisine keler kızartması
sunulunca onu yemedi. "Yoksa haram mı?" denilince: "Hayır,
kavmimin yaşadığı topraklarda yoktur, kendimi ondan hoşlanmaz görüyorum."
buyurdu/2' Geleneğe ve kendi isteğine uygun hareket etti. Kendi bölgesinde
yenilmesi âdet değilse ve canı da çekmiyorsa, bunu yemedi, ama canı çekeni ve
âdet olanı da yemekten alıkoymadı.
Rasûlullah (s.a.) eti
severdi. En sevdiği, ön ayak ve boyunun ön kısmı idi. Bunun için de bu
kısımlarla zehirlenmeye teşebbüs edildi. Sahîhayn'da Rasûlullah'a (s.a.) et
getirildiği ve ön ayakların verildiği, bu kısmı sevdiği rivayet edilir[747]
Ebu Ubeyde ve
başkaları, Dubâa bt. ez-Zübeyr'in evinde koyun kestiğini rivayet eder.
Rasûlullah (s.a.): "Kestiğiniz koyundan bize de tattırınız." .diye
haber gönderdi. Elçiye şöyle dedi: "Sadece boyun kısmı kaldı. Ben de bunu
Rasûlullah'a göndermeye haya ediyorum." Elçi dönüp durumu Rasû-Iullah'a
haber verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ona git ve bu
kısmın koyunun kılavuzu ve iyiye en yakın, eziyetten en uzak kısmı olduğunu
bildir. "[748]
Şüphesiz koyunun en
hafif yeri boyun, ön ayak ve kas etleridir. Mideye hafif, çabuk
sindirilebilirler. Bunda, üç niteliği bulunan gıdaları yemeye dikkat etmek
gerektiği yer alır: 1) Yararının çokluğu ve bedenî kuvvetlere etkililiği. 2)
Mideye hafif gelişi ve ağır olmayışı. 3) Çabuk sindirilebüirliği. Bu, gıdanın
en üstünüdür. Böyİe gıdaların azını almak, başkasının çoğunu almaktan daha
yararlıdır.
Rasûlullah (s.a.)
tatlı ve balı severdi. Bu üçü, yani et, tatlı ve bal; beden, ciğer ve organlar
için en üstün ve yararlı gıdalardandır. Onlarla beslenmekte sağlık ve kuvvetin
korunması'açısından büyük yarar vardır. Bunlardan sadede hastalık ve âfeti
olanlar nefret eder.
Ekmeği, katık bulduğu
sürece katıkla yerdi. Bazan katık olarak eti kullanırdı. Rasûlulîah (s.a.)
şöyle buyurur: "O, dünya ve âhiret halkının en üstün yiyeceğidir."
Bunu İbn Mâce ve başkaları rivayet etmiştir.[749]
Rasûlullah ekmeğe katık olarak bazan karpuz ve hurmayı da kullanırdı. Bir
defasında arpa ekmeği parçasının üstüne bir hurma konulmuştu. Şöyİe buyurdu:
"Bu, bunun katığıdır."[750]
İşte bunda, gıda maddelerinin düzenlenmesi yer alır. Arpa ekmeği soğuk ve
kurudur, iki görüşün sahih olanına göre hurma sıcak ve yaştır. Arpa ekmeğine
hurmanın katık yapılması, özellikle —Medine halkı gibi— alışkanlığı olanlar
için en güzel düzenleme yollarından biridir. Bazan, da ekmeğe katık olarak
sirkeyi kullanırdı. Şöyle buyurur: "Sirke ne güzel katıktır." Bu,
bazı cahillerin sandığı gibi, onu başkasından üstün kabul etmek değil, şu
andaki durumun gereğine, göre onu övmek için söylenmiştir. Hadisin söylenme
sebebi şudur: Bir gün Rasûlullah eve gitti. Kendisine ekmek sundular.
"Katık olarak bir şey yok mu?" diye sorunca, "Sadece sirkem
var." dediler. Bunun üzerine: "Sirke ne güzel katıktır." buyurdu[751]
Kısacası; sadece
biriyle yetinmenin aksine, ekmeği katıkla yemek sağlığı koruma yollarından
biridir. "Katık", ekmeği yenir ve sağlığı korumaya uygun hale
getirmesi dolayısıyla böyle isimlendirilmiştir. Nitekim Rasûlullah'-ın,
nişanlanacak kişiye müstakbel eşine bakma iznini verdiği: "Bu, İkisi arasında
kaynaşma olmasına daha uygundur." hadisinde "kaynaşma" ifadesi
bu anlamda olmak üzere "uyum ve kabule daha yakındır" karşılığında
kullanılmıştır. Çünkü koca gözünü açıp, ileride pişman olmaz.
Kendi bölgesinin
meyvasından yer, onları yemezlik etmezdi. Bu da sağlığı korumanın en önemli
yollarındandır. Çünkü yüce Allah hikmetiyle, her bölgeye çıktıkları vakit o
bölge halkının yararlanacağı meyvalar yaratmıştır. Bu meyvalan yemekle, sağlık
ve afiyetlerini korurlar, bir çok ilaca gerek kalmaz. Sağlığa zararlıdır
endişesiyle bölgesindeki meyvayı yemeyenler, vücudu en zayıf, sağlık ve
kuvvetten en uzak kişilerdir.
Bu meyvalardaki
rutubet, mevsimin, toprağın ve midenin sıcaklığıyla kurutulur ve aşın
kullanılmaz ve tabiata taşıyacağından daha fazlası yüklenmezse, sindirimden
önce gıda bozulmaz, üstüne su içilmez ve olgunlaştıktan sonra yenirse
kötülükler defedilir. Meyvanın uygununu, uygun vakitte ve uygun şekilde yiyene
bu meyva yararlı bir ilaç olur. [752]
Hz. Peygamberdin
(s.a.) yemeğe oturuş şeklindeki tutumu şöyledir:
Sahih olarak rivayet
edildiğine göre, Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yaslanarak
yemem."[753] "Tıpkı kulun
oturduğu gibi oturur ve öylece yerim.»[754]
îbn Mâce, Sünen'inde
Rasûlullah'ın yüzükoyun yatarak yemeyi yasakladığını rivayet eder.[755]
"Dayanmak'*
(ittikâ), bağdaş kurarak oturma, bir şeye dayanarak oturma ve yanma dayanarak
oturma olarak yorumlanmıştır. Bunların her üçü de dayanarak oturmadır. Bu
üçünden yana dayanarak oturmak, yemek yiyene zararlıdır. Çünkü, yenilenin
mideye normal ve hızlı şekilde gitmesini, mideye baskı yapıp açılmasını
engeller. Ayrıca yemek yiyen, eğilir, dik duramaz, böylece gıda mideye kolay
bir şekilde gidemez.
Diğer iki oturuş şekli
ise, kulluğa aykırı ceberut oturuşudur. Bu yüzden Rasülulİah: "Kul gibi
yerim" buyurmuştur. Rasülullah, iki baldırını dikmiş olarak -yerdi,[756] Hz.
Peygamber'in, Rabbine tevazu göstermek, hüzurunda-kilere edepli, yemeğe ve
yiyenlere saygılı davranmak için namazda oturur gibi oturarak yediği de
rivayet edilir. Bu, yemek şekillerinin en yararlısı ve üs-tünüdür. Çünkü bütün
organlar, edepli bir oturuş olmasının yanısıra, Allah'ın yarattığı tabiî
durumlarındadır. İnsanın beslendiği en güzel şekil, organlarının tabiî durumda
olduğu şekildir. Bu ise, insanın tabiî öîr şekilde dik duruşuyla olur. Yeme
oturuşlarının en kötüsü ise, yana dayanarak oturmadır. Çünkü, sindirim
organları bu durumda sıkışır, mide tabiî şekliyle durmaz, sindirim ve solunum
organları arasında sıkışır kalır.
Şayet
"dayanma"dan kastedilen, yastık ve minderlere dayanmak ise, bu
durumda anlam, "Ben yemek yediğimde, ceberut ve obur kişiler gibi minder
ve yastıklara dayanmam, kul gibi normal
bir şekilde otururum." biçiminde olur.
Hz. .Peygamber (s.a.),
üç parmağıyla yerdi. Bu en güzel yiyiş şeklidir. Çünkü yemek bir veya iki
parmakla yenirse, kişi bundan tad almaz, ancak uzun süre sonra kanar ve doyar.
Her yiyişte mide ve beslenme organları payına düşen kısımla kanmaz, onu gözü
kapalı almaz. Beş parmakla ve avuçla yemek, yiyeceğin beslenme organları ve
mideye yığılmasına yol açar, belki de organlar kapanıp kişi ölür. Organlar
yiyeceği hareket ettirmeye, mide ise taşımaya zorlanır; bundan da ne tad, ne zevk
alınır. En güzel yiyiş şekli, Rasûlullah'ın (s.a.) ve üç parmakla yiyip O'na
uyanlann yiyiş şeklidir.
Rasûlullah'ın (s.a.)
gıda maddelerini ve yediklerini inceleyen; süt ile balığı, süt ile ekşiyi, iki
sıcağı, iki soğuğu, İki yapışıcıyı, iki kabız yapıcıyı, iki müshili, iki kaba
maddeyi, iki genişleticiyi, bir karışım yapılması imkânsız iki nesneyi,
birbirleriyle uyuşmayan kabız yapıcı ve müshili, çabuk sindirileni ve
sindirimi zor olanı, kızartma ve pişirmeyi, tazeyi ve kavrulmuşu, süt ile
yumurta, et ile sütü birlikte yediğiai göremez. Bir yiyeceği arzusunun en
şiddetli noktasında yemezdi. Akşamdan kalıp ertesi gün ısıtılan, iştah açıcı
sirkeli ve acılı yiyecekler gibi bozulmuş ve acılaşmış yiyecekleri de yemezdi.
Bütün bunlar zararlıdır, sağlığın ve normal gidişin bozulmasına da yol açarlar.
îmkân bulduğunda
yiyecekleri birbirleriyle terbiye ederdi. Birinin sıcaklığım ötekinin
soğukluğu, birinin kuruluğunu öbürünün yaşlılığı ile kırardı; nitekim, hıyar ve
yaş hurmada böyle yapar, hurmayı eritilmiş yağ, kuru yoğurt ve hurma
karışımıyla yapılmış sosla yerdi, hurma şerbetini koyu yiyeceklerde yapıldığı
gibi eriterek içerdi.
Bir tutam hurmayla
bile olsa akşam yemeği yenilmesini emreder, şöyle buyururdu: "Akşam yemeği
yememek, kişiyi yaşlandırır." Bu hadisi Tirmi-zî, Câm/'inde, İbn Mâce ise
Sünen'inde zikreder.[757] Ebu
Nuaym, Hz. Peygamber'in yemekten hemen sonra uyumayı yasakladığını ve bunun
kalbi sıkıştırdığını zikreder. Bu yüzden doktorîann, sağlığını korumak
isteyenlere yaptıkları bir tavsiye, akşam yemeğinden sonra yüz adım da olsa
biraz yürümek, yemekten hemen sonra uyumamaktır. Çünkü bu çok zararlıdır.
Müslüman doktorlar ise şunu tavsiye eder: "Veya akşam yemeğinden hemen
sonra mideye yerleşip sindirimi kolay ve yararlı olması için namaz kılınmalıdır.']
Yemek üstüne su içip
onu bozmak, özellikle de soğuk veya sıcak su içmek Hz. Peygamber'in âdeti
değildi'. Çünkü bu gerçekten fena bir durumdur. Şair şöyle diyor:
"Soğuk veya sıcak
yerken, banyoya girerken su içme sakın,
Bundan gerçek bir
şekilde sakınırsan, yaşadığın sürece karnında ağrı olacağından korkma."
Spordan, yorgunluktan,
cinsî birleşmeden, yemekten sonra ve Önce, her ne kadar bazısından sonra içmek
daha kolaysa da meyve yedikten sonra, banyodan, uykudan uyandıktan sonra su
içmek mekruhtur. Bütün bunlar sağlığın korunmasına aylandır. Bu konuda ikinci
tabiat olan âdetlere itibar edilmez. [758]
Hz. Peygamber'in
içecekler konusundaki tutumu, sağlığın korunacağı en güzel yoldur. Balı soğuk
suyla karıştırarak içerdi. Bunun sağlığı koruduğu konusunda, ancak erdemli
doktorların bileceği bir özelliği vardır. Çünkü, içimi ve tükürüre
karıştırılması balgamı eritir, mide duvarını temizler ve cilalar, fazlalıkları
atar, iıurmal bir şekilde ısıtır, mideyi açar. Aynı etkiyi karaciğer, böbrek
ve mesanede de gösterir. Mideye her çeşit tatlıdan daha yararlıdır. Sadece
safra hastalığı olana zararlıdır, onu artırabilir. Onlara yaptığı zarar da
sirkeyle giderilir, o zaman onlar için de yararlı olur. Bal şerbetinin içilmesi
her çeşit şeker ve benzerlerinden elde edilen içeceklerin çoğundan daha
yararlıdır. Özellikle bu içecekleri içme alışkanlığı olmayan ve vücudu alışmayanlar
için. Çünkü bu son içecekler, bal tadını veya ona yakın bir tadı vermez. Bu
konuda hakem, geleneklerdir. Çünkü onlar bazı prensipleri kaldırır, bazı
prensipleri de koyar.
İçeceğin hem tatlı,
hem de soğuk olması, bedene en yararlı olanlardan ve en önemli sağlığı koruma
yollarındandır. Ruh ve kuvvetlerin, karaciğer ve kalbin, böylesine büyük bir sevgi
ve dileği vardır. Bu iki nitelik bulununca, gıdalanma ve yiyeceğin organlara
en güzel şekilde ulaştırılması sağlanmış olur.
Soğuk su harareti
keser, vücudun aslî rutubetini korur, dışarıya atılanın yerine başkasını
getirir, gıdayı eritir ve damarlara ulaştırır.
Doktorlar, bedeni
besleyip beslemediği konusunda iki görüş belirtir: Gıda sağladığım savunanlara
göre, bedende gelişme ve güç sağladığını gözlem-ledikleri için, özellikle de
şiddetli bir ihtiyaç bulunduğunda besleyicidir.
Bir grup şöyle diyor:
Hayvan ile bitki arasında birçok yönden ortak nok-; talar vardır. Gelişme,
gıdalanma ve denge bunlardandır. Bitkide kendine uy-! gun olanı hissetme gücü
vardır. Bu yüzden bitkiler suyla gıdalamr. Hayvanında bir gıdasının veya başka
gıdasının bir parçasının su olması inkâr edilemezi Biz, gıdanın gücü ve
çoğunluğunun yiyecekte olmasını inkâr etmiyoruz, amat suyun besin değeri
olmadığı tezini de asla kabul etmeyiz. Nihayet yiyecek de gıdasını kendisindeki
sıvı nesnelerle verir. Şayet bu sıvılar olmasaydı, besle-yiciliği de
olmazdı.
Su; hayvan ve bitkinin
yaşaması için şarttır. Şüphesiz bir şeyin esasına1 yakın olan nesneyle
gıdalanılır, aslî maddesiyle ise haydi haydi beslenilir. Yüc| AUah şöyle
buyurur: "Bütün canlıları sudan meydana getirdik."[759]
Mutlak biçimde hayatın esası olan bir şeyin besleyici olduğunu nasıl inkâr
edebiliriz? Susamış biri, soğuk su ile serinleyince, kuvvetleri, dinçliği ve
hareketi geri gelir, yemeğe sabreder ve azıyla da yetinir. Susayan, çok yemekle
yarar sağlamaz, gücünü bulamaz ve beslenmesini gerçekleştiremez. Biz; suyun, gıdayı
vücudun her yerine ve bütün organlarına ulaştırdığını, gıdalanmanm ancak onunla
tamamlandığım inkâr etmiyoruz. Ama suyun besleyiciliğini bütünüyle
reddedenlerin görüşünü de kabuUenemeyiz, böylelerinin görüşü bizce ne| redeyse
vicdanî işlerin inkârı yerindedir.
Başka bir grup ise,
suyun gıda sağladığını kabul etmez. Onunla yetini meyeceği, yemeğin yerini
tutamayacağı, organların gelişimini sağlamadığı, sj cakhğm giderdiği nesnelerin
yerine yenisini getirmediği vb. diğer gruptakil^ rin inkâr etmeyeceği
gerekçelere dayanırlar. Bunlar suyun gıda sağlamasın; Özüne ve inceliğine
bağlarlar. Herşeyin gıda vermesi, durumuna göredir. Ti miz, soğuk, ince ve
tatlı havanın durumuna göre gıda verdiği gözlemlenmii tir. Güzel koku da bir
çeşit gıda verir. Su ise haydi haydi gıda verir. i Kısacası, su soğuk olur ve
bal, kuru üzüm, hurma ve şekerle karıştırıl güzelliştirilirse, vücuda giren en
yararlı nesnelerden olur, onun sağlığını kirur. Bu yüzden Rasûlullah'ın (s.a.)
en sevdiği içecekler soğuk ve tatlı olanlarıdır. Sıcaklayarak gevşemiş su,
kabarcıklı olur ve bütün bunların zıddını yapar.
Gecelemiş su, hemen
içilen sudan daha yararlı olduğu için Ebu'I-Heysem b. et-Teyyihân'in bahçesine
giren Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Bir kapta gecelemiş su yok
mu?" Ebu'I-Heysem böyle su getirdi ve Rasûlullah ondan içti. Buharî bu
hadisi, "Şayet kabında gecelemiş su varsa onu içeriz, yoksa ağzımızı
dayayıp içeriz." şeklinde verir.[760]
Gecelemiş su, iyice
maya tutmuş hamur gibidir. Halbuki hemeniçilen su, henüz maya tutmamış hamur
gibidir. Ayrıca, gecelediği takdirde, toprak parçacıkları suyun dibine çöker.
Rasûlullah'a (s.a.) tatlı su verildiği ve gecelemiş suyu tercih ettiği rivayet
edilir. Hz. Âişe (r.a.) şöyle demiştir: "Rasûlullah'a (s.a.) Sukyâ
pınarından tatlı su çıkarılırdı."[761]
Kaplardaki, özellikle
de katık için kullanılan su, çömlek, taş vb. deki sudan daha temizdir. Bu
yüzden Rasûlullah (s.a.), başkasında değil kırbada gecelemiş suyu tercih
ederdi. Kırbaya veya katık kaplarına konan suda, suyu diğer nesnelerden ayırıcı
delikleri olduğu için ince bir görünüş vardır. Bu yüzden çömlekte süzülen su,
ondan daha leziz ve süzülmeyenden daha soğuk olur. Allah'ın salât ve selâmı,
yaratıkların en mükemmeli ve şereflisine, her konuda yolu en iyiden ibaret
Rasûlullah'a (s.a.) olsun. Ümmetine, kalb ve beden, dünya ve âhiret konusunde
en üstün ve en yararlı işleri göstermiştir.
Hz. Âişe şöyle diyor:
"Rasülullah'ın en sevdiği içecekler, tatlı ve soğuk olanlardı."[762]
Bununla, tathpınar ve
kuyu sulan gibi tatlı su kastedilmiş olması muhtemeldir. Çünkü Rasûlullah'a
tatlı su getirilirdi. Bununla birlikte bal veya hurma ya da kuru üzüm şerbeti
eritilmiş su da kastedilmiş olabilir. Bİr görüşe göre —ki açık olan budur— her
ikisini de içerir.
Sahih hadisteki,
"Yanında kırbada gecelemiş su varsa onu içeriz, yoksa ağzımızı dayayıp
içeriz." sözünde, bu şekilde, havuza, göle vb. ağzını dayayıp su içmenin
caiz olduğuna delil vardır. Bu, zaruretin ortaya çıkardığı gerçek bir olay
veya caiz olduğunu açıklayıcı bir sözdür. Çünkü insanların bunu hoş görmeyeni
vardır. Doktorlar da bunu neredeyse yasaklıyorlar ve mideye zarar verdiğini söylüyorlar.
Durumunu bilmediğim bir hadiste İbn Ömer'den, şöyle rivayet edilir: Rasûlullah
(s.a.), ağzımızı havuza dayayıp karnımızın üstünde ve tek elle avuçlayıp
içmemizi yasakladı ve şöyle buyurdu: "Sizden biri köpeğin yalaması gibi
su içmesin, mahmur hali hariç iyice yoklayıncaya kadar geceleyin bir kaptan su
içmesin."[763]
Buharı'deki hadis
bundan daha sahihtir. Şayet sahih ise aralarında bir çelişki yoktur. Çünkü,
elle su içmek o zaman belki de mümkün değildir ve "yoksa ağzımızı dayayıp
içeriz." demiştir. Ağızla içmek, nehir ve gölden içen gibi, ancak yüzüne
ve karnına yüklenince zarar verir. Yüksek bir havuzdan vb. den dik durarak
ağızla su içilirse, el veya ağızla içilmesi arasında bir fark yoktur. [764]
Rasûlullah, oturarak
içme alışkanhğındaydı. Bu sürekli uygulamasıydı. Ayakta içmeyi yasakladığı,
ayakta içenin bunu geri çıkarmasını istediği ve ayakta içtiği sahih olarak
gelmiştir.
Bir grup şöyle diyor:
Bu, yasaklamayı yürürlükten kaldırır. Bir gruba göre, yasaklama; haram kılmak
için değil de, öğretmek ve evlânın (daha iyinin) gösterilmesi içindir. Başka
bir gruba göre, aralarında asla bir çelişki yoktur. Çünkü o bir ihtiyaç
dolayısıyla ayakta su içmiştir. Zemzem'e gelmiş ve bir grubu orada su içerken
görmüş, su istediğinde kovayı vermişler ve ayaktayken de bu suyu içmiştir. Bu
ise, ihtiyaç yeridir.
Ayakta su içmenin
birçok zararı vardır. Tam bir şekilde doyum sağlanmaz, karaciğerin onu
organlara dağıtması için mideye tam yerleşmez, mideye hızla ve hiddetle iner,
midenin sıcaklığını giderip soğutmasından ve onu bozmasından korkulur, vücudun en uç
noktalarına dinlenmeksizin gider. Bütün bunlar içene zarar verir. Ama nadiren
veya bir ihtiyaç dolayısıyla ayakta içilirse, bu bir zarar vermez. Âdetler öne
sürülerek buna itiraz edilemez. Çünkü âdetler, ikinci tabiattır, ayrı hükümleri
vardır, fukahâya göre kıyas kabul etmez niteliktedirler. [765]
Müslim'in Sahih'inâs
rivayet edildiğine göre, Enes b. Mâlik şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) üç
solukta içer ve: "Böylesi daha kandırıcı, elemden salim kılıcı ve daha
kolay akıcıdır." derdi.[766]
Şâri'nin ve şeriatı
taşıyanların dilinde "içecek" {şerâb), sudur. Suyu so-luklayarak
içmek; içerken bardağını ağzından- uzaklaştırmak ve bardağın dışına soluğunu
vermek, sonra başka bir hadiste açıklandığı üzere, yeniden içmeye başlamaktır:
"Sizden biri su içerken bardağa solumasın, fakat kabı ağzından
uzaklaştırsm."[767]
Bu içişte, bir yığın
hikmet ve önemli yararlar vardır. Rasûlullah, "Bu daha kandırıcı, elemden
salim kılıcı ve daha akıcıdır." demekle, hepsim özetleyen bir söz
söylemiştir. "Daha kandırıcı", kandırması en üstün, en ileri ve en
yararlı demektir. "Elemden salim kılıcı", mideye yavaş yavaş indiği,
ikinci birincinin yapamadığını, üçüncü ikincinin yapamadığını sakinleştirdiği
için susuzluğun şiddetini ve hastalığı iyileştirici oluşu demektir. Ayrıca bu,
midenin sıcaklığını ve bir defada doluşan soğuktan koruyucudur.
Bunun yanısıra, bir
anda rastladığı için susuzluğun hararetini kandıramaz, sonra da sertliği
kırılmadan gider. Şayet kınlırsa, yavaş yavaş kırılmasının aksine, bütünüyle
iptal olmaz.
Ayrıca sonuç
bakımından daha iyi, bir defada kandıranın tümünü içmekten daha az gaile
çıkarıcıdır. Çünkü soğuğunun şiddeti ve miktarının çokluğu dolayısıyla yüksek
harareti söndürmesinden veya zayıflatıp mide ve karaciğeri bozmaya ve
özellikle Hicaz, Yemen vb. sıcak bölgelerde veya yaz gibi sıcak zamanlarda
kötü hastalıklara yol açmasından korkulur. Çünkü bir defada içmeleri gerçekten
endişe vericidir. Bu bölge insanlarında veya sıcak mevsimlerde karındaki
sıcaklık zayıftır.
Hz. Peygamber'in,
"daha akıcı" sözü, yiyecek ve içeceğin bedene girip, kolay, lezzetle
ve yararlı bir şekilde sinici oluşu anlamına gelir. Yüce Allah'ın: "Onu
afiyetle yiyin. "[768]
sözü de bu anlamdadır. Hem sonu, hem de tadı bakımından akıcıdır, afiyet
vericidir. Anlamının, çok olanın aksine, inceliği ve hafifliği dolayısıyla
yemek borusundan daha çabuk inici olduğu da söylenir. Çünkü çok olanın, yemek
borusundan inişi kolay değildir.
Bir defada içmenin
zararlarından birisi de, içilenin çok oluşu dolayısıyla boğazın tıkanıp
boğulmadan endişe duyulmasıdır. Şayet yavaşça soluk alınır, sonra içilirse,
bundan emin olunur.
Faydalarından birisi
ise, içenin ilk yudumunda, soğuk su gelişi dolayısıyla kalp ve karaciğerin
üstündeki sıcak dumanımsı buharın yükselmesi ve tabiatın bunu dışarı atmasıdır.
Şayet bir defada içerse, soğuk suyun inişi ile buharın yükselişi birleşip,
karşılıklı bir hareketlenme olur. Bunun sonucunda tıkanma ve boğulma olur,
içen doymaz, kanmaz ve yatışmaz. Abdullah b. Mübarek, Beyhakî ve diğerleri Hz.
Peygamber'den (s.a.): "Biriniz içtiğinde, suyu iyice yutsun ve soluksuz
içmesin. Çünkü bu, karaciğer hastalığına sebep olur." buyurduğunu rivayet
ederler.[769]
Buradaki
"Karaciğer hastalığı", kubâd terimiyle ifade olunur. Tecrübeyle
sabittir ki, suyun bir defada ciğere inmesi ona acı verir ve sıcaklığım
zayıflatır. Bunun sebebi, ciğerin sıcaklığı ile inenin soğukluğunun durumu ve
çokluğu arasındaki zıtlıktır. Şayet yavaş yavaş inerse, sıcaklığıyla aykırı düşmez
ve onu zayıflatmaz. Bu tıpkı, kaynayan tercereye soğuk su dökmek gibidir,
yavaş yavaş dökülmesi ona zarar vermez. Tirmizî, Câmi'inde Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder; "Deve gibi bir defada içmeyin, iki
veya üç solukta için. İçmeye başlarken besmele çekin, bitirince
ham-dedin."[770]
Yemek yerken ve
içerken başlangıçta besmele çekmenin, sonunda da ham-detmenin, yeme ve içmenin
yaran, afiyeti ve zararını uzaklaştırmada büyük etkisi vardır.
İmam Ahmed b. Hanbel
şöyle diyor: "Yemek dört niteliği toplarsa tam olur: Başında besmele
çekilmesi, sonunda Allah'a hamdedilmesi, kalabalıkla yenmesi ve helâlinden
olması." [771]
Müslim, Sahih'inde,
Câbir b. Abdillah'tan şu hadisi rivayet eder: Rasû-lulîah'ı (s.a.) şöyle
buyururken işittim: "Kapları örtünüz, kırbaların ağzını bağlayınız. Çünkü
sene içinde öyle bir gece vardır ki o gecede veba hastalığı iner. Üzerinde örtü
bulunmayan bir kaba veya üzerinde bağı bulunmayan bir kaba uğrarsa, muhakkak bu
vebadan oraya iner."[772] Bu,
doktorların ilim ve irfanlarının erişemediği hususlardandır. İnsanların buna
akıl erdireni, tecrübeyle gerçeğini öğrenmiştir. Hadisin râvilerinden biri
olan Leys b. Sa'd şöyle
demiştir: lar."
"Bizim
yanımızdaki acemler Kânunulevvel'deki bu geceden korkar-
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir çöple bile olsa, kapların örtülmesini emrettiği sahihtir.[773] Bir
çöpün enlemesine konulmasında hikmet vardır. Ağzını kapatmayı unutmaz, bir
çöple bile olsa bunu yapmayı alışkanlık haline getirir. Üstünden geçen canlı
ona girmek ister de, çöp onu düşmekten alıkoyarak köprü görevi de yapabilir.
Hz. Peygamber'in,
kaplan örterken besmele çekmeyi emrettiği de sahihtir. Çünkü kaplan örtme
sırasında besmele çekilmesi şeytanı ondan uzaklaştırır, kapatılması haşeratı
uzaklaştırır. Bu yüzden her ikisine karşı bu iki hikmet için besmele
çekilmesini emretmiştir.
Buharî'nin Sahih'mde,
İbn Abbas'tan rivayete göre, Rasûlullah (s.a.) su kabının ağzından içmeyi
yasaklamıştır.[774]
Bunda çeşitli edepler
vardır:
a) İçen ona
soluyup, bu yüzden hoşlanılmayacak sevimsiz bir koku kazandırmış olabilir.
b) Ağzına birden çok su boşalıp, zarar
görebilir.
c) Belki içinde göremediği bir hayvan olup,
kendisine acı verebilir.
d) İçinde İçerken göremediği çerçöp olabilir,
içine girebilir.
e) Bu
şekilde içmek, karnı havayla doldurup pek az su içmesini sağlayabilir, birden
boşalabilir, acı verebilir. Bunun gibi başka hikmetleri daha vardır.
Tirmizî'nin Cami'inde
yer alan şu hadise ne dersiniz şeklinde bir itiraz yapılabilir: RasûluUah
(s.a.), Uhud günü bir kap istedi ve: "Kabın ağzına üfle" dedi, sonra
bu kabın ağzından içti,[775] Bu
itiraza şöyle cevap veririz: Bu konuda Tirmizî'nin: "Bu, isnadı sahih
olmayan bir hadistir. Abdullah b. Ömer eUAmrî, hafızası yönünden zayıf görülür.
İsa'dan hadis dinleyip dinlemediğini bilmiyorum." sözüyle yetiniyoruz.
Buradaki İsa, ondan rivayet ettiği İsa b. Abdillah'tır, o da Ensar'dan bir
adamdan rivayet etmiştir. [776]
Ebu Davud'un
Sünen'inde Ebu Saîd el-Hudrî'den şu hadis rivayet edilir: "Rasûlullah
(s.a.), bardağın kırık yerinden içilmesini ve içeceğe üflenmesini
yasakladı."[777] Bu,
içenin yararının tamamlandığı edeplerden biridir. Çünkü bardağın kırık yerinden
içilmesinde birçok kötülük vardır:
a) Suyun
üstündeki çerçöp sağlam tarafın aksine kırık tarafta toplanır.
b) İçenin
huzurunu kaçırır, kırık yerden düzgün bir şekilde içemeyebilir.
c) Kir ve
pis koku kırık yerde toplanır ve yıkamanın etkisi sağlam yere ulaştığı gibi
oraya ulaşamaz.
d) Kırık
bölüm, bardağın kusurlu yeridir, onun en kötü yeridir, buradan kaçınıp
sağlamını seçmek gerekir. Çünkü herşeyin kötüsünde hayır yoktur. Seleften
biri, bir adamın kötü bir şey sattığını görünce, ona: "Böyle yapma.
Allah'ın her kötü şeyden bereketi kaldırdığını bilmez misin?" dedi.
e) Kırık bölümde,
içenin ağzına yara açan keskin veya uygunsuz bir yer veya başka kötülükler
bulunabilir.
Suya üflemeye gelince;
bunun yasaklanma sebebi üfleyenin ağzının — özellikle de ağzı kokuyorsa— bu
yüzden hoşlanılmayacak çirkin bir koku kazandır abilmesidir. Kısacası,
üfleyenin solukları onu karıştırır. Bu yüzden Ra-sülullah (s.a.), Tirmizî'nin
İbn Abbas'tan rivayet ettiği ve sahih gördüğü hadişte kaba solumayı ve üflemeyi
bir arada ele almıştır: "Rasûlullah (s.a.) kaba solumayı ve üflemeyi
yasakladı."[778]
"Sahihayn'da.
Enes'ten rivayet edilen: 'Rasûlullah (s.a.) kaba üç defa soluyordu.'[779]
hadisim ne yapacaksınız?" diye itiraz edilirse, deriz ki: Alır kabul
ederiz, ikisi arasında herhangi bir çelişki yoktur. Bunun anlamı, içme
sırasında üç defa soluk aldığıdır. Kaplar içme âleti olduğu için
zikredilmiştir. Bu, tıpkı şu sahih hadisteki gibidir: "Rasûlullah'ın
(s.a.) oğlu İbrahim memedeyken öldü."[780],
yani emzirme süresinde öldü demektir. [781]
Rasülullah (s.a.) sütü
bazan sade, bazan da suyla karışık içerdi. Bu gibi sıcak bölgelerde, sütü sade
veya suyla karışık olarak içmekte, sağlığı koruma, vücudu dinç tutma ve ciğeri
kollama noktasmda büyük fayda vardır. Özellikle de lavanta çiçeği vb. bulunan
yerlerde güdülen hayvanların sütünde. Çünkü sütü vitamin yüklü bir gıda
maddesidir. TirmizTnin Câmi'inde Rasûlul-lah'tan (s.a.) şu hadis rivayet
edilir: "Biriniz yemek yediğinde;
'Allah'ım; onu bize
bereketli kıl, en iyisini yedir.' desin. Süt içtiğinde ise;
'Allah'ım; onu
bereketli kıl ve ondan bize bol miktarda bağışla.' desin. Çünkü yiyecek ve
içecekten sadece süt yeterlidir." Tirmizî bu hadisin hasen olduğunu
söyler.[782]
Müslim'in Sahih'inde
sabit oiduğuna göre Rasülullah'a akşamfeyin şıra (nebiz) yapılır, onu
sabahleyin, ertesi gece, öbür gün ve gece ve daha sonraki gün ikindiye kadar
içerdi. Bundan sonraya kalırsa, hizmetçiye içirir veya dökülmesini emrederdi.[783] Bu
şıra, içine tat vermesi için hurma atılan şıradır. Bu, gıda ve içecekler
arasına girer, kuvvetin arttırılmasında ve sağlığın korunmasında büyük yaran
vardır. Üç günden sonra, sarhoş edici olacağı endişesiyle bu şıray^ içmezdi. [784]
Hz. Peygamberdin
(s.a.) giyim işlerini düzenlemesi şöyledir:
Bu konudaki tutumu en
doğru, vücuda en yararlı ve hafif, giyilmesi ve çıkarılması en kolay olanı
seçmek şeklindeydi. Çoğu kez rida ve izar giyerdi. Bunlar, vücuda diğerlerinden
daha hafiftir.
Gömlek de giyerdi,
hatta en sevdiği elbisesi gömlekti. Gömlek giyme konusundaki tutumu, vücuda en
yararlısını giymekten ibaretti. Yenlerini uzatmaz ve geniş tutmazdı. Yeni
bileğine kadar olup, giyene ağır gelecek, onu hareket ve tutmasın^ engel olacak
şekilde değildi. Sıcak veya soğuğa maruz kalmaması için bundan kısa yapmazdı.
Gömlek ve izannin
eteği topuklanm aşmayacak biçimde uyluklarının yarısına kadardı. Böylece
yürüyenlere eziyet ve ağırlık vermez, onu bağlı gibi yapmazdı. Açılmaması,
soğuk ve sıcaktan etkilenmemesi için uyluk kaslarından da kısa değildi.
Sarığı, taşınması başa
eziyet verecek, onu zayıflatacak, zayıflık ve âfete sebebiyet verecek biçimde
büyük, başı soğuk ve sıcaktan korumayacak kadar küçük değildi, bilâkis orta
büyüklükteydi. Onu kuşak altına koyardı. Bunda birçok fayda vardır: Bu, boynu
sıcak ve soğuktan korur, özellikle ata ve deveya binince, hareket durumunda
daha elverişli olur. Pek çok insan kuşak yerine, kanca edinmiştir. Yarar ve
estetik olarak birbirleri arasında ne kadar da fark vardır. Bu giyim şeklini
incelediğinde, vücudun sağlık ve kuvvetini korumada, zorlanma 've güçlükten
uzak oluşunda en iyi şekil olduğunu görürsün.
Bacaklar sıcak ve
soğukta kendilerini koruyacak bir şeye ihtiyaç duyduğundan; yolculuklarında
daima veya çoğunlukla, bazan hazardayken de mestlerini giyerdi.
En çok sevdiği elbise
rengi, beyaz ve —çizgili bürdeleri gibi— çizgili idi. Kırmızı, siyah, boyalı ve
parlak elbise giyme alışkanlığı yoktu. Giydiği kırmızı elbisesi, yeşili gibi,
üstünde siyah, kırmızı ve beyaz renkler bulunan yemen rtdâsı idi. Hem bunu,
hem de ötekini giymiştir. Bunun böyle olduğunun açıklaması ve kırmızıyı
giydiğinin yanlışlığının yeterli ölçüde ortaya konulusu daha önce geçmişti.[785]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) ev işlerini düzenlemesi şöyledir:
Hz. Peygamber (s.a.)
de ömrü boyunca dünyada konaklayan, sonra âhi-rete göçen bir yolcu olduğundan,
kendisinin, ashabının ve O'na uyanların bu konudaki tutumu; evlerle aşırı
ilgilenmek, onları sapasağlam, yüksek, süslü ve geniş yapmak değildi. Bilâkis
evleri, sıcaktan ve soğuktan koruyan, dışarıdan görülmesini engelleyen ve hayvanların
girmesine imkân vermeyen en güzel yolcu evlerindendi.
Bu evler, çok ağır
oluşundan dolayı yıkılmasından endişe edilmez, genişliği dolayısıyla haşeret
yuva yapmaz, yüksekliğinden dolayı şiddetli rüzgârlar ve esintiler zarar
vermez. Oturana eziyet verecek kadar yerin altında, ayrıca çok da yüksek
değildir, bilâkis orta yüksekliktedir.
Bunlar, evlerin en
mutedili ve yararlısı, soğuk ve sıcağı en az evlerdir. Oturanı sıkıştırıp
hapsetmez, hiçbir yaran olmayan fazlalığı da yoktur ki ha-şerat oraları
doldursun.
Evlerin içinde,
kokusuyla oturana eziyet verecek tuvalet de yoktu. Bilâkis evin kokusu en
güzelindendi. Çünkü Rasûlullah (s.a.) güzel kokuyu sever, daima yanında
bulundururdu. O'nun kokusu ve teri en güzel kokulardandı. Evde kokusu yayılan
tuvalet yoktu.
Hiç şüphesiz bunlar,
vücut ve sağlığı için evlerin eninormali, en yararlısı ve en uygunudur. [786]
Hz. Peygamberin (s.a.)
uyku ve uyanıklıktaki tutumu şöyledir:
Rasûlullah'm (s.a.)
uykusunu ve uyanık halini inceleyen, bu uykunun beden, organlar ve kuvvetler
için en normal ve yararlı uyku olduğunu görür. Akşamleyin erkenden uyur, gece
yarısının hemen başında uyanırdı. Kalkar, dişlerini misvaklar, abdest alır ve
Allah'ın kendisine buyurduğu kadar namaz kılardı. Vücut, organlar ve
kuvvetler, uyku ve dilenmeden, bol ecirle birlikte spordan payını alırdı.
Böylesi, kalp ve bedenin, dünya ve ahiretin esenliğidir.
Uykudan nasibini
ihtiyaç duyulandan fazla almazdı, bundan az uyumasına da meydan vermezdi. Bunu
en güzel şekilde düzenlerdi. Uyku ihtiyacı duyduğunda, gözleri kapanıncaya
kadar Allah'ı anarak, vücudu yiyecek ve içecekle dolu olmayarak, doğrudan yere
temas etmeyerek ve yüksek yataklar edinmeyerek sağ yânına yatıp uyurdu. Uyku
için, lifle dolu deri yatakları vardı.
Yastığa yatar, bazan
elini yanağının altına koyardı. :
Uyku, zararlı ve
yararlı uykularla ilgili bir açıklama yapmak istiyoruz;:
Uyku, vücudun
dinlenmek için, bol sıcaklığa ve iç kuvvetlere daldığı bir durumudur. İki çeşit
uyku vardır: Tabiî uyku, tabiî olmayan uyku. Tabiî uyku, nefsânı kuvvetlerin
hareketten alıkonulmasıdır. Bu nefsânî kuvvetler, hissetme ve iradî hareket
kuvvetleridir. Bu güçler, bedeni hareket etmekten alıkoyunca vücut kendini
bırakır, hareketli ve uyanık halde bu kuvvetlerin merkezi olan dimağda dağılan
ve yayılan rutubet ve buharlar toplanır, vücut uyuşur ve kendini iyice bırakır.
Tabiî uyku işte budur.
Tabiî olmayan uykuya
gelince, bir arıza veya hastalık dolayısıyla olur. Bu, rutubetlerin dimağa,
uyanıklıkta dağıtılamayacak bir şekilde hâkim olması veya yemek ve içmekten
sonraki gibi, rutubetli ve çok miktardaki buharların yükselip, dimağa ağır
gelerek uyuşturması ve nefsânî kuvvetleri hareketten ahkoymasıyla uyumak
suretiyle olur.
Uykunun iki büyük
yaran vardır:
a)
Organların ortaya çıkan yorgunluktan sonra sakinleşmesi ve dinlenmesi, bunun
sonucunda da duyu organlarının uyanıklığın ortaya çıkardığı yorgunluğu atması,
bitkinliği ortadan kaldırması.
b)
Besinlerin sindirimi ve vücudun olgunlaştınlması. $ünkü uyku sırasındaki bol
sıcaklık vücudun içine dolar, buna yardım edef. Bu yüzden dışı soğur ve uyuyan
örtünmeye ihtiyaç duyar.
En yararlı uyku,
yemeğin midede güzel bir şekilde yerleşebilmesi için sağ yanı üzere yatılarak
olandır. Çünkü mide biraz sol yana eğimlidir. Sağ yanı üzere yattıktan sonra,
sindirimi kolaylaştırmak üzere (midenin ciğere doğru eğilmesi için) biraz sol
yan üzerine yatılır. Daha sonra gıdanın mideden daha çabuk inmesi için sağ yana
dönülerek uykuya böyle devam edilir. Böylelikle uykunun başı ve sonu sağ yana
yatarak olur. Sol yanı üzere çokça yatmak, organların kendisine doğru eğimli
olup ona karşı dikilmesi dolayısıyla kalbe zararlıdır.
En kötü uyku, sırt
üstü yatarak olanıdır. Uyumaksızın dinlenmek için bu şekilde yatmak zararlı
değildir. Yüzü koyun yatarak uyumak bundan da kötüdür. Müsnedvç İbn Mâce'nin
Sünen'lnde, Ebu Ümâme'den rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.) camide yüzü
koyun uyuyan bir adam gördü, ayağıyla onu dürterekj "Kalk veya otur.
Çünkü bu, cehennemî bir uykudur." buyurdu.''[787]
Hipokrat, Giriş
(Takdime) kitabında şöyle diyor: "Sağlığında karnı üstüne uyumayan
hastanın bu şekildeki uykusu, bir akıl karışıklığını ve karın kısmındaki bir
ağrıyı gösterir." Kitabının sarihleri şöyle diyorlar: "Çünkü, açık
veya gizli bir sebebi olmaksızın, iyi durumu kötüye dönüştürerek âdetine
aykırı davranmıştır."
Normal uyku, tabiî
kuvvetlerin fonksiyonlarını sağlar, nefsanî kuvvetleri rahatlatır, cevherini
çoğaltır, hatta genişlemesiyle ruhların çözülmesine engel de olabilir.
Gündüz uykusu fenadır,
nemli hastalıklar ve nezle yapar, rengi bozar, dalağı şişirir, sinirleri
genişletir ve tembelleştirir, şehveti zayıflatır; ama yazın öğle sıcağında
böyle değildir. Sabahleyin veya ikindiden sonra uyumak, gündüz uykusundan daha
fenadır. Abdullah b. Abbas, bir oğlunun sabah uykusunda olduğunu görünce,
"Kalk, nzıkların dağıtıldığı saatte mi uyursun?" dedi.
Denildiğine göre,
gündüz uykusu üç çeşittir: 1) İyi, 2) Ateş, 3) Ahmaklık olan. İyi olan, Öğle
sıcağında uyumaktır ki bu Rasûlullah'ın (s.a.) âdetidir. Ateş olan, kuşluk
vakti uyumaktır ki dünya ve âhiret işini engeller. Ahmaklık olan, ikindi
uykusudur. Seleften biri şöyle diyor: "İkindiden sonra uyuyanın aklı
gitmiştir. Kendinden başkasını kınamasın." Şair şöyle diyor:
"Kuşluk vakti
uykuları gençleri sersem, ikindi uykuları ise deli eder."
Sabah uykusu, rızka
engel olur. Çünkü bu mahlukatın azıklarını aradı* ğı vakittir, rızıkların
dağıtıldığı bir zamandır. Bir arıza veya zaruret dışında, insanı mahrum
bırakıcı bir rol oynar. Bedeni gevşettiğinden ve sporla dışarı atılması gereken
fazlalıkları bozduğundan bedene çok zararlıdır. Kırgınlık, acizlik ve zaaf
ortaya çıkarır. Şayet hareketten, spordan, mideyi bir şeyle doldurmazdan önce
ise, böylesi âciz bırakan ve çeşitli hastalıklar ortaya çıkaran bir
hastalıktır.
Güneşte uyumak, gizli
hastalığı harekete geçirir. İnsanın biraz güneşte, biraz gölgede uyuması
fenadır. Ebu Davud, Sü/ie/Tinde Ebu Hureyre'den Ra-sûlullah'ın şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Sizden biri güneşte olur, gölge de çekilirse,
biraz güneşte, biraz gölgede olursa, kalksın."[788]
İbn Mâce'nin
Sünen'iude ve diğerlerinde, Büreyde b. el-Husayb'dan rivayete göre, Rasûlullah
(s.a.) gölge ve güneş arasında oturmayı yasaklamıştır. Bu, ikisi arasında
uyumayı engelleme konusunda bir uyarıdır.
Sahihayn'da. Berâ b.
Âzib'den rivayete göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yatağına
geldiğinde namaz abdesti gibi abdest al. Sonra sağ yanma yat ve şöyle de:
'Allah'ım! Nefsimi
Sana teslim ettim, yüzümü Sana döndürdüm, işimi Sana havale ettim, sırtımı Sana
dayadım. Çünkü ümidim de Sendedir, korkum da Sendendir. Sığınacak ve kurtuluş
yeri Sensin. İndirdiğin Kitab'ina ve gönderdiğin Peygamber'ine iman ettim.'
Bunları son sözlerin
olarak söyle. Şayet o gece ölürsen, doğduğun gibi tertemiz ölürsün."[789]
Buharfnm Sahih'inde
Hz. Âişe'den rivayete göre, Rasûlullah (s.a.) sabah namazının iki rekât
sünnetini kılınca, sağ yanma yatardı.[790]
Denilir ki: Sağ yanına
yatmanın hikmeti, uyuyanın uykusunda boğul-mamasıdır. Çünkü kalp sola meyillidir.
Sağ yanına yatınca kalp sol yandaki yerini arar. Bu, sol yanına yatarak
uyumasının aksine, uyuyanın ağırlaşmasına engel olur. Sol yanına yatınca, tam
bir kopma ortaya çıkar. İnsan uykusunda boğulur ve ağırlaşır, bunun sonucunda
da din ve dünya yararları kaybolur.
Uyuyan ölü gibi, uyku
da ölümün kardeşi —bu yüzden de ölmeyen diri (Allah) için imkânsızdır, cennet
ehli de orada uyumayacaktır— olduğuna göre, uyuyan kendisini koruyacak, doğacak
âfetlerden ve bedenini facialardan koruyacak birine muhtaçtır. Bunu yalnızca
onu yaratan Rabbi yapabilir. Allah'ın kendisini, nefsini ve bedenini tam
korumasını istemek için Rasûlullah (s.a.), uyuyana herşeyi Allah'a havale etme
ve O'na sığınma ile ümit ve korku kelimelerini söylemesini öğretmiş bunun yanında
imanı hatırlamasını, bu şekilde uyumasını ve bunları son sözleri yapmasını
öğütlemiştir. Çünkü Rabbi onun canını uykusunda alabilir. İman son sözü olunca
cennete girer. Uyku ile ilgili bu tutum, kalp, beden ve ruhun uyku ve
uyanıklıktaki, dünya ve âhiret yararlarını içerir. Kendisi sayesinde ümmetin
her iyiliğe nail olduğu kişiye Allah'ın salâtları ve selâmı olsun.
"Kendimi Sana
teslim ettim" demek, "Kendimi Sana, kölenin kendisini mâlikine ve
efendisine teslim ettiği gibi teslim ettim.'* demektir. Yüzünü O'na döndürmesi,
bütünüyle Rabbine yönelişini, kasıt ve isteğinin yalnızca O'na ait olduğunu,
O'na boyun eğdiğinin itirafını içerir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Eğer
seninle tartışmaya girişirlerse: 'Ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a
verdim? de."[791] Bu
âyetteki yüz^ (yönelîş)ün kullanılışı, insanın en şerefli yeri ve duyu
organlarının merkezi olduğundan dolayıdır. Ayrıca bunda, yönelme ve kasdetme
anlamı da vardır. Şair şöyle diyor:
"Sayısız günahtan
dolayı Allah'tan af isterim. Yöneliş ve iş kulların Rab-binedir."[792]
"İşin O'na havale
edilmesi" Allah'a ısmarlanması demektir. Bu, kalbin sükûnet ve emniyetini,
takdir ettiğine ve sevip hoşnut olduklanndan onun için seçtiğine rıza
göstermeyi gerektirir. îşin havale edilmesi, kulluk makamlarının en üstünler
indendir, bunda şüphe yoktur. Bu, tersini ileri sürenlerin aksine, seçkinlerin
makamlarındandir.
"Sırtın Allah'a
dayanması", O'na güvenmenin, dayanmanın ve tevekkülün kuvvetini içerir.
Çünkü, sırtını sağlam bir direğe dayayan, yıkılmaktan korkmaz.
Kalbin iki kuvveti
vardır: İstek kuvveti ki, bu ümittir; korkma kuvveti ki, bu korkudur. Kul da
zararlardan kaçıp yararlarını arar. İşte bu teslimiyet ve yönelişte, iki durum
da toplanmış olur. "Ümit ve korku Sendendir." demiş, "Kulun
Senden başka sığmağı ve kurtuluş yeri yoktur." buyurarak Rab-bini
övmüştür. Nefsinden kurtarması için kulun sığmağı Allah'tır. Nitekim başka bir
hadiste: "Gazabından rızana, cezandan afiyet verişine, Senden Sana
sığınırım." buyuruyor.[793]
Dilemesi ve kudretiyle kulu, elinden kurtaracak' olan O'dur. Belâ O'ndandır,
yardım O'ndandır, kurtuluş O'ndan istenir, kurtuluş konusunda O'na sığınılır,
kendisinden gelecek olandan kurtuluş için
sığınılır, O'ndan
gelecek olandan O'na sığınılır. O, her şeyin Rabbİ'dir, her şey O'nun dilemesiyle
olur: "Allah sana bir sıkıntı verirse, O'ndan başkası gideremez."[794]
"De ki: Allah size bir kötülük dilese veya bir rahmet istese, O'na karşı
kim sizi korayabilir?"[795]
Sonra duayı; Kitab'ına ve dünyada ve âhirette kurtuluş ve başarının rehberi
olan Peygamberine imanı itirafla bitirmiştir. Rasûlullah'ın (s.a.) uyku
konusundaki tutumu işte budur.
"Şayet ben
peygamberim demeseydi, tutumunda bunu söyleyen bir tanık olurdu."
Uyanıklıktaki tutumuna
gelince; horoz ötünce uyanır, Allah'a hamde-der, tekbir, tehîiî ve dua okurdu.
Sonra dişlerini misvaklar, abdest alır, kendi kelâmıyla yakararak, O'nu
överek, O'ndan bekleyiş, ümid ve korkuyla Rab-binin huzurunda namaza dururdu.
Kalp ve bedenin, ruh ve kuvvetlerin sağlığı, dünya ve âhiret esenliği için
bundan üstün koruyucu var mıdır? [796]
Hareket ve sükûn, yani
spordaki tutumuna gelince, bu konuda t gun, övgüye değer ve en doğru türlerine
uygun düştüğü bilinenlere bir fasıl ayırıyoruz.
Bilindiği gibi beden,
devamı için yeme ve içmeye muhtaçtır. Besin, bir bütün olarak bedenin bir
parçası olamaz, bilâkis her sindirimde gıda maddesinden bir parça kalması
gerekir. Zamanla artınca sayı ve nitelik olarak ondan da bir şey toplanır.
Sayısıyla, bedeni kapaması ve ağırlaştırması suretiyle zarar verir ve şişmanlık
(ihtibâs) hastalıktan ortaya çıkarır. Boşaltılırsa, ilaçlarla bedene acı
verir. Çünkü çoğu zehirlidir. Yararlı ve iyiyi de çıkarır. Niteliğiyle de,
bizzat veya bozularak pişirmek, bizzat soğutmak veya sıcaklığından dolayı bol
sıcağın zayıflaması suretiyle yine zarar verir.
Fazlalık
tıkanıklıkları zararlıdır, terkedilmiş veya boşaltılmıştır. Hareket, bunların
doğmasını engellemede en kuvvetli yollardandır. Çünkü organları ısıtır,
fazlalıkları akıtır, zamanla bir toplanma olmaz, bedeni hafiflik ve dinçliğe
alıştırır, gıdayı kabul edici yapar, mafsalları sertleştirir, pazuları ve
bağlan güçlendirir, vaktinde ve normal ölçüde kullanılınca maddî ve mizacî
hastalıkların çoğundan emin kılar.
Spor, gıdanın inmesinden
ve iyice sindirilmesinden sonra yapılır. Normal spor, derinin kızardığı,
bedenin geliştiği ve terlediği spordur. Ter akıtacak
derecede spor, aşırıdır. Çok hareket eden
organ kuvvetlidir, özellikle de sporun türü bunu etkiler, hatta her küvetin durumu
budur. Çünkü çok ezber yapanın hafızası güçlenir. Çok düşünenin düşünme gücü
artar. Her organın özel sporu vardır. Gönlün sporu, okumaktır. Okumaya gizliden
açığa doğru yavaş yavaş başlamalıdır. Kulağın sporu, sesleri ve sözü duymakla
ilgilidir. Hafiften ağıra doğru geçilir. Dilin eğitimi, konuşmakladır. Gözünki
de buna benzer. Yürüme eğitimi, yavaş yavaş yapılır.
Ata binme, ok atma,
güreş ve koşu, bütün beden için spordur. Cüzzam, istiskâ (hydropisie) ve külanc
gibi müzmin hastalıkları söküp atar.
Nefsin eğitimi; ilim
ve edep öğrenme, sevinç ve neşe, sabır ve sebat, cesaret ve hoşgörü, iyilik
yapma vb. gibi, nefislerin eğitildiği şeylerle olur. En önemli eğitiminden
biri, sabır, sevgi, cesaret ve iyiliktir. Benimsenmiş durum ve yerleşmiş
melekeler oluncaya kadar bu şekilde eğitime devam edilir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bu konudaki tutumunu incelersen, sıhhat ve kuvvetleri koruyan, dünya ve
âhirette yararlı en üstün bir tutum olduğunu görürsün.
Şüphesiz ki bizzat
namaz; iman sağlığım, dünya ve âhiret mutluluğunu korumasından ayrı olarak,
beden sağlığını koruma ve fazlalıkları eritme konusunda en yararlı eğitimdir.
Geceleyin namaz kılmak da sağlığı koruma yollarının en önemliîerindendir,
müzmin hastalıkların pek çoğunu engeller ve beden, ruh ve kalp için en etkili
şeylerdendir. Nitekim Sahihayn'da Rasülul-lah'ın (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Sizden biri gece uyuyunca, şeytan onun boyunköküne üç düğüm
bağlar. Her bir düğümle birlikte senin üzerinde uzun bir gece vardır diye
(vesvese) vurur. O kimse uyanıp Allah'ı anarsa, bir düğüm çözülür. Abdest
alırsa ikinci düğüm de çözülür. Namazı da kılarsa şeytanın düğümlerinin hepsi
çözülür. Artık o teheccüd sahibi, düğümü çözük, gönlü hoş ve neşeli bir halde
sabahlar. Fakat zikir yapmaz, abdest alıp, namaz kılmazsa gönlü kirli ve uyuşuk
bir halde sabahlar."[797]
Şeriata uygun oruçta,
sağlığı koruma, bedeni ve nefsi eğitme konusunda sağlam fıtratlı kimselerin
reddedemeyeceği durumlar vardır.
Cihada ve ayrıca
kuvvet, sağfığr koruma, kalp ve bedeni güçlendirme ve fazlalıklarını atma,
üzüntü, gam ve kederi giderme sebeplerinden olan küllî hareketlerin bulunduğu
işlere gelince; bunlar ancak nasibi olanların bileceği durumlardır. Hac ve hac
işlemlerinin yapılışı da böyledir. At yarışı, mızrak
oyunu, ihtiyaçları gidermeye, dostlara,
haklarını yerine getirmeye, hastalarını ziyarete ve cenazelerini defnetmeye
yürüyüş, cuma ve cemaat namazlarına yürüyüş, abdest ve gusül hareketleri de
böyledir.
Bu, sağlığı koruma ve
fazlalıkları atma konusunda belirlenen eğitimin en azıdır. Dünya ve âhiret
iyiliklerine ulaşmak ve kötülüklerini defetmek konusunda Rasûlullah'a meşru
kılınan ise bunun ötesinde bir durumdur.
Bildiğin gibi,
Raşûlullah'ın beden ve kalp sağlıklarını koruma ve zararlarını atma tıbbı
konusundaki tutumu, her türlü tutumun üstündedir. Anlayan için konuyu daha
fazla anlatmaya gerek yok. Başarı, Allah'tandın[798]
Cinsî birleşmeye
gelince, bu konudaki tutumu, sağlığı koruyan lezzet ve gönül hoşluğu sağlayan,
konulduğu amaç gerçekleşen en mükemmel tutumdur. Çünkü birleşme üç amaca
hizmet eder, bunlar onun temel gayeleridir:
1— Neslin korunması ve kıyamete kadar insan
türünün devamı,
2—
Saklanması ve depolanması bütün vücuda zarar veren suyun dışarıya çıkarılması,
3— İhtiyaç
ve arzunun giderilmesi, lezzeti tatma ve nimetten yararlanma. Yalnız bu,
cennetteki yararıdır. Çünkü orada neslin devamı ve inzalin boşalttığı depolama
yoktur.
Erdemli doktorlar,
cinsî birleşmenin, sağlığı koruma yollarından biri olduğu görüşündedirler.
Calinus şöyle diyor: "Meninin özüne hâkim olan, ateş ve havadır. Sıcak ve
rutubetli bir yapıdadır. Çünkü, aslî organların gıdalan-dığı saf kandan
oluşur." Meninin bu üstünlüğü ortaya çıktığına göre, onun ancak neslin
devamı ve depolananın dışarı çıkarılması gayesiyle atılması gerekir. Çünkü
vücutta depolanırsa, kötü hastalıklar ortaya çıkarır. Vesvese, delilik, sar'a
vb. bunlardandır. Meninin atılması, bu hastalıkların pek çoğunu iyileştirir.
Çünkü saklanması uzarsa, bozulur ve belirttiğiniz gibi kötü hastalıkları
gerektiren zehirli bir niteliğe dönüşür. Bu yüzden de tabiat onu, çoğaldığı
zaman cinsî birleşme olmaksızın rüyada boşaltır.
Seleften biri şöyle
diyor: "Kişinin üç şeyi âdet edinmesi gerekir: Yürümeyi bırakmamalı,
çünkü bir gün ihtiyaç duyarsa yürüyebilir. Yemeyi bırakmamalı, çünkü
bağırsakları daralabilir. Cinsî birleşmeyi bırakmamalı, çünkü suyu
boşaltılmazsa suyu çekilebilir." Muhammed b. Zekeriyya şöyle diyor:
"Uzun bir süre cinsî birleşme yapmayanın, sinir kuvvetleri zayıflar, delikleri
kapanır ve erkeklik organı büzülür. Derideki bir yara dolayısıyla birleşmeyi
bırakan bir grup gördüm. Bedenleri soğudu, hareketleri güçleşti, sebepsiz
olarak moralsizlik çöktü, iştah ve sindirimleri azaldı."
Gözü koruması, nefsi
alıkoyması, haramdan korunup iffetli olmayı sağlama, cinsî birleşmenin
yararlarmdandır. Aynı durum kadın için de sözko-nusudur. Böylece kişiye, dünya
ve ahiret konusunda yarar sağlar. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.) bunu âdet edinir
ve severdi. Şöyle buyuruyor: "Dünyanızdan bana, kadınlar ve güzel koku
sevdirildi. "[799]
îmam Ahmed'in
Kitabu'z-Zühd*'ünde bu hadisle ilgili olarak hoş bir fazlalık vardır. O da
şudur: "Yemeğe ve içmeğe sabrederim, onlara sabredemem."
Rasûlullah (s.a.),
ümmetini evlenmeye teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Evlenin, çünkü ben
diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim."[800]
îbn Abbas şöyle der:
"Bu ümmetin en hayırlısı, karısı en çok olandır."[801]
Rasûlullah şöyle
buyurur: "Ben kadınlarla evlenirim, hem uyurum, hem de gece namaza
kalkarım, hem oruç tutarım ve hem de tutmam. Benim sünnetimden yüz çeviren
benden değildir."[802]
Yine şöyle buyurur:
"Gençler! Evlenmeye gücü yeteniniz, evlensin. Çünkü bu gözü engeller,
namusu korur. Evlenmeye gücü yetmeyen, oruç tutsun. Çünkü oruç onun şehvetini
kırar."[803]
Câbir, dul bir kadınla
evlenince ona şöyle buyurdu: "Bakire birini bul-saydın ya! Sen onunla, o
seninle oynardı."[804]
İbn Mâce'nin
Sünen'indc Enes b. Mâlik'ten rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'a temiz ve temizlenmiş olarak kavuşmak isteyen, hür kadınlarla
evlensin."[805]
Yine İbn Mâce'nin
Sünen'indz İbn Abbas'tan merfûan şöyle dediği rivayet edilir: "Birbirini
sevenler için evlenmeleri dışında çözüm görmedik."[806]
Müslim'in Sahih'mdz
Abdullah b. Ömer'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dünya, bir metadır. Dünya metâınm en iyisi, sa-lih bir kadındır."[807]
Ümmetini bakire, güzel
ve dindar kadınlarla evlenmeye teşvik ederdi. Nesâî'nin Sözen'inde Ebu
Hureyre'den rivayete göre, Rasûlullah'a (s.a.): "Kadınların hangisi daha
hayırlıdır?" diye sorulunca, şöyle buyurmuştur: "Bakınca sevindiren,
emredince itaat eden, nefsi ve malı konusunda hoşlanmadığına muhalefet
etmeyen."[808]
Sahihayn'da. Ebu
Hureyre'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kadın
malı, nesebi, güzelliği ve dindarlığı dolayısıyla nikahlanır. Dindar olanı
seçmezsen, fakirliğe düşersin."[809]
Doğurgan kadınla
evlenmeye teşvik eder, doğurmayan kadından hoşlanmazdı. Nitekim, Ebu Davud'un
Sünen'inde Ma'kıl b. Yesâr'dan şu rivayet edilir: Bir adam Rasûlullah'a (s.a.)
şöyle dedi: "Soylu ve güzel bir kadın buldum, ama kısır. Onunla evleneyim
mi?" Rasûlullah: "Hayır, evlenme." dedi. Adam ikinci ve üçüncü
defa geldi, her defasında Rasûlullah ona evlenmemesini söyledi. Şöyle buyurdu:
"Sevilen ve doğurgan kadınla evlenin. Çünkü ben sizin çokluğunuzla
övüneceğim."[810]
Tİrmizî'de merfu'an şu
hadis vardır: "Dört şey peygamberlerin sünnetidir: Evlenme, misvak
kullanma, güzel koku sürme ve kına."[811]
Câmi'de "hınnâ" (kına) yerine, "hınnây" kelimesi yer ahr.[812]
Ebu'l-Haccâc el-Hâfiz'ın şöyle dediğini duydum: "Doğrusu hıtân
(sünnet)dır. Nûn düşmüştür." Ebu'l-Muhamilî de Ebu İsa et-Tirmizî'nin
şeyhinden bu şekilde rivayet etmiştir. [813]
Cinsî birleşmeden
önce, kadınla oynamak, onu öpmek ve dilini emmek gerekir. RasûluUah (s.a.),
karısıyla oynar ve oriu öperdi.
Ebu Davud, Süne/finde
Hz. Âişe'yi Öptüğünü ve dilini emdiğini rivayet eder.[814]
Câbir'den rivayete
göre, RasûluUah (s.a.), oynaşmadan birleşmeyi yasaklamıştır.
Bazan bütün eşleriyle
bir gusülle birleşirdi, bazan da her defasında gus-lederdi. Müslim, Sahih'ınde
Enes'ten Rasülullah'ın (s.a.) bütün eşlerini dolaştığını ve sonunda bir gusül
yaptığını rivayet eder.[815]
Ebu Davud, Sözen'inde
Rasülullah'ın (s.a.) mevlâsi Ebu RâfiMen şunu rivayet eder: Rasûlullah bir
gecede bütün eşlerini dolaşır ve her birinden sonra guslederdi. Bunun üzerine:
"Ey Allah'ın elçisi! Bir gusül yapsaydın ya!" dedim. Şöyle buyurdu:
"Böylesi daha anndmcı, temizleyici ve iyileştiri-cidir.[816]
Cinsî birleşme
yapanın, gusülden önce yeniden birleşme yapmak istemesi durumunda, iki
birleşme arasında abdest alması meşru kılınmıştır. Nitekim Müslim, Sahih'inde
Ebu Saîd el-Hurdî'den Rasûİuİlah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Sizden biri eşiyle birleşir, sonra yeniden birleşmek İsterse abdest
alsın."[817]
Birleşmeden sonraki
gusül ve abdestte, dinçlik, gönül hoşluğu, birleşmeyle dışarı atılanların
yerinin doldurulması, tam temizlik ve arınma, birleşmeyle yayılmasından sonra
bol sıcaklığın bedende toplanması, Allah*ın sevdiği temizlik ve sevmediği
pislikten arınma gibi birleşmeyi, sağlığı ve kuvvetleri korumayı en güzel
şekilde gerçekleştiren durumlar vardır.
En yararlı birleşme,
sindirimden sonra, bedenin sıcaklık ve soğukluk, kuruluk ve rutubet, boşluk ve
doluluk yönlerinden normal olduğu zamanda yapılandır. Bedenin dolu olması
durumundaki zarar, boş olmasındaki zarardan daha kolay ve azdır. Rutubetin
çokluğundaki zararı kuruluğundaki zararından, sıcaklığındaki soğukluğundaki
zararından daha azdır. Şehvet arttığı ve zorlama, düşünce veya sürekli bakış
sonunda ortaya çıkmayan tam sertleşme olduğu zaman birleşilmelidir. Birleşme
arzusunu zorlamamalı, nefsi buna teşvik etmemelidir. Meninin çokluğu kişiyi
hareketlendirdiği ve arzusu doruktayken hemen birleşilmelidir. Yaşlı ve küçük
gibi şehveti olmayanlarla, hastayla, çirkin görüntülüyle, hoşlamlmayanla
birleşmeden kaçınılmalıdır. Böyleleriyle birleşmek, kuvvetleri zayıflatır,
birleşmenin özelliğini zayıflatır. Doktorlardan: "Dulla birleşmek,
bakireyle birleşmekten daha yararlı ve sağlığı daha koruyucudur." diyen
yanılıyor. Bu, fâsid bir kıyastır. Bazı doktorlar da bundan sakındırıyor. Bu,
akıllı insanlann görüşüne ve tabiat ile şeriatın birleştiğine aykırıdır.
Bakireyle birleşmede
özellik, birleşenler arasında tam bir yapışma, kadının kalbinin erkeğin
sevgisiyle dolması, arzusunu onun dışında bir erkekle paylaşmama sözkonusudur,
bunlar dulda yoktur. Nitekim Rasûlullah (s.a.) Câbir'e: "Bakireyle
evlenseydin ya!" buyurmuştur. Yüce Allah, cennet ehlinin kadınları hûru'1-in'i,
verilenden başkasının dokunmadığı kadınlar olarak yaratmıştır. Hz. Âişe,
Rasûlullah'a (s.a.): "Ne dersin? Şayet biri yenilmiş, diğeri yenilmemiş
ağaca uğrasaydın, deveni hangisinde doyururdun?'* dediğinde, Rasûlullah:
"Yenilmemiş ağaçta." cevabını verdi.[818] Hz.
Âişe bununla, kendisinden başka bakire olmadığını kastediyor.
Sevilen kadınla
birleşmenin, çok meni boşaltmakla birlikte, bedeni zayıflatması azdır.
Hoşlanılmayan kadınla birleşme, az meni boşaltması yanında, bedeni gevşetir ve
kuvvetleri zayıflatır. Âdet gören kadınla birleşme, tabiata ve şerîata
aykırıdır. Çok zararlıdır. Bütün doktorlar bundan sakındırır.
Birleşme şekillerinin
en güzeli, oynaşma ve öpüşmeden sonra, yatmış vaziyette erkeğin kadının
üstünde olduğu şekildir. Nitekim Rasûlullah (s.a.): "Çocuk
yatağındır."[819]
buyuruyor. Bu şekil, erkeklerin kadınlara hâkimiyetinin tamamlanması
yollarındandır. Yüce Allah: "Erkekler kadınlara hâ-kimdirler."[820]
buyurur. Bir beyitte şöyle denir:
"İstediğimde beni
taşıyan yatak olur, îşim bittiğindeyse yaltaklanan bir hizmetkâr."
Yüce Allah şöyle
buyurur: "Onlar sizin, siz de onların örtüşüsünüz."[821] En
mükemmel ve güzel örtü, bu şekilde olandır. Çünkü erkeğin yatağı onun
örtüşüdür. Kadının yorganı da onun örtüşüdür. Bu üstün şekil, işte bu âyetten
alınmıştır. Böylelikle, karı-kocadan her birinin'diğerine örtü olduğu şeklindeki
benzetme güzelleşmiş olur. Burada başka bir yön daha vardır ki o da, kadının
bazan erkeğin üstüne eğilmesi ve ona örtü gibi olmasıdır.
Şair şöyle diyor:[822]
"Yataktaki erkek,
kadının boynunu örttüğünde, kadın örtünür, üstünde bir elbise bulunmuş
olur."
Birleşmenin en kötü
şekli, kadının üstte olması ve erkeğin sırtüstü yatarak birleşmesidir. Bu,
Allah'ın kadın ve erkeğe, hatta erkek ve dişi türlerine vermiş olduğu tabiî
şekle aykırıdır. Böylesinde birtakım kötülükler vardır. Meninin bütünüyle
çıkması zorlaşır. Organda bir miktar kalabilir, bu da bozulur ve çözülür,
zararlı olur. Ayrıca, erkeklik organına kadının organından salgılar akabilir.
Bunun yanısıra, rahim çocuk doğurmak için suyu kapsamaya ve orada toplanıp
birleşmeye imkân bulamaz. Bütün bunların yanında, kadın, tabiat ve şeriat
açısından pasif durumdadır. Aktif duruma geçerse, tabiat ve şeriatın gereğine
aykırı davranmış olur. Ehl-i kitab, kanlarıyla yan yatarak birleşirler ve bu
kadın için daha kolaydır, derlerdi.
Kureyş ve Ensâr,
kafaları üzerine yatardı. Yahudiler bu durumlarını yadırgadılar. Bunun
üzerine: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi
gelin."[823] âyeti indi.[824]
Sahihayn'da Câbir'den
rivayete göre Yahudiler "Erkek karısıyla arkasında durup önden
birleşince, çocuk şaşı olur." derlerdi. Bunun üzerine "Kadınlarınız
sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin." âyeti indi. Müslim'in
rivayetinde "İster yüzü üstüne kapanarak, isterse yüz üstü kapamayarak
birleşir. Ancak birleşme, zürriyet yeri olan, bir tek yerden olur. "|
İlavesi vardır[825]
Arkadan birleşme,
hiçbir peygamberin dilinde mubah kılınmamıştır. Seleften birine böyle bir
durumu nisbet eden yanılıyor. Ebu Davud'un Sünen'-inde Ebu Hureyre'den rivayete
göre, Rasûlullah (s.a.): "Karısına arkadan birleşen mel'undur."
buyurmuştur[826]
i Ahmed ve Ibn
Mâce'deki bir lafız ise: "Allah eşiyle arkadan bir
bakmaz."
şeklindedir.'[827]
Tirmizî ve Ahmed'in
bir lafzında: "Âdet görenle ve arkadan birleşen veya kâhine başvurup bunu
doğru kabul eden, Muhammed'e (s.a.) indirileni inkâr etmiş demektir."
şeklindedir[828]
Beyhakî'nin rivayeti
ise şöyledir: "Erkek veya kadınlarla arkadalj şenler küfre girmiş
olur."
VekTin Musannef inde,
Zem'a b. Salih—İbn Tâvûs—babası—Amr b. Dinar—Abdullah b. Yezid senediyle su
rivayet yer alır: Hz. Ömer, Rasûhıl-lah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu
söylemiştir: Allah gerçeği söylemekten haya etmez. Kadınlarla arkadan
birleşmeyin."[829]
Tirmizî'de Ali b.
Talk'tan, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu rivayj
lir: "Kadınlarla
arkadan birleşmeyin. Çünkü Allah gerçeği açıklamaktan haya etmez. "[830]
İbn Adî'nin
Kâmil'ınde, el-Muhamilî—Saîd b. Yahya el-Umevî— Muhammed b. Hamza—Zeyd b.
Refî—Ebu Ubeyde—merfûan Abdullah b. Mes'ûd senediyle şu hadis vardır:
"Kadınlarla arkadan birleşmeyin. "[831]
Hasan b. Ali
el-Cevherî, merfûan Ebu Zer'den şu hadisi rivayet etti: "Erkekler veya
kadınlarla arkadan birleşen, küfre sapmıştır."
îsmail b. Ayyaş,
Süheyl b. Ebî Salih—Muhammed b. el-Münkedir— merfûan Câbir'den şu hadisi
rivayet eder: "Allah'tan haya edin. Çünkü Allah, gerçeği açıklamaktan
haya etmez. Kadınlarla arkadan birleşmeyin." Dâ-rakutnî bu hadisi aynı
yolla, şu sözlerle rivayet eder: "Allah gerçeği açıklamaktan haya etmez.
Kadınlarla arkadan birleşmen helâl değildir."[832]
Bağavî şöyle diyor:
Hudbe, Hemmâm'dan şunu rivayet eder: Katâde'-ye, karısıyla arkadan birleşenin
durumu soruldu. Şöyle dedi: Amr b. Şuayb— babası—dedesi senediyle Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu, küçük lûtîliktir."
Ahmed'in MüsnecTinde
Abdurrahman—Hemmâm—Katâde—Amr b. Şuayb—babası—dedesi senediyle de aynı hadis
yer alır.[833]
Yine Müsnedyde îbn
Abbas'tan şu rivayet vardır: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır." âyeti,
Ensâr'dan bir grup hakkında indi. Rasûlullah'a (s.a.) gelip konuyu sorunca,
onlara şöyle buyurdu: "Her halükârda kadınla önden birleş."[834]
Yine Müsned'ds İbn
Abbas'tan şu rivayet vardır: Hz. Ömer, Rasûlul-lah'a gelip, "Ey Allah'ın
elçisi! Mahvoldum." dedi. Rasûluİlah: "'Seni mahveden nedir?"
diye sordu. Hz. Ömer: "Dün gece değirmenimi değiştirdim." dedi.
Rasûlullah ona hiçbir cevap vermedi. Bunun üzerine: "Kadınlarınız sizin
tarlanızdır. Tarlanıza istediğiniz gibi gelin." âyeti indi. Önden veya ark
da durarak birleş, ama âdet görürken ve arkadan birleşmekten sakın."[835]
Tirmizî'de İbn
Abbas'tan merfûan şu rivayet vardır: "Allah, bir erk veya kadınla arkadan
birleşen adama bakmaz."[836]
Ebu Ali el-Hasan b.
el-Huseyn b. Duma'nın merfûan Berâ b. Âzib'te şu rivayeti vardır: "Bu
ümmetin on kişisi Allah'ı inkâr etmiştir: 1) Katil, 2) Sihirci, 3) Deyyus, 4)
Kadınla arkadan birleşen, 5) Zekât vermeyen, 6) İmkânı olduğu halde hacca
gitmeden ölen, 7) İçki içen, 8) Fitne peşinde koşan, 9) Harb ehline (düşmana)
silah satan, 10) Nâmahremiyle evlenen."[837]
Abdullah b. Vehb şöyle
der: Abdulah b. Lehî'a ve Mişrah b. Ha'ân, Ukbe b. Âmir* den, Rasûlullah'in
(s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Kadınlarla arkadan birleşen
merûndur."[838]
Haris b. Ebî Üsâme'nin
MüsnecTinâs, Ebu Hureyre ve İbn Abbas'tan şu rivayet vardır: Vefatından önce
okuduğu son hutbede Rasûlullah (s.a.) şunları söyledi: "Bir kadınla,
erkekle veya çocukla arkadan birleşen, kıyamet günü kokusu leşten daha pis
olduğu halde haşrolunur, cehenneme girene kadar insanlar ondan acı duyar,
Allah onun ecrini iptal eder, hiç kimseden fidye ve şefaat kabul etmez,
ateşten bir tabuta sokulur, üstüne ateşten çiviler çakılır." Ebu Hureyre:
"Bu, tevbe etmeyen içindir." demiştir.
Ebu Nuaym el-Isbahânî,
Huzeyme b. Sabit'ten merfûan şunu rivayet eder: "Allah gerçeği söylemekten
haya etmez. Kadınlarla arkadan birleşmeyin."[839]
Şafiî der ki: Amcam
Muhammed b. AH b. Şafiî, bana Abdullah b. Ali b. es-Sâib—Amr b. Uhayha b.
el-Cellâh—Huzeyme b. Sabit senediyle şunu rivayet etti: Bir adam Rasûluüah'a
kadınlarla arkadan birleşmeyi sordu. "Helâldir" dedi. Adam dönünce,
hemen çağırdı ve: "Nasıl dedin? Önünden mi, arkasından mı? Evet,
arkasından mı, arkasına mı? Hayır, olamaz. Allah gerçeği açıklamaktan haya
etmez. Kadınlarla arkadan birleşmeyin." buyurdu[840]
Rebîder ki: Şafiî'ye,
"Ne dersin?" diye soruldu. Şu cevabı verdi: "Amcam sıkadır.
Abdullah b. Ali, sikadır. Ensârî'yi, yani Arnr b. el-Cellâh'ı iyi olarak
anmıştır. Huzeyme, sikahğından şüphe edilmeyen biridir. Bu konuda izin veremem,
bilâkis yasaklarım."
Ben derim ki: Selef ve
imamlardan, mubah olduğunu nakledenlerin yanlışlığı işte buradan doğmuştur.
Çünkü onlar, arkada durup önden birleşmeyi mubah görmüşlerdir. Arkada durur ama
birleşme yapmaz. îşiten, ismin "den" ile "de" hallerini
karıştırmış ve aralarında fark olmadığını sanmıştır. Selefin mubah kıldığı işte
budur. Onlara karşı yanlışlık yapanlar, çok çirkin ve kötü yanlışlık
yapmışlardır.
Yüce Allah:
"Onlarla Allah'ın emrettiği yerden birleşin." buyurmuştur. Mücâhid
şöyle der: îbn Abbas'a bu âyeti sorduğumda şu cevabı verdi: "Âdet
gördüğünde ayrılan yer, emredilen yerdir." Ali b. Ebî Talha ondan naklen
şöyle diyor: "Önden birleşin demektir. Bundan başkası sanmayasın."
Âyet, arkadan
birleşmenin haram olduğunu iki yönden göstermektedir:
1— Yüce
Allah, "ekin yeri" olan yerden birleşmeye izin vermiştir. Bu da, arka
değil, çocuğun doğduğu yerdir. "Ekin yeri", "Allah'ın size emrettiği
yerden" ve "tarlanıza dilediğiniz şekilde gelin" âyetinden
çıkarılır. Kadınla arkasında durup önden birleşmek de yine âyetten
çıkarılmıştır. Çünkü Allah "dilediğiniz şekilde", yani ister önde,
ister arkada durarak istediğiniz şekilde buyurmuştur. îbn Abbas'a göre,
"Tarlanıza gelin", önden birleşin demektir.
Yüce Allah, geçici
olarak çıkan sıkıntı dolayısıyla önden birleşmeyi haram kıldığına göre,
(neslin kesilmesine) maruz kalma kötülüğünün ve mutlak sıkıntı yeri olan
arkadan birleşme haydi haydi haramdır. Ayrıca (sıbyan-cılığa yol açar).
Kadının kocasında
onunla birleşme hakkı vardır. Kadınla arkadan birleşmek onun hakkını ortadan
kaldırır, arzusunu giderrriez, gayesini sağlamaz.
Arka, bunun için
hazırlanmamış ve yaratılmamıştır. Birleşme için hazır-lanan öndür. Önden
vazgeçip arkadan birleşenler, Allah'ın hikmet ve şeriâ-tinden uzaklaşmış
olurlar.
2— Bu, erkeğe de zararlıdır. Filozof ve diğer
gruplardan aklı başında tabipler bunu yasaklar. Çünkü kadının Ön kısmı,
birikmiş suyu çekmekte özel bir duruma sahiptir, erkek de bu şekilde huzur
bulur. Arkadan birleşme bütün suyu çekmeye yardım etmez. Tabiî duruma
aykırılığı dolayısıyla bütün biriken dışarı çıkmaz.
Tabiata aykırılığı
dolayısıyla çok yorucu hareketleri gerektirdiğinden, yi başka bir yönden daha
zararlıdır.
Orası pislik ve
temizlenme yeridir. Erkek bu şekilde kendisine zarar ver
Bu, kadına da
zararlıdır. Çünkü böylesi tabiate aykırı ve uzaktır, kad. böyle durumdan
hoşlanmaz.
Bu, yapana ve yapılana
üzüntü, gam ve nefret doğurur.
Bu, yüzü kızartır,
gönlü karartır, kalbin nurunu söndürür, azıcık fer seti olanın tanıyacağı bir
sima şeklinde yüze vahşi bir görünüm kazandırır.
Hiç şüphesiz bu, yapan
ve yapılan arasında nefret, hoşnutsuzluk ve ilişkinin kopması sonuçlarım
doğurur.
Allah'a samimi tevbe
dışında, yapan ve yapılanın durumunda sonradan ıslah olmayacak derecede bir
kötülük ortaya çıkarır.
Bu, her ikisinden de
iyilikleri alır, onları kötülüklerle doldurur. Aralarındaki sevgiyi alıp,
yerine nefret ve lânetleşmeyi getirmesi gibi.
Bu, nimetlerin yok
olup, belâların gelme sebeplerinin en önemlilerinden-dir. Çünkü, Allah'ın
yapana lanet, nefret ve yüzçevirmesini, yüzüne bakmamasını gerektirir. Bundan
sonra hangi iyiliği umar, hangi kötülükten emin olabilir? Allah'ın lanetlediği,
sevmediği, yüzçevirdiği ve bakmadığı bir kulun hayatı ne halde olur?
Bu, hayayı bütünüyle
ortadan kaldırır. Haya, kalplerin can damarıdır. Kalp bunu kaybedince, çirkini
beğenir, iyiyi kötü görür. Bunun sonunda, kötülüğü daha da katmerleşir.
Bu, Allah'ın yarattığı
tabiatın dışına çıkarır, insanı tabiatından uzaklaştırır. Bu tersyüz edilmiş
bir tabiattır. Tabiat tersyüz olunca kalp, eylem ve hidayet de tersyüz olur.
Bunun sonunda kötü iş ve durumları iyi görür. Elinde olmayarak durumu, eylemi
ve sözü bozulur.
Başkasının yapmadığı,
kabalık ve cür'eti ortaya çıkarır. Başkasının yapmadığı hafiflik, rüsvaylık ve
aşağılık doğurur.
İnsana, başkalarının
hoşnutsuzluk, nefret ve azarlamasını, onu küçük görmeleri gibi gözle görülen
durumları ortaya çıkarır. Dünya ve âhiret saadeti tutumunda ve getirdiğini
izlemekte, dünya ve âhiret helaki tutumuna ve getirdiğine aykırılıkta bulunan
kişiye Allah'ın salât ve selâmı olsun! [841]
Zararlı cinsî birleşme
iki tanedir: 1) Şer'an zararlı, 2) Tab'an zararlı.
Şer'an zararlı olan,
haramdır. Bunun da dereceleri vardır. Geçici haram olan, sürekli haram olandan
daha hafiftir, thramlıya, oruçluya, i'tikâf yapana, keffâret ödemezden önce
zihar yapana, âdet görme vb. dolayısıyla haram olan birleşmeler böyledir. Bu
yüzden bunlarda had cezası yoktur.
Sürekli haram oian iki
çeşittir:
a) Helâl
olmasına asla imkân bulunmayan. Nâmahremle birleşmek gibi. Bu, cinsî
birleşmeden de zararlıdır. Ahmed b. Hanbel ve başka bazı bilginlere göre bu
hadden idamı gerektirir. Bu konuda merfû bir hadis de vardır.[842]
b) Helâl
olması mümkün bulunan. Yabancı bir kadınla birleşmek gibi. Şayet bu kadın bir
başka biriyle evliyse., onunla birleşmekte iki hak vardır: Allah'ın hakkı ve
kocanın hakkı. Şayet kadın tehdid altında idiyse, üç hak vardır. Eğer kadının
bu fiilden haya duyacaklan ailesi ve yakınlan varsa dört hak sözkonusudur.
Şayet erkek nâmahremi ise, beş hak vardır. Bu çeşidin zararı, haramlıktaki
derecesine göredir.
Tab'an zararlı olan da
iki çeşittir:
a) Şekli dolayısıyla zararlı olan, ki bu az önce
geçti.
b) Sayısı
dolayısıyla zararlı olan. Çok birleşme yapmak gibi. Çünkü çok birleşme yapmak,
kuvveti azaltır, sinirlere zarar verir, titreme, felç ve adale buruşması ortaya
çıkarır, görme ve diğer kuvvetleri zayıflatır, sıcaklığı söndürür, boşaltım
organlarım genişletir ve sıkıntı veren fazlalıklara hazır duruma getirir.
Birleşmenin en yararlı
vakti, gıdanın midede sindirilmesinden sonrası ve sıcaklığı zayıflattığından aç
değil, şiddetli hastalıklara sebep olduğundan tok değil, banyodan sonra,
boşaltımdan sonra, gam, üzüntü, keder ve aşın sevinç gibi psikolojik bir
infialden sonra değil, normal durumda yapılanıdır.
En tercih edilen
vakti, yemeğin sindirilmesine rastladığı takdirde gecenin ilk üçte veya dörtte
birinden sonrasıdır. Sonra gusül yapar veya abdest alır, bundan hemen sonra da
uyur, böylece kuvvetleri geri gelir. Birleşmeden sonra hareket ve spordan
kaçınmalıdır, çünkü çok zararlıdır. [843]
Rasûlullah'ın (s.a.)
aşkı tedavi konusundaki tutumu şöyledir:
Bu, kalp
hastalıklarından biridir. Niteliği, sebepleri ve tedavisi konusunda diğer
hastalıklardan farklıdır.
Yerleşir ve
sağlamlaşırsa, doktorlara tedavisi güçleşir, hastalık da hastayı güçsüz
bırakır. Yüce Allah aşk hastalığını, Kitab'ında iki grup insanla ilgili olarak
zikreder. Kadınlar ve çocuklara âşık olan taşkınlar. Hz. Yusuf'la ilgili
olarak azizin karısı hikâyesini anlatır. Lût kavmiyle ilgili durumu anlatır:
"Şehir halkı sevinerek geldiler. Lût: 'Bunlar benim konuklanmdır, onlara
karşı beni rüsvay etmeyin. Allah'tan korkun, beni utandırmayın.' dedi. 'Biz
sana kimseyi misafir kabul etmeyi yasaklamamış mıydık?' dediler. Lût:
'Alacaksanız, işte benim kızlarım.' dedi. Ey Muhammedi Senin hayatına and olsun
ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı. Tanyeri ağarırken çığlık
onları yakalayıverdi."[844]
Rasûlullah'ı (s.a.)
gerçek bir şekilde tanımayanların şöyle bir iddiası var: Hz. Peygamber, Zeyneb
bt. Cahş'a âşık oldu. Onu görünce: "Kalbleri yöneten Allah'ı teşbih
ederim." dedi. Rasûlullah'ın kalbini çalmıştı. Zeyd b. Hârise'ye şöyle
demeye başladı: "Onu bırakma." Nihayet bu olay üzerine şu âyet indi:
"Ey Muhammed! Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdi-ğin
kimseye: 'Eşini bırakma, Allah'tan sakın' diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi
içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun, oysa Allah'tan çekinmen daha
uygundu. "[845]Bu
iddia sahiplen, bunun aşk konusunda olduğunu sanmış, bazıları aşk konusunda
kitaplar yazmış, peygamberlerin aşklarını zikretmiş ve bu olayı da bunlar
arasında saymışlardır. Bu anlayış, Kur'an'ı ve peygamberleri bilmemek, Allah'ın
sözünü ihtimali olmayan şekilde yorumlamak, Allah'ın akladığı Rasûlullah'a
(s.a.) bunu nisbet etmek demektir. Çünkü Zeyneb bt. Cahş, Zeyd b. Hârise'nin
nikâhı altındaydı. Rasûlullah (s.a.) Zeyd'i evlatlık edinmişti, insanlar da
Zeyd'i, "Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağırıyorlardı. Zeyneb, Zeyd'e
karşı kibirli ve gururlu davranıyordu. Onu boşaması konusunda Rasûlullah'a
danıştı. Rasûlullah (s.a.) ona şöyle dedi: "Eşini bırakma, Allah'tan
kork." Zeyd onu boşadiğı takdirde Zeyneb'le evleneceği düşüncesini içinde
sakladı. İnsanların, "Oğlunun karısıyla evlendi" demesinden endişe
duyuyordu. Çünkü Zeyd, oğlu diye çağrılıyordu. İçinde gizlediği işte budur.
İnsanlardan endişe duyduğu işte budur. Bu yüzden Yüce Allah, bu âyeti
zikretmiş, verdiği nimetleri saymış, bu konuda O'nu kınamamış, Allah'ın helâl
kıldığında insanlardan çekinmemesini, asıl Allah'tan sakınmasını, insanların
diline düşmek endişesiyle Allah'ın helâl kıldığında sıkıntı duymamasını
bildirmiş; sonra da bu konuda, kişinin sulbünden değil, evlatlıktan oğlunun
karısıyla evlenebileceği noktasında ümmetinin kendisine uyması için, Zeyd'in
arzusunu giderdikten sonra Zeyneb'le evleneceğini haber vermiştir. Bu sebeple,
evlenme yasağı (tahrîm) âyetinde Yüce Allah şöyle buyurur: "Sulbünüzden
olan oğullarınızın eşleri."[846]Bu
sûrede ise şöyle buyurur: "Muhammed, sizden birinin babası değildir."[847]
Sûrenin başında ise şöyle buyurur: "Allah, evlatlıklarınızı da Öz
oğullarınız gibi saymanızı meşru kırmamıştır. Bunlar sizin dilinize
doladığınız boş sözlerdir. "[848]
Rasûlullah'-ın (s.a.) bu şekildeki korunmasını ve iddiacıların bu tenkitlerinin
cevabını düşün; basan Allah'tandır.
Evet, Rasûlullah
(s.a.) karılarını severdi. En sevdiği de, Hz. Âişe idi. Allah sevgisi dışında,
ne Âişe'nin, ne de başkasının sevgisi, son noktaya varabildi. Bilâkis
Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu sahihtir: "Şayet dünya ehlinden birini dost
edinseydim, Ebu Bekr'i edinirdim."[849] Bir
rivayette: "Arkadaşınız, Rah-mân'ın dostudur." ifadesi vardır.[850]
Görüntü aşkına
(ışku's-suver, mâsivâ aşkı), Allah sevgisi olmayan veya Allah'tan yüz çevirip
yerine başkasını koyan kalpler müptelâ olur. Kalbe Allah sevgisi ve O'na
kavuşma dolarsa, bu görüntü aşkı hastalığını defeder. Bu yüzden Yüce Allah, Hz.
Yusuf hakkında şöyle buyuruyor: "İşte ondan kötülük ve fenalığı böyle
engelledik. Doğrusu o bizim çok samimi kullanmız-dandır."[851] Bu
âyet, samimiyetin (ihlâs), aşkı ve onun semere ve sonucu olan kötülük ve
fenalığı defetme sebebi olduğunu ortaya koyuyor. Sonucu engellemek, sebebini
engellemekle olur. Bu yüzden seleften biri şöyle diyor: "Aşk, boş bir
kalbin hareketidir.", yani sevdiği dışındakilere boş veren kalbin. Yüce
Allah, şöyle buyurur: "Musa'nın annesi gönlü bomboş sabahı etti (oğlundan
başkasını düşünemiyordu). Allah'ın va'dine iyice inanması için kalbini
pekiştirmeseydik, neredeyse saraya alınan çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa
vuracaktı. [852] Yani aşırı sevgi ve
bağlılığı yüzünden Musa dışında herşe-ye boşvermişti.
Aşk iki şeyden oluşur:
Sevdiğini beğenme ve vuslatı ümit etme. İkisinden biri olmayınca, aşk da
ortadan kalkar. Aşk illeti pek çok akıllı insanı âciz bırakmıştır. Bazıları da
bu konuda çeşitli sözler söylemiştir.
Deriz ki: Yüce
Allah'ın yaratma ve yönetmedeki hikmeti; benzerler arasında uyum ve yakınlık,
bir şeyin tabiî olarak uygununa ve benzerine meyletmesi, aykırıdan kaçınması
ve ondan tabiî olarak hoşnutsuzluk duyması şeklinde ortaya çıkmıştır. Ulvî ve
süflî âlemde uyum ve birleşimin sırrı, uygunluk, benzerlik ve beraberliktir.
Zıtlık ve ayrılığın sırrı ise, uygunluk ve benzerliğin olmayışıdır. Yaratma ve
yönetme işte buna dayanır. Benzer, benzerine meyleder ve yönelir. Zıt,
zıddından kaçar ve hoşlanmaz. Yüce Allah şöyle buyurur: "Sizi bir nefisten
yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah'tır. "[853]
Yüce Allah, erkeğin eşiyle gönlünün hoş olma sebebini, onun cinsinden ve
özünden oluşa bağlamıştır. Sözü edilen gönlün hoş olma sebebi, —ki bu aşktır—
kendinden oluşudur. Bunlar, her ne kadar gönlün hoş olma ve sevgi sebeplerinden
iseler de gerçek sebebin, görüntü güzelliği, niyet ve maksatta, yaratılış ve
davranışta uygunluk olmadığını ortaya koyar.
Sahih'tz,
Rasûlullah'tan (s.a.) sabit olduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Ruhlar
toplanmış cemaatlar gibidir. Birbirleriyle tanışanlar, sevişip anlaşırlar.
Tanışmayanlar anlaşamazlar.[854]'îmanı
Ahmed'in MüsnecP'mûe ve başkalarında, bu hadisin sebebi olarak şu yer alır:
Mekke'de bir kadın, insanları güldürürdü. Medine'ye geldi. Burada insanları
güldüren bir kadına konuk oldu. [855]Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Ruhlar, toplanmış cemaatlar gi-
Yüce Allah'ın şerîati,
bir şeyin, benzerinin hükmünü alması gerekir şek-linderir. Allah'ın şerîati,
benzeşen iki şeyi asla ayırmaz, iki zıddı da birleştir-mez. Bunun aksini
düşünen, ya şerîati az tanır, ya da benzerlik veyahut Allah'ın otorite
vermediği insanların görüşlerini şerîatine nisbet etmesi dolayısıyla böyle
düşünür. Allah'ın hikmet ve adaletiyle, yaratma ve şerîati ortaya çıkmıştır.
Yaratma ve şeriat de, adalet ve"dengeyle ayaktadır. Bu, benzerlere aynı
hükmü, zıtlara farklı hükmü vermektir.
Bu, dünyada olduğu
gibi, âhirette de böyledir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Zulmedenleri,
onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklannı derleyin. Onları
cehennem yoluna koyun."[856]
Hz. Ömer ve daha sonra
İmam Ahmed şöyle demiştir: "Bu âyette Hecen 'işbirliği edenleri' (ezvâc), benzerleri
demektir."
Yüce Allah şöyle
buyurur: "Canlar bedenlerle birleştirildiği (zuvvicet) zaman."[857]
Yani her iş sahibi benzerine yakınlaştığı zaman, Allah için sevenler cennette,
şeytana itaat için sevenler cehennemde birleştirilir. Kişi, sev-diğiyle
beraberdir. Hâkim'in Müstedrek'inde ve daha başka kaynaklarda Rasûlullah'tan
(s.a.) şu hadis rivayet edilir: "Kişi, ancak sevdikleriyle
birleş-tirilir."[858]
Sevginin birçok çeşidi
vardır: En üstünü ve yücesi, Allah uğruna ve Allah için sevmektir. Bu,
Allah'ın sevdiğini sevmeyi, Allah ve Peygamber sevgisini gerektirir.
Tarikat, din, mezhep,
fırka, akraba, meslek veya herhangi bir istekte birleşmeden doğan sevgi de
vardır.
Sevdiğini; bulunduğu
makam, malı, ö"ğretimi ve yönlendirmesi, bir arzusunu gidermesi gibi bir
gayeye ulaşmak için de seven vardır. Bu, sebebi ortadan kalkınca, kendisi de
ortadan kalkan geçici sevgidir. Çünkü seni bir gaye dolayısıyla seven, bu
yerine gelince senden uzaklaşır.
Seven ile sevilen
arasındaki benzerlik ve uygunluk dolayısıyla ortaya çıkan sevgi, sürekli
sevgidir; ancak geçici bir sebeple ortadan kalkar. Aşk işte bu türden bir
sevgidir. Çünkü o, ruhî bir beğenme, nefsânî bir uyuşmadır. Aşktan doğan
vesvese, zayıflık, aklın takılması ve telef olma gibi durumlar hiçbir sevgi
türünden doğmaz.
Burada şöyle bir
itiraz yapılabilir: Madem ki aşkın sebebi, belirttiğiniz ruhî beraberlik ve
uygunluktur, öyleyse neden daima iki taraftan doğmuyor,
çoğu kez yalnızca seven tarafında
sözkonusudur. Şayet sebebi ruhî birleşme ve uygunluk olsaydı, sevgi aralarında
ortaklaşa olurdu.
Buna şöyle cevap
verilebilir: Bir şartın bulunmaması veya bir engel bulunması dolayısıyla
sebep, bazan sonucu doğurmayabilir. Sevginin diğer tarafta doğmaması, şu üç
sebepten biri dolayısıyladır:
1) Sevgiden
doğan sebep: Bu sürekli değil, geçici bir sevgidir. Geçici sevgide ortaklık
gerekmez, hatta bazan sevilen taraf nefret eder.
2) Huyu, yaratılışı, tutumu, eylemi, görünüşü
vb. dolayısıyla sevenin, sevilen tarafından da sevilmesini engelleyen bir
durumun bulunması.
3)
Sevilende, sevmesine engel olan bir durumun ortaya çıkması. Bu engel
olmasaydı, tıpkı seven gibi sevilen de severdi. Engeller ortadan kalkarsa sevgi
sürekli olur. Bu, mutlaka iki taraftan olur. Şayet kâfirlerde kibir, haset,
liderlik ve düşmanlık engeli olmasaydı, peygamberleri kendilerinden, ailelerinden
ve mallarından daha çok severlerdi. Emrindekilerin kalblerinden bu engel
kalkınca, peygamberi kendileri, aileleri ve mallarından daha çok severlerdi. [859]
Kısacası, madem ki aşk
bir hastalıktır, öyleyse tedavi de edilebilir. Onun çeşitli tedavi şekilleri vardır.
Şayet âşık sevdiğine şer'an ve fiilen kavuşursa, ilacı işte budur. Nitekim,
Sahihayn'da İbn Mes'ûd'dan şu hadis rivayet edilir: "Gençler! Evlenmeye
gücü yeteniniz evlensin, evlenmeye gücü yetmeyen oruç tutsun. Çünkü o
koruyucudur.[860] Bu hadis, sevene iki yol
gösterir: Aslî ilaç ve ikâme ilaç. Birinciyi, bu hastalığın tedavisine yarayan
ilaç olarak emretmiştir. İmkân bulunduğu sürece, başka ilaç aranmaz.
İbn Mâce, Sünen'inde
İbn Abbâs'tan Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder.
"Birbirini sevenlere, evlenmeleri dışında çözüm göremiyoruz."[861] Bu,
ihtiyaç durumunda hür veya köle kadınlarla evlenmenin helâl kılınmasından sonra
işaret ettiği mânadır: "İnsan zayıf yaratılmış olduğundan, Allah sizden
yükü hafifletmek ister."[862]
İnsandan bu durumda yükün hafifletileceğinin zikredilmesi ve insanın zayıf
olduğunun bildirilmesi;
bu şehveti taşımada
zayıf olduğunu, beğendiği kadınlardan iki, üç ve dört tanesiyle evlenmeye, eli
altmdakilerden dilediğiyle evlenmeye, sonra da bu şehveti gidermek ve zayıf yaratılışh
insanın yükünü hafifletmek için ve ona rahmet olarak köle kadınlarla evlenmeye
izin vermek suretiyle yükünü hafiflettiğini göstermektedir.
Âşığın sevdiğine
kavuşması, güç yönünden ve şer'an mümkün değilse veya her iki yönden de
imkansızsa, bu katmerli bir hastalıktır. Bunun ilaçlarından biri, gönlüne
ümitsizliği yerleştirebilmesidir. Çünkü nefis bir şeyden ümidini kesince,
rahatına kavuşur ve bu konuya iltifat etmez. Şayet aşk hastalığı ümit kesmek
suretiyle ortadan kalkmazsa, tabiat şiddetli bir şekilde değişir, başka bir
ilaca ihtiyaç duyulur. Bu da, ümitsiz bir şeye kalbi bağlamanın bir çeşit
delilik olduğunu, böyle birinin güneşe âşık olana benzediğini, ruhunun ona
yükselmeye ve yörüngesinde onunla birlikte dönmeye bağlandığını bilmek suJ retiyle
aklının tedavi edilmesidir. Böylesi, bütün akıllılara göre deliler z
resindendir.
Vuslat, güç yönünden
değil de, şer'an mümkün değilse; bunun ilacı güç yönünden imkânsız gibi kabul
edilmesidir. Çünkü Allah'ın izin vermediğin^ de, kulun tedavisi ve kurtuluşu
bundan kaçınmaya bağlıdır. Kendisine bu nun imkânsız ve gerçekleşmez olduğunu
hissettirmesi gerekir. Şayet nefs-emmâresi buna cevap vermezse, onu iki durum
dolayısıyla bırakması gerekir: 1) Korku, 2) Daha sevgili, yararlı, iyi, lezzet
ve sevinç yönünden daha sürekli sevgiliyi kaybetme. Çünkü akıllı kişi çabuk
kaybolan sevgili ile daha büyük, sürekli, yararlı tatlı veya bunların aksi
sevgilinin kaybolmasını karşı-laştırırsa, farklılığı kavrar. Tehlikesiz ebedî
lezzeti, üzüntüye dönüşen, gen-çekte uyuyanın rüyaları veya geçici hayal olan
bir anlık lezzete satmaz. Yokj-sa lezzet gider, zahmet kalır; şehvet giderilir,
mutsuzluk kalır.
İkincisi, bu sevgiliyi
kaybetmekten daha ağır bir kötülüğün doğuşudur. Hatta onun için iki durum bir
araya gelir. Yani, bu sevgiliden daha sevgili olanın kaybedilmesi ile bu
sevgiliyi kaybetmekten daha kötü olanın doğuşu. Bu sevgiden nefsin payını
vermekte bu iki durumun bulunduğunu yakınen bilirse, onu terketmesi kolaylaşır
ve kaybetmeye sabretmesinin, ikisine sabretmekten çok daha kolay olduğunu
anlar. Aklı, dini, mürüvveti ve insanlığı bu iki zararı kaldırmak için hızla
lezzet, sevinç ve ferahlığa dönüşen az bir zarara katlanmasını emreder.
Bilgisizliği, hevesi, zulmü, akılsızlığı ve hafifliği ise çekiciliği
dolayısıyla önündeki bu sevgiliyi tercih etmesini emreder. Allah'ın koruduğu
kişi masum olur.
Şayet nefsi bu ilacı
kabul etmez ve bu tedaviden hoşlanmazsa bu şehvetinin sağladığı peşin
kötülüklere ve engellediği iyiliklere bakılmalıdır. Çünkü
bu, dünya kötülüklerini en çok sağlayan
ve yararlarını en çok engelleyen şeydir. Bu, kul ile işininin esası ve
çıkarlarının kıvamı olan olgunluğunun arasına girer.
Nefsi bu ilacı kabul
etmezse, sevgilisinin kötülüklerini ve ondan nefret etmeyi gerektiren durumları
hatırlamalıdır. Çünkü onu ister ve düşünürse, sevmesini gerektiren iyiliklerini
kat kat büyütür. Etrafına, onunla ilgili bilmediği durumları sormalıdır.
Çünkü, nasıl ki iyilikler sevgi ve isteği gerektiriyorsa, kötülükler de
hoşnutsuzluk ve nefreti gerektirir. İkisi arasında bir karşılaştırma yapmalı,
daha uygun ve yakınını sevmelidir. Görüntünün aldattığı kişilerden olmasın,
gözü görüntüyü aşıp kötü fiili görsün. İyi görüntüden kötü durum ve kalbe
geçsin.
Şayet bütün bu ilaçlar
ona fayda vermezse, darda kalanın duasını kabul edene (Allah'a) samimiyetle
sığınmasından başka çaresi yoktur. Kendisini, yardım dileyerek, yakararak,
aczini belirterek ve teslim olarak O'nun huzuruna atsın. Bunda başarı ihsan
edilirse, başarı kapısını çalmış olur. Dilini tutsun, sırrını saklasın.
Sevgilisini anarak gazel söylemesin, insanlar arasında onu mahcup etmesin ve
sıkıntıya sokmasın. Çünkü zalim ve haddi aşmış biri olur.
Süveyd b. Saîd—Ali b.
Misher—Ebu Yahya el-Kattât—Mücâhid—İbn Abbas senediyle rivayet edilen mevzu
(uydurma) hadis onu aldatmasın. Aynı zamanda bu, Ebu Misher—Hişâm b.
Urve—Urve—Âişe senediyle de rivayet edilir. Zübeyr b. Bekkâr ise, Abdülmelik b.
Abdilaziz b. el-Mâcişûn— Abdülaziz b. Ebî Hâzim—İbn Ebî Necîh—Mücâhid—İbn Abbas
senediyle rivayet eder. Buna göre Rasûlullah şöyle buyurmuş: "Kim âşık
olur, bunu kimseye söylemeden vefat ederse, şehittir." Bir rivayette ise
şöyledir: "Kim âşık olur, kimseye söylemez ve sabrederse, Allah onu
affeder ve cennete sokar."[863]
Çünkü bu hadisin
Rasûlullah'a ait olduğu sahih değildir, O'nun sözü olması mümkün değildir.
Çünkü şehitlik Allah katında yüksek bir derecedir,
sıddîklerin derecesine
yakındır. Şehitlik için amel ve durumlar vardır. Bur)lar onun gerçekleşme
şartıdır. Bu şartlar iki çeşittir: Genel ve özel.
Özel olan, Allah
yolunda şehitliktir.
Genel olan ise,
Sahih'ts zikredilen beş tanesidir ki, aşk bunlar arasında yoktur.[864]
Sevgide şirk, kalbi Allah'tan başkasına vermek, kalbi ve ruhu başkasına
bağışlamak demek olan aşk, başkasını sevme nasıl şehitliğe ulaştıran bir şey
olabilir? Bu imkânsızdır. Çünkü görüntü aşkının kalbi bozması, her türlü
bozmanın üstündedir, hatta ruhu sarhoş eden, Allah'ı anmaktan ve sevmekten,
O'na yakararak lezzet almaktan ve O'na yakın olmaktan alıkoyan, kalbin
başkasına tapınmasını gerektiren bir ruh şarabıdır. Çünkü âşığın kalbi,
sevdiğine tapınır, hatta aşk tapınmanın Özüdür. Zira kulluk, boyun eğmenin en
yücesi, sevgi ve yüceltmedir. Kalbin Allah'tan başkasına tapınması, seçkin
muvahhidlerin ve evliyanın derecesine nasıl ulaştırabilir? Bu hadisin isnadı
güneş gibi olsaydı bile, galat ve vehim olurdu. Çünkü Rasûlullah'-tan (s.a.)
rivayet edilen hiçbir sahih hadisde aşk sözü geçmemiştir.
Sonra aşkın helâl
olanı var, haram olanı var. Böyle olunca Rasûlullah'-ın (s.a.), aşkını gizleyen
ve saklayan her âşığın şehid olduğuna hükmettiği nasıl düşünülebilir? Başka
birinin karısına âşık olanın, iffetsizlere âşık olanın aşkıyla şehitler
derecesine ulaştığını nasıl söyleyebilirsin? Bu, RasûluUah'ın (s.a.) dininden
zarureten bilinene aykırıdır. Ayrıca, aşk, Yüce Allah'ın şer'an ve fiilen ilaç
verdiği hastalıklardan biridir. Aşkın tedavisinin, şayet haram bir aşksa vacip
ve ayrıca müstehap olanı vardır.
RasûluUah'ın (s.a.),
ashabının şehid olacağını belirttiği hastalık ve âfetleri incelediğinde;
bunların taun, karın ağrısı, zâtülcenb, boğularak, yanarak ve hamile olarak
ölmek gibi tedavisi olmayan hastalıklar olduğunu görürsün. Çünkü bunlar, kulun
bir rolü olmayan ve ilacı da bulunmayan Allah'ın verdiği âfetlerdir. Sebepleri
haram değildir. Ayrıca bunlar dolayısıyla, aşkın ortaya çıkardığı kalbin
bozulması ve Allah'tan başkasına tapınması gibi sonuçlar doğmaz. Bu hadisin
Rasûlullah'a (s.a.) nisbetinin iptali konusunda bu açıklama yetmezse, bunu ve
illetlerini bilen hadis âlimlerine uymalıdır. Çünkü, hiçbir hadis imamının bu
hadisi, sahih, hatta hasen gördüğü bilinmez. Bunun da ötesinde Süveyd'i münker
görmüşler, hakkında önemli şeyler söylemişler, onunla savaşı helâl
görmüşlerdir. Ebu Ahmed b. Adî, Kâmil'de: "Bu hadis, Süveyd'in münker
görülen hadislerinden biridir." diyor. Beyhakî de: "Onun münker
hadislerindendir." demektedir. İbn Tâhir, ez-Zehîrâ'da ve ondan naklen
Hâkim, Târihu Nisâbûf da şöyle diyor: "Bu hadise şaşıyorum. Çünkü
Süveyd'den başkası onu rivayet etmez, o sikadır." Ebu'l-Ferec îbnu'l-Cevzî
bunu Mevduat adh kitabında zikreder. Ebu Bekr el-Ezrak, önceleri bunu
Süveyd'den merfûan rivayet ederdi. Bu yüzden kınanınca, Hz. Peygamber'i
bırakıp, İbn Abbas'tan rivayet etti.
Bu hadisi, Hişâm b.
Urve—babası—Âişe senediyle rivayet etmek, kaldırılamaz musibetlerdendir.
Hadisle ve Metleriyle en küçük bir ilgisi olan, bunu asla kaldıramaz.
el-Mâcişûn—İbn Ebî Hâzim—İbn Ebî Necîh—Mücâhid— merfûan İbn Abbas senediyle
rivayeti de ihtimal dahilinde değildir. İbn Ab-bas'a mevkuf oluşunun sıhhati şüphelidir.
Bilginler bu hadisin râvisi Süveyd b. Saîd'le ilgili olarak önemli suçlamalarda
bulunmuşlardır. Yahya b. Maîn onu münker görmüş ve: "Reddedilir,
yalancıdır. Şayet atım ve okum olsaydı, onunla savaşırdım." demiştir.
İmam Ahmed: "Hadisi terkedilir.", Ne-sâî: "Sika değildir.",
Buharî: "Gözü kör olmuştu, hadisi olmayanı telkin ederdi.", İbn
Hibbân: "Sikalardan karmaşıkları getirirdi, rivayetinden sakınmak
gerekir." demektedir. Bu konuda güzel sözü, Ebu Hatim er-Râzî söylemiştir:
"O tedlisi çok olan bir doğru sözlüdür." Dârakutnî de güzel
söylemiştir: "O sikadır. Ne var ki ihtiyarlayınca, münkerliği bulunan
hadisler okunduğunda onlara icazet verirdi." Durumu bu iken, Müslim'in
ondan hadis rivayet etmesi kınanmıştır. Ancak Müslim, uygunluk gösteren başka
bir hadis bulununca onun hadisini rivayet etmiş, yalnızca onunkini almamıştır.
Bu hadisin aksine, münker ve şâz olmamış hadislerini almıştır. [865]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) güzel kokuyla sağlığı koruma konusundaki tutumu şöyledir:
Güzel koku; ruhun
gıdası, ruh kuvvetlerinin taşıyıcısı olduğuna ve kuvvetler de güzel kokuyla
arttığına göre, dimağa» kalbe ve diğer iç organlara yarar sağlar, kalbi
ferahlatır, nefsi sevindirir, ruhu genişletir. Güzel koku, ruh için en uygun
şeydir. Güzel koku ile güzel ruh arasında yakın bir ilişki vardır. O,
güzellerin en güzeli Rasûlullah'ın (s.a.) dünyadaki sevdiklerinden biridir.
Buharî'nin Sahih'inde
Rasûlullah'ın (s.a.) güzel kokuyu reddetmediği be-lirtilir.[866]
Müslim'in Sahihinde de
şu hadis vardır: "Kendisine reyhan otu sunulan, onu reddetmesin. Çünkü o,
hem taşınması hafif ve hem de güzel kokulu bir ottur.[867]
Ebu Davud ve Nesâî'de
Ebu Hureyre'den Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Kendisine güzel koku sunulan onu reddetmesin. Çünkü o taşınması hafif,
kokusu güzeldir. "[868]
Bezzâr'ın Müsned'inde
Rasûlullah'm (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Allah güzeldir,
güzeli sever, temizdir, temizi sever; cömerttir, cömerti sever; (avlularınızı
ve) alanlarınızı temiz tutun. Yahudilere benzemeyin; onlar çöplerini evleıine
toplarlar."[869]
İbn Ebî Şeybe'nin
zikrettiğine göre, Rasûlullah'ın (s.a.) süründüğü bir koku çeşidi vardı.
Rasûlullah'm şöyle
buyurduğu sahih olarak rivayet edilir: "Her müslü-manın yedi günde bir
yıkanması ve varsa güzel koku sürünmesi Allah'ın bir hakkıdır."'[870]
Güzel kokunun,
meleklerin sevdiği, şeytanların nefret ettiği bir Özelliği vardır. Şeytanların
en sevdiği şey, bozuk ve kötü kokudur. Güzel ruhlar, güzel kokuyu sever. Kötü
ruhlar, kötü kokuyu sever. Her ruh kendisine uygun düşeni sever. Kötü kadınlar,
kötü erkekler; kötü erkekler, kötü kadınlar; iyi kadınlar, iyi erkekler; iyi
erkekler iyi kadınlar içindir. Bu her ne kadar kadın ve erkeklerle ilgiliyse
de, söz ve fiilleri, yiyecek ve içecekleri, giyecek ve güzel kokuları da
lafzının veya mânasının umumî oluşuyla kapsamaktadır. [871]
Hz. Peygamberdin
(s.a.) göz sağlığının korunmasındaki tutumu ürme) şöyledir:
Ebu Davud, Sünen'inds
Abdurrahman b. en-Nu'mân b. Ma'bed b. Hevze el-Ensârî—babası—dedesi senediyle
Rasûlullah'm (s.a.), uyurken misk sürülmüş sürme taşı sürülmesini emrettiğini
ve: "Oruçlu bundan kaçınsın." buyurduğunu rivayet eder.[872] Ebu
Ubeyd der ki: "Muravvah", miskle karışık demektir.
İbn Mâce'nin
Sünen'inde ve başkalarında İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayeti vardır:
"Rasûlullah'ın (s.a.) her göze üç kez sürdüğü sürmeliği vardı."[873]
Tirmizî'de İbn
Abbas'tan şu rivayet vardır: "Rasûlullah, sürme çekince sağdan başlar, üç
kere sürer, sağ tarafında bitirirdi. Sola iki kez sürerdi."[874]
Ebu Davud,
Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Sürme çeken, tek rakamda
biraksm."[875] Tek
rakam, her iki göze birden mi aittir, böylece birinde üç, ötekinde iki olur,
sağdan başlamak tercihli ve üstündür, yoksa her iki göze de ayrı ayrı mıdır,
böylece üç biri, üç öteki olur?. Bu konuda Ahmed ve diğerlerinin mezhebinde iki
görüş vardır.
Sürmede, göz
sağlığının korunması, gören kısmın güçlendirilmesi ve ci-lalanması,
süslemesinin yanısıra kötü maddenin inceltilmesi ve dışarı çıkarılması
sözkonusudur. Uyku sırasında sürmeyi kuşatması, ardından zararlı hareketten
korunması ve tabiatın ona hizmeti dolayısıyla üstünlüğü vardır. Misk sürülmüş
sürme taşının özelliği vardır.
İbn Mâce'de,
Salim—babası senediyle merfûan şu hadis yer alır: "Misk sürülmüş sürme
taşı kullanın. Çünkü o gözü cilalar, saçı bitirir."[876]
Ebu Nuaym'ın kitabında
şu vardır: "Çünkü o saçı bitirir, kiri giderir, gözü temizler."[877]
İbn Mâce'nin
Sünen'inde îbn Abbas'tan merfûan şu hadis vardır: "En iyi sürmeniz, misk
sürülmüş sürme taşıdır. Gözü cilalar, saçı bitirir.[878]
[1] îbn Hişâm, 2/437,500; îbn Sa'd, 2/149, 157; Taberî,
3/125; İbn Seyyiddinnâs, 2/187; İbn Kesîr, 3/610, 651;
Şerhu'l-Mevâhibi'il'Ledüniyye. 3/5, 28.
[2] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/17.
[3] Büyük dedesi Nasr b. Muâviye'ye nisbetle bu adı
almıştır. Tâif gazasından sonra müslü-man olmuş, Kâdisİye muharebesinde
bulunmuş ve Şam'ı fethedenler arasında yer almıştır.
[4] Müşrikler, cahiliyyeden çıkıp İslâm'a girdikleri için
müsiümanian Sâbiî diye adlandırıyorlardı,
[5] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/17-19.
[6] Hadis sahihtir. Hâkim, 3/48; Beyhakî, 6/89. îbn İshâk,
Âsim b. Ömer b. Katâde-Abdurrahman b Câbİr-babası Câbir b. Abdillah yoluyla
rivayet etmiştir. Bu sened sahihtir. Ebu Davud (3562) aynı hadisi başka bir
yoldan rivayet etmiştir. Ahmed, Müsned, 3/401, 6/465; Hâkim, 2/47; Beyhakî,
6/89. Hadisin şahitleri hasendir.
[7] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/19-20.
[8] İbn Hişâm, 2/442, 445. Senedi sahihtir.
[9] İbn Hişâm, 2/443, 444.
[10] el-lsâbe, 3940.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/20-22.
[11] İbn Hişâm, 2/444, 445: İbn İshak'dan. Senedi sahihtir.
Şiir Buharî'de (64/56) ve Müslim'de (1776) mevcuttur.
[12] Müslim, 1775.
[13] Müslim, 1777.
[14] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/22-23.
[15] İbn Hişâm, es-Sîre 2/454, 455; Buharı, 56/69; Müslim,
2498.
[16] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/23.
[17] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/23-24.
[18] İsnadı sahihtir. İbn Hişâm, es-Sîre 2/498, 499;
Müsned, 3/76; İbn İshak'dan. Buharî, 95/9; Müslim, 1016; Ahmed, Müsned, 4/42.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/24-25.
[19] İbn Hişâm, 2/458, İbn İshâk'tan: Yezîd b. Ubeyd
es-Sa'dî bana rivayet etmiştir. Fakatk' munkati'dır. Üsdü'l-Gâbe, 7049;el
isabe, 4/335.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/25-26.
[20] tbn Hişâm, 2/489. İbn tshak, Amr b. Şuayb —babası—
dedesi yoluyla rivayet etmiştir. Bu sened sahihtir. Buharı, 64/56; Ahmed,
Müsned, 4/326.
[21] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/26-27.
[22] Tevbe, 9/26.
[23] Kasas, 28/5-6.
[24] Ebu Davud, 3023.
[25] Enial, 8/70.
[26] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/29-31.
[27] Ahmed, Müsned, 7025; Ebu Davud, 3357; Hâkim, 2/56, 57.
Senedinde cehalet ve ıztırab vardır. Fakat Dârakutnî (s.318), İbn Vehb-İbn
Cüreyc-Amr b. Şuayb-babası-dedesi yoluyla rivayet etmiştir. Beyhakî, (5/287,
288) Dârakutnî'nin rivayet ettiği yoldan rivayet etmiş ve sahih olduğunu
söylemiştir. İbn Hacer de Fethu't-Bari'ât (4/347) buna işatet etmiştir.
[28] Sünen sahiplerinden hiçbiri İbn Ömer hadisini rivayet
etmemiştir. Ancak Tirmizî: "Bu babda İbn Ömer'den de bir rivayet
vardır" demektedir. Bu hadisi Tahâvî, Şerhu Maâni'l-Âsâr'dz (2/229)
rivayet etmektedir. Şahidterdeki senedi hasendir. Hasan'ın Semüre yoluyla
rivayet ettiği hadîsi Ebu Davud (3356), Nesâî (7/292), İbn Mâce (2270)
nakletmişler-dır. Bu babda îbn Abbas'tan gelen bir rivayeti Abdürrezzak
(14133), Dârakutnî (2/319) ve Tahâvî, (2/229) rivayet etmişlerdir. İbn Hibbân
(1113) bunun sahih olduğunu söylemiştir.
[29] Tirmizî, 1238; İbn Mâce, 2271; Tirmizî der ki: Haccâc
b. Ertât ve Ebu'z-Zübeyr'in tedlîsi-ne rağmen şahitler yoluyla telâfi olunan bu
hadis, hasen-sahih bir hadistir.
[30] Müzâbene: Ağaç üzerindeki henüz olgunlaşmamış hurma
veya bağdaki üzümü bir önceki sene toplanmış hurma veya kuru üzüm karşılığı ve
tahmin üzere satmak demektir. Hanbe-lîler'e ve Zâhirîler'e göre Araya yalnızca
ağaç üzerindeki hurma karşılığında bir önceki seneye ait hurmanın satışı
demektir.
[31] Buhari ve Müslim ittifakla rivayet etmişlerdir.
[32] Buharı, 53/5; Müslim, 1718.
[33] Ahi.,jd, Müsned, 3/415, 4/141; Ebu Davud, 3403; îbnMâce,
2466; Rafı' b. Hadîc hadisinden. Senedinde Şüreyk vardır, hıfzı zayıftır.
[34] Müslim, 1712.
[35] Buharı, 48/8; Ebu Davud, 3514. Câbir b. Abdiliah
hadisinden.
[36] Buharı, 34/95; Müslim, 1714.
[37] Buhari, 41/15.
[38] Buharı, 57/18; Müslim, 1751.
[39] En'âm, 6/19.
[40] En'âm, 6/130.
[41] Nisa, 4/166.
[42] ÂI-İ İmrân, 3/81.
[43] ÂI-İ İmrân, 3/18.
[44] Ceâle: Elde edilmesi tahmin olunan bir maslahat
mukabili ödenen ücrettir. Hayvanı kaybolan bir adamın onu bulana belli bir
ücret ödemesi gibi.
[45] Ebu Davud, 2718; Dârimî, 2/299. Senedi sahihtir. Ebu
Davud: "Bu hadis hasendir." demiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/31-45.
[46] Debbâbe: Ağaçtan yapılıp üzeri deri ile kaplanan bir
çeşit harp aletidir. Askerler bu âletin içerisine girer, düşman oklarından
korunmuş olarak surlara doğru yaklaşırlardı.
[47] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/49.
[48] İbn ba'd, Tabakât, 2/158.
[49] İbn Sa'd, 2/159. Râvileri güvenilirdir. Fakat hadis
mürseldir. Sahih-i Müslim'de (1059-136) Enes b. Mâlik'ten gelen rivayette şöyle
denilmektedir; "Sonra Taife gittik ve kırk gün kuşattık."
[50] İbn Sa'd Tabakât, 2/159. Bu hadisin çoğunu Buharı
(64/56) ve Müslim rivayet etmişlerdir. Müslim'in rivayeti iki yerdedir
(1778,1344). İbn Ömer hadisi şöyledir: Rasûluliah (s.a.) gazadan, seriyyeden,
hacdan veya umreden döndüğü zaman şöyle derdi: "Dönüyoruz, tevbe ediyoruz,
Rabbırriıza hamdediyoruz. Allah vaadinde sadık oldu, kuluna yardım etti, tek
başına orduları hezimete uğrattı.", "Allah'ım! Sakîflileri hidayete
ulaştır." sözünü Ah-med b. Hanbel rivayet etmiştir (3/343). Tirmizî de
(3937) Câbir b. Abdillah'dan aynı sözü rivayet eder. Râvileri
güvenilirdir. îbn Ebî
Şeybe'deki İbn Zübeyr'in mürsel rivayetinde şöyle denilmektedir: Rasûlullah
(s.a.) Tâif'i kuşatınca ashab-ı kiram dediler ki: Sakîfiiler'in ok-iarı bizi
yaktı, şunlara beddua ediniz. O da: "Allah'ım! Sakîfliîeri hidayete
ulaştır." diye dua etti.
[51] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/50-51.
[52] Urve b. Mes'ûd'un kavmi içindeki durumu, Yâsîn
sûresinde kıssası anlatılan Habîbu'n-Neccâr'ın durumuna benzemektedir. Tafsilat
için Yâsîn sûresinin tefsirine bakınız
[53] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/51-52.
[54] Bu şahıs, "Beni kavmime imam olarak gönder."
dediğinde, Hz. Peygamber'in: "Sen onların imamısın. En zayıflarına göre
hareket et ve hizmeti karşılığında ücret almayacak bir müezzin tut."
dediği şahıstır. Ebu Davud,
531; Nesâî, 2/23;
Ahmed, Müsned, A/İYİ. İsnadı sahihtir.
[55] Bk. İbn Hişâm, 2/537-543; Taberî, 3/140; İbn
Seyyidinnâs, 2/228; İbn Kesîr, 3/562, 666.
[56] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/52-54.
[57] Ahmed, Müsned, 4/123-125; Ebu Davud, 2368, 2369.
Senedi sahihtir.
[58] Müslim, 1955.
[59] E ıes'in rivayetinde de böyledir. Müslim'deki rivayeti
daha önce geçmişti. Bk. Tâif gazası, dipnot: 3.
[60] Bu hadiste geçen el-Haccac, İbn Ertât'tir. Tedlis
yapan bir râvidİr. Mu'anan olarak rivayette bulunmuştur. Diğer râvileri
güvenilirdir.
[61] Ahmed, /Wüsnerf,4/168, 310. Râvileri güvenilirdir.
[62] Haşr, 59/9.
[63] Bu görüş, hanbelî-selefî âlimlerden biri olan İbn
Kayyim'in şahsî görüşüdür
[64] Âhmed, Müsned, 1416; Ebu Davud, 2032. Senedinde
Muhammed b. Abdillah însân et-Tâifî bulunduğu için zayıftır.
[65] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/55-60.
[66] Muharrem ayının hicrî senenin ilk ayı olduğu
hatırlanmalıdır.
[67] İbn Sa'd, 2/160.
[68] Buharı (3/136) ve Müslim (1832) Ebu Humeyd es-Sâidî'den
şöyle rivayet eder: "Rasülullah (s.a.) Ezd kabilesinden İbnü'l-Lutbiyye
denilen bir adamı zekât toplamak için görevlendirdi. Görevden gelince dedi ki:
"Bu sizin , bunlar da bana hediye edilenlerdir." Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.) kalktı, minbere çıktı. Allah'a hamd ve senadan sonra dedi ki:
"Benim gönderdiğim memura ne oluyor ki, 'Bu sizin, bu da bana hediye
edilendir', diyor. Babasının ya da annesinin evinde otursaydı da baksaydı
hediye ediliyor mu edilmiyor mu? Muhammed'in hayatı yed-i kudretinde olana
yemin olsun ki, sizden biriniz o verilenlerden bir şey alırsa, kıyamet gününde
onu boynuna taşıyarak böğüren bir deve veya inek ya da meleyen bir koyun gibi
getirecektir."
Sonra
ellerini koltuk altlan gözükecek kadar kaldırdı ve İki kere; "Tebliğ
ettim ya Rabbî!" dedi.
[69] İbn Hişâm, 2/600.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/60-61.
[70] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/65.
[71] Hucurât, 49/4-5.
[72] İbn Hişâm, es-STre, 2/652-657.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/65-70.
[73] İbn Sa'd, Tabaka!, 2/162.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/70.
[74] İbn Sa'd, 2/162-163.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/71.
[75] Buharı, 64/59, 93/4; Müslim, 1840; Ahmed b. Hanbel,
1/82,124.
[76] Nisa, 4/59.
[77] Ahmed b. Hanbel, 3124; Buharı, 65/12; Müslim, 1834.
[78] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/71-72.
[79] İbn Sa'd, 2/164.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/72-73.
[80] İbn Hişâm, 2/578, 581; Ahmed MüsnedA/m. Tirmizî
(2596), Simâk b. Harb—Abbâd b. Hubeyş—Adiy b.Hâtim yoluyla rivayet etmiştir.
İbn Hibbân, Abbâd b. Hubeyş'in sika bir râvi olduğunu söylemiştir. Diğer
râvileri güvenilirdir. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'în
de (4/257) Hişâm b. Hassan—tbn Şîrîn—Ebu
Ubeyde b. Huzeyfe yoluyla bir adamın şöyle söylediği rivayet edilmektedir: Adiy
b. Hâtim'e dedim ki: "Senin hakkında bir haber duydum, ama bizzat senden
dinlemek İstiyorum." O da şöyle anlattı: Evet, Rasûlullah'ın yola
çıktığını duyunca çok nefret duydum ve ben de yola çıkıp Rum taraflarına -bir
rivayette: Kayser'e kadar- gittim. Ama vardığım yere karşı duyduğum nefret,
Rasûluîlah'm (s.a.) çıkış haberine duyduğum nefretten daha şiddetli idi. Sonra
kendi kendime dedim ki: Bu adama gitsem, şayet yalancı biriyse bana zararı
dokunmaz, şayet davasında sadık ise anlamış olurum. Yanına geldim. Ben gelince
oradakiler: "Adiy b. Hatim! Adiy b. Hatim!" dediler. Rasûlullah'ın
(s.a.) yanma girdim. Bana üç defa: "Adiy b. Hatim müslüman ol!" dedi.
Dedim ki: "Ben bir din üzereyim." Dedi kî: "Ben, senin dinini
senden iyi biliyorum." Ben: "Sen benim dinimi benden iyi mi
biliyorsun?" dedim. "Evet." dedi. Sonra şöyle devam etti:
"Sen Rükûsiye fırkasından ve kavmine gelen ganimetlerin dörtte birini alan
biri değİJ misin?" "Evet." dedim. Dedi ki: "Senin dinine
göre bu, sana helâl değildir. Seni bu dine girmekten alıkoyan sebebi de
biliyorum. Diyorsun ki, zayıf ve güçsüz insanlar O'na tâbi oluyor, Araplar
onları yurtlarından çıkardılar. Sen böyle düşünüyorsun. Hîre'yi bilir
misin?" Dedim ki: "Görmedim ama duydum." "Nefsim kudret
elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, Allah bu dini tamamlayacak; öyle ki,
Hîre'den bir kadın çıkıp tek başına hacca gidecek. Allah, Kİsrâ'nm
hazinelerinin fethini nasip edecek." dedi. "Kisrâ b. Hürmüz'ün
mü?" dedim.
"Evet
Kisrâ b. Hümiüz. Mal, o kadar bol olacak ki -zekât olarak verildiğinde- onu
kabul edecek kimse bulunmayacak." dedi. Adiy diyor ki: "İşte bu kadın
Hîre'den çıkıyor ve tek başına hacca gidiyor. Kisrâ b. Hürmüz'ün hazinelerini
fethedenler arasında ben de vardım. Nefsim kudret elinde bulunan (Allah)a yemin
olsun ki, Rasûlullah'ın üçüncü olarak söylediği şey de mutlaka tahakkuk
edecektir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) söyledi." Sonra İmam Ahmed Müsned'mde
(4/379) Yûnus b. Ahmed—Hammad b. Zeyd— Eyyûb—Muhammed b. Şîrîn—Ebu Ubeyde b.
Huzeyfe— bir adam yoluyla şöyle bir rivayette bulunmuştur: (Hammad ve Hişam:
Muhammed ve Ebu Ubeyde yoluyla demişler, bir adamı zikretmemişlerdir) Adiy b.
Hatim, yanımda olduğu halde Onun hadisini kendisine değil, başkalarına
sorardım. Sonra geldim, ona sordum. "Evet." dedi ve yukarıdaki hadisi
zikretti. Buharî'de (61/25) şöyle bir rivayet bulunmaktadır: Adiy b. Hatim
demiştir ki: Ben Rasûlullah'ın (s.a.) yayındayken bir adam geldi ve fakirlikten
şikâyet etti. Bir başka adam gelip yollardaki emniyetsizlikten şikâyet etti.
Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Adiy! Hîre'yi gördün mü?" buyurdu..
"Görrredim, ama haberim var." dedim. Bunun üzerine dedi ki: "Allah
sana ömür verirse, bir kadının Hîre'den çıktığını. Allah'tan başka kimseden
korkmadan Kabe'yi tavaf ettiğini göreceksin." Kendi kendime: "Tayy
kabilesinin, memleketi fesada veren serserileri nerde?* dedim. Sonra
Rasûlullah (s.a.) dedi ki: "Allah sana ömür verirse, Kisrâ'nın
hazinelerini fethedeceksin." "Kisrâ b. Hürmüz'ün mü?" dedim.
"Kisrâ b. Hürmüz." dedi. Rasûlullah (s.a.)
devamla şöyle buyurdu:
"Allah sana ömür verirse, avucu altın veya gümüş dolu olarak çıkan ve o
altım veya gümüşü kabul edecek birini arayan bir adam göreceksin, kimse ondan
bir şey kabul etmeyecektir. Her biriniz Allah'a kavuştuğu zaman Allah, arada
tercüman olmaksızın konuşacak ve diyecek ki: 'Sana peygamber göndermedim mi,
tebliğde bulunmadı mı?' O kimse: 'Evet, ya Rabbî.' cevabını verecek. Diyecek
ki: 'Sana mal vermedim mi, ihsanda bulunmadım mı?' Yine: 'Evet ya Rabbi.'
cevabını verecek. Sonra sağına bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek;
soluna bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek." Adiy dedi ki: Hz.
Peygamber'in (s.a.) şöyle dediğini duydum: "Yarım hurma tanesiyle de olsa
ateşten korunun; yarım hurmayı da bulamayan güzel bir sözle ateşten
korunsun." Adiy dedi ki: Hîre'den kalkıp, Allah'tan başka hiçbir şeyden
kormadan Kabe'yi tavaf eden kadını gördüm. Kisrâ b. Hürmüz'ün hazinelerini
fethedenlerin arasındaydım. Allah sizlere ömür verirse. Peygamber
Ebu'l-Kâsım'ın (s.a.): "Adam eli dolu olarak çıkacak..."sözünün
tahakkuk ettiğini göreceksiniz.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/73-74.
[81] İbn Hişâm, 2/501, 515.
[82] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/77-83.
[83] Bk. İbn Hişâm, 2/5İ5, 537; îbn Sa'd, 2/165, 167;
Taberî, 3/142; İbn Seyyidinhâs, 2/215; İbn Kesîr, 4/3, 68; Şerhu't-Mevâhib
3/62, 89.
[84] Tevbe, 9/49.
[85] Tevbe, 9/81
[86] Ahmed, Müsned, 5/63; Tirmizî, 3702. Abdurrahman b.
Semüre'den (r.a.) naklen: Osman b. Affan, Hz. Peygamber (s.a.)Ceyşü'l-Usre'nin
hazırlığı ile meşgulken, elbisesinde bin dinar getirdi, Hz. Peygamber'in
(s.a.) kucağına döktü. Rasûlullah (s.a.) dinarları eli ile alırken şöyle
diyordu: "Bugünden sonra Osman'a yaptığı hiçbir şey zarar vermez."
Senedi ha-sendir. Yine Tirmizî (3701), Abdurrahman b. Habbâb'tan (r.a.) şu
hadisi nakleder: Rasû-lullah'in (s.a.) Ceyşü'l-Usre'nin hazırlanması İçin
müslümanları teşvik ettiğini gördüm. Osman b. Affan kalktı ve: "Benden
silahı ve takımıyla iki yüz deve ya Rasûlullah!" dedi. Rasûlullah
teşvikine devam etti. Hz. Osman tekrar kalktı ve: "Benden silahı ve
takımıyla yüz deve yâ Rasûlallah!" dedi. Rasûlullah (s.a.) tekrar teşvik
etmeye devam etti. Hz. Osman tekrar kalktı ve: "Benden silahı ve
takımıyla üç yüz deve ya Rasûlallah!" dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle
diyerek minberden indiğini gördüm: "Bundan sonra ne yapsa Osman'a zarar
vermez. Bundan sonra-ne yapsa Osman'a zarar vermez." Senedinde Fer-kad Ebu
Talha vardır ve meçhuldür, diğer râvileri güvenilirdir. Hafız İbn Hacer,
el-îsâbe'de (2/455) demiştir ki: Sahih birçok yoldan Hz. Osman için, birçok
yerde böyle söylendiği rivayeti gelmiştir. Bu yerlerden biri: Ceyşü'l-Usre'nin
hazırlanması, ikincisi: Şeceretü'r-Rıdvân altında Rasûlullah'a (s.a.) bîat
etmesi ve Rasûlullah'ın onu Mekke'ye göndermesi, üçüncüsü: Rüme kuyusunu satın
alması ve diğerleri.
[87] îbn Sa'd, 2/165.
[88] Buharı, 64/78; Müslim, 1649.
[89] Hadis sahihtir ve müsned-muttasıldir. Hafız İbn
Hacer'in, et-İsâbe'de (2/493) dediği gibi Mecma' b. Harise, Amr b. Avf, Ebu Abbâs
b. Cebr, Ulbe b. Zeyd ve Kuteybe hadislerinde mevsûl-müsned olarak
gelmiştir.
[90] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/85-87.
[91] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/87-88.
[92] Curf: Medine'ye üç mil mesafede bir yer.
[93] Buharî, 64/78; Müslim, 2404 (31). Sa'd b. Ebî
Vakkâs'ın rivayet ettiği hadiste, Rasûlul-* lah'ın (s.a.) Tebük'e gitmek üzere
çıktığı, yerine Hz. Ali'yi bıraktığı nakledilmektedir. Bu- " nun üzerine
Hz. Ali: "Beni çocukların ve kadınların yanına mı bırakıyorsun?" diye
sorduğunda Rasülullah (s.a.): "Benim yanımda Musa'ya göre Harun gibi
olmak istemez misin, ancak benden sonra Peygamber yoktur." buyurmuştur.
[94] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/88.
[95] İbn Hişâm, 2/520, 521. tbn îshak'tan senedsiz rivayet
etmiştir. Buharî (64/79) ve Müslim'de (2769) Kâ'b b.
Mâlik'ten rivayet
edilen uzun bir hadiste: "O bu haldeyken, beyaz elbise giymiş ve seraptan
tam seçilemeyen birini gördü. Rasûluflah (s.a.): "Ebu Hayseme
olmalı." dedi. Bir de bakıldı ki o, Ebu Hayseme el-Ensarî! Münafıklar
kendisim ayıpladıkları zaman bir sa' hurma tasadduk etmişti.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/88-89.
[96] İbn Hişâm, 2/520.
[97] îbn îshak der ki: Müslümanlar susuz kaldılar ve bu
durumdan Allah RaMüslim, 1785. (II).
[98] tbn Hişâm, 2/522; Ahmed, Müsned, 5224, 5343, 5404,
5441, 5645, 5705, 5735. İbn Ömer hadisidir.
[99] Buharî, 65/3; Müslim, 2980.
[100] Buharî, 60/17.
[101] Müslim, 2981.
[102] Ahmed Müsned, 4/231. Ebu Kebşe el-Enbarî hadisinden
rivayet etmektedir. Senedinde Abdurrahman b. Abdullah el-Mes'ûdî vardır. Bu
şahıs ihtilat ile ta'n edilmiştir.
[103] Heysemî, {Mecmau'z-Zevâid, 6/194-195) İbn Abbas
hadisinden rivayet etmiş ve demiştir ki: Bezzâr ve Taberânî el-Evsatta. bu
hadisi nakletmiştir. Râvileri güvenilirdir. İbn Ke-sîr (4/16), İbn Vehb—îbn
Abbas yoluyla rivayet eder ve senedinin iyi olduğunu söyler.
[104] İbn Hişâm (2/523),
tbn İshak—Âsim b. Ömer b.
Katâde—Mahmud b. Lebîd—
Abdüleşheloğulfanndan bir grup yoluyla rivayet etmiş ve râvileri güvenilirdir,
demiştir.
[105] Vesk: Bîr ölçü birimidir ve 60 sâ* (bir sâ\ yaklaşık 3
kg.dır) karşılığı olarak kullanılır.
[106] Buharı, 24/54; Müslim, 1392.
[107] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/89-91.
[108] Îbn Kesîr (4/14), Yûnus b. Kesîr—Muhammed b.
tshâk—Büreyde b. Süfyân—Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî—tbn Mes'ûd yoluyla rivayet
etmiştir. Büreyde b. Süfyân el-Eslemî hadiste kuvvetli değildir. Bununla
beraber tbn Kesîr, bu hadisin hasen olduğunu söylemektedir. Hâkim (3/50, 51)
hadise sahih demiştir. Zehebî de ona katılır, fakat mürsel olduğunu İlâve
eder.
[109] tbn Hişâm, 2/524. Senedinde Büreyde b. Süfyân
bulunduğu için zayıf kabul edilmiştir.
[110] İbn Hibbân, Sahih, 2260. Senedi hasendir. Bk.
Mecmau'z-Zevâid, 9/331, 332.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/91-93.
[111] Tevbe, 9/65.
[112] Müslim 1784, Muvatta, 1/143. Rasûlullah (s.a.) öğle
ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı cem' etti.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/93-94.
[113] İbn Hişâm, 2/525-526.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/94-95.
[114] İbn Hişâm, 2/526; İbn Kesîr, 4/30-31.
[115] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/95-96.
[116] îbn Hişâm, 2/526-528. İbn îshak'dan. Râvileri
güvenilirdir, ancak Muhammed b. İbrahim, İbn Mes'ûd'dan hadis dinlememiştir.
Hafız îbn Hacer, el-İsâbe'de (2/330) Bağavî'-ye nisbet etmiş, senedini İnkİta'
ile jiletlendirmiş ve demiştir ki: İbn Mende bu hadisin benzerini Saîd b.
es-Salt—A'meş—Ebî Vâil—İbn Mes'ûd ve Kesîr b. Abdillah b. Amr b>Avf
el-Müzenî—babası—dedesi yoluyla rivayet etmiştir. İbn Hişâm dedi ki:
"Zülbicâdeyn" diye adlandırılmasının sebebi, İslâm'a girmek istiyor,
kavmi de onu menediyordu. Sonunda onu, Bicâd denilen kalın bir elbiseyle
terkettiler. O da onlardan kaçıp Hz. Peygamber'e (s.a.) sığındı ve Rasûlullah'a
(s.a.) yaklaştığında bicâdmi iki parçaya ayırıp bir parçasını izar olarak
kullandı, diğer parçasına da büründü ve öylece Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Bu
yüzden "Zülbicâdeyn" denildi.
[117] Buharı 64/81: Enes'ten; Müslim, 1911: Câbir b.
Abdillah'tan rivayet etmişlerdir.
[118] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/96-97.
[119] Beyhakî, bu hadisi Yakub b. Muhammed ez-Zührî—
Abdülaziz b. îmrân—Mus'ab b. Abdillah—Manzür b. Seyyar—babası—Ukbe b. Âmir
el-Cühenî yoluyla rivayet etmiştir ki, bu isnad çok zayıftır. Yakub b. Muhammed
ez-Zührî vehm'i çok olan ve zayıflardan rivayette bulunan biridir. Abdülaziz b.
îmrân, metruktür ve kitapları yakılmıştır. Ezberinden naklettiği için çok
fazla yanlışlık yapmıştır. Manzûr b. Seyyar bilinmeyen biridir. Babası da
öyledir. İbn Kesir (4/25), bu hadis için "Garib" demiş, isnadının
zayıf olduğunu söylemiştir.
[120] Ebu Davud, 707; Muâviye, tbn Salih'tir. Sadûktur,
fakat vehimleri vardır. Saîd b. Gazvân meçhul bir râvidir.
[121] Ebu Davud, 705; Ahmed b. Hanbel, 4/64, 5/376, 377.
Saîd b. Abdilaziz, hayatının sonlarına doğru karıştırmaya başlamıştır. Yezîd
b. Nimre'nin kölesi meçhuldür.
[122] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/97-99.
[123] Ebu Davud, 1220; Tirmizî, 553. Bu konunun tafsilatı
için bk. Fethu'l-Barî, 2/480-481.
[124] Ebu Davud, 1208. Hişâm b. Sa'd hakkında İhtilaf
olunmuştur. Zübeyr'in arkadaşlarından Mâlik, Sevrî, Kurra b. Halid gibiler,
Hişâm b. Sa'd'a muhalefet etmişler ve-rivayetlerinde cem'-i takdimi
zikretmemişlerdir.
[125] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/99-100.
[126] Ahmed (Müsned,5/453), Velid b. Cümey' ve Ebu't-Tufeyl
yoluyla gelen Yezid hadisinin bir benzerini rivayet etmiştir. Râvileri sikadır.
Müslim (2779-11), bu kıssanın sahih olduğunu gösteren bir başka rivayeti,
Züheyr b. Harb, Ebu Bekir el-Kûfî, Veiid b. Cümey' yoluyla nakletmiş ve şöyle
demiştir: Huzeyfe İle Akabeliler'den (buradaki Akabe'den maksat Tebük
seferindeki mahaldir) bir adam arasında her İki insan arasında olabilecek bir
durum vardı. O adam dedi ki: "Allah aşkına söyle, Akabeliler kaç
kişiydiler?" Bunun üzerine oradakiler Huzeyfe'ye: "Madem sordu,
söyle!" dediler. Huzeyfe de: "Bize on dört kişi oldukları haber
verildi. Şayet sen de onlardan isen on beş kişi olurlar. Allah'a şehadet ederim
ki, onlardan on ikisi hem dünya hayatında hem de şahitler dikildiği gün Allah'a
ve Rasûlü'ne düşmandırlar. Üçünü mazur görmüştür." Cemaat: "Biz
Rasûlullah'ın (s.a.) tellâlını işitmedik, bu kavmin ne yapmak istediğini de
bilmedik, taşlık bir yerde idi, yürüdü ve: "Gerçekten su azdır, benden
önce kimse varmasın." buyurdu. Ama kendinden önce oraya varmış bir kavim
buldu ve onlara lanet etti." dediler.
[127] Tevbe, 9/74.
[128] Buharî, 62/20; Müsned, 6/449, 451. Ebu'd-Derdâ,
Alkame'ye dedi ki: "Aranızda başkasının bilmediği sırrı bilen yok
mu?" Bu sözüyle Huzeyfe'yi kasdediyordu.
[129] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/100-103.
[130] Tevbe, 9/107.
[131] İbn Hişâm, 2/529-530.
[132] Abdullah b. Salih, Leys'in kâtibidir ve zayıf bir
râvidir. Ali b. Ebî Talha, İbn Abbas'a yetişmemiştir. İbn Cerîr et-Taberî
(11/33), bu âyetin tefsirinde der ki: Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Onların
yapmış bulundukları binaları, kalplerinde bir şüphe ve nifak düğümü olarak
kalacaktır." Onlar o binayı yapmakla iyi bir şey yaptıklarını
zannediyorlardı. "Meğer ki kalpleri ölmek suretiyle parçalanmış
olsun." Allah, Dırâr Mescidi'ni yapan münafıkların hallerini, dindeki
şüphelerini, mescidi niçin ve ne maksatla yaptıklarını ve ahiretteki
durumlarını bilmektedir. Onların ve bütün mahlukatının işlerim düzenlemekte
hikmet sahibidir.
[133] Tevbe 9/108-110.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/103-104.
[134] Buharı, 29/3; Müslim, 1392.
[135] Nesr: Nuh'un (a.s.) kavminin taptığı putlardan
biridir. İbn Cerîr et-Taberî'nİn zikrettiğine göre Nesr, Vedd, Yaûk ve Yaûs;
Seva' b. Şîs b. Âdem'in evlatlarıdır. Bu zat öldüğü zaman, duası kabui edilen
bir kimse olduğu için resmi yapılmış, daha sonra evlatları Ölünce, salih
kimseler olmaları sebebiyle onların da resimleri yapılmış ve
onlan takip eden
sonraki nesiller bu resmi yapılanların, rızıklandıran, fayda ve zarar veren
kimseler olduklarına iti— kad ederek onlara tapmaya başlamışlardır.
[136] Hindif; koşar adımlarla yürümek demektir. Sonra Ilyas
b. Mudar'ın karısına ait özel bir isim olmuştur. Adı Leylâ el-Kudâİyye'dir. Üç
oğlu; Amr, Amir ve Ömer'in arkasından onları aramak için koşar adımlarla
gitmiş, sonra onun bu yürüyüşü her asil ve şerefli kişi ve alay için darb-ı
mesel olmuştur. Çünkü bu yeryüzünün sahibi olan o kadın soylu bir kadındı.
[137] Müstedrek, 3/327. Hafız İbn Kesîr (4/51), Beyhakî'nin
Delâilü'n-Nübüvve'de naklettiğini kaydeder.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/105-106.
[138] Tevbe, 9/117.
[139] Tevbe, 9/119.
[140] Tevbe, 9/95.
[141] Tevbe, 9/96.
[142] Tevbe, 9/118.
[143] Buharî, 64/81; Müslim, 2769. Âlimler bu hadisten
birçok hüküm elde etmişlerdir: l)Yemin teklif edilmeden yemin etmenin caiz
olması. 2) Zaruret olduğu zaman amacın gizlenmesi. 3) Hayır İşleyemeden
kaçırdığı fırsatlara esef etmek. 4) Esef ettiği fırsatın tekrar eline geçmesini
temenni etmek. 5) Gıybeti reddetmek. 6)
Bİd'atçılarla alâkayı
kesmek. 7) Yoldan gelen kimsenin önce mescide girmesi ve namaz kılması. 8) Dış
görünüşe göre hükmetmek. 9) Özürlerin, mazeretlerin kabul edilmesi. 10)
Doğruluğun fazileti. İ1) Allah ve Rasûlü'ne itaat etmeyi yakın bir dostun
sevgisine tercih etmek. 12) Yeni bir nimete nail olan kimseyi müjdelemenin
müstehap olması. 13) Yeminin niyetle tahsis olması. 14) İnsanın, yanına gelen birisiyle
musafaha etmesi ve onun için ayağa kalkması. 15) Şükür secdesi yapmanın
müstehap olması.
[144] Tevbe, 9/102.
[145] Tevbe, 9/102.
[146] Tevbe, 9/103.
[147] Tevbe, 9/117.
[148] Tevbe, 9/118.
[149] Abdullah b. Salih zayıf bir râvi olduğu için bu
hadisin isnadı zayıf kabul edilmiştir, ah b. Ebî Talha'nınİbn Abbas'tan
rivayeti mürseklir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/106-111.
[150] Buharî, 56/38; Müslim, 1895; Nesâî, 6/46; Tirmizî,
1628! Zeyd b. Hâlid el-Cühenî hadisinden.
[151] Buharî, .64/80; Müslim, 2404.
[152] Müellifin bu tesbitlerinin kendi dönemi İçin geçerli
olduğu hatırlanmalıdır.
[153] Ahmed, Müsned, 5/248. Ebu Ümâme hadisinden. Senedi
sahihtir.
[154] Buhara 18/1.
[155] Ahmedl Müsned, 3/295; Musannef, 4335; Beyhakî,
Sünen, 2/152. Râvileri sikadır.
[156] Abdürrezzâk, Musannef, 4350. Râvileri sikadır.
[157] Abdürrezzâk, Musannefmde (4339) Abdullah b. Amr-Nâfı'
yoluyla yaptığı rivayette İbn Ömer'in Azerbeycan'da altı ay namazı kısaltarak
kıldığını ve şöyle dediğini rivayet eder: "İkâmete niyet ettinse
tamamla..." Beyhakî (3/152) de, Ubeydullah b. Ömer—Nâfı'—İbn Ömer yoluyla
yaptığı bir rivayette şöyle demiştir: "Bir gazada kış bastırınca kar
yüzünden altı ay Azerbaycan'da kaldık." îbn Ömer der ki: "Hepimiz iki
rekât kılıyorduk." Bu hadisin isnadı sahihtir. Hafız İbn Hacer,
Telhîs'mde (2/47), sahih olduğunu söylemiştir. Ahmed b. Hanbel (5552), Siimâme
b. ŞürahîFin şöyle dediğim rivayet eder: İbn Ömer'in yanına gittim ve:
"Yolcu namazı kaç rekâttır?" diye, sordum. "İki rekât, iki
rekât; yalnızca akşam namazı üç rekâttır." dedi. Bunun üzerine dedim ki:
"Zilmecâz'da bulunursak ne dersin?" "Zilmecâz nedir?" dedi.
Ben de: "Toplandığımız, alış-veriş yaptığımız, on beş veya yirmi gün
kaldığımız bir yer." dedim. O da dedi ki: "Be adam! Azerbeycan'da
idim, -Râvi diyor ki: Dört ay mı dedi, iki ay mı bilemiyorum- orada herkesin
ikişer rekât kıldığını gördüm. Rasûlullah'ı (s.a.) iki rekât iki rekât
kthyorken gördüm. Sonra şu âyet nazil oldur "Rasûlullah'da (s.a.) size
güzel örnekler vardır." ... âyetin tamamını okudu." Bu hadisin isnadı
kuvvetlidir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (2/158) zikretmiş ve demiştir ki:
"Ahmed b. Hanbel rivayet etti, râvileri sikadır."
[158] Abdürrezzâk, Musannef de (4354), Yahya b. Ebî
Kesir—Cafer b. Abdullah yoluyla yaptığı rivayette Enes b. Mâlik'in Şam'da iki
ay Abdülmelik b. Mervan'la beraber kaldığını ve namazlarını İki rekât
kıldığını rivayet eder. İbn Ebî Şeybe (517) de Abdülalâ—Yûnus ve Hasan Basrî
yoluyla yaptığı rivayette Enes b. Mâlik'in Sâbur'da -İran'da Bendecan şehrine
bağlı bir köy- bir veya iki sene kaldığını, iki rekât kılıp selâm verdikten
sonra tekrar iki rekât kıldığım zikreder.
[159] Beyhakî, 3/152.
[160] Abdürrezzâk, 4352.
[161] Buharı, 83/4; Müslim, 1649.
[162] Ebu Davud, 3277, 3278; Nesâî, 7/10, 7/11; Buharî,
83/1; Müslim, 1652; Tirmizi 1529.
[163] Ahmed, Müsned, 6/276; Ebu Davud, 2193; tbn Mâce, 2046;
Hâkim, 2/197. Hz. Âişe (r.a.) hadisinden. Senedinde
Muhammed b. Ubeyd b.
Ebî Salih bulunmaktadır, zayıf bir râvidir.
[164] Tenkîh adlı eserin müellifi der ki: Daha doğrusu bu
kelimenin ikrah (zorlama), gazap ve cinnet hallerinin hepsine şâmil olmasıdır.
Bilgi ve maksat açık olmadan yapılan her İş için bu kelime kullanılır.
[165] Buharı, 75/7, Ebu Hureyre hadisinden.
[166] Enral, 8/17.
[167] Tevbe, 9/65.
[168] Buharı, 65/63; Müslim, 2584 (64); Tirmizî, 3312; Ahmed
b. Hanbel, 3/393.
[169] Buharı, 42/6. Müslim, 2357. Urve hadisinden yaptığı
rivayette demiştir ki: Zübeynin En
sar'dan
bir adamla Hârre mevkiinde sulama kanalları yüzünden arası açılmış. Rasûlullah
(s.a.) da: "Sulama işini bilir, sonra suyu komşuna gönder!" buyurmuş,
fakat Ensar'dan olan o zat: "Ya Rasûİallah! Halanın oğlu olduğu
için mi onu
kayırıyorsun?" deyince Ra-sûlullah'ın (s.a.) yüzü değişmiş ve: "Ey
Zübeyr! Hurmalığını sula, sonra suyu habset, hurma ağaçlarının köklerine
erişinceye kadar bırakma." buyurmuştur. Zübeyr der ki: "Hayır
Rab-bine and olsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip,
sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabui
etmedikçe inanmış olmazlar." (Nisa, 65) âyeti bu hâdiseden dolayı nazil
oldu.
[170] Merdâvî'nin el-İnsâffî Mesaili'1-HitSf adlı eserinde
(2/547) Ahmed b. Hanbel'den şu rivayet vardır: "Ancak zaruret halinde
yapılabilir." Bir başka rivayette, mekruh olduğunu söylemiştir.
[171] Tirmizî, 1057; İbn Mâce, 1520. îbn Abbas hadisinden.
Ebu Davud (3İ64), Hâkim (1/368) ve Beyhakî'nin (4/53) Câbir b. Abdillah'tan
yaptıkları rivayetin şahitliğiyle Tirmizî, bu hadisi hasen kabul etmiştir.
Hâkim, Ebu Zer'den bir başka rivayette bulunmuş, fakat orada râvilerden birinin
ismi zikredilmemiştir. Diğer râvileri ise sikadır.
[172] Buharı, 24/69. îbn Abbas der ki: Rasûlullah (s.a.)
geceleyin defnedilen birisinin cenaze namazını kıldı. Bu namazda kendisi ve
sahabîleri ayakta durdular. Hz. Peygamber (s.a.) "Bu kimdir?" deyince
oradakiler: "Dün gece gömülen filandır" dediler ve hep beraber cenaze
namazım kıldılar.
[173] Müslim, 943.
[174] Ebu Davud; 2504; Dârimî, 2/313; Ahmed, 3/124, 153; Nesâî,
6/7. isnadı sahihtir. îbn Hibbân (1618) ve Hâkim (2/81) de, sahih olduğunu
söylemişler, Zehebî de onlara katılmıştır.
[175] Muvatta', 1/129, 130; Buharı, 9/29, 34; Müslim, 651.
Ebu Hureyre (r.a.) Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini rivayet eder:
"Nefsim yed-i kudretinde otan (Allah)a yemin olsun ki birisine odun
toplamasını emretmek, sonra bir başkasına namaz İçin ezan okumasını emretmek, sona birisine de imam olmasını
emredip ben de namaza gelmeyenlerin evlerim başlarına yıRmak istedim. Bu hadisteki: "O'nu bu azminden o
evlerde üzerlerine cemaata grtffiek farz olmayan kadınların ve çocukların
bulunması alıkoydu." ilâvesi Muvatta'da, Buhari'de ve Müslim'de yoktur.
Ancak Ahmed b, Hanbel'in Müsned'inde (2/367) vardır. Senedinde Ebu Ma'şer el-Medenî
vardır. Bu"zatın adı Nüceyh b. Abdurrahman'dır ve zayıf bir râvidir.
[176] Müslim, 3002; Ahmed, Müsned, Ebu Davud, 4804; Buharı,
Edebu'l-Mü/red, 339; Tirrnı-zî, 3395; thn Mâce, 3742. İbn Hibbân (2008), Ebu
Nuaym (6/l|27) ve Hatîb (7/338) İbn Ömer'den yukardakinin aynısını
nakletmişlerdir.
[177] Enfâl, 8/24
[178] En'âm, 6/110.
[179] Saf, 61/5.
[180] Tevbe, 9/115
[181] Bu beyit Mütenebbî'ye aittir. Seyfüddevle'ye sitem
ettiği bir1 kasideden alınmıştır. Bk. Mü-tenebbî, Divan, 4/85.
[182] Enbiyâ» 21/78-79.
[183] Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/248. Bk. 1/184: Teyemmâm Konusundaki Tutumu.
[184] Nisa, 4/104.
[185] Zuhruf, 43/39.
[186] Tirmizî, 2398. Hâkim de Enes'ten rivayet etmiştir.
Senedi hasen sayılmaya müsaittir. Ah-med b. Hanbel'in A/üsnetf "inde
(4/87) Abdullah b. Mugaffel hadisinde şahidi vardır. Ta-berânî; Hâkim, 4/376,
377. Taberânî Ammâr b. Yâsir'den, îbn Adiy Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.
[187] Beyhakî, 1/371.
[188] Hasen bir hadistir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 848,
1254.
[189] Ebu Davud, 2774; Tirmizt, 1578; tbn Mâce, 1394. Senedi
hasendir.
[190] Ebu Davud, 3321. İsnadı sahihtir.
[191] Ahmed, Müsned, 3/453, 502; Dârimî, 1/390, 391.
Râvileri sikadır. Ebu Davud'da(3319), Kâ'b b. Mâlik'ten şöyle bir rivayet
vardır. Ebu Lübâbe veya bir başkası Rasûlullah'a (s.a.) şöyle söylemiştir:
"Tevbemden dolayı..."
Senedi sahihtir. Yine
Ebu Davud (3320), tbn Kâ'b b. Mâlik'ten aynı manada bir başka rivayette
bulunmuştur.
[192] Bu zat, İbn Teymiye adıyla bilinen Abdüsselâm b.
Abdullah b. EbîKâsım el-Harranî'dir. Şeyhülislam Ahmed b. Teymiye'nin
dedesidir. Hadis ezberlemekte ve mezhepleri kavramakta müthiş bir kabiliyete
sahipti. Zehebî, nahivci tbn Mâlik'ten şöyle bir nakilde bulunur: "Davud
(a.s.) için demirin yumuşak kılınması gibi Şeyh el-Mecd için de fıkıh öylesine
yumuşatılmıştı." Hicrî 652'de vefat etmiştir. Ahkâm hadisleri hakkındaki
eseri el-Müniekâ, hem tek olarak hem de Şevkânî'nin şerhi el-Muharrar
(Neylu'l-Evtâr) ite birlikte basılmıştır. Bk. Şezerâtü'z-Zeheb, S/251.
[193] Buharı ve Müslim'de, Berâ hadisinden ittifakla rivayet
edilmiş ve daha önce de geçmişti. Bk. Buharı, 73/1.
[194] Ebu Davud, 1673. Câbir b. AbdiÜah hadisinden şöyle
rivayet eder: Rasûîullah'ın (s.a.) yanında idik. Yumurta büyüklüğünde bir
altınla bir adam geldi ve dedi ki: "Ya Rasûlal-lah! Bunu bîr madenden
temin ettim, bunu benim sadakam olarak kabul et. Başka hiçbir şeyim yok."
Hz. Peygamber (s.a.) yüzünü çevirdi. Sonra sağ tarafından geldi ve aynı şekilde
konuştu. Rasûlullah (s.a.) tekrar yüzünü çevirdi. Sonra sol tarafından yine
geldi. Rasûlullah (s.a.) yine yüzünü çevirdi. Sonra arka tarafından geldi. Bu
sefer Rasûlullah (s.a.) elindekini aldı ve fırlattı. Şayet adama gelse canını
acıtırdı. Sonra buyurdu ki: "Herhangi biriniz elinde avucunda nesi varsa
getiriyor ve: 'bu benim sadakam.* diyor, sonra da dileniyor. Sadakanın
hayırlısı, zenginlikten (İhtiyaç fazlasından) verilendir." Bu hadisin
râvileri sikadır. Bu konuda Ebu Hureyre'den de şu rivayet vardır:
"Sadakanın hayırlısı, zenginlikten verilendir. Sadaka vermeye en
yakınından başla." Bu hadisi Buharî Sa-hih'ınde rivayet etmiştir.
[195] Ebu Davud, 1678; Tirmizî, 3676; Dârimî, 1/391, 392.
Zeyd b. Eşlem babasından şu rivayette bulunmuştur: Ömer b. Hattâb'ın şöyle
söylediğini işittim: Rasûlullah (s.a.) bize, ta-saddukta bulunmamızı emretti. O
günlerde malım da vardı, kendi kendime: 'Ebu Bekir'i .geçeceksem bugün
geçerim,' dedim ve bütün malımın yansını RasûluÜah'a (s.a.) getirdim.
Rasûlullah (s.a.): "Ailen için ne bıraktın?" diye sordu. "Size
getirdiğim kadar." dedim. Daha sonra Ebu Bekir bütün malını getirip
tasadduk etti. Rasûlullah (s.a,) ona da: "Ailene ne bıraktın ey Ebu
Bekir?" dedi. O da: "Onlara Allah'ı ve RasûlÜ'nü bıraktım." diye
cevap verdi. Bunun üzerine dedim ki: "Ben onu hiçbir şeyde geçemem."
Bu hadisin senedi hasendir. Tirmizî, hasen-sahih olduğunu söyler. Hâkim
(1/414) de sahih olduğunu söylemiş, Zehebî aynı görüşü ifade etmiştir.
[196] Tevbe, 9/119.
[197] Tevbe, 9/117.
[198] Tevbe, 9/118.
[199] Tevbe, 9/120.
[200] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/113-142.
[201] ibn Hişâm, 2/543-548; İbn Sa'd, 2/168-196;
Şerhu>l-Mevâhib-i Ledüniyye, 3/89-|4 Kesîr, 4/68-75.
[202] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/143.
[203] HumeydîMüsned, 48; Ahmed, Müsned, 1/79 (594); Tirmizî,
3091; Dânmî, 2/68. Hz. Ali' den rivayet edilmiştir. Senedi sağlamdır. Tirmizî,
hasen olduğunu söylemektedir.
[204] Buharı, 7/10; Müslim, 1347.
[205] Bakara, 2/196.
[206] Âl-i İmrân, 3/97.
[207] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/143-145.
[208] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/149-150.
[209] Isrâ, 17/32.
[210] Bakara,2/278.
[211] Mâide, 5/90.
[212] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/150-151.
[213] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/151-152.
[214] Ebu Davud, 3025; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/218.
[215] Abdullah b. Abdurrahman'ı birçok hadisçi zayıf kabul
etmiştir. Takrib'de: fakat hata eder, vehmeder." denilmiştir. Diğer
râvüeri sikadır.
[216] Müslim, 2203.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/152-154.
[217] Kitabın müellifi İbnü'l-Kayyim'in hanbelî selefi
mezhebinden olduğu dikkate alınrridır.
[218] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/154-155.
[219] Ahmed b. Hanbel, 4/25; Ebu Davud, 4806. Mutarrif b.
Abdullah ve babası yoluyla rivayet etmiştir. Senedi sahihtir. Ebu Davud'daki
rivayet şöyledir: Babam dedi ki: Âmiroğulları heyetiyle Hz. Peygamber'e (s.a.)
gittim. "Sen seyyidimiz (efendimiz)sin." dedik. O da: "Seyyid,
Allah tebâreke ve teâlâ'dır." buyurdu. "En faziletlimiz ve en
kudretlimiz-sin." dedik. "Sözünüzü söyleyiniz veya bir kısmını
söyleyiniz. Şeytan sizi âlet etmesin." buyurdu. Hattabî der ki:
"Seyyid, Allah'tır." sözüyle hakiki mânada seyyidliğin (efendiliğin),
Allah'a âit olup bütün mahlûkatm onun kölesi olduğunu kasdetmiştir.
Kanaatımı-za göre, onları böyle söylemekten menetmesi yeni müslüman olmaları
sebebiyledir. Yoksa Rasûlullah (s.a.): "Ben, âdemoğlunun seyyidiyim."
buyurmuş, Hazrecliler'e de: "Seyyİ-diniz (efendiniz) için ayağa
kalkınız." demiştir. Bu sözüyle de Sa'd b. Muaz'ı kasdetmiştir. Yeni
müslüman olmaları sebebiyle peygamberlikteki efendiliği, dünya ölçüleriyle anladıkları
efendilik gibi
zannedebilirlerdi.
Onların tazim ettikleri, emirlerine boyun eğdikleri reisleri vardı ve onlara
"sâdât = efendiler" diye isim veriyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.)
onlara kendisini nasıl öveceklerini ve bu konudaki edebi Öğretti ve dedi ki: "Dindaşlarınızın
söylediği gibi söyleyiniz ve bana Allah'ın (c.c): 'Ey nebî. Ey rasûl' diye
hitap ettiği gibi siz de 'nebî' ve 'rasûF diye hitap ediniz. Kendi reislerinize
ve büyüklerinize hiiap ettiğiniz gibi 'seyyid' diye hitap ederek beni onlara
benzetmeyiniz. Ben onlardan herhangi biri gibi değilim. Çünkü onlar size,
dünyalık sebeplerle efendi oluyorlar. Halbuki ben ne-bîlik ve rasûlhık
sebebiyle efendinizim. O halde beni, 'nebî' ve 'rasül' diye isimlendiriniz."
"Bir kısmını söyleyiniz." sözünde, kısaltma vardır. Bu duruma göre
mânası: "Söyleyecek Içrinizİn bir kısmını terkediniz." demektir.
Böyle demekle sözlerini kısa kesmelerini istemiştir. Şair şöyle demiştir:
"Bazı şeyleri
söylemek bana yakışmaz, çünkü tecrübelerim ve nesebimi belirtmem beni o sözlerde»
müstağni kılar."
İbn Esîr der kî:
Rasûlullah (s.a.): "Şeytan sizi âlet etmesin." sözüyle şunu kasdetmiştir:
İçinizden geldiği gibi konuşunuz. Sanki şeytanın elçisiymişsiniz ve onun
dilinden ko-nuşuyormuşsunuz gibi kendinizi zorlamayınız.
[220] İbn Hişâm, 2/568, 56
[221] Buharî, 64/30; Ahmed b. Hanbel, 3/210. Enes b. Mâlik
hadisinden rivayetiştır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/155-157.
[222] Buharî, 1/40; Müslim, 17. Bu sayılan kaplara üzüm veya
hurma şırasının konulmasının nehyedilmesi, özellikle bu kaplarda şıranın daha
çabuk alkole dönüşmesinden ve bazan insanın farkına varmadan alkole dönüşmüş bu
şırayı içmesi ihtimaiindendir. Daha sonra alkollü içmemek kaydıyla her türlü
kaba şıranın konulabileceği hususunda ruhsat verildi. Sahîh-i Müslim'de (977),
Büreyde'den merfû olarak şu rivayet gelmektedir: "Deri kapların dışındaki
kaplara hurma şırası koymanızı nehyetmiştim. Bundan böyle bütün kaplardan
içebilirsiniz, ancak alkollü içki içmeyiniz." Kitabın müellifi az sonra bu
hadisi zikre-decektir.
[223] İbn Hişâm, 2/575; Ahmed b. Hanbel, 5/80; Dârimî,
2/266; Tirmizî, 1882. Cârûd el-Abdî, Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini
rivayet etmektedir: "Müslümanm yitiği ateştir, ona yanaşmayınız."
îsnadı sahihtir. Bunu îbn Mâce, (2502) Abdullah b. Şehîr'den rivayet etmiştir,
senedi sahihtir, tbn Hibbân (İ171) ve Bûsırî (ez-Zevâid'de) hadisin sahih
olduğunu söylemiştir. Hadisin mânası: "insan o yitiği sahiplenmek kasdıyla
alırsa onu cehennem ateşine sürükler" demektir.
[224] Buharî, t/28; Müslim, 760.
[225] Daha önce geçti. Bk. Dipnot: 11.
[226] Zerîa: İçinde fesat bulunan yasağa ulaştıran şeydir.
Yabancı kadına bakmanın zinaya götürmesi gibi. Bu bakmanın yasaklanması
"Seddü'z-Zerîa" diye adlandırılır.
[227] Ahmed b. Hanbel, 4/205, 206; Buharı,
el-Edebü'i-Müfred, 584; Eşecc'den. Senedi sahihtir.
[228] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/157-161.
[229] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/162.
[230] İbn Hi^âm. 2/576-577; İbn Sa'd. 1/316.
[231] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/162-163.
[232] Senedi sahihtir. Ahmed, Müsned, 3/487; Ebu Davud.
2761.
[233] Tayâlisî, 1/283; Ebu Davud, 2772. Râvileri sıkadır.
Bir önceki hadis de bu hadisi kı| lendiren bir şahittir.
[234] Buharî, 64/72.
[235] Buharî, 64/72; Müslim, 2273.
[236] Buharî, 64/72; Müslim, 2274.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/163-164.
[237] Bu beyit Zü'r-Rumme'nin Dîvan'ındadır. 3/1429-1430.
[238] Nablus'ta, Hicrî 13 Şaban 628 tarihinde dünyaya
gelmiştir. Orada amcası Takıyyüddîn b. Yûsuf, es-Sâhıb Muhyiddîn b. el-Cevzî ve
Sıbt es-Selefî'den dersler almıştır. Daha sonra Şam, Kahire ve İskenderiye'ye
gitmiştir. Hanbelî mezhebinde yetişmiştir. Zehebî onun hakkında: "Fakîh,
imam, âlim, rüya tabirinde kimse ona yetişemez. Bu sahada el-Bedru'l-Münîr
adını verdiği büyük bir eseri vardır. 19 Zilkade 697 tarihinde Şam'da vefat
etmiş, Babu's-Sağîr'de, Ebu't-Tîb kabristanına dernedilmiştir."
demektedir. Şezerâtu'z-Zeheb, (5/437) ve el~Bidâye'de (3/353) tercüme-i hâli
zikredilmiştir.:
[239] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/165-167.
[240] Feyd: Tayy ülkesi dağlarından Sülmâ'mn doğusunda bir
yer ismidir.
[241] İbn Hişâm, 2/577-578; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye,
A/25,21; İbn Sa'd 1/321.
[242] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/167-168.
[243] İbn Hişâm, 2/585; İbn Sa'd, 1/328.
[244] Ahmed Müsned, 5/211, 212; îbn Mâce, 2612. İsnadı
kuvvetlidir. Bûsırî, ez-Zevâid'de sahih olduğunu söylemiştir.
[245] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/168-169.
[246] Ahmet Müsned 3/105, 223, 262. İsnadı sahihtir. Bk. İbn
Sa'd, 1/348.
[247] Müslim, 52.
[248] Ahmed b. Hanbel, 4/84. İsnadı sahihtir.
[249] Buharı, 59/1. Buharî'den gelen bir başka rivayette
(Kitâbu't-Tevhîd): "O'ndan önce hiçbir şey yoktu." denilmektedir.
Buharî'nin dışındakiler: "O'nunla beraber hiçbir şey yoktu."
şeklinde rivayet etmektedirler. îbn Hacer der ki: Bütün rivayetlerde zikredilen
kıssa birdir. Bu demektir ki râviler bu kıssayı, mânası ile rivayet
etmişlerdir. Herhalde bu râvi-ler rivayetlerini Rasûlullah'ın (s.a.) İbn Abbas
hadisinde geçtiği gibi, gece namazı (tehec-cüd)ndaki şu duasından almışlardır:
"Sen ilksin, senden önce hiçbir şey yoktur." Bu bab-daki rivayet
yokluk hususunda daha açıktır. Bu hadisten anlaşıldığına göre ne su, ne arş, ne
de başka bir şey vardır. Çünkü bunların hepsi Allah'tan başka şeylerdir. Buna
göre,
"Arşı su üzerinde
idi." sözünün mânası: "O Allah önce suyu yarattı, sonra da o suyun
üzerinde arşı yarattı.v' demektir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/169-170.
[250] İbn Hişâm, 2/587-588; Şerhu'l-Mevâhibi Ledüniyye,
4/32-33; İbn Sa'd, 1/337.
[251] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/171.
[252] İbn Hişâm, 2/592-594; Şerhu'I-Mevâhibi Ledüniyye, 4/33-34;
İbn Sa'd, 1/339.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/171-172.
[253] Mehriyye: Üstün vasıflı, asil develerdir. Yemen'de bir
kabile olan Mehre'ye nisbet edilirler.
[254] Erhabiyye: Hemedan'da bir kabile olan Erhab'a nisbet
edilen develerdir, veya döl alınan erkek deve ya da iyi vasıflı develerin
nisbet edildiği bir mekândır.
[255] Beyhakî (2/369) der ki: Buharı, bu hadisin baş
tarafını Ahmed b. Osman—Şurayh b. Mesleme—İbrahim b. Yusuf yoluyla rivayet
etmiş, ama tamamını zikretmemİştir. Hadisin devamında zikredilen şükür
secdesi, Buharî'nin şartlarına göre sahihtir.
[256] Buharı, 64/63. Berâ b. Âzib der ki: Rasûlullah (s.a.)
bizi Hâlid b. Velid ile beraber Ye-men'e gönderdi. Sonra da Ali b. Ebî Tâlib'i,
Hâlid b. Velid'in yerine gönderdi ve Ali'ye şöyle emretti: "Evvelce Hâlid
b. VelidMe beraber Yemen'e gidenlere şu emri ilan et: Onlardan seninle beraber
düşman takibine gitmek isteyenler gidip takip etsinler, dileyenler de gitmeyip
dönsünler." Berâ devamla: Ben, Ali (r.a.) ile beraber kalanlardandım. Pek
çok ûkiyye (kırk dirhem) nakit ganimet aldım, demiştir.
İbn Hacer der ki: Bu
hadisi el-İsmâilî, Ebu Utfeyde b. Ebî Süit—İbrahim b. Yusuf (Bu şahıs
Buharî'nin kendisinden rivayet ettiği râvidir.) yoluyla nakletmiş ve ilâve
rivayette bulunmuştur. Beyhakî'nin rivayetinin
tamamını zikretmiştir.
[257] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/172-173.
[258] Ahmed b. Hanbel, 5/445. Râviieri sikadır. Senedi
hasendir. Bk. İbn Sa'd, 1/291.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/173-174.
[259] Bk. Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/37-41; Buharî,
64/77; İbn Sa'd, 1/353.
[260] Ebu Davud, 355; Nesâî, 1/109; Ahmed, Müsned, 5161.
Kays b. Âsım'dan şöyle dediği nakledilmiştir: "Müslüman olmak arzusuyla
Hz. Peygamber'e (s.a.) geldim. Bana su ve (Arabistan kirazı denilen bir çeşit
ağaçtan elde edilen) temizlik maddesi ile yıkanmamı emretti." Hadisin
isnadı sahihtir. İbn Huzeyme (254) ve İbn Hibbân (234) hadisin sahih olduğunu
söylemişlerdir.
[261] Tâhâ, 20/55.
[262] Vat' kelimesi kadın için kullanıldığında cİmâ
mânasına, yeryüzü için kullanıldığında ayakla basma mânasına gelir. Böylelikle
burada tevriye sanatı gerçekleşmiştir.
[263] Ahmed, Müsned, 3/455, 456, 460; Nesâî, 4/108; Muvatta,
1/240. Kâ'b b. Mâlik'ten. İsnadı sahihtir.
[264] Fecr, 89/27-28.
[265] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/174-177.
[266] İbn Hişâm, es-Sîre, 1/574-584; İbn Kesir, es-Sîre,
4/100-108 ve Tefsir, 1/367, 3711 Sa'd, 1/357.
[267] Râvileri sikadır, fakat hadis munkatı'dir.
[268] Adı Muhammed b. Abdirrahman'dır. Zayıf bir râvidir.
İbn Adiy: etmişlerdir.
[269] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/177-178.
[270] Kimliği meçhuidur. Ondan sadece İbn tshak rivayet
etmiştir.
[271] ÂUi İmrân, 3/65-68.
[272] ÂH İmrân, 3/79-80.
[273] Âl-i İmrân, 3/81.
[274] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/178-179.
[275] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/179-180.
[276] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/180-181.
[277] Âl-i İmrân, 3/59-61.
[278] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/181-182.
[279] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/182-183.
[280] Seleme b.'Yesû ve onun üstündekilerin meçhul olması
sebebiyle bu hadisin senedi sayıf-tır. Bu şahısların tercüme-i hallerini
bulamadık. İbn Kesir, es-Sfre'de (4/101-106) ve 7e/-s/r'de (1/369-370) hadisi
zikretmiş ve Delâlü'n-Nübüvve'de Beyhakî'ye nisbet etmiştir. Ha-disde gariblik
olduğunu da söylemiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/183-185.
[281] Buhari, 62/22; Müslim. 2420.
[282] Müslim, 2135.
[283] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/185.
[284] En'âm, 6/93.
[285] Nemi, 27/1.
[286] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/186-191.
[287] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/191-192.
[288] En'âm, 6/93; İbn Hişâm, es-Sîre, 2/592.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/192-193.
[289] İbn Hişâm, 2/573-575; İbn Sa'd, 1/299; Ahmed Müsned,
2382; Hâkim, 3/54. Ebu Davud {487), Seleme b. el Fadl—Muhammed b. İshak—Seleme
b. Küheyl—Muhammed b. el-Velîd b. Nüfey'—Küreyb—İbn Abbas yoluyla benzerini
rivayet etmiştir. Senedi kuvvetlidir.
[290] Buharı, 2/6; Müslim, 12.
[291] Hafız İbn Hacer, Fethu't-Bârt (\/\40)'de, bu lafzın,
hadisin aslından olup sonradan eklenmediği görüşündedir.
[292] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/193-194.
[293] Hâkim, Müstedrek, 2/611. Senedinin hasen kabul
edilmesi mümkündür. Hâkim sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de bunu
desteklemiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/194-195.
[294] Kincle'nin bir koludur.
[295] Yemen'de Kinde'nin bir kolu ve Tüceyb kabilesinin
boylarından biridir.
[296] Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/50-51; İbn Seyyiddinâs,
2/246, 248; İbn Sa'd,
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/196-197.
[297] Şerhu't-Mevâhib-iLedüniyye, 4/51, îbn Seyyiddinnâs,
es-Sîre, 2/248-249; ibnSa'd, 1/329.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/197-198.
[298] Hadis imamı ve hafızı, edîb, tarihçi, fıkıhçi ve
Endülüs'ün hadisçisidîr. Adı Ebu'r-Rabî' Süleyman b. Musa el-Himyerî, el-Kelâî,
el-Belensî'dir. Hicrî 565'de doğmuş, 634'de şehit olmuştur, el-îktifâ, onun
eserlerinden biridir ve dört cilttir. Kitabın tam adı: el-İktifâjî
Mağâzi'l-Mustafâ ve's-Selâseti'l-Hulefö'dıv.
[299] İbn Seyyiddinnâs, 2/249-250; Şerhu'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 4/52-54; îbn Sa'd, 1/297. Ebu Davud (1176), Amr b. Şuayb hadisinden,
babası ve dedesi yoluyla şu rivayeti zikreder: Rasûlulah (s.a.) yağmur duasında şöyle derdi:
"Allah'ım! kullarım ve hayvanlarım suya n* kavuştur, rahmetini yay ve ölü
beldeni canlandır." Senedi hasendir. Ebu Davud (U69), iti Hâkim (1/327) ve
Beyhakî (3/353), Câbir b. Abdillah'tan şu rivayeti yapmaktadırlar: Rasûlulah'ı
(s.a.), ellerini iyice kaldırmış ve kendinden geçmiş bir vaziyette şöyle
söylerken "<\î- gördüm: "Allah'ım; bizi bolluğa, berekete, afiyete
sebep olacak, faydalı olan, zararlı olmayan, geciktirilmeyen, âcil olan suya
kavuştur." Senedi sahihtir. Hâkim bu hadisin sahih olduğunu söylemiş,
Zehebî de buna katılmıştır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/198-199.
[300] Hucurât, 49/17.
[301] İbn Seyyiddinnâs, 2/250; Şerhu't-Mevâhib-i Ledüniyye,
4/55-56; İbn Sa'd, 1/292, Müslim (537), Ahmed (Müsned', 5/447), Nesâî (3/16)
ve Ebu Davud (930), Muâviye b. Hakem es-Süiemî'den şöyle bir rivayette
bulunmuştur: "Yâ Rasûlallah! Bazı işler vardır ki, biz cahüiyye devrinde
de onları yapardık. Kâhinlere giderdik." dedim. Rasûlulah (s.a.): "Kâhinlere
gitmeyin." buyurdu. "Kuşların uçuşundan hükümler çıkarırdık."
dedim. "Öu, sizin içinizden gelen bir şeydir, sakın sizi yoldan
çıkarmasın." buyurdu. "Bizden bazıları çizgi çizerler." dedim.
"Peygamberlerden biri çizgi çizerdi. Her kimin çizgisi ona uygun düşerse,
isabet etmiş olur." buyurdu. Bu sözün mânası şudur: Kimin çizdiği çizgi o
peygamberin çizdiği çizgiye denküüşerse, bu mubah olur. Fakat biz bu denkliği
kesin olarak bilemeyiz. Bu yüzden de bize mubah olmaz. Çünkü bu iş, ancak kesin
olarak denk düşmenin bilinmesiyle mubah ölür. Bu da mümkün değildir. Bu
sebepten âlimler ittifakla bu işi yasaklamışlar ve haram saymışlardır. Birçok
imam bu hususu açıkça ifade etmiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/199-200.
[302] îbn Seyyiddinnâs, 2/251; Şerhu'l-Mevâhib~i Ledüniyye,
4/56; İbn Sa'd, 1/331
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/200-201.
[303] İbn Seyyiddinnâs, 2/251-252; Şerhu'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 4/56-57; İbn Sa'd 1/331.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/201.
[304] Beliy b. Ömer b. İlhâf b. Kudâa. Belevî şeklinde
nisbet edilir. Bk. Şerhu'l-Mevâhib-i Le-düniyye, 4/57; tbn Seyyiddinnâs, 2/252;
İbn Sa'd, 1/330.
[305] Buharı, 78/31; Müslim, 48; Ebu Davud, 3748.
[306] Mevcut hadis kaynaklarında bu metne rastlayamadık.
Ancak Ahmed b. Hanbel (Müsned'-inde, 6683, 6746, 6891), Ebu Ubeyde (el-Emvâl,
858) ve Ebu Davud (1713), Amr b. Şuayb— babası—dedesi yoluyla, bu mânaya gelen
bir rivayette bulunmuşlardır.
[307] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/201-205.
[308] İbn Sa'd, 1/297-298.
[309] Selâh, Hayber'in alt tarafında bir yerdir. Burası
Kiİâboğuüanna ait bir sudur.
[310] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/205.
[311] En'âm, 6/136.
[312] Bk. İbn Seyyiddinnâs, 2/253-254; Şerhu 'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 4/58-59; Ibn Sa'd, 1/324.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/205-206.
[313] Bk. İbn Seyyiddinnâs, 2/254; Şerhu'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 5/59; İbn Sa'd, 1/299.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/207.
[314] Bk. İbn Seyyiddinnâs, 2/255-256; Şerhu'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 4/59-61; İbn Sa'd, 1/326-327; İbn Abdilhakem, Futûhu Mısr, s. 212.
"Ezanı kim okursa, kameti de o getj hadisini Ahmed b. Hanbel (Müsned,
4/1'69), Ebu Davud(514), Tirmizî (199) ve İbh Mâce (717) rivayet etmişlerdir. Senedinde Abdurrahman
b. Ziyâd el-Ifrîkî vardır ve zayıftır.
[315] Ahmed, Müsned, 4/42; Ebu Davud, 512. Sendinde
Muharamed b. Amr el-Vakıfî el-Ensârî vardır. Hadiste zayıf sayılmıştır. Bu
hadisin Muhammed b. Abdillah ve Abdullah h. Mu-hammed'den rivayet edildiği
hususunda ihtilâf edilmiştir. Hâkim (Afüstedrek), Hâzimî (en-Nâsih ve'l-Mensûh,
s. 24), Dârakutnî (s. 90) ve Tahâvî (s.85), Ebu'l-Umeys—Abdullah b. Muhammed b.
Abdillah b. Zeyd—babası—dedesi yoluyla rivayet etmişlerdir. Abdullah b.
Muhammed'i, Ibn Hibbân'dan başkası sika kabul etmemiştir.
[316] Buharî, 93/7; Müslim, 14; Ebu Musa el-Eşarî diyor ki:
Ben ve amcamın oğullarından iki kişi Rasûlulah'ın (s.a.) yanma girdik. Birisi
dedi ki: "Ya Rasûlullah; Allah'ın sana nasi-bettiği yerlerden birine beni
emîr tayin et." Diğeri de aynı istekte bulundu. Bunun üzerine Rasûİulah
(s.a.): "Biz, bu göreve talip haris olan hiç kimseyi getirmiyoruz."
buyurdu.
[317] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/207-211.
[318] Bk. Ibn Seyyiddinnâs, 2/257; Şerhu'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 4/61; Ibn Sa'd, İ/33
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/211.
[319] Bk. İbn'Seyyiddinnâs, 2/257; Şerhu'i-Mevâhib-i
Ledüniyye, 4/61-62; İbn Sa'd, 1/332.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/211-212.
[320] Münker bir hadistir, sahih değildir. Bk. İbn
Seyyiddinnâs, 2/257; Şerhu'l-Mevâhib-i Le-düniyye, 4/62; İbn Sa'd, 1/295.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/212.
[321] Bk. İbn Seyyiddinnâs, 2/257-258; Şerhu't-Mevâhib-i
Ledüniyye, 4/63; İbn Sa'd, 1/345.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/212-213.
[322] Senedi zayıftır. Çünkü Zehebî, Mîzan'da Alkame b.
Yezid b. Suvejfd hakkında şöyle der: "Pek bilinmez. Münker bir haber
getirmiştir. Bununla delil ileri sürülmez." Ibn Hacer, bunu îsâbe'de
(3/151), Suveyd b. Haris el-Ezdî'nin biyografisini verirken zikreder ve Ebu
Ahmed el-Askeriye nisbet eder, şöyle der: "Bunu er-Reşâtî ve İbn Asâkir,
Ahmed b. Ebi'l-Havârî'den iki ayrı yoldan zikreder. Ebu Saîd en-Nisaburî,
Şerefu'l- Mustafâ'da. Ahmed b. Ebi'I-Havârî başka bir yoldan rivayet eder ve
'Alkame b. Suveyd b. Alkame b. Haris' der. Ebu Musa, Zey/'de bu sebeble Alkame
b. Haris diye verir. Birincisi daha meşhurdur.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/213-214.
[323] Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah, 'Zevâidu'l-Müsnecfde
(4/13, i4) rivayet etmiştir. Senedinde bulunan Abdurrahman b. Ayyaş es-Semî'
ve Delhem b. el-Esved'in meçhul olmaları sebebiyle isnadı zayıftır. Meçhulleri
sika kabul etmek gibi bir âdeti olan tbn Hib-bân'dan başkası bu şahısları sika
kabul etmemiştir. Bu hadisi Heysemî de Mecmau'z-Zevâid'de (10/338) rivayet
etmiş ve hadisin nisbetini Taberanî'ye ulaştırmıştır. Müellif ve diğer bazı
âlimlere şaşmamak elde değil, nasıl olur da böyle bir hadisi sahih kabul
ederler. Çünkü bu hususta söylenecek çok şey vardır.
[324] Yeryüzünün yeşerdiği ve bu yeşilliğin, Ebu Cehil
karpuzuna benzediği İfade edilrçlek tenmiştir.
[325] Fecr, 89/22.
[326] En'âm, 6/168.
[327] Zümer, 39/68.
[328] Hadiste "İlâhına yemin olsun ki" şeklindeki
tercümeler bu anlamdadır.
[329] Rûm, 30/19.
[330] Fussilet, 41/39.
[331] Müslim'de (1499), Sa'd b. Ubâde hadisinden rivayet
edilmiştir.
[332] Buharî, 81/53.
[333] Müellifin Hâdi'l-Ervâh adlı eserinde (s. 179),
Taberânî'nin Ebu Ümâme'den rivayet ettiği şu hadis naklediliyor: Rasûlulah'a
(s.a.): "Cennet halkı cima eder mi?" diye sorulduğunda: "Tabii
tabii, fakat meni (yani inzal) ve Ölüm yoktur." buyurdu. Bu hadisin
senedinde Hâlid b. Yezid b. Abdurrahman b. Ebî Mâlik vardır, zayıf bir râvidir.
Yahya b. Maîn, onu itham etmiştir. Aynı hadisi Hasan b. Süfyan, Miisned'ınde
yine Ebu Umâ-me'den rivayet etmiştir. Senedinde Ali b. Yezîd el-Elhânî vardır
ve zayıf bir râvidir.
[334] Tirmizî, 2566; İbn Mâce, 4338; Ahmed, Müsned, 3/9;
Dârimî, 2/337. Senedi ceyyiddir. îbn Hİbbân (2636), sahih olduğunu söylemiştir.
[335] Ebu Davud, 2645; Tirmizî, 1604; Nesâî, 8/36, Cerîr b. Abdillah'tan
Rasûlulah'm (s.a.)j şöyle dediği nakledilir: "Ben kâfirler arasında ikâmet
eden her müslümandan beriyim." "Niçin yâ Rasûlallah?" diye
sordular. "Birbirlerinin ateşini göremezler." buyurdu. (Not:
Yukarıdaki açıklama Bezlü'l-Mechûd'dan nakledilmiştir. Bk. 12/155.) Senedi
hasendir. Ahmed b. Hanbei'in Müsned'inde (4/365), Nesâî ve Beyhakî'de (9/13),
başka bir yol-j dan ve sahih bir isnadla rivayet edilmiş ve: "Müşriklerden
uzak durursun." lafzı zikredilmiştir.
[336] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/214-226.
[337] İbn Seyyiddinnâs, 2/258, 259; Şerhıı'i-Mevâhib-i Ledüniyye, 4/67-69; İbn
Sa'd, 1/346
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/226-227.
[338] Ayrıca bk. Hükümdarlara Gönderdiği Mektupları ve
Elçileri, 1/113-116.
[339] Buharı, 56/103; Müslim, 1773.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/229-230.
[340] İbn Seyyiddinnâs, 2/262-264; Şerhu'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 3/340-342; Nasbu'r-Râye, 4/421. Buharı (64/84), Zührî—Ubeydullati b.
Abdillah b. Abbas yoluyla şu rivayeti zikrediyor: Rasûlufah (s.a.) Kisrâ'ya
mektubunu Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî ile gönderdi ve bu mektubu Bahreyn
kralına vermesini emretti. Bahreyn kralı da Kisrâ'ya verdi. Kisrâ, mektubu
okuyunca —hiddetlenip— parçaladı. Zannederim (bu söz Zührî'ye aittir) İbn
el-Müseyyeb dedi ki: Rasûlulah (s.a.) onlara: "Parça parça olsunlar!"
diye beddua etti.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/230.
[341] Müslim (1774), Enes'ten şu rivayeti zikreder: *'Hz.
Peygamber (s.a.) Kisrâ'ya, Kayser'e, Necâşî'ye ve her diktatöre mektup yazarak
onları Allah Teâlâ'ya davet etmiştir. Bu Necâşî Hz. Peygamber'in (s.a.) cenaze
namazını kaldığı Necâşî değildir."
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/231-232.
[342] ÂI-i İmrân, 3/64.
[343] îbn Seyyiddinnâs, 2/265-266; Şerhu'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 3/348-350- Nasbu'r-Râye 4/421-422. mecûsî ve yahudiler de var. Bu konuda bana emirlerini
S'az." Bunun üzerine!! Rasûlullah (s.a.) şu mektubu gönderdi:
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/233-234.
[344] İbn Seyyiddinnâs, 2/266-267; Şerhu'I-Mevâhib-i Ledüniyye,
3/350-352; ei-tsâbe, 82 8.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/234-235.
[345] İbn Seyyiddinnâs, 2/267-269; Şerhu'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 3/352-355; Nasbu'r-Râye,4/423-424.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/235-238.
[346] İbn Seyyiddinnâs, 2/269-270; Şerhu'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 3/355-356. 10. İbn Seyyiddinnâs, 2/270-271; Şerhu'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 3/356-357.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/238-239.
[347] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/239.
[348] Bakara, 2/10.
[349] Müddessir, 74/31.
[350] Nûr, 24/48-49.
[351] Ahzâb, 33/32.
[352] Nûr, 24/61.
[353] Bakara, 2/184.
[354] Bakara, 2/169.
[355] Nisa, 4/43.
[356] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/243-246.
[357] Müellifin, hastalık ve sıhhat hakkında yukarıdan beri
izah edegeldiği tarifler İslâm tıbbın-da ahlat (hömürler, beden sıvıları) ve
keyfiyetler (karışımlar) diye isimlendirilir. Makro-kozmoz (büyük âlem, kâinat)
ile mikrokozmoz (küçük âlem, insan) arasındaki tekabüle dayanan bu teoriyi
kısaca şöyle özetleyebiliriz: Kâinat dört unsurdan (anâsır-ı erbaa), toprak,
su, hava ve ateşten oluşur. İnsan vücûdunda ise aldığı gıdaların hazmından
ileri gelen bu dört unsurun mukabilinde ahlat (hümörler) denilen, kan, balgam,
sevda (kara safra), safra,(san safra) vardır. Bu dört hılt'tan her biri
kâinatta mevcut oian bir unsurla ilgili olup birbirlerinden farklı iki
keyfiyete sahiptir. Unsur olarak ateşe mukabil kan, kalb ye damar: lar
vasıtasıyla bütün vücutta dolaşır. Keyfiye_t_oiarak da, ştvıJjratV) ve
sıcak_(/ı£r)dır. Bat gam, beyinde olup suya tekabül eder. Keyfiyet olarak da;
sıvı (ratb) halinde olup soğuk (bârid^tur. Kara safra, dalak ve testislerde
yerleşmiş olup toprağa tekabül eder. Keyfiyet olarak da; kuru (yâbis) ve soğuk
(bârid)tm. San safrajcaraciğerde olup havaya tekabül. 33er. Keyfiyet olarak da
kuru (yâbis) ve sıcak (hâr)tır. Kişinin sağlıklı olup olmaması mizacına göre
ahlatın vücuttaki dengesine bağlıdır. İnsanların mizadan bu dört hıktan birine
meyillidir. Dolayısıyla bedende ahlattan birinin daha fazla olması halinde
insanın mizacını da, demevî (sempatik, sıcakkanlı), sevdâvî (melankolik,
karamsar, mahzun); safrâvî (öfke-lûjtez caHTCgîrgin); balgamı (sakin, tenbel)
sınıfına sokar. Mevsimlerde de ahlatın keyfiyetleri mevcut olduğundan
mizaçların değişmesine yol açar. İklimin ve o mevsimde yenen feidalarm
etkisiyle ilkbaharda kanın, yazın sarı safranın, sonbaharda kara safranınTEIşüv
Şalgamın oram artar. îşte bu ahlat teorisine göre kişideki hastalığın mizacı,
bulunduğu mevsim "yaşadîğT yerin TkTımi ve aldığı gıdalarla orantılı
olduğundan hekim, hastasına yapacağı ilacı, bu unsurları gözönünde bulundurarak
yapmak zorundadır. Aksi halde hastasının daha ileri oranda fenalaşmasına veya
sağlıklı bir insanın ölümüne sebep olabilir. İslâm tıbbı, mizaçlara dayalı bir
tababet olduğundah hekim, hastaların mizaçlarını ayrı ayn incelemek
durumundadır. Mizaçlar ise coğrafi bölgelere, hayat seviyesine, mesleğe,
kuvvetli ve zayıf olmaya, cinsiyete ve yaşa göre değişir. Bundan dolayı her
hastaya mizacına, göre basit ve mürekkep ilaçlar hazırlamak gerekir. İlaç
terkiplerini hazırlarken de değişik memleketlerin İklimlerinde yetişen
bitkilerin kuvvetlerini ve bu bölge halkının mizaçları arasındaki uyum ve
zıddiyeti tesbit edip ona göre reçete düzenlenmesi gerekir. Daha fazîa bilgi
almak için bak. Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, Çev: İlhan Kutluer, s.
159-162, İstanbul, 1989; Nil Akdeniz, Osmanlılarda Hekim ve Hekimlik Ahlâkı,
(doktora tezi) s. 73-74, 109-117, istanbul, 1977; Dr. Âkil Muhtar Özden, tbn
Sina Tıbbına Bir Bakış, s.6-10, 14-30; Büyük Türk Filozofu ve Tıb Üstadı îbn
Sina Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikler, istanbul 1937; Tehanevî,
Keşşâf-ı Istılahâti'l-Fünûn, 1/437, 2/13I8--1322.
[358] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/246-248.
[359] Basit ve mürekkep İlaçlar ve bu hususta tslâm âleminde
yapılan çalışmalar hakkında bk. S.H. Nasr, İslâm ve İlim, s. 187-190. Tehanevî,
Keşşaf, 1/505.
[360] Aynı zamanda pratisyen hekim olan müellif tbn
Kayyİm'in bu tavsiyeleri bugünün modern tıbbı açısından da Önemlidir. Aşağı
yukarı aynı ifadeleri tbn Haldun'un Mukaddime^sinde de bulmaktayız. Bk.
Mukaddime sh. 415-417, Beyrut, t.siz, 4. baskı.
[361] Tıp san'atının hangi asıllara dayandığı hakkında bk.
îshak İbn Huneyn, Tarih'ul-Eiıbbâ ve'l-Felâsife, sh. 156-157, Tahkik, Fuad
Seyyid. İbn CUlcül'ttn Tabakatü'I-Etıbbâ ve'l-//üAremâ'sıyla birlikte, Beyrut,
1985/ 1405, 2. baskı.
[362] Buraya kadar yapmış olduğu izahlarda müellif (r.h.),
modern tıbbın yeni yeni yönelmeye başladığı, ruhanî yolla hissi hastalıkların
tıbbı nebevî ile nasıl tedavi edildiğine işaret etmektedir.
[363] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/249-251.
[364] Müslim, 2204.
[365] Buharı, 16/1. Müellif hadisi Müslim'e de isnad
etmiştir, fakat hadis Müslim'de değil Îbn Mâce'de (3439)dir.
[366] Ahmed b. Hanbel, 4/278; Îbn Mâce, 3436; Ebu
Davud,-3855; Tirmizî, 2038. Tirmizî, hadisin hasen-sahih olduğunu ve bu konuda
İbn Mes'üd, Ebu Hureyre, Ebu Huzâme (babasından) ve tbn Abbas'tan hadis
rivayet edildiğini söylemiştir. İbn Hibbân (1395, 1924) ile Bû-sırî,
(Zev&Vf inde) hadise sahihtir demişlerdir.
[367] Ahmed b. Hanbel, 4/278.
[368] Ahmed b. Hanbel,.1/337, 443, 453; tbn Mâce, 343.
Senedi sahihtir. BÛsırî, Zevcinde ve Hâkim (4/196-197) hadise sahihtir demiş,
Zehebî de ona katılmıştır.
[369] Ahmed b. Hanbel, 3/431; Tirmizî, 2065; Hâkim, 4/199;
İbn Mâce, 3437. Senedinde-meçhul bir râvi hariç— sika râviler vardır. Bu konuda
Hâkim (4/199), Hakîm b. Hizâm'dan bir hadis nakletmiş ve: "Sahihtir"
demiş, Zehebî de ona katılmıştır.
[370] Ahkâf, 46/25.
[371] En'âm, 6/148.
[372] Nahl, 16/35.
[373] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/252-256.
[374] Ahmed b. Hanbel, 4/132; Tirmizî, 2380; İbn Mâce, 3349.
Tirmizî, hadise "hasen-sahih" demiştir.
[375] Buhari, U/346.
[376] Yunanlılar, dört unsura (su, toprak, hava ve ateş)
"asıl" demiştir. Çünkü, onla bu unsurlar; canlılar, bitkiler ve
madenlerden İbaret oluşumların aslıdır.
[377] Müslim, 2996.
[378] Müellifin burada ismini açıkça vermediği zat, Ebu Ali
Hüseyin b. Abdullah b. Sina'dır. Zira eş-Şifâ, İbn Sina'nın en meşhur
eserlerinden olup, bu İsimle daima onun eseri kastedilir. 371/981—428/1036
yıllan arasında yaşamıştır. Beyrûnî ve İbn Heysem'in muasırıdır. Aslen Belh'li
olup Buhara'da doğdu. On yaşma kadar Kur'an'ı ezberledi ve Arapçayı öğrendi. On
yedi yaşma kadar şeriat, felsefe, tabiî ilimler, mantık, hendese ve diğer
çeşitli ilimlerle uğraştı. Daha sonra kendi kendine tıb ve felsefe ile meşgul
oldu. Hatta tıpta zamanında Calinus ve Hipokrat gibi meşhur oldu. Bağdat'ta
meşhur hastahanenin başhekimiydi. Batilılarca "Avicenne" ismiyle
anılan İbn Sina, kitaplarıyla ve keşifleriyle bugünün modern tıp ve felsefe
dünyasına kendini kabul ettirmiş bir İslâm filozofudur. Elli se kiz yaşları
civarında vefat eden îbn Sina, son zamanlarında Kur'an ve tefsiriyle meşgul olmuş,
hatta vefat edene kadar üç günde bir hatim yapmıştır. Dünya hayatından
uzaklaşmış, kendini kitaplarında bulunan şeriat zahirine aykırı sözlerinden
dolayı özellikle Gazzalî tarafından Tehâfüt'te tekfir edilmiştir. Müellif ve
hocası îbn Teymiyye de onun hakkında aynı kanaa-ta sahiptirler. îbn Sina'nın
son durumu hakkında Zehebî (el-Iber, 2/258-259) ve Ibn Kesîr (ei-Bidâye,
12/42-43), tarihçi îbn Hallikân'dan şu cümleleri nakletmektedirler:
"Vefatı yaklaştığında gusletti, tevbe etti, yanında bulunan malını
fakirlere tasadduk etti. Kölelerini azad etti. Her üç günde bir.hatim yapardı.
Ramazan ayında bir cuma günü Hemadân'da vefat etmiştir. Küçük büyük yüze yakın
kitabı vardır." En meşhur eseri El-Kânun'a on-on beş civarında şerh.
yazılmıştır. Tıbba dairdir. İkinci meşhur eseri de müellifin ismini zikrettiği
eş-Şifâ ise felsefe, mantık, riyâziyyat ve tabiî İlimler konusundadır. Bu iki
eseri de çeşitli batı dillerine terceme edilmiştir. (İslâm Ansiklopedisi,
5/807-824).
[379] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/256-261.
[380] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/261.
[381] Buharı, 16/28; Müslim, 2209. Bazı doktorlar şöyle der:
Ateşin artması durumunda, bütün humma halleri suyia iki şekilde tedavi edilir:
1) Ateşin derecesini düşürmek gayesiyle soğuk veya buzlu bez parçalarıyla
dışarıdan, 2) Humma sırasında ağıza bol su verilmesi: Bu, bütün organlara,
özellikle de böbreklere vücut için hayatî önemdeki görevlerini yerine getirmekte
yardımcı olur.
[382] Buharı. 8/29; Müslim, 26). Begavi (Şerhu's-Sünne,
1/359) şöyle der: "Doğuya veya batıya dönün" sözü, Medine'lilere ve
kıblesi bu tarafta olanlar için kullanılmıştır. Kıblesi dp) veya batı tarafında
olanlar, güneye veya kuzeye döner.
[383] Tirmizî, 344; İbn Mâce, 1011; Hâkim, î/205, 206;
Beyhakî, 2/9; Malik, Muvatta, 1/201; Tirmizî, hadisin hasen-sahih olduğunu
söylemiştir.
[384] Remed:Eskİ tabiplere göre kan hiltmdan, sıcak
şişkinliğe verilen bir addır ki, kendi cinsinden olmayan bir başka uzuvla
mürekkep uzuvda (mültehim) meydana gelir. Şayet bu sıcaklık kandan değil de
başka bir hümörden olursa, bu hastalığa remed değil "tekeddür" denir.
Daha sonra gelen tabibler ise bu durum ister sıcak ister soğuk hümörlerden
meydana gelsin mültehim bir uzuvda meydana gelen her türlü şişkinliğe remed
demişlerdir. Bk. Te-hanevî, Keşşâfu Istılahaü'l-Fünûn, 1/552.
[385] Tıbbu'n-Nebî'nin müstakil neşirlerinden birinin tıbbî
tahkiklerini yapan Dr. AÜü Ezherî, bu hususta şunları da ilâve etmiştir:
"Mafsal romatizması gibi bazı müzmin hastalıklar vardır kî, eklemler bu
sebepten katılaşır ve hareket edemez hale gelirler veya sinir sisteminde meydana
gelen müzmin çiçek hastalığı, bedenin hararet derecesi humma esnasında
yükseldikçe bir hayli iyileşir. Bu sebepten de humma, tıbbî tedavi yollarından
biri olarak sayılmıştır ki bu tür durumları oluşturmak İçin hastaya hukne
yoluyla muayyen maddeler verilerek sunî hummalar meydana getirilir."
(Tıbbu'n-Nebî, 2. baskı, Beyrut, 1982. Abdülgani Ab-dülhâlik tahkıkıyia.)
Tıbbu'n-Nebî—nin diğer bir neşrini gerçekleştiren Abdülmutî Kal'a-cı bu yapma
hummalara misal olarak, günümüzde daha yaygın kullanılan aşıyı misal verir ve
İbn Kayyim'ın tıp sahasında ne kadar İleri görüşlü olduğuna işaret eder. Dr. Abdülmutî
Emin Kal'acı, Kahire, 1982, 2. Baskı.
[386] Cerrahî alanında önemli buluşları ve Arapların en
önemli tıp kaynağı olan Calinus (Galen = Klaudios), Milâttan sonra yaklaşık
olarak 130 tarihinde doğdu. Aslen Bergama'-hdir. Roma krallarından Antunius
(138-161), Ürileyus (161-180), Kumudiyos (180-192), Per-tinakus (193)
devirlerinde yaşadı. Kitaplarında Antunius zamanında yetiştiği ve ona hizmet
edip savaşlarında arkadaşlık yaptığını yazmaktadır. Daha 17 yaşındayken tıp,
felsefe ve tüm rizayî ilimlerde üstad oldu. Ünlü tabib Hipokrat'ın kitablannı
ele aldı ve onları şerbetti. Roma'da umûmî olarak kurduğu ilim meclislerinde
ilm-i teşrih (cerrahlık) hakkında bilgiler verdi. Hz. tsâ'nın (a.s.) havarileri
İle görüşme niyetiyle Roma'dan Kudüs'e hareket ettiği esnada, yolda Sıkılliye
(Sicilya) şehrinde öldü ve oraya gömüldü. Seksen sekiz sene yaşadı. Kendisinden
önce gelen tabiplerin eserlerini toplamış ve şerhetmiştir. Aşağı yukarı
eserlerinin tamamı Arapçaya tercerae
edilmiş ve İslâm tıbbına ve gelişmesine bîr hayli etkide bulunmuştur. Bk.
Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, Galİen, Galenos maddesi, 2/183-187,
İstanbul, 1975; İbn Cülcül, Tabakâtu'l-Etıbbâ ve'l-Hükemâ, 41-50, Tahkik: Fuad
Seyyid, Beyrut, 1985.
[387] Ebu Bekir Muhammed b. Zekerİyya er-Râzî. Büyük İslâm
tabibi ve filozofu olup, "Arapların Calinus'u" denmiştir. Rey
şehrinde doğdu ve orada yetişti. Daha sonra Bağdat'a geldi. Bağdat'taki
hastahaneye başhekim oldu. Tarihçiler ölüm tarihi hakkında hicri 311 İle 320
tarihleri arasında değişik rakamlar vermektedirler. Hipokrat ve Calinus'un tıp
konusunda yazmış olduğu eserleri şerhetmiştir. Kimya ilmine dair eserler telif
etmiştir. Tarihçiler, Râzî'nin, küçüklü büyüklü iki yüz elliye ulaşan
eserlerinin isimlerini sıralamaktadırlar.. Müellif İbn Kayyim'in de nakiller
yaptığı el-Çâmiu'l-Kebîr'i; el-Câmiu'l-Hâsır li-Sanâatı't-Tıb'ı vardır. Bu son
eser. avnı zamanda Kitâbu 't-Hâvî olarak da tanınmaktadır ki, Râzî'~ nin en
büyük kitaplarından olup, Batı
dillerine de tercüme
edilmiştir. Bk: îbn Cülcül, Ta-bakat 77-80; Dr. Ali Abdullah ed-Deffâ, A
'tâmu'l-Arab ve'l-Müslimînfi't-Tıb, 83-104; İslâm Ansiklopedisi, 9/642-647;
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar, İslâm'da Bilim ve Teknoloji' Tarihi, s.209-210,
Ankara, 1985; Siyeru A'lümu'n-Nubelâ, 9/232; Uyûnu't-Enbâ, İ/309, 321;
Şezerâtu'z-Zeheb, 2/263; Vefeyâtu'l-A'yân, 2/103, 104.
[388] Bu iki beyit Urve b. Uzeyne'nindir. eş-Şi'r
ve's-Şuarât 580; Zehru't-Âdâb, 1/167; Vefeyâtu'l-Âyan, 2/394.
[389] Buharı, 59/10.
[390] Hadisi Hâkim, Müstedrek'îe (4/200) rivayet etmiş ve
sahih olduğunu söylemiş, Hafız Ze-hebî de ona katılmıştır. Hadis,her ikisinin
dediği gibi sahihtir. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-BârVde (10/144), hadisin
senedinin güçlü olduğunu söylemiştir. Ziya el Makdisî, Muhtâ-re'de rivayet
etmiştir. Ayrıca Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (5/94) hadisin Taberanî tarafından
rivyet edildiğini ve râvilerinin sika olduğunu söylemiştir.
[391] İbn Mâce, 3475. Bûsırî, tbn Mâce'ye olan Zevâid'ınde;
hadisin isnadı sahih, râvileri de sika demiştir.
[392] Hadis, Müsned'de bulunmamakla beraber, Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'dt (5/94), Taberanî
ve Bezzâr'dan rivayet etmiştir. RâvİIeri arasında İsmail b. Müslim vardır ki
metruk bir râvidir.
[393] Hadis îbn Mâce'de (3469) bulunmaktadır. Yalnız,
senedinde zayıf râvilerden Musa b. Ubey-de vardır. Fakat Müslim, Sahih'mde
Câbir'den (r.a.) şunları rivayet etmiştir: Allah Rasûlü {s.a.) bir gün
Ümmü's-Sâib veya Ümmü'İ-Müseyyeb'in yanına geldi ve: "Ey Ümmü's-Sâib (veya
Ümmü'l-Müseyyeb) (niçin) titriyorsun?" diye sordu. Kadın: "Allah
bereketini
vermesin
hummanın!" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a,): "Hummaya söğnu
ma, körüğün demirdeki pası giderdiği gibi insanoğlunun hatalarını
giderir." u"
[394] Makâsid'da şöyle deniliyor: Bu hadisi Kudaî,
Müsned'inde İbn Mes'ûd'dan (r.a.) merfû olarak şu lâfızlarla rivayet
etmektedir: "Bir gece hummaya tutulmak, günahla geçirilmiş bir senenin
hatalarına keffarettir." Aynca İbn Ebİ'd-Dünyâ'nın,.Ebu'd-Derdâ'dan (r.a.)
mevkuf olarak rivayet ettiği: "Bir gece hummaya tutulmak bir senenin
(içinde işlenen günahların) keffaretidir." hadisi de buna şahiddir. Yine
aynı hadisi Temmâm, Fevâid'inde Ebu Hureyre'den {r.a.) merfû olarak rivayet
etmektedir.
[395] Hadis sahihtir. Ahmed b. Hanbel, 2/176; İbn Mâce,
3377. Sahih isnadla Abdullah b. Amr b. eİ-Âs'tan rivayet etmişlerdir. Hâkim
(4/146) sahihtir demiş, Zehebî de ona katılmıştır. Ayrıca hadisi Ahmed b.
Hanbel (2/35) ve Tirmizî (1863) İbn Ömer'den, yine Ahmed b. Hanbel, (5/171) Ebu
Zer'den rivayet etmişlerdir.
[396] Hadisi Tirmizî (2085) ve Ahmed b. Hanbel, (5281),
Sevbân'dan (r.a.) rivayet etmişlerdir. Müellifin dediği gibi Râfi' b. Hadîc'den
rivayet edilmemiştir. Senedinde meçhul bir ravı
[397] Buhran: Yunan asıllı bir kelime olup İslâm tıbbmda;
hastada, keskin (hadde) humma es-nasında meydana gelen bir değişmedir ki,
peşinden birden ter boşanır ve süratli bir şekilde ateşte düşme görülür. Bk. Mucemu'l-Vasît,
1/40; Tehânevî, Keşşaf, 1/118.
[398] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/265-273.
[399] Buharı, 76/4; Müslim, 2217.
[400] Macun: Yoğurularak ve karıştırılarak meydana getirilen
mürekkep ilaçlara denir. Bk, Te-hanevî, Keşşaf, 2/1071.
[401] Gözlerinden alınan kültürde difteri basili görülen bir
Amerikalı doktorun gözlerine her gün bal sürerek onları mikropsuz hale
getirdiği söylenmektedir. Bk. Müjgan Üçer, "İbn Sina'nın el-Kanun'unda Bal
ve Kına İle Yapılan İlaçlar Üzerine" Uluslararası İbn Sina Sempozyumu.
(Ankara, 1984.) sh. 328.
[402] İslâm tıbbmda bal ve bal karışımıyla, içilmek üzere
hazırlanan şuruplar, sıvı olarak içerden ve dışardan kullanılan preparatlar,
haplar, macunlar, merhem ve lapalar halinde bir çok ilaç terkipleri verilmiş ve
bunların hangi hastalıklara şifa olduğu da açıklanmıştır. Bu hususta, 1985
yılında yapılan Uluslararası İbn Sina Sempozyumu Bildirileri içerisinde, Muj-gan
Üçer'in (s.323-324) bir makalesi vardır (Ankara, 1984.).
[403] İbn Mâce, 3450. Senedinde Zübeyr b. Saîd el-Hâşimî
vardır ki, hadisleri leyyin olan bir râvidir. Abdurrahman b. Salim ise meçhul
bir râvi olup Ebu Hureyre'den hadis işitmemıştır.
[404] İbn Mâce, 3452; Hâkim, 4/200. Ebu tshak, Ebu'I-Ahvas
ve İbn Abbas kanalıyla rivayet edilmiştir. Hâkim hadise sahihtir demiş, Zehebî
de ona katılmıştır. Hadis, Hâkim ye Ze-hebî'nin dediği gibi sahihtir. Ancak,
sika olan bir râvi hadisi İbn Mes'ûd'dan mevkuf olarak rivayet etmiştir.
Ayrıca Beyhakî de Delâilü 'n-Nübüvve'sinde hadisi mevkuf olarak rivayet etmiş
ve sahih olduğunu söylemiştir.
[405] Nahl, 16/69.
[406] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/273-277.
[407] Buharı, 60/50; Müslim, 2218. Vebadan korunma konusunda
şu âna kadar uyulan kural budur. Bir bölgede veba görüldüğünde, çevresi
karantinaya alınır, doktor ve yardımcıları dışında kimsenin giriş-çıkışına izin
verilmez. Böylelikle, hastalığın başka yerlerde yayılması engellenmiş olur.
[408] Buharı, 76/30; Müslim, 1961.
[409] Taun ve vebanın en önemli özelliği, bulaşıcı bir
hastalık olmasıdır. Bu sebeple bulaşıcı özelliği olan her hastalığa veba
denmiş, çoğunlukla da taun ile aynı mânada kullanılmıştır. Bk. Mucemu'l-Vasit,
558, 1QO7; Tehanevî, Keşşaf, 2/1440.
[410] Ahmed b. Hanbel, 6/145, 255. Hadisin senedi hasendir.
Yalnız "Yumuşak yerlerde ve koltuk altında çıkar." ilâvesi Müsned'ûz
yoktur. Elimizdeki Tıbbu'n-Nebî tahkiklerinin hiçbirinde buna işaret
edilmemiştir. Hadisin tamamı şöyledir: Hz. Âişe'den (r. anha) rivayete göre
Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: "Ümmetimin yok oluşu ancak savaş ve
taunladır." Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü; savaşla helak olmayı
anlıyoruz ama bu taun da nedir?" Allah Rasûlü (s.a.): "Deve vebası
salgını gibi bir salgındır ki (taunun zuhur ettiği yerden aynlmaytp da ölen
kişi) şehid gibi sevab alır. O yerden kaçanın cezası İse savaştan kaçan
kişininki gibidir." diye cevap verdi.
lirir. Kırmızı ve sarı
olanı tehlikeden en salim olanıdır. Siyah renge kaçan şi-şikten ise kimse ölmemiştir.
[411] Buharı, 60/54; Müslim, 2218. Üsâme b. Zeyd'den rivayet
edilmiştir.
[412] Ahmed b. Hanbel, 4/395, 413, 417; Taberanî,
Mucemu's-Sağîr, s. 71. Senedi sahî Hâkim hadise sahihtir demiş (1/50), Zehebî
de ona katılmıştır.
[413] Mirretüssevdâ: Mirre, lügatta kuvvet ve şiddet
mânasına gelen bir kelimedir. Tıpta ;se, kuvvetli olmasından safraya, şiddetli
olmasından da sevdaya isim olmuştur ki her iki durumda da safra ve sevda gayn
tabii durumda olup, mirretüssafrâ denildiğinde ince balgam karışmış olan
safra, mirretüssevdâ denildiğinde de yanık sevda anlaşılır. Özet olarak bedende
mevcut olan ahlattan (hümörlerden) bir hiltın ismidir. Bk. Mücemu'I-Vasît, 862;
Tehanevî, Keşşaf, 2/1328.
[414] Hipokrat (Bokrat veya Abokrat) Öl. m.ö: 357. Halep'te
doğdu. Tıp sahasında konuşmuş, risale ve kitaplar yazmıştır. Kitabu't-Fusûl,
Kitabu Takdimeti'l- Ma'rife, Kitabu Tabiaii'l-tnsan, Kitabu Emradi'l-Hidde,
Kitâbü'l-Ahlat... vs. onun Arapçaya terceme edilmiş Önemli kitapları
arasındadır. Çok faziletli, ibadet ehli ve Allah rızası için hastalıkları
tedavi eden biriydi. Çok yerleri gezmiş ve birçok talebe yetiştirmiştir. Onun
eserlerinin çoğunu Cali-nos şerhetmiştir. Calinos, yazmış olduğu bir eserinde
Hipokrat hakkında şunları söylemiştir: "Hipokrat'm ilmini öğrenmek
isteyen kişi fazilete rağbet etmede ve kötülükten kaçınmada onun yolunu takib
etsin." Bk. İbn Cülcül, Tabakat, İ6-20.
[415] Muhammed b. Hasan, el-Âsâr, s. 151; Taberanî,
Mucemu's-Sağîr, s. 20; Ebu Nuaym, Tarih-i Isbahan, 1/121. Ebu Hanife—Atâ—Ebu
Hureyre senediyle merfû olarak: "Necm doğduğunda her beldeden hastalık
kalkar." şeklinde rivayet edilmiştir. Senedi sahihtir.Necm, Süreyya
yıldızı demektir. Câmiu'l-Mesântd'de (2/14) aynı senedle: "Mahsuller Süreyya
yıldızı doğana kadar (daha ağaç üzerinde tomurcuklanmadan) satılmaz."
metniyle . rivayet edilmiştir. Şafiî
(et-Umm, 2/167) ve Ahmed b. Hanbel (5012, 5135)'de ise Abdul-..■ lah b. Ömer'den: "Rasûlullah (s.a.)
hastalık kalkana kadar mahsul ağaçta iken satışından nehyetmiştir."
şeklinde rivayet edilmiştir ki, hadisin râvisi Osman b. Abdillah b. Sürâka,
? tbn Ömer'e bunun zamanını
sorduğunda, İbn ömer: "Süreyya yıldızının doğduğu zaman-•5 dır." demiştir. Buharî'de ise (34/85)
Ebu'z-Zinâd'ın rivayetine göre Süreyya yıldızı doğa-* na kadar ve sarılan kırmızılarından ayırd
edilene kadar arazisininin mahsullerini satmadı-, ğı Hârice b. Zeyd tarafından
nakledilmiştir. Aynı hadis Muvatta'da (2/619): "Süreyya yıldızı doğana
kadar mahsûlünü satmazdı." lafzıyla nakledilmiştir ki, bu deliller hadis-i
şerifin, metinde biraz sonra gelecek olan üçüncü şekildeki yorumunu teyid
etmektedir.
[416] Rahman, 54/6.
[417] Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed «Jemjmî (v. 360/970),
Filistinli olup Mısır'da Fatımî veziri İbn Killîs'ın özel doktorudur.
Mineraller, taşlar ve madenler hakkında kendinden sonra gelenlerin başvuru
kitabı olarak kullandıkları Kitabu'l-Mürşid'i yazmıştır. Kitabu
'l-îtimâd'fi'l-Edviye adlı kitabı latinceye terceme edilmiştir. Bk.
Brockelmann, GAL, 1/272-273. Seyyid Hüseyin Nasr, islâm ve İlim, s. 53, 179,
187.
[418] îbn Kuteybe ed-Dineverî, Ebu Muhammed Abdullah b.
Müslim b. Kuteybe (214-276). Bağ-dat'da doğdu. Nahiv ve lügat bilginidir.
Hadis, tefsir ve tarihçiliği yanısıra astroloji sahasında da meşhur olmuştur.
Yukarıda isimlerini saydığımız ilimlerle ilgili bir çok eser yazmıştır.
Kitabu'l-Maârif, Müşkilu'l-Kur'an ve'l-Hadis, Kitabu'l-Hayl, Kitabu'l-Envâr,
Uyûnu'I-Ahbâr ve Kitabu'l-Enva' bunların en meşhurlarıdır. Altmış yaşında
Bağdat'ta ölmüştür. Bk.
İbn Kesîr, Bidâye, 11/48; Zehebî, eİ-İber, 1/397, Doç. Dr. Mehmet Bayraktar,
İslâm'da Bilim ve Teknoloji Tarihi, s. 202; İslâm Ansiklopedisi, 5/762.
[419] Keymus: Aslı yunanca olan bu kelime, tıpta hazmın dört
safhasının ikinci kısmı olan ciğerlerde meydana gelen şekline verilen addır.
Hazm ise, alman gıdanın, vücuttaki tabiî sıcaklık vasıtasıyla pişerek, tavırdan
tavıra geçip bilfiil bedenin bir uzvu olmasıdır. Hazm, dört safhada meydana
gelir. İlk defa ağıza alınan gıda çiğnenmiş lokma haline gelir ve mideye
ulaştığında orada asıl hazım başlar ve Keylus safhası meydana gelmiş olur. Bu
keylus karaciğere geçer orada ikinci hazım başlar. Burada keylusun bir kısmı
kan, bir kısmı safra, bir kısmı balgam ve bir kısmı da koyu sıvı olur. Arta
kalan lüzumsuz maddelerin bir kısmı böbreklere geçerek idrar olur. Diğer bir
kısmı bağırsaklara geçerek safra ile çıkar. İşte bu .ciğerlerdeki safhada gıda,
keymus adını alır. Üçüncü hazım ise ince kan damarlarında meydana gelir.
Dördüncü hazım da uzuvlarda mevcud maddelerin içinde o maddelere tamamıyla
benzemek için olur. Bu ince hazımların fazlaları gizli bir çözülme geçirirler.
Artıklar, buhar olup menfezlerden, terle kirlenerek burun ve kulaktan,
cerahatle. Saç ve kıllara geçerek, onlarla birlikte düşerek, çıkarlar. Daha
geniş bilgi için bak: îbn Haldun, Mukaddime, 415; Tehânevî, Keşşaf, 1/1098,
1537; Dr. Âkil Muhtar Özden, İbn Sina Tıbbına Bir Bakış, s. S; Mucemu'l-Vasît,
808.
[420] Ebu Davud, 3923; Ahmed b. Hanbel, 3/451. Senedinde
meçhul bir râvi vardır.
[421] Buharı, 76/30; Müslim, 2219.
[422] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/277-285.
[423] Buharı, 4/66, 24/68, 56/156, 76/6, 86/17; Müslim,
1671; Ebu Davud, 4364; Nesâî, 7/93-94, 98; Tirmizî, 2114; İbn Mâce, 2578; Ahmed
b. Hanbel, 3/107, 161, 177, 198, 205, 287, 290, 370.
[424] Müeilifin Müslim'den naklettiği bu ilâve Müslim'de
yoktur. Nesâî'de ise sadece: "Renkleri sararana ve karınları şişene
kadar" ziyadesi vardır.
[425] istiskâ (la Hydropisie, Dropsy): Uzuvların arasına
girip, uzuvlarla bulikte gelişen soğuk (barid) garib bir hümörün meydana
getirdiği hastalıktır. Üç türü vardır: a) Lahmî: Zahir uzuvlarda belirir, tüm
vücudu sarar. Kan yoluyla toplanan su bütün vücuda, kasların aralarına girer
ve görünüşte kişiyi şişman gibi gösterir, b) Tabiî Karın boşluğunda kuru olarak
bulunan gaz hümörii (rîhî madde) dür. Bununla birlikte bu bölgede az rutubetli
gaz da bulunur, c) Zakî: Vücutta gıda ve ahlatın (hümörlerin) hazım
safhalarından geçirildiği mide, ciğer ve bağırsaklar gibi boş bölgelerden
başka, ağızdan ses tellerinin bulunduğu bölgelere kadar olan boşlukta meydana
gelen su toplanmalarına verilen addır. Bk. Tehâ-nevî. Keşşaf, 1/726.
[426] Ebu Davud sârini Hattabî, müellifin aksine bu hadisten
şu hükmü çıkarmıştır: "Hadis-i şerif zaruret esnasında, haram kılınmış bir
şeyle tedavi olmanın mubah olduğuna delildir. Çünkü ister eti yenen hayvan olsun,
ister eti yenmeyen hayvan olsun her türlü sidik necis-tir." Hattabî, Ebu
Davud Şerhi, 4/532.
[427] İbn Teymiye, Siyâsetü's-Şer'iyye, 69-75. Bu hususta da
mezhepler arasında bir hayli ihtilâf mevcuttur. Burada bunun tafsilatına
girmek konu dışında kalacağından sadece İbn Rüşd'ün el-Bidâye adlı eserinin
cinayetler bahsine (2/330-357) atıfta t j) ınmakla yetiniyoruz.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/285-288.
[428] Buharı, 56/85; Müslim, 1790.
[429] Berdî (Papirüs): Kamış gibi suda yetişen bir bitki
olup bir metre ve biraz fazla boyu Va dır. Çoğunlukla yukarı Nil'de yetişir.
Eski Mısırlılar yazı yazmak için bu bitkiden sahif' ler yaparlardı. Hasır
yapımında da kullanılmıştır. Bk. Mucemu'I-Vasît, 48.
[430] Ekletülfem: Yara şeklinde görünen bir hastalıktır. Az
bir zamanda bir çok yerde çıka Kokusu vardır. Nerede çıkarsa onun ismiyle
anılır. Ağızda çıktığında da ekletülfem deni Bk. Tehânevî, Keşşaf, 1/87.
[431] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/288-289.
[432] Buharı, 76/3.
[433] îmtilâ: Bedende dört hümörden birisinin fazlalaşarak
insanda hastalık meydana gelmesidir. Bazan hümörlerin keyfiyet bakımından
değer kaybetmesine de bu isim verilir. Bk. Tehânevî, Keşşaf 2/1313.
[434] Buharı, 76/17; Müslim, 2205.
[435] Daha önce geçti. Bk. Dipnot: I.
[436] İbn Mâce, 1/3479. Senedi, Cübâre ve Kesîr'den dolayı
zayıf olmakla birlikte, Tirmizî'de J İbn Abbas (2053) ve İbn Mes'ûd (2052)
kanalıyla gelen şahidleriyle birlikte hadis sahihtir.
[437] Tirmizî, 2053. Senedinde Abbâd b. Mansûr vardır ki,
hıfzının yetersizliği ve hafızasının dağılmasından dolayı zayıf bir râvidir.
Tirmizî bu hadise Abbâd'dan dolayı, hasen-garib demiştir. Hal tercemesi için
bk. Ukaylî, Dua/â, 3/134-137.
[438] Buharı, 76/10; Müslim, 1202. 55.'Buharî, 76/13;
Müslim, 1577.
[439] Hadis daha Önce geçti. Bk. dipnot 53.
[440] Bâslîk: Gövde damarıdır ki dirsek içinde olan üç
damarın aşağısında olandır. Şayet bu damardan kan alınırsa gövdeye faydalıdır.
[441] Bâslîk: Gövde damarıdır ki dirsek içinde olan üç
damarın aşağısında olandır. Şayet bu damardan kan alınırsa gövdeye faydalıdır.
[442] Şevsa: İnsanı rahatsız edecek derecede, karındaki bir
gaz sebebiyle meydana gelen ağrıdır.
[443] fazlalığından veya bozulmasından veya her ikisinin de
birleşmesinden meydana gelen hastalıklara faydalıdır.,
Ekhai: Baş ve gövde damarına verilen addır
[444] Kî/al: Kolda bir damara verilen addır.
[445] Vedec: Boyunda bulunan şah damarıdır.
[446] Kâhil: İki omuz arasındaki yağlı kısma verilen addır.
[447] Ahdâ: Boyun damarlarından bir damardır.
[448] Tİrmizî, Sünen, 2051, Şemail, 2/223; Ebu Davud, 3860;
İbn Mâce, 3483; Ahmed b. Han-bel, 3/119, 192. İsnadı sahih olup Hâkim hadise
sahihtir demiş, Zehebî de Hâkim'e katılmıştır.
[449] Hadisin Sahihayna isnad edilmesi bir yanılma eseri
olsa gerektir. Zira bu hadis Sahihayn1-da mevcut değildir. Bir önceki dipnotta
hadisin kaynaklan gösterilmiştir.
[450] Buharı, 76/14, 15. Abdullah b. Buhayne ve İbn
Abbas'tan rivayet edilmiş olup Enes'den değildir.
[451] tbn Mâce, 3482. Râvilerinden Asbağ b. Nübâte et-Teymî,
zayıf râvilerden olduğundan hadisin senedi zayıftır. Bk. Ukaylî, Dua/â,
1/129-130.
[452] Ebu Davud, 3863, Nesâî, 5/193,194.
[453] Kamahduve: Başm bitiminde, kafanın üstünde bulunan
açık büyüklüğe denir. Bk. Mucemu'l'Vasît, 758.
[454] Nukratülkafa: Dimağın sonunda mevcut olan çukura
denir. Bk. Mucemu'l-Vasît, 945.
[455] Bu hadisi Süyutî, Câmiu's-Sağtr'de, Taberânî, İbnüssünnî ve Ebu Nuam'a isnad etmiş ve zayıf olduğunu
belirtmiştir. Hadisi Suheyb rivayet etmiştir.
[456] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (5/94), hadisi Suheyb'den
Taberânî'nin rivayet ettiğini ve râvilerinin sika olduğunu söylemiştir.
[457] Safin = Sâk (diz ile ayak arasındaki kısım) içinde
topuğa yakm büyük bir damar olup uyluk damarına (verid-i fahzî) dahil olana
kadar uzar. Bu damardan alman kana fasd-ı safin denir. Bk. Mucemu'l-Vasİt, 517.
[458] Fîl; Cildde ve cild altında, ayak ve dizde çıkan bir
hastalıktır ki ufak bir göbek bu^ük ü-ğünde tümsek meydana getirir. Bk.
Mucemu'l-Vasît, 709.
[459] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/289-295.
[460] Bk. Dipnot: 65.
[461] Bk. Dipnot: 65.
[462] İbn Mâce, 3486. Senedinde zayıf bir râvi olan Nehhâs
b. Kahm vardır. Bununla birlikte, daha önce geçen İbn Abbas hadisi ile bundan
sonra gelecek olan Ebu Hureyre hadisi (Ebu Davud, 3861) bu hadisin şahidleri
arasındadır.
[463] Ebu Davud, 3861. Aynı senedle Beyhakî, (9/340) de
rivayet etmiştir. Senedi hasendir.
[464] Hâkim, 4/409; Beyhakî, 9/340. Senedinde metruk bir
râvi olan Süleyman b. Erkam vardır.
[465] Hadisi, İbn Mâce (3487-8) ve Hâkim (4/409) zayıf
isnadlarla tahric etmişlerdir. Hafız îbn Hacer Askalanî, bu hususta gelen
hadislerin tamamının zayıf senedlerle geldiğini söylemektedir. Bk. İbn Hacer,
Fethu'l-Bâri, 10/122.
[466] Ebu Davud, 3862. İbn Hacer, Ebu Davud'un bu rivayetini
hiçbir değerlendirme yapmadan Fethu'l-Bâri' de (10/122) nakletmiştir.
[467] Buharı, 76/11.
[468] Şeddâd b. Evs'ten, Şafiî, et-Ümm, 1/257; Ebu Davud,
2369; Dârimî, 2/14; Abdürrezzâk , 7520; İbn Mâce, 1681; Hâkim, 1/428; Tahâvî,
349; Beyhakî, 4/265 rivayet etmiş olup isnadı sahihtir. Diğer imamlar da
hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda Râfİ' b. Hadîc'den,
Abdürrezzâk, 7528; Tirmizî, 774; Beyhakî, 4/265, İbn Hibbân, 902; Hâkim,
1/428; İbn Huzeyme, 1964; bir hadis rivayet edilmiştir ki, bu hadisin sahih
olduğunu söylemişlerdir. Sevbân'dan, Ebu Davud, 2367; îbn Mâce, 1680; Dârimî,
2/14-15; Tahavî, 349; İbn Cârûd, 198; Abdürrezzâk, 7522; İbn Huzeyme, 1962,
1963; İbn Hibbân, 899; Hâkim, 1/427; Buharı, 30/32; bir hadîs rivayet
etmişlerdir ve Ali b. el-Medİnî ile Nevevî, hadisin sahih olduğu
söylemişlerdir.
[469] "Hacamat yapan da, yaptıran da orucunu
bozmuştur." rivayeti ile veda haccındaki: "Allah Rasûlü (s.a.)
ihramlı ve oruçlu iken hacamat yaptırdı." hadis-İ şerifi Ebu Davud'un
(2374): "Rasülullah oruçluya hacamatı ve sahura kalkmadan devamlı orucu
ashabına ebedî olarak yasaklamamıştır." rivayeti ile nesh edilmiştir. Bk.
İbn Hacer, Fethu'l-Bârt, 4/144; Zeylâî, Nasbu'r-Râye, 2/472; İbn Hacer,
Telhîsü'l-Habîr, 2/191-194; Tehanevî, İ'tâü's-Sünen, 9/114-116.
[470] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/295-300.
[471] Müslim, 2207; Ebu Davud, 3864; İbn Mâce, 3493.
[472] Müslim, 2208; Ahmed b. Hanbel, 3/386; Ebu Davud, 3866;
tbn Mâce, 3494.
[473] Mişkas: Ok gibi ince ve uzun bîr demir parçası
demektir.
[474] Abdürrezzak, Musanmf, 19517; Tahavî, Şerhu
Maâni'i-Âsâr, 2/385. İbn Mes'ud'dan (r.a.) rivayet edilen bu hadisin tamamı
şöyledir: Bir grup, Allah Rasûlü'nün (s.a.) huzuruna geldiler ve şöyle
sordular: Ey Allah'ın Rasûlü! Bir arkadaşımız hastalandı. Onu dağlayabilir
nıiyiz? Allah Rasûlü (s.a.) bîr müddet sükût ettikten sonra şöyle buyurdu: "Dilerseniz
dağ laym! Dilerseniz yaraya kızdırılmış taş koyarak tedavi edin!" Yalnız
bu hadis-i şerif, zahiri emir, bâtını nehiy olan bir tehdİd şeklinde
anlaşılmıştır. Nitekim bu tür ifadeler: "İstediğiniz yapın" ,
"İnsanlardan gücünün yettiğini ürküt" âyetlerinde de bu mânada kullanılmıştır.
[475] Buharı, 76/26.
[476] Şevket: Yüzde ve vücudun muhtelif yerlerinde hastalık
olarak çıkan kızıllık.
[477] Tirmizî, 2050; Tahavî, 2/385. Râvileri sikadır.
Tirmizî, hadise, hasen-garîb demişni
[478] Bk. Dipnot: 48 ve 50.
[479] Tirmizî, 2049; Ebu Davud, 3865; İbn Mâce, 3490.
[480] Nâsûr: Fistül, ülser, sinüs de denilen bir hastalık
olup, vücut dokularında, dar, açık kanal şeklinde uzayan yaralara denir. Daha
çok, göz pınarında, makat havalisinde ve diş etlerinde meydana gelir. Sürekli
çıkan bir yaradır. Biri kurur, diğeri çıkar. Bundan dolayı da tedavisi mümkün
olmayan hastalıklardan kabul edilir. Bk. Mucemu'l-Vasît, 917..
[481] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/300-301.
[482] Hattabî'nin Ebu Davud Şerhi, 4/197, 199.
[483] Buharı, 76/42; Müslim, 220.
[484] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/302.
[485] Buharî, 75/6; Müslim, 2265.
[486] Ahmed b. Hanbel, 4/170-172. Ya'Iâ b. Mürre'nin Allah
Rasûlü'nden (s.a.) rivayetine göre, kadının biri, kendisinde hafif bir delilik
olan çocuğunu Allah Rasûlü'nün (s.a.) huzuruna götürür. Rasûlullah (s.a.) da:
"Çık, ey Allah'ın düşmanı! Ben Allah'ın Rasûlüyüm!" diye çocuğa okur.
Çocuk İyileşince kadın, Allah Rasûiü'ne iki koç, biraz keş, biraz da tereyağı
verir. Allah Rasûlü de hadisin râvisi olan Ya'lâ'ya: "Ey Ya'lâ; bu keş ve
yağı al! İki koçtan birini al, diğerini de kadına iade et!" diye
buyurmuştur. Hadisin râvileri sikadır. Bu konuda ayrıca Osman b. Ebi'l-Âs'dan
tbn Mâce'de (3548); Câbir'den de Dâ-rimî'nin Sünen'lnde (1/10) birer hadis
vardır.
[487] Mü'minûn, 23/115.
[488] Bakara, 2/255.
[489] Muavvizeteyn; Kur'an-ı Kerim'in en sonunda yer alan
son iki s addır ki, Felak (113/1-5) ve Nas (114/1-6) sûreleridir. Şayet m
sûreye İhlâs ( 112/1-4) süresi de dahil olmuş olur.
[490] Südde: Pıhtılaşmış kan veya bakteri kütlesi veya diğer
garip bir cisimdir ki kan menfezlerini tıkar. Bk. (Mucemu'l-Vasît, 423).
Yapışkanlık (lüzucet) ve katılık özelliğine sahip İnce damarlarda ve mecralarda
meydana gelip gıda ve fuzuli maddelerin uzuvlara geçmesine mâni olan bir
maddedir. (Tehanevî, Keşşaf, 1/640).
[491] Sara (Epi/epsy): Sinir sisteminde meydana gelen bir
hastalık olup, bu esnada kendinden geçme ile adalelerde bir büzülme, titreme
meydana gelir. (Ek. Mucemu'l-Vasît, 513). Dimağda, tam olmayan bir südde
sebebiyle meydana gelen bir hastalık olup, nefsanî ruhun nüfuzuna mâni olarak
bütün sinirleri titretmesi ve başlangıcını tıkaması sebebiyle; his,
hareket ve ayakta
durmağa mâni olur. Çocuklarda olursa bu hastalığa "ümmü sibyan"
denir. Tam olmayan bir südde denilmesi, tam olduğunda sekte meydana
getirdiğindendir. Sara; süddenin balgamı ve sevdavî olmasına göre, "balgam
sarası", "sevda sarası" adlarını alır. (Tehanevî, Keşşaf,
1/833).
[492] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/302-307.
[493] İbn Mâce, 3463. Râvileri sikadır. Zevâttf de Bûsırî,
hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir.
[494] Tehanevî, Keşşaf, 1/1011.
[495] Nesâ: Kalça sinirlerindendir. Kalçadan ayak topuğuna
kadar uzanır. Bk^Mncemu'l-Vasît, 920.
[496] Veter: Diz arkasındaki çukurdan başlayarak ökçe
üzerine kadar uzanan iki sinir damarlarına verilen müşterek addır. Bk.
Mucemu'l-Vasit, 1010.
[497] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/307-309.
[498] Şübrüm: Sütleğengiller familyasından, bir zira'
boyunda çok boğumlu bir bitki olup halk arasında boğumluca da denir. Ufacık
yaprağı, kırmızı çiçeği ve mercimek gibi beyazımsı ve sarımtırak tohumu olur.
Tİrmizî şârihi Mübarekfurî, müshilin bu ağacın köklerinin kabuğundan
yapıldığını ve çok sert olduğu için doktorların tavsiye etmediklerini söylüyor.
Bk. Tirmizî Tercemesi, Osman Zeki Moliamehmetoğlu, 34/62.
[499] Senâı Baklagiller familyasından iç sürdürücü (ishal
yapıcı) bir otun adıdır. Müshil bu otun meyve ve yapraklarının karışımından
meydana gelir. En İyise senâ-i melekîdir ki, dilimizde buna
"sinameki" denir. A.g.e., 3/462.
[500] Tirmizî, 2081; İbn Mâce, 3461; Ahmed b. Hanbel, 6/369;
Hâkim, 4/200-201. Senedinde meçhul bir râvi olmakla birlikte bundan sonra
gelecek olan hadisle kuvvetlenmiş oluyor.
[501] İbn Mâce, 3457. Hadisin râvisi İbrahim b. Ebî Able,
sennût'u izahı aşağıda gelecek olan, şibit mânasına tefsir etmiş, diğerleri ise
bir şiirde de geçtiği üzere sennût'u, tereyağı tulumunda bulunan bal demektir
demişlerdir. Câmiu's-Sağîr şârihi Azizî (3/326) bunlara tereyağı kaymağı, kimyon,
kimyon-ı kirmanı ve kuru hurma mânalarını da eklemiştir. Mucemu'l-Vasît'ta ise
(s. 453), sennût ve sunnût; kimyon olarak'tefsir edilmiştir. Nitekim müellif,
ileride bu kelimenin geniş izahım yapacaktır. Hâkirrt'in (4/201) rivayetinde
ise, senedde zayıf râvilerden Amr b. Bekr es-Seksekî vardır. Hafi? İbn Hacer,
Tehzîb'de demiştir ki: '*Bu râvinin hadisini aynı lâfızla Şeddâd b. Abdurrahmşn
el-Ensarî rivayet
. etmiştir." Ayrıca yukarıdaki hadis de
mâna olarak bu hadise şahid BîHıadistir.
[502] el-Yetû: Sütleğengiller familyasından olan akıcı.(ve
bol) süt ihtiva eden her bitkiyi içine alır. Bir çok çeşidi vardır ki, şubrum
lâiye, hilbâb, mâhûtâne ve ferbiyun bunlardan birkaçıdır. (Bk.
Mucetnu'I-Vasît, 1062).
[503] İbn el-Arabî, Ebu Abdillah Muhammed b. Zİyad el-Kûfî,
(152/232-770/848) lügat bil-ginlerindendir. Edebiyatı Ebu Muâviye ed-Darîr ve
Mufaddal ed-Dabbî'den aldı. Ondan da ibn Sİkkît, Ebu'l-Abbas Sâleb ve diğerleri
aldı. Arap kelamı ve lügatında reis idi. Birçok kitapları vardır.
Kitâbu'n-Nevâdir, Kitâbu'l-Envâ, Kitâbu'n-Nebât ve Kitâbu Sıfatı'l-Hayl
ve'n-Nahl ve'z-Zer1 ve diğerleri, Halife Vasik b. el-Mutasim zamanında vefat etmiştir.
Bk. Seâlîbî, Kitâbu Fıkhu'l-Luga mukaddimesi, s.13.
[504] Şebet veya Şibit: Çadır yapımında kullanılan yeşil
otlu bitkiler famjlyasındandır. Yaprakları ve tohumu yemek yapımında güzeLkoku
vermesi için kuüanıhx^(Maeemu'l-Vastt, 470).
[505] Tirmizî, 2047, 2048. Hadis hasen-garîbtir. Senedinde
zayıf râvilerden Abbâd b. Mansûr vardır.
[506] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/309-312.
[507] Buharı, 56/91; Müslim, 2076.
[508] Sahihtir. Buharı, 73/2; Müslim, 1961(7), 1963, 1965.
[509] Ahzâb, 33/50.
[510] Arâyâ: Âriye kelimesinin çoğuludur. Bu, sahibinin bir
fakire bir sene içinde mevyesin-den faydalanması için vermiş olduğu hurma
ağacıdır. Bir zaruret onu>mghsulü daha olgunlaşmadan, hurma olarak almağa
zorlar ki böyle bir durumda (alınan) fazlalık faiz olmaz.
[511] Nesâî, 8/161; Tirmizî, 1720: Abdürrezzâk, Musannef, 19930.
Tirmizî, bu hadisi aynı zamanda; Ömer, Ali, Ukbe b. Âmir, enes, Huzeyfe, Ütnmü
Hâni, Abdullah b. Amr, tm-ran b. Husayn, Abdullah b. Zübeyr, Câbir, Ebu Reyhan,
İbn Ömer ve Vasile b. Eska'-dan rivayet etmiş olup metinde geçen Ebu Mus,a
hadisi için; hasen-sahih demiştir. Diğer rivayetlerin değerlendirmesi hakkında
bk. Zeylâî, Nasbu'r-Raye, 4/222-225.
[512] Buharı, 77/25.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/312-316.
[513] Kust-ı Bahrî: Topalak denilen ottur. Hindistan'dan
getirilip buhur ve ilaç yapılan havlanj denilen ağaçtır. (Mucemu'l-Vasît, 734).
Nitekim hadis-i şerifin Ahmed b. Hanbel tarafından yapılan rivayetinde
"kust-ı bahri" yerine "ûd-i hindî" tabiri geçmektedir.
Türk-i çede "öd ağacı" da denilen bu ağaç yanarken etrafa güzel bir koku
yayar. {Kamus-t Türkî\ 193).
[514] Tirmizî, 2079; Ahmed b. Hanbel, 4/369; Hâkim, 4/202.
Senedinde zayıf râvilerden Meyj mun Ebu Abdullah el-Basrî vardır. Tirmizî
hadise; "hasen-garib-sahih" demiştir.
[515] Tehanevî, Keşşâfu Istttahati't-Fünûn'undu, ibn Sina'ya
göre bunların aynı mânada kullanıldığını belirttikten sonra Semerkandî ve
Aksarâyî'den aralarındaki farkı şöyîe nakletmektedir (1/524): "Birsam;
ciğer ile mide arasında olan zarda (hicab) meydana gelen "verem =
iltihaplanma"dır. Savsa; arka kaburga kemiklerinde meydana gelen
iltihaplanmadır. Zâtülcenb; hakiki olanı, kaburga kemiklerinin iç zarında
(gişâ) meydana gelen iltihaplanmadır."
[516] Ebu Sehl îsâ b. Yahya el-Cürcânî, Tabip ve filozoftur.
Hicrî 390 yılında kırk yaşında iken vefat etmiştir. (Uyûnu't-Enbâ, 327-328;
Fuad Sezgin, GAS, 3/326-327).
[517] Metinde "ledde" olarak geçen bu kelime,
hastaya ağzının bir yanından huni şeklinde bir şeyie ilaç vermek mânasına gelir.
[518] Hadisi İbn Sa'd (2/235), zayıf râviler kanalıylla
Vâkıdî'den aktarmıştır. Bir benzerini Abdürrezzak, Musannef 'inde (9754) Esma
bt. Umeys'den sahih bir isnadla nakletmiş, Hâkim (4/202) hadise sahihtir demiş,
Zehebî de ona katılmıştır. Hafız İbn Hacer de hadisi Abdürrezzak'tan nakletmiş
ve hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir. (Fethu'l-Bârî, 8/121} Ayrıca
Buharı (64/83), Âişe hadisini râvi Yahya'nın şu ilâvesiyle nakletmiştir:
"Rasûlullah'ın (s.a.) hastalığı esnasında (kendisi baygın bulunuyorken)
ağızından ilaç vermiştik. O da bize, "İlaç vermeyiniz!" diye işaret
etmeye başlamıştı. Biz (bu hareketi genellikle) hasta, ilaçtan hoşlanmadığı
için yapar, diyerek (ilaç vermeye devam ettik.) Fakat Allah Rasûlü (s.a.) ayılınca,
"Ben sizi, ilaç vermemeniz için uyarmadım mı?" diye bizi azarladı.
Biz yine; "Hasta ilaçtan hoşlanmadığı için azarlar." dedik. Bunun
üzerine Ra-sûlullah (s.a.): "Evde bulunan herkes bu ilaçtan (ceza olarak)
alacaktır. İşte ben de bakıyorum. Yalnız Abbas hariç, çünkü (siz bana ilaç
verirken) o yanınızda değildi." buyurdu. Buharı bu hadisi, İbn
Ebi'z-Zinâd—Hişâm—babası (Urve)—Âişe senediyle Rasûlul-lah'tan (s.a.) rivayet
etmiştir. Hafız İbn Hacer (Fethu'l-Bârî, 8/120) diyor ki: Bu hadisi Muhammed b.
Sa'd, aynı isnadla muttasıl olarak şu lâfızlarla rivayet etmiştir: Rasûlullah'ın
(s.a.) böğrü acıyordu. Ağrı çoğalınca bayıldı. Bunun üzerine biz ağızından ilaç
verdik. Ayıldığında, Habeşistan'a işaret ederek şöyle buyurdu: "Bu
şuradan gelen kadınların işidir. Şayet siz Allah'ın bana Zâtülcenb hastalığını
musallat kıldığını zannediyorsanız (yanılıyorsunuz. Çünkü) Allah, o hastalığa,
bana bulaşması İçin bir güç vermemiştir. Evin içinde bu ilaçtan içmeyen kimse
kalmasın!" Bunun üzerine evde ilaç İçmeyen kimse kalmadı. Meymüne'ye de
oruçlu olduğu halde ilaç verdik.
[519] Buharı, 76/21; Müslim, 2213.
[520] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/316-320.
[521] Suda= Migraine: Baş ağrısı. Tehanevf, Keşşaf, 2/833.
[522] Şakîka= (Keşşaf, 2/833} yarım başağnsı. Tehanevî,
Keşşaf, 1/766.
[523] İbn Mâce'nin (3502) rivayeti şöyledir: Rasûlullah'ın
(s.a.) azadli cariyelerinden Ümmü Râfi' Selmâ'dan yapılan bu rivayette şöyle
denilmiştir: "Rasûlullah'ta (s.a.) herhangi bir çıban veya sivilce
çıktığında veya O'na bir diken battığında, o yerin üzerine hemen kma (otu)
koyardı." Bu, aynı zamanda Ebu Davud'un (3858) ve Ahmed b. Hanbel'in
(6/462) rivayetidir ki, senedinde leyyİn bir râvi olan Ubeydullah b. Ali b. Ebî
Râfi' vardır. Hey-semî'nin, Mecmau'z-Zevâid'de (5/95), Bezzâr'dan rivayet
edilen Ebu Hureyre hadisi şöyledir: "Rasûlullah'a (s.a.) vahy indiğinde
başağrısına tutulurdu. Bundan dolayı da başını kına otu ile kaplardı."
Heysemî der ki: "Senedinde bazan sika kabul edilen Ahvas b. Hakîm vardır.
Ayrıca senedde birçok zayıf râviler vardır. Ebu Avn ise, bana göre meçhul bir
râvidir."
[524] Beyda ve hûde'nin tarifi, sebepleri ve belirtileri
hakkındaki ihtilâflar için bk. Tehanevî, Keşşaf, 1/125-126.
[525] Seder: Kişi ayağa kalkmak istediğinde gözlerinde
beliren kararma. Çoğu kere kulakta hissedilen çınlama ve başta hissedilen bir
yük ve ağırlığa bu isim verilir. Çoğunlukla da şuursuzluk belirir. Bu durumun
şiddetlisi saraya benzer. Yalnız sarada görüldüğü gibi bir büzülme meydana
gelmez. (Tehanevî, Keşşaf, 1/653).
[526] Buharî'de (75/16), Kasım b. Muhammed'den yapılan
rivayette, Hz. Âişe (başı ağrıyınca): "Vay başım!" demişti.
Rasûlullah da (s.a.): "Eğer sen ölür de ben sağ kalırsam senin için
istiğfar ve dua ederim." dedi. Bunun üzerine Hz. Âİşe: "Vay başıma
gelen musibete! Vallahi Öyle sanıyorum ki, sen benim ölümümü istiyorsun! Eğer
ben ölürsem, muhakkak sen o son günün gecesinde kadınlarından birisi ile
gerdeğe girip yaşayacaksın!" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.):
"(Yâ Âişe! endişelenme!) Bilâkis ben, 'Vay basım!' demeliyim. (Çünkü
senden önce öleceğim)." buyurdu.
[527] Ebu Davud, 3858; Ahmed b. Hanbel, 6/462. Ebu Râfi'in
hanımı Selma'dan rivayet edilen bu hadisin senedi, daha önce de geçtiği üzere
zayıftır.
[528] Tirmizî, 2054; İbn Mâce, 3502. Daha önce geçtiği üzere
hadis zayıftır. Tirmizî hadise, hasen-garîbtir, demiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/320-323.
[529] Sülâk: Dilin dibinde çıkan bir sivilce ve diş
diplerinde görülen kızıllaşma veya soyulmadır. (Tehanevî, Keşşaf, 1/684).
[530] Kula: Ağız ve dilde çıkan sivilcelere bu isim verilir.
Şayet çok yemekten meydana gelen imtilâdan ağızda yara oluşursa ekle denilir.
(Tehanevî, Keşşaf, 2/1203).
[531] Demülehaveyn: Aslı Hindistan'dan gelen, yaprakları
zeytin yağrağı gibi olup sapı kırmızı olan bakkam ağacından ve diğer
ağaçlardan elde edilen kırmızı bir boyadır. (Mucemıı '/-Vasft, 9, 66).
[532] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/323-324.
[533] Tirmizî, 2040; İbn Mâce, 3444. Senedinde zayıf
râvilerden Bekr b Yûnus b. Bükeyr olmakla birlikte güçlü bir hadistir. Çünkü,
Hâkim'in (4/410) Abdurrahman b. Avf'tan ve Ebu Nuaym'ın//(Vve'de (10/50-51)
Câbirb. Abdillah'dan yaptıkları rivayetlerin şâhidli-ğiyle hadisin senedi hasen
sayılır.
[534] Leynufer (Nilüfer): Farsça, kanatlı mânasına gelen,
havuç gibi kökü olup düz gövdesiyle örtüsü suyun derinliklerine kadar uzanan
bir bitkidir. Su yüzeyine eşit seviyeye ulaştığında yaprak ve çiçek açar.
[535] Buharı, 30/48-49; Müslim, 1103. Bk. Visal Orucu,
2/45-51.
[536] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/324-327.
[537] Buharî, 76/13; Müslim, 1577.
[538] Ahmed b. Hanbel, 3/315. İsnadı sahihtir. Heysemî,
Mecmau'z-Zevaid'dz (5/89) bı dişi Ahmed b. Hanbel, Ebu Ya'lâ ve Bezzâr'a nisbet
etmiş ve râvilerinin Buharî ve f lim râvilerinden olduğunu söylemiştir.
[539] Ebu Davud, 3867. İbn Abbas'tan rivayet edilen bu
hadisin senedi kuvvetlidir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/327-328.
[540] Hârİs b. Kelede, Hicri 50 yıllarında vefat etmiştir.
Meşhur Arap doktoru olup Tâif'in Sakîf kabilesine mensuptur. İran'a ve Yemen'e
gitmiş, Cündişâpur şehrinde bulunan bir okulda tıp öğrenimi görmüştür. Musiki
ile uğraşmıştır. Bir müddet İran'da doktorluk yaptıktan sonra memleketine
dönmüştür. Muhtemelen Rasûlullah'ı (s.a.) da tedavi ettiği ve Hz. Peygamberin
(s..a.) de ondan memnun olması nedeniyle Allah Rasûlü(s.a.) Sa'd b. Ebî
Vakkas'a (r.a.) —hadiste geçtiği üzere— ona tedavi olmasını tavsiye etmiştir.
Bk. M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, 2/868-869; İbn Cülcül, Tabakat, 54; Fuad
Sezgin, GAS, 3/203; İbn Hacer, îsâbe, 1/288.
[541] Ebu Davud, 3875. Senedi ceyyiddir.
[542] Âliye: Arap yarımadasının yüksek kısımları. Necid'in
üzerinden Tihâme'ye, Mekke'nin gerisine kadar olan kısımdır. (Mucemu'l-Vasît,
625).
[543] Buharı, 70/43; Müslim, 2047.
[544] Tİrmizî, 407; Ebu Davud, 494. Sebre'den merfû olarak
yapılan rivayette şöyle buyurul-muştur: "Çocuk, yedi yaşına bastığında
namaz kılmasını emredin! On yaşma bastığında (şayet namaz kılmazsa) dövün!
"Tirmizî hadise, "hasen-sahih" demiştir. Ebu Davud (495), benzeri bir hadisi Abdullah b. Amr b.
el-Âs'tan, hasen bir senedle rivayet etmiştir.
[545] Şafiî, el-Ümm, 2/422; Ahmed b. Hanbel, 2/246; Ebu
Davud, 2277; Tirmizî, 1357; İbn Mâce,
2351. Ebu Hureyre kanalıyla Rasûlullah'tan (s.a.) sabit olan bu rivayet; Hz.
Pey- gamber'in (s.a.) bir erkek çocuğu babası ile annesi arasında muhayyer
bırakmasıdır ki; Tirmizî bu hadise,
"hasen-sahih" demiştir. Ibn Hibbân (1200), Hâkim ve İbn Kattan da hadise sahih demişlerdir. Allah Rasûlü'nden
(s.a.) yaş tahdidi ile ilgili bir rivayet gel- memiştir. îmam Şafiî, el-Üm'de
(2/423), Umâre el-Ceremî'nin şöyle dediğini nakledi- yor: "Hz. AH (r.a.),
beni annem İle feabam arasında muhayyer bıraktı. Daha sonra be- nim ufak
kardeşim hakkında dedi ki: Bu da şayet diğerleri gibi büyük olsaydı, onu
da muhayyer bırakırdım. Ben o zaman yedi
veya sekiz yaşındaydım." MuğnPde (9/142) şöyle denmiştir: Bir erkek çocuk yedi yaşma
bastığırfda, annesi ile babası arasında muhayyer bırakılır. Şayet çocuk geri zekâlı (matuh)
değilse İkisinden dİlediğiyle birlikte kalabilir. Çocuğa sahiplenme konusunda ebeveyn tereddüt
ederse, çocuğa bakılır, çocuk kimi ter- cih ederse onun yanında kalması daha
uygun olur. Hz. Ömer, Hz. Ali, Kadı Şurayh, bu şekilde hüküm vermişlerdir. Aynı
zamanda İmarn Şafiî'nin görüşü de böyledir. Ebu Hanife ve Mâlik, çocuğun muhayyer
olmadığını savunmuşlardır. Ebu Hanife der ki: Çocuk kendi kendine müstakil
hareket edebiliyor, elbisesini giyebiliyor ve tuvaletini yapabiliyorsa, buluğa
erene kadar babasının yanında kalması uygundur. Muhayyer bırakılması ise doğru
değildir. Çünkü çocuk, görüş sahibi sayılacak bir çağda olmadığı gibi, nasıl
mutlu olacağını da bilemez. Çoğunlukla da; terbiyesini ihmal edecek, eğlenecek,
arzularını (daha fazla) yerine,:getirecek, dolayısıyla da bozulmasına sebep
olacak birisinin yanında kalmayı tercih eder. Çünkü o daha buluğa ermemiştir.
Dolayısıyla yedi yaşına basmamış bir çocuk gibi o da muhayyer bırakılamaz.
Daha sonra da (yukarıda terce-mesini verdiğimiz) Ebu Hureyre ve Umâre
rivayetlerini zikretmiştir.
[546] Buharı, 64/83.
[547] Hakka, 69/7.
[548] Buharı, !5/2, 80/58.
[549] Yûsuf, 12/43.
[550] Yûsuf, 12/47.
[551] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/328-333.
[552] Buharı, 70/39; Müslim, 2043.
[553] Meybahtec: Farsça bir kelime olup mânası; en aşağı
derecede pişmiş ve üçte birinden azı gitmiş olan sıkılmış üzüm demektir.
[554] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/334-335.
[555] Nisa, 4/43; Mâide, 5/6.
[556] İbn Mâce, 3442; Tirmizî, 2037; Ebu Davud, 3856; Ahmed
b. Hanbel, 6/364. Tirmizî hadise, "hasen-garîb" demiştir.
[557] İbn Mâce, 3443. Zevaıcf inde Bûsırî (2/213), hadisin
isnadının sahih ve râvüerinin de sika olduğunu söylemiştir.
[558] Ahmed b. Hanbel, 5/427, 498; Tirmizî, 2036. Mahmud b.
Lebîd'den rivayet edilmiştir. Tirmizî hadise, "hasen-garîb" demiştir.
Hâkim (4/309) hadisi sahih bulmuş, Zehebî de ona katılmıştır. Ayrıca Hâkim
(4/208), Ebu Saîd'den aynı mânada şahid bir hadis daha rivayet etmiştir.
[559] Senedinde zayıf râvilerden Yahya el-Bâbültî vardır.
Mecmau'z-Zevâid, 5/186.
[560] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/335-337.
[561] fr.n Mâce, 1439, 3440. t hu Abbas'tan rivayet edilir.
Senedinde Safvân b. Hubeyre vardır. Tükr'1/de geçtiği gibi "leyyinu'l
hadis" tir.
[562] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/337-338.
[563] Sirsâm: Dimağ perdesinde humma ve zihin karışıklığı
doğuran bir şişkinlik.
[564] Ebu Davud,:3883; İbn Mâce, 3530. Râvileri sikadır.
[565] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/338-340.
[566] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/340-341.
[567] Buharı, 10/213; Ebu Davud, 3844, tbn Mâce, 3505.
Yazarın belirttiğinin aksine, \ lim'İn Sahih'inde bu hadis yoktur.
[568] İbn Mâce, 3504. İsnadı sahihtir.
[569] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/341-342.
[570] İbnüssünnî, (640), s. 237. Senedinde bir vehmi vardır.
Ahmed (5/370) Revh—İbn Cüreyc— Amr b. Yahya b. Umâre b. Ebî Hasan—Meryem bt.
Iyâs b. el-Bükeyr senediyle Hz. Pey
gamber'in (s.a.)
eşlerinden birinden de rivayet eder. Hafız Emâli'l-Ezkâr'da. îbn Allân'-dan
naklen şöyle der (4/49): "Nesâî'nin el-Yevm ve'l-Leyle'de rivayet ettiği
sahih bir hadistir." Hâkim de bu hadisi rivayet etmiş ve: "İsnadı
sahihtir." demiştir. Onun dediği gibidir. Çünkü Ahmed'den sonuna kadar
râvileri Sahihayn'm râviteridir. Yalnızca Meryem bt. İyâs b. el-Bukeyr bunun
dışındadır. Sahabi oluşu ihtilaflıdır. Babası ve amcaları büyük sahabedendir.
Kardeşi Muhammed de Rasûlullah'ı (s.a.) görmüştür.
[571] Buharı, 10/313; Müslim, 1189; Ahmed, 6/200, 244.
[572] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/342-343.
[573] Ebu Ya'lâ rivayet etmiştir. Senedinde
Ebu'r-Rabîes-Semmân vardır, zayıftır {Mecmau'z-. Zevâid, 5/99).
[574] Dr. Ezherî şöyle diyor: Bu, çıbanın ve vücudun ondan
kurtulma yollarıyla ilgili ihtimallerin ince bir nitelenişidir. Çıban, İçinde
irinti bir madde bulunması yanında, vücudun herhangi bir parçasının
İltihaplanmasıdır. En önemli ilacı, irinli maddenin çıkarılması için cerrahi
bir operasyonla açılmasıdır.
[575] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/343-344.
[576] İbn Mâce, 1438; Tirmizî, 2087. Senedinde Musa b.
Muhammed b. İbrahim et-Teymî yardır, münkeru'l-hadis'tir.
[577] Buharı, 10/103. İbn Abbas'tan.
[578] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/344-345.
[579] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/345-346.
[580] Buharı, 9/479; Müslim, 22.
[581] tbn Mâce, 3446; Ahmed, 6/242; Hâkim, 4/205. Senedinde
meçhulİük vardır.
[582] Ahmed, 6/79. Senedinde mechuIIük vardır.
[583] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/347-348.
[584] Râvileri sikadır. Musannef, 19814. Buharî, Sahihimde
(6/195, 10/208), Ebu Hureyre'-den şu rivayeti verir: Hayber fethedilince,
Rasûlullah'a (s.a.) zehirli bir koyun hediye edildi. Rasûlullah : "Burada
bulunan bütün yahudileri toplayın." dedi. Yahudiler toplandı. Onlara
şöyle dedi: "Bir şey sorduğumda doğruyu söyleyecek misiniz?"
"Evet" dediklerinde, "Bunu yapmaya sizi İten nedir?" diye
sordu. Yahudiler şu cevabı verdi: ""İstedik ki, yalancıysan senden
kurtulalım, peygambersen bu sana zarar vermez." Bk. Dârimî, 1/32, 33.
[585] îbn Hacer, Fethu'l-Bârt(8/99)'de, Musa b. ukbe'nin
bunu Zührî'den naklen, ama mür-sel olarak MegazVde rivayet ettiğini belirtir.
Buharı (8/99) ta'likan şöyle rivayet eder: Yûnus b. Yezîd
el-Eylî—Zührî—Urve'den: Hz. Âişe şöyle demiştir: Vefat ettiği hastalığında
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ey Âişe! Hayber'de yediğim yemeğin
acısını hâlâ duyuyorum. Bu anlar, son nefesimi işte Bu zehir dolayısıyla
verdiğim anlardır." İbn Hacer şöyle diyor: Bezzâr, Hâkim ve tsmailî bu
hadisi Anbese b. Halid—Yûnus senediyle muttasıl yapmıştır. Ahmed (6/18),
Zührî—Abdurrahman b. Abdillah b. Kâ'b b. Mâlik—annesi senediyle şunu rivayet
eder: Ümmü Mübeşşir, ölüm hastalığında Rasûlul-lah'ın (s.a.) yanına girdi ve
şöyle dedi: "Anam babam feda olsun, ey Allah'ın elçisi! Kendini niye
İtham ediyorsun? Ben, seninle beraber yediği yemeği itham ediyorum." Oğlu
Rasûlullah'tan (s.a.) önce vefat etmişti. Şöyle buyurdu: "Ben de başka
birini itham etmiyorum. Bu, son nefesimi verdiğim anlardır." Abdürrezzak
(19815) bunu, Zührî—İbn Kâ'b b. Mâlik senediyle rivayet eder. Hâkim (3/219)
ise, Ma'mer—Zührî—Abdurrahman b. Kâ'b b. Mâlik—babasından—Ümmü Mübeşşir'den
rivayet eder ve sahih görür, Zehe-bî de ona katılır.
[586] Gıda zehirlenmesi ve her çeşit zehirlenmenin en önemli
belirtisi sürekli kusmadır. En önemli tedavi yolu, midedeki zehirli maddenin
yıkanmasıdır. Bunu, biraz yemek tuzlarının eri-tildiği çok miktarda sıcak su
kullanmak ve ikinci kez boşaltmakla da yapmak mümkündür. Bu işlem su asıl
şekline dönünceye kadar birkaç kez yapılır. Böylece mide, zehirli maddeden
temizlenmiş olur. Bundan sonra zehirli maddeden aldığım dışarı çıkarmak için
müshil verilir.
[587] Bakara 2/87.
[588] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/348-350.
[589] Buhari, 1/199; Müslim, 2189.
[590] Bu, daha önce geçen Hz. Âişe hadisinin bir parçasıdır:
"Tarak, maiımdır. Kıl (muşâta), baştan veya saçtan düşen kıldır."
Hurma çiçeği örtüsü ise, üzerindeki örtüdür. Dişi ve erkeğe kullanılır. Bu
yüzden hadiste "erkek çiçek" olarak geçmiştir.
[591] Felhu'l-Barî, 10/200.
[592] Sahih değildir.
[593] Nuşre: Cin çarptığını zannedenin tedavi edildiği okuma
ve ilaçtır. Hasta bununla canlılık kazandığından, böyle bir isim almıştır.
[594] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/350-353.
[595] Ahmed, 6/443; Tirmizî, 87; Ebu Davud, 4831; Dârakutnî,
1/57,238;Tahâvî, 1/347, 348; Hâkim, 1/426; Tirmizî dışında hepsi de:
"Kustu ve orucunu bozdu." şeklinde verirken, Tirmizî, "Kustu ve
abdest aldı." olarak verir. Ahmed'İn (6/449) Ebu'd-Derdâ'dan bir
rivayetinde şöyle bir olay vardır: Rasûlullah (s.a.) kustu ve orucunu bozdu. Su
gefirildi ve abdest aldı." Hâkim, İbn Mende ve Tirmizî bunu sahih
görmüştür.
[596] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/353-356.
[597] Bk. Dipnot: Giriş 7, 8, 9, 10.
[598] Bu "Rumme"dir. Muktadab, 4/223; Hasâis,
2/431; Emâli'l-Murtadâ, 2/259; Emâli İbni'ş Şecerîl/ttl; tnsâf, 613;
Şerhu'l-Mufassai, 2/8; Hizam, 1/499.
[599] Abdullah b. Zi'barâ'nındır. Kâmil, 189, 209; Muktadab,
2/51; Hasâis, 2/43; Emâli İbni'ş-Şecerî, 2/321; Emâli'l-Murtadâ, i/54, 260,
375.
[600] er-R£Î;en-Nemîrî'nindir. (Divan, 156); Te'vıl
Müşki/i'l-Kur'ân, 165; Hasâis, 2/432; İnsaf, eip.
[601] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/356-358.
[602] Ebu bavud, 4586; Nesâî, 8/53; İbn Mâce, 3466. Senedi
hasendir.
[603] İlk iki beyit, Haris b. Cebele b. Ebî Şimr
el-Gassânî'yi övmek için söylediği nefis mufad-daiiye kasidesindendir. Bk.
Mufaddaliyyât, 290; Alkame, Divan, 131; Muhtâru'ş-Şi'ri'l-Câhilî, 1/418;
Tebrîzî, Şerhu'l-Mufaddaliyyât, 3/1582. Bu tıpkı İmru'u'l-Kays'ın şu beyti
gibidir:
"Onların malı
azalanı ve saçtan ağaranı sevmediğini görüyorum." Alkame b. Abede,
cahiliye devrinin iyi şairlerindendir. İslâm ile arasında yaklaşık seksen yıl
olan İmru'u'I-Kays ite çağdaştır.
[604] Beyit, Şerhu'l-Kasâidi's-Seb'i't-TtvâH,335)'deki
muallakasmdandır. Bk. Muhtaru'ş-Şi'ri'l-Câhilî, 374.
[605] Ferve b. Museyk b. Haris b. Seleme el-Muradî
el-Gatîfî. Dokuz veya onuncu yılda Rasû-lullah'm (s.a.) yanına geldi ve
müslüman oldu, Sa'd b. Ubâde'nin konuğu oldu. Kur -an'ı ve İslâm'ın esaslarını
öğrendi. Rasûiullah (s.a.) ona icazet verdi ve Murad, Mezhıc ve Zebîd
kabilelerinin başına tayin etti. Rasûlullah'in (s.a.) vefatından sonra ridde savaşlarına
katıldı. Hz. Ömer devrine kadar yaşadı. Bk. İsâbe, 6983. Bu beytini Muberred {Kâmil,
295) ve T-b-b maddesinde Lisânu'l-Arab kaydeder.
[606] Divan (Berkukî'nin şerhiyle), 3/237.
[607] Beyit, Hamâse'de (Merzukî şerhiyle, .3/1267) yer alır.
[608] Accâc'mdir, recezdîr.
[609] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/358-363.
[610] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/363.
[611] Kuianc: Acı veren salgı hastalığıdır, dışkı ve
yellenmeyi güçleştirir.
[612] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/363-366.
[613] Müslim, 2231
[614] Buharî, 10/32. Affân—Selim b. Hayyân—Saîd b. Meynâ
senediyle. Saîd b. Meynâ şöyle demiştir: Ebu Hureyre'yi, "Hz. Peygamber
(s.a.) şöyle buyurdu" derken İşittim: "Hastalık (sahibinden bir
başkasına) kendi kendine bulaşmaz, eşyada uğursuzluk yoktur. Ükey ve baykuş
(ötmesinin tesiri ve kötülüğü) de yoktur. Safer
ayında uğursuzluk
yoktur. Cüz-zamlıdan arslandan kaçar gibi uzak dur." İbn Hacer şöyle
diyor: Affân, ibn Müslim es-Saffâr'dır, Buhari'nin şeyhlerindendir, fakat ondan
rivayet ettiklerinin çoğu başkası vasıtasıyladır, bunlar da başka bir yerde bulamadığı
ta'liklerdİr." Ebu Nuaym'e göre, ondan- râviyi belirtmeksizin rivayette
bulunur. İbnü's-Salâh'ın metoduna göre mevsûl olur. Ebu Naîm bunu Ebu Davud
et-Tayalisî ve Kuteybe b. Müslim b. Kuteybe yoluyla bağlamıştır. Her ikisi de
Affân'ın hocası Selim b. Hayyân'dan rivayet ederler. Ayrıca Amr b. Merzuk—Selim
yoluyla da, ama mevkuf olarak bağlamıştır. îbn Huzeyme de bu hadisi muttasıl
yapmıştır.
[615] îbn Mâce, 3543. Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, no: 2072.
Senedi kuvvetlidir.
[616] Buharî, 10/206; Müslim, 2221.
[617] İmam Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah rivayet etmiştir
(1/78). Ayrıca Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (5/101) bu hadise yer vermiştir.
[618] Dr. Ezherî şöyle diyor: Bu hastalık, arslan hastalığı
diye isimlendirilmiştir. Çünkü yüzdeki çöküntü ve buruşmalar hastanın yüzünü
arslan yüzü gibi yapar. Bu hastalığın tehlikeli yanı, uç sinirlerini
bozmasıdır. Bunun sonucunda hasta öncelikle parmak ucu hassasiyetini kaybeder,
sonra parmaklar zamanla düşer. Uzun süre birlikte bulunmaktan dolayı solunum
yoluyla bulaşan hastalıklardan biridir. Zamanımızda hastalığın yayılmasını
önlemek için cüzzamlıların hepsi özel ortamlara alınır.
[619] Ahmed b. Hanbel, 3/493.
[620] Tirmizî, 1818. Ayrıca bk. Ebu Davud, 3925; İbn Mâce,
3542.
[621] Ahmed, 2/327. İsnadı sahihtir.
[622] Mâlik, 2/972; Buharı, 9/118; Müslim, 2225; Tirmizî,
2825: Abdullah b. Ömer'den. Bu-harî de İbn Ömer'den şu sözlerle rivayet eder:
"Şayet herhangi bir şeyde uğursuzluk varsa bu evde, kadında ve
attadır." Yine Buharı (9/118), Mâlik (2/972) ve Müslim (2226), Sehl b.
Sa'd es-Sâîdî'den şu sözlerle naklederler: "Herhangi bir şeyde uğursuzluk
varsa, bu atta, kadında ve evdedir." Aynjca Müslim (2227), Câbir'den şu
sözlerle nakleder: "Şayet herhangi bir şeyde uğursuzluk varsa, bu evde,
hizmetçi ve attadır." İbnü'l-Cevzî şöyle diyor: "Hadisin anlamı
şudur: Şayet bir şeyin kötülük ve uğursuzluk sebebi olmasından korkulursa, bu
şeyler câhiliye devrinde sanıldığı şekilde uğur veya uğursuzluk değildir.
Sebeplere tesir bahşeden sadece kaderdir." Hattâbî ise şöyle diyor: "İnsan
barınacağı bir evsiz, birlikte yaşayacağı eşsiz ve işini göreceği atsız
olamayacağına göre, başına hoşlanmadığı bir İş gelmesi de kaçınılmazdır. Her
ne kadar Allah'ın takdiri sonucu ortaya çıkmaşlarsa da, uğur ve uğursuzluk işte
bu eşyalara bağlanmıştır."
Abdürrezzak, Musannef
İnde Ma'mer'den şunu nakleder: "Bu hadisi şu şekilde yorumlayanı gördüm:
Kadının uğursuzluğu kısırlığıdır; atın uğursuzluğu, üstünde savaşıl-mamasıdır;
evin uğursuzluğu da kötü komşudur." Bk. Fethu'l-Barî, 6/45-47.
[623] İbn Kuteybe, Tevîtu Muhtelefi'I-Hadis, 102-104
[624] Miftâhu Dâris-Sa'âde, 2/264, 273.
[625] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/366-372.
[626] Ebu Davud, 3874.
[627] Buharî, 10/68. îbn Mes'ud'un sarhoş edicilerle ilgili
sözü şöyledir: "Allah, şifanızı size haram kıldığına vermemiştir."
Hafız İbn Hacer şöyle diyor: Aynı eser, Ali b. Harb et-Tâî'nin FevâicTinde
şöyle rivayet edilir: "Haysem b. el-Idâ, karın ağrısından şikâyet etti.
Şarap içmesi önerildi. îbn Mes'ûd'a danışıp durumu sordu. îbn Mes'ûcTda
yukarıdaki cevabı verdi." Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, Kitabu'l-Eşribe, no:
130; Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebtr, Ebu Vâil vb. tankıyla.
[628] Ebu Davud, 3870; Tirmizî, 2u46; İbn Mâce, 3459; Ahmed
b. Hanbel, 2/305, 446, 478. Senedi kuvvetlidir.
[629] Müslim, 1984.
[630] Ebu Davud, 3873; Tirmizî, 2047. Senedi hasendir.
Tirmizî der ki: Bu, hasen-sahih bir hadistir. İbn Hibbân (1377) da bu hadisi
sahih görmüştür.
[631] Yazar, hadisin bu sözlerle, Müslim'de olduğunu
sanıyorsa da, hadis onda olmayıp, Ahmed b. Hanbel (Müsned, 4/311) ve İbn Mâce
(35OO)'dedir.
[632] Nesaî, 210; Ahmed, 3/353, 499. Senedi sahihtir.
[633] Süyutî, bu hadisi el-Câmiu's-Sağîr'de: "Şarap
gibi haram bir nesneyle tedavi olana Allah şifa vermez." şeklinde verir.
Ebu Nu'aym, Tıbb'da bu hadisi Ebu Hureyre'ye nisbet eder ve zayıf olduğunu
belirtir.
[634] Nisa, 4/160.
[635] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/372-375.
[636] Buharı, 4/10, 13; Müslim, 1201.
[637] Âl-i İmrân, 3/79-80.
[638] Ahmed b. Hanbel, (5/227, 228) bu hadisi Muaz b.
CebePden rivayet etmiştir: Muaz, Ye-men'den dönünce, Rasûlullah'a (s.a.) şöyle
demiştir: "Ey Allah'ın elçisi! Yemen'de birbirlerine secde eden adamlar
gördüm. Biz de sana secde edelim mi?" Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Şayet İnsanın insanoğluna secde etmesini emretseydim, kadının kocasına
secde etmesini emrederdim." Râvileri güvenilirse de, hadis
munkati'dır.Ahmed (4/38iy ve Ibn Mâce (1853) de bu hadisi, Abdullah b. Ebî Evfâ
yoluyla rivayet ederler: Muaz, Yemen'e (veya Suriye'ye) geldi. Hıristiyanların
papaz ve rahiplere secde ettiklerini gör-dü. Kendi kendine Rasûluİlah'ın (s.a.)
secde edilmeye daha lâyık olduğuma düşündü. Dönünce, Rasûlullah'a şöyle dedi:
"Ey Allah'ın elçisi! Hıristiyanların papafc ve rahiplere secde ettiğini
gördüm. Kendi kendime, senin secde edilmeye daha lâyık olduğunu düşündüm."
Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Şayet birinin diğerine secde etmesini
emretseydim, kadının kocasına secde etmesini emrederdim." buyurdu, tbn
Hibbân (1390) bu hadisi sahih görmüştür. Kays b. Sa'd'tn hadîsi de, onu
desteklemektedir: Kays şunu anlatır: Hîre'ye geldim. Onların, merzübân denilen
yöneticilerine secde ettiklerini gördüm. Kendi kendime, Rasülullah secde
edilmeye daha lâyık dedim. Hz. Peygamber'e geldim ve şöyle dedim: "Ben
Hire'ye gittim, onların merzübanlarına secde ettiklerini gördüm. Ya Rasülulah!
Sen secde etmemize daha lâyıksın." Rasûlullah şunu sordu: "Şayet kabrime
uğrasaydın ona secde eder miydin?" Ben de "Hayır." dedim. Bunun
üzerine şöyle buyurdu: "Yapma! Şayet birinin diğerine secde etmesini
emretseydim, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim. Çünkü Allah,
kadınlara kocalarına karşı borçlar yüklemiştir." Aynı konuda Tirmizî'de
(1159) hasen senedle, İbn Hibbân'ın (1291) sahih gördüğü bir hadis yanında,
Hz. Âişe'den rivayet edilip, Ahmed (6/76) ve İbn Mâce'de (1852) yer alan başka
bir hadis daha vardır.
[639] Tirmizî, 2729; İbn Mâce, 3702; Ahmed, 3/198. Enes b.
Mâlik'ten. Senedinde Hanzala b. Abdillah es-Sedüsî vardır, zayıftır. Ancak
Muntekâ (1/23, 87)deki Şu'ayb b. el-Habbâb—Kesîr b. Abdillah ve Mühelleb b. Ebî
Sufre'nin rivayet ettiği hadis buna paraleldir; ayrıca tbn Şahin (Rubaiyât,
2/72)'de de vardır. Tirmizî'nin belirttiği gibi hadis, hasendir.
[640] Bakara, 2/58.
'
[641] Şuarâ, 26/98.
[642] Bakara, 2/165.
[643] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/375-378.
[644] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/379.
[645] Müslim, 2188.
[646] Müslim, 2196.
[647] Buharı, 10/173.
[648] Ebu davud, 3880. Râvileri güvenilir, senedi sahihtir.
[649] Buharı, 10/169; Müslim, 2195.
[650] Tirmizî, 2059. Ayrıca bk. Ahmed, 6/438; İbn Mâce,
3510; Senedi ceyyidir.
[651] Mâlik, Muvattta, 2/928. Râvileri güvenilirdir.
[652] Mâlik, Muvatta, 2/938. Ayrıca bk. İbn Mâce, 3509;
Ahmed, 3/486,487. Zuhrî—Ebu Ümâme b. Sehl b. Huneyf yoluyla rivayet eder;
râvileri güvenilir, senedi sahihtir. İbn Hibban (1324) da bu hadisi sahih kabul
eder.
[653] Abdürrezzak, Musannef, 19770. Senedi sahihtir. Ama
mürsel'dir. Müslim, Sahih'inde (2188), Vuheyb—tbn Tâvûs—tbn Tâvûs'un babası—tbn
Abbas yoluyla senedini kesintisiz bîr şekilde Rasütuüah'a (s.a.) kadar
uzatmıştır.
[654] Beyhakî bunu Sünen'dc (9/352), SehFin rivayet ettiği
hadisin peşinden verir.
[655] Buharî, 10/171; Müslim, 2197.
[656] Bk. Şehru's-Sünne 13/163.
[657] Bu, Ebu Nuaym'ın Hilye'dç (7/90) İbn Adî'nin ve Hatîb
el-Bağdâdî'nin Tarih'inde (9/244) Câbir b. Abdillah'tan yukandaki sözlerle
rivayet ettikleri zayıf bir hadistir. Hatîb, Şu'ayb— Eyyûb—Muaviye—Hişâm
senediyle de rivayet eder. Sabunî der ki: "Ona şöyle dendiğini Öğrendim:
'Bu rivayeti bırakmalısın.' O da bu rivayeti bırakmıştır." Zehebî,
Mizân'da şöyle der: "Şu'ayb b. Eyyûb'un münker bir hadisi vardır ki Hatîb
onu Tarih'inde kaydeder." Kasdettiği işte bu hadistir.
[658] Tirmizî, 2059; Nesâî, 8/271; İbn Mâce, 3511. Tirmizî
onu hasen görmüştür. Tamamı şöyledir: "Mu'avvizeteyn (Felak ve Nâs
sûreleri) inince, onlarla dua etmiş, diğerlerini bırakmıştır."
[659] Buharı, 6/248; Müslim, 2233. "Gözün nurunu
giderirler." cümlesinin açıklaması konusunda Hattabî şunları söylüyor:
"Bu konuda iki yorum vardır: 1) Allah'ın, gözlerine verdiği bir özellik dolayısıyla
insana sadece baktıklarında onun gözüriü alır ve nurunu giderir. 2) Sokmak ve
ısırmak için gözü hedef alırlar. Birincisi, daha doğru ve meşhurdur."
[660] Kalem. 68/51.
[661] Felak, 113/1-5.
[662] Ebu Davud, 3888. Senedinde Osman b. Hakîm'in ninesi
Rebâb vardır ki, onu yalnızca İbn Hibbân güvenilir kabul etmiştir, seneddeki
diğer râviler güvenilirdir.
[663] Müslim, 2185.
[664] Bk. Şerhu's-Sünne, 13/116.
[665] Bu hadîsi İbn Kayyİm'İn Hattabî'den naklettiği şekilde
Hz. Âişe'nin Müsned'İnde bulamadık. Buharı (7/92), Menâkıbu'l-Ensâr bölümünde
İbn Abbas'tan şu rivayeti kaydeder: Hz. Peygamber (s.a.), omuzlarına salınmış
bir atkısı ve siyah sarığı olduğu halde, minberi re çıktı. Hamd ve senadan sonra şöyle dedi:
"İnsanlar! Başkaları çoğalırken, Ensâr azalıyor, sonunda yemekteki tuz
gibi olacaklar." Müslim (1358), Câbir'den naklen: "Hz. Peygamber
(s.a.) fetih günü Mekke'ye başında siyah bir sarık olduğu halde girdi."
hadisini verir. Bu, Ebu Davud (4076), Tirmizî (1735), Nesâî (5/200, 20!) ve İbn
Mâce'de (3585) de kaydedilmiştir. Ayrıca Müslim (1359), Ebu Davud (4077), Nesâî
(8/212) ve İbn Mâce (2281), Amr b. Hureys'ten naklen şu rivayeti verirler:
"Rasûlullah'ı (s.a.) minberde iki ucunu omuzlarına saldığı siyah bir
sarıkla gördüm."
[666] Mülk, 67/3-4.
[667] Ebu Davud, 3892. Senedinde, Ziyad b. Muhammed vardır,
onun hadisleri münkerdir; se-. neddeki
diğer râviler güvenilirdir. Ahmed (6/21), bu hadisi başka bir yolla rivayet
eder.
Senedinde. Ebu Bekr b.
Ebî İVîryem el-Gassânî eş-Şamî vardır ki zayıftır. Dârakutnî şöyle diyor: f.u
râvi, metrûk'tür. !bn Âdi ise: Hadislerinin çoğu garîbdir, güvenilir râviler
pek azına muvafakat ederler, demiştir.
[668] Müslim, 2186.
[669] Ebu Davud, 3889. Senedinde Şureyk el-Kâdî vardır. O,
ezberi kötü bir râvidir, diğer râviler güvenilirdir. Müslim (220), Büreyde
el-Husayb'dan: "Yalnızca nazar ve zehirli varlıklarda dua okunur."
hadisini kaydeder. îbn Mâce (3513) bunu merfû olarak verir, senedi zayıftır.
Aynı konuda Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud (3884) ve Tirmizî (2058): "Yalnızca
nazar ve zehirli varlıklarda dua okunur." sözleriyle İmrân b. Husayn'dan
rivayette bulunurlar, senedi sahihtir.
[670] Daha önce geçti. Bk. dipnot: 2.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/379-391.
[671] Buharî, 10/178; Müslim, 2201.
[672] İbn Mâce, 3501. Senedinde haris el-A'ver vardır,
zayıftır.
[673] İsrâ, 17/82.
[674] Fetih, 48/29.
[675] Felak,ı.U3/4.
[676] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/391-394.
[677] Tirmizî, 2905. Senedinde, ezberi kötü olan İbn Lehîa
vardır.
[678] Tirmizî, 2905. Ayrıca bk. Ahmed, 4/155; Ebu Davud,
1523; Nesâî, 3/68. Senedi sahi
[679] Müslim, 2709.
[680] Buharî, 11/107; Müslim, 2192.
[681] Bu hadisi Îbnü's-Sünnî, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyle'ds (s.
20-21) kaydetmiştir. Senedi zayıftır. Ayrıca başka bir zayıf senedle de
benzerini rivayet etmiştir. Irakî, yaptığı tahriçte bu hadisi zayıf bir senedle
Taberânî'ye nisbet etmiştir.
[682] Buharı, 9/50; Müslim, 808.
[683] Müslim, 2708.
[684] Ebu Davud, 2603. Ayrıca bk. Ahmed, 2/132. Senedinde
Zübeyr b. el-Velid eş-Şâmî bulunuyor, İbn Hibbân'dan başkası ona
güvenmemiştir. Diğer râvileri güvenilirdir.
[685] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/394-397.
[686] Ebu Davud, 3887. Ayrıca bk. Ahmed, 6/372. Senedi
sahihtir. '
[687] Lisânu'l-Arab'da "r-m-1" maddesinde
"örf" yerine "nesil" vardır.
[688] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/397-398.
[689] îbn Mâce, 3517. Senedi güvenilirdir. Buharî, (10/175)
ve Müslim (2193), Hz. Âişe'nin: "Hz. Peygamber (s.a.), her zehirli hayvana
karşı okumaya izin verdi." dediğini rivayet ederler.
[690] İn Hacer (tsâbe, 4/275) bunu, Ümare'nin biyografisinde
verir ve şöyle der: "Buharı, bunu ei-Tarihu's-Sağir'de iyi bir senedle
rivayet eder. Müslim, Sahİh'İnde (2199/63), Câ-bir'den şu rivayeti verir:
Rasûlullah (s.a.) rukyeleri yasakladı. Amr b. Hazm ailesi gelip,
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/398.
[691] Buharî, 10/176; Müslim, 2194.
[692] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/399-400.
[693] Müslim, 2202.
[694] Buharı, 10/178; Müslim, 2191.
[695] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/400-401.
[696] Bakara, 2/155-157.
[697] Ahmed, 4/27. Ümmü Seleme—Ebu Seleme yoluyla. Müslim'de
(918/4)'de yer alır!
[698] Hadîd, 57/22.
[699] Azbat b. Kuray'ın, "Her vad.de Sa'doğulları
vardır." deyişinden alınmıştır.
[700] Bedîuzzaman el-Hemezânî'nin, akrabalarından bir kısmı
Ölen Ebu Âmir ed-Dabbî'ye ta'-ziyet için yazdığı mektuptan alınmıştır. Bk.
er-Resâ'il, s, 93. (el-Cevâib baskısı).
[701] Metinde "gadiîra" geçiyor. Rahat hayat
demektir. İbn Abdurrabbih, ei-Ikdu'l-Ferîd'de şöyle diyor: "Dünya sadece
bol budaklı ağaç gibidir, bir tarafı yeşerirse, öbür tarafı kurur."
[702] İki beyit, şu eserlerde yer alır: el-Mu 'telef ve
'l-Muhtelef, 145; el-Hamâse, 1203 (Merzukî1-nin şerhiyle); Hızânetu'l-Edeb
3/178.
[703] Tirmizî, 2404. Abdurrahman b.
Mi'zâ—A'meş—Ebu'z—Ziibeyr—Câbir senediyle. Ab-durrahman zayıftır, A'meş'ttı
rivayet ettiği hadisler münker kabul edilmiştir, sika râvi-lerden onlara benzer
rivayet yoktur. Ayrıca A'meş ile Ebu'z-Zübeyr'İn muan'an rivayetleri söz
konusudur.
[704] Sahih bir
hadistir. Ahmed (5/427, 429), iki ayrı senedle ve şu sözlerle verir:
"Allah, bii topluluğu sevdiğinde onlara sıkıntı verir, Sabredenler sabır,
sabırsızlık gösterenler sabır-l sizlik kazanır." Tirmizî (2398) ve tbn
Mâce'de (4031) ise Enes'ten şu sözlerle naklediliri "Karşılığın büyüklüğü,
sıkıntıya göredir. Allah bir topluluğu sevdiğinde onlara sıkıntı ve-j rir.
Hoşnutluk gösteren hoşnutluk, hoşnutsuzluk gösteren de hoşnutsuzluk
kazanır." Se-j nedi hasendir.
[705] Buharı, 3/138; Müslim, 926.
[706] Müslim, 2822.
[707] Buharı, 11/122, 123; Müslim, 2730.
[708] Tirmızî, 3522. Senedinde Yezîd b. Ebân er-Rukkâşî
vardır, zayıftır.
[709] Tirmizî, 3432. Senedinde ibrahim b. el-Fadl el-Mahzûmî
vardır, metruktür.
[710] Ebu Davud, 5090. Ayrıca bk. Ahmed, 5/42; Buharı,
el-Edebü'l-Müfred, 701. Senedi ha-sendir. İbn Hibbân (2370) bu hadisi sahih
görmüştür. Yazarımız İbn Kayyim, bu hadisi Hz. Ebu Bekr'in Müsned'inden
sanmıştır.
[711] Ebu Davud, 1525. İbn Mâce (3882), Ömer b. Abdilazîz'in
mevlası Hilâl b. Ebî Tu'me— Ömer b. Abdİlaziz—Abdullah b. Cafer—Esma bt. Umeys
yoluyla rivayet eder ve İbn Hib-ban'daki (2369) Hz. Âişe hadisi bunun
şahididir.
[712] Bu rivayeti bulamadık. Taberanı, Dua'da üç defa
söylendiğini zikreder.
[713] Ahmed, 1/394, 452. Senedi sahihtir. İbn Hibbân (2372)
da sahih görmüştür. Daha önce de geçti.
[714] Tirmizî, 3500. Ayrıca bk. Ahmed, 1/170. Hâkim (1/505)
bu hadisi sahih görmüş, Zehebî de ona katılmıştır. Hadis onların dediği gibidir.
İkinci rivayeti İbnu's-Sünnî, (s. 111) kaydetmiştir, senedinde zaaf vardır.
[715] Ebu Davud, 1555. Senedinde Gassân b. Avf el-Basrî
vardır, leyyinu'l-hadis bir râvidir.
[716] Ebu Davud, 1518. Ayrıca bk. Ahmed, 2234; Ibn Mâce,
3189. Senedinde eİ-Hakem b. Mus'-ab vardır, meçhul bir râvidir.
[717] Ahmed, 5/388. Senedinde Muhammed b. Abdilİah ed-Duelî
ve Abdulaziz b. Ebî Huzeyfe vardır. Ibn Hibbân'dan başkası onları sika kabul
etmez
[718] Bakara, 2/45.
[719] Taberânî'nin el-Mu'eemu'I-Evsaf ta Ebu Ümâme'den
rivayetle kaydettiği sahih bir hadis-.
tir. Ayrıca Ahmed (5/314, 316, 326 ve 330) Ubâde b. Sâmif ten rivayet
eder. Hâkim (2/74, 75) bu hadisi sahih görmüş, Zehebî de ona katılmıştır
[720] Buharı, 11/180; Müslim, 2704, Ebu Musa'dan.
[721] Tirmizi, 3576, Sa'd b.Ubâde'den îsnâdt hasendir.
[722] Bakara, 2/163.
[723] Âl-tmrân, 3/1-2.
[724] Tirmizî, 3472; İbn Mâce, 3855; Ebu Davud, 1496; Ahmed,
6/461; Dârimî, 2/450. Ubey-duliah b. Ebî Ziyâd—Şehr b. Havşeb—Esma bt. Yezîd
yoluyla. Ubeydullah kuvvetli bir râvi değildir. Şehr b. Havşeb için birçokları
çeşitli sözler söylemiştir. Ancak Ebu Ümâ-me'den merfû olarak onu güçlendiren
bir şahidi vardır: "Dua edildiğinde Allah'ın kabul edeceği en büyük ismi
üç sûrede, Bakara, Âlî îmrân ve Tahâ sûrelerindedir." Bu hadisi İbn Mâce,
(3856), Tahavî, (Muşkitu'l-Âsâr,' 1/63) ve Hâkim, (1/506), rivayet etmişlerdir,
senedi hasendir.
[725] Ebu Davud, 1495; Nesâî, 3/52; İbn Mâce, 3858. İsnadı
sahihtir. İbn Hibbân (2382) ve Hâkim (İ/503, 504) bu hadisi sahih görmüş,
Zehebî de ona katılmıştır.
[726] Hûd, U/55-56.
[727] Bu A'şa, Meymûn b. Kays'tır. Şiir, Divan'mda (s.121)
yer almaktadır. Ebu Nuvas da şu beytinde onu izlemiştir: "Beni kınamayı
bırak, kınama özendirmedir. Beni hastalıkla tedavi et."
[728] İbn Mâce, 3458. İsnadı zayıftır.
[729] Tevbe, 9/34-15.
[730] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/401-418.
[731] Tirmizî, 3518. Senedinde Hakem b. Zuhayr vardır,
metruk bir râyidir. Tirmizî şöyle diyor: Bu, senedi kuvvetli olmayan bir
hadistir. Bazı ilim ehli, Hakem b. Zuhayr'ın hadisini terketmiştir.
[732] Tirmizî, 3519. Ayrıca bk. Ebu Davud, 3893; Ahmed,
6696; Hâkim, 1/548. Râvileri sıkadır, İbnü's-Sünnî (643)'de mürsei bir şahidi
vardır.
[733] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/418-419.
[734] tbnü's-Sünnî, Ametu'l-Yevm ve'l-Leyle, 289, 290, 291,
292. Senedinde Kasım b. Abdullah b. Amr b. Hafs b. Âsim el-Ömerî vardır,
metruk bir râvidir. Ahmed b. Hanbel yalancı olduğunu belirtmiştir.
[735] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/419-420.
[736] A'râf, 7/31.
[737] A'râf, 7/31.
[738] Ti'rmizî, 2347; İbn Mâce, 4141; Buharı,
el-Edebu'l-Müfred, 300; Humeydî, Müsned, 439. Senedinde meçhul biri var. Am \,
İbn Hibbân (2503)'de Ebu'd-Derdâ'dan rivayet edilen şahidi vardır. Ayrıca başka
bir şahidi İbn Ebİ'd-Dünya'ya göre İbn Ömer'den rivayet edilir. Böylece
ikisiyle kuvvet kazanır.
[739] Tirmizî, 3555. İsnadı sahihtir. İbn Hibbân (2585) da
sahih görmüştür.
[740] Tekâsür, 102/8.
[741] Ahmed, 1783. Ayrıca bk. Tirmizî, 3509. Senedinde Yezid
b. Ebi Ziyad el-Kûfi vardır zayıf bir râvidir.
[742] Ahmed, 5/17. Ayrıca bk. îbn Mâce, 3849. Bu, Hz. Ebu Bekr'in
Müsned'inde bulunur sahih
bir hadistir.
[743] Nesâî, bu hadisi Amelu't-Yevm ve'I-Leyle'de rivayet
eder.
[744] Tirmizî, 3510. Senedinde Abdurrahman b. Ebî Bekr
el-Muleykî vardır, zayıftır.
[745] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/423-426.
[746] Kitabın aslında bu isim "Enes" şeklindedir.
Ama bu, yazar tarafından yapılan bir yanlışlıktır. Hadis Ebu Hureyre'den
rivayet edilmiş olarak biliniyor. Bk. Buharî, 9/477; Müslim,
2064; Ebu Davud, 3763; Tİrmizî, 2032; tbn
Mâce, 3259; Ahmed, 2/427, 474, 481, 495; Ebu'ş-Şeyh, Ahlâku'n-Nebls. 189-191;
Tirmizî, Şemail.
[747] Buharı, 6/264, 265; Müslim, 19-1(327).
[748] Ahmed, 6/360, 361; Nesâî, senedinde el-Fadl b. Fadl
el-Medenî vardır, İbn Hibbân dışında kimse onu güvenilir saymamıştır, diğer
râvileri sikadır.
[749] İbn Mâce, 3305. Senedinde Süleyman b. Atâ el-Cezerî
vardır, hadisleri münkerdir; Mesleme b. Abdillah el-Cühenî üe Ebi Mişca'a
meçhul râvileridir.
[750] Ebu Davud, 3259; râvileri sikadır, senedi munkatı'dir.
Ebu Davud, 2260; Tirmizî, Şemail, 184, senedinde meçhul biri vardır.
[751] Müslim, 2052; Ebu Davud, 3820; Tirmizî, 1840, İbn
Mâce, 3317; Nesâî, 7/14,
[752] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/427-429.
[753] Buharî, 9/472.
[754] Ebu'ş-Şeyh rivayet etmiştir; senedinde Ubeydullah b.
Veiîd el-Vassâfî vardır, zayıftır. Ancak bu hadisin Îbn Sa'd'da (1/381) başka
bir yolu ve Ahmed b. Hanbel'de (Zühd, 5, 6) Hâsan'dan rivayet edilen mürsel bir
şahidi vardır, senedi sahihtir. Böylece hadis kuvvet kazanır ve sahih olur.
[755] lbn Mâce, 3370; Ebu Davud, 3775: Cafer b. Bürkân—Zührî—Salim—babası
senediyle. Ebu Davud söyle diyor: Cafer,
bu hadisi Zührî'den
duymamıştır, o münkerdir.
[756] Müslim (2044), Enes b. Mâlik'ten şöyle rivayet eder:
"Rasülullah'm iki inciğini (baldırını) dikmiş bir şekilde oturarak hurma
yediğini gördüm."
[757] Tirmizî, 1857. Enes b. Mâlik'ten rivayetle verir,
senedinde zayıf ve meçhul râvi vardır; İbn Mâce, 3355, Câbir'den rivayet eder,
senedinde İbrahim b.Abdisselâm bAbdillah b. Bâbâh el-Mahzûmî vardır, zayıftır.
[758] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/430-432.
[759] Enbiyâ, 21/30.
[760] Buharî, 10/77.
[761] Ebu Davud, 3735; Ebu'ş-Şeyh, Ahiâku'n-Nebî, 245. Hz.
Âişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah'a (s.a.)
Sukyâ pınarından tatlı
su çıkarılırdı." Senedi hasendir. Hâkim (4/138) bunu sahih görmüş, Zehebî
de ona katılmıştır. İbn Hacer, Fethu'l-BârVde senedinin ceyyid olduğunu
belirtir. Sukyâ; Medine'nin sonundaki siyah taşlık, Hârre toprağındaki bir
semttir.
[762] Ahmed, 6/38, 40; Tirmizî, Cami, 1896, Şemail, 1/302.
İsnadı sahihtir. Hâkim (4/138) bunu sahih görmüş, Zehebî de oi.a katılmıştır.
Ahmed b. Hanbel'de (1/338) İbn Abbas'tan rivayete göre Rasûlullah'a:
"Hangi içecek daha İyidir?" diye sorulunca: "Tatlı ve soğuk
olanı." buyurmuştur. Senedi şahitlerle hasendir.
[763] İbn Mâce, 3431. Senedinde Bakıyye vardır, müdellİstir,
ondan rivayet e dillah bilinmiyor.
[764] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/432-435.
[765] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/435.
[766] Müslim, 2028.
[767] îbn Mâce, (3427) bu hadisi Ebu Hureyre'den merfû
olarak ve: "Sizden bîri su içerken kaba solumasın. Yeniden içmek isterse
kabı uzaklaştırsm, sonra yeniden isterse kabı ağzına koysun," sözleriyle
rivayet eder. Bûsırî, Zevâid'de (varak 231) senedinin sahih, râvİIerinin sika
olduğunu belirtir. Mâlik (2/925), Tirmizî (1888), Ahmed (3/26, 32) ve Dârimî
(2/119) de Ebu Saîd el-Hudrî'den Rasûlullah'm (s.a.a) İçeceğe üflemeyi
yasakladığım işitmiş olduğunu rivayet ederler. Bir adam: "Ey Allah'ın
elçisi! Ben bir solukta kanmıyorum." deyince, Rasûlullah ona: "Kabı
ağzından uzaklaştır, sonra soluk al." buyurdu. Adam: "Ben bunda çöp
görüyorum."
deyince, "Onu
dök." buyurdu. Senedi sahihtir. Buharı (1/221, 222) ve Müslim (267/65),
Ebu Katâde'den merfu'an: "Biriniz su içerken, kaba solumasın."
hadisini rivayet ederler.
[768] Nisâ, 4/4
[769] .Zayıftır, sahih değildir.
[770] Tirmizî, 1886. Senedinde Yezîd b. Sinan Ebu Ferve
er-Ruhâvî vardır, zayıftır, bundaM şeyhi meçhuldür. Bu yüzden tbn
Hacer,.Fethu'l-BârPde (1/81) onu zayıf görmüştür.
[771] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/436-437.
[772] Müslim, 2014.
[773] .Buharî (10/77) ve Müslim (2012/97), Câbir b.
Abdillah'tan Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ederler:
"Gece karanlığı olduğu zaman veya akşama girdiğiniz vakit, çocuklarınızı
dışarı çıkmaktan alıkoyun. Çünkü şeytanlar o sırada dağılıp faaliyete geçer.,
Geceden bir saat geçince,*dişardaki çocuklarınızı içeri alın ve
kapıları
kapatın. Allah'ın is- mini anın, çünkü şeytan kilitlenmiş bir kapıyı açamaz.
Yine sizler Allah'ın adını anarak kırbalarınızın ağzım bağlayınız. Besmele
çekerek enlemesine bir şey koyarak da olsa kaplarınızı
örtünüz.
Kandillerinizi söndürünüz."
[774] Buharı, 10/79; ayrıca Ebu Hureyre'den de rivayet
etmiştir.
[775] Ebu Davud (3721), hadisi bu sözlerle rivayet etmiştir.
Tirmizî (Î892)'nin rivayeti şöyledir: "Rasûlullah'm asılı bir kaba doğru
gittiğini, sonra ona üflediğini ve ağzından içtiğini gördüm." Üflemek
(İhtinâs), ağzına soluk vermek, sonra ondan içmektir.
[776] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/438-439.
[777] Ebu Davud, 3722. Ayrıca bk. Ahmed, 3/80. Senedinde
Kurra b. Abdirrahman vardır,izayıftır, diğer râviferi sikadır.
[778] Tirmizî, 1889. Ayrıca bk. Ebu Davud, 3728; İbn Mâce,
3428, 3429; Ahmed, 1907. İsnadı sahihtir.
[779] Müslim, 2028 (lafız onundur); Buharı (10/81) ise
Sumâme b. Abdillah'tan şu sözlerle rivayet eder: "Enes, kaba iki veya üç
defa soluyor, Rasülullah'm üç defa soluduğunu iddia .ediyordu."
[780] Müslim, 2316. Enes'ten rivayet edilmiştir.
[781] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/439-440.
[782] Tirmizî, 3451. Ayrıca bk. Ebu Davud 3730; Ahmed,
1/225, 284 senedinde Ali b. Zeyd b. Cüd'ân vardır, zayıftır, Ömer b. Harmele
ise meçhuldür. Ama İbn Mâce (3322) hadisi başka bir yoldan rivayet ettiğinden,
kuvvet kazanır ve hasen hadis olur.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/440.
[783] Müslim, 2004.
[784] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/441.
[785] Bu konu için 1 .cilde bakınız, s.125-134.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/443-444.
[786] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/445.
[787] tbn Mâce, 3725. Senedi zayıftır. Aynı konuda Ebu
Hureyre'den şu rivayet vardır: Rasûlul-lah (s.a.) karnı üstü uyuyan bir adam
gördü ve: "Bu, Allah'ın sevmediği bir yatıştır." buyurdu. Ahmed
2/287* 304; Timizi, 2769. Senedi hasendir. Ayrıca Ebu Davud (5040) ve İbn Mâce
(752, 3727)'de senedi kuvvetli bir şahidi vardır.
[788] £bu Davud, 4821. Senedi, İbnu'l-Munkedir ile Ebu
Hureyre arasındaki vâsıtanın bılınme-yişinden dolayı zayıftır. Ayrıca bk.
Ahmed, 2/383. Şayet İbmı'l-Munkedir'in Ebu Hureyre'den dinlediği doğruysa
isnadı sahihtir. Bu hadisin, Ahmed (3/413)'te, Rasûlullah'm ashabından şu
sözlerle kuvvetli bir şahidi vardır: "Güneş ve gölge arasında oturmayı
yasakladı. 'Bu şeytanın meclisidir.' dedi." Hâkim (4/271), bunu başka bir
yolla rivayet eder.
Sahabîyi, Ebu Hureyre
olarak vermiş ve hadisi sahih görmüş, Zehebî de ona katılmıştır. İbn Mâce'de
(3722), Büreyde'den rivayet edilen senedi hasen bir şahidi daha vardır.
[789] Buharı/11/93, 95; Müslim, 2710
[790] Buharî, 3/35.
[791] Âli İmrân, 3/20.
[792] Bunlar, el-Kitab (I/I7)'deki beyitlerdendir. Bağdadî,
Hızânetu'l-Edeb (l/486)'de bunları vermiş, Sîbeveyh'in
söyleyenini
bilmediği elli beyit arasında yer aldığım zikretmiştir,.
[793] Müslim, (486)'deki Hz. Âişe'den rivayet edilen hadisin
bir bölümüdür.
[794] £n'âm, 6/17
[795] Ahzâb, 33/17.
[796] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/447-452.
[797] Buharı, 3/19, 22; Müslim, 776. Ebu Hureyre'den.
[798] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/453-455.
[799] Ahmed, 3/128, 199, 285; Nesâî, 7/61. Enes b.
Mâlik'ten, senedi hasendir, Hâkim bunu sahih görmüştür.
[800] Sahih bir hadistir. Beyhakî bu sözlerle,
Şu'abu'l-îman'&z Ebu Ümâme'den rivayet etmiştir. Ebu Davud (2050) ve Nesâî
(6/65, 56), Ma'kıl b. Yesâr'dan merfü olarak şu sözlerle rivayet ederler:
"Seven ve doğurgan kadınla evlenin. Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin
çokluğunuzla övüneceğim." Senedi hasendir. Ahmed (3/158,. 245)'de Enes b.
Mâlik'ten şahidi vardır, senedi hasendir. İbn Hibbân (1228) bunu sahih
görmüştür.
[801] Buharı, 9/99.
[802] Buharî, 9/89, 90; Müslim, 1401.
[803] Buharı, 9/92, 95; Müslim, 1400. Abdullah b.
Mes'ûd'dan.
[804] Buharî, 9/104, 106; Müslim, 3/1221 (110), 2/1087 (56,
57).
[805] 1bn Mâce, 1862. Senedinde Kesir b. Süleym vardır,
zayıftır. Sellâm b. Süleyman b. Sevvâr hakkında İbn Âdî: "Münkerleri
vardır." der.
[806] İbn Mâce, 1847; Hâkim, 2/160; Beyhakî, 7/78. Senedi
hasendir.
[807] Müslim, 1467.
[808] Nesâî, 6/68; Ahmed, 2/251. Senedi hasendir.
[809] Buharî, 9/115, 116; Müslim, 1466.
[810] Tahrici biraz önce yapılmıştır, sahihtir. Bk. dipnot:
2
[811] Tirmizî, 1080; Ahmed, 5/421. Senedinde meçhul bir râvi
vardır
[812] Müsnedyde: "ve haya" ifadesi vardır.
[813] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/457-459.
[814] Ebu Davud, 2386; Ahmed, 6/123, 234. Senedinde Muhammed
b. Dinar el-Ezdî vardır, ezberi kötüdür. Şeyhi Sa'd b. Evs el-Abdî'nin
yanlışlıklan çoktur.
[815] Müslim, 309.
[816] Ebu Davud, 219; tbn Mâce, 590. Senedi hasen olabilecek
durumdadır.
[817] Müslim, 308.
[818] Buharî, 9/104.
[819] Buharî, 5/278; Müslim, 1457. Hz. Âişe'den.
[820] Nisa, 4/34. .
[821] Bakara, 2/187.
[822] Bu şair, Nâbiga el-Ca'dî'dir. Beyit Divan'ında, s.
81'de; eş-Şi'r ve'ş-Şu'arâ'da s. 296'dadır
[823] Bakara, 2/223.
[824] Ebu Davud, 2164. Râvileri suçadır. Ahmed (6/305, 310,
318), Tirmizî (2983) ve Dârimî (I/256)'de Ümmü Seleme'den benzer ve senedi
sahih bir şahidi vardır.
[825] Buharî, 8/143; Müslim, 1435.
[826] Ahmed, 2/444, 479; Ebu Davud, 2162. Bûsırî, isnadını
sahih görmüştür. İbn Adtf|(|l/2I1) ile Taberânî'nin Evsât ve Mecmâ'mda.
(4/299), Ukbe b. Âmir'den rivayet edilen şahidi vardır, senedi hasen bu hadisle
güçlenir.
[827] Ahfned, 2/272, 344; İbn Mâce, 1923. Tirmizî'de, îbn
Abbas'tan rivayet edilen hasen se-nedli bir şahidi vardır, onunla güçlenir. İbn
Hibbân (1302) bunu sahih görmüştür.
[828] Tirmizî, 135; İbn Mâce, 639; Ahmed, 2/408, 476; Ebu
Davud, 3904; Dârimî, 1/259. Ebu Hureyre'den ve senedi kuvvetli olarak rivayet
edilmiştir.
[829] Zem'a b. Salih zayıftır. Münzirî, et-Tergîb
ve't-Terhîb (3/200)'de verir ve: "Bunu Ebu Ya'lâ, ceyyid bir isnadla
rivayet etmiştir" der. Heysemî, Mecmau'z-Zevaid'de (4/298, 299) verir,
Taberânî'nin el-Mu'cemu 'l-Kebîr'\nde ve Bezzâr'da da bulunduğunu belirtir ve:
*'Ebu Ya'-lâ'nın râvileri, Sahih râvileridir. Ya'lâ b. Yemân ise sikadır."
der.
[830] Tirmizî, 1165. Dârimî, 1/260. Tirmizî bunu hasen, îbn
Hibbân ise sahih görmüştür. Hu-zeyme b. Sâbit'in rivayet
ettiği bir şahidi
vardır. Bu, Şafiî (2/360), Ahmed (2/213) ve Ta-havî (2/25)'de yer alır. Senedi
sahihtir. İbn Hibbân (1299) ile Hulâsatu'l-Bedri'l-Münîr'dv İbnu'l-Mulakkın
bunu sahih görmüş, İbn Hacer, Fethu'i-BârFde (8/142), isnadı iy^hadislerden
olduğunu belirtmiştir.
[831] Ebu Ubeyde, babasından dinlememiştir. Aynı konuda
Ahmed'de yer alan ve râvileri sika olan Hz. Ali'nin rivayet ettiği bir hadis
vardır.
[832] Dârakutnî( 3/288. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid1 de bunu
zikretmiş ve: "Hadisi Taberanî rivayet etmiştir, râvileri sikadır."
demiştir.
[833] Ahmed, 6706, 6976. İsnadı sahihtir. Bu hadisi Münzirî,
et-Tergîb ve't-Terhîb, (3/200)'de zikreder ve Bezzâr'a nisbet eder, râvilerinin
sahih olduğunu söyler. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (4/298) verir. Taberânî'nin
Evsâfına atıfta bulunur ve: "Ahmed'in râvileri, Sahih râvİIeridir."
der. Bu görüşleri incelenmeye değer. Çünkü muhaddislerin terminolojisinde
âşinâ olunan, bu terimin Buharı ve Müslim'in birlikte veya îek başlarına
rivayetlerini aldıkları râviler için kullanılmasıdır. Buharı ve Müslim birlikte
veya ayrı ayrı, Amr b. Şu-âyb'da*n asla rivayette bulunmuş değillerdir. Taberî
(2/234), Ahmed (6968) ve Beyhakî (7/199), Katâde'den Ukbe b. Vessâc—Ebu'd-Derdâ
senediyle, Ebu'd-Derdâ'nın şöyle dediğini naklederler: "Bunu sadece kâfir
yapar." Senedi sahihtir.
[834] Ahmed, 1/268. Senedinde Rüşd b. Sa'd vardır, zayıftır.
Ama şahidi daha önce geçti.
[835] Ahmed, 1/297; Tirmizı 2984. Senedi hasendir.
[836] Tirmizî, 1165, isnadı hasendir. îbn Hibbân (1302) ise
bunu sahih görmüştür.
[837] Bunu Süyûtî, el-Câmiu's-Sağîr'de zikretmiş ve îbn
Asâkir'e nisbet etmiştir, zayıf olduğunu da belirtmiştir.
[838] Senedi hasendir. tbn Adî bunu, Kâmil (l/2U)'de
vermiştir. Az önce de geçtiği gibi, Ebu Hureyre'den rivayet edilen şahidi
vardır.
[839] Hıtyetu't'Evliyâ, 8/376. Senedi zayıftır.
[840] Sahih bir hadistir. Şafiî, 2/260. Ondan da Beyhakî
(7/196), Tahavî (2/25), Nesâî (İşret'te) ve îbn Hibbân (1299, 1300) bu hadisi
verirler. Îbnu'l-Mulakkın, Hulâsatu'l-Bedri'l-Münîr'fe'-, İbn Hazm,
el-Muhalla'ûd. (10/70) bunu sahih, Münzirî (3/200) de iyi görmüştür.
[841] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/460-457.
[842] Ahmed, 2/295; Ebu Davud, 4457; Tirmizî, 1362, Nesâî,
6/109; İbn Mâce, 2607. Berâ b. Âzib'den: Elinde bir sancak olduğu halde dayımı
gördüm. "Nereye gidiyorsun?" diye sordum. "Rasûlullah (s.a.)
beni babasının karısıyla evlenen birine gönderdi. Boynunu vurmamı ve malına el
koymamı emretti." cevabım verdi. Senedi hasendir. Ebu Davud (4456),
Müsedded—Hâlid b. Abdillah—Mutarrif—Ebi'1-Cehm—Berâ b Âzib senediyle şunu rivayet
eder: "Kaybolan bir devemi aramak için dolaşırken, karşıma yanlarında
sancak olan bir kervan veya atlılar çıktı. Peygambere (s.a.) yakınlığım
dolayısıyla bedeviler beni dolaştırmaya başladı. Bir çadıra geldiklerinde, bir
adamı çıkarıp adamın boynunu vurdular. Sebebini sordum. Babasının karısıyla
evlendiğini söylediler." İsnadı sahihtir. Müsned'ds (4/295), Esbât—Mutarrif—Ebu'1-Cehm—Ebu'1-Berâ
senediyle yer alır. Sözleri arasındaki "evlendi" (a'res) ifadesi
konusunda el-Hattabî şöyle diyor: "Bu, nikâh için kullanılır. Gerçekte
düğünle ilgilenmek demektir." Bunda, nâmahremle evlenmenin zina hükmünde
olduğu, akdin yapılmasının haddi düşürmediği açıklanmıştır. İbn Mâce (2608),
Muâviye b. Kurra—babası şeklindeki sah:1! senediyle şunu rivayet eder:
"Rasûlullah (s.a.) beni, babasının hanımıyla evlenen bir adamın boynunu
vurmaya ve malına el koymaya gönderdi."
[843] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/468-469.
[844] Hıcr, 15/67-73.
[845] Âyet: Ahzâb, 33/37. Bu iddia; İbn Sa'd (Tabakat,
8/101, 102) ve Hâkim (4/23)'de, Muhammed b. Ömer el-Vâkidî (Vâkıdî, metruktür,
bazıları onun hadis uydurduğunu ileri sürer)—Abdullah b. Âmir el-Eslemî
(zayıftır)—Muhammed b. Yahya b. Hıbbân (sikadır, ama tâbün'dendir.
Rasûlullah'tan rivayeti mürseldir) senediyle yer alan bâtıl bir haberdir. Bu
haberin yanlışlığına birçok muhakkik imam dikkat çekmiş ve şöyle demişlerdir:
Bu olayı nakledenler, nübüvvet makamını gerçek şekilde tanımayıp âyeti
anlamadan bunu iddialarına delil getirirler. Bunlar ismet sıfatının özünü de
kavrayamazlar. Rasûlullah'in (s.a.) içinde gizleyip sakladığı, daha sonra
Allah'ın ortaya çıkardığı, ileride karısı olacağını haber vermektir.
Rasûlullah'i, bunu gizlemeye iten şey, insanların "oğlunun karısıyla
evlendi" demesinden endişesidir. Bununla Yüce Allah, cahiliye ehlinin
uyguladığı evlatlık hükümlerini son derece açık bir şekilde ortadan kaldırmayı
hedeflemiştir. Bu durum, evlatlık diye çağrılanın karısıyla evlenmektir.
İnsanların efendisi ve önderinin böyle bir evlilik yapması, bu hükmü kabule
daha elverişli olur. Bk. İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 3/1530-1532;
Fethu'l-Bâr'u S/404; İbn Kesîr, Tefsir, 3/490-492; Rûhu'l-Ma'ânî, 22/24-25.
[846] Nisa, 4/23.
[847] Ahzâb, 33/40.
[848] Ahzâb, 33/4.
[849] Buhari, 7/15, Abdullah b. Abbas'tan; Müslim, 2383,
Abdullah b. Mes'ûd'dan. Her ikisi de Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet etmişlerdir.
[850] Müslim, 2383/5, İbn Mes'ûd'dan; Tirmizî, 3656:
"Ama arkadaşınız, Allah'ın dostudur, lafzıyla.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/471-473.
[851] Yusuf, 12/24
[852] Kasas, 28/10.
[853] A'raf, 7/189.
[854] Buharî, 7/263, ta'likan Hz. Âişe'den; Müslim, 2638,
mevsûlen Ebu Hureyre'den.
[855] Ahmed, 2/295, 527; Ebu Davud, 4834. İsnadı sahihtir.
Ancak hadisin vürûd sebebi zikre-dilmemiştir. Bunu Ebu Ya'lâ el-Mavsılî, Amra
bt. Abdirrahman'dan rivayet eder: Mekke'de hoş bir kadın vardı. Medine'de
kendisine benzeyen bir kadına konuk oldu. Bu, Hz. Âİşe'ye ulaştı. Şöyie dedi:
Rasûüllah'ın "Ruhlar, toplanmış cemaatler gibidir." buyurduğunu
işittim.
[856] Saffât, 37/22.
[857] Tekvîr, 81/7.
[858] Ahmed, 6/145, 160; Nesâî, Hz. Âişe'den Rasûlullah'ın
şöyle buyurduğunu rivayet eder: Üç kişi hakkında yemin ederim. Allah, İslâm'da
payı olanı, olmayan gibi kılmaz. İslâm'ın paylan namaz, oruç ve zekâttır. Allah
bir kulu dünyada dost edindiğinde, onu kıyamet günü başkasına havale etmez. Bİr
topluluğu seveni Yüce Allah onlarla beraber kılar. Dördüncüsü için yemin
etsem, günaha girmeyeceğimi umarım. Allah, dünyada örtmediği bir kulu kıyamet
günü örter." Râvileri, Urve'den rivayet eden Hudârî (Müsned'de Hadrâmî
şeklindedir) dışında sikadır. İbn Hİbbân'dan başkası onu sika kabul etmez.
Ancak Ebu Ya'lâ'nın İbn Mes'ûd'dan, Taberânî'nin Ebu Ümâme'den rivayet ettiği
şahidleri vardır, bunlarla beraber sahihtir.
[859] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/473-476.
[860] Daha önce kaynağı gösterildi. Bk. Evlilik Hayatı,
dipnot: 5.
[861] Daha Önce kaynağı gösterildi, Jahihtir. Bk. Evlilik
Hayatı, dipnot:
[862] Nisa, 4/28.
[863] Bunu Hatîb el-Bağdadî {Tarih, 5/156, 262, 6/50-51,
13/184), İbn Asâkir ve başkaları, Süveyd b. Saîd el-Hadsânî—Ali b. Misher—Ebu
Yahya el-Kattât—Mücâhid—İbn Abbas senediyle rivayet eder. Süveyd ve Ebu
Yahya'mn zayıflıkları dolayısıyla senedi zayıftır. Mü-tekaddimîn hadis imamları
bu hadisin zayıf olduğunda ve yazarın da açıklayacağı gibi Süveyd dolayısıyla
illetli olduğunda ittifak etmiştir. el-Harâitî, İ'tilâlu'l-Kutûb adlı eserinde
başka yollarla da rivayet eder. Yazar, Ravdatu'l-Muhibbîn (182)'de şöyle der:
Bu Ya'kûb b. İsa'nın rivayetlerindendir, o za-ıftır, rivayeti delil olarak
kullanılmaz. Hadis ehli onu zayıf görmüş ve yalancı olduğunu belirtmiştir.
[864] Buhari (6/32,33) ve Müslim (1914), Ebu Hureyre'den
Rasûluliah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Şehitler beş
tanedir: I) Taundan ölen, 2) Karın hastalığından ölen, 3) Suda boğulan, 4)
Yıkık altında kalıp ölen, 5) Allah yolunda öldürülen." Mâlik, (Muvat-ta,
1/233, 234), Ebu Davud (3111), Nesâî (4/13, 14) ve İbn Mâce (2803), Câbir b.
Atîk'ten merfûan şu hadisi rivayet ederler: "Allah yolunda öldürülme
dışında yedi tanedir: Taundan ölen şehittir, boğularak ölen şehittir,
zâtülcenbten ölen şehittir, kann ağrısından ölen şehittir, yanarak ölen
şehittir, yıkık duvar altında kalarak ölen şehittir, hamile olarak Ölen kadın
şehittir." İbn Hibbân (1616) ve Hâkim (1/352) bu hadisi sahih görmüş,
Zehebî de ona katılmıştır. Aynı konuda Hâkim (2/lO9)'da Ömer'den; Ebu Davud
(2499)'da ve Hâkim (2/78)'de Ebu Mâlik el-Eş'arî'den; Buharı (10/162, 163,
164)'de Enes ve Âişe'den; Ahmed (4/201, 5/323) ve Dârimî (2/208)'de Ubâde b.
es-Sâmit'ten; Ahmed (4/207)'de Ukbe b. Âmir'den de hadisler rivayet
edilir.
[865] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/476-480.
[866] Buharî, 10/312. Enes b. Mâlik'ten.
[867] Müslim, 2253.
[868] Ebu Davud, 4172; Nesâî, 8/189. İsnadı sahihtir. îbn
Hibbân (1473) sahih ğörmüştür.
[869] Tirmizî (2800), Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan bu hadisi
rivayet eder. Senedinde Hâlid b. İtyâs vardır ki, Takrîb'de:
"MetrûkuM-hadis" olduğu belirtilir. Ancak, Taberânî, Evsât'da
Mecmctu'I-Bahreyn'in (2/11) Sa'd'dan merfûan kaydettiği şu rivayeti verir:
"Avlularınızı temiz tutun. Çünkü yahudiler avlularını temiz
tutmazlar." Senedi hasendir. Aynı konuda Müslim (91) ve Tirmizî (1999),
İbn Mes'ûd'dan merfûan şu hadisi rivayet ederler: "Allah güzeldir, güzeli
sever." Beyhakî, Talha b. Ubeydullah'tan; Ebu Nuaym, Nüye (5/29)'de İbn
Abbas'tan merfûan: "Allah cömerttir, cömertliği sever. Ahlâkî yücelikleri
sever, değersiz şeylerden hoşlanmaz." hadisini rivayet ederler.
[870] Buharî (2/302), Ebu Saîd el-Hudrî'den şu sözle
nakleder: "Cuma günü ihtilam olanın yı-kanmas , misvak kullanmak ve bulunca
güzel koku sürmek vaciptir."
[871] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
4/481-482.
[872] Ebu Davud, 2377. Nu'man b. Ma'bed b. Hevze, meçhuldür,
Ebu Davud şöyle diyor: "Yahya b. Maîn bana: 'O münker bir hadistir1
dedi."
[873] İbn Mâce, 3499; Tirmizî, 1757; Ahmed, 1/384; Tirmizî,
Şemail, 1/125, 126. Abbâd b. Man-sur'un kötü hıfzı, tedlis ve tağyiri
dolayısıyla zayıf oluşu yüzünden isnadı zayıftır.
[874] Tirmizî'deki bu tbn Abbas hadisine göre, Rasûlullah
her gözüne üç kez sürerdi. Şu rivayeti ise, Ebu'ş-Şeyh, Ahlâku'n-Nebî{183)'de
Enes'ten rivayet eder: "Rasûlullah (s.a.) sağ gözüne üç kere sürme çeker,
sol gözüne iki kez misk sürülmüş sürme taşını sürerdi." Senedi ceyyiddir,
râvileri sikadır. Taberanî, Kebîr (3/119)'de İbn Ömer'den merfûan: "Sürme
çekince sağ gözüne üç kez, sol göze iki kez sürerdi, sürmeyi tekli rakamda
bırakırdı." Senedinde iki zayıf râvİ vardır.
[875] Ebu Davud, 35; Dârimî, 1/169,170; îbn Mâce, 337. Ebu
Hureyre'den. Senedinde el-Huseyn el-Cubrânî vardır,
tbn Hacer, onun
hakkında şöyle der: "Meçhuldür, ondan rivayet eden Ebu Saîd de
meçhuldür." Bununla birlikte, İbn Hibbân (132) ve Aynî (Umde, 1/732) bunu
sahih görür. Ibn Hacer ise bu konuda çelişkilidir. Fethu'l-BârVde (1/225)
hasen, Tel-hîs'de (1/103) de zayıf görür.
[876] îbn Mâce,' 3495. Senedinde Osman b. Abdülmelik vardır,
o Ieyyinu'1-hadis'tİr. İsnadın diğer kısmındaki râviler sikadır. İbn Abbas'm
bundan sonraki hadisi onun şahididir.
[877] Ebu Nuaym, Hilye, 3/178; Taberâni Kebîr, 183. Hz.
Ali'den. Senedi basendir, el-lrakî, senedi ceyyid demiştir. Münzirî ile İbn
Hacer ise hasen demişlerdir. Önceki İbn Ömer ve sonraki İbn Abbas hadisleri
şahididir.
[878] 1bn Mâce, 3497. Ahmed, 3036, 3426; Ebu Davud, 3878;
Beyhakî, 3/245. İsnadı sahihtir, îbn Hibbân (1439, 1440) sahih görmüştür.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/483-484.