1 — Farklı Renkteki Çocuk Hakkındaki Hükmü:
3 — Veled-i Zinanın İstilhâkı ve Vâris Kılınması Hakkındaki Hükmü:
1- Hz. Peygamber'ln (s.a.) Hidâne Konusundaki Hükümleri:
4- Âlimlerin Bu Konudaki İhtilâfları:
5 — Hidâne Hakkının Evlilik Sebebiyle Düşeceği Hakkındaki İhtilâflar:
6 — Çocuğa Bakacak Kimsede Aranacak Şartlar:
7 — Hidâne Konusunda İmamların Görüşleri:
a) Hz. Peygamberin (s.a.) Kadınlara Karşı Nafaka Mükellefiyeti Hakkındaki
Hükümleri:
b) Nafakanın Zamanla Düşüp Düşmemesi:
c) Nafakanın Para İle Takdiri:
f) Fâtıma bt. Kays Hadisine Yöneltilen Eski ve Yeni Tenkitler:
3 — Süt Dede, Süt Dayı ve Teyze:
4—Evlenmeyi Haram Kılan Emmenin Sayısı ve Niteliği:
5 - Evlenmeyi Haram Kılan Emmenin Yaşı:
E) İDDET (HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) İDDET KONUSUNDAKİ HÜKÜMLERİ)
2 — (Kar') Kelimesinin Yorumları:
a) Kar Kelimesinin Yorumu Konusundaki Görüşler:
1. Kar'dan Maksat Hayızdır Görüşü :
2. Kar'dan Maksat Temizliktir Görüşü:
1. Kardan Maksat Hayızdir Görüşünün Delilleri:
2 . Kar'dan Maksat Temizliktir Görüşünün Delilleri:
1. Kar'dan Maksat Temizliktir Görüşüne Ait Delillerin Tenkidi:
2. Delillerimize karşı yapılan itirazların cavaplan:
6 — Hayızdan Kesilen ve Henüz Hayız Görmemiş Kaçlının İddeti:
9 — Hulû Sonucu Ayrılmada İddet:
11— Hz. Peygamber'in (s.a.) Kocası Ölen Kadına Yapmasını Emrettiği Hususlar:
12 — Hz. Peygamberin (s.a.) istlbra konusundaki Hükümleri: a) İstibrânın
genel hükümleri:
e) Hamile Kadınla İlgili Bazı Hükümler:
f) İstlbrâ Yapmakta Olan Cariyeden Cinsî İlişki Dışında Yararlanma:
g) İstİbrâ Süresinin Başlangıcı:
h) Hayızdan Kesilmiş ve Henüz Hayız Görmemiş Kadınların İsttbrâsı:
A — HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) SATIŞI HARAM OL NESNELER HAKKINDAKİ HÜKÜMLERİ
3 — Ölü (Murdar) Hayranın Satılması:
b) Hayvan Dışkısının Gübre Olarak Kullanılması:
c) Ölü (Murdar) Hayvanın Satılamayacak Aksamı:
6—Yenilmesi ve İçilmesi Haram Nesnelerin Parası:
4 —Şarabın Satış ve Taşınmasının HaramUgi:
4 — Kuyu ve Kaynakların Satışı:
D) Hz. PEYGAMBER'IN (s.a.) ELDE BULUNMAYAN MALI SATMAKTAN MEN ETMESİ
E) HZ. PEYGAMBERİN (S-A.) TAŞ
ATIMI, GARAR, MÜLÂMESE VE MÜNABEZE SATIŞLARI
2 — Garar Satışı (Beyul-Garar):
3 — Mülâmese ve Münâbeze Satışları:
F) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) TOPRAĞA GÖMÜLÜ VE AKAB. SEBZE VE MEYVELERİN
SATIŞIYLA İLGİLİ HÜKÜMLERİ
1— Toprağa Gömülü Sebze ve Meyveler
2 — Misk Kedisi İçerisinde Miskin Satışı:
1 — Sağmal Hayvanın Kiralanması:
3 — Hayvanın Üstündeki Tünün Satışı:
Çocuğun farklı renkte
doğması durumunda, nesebinin kocaya katılması hakkındaki hükmü:
Sahihayn*â.a sabit
olduğu üzere; bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek, sanki onu (çocuğu)
reddetmek ister gibi, "Gerçek şu ki, karım siyah bir çocuk doğurdu."
dedi Hz. Peygamber (s.a.) ona:
— Senin develerin var
mı ? buyurdu. Adam:
— Evet, dedi. Hz.
Peygamber E s.a.):
— Ne renkteler ? diye
sordu. Adam:
— Kırmızı, dedi. Hz.
Peygamber (s.a.):
— Peki içlerinde boz
olanı var mı? diye sordu. O:
— Evet, dedi Hz. Peygamber
(s.a.): ,
— Peki o renk ona
nerden geldi ? diye sordu. Adam:
— Belki de ya
Rasûlallah; bir soyuna çekmiştir, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
— O halde, işte bu da
belki bir soyuna çekmiştir, buyurdu.[1]
Bu hadiste şu
incelikler vardır: Sual ve fetva isteme şeklinde olduğu zaman ta'riz (ima) den
dolayı iftira cezası (had) gerekmez. Bu hadisten, karşılıklı münakaşa, söz
kavgası sırasında bile yapılan ta'riz (dolaylı zina isnadın)dan had gerekmez,
hükmünü çıkaran kimse isabetsiz bir neticeye ulaşmıştır. Zira nice imalar
(ta'rizler) vardır ki, açık ifadelerden daha iyi anlaşılır ve daha çok
iğneleyicidir, daha büyük bir azap verir. Sözün açılması, akışı bunların
zikrettikleri ihtimalleri ortadan kaldırır ve sözün maksada delâletini kafi
hale getirir.
Hadisten, sadece kuşku
ile liâna ve çocuğun reddine gidilmesinin caiz olmayacağı hükmü de çıkar.
Yine
hadisten, hükümlerin elde edilmesi esnasında darbımesel kullanılabilmesi,
benzerlerin benzerlere kıyas edilebilmesi neticesi de çıkmaktadır. Buharı, bu
hadise: "Soru sorana iyi anlatabilmek için, Allah'ın hükmünü açıkladığı
belli bir asıla (makîsun aleyh), başka bir asılı benzeten hakkında bâb"
adıyla başlık koymuş ve bu hadisle birlikte: "Ne dersin?
Şayet annenin borcu
olsaydı da..." hadisini
de zikretmiştir. [2]
Çocuğun yatağa
aidiyeti, cariyenin yatak olması ve babasının ölümünden sonra istilhâk edilen
kişinin durumu hakkında Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmü:
Sahihayn'da. Hz. Âişe
(r.a.) anlatır: Sa'd b. Ebî Vakkas ile Abd b. Zem'a bir çocuk hakkında münakaşa
ettiler . Sa'd: "Ya Rasûlullah! Bu çocuk benim kardeşim Utbe b. Ebî
Vakkas'ın oğludur. Oğlu olduğunu bana vasiyet etti. Ona benzeyişine bak!"
dedi. Abd b. Zem'a da: "Bu benim kardeşimdir ya Rasulallah! Babamın döşeği
üzerinde, onun cariyesinden doğmuştur." iddiasında bulundu. Derken
Rasûlullah (s.a.) çocuğa baktı ve Utbe'ye apaçık benzediğini gördü. Bunun
üzerine: "O senindir ya Abd! Çocuk yatak sahibinindir. Zâniye de taş
(mahrumiyet) vardır. Sen de ondan kaç (örtün) ya Şevde bt. Zem'a!"
buyurdu. Bir daha Şevde onu asla görmedi.[3]
Bu hadis, çocuğun
yatağa aidiyeti ve cariyenin de yatak olabileceği konusunda bir asıl olmaktadır.
Ayrıca; "yatak" delili ile benzerlik arasında bir çatışma durumunda,
yatak delilinin tercih edileceğine, neseb ahkâmının bölünebilirlik özelliği
göstererek bir cihetten sabit olurken, başka bir cihetten sabit olmayacağına —
ki buna bazı fakihler, iki hüküm arasında bir hüküm tabirini kullanırlar —
bulunmaktadır. Hadiste bunlardan başka "kâiflik" sanatı olduğuna ve
dinde bir yeri bulunduğuna işaret de vardır. [4]
Nesebin yatakla sübûtu
konusunda ümmetin icmâı vardır. Nesebin sabit olma yolları: 1) Yatak, 2)
İstilhâk, 3) Beyyine, 4) Kâiflik ilmi olmak üzere dört çeşittir. İlk üçü
üzerinde ittifak vardır. Müslümanlar, nikâhla yatağın sabit olacağı hakkında
görüş birliği içerisinde olmakla birlikte, odalık (teserrî) durumunda da
"yatak" hükmünün doğup doğmayacağı hakkında ihtilâf etmişlerdir.
Ümmetin büyük çoğunluğu odalık edinmenin de yatak hükmünü doğuracağını
söylemişler ve yukarıdaki sahîh olan Hz. Âişe hadisini delil olarak
kullanmışlar ve demişlerdir ki: Hz. Peygamber (s.a.), çocuğun Zem'a'ya ait
olduğuna hükmetmiş, onun yatak sahibine ait olduğunu açıklamış ve bunu, çocuğu
Zem'a'ya hükmedişinin illeti olarak göstermiştir. Hükmün sebeb ve mahalli,
cariye hakkındadır. Dolayısıyla, onu hadisin kapsamından çıkararak, sadece hiç
zikri geçmeyen hür kadınlara yormak caiz değildir. Bu durum, Sâri' Teâlâ'nm
dikkate aldığı ve sarih olarak hükmü kendisine bağladığı şeyi ilga etmek ve
hükmün konuluş sebebi olan mahalli ortadan kaldırmak olur.
Sonra, şayet bu hadis
vârid olmasaydı, o zaman bu hüküm, Allah tarafından insanların hakkaniyetle
hükümde bulunmaları için indirilen kıstasın (mîzan) bir gereği olurdu. Bu
kıstas, iki benzer şey arasını eşit tutmak ilkesidir. Çünkü odalık, hem fizikî
anlamda, hem hakikaten, hem de hükmen — hür kadın gibi — yataktır.
Kadınlığından istifâde, çocuk elde etme gibi, hür kadın ne için isteniyorsa,
cariye de onun için istenir. Eskiden olsun, şimdi olsun insanlar öteden beri
çocuk edinmek ya da onların kadınlıklarından istifâde etmek amacıyla odalık
cariyelere rağbet etmektedirler. Hür kadın ne için "yatak" diye
isimlendirilınişse, aynı mâna eşit olarak odalık cariyede de vardır. Doğurduğu
bu ilk çocuk, istilhâk olmadıkça, efendinin nesebine de katılmaz. Bu durumda
"yatak" olma hükmü ile değil, "istilhâk" yoluyla katılmış olur.
Bundan sonra doğuracağı çocuklar ise, efendi tarafından redddilmedikçe artık
onun nesebine ait olur.
Şu halde Hanefîlere
göre, cariyenin doğurduğu çocuk, kendisinden önce efendinin nesebine katılan
bir çocuk bulunmadıkça, onun nesebine "yatak" hükmüyle ilhak
olunmamaktadır. Oysa ki, Hz. Peygamber (s.a.) çocuğu Zem'a'ya ilhak etmiş ve
nesebini ondan sabit kılmıştır. Bu cariyenin, bundan önce Zem'a'dan çocuk
doğurduğu asla bilinmemektedir. Hz. Peygamber (s.a.) de böyle bir soru
sormamış, açıklama istememiştir.
Hanefîlere karşı
olanlar şöyle derler: Böylesi bir ayırım hakkında ne Kitap'tan ne de sünnetten
bir temel (asıl) yoktur. Ashâbtan bir haber de bulunmamaktadır. Şer'î
kaidelerin, usûlün gerektireceği bir şey de değildir.
Hanefîler ise şöyle
diyorlar: Biz cariyenin yatak olduğunu tümden inkâr etmiyoruz. Ancak o zayıf
bir yataktır. Bu konuda o, hür kadının gerisindedir. Bu itibarla, cariyenin
efendiden doğurmak , efendinin de Istilhâkta bulunmak (kendi nesebine katmak)
suretiyle, kendisi sebebiyle âzad edilebileceği bir hususun bulunması gerekir,
ondan sonra doğuracağı çocukların ise, red durumu olmadıkça efendiye (artık
yatak hükmüyle) katılacağını söyledik. Birinci çocuk ise, istilhâk durumu
olmadan, efendinin nesebine katılamaz. (Aralarında fark olduğu İçindir ki) siz
de şöyle diyorsunuz: "Efendi cariyesinden olan bir çocuğu kendisine
istilhâkta bulunsa, daha sonraki doğuracağı çocuklar, yeniden istilhâkta
bulunmadıkça, efendiye ilhak edilmezler. Zevce ise böyle değildir."
Aralarındaki fark şudur: Nikâh akdi sadece cinsî münasebet ve kadının
"yatak" kılınması amacıyla yapılır. Cariyeyi satın almak ise öyle
değildir. Çünkü onunla cimâda bulunmak, onu yatak kılmak amacı; cariyeyi
mülkiyet yoluyla edinmeye tâbi durumundadır. Bu yüzden de cariyenin, kendisiyle
ilişkide bulunması haram olan kimselerin mülkiyetine girmesi mümkündür. Nikâhta
ise böyle bir durum sözkonusu değildir. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) çocuğu Abd'a
karşı sadece kardeş olarak ilhak etmiştir. Çünkü o çocuğun nesebini (kardeş
olarak) kendisine katma isteğinde bulunmuş, Hz. Peygamber (s.a.) de onu
"babasının yatağı olduğu için değil, onun istilhâkıyla" kendisine
ilhak etmiştir.
Çoğunluk ulemâ şöyle
diyorlar: Cariye, kendisiyle cimâda bulunulmuşsa, hakikaten de. hükmen de o
yataktır. Onun yatak oluşunda, önceden efendiye bir çocuk doğurmuş olması
şartını ileri sürmek, şer'an dikatte alındığına dair delil bulunmayan bir şeyi
şart olarak ileri sürmek demektir. Hz. Peygamber (s.a.) böyle bir şartı
Zem'a'nın yatağı hakkında aramamıştır. Hz. Peygamber'in (s.a.) aramadığı bir
şartı aramak, dinde re'yle hükmetmek olur.
"Cariye cinsel
ilişki için edinilmez." sözünüzü anlamak mümkün değil! Çünkü tartışma
konusu odalık ve yatak edinilmek suretiyle kendisiyle ilişkide bulunulan ve
zevce gibi veya daha da değerli kılınan cariye hakkındadır; süt kardeşi ya da
bir başka sebepten kendisine haram olan cariye değildir.
"Zem'a'nm onunla
cimâda bulunduğu sabit değildir ki, çocuk kendisine ilhak edilsin."
sözünüzün cevabı bize düşmez. Aksine çocuğun Zem'a'ya ait olduğuna hükmedene ve
oğluna: "O senin kardeşindir." diyene (Hz. Peygamber'i (s.a.)
kasdediyor) düşer.
"Onu kardeş
olarak ilhak etti. Çünkü (Abd) onu istilhâkta bulundu." şeklindeki sözünüz
ise bâtıldır. Zira istilhâkta aranan şartlar vardır. Şayet vârislerin tamamı
ikrarda bulunmuyorlarsa, bu durumda ikrarda bulunanın ikrarı ile ilhak kararı
alınamaz; ölenin yatağında doğduğuna dair ikrarda bulunanla birlikte, onlardan
iki kişinin de şehâdette bulunması gerekir. Burada ikrarda bulunan Abd ile
bütün vârisler ikrarda bulunmuyorlardı. Meselâ Hz. Peygamber'in (s.a.) eşi ve
Abd'ın kızkardeşi olan Şevde validemiz, onu ikrar etmemiş, onun nesebinin
kendilerinden olduğuna dair istilhâkta bulunmamıştır. Hatta kardeşi Abd ile
ikrarda bulunmuş olsaydı bile, nesebin sübûtu istilhâk ile değil
"yatak" hükmüyle olurdu. Zira Hz. Peygamber (s.a.), nesebin ilhakına
dair hükmünün hemen akabinde, hükmün [İletini "çocuğun yatağa alt
olduğu" şeklinde tasrih buyurmuş ve böylece hem bu olayı, hem de diğer
olayı içine alacak genel bir hükme işarette bulunmuştur. Sonra cariyenin yatak
oluşunun sübûtunun cima eden veya cima edenin vârisleri tarafından yapılan
ikrarla olması, nesebin katılması için yeterlidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.),
onu Abd'ın: "O babamın çocuğudur, yatağı üzerinde doğmuştur." sözüne
dayanarak ilhakta bulunmuştur, demek mümkün değildir. Zira Zem'a, Hz.
Peygamber'in kayınpederidir, kızı kentli nikâhları altındadır. Bu durumda Hz.
Peygamber'e, nesebin ilhak sebeplerinden olan yatak hükmünün mevcudiyetinin
sabit olmaması makul değildir.
Bizim: "Efendi,
cariyesinden olan bir çocuğu istilhâkta bulunduğu zaman, daha sonra doğacak
çocuklar, yeniden bir ikrar bulunmadıkça, kendi nesebine katılmaz."
şeklindeki sözümüzü aleyhimize delil olarak kullanışınıza gelince; bu konuda İmanı
Ahmed'in tâbilerine alt iki görrüş bulunmaktadır ki, birincisi budur. İkincisi
ise, yeniden ikrarda bulunmasa bile onun nesebine katılır şeklindedir. Birinci
görüşü tercih eden şöyle demiştir: "Efendi doğumdan sonra istibrâda
bulunmuş ve ona yanaşmamış olabilir; dolayısıyla yatak olma hükmü istibrâ ile
ortadan kalkar. Netice itibarıyla da birinci çocuktan sonra doğan çocuklar yeni
baştan, onunla ilk çocukta olduğu gibi cimâda bulunduğunu belirtmedikçe,
kendisine katılmazlar." İkinci görüşü tercih edenler ise şöyle derler:
"Önceden onun yatak olduğu sabit olmuştur. Asıl olan ise, izâle edici aksi
bir durum olmadıkça "yatak"lığın devamıdır. Zira bu "İstilhâkta
bulunmadıkça, onunla ilişkide bulunduğunu itiraf etse bile çocuk kendisine
katılmaz." sözünüzün benzeri değildir."
Bundan daha sakat bir
itiraz da şöyledir: "Abd'a onu kardeş olarak ilhak etmedi, onu onun kölesi
yaptı. Bu yüzden de şeklinde temlik lamı ile söyledi. "O
senindir." yani senin kölendir,
demektir." Bu itirazı teyid sadedinde de. hadisin bazı rivayetlerinde:
"O sana ait bir köledir." ifadesinin bulunduğunu belirtmiş ve şöyle
demişlerdir: Aynca Hz. Peygamber (s.a.). Şevde validemize ondan örtünmesini
emretmişti. Eğer kardeşi olsaydı böyle bir emirde bulunmazdı. Bu da onun
Sevde'ye yabancı biri olduğunu göstenir. "Çocuk yatağa aittir."
buyruğu ise çocuğun nesebinin Zem'a'ya nisbet edilmediğine bir işarettir. Yani:
Bu cariye onun yatağı değildi. Zira cariye yatak olmaz. Çocuk ise ancak yatağa
aittir. Buna göre Hz. Peygamber'in Sevde'ye ondan örtünmesini emretmesi doğru
olur. Bunu hadisin bazı tariklerinde yer alan: "Ondan örtün, çünkü o senin
için bir kardeş değildir." ifadesi de tekid eder.
Bunlar sonuç alarak:
"Şu halde biz hadis ve Hz. Peygamber'in hükmünden yana, sizden daha
şanslıyız." demişlerdir.
Cumhur şöyle diyor:
İşte şimdi söz kızıştı ve kemerin halkaları (kancalan) birbirleriyle
karşılaştı. Allah'tan yardım dileyerek diyoruz ki: "Hz. Peygamber (s.a.)
onu Abd'e kardeş olarak ilhak etmedi, onu ona köle kıldı." sözünüzü
Muhammed b. İsmail el-Buharî'nin, Sahih'inde rivayet ettiği: "O senindir.
O senin kardeşindir ey Abd b, Ze'ma!"[5]
ifadesi reddetmektedir. Hem lam harfi temlik için değil, sadece tahsis içindir.
îsözünüzdeki gibi. =O
sana ait bir köledir." lafzına gelince; o asla sahih değildir, bâtıl bir
rivayettir. Hz. Peygamber'in Şevde validemize, ondan örtünmesi emrine gelince;
bu ya ihtiyat ve takva üzere verilmiş bir emirdir, çünkü çocuğun Utbe'ye olan
s.çık benzerliği bir şüphe doğurmaktadır, ya da her iki tarafa da riâyetle, her
iki delil Üe amel etmiş olmak içindir. Çünkü yatak, nesebin ona katılması için
bir delildir, bir başkasına olan benzerliği de, çocuğun yatak sahibinden
reddini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.) bu durumda çocuğun bir nesebi
konusunda, daha güçlü olması hasabiyle yatak delilini kullandı. Çocukla Şevde
arasında mahremiyetin sübûtu konusunda da, çocuğun Utbe'ye benzerliği delilini
çalıştırdı. Bu en güzel, en açık ve vazıh hükümlerdendir. Nesebin sübûtunun her
açıdan olması diye bir zaruret yoktur. Meselâ, zina eden kimseyle zina mahsûlü
çocuk arasında haramlık ve cüz'iyet konusunda neseb hükümleri sabit iken,
miras, nafaka, velilik vb. konularda sabit değildir. Bazen bir mâniden dolayı,
neseble ilgili bazı hükümler doğmamaktadır ve bu şerîatte çoktur. Dolayısıyla
çocukla Şevde validemiz arasmda, Utbe'ye olan benzerlik engelinden dolayı
mahremiyet hükmünün ortaya çıkmaması yadırganamaz. Bu izah, tam fıkhı bir
izahtır. Böylece Hz. Peygamber'in: "O senin kardeşin değildir..."
sözünün de —şayet sahih farzetsek— mânası açıklık kazanmış olur. Kaldı ki, bu
söz sahih değildir. Hadisçiler onun zayıf olduğunu söylemişlerdir. Abd'e
buyurduğu: "O kardeşindir." sözü karşısında böyle zayıf bir söze
aldıracak değiliz. Eğer Hz. Peygamber'in (s.a.) bu sözlerinin çeşitli rivayetlerini
toplar ve "O kardeşindir." sözünü "Çocuk yatağa aittir. Zina
edene taş vardır." sözüyle karşüarştınrsak. onların yaptıkları te'villerin
sakat olduğu ortaya çıkmış; hadisin, aksi doğrultuda sarih olduğu ve onların
te'vilîerine herhangi bir şekilde ihtimali bulunmadığı anlaşılmış olur. Bu
meselede bizimle tartışanlara şaşmamak elde değil. Çünkü, onlar sadece akitle
zevceyi yatak sayıyorlar, isterse eşler arasında doğu ile batı arası kadar
uzaklık olsun, doğacak çocuğu yatak sahibine ilhak ediyorlar, öbür taraftan
gece gündüz defaatle cirnâda bulunduğu odalığını yatak kabul etmiyorlar. Bu
olacak şey değildir!
Fukahâ, zevcenin ne
ile "yatak" hükmünü alacağında ihtilâf etmişlerdir: Üç görüş vardır:
Birincisi: Bizzat
akitle zevce "yatak" olur. Bir araya gelmedikleri bilinse, hatta
nikâh akdini kıydığı aynı mecliste boşasa bile durum değişmez. Bu görüş Ebu
Hanife'ye aittir.
İkincisi: Cima
imkânıyla birlikte akitle olur. İmam Şafiî ve Ahmed'in görüşleri de böyledir.
Üçüncüsü: Akitle
birlikte kesin olarak tahakkuk eden cima ile olur; olup olmadığı İhtimâli
bulunan cima imkânı zevcenin "yatak" hükmü alabilmesi için yeterli
değildir. Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin tercih ettiği görüş de budur. İbn Teymiye
şöyle demiştir: "İmam Ahmed; Harb rivayetinde buna işarette bulunmuştur.
Zira bir rivayette o: Bir kimse elmadan önce karısını boşasa ve kadın bir çocuk
doğursa, koca çocuğu inkâr etse, liâna ihtiyaç duyulmadan çocuk reddedilmiş
olur, demiştir."
Sahih ve kesin olan
görüş işte budur. Yoksa koca İcadınla herhangi bir ilişkide bulunmadan, sadece
uzak bir imkânın varlığıyla, onunla gerdeğe girmeden kadın nasıl
"yatak" hükmünü alabilir? Gerek örfte, gerekse dilde, gerdeğe
girmeden önce, kadın "yatak" sayılır mı? Kansı ile gerdeğe girmeyen,
onunla ilişkide bulunmayan, bir araya gelmeyen kimseye, sadece imkândan
hareketle, doğacak çocuğun nesebi nasıl ilhak edilebilir? Şeriat böyle bir
hüküm getirir mi? Cimâda bulunabilme imkânı, âdeten bu işin mümkün olmamasıyla
kesilebilir. Dolayısıyla kadın, akit yanında kesin zifaf (cima) olmaksızın
"yatak" olmaz. Tevfik ancak Allah'tandır. Buna İmam Ahmed, Harb
rivayetinde temas etmiştir. Haribeli mezheb ve kavâidinin gereği de budur. En
iyi bilen Allah'tır.
Cariyenin neyle
"yatak" hükmünü alacağı konusunda da ihtilâf etmişlerdir: Cumhur ulemâ
ancak cinsî münâsebetle "yatak" hükmünü alabileceği görüşündedirler.
Sonraki bazı Mâliki âlimleri ise: "Hizmet için değil de. sadece cimâda
bulunma amacıyla satın alman, —meselâ hâl karînesiyle sadece odalık için
arzulandığı anlaşılan yüksek fiatlı— cariyeler, bizzat satın alma işiyle yatak
hükmünü alırlar." demişlerdir. Doğrusu hem cariye, hem de hür kadın,
cinsel ilişki olmadıkça yatak hükmü alamazlar.
Buraya kadar
anlattıklarımız, kendisiyle nesebin sabit olduğu dört şeyden biriyle yani
"yatak" ile ilgiliydi. [6]
İlim ehli, babanın
istilhâkta (çocuğun nesebini kendi nesebine katmak) bulunabileceğinde ittifak
halindedirler. Dedeye gelince; eğer baba hayatta ise, onun istilhâkta
bulunmasının bir etkisi yoktur. Eğer baba hayatta değilse ve kendisi de tek
vârisse, bu durumda dedenin istilhâkta bulunması sahihtir ve ikrarda bulunduğu
kimsenin nesebi sabit olur. Eğer tek vâris olmaz ve diğer vârisler onu tasdikte
bulunurlarsa, yine aynı şekilde nesebi sabit olur. Aksi takdirde kendisi iki
şahitten biri olmadıkça, çocuğun nesebi sabit olmaz.
Kardeşin istilhâkta
bulunması konusundaki hüküm, aynen dedenin istilhâkta bulunması durumunda
olduğu gibidir. Bu konudaki genel prensip şudur: "Mala yalnız basma vâris
olan kimsenin nesebi, ister tek kişi olsun, ister bir grup, sadece ikrarıyla
sabit olur." Bu İmam Ahmed ile İmam Şafiî'nin mezheplerinin konuyla ilgili
esasmı teşkil eder. Çünkü vârisler ölünün yerine geçmekte ve onun yerini
almaktadırlar.
Bazıları bu prensibe
bir itiraz yönelterek şöyle demişlerdir: Eğer bütün vârislerin nesebin ilhakına
dair görüşbirliği etmeleri, nesebi isbat edecek olsaydı, ölünün cimâda
bulunduğu bir cariyeden ceninin (hamlin) reddi konusunda görüş birliği etmeleri
ve onun nesebini red konusunda — ilhak durumunda olduğu gibi — Ölünün yerini
almaları da caiz olurdu. Ne dersiniz?
Bu itiraz bizi
bağlamaz. Zira biz bütün vârislerin ittifakından sözediyoruz. Cenin de
vârislerden birisidir. Şu halde bütün vârisler, onun reddi konusunda görüş
birliği etmiş değillerdir.
Soru: Siz nesebin
sübûtu için bütün vârislerin ikrarını şart koşuyorsunuz. Burada ikrarda bulunan
sadece Abd'dır, Şevde validemiz — Abd'in kardeşi olduğu halde— ikrarda
bulunmamıştır. Buna rağmen Hz. Peygamber (s.a.) çocuğu istilhâk talebi
neticesinde Abd'e ilhak etmiştir. Dolayısıyla burada kardeşin istilhâkta
bulunabileceğine ve nesebin onun ikrarıyla sabit olabileceğine bir delil
vardır. Yine kardeşlerden sadece birisinin istilhâkımn yeterli bulunduğuna
delil bulunmaktadır.
Cevap: Şevde validemiz
inkâr etmemişti. Abd onu istilhâkta bulunmuş. Şevde validemiz ise, onun
istilhâkını sükûtla {onayla) karşılamıştı. Validemizin hükmü; onunla halvette
bulunması, onu görmesi ve kardeşi olması gibi hususlarda kendisine de sirayet
eden bu durum karşısındaki sükût ve ikrarı, kardeşi Abd'ı tasdiki, onun ikrar
ettiği şeyi ikrarı demek olur. Aksi takdirde derhal ona tepki gösterir ve
yalanlardı. Böylece onun rızası ve sükûtla (ikrar) karşılaması, tasdiki yerine
geçmiştir. Tabiî bu izah ondan sarih bir ikrarın bulunmadığı duruma göredir.
Olay özel bir olaydır.
Kardeş, dede veya
başka biri, her vakit, müverrislerinin (miras bırakan) ikran durumunda
kendisine katılabilecek olan kimsenin nesebini istilhâkta bulunsalar, karşı
çıkan bir vâris yoksa nesebi sabit olur. İstilhâk, nesebin sûbûtunu gerektirir,
vârislerden karşı çıkanların tepkisi de sübûta mânidir. Hükmü gerektirici
bulunur, herhangi bir mâni de mevcut olmazsa, gerekli olan hüküm netice olarak
ortaya çıkar. Ancak burada başka bir şey daha var: Mirasa konan kimsenin ikran
ve istilhâkı, acaba ölünün halefi olduğuna dair bir ikrar mı. yoksa şehâdet
mânası mı taşımaktadır? Konu ihtilaflıdır. İmam Ahmed ve İmam Şafiî'nin
mezhepleri, halef olduğuna dair bir ikrar şeklindedir ve dolayısıyla istilhâkta
bulunanın âdil olması, hatta müslüman olması bile şart değildir. Aksine fasılan
da, dindarın da istilhâkı sahih olur. Mâlikâler ise, bunun bir şehâdet ikrarı
olduğunu, dolayısıyla şahitlerde aranan şartların bulunması gerektiğini
söylemişlerdir. İbnu'l-Kassâr, İmam Mâlik'in mezhebinin: "Vârisler neseb
ikrarında bulunurlarsa, o onlara katılır, isterse âdil olmasınlar."
şeklinde bulunduğunu nakletmiştir. Oysa ki, bilinen bunun aksidir. [7]
İki şahidin onun oğlu
olduğuna veya yatağı olan zevcesinden ya da cariyesinden doğduğuna şehâdette
bulunması lâzımdır. Buna, vârislerden iki kişinin şahitlikte bulunmaları
durumunda ise, diğerlerinin inkârına bakılmaz ve neseb sabit olur. Bu konuda
İhtilâf olduğu bilinmemektedir. [8]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hüküm ve uygulaması, kâiflik ilminin dikkate alınacağı ve ona istinaden
neseb ilhakında bulunulacağı doğrultusundadır.
Sahîhayn'da Hz. Âişe
validemiz anlatır: Rasûlullah (s.a.) bir gün, sevinçli, yüzünün hatları parlar
bir halde yanıma girdi ve: "Baksan a! Demin Müdlicli Mücezziz, Zeyd b.
Harise ile Üsâme b. Zeyd'e baktı da: 'Şüphesiz bu ayaklar birbirinden (meydana
gelmişjtir.' dedi." buyurdu[9]
Hadiste görüldüğü
üzere Hz. Peygamber (s.a.), Kâtfin. sözünden dolayı sevinmiştir. Eğer karşı
görüşte olanların söylediği gibi, o kehânete benzer, cahiliye devri
inanışlarından olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) sevinmez, ondan dolayı taaccüp
göstermezdi ve Mücezziz'in sözü bir nevi kehânet olarak mütâlâa edilirdi. Hz.
Peygamber'den (s.a.) kâhini tasdik eden kimseler hakkında korkutucu haberler
sabittir. İmam Şafiî şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.) onu ilim olarak
kabul etmiştir ve onu münker (kötü) görmemiştir. Eğer o hata olsaydı, mutlaka
ona tepki gösterir, yasaklardı.-Çünkü bu gibi sözlerde iffetli kadınlara zina
isnadı ve neseplerin reddi anlamları bulunmaktadır."
Hem Hz. Peygamber
(s.a.) sahih hadiste kâiiliğin sıhhati ve dikkate alınacağım bizzat tasrih
buyurmuş ve liânda bulunan kadının çocuğu hakkında: "Eğer şöyle şöyle bir
çocuk doğurursa, o Hilâl b. Ümeyye'nindir. Yok şöyle şöyle bir çocuk doğurursa,
o da Şerîk b. Sehma'nındır." demiştir. Kadın, isnadda bulunulan adama
benzer tipte bir çocuk doğurunca da: "Eğer (liân) yeminleri olmasaydı,
benimle o kadın arasında bir macera olurdu.[10]'
buyurmuştur. Bu, benzerliği dikkate almaktan başka bir şey midir? Zaten kâiflik
de bu değil midir? Çünkü kâif, benzerlik alâmetlerini sürer, kime ulandığına
bakar ve kime benziyorsa çocuğun ona ait olduğuna hükmeder. Hz. Peygamber
(s.a.) benzerliği dikkate almış ve sebebini açıklamıştır. Bu yüzdendir ki, Ümmü
Seleme: "Kadın ihtilam olur mu?" dediğinde, Efendimiz ona:
"Benzerlik de nerden oluyor ya!" buyurmuştur.[11]
Sahih bir hadiste:
"Erkeğin suyu kadının suyundan önce gelirse çocuk erkeğe benzer; kadının
suyu erkeğin suyundan önce gelirse, çocuk kadına benzer."[12]'
buyurmuşlardır. Bu, benzerliğin şer'an ve hilkaten itibara alındığına dair Hz.
Peygamber'den sabit bir sünnettir. Hem şeriat, hem de yaratılış kurallarına
dayandığı için, kendisiyle hükümde bulunulan yolların en güçlüsü olmaktadır. Bu
yüzden de râşid halifeler kâiflik ile hükümde Efendimiz'e tâbi olmuşlardır.
Saîd b. Mansûr, Süfyân
— Yahya b. Saîd — Süleyman b. Yesâr senediyle şöyle nakleder: "Hz. Ömer
devrinde, aynı temizlik süresi içerisinde iki adam bir kadınla cima etmişti.
Kâif: Çocuğun oluşumunda her ikisi de birden müşterektirler; demiş. Bunun
üzerine Hz. Ömer çocuğu ikisine birden nisbet etmiştir. "[13]
eş-Şa"bî:
"Hz. Ali: O ikisinin oğludur. İkisi de birden (5nun babalandır.
Birbirlerine vâris olurlar, dedi." diye rivayette bulunur. Bunu da Saîd b.
Mansûr zikretmiştir.
el-Esrem, isnadıyla
birlikte Saîd b. Müseyyeb'den nakleder: İki adam aynı temizlik süresi
içerisinde bir kadınla cima ederler. Kadın hamile kalır ve her ikisine de
benzer bir çocuk doğurur. Durum Hz. Ömer'e intikâl eder. O kâifleri çağırır.
Adamlar bakarlar ve: "Her ikisine de benziyor.' derler. Hz. Ömer de çocuğu
her ikisine birden ilhak eder ve birbirlerine vâris kılar.
Bu konuda Hz. Ömer ve
Hz. Ali'ye muhalefet eden bir sahabînin olduğu bilinmemektedir. Dahası Hz. Ömer
bu hükmü Medine'de vermişti ve yanında Muhacirler ve Ensâr bulunuyordu;
içlerinden hiçbir kimse bu hükmü yadırgayıp tepki göstermemişti.
Hanefîler ise şöyle
derler: Kâiflik konusunda üzerimize çok geldiniz.
Ama şunu biliniz ki,
kâiflikle hükümde bulunmak sadece benzerlik, zan ve tahmin üzerine dayanmak
olur. Malûm olduğu üzere, bazen çocuk yabancı birisine benzer de akrabalara
benzemez. Siz Üsâme ve Zeyd olayını zikrediyor, öbür taraftan karısı siyah
renkte bir çocuk doğuran adama Hz. Peygamberin onu reddetmesine izin vermediği
olayını unutuyorsunuz. Hz. Peygamber (s.a.), o olayda benzerliğin müsbet ya da
menfî bir etkisi olmadığını göstermiştir. Eğer benzerliğin bir etkisi olsaydı,
Hânda bulunan kadının çocuğu hakkında onunla iktifa eder, liâna gerek duymaz,
çocuğun doğumunu bekler, sonra da kime benziyorsa, ona ilhak ederdi. Böylece
liâna ihtiyaç kalmazdı. Hatta kocaya benzediği takdirde çocuğun reddi sahîh
olmazdı. Oysaki sahih sünnet, çocuğun, kendisine benzese bile liânda bulunan
kocadan reddedildiğine açıkça delâlet etmektedir. Zira Hz. Peygamber
(s.a.):"Kadına bakın! Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa o Hilâl b.
Ümeyye'nindir." buyurmuş ve bunu Hândan ve çocuğun reddinden sonra
söylemiştir. Buradan da anlaşılmıştır ki, çocuk tarif edilen benzerlikte doğsa
bile, nesebi ondan sabit olmayacaktır. Çocuğun ona benzer şekilde doğması
sadece kocanın yalan ya da doğru olduğuna delâlet etmiş olacakır, yoksa nesebin
ona katılacağına dair bir delâleti yoktur.
Üsâme ve Zeyd olayına
gelince; bunların renkleri ayn ayn olduğu için münafıklar Üsâme'nin Zeyd'den
olmadığını söylüyorlar, yatak hükmüyle yetinmiyorlardı. Allah ve Rasûlü'nün,
Üsâme'nin Zeyd'in oğlu olduğu şeklindeki hükmüne itimad etmiyorlardı. Kâifin
buna dair şahitliği, Allah ve Rasûlü'nün hükmüne uygun düşünce, Hz. Peygamber
(s.a.) bu uygunluktan ve münafıkları yalanlamış olmasından dolayı sevindi.
Yoksa kâif onun nesebini isbat etmiş değildir. Bu olayda kâifin sözüyle nesebin
isbatına delil olacak bir şey bulunmamaktadır.
Benzerliğin dikkate
alındığından bahseden hadislerin mânası işte budur. Bu hadislerde sadece
kâiflik dışında başka bir yolla sabit olan nesebe dayanarak benzerliğe itibar
edilmiştir. Biz de zaten bunu inkâr etmiyoruz.
Hz. Ömer'le Hz.
Ali'nin hükümlerine gelince; Hz. Ömer'le İlgili olanında ihtilâf vardır: Ondan
hem sizin zikrettiğiniz rivayet edilmiştir. Hem de: "Kâif kendisine: 'Her
ikisi de çocukta müşterektirler.' deyince çocuğa: 'Onlardan hangisini dilersen
ona tâbi ol (onu baba kabul et).'[14]
demiş ve kâifin sözüne itibar etmemiştir." rivayeti vardır.
Benzerlikle nasıl
hükmedebilirsiniz? Vârislerden birisi bir kardeş ikrarında bulunsa, diğerleri
de onu inkâr etseler, benzerlik de mevcut olsa, bununla nesebi isbat etmiyor
ve: "Vârisler onun ikrân üzerine ittifak etmezlerse neseb sabit
olmaz." diyorsunuz. Bu bir çelişki değil midir?
Hadis âlimleri şöyle
diyorlar: İşin en tuhaf olanı, kâiflikle hükm&meyi tepkiyle karşılayıp,
bunun bir tahmin ve kalbe doğma ile hükümde bulunma olduğunu söyleyenlerin;
eşlerden birisi en uzak doğuda, diğeri de en uzak batıda olması ve asla bir
araya gelmemeleri durumunda, doğacak çocuğun nesebini, kesin olarak birisine
ait olmadığı halde , her ikisine de birden ilhak eden kimseler olmasıdır. Biz
ise, çocuğu şer'an ve hilkaten muteber olan benzerlik esasına dayanan kâifin
sözüyle ilhakta bulunuyoruz. Bizim bu yaptığımız zann-ı galibe, ağır basan
görüşe ve uzman kişinin sözüyle ortaya çıkan açık bir emareye dayanmaktadır ve
(tazmin vb. gibi durumlarda) kıymet takdirinde bulunan kişilerin sözleriyle
amel etmekten de daha kabule şayandır. Sonra pek çok şerl hükmün açık
emarelere, zann-ı gâliblere bina edildiği de inkâr edilebilir mi?
Çocuğun yabancılara
benzeyip, akrabalarına benzememesinin mevcudiyeti, her ne kadar bir gerçekse de
çok nadirdir, hükümler ise çok ve gâlib olan şeyler için konulur. "Nâdir,
yok hükmündedir."
Karısı siyah çocuk
doğuran adamla ilgili olay aslında sizin aleyhinize bir delildir. Çünkü o
hadis, Yüce Allah'ın insanları yaratışındaki sünnet-i ilâhîsinin benzerlik
esası üzerine olduğuna ve aksinin şüphe doğuracağına, insanın doğasında böyle
bir durumun inkârının mevcudiyetine delildir. Ne var ki, buna kendisinden daha
güçlü olan "yatak" delili karşı koymuş, böylece iki delil tearuz
etmiştir. Tabiî ki hüküm daha güçlü olan delil doğrultusunda olacaktır. Biz de,
diğerleri de aynı şekilde "sahih yatak mevcut iken, kâiflikle veya
benzerlikle hükme gidilemeyeceğini" söylüyoruz. Sonra, açık benzerliğin
kendisinden daha güçlü olan "yatak" deliline muhalefeti yadırganacak
bir şey değildir. Asıl yadırganması gereken şey, bu açık delile hiçbir şey
(delil) olmaksızın muhalefet etmektir,
Llâmn benzerlik
üzerine takdim edilmesi ve Hânla birlikte benzerliğin ilgâsına gidilmesi de
yine aynı şekilde iki delilden daha güçlü olanı, zayıf olan üzerine takdim
etmek kabîlindendir. Bu, muarız bir delil bulunmadığında benzerlikle amel
edilebileceğine mâni değildir. Meselâ "beyyine", zilyedlik ve
berâet-i asliyye üzerine takdim edilir. Ama beyyine bulunmadığında bunlarla da
amel edilir.
Üsâme'nin Zeyd'den
olan nesebinin kâiflikle sabit olmadığı konusunda, biz de aynı şeyi söylüyoruz.
Kâiflik burada, yatak deliline uygunluk arzeden başka bir delildir, diyoruz.
Hz. Peygamber'in sevinmesi.
neşelenmesi ve yüzünün
gülmesi, neseb delillerinin birbirini te'yid etmesi ve çoğalması yüzündendir;
yoksa nesebin sadece kâifin sözüyle isbat edilmiş olmasından değildir. Bu
sevinç, hakkın emarelerinin, delillerinin ortaya çıkması ve çoğalması sebebiyle
doğan sevinç kabîlindendir. Eğer kâiflik delil olmaya elverişli olmasaydı, Hz.
Peygamber (s.a.) onunla ferahlanıp sevinmezdi. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)
haklan delillerinin çoğalıp birbirlerini teyit ettiklerini gördüğünde ferahlık
duyar, sevinir, onlan ashabına haber verir, onları haber veren kimselerden
işitmelerini severdi. Çünkü deliller çoğalıp birbirini destekledikçe, insanın
tasdik ve imanı artar, neşe ve sevinç duyar. Yüce Allah kullarını öyle
yaratmıştır. Bu hem şeriatın, hem de yaratılış kanununun üzerinde ittifak
ettiği bir hükümdür. Tevfik Allah'tandır.
Hz. Ömer'den rivayet
edilen, "Onlardan hangisini dilersen, ona tâbi ol (onu baba kabul
et)." sözüne gelince, bunun sahih olarak Hz.Ömer'den rivayet edildiği
bilinmemektedir. Sahih olsa bile o zaman, ondan nakledilen başka bir görüş
olmuş olur. Çünkü bizim zikrettiğimiz haber son derece sahihtir.'[15]
Kaldı ki, Hz. Ömer'in
sözü kâifin sözünün iptali konusunda sarih de değildir. Sarih olsa bile, ancak
burada olduğu gibi, çocuğun iki babadan olduğunu söylemeleri durumuna has olur.
Nitekim İmam Şafiî ve
ona katılanlar böyle demektedirler. Vârislerden birisinin bir kardeş ikrarında
bulunup, diğerlerinin inkârı konusuna gelince, onun nesebi sadece ikrarla sabit
olmamaktadır. Ancak ortada kâifin sözünün dayanağı olan bir benzerlik de varsa,
diğerlerinin inkârına bakılmaz.
Biz kâifliği sadece
Müdlicoğullarma hasretmiyor, kâifin birden fazla olması şartını da aramıyoruz.
Aksine sahih olan görüşe göre, bu bir haber olduğu için (hadis rivayetlerinde
de olduğu gibi) bir kişinin bildirmesi de yeterlidir. İmam Ahmed'den: "Bu
bir şehâdettir; dolayısıyla en az iki kâifin bildirmesi ve şahitlikte olduğu
gibi, şehâdet lâfzının zikredilmesi şarttır." şeklinde bir başka rivayet
daha vardır.
Soru: Hz. Ömer'den
gelen nakle göre, o çocuğu iki babaya ilhak etmiştir. Acaba kâifler çocuğu iki
babaya ilhak etseler, siz de her ikisine birden ilhak eder misiniz? Yoksa
sadece birisine mi ilhak edersiniz? Eğer iki babaya ilhak hükmünü
benimsiyorsanız, acaba bu İM sayısı İle sınırlı mı, yoksa daha fazla da
olsalar, onlara hep birden ilhak edilebilir mi? Buradaki kendilerine ilhak
edilen iki kişinin hükmü ebeveyn hükmü müdür? Yoksa, hükümleri başka mıdır?
Cevap: Bu konu ilim
ehli arasında tartışmalı bir konudur. İmam Şafiî: "İki babaya ilhak
olunmaz ve bir kişinin ancak tek bir babası olur. Kâifler ne zaman iki babaya
ait olduğunu söylerlerse, sözleri itibardan düşer." demiştir. Çoğunluk
âlimler: "Hayır, iki babaya ilhak olunabilir." demişler ve sonra
ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahmed, Mühennâ b. Yahya rivayetinde: "Üç kişiye
de ilhak edilebilir." demiştir, el-tyuğnl sahibi (ibn Kudâme) der ki:
"Bu sözün gereği olarak kâiflerin çocuğu ilhak ettiği kimseler çok da
olsalar, çocuk onlara ilhak edilir. Çünkü iki kişiye ilhakı caiz olunca, daha
çoğa ilhakı da caiz olur." Ebu Hanife'nin görüşü de böyledir. Ancak o,
kâiflikle hükmetmernektedir. O, çok da olsalar topluca iddiada bulunanlara
ilhakta bulunmaktadır. Kadı (İsmail): "Üçten fazlasına ilhak edilmemesi
gerekir." demiştir. Muhammed b. Hasan'ın görüşü de böyledir. İbn Hâmid
ise: "İkiden fazlasına ilhak edilmez." der. Ebu Yusuf un görüşü de
budur.
Birden fazlasına ilhak
etmeyen kimseler (Şafiî vb.) şöyle diyorlar: Sünet-i ilâhî bir çocuğun tek
babası ve tek bir annesi olması şeklinde cereyan etmektedir. Bu yüzden de
sadece, "falan oğlu falan" ve "falan kızı filan" denilir.
Şayet, "falan ve filanın oğlu şu kimse" denilseydi, bu kötü bir söz
olurdu. Çünkü, zina isnadı anlamı taşırdı. Bu yüzden de kıyamet gününde:
"Falan oğlu falan nerede?" denilir. Keza "Bu, falan oğlu falanın
yadigârı." denir. Bir çocuğun iki babaya nisbet edildiği asla görülmüş
değildir.
İki kişiye nisbet
edilebileceği görüşünde olanlar; Hz. Ömer'in sözünü ve sahabenin bunu sükûtla
karşılamasını delil olarak göstermişlerdir. Bunlara göre çocuk, erkekle kadının
suyundan döllendiği gibi, iki adamın suyundan da döllenilebilir. Sonra Ebu
Yusuf: "Haber sadece iki babaya ilhak hakkındadır, dolayısıyla hüküm
sadece iki kişiye ilhaka hasredilir" demiştir. Kadı (İsmail) ise şöyle
der: "Üçten başkasına ilhak edilemez. Çünkü İmam Ahmed "üç"
demiştir. Asıl olan birden fazlasına ilhak edilmemesidir. Hz. Ömer'in sözü,
annenin suyu ile döllenmesi durumunda iki kişiye ilhak edilebileceğine delâlet
etmektedir. Öyleyse üç kişinin suyu ile döllenebileceğine de delâlet eder. Daha
fazlası ise Şüphelidir."
Üçten fazlasına ilhak
edilebileceği görüşünde olanlar ise şöyle diyorlar: Çocuğun iki ve üç erkeğin
suyundan yaratılması caiz olursa, dört, beş... kişinin suyundan yaratılması da
caiz olur. Sadece üçe hasretmenin bir izahı yoktur. Ya çok da olsa ilhakı
benimsemek, ya da 'birden fazlasına ilhak caiz değildir' demek gerekir. Bu iki
görüşten başka görüş olmamalıdır. En iyisini Allah bilir.
Soru: Rahim, erkeğin
suyunu içine alıp da, Allah ondan çocuğu yaratmayı murad ettiğinde, ona
sapasağlam yapışmakta ve bozulmayacak şekilde onu tamamlamaktadır. Bu durumda
bir başkasının suyu nasıl girebilir?
Cevap: İkincisinin
suyunun birincisinin ulaştığı jrere ulaşması ve onlarla bütünleşmesi imkânsız değildir.
Aynen çocuğun ebeveynin suyundan döllenmesinde olduğu gibi, biri diğerinin
suyundan önce gelebilir ve buna rağmen, ikincinin suyunun, birincinin suyunun
ulaştığı yere varması imkânsız değildir. Âdeten de bilinir ki, hamile kadınla
devamlı cimada bulunulursa çocuk —bir engel olmadıkça— tonbul olmaktadır.[16] Bu
sebebten Yüce Allah, hayvanlar gebe kaldığında erkeklerinin üzerlerine
çıkmalarına imkân vermeme, aksine ilişkiden son derece kaçınma güdüsünü onlara
yerleştirmiştir. İmam Ahmed: "İkincinin cimâı çocuğun işitmesini,
görmesini artırır." demiştir. Hz. Peygamber (s.a.) hamile kadınla cimâı
"ekin sulama"ya benzetmiştir. Sulamanın çocuğun bünyesinde ziyadelik
doğuracağı malumdur. En iyi bilen Allah'tır.
Soru: Hadis, çocuğun
istilhâkı hükmüne ve "çocuğun yatağa ait olduğu"na delâlet etmiştir.
Peki, muarız "yatak" delilinin olmadığı bir durumda, zina eden
kimsenin bir çocuğu kendi nesebine katması hakkında ne dersiniz? Nesebi ona
katılır mı ve çocuk için nesep ahkâmı sabit olur mu?
Cevap: Bu konu önemli
bir konudur ve ilim ehlinin konu ile ilgili ihtilâfları vardır: İshak b.
Râhûyeh: "Zinadan doğan çocuğun meşru bir yatakta doğup da sahibinin
iddiası bulunmaması durumunda, zina eden kimse bendendir diye iddia ederse
çocuk kendisine katılır." demiş ve Hz. Peygamber'tn (s.a.): "Çocuk
yatağa aittir." sözünü, daha önce de geçtiği gibi, zina edenle yatak
sahibinin çocuk üzerinde çekişmeleri durumuyla ilgili olarak söylemiştir
şeklinde te'vil etmiştir. Bu Ha.san el-Basrî'nin görüşüdür. Bu görüşü ondan
isnadıyla birlikte İshak rivayet etmiş ve: "Bir kadınla zina eden bir
adam, kadından doğan çocuğun kendisine ait olduğunu iddia etse, zina cezası
vurulur ve çocuk onun olur." demiştir. Bu Urve b. Zubeyr ve Süleyman b.
Yesâr'm da görüşleridir. Onların: "Her kim ki, bir çocuğa oğlum diye
gelir, anasıyla zina ettiğini söylerse, o çocuğu da başka hiçbir kimse iddiada
bulunmazsa, o oğludur." dedikleri zikredilir. Süleyman, Hz. Ömer'in
cahiliye devrinde doğan çocukları İslâm döneminde iddiada bulunan kimselere
ilhakta bulunmasını delil olarak kullanır. Görüldüğü gibi bu görüş, hem güçlü,
hem de açıktır. Cumhurun elinde "Çocuk yatağa aittir..." hadisinden
başka delil yolstur. Bu görüşün sahipleri de zaten o hadisle ilk amel
edenlerdir. Sahih kıyas da bunu gerektirmektedir. Çünkü baba zina eden iki
kişiden birisidir. Çocuk anneye ilhak edilip, ona nisbet edilince; anne ile
çocuk birbirlerine varis olunca, zina etmesine rağmen, annesinin akrabaları ile
çocuk arasındaki nesep sabit olunca, her iki zânînin sularından vücut bulmuş
olunca, her ikisi de onun çocukları olduğunda ittifak edince, bir başkası da
iddiada bulunmuyorsa, çocuğu (zina eden) babaya ilhak etmek için ne engel
vardır? Bu tam bir kıyastır. Nitekim (İsrâüoğullanndan) Cüreyc, annesi çobanla
zina eden çocuğa: "Baban kim? Ey çocuk!" demiş. O da "Falan
çoban." demişti.[17] Bu
bir keramet olarak Allah tarafından konuşturulmuştu. Allah'ın konuşturmasında,
yalanın tiulunması mümkün değildir.
Soru: Peki bu konuda
Hz. Peygamber'den (s.a.) sadır olmuş bir hüküm var mıdır?
Cevap: O'ndan konuyla
ilgili iki hadis rivayet edilmiştir. Şimdi pnlan arzedeceğiz: [18]
Ebu Davud, Sünen'de
îbn Abbas hadisinde Hz. Peyganber'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"İslâm'da zina yoktur. Kim cahiliye döneminde zina etmişse (doğan çocuk)
onun asabesine katılmıştır. Kim gayrı meşru yoldan bir çocuğun kendisine
ait olduğunu iddia
ederse, çocuk ona, o
çocuğa vâris olamaz."[19]
Hadisin metninde ifadesi geçmektedir ve kelimesi zina demektir. el-Asmaî bu
kelimenin sadece cariyelerle zina için kullanıldığını, hür kadınlar için
kullanılmadığını söyler. Çünkü cariyeler efendileri için koştururlar ve onlar
için para kazanırlardı. Üzerlerine konulmuş, efendilerine ödemeleri gereken
belli bir meblağ olurdu. İslâm ge*di ve cariyelerin zina yoluyla efendileri
için para kazanmaları durumunu iptal etti. Bu yolla doğacak çocukların
neseblerini tanımadı. Ama cahiliye devrinde olup bitenleri değiştirmedi,
onların neseplerini tanıdı.
el-Cevherî ise:
"Erkek hakkında zina etti, demek için tabiri kullanılır. Bunun hür kadm ve
cariye için kullanıldığı da olur.
Cariye için ise özel
olarak tabiri kullanılır." der. Ancak bu hadisin isnadında meçhul bir râvi
vardır. O yüzden hadis hüccet olamaz.
Yine SünerCde, Amr b.
Şuayb — babası — dedesi tarikıyla şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.),
ismi ile çağrıldığı babasından sonra ve vârislerin iddiası üzerine nesebi
istilhâk edilen kimseler için (şöyle) hükmetmiştir: "Cariyeden doğan her
bir kimse, eğer cariye hamile kaldığı cima sırasında (babanın) mülkünde idiyse,
istilhâkta bulunanın (vârisler) nesebine katılır. Daha önce taksim edilen
mirastan bir hakkı bulunmaz. Taksim edilmemiş bir miras varsa, ondan payını
alır. Bu durumda kendisine nisbet edilen baba (hayatta ve) çocuğu inkâr
ediyorsa, çocuk onun nesebine katılmaz. Eğer çocuk cima sırasında sahip
olmadığı bir cariyedense veya zina ettiği hür bir kadından ise, çocuk ona
katılmaz ve vâris olamaz. İsterse adı ile çağrılan kimse, bizzat çocuğun
kendisinden olduğunu iddia etsin, dinlenmez. O çocuk bir veled-i 2:inadır.
İster hür kadından, ister cariyeden olsun farketmez."
Başka bir rivayette,
"O veled-i zinadır; ister hür olsun, ister cariye, anası tarafından nesebi
sabit olur. Bu İslâm'ın ilk yıllarında olan istilhâk olaylarıyla ilgilidir.
İslâm'dan önce taksim edilen mallar artık geçmiştir. "[20] Bu
hadisin isnadına hadisçiler tarafından yöneltilen eleştiriler vardır. Çünkü
hadis Muhammed b. Râşid el-Mekhûlî'nin rivâyetlerindendir.
Cahiliye devrinde
birçok kimsenin fuhuş yapan cariyeleri vardı. Bunlardan birisinin, başka biri
ile de fuhuş yapmış cariyesi çocuk doğurduğu zaman, bazen efendi çocuğa sahip
çıkar, bazen de zina ettiği adam iddia eder ve aralarında anlaşmazlık çıkardı.
Sonunda İslâm geldi ve Hz. Peygamber (s.a.) çocuğun efendiye ait olduğuna
hükmetti. Çünkü o yatağın sahibiydi. Zina edeni ise mahrum bıraktı.
Hadis bazı durumları
içermektedir:
Birincisi: Çocuk
vârislerin iddiası üzerine kendisine isnad edilen babasının ölümünden sonra
istilhâk edilmişse bakılır; eğer çocuk babanın cima ettiği sırada sahibi olduğu
bir cariyeden doğmuşsa, babanın vârislerinin istilhâkta bulunmalarıyla çocuk
is'Cilhâk tarihinden itibaren onların nesebine katılır. Daha önce taksim edilen
mirasta hakkı bulunmaz. Çünkü taksim sırasında oğulluk hükmü henüz mevcut
değildi. Taksim edilmeyen mirastan ise payını alır. Çünkü hüküm, mirasın
taksiminden önce sabit olmuştur. Dolayısıyla kendi payına hak kazanır. Bu, bir
miras üzerinde taksimden önce müslüman olan kimsenin durumuna benzer. Ulemanın
iki görüşünden birisine göre, ona da taksim edilir. İmam Ahmed'den gelen iki
rivayetten biri de böyledir, Miras taksim edildikten sonra müslüman olacak
olsa, bir hakkı bulunmaz. Burada nesebin sübûtu, mirasa nisbetle aynen İslâm'a
girmek hükmündedir.
"Kendisine nisbet
edilen baba (hayatta ve) çocuğu inkâr ediyorsa, çocuk onun nesebine
katılmaz." sözü vârisler arasındaki anlaşmazlığın hükmünü açıklamaktadır.
Birinci surette, babanın vârislerinin çocuğu istilhâkmdan bahsedilmektedir.
Burada ise, vârisler istilhâkta bulunmakta, baba ise inkâr etmektedir. Bu
durumda ilhak edilememektedir. Çünkü vârislerin, kendisinden halef oldukları
asıl, inkâr etmektedir. Onun inkanyla birlikte ilhakı mümkün değildir.
Bu babanın mâlik
olduğu cariyeden çocuğun doğması durumuyla ilgilidir. Çocuğun, sahip olmadığı
bir cariyeden veya zina ettiği hür bir kadından doğması durumunda ise, ilhak ve
veraset hükmü sözkonusu değildir. İsterse bizzat cimâda bulunan baba, o çocuğun
kendisinden olduğunu iddia etsin, farketmez. Çocuk veled-i zinadır. Nesebi
babadan sabit olmaz. Hür ya da cariyeden doğması hükmü değiştirmez. Bu,
çoğunluk ulemanın, İshak ve onun gibi düşünenlerin: "Eğer iddia etse bile
çocuk zina edene ilhak edilmez. Aralarında veraset cereyan etmez. O veled-i
zinadır. Hür olsun, cariye olsun, ancak ana tarafından nesebi sabit olur."
demelerine karşı kullandıkları bir delildir.
"İslâm öncesi
gerçekleştirilen mal taksimleri ise artık geçmiştir." Bu hadis İshak b.
Râhûyeh ve onun görüşünde olanları reddetmektedir. Ancak senedinde Muhammed b.
Râşid vardır. Biz Amr b. Şuayb hadisini delil olarak kabul ediyoruz. Hadis
onunla (Muhammed b. Râşid) muallel olmaz. Eğer bu hadis sabitse (ki cumhur öyle
düşünmektedir) o takdirde, gereğiyle hükmetmek ve ona dönmekten başka yol
yoktur. Aksi takdirde îshak ve onun gibi düşünenlerin görüşlerini kabul etmek
gerekir. Yardım ancak Allah'tan dilenir. [21]
Ebu Davud ve Nesâî'nin
Sünen'lerinde Abdullah b. el-Halil hadisinde Zeyd b. Erkam şöyle anlatır: Hz.
Peygamber'in yanında oturuyordum. Yemen'den bir adam geldi ve şöyle dedi:
Yemenli üç kişi Hz. Ali'ye geldiler ve aynı temizlik süresinde ilişkide
bulundukları bir kadından doğan çocuk üzerinde aralanndaki anlaşmazlığı
kaldırmak üzere, huzurunda muhakeme oldular. Hz. Ali içlerinden ikisine:
"Şunun için çocuktan vazgeçin." dedi. Onlar galeyana geldiler. Sonra
diğer ikisine: "Şunun için çocuktan vazgeçin." dedi. Onlar da
galeyana geldiler. Daha sonra diğer ikisine: "Şunun için çocuktan
vazgeçin." dedi. Onlar da galeyana geldiler. Bunun üzerine Hz. Ali onlara:
"Siz zorluk çıkaran ve anlaşmaya yanaşmayan üç ortaksınız. Aranızda kur'a
çekeceğim. Kur'a kime çıkarsa, çocuk ona ait olacaktır ve üzerine diğer iki
ortağı lehine diyetin üçte ikisini ödemesi gerekecektir." dedi. Aralarında
kur'a çekti ve çocuğu kur'a çıkana hükmetti.
Bunu duyunca Hz.
Peygamber (s.a.) öyle güldü ki, azı dişleri gözüktü.'[22]
Hadisin isnadında
Yahya b. Abdullah el-Kindî el-Eclah vardır. Onun hadisi hüccet olarak
kullanılmaz. Ancak Ebu Davud ile Nesâî bu hadisi Zeyd b. Erkam'dan rivayet eden
Abdu Hayr'a kadar hepsi de sika olan râviler zincirleriyle rivayet etmişlerdir.
Hadisin metni şöyle: Hz: Ali Yemen'de iken, aynı temizlik süresi içerisinde bir
kadınla ilişkide bulunan üç adam getirildi. Hz. Ali, ikisine şunun lehine
çocuğu ikrarda bulunup bulunmayacaklarını sordu. Onlar "Hayır!"
dediler. Böyle böyle hepsine sordu. Her bir iki kişiye sorduğunda
"Hayır!" dediler. Sonunda aralarında kur'a çekti ve çocuğu kur'a
isabet eden kimseye hükmetti ve ona diyetin üçte ikisini ödemesini emretti.
Râvi diyor ki: "Bu olay Hz. Peygamber'e (s.a.) anlatıldı. O azı dişleri
görününceye kadar güldü."'[23]' Bu
hadis Zeyd b. Erkam'ın düşürülmesi suretiyle Abdu Hayr'dan rivayet edilmiştir,
dolayısıyla mürseldir diye tenkid edilmiştir. Nesâî: "Bu daha
doğrusudur." der. Bu daha şaşılacak bir şeydir! Çünkü bu hadisten Zeyd b.
Erkam'ın düşürülmesi onu mürsel yapmaz. Zira Abdu Hayr, Hz. Ali'ye yetişmiş ve
ondan hadis dinlemiştir. Hz. Ali ise olayın kahramanıdır. Farzedelim ki, Zeyd
b. Erkam'm senedde zikri yok, bu durumda hadisin mürselliği de nereden gelecek?
Ancak şöyle denebilir:
Abdu Hayr, Hz. Peygamber'in (s.a.) gülüşünü görmemiştir. Hz. Ali ise o sırada
Yemen'dedir. Hz. Peygamber'in (s.a.) gülüşünü seyreden ancak Zeyd b. Erkam veya
başka bir sahabîdir. Abdu Hayr, Hz. Peygamber'in (s.a.) gülüşünü seyreden
sahabînin ismini zikretmemiştir. Dolayısıyla hadis mürseldir.
Cevap: Şu halde
hadisin Abdu Hayr ve Zeyd b. Erkam kanalıyla muttasıl olduğu sabittir. Bu
muttasıl hadisi, "sika râvinin ziyadesi makbuldür" diyerek tercihte
bulunanın durumu açıktır. Hıfzı va zabtı daha kuvvetli râvinin rivayetini
tercih eden de, kendisi açısından haklıdır. Hz. Ali ona olayı anlatmıştır. Bu
durumda hadis nihayet mürsel olur. Hadisin başka yoldan muttasıl olarak rivayet
edilmesi onu güçlendirir.
Sonra fukaha bu hüküm
hakkında ihtilâf etmişlerdir: tshak b. Râhûyeh hükmü benimsemiş ve: "Çocuk
davasında sünnet budur." demiştir. Şafiî'nin kadîm (eski) mezhebi de
böyleydi. İmam Ahmed'e gelince; ona bu hadis sorulmuş, o kâifier hadisini buna
tercihle: " Kâifler hadisi bana daha sevimli geliyor." demiştir.
Burada iki husus
vardır: Birincisi: Neseb ahkâmına kur'anın girmesi. İkincisi: Kur'a kenidisine
çıkan kimse üzerine diğer iki ortağı lehine diyetin üçte ikisini ödemesi
zorunluluğu.
Kur'a: Kendisinden
başka beyyine, ikrar, katilerin beyanı gibi bir tarafın tercihini gerektirecek
bir delil bulunmadığında kur'aya başvurulabilmektedir. Bu durumda hak sahibinin
kur'a ile belirlenmesine gidilmesi uzak değildir. Zira kur'a, davada tercih
sebeplerinden olmak üzere başvurulabilecek en son çaredir. Herhangi bir karine
ve emare ile sabit olmayan emlâk davalarında kur'anın yeri olduğuna göre,
sadece kâifin sözüne müsteniden gizli bir benzerlikle hükümde bulunulabilen
nesep davalarında öncelikli olarak bulunur.
Diyet işine gelince,
gerçekten izahı çok zordur. Zira burada diyeti gerektirecek bir husus yoktur.
Burada sözkonusu olan, sadece kur'arun diğerine çıkmasıyla, nesebinin kendisine
katılmasının artık imkânsız hale gelmesidir. Bu durumda şöyle denebilir: Üç
kişiden her birinin ilişkisi, çocuğun kendisine ait kılınması için uygun bir
sebeptir. Her birisi kadınla ilişkide bulunmak suretiyle, diğer ikisinin
nesebin kendilerine katılmasına imkân veren durumlarını ortadan kaldırmıştır.
Ancak çocuğun hangisinden olduğu da bilinmemektedir. Kur'a çocuğu birisine ait
kılınca, diğer ikisinin nesebini ortadan kaldırmış gibi oldu ve bu çocuğun
itlafı gibi kabul edildi. Her üçü de bir baba yerine kondu. Çocuk üzerindeki
itlaf edenin hakkı, diyetin üçte biriydi. Madem ki çocuk kendisine döndü,
öyleyse iki kişinin paylarına düşen kısmı ödemesi gerekecekti ki, bu da her
biri için üçte bir diyet oluyordu.
Bundan daha güzel bir
başka izah da şöyledir: Kur'a kendisine çıkan kimse, kadınla cinsel ilişkide
bulunmak ve çocuğu kendisine katmak suretiyle, çocuğu sanki onlara nisbetle
itlaf etmişti. Üzerine kıymetini ödemesi vâcib oldu. Çocuğun şer'an kıymeti de
onun diyetidir. Dolayısıyla onlara çocuğun kıymetinin üçte ikisini ödemesi
gerekti ki, bu da üçte iki diyettir. Bu aynen üç kişi arasında müşterek olan
bir kölenin, ortaklardan biri tarafından itlaf edilmesine benzemektedir. Çünkü
bu durumda itlaf eden, diğer iki ortağına kölenin üçte iki değerini ödemek
durumundadır. Hür bir çocuğun kur'a hükmüyle diğer ikisine nisbetle itlafı,
aralarında müşterek olan kölenin itlafı gibidir.
Bunun bir benzeri de
ashabın, cariyenin çocuklarının —efendi aleyhine— hür olmalarına sebep olan
kimseye, çocukların bedellerini efendi lehine tazmin etme yükümlülüğünü
getirmeleridir. Çünkü o çocuklar aslında köle olacaklardı. Dolasiyla bu imkânı
izâle eden kimse onların bedelini tazmin etmelidir.
Bu son derece latif ve
ince bir kıyastır. Fukahanın yapmış olduğu kıyas ve benzetmeler üzerinde çokça
düşünüldüğünde, bunun onlardan çok daha güçlü, tutulan yol bakımından daha
güzel, yaklaşım bakımından daha ince olduğu görülür. Elbette Hz. Peygamber
(s.a.) boşuna gülmemiştir.
Bu hadisle, kâifler
hadisi arasında bir çelişkinin olmadığı da söylenebilir. Eğer kâif mevcutsa,
onunla amel etmek gerekecektir/Ülger kâif yoksa veya işin içinden çıkamazlarsa,
o zaman da kur'a yoluyla neticeye varmak gerekir. En iyi bilen Allah'tır. [24]
Ebu Davud, Sünen'de
Amr b. Şuayb — babası — dedesi senediyle şöyle nakleder: Dede Abdullah b. Amr
el-Âs anlatır: Bir kadın gelerek: "Ya Rasûlallah şu oğluma karnım yuva,
göğsüm çeşme, kucağım ise kundak olmuştur. Şimdi ise babası beni boşadı ve
çocuğu benden çekip almak istiyor." dedi. Hz. Peygamber (s.a.):
"Evlenmediğin sürece o öncelikle sana aittir." buyurdu.[25]a)
Sahihayn'da, Berâ b. Âzib hadisinde anlatılır: Hz. Hamza'nın kızı hakkında Hz.
Ali, Cafer ve Zeyd anlaşamadılar. Hz. Ali: "Ben daha çok hak sahibiyim, o
benim amcamın kızıdır." dedi. Cafer: "(Hayır,) amcamın kızıdır,
teyzesi de nikâhım altındadır." dedi. Zeyd de: "O benim kardeşimin
kızıdır." dedi. Hz. Peygamber (s.a.), teyzesi lehine hükmetti
ve:"Teyze anne yerindedir." buyurdu. [26]
Sünen sahipleri Ebu
Hureyre'den rivayet ederler Buna göre Hz. Peygamber (s.a.), bir çocuğu babası
ile annesi arasında muhayyer bırakmıştır.[27]
Tlrmizî, hadisin sahih olduğunu söyler.
Yine Sünen sahipleri
rivayet ederler: Ebu Hureyre anlatır: Bir kadın geldi ve: "Ya Rasûlallah!
Gerçek şu ki, kocam çocuğumu alıp götürmek istiyor. O bana Ebu Inebe kuyusundan
su getirmeye başladı ve bana yaran dokundu." dedi. Hz. Peygamber (s.a.)
onlara: "Çocuk üzerine kur'a çekin!" buyurdu. Kocası: "Benim
çocuğum üzerinde bana karşı kim hak iddia edebilir ki?" dedi. Hz.
Peygamber (s.a.) çocuğa: "Bu baban, bu da annen! Hangisini istersen onun
elini tut." buyurdu. Çocuk da annesinin[28]elini
tuttu. Kadın çocuğunu aldı gitti.
Tirmizî: Hadis, hasen-sahihtir, demiştir.
Nesâî'nin Sünen'inde,
Abdulhamid b. Seleme el-Ensârî — babası — dedesi senediyle rivayet edilmiştir.
Râvi dede müslüman olmuş, kansı ise İslâm'ı kabul etmemişti. Koca, baliğ
olmamış küçük bir ojğlunu getirdi. Hz. Peygamber (s.a.) babayı bir tarafa,
anneyi de diğer tarafa oturttu. Sonra çocuğu muhayyer bıraktı ve: "Allah'ım,
onu doğruya hidâyet et!" buyurdu.[29]Çocuk
babasına gitmişti.
Ebu Davud'un
rivayetinde ise şöyledir: Dedem Râfi' b. Sinan anlattı: Kendisi müslüman olmuş,
kansı ise İslâm'a girmekten kaçınmıştı. Kadın, Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve:
"Benim kızım. O henüz yeni sütten kesilmiş ya da öyle bir şey." dedi.
Râfi' de: "Benim kızım." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) Râfi'e: "Sen
bir köşeye otur!" kadına da: "Sen de başka bir köşeye otur!"
buyurdu. Sonra da çocuğu aralarına oturttu. Daha sonra onlara:" Çocuğu
(kendinize) çağırın!" buyurdu. Çocuk annesine meylediyordu ki, Hz.
Peygamber (s.a.): "Allah'ım, onu doğruya hidâyet[30]buyur!"
dedi. Çocuk da babasına meyletti. Çocuğu babası aldı. 2 — Bu Hadislerin
Değerlendirilmesi:
Birinci hadis,
ulemanın bu konuda Amr b. Şuayb'a ihtiyaç duydukları ve burada onu delil olarak
kullanmak zorunda kaldıklan bir hadistir. Hadis hep Amr b. Şuayb etrafında
dönmektedir ve evlilikle hidâne hakkının düşeceğine dair Hz. Peygamberden
(s.a.) gelen bundan başka bir hadis bulunmamaktadır. Dört imam ve diğerleri bu
görüşü benimsemişlerdir.
Hadiste Amr, dedenin
Abdullah b. Amr olduğunu tasrih etmiştir. Böylece, "Dededen maksat belki
Şuayb'm babası Muhammed'dir, dolayısıyla hadis mürsel olur." diyenlerin
sözleri yanlış olur. Şuayb'ın, dedesi Abdullah b.Amr'dan hadis işittiği de
sahihtir. Bu itibarla, "Hadis munkatı'dır." diyenlerin sözü de boşa
çıkar. Buhari, Sahih'i dışında onun hadislerini delil olarak kullanmış ve
hadisinin sahih olduğunu beyan etmiş ve: "Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî,
Ahmed, İshak ve Ali b. Abdullah onunla ihticâcda bulunuyorlardı. Onlardan sonra
kim var?!" demiştir. İshak b. Râhûyeh de: "Bizce o, Eyyûb — Nâfi' —
İbn Ömer silsilesi gibidir." demiştir. Hâkim, Ulûmu'l-Hadîs'de, onun
hadisinin sıhhati üzerinde ittifak bulunduğunu söylemiştir.
Kadının: "Karnım
ona yuva... olmuştu." şeklindeki sözü, kadının yaklaşımını ortaya
koymaktadır. Ona göre çocuğun oluşumunda nasıl ki bu üç husus yalnızca
kendisine hastır ve babanın herhangi bir iştiraki yoktur, öyleyse çocuk da
kendisine has olmalıdır. Kadın, babanın katılmadığı ve sadece kendisine has
olan bu aidiyette, fetva talebinde bulunduğu ve koca ile mahkemelik olduklan
konunun da kendisine ait olduğuna delâlet bulunduğuna işaret etmiş oluyordu.
Bu hadiste, mâna ve
illetlerin itibara alındığına, bunların hükümlere etki ettiğine ve hükümlerin
bunlara bağlandığına bir delil bulunmaktadır. Bunun böyle olduğu sağduyu sahibi
herkes için, hatta kadınlar için bile açık ve ortadadır. Kadının ortaya koyduğu
ve hükmün bağlanması için sebep kıldığı vasfı Hz. Peygamber (s.a.) kabulle
karşılamış ve üzerine neticesini bina etmiştir. Eğer kadının ileri sürdüğü
vasıf bâtıl olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) onu ilga ederdi. Aksine hemen
akabinde, hükmü onun üzerine bina eylemesi, onun hükmündeki tesirini ve onun
sebebi olduğunu gösteren bir delildir.
Hadisle, gâib üzerine
hüküm verilebileceğine istidlalde bulunulmuştur. Çünkü hadiste babanın hazır
bulunduğundan ya da savunmada bulunduğundan söz edilmemiştir. Doğrusu hadiste
buna bir delâlet yoktur. Çünkü bu bir ferdî olaydır. Eğer baba hazır idiyse,
durum açıktır. Yok gâib idiyse, kadın sadece fetva talebinde bulunmak için
gelmiştir ve Hz. Peygamber (s.a.) de sorusunun gerekli cevabım vermiştir. Aksi
takdirde (bu bir kaza tasarrufu olsaydı) sadece kadının: "Kocam beni boşadı..."
sözüne itimatla koca aleyhine çocuğun kendisine hükmedilmesine gidilmezdi.
Hadise göre, eşlerin
ayrılması ve aralarında da bir çocuğun bulunması durumunda, hidâne hakkında
anne, babadan önce gelmektedir. Ancak annede, babaya tercihini mâni bir durum,
ya da çocukta muhayyerliğini gerektirecek bir vasıf olmamalıdır. Bu konuda bir
tartışma olduğu bilinmemektedir. Hz. Peygamber'in (s.a.) halifesi Ebu Bekir
hidâne konusunda Hz. Ömer aleyhine hükmetmiş ve hiçbir kimse buna tepki
göstermemiştir. Hz. Ömer halife olduğunda, o da aynısıyla hükmetmiştir. Mâlik,
Muvatta'da Yahya b. Saîd'den nakleder, o Kasım b. Muhhammed'i şöyle derken
işitmiştir: "Hz. Ömer'in nikahında Ensâr'dan bir kadın vardı. Oğlu Âsım'ı
doğurmuştu. Sonra Hz. Ömer ondan ayrıldı. Ömer, Küba'ya geldi. Oğlu Âsım'ı
mescidin avlusunda oynar buldu. Kolundan tuttu ve bineğinin üzerine önüne
koydu. Çocuğun ninesi ona yetişti ve Hz. Ömer'le çekişti. Sonunda Hz. Ebu
Bekir'e geldiler. Hz. Ömer: "Oğlum!" dedi. Kadın:"Oğlum!"
dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir, Ömer'e: "Çocukla kadın arasından
çekil!" dedi. Hz. Ömer bir daha[31]üstelemedi.
İbn Abdilber şöyle
der: "Bu hem munkatı* hem de muttasıl tarîkleri bulunan meşhur bir
haberdir. İlim adamları bu haberi kabulle karşılamışlardır. Hz. Ömer'in
sözkonusu Âsım'ın annesi olan zevcesi, Cemile bt. Asım b. Sabit b. Ebî'l-Aklah
el-Ensârî'dir."
Yine o şöyle diyor:
"Bu haberde Hz. Ömer'in görüşünün farklı olduğuna da delil vardır. Ancak o
meseleyi, hüküm ve iciâ yetkisini elinde bulunduran Hz. Ebu Bekir'e intikâl
ettirmiştir. Daha sonra kendi halifelik döneminde ise, Hz. Ebu Bekir'in görüşü
doğrultu sunda fetva verip hükümde bulunmuş, çocuk henüz küçük, gayr-ı mümeyyiz
bulunduğu sürece Hz. Ebu Bekir'in görüşüne muhalefet etmemiştir. Bu konuda Hz.
Ebu Bekir'le Hz. Ömer'e ashâbtan muhalif birinin bulunduğu da
bilinmemektedir."
Abdürrezzak, İbn
Cüreyc'den nakleder. Ona da Atâ el-Horasânî haber vermiştir. O da İbn Abbas'tan
nakleder: Hz. Ömer, karısı olan oğlu Âsım'ın annesini boşamıştı. Onunla
Muhassir'de karşılaştı, çocuğunu taşıyordu. Çocuk sütten kesilmiş ve yürüyordu.
Hz. Ömer çocuğu kadından çekip almak için elinden tuttu ve çekti. Kadın '.karşı
koydu, öyle ki çocuğu incitti ve çocuk ağladı. Hz. Ömer: "Oğluma ben
senden daha çok hak sahibiyim." dedi. Sonunda Hz. Ebu Bekir'in huzurunda
dava oldular. Hz. Ebu Bekir, çocuğun kadına ait olduğuna hükmetti ve:
"Onun kokusu, yatağı, kucağı çocuk için senden daha hayırlıdır. Sonunda
büyür, kendi kararını kendisi verir." dedi. Muhassir, Küba ve Medine
arasında bir pazar yeridir[32]
Yine Abdürrezzak,
es-Sevrî — Âsim — İkrime kanalıyla şöyle rivayet eder: Hz. Ömer'in karısı, Hz.
Ebu Bekir'in huzurunda Hz. Ömer'le dava oldu. Ömer onu boşamıştı. Hz. Ebu
Bekir: "Anne daha şefkatli, daha nazik, daha merhametli, daha hisli ve
duyguludur. Evlenmediği sürece çocuğu üzerinde öncelik hakkı vardır,"
dedi.[33]
Yine o Ma'mer'den
nakletmiştir. Ma'mer, Zührîyi şöyle derken işitmiştir: "Gerçek şu ki, Hz.
Ebu Bekir çocuk hakkındaki davada Hz. Ömer aleyhine, çocuğun annesi lehine
hükmetmiş ve: 'Evlenmediği sürece annesi çocuğuna daha çok hak sahibidir.'
demiştir."[34]
Soru: Rivayet
farklılık göstermektedir. Acaba Hz. Ömer'le, önce annesi daha sonra da ninesi
olmak üzere tartışma ayn ayn iki defa mı olmuştur? Yoksa olay ikisinden birisi
ile Hz. Ömer arasında bir kez mi vuku bulmuştur?
Cevap: Fazla
farketmez. Çünkü eğer lehine hükmedilen anne ise, zaten mesele yoktur. Eğer
nine ise, Hz. Ebu Bekir'in onun lehine hükümde bulunması anne lehine öncelikle
hükmedüeceğini gösterir. [35]
Çocuk üzerinde velayet
iki türlüdür: .
1) Babanın anneye ve anne tarafına tercih
edildiği velayet türü. Bunlar mal ve nikâh velayetidir.
2) Annenin baba üzerine tercih edildiği velayet
türü. Bunlar da hidâne ve emzirme velayetidir. Ebeveynden her birisi,
kendilerine verilen bu haklarda, çocuğun maslahatı gözönünde tutularak diğerine
tercih edilmiş, ebeveynden hangisi o konuyu daha iyi üstlenebilecekse velayet
ona tevdi edilmiş ve böylece çocuğun ihtiyacı en iyi şekilde karşılanmıştır.
Kadınlar, çocukların
terbiyesi konusunda daha bilgili, daha becerikli, daha sabırlı ve merhametli,
vakitleri de daha müsait olduğu için hidâne hususunda anne, babaya tercih
edilmiştir.
Çocuğun evliliği
konusunda da, erkekler onun çıkarlarını gözetmede, ihtiyatlı davranmada daha
ileri görüşlü ve muktedir olduklarından, bu konuda da baba, anneye tecih
edilmiştir. Dolayısıyla hidâne konusunda annenin babaya, evlilik ve mâlî
konularla ilgili velayette de babanın anneye tercihi, şeriatın üstün
meziyetlerindendir ve çocuğa karşı gösterdiği ihtiyat tedbiri ve onu
kollamasının tabiî bir neticesidir.
Bu girişten sonra
soruyoruz: Hidâne konusunda anne, baba üzerine çocuğa babadan daha yakın oluşu,
yani anneliği sebebiyle mi tercih edilmiştir? Yoksa kadınların terbiye işinden
daha iyi anlamalan, çocuğa erkekten daha iyi bakabilmeleri, yani kadınlığı
sebebiyle mi tercih edilmiştir?
Bu konuda
âlimlerimizin iki görüşü bulunmaktadır: Her ikisi de Hanbeîî mezhebinde
mevcuttur. Bunların neticesi asabe kadınlarının, annenin akrabalarına tercih
edilip edilmeyeceği konusunda ortaya çıkar. Meselâ annenin annesiyle babanın
annesi; baba bir kızkardeş ile anne bir kızkardeş; teyze ile hala; annenin
teyzesi ile babanın teyzesi; anne tarafından olan hala ve teyzelerle baba
tarafından olar. hala ve teyzeler bir araya gelseler hangisi tercih edilir?
Konuyla ilgili olarak
İmam Ahmed'den iki rivayet vardır: Birincisi: Annenin akrabaları babanın
akrabalarına tercih edilir, şeklindedir. İkincisi ise — ki delil bakımından
daha güçlüdür ve Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin tercihidir—, babanın akrabalarının
tercih edilmesi doğrultusundadır. el-Hırakî'nin Muhtasarında zikrettiği görüş
de budur ve şöyle demiştir: "Baba bir kızkardeş, anne bir kızkardeşten ve
teyzeden daha önce gelir. Babanın teyzesi annenin teyzesinden daha önce gelir.
Buna göre babanın annesi, annenin annesine tercih edilir. Nitekim İmam Ahmed
iki rivayetten birisinde böyle demiştir."
Yine bu rivayete göre,
babanın erkek akrabaları da annenin erkek akrabalarından önce gelir. Baba bir
kardeş, anne bir kardeşten, amca dayıdan önce gelir. Bu tabiî, "Annenin
erkek akrabalarının da hidâne konusunda haklan vardır." görüşüne göredir.
Kaldı ki, bu noktada İmam Ahmed ve İmam Şafiî'nin mezheplerinde ikişer vecih
bulunmaktadır:
1) Hidâne hakkı ancak asabeden ve mahrem olan
erkeklerle, vâris olan ya da asabe veya bir vârisle ona bağlı
olan kadınlar için sözkonusudur.
2) Onların
da hidâne hakları vardır. Getirilen detaylar (tefin bu vecih üzerinedir. Aynı
zamanda bu Ebu Hanife'nin görüşüdür. Bu, hidâne konusunda baba tarafının anne
tarafından üstün olduğuna, annenin sadece kadın oluşundan dolayı tercih edilip,
annelik cihetinin öncelikli oluşundan olmadığını gösterir. Zira eğer anne tarafı
ağır basacak olsaydı, o zaman anne tarafından olan hem erkekler hem de kadınlar
baba tarafından olan erkek ve kadınlara tercih edilecekti. Erkekleri ittifakla
tercih edilmediğine göre, kadınları da öyle olacaktır. Aralarında ayırımı
gerektirecek bir fark yoktur.
Yine şerl esaslar ve
kaideler miras, nikâh velayeti, ölüm velayeti vb. konularda babanın akrabalanmn
tercih edileceğini göstermektedir ve hiçbir hükümde annenin akrabalarının
babanın akrabalarına tercih edildiği görülmemiştir. Dolayısıyla hidâne
konusunda onları tercih edenler, delilin gereği haricine çıkmış olur.
Doğrusu şudur: Anne
sadece, kadınların çocuklara karşı daha şefkatli, terbiye konusunda daha
tecrübeli ve sabırlı olduklan için tercih edilmiştir. Buna göre, babaanne
anneanneden, baba bir kızkardeş anne bir kızkardeşten, hala teyzeden daha önce
gelir. Nitekim İmam Ahmed iki rivayetten birisinde bunu açıklamıştır. Yine buna
göre babaanne, babanın babası üzerine, annenin babaya tercihi gibi tercih
edilecektir.
Bu anlaşıldıysa
diyebiliriz ki, bu furûu arasında çelişki bulunmayan düzenli ve istisnası
olmayan bir esasdır. Akrabalık ciheti aynı olur ve derece de bir olursa, kadın
erkek üzerine tercih olunur. Buna göre, kızkardeş erkek kardeşten, hala
amcadan, teyze dayıdan, nine dededen önce gelecektir. Bu esasın çıkış yeri de
annenin babaya tercih edilmesidir.
Eğer akrabalık ciheti
farklı olursa, o takdirde babanın akrabalığı, annenin akrabalığına tercih
edilecek ve baba bir kızkardeş, anne bir kızkardeşten, hala teyzeden, babanın
halası teyzesinden... önce gelecektir.
İşte sağlıklı yaklaşım
ve doğru kıyas budur. İslâm kadılarının efendisi Şüreyh de aynı şekilde
hükmetmiştir. Nitekim Vekî, Musanne/inde Hasan b. Ukbe'den, o da Saîd b.
el-Hâris'ten nakletmiştir ki: "Amca ile dayı, bir çocuk için Şüreyh'in
huzurunda muhakeme oldular. Şüreyh çocuğun amcaya ait olduğuna hükmetti.
Dayısı: Ben ona kendi malımdan harcayacağım.' deyince, Şüreyh çocuğu bu kes:
ona verdi. [36]
Bu konuda başka türlü
bir görüşe sahip olanlar, çelişkiden kendilerini kurtaramazlar. Misâli: Üç İmam
ve bir rivayette Ahmed'in anneanneyi babaanneye tercih etmeleridir. Sonra İmam
Şafiî zahir mezhebinde, İmam Ahmed de kendisinden nakledilen beyanında:
"Baba bir kızkardeş anne bir kızkardeşe tercih edilir." demişlerdir
ve böylece kıyası terketmişlerdir. Ebu Hanife, el-Müzenî ve İbn Süreye ise
kıyası bozmayarak: "Anne bir ktzkardeş baba bir kızkardeşe tercih edilir.
Çünkü o anne ile, baba bir kızkardeş ise baba ile yaklaşmaktadır. Anne babaya
tercih edilince, onun kanalıyla yakın olanlar da, baba vasıtasıyla yakın
olanlara tercih edilir." demişlerdir. Ancak bunların .tenakuzu
öncekilerinkinden daha da büyüktür. Şöyle ki: Birinci görüş sahipleri, babanın
yakınlığını annenin yakınlığına tercih etme konusundaki usul ve kıyas
doğrultusunda yürümüşler ve anneanne ile babaanne konusunda onlara muhalefet
etmişlerdir. Bunlar ise iki yerde kıyası terketmişler ve şeriatın arka plâna
attığı yakınlığı öne geçirmişler; öne geçirdiği yakınlığı da arka plâna
atmışlardır. Her yerde tercih de etmemişler, aynı olmalarına rağmen bir yerde
öne almışlar, başka bir yerde arka plâna atmışlardır. Meselâ, İmam Şafiî'nin,
mezheb-i cedidinde, baba bir kızkardeşi anne bir kızkardeşe tercih ederken,
teyzeyi halaya tercih etmesi böyledir: Anneannenin babaanneye tercihi
konusundaki kıyası muttarid (düzenli) kılmış ve bunun neticesinde anne bir
kızkardeşle teyzenin, baba bir kızkardeşle halaya tercihi gerekmiştir. Aynı
şekilde İmam Ahmed'in tâbilerinden, teyzeyi halaya tercih edenler de, baba bir
kızkardeşi anne bir kızkardeşe tercih etmişler ve çelişkiye düşmüşlerdir.
Nitekim Kadı (İsmail) ile arkadaşları ve İbn Kudâme'nin sözleri böyledir.
Burada şöyle
denilebilir: Teyze anne kanalıyla, hala da baba kanalıyla yakın olmaktadır.
Annenin babaya tercih edilmesi gibi, onun kanalıyla yakın olanlar da tercih
edilirler. Hz. Peyganber'in (s.a.) de beyan buyurduğu gibi; Teyzenin anne
yerinde olması" konuya daha da açıklak getirir. Hala ise baba yerinde
olur.
Cevap: Daha önce,
annenin babaya tercih sebebinin anneliğin daha güçlü olduğunu ve anne
tarafından öncelikli oluşu olmadığını, aksine onun kadın oluşu olduğunu izah
etmiştik. Buna göre bir hala ile bir teyzenin mevcudiyeti durumunda bakıyoruz:
Hidâne konusunda annenin tercihini gerektiren mâna (kadınlığı) her ikisinde de
vardır. Ayrıca hala iki akrabalıktan daha güçlüsü olan baba tarafından yakın
olmaktadır. Hz. Peygamber'in (s.a.), Hz. Hamza'nın kızını teyzesine verip:
"Teyze annedir." buyurması, ona karşı aynı derecede baba tarafından
başka bir talibin bulunmaması sebebiyledir.
İtiraz sürdürülerek
şöyle denilebilir: "Çocuğun halası vardı ve o, Hamza'nın kız kardeşi
Safiyye bt. Abdulmuttalip'ti, o sırada Medine'de mevcuttu. Hicret etmiş, Hendek
savaşma katılmış, içinde bulunduğu kale etrafında dolaşan bir yahudiyi
Öldürmüştü. Hz. Ömer'in halifeliği zamanına kadar da yaşamıştı. Buna rağmen Hz.
Peygamber (s.a.) teyzeyi ona tercih etmiştir. Bu durum, anne tarafının, baba
tarafına tercihine delâlet eder."
Cevap: Bu ancak Hz.
Safiyye'nin talepte bulunması ve çocuğun kendisine verilmesini istemesi ve buna
rağmen Hz. Peygamber'in (s.a.) onun lehine hükmetmeyip teyzeyi ona tercih
etmesi durumunda, sizin söylediğinize bir delil olabilir. Çocuğa bakmaktan âciz
oluşundan dolayı onun kendisine verilmediği de düşünebilir. Çünkü Hz. Safiyye
H. 20 senesinde yetmiş üç yaşında vefat etmiştir. Bu durumda Hz. Peygamber'in
(s.a) hükmü sırasında elli küsur yaşlarında olur. Dolayısıyla çocuğa bakmaktan
âciz olduğu için onu terketmiş, alabileceği halde istememiş olması muhtemeldir.
Hidâne kadının hakkıdır, terkettiği zaman diğerlerine intikâl eder.
Kısaca, hadis teyzenin
halaya tercihine, ancak ve ancak Hz. Safiyye'nin yeğenini talep ettiği, onun
bakımını üstlenmeyi istediği, buna rağmen Hz. Peygamber'in (s.a) teyzeyi ona
tercih ettiği sabit olursa delâlet eder. Böyle bir durum da yoktur.
Bu çelişkilerden
birisi de şudur: İmam Mâlik, anneanneyi babaannneye tercih edince, bundan sonra
da teyzeyi babaya ve babaanneye tercih etmiştir. Onun tabileri de teyzenin
teyzesinin bunlara (baba ve babaanne) tercihi konusunda ihtilâf etmişlerdir.
İki vecihten birisine göre: Teyzenin teyzesi bizzat çocuğun babası ve
babaannesine tercih edilir. Bu son derece uzaktır. Ne kadar uzak da olsa
annenin akrabaları bizzat baba ve onun yakınları üzerine nasıl tercih
edilebilir? Kaldı ki baba ve onun akrabaları çocuklara karşı, annenin
akrabalarından daha şefkatlidirler ve onun çıkarlarını daha iyi gözetirler.
Çünkü çocuğun onlarla hiçbir ilgisi yoktur, kendilerine de nisbet edilmez ve
ondan tamamen yabancıdırlar. Çocuğun nesebi ve velayeti baba tarafından olan
akrabalarına aittir. Onlar daha çok hak sahibidirler. Zira çocuğun
âkilesidirler ve cumhur ulemaya göre nafakasından da sorumludurlar.
Aralarındaki akrabalık ne kadar uzak da olsa, asabe yoluyla aralarında miras
carîdir. Annenin akrabalığı isse böyle değildir. Bunlar onun akrabalığında
sözkonusu değildir. Aralarındaki miras durumu ise, ancak anneleriyle furûundan
ilk derece yani oğulları arasında sözkonusudur. Bu durumda bu akrabalık nasıl olur
da, bizzat baba ve onun tarafından oîan yakınlarına tercih edilebilir?
Özellikle de teyzenin teyzesinin bizzat babaya ve babaanneye tercih edileceğini
söylemek nasıl mümkün olabilir? Bu söz şer'î esaslar ve kaidelerle asla
bağdaşmaz. Bunun bir benzeri de, iki rivayetten .birisinde İmam Ahmed'den
gelen; "anne bir kızkardeş ile teyzenin de babaya tercih edileceği"
şeklindeki görüştür. Bu da son derece uzak ve kıyasa muhaliftir.
Bu görüşün delili
şudur: "Her ikisi de, babaya tercih edilen anne vasıtasıyla yakındırlar,
dolayısıyla babaya tercih olunurlar."
Bu doğru değildir.
Çünkü anne, baba ile aynı derecede olunca, hidâne konusunda daha becerikli,
daha sabırlı ve daha muktedir olması sebebiyle bir imtiyaz kazanmış ve babadan
önce bu hak kendisine verilmiştir. Baba ile birlikte anne bir kızkardeş ve
teyze:ain durumu öyle değildir. Çünkü aralarında yakınlık bakımından eşitlik
yoktur. Bir çocuğa babasından daha yakın hiç kimse yoktur. Bu durumda, baba
üzerine karısının kızı ya da kızkardeşi nasıl tercih edilebilir? Allah (c.c).
bunlara çocuğa karşı babasının şefkatinden daha mı çok şefkat vermiştir?
Sonra İmam Ahmed'in
tabileri, imamın sözünün yorumu hususunda üç vecih olarak ihtilaf etmişlerdir:
1 — İmam
onu, "kadınlığı" sebebiyle baba üzerine tercih etmiştir. Buna göre
hidâne konusunda kadınlar bütün erkeklere tercih edilirler. Yukarı doğru
teyzenin teyzesi, teyzenin teyzesinin teyzesi, kızkardeşin kızı babaya tercih
edilir.
2 — Teyze ve
anne bir kızkardeş baba tarafından yakın değillerdir. Bunlar hidâne hakkına
sahip kimselerdir. Şu halde hidâne hakkına sahip kadınlar, bütün erkeklere
tercih edilirler. Ancak baba vasıtasıyla yakın olan kadınlar bundan
hariçtirler. Onlar babaya tercih olunmazlar. Çünkü bu kadınlar babanın furûu
olmaktadırlar.
Bu vecihe göre babaanne,
kızkardeş ve hala, babaya tercih olunamamakta, anneanne, teyze ve anne bir
kızkardeş ise tercih olunmaktadır. Bu da son derece zayıftır. Zira anne
tarafından olan uzak akrabaların babaya ve babaanneye tercihini
gerektirmektedir. Bilindiği üzere baba, baba bir kızkardeşe tercih edildiğine
göre, anne bir kızkardeşe öncelikli olarak tercih edilmesi gerekir. Çünkü baba
bir kızkardeş, anne bir kızkardeşten önce gelmektedir. Dolayısıyla bizzat
babaya nasıl tercih edilebilir? Bu açık bir tenakuzdur.
3 — Anne tarafından
olan kadınlar babaya, annelerine ve baba tarafından olan diğerlerine tercih
edilirler. Bu görüşteküer diyorlar ki: Bir adamla aynı derecede olan her kadın,
o adama tercih olunur. Kadın tarafından yakın olan, erkek tarafından yakın
olana tercih edilir. Aynı derecede olan anne, babaya tercih olunduğu için, anne
bir kızkardeş baba bir kızkardeşe, teyze de halaya tercih edilmiştir.
Bu üç görüş,
Ebul-Berekât İbn Teymiye'nin Muharrar'ında kaleme aldığı ve İmam Ahmed'in
beyanını bu üç ihtimale indirgediği malûmatın bir arzıdır. Bu rivayet İmamın,
"baba bir kızkardeşin anne bir kızkardeşe ve teyzeye; babanın teyzesinin
annenin teyzesine tercih edileceğine" dair olan beyanlarına ters
düşmektedir. el-Hırakî, Muhtasar'ma bundan başkasını da almamıştır. Sahih olan
da budur. O (ihtimalleri) İbn Akil, anneanne ile babaanne hakkındaki iki
rivayetten tahrîc etmiştir. Ancak imamın beyanı, el-Hırakî'nin zikrettiğidir.
el-Muharrar yazarının naklettiği rivayet ise zayıftır ve tercihe şayan
değildir. Bu yüzden de onun furûu ve neticeleri daha da zayıftır. Oysa ki İmam
Ahmed'in mezhebindeki diğer beyanları böyle değildir.
İmam Ahmed'in bazı
tabileri bu konuyla ilgili bir kaide koymuşlar ve:
"Her bir asabe
kendisinden daha uzak olan kadınlara tercih edilir, kendisinden daha yakın olan
kadınlardan da sonra gelir. Ayrı derecede olmaları durumunda da iki vecih
vardır.1* demişlerdir. Bu kaideye göre baba, babaanneye, anneanneye ve
beraberinde olan kimselere tercih edilir. Erkek kardeş, kızına ve halaya tercih
edilir. Amca, babanın halasına tercih edilir. Babaanne babanın dedesine tercih
edilir. Babanın babasına tercihinde iki vecih vardır. Baba bir kızkardeşin,
baba bir erkek kardeşe tercihinde iki vecih vardır. Halanın amcaya tercihinde
iki vecih vardır.
Doğrusu: Aynı derecede
olmaları durumunda kadının tercih edilmesidir. Nitekim aynı derecede olan anne
ve babadan, anne tercih edilmektedir. Aynı derecede bulunan erkeğin, kadına
tercihinin bir anlamı yoktur. Eşitlik yanında, kadında çocuğun bakılıp
yetiştirilmesi, terbiye edilmesi konusunda tercihini gerektirecek güçlü
sebepler vardır.
Erkek kardeşle
kızkardeşin kızları hakkında ihtilaf edilmiştir. Acaba bunlar, teyze ve
halalara tercih edilebilir mi? Yoksa aksi mi olur? İki vecih vardır:
Yaklaşımları şöyle: Teyze ve hala, anne ve babaya kardeş olmaları vasıtasıyla
yakın olurlar. Kız ve erkek kardeşlerin kızları ise babaya, onun çocuğu
olmaları yoluyla yakın olurlar. Kardeş kızlarını tercih edenler, oğul olmanın
kardeş olmadan üstün olduğunu gözönünde tutmuştur. Ama bu yaklaşım güzel
değildir. Aksine doğru olan, iki sebepten dolayı hala ve teyzenin kardeş
kızlarına tercih edilmeleridir:
Birincisi: Bunlar
çocuğa, kardeşinin kızlarından daha yakındır. Çünkü hala babasının
kızkardeşidir. Kardeşin kızı ise babasının oğlunun kızıdır. Aynı şekilde teyze
de annesinin kızkardeşi iken, anne ya da baba bir kızkardeş, anne ya da
babasının kızının kızıdır. Dolayısıyla hala ve teyzenin çocuğa bu bakımdan daha
yakın olduklarında bir kuşku yoktur.
İkincisi: Eğer bu
görüşte olanlar, prensiplerine istisna getirmezlerse, o takdirde kızkardeşin
kızının kızını —ne kadar aşağıya inerse insin— anne yerinde olan teyzeye
tercihi gibi asla önüne duramayacağı bir neticeye ulaşacaklardır ki, bu son
derece yanlıştır. Eğer bu sadece kızkardeşin kızına tahsis edilecek olsa, o
zaman da çelişlû olacaktır.
İmam Ahmed'in
tabileri, dede ile baba bir kızkardeşten hangisinin daha öncelikli olduğu
konusunda da ihtilâf etmişlerdir. Mezhep "dedenin baba bir kızkardeşten
daha önce geleceği" şeklindedir. Kadı (İsmail) el-Mücerred'de, "baba
bir kızkardeşin daha öncelikli olduğuna dair bir vecih" bulunduğunu
nakletmiştir. Bu daha önce geçen İmam Ahmed'in beyam üzerine tâbilerince
yapılan üç tevilden (ihtimal) birisine göre vâriddir.
Önce geçen esasın
doğruluğunu açıklayan hususlardan birisi de onların şöyle demeleridir:
"Anneler ve onların cihetinden olanlar bulunmadığı zaman hidâne asabeye
intikâl eder ve sırayla mirasta olduğu gibi en yakın olanlar diğerlerine tercih
olunurlar." Bu kıyasa uygundur. Onlara şöyle denilebilir: Peki buna
karabet (yakınlık) konusunda da uyup, asabede yaptığınız gibi, güçlü ve ağır
basan yakınlığı zayıf ve mercûh olan yakınlık üzerine tercih etseydiniz ya!
Yine, size göre
kızkardeşler hakkında sahih olan onlardan, önce anne baba bir olanlar, sonra baba
bir olanlar, daha sonra da anne bir olanlar tercih olunurlar. Bu doğrudur,
usûle ve kıyasa da uygundur. Ancak buna annenin yakınlığının babanın yakınlığı
üzerine ekleneceği şeklindeki sözleri ilâve edilince tenakuz doğmakta ve o
çelişkili problem arzeden ferî meseleler ortaya çıkmaktadır. Yine; baba ve
dedenin annelerinin, teyze ve anne bir kızkardeş üzerine tercih edileceğini
söylemişlerdir ki, doğru ve seri esaslara uygun olan da budur. Ancak bu,
annenin annelerini babanın anneleri üzerine tercih etmeleriyle çelişkilidir.
Yine teyze ile anne bir kızkardeşin baba üzerine tercihiyle de çelişki arzeder.
Nitekim İmam Ahmed'den gelen bir rivayet ile İmam Şafiî'nin kadîm kavli
öyledir. Şüphesiz bu görüş esasa (asıl) daha uygundur. Ancak usûl kaidelerine
kıyasla son derece uzaktır. Yine bu görüşlerine istisna getirmeleri durumunda
anne bir kızkardeşlerin, baba bir kızkardeşlere tercihi gerekecektir. Nitekim
Ebu Hanife, el-Müzenî ve îbn Süreye bunu benimsemişlerdir. Yine istisna
getirmeme neticesinde teyzenin kızının baba bir kızkardeşe tercihi gerekecektir
İd, Züfer de bunu almıştır. Bu aynı zamanda Ebu Hanife'den de rivayet
edilmiştir. Ancak Ebu Yusuf bunu iyi bulmamış ve çoğunluk ulema gibi, baba bir
kızkardeşi tercih etmiş, Ebu Hanife'nin görüşünün de böyle olduğunu
söylemiştir.
Yine esaslarının
teşmilinden teyze ile anne bir kızkardeşin babaanneye tercihi gerekecektir. Bu
son derece uzak ve zayıftır. Züfer bunu benimser. Ebu Hanife'nin talebelerini
sakındırdığı ve: "Züfer'in kıyaslarını almayınız. Eğer onun kıyaslarını
alırsanız helâli haram, haramı da helâl kılmış olursunuz." dediği
kıyaslardan birisi de budur.
İmam Ahmed'in
tâbilerinden bazıları hidâne bahsini bir kaide içine yerleştirmeye çalışmışlar
ve bununla çelişkiden kurtulabileceklerini sanmışlar ve şöyle demişlerdir:
Hidâne konusunda itibar önce anneliğe, sonra babalığa, daha sonra da mirasadır.
Bu yüzdendir ki baba bir kızkardeş, anne bir kızkardeş ile teyzeye tercih
olunur. Çünkü varis olma bakımından onlardan daha kuvvetlidir, dördüncü olarak
da "idlâ" yani yakın olma, intisab etmedir. Bu yüzden de teyze halaya
tercih olunur.
Çünkü teyze anne
aracılığıyla, hala ise baba aracılığıyla yakın olmaktadır.
el-Mustev'ib yazarının
tuttuğu bu yola göre, hidâne için sebep olmak üzere sırası ile şu dört şey zikredilmiştir:
Annelik, babalık., miras ve idlâ.
Bu yol da çelişkileri
ve şer'î kaidelerden uzaklaşmayı artırmaktan başka bir işe yaramamıştır ve
yolların en kötülerinden birisidir. Bu yolun fesadı, sakat neticeleri
gerektirmesi ile anlaşılmaktadır. Çünkü eğer anneliğin babalığa tercihinden,
anne cihetinden olanların babaya ve baba cihetinden olanlara tercihi kast
ediliyorsa, o takdirde daha önce zikri geçen ve yanlışlığı ifade edilen, anne
bir kızkardeşle, teyzenin kızının baba ve babaanne üzerine; teyzenin hala
üzerine; annenin teyzesinin baba ve babaanne üzerine; anne bir kızkardeş
kızlarının babaanne üzerine tercihleri gerekecektir.
Eğer; annenin bizzat
kendisi baba üzerine tercih edilir demeyi kastetmişse bu doğrudur. Ancak bu
tercihe esas olan husus nedir? Anne ve anne cihetinden olanların babaya ve
baba. cihetinden olanlara öncelikli oluşları mıdır? Yoksa erkekle aynı derecede
olması durumunda, anne ve anne cihetinden olanların kadınlığı mıdır ve erkekle
aynı derecede olan her kadın, babanın yakınlığının annenin yakınlığına
tercihiyle birlikte, o erkek üzerine tercih mi edilir? Doğru olan bu
ikincisidir ki, daha önce geçmişti.
Yine aynı şekilde
"sonra miras" sözüyle "mirasta önce gelen herkes hidânede de
önce gelir" demeyi kastediyorsa, doğrudur. Bu kaidenin çalıştırılması,
babanın yakınlığının annenin yakınlığı üzerine tercihini gerektirir; çünkü
babanın yakınlığı mirasta annenin yakınlığından önce gelir. Netice olarak da
kızkardeşin hala ve teyze üzerine tercihi gerekir.
"Bu yüzdendir ki;
baba bir kızkardeş anne bir kızkardeş ve teyze üzerine tercih olunur. Çünkü
vâris olma bakımından onlardan daha güçlüdür." sözü hakkında ise şöyle
denilir: Hayır! Onun tercihi vâris olma bakımından daha güçlü oluşundan
değildir. Eğer öyte olsaydı asabe olanlar, hidâne konusunda kadınlardan daha
çok hak sahibi olurlardı. Neticede (asabe olan) amca, teyze ve haladan daha
önce gelirdi ki, bu yanlış bir neticedir.
Konuyla ilgili olarak
el-Muğnfde başka bir kaide geliştirilmiştir. Erkeklerle kadınların bir araya
gelmeleri durumunda hidâne hakkının Öncelikle kime ait olduğunu beyana dair
açtığı fasılda İbn Kudâme şöyle demiştir:
"Hidâne konusunda
hepsinden önce anne, sonra da yukarı doğru annenin anneleri gelir. Bir önceki
bir sonrakine tercih olunur. Çünkü hepsi de kadındırlar ve hepsi de anne
yerindedirler. İmam Ahmed'den; babaanne ile annelerinin anneanneye tercih
edileceğine dair bir rivayet vardır. Bu rivayete göre, baba daha önceliklidir.
Çünkü babaanne ve anneleri çocuğa baba ile bağlanmaktadırlar. Bu durumda baba,
anneden sonra gelecektir. Babadan sonra da babanın yukarı doğru anneleri
gelecektir. Birinci zikrettiğimiz görüş, (Hanbelî) imamlarımız arasında meşhur
olanıdır. Öncelik sırasıyla anneye, sonra annelerine, sonra babaya, sonra
annelerine, sonra dedeye, sonra annelerine, sonra babanın dedesine, sonra onun
annelerine —isterse vâris olmasınlar— aittir. Çünkü bunlar hidânede hakları
bulunan bir asabeyle çocuğa bağlanmaktadırlar. Annenin babasının annesi ise
böyle değildir. İmam Ahmed'den bir başka rivayet daha vardır: Ona göre anne bir
kızkardeşle teyze, babadan daha önce gelirler. Anne-baba bir kızkardeş hem
babadan, hem anne bir kızkardeşle teyzeden, hem de bütün asabeden önce gelir.
Mezhep içerisinde meşhur olan birincisidir. Babalar ve anneler yoksa, hidâne
hakkı kızkardeşlere intikâl eder: Önce anne-baba bir kızkardeş gelir. Sonra
sırasıyla baba bir kızkardeş, sonra da anne bir kızkardeş gelir. Kızkardeş
erkek kardeşe tercih edilir. Çünkü kızkardeş, hidâne hakkı bulunan bir
kadındır. Dolayısıyla aynı derecede olan erkek üzerine tercih olunur. Annenin
baba üzerine; babaannenin babanın babası üzerine; her ninenin kendi derecesinde
bulunan dede üzerine tercih edilmesi gibi. Çünkü kadın hidâneyi yalnız başına
üstlenir. Erkek ise yalnız başına üstlenemez.
Bir vecih daha vardır
ki, ona göre erkek kardeş kızkardeş üzerine tercih olunur. Çünkü erkek kardeş
doğrudan asabedir. Daha uygun olanı birinci görüştür.
Anne-baba bir, ya da
baba bir kızkardeşin dede üzerine tercihinde iki vecih vardır. Kızkardeşin
bulunmaması durumunda sırayla önce anne-baba bir erkek kardeş, sonra baba bir
erkek kardeş, sonra da bunların oğullan gelir. Zikrettiğimiz sebepten dolayı
anne bir erkek kardeşin hidâne hakkı yoktur.
Bunlar da bulunmadığı
zaman, sahih olan görüşe göre hidâne teyzelere intikâl eder. Bunların sırası da
kızkardeşlerin sıralaması gibidir. Dayıların hidâne haklan yoktur. Teyzeler de
bulunmadığı zaman halalara geçer. Halalar, kızkardeşlerin erkek kardeşlere
tercih edilmeleri gibi, amcalar üzerine tercih olunurlar. Sonra sırasıyla anne
baba bir amca ile baba bir amca gelir. Anne bir amcanın hidâne haki yoktur.
Sonra bunların oğulları gelir.. Sonra el-Hırakî'nin kavline göre, babanın
teyzelerine intikâl eder. Diğer bir kavle göre de, annenin teyzelerine intikal
eder. Sonra babanın halalanna geçer. Annenin halalarının hidâne haklan yoktur.
Çünkü onlar annenin babası vasıtasıyla bağlanırlar. Annenin babasının ise,
hidânede hakkı yoktur. Aynı derecede hak sahibi iki ya da daha fazla kişinin
bulunması durumunda çocuğun kime ait olacağını belirtmek için kur'aya
başvurulur." İbn Kudâme'nin nakli işte budur.
Bu, daha önce
belirttiklerimiz içerisinde en iyi olanıdır. Ancak burada, yukan doğru çıksa
bile annenin anneleri, baba ve anneleri üzerine tercih edilmektedir. Eğer bu
kaide çalıştırılacak ve anne cihetinden olanlar baba cihetinden olanlara tercih
edilecek olursa, o takdirde daha önce zikri geçen yanlış neticeler ortaya
çıkacaktır. O böyle yapmamıştır. Eğer baba cihetinden olan bazılarını anne
cihetinden olan bazılanna tercih edecek olursa —ki öyle yapmıştır— bu kez de
aradaki farkın ve tercih sebebinin (illet) ne olduğu sorulacaktır.
Yine İbn Kudâme'nin
ortaya koyduğu kaidede, hidâne hakkı anne bir kızkardeş için mevzu bahis olduğu
halde anne bir erkek kardeşin hidâne hakkı bulunmamaktadr. Halbuki ikisi de
aynı derecededir ve her açıdan ikisi de eşittir. Eğer bu durum onun erkek,
diğerinin kadın olduğu için ise, bu asabe olan diğer bütün erkeklerin durumu
ile bozulur; öyle olmadığı anlaşılır. Eğer asabeden olmadığı içindir; hidâne
asabeden olmayan hiçbir erkek için sözkonusu değildir, denilirse, o zaman da
şöyle denilir: Peki hidâneyi her açıdan kendileriyle aynı derecede yakın olan
erkekler bulunduğu halde zevilerhamdan olan kadınlara nasıl tahsis ediyorsunuz?
Bu durumda esas olarak ya "kadınlığı" alıp erkeklere hidâne hakkı
tanımazsınız; ya da "miras" durumunu ahr vâris olmayanlann hakkı
yoktur, dersiniz veyahut "yakınlığı" alır ve neticede anne bir
kardeşle dayı ve annenin babasını mahrum etmezsiniz; yahut da "asabeliği"
alır ve asabe olmayan hiçbir kimseye hidâne hakkı tanımazsınız.
Burada bir şık daha
kaldı ki, o da bizim görüşümüzdür. O da "erkeklerde asabeliğe, kadınlarda
yakınlığa itibar etmektir" derseniz, cevaben şöyle denilir:
Bu durum velayet ve
miras ahkâmın-" aykırıdır. Hidâne çocuk üzerinde bulunan bir velayettir.
Eğer siz onu velayet olarak kabul ederseniz, baba ve dedeye tahsis etmelisiniz.
Yok miras telakkisinden hareket ederseniz, onu vâristen başkasına
vermemelisiniz. Her ikisi de hem sizin hem de diğer bütün âlimlerin görüşlerine
aykındır.
İbn Kudâme'nin
ifadesinde yine; aşağı doğru ne kadar inse de kardeşin oğlunu anne yerinde olan
teyze üzerine tercih sözkonusudur ki, son derece uzaktır ve ashabın çoğunluğu
kardeş çocuklarını sadece babanın babası ve halalardan sonra saymışlardır ki,
doğrusu da budur. Zira teyze annenin kızkardeşidir ve çocuğa onun aracılığıyla
bağlanmaktadır. Anne babadan önde gelir. Kardeş oğlu ise, baba vasıtasıyla olan
kardeşle bağlanmaktadır. Bu durumda nasıl teyze üzerine tercih olunabilir? Aynı
şekilde hala da babanın kızkardeşidir ve onun yansıdır. Bu durumda babanın
oğlunun oğlu, kızkardeşi (hala) üzerine nasıl tercih edilir?
Konuyu üstadımız
Şeyhülislâm İbn Teymiye de bir başka kaide ile belirlemeye çalışmış ve şöyle
demiştir: Hidâne konusunu en iyi şekilde belirleyebilmek için şöyle
denilmelidir: Hidâne şefkat, terbiye ve yumuşaklık üzerine dayalı bir velayet
olduğuna göre buna en lâyık olanı, bu sıfatlan en iyi şekilde kendisinde
bulunduran kimselerdir ki, bunlar da çocuğun yakınlandır. Akrabalar içerisinde
sırayla en. yakın ve hidâne velayetini üstlenmeyi ehil kılan vasıfları en iyi
şekilde kendilerinde toplayan kimseler tercih edileceklerdir. İki ya da daha
fazla kişinin bulunması durumunda, eğer dereceleri eşitse, kadınlar erkekler
üzerine tercih edileceklerdir. Buna göre: anne babaya, nine dedeye, teyze
dayıya, hala amcaya, kızkardeş erkek kardeşe tercih edileceklerdir. Eğer her
ikisi de erkek ya da kadın iseler bu kez hak sahibi —aynı derecede iseler—
kur'a ile belirlenecektir. Dereceleri farklı ise, eğer aynı cihetten iseler,
çocuğa daha yakın olan kimse tercih edilecektir. Buna göre kızkardeş, kızma;
teyze ebeveynin teyzesine; ebeveynin teyzesi dede ya da ninenin teyzesine;
annenin babası olan dede, anne bir kardeşe tercih olunacaklardır. Doğrusu da
budur. Zira hidâne konusunda babalık ve annelik ciheti kardeşlik cihetinden
daha güçlüdür. "Anne bir kardeş tercih edilir. Çünkü o miras bahsinde
annenin babasından daha güçlüdür." diyenler de olmuştur. Her iki vecih de
İmam Ahmed'in mezhebindedir.
Üçüncü bir vecih daha
vardır: O da, "Anne bir kardeşin asla hidâne hakkı yoktur. Çünkü asabeden
değildir. Hidâne hakkı bulunan kadınlardan da değildir. Dayı da aynıdır."
şeklindedir. Bu vecihin sahibi: "Dayının hidâne hakkı yoktur. Annenin babası
ile annenin babasının annelerinin dayıdan daha öncelikli (evîâ) olduğunda
tartışma yoktur." demiştir.
Eğer babanın yakınlığı
ve annenin yakınlığı gibi iki ayn cihetten iseler, meselâ hala ile teyzenin;
baba bir kız kardeşle anne bir kızkardeşin; babaanne ile anneannenin; babanm
teyzesiyle annenin teyzesinin bulunması gibi; iki rivayetten birisine göre
bunların hepsinde baba tarafından olanlar tercih olunurlar. Tabiî bu aynı
derecede olmalan ya da baba cihetininin çocuğa daha yakın olmalan durumunda
böyledir.
Ama anne tarafı daha
yakın, baba tarafı daha uzak ise, meselâ anneanne ile babanın babasının
annesinin ve çocuğun teyzesiyle babasının teyzesinin durumu gibi, bu durumda
iki tercih karşılaşmış olmakta, ancak çocuğa daha yakın olan, daha uzak olana
nisbetle ona daha şefkatli ve merhametli olacağı için tercih edilecektir.
Babanın yakınlığını tercih edenler, ancak annenin yakınlığı ile eşitliği
durumunda tercihe gitmektedirler. Ama annenin yakınlığından daha uzak ise, bu
durumda daha yakın olan anne ciheti tercih olunacaktır. Aksi takdirde, uzak
olan babanın yakınlığını tercih durumunda, hiçbir kimsenin benimsemediği yanlış
neticeler ortaya çıkacaktır.
Bu kaide (zabıt) ile
hidâne bahsinin bütün meseleleri kuşatüabiîir ve şer'i kıyasa uygun neticeler
alınır, istisnası yoktur ve şer'î esaslara uygunluk arzeder. Karşınıza çıkan
hidâne ile ilgili her meselenin cevabını bu kaideden çıkarabilirsiniz ve hem de
neticeler delilin gereği olur, kendi içerisinde çelişkilerden, usûl kıyasına
ters düşmekten de uzak olur. Tevfik ancak Allah'tandır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) (zevceye hitaben): "Evlenmediğin sürece Öncelikli olarak o sana
aittir." buyurmasında, hidânenin annenin bir hakkı olduğuna delâlet
vardır.
İmam Ahmed ve Mâlik'in
mezhebinde fukaha, hidânenin çocuğa bakma durumunda olan kimsenin lehinde bir
hak mı, yoksa aleyhinde bir görev mi olduğu konusunda iki görüşe
ayrılmışlardır.
Bunun üzerine şu
neticeler kurulur:
Birincisi: Hidâne
hakkına sahip olan kimsenin düşürmesi ile bu hak kendisinden düşer mi, düşmez
mi? İki görüş vardır.
İkincisi: Eğer lehine
bir haktır dersek, hidâne süresince ücret karşılığı olmaksızın hizmet yükümlüğü
olmayacaktır. Eğer bir görevdir dersek, karşılıksız hizmette bulunması
gerekecektir. Eğer çocuğa bakacak kimse (hâdin) fakirse, o zaman her iki görüşe
göre de üeret alma hakkı olacaktır.
Üçüncüsü: Anne
hidâneyi babaya bağışladığı zaman, eğer lehine bir haktır diyorsak, hibe
bağlayıcı olacak ve bir daha rücü edemeyecektir. Eğer görevdir dersek, anne
tekrar hidâne talebinde bulunabilecektir.
Bu mesele ile, satıştan
önce şuf a haklanın hibesi gibi henüz sabit olmamış şeyin hibesi —ki bu iki
kavilden birisine göre bağlayıcı değildir— arasındaki fark şudur: Hidâne
bahsinde, hidânenin sebebi mevcuttur. Dolayısıyla sanki mevcutmuş gibi olur.
Aynı şekilde bir kadın bir aylık nafakasını kocasına bağışlarsa, o da bağlayıcı
bir hibe olur ve dönemez. Bütün bunlar İmam Mâlik'in tâbilerinin sözleri ve
neticeleridir. Doğrusu hidâne; çocuğun ihtiyaç göstermesi, başka birisinin de
bulunmaması durumunda annenin hem hakkı hem de görevidir. Anne ve çccuğun
velîsi, hidâne hakkının velîye nakledilmesi konusunda anlaşabilirlerse bu
caizdir. Hz.
Peygamber'in (s.a.) : "=O öncelikli olarak sana aittir." ifadesinde
hidânenln kadının lehine bir hak olduğuna delil vardır.
Hz. Peygamber'in
"evlenmediğin sürece" ifadesi hakkında iki görüş olmak üzere ihtilâf
edilmiştir: Acaba bu gerekçelendirme (ta'lîl) midir, yoksa süre belirlemek
(tevkît) için mi söylenmiştir? Bu ihtilâfa göre şu durum ortaya çıkar: Kadın
evlense ve hidâne hakkı düşse, fakat sonra boşansa, acaba hidâne hakkı tekrar
döner mi?
Eğer bu ifade
"ta'lîl" içindir denilecek olursa, o takdirde hidâne hakkı geri
dönecektir. Çünkü hüküm bir illetten dolayı sabit; olursa, o illetin zail
olmasıyla o hüküm ortadan kalkar. Hidâne hakkının düşmesinin illeti evliliktir.
Eğer kadın boşanırsa bu illet zail olmaktadır, dolayısıyla hükmü de ortadan
kalkacaktır. Bu çoğunluk fukahanın görüşleridir. Bunlar arasında İmam Şafiî,
Mâlik, Ebu Hanîfe de vardır.
Sonra bunlar da kendi
aralarında ihtilâf etmişlerdir: Şayet talâk'ricl talâk olursa, acaba kadının
hidâne hakkı sadece talâkın verilmiş olmasıyla düşer mi, yoksa iddetin
bitmesine mi bağlıdır? Yine iki görüş vardır. Her ikisi de İmam Ahmed ve
Şafiî'nin mezhebinde mevcuttur.
Birincisi: Sadece
talâkın verilmiş olmasıyla hidâne hakkı döner. Şafiî mezhebinin zahir görüşü de
böyledir. İkincisi: İddet dolmadıkça hidâne hakkı dönmez. Bu da İmam Ebu Hanife
ve Müzenî'nin görüşleridir. Bütün bunlar "evlenmediğin sürece"
ifadesinin "ta'lîl" kabul edilmesi esasına binaendir. Bu çoğunluk
fukahanın görüşleri olmaktadır.
İmam Mâlik ise,
mezhebinde meşhur olan kavle göre: " Kadın evlenir ve zifaf da
gerçekleşirse, hidâne hakkı bir daha dönmez, isterse daha sonra boşanmış
olsun." demiştir. Tabilerinden bir kısmı İmam'm bu sözünün hadisteki
"evlenmediğin sürece " ifadesinin "tevkît" yani süre
belirlemek için olduğu esasına binaen söylenmiş olduğunu belirtmişlerdir. Yani
bu sözün anlamı "Hidâne hakkın evleneceğin zamana kadar geçerlidir."
demektir. Evlendiği zaman hidâne hakkı vakti biter, dolayısıyla vakti bittikten
sonra da bir daha dönmez. Nitekim çocuğun buluğa ermesi ve böylece bakıma
ihtiyacı kalmaması sebebiyle de hidâne vakti dolmakta ve hak sona ermektedir.
İmam Mâlik'in tabilerinden Muğîre ve İbn Ebî Hâzim ise diğer çoğunluk fukahanm
görüşleri doğrultusunda "Kocası kendisinden ayrıldığı zaman hidâne hakkı
geri döner." demişlerdir. Çünkü, kadının hidâne hakkını gerektiren şey
çocuğa olan özel yakınlığıdır. Bu yakınlıkla, nikâh engeli tearuz halindedir.
Zira nikâh çocuğun ihmale uğramasını, kadını çocuk ve onun çıkarlarıyla
uğraşmak yerine, yabancı olan kocanın hukuku ile meşgul olmasını, çocuğun
akrabası olmayan bir kimsenin nimetleri içerisinde büyütülüp terbiye edilmesini
gerektirecek ve bu durum çocuğun akrabaları üzerinde bir minnet ve zillet hissi
doğuracaktır. İşte böylesi bir nikâh ölüm veya talâk (ayrılık) yolu ile son
bulduğunda "mâni" zail olacak ve hidâne hakkını gerektiren şey ise
devam edecektir, dolayısıyla da eseri üzerine terettüp edecektir. Bu durum
küfür, kölelik, fâsıklık, göçebelik [bedv) gibi sebeblerle hidâne hakkı ortadan
kalkan herkes için sözkonusudur. Mâni ortadan kalktığı zaman hidâne haklan geri
döner. Nikâh ve ayrılık durumu da aynı şekildedir.
Hidâne hakkının sadece
ric'î talâkla veya iddetin bitmesine bağlı olması şeklindeki İhtilâf, ric'î
talâkla boşanan kadının tüm hükümlerde zevce kabul edilmesinden
kaynaklanmaktadır. Zira koca ile aralarında birbirlerine vâris olmaları
sözkonusudur. Koca ric'î talâkla boşadığı karısına zıhar ve ilâda
bulunabilmektedir; üzerine onun kızkardeşini, veya hala ya da teyzesini alması,
yine kendisinden başka ayrıca dört kadınla evli olması haram olmaktadır. Bütün
bunlar ric'î talâkla boşanmış kadının hâlâ zevce olduğunu göstermektedir. İşin
bu tarafını göz önünde bulunduran kimselere göre, hidâne hakkı iddet bitip
tamamen ayn düşmedikçe, sadece ric'î talâkla boşanmış olmakla geri dönmez.
Sadece boşanmış
olmakla hidâne hakkının döneceği görüşünde olanlar ise şöyle demektedirler:
"Koca, boşamakla kadını yatağından ayırmıştır, artık kadm lehine koca
üzerinde yanında geceleme [kasm) hakkı ve kocaya ayıracağı bir meşguliyeti
kalmamıştır. Hidâne hakkının düşmesini gerektiren illet, talâk ile ortadan
kalkmıştır.
Bu görüş eş-Şeyh'in
(İbn Kudâme) el-Muğnî'de tercih etmiş olduğu görüş olmaktadır. Hırakî'nin
sözünün zahiri de böyledir. Çünkü o, "Anne evlendiği zaman, çocuk
kendisinden alınır ve sonra boşanırsa, hidâne hakkına tekrar geri döner."
demektedir.
"Evlenmediğin
sürece" ifedesi hakkında yine ihtilâf edilmiş ve bundan maksadın sadece
akit mi, yoksa zifafla birlikte akit mi olduğu tartışılmıştır. Bu konuda da iki
vecih bulunmaktadır. Birincisi: Sadece akitle hidâne hakkı düşer şeklindedir.
Bu İmam Şafiî ve İmam Ebu Hanife'nin görüşleridir.Çünkü akitle koca kadından
istifade hakkına, kadının çocuk bakımı menfaatine sahip olur. İkincisine göre;
zifaf gerçekleşmedikçe hidâne hakkı düşmez. Bu da İmam Mâlik'in görüşüdür. Zira
kadının çocuk bakımına fırsat bulamaması ancak zifafla gerçekleşir. Hadis her
ikisine de muhtemeldir. Uygun olanı, hidâne hakkının nikâh akdiyle birlikte
düşmüş olmasıdır. Çünkü nikâhla birlikte kadın, kendisini zifafa hazırlamak ve
çocukla ilgilenememek gerekli hazırlıklar yapmak gibi bir durum içerisindedir.
Bu çoğunluk ulemanın görüşleri olmaktadır. [37]
Nikâhla hidâne
hakkının düşmesi konusunda dört görüş bulunmaktadır:
Birincisi: Bu hak
mutlak olarak düşer; çocuğun erkek veya kız olması arasında bir fark yoktur. Bu
görüş İmam Şafiî, Mâlik, Ebu Hanife ve meşhur alan rivayette İmam Ahmed'e
aittir. İbnu'l-Münzir: "Kendisinden ilim aldığım herkes bu konu üzerinde
icma etmişlerdir. Kadı Şüreyh de böyle hükümde bulunmuştur." demiştir.
İkinci görüş: Hidâne
hakkı evlilikle hiçbir şekilde düşmez.Hidâne konusunda, kocası olmayan
kadınlarla kocaları bulunan kadınlar arasında fark yoktur. Bu görüş Hasan
el-Basrî'den nakledilmiştir Bu aynı zamanda Ebu Muhammed b. Hazm'ın da görüşü
olmaktadır.
Üçüncü görüş: Eğer
çocuk kız ise hidâne hakkı annesinin evlenmesiyle düşmez. Eğer erkek ise düşer.
Bu görüş iki rivayetten birisinde İmam Ahmed'e aittir. Mühennâ b. Yahya eş-Şâmî
rivayetinde, bunu beyan etmiş ve şöyle demiştir: Anne evlenir ve oğlu da küçük
olursa kendisinden alınır. Kendisine: "Kız çocuğu da erkek çocuğu gibi
midir?" diye soruldu. O: "Hayır! Kız çocuğu yedi yaşına kadar
annesiyle beraber kalır." dedi. Bu rivayete göre, kız çocuğu annesinin
yanında yedi yaşma kadar mı, yoksa ergenlik çağına [bulûğ) kadar mı kalır1?
Yine iki rivayet sözkonusudur: İbn Ebî Mûsâ: "Ahmed'den 'Anne evlenmiş
olsa bile, bulûğ çağına gelinceye kadar, kız çocuğu üzerinde. hidâne hakkına
öncelikli olarak sahiptir.' rivayeti vardır." demiştir.
Kadın çocuğun
sülalesinden birisiyle evlenirse, hidâne hakkı düşmez. Sonra bu görüş sahipleri
de üçe ayrılmışlardır: 1) İmam Ahmed'in tâbilerinin sözlerinin zahiri olduğu
üzere, aranan şart, sadece kocanın çocuğun sülalesinden olmasıdır. 2) Kocanın
aynı zamanda, çocuğa nikâh düşmeyecek şekilde yakın olması da şarttır. Bu da
Hanefîlerin görüşü olmaktadır. 3) Çocuk ile koca arasında aynı zamanda çocuğun
dedesi olmak suretiyle bir doğum ilişkisi de bulunmalıdır. Bu da İmam Mâlik ve
İmam Ahmed'in bazı tâbilerinin görüşüdür. Bu konuda mezheblerin görüşleri
bunlardan ibarettir.
Hidâne hakkını mutlak
surette düşürenlerin delilleri üç tanedir: 1) Daha önce geçen Amr b. Şuayb
hadisidir. 2) Bu konudaki sahabenin ittifakıdır. Daha önce Hz. Ebu Bekir'in Hz.
Ömer'e "O evlenmediği sürece çocuğa senden daha çok hak sahibidir"
dediği ve Hz. Ömer'in buna muvafakat ettiği ve onlara ashaptan hiçbir kimsenin
muhalefet etmediği geçmişti. Kadı Şüreyh de bu doğrultuda hükmetmişti. Ondan
sonra gelen kadılar da zamanımıza kadar çeşitli asır ve farklı mekanlarda hep
aynı hükümde bulunmuşlardır.
Üçüncüsü Abdürrezzâk'ın,
İbn Cüreyc — Ebu'z-Zübeyr — Medine'li salih bir adam — Ebu Seleme b.
Abdirrahman senediyle zikrettiği şu hadistir: Ensar'dan bir kadın, yine
Ensar'dan bir adamın nikâhı altında idi. Kocası Uhud gününde şehid düştü.
Kocasından bir çocuğu vardı. Kadının çocuğunun amcası ile başka bir adam, onu
babasından istediler. Babası da onu diğer adama nikahladı. Kadın Hz. Peygambere
geldi ve: "Yâ Rasûlallah! Babam beni istemediğim bir adama nikahladı, ve
çocuğumun amcasını terketti, bu durumda çocuğum benden alınır." dedi. Hz.
Peygamber kadının babasını çağırttı ve ona: "Falanı falancaya nikahladın
öyle mi?" diye sordu. O da: "Evet!" dedi. Hz. Peygamber ona:
"Senin nikahlama hakkın yok! (Sonra da kadına) Sen git ve çocuğunun
amcasıyla evlen!" buyurdu.[38]' Bu
olayda Hz. Peygamber, evlenmesi durumunda çocuğun annesinden alınacağını münker
bulmamış, aksine hidâne hakkının kadında kalabilmesi amacıyla, onu çocuğun
amcasıyla evlendirmtştir. Dolayısıyla bu hadiste, evlilikle hidâne hakkının
düşeceğine, çocuğun yakınlarından birisiyle evlendiği takdirde ise hidâne
hakkının düşmeyeceğine delâlet vardır.
Ebu Muhammed İbn Hazm,
bu istidlale iki açıdan itiraz etmiştir: Birincisi: Amr b. Şuayb hadisi (semaa
dayanmaz) elindeki bir sahifedendir. İkincisi: Bu Ebu Seleme hadisi mürseldir
ve senedinde bir meçhul ravi vardır.
Bu her iki itiraz da
zayıftır. Daha önce imamların Amr'ın hadislerini sahih bulduklarım ve onunla
ihticacda bulunduklarını açıklamıştık. Bir adarmn hadisiyle amel konusunda İbn
Hazm'm sözü ile, Buhârî, Ahmed, ibn el-Medînî, Humeydî, İshâk b. Râhûyeh ve
emsallerinin sözleri karşılaşırsa, elbetteki bunların sözleri bırakılarak
başkalarına gidilmez.
Ebu Seleme hadisine
gelince; Ebu Seleme, tabiîn neslinin büyüklerindendir. Olayı Ensarlı bir
kadından anlatmaktadır. O kadım görmüş olması inkâr edilemez. Dolayısıyla da
hadisin mürsellik iddiası tahakkuk etmiş değildir. Tahakkuk etse bile, o iyi
bir mürseldir; merfû ve mevkuf başka şahidleri vardır, itimad sadece ona
değildir. Meçhul râvlden, Ebu'z-Zübeyr'in iyi haline (salihliğlne) tanıklık
ettiği kimse kastedilmektedir. Kuşkusuz bu tanıklık onun kimliğini belirlemez;
ancak kendisinden rivayet eden âdil râvi tarafından tezkiye edilen mechûl
râvinin adaleti sabit olur, daha sahih olan kavle göre isterse bu iş âdil tek râvi
tarafından yapılsın. Zira tadıl (tezkiye),— özellikle de hadis rivayeti
hakkında— şehadet kabilinden olmayıp, "ihbar" ve "hüküm"
türündendir. Dolayısıyla bir kişiyle iktifa edilir ve rivayet nisabı üzerine
ziyadeye gidilmez. Kaldı ki, iki görüşten birisine göre âdil bir râvinin bir
başkasından sadece rivayette bulunması, onu açıkça tezkiye etmese bile, onu
ta'dîl etmiş sayılmaktadır. Nitekim İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten
birisinde durum böyledir. Ama ondan rivayette bulunur ve ayrıca onun âdil bir râvi
olduğunu da tasrih ederse, özellikle de zayıf ve töhmete maruz kalmış
râvilerden rivayet ettiği bilinmiyorsa, bu takdirde rivayetini redde medar
olacak cehalet durumundan çıkmış olur. Ebu'z-Zübeyr'de her ne kadar tedlis
varsa da, o zayıf ve ithama maruz kalmış râvilerden tedlis yapan birisi olarak
bilinmemektedir. Aksine onun tedlisi, selefin yapmış olduğu tedlis
cinsindendir; onlar ne bir ithama maruz kalmış râviden, ne de cerhe uğramış
birisinden asla tedliste bulunmazlardı. Bu türden olan tedlisler sadece son
dönemlerde çoğalmıştır.
Ebu Muhammed kendi
görüşünü, Buhari'nin Abdülaziz b. Suheyb'in Enes'ten rivayet ettiği şu hadisle
demlendirmeye çalışmıştır: Enes anlatır: Rasûlullah (s.a.) Medine'ye gelmişti.
Hizmetçisi yoktu. Ebu Talha elimden tuttu ve beni Rasûlullah'a (s.a.} götürdü
ve: "Ya Rasûlallah! Enes akıllı bir çocuktur.O sizin hizmetinizde
bulunsun." dedi. Enes: "Ben O'na hem seferde hem de evde hizmet
ettim." der[39]'
Olayı zikreden Ebu
Muhammed şöyle diyor: "İşte Enes, annesinin bakımı altında bulunmaktadır
ve annesinin kocası bulunmaktadır ki, o Ebu Talha'dır ve bunu Hz. Peygamber
bilmektedir."
Bu delillendirme son
derece tutarsızdır. Hadis ise gayet sahihtir. Tutarsızdır, çünkü, Enes'in
akrabalarından hiçbir kimse Hz. Peygamber'e gelerek onun hakkında annesiyle bir
çekişmede bulunmamıştır; o dişleri henüz bitmemiş, yalnız başına yiyip
içemeyecek, sağını solunu ayıramayacak bir çocuk değildir. Bu halde iken annesi
evlenmiş ve buna rağmen onu Hz. Peygamber annesi lehine hükmetmiş değildir.
Eğer bu dediklerimiz olsaydı, işte o zaman bu hadisi kendisine delil olarak
kullanması doğru ve tam olurdu. Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde Enes on
yaşında idi ve annesinin yanında bulunuyordu. Ebu Talha ile evlendiğinde,
akrabalardmdan hiçbir kimse gelip de Enes hakkında onunla çekişmeye girmemiş ve
ona: "Sen evlendin, artık senin hidâne hakkın yoktur, ben onu senden almak
istiyorum." dememişti. Hiç şüphe yoktur ki, evli bir kadının, kocası ve
çocuğun akrabalarının razı olmaları durumunda onun bakımını üstlenmesi haram
değildir. Yine şüphesiz, annenin, hidâne hakkı sahiplerinin münazaaya
girmeyeceği bir kimseyle evlenmesi ve çocuğu ondan talepte bulunmamaları
durumunda, çocuğu annesinden ayırmak vacip, hatta caiz bile değildir. Bu
itibarla bu hadisle ihticacta bulunmak son derece uzak ve yersizdir.
Bunun bir benzeri de,
Ümmü Seleme validemizin Hz. Peygamber Efendimizle evlendiğinde, çocuğuna olan
kefaletini düşürmediğini, aksine hidâne hakkının devam ettiğini delil olarak
kullanmalarıdır. Allah Allah! Ümmü Seleme ile çocuğu hakkında kim münazaada
bulunmuş ve çocuğun Hz. Peygamberin himayesinde olmasına kim karşı çıkmış?
Şaşmamak elde
değiîlir!
Yine bu görüş lehine
olmak üzere Hz. Peygamber'in Hz. Harnza'nın kızının, Cafer ile evli olan
teyzesine verilmesine hükmetmesiyle de istidlalde bulunulmak istenilmiştir. Hz.
Harnza'nın kızıyla ilgili hüküm, âlimlerce farklı değerlendirilmiş ve şu üç
konuda delil olarak kullanılmıştır: Birincisi: Nikâh hidâne hakkını düşürmez.
İkincisi: Bakımı sözkonusu olan çocuk kız olursa, annesinin evlenmiş olması
hidâne hakkını düşürmez, eğer çocuk erkek ise düşürür. Üçüncüsü: Koca eğer
çocuğun akrabası ise, annenin hidâne hakkı düşmez, aksi takdirde düşer. Bu
İtibarla Hz. Hamza'nın kızıyla ilgili olayın, mutlak surette evliliğin hidâne hakkını
düşürmeyeceğine dair delil olarak kullanılabilmesi için diğer iki ihtimalin
bertaraf edilmesi gerekmektedir. [40]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) çocuğun annesine verileceğine hükmetmesi ve: "Evlenmediğin sürece sen
ona daha çok hak sahibisin." buyurması, kayıtsız ve kâfir, köle, fasık,
yolcu olsa bile her anne için lehine hükmü gerektirecek genellikte değildir.
Böyle bir genellemenin hadisten çıkarılması doğru olmadığı gibi, böyle bir
hükmün olmayacağı da çıkarılamaz. Hidâne konusunda rnüslümanlık, hürriyet,
diyanet ve mukim olma gibi şartların arandığına dair ayn, müstakil bir delilin
bulunması durumunda bu, ne hadisin bir tahsisi ne de onun zahirine
muhalefet sayılmaz.
Çocuğun bakımını
üstlenecek kimsede şu şartlar aranır:
1 — Çocukla
aynı dinden olmaları. Bir kâfirin iki açıdan dolayıl müslüman üzerinde hidâne
hakkı yoktur:
a) Çocuğun bakımını üstlenen kimse, onu kendi
dini üzere terbiye etme ve yetiştirme üzerine hırslı olur. Büyüdükten sonra
çocuğun artık o dinden bir başkasına intikali zordur. Dolayısıyla o kimse
çocuğu, Allah'ın kullarını üzerinde yarattığı fıtrat halinden değiştirebilir ve
o çocuk bir daha asla fıtrî haline yeniden dönemez. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.) bu konuda "Her doğan fıtrat üzere (yani tabiî din olan İslâm'ı
kabule meyilli olarak) doğar da ebeveyni onu ya yahudi ya hıristiyan, ya da
mecusî yapar."'[41]
buyurmuştur. Dolayısıyla çocuğun
bakımını üstlenecek kimsenin müslüman olmaması durumunda onu yahudi veya
hırlstiyan yapmasından emin olunamaz.
Burada, "Hadis,
sadece ebeveyn hakkında varid olmuştur." şeklinde bir itiraz akla
gelebilir.
Cevaben şöyle deriz:
Hadis, galibe itibarla söylenilmiş olup hasr mânası ifade etmez. Zira galib ve
mutad olan, çocuğun ebeveyni yanında yetişmesidir. Ebeveynden birisi veya her
ikisi kaybedildiği zaman, çocuğun velisi ebeveynin yerini alır.
b) Yüce Allah, müslümanlarla kafirler arasında
velayete [muvâlâta) son vermiş ve müslümanlan birbirlerinin velileri, kâfirleri
de yine kendi aralarında birbirlerinin velileri kabul etmiştir. Hidâne ise,
Yüce Allah'ın bu iki grup arasında kesip atmış olduğu velayet türünün en güçlü
olanlarından birisidir.
Re'y âlimleri,
İbnu'l-Kâsım ve Ebu Sevr: "Anne kafir, çocuk müslüman olsa bile, hidâne
hakkı sabit olur." demişlerdir. Bunlar delil olarak Nesâî'nin Sünen'inde
rivayet ettiği Râfi b. Sinan hadisini kullanmışlardır: Bu zat müslüman olmuş,
karısı ise müslüman olmaktan imtina etmişti. Kadın Hz. Peygamber'e (s.a.)
gelmiş ve: "Benim kızım! Daha yeni sütten kesildi, ya da öyle bir
şey!" demiş; Râfi': "Benim kızım!" demiş ve her ikisi de çocuğu
talepte bulunmuşlar. Hz. Peygamber (s.a.) Râfi'e: "Bir köşeye otur!",
kadına da: "Sen de bir köşeye otur!" buyurmuş ve her ikisine birden:
"Çocuğu kendinize çağırın!" diye emretmişlerdi. İlk anda çocuk
annesine doğru meyletmiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'ım! O
çocuğa doğruyu göster!" diye dua etmiş ve çocuk hemen babasına meyletmiş,
babası da çocuğu almıştır.[42]
Bunlar aklî delil
olmak üzere de şöyle demişlerdir: "Hidâne hakkı iki şeyden dolayıdır:
Emzirmek ve çocuğun hizmetinde bulunmak. Bunların her ikisi de kâfir olan
annede mevcuttur."
Diğerleri ise şöyle
demişlerdir: Bu hadis Abdülhamid b. Cafer b. Abdullah b. el-Hakem b. Râfi' b.
Sinan el-Ensârî el-Evsî'in rivâyetindendir. Onu illet konusunda imam olan Yahya
b. Saîd el Kattan zayıf bulmuştur. Süfyân es-Sevrî de ona hücumda bulunurdu[43]'
İbnu'l-Münzir ve daha başkaları hadisi zayıf kabul etmişlerdir. Olayda
birbirini tutmayan ifadeler (muzdariblik) vardır: Muhayyer bırakılanın kız
çocuğu olduğu da rivayet edilmiş, erkek çocuğu olduğu da rivayet edilmiştir.
eş-Şeyh (İbn Kudâme) el-Muğni'de şöyle der: "Hadise gelince, bundan başka
türlü de rivayet edilmiştir. Onu nakil erbabı sabit görmemektedirler. İsnadı
hakkında tenkitler vardır. Bunun böyle olduğunu İbnu'l-Münzir haber
vermiştir."
Sonra bu hadis, İslâm
şartını ileri sürenlerin görüşüne delil olarak kullanılabilir. Zira çocuk
annesi tarafına meyledince, Hz. Peygamber (s.a.), doğruyu ona göstermesi için
Allah'a dua etmişti de çocuk babasına yönelmişti. Bu durum göstermektedir ki,
çocuğun kâfir ile birlikte olması, Yüce Allah'ın kullan için arzu buyurdukları
hidâyetin aksi bir durum olmaktadır. Eğer çocuğun annesiyle kalması
kesinleşseydi, o zaman hadiste delil olabilirdi. Oysa ki, Yüce Allah böylesi
bir neticeye, Peygamberinin duası neticesinde imkân vermemişti
Şaşılacak hususlardan
birisi de onların "Fâsıkın hidâne hakkı yoktur." demeleridir.
Küfürden daha büyük bir fısk olur mu? Çocuğun, fâsıkın meşrebi üzerinde
yetişmesi neticesinde beklenilen zararla, kâfir yanında yetişmesi neticesinde
sözkonusu olacak olan zarar hiç bir olur mu? Kaldı ki, doğru olan görüşe göre,
hidâne konusunda çocuğa bakmak durumunda olan kimsede adalet şartı asla
aranmamaktadır. Her ne kadar bu şartı İmam Ahmed ve Şafiî'nin tabileri ileri
sürmüşlerse de bu isabetli değildir. Eğer çocuğun bakımını üstlenecek kimsede
adalet şartı aranacak olursa, çocuklar zayi olur ve ümmet üzerine büyük bir
meşakkat biner, sıkıntılar doğar, İslâm'ın doğuşundan kıyamete dek fasıklara
ait çocuklar olagelecek ve bunlar çoğunluğu teşkil etmekle birlikte, dünyada
hiçbir kimse onlara el atmayacaktı! Bu olacak şey değildir. İslâm'da,ebeveyni
veya onlardan birisi fâsıktır, gerekçesiyle çocuğun onlardan alındığı hiç
görülmüş müdür? Zorluk, meşakkat ve sıkıntı doğurmada bu —kaldı ki çeşitli asır
ve şehirlerde sürdürülen uygulama bunun aksinedir— nikâh velayeti konusunda
adalet şartını
ileri sürmek gibidir.
Çünkü nikâh olayı hemen her yerde, her asır ve şehirde, köylerde, kırlarda olan
bir şeydir ve bu işi üstlenen velilerin büyük çoğunluğu da fâsıktırlar.
Fâsıkîık tâ öteden beri olagelen bir şeydir. Ne Hz. Peygamberin ne de sahabeden
herhangi birisinin, hiçbir fâsıkı çocuğunu terbiye etmekten ve onun bakımını
üstlenmekten menettikleri, velayeti altında bulunan kızlarını evlendirmekten
alıkoydukları vaki değildir. Genelde görüyor ve müşahade ediyoruz ki, bir insan
fâsik da olsa, çocuğu hakkında ihtiyatlı davranmakta ve onu ihmal etmemekte,
onun hayır ve salâhı için çalışmakta, çaba göstermektedir. Her ne kadar bunun
aksi de düşünülebilrse de, bu mutad olana nisbetle son derece az olmaktadır.
Sâri' Teâlâ bu gibi hususlarda cibillî olan motife (duygu, güdü) itimatla
yetinmekte, ek şartlar aramamaktadır. Eğer fâsık kimse hidâne hakkından, velayetinde
bulunan kızlarını evlendirme yetkisinden mahrum olacak olsaydı, bunun beyan
edilmiş olması ümmet için son derece önemli bir husus olur ve ümmet onun
nakline itina gösterir, onunla amel edegelirlerdi. Eğer böyle bir durum
olsaydı, nasıl olur da bunu bırakırlar ve tam aksiyle amel edegelirlerdi. Bunun
tasavvuru^ caiz değildir. Eğer fâsıkîık çocuğun bakımını üstlenmeye mani bir
durum olsaydı, o takdirde zina eden, içki içen veya başka bir büyük günah
işleyen herkesin küçük çocuklarının kendisinden alınıp başka birisinin yanma
verilmeleri gerekirdi. En iyi bilen Allah'tır.
2 — Evet,
hidâne konusunda "akıl" şarttır; mecnûn ya da bunak birisinin, küçük
çocuğun hidâne hakkı bulunmamaktadır.
Çünkü bunlar kendilerine bakacak,
üzerlerine kefil olacak
kimselere muhtaçtırlar; bu durumda nasıl başkalarına kefil olabilir,
onların işlerini üstlenebilirler?
3 — Hürriyet
şartına gelince, bu konuda kalbin kabule meyledeceği bir delil
bulunmamaktadır. Buna rağmen
üç imam bunu
şart koşmuşlardır. İmam Mâlik, cariye bir kadından çocuğu olan hür bir
kimse hakkında: "Anne, satılmadıkça o çocuğa daha çok hak sahibidir. Satılması durumunda
ondan babaya intikal eder." demiştir ki, doğrusu da işte budur. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.): "Hiç bir anne çocuğundan ayrılamaz."[44] ' ve yine: "Kim bir anne ile çocuğu
arasını ayırırsa, kıyamet gününde Allah onunla sevdikleri arasını ayırır."[45]
buyurmuştur. Onlar, satış akdinde cariye
anne ile çocuğunun
arasını ayırmanın caiz
olmayacağını söylemişlerdir; bu durumda nasıl hidâne konusunda anne ile çocuğu
arasını ayırabilmektedirler? Hadisin umumu, anne ile çocuğunun aralarının
ayrılmamasını, hem satış hem de hidânede mutlak olarak yasaklamaktadır.
Onların, cariye annenin menfeaatlerinin efendisinin mülkü olması, ve devamlı
onun hizmetinde bulunması sebebiyle çocuğun hizmetinde bulunamaz, şeklinde
ileri sürdükleri mazeret kabul edilemez. Aksine hidâne hakkı cariye olan anneye
aittir ve bu hak çocuğun hizmete ihtiyaç duyduğu anlarda efendinin hakkına —
satış akdinde olduğu gibi— takdim olunur. Cariye olan annenin nikâhtan hali
olması keyfiyeti ise, daha önce geçmişti.
Burada dikkat çekmemiz
gereken bir husus vardır: Biz nikâh sebebiyle hidâne hakkını anneden düşürüp
bir başkasına nakledeceğimiz durumda, eğer başka yakın bir akraba olmaz da
sadece anne bulunursa, bu durumda annenin hidâne hakkı düşmez. O, hâkimin
çocuğu kendisine teslim edeceği bir yabancıdan daha çok hak sahibidir. Çocuğun
(evli de olsa) annesinin kucağında büyüyüp terbiye görmesi; tamamen yabancı
olan, aralarında şefkat ve merhameti gerektiren bir yakınlığın bulunmadığı bir
kimsenin evinde terbiye görüp yetişmesinden daha uygundur. Şeriatın, bir
mefsedeti, kendisinden daha büyük bir mefsedet ile gidermesi muhaldir. Hz.
Peygamber asla genel ve küllî bir hükümde bulunmamış ve: "Evlenen her
kadının hidâne hakkı her hal ve durumda düşer." buyurmamışdır ki, bu
durumda hidâne hakkının anne için sabit olacağı şeklindeki bir hüküm nassa
muhalif düşmüş olsun.
4 — Aynı
ülkede olma şartına gelince; eğer ebeveynden birisinin yolculuğu bir ihtiyaçtan
dolayı olur ve sonra dönerse, diğeri de mukim ise, mukim olan çocuk üzerinde
daha çok hak sahibidir. Çünkü küçük çocukla yolculuk yapmak, özellikle de
çocuğun emzikli olması durumunda, ona zarar verir ve onun ziyanına sebep
olabilir. Fukaha hükmü bu şekilde mutlak olarak belirtmişler ve hac yolculuğunu
diğer yolculuklardan istisna etmemişlerdir. Eğer ebeveynden birisi, diğerinin
bulunduğu yerden başka bir yere ikamet etmek için göç edecekse, bakılır; yol ve
gideceği yer veya bunlardan birisi emniyet telkin etmiyorsa, ebeveynden mukim
olan çocuk üzerinde daha çok hak sahibidir. Eğer her ikisinde de güvenlik
varsa, bu durumda iki görüş vardır. Bunların her ikisi de İmam Ahmed'den
rivayet edilmiştir: Birincisi: Bu durumda hidâne hakkı, çocuğun terbiye, tedîb
ve tahsilini yaptırabileceği için, babaya aittir. Bu aynı zamanda İmam Mâlik ve
Şafiî'nin de görüşleridir. Kadı Şüreyh de bu doğrultuda hükümde bulunmuştur.
İkincisi: Anne daha çok hak sahibidir. Üçüncü bir görüş daha bulunmaktadır:
Buna göre başka yere göçen, eğer baba ise, çocuk üzerinde anne daha çok hak sahibidir.
Yok, göç eden anne ise ve asıl nikâhın yapıldığı memlekete göç etmiş ise, yine
o daha çok hak sahibidir. Ama bir başka memlekete göç etmişse, bu durumda baba
daha çok hak sahibidir. Bu görüş de Ebu Hanife'ye aittir. Ebu Hanife'den bir
başka rivayet daha nakledilmiştir: Eğer kadının göçü, bir beldeden köye ise
baba daha çok hak sahibidir. Eğer kadın bir beldeden başka bir beldeye göç
etmişse, öncelik hakkı kendisine aittir.
Bütün bunlar,
görüldüğü üzere, kalbin kabule meyledeceği bir delilden yoksun görüşlerdir.
Doğrusu, bu konuda çocuğun yararına ve onun çıkarlarına uygun olanı kollamak ve
ihtiyatlı davranmak, ikamet ya da göçten hangisi çocuk için daha uygun ise,
koruma ve muhafazaya hangisi daha elverişli ise onu tercih etmektir. Bunun
dışında bizzat ikamet ya da yolculuk halinin bir tesiri yoktur. Tabiî bütün
bunlar, eşlerden birinin göçle birlikte diğerine bir zarar vermek ve çocuğu
elinden almak gibi bir garazı olmamak durumuyla ilgilidir. Eğer böyle bir art
niyeti varsa, o takdirde onun bu arzusuna icabette bulunulmaz.
"Evlenmediğin
sürece sen daha çok hak sahibisin." sözü hakkında: "Burada hazif
vardır ve sözün tamamı: 'Evlenip, kocan seninle zifafta bulunup da akabinde
hakimin hidâne hakkının düştüğüne hükmetmedikçe...' şeklindedir."
denilmiştir. Bu uzak bir zorlamadır ve lâfız buna müsait değildir, hiçbir
şekilde böyle bir delâleti yoktur. Bu mânanmı sıhhati üzerine
"iktizâ" yolu ile delâlet de bulunmamaktadır.
"Zifaf şartı,
şart koşanlara göre "evlenmedikçeî lâfzı içerisinde yer almaktadır.
Nitekim şer'î tahlil ile ilgili âyette de nikâh kelimesi "zifaf mânasında
kullanılmıştır. Zifaf şartım aramayanlara göre ise, hadisteki "nikâh"
(evlenmek) sözcüğünden maksat nikâh akdi olmaktadır.
Hidâne hakkının
düşmesine dair hâkimin hükümde bulunmasına gelince, buna ancak tarafların çocuk
hakkında nizaa düşmeleri ve husumetin ortaya çıkması durumunda ihtiyaç
duyulur.Bu durumda hâkimin hükmü, Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmünün infazı olmuş
olur. Yoksa Hz. Peygamber hidâhe hakkının düşmesini, hâkimin hükmüne bağlamış
değildir. Aksine bizzat kendi hidâne hakkının evlilikle düşmesine hüküm
buyurmuştur. Daha sonraki hâkimlerin bu doğrultuda hüküm vermiş ya da vermemiş
olmaları durumu değiştirmez. Bunun delili. Hz. Peygamber'in, evlenmediği sürece
çocuk üzerinde annenin daha çok hak sahibi olduğuna, evlendiği zaman ise bu
hakkın ortadan kalkarak başkasına intikal edeceğine dair olan bu hükümleridir.
Hidâne hakkı sahibi çocuğu talepte bulunduğu zaman, karşısındaki kişinin onu
kendisine vermesi gerekmektedir. Eğer bundan kaçınır ve çocuğu hak sahibine
teslime yanaşmazsa, o zaman hâkim onu icbar eder. Eğer hak sahibi hakkını
düşürür veya talepte bulunmazsa, durum eskiden olduğu hal üzere kalır. Bu genel
bir kaidedir ve diğer hadislerden çıkarılmıştır.
Hidâne konusunda
ebeveyn arasında çocuğun bir seçimde bulunamayacağı görüşünde olanlar bu
hadisin zahirini delü olarak kullanmışlardır. İstidlal şekli şöyledir: Hz.
Peygamber (s.a.) "Sen çocuk hakkında daha çok hak sahibisin!"
buyurmuştur. Eğer çocuk muhayyer bırakılacak olsaydı, bu takdirde anne, çocuk
kendisini tercihte bulunmadıkça daha çok hak sahibi olamazdı. Nitekim baba da
aynı şekilde çocuk kendisini tercihte bulunmadıkça öncelikli olarak hak sahibi
olamazdı. "Çocuk seni tercih ettiği takdirde sen daha çok hak
sahibisin." şeklinde bir takdir yapılacaksa, aynı takdir baba için de
yapılabilir. Oysa ki, Hz. Peygamber (s.a.) anneyi, niza durumunda kayıtsız
olarak üstün hak sahibi kabul etmiştir. Bu, İmam Ebu Hanife ve Mâlik'in
görüşleridir.. Biz bu meseleyi ve onunla ilgili fukahanın görüşlerini,
kullandıkları delillerini zikrediyor ve içlerinden Hz. Peygamber'in (s.a.)
hükmüne uygun olanı tercihte bulunuyoruz.
1 — Ebu
Bekir Sıddîk'ın (r.a.) görüşü: Abdürrezzâk, îbn Cüreyc — Atâ el-Horâsâni — İbn
Abbas kanalıyla nakleder: Hz. Ömer karısını boşamıştı. (Daha sonra önceden
geçen haberi nakleder.) Hz. Ebu Bekir kendisine: "Çocuk için annesinin
kokusu ve yatağı, büyüyüp temyiz çağma gelip kendi başına bir tercihte
bulununcaya kadar, senden daha hayırlıdır." demiş ve çocuğun, büyüyüp de
temyiz çağına ulaşıp kendi tercihini yapıncaya kadar annesine verilmesine
hükmetmiştir. ,
2 — Hz.
Ömer'in görüşü: İmam Şafii, İbn Uyeyne — Yezid b. Yezid b, Câbir — İsmail b.
Ubeydullah b. Ebi'l-MuMcir — Abdurrahman b. Ganm senediyle, "Hz. Ömer'in
(r.a.) bir çocuğu annesiyle babası
arasında muhayyer kıldığını" rivayet etmiştir.
Abdürrezzâk, İbn
Cüreyc — Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr senediyle, "Hz. Ömer'in bir çocuğu
annesiyle babası arasmda muhayyer bıraktığını, çocuğun annesini tercih ettiğini
ve kadının çocuğunu alarak götürdüğünü" nakletmiştir.
Yine Abdürrezzâk,
Ma'mer — Eyyûb — İsmail b. Ubeydullah — Abdurrahman b. Ganm senediyle rivayette
bulunmuştur: Hz. Ömer'in huzurunda bir çocuk hakkında dava sözkonusu olmuş, o
da "Çocuk büyüyüp kendi tercihini söyleyinceye kadar, annesiyle beraberdir."
diye hükümde bulunmuştur[46]
Saîd b. Mansûr, Hüşeym
— Hâîid — Velîd b. Müslim tarikiyle nakleder: Bir yetim çocuk hakkında Hz.
Ömer'e muhakeme olmak üzere baş vurmuşlardır. Hz. Ömer çocuğu muhayyer bırakmış
ve çocuk annesini amcasına tercih etmiştir. Hz. Ömer: "Annenin sana olan
şefkati, amcanın bolluğundan senin için daha hayırlıdır." buyurmuştur.
3 — Hz.
Ali'nin görüşü: İmam Şafiî (raj, İbn Uyevne — Yunus b. Abdullah el-Cermî —
Umâre el-Cermî senediyle nakleder: Râvî Umâre şöyle anlatır: "Hz. Ali,
beni annemle, amcam arasında muhayyer bıraktı. Sonra benden daha küçük olan
kardeşim için de: "Eğer şu da bunun kadar büyük olsaydı, onu da muhayyer
bırakırdım." dedi." [47]
Yine İmam Şafiî,
İbrahim — Yunus — Umâre — Hz. Ali kanalıyla benzeri bir rivayette bulunmuş ve
bu rivayette Umâre: "O zaman yedi veya sekiz yaşında idim." demiştir.
Yahya el-Kattân, Yunus
b. Abdillah el-Cermî — Umâre b. Ruveybe senediyle nakleder: Umâre şöyle der:
"Benim hakkımda annemle amcam Hz. Ali'nin huzurunda mahkemelik oldular.
Hz. Ali beni üç defa muhayyer kıldı ve ben her defasında da annemi seçiyordum.
Küçük bir kardeşim daha vardı. Hz. Ali: "Şu da bunun kadar olsaydı o da
muhayyer bırakılırdı." dedi.
4 — Ebu
Hureyre'nin görüşü: Ebu Hayseme Züheyr b. Harb, Süfyân b. Uyeyne — Ziyâd b.
Sa'd — Hilâl b. Ebî Meymûne kanalıyla
nakleder. Hilâl şöyle anlatır: Ebu Hureyre'nin bir çocuğu babasıyla annesi
arasında muhayyer kıldığına ve akabinde: "Hz. Peygamber (s.a.), bir çocuğu
babasıyla annesi arasında muhayyer kılmıştır." dediğine şahit oldum[48]
Bunlar sahabelerle
ilgili tesbit edebildiklerimizdir. Şimdi ise imamların görüşlerine geçmek
İstiyoruz: [49]
Harb b. İsmail şöyle
der: İshâk b. Râhûyeh'e "Annenin boşanması durumunda, kız ve erkek çocuğu,
ne zamana kadar annesi yanında kalır?" diye sordum. Şöyle cevap verdi:
"(Erkek çocuğunun) yedi yaşma kadar annesinin yanında kalması, bana daha
sevimli gelmektedir. Daha sonra ise muhayyer kılınır." Ben ona:
"Muhayyer kılma fikrini kabul ediyor musun?" dedim. O: "Hem de
nasıl!" dedi. Ben: "Yedi yaşından daha küçük olan muhayyer kılınmaz,
(öyle mi?)" diye sordum. O: "Bazıları beş yaşma kadar demişlerdir.
Ben ise yedi yaşma kadar olmasını daha uygun buluyorum." dedi.
İmam Ahmed'in
mezhebine gelince tafsilat vardır: Çocuk ya erkektir ^ya da kızdır. Eğer erkek
ise; ya yedi yaşındadır veya daha küçüktür. Eğer 'yedi yaşından daha küçükse,
anne daha öncelikli hak sahibidir ve çocuk muhayyer kılınmaz. Eğer yedi yaşında
varsa, bu takdirde üç rivayet i bulunmaktadır:
Birincisi: —Mezhebinde
sahih ve meşhur olan budur— Çocuk I muhayyer kılınır. İmamın tâbilerinin
tercihi de bu olmaktadır. Eğer çocuk ikisinden birisini tercihte bulunmazsa,
aralarında kur'a çekilir ve çocuk, kur'a kime çıkmışsa ona verilir. Eğer
birisini tercih eder, sonra dönerek öbürünü tercihte bulunursa, bu kez çocuk
ikinciye verilir ve bu böyle devam eder.
İkincisi: Muhayyer
kılrnmaksızm, çocuk üzerinde baba daha çok hak sahibi olur.
Üçüncüsü: Yedi
yaşından öncede olduğu gibi, anne daha çok hak sahibidir.
Eğer çocuk kız ise ve
yedi yaşından da küçük bulunuyorsa, muhayyer kılmmaksızm çocuk anneye teslim
edilir. Eğer yedi yaşma ulaşmışsa, mezhebindeki meşhur görüşe göre, dokuz
yaşına kadar anne yine daha çok hak sahibidir. Dokuz yaşma ulaştığında ise,
muhayyer kılmirnaksızın baba daha çok hak sahibi olur.
İmam Ahmed'den
dördüncü bir rivayette, kız çocuğu bulûğ çağına ulaşıncaya kadar, onun üzerinde
anne evlenmiş olsa bi]e, daha çok hak sahibidir.
Yine ondan beşinci bir
rivayette ise, yedi yaşından sonra, erkek çocukta olduğu gibi muhayyer
bırakılır ki, İmam bunu beyan etmiştir ve tâbilerinden çoğu bunu İmam'm
mezhebinde bir "vecih" olarak zikretmişlerdir. Özetle İmam Ahmed'in
mezhebindeki durum bundan ibarettir.
İmam Şafiî ise şöyle
der: "Çocuk erkek olsun kız olsun, yedi yaşına ulaşıncaya kadar anne daha
çok hak sahibidir. Eğer yedi yaşına ulaşırlar ve yaşıtlarının aklı gibi akıllan
yerinde oılursa, her biri anne ve babadan birisini seçme konusunda muhayyer
bırakılırlar ve hangisini tercihte bulunurlarsa onun gözetimine
verilirler."
İmam Mâlik ve Ebu
Hanife: "Kız çocuğu hiçbir şekilde muhayyer bırakılmaz" demişlerdir.
Sonra bunlar ihtilâf etmişler ve Ebu Hanife şöyle demiştir: "Anne: kız
çocuğu bulûğ çağma ulaşıncaya kadar, erkek çocuğu da yalnız basma yeyip içip,
giyinebileceği bir zamana kadar babadan daha çok hak sahibidir. Bu zamandan
sonra ise, her ikisi de babanın yanında kalırlar. Ebeveynden olmayan başka
birisi karşısında ise, (anne) kız ya da erkek çocuğu kendi başlarına yeterli
oluncaya kadar daha çok hak sahibidir ve bulûğa itibar edilmez." İmam
Mâlik ise şöyle demiştir: "Çocuk kız olsun erkek olsun, dişi çıkıncaya kadar
annesi onun üzerinde daha çok hak sahibidir." Bu İbn Vehb'in rivayeti
olmaktadır. İbnu'l-Kâsım'ın rivayeti ise: "Bulûğ çağına kadardır ve çocuk
herhangi bir şekilde muhayyer bırakılmaz." şeklindedir.
Leys b. Sa'd şöyle
der: "Anne, oğlan çocuğu sekiz yaşına, kız çocuğu da bulûğ çağma
ulaşıncaya kadar, onlar üzerinde daha çok hak sahibidir. Bundan sonra ise,
onlar üzerinde baba daha çok hak sahibi olmaktadır."
Hasan b. Hayy ise
şöyle demiştir: "Anne, kız çocuğunun memeleri beîirinceye, oğlan çocuğu da
ihtilam devresine yaklaşıncaya kadar, onlar üzerinde babadan daha çok hak
sahibidir. Bu devreden sonra ise, her ikisi de anne ve baba arasında muhayyer
bırakılırlar. Kız ve erkek olması aynıdır."
Muhayyer kılmayı
sadece erkek çocuğu için sözkonusu edip, kız çocuğu hakkında etmeyen kimseler
şöyle demektedirler: "Ebu Hufeyre hadisinde, Hz. Peygamber'den (s.a.)
muhayyer kılma durumu erkek çocuğu hakkında sabit olmuştur. Bu durum, râşid
halifelerden ve Ebu Hureyre'den de sabit olmuştur ve bu hususta ashaptan onlara
karşı bir muhalifin bulunduğu asla bilinmemektedir. Hiçbir kimse bu hususa
tepki göstermemiştir. Sonra bu hüküm son derece âdil olmaktadır. Çünkü anne,
sadece çocuğun küçüklük devresinde kadınlardan başkasının kolayca yapamayacağı
terbiye, kucakta tutma ,. emzirme ve şefkatle davranmaya olan ihtiyacı göz
önünde tutularak baba üzerine takdim edilmiştir. Yoksa annenin ebeveynden biri
elması hasebiyle babaya takdimi gerektirecek bir üstünlüğü yoktur. Çocuk kendi
tercihini belirtebilecek bir yaşa ve ancak kadınların yapabilecekleri
hizmetlerden müstağni hale geldiği zaman, anne ve baba da eşit hale gelirler ve
annenin takdimini gerektiren sebep ortadan kalkmış olur. Bu durumda anne ve
baba, çocuk üzerinde eşit haklara sahip olmuş olurlar. Dolayısıyla, tercihi
gerektirecek bir durum olmadıkça biri diğeri üzerine takdim edilemez. Tercihi
gerektirecek husus da ya haricî olur ki, bu kur'a yoludur, veyahut da çocuk
tarafından olur, bu da çocuğun tercihte bulunmasıdır. Sünnet her ikisi hakkında
da varid olmuştur. Ebu Hureyre hadisi, her ikisini de birleştirmektedir. Biz de
her ikisine birden itibar etmiş bulunuyoruz. Birini almış da diğerini bırakmış
değiliz. Hz. Peygamber'in (s.a.) takdim ettiğini biz de takdim, onun tehir
ettiğini biz de tehir etmiş bulunuyoruz. Hz. Peygamber (s.a.) "muhayyer
kılmayı" takdim etmiştir; çünkü, kur'aya ancak hakların her yönden eşit
olmaları durumunda ve hiçbir tercihi gerektirecek unsurun bulunmadığı zamanda
gidilmektedir. Biz de burada aynı şekilde yapıyoruz: Ebeveynden birisini
çocuğun tercihine dayanarak takdim ediyoruz. Eğer çocuk tercihte bulunmazsa
veya her ikisini de birden tercihte bulunursa, o zaman da kur'aya başvuruyoruz.
Eğer bu aynı zamanda sünnete uygun bir hüküm olmasaydı, karşılıklı nza ile,
tarafların anlaşmazlığını kesip atacak, en güzel ve en adaletli bir hüküm
olurdu."
Bu konuda İmam Ahmed
ile İmam Şafiî'nin mezheblerinde bir başka vecih vardır ki, buna göre, erkek
çocuğu ebeveynden herhangi birisini tercihte bulunmasza, kur'asız olarak
annenin yanında kalır. Çünkü hidâne hakkı o ana kadar annenin idi. Biz bu hakkı
ondan, ancak çocuğun tercihiyle babaya nakilde bulunabiliriz. Çocuk tercihte
bulunmadığı zaman ise, eskiden olduğu hal üzere kalır.
Soru: Siz muhayyer
kılmayı "kur'a" üzerine takdim ettiniz. Hadiste ise önce kur'amn takdimi
sonra da muhayyer kılma sözkonusudur. Uygun olan da budur. Çünkü, kur'a, hak
sahiplerinin eşit olmaları durumunda birisinin takdimi için kendisine baş
vurulan şer'î bir yoldur. Burada anne ile baba eşit durumdadırlar, dolayısıyla
prensip olarak ikisinden birisinin kur'a ile takdimine gitmek gerekir. Eğer
kur'aya gitmezlerse, o takdirde çocuğun tercihine başvurmaktan başka bir çare
yoktur ve bu tercihle ikisinden birisi diğeri üzerine takdim olunur. Hal böyle
iken, İmam Ahmed ve Şafiî'nin tabileri niçin çocuğun muhayyer kılınmasını kur'a
üzerine takdim etmektedirler?
Cevap: Kur'a üzerine
çocuğun muhayyer kılınması, hadisin lâfızlarının onun üzerinde ittifak etmeleri
ve râşid halifelerin amellerinin o doğrultuda olması sebebiyledir. Kur'aya_
gelince, onu beızı râviler hadiste zikretmiş, bazıları ise zikretmemişlerdir.
Kur'a, sadece Ebu Hureyre hadisinin bazı tariklerinde sabit olmuştur; bu yüzden
de muhayyer kılma (tahyîr), kur'a üzerine takdim olunmuştur. Eğer muhayyer
kılma yolu ile meseleyi halletme imkânı bulunamazsa, başka alternatifler de
yoksa, bu durumda kur'aya baş vurmaktan başka yol kalmaz.
Hem erkek hem de kız
çocuğunu muhayyer kılanlar şöyle demektedirler: Nesâî, Sünen-inde, İmam Ahmed.
Müsnecfinde Râfi' b. Sinan hadisinde şöyle nakilde bulunmaktadırlar: Râfi' ile
anne (ayrıldığı kansı), çocukları üzerinde anlaşmazlığa düşerler. Hz. Peygamber
(s.a.} Râfi'i bir köşeye, kadını da başka bir köşeye oturtur. Aralarına da kız
çocuğunu koyar ve onlara: "Çocuğu kendinize doğru çağırın!" diye emir
buyurur. Çocuk annesine doğru meyleder. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Allahım! Onu doğruya hidâyet
eyle!" diye dua eder de çocuk hemen babasına döner ve baba çocuğu alır.[50]
Bunlar şöyle demektedirler: Eğer bu hadis varid olmasaydı, Ebu Hureyre
hadisiyle, daha önce geçen haberler (âsâr) kız çocuğunun da muhayyer kılınacağı
konusunda delil olabilirdi. Çünkü çocuğun erkek olmasının hükümde bir etkisi
yoktur; aksine o da erkek çocuğu gibidir. Bunun benzerlerini şu nasslarda da
görüyoruz: "Kim, eşyasını iflâs etmiş bir adamın yanında bulursa..."[51] ;
"Kim bir müşterek (erkek) köle üzerindeki bir payını âzad ederse..."[52] (Bu
ve bu gibi nasslarda "erkeklik" bildiren ifadeler bir tahsis amacı
için kullanılmamıştır.) Hatta hidâne konusunda varid olan hadis, erkeklik şartının
aranmaması hususunda daha da evleviyet arzeder. Çünkü bu hadiste geçen
"sabi" (erkek çocuğu) sözcüğü, Hz. Peygamber'in kelamından değildir.
Sahabî, sadece olayı hikâye etmektedir ve muhayyer bırakılanın "erkek
çocuğu" olduğunu zikretmektedir. Hükmün illeti araştırılıp, bir ayıklamaya
gidildiği zaman [tenkîhu'l-menât), hükmün sübutunda çocuğun erkek olmasının
herhangi bir etkisi olmadığı görülecektir.
Hanbelîler şöyle
demektedirler: Sizinle münakaşa iki noktadadır: Birincisi: RâfT hadisini delil
olarak kullanmanız konusudur; ikincisi de muhayyer kılma hadisindeki
"erkeklik" vasfını ilga etmenizle ilgilidir.
Birinci nokta: Hadis,
İbnu'l-Münzir ve daha başkaları tarafından zayıf bulunmuştur. Yahya b. Saîd ve
es-Sevrî, Abdülhamîd b. Cafer'in zayıf olduğunu söylemişlerdir. Sonra o hadiste
yine İhtilâf vardır: Birinde muhayyer bırakılan çocuğun kız olduğu
belirtilmiştir. Erkek çocuğu olduğu da rivayet edilmiştir. Abdürrezzâk, Süfyân
— Osman el-Bettî — Abdulhamid b. Seleme — babası — dedesi kanalıyla şöyle nakleder:
"Ravi (dede) nin ebeveyni, kendisi hakkında Hz. Peygamber'in huzurunda
niza ederler. Birisi (babası) müslümandır, diğeri (annesi) ise kafirdir. Çocuk
kâfir olana doğru meyleder. Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'ım! Ona doğruyu
göster!" diye dua eder. Bunun üzerine o, müslüman olana yönelir ve Hz.
Peygamber de kendisinin ona verilmesine hükmeder."[53]
Ebu'l-Ferec
İbnu'l-Cevzî: "Muhayyer kılınan çocuğun erkek olduğunu ifade edenlerin
rivayeti daha sahihtir." demiştir. Hanbelîler devamla şöyle diyorlar:
"Çocuğun kız olduğu kabul edilse bile, siz bu hadisi delil olarak yine
kullanamazsınız. Çünkü hadiste ebeveynden birisinin Müslüman diğerinin ise
kâfir olduğu belirtilmektedir. Bu durumda benimsemediğiniz bir şeyle nasıl
hükümde bulunabilirsiniz?"
Yine farzedelim ki,
her ikisi de müslüman olsalar, hadis yine sizin için delil olmaya müsait
değildir. Zira hadiste çocuğun sütten yeni kesilmiş olduğu belirtilmektedir. Bu
da kesin olarak onun yedi yaşından daha küçük olduğunu gösterir. Anlaşılan odur
ki, çocuk beş yaşından daha küçüktü. Siz ise yedi yaşından önce çocuğun
muhayyer kılınamayacağı görüşündesiniz. Bu itibarla sözkonusu Râfi' hadisiyle
hiçbir şekilde istidlalde bulunmanız mümkün gözükmemektedir.
Geriye kaldı ikinci
nokta ki, o da muhayyer kılma ve diğer konularda sözkonusu edilen
"erkeklik" vasfının ilga edilmesiyle ilgiliydi. Bu konuda deriz ki:
Hiç şüphesiz hükümlerden bir kısmı vardır ki, bunlarda erkeklik veya kadınlık
vasfı özel olarak kesinlikle aranmamakta, hüküm için böyle bir şart sözkonusu
olmamaktadır. Yine bir kısmı da vardır ki, kesin olarak ayrılmakta ve erkeklik
ya da kadınlık gibi şartlar aranmaktadır. Fertler arasında müşterek olan ve
insan olma vasfına bağlanan her hükümde cinsiyet vasfı itibara alınmamaktadır.
Bunun ötesinde, bir etkisi olan her konuda erkeklik vasfına itibar
edilmekledir: Şehadet ve miras, nikâhta velayet gibi. Yine kadınlara mahsus
olan ya da erkeklere takdim edilmelerini gerektiren her konuda, kadınlık vasfı
göz önünde bulundurulmaktadır: Meselâ, hidâne konusunda olduğu gibi, aynı
derecede erkekle bulunması durumunda kadın takdim edilmektedir.
Geriye, konumuz olan
çocuğun muhayyer kılınması ile ilgili konuda erkeklik vasfının bir etkisi
bulunup bulunmadığını incelemek ve eğer etkisi var ise, birinci kategoriye
dahil etmek, yoksa dikkate alınmayan, mülga olan kısma idhal etmek kalmaktadır.
Bu konunun, cinsiyet vasfının ilga edildiği kısımdan kabul edilmesine imkân
bulunmamaktadır. Çünkü buradaki muhayyer kılma arzu ve istek neticesinde
olmakta, düşünce ve maslahat esasına dayalı bir muhayyer kılma niteliği
arzetmemektedir. Bu yüzdendir ki, çocuk daha sonra, önceden tercihte bulunduğu
kimseden vazgeçerek diğerini tercihte bulunsa, bu kez de ona teslim
edilmektedir. Bu durumda kız çocuğu muhayyer bırakılacak olursa, bu çocuğun kâh
babasının yanında, kâh annesinin yanında kalması neticesini doğuracaktır. Çünkü
o takdirde her intikal arzusuna müsbet karşılık verilecektir. Bu ise Sâri'
Teâlâ'nm kadınlar için koymuş olduğu, evde ikamet edip ihtiyaç bulunmadıkça
dışarı çıkmamak, perde arkasında bulunmak gibi hususlara ters düşmektedir.
Dolayısıyla bunların aksine olacak bir imkânın kadına tanınması uygun değildir.
Bu vasıf muteber olduğuna ve bizzat Sâri* tarafından da dikkate alındığına göre
onu ilga etmek mümkün değildir.
Sonra bu durum ;
çocuğun bir onun bir bunun yanına gidip kalmasına imkân vereceği için, hem
babanın, hem de annenin kız çocuğuna gerekli ihtimamı göstermemeleri gibi bir
duruma sebep olacaktır. Genel olarak müşahadeyle bilinmektedir ki, İnsanların
müştereken koruma durumunda olup, birbirlerine güvenerek gerekli tedbirleri
almadıkları şeyler, sonunda ziyan olup gitmektedir. Nitekim bir Arap
atasözünde: "İki aşçı arasında aş, aş olmaz." denilmektedir.
Yine müşahadelerimizle
biliyoruz ki, çocuğun ebeveynden birisini tercih etmesi, diğerinin ona olan
rağbetini azaltmakta ve ona iyilikte bulunma, onu koruma arzusunu kırmaktadır.
Çocuk birini tercihte bulunur ve daha sonra da diğerine intikal ederse,
ebeveynden hiçbirisi ona karşı gerekli ilgiyi gösterme, onu muhafaza ve ihsanda
bulunma konusunda tam bir rağbet gösteremezler. (Bu itibarla, kız çocuğuna
tercihte bulunma hakkı tanınmamalıdır.).
Burada:
"Sözkonusu ettiğiniz aynı durum erkek çocuğu için de bahis mevzuudur,
bununla birlikte onu muhayyer kılmaya engel olmamaktadır." şeklinde bir
itiraz gelebilir. Cevaben deriz ki: " Doğru söylediniz! Ancak şurası
unutulmamalıdır ki, kalpler erkek çocuğuna cibilli olarak meyyaldir ve onlar
kız çocukları üzerine tercih edilirler. Hem rağbet azlığı, hem kadınlığın getirdiği
noksanlık ve hem de çoğu defa kız çocuklarının hor görülmeleri gibi unsurlar
eğer bir araya gelecek olurlarsa, kız çocuğu ziyan olur gider ve bu durum
telafisi mümkün olmayan bir fesada götürür. İşte vakıa buna şahittir. Fıkıh,
meşru kılınan ahkâmı vakıaya indirgemektir. Erkek ve kız çocuklarının
hükümlerinin farklı olmasının sırn şudur: Kız çocuğu ilgi ve muhafazaya erkek
çocuğundan daha fazla muhtaçtır. Bu yüzden de genel olarak teşrîde kadının
setri ve muhafazası maksadıyla erkekler için sözkonusu edilmeyen hükümler
getirilmiştir: Giyim, eteklerin bir kanş veya daha fazla salınması, rükû ve
secdede kollarını yanma yapıştırıp toplu durması, Kur'an okurken sesini
yükseltmemesi, tavafta remel yapmaması, ihramda dikişli elbiseden soyunmaması,
başını açmaması, yalnız başına yolculuğa çıkmaması bunlardandır. Kadının büyük
ve bilgi sahibi olmasına rağmen durumu böyle olduğuna göre, küçücük yaşta ve
henüz aklının ermediği, ne denilse inanacağı bir dönemde durumu nasıl
olacaktır? Hiç şüphe yoktur ki, kız çocuğunun ebeveynden bir onun bir bunun
yanında kalması, belli bir yerde karar kılmayacağı için, maksadı iptal ve ihlal
edici veya en azından noksanlaştırıcı bir durum arzedecektir. Bu durumda en
uygunu, ona tercih hakkı tanımadan ebeveynden birisinin yanında sürekli olarak
kalmasına hükmetmektir.
Nitekim çoğunluk
fukaha bu görüştedir: İmam Mâlik, Ebu Hanife, Ahmed ve İshâk bunlar
arasındadır. Kız çocunun muhayyer kılınması hakkında ne nass vardır ne de nass
hükmünde bir şey vardır; dolayısıyla onun durumu erkek çocuğun hükmüne
katılamaz.
Sonra burada kız
çocuğunun, ebeveynden hangisinin yanında kalması konusunda ve hangisinin çocuk
için daha yararlı olacağı hakkında ictihad belirmiş ve İmam Mâlik, Ebu Hanife
ve iki rivayetten birisinde İmam Ahmed, annenin daha uygun olacağını
belirtmişlerdir ki, delil bakımından doğru olanı da budur. Kendisinden meşhur
olan İrivâyetinde İmam Ahmed ve tâbilerinin tamamının tercihine göre de baba
daha uygundur, kız çocuğu onun gözetimine verilmelidir.
Annenin daha uygun
olduğunu söyleyenler şöyle demektedirler: Genelde görmekteyiz ki, baba geçim
ile uğraşmakta, dışardaki işlere bakmakta, insanlarla uğraşmaktadır. Anne ise
dört duvar içerisinde devamlı evinde bulunmaktadır. Bu itibarla,kızın annenin
yanında kalması, onun için şüphesiz daha koruyucu ve daha çok gözetici olacak;
gözü hep kızının üzerinde bulunacaktır. Baba ise böyle değildir. Zira o çoğu
kez evden uzakta bulunacak ve gerekli itinayı gösteremeyecektir. Bu itibarla,
kız çocuğunun annenin yanında kalması daha uygun olacaktır.
Bunlar devamla şöyle
demektedirler: Kızın anne yanında olunca maruz kalacağı mefsedetin aynısı, daha
fazlasıyla birlikte babanın yanında kalınca da sözkonusudur. Çünkü, baba kızını
evde yalnız başına bıraktığı zaman, onun hakkında emniyet duyamaz. Onun yanında
karısını veya başka bir kadını bırakması durumunda ise, kadın kendisine yabancı
olacağı için, hiçbir zaman gerçek annesinin şefkat ve ilgisini
göstermeyecektir. Bu itibarla annesinin yanında kalması daha koruyucu
olacaktır.
Hem kız çocuğu
kadınlar için gerekli olan ip eğirmek, ev işlerini yapmak gibi bazı hususlan
öğrenmeye muhtaç bulunmaktadır. Bunu ise, çocuğa ancak kadınlar verebilir,
erkekler bu işi yapamazlar. Bu durumda kız, ev işlerini öğrenebilmesi için
annesine daha da çok muhtaçtır. Böyle bir ihtiyaç içerisinde bulunan çocuğu
babasına teslim etmek, bu maslahatı ortadan kaldırmak, çocuğu mağdur etmek
anlamına gelir. Bu becerileri Öğrenmesi için çocuğun yabancı bir kadına teslim
edilmesi, çocuğun bir annenin bir babanın yanında kalması gibi durumlar ise,
kadınlar için meşru kılman hükümlerin aksine onun dışarıya alışmasına, evden
uzaklaşmasına sebep olur. Bu itibarla, hem kızın, hem babanın, hem de annenin
maslahatı, kızm annesinin yanında kalmasında yatmaktadır. Bu görüşten başka
birisini tercihe gitmemiz mümkün değildir.
Babanın daha uygun
olacağı görüşünde olanlar ise şöyle demektedirler: Kızlarına karşı babalar,
annelerinden daha gayretlidirler. Bir babanın kızı için duyduğu gayret ile
annesinin duyacağı gayret hiçbir zaman aynı olamaz. Nice anneler vardır ki,
kızlarının şehevî arzularını tatmine yardımcı olmaktadırlar. Anneyi bu duruma
İten şey, aklının zayıflığı, çabuk kanar olması ve tabiatında mevcut bulunan
gayretin zayıflığıdır. Baba ise böyle değildir. Bu ve daha başka sebeplerden
dolayı, Yüce Allah kızın evlendirilmesi velayetini babaya vermiş, annesine
vermemiştir. Annesi, kızının ne evliliğiyle ilgili konularda ne de onun malı
üzerinde yetkili kılınmamıştır. İslâm şeriatının kemal ve güzelliğinin
tezahürü, kız çocuğunun bakıma ve terbiyeye muhtaç olduğu sürece annesinin
yanında kalmasını gerektirmiştir. Şehvet duyulabilecek bir devreye ulaştıktan
ve erkekler için uygun hale geldikten sonra da yine şeriatın aynı kemal ve
güzelliği, bu kez onun anneden daha gayretli, kızın çıkarlarını daha iyi gözetecek,
onu daha iyi koruyabilecek birisinin (babanın) yanında kalmasına hükmetmeyi
gerektirecektir.
Bunlar devamla şöyle
diyorlar: Biz baba ve diğer erkeklerin, kendileri fâsık bile olsalar, son
derece gayretli olduklarını, hatta bu gayretlerinin aşırılığından dolayı
kendilerini, bir şüphe neticesinde kızlarını, kız kardeşlerini veya velayeti
altında bulunan başka kadınları öldürmeye bile sevkettiğini görüyoruz.
Kadınların ise, bunun aksine bu gibi durumlar karşısında çqzülme ve aldanma
gösterdiklerini görmekteyiz. Her iki türde de galip olan budur. Nadir olana ise
itibar edilmez. Kaldı ki, biz ebeveynden birisini diğeri üzerine takdim
ettiğimizde, mutlaka çocuğun korunmasını ve gözetilmesini göz önünde
bulundurmak zorundayız. Bu yüzdendir ki, İmam Mâlik ve Leys şöyle demişlerdir:
"Anne koruyucu ve emniyetli bir yerde değilse, veya nza gösterilebilecek
birisi değilse, babanın kızı ondan alabilme hakkı vardır." Kendisinden
yapılan meşhur rivayette imam Ahmed de aynı görüştedir. Çünkü muteber olan
babanın koruma ve gözetmesidir. Eğer bu konuda ihmalkâr ise veya bu konuda
acizse ya da nza gösterilebilecek bir kimse değilse veya deyyûslukla
tanınıyorsa ve anne böyle değilse, hiç şüphesiz, anne kız üzerinde daha çok hak
sahibi olacaktır. Çocuğun tercihiyle veya kur'a ile ya da kendiliğinden
takdimde bulunduğumuz kimseyi biz. sadece çocuğun maslahatı onunla
gerçekleşeceği için takdim ediyoruz. Eğer anne babadan daha koruyucu, daha
gayretli bulunursa, o takdirde baba üzerine takdim olunur; bu durumda ne
kur'aya, ne de çocuğun tercihte bulunmasına itibar edilmez. Çünkü çocuk henüz
küçük olması hasebiyle aklı zayıftır, çalışmamayı ve oyunu tercih eder; çocuk
bu konuda kendisine yardımcı olacak birisini tercihte bulunursa, onun bu
tercihine bakılmaz. Çocuk kendisi için daha faydalı ve daha hayırlı olan
kimsenin yanında kalır. Şeriatın bunun dışında başka bir şeye ihtimali yoktur.
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Çocuklara, yedi yaşına
geldiklerinde namaz kılmalarını emredin; on yaşında iken kılmazlarsa onları (tedib
için) dövün ve yataklarını ayırın."[54] Yüce
Allah da şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı
insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun."[55]
Hasan el-Basrî bunu: "Onları eğitin, öğretin, terbiye edin, onlara fıkıh
öğretin " diye tefsir etmiştir. Eğer anne çocuğu mektebe verir ve ona
Kur'an öğretirse; çocuk oyunu ve kendi akranlarıyla beraberliği tercih eder ve
baba da ona bu imkânı verirse, bu durumda anne, çocuğun tercihine
bakılmaksızın, kur'a çekilmeksizin onun üzerinde daha çok hak sahibi olacaktır.
Aksi de aynı şekildedir. Ebeveynden hangisi çocuk hakkında Allah'ın ve
Peygamberinin emirlerini nazar-ı itibara almaz ve çocuğu ihmal eder, diğeri de
aksine gerekli ilgiyi gösterirse o, çocuk hakkında daha çok hak sahibi ve öncelik
arzedecektir.
Şeyhimizi (îbn
Teymiye) şöyle anlatırken işittim: Bir hâkimin huzurunda bir anne ve baba
çocukları hakkında muhakeme oldular. Hâkim çocuğu onlardan birisini seçmesi
için muhayyer bıraktı, çocuk da babasını tercih etti. Kadın hâkime:"Çocuğa,
babasmı niçin tercih ettiğini, sorar mısınız? " dedi. Hâkim de sordu.
Çocuk: "Annem beni her gün okula gönderiyor, hoca beni dövüyor. Babam ise
beni çocuklarla oynamam için serbest bırakıyor." dedi. Bunun üzerine
hâkim, çocuğun annesine verilmesine hükmetti.
Şeyhimiz (îbn
Teymiyye) şöyle demektedir: Ebeveynden birisi çocuğun eğitim ve öğretimini,
Allah'ın üzerine vacib kıldığı hususları yerine getirmeyi terkederse, o âsidir
ve onun çocuk üzerinde velayet hakkı yoktur. Hatta velayetinde bulunan şeyle
ilgili görevleri yapmayan kimsenin o konuda velayet hakkı kalmaz; ya eli
tamamen velayetten çekilir ve o görevleri yapacak başka birisine tevdi edilir
veyahut da o görevi beraberce yapacağı bir başkası yetkisine ortak edilir.
Çünkü asıl maksat, mümkün mertebe Allah ve Rasûlü'ne itaat etmektir. Bu hak
sırf yakınlık veya nikâh ya da velâ ile sabit olan miras hakkı türünden
değildir ki, hak sahibinin fâsık ya da sâlih birisi olması arasında fark
bulunmasın. Aksine hidâne hakkı, vacibin yerine getirilmesini ve onu ifaya
yeterli bilgiye sahip olunmasını ve mümkün mertebe de ifasını gerektiren
velayet türündendir. Farzedeİim ki, baba kız çocuğunun maslahatını gözetmeyecek
ve gerçekleştirmeyecek bir kadınla evlenmiş olsun, anne ise çocuğun
maslahatlarını gerçekleştirmeye bu kumadan daha muktedir bulunsun, bu durumda
hidâne hakkı kesinlikle anneye ait olacaktır. Burada akılda tutulması gereken
bir husus vardır: Hidâne konusunda ebeveynden birisinin kesin olarak takdim
edileceğine, veya çocuğun ebeveyn arasında muhayyer kılınacağına dair genel bir
nass bulunmamaktadır. Âlimlerimiz ebeveynden birisinin mutlak anlamda taayyün
etmeyeceğinde hatta tecavüzkâr ve ihmalkâr olanın iyi, salih ve âdil olan
üzerine takdim edilemeyeceğinde müttefiktirler. En iyisini Allah bilir.
Hanefî ve Mâlikîler
şöyle demektedirler: Sizinle münakaşamızın esasını iki nokta teşkil etmektedir:
Birincisi: Çocuğun muhayyer kılınmasının iptaline delâlet edecek bir delilin
ortaya konması. İkincisi: Muhayyer kılmaya dair delil olarak kullandığınız
hadiste iddianızı destekler unsurun bulunmadığını ortaya koymak.
Birincisini ele
alalım: Hz. Peygamber'in (s.a.) "Sen onun üzerinde daha çok hak
sahibisin!" buyurup çocuğu muhayyer kılmaması buna delâlet etmektedir.
İkinci noktaya gelince, sizin rivayette bulunduğunuz, çocuğu muhayyer kılma ile
ilgili hadisler mutlak olup herhangi bir kayıt içirmemektedirler. Oysa ki siz,
muhayyer kılma hükmünü mutlak olarak kabul etmeyip yedi yaş veya daha fazla
olmakla kayıtlamaktasınız. Halbuki, hadislerde buna delâlet edecek bir durum
bulunmamaktadır. Biz ise şöyle demekteyiz: Çocuğun dikkate alınacak, muteber
bir tercihi olduğu zaman ebeveyni arasında muhayyer kılınır. Çocuğun tercihi
ise ancak sözünün kabul gördüğü bir dönemde muteberdir. Bu ise bulûğ çağından
sonra olur. Sizin tercihte bulunma zamanını yedi yaş ile kayıtlamanız, bizim
bulûğ çağıyla kayıtlamamızdan daha uygun değildir. Aksine tercihi gerektirecek
unsur bizden taraftadır; çünkü o zaman çocuğun sözü muteber olmaktadır. Buna
hadiste geçen kadının: "Bana Ebu Inebe kuyusundan su getirdi..." sözü
de delâlet etmektedir. Zira bu kuyu Medine'den birkaç mil uzaklıktadır. Buluğ
çağma ermeyen bir çocuğun genellikle böyle uzak bir kuyudan su getirmesi makul
değildir. Biz hadiste, tercihin bulûğ çağında olacağına dair bir delâletin
bulunmadığımı kabul ediyoruz; ancak hadiste bunun böyle olmayacağına delâlet
eden bir unsur da yoktur. Olay ferdî bir olaydır {kadıyyetu ayn). Sâri'
Teâlâ'dan muhayyer kılma işinin bulûğ çağından önce olmasını gerektirecek genel
bir nass yoktur ki, onun gereğiyle hükme gidilsin. Haydi diyelim ki, hadiste
bulûğ çağında olmayacağına delâlet eden unsur vardır, bu takdirde sizin
benimsediğiniz yedi yaşıyla kayıtlamayı gerektirecek unsur nerededir?
Şâfiîler, Hanbelîler
ve çocuğun muhayyer kılınacağı görüşünde olanlar ise şöyle demektedirler: Sizin
Hz. Peygamber'in "Evlenmediğin sürece sen çocuk üzerinde daha çok hak
sahibisin." sözü ile görüşünüzü deîillendirmeye çalışmanız birçok yönden
dolayı uygun değildir: Çünkü sizden bir kısmınız: "Çocuk kendi başına yeterli
olduğu, kendi kendine giyebilip, içebildiği zaman, baba çocuğun tercihi
aranmaksızın onun üzerinde daha çok hak sahibidir." derken, kiminiz de
"Dişleri çıktığı zaman, baba daha çok hak sahibidir." demektesiniz.
Biz ise şöyle diyoruz:
Hz. Peygamber (s.a.), evlenmediği sürece, çocuk üzerinde annenin daha çok hak
sahibi olduğuna hükmetmiştir ve kadının nikâhının çocuğun babasının yanında
olacağı yaştan önce veya sonra olacağı ayrımını yapmamıştır. Bu takdirde hadis
karşısında bizim de sizin de durumumuz aynıdır; sizin bize karşı cevap olarak
kullandığınız şeyi biz de size kullanabiliriz, eğer siz takdir yaparsanız, biz
de yapabiliriz; yok siz takyide giderseniz biz de gidebiliriz; siz tahsis
yaparsanız biz de tahsis yapabiliriz. Eğer bu anlaşıldı ise diyoruz ki: Hadis
iki hususu gerektirmektedir:
1) Kadının
evlendikten sonra çocuk üzerinde bir hakkı yoktur.
2) Evlenmediği sürece anne, çocuk üzerinde daha
çok hak sahibidir. Annenin daha çok hak sahibi olmasının iki şekli sözkonusu
olabilir:
Birincisi: Çocuk
temyiz yapamayacak derecede küçük olur. Bu durumda anne, çocuğun tercihine
bakılmaksızın öncelikli olarak hak sahibidir.
İkincisi: Çocuk temyiz
yaşına ulaşmıştır. Bu durumda da anne daha çok hak sahibidir; ancak bu öncelik,
bir şarta bağlıdır. Hüküm bir şarta bağlandığı zaman, o şartın takdir edileceği
düşüncesiyle mutlak olarak zikredilmesi doğru olmaktadır. Bu takdirde anne,
eğer çocuk kendisini tercih ederse daha çok hak sahibi olacaktır. Nihayet bu,
mutlakın, çocuğun muhayyer kılınmasına delâlet eden delillerle takyid edilmesi
demek olur. Eğer hadis mutlakhğı üzere hamledilecek olursa —ki bu asla mümkün
değildir— bu durum, çocuğun muhayyer kılınmasını gerektiren hadislerin iptalini
gerektirecektir. Hem sonra siz, bu hadisi kadının daha çok hak sahibi
olabilmesi İçin mukim olacak, hür olacak, reşıd olacak vb. gibi hadislerde asla
zikri bulunmayan şartlarla kayıtlamaktasınız. Bu durumda hadisin, sünnetin
delâlet ettiği ve sahabenin üzerinde ittifak ettikleri "çocuğun muhayyer
kılınması" hususuyla takyidi sizin takyidlerinizden daha çok evleviyet
arzeder.
Muhayyer kılma hükmünü
getiren hadisleri bulûğ çağından sonraya hamletmeniz beş açıdan dolayı doğru
değildir:
1 — Hadisin
"Hz. Peygamber bir çocuğu ebeveyni arasında muhayyer bıraktı"
ifadesinde "gulâm = çocuk" tabiri kullanılmaktadır.
"Gulâm"
kelimesinin hakikat mânası, henüz bulûğ çağma ulaşmayan çocuk demektir. Onu
baliğ mânasına hamletmek, gereksiz ve bir karine olmaksızın hakikî mânasından
çıkararak mecazî mânasına sevketmek olur.
2 — Baliğ üzerinde
hidâne hakkı yoktur. Kırk yaşındaki bir adamın anne ve babası arasında muhayyer
kılınması nasıl sahih olabilir? Bu hem âdeten hem de şer'an mümkün değildir.
Dolayısıyla hadisin bu mânaya hamledilmesi uygun olmaz.
3 —
İşitenlerden hiçbir kimse, onların aklı başında büyük bir adam hakkında nizada
bulunduklarını ve o adamın
ebeveyni arasında muhayyer
kılındığım anlamaz. Hiçbir kimsenin aklına böyle bir mâna gelmez. Eğer böyle
bir adamın muhayyer kılınması düşünülseydi, o zaman muhayyerliği üç şey; yani
ebeveyni ve kendi başına kalması arasında olması lazım gelirdi.
4 — Ne
âdeten ne örfen ve ne de şer'an, ebeveynin aklı başında büyük bir adam üzerinde
nizaa düşmeleri makul değildir. Nitekim şeriatta durumu böyle olan birisinin
ebeveyni arasında muhayyer kılınması da makul gözükmemektedir.
5 — Hadisin
bazı rivayetlerinde, çocuğun küçük olduğu ve henüz buluğ çağına ulaşmadığı
belirtilmektedir Nesâî'de, Râfi* b. Sinan hadisinde: "Kadından olma, buluğ
çağına ermemiş küçük bir çocuk geldi. Hz. Peygamber (s.a.) babayı buraya,
anneyi de şuraya oturttu ve çocuğu aralarında muhayyer kıldı."
denilmektedir.
Sizin:"Ebu Inebe
kuyusu Medine'den birkaç mil uzaktadır..." şeklindeki sözünüze gelince; bu
iddianız için önce şu sorulara cevap vermeniz gerekecektir: a) Hadisin ve onu
rivayet eden râvmin sıhhati nedir? b) Bu kadının evinin bu kuyudan uzak
olduğunu isbat etmek, c) On yaşlarında bir çocuğun âdeten (genelde) adı geçen
kuyudan su çekemeyeceğini ortaya koymak. Bütün bunlann isbatı mümkün değildir.
Çünkü, Araplar ve bâdiyede yaşayanların (bedeviler) küçük çocukları, bundan
daha uzak kuyudan bile su çekmektedirler.
Bizim hadisi yedi
yaşıyla kayıtlamamıza gelince, şüphesiz bunu gerektirecek bir unsur
bulunmamaktadır, bu üzerinde icma edilen bir husus da değildir. Çünkü çocuğun
muhayyer kılınacağı görüşünde olanlar iki kısma ayrılmaktadırlar: Bir gruba
göre çocuk beş yaşında muhayyer kılınır. Bunu İshâk b. Râhûye nakletmiştir.
Ondan da Harb "el-Mesâil'inde zikretmiştir. Bunlar görüşerini şöyle
delillendirmektedirler:
Hadiste semâ'ın
(tahammül) sahih olduğu yaş beş yaşıdır. Bu yaşta aklının ermesi mümkündür.
Nitekim Mahmûd b. er-Rebî', kendisinin beş yaşında iken Hz. Peygamber'in yüzüne
su püskürttüğüne aklının erdiğini
belirtmektedir.[56]
İkinci bir gruba göre
ise çocuk ancak yedi yaşına varınca muhayyer kılınır. Bu İmam Şafiî, Ahmed ve
İshâk'ın görüşleri olmaktadır. Bunlar da görüşlerini şu şekilde
delillendirmektedirler: Tercihte bulunma, temyiz ve anlayış gücünün bulunmasını
gerektirir. Bunun ise çocuklarda bir kıstası yoktur. Onun için de, temyizin
muhtemelen bulunduğu yaş (mazinnesi) itibara alınır ki, o da yedi yaşıdır.
Çünkü yedi yaşı temyiz çağının ilk yaşı olmaktadır. Bu yüzden de Hz. Peygamber
(s.a.) tarafından, yedi yaşı çocukların namazla emre dilmelerinin ilk başlangıç
zamanı olarak kabul edilmiştir.
"Hadisler ferdî
olaylarla ilgilidir [kadıyyetu ayni" sözünüz doğrudur. Ancak bu
hadislerin, buluğ çağma ermiş erkeklerin muhayyer kılınması şekline hamletmek,
daha önce de geçtiği gibi, mümkün değildir. Zira bazı lâfızlarında "gulâm
= çocuk", diğer bazı lâfızlarında da "buluğa ermemiş küçük"
ifadeleri bulunmaktadır. Tevfik ancak Allah'tandır.
Hz. Hamza'nın kızı ve
onun hakkında Hz. Ali, Zeyd, Cafer (r.anhum) aralarında sözkonusu olan nizaa ve
Hz. Peygamber'in (s.a.) Cafer lehine hükmüne gelince, bu hüküm kaza umresinin
hemen akabinde verilmişti. Çünkü Mekke'den çıktıklarında, Hz. Hamza'nın kızı:
"Amca! Amca!" diye çağırarak onların arkasına düşmüştü. Bunun üzerine
Hz. Ali onun elinden tutmuş, sonra Cafer ve Zeyd onun hakkında nizaa düşmüşler
ve her birisi, kendisinin onu üstlenme konusunda daha üstün olduğunu
belirtmişti. Zeyd, onun bizzat Hz. Peygamber tarafından kardeşi ilan edilen Hz.
Hamza'nın kızı olduğunu söylemiş; Hz. Ali onun amcasının kızı olduğunu belirtmiş;
Cafer de tercihini gerektirecek iki unsuru zikretmişti: Yakınlık ve kızın
teyzesinin kendi nikâhında bulunması dolayısıyla çocuğun kendi teyzesinin
yanında kalmış olacağı. Hz. Peygamber (s.a.) bunlar arasında Cafer'in
gerekçelerini diğer ikisinin gerekçelerinden daha üstün görmüş ve çocuğun ona
verilmesine hüküm buyurmuş ve her birisinin kalbini de, elinden çocuğun
alınmasından daha sevimli gelecek bir şeyle tatmin etmiş, gönüllerini almıştı.
Kardeş kılınma
(muâhât) gerekçesi, hidâne hakkını gerektirecek bir husus değildir. Ancak Zeyd,
Hz. Hamza'nın vasisi bulunuyordu ve o sıralarda kardeşlik sebebiyle, kardeş
ilan edilenler birbirlerine varis oluyorlardı. Bu yüzden Zeyd, çocuğun gözetimi
konusunda kendisinin daha haklı olduğunu zannetmişti.
Burada ileri sürülen
akrabalık, yani amca çocuğu olma gerekçesi, acaba hidâne hakkını sabit kılar
mı? Bu konuda iki görüş bulunmaktadır: Birincisi: Onunla hidâne hakkına hak
kazanılır. İmam Şafiî'nin tasrihi de böyledir. İmam Mâlik, Ahmed ve daha
başkalarının görüşleri de bu şekildedir. Çünkü o asabe olmaktadır ve karabet
{yakınlık) sebebiyle velayeti bulunmaktadır. Dolayısıyla, miras, nikâh
velayeti, ölüm velayeti gibi konularda yabancılar üzerine takdim edildiği gibi,
hidâne konusunda da yabancılar üzerine takdim edilir. Hz. Peygamber (s.a.),
gerek Hz. Ali'nin ve gerekse Cafer'in kız çocuğunun hidanesi hakkındaki
iddialarım tepkiyle karşılamamıştır. Eğer onlarm böyle bir haklan olmasaydı,
mutlaka Hz. Peygamber onların bu bâtıl iddialarını tepkiyle karşılar, münker
bulurdu. Çünkü bu bir hakları olmayan şeyin davası niteliğinde olurdu. Hz.
Peygamber ise bâtıl olan bir şeyi ikrarda bulunmaz.
İkinci görüşe göre,
babalar ve dedeler dışında erkeklerden hiçbir kimsenin hidâne hakkı
bulunmamaktadır.Bu görüş İmam Şafiî'nin bazı tâbilerine aittir. Bu hem İmam
Şafiî'nin beyanına, hem de delile muhaliftir. Çoğunluk fukahanm görüşüne göre —
doğrusu da budur— çocuk kız ise ve amca oğlu da süt emme vb. gibi bir sebeple
kıza mahrem ise, bu takdirde yedi yaşını aşsa bile üzerinde hidâne hakkı
bulunmaktadır. Eğer mahrem değilse, o takdirde yedi yaşına ulaşıncaya kadar kız
çocuğu üzerinde hidâne hakkı olacaktır. Yedj yaşından sonra artık bu hakkı
kalmayacak ve çocuk bir mahremine veya güvenilir bir kadına teslim edilecektir.
Ebu'l-Berekât, el-Muharrar'ında: "Amca oğlunun, süt emme vb. gibi bir
sebeple mahrem olmadıkça, kız çocuk üzerinde asla hidâne hakkı yoktur."
demiştir.
Soru: Bu olayda Hz.
Peygamberin hidâne ile hükmü teyzeden dolayı mıdır, yoksa Cafer'den dolayı mı?
Cevap: Bu konuda iki görüş
bulunmaktadır: Bu görüşlerin kaynağını ise hadislerin lâfızlarındaki
farklılıklar oluşturmaktadır. Buharî'nin Sahihinde, Berâ hadisinde : "Hz.
Peygamber, onu teyzesine hükmetti." denilmektedir[57]
Ebu Davud'daki Râfi'
b. Uceyr hadisinde ise, bu olayla ilgili olarak Hz. Ali'den yapılan rivayette
Hz. Peygamber (s.a.):MKız çocuğuna gelince, onu Cafer lehine hükmediyorum,
teyzeziyle beraber kalır. Teyze şüphesiz anne (makamında) dır."
buyurmuştur. Sonra Ebu Davud, Abdurrahman b. Ebî Leylâ tarikiyle: "Kız
çocuğunu Cafer lehine hükmetti. Çünkü çocuğun teyzesi onun nikâhında
bulunuyordu." demiştir. Sonra İsrail — Ebu İshâk — Hâni' b. Hâni' ve
Hübeyre — Hz. Ali senediyle rivayet ettiği hadiste ise:" Hz. Peygamber
(s.a.), çocuğu teyzesi lehine hükmetti ve:
Teyze anne
menzilesindedir.' buyurdu."[58]
şeklinde varid olmuştur.
Bu İfadeler birçok
fakih için problem arzetmiştir. Çünkü eğer bu hüküm Cafer için verilmişse,
Cafer mahrem değildir; o ve Hz. Ali yakınlıkta birbirlerine eşittir. Eğer teyze
için ise, teyze evli bulunmaktadır. Hidâne hakkına sahip olan kadın evlendiği
zaman hakkı düşmektedir. Bütün bu problemler karşısında bir çıkış yolu
bulamayan İbn Hazm, çözümü hadisin bütün tariklerini tenkit etmede bulmuş ve
şöyle demiştir: "Buharı hadisinde İsrail vardır ve o zayıftır. Hâni' ve
Hübeyre hadisleri ise, bunların her ikisi de meçhuldürler. İbn Ebî Leylâ hadisi
mürseldir, ondan rivayet etmekte olan Ebu Ferve ki o, Müslim b. Salim
el-Cühenî'dir, bilinen bir râvi değildir. Nâfi b. Uceyr hadisine gelince; hem
o, hem de babası her ikisi de meçhuldürler; meçhul râvi ise hüccet olmaz. Şu
kadar var ki, bu hadis her yönüyle, Hanefî, Mâliki ve Şâfüler aleyhine hüccet
olmaktadır. Çünkü teyze, Cafer ile evli bulunuyordu, Kureyş'in en yakışıklı
genci idi ve o Hz. Hamza'nın kızına mahrem değildi." İbn Hazm sonra
devamla:" Biz Hz. Peygamber'in (s.a.) kız çocuğunu, teyzesinden dolayı
Cafer lehine hükmetmiş olduğunu inkâr etmiyoruz. Çünkü bu çocuk için daha
koruyucu oluyordu." demektedir. Ben derim ki: Bu, İbn Hazm'ın saldırganlığından
ve bütün insanların sıhhati üzerinde ittifak ettikleri hadisi zayıf kabul etme
konusundaki cür'eti ve bütün ulemayı karşısına almasının bir neticesi
olmaktadır. Çünkü bu hadisin ; sahih, sünen, müsned, siyer ve tarih
kitaplarındaki şöhreti onu isnadından müstağni kılacak kadardır. Nasıl olmaz
ki, Sahih sahibi bu olayın sıhhati konusunda kendinden öncekilerle görüş
birliği etmiş, ve İbn Hazm'dan önce bu hadisin sıhhatine yönelik herhangi bir
tenkit de asla işitilmemiştir. Onu "İsrail zayıftır." şeklindeki bir
tenkide iten şey, Ali b. el-Medînî'nin onu zayıf kabul etmesidir. Ancak, onun
dışındaki bütün muhaddisler, bundan kaçınmışlar ve onun hadislerini hüccet
olarak kullanmışlar, onu tevsik etmişler, onun güvenilir bir râvi olduğunu
ifade etmişlerdir. İmam Ahmed:"O sikadır." demiş ve hıfzına
taaccübünü ifade etmiştir. Ebu Hâtim:"O Ebu İshak'm talebeleri içerisinde
en sağlam olanıdır." demiştir. Özellikle de bu hadisi Ebu İshak'tan
rivayette bulunmuştur. İsrail, onun hadislerini sanki Kur'an'dan bir sûre gibi ezberlerdi.
Ondan bir cemaat rivayette bulunmuşlardır ve hepsi de onu hüccet olarak
kullanmışlardır.
"Hâni' ve Hübeyre
meçhuldürler." sözüne gelince, evet bu ikisi kendisine göre meçhuldürler,
ama onlar Sünen sahipleri katında maruf olan, hadis hafızları tarafından sika
kabul edilen râvilerdendir. Neseî onun hakkında: "Hâni' b. Hâni' fena
değildir (lâ be'se bih).M der. Hübeyre'ye gelince, dört Sünen sahibi ondan
rivayette bulunmuşlardır ve o sika kabul edilmiştir.
"İbn Ebî Leylâ
hadisi mürseldir, ondan rivayet eden Ebu Ferve ki o, Müslim b. Salim
el-Cühenî'dir, bilinen bir râvi değildir." sözüne gelince, burada ileri
sürülen iki illet de asılsızdır.Çünkü Abdurrahman b. Ebî Leylâ, Hz. Ali'den
birden fazla hadis rivayet etmiş, aynca Hz. Ömer ve Muâz'dan da rivayette
bulunmuştur. İbn Hazm'ı yanıltan şey, Ebu Davud'un, Muhammed b. İsâ — Süfyân —
Ebu Ferve —Abdurrahman b. Ebî Leylâ senediyle bu haberi nakletmiş olmasıdır.
İbn Hazm bu ifadeden, Abdurrahman'm rivayette Hz. Ali'yi zikretmediği zehabına
kapılmış ve hadisin mürsel olduğunu söylemiştir. Bu onun yanlış anlamasından
kaynaklanmıştır. Çünkü İbn Ebî Leylâ olayı, Hz. Ali'den rivayet etmektedir. Ebu
Davud haberi ihtisarla vermiş ve sadece delil olarak kullanılacak kısmı zikirle
yetinmiş ve gerisini Abdurrahman b. Ebî Leylâ'nın Hz. Ali'den rivayeti yaygın
olarak bilindiği için zikrine gerek duymamıştır. Bu olayı Hz. Ali rivayet etmiş
ve onun çevresinde bulunan insanlar ondan bunu işitmiştir: Hâni* b. Hâni',
Hübeyre b.Yerîm, Uceyr b. Abd Yezîd, Abdurrahman b. Ebî Leylâ bunlardandır. Ebu
Davud ilk üçünün hadislerini olayı tam olarak anlatmaları sebebiyle, bütünüyle
zikretmiş.İbn Ebî Leylâ'nın rivayetine de işaretle yetinmiştir. Çünkü onun
rivayetini tamamlamamıştır. Senedi kendisinden başlayarak ona kadar zikretmiştir.
Böylece, hadisin mürselliği iddiası ortadan kalkmış olmaktadır. Sonra ben, Ebu
Bekir el-İsmâilî'nin bir müsnedde bu hadisin muttasıllığını tasrih ederek
rivayet etmiş olduğunu gördüm: O, Heysem b. Halef — Osman b. Saîd el-Mukrî —
Yusuf b. Adiyy — Süfyân — Ebu Ferve — Abdurrahman b. Ebî Leylâ — Hz. Ali
kanalıyla rivayette bulunmuş ve onun (Hz. Ali'nin) Cafer ve Zeyd ile niza
ettiklerini... anlatmıştır.
"Ebu Ferve,
bilinen bir râvi değildir." sözünün de bir esası yoktur. Çünkü Süfyân b.
Uyeyne ve daha başkaları onun nasıl bir râvi olduğunu bildirmişler ve Buhârî
ile Müslim onun rivayetini Sahihlerine almışlardır.
"Nâfi b. Uceyr ve
babasının bilinmeyen, meçhul kimseler oldukları" ifadesi ise doğrudur.
Bunların halleri bilinmemektedir ve ilim nakliyle meşhur olan kimselerden
değillerdir. Gerçi Nâfi babasından daha meşhurdur, zira kendisinden iki sika
râvi: Muhammed b. İbrahim et-Temîmî ile Abdullah b. Ali rivayette
bulunmuşlardır. Buna rağmen, itimad bu ikisinin rivayetlerine değildir. Hadisin
sıhhati diğer yollarla sabit olmaktadır. Tevfik ancak Allah'tandır.
Hadisi bir problem
olarak görenlerin müşkillerine, Allah'ın tevfikine dayanarak şöyle cevap
verebiliriz: Konuyla ilgili bir problem yoktur; ister Cafer için hükmedilmiş
olsun, ister teyze için, fark etmez. Çünkü, eğer kız çocuğunun amcası oğlundan
başka bir yakını yoksa, onu karısıyla birlikte evinde alıkoyması caizdir, hatta
bu taayyün bile eder. O başka bir yabancıdan, özellikle de amca oğlu dini —
diyaneti, iffeti, güvenilirliğiyle bilinmesi durumunda, daha evlâdır. Böyle bir
durumda amca oğlunun yabancılardan daha evlâ olduğunda hiçbir şüphe yoktur.
Soru: Hz. Peygamber
(s.a.) bu kız çocuğunun amcasının oğlu bulunuyordu ve kendisine de mahremdi;
çünkü Hz. Hamza Peygamber'imizin aynı zamanda süt kardeşi idi. Bu durumda onu
niye kendi yanına almadı?
Cevap: Hz. Peygamber
(s,a.), risalet vazifesinin ağır yükleri altmda bulunuyordu, ilahî vahyi tebliğ
etmek ve insanları ona davet etmek, Allah düşmanlarıyla cihad etmek gibi pek
çok meşguliyetleri vardı ve bunlar onu, çocuğun terbiyesiyle uğraşmaktan
alıkoyacak düzeyde idi. Eğer kendi yanma alsaydı, mutlaka onu hanımlarından
birisinin yanına bırakacaktı. Oysa ki kızın bizzat teyzesi, çocuk için
merhametçe daha yakın ve onun terbiyesini üstlenmeye daha uygun bulunuyordu.
Hem sonra Hz.
Peygamber'in (s. a.) hanımlarından her birisine dokuz günde ancak bir sıra
geliyordu. Eğer çocuk da Hz. Peygamberle birlikte dolanacak olsaydı, bu onun
için bir meşakkat olurdu ve böylesi bir durumda kız çocuğunun sürekli dışan
girip çıkması ve dışarıdaki hayata alışması sözkonusu olacaktı. Eğer hep
zevcelerinden birisinin yanında kalacak olsaydı, o zaman hidâne onun olacaktı;
halbuki, kendisi çocuk için yabancı oluyordu.
Buraya kadar
yaptığımız izahlar, hükmün Cafer lehine verilmiş olmasıyla ilgili idi. Eğer
hüküm çocuğun teyzesi için verilmişse —ki doğrusu budur, sarih ve sahih hadis
buna delâlet etmektedir— bu takdirde çeşitli açılardan dolayı herhangi bir
problem sözkonusu değildir:
1) Hidâne hakkına sahip olan bir kadının evlenmesi,
kız çocuğunun hidânesini düşürmez. Nitekim, İmam Ahmed'den yapılan iki
rivayetten birisi bu şekildedir. Ulemaya ait iki görüşten birisi de bu
olmaktadır. Bu görüşün delili bu hadistir. Daha Önce çocuğun erkek oluşu ile
kız oluşu arasındaki fark geçmişti.
2) Kadının, çocuğun bir yakımyla evlenmiş olması
hidâne hakkını düşürmemektedir. Cafer, kızın amcası oğlu bulunuyordu.
3) Koca hidâne hususunda rıza gösterirse,
çocuğun yanında kendi himayesi altında olmasını tercihte bulunursa, bu durumda
hidâne düşmez. Sahih olan da budur. Bu şöyle bir prensibe bağlıdır: Hidânenin
evlilik sebebiyle düşmüş olması, kocanın hakkına riâyetledir. Çünkü koca, kadın
çocuğunun hizmetinde olacağı için, ondan istenilen istifadeyi elde edemez,
çocuğun kendi karısıyla bulunmasından dolayı hayatının tadı bozulur, bu yüzden
de aralarında nefret ve soğukluk doğmasından emin olunamaz. İşte bundan dolayı
kocanın, karısını kendi hukukundan başka bir şeyle meşgul olmaktan menetme
yetkisi bulunmaktadır. Bu durumda ise çocuğun menfaatleri zayi olup gidecektir.
Ama koca çocuğun kendileriyle kalmasını ister ve onun korunmasına karşı özen
gösterirse, bu durumda hidâne hakkının düşmesini gerektiren sebep ortadan
kalkmış olur. Hidâne hakkım gerektiren husus ise mevcuttur, dolayısıyla üzerine
hükmü terettüp edecektir.. Bunun böyle olduğunu şu husus da açıklamaktadır:
Hidâne hakkının evlilikle düşmesi Allah hakkı değildir; sadece kocanın, çocuğun
ve akrabalarının hakkı olmaktadır. Hak sahibi buna razı olunca, her türlü
takdirde problem zail olacaktır. Böylece, Hz. Peygamberden sadır olan bu
hükmün, en güzel, en açık, maslahata, hikmete, rahmet ve adalete en uygun bir
hüküm olduğu ortaya çıkmıştır. Tevfik ancak Allah'tandır.
Şu üç husus fukahanın
hadis karşısındaki yaklaşımları olmaktadır:
Birincisi: Hidâne
hakkına sahip olan kadının evlenmesi bu hakkı düşürmez. Hasan el-Basrî bu
görüştedir ve Yahya b. Hamza da bu doğrultuda hükümde bulunmuştur. Ebu Muhammed
b. Hazm'ın görüşü de bu olmaktadır.
İkincisi: Kadının
evlenmesi kız çocuğu üzerindeki hidâne hakkını düşürmez, fakat erkek çocuğu
üzerindeki hidâne hakkını düşürür. İki rivayetinden birisinde İmam Ahmed bu
şekilde söylemiştir.
Üçüncüsü: Kadının,
çocuğun bir yakınıyla evlenmesi hidâne hakkını düşürmez, yabancı birisiyle
evliliği ise düşürür. İmam Ahmed'in mezhebinde meşhur olan görüş de budur.
İbn Cerîr et-Taberî'ye
ait dördüncü bir yaklaşım daha bulunmaktadır: Hidâne hakkı sahibi kadın, eğer
anne ise ve onunla nizada bulunan kimse de baba oluyorsa, evlenmesi durumunda
kadının hidâne hakkı düşer. Ama kadın teyze veya hidâne hakkı sahibi başka bir
kadın olursa, bu durumda kadının evlenmesiyle hakkı düşmez. Aynı şekilde hidâne
hakkı sahibi anne olur, nizada bulunan kimseler de babanın dışında çocuğun
akrabalarından birisi bulunursa, kadının evlenmesiyle hakkı yine düşmez.
Biz onun sözünü,
lehinde ve aleyhinde olan hususları zikredeceğiz. Tehztbu'l-Âsâf da Hz.
Hamza'nın kızıyla ilgili hadisi zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Bu
hadiste, küçük kız ve erkek çocuğunun bakımını üstlenecek kimselerden, çocukların
babalarından başka birileri İle evli olsalar bile, anne tarafından olan
yakınlarının, baba tarafından olan asabelerlnden daha çok hak sahibi olduğuna
delâlet vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) , iki amcasının oğullan olan Hz. Ali
ve Cafer ile Hz. Peygamber tarafından babası Hz. Hamza İle kardeş ilan edilen
Zeyd'in, onun kendilerine verilmesi hakkındaki taleplerine rağmen, Hz.
Hamza'nın kızının teyzesine verilmesine hükmetmiştir. Teyzesi, o sırada çocuğun
babası olmayan başka birisiyle evli bulunuyordu.Bu olay, Hz. Hamza'nın şehit
edilmesinden sonra oluyordu. Bu durumda:"Küçük kız ve erkek çocuğunun,
tercihte bulunma yaşına ulaşıncaya kadar, baba tarafından olan asabesinin
hidâne konusunda herhangi bir hakları yoktur; aksine anneleri tarafından olan
kadın akrabaları, evli bile olsalar, daha çok hak sahibidirler." şeklinde
söyleyenlerin sözlerinin doğru olduğu anlaşılmış olacaktır. ,
Burada birisi şöyle
diyebilir: Eğer durum size göre, vasfettiğinlz şekilde, küçük kız ve erkek
çocuğun annesi ve anne tarafından olan kadın akrabaları, evli olsalar bile
hidâne konusunda, babanın erkek akrabaları olan asabeden daha çok hak sahibi
iseler, bu durum aynı şekilde, evli olan anne ile, çocukların yakın ve uzak
babalan arasında da sözkonusu olsaydı ya? Nitekim teyze, babalarından başka
birisiyle evli bulunsa bile, çocuklar üzerinde daha çok hak sahibi
bulunmaktadır. Anne ile aralarında ne fark vardır ki, ayn ayn mütalaa
edilmektedirler?
Cevap: Aralarındaki
fark açıktır. Şöyle ki, annenin çocuklann hidânesi konusunda, babalarından
aynlmış olması durumunda, başka birisiyle evlenmediği sürece daha çok'hak
sahibi olduğu konusunda haber-i müstefîz bulunmamakta ve bu konuda bildiğimiz
kadanyla haberin hüccetliğine karşı itirazları kabul edilebilecek kimselerin
ihtilâfları bulunmamaktadır. Bu konuda bir haber de zikredilmektedir. Her ne
kadar isnadı üzerinde tenkitler varid ise de, durumunu tavsif etmiş olduğumuz
nakil, isnadı zayıf da olsa onun sıhhatine delâlet etmektedir. Taberî sonra,
Amr b. Şuayb'in, babası ve dedesi aracılığıyla rivayet ettiği:
"Evlenmediğin sürece sen, çocuk üzerinde daha çok hak sahibisin."
hadisini Müsennâ b. es-Sabbâh kanalıyla rivayet etmiştir.
Sonra şöyle demiştir:
Çocuk hakkında anne ile, çocuğun asabesinin niza etmesi durumuna gelince, bu
konuda Hz. Peygamber'in (s.a.) zikrettiğimiz: "Çocuğun babasından başka
birisiyle evli bulunan teyzesini, çocuğun asabesi olan amca oğullarından daha
çok hak sahibi kabul etmesi ve çocuğun ona verilmesine hükmetmesi"
şeklindeki sahih hadisi bulunmaktadır. Bu durumda anne, asabeden daha evlâ
olacaktır. İsterse bir başkasıyla evlensin. Zira Hz. Peygamber teyzeyi, asabeye
sadece anneye olan yakınlığından dolayı takdim etmiştir. Durum bu şekilde
anlattığımız gibi olunca, iki mesele hakkındaki görüşümüzün esası da ortaya
çıkmış olur: Birinci meselenin dayanağı bu konuda varid olan haber-i
müstefîzdir (yaygın haber). Diğerinin dayanağı ise âdil râvilerce rivayet
edilmiş olan haber-i âhâddır. Hal böyle iken bunlardan birisinin hükmünü
diğerine döndürmek mümkün değildir; zira kıyas sadece hakkında nass bulunmayan
hükümler hakkında sözkonusudur. Hakkında Kur'an ya da sünnetten bir nass
bulunan konularda kıyasın yeri yoktur.
Burada birisi şöyle
diyebilir: Siz annenin, çocuğun babasından başka birisiyle evlenmesi durumunda,
hidâne konusundaki hakkını bu konuda varid olduğunu zannettiğiniz haber-i
müstefîz ile düşürüp babayı daha çok hak sahibi kıldınız; oysa ki, siz de
biliyorsunuz ki, Hasan el-Basrî: "Kadın, evlense bile, çocuğu üzerinde
daha çok hak sahibidir." demiştir ve Yahya b. Hamza da bu doğrultuda
hükümde bulunmuştur.
Cevap: Bize göre,
dinde hüccet olan müstefîz bir haberin şartı, ona herhangi bir muhalifin
bulunmaması değildir; bilakis hem amel hem de görüş olarak ümmetin âlimlerinden
hata ve yalan üzerinde birleşmiş olmalarına imkân vermeyecek kadar bir
çoğunluğun rivayette bulunmuş olmalarıdır. Ümmetin âlimlerinden bu şartı
taşıyan bir çoğunluk "kadın, kocasından ayrılıp başka birisiyle
evlendiğinde, baba bu durumda kız çocuğu üzerinde anneden daha çok hak sahibidir"
şeklinde rivayette bulunmuşlardır. Dolayısıyla bu bağlayıcı bir hüccettir ve
buna re'yle (şahsî görüşle) karşı çıkmak caiz değildir. Böyle şahsî bir görüş,
hata etmesi caiz olan kimseden sâdır olmuş görüştür, (bağlayıcı olamaz).
Taberî'nin sözü burada bitti.
Taberi'nin bu
görüşünün tenkidi, doğru ve hatalı yönleri:
"Bu hadiste,
küçük kız ve erkek çocuğunun bakımını üstlenecek kimselerden, çocukların
babalarından başka birileriyle evli olsalar bile, anne tarafından olan
yakınlarının, baba tarafından olan asabeîerinden daha çok hak sahibi olduğuna
delâlet vardır." sözünü ele alalım. Hadiste bu dediğine asla bir delâlet
bulunmamaktadır. Aksine, hadisin lâfızlarından birisinde bunun tam tersine
sarahat bulunmaktadır, ki bu Hz.
Peygamber'in (s.a.) "Kız
çocuğuna gelince, onu Cafer lehine hükmediyorum."
ifadeleridir. Diğer lâfız ise: "Çocuğun teyzesine verilmesine hükmetti ve
Teyze anne yerindedir.' buyurdu." şeklindedir ki, Taberî'nin delil olarak
kullandığı lâfız da bu olmaktadır. Bunda mutlak anlamda anne tarafından olan
yakınlığın baba tarafından olan yakınlığa mukaddem olduğuna dair bir delil
bulunmamaktadır; aksine Hz. Peygamber'in (s.a.) Hz. Ali ile Cafer'in çocuğu
talep davalarını ikrarla karşılaması, baba tarafından olan yakınların da hidâne
hakkı konusunda haklan bulunduğuna delâlet eder. Hz. Peygamber (s.a.) burada
teyzeyi, hidâne hakkına mâlik kimseler arasında, sadece kadın oluşundan dolayı
takdim etmiştir. Teyzeyi babanın yakınları üzerine takdimi, aynen anneyi baba
üzerine takdimi gibidir. Hadiste onun iddiasına delâlet edecek, anne tarafından
yakın olanlar, baba tarafından yakın olan asabeden daha çok hak sahibidirler,
şeklinde genel bir lâfız bulunmamaktadır ki, anne bir kızkardeşin kızı,
atncadan; teyzenin kızı amcadan ve haladan mukaddem olsun. Hadiste, açık olması
bir tarafa, buna delâlet nerede bulunmaktadır?!
"Bu
durumda:"Küçük kız ve erkek çocuğunun, tercihte bulunma yaşına ulaşıncaya
kadar, baba tarafından olan asabesinin hidâne konusunda herhangi bir hakları
yoktur..." diyenlerin sözlerinin doğru olduğu anlaşılmış olmaktadır."
sözüne geçelim. Bu sizin dediğiniz, hadisten ne ilim ne de zan ölçüsünde
anlaşılmamaktadır. Bu hadis sadece şuna delâlet etmektedir: Teyze ile evli olan
amca oğlu, nikâhı altında çocuğun teyzesi bulunmayan amca oğlundan daha
evlâdır. Geriye illetin tahkiki {tahkîk-i menat) kalmaktadır: Acaba asabe
ciheti, hidâne hakkını gerektirmekte midir? Bu konuda İki kişi aynı derecede
bulunmuştur. Öyleyse Hz. Peygamber (s.a.) zaten hidâne hakkı bulunan
kimselerden olan çocuğun teyzesiyle evli olanı diğerine tercih mi etmiştir?
Nitekim hadisçilerden bir grup bu şekilde anlamışlardır. Yoksa annenin yakını,
ki burada teyzedir, çocuk üzerinde babanın asabesinden daha çok hak sahibidir
ve bu hakkı evlenmesiyle düşmez şeklinde midir? Evlenmesiyle bu hakkının
düşmemesi de: a) Ya evlilik mutlak olarak hidâne hakkım düşürmediği içindir.
Nitekim Hasan el-Basri ve ona katılanlar böyle düşünmektedirler, b) Ya hidânesi
sözkonusu olan (erkek değil) kız çocuğudur, onun içindir. Nitekim, İmam Ahmed'den
gelen bir rivâyet böyledir, c) Ya da koca çocuğun yakın akrabasıdır. Hidâne
hakkı hu yüzden düşmemektedir. İmam Ahmed'in meşhur olan görüşü de bu
şekildedir, d) Ya da Ebu Cafer et-Taberî'nin dediği gibi, hidâne hakkının
sahibi, anne dışında bir kadındır ve nizada bulunan da babadır.
Bunlar, hadis karşısındaki dört yaklaşım
olmaktadır. Ancak Taberî'nin kail
olduğu görüş son derece zayıf bulunmaktadır. Çünkü, evlenmesi sebebiyle
annenin- hldâne hakkını düşüren sebep, aynısıyla diğer hidâne sahibi kadınların
evlenmesi durumunda da sözkonusudur. Teyze nihayet anne yerindedir ve ona
benzetilir; dolayısıyla ondan daha kuvvetli olamaz. Anne tarafından olan diğer
hidâne sahibi kadınların durumu da aynıdır. Hz. Peygamber (s.a.) "annenin
diğer yakınlarının, kim olurlarsa olsunlar, evlenmeleri durumunda hidâne haklan
düşmez" şeklinde genel bir hükümde bulunmamıştır, O sadece, Hz. Hamza'nın
kızının bir yakınıyla evli bulunan teyzesi lehine muayyen bir hükümde
bulunmuştur.
Anne ile anne dışında
diğer hidâne hakkı sahipleri kadınlar arasında haber-1 müstefîz sebebiyle
yaptığı ayırımla ilgili sözüne gelince, bununla Taberî, kendi kanaatine göre
bir iki kişinin muhalefetiyle bozulmayan "icmâ"'ı kastetmektedir. Bu
görüş, Taberî'nin yalnız başına kail olduğu bir görüştür ve bu konuda ulemâ ona
muhaliftirler.
Amr b. Şuayb hadisinin
zayıf (vâhî) olduğu şeklindeki hükmüne gelince, bu tenkidi hadisin kendisine
ulaşan tankına dayalıdır. Çünkü ona ulaşan tarikte Müsennâ b. es-Sabbâh vardır
ve o zayıf ya da "metruk" bir râvidir. Ancak hadisi Evzâî, Amr b.
Şuayb — babası — dedesi tarikiyle rivayet etmiş ve Ebu Davud da onu Sünen'ine
almıştır.
Hadis konusunda
beşinci bir yaklaşım daha bulunmaktadır; Hz. Peygamber (s.a.) kız çocuğunun,
teyzesinin gözetimine verilmesine hükmetmiştir. Teyzenin evli bulunması buna
mani değildir. Çünkü, kız çocuğu teyzenin kocasına, cem (kansıyla aynı nikâh
altında toplama) yoluyla haram olmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) bizzat
bu mânaya Davud b. Husayn'ın İkrime ve İbn Abbas senediyle yaptığı rivayette
temas buyurmuş ve uzunca verilen hadiste konumuzla ilgili olmak üzere; "Ve
sen ey Cafer! çocuk üzerinde daha çok hak sahibisin. Teyzesi senin nikâhın
altındadır; bir kadın halası yada teyzesi üzerine nikahlanmaz."
buyurmuştur. Bu konuda, "çocuğun bakımını üstlenecek kimsenin, çocuğa
ebedî olarak haram olan kimselerden olması" gerektiğine dair Hz.
Peygamberden gelen genel bir nass yoktur ki, bu yaklaşıma itiraz edilebilsin.
Aksine böyle bir şartı aramak, fıkhı kaideler ve şeriatın asılları ile bağdaşmayacak
bir husustur. Çünkü, teyze çocuğun bakımını üstlenen kimsenin nikahı altında
olduğu müddetçe, kız kardeşinin kızı (yeğeni) ona haram olacaktır. Teyze
kocasından ayrıldığı zaman ise, yeğeni de kendisiyle beraber aynlacaktır.
Dolayısıyla böyle bir hükümde temelden bir mahzur bulunmamaktadır. Yine hiç
şüphe yoktur ki, bu görüşle amel etmek, kız çocuğu için, hâkime durumunun
intikal ettirilerek bir yabancıya tevdi edilmesine dair vereceği hükümden de
daha uygundur. Zira hâkim hidâne konusuna bizzat kendisi eğüecek değildir,
mutlaka onu bir başkasının gözetimine verecektir.
Acaba, bu olay
hakkında, hiçbir kimse Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği bu hükmün mahza
maslahat, hikmet ve adalet olduğundan; kız için son derece ihtiyatlı ve onu
gözetici bir karar bulunduğundan; ona muhalif olan her hükmün mutlaka zulüm ve
fesattan uzak olmayacağından ve şeriatın böyle bir hüküm getirmekten münezzzeh
bulunduğundan, O'nun hükmünde hiçbir problemin olmadığından, asıl bütün
problemlerin ona muhalif olarak getirilen hükümlerde bulunduğundan şüphe
edebilir mi? Yardımı ancak Allah'tan isteriz ve sadece ona tevekkül ederiz. [59]
Hz. Peygamber (s.a.)
herhangi bir miktarla nafakanın takdiri cihetine gitmemiştir, bu konuda
kendilerinden nafkanın takdirine delâlet edecek herhangi bir hadis de varid
olmamıştır. Bu konuda Hz. Peygamber, kocaları sadece örfe havale etmekle
yetinmiştir.
Müslim'in Sahîh'inde
sabit olduğuna göre, Efendimiz Veda haccında, vefatından seksen küsur kadar gün
önce, büyük bir kalabalık huzurunda irad buyurdukları hutbesinde şöyle
demiştir: "Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz! Çünkü siz onları,
Allah'ın birer emaneti olarak aldınız. Allah'ın hükmü ile onları kendinize
helâl kıldınız. Onların sizin üzerinizde
maruf ölçüsünde nafaka ve giyim-kuşam hakları vardır.''[60]
Sahihayn'da sabit
olduğu üzere, Ebu Süfyan'ın hanımı Hind, Hz. Peygamber'e gelerek: "Ya
Rasûlallah! Gerçekten Ebu Süfyân cimri bir adamdır; bana kendime ve oğullarıma
yetecek kadar nafaka vermiyor. Ancak ben on<^an gizli olarak alıyorum."
dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de:
"Onun malından
maruf ölçüsünde sana ve oğullarına yetecek kadar al!" buyurdu[61]'
Ebu Davud'un
Sünen'inde Hakim b. Muâviye hadisinde babasından şöyle rivayet edilmiştir: Hz.
Peygamber'e (s.a.) geldim ve: "Ya Rasûlallah! Kadınlarımız hakkında ne
buyurursunuz?" dedim. "Onlara yediklerinizden yediriniz,
giydiklerinizden giydiriniz, onlan dövmeyiniz, onlan kötülemeyiniz."
buyurdu.[62]
Hz. Peygamberin nafaka
hakkındaki bu hükmü Yüce Allah'ın Kitab'mdaki hükme tam uygunluk arzetmektedir.
Zira Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: "Anneler çocuklarını, emzirmeyi
tamamlatmak isteyen baba için tam iki sene emzirirler. Anaların yiyecek ve
giyeceğini uygun (maruf) bir şekilde sağlamak, çocuk kendisinin olan babaya
borçtur."[63] Hz. Peygamber (s.a.) zevcenin
nafakasını —hizmetçi nafakasında olduğu gibi— takdir cihetine gitmemiş ve her
ikisini de aynı şekilde örfe havale etmiş ve:"Kölenin yiyeceği ve giyeceği
maruf ölçüsündedir." buyurmuştur.[64]
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber her ikisinin de nafakasını örfe havale etmiştir.
Hiç şüphe yoktur ki, hizmetçinin nafakası belli bir miktarla belirlenmiş
değildir, hiçbir âlim de onun nafakasının belli bir miktarla belirlenmiş
olduğunu söylememiştir.
Hz. Peygamber'den
(s.a.) sahih olarak bilindiği üzere, köleler hakkında da, zevceler hakkında
buyurduğu gibi: "Onlara yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden
giydirin." buyurmuştur.[65]
Ebu Hureyre'den sahih
olarak bilindiğine göre, o: Kann sana: "Ya beni doyurursun, ya da
boşarsın!" der. Kölen: "Beni doyur ve çalıştır!" der. Oğlun:
"Beni doyur! Beni kime terke diyorsun!" der, demiştir,[66] Bu
sözünde Ebu Hureyre zevcenin, kölenin ve çocuğun nafakasının doyurmak (ifâm)
olduğunu, temlik olmadığını ifade etmiş olmaktadır.
Nesâî, bu sözü Hz.
Peygamber'e (s.a.) merfû olarak rivayet etmiştir. Yüce Allah da:
"...Ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek veya
giydirmek..."[67]
buyurmuştur. İbn Abbas, sahih olarak rivayet edildiğine göre, âyette geçen
normal yiyeceği, ekmek ve yağ ile veya ekmek ve hurma ile açıklamış. "En
üstün yedirdikleriniz ise ekmek ve ettir." demiştir.[68]
Sahabe, "aileye
yedirme"nin ekmek ve beraberinde başka bir katıkla gerçekleşeceğini
açıklamışlardır. Allah ve Rasûlü, "infâk"ı mutlak olarak zikretmiş,
herhangi bir takyîd, takdir ve tahdide gitmemiştir. Dolayısıyla konunun, şayet
Hz. Peygamber tarafından yapılmasaydı bile örfe hamledilmesi gerekirdi. Kaldı
ki, bizzat Hz. Peygamber tarafından konu örfe havale edilmiş, ve ümmeti bu
doğrultuda irşad edilmiştir. Bilinen bir husustur ki, örfe göre halk, —buna
nafakanın takdiri görüşünde olanlar da dahildir— ailelerine infak konusunda
ekmekle yanında katık verilmesini âdet edinmişlerdir, tahıl olarak verilmesi
şeklinde bir örf mevcut değildir. Hz. Peygamber (s.a.) ve sahabe, ailelerine
aynı şekilde infakta bulunuyorlar, ve onlara tahıl temliki ya da takdirinde
bulunmuyorlardı. Bu şer'an vacib olan bir nafakadır. Köle nafakasında olduğu
gibi, tahıl olarak takdiri cihetine gidilmemiştir. Eğer şer'an takdir edilmiş
olsaydı, o zaman Hz. Peygamber (s.a.) Hind'e, şer'an kendisi için takdir
edilmiş miktarı almasını emreder, ona bir takdire gitmeksizin ihtiyacı kadar
alması şeklinde emirde bulunarak, ne kadar alacağını onun kendi içtihadına
bırakmazdı. Malumdur ki, kadının ihtiyaç duyduğu miktar, artınlmaz-eksiltilmez
tarzda, ne iki müdle ne de iki rıtılla tahdid edilemez. Hadisin lâfzı buna
hiçbir şekilde ne îmâ, ne de işaret yoluyla delâlet etmemektedir. İki müd yada
iki rıtıl ekmek takdirinde bulunmak yeterli miktardan daha az olabilir ve bu
durumda maruf ölçüsü terkedilmiş olur. Adamın, çocuğunun ve kölesinin yedikleri
şeyden yeterli miktarın vacip kılınması, iki müd ya da iki rıtıl ekmekten az
bile olsa, maruf ölçüsünde infak olmuş olur. Kitap ve sünnetle vacib olan da
işte budur. Zira tahıl, öğütülmeye, ekmek yapılmaya ve benzeri işlemlere
ihtiyaç gösterir. Eğer kadın bunları kendi malından karşılarsa, bu durumda eşin
nafakası yeterli miktarda olmamış olur. Eğer bu koca üzerine vacip kılınacak
olursa, o takdirde de îfası gereken borç, tahıl ve para olmuş olur. Kadın ekmek
yerine, para veya tahıl veya un talebinde bulunsa, kocanın bu talebi
karşılaması gerekmez. Koca bunu kadına arzedecek olsa, kadının da onu kabul
etmesi gerekmez. Çünkü bu bir muâvazadır, eşlerden biri onu kabule zorlanamaz.
Eşlerin karşılıklı nza ile bir şey üzerinde anlaşmaları ise caizdir.
Nafakanın takdiri
cihetine gidenler ihtilâf etmişlerdir: Bir kısmı tahıl ile takdir etmiştir.
İmam. Şafiî bu görüştedir ve şöyle der: Fakır üzerine gereken nafaka miktarı,
Hz. Peygamber'in müddü ile bir müddür; çünkü keffârette bir kişiye verilen en
az miktar bir müddür. Yüce Allah keffârette âiîe nafakasını esas almıştır ve
şöyle buyurmuştur: "Onun keffâreti ailenize yedirdiğinizin ortalamasından
on düşkünü yedirmek veya giydirmektir."[69]
Varlıklı kimse üzerine gereken nafaka miktarı ise iki müddür. Çünkü, ezâ
keffâretinde, bir kimse üzerine Allah'ın vacip kıldığı en fazla miktar iki müd
olmaktadır. Orta halli bir kimse üzerine ise bir buçuk müd; yani varlıklı kimse
nafakası ile fakir kimse nafakasının yansı gerekir.
Kadı Ebu Ya'lâ ise
şöyle der: "Nafaka, azlık ve çolduk bakımından değişiklik arzetmeyecek
şekilde takdir edilmiştir. Vacib olan nafaka miktarı, keffâretlere kıyasla, hem
fakir hem de zengin için günlük iki ntd ekmektir. Farklılık sadece kalite ve vasıfta
sözkonusu olur. Çünkü hem varlıklı hem de yoksul kişiler yenilen ve bünyenin
hayatiyetini idame ettirecek şeylerin miktarı konusunda eşittirler. Ancak
bunların yedikleri şeylerin kalitesi farklı olur. Vacib olan nafaka da aynı
şekilde miktar bakımından değil de kalite bakımından farklılık arzeder."
Çoğunluk âlimler şöyle
demektedirler: "Ashaptan, ne müd ile ne de rıtıl ile nafaka takdirinde
bulundukları asla duyulmamıştır. Aksine onlardan bilinen, hatta her asır ve
şehirde uygulanagelen, bizim zikrettiğimiz şekilde nafakanın takdiri cihetine
gidilmeme sidir."
Bunlar devamla şöyle
derler: Keffâret konusunda müd ve rıtılla takdirde bulunulacağı konusunu kim
kabul ediyor ki, siz onu herkesçe müsellem sayıyor ve ona kıyasta
bulunuyorsunuz. Kur'an ve sünnetin delâleti odur ki, keffâret konusunda vâcib
olan doyurmaktır, temlik değildir. Yüce Allah yemin keffâreti hakkında:
"Onun keffâreti ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek
veya giydirmektir.[70]';
zıhâr keffâreti hakkında: "Kim buna güç yetiremezse, altmış yoksulu
doyurması gerekir."[71]';
ezâ fidyesi hakkında:"İçinizde (ihramlı iken) hasta olan veya başından
rahatsız olan varsa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi ya da
kurban kesmesi gerekir."'[72]'
buyurmaktadır. Kur'an'da keffâretlerle ilgili olarak doyurulma bahsinde bundan
başka bir beyan bulunmamaktadır ve hiçbir yerde bunun bir müd ya da ntılla
takdiri sözkonusu değildir. Sahih olarak bilinmektedir ki, Hz. Peygamber
(s.a.). Ramazan ayında gündüzün karısı ile oruçlu iken cimada bulunan kimseye:
"Altmış yoksulu doyur!"'[73]'
buyurmuştur. Aynı şeyi zıharda bulunan kimseye de söylemiş ve bunu ne bir müdle
ne de rıtılla takdir cihetine gitmemiştir.
Kur'an ve sünnetin
delâlet ettiği şey şudur: Keffâretler ve nafaka konusunda vacib olan şey doyurmaktır,
temlik değildir. Sahabeden sabit olan da işte budur.
Ebu Bekir b. Şeybe,
Ebu Hâlid — Haccâc — Ebu İshakl — Haris senediyle Hz. Ali'den:" Sabah
akşam olmak üzere, ekmek ve zeytinyağı yedirirler." dediğini rivayet eder.
İshâk ise Hâris'ten,
Hz. Ali'nin yemin keffârettndeki doyurma hakkında: "Sabah akşam olmak
üzere onlara ekmek ve zeytinyağı veya ekmek ile tereyağı yedirir."
dediğini nakleder.'[74]'
İbn Ebî Şeybe, Yahya
b. Ya'lâ — Leys kanalı ile İbn Mes'ûd'un "Onun keffâreti ailenize
yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek veya giydirmektir."
âyeti hakkında, ekmek ve tereyağı; ekmek ve zeytinyağı; ekmek ve et dediğini
nakleder.'[75]'
İbn Ömer'den sahih
olarak yapılan rivayete göre de: Kişinin ailesine yedirdiği orta seviyeli
yemeği, ekmek ve süt; ekmek ve zeytinyağı; ekmek ve tereyağıdır. Kişinin
ailesine yedireceği en üstün yiyeceklerin başında ise ekmek ve et gelir."
demiştir.'[76]'
Yezîd b. Zürey*, Yûnus
— Muhammed b. Şîrîn kanalıyla anlatır: Ebu Mûsâ el-Eşarî, bir defasında yaptığı
bir yeminin keffâretini verir. Büceyr ya da Cübeyr'e emreder ve kendisi adına
on yoksulu ekmek ve etle doyu .masını ve onlara "Muakkad" ya da
"Zahrânî"'[77]'
tabir edilen birer elbise verilmesini emreder.'[78]'
İbn Ebî Şeybe, Yahya
b.İshâk — Yahya b. Eyyûb — Humeyd senediyle nakleder: Enes (ra) ölmeden önce
hastalamr, orucunu tutamaz. Buna karşılık o, otuz fakiri toplar ve onlara bir
öğün ekmek ve et yedlrirdi.'[79]'
Tabiîlere gelince, bu
onlardan şu zevattan sabit olmuştur: Esved b. Yezîd, Ebu Rezîn, Ubeyde,
Muhammed b. Şîrîn, Hasan el-Basrî, Saîd b. Cübeyr, Şüreyh, Câbir b. Zeyd,
Tâvûs,* eş-Şa'bî, İbn Büreyde, Dahhâk, Kasım, Salim, Muhammed b. İbrahim,
Muhammed b. Ka'b, Katâde, İbrâhîrn en-Nehaî. Bunlarla ilgili isnadlar İsmâîl b.
İshâk'ın "Ahkâmu'l-Kur'arC' ında bulunmaktadır. Bunlardan kimisi:
"Yoksulları hem sabah hem de akşam doyurur." demişlerdir, bir kısmı
da "tek öğün" demişlerdir. Kimisi:" Ekmek ve et; ekmek ve
zeytinyağı; ekmek ve tereyağı." demişlerdir.
Bu Medine ehlinin,
Irak âlimlerinin ve iki rivayetten birisinde İmam Ahmed'in görüşü olmaktadır.
Diğer rivayet ise: "Keffâret yiyeceği, miktar olarak belirlenmiştir,
zevcelerin nafakaları ise böyle değildir." şeklindedir.
Bu durumda konu ile
ilgili üç görüş bulunmaktadır: â) Hem nafaka ve hem de keffâret belli bir miktarla
belirlenmiştir. Bu görüş sadece İmam Şafiî'ye aittir, b) Her ikisinde de takdir
cihetine gidilmemiştir. İmam Malik, Ebu Hanife ve bir rivayette İmam Ahmed bu
görüştedirler, c) Keffâret miktarı belirlenmiştir, nafaka ise belli bir
miktarla belirli değildir. İmam Ahmed'den gelen ikinci rivayette böyledir.
Bu son görüşü
destekleyenler şöyle demektedirler: Nafaka ile keffâret arasında fark vardır;
keffârei., varlıklı ya da yoksul olmakla farklılık arzetmez, yeterli miktarda
qlması gerekir diye bir kaydı da yoktur, Sâri Teâlâ tarafından, zevce ve
hizmetçi nafakasında olduğu gibi maruf ölçüde olacaktır diye bir kayıt da
getirilmemiştir. Keffâretler konusunda "doyurma", Allah hakkı olup
belli bir kul hakkı değildir ki, onun yerine başka bir bedel verilebilsin. Bu
yüzden doyurma yerine kıymeti verilecek olsa, keffâret için yeterli
olmamaktadır. Keffâret bahsinde:, takdire gidildiği konusunda sahabeden de
rivayetler bulunmaktadır. Kadı İsmâîl, Haccâc b. Minhâl — Ebu Avâne — Mansûr —
Ebu Vâil — Yesâr b. Nemîr senediyle nakleder: Hz. Ömer (Yesâr'a) şöyle der:
"İnsanlar bana geliyorlar ve benden istekte bulunuyorlar. Ben de onlara
vermeyeceğime dair ye#ıin ediyorum. Sonra onlara vermem gerektiğini görüyorum.
Sana benim adıma keffârette bulunmanı emrettiğim zaman, on yoksulu, her
birisine bir sa' hurma veya arpa, ya da yanm sa' buğday düşecek şekilde
doyur."
Haccâc b. Minhâl ve
Süleyman b. Harb — Hammâd b. Seleme — Seleme b. Küheyl — Yahya b. Abbâd
senediyle nakledildiğine göre Hz. Ömer şöyle der: "Ey Yerfâ! Eğer yemin
eder ve yeminimde hânis olursam, benim adıma yeminim için, on yoksula beş sa'
yedir."
İbn Ebî Şeybe, Vekf —
İbn Ebî Leylâ — Ömer b. Ebî Mürre — Abdullah b. Seleme senediyle Hz Ali'den:
" Yemin keffâreti, her birisine yarım sâ' olmak üzere on yoksulu doyurmaktır.'1
dediğini rivayet eder.
Abdurrahîm — Ebu Hâlid
el-Ahmer — Haccâc — Kurt — dedesi kanalıyla Hz. Âişe'den: "Biz, yemin
keifâreti olarak yarım sâ' buğday veya bir sâ' hurma yediririz." dediği
rivayet edilmiştir,
İsmail, Müslim b.
İbrâhîm — Hişâm b. Ebî Abdillah — Yahya b. Ebî Kesîr — Ebu Seleme senediyle
Zeyd b.Sabit'ten:" Yemin keffâreti konusunda her bir fakire bir müd buğday
yeterlidir." dediğini nakleder.
Süleyman b. Harb —
Hammad b. Yezîd — Eyyûb — Nâfi' senediyle nakledilir: İbn Ömer (r.a.) yemini
hatırladığı zaman köle azad ederdi.
Hatırlamadığı zaman
(bilmeden hânis olursa), her birisine birer müd düşecek şekilde on yoksulu
doyururdu.
İbn Abbas'tan sahih
olarak bilindiğine göre o şöyle demiştir: "Yemin keffâretinde bir müd
(yedirilir), beraberinde katığı da olur."
Tabiilere gelince,
aynısı Saîd b. Müseyyeb, Saîd b. Cübeyr ve Mücâhid'den de sabittir. O (Mücâhidi
şöyle demiştir: "Kur'an'da yoksullar için zikredilen her "taam"
(yiyecek) yarım sa' dır. O, bütün yemin keffâretleri hakkında: "Her yoksul
için iki müd." derdi.
Hammâd b. Zeyd, Yahya
b. Saîd aracılığıyla Süleyman b. Yesâr'dan nakleder. O şöyle der:
"İnsanlara (bazı sahabîlere) yetiştim. Onlar yemin keffâreti hakkında ilk
(eski) müdle bir müd veriyorlardı" Kasım, Salim, Ebu Seleme ise: "Buğdaydan
birer müddür." demişlerdir. Atâ: "On yoksul arasında bir
faraktır."; bir defasında da "Birer müddür.B demiştir.
Bunlar şöyle derler:
Sahihayn'da sabit olduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.) ezâ fidyesi keffâreti[80]
hakkında Kâ'b b. Ucre'ye: "Altı yoksula, her birisine yanm sâ' düşecek
şekilde yemek yedir!" buyurmuştur.'[81]
Burada da görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.} "ezâ fidyesi" ni takdir
etmişlerdir. Hz. Peygamber'in bu keffâreti takdir etmesini "asıl"
olarak kabul ederiz ve onun hükmünü diğer keffâretlere de sirayet ettiririz.
Zevcenin nafakasının
takdir edilmiş olduğu görüşünde olanlar, sonra şöyle demişlerdir: Biz gördük
ki, nafaka ve keffâret yükümlülükleri vacib olmada birleşmektedirler. Bu
itibarla nafaka bahsindeki "doyurma" yi keffâretlerdeki doyurmaya
kıyas ettik. Yine gördük ki Yüce Allah, ihramlı iken avlanma cezası
konusunda:"... veya yoksulları doyurmak suretiyle bir keffâret...
vardır."[82] buyurmaktadır. Burada
ümmetin icmaı, âyette geçen "taam" (yiyecek) kelimesinin miktarının
belirlenmiş olduğu şeklindedir. Bu yüzden, şayet yiyecek maddesi yoksa, her müd
karşılığı bugün oruç tutması gerekecektir, denilmiştir. Nitekim, İbn Abbâs ve
ondan sonra gelen âlimler bu şekilde fetva vermişlerdir. Bu görüş, bu grubun,
keffâret yiyeceğinin miktarının belirlenmiş olduğuna dair kullandıkları bir
delil olmaktadır.
Diğerleri şöyle
demişlerdir: Allah'ın Kitab'ı, Rasûlü'nün sünneti ve ümmetin icmaı ötesinde
hiçbir delil yoktur. Yüce Allah bize, ihtilâfa düştüğümüz zaman meselelerimizi
Katap ve sünnete irca etmemizi emretmiştir. Bu bizim hem dünyamız hem de
ahiretimiz için daha hayırlıdır. Biz Kur'an'da Yüce Allah'ın keffâret
konusunda, sadece:" on yoksulu
doyurmak"; "altmış yoksulu
doyurmak" buyurduğunu görüyoruz.
Bu âyetlerde Yüce Allah emri, "yedirmek, doyurmak" [ıt'âm) masdanna
bağlamıştır; bize ne yemeğin cinsini ne de miktarını takdir cihetine
gitmemiştir. Yedirilenlerin cinsini (yoksul olacaklar) ve miktarlarını
belirlemiş; yiyeceği mutlak zikretmiştir. Yiyeceklerin evsafını ise belirterek onları
kayıtlamıştır. Biz Yüce Allah'ın, Kur'an'ın her neresinde "yoksulların
doyurulması" ndan bahsetse, ondan sadece herkesçe malum ve maruf olan
"doyurma" yi kasdettiğini görmekteyiz: "O zor geçidin ne
olduğunu sen bilir misin? O geçit, bir köle ve esir âzad etmek, yahut açlık
gününde, yakını olan bir öksüzü, yahut toprağa serilmiş bir yoksulu
doyurmaktır."'[83]';
"Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksulla, öksüze ve esire
yedirirîer."'[84]'
Kesin olarak bilinen bir husustur ki, şayet onlar sabah doyursalar veya akşam
yedirseler; veya ekmek ve et; ekmek ve çorba vb. yedirseler, onlar övülenlerden
ve medh ü senaya mazhar olanlardan olurlar. Yüce Allah, yenilen şeyin ismi olan
"taam" kelimesi yerine sarih olan "yedirmek, doyurmak"
masdannı kullanmıştır. Bu, kişinin yoksulları doyurması, fakat onlara temlikte
bulunmaması durumunda emri yerine getirmiş olacağı hususunda bir nass
olmaktadır. Her dil ve örfte bu kişiye "Onları doyurdu." denmesi
doğru olur.
Bunlar devamla şöyle
diyorlar: Hangi dilde, temlik olmadıkça "ifâm" (doyurma- yedirme)
olmaz diye bir şey vardır? Hz.Enes: "Hz. Peygamber (s.a.) Zeyneb'in
düğününde ekmek ve et yedirdi, (ifâmda bulundu). "[85]
diyor. Halbuki yemek hazırlamış ve düğün âdeti üzere onları davet etmişti.
Safıyye'nin düğün ziyafeti hakkındaki, "Onlara hays (hurma, tereyağı ve
keşk yoğurularak yapılan bir yemek) yedirdi (ifâm etti)"[86] sözü
de aynı şekildedir. Bunlar, destekleyici deliller zikrine ihtiyaç göstermeyecek
kadar açıktır. Konu "...ailenize yedirdiğiniz orta yiyecekten"[87]
âyetiyle daha da vuzuh ve açıklık kazanmaktadır. Kesin olarak bilinmektedir ki,
kişi ailesine ekmek, et, çorba, süt vb. yedirmektedir. Yoksullara da bunlardan
yedirdiği zaman, hiç şüphesiz "ailesine yedirdiği orta yiyecekten"
yedirmiş olur. Bu yüzdendir ki, sahabe kişinin ailesine olan it*âminin belli
bir miktar ve nevi ile belirlenmemiş olduğunda müttefiktirler. Yüce Allah,
ailenin ortalama yiyeceğini keffâretler için esas olarak almıştır. Böylece,
keffârette "taâm"m (yedirilecek yiyeceğin) belirli olmaması
evleviyet yolu ile sabit olacaktır.
Aile nafakasının
takdirine gidenler, bunu sadece keffâret yiyeceğinden almaktadırlar Bunlara
şöyle denilir: Bu tıassın gereğinin aksi olmaktadır. Çünkü, Yüce Allah,
"ailenin yiyeceğini" mutlak (kayıtsız) olarak zikretmiş ve onu keffâretler
için esas kabul etmiştir. Buradan da, keffâret yiyeceklerinin, esas olan aile
nafakasının belirlenmediği gibi, nevi ve miktar bakımından belirlenmiş olmadığı
anlaşılır. Bu meselenin her zaman için genel bir problem olmasına rağmen,
hiçbir sahabîden, aile nafakasının takdiri cihetine gidildiği asla
bilinmemektedir.
Devamla şöyle
diyorlar: Zikrettiğiniz farklarda, keffâret yiyeceğinin miktarının belirlenmiş
olmasını gerektirecek bir durum yoktur. Bu farklar beş tanedir: a) Keffâret,
varlıklı ve yoksul kimselere göre farklılık arzetmez. b) Yeterli bir miktarda
olacaktır diye bir kaydı yoktur, c) Sâri' Teâlâ keffâreti maruf şekilde
olacaktır diye belirlememiştir, d) Keffâret karşılığında bedel vermek caiz
değildir, e) Keffâret Allah hakkıdır, iskatla düşmez. Zevce nafakası ise böyle
değildir. Şöyle denilir: £>et! Bu farkların sahih olduğunda şüphe yoktur.
Fakat, keffâretin bir müd ya da iki müdle takdirinin vücubu nereden
gerekmektedir? Keffâret, sadece kişinin kendi ailesine yedirdiği yiyecek cinsinden
yoksulu doyurmak yükümlülüğünden ibarettir. Bu hükümler sabit olmakla birlikte,
keffâretin belli bir miktarla belirlenmiş olduğuna herhangi bir şekilde delâlet
yoktur.
Sahabeden, keffâretin
miktarının belirlenmiş olduğunu ifade eden nakillere gelince, bunların cevabını
iki açıdan vermek mümkündür:
Birincisi: Biz,
içlerinde Hz. Ali, Enes, Ebu Musa ve İbn Mes'ûd'un fr.anhum) da bulunduğu bir
grup sahabîden: " Onlara sabah ve akşam yemeği vermesi yeterlidir."
dediklerini zikretmiştik.
İkincisi:
Kendilerinden bir ya da iki müd şeklinde rivayet bulunan kimseler, bunu bir
tahdid, takdir için zikretmemişlerdir; aksine bunları bir misal olsun diye
zikretmişlerdir. Çünkü onlardan kiminden müd, kiminden iki müd, kiminden
"mekkûk" (bir buçuk sa' alan ölçü birimi) rivayet edilmiş, kiminden
sabah ve akşam yemeği vermenin caiz ve yeterli olacağı, kiminden bir öğünün
kifayet edeceği; kiminden de bir çörek veya iki çöreğin kâfi geleceği
nakledilmiştir. Eğer bütün bunlar gerçek anlamda bir ihtilâf ise, o zaman bu
konuda bir hüccet yoktur demektir. Yok bu farklılıklar, müsteftînin, yemin
edenin, keffâret verecek İrimsenin halinin göz önünde tutulması neticesinde
ortaya çıkmışsa, o zaman durum açıktır. Yok, bütün bunlar birer misal olmak
üzere verilmişse, aynı şekilde o da açıktır. Dolayısıyla, her hal ve durumda,
her iki takdire göre de, sahabeden nakledilenler arasında keffâretin miktarının
belirlenmiş olduğuna dair hüccet bulunmamaktadır.
Ezâ fidyesindeki
doyurmaya gelince; bunun konu ile ilgisi yoktur. Çünkü Yüce Allah:" İçinizde
hasta olan veya başından rahatsız bulunan varsa, fidye olarak oruç tutması,
sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir. "[88]
buyurmuştur. Yüce Allah burada bu üç şeyi mutlak olarak zikretmiş ve herhangi
bir kayıtla takyide gitmemiştir. Ancak Hz. Peygamber bunları takyid etmiş,
orucun üç gün olduğunu, kurbandan maksadın koyun (davar) olduğunu, sadaka
(doyurma) nın da, her birisine yanm sa' düşecek şekilde altı yoksulu doyurmak
şeklinde olacağını belirtmiştir. Yüce Allah "ezâ fidyesi" hakkında,
"altı yoksulu doyurmak" tâbirini kullanmamış; kayıtsız olarak oruç,
sadaka ve kan akıtmayı vacib kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) bu mutlak
ifadeleri farak (Medine'de üç sa' içine alacak bir ölçek), üç gün ve koyun
olmakla kayıtlamışlardır.
İhram halinde iken
avlanılan hayvanın cezasına gelince, onun da konu ile ilgisi yoktur. Çünkü
orada, yiyecek maddesi vermek durumunda olan kimse, sadece avın karşılık
değerini yiyecek maddesi üzerinden vermektedir. Bu ise avın büyüklük ve
küçüklüğüne göre az veya çok olabilir. Zira verilen, itlaf edilen avın
bedelidir ve burada yoksulların sayısına bakılmamaktadır; sadece yiyecek
miktarına ve onun yoksullara eşit olarak veya bazısına diğerlerinden daha az
veya çok vermek suretiyle uygun görülecek bir şekilde yedirilmesine bakılmaktadır.
Burada yiyecek maddesinin takdiri, itlaf edilen av hayvanına göredir ve az ya
da çok olabilir; her yoksula verilen de belli bir miktarla belirli değildir.
Sonra tahıl ile
takdiri cihetine gitmek, batıllığı apaçık ortada, başka bir durumu gerektirir.
Çünkü, eğer şer'an kadın lehine koca üzerine vacib olan tahıl olsaydı şöyle bir
netice ortaya çıkacaktı: İnsanların hemen hepsi ailelerine ekmek
yedirmektedirler.(Borç zimmette tahıl, verilen ise ekmek.) Bu durumda eğer siz
bunu bir muâvaza akdi sayarsanız, bu apaçık riba olur. Eğer muâvazalı bir akit
saymazsanız, tahıl zimmetinde bir borç olarak durmaktadır ve kadın ondan bir
bedel de almamıştır. Dolayısıyla kocanın zimmeti, kadın hakkını düşürmedikçe
veya ibrada bulunmadıkça borçtan kurtulmuş olmayacaktır. Kadının ibrada
bulunmaması durumunda, koca her gün ihtiyacı olan ekmek ve katık infakında
bulunmasına rağmen, uzun bir müddet için zimmetinde bulunan tahıl hakkını
talepte bulunabilecektir. İkisinden birisi Öldüğü zaman, sözkonusu tahıl onun
leh ya da aleyhinde bir borç olarak kalacak ve, her gün kadına infakta
bulunulmuş olmasına rağmen, terekesinden alınacaktır.
Malumdur ki, bu
netice; kemale ermiş, adalet, hikmet ve maslahat esasları üzerine kurulmuş yüce
İslâm şeriatıyla asla bağdaşmaz, şeriat böyle bir neticeyi tamamen reddeder.
Nitekim böyle bir neticeyi akıl ve örf de kabul etmez. Burada: "Kocanın
zimmetinde bulunan tahıl borcu, koca lehinde infakta bulunduğu ekmek ve katık
karşılığında kadın üzerinde tahakkuk eden alacak karşılığında düşer."
demek iki açıdan dolayı mümkün değildir: Birincisi: Koca onu karısına satmamış,
ona ödünç olarak da vermemiştir ki. kadının zimmetinde bir alacak olarak
tahakkuk etsin. Bilâkis, zevcenin bu konuda kocasının yemeğiyle yiyecek
ihtiyacım karşılamasının hükmü; şer'an muâvaza imkânı olmadığı için, misafire
yedirilen yemeğin hükmü gibi olmaktadır. Kadının yediği yemeklerin zimmeti
üzerinde sabit olduğu farzedilse bile, borçların cinsleri farklı olacağı için
takas imkânı olmayacaktır. Takas, borçların aynı cinsten olması esasına
dayanır. Bu durum, iki vecihten (görüşten) birisi olan:"Nafaka
karşılığında, ne para ne de bir başka şeyle, mutlak anlamda bedel alma
(muâvaza) caiz değildir. Çünkü bu henüz takarrür etmemiş, vacib olmamış bir şey
karşılığında bedel alma olur. Zira nafaka zamanla birlikte yavaş yavaş (tedricî
olarak) vacib olur. Dolayısıyla, zaman geçip takarrür etmedikçe, nafaka
karşılığında muâvazaya (beddelli bir muameleye) girmek sahih olmaz; zamanla
zimmeti üzerinde vacib olunca, zimmette sabit diğer borçlar karşılığında
muâvazaya gidildiği gibi, nafaka karşılığında da bedel almaya
gidilebilir." görüşüne göre sözkonusudur. İmam Şafiî'nin tâbilerinden
birisi bu problem karşısında bir çıkış yolu bulamayınca: "Sahih olan,
kadın yiyecek ihtiyacını kocasından karşıladığı zaman nafakası
düşmelidir." demiştir. Râfiî, el-Muftarrer'inde "İki vecihten evla
olanı düşmesidir." demiş; Nevevî bu görüşü, her devir ve şehirde câri olan
insanların teamüllerine ve zevcenin bununla iktifada bulunmasına istinaden daha
sahih bulmuştur .Râfiî, eş-Şerhu'l-Kehîr ve e[-Eusat'ta: "Bu konuda iki
vecih vardır; Kıyasa daha uygun olanı düşmemesi şeklindedir. Çünkü koca vacib
olanı yerine getirmemiş ve kendi üzerine vacib olmayan şeyi gönüllü olarak ona
vermiştir." demektedir. Bu iki vechin, kayyımı tarafından kendisine izin
verilen rüşdüne ermiş zevce hakkında sözkonusu edildiğini, rüşdüne dair izin
verilmemiş zevce hakkında ise tek vecih (görüş) olarak, nafakanın düşmeyeceğini
ifade etmişlerdir.
Hind hadisinde,
kişinin şikayeti sırasında borçlusunda bulunan vasıfları ortaya koymasının caiz
olacağına ve bunun bir gıybet olmayacağına delâlet bulunmaktadır. Bunun bir
benzeri de, bir başkasının, hasmı hakkında: "Yâ Rasûlallah! O fâcirin
birisidir. Yemin ettiği şeye asla aldırmaz." demesidir.
Yine Hind hadisinde,
çocukların nafakasının sadece babaya ait olduğuna ve annenin bu yükümlülükte
müşterek sorumlu olmadığma delâlet bulunmaktadır. Bu âlimlerin icmaı
olmaktadır. Ancak, dikkate alınmayacak şaz bir görüş de vardır. Bu şâz görüşe
göre:, anne de mirası oranında nafaka yükümlülüğüne iştirak eder. Bu .görüş
sahibinin isabetsiz kanaatine göre, kendisi, kıyası aynı derecede ve mirasçı
olan her erkek ve kadına teşmil etmiş ve nafakanın onların üzerine müştereken
terettüp edeceğini söylemiştir. Meselâ birisinin erkek ve kız kardeşi bulunsa,
veya anne ve dedesi ya da oğlu ve kızı olsa; nafaka miras oranlan ölçüsünde
müştereken onların üzerine gerekir. Dolayısıyla anne ve babanın durumu da
aynıdır.
Doğrusu; nafakanın
sadece asabe üzerine gerelane sidir. Bütün bunlarda durum; infak yükümlülüğünü
anne kanşinaksızın sadece babanın üstlenmesi gibidir. Şer'î kaidelerin gereği
budur. Çünkü asabe, yalnız başına âkile olur (hata yolu ile olan katillerde
diyeti öder), nikâh velayetini, ölüm velayetini üstlenir, velâ yolu ile mirasçı
olur. İmam Şafiî: "Anne ve dede veya baba bulunacak olursa, nafaka sadece
dede üzerinedir." demiştir. Bu İmam Ahmed'den gelen rivayetlerden de
birisidir. Delil bakımından doğru olan da budur. Aynı şekilde oğul ve kız; anne
ve oğul; kız ve oğulun oğlu bulunacak olsa, bu durumda da İmam Şafiî; "Bu
üç meselede de nafaka oğul üzerinedir; çünkü o asabedir." demiştir. Bu
İrnam Ahmed'den gelen rivayetlerden birisini oluşturmaktadır. İkincisi:
"Her üç meselede de nafaka, miras oranlarına göre her ikisi
üzerinedir." şeklindedir. Ebu Hanife: "Oğul ve kızın bulunması
durumunda nafaka, üzerlerine eşit olarak gerekir; çünkü bu ikisi yakınlık
bakımından eşittirler. Kız ve oğulun oğlunun bulunması durumunda, nafaka kız
üzerinedir; çünkü o daha yakındır. Anne ve kızın bulunması durumunda, anne
üzerine dörtte bir, geri kalan kısım ise kız üzerine gerekir." demiştir.
Bu İmam Ahmed'in de görüşü olmaktadır. İmam Şafiî: "Nafaka sadece kız
üzerine gerekir; çünkü kız, erkek kardeşiyle birlikte asabe olur." demiştir.
Doğrusu nafaka yükümlülüğünü sadece asabenin üstlenmesidir. Çünkü asabe mutlak
vâristir.
Hind hadisinde zevce
ve akraba nafakasının "kifayet miktarı" (yeterlilik ilkesi) ile
belirlenmiş olduğuna, bunu da örfün belirleyeceğine dair delâlet bulunmaktadır.
Hadis, aynı şekilde lehinde nafaka hakkı bulunan kimsenin, yükümlünün hakkını
vermemesi durumunda, nafakasını re'sen alabileceğine de delâlet etmektedir.
Bu hadisle, gıyabî
hükmün, yani mahkemede hazır bulunmayan k-msenin aleyhine
hükümde bulunmanın cevazına
istidlalde bulunmuşlardır. Oysa ki, hadiste böyle bir delâlet yoktur.
Çünkü Ebu Süfyân, orada idi ve bir başka yere sefere çıkmış değildi. Hz.
Peygamber (s.a.) kadından iddiasının doğruluğuna dair beyyine getirmesi
talebinde de bulunmamıştır. Dava konusu, davacının sadece iddiasıyla kendisine
verilmez. Dolayısıyla bu Hz. Peygamber'den (s.a.) sadır olan bir kaza tasarrufu
değil, fetva tasarrufu olmaktadır.
Bu hadisin delil
olarak kullanıldığı bir diğer konu da şudur: Bir insanın diğerinde alacağı olur
ve borçlu borcu inkâr ederse, bu durumda alacaklı borçlunun malım ele geçirse
alacağı kadar ondan re'sen alabilir mi? Bazıları buna, evet demişlerdir ve
hadisi delil olarak kullanmışlardır. Hadis buna üç açıdan dolayı delâlet etmez:
Birincisi: Burada
hakkın sebebi, ki zevceliktir, zahirdir; dolayısıyla zevcenin hakkını alması
"hıyanet" olmaz. Bu Hz. Peygamber'in:" Sana güvenen kimseye
emanetini öde, sana ihanet edene sen ihanet etme!"' [89]'
hadisi kapsamına da girmez. Bu yüzden İmam Ahnıed iki meseleyi birbiı inden
ayırarak, alacaklının re'sen ihkak-ı hakta bulunmasını yasaklamış ve zevcenin
nafakasını almasına ise cevaz vermiş ve böylece her iM hadisle de amel
etmiştir.
İkincisi: Zevcenin
durumu hâkime götürmesi ve neticede hakimin onun infakta bulunmasına ya da
aralarının ayrılmasına hükmetmesi her zaman için kolay olmayabilir. Bu durumda
da, kadının nafakasını kendiliğinden alması imkânı varken alamaması, kadın
aleyhinde bir zarar olur.
Üçüncüsü: Zevcenin
hakkı, her gün için yenilenen, yerleşik bir hak değildir ki, kocası adına
başkalarından borç alma, ya da durumu hâkime intikal ettirme imkânı bulunsun.
Alacak (borç) durumu ise böyle değildir. [90]
Bu Hind hadisiyle,
zevce nafakasının zamanın geçmesiyle düşeceğine dair istidlalde de bulunulmuş
ve, "Çünkü, Hz. Peygamber, Hind'in "kocasının kendisine ihtiyacı olan
miktarı vermediğini" belirtmesine rağmen, ona geçmiş zaman için de,
kendisi için yeterli olacak miktar kadar alması imkânı vermemiştir."
denilmiştir. Doğrusu, hadiste buna dair bir delâlet bulunmamaktadır. Çünkü
kadın bunu gündeme getirip talepte bulunmamıştır. O sadece, "gelecekte
kendisi için yeterli olacak nafakayı alabilip alamayacağını sormuş, Hz.
Peygamber de ona, buna hakkının bulunduğuna dair fetva vermiştir.
Daha sonra âlimler;
acaba zevce nafakasıyla akraba nafakasının her ikisi de zamanın geçmesiyle
düşer mi, veya düşmez mi; ya da akraba nafakası düşer fakat zevce nafakası
düşmez mi? şeklinde ihtilâf etmişler ve üç görüşe ayrılmışlardın
1) Her ikisi
de zamanın geçmesiyle düşerler. Bu İmam Ebu Hanife ve iki rivayetten birisinde
İmam Ahmed'in görüşü olmaktadır.
2) Akrabanın çocuk olması durumunda her iki tür
nafaka da düşmez. Bu da İmam Şafiî'ye nisbet edilen bir vecih olmaktadır.
3) Akraba
nafakası düşer, fakat zevce nafakası düşmez. İmam Şafiî, Ahmed ve Mâlik'in
rnezheblerinde meşhur olan görüş de bu olmaktadır.
Sonra, zamanın
geçmesiyle nafaka hakkını düşürenlerden bir kısmı: "Eğer hakim nafaka
hakkına hükmetmişse, bu hak düşmez." demişlerdir. Bu görüş, bazı Hanbelî
ve Şafiî fukahasma aittir. Bazıları da: "Nafaka zamanın geçmesiyle düştüğü
zaman, hâkimin onun farzlığma hükmetmiş olmasının bir etkisi olmaz."
demişlerdir. Ebu'l-Berekât'ın el-Muharr' inde zikrettiğinden, zevce nafakasıyla
akraba nafakası arasında ayırımın bulunduğu anlaşılmaktadır. Şöyle demektedir:
"Koca bir müddet uzakta bulunur ve bu sırada infakta bulunmazsa, geçmiş bu
zamanın nafakasını vermesi gerekir. Bu da ancak hâkimin nafakanın farzlığına
dair hükmü varsa sözkonusu olur. Akraba nafakasına gelince, geçen sürenin
nafakası kişiyi bağlamaz, ancak hâkimin izniyle onun adına borçlamlmışsa onu
ödemesi gerekir." Doğrusu da işte budur. Akraba nafakasının, zamanın
geçmesiyle düşmesi konusunda, hâkimin nafakanm farzlığına hükmetmiş olmasının,
gerek nakil bakımından gerekse tahric bakımından herhangi bir etkisi olmadığı
anlaşılmaktadır. Konuyu nakil açısından ele alalım: Bu konuda ne îmam
Ahmed'den, ne de onun ilk talebelerinden, hakimin hükmetmesi durumunda zamanın
geçmesiyle akraba nafakasının takarrür edeceğine dair bir şey söyledikleri
bilinmemektedir. Aynı şey ne îmam Şafiî ve ne de onun mezhebim tahkik eden
kimselerden de bilinmemektedir ki, el-Mühezzeb, el-Hâvl eş-Şâmû, en-Nihâye,
et-Tehzib, el-Beyân, ez-Zehâir sahipleri[91]
bunlardandır. Bu kitaplarda, hâkimin vücubuna hükmetmesi istisnası olmaksızın,
akraba nafakasmm zamanm geçmesiyle düşeceği hükmünden başka bir şey
bulunmamaktadır. Hâkimin hükümde bulunması durumunda nafakanın takarrür edeceği
hükmü, sadece el-Vasît ve el-Vecîz ile Râfiî'nin şerhi ve furûunda
bulunmaktadır. Makdisî, et-Tehzîb'de,Muhâmilî, el-Udde'de, Muhammed b. Osman,
et-Temhîd'de, Bendenîcî, el-Mu'temed'âe; hâkim vücubuna dair hükümde bulunsa
bile takarrür etmeyeceğini belirtmişler ve şöyle izah etmişlerdir: Nafaka nefsin
muhafazası için, yardımlaşma şekliyle vacib olmaktadır. Bu yüzden de, infakta
bulunulacak kişinin varlıklı olması durumunda, ona nafaka verilmesi vacib
olmamaktadır. Bu ta'lîl, nafakanın, zamanm geçmesiyle, hâkimin hükmü olsa da
olmasa da düşeceğini gerektirir. Ebu'l-Meâlî şöyle der: Bunun böyle olduğuna
delâlet eden hususlardan birisi de, akraba nafakasının faydalandırma (imtâ')
yollu bir yükümlülük olması, temlik kabilinden olmamasıdır. Temlik kabilinden
olmayan ve yeterlilik esasına dayanan bir yükümlülüğün, zimmette borç olması
mümkün değildir. "Çocuğun nafakası, zamanın geçmesiyle düşmez, takarrür
eder." diyenlerin görüşü bu ta'lîle uzak düşer. Onun zayıflığını
belirtmede daha ileri giderek, geçmiş zamana ait nafaka bedeliyle birlikte,
kifayet miktarını vacib kılmak bir tenakuz teşkil eder, demiştir. Sonra daha
sahih olan görüşe göre, "Nafaka, hamile olan kadının ona müstehak olması
ya da onunla faydalanması yolu ile hamle aittir ve o zevcenin nafakası
gibidir." dediğimiz takdirde, hamil suretinde nafakanın takdir edilmiş
olacağı hususunda özür beyan etmiş ve sonra şöyle demiştir: Bu hamil ile küçük
çocuk hakkında böyledir, bu ikisinin dışında kalan diğerlerinin nafakalarına
gelince; onlar hiçbir şekilde zimmette borç olmazlar, demiştir.
Doğru olan, işte
bunların söyledikleridir. Çünkü hâkimin farz kılmasının tasavvurunda çeşitli
ihtimaller vardır: Hâkim, zamanın geçmesiyle nafakanın düşeceğine ya
inanıyordur ya da inanmıyor. Eğer düşeceğine inanıyor idiyse, bu inancı
hilafına hükmetmesi ve bağlayıcı olmadığına inandığı bir şeyle ilzamda
bulunması ona caiz olmaz. Eğer nafakanın düşeceğine inanmıyorsa — kaldı ki bu
konuda, sadece Şafiî imamlarmca küçük çocuğun nafakasıyla ilgili ortaya konulan
vecih hariç, bu görüşte olan bir kimse bilinmemektedir— bu durumda farz
kılmadan ya "îcâb" (vacib kılma), ya vacibin isbâtı, }^a takdiri ya
da dördüncü bir şeyi kasdetmiştir. Eğer onunla îcâb kasdedilmişse, bu zaten var
olan bir şeyin ortaya konulması {tahsîlu'l-hâsd) kabilinden olur ve onun farz
kılmasının bir etkisi olmaz. "Vacibin isbâtı" kasdedilmesi takdirinde
de durum aynıdır; onun farz kılmasıyla kılmaması arasında bir fark yoktur. Eğer
"vacibin takdiri" mânası kasdedilmişse, takdir sadece vacibin fazla
ya da noksan olması gibi evsafında etkin olur, düşmesi ya da sübûtu konusunda
bir etkisi olmaz. Dolayısıyla hâkimin farz kılmasının vâcib konusunda asla bir
etkisi bulunmaz. Kaldı ki, hâkimin takdiri durumunda daha önce geçen ve vacib
olan yükümlülüğün maruf ölçüsünde nafaka olduğunu, kendi yediğinden onlara da
yedireceğini, kendi giydiğinden onlara da giydireceğini ortaya koyan delillerle
ters düşme de bulunmaktadır. Eğer bununla dördüncü bir şey kasdediliyorsa,
hükmünü görmek için onun da ne olduğunun mutlaka açıklanması gerekmektedir.
Eğer, "Dördüncü
şeyden maksat zamanın geçmesiyle nafakanın düşmemesidir. Hükmün mahalli budur,
hâkimin hükmünün etki ettiği ve ona taalluk ettiği şey de budur."
denilirse, buna şu şekilde cevap verilebilir: Hâkim, düşeceğine inanıp sonra da
nasıl onun aksine hükümde bulunup onu bağlayıcı kılabilir? Eğer düşmeyeceğine
itikat edecek olsa bu, icmaa muhalefet olur. Malumdur ki, hâkimin hükmü, bir
şeyi aslî sıfatından ayıramaz. Bu yükümlülüğün şer'î. sıfatı, zamanın
geçmesiyle düşmesi is**, bu sıfatı hâkimin hükmü izale edemez.
Geriye bir başka
itiraz daha kaldı: O da, hâkimin, nafaka farz kılınmadıkça, zamanın geçmesiyle
düşer; eğer farz kılınırsa takarrür eder, şeklinde itikat etmesidir. Bu durumda
o, bizzat zamanın geçmesiyle değil de farz olduğu için takarruruna hükmetmiş
olur, şeklindeki bir mütaladır.
Cevap: Bu bir mâna
ifade etmez. Eğer hâkim, zamanın geçmesiyle nafakanın düşeceğine inanıyorsa —
ki doğru olan ve şeılatın getirdiği de budur— bu durumda onun, düşeceğine Ve
bağlayıcı olmadığına inandığı bir şeyle ilzamı gerektirecek hükümde bulunması
caiz değildir. Bu konunun bir benzeri de şudur: Nâçar durumda kalan bir kimse,
kendisi gibi olmayan yiyecek sahibini hâkime şikâyet etse, hâkim de bedelini
vermek suretiyle yiyeceği nâçar lehine hükmetse, fakat henüz almadan ıztırar (nâçarlık)
hali ortadan kalksa ve karşı tarafa bedeli vermemiş olsa, bu durumda o bedeli
vererek hüküm konusu yiyeceği alması, yiyecek sahibinin de o bedel karşılığında
o yiyeceği ona vermesi bağlayıcı olmaktadır. Yakın akraba, hayatiyetini idame
ettirebilmek için nafakaya hak kazanır. Vücüb zamanı geçtiğinde, Şârfin hayatın
idamesi amacı gerçekleşmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, hayatiyeti idame sebeb
ve vesilesinden geçen kısmının telafisi için rücû etmenin bir faydası yoktur.
Zira maksat hasıl olmuş, sebepten bir başka sebep vasıtasıyla müstağni
olunmuştur.
İtiraz: Sizin bu
izahınız, zevcenin nafakasıyla aleyhinize kullanılır. Çünkü zevcenin nafakası,
hâkim tarafından farz kılınmasa bile zamanın geçmesiyle takarrür etmekte,
düşmemektedir. Halbuki sizin zikrettiğiniz bu mâna ayrusıyla onda da
bulunmaktadır.
Cevap: Ters düşme
[nakz) ancak hükmü kitap ve sünnet ile malum olan durumlarla karşı karşıya
gelindiğinde sözkonusu olur. Zevcenin nafakasının zamanla düşmesi konusu ise,
ihtilaflı bir konudur. Ebu Hanife ve bir rivayette İmam Ahmed onu zamanın
geçmesiyle düşürmektedirler. İmam Şafiî ve diğer rivayetinde İmam Ahmed ise
düşürmemektedirler. Zevcenin nafakasını zamanın geçmesiyle düşürmeyenler akraba
nafakasıyla onun arasında şu farkların olduğunu belirtmişlerdir:
Birincisi: Akraba
nafakası bir sıladır. (Yani aradaki bağın bir tezahürüdür).
İkincisi: Zevce
nafakası, kişi zengin de olsa, yoksul da olsa vacip olmaktadır. Akraba nafakası
ise böyle değildir.
Üçüncüsü: Zevce
nafakası, zevcenin malı bulunsa ve durumu nafaka takdirinden müstağni olsa bile
vaciptir. Akraba nafakası, ise ancak darlık ve ihtiyaç durumunda sözkonusudur.
Dördüncüsü: Sahabe,
zevcenin geçen nafakasının da vacip olduğuna hükmetmişlerdir. Aynı durumun
akraba nafakasında da sözkonusu edilip, geçmiş zaman için akraba nafakasının da
ödenmesi gereğiyle hükmeden hiçbir sahabî asla çıkmamıştır, Sahih olarak
bilindiği üzere, Hz. Ömer, ordu komutanlarına, kadınlarından ayrılanlar
hakkında yazmış ve onların ya nafakalarını vermelerini ya da onları boşamalarını;
eğer boşarlarsa, daha önce geçen zamanın nafakasını da göndermelerini
emretmiştir. Bu hususta, içlerinden hiçbir kimse Hz. Ömer'e muhalefet
etmemiştir. İbnü'l-Münzir (r.a.) şöyle der: Bu, kitap, sünnet ve icmâ ile vacip
olmuş bir nafakadır. Böylesi delillerle vacip olan bir şey, yine ancak böylesi
delillerle ortadan kalkabilir.
Düşürenler ise şöyle
demektedirler: Hind Hz. Peygamber'e (a.s.), kocası Ebu Süfyân'm kendisine
kifayet (yeterli) miktarı yiyecek vermediğine dair şikâyette bulunmuş, Hz.
Peygamber de, bundan böyte kendisine ve çocuklarına yetecek kadar onun malından
almasına izin vermiş, geçmiş dönem için ise böyle bir izin vermemiştir. Evlilik
akdinde sözkonusu ettiğiniz muâvaza (karşılıklı bedelli oluş) nafaka ile değil,
mehir ile olmaktadır. Nafaka ise, bir bedel değil, kocanın zevcesini kendi
evinde tutması karşılığındadır. Kadm kocanın yanında bir nevi esir gibidir ve
kocanın ailesinden bir parçadır. Onun nafakası yardımlaşma kabilindendir.
Yoksa, eşlerden her birisi diğerinden, diğerinin kendisinden istifade ettiği
gibi istifade etmektedir. Koca karısına mehir vermiştir. Bu durumda, kadın
geçen zamanın nafakasından müstağni olunca, kocayı onunla ilzam etmenin bir
anlamı yoktur. Hz. Peygamber (s.a.) zevcenin nafakasını da yakın akraba ve köle
nafakaları gibi maruf ölçüde belirlemiştir. Her üç türlü nafaka da, maruf
ölçüsünde sadece, kişinin mülkünde ve yanında tuttuğu, aralarında rahim bağı ve
akrabalık olan kimselerin hayatiyetlerini idame ettirmek için yardımlaşma
amacıyla vacib kılınmıştır. Zevcenin geçen zamanın nafakasından müstağni olması
durumunda, kocayı bu geçen zaman nafakasıyla ilzam etmenin bir anlamı yoktur.
Geçmiş zamanın nafakasıyla kocayı ilzam etmede, bu yüzden onu hapsedip
sıkıntılara sokmada, uzun zaman hapsederek ona azap vermede, bu süre içerisinde
kadını, ihtiyaçlarını gidermek için içeri dışan girip çıkmasına maruz
bırakmada, kocasından ayn düşmesi ve onun himayesinden uzak düşmesi sebebiyle,
gizli dostlar edinmesine sebep olunmasında —nitekim realite böyledir— ne gibi "maruf
olabilir? Böyle bir hükümde, boyutlarını yalnız Allah'ın bilebileceği yaygın
bir fesat vardır. Hatta öyle ki, fercler bu durumda kendilerini muhafaza eden
ve koruyan kimselerin hapsinden ve kendilerini başıboş bir halde bırakan
kimselerden şikâyetçi olmakta ve ilenmektedir. Şeriatın, böyle kıvılcımları
etrafa uçuşan ve yaygın bir fesadı doğuracak bir hükmü getirmiş olmasından
Allah'a sığınırız; Hz. Ömer, sadece kocaların zevcelerini boşamaları durumunda
geçmiş nafakalarım da göndermelerini emretmiştir; karılarının yanlarına
dönmeleri ve onlarla beraber yaşamaya devam etmeleri durumunda, geçmiş döneme
ait nafakalarını da vermelerini emretmemiştir. Böyle bir hüküm hiçbir sahabîden
de asla bilinmemektedir. Talâktan ve kadından tamamen ayrıldıktan sonra, geçen
dönem için gereken nafakanın da ödetilmesi hükmünden, karısına tekrar dönerek,
onun her türlü ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle birlikte yaşamaya devam
etmeleri durumunda da geçmiş nafakaların ödetilmesi lüzumu çıkarılmaz. Bunlar
ayn ayn şeylerdir. Dolayısıyla bunlan birbirine benzetmek doğru değildir.
Zevcenin nafakası, gün be gün vacib olur ve o akraba nafakası gibidir. Geçen
günler geçip gittiği için, kadının artık o günlerin nafakasına ihtiyacı
kalmamıştır. Dolayısıyla da, kocayı geçen bu günlerin nafakasıyla ilzam etmenin
bir anlamı yoktur. Bu eşler arasında, birbirlerine karşı düşmanlık ve kin
duymalanna sebebiyet verir. Böyle bir durum Yüce Allah'ın eşler arasında
olmasını arzu buyurduklan sevgi ve muhabbete dayalı ilişki esasını
zedeliyecektir.
Doğru olan görüş de
işte budur. Şeriatın bunun dışında başka bir görüş gerektirmiş olması mümkün
değildir. İmam Şafiî'nin tabileri: "Zevcenin giyecek ve mesken ihtiyacı,
temlik kabilinden değildir,imtâ' (faydalandırma) kabilindendir, görüşü kabul
edildiği zaman, bu ikisi, zamanın geçmesiyle düşerler." şeklinde tasrihte
bulunmuşlardır. Çünkü bu konuda onlara göre iki vecih bulunmaktadır. [92]
Nafakanın para
(dirhem) ile takdiri konusuna gelince, bu konuda ne Allah'ın kitabında, ne Hz.
Peygamber'in sünnetinde, ne sahabîlerden ne de tabiîn ve tebe-i tabiînden
hiçbir kimseden bir dayanak, bir asıl bulunmamaktadır. Mezheb imamlarından ve
diğer İslâm müctehidlerinden hiçbirisinden konu ile ilgili bir beyan da yoktur.
İşte önceki nesillerin haberlerini nakleden kitaplar, sünenler, mezhep
imamlarının sözleri hep önümüzdedir. Bunlardan herhangi birisinin nafakayı para
ile takdir ettiğini bize gösteriniz. Yüce Allah akraba, zevce ve köle
nafakalarını "maruf şekilde olacaktır" diye vacip Mlmıştır. Para ile
takdirine gitmek maruf değildir. Şeriat sahibinin beyan etmiş olduğu marufun
ölçüsü, kişinin yediğinden ona da yedirmesi, giydiğinden ona da giydirmesidir;
bunun ötesinde maruf bir şey yoktur. İnfakta bulunacak kimse üzerine para
takdirinde bulunmak maruf değil, münkerdir; para, ne vâcibdir ne de onun
bedelidir. Takarrür etmemiş ve mâlik olunmayan bir şey karşılığında bedel almak
caiz değildir. Çünkü akraba ve zevce nafakası gün be gün vacib olmaktadır. Eğer
takarrür etmiş olsaydı, bu durumda nafaka karşılığında, nafaka yükümlüsü olan
kocanın ve akrabanın rızası olmadan muâvazaya gitmek sahih olmayacaktı. Çünkü
para aslî vâcibden bedel kılınacaktır. Aslî vâcib ise İmam Şafiî'ye göre
buğday, çoğunluk ulemaya göre de mutad olan yiyecek maddesidir. Bu durumda
yükümlünün rızası olmadan, bunun karşılığında para ile ödemede bulunmasına onu
icbar etmek nasıl doğru olabilir?! Bu konuda Sâri* Teâlâ'dan gelen bir icbar
bulunmamaktadır. Bu, şer'î kaidelere, imamlann beyanlarına, halkın çıkarlanna
muhaliftir. Ancak nafaka yükümlüsü ile alacaklısının karşılıklı anlaşmaları
durumunda, bu caiz olabilir. Kaldı ki, zevcenin vacib olan nafaka karşılığında
bedel almasının cevazı konusunda Şafiî mezhebiyle diğerleri arasında bilinen
görüş ayrılığı bulunmaktadır. Buna göre: "Kadın nafakası karşılığında
bedel alamaz. Çünkü kadının nafakası, kocanın zimmetinde bedel olarak sabit
olan yiyecektir; dolayısıyla selem akdindeki akit mevzuunda da olduğu gibi,
kabzetmeden önce onun karşılığında bedel alması mümkün değildir. Buna göre,
nafaka karşılığında ne para ne elbise ne de bir başka şeyle asla bedel alma
mümkün olmaz. Bazılan da ekmek ve un haricinde başka şeylerle bedel alma yoluna
gidilebileceğini, un ve ekmekle bedel almaya gitmenin ise riba olacağını
söylemişlerdir. Tabiî, bu durum, geçmiş günlerin nafakası karşılığında bedel
almayla ilgilidir. Eğer sözkonusu olan gelecek günlerin nafakası karşılığında
bedel alma yoluna gitmek ise, bu durumda onlara göre tek görüş olarak bu sahih
değildir. Çünkü gelecek günlerin nafakası, her. an düşebilir ve takarrür edip
etmeyeceği bilinemez. [93]
Buhârî, Salih'inde Ebu
Hureyre hadisinde nakleder: Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "En üstün
sadaka, zenginlik bırakan — başka bir lâfızda— varlıklı iken yapılan sadakadır.
Veren el, alan elden daha hayırlıdır. Bakmakla yükümlü olduğun kimselerden
başla!" buyurmuştur. Karın sana: "Ya beni doyurursun, ya da
boşarsın!" der. Kölen: "Beni doyur ve çalıştır!" der. Oğlun:
"Beni doyur! Beni kime terkediyorsun!" der. Ebu Hureyre'ye
etrafındakiler: "Bu (sonraki) sözleri Hz. I'eygamberden mi işittin?"
diye sorarlar. O: "Hayır! Bunlar, Ebu Hureyre'nin dağarcığın-dandır."
diye cevap verir.[94]'
Nesâî, bu hadisi
kitabına almıştır. Orada Hz. Peygamber (s.a.): "Bakmakla yükümlü olduğun
kimselerden başla!" buyumr. Birisi: "Kime bakmakla yükümlüyüm, Yâ
Rasûlallah!" diye sorar, Hz. Peygamber de: Karın sana: "Beni doyur!
Yoksa boşa!" der. Kölen: "Beni doyur ve çalıştır!" der. Oğlun:
"Beni doyur! Beni kime terkediyorsun!" der. buyurur. Nesâî'nin
kitabının bütün nüshalarında bu böyledir ve hadisin senedi: Saîd b. Eyyûb —
Muhammed b. Aclân — Zeyd b. Eşlem — Ebu Salih — Ebu Hureyre şeklindedir. Saîd
ve Muhammed, her ikisi de sikadırlar.'[95]
Dârakutnî, Ebu Bekir
eş-Şâfiî — Muhammed b. Bişr b. Matar — Şeybân b. Ferrûh — Hammâd b. Seleme —
Asım — Ebu Salih — Ebu Hureyre senediyle Hz. Peygamberin (s.a.): "Kan
kocasına: "Beni doyur! Yoksa boşa!" der... (Hadisin devamını zikreder)
buyurduğunu rivayet eder.'[96]'
Yine Dârakutnî, Osman
b. Ahmed b. es-Semmâk ve Abdulbâkî b. Kani' ve İsmail b. Ali — Ahmed b. Ali
el-Hazzâz — İshâk b. İbrahim el-Bârudî — İshâk b. Mansûr — Hammâd b. Seleme —
Yahya b. Saîd senediyle, Saîd b. Müseyyeb'den, karısının nafakasını temin
edecek durumda olmayan adam hakkında: "Araları ayrılır." dediğini
rivayet eder.[97] Yine o, Hammâd b.
Seleme'ye kadar aynı senedle, ondan sonra da sırasıyla Asım b, Behdele — Ebu
Salih — Ebu Hureyre (r.a.) vasıtasıyla aynısını Hz. Peygamber'den rivayette
bulunmuşturP[98]
Saîd b. Mansûr,
Sünen'inde (Süfyân — Ebu'z-Zinâd ) vasıtasıyla Ebu'z-Zinâd'm şöyle dediğini
nakleder: Said b. Müseyyeb'e, nafaka temininden aciz bir adamın karısından
ayrılıp ayrılmayacağını sordum. O: "Evet!" dedi. Ben: "Sünnet
mi?" dedim. O: "Sünnet." dedi. Onun bu ifadesi, Rasûlullah'ın
sünnetine yorulur. Hiç olmazsa bu, İbnu'l-Müseyyeb'in mürsellerinden birisi
kabul edilir.
Fukaha bu meselenin
hükmü hakkında ihtilâf etmişlerdir:
1 — Koca nafakasını temin etmek ya da boşamak üzere icbar
edilir. Süfyân b. Yahya b. Saîd el-Ensârî, Îbnü'l-Müseyyeb'in şöyle dediğini
rivayet eder: "Kişi, karısına infak edecek bir şey bulamadığında, onu
boşaması için icbar edilir."
2— Kadını
koca aleyhine hâkim boşar. Bu görüş İmam Mâlik'e aittir. Ancak o şöyle der:
Hâkim, nafakanın temin edilememesi durumunda bir ay kadar tecil eder. Müddet
dolduğunda, kadın hayız halinde ise, temizleninceye kadar geciktirilir. Mehir
konusunda ise iki yıl mühlet verilir; sonra hâkim kadını, koca aleyhine olmak
üzere ricl talakla boşar. Eğer iddet içerisinde, kocanın maddî durumu
düzelirse, karısına rücû etme hakkı bulunmaktadır.
Bu hususta İmam
Şafiî'nin iki görüşü vardır:
1— Zevce
muhayyer bırakılır; eğer dilerse,
kocasıyla kalır ve veremediği nafaka, kadın lehine kocanın zimmetinde borç
olarak sabit olur. İmam Şafiî'nin tabileri ise: "Bu durum, zevcenin
kendisini kocasına teslim etmesi durumunda sözkonusudur. Eğer kendisini
kocasına teslim etmiyorsa, bu durumda nafaka düşer; eğer kadın dilerse nikâhı
fesheder." demişlerdir.
2— Zevcenin
nikâhı fesih hakkı yoktur. Ancak koca, hayatını kazanabilmesi için karısının
üzerinden elini çeker, onu serbest bırakır. Mezheb görüşü, zevcenin fesih
hakkına sahip olması şeklindedir.
Acaba bu aynlık, bir
talâk mıdır, yoksa fesih midir? Bu konuda iki vecih bulunmaktadır:
Birincisi: Bu ayrılık
talâktır. Kocanın mecburî olarak boşaması veya nafakasını temin etmesi için,
mutlaka hâkime müracaat etmesi gerekmektedir. Eğer koca kaçınacak olursa,
hâkim, koca aleyhine karısını ric'î bir talâkla boşar. Eğer koca rücûda
bulunursa, hâkim ikinci defa boşar. Üçüncü defa rücûda bulunursa üçüncü kez
boşar.
İkincisi: Bu ayrılık
bir fesihtir. Kocanın nafaka teminine kadir olmadığının isbatı için, mutlaka
mahkemeye baş vurulması gerekir. Sonra kadm bizzat kendisi fesheder. Eğer önce
kocasıyla kalmayı tercih eder, daha sonra feshetme arzusunda bulunursa, bu
hakkı mevcuttur. Çünkü nafakanın vücûbu gün be gün yenilenir.
Acaba kadın, fesih hakkını
hemen mi kullanır, yoksa üç gün geçmesi mi gerekir? Konu ile ilgili iki görüş
vardır ve onlara göre sahih olan, ikincisidir. Şöyle demişlerdir: Şayet üçüncü
gün nafakasını bulsa ve dördüncü günün nafakasın bulma imkânı olmasa, bu
durumda, verilen mühlet yeniden mi başlar? Bu konuda da iki vecih vardır:
Hammâd b. Ebî Süleyman: "İnnîne (iktidarsız) kıyas edilerek, kendisine bir
sene mühlet verilir, sonra feshedilir." demiştir. Ömer b. Abdülaziz
de:" Ona bir ya da iki ay mühlet verilir." demiştir. İmam Mâlik de:
"Bir ay kadar süre verilir." der.
İmam Ahmed'den iki
rivayet bulunmaktadır:
Birincisi ki, zahir
mezhebi bu olmaktadır, kadın kocasıyla kalmak ve fesih hakkını kullanmak
arasında muhayyer bırakılır. Eğer fesih hakkını kullanacaksa, durumu hâkime iletir.
Hâkim, kocayı nikâhın ya aleyhinde feshe gidilmesi ya kendisinin icbârî olarak
talâk vermesi, ya da zevcesine fesih için izin vermesi arasında muhayyer
bırakır. Eğer koca fesheder veya feshe izin verirse, bu bir fesih olur, talâk
olmaz; iddet içerisinde maddî durumu düzelse bile rücû hakkı bulunmaz. Eğer
hâkim onu talâka icbar eder ve koca ricl talâk ile boşarsa, bu durumda rücû
hakkı bulunur. Eğer maddî durumu iyi olmadığı halde rücûda bulunursa veya ona
infaktan imtina ederse, bu takdirde zevcenin fesih talebinde bulunması
durumunda, hâkim koca aleyhine ikinci ve üçüncü kez fesihte bulunur. Eğer kadm,
maddî imkânsızlıklarına rağmen, kocasıyla birlikte kalmaya razı olur ve daha
.sonra fesih talebinde bulunma gereği ortaya çıkarsa, veya maddî imkânsızlıklarını
bile bile onunla evlenmişse, buna rağmen daha sonra fesih talebinde
bulunabilir.
Kadı (İsmail) şöyle
der: İmam Ahmed'in kelâmının zahirine göre, kadının her iki durumda da fesih
hakkı bulunmamakta ve tercih hakkı ortadan kalkmaktadır. Bu aynı zamanda İmam
Mâlik*in de görüşü olmaktadır. Çünkü kadın onun bu kusuruna razı olmuş ve akid
altına bunu bilerek girmiştir. Doıayısıyla fesih hakkı yoktur. Nitekim, bir
kimsenin innîn (iktidarsız) olduğunu bile bile onunla evlenmesi ve akitten
sonra ben onun innîn olmasına razıyım demesi durumunda da durum aynıdır.
Bunlar, Kadı'nin söyledikleridir. Mezheb ve hüccetin gereği de budur.
"Onunla
beraberliğe razı olsa bile, fesih hakkı vardır." görüşündekiler şöyle
demektedirler: Kadının hakkı her gün yenilenmektedir. Dolayısıyla hakkının
yenilenmesiyle birlikte, fesih imkânı da yenilenir. Kadının koca ile birlikte
kalmaya nza göstermesi, henüz o anda vacib olmamış bir konudaki hakkını
düşürmek mânasını içerir, dolayısıyla satış akdinden önce şuf a hakkının
düşürülmesi örneğinde de olduğu gibi, bu hakkı düşmez. Bunlar şöyle devam
ediyorlar: Zevce, aynı şekilde gelecek zamanın nafakasını düşürecek olsa
düşmez. Yine kadın, akitten önce, nafakayı tamamen düşürse ve nafakasızlığa
razı olsa, yine nafaka hakkı düşmez. Aynı şekilde, akitten önce mehri düşürecek
olsa, mehir düşmez. Nafakanın vücûbu düşmediğine göre, onun vacib olması
sebebiyle sabit olan fesih hakkı da düşmez.
Fesih hakkının
düşeceği görüşünde olanlar buna şöyle cevap vermişlerdir: Kadının cima hakkı da
yenilenmektedir. Buna rağmen, kadm innînlikten (iktidarsızlıktan) kaynaklanan
fesih hakkını düşürdüğü zaman, bu hakkı düşmekte ve bir daha rücû imkânı
kalmamaktadır.
Sizin nafakanın
düşeceğine dair yaptığınız bu kıyas, üzerinde ittifak olmayan ve delille sabit
bulunmayan bir asıla kıyas olmaktadır. Aksine, şuf a konusunda delil, şuf
adarın hakkını satış akdinden önce düşürmesiyle düşeceği doğrultusundadır.
Nitekim bu konuda Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu sabit olmuştur:
"Kişinin ortağına haber vermedikçe, (ortak maldaki hissesini) satması
helâl olmaz. Eğer satar ve ortağına haber vermezse, ortağı satışa daha çok hak
sahibidir."[99] Bu hadis, satıştan önce
şufadarın hakkını düşürmesi durumunda, hakkının düşeceği ve ondan sonra bir
daha şuf a hakkını talepte bulunamayacağı konusunda sarihtir. Bu takdirde
hadis, kadının nafakasını düşürmesi durumunda, nafakanın düşeceği konusuna bir
asıl kabul edilir ve şöyle deriz: Bu zarann def edilmesi için konulmuş bir
muhayyerliktir; dolayısıyla, sübutundan önce düşürmesi durumunda, şuf ada
olduğu gibi, düşer. Sonra bu (sizin teziniz), kiralanan eşyada bir ayıbın
ortaya çıkması hükmü ile nakz edilmektedir. Çünkü, kiracı, kiralık yere girer
veya ayıbı bilir ve sonra fesih muhayyerliğini kullanmazsa, artık daha sonrası
için fesih hakkı kalmaz. Onun kiralık eşyadan faydalanma hakkının her an
yenilenmesiyle zevcenin nafaka hakkının yenilenmesi aynıdır ve aralarında bir
fark yoktur. "Nafakayı veya mehri nikâhtan Önce düşürecek olsa, bunlar
düşmezler." sözüne gelince, buna karşı şöyle denebilir: Sebebin tam
anlamıyla in'ikâd etmediği bir anda hakkın düşürülmesi, sebebin in'ikâdından
sonra düşürülmesi gibi değildir. Bu, mesele hakkında icmâ bulunduğu zaman
böyledir. Eğer mesele hakkında ihtilâf varsa, bu durumda iki düşürme arasında fark
yoktur ve iki hüküm arasını eşit kılarız. Eğer aralarında fark varsa, bu
durumda da kıyas mümkün olmayacaktır.
İmam Ahmed'den gelen
bir diğer rivayete göre de, kadının fesih hakkı yoktur. Bu da Ebu Hanife ve
onun iki talebesinin görüşleri olmaktadır. Bu görüşe göre, kadına kocasının
kendisinden istifadede bulunmasına imkân vermesi gerekmez. Çünkü, koca istifade
bedelini ona teslim etmemiştir. Dolayısıyla, kadının kendisini teslim etmesi
gerekmez. Nitekim, müşterinin mebînin (aldığı malın) bedelini verememesi
durumunda, onun kendisine teslimi gerekmemektedir. Bu durumda, kocanın hayatını
kazanabilmesi ve kendi nafakasını çıkarabilmesi için karısına yol vermesi
gerekmektedir. Zira kadını nafakasız olarak evinde tutması, kadına zarar vermek
olur.
Soru: Şayet kadın
varlıklı olsa, bu durumda koca onu evinde tutabilir mi? Buna da aynı şekilde,
kadını evinde tutamayacağı şeklinde cevap vermişlerdir. Çünkü, koca kadını,
ancak nafakasını karşıladığı ve onu yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarından müstağni
kılabildiği zaman, ondan şer'an istifade edebilmesi amacıyla kendi evinde
tutabilir. Bu şartlar bulunmadığı zaman, koca karısını kendi evinde tutma
hakkına sahip değildir. Bu görüş selef ve haleften bir grup ulemaya aittir.
Abdürrezzak, İbn
Cüreyc'den nakleder: O şöyle der: "Atâ'ya, karısına nafaka için uygun bir
şey bulamayan kimse hakkında sordum." O: "Kadın için ancak bulduğu
vardır. Kadının kendisini boşama hakkı yoktur." dedi. Hammâd b. Seleme,
bir grup vasıtasıyla karısının nafakasını teminden aciz olan bir adam hakkında
Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Kadın ona yardımcı olur,
Allah'tan korkar ve sabreder; kocası de elinden geldiğince ona infakta bulunur.
" Abdürrezzak, Ma'mer'den nakleder: "Zührî'ye, karısının nafakasını
temin etmekten aciz olan bir adam hakkında, aralan ayrılır im? " diye
sordum. O:"Kadın teenniyle hareket eder ve aralan aynlmaz. " dedi ve:
"Allah kimseye verdiği rızkın üzerinde bir yük yüklemez. Allah güçlükten
sonra kolaylık verir."[100]'
âyetini okudu. Ma'mer: "Ömer b. Abdulaziz'in de aynen Zührî'nin dediği
gibi "öylediği bana ulaşmıştır." demiştir. Abdürrezzak, kocası
tarafından nafakası karşılanamayan kadın hakkında Süfyân es-Sevrî'nin: "O
imtihan edilen bir kadındır, sabretsin ve "aralan ayrılır" diyen âlimlerin
görüşüne sarılmasın." dediğini nakletmişür.
Ben derim ki: Bu
konuda Ömer b. Abdülazizden üç rivayet bulunmaktadır ve birincisi budur.
İkincisi: İbn Vehb,
Abdurrahman b. Ebi'z-Zinâd — babası tarikiyle rivayet eder: O [babası) şöyle
der: Ömer b. Abdülaziz'i, karısı tarafından şikâyet olunan ve nafakasını temin
etmediği belirtilen bir koca hakkında: "Ona bir veya iki ay bir mühlet
verin. Eğer o vakite kadar nafakasını temin etmezse aralarını ayırın."
derken işittim.
Üçüncüsü: îbn Vehb,
İbn Lehîa — Muhammed b. Abdurrahman vasıtasıyla nakleder. Muhammed şöyle
anlatır: Bir adam kızını birisine nikahladığını, fakat onun kızının nafakasını
temin etmediğini ifadeyle, Ömer b. Abdülaziz'e şikâyetçi olur. Ömer b.
Abdülaziz kocayı çağırtır, adam gelir ve: "O, benim bir şeyim bulunmadığını
bildiği halde kızını bana nikahladı." der. Ömer b. Abdülaziz: "Sen
onu tanıdığın halde nikahladın, öyle mi? " diye sorar. Adam:
"Evet!" der. Ömer: "Bu durumda ben ne yapayım? Aileni al,
götür!" der.
Bu durumda eşlerin
aralannın ayrılmaması görüşü, tüm Zahirîlerin mezhebi olmaktadır. Bu konuda
İmam Mâlik ve diğerleri onlara karşı çıkmıştır. İmam Mâlik: "Öncekilere
yetiştim. Onlar: Erkek, karısının nafakasını temin etmediği zaman araları
aynlır, diyorlardı." demiştir. Kendisine: "Ashab, fakr u zaruret
içerisinde idiler, (bununla birlikte eşler arası bu yüzden aynlmıyordu)."
diye sordular. İmam Mâlik: "Bugün insanlar artık onlar gibi değillerdir.
Kadın, sadece ondan bir şeyler umduğu için, onunla evlenmiştir." diye
cevap vermiştir.
Onun sözünün anlamı
şudur: Sahabe kadınları, Allah rızasını ve ahiret yurdunu istiyorlardı, onlann
amaçlan dünyalık elde etmek değildi. Dolayısıyla onlar, kocalannm yoksul
olmasına aldırmıyorlardı. Çünkü kocaları da kendileri gibi idiler. Günümüz
kadınlarına gelince, onlar isadece kocalannm dünyalıklarından yararlanmak,
nafaka ve giyim ikuşama kavuşmak için evlenmektedirler. Bugünün kadını, sadece
dünya ;umudu ile evlenmektedir. Dolayısıyla, bugün artık örf haline gelen bu
ışart, sanki akit içerisinde sarih olarak zikredilmiş gibi olmuştur. Sahabe |ve
onlann telakkileri de, akit içinde şart koşulmuş gibi içli. İmam Mâlik'in
mezhebine göre, bir şart örf (maruf) haline geldiğinde, o sanki akitte
zikredilmiş gibi kabul edilir. İmam Mâlik'in sözünden ne kasdettiğini ve onun
amacını anlayamayanlar, onun bu sözünü tepkiyle karşılamışlardır.
Mesele hakkında bir
görüş daha vardır: Buna göre, koca zor durumda (yoksul) bulunur ve nafakayı
temin edemezse, onun nafakasını buluncaya kadar hapsedilir. Bu görüşü, İbn Hazm
ile İbn Kudâme ve daha başkaları, Basra kadısı Ubeydullah b. Hasan
el-Anberî'den nakletmişlerdir. Allah! Allah! Şaşmamak kabil değil! Bu adam
niçin hapsediliyor ve hem hapis, hem yoksulluk, hem de ailesinden ayrı düşürülmek
işkencesine neden maruz bırakılıyor?! Sübhânallah! Bu din aleyhine büyük bir
iftiradır. İlmin kokusunu almış bir kimsenin bile bu görüşe kail olacağını
zannetmiyorum.
Konuyla ilgili bir
başka görüş de şudur: Kocanın fakir olup kendi nafakasını temin edememesi
durumunda, onun nafakasını kansı temin eder. Bu Ebu Muhammed b. Hazm'm görüşü
olmaktadır,. Hiç şüphesiz bu görüş, el-Anberî'nin görüşünden daha iyidir. İbn
Hazin, el-Muhallâ'da. şöyle demektedir: Eğer koca, kendi nafakasını temin
etmekten aciz olursa ve kansı da zengin bulunursa, kocasının nafakasını temin
etmekle yükümlü tutulur ve daha sonra kocanın durumu düzeldiğinde de
harcadıklarını geri alamaz. Bunun delili şu âyet-i kerîmedir: " Anaların
yiyecek ve giyeceğini uygun bir şekilde sağlamak, çocuk kendisinin olan babaya
borçtur. Herkese ancak gücü nisbetinde teklifte bulunulur. Ana çocuğundan,
çocuk kendisinin olan baba da çocuğundan dolayı zarara sokulmasın. Mirasçıya da
aynı şeyi yapmak borçtur."[101]'
Zevce de vâristir. Öyleyse bizzat Kur'an nassıyla onun üzerine de nafaka
vâcibtir.
İbn Hazm'a şaşmamak
elde değil! Eğer âyetin akışı üzerinde düşünecek olsaydı, bu anladığının aksini
anlayacaktı. Çünkü Yüce Allah:"Yiyecek ve giyeceklerini uygun bir şekilde
sağlamak, çocuk kendisinin olan babaya borçtur." buyurmuştur. Şüphesiz
âyette geçen zamirler zevcelere aittir. Sonra da: " Mirasçıya da aynı şeyi
yapmak borçtur." buyurmuştur. Dolayısıyla Yüce Allah annelerin nafaka ve
giyecekleriyle ilgili yükümlülüğün benzerini, aynen varis olunan (yani baba)
üzerine yüklediği gibi, babanın veya çocuğun varisleri üzerine de yüklemiştir.
Bu itibarla, âyette zevcelerin dışındaki kimseler için nafaka yükümlülüğü
sözkonusu mudur ki, âyetin umûmu onun kail olduğu görüş üzerine hamledilsin!
Yoksulluk sebebiyle,
nikâhın feshe dilemeyeceği görüşünde olanlar şu âyeti delil olarak kullanmaktadırlar:
"Varlıklı olan kimse, nafakayı varlığına göre versin; rızkı ancak
kendisine yetecek kadar verilmiş olan kimse, Allah'ın kendisine verdiğinden
versin. Allah kimseye verdiği rızkı aşan bir yük yüklemez. Allah, güçlükten
sonra kolaylık verir."[102]
Bunlar şöyle diyorlar: Yüce Allah, koca üzerine bu durumda iken nafaka
yükümlülüğü getirmediğine göre, bu haliyle koca, üzerine vacib olmayan bir şeyi
terketmiş olmaktadır ve bundan dolayı da günahkar değildir. Dolayısıyla
yoksulluk sebebiyle nafaka teminine kadir olamamak, kişiyle sevgilisi, huzur ve
sükun bulduğu eşi arasını ayırma ve böylece ona işkence etme sebebi olamaz.
Müslim, Salih'inde Ebu'z-2;übeyr hadisinde şöyle rivayette bulunur: Câbir
anlatır: Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna girdiler.
Hz. Peygamberi, etrafında kadınları olduğu halde kederli kederli, susmuş bir
halde otururken buldular. Bunun üzerine Ebu Bekir: Tâ Rasûlallah! Hârice'nin
kızını bir görseydin! Benden nafaka istedi. Ben de kalktım onun boğazım
sıktım." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) güldü ve: 'BunJar da
etrafımda gördüğün gibi, benden nafaka istiyorlar." buyurdu. Derken Hz.
Ebu Bekir Hz. Âişe'nin boğazım, Hz. Ömer de Hz. Hafsa'nın boğazım sıkmağa
kalkmışlardı. İkisi de: "Siz Resulullah'tan onda olmayan bir şeyi
istiyorsunuz ha!" diyorlardı. Hz. Âişe ve Hz. Hafsa: "Vallahi
Rasûlullah'da (s.a.) olmayan bir şeyi asla istemeyeceğiz!" demişlerdi.
Sonra Hz. Peygamber (s.a.) onlardan bir ay uzaklaşmıştı..."'[103]
İşte Hz. Ebu Bekir ve
Hz. Ömer bizzat Hz. Peygamber'in (s. a.) huzurunda kızlarını dövmüşlerdir.
Çünkü onlar Hz. Peygamber'in bulamayacağı bir nafaka istemişlerdi. Onların,
haklarını talepte bulunan kimseleri dövmeleri ve Hz. Peygamber'in de bunu
tasvip buyurmaları düşünülemez, bu mümkün değildir. Dolayısıyla bu, yoksulluk
durumunda onların talepte bulundukları konuda hakları bulunmadığına delâlet
etmektedir. Onların bu talepleri batıl olduğuna göre, bu durumda kadına, isteme
hakkı bulunmayan, kendisine helâl olmayan bir şeyin yokluğundan dolayı nikâhı feshetme
yetkisi nasıl verilebilir? Yüce Allah, alacaklı olan kimsenin, borçlu olan
kimseye, sıkıntı içerisinde olması durumunda, fırsat buluncaya kadar alacağım
ertelemesini emretmiştir. Nafaka da nihayet bir borç telakki edilebilir; bizzat
Kur'an nassı zevceye, kocasına yoksulluktan kurtuluncaya kadar mühlet vermesini
emretmektedir. Tabiî bu izah nafakanın kocanın zimmetinde sabit olması esası
üzerine mebnidir. Eğer zamanın geçmesiyle nafaka düşer, denilecek olursa, bu
durumda kadının fesih yetkisinin bulunması son derece uzak olmaktadır.
Bunlar şöyle devam
etmektedirler: Yüce Allah, alacaklı olan kimseye, borçlunun elinin dar olması
du.rumunda kendisine mühlet vermesini vacib kılmış ve onu hakkını terketmek
suretiyle tasaddukta bulunmaya davet etmiştir. Bu iki işin ötesinde yapılacak
başka bir .ıjamele zulüm olacaktır ve Allah onu alacaklı için mubah
kiralamıştır. İşte biz bu kadma tam harfi harfine Allah'ın buyruğu ile
hükmediyor ve ona diyoruz ki: Ya kocana yoksulluktan kurtuluncaya kadar mühlet
verirsin, ya da ona tasaddukta bulunursun, bu iki şıktan başka senin için başka
bir hak bulunmamaktadır.
Sahabe içerisinde,
varlıklı olanlar da yoksul olanlar da vardı. Yoksul olanları varlıklı
olanlardan kat kat fazla bulunuyordu. Buna rağmen, Hz. Peygamber (s.a.) hiçbir
kadına kocasının yoksulluğu sebebiyle nikâhı feshetme imkânı asla vermemiş ve
yine hiçbir kadına eğer dilerse sabredeceği veya dilerse bu sebeple nikâhı
feshedebileceği yetkisinin bulunduğunu bildirdiği de vâki değildir. Hz.
Peygamber (s.a.) hükümleri Allah'tan aldığı emirlerle koyar. Haydi farzedelim
ki, zevceler haklarını terkettiler; bunların içlerinde bir kadın dahi mi
hakkını talepte bulunmamıştı?! İşte hanımları, kadınların en hayırlıları
oluyorlardı, buna rağmen O'ndan nafaka talebinde bulunuyor, hatta O'nu
kızdırıyorlardı ve Hz. Peygamber (s.a.) de onlara karşı aşırı öfkesinden dolayı
bir ay süreyle yanlarına uğramayacağına dair yemin ediyordu. Eğer O'nun
şeriatında yer eden hüküm, kocaların nafaka temininden aciz kalmaları durumunda
zevcelerin nikâhı feshedebilecekleri şeklinde olsaydı, tek bir kadından da olsa
bu konuda kendilerine şikâyet intikal ederdi. Nitekim Hz. Peygamber'e (s.a.),
nikâhın ortadan kaldırılması konusunda, nafakanın bulunmaması zaruretinden daha
aşağı mertebede olan zaruretten dolayı davalar intikal etmiştir. Rifâa'nm
(boşanan) kansı kendisine gelerek şöyle anlatmıştır: "Ben Rifâa'dan sonra
Abdurrahman b. Zübeyr ile evlendim. Onda bulunan, elbisenin saçağı gibi bir
şey." demişti. Kadın, yeni kocasıyla kendisini ayırmasını istiyordu.
Malumdur ki, bu gibi durumlar, onların içinde bulundukları yoksulluk
durumlarına göre son derecede azdı. Buna rağmen hiçbir kadın çıkıp da,
yoksulluktan dolayı kendisiyle kocası arasının ayrılması talebinde
bulunmamıştı.
Yüce Allah zenginliği
de fakirliği de insanlar için yaratmıştır. Kişi zaman olur fakirliğe düşer,
zaman olur zenginliğe kavuşur. Eğer her fakir düşen kimsenin zevcesi nikâhı
feshedecek olsaydı, bü;/ük bir belâ her tarafı sarar, şer alır başını yürür ve
dünyadaki evliliklerin yandan çoğu feshedilir, aynlık çoğu kez kadınların eline
tevdi edilmiş olurdu. Dünyada darlığa düşmeyen, ara sıra da olsa nafaka temini
konusunda sıkıntı çekmeyen kim var ki?
Şayet zevce müzmin bir
hastalığa yakalansa ve bu sebepten dolayı koca onun kadınlığından istifade
edemese, bu sebepten dolayı kocanın nikâhı feshetme yetkisi yoktur. Hatta
onunla cimada bulunma imkânı olmamasına rağmen, koca üzerine kadının tam
nafakasını vacib kılmaktadırlar. Hal böyle iken, nihayet zevcenin kadınlığından
istifade bedeli olarak telakki edilebilecek nafakanın temin edilememesi
durumunda, ona nikâhı feshetme imkânı nasıl verilebilir?!
Ebu Hureyre hadisine
gelince, bizzat Ebu Hureyre'nin kendisi,"Nafakamı temin et, yoksa
boşa!..." sözünün kendi dağarcığından olduğunu, Hz. Peygamber'in sözünden
bulunmadığım ifade etmiştir. Sahihte bu böyledir. Aynı hadisi Saîd b. Ebî Saîd
de ondan rivayet etmiş ve: Ebu Hureyre bu hadisi rivayet ettikten sonra şöyle
derdi: "Karın şöyle der:....w diyerek Ebu Hureyre'nin hadise ziyade ettiği
kısmı zikretmiştir.
Hammad b. Seleme —
Âsim b. Behdele — Ebu Salih — Ebu Hureyre senediyle Hz. Peygamber'den benzeri
rivayet edilen ve Yahya b. Saîd aracılığıyla, Saîd b. Müseyyeb'in, zevcesine
infakta bulunacak bir şey bulamayan adam hakkında "Aralan aynlır." dediğine
işarette bulunulan hadise gelince, o münker bir hadistir, Hz. Peygamber'den
(s.a.) sadır olması ihtimali yoktur. En iyimser ihtimalle o, Ebu Hureyre'nin
kendi sözü olabilir. Anlaşılan odur ki, hadis mâna yolu ile rivayet edilmiştir
ve râvi Ebu Hureyre'nin:"Karın: Beni doyur, yoksa boşa! der." sözünü
kasdetmiştir. Yoksa Ebu Hureyre'nin bilgisi dahilinde, Hz. Peygamber'e (s.a.)
kansmın nafakasını temin imkânından mahrum olan birisinin durumunun sorulduğu
ve O'nun da "Aralan ayrılır." diye buyurduğu şeklinde anlaşılmasına
gelince, Allah'a yeminle belirtiriz ki, bunu ne Hz. Peygamber söylemiş, ne Ebu
Hureyre O'ndan işitmiş ve ne de onu rivayette bulunmuştur. Nasıl olabilir ki,
Bizzat Ebu Hureyre, Hz. Peygamber'den (s.a.): Kann: "Beni doyur, yoksa boşa!"
der diye rivayet edilmesini caiz görmüyor ve bu ifadenin Hz. Peygamber'e
nisbeti gibi yanlış bir anlayışa düşülmemesi için, bunun bizzat kendi
dağarcığından olduğunu ifade ediyor.
Bu konuda şer'î kaide
ve asıllann gereği odur ki, eğer adam kendisinin varlıklı olduğu şeklinde
kadını kandınr ve bu şekilde onunla evlenirse, sonra yoksul olduğu ortaya
çıkarsa, veya varlık sahibi olur, fakat kansmın nafakasını vermezse; bu durumda
kadın da kocasının malından, kendiliğinden veya hâkim aracılığıyla yeterli
miktarda nafaka alamıyorsa, nikâhı feshetme yetkisi vardır. Ama kocanın
yoksulluğunu bile bile evlenmişse, veya adam varlıklı olmasına rağmen bir
musibetle malı telef olmuş ve yoksul düşmüşse, bu durumda kadının fesih hakkı
yoktur. İnsanlara her an bolluktan sonra yoksulluk musibeti anz olagelmiştir.
Onlann (selef) eşleri, bu sebepten dolayı aralarını ayırmak üzere kocalan
aleyhine dava açmamışlardır. Tevfik ancak Allah'tandır.
Çoğunluk
fukaha:"Kocanın mehri verememesi durumunda, kadının nikâhı fesih hakkı
yoktur." demişlerdir. Bu görüş İmam Ebu Hanife ve tâbilertne aittir. İmam
Ahmed'in mezhebinde sahih olan görüş de bu olmaktadır. Bütün öğrencilertnin
tercihleri de bu doğrultudadır. Şafiî mezhebi fakihlerinden pek çoğunun görüşü
de böyledir. Şeyh Ebu İshâk ve Ebu Ali b, Ebî Hureyre, tafsile giderek:
"Eğer zifaftan önce ise, bu sebepten dolayı nikâhı fesih hakkı sabit olur;
zifaftan sonra ise sabit olmaz." demişlerdir. Bu görüş, İmam Ahmed'in
mezhebinde bulunan vecihlerden birisini oluşturmaktadır. Mehir tam bir bedel
olarak telakki edilmesine ve nassın da delâlet ettiği gibi satış akdindeki
mebiin bedelinin ödenmesinden daha gerekli olmasına rağmen hükmü böyledir.
Mehrin ödenememesi durumunda nikâhın feshedilemeyeceği ve benzeri hükümler,
aynısıyla nafakanın ödenememesi durumunda da hatta öncelikli olarak sözkonusu
olur.
Soru: Burada, kocanın
nafaka temininden âciz kalması durumunda kadına ulaşacak zarar, mehri ödemekten
âciz kalması durumunda sözkonusu olacak zarardan daha büyüktür. Çünkü bünye,
mehirsiz de hayatiyetini devam ettirebilir, fakat nafakasız yapamaz;
denilebilir.
Cevap: Bünye, kocanın
nafakası olmadan da hayatiyetini idame ettirebilir. Meselâ kadın kendi malından
ihtiyaçlarını karşılayabilir veya nafakasını kendi yakınları karşılayabilir
veya yün eğirmek gibi kendi el emeğiyle geçinebilir. Kısaca, kadın iddet
zamanında neyle yaşıyorsa onunla hayatiyetini idame ettirebilir. Kocanın nafaka
temininden âciz kaldığı zamanlar, sanki kadının iddet zamanı imiş gibi kabul
edilir.
Sonra kadının fesih
hakkının bulunduğunu kabul edenler şöyle diyorlar: "Kadının kantarlarla
altın ve gümüşü de olsa, kocasının nafakasını teminden âciz kalması durumunda
nikâhı feshetme hakkı vardır." Bu görüşün tam karşısında ise Batı'nm
mancınığı olan Ebu Muhammed b. Hazm'm: "Bu durumda kadının kocasının
nafakasını karşılamışı vacip olur; malını ona verir ve kendisini ona teslim
eder." şeklindeki görüşü bulunmaktadır. Şaşılacak bir görüş olarak da,
Anberfnin "Koca hapsedilir." şeklindeki ifadesi bulunmaktadır.
Şeriatın asılları ve
kaideleri, bunların içerdikleri maslahatlar ve zararların defi gibi hususlar,
iki zarardan daha ağır olanını, hafifini göğüslemek suretiyle bertaraf etme,
daha büyük maslahatı elde etmek amacıyla daha küçük maslahatı göz ardı etme
prensibi üzerinde durduğumuzda, bu zikrettiğimiz görüşler arasında hangisinin
daha uygun olduğu ortaya çıkacaktır. Tevfîk ancak Allah'tandır. [104]
Müslim, Sahihinde Fâtıma
bt. Kays hadisinde rivayet eder: Ebu Amr b. Hafs, Fâtıma'yı gıyaben bâin
talâkla boşamış da, vekili ona arpa göndermiş. Fâtıma buna razı olmamış. Fakat
Ebu Amr'm vekili: Vallahi,senin bizde bir hakkın yoktur; demişti. Bunun üzerine
Fâtıma, Rasûlullah'a.ts.a.) gelerek bu meseleyi anlatmış. Hz. Peygamber [s.a.):
"Senin onda nafaka hakkın yoktur." buyurmuş ve iddetini Ümmü Şerik'in
evinde geçirmesini emretmişti. Sonra: "Ümmü Şerîk, ashabımın daima
ziyaretine gittikleri bir kadındır. Sen İbn Ümmü Mektûm'un yanında iddet bekle.
Çünkü o âmâ bir adamdır. Yanında üstünü çıkarabilirsin. (Nikâh için) helâl
olduğun zaman bana bildir!" buyurmuştur. Fâtıma şunları söylemişti:
(Nikâha) helâl olduğum vakit kendilerine, Muâviye b. Ebî Süfyân ile Ebu Cehm'in
beni istediklerini söyledim. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Ebu Cehm
sopasını omuzundan indirmez; Muâviye'ye gelince, o da yoksuldur; hiç malı
yoktur. Sen Üsâme b. Zeyd ile evlen!" Ben buna razı olmadım. Sonra
(tekrar): "Sen Üsâme b. Zeyd ile evlen!" buyurdu. Bunun üzerine
onunla evlendim. Allah onda hayır halk etti; ben de gıpta ettim.[105]
Yine Müslim'in
Sahih'inde rivayet edilir:
Fâtıma'yı koc.ası Hz.
Peygamber (s.a.) zamanında boşamış ve kendisine düşük bir nafaka vermişti.
Fâtıma bunu görünce: "Vallahi, Rasûlullah'a (s.a.) bildireceğim! Şayet
benim için nafaka varsa, işime yarayanı alınm; bana nafaka yoksa, ondan hiçbir
şey almam!" demişti. Fâtıma şunu söylemişti: Müteakiben bunu Hz.
Peygamber'e (s.a.) söyledim de:" Sana ne nafaka vardır, ne de mesken!"
buyurdu.[106]
Yine Müslim'in
Sahihinde, ondan şöyle rivayet edilir: Ebu Hafs b. el-Muğîre el-Mahzûmî,
Fâtıma'yı üç talâk ile boşamış, sonra Yemen'e gitmişti. Aile efradı Fatma'ya:
"Senin bizde nafaka hakkın yoktu." demişlerdi. Bunun üzerine Hâlid b.
Velîd birkaç kişiyle kalkarak Meymûne'nin evinde bulunan Rasûlullah'a {s.a.)
gelmişler ve: "Gerçekten Ebu Hafs, karısını üç talâk ile boşamıştır. Acaba
bu kadına nafaka var mıdır?" diye sormuşlardı. Hz. Peygamber (s.a.):
"Ona nafaka yoktur ama iddet vardır." buyurmuştu. Fâtıma'ya da:
"Nefsin hakkında (yani evlilik hususunda) benden habersiz bir iş
yapma!" diye haber göndermiş ve Ümmü Şerik'in evine taşınmasını emir
buyurmuştu. Sonra tekrar haber göndererek:"Ümmü Şerik'e ilk muhacirler
ziyarete gelirler; sen âmâ İbn Ummü Mektûm'un yanma git! Çünkü baş örtünü
attığın zaman seni görmez." buyurmuştur. Bunun üzerine Fâtıma onun yanına
gitmiş. İddeti dolunca Rasûlullah (s.a.) kendisini Üsâme b. Zeyd b. Hârise'ye
nikâh etmiştir[107]
Yine Müslim'in
Sahihinde rivayet edilir: Ubeydullah b. Abdullah b.Utbe anlatır: Ebu Amr b.
Hafs b. Muğîre. Ali b. Ebî Tâlib ile birlikte Yemen'e gitmiş, kansı Fâtıma bt.
Kays'a, kendisini geri İtalan son talâkla boşadığı haberini göndermişti. Haris
b. Hişâm ile Ayyaş b. Rabîa'ya da Fâtıma'ya nafaka vermelerini emretmişti.
Bunlar Fâtıma'ya: "Vallahi, senin için nafaka yoktur; meğer ki, hâmile
olasın! elemişler. Bunun üzerine Fâtıma Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek bunların
söylediklerini O'na anmış, Hz. Peygamber: "Sana nafaka yoktur."
buyurmuştu. Fâtıma kendisinden evden taşınmak için izin istemişti, O da izin
vermişti. Fâtıma: "Nereye (taşmayım) yâ Rasûlallah?" diye sormuştu.
"İbn Ümmü Mektûm'un evine!" buyurmuştu. Bu zat âmâ idi. Fâtıma onun
yanında elbisesini üzerinden indirebilir; kendisini göremezdi. Fâtıma'nın
iddeti bitince Hz. Peygamber (s.a.) kendisini Üsâme b. Zeyd'e nikahlamıştı.
Sonra Mervân bu hadisi sormak için Kabîsa b. Züeyb'i Fâtıma'ya göndermiş; o da
hadisi kendisine nakletmişti. Mervân: "Biz bu hadisi bir kadından başka
bir kimseden işitmedik; insanları uygularken bulduğumuz mutemed ve sahih
hususla amel edeceğiz: demişti. Fâtıma Mervân'm sözünü duyduğu vakit:
"Öyle ise sizinle aramızda (hakem) Kur'an vardır. Allah (cc): "Onları
—apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana— evlerinden çıkarmayın...
Bilmezsin, olur ki Allah bunun ardından (gönlünüzde sevgi gibi) bir hal meydana
getirir." buyurmuştur. Bu, ric'at hakkına sahip olanıdır. Üç talâktan
sonra ne gibi bir hal sözkonusu olabilir? Kadın hamile olmadığı zaman nasıl ona
nafaka yoktur, diyorsunuz? Onu niye hapsediyorsunuz?" demişti.[108]'
Ebu Davud, Müslim'in
senediyle naklettiği bu hadiste şöyle rivayette bulunmuştur: Ayyaş b. Ebî Rebîa
ve Haris b. Hişâm'ın: "Hamile olmadıkça, sana nafaka yoktur! sözleri
üzerine Fâtıma, Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve (durumu ona iletti). Hz.
Peygamber (s.a.) : "Hamile olmadıkça, sana nafaka yoktur." buyurdu.'[109]'
Yine Müslim'in
Salih'inde rivayet edilir: Şa'bî anlatır: Fâtıma bt. Kays'm yamna girdim de ona
Rasûlullah'm (s.a.) kendisine verdiği hükmü sordum. Şu cevabı verdi:
"Kocam beni bâin talâkla boşadı. Ben de onu mesken ve nafaka hususunda
Rasûlullah'a (s.a.) dava ettim. Ama bana ne mesken verdi, ne de nafaka.
(Yalnız) İbn Ümmü Mektûm'un evinde iddet beklememi emir buyurdu." [110]
Yine Müslim'in
Sahihinde, Ebu Bekr b. Ebi'1-Cehm el-Adevî anlatır: Fâtıma bt. Kays'ı
konuşurken işittim: Kocası kendisini üç talâkla boşamış da Rasûlullah (s.a.)
ona mesken ve nafaka vermemiş. (Fâtıma dedi ki): Rasûlullah (s.a.) bana:
"Nikâh için helâl olduğun vakit bana bildir!" buyurdu. Ben de
kendilerine bildirdim.
Müteakiben Fâtıma'yı
Muâviye ile Ebu Cehm ve Üsâme b. Zeyd istemişler. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.): "Muâviye yoksul bir adamdır; hiçbir malı yoktur. Ebu Cehm'e
gelince, kadınları çok döğen bir adamdır. Lakin Üsâme b. Zeyd!.."
buyurdular. Fâtıma eliyle şöyle işaret ederek: Üsâme ! Üsâme!.. dedi.
Rasûlullah (s.a.) ona: "Allah ve Rasûlüne itaat senin için daha
hayırlıdır." buyurdu. Fâtıma: "Ben de onunla evlendim ve gıpta
ettim." dedi.[111]
Yine Müslim'in
Sahtfı'inde onun şöyle anlattığı rivayet edilmiştir:
Kocam Ebu Amr b. Hafs
b. Muğîre beni boşadığını haber vermek için Ayyaş b. Ebî Rabîa'yı bana
gönderdi. Onunla beş ölçek kuru hurma, beş ölçek de arpa yollamıştı. Ben:
"Nafakam yalnız bundan mı ibaret? İddetimi sizin evinizde geçirmeyecek
miyim?" dedim. Ayyaş: "Hayır." cevabını verdi. Bunun üzerine
hemen elbisemi kuşanarak Rasûlullah'a (s.a.) geldim. (Bana): "Kocan seni
kaç defa boşadı? " diye sordu. "Üç defa!" dedim. "Doğru
söylemiş; sana nafaka yoktur. İddetini amcan oğlu İbn Ümmü Mektüm'un evinde
bekle. Çünkü onun gözü görmez. Yanmda elbiseni üzerinden atabilirsin. İddetin
bittiği zaman hemen bana haber ver!" buyurdu, [112]'
Nesâî, Sünen'inde bu
hadisi bütün tarik ve lânzlarıyla rivayet etmiştir. Bazıları tenkide bir mahal
olmayacak sıhhattedir, Bunlarda Hz. Peygamber (s.a.) ona şöyle buyurmuştur:
"Nafaka ve mesken, ancak kocası için ric'at etme imkânı bulunan (boşanmış)
kadın içindir."[113]'
Aynı hadisi Dârakutnî
rivayet etmiştir. Bu rivayette şöyle demiştir: Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve
ona durumu anlattı. Fâtıma sonra şöyle dedi: Bana ne mesken ne de nafaka takdir
etti. "Mesken ve nafaka, ancak ric'î talâkla boşanan kadın için
sözkonusudur." buyurdu. Bu lâfzı Nesâî de zikretmiştir. Her ikisinin
isnadı da sahihtir.[114]
Yüce Allah şöyle buyurur:
"Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda onları iddetlerini gözeterek
boşayın ve iddeti sayın; Rabbiniz olan Allah'tan sakının; onlan — apaçık bir
hayasızlık yapmaları hali bir yana— evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasmlar.
Bunlar Allah'ın sınırlandır. Allah'ın sınırlarını kim aşarsa, şüphesiz kendine
yazık etmiş olur. Bilemezsin, olur ki, Allah bunun ardından (gönlünüzde sevgi
gibi) bir hal meydana getirir. Kadınların iddet süreleri biteceğinde onlan ya
uygun şekilde alıkoyun, ya da uygun bir şekilde onlardan ayrılın. İçinizden de
iki âdil şahit getirin. Şahitliği Allah için yapın... Allah her şey için bir
ölçü var etmiştir, "[115]
Yüce Allah bu
âyetlerde, iddet süreleri bitiminde eşlerini tutmak ya da uygun bir şekilde
onları salıvermek haklarına sahip kocalara, kanlarını evlerinden
çıkarmamalarını, eşlerine de çıkmamalarını emretmektedir. Dolayısıyla bu emir,
boşadıktan sonra artık kocaları için rücû hakkı bulunmayan zevcelerin
çıkarılmalarının cevazına delil olmaktadır. Yüce Allah, bu boşanmış kadınlar
hakkında birbirinden ayrılması mümkün olmayan, birbirleriyle bağlantılı
hükümler getirmiştir:
1 — Kocalar,
onlan evlerinden çıkaramazlar.
2 — Kadınlar
da kocalarının evlerinden çıkamazlar.
3 — İddet
dolmadan önce, kocalan kendilerini iyilikle tutabilmek ya da güzellikle
salıvermek haklarına sahiptirler.
4— İki âdil
şahidin tutulması. Bu şahitler, ya vacip ya da müstehap olarak rlc'at üzerine
tutulurlar. Yüce Allah: "...Bilemezsin, olur ki, Allah bunun ardından
(gönlünüzde sevgi gibi) bir hal meydana getirir." ifadesiyle bunun
hikmetine ve bu hükürmerirTric'î talâkla boşanmış kadınlar için olduğuna işaret
buyurmuştur. Yüce Allah'ın bu âyetteki "Bilemezsin, olur ki, Allah bunun
ardından (gönlünüzde sevgi gibi) bir hal meydana getirir. " buyruğundan
maksat, kocanın boşadığı kansına müracaatta bulunmasıdır. Selef uleması ve
onlardan sonra gelenler âyeti böyle tefsir etmişlerdir.
İbn Ebî Şeybe, Ebu
Muâviye — Davud el-Evdî vasıtasıyla eş:Şa'bî'nin bu âyet hakkında: "Belki
sen pişman olursun ve senin rücû etme imkânın olur." dediğini nakleder.
Dahhâk ise âyeti: "Umulur ki, iddet içerisinde boşadığı kansına rücû
eder." şeklinde açıklamıştır. Atâ, Katâde, Hasan böyle söylemişlerdir.
Fâtıma bt. Kays'ın: "Üç talâktan sonra ne gibi bir hal olabilir."
şeklindeki sözü daha Önce geçmişti. Bunlar da açıkça delâlet eder ki, âyett.
sözkonusu edilen talâk, hakkında bu hükümler sabit olan ricl talâktır. Hâkimler
hâkimi ve rahmetiyle her şeyi kuşatan Yüce Allah'ın hikmeti, bu hükmü
gerektirmiştir; ola ki, koca daha sonra pişman olur, aralarına şeytanın ekmiş
olduğu şer ve nefsine uyma gibi durumlar ortadan kalkar da karısına tekrar
rücûda bulunur. Nitekim İmam Ali b. Ebî Talib şöyle demiştir: "Eğer
insanlar, talâk konusunda Allah'ın emrine uyacak olsalardı, hiçbir adam, asla boşadığı
bir kadının arkasına düşmezdi."
Sonra Yüce Allah bu
boşanmış kadınlann iskan edilmeleri emrini zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Onları gücünüz nisbetinde kendi oturduğunuz yerde oturtun."'[116]
Burda da geçen zamirlerin mercileri hep aynıdır ve hepsinin hükümleri
birbiriyle bağlantılıdır. Hz. Peygamber*in (s.a.):"Nafaka ve mesken, ancak
kocası için ric'at etme imkânı bulunan (boşanmış) kadın içindir." sözü
Allah'ın kitabından çıkarılmıştır ve onu tefsir etmekte, ondan Yüce Allah'ın
muradını açıklamaktadır. Böylece Allah'ın kitabıyla Hz. Peygamber'in hükmü
arasındaki uygunluk ortaya çıkmış olmaktadır. Doğru kıyas da aynı şekilde bu
ikisine muvafıktır ve onlara muhalif değildir. Şöyle ki, nafaka sadece zevce
için sözkonusudur. Kadın ondan ayrıldığı zaman artık kocaya yabancı olmakta ve
diğer yabancı kadınlann hükmünü almaktadır. Geriye sadece beklemesi gereken
iddet kalmaktadır. Bu ise nafakayı gerektirmemektedir. Nitekim şüphe ya da zina
yolu ile cima edilen kadına (bekleyeceği iddettten dolayı) nafaka gerekmemektedir.
Nafaka sadece, kadının kadınlığından istifade imkânından dolayı gerekmektedir.
Bâin talâkla boşanmış kadının iddeti içerisinde ise, kocanın ondan istifadesi
imkânı kapanmaktadır. Eğer nafaka sadece iddette bulunduğu için gerekmiş
olsaydı, Ölüm iddeti bekleyen kadın için de gerekirdi. Zira iddet olmaları
bakımından aralannda asla bir fark bulunmamaktadır. Zira her birisi kocasından
ayrı düşmüştür ve ondan iddet beklemektedir. Her ikisinden de istifade imkânı
kalmamıştır. Yine eğer ona mesken gerekseydi, bu kez nafaka da gerekirdi.
Nitekim böyle diyenler de vardır. Nafaka değil de sadece mesken hakkı vardır,
şeklindeki bir görüşe gelince, -hem nass hem de kıyas buna manidir. Bu görüş,
Abdullah b. Abbas ve öğrencileri, Câbir b. Abdillah, fakih sahabî hanımlardan
birisi olan Fâtıma bt. Kays — ki bu hanım konu ile ilgili münazaraya da
giriyordu— gibi zevata aittir. Ahmed b. Hanbel ve tâbilerinin, İshâk b.
Râhûyeh' ve tâbilerinin, Davud b. Ali ve tâbilerînin ve diğer hadis ehlinin
görüşleri de bu olmaktadır.
Fukahamn bu konu
hakkında üç görüşü bulunmaktadır ve her üçü de İmam Ahmed'den rivayet halinde
gelmiştir: Birincisi az önce zikredilen görüştür.
İkincisi: Bâin talâkla
boşanmış kadın için hem nafaka hem de mesken hakkı vardır. Bu da Ömer b.
el-Hattâb, İbn Mes'ûd ve Küfe fukahasının görüşü olmaktadır.
Üçüncüsü: Nafaka hakkı
yoktur, sadece mesken halikı vardır. Bu da Medine âlimlerinin görüşü
olmaktadır. İmam Mâlik ve İmam Şafiî de bu görüştedirler. [117]
Hadise yöneltilen ilk
tenkit Müminlerin Emiri Ömer b. el-Hattab*tan gelmiştir. Müslim Sahihinde
rivayet eder: Ebu İshâk anlatır: Ulu camide Esved b. Yezid ile oturuyorduk.
Şa'bî de yanımızda idi. Derken Şa'bî, Fâtıma bt. Kays hadisini, Rasûlullah'm
(s.a.) ona mesken ve nafaka vermediğini rivayet etti. Bundan sonra Esved bir
avuç çakıl taşı alarak onun üzerine attı ve şunları söyledi: Yazık sana! Böyle
bir şeyi rivayet ediyorsun! Ömer: Biz Allah'ın kitabını ve Peygamberinizin
(s.a.) sünnetini, belledi mi, unuttu mu bilmediğimiz bir kadının sözü ile
terkedemeyiz; ona mesken de vardır, nafaka da. Allah (c.c): "Onları
evlerinden çıkarmayın; kendileri de çıkmasmlar. Meğer ki, apaçık bir kötülük
işlemiş olsunlar."[118]'buyurmuştur;
dedi.[119]'
Şöyle diyorlar: İşte
Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetinin, "bâin talâkla boşanmış ve
iddet bekleyen kadına hem. nafaka hem de mesken verileceği" şeklinde
olduğunu ifade etmiştir. Hiç şüphesiz bu merfûdur. Çünkü bir sahabî, "Şu
sünnettendir." dediği zaman bu 'Söz merfû olmaktadır. Ya böyle demez de:
"Bu Hz. Peygamber'in sünnetindendir." diye Rasûlullah'a nisbetini
açıkça beyan ederse, ve hele bunu söyleyen de Hz. Ömer ise durum nasıl olur?
Hz. Ömer'in rivâyetiyle, Fâtıma'nın rivayeti tearuz ettiğinde, Hz. Ömer'in
rivayeti daha makbul olur, özellikle de Kur'an'm zahirinin onun rivayetini
desteklemesi durumunda bunda şüphe yoktur. İleride bahsedilecektir.
Saîd b. Mansûr, Ebu
Muâviye — Ameş — İbrahim senediyle rivayet eder: Hz. Ömer, yamnda Fâtıma bt.
Kays hadisi ziKredildiği^Je: "Bir kadının şehâdetiyle dinimizi
değiştirecek değiliz." derdi
Sahihayn'da Hişâm b.
Urve hadisinde Urve'nin şöyle dediği rivayet edilir: Yahya b. Saîd b. el-As,
Abdurrahman b. el-Hakem in kızıyla evlendi ve onu boşadı ve evinden çıkardı.
Onların bu hareketini Urve ayıpladı. Ona: "Ama Fâtıma da çıkmıştı."
dediler. Urve devamla şöyle anlatır: Hz. Âişe'ye geldim ve ona bunu haber
verdim. O: "Fâtıma bt. Kays için bu hadisi anlatmakta bir hayır
yoktur." dedi. Buhârfnin rivayetinde şöyle devam edilir: Abdurrahman kızım
aldı ve götürdü. Hz. Âişe, Medine valisi olan Mervân'a haberci gönderdi ve:
"Allah'tan kork ve kadını kendi evine geri gönder!" dedi. Mervân:
"Abdurrahman b. el-Hakem bana galebe çaldı." cevabını verdi. Kasım b.
Muhammed: "Fâtıma bt. Kays'm durumu sana ulaşmadı mı?" diye sordu. O
(Hz. Âişe): "Fâtıma hadisini ağzma almamak sana zarar vermez." diye
cevap vermiştir. Mervân: "Eğer (onun, evden çıkması için) bir şer
arıyorsan, bu ikisi arasındaki şer (mazeret için)1 sana yeter."[120]'
demiştir. Mervân'ın sözünün mânası: Eğer Fâtıma'nın1 çıkışı, denildiğine göre
haşin sözlü birisi olmasından dolayı ise, Yahya b.İ Saîd b. el-Âs ile kansı
arasındaki şer (onun evden çıkması için) sana; yeterli (bir mazeret)tir. "
demektir.
Sahihayn'da Urve'den
rivayet edilir: O Hz. Âişe'ye: "Hakem'in kızı falanca'ya baksana, kocası
onu bâin talâkla boşamış ve o evinden çıkmış." dedi. Hz. Âişe: "Ne
kötü yapmış!" dedi. Urve: Ben ona: "Fâtıma'nın sözünü duymadın mı?"
diye sordum. O: "Bunu anmakla Fâüma*ya bir hayır yoktur." dedi.'[121]
Buhari'nin Sahih'inde
Kasım hadisinde, Hz. Âişe, Fâtıma'nın "Ona ne mesken vardır ne de
nafaka." sözünü kasdederek: "Allah'tan korkmaz mı?" demiştir.'[122]'Yine
Buharî'nin Sahih'inde Hz. Âişe şöyle demiştir: " Fâtıma tenha bir yerde
idi. Oradaki yerinden korkuldu. Bu yüzden Hz. Peygamber kendisine ruhsat
verdi." '[123]'
Abdürrezzak, İbn
Cüreyc — İbn Şihâb — Urve senediyle Hz. Âişe'nin bu konuda, yani üç talâkla
boşanmış bir kadının, koca evinden intikaliyle ilgili Fâüma bt. Kays'm sözünü
tepkiyle karşıladığım rivayet etmiştir.[124]
Kadı İsmâîl, Nasr b.
Ali — Babası — Hârûn — Muhammed b. İshâk senediyle nakleder. Muhammed:
Sanıyorum Muhammed b. İbrahim'den (duydum): Hz. Âişe, Fâtıma bt. Kays hakkında:
"Seni ancak bu dilim çıkardı!" demiş.
Leys'in kâtibi
Abdullah b. Salih, Leys b. Sa'd — Ca'fer — İbn Hürmüz — Ebu Seleme b.
Abdirrahman senediyle rivayet eder: Muhammed b. Üsâme b. Zeyd şöyle der:
"Üsâme; Fâtıma, bundan yani (üç talâkla boşanmış kadının) iddeti
içerisinde koca' evinden intikaliyle ilgili bir şey zikrettiğinde, elindekini
ona fırlatırdı."[125]
Müslim Sahih'inde,
Zührî — Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe — Mervân senediyle rivayet ettiği
hadiste Mervân'ın şöyle dediğini nakleder: "Biz bu hadisi bir kadından
başka kimseden işitmedik; insanları üzerinde bulduğumuz mu'temed ve sahih
hususla amel edeceğiz."
Ebu Davud Sünen'inde
rivayet eder: Mevmûn b. Mihrân anlatır: Medine'ye geldim. Saîd b. Müseyyeb'e
götürüldüm. Ona: "Fâtıma bt. Kays boşanmış ve evinden çıkmış (ne
dersin)?" dedim. Saîd: "O, İnsanları fitneye düşüren bir kadın
olmuştur. O haşin dilli bir kadındı. Âmâ olan İbn Ümmü Mektûm'un yanına
bırakılmıştı." dedi.
Yine Ebu Davud
Sünen'inde, Süleyman b. Yesâr'm, Fâtıma'nın evinden çıkışı hakkında: "O
sadece onun ahlâksızlığından dolayı idi." demiştir.'[126]
Müslim hadisi az önce
geçmişti. Şaİ3î, Fâtıma hadisini zikretmişti. Bunun üzerine Esved bir avuç
çakıl taşı alarak onun üzerine atmış ve şunları söylemişti: "Yazık sana!
Böyle bir şeyi mi rivayet ediyorsun?!"
Nesâfnin rivayetinde
şöyledir: "Yazık sana, niçin böyle bir şeyle fetva veriyorsun? Hz. Ömer
ona: "Ya bizzat bunu Hz. Peygamberden işittiklerine dair iki şahit
getirirsin, yoksa biz bir kadının sözünden dolayı Rabbimizin kitabını
terketmeyiz." demiştir.'[127]
Leys, Akîl vasıtasıyla
İbn Şihâb'dan nakletmiştir: Ebu Seleme b. Abdirrahman, Fâtıma hadisini
kendisine zikretmiş ve şöyle demiştir: "İnsanlar, ona (nikâh için) helâl
olmadan önce evinden çıktığına dair rivayette bulundukça tepki göstermişler
(onun bu rivayetini münker bulmuşlar) dır."
Şöyle demişlerdir:
Fâtıma'nın rivayeti ile, Hz. Ömer'in "nafaka ve meskenin gerekeceği"
şeklindeki sarih rivayeti tearuz halindedir. Hammâd b. Seleme, Hammâd b. Ebi
Süleyman'dan nakletmiştir: O, İbrahim en-Nehaî'ye, Şa'bî'nin Fâtıma bt.
Kays*tan rivayet ettiği hadisi bildirmiş. İbrahim kendisine: "Hz. Ömer'e
onun sözü bildirilmiş ve O: Belki de yanlış anlamış bir kadının sözünden dolayı
Allah'ın kitabından bir âyeti ve Hz. Peygamber'in sözünü terkedecek değiliz.
Ben Hz. Peygamber'!: 'Onun mesken ve nafaka hakkı vardır.' derken işittim;
demiştir." Bu rivayeti İbn Hazm el-Muhallâ'da rivayet etmiştir.'[128] Bu,
Hz. Ömer'in kadrinin yüceliğinden, ashabın Fâtıma'ya tepki göstermesinden ve
Allah'ın kitabına uygunluğundan dolayı Fâtıma hadisi üzerine takdim edilmesi
gereken açık bir nass olmaktadır. [129]
Bu tenkitlerin esasını
dört şey oluşturmaktadır: Birincisi: Bu hadisin râvisi tek bir kadındır ve
rivayetine şehâdet edecek iki kişi getirememiştir.
İkincisi: Onun bu
rivayeti Kur'an'a muhalefet unsuru taşımaktadır.
Üçüncüsü: Onun evinden
çıkması, onun mesken hakkı olmadığı için değildi, bilakis o, kocasının ailesine
diliyle eza verdiği için çıkmıştı.
Dördüncüsü: Onun
rivayeti, Mü'minlerin Emîri Hz. Ömer'in rivâyetiyle tearuz halindedir.
Biz, Allah'ın izniyle,
bu dört tenkitten her birisini teker teker ele alacak ve tutarsızlıklarım
ortaya koymaya çalışacağız. Kaldı ki, bu nisbet edilen tenkitler içerisinde
kimisi munkatı, kimisi zayıf, kimisi de tenbihte de bulunacağımız gibi tamamen
asılsız durumdadır. Bir kısmının izafe edildikleri kimselere nisbeti de hiç
kuşkusuz sahih bulunmaktadır.
Birinci tenkide cevap:
Bu tenkit râvinin kadın oluşu şeklinde idi. Bu eleştiri hiç şüphesiz bâtıldır,
âlimler kesinlikle bu anlayışın karşısındadırlar. İlk imamların tabilerinden
olup da bu tür hadisleri delil olarak kullanan kimseler, bu anlayışın ilk
karşısında olan ve onu iptal eden kimselerdir, çünkü imamlar, sünnetlerin
erkeklerden öğrenileceği gibi kadınlardan da öğrenilebileceği, onlardan da
alınabileceği konusunda müttefiktirler. Nice sünnet vardır ki, imamlar onu tek
bir sahabî hanımdan almışlar ve hüsnü kabulle karşılamışlardır. İşte şahabı
hanımların "müsned"leri hadis âlimlerinin ellerinde bulunmaktadır.
İçlerinden tek bir sahabî hanımın rivayet ettiği sünnetlerden görmeyi
istemediğin varsa görmez, sadece Fâtıma hadisini görürsün. (Bu olmaz.) Diğer
sahabî hanımlar içerisinde Fâtıma'nın suçu ne olmaktadır? Ulema Ebu Saîd'in
kızkardeşi Furey'a bt. Mâlik b. Sinan'ın, ölüm iddeti bekleyen kadının,
iddetini kocası evinde geçirmesiyle ilgili hadisini[130]
kabul ve onunla amel etmişlerdir. Fâtıma, ondan ne ilimce, ne de kadir,
güvenilirlik ve emanetçe daha aşağı derecede değildir. Hatta ondan daha da
fakih (anlayışlı) olduğunda hiç şüphe yoktur. Çünkü Fürey'a sadece bu haberde
bilinmektedir, Fâtıma'nın şöhreti, kendisiyle tartışan sahabîleri Allah'ın
kitabına davet etmesi ve bu konuda onlarla münazara etmesi ise herkesçe bilinen
bir husustur. Daha önce de izah edildiği gibi, Fâtıma bu münazaralarda
kendisine muhalefet edenlerden daha şanslı da bulunuyordu. Sonra sahabe kendi
aralarında ihtilâfa düşüyorlar, bu durumda mü'minlerin annelerinden birisi, Hz.
Peygamber'den (s.a.) bir şey rivayet ediyor ve ashap hemen onu alıyorlar ve onun
gereğine rücu ediyorlar ve ona karşılık kendi kanaatlerini terkediyorlardı.
Onlar, Fâtıma üzerine sadece Hz. Peygamber'in eşi olmaları dolayısıyla takdim
ediliyorlardı. Yoksa Fâtıma ilk muhacir kadınlardan olmaktadır ve Hz.Peygamber,
onu sevgilisi ve sevgilisinin oğlu Üsâme b. Zeyd'e eş olarak münasip görmüştür.
Eğer onun hafızasının güçlülüğünü ve ilminin ölçüsünü öğrenmek istiyorsanız,
Hz. Peygamber'in minberde anlattıkları uzun Deccal hadisini[131]
rivayetine bakınız; nasıl anlamış, nasıl ezberlemiş ve işittiği gibi de nasıl
nakletmiş göreceksiniz. Hiçbir sahabî, hadisin uzun ve garabetine rağmen ona
karşı bir tepki ya da tenkit göstermemiştir. Hal böyle iken, kendi başından
geçen ve kendisinin davacı olduğu bir hususta Hz. Peygamber'in "Nafaka da
yok, mesken de." şeklinde buyurdukları iki kelimelik bir sözü aklında
tutamaması düşünülemez. Âdeten kişi başından geçen olayla ilgili bir sözü hem
kafasına koyar, hem de istenildiği zaman onu hatırlar. Unutma ihtimali ise, hem
onda hem de ona karşı tepki gösteren kimselerde müşterek bir şeydir. Herkes
unutabilir. İşte Hz. Ömer, cünübün teyemmümü konusunu unutmuştur. Ammâr b.
Yâsir, kendilerine Hz. Peygamber'in cünüplükten dolayı teyemmüm etmeleri[132]
emrini hatırlatmışsa da, o hatırlamamış ve cünüp kimse su buluncaya kadar namaz
kılamaz, görüşünde sabit kalmıştır.
Yine Hz. Ömer:
"Bir eşin yerine başka bir eşi almak isterseniz, birincisine bir yük
(kmtâr) altın vermiş olsanız bile ondan bir şey almayın."'[133]'
âyetini unutmuş (ve hutbesinde mehir miktarlarının çok yükseldiğinden bahisle
azaltılmasını istemiştir.) Orada hazır bulunan bir kadın, ona bu âyeti
hatırlatmış, Hz. Ömer de kadının sözüne rücû etmiştir.[134]
Yine o: "Ey
Muhammedi Sen de öleceksin, onlar da ölecekler."'[135]'
âyetini, hatırlatılma aya kadar unutmuştu. Bu durumda, eğer râvinin unutmasının
mümkün olması, onun rivayetinin düşürülmesini gerektiriyorsa, kendisiyle Fâtıma
hadisine karşı çıktığınız Hz. Ömer'in rivayeti de düşer. Eğer bu ihtimal
râvinin rivayetinin düşmesini gerektirmiyorsa, bu takdirde de muâraza sözkonusu
olmaz. Dolayısıyla bu tenkit her iki takdirde de tutarsız ve yersizdir. Eğer
sünnetler (hadisler) bu gibi iddialarla reddedilecek olursa, ümmetin elinde
hadis diye ancak çok az bir şey kalırdı. Sonra âdil bir kimsenin rivayetinin
kabulünü caiz gören ve rivayet için (şehâdette olduğu gibi) nisâb (en az iki
kişi) şartı aramayan kimselerin bu Fâtıma hadisine karşı çıkmaları ve onu
tenkit etmeleri mümkün değildir. Hz. Ömer, sadece bu konuda değil, Ebu Musa'nın
isti'zan (izin isteme) ile ilgili hadisi hakkında da şahit istemiş, sonunda Ebu
Saîd onu duyduğuna dair şehâdet etmişti.[136]
Yine Muhammed b. Mesleme şehâdette bulununcaya kadar, Muğîre b, Şu'be'nin
"kadının çocuğunu düşürmesi" ile ilgili hadisini kabul etmemişti.'[137]'
Hz. Ömer'in bu tutumu, hadisler karşısında alınmış bir önlemdi, böylece
insanlar her önlerine gelen şeyi Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet
etmeyeceklerdi. Yoksa bizzat Hz. Ömer bir bedevi olan Dahhâk b.Süfyân
el-Kilâbî*nin yalnız başına rivayetini kabul etmişti. Yine o, Hz. Âişe'nin tek
başına rivayet ettiği pek çok hadisi kabul etmişti.
Kısaca diyebiliriz ki,
hiçbir kimse kalkıp da: "Adil, sika bir râvinin rivayeti, iki şahit
bulunmadıkça kabul edilmez." diyemez. Özellikle de râvinin sahabi olması
durumunda bu gayet açıktır.
İkinci tenkidin
cevabı: İkinci tenkit, Fâtıma'nm rivayetinin Kur'an'a muhalefeti şeklinde idi.
Buna mücmel ve mufassal olmak üzere iki cevap vereceğiz:
Mücmel cevabımız
şöyle: Eğer dediğiniz gibi, Fâtıma hadisi Kur'an'a muhalif olsaydı, bu onun
umûmuna (genel ifadesine) muhalefet olurdu ve hadis âmmın tahsisi kabilinden
sayılırdı. Hükmü de: "Allah çocuklarınız... hakkında size tavsiye
eder"'[138] âyetindeki âmm (genel)
ifadenin, kafir, köle, katil (olmamak) ile tahsisi; yine "Bunların
ötesindeki (hanımlar) size helâl kılındı."[139]'
âyetinin umumunun, bir kadın ile üzerine halasının ya da teyzesinin
nikâhlanmasının haram kılınması vb. durumlarla tahsisi gibi olurdu. Çünkü
Kur'an, "kocalarının evlerinden çıkmazlar ve çıkarılmazlar ve kocalan
nerede oturuyorlarsa onlar da orada otururlar" hükmünü bâin talâkla
boşanmış kadına tahsis etmemiştir. Bu durumda bu Kur*an hükmü, ya hem bâin hem
de ric'î talâkla boşanmış kadınları kapsayacaktır; ya da hüküm sadece ric'î
talâkla boşanmış kadınlara has olacaktır.
Eğer âyet her ikisini
de kapsıyorsa, hadis onun umûmunu (genelliğini) tahsis etmiş olacaktır. Yok
sadece ric'î talâkla boşanmış kadınları kapsıyorsa, hüküm sadece onlara has ise
— ki doğrusu da budur; zira, âyetin akışı üzerinde durup iyice düşünenler, daha
önce zikrettiğimiz çeşitli açılardan dolayı onun ric'î talâkla boşanmış
kadınlara has olduğuna kesin olarak hükmederler— bu durumda da hadis Allah'ın kitabına
muhalif olmayacaktır; aksine ona muvafık olacaktır. Eğer Mü'minlerin Emîrfne
(r.a.) bu şekilde hatırlatılsaydı, hiç şüphesiz bu görüşe ilk dönen kimse o
olurdu. Zira insan, nassm bizzat kendisini hatırına getiremediği gibi, nassm
delâleti ve onun akışını değerlendirmede, nassdan muradı belirlemede yardımcı
olacak talî unsurları yeterince etüd etmede de zühul gösterebilir. Çoğu kez
insan, belli bir olaym genel bir nass altına gireceğinden ve onun hükmü
içerisinde yer alacağından gaflet gösterebilmektedir ve bu durum gerçekten çok
olmaktadır. Onu anlamak ve yerli yerine koymak. Yüce Allah'ın kullarından
dilediğine bahşettiği anlayış melekesinden olmaktadır; bir Allah vergisidir.
Hz. Ömer'in bu hususta sahip olduğu mertebe herkesin malumudur ve onun fıkıh
anlayışı her türlü tavsif ve takdirin üstündedir. Şu kadar var ki, unutmak ya
da zühul (gaflet) göstermek, her insanın başına gelebilir. Asıl fazilet sahibi
ve bilgin olan kimse, hatırlatıldığı zaman hatırlayan ve eski bildiğinden doğru
olana rücû eden kimsedir.
Kur*an-ı Kerim
karşısında Fâtıma hadisinin durumu şu üç şıktan birisi içerisine girer,
dördüncü bir ihtimal de yoktur: Bu hadis: a) /a Kur'an'ın umûmunu tahsis
etmektedir, b) Ya Kur'anın temas etmediği, sükût geçtiği (meskûtun anh) bir
şeyi beyan etmektedir, c) Ya da Kur'an ile murad edilen şeyin açıklanması ve
âyetin akışının, ta'lîlinin ve işaretinin göstermiş olduğu şeye muvafakati
mahiyetindedir. Doğru olan da işte budur. Bu durumda hadis, Kur'an'a
muvafıktır, muhalif değildir. Kesinlikle de böyle olması gerekir. Allah
Rasûlü'nün, Allah'ın kitabına muhalif ve ona ters düşecek şekilde hükümde
bulunması asla sözkonusu olamaz. Nitekim İmam Ahmed bunun Hz. Ömer'in sözü
olmasını inkâr etmiş ve tebessüm ederek: "Allah'ın kitabında üç talâkla
boşanmış kadın için mesken ve nafakanın vacib kılınması da neredeymiş?!"
demiştir. Ondan önce de fakih olan sahabî hanım Fâtıma, Kur'an'da böyle bir
yükümlülüğün bulunduğunu inkar etmiş ve: "Benim ile sizin aranızda
Allah'ın kitabı vardır. Yüce Allah:" Umulur ki, Allah bundan sonra
(aralarında sevgi gibi) bir hal (durum) ihdas eder."[140]
buyurmaktadır. Üç talâktan sonra hangi durumun ihdası sözkonusu
olacaktır?" demiştir. Daha önce, "İddetlerini doldurdukları zaman,
onları tutunuz...."[141]
ifadesinin de bu âyetlerin tamam, . ric'î talâkla boşanmış kadınlar hakkında
olduğuna delâlet ettiği geçmişti.
Üçüncü tenkide cevap:
Bu tenkit; onun evinden çıkması, onun
mesken hakkı olmadığı için değil; bilâkis, kocasının ailesine diliyle eza verdiği
içindi; şeklinde idi. Bu amma da soğuk ve çirkin bir yorumdur! Çünkü kadın,
sahabenin en hayırlı ve üstünlerinden biri idi. İlk muhacirlerdendi. Din ve
takvası, kendisinin evinden çıkarılmasını ve Allah'ın kendisi lehine kıldığı ve
İhmale uğratılmasından yasakladığı haktan mahrumiyetini gerektirecek ölçüde,
onu kötü bir muameleye itecek kimselerden değildi. Şaşmamak kabil mi? Eğer
dedikleri gibi ahlâksız birisi olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.), onun bu
ahlâksızlığını tepkiyle karşılamaz mıydı? Ona: "Kadın, Allah'tan kork!
Dilini kocanın akrabalarına eziyet etmekten tut ve evinde otur!" demez
miydi? Makul olan bu cevabı bırakır da "Sana ne nafaka var, ne de
mesken!" ve yine "Mesken ve nafaka ancak, kocasının ricat etmesi
imkânı bulunan (yani ric'î talâkla boşanan) kadın içindir." der miydi?
Yine şaşılacak husustur ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) dudaklarından çıkan bu açık
mâni (engel) terkedilmekte ve Hz. Peygamber'in (s.a.) asla ta'Hlde bulunmadığı,
işaret etmediği ve tenbihte bulunmadığı vehme dayalı bir şeye hüküm
dayandırılmaya çalışılmaktadır. Bu muhalliği apaçık olan bir şeydir. Sonra,
eğer kadın haşin dilli birisi olsaydı —ki Allah onu böyle olmaktan korumuştur—,
o takdirde bunu Hz. Peygamber kendisine: "İddetin bitinceye kadar dilini
tut!" diye söylerdi; o da dinler ve itaat ederdi. Ondan daha dûn mertebede
olan, meskeninden çıkmamak için dinleyip itaat ediyordu.
Dördüncü tenkidin
cevabı: Bu tenkit de, Fâtıma'mn rivayetinin Hz. Ömer'in rivâyetiyle tearuz
etmiş olması şeklinde idi. Bu tearuz iki şekilde variddir: Birincisi: "Biz
Allah'ın kitabını ve Peygamberimizin (s.a.) sünnetini, belledi mi, unuttu mu
bilmediğimiz bir kadının sözü ile terkedemeyiz." ifadesidir. Bu söz merfû
hükmündedir. İkincisi de: "Hz. Peygamber'i (s.a.):'Ona mesken de vardır,,
nafaka da.' derken işittim." sözüdür.
Biz diyoruz ki; Yüce
Allah, Mü'minlerin Emîri'ni, kendisinden asla sahih olmayacak olan bu bâtıl
sözden muhafaza etmiştir. İmam Ahmed: "Bu sözün Hz. Ömer'den sadır olduğu
sahih değildir." demiştir. Ebu'l-Hasan ed-Dârakutnî de: "Aksine
sünnet, kesinlikle Fâtıma bt. Kays'ın doğrultusundadır. Hz. Peygamber'in
sünneti hakkında yeterli malumatı olanlar, Hz. Ömer'in rivayetleri arasında,
Hz. Peygamber'den üç talâkla boşanmış kadının mesken ve nafaka hakkı
bulunduğuna dair bir sünnetin (hadisin) bulunmadığına, Allah'ı şahit tutarak
şehâdet ederler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in sünnetlerinin tebliği konusunda, en
haris ve Allah'tan en çok korkan birisi idi. Dolayısıyla, onun ilmi dahilinde
böyle bir -sünnet olacak da, onu rivayet etmeyecek, Allah Rasûlünden onu açıklayıp
tebliğ etmeyecek! Bu mümkün değildir." demiştir.
Hammâd b. Seleme —
Hammâd b. Ebî Süleyman — İbrahim senediyle rivayet edilen, Hz. Ömer'in:KHz.
Peygamber'i (s.a.):Ona mesken de vadır, nafaka da." derken işittim."
sözüne gelince; biz yarın kıyamet gününde huzurunda sorguya çekileceğimiz
Allah'ı şahit tutarak söylüyoruz ki, bu söz Hz. Ömer'e ve Hz. Peygamber'e
(s.a.) nisbet edilmiş bir yalandır. Mezheb taassubu ve onu desteklemek kaygısı,
hiçbir zaman mahza yalan ve uydurma olan şeylerle, Hz. Peygamberin (s.a.) sahih
ve sarih sünnetine karşı koyulması noktasına gelmemelidir. Eğer bu sözü Hz.
Ömer, Hz. Peygamber'den (s.a.) duymuş olsaydı, onun karşısında Fâtıma ve
akrabaları seslerini asla çıkarmazlar, tek bir kelime dtıhi söylemezlerdi.
Fâtıma, kendisine karşı olanları münazaraya davet etmez, haşin dilli olduğu
için evinden çıkarıldı gibi tevillere ihtiyaç duyulmazdı. Ne bir adam ne de bir
mezhep için olmaksızın, sadece sünnetin destek ve müdafaası uğruna çalışan
büyük hadis imamları bu hadisten gafil olmaz ve onu sünen ve ahkâm kitaplarına
dere ederlerdi. Tabiî bu İbrahim'den berisi için böyle. Eğer hadisle İbrahim'e
kadar ulaşabildiğimizi takdir etsek, yine ipliği kopacaktır. Çünkü İbrahim, Hz.
Ömer'in vefatından seneler sonra dünyaya gelmiştir. Eğer aralannda, hadisi Hz.
Ömer'den İbrahim'e bildiren bir kimse vardır der ve onun hakkında da hüsnü zan
beslersek; o takdirde bu aradaki kimse, Hz. Ömer'in sözünü ona mâna ile rivayet
etmiş olur ve o, boşanmış kadın hakkında nafaka ve mesken hükmünü bizzat Hz.
Peygamber'in vermiş olduğunu zanneder. Hatta Hz. Ömer: "Bir kadının sözü
için Rabbimizin kitabını terketmeyiz." demiştir. Sonra bu aradaki adam,
salih birisi olabileceği gibi; çokça yandan, hadisin tahammül, hıfz ve rivayeti
gibi hususlarda bir hadis râvisinde bulunması gereken şartlara sahip olmayan
birisi de olabilir.
Bu konuda Meymûn b.
Mihrân ile Saîd b. Müseyyeb münazara etmişlerdir. Meymûn ona Fâtıma hadisini
zikretmişti. Saîd: "O insanları fitneye sevkeden bir kadındır."
deyince, Meymûn: "Eğer o sadece Hz. Peygamber'in iftâ buyurdukları bir
hususu almışsa, insanları fitneye düşürmüş olamaz. Rasûlullah'da bizim için en
güzel örnek vardır. Halbuki Fâtıma, Hz. Peygamber'in bu fetvasını alırken artık
kocasına haram olacak, kocasının ricat imkânı kalmayacak, aralannda miras
cereyan etmeyecekti." cevabını verdi.
Fukaha arasında Fâtıma
hadisini delil olarak kullanmayan, bazı hükümlerde onunla istidlal etmeyen
birisinin bulunduğu bilinmemektedir. İmam Mâlik ve İmam Şafiî bunlardandır.
Ümmetin çoğunluğu bu hadisle, bâin talâkla boşanmış kadının hamile olmaması
durumunda nafakasının düşeceği konusunda istidlalde bulunmuşlardır.
Bizzat İmam Şafiî, bu
hadisi üç talâkın bir lâfızla (cemi.) verilebileceğine delil olarak
kullanmıştır; çünkü hadisin bazı lâfızlarında. "Beni üç talâkla
boşadı." ifadesi bulunmaktadır. Biz daha önce bizzat Fâtıma'nın da haber
verdiği gibi, kendisini üç talakın sonuncusu ile boşadığını belirtmiştik. Hadis
ayrıca şu konularda delil olarak kullanılmıştır: 1) Kadının erkeklere
bakmasının cevazı. 2) Dört imama göre de, kadın birinci talibine söz (ya da
ümit) vermedikçe başka taliplerin de devreye girerek onu isteyebileceklerinin
cevazı. 3) Birlikte evleneceği veya ortaklık yapacağı ya da yola çıkacağı bir
kimsenin durumu hakkında istişarede bulunulduğunda, onda bulunan vasıfları
söylemenin caiz olacağı ve bunun gıybet kapsamına girmeyeceği. 4) Kureyşli bir
kadının Kureyşli olmayan bir erkekle evlenebilmesinin cevazı. 5) Gıyaben
verilen talâkın geçerli olacağı ve talâkın vukuu için eşlerden her ikisinin de
hazır bulunması ve talâkı yüzüne karşı söylemesinin gerekmeyeceği. 6) Bâin
talâkla boşanmış iddet içerisindeki kadına, tarizde (evlenme arzusunu çıtlatma)
bulunmanın cevazı. Bütün bu hükümler, Fâtıma *nın rivayetinin bereketinden,
hadisinin sıhhatinden olmaktadır. Bu hükümleri, ümmet bu rivayetten almışlar ve
onunla amel etmişlerdir. Bütün bunların yanında, bu rivayetin farklı durumu nedir
ki, bu hadisin bütün bu hükümleri içerisinde, tek bir hükümden dolayı rivayet
reddedilmekte, diğerleri için ise kabul görmektedir? Eğer Fâtıma, bu hadisi
ezberleyebilmişse, bütünü hakkında kabul edilmelidir; yok zabtedememiş,
ezberleyememişse, yine bütünü hakkında kabul edilmemelidir. Bir tarafını kabul
edip bir tarafını kabul etmemek olmaz. Tevfik ancak Allah'tandır.
Soru: Geriye izaha
muhtaç bir şey kaldı. O da şu âyettir: "Onlan gücünüz nisbetinde, kendi
oturduğunuz yerde oturtun."'[142] Bu
âyet ric'î talâkla boşanmış kadınlar için değil sadece bâin talâkla boşanmış
kadınlar içindir. Daha sonra gelen:"Onlan sıkıntıya sokmak için zarar
vermeye kalkışmayın. Eğer hamile iseler, doğurmalarına kadar nafakalarını
verin."[143]' âyeti bunun böyle
olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü bu bâin kadınlar hakkındadır. Eğer sözkonusu
kadınlar, ric'î talâkla boşanmış kadınlar olsaydı, ona nafaka verilmesi hükmü
"hamileliğe" bağlanmazdı ve bu kayıtın bir mânası kalmazdı. Çünkü
ric'î talâkla boşanmış kadınlar, hamile olsalar da olmasalar da nafakaya hak
Uzanmaktadırlar. Görünen odur ki, "Onları oturtunuz" ifadesiyle;
"Eğer hamile iseler, doğurmalarına kadar nafakalarını verin."
ifadesindeki zamir aynı merciye aittir.
Cevap: Bu sorunun
çıkış yeri, ya hem nafaka hem de mesken hakkım vacip kılanlardır, ya da nafaka
değil de sadece mesken hakkını vacip kılanlardır. Eğer birinci gruptan gelen
bir soru ise, âyet onların aleyhine bir hüccet olmaktadır. Çünkü Yüce Allah
onlara nafaka verilmesi yükümlülüğünü onların hamile olmaları şartına
bağlamıştır. Bir şarta bağlı olarak getirilen hüküm, o şartın bulunmaması
durumunda vücut bulmaz. Bu da hamile olmayan bâin talâkla boşanmış kadının
nafakası olmadığını gösterir.
Soru: Bu mefhûm-ı
muhalefetle yapılan bir delâlettir. Karşı taraf ise bunu kabul etmemektedir;
denilebilir.
Cevap: Bu bir mefhûm-ı
muhalefet delâleti değildir. Aksine şartın bulunmaması sebebiyle hükmün
bulunmaması kabilindendir. Eğer şart olmadığı halde hüküm bulunacak olsaydı, o
zaman o şart olmazdı.
Eğer bu itiraz, sadece
mesken hakkını gerekli görenlerden geliyorsa, o zaman da şöyle denilir: Âyette
bâin talâkla boşanmış kadınlara has tek bir zamir bulunmamaktadır; aksine
âyette iki nevi zamlı- bulunmaktadır: Bunlardan bir nevi kesin olarak sadece
ric'i talâkla boşanmış kadınlar hakkındadır: "Kadınların iddet süreleri
biteceğinde onlan ya uygun şekilde alıkoyun, ya da uygun bir şekilde onlardan
ayrılın." âyetindeki zamirler bu nevidendir.
Diğer nevi de, hem
bâin hem de ric'î talâkla boşanmış olan kadınlara ait olması ihtimal dahilindedir:"Evlerinden
çıkarmayın, onlar da çıkmasmlar."; "Onları gücünüz nisbetinde, kendi
oturduğunuz yerde oturtun." âyetlerindeki zamirler de bu kabildendir.
Ancak bu zamirlerin ric*î talâkla boşanmış kadınlara hamledilmesi, zamirlerin
ve mercilerinin aynı olmaları için taayyün etmektedir. Eğer zamirler, bâin
talâkla boşanmış kadınlara hamledilirse, bu takdirde zamirlerin ve mercilerinin
farklılığı sözkonusu olacaktır ki, bu da asıl prensibin aksi bir durum
olmaktadır. Asıl prensibe bağlı kalarak zamirlere ona göre mâna vermek daha
uygun olmaktadır.
Soru: O zaman, ric'î
talâkla boşanmış kadınların nafakasının hamile olmaları şartıyla tahsis
edilmesinin faydası ne olacaktır?
Cevap: Âyette, hamile
olmayan ric'î talâkla boşanmış kadınların nafakası olmayacağım gerektirecek bir
unsur yoktur. Ric'î talâkla boşanmış kadınlar iki türlüdür ve Yüce Allah her
iki türün de hükmünü kitabında açıklamıştır: Hamile olmayan ric'î talâkla
boşanmış kadının nafakası, evlilik akdiyle vacib olmaktadır; zira böylesi
kadınların hükmü zevcelerin hükmü ile aynıdır. Hamile olan boşanmış kadının
hükmüne gelince, onun nafaka hakkı da, çocuğu doğuruncaya kadar bu âyetle belirlenmiştir.
Çocuğu doğurduktan sonra nafaka artık eş nafakası değil; akraba nafakası haline
döner. Dolayısıyla kadının çocuğu doğurduktan sonraki hali, doğumdan önceki
halinden farklı olur. Çünkü, kadın hamile olduğu zaman, ona sadece kocası
infakta bulunur. Doğurduğu zaman ise, kadının nafakası çocuğun nafakasını temin
etmekle yükümlü kimse üzerine gerekir. Kadının hamile olduğundaki hali ise,
böyle nafakası çocuğa bakmakla yükümlü olan kimse üzerine olduğu gibi değildir.
Çünkü çocuk, hamile iken kadının kendinden bir parçadır. Ondan ayrıldığı zaman
ise ayrı bir hükmü olur. Nafaka hükmü de bir hükümden yeni bir hükme intikal
eder. Böylece âyetteki kayıtlamanın ve nafaka için hamile olma şartının
koşulmasının hikmeti ortaya çıkmıştır. Kelamından murâd ettiği mânayı en iyi
Allah kendisi bilir. [144]
Hz. Peygamberin (s.a.)
akraba nafakasının vacip olduğuna Allah'ın kitabına uygun hükmü:
Ebu Davud, Sünen'inde,
Küleyb b. Menfaa'dan, o da dedesinden nakleder: Dedesi, Hz. Peygamber'e gelir
ve: "Ya Rasûlallah! Kime iyilik edeyim?" diye sorar. Hz. Peygamber'de
(s.a.): "Annene, babana, kızkardeşine, erkek kardeşine ve sırasıyla
bunları takib eden yakınlarına. (Bu) vacib bir hak (yükümlülük) ve sıla-i
rahimdir." buyurur.[145]
Nesâî, Târik
el-Muhâribî'den rivayet eder: Medine'ye geldim. Bir de baktım, Rasûlullah
(s.a.) minberde ayakta durmuş, insanlara hitap ediyor ve şöyle buyuruyordu:
"Verenin eli en yüksek eldir. Bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla;
annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine, sonra da sırasıyla en yakın
olanlara (iyilik et)."'[146]
Sahihayn'da, Ebu
Hureyre'den rivayet edilir: Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) gelir ve;
—Ya Rasûlallah!
İnsanlar içerisinde İyi davranışta bulunmamdan çok kim layıktır? diye sorar.
Hz. Peygamber (s.a.):
— Annen; buyurur.
Adam:
— Daha sonra kimdir?
diye sorar. Hz. Peygamber (s.a.): —Annendir; buyurur. Adam:
— Daha sonra kimdir?
der.
— Babandır. Sonra da sırasıyla sana en yakın
olan kimselerdir; buyurur.[147]
Tirmizî'de, Muâviye
el-Kuşeyrî*den (r.a.) şöyle rivayet edilir.
— Yâ Rasûlallah! Kime
iyilik edeyim? diye sordum.
— Annene; buyurdu.
Ben:
— Daha sonra kime?
dedim.
— Annene; buyurdu.
— Daha sonra kime?
diye sordum.
— Annene; buyurdu.
— Daha sonra kime?
dediğimde de:
— Babana, daha sonra
da sırasıyla en yakın olanlara; buyurdu[148]'
Hz. Peygamber (s.a.) Hind'e: "Sana ve çocuğuna yetecek kadar, maruf
ölçüde (onun malından)
al!" buyurmuştu.'[149]
Ebu Davud'un
Sünen'inde, Amr b. Şuayb — babası — dedesi senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.)
şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Sizin en temiz ve helâl yediğiniz, kendi
kazancınızdan yediğinizdir. Sizin çocuklarınız da sizin kendi kazancınızdandır.
(Onlann malından) afiyetle yiyiniz. "[150]
Aynı hadisi, Hz. Âişe'den de merfû olarak rivayet etmiştir.[151]
Nesâî, Cabir b.
Abdillah'tan rivayet eder. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Kendi
nefsinden başla ve ona tasaddukta bulun. Eğer bir şeyler artarsa, ailene
tasadduk et. Eğer yine bir şeyler artarsa, yakın akrabalarına tasadduk et.
Yakın akrabalarına tasadduktan sonra yine bir şeyler artarsa, şöyle şöyle yap!
"[152]
Bütün bunlar;
"Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya,
yakınlara... iyilik edin."[153];
"Yakın akrabalara hakkını ver[154]
âyetlerinin tefsiri mahiyetinde olmaktadır. Yüce Allah, yakın akrabaların
hakkını, anne ve baba hakkının hemen arkasında saymıştır. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.) de aynı tertibi muhafaza etmiştir. Yüce Allah, yakın akrabanın,
yakınları üzerinde bir hakkı olduğundan bahsetmiş, ona hakkının verilmesini
emretmiştir. Eğer bu nafaka hakkı değilse, bilmiyoruz ne hakkı olacaktır! Yüce
Allah, yakın akrabaya iyilikte bulunulmasını emretmiştir. Yakın akrabanın,
yakınım aç, çıplak, ölür görmesi, kendisi onun giyecek ve yiyecek ihtiyacını
karşılamaya kadir olduğu halde, zimmetinde sabit bir borç şeklinde olmadıkça
ona bir lokma yiyecek vermemesi, avret yerini örtecek bir elbiseyi esirgemesi,
ona karşı yapılacak en büyük kötülüklerdendir,
Hz. Peygamber'in hükmü
Yüce Allah'ın hükmüne tam uygunluk arzetmektedir. Şöyle ki, Yüce Allah:
"Anneler çocuklarını, emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba için, tam iki
sene emzirirler. Anaların yiyecek ve giyeceğini uygun bir şekilde, sağlamak
çocuk kendisinin olan babaya borçtur. Herkese ancak gücü nisbetinde teklifte
bulunulur. Ana çocuğundan, çocuk keendisinin olan baba da çocuğundan dolayı
zarara sokulmasın. Mirasçıya da aynı şeyi yapmak borçtur."'[155]'
buyurmaktadır.
Yüce Allah, baba
üzerine vacib kıldığının aynısını varis üzerine de vacib kılmıştır.
Mü'minlerin Emîri Hz.
Ömer de aynı şekilde hükmetmiştir: Süfyân b. Uyeyne, İbn Cüreyc — Amr b. Şuayb
— Saîd b. Müseyyeb senediyle Hz. Ömer'in (r.a.}, bir çocuğun asabesini
—kadınları değil de erkekleri — onun nafakası için hapsetmiş olduğunu rivayet
eder.
Abdürrezzak, İbn
Cüreyc — Amr b. Şuayb — İbnu'l-Müseyyeb senediyle nakleder: Hz. Ömer,
"kelâle" tabir edilen, baba ya da çocuk gibi bir varisi bulunmayan
bir çocuğun nafakasını, aynen diyetin âkile üzerine yüklenmesi gibi, amca
oğulları üzerine yüklemiştir. Onlar: "Onun malı yoktur." demişler.
Hz. Ömer: "Öyle de olsa, onların çocuğun nafakasından mesul olmaları
âkilenin diyetle yükümlü olması gibidir.[156]
diye karşılık vermiştir. Ali b. El-Medînî, Hz. Ömer'in "Öyle de olsa"
sözünü, çocuğun malı olmasa da şeklinde açıklamıştır.
İbn Ebî Şeybe, Ebu
Halid el-Ahmer — Haccâc — Amr — Saîd b. Müseyyeb tarikiyle nakleder: Yetim bir
çocuğun velisi Hz. Ömer'e gelir. (Hz. Ömer ona): "Çocuğun nafakasını temin
et!" der. Sonra da: "En uzak akrabalarından başka hiçbir kimse
bulamasam, mutlaka onları nafakadan sorumlu tutardım." diye ilâve eder.
Aynı şekilde, Zeyd b.
Sabit de hükümde bulunmuştur:İbn Ebî Şeybe, Humeyd b. Abdirrahman — Hasan —
Mutarrif — İsmâîl — Hasan tarikiyle nakleder: Zeyd b. Sabit şöyle der:"
Bir anne ve bir amca bulunması takdirinde, anneye de amcaya da mirastan
alacakları pay oranında nafaka gerekir."
Hz. Ömer ile Zeyd'e,
ashab içerisinden bir muhalifin bulunduğu bilinmemektedir.
İbn Cüreyc şöyle der:
Atâ'ya:"Mirasçıya da aynı şeyi yapmak borçtur."
âyeti hakkında sordum.
"Yetimin varisleri üzerine, ona varis oldukları gibi nafakasını temin
etmeleri gerekir." şeklinde cevap verdi. Ben: "Eğer çocuğun malı
yoksa, nafaka için çocuğun varisi hapsedilir mi?" diye sordum. "Ya
açlıktan onu ölüme mi terkedecek?!" diye cevap verdi.
Hasan:"Mirasçıya da aynı şeyi yapmak borçtur." âyeti hakkında:
"Varis olan kimse üzerine, çocuk müstağni oluncaya kadar ona infakta
bulunması gerekir." demiştir. Selef ulemasının büyük çoğunluğu âyeti bu
şekilde tefsir etmişlerdir.[157]
Bunlar arasında şu alimler bulunmaktadır: Katâde, Mücâhid, Dahhâk, Zeyd b.
Eşlem, Kadı Şüreyh, Kabîsa b. Züeyb, Abdullah b. Utbe b. Mes'ûd, İbrahim
en-Nehaî, Şa'bi, İbn Mes'ûd'un talebeleri. Bunlardan sonra gelenlerden: Süfyân
es-Sevrî, Abdürrezzâk, Ebu Hanife ve talebeleri. Bunlardan sonra gelenlerden:
Ahmed, İshak, Davud ve talebeleri.
Fukaha bu meselenin
hükmü hakkında çeşitli görüşler belirtmiştir
Birincisi: Hiçbir
kimse akrabalarından birisinin nafakası için icbar edilemez. Bu sadece bir
iyilik ve sıla-ı rahimdir. Bu görüş Şa'bî'ye nisbet edilmektedir. Abd b.Humeyd
el-Keşşî, Kabîsa — Süfyân es-Sevrî — Eş'as senediyle rivayet eder: eş-Şa*bî
şöyle der: " Birilerini bir başkası üzerine —nafakasını kasdediyor—
zorlayan hiçbir kimse görmedim." Bu sözden, onun böyle bir görüşe zahip
olduğunu çıkarmak üzerinde düşünülebilir. eş-Şa'bî fakih bir insandır. (Onu
kasdetmiş olamaz.) Anlaşılan odur ki, bu sözle o:İnsanlar Allah'tan korkarlardı
ve bir zenginin muhtaç olan yakınma infakta bulunması için hâkimin zorlamasına
ihtiyaç duymazlardı. İnsanlar Sâri' Teâlâ'nm vacib kılmasıyla yetinir, hâkimin
hüküm ve icbarına gerek duymazlardı; demek istemiştir.
İkinci görüş: Kişi
üzerine özellikle fakir olmaları takdirinde kendi öz anne ve babasının
nafakaları vacibtir. Bu öz ve vasıtasız olan ebeveyn nafakalan için erkek ve
kız çocukları icbar edilirler. Çocukların nafakalarına gelince, adam öz oğlunun
nafakasını, sadece bulûğ çağına gelinceye kadar, kız çocuğunun nafakasını da
evleninceye kadar temine icbar edilir. Aşağı doğru oğlunun oğlu ile oğlunun
kızının nafakalarım temine ise icbar edilmez. Anne ne kadar zengin, çocuk ne
kadar muhtaç da olsa, erkek ve kız çocuklarının nafakasını temine icbar
edilemez. Bu zikrettiklerimiz dışında hiçbir kimseden dolayı nafaka kimse
üzerine vacib değildir. Ne oğulun oğlu, ne dede, ne erkek kardeş, ne kızkardeş,
ne amca, ne hala, ne dayı, ne teyze ne da başka bir akraba için nafaka gerekir.
Nafakanın vacip olması
durumunda, din birliği ve din ayrılığı etki etmez. Bu görüş İmam Mâlik'e
aittir. Nafaka bahsinde en dar görüş bu olmaktadır.
Üçüncü görüş: Nafaka
yükümlülüğü usul ve furu akrabalığı esası üzerine kurulur, diğer
akrabalıklardan dolayı yükümlülük doğmaz. Bunun için de din birliği, infakta
bulunacak kimsenin varlıklı ve kadir olması, nafaka verilecek kimsenin muhtaç
olması; küçüklük, delilik veya kötürüm olmak gibi bir sebepten dolayı
nafakasını kazanabilmekten âciz olması gibi şartlar aranır. Bunlar furû
(aşağıya doğru) akrabalığı için sözkonusudur. Usul (yukarı doğru) akrabalığı
için de, nafakasını kazanmaktan âciz olması şartı aranır mı? Bu konuda iki
kavil bulunmaktadır. Bazıları aynı iki kavlin furû akrabalığı nafakasında da
sözkonusu olduğunu belirtmişlerdir. Çocuk, sağlam olarak buluğ çağına
ulaştığında, erkek olsun kız olsun nafakası düşer. Bu görüş de İmam Şafiî'nin
mezhebi olmaktadır. Bu görüş, İmam Malik'in görüşünden biraz daha geniş
olmaktadır.
Dördüncü görüş:
Aralarında evlenme imkânı vermeyen her akrabalık sebebiyle, nafaka terettüp
eder ve kişinin mahreminin nafakası kendi üzerine vacib olur; isterse çocuklar,
onların çocukları, babalar, dedeler olsun, bunların nafakalan dinleri bir de
olsa ayrı da olsa gerekir. Bunların dışındaki diğer mahrem akrabalara gelince,
onların nafakalarının vacip olması için din birliği de şart olmaktadır.
Dolayısıyla, müslüman bir kimse üzerine kâfir olan mahrem yakın alcrabasına
infakta bulunması yükümlülüğü yoktur. Sonra nafakanın vacib olması için,
yükümlünün kadir, infakta bulunulacak kimsenin de muhtaç olması şartı vardır.
Eğer küçükse sadece fakir oluşuna bakılır. Eğer büyükse, bu durumda bakılır:
Kızsa yine durum aynıdır. Erkekse, bu durumda fakir olması yanında kör ya da
kötürüm olması da gerekir. Eğer büyük olur, sağlam ve gözü görür ise, ona
nafaka vacib olmaz. Bu görüşe göre nafaka mirastaki tertip üzeredir. Bundan
çocuğun nafakası müstesnadır. Zira onun nafakası, bu mezhebteki meşhur olan
görüşe göre sadece baba üzerine aittir.
Hasan b. Ziyad
el-Lu'luî'den rivayete göre, çocuğun nafakası, kıyasın teşmili gereği,
mirastaki paylan ölçüsünde anne ve babası üzerine müştereken gerekir.
Bu dördüncü görüş de
İmam Ebu Hanife'nin mezhebi olmaktadır. Bu da Şafiî'nin mezhebinden daha
geniştir.
Beşinci görüş: Eğer
yakın usul-furû akrabalığından ise, kayıtsız (mutlak) olarak nafaka vacib olur.
İster varis olsun ister varis olmasın farketmez. Bu durumda aralarında din
birliğinin şart olup olmaması hakkında iki rivayet bulunmaktadır. Yine ondan
(İmam Ahmed'den) gelen üçüncü bir rivayete göre de, diğer akrabalar hakkında da
olduğu gibi, onların nafakaları ancak farz ya da asabe yolu ile onlara vâris
olmaları durumunda vacib olur. Eğer yakın, usul-furû akrabalığından değilse,
nafaka aralarında birbirlerine mirasçı olma durumu sözkonusu olduğu zaman vacib
olur. Sonra, acaba aralarında iki yönlü de birbirlerine varis olma şartı aranır
mı, yoksa sadece birinin vâris olması yeterli midir? İki rivayet bulunmaktadır.
Aralarındaki birbirlerine varis olma durumunun derhal bulunması şartı var
mıdır, yoksa genel anlamda mirasçılar arasında bulunmuş olmaları yeterli midir?
Yine iki rivayet vardır. Eğer akrabalar varis olmayan zevilerhamdan iseler,
bizzat İmamın beyanına göre {mansûs) onlara nafaka yoktur. Bazı tabileri,
İmamın mezhebine göre aralarında birbirlerine mirasçı olma durumu bulunduğu
için onlara nafakanın vacib olduğunu tahric etmişlerdir. İmama göre nafakanın
vacib olabilmesi için, nafaka yükümlüsü ile, nafaka hakkına sahip kimse
arasında din birliği olması şartı vardır. Ancak iki rivayetten birine göre, bundan
usul-furû akrabalığı yolu ile doğan nafaka yükümlülüğü müstesna olmaktadır.
Mirasçı olma, "velâ" gibi akrabalık dışı başka bir sebepten ise, bu
durumda İmamın zahir mezhebine göre, nafaka yükümlülüğü vâris üzerine olmakta,
vâris olunan kimse üzerine olmamaktadır. Bir kimsenin nafakasını temin etmekle
yükümlü olan kimse, İmamın zahir mezhebine göre onun zevcesinin nafakasını da
teminle yükümlüdür. Ondan başka bir rivayete göre, bu yükümlülük gerekmez. Yine
ondan gelen bir başka görüşe göre de, eğer nafaka hakkı sahibi yakın, usul-furû
akrabalığından ise yükümlüyü, zevcesinin nafakası da bağlar; diğerlerinden ise
bağlamaz. Ondan gelen bir başka görüşe göre de kişi, sadece babanın zevcesinin
nafakasını temime yükümlüdür. Şayet talepte bulundukları takdirde, nafaka
yükümlüsünün usul-furû yakınını evlendirmek ya da odalık yolu ile cinsel
ihtiyaçlarım gidermek (ijö/] de görevleri arasındadır.
Kadı Ebu Ya'lâ şöyle
der: Aynı şekilde kendisi lehine nafaka gereken, erkek kardeş, amca vb. gibi
herkes için bu ihtiyaçlannın giderilmesi gerekir; çünkü İmam Ahmed (r.a.), eğer
istediği takdirde, efendi kölesini evermek zorundadır, aksi takdirde köleyi
satmaya icbar edilir; demiştir. Bir kimsenin cinsel ihtiyaçlarını karşılamak
zorunda olan kimse, onun zevcesinin nafakasını teminle de yükümlüdür. Çünkü,
yükümlü olduğu kimsenin ihtiyacını, zevcesinin başka türlü gidermesi mümkün
değildir. Bu mesele daha önce geçen meseleden farklıdır. O, nafaka
alacaklısının zevcesine infakta bulunmasının vacibliği idi. Her birinin başka
başka bir dayanağı vardır.
Bu beşinci görüş, İmam
Ahmed'in mezhebi olmaktadır. Bu görüş İmam Ebu Hanife'nin görüşünden daha
geniştir. Ancak, bir açıdan Ebu Hanife'nin mezhebi daha da geniş olmaktadır.
Çünkü o zevilerhamı da nafaka yükümlüsü yapmaktadır ki, delil açısından
meseleye baktığımızda doğrusu da budur. İmam Ahmed'in asıllarının,
beyanlarının, şer'î kaidelerin, Yüce Allah'ın emir buyurduğu, koparana cenneti
haram kıldığı sıla-ı rahmin gereği de bu olmaktadır. Nafakaya iki şeyle hak
kazanılır; Allah'ın kitabıyla miras vasıtasıyla; ikincisi de, Hz. Peygamber'in
(s.a.) sünnetiyle belirtilen sıla-ı rahim yolu ile. Daha önce Hz. Ömer'in, bir
çocuğun nafakası sebebiyle, onun asabesini hapsettiği; Zeyd b. Sâbit'in
"Bir anne ve bir amca bulunması takdirinde, anneye de amcaya da mirastan
alacakları pay oranında nafaka gerekir." dediği ve Hz. Ömer ile Zeyd'e
ashap içerisinden hiçbir muhalifin bulunmadığı geçmişti. Bu cumhurun görüşü
olmaktadır. "Yakın akrabalara hakimi ver"; "...anne ve babaya,
yakın akrabaya iyilikte bulunmanızı emretti..." âyetlerinin delâlet ettiği
görüş de bu olmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.) akrabalara iyiliğin yapılmasını
vacip kılmış ve onların da neseblerini tasrih ederek: "Kızkardeşine, erkek
kardeşine ve bunları sırasıyla takib eden yakınlarına. (Bu) vacib bir hak
(yükümlülük) ve sıla-1 rahimdir." buyurmuştur.
Eğer, "bu bir
bağış ve sıla kabilinden olup, yükümlülük türünden değildir" denecek
olursa, buna şu şekilde cevap verebiliriz;:
Yüce Allah'ın bunu
emretmiş olması ve onu "hak" diye isimlendirmesi ve
"hakkını" ifadesiyle de ona nisbet etmesi; Hz. Peygamber'in (s.a.)
o.nun bir hak olduğunu, vâcib olduğunu İfade buyurması bu iddiayı reddeder.
Bunların değil hepsi, bazısı bile o şeyin vacib olduğunu açıkça ortaya koyar.
"Hakkı"
ifadesinden maksat, sıla-ı rahmin terkedilmemesidir; denilirse, ona da iki
açıdan cevap veririz:
1) Kişinin
yakınım, açlık ve suzuzluktan kıvranır, si.cak ve soğuktan son derece etkilenir
halde görüp, ona bir lokma yedirmemesi, bir yudum su içirmemesi, avretini
örtecek, sıcak ve soğuktan koruyacak bir elbise giydirmemesi, gölgeleneceği bir
çatı altında barındırmamasından daha büyük bir sıla bağlarının koparılması
düşünülebilir mi? Bu bahsettiğimiz kişinin, onun anne ve babasının oğlu yani
kardeşi veya babasının ayarında amcası veya anne yerinde olan teyzesi olması;
onlara ancak uzak bir yabancıya yapması gerekeni yaptığı gibi, zimmetinde borç
olmak üzere, eli bollaşmca ödemek kaydıyla bir şeyler vermesi, kendi son derece
varlıklı ve bolluk içerisinde olduğu halde, verdiklerini daha sonra istirdad
etmesi... Evet, böyle bir davranış sıla-ı rahmi koparmak değil ise, nedir?
Allah'ın haram kıldığı ilişkilerin koparılmasından; yapılması emredilen,
koparana çenet haram kılman sıla-ı rahimden maksat nedir? Üzerinde düşünmek
gerekir.
2) Nasslann
mübalağalı şekilde vacib kıldığı ve koparanı zemmettiği sıla-ı rahim nedir?
Yabancı birisinin hakkına nisbetle ona gösterilmesi gereken, kalplerin
anlayacağı, dilin söyleyeceği, azaların işleyeceği ek bir yükümlülük yok mudur?
Sıla-ı rahim dediğimiz şey, onunla karşılaşıldığı zaman selâm vermek,
hastalandığı zaman ziyaret etmek,, aksırdığı zaman kendisine dua etmek, davet
ettiği zaman çağırışına icabet etmek midir? Bunlarla siz, bir yabancı için
başka bir yabancı üzerine vacib olan şeyler dışında hiçbir şey vacib kılmış
olmuyorsunuz. Yok sıla-ı rahimden maksat, akrabayı dövmemek, ona sövmemek,
işkence etmemek, hakaret etmemek vb. gibi hususlar ise; bu her müslüman için
diğer müslümanlara karşı uyması, yapmaması gereken bir görevdir. Hatta hiç akrabalığı
olmayan bir zimmînin bile bunlara uyulması konusunda müslümanlar üzerinde hakkı
vardır. O zaman sıla-ı rahimin vâcibliğinin anlamı, kazandığı hususiyetin
mânası ne olacaktır? Bu yüzdendir ki, bazı büyük müteahhir âlimleri:
"Vâcib olan sıla-ı rahimi bir türlü anlayamadık." demişlerdir. Bu
konuyu İmam Mâlik'in tâbilerine getirip: "Sizce sıla-ı rahimin mânası
nedir?" diye sorduklarında, onlardan birisi çıkıp sıla-ı rahim konusunda
büyük bir kitap tasnif etmiş, orada konuyla ilgili merfû, mevkuf haberlerden ne
var ne yok hepsini toplamış, "sıla" cinsini, nevi ve kısımlarını hep
zikretmişti. Bütün bunlara rağmen bu neticeden kendisini kurtaramamıştır. Çünkü
"sıla" bellidir, âlim ve cahil herkes onun mânasını bilmektedir. Bu
konudaki haberler ilimden öte meşhurdur. Ancak, sadece rahime has olan, rahmet
edilmesi vacib olan ve yabancıyla olan ilişkiden ayıran "sıla" nedir?
Bu sorunun cevabı olmak üzere bir şeyi belirlerseniz, mutlaka nafaka ondan daha
güçlü bir vacib olarak kendisini gösterecektir; nafakanın düşürülmesini
gerektirlci olarak zikredeceğiniz herhangi bir şey, mutlaka yine öncelikli
olarak nafaka dışında kalan ve sizin vacib diye göstereceğiniz şeyi de
düşürecektir. Hz. Peygamber (s.a.) erkek ve kizkardeş ile, anne ve babanın
hakkını beraber zikretmiş ve kime iyilik etmesi gerektiğini soran kimseye:
"Annene, babana, kızkardeşine, erkek kardeşine ve sırasıyla bunları takib
eden yakınlarına." buyurmuştur. Bu hükmü nesheden bir şey mi vardır?
Hadisin evvelini vücub için alıp, son kısmını müstermplık için almayı
gerektiren şey nedir?
Eğer bu anlaşıldı ise
diyoruz ki; bir kimsenin kendisi son derece zengin ve refah içerisinde iken,
bolluk içerisinde yüzüyorken, nafakasını temin etmemesi yüzünden babasının
tuvalet temizlikçiliği, eşek üzerinde yük taşıyıcılığı, hamam külhanlarında
ocakçılık, başında tabla, simit vb. satma gibi durumlara düşmesine sebep
olması; yine kişinin annesinin insanlara hizmetçilik yapmasına, onların
çamaşırlarını yıkamasına, sularını çekmesine vb. razı olmak, ve anne ve baba vücutları
sağlamdırlar, kazanabilin ektedirler, kötürüm ya da kör de değiller diye bu
haline de bir gerekçe bulması, anne ve babaya gösterilmesi gereken iyilikten
asla olamaz. Allah için, şaşmamak elde değildir! Allah ve Rasûlü'nün anne ve
babaya ihsanda bulunmaları, sıla-ı rahimde bulunmaları emrinde, onların kötürüm
ve kör olmaları şartı nerede bulunmaktadır?! Ne sıla-ı rahim, ne de anne ve
babaya iyilik emirleri, ne şer'an ne dil bakımından ne de örfen böyle bir şarta
bağlı değildir.
Tevfik ancak
Allah'tandır. [158]
(Süt emme, süt sebebiyle haram olup olmayan şeyler,
haram kılacak miktarı, büyük kimseyi emzirme durumu ve bunun bir etkisinin olup
olmayacağı konulannda Hz. Peygamberin (s.a.) hükmü:)
SahîhayrCda Hz. Âişe
hadisinde Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar: "Şüphesiz süt emme,
doğurmanın haram kıldığı şeyleri haram lalar."'[159]'
Yine Sahihayn'da İbn
Abbâs hadisinde rivaıyet edilir: Hz. Peygamber'den (s.a.), Hz. Hamza'nm kızı
ile evlenmesi istenilir. Hz. Peygamber (s.a.): "O bana helâl olmaz, o
benim süt kardeşimin kızıdır. Rahim sebebi ile haram olanlar, süt emme
sebebiyle de haram olurlar." buyurur.[160]
Yine SahîhayrCda,
Efendimiz Hz. Âişe validemize: " Ebu'l-Kuays'm kardeşi Eflah'a (yanma
girmesi için) izin ver; çünkü o senin amcandır; buyurmuştur. Ebul-Kuays'ın hanımı
Âişe validemizi emzirmişti.[161]'
İbn Abbâs da aynı
şekilde cevap vermiş ve: "(Bir adamın) iki cariyesi (veya hanımı) vardır.
Bunlardan birisi bir erkek çocuğunu diğeri de bir kız çocuğunu emzirmiştir.
Erkek çocuğu kız çocuğu ile evlenebilir mi?" şeklinde sorulan bir soruya:
" Hayır, aşılama aynıdır." demiştir.[162]'
Müslim Sahîh'inde ,
Hz. Âişe hadisinde , Hz. Peygamber'in (s.a.): "Bir emme [massa, sorma) iki
emme haram kılmaz." buyurduğunu rivayet eder. [163]
Başka bir rivayeti de:
"Bir ya da iki defa ağzına memeyi verme (ünlâce) süt haramlığı
doğurmaz." şeklindedir.'[164]
Yine Müslim'in başka
bir lafzında: Bir adam: "Yâ Rasûlallah! Bir defa emme süt haramlığı
doğurur mu?" diye sorar. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Hayır!"
buyurur.[165]
Yine Müslim'in
Sahîh'inde sabit olduğuna göre Hz. Âişe validemiz: "Bilinen on defa
emzirme süt haramlığı isbat eder." âyeti, indirilen Kur'an meyâmnda idi;
sonra bu adet beş malum emme ile neshedildi; hatta Rasûlullah (s.a.) bu on
sayısı Kur'an meyanmda okunurken vefat efti." demiştir.[166]
Sahîhayn'da Hz. Âişe
hadisinde: "Süt haramlığı ancak açlıktan dolayı sabit olur."
buyurulmuştur[167]
Tirmizî'nin C dm finde
ise Ümmü Seleme validemizden Hz. Peygamber'in (s.a.}: "Süt; ancak henüz
çocuk sütten kesilmeden, memede iken bağırsaklara ulaşması ve onu doyurması
durumunda haram kılıcı olur." buyurduğu rivayet edilmiştir[168]
Dârakutnî'nin
Sünen'inde sahîh isnadla, merfû olarak İbn Abbâs'tan şöyle rivayet edilir:
"Süt emme (konusunda muteber olan), ancak iki yıl içerisinde
olandır."[169]'
Ebu Davud'un
Sünen'inde, merfû olarak İbn Mes'ûd'dan: "Süt emmeden, ancak et bitirip,
kemikleri geliştiren (süt emme çağında olan) kısmı, harambk hükmü doğurur."
buyurulduğu rivayet edilir[170]'
Sahîh-i Müslim'de
sabit olduğu üzere Hz. Âişe validemiz şöyle anlatır: Sehle bt. Süheyl Hz.
Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Ya Rasûlallah! Ben Ebu Huzeyfe'nin âzadhsı
Sâlim'in yanıma girmesinden Ebu Huzeyfe'nin yüzünde hoşnudsuzluk
görüyorum." dedi. Rasûlullah (s.a.): " Onu emzir, ona haram olursun."
buyurdu.
Müslim'in başka bir
rivayetinde, yine Âişe validemizden, şöyle ifade edilir: Sehle bt. Süheyl, Hz.
Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Ya Rasûlallah! Ben Ebu Huzeyfe'nin âzadhsı
Sâlim'in yanıma girmesinden Ebu Huzeyfe'nin yüzünde hoşnudsuzluk görüyorum."
dedi.
Hz. P_eygarnber (s.a.)
ona:"Onu emzir!" buyurdu. Sehle: "Koskoca adam olduğu halde onu
nasıl emzirebilirim? dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) gülümsedi ve:
"Onun koskoca adam olduğunu biliyorum." cevabını verdi.[171]
Müslim'in başka bir
rivayetinde şöyle ifade edilir: Ümmü Seleme, Hz. Âişe'ye dedi ki: "Kendi
yanıma girmesini istemediğim c sabiî-i murâhik (buluğ çağma yaklaşan çocuk)
senin yanına giriyor." Hz. Âişe şu cevabı verdi:
"Senin için
Rasûlullah'da (s.a.) örnek yok mudur? Ebu Huzeyfe'nin kansı:"Ya
Rasûlallah! Salim artık adam olduğu halde yanıma girmeye devam ediyor. Ebu
Huzeyfe'nin nefsinde bundan bir hoşnudsuzluk var." dedi de, Rasûlullah
(s.a.) "Onu emzir ki. yanına girebilsin!" buyurdu.'[172]'
Ebu Davud, bu olayı
bütün akışı ile birlikte Sünen'inde uzunca nakletmiştir: Zührî — Urve — Âişe ve
Ümmü Seleme senediyle rivayet ettiği bu hadiste şöyle anlatılır: Ebu Huzeyfe b.
Utbe b. Rebîa b. Abdüşşems, Sâlim'i evlatlık edinmişti. Onu, kardeşinin kızı
Hind bt. el-Velîd b. Utbe ile evlendirmişti. Salim Ensar'dan bir kadının
âzadlısı idi. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) de Zeyd'i evlatlık edinmişti.
Cahiliyye döneminde, bir kimse evlatlık edinilirse, o babalığının adı ile
çağırılır ve onun vârisi olurdu. Bu uygulama: "Evlatlıkları babalarına nisbet
edin, bu Allah katında en doğru olandır.
Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, o takdirde onları din
kardeşi ve dostlarınız olarak kabul edin."[173]
âyeti ininceye kadar böyle devam etti. Âyet inince de artık onlar, asıl
babalarına nisbet edildiler. Babalan bilinmeyenler, din kardeşi ve dost (mevlâ)
oluyordu. (Bu sırada) Sehle bt. Süheyl b. Amr el-Kureşî el-Âmirî geldi. Bu
kadın Ebu Huzeyfe'nin hanımı idi. Hz. Peygamber'e: "Yâ Rasûlallah! Biz
Sâlim'i kendi çocuğumuz olarak görüyorduk. Ben ve Ebu Huzeyfe ile aynı evde
beraber barınırdı. Üstüm başım açık olduğu zaman beni gördüğü olurdu. Şimdi ise
Allah evlatlıklar halikında bildiğiniz hükmü indirdi. Bu durumda onun hakkında
ne buyurursunuz? dedi.
Hz. Peygamber (s.a.):
"Onu emzir!" buyurdu. Bunun üzerine o da onu beş defa emzirdi; (Salim artık onun) süt oğlu mevkiinde
olmuştu.
Hz. Âişe de aynı
şekilde hareket eder; kendisini görmesini, yanma girip çıkmasını istediği
kimseler olduğunda, onlar büyük de olsalar, erkek ve kızkardeşlerinin kızlarına
(yeğenlerine) onlan beş kez emzirmelerini emreder, sonra da artık o kimse
huzuruna girerdi.
Ümmü Seleme ve Hz.
Peygamberin diğer zevceleri , beşikte iken olmadıkça, bu tür bir emzirme ile
hiçbir kimsenin huzurlarına girmelerine izin vermemişlerdir. Onlar, Hz. Âişe'ye:"Va]Iahi!
Bilmiyoruz. Belki de o, Hz. Peygamber (s.a.) tarafından herkese değil de sadece
Sâlim'e verilmiş bir ruhsattı." demişlerdir.'[174]'
Sabit olan bu
hadisler, çeşitli hükümler içermektedir; bunlardan bir kısmı arasında ümmet
içerisinde ittifak bulunmaktadır, bazıları ise tartışmalıdır:
Birinci hüküm: Hz.
Peygamberin (s.a.), "Süt emme, doğurmanın (nesebin) haram kıldığı şeyleri
haram kılar." sözüdür. Bu hüküm hakkında ümmet içerisinde ittifak vardır.
Hatta, "Nass üzerine ziyade nesihtir; Kur'an ise sünnetle
neshedilemez." diyenler dahi bu görüşe katılmaktadırlar. Çünkü bunlar, her
ne kadar Kur'an'ın getirdiğine ziyadelik de olsa ,buna nesih ismini verse de
vermese de bu hükmün kabulüne mecbur kalmışlardır. Nitekim, bu kimseler, bir
kadının üzerine halası ya da teyzesinin nikâhlanmasmın haram olacağım, nass
üzerine ziyade olmasına rağmen kabul etmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Bu ve leben-i fahlin'[175]'
haramlığma dair olan Ebu'l-Kuays hadisi; emziren kadınla, sütün sahibi kocanın,
çocuğun süt anne ve babası; emenin de onların çocuğu olduklarına delâlet
etmektedir. Böylece haramlık bu üç açıdan yayılmaktadır: Aşağı doğru süt
çocuğunun çocukları, süt anne ve babanın çocukları olmakta; süt anne ve babadan
her birisinin müştereken ya da bir başka eşlerinden olan çocukları, süt
çocuğun, üç cihetten(yani anne baba bir, anne bir, baba bir) erkek ve kız
kardeşleri olmaktadır. Anne babadan müştereken olan çocukları, anne baba bir
erkek ve kız kardeşleri olur. Kocanın bir başka hanımından olan çocukları, baba
bir erkek ve kız kardeşleri olur. Süt emziren kadının başka kocasından olan
çocukları, anne bir erkek ve kız kardeşleri olur. Süt emziren kadının babalan
ve anneleri, çocuğun dede ve nineleri olur. Kadının erkek ve kız kardeşleri,
çocuğun dayı ve teyzeleri olur. Süt sahibi kocanın kardeşleri ve kız kardeşleri
çocuğun amca ve halaları olur. Süt emme
haramlığı sadece bu üç cihetten yayılır.
Süt haramlığı, süt
emen çocuğun kendi derecesinde olan erkek ve kız kardeşlerine sirayet etmez;
dolayısıyla, süt emen çocuğun kardeşi, çocuğu emziren kadınla, veya onun kızlan
ya da anneleri ile evlenebilir. Yine süt emen çocuğun kız kardeşi ile, süt
sahibi koca veya onun babası ya da çocukları evlenebilir. Süt haramlığı aynı
şekilde süt emen çocuğun babalan, anneleri ve onların derecelerinde olan
amcaları, halalan, dayılan ve teyzeleri gibi kendisinden daha üstte olan
dereceye de sirayet etmez. Dolayısıyla, süt emen çocuğun neseben baba ve
dedeleri olan kimseler ,süt anne ile veya süt annenin anneleri, kız kardeşleri
ve kızlan ile evlenebilirler. Yine bunlar, süt sahibi kocanın anneleri, kız
kardeşleri ve kızları ile evlenebilirler. Zira bunun neseb yönünden benzeri de
helâl olmaktadır; baba bir kardeş, anne bir .erkek kardeşinin kız kardeşi ile
evlenebilmektedir. Yine anne bir erkek kardeş, baba bir erkek kardeşinin kız
kardeşi ile evlenebilmektedir. Aynı şekilde , kişi neseben oğlunun annesi ve
annesinin kız kardeşi ile nikâhlı olabilmektedir. Ancak neseben oğlunun
annesinin annesi ile kızı sıhriyet yolu ile harara bulunmaktadır.
Sıhriyet yolu ile
haram olanlar, süt sebebi ile de naram olur mu? Mesela, kişi üzerine karisinin
süt annesi, süt kızı; süt oğlunun karısı üe evlenmesi veya iki süt kızkardeş ya
bir kadınla süt teyzesi ya da süt halasının aynı nikâhta toplanması helâl olur mu?
Bunlan, dört imam ve onların tabileri haram kılmışlardır. Bu konuda Şeyhimiz
(İbn Teymiye) tevakkuf etmiş ve: "Eğer bir kimse haram olmayacağı görüşünü
ileri sürmüşse, o daha güçlüdür." demiştir.
Haram kılanlar
şöyle demektedirler: Buiufn
haramlığı Hz.Peygamber'in
(s.a.): "Neseb yolu İle haram olanlar, süt emme yolu ile de haram
olurlar." sözleri içerisine girmektedir. Hz. Peygamber (s.a.) süt emmeyi
neseb yerine koymuş ve onları birbirine benzetmiştir. Böylece süt çocuğun ve
süt babanın, neseben olan çocuk ve baba yerine konulduğu sabit olmuştur. Neseb
yolu ile haramhğı sabit olanlar, süt emme sebebiyle de haram olmaktadır.
Nesebten olan babanın ve oğulun annesi, hanımın annesi ve kızı haram olduğuna
göre, bunlar süt emme yolu ile de haram olacaktır. Neseb yolu ile iki kız
kardeşin aynı nikâh altında toplanması haram olduğuna göre, iki süt kız
kardeşin aynı nikâhta toplanılması da haram olacaktır. Bunlar, haramlığma dair
getirilen delillerdir.
Şeyhülislâm (İbn
Teymiye) ise şöyle der: "Yüce Allah neseb sebebiyle yedi, sıhriyet
sebebiyle de yedi kadım haram kılmıştır," İbn Abbâs da böyle demiştir.[176]'
Malumdur ki, süt yolu ile haramlık sıhriyet diye isimlendirilmez, sütten sadece
neseben 'haram olanlar haram olur. Hz. Peygamber (s.a.) " Doğum yolu ile
B, bir rivayette "Neseb yolu ile haram olanlar, süt emme yolu ile de haram
olurlar." buyurmuştur; "Sıhriyet yolu ile haram olanlar..."
şeklinde buyurmamışlardır. Yüce Allah da, sıhriyet yolu ile haramlığı
zikrettiği gibi , bunu kitabında zikrei:memiştir. Neseb yolu ile aynı nikâhta
iki kız kardeşin toplanılmasının haramlığını zikrettiği gibi, süt kız
kardeşlerin de aynı nikâhta toplanılmasının haramlığını zikretmemiştir.
Sıhriyet, nesebin diğer yansı olmaktadır. Yüce Allah: "Sudan insan yaratıp
onu neseb ve sıhriyet şekline koyan O'dur."'[177]'
buyurur. İnsanlar arasındaki ilişki, neseb ve sıhriyet iledir; bu ikisi
haramlık sebepleri olmaktadırlar. Süt emme ise neseb üzerine getirilmiş bir
daldır. Sıhriyet, ancak nesebler arasında sözkonusu olabilir. Yüce Allah, iki
kız kardeşle, bir kadım teyzesi ya da halası ile birlikte aynı nikâh altında-
toplamayı, haram olan sıla-ı rahmir kopanlmasma sebebiyet vermemesi için haram
kılmıştır. Malumdur ki, iki süt kız kardeş arasında nikâh ahkâmı dışında
gözetilmesi gereken bir rahim ilişkisi bulunmamaktadır; birinin diğerine haram
olması dışında, süt kardeşliğinin getirdiği başka herhangi bir hüküm
bulunmamaktadır. Meselâ süt kardeşin köle olması durumunda mülkiyetine girdiği
anda, kendiliğinden âzad olmaması; birbirlerine vâris olamamaları, birbirlerine
karşı nafaka yükümlülüğünün bulunmaması, birbirleri üzerinde nikâh ve ölüm
velayetinin sabit olmaması; âkileden sayılmaması; akraba ve zevilerhama şart
koşulan vasıyyet ve vakıf kapsamına girmemesi hep bu kabildendir. Yine satışta
köle olan anne ile süt çocuğunun aralarını ayırmak caiz olmaktadır, neseben
çocuğu olması durumunda ise bu haramdır; mülkiyette onların arasını ayırmak,
nikâhta ikisi arasını cem etmek gibidir. Şayet süt emme yolu ile kendisine
haram olan bir kadın mülkiyetine girecek olsa, mülk sebebiyle kendiliğinden
âzad olmamaktadır. Bir kimseye, süt annesi, kızı, kız kardeşi, halası, teyzesi,
haramdır diye karısını emziren annesi de haram olur denemez. Çünkü « kansının
süt annesi ile kendisi arasında ne neseb, ne sıhriyet, ne de süt emme gibi
hiçbir durum yoktur. Süt emmenin bir hükümde neseb gibi kabul edilmesinden,
bütün hükümlerde de aynı kabul edilmesi gerekmez. Aksine neseb ile süt emmenin
birbirlerine benzemedikleri hükümler, benzedikleri hükümlere nisbetle kat kat
fazladır. Nitekim, aralarında şayet içlerinden birisi erkek olarak
farzedikliğinde haram kılıcı sıhriyet bulunan iki kadının aynı nikâh altında
toplanılmasının caiz olduğu sabit olmuştur. Bilindiği gibi Abdullah b. Cafer ,
Hz.Ali'nin hanımı ile, onun başka hanımından olan kızını nikâhı altında
toplamıştır. Bu iki kadından birisi erkek farzedildiğinde birbirleri ile
evlenmeleri sahîh olmayan bir mahremiyet doğmaktadır. İki süt kız kardeşin aynı
nikâhta toplanması da bunun aynıdır. Çünkü, birbirleri ile nikâhlanmanın
haramhğınm sebebi bizzat kendi aralannda olup kendileri ile, aralarında ne bir
süt emme, ne de sıhriyet bulunmayan kendilerine yabancı olan kimse arasında
değildir. Bu dört mezheb imamlan ve diğerlerinin görüşü olmaktadır.
İmam Ahmed buna;
Abdullah b. Cafer'in, Hz. Ali'nin hanımı ile, başka hanımından olan kızını
nikâhı altında toplamış olması ve hiçbir kimsenin de bunu tepki ile karşılayıp,
münker bulmamış olmalarını delil olarak kullanmıştır. Buhârî şöyle der:
"Hasan b. Hasan b.Ali, aynı gecede iki amca kızım nikahlamıştır. Abdullah
b. Cafer, Hz.Ali'nin kansı ile, başka hanımından olan kızım, nikâhı altında
toplamıştır. İbn Şübrüme: "Bunda bir sakınca yoktur." demiştir.
el-Hasan bir defasında bunu mekruh görmüş , sonra İse : "Bunda bir sakınca
yoktur." demiştir. Câbir b. Zeyd ise, sıla-ı rahmin kesilmesine sebebiyet
vereceği için bunu mekruh görmüştür. Bu konuda haramlık yoktur, zira Yüce
Allah: "...bunların ötesinde kalan diğer kadınlar size helâl kılındı.[178]'
buyurmaktadır." Buhari'nin sözü bitti[179]'
Kısaca: Bir yönden
neseb ahkâmının sabit olması, onların her yönden sabit olmasını da gerektirmez.
İşte Hz. Peygamberin (s.a.) hanımları: Onlar sadece haramlık ve hürmette
rnü'minlcıin anneleridirler; mahremiyet konusunda ise değillerdirler; dolayısıyla
hiçbir kimse onlarla halvette bulunamaz, onlara bakamazlar. Hatta Yüce Allah
akrabaları ve aralarında süt haramlığı bulunan kimseler haricinde, diğer
kimselerden, kendilerine nikâhları haram olmakla birlikte örtünmelerini
(ihticâb) emretmiştir ve: "... Onlardan bir şey istediğinizde, perde
arkasından isteyiniz."[180]'
buyurmuştur. Sonra mü'minlerin annelerine ait olan bu hüküm, asla onların
akrabalarına sirayet etmemektedir. Onların kızları mü'minlerin kız kardeşleri
değildir, erkeklerine haram olmaz. Onların oğullan da, erkek kardeşleri
değildir, kızlarına haram olmaz. Onların erkek kardeşleri ve kız kardeşleri,
mü'minlerin day::ları ve teyzeleri değillerdir. Bütün müslümanlann ittifakı ile
bunlar helâldirler. Nitekim, Hz. Peygamber'in (s.a.) zevcesi Meymûne'nin kız
kardeşi Ümmü'1-Fadl, Abbâs'ın; Hz. Âişe'nin kız kardeşi Esma bt. Ebî Bekr (ra),
Zübeyr'in; Hz. Âişe'nin annesi Hz.Ebu Bekir'in; Hz.Hafsa'nm annesi Hz.Ömer'in
nikâhları altında bulunuyorlardı. Bir kimsenin annesinin annesi ile evli olması
sözkonusu değildir. Yine Abdullah b. Ömer ve erkek kardeşleri, Ebu Bekir'in
çocukları, Ebu Süfyân'm çocukları mü'min kadınlarla evlenmişlerdir. Eğer
bunlar, mü'min kadınların dayıları olsalardı, onlarla evlenmeleri kendilerine
caiz olmazdı. Dolayısıyla diyoruz ki, haramlık hükmü, mü'minlerin annelerinden
diğer yakınlarına sirayet etmememektedir; eğer öyle olmasaydı, onlarla ümmet
arasında sabit olan neseb hükümlerinden birinin sübutundan, diğer hükümlerin de
sübutu gerekecekti.
Buna delâlet eden
hususlardan birisi de haram kadınlar hakkında varid olan âyetteki:
"...kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri..."[181]
ifadesidir.
Bilindiği üzere,
"oğul" kelimesi kayıtsız (mutlak) olarak zikredildiğinde "süt
oğul" bunun kapsamına girmemektedir. Bu durumda, "kendi sulbünüzden"
diye kayıtlandığı zaman onun kapsamına girmeyeceği
Öncelikli olarak sabit
olur. Bu ifade ile, "oğulluğun' bu hükümden çıkarılmasının amaçlanmış
olması, süt oğulun da hükümden çıkarılmış olmasını engellemez; onun da hükme girmesini gerektirmez.
Sahih'te şöyle sabit
olmuştur: Hz. Peygamber (s.a.) Sehle bt. Süheyl'e , Ebu Huzeyfe'nin âzadhsı
Sâlim'i, kendisine mahrem olması için emzirmesini emretmişti. O da kocası Ebu
Huzeyfe'nin sütü ile onu emzirdi. Böylece Salim, Hz. Peygamber'in ifadesiyle Sehle'nin
oğulu ve mahremi oldu. Bu hüküm ister, Sâlim'e has olsun; isterse mü'minlerin
annesi Hz. Âişe'nin de kail olduğu gibi umûmî olsun farketmez, böylece Salim,
onu emzirmiş ve annesi olmuş olduğu için Sehle'nin mahremi olarak kaldı; süt
babasının kansı olduğu için mahrem olmadı. Çünkü Sehle'nin kendisini emzirmesi
dolayısıyla bunun bir etkisi bulunmaz. Aksine, Sâlim'i Ebu Huzeyfe'nin bir
cariyesi veya başka bir hanımı emzirmiş olsaydı, o zaman Sehle sadece süt
babasının hanımı olma vasfına sahip olurdu. Burada mahremlik etkisi, sadece
bizzat kendi süt çocuğu olması sebebiyledir. Nitekim hadisin bizzat: " Hz.
Peygamber: "Onu emzirt" buyurdu. Bunun üzerine o da onu beş defa
emzirdi; (Salim artık onun) süt oğlu mevkiinde olmuştu." şeklindeki kendi
lâfzında da bu şekilde talllde bulunulmuştur.
Bu konuda icmâ
bulunduğu iddiası doğru değildir. Kim böyle bir İddiada bulunursa o yalancıdır.
Çünkü, Saîd b. el-Müseyyeb, Ebu Seleme b. Abdirrahman, Süleyman b. Yesâr, Atâ
b. Yesâr ve Ebu Kılâbe leben-i fahl (kocanın sütü) sebebiyle haramlığı sabit
görmüyorlardı. Bu Zübeyr ve sahabeden bir gruptan da rivayet edilmiştir.
İleride inşallah gelecektir. Bunlar haramhğm ancak süt anne tarafından doğacağı
kanaatindedirler. Bunlar, süt emeni sütün sahibi kocanın {lebenifahD çocuğu
kabul etmediklerine göre, çocuğun karısının kocaya, kocanın karısının çocuğa
haram olmadığını evleviyetle kabul etmişler demektir. Bunların görüşlerine
göre, bir kadına, kocasının süt babası veya onun süt oğlu haram olmamaktadır.
Burada şöyle
denebilir: Bunlar, süt emen ile, süt sahibi koca [fahD arasında oğulluk
olduğunu kabul etmemişlerdir; dolayısıyla da sıhriyet durumu söz konusu olmaz.
Çünkü, sıhriyet süt emme oğulluğunun sübutu üzerine ortaya çıkan bir alt
hükümdür. Ancak, sahîh ve sarih sünnetin de delâlet ettiği ve çoğunluk İslâm
âlimlerinin de kabul ettikleri gibi, süt sahibi koca ile çocuk arasında oğulluk
olduğunu kabul edenlere göre, sıhriyet bu oğullukla ortaya çıkar, sabit olur.
Leben-i fahl ile haramlığm sabit olacağını kabul edenler içerisinde: " Süt
babanın veya süt çocuğun zevcesi haram olmaz." diyen birisi olmuş mudur?
Cevap: Maksat bunun
haramlığı konusunda tartışma bulunduğu ve konunun üzerinde icmaın bulunmadığını
ifade etmektir. Geriye mesnedi (me'haz) üzerinde düşünmek kalmaktadır: Acaba
mesnedi "leben-i fahl" in ilgâsı ve onun bir etkisi olmadığı mıdır,
yoksa süt emme cihetinden sıhriyetin doğmayacağı, bu konuda onun bir etkisi
olmadığı, etkinin ancak neseb sıhriyeti için sözkonusu olması mıdır?
Hiç şüphesiz birinci
mesned bâtıldır, çünkü leben-i fahlin haramlık doğuracağına dair sarih sünnet
sabit bulunmaktadır. Daha önce, leben-i fahl ile haramlığın doğacağını kabul
etmekten, bununla sıhriyet hükümlerinin de doğacağını isbat etmenin ancak kıyas
yolu ile sözkonusu olabileceğini açıklamıştık. Asıl ile feri arasındaki
birbirlerine benzemedikleri yönlerin, benzedikleri yönlerin kat kat fiîzlası
olduğunu , neseb hükümlerinden birisinin sabit olmasından diğer hükümlerin de
sabit olması gerekmeyeceğini belirtmiştik.
Buna Yüce Allah'ın süt
anne ile süt kız kardeşi, annelerimiz ve kız kardeşlerimiz kapsamına dahil
etmemesi de delâlet etmektedir: "Size anneleriniz, kızlarınız, kız
kardeşleriniz haram kılındı..." buyurduktan sonra, ayrıca "...sizi
emziren anneleriniz ve süt kız kardeşleriniz..."'[182]'
diye bahiste bulunması göstermektedir ki, "annelerimiz" ifadesi
mutlak olarak zikredildiğinde, bununla sadece nesebten olan annelerimiz
kasdedilmektedir. Bu anlaşıldı ise, diyoruz ki, âyetteki "kadınlarınızın
anneleri" ifadesi de aynen "anneleriniz" ifadesi gibidir, ve
onlardan maksat sadece onların neseb yolu ile olan anneleridir: bu ifade
onların süt annelerini içine almaz. Eğer onların da haram kılındıkları murad
edilmiş olsaydı, o zaman Yüce Allah: " ve onları emziren anneleri
de..." diye tasrih ederdi; nitekim "annelerimiz" konusunda
böylece zikirde bulunmuştur. Daha önce açıklamış ve : "Nesebten haram
olanlar, sütten dolayı da haram olurlar." hadisi; sadece neseb yolu ile
kişi üzerine haram olan kadınların benzerlerinin de süt yolu ile haram olacağına
delâlet eder; sıhriyet ya da aynı nikâh altında toplama yolu ile haram
olanların benzerlerinin de süt yolu İle haram olacağına delâlet etmez;
demiştik. Hatta, hadisin mefhumu bunun aksine delâlet etmektedir. Kaldı ki,
"Bunların ötesinde kalan kadınlar
size helâl kılındı."[183]' âyetinin umumu da bunu desteklemektedir.
Süt baba ve onun
oğlunun hanımının haram olduğunda icmâm bulunmadığına delâlet den hususlardan
birisi de şudur: Seleften bir grubun, kişinin — eğer kendi bakımı altında
değilse — hanımının başka kocadan olan kızı ile.evlenmesine cevaz vermişlerdir.
Nitekim bu görüş, Mâlik b. Evs b. el-Hadsân en-Nasrî'den sahîh olarak sabit
olmuştur: O şöyle anlatmaktadır: Bir karım vardı ve bana çocuk vermişti. Vefat
etti. Ona üzüldüm. Ali b. Ebî Tâlib (ra.) ile karşılaştım. Bana :
— Neyin var? diye
sordu. Ben de:
— Kanm vefat etti;
dedim. O:
— (Başka kocadan) kızı
var mı? diye sordu.
— Evet! dedim.
— Senin bakımın
altında mı idi? dedi.
— Hayır! O Tâiftedir,
dedim.
— Öyle ise onu nikâhla
! dedi. Ben:
"...Kadınlarınızın
yanınızda kalan üvey kızlarınız ...S:
;e haram kılındı."
âyeti nerede kaldı?! dedim.
— O senin yanında
değil, bu haramlık, sadece senin yanında olması haline mahsustur, dedi[184]
İbrahim b. Meysere'den
sahîh olarak sabit olduğuna göre, Sev'eoğullarından Ubeydullah b. Ma'bed adında
bir adara, —İbrahim onu hayırla yad etmiştir— kendisine şöyle anlatmıştır:
Babası ya da dedesi, başkasından çocuğu olan bir kadını nikahlamıştı. Bunlar
Allah'ın dilediği bir müddet birlikte yaşadılar. Sonra o bu kadının üzerine
genç bir kadın nikahladı. İlk hanımının çocuklarından birisi:
— Annemizin üzerine
evlendin, annemiz yaşlandı ve senin artık
o genç kadın sebebiyle ona ihtiyacın kalmadı; dolayısıyla onu boşa! dedi. O:
— Hayır! Vallahi, bana sen kendi kızını nikâhlamadıkça
onu boşamam; dedi. Sonunda , o onu boşadı, o da kızını o:na nikahladı. Ne kız
ne de babası onun yanında değildi.
Râvî şöyle der: Süfyan b. Abdillah'a geldim ve
— Bu konuyu benim için
Ömer b. el-Hattâb'a sor; dedim. O da:
— Benimle beraber hacca gideceksin (ve kendin
soracaksın); dedi. Neyse, Mina'da iken beni Hz.Ömer'in huzuruna soktu. Ben ona
olayı anlattım, Hz. Ömer:
— Bunda bir salanca
yoktur. Sen git bir de falanca'ya sor, sonra da gel ve bana neticeyi haber ver;
dedi.
Râvî: O kimsenin
Hz.Ali'den başkası olmadığını sanıyorum; der. Râvî devamla; Ona gittim ve
durumu ona da sordum. O da: "Bunda bir sakınca yoktur." diye cevap
verdi. [185]'
Bu Zahirî mezhebinin
görüşü olmaktadır. Hz.Ömer, Hz. Ali ve onların görüşlerini kabul edenler,
kişinin üvey kızına yanında olmadığı zaman , neseb yolu ile karısının kızı
olmasına rağmen, kendisine helâl kıldıklarına göre, bunlar hanımının süt kızını
kişi üzerine nasıl haram kılarlar?! Yüce Allah üvey kızın haram olması için üç
kajat zikretmiştir: a) Kocanın yanında (bakımı altında) olması, b) Karısından
olması, c) Annesi ile gerdeğe girmiş olması. Hal böyle iken, karısının mücerred
süt kızı olması, onu kişi üzerine nasıl haram kılabilir? Zira ne kocanın
yanındadır, ne de dil bakımından onun "üvey kız" ı sayılır. Çünkü
"üvey kız" [rebîbe) hanımın kızı, "üvey oğul" [rebıb) da
onun oğludur ve bunjâa bütün âlimlerin ittifakı vardır. Bunlara Arapça'da
"rebîb ve rebîbe" denmelerinin sebebi de, genelde annelerinin
kocasının kendilerini yetiştirip terbiye etmelerindendir.[186]
Karısının kendisinden olmayan sütü ile emzirdiği ve asla yanına alıp
terbiyelerinde bulunmadığı çocuklara gelince, bunların bu nassın kapsamı
içerisine gerek lâfız ve gerekse mâna bakımından girmiş olması son derece
uzaktır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) üvey kızın haram olmasının sebebinin,
kocanın yanında (bakımı altında) kalması olduğuna işarette bulunmuştur: Sahîh-i
Buhârfde, Zührî — Urve — Zeyneb bt. Ümmü Seleme senediyle rivayet edilir: Ebu
Süfyân'm kızı Ümmü Habîbe: "Ya Rasûlalîah! Duyduğuma göre, ,Ebu Seleme'nin
kızını istiyormuşsun?" der. Hz. Peygamber (s.a.): "Ümmü Seleme'nin
kızını mı?" diye sorar."Evet!" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.): "Ümmü Seleme'nin kızı benim vesayet ve terbiyem altında üvey kızımdır
(ve bana nikâhı helâl olmaz. Böyle) olmasa bile yine bana nikâhı helâl olmaz.
Çünkü o, benim süt kardeşimin kızıdır" buyurmuştur. [187]'
Bu Hz. Peygamber'in
(s.a.) haramîık konusunda Allah Teâlâ'nın getirmiş olduğu kayıta itibar
ettiğini göstermektedir.
Bu ifadenin aynen
benzeri, süt emme yolu ile de haram olan öz oğulun hanımı için: "O eğer öz
oğlumun hanımı olmasaydı yine de bana helâl olmazdı." denilmesidir.
Aralarında bir fark yoktur.
Tevfik ancak
Allah'tandır. [188]
İkinci hüküm: Bu
hadislerden çıkarılan ikinci hüküm dej "îeb'en-i fahlin haramîık
doğuracağı; haramlığm süt emziren kadından diğer yakınlarına sirayet ettiği
gibi, sütün sahibi kocadan da sirayet edeceği hususudur. Doğrusu da budur ve
bazı şahabı ve onlardan sonra gelenlere muhalif de olsa , bunun dışında başka
bir görüşü benimsemek caiz değildir. Allah Rasûlü'nün sünneti uyulmaya daha
lâyıktır. Sünnet için, ona muhalif olan diğer şt/ler bırakılır; sünnet hiçbir
zaman, sahibi kim olursa olsun başkalarının sözleri için terkedilmez. Eğer
sünnet, belki de kendisine ulaşmadığı için, ya da tevilden nâşî veya bir başka
sebepten dolayı kendisine muhalefet eden kimselerin sözü uğruna terkedilecek
olursa , sünnetlerin büyük bir bölümünün elimizden çıkması gerekir ve hüccettik
vasfı hadislere değil de, o kimselerin sözlerine geçer; kendisine uymak vacib
olan kimsenin sözü, yerini kendisine uymak vacib olmayan kimsenin sözüne; masum
olan Peygamber'in sözü, yerini masum olmayan insanların sözlerine bırakır. Bu
ise büyük bir musibettir, Yüce Allah'tan bizi bundan muhafaza buyurmasını ve
böyle bir musibet içerisine düşmüş olarak huzuruna bizi çıkarmamasını
diliyoruz.
A'meş şöyle der:
"Urnâre, İbrahim, ve bizim çağdaşlarımız; Hakem b. Uteybe, onlara
Ebu'l-Kuays haberini getirinceye kadar, leben-i fahlde bir sakmca olmadığı
görüşünde idiler." Bununla A'meş, onların görüşlerini terkettiklerini ve
eski itikatlarından rücû ettiklerini ifadeyi kasdetmektedir. İlim ehli işte
böyle yapar; kendilerine Hz. Peygamber'in bir hadisi ulaştığı zaman hemen onun
gereğiyle hükmederler ve kendi farklı görüşlerinden rücû ederler.
Leben-i fahlin
haramîık doğurmayacağı görüşünde olanlar şöyle demektedirler: Yüce Allah
kitabında, süt haramlığınm sadece anne tarafından olduğunu zikretmiş ve: "
... sizi emziren anneleriniz ve süt kız kardeşleriniz... size haram
kılındı." buyurmuştur. Bu âyetteki ifadesindeki harf-i tarif ahd için
olmaktadır ve az Önce zikri geçen "radâ'a" ya raci olmaktadır; o da annenin radâsı (emzirmesi)dir. Yüce
Allah : "Bunların ötesinde kalan diğer kadınlar size helâl kılındı."
buyurmuştur. Eğer Kur'an böyle derken biz haramlığı isbat edecek olursak, bu
durumda Kur'an'ı hadisle neshetmiş oluruz. Bu "Kur'an üzerine ziyade
nesihtir." görüşünde olanlara göre kaçınılmaz olmaktadır. Bunlar devamla
şöyle diyorlar: İşte Allah Rasûlü'nün ashabı, ümmet içerisinde sünneti en iyi
bilen kimseler olarak, leben-i fahl sebebiyle haramlığm sabit olmayacağı
görüşünde idiler. Sahîh olarak bilindiğine göre Ebu Ubeyde b. Abdillah b. Zem'a
şöyle anlatır: Annesi, Ümmü Seleme validemizin kızı Zeyneb'i, Zübeyr b.
Avvâm'ın kansı olan Esma bt. Ebî Bekr (r.anhum) emzirmişti. Zeyneb şöyle der:
Zübeyr, ben saçımı tararken yanıma girer ve saçımın örgülerinden birisini tutar
ve : Bana dön ve benimle konuş, derdi. Ben onu babam, ondan olan çocukları da
kardeşlerim olarak görürdüm. Sonra Abdullah b. Zübeyr , bana bir elçi
göndererek kızım Ümmü Gülsüm'ü Hamza b. Zübeyr'e istedi. Hamza, Zübeyr'in Kelb
kabilesine mensup başka bir hanımından idi. Ben elçiye: "O Hamza'ya helâl
olur mu? O, onun kız kardeşinin kızından başka bir şey değildir." dedim.
Abdullah: "Sen bununla sadece, senin tarafından olan engeli kasdetmiş
olmalısın. Esmâ'nın doğurdukları senin kardeşlerindir; Esmâ'dan başka diğer
hanımlarının doğurduğu çocukları ise senin kardeşlerin değillerdir. Haberci
gönder ve bunu sordur." dedi. Zeyneb haberci gönderdi ve sordurdu. Hz.
Peygamberin (s. a.) ashabı orada çok idiler. Ona: "Süt, erkek tarafından
hiçbir şeyi haram kılmaz. Onu onunla evlendir." dediler. (Öyle de yaptılar.)
Hamza ölünceye kadar Ümmü Gülsüm onun yanında kaldı.[189]
Bunlar, sahabenin
(r.anhum) bu olayı tepki ile karşılamadıklarını ve bilindiği üzere, emzirmenin
erkek tarafından olmayıp Isadın tarafından olduğunu söylemişlerdir.
Çoğunluk âlimler
bunlara şöyle cevap vermişlerdir: Sizin bu zikrettikleriniz içerisinde, sahîh
ve sarih sünnete ters düşecek bir husus bulunmamaktadır, dolayısıyla da,
sünnetten dönmeyi gerektirecek bir durum yoktur:
Önce Kur'an'ı ele
alalım: Onun delâleti şu iki şey arasındadır: Ya süt babadan olan kız kardeşi
de içine almaktadır ve böylece: onun da haram olduğuna delâlet etmektedir;
veyahut da onu içine almamaktadır ve hükmünü sükut geçmektedir. Bu durumda da
sünnetin onu haram kılması, müstakillen haram kılma ve: "Bunların ötesinde
kalan diğer kadınlar size helâl kılındı." âyetinin umumunun tahsisi
kabilinden olur. Zahir odur ki, "kız kardeş" lafzı onu da
kapsamaktadır. Zira Yüce Allah "süt kızkardeşleri" ifadesini genel
olarak kullanmıştır; dolayısıyla, kız kardeşi denilebilen her kadın bunun
içerisine girer. Süt babadan olan kız kardeşi, onun kız kardeşi değildir ;
demek caiz değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Âişe validemize :
"Eflah'a (yanına girmesi için) izin ver! Çünkü o senin amcandır."
buyurmuşlar ve sadece leben-i fahl ile aralarında amcalık bağı olduğunu
belirtmişlerdir. Süt emen çocuk ile, süt sahibi kocanın erkek kardeşi arasında
amcalık bağı sabit olduğuna göre, çocukla süt sahibi kocanın oğlu arasında
kardeşlik bağının sabit olması öncelikle, veya en azından onun ayarında sabit
olur.
Bu durumda sünnet,
kitabın muradını açıklamıştır; ona muhalefet etmemiştir. Böyle düşünmesek bile,
nihayet sünnet Kur'an'm sükut geçtiği bir şeyin haramlığım isbat etmiş ve
âyetin murad-ı ilâhî olmayan umûmunu tahsis etmiştir; dememiz de mümkündür.
Sizin, "Ashap
bununla haramlık doğacağı görüşünde değillerdi." şeklindeki sözünüze
gelince, bu bütün sahabîlere karşı ileri sürülmüş asılsız bir iddiadır. Nitekim
Hz. Ali'nin, leben-i fahl ile haramlık isbat ettiği sabittir. Buharî'nin
Sahlh'inde ise şöyle rivayet edilmektedir: İbn Abbâs'a: "Bir adamın iki
hanımı vardır. Bunlardan birisi bir erkek çocuğunu, diğeri de bir kız çocuğunu
emzirmiştir. Erkek çocuğu kız çocuğu ile evlenebilir mi?" şeklinde
sormuşlardır. O: "Hayır, aşılama aynıdır." demiştir.[190]'
Bu sizin delil olarak
kullandığınız hadis de; Zübeyr'in, karısının emzirmesi yolu ile, Zeyneb'in
kendisinin kızı olduğuna inandığı konusunda gayet sarihtir.
İşte Hz. Âişe, leben-i
fahlin haramlık doğuracağına dair fetva verirdi.
Geriye elinizde sadece
Abdullah b. Zübeyr kaldı. O da bunların neresinde kalır ki?
Zeyneb'in sordurduğu
ve helâlliğine dair fetva veren kimselere gelince, bunlar meçhul kimselerdir,
isimleri zikredilmemiştir. Râvî: "Ben Rasûlullah'ın (s.a.) ashabına
sordum, onlar bir arada çok sayıda idiler..." dememiştir. Dolayısıyla
belki de, Zeyneb, onlar içerisinden sahîh sünnetten haberi olmayan birisine
göndermiş ve sordurmuştur, o da Abdullah b. Zübeyr'in fetvası gibi fetva
vermiştir. Hem sonra o sırada Medine'de öyle fazla sahabe bulunmuyordu. Aksine
büyük sahâbîler ve ekseriyet, Şam, Irak ve Mısır'da bulunuyorlardı.
"Emzirmenin erkek
tarafından olmayıp kadın taiafmdan olduğu" şeklindeki sözünüze gelince,
buna da:"Emzirilen süt, kocanın ilişkisi ile doğmuştur ve ona aittir, anne
ise sadece bir kaptır." şeklinde bir cevap verilebilir,
Tevfik ancak
Allah'tandır.
Soru: Süt emziren
kadının süt anneliği sabit olmadan da süt babalığı sabit olabilir mi? Yoksa,
süt babalığın sübutu, süt anneliğin üzerine teferru eden bir feri midir? Süt
annelik sabit olmadan süt babalığı sabit olmaz mı?
Cevap: Bu konu
üzerinde fukahaya ait iki görüş bulunmaktadır ki, her ikisi de İmam Ahmed ile
İmam Şafiî'nin mezheblerinde birer vecih olmaktadır. Bu asıl üzerine şu mesele
teferru eder:
Bir kimsenin dört
hanımı olsa ve bunlar , her biri ikişer defa olmak üzere bir çocuğu emzirseler,
bu kadınlar çocuğun süt annesi olmazlar. Çünkü içlerinden hiçbirisi çocuğu beş
defa emzirmemişlerdir/ Bu durumda acaba, koca çocuğun süt babası olur mu?
İşte bu hususta iki
vecih vardır: Birincisine göre, kadınların süt anne olmadıkları gibi koca da
süt baba olmaz. İkincisine göre — ki daha doğru olan budur— , koca süt baba
olur. Çünkü çocuk kendi sütünden beş defa emmiştir. Leben-i fahl kendi başına
kâim olan bir asıldır, emziren kadının anneliği üzerine teferru eden bir feri
değildir. Çünkü; babalık, kendisine ait sütten emilmiş olması ile husule
gelmekte, sütü emziren kadının anne olmasından doğmatnaktadır.
Bu mesele, İmam Ebu
Hanife ile Mâlik*in mezheblerinde sözkonusu değildir. Çünkü onlara göre süt haramlığı
için beş defa erame şartı yoktur, sütün azı da çoğu da haram kılar. Bu durumda,
zevcelerin dördü de çocuğun süt anneleri olurlar.
Sahîh olan görüşe göre
hareket eder ve misâlimizde annelik sabit olmadan, babalık sabit olur dersek,
bu durumda ikişer defa süt emziren bu kadınlar çocuğa haram olurlar; çünkü
çocuk onların üvey oğulları , kadınlar da, çocuğun süt babasının ilişkide
bulunduğu kadınları olmaktadırlar.
Eğer, hayır babalık
sabit olmaz; dersek, bu durumda süt emziren bu kadınlar, çocuğa emzirdikleri bu
sütle ona haram olmazlar. [191]
Soru: Bir kimsenin beş
kızı olsa ve bunlar birer kere olmak üzere bir çocuğu emzirseler; bunlardan
hiçbirisi çocuğun süt annesi olmazlar .Ancak adam çocuğun süt dedesi olur mu?
Adamın, süt emziren kızların kardeşleri olan çocukları, süt emen çocuğun dayı
ve teyzeleri olurlar mı?
Cevap: Konu hakkında
iki vecih bulunmaktadır: Birincisine göre, adam çocuğun dedesi, kızların erkek
kardeşleri de çocuğun dayıları olur. Çünkü süt emen çocuk adamın kızlarından
beş defa emmiştir; dolayısıyla adam bir kızının beş defa emzirmiş olması
durumunda olduğu gibi çocuğun dedesi olmuştur. Adam dede olduğuna göre,
kızların kardeşleri olan çocukları da onun dayı ve teyzeleri olurlar. Çünkü
onlar, kendilerinden beş defa süt emilen kimselerin kardeşleri olmaktadırlar;
süt emziren beş kız çocuğa nisbetle sanki tek bir anne durumunda mütalaa
edilmişlerdir.
Diğer vecihe göre ise
; adam dede, emziren kızların kardeşleri de dayı ve teyze olmazlar. Çünkü bir
kimsenin dede olması, kızının anne olması, kardeşin dayı olması da , kız
kardeşin anne olması üzerine teferru eden bir feridir. Asıl sabit olmamıştır;
dolayısıyla feri de sabit olmaz.
Bu vecih bu konuda ,
önceki meselede olduğunun aksine daha sahih gözükmektedir. Çünkü birinci
meselede babalığın sübutu sahîh olan görüşe göre, anneliğin sübutunu
gerektirmemektedir. Aralarındaki fark şudur: Bu meselede, süt emziren kızlar
ile babalan arasında fer'îlik kesin olmaktadır. Çünkü, emzirenler adamın
kızlarıdır, süt ise kendisinin değildir, Haramlık burada emziren ile oğlu
arasındadır. Emziren anne olmadığına göre, emzirenin babası da dede olmaz.
Birinci meselede ise durum böyle değildir. Çünkü orada haramlık, sütü emen ile
sütün sahibi arasındadır. Emzirenin anneliği sabit olsun veya olmasın fark
etmemektedir.
Buna göre,
emzirenlerin erkek kardeşleri emenin dayıları olurlar; dediğimizde ,
emzirenlerin de her biri çocuğun teyzeleri olurlar mı?
Bu konuda da iki vecih
bulunmaktadır: Birincisi: Teyzesi olmazlar. Çünkü çocuk, kardeşlerinin sütünden
beş defa emmemiştir; dolayısıyla da teyzelik sabit olmaz. İkincisi: Sabit olur.
Çünkü, haram kılıcı sütten beş defa emme tahakkuk etmiştir, kendisinden ve
diğer kız kardeşlerinden emdiği süt
teyzeliği isbat eder. Onlar içerisinden hiçbirisinin anneliği sabit olmaz.
Çünkü, onlardan hiçbirisinden beş defa emmemiştir. Annelik sabit olmadan
teyzeliğin sabit olması uzak değildir; nitekim leben-i fahl konusunda annelik
sabit olmadan babalık sabit olabilmektedir. Bu ikinci vecih zayıftır.
Aralarında şu fark
vardır: Teyzelik, annelik üzerine sadece/sırf bir feri'dir; asıl sabit
olmayınca, onun fer'i nasıl sabit olacaktır. Annelik ve babalık ise böyle
değildir. Çünkü onlar iki ayrı asıldırlar; birinin bulunmamasından diğerinin de
bulunmaması lazım gelmez.
Bir başka soru: Bir
adamın annesi, kız kardeşi, kızı, ve oğulunun zevcesi bulunsa'[192] ve
bunlar bir kız çocuğunu birer defa emzirseler, bunlardan hiçbirisi çocuğun süt
annesi olmaz. Acaba çocuk adam üzerine haram olur mu?
Cevap: Yine iki vecih
bulunmaktadır. İçlerinden daha uygun olanı haram olmaması şeklindedir. Haram
olması şeklindeki vecih ise burada çok uzaktır. Çünkü burada çocuk için
tamamlanan süt, adamı çocuğun ne babası, ne dedesi, ne kardeşi, ne de dayısı
yapmamaktadır.
Allah en iyisini
bilir.
Leben-i fahl sebebiyle
haremliğin sübutu, zina eden kimsenin suyundan yaratılan çocuğun da evleviyetle
haram olacağına delâlet eder. Çünkü, bir insana, kendi cimâından doğan süt ile
gıclalanan çocuğun nikâhı haram olduğuna göre, bizzat kendi cimaı neticesinde
kendi suyundan yaratılan kimseyi nikahlaması nasıl helâl olabilir?! Sâri'
Teâlâ, kişinin cimâının sebebiyet verdiği sütü emmiş olması gerekçesiyle,
kendisine süt kızım haram kılarken, bizzat kendi cimâı ve suyu sebebiyle
yaratılan kimseyi ona haram kılmaması tasavvur edilemez. Bu asla mümkün
değildir. Çünkü, kişi ile kendi suyundan yaratılan kimse arasındaki cüz'iyet
ilişkisi, kendisi ile sütünden gıdalanan kimse arasındaki cüz'iyet ilişkisinden
,daha tam ve kâmildir. Çünkü, süt kızında, cüz'iyetten bir parça bulunduğu
halde, öbürü bizzat kendi suyundan -yaratılmıştır; onun yansı veya daha fazla
kısmı kesinlikle kendi parçasıdır; diğer yansı ise anneye aittir.
Bu müslümanlann büyük
çoğunluğuna ait görüş olmaktadır. Ashaptan bunu mubah gören hiçbir kimsenin
bulunduğu bilinmemektedir. İmam Ahmed'in
beyanına göre, kim zina mahsulü kızını
nikahlarsa, muhsan (evli) olsun olmasın, kılıçla öldürülür. Süt kızı sadece
hürmet ve mahremiyet olmak üzere iki hükümde kızı olmasına ve kıza ait diğer
hükümlerde onun gibi olmamasına rağmen , bu durum onu haramlıktan çıkarmamakta
ve kişiye onu helâl kılmamaktadır. Aynı şekilde zina mahsulü kızı da haramlık
konusunda kızı olur; kıza ait hükümlere dahil bulunmaması onun helâlliğini
gerektirmez. Yüce Allah Araplara , kendi lügatlerinde a:nladıklan şekilde hitap
etmiştir. "Kız (bint) " sözcüğü , lügat mânasında bir lâfızdır ve
Sâri' Teâlâ onu, "salât" ve "îmân" vb. sözcüklerinde olduğu
gibi aslî mânasından ıstüâhî bir mânaya nakletmemiştir. Dolayısıyla, Sâri'
tarafından ıstılahî bir mânaya nakledildiği sabit olmadıkça, aslî lügat
mânasına hamledilir. "Kız" sözcüğü, "kardeş",
"amca" , "dayı" sözcükleri gibi, aslî lügat mânaları üzere
baki kalan bir kelimedir. Nitekim Saftîh'te Yüce Allah'ın zina eden çobanın
çocuğunu konuşturduğu ve "Babam falan çobandır." dedirttiği ifade
edilmiştir.'[193] Bu konuşturmanın yalana
ihtimali yoktur. Bütün ümmet zina mahsulü çocuğa annesinin haram olduğunda icma
etmişlerdir. Çocuğun annesinin suyundan yaratılmış olması ile babasının
suyundan yaratılmış olması arasında fark yoktur. Her ikisinin günahı da
aynıdır. Çocuğun babanın bir parçası olması, annenin bir parçası olması
gibidir. Zinakâr ile kız arasında miras ahkâmının bulunmaması, onu
nikâhlamasmın cevazını gerektirmez. Sonra şaşmamak da elde değildir; bu görüşün
sahibi el ile istimnayı haram kılmakta ve :"Bu eli ile nikâh
demektir." demekte, sonra da insanın kendi parçası ile nikâhlanmasına
cevaz vermekte, Yüce Allah'ın kendi suyundan yaratmış ve sulbünden çıkarmış
olduğu parçasını, yabancı bir kadını istifraş eder (yatağına alır) gibi
istifraş etmeyi tecviz etmektedir. [194]
Üçüncü hüküm: Bir ya
da iki emme süt haramlığmı ( Nitekim
Rasûlullah (s.a.) bunu beyan buyurmuştur. Süt ancak beş defa emme
durumunda sözkonusu olur. Bu konu üzerinde âlimler ihtilâf etmişlerdir: Selef
ve haleften bir grup âlimler sütün azı ile de, ç( haramlığın sabit olacağını
belirtmişlerdir. .
Bu görüş Hz.Ali ve İbn
Abbâs'dan rivayet edilir. Eu aynı zamanda Saîd b. Müseyyeb, Hasan, Zühri,
Katâde, Hakem, Hammâd, Evzâî ve Sevrî'nin de görüşleri olmaktadır. İmam
Mâlik'le İmam Ebu Hanife'nin mezhebleri de bu şekildedir. Leys b. Sa'd, sütün
çoğunun da, oruçluyu iftar ettirecek kadar olan azının da , beşikte iken
alındığında haram kılacağına dair ümmetin icmaı bulunduğunu zannetmiştir ki, bu
İmam Ahmed'den de bir rivayet olmaktadır.
Bir başka grup ise, üç
defa emmedikçe süt haramlığı tahakkuk etmez; demişlerdir. Bu da Ebu Sevr, Ebu
Ubeyd, İbnul-Münzir. Dâvûd b. Ali'nin görüşleri, aynı zamanda da İmam Ahmed'den
gelen ikinci bir rivayet olmaktadır.
Bir başka grup ise,
beş defa emmedikçe süt haramlığı doğmaz; demişlerdir. Bu da Abdullah b. Mes'ûd,
Abdullah b.Zübeyr, Atâ ve Tâvûs'un görüşleridir. Bu aynı zamanda Hz, Âişe'den
konuyla ilgili olarak gelen üç rivayetten birincisidir. Ondan gelen ikinci
rivayete göre, yediden az emerse süt haramlığı doğmaz. Üçüncü rivayete göre
işe, haramlığın doğması için en az on defa emmesi gerekir.
Beş defa emme ile süt
haramlığınm doğacağı görüşü, İmam Şafii'nin mezhebi ve İmam Ahmed'in de zahir
mezhebi olmaktadır. Aynı zamanda bu İbn Hazm'ın da görüşüdür ve o, bu konuda
Dâvûd b. Ali'ye muhalefet etmiştir.
Birinci grubun
delilleri: Yüce Allah haramlığı "süt emme" ismine bağlamıştır;
dolayısıyla nerede bu isim bulunursa, orada hüküm de bulunur. Hz. Peygamber
(s.a.) de: "Neseb yolu ile haram olanlar, süt emme yolu ile de haram
olurlar." buyurmuştur. Bu da Kur'an'ın mutlak ifadesine uygunluk
arzetmektedir.
Sahîhayn'da sabit
olduğu üzere Ukbe b. el-Hâris anlatır: Kendisi Ümmü Yahya bt. Ebî İhâb ile
evlenmişti. Siyah bir cariye geldi ve "Ben ikinizi de emzirdim."
dedi. Bunun üzerine bunu Hz. Peygamber'e (s.a.) zikrettim. O benden yüz
çevirdi. Ben ona başka bir taraftan sokuldum ve durumu ona anlattım:
"Nasıl olabilir ki? O her ikinizi de emzirdiğini iddia ediyor."
buyurdu. (Râvî şöyle diyor:) Hz. Peygamber ona, o kadını yasakladı.[195] Bu
hadiste Hz. Peygamber (s.a.), kaç defa emzirildiğini sormamıştır.
Bunlar devamla şöyle
demektedirler: Bu, haramlığın taalluk ettiği bir iştir, dolayısıyla azı ile
çoğu arasında fark yoktur. Nitekim haramlığı gerektiren cinsel ilişki de
öyledir, azı da çoğu da haram olmaktadır. Hem sonra, kemiğin gelişmesi ve
oluşması, etin bitmesi sütün çoğu ile olduğu gibi azı ile de olur. Öbür
taraftan, süt haramlığı için bir sayı ileri sürenlerin sözleri, gerek kaç defa
emme konusunda gerekse emmenin hakikati hakkında pek çok farklılıklar
arzetmektedir ve birbirini hiç tutmamaktadır. Sâri', durumu böyle olan bir
konuda, zabtı ve öğrenilmesi imkânı olmadığı için, belli bir nisâb koymamıştır.
Süt haramlığı için en
az üç defa emme gereğini şart koşanlar ise şöyle demektedirler: Sabit olduğu
üzere Hz. Peygamber (s.a.): "Bir emme iki emme haram kılmaz."
buyurmuştur. Ümmü'1-Fadl bt. Haris ise Hz. Peygamber'in (s.a.): "Bir ya da
iki defa ağzına memeyi verme (imlâce) süt haramlığı doğurmaz." buyurduğunu
rivayet eder. Başka bir hadiste, bir adam :"Ya Rasûlalîah! Tek bir emme
haram kılar mı?" diye sormuş, Hz. Peygamber (s.a.) da : "Hayır!"
cevabını vermiştir. Bütün bunlar, sahîh ve sanh hadislerdir ve Müslim'in
Sahîh'inde rivayet edilmişlerdir.'[196]
Bu hadislerden sarf-ı
nazar etmek mümkün değildir. Dolayısıyla âyetin umumu ile amel ederek üç defa
emmekle haramlığı isbat ettik; üçden daha az olması durumunda da , hadislerle
amel ederek harambğı düşürdük. Şunu da ilave edelim ki, adet ve tekrarı
sözkonusu olan şeylerde üçe itibar edilir. Çünkü, üç en az cemi olmaktadır ve
Sâri' Teâlâ, üç adedine pek çok yerde itibar etmiştir.
Süt haramlığı için beş
defa emme şartını ileri sürenlere gelince, onlar da şöyle demektedirler: Bu
konudaki bizim delillerimiz, bu faslın başında geçen sahîh ve sarih
hadislerdir. Hz. Âişe, durum bu vaziyette iken Hz. Peygamber'in (s.a.) vefat
ettiğini habeT vermiştir. Bu konuda Hz. Peygamber'in (s.a.) Sehle bt. Süheyl'e:
"Sâlim'i beş defa emzir, ona haram olursun." buyurmuş olması delil
olarak yeterlidir.
Şunu da ilave edelim
ki, bu konuyu ümmet içerisinde en iyi bilen Hz. Âişe ve Hz. Peygamber'in (s.a.)
diğer hanımlarıdır. Hz. Âişe, kendisini görmesini, yanına girip çıkmasını
istediği kimseler olduğunda, erkek ve kız kardeşlerinin kızlarına (yeğenlerine)
onlan beş kez emzirmelerini emrederdi.
Süt haramlığınm bir ya
da iki emme ile olmayacağını ifade etmek, haramlığın az olsun çok olsun mutlak
emmeye bağlı olmadığı konusunda sarihtir. Bunlar sahîh ve sarih olan üç
hadistir ve bazısı soru sorana cevap mahiyetinde çıkmış, bazısı da doğrudan
hüküm koymak amacıyla varid olmuştur. Biz haramlık hükmünü beş defa emmeye
bağladığımız zaman, sizin istidlalde bulunduğunuz delillerden hiçbirisine
muhalefet etmiş olmuyoruz; aksine onların mutlak ifadeletini beş sayısı ile
kayıtlamış oluyoruz; mutlakın takyidi ise, beyandir, nesh ve tahsis
değildir.
Süt haramlığım az ya
da çok emmeye bağlayanlar,' bir ve iki emme ile haramlığm sabit olmayacağını
ifade eden hadislere muhalefet etmektedirler. Haramlığı üç defa emmeye
bağlayanlar ise, her ne kadar bu hadislere muhalefet etmiş değillerse de, beş
adedini getiren hadislere muhalefet halindedirler.
Haramlığı beş sayısı
ile kayıtlamayanlar şöyle demişlerdir: Beş defa. emme ile ilgili haberi, Hz.
Âişe hadis nakleder gibi nakletmemiştir ki, onunla ihticac edilsin. O, onu
sanki Kur'an'mış gibi nakletmiştir. Kur'an ise, ancak tevatür ile sabit olur.
Ümmet bunu Kur'an olarak nakletmemiştir; dolayısıyla da Kur'an olamaz. Ne
Kur'an ne de hadis olmayınca, onunla hüküm isbatında bulunmak mümkün
olmayacaktır. Haramlığı beş sayısı ile kayıtlayanlar buna şöyle karşılık
vermişlerdir: Kur'an'dan olup da âhâd olarak nakledilenler iki açıdan
incelenmiştir: 1) Âhâd olarak Kur'an'dan olduğu nakledilen şeyin Kur'an'dan
olup olmadığı, 2) Onunla amelin vâcib olup olmadığı. Hiç şüphe yoktur ki,
bunların her ikisi de ayn ayn şeylerdir. Birincisi, onunla namazın sahîh
olmasını, abdestsiz kimseye dokunmasının, cünüb kimseye okumasının haramlığım
ve benzeri Kur'an'a ait diğer hükümleri gerektirir. Mütevatir olma şartı
bulunmadığı için bu hükümler yok diye, onunla amel etmenin vücubu da gerekmez,
denilemez. Çünkü, amel için zan yeterlidir. Nitekim dört imamdan herbiri, bu
gibi mütevatir olmayan kıraatle yerine göre ihticacta bulunmuşlardır. İmam
Şafiî ve Ahmed bu konuda sözünü ettiğimiz Hz, Âişe kıraatini delil olarak
kullanmışlardır. İmam Ebu Hanife, keffâret orucunun birbiri arkasına olması
şartı hakkında îbn Mes'ûd'un, "Üç gün peşi peşine oruç tutar."
şeklindeki kıraati ile istidlalde bulunmuştur.İmam Mâlik ve daha önce sahabe ,
annenin çocuklarından birisine ait farz hissenin südüs olduğuna, Übeyy'in:
"Eğer bir erkek veya kadına kelâle yollu (çocuğu ve babası olmadığı halde)
vâris olunuyor ve bunların ana bir erkek veya bir kız kardeşi bulunuyorsa, her
birine altıda bir düşer." şeklindeki kıraatini delil getirmişlerdir. Bütün
âlimler bu kıraatle ihticacta bulunmuşlardır,icmâın bu kıraatten başka istinadı
bulunmamaktadır.
"Bunun nakli ya
Kur'an ; ya da haber (hadis) nakli gibidir." sözünüze karşı: Evet, açık
Kur'an gibi; diyoruz. "Bu durumda tevatür ile nakli gerekir."
sözünüze de : Lâfzı da neshedilse bu gereklilik var mı?
deriz.
Birincisi mümkün
değildir. İkincisi ise kabul edilir. En kötü ihtimalle denilecek söz "O
Kur'an'dır, lâfzı mensûh, hükmü ise bakidir; dolayısıyla hükmü, şeklinde âhâd
olarak nakledilen, fakat hükmü baki lafzı mensûh Kur'an âyeti hükmünde olur.
Buna verilecek bir cevap olmayacaktır.
Mesele hakkında iki
zayıf görüş daha bulunmaktadır:
1) Haramlık hükmü en az yedi kez emme ile
tahakkuk eder. Nitekim Tâvûs'a, yedi defadan daha az olan emme süt haramlığı
doğurmaz; diyenlerin görüşü hakkında
sorulduğunda: "Öyleydi, sonra haramlığı getiren bir durum ortaya çıktı.
Bir defa emme haram kılar (oldu.) ." dedi. Bu görüşün bir delili bulunmamaktadır.
2) Haramlık en az on defa emme ile tahakkuk
eder. Bu görüş Hz.Hafsa ile Hz. Âişe'den rivayet olunmaktadır.
Bir diğer görüş ise
şöyledir: Hz. Peygamberin zevceleri ile , diğer kadınlar farklıdır. Tâvûs şöyle
der: "Hz. Peygamber'in (s.a.) zevceleri için "haram kılıcı
emmeler", diğer kadınlar için de "bilinen emmeler" sözkonusu
idi. Sonra bu terk edildi."
Bu görüşler içerisinde
hangisinin doğru olduğu ortaya çıkmıştır,
Tevfik ancak
Allah'tandır.
Soru: Süt haramlığı
konusunda, "emme" tabirinden kastedilen şey nedir ve bunun bir ölçüsü
var mıdır?
Cevap: Süt emme demek
olan kelimesi kelimesinden kelimeleri gibi, bir kere oluş bildiren masdar
kalıbıdır. Çocuk ne zaman memeyi ağzına alır, ondan emer ve arızî bir durum
olmadıkça kendi ihtiyarı ile terkederse, bu bir "emme" olmuş olur.
Zira Sâri' Teâlâ , bu şekilde mutlak olarak zikretmiştir; dolayısıyla mânanın
tayini için örfe hamledilmesi gerekir. Örf ise bu şekildedir. Nefes alma,
azıcık bir dinlenme veya dikkatini çeken bir şeyden dolayı ânzî olarak memeyi
bırakıp sonra hemen tekrar emmeye dönmesi, bunu bir kere emme olmaktan
çıkarmaz. Nitekim, yemek yiyen kirase, buna benzer bir durumla yemeğine kısa
bir ara verse ve sonra hemen yine yemeğine dönse, bu iki defa yeme olmayıp, bir
defa yeme sayılmaktadır. Bu görüş İmam Şafiî'nin mezhebi olmaktadır.
Şâfiîlere göre, çocuk
emerken, süt veren kadının emmeyi kestirip sonra hemen tekrar geri döndürmesi
konusunda iki vecih bulunmaktadır:
Birincisine göre,
çocuk kendi ihtiyan ile memeyi terletmediği sürece, kadın defeatle kestirse
bile , yine bir defa emme sayılır. Çünkü, önemli olan çocuğun fiilidir, süt
veren kadının fiili değildir. Bu yüzdendir ki, kadm uyurken çocuk ondan emecek
olsa, bu şer'an haramlığı doğuran emme olarak sayılmaktadır. Kadının çocuk
emerken, emmesini kesmesine itibar edilmez. Nitekim, bir doktorun emretmesi
neticesinde bir kere yemek yemeğe başlayan kimseyi, bir başkası gelerek
yemeğini kesse, sonra tekrar dönse, bu bir kere yemek olmaktadır.
İkinci vecih: Bu,
ikinci bir ernme olur. Çünkü emme olayı hem emenden, hem de emzirenden sahîh olmaktadır.
Bundan dolayıdır ki, çocuk uyurken kadm boğazından sütünü akıtsa, bu da bir
emme olarak sayılmaktadır.
Çocuk emerken, bir
başka, kadının memesine intikal etse, bu durum hakkında da yine Şâfiîlere ait
iki vecih bulunmaktadır:
1)Her ikisi
de hesaba
katılmaz. Çünkü henüz
emme tamamlanmadan
birisinden diğerine intikal
etmiştir; dolayısıyla hiçbirisinden
de "emme" olayı tamamlanmamıştır. Bunun içindir ki, çocuk emerken
aynı kadının bir memesinden diğer memesine intikal edecek olsa, bu bir emme
sayılmaktadır.
2) Her ikisi
hakkında da birer kere emme sayılır. Çünkü çocuk kendisi emmiş ve kendi ihtiyan
ile keserek birisinden diğerine intikal etmiştir.
İmam Ahmed'in
mezhebine gelince, İbn Kudâme, Muğnîde şöyle der: "Çocuk açık bir şekilde
kendi ihtiyarı ile emmeyi keserse bu bir emme sayılır, bundan sonra tekrar
dönmesi durumunda bu da ikinci bir emme sayılır. Ancak, nefes tıkanması, bir
memeden öbürüne intikal, veya dikkatini çeken bir şey için keserse, ya da kadın
kestüirse bu durumda bakarız: Eğer hemen dönmezse o bir emmedir. Eğer derhal
dönerse, bu durumda iki vecih bulunmaktadır: Birincisine göre, o bir emmedir.
Tekrar dönmesi durumunda, o da ikinci bir emmedir. Bu Ebu Bekir'in tercihi ve
Hanbel rivayetinde İmam Amed'in kelâmının zahiri olmaktadır. Çünkü o şöyle
demiştir: "Görmez misin ki, çocuk memeden emiyor, nefesi tıkandığı zaman
teneffüs için ya da dinlenmek amacıyla memeyi bırakıyor, bunu yaptığı zaman o
bir emmedir.1* eş-Şeyh (İbn Kudâme) şöyle
der: Böyledir, çünkü şayet geri dönmeseydi, birincisi bir emme idi. Dolayısıyla
kendi ihtiyarı ile bırakmış olması durumunda olduğu gibi, dönmüş olsa da , o
bir emme olacaktır.
İkinci vecihe göre ise
, bunun hepsi birden bir emmedir ki, bu İmam Şafiî'nin mezhebi olmaktadır Bunda
, emziren kadının çocuğu emmeden kesmesi durumu müstesnadır, o takdirde iki
vecih bulunmaktadır. Çünkü, kişi yemin etse ve "Bugün tek bir kere
yemekten başka yemeyeceğim." dese ve yemek bir süre devam etse veya su
içmek için ara verse veya bir türden başka bir türe intikal etse , yahut
kendisine getirilen yemeği beklese; bütün bu durumlarda tek bir kere yemek
yemiş saydır. Dolayısıyla burada da aynıdır. Birincisi daha sahihtir. Çünkü,
burundan ve boğazdan akıtılan az süt bir emme sayılmaktadır. Burada da aynı olur.'[197]'
Ben derim ki: İmam
Ahmed'in sözü iki şekilde anlaşılabilir: Birincisi, İbn Kudâme'nin
zikrettiğidir ve "o bir emmedir" sözü ikinci emmeye râcidir.
İkincisi: Toplamı tek bir emmedir mânasına gelebilir ve bu durumda "o bir
emmedir" sözü birinci ile ikinciye birden râci olur. Bu ikinci ihtimal
daha açıktır. Çünkü, İmam onun bir emme olduğuna, nefes tıkanması veya
dinlenmesi ile istidlalde bulunmuştur. Malumdur ki, böyle bir istidlal birinci
ile ikincinin beraberce bir emme olması hususuna, ikincinin müstakil ayn bir
emme olmasına istidlalden daha uygun düşmektedir. Düşün!
İbn Kudâme'nin,
burundan ve boğazdan akıtılan az miktardaki süte benzetmesine gelince, orada
müstakillik sözkonusudur, kendinden önce bulunan emmeye tâbiliği sözkonusu
değildir, onun tamamlayıcı unsuru da değildir; dolayısıyla bir emme sayılır. Bu
.meselemizde ise durum böyle değildir; çünkü, ikincisi birinciye tâbidir ve
onun tamamlayıcısı mahiyetindedir. Aralarında fark vardır. [198]
Dördüncü hüküm:
Haramlığın taalluk ettiği süt emme, normal süt emme çağı içerisinde, sütten
kesilmeden önce olanıdır. Fukaha bu konuda da ihtilâf etmişlerdir: İmam Şâfü,
Ahmed, Ebu Yûsuf ve Muhammed: "İki sene içerisinde olan süt emme haramlık
doğurur, daha sonra olan emmeler haram kılmaz." demişlerdir. Bu Hz.Crner,
İbn Mes'ûd, Ebu Hureyre, İbn Abbâs, İbn Ömer'den de sahih olarafe.
nakledilmiştir. Aynı görüş, Saîd b. el-Müseyyeb, Şa'bî, İbn Şübrüme'den de
rivayet edilmiştir. Süfyân, İshâk , Ebu Ubeyd, İbn Hazm, İbnü'l-Münzir, Dâvüd
ve onun çoğu tabilerinin mezhebleri de bu olmaktadır.
Diğer bir grup ise,
süt haramlığı doğuran emmenin, sütten kesilmeden önce gerçekleşen emme olduğunu
belirtmişler ve belli bir süre tahdidine gitmemişlerdir. Bu görüş, Ümmü Seleme
ve İbn Abbâs'tan sahîh olarak sabit olmuş; aynı zamanda Hz. Ali'den de rivayet
edilmiştir; ancak bu doğru değildir. Zührî, Hasan, Katâde, İkrime, Evzâînin
görüşleri de bu şekildedir. Evzâî şöyle der: "Eğer bir yaşında iken sütten
kesilir ve sütten kesilme hali böylece devam ederse, hal böyle iken henüz iki
yıl dolmadan emzirilse, bu emme süt haramlığı doğurmaz. Ama süt emmesi devam
eder ve sütten kesilmezse, bu durumda, iki yıl içerisinde emzirilen süt,
haramlık doğurur; iki yıldan sonra emzirilmesi durumunda ise, hâlâ sütten
kesilmemiş de olsa haramlık sabit olmaz."
Bir başka grup ise :
" Süt haramlığı doğuran emme küçük iken olan emmedir." demişlerdir ve
belli bir tahdide gitmemişlerdir. Bu görüş de İbn Ömer, İbnu'l-Müseyyeb ve Hz.
Âişe hariç, Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer hanımlarından rivayet edilmiştir.
Ebu Hanife ve Züfer,
otuz ay tahdidinde bulunmuşlardır. Ebu Hanife'den, Ebu Yusufla Muhammed'in
görüşleri doğrultusunda başka bir rivayet de mevcuttur.
İmam Mâlik, mezhebinde
meşhur olan görüşünde: "İki yıl ve ona yakın bir zaman içerisinde olan süt
emme haram kılar; ondan sonra meydana gelen emmeler haram kılmaz."
demektedir. Sonra ondan, iki yılı aşan süre için az sayıda günler, veya iki ay,
ya da bir ay kadar gibi rivayetlerde bulunulmuştur. Velîd b. Müslim ve daha
başkaları, ondan "İki yıldan sonra, bir, iki ya da üç ay içerisinde olacak
olan süt emme, bana göre iki yıl içerisinde olmuş gibidir." dediğini
rivayet etmişlerdir. Pek çok talebi yanında meşhur olan da budur. Muvatta
râvîlerinin — ki İmam vefat edinceye kadar konuyla ilgili görüşü kendisine
okunurdu— rivayeti ise: "İki yıldan sonra meydana gelen süt emmelerin azı
da çoğu da hiçbir haramlık hükmü doğurmaz; o sadece bir yiyecek
hükmündedir." şeklindedir.[199] O
yine şöyle demiştir: Çocuk iki yıldan önce sütten kesilmişse ve yemek
yiyebiliyor ve böylece süt emmeye ihtiyacı kalmamışsa, bundan sonra emeceği
sütle haramlık hükmü doğmaz.
Hasan b. Salih, İbn
Ebî Zi'b ve Küfe âlimlerinden bir grup, süt haramîığı için süre üç yıldır, üç
yıldan sonra ise haramlık doğmaz; demişlerdir.
Ömer b. Abdilaziz, süt
haramlığı süresinin yedi yaşma kadar uzayacağmı söylemiştir Yezîd b. Hârûn,
onun bu görüşünü taaccüble naklederdi. Ondan bunun aksi başka bir görüş de
nakledilmiştir. Rebîa, yine ondan süt emme süresinin iki yıl ve on iki gün
olduğunu rivayet etmiştir.
Selef ve haleften bir
grup da, yaşlı da olsa, büyük kimsenin emmesi ile de haramlık sabit olur;
demişlerdir. Mâlik, İbn Şihâb'dan rivayet eder: İbn Şihâb'a, büyük insanın süt
emmesini sorarlar. O: "Bana Urve b. Zübeyr Hz. Peygamber'in Sehle bt.
Süheyl'e Sâlim'i emzirmesi emrini verdiğini ve Sehle'nin de bunu yaptığını, onu
kendisinin oğlu olarak gördüğünü bildirdi." diye cevap verir. Urve şöyle
der: "Mü'minlerin annesi Hz. Âişe, erkeklerden huzuruna girmesini istediği
kimseler hakkında bu görüşü esas almıştır. O, kız kardeşi Ümmü Gülsüm'e ve
kardeşinin kızlarına, yanma girip çıkabilmesini arzu ettiği kimseleri
emzirmelerini emrederdi. "[200]
Abdurrezzâk, İbn
Cüreyc'den nakleder: O şöyle der: "Atâ b. Ebî Rebâh'ı işittim: Bir adam
ona şunu sordu: "Bir kadın ben büyük bir adam iken bana sütünden içirdi.
Ben onu nikahlayabilir miyim?" Atâ: "Onu nikahlama!" dedi. Ben
ona: "Bu senin görüşün müdür?" diye sordum. "Evet, Hz. Âişe
kardeşinin kızlarına bu şekilde emrederdi." dedi.[201] Bu
görüş, Hz. Âişe'den sabit olmaktadır. Hz.Ali ve Urve b. Zübeyr, Atâ b. Ebî
Rebâh'tan da rivayet edilmektedir. Bu aynı zamanda Leys b. Sa'd*[202] ve
Ebu Muhammed b. Hazm'ın da mezhebi olmaktadır. O (İbn Hazm) şöyle der:
"Büyüğün emmesi — yaşlı bir kimse de olsa—, küçüğün emmesinin haram
kıldığı gibi haram kılar, aralarında bir fark yoktur."[203]'
Şimdi de süt
haramlığının doğması için iki sene tahdidi getirenlerle, büyüğün emmesi de
haram kılar diyenlerin delillerine bakalım. Çünkü bu ikisi görüşler içerisinde
iki uç tarafı teşkil etmektedir. Diğer görüşler ise aşağı yukarı birbirlerine
yakındır.
İki sene tahdidi
getirenler şöyle derler: Yüce Allah: "Anneler çocuklarını, emzirmeyi
tamamlatmak isteyen baba için tam iki sene emzirirler."[204]
buyurmuş ve emme müddetinin tamamını iki yıl saymıştır. Bu da, iki yıldan sonra
emilen sütün bir hükmü olmayacağına delâlet eder; dolayısıyla ona haramlık
hükmü taalluk etmez. Bu süre, bizzat Rasûlullah'm "açlık müddeti"
olarak bahsettiği ve süt emme haramlığının sadece bu dönemde olacağını
belirttiği süredir.
Bunlar şöyle devam
ediyorlar: Bu süre, Hz. Peygamber'in: "Ancak memede iken süt haramîığı
sözkonusudur." buyurduğu meme (emzirme) süresidir. Bu Araplarca bilinen
bir ifade şeklidir. Zira onlar "Falan memede öldü." derler ve bu süt
emme çağında, sütten kesilmeden önce anlamına gelir. Hz. Peygamber'in (s. a.)
ölen oğlu hakkında: "İbrahim memede iken öldü; onun cennette emzirmesini
tamamlayacak bir süt annesi vardır."'[205]
buyurması da bu kabildendir. Bunu "Süt ; ancak henüz çocuk sütten kesilmeden
memeden bağırsaklara ulaşması ve onu doyurması durumunda haram kılıcı
olur." hadisi de te'kit eder. İşte bu üç vasıf haramlık doğuracak emmeye
ait olmaktadır. Malumdur ki, büyük bir kimsenin emmesi bu üç vasıftan da
uzaktır.
Bundan daha sarih ve açık
olanı:" Süt emme ancak iki yıl içerisinde sözkonusudur." şeklindeki
İbn Abbâs hadisidir.
Tezimizi "Süt
emmeden, ancak et bitirip, kemikleri geliştiren (süt emme çağında olan) kısmı,
haramlık hükmü doğurur," şeklindeki İbn Mes'ûd hadisi de te'kit etmektedir.
Büyük insanın emmesi, ne et bitirir, ne de kemiklerini geliştirir.
Eğer büyüğün emmesi
haram kılıcı olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) Âişe validemize, büyük olduğunu
gördüğü süt kardeşinin yanına girmesinden hoşlanmaması neticesinde yüzünün
rengi değişmiş bir vaziyette: "Bakın! Kardeşleriniz kimler?" demezdi.
Eğer büyüğün emmesi haram kılıcı olsaydı, büyük ile küçük arasında bir fark
olmaz ve Hz. Peygamber (s.a.) hoşnudsuzluk göstermez ve, "Bakın!
Kardeşleriniz kimler?" buyurmazdı. Sonra da: "Süt haramîığı ancak
açlıktan dolayı sabit olur." demezdi. Bunun altında, o kimsenin süt emme
döneminde emmemiş olabileceği, dolayısıyla da haramlığm doğmayacağı ve neticede
kardeş olmayacağı endişesinin bulunduğu anlamı yatmaktadır.
Sehle'nin Sâlim'i
emzirmesiyle ilgili hadise gelince, bu ilk hicret sıralarında olmuştu; çünkü,
bu hâdise evlatlık müessesesini ortadan kaldıran âyetin'[206]
hemen akabinde olmuştur. Bu âyet ise hicretin ilk zamanlarında inmiştir.
Küçüklüğü, sütten
kesilmeden, memede iken emme şartı olarak getiren hadisler ise, İbn Abbâs ile
Ebu Hureyre'nin rivâyetlerindendir. İbn Abbâs, Medine'ye ancak Mekke fethinden
önce gelmiştir. Ebu Hureyre ise, kesin olarak Hayber senesinde müslüman
olmuştur. Her ikisi de Medine'ye, SâlinYin Ebu Huzeyfe'nin hanımından emmesi
olayından sonra gelmişlerdir.
Büyük kimselerin süt
emmeleri ile de, haramlığm sabit olacağını isbat edenler ise şöyle
demektedirler: Hiçbir kimsenin, sıhhatinden şüphe edemeyeceği bir şekilde, Hz.
Peygamber'in Sehle bt. Süheyl'e, Ebu Huzeyfe'nin âzadlısı Sâlim'i emzirmesini
emrettiği sabittir. O sırada o, büyüktü ve sakalı vardı. Buna rağmen Hz.
Peygamber (s.a.) kendisine: "Onu emzir, ona haram olursun."
buyurmuştu. Daha sonra bunlar ■hadisi, hadisin bütün tarik ve lafızlarını
ortaya .koyarlar ki, bunlar şüphesiz sarih ve sahihtir.
Devamla şöyle derler:
Bu haberler probleme yer bırakmaz ve âyette | zikredilen iki yılın bitimi ile,
ya da küçük çocuk için uygun gördükleri takdirde karşılıklı rıza ile iki yıldan
daha önce tamamlanacak olan emzirmeden maksadın ne olduğunu açıklamaktadır. Bu
âyet sadece emziren kadına nafakayı ve isteseler de istemeseler de ebeveyn
üzerine vacib olan şeyi gerektirmektedir, âyet bu konuda yeteri kadar açıktır.
.Çünkü Yüce Allah :"Anneler çocuklarını, emzirmeyi tamamlatmak isteyen
baba için tam iki sene emzirirler. Anaların yiyecek ve giyeceğini uygun bir
şekilde sağlamak çocuk kendisinin olan babaya borçtur."'[207]
Yüce Allah, annelere çocuğun iki yıl emzirilmesini emretmiştir. Âyette iki
yıldan sonra emziril d iğinde haramlığm sabit olacağı ya da iki yılın
tamamlanması ile haramlığm kesileceği hususu yoktur. Allah "Sizi emziren
anneleriniz ve süt kız kardeşleriniz... haram kılındı" buyururken,
"iki yıl içerisinde" ya da herhangi bir zaman içerisinde buyurmuyor ve
diğer âyetler üzerine bir ziyade getirmiyor. Âyetin umûmunun tahsisi, zan veya
beyan içermeyen ihtimal ile değil; ancak onun tahsisi olduğunu beyan eden bir
nass ile caiz olabilir. Büyüğün emmesi yüzünden
süt haramlığının doğacağı ile ilgili haberler, tevatür şeklinde bize ulaşmıştır.
Onu Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımları, Sehle bt. Süheyl —ki kendisi ilk muhacir
hanımlardandır— Hz. Peygamber'in (s.a.) üvey kızı, Ümmü Seleme validemizin kızı
Zeyneb rivayet etmişlerdir. Sonra tabiîn neslinden Kasım b. Muhammed, Urve b.
Zübeyr, Humeyd b, Nâfi rivayet etmişlerdir. Bunlardan Zührî, İbn Ebî Müleyke,
Abdurrahman b. Kasım, Yahya b. Saîd el-Ensârî, Rebîa ; daha sonra banlardan
Eyyûb es-Sahtiyânî, Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Şu'be, Mâlik, İbn
Cüreyc, Şuayb, Yûnus, Cafer b. Rebîa, Mâmer, Süleyman b. Bilal vb. rivayet
etmişlerdir. Bunlardan da büyük kalabalıklar ve çok sayıda kimseler nakilde
bulunmuşlardır. Dolayısıyla bu haberin sıhhatinde, taraftar ya da karşı olan
hiçbir kimsenin ihtilafı bulunmamaktadır. Bu durumda geriye, yalnız; "Bu
sadece Sâlim'e aitti." şeklindeki itiraz kalmaktadır. Nitekim, Hz.
Peygamber'in (s.a.) zevcelerinden bazıları ile onlara tâbi olan kimseler böyle
söylemişlerdir. Böyle bir tevile sarılan kimse bilsin ki, bu Hz. Peygamber'in
(s.a.) eşleri arasında buna kail olanların bir zanm olmaktadır. Hadiste bu
şekilde varid olmuşfve onlar:"Bilmiyoruz. Belki de o, Hz. Peygamber (s.a.)
tarafından herkese değil de sadece Sâlim'e verilmiş bir ruhsattı."
demişlerdir.[208]' Onların bu
telakkilerinin bir zan olduğu kuşkusuz olduğuna göre, zan ile sabit sünnetlere
karşı durmak imkânı yoktur. Yüce Allah : "Gerçekte ise zan, hakikat karşısında
bir şey ifade etmez."[209]
buyurmaktadır. Ümmü Seleme validemizin kendi zannı ile ihticâcta bulunması ile,
Hz. Âişe'nin bizzat sabit sünnetle istidlalde bulunması arasında dağlar kadar
fark vardır. Bu yüzdendir ki, Hz. Âişe kendisine :"Senin için
Rasûlullah'da (s.a.) örnek yok mudur? " dediğinde, Ümmü Seleme susmuş ve
tekbir harf bile söylememiştir. Bu ya onun da Hz, Âişe'nin görüşüne rücü ettiğini,
ya da kendisini savunacak bir delili olmadığını ortaya koyar.
Sehle'nin Hz.
Peygamber'e (s.a.): "Koskoca adam olduğu halde onu nasıl
emzirebilirim?" demesi, bu hâdisenin zikredilen âyetlerden (örtünme
âyetlerinden) sonra geldiği konusunda açık bir beyandır.
Kesin olarak biliyoruz
ki. eğer bu Sâlim'e has bir şey olsa idi, Hz. Peygamber, onun hükmüne
başkalarının da ilhak edilemeyeceğini kesin olarak belirtir, ondan başkası için
bunun caiz olmayacağım ifade buyururlardı. Nitekim Ebu Bürde b. Niyâr hakkında,
kurban için keseceği oğlağın kendisi için yeterli olacağını, fakat kendisinden
başka kimse için onun yeterli olmayacağını ifade etmişlerdir.[210] Bir
oğlağm kurbanlık olarak kesilmesi ile; kendisine evliliğin helâllik ya da
haremliğinin, mahremiyet, kendisi ile halvet ve sefere çıkma gibi hükümlerin
taalluk ettiği büyük önem arzeden bir konu aynı değildir. Malumdur ki, eğer bu
sadece Sâlim'e has bir şey olsaydı, onun tahsis eddildiğinin beyan edilmesi
evleviyet arzederdi. Hz. Peygamber'in (s.a.): "Süt haramlığı ancak
açlıktan dolayı sabit olur." buyurması da bizim için bir delildir. Çünkü,
büyük insanın süt içmesi çocuğun açlığında olduğu gibi veya ona yakın bir
seviyede kesinlikle açlığının giderilmesine etki eder.
Soru: Eğer bu konuda
büyük ve küçük aynı ise, o zaman onun zikrinin faydası nedir?
Cevap: Bunun zikrinden
gözetilen maksat, haramlığm bir damla süte veya açlığa faydası olmayacak , et
bitilmeyecek, kemikleri oluşturmayacak bir defacık emmeye bağlı olmadığını
ortaya koymaktır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) " Süt emme ancak iki yıl içerisinde, memede iken, sütten kesilmeden
önce sözkonusudur." buyurması, "Nesîe (erteleme) şekli hariç ribâ
yoktur." , " Ribâ ancak nesîe şeklindedir." şeklindeki
hadislerinden daha açık ve net değildir. Buna rağmen, bu hadisler, deliller
gereği "ribe'l-fadl"ın (fark faizi) da cereyan edebileceğine mani
değildir. Burada da durum aynı olmaktadır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hadisleri ve sabit sünnetlerinin tamamı haktır ve uyulması vacibtir.
İçlerinden bir kısmı almıp da diğer bir kısmı bırakılamaz. (Hz. Âişe) her
hadisi kendi konusunda uygulamaktadır. Buna delâlet eden hususlardan birisi de
şudur: Mü'minlerin annesi ve ümmet içerisinde kadınların en anlayışlısı
(fakihij olan Hz. Âişe, birçok hususu rivayet eden kimsedir. "Süt haramlığı
ancak açlıktan dolayı sabit olur." hadisini rivayet eden kimse de odur.
Sehle hadisini rivayet etmiş ve görüş olarak onu benimsemiştir. Şayet,
kendisine göre:: "Süt haramlığı ancak açlıktan dolayı sabit olur."
hadisi Sehle hadisine muhalif olsaydı, o takdirde kail olduğu görüşe gitmez;
Hz. Peygamber'in yanında gördüğü ve "O kardeşimdir." dediği adam
yüzünden hoşnudsuzluk gösterdiği, yüzünün değiştiği bir sırada kendisine karşı
söylediği bir hadisi terketmezdi.
Sahîh olarak sabit
olduğuna göre, Hz. Âişe validemi?;, büyük de olsa, kız kardeşlerinden
birisinin, haFam kılıcı vasıfta emzirdiği kimseleri huzuruna kabul ediyordu.
Biz Allah'ı şâhid tutuyoruz ve yarın kıyamet gününde kendisiyle O'na
kavuşacağımız kesin imanımızı ortaya koyuyor ve diyoruz ki, mü'minlerin annesi
Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) mahremiyetine, kendisine görünmesi helâl
olmayan kimseleri yanına almak suretiyle gölge düşürecek bir tavıra asla
girmez, onun harîm-i ismetine asla bir halel getirmezdi. Yüce Allah da, yedi
kat göklerin üzerinden berâeti inen Sıddîk'in kızı Sıddîka elinde, sevgili
peygamberinin harîmine halel getirtecek değildir. Yüce Allah o mübarek zâtı, koruma altına alınmış kutlu ve şerefli
peygamberini son derece sağlam bir şekilde korumuş, muhafaza etmiş, onun korunmasını
ve himayesini, onun müdafaasını bizzat kendisi, yüce kudreti ile, vahyi ve
kelamı ile üstlenmiştir. Biz kesin olarak inanıyor ve Allah'ı şahit tutarak
diyoruz ki, Hz. Âişe'nin yapmış olduğu doğrunun ta kendisidir ve büyüğün emmesi
ile de, küçüğün emmesi ile sabit olan süt haramlığı ve mahremiyet doğar. Bu
konuda, kayıtsız ve şartsız bütün ümmetin kadınlarının en fakîhi olan Âişe
validemiz mesned olarak bize yeter. O,
bu konuda Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer hanımları ile münazara eder ve onlar:
"Öylesi emme ile hiçbir kimse, bizim yanımıza giremez." demekten
başka ona bir cevap veremezlerdi. Yine, bu görüşün Hz. Peygamber'imizin
amcasına ve halife iken, mutlak anlamda yeryüzünün en âlimi olan (Hz.Ali)'ye
ait olması; İmam Şafiî'nin hakkında:
" O İmam Mâlikten daha fakihtir; ne var ki, akran ve talebeleri onu zayi
etmişlerdir." diye hüsn-i şehâdette bulunduğu Leys b. Sa'd'm ve Atâ b. Ebî Rebah'ın
mezhebleri olması bizim için yeterlidir. Atâ'nm mezhebi olduğunu, Abdürrezzâk,
İbn Cüreyc'ten nakletmiştir. Mâlik,
Zührî'den zikreder: Zührî'ye, büyük
İnsanın emmesi hakkında sorarlar. O, Ebu Huzeyfe'nin âzadlısı Salim olayı
hakkındaki Sehle bt. Süheyl hadisini
delil olarak kullanır. Abdürrezzâk, îbn Cüreyc — Abdulkerîm — Salim b. Ebi Ca'd
el-Mevlâ el-Eşcaî — babası senedi ile rivayet eder: Baba (Ebu Ca'd) Hz.Ali'ye
sorar ve: "Ben büyük iken, tedâvî amacı ile bana sütünü içiren bir kadın
ile evlenmek istedim." der.
Hz.Ali: "Onu nikahlama!" diye cevap verir ve onunla evlenmesini
yasaklar, [211]'
Bunlar, bu konuda
bizim selefimiz olmaktadırlar. Delillerimiz de işte, sıhhat ve açıklık
bakımından güneş gibi durmaktadır. Sizin ise, en açık olan hadisiniz merfû
olarak rivayet edilen :"Süt ; ancak henüz çocuk sütten kesilmeden, memede
iken bağırsaklara ulaşması ve onu doyurması durumunda haram kılıcı olur."
şeklindeki Ümmü Seleme hadisidir. Eğer illetten salim olsaydı, gerçekten de çok
sarih bir delil olacaktı. Ne var ki, hadis munkatı bulunmaktadır.[212]
Çünkü, Fâtıma bt. el-Münzir'in Ümmü Seleme'den rivayeti olmaktadır. Fâtıma,
Ümmü Seleme'den bir şey işitmemiştir. Çünkü o kocası Hişâm'dan on iki yaş daha
büyüktü. Onun doğumu altmış yılında, Fâtıma'nın doğumu ise, kırk sekiz yılında
idi. Ümmü Seleme ise elli dokuz senesinde veiat etmişti. Fâtıma o sırada
küçüktü ve bulûğ çağma ermemişti. Bu durumda, ondan nasıl hadis hıfzetmiş
olabilir? Babasının teyzesinden de, onun bakımında olduğu sırada, bir şey
işitmemiştir. Ancak ninesi Esma bt. Ebî Bekr'den hadis semâı sabit
bulunmaktadır.
İnsaf sahibi bir âlim
bu görüş üzerinde düşünüp, haram kılıcı süt emme müddetini, ne Allah'ın kitabı
ve Rasûlü'nün sünnetinden bir delile, ne de ashâpdan bir kimsenin görüşüne
dayanmaksızın yirmi beş ay, veya yirmi altı ay, veya on yedi ay ya da otuz ay
şeklinde tahdid edenlerin görüşleriyle mukayese ettiğinde, bu iki görüş
arasındaki farklılık ve bunun diğerine olan üstünlüğü kendisi için ortaya
çıkacaktır. Bu arzettiklerimiz, konu ile ilgili her iki tarafın da ulaştıkları
son noktadır. Belki de, mesele üzerinde duran kimse, bu görüşün kuvvetinin bu
noktaya kadar ulaşacağını ve bu görüşün değerlendirilmesi ve tashihi için
akranları içerisinde kimsede güç ve kudret olmadığını düşünmüyordu. Sen, ey
insaf sahibi âlim! Bu birbirleriyle tartışmma içerisinde bulunan kimseler
arasına otur ve aralarını taklidle veya "Falan şöyle dedi." ile
değil; hüccet ve beyanla ayır.
Haramlığın iki yıl ile
kayıtlı olduğu görüşünde olanlar, bu Sehle hadisi hakkında üç ayrı yaklaşım
göstermişlerdir:
Birinci Yaklaşım:
Hadis mensuhtur. Bu yaklaşım, onların çoğunluğuna aittir. Bunlar, hadisin
mensuh olduğuna dair, kuru iddiadan öte bir delil getirebilmiş değillerdir.
Çünkü onlar, diğer hadislerin tarih açısmdan kesin olarak bundan daha sonra
varid olduğunu isbat durumunda değillerdir, böyle bir imkan yoktur. Şayet bu görüş
sahipleri, onların iddialarını tersine çevirse de, Sehle hadisi diğerlerini
nesh etmiştir dese, onun bu iddiası da en az onun iddiası ayarında olurdu.
Onların, "Bu
olay, ilk hicret sıralarında, evlatlık müessesesini ortadan kaldıran (Ahzab,
33/5) âyetin nüzulü sırasında idi." İbn Abbâs ve Ebu Hureyre'nin
rivayetleri ise daha sonradır..." şeldindeki sözlerine gelince, buna
birkaç açıdan cevap vermek mümkündür:
1) Bu iki
sahâbî, rivayetlerinde, bizzat Hz. Peygamber'den işittiklerini
zikretmemişlerdir. Hatta İbn Abbâs, Hz. Peygamber'den (s.a.) sadece yirmiden
daha az hadis işitmiştir; diğer rivayetleri hep sahabeden (r.anhum) olmaktadır.
2) Hz.
Peygamber'in (s.a.) eşlerinden hiçbirisi, Hz. Âişe'ye karşı, bu şekilde bir delil getirmeye
gitmemişlerdir; aksine onlar, hadisin Sâlim'e mahsus bir uygulama olduğu ve
başkalarının ona kıyaslanamayacağı şeklinde bir yaklaşım göstermişlerdir.
3) Bizzat
Hz. Âişe bunu da onu da rivayet etmiştir. Eğer Sehle hadisi mensuh olsaydı, bu
takdirde Hz, Âişe onunla amel etmiş, nâsihi ise terketmiş olurdu ya da hadisin
bizzat râvîsi olmakla birlikte onun daha önce meydana gelmiş olduğu kendisinin
bilgisi dışında İtalması gerekirdi ki, bu ihtimallerin her ikisi de imkansızdır
ve son derece uzaktır.
4) Hz. Âişe
bizzat meselenin içerisindedir, onunla amel etmekte ve diğerleriyle bu
konu üzerinde tartışmaya girmekte ve Hz. Peygamber'in diğer hanımlarım buna
davette bulunmaktadır; dolayısıyla Hz. Âişe'nin Sehle hadisine fazla bir ilgisi
vardır. Bu durumda bu hükmün tümden
neshedilmiş ve dinde bir delil olması tamamen ortadan kalkmış iken, Hz.
Âişe'nin bundan habersiz kalması, Hz. Peygamber'in diğer hanımlarından
hiçbirisinin bunu hatırlayarak ona
bildirmemesi, böylece onu uyarmaması mümkün müdür?
İkinci yaklaşım; Bu
hüküm sadece Sâlim'e hastır, başkalarına teşmil edilemez. Bu Ümmü Seleme ve
onun görüşündeki Hz. Peygamber'in diğer zevceleri ile onlara tâbi olanlara
aittir. Bu yaklaşım nesh yaklaşımından daha kuvvetlidir. Çünkü bu yaklaşım
sahipleri şöyle demektedirler: Bu hükmün Sâlim'e has olduğunu gösteren,
hususlar şunlardır: 1) Sehle. bunu hicâb (örtünme) âyeti indikten sonra
sormuştur. Bu âyet ise, bir kadının ancak zikredilen ve isimleri belirlenen
kimselere ziynet yerlerini (avret mahallerini) gösterebileceklerini, mahrem
olmayanlara ziynet yerlerini göstermelerinin kendilerine haram olacağım
gerektirmektedir. Bu âyetin umûmundan, bir delil olmaksızın zikredilenlerden
başka hiçbir kimse istisna edilemez. Kadın bir yabancıyı emzirdiği zaman,
mutlaka avret yerini ona karşı açmış olacaktır. Bu ise, âyetin umumu gereğince caiz
değildir. Burdan da anlıyoruz ki, Sehle'nin Sâlim'i emzirmek için avret yerini
ona açması, sadece Sâlim'e has bir uygulamadır.
Hz. Peygamber (s.a.)
ümmetten bir kimseye bir emirde bulunur veya ona bir şeyi mubah kılar ya da bir
şeyi yasaklarsa ve şeriatta da buna ters düşen herhangi bir durum yoksa; bu
emir , izin ya da yasak, sadece ona has olduğuna dair bir kayıtlama bulunmadığı
sürece bütün ümmet için de sabit olur. Böyle değil de, bütün insanlara bir şeyi
emreder ya da yasaklar, sonra da ümmet içerisinden birisine emrettiği ya da
yasakladığı şeyin aksini emreder veya yasaklarsa, bu şey sadece ona mahsus
olmuş olur. Bu durumda biz, kalkıp da "Hz. Peygamber'in bir kişiye emri,
bütün ümmet için emirdir; onun bir şeyi tek bir insana mubah kılması, bütün
ümmet için mubah kılmadır." diyemeyiz. Çünkü, bu ilk emir ya da yasağın
düşürülmesine sebebiyet verir. Bu durumda, bizim nasslann uyum göstermesi,
aralarının telifi ve birbiri ile çelişki içerisinde olmamaları için, o emir ya
da yasağın sadece o kişiye has olduğunu söylememiz gerekmektedir. Yüce Allah
kitabında, kadının mahremi olmayan kimselere avret yerlerini göstermemesini
emretmiştir. Hz: Peygamber (s.a.) ise Sehle'ye Sâlim'i emzirmesini emretmiştir.
Halbuki; Salim, Sehle'nin emzirmek için memesini açacağı sırada kesin olarak
onun mahremi bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu uygulama, sadece Sâlim'e has ve
âyetin umûmundan istisna olmak üzere bir ruhsat olur. Hal böyle iken, bu
uygulamanın hükmü geneldir; diyemeyiz. Çünkü bu durum örtünme âyetinin hükmünü
iptale götürür.
Bunlar şöyle devam
etmektedirler: Bu yaklaşımı benimsemekten başka çıkar yol yoktur. Çünkü biz
bunu kabul etmediğimiz zaman şu iki yaklaşımdan birisini kabul etmemiz
gerekecektir ve bundan da kurtuluş yoktur: Ya bu hadis, haramlık için
küçüklüğün şart olacağını ifade eden hadisler tarafından neshedilmiş olacaktır
veya bunun tersine o hadisler Sehle hadisi ile neshedilmiş olacaktır. Bu
ihtimallerden her ikisi de mümkün değildir; çünkü, bunların tarihleri
bilinmemektedir, aralarında tearuz olduğu kesin değildir ve hadislerin her
biriyle amel etmek mümkündür. Çünkü biz Sehle hadisini özel ruhsata, diğer
hadisleri de Salim hariç genel mânaları üzerine hamlettiğimizde, bu hadislerden
bir kısmı diğer bazısını neshetmiş olmayacak ve hadislerin tamamıyla amel
edilmiş olacaktır.
Hz. Peygamber (s.a.)
süt emmenin ancak iki yıl içinde, çocuk henüz memede iken ve sütten kesilmeden
önce olacağım beyan ettiğine göre,bu
Sehle hadisinin , ister tarihi önce olsun ister sonra, hususiyet arzettiğine
delâlet eder.Bir hükmün hususîlik arzetmesi için, eğer onun hususîliğini
gösteren başka bir durum varsa, "Bu sadece sana hastır." ifadesiyle
belirtilmiş olması gerekmez.
"Süt haramlığı
ancak açlıktan dolayı sabit olur." hadisinin zikrettiğiniz şekilde
tefsirine gelince, bu son derece uzaktır ve lâfızla arasında bir bağlantı
yoktur ve bu yorumunuz ilk anda muhatapların aklına asla gelmez. Aksine hadisin
mânası, Ebu Ubeyd ve daha başkalarının izah ettiği şekildedir: Ebu Ubeyd şöyle
der: "Süt haramlığı ancak açlıktan dolayı sabit olur." hadisinin
anlamı şudur: Acıktığı zaman, kendisini doyuran tabiî yiyeceği süt olan kimse,
şüphesiz ki süt emen çocuktur. Açlığından doyması yemek ile olana gelince, onun
emmesi emme değildir. Hadisin mânası, "Emme, ancak iki yıl içerisinde,
sütten kesilmeden önce olur." demektir. Ebu Ubeyd ve diğerlerinin yorumu
budur. Hadisten hemen akla gelen ilk mâna da budur. Hatta hadis, bu iki
yorumdan her ikisine de aynı derecede delâlet edecek olsa idi, diğer hadislerin
mânaları destek verdiği, onu açıp izah getirdiği için, bu mânanın anlaşılması
daha uygun olacaktı. Bu tefsiıin dışında kalan diğer mânanın yanlış olduğuna,
bununla büyük insanın emmesinin kasdedilmiş olmasının sahih olmayacağına
delâlet eden hususlardan birisi de hadiste geçen "açlık" [el-mecâ'a]
kelimesidir. Bu sadece küçük çocuğun emmesine delâlet eder. Bu, açlıktan dolayı
emmeyi isbat, böyle olmayan emmeyi ise nefyeder. Kesin olarak bilinmektedir ki,
Hz. Peygamber (s.a.) bu hadisleriyle sütle giderilecek açlığı kasdetmişdir,
ekmek ve etle giderilecek açlığı kasdetmemişdir. Bu ne konuşanın, ne de
dinleyenin aklına gelecek bir mâna değildir. Eğer süt emme hükmünü(büyük küçük
ayırımı yapmaksızın) genelleştirecek olursak, o zaman elimizde nefy ve isbat
edecek bir şey kalmaz. Hz. Peygamber'in (s.a.) Hz. Âişe'nin yanında yetişkin
birisini görünce: "Süt haramlığı ancak açlıktan dolayı sabit olur."
buyurmuş olması, yani sözün akışı hadisten gözetilen mânayı açıklamakta ve
sadece kadının sütü ile giderilebilecek açlık duyan kimsenin (yani bebenin)
emmesi ile süt haramlığı hükmünün doğacağını ifade etmektedir. Sözün akışı
lâfzı sarih hale getirir. Hz. Peygamber'in (s.a.) mübarek yüzlerinin değişmesi,
ve o adamdan dolayı hoşnudsuzluk göstermesi ve: "Bakın! Kardeşleriniz
kimler?" buyurması, sadece süt emme konusunda ihtiyatlı davranılması
içindir ve emmenin her türlüsünün haramlık doğurmayacağını, bazan haram kılıp
bazan ise haram kılmayacağını ifade etmektedir. Bundan hiçbir kimse, süt
emmenin sayısı beştir ve bu mâna "açlıktan sabit olur" sözü ile ifade
edilmiştir; şeklinde anlamaz. Böyle bir ifade tarzı, Hz. Peygamber'in beyan
tarzına ters düşer.
"Emme, açlığı
küçükten giderdiği gibi, büyükten de giderir." şeklindeki sözünüz, boş bir
sözdür. Çünkü sakalları bitmiş bir insanın, kadım emerek doyacağı ve emdiği bu
sütün ondan açlığı uzaklaştıracağı görülmüş bir şey değildir. Küçük çocuk ise
böyle değildir; çünkü onun için sütün yerini alacak başka bir besin yoktur, süt
ondan açlığı uzaklaştırır. Büyük insan asla süte açlık gösterecek bir kimse
değildir. Hz, Peygamber'in (s.a.) açlığın hakü;atini değil de, bulunduğu yer ve
zamanını murad etmiş olması da bunu açıklamaktadır. Hiç şüphe yoktur ki, süte
duyulacak açlık zamanı küçüklük devridir. Eğer bu izahı kabul etmez ve ille de
zahirine sarılırsanız, açlığın hakikati murad edilmiştir derseniz, o zaman,
büyük bir insan ancak aç olduğu zaman emdiğinde süt haramlığı doğar; eğer tok
iken emerse, herhangi bir etkisi olmaz , demeniz gerekir.
Hz. Peygamber'in
harîm-i ismetinin korunduğu, O'nun haremine Allah'ın bir gölge düşürmeyeceği ve
onu muhafaza edeceği konusuna gelince; Yüce Allah mü'minlerin annesi Hz.
Âişe'den razı olsun, o her ne kadar bu tür emmenin mahremiyet doğuracağı
görüşünde ise de, diğer validelerimiz bu konuda ona muhalefet etmişler ve
böylesi bir emme ile Hz. Peygamber'in harîm-i ismetine girilmesini caiz
görmemişlerdir. Bu durumda mesele ictihâdî olmaktadır; iki taraftan birisi bir
tek sevabla, diğer taraf ise iki sevabla me'cûr olacaklardır. İki sevab alma
bahtiyarlığına ulaşacak kimseler ise, bu konuda Allah ve Peygamberinin hükmüne
isabet edenler olacaklardır. Bu tür bir emme ile, hem Hz. Peygamber'in harîm-i
isi.ımetine girilmesini caiz gören, hem de bunu caiz görmeyip engelleyen sevab
kazanacaktır; her ikisi de Allah'ın rızasını kazanmak. Peygamberine itaatte
bulunmak, onun hükmünü uygulamak hususunda ictihad etmektedirler. Bu konuda
onlara örnek olacak iki şerefli peygamber; Dâvüd ve Süleyman (s.a.) da
bulunmaktadır: Yüce Allah her ikisini de hikmet ve hüküm (idare) sahibi olmakla
övmüş, kaza (yargı) anlayışını ise birisine has kılmıştır.
Ümmü Seleme hadisini
reddetmenize gelince, bu açık bir haksızlıktır; Fâtıma bt. el-Münzir'in, Ümmü
Seleme'yi küçükken görmüş olması sebebiyle hadisin munkatı olması gerekmez.
Bazan küçük çocuk da gerçekten birçok şeyi belleyebilir ve onu ezberleyebilir.
Nitekim, Mahmûd b. er-Rebî', kendisi henüz yedi yaşında iken, Hz. Peygamber'in
kendisine su püskürttüğünü[213]
hatırlamaktadır. Ondan daha küçük yaşta olanlar da hatırlayabilir. Siz Fâtıma,
Ümmü Seleme'nin vefatı sırasında on bir yaşında idi; diyorsunuz. Bu yaş
özellikle de kadınlar için hiç de önemsenmeyecek bir yaş değildir. Çünkü bu
yaşta bir kadın evlilik için uygun olabilmektedir. Evlenme durumunda olan bir
kadın için: "O İşittiğini anlayamaz, rivayet ettiğini bilemez."
denilmesi nasıl uygun olabilir? Bu sakat bir iddiadır ve sünnetler bu gibi
iddialarla reddedilemez. Kaldı ki, Ümmü Seleme ile Fâtıma'nın ninesi Esma
dosttular. Evleri aynı idi; Fâtima ninesi Esmâ'nın gözetiminde babasının
teyzesi olan Hz. Âişe ve Ümmü Seleme'nin (r.a.) yansıda yetişmiştir. Hz. Âişe:,
elli yedi yılında vefat etmiştir; elli sekizde vefat ettiği de söylenir.
Fâtıma'nın ondan hadis işitmiş olması mümkündür. Ninesi Esmâ'ya gelince yetmiş üç
senesinde vefat etmiştir. Fatıma o sırada yirmi beş yaşında bulunuyordu. Bu
yüzden, Fâtıma'nın ondan çok sayıda rivayeti bulunmaktadır. Ümmü Seleme de
Esmâ'nın rivayet ettiği hadisin benzeri ile fetvada bulunmuştur. Ebu Ubeyd, Ebu
Muâviye — Hişâm b. Urve — Yahya b. Abdirrahman b. Hâtıb — Ümmü Seleme senediyle
şöyle rivayet eder: Ümmü Sekmeye hangi çeşit emmenin süt haramlığı doğuracağı
sorulur. O: "Memede iken, sütten kesilmeden emilen süt (haram
kılar)."[214] şeklindeki hadisi
rivayet eder ve gereğiyle fetva verir.
Hz.Ömer de bu
doğrultuda fetva vermiştir. Nitekim Dârakutnî, Süfyân b. Abdülah b. Dînâr
hadisinde. îbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet eder: Hz.Ömer'i: "Süt emme
(haramlığı) ancak, iki yıl içerisinde, küçüklükte sözkonusudur." derken
işittim.[215]
Hz.Ömer'in oğlu
Abdullah da aynı şekilde fetva vermiştir. İmam Mâlik (ra.) Nâfi' aracılığı ile,
îbn Ömer'den rivayet etmiştir: O şöyle derdi: "Süt emme (haramlığı) ancak,
küçüklükte emzirildiği zaman sözkonusudur; büyüğün emzirilmesi diye bir şey
yoktur."[216]
îbn Abbâs da aynı
şekilde fetva vermiştir: Ebu Ubeyd, Abdurrahman — Süfyân es-Sevrî — Âsim
el-Ahvel — İkrime senediyle İbn Abbâs'ın: "Sütten kesildikten sonra süt
emme (haramlığı) yoktur." dediğini nakleder.[217]
Bu mesele hakkında
Abdullah b. Mes'ûd ile, Ebu Musa münazara etmişler ve İbn Mes'üd; "küçük
iken olmadıkça, süt emmenin haramlık doğurmayacağına" dair fetva
vermiştir. Bunun üzerine Ebu Musa onun görüşüne rücû etmiştir. Dârakutnî şöyle
zikreder: İbn Mes'ûd, Ebu Musa'ya: "Sen şöyle şöyle fetva veriyormuşsun?
Halbuki, Hz. Peygamber (s.a.): 'Süt emme haramlığı, ancak kemiği güçlendiren ve
eti bitiren emmelerde sözkonusudur.' buyurmuştur." demiştir.[218]
Ebu Davud, Muhammed b.
Süleyman el-Enbârî — Vekî' — Süleyman b. el-Muğîre — Ebu Musa el-Hllâlî —
babası — İbn Mes'ûd senedi İle rivayet eder: Buna göre Hz. Peygamber
(s.a.):"Süt emmeden, ancak et bitirip, kemikleri geliştiren ^üt emme çağında olan) kısmı
haramlık hükmü doğurur." buyurmuştur[219]
Sonra İbn Mes'ûd, bu
şekilde fetva vermiştir. Nitekim Abdürrezzâk, Sevrî — Ebu Bekir b. Ayyaş — Ebu
Husayn — Ebu Atiyye el-Vâdiî senediyle rivayet eder: Ebu Musa'ya bir adam gelir
ve : "Karımın memesi şişti, ben de emdim, boğazıma süt kaçtı." dedi.
Ebu Musa ona sert davrandı. Sonra adam İbn Mes'ûd'a geldi. İbn Mes'ûd ona:
"Benden başka kimseye sordun mu?" diye sordu. Adam: "Evet, Ebu
Musa'ya sordum ve o bana sert davrandı." dedi. İbn Mes'ûd, Ebu Musa'ya
geldi ve: "Şimdi bu süt çocuğu mudur?" diye sordu. Ebu Musa: "Bu derya (gibi âlim) sizin aranızda iken,
bana sormayın." dedi[220]
İşte onun rivayeti ve fetvası böyledir.
Hz.Ali'ye gelince,
Abdurrezzak, Sevrî — Cüveybir — ed-Dahhâk — Nezzâl b.'Sebure senedi ile,
Hz.Ali'den: "Sütten kesildikten sonra, süt emme haramlığı yoktur."
dediğini rivayet çder.[221]
Bu Abdulkerim'in Salim
b. Ebî '1-Ca'd ve babasından yaptığı rivayete muhalif olmaktadır. Ancak,
Cûveybir'in hadisi delil olarak kullanılamaz. Abdulkerim ondan daha sağlamdır.
Üçüncü yaklaşım: Sehle
hadisi ne mensuhtur, ne sadece Sâlim'e mahsus, ne de herkes hakkında geneldir.
Bu sadece:, ihtiyaç gereği, Sâlim'le Ebu Huzeyfe'nin hanımı arasındaki durumda
olduğu gibi, bir kadının yanma girmek zorunda kalan ve onun da devamlı
kendisinden örtünmesi zor olan kimse için sözkonusu olan bir ruhsattır. Böyle
bir çaresizlik içerisinde kalan büyük bir insan kadın tarafından
emzirildiğinde, bu süt etkisini gösterir ve süt haramlığı doğurur. Böyle bir
durumda olmayan kimseler için ise, büyük olduğu takdirde süt haramhğı doğmaz,
haramlık ancak küçük iken emzirildiğinde sözkonusu olur, Bu yaklaşım, Şeyhulislaâm
İbn Teymiye'ye aittir. Büyük iken süt haramlığmm doğmayacağını ifade eden
hadisler ya mutlaktır, Sehle hadisi ile kayıtlanmıştır; ya da her hale ait
olmak üzere umûmîdir ve bu durum bu hadisle tahsis edilmiştir. Bu yaklaşım
nesih ve hükmün sadece Sâlim'e tahsisi yaklaşımlarından daha uygundur ve ki
taraflı bütün hadislerle amel etmiş olmaya daha yakın gözükmektedir. Şer'î
kaideler de bu yaklaşıma şehadette bulunmaktadır. Doğruya muvaffak kılan ancak
Allah'tır. [222]
Bu konunun
açıklamasını, bizzat Yüce Allah kendi üzerine almış ve kitabında en açık, vazıh
ve şümullü bir şekilde beyan etmiştir. İddet konusunda Kur'an'ın beyanı dışında
kalacak hiç bir şekil bırakılmamıştır. Kur'an'da dört çeşit iddetten
bahsedilmiştir ki, iddet nevilerinin tamamı da bundan ibarettir:
Birinci çeşit iddet:
Hamile kadının iddeti, kayıtsız olarak çocuğunu doğurmasına bağlanmıştır. Bâin
talâkla ya da ric'î talâkla boşanmış olması; kocası ölmüş veya hayatta olması
ve boşanması arasında fark yoktur. YüceAllah: "Hamile olanların iddetleri,
çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."[223]'
buyurmuştur.
Bu âyette üç açıdan
genellik (umumîlik) bulunmaktadır:
Birincisi:Kendisinden
haber verilen kimselerin genelliği. Bunlar hamile olan kadınlardır ve bu ifade
onların tamamını içine alır.
İkincisi:
"Ecel" (müddet) in genelliği: Müddet, hamile kadınlara izafe
edilmiştir. Cemi isimlerinin (ism-i cem) marife bir kelimeye izafe edilmesi,
genellik bildirir. Dolayısıyla çocuğun doğurulması, onların müddetlerinin
tamamı kılınmıştır; eğer o kadınlardan bir kısmının ondan daha başka müddetleri
bulunsaydı, o zaman doğuma kadar
bekleme, onların tümüne nisbet edilmiş
bir müddet olmazdı.
Üçüncüsü: Mübteda ve
haber marifedir: Mübtedanın marife
olduğu belli; habere gelince — ki âyetteki kısmıdır— bunun marifeliği muzaf
olan masdar tevili şeklinde olmaktadır; yani, âyetin takdiri şeklindedir.
Mübteda ve haberin her ikisinin de marife olmaları durumunda, ikincinin birinciye
hasrı gerekir. Nitekim:
"Ey insanlar,
muhtaç olanlar sizlersiniz; zengin olan
ve övülmeye lâyık olan ise ancak Allah'tır."'[224]'
âyetinde bunun örneğini görmekteyiz.
Sahabenin büyük
çoğunluğu, hamile olan kadının iddetinin doğurmak (hamlini vaz etmek) olduğuna
bu şekilde delil getirmişler ve kocası henüz teneşir üzerinde olsa bile,
doğumla iddetinin biteceğini belirtmişlerdir. Nitekim bizzat Hz. Peygamber
(s.a.) de, Eslemli Sübey'a'ya bu şekilde fetva vermiştir. [225] Hz.
Peygamber'in (s.a.) bu hüküm ve fetvası, Kur"an'dan alınmıştır ve ona
tamamen uygundur.
İkinci çeşit iddet:
Hayız gören kadının iddeti: Bunun süresi üç kur' (hayız ya da temizlik süresi)
beklemektir Yüce Allah: "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç kur'
(hayız ya da temizlik süresi) beklerler."[226]'
buyurur.
Üçüncü çeşit iddet:
Hayız görmeyen kadının iddeti: Bu da iki kışıma ayrılır: a) Henüz hayız
görmeyen küçük çocuğun iddeti. b) Hayız halinden kesilmiş (âyise) kadının
iddeti. Yüce Allah her iki kısmın da iddetlerini şu âyetle belirtmiştir:
"Kadınlarınız içinde ay hali görmekten kesilenler ile henüz ay hali
görmemiş olanların iddetleri hususunda şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların
iddet beklemesi üç aydır."'[227]'
Dördüncü çeşit iddet:
Kocası ölen kadının beklediği vefat iddeti: Bunu da Yüce Allah şu âyetle
açıklamıştır: "İçinizden vefat edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi
kendilerine dört ay on gün beklerler. "[228] Bu
âyet kendisiyle gerdeğe girilen, girilmeyen; küçük ya da büyük olan hanımları
içine almaktadır; hamile kadınlar ise bu âyetin hükmü içine girmemektedir.
Çünkü onlar: "Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile
tamamlanır."'[229]
âyeti ile bu
hükmün dışında kalmaktadırlar.
Bu âyette onların doğurmaları, bütün iddetleri sayılmış ve iddet doğuma
hasredilmiştir. Vefat iddeti bekleyen hanımlar ise böyle değildir; çünkü,
ilgili âyette "beklerler" fiili mutlaktır ve bir genelliği (umûmu)
yoktur. Sonra:"Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile
tamamlanır."'[230]'
âyeti, "İçinizden vefat edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine
dört ay on gün beklerler."'[231]
âyetinden daha sonra nazil olmuştur. Yine: "İçinizden vefat edenlerin
bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler."'[232]'
âyeti ittifakla, hamile olmayan kadınlar hakkındadır. Çünkü, onun hamilelik
süresi bu süreden daha fazla devam edecek olsa, doğuma kadar beklemesi
gerekmektedir. Dolayısıyla bu âyetin umûmu (genel ifadesi) ittifakla tahsis
görmüş bulunmaktadır. "Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları
ile tamamlanır."'[233]'
âyeti ise, ittifakla tahsis görmemiştir. Şayet bu konuda, hükmün böyle olduğuna
dair sahih sünnet bulunmasaydı, konuyu Kur'an'a havale etmek gerekecekti. Kaldı
ki, Kur'an'ın getirdiği hükmü, sünnet teyid etmekte ve onu takrir etmektedir.
Bunlar, Allah'ın
kitabında beyan ve tafsil edilmiş olan iddetlerdir. Ancak bu iddet
çeşitlerinden bahseden âyetlerden ne murad edildiği ve delâlet ettikleri
hususlar hakkında ihtilâflar vardır. Allah'a hamd olsun ki, sünnet bunlardan
murad edilen manaları açıklamıştır. Biz burada, sözkonusu ihtilâfları
zikredecek, bunlar içerisinde hangisinin doğruya daha yakın ve evla olduğunu,
sünnetin delâleti doğrultusunda bulunduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Bu ihtilâflardan
birisi, selefin hamile bir kadının vefat iddeti beklemesiyle ilgili
ihtilâflarıdır. Hz. Ali, İbn Abbâs ve sahabeden bir grup, dört ay on gün ya da
doğum vaktine kadar olan zamandan en uzun müddet hangisi ise. o kadar bekler;
demişlerdir. Bu İmam Mâlik'in mezhebinde iki görüşten birisi olmaktadır. Sehnûn'un
tercihi de bu şekildedir.
Ebu Tâlib rivayetinde
İmam Ahmed şöyle demektedir: "Hz. Ali ve İbn Abbâs, hamile olan kadının
vefat iddeti beklemesi konusunda: "En uzun süreyi bekler."
demişlerdir.[234] ibn Mes'ûd ise:
"Kim isterse, onunla yemin billah ederim ki, kısa olan Nisa sûresi (yani
Talâk sûresi Bakara'dan) daha sonra nazil olmuştur."' derdi.
"Doğurduğunda, (nikâh için) helâl olmuştur." şeklindeki Sübey'a
hadisi onların arasında hükmetmektedir, îbn Mes'ûd, Kur'an'a yorum getirmekte
ve "Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile
tamamlanır."[235]'
âyetinin vefat iddeti bekleyen hanımlar için olduğunu, boşanmış kadınların da
aynı şekilde doğurmaları ile iddetlerini tamamlamış olacaklarını ve
nlkâhlanmalannın helâl olacağını belirtmiştir. Hamile kadının, organları
belirmemiş bir çocuk düşürmesi durumunda iddeti tamamlanmış olmaz. El ve
ayakları belirmiş bir çocuğun düşmesi durumunda ise, bununla câriye âzad
edilmiş olur; iddet tamamlanır. Kadın doğurur, fakat karnında başka bir çocuk
daha bulunursa, diğer çocuğu da doğurmadıkça, iddeti bitmiş olmaz. Hamile
olmaması durumunda, vefat iddeti bekleyen kadının, kocasının kendisiyle gerdeğe
girdiği evinden dört ay on gün ayrılmaması ve orada iddetini beklemesi gerekir.
îddet, kocanın öldüğü ya da boşadığı günden başlar." Buraya kadar olan
kısım İrnam Ahmed'in sözüdür.
Bu konuda îbn Abbâs ve
Ebu Hüreyre (r.a.) birbirleriyle tartışmaya girmiş ve Ebu Hüreyre: "îddeti
doğurmasıdır." demiştir. İbn Abbâs ise "İki müddetten en uzun süreyi
bekler." demiştir. Sonunda Ümmü Seleme' yi hakem tayin etmişler ve ona
gitmişler, o da Ebu Hüreyre'ye hak vermiş ve Sübey'a hadisini de delil olarak
getirmiştir.[236]'
İbn Abbâs'ın bu
görüşünden vazgeçtiği de rivayet edilmiştir.
Sahabe ve tabiînin
büyük çoğunluğu ve dört imam:" İddeti, çocuğunu doğurmasıdır; isterse koca
henüz teneşirde bulunsun, doğurur doğurmaz nikâhlanması helâl olur."
demişlerdir.
"En uzun süre
kadar beklemesi gerekir." görüşünde olanlar, şöyle dernektedirler: Vefat
iddeti bekleyen hamile kadın, her iki âyetin de umumu içerisine girmektedir.
Dolayısıyla en uzun süre ile iddet beklemediği sürece, iddetinden kesin olarak
çıkmış olamaz. Bu âyetlerden birisinin umûmunun diğerinin hususîliği ile tahsis
edilmesi mümkün değildir. Çünkü her iki âyet de bir açıdan aram (genel), diğer
açıdan da hâs (özel) olmaktadırlar. Bazı şekillerin, her iki âyetin c.e umûmu
altına girmesi yani umûmun gereğiyle amel etme (imâl) imkânı bulunmaktadır.
Kadın, en uzun süreyle iddetini beklediği zaman; süreler içerisinde daha az
olan, daha uzun olan içerisinde mündemiç bulunacaktır ve böylece her iki âyetin
de umûmu gereği hareket edilmiş olacaktır.
Çoğunluk ulema ,
bunlara karşı üç şekilde cevap vermişlerdir: Birincisi: Sarih sünnet, itibann
sadece doğuma olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim, Sahihayn'da. varid olduğu
üzere, Eslemli Sübey'a'nm kocası vefat etmiş ve kendisini hamile olarak geride
bırakmıştı. Kadın doğurmuş ve evlenmek istemişti. Ebu's-Senâbil kendisine:
"Sen en uzun süreyi doldurmadıkça, nikâhlanamazsm." demiştir. Kadın
Hz. Peygamber'e (s.a.) sormuş, O da: "Ebu's-Senâbil yalan söylemiş, Sen
(nikâh için) helâl oldun. Dolayısıyla dilediğinle evlen!" buyurmuştur.'[237]
İkincisi: "Hamile
olanların iddetleri, çocuklarım doğurmaları ile tamamlanır."[238]'
âyeti, "İçinizden vefat edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine
dört ay on gün beklerler."[239]'
âyetinden sonra nazil olmuştur. Bu cevap Abdullah b. Mes'ûd'a aittir. Nitekim
Buhârfnin Salih'inde şöyle rivayet edilmektedir: "Siz o kadın üzerine işi
zorlaştırıyor ve ona ruhsat tanımıyor musunuz? Ben Allah'ı şâhid tutarım ki,
kısa olan Nisa (Talâk) sûresi, uzun olandan (Bakara) sonra inmiştir: "Hamile olanların iddetleri, çocuklarını
doğurmaları ile
tamamlanır."[240]
âyeti daha sonradır.![241]
Bu cevap izaha
muhtaçtır: Çünkü, bu sözün zahiri Talâk süresindeki âyet, tarih bakımından daha
sonra olduğu için Bakara süresindeki âyetten mukaddemdir, dolayısıyla onu
nesheder; anlamına gelmektedir. Ancak, "nesh" tabirinin sahabe ve
selef terminolojisinde, daha sonra gelenlere nisbetle çok daha geniş bir mânası
vardır. Çünkü onlar nesh tabiri ile üç mâna kasdetmektedirler:
1) Sabit bir
hükmün, hitapla (nassla) kaldırılması.
2) Zahirin
delâletinin, ya tahsîs ya da takyîd yolu ile kaldırılması, Bu mânada nesih,
birinci mânasından daha geneldir.
3) Beyanı,
haricî bir delile bağlı olan lafızdan muradın ne olduğunun açıklanmasıdır. Bu
üçüncüsü de daha önce geçen iki mânadan daha genel olmaktadır.
İşte îbn Mes'ûd (ra.)
Talâk sûresinin daha sonra nazil olduğunu belirtmekle, iddetin doğumla sona
ereceğini belirten âyetin Bakara süresindeki âyeti, eğer âyetin umûmu murad
ise, neshetmiş olduğunu; eğer umûmu murad değil idiyse, tahsis etmiş olduğunu
veya ondan muradın ne olduğunu açıklamak ve onun mutlak ifadesini kayıtlamak
olduğunu belirtmiş; her üç ihtimale göre de. Talâk süresindeki âyetin, Bakara
süresindeki âyetin umûm ve mutlak ifadesine takdiminin gerekeceğine işaret
etmiştir. Bu İbn Mes'üd'un fıkıhtaki kemalinin ve ilimdeki derinliğinin bir
neticesidir ve bu fıkıh usûlünün onlarda bir seciye ve meleke şeklinde
bulunduğunu, ve hiçbir zaman bu konuda bir tekellüfe girmediklerini
göstermektedir. Nitekim Arapça, meânî, beyân ve onlarla ilgili diğer ilimler
de, onlarda bir meleke ve seciye şe.klinde bulunuyordu. Onlardan sonra gelenler
ise, onların tozlarına ulaşmaya çalışmak için kendilerini yormaktadırlar.
Heyhat! O da nerde?!
Üçüncüsü: Farzedelim
ki, doğumun esas alınacağına dair sarih sünnet yok ve Talâk sûresi de sonraki
tarihli değil; bu takdirde de yine Talâk süresindeki âyetin takdimi, daha önce
ifade ettiğimiz gibi, umûmunun bulunuşu ve öbür âyetteki "beklerler"
ifadesinin de mutlak oluşu gerekçesiyle vacib olacaktı. Meseleyi böylesi bir
anlayışa havale etmek mümkün idi. Ancak pek çok kimseye göre kapalı kalışı ve
inceliği sebebiyledir ki, konu, sünnetin beyanına havale edilmiştir. Tevfîk
ancak Allah'tandır.
"Hamile olanların
iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."'[242]
âyetinin delâleti gereği, kadın ikiz çocuğa hamile olsa, her ikisini de
doğurmadıkça iddeti sona ermez. Âyet aynı zamanda, istibrâ yapması gereken
kadınların iddetlerinin de, çocuklarını doğurmaları olduğuna delâlet
etmektedir. Yine âyette, "hamillerini vaz etme" tabiri kullanıldığı
için, çocuğu ölü ya da diri; tam ya da noksan; ruh üflenmiş veya üflenmemiş ne
şekilde doğururlarsa doğursunlar, iddetlerinin sona ereceğine delâlet
bulunmaktadır.
"İçinizden vefat
edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi
kendilerine dört ay on gün beklerler."'[243]'
âyeti ise, hayız görsün görmesin, sadece bu süre kadar beklemeleri ile
yetinileceğine delâlet etmektedir. Bu, çoğunluğun görüşü olmaktadır. İmam Mâlik
ise şöyle der: Eğer bir kadının âdeti senede bir defa ay hali görmek ise ve bu
kadının kocası da ölürse, bu kadın hayzını görüp ondan temizlenmedikçe (dört ay
on gün beklese de) iddeti bitmez. Eğer hayız görmezse, kocanın vefatından
itibaren tam dokuz ay bekler. Ondan, çoğunluğun görüşü doğrultusunda ikinci bir
rivayet daha bulunmaktadır. Buna göre kadın, dört ay on gün bekler ve hayız
görmesini beklemez. [244]
Diğer bir ihtilâf
konusu da, âyette geçen "kar"' (c. kuru' ve akrâ') kelimesinin mânası
hakkındadır. Acaba bundan maksat hayız mıdır yoksa temizlik süresi midir? [245]
Büyük sahabîler,
bundan maksadın hayız olduğunu söylemişlerdir. Bu Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz.
Osman, Hz. Ali, İbn Mes'ûd, Ebu Musa, Ubâde b, es-Sâmit, Ebu'd-Derdâ, İbn
Abbâs, Muâz b. Cebel (r.anhum) gibi sahabîlerin görüşü olmaktadır. Aynı zamanda
bu, İbn Mes'üd'un Alkame, el-Esved, İbrahim, Şüreyh, Şa'bî, Hasan, Katâde gibi
bütün talebelerinin; İbn Abbâs'm talebeleri olan Saîd b. Cübeyr ve Tâvûs'un;
Saîd b. el-Müseyyeb'in görüşleri olmaktadır. îshâk b. İbrahim, Ebu Ubeyd
el-Kâsım, İmam Ahmed gibi hadis imamlarının görüşleri de bu şekildedir.îmam
Ahmed'i de bunlar arasında saydık. Çünkü o da bu görüşe rücû etmiş ve onda
karar kılmıştır, bunun dışında onun başka bir görüşü bulunmamaktadır. Daha
Önceleri, "kar'"dan maksadın temizlik süresi olduğu görüşünde idi.
el-Esrem rivayetinde şöyle demiştir: "Kar'dan maksat hayızdır."
diyenlerin dayandıkları hadislerin farklılıklar arzettiğini gördüm; "Koca,
boşadığı karısı üçüncü hayzını görmeye başlamadıkça ona rücû hakkına
sahiptir." diyenlerin hadislerinin ise sahih ve güçlü olduklarını
gördüm."Sadece bu beyanı elde eden kimse, Ebu Ömer b. Abdilber'dir ve o:
"İmam Ahmed, kar'dan maksadın "tuhr" yani temizlik süresi olduğu
görüşüne rücû etmiştir." demiştir ki, durum onun söylediği gibi değildir.
İmam Ahmed, bunu önceleri söylerdi, sonra ise bu konuda tevakkuf etmiştir. Yine
el-Esrem'in rivayetinde İmam Ahmed şöyle demektedir: "Daha önceleri, kar'
temizlik süresidir; diyordum. Sonra ise büyüklerin dediği gibi tevakkuf
ettim," İmam, daha sonraları "kar1" dan maksadın hayız olduğuna
kesin olarak hükmetmiş ve temizlik süresidir şeklindeki görüşünden rücû
ettiğini tasrih etmiştir. İbn Hâni' rivayetinde şöyle der: "Ben kar'dan
maksadın tuhr yani temizlik süresi olduğu görüşünde idim. Bugün ise ben kar'dan
maksadın hayız olduğu kanaatindeyim." Kâdî Ebu Ya'lâ:"İmam Ahmed'den
sahih olan işte budur, imamlarımızın kabul ettikleri görüş de budur. İmam
kar'dan maksadın temizlik süresi olduğu şeklindeki görüşünden rücû etmiştir."
demiş ve daha sonra biraz önce geçen İbn
Hâni' rivâyetindeki rücûunu ifade eden beyanını zikretmiştir.
Bu görüş Ebu Hanife ve
talebeleri gibi rey ekolünün de mezhebleri olmaktadır. [246]
Bir başka grup ise;
âyetteki "kar'"dan maksadın "tuhr" yani temizlik süresi olduğunu
söylemişlerdir. Bu da müminlerin annesi Hz. Âişe, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b.
Ömer'in görüşleri olmaktadır.
Yine bu görüş
"yedi fakih", Ebân b. Osman, Zührî ve bütün Medine fakihlerinden
rivayet edilir. İmam Malik ve Şafiî'nin mezhebleri böyledir. İki rivayetten
birisinde İmam Ahmed de bu görüştedir.
Bu görüşe göre, bir
kadının temizlik süresi içerisinde boşanması durumunda, boşandığı andan
itibaren geri kalan temizlik süresi tam bir "kar"' sayılır mı? Bu
konuda üç görüş bulunmaktadır.
Birincisi: Geri kalan
süre bir tuhr (kar') sayılır. Meşhur olan da budur.
İkincisi: Hayır,
sayılmaz. Bu da Zührî'nin görüşü olmaktadır. Nitekim, kar'dan maksadın hayız
olduğunu söyleyenlere göre, ittifakla geri kalan hayız süresi, tam bir hayız
olarak kabul edilmemektedir.
Üçüncüsü: Eğer o
temizlik süresi içerisinde, cimada bulunmuşsa, geri kalan kısmı sayılmaz.
Cimada bulunmamışsa, geride kalan kısmı bir tuhr sayılır. Bu görüş de Ebu
Ubeyd'e aittir.
İddet bekleyen kadın
üçüncü hayıza veya ez-Zührî'nin görüşüne göre dördüncü hayıza girerse iddeti
bitmiş olur. Birinci görüşe göre, üçüncü hayız bitmedikçe iddetten çıkmış
olmaz.
îddetinin bitmiş
olması için hayızdan yıkanmış olması gerekir mi? Üç görüş bulunmaktadır:
Birincisi:
Yıkanmadıkça iddetinden çıkmış olmaz. Büyük sahabîlerden meşhur olan görüş
budur. İmam Ahmed: "Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes'üd: 'Koca, boşadığı
karısı üçüncü hayzmdan yıkanmcaya kadar rücû edebilir.' derlerdi."
demiştir. Bu Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk, Hz. Osman, Ebu Musa, Ubâde, Ebu'd-Derdâ,
Muâz b. Cebel'den (r.anhum) rivayet edilmiştir. Nitekim Vekî'in Musannef inde,
İsâ e]-Hayyât — Şa'bî vasıtasıyla Hz. Peygamber'in birbirinden güzide on üç
sahabîsinden — ki içlerinde Hz.Ebu Bekir, Ömer ve İbn Abbâs da bulunmaktadır —
"îddet bekleyen kadının üçüncü hayzmdan temizlenip yıkanmadıkça, kocasının
rücû hakkı bulunduğu" rivayet edilmiştir.
Yine onun
Musannef inde, Muhammed b.Râşld
— Mekhûl vasıtasıyla, Muâz b.
Cebel ve Ebu'd-Derdâ'dan da benzeri rivayet edilmiştir.
Abdürrezzâk'm
Musanne/inde Ma'mer — Zeyd b. Refî' — Ebu Ubeyde b. Abdillah b. Mes'ûd
senediyle rivayet edilir: Hz. Osman, bu konuda Übey b. Kâ'b'ı çağırtır ve
sorar: Übeyy b. Kât>: "Benim görüşümce kadın üçüncü hayzmdan temizlenip
yıkanmcaya ve kendisine namaz helâl oluncaya kadar, kocası rücû edebilir."
der. Râvi: "Hz. Osman'ın bu görüşü benimsemiş olmasından başka bir şey
bilmiyorum." demiştir.[247]
Yine onun
Musannefinde, Ömer b. Râşid — Yahya b. Ebî Kesîr senediyle, Ubâde b.
es-Sâmit'in:"Boşanan kadın üçüncü hayzmdan temizlenip yıkanmadıkça ve
kendisine namaz helâl olmadıkça, ayrı düşmez." dediğini rivayet eder.[248]
Bunlar ondan fazla
sahabîdir. Bu, aynı zamanda Saîd b. Müseyyeb, Süfyânu es-Sevrî, İshâk b.
Râhûyeh'in görüşleri olmaktadır. Şerik: "Kadın ihmal etse de yirmi yıl
yıkanmasa, kocanın (yıkanmcaya kadar) ric'at hakkı bulunur." demiştir. Bu
aynı zamanda İmam Ahmed'den gelen rivayetlerden birisi olmaktadır.
İkincisi: Kadın üçüncü
hayzmdan, sadece temizlenmiş olmakla iddeti biter ve yıkanmış olma şartı
yoktur. Bu Saîd b. Cübeyr ile Evzâî'nin görüşleri olmaktadır. İmam Şafiî'nin
kadîm kavli de böyledir, çünkü o daha önceleri kar'dan maksadın hayız olduğunu
söylerdi. Bu aynı zamanda İmam Ahmed'den gelen rivayetlerden birisidir ve
Ebu'l-Hattâb'm tercihi de budur.
Üçüncüsü: Kanm
kesilmesinden sonra, kadın üzerinden temizlenmiş bulunduğu vaktin namazı
geçmedikçe iddet devam eder ve kocasının rücû hakkı bulunur. Bu Sevrî'nin
görüşü olmaktadır. İmam Ahmed'den nakledilen rivayetlerden üçüncüsü de bu
şekildedir. Bu rivayeti Ebu Bekr nakletmiştir. Bu aynı zamanda Ebu Hanife'nin
görüşü olmaktadır; ancak bu hayzm en az müddeti sonunda kesildiğinde
sözkonusudur. Hayzm en uzun süresi sonunda kesilmesi takdirinde ise iddet,
kanın sadece kesilmiş olmasıyla sona erer.
"Kar'dan maksat,
tuhr yani temizlik süresidir." diyenler ise iki konuda ihtilâf
etmişlerdir:
Birincisi: Temizlik
süresinden önce kan görme şart mıdır, yoksa değil midir? îki görüş vâriddir:
Her ikisi de İmam Şafiî ve Ahmed'in mezheblerinde iki vecih
olmaktadırlar. Birincisi: (Tuhr içerisinde boşanmak suretiyle,
öncesinde kan olmaması durumunda bu tuhr) hesap edilir. Çünkü, bu bir temizlik
süresidir ve sonunda hayız (kan) olmaktadır; dolayısıyla, daha öncesinde hayız
olması durumunda olduğu gibi bu bir "kar"' sayılır. İkincisi: Hesap
edilmez. Bu İmam Şafiî'nin mezheb-i cedîdindeki beyanının zahiri olmaktadır.
Çünkü kan görmeyen bir kadına Arapça'da "zât-ı kuru'" tabir edilmez.
İkinci nokta:Üçüncü
hayza başlar başlamaz iddet biter mi? Yoksa bir gün ve bir gece hayızı devam
etmedikçe iddeti bitmez mi? Bu konuda İmam Ahmed'in tabileri iki vecih olmak
üzere ihtilâf etmişlerdir. Bu iki vecih, aynı zamanda İmam Şafiî'nin beyan
etmiş olduğu iki kavli olmaktadır. Tabilerine ait üçüncü bir vecih daha
bulunmaktadır: Buna göre, kadın âdeti veçhile hayzını görse, mücerred hayzının
başlamasıyla iddeti bitmiş olur. Eğer âdeti veçhile hayzını görmez de mesela
normalde ayın onunda âdet görürken ayın başında görmeye başlasa, bu durumda
üzerinden bir gün ve bir gece geçmedikçe iddeti tamamlanmış olmaz. Sonra iki
vecih olmak üzere yine ihtilâf etmişlerdir: Acaba bu kan iddetten sayılır mı,
yoksa sayılmaz mı? Bu ihtilâfın semeresi, bu kan görme şurasında ric'atta
bulunma durumunda ortaya çılcar. [249]
Buraya kadar
"kar"' hakkında ulemanın gprüş ve mezheblerini ortaya koymuş
bulunuyoruz. Şimdi ise delillerine geçmek istiyoruz: [250]
"Kar'"m
hayız anlamına geldiğini söyleyenler, bu görüşlerine çeşitli açılardan delil
getirmişlerdir: Birinci Delil:
Yüce Allah'ın:
"Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç kar' {selâsete kürü') beklerler.m[251]'
buyruğundan maksadı ya sadece "tuhr" yani temizlik süresidir, ya
sadece "hayız" dır; ya da her ikisi de birdendir. Üçüncüsü icmâ ile
mümkün değildir; müşterek lâfzı iki mânaya hamledenler dahi bu konuda
hemfikirdirler. Şu halde, âyetin ilk iki ihtimale hamli gerekmektedir: Bu iki
ihtimalden hayız üzerine hamlediîmesi çeşitli açılardan daha uygun olmaktadır:
1— Eğer
kar'dan maksat tuhr olacak olsaydı, o takdirde iddet bekleyen kadın için iki
kar' ve üçüncüsünden de bir an beklemesi yeterli olurdu. Âyette kullanılan
"üç" sayısının bu mânada kullanılması ise uzak bir mecazdır. Çünkü
sayılar belli bir aded konusunda "nas's"dırlar; ne aza ne de çoğa
delâlet etmezler.
Burada siz:
"İçerisinde boşanılan tuhrun geri kalan kısmı bize göre bir kar'dır."
diyebilirsiniz. Bu itirazınıza üç açıdan cevap vermek mümkündür:
a) Daha önce de geçtiği gibi, bu üzerinde
ittifak edilemeyen bir konudur; bütün ümmet, kar'm bir kısmının tam bir kar'
sayılacağına dair asla icmâ' etmiş değillerdir. Böyle bir iddia delile
muhtaçtır.
b) Bu bir mezhebçilik iddiasıdır ve âyetin bu
iddia üzerine hamli, kur'un tuhur olduğunu kabullendirme gayreti gerektirmektedir. Kur'an bu şekilde
mezhebçilik iddialarıyla tefsir edilemez ve lügate bu gibi mânalar
yüklenemez. Lügatte, asla tuhrdan bir anlık zaman için "tam bir
kar'" ismi verilmez ve böyle bir mâna akla gelmez. Bu mâna üzerinde ümmet.görüş birliği de
etmemiştir. Dolayısıyla bu iddia ne naklen, ne de icmâ' yolu ile sabit
değildir. Bu sadece mücerred (dayanağı olmayan) bir hamiden ibarettir. Hiç
şüphesiz "hami" başka,
"vaz'" ise daha başka şeylerdir. Vaz', ancak lügat bakımından, şer'an
ya da örfen sübut bulduğu zaman bir
mâna ifade der.
c) "Kar"' kelimesi ya
"tuhr"un yani temizlik
süresinin tamamının adıdır, nitekim (öbürlerine göre) hayz müddetinin de
tamamının adı olmaktadır. Ya da bir kısmının adıdır; veyahut da her ikisi
arasmda lâfzı ya da manevî iştirakle "müşterek" bir kelime olur. Üç
İsısını da bâtıldır dolayısıyla birinci kısım taayyün eder. Şöyle ki:
"Kar"1 kelimesinin temizlik süresinin bir kısmı için vaz'edilmiş
olmasının batıllığı ortadadır; çünkü
böyle olması durumunda tek bir temizlik süresinin pek çok "kar"'
olması gerekir ve bu durumda "kar"1 kelimesi. mecazî anlamda
kullanılmış olur. Manevî iştirak ile müşterekliğin batıllığı da iki açıdan
olmaktadır: Birincisi: Tek bir temizlik süresine hakikat anlamında pek çok
"kar"1 tabir etmenin
doğru olması gerekir.
İkincisi: Nazîrlnln — ki
"hayız" olmaktadır— bir cüzüne ittifakla "kar"' ismi
verilmemektedir. "Kar"' kelimesinin her ikisi için lügat bakımından
vaz'edilmiş elması fark etmez ve bunda bir kapalılık yoktur.
Eğer: "Biz bu
kısımlar içerisinden, tamamıyla cü2;ü arasında lâfzı iştirakle müşterek olması
şeklini tercih ediyoruz. Müşterek, her iki mânası üzerine de hamledilebilir;
çünkü bu daha ihtiyatlı olmaktadır. Berâet (sorumluluktan kurtulma) ancak
bununla husule: gelir." denilecek olursa buna cevap iki açıdan verilecektir:
Birincisi: Daha önce de geçtiği gibi, iştiraki sahih değildir. İkincisi: Şayet
iştiraki sahih olsa bile, bu takdirde de bütün mânalarına hamlediîmesi caiz
değildir. Müşterek lafızın, her iki mânası üzerine de hamlini caiz görmeyenlere
göre bu zaten açıktır. Müşterek lâfzın her iki mânası üzerine de hamlini caiz
görenler ise, bunu ancak her ikisinin de murad edildiğine dair delil bulunduğu
zaman caiz görmektedirler Böyle bir delilin bulunmaması durumunda ise,
içlerinden birisinin ya da her ikisinin murad edildiğine dair bir delil
bulununcaya kadar tevakkuf ediyorlar. Müteahhir âlimler, İmam Şafiî ve Kadı Ebu
Bekir'den şunu naklederler: "Lafız karinelerden soyutlandığı zaman, aynen
âmin (genel) lafızlarda olduğu gibi, her iki mânaya da hamli vacib olur; çünkü
bu daha ihtiyatlı olmaktadır. Zira iki mânasından biri diğerinden daha
öncelikli değildir. Üçüncü bir mânaya ihtimali imkanı da yoktur; tümden terki
(ta'tîli) mümkün değildir, beyanın ihtiyaç anından geriye kalması ise mümkün
değildir. Amel vakti geldiğinde, iki mânasından birisinin bizzat maksut olduğu
tebeyyün etmemişse, o vakitte lâfzın hakikatinin murad olmadığı anlaşılmış
olur. Eğer murad edilmiş olsaydı, mutlaka beyan edilirdi. Dolayısıyla mecaz
mâna taayyün etmiş olmaktadır ki, o da her iki mânanın birden murad
edilmesidir. Her iki mânaya da hamlin hakikât olduğunu söyleyenler, muradın
ikisinden biri olduğu tebeyyün etmeyince, her ikisinin de murad olduğu
anlaşılmış olur, demektedirler."
Şeyhülislâm İbn
Teymiye şöyle demiştir: İmam Şafiî ve Kadı'den nakledilen rivayet üzerinde
düşünmek gerekir. Kadı'ya gelince, âmm lafızlar hakkmda tevakkuf etmek ve bir
delil olmaksızın âmm lafızları "istiğrak" (bütün fertlerini
kapsaması) mânası üzerine hamletmenin caiz olmadığı onun prensiplerinden (asıl)
olmaktadır. Âmm lâfızlarda bile tevakkuf eden bir kimse, delil olmaksızın
müşterek lâfızları istiğrak mânasına nasıl hamledebilir? Onun kitaplarında
zikrettiği şey, sadece re'sen (yani kelimenin ilk konumunda) iştirakin
muhalliği olmaktadır. İştirak iddiasında bulunulan lâfızlar ona göre mut£vâtıı[252]
isimler kabilindendir. İmam Şafiî'ye gelince, onun ilimde sahip olduğu yüce
makam, böyle bir şey söylemiş olmasına mânidir. Bu görüş onun şu sözünden
çıkarılmıştır: "Bir kimse "mevâlî"sine vasiyette bulunsa, bu
lâfız hem yukarıdan hem de aşağıdan olan "mevlâ"yı içine alır."
İmam belki de bu sözü, "mevlâ" kelimesinin mütevâtı' isimlerden
olduğu ve onlar (yani aşağıdan ve yukarıdan olan mevlâ) arasında bir müşterek
nokta bulunduğu inancıyla söylemiş olabilir. Çünkü o (mevlâ lâfzı), izafî
isimlerdendir. Aynen "Ben
kimin mevlâsı isem,
Ali de onun mevlâsıdır."[253]
hadisinde olduğu gibi. Bu sözden, aralarında bir müşterek nokta bulunmayan
isimler hakkında, "mutlak zikredilmesi halinde lâfzın, bütün mânalarına
hamledilme sinin gerekliliği" şeklinde genel bir kaide çıkarılması ve
bunun da îmam'a nisbet edilmesi gerekmez. Sonra bu sözün yanlışlığına çeşitli
hususlar delâlet etmektedir:
a) Lâfzın her iki mânasında birden kullanılması ancak
mecaz olmaktadır. Çünkü, lâfzın tek başına
ayrı ayrı her bir mânası için
konulmuş olması hakikat olmaktadır. Mutlak lâfzın mecaz üzerine hamli caiz
değildir, aksine hakikat mânası üzerine hamledilmesi vacibtir.
b) Şayet,
her ikisi için münferid olarak ve her biri için de toplu olarak konulmuş olduğu
farzedilse, bu takdirde müşterek lâfzın üç mânası (mefhûmu) olmuş olur.
Bu üç mânasından bir gerekçe olmaksızın herhangi birisi üzerine hamide
bulunmak mümkün değildir.
c) O takdirde, bütün mânalarına hamli imkansız olur.
Çünkü onun sadece bir manasıyla her iki mânası üzerine beraberce hamli, iki
zıttın bir arada toplanmasını iktiza eder. Dolayısıyla müşterek lâfzın bütün
mânalarına hamledilmesi mümkün değildir. Her iki mânasına beraberce
hamledilmesi, mefhumlarından bir kısmı üzerine hamletmek olur; bütün mefhumları
üzerine hamli, bir anda bütünü üzerine hamlini ortadan kaldırır.
d) Burada bazı durumlar vardır: 1) Sadece bu hakikat. 2)
Yalnızca diğeri hakikat. 3) Her ikisi
birden. 4) Sadece birinin mecazı. 5)
Sadece diğerinin mecazı. 6) Her iki mecaz birden. 7) Bunun mecazı ile birlikte
yalnız hakikati. 8) Diğerinin mecazı ile birlikte hakikati. 9) Her ikisinin
mecazı ile birlikte tek bir hakikat. 10) Mecazı ile birlikte diğer hakikat. 11)
Diğerinin mecazı ile beraber. 12) Her ikisinin mecazı ile birlikte. İşte bu on
iki hamil ihtimali bulunmaktadır; bunların bir kısmı hakikat şeklinde diğer bir
kısmı da mecaz şeklindedir. Bütün bu
hamil ihtimalleri içerisinde, diğer mecaz ve hakikat mânalan bir tarafa
itilerek bir mecazî mânanın belirlenmesi, gerekçesiz bir tercih olur ki, bu da
mümkün değildir.
e) Eğer müşterek lâfız her iki mânasına da birden
hamledilecek olsa, o takdirde âmm lâfızlardan olur. Çünkü, âmm ismin hükmü,
tahsis durumunun bulunmadığı zamanda, bütün fertlerine hamlinin vacib
olmasıdır. Eğer böyle olacak olursa, bu durumda iki mânasından birisinin
istisnası caiz olacaktı ve mutlak zikredilmesi durumunda hatıra ilk olarak umûm
mânası gelecekti ve onu iki mânasında:! birisi hakkında kullanan kimse, âırnn
lâfzı bazı fertleri hakkında kullanan kimse gibi olacaktı. Dolayısıyla
konuşmasında mecaz yapmış olacak ve hakikat mânasında kullanmamış olacaktı, onu
iki mânasından biri hakkında kullanan kimse bir delile muhtaç olmayacaktı;
aksine sadece diğer mânayı nefyeden kimse delile ihtiyaç duyacaktı ve âmm.
lâfızların umûm ifade edeceğini ve ondan mücmelliği nefyetmeyenlere göre
tahsisin bulunduğunu araştırmadan önce, ondan şümul mânasını anlamak
gerekecekti. Çünkü bu durumda müşterek lâfız, diğer âmm lâfızlar mevkiinde
olacaktı. Bu ise kesinlikle bâtıldır. Yine bu durumda, müşterek isimlerin
hükümleri, âmm lâfızların hükümlerinden ayrı olmayacaktı ki, bu durum lügatte
zarurî olarak bilinen bir husus -olmaktadır. Yine bu takdirde, bu âyet
hakkında, zahiri ve mutlakmm hilâfma hamide bulunma hususunda icmâ' edilmiş
olacaktı. Zira onlardan hiçbirisi çıkıp da, "kar"' kelimesinin hem
tuhr hem de hayıza aynı anda hamledildiğini söylememiştir. Böylece onların
"lâfzın her ikisine de birden hamledilmesi ihtiyata daha uygundur."
şeklindeki sözlerinin sakatlığı da ortaya çıkmış oldu. Çünkü âyetin üç hayız ve
tuhra hamli takdir edilmiş olsaydı, bunda ihtiyattan çıkma mânası olurdu.
Eğer biz onlardan her
birisinden ayrı ayrı üçe hamlederiz; denilirse, bu kez de Kur'an'ın zahirine
muhalefet edilmiş olur. Zira bu takdirde kar' sayısı altı olurdu.
"Ya bizzat
ikisinden birisine ya da ikisi üzerine hamledilmesi..." şeklindeki
sözlerine gelince, buna karşı diyoruzTü: Böyle bir şeyin, mücmel isimlerde
olduğu gibi ondan muradın ne olduğuna delâletten soyutlanmış olması caiz
değildir. Bu delâlet yönünün bazı müctehidlerden gizli kalması, bütün ümmetten
de gizli kalmasını gerektirmez. Üçüncü vecihe verilecek cevap bu olmaktadır.
Sözün, mutlakı eğer murad olan mânaya delâlet etmiyorsa, bu takdirde mutlaka muradın
beyan edilmesi gerekir. Âyetteki "kar"' dan maksadın her ikisi birden
değil, sadece birisi olduğu taayyün edince, onunla hayzm murad edilmiş olması
btr çok açıdan daha uygun olmaktadır: Birisini arzetmiş bulunuyoruz.
2—
"Kar1" kelimesinin hayız anlamında kullanılması, tuhr anlamında
kullanılmasından daha açık gözükmektedir. Çünkü tefsir ve lügat âlimleri, bu
kelimeyi hayız ile tefsir ediyorlar, ondan sonra da "denildi ki",
"denilir ki", "falan der ki" şeklindeki ifadelerle,
"Tuhr mânasına da kullanılır." ya da "O aynı zamanda tuhur
anlamındadır." şeklindeki sözlerim ilâve ediyorlar. Dolayısıyla onlar, bu
kelimenin "hayız" ile tefsirinin herkesçe malum, müsellem ve yaygın
olduğunu; "tuhr" ile tefsirinin ise şâz tefsir olduğunu, sadece ileri
sürülmüş bir görüş olduğunu belirtmiş olmaktadırlar. îşte onların ifadelerini
burada naklediyoruz:
Cevheri şöyle der:
Fetha ile "el-kar"1 kelimesi hayız demektir. Çoğulu "akrâ"'
ve "kuru"' gelir. Hadiste: Hayız günlerinde namaz yoktur."
buyrulmuştur. "el-Kar"' aynı zamanda "tuhr" mânasına gelir.
Kelime ezdâddandır. (İki zıt anlam içeren kelimelerdendir.)
Ebu Ubeyd:
"el-Akrâ' hayızdır." demiş, sonra şöyle devam etmiştir, "el-f
Akrâ' tuhrlar demektir." el-Kisâî
ve el- Ferrâ, kadın hayız gördüğü zaman denilir; demişlerdir.
îbn Fâris ise şöyle
der: "el-Kurû"' vakitlerdir. Bazan tuhr için, bazan ; da hayız için
olur. Müfredi "kar'"dır. "el-Kar"' denilir ve bu "tuhr"
demektir. Bazı insanlar, el-kar'ın hayız olduğu görüşüne gitmişlerdir. Sonra
İbn Fâris, bu kelimeyi, tuhr ve hayız vakitleri arasında müşterek kılanların
sözlerini, onu tuhr vakitleri anlamında kullananların
sözlerini, hayız vakitlerine tahsis edenlerin sözlerim, sanki bunlar \ içerisinden birisini tercih
etmezmiş ve her ikisinin valtitleri için kabul edermiş gibi nakleder ve
"Bir kadın hayızdan tuhra, tuhrdan hayıza
çıktığında
denilir."der.
Buradan şu da
anlaşılıyor ki, "kar"' kelimesinin hakikatinde mutlaka hayz
kelimesinin müsemmâsı bulunmaktadır. Bunu, "Tuhr vakitleri kar' olarak
isimlendirilir." diyenlerin, bununla sadece iki tarafında kan (hayız)
bulunan tuhr [temizlik) vakitlerini kasdetmiş olmaları da teyid etmektedir.
Yoksa, henüz ay hali görmeyen ve ay halinden kesilen [âyise) kadınların
temizlik sürelerine "kar"' tabiri kullanılmaz ve bu kadınlar, bütün
lügatçilerin ittifakıyla "zevât-ı kuru'" tabiri kapsamına girmezler.
b —
"Kar"' kelimesi, Şeriat lisanında sadece hayız anlamında
kullanılmıştır. Bu kelime hiçbir yerde, "tuhr" anlamında
kullanılmamıştır. Dolayısıyla, âyette geçen "kar"' kelimesinin şeriat
lisanında önceden kullanılan ve bilinen mânasına hamledilmesi daha uygun, hatta
gereklidir, başka türlüsü olamaz. Hz.
Peygamber (s.a.) müstahâza (özür sahibi) bir kadın için: yani "Hayız
günlerinde namazını terket! "[254]
buyurmuşlardır. Hz.'Peygamber (s.a.) Allah'tan bildiren kimsedir. Kur'an onun
kavminin diliyle inmiştir. Müşterek bir kelime, onun kelâmında iki mânasından
biri üzerine varid olduğunda, eğer bütün sözleri arasında diğer mânasında da
asla kullanıldığı sabit olmamışsa, diğer yerlerde de geçen aynı lâfzın
kullanılan mâna üzerine hamledilmesi vacib ve bu Allah'ın bize hitapta
bulunduğu Kur'an'ın dili olmuş olur. Bu lâfzın başkalarının sözlerinde başka
mânaları olsa bile bu onun Kur'an dili olmasını engellemez ve bu mâna müşterek
lâfzın iki mânasından birisiyle tahsisi konusunda şer'î hakikat olmuş olur.
Nitekim "mutevâtı"' isimler de fertlerinden birisiyle tahsis
edilmektedir ve hatta bu daha da evleviyet arzeder. Çünkü çoğu kez lâfızlardaki
iştirakin sebebi, kabilelerden birisinin bir şeyi bir isimle isimlendiimeleri,
başka bir kabilenin de aynı lâfzı başka bir şeye isim koymalarıdır. Hatta
Müberred ve daha başkaları: "Dilde müştereklik ancak bu yolla sözkonusu
olur; başka türlü olmaz. Sözcüğü vaz' eden kimse, onu asla birden fazla mâna için
koymaz. Başlangıçta müşterek lâfız sözkonusu olmaz." demişlerdir. Şeriat
lisanında "kar"' kelimesinin "hayız" mânasında kullanıldığı
sabit olunca, buradan şeriat dilinde bu kelimenin mânasının böyle olduğu
anlaşılmış olur. Dolayısıyla da, başka yerde geçen bu lâfzın aynı mânaya
hamledilmesi vacib olur. Bunu âyetin: "Onlara, Allah'ın rahimlerinde yarattığı
şeyi gizlemeleri helâl olmaz."'[255]'
şeklindeki siyakı (sonrası) da açıklamaktadır. Bu rahimlerde yaratılan şey,
müfessirlerin tamamına göre hayız ve çocuktur. Rahimde yaratılan şey, ancak
hariçte vücûdu olan hayızdır. Bu yüzdendir ki, selef ve halef uleması: "O
çocuk ve hayızdır." demişlerdir. Bir kısmı ise: "O çocuktur."
demiştir. Diğer bir kısmı da:"O hayızdır." demişlerdir. Ancak hiçbir
kimse ondan maksat tuhrdur; dememiştir.Bu yüzdendir ki, İbnü'l-Cevzî vb. gibi
tefsir ehlinin sözlerini toplamaya büyük bir çaba gösteren kimseler böyle bir
tefsir nakletmemişlerdir. Yüce Allah: "Kadınlarınız içinde ay hali
görmekten kesilenler ile henüz ay hali görmemiş olanların iddetleri hususunda
şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların iddet beklemesi üç aydır."[256]
buyurmuş ve her bir ayı bir hayıza karşı tutmuştur. Hükmü de hayızdan temizlik
(tuhr) halinin bulunmamasına değil, hayzın bulunmamasına bağlamıştır. Aynı
şekilde Hz. Âişe hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Cariyenin talâkı iki
boşamadır, iddeti de iki hayızdır."[257]'
buyurmuştur. Hadisi Ebu Davud, İbn Mâce ve Tirmizî rivayet etmişlerdir.
Tirmizî: "Garîbdir ve onu sadece Müzahir b. Eslem'in hadisleri meyanmdan
öğreniyoruz. Müzahir ilim aleminde bu hadisten başka bir yolla bilinmez."
demiştir. Dârakutnî'nin lâfzı da: "Kölenin talâkı ikidir."
şeklindedir. İbn Mâce, Atiyyetü'1-Avfî hadisinde, İbn Ömer'den (r.a.) naklen
Hz. Peygamber'in (s.a.): " Cariyenin talâkı ikidir, iddeti de iki hayızdır."
buyurduğunu nakleder.[258]'
Yine İbn Mâce Sunen'inde. Ali b. Muhammed — Vekî' — Süfyân — Mansûr — İbrâhîm —
Esved senediyle Hz. Âişe'nin: "Berîre, üç hayız süresince iddet beklemekle
emrolundu." dediği rivayet edilir.[259]'
Müsned'de, İbn Abbâs'tan
(ra.) rivayet edilir: "Hz. Peygamber (s.a.) Berîre'yi muhayyer bıraktı; o
da kendi nefsini tercihte bulundu. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine hür kadının
iddeti gibi iddet beklemesini emretti."'[260]'
Hz. Âişe hadisinde hür kadının iddeti üç hayız şeklinde tefsir edilmiştir.
Burada itiraz serdedilerek Hz. Âişe'nin bu konudaki görüşü "kar"' dan
maksadın tuhr olduğu şeklinde idi; denilecek olursa buna şöyle cevap
verilebilir: Bu râvisi tarafından muhalefet edilen ilk hadis değildir.
Dolayısıyla onun rivayeti alınır, görüşüne bakılmaz. Yine Rubeyyi' bt. Muavviz
hadisinde, Hz. Peygamber'in (s.a.) Sabit b. Kays b. Şemmâs'n hanımına,
kocasından hulû yolu ile ayrıldığında tek bir hayız iddet beklemesini ve
akabinde ailesine katılmasını emrettiği ifade edilmiştir. Hadisi Nesâî rivayet
etmiştir.[261]'
Ebu Davud'un
Sunen'inde İbn Abbâs'tan rivayet edilmiştir: Sabit b. Kays'm hanımı kendisinden
hulû yolu ile ayrılmıştır. Hz. Peygamber kadına bir hayız iddet beklemesini
emretmiştir.'[262]'
Tirmizî'de rivayet
edilir: Rubeyyi' bt. Muavviz, Hz. Peygamber (s.a.) devrinde kocasından hulû
yolu ile ayrılmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine bir hayız iddet beklemesini
emretti ya da ona öyle emredildi."[263]
Tirmizî şöyle der: Sahih Rubeyyi' hadisi, onun bir hayız süre ile iddet
beklemesi emredildiğini ortaya koymaktadır. Yine istibrâ cariyenin iddeti
olmaktadır. Ebu Saîd'den sabit olduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.) Evtâs
esirleri hakkında: "Hâmile kadınlar doğurmadıkça; yine hamile olmayan
kadınlar da bir hayız görmedikçe kendileryle cima edilemez." buyurmuştur.
Hadisi Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir.[264]
Burada şöyle bir
itiraz serde dilebilir: Cariyenin istibrâsının bir hayız görünceye kadar
beklemek olduğu konusunu kabul etmiyoruz, aksine cariyenin istibrâsının
hayızdan önceki tuhr (temizlik süresi) ile olduğu kanaatindeyiz. Nitekim İbn
Abdilberr böyle demiş ve ilâve ederek: "Cariyenin istibrâsı icmâ' ile bir
hayızdır." şeklindeki sözleri sandıkları gibi değildir; aksine bize göre
cariye için, hayzma girmesi ve gördüğü kanın hayız kanı olduğuna kesin inanması
durumunda nikâhlanması caizdir. îsmail b. İshâk, kendisiyle münazara etmek için
huzuruna alınan Yahya b. Eksem'e bu şekilde söylemiştir, demiştir.
Buna şöyle cevap
veriyoruz: Bu itirazı Hz. Peygarnber'in (s.a.): "Hâmile kadınlar doğurmadıkça;
yine hamile olmayan kadınlar da bir hayız görmedikçe kendileriyle cima
edilemez." sözleri reddetmektedir.
Şunu da belirtmek
gerekir ki, iddetten beklenen asıl maksat, her ne kadar başka faydaları var ise
de, rahmin temiz olduğunun ortaya çıkmasını istemektir (istibrâ). Nikâhlı olan
hür kadının şeref ve ehemmiyetine binaen, onun rahminin temiz olduğuna dair
bilgiye alâmet olmak üzere üç kar' beklemesi hüküm olarak konulmuştur. Eğer
"kar"', tuhr yani temizlik süresi olsaydı, bu durumda, birinci kar'
yanî temizlik süresinde bir delâlet bulunmazdı. Çünkü, eğer temizlik süresi
içerisinde cimada bulunmuş ve sonra boşamışsa ve kadın daha sonra hayız
görmüşse, bu durumda, "kar"' dan maksadın tuhr (temizlik süresi)
olduğu görüşünde olanlara göre, sözkonusu temizlik süresinin de sayılması
gerekir. Bu temizlik süresinin rahmin temizliğine delâlet etmeyeceği ise
malumdur. Rahmin temizliğine delâlet edecek tek şey, talâktan sonra meydana
gelen hayızdır. Eğer temizlik süresi içerisinde boşamış ve o süre içerisinde de
temasta bulunmamış ise, bu durumda rahmin temizliği talâktan önce vuku bulan
hayızla bilinmiş olur. İddet ise, talâktan önce olamaz. Çünkü iddet talâkın
hükmü olmaktadır; hüküm ise asla sebebinden önce bulunamaz. Talâktan sonra
mevcut olan temizlik süresinin, rahmin temizliğine asla delâleti bulunmadığına
göre, onun rahmin temizliğine delâlet etmesi için konulmuş olan iddetin
içerisine sokulması caiz olmaz. Bu tıpkı, şehâdeti makbul olmayan kimsenin
şehâdeti gibidir; şehâdeti makbul olmayan bir kimsenin şehâdetine dayanılarak
hükümde bulunulamaz. Nikâhlı kadınlar hakkında iddetin, cariyeler hakkındaki
istibrâ gibi olması da bunun böyle olduğunu açıklamaktadır.
Sarih sünnetle,
istibrânın, tuhr yani temizlik süresiyle değil, hayızla olduğu sabit olmuştur.
Dolayısıyla iddet de aynı şekildedir. Çünkü aralannda bir fark yoktur. Sadece
iddetin teaddüdü sözkonusudur ve istibrâda tek bir hayız görmekle
yetinilmektedir. Bu ise, bu ikisinin "kar"' m mahiyetinde farklı
olmalarını değil, sadece muteber olan miktarında ayrı olmalarını gerektirir. Bu
yüzdendir ki, İmam Şafiî, kendisinden nakledilen iki kavilden daha sahih
olanında: "Cariyenin istibrâsı, hayız ile olur." demiş ve onun
tabileri iki konuyu birbirinden ayırarak: "İddet, kocanın hakkının yerine
getirilmesi için vacib olmuştur; dolayısıyla da kendi hakkının bulunduğu
zamanlara tahsis edilmiştir ki, bu zamanlar da tuhr yani temizlik zamanlandır.
Yine iddet, tekerrür eder ve ortasmda hayzın da bulunmasıyla rahmin temizliği
bilinmiş olur. İstibrâ ise böyle değildir. Çünkü o tekerrür etmez. Ondan maksat
mücerred temizliktir Dolayısıyla istibrâda tek bir hayız ile yetinilinir."
İmam Şafiî, diğer kavlinde, iddet konusundaki , asıl prensibinin bir gereği
olmak üzere "Cariye bir temizlik süresi (tuhr) ile istibrâda
bulunur." demiştir.
Bu görüşe göre, acaba
temizlik süresinin geri kalan kısmı hesaba katılır mı? Bu konuda İmam Şafiî'nin
tâbilerinin iki vechi bulunmaktadır: Eğer, temizlik süresinin geri kalan kısmı,
hesaba katılacak olursa, bu takdirde mutlaka bunun üzerine tam bir hayız
müddetinin eklenmesi gerekir. İkinci temizlik süresine girer girmez artık helâl
olur. Eğer temizlik süresinin geri kalan kısmı hesaba katılmayacak olursa, bu
takdirde de, mutlaka tam bir temizlik süresinin üzerine eklenmesi gerekecektir.
İmam Şafiî'ye göre, (yalnız başına) temizlik süresinin geri kalan kısmı,
ihtilafsız bir "kar"' sayılmamaktadır.
Çoğunluk ulema
(cumhur) ise, istibrâ iddetinin temizlik süresi (tuhr) değil, hayız olduğu
görüşündedirler. Câriye hakkında sözkonusu olan bu istibrâ, hür kadın hakkında
sözkonusu olan iddet gibidir. Hür kadının hayızla iddet beklemesi, cariyenin
hayızla istibrâda bulunmasmdan iki açıdan dolayı daha evladır:
Birincisi: Hür kadının
iddeti hakkında "kar"'m üç defa tekrarlanmasının yani üç kez istibrâda
bulunmasının şart koşulması suretiyle ihtiyatlı davranıldığı sabit
bulunmaktadır. Buna göre, hür kadının iddetinin, temizlik süresine nisbetle
daha ihtiyatlı olan hayızla olmasının daha uygun olacağı anlaşılır. Çünkü,
(hayız içerisinde boşanması durumunda) hayızdan geri kalan kısım bir
"kar"' sayılmaz İken, temizlik süresinden geri kalan kısım
"kar"' sayılabilir.
İkincisi: Cariyenin
istibrâsı, hür kadının iddeti hükmünün bir alt hükmüdür. Kur'an ile sabit olan
odur; istibrâ ise sadece sünnetle sabit olmuştur. Sâri*, istibrâ konusunda,
onun hayızla olmasına hükmederek ihtiyatlı davrandığına göre, hür kadının
istibrâsının öncelikli olarak hayızla olması gerekir. Hür kadmm iddeti, onun
istibrâsıdır; cariyenin istibrâsı ise onun iddeti olmaktadır.
Yine, deliller,
alâmetler, sınır ve gayeler, ancak diğerlerinden temayüz eden açık şeylerle
husule gelir. Kadının temizliği, aslî konumudur. [265]
yüzdendir ki, temizlik
süresi devam ettiği sürece, Şeriatta ona has olmak üzere diğerlerinden ayrı bir
hüküm getirilmesine gidilmemiştir. Kadın için temayüz eden ve farklı bir
özellik arzeden durum hayız halidir. Çünkü kadın hayız görmeye başladığı zaman,
normal hükmü değişir ve bâliğa olur, kendisine namaz, oruç, tavaf gibi
ibadetlerin, mescidde kalmanın haramlığı vb. hükümler terettüp eder.
Daha sonra kan kesilip de
yıkandığı zaman, hükümlerdeki değişiklik temizlik süresinin yenilenmesi
sebebiyle değil, değişikliği gerektiren hayzın ortadan kalkmasıyla olur.[266]'
Böylece hükümler, temizlik sonrasında, hayız öncesinde bulundukları eski
halleri üzerine tekrar dönmüş olurlar ve temizlik süresi hükümlerde bir yenilik
getirmiş olmaz, "kar"' kadının hükümlerini değiştiren bir durumdur.
Bu değişiklik ise, temizlik (tuhr) ile değil ; sadece hayız ile olur. Bu izah,
hayız görmeden önce boşanıp sonra hayız gören bir kadının, bu hayızdan önceki
temizlik süresini bir "kar"' olarak hesap edenlerin görüşlerinin
fasid olduğuna delâlet eder. Çünkü bu temizlik süresini "kar"' sayan
kimse, şeriatte herhangi bir hükmü bulunmayan bir şeyi bir "kar"'
kılmaktadır ki, bu da fâsiddir. [267]
Âyette geçen
"kar'"dan maksadın temizlik süresi olduğu görüşünde olanlar şöyle
demişlerdir: Sizinle münakaşamız iki noktada toplanmaktadır:
Birincisi:
"Kar'" dan maksadın tuhur (temizlik süresi) olduğuna dair delillerin
ortaya konması.
İkincisi: Sizin delilerinize
karşı verilecek cevaplar. [268]
Yüce Allah: «Ey Peygamber!
Kadınları
boşayacağınız zaman! iddetîerinl gözeterek boşayın." buyurmaktadır,[269] Bu
âyeti delil olarak kullanma şekli şöyle olmaktadır: kelimesindeki lâm harfi
vakit anlamı veren bir harftir. Dolayısıyla, âyetin anlamı "Onları
iddetlerinin vakti içerisinde boşayınız." demektir. Nitekim:
Ve
âyetlerinde de lâm harfleri vakit anlamında kullanılmıştır.[270]
Yine Araplar: yani "Ayın son üç gününde sana geldim." demektir ve lam
harfi görüldüğü gibi zaman anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.) bu âyeti
bu şekilde tefsir etmiştir. Sahîhayn'da îbn Ömer'den (r.a.) şöyle rivayet
edilmiştir: İbn Ömer'in kendisi, karısını hayız halinde iken boşamıştı. Hz.
Peygamber (s.a.) kendisine, tekrar rücû etmesini, sonra onu temiz iken
kendisine yanaşmadan boşamasını emretmiş, sonra da: "Yüce Allah'ın,
kadınların içinde b o sanılmalarım emrettiği iddet işte odur."
buyurmuştur.[271]' Böylece Hz. Peygamber
(s.a.) Yüce Allah'ın kadınların içerisinde boşanılmalarını emrettiği iddetin,
hayızdan sonra olan temizlik süresi olduğunu beyan buyurmuştur. Eğer
"kar"' dan maksat hayız olsaydı, bu durumda koca onu iddet içerisinde
değil, iddetten önce boşamış olurdu. Bu ise kadının iddetinL uzatmak olurdu ki,
bu karısını hayız halinde boşamak gibi caiz değildir.
İmam Şafiî şöyle der: Yüce Allah: "Boşanmış kadınlar,
kendi kendilerine üç kar'
beklerler."[272]'
buyurmaktadır. Âyetteki "kar"' kelimesi bize göre — Allah daha iyi
bilir— tuhr yani temizlik süre sidir. Eğer birisi çıkar da: Onun
"tuhr" olduğuna deliliniz nedir? Kaldı ki, başkaları ondan maksadın
"hayız" olduğunu söylemektedirler; derse, ona şu şekilde cevap
verilir: Buna iki delâlet bulunmaktadır: Birincisi sünnetin açıklamış olduğu
kitap, diğeri de dildir. Eğer kitap delili nedir denilirse cevaben;
âyetidir; deriz. (Mânası:
"Ey Peygamber!
Kadınları boşayacağınız zaman, iddetleri içerisinde boşayın.[273]
Bize Nâfi' ve İbn Ömer senediyle İmam Mâlik haber vermiştir: îbn Ömer, Hz.
Peygamber (s.a.) devrinde, karısı hayız halinde iken onu boşamıştı. Babası Hz.
Ömer, bunu Hz. Peygamber'e sordu. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Ona emret,
karısına müracaat etsin, sonra temizlenip akabinde tekrar hayız görüp sonra
yine temizlensin. Ondan sonra dilerse tutsun, dilerse kendisine yanaşmadan önce
onu boşasm.Yüce Allah'ın^ kadınların
içinde boşanılmalarını emrettiği
iddet işte , budur."
buyurur.
Müslim ve Saîd b.
Salim bize îbn Cüreyc — Ebu'z-Zübeyr — îbn Ömer senediyle haber vermişlerdir:
İbn Ömer, hayız iken karısını boşadığını anlatır ve Hz. Peygamber'in (s.a.):
"Temizlendiği zaman boşasın ya da utsun." buyurduğunu ve "Ey Peygamber!
Kadınları boşayacağınız zaman, iddetlerl içerisinde boşaym."
buyurmaktadır.[274]
âyetini "iddetleri öncesinde" şeklindeki tefsîrî açıklama ilâvesiyle
okumuştur, [275] İmam Şafiî şöyle devam
eder: Ben nasıl şüphe ederim?! Bizzat Hz. Peygamber (s.a.) Allah'tan bir beyan
olmak üzere "iddetin tuhr ile olduğunu, hayız ile olmadığını haber vermiş
ve âyeti, "iddetlerl öncesinde" şeklindeki tefsîrî açıklama
ilâvesiyle okumuştur. Bu ise karısını temiz iken boşaması şekliyle olur. Çünkü
bu takdirde kadın iddetini karşılamış olur. Eğer hayızlı iken boşanacak olursa,
o takdirde iddetini ancak hayızdan sonra karşılayabilmiş olacaktır.
"Dil delili
nedir?" denilirse buna da şöyle cevap verilir: "el-Kar"'
kelimesi, bir sebebe dayalı olarak verilmiş bir isimdir. Hayız rahmin bıraktığı
ve dışarı çıkan kan olmakta, tuhr ise tutulan ve dışarı çıkmayan kanın ismidir.
Arapça'da "kar"' kökünün "haps" mânasına geldiği
bilinmektedir. Meselâ bu kelimeyi şu şekilde kullanırlar: "O suyu havuzunda ve su kabında tutuyor,
hapsediyor. "O yemeği avurdunda topluyor,
tutuyor." demektir. Yine Araplar, kişi bir şeyi hapsettiğinde
diyorlar ve bunu "gizledi"
anlamına kullanıyorlar. Hz. Ömer de: şeklindeki bir sözünde yine aynı şekilde bu kelimeyi
"hapsetmek" mânasında kullanmıştır.
İmam Şafiî şöyle der:
İmam Mâlik, İbn Şihâb — Urve senediyle nakleder: " Hz. Âişe üçüncü hayzınm
kanını görmeye başladığı zaman Hafsa bt. Abdirrahman b. Ebî Bekr'in yanma
intikal eder." Bu haber Amra bt.Abdirrahman'a söylenilmiş, o :"Urve
doğru söylüyor." demiştir. Bu konuda insanlar Hz. Âişe ile sert
tartışmalara girişmiş ve: Yüce Allah "üç kar' " buyuruyor;
demişlerdir. Bunun üzerine Hz. Âişe onlara :"Doğru söylediniz! Peki
"kar"' m ne demek olduğunu biliyor musunuz? O, "tuhr"
demektir." demiştir[276]
İmam Mâlik, İbn
Şihâb'dan haber verir: Ebu Bekr b. Abdirrahman'ı işittim, şöyle diyordu:
"Fukahamızdan yetiştiğim herkes bu şekilde söylerdi." O bu sözüyle
Hz. Âişe'nin söylediğini kasde diyordu [277]
İmam Şafiî, Süfyân —ez-Zührî —Amra senediyle Hz. Âişe'nin: "Boşanmış
kadın, üçüncü hayzını görmeye başladı mı, artık kocasından ayn düşmüş (iddetini
bitirmiş} olur." dediğini nakleder[278]
İmâm Mâlik, Nâfi' —
Zeyd b. Eşlem — Süleyman b. Yesâr senediyle nakleder: Ahvas (İbn Hakim), karısı
üçüncü hayzını görmeye başladığında Şam'da öldü. Daha önce onu boşamıştı.
Muâviye bir yazıyla bunu Zeyd b, Sâbit'e sordu. Zeyd cevaben yazısında ona:
"Kadın üçüncü hayızını görmeye başladığı zaman, artık iddetini tamamlamış
olur; araları ayrılır. Dolayısıyla da birbirlerine varis olamazlar."
demiştir. [279]
Süfyân, Zührî ve
Süleyman b. Yesâr aracılığıyla Zeyd b. Sâbit'in: "Kadın üçüncü hayzını
görmeye başladı mı, artık (iddetini bitirmiş ve) ayn düşmüş olur."
dediğini rivayet etmiştir.[280]
Saîd b. Arûbe
hadisinde bir adam — Süleyman b. Yesâr senediyle Hz. Osman ile İbn Ömer'in:
"Kadın üçüncü hayza girdi mi, artık kocasının kendisine rücû hakkı
kalmaz." dedikleri ifade edilmiştir.
İmam Mâlik, Nâfi'
aracılığıyla İbn Ömer'den:"Adam karısını boşadı da, kadın üçüncü hayzını
görmeye başladı mı, artık ondan ayn düşmüş olur. Birbirlerine varis
olamazlar." dediğini rivayet eder.
Yine İmam Mâlik'in
bildirdiğine göre. Kasım b. Muhammed, Salim b. Abdillah, Ebu Bekr b.
Abdirrahman, Süleyman b. Yesâr ve İbn Şihâb şöyle derlerdi:"Boşanmış
kadın, üçüncü hayzını görmeye başladı mı, artık iddetini tamamlamış olur ve
aralannda miras cereyan etmez. "[281]
İmam Mâlik'ten Şafiî'nin dışındaki diğer râviler "Artık kocanın ona rücû
etme hakkı kalmaz." ifadesini ilâve etmişlerdir. İmam Mâlik sonra:
"Memleketimizdeki ilim ehlini üzerinde bulduğum şey de işte budur."
demiştir.
İmam Şâfü şöyle der:
Âyette geçen "kar"' dan maksadın "tuhr" yani temizlik
süresi olması uzak bir durum değildir. Nitekim Hz. Âişe de böyle demiştir.
Kadınlar bu konuda daha bilgilidirler. Çünkü bu haller onlarda bulunur,
erkeklerde bulunmaz. Hayız mânasına da gelebilir. Bu durumda üç hayız
gördüğünde artık evlenmek için helâl olur. Biz, Allah'ın kitabında
"gusletmesi" yani hayızdan sonra yıkanması şartı için bir mâna göremiyoruz.
Siz iki görüşten birisine kail olmuyorsunuz: Yani, "kar"1 dan maksat
"hayız" dır diyenler, "Koca, boşadığı karısı üçüncü hayzmdan
yıkamncaya kadar rücû edebilir." diyorlar. Nitekim Hz. Ali, fbn Mes'ûd,
Ebu Musa böyle söylemişlerdir. Hz. Ömer'in görüşü de öyledir, İmam Şafiî şöyle
devarn ediyor: "Onlara yani Iraklılara:"Siz, ne görüşünü rivayet edip
onunla ihticacta bulunduğunuz kimselerin görüşlerini, ne de seleften bildiğimiz
birisinin görüşünü almadınız?" denilse, onlar: "Biz onlara
nerede muhalefet ettik?" deseler,
şöyle deriz: "Onlar "...yıkanıncaya ve kendisine namaz helâl oluncaya
kadar..." dediler; siz ise :"Yıkanma hususunda ihmal etse de,
üzerinden namaz vakti geçse, yıkanmasa da, kendisine namaz helâl olmasa da
artık (nikâh için} helâl olur." dediniz. İmam Şafiî'nin sözü bitti.[282]
"Kar' "
kelimesinin dilde "tuhr" anlamına geldiğine el-A'şâ'nın şu beyti de
delâlet emektedir:
"Senin için her
sene bir savaş vardır'. Onun için sabrını, metanetini toplar ve onu
üstlenirsin. Karılarının temizlik süreleri içinde onlardan ayrı düşmen
dolayısıyla karşılaştığın sıkıntılara karşılık, o savaştan mal ve şeref ile
dönersin."[283]
Beyitte geçen
"kuru"' kelimesinden maksat, "tuhr" yani temizlik
dönemleridir. Çünkü o, savaş sırasında kanlarının temizlik sürelerini kaçırmış
ve savaşı onlar üzerine tercih etmiştir.
Sonra "tuhr"
vücuda gelme bakımından hayızdan daha öncşdir; dolayısıyla o, isme daha
lâyıktır.
Sizinle tartışmamızın birinci
noktası bitmiş oldu. [284]
İkinci noktaya yani
sizin serdettiginiz delillere karşı cevap vermeye gelince, buna da kısa ve
detaylı olmak üzere iki cevap vereceğiz:
Kısa cevabımız şöyle
olacaktır: Biz diyoruz ki. Üzerine Kur'an nazil olan kimse, aynı zamanda onun
tefsirini de en iyi bilen, kelamın sahibinin ondan ne murad ettiğini en iyi
anlayan kimsedir. Hz. Peygamber (s.a.) Yüce Allah'ın göz önünde bulundurarak
kadınların boşanmasını istediği iddetten maksadın "tuhr" olduğunu
açıklamıştır. Dolayısıyla ondan sonra artık ona muhalif olan bir şeye iltifat
etmenin bir anlamı yoktur; hatta onun bu tefsirine muhalif olan her türlü
tefsir ve yorum batıldır.
Ümmet içerisinde bu
meseleyi en iyi bilenler Hz. Peygamber'in (s.a.) zevceleri, onlar içerisinde de
Hz. Âişe'dir. Çünkü bu konu kadınlara havale edilmiş bir konudur. Yüce Allah
onların hayız, gebelik gibi konulardaki sözlerini makbul saymıştır. Çünkü bu
gibi konular, ancak onlar tarafından bilinebilir. Dolayısıyla bu konuda onların
en bilgili olduğu ortadadır. Şimdi böyle bir konuda Hz. Âişe : "Kar'dan
maksat "tuhr"
dur." demişse onu kabul etmek gerekecektir: Şâirin de dediği gibimi
"Hazâmı bir söz söylemiştir; 'onu
tasdik ediniz.
Zira söz, Hazâmî'nin
sözüdür."[285]
Detaylı cevabımıza
gelince, bu noktada sizin serdettiginiz her delili teker teker ele alacak ve
özel olarak cevap vereceğiz:
"Ayetteki
"kar"1 dan maksat ya sadece tuhurdur, ya sadece hayızdır, ya da her
ikisidir..." şeklindeki sözünüzü ele alalım:
Biz buna cevap olarak:
Maksat sadece tuhurdur; diyoruz.Daha önce zikrettiğimiz deliller bunu
gerektirmektedir. "Nass, üç şeyi gerektirmektedir..." şeklindeki
sözünüze gelince buna da iki cevabımız olacaktır:
Birincisi: Bize göre
temizlik süresinin geri kalan kısmı tam bir "kar'"dır. Dolayısıyla da
kadın tam üç tuhrla iddetini beklemiş olacaktır.
İkincisi: Araplar, iki
ve üçten de bir kısım üzerine çoğul sığasını kullanmaktadırlar. Nitekim
"Hac belli aylardır."[286]
âyetinde "eşhur" kelimesi görüldüğü üzere çoğul olarak
kullanılmıştır. Halbuki hac mevsimi Şevval ve Zilkâde'de ayları ile
Zilhicce'den de on ya da dokuz veyahut da on üç günden ibarettir. Eğer bu
kullanılış şekli onların dillerinde bilinen bir şey ise ve ona delâlet eden
delil de bulunuyorsa, onu kabul etmek gerekecektir.
"Kar"'
kelimesinin "hayız" hakkında kullanılması, "tuhr" hakkında
kullanılmasından daha açıktır." şeklindeki sözünüze biz de aksini
söyleyerek cevap veriyoruz.
'Tefsir ve lügat
âlimleri, bu kelimeyi önce hayız ile tefsir ediyorlar, ondan sonra da
"denildi ki", "denilir ki", "falan der ki"
şeklindeki ifadelerle 'Tuhr mânasına da kullanılır." ya da "O aynı zamanda
tuhr anlamındadır." şeklinde sözlerini ilâve ediyorlar..." şeklindeki
ifadenize gelince , buna cevabımız şöyle olacaktır:
Lügat âlimleri, bu
kelimenin iki şeye (müsemmâ) ad olduğunu belirtiyorlar ve bu kelimenin her iki
mâna için de kullanıldığını tasrih ediyorlar. İçlerinden bir kısmı, bu
kelimenin "hayız" anlamında daha açık olduğunu; diğer bir kısmı da
"tuhr" anlamında daha. açık olduğunu kabul etmişlerdir. Kimisi de her
iki mâna hakkında kullanıldığını mutlak olarak zikretmiş ve birini diğerine tercih
yoluna gitmemişlerdir. Cevheri, "hayız" anlamım tercih etmiştir. İmam
Şafiî ise, —kendisi aynı zamanda lügatte de otoritedir—, onun "tuhr" anlamına
geldiğini tercih etmiştir. Ebu Ubeyd: " el-Kar'" hem hayız hem de
tuhr için kullanılması doğru olur." der. Zeccâc: "Kendisine
güvendiğim birisi, Yûnus'tan "kar"' kelimesinin, ona göre hem hayız
hem de tuhr için kullanılabileceğini ifade ettiğini bana haber verdi."
demiştir. Ebu'1-Amr b. Ala ise şöyle demiştir: "el-Kar"T; vakit
demektir. Bu kelime hem hayız için hem tuhur için kullanılabilir."
Bu zikrettiklerimiz,
lügat âlimlerinin ifadeleri olduğuna göre, bir genellemeye giderek, dilcilere
göre "kar'"dan maksat hayızdır; şeklinde bir demlendirmeye nasıl
gidilebilir?
"Tuhr vakitleri
'kar'" olarak isimlendirilir." diyenler, bununla sadece iki tarafında
kan (hayız) bulunan tuhr (temizlik) vakitlerini kasdetmiş olmaktadırlar. Yoksa,
henüz ay hali görmeyen ve ay halinden kesilen (âyise) kadınların temizlik
sürelerine "kar"' tabiri kullanılmaz ve bu kadınlar, bütün
lügatçilerin ittifakıyla "zevât-ı kuru1" tabirinin kapsamına
girmez." şeklindeki sözünüze iki cevabımız olacaktır:
Birincisi: Bu görüşü
kabul etmiyoruz. Aksine henüz hayız görmeyen küçük bir zevce boşanmış olsa ve
sonra hayız görse, bu durumda olan bir zevce — bizde daha sahih olan vecihe
göre — içerisinde boşanmış olduğu temizlik halini bir "kar"1 olarak
sayar. Çünkü bu akabinde hayız bulunan bir tuhr yani temizlik süresidir;
dolayısıyla Öncesinde hayız hali olması durumunda olduğu gibi burada da bir
"kar"1 olur.
İkincisi: Biz sizin bu
iddianızı kabul etsek bile, bu tuhra iki tarafı da kan ile ortalanmadıkça
"kar"' adı verilmeyeceğine delâlet eder ve biz de aynı şeyi
söylüyoruz ve: "Tuhr'un "kar"' diye isimlendirilmesi için kan
şarttır." diyoruz. Bu şart, onun isim verildiği şeyin (müsemmânın) hayız
olduğuna delâlet etmez. Nitekim Arapça'da "ke's"e bardak, kâse
denilmesi için içilecek şeyle dolu olması şartı vardır. Bu şart
"ke's" kelimesinin isim verildiği şeyin içilecek şey olmasını
gerektirmez, o cam ya da benzeri bir şeydir. Yine "mâide = sofra"
kelimesi de aynıdır, bu kelimenin kullanılması için masanın üzerinde mutlaka
yemek olması gerekir. Eğer yemek yoksa o sofra değil, masadır. Yine "kuz =
testi" kelimesi de böyledir. Bu ismin verilmesi için kulplu olması şartı
vardır. Yoksa o şeye, "kûb" adı verilir. Yine kamışa kalem
denilebilmesi için ucunun açılmış ve uygun tarzda kesilmiş olması şartı vardır;
aksi takdirde ona kalem değil, kamış vb. denir. "Hatem = yüzük,
mühür" kelimesinin kullanılabilmesi için, o şeyin bizzat kendisinden ya da
başka bir madenden kaşımn bulunması şartı vardır; böyle olmadığı takdirde ona
"fetha = kaşsız yüzük" adı verilir, "hatem"
denilmez."Ferve = kürk" denilmesi için, o şeyin tüylü olması lazımdır,
aksi takdirde ona "cild = deri" adı verilir. "Rita = car"
denilmesi için Örtünün tek
parçadan oluşması gerekir. Eğer iki parçadan oluşursa ona "mülâe"
(çarşaf) denilir. Giyilecek şeye "hülle" denilebilmesi için,
"izâr" ve "ridâ" adı verilen iki parçadan oluşması gerekir;
aksi takdirde "sevb" adı verilir. "Erîke" isminin
kullanılabilmesi için, o şeyin üzerinde bir otağın bulunması gerekir; aksi
takdirde "serîr" kelimesi kullanılır. Develere "latîme"
tabir edilebilmesi için, yüklerinin güzel koku olması şartı vardır; aksi
halde yük taşıyan develere
'"îr" = kervan" tabir edilir. "Nefak = tünel" kelimesinin kullanılması için
mutlaka bir çıkış yerinin bulunması gerekir; aksi takdirde "sereb"
kelimesi kullanılır. Yün için '"ihn" kelimesinin
kullanılabilmesi boyanmış olması
şartına bağlıdır. "Hıdr = bürgü" kadını bürüyen şeyin adıdır; aksi
takdirde "sitr = örtü" kelimesi kullanılır. "Mihcen =
baston" denilebilmesi için, değneğin baş tarafının bükülmüş olması
gerekir. Yoksa "asa" kelimesi, kullanılır. Kuyu için
"rakiyye" kelimesinin kullanılabilmesi için içinde su bulunması şartı
vardır. "Vekûd" kelimesinin "hatab = odun" hakkında kullanılabilmesi için içerisinde ateş olması lazımdır; yoksa ona
"hatab = odun" denilir. Rutubetli olmadıkça toprağa "sera"
denilmez "turâb" denilir. Mektup için bir memleketten başka memlekete
taşmmadıkça "muğalğala" kelimesi kullanılmaz, "risale"
denilir. Toprağı ziraate hazır hale getirmedikçe "karâh" tabiri
kullanılmaz. Kölenin kaçışma; açlık,
korku ve aşırı yorgunluk gibi bir sebepten ötürü olmadığı zaman ancak
"ibâk" kelimesi kullanılır; böyle bir sebepten dolayı kaçmışsa, ona
"âbık" değil "herûb" adı verilir."Rudâb"
kelimesi, tükrük hakkında ancak ağızda iken kullanılır, ağızdan çıktıktan sonra
onun adı artık "busâk" tır. Cesur kimseye, silahtan şikâyetçi olduğu
zaman ancak "kemiyy = bahâdır" denilir; aksi takdirde ona "batal
= kahraman" adı verilir. Cesur kimseye "batal" adı verilmesinin
iki izahı vardır: Birincisi: Onun şecaat ve cesareti hasmını, onun darbe ve
tarruzunu iptal eder; o yüzden ona "batal" denilmiştir, ikincisi:
Onun yanında cesur kimselerin cesaretleri kırılır ( bâtıl olur). Ona bu yüzden
"batal" denilmiştir. Bu durumda birinci izaha göre "batal"
kelimesi "faal" vezninde
ism-i fail, ikinci izaha göre de ism-i mefûl olmaktadır. Kıyasa uygun olanı da
budur. Yine deveye, üzerinde su taşımadıkça "râviye" adı verilmez.
Tabağa "mihdâ" denilebilmesi için, üzerinde, hediye olması şartı
vardır. Kadına "zaîne" denilebilmesi için hevdec (deve iüzerindeki
çadır) içerisinde olması şartı bulunmaktadır. Aslında bu böyledir; bununla
birlikte kadına, hevdec içerisinde olmadan da
"zaîne" denildiği olmaktadır.
Nitekim hadiste, bu
mânada kullanılmıştır.[287]
"Kova = seci" kelimesinin kullanılabilmesi için,
içerisinde o anda suyun bulunması gereği
vardır; yoksa ona "delv" kelimesi kullanılır. Kova tam dolmadıkça
"zenûb" kelimesi de kullanılmaz. Henüz üzerinde ölü bulunmadıkça
"serîr" e "na'ş" kelimesi kullanılmaz. Kemik üzerinde et
bulunmadıkça ona "ark" tabir edilmez. İp üzerinde boncuk dizili olmadıkça
"simt" denilmez. İki ya da daha fazlası bir araya getirilmedikçe ip
için "karane" fiili kullanılmaz. Bir topluluk tek bir mecliste ya da
aynı yolculukta bir araya gelmedikçe "rifka" adı almaz.
Birbirlerinden ayrıldıkları zaman bu isim ortadan, kalkar, fakat "reiîk =
arkadaş" ismi devam eder. Taşa "radf1 ismi verilebilmesi için, ateş
ya da güneşte iyice kızmış olması gerekir. Güneşe "gazale" ismi
sadece günün tam yükseldiği anda verilir. Elbiseye "mitraf' denilebilmesi için
iki tarafında da alem (süs) bulunması şarttır. Meclise "nâdî"
denilebilmesi için, üyelerinin orada hazır bulunması gerekir. Kadına, anne -
baba evinde kalmadıkça "atik" denilmez. Tuzlu suya "ücâc"
denilebilmesi için, tuzluluğu yanında acı da olması şartı vardır. Yürümeye
"ihtâ"' kelimesinin kullanılabilmesi için aynı zamanda korkulu da
olması gerekir. Ata "muhaccel" denilmesi için, ayaklaıının hepsindcya
da çoğunda beyazlık olması şartı vardır. Eğer araştıracak olsak bu uzun bir
konudur. Aynı şekilde "tuhr" için de, önünde ve sonrasında kan
olmadıkça "kar"' tabiri kullanılmaz. Şimdi ondan maksadın hayız
olduğuna delâlet bunun neresinde bulunuyor?!
"Kar' kelimesi
şeriat lisanında sadece "hayız" anlamında kullanılmıştır..."
şeklindeki sözünüze gelince; biz, değil sadece o mânaya geldiğini kabul etmek,
şeriat lisanında "hayız" anlamına asla kullanılmadığı kanatindeyiz.
Hz. Peygamber özürlü kadın için: "Kar* günlerinde namazı bırak!"
buyurmuştur. îmam Şafiî, Harmele'nin kitabında nakledildiğine göre bu hadiste
kullanılan "kar"' kelimesinin ne mânaya geldiği hakkında sizin
itirazınıza da cevap olacak şekilde gayet güzel açıklamada bulunmuştur. İşte
tam metnini arzediyoruz: "İbrahim b. İsmail b. Ulye, "kar"' m
hayız mânasında olduğunu sanmış ve Süfyân — Eyyûb — Süleyman b. Yesâr — Ürnmü
Seleme senediyle gelen Hz. Peygamber'in (s.a.) özürlü bir kadın hakkında
"Kar*" günlerinde namazım terkedersin." buyruğunu delil olarak
kullanmıştır. Süfy;in asla böyle bir rivâyette bulunmamıştır. Süfyân'm, Eyyüb —
Süleyman b. Yesâr — Ümmü Seleme senediyle rivayet ettiği şey sadece şudur: Hz.
Peygamber (s.a.): "Hayız gördüğü gün ve geceler adedince " veya
"kar' günlerinde namazını terkeder." buyurmuştur. Buradaki şüphe
Eyyûb'dan kaynaklanmaktadır. O râvinin bunu mu, yoksa öbürünü mü dediğini
bilmemektedir ve onun bu rivayetini kendi dilediği tarafa doğru çekmiştir
ve hadisin öyle olduğunu rivayet
etmiştir. Bu doğru bir şey değildir. Bize İmam Mâlik, Nâfi' — Süleyman b. Yâsir
— Ümmü Seleme senediyle haber vermiştir: Hz. Peygamber (s.a.): "Kendisine
isabet eden özürden önce, bir ayda görmekte olduğu hayız gün ve geceleri
adedine baksın, sonra (o günler sayısınca) namazını terk etsin, sonra yıkansın
ve namazını kılsın." buyurmuştur[288]
Nâfi', Süleyman'dan rivayetinde, hıfzı bakımından Eyyûb'dan daha sağlamdır ve
o, Eyyûb'un rivayet ettiği iki mânadan da birisinin benzerini demektedir."
Şafiî'nin sözü burada bitti.
Yüce Allah'ın:
"Onlara, Allah'ın rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri helâl
olmaz."[289] buyruğunu delil olarak
kullanıp, rahimde yaratılan şeyin ya hayız, ya çocuk ya da her ikisi olduğunu
ifade etmelerine gelince,
kuşkusuz hayız, burada
zikredilen şeyin içerisine dahil bulunmaktadır. Ancak o şeyi gizlemenin haram
olması, âyette zikri geçen "kuru"' kelimesinden maksadın,
"hayız" olduğuna delâlet etme;:. Çünkü "kuru"' dan maksat,
eğer tuhr yani temizlik vakitleri olursa, kadının iddeti dördüncü veya üçüncü
hayzma başlar başlamaz bitecektir. Kadın nafaka ya da daha başka amaçlarla,
iddetinin bittiğini saklamak istediğinde "Ben hayızımı görmedim ki, iddetim
bitsin!" diyecektir. Halbuki, söylediği yalandır, hayızını görmeye
başlamış ve iddeti sona ermiştir. Bu durumda âyetin "kuru"'
kelimesinden maksadın "temizlik süreleri - tuhur vakitleri" olduğuna
delâleti daha açık olmaktadır. Biz burada göıüşümüze delâlet bulunduğuna kanaat
ediyoruz, ama siz ille de istidlalde bulunmamızı isterseniz, istidlal şekli
bizim için daha da açık olmaktadır. Çünkü müfessirlerin çoğu "rahimde
yaratılan şey" den maksadın hayız ve doğum olduğunu söylemişlerdir. İddet,
doğum halinde çocuğun zuhuru ile tamamlandığına göre, aynı şekilde hayzm da
gözükmesiyle bitmiş olmalıdır. Her ikisinin de kadınla ilgili olması bakımından
hükümde eşit tutulmaları bunu gerektirir.
"Kadınlarınız
içinde ay hali görmekten kesilenler ile henüz ay hali görmemiş olanların
iddetleri hususunda şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların iddet beklemesi üç
aydır."[290] âyetinde her bir ay, bir
hayız karşılığında tutulmuştur." şeklindeki istidlalinize gelince, bu
"kar"' dan maksadın "hayız" olduğunda sarih değildir. Bu
âyet, nihayet hayızdan ümidin kesilmesinin ay ile iddet beklemek için şart
olduğunu, dolayısıyla hayız gördüğü sürece ay halinden kesilen (âyise) kadının
iddeti gibi iddet bekleyemeyeceğini bildirmektedir. Bize göre tuhrdan ibaret
olan "kar"',
ancak hayız ile birlikte bulunur ve onsuz kar' tabiri kullanılmaz. Dolayısıyla,
onun hayız olduğu da nereden gerekecektir?! Hz. Aişe'nin rivayet
ettiği:"Cariyenin talâkı iki boşamadır, iddeti de iki hayızdır."[291]
şeklindeki hadisle istidlalinize gelince; bu, öyle bir hadistir ki, eğer onun
gibi bir hadisi siz değil de biz delil olarak kullanacak olsaydık, onu asla
bizden kabul etmezdiniz. Çünkü o zayıf ve illetli bulunan bir hadistir. Onun
hakkında Tirmizî: "Garîbdir ve onu sadece Müzahir b. Eslem'in hadisleri
meyanından öğreniyoruz. Müzahir ilim âleminde bu hadisten başka bir yolla
bilinmez." demiştir. Bu Müzahir b. Eşlem hakkında, Ebu Hatim er-Râzî:
"Onun hadisleri münkerdir."; Yahya b. Maîn: "O bir şey değil;
kaldı ki bilinen bilisi de değildir." demişlerdir. Aynı şekilde onu Ebu
Âsim da zayıf bulmuştur. Ebu Davud: "Bu meçhul bir râvinin
hadisidir." derken, Hattâbî: "Hadisçiler, bu hadisi zayıf
bulmuşlardır." demiştir. Beyhakî: "Eğer sabit olsaydı, gereğiyle
hükmederdik; ne var ki, biz adaleti mechûl olan bir râvinin rivayet ettiği
hadisi sabit kabul edemeyiz." demiştir. Dârakutnî: "Kâsım'dan sahih
olarak gelen bunun aksidir." demiş ve sonra Zeyd b. Eslem'den şöyle
rivayet etmiştir: "Kâsım'a cariyenin kaç talâkla boşanacağı soruldu, o:
"Onun talâkı ikidir, iddeti de iki hayızdır." diye cevap verdi.
Kendisine: "Bu konuda Hz. Peygamber'den sana bir şey ulaştı mı?" diye
soruldu. Buna da: "Hayır!" diye cevap verdi.[292]
Buhârî, Tarih'inde, Müzahir b. Eşlem — Kasım — Âişe senediyle merfû' olarak:
"Cariyenin talâkı ikidir, iddeti de iki hayızdır." buyurulduğunu
rivayet eder. Ebu Âsim şöyle der: Bana İbn Cüreyc Muzâhir'den haber verdi:
Sonra Müzahirle karşılaştım, onu bize rivayet etti. Ebu Âsim, Muzâhir'in zayıf
olduğunu söylerdi. Yahya b. Süleyman, İbn Vehb'den nakleder: Bana Üsâme b. Zeyd
b. Eşlem haber verdi: O babasının yanında otururken, emîrin elçisi ona gelmiş
ve: "Emir sana, cariyenin iddeti ne kadardır? diye soruyor." demiş.
Babası: "Cariyenin iddeti iki hayızdır, hür kocanın cariyeyi boşaması üç
talâkladır, köle kocanın hür kadını boşaması iki talâkladır, hür kadının iddeti
üç hayızdır." demiş. Sonra haberciye: "Nereye gidiyorsun?" diye
sormuş, o da "Bana Kasım b. Muhammed ile Salim b. Abdillah'a da sormamı
emretti." demiş. O da Allah adına yemin verdirerek geri gelmesini ve
onların ne dediklerini kendisine bildirmesini söylemiş. Haberci gitmiş ve
babama geri dönmüş ve ona, onların da aynen kendi söylediği gibi haber
verdiklerini ve: "Ona söyle! Bu ne Allah'ın kitabında ne de Rasûlü'nün
(s.a.) sünnetinde yoktur; ancak müslümanlar bununla amel
edegelmişlerdir." dediklerini
bildirmiş.
Ebu'l-Kâsım b. Asâkir,
el-Etrâf ında: "Bundan da anlaşılıyûfl ki, merfû hadis mahfuz
değildir." demiştir.
"Cariyenin talâkı
ikidir, iddeti ise iki hayızdır." şeklindeki merfû İbn Ömer hadisine
gelince, bu Atiyye b. Sa'd el-Avfi'nin rivayetinden olmaktadır. Onu birçok
hadis imamı zayıf bulmuşlardır. Dârakutnî: "İbn Ömer'den sahih olan, Salim
ve Nâfi'in ondan rivayet ettikleridir." demiş ve Salim ve Nâfi'den:
"İbn Ömer: 'Köle kocanın hür kadını boşaması iki talâkladır; iddeti ise üç
kar'dır, hür kocanın câriye karısını boşaması ise iki talâkladır; iddeti ise
cariye iddeti yani iki hayızdır.'[293]
demiştir." diye nakletmiştir.
İbn Ömer'den
sabit olan görüşün,
kar' dan maksadın tuhr olduğunda şüphe yoktur.
îmam Şafiî, Mâlik —
Nâfi' senediyle İbn Ömer'in: "Adam karısını boşadığı zaman, üçüncü hayzımn
kanını görmeye başladı mı, artık kocasından ayrı düşmüş olur, birbirlerine
vâris olamazlar." dediğini naklederi[294]
Bu hadis, İbn Ömer ile
Hz. Âişe arasında dönüp dolaşmaktadır. Bu ikisinin de konu hakkındaki görüşleri
kesin olarak, "kar"1 dan maksadın tuhr olduğu şeklindedir. Kendi
bilgileri dahilinde Hz. Peygamber'den (s.a.) bunun aksine hadisin bulunduğu ve
onların hadis doğrultusunda düşünmemeleri nasıl tasavvur edilebilir?
Bizzat bu cevap , aynı
zamanda da Hz. Âişe'den nakledilen "Berîre'ye üç hayız iddet beklemesi
emredildi..." şeklindeki hadisle istidlale de cevap olmaktadır. Ayrıca
şunu da ilâve edelim: Bu hadis üç lâfızla rivayet edilmiştir: a) "îddet beklemesi
emredildi." b) "Hür kadının iddeti gibi iddet beklemesi
emredildi." c) "Üç hayız iddet beklemesi emredildi." Muhtemelen
"Üç hayız iddet beklemesi emredildi." şeklinde rivayet eden kimsenin
bu rivayeti mâna ile rivayet edilmiş olmalıdır. Hz. Âişe'nin bilgisi dahilinde
böyle bir hadisin bulunması ve ondan sonra da kalkıp onun "kar"1 dan
maksat tuhrdur; demesi şaşılacak bir şeydir. Bundan daha da hayret verici olan
bir diğer husus, bu hadisin hepsi de hadis imamlarından oluşan meşhur bir
senedle rivayet edilmiş olması, buna rağmen ne Sahih sahipleri, ne Müsned
sahipleri, ne de ahkâm hadislerini- toplayan zevat tarafından kitaplarına
alınmaması ve dört imamdan hiçbirisi tarafından kullanılmamasıdır. Bu hadisi
kullanmak mecburiyetinde olan kimse, özellikle de böyle güneş gibi meşhur bir
senedle olan bu hadis karşısında onu tahric etmeksizin nasıl sabır
gösterirdi?! Hiç şüphe yoktur kt,
Berîre'ye iddet beklemesi emredilmiştir ve bu doğrudur. Ancak onun üç hayızla
iddet beklemesi konusuna gelince, eğer bu sahih olsaydı, biz asla başka bir
görüşe gitmezdik ve derhal onu kabule koşardık.
îstibrâ ile iddet
arasında münasebet kurarak yaptığınız istidlalinize gelince; hiç kuşkusuz
istibrânın bir hayızla olduğu doğrudur. Bu sarih nassın zahiri
olmaktadır/Câriye tuhr ile istibrâda bulunur." diye iddiaya kalkışmanın
bir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir zorlama, Allah Rasûlü'nün (s.a.) nassının
aksi olmaktadır. Aynca İmam Şafiî'nin sahih kavline, ümmetin büyük çoğunluğunun
görüşlerine ters düşer. Burada yapılacak iş, iki konuyu birbirinden ayırmaktır.
Biz diyoruz ki:" Daha önce de geçtiği gibi aralarında fark vardır. İddet,
kocanın hakkının yerine getirilmesi için vacib olmuştur; dolayısıyla da kendi
hakkının . bulunduğu zamanlara tahsis edilmiştir ki, bu zamanlar da tuhr yani
temizlik zamanlarıdır. Yine iddet, tekerrür eder ve ortasında hayzm da
bulunmasıyla rahmin temizliği bilinmiş olur. İstibrâ ise böyle değildir."
Eğer "kar"1,
tuhr yani temizlik süresi olsaydı, bu durumda, birinci kar' yani temizlik
süresinin bir delâleti bulunmazdı. Çünkü, eğer temizlik süresi içerisinde
cimada bulunmuş ve sonra boşamışsa ve kadın daha sonra hayız görmüşse, bu
durumda, "kar1" dan maksadın tuhr (temizlik süresi) olduğu görüşünde
olanlara göre, sözkonusu temizlik süresinin de sayılması gerekir. Bu temizlik
süresinin, rahmin temizliğine delâlet etmeyeceği ise malûmdur." şeklindeki
sözünüzün cevabına ise kısaca şöyle diyeceğiz:
Kadın tam iki tuhrdan sonra temizlenmiş olunca,
birincinin de diğer ikisine eklenmiş
olarak delâleti sahih olacaktır.
"Deliller,
alametler, sınır ve gayeler, ancak diğerlerinden temayüz eden açık şeylerle
husule gelir. Kadının temizliği, aslî konumudur..." şeklindeki sözünüze
gelince, cevaben şöyle diyoruz: Tuhrun her iki tarafının da kan olması
durumunda, öyle olmaktadır. Ne önünde ne de sonunda kan olmaması durumunda ise,
ona asla itibar edilmemekte ve "kar*" ismi kullanılmamaktadır.
Şu hususlar da bizim
görüşümüzü teyid etmektedir: "Kar"' cem etmek, toplamak demektir;
dolayısıyla bu kelimenin tuhr zamanı için kullanılmış olması daha uygundur.
Çünkü tuhr anında kan rahimde toplanmaktadır ve ancak toplandıktan sonra dışarı çıkmaktadır. Bir
diğer husus da ifadesinde üç
sayısının sonuna giren yuvarlak tâ harfidir. Sayıların sonundaki bu tâ, sayılan
şeyin müzekker olduğunu gösterir. Bu da "kar"' dan maksadın müzekker
bir kelime olduğuna delâlet eder
ki, bu da "tuhr" dur. Eğer "kar"' dan maksat
"hayız" olsaydı, o zaman sayının tâ'sız gelmesi gerekirdi; çünkü
hayız kelimesinin tekili
şeklinde tâ'lıdır (müennestir). [295]
Bu arzettiklerimiz, bu görüş
sahiplerinin gerek kendi delilleri ve gerekse karşı delillere verdikleri
cevaplan olmaktadır. Bu konu, iki taraf arasında orta yolu bulma imkanı olmayan
bir konudur. Çünkü iki görüş arasında orta bir görüş bulunmamaktadır.
Dolayısıyla mutlaka iki taraftan birisinin görüşüne meyletmek gerekmektedir.
Biz bu meselede, "Kar'dan maksat "hayız"dır." görüşündeki
ileri gelen sahabîlerle onların doğrultusunda görüş beyan eden kimselerin
tarafını tutuyoruz. Bu görüşün isabetli olduğuna dair delillerin serdi daha
önce geçmişti.Biz burada, tercihte bulunduğumuz şeyin iyice ortaya çıkması
için, karşı görüşte olanlann karşı delillerine cevaplar vermek istiyoruz ve
tevfiki yalnız Allah'tan bilerek diyoruz ki: [296]
"Ey Peygamber!
Kadınları boşayacağınız zaman, iddetleri içerisinde boşayın."[297]
âyetiyle istidlalinizi ele alalım: Bu âyetin sizin aleyhinize bir delil olması,
lehinize delil olmasından daha yakındır. Çünkü bundan maksat, zarurî olarak
kadının iddetten önce boşanmasıdır. Aksi takdirde âyetin, iddet içerisinde
talâk verilmesi mânasına hamledilmesi mümkün değildir. Çünkü bu —her ne kadar
lâm harfi, fî harfi mânasında zarfiyet mânası da içerebiliyorsa da— mâna
bakımından sakattır. Zira talâkın iddet içerisinde verilmiş olması mümkün
değildir, çünkü, talâk iddetin sebebi olmaktadır; sebep ise hükümden önce
bulunur. Bu anlaşıldı ise, diyoruz ki: "Kar1 dan maksat hayızdır."
diyenler, âyetle amel etmişlerdir ve iddetten önce boşamış olmaktadırlar.
Eğer, "Tuhr"
dur diyenler — iddet talâkın arkasından geleceği için — iddetten önce boşamış
olurlar." derseniz; bu takdirde, sizin âyeti delil olarak kullanmanız
batıl olacaktır ve âyetten muradın iddet içinde değil, iddet öncesinde verilmiş
talâk olduğu sahih olacaktır. Her iki durumun da âyetle murad edilmiş olması
sahihtir. Ancak hayızın murad edilmiş olması daha ağır basmaktadır. Şöyle ki;
"iddet" kelimesi, sayılan hesaba katılan şey mânasına "fi'let"
kalıbmdadır. Çünkü iddet sayılır, hesap edilir.
Nitekim âyette de "...ve iddeti sayınız."[298] buyrulmuştur.
Hayızdan önce bulunan tuhr hesaba katılan ve sayılan
şeylerdendir; dolayısıyla o iddettendir.
Bizim burada sözünü ettiğimin şey bu değildir, Sözkonusu olan şey bir başka husustur ki o da, (tuhrun) âyette
geçen "üç kuru"1 ifadesine girip girmeyeceğidir. Eğer nass: şeklinde olsaydı,* o zarnan
ilgisi olurdu. Burada iki husus vardır: Birincisi:
İkincisi de: âyetidir. Hiç şüphe yoktur ki bir kimse dediği zaman,
bu emre
muhatap olan kimse,
o şeyi ancak
üç gün gelmeden önce
yaptığı zaman eriıre
uymuş olur. Yine
aynı şekilde:
diyen kimsenin bu sözü de, o şeyi üç günün geçmesinden sonra yapması durumunda
doğru olur Bu zarfiyet bildiren harfinin aksi olmaktadır. Çünkü
bir kimse: dediği zaman, fiil bizzat üç günün içerisinde vuku bulmuş olur. Burada güzel bir nükte (incelik) vardır. Şöyle ki, onlar:
demektedirler ve ne vakit zamanın
geçtiğini ya da^ karşılanmasını istiyorlarsa "lam" harfini kullanıyorlar ve ne zaman da,
fiilin o zaman içerisinde (zarfiyet) vukuunu murad ediyorlarsa, o takdirde de
"fî" harfini kullanıyorlar. İncelik surda: Onlar zamanın geçmesini ya
da karşılanmasını istedikleri zamanda, telaffuz ettikleri adedin geçen ya da
gelecek günlere aid olduğuna (ihtisas) delâlet eden "lâm" harfini
getiriyorlar; eğer fiilin bizzat o zaman içerisinde vukuunu murad ediyorlarsa,
o takdirde de, zarfiyete has olan harfi yani "fî" harfini
kullanıyorlar. Bu izah, pek çok dil bilgininin "Lâm harfi: sözlerinde ve
âyetinde "önce" manasınadır; aynı şekilde "sonra" mânasına
da gelir: ifadelerinde olduğu gibi. Yine "fî" manasına zarfiyet
anlamında kullanlır:
âyetlennde[299] bu
anlamda kullanılmıştır." şeklindeki sözlerinden daha iyidir. Derinlemesine
ele aldığımızda görüyoruz ki, lâm harfi, mezkûr vakitlere aidiyeti bildirmek
için asıl mânası olan "ihtisas" anlamı üzerindedir. Onlar; fiili, ona
olan aidiyetinden ötürü, sanki o ona aitmiş gibi, zikredilen damana ait
kılmaktadırlar. Düşün!
Diğer bir fark:
"Lâm" harfi kullanıldığında, ondan sonra zikredilen
zaman mutlaka ya mazî (geçmiş) ya da
gelecek olmaktadır. "Fî" harfi kullanıldığında ise, bu durumda,
mecrûru olan zaman, mutlaka fiil ile bitişik, aynı zamandır. Arapça kaideleri
bakımından eğer bu anlaşıldı ise, diyoruz ki Hidâyetinin
mânası "Onları iddetlerini
karşılayarak
boşaymız." demektir, iddetleri içerisinde boşaymız mânasına değildir.
Kadınların karşılanarak boşamlacağı iddet, talâktan sonra
olacağına göre,
talâktan sonra karşılanacak olan bu şey mutlaka hayız olacaktır.Çünkü tuhr
halinde olan kimse yine onu karşılayacak değildir; zira zaten içerisindedir.
Dolayısıyla kadın, şu anda içerisinde bulunduğu halinden sonra olacak olan
hayız halini karşılayacaktır. Dil bakımından da, aklen ve örfen de anlaşılan
budur. Çünkü afiyet, emniyet ve kelebçe içerisinde olan kimseler hakkında
" O afiyet bekliyor."; "O emniyet bekliyor."; "O
kelebçelenmeyi bekliyor." denilmez. Bu gibi ifadelerden, örfen ve dil
bakımından akla gelen şey, bir hal üzere bulunan bir kimsenin, o halin zıddını
bekliyor olmasıdır. Bu o kadar açıktır ki, örneklerini çoğaltmaya gerek
duymuyoruz.
Soru: Buna göre, hayız
halinde iken karısını boşayan kimse, "kar"' dan maksadın tuhr
olduğunu söyleyenlere göre, iddeti karşılayarak boşamış olur. Çünkü, kadın
içinde bulunduğu bu hayız halinden sonra tuhr halini karşılayacaktır. Bu hususta ne diyeceksiniz?
Cevap: Evet! Onların
öyle demeleri gerekir. Çünkü, eğer kadının boşanılması emredilen iddetin ilk
vakti tuhr ise, kocanın talâkı hayız halinde vermesi durumunda, iddeti
karşılayarak boşamış olacaktır. Çünkü kadın, talâktan sonra tuhr halini
karşılamış olacaktır.
Soru: "Lâm",
"fî" manasınadır ve mâna:"Onları iddetleri içerisinde
boşaymız." şeklindedir. Bu ise ancak tuhr içerisinde boşadığı zaman mümkün
olur. Hayız içerisinde boşaması durumunda mümkün olmaz.
Cevab: Buna iki açıdan
cevap vereceğiz:
Birincisi: Harflerde
asıl olan tek mânada ve her harfin kendi mânasında kullanılmalarıdır (adem-i
iştirak). Dolayısıyla , bunun aksini iddia etmek bu asıl prensip tarafından
reddedilmiş olur.
İkincisi: Bundan,
iddetin bir kısmının talâkın zamanı için zarf olması durumu gerekir.
Dolayısıyla da talâk, "Ben onu Perşembe günü yaptım." ifadesinde de
olduğu gibi, zarfiyetin sahih olabilmesi zaruretinin bir neticesi olarak aynı
iddet içerisinde vaki olmuş olur. Hatta bu kabil kullanılış şekillerinde
çoğunluk zarfın bir kısmının fiili geçmiş olmasıdır. Bunun mümkün olmayacağı
konusunda da şüphe yoktur. Çünkü iddet talâkın akabinde ve onu takip eder; onunla
aynı anda bulunmaz, ondan öne geçemez.
Farzetsek ki
"lâm" harfi, "fi" mânasında olsun; kaldı ki, bu anlayışa:
şeklindeki îbn Ömer ve daha başlsalannın kırâati
de yardımcı olmaktadır. Buna rağmen,
bundan "kar"' kelimesinin "tuhr" mânasına geldiği lazım gelmez.
Çünkü o takdirde "kar"' kelimesinden maksat bizzat hayız olur;
itibara alınıp sayılan da odur. Hayızdan önce bulunan tuhr (temizlik) hali ise
iki açıdan onun hükmüne zımnen ve ona tabi olma yoluyla girer:
Birincisi: Hayzın
zarurî neticelerinden birisi öncesinde bir tuhr halinin bulunmasıdır. Kadın
tuhr hali içerisinde iken "Sen üç hayız müddetince bekle!" denildiği
zaman, o tuhr da bekleme süresinin içerisine (zarurî olarak) girer. Nitekim bir
kimseye geceleyin: "Burada üç gün (gündüz) ikamet et!" denildiği
zaman o gecenin geri kalan kısmı da, onu takip eden gündüzün içerisine girer.
Nitekim diğer iki günün geceleri de, gündüzlerine dahil olur. Eğer gündüz vakti
"Üç gece ikamet et!" diyecek olsa, bu kez de o günün geri kalan
kısmı, takip eden geceye dahil olacaktı.
İkincisi: Hayız,daha
önceden kanın rahimde toplanmasıyla tamamlanmış olur; dolayısıyla da tuhr hali,
hayızdan hem mukaddemdir hem de hayızm varlığına sebep olur. Hüküm hayıza
bağlandığına göre, bunun zaruri neticelerinden birisi de, hükmün aynı zamanda
tuhra da bağlanmış olmasıdır. Çünkü hayızm varlığı, onun varlığına bağlıdır.
Böylece bunun, yukarıdaki gün ve gecelerle ilgili verdiğimiz misalden daha
beliğ olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü gece ve gündüz birbirine bağlı,
birbirinden ayrılması düşünülemeyen iki unsurdur, fakat biri diğerinin
mevcudiyeti için sebep değildir. Burada ise tuhr, kanın rahimde
toplanması için bir
sebep olmaktadır. Yüce Allah'ın ifadesi
"bekleyeceği iddeti karşılamak
için..." anlamındadır. Kadın öncesinde bulunan tuhr halleriyle birlikte üç
hayız bekler. Eğer tuhr halinde iken boşanmış olursa, kadın sayılacak iddeti
karşılayabileceği bir vakit içerisinde boşanmış olur. Sayılacak iddet de hayız
ve öncesinde bulunan tuhr halleridir. Hayız iken boşanması durumunda ise böyle
değildir. Çünkü o takdirde, hesap edilecek bir iddet göz önünde
bulundurulmaksızın boşanmış olur. Çünkü içerisinde boşamlan hayızm geri kalan
kısmı, kadının ne asaleten ne de tebeiyet yolu ile bekleyeceği, hesaba katacağı
iddetten değildir. Ona iddet adının verilmesi, sadece zevcenin, o süre
içerisinde yeni bir evlilikten engellenmiş olması sebebiyledir.
Bu anlaşıldı ise diyoruz
ki:
âyetindeki
"lâm" harfinin sebep bildiren "talîl" lamı olması caizdir
ve anlamı "Kıyamet günü için doğru teraziler kurarız."[300]
demek olur, Burdaki "el-kısf kelimesinin mefulun leh olmak üzere mansub
olduğu da söylenmiştir. O zaman da mâna "adalet için" anlamına gelir
ve bu şekilde i'raba tabi tutulması için gerekli şartları da taşımaktadır.
âyetine'[301]
gelince; buradaki "lâm" harfi, kesinlikle "fi" mânasına'
değildir. Aksine buradaki "lâm"ın talîl için olduğu söylenilmiştir.
"Sonra" mânasına da geldiği söylenmiştir. Çünkü âyetten murad,
namazın — "dülûk" kelimesi, ister "zeval, ister
"gurûb" manasıyla tefsir edilsin—, tam bu "dülük" anında
kılınması değildir. Namazın kılınması ancak bu vakitten sonra olmaktadır. İddet
âyetinin "sonra" mânasına hamledilmesi mümkün değildir. Zira o zaman
mâna: " Onları iddetlerinden sonra boşayınız!" şeklinde olacaktır.
Geriye sadece mânanın: "Onları iddetlerini karşılayacak şekilde
boşayınız." şeklinde olması şıkkı kaldı. Malumdur ki, kadın temiz iken
boşandığı zaman, iddete hayız ile başlayacaktır. Eğer "kar"' dan
maksat "tuhr" olsaydı, o takdirde sünnet olan boşama şekli, iddete
"tuhr" ile başlamış olabilmesi için hayız iken boşamak şeklinde
olacaktı. Oysa ki, Hz. Peygamber (s.a.), göz önünde bulundurularak
boşanmalarını bizzat Yüce Allah'ın emrettiği iddetin, kadının talâktan sonra
iddetini karşılayabilmesi için temiz iken boşanması şekli olduğunu
açıklamıştır.
Soru: Biz
"kar"1 dan maksadın tuhr olduğunu kabul ettiğimizde, kadın iddetine
talâktan sonra fasılasız başlamış olacaktır. Ondan maksadın hayız olduğunu
söyleyenlere göre ise, kadın iddetini tuhr bitmedikçe karşılayamamaktadır.
Cevap: Yüce Allah'ın
kelamı, mutlaka müstakil bir faideye hamledilmek zorundadır. Âyetin
"Onlan', kendisinden sonra iddet olacak bir talâkla boşayınız."
şeklindeki bir mâna üzerine hamle dilme sinin bir faydası yoktur. Ama âyete:
"Onları öyle bir talâkla boşayın ki, o talâkta iddetlerini karşılamış
olsunlar; sayılmayacak bir tuhr halini karşılamış olmasınlar." mânası
verilmesinde ise durum böyle değildir. Çünkü kadın hayızlı iken boşandığı
zaman, o sayılmayacak bir tuhr halini karşılayacaktır; dolayısıyla da iddetini
karşılayacak şekilde boşanmış olmayacaktır. Bunu :
ilki şfeklinde okuyanların kıraatleri de
açıklamaktadır. "iddetin karşılanacağı, önündeki vakit" demektir.
"Hayızm önü" demek gibi. Eğer
onların murad ettikleri mâna kasdedilmiş olsaydı, o zaman
denilirdi. Bir şeyin önü ile evveli arasındaki fark ise açıktır.
Sizin "Eğer
"kar"' dan maksat "hayız" olsaydı, o takdirde, adam
karısını iddetten önce boşamış olurdu." sözünüze biz de şöyle cevap
veririz: Evet! Aklen de şer'an da olması gereken budur. Çünkü iddet talâktan
ayrı düşünülmez ve hiçbir zaman da ondan önce bulunmaz; aksine talâktan sonra
bulunması vacib olmaktadır.
2 — "Ve
bu hayız halinde iken boşaması durumunda
olduğu gibi, kadın aleyhine
uzatmak olurdu..." şeklindeki
sözünüze gelince, cevab olarak denilmektedir ki: Bu, "Hayızlı kadının talâkının haram
olmasının illeti, iddetini uzatmış olmak korkusudur." şeklindeki bir teze
mebnîdir. Oysa ki. pek çok fukaha böyle bir izaha taraftar değillerdir ve bu
tezin tutarsızlığını şöyle diyerek ortaya koymaktadırlar: Kadın kocasının kendisini hayızlı iken
boşamasına razı olsa ve iddetinin uzamasını tercih etse, yine de böyle bir talâk kocaya helâl olmamaktadır.
Kadının bu durumda böyle bir talâkı kocaya mubah kılma yetkisi yoktur. Oysa ki,
bedelli olarak ittifakla, bedelsiz olma durumunda da iki görüşten birisine
göre, karşılıklı rıza ile, boşayan kocanın, talâktan rücû (ric'at) hakkını
düşürmesi mubah olmaktadır. Bu Ebu Hanife'nin mezhebi ve İmam Ahmed ve Mâlikten
gelen iki rivayetten birisi olmaktadır ve şöyle demektedirler: "Kadının
hayız içerisinde iken haram kılınmasının sebebi, sadece kocanın karısını,
kendisine rağbetinin olmadığı bir zamanda boşamış olmasıdır." Biz haramlığın sebebinin kadın aleyhine
uzatmak olduğunu kabul etsek bile, asıl zarar verici uzatma, onu hayızlı iken
boşamasıdır. Çünkü kadın hayızm ve arkasından gelen tuhr halinin geçmesini
bekleyecek, ondan sonra iddetini beklemeye başlayacaktır ve talâkla iddetini
karşılamış da olamayacaktır. Ama kadın temiz iken boşanırsa, tuhrun hemen
akabinde iddetini karşılamış olacaktır, bu durumda ise iddeti uzatmak sözkonusu
olmayacaktır.
3 —
"el-Kar' kelimesi cem' yani toplamak mânasından türetilmiştir. Hayız
(kanı) ise tuhr zamanında toplanır...." şeklindeki sözünüze
gelince, buna üç cevabımız olacaktır:
Birincisi: Önce sizin
bu dediğiniz doğru değildir. "Cem' " yani toplamak mânasından
türetilen kelime illetli olup son harfi "yâ"h olan kelimesindendir.
Aynen fiilinde olduğu gibi. Burada bizim sözünü ettiğimiz ise hemzelidir ve fiilindendir fiilinde olduğu gibi üçüncü
babtandır. Bunlar ayrı ayrı iki köktür. Çünkü Araplar demektedirler ve bunun
anlamı "Suyu havuzda topladım." demektir. Bunun müzarîsi
de: şeklindedir. Bu mânadan hareketle
köye de denilmiştir. Karıncaların toplandıkları yuvalarına: denilmesi de bu
anlamından hareketle ve bu köktendir. Çünkü karınca yuvası onları toplamakta ve
bir araya getirmektedir. Hemzeli olana gelince, onun anlamı süreli ve sınırlı
bir şekilde zuhur etmek , ortaya çıkmak
mânasına gelmektedir.
denildiğinde bu kökten türetilmiş olmaktadır. Çünkü Kur'an'ı okuyan kimse onu,
eksiksiz fazlasız belli bir miktar üzere çıkarmaktadır. Bu izahımıza: âyeti[302] de
delâlet etmektedir. Çünkü burada: îkelimeleri birbirleri üzerine atfedilmiştir.
Eğer her ikisi de aynı anlamda olsalardı, bu anlamsız bir
tekrar olurdu. İşte
bu sebeptendir ki,
İbn Abbâs:
âyetinin[303]
tefsiri hakkında "Onu açıkladığımız zaman..." anlamı vermiş ve
Kur'an'm okunuşunu bizzat onun açıklanışı ve ortaya konulması saymıştır. Yoksa
Ebu Ubeyde'nin zannettiği gibi "Kur'an", "cem1" yani
toplamak mânasından türetilmiş değildir. Yine Araplar:
oîjfietolektedirler. Bu
da aynı babtandır ve "Bu deve asla doğurmadı, yavru çıkarmadı, ortaya
koymadı." demektir. Yine demektedirler
Anlamı "Falan sana selâm söylüyor." demektir ve buradaki fiil yine
izhar etmek, ortaya çıkarmak anlamındadır. Yine onlar: demektedirler ve bu ifadeyle, "Kadın bir
ya da iki hayız gördü." demek istemektedirler. Çünkü hayız, gizli olan
şeyin, ceninin zuhuru gibi, zuhur etmesi, ortaya çıkması demektir.
Yineifadeleri de bu kök ve mânadandır ve anlamları "süreyyâ ile yağmur ve
rüzgarın ortaya çıktığı vakit" demektir. Çünkü her ikisi de belli
vakitlerde zuhur ederler. Bu kök ve ondan türeyen mânalarını, Ebu Amr ve daha
başkaları gibi âlimler, iştikakla ilgili kitaplarda zikretmiş bulunmaktadırlar.
Hiç şüphesiz ki, bu mâna hayızda, tuhrda olduğundan daha açıktır.
4 — Hz.
Âişe: "Kuru' dan maksat tuhr vakitleridir." demiştir. Bu durumu
kadınlar, erkeklerden daha iyi bilirler..." şeklindeki delilinize gelelim:
Biz buna cevap olarak
şöyle deriz: "Kim, Allah'ın lûtabından onun muradını anlamada, mânalannı
kavramada kadınlar Hz.Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ûd, Ebu'd-Derdâ ve Hz.
Peygamberin diğer büyük sahabîlerinden daha üstündür diyebilir?! Bu hükmün
kadınlar hakkında inmiş olması, onu onların erkeklerden daha iyi bileceklerine
delâlet etmez. Eğer öyle olsaydı, kadınlar hakkında nazil olan her âyeti
kadınların erkeklerden daha iyi bilmeleri lâzım gelirdi; erkeklerin de gerek
mânası gerekse onlardan çıkarılacak hükümler konusunda kadınları taklid
etmeleri, onlara uymaları gerekirdi. O takdirde kadınlar; süt emme haramlığı,
hayız, hayızh kadınla cinsel ilişkinin haramlığı, ölüm iddeti, gebelik, doğum
ve bunların süreleri, mahrem kimseler ve avret yerlerinin açılmasının haramlığı
ve buna benzer diğer kadınlarla ilgili ve onlar hakkında inen bütün âyetleri,
erkeklerden daha iyi bilmek durumunda olacaklardır. Bu âyetlerin mânalarının
anlaşılması, onlardan hüküm çıkarılması gibi konularda ise, erkekler kadınlara
tabi olmak, onları taklid etmek zorunda olacaklardır. Böyle bir durumun
İcabulüne ise asla imkan yoktur. Nasıl kabul edilebilir ki, inen vahiyle ilgify
bilginin esasını, anlayış, marifet ve akıl gücü oluşturur. Bu gibi konularda ve
dolayısıyla bilgiyi elde etmede erkekler kadınlara oranla daha da üstün- ve
şanslıdırlar. Hatta şunu söylemek imkansız değildir ki, erkeklerle kadınlar bir
meselede ihtilâfa düşsünler de , doğru erkekler tarafında olmasın, bu
mümkün değildir.'[304]
Nasıl olur da: Hz. Âişe ile Hz. Ömer, Hz. Ali ve Abdullah b. Mes'ûd bir
meselede ihtilâf ederlerse, Hz. Âişe'nin görüşünü almak daha uygundur."
denilebilir?! Evlâ olan içerisinde iki râşid halifenin de bulunduğu görüşten
başkası olabilir mi? Rivayet edildiği üzere Sıddîk'm görüşünün de onların
doğrultusunda olması durumunda, bu görüşün doğru olduğunda şüphe kalır mı? Hz.
Ömer'le Hz. Ali'den yapılan nakil kesin olarak sabittir. Hz.Ebu Bekir'den
yapılan nakilde ise garîblik vardır. Bununla birlikte, içlerinde Hz. Ömer, Hz.
Ali, İbn Mes'ûd, Ebu'd-Derdâ, Ebu Musa gibi zevatın da bulunduğu ashâbtan bir
cemaatin görüşü bizim için yeterlidir ve Müminlerin Annesinin görüş ve
anlayışını bütün bunların üzerlerine nasıl takdim edebiliriz?!
Sonra şöyle denebilir:
Hz. Âişe, büyük insanın da süt emmesi durumunda süt haramlığınm doğacağı, böyle
bir emme ile mahremiyetin sübut bulacağı görüşündedir. Bu görüşte bir grup
sahâbî de onun yanında yer almaktadır. Diğerleri ise bu konuda ona muhalefet
etmişlerdir. Hz. Âişe, böyle bir emme ile haramlığın sabit olacağı hadisini
rivayet etmiştir. O zaman çıkıp da: "Kadınlar, bu konuyu erkeklerden
daha iyi bilirler!" deseydiniz ve
onun görüşünü diğer sahabîlerin görüşleri üzerine tercih etseydiniz ya!
Mâlikîlere de diyoruz ki:
Aynı Hz. Âişe, süt haramlığının ancak beş defa emme üe sabit olacağı
görüşündedir ve bu konuda bir grup sahabî de Kendisine katılmışlardır. Ayrıca
konu ile ilgili iki de hadis rivayet etmiştir: Bu durumda kalkıp: "Bu
konuyu kadınlar erkeklerden daha iyi bilirler!" deyip, onun görüşünü
diğerleri üzerine takdim etseydiniz ya!
5 - "Bu
erkeklere sirayet eden bir hükümdür. Dolayısıyla onda erkeklerle kadınların
durumu eşittir." şeklinde bir mütalaa ileri sürülürse, buna şu şekilde
cevap verilebilir: İddet hükümleri de aynı şekilde kadınlarla ilgili olarak
kalmaz ve o da erkeklere sirayet eder, dolayısıyla onda da, kadınların
erkeklerle aynı olmaları gerekir. Bu açık bir şeydir. Sonra bu konuda
erkeklerin görüşleri tercih edilir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bu gruptan olan
birisi hakkında "Allah, hakkı onun dili
ve kalbi üzerine
koymuştur."[305]
buyurmuş; birçok konuda onun ileri sürdüğü görüşler doğrultusunda vahiy gelmiş
böylece pek çok defa vahyin
desteğine mazhar olmuş[306]
yine Hz. Peygamber (s.a.) rüyasında içtiği sütün arta kalanını ona vermiş ve bu
rüyasını ilimle yormuş (tabir etmiş)'[307] ve
onun ilham ve ilâhî teyide mazhar olduğuna şehadette bulunmuştur.' [308]Eğer
mutlaka birilerini taklid etmek gerekecekse, ona uyulması daha evlâdır; yok iki
muhalif grubu ayıran şey bizzat delilse, o takdirde delilin hakem kılınması
vacib olacaktır.
"Kar"' dan
maksadın "hayız" olduğu görüşünde olanlar, ne Hz. Ali, ne İbn Mes'ûd,
ne de Hz. Âişe'nin görüşüne kail değillerdir. Çünkü Hz. Ali: "Kadın
yıkanmadıkça, kocası rücû hakkına sahiptir." dernektedir. Siz iki görüşten
birine kail değilsiniz...** şeklindeki tenkidinize gelince; bu nihayet Hanefî imamları gibi bu gönjşe kail
olmayan kimselerin
görüşleri içerisinde bir tutarsızlık
olduğunu ortaya koyabilir. Hz. Ali'nin görüşünü esas alan İmam Ahmed ve
tabileri gibi kimseler hakkında ise, hiç ilgisi olmayan bir suçlamadır, onlar
böyle bir ithamdan uzaktırlar. Nitekim daha önce açıklanmıştı. Çünkü İmam
Ahmed'e göre, Hz. Ali ve onun görüşünde olanların da dediği gibi, kadın yıkanıncaya
kadar iddeti devam eder. Biz, bu konuda "kar'"dan maksadın hayız
olduğu kanaatinde olmakla birlikte, "Kadın yıkanmadıkça kocanın rücû hakkı
vardır." görüşüne katılmayanları mazur görmek istiyoruz. Çünkü bu
kimseler, "kar'"dan maksat "tuhr" dur diyenlerin görüşüne
katılmaktadır, ancak iddetin bitmesinin yıkanmasına bağlı olduğu konusunda ise,
muarız buldukları bir delilden ötürü, muhalefet etmektedirler. Nitekim aynı
şeyi diğer fukaha da yapmaktadırlar. Eğer çıksak da, sizin de bizzat bu türden
olan tasarruflarınızı saymaya kalkışsak, (pek çok örnek ortaya koymamız mümkün
olacaktır). Eğer onların muarız buldukları delil sahih ise, o takdirde bir
tutarsızlıktan söz edilemez. Yok sahih değilse, bu takdirde de onların iki
meseleden birisinde görüşlerinin zayıf bulunması, diğer meselede onlara
muvafakat etmelerine bir engel değildir. Çünkü içlerinde Râşid Halifelerin en
mümtazlarının da bulunduğu büyük sahabîlere çoğu görüşlerinde muvafakat etme,
onların bütün görüşlerine muhalefet etmiş olmaktan ve asla itibar edilmeyecek
biçimde ilgaya gitmekten daha evlâdır.
Sonra onlar şöyle
demektedirler: Biz kadının iddetinin yıkanmasına (gusl) mütevakkıf olduğu
konusunda onlara muhalefet etmiş değiliz. Aksine biz, "Kadın yıkanmadıkça
veya üzerinden bir namaz vakti geçmedikçe iddeti bitmez." diyoruz. Böylece
biz onlara yıkanma şartlarında muvafakat etmiş bulunuyoruz ve ilâveten kadın
üzerinden bir namaz vaktinin geçmesiyle de iddetinin biteceğini, çünkü namazın
boynuna borç olarak yerleşmesi sebebiyle teiniz kadınlar hükmünde olduğunu
ifade etmiş oluyoruz. Bu durumda, nasıl Râşid halifelere (r.anhum) sarih bir muhalefetimiz sözkonusu olabilir?!
6 —
"Allah'ın kitabında yıkanma (gusl) için bir mâna bulamıyoruz."
şeklindeki sözünüze ise, şöyle cevap verilebilir: Allah'ın kitabı gusl şartına
ne müsbet, ne de menfî yönde temasta bulunmamıştır. Helâlliği ve ayrılığı
sadece müddetin bitimine bağlamıştır.
Selef ve halef
uleması, iddet müddetinin ne üe sona ereceği konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi hayızın kesilmesiyle; kimisi yıkanmak ile veya üzerinden bir namaz
geçmekle ya da hayızın en uzun süresinde kesilmesiyle demişlerdir. Bir
başkaları, üçüncü hayzma başlamasıyla iddetin sona ereceğini söylemişlerdir.
İddetin bitmesini yıkanmaya
bağlayanların delilleri Râşid halifelerin uygulaması (kazası) olmaktadır. İmam
Ahmed şöyle der: "Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes'ûd, kadın üçüncü hayzmdan
yıkanmadıkça iddeti bitmez; derler. Onlar Allah'ın kitabını ve Peygamber'ine
inen şeylerin sınırlarını en iyi bilen kimselerdir." demişlerdir. Bu görüş
Hz. Ebu Bekir Sıddîk, Hz. Osman, Ebu Musa, Ubâde ve Ebu'd-Derdâ'dan da rivayet
edilmiştir. İbn Kudâme ve daha başkaları bu görüşü onlardan nakletmişlerdir. Bu
noktadan hareketle:"Hz.Sıddîk ve onunla beraber ismi zikredilenlerin
görüşüne göre, "kar"' dan maksat hayızdır." denilmiştir.
Bu görüşün fıkıhtan
önemli bir nasibi bulunmaktadır. Çünkü kadının hayzı kesildiği zaman bir açıdan
temiz kadınlar, diğer açıdan da hayızlı kadınlar hükmünde bulunmaktadır. Bu
durumdaki bir kadının hayızlı kadın durumunda olmasını gerektiren durumlar,
yine aynı kadının temiz kadınlar hükmünde olmasını gerektiren durumlardan daha
fazla bulunmaktadır. Çünkü bu durumdaki bir kadm, orucun sahihliği, namazın
vücûbu hususunda temiz kadınlar gibiyken, bazı mezheplere göre Kur'an okumasının;
mescide girmesinin, Kabe'yi tavaf etmesinin ve cinsî münâsebetin haramlığı;
yine iki görüşten birisine göre bu süre içerisinde iken talâkın haram olması
gibi hususlarda da hayızlı kadınlar hükmünde bulunmaktadır. Râşid halifeler ve
büyük sahabîler, nikâh konusunda ihtiyatlı davranmışlar ve sübutundan sonra
hayızdan kadının ancak hiçbir şüphe bırakmayacak bir kayıt ile çıkabileceğini
ifade etmişlerdir ki bu kayıt her açıdan teiniz kadınların tâbi olduğu
hükümlerin kendisi hakkında sabit olmasıdır. Böylece sübûtu kesin olan bir
şeyin, yine benzeri kesinlikte bir şeyle izalesi istenilmiştir. Çünkü bu
haldeki bir kadının o hükümlerde hayız halinde kabul edilmesi, zevciyetin
bekası ve rücû hakkının sübutu hakkında hayızlı sayılmasından evla bulunmamaktadır.
Bu, görüldüğü üzere, yaklaşım bakımından son derece ince ve latîfbir fıkhı
konudur.
A'şâ'nm beytinde geçen
ve "Karılarının temizlik süreleri içinde onlardan ayrı düşmen dolayısıyla
karşılaştığın sıkıntılara karşılık..." şeklindeki ifadesine gelince, bu
beyit, nihayet "kar"' kelimesinin "tuhr"
mânasında
kullanıldığını gösterir. Biz de zaten bunu inkar etmiyoruz.
7 —
"Tuhr hayızdan önce gelir, dolayısıyla kar' kelimesiyle isimlendirilmeye
daha layıktır..." şeklindeki sözünüze gelince, bu gerçekten çok enteresan
bir tercihtir. Bir şeyin varlık bakımından önce bulunması sebebiyle, o şeyin
sözkonusu (müşterek) isme layık olması nereden çıkıyor? Sonra "Kar' dan
maksat "tuhr" dur." diyenlerin büyük çoğunluğuna göre, varlığı
açısından önce olduğunu söylediğiniz
şeye (tuhr), kendinden önce bir kan bulunmaması
durumunda "kar"' ismi verilmemektedir. Acaba bu durumda, bütün
müşterek lâfızlar için, mânalarından hangisi varlık açısından daha önce ise,
müşterek olan kelimeyle isimlendirilmeye
o diğerinden daha
layıktır; dolayısıyla
âyetindeki[309] kelimesi, "gecenin yönelmesi"
anlamına daha uygundur.
Çünkü, varlık bakımından karanlık, aydınlıktan daha öncedir; denilebilir mi?
Hz. Peygamber (s.a.)
"kuru"1 kelimesini tuhr vakitleridir diye tefsir etmiştir...."
şeklindeki sözünüze gelince, Allah'a yemin olsun ki, eğer durum böyle olsaydı,
siz "kar"' dan maksadın tuhr olduğu görüşüne bizden önce kail
olamazdınız. Biz derhal o tefsire koşar ve hem ona itikat eder hem de onunla
amel ederdik. Hz. Peygamber'in tefsirinden başka gidilecek, uyulacak tefsir var
mı ki?!
"Süleymâ 'Keşke
bizim toprağımızda ikâmet etseniz!' diyor.
Bilmez ki, ben (orda) kalmak
için dolanıp duruyorum." Daha önce biz, Hz. Peygamber'in (s.a.) sarih
ifadeleri ve onların mânalarının, "kuru"' kelimesini
"hayız" şeklinde tefsir
ettiğine delâlet etmekte olduğunu
açıklamıştık. Bu konuda
getirdiğimiz bu açıklamaların
yeterli olduğu kanaatindeyiz. [310]
Şimdi de delillerimize
karşı serdettiğiniz itirazların cevabına geçmek istiyoruz:
1 — Âyette
geçen ifadesiyle yapılan istidlale itirazınız: "Uç kar'" in da
eksiksiz ve tam olmalarını; yani bu durumda içerisinde boşanılan tuhrun geri
kalan kısmının da tam bir "kar"' sayılmasını gerektirir. Bu ise
mezheb ve görüşün, şeriat lisanında ve dilde tuhrun geri kalan kısmına
"kar"1 adı verilir; şeklinde bir tahakkümü olur. Siz bize karşı kendi
mezhebinizi nasıl delil olarak kullanabilirsiniz?! Kaldı ki, daha önce de
geçtiği gibi, "kar"' dan maksadın tuhr olduğu" görüşünde
olanlardan bir kısmı da bu konuda sizinle tartışma halindedirler. Size düşen
kendi mezhebinizi delil olarak kullanmak değil, aksine şeriat lisanında ve Arap
dilinde temizlik (tuhr) süresinden bir anlık bir zamanın "tam bir kar'" diye
isimlendirilebileceğine dair delil
getirmek, bunu ortaya koymak
olmalıdır. Nihayet "kar"' dan maksat tuhrdur." görüşünde
olanlardan hepsi değil, sadece bir kısmı :Hİçerisinde boşanılan tuhrun geri
kalan kısmı bir "kar"' dır." demektedirler. Bu söz nasıl doğru
olabilir? Bu bir anlık temizlik süresinin, tuhrun bir parçası olduğunda hiç
şüphe yoktur. Eğer âyette "kar"' denilen şeyden maksat tuhr ise, bu
bir anlık temizlik süresinin de onun tümü değil, bir parçası olması gerekir
veyahut da "kar"1 kelimesi temizlik süresinin bütünü ile bir kısmı
anlamlarında müşterek olur. Bunun sakatlığı ve hiç bir kimsenin böyle bir
görüşe kail olmadığı da daha önce izah edilmişti.
2 —
"Araplar, iki bütünle üçüncünün bir kısmı için çoğul ismini
kullanmaktadırlar..." şeklindeki sözünüze cevabımız birkaç açıdan
olacaktır:
Birinci cevap: Eğer bu
sizin dediğiniz, olan bir şey ise, o ad verildikleri şeyler hususunda zahir
olan çoğul isimler hakkındadır. Sayılan şeyler hususunda "nass" olan
sayılar ise asla bu şekilde kullanılmazlar. Hiçbir sayı bildiren sîga yoktur
ki, mutlaka kendilerinden önce müsemmâlan zikredilmiş olmasın.
âyetleri'[311] ile
hiçbir yerde müsemması olmaksızın kendileri murad olmayan sayıların bulunduğu
benzeri âyetlerde bu durum açıkça görülmektedir. ifadesi çoğul sîgası değil sayı ismidir. Dolayısıyla
bu ifadenin Mfadesine benzetilmesi iki açıdan dolayı doğru değildir:
Birincisi: Sayı
isimleri , müsemtnâlarma delâlet konusunda "nass" dırlar ve ayrı
tahsisi kabul etmezler. Âmin isimler ise böyle değildir, çünkü onlar ayrı
(munfasıl) tahsisi kabul ederler. Delâleti "zahir" olan isme
gösterilen genişlikten (tevessü'), müsemmasma delâleti "nass"
kabilinden olan isimlere de aynısının gösterilmesi lâzım gelmez.
İkincisi: "Çoğul" sîğasi
çoğunluğa göre mecaz, bazılarına göre de hakikat olmak suretiyle sadece iki şey
için de kullanılabilir. Dolayısıyla çoğul bir kelimenin iki bütün ve üçüncünün
de bir Icısmı hakkında kullanılması öncelikli olarak sahih olur. Bu sebeptendir ki miras
hakkındaki: Eğer kardeşleri varsa, annesi
için altıda bir pay vardır. ,.."[312]
âyetindeki "kardeşler" kelimesine çoğunluk ulema "iki
kardeş" anlamı vermişlerdir,
Buna mukabil, âyetindeki[313]"dört
şehâdet" ifadesini hiçbir kimse dörtten aşağıya hamle gitmemiştir.
İkinci cevap: Her ne
kadar "çoğul" sığasının iki ve üçün de bir kısmı hakkında
kullanılması sahih ise de, bu mecaz olmaktadır. Hakikat, lafzın aslî konumu
üzere kullanılmasıdır. Bir lâfız, hakikat ile mecaz arasmda dönerse, hakikat
mânasını almak daha öncelildi olacaktır.
Üçüncü cevap: Çoğul
sığasının iki ve üçüncünün bir kısmı üzerine kullanılması sadece gün, ay ve
sene isimlerinde sözkonusu olmuştur. Çünkü tarih, sadece bu zamanlar esnasında
olur; basan noksan olan seneyi tarihe katarlar, bazan ise katmazlar. Günler
için de aynı durum sözkonusudur. Bu kelimelerin kullanılışında diğer
isirnlerdekinin aksine esnek davranmışlardır. Dolayısıyla "gece"
kelimesini kullanmışlar, yerine göre birlikte gündüzleri de kasdetmişler, bazan
da kasdetmemişlerdir. Bunun aksi de aynı şekildedir.
Dördüncü cevap: Bu
esnek kullanılış, "cem-i kıllet" yani üçten dokuza kadar
bir sayı bildiren çoğul sîgası şeklinde
gelmiştir ki, âyetinde
ki[314]
"eşhur=aylar" kelimesidir. kelimesi ise "cem-i kesret" tir;
çokluk bildirir. Bu itibarla bu ifade yerine cem-i kıllet sîgasıyla ifadesi kullanılabilirdi, zira
kelamda yaygın olan kullanılış da bu şekildedir. Hatta çoğu nahivcilere göre
böyle denmesi gerekirdi. Dolayısıyla cem-i kıllet sığasının kullanılması
gereken bir yerde cem-i kesret sığasını kullanmanın mutlaka bir amacı , bir
faydası olmalıdır. Bu çoğuldaki esnekliği kaldırmış olmak, böyle bir amaç ve
fayda olmaya elverişlidir; başka bir mülahaza da gözükmemektedir. Dolayısıyla
bu faydanm dikkate alınması gerekir.
Beşinci cevap: İki ve
üçüncünün bir kısmı için çoğul sığasının kullanılması ancak gün, ay, sene gibi
parçalanmayı (tecezzi) kabul eden isimlerde sözkonusudur. Parçalanma kabul
etmeyen isimlerde ise böyle bir kullanılış şekli caiz değildir. Hayız ve tuhr
isimleri ise bölünme kabul etmez. Bu yüzdendir ki, cariyenin iddeti, eğer
"zevat-1 kuru" dan ise, ittifakla iki tam "kar' =
hayız"dır. Eğer "kar"' bölünme kabul etseydi, o zaman bir buçuk
kar* olması gerekecekti, çünkü bunu gerektiren bir sebep mevcuttuk[315]
Bölünme gerekçesi olmakla birlikte durum böyle olduğuna göre, tekmilini gerektirici delilin bulunması
durumunda bölünme öncelikli olarak caiz olmaz. Konunun inceliği surda
yatmaktadır: Şeriatta "kar"' m bir parçası için dikkate alman bir
hüküm bulunmamaktadır.
Altıncı cevap: Yüce
Allah henüz küçük olan kızlar ile ay halinden kesilen (âyise) kadınlar hakkında
"Onların iddetleri üç aydır." buyurmuştur. Sonra bu konuda bütün
ümmet "tam üç ay" olduğu üzerinde görüş birliği etmişlerdir. Bu
"üç ay", "üç hayzın" yerini almaktadır, ondan bir bedeldir.
Bedelin hükmü böyle olunca, asim hükmünün de aynı şekilde olması evleviyet
arzeder.
3 —
"Lügat âlimleri bu kelimenin
iki müsemmâsi (ad verilen şey)
vardır ve bunlar
"hayız" ile "tuhr" dur;
şeklinde tasrihte
bulunmaktadırlar." şeklindeki sözünüze gelince, evet doğrudur ve bu konuda
biz sizinle tartışmaya girmiyoruz. Ancak bu kelimenin, daha önce zikretmiş
bulunduğumuz sebeplerden dolayı, "hayız" anlamına hamledilmesi daha uygun
olmaktadır. Müşterek bir
kelime, eğer beraberinde mânalarından
birisini tercih ettirecek karinelere
sahip olursa, o mâna üzerine hamledilmesi gerekir.
4 —
"Kendisinden önce kan bulunmayan
temizlik hali (tuhr) daha sahih olan
kavle göre "kar"' sayılır."
şeklindeki sözünüz ise, tamamen mezhep taassubundan hareketle lâfza bu
mânayı vermekten, böyle bir tercihe gitmekten başka bir şey değildir. Yoksa
hiçbir zarnan Arap dilinde, dört
yaşındaki bir kız
çocuğunun temizlik halinin
"kar"1 diye
isimlendirildiği, bu çocuğun "zevât-ı akrâ*" tabiri altına girdiği
asla duyulmamıştır. Bu kelimenin ne dil, ne örf, ne de din açısından böyle bir mânası bulunmaktadır. Bu durumda,
kar' ismi verilen şeyin önünde veya
sonunda "kan" bulunması şartı
bulunmaktadır. Aksi takdirde bu kelimenin kullanılması doğru değildir.
5 —
"Kanın bulunması, isimlendirme için şarttır; aynen "ke's",
"kalem"... vb. daha önce zikrettiğiniz kelimelerde olduğu
gibi..." şeklindeki itirazınız ise, yanlış bir benzetmedir. Çünkü sizin
zikrettiğiniz kelimelerin ad olarak verildiği şeyler (müsemmâları) belli şartlara bağlı olan sadece tek bir
hakikattir. "Kar'" kelimesi ise, hayız ve tuhr arasmda müşterektir;
bu kelime bunlardan
her birisi için
hakikat anlamında
kullanılabilmektedir. Hayızm müsemmâsı bir hakikattir ve o lâfzın, iki müsemmâsmdan birisi
hakkında kullanılmasında şart
değildir. Dolayısıyla bunlar ayn ayrı şeylerdir ve birbirlerine
benzetilemez.
6 — "Şeriat
lisanında bu kelime, "hayız" anlamında kullanılmamıştır..."
şeklindeki sözünüze katılmak mümkün delildir; daha önce Hz. Peygamber'in (s.a.)
sözlerinde "hayız" anlamında kullanıldığım, buna
karşılık hiçbir yerde asla
"tuhr" anlamında kullanılmadığını beyan etmiştik. Süfyân b.
Uyeyne'nin Eyyûb — Süleyman b. Yesâr — Ümmü Seleme senediyle Hz. Peygamber'in
(s.a.) özürlü bir kadın hakkında: "Kar' (hayız) günlerinde namazını
bırakır." buyurduğunu rivayet etiği daha önce belirtilmişti.
7 —
"İmam Şafiî: Süfyân bunu asla rivayet etmemiştir; demiştir..."
şeklindeki sözünüze şu şekilde cevap veriyoruz: İmam Şafiî, Süfyân'ı bu hadisi
rivayet ederken'işitmemiştir ve bizzat kendisinin ondan ya da bir aracı
vasıtasıyla işitmiş olduğu:"Ay içerisinde hayız gördüğü gecelerle
gündüzlerin adedine baksın." şeklindeki rivayetin gereği görüşünü oluşturmuştur.
Halbuki, bu hadisi Süfyân'dan hıfzından, doğruluk ve adaletinden asla şüphe
edilemeyecek kimse işitmiştir. Sünen'de Fâtıma bt. Ebî Hubeyş hadisinde şöyle
sabit olmuştur: Bu kadın Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek, kan gördüğünden
şikâyetle durumunu sormuştu. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine: "Bu sadece
bir damar(dan)dır. Bak! Kar' (hayız) zamanın geldiğinde namaz kılma. Kar'
(hayız) dönemin geçtiğinde temizlen, sonra bu kar' ile diğer kar' arasında
namazını kıl." buyurdu.[316] Bu
hadisi sahih bir isnâdla Ebu Davud rivayet etmiştir. Hz. Peygamber {s.a.)
burada "kar"1 lâfzını dört defa zikretmiştir ve her birisinde de
"tuhr" değil, "hayız" mânasında kullanmıştır. Bu hadisten
bir önceki hadisin isnadı da böyledir. Hadis hafızlarından birçok kimse onun
sahih olduğunu belirtmişlerdir.
Süfyân'm rivayet
ettiği: "Ay içerisinde hayız gördüğü gecelerle gündüzlerin adedine
baksın." hadisine gelince, bununla bizim delil olarak kullandığımız lâfız
arasında herhangi bir çelişki (tearuz) yoktur ki, bunlardan birinin diğeri
üzerine tercihi sözkonusu olsun. Aksine bu iki lâfızdan biri, diğerinin tefsiri
ve açıklanması mahiyetindedir ve bunun neticesinde "karcın, bu hadiste
sözü edilen gece ve gündüzlerin adı olduğu anlaşılmış olur Çünkü, eğer her iki
hadis de bizzat Hz. Peygamber'in (s.a,) kendi lâfızları ise —ki öyle
gözüküyor—, bu durumda mesele açıktır. Eğer mâna ile rivayet edilmişse, bu
durumda iki lâfızdan birisinin mânası, şer'an ve dil bakımından diğerinin
manasıyla aynı olmasaydı, o takdirde Hz. Peygamber'in (s.a.) lâfzını, onun
yerini tutmayacak başka bir lâfızla değiştirmesi, râviye helâl olmayacak bir
husustur. Kişinin, hadisin lâfzını, kendi mezhebi doğrultusunda değiştirmesi
asla caiz olamaz ve bu değiştirdiği lâfız da asla Hz. Peygamber'infs.a.) lâfzının eşanlamlısı (müteradifi) olrnaz.
Özellikle de râvinin, Eyyûb
es-Sahtiyânî gibi hadiste imamlığı, doğruluk ve takvası müsellem birisinin
böyle bir davranışa girebileceğini düşünmek mümkün değildir. Kaldı ki, o Nâfi'den daha
üstün, daha bilgili bir sıma olmaktadır
Kâtip olan Osman b.
Sa'd , îbn Ebî Müleyke'den rivayette bulunur: O şöyle anlatır: Teyzem Fâtıma
bt. Hubeyş , Hz. Âişe'ye gelir ve :
"Ben Cehennem'e
düşmekten korkuyorum; bir sene, iki sene namazı bırakıyorum!" der. Hz. Âişe:
"Hz. Peygamber
(s.a.) gelinceye kadar bekle!" der. Sonunda Hz.
Peygamber gelir. Hz. Âişe ona:
"Bu Fatıma'dır ve
şöyle şöyle diyor?" diye sorar. Hz. Peygamber (s.a.) : "Ona söyle!
Her ayda "kar"' (hayız) günlerinde namazını bıraksın!" buyurur. [317]
Hâkim: "Bu, sahih bir hadistir. Kâtip Osman b. Sa'd, Basrahdır ve sikadır,
hadisleri azizdir, hadisleri toplamlabilir." demiştir. Beyhakî ise: "
Bir çok kimse onu tenkit etmiştir." der. [318]
Yine onda: Haccâc b. Ertât'm îbn Ebî Müleyke ve Hz. Âişe vasıtasıyla bu hadise
bir mütâbaatı bulunduğu belirtilmiştir.
Müsned'deki rivayette,
Hz. Peygamber (s.a.) Fâtıma'ya: "Kar' (hayız) günlerin geldiğinde kendini
tut (namaz kılma)!..." buyurmuştur.[319]'
Ebu Davud'un
Sünen'inde, Adiy b. Sabit — babası — dedesi senediyle, Hz. Peygamber'in (as)
özürlü kadın (müstahaza) hakkında: "Kar' (hayız) günlerinde namazmı
bırakır, sonra yıkanır ve namazını kılar."'[320]
buyurduğu rivayet edilmiştir.
Yine onun Sünen'inde
şöyle rivayet edilir: Fâtıma bt. Hubeyş, Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek, kan
gördüğünden şikâyetle durumunu sormuştu. Hz. Peygamber (s. a.) kendisine:
"Bu sadece bir damar(dan)dır. Bak! Kar' (hayız) zamanın geldiğinde namaz
kılma. Kar (hayız) dönemin geçtiğinde temizlen sonra bu kar' ile diğer kar' arasında
namazını kıl." buyurdu.[321]
Hadis daha önce geçmişti.
Ebu Davud şöyle der:
Katâde, Urve — Zeyneb — Ümmü Seleme senediyle (r.a.) rivayet eder. Buna göre
Ümmü Habîbe bt. Cahş (r.a.) özür kanı görür; Hz. Peygamber (s.a.) kendisine
"kar"1 (hayız) günlerinde namazı terk etmesini emreder [322]'
Bu hadislerin,
"Bunlar râvinin hadisin lâfzını değiştirmesinden
olmuştur; hadisi mâna ile rivayet
etmişlerdir." şeklindeki tenkidi dikkate alınmaz ve iltifat edilmez.
Şayet, bu hadisler bu tenkidi yöneltenlerin görüşlerini destekleseydi, o zaman
bunları tekrar tekrar zikrederler, ileri sürerler ve onlara karşı gelenler
hakkında kıyametleri koparırlardı.
8 —
"Yüce Allah, iddeti ay ile beklemek için, ay halinden kesilmiş olmayı şart
koşmuştur..." şeklindeki sözünüzü ele alalım. Bunun neresinden
"kar"' kelimesinin "hayız" anlamında olduğu çıkar;
şeklindeki itirazınıza ise cevabımız şöyle olacaktır: Yüce Allah "üç
ayı", "üç kar*" dan bedel olarak kabul etmiş ve;
"Kadınlarınızdan ay halinden kesilenler..." buyurarak, asıl olan
hayzm bulunmaması durumunda, onların iddetlerini aylara çevirmiştir. Burdan da,
ayların kadınların artık ümitlerini kestikleri hayızdan bedel olduğu, tuhr
halinden bedel olmadığı anlaşılmış olur. Bu gayet açıktır.
"Hz. Âişe hadisi,
Müzahir b. Eşlem yüzünden tenkide manız kalmıştır (ma'lûl). Ayrıca Hz. Âişe'nin
bizzat kendisi de bu rivayete muhaliftir..." şeklindeki itirazınızı
anlamak kabil değildir. Şöyle ki, biz sadece sizin "Talâk (sayısm)da
itibar kadınlaradır, erkeklere değildir." mevzuunda bize karşı delil
olarak kullandığınız bir hg.dis ile istidlalde bulunmaktayız. Mukayeseli hukuk
(hilaf) alanında telifte bulunan, yahut da köle kocanın talâkının iki olduğu
konusuna istidlalde bulunan herkes, bize karşı bu hadisi delil olarak ileri
sürmektedir ve Hz. Peygamber (s.a.) köle kocanın talâkını iki kabul etmiş;
talakta kadınlara değil, erkeklere itibar edileceğini, iddette ise kadınlara
ü;ibar olunacağını belirtmiş ve; "Cariyenin iddeti iki hayızdır."
buyurmuştur; demektedir. Fesübhânallah! Aynı hadis sizin deliliniz olduğu zaman
illetten salim oluyor; fakat başkalan tarafından delil olarak kullanıldığı
zaman çeşitli illetlerle muallel oluyor. Bunu anlamak mümkün değildir! Sizin bu
tavrınız şâirin şu sözüne ne kadar da benziyor;
"Sizden başkaları
için acı oluyor da, nasılsa size ulaşınca tatlılaşıyor, o güzelim kokunuzu alınca?!"
Doğrusu biz, sizin
bize ölçtüğünüz ölçü ile kılı kılına, tam tamına size ölçmüş olduk. Muzâhir'in,
hadisleriyle ihticac edilecek biri olmadığında şüphe yoktur. Bununla birlikte
onun hadisini destekleyici, güçlendirici bir unsur olarak kullanmaya da bir
engel yoktur. Nasıl olsa asıl delil başkasıdır.
Hz. Âişe'nin kendi
rivayetine muhalefetine gelince, hani size göre râvinin rivayet ettiği hadise
muhafeiet etmesi hadisin reddini gerektirecek bir sebep değildi? İtibar râvinin görüşüne değil,
rivayet ettiği şeye idi? Râvisinin muhalefetine bakılmaksızın nice hadislerin
alınmış olduğunu, nitekim İbn Abbâs'm, "câriye zevcenin satılması
durumunda nikâhın bakî kalacağını" içeren rivayetini aldıklarını, fakat
onun "cariyenin satılmış olması, aynı zamanda onun talâkıdır da"
şeklindeki görüşüne itibar etmediklerini... söyleyenler sizler değil mi idiniz?
"Cariyenin talâkı
ikidir, "kar'"ı ise iki hayızdır." şeklindeki İbn Ömer hadisini
Atıyyetu'1-Avfî yüzünden reddetmenize gelince, her ne kadar çoğu hadis imamları
onu zayıf kabul etmişlerse de, insanlar onun hadislerini rivayette bulunmuşlar,
dikkate almışlar, Sünen kitaplarında yer vermişlerdir. Abbâs ed-Dûrî'nin
rivayetine göre Yahya b. Maîn onun hakkında "sâlihu'l-hadîs"
(hadisleri işe yarar) ifadesini kullanmıştır. Ebu Ahmed b. Adiyy ise:
"Ondan sika olan râvilerden bir grup rivayette bulunmuştur. Zayıf olmasına
rağmen hadisleri yazılır (itibâr). " demiştir. Bu durumda , onun hadisleri
her ne kadar yalnız başına delil olarak kullanılamasa da, destekleyici unsur olarak kullanılabilir.
Hadisi, "İbn
Ömer'in görüşü, "kar"' dan maksat "tuhr"dur;
şeklindedir." diye reddetmeniz ise doğru değildir. Bu durumun hadiste bir
şüphe doğuracağında kuşku yoktur. Ancak bu tâvisi tarafından muhalefet edilen
ilk hadis değildir. İtibar ise râvinin rivayetine olup, şahsî görüşüne
değildir. Buna verilecek cevap, yukarıda Hz. Âişe hadisinin, bizzat kendi
görüşüne muhalif olması yüzünden reddi itirazınıza verilen cevapla aynıdır.
Râvüerinin muhalefeti gerekçesiyle, hadislere itirazlarda bulunmak doğru
değildir.
Kocasından hulû
yoluyla ayrılan kadının, bir hayız müddetle iddet beklemesini emreden hadisi
reddinize gelince, biz de bu görüşte değiliz. Ulemânın bu konu hakkında iki
görüşleri vardır ve her ikisi de îmam Ahmed'den rivayet edilmiştir: Birincisi:
Hulû yolu ile ayrılan kadının iddeti üç hayızdır. İmam Şâfî, Mâlik ve Ebu
Hanife'nin görüşleri bu şekildedir. İkincisi:- İddeti bir hayızdır. Bu da
mü'minlerin emîri Hz. Osman, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbâs'm görüşleri
olmaktadır. Ebân b. Osman'ın mezhebi de böyledir. îshâk b. Râhûye ve
Îbnü'l-Münzir de aynı görüştedirler. Delil konusunda sahih olan da budur;
hakkında vârid olan hadislere tearuz teşkil edecek bir husus da
bulunmamaktadır. Kıyas da hüküm olarak bunu gerektirmektedir. Bu konuyu, Hz.
Peygamber'in (s.a.) hulû yolu ile ayrılan kadının iddeti hakkındaki hükmü
bahsinde açıklayacağız.
Şöyle demişlerdir:
Hulû yolu ile ayrılan kadının bir hayız müddetle iddet beklemesini emreden
hadise, bizim bir hayız müddetle iddet beklemesinin cevazı konusunda muhalefet etmemiz, yine
o hadisin "kar"' dan maksadın "hayız" olduğu şeklindeki
delâletine sizin muhalefet etmeniz için bir özür olamaz. Biz her ne kadar bir
hükümde hadise muhalefet etmişsek, diğer hükmünde — ki "kar'"dan
maksadın "hayız" olduğudur— ona muvafakat etmişizdir. Siz ise her iki
hükme de muhalefet etmektesiniz. Kaldı ki, "kar'"dan maksat
"hayjz"dır diyenler ve hulü yoluyla ayrılan kadının da bir hayızla
iddet bekleyeceği görüşünde olanlar, böyle bir tenkitten de uzak bulunmaktadırlar.
Onların görüşlerini ne ile reddedeceksiniz?
10 —
"îstibrâ ile iddet arasında fark vardır: îddet, kocanın hakkının yerine
getirilebilmesi için vacib olmuştur, dolayısıyla da onun hakkının zamanına
hastır..." şeklindeki sözünüz boş bir sözdür ve tahkikten yoksundur. Çünkü
kocanın hakkı hayız ve tuhr
dönemlerinde ondan faydalanma cinsinde (şekillerinde) olmaktadır
ve onun hakkı sadece tuhr zamanına has değildir. Nitekim iddet de hayız dönemi dahil olmadan sadece tuhr
vakitlerine mahsus değildir; aksine her iki vakit de iddetten sayılmaktadır.
Istibrânm tekerrür etmeyişi, onun
boşanmış kadının "kar"' ında olduğu gibi, iki tarafında kan
bulunan bir temizlik süresi olmasına mâni değildir. Böylece istibrâ ile iddet
arasındaki farkın büyük olmadığı ortaya çıkmış oldu.
11 —
"İki kar', içerisinde cimada bulunulan tuhra (temizlik süresine)
eklendiğinde, onu rahmin temizliğine alem kılar..." şeklindeki sözünüz,
iddetin sadece iki "kar"' dan ibaret oldduğu neticesine götürür.
Çünkü, içerisinde cimada bulunulan tuhnın, rahmin temizliğine dair asla bir
delâleti bulunmamaktadır. Rahmin temizliğine delâlet eden sadece iki "kar' dır. Böyle bir netice ise,
nassm gereğinin hilâf;.na olmaktadır. "Kar"'m, hayız
kabul edilmesi durumunda,
bu netice
ortaya çıkmamaktadır. Çünkü yalnız başına hayız, rahmin temizliği için
bir alâmet olmaktadır. Bu yüzden de, cariyelerin istibrâsı konusunda sadece
onunla yetinilmiştir.
12 — "Kar"' cem etmek, toplamak demektir, hayız (kanı) tuhr
zamanında toplanır..." şeklindeki sözünüzün cevabı da'ıa önce geçmişti ve
bu mânayı ifade eden kelimenin hemzeli
değil "yâ"lı olduğu
belirtilmişti.
kelimesinin sonuna
yuvarlak "tâ" harfinin girmesi, onun tekilinin müzekker olduğuna
delâlet eder ki, o da "tuhr" dur." sözünüze karşı diyoruz ki,
kelimesinin tekili dır ve bu müzekker bir kelimedir. Dolayısıyla üç sayısındaki
yuvarlak "tâ" haift, her ne kadar
isim verildiği şey
(müsemmâsı) müennes olan kelimesi ise de.
mânaya değil de lâfza
itibarla gelmiştir. Nitekim, gelenler kadınlar olmakla birlikte lâfea itibarla
denmektedir. Şurada da durum aynıdır.
En iyisini Allah bilir! [323]
Hür kadınla cariyenin
iddeti aynıdır diyenler üç îddet âyetini delil göstermişlerdir. Ebu Muhammed b.
Hazm diyor ki: "Evli cariyenin vefat ve boşanmadan ötürü beklemesi gereken
iddet tamı tamına hür kadının iddeti gibidir, aralarında fark yoktur. Çünkü
Allah Teâlâ, kitabında bize iddetleri öğretmiştir. Buyuruyor ki:
1-
"Boşanan kadınlar kendi kendilerine üç kar' süresi beklerler."[324]
2-"Sizden
vefat edenlerin geride bıraktıkları hanımlar kendi kendilerine dört ay on gün
beklerler.[325]
3-
"Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler ile daha henüz hayız görmemiş
olanların iddeti hususunda şüphe içindeyseniz, onların iddeti üç aydır. Gebe
olanların iddeti doğum yapmalarıyla tamamlanır."[326]
Allah Teâlâ, bize cariyelerle evlenmeyi mubah kıldığına göre, onların
iddetlerinin zikredilen iddetler olduğunu bildirmiş ve bu konuda hür kadınla
cariye arasında bir ayınm yapmamıştır. Rabbin unutkan değildir. Bizim
görüşümüzün benzeri seleften de nakledilmiştir. Muhammed b. Şîrîn (r.h.):
"Benim görüşüme göre cariyenin iddeti ancak hür kadının iddeti gibidir.
Yalnız bu konuda bir sünnetin bulunması müstesnadır. Sünnet, uyulmaya daha
müstahaktır." demiştir. Ahmed b. Hanbel de Mekhûl'ün, cariyenin iddetinin
her hususta hür kadının iddeti gibi olduğu görüşünü benimsediğini
kaydetmektedir. Bu görüş Ebu Süleyman'ın ve bütün arkadaşlarının
görüşüdür" îbn Hazm'm sözü burada bitiyor.
Bu konuda ümmetin
çoğunluğu onlara muhalefet etmiş ve cariyenin iddeti, hür kadının iddetinin
yansı kadardır demişlerdir. Bu görüş Saîd b. Müseyyeb, Kasım, Salim, Zeyd b.
Eşlem, Abdullah b. Utbe, Zührî ve Mâlik gibi Medine fukahasmm; Atâ b. Ebu
Rebah, Müslim b. Halid vs. gibi Mekkeli fakihlerin; Katâde gibi Basra
fukahasmm; Sevrî, Ebu Hanife ve arkadaşları —Allah onlara rahmet eylesin— gibi
Küfe fukahasının ve Ahmed, îshak, Şafiî, Ebu Sevr —Allah onlara rahmet eylesin—
ve daha başkaları gibi hadis
ehli fakihlerin görüşüdür. Bu konuda onların selefi, iki râşid halife Hz. Ömer
ve Hz. Ali'dir. Allah kendilerinden razı olsun. Onların bu görüşte oldukları
kendilerinden sahih senedle aktarılmıştır. Abdullah b. Ömer (r.a.) de bu
görüştedir. Nitekim Mâlik, Nâfi' yoluyla onun: "Cariyenin iddeti, iki
hayızdır. Hür kadının iddeti ise üç hayızdır." dediğini rivayet eder. Zeyd
b. Sabit de yine bu görüştedir, Zührî, Kabîsa b. Züeyb yoluyla Zeyd b.
Sâbit'in: "Cariyenin iddeti iki hayızdır. Hür kadının iddeti ise üç
hayızdır." dediğini aktarır. Hammad b. Zeyd'in, Amr b. Evs es-Sakafî
yoluyla rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.): "Cariyenin iddetini bir buçuk
hayız süresi yapabilseydim, elbette yapardım." demiş ve bunun üzerine bir
adam ona: "Ey Müzminlerin Emîri! Onun iddetini bir buçuk ay yap!"
diye öneride bulunmuştur.
Abdürrezzak'm, İbn
Cüreyc —Ebu'z-Zübeyr — Câbir b. Abdullah senediyle rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.)
boşanmış cariyenin iddetini iki hayız müddeti saymıştır[327]
Yine Abdürrezzak'm,
îbn Uyeyne — Muhammed b. Abdurrahman — Süleyman b. Yesâr — Abdullah b. Utbe b.
Mes'ûd senediyle rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: "Köle iki
kadınla evlenebilir, iki talakla boşar. Cariye iki hayız süresi iddet bekler;
hayız olmazsa iki ay —yahut bir buçuk ay dedi— iddet bekler."[328]
Yine Abdürrezzak'm,
Ma'mer — Muğîre — İbrahim en-Nehaî senediyle nakline göre İbn Mes'ûd:
"Cariyeye cezanın yarısı uygulanır, ama ona ruhsatın yansı verilmez."
demiştir [329]
îbn Vehb diyor ki:
İlim adamlarından bazı kimselerin bana haber verdiklerine göre Nâfi', îbn
Kusayt, Yahya b. Saîd, Rabîa ve Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı ile tabiînden
birçok âlim: "Cariyenin iddeti iki hayız süresidir." demişlerdir.
Onlar diyorlar ki: Müslümanların tatbikatı da bu şekilde olagelmiştir.
İbn Vehb diyor ki:
Hişam b. Sa'd'm bana söylediğine göre Hz. Ebu Bekir Sıddîk'm oğlu Muhammed'in
oğlu Kasım —Alİ£Lh onlardan razı olsun—: "Cariyenin iddeti, iki hayız
süresidir." demiştir.
Kasım diyor ki:
"Her ne kadar bu konu Allah Teâlâ'nın kitabında bulunmuyor ve bu konuda
Allah Rasûlü'nden (s.a.) aktarılma bir sünnet bilmiyorsak da, insanların
uygulamaları bu şekilde olmuştur." Bu söz aynen yukarıda geçti. Yine orada
bu konu hakkında Kasım ve Sâlim'in emîrin elçisine döndüğünde ona: "Bu
konu, ne Allah'ın kitabında ve ne de Allah Rasûlü'nün (s.a.) sünnetinde bulunmaktadır.
Ama müslümanlar bu şekilde tatbik etmişlerdir." demesini söyledikleri
kaydedilmişti, (Bu görüş sahipleri) diyorlar ki: Bu konu hakkında Hz. Ömer, İbn
Mes'ûd, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Ömer'in sözlerinden başka bir şey
bulunmasaydı bile, onların bu sözleri yeterli olurdu. :
îbn Mes'ûd'un (r.a.):
"Cariyeye cezanın yansım uygularsınız, ama ona ruhsatın yarısmı
veremezsiniz." sözü sahabenin kıyas ve mânaları muteber saydıklarına,
benzere benzerin hükmünü verdiklerine bir delildir.
Bu şahabı sözü
Zahirîlerin, usûl ve furû açısından görüşlerine aykın olduğundan İbn Hazm bu
rivayeti kusurlu bulmuş ve: "İbn Mes'ûd'dan sahih olarak rivayet
edilmemiştir... Sıradan bir kimsenin bunu söylemesi uzak ihtimaldir. Ya îbn
Mes'ûd gibi birinden böyle bir sözün çıkması nasıl mümkün olur?" demiştir.
Onu bu rivayeti kusurlu bulmaya cüret ettiren sebep îbn Mes'ûd'dan İbrahim
en-Nehaî'nin rivayet etmiş olmasıdır. Bunu Abdürrezzak, Ma'mer — Muğîre —
İbrahim senediyle rivayet etmiştir. Ancak aralarıdaki vasıta Alkame vb. gibi
Abdullah'ın Öğrencileridir. Oysa İbrahim demiştir ki: "Abdullah dedi
ki..." dediğim zaman bunu, ondan bana birçok kimse aktarmış demektir.
"Falan onun şöyle söylediğini haber verdi..." dediğim zaman, o
rivayet adını verdiğim kimseden gelmekte demektir. İbrahim bu veya buna yakın
şeyler söylemiştir. Malumdur ki, İbrahim'le Abdullah arasındaki kimseler,
güvenilir imamlardır. Kendisi asla töhmetü yahut cerhedilmiş (muhaddislerce
kusurlu bulunmuş) yahut da meçhul bir kimsenin adını vermiş değildir. Onun,
kendileri aracılığıyla Abdullah'tan ilim tahsil ettiği üstadlan üstün kişilikli
büyük imamlardır. Onlar — denildiği gibi— Kûfe'nin kandilleri idiler. Hadiste
zevk sahibi bir kimse İbrahim: "Abdullah dedi ki..." diyerek bir şey
naklettiği zaman bu sözün Abdullah'tan sabit olduğunda tereddüt etmez. Ama
İbrahim'in nesli içinden bir başka kimse: "Abdullah dedi ki. diyerek bir
şey aktarsa onun bu sözüne kesin güvence oluşmaz. İbrahim'in Abdullah'tan
rivayeti, Îbnu'l-Müseyyeb'in Hz. Ömer'den ve Mâlik'in İbn Ömer'den rivayetleri
gibidir. Zira bu şahıslarla sahabe — Allah onlardan razı olsun— arasındaki
aracı kimselerin isimlerini verdiklerinde o aracıların en büyük, en güvenilir
ve en doğru insanlar olduğu görülmektedir. Asla onlardan başkalarının
isimlerini de vermemektedirler. Bu meselede bırak îbn Mes'ûd'u, Allah'ın
kitabını ve Rasûlü'nün sünnetini en iyi bilen Hz. Ömer'e, Zeyd'e ve İbn Ömer'e
ve aynca müslümanlarm tatbikatına muhalefet etmesinden öte herhangi bir
sahabînin görüşüne, bir sahih veya hasen hadise, hatta hali bütün ümmetçe açık
bir şekilde bilinen ve diğer insanların ulaşamayıp bir iki insanın ulaşabileceği
tarzda delâlet ve konumu kapalı olmayan bir umûmî ifadeye nasıl muhalefet edebilir? Bunun
imkânsızlığı, son derece açıktır.
'.
Eğer cariyenin
iddetinin hür kadının iddetinin yarısı, kadar olduğunu ifade eden tabiîn söz ve
tatbikatını anlatmaya kalksak söz gerçekten uzar. Hem sonra iddetlerin
anlatıldığı âyetlerin akışını ;:yi düşünsen, bu âyetlerin cariyeleri
içermediğini, yalnızca hür kadınları içerdiğini görürsün. Zira Allah teâlâ
buyuruyor ki:
"Boşanan kadınlar
kendi kendilerine üç kar* süresi beklerler. Eğer Allah'a ve âhiret gününe
inanmışlarsa onların rahimlerinde Allah'ın yarattığı çocukları gizlemeleri
helâl olmaz. Burada kocaları barışmak isterlerse, kanlarını geri almakta daha
çok hak sahibidirler. Kadınlara örfe göre kendilerine verilen şeyin misli
verilir... Karı-koca Allah'ın yasalarını yerine getirememekten korkmadıkça,
kadınlara verdiklerinizden herhangi bir şey almanız helâl olmaz. Eğer Allah'ın
}rasalarını yerine getirememekten korkarlarsa, o zaman kadının fidye veımesinde
onların üzerlerine bir günah
yoktur."[330]'
Bu âyet cariyeler
hakkında değil, hür kadınlar hakkındadır. Zira cariyenin fidye vermesi
kendisine değil, efendisine aittir. Sonra Allah şöyle buyurmuştur:
"Şayet kadını
boşarsa^ kadın başka bir koca ile evlenmedikçe artık önceki kocasına helâl
olmaz. İkinci koca kadını boşarsa, o zaman birbirlerine dönmelerinde üzerlerine
bir günah yoktur. "[331]'
Görüldüğü gibi Allah
dönmeyi ikisine ait bir husus saymıştır. Cariye hakkında adı geçen dönme — ki
bu akitttr—- kendisine ait değil, yalnızca efendisine ait bir haktır. Ama hür
kadın için durum beyle değildir. Zira velisinin izniyle onun buna hakkı vardır.
Vefat iddeti konusundaki şu âyet de böyledir:
"Sizden vefat
edenlerin geride bıraktıkları hanımlar kendi kendilerine dört ay on gün
beklerler. Bu süreyi tamamladıklarında artık kendileri hakkında örfe uygun
davranışlarında size bir günah yoktur."[332]
Bu, ancak hür kadının
hakkıdır. Cariyenin ise kendisi konusunda asla bir müdahalesi yoktur. Bu durum,
asü iddet konusundadır. Aylar esas alınarak beklenen iddet, bir şube ve bir
bedeldir. Doğum yapma esasına göre beklenen iddette ise, hür kadınla cariye
eşittir. Nitekim Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı ile tabiîn bu görüşü
benimsemiş, müslümanlar da buna göre tatbikatta bulunmuşlardır. Bu fıkhın ta
kendisidir ve Allah'ın kitabında
yer alan cariyeye, hür kadının cezasının yansı tatbik edilir, şeklindeki hükme
de uygundur. Sahabe arasında buna aykırı görüşü olan bir zat bilinmemektedir.
Allah Rasûlü'nün ashabının Allah'ı anlayışı, onların yolundan ayrılan
sonrakilerin anlayışından daha yerli yerindedir. Basan Allah'tandır.
Muhammed b. Şîrîn ve
Mekhûl dışında seleften herhangi bir kimsenin iddet konusunda hür kadınla
cariyeyi eşit tuttuğu bilinmemektedir. İbn Şîrîn bu görüşünü kesin ifade
etmemiş, kendi şahsî kanaati olarak haber vermiş ve böyle söylemeyi de uyulacak
bir sünnetin bulunmamasına bağlamıştır. Mekhûl'ün görüşünü (İbn Hazm) herhangi
bir senedle zikretmemiştir. Yalnız bu görüşü, Mekhûl'den İmam Ahmed rivayet
etmiştir. Bu ise Zahirîlere göre makbul ve sahih değildir. Şu halde yalnızca,
uyulacak bir sünnetin bulunmamasına bağlanmış olan tbn Sîrîn'in görüşü dışında,
seleften sizin görüşünüzü paylaşan bir kimse kalmamıştır. Kuşkusuz Hz. Ömer'in
sünneti bu konuda uyulacak sünnettir. Bu konuda sahabeden —Allah onlardan razı
olsun— hiç kimse ona muhalefet etmemiştir. En iyi bilen Allah'tır.
Soru: Hz. Ömer'in
(r.a.) ergenlik yaşına girmemiş cariyenin iddeti üç aydır dediği sahih olarak
rivayet edilmişken, sahabenin ve ümmetin çoğunluğunun icmâ ettiğini nasıl iddia
edebiliyorsunuz? Oysa aynı görüş şu zatlardan da sahih yolla nakledilmiştir:
Ömer b. Abdülaziz, Mücâhid, Hasan el-Basrî, Rabîa, Leys b. Sa'd, Zührî, Bekir
b. Eşec, Mâlik ve arkadaşlan, rivayetlerden birine göre Ahmed b. Haribri.
Malûmdur ki, hayızdan kesilmiş ve henüz hayız görmeyecek kadar küçük olan
hanımlar hakkında aylar, üç kar'dan bedeldir. Bu da gösterir ki onlar hakkında
bunun bedeli üçtür.
Cevap: Bunu söyleyenler,
"Cariyenin iddeti iki hayız müddetidir." diyenlerin bizzat
kendileridir. Hem o şekilde hem de bu şekilde fetva vermişlerdir. Onların ay
hesabına göre iddet bekleme konusunda üç görüşleri vardır; bu üç görüş Şafiî'ye
aittir ve Ahmed'den gelen üç ayn rivayettir.
Ahmed'den gelen
rivayetlerin çoğunluğuna göre, cariyenin iddeti iki aydır. Bunu ondan bir grup
arkadaşı rivayet etmiş olup, aynı zamanda Hz. Ömer'den (r.a.) gelen iki
rivayetten de biridir. Bu rivayeti ondan el-Esrem ve daha başkalan nakletmiştir.
Bu görüşün delili şudur: Cariyenin kuru' hesabına göre beklediği iddet, iki
hayız süresidir. O halde her bir hayız yerine bir ay geçirilmiştir.
İkinci görüş:
Cariyenin iddeti bir buçuk aydır. Bunu ondan el-Esrem ve el-Meymûnî rivayet
etmiştir. Bu görüş Hz. Ali, İbn Ömer, îbnu'l-Müseyyeb, Ebû Hanife ve
görüşlerinden birine göre Şafiî'nin görüşüdür.
Bunun delili: Aylan
iki parçaya ayırmak mümkündür. Kurû'nun aksine aylar ikiye ayrıldığında
yarımşar olurlar. Meselâ, ihramlı bir kimseye avlanma cezası olarak yanm müd
ceza ödemek vacib olur da, bunun yerine oruç tutmak isterse, ancak tam bir gün
oruç tutması icabeder.
Üçüncü görüş:
Cariyenin iddeti tamı tamına üç aydır. Bu Hz. Ömer'den (r.a.) gelen iki
rivayetten biridir ve Şafii'nin üçüncü görüşüdür. O, zikrettiğimiz kişiler
arasındadır.
Bunlara göre kuru'
hesabı iddet beklemesiyle ay hesabı iddet beklemesi arasında şu fark vardır: Ay
hesabında gözönüne alman, cariyenin rahminde çocuk bulunup bulunmadığını
anlamaktır. Bu ise — kadın gerek hür, gerek cariye olsun— üç aydan daha aşağı
bir sürede anlaşılmaz. Çünkü rahme düşen çocuk kırk gün nutfe olur, sonra kırk
gün alaka olur ve sonra kırk gün de mudğa olur. İşte bu hamileliğin anlaşılması
mümkün hale gelen üçüncü gelişme devridir. Bu da gerek hür, gerek cariye için
aynıdır. Ama kuru' hususunda durum farklıdır. Çünkü bir tek hayız, rahimde
çocuk bulunmadığına açık bir alâmettir. Bundan dolayı mülk olan cariye hakkında
bu süreyle yetinildi. Evlendiği zaman hür kadınlara benzer bir durum alır ve
mülk cariyeden daha şerefli olur. İşte bu sebepten iddeti, iki iddet arasına
yerleştirilmiştir.
Üstad
(İbn Kudâme), el-MuğnVde diyor ki: Bu görüşü reddeden, sahabenin icmâ'ma
muhalefet etmiş olur. Zira onlar ihtlıâf etmişler ve ilk iki görüşü ileri
sürmüşlerdir. Her ne zaman onlar iki görüş üzere ihtilâf etseler, bir üçüncü
görüş icat etmek caiz olmaz. Çünkü bu, onların hata etmiş olduklarını ve doğru
olan görüşün onların hepsinin görüşleri dışında bulunduğunu söylemeye götürür.
Ben derim ki: Bunda bir üçüncü görüş icadı yoktur. Aksine bu, îbn Vehb ve daha
başkalarının nakillerine göre, Hz. Ömer'den gelen iki rivayetten b:ridir.
Tabiînden yukarıda adını verdiğimiz kimseler ve daha başka âlimler bu görüşte
olduklarını söylemişlerdir. [333]
Hayızdan kesilmiş ve
daha henüz hayız görmemiş kadınların iddetini Allah Teâlâ kitabında şöylece
açıklamıştır: "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler ile daha henüz
hayız görmemiş olanların iddeti hususunda şüphe içindeyseniz, onların iddeti üç
aydır. [334]'
Âlimler hayızdan
kesilme yaşını sınırlamada muazzam bir görüş ayrılığı içine düşmüşlerdir.
Kimileri elli yaşla sınırlandırmış ve "Kadın ellisinden sonra hayız olmaz." demişlerdir. Bu
görüş, İshâk'm görüşüdür ve Ahmed'den (r.a.) gelen bir rivayettir. Bu görüş
sahipleri delil olarak Hz, Âişe'nin (r.a.): "Kadın elli yaşına ulaşınca,
hayız gören kadınlar sınırından çıkar." sözünü ileri sürmüşlerdir.
Bir grup ise altmış
yaşı ile sınırlandırmış ve: "Kadın altmışından sonra hayız olmaz." demişlerdir.
Bu, Ahmed'den gelen ikinci rivayettir. Ondan gelen bir üçüncü rivayete göre,
Arap kadınları ile başka kadınlar arasında fark vardır: Hayızdan kesilme sının
Arap kadınlarında altmış, Arap olmayan kadınlarda ellidir. Kendisinden gelen
dördüncü bir rivayete göre ise, elli-altmış arasında görülen kan, şüpheli
kandır; kadın orucunu tutar, namazını kılar ve farz orucu kaza eder,
el-Hırakî'nin tercihi budur. Yine Ahmed'den gelen beşinci bir rivayete göre de,
kan elli yaşından sonra âdet halini alır ve tekrar ederse hayız kanıdır,
etmezse değildir. '''
Hayızdan kesilmenin
süresi konusunda Şafiî'nin {r.a.) açık ve net ifadesi bulunmamaktadır. Ona ait
iki görüş vardır:
1- Kadının
yakınlarının hayızdan kesilme yaşıyla bilinir. .
2- Bütün kadınların
hayızdan kesilme yaşı gözönüne alınır.
Birinci görüşe göre,
gözönüne alınacak olan bütün yakınları mı yoksa asabesi olan kadınlar mı, yoksa
hassaten kendi bulunduğu şehirdeki kadınlar mıdır? Bu konuda üç ayrı bakış
açısı vardır. Sonra yakınlar gözönüne alınır dendiğinde, onların âdetleri ayn
ayrı olursa, âdet süresi en az olana mı, yahut en çok olana mı, yoksa dünyada
âdet süresi en az olan kadına -mı itibar olunur? Bu hususta da, üç ayrı bakış
açısı vardır.
İkinci görüş yani
bütün kadınlar gözönünde bulundurulur görüşü ŞâfiTye (r.a.) aittir. Sonra
Şafiî'nin arkadaşları bunun bir sınırı bulunup bulunmadığı hususunda iki ayn
görüş ileri sürmüşlerdir:
1- Sının
yoktur: Şafiî'nin ifadesinden anlaşılan budur.
2- Sının vardır.
Sonra bu ikinci görüş sahipleri iki ayn görüş ileri
sürmüşlerdir:
a- Sınır
altmış yaştır. Bunu Ebu'l-Abbas b. Kâs ile Üstad Ebu Hâmid
söylemiştir
b- Sınır
altmış ikidir: Bunu da el-Mühezzeb'de Üstad Ebu tshak ile
eş-ŞâmÜ'de Îbnu's-Sabbâğ söylemiştir.
İmam Mâlik'in (r.a.)
arkadaşlan, hayızdan kesilme yaşı için herhangi bir sınır koymamışlardır.
Aralarında Şeyhülislâm
İbn Teymiye'nin de bulunduğu daha başkalan ise diyorlar ki: Hayızdan kesilme
yaşı, kadına göre değişir. Bu yaşın, bütün kadmlann birleştiği bir sının
yoktur. Âyette kastedilen her kadının kendisinin hayız görmekten ümidini kesmesidir. Çünkü âyette
"hayızdan kesilme" anlamına gelen "ye's" kelimesi, ümitvar
olmanın zıttıdır. Kadın hayızdan ümidini kesmiş ve artık hayız görmeyi ümit
etmiyorsa, yaşı kırk veya bu civarda da olsa âyise (=hayızdan kesilmiş)
demektir. Başkası, elli yaşında da olsa hayızdan kesilmeyebilir.
Zübeyr b. Bekkâr
kaydetmiştir ki, bazıları: "Elli yaşında ancak Arap kadın doğurur. Altmış
yaşında ise yalnızca Kureyşli kadın doğurur." demişlerdir. Zübeyr b. Bekkâr
diyor ki: Ebu Ubeyde b. Abdullah b. Rabîa'nın kızı Hind, Musa b. Abdullah b.
Hasan b. Hasan b. Ali b. Ebu Tâlib'i — Allah ondan razı olsun— altmış yaşında
iken doğurmuştur. Hz. Ömer'den sahih senedle rivayet edildiğine göre boşanan ve
bir yahut iki hayız gören, sonra hayız hali ortadan kalkan ve kalkmasının
sebebini bilmeyen bir kadın dokuz ay bekler, hamile olduğu anlaşılırsa (doğuma
kadar) ne âlâ, aksi takdirde üç ay iddet bekler. Aralarında Mâlik, Ahmed ve
kadîm görüşünde Şafiî'nin de bulunduğu çoğunluk, bu konuda Hz. Ömer'e muvafakat
etmiştir. Diyorlar ki: Kadın, hamilelik müddetinin çoğunluğunu bekler, sonra da
hayızdan kesilmiş kadının iddetini bekler ve sonra otuz veya kırk yaşında bile
olsa başkalanyla evlenmesi helal olur. Bundan çıkarılacak sonuç, Hz. Ömer ile
ona uyan selef ve halef ulemasına göre, kadın elli yaşından önce, kırk yaşından
önce hayızdan kesilebilir ve onlara göre kadınların hayızdan kesilmelerinin
sınırlı bir vakti yoktur; aksine böyle birisi otuz yaşında hayızdan
kesilebileceği gibi, başkası elli yaşma ulaşsa da hayızdan kesilmeyebilir.
Hayız hali ortadan
kalkan, ama bunun sebebini bilmeyen kadını dokuz ay geçtikten sonra hayızdan
kesilmiş saydıklanna göre, ya alındığı takdirde kadının bir daha hayız
göremeyeceği bir ilaç kullanmış olması, ya da ailesi ve akrabası kadınlar
arasında yerleşik bir âdet olması yollanndan biriyle hayzınm kesilmesinin
sebebini bilen kadının elli yaşma ulaşmamış bile olsa hayızdan kesilmiş
sayılması daha münasiptir. Ama hayız hali hastalık, süt emzirme yahut hamilelik
gibi bir sebeple ortadan kalkarsa, durum böyle değildir. Zira bu kadın hayızdan
kesilmiş sayılmaz. Çünkü bu gibi haller ortadan kalkar.
Şu halde üç basamak
vardır: Birisi: Kadının bir yıl arayla hayızdan kesilmesi ve bu halin peşi
peşine bir kaç yıl devam etmesi suretiyle katî bilinen bir hayızdan kesilmeden
ötürü hayız halinin ortadan kalkması, sonra bunun ardından erkeğin kadını
boşaması. İşte bu durumdaki kadın ister kırk yaşında, ister daha küçük, isterse
daha büyük olsun, Kur'an'ın ifadesine göre üç ay idet bekler.
Bu kadın üç ay
beklemeye, sahabe ve âlimler çoğunluğunun dokuz ay beklemesinden sonra bunun
ardından üç ay daha beklemesine hükmettiği kadmdan daha layıktır. Zira o kadın hayız oluyordu ve
hayızlı iken boşanmıştı; boşanmayı müteakip hayız hali ortadan kalktı, ama
hangi sebeple kalktığını bilmiyordu. İşte böyle bir kadına hamileliğin
çoğunlukla sona erdiği sürenin bitiminden sonra hayızdan kesilmiş kadın hükmü
verildiğine göre, ya şu durumdaki kadına ne demeli? İşte bu sebeple Kadı
İsmail, Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde diyor ki: Allah Teâlâ hayızdan kesilme
meselesini şüpheyle birlikte zikrederek: "Kadınlarınız içinde hayızdan
kesilenlerin iddetleri hususunda şüphe ederseniz, onların iddetleri üç
aydır.-Hol) buyurmuştur. Sonra Hz. Ömer'den (r.a.) Kur'an'ın açık ifadesine
uygun bir söz nakledilmiştir. Zira o demiştir ki: "Boşanan herhangi bir
kadın bir-iki hayız görür, sonra hayız hali ortadan kalkar ve ne sebeple
hayzınm kesildiğini bilmezse dokuz ay bekler. Sonra üç ay iddet bekler."
Hayız halini ortadan kaldıran sebebi bilmediğine göre, şüpheli bir durum
sözkonusudur. İşte bu sebepten ötürü Hz. Ömer burada bu hükmü vermiştir. Buna
uymak "Bir kimse, bir yahut iki talâkla kansını boşadıktan sonra kadının
hayız hali ortadan kalksa ve kadın genç yaşta olsa, otuz sene iddet bekler, İki
yıl geçtikten sonra bir çocuk dünyaya getirse adamı bağlamaz." diyenin
görüşünden daha bağlayıcı ve daha münasiptir. Bu zat, geçmiş müslümanlarm
icmâ'ma muhalefet etmiştir. Zira onlar, kadın iddet içinde bulunduğu sürece
doğan çocuğun, babanın nesebine katılacağı konusunda icmâ etmişlerdir. Şu halde
herhangi bir kimsenin: "Bir adam İcansını bir yahut iki talâkla boşar ve
kadın iddet içinde bulunduğu sürece aralarında birbirine mirasçı olma vs. gibi karı-kocalık
hükümleri yürürlükte bulunur, ama kadın bir çocuk dünyaya getirirse doğan
çocuğun nesebi adama bağlanmaz." demesi nasıl caiz olur? Oysa boşanma
iddetinden anlaşılan o ki, bu iddet çocuğun kendisinden meydana geldiği zifaf
olarak görülmüştür. Öyleyse dünyaya gelen çocuk adamı bağlamazken, kadın nasıl
iddette olabilir?
Ben derim ki: Bu Kadı
İsmail'in Ebu Hanife'ye yönelttiği susturucu itirazıdır. Çünkü Ebu Hanife'ye
göre en kısa hamildik müddeti iki senedir[335];
iddeti sırasında şüphe içinde olan kadın, hayızdan kesilme yaşma kadar iddette
kalır ve böylece iddetini tamamlamış olur. Kadı İsmail, aynı şekilde sonraki
görüşüne göre de Şafiî'ye susturucu itiraz yöneltmektedir. Ancak Şafiî'ye göre
hamilelik müddeti dert senedir; kadın bu süreden sonra bir çocuk dünyaya
getirecek olursa boşandığı adamdan iddet beklemekte olduğu halde, çocuğun nesebi adama
bağlanmaz.
Kadı İsmail diyor ki:
Ümit kesmenin oranı birbirinden farklı olur. Ümitsizliğe düşmek, ümit etmek ve
zannetmek kavramları da böyledir. Böyle olanlarda söz genişler. Bu ifadelerden
biri kullanıldığı vakit meydanda olan mâna derecesine indirilir, öylece
anlaşılır. Meselâ, insan, kendisine göre çoğunluk ihtimal hastanın iy il
eşmeyeceği yönünde olunca: "Hastamdan ümidimi kestim." ve yine kendisine
göre çoğunluk ihtimal gelmeyeceği yönünde olunca da: "Kayıp adamımdan
ümidimi kestim." der. Oysa kayıp şahıs, yahut hastası ölse de: "Ben
ondan ümidimi kestim." deseydi, insanlara göre söz yerli yerinde söylenmiş
olmazdı. Ancak söylediği sözde kastettiği mânanın anlaşılması durumu müstesna.
Mesalâ: "Hastalığında ölecek korkusuyla endişe içindeydim. Ölünce
ümitsizlik yerini buldu." demiş olması gibi. Söz işte bu ve benzeri
anlamlara yorumlanır. Ancak ümit kesme ifadesi kullanıldığında çoğunlukla ümit
kesmede baskın taraf o şeyin olmayacağı yönünde olur. Ne ümidini kesen, ne de
ümitvar olan kimse o şeyin olacağını yahut olmayacağını kesinlikle bilir. Allah
Teâlâ buyuruyor ki: "Evlenme ümidi kalmayan, ihtiyarlayıp oturmuş
kadınlara, süslerini açığa çıkarmamak şartıyla dış elbiselerini çıkarmalarından
ötürü bir günah yoktur."[336]'
Ümit etme (recâ), ümidi kesmenin (ye's) zıttıdır. İhtiyarlayıp oturmuş kadının
bazen evlenmesi mümkündür. Ancak halk nazarında baskın olan taraf, erkeklerin
onlara rağbet etmeyecekleri yönündedir. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Ümitsizliğe düşmelerinin ardından yağmuru yağdıran O*dur,"[337]Âyette
geçen kunût (ümitsizliğe düşme) kelimesi, ye's gibidir. Yağmurun yağmayacağını
kesin olarak bilmiyorlardı;. ancak yağması uzun süre gecikince kalplerine
ümitsizlik düştü. Allah Teâlâ buyuruyor kl: "Peygamberler ümitsizliğe
düşüp yalanlandıklarını sandıklan bir sırada, onlara yardımımız
yetişmiştir."[338]
ümitsizliğe düşenlerin peygamberler olduğunu zikrettiğine göre bu, tam kanaat
getirdikleri bir kesinlik olmaksızın kalplerine bir ümitsizlik düştüğüne
delildir. Çünkü bu konuda kesin bilgi onlara ancak Allah katından gelir.
Nitekim Hz. Nuh kıssasında: "Nuh'a: 'Senin milletinden inanmış olanlardan
başkası inanmayacaktır. Onların yap agel diki erine üzülme.' diye vahyolun-du."[339]
buyurmakta; Hz. Yusuf kıssasında ise Allah Teâlâ: "Ondan ümitlerini
kesince, aralarında konuşmak üzere bir kenara çekildiler."[340]'
buyurmaktadır. Buradan açık bir şekilde anlaşılan onların ümitlerini
kesmelerinin kesin bir bilgi olmadığıdır.
İbn Ebî Üveys — Mâlik
— Hişam b. Urve — babası (Urve b. Zübeyr) senediyle bize rivayet olunduğuna
göre, Hz. Ömer (r.a.J verdiği hutbede: "Ey insanlar! Biliniz ki, tamahkâr
olup ümit beslemek fakirliktir. Ümit kesmek, zenginliktir. Kişi bir şeyden
ümidini kesince, ondan müstağni kalır." derdi. Görüldüğü üzere Hz. Ömer
ümit kesmeyi (ye's), ümitvar olma ve tamahkârlık etme (tama') karşılığı olarak
kullanmıştır. Ahmed b. Muaddil'in, eski bir şâire ait bir dişi deveyi tasvir
eden şu; şiiri okuduğunu işittim
"Sapsarı... Abbasoğülları
mirasından,
Onu, koruluk içinde
gizlendiği yataktaki,
Bir ceylan gibi
eyledim.
Sağıldığı anda 'Bis!
Bis!' sesini işitince,
Boşaltıverir
memelerindeki sütü.
Artık nefsim ümit
(tama1) ve ye's arasında..."
Burada şâir tama'
kelimesini ye's mukabili kullanmıştır.
Süleyman b. Harb —
Cerîr b. Hâzim — A'meş — Sellâm b. Şurahbil senediyle bize rivayet edildiğine
göre, Habbe b. Halid ile Sevâ b. Hâlid, Hz. Peygamber'e (s.a.) gelip:
"Bize bir şey öğret." dediler. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurdu: "Başlarınız kımıldadığı sürece, hayırdan ümit kesmeyin. Çünkü her
bir kul, kızıl olarak doğar, üzerinde bedenini örtecek incecik bir elbise
bulunmaz. Sonra Allah onu rızıklandınr ve ona verir."[341]
Ali b. Abdullah'ın
bize İbn Uyeyne'den rivayetine göre Hişâm b. Abdulmelik, Ebu Hâzim'e: "Ey
Ebû Hâzim! Ne malın var?" diye sordu. O da: "En hayırlı mal, Allah'a
güvenim ve insanların ellerindeki varlıklardan ümidimi kesmemdir." dedi.
Kadı İsmail diyor ki: Bu sayılamayacak kadar çoktur. (Kadı İsmail'in sözleri)
bitti.
Üstadımız
diyor ki: Bu konuda kadınların süregelen bir âdetleri yoktur. Öyle ki, kimileri
ergenlik yaşma girse de aybaşı, görmez; kimileri çok kısa aybaşı görür ve hayız
halleri arasındaki zaman uzar ve hatta senede bir defa hayız olur. Bu yüzden
âlimler iki hayız arasındaki temizliğin bir sınırı bulunmadığında görüş
birliğine varmışlardır. Kadınların çoğunluğu her ay bir kere hayız olur, hayız
halleri çeyrek ay sürer
ve temizlik zamanları ise bir ayın dörtte üçünü kapsar. Kimi kadınlar nem
oranlarının düşüklüğünden dolayı, birkaç ayı hayızdan temiz olarak geçirir;
kimi kadınlara kuruluk çabuk sirayet eder ve böylece hayızı kesilir, elli
yaşından hatta kırk yaşından küçük olsa da hayızdan-nifastan tamamen
kesilebilir; kimi kadınlara da kuruluk çabuk sirayet etmez ve dolayısıyla elli
yaşını da geçse hayız görebilir... Üstad devamla diyor ki: Ne Kur'an'da, ne de
hadislerde hayızdan kesilmenin yaşı sınırlandırılmıştır. Şayet (âyette geçen)
hayızdan kesilenler ifadesiyle elli, altmış yahut daha başka bir yaşta olanlar
kasdedilmiş olsaydı "şu şu yaşa ulaşanlar" denirdi, "hayızdan
kesilenler" denmezdi. Hem yukarıda da geçtiği üzere sahabe —Allah onlardan
razı olsun— bundan Önce hayız hali ortadan kalkan kadını hayızdan kesilmiş
saymışlardır. Hayızdan kesilmelerinin vaktinde de (bu halin) varlığı
ihtilaflıdır, ittifaklı değildir. Hem Allah Teâlâ: "Hayızdan
kesilenler" buyurmuştur. Şayet bunun belli bir vakti olsaydı, gerek kadın,
gerekse başkaları kadınların hayızdan kesilmelerini bilmede eşit konumda olurlardı.
Oysa Allar;; Teâlâ "kadınlar" ifadesini hayızdan kesilenler olmakla
tahsis etmiştir. Nitekim bu ifadeyi "daha henüz hayız görmemiş
olanlar" diyerek de tahsis etmiştir. Şu halde hayız görmüş olan, hayız
görmekten ümidini kesebilir. Bu ise şüphe içinde olmaktan farklı bir durumdur.
Zira Allah Teâlâ: "siz (erkekler) şüphe ederseniz" buyurmuş,
"onlar (kadınlar) şüphe ederlerse" buyurmamıştır. Yani siz onlann
günleri konusunda şüphe eder kuşkuya düşerseniz, işte hükmü budur, tefsircüer
cemaatinin söyledikleri değildir. Nitekim İbn Ebî Hâtim'in tefsirinde Cerîr ve
Musa b. A'yen (hadisin metni bu şahsa aittir) — Mutarrif b. Tarif — Amr b.
Salim senediyle rivayetine göre Übey b. Ka'b anlatıyor: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Medinede bir takım insanlar, küçük, yaşlı ve hamile kadınların
iddetleri konusunda Allah'ın Kur'an'da zikretmediği şeyleri söylüyorlar."
dedim. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu sûredeki şu âyetleri indirdi:
"Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler ile daha henüz hayız görmemiş
olanların icldeti hususunda şüphe içindeyseniz, onların iddeti üç aydır. Gebe
olanların iddeti doğum yapmalarıyîa tamamlanır. "([342]
Hâmile bir kadınının iddeti doğum yapıncaya kadardır. Doğum yapınca iddeti sona
erer.[343] Cerîr'in rivayet ettiği
metne göre Übey b. Ka'b şöyle anlatıyor: "Ey .Allah'ın Rasûlü! Medine
halkından bazı kimseler kadınların iddetleri hakkında gelen Bakara süresindeki
âyet inince: 'Kadınların iddetleri konusunda Kur'an'da bazı hususlar
zikredilmedi. Küçük kadınların, hayızdan kesilen yaşlı kadınların ve hamile
olanların iddetleri açıklanmadı.' dediler."dedim. Bunun üzerine hayızdan
kalan kadınlar hakkında: "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenlerin
iddetleri konusunda şüphe ederseniz..."[344]
âyeti indi. Sonra
İbn Ebî Hatim:
"Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler..." âyetini Saîd b.
Cübeyr'in:"Yani hayızdan kesilme yaşma girmiş olup hayız görmeyen yaşlı
yahut hayızdan kalmış ve arük hiç hayız görmeyen kadınlar..." diye tefsir
ettiğini; âyetteki "şüphe ederseniz" kısmını ise "Kuşkuya
düşerseniz, onların iddetleri üç
aydır." diye yorumladığını rivayet eder. Mücâhid'in de "şüphe
ederseniz" kısmını "Hayızdan kalmış olan, yahut henüz hayız görmemiş
bulunan kadının iddetini bilmiyorsanız, onların iddetleri üç aydır." diye
tefsir ettiğini nakletmiştir. Şu halde Allah Teâlâ'nın "şüphe
ederseniz" sözünden maksadı şudur: Onların hükümlerini soruyor,
hükümlerini bilmiyor ve bu konuda kuşku duyuyorsanız, size bunu açıkladık. İşte
bu kalbinde şüphe ve tereddüt kalksın diye kulun açıklanmasını talep ettiği,
Allah'ın ona olan nimetini beyandır. Ama ilim talebinden yüz çeviren kimse için
bu sözkonusu değildir. Hem kadınlar hayızm başlangıç yaşında da birbirlerine
eşit değillerdir. Kimisi on, kimisi on iki, kimisi on beş , kimisi de daha
ileri yaşta hayız görmeye başlar. Aynı şekilde hayızdan kesilme yaşı olan
"hayız yaşının sonu" hususunda da birbirlerine eşit değilerdir.
Hadiseler buna şahittir. Hem ayrıca âlimler ergenlik yassına girdiği halde
hayız görmeyen kadının, üç ay mı, yoksa hayız hali orts.dan kalkan ama sebebini
bilmeyen kadın gibi bir sene mi iddet bekleyeceği konusunda ihtilâfa
düşmüşlerdir, Bu konuda İmam Ahmed'in iki rivayeti vardır. Ben derim ki:
Âlimlerin çoğunluğu üç ay iddet bekleyeceğini söylemişler ve üç ay iddet
beklemeyi icabettiren küçüklük için bir sınır koymamışlardır. Aynı şekilde üç
ay iddet beklemeyi gerektiren yaşlılık için de bir sınırın olmaması gerekir. Bu
açıktır. Allah'a hamdolsun. [345]
Vefat iddeti, Kocanın
ölümüyle vacip olur. İster, zifafa girmiş bulunsunlar, isterlerse girmemiş
olsunlar farketmez. Bunda ittifak vardır. Nitekim Kur'an ve sünnetin umumî
ifadeleri bunu göstermektedir. Alimler gerek karı—kocanın zifaftan önce
birbirlerine mirasçı olacakları konusunda, gerekse nikâh akdi sırasında
belirlenmiş olduğu takdirde mehirin yerini bulacağı konusunda ittifak
etmişlerdir. Çünkü ölüm akdin sona ermesi olduğundan ötürü onunla hükümler
oturur ve dolayısıyla hem karı—koca birbirlerine mirasçı olur, hem mehir yerini
bulur ve hem de iddet vacip olur.
Alimler iki meselede
ihtilaf etmişlerdir: Birinci mesele: Mehir, nikâh akdi sırasında belirlenmemiş
olduğu zaman mehr-i misil vacip olur mu? Ahmed, Ebu Hanife ve iki görüşünden
birine göre Şafiî vacip olacağı görüşündedir. Ama Mâlik ve diğer görüşüne göre
Şafiî vacip olmaz demişlerdir. Yukarıda kaydedilen Berva' bt. Vâsık'ın rivayet
ettiği mânası açık, senedi sahih hadiste de geçtiği üzere Allah Rasûlü (s.a.)
vacip olacağına hükmetmiştir. Bu şekilde hadis gelmemiş olsaydı bile bu hüküm,
kıyasın ta kendisi olurdu. Çünkü ölüm, nikâh sırasında belirlenen mehrin yerine
ulaştırılması ve iddetin vacip olması konularında zifaf yerine geçirilmiştir.
İkinci mesele: Üvey
kızın haramlığı, annesiyle zifafa girme halinde gerçekleştiği gibi, annesinin
ölümüyle de gerçekleşir mi? Bu konuda sahabeye ait iki görüş vardır, her ikisi
de Ahmed'den rivayet edilmiştir.
Sözün özü: Bu konudaki
iddet rahimde çocuk bulunup bulunmadığını anlamak maksadıyla beklenilen bir
iddet değildir. Zira boşama iddetinin aksine bu iddet, zifaftan önce de
vacipolur.
Âlimler vefat iddeti
ve daha başka iddetlerin hikmeti konusunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir.
Kimileri rahimde çocuk bulunup bulunmadığını anlamak içindir demiş ve bu görüşe
pek çok itirazlar ileri sürülmüştür. Bazıları: 1- Vefat halinde beklenilen
iddet zifaftan önce de vaciptir. 2- Üç kar* müddetidir. Oysa istibrâ eden
cariyede olduğu gibi, rahimde çocuk bulunup bulunmadığını anlamak için bir
hayız yeterlidir. 3- Yaş küçüklüğünden yahut yaşlılıktan ötürü rahminde çocuk
bulunmadığı kesinlikle bilinenler hakkında da üç ay iddet beklemek ve.ciptir.
Kimi âlimler ise:
"Bu taabbudî bir meseledir; mânası akılla anlaşılmaz." demişlerdir.
Bu da iki yönden tutarsızdır:
1-
insanların pek çoğu veya çoğunluğu anlamasa bile, şerîatteki her bir hükmün
mutlaka bir hikmeti vardır.
2- İddetler, hâlis ibâdetler cümlesinden
değildir; aksine bunlarda kan-kocanm,
çocuğun ve (kadınla) evlenecek kimsenin hakkının gözetilmesi faydalan yatmaktadır.
Üstadımız İbn Teymiye der ki:
Şöyle söylemek doğrudur: Vefat iddeti nikâhın sona ermesine bir saygı ve
kocanın hakkını gözetme anlamı taşımaktadır. Bundan dolayı kocası ölen kadın,
vefat iddeti sırasında kocanın hakkına riayet için yas tutar. Dolayısıyla iddet
büyük bir öneme ve konuma sahip olan nikâh akdinin hakkını koruyan bir alan
kılınmıştır. Böylece birinci şahsın nikâhı ile ikinci şahsın nikâhı arasına bir
fâsüa girmiş olur ve aynı kadınla nikahlanan kimseler hemen birbirini
takip etmiş olmaz. Bakın, Allah Rasülü'nün
(s.a.) haklu* büyük olduğundan kendisinden sonra, başka kimselerin onun
hanimîarıyla evlenmeleri haram sayılmıştır. Bu Hz. Rasûl'ün
husûsiyetlerindendir. Çünkü O'nun dünyadaki hanımları âhirette de O'nun
hanımları olacaktır. Ama başkaları için bu sözkonusu değildir. Zira kadının
kocasından başkasıyla evlenmesi kendisine haram olsaydı, kocası ölen kadın
zarar görürdü, ikinci koca, kadın için birincisinden daha hayırlı da olabilir.
Ancak kadın birinci kocasının çocuklarının bakımıyla uğraşıp evlenmezse, bundan
dolayı kendisi övgüye lâyık ve bu davranışı müstahap olur. Hz. Peygamber (s.a.)
bir hadiste, orta ve işaret parmakların göstererek şöyle buyurdu: "Asalet
ve güzellik sahibi, kocasız kalmış ve kendisini çocuklar ayrılıncaya yahut
ölünceye kadar yetimlerine vakfetmiş, yanakları çukurlaşmış kadınla ben şu
ikisi gibi olacağız."'[346]'
Haramlığım icabettiren bir durum olduğu vakit artık kadının bekleyeceği
müddetten daha azı geçerli olmaz. Oysa cahiliye döneminde bir sene bekleme
süresi vardı; Allah Teâlâ bunu dört ay on güne indirerek hafifletti. Saîd b.
Müseyyeb'e: "On gün de ne oluyor?" diye sorulunca: "O süre
içinde ruh üflenir." cevabını verdi. İşte bu müddetin geçmesiyle ihtiyaç
duyulması halinde rahimde çocuk bulunup bulunmadığı anlaşılır ve buna ihtiyaç
olmadığında ds., kocanın hakkı yerine getirilmiş olur. [347]
İşte problem olan
budur Çünkü bu iddete, bunu illet göstermek mümkün değildir. Zira ancak cinsî
ilişkiden sonra vacip olur. Hem boşanma nikâh bağını koparmış olup, bu yüzden böyle
bir durumda nikâh akdi sırasında konulan mehrin yansı verilir ve mehr-I misil
düşer.
O halde denilir ki:
Doğruya ulaştıran Allah'tır: Boşanma iddeti, kocanın bu süre içerisinde
boşamadan dönebilme imkânı kalsın diye vacip kılınmıştır. Bu iddette, hem kocanın,
hem Allah'ın, hem çocuğun ve hem de kadınla evlenecek ikinci şahsın hakkı
vardır. Kocanın hakkı, iddet içerisinde boşamadan vazgeçebilme imkânına sahip
olabilmesidir. Allah'ın hakkı, kadına evinden ayrılmamasının vacip oluşudur.
Nitekim Allah Teâlâ, bunu açıkça bildirmişdir. Ahmed'in açık ifadesi ve Ebu
Hanife'nin mezhebi de bu yoldadır. Çocuğun hakkı, nesebinin zayi olup cinsî
ilişkide bulunan iki erkekten hangisine ait olduğumun bilinmemesi gibi bir
durumun ortaya çıkmamasıdır. Kadının hakkı, hem mirasçı olabilen ve hem de
kendisine mirasçı olunabilen bir zevce olmasından ötürü, lddet süresince kendisine nafaka ödenmesidir.
İddetin kocanın hakkı olduğunu şu âyet göstermektedir: "Ey inananlar!
Mü'min kadınları nikahlayıp da sonra kendilerine dokunmadan onlan bcşadığınızda
sizin onların üzerlerine sayacağınız iddet yoktur. "[348]
"Sizin onların üzerine sayacağnız bir iddet yoktur." cümlesi iddetin,
kadının üzerinde, kocanın bir hakkı olduğuna delîidir. Ayrıca Allah Teâlâ,
buyuruyor ki: "Bu arada kocaları, geri almaya daha çok hak
sahibidirler."[349]
Görüldüğü gibi Allah, kocayı, iddet içerisinde boşadığı karısını geri almaya
daha çok hak sahibi saymıştır. Bu, onun hakkıdır. îddet üç kar' yahut üç ay
olduğu zaman kocanın durumunu gözden geçirip karısını tutmy ya da salıverme
konusunda düşünebilmesi için bekleme süresi uzamış olur. Nitekim Allah Teâlâ,
karısına yaklaşmamaya yemin eden kimsenin durumunu gözden geçirmesi, karısını
tutma ve ona geri dönme ya da boşama konusunda düşünebilmesi için ona dört
aylık bekleme îmresi tanımıştır. Kansmı boşayan adamın seçimli kılmışı, tıpkı
karısına yaklaşmamaya yemin eden adamın muhayyerliği gibi sayılmıştır. Ancak
karısına yaklaşmamaya yemin eden kimse için dört aylık süre tanınmıştır.
Nitekim durumlarını gözden geçirmeleri için (müşriklere de Tevbe sûresi,
8/2'de) yeryüzünde gezip dolaşmalan için dört aylık bir süre tanınmıştır.
Bunu ortaya koyan
delillerden biri de, Allah Teâlâ.'mn şu âyetidir: "Kadınları boşadıgımzda
sürelerine ulaştılar mı, aralanr.da meşru tarzda anlaştıklan takdirde artık
kendilerini kocalarına nikahlamalarına engel olmayın."'[350]'
Süreye ulaşmak, ona erişmek, varmak demektir. Bu âyette süreye ulaşma, süreyi
aşma anlamındadır. "Sürelerine ulaştıklarında onlan meşru surette
tutun."[351]' âyetinde ise bu, süreye
yaklaşma, yakın olma anlamındadır. Sonra bu âyet hakkında iki görüş vardır: 1-
Bu bir zaman sinindir. Bu sınır da üçüncü hayıza adım atmak yahut üçüncü hayız
ya da dördüncü hayız kanının kesilmesidir. Buna göre bu süreye ulaşma işi,
kadının gücü dahilinde olan bir şey değil demektir. 2-Denilmiştir ki; Aksine bu
kadının fiili olup, sahabenin çoğunluğunun söylediği üzere yıkanıp gusletmedir.
Gusletmek suretiyle kocanın, kansıyla cinsî ilişkiye girmesi helâl olduğu gibi,
kadının da kocasının kendisinden istifadesine imkân tanıması helâl olur. Onlara
göre gusletmek, gerek akit anlamındaki nikâhta ve gerekse cinsî ilişki
anlamındaki nikâhta şarttır.
Bu konuda âlimlerin
dört ayn görüşü vardır:
1-
Zahirîlerden bir takım kimselerin söyledikleri üzere gusletme, ne onda ne bunda
bir şartır.
2- Her ikisinde de şarttır. Nitekim Ahmed ve
yukanda kaydedildiği üzere sahabenin çoğunluğu bu görüştedir.
3- Cinsî ilişki anlamındaki nikâhta şart, akit
anlamındaki nikahta şart değildir. Mâlik ve Şafiî bu görüştedirler.
4- Her iki halde de gusletme yahut onun yerine
geçen bir namaz vaktinin geçmiş olması ve hayızın, süresinin çoğunluğu
geçtikten sonra kesilmesi suretiyle temizliğe hükmetme şarttır. Nitekim Ebu Hanife
böyle söylemektedir. Ona göre, kadın gusletmeden önce adam boşamadan
vazgeçerse, kadının gusletmesi kocanın kendisiyle cinsî ilişkiye girebilmesi
içindir. Aksi takdirde bu gusül kadının başkasına helâl olabilmesi içindir.
Gusletmek suretiyle hayızın tamama ve sona ermesi gerçekleşmiş olur. Nitekim
Allah Teâlâ: "Temizlendikleri vakte kadar onlara yaklaşmayın, iyice
temizlendiklerinde Allah'ın size emrettiği yerden onlarla cinsî ilişkiye girin.[352]
buyurmaktadır. Allah Teâlâ, kadına üç kar' beklemesini emretmiştir. Bu üç kar'
geçince kadın süresine ulaşmış olur. Allah Teâlâ, kadın iki kar'ı müteakip
kocasından bâin olur, buyurmamıştır ki, süreye ulaşıldığında kocayı, kadını
tutma yahut salıverme arasında seçimli kılsın. Sahabenin —Allah onlardan razı
olsun— anladığı üzere, Kur'ân'm zahirine göre üç kar'ın bitiminde koca karısını
meşru şelülde tutma ya da iyilikle salıverme arasında seçimli olur. Buna göre
Kur'ân'da geçen "süreye ulaşma"
ifadesi bir tektir, iki kısım
değildir. Hatta bu, müddetin geçirilmesi
ve tamamlanması suretiyle gerçekleşir. Bu husus tıpkı şu âyetlerde olduğu
gibidir: Allah Teâlâ, cehennem halkının: "Bize tayin ettiğin sürenin
sonuna ulaştık."'[353]
diyeceklerini haber vermektedir.
"Sürelerine
ulaştıklarında kendileri hakkında meşru surette davrandıkları zaman size bir
günah yoktur."'[354]
"Süreye ulaşmak,
ona yaklaşmakdır." diyenler, şt| .şekilde yorumlamışlardır: "Kadın,
evlenme teklifi yapanlara helâl olduktan sonra koca, ona geri dönmeye daha
müstehak olarak kalmaz. Ancak kadın başkasına helâl olmadığı sürece koca,
boşadığı karısına dönmeye daha müstehak olur. Başkasının o kadınla evlenmesi
helâl olduğu vakit, artık eski koca dünürcülerden biri durumunda olur."
Bu yorumun kaynağı,
süreye ulaşmakla kadının başkasına helâl olacağı zannıdır. Oysa Kur'an buna delâlet etmez.
Aksine Kur*ân, kadına üç ay beklemeyi görev saymış ve süresine ulaşınca onun ya
meşru suretle nikâh altında tutulacağını, ya da iyilikle salıverileceğini ifade
etmiştir. Allah Teâlâ, bu nikâh altında tutma yahut salıvermeyi boşamanın
ardından zikrederek: "Boşama iki defadır. Ya meşru surette tutma, ya da
iyilikle salıvermedir. "[355]
buyurmuş ve sonra :"Kadmlan boşadığınızda, sürelerine ulaştıkları vakit
kocaları ile evlenmelerine engel olmayın."'121' diye emretmiştir. İşte
burada ifade edilen, kadının, kendisini boşayan ve kendisiyle evlenmeye daha
müstehak olan birinci kocasıyla evlenmesidir. Kadınları engellemeyi yasaklama
ise, kocanın hakkını pekiştirmektedir. Kur'an'da, süreye ulaşınca kadının
dünürcülere helâl olacağını ifade eden bir şey yoktur. Onda sadece böyle bir
durumda kocanın ya meşru surette tutacağı ya da iyilikle salıvereceği
belirtilmektedir. Şayet iyilikle salıverirse işte o zaman kadın, dünürcülere
helâl olur. Buna göre Kur'an'm delâleti açıktır. Kadın süresine ulaşınca ya;ıl
hayız kanının kesilmesiyle üç kar' sona erince koca, ya kadın gusletmeden önce
onu nikâhı altında tutar, kadın kendisinin yanında gusleder, ya da onu
salıverir, kadın gusledip dilediği ile nikahlanır. Böylece sahabe —Allah onlardan
razı olsun—anlayışının kıymeti ve onlardan sonra gelenlerin ictihâdlarınm
neticede onların anladıklarını anlamak, onların söylediklerini bilmek olduğu
anlaşılmaktadır.
Soru: Kadın
gusletmedikçe bütün bu süre içerisinde kocanın ona geri dönme hakkı varsa,
seçimliliği niçin süreye ulaşmak şartına bağladı?
Cevap: Bu süre
içerisinde kadının, kocanın hakkından ötürü beklediği anlaşılsın diye bu şarta
bağlamıştır. Âyette geçen "tarabbus" kelimesi beklemek, gözlemek
anlamındadır. Kadın, kocası kendisini nikâhı altında tutacak mı, yoksa
salıverecek mi, bunu gizlemektedir. Bu seçimlilik sürenin başından sonuna kadar
kocanın- sabit hakkıdır. Nitekim kansıyla cinsî ilişkiye girmemeye yemin eden
kinişe de, yeminden dönme ve boşamama arasında seçimlidir. Burada Allah Teâlâ,
kocayı süreye ulaşıldığı vakit seçimli kıldığına göre, ondan önce kocanın
seçimli olması daha münasip ve daha elverişlidir. Ancak iyilikle salıverme,
kadın süreye ulaşınca mümkün olur. Bundan önce ise kadın iddet içindedir.
Kadının iyilikle salıverilmesi
iddetin bitiminde ona tesir eder denilmişse de, Kur'an'm ifadelerinden
anlaşılan mâna bunun aksini göstermektedir. Zira Allah Teâlâ, iyilikle
salıvermeyi süreye ulaşıldığı zamana tahsis etmiştir. Bu salıvermenin ise,
sürenin evselinden itibaren sabit olduğu malumdur. Doğrusu
şu ki, salıverme
demek süreye ulaşıldığında
kadının ailesinin yanına gönderilmesi ve kocanın ondan elini çekmesi demektir.
Çünkü iddet süresince kocanın kadını tutma hakkı vardır. Kadın süresini
tamamlayınca; eğer koca, o:nu nikâhı altında tutarsa yine bir yerde tutabilir;
nikâhı altında tutmazsa iyilikle salıvermek zorundadır. Cinsî ilişkiden Önce
boşanmış kadın hakkında şu âyet bunu ifade etmektedir: "...Artık sizin
onlar için iddet saymanıza lüzum yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları
güzellikle salıverin."'[356]'
Görüldüğü gibi Allah Teâlâ güzellikle salıvermenizi emretmiş, iddete lüzum
olmadığını belirtmiştir. Böylece kadının yolunu açmanın, onu göndermek demek
olduğu anlaşılmış oldu.. Nitekim: "Suyu ve deveyi salıverdi." denir
ki, bunun anlamı bunların geçmesine imkan verdi demektir. İşte bu serbest
bırakma ve salıveırme ile kadının boşanması ve yolunun açılması tamamlanmış
olur. Bundan önce ise serbest bırakma tam olmaz. Bundan önce kocanın İtadmı
tutma ve salıverme hakkı vardır. Boşayan olmasına rağmen Allah Teâlâ, kocayı
iddet süresince kadını geri almaya daha müstehak saymış ve kocanın hakkından
dolayı iddet süresini üç kar' olarak tayin etmiştir. Bunu şu hususlar da teyid
eder:
1- Şeriatın koyucusu, kocasına belli bir miktar
para verip boşanan kadının iddetini bir hayız saymıştır. Nitekim bu husus
sünnetle sabit olmuş; Osman b. Affan, İbn Abbas ve İbn Ömer —Allah onlardan
razı olsun— bunu kabullenmiş ve Ebu Cafer en-Nahhâs, en-Nâsih ve'l-Mensûh adlı
eserinde bu konuda
sahabe icmâ'L bulunduğunu
belirtmiştir. îshak'ın ve kendisinden gelen iki rivayetten delil bakımından en
sahih olanına göre Ahmed b. Hambel'in görüşü de budur. Nitekim bu meselenin
izahı inşallah yakında gelecektir. Kocasına belli miktar para verip boşanan
kadına geri dönme olmadığından, onun iddet beklemesi de gerekmez. Yalnızca bir
hayız süresi istibrâda bulunu::. Çünkü kadın, kocasına fidye verip ayrılınca
kendi başına buyruk duruma geçmiştir. Dolayısıyla koca, onu tutmaya daha
müstehak değildir. Bu yüzden de kadının
iddet süresini uzatmanın bir anlamı yoktur. Sadece maksat onun rahminde
çocuk bulunup bulunmadığını anlamaktır. Bunda da yalnızca istibrâ yeterli olur.
2- Hadiste
geldiği üzere dâr-ı harpten hicret eden kadın yanlızca bir hayız süresi
istibrâda bulunur, sonra evlenir. Nitekim bu konu aşağıda gelecektir.
3- Allah
Teâlâ, kadına zifaftan sonra üçüncü
talâk dışında bir bâin talâk meşru kılmamıştır. Kur'an'da geçen, üçüncü talıik
dışındaki her talâk ric'îdir. Allah
Teâlâ üç kar'ı, meşru kıldığı bu talâk hakkında işte bu hikmetten ötürü
zikretmiştir. Fidye veren kadına gelince; onun fidye vermesi talâk değildir,
aksine üç talâktan hesap edilmeyen bir hulû'dur ve burada bir hayız süresi
istibrâ meşru kılınmıştır. İtiraz: Şu iki şekilde bu sizin aleyhinize döner:
1- Boşanma
Iddetini tamamlayan kadınla. Zira üç kar* iddet bekler ve artık kocasının ona
dönmesi imkânsız hale gelir.
2- Hür yahut köle bir kimsenin nikâhlısı iken
âzad edilmesi halinde seçimli kalan kadınla. Zira onun iddetinin üç kar' olduğu
sünnetle sabittir. Nitekim SünerCde Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet edildiğine
göre, Berîre'ye hür kadın iddeti beklemesi emredilmiştir.[357]'
îbn Mâce'nin Sünen'indeki rivayete göre ise üç hayız müddeti 'iddet beklemesi
emredilmiş[358]' ve kocasının ona geri
dönme hakkı bulunmadığı ifade edilmiştir.
Cevap: Kişinin hanımım
kendisine haram kılan boşamada iddet bekleme, kocanın geri dönebilmesine imkân
sağlamak için vacip olmuş değil; aksine nikâha bir hürmet alâmeti ve boşadığı
kadının kendisine haram olma süresini uzatmakla kocaya bir ceza olarak vacip
sayılmıştır. Zira kadının, sadece bir hayız gecikmekle istibrâ yapmış olmasıdan
sonra evlenmesi caiz görülseydi bu durumda ikinci bir şahsın onunla evlenmesi
ve gerek hülle maksadıyla, gerekse bir başka maksatla derhal onu boşama imkânı
doğardı. Üçüncü talâktan sonra şeriat koyucu tarafından kadın, boşayan erkeğe
haram kılınmışken kadımn o şahsa geri dönmesini kolaylaştırma o şahıs için af
nişanesi olurdu. Kendisi katında helâllerin en çirkini olan boşanmadan, Allah
ancak ihtiyaç miktarım yani üç talâkı mubah kılmış ve üçüncü talâktan sonra
başka bir erkekle evlenip ondan meşru surette boşanıncaya kadar kadını, önceki
kocasına haram kılmıştır. Kadının üç kar* süresi bekleyinceye kadar
evlenenemesi de, bu hikmetin devamı mahiyetindedir. Bunda kadının bir zaran
yoktur. Çünkü boşanmanın her defasında kadın üç kar' süresi bekleyinceye kadar
evlenemez. Orada bu bekleyiş, haram kılan üç talâkı gerçekleştirmediğinden
ötürü kadının menlaatinl gözeterek konulmuşken, burada kadının üç kar1
beklemesi kocaya verilen cezanın devamı mahiyetindedir. Zira koca şu şeyle
cezalandırıldı: 1) Biricik sevgili karısı kendisine haram oldu. 2) Kadının üç
kar' beklemesi emredildi. 3) Başka bir erkek, kadına karşı karısını arzulayan ve
karısı tarafından arzulanan bir koca durumunda olmadıkça kadının eski kocasına
dönmesi caiz görülmedi. Bunların her
birinde Allah'ın hoşlanmadığı,sevmediği bir şeyi yapmaya karşılık olarak elem
veren bir ceza vardır. Üçüncü talâktan sonra kadının ancak iddet bekledikten ve
başka bir kocayla evlendikten sonra eski kocasına helâl olduğu, ipin yeni
kocanın elinde bulunduğu ve kadının yeni kocasının balçığını, yeni kocanın da
kadının balçığını tatmasının zorunlu olduğu anlaşıldığına göre maksadın,
boşayan erkeğin boşadığı kadından ümidini kesmesi ve kendi isteğiyle değil,
ancak boşanan kadının isteğiyle ona dönebileceği de anlaşılmış demektir.
Malumdur ki, ikinci koca arzu ve istekle bir nikâh yapmışsa, yani Allah'ın
kullarına meşru kıldığı, dünya ve âhirette kullarının menfaatleri için bir
sebep, merhamet ve sevginin ortaya çıkmasına bir araç kıldığı nikâhı yapmışsa,
birinci kocanın hatırına evlendiği kadını boşamaz, aksine karısını nikâhı
altında tutar. Artık kadının, önceki kocasına dönmesi konusunda hiç kimsenin
seçeneği kalmaz. Kan koca durumunda olan eşlerin birbirlerinden ayrılmalarında
olduğu üzere ikinci kocanın ölüm yahut boşama sebebiyle o kadından ayrılması
halinde, tıpkı kendisine başka bir adamın ilk olarak boşadığı karısıyla
nikâhlanması mubah olduğu gibi, burada da ilk boşayan kocanın o kadınla
evlenmesi mubah olur. İşte bu Allah Teâlâ'nın bütün şeriatlara üstün kıldığı bu
kemâl derecesindeki şeriatta haram kılmadığı bir husustur. Ancak bizden önceki
iki şeriatta durum tamamen farklıdır. Zira Tevrat'ın şeriatında boşanan kadın
başka bir kocayla evlenirse artık ebediyen birincisine helâl olmaz, denmekte;
İncil'in şeriatında ise kişi karısını asla boşayamaz ifadesi yer almaktadır. Bu
üstün ve kemâl noktasındaki şeriat ise, en mükemmel, en güzel ve insanlara en
yararlı bir şekilde gelmiştir. Bundan dolayıdır ki, hülle bütün şeriatlara,
akla ve fıtrata aykırı olduğundan Hz. Peygamber (s.a.) hülle yapana da yaptırana
da lanet etmiştir.[359] Hz.
Peygamber'in (s.a.) onlara lanet etmesi, ya Allah Teâlâ'nm onlara lanet
ettiğini haber vermedir, ya da onlara kendisinin lanet ederek bedduada
bulunmasıdır. Bu da hüllenin haramlığma ve büyük günahlardan olduğuna delildir.
Sözün özü: Bu boşamada
üç kar' beklemenin vacip kılınması, kadının birinci kocaya haram olduğunu
vurgulamama bir devamıdır. Konu hakkında icmâ bulunmasına binâen el-îcâz adlı
eserin sahibi İbnü'l-Lebbân el-Farazî[360] ve
daha başkalan üç talâkla boşanan kadına bir hayız süresi istibrâda bulunma
dışında bir şey gerekmez demişlerdir. Bu görüşü ondan Ebu'l-Hüseyin b. Kadı Ebu
Ya'lâ aktarmıştır. Ebu'l-Hüseyin
"Mes'ele" başlığı altında diyor ki: Bir kimse zifaftan sonra karısını
üç talâkla boşarsa kadın, kuru' hesabına göre iddet bekleyenlerden olması
halinde, üç kar' iddet bekler. Îbnu'l-Lebbân ise kadının bir hayız görmekle
istibrâda bulunmasının yeterli olacağı görüşündedir. Bizim delilimiz Allah
Teâlâ'nın: "Boşanan kadınlar kendi kendilerine üç kar' süresi
beklerler..." âyetidir... Şeyhülislâm yalnız bu sözle yetinmemiş, bunu
caiz görmesini ihtilâfın mevcudiyetine bağlıyarak "Şayet bu konuda bir
tartışma varsa, ne üç talâkla boşanan kadına, ne de seçimli bırakılan âzad
edilmiş kadına istibrâ dışında bir şey gerekmez görüşü teveccüh edilecek
görüştür." demiştir. Sonra devamla diyor ki: Bu görüşten zorunlu olarak
çıkacak netice hayızdan kesilen kadın üçüncü talâktan sonra herhangi bir iddet
beklemeye ihtiyaç duymaz... Oysa bu görüşte olan herhangi bir kimse bilmiyoruz.
Ebu'l-Hüseyin,
ihtilâfı kaydederek "Mes'ele" başlığı altında diyor ki: Bir kimse
karısını üç talâkla boşasa ve kadın da küçüklük yahut yaşlılıktan dolayı hayız
göremeyen biri olsa kadının üç ay iddet beklemesi gerekir. Îbnu'l-Lebbân buna
muhalefet etmiş ve bu duırumdakl kadirlin iddet beklemesinin gerekli olmadığını
söylemiştir. Bizim delilimiz Allah Teâlâ'nm "Kadınlarınız içinde hayızdan
kesilenler İle henüz hayız görmemiş olanların iddetleri hususunda şüphe
ederseniz, onların iddetleri üç aydır." âyetidir. Üstadımız (İbn Teymiye)
demiştir ki: Şunun iddeti üç kar'dır şeklinde bir sünnet bulunduktan sonra, o
konuda icmâ edilmiş olmasa bile o sünnete muhalefet caiz değildir. Ya bir de
sünnet yanında icmâ varsa durum nice olur? Hz. Peygamber'irı (s.a.) Fâtıma bt.
Kays'a: "îddet bekle." buyruğunu âlimler, onun üç kar' süresi iddet
bekleyeceği şeklinde anlamışlardır. Zira istibrâya bazen "iddet"
dendiği de olur. Ben derim ki: Tıpkı Evtas'ta alman esir kadınlar hakkında
söylenen Ebu Saîd hadisindeki gibi, "Kadınlardan evli olanlar..."
diye başlayan âyetin bu kısmı "esir kadınlar" olarak tefsir edilmiştir.
Sonra "Yani iddetleri bittiğinde onlar size helâldir." demiş ve
istibrâyı iddet saymıştır. (Üstad) diyor ki: Hz. Âişe'nin (r.a.) rivayet
ettiği: "Berîre'ye üç hayız süresi iddet beklemesi emredildi." hadisi,
münker bir hadistir.[361]
Zira Hz. Âişe'ye (r.a.) göre âyette geçen "kuru"' ifadesi
"hayız" anlamındadır.
Ben derim ki:
Kocasından ücret karşılığı ayrılan kadının iddetini bir hayız sayanlara göre,
bütün fesihlerde iddetin bir hayız olması daha da muvafıktır. Çünkü boşamanın
öz kardeşi ve ona en çok benzeyen kadının kocasından ücret karşılığı ayrılması
(hulû1) durumunda onlara
göre üç kar' iddet beklemek vacip değildir. Bu yüzden
fesih bir kaç bakımdan daha muvafık ve daha münasip görünmektedir.
1 - Pek çok
fakih süt akrabalığı ve benzeri sebeplerden ötürü nikâhın feshedilmesinden
farklı olarak kadının kocasından ücret karşılığı ayrılmasını talâk saymakta ve
onunla talâkın sayısının eksileceğini söylemektedir.
2- Ebu Sevr
ve ounla aynı görüşü paylaşanlar diyorlar ki: Koca, aldığı bedeli geri verir ve
kadın da buna razı olursa adam
karısına geri dönebilir; böyle bir şey yapmaya haklan vardır. Ama bu
durum fesih için
sözkonusu olamaz.
3- Kadının kocasından ücret karşılığı ayrılması
halinde kadının, iddeti içinde yeni bir nikâh akdiyle kocasına dönmesi
mümkündür. Ama süt akrabalığı yahut (dörtten fazla evlenme halinde) sayayı
aşma, yahut da mahremiyetten ötürü nikâh akdinin feshedilmedi durumlarında
kadının ayrıldığı erkeğe geri dönmesi mümkün değildir. Öyleyse bu daha
münasiptir. Burada kadının bir hayızla istibrâda bulurması yeterli olur ve
tıpkı esir kadında, dâr-ı harpten hicret eden kadında ve iki görüşün delil
bakımından daha sahih olanına göre ücret karşılığı kocasından ayrılan kadında,
zina etmiş kadında olduğu üzere amaç sırf kadının rahminde çocuk olup
olmadığını öğrenmektir. Sözü edilen iki görüşün ikisi de îmam Ahme'den rivayet
edilmiştir.
Ric'î talâkla boşanmış
kadınla bâin talâkla boşanmış kadın arasındaki farkı ortaya koyan bir husus da
şudur: Ric'î ;alâkla boşanmış kadının iddeti, kocası içindir ve müslümanların
ittifakıyla bu şekilde boşanan kadının nafaka ve mesken hakkı vardır. Ancâi
meskeni, zevce meskeni gibi midir? —ki böyle olursa boşayan adamın onu dilediği
yere taşıması caiz olur—, yoksa ona belirli bir ev tayin edilip oradan dışan
çıkmaz ve çıkarılmaz mı? Bu konuda iki görüş vardır. Bu ikinci görüş Ahmed ve
Ebu Hanife'den gelen açık ifadedir. Kur'ân da bu görüşe delil teşkil eder.
Birincisi ise, Şafiî'nin ve Ahmed'in baz:
arkadaşlarının görüşüdür.
Doğrusu, Kur'ân'm
getirdiğidir. Zira ric'î talakla boşanan kadının mesken hakkı, kocası ölen
kadının mesken hakkı cinsindendir. Erkekle kadın bu hakkı düşürmeye razı
olsalar bile caiz olmaz. Nitekim ric'î talakla boşanan kadın hakkında iddet de
böyledir. Bâin talakla boşanmış kadın için böyle bir şey söz konusu değildir.
Zira onun ne mesken hakkı vardır ne de meskende oturma borcu. Koca onu evden
çıkarabilir, kadının kendisi de evden çıkabilir. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.)
Fatma b. Kays'a: "Sana nafaka da, mesken de yok." buyurmuştur.,
Ric'at (= erkeğin
ric'î talakla boşadığı kansma geri dönebilmesi): 1) Kocanın, karısını bir tek
bâin talâkla boşamak suretiyle düşürme yetkisine sahip olduğu bir hakkı mıdır?
2) Yoksa Allah'ın hakkı olup, koca hakkı düşürme yetkisine sahip değil midir,
karısına "Sen bir bâin talâkla boşsun!" dese de yine bir ric'î talâk
mı meydana gelir? 3) Yoksa kan-kocaya ait bir hak mıdır? Bedelsiz olarak hulû'
(muhâlaa = kadının kocasına belli bir miktar mal verip anlaşarak kendis:.ni
boşattırması) yapmaya razı olsalar, ric'at imkânı kalmayan bir bâin talâk mı
meydana gelir? Bu konuda üç görüş vardır:
Birincisi: Ebu
Hanife'nin mezhebi ve Ahmed'den gelen rivayetlerden birisidir.
İkincisi: Şafiî'nin
mezhebi ve Ahmed'den gelen ikinci rivayettir.
Üçüncüsü: Mâlik'in
mezhebi ve Ahmed'den gelen üçüncü rivayettir.
Doğrusu ric'at, Allah
Taâlâ'mn hakkıdır. Karı-kccamn bu hakkı düşürmek üzere ittifak etmeye hakları
yoktur. Kadın razı olsa da koca onu bir bâin talâkla boşama hakkına sahip
değildir. Nitekim ittifakla karı-kocanm bedelsiz olarak nikâh akdini feshetmeyi
kabule haklan yoktur.
Soru: Ahmed ve
Mâlik'in mezhebindeki iki görüşten birine göre bedelsiz yapılan hulû' nasıl
caiz olabilir. Bu karı-kocanm bedelsiz olarak nikâh akdini feshetmek üzere
anlaşmalarından başka bir şey iridir?
Cevap: Ahmed, iki
rivayetten birine göre boşama olduğu zaman bedelsiz hulû' yapmayı caiz
görmektedir. Ama fesih olursa ittifakla caiz değildir. Bunu üstadımız îbn
Teymiye söylemiştir. Allah rahmet eylesin. Üstadımız der ki: Bu caiz olsaydı
karı-kocanm talâkın sayısı eksilmeksizin ayrı ayrı defalarca birbirlerinden
ayrılma konusunda görüş birliğine varmaları caiz olurdu. O zaman iş onlara
bırakılmış olur ve böylece ayrılığı üç talâk arasına dahil etmek isterlerse
dahil ederler, isterlerse üç talâktan saymazlardı. Bundan da kadm kocasına:
"Beni talâksız fidye karşılığı serbest bırak." dediğinde kocasının
ondan talâksız ayrılması ve kadm kendisinden, isterse talâkı ric'î ve isterse
bâin saymasını istediği vakit kocanın seçimli olması gerekirdi. Bu ise imkânsızdır.
Zira bunun içeriğine göre, üçüncü defadan sonra koca isterse kadını kendisine
haram kılma, isterse haram kılmama seçimliliğine sahip olur. Oysa bir kimsenin
bir şeyi helâl kılma ile haram kılma arasında seçimli olması mümkün değildir.
Ancak iki mubah arasında seçimli olur; helâllik ve haramlık sebeplerine
başvurabilir. Yoksa doğrudan doğruya ilk baştan helâl ve haram kılma halckı
yoktur. Allah Teâlâ ona ancak birer
birer boşamayı meşru kılmış; pişman olduğunda ve kendisini boşamaya sevkeden
şeytanın vesvesesi kaybolduğunda kadının peşine düşerse yeniden onunla evlenme
yolu kalsın diye bir defada (üç talâk) vermesini meşru kılmamıştır. Şayet Sâri
Hazretleri daha baştan bir bâin talâkla karısını boşama hakkını ona verseydi,
bu sakınca aynen mevcut olurdu. Oysa kulların faydalarını gözeten şeriat bunu
asla kabullenmez. Zira o zaman iş kadının eline kalır, dilerse kocasına döner,
dilerse dönmez. Allah Teâlâ bir rahmet ve iyilik olsun diye kan-kocanın
faydasını gözeterek boşama hakkını kadının eline de|;il, kocanın eline
vermiştir.
Evet, koca kendi
isteğiyle karısını kendi başına buyruk yapıp onu kendisiyle birlikte kalma ve
ayrılma arasında serbest bırakabilir. Ama işin tamamen kocanın elinden çıkıp
karının eline geçmesine gelince; işte bu mümkün değildir. Erkeğin ric'at
hakkını düşürmeye ve bu hakka başkasını sahip kılmaya hakkı yoktur. Çünkü Sâri'
Hazretleri, kulu, sahip olduğu takdirde kendisine yararlı olacak ve zarar
vermeyecek şeye sahip kılar. Bundan dolayı kocaya üç talâktan daha fazla
boşama, üç talâkı birden verme, hayız halinde ve içinde cinsî ilişki kurulmuş
olan temizlik halinde boşama, dörtten fazla kadınla evlenme hakkını ve kadına
da boşama hakkını vermemiştir. Oysa Allah Teâlâ, erkeklere, kendileri için
ayakta tutucu kıldığı mallarını sefihlere vermelerini yasaklamıştır. Şu halde
boşama ve boşanmadan dönme (ric'at) konularında mahrem yerlerinin işini nasıl
kadınlara havale edebiliyorlar? Boşama hakkı kadının elinde olmadığı ,|ibi,
boşamadan dönme hakkı da onun elinde değildir. İsterse kocasına döner, isterse
dönmez, boşamadan dönme onun arzu ve isteğine ba|lıdır diye bir şey sözkonusu
olmaz. Koca bâin talâk hakkına sahip olmadığına göre, daha başlangıçta iken,
haram kılan talâk hakkına sahip olmaması daha münasip ve daha yerli yerindedir.
Çünkü haram kılan boşamadaki pişmanlık, bâin talâkdakinden daha güçlüdür. Hadis
ehli fukahânın dediği gibi, "Koca bâin talâkla boşama hakkına sahip
de|ildir. Bu şekilde boşasa bile kadm bâin olmaz." diyenlerin şöyle
demeleri icabeder: Kocanın başlangıçta haram kılan üç talâk hakkına sahip
olmaması daha uygun ve daha münasiptir. Bu kimse karısına dönebilir. Üç talâkla
boşasa bile, boşadığı karısına dönme hakkına sahiptir. Kansma: "Sen bir
bâin talâkla boşsun!" demiş olsa bile, boşamadan dönme hakkını düşürmeye sahip
olmadığına göre, bir erkekle evlenip onunla cinsî ilişkiye girmeden kadının
geri dönmesi imkânı kalmayan bir haramlık oluşturma hakkına nasıl sahip
olabilir?
"Bundan erkek, iki
talâktan sonra da olsa bu hakka sahip değildir şeklinde bir sonuç çıkar." denecek
olursa, cevaben deriz ki: Böyle bir sonuç çıkmaz, zira Allah Teâlâ, ona belli
şekilde boşama hakkı tanımıştır. O da şudur: Önce bir talâk boşar ve bu durumda
kadının iddeti tamamlanmadıkça karısına dönmeye daha müstehak olur. Sonra
isterse aynı şekilde ikinci talâkı verir ve bir talâk hakkı kalır. Allah
bildirmektedir ki, eğer koca o talâkı da verirse kadın ona haram olur ve bir
daha da kadın bir başkasıyla evlenip onunla cinsi ilişkiye girip de, o
evlendiği kimse kendisinden ayrılmadıkça önceki kocasına dönemez. İşte Allah'ın
ona tanıdığı hak budur. Ama Allah, ona, daha önce iki talâk gerçekleşmeksizin
başlangıçta iken kadını kendisine tam bir şekilde haram kılma hakkını
vermemiştir. Başarı Allah'tandır. [362]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.), hulu' yapan (bir bedel karşılığında evlilik bağından kurtulan) kadının
bir hayız müddeti iddet bekleyeceğini ifade eden hükmünü yukarıda zikrettik. Bu
Osman b. Affan, ::;bn Abbas, İshak b. Râhûyeh ve iki rivayetten birine göre
Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. Üstadımız da bu görüşü tercih etmiştir. Şimdi biz
bu konudaki hadisleri senedleriyle kaydedeceğiz:
Nesâî'nin
es-Sünenü'l-kebİr adlı eserinin "Hulu' Yapan Kadının İddeti" başlığı
altında Ebu Ali Muhammed b. Yahya el-Mervezî — Abdân'm kardeşi Şâzân Abdülaziz
b. Osman — babası Osman — Ali b. Mübarek — Yahya b. Ebu Kesîr — Muhammed b.
Abdurrahman — Muavviz b. Afrâ'nın kızı Rubeyyi' senediyle rivayetine göre Sabit
b. Kays b. Şemrnas, kansı Abdullah b. Übey'in kızı Cemile'yi dövüp kolunu kırdı.^
Cemîle'nin kardeşi şikâyet için Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldi. Allah Raşûlü
(s.a.), Sâbit'e haber yollayıp: "Karının senin üzerindeki hakkını
(mehrini) al, onu serbest bırak" dedi. O da: "Evet, kabul
ediyorum" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) kadına bir hayız middeti
bekleyip ondan sonra ailesinin yanına dönmesini emretti.[363]'
Ubeydullah b. Sa'd b.
İbrahim b. Sa'd — amcası — babası — İbn İshak — Ubâde b. Velîd b. Ubâde b.
Sâmit — Rubeyyi' bt. Muavviz senediyle gelen rivayete göre Ubâde b. Velîd
anlatıyor: Rubeyyi'a: "Bana başından geçen o olayı anlat" dedim.
Anlattı: Kocamdan bir bedel karşılığında ayrıldım. Sonra Osman'a geldim. Ne
kadar iddet beklemem gerektiğini sordum. "İddet beklemen gerekmez. Ancak
yakında cinsî ilişkiye girmişsen, bir hayız hali geçirinceye kadar
beklersin." dedi. Osman bu konuda, Sabit b. Kays b. Şemmas'ın nikahlısı olup dii ondan bir
bedel karşılığında ayrılan Meryem el-Megâliye hakkında Allah: I Rasûlü'nün
(s.a.) vermiş olduğu hükme uymuştur. [364]'
îkrime'nin İbn Abbas'tan
(r.a.) rivayetine göre Sabit b. Kays'ın kansı ondan bir bedel karşılığında
ayrıldı. Allah Rasûlü (s.a.) ona bir hayız müddeti iddet beklemesini söyledi.
Bu rivayeti Ebu Davud, Muhammed b. Abdûrrahim el-Bezzâr — Ali b. Bahr el-Kattân
— Hi:?am b. Yusuf — Ma'mer — Amr b. Müslim —İkrime senediyle rivayet etnoiştir[365]
Tirmizî de hadisi aynı senedle Muhammed b. Abdurrahimden rivayet etmiş ve:
"Bu hadis hasen-garibtir." demiştir. Bu hüküm, sünnetin icabı, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yargısı ve sahabenin görüşlerine uygun olduğu gibi kıyasın
daha gereğidir. Zira bu sırf rahimde <;ocuk bulunup bulunmadığını anlamak
için yapılan bir istibrâdır. Dolayısıyla burada esir cariye, istibrâda bulanan
cariye, hür kadın, dâr-ı harpten hicret etmiş kadın ve evlenmek isteyen zinakâr
kadında olduğu gibi, yukarıda geçtiği üzere ric'î talâkla boşanmış kadının
iddetini, boşamadan vazgeçme zamanının uzaması için gerek boşayanm, gerekse
kadının faydasına olarak üç kar' müddeti olarak belirlemesi Şari'în hikmetinin
tamammdandır. Yine yukarıda bu hikmete yapılan itiraz ve bu itiraza verilen
cevap anlatılmıştır. [366]
Kocası vefat eden
kadın, kocasının vefat ettiği ve kendisinin de bu esnada orada bulunduğu evde
iddet bekler, şeklinde Allah Rasûlü'nün (s.a.) verdiği hüküm ve bu hükmün,
O'nun verdiği üç talâkla boşanmış (=mebtûte) kadın dışarı çıkabilir ve dilediği
yerde iddet bekleyebilir hükmüne aykırı olmadığı:
Sünen'de Ka'b b.
Ucra'nın kızı Zeyneb'den rivayet edildiğine göre Ebu Saîd el-Hudrî'nin
kızkardeşi Furay'a bt. Mâlik Hudraogullan oymağındaki ailesine dönmek için izin
istemek üzere Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldi. Kocası kaçan köleleri, yakalamak
üzere çıkmış, köleler.Kudüm tarafına vardıklarında peşlerinden yetişmiş ve
onlar tarafından öldürülmüştür. Bu hanım anlatıyor: Allah Rasûlü'nden (s.a.)
ailemin yanma dönmek için izin istedim. Çünkü kocam beni sahibi olduğu bir
konutta terketmemiş ve bana nafaka bırakmamıştı. Allah Rasûlü (s.a.)"Evet,
dönebilirsin" dedi. Dışarı çıktım. Odaya yahut mescide vardığımda beni
çağırdı, yahut emredip beni çağırttı. Bana: "Nasıl demiştin?" diye
sordu. Ben de kocam hakkmda ona anlattığım olayı aynen tekrarladım. Bunun
üzerine: "Farz olan müddet doluncaya kadar evinde bekle." buyurdu.
Orada dört ay, on gün iddet bekledim. Hz. Osman, halife olunca bana haber
gönderip bu meseleyi sordu. Ben de ona anlattım ve Hz.
Osman buna göre hükmetti, bu
hükme tabî oldu.[367]
Tirmizî: "Bu
hadis hasen-sahihtir." diyor. Ebu Ömer İbn Abdirber de: "Bu hadis
meşhurdur; Hicaz ve Irak âlimlerince bilinen bir hadistir." diyor. Ebu
Muhammed İbn Hazm ise diyor ki: "Bu hadis, sahih değildir. Zira hadisin
râvisi Zeynep meçhuldür. Onun hadisini Sa'd b. İshak b. Ka'b'dan başkası
rivayet etmemiştir. O râvi ise adaletle meşhur değildir. Mâlik (r.h.) ve
başkaları onun ismini Sa'd b. İshak, Süfyan ise Saîd olarak kaydediyor."
Ebu Muhammed'in söyledikleri doğru değildir. Hadis, Hicaz ve Irak'ta meşhur
sahih bir hadistir. Mâlik, Muvatta'ma almış, onu delil olarak kullanmış ve
mezhebini onun üzerine kurmuştur. '
"Ka'b'm kızı Zeynep
meçhuldür." demesine gelince; evet ona göre meçhuldür. Öyle olduysa ne
olmuş?! Bu Zeynep tabiîn kadınlarındandır. Ebu Saîd'in karışıdır. Ondan Sa'd b.
İshak b. Ka'b rivayette bulunmuştur, Saîd değil. İbn Hibbân, Zeyneb'i Sikât
adlı eserine kaydetmiştir. Ebu Muhammed'i yanıltan, Ali b. el-Medînî'nin:
"Ondan, Sa'd b. İshak'tan başkası rivayette bulunmamıştır." sözü
olmuştur. Oysa İmam Ahmed, Müsned'de Yakub — Yakub'un babası — İbn İshak —
Abdullah b. Abdurrahman b. Ma'mer b. Hazm — Süleyman b. Muhemmed b. Ka'b b.
Ücra — halası Ka'b b. Ucra'nm kızı ve Ebu Said el-Hudrî'nin nikâhlısı Zeynep —
Ebu Saîd senediyle rivayet eder ki, insanlar Hz.. Ali'yi (r.a.) şikâyet
ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) kalkıp insanlara hitap etti. O'nun:
"Ey insanlar! Ali'yi şikayet etmeyin. Vallahi, o Allah'ın zâtı konusunda —
yahut Allah yolunda — kalbi en pek olandır." dediğini işittim.'[368]
İşte bu, tabiînden bir kadın; sahabenin nikâhlısı, kendisinden sika râviler
rivayette bulunmuş, hiç kimse onun hakkında kötüleyici bir tek harf bile
söylememiş ve rivayet ettiği hadisi imamlar delil olarak kullanıp sahih
olduğunu belirtmişlerdir.
"Sa'd b. İshak
adaletle meşhur değildir." demesine gelince: İshak b. Mansûr'un
söylediğine göre Yahya b. Maîn onun hakkında "sikadır" demiştir.
Ayrıca Nesâî ve Dârakutnî de onun sika olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hatim
"sahihtir" demiş, İbn Hibbân ise Sikât adlı eserinde zikretmiştir.
Ondan pek çok rnuhaddis rivayette bulunmuştur. Bunlar arasında Hammad b. Zeyd,
Süfyan es-Sevrl, Abdülaziz ed-Derâverdî, İbn Cüreyc, Mâlik b. Enes, Yahya b.
Saîd el- Ensâri, Zührî — kendisi Sa'd b. İshak'tan daha büyüktür—, Hatim b.
İsmail, Davud b. Kays ve bunlardan başka daha pek çok imam vardır. Onun
hakkında hiçbir yerici ve kötüleyici ifade bilinmemektedir. Böyle bir zatm
hadisi ittifakla delil olarak kullardır.
Sahabe — Allah
onlardan razı olsun — ve daha sonra ki nesiller bu meselenin hükmü konusunda
ihtilâfa düşmüşlerdir. Abdürrezzak'ın, Ma'mer — Zührî — Urve b. Zübeyr
senediyle rivayetine göre Hz. Âişe (r.a.), kocası ölen kadının iddet müddeti
içinde evinden çıkabileceğine fetva verirdi. Kendisi kızkardeşi Ümmü Gülsüm'ün
kocası Talha b. Ubeydullah öldürüldüğünde
kızkardeşiyle bir umre
yapmak üzere Mekke'ye
gitmişti.[369]'
Abdürrezzak'rn, İbn
Cüreyc — Atâ senediyle rivayetine göre İbn Abbas demiştir ki: Allah Teâlâ,
kocası ölen kadın dört ay on gün iddet bekler demiş, evinde iddet bekler
dememiştir. Dolayısıyla kadın istediği yerde iddet bekler.[370] Bu
sözü Atâ, İbn Abbas'tan işitmişttr. Zira Ali b. el-Medînî, Süfyan b. Uyeyne —
îbn Cüreyc senediye Atâ'mn şöyle dedeğini rivayet eder. İbn Abbas'm şöyle
dediğini de işittim: Allah Teâlâ: "Sizden vefat edenlerin geride
bıraktıkları hanımları dört ay on gün beklerler. "[371]
buyurmuş, evlerinde iddet beklerler dememiştir. Kocası ölen kadın dilediği
yerde iddet bekler. Süfyan diyor ki:'Bu rivayeti Ib:ı Cüreyc haber verdiğimiz
şekliyle bize aktardı.
Abdürrezzak, İbn
Cüreyc yoluyla rivayet eder ki, Ebu'z-Zübeyr, Câbir b. Abdullah'ın:
"Kocası ölen kadın dilediği yerde iddet bekler." dediğini işitmiştir.[372]
Abdürrezzak'ın,
es-Sevrî — İsmail b. Ebu Hâlid — Şa'bî senediyle rivayetine göre Ali b. Ebu
Tâlib (r.a.) kocaları ölen kadınları iddetleri içinde yolculuğa çıkartırdı.[373]
Yine Abdürrezzak'ın,
Muhammed b. Müslim — Attır b. Dînâr yoluyla rivayetine göre Tâvûs ile Atâ: "Üç talâkla
boşanan (mebtûtej ve kocaları ölen kadınlar hacca çıkarlar, umre yaparlar,
yerlerini değiştirebilirler, geceyi evleri dışında geçirebilirler."
demişlerdir[374]
Yine Abdürrezzak'ın,
îbn Güreye'ten rivayetine göre Atâ: "Kocası ölen kadın nerede iddet
beklerse beklesin bir zararı yoktur." demiştir.'[375]'
İbn Uyeyne, Amr b.
Dînâr yoluyla Atâ ve Ebu Şa'sa'nın: "Kocası ölen kadın iddeti içinde
dilediği yere çıkabilir." dediklerini rivayet eder.'[376]'
İbn Ebî Şeybe'nin
Abdulvahhab es-Sakafî yoluyla rivayetine göre, Habîb el-Muallim anlatıyor:
Atâ'ya: "Üç talâkla boşanan ve kocası ölen kadınlar iddetleri içinde hac
yapabilirler mi?" diye sordum. "Evet." cevabını verdi.'[377]'
Hasan el-Basrî de böyle söylerdi.
İbn Vehb'in, İbn Lehia
— Huneyn b. Ebu Hakîm senediyle rivayetine göre, Müzâhim'in karısı, kocası
Hunasıra'da vefat edince Ömer b. Abdulaziz'e: "îddetim sona erinceye kadar
bekleyeyim mi?" diye sordu. Ömer b. Abdulaziz ona cevabını verdi:
"Hayır. Yurduna, baba ocağına git. Orada iddet bekler'[378]
İbn Vehb'in, Yahya b.
Eyyub yoluyla rivayetine göre, Yahya b. Saîd.el-Ensârî, karısıyla birlikte iken
İskenderiye'de vefat eden ve gerek orada ve gerekse Fustât'ta birer evi bulunan
adanı hakkında demiştir ki: "O adamın karısı isterse kocasıının vefat
ettiği yerde iddet beklesin, isterse kocasının Fustât'taki evine, yurduna
dönsün, orada iddet müddeti bekleyip geri dönsün."'[379]'
Yine îbn Vehb'in Amr
b. Haris yoluyla rivayetine göre, Bükeyr b. el-Eşec anlatıyor: Salim b.
Abdullah b. Ömer'e kocası tarafından bir şehre götürülen ve kocası orada vefat
eden kadının durumunu sordum. "Kocasının vefat ettiği yerde iddet bekler,
yahut da kocasının evine döner, iddeti bitinceye kadar orada kalır."
cevabını verdi.'[380]'
Bütün Zahirilerin görüşü budur.
Bu görüş sahiplerinin
iki delilleri vardır; ikisini de delil olarak İbn Abbas ileri sürmüştür:
1-
Birincisini yukr.nda kaydettik ki, o da şudur: Allah Teâlâ, kocası ölen kadının
dört ay on gün iddet beklemesini emretmiş, ama belli bir
yerde beklemesini emretmemiştir. 2- Ebu
Davud'un, Ahmed b.Muhammed el-Mervezî — Musa b.Mes*ûd — Şibl — İbn Ebî Nucayh — Atâ senediyle İbn
Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Şu âyet — "... evlerinden
çıkanlmaksızın..."'[381]'
âyeti — kadının ailesi yanında iddet beklemesini neshetmiştir. Artık kadın
dilediği yerde iddet bekleyebilir. Atâ diyor ki: Kadın isterse âillesi yanında
iddet bekler, kocası tarafından kendisine vasiyyet edilen yerde ikâmet eder,
isterse başka yere çıkar. Zira Allah Teâlâ: "Eğer çıkarlarsa onların
yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur."'[382]'
buyurmuştur. Atâ diyor ki: Sonra miras âyeti geldi, meskeni neshetti. Artık
kadın istediği yerde iddet bekler.'[383]!
Sahabe, tabiin ve
onlardan sonraki nesillerden ikinci bir grup da, kadın kocasının vefat ettiği
ve kendisinin de orada bulunduğu evde iddet bekler, demiştir. Vekı, es-Sevrî —
Mansûr — Mücâhid — Saîd b. Müseyyeb senediyle rivayet eder ki, Hz. Ömer
kocaları ölmüş olup' da hacca yahut umreye çıkan kadınları Zülhuleyfe'den geri
çevirdi.'[384]'
Abdürrezzak'ın, İbn
Cüreyc — Humeyd el-A'rac — Mücâhid senediyle rivayetine göre Hz. Ömer ve Hz.
Osman kocaları ölmüş olup da hac ve umreye çıkan kadınları Cuhfe ve Zülhuleyfe'den
geri çevirirlerdi.'[385]'
Abdürrezzak, Ma'mer —
Eyyub — Yusuf b. Mâhek — onun annesi Müseyke senediyle rivayet eder ki, kocası
ölen bir kaim iddeti içinde ailesini ziyarete gitti. Orada doğum sancısı tuttu.
Hz. Osman'a geldiler. O da: "Doğum sancısı çeke çeke onu evine
taşıyın." dedi.'[386]'
Yine Abdürrezzak'ın,
Ma'mer — Eyyub — Nâfi' senediyle rivayetine göre İbn Ömer'in, kocasının
vefatından dolayı iddet bekleyen bir kızı vardı. Gündüz ailesinin yanına gelir,
onlarla sohbet eder; gece olunca da İbn Ömer, ona evine dönmesini emrederdi.[387]'
İbn Ebî Şeybe'nin,
Vekî — Ali b. Mübarek — Yahys. b. Ebu Kesir — Muhammed b. Abdurrahman b. Sevban
senediyle rivayetine göre Hz. Ömer, kocası ölen kadının gündüz aydınlığında
ailesinin yanma gitmesine izin vermiştir. Zeyd b. Sabit ise, ona ancak gündüz
yahut gece aydınlığında ziyaret için izin vermiştir.'[388]'
sikadır. İbn
Hazm,
el-Muhallâ*da.Abdürrezzak'm, Süfyan es-Sevri — Mansûr b. Mu'temir —
îbrahim en-Nahaî — Alkame senediyle rivayetine göre kendilerine kocalarının
ölüm haberi gelen bir grup Hemedanlı kadın İbn Mes'ûd'a fetva sordular ve
"Ürküntü ve yalnızlık hissediyoruz." dediler. İbn Mes'ûd onlara:
"Gündüz buraya gelirsiniz, sonra her biriniz geceleyin evine döner."
diye cevap verdi.'[389]'
Haccac b. Minhal, Ebu
Avâne — Mansûr — îbrahim senediyle kaydeder ki, bir kadın: "Babam hasta,
bense iddet beklemekteyim. Ona bakmak için yanma gidebilir miyim?" diye
sormak üzere mü'minlerin annesi Ümmü Seleme'ye (r.a.) bir haberci gönderdi. O
da: "Evet, gidebilirsin. Ancak gecenin iki yansından birini evinde
geçir." diye haber yolladı.'[390]'
Saîd b. Mansûr'un,
Hüşeym — İsmail b. Ebu Halid yoluyla rivayetine göre, Şa'bî'ye: "Kocası
ölen kadın iddeti içinde dışarı çıkabilir mi?" diye sordular. Şöyle cevap
verdi: îbn Mes'ûd'un öğrencilerinin çoğunluğu bu konuda çok sert tutum
içindeydiler. Çıkamaz, diyorlardı. Şeyh — Ali b. Ebu Tâlib'i kasdediyor — ise,
yolculuğa çıkmasına izin verirdi.[391]'
Hammad b. Seleme'nin
Hişâm b. Urve'den rivayetine göre, Hişâm'm babası Urve demiştir ki: Kocası ölen
kadın evinde iddet bekler. Ancak ailesi başka yere taşınırsa, onlarla birlikte
o da taşınır."'[392]
Saîd b. Mansûr'un,
Hüşeym — Yahya b. Saîd eK3nsârî senediyle rivayetine göre, Kasım b. Muhammed,
Salim b. Abdullah ve Saîd b. Müseyyeb, kocası ölen kadın hakkında: "İddeti
bitinceye kadar bir yere ayrılamaz." demişlerdir.
Yine Saîd b.
Mansûr'un, İbn Uyeyne — Artır b. Dînâr senediyle rivayetine göre de Atâ ile
Câbir her ikisi de kocası ölen kadın hakkında: "Dışan çıkamaz."
demişlerdir.
Vekî'in, Hasan b.
Salih — Muğîre sennediyle rivayetine göre, îbrahim (en-Nehaî) kocası ölen kadın
hakkında: "Gündüz dışan çıkmasında bir sakınca yoktur. Geceyi evinden
başka yerde geçiremez." demiştir.
Hammad b. Zeyd'in,
Eyyub es-Sahtiyânî yoluyla Muhammed b. Sîrîn'den rivayetine göre bir kadının
kocası öldü, kendisi de hastalandı. Ailesi de onu yanlarına taşıdı. Sonra
âlimlere sordular. Hepsi de onlara kadını kocasının evine geri götürmelerini
emretmişti. îbn Şîrîn: "Bunun üzerine kadını bir yaygı içinde evine geri
götürdük." diyor
Bu görüş, İmam Ahmed,
Mâlik, Şafiî, Ebu Hanife — Allah onlara rahmet eylesin — ve arkadaşlarıyla
Evzâî, Ebu Ubeyd ve îshak'ın görüşüdür.
Ebu Ömer İbn Abdilber
diyor ki: Hicaz, Şam, Irak ve Mısır'daki ileri gelen fakihler cemaatinin görüşü
de budur.
Bunların delilleri
Fürey'a bt. Mâlik hadisidir. Bu hadisi Osman b. Affan (r.a.) kabulle
karşılamış, muhacirlerin ve Ensâr'ın hazır bulunduğu bir ortamda gereğince
hükmetmiştir. Medine, Hicaz, Şam, Irak ve Mısır âlimleri kabulle
karşılamışlardır. Onlardan herhangi birinin gerek hadisi ve gerekse râvilerini
ta'nettiği bilinmemektedir. Rivayet konusundaki inceden inceye araştırmasına ve
titizliğine rağmen Mâlik bu hadisi Muvatta'ına almış ve görüşünü onun üzerine
kurmuştur. Oysa o Mâlik, kendisine bir adam hakkında: "O sika mıdır?"
diye soru soran şahsa: "Sika olsaydı adını elbette kitaplarımda görürdün."
cevafcını veren biridir.
Diyorlar ki: Biz selef
arasında bu konuda tartışma bulunduğunu inkâr etmiyoruz. Ancak iki taraf
arasında sünnet hükürr. verir. Ebu Ömer İbn Abdilber diyor ki: Sünnet, —
Allah'a hamdolsun — sabittir. Sünnet varken, icmâ'a gerek yoktur. Çünkü bir
mesele hakkında ihtilâf ortaya çıktığında, görüşü sünnete uyan kimseninki delil
olur.
Abdürrezzak'ın
Ma'mer'den rivayetine göre Zührî diyor ki: Kocası ölen kadının istediği yerde
iddet beklemesine izin verenler, Hz. Âişe'nin (r.a.) sözünü esas almışlar; azim
ve takva sahhipleri ise, İbn Ömer'in görüşünü asıl kabul etmişlerdir.[393]
Soru: Kocası ölen
kadının evinden ayrılmaması bir vazife midir? Yoksa bir hak mıdır?
Cevap: Şayet
mirasçılar evi ona bırakır ve orada oturmasının kendisine bir zararı olmazsa,
yahut mesken kendisinin ise evden ayrılmamak ona bir görevdir. Eğer mirasçılar,
kadını oradan başka yere naklederler, yahut ondan ücret talep ederlerse, kadın
orada oturmak zorunda olmaz, başka yere taşınabilir.
Sonra bu görüş
sahipleri, kadın istediği yere taşınabilir mi? Yoksa kocasının vefat ettiği
meskene en yakın meskene mi taşınmalıdır? konusunda iki ayrı görüş ileri
sürmüşlerdir. Eğer kadın evin yıkılmasından, yahut evde kalması halinde
boğulmaktan, yahut bir düşmandan vs. korkarsa, ya da ev emânet olup da sahibinin
geri alması, yahut kira olup da müddetinin dolması, yahut eve zarar verdiğinden
ötürü ev sahibinin oturmaktan onu menetmesi, yahut ev sahibinin evi kiraya
vermekten vazgeçmesi, yahut piyasa değerinder. daha çok ücret istemesi, yahut
kadının kira bedelini bulamaması veya ancak kendi özel
malından karşılayabilmesi sebebiyle ev
sahibi kadını evinden çıkarınsa, kadın başka yere taşınabilir. Çünkü bu
durumlar birer mazerettir. Kadının, o meskenin ücretini ödemesi zorunlu
değildir. Onun görevi meskeni elde etmek değil, oturma filidir. Orada oturma
imkânsız hale gelince bu görev de düşer. Bu, Ahmed ve Şafiî'nin görüşüdür.
Soru: Kadının
kocasının evinde oturması, alacaklılara ve mirasa göre önceliği bulunan
mirasçılar üzerindeki ona ait bir hak mıdır, yoksa kocasının bıraktığı şeylerde
kadının mirastan başka hakla yok mudur?
Cevap: Bu konuda
ihtilâf edilmiştir. İmam Ahmec; diyor ki: Kadın hamile değilse, kocasının
bıraktığı şeylerde onun mesken hakkı yoktur. Ancak yukarıda da geçtiği üzere,
şayet ev kendisine bırakılırsa, oradan ayrılmamak görevidir. Eğer kadın
hamileyse, bu konuda îmanı Ahmed'den iki rivayet var: 1- Hüküm aynıdır. 2-
Mesken hakkı, kadının maldaki sabit hakkıdır. Kadın bu hakkından mirasçılara ve
alacaklılara göre bir önceliliğe sahiptir. Bu hak anamaldan olur. Kadmm iddet
müddeti doluncaya kadar ev, kadını orada oturmaktan menedeeek şekilde, ölen
kocasının borçlarını karşılamak üzere satışa çıkarılmaz. Eğer' bu mümkün
olmazsa mirasçılar, kira bedelini evin eşyasından karşılayarak kadın için bir
mesken kiralamak zorundadırlar. Şayet mirasçılar bunu yapmazsa, hâkim zorla
yaptırır. Zaruret olmaksızın kadın o evden başkasına taşınamaz. Hem kadm ve hem
de mirasçılar, kadının oradan başka yere taşınmasında hemfikir olsalar bile, bu
caiz değildir. Çünkü kadmm orada oturmasında Allah Teâlâ'nm hakkı vardır ve
nikâh meskeninin aksine, onların bu hakkı iptal etmede hemfikir olmaları caiz
değildir. Zira Allah Teâlâ'nm bir hakkıdır. Çünkü idde tin hukukundan biri
olarak vacip olmuştur. İddette karı-kocanm hakkı vardır. (İmam Ahmed'den gelen)
sahih ifadeye göre, ric'î talâkla boşanan kadmm mesken hakkı da böyledir.
Mirasçılarla kadmm bu hakkı iptalde ittifak etmeleri caiz değildir. Bu, âyet
metninin gereğidir. Ahrried'in açık olarak belirttiği bir husustur. Ondan gelen
bir ikinci rivayete göre, ister hamile olsun, ister olmasın her halükârda
kocası ölen kadının mesken hakkı vardır. Böylece İmam Ahmed'in mezhebinde üç
rivayet sabit olmuştur: 1-Hem hamile olan, hem de olmayan için mesken hakkı
vaciptir. 2- Her ikisi için de mesken hakkı yoktur. 3- Hamile olan için mesken
hakkı vacip, hamile olmayan için bu hak yoktur. Kocası ölen kadının mesken
hakkı konusunda İmam Ahmed'in mezhebinin özeti budur.
İmam Mâlik'in
mezhebine gelince: Kadm hamile olsun veya olmasın, İmam Mâlik iddet müddetince
mesken hakkını vacip görmektedir. Ebu Ömer diyor ki: Mesken, kiralık ise İmam
Mâlik'e göre kadm orada oturmaya
hem mirasçılardan ve hem de alacaklılardan daha müstehaktır. Kira, vefat eden
şahsın anamalından karşılanır. Ancak ev konusunda kocasının bir anlaşma yapmış
olması ve ev sahiplerinin kadını oradan çıkarmak istemeleri durumu müstesnadır.
Eğer mesken kocasının ise kadının iddeti bitinceye kadar ev, kocanın borçlarını
karşılamak üzere satışa çıkarılmaz...
Ebu Ömer'den başka Mâlikîler
diyorlar ki: Şayet evin mülkiyeti ölen adama aitse, yahut ölen adam kirasını
ödemişse, bu durumda kadın mesken hakkına mirasçılardan ve alacaklılardan daha
müstahaktır. Eğer ev kira olup da ölen şahıs kirayı ödememişse, Tehzib'Ğe
kaydedildiğine göre, adam zengin biri olsa bile, ölenin malından kadına mesken
hakkı yoktur. Muhammed, İmam Mâlik'in şöyle dediğini rivayet eder: Kira ölenin
malından ödenmelidir. Ölenin karısı eve daha müstehak değildir. Mesken
hakkından mirasçılarla birlikte hissesine düşeni alır. Mirasçılar, kadını
oradan çıkarma hakkına sahiptirler. Ancak kadm kendi payına, orada oturmak ve
mirasçıların hisselerinin kirasını ödemek isteyebilir.
İmam Şafiî'nin
mezhebine gelince: Kocası ölen kadının mesken hakkı konusunda İmam Şafiî'nin iki
görüşü var: 1- Hamile olsun veya olmasın kadmm mesken hakkı vardır. 2- Hamile
olsun veya olmasın mesken hakkı yoktur. Ona göre kadının ister bâin talâkla
boşanmış olsun, isterse kocası ölmüş olsun, iddet süresince meskenden
ayrılmaması vaciptir. Bâin talâkla boşanmış olan kadının eve bağlı kalması, ona
göre kocası ölmüş olan kadının eve bağlı kalmasından daha güçlüdür. Çünkü
kocası ölen kadmm gündüz, ihtiyaçlarım görmek üzere dışarı çıkması caiz olduğu
halde — İmam Şafiî'nin iki görüşünden birine, kadîm (=eski) olanına göre — bu
durum bâin talâkla boşanmış kadın için caiz değildir, tmarn Şafiî, ric'î
talâkla boşanmış olan, kadına bunu vacip görmüyor,
müstahap görüyor.
îmam Ahmed'e gelince:
Ona göre kocası ölen kadının eve bağlı kalması ric'î talâkla boşanmış olandan
daha güçlüdür. İmam Ahmed, bâin talâkla boşanan kadına bunu vacip görmüyor.
İmam Şafiî'nin (r.a.)
mezhebindeki âlimler, iki görüşünden birinde, kocası ölen kadına mesken hakkı
yoktur ifadesinin bulunması yanında, kadmm eve bağlı kalmasının vacipliğini
ifade eden görüşüne bir soru yönelterek: "Bu iki ifade nasıl
uzlaşabilir?" diye sormuşlar ve buna şu iki cevabı vermişlerdir: 1- İmam
Şafiî'nin o görüşüne göre kadının eve bağlı kalması vacip değildir. Ancak
mirasçılar, evin ücretini üstlenseler, o zaman kadının eve bağlı kalması vacip
olur. İmam Şafiî'nin arkadaşlarının
çoğunluğu bu şekilde
cevaplandırmışlardır.
2-Kendisinden ücret talep edilmesi yahut mirasçıları veya ev sahibinin
kendisini oradan çıkarması suretiyle kadına o evden dolayı bir zarar
gelmedikçe, kadının o eve bağlı kalması kendisine vaciptir. Eğer kendisine bir
zarar gelecek olursa, o zaman bu vaciplik ortadan kalkar.
İmam Ebu Hanife'nin
müntesipleri ise diyorlar ki: Gerek ricl talâkla ve gerekse bâin talâkla
boşanmış olan kadının ne gece, ne gündüz evinden çıkması caizdir. Kocası ölen
kadın ise, gündüz ve gecenin bir bölümünde dışan çıkabilir; ama geceyi gittiği
yerde geçiremez. Fark şundan kaynaklanmaktadır: Boşanan kadının nafakası
kocasının malından karşılanır; tıpkı karısı gibi dışarı çıkması caiz olmaz. Ama
kocası ölen kadın için böyle bir durum sözkonusu değildir; zira ona nafaka
verilmez. Bu yüzden durumunu düzeltmek için gündüz dışan çıkmak zorundadır.
Diyorlar ki: Ayrılığın meydana gelmesi halinde oturma hakkı kendisinde bulunan
evde iddet beklemelidir. Yine Hanefîler diyorlar ki: Şayet ölünün evinden
kadına düşen pay kendisine yetmiyorsa, yahut mirasçılar onu kendi paylarına
düşen kısımdan çıkarmışlarsa, kadın başka yere taşınabilir. Çünkü bu bir
mazerettir. Evinde olmak ibadettir. İbadet ise mazeretle düşer. Yine Hanefîler
derler ki: Eğer kadın oturduğu evin kirasını yüksek olduğundan ötürü
ödeyemezse, kirası daha az olan bir eve taşınabilir.
İşte Hanefîlerin bu
sözleri göstermektedir ki, oturma ücreti kadına aittir. Evin ücretini ödemekten
âciz olursa, ancak o zaman o evde oturmak görevi kendisinden düşer. Bundan
dolayı açıkça ifade etmişlerdir ki, şayet kendisine yeterli olursa kadın, ölen
kocasının mirasından kendi payına düşen kısımda oturur. Zira onlara göre ister
hamile olsun, ister olmasın kocası ölen kadının mesken hakkı yoktur. Yalnızca
ona düşen kocasının vefat ettiği ve kendisinin de bulunduğu evde gece kalması
lâzımdır, gündüz kalması gerekli değildir. Mirasçılar evi kendisine karşılıksız
vermezlerse, ücret ödemek de kendisine düşer.
İşte âlimlerin bu
meseledeki görüşleri ve orada çıkan ihtilâfın kaynağı böylece özetlenip
anlatılmış oldu. Basan yalnız Allah'tandır.
Bu hadis konusunda
Furay'a bt. Mâlik'in başına, tıpkı rivayet ettiği hadis hususunda Fâtıma bt.
Kays'm başına gelen durum gelmiştir. Bu meseleyi tartışanlardan bazıları
demişlerdir ki: Bir kadının sözüne, Rabbimizin kitabını terkedemeyiz. Allah
Teâlâ, kocası Men kadının dört ay on gün iddet beklemesini emretmiş,
(kocasının) evinde beklemesini emretmemiştir. Mü'minlerin annesi Hz. Âişe
(r.a.), kadının kocasının öldüğü evde iddet beklemesinin vacip olduğunu inkâr
etmiş ve kocası ölen kadının istediği yerde iddet bekleyebileceğine fetva
vermiştir. Nitekim aynı Hz. Âişe (r.a.) Fâtıma bt. Kays hadisini inkâr etmiş ve
boşanan kadına mesken
verilmesinin vacip olduğunu belirtmiştir.
Furay'a hadisine karşı
gelenlerden bir kısmı da diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) devrinde Uhud, Bi'r-i
Mâûne, Mûte ve daha başka savaşlarda pek çok sahabe — Allah onlardan razı olsun
— hayatını kaybetti. Onlardan sonra hanımlan iddet bekledi. Şayet o kadınlardan
her biri iddet müddetince evine bağlı kalsaydı, bu durum elbette eri aşikâr, en
açık şeylerden olurdu. Öyle ki, tbn Abbas ve Hz. Âişe'den [ilimde) daha alt
mertebede olanlara bile gizli kalmazdı. Uygulama sürekli ve yaygın olduğu
halde, bu iki sahâbîye ve görüşleri aktanlan daha başka sahâbîlere bu durum
nasıl gizli kalmış olabilir? Bu çok uzak bir ihtimaldir.
Hem sonra, sünnet o
şekilde yürürlükte olsaydı Furay'a, Hz. Peygamber'e (s.a.) gelip ailesine
gitmek için izin istemezdi ve Hz. Peygamber (s.a.) de bu konuda ona izin verip
gittikten sonra onu geri çağırmalarını emredip, kadına evinde beklemesini
emretmezdi. Şayet bu iş sürekli ve sabit olsaydı, Furay'a'ya ailesinin yanma
gitmesine izin vermekle bunu neshetmiş, sonra ona evinde beklemesini emretmekle
bu izni neshetmiş olurdu ki, bu durum hükmün iki kere değiştirilmesine götürür.
Şeriatta, kesin bir noktada böyle bir şey bilmlyo:*uz.
Diğerleri de diyorlar
ki: Bunda Emîru'l-mü'minîn Hz. Osman b. Affân'm ve sahabenin ileri gelenlerinin
kabulle karş:.ladıklan ve Hz. Osman'ın yürürlüğe koyup gereğince hükmettiği bu
sahih ve mânası açık sünnetin reddini gerektirecek bir durum yoktur. Şayet biz
kadınların Hz. Peygamber'den (s.a.) yaptıkları rivayetleri kabul etmezsek, o
zaman kadınlardan başka râvisi bilinmeyen, İslâm'ın pek çok sünneti yok olur
gider. İşte Allah'ın kitabı! Onda, evde iddet beklemeyi vacip kılan bir şey yok
ki, sünnet ona aykın olsun. Aksine olsa olsa sünnet Kur'an'ın sükût geçtiği bir
hükmü açıklamış olur. Böylesi bir şeyle sünnetler reddedilmez. İşte Allah
Rasûlü'nün (s.a.) sakındırdığı, hükmünün benzeri Kur'an'da bulunmazsa sünnet
terkedilir görüşünün ta kendisidir bu!
Mü'minlerin annesi Hz.
Âişe'nin (r.a.) Furay'a hadisini terkedişine gelince: Herhalde bu hadis
kendisine ulaşmamıştır. Eğer ulaşsaydı, herhalde te'vîl ederdi. Te'vîl
etmeseydi, herhalde Furay'a'nın rivayet ettiği hadise muarız kendisinin bildiği
bir hadis var olmuş olacaktı. Ne olursa olsun, Hz. Âişe'nin bu hadisi
terketmesinden dolayı kendilerinin terketmeleri hakkında bunu söyleyenler,
mü'minlerin annesi terkettiği için terkedenlerden daha mazurdurlar. İki terk
arasında büyük bir fark vardır.
Hz, Peygamber'in fs.a.)
yanında şehit düşenlere ve O hayatta iken vefat edenlere gelince; onların hammlannm diledikleri yerde iddet
beklemelerine dair hiçbir haber
gelmemiştir. O sahabe kadınlarının Füray'a hadisinin hükmüne aykırı
davrandıklarına dair de asla bir rivayet gelmiş değildir. Nasıl olduğu bilinmeyen
bir durumdan dolayı sahih sünneti terketmek caiz değildir. Onların diledikleri
yerde iddet bekledikleri bilinse, ama onlardan Furay'a hadisinin hükmüne aykırı
düşen bir şey rivayet olunmasa, ihtimal ki bu durum, bu hükmün yerleşmesinden
ve sabit olmasından öncedir. Zira asıl olan berâet-i zimmettir (kişinin borç,
sorumluluk ve suçtan uzak olmasıdır) ve vücup hükmünün olmamasıdır.
Abdürrezzak'm, İbn Cüreyc — Abdullah b. Kesir senediyle rivayetine göre Mücâhid
anlatıyor: Uhud savaşında pek çok kimse şehit düştü. Şehitlerin hanımları Allah
Rasûlü'ne geldiler ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz geceleri ürküyor,
yalnızlık duyuyoruz. Bu yüzden geceyi birimizin evinde geçiriyoruz. Sabah
olunca evlerimize dağılıyoruz." dediler. Allah Rasûlü (s.a.) onlara: "Arzu
ettiğiniz kadar birinizin evinde sohbet edin. Uyumak istediğinizde her biriniz
kendi evine dönsün." buyurdu.[394]' Bu
hadis her ne kadar mürsel ise de görünen o ki, Mücâhid bunu ya sika bir
tabiîden ya da bir sahâbîden işitmiştir. Tabiîn arasında yalan söylemek bilinen
bir husus değildi. Onlar üstün kılman nesillerin ikincisidir. Allah Rasûlü'nün
(s.a.) ashabını görmüşler, onlardan ilim tahsil etmişlerdir ve onlardan sonra
ümmetin en hayırlı neslidir. Bu neslin Allah Rasûlü'ne yalan atfedecekleri ve
yalancılardan rivayette bulunacakları düşünülemez. Bilhassa onlar arasından
âlim bir kimse kesin ifade kullanarak Allah Rasûlü'nden (s.a.) rivayette
bulunduğunda, O'nun bir hadisine tanık olup "Allah Rasûlü (s.a.) şöyle
buyurdu, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle yaptı, şunu emretti, şunu yasakladı..."
demesi ve Allah Rasûlü (s.a.) ile kendisi arasındaki aracı şahıs yalancı yahut
meçhul biri iken böyle bir şeye kalkışması son derece uzak bir ihtimaldir. Ama
onlardan sonraki nesillerin mürsellerinde durum farklıdır. Nesiller kaynaktan
uzaklaştıkça mürsellere kötü gözle bakılmaya başlandı ve onlar Allah Rasûlü
(s.a.) hakkında şahit kabul edilmez oldu. Özetle, dayanak yalnız bu mürsel
değildir. Basan Allah'tandır. [395]
Sahîhayn'da. Humeyd
b. Nâfi'den rivayet) edildiğine göre Ebu
Seleme'nin kızı Zeynep kendisine şu üç hadisi nakletmiştir:
1- Zeynep
diyor ki: Babası Ebu Süfyan vefat ettiği zaman ben Hz.Peygamber'in (s.a.)
hanımı Ümmü Habibe —Allah kendisinden razı olsun— yanına gittim. Ümmü Habibe
terkibinin çoğu safradan oluşan ve içinde sanlık bulunan halûk adında bir güzel
koku yahut daha başka bir koku istedi. O kokudan (eline sürdüğü kokuyu azaltmak
için) bir cariyeye sürdü. Sonra ellerini yanaklarına sürüp şöyle dedi: Vallahi,
benim güzel kokuya hiç ihtiyacım yok. Ancak Allah Rasûlü'nün (s.a.) minber
üzerinde şöyle buyurduğunu işittim: "Allah'a ve âhiret gününe inanan bir
kadının bir ölüye üç günden fazla yas tutması helâl olmaz. Ama kocası için dört
ay on gün yas tutar,"
2- Zeynep diyor ki: Sonra bir keresinde, erkek
kardeşi vefat ettiği zaman Zeynep bt. Cahş'ın yanına girdim. O da güzel koku
istedi ve ondan süründü. Sonra da dedi ki: Vallahi, benim güzel kokuya hiç
ihtiyacım yok. Ancak Allah Rasûlü'nün (s.a.) minber üzerinde şöyle dediğini
işittim: "Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kadının ölüye üç günden
fazla yas tutması helâl olmaz. Ama kocası için dört ay on gün yas tutar."
3- Zeynep diyor ki: Annem Ümmü Seleme'nin —Allah
kendisinden razı olsun— şunları anlattığım işittim: Bir kadm, Allah Rasûlü'ne
geldi ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kızımın kocası vefat etti. Simdi de gözleri rahatsızlandı. Kızımın
gözlerine sürme çekeyim mi?" diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.):
"Hayır!" buyurdu. Kadın iki yahut üç kere bu isteğini tekrarladı, her
defasında Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır!" diye cevapladı ve arkasıdan
şöyle dedi: "Kocası ölen kadın dört ay on gün yas tutar. Cahiliye devrinde
ise sizlerden biri bir sene geçince deve tezeği atardı (hatırlayın o
zamanları)."[396]
Zeynep (bu cahiliye
âdetini) şöyle anlatıyor: Kocası ölen kadın daracık bir hücreye kapanır, en
kötü elbiselerini giyer; bir sene geçinceye kadar ne güzel bir koku, ne de bir
başka şey sürünebilirdi. Bir sene dolunca bir eşek yahut koyun yahut kuş
getirilir, kadın efsunlanır gibi o hayvana vücudunu sürterdi. Kadın vücudunu o
kadar sürterdi ki, bundan dolayı ölmeyen hayvan pek nadir olurdu. Sonra kadın
hücresinden çıkar, kendisine bir deve tezeği verilir, onu atardı. Bundan sonra
artık istediği gibi güzel koku sürünebilir, süslenebilirdi[397]
İmam Mâlik hadisin arapçasında geçen "tefteddu" kelimesinin cildi bir
şeye sürmek olduğunu kaydeder.
Sahîhayn'da Ümmü
Seleme'den —Allah ondan razı olsun— rivayet edildiğine göre bir kadının kocası
öldü. Yakınları, o kadının gözlerine bir zarar gelmesinden korktular ve Hz.
Peygamber'e (s.a.) gelip kadının gözlerine sürme çekme hususunda O'ndan izin
istediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Cahiliye döneminde sizlerden biri yas
tutarken evinin en kötü odasında — yahut evindeki en kötü çulları içinde — bir
sene geçirirdi. Yanından bir köpek geçince, bir deve tezeği atar, öylece
kaldığı yerden çıkardı. Dört ay on gün çok mu?" buyurdu.[398]'
Yine Scthîhayrt'da
Ümmü Atiyye el-Ensâriyye'den —Allah ondan razı olsun— rivayet edildiğine göre
Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Bir kadın bir ölüye üç günden fazla yas
tutamaz. Ancak kocası için dört ay on gün yas tutar. Asb denilen çizgili Yemen
kumaşı dışında boyalı elbise giyemez. Sürme çekemez. Güzel koku sürünemez;
ancak hayızdan temizlendiği sıralarda bir parçacık kust (öd ağacı) denilen
Hindistan buhurundan yahut tırnak buhurundan sürünebilir.[399]
Sünen-i Ebu Davud'da,
Hasan b. Müslim —Safiyye bt. Şeybe —Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımı Ümmü Seleme
senediyle rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: "Kocası
ölen kadın ne gerek aspurla, gerek kırmızı çamurla boyanmış elbise ve ne de
süslü elbise giyinebilir. Sürme çekemez, kına ile saçlarını boyayamaz."'[400]
Yine adı geçen
Sünen'de, İbn Vehb — Mahreme — babası — Muğîre b. Dahhâk — Ümmü Hakîm bt. Esîd
— anası senediyle rivayet edildiğine göre, Ümmü Hakîm'in annesi olan bu hanımın
kocası vefat etti. Kadıncağızın gözleri rahatsızdı. Bu sebeple gözlerine celâ
—merhum Ahmed b. Salih: Doğrusu celâ sürmesi olacaktır, diyor— çekti. Bir
cariyesini Ümmü Seleme'ye —Allah ondan razı olsun— gönderdi ve celâ sürmesi
çekmenin hükmünü sordu. O da: "Onu gözlerine çekme. Ancak çok zor durumda
kalırsan geceleyin çeker, gündüz silersin." diye haber gönderdi ve Ümmü
Seleme başından geçen şu olayı orada nakletti: Kocam Ebu Seleme vefat ettiğinde
Allah Rasûlü (s.a.) yanıma geldi. Gözlerime azvay (sabir) denen bir çeşit acı
ağaç usaresi sürmüştüm. "Bu nedir? Ey Ümmü Seleme!" diye sordu. Ben
de: "Azvaydır, ey Allah'ın Rasûlü! Kokusu yok." dedim. Bunun üzerine:
"O, yüzü gençleştirir, güzelleştirir (yas tutttuğun için) onu ancak
geceleyin sürün. Gündüz siler çıkarırsın. Saçma güzel koku sürme ve saçını kına
ile boyama. Zira kına süs için kullanılan bir boyadır." buyurdu.
"Peki ey Allah'ın Rasûlü, saçıma ne süreyim?" diye sordum.
"Arabistan kirazı sür. Onunla başını kaplarsın." buyurdu.f
Bu hadisler pek çok
hüküm içermektedirler. Sıralayacak olursak: Birinci hüküm: Yakınlık derecesi ne
olursa olsun, bir ölüye üç günden fazla yas tutulmaz. Ancak bundan yalnızca koca müstesnadır.
Hadis, iki yas
arasında şu iki yönden fark gözetmektedir:
1- Vaciplik ve caizlik yönünden: Koca için yas tutmak vacip, başkaları için
yas tutmak caizdir.
2- Yas müddetinin değeri bakımından: Koca için
yas tutmak bir azimet (yapılması gereken vazife), başkaları için yas tutmak ise
bir ruhsattır (izindir). Kocası ölen kadının yas tutmasının vacip olduğunda
ümmet icmâ etmiştir. Ancak Hasan el-Basrî ve Hakem b. Uteybe'den aykırı görüş
rivayet edilmiştir. Hammad b. Seleme'nin Humeyd'den rivayetine göre, Hasan
el-Basrî: "Gerek üç talâkla boşanan ve gerekse kocası ölen kadınlar
gözlerine sürme çekebilir, saçlarını tarayabilir, güzel koku sürünebilir,
saçlarını kına ile boyayabilir, evinden ayrılıp oraya buraya gidebilir ve
dilediğini yapabilirler." demiştir. Şu'be'nin rivayetine göre Hakem:
"Kocası ölen kadın yas tutmaz." demiştir.
İbn Hazm: "Bu
görüş sahipleri delil olarak şu hadisi ileri sürmüşlerdir." diyor ve sonra
Ebu'l-Hasan Muhammed b. Abdusselam — Muhammed b. Beşşar — Muhammed b. Cafer —
Şu'be — Hakem b. Uteybe — Abdullah b. Şeddâd b. Hâd senediyle şu hadisi
kaydediyor: Allah Rasûlü Cafer b. Ebu Tâlib'in hanımma: "Üç gün olunca
—yahut üç günden sonra— dilediğin gibi giyin." buyurdu. Metindeki tereddüt
Şu'be'den kaynaklanmaktadır. İbn Hazm sonra Hammad b. Seleme — Haccâc b. Ertât
— Hasan b. Sa'd — Abdullah b. Şeddâd kanalıyla şu hadisi kaydeder: Hanımı Esma
bt. Umeys, Cafer'e ağlamak için Hz. Peygamber'den (s.a.) izin istedi. Hz.
Peygamber (s.a.) ona üç gün izin verdi; "Üç gün geçince temizlen, gözüne
sürme çek." diye haber gönderdi.
Yas tutulmaz görüşünde
olanlar diyorlar ki: Bu hadis yas tutmayı buyuran hadisleri neshetmektedir,
onlan geçersiz kılmaktadır. Zira bu, o hadislerden sonra buyurulmuştur. Çünkü
Ümmü Seleme —Allah ondan razı olsun—yas tutma hadisini rivayet etmiş ve Hz.
Peygamber'in (s.a.) bunu kocası Ebu Seleme'nin vefatının ardından kendisine
emretmiş olduğunu söylemiştir. Ebu Seleme'nin Cafer'den önce vefat ettiğinde
hiçbir görüş ayrığı yoktur. Allah her ikisinden de razı olsun. Âlimler ileri
sürülen bu delile şöyle cevap vermişlerdir: Bu hadis rnunkatı'dır. Zira
senetteki Abdullah b. Şeddâd b. Hâd[401] ne
Allah Rasûlü'nden (s.a.) hadis işitmiştir ne de O'nu görmüştür. Şu halde onun
hadisi, hiçbir kusuru bulunmayan sahih- müsned hadislere nasıl tercih
edilebilir?[402] İkinci hadisin senedinde
ise Haccâc b. Ertât[403]
vardır ki onun hadisiyle hadis üstadlan olan sika, güvenilir imamların rivayet
ettiği hadise nasıl karşı konabilir.
îkinci hüküm: Yas
tutma aylarla iddet beklemeye bağlıdır. Hamileye gelince, hamileliği bitince,
âlimlerin ittifakıyla yas tutmasının vacipliği de sona erer. Artık evlenebilir,
süslenebilir (yeni evlendiği) kocası için güzel koku sürünebilir ve onun için
dilediği gibi süslenebilir.
Soru: Hamilelik
müddeti dört ay on günü aşarsa, yas tutmanın da vacip oluşu sona erer mi? Yoksa
doğuma kadar sürer mi?
Cevap: Yas tutma
doğuma kadar sürer. Zira yas tutma iddete bağımlı olan şeylerdendir ve bu
yüzden iddet süresine bağlanmıştır; iddet hükümlerinden ve vaciplerinden
biridir. Bundan dolayı var olmada da, yok olmada da onunla beraberdir (yani
iddet varsa yas da var, iddet yoksa yas da yok).
Üçüncü hüküm:
Müslüman-kâfir, hür- cariye ve küçük (ergenlik yaşına girmemiş) -büyük bütün
hanımlar yas tutma konusunda eşittirler. Bu, cumhurun; Ahmed, Şafiî ve Mâlik'in
görüşüdür. Ancak Eşheb ve İbn Nâfi': "Zimmî kadın yas tutmaz."
demişlerdir ki, Eşheb bu görüşü Mâlikten de rivayet etmiştir. Bu ikinci görüş
aynı zamanda Ebu Hanife'nin de görüşü olup, ayrıca ona göre küçük olan kadın da
yas tutmaz.
Bu görüş sahipleri
delil olarak demişlerdir ki: Hz. Peygamber (s.a.) yas tutmayı, Allah'a ve
âhiret gününe inanan kimselerin hükümlerinden saymıştır. O halde buna kâfir
kadın girmez. Çünkü o fıkhı hükümlerle (furü ile) mükellef değildir.
Diyorlar ki: Allah
Teâlâ'nm mutlak genel ifade kullanmak yerine imanla sınırlı (mukayyed) husûsî
ifade kullanması bu işin imanın hükümlerinden, gereklerinden ve vaciplerinden
olmasını gerektirir. Sanki Allah, kim iman yolunu seçerse, işte bu iş de onun
şerl görevlerinden ve üzerine vacip olan hususlardandır, buyurmuştur.
Gerçek şu ki, fiili,
inananların işlemesinin helâl olmadığını belirtme kâfirlerden onun hükmünü
kaldırmayı gerektirmediği gibi, aynı zamanda onların bunu işlemesini de
gerektirmez. Yalnızca iman etmeyi ve imanın icabı olan şerl kuralları yerine getirmeyi kendisine
bir yol olarak seçen kimseye işte bu husus helâl olmaz anlamını icabettirir.
Her ne olursa olsun, iman etmesi ve imanın icabı olan şer'î kuralları yerine
getirmesi gerekir. Ancak Sâri' (Kanun Koyucu, Allah) imanın icabı olan şer'î
kurallarla, sadece kişi imana girdikten sonra, onu sorumlu tutmaktadır. Nasıl
ki "Mü'minin namazı, haccı ve zekâtı terketmesi helâl değildir."
sözü, bunun kafire helâl olduğunu göstermezse, burada da durum aynıdır. İpek
giyme konusunda Hz. Peygamber'in (s.a.) :"Bu, takva sahiplerine
yakışmaz."[404]'
buyurması da ipek giymenin başkalarına yakışacağını (yani helâl olacağını)
göstermez. "Mü'mine, lânetçi olmak yakışmaz."'[405]
hadisinde de durum aynıdır.
Meselenin sırrı:
Şeriatın koyduğu helâl haram ve farz kuralları, imanın temelini kabullenenler
için konmuştur. îmanı kabullenmeyip dinleriyle başbaşa bırakılan kimseler,
dinlerinin temeliyle başbaşa bırakıldıkları gibi, aralarındaki anlaşmazlıkları
çözmek üzere bizim mahkelerimize müracaat etmedikleri sürece, kabullendikleri
dinin kuralları ile de başbaşa bırakılırlar. Bu kaidede âlimler görüşbirliği
içindedirler. Fakat müslüman kocası ölen zimmî kadının yas tutmasının
gerekliliğini ileri sürenlerin gerekçeleri şudur: Karısının yas tutması
müslüman kocasının hakkıdır; zimmî kadına yas tutmayı zorunlu kılmak, koca
açısından tıpkı iddetin temelinde olduğu gibi bir durum arzeder. Bundan dolayı
bu görüşü savunanlar, zimmî kocasının iddetini bekleyen zimmî kadının, yas
tutmasını zorunlu görmemektedir. Ayrıca bu iddeti içerisinde kadına istekte
bulunulmaz. Böylece bu da zimmîlerin müslümanlarla yaptıkları akitler gibi
olmaktadır. Zira her ne kadar birbirleriyle yaptıkları akitlerde zimmîlere ilişilmezse
de, müslümanlarla yaptıkları akitlerde İslâm'ın hükümleriyle bağlı tutulurlar.
Bu görüşün
savunucularına karşı çıkanlar diyorlar ki: Yas tutma, Allah Teâlâ'nm hakkıdır.
Bundan dolayı kadın ile veliler ve kadına yas tutmamasını vasiyet etmek suretiyle
ölen şahıs bu hazıkın düşmesinde hemfikir olsalar bile hak düşmüş olmaz ve
kadının bu hakkı yerine getirmesi gerekli olur. Şu halde yas tutma ibadet
durumundadır; zimmî kadın ise ibadete ehil değildir. İşte meselenin sirn budur.
Dördüncü hüküm: Efendileri
ölen cariye ile ümmü veledin yas tutması vacip değildir. Çünkü onlar zevce
değildirler. İbnu'l-Münzir: "Bu konuda âlimlerin ihtilâf etttiklerini
bilmiyorum." diyor.
Soru: Cariye ve ümmü veled üç gün yas tutabilirler
mi?
Cevap: Evet,
tutabilirler. Çünkü nass (hadis)
yalnızca kocadan başkasına
üç günden fazla yas tutmayı haram ve kocaya dört ay on gün yas tutulmasını
vacip kılmıştır. Böylece cariye ve ümmü veled, kendilerine yas tutmak haram
yahut vacip olanlar arasına değil, yas tutmaları helâl olanlar arasına
girmiştir.
Beşinci hüküm:
Soru: Boşanma, şüpheli
cinsî ilişki, zina yahut istibrâ sebeplerininin birisinden ötürü iddet bekleyen
kadına yas tutma vacip midir?
Cevap: Bu, hadislerin
delalet ettiği hükümlerden beşincisidir: Sayılanlardan hiçbirisinin yas tutması
gerekmez. Çünkü hadis hem olabilecek hususu hem de olamayacak hususu belirlemiş
ve özellikle ölüler için yas tutmanın vacip olanını zevcelere, caiz olanını da
onlar dışındakilere tahsis etmiştir. Bu iki durum dışında kalan ise, ölülere karşı
yapılması haram olan şeylerin hükmüne dahildir.
Peki, bunun bâin
talâkla boşanmış kadına yas tutmanın gerekli oluşu hükmüne dahil olduğunu neye
dayanarak söylüyorsunuz? Saîd b. Müseyyeb, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, Ebu Hanife ve
arkadaşları ile el-Hırakî'nin tercih ettiği iki rivayetten birine göre İmam
Ahmed, bâin talâkla boşanmış kadının yas tutması vaciptir, demişlerdir ki, bu
sırf kıyastan ibarettir. Zira kıyasa göre bu durumdaki kadın, nikâhtan
ayrılmıştır, iddet beklemektedir. Bu yüzden kocası ölen kadın gibi yas tutması
gerekir. Çünkü her ikisi de iddet konusunda birleşmiş, ancak iddetin sebebinde
birbirlerinden ayrılmışlardır. Hem iddet, nikâhı haram kılmakta ve böylece
nikâha götüren yollar da haram olmaktadır. Diyor ki: Kuşkusuz, yas tutma akılla
anlaşılabilir şeylerdendir: Zîneti gösterme, güzel kokular sürünme ve güzel
elbiseler giyinme kadını erkeklere, erkekleri kadınlara çeken hususlardandır.
Bu yüzden kadının bunda acelecilik göstererek iddetinin sona ermesi konusunda
yalan söylemesinden emin olunamayacağından buna götüren yollardan alıkonulmuş
ve bu durumda (sedd-i zerîa prensibi gereği) açık kapı bırakılmayıp gedik
tıkanmıştır. Hem kocanın ölümünün aşikâr olması ve iddetin sayılı günlerden
ibaret bulunması sebebiyle çoğunlukla vefat iddeti konusunda yalan söyleme
hemen hemen imkânsızdır. Ama boşanma iddetinde durum bunun aksinedir. Zira
boşanma iddeti hayız (yahut hayızdan temizlenme) esas alınarak beklenir ki, bu
da ancak kadın tarafından bilinebilir. Bu sebeple burada ihtiyatlı davranma
daha uygundur.
Cevap: Alan Teâlâ ,
kullan için yarattığı zînetleri ve hoş nzıkları haram sayanları ayıplamış ve
onlara bunu yasaklamıştır. Bu da gösterirki. Alan ve Rasûlü'nün (s.a.) haram
kıldıkları dışında zineti,süslenmeyi haram kılmak caiz değildir. Alan Teâlâ,
Peygamber'inin (s.a.) dilinden kocası ölen kadının iddet süresince tutacağı yas
müddetince zînet kullanmasını haram saymıştır. Peygamberi de kadının kocasmdan
başkası için zînet takınmayarak yas tutmasını mubah kılmıştır. Onun haram
saydığından başkasını haram saymak caiz değildir. O şey aslî mübahlık üzere
kalır. Yas tutma, iddetin gereklerinden ve ona bağlı şeylerden değildir. Bundan
dolayı şüpheyle cinsî ilişki kurulan, zina edilen, istibrâsı beklenen, yahut
ric'î talâkla boşanan bir kadının yas tutması vacip değildir; âlimler bu konuda
görüş birliği içindedirler. İki iddet arasındaki hayız (yahut hayızdan
temizlenme) konusunda miktar, yahut sebeb ve hüküm açısından farklılık
bulunduğundan ötürü bu kıyas, (bâin talâkla boşanan kadını) kocası ölen kadına
kıyasdan daha da uygundur. Hayız (yahut hayızdan temizleme) iddetinl, hayız
(yahut hayızdan temizlenme) iddetinin hükmüne dahil etmek, hayız (yahut
hayızdan temizleme) iddetini vefat iddetinin hükmüne dahil etmekten daha
münasiptir. Ölen kocaya yas tutmaktan maksat, sizin söylediğiniz acelecilik
göstermek değildir. Zira bu durumda beklenen iddet sırf rahmin boş olduğun
bilmek için değildir. Bu sebeble zifaftan önce (koca ölse yine iddet) gerekir.
Bu özellik, nikâh akdine saygı gösterme. Önem ve değerini ortaya koyma ve bu
akdin Allah katında özel bir yeri bulunmasından dolayıdır. îddet, bu akit için
bir dokunulmaz alan kılınmıştır ve bu maksadın tamama ermesi, pekişmesi ve ona
daha fazla Özen gösterilmesi için yas tutma prensibi konulmuştur. Öyle ki, zevcenin
kocasına yas tutması bizzat kendi babasına, oğluna, kardeşine ve diğer
akrabalarına yas tutmasından daha yeğ tutulmuştur. İşte bu durum akde saygı
gösterme, onu yüceltme ve bütün hükümleri açısından onunla zina arasındaki
farkı pekiştirmekten kaynaklan-maktadır. Bundan dolayı zina ile arasındaki
zıtlık gerçekleşsin diye başlangıçta ilan etme, şahit tutma ve def çalma;
sonunda ve bitiminde ise iddet bekleme ve yas tutma meşru kılınmıştır ki,
bunlar başka akitlerde prensip haline getirilmemiştir.
Altıncı hüküm: Yas
tutan kadının kaçınması gereken hususla ilgilidir. Delile dayanmayan söz ve
görüşlerin değil de, nassların belirledikleri dört tanedir:
Birincisi, güzel
kokudur. Zira Hz. Peygamber (s.a.) sahih hadiste: "Güzel koku
sürünemez." buyurmuştur. Yas tutmayı vacip görenlere göre bunun haramhğmda
ihtilâf yoktur. Bundan dolayı Ümmü Habibe — Allah ondan razı olsun— babası Ebu
Süfyan'a yas tutmaktan çıktığında güzel koku istedi ve elindeki fazlalığı
yanındaki bir kıza sürdü. Sonra ellerini yanaklarına sürdü ve sonra da hadisi
söyledi.
Güzel koku kavramı
içine şunlar girer: Misk, anber, kâfur, şeşpençe, esans, yaban kedisi miski;
göz otu, buhur, sorgun ağacı, gül, menekşe ve yasemin gibi çiçeklerden elde
edilen güzel kokulu yağlar; gülsuyu, karanfil suyu, narenciye çiçeği suyu gibi
güzel kokulu yağlardan sıkılan sular. Bunların hepsi güzel kokudur. Zeytinyağı,
susamyağı ve sadeyağ buna dahil değildir. Yas tutan kadın bunlardan herhangi
biriyle yağlanmaktan alıkonulmaz.
Yedinci hüküm: Yasak
olan şeyler üç türlüdür.
Birinci tür: Vücudunu
süslemesi. Yas tutan kadının saçına kına yakınması, makyaj yapması,
tırnaklarına kına yakması, kırmızı boya (ruj) sürünmesi ve yüzüne üstübec
(kurşun boyası) sürmesi haramdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) kına ifadesini
kullanıp, ondan daha çok zînet anlamı taşıyan, daha büyük fitne unsuru olan ve
yas tutmanın amacına daha zıt olan bu türlü süslenmelerin de (haramlığına)
dikat çekti. Sürme de bunlardandır. Sürme kullanma açık ve sahih hadisle
.yasaklanmıştır.
İçlerinde Ebu Muhammed
îbn Hazm'm da bulunduğu seleften ve sonrakilerden bir grup ilim adamı, yas
tutan kadın gözleri görmez olsa da ne gece ne gündüz sürme çekemez demişlerdir.
Onların bu görüşünü Buhârî ve Müslim tarafından Ümmü Seleme'den aktarılan şu
rivayet destekler: Bir kadının kocası vefat etti. Tanıdıkları kadının
gözlerinin görmez olmasından korktular. Hz. Peygamber'e (s. a.) gelip sürme
kullanması için izin istediler. Hz. Peygamber (s. a.) ise izin vermediği gibi,
iki yahut üç kere "Hayır!" dedi ve sonra onlara cahiliye döneminde busene
boyunca tuttukları uzun ve meşakkatli yası hatırlatıp buna sabrettikleri halde,
dört ay on güne sabredemezler mi diye sordu.'[406]'
Kuşkusuz sürme, zînetin çok ileri bir şeklidir ve tıpkı güzel koku gibidir ve
hatta ondan daha aşın bir süsleme usulüdür. Bazı Şâfiîler, karartmak için sürme
kullanabilir demişlerdir ki, bu nassa ve anlatılmak istenene aykırı bir
tasarruftur. Allah Rasülü'nün (s.a.) hükümleri, uzunlukla kısalığı ayırmadığı
gibi, beyazlıkla karalığı da ayırmamaktadır. Böylesi kıyas, selefin şiddetle
karşı koyduğu ve kötüledigi fasit re'yle kıyastır.
Mâlik, Ahmed, Ebu
Hanife, Şafiî ve bu zatların takipçilerinin de aralarında bulunduğu âlimlerin
çoğunluğu: "Şayet yas tutan kadın süs için değil de, tedavi için sürme
kullanma zorunluluğu ile karşı karşıya kalırsa geceleyin kullanır, gündüz
siler." demişlerdir.
Onların bu konudaki
delilleri yukarıda geçen Ümmü Seleme (r.a.) hadisidir. Ümmü Seleme celâ sürmesi
hakkında demişti ki: "Gözlerine sürme çekme. Ancak çok zor durumda
kalırsan, geceleyin çeker, gündüz silersin." Delillerinden biri de Ümmü Seleme'nin
(r.a.) aktardığı şu diğer rivayettir: Gözlerime azvay denen bir çeşit acı ağaç
usaresi sürmüşken Allah Rasûlü (s.a.) yanıma geldi. "Bu nedir? Ey Ümmü
Seleme!" dye sordu. Ben de: "Azvaydır, ey Allah'ın Rasûlü! Kokusu
yok." dedim. Bunun üzerine: "O yüzü gençleştirir,
güzelleştirir." deyip devamla: "Onu ancak geceleyin sürer, gündüz
siler çıkarırsın." buyurdu. Ümmü Seleme'den gelen bu iki rivayet bir tek
hadistir. Râviler parçalamıştır. Mâlik hadisin bu kadarını Muvatta'ma
"Belâğ = Bana ulaştı ki..." ifadesiyle almıştır. Ebu Ömer Temhîd adlı
eserinde bu hadisin çeşitli senetlerini zikretmiştir ki, bunlar birbirlerini
takviye eder. Mâlik'in bu hadisi delil olarak kullanması da kâfidir. Sünen sahipleri
hadisi kitaplarına almışlar ve imamlar onu delil olarak kullanmışlardır. Hadis
en azından hasendir. Ancak Ümmü Seleme'nin bu hadisi görünüşte Buhârî ve Müslim
tarafından müsned olarak kaydedilen yine Ümmü Seleme'nin kendisinen rivayet
ettiği diğer bir hadise aykırıdır. Zira hadis kocası ölen kadının, her iki
halükârda sürme kullanamayacağını göstermekte;dir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.)
gözlerinden şikâyetçi olan kadına ne gece , ne gündüz, ne zaruretten dolayı ne
de başka bir sebepten ötürü sürme kullanması için izin vermiş; aksine iki yahut
üç kere "Hayır!" cevabını vermiş, "ancak zorunlu kalırsan
kullanabilirsin" dememiştir. Mâlik'in rivayetine göre Ubeyd'in kızı
Safiyye, kocası Abdullah b. Ömer'in yasını tutarken gözlerinden rahatsızlanmış,
gözleri neredeyse çapak bağlayacak hale geldiği halde sürme kullanmamıştı.'[407]
Ebu Ömer diyor ki: Bu
hadis dış görünüş itibarıyla, geceleyin kullanılmasının mubah olduğunu ifade
eden diğer Ümmü Seleme hadisine ve Hz. Peygamber'in (s.a.) mutlak bir tarzda
iki -üç kere "Hayır!" demesine aykın düşmekteyse de, bence —Allah
daha iyi bilir ya— iki hadisin birleştirilmesi şöyle olmalıdır: Allah
Rasûlü'nün (s.a.) hakkında "Hayır!" dediği rahatsızlık —Allah daha
iyi bilir ya— sürme kullanmayı zorunlu kılacak bir dereceye ulaşmamıştı. Bundan
dolayı Hz. Peygamber (s.a.) o kadına bu işi yasaklamıştı. Şayet kadın, gözünün
görmez hale gelmesinden korkulacak şekilde sürme kullanma zorunluluğu ve
ihtiyacı ile karşı karşıya kalsaydı, tıpkı, kendisine "Geceleyin sürün,
gündüz sil." dediği kadına yaptığı gibi, elbette ona da sürme kullanmayı
mubah kılardı. Kıyas da, bu yorumun doğruluğuna tanıklık eder. Zira usûlde
zaruretler, sakıncalı olan şeyleri mubah hale çevirirler. Bu sebepten ötürü
Mâlik, Ümmü Seleme'nin (r.a.) fetvasını sürme konusundaki müsned hadisin bir
tefsiri saymıştır. Çünkü hadisi Ümmü Seleme (r.a.) rivayet etmiştir. Onun
nazarında hadis sahihse.
muhalefet etmez.
Kendisi hadisin anlam ve yorumunu daha iyi bilir. Kıyas da buna tanıklık eder.
Zira bir şeye zorunlu ihtiyacı olan kimseye, zînet içinde müreffeh yaşayan
kimsenin hükmü verilmez. îlaç ve tedavinin zînetle hiçbir alâkası yoktur. Yas
tutan kacjına tedavi değil, yalnızca süslenmek yasaklanmıştır. Ümmü Seleme
rivayet ettiği şeyi daha iyi bilir. Hem kıyas açısından da bu doğrudur.
Fıkıhçılar bu görüştedirler. Mâlik, Şafiî ve fakihlerin çoğunluğu bu görüşü
savunmaktadırlar.
İmam Mâlik (r.a.)
Muvatta'mda kendisine ulaştığına göre, Salim b. Abdullah ile Süleyman b.
Yesar'm kocası Ölen kadın hakkında şöyle dediklerini kaydeder: Gözlerindeki bir
iltihaptan yahut kendisine isabet eden bir rahatsızlıktan dolayı gözüne zarar
gelmesinden korkarsa, sürmenin içinde güzel koku olsa bile, gözlerine sürme
çekip sürme ile tedavi olabilir, "[408] Ebu
Ömer diyor ki: Çünkü amaç güzel koku sürünmek değil, tedavi olmaktır. Ameller
niyetlere göredir.
İmam Şafiî, (r.a.)
diyor ki: Azvay san renk verir, zînet olur. Güzel koku değildir, celâ
sürmesidir. Ümmü Seleme (r.a.), kadma görülmediğinden ötürü geceleyin
kullanması ve görüldüğünden dolayı da gündüz silmesi şartıyla izin vermiştir.
Benzerleri de böyledir.
Ebu Muhammed İbn
Kudâme, Muğnî adlı eserinde diyor M: Yas tutan kadının sürme taşıyla gözüne
sürme çekmesi yasaklanmıştır. Çünkü onunla süslenme meydana gelir. Tutya,
anzarot vb. şeylerin sürme olarak kullanılmasında bir sakınca yoktur. Zira
bunlarda süslenme anlamı yoktur. Aksine bunlar gözü çirkinleştirir ve
hastalığını artırırlar... Yüzü dışında bedeninin diğer yerlerine azvay sürmesi
merLedilmez. Çünkü azvayın yalnızca yüze sürülmesi yasaklanmıştır. Zira yüze
san renk verir ve böylece kınaya benzemiş olur. Bundan ötürü Hz. Peygamber
(s.a.): "O, yüzü gençleştirir, güzelleştirir." buyurmuştur.
Ümmü Seleme hadisinden
dolayı yas tutan kadının tırnaklarını kesmesi, koltuk altı kıllarını yolması, tıraş
edilmesi mendup olan kılları tıraş etmesi, Arabistan kirazı denilen sidir ile
yıkanması ve onunla saçlarını taraması yasak değildir. Çünkü sidir kullanmaktan
maksat, güzel koku sürünmek değil, temizlenmektir. İbrahim b. Hânî en-Nisaburi,
Mesûil adlı eserinde kaydeder ki: Ebu Abdillah (Ahmed b. HanbeU'e: "Kocası
ölen kadın sürme taşı ile yüzüne sürme çekebilir mi?" diye sorduklarında
şöyle cevap vermiştir: "Hayır, çekemez. Ancak isterse, gözüne bir zarar
gelmesinden korkup, şiddetli rahatsızlık duyduğunda azvay ile gözüne sürme
çekebilir."
İkinci tür: Zînetli
elbise. Yas tutan kadma, Hz. Peygamber'in (s.a.) kendisine yasakladığı şeyler
ve O'nun yasakladığından daha çok yasaklanmaya lâyık olan, veyahut O'nun
yasakladığına denk olan şeyler haramdır. Sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber
(s.a.): "Boyalı elbise giyemez." buyurmuştur. Bu ifade aspur ve
safranla boyanmış olanları ve diğer kırmızı, sarı, yeşil ve saf mavi ile
boyanmış olanlan ve bütün güzelleştirme ve süsleme amacıyla boyanmış olan elbiseleri
kapsar. Başka bir metinde: "Gerek aspurla, gerekse çamurla boyanmış elbise
giyemez." buyrulmuştur.
Bunlardan başka iki
tür daha vardır: 1- İzin verilmiş olan: Boya maddesi kanşmaksızm doğal şekliyle
ipek, ibrişim, pamuk, keten, yün, deve tüyü yahut kıldan dokunan ya da çizgili
aba kumaşlarında olduğu gibi, bükülmüş ipliği boyanmış olup da başkasıyla
birlikte dokunan. 2-Meselâ siyah renkte olduğu gibi, boyamadan maksat süslenme
olmaz veya çirkinleştirme yahut kiri örtüp kapama için boyama yapılırsa bu
yasak değildir.
İmam Şâfü (r.a.) diyor
ki: Elbisede iki zînet vardır: 1- Elbise giyeni güzelleştirir. 2- Ayıp yerleri
örter. Ebliseler giyenler içir. bir zînettir. Yas tutan kadına vücudunu
süslemek yasaklandığı halde ayıp yerlerini kapatmak yasaklanmamıştır. Her türlü
beyaz elbise giymesinde bir sakınca yoktur. Çünkü beyaz, süsleyici değildir.
Yün, deve tüyü, ipek vb. gibi boya maddesi kanşmaksızm doğal şekliyle dokunan
her şey böyledir. Yine meselâ siyah renkte olduğu gibi boyamadan maksat süsleme
olmayan veya çirkinleştirme yahut kiri giderme için boyanan her şey de
böyledir. Elbisede yahut üzerindeki başka şeylerde süs ya da nakış bulunuyorsa,
yas tutan kadın onu giyemez. Bu hüküm her hür yahut cariye, büyük yahut küçük,
müslüman yahut zimmî kadın için geçerlidir[409]
Ebu Ömer diyor ki:
Şafiî'nin (r.a.) bu konudaki görüşü, Mâlik'in görüşü gibidir. Ebu Hanife ise
diyor ki: Boyalı olmasa da, yas tutan kadın süslenme kasdederse, gerek asb
denilen çizgili Yemen kumaşından ve gerekse ipekten mamul elbise giyemez. Şayet
boyalı elbiseyi zînet olarak giyinmeyi kastetmezse, onu giyinmesinde bir
sakınca yoktur. Gözü rahatsız olursa, sürme olarak siyah ve başka renkleri
kullanabilir. Gözünde rahatsızlığı olmazsa sürme çekemez.
İmam Ahmed (r.a.) ise
Ebu Tâlib'in rivayetine göre diyor ki: İddet bekleyen kadın süslenemez,
herhangi bir güzel koku sürünemez, zînet olarak gözüne sürme çekemez, içinde
güzel koku bulunmayan herhangi bir yağ ile yağlanabilir, güzel kokmak için
miske ve safrana yaklaşamaz.
Bir yahut iki talâkla
boşanmış kadın, boşayan kocası kendisine yeniden döner ümidiyle süslenip
bezenebilir.
Ebu Davud, Mesâil adlı
eserinde Ahmed'in şöyle dediğini işittim, diyor: Kocası ölen, üç talâkla
boşanan ve ihramlı olan kadınlar güzel koku ve zînnetten kaçınırlar.
Harb, MesâiVde anlatıyor:
İmam Ahmed'e (r.a.):. "Kocası ölen ve boşanan kadınlar ipek olmayan aba
giyebilirler mi?" diye sordum. "Kocası ölen kadın güzel koku
sürünemez, zînetle süslenemez." dedi ve güzel koku hususunda aşırı
derecede durdu. Ancak kadının hayızdan temizlendiğinde birazcık
sürünebileceğini belirtti. Sonra: "Üç talâkla boşanan kadını, kocası ölen
kadına benzettim. Çünkü kocasının ona geri dönme imkânı kalmamıştır."
dedi. Sonra Harb, Üraraü Seleme'ye kadar uzanan senedi zikrederek diyor ki:
Kocası ölen kadın asburla boyalı elbise giyemez, kına yakınamaz, gözlerine
sürme çekemez, güzel koku sürünemez, güzel kokuyla saçlarını tarayamaz.
İbrahim b. Hânî
en-Nisâburî, MesâiVde anlatıyor: Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel'e) kadının,
iddeti içinde yüzüne peçe tutunmasının, yahut iddeti içinde yağlanmasının
hükmünü sordum: "Sakıncası yok. Yalnızca kocası ölen kadının süslenmesi
mekruhtur." cevabını verdi. Ebu Abdillah: "İçinde güzel koku bulunan
her türlü yağla yaglanamaz." dedi.
İmam Ahmed, Şafiî ve
Ebu Hanife'nin —Allah onlara rahmet eylesin— sözleri şu noktada toplanmaktadır:
Giyilmesi yasak olan elbise —hangi türden olursa olsun— zînet elbisesi olandır.
Kesinlikle doğru olan da budur. Çünkü kendisinden dolayı asbur ve kırmızı
çamurla boyanmış olan elbisenin yasaklandığı mâna anlaşılmıştır. Hz. Peygamber
(s.a.) boyanın yanında özel olarak bunu, emsalinin ve yasaklanmaya daha lâyık
olanların da yasaklandığını belirtmek için zikretmiştir. Bundan dolayı yükset
fiatlı ve son derece şık olup da zînet maksadıyla giyilen pahalı, lüks ve süslü
abalar ile beyaz elbiseler [yas konusunda) yasaklanmaya, boyalı elbiseden daha
lâyıktırlar. Allah ve Rasûlü'nün (s.a.) maksadını anlayan herkes bunda kuşku
duymaz. İş, Ebu Muhammed b. Hazm'ın dediği gibi değildir. O diyor ki: Tas tutan
kadın yalnızca boyalı elbiselerden sakınır. Bundan sakındıktan sonra artık
dilediği gibi tabii rengi icabı beyaz yahut sarı da olan boyanmamış ipek, aslî
rengindeki deniz yünü... vs. giyinmesi mubahtır. Altından örülmüş yahut tamamı
altın, gümüş, mücevher, yakut, zümrüt ve diğer kıymetli madenlerden dokunmuş
zînet eşyası takınması da mubahtır. Kaçınması gereken yalnızca şu beş şeydir:
1- Her türlü sürme. İster zorunlu olsun, ister olmasın, isterse gözleri görmez
olsun, ne gece ne gündüz sürme kullanabilir. 2- Gerek başa. gerek bedene yahut bunlardan biri üzerine
giyinilen her türlü boyalı elbiseden sakınması farzdır. Bu konuda siyah, yeşil,
kırmızı, san... vs. eşit konumdadır. Ancak yalnızca asb denilen Yemen mamulü
nakışlı kumaştan yapılan elbise müstesnadır, onu giyinmesi mubahtır. 3- Her
türlü kına ve makyaj boyalaıından sakınması da farzdır. 4- Saçlarını sadece
tarakla tarama dışında taranıp süslenmekten de kaçınır. Sırf tarakla saçların
taraması helâldir. 5- Güzel kokunun her türlüsünden kaçınması da farzdır,
hiçtir güzel kokuyu üstüne yaklaştıramaz. Ancak yalnızca hayızdan
temizlendiğinde bir parçacık kust (öd ağacı) denilen Hindistan buhurundan yahut
tırnak buhurundan sürünebilir..." İşte tbn Hazm'ın zikrettiği bu beş şeyi
kendi ifadeleriyle aktardık.
îbn Hazm'ın ne zînetle
hiçbir alâkası olmayan siyah elbise giymesini haram sayıp, altın, gümüş ve
mücevherattan mamul ateş gibi pinl pırıl parlayan elbiseyi mubah sayması ve ne
de kiri yok etmek için kalın şekilde boyanmış elbiseyi haram sayıp güzelliği,
zerafeti ve şıklığı göz kamaştıran ipek elbiseyi mubah sayması şaşılacak bir
şeydir. Asıl şaşılacak olan "Bu, gerçekten Allah'ın dinidir; hiç kimsenin
buna aykırı görüş ileri sürmesi helâl değildir." demesidir. Bundan daha
garibi de Hz. Peygamber'in (s.a.) yas tutan kadına süslü elbise giymeyi
yasaklayan sahih hadisine muhalefete kalkışmasıdır ve bundan da garibi, bu
hadisi bu şekilde kaydettikten sonra: "Bu sahih değildir. Çünkü b. İbrahim
b. Tahman rivayet etmiştir. O, zayıf bir râvidir. Hadis sahih olsaydı, elbette
ona göre hüküm verirdik." demesidir. Ebu Muhammed b. Hazm'ın İbrahim b.
Tahman'la ne alıp veremediği var acaba! Oysa bu zat, altı hadis imamının
ittifakla hadislerini aldığı sika, güvenilir hadis hâfızlarındandır. Aralarında
Buhârî ve Müslim'in de bulunduğu Sahih sahipleri onun hadislerini delil olarak
kullanmakta ittifak etmişlerdir. Hadis imamları onun güvenilirliğine ve
doğruluğuna tanıklık etmişlerdir. Onlardan herhangi birinden onun hakkında ne
bir yaralama, ne bir tırmalama rivayet edilmiştir. Muhadd isi erden herhangi
birinin, onun rivayet ettiği bir hadisi illetli bulduğu yahut onun sebebiyle
hadisi zayıf saydığı asla görülmüş değildir. Benim de hazır bulunduğum bir
derste üstadımız Hafız Ebu'l-Haccâc'a Tehztb'deki şu metin okundu: "İbrahim
b. Tahman b. Saîd el-Horasânî Ebu Saîd el-Herevî: Herat'ta doğdu. Nisabur'a
yerleşti. Bağdad'a gitti ve orada hadis rivayetinde bulundu. Sonra Mekke'ye
yerleşti ve orada öldü." Tehzîb sahibi, sonra bu zatın kendilerinden hadis
aldığı üstadlannı ve kendilerine hadis rivayet ettiği öğrencilerini, sonra da
şunları kaydetti: Nuh b. Amr b. el-Mervezî, Sufyan
b. Abdülmelik yoluyla İbn Mübârek'in onun
hakkında: "Hadisi sahihtir.' dediğini nakleder. Ahmed b. Hanbel'in oğlu
Abdullah onun hakkında Yahya b. Maîn'in "Sakıncası yok." dediğini
nakleder, el-îclî de böyle demiştir. Ebu Hatim "Sadûk, hadisi hasen."
diyor. Osman b. Saîd ed-Dârimî: "Hadiste sika idi. Sonra hadis imamları
sürekli onun rivayet ettiği hadisi çok arzu eder, ona rağbet eder ve kendisinin
sika olduğunu söylerlerdi." demiştir. Ebu Davud "sika" olduğunu
söylemiştir. îshak b. Râhûyeh ise: "Hadisi sahih, rivayeti hasen (iyi) ve
semâı bol biriydi. Horasan'da ondan çok hadise sahip kimse yoktu. Kendisi sika
biridir. Cemâat (ana hadis kitapları müellifleri) ondan rivayette
bulunmuştur." demektedir. Kadı Yahya b. Eksem: "Horasan, Irak ve
Hicaz'da hadis rivayetinde bulunanların en seçkin, en güvenilir ve ilmi en
geniş olanlanndandır." demiştir. el-Mes'ûdî diyor ki: Mâlik b. Süleyman'ın
şöyle dediğini işittim: "İbrahim b. Tahman 168/784 senesinde Mekke'de
vafat etti. Arkasında kendisi gibi birini bırakmadı."[410]
Sahabe —Allah onlardan
razı olsun— bu nasslara uygun ve bu nassların anlam ve maksatlarını ortaya
koyacak şekilde fetva vermişlerdir. Sahih bir rivayete göre İbn Ömer diyor ki:
Yas tutan kadın gözüne sürme çekemez, güzel koku sürünemez, kına yakmamaz;
asburlu, boyalı elbise ve çizgili aba giyemez, zînet eşyası ile-süslenemez,
zînet maksadıyla bir şey takmamaz, yine zînet maksadıyla gözlerine herhangi bir
türden sürme çekemez; ancak gözü rahatsız olursa sürme kullanabilir.
Abdürrezzak —Süfyan
es-Sevrî —Ubeydullah b. Ömer —Nâfi' senetli sahih rivayete göre, îbn Ömer
demiştir ki: Kocası ölen kadın güzel koku sürünemez, kına yakmamaz, gözlerine
sürme çekinemez, boyalı elbise giyemez. Ancak asb denilen çizgili Yemen kumaşından
gömlek giyinebilir.[411]
Sahih rivayete göre
Ümmü Atiyye demiştir ki: Yas :utan kadın, asb dışında boyalı elbise giyinemez,
güzel koku sürünemez. Ancak kust denilen Hindistan buhurundan ve tırnak buhurundan
en asgarî sevtyede sürünebilir, zînet olarak gözlerine sürme çekemez.
îbn Abbas'm (r.a.):
"Kocası ölen kadın,' güzel koku ve zînetten sakınır." dediği
sahihtir.
Sahih rivayete göre
Ümmü Seleme (r.a.) demiştir ki: Herhangi bir boyalı elbise giyemez, gözlerine
sürme çekemez, süs eşyası takmamaz, kına yakmamaz, güzel koku sürünemez.
Mü'minlerin annesi Hz.
Âişe (r.a.) diyor ki: Aspurla.boyanmış elbise giyemez, güzel koku sürünemez, gözlerine sürme
çekinemez, süs eşyası takmamaz, isterse asb kumaşından mamul elbise giyebilir.
Peçeye gelince;
el-Hırakî, Muhtasafmâa: "Kocası ölen kadın güzel koku, zînet, evinden
başka bir yerde geceleme, sürme taşıyla gözüne sürme çekme ve yüzüne peçe
takmaktan kaçınır." diyor. İmam Ahmed'den böyle açık bir ifade bulamadım.
Oysa İshak b. Hanî,
Mesailinde diyor ki: Ebu Abdillah'a kadının iddeti içinde yüzüne peçe
tutunmasının, yahut: iddeti içinde yağlanmasının hükmünü sordum.
"Sakıncası yok. Yalnızca kocası ölen kadının süslenmesi mekruhtur."
cevabını verdi. Lâkin Ebu Davud Mesailinde (Ahmed b. Hanbel'den naklen) kocası
ölen, üç talâkla boşanan ve ihramlı olan kadınlar hakkında: "Güzel koku ve
zînetten kaçınırlar." diyerek kaçınacağı şeyler konusunda, kocası ölen
kadmı ihramlı kadınla bir tutmuştur. Bu söz dış görünüşü itibarıyla yas tutan
kadının peçe tutunmaktan da kaçınmasını icabettirir. A.lah daha iyi bilir ya,
her halde Ebu'l-Kâsım İmam Ahmed'in bu ifadesinden çıkarmıştır. Ebu Muhammed de
el-Muğnî'de bu şekilde illetlendirmistir: Diyor ki: Bölüm üç: Yas tutan kadının
kaçınması gereken şeyler: Peçe ve o anlamı taşıyan bürgü vs. Çünkü, iddet
bekleyen kadın, ihramı kadına benzer. İhramlı ise bundan kaçınır. Yüzünü örtme
ihtiyacı duyarsa, ihramlı kadının yaptığı gibi yüzü üzerine sarkıtır.
Soru: Peki, eğilmiş
ipi boyanan sonra ondan dokunan kumaştan mamul elbise hakkında ne diyorsunuz?
Onu giyinebilir mi?
Cevap: Bunda iki yön vardır.
İkisi de el-Mv.ğni'de verilen ihtimallerdir: 1- Giymek haramdır. Çünkü çok
güzel, çok pahalı olup güzellik için boyanmıştır. Bu yüzden dokunduktan^ sonra
boyanan kumaşa benzemiştir. 2- Ümmü Seleme (r.a.) hadisindeki Allah Rasûlü'nün
(s.a.): "Ancak asb kumaşından mamul elbise giyilebilir." sözünden
dolayı haram değildir. Çünkü kadının zikrettiğine göre bu asb kumaşının önce
eğilmiş ipi boyanır sonra dokunur. Usta d "Birincisi daha doğrudur."
demiştir. Asb ise, doğru olan görüşe göre, kendisiyle kumaş boyanan bir tür
bitkidir. Süheylî diyor ki: Vers (ala çehre, yahut Yemen safranı denen bitki)
ve asb yalnız Yemen'de yetişen iki bitkidir. Hz. Peygamber (s.a.), yas tutan
kadının asb ile boyanmış elbise giymesine izin vermiştir. Çünkü kırmızı ve sarı
gibi güzelleştirme gayesi dışında boyanmış anlamındadır. Şu halde dokunduktan
sonra boyanan kumaşta zînet meydana geldiği gibi, önce eğilmiş ipi boyananla da
zînet ortaya çıktığı halde onun giyilmesini caiz görmenin bir anlamı yoktur. En
iyi bilen Allah'tır. [412]
Müslim'in Sahîh'inde
Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edilen bir hadise göre, Allah Rasûlü (s.a.)
Huneyn savaşı sırasında IMâs'a bir ordu gönderdi. Bu ordu düşmanla karşılaştı.
Yapılan savaşta onları yendi. Pek çok kadın esir ele geçirdiler. Allah
Rasûlü'nün (s.a.) ashabından bazı kimseler bu kadınların müşrik kocaları
bulunmasından ötürü onlarla cinsî İlişkiye girmeyi günah sayıp bu işten geri
durdular. Allah Teâlâ bu konuda: "Mâliki bulunduğunuz cariyeler müstesna,
evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı." âyetini[413]'
indirdi ve böylece "iddetlerinin bitiminde o kadınlar size helâldir."
demek istedi. [414]'
Yine Müslim'in
Sahih'inde Ebu'd-Derdâ'dan rivayet edilen bir hadise göre ise, Hz. Peygamber
(s.a.) bir kıl çadırın kapısı önünde doğum yapma vakti yaklaşmış bir kadına
rastladı ve:"Herhalde sahibi onunla cinsî ilişki kurmak istiyor."
buyurdu. Yanındakiler: "Evet." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
[s.a.):"İçimden kurdum ki, o adama bir lanet edeyim, o lanetle kabrine
girsin! Helal olmadığı halde o anne kanundaki çocuğu nasıl mirasçı yapabilir?
Helâl olmadığı halde onu kendisine nasıl hizmetçi yapabilir?" buyurdu. [415]
Tirmizî'de Irbâz b.
Sâriye'den aktarılan bir rivayete göre Hz. Peygamber
(s.a.}, kannlarındakini doğuruncaya kadar esir
kadınlarla cinsî ilişki kurmayı haram kılmıştır, [416]
Müsned'de ve Ebu
Davud'un Sünen'inde Ebu Saîd el-Hudrî'den (r.a.) rivayet edilen bir hadise göre
Hz. Peygamber (s.a.). Evtâs savaşında ele geçirilen kadın esirler hakkında:
"Hamile olanlar doğuruncaya kadar, hamile olmayanlar da bir aybaşı hali
geçirinceye kadar cinsî ilişki kurulmaz." buyurdu, [417]
Tirmizî de Rüveyfi' b.
Sâbit'ten (r.a.) rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'a
ve âhiret gününe inanan bir kimse, kendi suyunu başkasının çocuğuna
içirmesin." buyurmuştur.[418]
Tirmizî: "Bu hadis hasendir." diyor.
Ebu Davud'un aynı
sahâbîden rivayetine göre ise, Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'a ve âhiret
gününe inanan kimsenin, istibrâsı tamalarancaya kadar esir kadınlardan herhangi
birisiyle cinsî ilişkiye girmesi helâl olmaz." buyurdu.
Ahmed b. Hanbel'in
rivayet ettiği hadiste ise: "Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse esir
alınan dul kadınlardan biliyle kadın hayız görünceye kadar cinsî ilişki
kurmasın." buyrulmuştur.
Buhârî'nin Sahih'inde
rivayetine göre, îbn Ömer diyor ki: Kendisiyle cinsî ilişki kurulan cariye hibe
edildiğinde yahut satıldığında veyahut da âzad edildiğinde bir hayız müddetince
istibrâsı beklensin. Bakirenin istibrâsı beklenilmez.'[419]
Abdürrezzak'm, Ma'mer
— Amr b. Müslim — Tâvûs senediyle rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.)
gazâlanndan birinde: "Hiç kimse herhangi bir hamileye ve bir hayız
geçirinceye kadar herhangi gebe olmayan bir kadına ilişmesin." diye ilan
etmesi için bir tellâl gönderdi.[420]
Süfyan es-Sevrî —
Zekeriyyâ — Şa*bî senediyle yine Abdürrezzak'm rivayetine göre Evtâs savaşında müslümanlar
kadın esirler ele geçirdiler. Allah Rasûlü (s.a.), onlara doğum yapıncaya kadar
herhangi bir hamileye ve bir hayız geçirinceye kadar herhangi bir gebe olmayan
kadına ilişmemelerini emretti.[421]
Bu hadisler pek çok
hüküm İçermektedirler:
Birinci hüküm:
Rahminde çocuk bulunmadığı bilininceye kadar esir kadınla cinsî ilişkiye girmek
caiz değildir. Eğer hamile ise doğuma kadar, değilse bir hayız geçinceye kadar
kendisiyle cinsi ilişkiye girilmez. Şayet aybaşı olmayan kadınlardan ise, bu
konuda bir nass bulunmamaktadır. Gerek böyle durumdaki kadın gerek bakire ve
gerekse: İ) Satıcısının yanında iken hayız olup sonra satıcısı, hayızı müteakip
mülkiyetinden çıkarmadan önce kendisiyle cinsî ilişkiye girmemiş iken satmış
olması, 2) Yahut korunaklı bir kadının yanında bulunup ondan bir adama intikal
etmesi yollarından biriyle rahminde çocuk bulunmadığı bilinen kadın hakkında
ihtilâf edilmiş; Şafiî, Ebu Hanife ve Ahmed, hadislerin umûmi ifadelerini esas
alarak, rahmin boş olduğu bilinmekle birlikte iddetin vacip olmasını gözönünde
bulundurarak ve sahabe * tatbikatını delil göstererek bütün bunlar hakkında,
istibrâyı vacip görmüşlerdir. Nitekim Abdürrezzâk'ın İbn Cüreyc'tan rivayetine
göre Atâ anlatıyor: Bir cariye (satılmak suretiyle) üç tüccarın elinden geçti ve
bir çocuk dünyaya getirdi. Bunun üzerine Hz. Ömer kailleri çağırttı,[422]'
Onlar da cariyenin çocuğunu, adamlardan birinin nesebine kattılar. Sonra Hz.
Ömer şöyle dedi: Kim hayız görme yaşma ulaşmış bir cariye satın alırsa, hayız
oluncaya kadar ona ilişmeden beklesin. Şayet hayız olmazsa kırk beş gece
beklesin. [423]
Diyorlar ki: Allah,
gerek hayızdan kesilmiş ve gerekse hayız görme yaşma ulaşmamış kadınlara iddet
beklemelerini vacip kılmış ve bu müddeti de üç ayla sınırlamıştır. İstibrâ,
cariyenin iddetidir; hem hayızdan kesilmiş olana ve hem de hayız görme yaşma
ulaşmamış olana vaciptir.
Diğerleri diyorlar ki:
îstibrâda gözetilen amaç, rahmin boş olduğunun bilinmesidir. Bu yüzden cariye
sahibi, rahminin boş olduğunu kesin olarak bilirse onunla cinsî ilişki kurabilir,
istibrâda bulunması vacip değildir. Nitekim Abdürrezzak'm, Ma'mer — Eyyub —
Nail* senediyle rivayetine göre tbn Ömer (r.a.): "Cariye, bakire olursa,
sahibi isterse istibrâda
bulunmayabilir." demiştir. Buhârî de Sahih'inde îbn Ömer'in bu sözünü
kendisinden rivayet etmiştir, [424]'
Hammad b. Seleme'nin,
Ali b. Zeyd — Eyyub b. Abdullah el-Lahmî senediyle rivayetine göre îbn Ömer
anlatıyor: Celûlâ savaşında payıma bir cariye düştü. Boynu sanki gümüş ibrik
gibiydi. Kendimi tutamadım. İnsanların gözleri önünde onu öpmeye başladım.[425]
İmam Mâlik'in görüşü
de bu yoldadır. Şimdi burada onun benimsediği kaide ve bu kaideden çıkan fıkhî
hükümleri vereceğiz: Ebu Abdillah el-Mâzerî, (v. 536/1141) istibrâ konusunda
bir kaide ortaya koymuştur ki, o kaidenin metnini aynen sunuyoruz:
"Bu konuda
prensip şudur: Gebe olmadığından emin olunan her cariyede istibrâ lâzım
değildir. Büyük ihtimalle gebe olduğu sanılan, yahut gebeliğinde şüphe ya da
tereddüt edilen cariyede istibrâ lâzımdır. Büyük ihtimalle rahminin boş olduğu
sanılan, ancak büyük ihtimal yanında rahminde çocuk bulunması ihtimali de
mevcut olan cariye konusunda (Mâliki) mezhebinde istibrânm gerekliliği yahut
düşeceği hususunda iki görüş bulunmaktadır."
Sonra el-Mâzerî, bu
prensibi esas alarak cinsî İlişkiye dayanıklı küçük cariyenin ve hayızdan
kesilmiş cariyenin istibrâsı gibi, bir takım fıkhî hükümler çıkarmıştır. Bu
konuda İmam Mâlik'den iki rivayet vardır, el- Cevahir sahibi diyor ki: Onüç
yahut ondört gibi gebe kalma yaşma yaklaşmış bulunan küçük cariyede istibrâ vaciptir.
Dokuz- on yaşındakiler gibi, cinsî ilişkiye dayanıklı olup ancak emsalleri gebe
kalmayan küçük cariyenin istibrâsı hususunda iki rivayet vardır. Mâlik, îbn
Kâsım'ın rivayetine göre istibrâyı gerekli görmüş, îbn Abdilhakem'in rivayetine
göre ise gerekli görmemiştir. Şayet cariye cinsî ilişkiye dayanıklı
olmayanlardan ise istibrâ gerekmez. Diyor ki: Kırk-elli yaşındakilerde olduğu
gibi hayız görme yaşını geçmiş, ama hayızdan kesilme yaşına ulaşmamış cariyede
istibrâ vacipdir. Hayızdan kesilmiş ve artık hayız görme ihtimali kalmamış
bulunan cariyede istibrlnın vacip olup olmadığında İbn Kasım ve İbn
Abdilhakem'den iki rivayet aktarılmıştır. el-Mâzerî diyor ki: Cinsî ilişkiye
dayanıklı küçük cariyenin ve hayızdan kesilmiş cariyenin istibrâsmın sebebi şudur:
Bunlarda nadiren de olsa gebe kalma imkânı vardır; yahut imkân bulunan yerlerde
imkân yoktur diye iddiada bulunulması için gediği tıkamak sebebi.
el-Mâzerî diyor ki: Şu
hususlarda istibrâ, bu sebeple gerekil görülmüştür:
1- Zina
etmiş olması korkusuyla cariyenin istibrâsı. Bu tür istibrâya
sû-i zandan dolayı istibrâ denilmektedir.
Bu konuda iki görüş vardır. Istibrânın gerekmediği görüşü Eşheb'e aittir.
2- Kötü huylu cariyenin istibrâsı. Bunda iki
görüş vardır. Baskın olan görüş: Her ne
kadar nadiren olursa da, böyle bir durumda sahiplerinin onlarla cinsî ilişkiye
girmemeleri gerekir.
3- Hayaları
kesik bir adamın, yahut bir kadının, yahut da mahrem birinin satmış olduğu
cariyenin istibrâsı. Vacip olup olmadığı konusunda îmam Mâlikten iki rivayet
vardır.
4-
Tasarrufta bulunmuş, sonra acziyete düşmüş ve efendisine geri dönmüş bulunan
mükâtebe (efendisine belli miktar para getirmek suretiyle hürriyetini elde
etme) sözleşmesi yapmış cariyenin istibrâsı. îbn Kasım istibrânın
gerekliliğini, Eşheb ise gereksizliğini savunmaktadır.
5- Bakirenin istibrâsı. Ebu'l-Hasan el-Lahmî: "İhtiyat
olarak müstahaptır, vacip değildir." diyor.
İmam Mâlik'in daha
başka müntesipleri ise vaciptir diyorlar.
6- Satıcı, cariyenin istibrâsını gerçekleştirir
ve müşteri de onun bu yaptığını bilirse satıcının istibrâsı, müşterinin
istibrâsı yerine geçer.
7- Sahibi, cariyeyi müşteri yanına emanet koymuş
olsa ve cariye emanet bırakıldığı şahsın yanında bir aybaşı hali geçir&e, sonra o kimse cariyenin
istibrâsını gerçekleştirse, ikinci bir istibrâya ihtiyaç duymaz, o geçirdiği
aybaşı hali cariyenin istibrâsı yerine geçer. Bu ise cariyenin dışarı çıkmaması
ve efendisinin onun yanına girmemiş olması şartıyla geçerlidir.
8- Bir kimse cariyeyi, kendi hanımından yahut
ailesi içindeki kendi küçük çocuğundan satın alsa ve cariye satıcmm yanında
aybaşı hali geçirse: îbn Kâsım'a göre şayet cariye dışarı çıkmamışsa, bu
istibrâ için yeterlidir; Eşheb'e göre ise, eğer satıcı müşteriyle birlikte bir
evde duruyor ve müşteri (koca veya baba) o cariyeyi kolluyor, müdafaa ediyor
olsun veya olmasın bu durum istibrâ için yeterlidir.
9- Şayet cariyenin efendisi uzaklarda olur ve
dönüp geldiğinde bir adam, cariye dışan çıkmadan önce kendisinden onu satın
alırsa, yahut cariye hayızlı halde dışan çıkmış olup da temizlenmeden önce
satın alırsa istibrâda bulunması gerekmez.
10- Cariye,
hayız halinin başında iken satılırsa İmam Mâlik'ten gelen meşhur görüşe göre,
bu onun için bir istibrâ sayılır. Yeni bir hayız görmesine gerek kalmaz.
11- Cariyeye bir başkasıyla ortaklaşa sahip olan
kimse, ortağından cariyenin diğer payını da satın alsa ve cariye satın alanın
emri altında olup onun yanında iken aybaşı olmuş olsa, o kimsenin istibrâda bulunması gerekmez.
îmam Mâlik'in
mezhebindeki bütün bu fıkhı hükümler, onun istibrâ konusundaki prensibini sana
bildirmektedir: Yani rahmin boş olduğu bilinmedikçe, yahut zannedilmedikçe
istibrâ vacip olur, rahmin boş olduğu bilinir yahut zannedilirse istibrâ vacip
olmaz. Ebu'l-Abbas îbn Süreye ve Ebu'l-Abbas İbn Teymiye, îbn Ömer'den Er.a.J
de sahih olarak nakledildiği gibi, bakirenin istibrâsı vacip değildir
demişlerdir. Onların görüşüne biz de katılıyoruz. Cariyenin mülkiyetinin her el
değiştirmesinde, ne olursa olsun istibrânın vacip olduğu yolunda Hz.
Peygamber'den (s.a.) umûmî bir nass aktanlmamıştır. Yalnızca Hz. Peygamber
(s.a.) esir alınan kadınlarla, hamile olanlar doğum yapıncaya ve olmayanlar ise
aybaşı görünceye kadar cinsî ilişki kurulmasını yasaklamıştır.
Soru: Hadisin genel
ifadesi dullarla cinsî ilişki kurmanın yasak olması gibi, isübrâdan önce
bakirelerle de cinsî ilişki kurmar m haram olmasını gerektirir.
Cevap: Evet, öyle.
Neticede hadis umûmî yahut mutlaktır, ondan maksadın ne olduğu da
anlaşılmıştır. Şu halde istibrâyı gerektiren durumun bulunması halinde, tahsis
görür yahut şaıta bağlanır. Hz. Peygamber'in (s.a.) şu hadisinin mefhumuyla da
tahsis edilir: "Allah'a va âhiret gününe inanan kimse esir alınan dul
kadınlardan biriyle kadın hayız görünceye kadar cinsî ilişki kurmasın."
Aynca sahâbi görüşüyle de hadis tahsis görür. Bu sahâbîye aykırı görüş beyan
eden bir kimse bilinmemektedir.
Buhârî'nin
Safttfı'indeki bir hadiste Büreyde anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.), humusu
alması için Hz. Ali'yi Yemen'e Hâlid'in yanına gönderdi. Hz. Ali onların
içinden kendisi için bir esir kadın seçip aldı. Sabah oldu gusletti. Hâlid'e:
"Şunu görüyor musun?" dedim. —Bir rivayete göre Hâlid, Büreyde'ye:
"Şunun yaptığını görüyor musun?" eledi.— Büreyde anlatmaya devam
ediyor: Hz. Ali'ye (r.a.) buğzederdim. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanma gelince
durumu kendisine anlattım. Bana: "Ey Büreyde! Ali'ye buğz mu
ediyorsun?" diye sordu. "Evet." dedim. "Ona buğzetme.
Humusta onun bundan daha çok hakkı vardır," buyurdu.[426] Bu
cariye ya bakire idi, Hz. Ali bundan dolayı istibrâsını gerekli görmedi. Ya da
aybaşı halinin son deminde idi. Bu yüzden ona sahip olmadan önceki hayızla
yetindi. Her ne olursa olsun, istibrâya gerek duyulmayacak şekilde cariyenin
rahminin boşluğu anlaşılmış olmalıdır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) sözünü gereği gibi inceden inceye düşünürsen: "Hamile olanla
doğuruncaya kadar, hamile olmayanla da aybaşı hali
geçirinceye kadar cinsî ilişki
kurulmaz." sözünü görür ve bundan şunu anlarsın: Hamile olmayan demek,
hamile olması da, olmaması da mümkün olan demektir. Bu yüzden hamile olması
korkusuyla kendisiyle cinsi ilişkiye girilmez. Bu kişi onun rahminin durumunu
bilmemektedir, îşte Hz. Peygamber (s.a.), esir kadınlar hakkındaki bu sözü,
esir alanlar onların durumlarını bilmedikleri için söylemiştir.
Buna göre bir cariyeye
sahip olan ve mülk edinmeden Önce onun halini, hamile olup olmadığını bilmeyen
herkes, cariye bir hayız geçirmek suretiyle istibrâda bulununcaya kadar onunla
cinsî ilişkiye giremez. Bu akılla anlaşılabilir bir husustur; ne kastedildiği
anlaşılmayan sırf taabbudî bir husus degidir. Bakirenin, emsalleri hamile
kalmayan küçüğün, kişinin kendi karısından satın aldığı kendi evinde bulunan ve
asla dışarı çıkmayan cariyenin ve bunlar gibi rahminde çocuk bulunmadığı
bilinen cariyenin istibrâsının bir anlamı volttur. Aynı şekilde kadın zina edip
de evlenmek istediğinde, onunla evlenecek şahıs, kadın bir hayız geçirinceye
kadar bekler, istibrâda bulunur, sonra evlenir. Yine aynı şekilde kadın evli
iken zina etse, bir hayız geçinceye kadar kocası ondan geri durur. Yine aynı şekilde
efendisi öldüğünde ümmü veled bir hayız geçirinceye kadar iddet bekler.
Ahmed b. Hanbel'in oğlu
Abdullah diyor ki: Babama: "Efendisi öldüğünde, yahut efendisi kendisini
âzad ettiğinde ümmü veîed ne kadar iddet bekler?" diye sordum. Şöyle cevap
verdi: îddeti bir hayızdır. O, her halükârda cariyedir. Bir cinayet işlerse,
işlediği cinayetin kıymetini efendisi öder. Şayet kendisine karşı bir cinayet
işlenirse, cinayeti işleyen kimse onun eksilen kıymetini öder. Vefat ederse,
geride bıraktığı her şey efendisinin olur. Eğer bir haddi gerektirecek bir suç
islerse, kendisine cariyelere uygulanan had cezası tatbik edilir. Şayet
efendisi onunla evlenirse, doğurduğu çocuklar kendisinin durumunda olur; onun
âzad olmasıyla âzad, köle olmasıyla köle olurlar. [427]
Âlimler, ümmü veledin
(efendisinden çocuk doğuran cariye) iddeti konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı
âlimler, dört ay on gün iddet bekler demişlerdir. Bu, hür kadının iddetidir ve
bu, kölelikten hürriyete kavuşan cariyenin iddetidir. İddeti dört ay on gündür
diyenlerin, onu mirasçı kılmaları ve hür kadın hükmünde görmeleri gerekir.
Çünkü iddet konusunda onu hür kadın konumuna geçirmişlerdir. Bazı âlimler ise
ümmü veledin iddeti üç hayızdır, demişlerdir. Bu görüşün hiçbir tutunulacak yönü
yoktur. Üç hayız müddeti, boşanmış kadın iddet bekler. Oysa ümmü veled ne boşanmıştır ne de hürdür.
Allah iddeti zikretmiş ve "Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları
hanımları dört ay on gün beklerler. "[428]
Ümmü veled ise hür ya da zevce değil ki, dört ay on gün iddet beklesin. Allah:
"Boşanan kadınlar üç kar' müddeti beklerler."[429]
buyurmaktadır. Ümmü veled ise kölelikten hürriyete kavuşan bir cariyedir. Bu,
İmam Ahmed'in (r.a.) İfadesidir.
Aynı şekilde İmam
Ahmed, Salih'in rivayetine göre demiştir ki: Ümmü veled, efendisi öldüğünde ya
da efendisi kendisini âzad ettiğinde bir hayız müddeti iddet bekler. Ümmü veled
her halükârda cariyedir.
Muhammed b. Abbas'ın
rivayetine göre ise şöyle demiştir: Efendisi Öldüğü zaman, ümmü veledin iddeti
dört ay on gündür.
Üstad (îbn Kudâme)
el-Muğnî adlı eserinde diyor ki: Ebu'l-Hattab, îmam Ahmed'den: "Ümmü veled
iki ay beş gün iddet belder." şeklinde bir üçüncü rivayet nakletmiştir.
İmam Ahmed'den bu rivayeti et-Câmfde bulamadım. Ahmed'den gelen bu rivayetin sahih
olduğunu sanmıyorum. Bu şekildeki görüş Atâ, Tâvûs ve Katâde'den rivayet
edilmiştir. Çünkü ümmü veled efendisinin ölümü anında cariyedir. Dolayısıyla
onun iddeti de cariye iddetidir. Nitekim, bir adam ölüp geride cariye karısını
bıraksa, bu cariye adamın ölümünden sonra âzad olur. Bu rivayet İshak b.
Mansûr'un Ahmed'den rivayeti değildir.
Ebu Bekir Abdulaziz,
Zâdu'1-müsafir adlı eserinin "Ümmü veledin vefat ve boşanmadan dolayı
iddet beklemesi konusu" bölümünde şunları kaydediyor: Îbnu'l-Kâsım'ın
rivayetine göre Ebu Abdillah: "Ümmü veled, kocasının yanında iken efendisi
ölse, iddet beklemesi gerekmez. Kocasının yanında iken nasıl iddet
bekler?" demiştir. Mühennâ'nm rivayetine göre de: "Efendisi ümmü
veledi âzad ettiği zaman, ümmü veled iddetten çıkıncaya kadar, efendisi onun
kızkardeşiyle evlenemez." demiştir. îshak b. Mansûr'un rivayetine göre
ise: "Ümmü veledin vefat, boşanma ve ayrılma konulannda beklemesi gereken
iddet cariye iddetidir." demiştir.
"Ümmü veledin
iddeti dört ay on gündür." diyenlerin delilleri: Ebu Davud'un rivayetine
göre Amr b. Âs diyor ki: "Peygamberimiz Muhammed'in (s.a.) sünnetini bize
yanlış göstermeyin. Efendisi öldüğü zaman, ümmü veled dört ay on gün iddet
bekler."[430] Bu görüş iki Saîd (Saîd
b. Müseyyeb ve Saîd b. Cübeyr), Muhammed b. Şîrîn, Mücâhid, Ömer b. Abdulaziz,
Hılâs b. Amr, Zührî, Evzâî ve îshak'm görüşüdür.
Diyorlar ki: Çünkü
ümmü veled hürdür. Hür zevce gibi dört ay on gün iddet bekler.
Atâ, Nehaî, Sevrî, Ebu
Hanife ve arkadaşları, üç hayız müddeti iddet bekler diyorlar. Bu görüş Hz. Ali
ve îbn Mes'ûd'dan da livâyet edilmiştir. Diyorlar ki: Ümmü veledin bir iddet
beklemesi gereklidir. Zevce değildir ki kocası ölen kadınlar hakkında inen
âyetin hükmüne girsin; cariye değildir, cariyelerin bir hayız müddeti istibrâda
bulunmalarını ifade eden nasslann hükmüne girsin. Daha çok boşanan kadına,
benzemektedir. Dolayısıyla, üç kar' iddet bekler.
Bu görüşlerin doğrusu;
ümmü veled, hayız müddeti istibrâda bulunur. Şu alimler bu bu görüştedirler:
Osman b. Affan. Aişe, Abdullah b. Ömer, Hasan (el-Basrî), Kasım b. Muhammed,
Ebu Kılâbe, Mekhûl, Mâlik, Şafiî, kendisinden gelen rivayetlerin en meşhuruna
göre Ahmed b. Hanbel, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr ve İbnü'l-Münzir. Zira bu, boynundan
mülkiyet kalktığından dolayı yapılan sırf istibrâdır. Bu da gerek âzad edilen,
gerek mülkiyet altında bulunan ve gerekse esir edilen diğer cariyelerin
istibrâlarmda olduğu gibi, hayız gören ümmü veledler hakkında bir tek hayızdır.
Arar b. Âs hadisine gelince: Îbnû'l-Münzir şunları kaydediyor: Ahmed ve Ebu
Ubeyd, Amr b. Âs hadisinin zayıf olduğunu söylemişlerdir. Muhammed b. Musa
diyor İti: Ebu Abdillah (Ahmed b. HanbeD'e Amr b. Âs hadisini sordum;
"Sahih değildir." dedi. el-Meymunî diyor ki: Ebu Abdillahı gördüm, bu
Amr b. Âs hadisine şaşardı. Sonra: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) sünneti
nerede, bu nerede?" dedi ve şunu ilave etti: Dört ay on günlük iddet,
nikâhtan dolayı hür kadının beklemesi gereken iddettir. Bu (ümmü veled) ise,
kölelikten hürriyete kavuşmuştur. Böyle söyleyenlerin onu mirasçı kılmaları
gerekir. "Ümmü veled, üç hayız müddeti iddet bekler." diyenlerin bu
görüşlerinin tutunulacak bir yönü yoktur. Bu iddeti, boşanan kadın bekler.
(İbnu'l-Münzir'in) sözü bitti.
el-Münzirî diyor ki:
Amr hadisinin senedinde Ebü Recâ Matar b. Tahman el Verrâk vardır. Bir çok
kimse onun zayıf bir râvi olduğunu söylemiştir. Üstatımız Hafız Ebu'l-Haccâc'm.
Kitabu't-T.ehzîb adlı eserde bize haber verdiğine göre Ebu Tâlib diyor ki:
Ahmed b. Hanbel'e Matar el-Verrâk'ı sordum, "Yahya b. Saîd, onun Atâ'dan
rivayet ettiği hadisleri zayıf sayardı." dedi. Ahmed b. Hanbel'in oğlu
Abdullah anlatıyor: Babama Matar el-Verrâk*ı sordum, "Yahya b. Saîd, Matar
el-Verrâk'ın rivayet ettiği hadisleri, bellek kabiliyetinin kötülüğü (sû-i
hıfz) konusunda tbni Ebî Leylâ'ya benzetirdi." dedi. Abdullah diyor ki: Babama
onu sordum, "Özellikle Atâ'dan yaptığı rivayetlerde îbni Ebî Leylâ'ya ne
kadar da yakın biri!"
dedi ve: Matar'm, Atâ'dan rivayet ettiği hadisler zayıftır." diye ekledi.
Yine Abdullah der ki: Yahya b. Maîn'e Matar el-Verrâkı söyledim, "Atâ b.
Ebu Rabah'dan rivayet ettiği hadisler zayıftır" dedi. Nesâ:i onun
hakkında: "Güçlü değildir" diyor, tmdi, o sika bir râvidir. Ebu Hâlim
er-Râzî onun hakkında "salih'ul—hadis" deyimini kullanmış, îbn Hibbân
onu es-Sikât adlı eserinde kaydetmiş ve Müslim onun rivayetini delil olarak
kullanmıştır. Şu halde ondan dolayı hadisi zayıf görmenin bir tutunulacak yönü
yoktur[431]
Hadisin illeti, Kabîsa
b. Züeyb'in, Amr b. Âs'dan rivayet etmiş olmasıdır. Dârakutni'nin dediğine göre
Kabîsa ondan hadis işitmemiştir. Bir
başka illeti daha
vardır: Hadis, mevkuftur.
Amr b. Âs: "Peygamberimizin sünnetini bize yanlış Öğretmeyin" dememiştir. Dârakutnî diyor ki: Doğrusu
"Dinimizi bize yanlış öğretmeyin." şeklinde mevkuf olacaktır. Hadisin
bir başka illeti daha vardır: Hadis muzdariptir ve Amr'dan üç şekilde rivayet
edilmiştir. Birisi budur. İkincisi "Ümmü veledin İddeti, hür kadının
iddetidir." Üçüncüsü "Efendisi ölen ümmü veledin iddeti, dört ay on
gündür. Eğer âzad edilirse, üç hayız müddeti iddet bekler." Bu üç sözü
ondan Beyhakî rivayet etmiştir. Beyhakinin nakline göre, İmam Ahmed: "Bu
hadis münkerdir" demiştir, Hılâs, Hz. Ali'den, Kabîsa'mn Amr'dan rivayeti
gibi ümmü veledin iddeti dört ay on gündür şeklinde bir rivayette bulunmuştur.
Ancak Hılâs1 b. Amr'ın rivayet ettiği hadisler hakkında olumsuz şeyler
söylenmiştir. Eyyub: "Ondan hadis rivayet olunmaz. Çünkü o
sahifecidir" demiştir. Mugîre, onun rivayet ettiği hadislere önem
vermezdi. Ahmed: "Hz. Ali'den yaptığı rivayetin kitap olduğu söylenir."
demiştir. Beyhakî diyor ki: "Hılâs'ın Hz. Ali'den rivayet ettği hadisler,
hadis alimlerine göre zayıftır. Onun
rivayetleri, bir sahifeden aktarmadır." Maamafih Mâlik, Kâfi' aracılıyla
Îbn Ömer'in, efendisi ölmüş ümmü veled hakkında: "Bir hayız müddeti iddet
bekler" dediğini rivayet eder[432] Hz.
Ali ve Amr'dan rivayet olunanlar sahih olsa bile, mesele sahabe arasında
tartışmalıdır. Hüküm verici, delildir. Ümmü veledin iddetini dört ay on gün
sayanlar, yalnızca mânanın umumuna tutunmuşlardır. Zira onların tutunacakları
bir umumî ifade yoktur. Ama mânanın umumîliğinin şartı, fertlerin hükme
kaynak teşkil eden
mânada eşit olmalarıdır.
Böyle bir durum bilinmedikçe, aynı hükme katma
gerçekleşmez. Ümmü veledi zevcenin
hükmüne katanlar, ümmü
veledle zevce arasındaki benzerliğin onunla cariye arasındaki benzerlikten daha
güçlü olduğunu gördüler; çünkü ümmü veled, efendisinin ölümüyle hür olmaktadır.
Böylece hürriyeti ile birlikte kendisine iddet gerekmiştir. Ama cariye de böyle
bir durum söz konusu değildir. Ayrıca, zevcenin iddetinin dört ay on gün
olmasını icab ettiren mâna, ümmü veledde de mevcuttur. Zira bu süre, rahimde
çocuk bulunduğu kesinlikle anlaşılan sürenin asgari sinindir. Bu meselede ise
zevce ile ümmü veled arasında farklılık söz konusu olmaz. Şeriat, iki benzer şeyi
birbirinden ayırmaz.
Bu görüş sahipleri
karşısında yer alanlar diyorlar ki: Ümmü veledin bağlı bulunduğu hükümler,
zevce hükümleri değil, cariye hükümleridir. Bundan dolayı: "Size
hanımlarınızın bıraktığı mirasın yarısı verilir."[433]
âyetinin ve daha başka âyetlerin hükmüne ümmü veled dahil olmamıştır. Nasıl
olur da, "Sizden vefat edip de geride hanımlarını bırakanlar..."
âyetinin[434]' hükmüne girebilir ki?
îddet, sırf rahmin boş olup olmadığını anlamak için dört ay on günle
sınırlandırılmadı. Zira rahminde çocuk bulunmadığı kesin olarak bilinenlere de
vaciptir; zifafa girmeden- ve halvetten önce de vaciptir. İddet, nikâh akdinin
dokunulmaz yanlarından ve tamammdandır.
Cariyenin istibrâsmdan
maksat, rahminde çocuk olup olmadığını anlamaktır. Bunda ise, bir hayız yeterli
olur. Buncan dolayı onun istibrâsı üç kar' olarak tayin edilmedi. Ama, hem
kocanın boşanmadan vazgeçme zamanını uzatmak ve hem de onun koca olmasına
bakarak hür kadının iddeti üç kar' olarak tayin edilmiştir. Bu,mâna, istibrâda
bulunan cariyede, gözetilen bir hedeftir. Ümmü veledin zevce hükmüne
katılmasını gerektirecek bir nass bulunmamaktadır ve zaten bunun bir anlamı da
yoktur. Ümmü veled hakkında en uygun olanı, şeriat sahibinin esir kadınlar ve
cariyeler hakkında koyduğu hükümleri, onun için de geçerli saymak ve bu
hükümleri aşmamaktır. Başiirı Allah'tandır. [435]
İkinci hüküm; îstibrâ,
asla bir temizlik müddetinin geçmesiyle meydana gelmez, bir hayız müddetinin
geçmesi gerekir Bu çoğunluğun görüşüdür ve doğru olan da budur. îmam Mâlik'in
mezhebine müntesip âlimler ve bir görüşüne göre imam Şafiî tam bir temizlik
müddetinin geçmesiyle istibrâ gerçekleşir ve kadın hayız görmeye "hayızdan
temizlik" anlamına gelir şeklindeki, kendi görüşlerine esas almaktadırlar.
Ancak şu hadisler, onların bu görüşlerini çürütür. Allah Rasûlü (s.a.):
"Hamile olanla, doğum yapıncaya kadar; hamile olmayanla ise bir hayız
müddeti geçirmek suretiyle istibrâda bulununcaya kadar, cinsî ilişkiye
girilmez." buyurmaktadır. Ruveyff b. Sabit diyor ki: Allah Rasûlü'nün
(s.a.), Huneyn savaşının yapıldığı gün: "iMlah'a ve âhiret gününe inanan
kimse, cariyenin bir hayız geçirmesi suretiyle istibrâda bulununcaya kadar,
esir herhangi bir cariye ile cinsî ilişkiye girmesin." buyurduğunu
işittim. Bu hadisi îmam Ahmed rivayet etmiştir. O bu hadisi üç ayrı metinle
kaydetmiştir ki, birisi budur. İkincisi: "Allah Rasûlü (s.a.), cariye
hayız oluncaya ve hamileler doğuruncaya kadar onlarla cinsî ilişkiye
girilmesini yasakladı." Üçüncüsü: "Allah'a ve âhiret gününe inanan
kimse, esir herhangi bir dul kadınla, kadın aybaşı geçirinceye kadar, asla
cinsî ilişkiye girmesin."[436]'
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (s.a.), bütün bu hadislerde istibrâyı —temizlik
haline değil— yalnızca hayız haline bağlamıştır. O'nun geçerli saydığını geçersiz,
geçerli saydığını geçersiz saymak ve O'nun nassma muhalif olana dayanmak caiz
değildir. Hz. Peygamber'in (s.a.)-nassı, halis kıyas gereğidir. Zira vacip olan
istibrâdır ve rahimde çocuk bulunmadığını ortaya koyan hayızdır. Temizlik hali
ise rahimde çocuk bulunmadığını göstermez. Şu halde istibrâ konusunda rahimde
çocuk bulunmadığını gösteren şeyi bir tarafa . bırakıp, bu hususu göstermeyen
şeye dayanmak caiz olmaz. Konuyu âyette geçen "kuru"' sözü "hayızdan temizlik hali" anlamındadır, şeklindeki kabullerine
dayandırmaları ise, muhalefetten dolayı muhalefete dayanmak demektir. Bu ise
ne bir delil, ne bir şüphedir. Hem konuyu buna dayandırabilmeleri için: 1) Yukarıda zikredilen kendi kabullerine
aykırı olarak erkeğin karısını boşadığı temizlik halini kar' sayıp üzerindeki
mülkiyetin el değiştirdiği, yahut efendisinin vefat ettiği temizlik halini
istibrâda bulunan cariye hakkında kar' saymamak. 2) Açıklığa kavuştuğu
üzere zikredilen hadise
muhalefet etmek, 3) Açıkladığımız üzere mânaya aykırı düşmek
zorunda kalırlar. Bu üç tür muhalefet olmadan, bu temellendirme onlar için
mümkün olmaz. Neticede, temizlik hali ile bir arada bulunan hayızm bir bölümü
rahimde çocuk bulunmadığını gösterir, diyorlar. Onlara denir ki: O zaman siz
hayızm bir bölümünü esas almaktasınız. Bu ise, hiç kimseye göre kar' sayılmaz.
Eğer "Bu, temizlik haline ve hayızm bir bölümünü esas almak
anlamındadır," derlerse, cevaben deriz ki: Bu görüş "kuru"1
kelimesinin ifade ettiği anlam konusunda ortaya atılmış üçüncü bir görüştür.
Böyle bir görüş, yani hakikat olarak "kuru"' kelimesinin hayız ve
temizlik
halinden müteşekkil
bir anlam İfade ettiği şeklinde bir görüş bilinmemektedir. Şayet "Bu
kelime hayız şartıyla kayıtlı olmak üzere temizlik halinin ismidir. Şart
ortadan kalkınca, ona bağlı olan şey de ortadan kalkar." derlerse, biz de
cevaben deriz ki: Bu ancak Sâri' istibrâyı kar'a bağlamış olsaydı mümkün
olurdu. Ama hayıza bağladığım açıkça ifade ettikten sonra, artık bu mümkün
olmaz.
Üçüncü hüküm:
Cariyenin hayız halinin bir kısmını müşterinin elinde geçirmesiyle yetinilerek
istibrâ meydana gelmez. el-Cevâhlr sahibi diyor ki: Cariye hayız halinin son
günlerinde satılsa, geri kalan hayız günleri onun için istibrâ teşkil etmez,
bunda âlimler arasında görüş ayrılığı yoktur. Ama hayız halinin evvelinde
satılsa, mezhebin meşhur görüşüne göre bu, cariye için istibrâ durumunda olur
İmam Mâlik'e karşı
gelenler, bu hadisi delil göstermişlerdir. Zira hadis, cariyenin helâl olmasını
hayıza bağlamıştır. Dolayısıyla hayızın tam olması gerekir. Ancak bu hadiste
Mâlik'in görüşünün asılsızlığını gösteren bir delil yoktur. Zira âlimlerin
ittifakıyla, istibrâ için hayız şarttır. Fakat tartışma, buradan başka bir konu
hakkındadır: Cariyenin, hayızın tamamını müşterinin mülkiyetinde geçirmesi şart
mıdır? Yoksa büyük bölümünü onun mülkiyetinde geçirmesi yeterli midif? Hadis,
işte bu konuda olumlu veya olumsuz bir şey söylememektedir. Ancak Mâlik'in
muhalifleri şöyle diyebilirler: Cariyenin, hayızın bir bölümünü müşterinin ve
diğer bölümünü satıcının yanında geçirmesinin —hayızın çoğunluğunu satıcının
yanında geçirmiş olması halinde— yeterli olmadığında görüş birliğine
vardığımıza göre anlaşılmıştır ki, muteber olan hayız, cariyenin, müşterinin
yanında iken gördüğü hayızdır. Bundan dolayı şayet satıcının yanında hayız
olsa, bu istibrâda yeterli olmaz.
Mâlik'in görüşünü
savunanlar, buna şöyle cevap veriyorlar: Cariye, müşterinin yanında emanet iken
satışa çıkarılmadan önce hayız olsa, sonra sahibi, hayızı müteakip satsa ve de
cariye, (müfterinin) evinden dışarı çıkmamış olsa, bu hayızla yetinilir,
müşteriye ikinci bir istibrâ vacip olmaz. Bu, yukarıda da geçtiği üzere, İmam
Mâlik'in mezhebindeki iki görüşten biridir. Mâlik'in kendisi bir takım
durumlarda, satımdan önce istibrânın gerçekleşmesini caiz görmektedir.
Bunlardan bazıları şunlardır:
a) Cariye,
istibrâ için üçüncü bir kimsenin yanına bırakılsa ve o kimse istibrâyı
gerçekleştirse sonra da cariye satılsa. el-Cevâhif de deniyor ki: Satımdan
önceki istibrâ geçerli olmaz. Ancak bazı haller bunun dışındadır. Meselâ,
cariye istibrâ için bir kimsenin gözetiminde olur, yahut onun yanında emanet
bırakılmış bulunur da orada iken hayız olur ve o zaman, yahut birkaç gün sonra o kimse
cariyeyi satın alır, cariye dışarı çıkmamış ve efendisi yanına girmemiş
bulunursa, müşterinin istibrâda bulunması gerekmez.
b) Bir kimse birlikte bulunduğu kendi karısından
yahut ailesi içindeki küçük bir çocuğundan cariyeyi satm alır ve cariye de bu
esnada hayız hali geçirmiş olursa: Îbnu'l-Kâsım: "Eğer cariye dışarı
çıkmamışsa, bu durum istibrâ için yeterli olur." diyor; Eşheb ise
"Eğer cariye, kendisiyle birlikte bir evde kalıyor ve kendisi onu
savunuyor, onun işlerini görüyorsa,
dışarı çıkmış olsun veya olmasın bu istibrâ yerine geçer." diyor.
c) Efendisi uzakta olup da geldiğinde cariye
dışarı çıkmadan önce istibrâ gerçekleşir, yahut hayızlı iken dışarı çıkmış olup
da cariye hayız halinden temizlenmeden önce bir kimse onu efendisinden satm
alırsa.
d) Cariyeye ortaklaşa sahip olan bir kimse,
cariye kendisinin eli altında iken onun diğer hissesini ortağından satm alsa ve
kendi yanında iken cariye hayız geçirmiş olsa.
Bu meseleler yukarıda
geçti. Bu ve bu anlamda olan durumlar, satımdan önce istibrâ anlamı
taşımaktadırlar. Mâlik, bunlarla yetinip, ikinci bir istlbrâya gerek olmadığını
söylemiştir.
Soru: Mâlik'in bu
görüşü ile, hayzm büyük bölümü satıcının yanında geçerse istibrâ tamam olmaz,
görüşü nasıl uzlaşır?
Cevap: Bu görüşler
arasında bir çelişki yoktur. Bunun yeri ayrı, ötekinin yeri ayrıdır. Müşterinin
başlı başına müstakil bir Istibrâya ihtiyaç duyduğu her yerde, yalnızca
cariyenin bir hayız geçirmesi yeterli olur ki, bu hayzın büyük bölümü satıcının
yanında geçmemiş olmalıdır. Bu sıralanan hususlarda ve benzeri durumlarda
olduğu gibi, başlı başına müstakil bir istibrâya ihtiyaç duymadığı her yerde
ise, ne tam bir hayız halinin geçmesine, ne hayzm bir bölümünün geçmesine
ihtiyaç duyar. Satımdan önceki istibrâya itibar edilmez.
Dördüncü hüküm: Cariye hamile
ise istibrâsı doğum yapmasıyla gerçekleşir. Bu hüküm, nassın ifade ettiği hüküm
olduğu gibi, aynı zamanda imamlar arasında üzerinde icmâ bulunan bir hükümdür. [437]
Beşinci hüküm: Anne
karnındaki çocuk ne olursa olsun, cariye doğum yapmadan önce onunla cinsî
ilişkiye girmek caiz değildir. Çocuk ister kişinin karısının, cariyesinin yahut
kendisiyle şüphe ile cinsî ilişkiye girdiği kadının gebe olduğu çocuk gibi
nesebi, cinsi ilişkiyi yapan erkeğe ait bir çocuk olsun, isterse zina eden
kadının gebe olduğu çocuk gibi nesebi, cinsî ilişkiyi yapan erkeğe ait bir çocuk olmasın, durum
farketmez. Nassm açıkça ifade ettiği üzere, başkasından hamile olan bir kadınla
cinsi ilişkiye girmek, kesinlikle helâl değildir. Şu hadis de, bunu aynı
şekilde açıkça ifade etmektedir: "Allah'a va âhiret gününe inanan kişi,
kendi suyu ile başkasının ekinini sulamasın." Bu ise hem iyi olan ve hem
de pis olan ekini kapsar. Çünkü cinsî ilişkiye girecek kimsenin suyunu pis su
ile karışmaktan korumak, temiz su ile karışmasından korumaktan daha önemlidir.
Hem, zina eden erkeğin, gerek ana karnındaki çocuğunun gerekse suyunun bir
saygınlığı yoktur. Oysa buradaki cinsî ilişkiye girecek kimsenin, hem ana
karnındaki çocuğu ve hem de suyu saygındır. Dolayısıyla suyunu başkasının suyu
ile karıştırması caiz olmaz. Zira bu, Allah'ın, pis olanı iyiden ayırma ve
arındırma, her kısmı kendisiyle aynı cinsten ve benzer olanın hükmüne katma
konusundaki ilâhî sünnetine aykırıdır.
Ne şaşılacak bir
durumdur ki, dört fakih (mezhep imamı) içinde istibrâ gerçekleşmeden zina eden
kadınla nikâh akdi yapıp akdi müteakip onunla cinsî ilişkiye girmeyi caiz
görenler var. Böylece kadın bir geceyi, zinayı yapan adamın yanında ondan
hamile kalmış olarak geçiriyor ve hemen ertesi geceyi ise kocasının karısı
olarak!
Bu şeriatın
mükemmelliğini iyi düşünen kimse, şeriatın bunu tamamen reddettiğini ve
yasakladığını anlar.
İmam Ahmed'in
mezhebinin güzel yönlerinden birisidir ki, bu imam, zina eden kadın tevbe
edinceye kadar ve kendisinden zinakâr, fahişe ve orospu isimleri kalkıncaya
kadar onunla nikâh akdi yapmayı tamamen haram saymaktadır. Merhum, bir erkeğin,
orospu kocası olmasını caiz görmüyor. Muhalifleri ise, bunu caiz görüyorlar. O,
bu meselede bütün Kur'an ve hadis nasslan, sahabe söz ve tatbikatı, mânalar,
kıyas, maslahat, hikmet ve müslümanlann çirkin gördüğü şeyin haram olması
açılarından muhaliflerine göre daha şanslıdır. İnsanlar bir kimseye söverken
aşırıya kaçtıklarında ona zâ ve kâfi (zânî ve kavat kelimelerini) açık olarak
söylüyorlar. Kişinin döşeğini (hanımını) ifsada kalkışma, ona başkasının
çocuğunu nisbet etme ve onu bütün milletlerce kötü kabul edilen bir isme maruz
bırakma sözkonusu iken, şeriat böyle bir şeyi nasıl caiz kılmış olabilir?
"Zina eden kadınla istibrâ etmeden Önce nikâh akdi yapıp hamile de olsa
onunla cinsî ilişkiye girmek caizdir." diyenlerin görüşlerinden çıkacak
kıyas şudur: Zinadan gebe kalan cariyenin istibrâ etmesi vacip değildir; kişi
ona sahip olmayı müteakip onunla cinsî ilişkiye girebilir. Ancak böyle bir şey,
açık sünnete aykırıdır. Şayet bu görüş sahipleri zinadan hamile olan cariyeye
istibrâyı vacip görürlerse, zina eden kadınla istibrâdan önce cinsî ilişkiye girmek
caizdir görüşlerini çürütmüş olurlar; yok eğer vacip görmezlerse, nasslara
muhalefet etmiş olurlar. Kocaya istibrâ gerekmez, ama efendiye istibrâ gerekir,
zira kendisine istibrâ vacip olmayan kişi kocadır, şeklindi; koca ile efendi
arasında bir ayırıma gitmeleri de onlara bir fayda vermez. Çünkü koca,
efendinin aksine ne iddet bekleyen ne de başkasından hamile olan bir kadınla
nikâh akdi yapmıştır. Hem sonra Sâri' rahimde çocuk bulunur ve böylece kişi
başkasından hamile kalan kadınla cinsî ilişkiye girmiş ve kendi suyuyla
başkasının ekinini sulamış olur ihtimaline rağmen, böyle bir ihtimalin sözkonusu
olmaması da mümkün iken, iddet içinde cinsî ilişkiye girmeyi, hatta nikah akdi
yapmayı haram saymıştır. Ya bir de rahimde çocuk bulunduğu kesin bilinirse
durum nice olur?
Denilecek son söz
şudur: Zina eden kadının doğuracağı çocuk, onunla cinsî ilişkiye giren birinci
erkeğin nesebine katılmaz. Çünkü çocuk, kadına nikâh akdiyle sahip olana
aittir. Bu kimsenin ise, kendi suyunu ve nesebini başkasınınki ile karıştırmaya
kalkışması caiz değildir. Çocuk, cinsî ilişkiye girren birinci erkeğin çocuğu kabul
edilmediğine göre, kişinin kendi suyunu ve nesebinin, koyucusuna dahil
edilmeyen bir nesepten korunması, kendisine dahil olacak nesepten onun
korunmasından dolayıdır.
Sözün Özü: Şeriat
ister haram ilişkiyle gebe kalmış olsun, isterse olmasın gebe cariye ile doğuma
kadar cinsî ilişkiye girmeyi yasaklamıştır. Hz. Peygamber (s.a.) evlenen ve
karısı hamile çıkan adamla karısının arasım ayırmış, kadına had cezası tatbik
ederek onu kırbaçlatmış ve erkeğin o kadına mehir vermesine hükmetmiştir. Bu da
açıkça ortaya koyar ki, zinadan hamile kalan kadınla yapılan nikah akdi
bâtıldır. Sahih bir rivayete göre, Hz. Peygamber {s.a.) bir kıl çadır kapısı
yanında oturan doğumu yakın bir kadına uğradı ve :"Herhalde efendisi
onunla cinsî ilişkiye girmek istiyor." dedi. Yanındakiler
"Evet." diye cevap verdiler. Hz. Peygamber (s.a.): "Vallahi,
içimden, bir lanet edeyim de o lanetle kabrine girsin, diye kurdum. Kendisine
helâl olmadığı halde onu nasıl istihdam edebilir? Kendisine helâl olmadığı
halde onu nasıl mirasçı yapabilir." buyurdu.[438]
Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber (s.a.) içinden lanet etmeyi geçirmesinin sebebi olarak efendisinin
cariye ile cinsî ilişkiye girmesini göstermiş ve cariyenin karnındaki çocuğun
nesebinin cinsî ilişkiye giren o adama dahil olup olmadığını sormamıştır.
"Kendisine helâl olmadığı halde onu nasıl istihdam edebilir?" sözünün
anlamı şudur: O çocuğu nasıl hizmetinde kullanacağı bir köle yapabilir? Oysa bu
hela';, değildir. Çünkü cinsî
ilişkiye giren bu kimsenin suyu, anne karnındaki yavrunun hilkatine bir şeyler
katar ve böylece çocuğun bir kısmı kendisinden meydana gelmiş olur. İmam Ahmed
diyor ki: O kimsenin İlişkisi, çocuğun kulak ve gözüne ziyadelik katar.
"Kendisine helal
olmadığı halde onu nasıl mirasçı yapabilir?" cümlesini. Şeyhülislâm İbn
Teymiye'nin şöyle yorumladığını işittim: Yani onu, nasıl geride bırakacağı bir
miras malı yapabilir? Zira o kimse, o çocuğun kendi kölesi olduğuna inanmakta
ve tiolayısıyla onu kendisinden geride kalan bir miras malı yapmaktadır. Oysa
böyle yapması helâl değildir. Çünkü kendisinin suyu, o çocuğun hilkatinde
ziyadelik meydana getirmiştir. Artık o çocukta, kendisinden bir parça vardır.
tbn Teymiye'den başkaları ise
hadisi şöyle anlamaktadırlar: Onu oğlu olarak nasıl mirasçı yapabilir? Oysa
böyle yapması helâl değildir. Çünkü ana karnındaki çocuk, başkasmdandır.
Kendisi ise, cinsî ilişkiye girmek suretiyle onu kendisinden yapmakta ve malına
mirasçı kılmaktadır. Bu anlayışı, hadis başında geçen "Onu nasıl
köleleştirebilir?" yani nasıl kendi kölesi yapabilir, cümlesi reddeder. Bu
ise ancak birinci mânaya delil teşkil eder. Her iki görüşe göre de, hadis
açıkça ifade etmektedir ki, çocuk ister zina mahsulü olsun, ister olmasın,
başkasından hamile olan kadınla cinsî ilişkiye girmek haramdır ve bunu yapan
kimse lanete müstahaktır. Hatta îmam Ahmed'in takipçilerinden bir grup fakih ve
daha başka fakihler açıkça belirtmişlerdir ki, bir adam başkasının cariyesi
olan karısını kendi mülkiyetine alsa, nikâh esnasında kendisinden hamile kalmış
olur ve böylece çocuğu üzerinde annesinin efendilerinin velâ hakkı bulunur
endişesiyle istibrâda bulununcaya kadar sahip olduğu karısıyla cinsî ilişkiye
giremez. Ama cariye kansı, mülkiyetinde iken kendisinden hamile kalsa, çocuk
üzerinde velâ hakla bulunmaz. Bu, tamamen çocuğu için bir ihtiyattır: Çocuk,
açıkça hür ve üzerinde velâ hakkı bulunmayan biri midir, yoksa onun üzerinde
velâ hakkı var mıdır? Ya bir de kadın başkasından hamile olursa durum nasıl
olur? [439]
Altıncı hüküm: Hz.
Peygamber'in (s.a.): "Hamile olanla doğuruncaya, olmayanla da bir hayız
geçirmek suretiyle istibrâda bulununcaya kadar cinsî ilişkiye girilmez."
sözünden şu hüküm çıkarılmıştır: Hamile kadın hayız olmaz. Onun gördüğü kan,
istihâza kanı gibi bir rahatsızlık kanıdır. Dolayısıyla bu durumdaki kadın
orucunu tutar, namazını kılar, Kabe'yi tavaf eder ve Kur'an okuyabilir.
Bu mesele, fakihler
arasında ihtilaflıdır. Şu fakihler hamilenin gördüğü kanın, hayız kanı
olmadığını söylemektedirler: Atâ, Hasan (el-Basrî), îkrime, Mekhûl, Câbir b.
Zeyd, Muhammed b. Münkedir, Şa'bî, Nehaî, Hakem, Hammad, Zührî, Ebu Hanife ve
arkadaşları, Evzâî, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, Îbnu'l-Münzir, mezhebi içindeki meşhur
görüşüne göre îmam Ahmed ve iki görüşten birine göre Şafiî.
Şu fakihler ise bu
kanın hayız kanı olduğunu söylemektedirler:
Katâde, Rabîa, Mâlik,
Leys b. Sa'd, Abdurrahman b. Mehdi ve îshak b.Rahûyeh. Bunu Beyhakî, Sünen'inde
kaydetmiştir. îshak b. Râhûyeh anlatıyor: Ahmed b. Hanbel, bana: "Kan gören hamile hakkında ne
dersin?" diye
sordu. Ben de: "Namazını kılar." dedim ve delil olarak da
Atâ*nın Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet
ettiği haberi gösterdiir... Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel dedi ki: "Medinelilerin
naklettiği haberi, Hz. Âişe'nin
cariyesi Ümmü
Alkame'nin naklettiği haberi ne yapıyorsun? Oysa bu
daha sahihtir." îshak, "Bunun
üzerine Ahmed'in görüşüne döndüm." diyor . Bu ise îmam Ahmed'in, hamilenin gördüğü kanın
hayız kanı
olduğunu açıkça
belirtmesi gibi bir durum arzetmektedir ve îshak'ın
ondan anladığı da budur. Ahmed'in işaret
ettiği haber şudur: Bize Beyhakî,
Hâkim —Ebu Bekir b. İshak — Ahmed b. İbrahim — îbn Bükeyr
— Leys — Bükeyr b. Abdullah —Âişe'nin
cariyesi Ümmü .Alkame senediyle Hz. Âişe'ye (r.a.) kan gören hamilenin durumu sorulduğunda:
"Namazını kılar."
dediğini rivayet eder[440]
Beyhakî diyor ki: Bu görüş bize Enes b.
Mâlik'ten de rivayet
edilmiştir. Bize Ömer b. Hattab'dan da buna delil teşkil eden bir rivayet nakledilmiştir. Ayrıca bize
rivayet edildiğine göre Hz. Âişe (r.a.). Allah Rasûlü'ne (s.a.), Ebu Kebîr el-Hüzelî'nin şu beytini
okumuştur:
"Her türlü hayız
kalıntısından, emzikli kadının bozmasından ve emzikli iken kendisi ile cinsî
ilişki kurulan kadının hastalağmdan
arınmıştır, o."'[441]'
Beyhakî diyor ki:
Bunda, hamileliğin hayız halinde başladığına delil vardır. Zira Hz. Peygamber (s.a.)
şiiri red sadedinde bir şey söylememiştir. Bize Matar — Atâ senediyle rivayet
edildiğine göre Hz. Âişe (r.a.): "Hamile hayız olmaz. Kam görünce namazı
kılar." demiştir. Yahya el-Kattân, bu rivayeti münker sayar, îbn Ebî
Leylâ'nın ve Matar'm Atâ'dan rivayetini zayıf görürdü. Muhammed b. Râşid,
Süleyman b. Musa — Atâ — Hz. Âişe (r.a.) senediyle Matar'm rivayetine benzer
bir rivayet ak:aramıştır. Şayet
bu rivayet gerçekse
görünen o ki, Hz. Âişe önceleri hamile hayız olmaz görüşündeydi; ama sonra
hamile de hayız olur, görüşünü benimsedi ve böylece Medinelilerin rivayet
ettikleri görüşe dönmüş oldu. En iyi bilen Allah'tır.
Hamilenin gördüğü
kanın hayız kanı olduğunu kabul etmeyenler diyorlar ki: Hz. Peygamber (s.a.)
cariyeleri iki kısma ayırdı: 1) Hamile olanlar: Bunların iddet süresini çocuğun
doğumuna kadar geçen süre olarak belirledi. 2) Hamile olmayanlar: Bunların
iddet sürelerini de, bir hayız olarak belirledi. Böylece bir hayız, rahimde
çocuk bulunmadığına alâmet oldu. Şayet hayızla hamilelik bir arada sözkonusu
olsaydı, bir hayız süresi hamileliğin yokluğuna alâmet olmazdı. Bundan dolayı,
hamile olmadığına bir delil olsun diye, boşanmış kadının iddeti üç kar' olarak
tayin edildi. Hamilelik hayız haliyle bir arada bulunsaydı, hayız hamileliğin
yokluğuna bir delil olmazdı. Sahihte yer alan bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.),
oğlu, karısını hayızlı iken boşayan Hz. Ömer'e (r.a.) : "Ona, emret kamına
dönsün. Sonra karısı temizlenip, ardından hayız olup sonra yeniden
temizleninceye kadar ona ilişmesin. Sonra isterse onu tutar, isterse dokunmadan
boşar. İşte Allah'ın, kadınların bu süreç içinde boşanmalarını emrettiği iddet
budur." buyurdu [442]'
Bu hadisin delil
olması şöyledir: Gerek kan gördüğü sürede, gerekse başka zaman hamile kadını
boşamak icmâen bid'at değildir. Şayet hamile, hayız görür olsaydı, gerek bu
hayız süresi içerisinde ve gerekse temiz olduğu vakitte cinsî ilişkiden sonra
boşanması, hadisin umûmî ifadesine bakılarak bid'at olurdu.
Müslim'in Sahihinde
Ibn Ömer'den rivayetine göre ise Hz. Peygamber (s.a.). Hz. Ömer'e: "Ona
emret, karısına dönsün. Soııra temiz yahut hamile iken boşasın."
buyurmuştur.[443] bu da gösterir ki,
hamilenin gördüğü kan, hayız olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) gebelik vaktinde
yapılan boşamayı temizlik vaktinde yapılan boşama ile denk saymıştır. Şayet
hamilenin gördüğü kan, hayız olsaydı o zaman onun biri temizlik, diğeri hayız
olmak üzere iki durumu sözkonusu olurdu. Oysa hayız halinde boşanması helâl
olmazdı. Zira bu bid'at olur.
Ahmed'in Müsned'mde
Rüfeyfi'den rivayetine göre: Hz. Peygamber (s.a.): "Herhangi bir kimsenin
kendi suyuyla başkasının ekinini sulaması ve hayız oluncaya, yahut hamileliği
anlaşılmcaya kadar bir cariye ile cinsî illişkiye girmesi helâl olmaz."
buyurmuştur. [444]' Bu hadiste Hz.
Peygamber (s.a.), hayız halinin varlığını, rahimde çocuğun yok olduğuna bir
alâmet saymıştır. Rivayete
göre Hz. Ali: "Allah, hamilelerden hayızı kaldırmış ve kanı, suyu çekilen
rahimlere vermiştir." demiştir. îbn Abbas ise: "Allah, hamilelerden
hayızı kaldırmış ve kanı, çocuğa nzık yapmıştır." diyor. Bu iki rivayeti
de Ebu Hafs îbn Şahin rivayet etmiştir.
el-Esrem ve Dârakutnî
senetleriyle, kan gören hamile hakkında Hz. Âişe'nin (r.a.): "Hamile hayız
olmaz. Yıkanır, namazını kılar." dediğini rivayet ederler. Hz. Âişe'nin
(r.a.): "Yıkanır." sözü mendupluk ifade eder; zira kan gören hamile,
müstahâza durumundadır.
Başkalarının bu
sahâbîlere muhalefet ettikleri bilinmemektedir. Ancak Hz. Âişe'nin:
"Hamile namaz kılmaz." dediği sabittir. Sözleri arasında birlik
sağlamak için onun bu sözü, hamilenin doğuma iki gün yahut buna yakın bir süre
kala gördüğü lohusalık kanı olarak yorumlanır.
Hem hamilenin gördüğü
bu kanla iddet sona ermez. Dolayısıyla} istihâzada olduğu gibi, o da hayız
değildir.
Hz. Âişe (r.a.) hadisi
göstermektedir ki, hayızlı kadın hamile kalabilir. Biz de Öyle söylüyoruz.
Ancak hamilelik onun hayızır.ıı keser ve hayız halini ortadan kaldırır.
Ayrıca Allah Teâlâ,
hayız kanının süte dönüşüp çocuğa gıda olmasını âdet olarak icra etmiştir. Şu
halde gebelik vaktinde çıkan kan hayız değil, bir rahatsızlık kanıdır.
Hamilenin gördüğü
kanın hayız kanı olduğunu savunanlar diyorlar ki: Tartışmasız, hamile kadın
bilhassa hamileliğin ewe tinde âdeti üzere kan görebilir. Tartışma bu kanın
varlığı hakkında değil, hükmü hakkındadır. İttifakla bu kan hamilelikten önce
hayız idi. Bu durumda biz ıstıshâb (eski durumun devamı) delilini esas alarak
onun hükmünü, kesin şekilde kaldıracak bir delil ortaya çıkıncaya kadar geçerli
sayarız. Hüküm bir yerde sabit olunca, onu kaldıracak bir delil gelinceye kadar
devamlılığı asıl kabul edilir. Birincisi, tartışma konusunda icmâ'm hükmünü
ıstıshâb deliline dayanarak sürdürmektir. İkincisi ise, yerinde sabit hükmü onu
kaldıracak bir delilin varlığı kesinleşinceye kadar ıstıshâb deliline dayanarak
devamlı saymaktır. Aralarındaki fark açıktır. Hem Hz. Peygamber (s.a.):
"Hayız kanı olursa, siyah olur bilinir." buyurmuştur.[445] Bu
kan ise siyah ve malumdur. O halde hayızdır.
Hz. Peygamber (s.a.):
"Sizden herhangi biri hayız olduğunda oruç tutmaz, namaz kılmaz değil
mi?" buyurmuştur.[446]'
Kadının hayızı gerek dil,
gerekse şeriat açısından ayın malum vakitlerinde kanın çıkması demektir. Bu dil
açısından da böyledir. İsimlerde asıl olan, onların değiştirilmeleri değil,
anlamlarının aynen bırakılmasıdır.
Hem şarîat sahibinin
hükümleri kendisine bağladığı kadının uzvundan çıkan kan biri hayız, diğeri ise
istihâza olmak üzere iki kısımdır, şeriat sahibi bunlara bir üçüncüsünü ilave
etmemiştir. Hamilenin gördüğü kan istihâza değildir. Çünkü istihâza sürekli
olan ve hayız müddetinin en uzun olanına ilave durumda buhman yahut âdeti aşan
kandır. Konumuz olan kan, bunlardan biri değildir. Şu halde, istihâza olması
ihtimali ortadan kalkmıştır. Öyleyse, bu hayızdır. Burada bir üçüncü kısım
ispat edip, onu da rahatsızlık kanı saymanız mümkün değildir. Zira bu ancak
nass, icmâ yahut kabul edilmesi vacip bir delille sabit olur. Oysa böyle bir
şey yoktur. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.), istihâza olan kadını âdetine çevirmiş
ve: "Hayız olduğun günler sayısınca otur." buyurmuştur.[447] Bu
hadis de gösterir ki, kadınların âdetleri kanın vasfı ve hükmü konusunda
muteberdir. Hamilenin gördüğü kan ilavesiz, noksansız ve intikalsiz olarak
mutat olan âdeti ve vakti üzere sürerse âdeti, o kanın hayız olduğuna delil
olur ve âdetini hükümde esas almak ve bunu âdet dışına çıkan rahatsızlığa
tercih etmek vacip olur.
Ümmet içerisinde bu
konuyu en iyi bilenler, Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımlarıdır. Onların da en iyi
bilenleri Hz. Âişe'dir. Onunsa kan gören hamile hakkında "Namaz
kılmaz." dediği, Medinelilerdsn sahih senetle rivayet edilmiştir. Ayrıca
İmam Ahmed bu rivayetin Hz. Âİşe'den gelen diğer rivayetten daha sahih olduğunu
söylemiştir. Bundan dolayı îshak eski görüşünden vazgeçip bu görüşü benimsemiş
ve Ahmed b. Hanbel'in de bu görüşte olduğunu haber vermiştir.
Sahabeden gelen
zikrettiğiniz buna muhalif sözlerin sıhhati biliniyor. Sahih olsalar bile, konu
sahabe arasmda tartışmalıdır, arada hüküm verecek bir delil yoktur.
Hem hayızın
hamilelikle bir arada bulunmaması, ya duyular yoluyla ya da şeriatla bilinir.
Oysa, her ikisi de mevcut değildir. Birincisi açıktır. İkincisine gelince, zira
şeriatın sahibinden hayızla hamileliğin bir arada bulunmayacağını gösteren bir
delil nakledilmemiştir.
" Hz. Peygamber
(s.a.), hayızı iddet ve istibrâ konularında rahimde çocuk bulunmadığına bir
delil kılmıştır." sözünüze gelince; sorarız: "Zahir bir delil mi
yoksa kesin bir delil mi kıldı?" Birinci ihtimal doğrudur. İkincisi,
asılsızdır. Zira kesin bir delil olsaydı, delil olduğu şey kendisinden geri
kalmazdı ve hamilelik müddeti hayızın kesilmesiyle başlamış olurdu.
Bunu hiç kimse
söylememiştir. Aksine müddet cinsî ilişkiden itibaren başlar. Bu ilişkiden
sonra bir kaç hayız görmüş olsa bile durum böyledir. Bir kimse karısıyla cinsî
ilişkiye girse, sonra kadın cinsi ilişkinin üzerinden altı aydan fazla, ama
hayızın kesilmesinden ise bu süreden daha az bir müddet geçince bir çocuk
dünyaya getirse, çocuğun nesebi ittifakla o adamın nesebine dahil olur. Şu
halde anlaşılmıştır ki, hayız, zahir bir alâmettir; bazen onun delil olduğu
şey, yağmurun su yüklü buluttan geri kalması gibi, geri kalabilir.
Böylece delil
gösterdiğiniz sünnetten cevap çıkmış olur. Zira biz de onun söylediğini
söylüyor ve hükmüne göre hareket ediyoruz. Tartışan taraflar arasmda hakem
odur. Hz. Peygamber (s.a.), kadınları; biri iddeti doğum yapmasıyla sona eren
hamile, diğeri iddeti hayızla sona eren ve hamile olmayan diye iki kışıma
ayırmıştır. Biz de bunun icabettirdiğini söylüyoruz, bu konuda tartışmıyoruz.
Ancak, bunda hamile kadının âdeti üzere gördüğü kana rağmen oruç
tutabileceğini, namaz kılabileceğini gösteren delil nerede? Bu başka bir
konudur, hadis ona değinmemiştir. îşte hamilenin gördüğü kan hayız kamdır
diyenler de, aynen bu ibareyi söylüyorlar. Bu bir çelişki ve ibarede bir
bozukluk sayılmaz.
Hz. Peygamber'in
(s.a.), Abdullah b. Ömer'in (r.a.) durumu hakkında babası Hz. Ömer'e (r.a.):
"Ona emret karısına dönsün. Sonra ona el sürmeden kadın temiz iken
boşasın." buyurmasında da hal böyledir. Bu hadis yalnızca hamile olmayan
bir kadının, biri hayızdan temizlik, diğeri cinsî ilişkiye girmeme olmak
şeklindeki iki şartla boşanmasının mubah olduğunu göstermektedir. Bunda kadının
hamile iken gördüğü kanın hükmüne değinme nerede?
"Hamile, hayız
görür olsaydı kan gördüğü vakitte boşanması bid'at olurdu. Oysa âlimler, kan
görse bile, hamile kadını boşamanın bid'at olmadığında ittifak
etmişlerdir." demenize gelince; cevaben deriz ki: Hz. Peygamber (s.a.),
kocasının boşamak istediği kadının hallerini, hamile olma ve olmama kısımlarına
ayırmış; hamilenin boşanmasını mutlak ve istisnasız bir surette caiz görmüştür.
Hamile olmayanın boşanmasını ise, yukarıda zikredilen iki şartla mubah
saymıştır. Bunda hamilenin gördüğü kanın rahatsızlık olduğunu, hatta hamilenin
boşanma konusunda başkalarından ayrıldığını, başkalarının temizlik hali içinde
kendisine dokunulmamışken boşanabileceğini, hamilede ise bunlardan hiçbirinin
şart olmadığını, hatta onun cinsî ilişkiyi müteakip boşanabileceğini ve kan
görse de boşanabileceğini; cinsî ilişkiyi müteakip boşanması haram olmadığı
gibi hayız halinde de boşanmasının haram olmadığını gösteren bir delil yoktur,
tşte, şeriat sahibinin boşamaya izin verdiği ve boşamayı yasakladığı vakitler konusundaki
hikmetinin icabettirdiği şey budur. Artık kadının hamile olduğu ne zaman
anlaşılırsa, boşayan erkek işinin farkında olur ve böylece karısının hamile
olduğunu bilmeden cinsî ilişkiye girdikten sonra bütün kadınların başına gelen
pişmanlık onun basma gelmez. Yasaklanan bir şey, ne şeriat açısından, ne dış
gerçeklik açısından ve ne de itibar açısından kendisine izin verilmiş şeyin
benzeri değildir. Özellikle de hayız halinde boşamanın yasak oluşuna sebep
olarak iddetin uzatılmasını gösteren kimsenin söylediği şey. Oysa bunun hamile
konusunda hiçbir etkisi yoktur.
"Hamilenin
gördüğü kan, hayız olsaydı iddet onunla son bulurdu." demenize gelince:
Böyle bir netice lâzım gelmez. Çünkü Allah Teâlâ hamilenin iddetini çocuğunu
doğurması süresiyle, hamile olmayanın iddetini de kar'lar süresiyle
sınırlamıştır. Hamilenin icldetinin kar'larla sona ermesi mümkün değildir. Zira
bu, ikinci bir şahsın ona sahip olması ve başkasından hamile iken onunla
evlenmesi ve böylece kendi suyuyla başkasının ekinini sulaması neticesine
götürür.
Bizim, hayız kadın
hamile olabilir görüşümüzü kabul etiğinize, Hz. Aişe (r.a.) hadisini de buna
yorumladığınıza ve duyulann tanıklığından dolayı bunu reddetmeniz mümkün
olmadığına göre, hayız ve hamileliğin bir arada bulunabileceğini kabul
etmişsiniz demektir. Şu halde, istidlaliniz başından yıkıldı. Zira temeli,
hayız hamilelikle bir arada bulunmaz anlayışına dayanmaktaydı.
Soru: Biz hamileliğin
hayız halinde gerçekleşmesini mümkün gördük. Oysa sözümüz bunun tersi, yani
hayızm hamilelik halinde gerçekleşmesi konusundadır. Aralarında fark vardır.
Cevap: Birbirlerinden
farklı olduklarına göre, birleşmezler. Bunun şu zamanda gerçekleşmesiyle, şu
zamanda bunun gerçekleşmesi arasında ne fark vardır?
"Allah Teâlâ,
hayız kanının, çocuğun gıdalandığı süte dönüşmesini âdet olarak icra etmiştir.
Bundan dolayı emzikli kadınlar hayız olmaz." demenize gelince, deriz ki:
Bu, size karşı bizim en büyük delillerimizdendir. Zira bu dönüşme ve sütle
gıdalarıma, ancak doğumdan sonra tam randımanda olur ki, bu vakit sütün
kuvvetli olduğu ve bebeğin sütünü emdiği vakittir. Allah, emzikli kadının hayız
olmaması âdetini icra etmiştir. Bununla birlikte emzikli kadın âdeti vaktinde
bir kan görse, ittifakla hayız hükmü verilir. Süte dönüşmesi tam kesinlik
kazanmayan ve çocuğun kendisiyle gıdalanmadığı bir vakitte görülen kanın hayız
kanı olduğuna hükmetmek daha yerli yerinde ve daha uygundur. Haydi
diyelim bu kan onların dedikleri gibi
olsun. Böyle bir durum ancak çocuğun sütle gıdalanmaya ihtiyaç duyduğu vakitte,
kendisine ruh üflendikten sonra sözkonusu olabilir. Bundan önce ise anne
karnındaki çocuğun ihtiyacı olmadığından dolayı süte dönüşmez.
Hem, hayız kanının tamamı
süte dönüşmez; bir kısmı dönüşür ve geri kalan dışarı çıkar. Gördüğün gibi,
rivayet ve delil açısmdan tercihe şayan olan, bu görüştür. Yardım Allah'tandır.
[448]
Soru: İstibrâ yapmakta
olan kadının istibrâsı vacip olan yerinden — cinsî ilişki dışında— faydalanmayı
yasaklıyor musunuz?
Cevap: Kadın,
emsalleriyle cinsî ilişkiye girilmeyecek kadar küçük yaşta olursa onu öpmek ve
ona dokunmak haram değildir. Bu İfade, kendisinden gelen iki rivayetten birine
göre, Ahmed b. HanbeVin ifadesidir. Ebu Muhammed el-Makdisî, Üstadımız (îbn
Teymiye) ve daha başkaları, bu görüşü tercih etmişlerdir. Zira tmam Ahmed:
"Şayet kadın küç*ük ise süt emecek yaşta bulunduğunda neyle istibrâda
bulunacak?" demiştir. Diğer rivayette ise: "Hayız oluyorsa bir
hayızla, hayız olmayan ama kendisiyle cinsî ilişkiye girilip hamile kalabilen
kadınlardansa üç aylık süreyle istibrâda bulunur." demiştir. Ebu Muhammed
diyor ki: Bundan anlaşılan o ki, küçük kadımn istibrâsı vacip değildir ve
onunla sürtüşmek haram olmaz. Bu İbn Ebî Musa'nın tercihi ve Mâlik'in
görüşüdür. Doğru olan da budur. Çünkü mübahlık sebebi, gerçekleşmiş durumdadır.
Haram olduğuna bir delil yoktur. Çünkü bu konuda nass da yok, nass mânası da
yok. Zira büyük kadına dokunmanın haram olmasının sebebi, haram olan cinsî
ilişkiye götürür olması, yahut o cariyenin başkasının ümmü veledi olması
korkusudur. Burada ise, böyle bir şey düşünülemez. Şu halde mübahlık hükmünün
icabına göre amel etmek vaciptir. Ebu Muhammed'in sözü bitti.
Şayet cariye
emsalleriyle cinsî ilişkiye girilen bir bakire ise "Istibrâsı vacip
değildir." diyorsak, açıktır; "İstibrâsı vaciptir." diyorsak
arkadaşlarımız onu öpmek ve ona dokunmak haram diyorlar. Bence, istibrâsının
vacip olduğunu söylesek bile, bu haram değildir. Zira, oruçlu konusunda olduğu
gibi, cinsî ilişkinin haram olmasından cinsî ilişkiye götüren şeylerin
haramlığı lâzım gelmez. Bilhassa onlar, cariye hamile olur da kişi başkasının cariyesinden
faydalanmış olur, düşüncesiyle dokunmayı haram saymaktadırlar. Dokunmanın
haramlığına sebep olarak, işte bunu göstermektedirler. Sonra demişlerdir ki:
Bundan dolayı iki rivayetten birine
göre esir alınan kadından istibrâdan önce cinsî ilişki dışında faydalanmak
haram olmaz. Çünkü onun mülkiyetinin fesholması düşünülemez. Zira, esir
alınmakla, mülkiyet kesinleşmiştir. Artık bakireden öpme ve başka yollarla
faydalanmanın yasaklanmasının bir anlamı kalmamıştır. Şayet dul ise Ahmed'in
arkadaşları, Şafiî ve daha başkaları istibrâdan önce ondan faydalanmak
haramdır, diyorlar. Bunlar diyorlar ki: Çünkü bu, cinsî ilişkiyi haram kılan
bir istibrâdır. Dolayısıyla iddette olduğu gibi, istibrâdan önce de dul
kadınlardan faydalanmak haramdır. Zira sahibi o kadının hamile olup da ümmü
veled statüsünde olmasından ve satımın bâtıl olup kendisinin başkasının ümmü
veledinden faydalanmış olmasından emin olamaz. Bundan dolayı hayızliyla cinsî
ilişkiye girmekle, oruçlunun cinsî ilişkiye girmesi arasında fark vardır.
Hasan el-Basrî diyor
ki: tstibrâda bulunan cariyenin yalnız kadınlık uzvu haramdır. Sahibi cinsî
ilişki kurmadıktan sonra, ondan dilediği gibi faydalanabilir. Çünkü
Hz..Peygamber (s.a.), istibrâdan önce cinsî ilişkiyi yasaklamış, bundan
gayrisini yasaklamamıştır. Cinsî ilişkinin haram olmasından gayrisinin haram
olması gerekmez. Tıpkı hayızlı ve oruçlu kadınlarda olduğu gibi. Denilmiştir
ki, îbn Ömer esir kadınlardan payına düşen cariyesini istibrâdan önce öpmüştür,[449]' Bu
görüşü destekleyenler şöyle diyebilirler: Satın alınan cariye ile iddet
bekleyen kadın arasında, şu fark vardır: îddet bekleyen kadın, kocasına yabancı
olmuştur-. Dolayısıyla kocasının onunla cinsî ilişkiye girmesi, cinsî ilişkiye
götüren yollara başvurması helâl olmaz. Ama (mülk olan) cariye için durum böyle
değildir. Zira onunla cinsî ilişkiye girmenin istibrâdan önce haram olması,
ancak sahibinin kendi suyunun başkasının suyu ile karışmasından korkulduğundan
ötürüdür. Bu ise cinsi: ilişkiye götüren şeylerin haram olmasını gerektirmez.
Cariye bu konuda daha çok hayızlı ve oruçlu kadınlara benzemektedir. Meselâ bir
kimsenin karısı yahut cariyesi zina etse, o kimsenin istibrâdan önce onunla
cinsî ilişkiye girmesi haram olduğu halde, cinsî ilişkiyi çağrıştıran şeyler
haram değildir. Aşağıda geleceği üzere, esir alman kadın için de aynı durum
sözkonusudur. En çok korkulan, cariyenin efendisinden hamile olup alış-veriş
akdinin fesholmasıdır. Bu mesele, ümmü veledlerin satımının haram oluşunun
illetlerine dayanmaktadır ki, bu görüş sahibini bağlamaz. Zira, sahibi ondan
istifade edince, sahibinin görünüşte mülkü olur. Bu da, istifadenin caizliği
konusunda yeterlidir. Nitekim, sahibi onunla tenha bir yerde başbaşa kalıp
konuşabilir, bir yabancı kadının vücudundan bakması mubah olmayan yerlerine
bakabilir. Bunlara
vereceğiniz bütün
cevaplar, Öpme ve faydalanma konusuna da cevap teşkil ederler. Bunun
caizliginin tartışıldığı bilinmemektedir. Hem müşteri tek başına kalıyor olsa
da, satın aldığı cariyesini istibrâdan önce alıp evine götürmekten menedilmez, cariyenin
de onun yanında yüzünü örtmesi vacip olmaz ve adamın cariyeye bakması, onunla
tenha bir yerde başbaşa kalması, birlikte yemek yemesi, hizmetini gördürmesi ve
onun faydalanılacak şeylerinden faydalanması haram olmaz. Ama başkasının mâlik
olduğu cariyeye, onun bu gibi şeyler yapması caiz olmaz.
Eğer cariye, esir
alınmış bir kadınsa cinsî ilişki dışında ondan faydalanma/ım caiz olup olmadığı
konusunda, fakihler iki görüş ileri sürmüşlerdir; bu görüşlerin ikisi de îmam
Ahmed'den (r.a.) rivayet edilmiştir:
1- Esir alman cariye, esir olmayan diğer
cariyeler gibidir. Ondan kadınlık uzvu dışındaki yerlerinden de faydalanma
haramdır. Bu görüş el-Hırakî'nin görüşünden anlaşılan mânadır. Zira o demiştir
ki: Bir cariyeye sahip olan kimse, mülkiyet tamam olduktan sonra istibrâda
bulununcaya kadar o cariye ile cinsî ilişkiye giremez ve onu öpemez.
2- Haram
olmaz. Bu İbn Ömer'in (r.a.) görüşüdür. Esir cartye ile, esir olmayan mülk
cariye arasındaki fark şudur: Esir cariyenin ümmü veled olması düşünülemez, her
halükârda efendisinin mülkiyetindedir. Ama başkaları için bu durum geçerli
değildir. Nitekim yukarıda anlatıldı. En iyi büen Allah'tır. [450]
Soru: îstlbrâ süresi
satım akdi yapıldığı anda mı başlar, yoksa cariyenin teslim alınmasıyla mı
başlar?
Cevap: Bu konuda iki
görüş vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'in mezhebinde vecihtirler: 1- Satım akdi
yapıldığı anda başlar. Çünkü mülkiyet onunla intikal etmektedir. 2- Teslim
almakla başlar. Zira maksat, cariyenin rahminde satıcının veya başkalarının
suyunun bulunup bulunmadığım anlamaktır. Cariye, satanın elinde iken böyle bir
şey sözkonusu olamaz. Bu, Şâfîî ve Ahmed'in prensiplerine göre böyledir.^
Mâlik'in prensibine göre ise, yukarıda sıralanan yerlerde satım akdinden Önce
yapılan istibrâ yeterli olur.
Soru: Satım akdinde
bir muhayyerlik hakkı bulunursa istibrâ süresi ne zaman başlar?
Cevap: Bu meselenin
cevabı, muhayyerlik müddeti içinde mülkiyetin, intikal edip etmediği
tartışmasına dayanır. İntikal eder diyenlere göre, sürenin başlangıcı satım
akdinin yapıldığı andır, intikal etmez diyenlere göre İse, sürenin başlangıcı
muhayyerliğin ortadan kalktığı andır.
Soru: Peki
muhayyerlik, ayıp (=kusur) muhayyerliği olsa ne diyeceksiniz?
Cevap: Sürenin başlangıcı tek
bir görüş olarak satım akdinin yapıldığı andır. Çünkü ayıp muhayyerliği,
mülkiyetin el değiştirmesini engellemez; bu konuda ihtilâf yoktur. En iyi biten
Allah'tır. [451]
Soru: Sünnet,
hamilenin Istibrâsmın doğum süresi, hamile olmayanın istibrâsmın ise bir hayız
süresi olduğunu belirtmiştir. Peki, nasıl oluyor da hayızdan kesilmiş
kadınların ve daha henüz hayız görmeyen kadınların iddetleri konusunda sükût
etmemiş de istibrâlan konusunda sükût etmiştir?
Cevap: Allah'a
hamdolsun ki, onların istibrâlan konusunda sünnet sükût etmemiş, aksine îma ve
tenbih yoluyla açıklamıştır Zira Allah Teâlâ hür kadının iddetini üç kar'
olarak belirlemiş, sonra da hayızdan kesilmiş ve daha henüz hayız görmeyen
kadınların iddetini ise üç ay olarak belirlemiştir. Böylece Allah Teâlâ'mn her
kar' karşılığına bir ay koyduğu anlaşılmış oldu. Bundan dolayı Allah Teâlâ,
cariyeler hakkında, kadın her ay bir kere hayız olur şeklindeki çoğunlukla
meydana gelen âdetini icra etmiş; sünnet de hayız olan cariyenin istibrâsınm
b,ir hayız müddeti olduğunu açıklamıştır. Böylece ay, hayız yerini tutmuş olur.
Bu görüş îmam Ahmed'den gelen rivayetlerden ve Şafiî'nin iki görüşünden
biridir. Ahmed'den gelen ikinci bir rivayete göre ise, (hayızdan kesilmiş cariye)
üç ay istibrâda bulunur şeklinde olup, ondan gelen meşhur görüş ve Şafiî'nin
iki görüşünden biri budur. Bu görüşün gerekçesi, Ahmed b. Kasım rivayetinde,
Ahmed'in delil olarak ileri sürdüğü husustur. Ahmed b. Kasım anlatıyor: Ebu
Abdillah'a: "Üç ayı nasıl bir hayız yerinde saydın? Oysa Allah Teâlâ,
Kur'an'da her hayıza karşılık bir ay koymuştur." dedim. Ahmed şu cevabı
verdi: Üç ay dememizin sebebi, hamilelikten dolayıdır. Çünkü hamilelik, bu
süreden daha az bir zamanda anlaşılmaz. Zira Ömer b. Abdülaziz, bu konuyu
sormak için ilim adamlarını ve ebeleri topladı. Onlar, hamilelik üç aydan daha
az bir zamanda anlaşılmaz dediler. Bu onun çok hoşuna gitti. Sonra Ahmed
devamla dedi ki: İbn Mes'ûd'un şu sözünü işitmedin mi? O demiştir ki:
"Nutfe, kırk gün geçince alaka olur. Sonra bunun üzerinden kırk gün
geçince mudga olur." Seksen gün geçince mudga olur. Mudga ettir. Artık o
zaman rahimde çocuğun
bulunduğu anlaşılır." Îbnu'l-Kâsım diyor ki: Ahmed bana: "Bu
kadınlarca malumdur. Ama bir ayın anlamı yoktur." dedi. Îbnu'l-Kâsım'in
anlattıkları burada bitti.
İmam Ahmed'den gelen
bir üçüncü rivayete göre ise, hayızdan kesilmiş cariye bir buçuk ay istibrâda
bulunur. Zira Hanbel'in rivayetine göre, Ahmed demiştir ki: Atâ: "Cariye
hayız olmazsa, istibrâsı kırk beş gecedir." demiştir. Hanbel diyor ki:
Amcam (Ahmed): "Ben de bu görüşteyim.
Çünkü hayızdan kesilmiş boşanan kadının iddeti bu
kadardır." dedi.
Bu görüşün gerekçesi
şudur: Şayet kadın hayızdan kesilmiş olduğunda boşanmış olsaydı, bir rivayete
göre bir buçuk ay iddet bekler. Cariyenin bu kadar süre istibrâda bulunması
daha uygundur.
Ahmed'den gelen
dördüncü bir rivayete göre, hayızdan kesilmiş cariye iki ay istibrâda bulunur.
Bu rivayeti ondan Kadı aktarmıştır. Arkadaşlarından pek çoğu bu rivayeti müşkil
bulmuşlardır. Hatta el-Muğnî sahibi: "Bu görüşün bir gerekçesini
görmedim." demiş ve eklemiştir: Eğer onun istibrâsı iki ay olsaydı, kuru'
halinde olanların istibrâsı da iki kar' olurdu. Bunu söyleyen bir kimse
bilmiyoruz.
Bu rivayetin gerekçesi
şudur: Hayızdan kesilmiş cariye, boşanmış olana göre ele alınmıştır. Cariye
iken boşanmış olsaydı, iddeti iki ay olurdu. Ahmed'den (r.a) meşhur olan budur.
Kendisi bu konuda, Ömer'in (r.a.) sözünü delil göstermiştir. Doğru olan da
budur. Zira aylar, kuru' yerine geçmektedir. Kuru' halinde olanların iddeti iki
kar'dır. Onların bedeli iki aydır. Kar' halinde olarım istibrâsı bir hayız
süresidir, dedik; çünkü hayız rahimde çocuk bulunmadığına açık bir alâmettir.
Bu durum bir ayın geçmesiyle anlaşılmaz. Dolayısıyla, rahimde çocuk bulunup
bulunmadığı anlaşılacak bir müddetin geçmesi gerekir. Bu müddetde ya iki, ya da
üç aydır. Şu halde iki ay daha uygundur. Zira boşanmış kadın hakkında onun
rahminde çocuk bulunmadığına bir alâmet sayılmıştır, îstibrâda bulunan kadın
hakkında alâmet olması daha uygundur. İşte bu rivayetin gerekçesi budur.
îmdi, delil bakımından
tercihe şayan olan, bir tek ayla yetinmektir. Nassın îmâ ve tenbihlnin
gösterdiği husus da budur. Hayızdan kesilmiş cariyenin istibrâ süresini üç
saymak, onunla hür kadın arasını eşitlemektir. Yine bu cariyenin istibrâsını
iki ay saymak onunla, kocasından boşanmış kadını eşitlemektir. Ona en uygun
müddet, bir aydır. Zira bu tam bir bedeldir. Şeriat sahibi, bu bedelin
benzerini cariyenin benzeri olan hür kadında muteber saymıştır. Sahabe bunu
boşanmış cariyede muteber görmüştür. Hz. Ömer'in (r.a.): "Boşanmış
cariyenin iddeti iki hayızdır. Hayız olmuyor ise, iki aydır." dediği
sahihtir.
Ahmed (r.a.) bunu
delil göstermiştir. Kendisinden gelen en meşhur rivayete göre Ahmed (r.a.) açıkça
ifade etmiştir ki, hayız hali ortadan kalkar ve hayızının kesilmesinin sebebini
bilmezse, dokuz ay hamile olup olmadığı anlaşılsın diye, bir ay da hayız yerine
olmak üzere toplam on ay iddet bekler.
Ondan gelen ikinci bir
rivayete göre bir sene iddet bekler. Bu, üstad Ebu Muhammed'in yoludur. Kendisi
diyor ki: Ahmed, burada bir hayız yerine bir ay koydu. Çünkü hayızdan kesilen
kadın hakkında onun tekrarının gözönünde bulundurulması, rahminde çocuk bulunup
bulunmadığının anlaşılması içindir. Burada ise müddetin çoğunluğunun geçmesiyle
onun hamile olmadığı anlaşılmıştır. Böylece bir ayı, kıyasa uygun olarak bir
hayız yerinde tutmuştur, işte el-Hırakî'nin hayızdan kesilmiş olanla hayız hali
ortadan kalkmış olan arasını ayırarak kaydettiği budur. O diyor ki: Eğer
hayızdan kesilmiş ise üç ay; hayız hali ortadan kalkıp da bunun sebebini
bilemezse dokuz ay hamile olup olmadığı anlaşılsın diye, bir ay da hayız yerine
olmak üzere iddet bekler.
Üstad Ebu'l-Berekât
ise, hayız hali ortadan kalkan kadın konusundaki ihtilâfı, hayızdan kesilen
kadın hakkındaki ihtilâf gibi saymış ve onun hakkında dört rivayeti hamilelik
müddetinin çoğunluğundan sonra onunla hayızdan kesilmiş arasında bir eşitleme
yapmıştır. Muharrar adlı eserinde diyor ki: Hayızdan kesilmiş ve daha henüz
hayız görmeyecek kadar küçük olan kadınlar bir ay, Ahmed'den gelen bir rivayete
göre üç ay, bir rivayete göre iki ay ve bir rivayete göre de bir buçuk ay iddet
beklerler. Cariyenin hayız hali oltadan kalksa ve sebebini bilemese dokuz aydan
sonra (ihtilâfa göre) bu sürelerde istibrâda bulunur.
el-Hırakî ile Üstad Ebu
Muhammed'in tuttuğu yol daha sahihtir. Tercih ettiğimiz bir ayla yetinme de
budur. el-Muğnİ adlı eserinde Üstad da bu görüşe eğilim göstermiştir. Diyor ki:
Bir ay istibrâsının gerekçesi şudur: Allah bir ayı, bir hayız yerinde
tutmuştur. Bundan dolayı aylar, hayızlann değişmesiyle değişmiştir. Hayızdan
kesilmiş hür kadının iddeti üç kar1 yerine üç ay, cariyenin iddeti iki kar'
yerine iki ay olmuştur. Hayız hali ortadan kalkan ve Istibrâ yapmakta olan
cariyenin istibrâsı dokuz ay hamile olup olmadığı anlaşılsın diye, bir ay da
hayız yeı-ine olmak üzere toplam on aydır. Şu halde burada tıpkı hayız hali
ortadan kalkan cariyede olduğu gibi, bir hayız yerine bir ay olması gerekil-.
Rahimde çocuk bulunmadığını gösteren dokuz ay beklemeyi gördünüz denecek
olursa, "Burada rahimde çocuk bulunmadığını gösteren hayızdan kesilmişlik
hali vardır. Doyayısıyla iki hal eşitlenmiş oldu." diye cevap veririz. [452]
Buhârî ve Müslim'in
Sahih'lerinde rivayet edilen bir hadisi-i şerife göre Câbir b. Abdullah (r.a.)
Hz. Peyganıber'in (s.a.) şöyle söylediğini işitti: "Allah ve Rasûlü
şarabın, İaşenin, domuzun ve putların satılmasını haram kılmıştır." Bunun
üzerine: "Yâ Rasûlallah, ölü hayvanın iç yağları hakkında ne dersiniz?
Onunla gemiler boyanır, deriler yağlanır ve insanlar onunla kandillerini
yakarlar." diye soruldu. Rasûlullah (s.a.): "Hayır, o haramdır."
diye cevap verdi ve o sırada buyurdu ki: "Allah Yahudileri kahretsin.
Allah onlara iç yağını haram edince onu erittiler. Sonra da satıp parasını
yediler."[453]'
Yine bu iki sahih
hadis kaynağında İbn Abbas'tan (r.a.) şu rivayet bulunmaktadır: Hz. Ömer (r.a.)
Semüre'nin şarap sattığını haber alınca şöyle dedi: Allah Semüre'yi kahretsin.
O, Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini bilmez mi: "Allah Yahudilere lanet
etsin. Ölü hayvan yağı onlara haram kılındı, ama onlar onu erittiler ve
sattılar."[454]
Bu rivayet Hz. Ömer'in
Müsned'indendir. Beyhakî ve Müstedrek sahibi Hâkim de bu rivayeti zikretmişler,
ancak onu İbn Abbas'm Müsned'ine nisbet etmişlerdir. Bu iki kaynaktaki
rivayette şöyle bir ziyade vardır: İbn Abbas şöyle demiştir. Hz. Peygamber
(s.a.) mescidde, yani Mescid-i
Haram'da idi. Bakışlarını semaya dikti, gülümsedi ve şöyle buyurdu: "Allah
Yahudilere lanet etsin. Allah Yahudilere lanet etsin. Allah Yahudilere lanet
etsin. İzzet ve Celâl sahibi olan Allah, ölü hayvanın yağını onlara haram
kıldı, ama onlar buna rağmen onu sattılar ve parasını yediler. Allah bir kavme
bir şeyin yenmesini haram kılınca onun parasını da haram kılar."'[455]' Bu
rivayetin isnadı sahihtir. Beyhakî, bu hadisi İbn Abdan — es-Saffâr — ismail
el-Kâdî — Müsedded — Bişr b. el-Mufaddal— Hâlid b. Hazza — Bereke Ebu'l-Velîd —
İbn Abbas yoluyla rivayet etmiştir.
Yine Buhârî ve
Müslim'in Sahihlerinde Ebu Hureyre (r.a.) hadisinde bu rivayetin bir benzeri
zikredilmiş, ancak orada: "Allah bir kavme bir şeyin yenmesini haram
kılınca onun parasını da haram kılar." ifadesi yer almamıştır.
Anlamı çok geniş olan
bu hadisler, üç grup eşyanın haram kılındığını göstermektedir:
1) Akıllan
ifsat edecek içecekler.
2) Bedenleri pis gıdalarla besleyerek insan
fıtratındaki tabiîliği .ifsat edecek yiyecekler.
3) Dinleri
ifsat edip şirke ve fitneye sebep olacak nesneler.
Birinci grubu haram
kılmak suretiyle aklı, onu ifsat ve izâle edecek şeylerden korumuş, ikinci
grubu haram kılmakla kalbi, onu ifsat edecek gıdaların ona ulaşmasından korumuş
—zira gıda ile gıdalanan arasında bir benzerlik sözkonusudur—, üçüncü grubu
haram kılmakla da dinleri, onların ifsadına sebep olabilecek şeylerden
korumuştur. Böylece bu nesnelerin haram kılınması akılların, kalplerin ve
dinlerin korunmasını garanti altına almıştr.
Ancak Rasûlullah'm (s.a.)
sözünün sınırlarını tam olarak kavrayabilmek, o sınırlar içine giren ve
girmeyen hususları bilebilmek, böylelikle o sözdeki umum ifade eden kelimeleri
anlayıp içine aldığı bütün grupları aynı zamanda lafzın ve mânanın şâmil olduğu
bütün grupların te'vîlini görebilmek, işte bütün bunlar Allah ve Rasûlü'nden
gelen hususları anlayabilme hususiyetidir ki, âlimler bu konuda birbirlerinden
derece derece farklıdırlar ve Allah o yeteneği dilediği kuluna ihsan eder. [456]
Şarabın satılmasının
haram kılınmasına ait hükme; sıvı, katı, sıkma veya pişirme ile elde edüen
bütün sarhoşluk verici maddelerin satışı girer.
Üzüm suyundan, kuru
üzümden, hurma, mısır, arpa, bal ve buğdaydar! elde edilen bütün sarhoş edici
içkiler ile sakin bir kalbi düşüncelerin en çirkinine doğru harekete geçiren
lânetli bir lokma, bunların hepsi Rasûlullah'm (s.a.) senedinin sağlamlığında
hiçbir şüphe bulunmayan sahih hadisinin nassı gereğince şarap hükmündedir. Bu
hadisin metninde de herhangi bir kapalılık sözkonusu değildir. O hadiste Hz.
Peygamber (s.a.): "Her sarhoşluk veren şey şaraptır."[457]
buyurmuştur.
O'nun hitabını ve
maksadını en iyi bilen ashabı kiramdan (r.a.) sahih bir yolla şu rivayet gelmiştir:
"Şarap aklı örten şeydir."[458]'
Yukarıda sayılan bütün çeşitlerin şarap adı altına girmesi; altın, gümüş,
buğday, arpa, hurma ve kuru üzüm çeşitlerinin hepsinin Hz. Peygamberin (s.a.)
şu hadisi içine girmesi gibidir: "Altını altın, gümüşü gümüş, buğdayı
buğday, arpayı arpa, hurmayı hurma ve tuzu tuz karşılığında satmayınız, ancak
misli misline satılması müstesna... "[459]
Bu çeşitlerden
herhangi birini, o ismin dışında tutmak nasıl caiz olmazsa, sarhoşluk veren
nesneleri de şarap ismininin dışında tutmak caiz değildir. Şayet böyle
yapılmazsa ortaya iki mahzur çıkar:
Birincisi: Hz.
Peygamber'in (s.a.) sözünden, kasdettiği mânanın kapsamı dışına çıkılmış olur.
İkincisi: Dışarıda
tutulan grup için O'nun koyduğu hükümden başka bir hüküm İcâd edilmiş olur ki,
bu Şâri'e (kanun koyucuya) ait olan lâfızların ve o lâfızların taşıdığı
mânaların değiştirilmesi demektir. Bir kimse bir grup eşyaya Şâri'in koyduğu
isimden başka bir isim koyarsa onun hükmünü de izâle etmiş ve dolayısıyla ona
başka bir hüküm vermiş olur. Hz. Peygamber (s.a.): "Ümmetimden bir kısım
insanlar şarap içecek, fakat ona başka isimler verecekler."[460]
hadisinde de görüldüğü üzere.ümmetinden bazılarının böyle bir fitneyle imtihan
olacaklarını bilince, bu konuda külli, umûmî ve her türlü yoruma kapalı apaçık
bir hüküm koydu ki, bu hüküm her yönüyle tam ve mükemmeldir: "Her
sarhoşluk veren şey şaraptır." Şayet Ebu Ubeyde, Halil ve onlar gibi Arap
dilinde otorite olan lisan âlimleri bu sözü dil açısından ele alsalardı, şöyle
derlerdi: Lisan otoriteleri her sarhoşluk veren şeyin şarap olduğuna
hükmetmişlerdir. Onların sözü bu konuda delil teşkil eder.
İnşallah yiyecekler ve
içecekler konusunda Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetinden bahsedilirken bu konuda
daha çok açıklama yapılacaktır[461]
Şayet şarap kelimesi lâfız
olarak her sarhoşluk veren şeyi ifade etmeseydi bile, asıl ile fer'in her
yönden birbirine denk olduğu sarih bir kıyas, içilmesinin ve satılmasının haram
olması hususunda, sarhoşluk veren bütün içki çeşitlerinin eşit olduğuna
hükmederdi. İM aynı çeşidin arasım ayırmak, her yönden birbirinin benzeri olan
iki şeyin arasım ayırmak demektir. [462]
Ölü hayvanın
satılmasının haram olmasına gelince, ister kendiliğinden ölsün, isterse helâl
olmasını sağlamayan bir şekilde kesilmiş olsun, ölü hayvan (meyte, lâşe) olarak
isimlendirilen bütün cinsler bu bölüme girmektedir. Aynı zamanda bütün
kısımları da bu bölümde mütâlâa edilir. İşte bu yüzden ashâb-ı kiram birçok
yönden faydalandıkları ölü hayvan yağının satışının haram kılınması konusunda
tereddüt ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) onlara, zikrettikleri
faydaları olmasına rağmen onun satışının da haram olduğunu haber verdi. İşte bu
nokta, âlimlerin, Hz. Peygamber'in (s.a.) maksadını anlamaktaki ihtilâflarından
dolayı ihtilâf ettikleri bir noktadır ki, açıklaması şöyledir. Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Hayır, o haramdır." sözü satış için mi, yoksa yağ ile
yaptıkları işler için mi söylenmiştir? Bu konuda üstadımız derki: Bu söz satış
içindir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) onlara, Allah'ın ölü hayvanın satışını haram kıldığım
haber verince, dediler ki: Onun yağında şöyle şöyle yararlar var. Bunu
söylerken şunu kastediyorlardı: Bu yararlan onun satışını caiz kılar mı? Bu
soru üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır, o haramdır." buyurdu.
Ben de bu konuda şunu
söylemek isterim: Sanki onlar ölü hayvanın yağının tahsis edilerek caiz
kılınmasını istediler. Bu tıpkı Hz. Abbas'm (r.a.) izhir (Mekke ayrığı) otunun,
Harem bölgesinde koparılması yasaklanan diğer bitkilerden ayn tutulmasını ve
onun kesilmesine cevaz verilmesini istemesi gibidir. Fakat Hz. Peygamber (s.a.)
onların bu talebine olumlu cevap vermemiş ve: "Hayır, o haramdır."
buyurmuştur.
Ahmed b. Hanbel'in
arkadaşlarından ve diğer fıkıh âlimlerinden bir grup da haram kılma ifadesinin,
ölü hayvan yağı ile yapılan işler için söylendiğini iddia etmişlerdir. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.) cevabında erkek için kullanılan
"o" îzamirini
kullanmış, dişi için kullanılan"o" zamirini kullanmamış, bununla da
zikredilen şeylerin hepsini (mezkûr) kasdetmiştir. Arap dilindeki bir kaide
gereği, bir zamirin en yakın mezkûra dönmesi de onların görüşünün tercihine
sebep oluyor. Mâna açısından bir başka tercih sebebi de şudur: Sözkonusu
işlerin mubah kılınması, ölü hayvan yağının temin edilmesine ve satılmasına
vesile teşkil eder. Aynı zamanda hadis-i şerifin bazı rivayetlerinde dişi için
kullanılan "o" zamiri de vârid
olmuştur. Bu zamir ya ölü hayvan yağlarına, ya da onunla yapılan işlere aittir.
Her iki takdirde de bu, onların sordukları işlerin haram kılındığına delil
olur.
Ebu Hureyre'nin (r.a.)
yağa düşen fare hakkında rivayet ettiği hadisteki şu söz de, bu görüşü
desteklemektedir: "Şayet yağ katı ise, fareyi ve düştüğü kısmın
çevresindeki yağı atınız, geri kalanı yiyiniz, sıvı ise o yağa yanaşmayınız,
"[463] Kandilde yakarak ondan
yararlanmak da ona yaklaşmak demektir.
Birinci görüşü tercih
edenler de diyorlar ki: Hz. Peygamber'den (s.a.) şu rivayet edilmiştir:
"Ölü hayvanın, ancak yemesi haramdır. "[464] Bu
hadis ondan, kandillerde yakıt olarak kullanmak veya delikleri tıkamak gibi
yemenin dışında yararlanmanın haram olmadığı konusunda açıktır. Yine
demişlerdir ki: Haram olan şey ancak, yemede ve giymede olduğu gibi pis olan
bir şeye zahirî ve bâtmî olararak dokunmaktır. Temas olmaksızın yararlanmak
sözkonusu olursa, niçin haram olsun?
Câbir'in (r.a.) hadisi
üzerinde düşünenler sorunun satış hakkında olduğunu, birçok faydalarından
dolayı bu konuda ruhsat istediklerini, Hz. Peygamber'in (s.a.) de bunu reddedip
"O, haramdır." Dediğini göreceklerdir. Şayet yukarıdaki işleri soracak
olsalardı, şöyle derlerdi: "Ölü hayvanın yağları için ne dersin, onunla
aydınlanmak, derileri yağlamak caiz midir?" Onunla şu şu yapılır,
demezlerdi. Çünkü bu soru sormak değil, haber vermektir. Aynı zamanda onlar bu
işleri, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Hayır, o haramdır." hadisinin
peşisıra söylememişlerdir ki, o hadis sözkonusu işlerin haram olduğunu açıkça
ifade etsin. Aksine ölü hayvanın satışının haram kılınması üzerine söylemişler
bununla da sanki O'ndan, çeşitli faydaları sebebiyle yağın satışının caiz
olması hususunda ruhsat istemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.) de bu izni
vermemiştir. Bu konuda en son şu söylenebilir: Hadiste iki ihtimal
bulunmaktadır. Böyle olunca, Allah ve Rasûlü'nün haram kıldığı bilinmeyen bir
şey haram olmaz.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) Semûd kavmine ait kuyulardan su içmeyi yasakladığı halde, o kuyulardan
çekilen su ile yoğrulan hamurları hayvanlara yedirmeyi mubah kıldığı
bilinmektedir.'[465]'
Necaseti yakarak ondan yararlanmak, her türlü mefsedetten, aynı zamanda bâtını
ye zahirî temastan da uzak olarak gerçekleşmektedir. Böyle olan bir şeyi şeriat
haram kılmaz. Zira şeriat ancak tamamı veya çoğu zarar olan şeylerle, o zarara
yol açan ve sebebiyet veren şeyleri haram kılar.
Ahmed b. Hanbel,
kendisinden gelen iki rivayetten birinde, temiz yağ ile karıştırıldığı takdirde
ölü hayvan yağının kandillerde yakılmasına cevaz vermiştir. Yine ondan gelen
rivayetlerin çoğunda, necis olan bir zeytinyağı yakarak aydınlanmak ve onunla
gemi boyamak caiz görülmüştür. Ebu Muhammed gibi bazı arkadaşları da onun gibi
düşünmektedirler. Delil olarak da İbn Ömer'in o yağ ile aydınlanmayı
emretmesini göstermektedirler.
îki oğlu Salih ve
Abdullah'tan rivayet edildiğine göre, Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: Necis
olan bir şeyin satışını hoş bulmuyorum. Necis olduğundan dokunmamak şartıyla,
onunla aydınlanmak mümkündür. Bu görüş hem aslen necis, hem de sonradan necis
olan her şeyi içine alır. Şayet bu görüşü sadece sonradan necis olan şeyler
için geçerlidir takdirinde bulunursa, bu söz ölü hayvan necâsetiyle veya başka
bir necasetle karışan yağla aydınlanmanın caiz olduğunu belirtmesi açısmdan
sahihtir. İmam Şafiî'nin görüşü de böyledir. Bu durumda tek başına ölü hayvan
yağı ile aydınlanmakla, temiz yağ ile karışmış ve onu necis hale getirmiş ölü hayvan yağı
ile aydınlanmak arasında ne fark vardır?
Bu soruya: Şayet, tek
başına olursa aynî necis olur, ona başka bir şey karışırsa, sonradan necis
olacağından yıkanmakla temizlenmesi mümkün bulunduğundan necaset bulaşan bir
elbise gibi olur. Bu yüzden bir rivayete göre sonradan necis olan yağın satışı
caiz görüldüğü halde, ölü hayvanın yağının satışı caiz görülmemiştir, diye
cevap verilirse, şöyle karşılık verilir: Şüphesiz kt, iki grup necasetin
arasını ayınp ayn ayn hükümlere tâbi kılanlar bu farka dayanmışlardır, ancak bu
fark da iki sebeple zayıftır:
Birincisi: Ne îmam
Ahmed'in, ne de îmam Şafiî'nin necis olan yağın yıkanması konusunda bir
görüşleri olduğu bilinmemektedir. Bu hususta onlardan tek kelime bile sâdır
olmamıştır. Ancak bazı arkadaşlarından böyle bir fetva gelmiş, İmam Mâlik'ten
benzeri bir görüş rivayet edilmiş, yıkanmakla temizleneceği söylenmiştir.
İkincisi: Bu fark
zeytinyağı ve susamyağı gibi yağlar için geçerli olsa bile, bütün yağlar için
geçerli olduğu söylenemez. Çünkü bazı yağların yıkanması mümkün değildir. İmam
Ahmed ve îmam Şafiî, necis olan yağ ile aydınlanmaya hiçbir ayınm yapmaksızın
cevaz vermişlerdir.
Aynı zamanda bu ayırım, pis
ve ister aslî ister sonradan necis olan bir şeyin kullanılmış olmasının
izahında bir fayda sağlamaz. Çünkü pis olan bir şeyi kullanmak sözkonusu
olacağı için, aydınlanmanın haram kılınmasında da, dumanın necaseti sebebiyle
haram kılınmasında da her iki çeşit yağ arasında bir fark yoktur. Bu yağlardan
biriyle aydınlanmaya cevaz verip diğeriyle vermemek hususunda, iki mezhep
.arasındaki ayırımın hiçbir mânası yoktur. [466]
îslâm âlimlerinin
çoğunluğu zirâatta, necis olan hayvan tersinin gübre olarak kullanılmasını caiz
görmüşlerdir. Burada hayvan tersi aslen necistir. Onu kullananın onunla teması,
ölü hayvanın yağını yaktığı kandil ile olan temasından fazladır. Gübrenin zirâi
mahsûllere yansımasındaki etki de yakıttaki etkiden üstündür ve ateşteki
değişimi, toprağın, havanın ve güneşin gübreyi değiştirmesinden daha fazladır.
Necasetin dumanı sebebiyle haram kılındığı söylenirse, o zaman da necasetin
dumanının da necis olduğunu kim kabul eder, hangi âyet veya hangi hadise
dayanarak? diye sorulur. Necasetin dumana dönüşmesi, hayvanın tersinin veya
necis suyun zirâi ürüne dönüşmesinden daha tamdır. Bu husus, duyu ve müşahade
ile bilinir ve şüphe edilmeyecek kadar acıktır. Hatta İmam Mâlik ve İmam Ebu Hanife'nin
bazı arkadaşları satışına cevaz bile vermişlerdir. İbnu'l-Mâcişûn der ki: İnsan
tersininin satılmasında bir beis yoktur. Çünkü bu da insanların
menfaatlarmdandır. İbnu'l-Kâsım da der ki: Hayvan dışkısının satılmasında bir
sakınca yoktur. el-Lahmî de onun bu sözünün insan dışkısının satılmasında da
bir beis olmadığına delâlet ettiğini söylemektedir. .Eşheb hayvan dışkısı
hakkında der ki: Bu hususta müşteri satıcıdan daha mazurdur. İbn Abdülhakem de
Allah'ın herhangi birini mazur görmediğini, her ikisinin de aynı derecede
günahkâr olduğunu söylemiştir.
Benim görüşüm de şudur: Doğru
olan bu son görüştür. Onlardan yararlanmak caiz olsa bile, satışları haramdır.
Buradaki maksadı şu şekilde ifade edebiliriz: Ölü hayvanın satışının haram
kılınması, ondan şahin, kartal vb. hayvanları beslemek ve yakıt olarak
kullanmak gibi, Allah'ın ve Rasûlü'nün haram kılmadığı şekilde yararlanmanın da
haram olmasını gerektirmez. İmam Mâlik, necis olan zeytinyağının mescidlerin
dışındaki yerlerin aydınlatılmasında kullanılmasına ve ondan sabun yapılmasına
cevaz vermiştir. Şunu bilmek gerekir ki, birşeyden yararlanma hususu, onun
satışı hususundan daha geniştir. Satışı haram olan hiçbir şeyden
yararlanıîamayacağı söylenemez. Aralarında bir bağlantı yoktur. Böyle olunca
bir şeyin satışının haram oluşuna bakarak, ondan yararlanmanın haram olduğuna
hükmedilemez. [467]
Murdar ölü hayvanın
satışının haram olması konusuna, eti, yağı, siniri gibi canlılık emaresi
bulunan ve ölümüyle bu durumun ortadan kalktığı kısımları girer. Tüyü, yünü ve
kılı gibi canlılık emaresi bulunmayan kısımları bu konuya girmez. Çünkü onlar
ölü hayvan hükmünde olmadıkları gibi, hayvan hayatta iken diğer organlar gibi
canlılık emaresi de göstermezler. İlim erbabının çoğunluğu şu görüştedir: Ölü
hayvanın kılı, yünü ve tüyü, temiz bir hayvana ait olması kaydıyla temiz
sayılır. İmam Mâlik, Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel, Leys, Evzaî, es-Sevri, Davud,
İbnu'l-Münzir, el-Müzenî, tabiîn neslinden Hasan el-Basri, İbn Şîrîn ve
Abdullah b. Mes'ûd'un arkadaşları bu görüştedirler. Yalnızca İmam Şafiî, bu
kısımlarının da necis olduğuna hükmetmiştir. Delil olarak da hem akim hem de
naklin (yani Kur'an va sünnetin) ölü hayvan isminin bü kısımları da içine
aldığını ifade etmesini göstermiştir. Nakli delil: İbn Adî'nin el-Kâmil adlı
eserinde İbn Ömer'den rivayet edilen merfû hadiste: Tırnaklan, kam ve kılı defnediniz, çünkü
onlar murdardırlar (meyte).'* buyrulmasıdır. Aklî delile gelince: Bu kısımlar
da hayvana bitişik olup onunla beraber büyür, dolayısıyla diğer organları gibi
ölümüyle de necis olurlar. Aynı zamanda tıpkı domuz kılında olduğu gibi necis
bir mahalde biten kıl da necistir. Yaratılıştaki aslıyla olan irtibatı, onun
hükmüne tâbi olmayı gerektirmiş, örfe göre de kıl bittiği mahalle tâbi
sayılmıştır. Şari'in o konudaki hükümleri bu duruma uygun düşecek şekildedir.
Meselâ, temizlikte kılların yıkanmasını da vacip kılmış, ihramlı birinin,
avlanması yasak hayvandan kıl almasını, onun bir organını almak gibi telakki
edip ceza takdir etmiş; nikâhla helâl, talâkla da erkeğine haram olan kadının
saçını da ondan bir parça saymıştır. Diğer yandan Şâri'in, malların imkân
Ölçüsünde ıslah edilip kullanılır hale getirilmesi, korunması ve zayi
edilmemesi konusunda titizlik gösterdiğini, Meymûne'nin koyunu için:
"Derisini alsanız ya, tabaklayıp ondan yararlanabilirsiniz. "[468]'
buyruğunu biliyoruz. Şayet kü temiz olsaydı, onun alınmasını tavsiye etmesi
daha uygun olurdu, zira külfetsiz ve alınması kolay bir iştir.
Kıl, yün
gibi şeylerin temiz
olduğunu savunanlar da
şöyle demektedirler.
1) Allah
Teâlâ âyet-i kerimesinde: "Onların yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından
bir süreye kadar (faydalanacağınız) bir ev eşyası ve bir ticaret malı meydana
getirdi."'[469]' Bu
ifade, hem ölü hem de diri
hayvanlara ait olan
yün vs. içindir.
Ahmed b. Hanbel'in Afüsned'inde, Ma'mer — Zührî —
Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe — İbn Abbas (r.a.) yoluyla gelen bir hadiste şöyle
buyrulmaktadır: Hz. Peygamber (s.a.)
Meymûne'ye ait olan ölü bir koyunun yanından geçiyordu. Buyurdular ki:
"Derisinden yararlansanız ya!" Oradakiler de : "Nasıl olur, o
ölü (murdar) bir hayvan." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.î:
"Haram olan ancak onun etidir."'14' buyurdu. Bu hadis etin dışında
kalan organların temiz olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir. Domuz
etinde olduğu gibi, yağ, ciğer, dalak, kuyruk (yağı) gibi şeyler de et
hükmündedir. Kemik, boynuz ve tırnak konusu bu noktada bir çelişki
göstermemektedir. Bu meselenin hemen ardından izah edeceğimiz üzere sahih olan
görüş onların da temiz olduğudur.
2) Yumurtada olduğu gibi hayvanın hayatında
alınsa bile temiz sayılır, diğer organlarının aksine ölümüyle necis olmaz.
Canlı hayvanı kırkmak ve kılının da necis sayılmaması konusunda icmâ vardır. Bu
durum kılın hayvandan bir parça
sayılmadığma ve ruhunun olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.): "Canlıdan ayrılan her şey, ölü hayvan (hükmünde) sayılır."'[470]'
buyurmuş, Sünen sahipleri de rivayet etmiştir. Aynı zamanda kırkılması
esnasında hayvan acı duymaz ve yalnızca kılına dokunulmasını hissetmez. Bütün
bunlar onda hayat olmadığını göstermektedir. Büyümesine gelince bu onun
hayatiyetine ve hayvandan ayrılmasıyla necis olacak bir hayvânîliğe sahip
olduğuna delâlet etmez. Sadece büyüme tek başına hayatiyetin delili olsaydı ve
bu hayatiyetin sona ermesiyle de o mahallin necis olduğunu ifade etseydi,
kuruyan tarım ürünleri de bu sebeple necis olurdu.
3) İki çeşit hayat vardır: Duyma ve hareket etme
hayatı, büyüme ve gıdalarıma hayatı. Birinci çeşidin sona ermesi canimin temiz
olmasını etkilediği halde, ikinci çeşidin sona ermesinin böyle bir etkisi
yoktur.
4) Etin
necis olması, pis
olan bazı sıvıların
orada kalması sebebiyledir.
Kıllar ve yünler için böyle bir durum yoktur. Bu husus, ileride açıklanacağı
gibi, kemikler ve tırnakların durumu ile nakzedilmiş olmaz.
5) Eşyada
asıl olan temizliktir. Pislik onlara, bazı değişmeler sebebiyle sonradan arız
olur. İnsanın yediği temiz gıdaların değişerek dışkı haline geçmesi, temiz olan üzüm suyunun şarap
haline gelmesi vs. bu cümledendir. Kıllar değişime uğramaları
sırasında zaten temizdi. Sonra, ölüm anında onlann necis olmasını gerektiren
hiçbir şey de olmadı. Diğer organlar ise böyle değildir. Onlan necis yapan şey,
Ölümle pis rutubetlerin içeride birikmesi, dışan çıkamamasıdır.
6) Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği hadise
gelince[471] bu hadisin isnadında
Abdullah b. Abdülaziz b. Ebî Ravvâd vardır ki, Ebu Hatim er-Râzî onun hakkında:
"Hadisleri münkerdir, benim nezdimde dürüst biri değildir." demekte,
Ali b. Hüseyin el-Cüneyd de: "Beş para etmez, uydurma hadisler
nakletmektedir." ifadesini kullanmaktadır.
Meymûne'ye ait olan
ölü koyun hadisinde Hz. Peygamber'in (s.a.): "Derisinden yarariansaydınız
ya!" deyip yününden hiç bahsetmemesi hususunu üç şekilde cevaplandırmak
mümkündür:
Birincisi: Hz.
Peygamber (s.a.) deriden yararlanmayı mutlak bir ifade ile söylemiş, yününün
kırkılmasını emretmemiştir. Halbuki üzerinde yün bulunması kaçınilmazdır. O halde bu hadis hem (ölü
hayvanın) yünü ve kıiıyla, hem de kırkılmış haldeki bütün derilerden
yararlanmanın caiz
olduğuna delalet eder.
İkincisi: Aynı hadiste
Hz. Peygamber: "Ölü hayvanın ancak yenmesi (veya eti) haram kılınmıştır."
buyurmakla, kılından da yararlanmak gerektiği hususunda yol göstermiştir.
Üçüncüsü: Kıl (ya da
yün) Ölü hayvandan bir parça sayılmadığı için ona temas etmemiştir. Çünkü diğer
organlar gibi, hayvanın ölümüyle canlılığım yitirmiş bir organ değildir. Ona
tâbi olduğu gerekçesi de, tabaklanan derisinden —üzerinde yünü de olsa—
yararlanmanın caiz olması dolayısıyla geçersiz kalır. Temizlik esnasında
kılların yıkanması konusundaki delilleri, sargı meselesi sebebiyle, av
hayvanından alındığında ceza gerekmesi delilleri de yumurta ve cenin meseleleri
sebebiyle bâtıl olur. Nikâh konusuna gelince, kadının saçı vücuduna bitişik
olduğu, ondan ayrılması bütünlüğü olumsuz yönde etkileyeceği için ona tâbi
olmuştur. Buradaki meselede ise, kıl ölü hayvanın vücuduna necasette tâbi olsa
bile, o görüş sahiplerine göre, vücuttan ayrıldıktan sonra
necaset ondan ayrılmaz.
Böylece aradaki fark
anlaşılmış oldu.
Bu noktada şöyle bir
soru sorulabilir: Ölü hayvanın satışının haram kılınması, kemiği, boynuzu ve
tabaklandıktan sonra derisinin de satışının haram kılınmasını içine alır mı?
Cevap: Ölü hayvanın
ancak yenmesi ve —yenmesi haram kılınan etin— kullanılması (yani satılıp
parasının yenmesi) haramdır. Hz. Peygamber (s.a.) bu hususa: "Allah Teâlâ
bir şeyi haram kıldığı zaman onun parasını da haram kılmıştır."[472]
hadisiyle işaret etmiştir. Bir başka rivayette de: "Allah bir şeyi haram
kıldığı zaman, onun parasının yenmesini de haram kılmıştır."
buyurulmuştur. Bu da göstermektedir ki, satışı haram olan şeyin yenmesi de
haramdır.
Tabaklanmış deriye
gelince; o artık temiz olmuştur ve hem elbise hem de sergi vs. olarak ondan
yararlanılabilir. Bu duruma göre, satışı da caiz olmalıdır. İmam Şafiî eski
kitabında satışının caiz olmadığına hükmetmiş, arkadaşları da bu konuda ihtilâf
etmişlerdir. Bunlardan Kaffâl: "Şafiî'nin bu hükmü ancak, İmam Mâlik'in
Tabaklanan derinin dışı temizlenir, ama içi temizlenmez.' sözüne uygun düşen
bir takdirle anlaşılır hale gelir." demektedir. Bazı âlimler de İmam
Şafiî'nin yeni görüşüne göre, içi de dışı da temizlense bile satışının caiz
olmadığını söylemişlerdir. Çünkü o gerçekte ölü hayvanın bir parçasıdır. Bu
sebeple eti ve kemiği gibi derisi de satılamaz. Bazıları da tabaklandıktan
sonra yararlanılabilecek
temiz bir mal durumuna geldiğini ve şer'î Ölçülere göre kesilmiş bir hayvan
derisi gibi satılmasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Bir başka grup da,
"Bu konu tabaklamanın değerlendirilmesine, onun necaseti izâle mi ettiği,
yoksa derinin mahiyetini mi değiştirdiği sorusuna dayanır. Şayet mahiyetini
değiştirdiğini (istihale) kabul edersek satışının caiz olduğunu söyleyebiliriz,
çünkü o artık Ölü bir hayvan parçası değil, bambaşka bir nesne olmuştur. Şayet
necaseti izâle ettiğini söylersek, bu durumda satışı caiz olmaz. Çünkü ölü
hayvanın niteliği satışının haram olmasıdır. Bu nitelik değişmeyip bakî
kalmıştır." demektedirler.
Aynı ihtilâf üzerine,
sözkonusu derinin yenmesinin caiz olması meseleini de bina etmişler ve bu
mevzuda da üç görüş ileri sürmüşlerdir: 1) Yenebilir, 2) Yenmesi haramdır, 3)
Eti yenilen hayvanların dertleriyle, eti yenmeyen hayvanların derileri ayn ayrı
ele alınmalıdır. Birinci görüşü savunanlar mâhiyet değişimi (istihale) hükmünü,
ikinci görüşü savunanlar necaseti giderme (izâle) hükmünü galip durumda
görürken, üçüncü görüşü savunanlar da tabaklamayı sert ölçüye uygun kesme gibi
değerlendirmişler ve dolayısıyla kesildiği zaman eti yenen hayvanın derisinin
de yenilebileceğini söylemişlerdir.
Mutlak olarak
yenmesine cevaz veren görüş, açık seçik sünnete muhalif olup bâtıldır. Bu yüzden
onlar da böyle bir sonuca ancak, tabaklandıktan sonra derinin ölü hayvan
(murdar) sayılamayacağını iddia ederek varmışlardır. Bu ise geçersizdir. Çünkü
o deri, gerçek mânada his ve hüküm açısından ölü bir hayvan derişidir.
Tabaklandıktan sonra ondaki "ölü olma" vasfmı giderecek yeni bir
hayat zuhur etmiş değildir. Tabaklamanın mahiyet değişimi (ihale) sayılması,
maddî plânda bâtıldır. Çünkü derinin hiçbir şeyi değişmemiştir. Ateşin odunu
kül ettiği veya tuz deryasına atılan ölü hayvanların orda tuza dönüştüğü gibi,
tabaklama işi ile de deri bir halden başka bir hale dönüşür iddiası tamamen
geçersizdir.
İmam Mâlik'in
arkadaşlarına gelince, onlardan İbnu'l-Kâsim el-Müdevvene'de ölü hayvan
derisinin tabaklandıktan sonra da satışına cevaz vermemektedir. et-Tehzîb adlı
eserin müellifi de aynı görüştedir, el-Mâzerî ise: "Bu görüş tabaklamanın
deriyi temiz kılmayacağı düşüncesinin muktezasıdır. Şayet tam olarak
temizlendiğini kabul edersek, mubah olan bir çok yararlarından dolayı satışma
da cevaz veririz." demektedir.
Ben de derim ki:
Tabaklanmış cildin temizlenmesi konusunda İmam Mâlik'ten iki rivayet gelmiştir.
Birincisi: Derinin hem içi hem de dışı temizlenir. Vehb'in yaptığı bu rivayeti
esas alan arkadaşları satışını caiz görmüşlerdir. İkincisi: —Bu daha meşhur olanıdır.—
Tabaklama ile deri özel bir temizlik kazanır ve kuru zeminde veya sadece sulu
yerlerde kullanılması caiz olur. Suyun dışındaki diğer sıvılarla temas edecek
yerlerde kullanılmaz. Bu rivayete göre ne satılması, ne de sergi olarak
üzerinde veya elbise olarak İçinde namaz kılınması caizdir.
Bu konuda îmam
Ahmed'in görüşü ise şöyledir: Tabaklanmadan önce ölü hayvanın derisinin
satılması caiz değildir. Tabaklandıktan sonra satılmasının caiz olacağı
konusunda da ondan iki rivayet bulunmaktadır. Arkadaşları bu iki rivayeti de
mutlak olarak nakletmişlerdir, ama bana göre bu, derinin tabaklandıktan sonra
temiz sayılıp sayılmayacağı meselesiyle ilgili rivayetlerin farklılığına
dayanmaktadır.
Necis yağın satışında
da Ahmed b. Hanbel'in mezhebinde üç görüş vardır:
Birincisi: Satışı caiz
değildir.
ikincisi: Necis
olduğunu bilen bir kâfire satışı caizdir. Ahmedi Hanbel'in fetvası bu
şekildedir.
Necis olduğunu
bilmesinden maksat, onu necis yapan sebebi biîmesidir. Yoksa necis olduğuna
inanması değil.
Üçüncüsü: Müslümana da
kâfire de satılabilir. Bu görüş yakılmasının caiz olması ve yıkanmasıyla
temizlenmesi sebebiyle,ileri sürülmüştür. Bu durumda necis bir elbise gibi
kabul edilmiştir. Bazı arkadaşları da, necis yağın satışının cevazına
dayanarak, necis olan hayvan dışkısının da yakıt olarak satılabileceği görüşünü
belirtmişlerdir. Bu değerlendirme doğrudur.
Ebu Hanife'nin
arkadaşlarına gelince, onlar da hayvan dışkısının bir başka şeye bağlı olarak
satışını caiz görürken, tek basma satılmasına cevaz vermemişlerdir.
Ölü hayvanın kemiğinin
satılması meselesine gelince, Ebu Hanife ve arkadaşları ile Mâlik'in
arkadaşlarından îbn Vehb gibi, (kemiğin) ölüm ile necis olmadığını kabul eden
fakihlere göre satışı caizdir. Ancak temiz sayılmasının kaynağında farklı
görüşler vardır. Ebu Hanife'nin arkadaşları, kemiği ölü hayvandan bir parça
olarak kabul etmeyip, meyte (ölü hayvan, murdar) adı altına girmeyeceğini ve
kemiğin, acı vermesinin de onun hayatiyetine delil olmayacağını, çünkü acının
kemiğin kendisinden değil, çevresindeki etlerden kaynaklandığını savunmuşlardır.
Allah Teâlâ'nın: "Dedi ki: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek."[473]'
âyeti kerimesini de "kemiklerin sahipleri" şeklinde izah ederek
oradaki tamlamada, tamlananın hazf edildiğini söylemişlerdir. Diğer fakihler
ise, bu yaklaşımı çok
zayıf bulmuşlar ve şöyle demişlerdir: Kemik gerçekte acı duyar ve onun acısı
etinkinden daha şiddetlidir. Âyet-i kerîmede tamlananın hazf olunduğunu
söylemek de İki sebepten doğru değildir: Birincisi: Âyete tamlanan takdir etmek
delilsiz bir ilâvedir. Bu ise mümkün değildir. İkincisi: Bu takdir, kemiklerin
hayatı konusunda şüphe İzhar ederek soru soran kimsenin sorusuna cevap
vermemeyi gerektirirdi. Halbuki, Ubey b. Halef eline çürük bir kemik alıp Hz.
Peygamber'e (s.a.) gelerek onu elinde ufaladıktan sonra, "Ey Muhammedi Ne
dersin, ufalandıktan sonra da Allah bu kemiği diriltecek mi?!" diye
sorduğunda. Hz. Peygamber (s.a.} şu cevabı vermişti: "Evet. seni
diriltecek ve cehenneme gönderecek. "'[474]
Kemiğin temiz
sayılmasının kaynağı, ortada onu necis yapacak bir şeyin bulunmaması ve
dolayısıyla temizliğine hükmedilmesidir. Kemiğin ete kıyas edilmesi doğru
değildir. Çünkü pis olan sıvıların (kan ve irin gibi) biriktiği yer, kemik
değil ettir. Bu durum tıpkı bazı canlıların tam bir hayvan olduğu halde kanları
olmadığı için ölümleri sebebiyle necis olmaması gibidir. Çünkü onlan necis
yapacak herhangi bir sebep yoktur. Kemiğin böyle kabul edilmesi daha uygundur.
Bu değerlendirme birinciden daha doğru ve daha kuvvetlidir. Bu duruma göre
aslen temiz bir hayvanın ölüsüne ait olan kemiklerin satılması caizdir.
Necis olduğunu kabul edenler
ise, satışına cevaz vermemektedirler. Çünkü onlara göre necaset bizzat
kemiktedir. İbnu'l-Kâsım, imam Mâlik'in şöyle dediğini kaydeder: Kemiğin ne
satılmasını ne de alınmasını doğru buluyorum. Filin dişlerini de öyle.
Ticaretinin yapılması caiz değildir. Fildişinden yapılan tarakları ve
yağdanlıkları kullanmak caiz değildir. Ölü hayvanın parçası olan kemikten
yapılmış bir yağdanlığa nasıl yağ konulur ve ıslak olan bir sakal nasıl o
kemikten yapılmış bir tarakla taranabilir? Kemikle bir şey pişirilmesini de
mekruh görmüştür. Mutarrif ve İbnu'l-Mâcişûn fildişinin satışını mutlak olarak,
İbn Vehb ve Asbağ da ancak suda kaynatıldıktan sonra caiz görmüşler, kaynatma
işini derinin tabaklanması gibi kabul etmişlerdir. [475]
Domuzun satışının haram
kılınması, zahirî ve bâtını bütün organlarına şâmildir. Çoğu et olduğu halde,
domuzun yenmesinin haram olduğuna işaret için nasıl etinin zikredildiğini
düşününüz, Âyet-i kerîmede etinin zikredilmesi, herşeyden önce (öldürülmesi
değil de) yenmesinin haram
olduğuna dikkat çekmek içindir. Avlanmada bunun aksi vârid olmuş ve "Size
av hayvanının eti haram kılındı." denilmeyip avın bizzat kendisi haram
kılınmıştır ki, hem öldürülmesini hem de yenilmesini ifade etsin. Burada (yani
hadiste) ise domuzun satışını haram kılınca tamamını zikretmiş, ölü ve diri her
halükârda satışının haram kılındığını göstermek için haram kılmada sadece
etinin satışını tahsis etmemiştir. [476]
Putların satışının haram
kılınmasına gelince, bu hükümden, Allah'a şirk koşmak için edinilen put, haç,
heykel gibi her türlü âlet ve eşyanın satışının haram kılındığı anlaşılır.
Konusu şirk ve Allah'tan başkasına ibadet olan kitaplar hakkındaki hüküm de
böyledir. Bütün bunların ortadan kaldırılması gerekir. Bu tür eşyaların
satılması, başkalarının onlan almasına ve dolayısıyla fitneye duçar kalmalarına
sebep olur. Bu yüzden onların satışının haram kılınması, başka şeylerin
satışının haram kılınmasından evlâdır. Onların satışının zararı, bizzat
kendilerinde bulunan zarara göredir. Hz. Peygamber'in (s.a.) yukarıdaki hadiste
putun satışının haram kılmasını en son zikretmesi, onun haram olma derecesinin
daha hafif oluşu sebebiyle değil, aksine en hafiften en ağıra doğru çıkması sebebiyledir.
Meselâ, şarabın durumu ölü hayvandan daha iyidir. Zira kendiliğinden sirkeye
dönüşmesi, hatta bazı âlimlere göre insan eliyle bile dönüştürülmesi halinde
muteber mal sayılır. Yine bazı âlimlere göre zimmîye ait olan şarap telef
edildiğinde tazmin edilirken, ölü hayvan tazmin edilmez. Allah Teâlâ'nm şarabın
aksine, ölü hayvan etinin yenmesi karşılığında had (şer'an takdir edilmiş ceza)
koymaması insan tabiatının ondan nefret etmesi ve tabiî olarak ondan uzak
durması sebebiyledir. Domuz ise, ölü hayvandan daha şiddetli haramdır. Bu
yüzden Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede yalnızca onun necis olduğuna
hükmetmiştir: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin
yiyeceği içinde (sizin haram dediklerinizden böyle) haram edilmiş bir şey bulmuyorum.
Yalnız gerek ölü, gerek dökülen kan, gerek domuz eti —ki bu şüphesiz bir murdardır—, yahut Allah'tan başkasının adına boğazlanmış bir fısk olmak müstesnadır."[477]
sözündeki zamir,
kelimesinin lâfzı itibarıyla
âyette zikri geçen her üç nesneye dönebilirse de, üç sebepten dolayı sadece
domuz etine ait olduğu görüşü kuvvet kazanmaktadır. Birincisi: Zamirin
"domuz eti" kelimesine olan yakınlığı. İkincisi: Müzekker (erkek) olarak gelip î
şeklinde müennes (dişi) olarak getirilmemesi. Üçüncüsü: Zamirden önce bir ve
bir de haflerinin bulunması. Bu harflerin getirilmesi haram kılınmanın illetine
dikkat çekerek nefisleri ondan uzaklaştırmak içindir. Bazı insanların
tabiatında onu güzel bulmak ve ondan lezzet almak meyli vardır. Allah Teala bu
ifâde ile onda vehmedilen güzellik ve lezzetin bulunmadığını, bilâkis onun
murdar olduğunu haber vermiştir. Ölü hayvan ve kan için böyle bir habere
ihtiyaç yoktur. Zira onların murdar olduğu herkesçe kabul edilmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de bunun benzeri bazı konular bulunmaktadır. Onlar üzerinde
düşününüz. Daha sonra da putlann satışının haram kılındığını zikretmiştir ki o,
haram ve günah olma bakımından büyük, İslâm'a ters düşmesi bakımından da şarap,
ölü hayvan ve domuz satmaktan daha ileri derecededir. [478]
Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Allah bir şeyi haram kıldığı zaman, onun parasını yemeyi de haram
kılar." hadisi ile iki husus kastedilmiştir. Birincisi: Şarap, ölü hayvan,
kan, domuz ve şirke vesile olan âletler gibi hem kendisi hem de ondan
yararlanması haram olan şeyler. Bütün bunların parası haramdır.
İkincisi:
Tabaklandıktan sonra Ölü hayvanın derisi, evcil eşekler ve katırlar gibi
yalnızca yenmesi haram kılınıp, yemenin dışındaki yararlanmaların mubah
kılındığı şeyler. Bu sınıfa giren şeylerin hadiste zikre dilmediği
söylenebilir. Hadise giren şeyler mutlak olarak haram kılınanlardır. Aynı
zamanda, zikredildiği de söylenebilir. Bu durumda parasının haram kılınması,
haram kılman menfaat sebebiyledir. Eşekler ve katırlar, üzerine binilmek için
satıldıkları zaman paralan helal olduğu halde, etlerinin yenmesi için
satılırlarsa haram olur. Ölü hayvanın derisi, ondan yararlanmak için satılırsa
parası helal, yenmek için satılırsa haram olur. Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve
arkadaşları gibi fukahanm çoğunluğu buna benzer meseleler için şöyle
demişlerdir: Şarapçıya satılan üzümün parasını yemek haramdır ama, onu yemek
için alan bir kimseye satma sonucu elde edilen para helaldir. Müslümana karşı
kullanmak üzere silah satmaktan elde edilen para haram olduğu halde, aynı
silahı Allah yolunda cihad edecek bir gaziye satmaktan elde edilen kazanç en
güzel kazançtır. Aynı şekilde giymesi haram olan br kimseye ipek kumaş satmanın
kazancı haram, giymesinde sakınca bulunmayan birine satmanın kazancı helâldir.
Bu noktada şöyle bir
soru sorulabilir: Bir müslümanın, necis olmuş bir yağı, onun temiz olduğuna
inanan bir zimmîye satmasına cevaz verdiğiniz gibi, şarap ve domuzu da, onların
helâl olduğuna inanan zimmîye satmasına cevaz verir misiniz?
Bu soruya şöyle cevap
verilir: Bu caiz olmaz, parası da haramdır, Çünkü zikri geçen iki konu arasında
şu fark vardır: Sonradan necis olan yağ aslında, kendisine pislik karışmış
temiz bir maldır ki, necasetin tahakkuk edip etmediği tartışmalıdır. Bir grup
âlim onun ancak bir değişikliğe uğrarsa neeis olacağını söylerken, bir başka
grup da necis olsa bile yıkamak suretiyle temizlenebileceğini savunmuşlardır.
Allah'ın bütün dinlerde ve bütün peygamberlerinin lisanıyla haram kıldığı ölü
hayvan, kan ve domuz böyle değildir. Çünkü onları mubah saymak, bütün
peygamberlerin haram olduğunda ittifak ettikleri şeylerde, onlara muhalefet
etmektir. Kâfirlerin onları helâl sayması, sonucu değiştirmez. Bu tıpkı
müşriklere put satmak gibidir ki, Allah ve Rasûlü'nün haram kıldığı da budur zaten,
yoksa bir müslüman hiçbir zaman put satın almaz.
Soru: Şarap, ehl-i
kitab için helâldir ve onlara satılmasına cevaz verilmiş midir?
Cevap: Bu mesele, Hz.
Ömer'in (r.a.) memurlarından bir kısmının vehmine dayanmaktan öteye geçmez.
Sonunda Hz. Ömer onlara bir mektup yazmış ve onlan bu uygulamadan men etmiş,
şarabın satış işinin bizzat ehl-i kitaba bırakılmasını, onlardan borçlarına
karşılık şarabın parasının alınmasını emretmiştir. Ebu Ubeyd — Abdurrahman —
Süfyan b. Saîd — İbrahim b. Abdula'lâ el-Ca'fî — Süveyd b. Gafle yoluyla gelen
bir rivayete göre, bazı insanların (yani görevli memurların) cizye olarak domuz
aldıkları yolunda haberler, Hz. Ömer'e ulaştı. Bilal (r.a.) kalkıp dedi ki:
"Evet, onlar böyle yapıyorlar." Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) buyurdu
ki: "Satışını onlara bırakınız."'[479]'
Ebu Ubeyd — el-Ensârî
— İsrail —İbrahim b. Abduîa'lâ — Süveyd b. Ğafle yoluyla gelen diğer bir
rivayete göre Bilal, Hz. Ömer'e (r.a.) şöyle dedi: "Zimmîîerin haraçlarını
toplamak için görevlendirdiğin memurların, haraç olarak şarap ve domuz
alıyorlar." Bunun üzerine Hz. Ömer buyurdu ki: "Onlardan (şarap ve
domuz) almayınız, fakat onlara (yani zimmîlere) onlan sattırınız, siz de (haracı)
onların parasından alınız."[480]'
Ebu Ubeyd bu noktada
der ki: Müslümanlar zimmîlerden cizye ve haraç olarak şarap ve domuz (kıymetine
göre hesaplayarak) alıyorlar, sonra onlan bizzat kendileri satıyorlardı.
Bilal'ın doğru bulmadığı ve Hz.Ömer'in de yasakladığı husus budur. Daha sonra
Hz. Ömer, zimmîlerin kendilerine ait olan şarap ve domuzu bizzat kendilerinin
satmaları halinde, haraç memurlarının, onların parasını kabul edebileceklerini
söylemiştir. Çünkü şarap da domuz da, zimmüere ait mallardır, müslüman için mal
olmazlar.
Hz. Ömer*e ait başka
bir hadis bu konuyu açıklamaktadır. Ali b. Ma*bed — Ubeydullah b. Amr — Leys b.
Ebî Süleym yoluyla gelen rivayete göre, Hz. Ömer memurlarına mektup yazarak,
aldıkları domuzlan öldürmelerini ve cizye vermesi gerekenlerin cizyelerini o
domuzların parasından almalannı emretti.[481] Ebu
Ubeyd der ki: Hz. Ömer o mallan zimmîlerin malı olarak görmeseydi, onlan
cizyeden bedel kılmazdı.
Bir zimmi şarap ve
domuzuyla öşür memurlanyla karşılaşırsa, öşür memurunun o mallardan öşür alması
hoş (helâl) olmaz. Aynı zamanda o mallann parasından da alamaz. O mallan
satanın zimmî olması sonucu değiştirmez. Bu konu önceki konu gibi değildir.
Çünkü cizye ve haraç zimmîîerin kendi nefisleri ve toprakları üzerine konulan
bir vergi olduğu halde öşür, bizzat şarap ve domuz üzerine konulmuş olmaktadır.
Bu yüzden, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Allah bir şeyi haram kılarsa, onun
parasını da haram kılar." hadisi sebebiyle o malların parasını almak da
güzel değildir. Hz. Ömer'in bu konuda diğer konudan farklı bir şekilde fetva
verdiği rivayet edilmektedir. Aynı rivayet Ömer b. Abdülaziz'den de
gelmektedir.
Ebu'l-Esved el-Mısrî —
Abdullah b. Lehî'a — Abdullah b. Hübeyre es-Sebâî yoluyla yapılan bir rivayete
göre Utbe b. Ferkad, Ömer b. Hattab'a, şarap vergisi olarak kırkbin dirhem
göndermiş, bunun üzerine Hz. Ömer ona şu mektubu yazmıştır: "Bana şarap
vergisi göndermişsin. Halbuki sen buna muhacirlerden daha lâyıksın." Bu
durumu halka haber verdi ve dedi ki: Vallahi seni hiçbir konuda
görevlendirmeyeceğim. Bunun üzerine onu terketti.[482]
Abdurrahman — Müsennâ
b. Saîd ed-Dabaî yoluyla gelen bir rivayete göre Ömer b. Abdülaziz, Adî b.
Ertât'a, onun tarafından gönderilen mallann bir dökümünü göndermesini, bu
dökümde, malların nereden geldiğinin belirtilmesini istedi. Bunun üzerine o da
bir cevap yazarak mallan tasnif etti. Yazdığı mallar arasında dörtbin dirhem
şarap öşürü de vardı. Bir müddet sonra mektubunun cevabı gelmiş ve orada şöyle
yazılmıştı: "Sen bize gönderdiğin dökümde şarap öşürü olarak dörtbin
dirhem kaydetmişsin. (Bilesin ki) bir müslüman şaraptan öşür alamaz ve
onun alım-satımını da yapamaz. Sana bu
mektubum geldiği zaman, o adamı bul ve bu malı ona geri ver, çünkü o bu mala
daha lâyıktır." O da mektubu alınca emredildiği gibi yaptı.
Ebu Ubeyd: "Her
ne kadar İbrahim en-Nehaî başka görüşte ise de, bana göre uygulamaya esas olan
görüş budur." der ve daha sonra İbrahim en-Nehaî'den, yanında şarapla Öşür
memuruna uğrayan zimmîden alınacak miktarın ikiye katlanacağı görüşünü
nakleder.[483]
Ebu Ubeyd der ki: Ebu Hanife,
öşür memuruna, yanında şarap ve domuz olarak uğrayan zimmînin şarabından öşür
alınacağını, domuzundan alınmayacağını söylerdi. Muhammed b. Hasan'm Ebu
Hanife'den bu şekilde rivayette bulunduğunu duydum. İkisi de halife olan Ömer
b. Hattab ile Ömer b. Abdülaziz'in görüşleri kabul edilip uyulmaya
daha lâyıktır.
Allah en iyisini bilir. [484] .
Buhârî ve Müslim'in
Saftih'lerinde îbn Mes'ûd'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) köpeğin
parasını, fahişenin ücretini ve kâhinin ücretini yasaklamıştır."'[485]
Müslim'in Sahih'inde
Ebu'z-Zübeyr'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Câbir'e köpek ve kedinin
parasını sordum. O da Hz. Peygamber (s.a.) bunu yasakladı diye cevap verdi[486]'
Ebu Davud'un
Sünen'inde yine Ebu'z-Zübeyr'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.)
köpek ve kedinin parasını yasaklamıştır. [487]
Müslim'in SaMfr'inde Râfi' b.
Hadîc yoluyla gelen bir hadiste Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Kazancın en şerlisi fahişenin ücreti, köpek parası ve hacamatçının
kazancıdır. [488]'
Bu hadisler dört
hususu içine almıştır:
Birinci hüküm: Köpek
satışının haram kılınması. Bu hüküm ehl-i hadis fakihlerinin tamamına göre, büyük ya da küçük
av, çoban ve bekçi köpeklerinin bütününü içine almaktadır. Ebu Hanife ve
Mâlik'in arkadaşları köpek satışını ve parasını yemeyi caiz görmüşlerdir. Kadı
Abdulvahhâb da: "Arkadaşlarımız, beslenmesine izin verilen köpeklerin
satışının hükmü konusunda ihtilâf etmişlerdir; bir kısmı mekruh olduğuna, bir
kısmı da haram olduğuna hükmetmiştir." demektedir.
Bazı âlimler de satışı
sahih olan şeyler konusunda müstakil bir kaide geliştirmişler, köpek satışı
meselesini de o kaideye göre değerlendirmişler ve şöyle demişlerdir: Bütün
yararlan haram kılman şeylerin satışı caiz değildir. Çünkü maddî olarak mevcut
olmayan şeyle dînî olarak yasak kılman şey arasında fark yoktur. Yararları
arasında hem helâl hem de haram kılman şeyler bulunursa bu durumda, bir eşyadan
özel olarak beklenen amaç ne ise ona itibar edilir, hüküm de ona göredir. Bir
eşyadan beklenen amaç içerisinde, hem helâl hem de haram kılman hususlar var
ise satışı sahih olmaz. Çünkü o şeyin haram olan kısmının karşılığında bir şey
almak, bir şeyi haksız yoldan yemek demektir. Diğer kısmın (yani haram olmayanın)
parası ise meçhuldür.
Av köpeğinin satışı
meselesi bu esasa göre değerlendirilir. Bu konudaki ihtilâf, bu esasa göre
değerlendirilecek olursa, şöyle denilir: Köpeğin şöyle şöyle yararları vardır.
Bütün yararları bu şekilde sayıldıktan sonra bakılır. Kim bu yararların
tamamını haram cinsinden olarak görürse cevaz vermez. Kim de helâl cinsinden
olarak görürse cevaz verir. Her iki cinsten yararların beraberce bulunduğunu
gören kimse, esas arnaca bakar ve hükmü ona göre verir. Kim bir şeyde tek bir
yarar görür, o yararın da o şeyden amaçlandığını ve aynı zamanda haram
kılındığını düşünürse satışım yasaklar. Esas amacı tesbit edemezse hüküm
vermekten çekinir veya mekruh olduğunu söyler. Bu kaideyi ve açıklamayı
düşünürsen aradaki çelişkiyi ve av köpeği satışını bu kaideye göre hükme
bağlamanın en fasit bir hüküm olacağını görürsün. "Av köpeğinin
yararlarını saydıktan sonra, bütün yararlan haram kılınmıştır ve satışı caiz
değildir." sözünü hiç kimse söylememiştir. Bu ümmet, av köpeğinin av ve
bekçilik konusundaki yararlannın mubah oluşunda ittfak etmiştir. En büyük
yararlılıklan bu iki sahada olduğuna göre, beslenmesi de en çok bu iki maksat
için olmalıdır. Yararlarının tamamının haram cinsinden olduğunu düşünen
kimsenin, bu yararlann şer'î olduğunu kastetmesi doğru olmaz. Çünkü ödünç
olarak verilmesi caizdir
"Bu yararlann
tamamını helâl gören kimse cevaz vermiştir." sözü de fasittir. Çünkü av
köpeğinin zikri geçen yararlannın helâl olduğunda ittifak edildiği halde,
fakihlerin çoğunluğu satışına cevaz vermemişlerdir.
"Yararların
çeşitli olduğunu gören kimse esas maksadın helâl mi yoksa haram mı olduğuna
bakar." sözü herhangi bir fayda getirmemektedir. Çünkü av köpeğinin yaran
bekçilik yapmak değil, av avlamaktır. Bu durumda bir çeşitlilikten söz
edilemez. Haram olduğu takdir edilen yararlanna gelince, eşek ve katır gibi
hayvanlarda bile haram sayılan bir takım yararlar olduğu söylenebilir.
"Kim bir tek
yarar bulunduğunu, bunun da esas maksat olduğunu ve haram kılındığını görürse
yasaklar." sözü de öncekilerden daha fasittir. Çünkü bu yarar, av köpeğini
beslemekten beklenen bir yarar değildir. Şayet onu alan müşterinin öyle bir
yaran kastettiği takdir edilecek olursa, aynı takdirin, satışı caiz olan diğer
hayvanlar için de geçerli olduğu ve böylece bu yaklaşımın fasit olduğu görülür.
Bu konuda sahih olan
asıl, sarih nassm delâlet ettiği ve itirazı da mümkün olmayan asıldır ki, o da
satışının kesin olarak haram kılındığıdır.
Soru: Bu hususta şu
soru sorulabilir: Hz. Peygamberin (s.a.) satışını yasakladığı köpek cinsi içerisinde,
bu çeşit istisna edilmiştir. Bu istisnanın delili Tirmizî'nin Câbir'den (r.a.)
rtvâyet ettiği şu hadistir: "Hz. Peygamber (s.a.) köpeğin parasını
yasakladı, ancak av köpeği müstesna."[489]
Nesâî, İbrahim b. Hasan el-Masîsî — Haccâc b. Muhammed — Hammad b. Seleme —
Ebu'z-Zübeyr — Câbir (r.a.) yoluyla gelen hadiste Rasûlullah'ın av köpeği
müstesna, kedi ve köpeğin parasını haram kıldığı rivayet edilmiştir.[490]
Kasım b. Asbağ — Muhammed b. îsmail — fbn Ebî Meryem— Yahya b. Eyyûb — Müsennâ
b. es-Sabbah — Ata b. Ebî Rebâh— Ebu Hureyre (r.a.} yoluyla gelen hadiste de
Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle söylediği rivayet edilmiştir: "Av köpeğinin
dışında, köpek parası haramdır."[491] îbn
Vehb —ona haber veren bir râvi — fon Şihâb — Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.) yoluyla
Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Üç şey
haramdır: Kâhinin hediyesi, zina eden kadının ücreti ve ısıran köpeğin
parası."'[492]'
İbn Vehb — eş-Şimr b. Abdullah b. Dumeyra —babası — dedesi — Ali b. Ebî Talip
(r.a.) yoluyla gelen hadiste de Hz. Peygamber'in (s.a.) ısıran köpeğin parasını
yasakladığı rivayet edilmektedir. [493] Sözkonusu
istisnanın sahih
olduğuna delâlet eden hususlardan biri de
şudur: Hz. Peygarnber'in (s.a.), köpeğin parasını yasakladığını rivayet eden
râvilerden biri olan Câbir'in bizzat kendisi av köpeğinin parasını almasına
ruhsat vermiştir. Sahâbî kavlini delil kabul edenlere göre o kavil bile hadisin
umûm ifadesini tahsis etmeye elverişlidir. Bir de yanısıra onu (yani av
köpeğini) istisna eden nass ve kıyas bulunursa nasıl olacağını düşününüz. Aynı
zamanda ondan yararlanmak mubah, miras, vasiyet ve hibe yoluyla el değiştirme
sahihtir. Bir kavle göre ödünç ve kiralama suretiyle verilmesi de caizdir. — Bu
iki konu, Şafiî mezhebinde iki görüştür.— Bu durumda eşek ve katır gibi satışı
caizdir.
Cevap: Hz.
Peygamber'in (s.a.) av köpeğini istisna ettiği rivayeti hiçbir surette sahih
değildir. Bu konuda Câbir'den (r.a.) rivayet edilen hadise gelince, bu hadis
kendisine sorulan Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: "Râvilerinden Hasan b.
Ebî Cafer zayıftır." Dârakutnî: "Doğru olan bu hadisin isnadı sahih
değildir. Ebu Hureyre hadisi hakkında da: Bu hadis sahih değildir.
Ebu'l-Mühezzim (Ebu Hureyre'den rivayet edeni kastetmektedir.) zayıftır."
demektedir. Beyhakî ise: " Hz. Peygamber'den (s.a.), köpeğin parasmı
yasaklayan hadisi bir topluluk rivayet etmektedir. Bunlardan bazıları: ton
Abbas, Câbir b. Abdullah, Ebu Hureyre, Râfi' b. Hadîc, Ebu Cuhayfe'dir. Rivayet
edilen hadislerin lâfzı değişik, mânası birdir. Av köpeğinin istisna edildiği
hadis ise sahih değildir ve sanki onu rivayet eden râvi, beslenmesini
yasaklayan hadisi kastetmiş ama rivayeti karıştırmıştır." Allah en iyi
bilir.
Hammad b. Seleme'nin
Ebu'z-Zübeyr'den rivayet ettiği hadise gelince, Ahmed b. Hanbel o hadisi de,
râvileri arasında Hasan b. Ebu Cafer'in bulunması sebebiyle zayıf kabul
etmiştir. Sanki o, Haccâc b. Muhammed yoluyla geîen rivayete rastlamamıştır.
Dârakutnî bu hadis hakkında: "Doğru olan, onun mevkuf olduğudur."
demekte, İbn Hazm da Ebu'z-Zübeyr'in Câbir'den duyduğunu açıkça söylememesi,
onun müdellis olması ve Leys'in ondan yaptığı rivayette bulunmaması sebebiyle
hadisi illetli bulmaktadır. Beyhakî de, râvilerden birinin, beslenmesi diğer
köpeklerden istisna edilen av köpeğinin satışının istisna edildiğini vehmetmesinden
dolayı illetli bulmaktadır.
Ben de derim ki:
Câbir'in bu hadisinin bâtıl olduğunu ve onun bu konuyu karıştırdığını gösteren
hususlardan biri de ondan sahih bir yolla rivayet edilen şu hadistir:
"Dört şey haramdır: Erkek hayvanın (damızlığın) çiftleşme için
kiralanması, köpeğin parası, fahişenin ücreti ve hacamatçının kazancı." Bu rivayet, ondan gelen ve
av köpeğini istisna eden mevkuf rivayeti illetli kılmaktadır. Çünkü bu durumda
hem merfû, hem de mevkuf hadisler illetli sayılırlar.
Müsennâ b. es-Sabbâh —
Atâ — Ebu Hureyre yoluyla gelen hadis de bâtıldır. Çünkü bu hadisin isnadında
Yahya b. Eyyûb bulunmaktadır ki, İrriam Mâlik onun yalancı olduğunu söylemekte,
İmam Ahmed de onu cerh etmektedir. Yine isnadında bulunan râvilerden Müsennâ b.
es-Sabbâh'm zayıf olduğu hadis âlimlerince meşhurdur. Aynı zamanda Nesâî'nin
rivayet ettiği şu hadis de onun bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Hasan b.
Ahmed b. Habîb — Muhammed b. Abdullah b. Nümeyr — Esbât — A'meş — Atâ b. Ebî
Rebâh yoluyla gelen rivayete göre Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Dört şey
haramdır: Erkek hayvanın erlik suyu, köpeğin parası, fahişenin ücreti ve
hacamatçının kazancı, "[494]
Hz. Ebu Bekir
es-Sıddîk'ten rivayet edilen esere gelince, îbn Şihâb ile îbn Vehb ve Ebû Bekir
es-Sıddîk ile ton Şihâb arasında bulunan diğer râviler bilinmemekte,
dolayısıyla böyle rivayetler delil kabul edilmemektedir.
Hz. Ali'ye (r.a.)
nisbet edilen eserde de son derece zayıf olarak bilinen tbn Dumeyra
bulunmaktadır. Böyle sakat ve itibardan düşmüş eserler sika imamların
rivayetlerinin önüne geçemezler. Hatta bazı hadis hafızları onların rivayetinin
tevatüren yapılan bir rivayet olduğunu bile söylemişlerdir. Böylece hiçbir
sahabenin aksine bir rivayette bulunmadığı açığa çıkmış oldu. Câbir, Ebu
Hureyre ve İbn Abbas dahi köpeğin parasının habis (kirli) olduğunu
söylemişlerdir.
Vekî — İsrail —
Abdülkerim — Kays b. Habter — İbn Abbas (r.a.) yoluyla gelen merfû bir hadiste
şöyle buyrulmaktadır: "Köpeğin parası, fahişenin ücreti ve şarabın parası
haramdır."'[495]
Bu rivayetin merfû
olduğu kabul edilmese bile, en azından îbn Abbas'a ait olduğu bilinmektedir.
Köpeğin, eşek ve
katıra kıyas edilmesi ise çok fasit bir kıyastır. Bilâkis, domuza kıyas
edilmesi daha doğru olurdu. Çünkü domuzla köpek arasındaki benzerlik, köpekle
eşek ve katır arasındaki benzerlikten daha kuvvetlidir. İki kıyas karşı karşıya
geldiğinde, kıyasa uygun nass ile te'yid edilen, o nassa muhalif olandan daha
sahihtir.
Şayet: "Köpeğin
parasının yasak edilmesi, öldürülmesinin emredildiği zaman için geçerli idi. Öldürülmesi
haram kılınıp, bazı köpeklerin de beslenmesine izin verilince sözkonusu
yasaklama ve dolayısıyla satışının haram kılınması neshedilmiştir." şeklinde bir
itirazda bulunursa şu cevap verilir:
Bu, herhangi bir
delile dayanmayan bâtıl bir iddiadır. Eser olarak da bu iddiayı isbata yardımcı
olacak herhangi bir rivayet bulunmamaktadır. Bâtıl olduğunu gösteren hususlara
gelince: Satışını ve parasını yemeyi haram kılan hadisler mutlak olup umum
ifade etmektedir. Öldürülmesini ve beslenmesini yasaklayan hadisler ise iki
çeşittir: 1) Aynı şekilde mutlak
olup umum ifade edenler ki, bunlar önceki hadislerdir. 2) Mukayyed olup tahsis
olunan hadislerdir ki, bunlar da sonrakilerdir. Şayet satışını yasaklayan
hadisler mukayyed ve tahsis olunmuş çeşitten olsaydı, bunu gösteren eserler
bulunurdu. Böyle olmayıp da mutlak ve âmm (genel) olarak gelince, kastedilen
mâna ve hükmün de öyle olduğu görülmüş ve anlaşılmış oldu ki bunun İptali caiz
değildir. [496]
İkinci Hüküm: Kedinin
satışının haram kılınmasıdır. Câbir'in rivayet ettiği sahih ve sarih hadis bunu
göstermekte olup,.fetva da buna göre verilmiştir. Kasım b. Asbağ — Muhammed b.
Vaddâh — Muhammed b. Âdem — Abdullah b. Mübarek — Hammad b. Seleme —
Ebu'z-Zübeyr yoluyla gelen rivayete göre Câbir b. Abdullah kedi ve köpeğin
parasını mekruh görmüştür. Ebu Muhammed. Câbir b. Abdullah'ın fetvalarının bu
yönde olduğunu ve sahabeden de ona muhalefet eden bir kimsenin bilinmediğini
söylemektedir. Ebu Hureyre (r.a.) de aynı şekilde fetva vermiş; Tâvûs, Mücâhid,
Câbir b. Zeyd ve ehl-i zahirin tamamı bu fetvayı benimsemiştir. îmam Ahmed'den
gelen iki rivayetten biri ile Ebubekir Abdulaziz'in tercihi de bu yöndedir. Bu
konudaki hadis sahih olduğu, onunla çatışan başka bir hadis de bulunmadığı için
bu görüş doğrudur ve bu görüşü kabul etmek vaciptir.
Beyhakî der ki:
Âlimlerden bazıları bu hadisi, kedinin necis olduğuna hükmedildiği zamana
hamletmiş ve Hz. Peygamber (s.a.): "Kedi necis değildir."[497]
Duyurunca bu hükmün satış konusunda neshedildiğini söylemişlerdir. Bazı âlimler
ise aynı hadisi vahşîleşen kediler için geçerli saymışlardır. Aslında hadisin
zahirine tâbi olmak evlâdır, imam Şafiî bu konuda vaki olan haberi duysaydı
—inşallah— ona tâbi olurdu. Ona tâbi olmayanlar Ebu'z-Zübeyr'in rivayetlerine
güvenmeyenlerdir. Daha sonra Ebu Süfyan — Câbir yoluyla tsâ b. Yunus cihetinden, Hafs b. Gıyâs da
A'meş ve Ebu Süfyan yoluyla bu hadise mütâbaatta bulunmuşlardır.
Bazıları da bu hadisi
sahibi olmayan kediye hamletmişlerdir. Fakat bütün bu yorumların ne dereceye
kadar zayıf olduğu açıktır. [498]
Üçüncü Hüküm:
Fahişenin ücreti: Bundan maksat bir fahişenin zina karşılığı aldığı bedeldir.
Rasûlullah (s.a.) cariye olsun, hür kadın olsun, zina eden bir kadının aldığı
ücretin habîs (kirli) olduğuna hükmetmiştir. O'nun zamanında fuhuş özellikle
cariyelere ait bir iş olarak bilinirdi. Bu sebeple Htnd, Hz. Peygamber'e (s.a.)
bîat ederken: "Hür kadın zina eder mi?" demişti. İslâm fıkıh
bilginleri akıl sahibi ve bülûga ermiş bir kadının bir erkeğe, kendisiyle zina
etme imkânı vermesi halinde ona mehir vermenin gerekmeyeceği konusunda fikir
birliği içindedirler. Ancak şu iki meselede ihtilâf etmişlerdir:
Birincisi: Zinaya
zorlanan hür kadın.
İkincisi: Gönüllü
olarak zina eden cariye. Bu konularda dört görüş olup, hepsi de îmam Ahmed'in
benimsediği görüşler olarak rivayet edilmektedir.
Birincisi: İster
bakire, ister dul olsun ve ister önden ve isterse arkadan ilişilmiş olsun,
kadına mehir vermek gerekir.
İkincisi: Dul olursa
mehir gerekmez, bakire olursa gerekir. Ayrıca bekâretin izâlesinden dolayı
diyet gerekir mi? sorusuna İmam tarafından evet ve hayır şeklinde iki türlü
cevap verilmiştir. Bu ikinci görüş Ebubekir tarafından tercih edilmiştir.
Üçüncüsü: Kadın,
onunla zina eden erkeğin dînî ölçülere göre yakını ise mehir gerekmez, yine
aynı ölçülere göre yabancı ise gerekir.
Dördüncüsü: Kadın,
zina eden erkeğin kızı ve bacısı gibi, kızının nikâhı düşmeyecek biri ise mehir
gerekmez; hala ve teyze gibi kızının nikâhı düşecek biri ise gerekir.
Ebu Hanife: Zorla
kendisiyle zina yapılan kadına, bakire olsun, dul olsun, mehir gerekmez
demektedir.
Mehir vermenin vacip
olduğunu söyleyenler derler ki: Kadından yararlanmak, şeriatta mehir ile
değerlendirilmiştir. Kendi arzusuyla zina yapan için gerekmemesi, onun bu
menfaati reddetmesi sebebiyledir. Tıpkı bir kimseye herhangi bir organını telef
etme izni vermesi durumunda olduğu gibi. Mehir vermenin gerekmediği görüşünde olanlar şöyle
demektedirler: Sâri* bu menfaati (yani kadından yararlanmayı), ancak tam bir
akit veya akit şüphesi
sözkonusu olduğunda mehir ile kıymetlendirmiştir. Zinada kesinlikle böyle bir
kıymetlendirme cihetine gitmemiştir. Zinayı nikâha kıyas etmek ise çok fasit
kıyaslardandır. Aynı zamanda Sâri' zina yoluyla yararlanmanın karşılığında had
cezası koşmuştur ki, bu ceza Üe mehir ödeyerek tazminatta bulunmak bir araya
gelmez. Bir şeyin vacip olması için Şâri'in hitabının nassından, umûmundan,
fahvâsından, işaretinden veya mânasından delil getirmek gerekir. Bunlardan
hiçbiri sabit değildir. Bu konuda en çok ileri sürülebilen iddia zinayı nikâha
kıyas etmektir ki, aralarmda hiçbir benzerlik olmadığı ortadadır. Öte yandan
mehir hem lâfız hem de mâna olarak nikâhın özelliklerindendir. Bu yüzden
"nikâhın mehri" şeklinde tamlama yapıldığı halde, "zinanın
mehri" şeklinde yapılmaz. Hz. Peygamber (s.a.), "mehir"
kelimesini mutlak olarak zikretmiş, ancak bununla akdi (yani sözleşmeyi)
kastetmiştir. Tıpkı, "Allah, şarabm, ölü hayvanın, domuzun ve putların
satışını haram kılmıştır.[499]' ve
"...Hür bir inşam satıp onun parasını yiyen adam."[500]
hadislerinde satış lâfzından sözleşmenin kastedilmesi gibi. Bu mânadaki
ifadelerin benzerleri çoktur.
Birinci gruptakiler
derler ki: Bir kadından yararlanmada asıl olan, bu yararlanmanın mehir ile
değerlendirilmesidir. Ancak Sâri' bu hakkı, kendi isteğiyle zina yapan
fahişeden düşürmüştür. Zinaya zorlanan kadın ise fahişe değildir ve o hakkının
düşmesi caiz değildir. Nasıl hür bir insanın bazı taraflarından zorla
yararlanılması halinde ona bedelini ödemek gerekirse, bizim meselemizde de durum
aynıdır ve buradaki şer'î bedel mehirdir.
Her iki görüşün de
kaynağında bu bakış açısı bulunmaktadır.
Bakire ile dul kadını
ayrı ayn ele alan gruba göre, dul kadına ilişen kimse ondan bir şey alıp
götürmemiştir ve ona, bu davranışına karşılık verilecek ceza yeterlidir. Bu
günah herhangi bir şekilde mal ile karşılanmaz. Bakirenin ise bikrinin izâlesi
sözkonusu olduğu için mutlaka bunun tazminatı gerekir. Bu sebeple bu cinayet,
genel olarak, cinayete sebep olana yani kadının menfaatinin bir kısmını (bakireliğini)
telef edene tazmin ettirilir. Çünkü bakire kadından yararlanma tazminatta bu
kısma (yani bakireliğine) tâbidir. Tıpkı isteği ile zina eden
bakirede de tazminat ödememesinin aynı
kısma tabi olması gibi.
Mahrem olan kadınlarla
yabancı kadınları ayrı ayn ele alanlara1 gelince, onlar bu kadınların
akrabaları olan erkeklere ebedî olarak haram kılındığını görünce, onların din
açısından cinsî ilişkiye mahal olmadıklarını, şayet böyle bir ilişki olursa
bunun lûtîlik gibi değerlendirilmesi gerektiğini söylemişler, bu durumda da
mehir gerekmediğini savunmışlardır. Bu görüş Şa'bî'nindir. Diğer yandan
hısımlık suretiyle haram olma halinde, haram geçici olduğu için durum bunun
aksinedir.
el-Muğnî adlı eserin
müellifi Îbn Kudâme der ki: Süt emme üe haram olanlar için de hüküm böyle
olmalıdır, çünkü onlann haram olması da sonradan vuku bulmuştur.
Mahrem olanlardan
kızının nikâhı düşenlerle düşmeyenlerin arasmı ayıranlar da sanki, kızının
nikâhı düşenlerin haramlığmı diğerlerinden daha hafif görmüşler ve böylece bu
mesele geçici ve sonradan haram olma meselesine benzemiştir.
Şayet: "Zorla
dübüründen ilişilen hür kadm ve aynı ilişkiyi gönüllü olarak yapan cariye
hakkındaki hüküm nedir?" diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Bu
durumda mehir ödenmemesi evlâdır. Çünkü bu, mehir verilmeyeceğinde ittifak
edilen gibidir.
Ebu'l-Berekât îbn
Teymiye ile Ebu Muhammed b. Kudâme bu meselede ayrı ayn görüşler ileri
sürmüşlerdir. Ebu'l-Berekât el-Muharrar adlı eserinde: Şüphe ile ilişilen veya
önden ya da arkadan zinaya zorlanan kadına mehr-i misil ödemek gerekir, derken
Ebu Muhammed el-MuğnVde: Livatada ve kadına arkadan ilişmekte mehir gerekmez.
Çünkü dinde bu ilişkiye bir bedel getirilmemiştir. Diğer yandan böyle bir
ilişkide herhangi bir şeyi telef etmek sözkonusu olmadığı için, öpmek veya
fercin dışında bir yere temas etmekten öteye,bir mâna yoktur demektedir. Doğru
olan görüş, kesin olarak budur. Sâri' bu fiil için bir kıymet koymamıştır. Bu
fiili kadına ferçten temas etmeye kıyaslamak fasit kıyastır. Bu görüşü ileri
sürenlerin, erkeklerle lûü ilişkide bulunanların da mehir vermesi gerektiğini
söylemesi lâzım gelir ki, böyle bir şey söyleyen âlim yoktur.
İkinci meseleye
gelince, o da kendi isteğiyle zina eden cariyeye mehir gerekip gerekmeyeceği
konusudur. Bu hususta iki görüş vardır:
Birincisi: Mehir
ödemek vaciptir. İmam Şafiî'ye ve Ahmed b. Hanbel'in arkadaşlarının çoğuna ait
olan bu görüşe göre başkasının hakkı olan bu menfaatten istifade edilmesi
karşılıksız bırakılmaz. Tıpkı bir tarafının kesilmesine izin vermesi durumunda
olduğu gibi. Bu konudaki kesin doğru, mehir vermenin vacip olmadığı
noktasındadır. Çünkü bu Hz.Peygamber'in (s.a.) ücretini yasakladığı fuhuştur.
Bu ücretin habîs (kiril) olduğunu haber vermiş ve hem bunun hem de köpeğin
parası Üe kâhinin ücretinin hükmünün aynı olduğunu bildirmiştir. Cariye de
öncelikle bu hükme dahil olup hadis nassınm umumundan tahsis edilmesi .caiz
değildir. Çünkü o devirde fuhuşlanyla maruf olan sınıf cariyeler sınıfıydı.
Allah Teâlâ onlar ve onların efendileri hakkında şu âyet-i kerîmeyi inzal
buyurmuştu: "Namuslu olmayı istedikleri takdirde, cariyelerinizi fuhşa
zorlamayınız.[501] Onların kasdedildiği bir
nasstan onları dışanda bırakmak ve nassı başkalarına hamletmek nasıl caiz olur?
"Cariyenin
menfaati efendisine aittir ve o da bu menfaatten başkasının yararlanmasına izin
vermemiştir." sözünüze gelince, ona şöyle cevap verilir: Efendisi bu
menfaate, bizzat kendisi yararlanması durumunda mâliktir. Tam veya şüpheli bir
nikâhla başkasının yararlanması durumunda da karşılığı olan bedele sahip olur,
bunun için de cariyenin izin vermesi gerekir. Ne Allah ne de O*nun Peygamberi
zina için cezadan başka bir karşılık koymamışlardır. Bundan dolayı efendisinin
eline geçecek herhangi bir şey yoktur ki, onun lehine hükmedilsin. Bu fiile bir
bedel tayin etmek, Allah ve Rasûlü'nün karşılıksız bırakıp heder ettiği bir
malı kıymetlendirmek ve Şâri'in habîs (kirli) olduğuna hükmettiği, onu köpek
parası ve kâhin ücreti mesabesinde kıldığı bir bedeli sabit kılmak demektir.
Bir bedel şer'î yönden habîs ise, onun ödenmesine hükmetmek caiz değildir.
Bu noktada,
hacamatçının da ücreti habistir ama onun ödenmesi için hüküm verilebiliyor
denemez. Çünkü hacamat fiilinin yararı mubahtır. Bu yüzden o işi yaptıran
kimsenin hacamatçının ücretini ödemesi caiz, hatta vaciptir. O halde bu fiil
nerede, hükmü kendi hükmünden bedeli de kendi cinsinden olan o haram ve habîs
menfaat (yani zina) nerede? Böyle bir günah karşılığında bedel ödenmesini vacip
kılmak livata fiili karşılığında bedel ödenmesini vacip kılmak gibidir. Zira
Sâri' bu fiil karşılığında herhangi bir bedel tayin etmemiştir.
Şayet: "Kadına
fercinden temas etmenin karşılığında bedel olarak mehir konulmuştur ki, bu da
umûmî mânada bir mehir olup livata için böyle bir bedel yoktur." denilecek
olursa şöyle cevap verilir:
Bu bedel, bir nikâh
sözleşmesi veya böyle bir sözleşme şüphesi karşılığında konulmuştur. Zina
olduğunda hiç şüphe bulunmayan bir fiil karşılığında böyle bir bedel yoktur.
Başarı Allah'tandır.
Öte yandan İslâm
tarihinde zina eden bir erkeğe, zina ettiği kadına mehir (veya ücret)
ödemesinin gereğine hükmeden hiçbir uygulama bilinmemmektedir. Hiç şüphe yok
ki, müslümanlar böyle bir şeyi çirkin görmüşlerdir ve o Allah (c.c.) katında da çirkindir.
Soru: Zina eden bir
kadın bu fiilinin karşılığında ücret almış ve sonradan tevbe etmiş ise, bu
parayı sahiplerine geri mi vermeli yoksa kendisi helâl olarak yiyebilir mi, ya
da sadaka olarak mı dağıtmalı?
Cevap: Bu sorunun
cevabı İslâm'ın muazzam kaidelerinden birine dayandırılmaktadır ki, o da şudur:
Kim dînî yönden elde etmesi caiz olmayan bir şeyi ele geçirir ve sonra da ondan
kurtulmak isterse duruma bakılır: Eğer ele geçirilen mal, sahibinin rızası
olmadan ve karşılığında verilmesi gereken şey de verilmeden ele geçirilmişse,
sahibine geri verilir. Geri vermesi imkânsız hale gelirse, o parayla varsa onun
bir borcunu öder. Bu da mümkün olmazsa o parayı, hak sahibinin mirasçılarına
iade eder. Buna da imkân bulamazsa onun adına sadaka olarak verir. Kıyamet
gününde hak sahibi bu sadakanın sevabını almak isterse, sevabı onun olur. Şayet
bunu reddeder de, malını haksız yere elinden alan kimsenin hasenatından almak
isterse bu ondan alınır ve sadakanın sevabı onu verene ait olarak kalır.
Ashâb-ı kiram (r.a.i bunu böylece bildirmişlerdir.
Eğer ele geçirilen
mal, onu ödeyenin rızasıyla ve haram olan karşılığının da verilmesi sonucu
alınmışsa, meselâ şarap veya domuz alan ya da bir kadınla zina eden kimsenin
bunun karşılığı olan bedeli kendi rızasıyla ödemesinde olduğu gibi, bu bedelin
sahibine geri verilmesi gerekmez. Çünkü o bu bedeli kendi isteğiyle vermiş ve
haram olan karşılığını almıştır. Bu durumda onun hem karşılığını alıp hem de
bedelini geri alması caiz değildir. Böyle olması halinde günahkârların işi
kolaylaşmış ve onlara destek sağlanmış olur. Bir kimse hem zina edip maksadına
ulaşacağını, hem de parasını geri alacağını bilirse, bundan başka ne ister?
Şeriat böyle bir hüküm koymaktan masundur ve böyle bir fetva vermek de caiz
olmaz. Zira bu hem zulmü, hem de fuhşu bir araya getirmek demektir. En çirkin
davranış, bir kimsenin bir kadınla zina edip, sonra zorla verdiği parayı geri
almaya kalkışmasıdır. Bu davranışın çirkinliği bütün akıl sahiplerince kabul
edilmiştir. Şeriat da böyle bir hüküm vermez. Ancak o parayı alanın yemesi de
hoş değildir. Zira o Hz. Peygamber'in (s.a.) habîs olduğuna hükmettiği bir
maldır. Şu kadar var ki, bu habislik kazanç şeklinden dolayı olup herhangi bir
zulümden dolayı değildir. Ondan kurtulmanın ve günahından tam olarak tevbe
etmenin yolu, onu sadaka olarak vermektir. Eğer ihtiyacı olan bir kimse ise,
içinden ihtiyacı kadar olanı alabilir. Kalanı tasadduk eder. Karşılığı habîs
olduğu için, bedelinin de habîs olduğuna hükmedilen bütün kazançlar için
geçerli olan hüküm budur. Bir malın habîs olduğuna
hükmetmek, onun sahibine iadesinin vacip
olmasını gerektirmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) hacamatçının kazancının habîs
olduğuna hükmetmiştir, ama onun bu parayı geri vermesi vacip değildir.
Bu noktada şu itiraz
yapılabilir: Haram olan bir menfaat karşılığında malını veren bir kimse,
vermesi caiz olmayan bir şeyi vermiştir. Hatta Sâri* böyle bir insanı bu konuda
hacr altına bile alabilir. O halde bu bedeli alanın alış şekli meşru olmayıp
onu almasıyla almaması birdir ve sahibine iade edilmesi gerekir. Konu, bir
hastanın mirasçısına tebberruda bulunması, yabancı bir kimseye mirasının
üçtebirinden fazla miktarda vasiyette bulunması, iflas veya sefihlik
dolayısıyla hacr altına alınan bir kimsenin teberruda bulunması ya da ekmeğe
muhtaç olan kimsenin bir lokma ekmek için ihtiyaç duyduğu parayı teberruda
bulunmasına benzemektedir ki, bu ve benzeri meselelerin sırn sözkonusu
kimselerin bu tasarruflarında dinen hacr altında bulunmalarıdır ve böyle bir
durumda o paranın iadesi vacip olur.
Buna şöyle cevap
verilir: Yapılan kıyas fasittir. Çünkü zikri geçen bütün meseleler, karşılıksız
yapılan teberrrulardır. Sâri', başkasının ya da her haktan önde gelen kendi
nefsinin hakkı bulunan bu teberruları yasaklamıştır. Bizim konumuza gelince,
burada ödenen bedel, yararlanılan bir menfaat veya tüketilen haram bir mal
karşılığındadır. Bu bedeli alan, haram bir bedel almış ve karşılığında da haram
bir mal vermiştir. Böylece caiz olmayan bir mala karşılık caiz olmayan bir
bedel ödenmiştir. Adaletin gerçekleşmesi, hem malın hem de bedelin iadesini
gerektirir. Halbuki bunlardan birini iade etmek artık imkânsız hale gelmiştir.
Bu durumda diğerinin iadesi de gerekmez. Evet, şayet satın alman şarap aynen
mevcut olup tüketilmemiş olsa veya bir günah işlenmek üzere para önceden
verilmiş ve o günah henüz işlenmemiş olsa bu durumlarda malın ya da paranm
kesin olarak iadesi gerekir. Kabzın (malı veya bedeli teslim alma)
gerçekleşmediği diğer bâtıl akitler için de durum aynıdır.
Şayet: "Haram
olan kabzın ne tesiri vardır ki, onun için bir haramlık kılınsın. Kabzedilmesi
caiz olmayan şeyin kabzedilmesiyle edilmemesinin aynı olduğu bilinmektedir.
Zira dinen yasak olmak, maddeten mevcut olmamak gibidir. Malı kabzeden de onu
haksız olarak kabzetmiştir. Bu sebeple onu sahibine iade etmelidir." diye
bir itiraz yapılacak olursa şöyle cevap verilir:
Bedel ödeyen kimse
malı almış veya haksız yere ondan yararlanmıştır. Her iki taraf da vermeye
yetkili olmadıkları şeyleri vermişler ve kabzetmeye
hakları olmayan şeyleri kabzetmişlerdir.
Her iki taraf da Allah'a isyan etmiştir. Bu durumda nasıl olur da, bir taraf
hem mala hem de onun bedeline beraberce sahip olurken, diğer taraf her
ikisinden de mahrum kalır?
Şayet bir tarafın
kendisine ait menfaati, iradesi ve isteğiyle elinden çıkardığı söylenecek
olursa, diğer tarafın da onun bedelini kendi isteğiyle elden çıkardığı ve arada
bir fark olmadığı söylenir. Allah'a hamdederek ifade edelim ki bu konu son
derece açıktır. Şeyhimiz (İbn Teymiye) zina karşılığı alınan ücretin geri
verilmesinin veya tasadduk edilmesinin vücûbu konusunda duraksamış ve îktidâu's-sırâtı'l-müstakim
li muhalefeti ashâbi'l-cahîm adlı eserinde şöyle söylemiştir: Zina eden, şarkı
veya ağıt dinleyen kimseler kendi istekleriyle mallarını bu yolda sarfetmişler
ve haram olan karşılığını da almışlardır. Haram kılman husus da, onlara ait olan
haklardan olmayıp Allah'a ait olan haklardandır. Kabz yoluyla sözkonusu menfaat
elden çıkmıştır. Bu konudaki usûl gereğince, mal ve bedelden herhangi biri iade
edildiği zaman, diğerinin de iadesi gerekmektedir. Birisini kiralayan kimse,
ondan sağladığı menfaati iade edemezse, onun da malı iade edilmez. Menfaatinden
istifade edilip, karşılığında ödenen bedeli de elinden alınan kimse her
bakımdan zarar görmektedir. Ödenen bedelin karşılığı olan malın şarap ve ölü
hayvan eti olması halinde böyle değildir. Çünkü bunlar elinde kalsaydı bile,
onlan telef ederdik. Şarkı ve ağıttaki menfaat de elden çıkmamışsa, bu menfaati
başka bir işe yönlendirerek yani o işlerde kullanacağı kuvveti başka bir işe
sarfetmesini sağlayarak ondan yararlanılabilir. Sonra bu noktada, kendi kendine
şöyle bir soru yöneltti ve dedi ki: Bu duruma göre menfaatin kabzını
isterlerse, onun kabzına hükmetmemiz gerekir denilebilir. Bu istifhamı ise
şöyle cevaplandırdı: Denilir ki: Biz kâfirlerin haram olan sözleşmelerinde
olduğu gibi, o menfaatin ne verilmesini ne de reddedilmesini emretmeyiz. Zira
onlar kabzetmeden önce müslüman olurlarsa kabzedilmelerine hükmedilmez. Kabzdan
sonra müslüman olmuşlarsa geri vermelerine hükmedilmez. Fakat bu ücret
müslümana haramdır. Çünkü o kâfirin aksine bunun haram olduğuna inanmaktadır.
Bu sebeple, ücret talep ettiği zaman ona deriz ki: Sen kuvvetini haram olan bir
işte israf ettin, dolayısıyla sana Ödenecek ücret yoktur. Önceden ücretini
almışsa ve o ücreti ödeyen de bu parayı haram bir menfaat karşılığında verdiğini
söyler ve iadesine hükme dilmesini isterse ona da deriz ki: Sen ona razı
olduğun bir bedel karşılığında verdin. Onun aldığını iade etmesini istiyorsan
sen de aldığını ona iade et. Aldığı şeyi yanında tutmakta bir menfaati varsa,
bu ihtimal dahilindedir. Her ne kadar kıyasın zahiri, fâsid bir akitle
kabzolunan
menfaatin iadesini
gerekli kılıyorsa da zikri geçed mülâhazalar sebebiyle bu yola gidilir. [502]
Ebu'n-Nadr rivayetine
göre îmam Ahmed bir hıristiyan için şarap, domuz veya ölü hayvan taşıyan bir
hamal hakkında şöyle fetva vermiştir: Hamallık ücretini yemesini mekruh
görüyorum, ancak bu ücretin ona Ödenmesine hükmedilir. Şayet bu malları bir
müslüman İçin taşıyorsa daha şiddetli mekruh olur. îmam Ahmed'in arkadaşları bu
fetvanın anlaşılmasında üç ayn görüş ileri sürmüşlerdir:
Birincisi: Fetvayı
zahirine göre ele almak ve meseleyi tek bir rivayet olarak görmektir. îbn Ebî
Musa der ki: îmam Ahmed bir müslümanın hıristiyana ölü hayvan veya domuz taşıma
işini yapmasını mekruh görmüş, buna rağmen böyle bir işi yapması halinde
ücretinin ödenmesine hükmetmiştir. Bu ücreti almasının güzel olup olmaması
hususunda da iki görüş olup, en vecîhi güzel olmayacağı, almışsa tasadduk
etmesinin iyi olacağı yönündedir. Ebu'l-Hasan el-Âmidî de bunu böyle zikredip
şöyle demiştir: Bir kimsenin şarap, domuz ve ölü hayvan taşıma işinde çalışması
mekruhtur. Buna böyle hükmedilmiş ve buradaki mekruhun tahrîmen olduğu
belirtilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s. a.) bu malları taşıyana lanet etmiştir.
Bu durum sabit olsa da ücretinin ödenmesine hükmedilir. Çünkü hacamatçının
ücretinde olduğu gibi, haram olan konularda bile kira ücretinin ödenmesine
hükmedilmesi imkânsız değildir. Bu gruptaki âlimler haram olmakla birlikte,
ücrete hak kazanacağını söylemişlerdir.
İkincisi: Bu rivayeti
zahirine muhalif olacak şekilde te'vîl etmek ve meseleyi tek bir rivayet
kılmaktır ki o da bu işi yapmanın sahih olmayacağıdır. el-Kâdî'nin el-Mücerred
adlı eserinde benimsediği bu görüşü zayıftır. Daha sonraki kitaplarında, o da
bu görüşten dönmüştür. el-Mûcerredi önceden tasnif etmişti.
Üçüncüsü: Meseleyi iki
rivayet olarak ele almaktır. Birinci rivayet: Bu iŞi yapma sahihtir. Taşıma
fiili de, alınan ücret de mekruh olmakla birlikte, taşıyan kimse ücret almayı
hak eder. İkinci rivayet: Bu işi yapma sahih değildir ve taşıyan kimse taşısa
bile ücreti hak etmez. Bu görüş İmam Ahmed'in şarap hakkındaki: "Onu
alıkoymak caiz değildir, dökülmesi vaciptir." sözüne kıyasladır. Ebu
Talip'ten gelen rivayete göre de şöyle demiştir: Bir kimse şarap ve domuzu
bulunduğu halde müslüman olursa, şarabı dökülür ve domuzlan serbest bırakılır.
Zira artık ona haram
olmuşlardır. Domuzları öldürürse, bunda bir beis yoktur. İmam Ahmed onların
alıkonulmasının caiz olmadığına hükmetmiştir. İbn Mansûr'dan gelen rivayette de
şu fetvaları zikredilmiştir: Bir müslümanın hıristiyana ait üzüm bağını
beklemek üzere anlaşması caiz değildir. Çünkü asıl olan bu bağdan yetişen
üzümlerin şarap yapılmasıdır. Başka bir maksatla yetiştirdiklerini bilirse,
sözkonusu bekçilik mubahtır. Şarap taşımak üzere sözleşmekten de men
olunmuştur. Bu görüşü el-Kâdî et-Ta'löc'inde zikretmiş ve benimsemiştir.
Arkadaşlarının çoğu da aynı görüştedir. Onların bu konudaki fetvası taşıma
sözleşmesinin sahih olmadığı, taşıyanın ücret almayı hak etmediği ve ona ücret
ödenmesine hükmedilmeyeceği yönünde olandır. Mâlik, Şafiî, Ebu Yusuf ve
Muhammed'in görüşü de budur. Tabiî bu, evine içmek için şarap, yemek için domuz
taşıması, ya da hiçbir açıklama olmadan mutlak anlamda taşıması üzerine onunla
anlaşması halindedir. Evindeki şarabı döktürmek için veya ölü hayvanı evinden
uzaklara attırmak için anlaşırsa, bu caizdir. Çünkü yapılan iş mubahtır. Ancak
ücret olarak ölü hayvanın derisi verilecek olursa sahih olmayıp emsal ücret (yani
aynı işi yapan bir insanın alacağı normal bir ücret) hak eder. Şayet derisini
soymuş ve almış olsa bile, sahibine geri verir. Şeyhimizin görüşü bu noktada
olup Mâlik de aynı görüştedir. Şafiî'nin de görüşünün böyle olduğu
görülmektedir. Ebu Hanife'nin görüşüne gelince, o birinci rivayetteki gibidir
ki ona göre taşıma sözleşmesi sahih olup, taşıyanın ücretinin ödenmesine
hükmedilir. Ebu Hanife'nin meseleyi ele alış şekli şöyledir: Taşıma konusu
mutlak ise (yani şu veya bu eşyayı taşıma şartı yoksa) hak ettiği ücret, bizzat
şarap taşımaktan dolayı olmaz. Bu yüzden onun zikredilip edilmemesi de birdir.
Sirke ve zeytinyağı gibi bir şey taşıması da mümkündür. Bir kimse evini ya da
dükkanım kilise olarak kullanılması veya meyhane yapılması için kiraya verirse
Ebu Bekir er-Râzfnin ifadesine göre, orada şarap satışı yapılmasının şart
koşulması ile, kiraya verenin bunu bilmesi halinde şart koşulmaması arasında
Ebu Hanife'ye göre herhangi bir fark yoktur ve bu kiralama sahihtir. Çünkü mal
sahibi alacağı ücreti orada yapılacak iş sebebiyle hak ediyor değildir. Bunu
şart koşsa bile durum değişmez, çünkü orada başka bir şeyi satmaya hakkı
vardır. Evi de kilise olarak kullanmayabilir. Belli bir müddet için bu yerleri
teslim etmesiyle ücretini almaya hak kazanır. Ücretin hak edilmesinde orada
yapılacak işlerin bir etkisi yoksa, o işlerin zikredilmesiyle edilmemesi
birdir. Tıpkı bir kimsenin içinde oturmak veya uyumak için bir yer kiralaması
durumunda, oturup uyumasa da kira ücretine hak kazanılması gibi. Aynı şekilde
bir kimsenin şarap, ölü eti ve domuz taşıması için tutulması sahihtir. Çünkü
burada şart olan şarap taşımak
değildir, meyve suyu da taşısa ücretini almayı hak eder. Bu çeşit kayıtlar
onlara göre geçersiz olup, sözleşmeler mutlak olarak yapılmış gibidir. Mutlak
olarak yapılan sözleşmeler de onlara göre caizdir. Üzüm suyunu, onu şarap
haline getirecek bir kimseye satmanın caiz olması gibi, kendisini tutan
kimsenin günah sayılan bir iş yaptırma ihtimali bulunsa bile durum değişmez.
Fakat fitne zamanında silah satışını mekruh görmüş ve demiştir ki: Çünkü silah
çarpışmak için yapılmış olup başka bir için kullanılmaz.
Fakihlerin çoğunluğu
Ebu Hanife'ye birinci mukaddimede karşı çıkmışlar ve şöyle demişlerdir:
Mukayyed, mutlak gibi değildir. Ücrete hak kazandıran menfaat, üzerinde
sözleşme yapılandır, o da haram kılınmış bir menfaattir. Sözleşme yapanın, işin
cinsini değiştirme imkânına sahip olması sonucu değiştirmez. Daha sonra, mescid
olarak kullanmak üzere bir ev kiralanması konusunda, bu kiralama üzerinde
anlaşılan fiil karşılığında olmadığı gerekçesiyle onu ilzam etmişlerdir.
Bununla birlikte Ebu Hanife, kira sözleşmesini namaz fiilini gerektirmesi
dolayısıyla geçersiz saymıştır. Zira namaz, kira sözleşmesi dolayısıyla hak
edilmez.'
İmam Ahmed ve Mâlikin
arkadaşlan da ikinci mukaddimede onunla tartışmışlar ve şöyle demişlerdir:
Kiralayan kimsenin orayı haram kılınan bir iş için kullanacağı kuvvetle
muhtemelse, kiraya vermek haram olur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), şarap için
üzüm suyunu sıkana ve sıktırana lanet etmiştir. Halbuki o şahıs sadece üzüm
sıkmıştır. Ama bunu yaparken onun şarap için kullanılacağım bilirse lanete hak
kazanmış olur.
Aynı zamanda bu işte
Allah'ı kızdıran ve gazaplandıran bir konuya yardımcı olmak da vardır ki, bunu
yapan lanetlenmiştir. Şeriatın esasları ve kaideleri bunun haram ve bu
sözleşmenin bâtıl olmasını gerektirir. Bu konuda daha geniş açıklama, Hz.
Peygamber'in (s.a.) 'ıvneyi (örtülü ribâ satışları) haram kılması ve o konuya
terettüp eden cezadan söz edilirken gelecektir.
Şeyhimiz İbn Teymiye
der ki: Doğruya en yakın gözüken îbn Musa'nın görüşüdür. Yani sözkonusu menfaat
haram kılınan cinsten de olsa, ücretin Ödenmesine hükmedilir. Fakat bu paranın
yenmesi güzel değildir. Bu görüş İmam Ahmed'in kastettiği mânaya ve kıyasa daha
yakındır. Zira Hz. Peygamber (s.a.) şarap suyunu sıkana, sıktırana, taşıyana ve
kendisi için taşman kimselere lanet etmiştir. Sıkan da, taşıyan da karşılığını
almaları gereken bir iş yapmışlardır. Bu iş aslında kendisi haram olan işlerden
değildir. Sıktıran ve taşıttıranın kasdına göre haram olur. Şarap yapacak
kimseye üzüm veya üzüm suyu satmak da böyledir. Üzüm suyu
veya şarap müşterinin eline geçince,
satıcının malı meccanen gitmez, bedeli ödenir. Burada da durum aynıdır.
Sözleştiği işi yapan kimsenin bu hizmeti karşılıksız bırakılmayıp ücreti
ödenir. Onu haram olan bir iş için kullanmak işverene ait bir durumdur. İşveren
işçiye evdeki şarabı döktürmek veya kokusundan kurtulmak için ölü hayvanı
çevreden uzaklaştırmak için tutmuş olsaydı bu sözleşme caiz olurdu. Sonra biz
bu ücreti Allah hakkını ilgilendiren bir husustan dolayı haram kılıyoruz,
işveren veya müşteriye ait bir haktan dolayı değil. Zina, livata, adam öldürme
veya hırsızlık için tutulan kimseler böyle değildir. Çünkü bu işlerin bizzat
kendisi haramdır. Bu mesele aynen ölü hayvan ve şarap satmaktır ki, onların
bedellerinin ödenmesine hükmedilmez. Çünkü bu malların bizzat kendileri
haramdır. Aynı şekilde o menfaatlerin bedellerinin ödenmesine hükmedilmez.
Şeyhimiz der ki: Bu
gibi iş yaptırmalar ve şarap ya da ölü hayvan taşımak üzere adam tutmalar, ne
tam sahih ne de tam fasit olarak nitelenemezler. Bilâkis şöyle söylenebilir: Bu
sözleşme iş yaptıran veya adam tutan açısından üzerine düşen bedeli ödemesinin
vacip olması mânasında sahihtir. Aldığı bu ücretten yararlanmasının haram
olması mânasında da çalışan açısından fasittir. İslâm şeriatında bunun
benzerini görmek mümkündür. İmam Ahmed'in bir hıristiyana ait üzüm bağını
beklemenin mekruh olduğunu söylemesi bu noktada bir çelişkiye sebep olmaz.
Çünkü biz de ona bu işi ve onun karşılığında alacağı ücreti hesaplıyoruz. Sonra
—her halükârda bu işi yapmışsa— ücretinin ödenmesinin gerektiğine hükmediyoruz.
Şayet böyle yapılmazsa, günahkârların bundan büyük menfaatler sağlayacağı
muhakkaktır. Dinde günah sayılan bir işi yaptırmak için adam tutan, işlerini
gördüren, sonra da ücretlerini vermeyen veya verdikleri ücretleri geri alan
kimselere bundan daha büyük destek olur mu? Halbuki onlar böyle bir desteğe
lâyık değillerdir. Hiçbir değeri olmayan işleri yapan fahişe, şarkıcı veya
ağrtçı gibi kimseler için durum böyle değildir. Çünkü onların ücretlerinin
ödenmesine hükmedilmez. Şayet ücretlerini almışlarsa geri vermeleri mi gerekir,
yoksa onu sadaka olarak mı verirler? Bu konu bütün tafsilatıyla anlatıldı ve
biz doğru olanın geri vermenin gerekli olmadığı, o ücretin yenmesinin de güzel
olmadığı yönünde olduğunu açıklamıştık.
Doğru olanı bulmakta
başarılı kılan Allah'tır. [503]
Dördüncü Hüküm:
Kâhinin ücreti. Ebu Ömer Kâhinin ücretinden maksadın, onun kehâneti ka
olduğu hususunda ihtilaf yoktur. Bu da
bir malı bâtıl yoldan yemek demektir. Buradaki ücret kelimesinin Arapça
orijinali olan kelimesinin asıl anlamı ihsan ve atiyyedir. Alkame, bu kelimeyi
kullandığı bir beytinde şöyle söyler:
"Söyleyeni öldüğü
zaman benden bu şiiri başkasına ulaştıracak olan kimseye devemi ve üzerindeki
takımı ihsan ederim.[504]
Kâhinin ücretinin
haram kılınmasıyla, fala bakarak, yıldıza bakarak, taş, toprak, ok ya da başka
âletler kullanarak veya aletsiz olarak herhangi bir şekilde gaybdan haber veren
herkese verilecek ücretin haram olduğuna dikkat çekilmiştir. Hz. Peygamber
(s.a.) kâhinlere gidilmesini yasak etmiş ve: "Kim arrâfa (geçmişten ve
gelecekten haber verdiğini iddia eden kimseye) gider ve söylediğini tasdik
ederse, Muhammed'e (s.a.) indirileni inkâr etmiş olur."[505]
buyurmuştur. Hiç şüphe yok ki, Muhammed'in (s.a.) getirdikleri ile onların
getirdikleri bir kalpte yanyaria bulunmaz. Onlardan biri bazen doğru bile
söylese yalanlan daha çoktur. Onlara haber kaynaklığı görevi yapan şeytanlar
insanlan ifsat edebilmek için bazen de doğru haberler verirler.
însanlann birçoğu,
özellikle sefihler, cahiller, kadınlar ve bedeviler gibi aklen zayıf olanlar ve
iman hakikatlerini bilmeyenler onlara inanır ve onlan tasdik ederler. Bu
insanlardan çoğu onlara aldanmakta, açıkça şirkini ve küfrünü izhar etseler
bile onlar hakkında iyi düşünmeye devam etmekte, onlan ziyaret edip dualarını
istemektedirler. Bu hususta çok şey duyduk ve gördük. Bütün bunlann sebebi o
kimselerin ve benzerinin, Allah'ın peygamberini gönderdiği hak din ve hidayet
yolu hakkında bilgi sahibi olmamalarıdır. "Bir kimseye Allah nur
vermemişse, artık o kimsenin ışık ve aydınlıktan nasibi yoktur."[506]
Ashâbı-ı kiram (r.a.), Hz. Peygamber'e (s.a.) onlann (yani kâhinlerin) bazen
kendilerine isabetli haberler verdiklerini söylemişler, O da onlara bunun
şeytanlar tarafından vuku bulduğunu, bazen doğru sözler söylediklerini, bunlann
yanına yüz yalan kattıklarını[507] ve
o doğru olan tek söz dolayısıyla bütün yalanlannın tasdik edildiğini haber
vermiştir.
Destan tertipleyenlere
gelince, onlar şu unsurlardan yararlanmaktadırlar:
1-
Kâhinlerin verdikleri haberler.
2- Ehl-i kitap arasmda dolaşan ve eski
kitaplarda naklonulan haberler.
3- Peygamberimizin (s.a.) topluca veya tafsilatlı olarak verdiği
haberler.
4- Ashâbtan veya sonradan gelenler içerisinde
keşfi açık olan kimselerin verdikleri haberler.
5- Herhangi
bir külli ya da cüzî işe uygun düşen rüyalar. Bunlardan cüzî olanlannı aynen
zikrediyor, külli olanını da tahmin, zan ve gerçek olan ya
da gerçeğe yaklaşan
karinelere dayanarak tafsilatlıca anlatıyorlardı.
6- Allah
Teâlâ'nm yeryüzünde cereyan eden birçok hadiseye işaret eden, sebep olan veya
delil teşkil eden ve insanların çoğunun bilmediği birçok ulvî eserleriyle
istidlal etmek. Allah hiçbir şeyi başıboş ve faydasız olarak yaratmamış, ulvi
âlemle süflî âlemi birbirine bağlamış ve ulvîsini süflisi üzerinde etkili
kılmış, ama bunun aksine izin vermemiştir. Güneş de, ay da ne bir kimsenin
ölümü ne de hayatı ile tutulurlar. Evet, onlann tutulması yeryüzünde vuku bulan
şer sebebiyledir. Bu yüzden Allah Teala,
tutulmaları anında cereyan
etmesinden korkulan şerrin defedilmesi için namaz, zikir, dua,
tevbe, istiğfar ve köle âzad etmek gibi ibâdetler koymuştur. Bu ibâdetler şerrin
sebeblerine karşı durur, onlara mukavemet eder ve onlardan güçlü olurlarsa
şerri ortaya çıkaracak gerekçeleri defederler.
Allah Teala güneşin ve
ayın hareketlerini, doğuş yerlerinde değişikliklerin olmasını sıcağın ve
soğuğun, yaz ve kış aylarının ve bu aylara uygun düşen olayların cerayan
etmesinin sebebi olan mevsimlerin meydana gelmesine vesîle kılmıştır. Kim ayın
ve güneşin hareketlerini dikkatli ve itinalı olarak izlerse, ilerde bitkiler ve
hayvanlar üzerinde olabilecek şeyler hususunda deliller bulabilir, bu durumlar
bir çok köylü ve çiftçi tarafından bilinmektedir. Aynı şekilde gemi görevlileri
de ayın, güneşin ve yıldızlann hallerine bakarak ilerdeki hava durumu, rüzgann
yönü ve şiddeti gibi konularda, neredeyse hatasız denecek kadar doğru sonuçlar
elde etmektedirler.
Tabibler de, ayın ve
güneşin hallerinin insan tabiatı üzerindeki etkisi, onu bazı değişmelere hazır
hale getirmesi gibi hususlarda tecrübe sahibidirler.
Destan tertip edenler
bu gibi konulara ve eski müneccimlerden devralmış oldukları bilgilere son derece özenle
yapışır, sonra da bütün bunlardan, öncekilere benzeyen kıyaslar ve hükümler
çıkarırlar. Allah'ın yeryüzündeki kanunu, hikmetinin gerektirdiği kanunlara
göre cereyan etmektedir. Bu kanunlara göre bir şeyin benzerinin hükmü o şeyin
benzerinin, aynısının hükmü de o şeyin aynısının hükmü gibidir. O insanlar
zihin güçlerini kaza ve kaderle ilgili hükümlere, aralarındaki benzerliklere ve
bunların sonuçlarına yöneltmişlerdir. Tıpkı şeriat âlimlerinin zihin güçlerini
dînî hükümlere onlar arasındaki benzerliklere ve onların sonuçlarına uygun
yönelttikleri gibi. Yaratma ve emir Allah Teâlâ'ya aittir. O'nun yaratması ve
emri bozulmayan, sekteye uğramayan ve içinde çelişki bulunmayan bir hikmete
dayanmaktadır. Buna göre kim, zihin ve düşünce gücünü bu âlemin sırlarını ve
inceliklerini anlamak için sarfeder ve saatlannı bu yolda tüketirse,
başkalarının bilemediği bir çok hususa nüfuz eder.
Meselâ, bu mevzuda bir
çok bölümlerden yalnızca birini ele alıp incelemek kâfidir ki, o da rü'yâ
tabiridir. İnsan bu konuya nüfuz eder ve bilgisini tamamlarsa çok garip
noktalar elde edebilir. Bizler de, başkaları da bu konuda çok garip olaylar
müşahede etmişizdir. Tabircinin, birbirinin peşisıra gelen doğru, hızlı ve
yavaş hükümler verdiğini görmüşüzdür. Bu insanları dinliyenler, söylediklerinin
gayb ilmi olduğunu zannetmişlerdir. Halbuki o, başkalarının bilmediği bir çok
bilgilere sahip olmanın sonucudur. Hz. Peygamber (s.a.) zararı faydasından çok
olması ya da uğraşanı şirke götürme ihtimali bulunması halinde bu konuyla
uğraşmaktan ve malını bu uğurda harcamaktan men etmiş, imanm ifsadına sebeb
olacak bu durumu haram kılmıştır. Rü'yâ tabiri ilmi ise böyle değildir. O bâtıl
olmayıp haktır. Çünkü rü'yâ uyku ile ilgili bir vahye dayanmaktadır. Bu ise
peygamberlik cüzlerinden biridir. O sebeble rü'yâyı gören ne kadar sâdık
olursa, rü'yâ da o kadar sâdık olur. Tabirci de ne kadar doğru, temiz ve
bilgili olursa, yaptığı tabir de o ölçüde sağlıklı olur. Şeytan kardeşlerinden
yardım alarak faaliyet gösteren kâhin ve müneccimlerse böyle değildir. Dürüst
ve iyi kimseler ve kendilerini şeriatla kayıtlı görenler onların yaptıklarını
yapmazlar. Bilâkis onlar, yalancılıkları, günahkârlıkları, Allah'tan,
Rasûlü'nden ve dinden uzaklıkları ne kadar çok olursa sihirlerinin kuvvet ve
tesiri de o kadar şiddetli olan sihirbazlara benzemektedirler. Şeriat ilmi İse
bunun aksinedir. O ilimle uğraşan insanlar ne kadar sâdık ve dindar olurlarsa
ilimleri ve nüfuz güçleri de o ölçüde kuvvetli olur.
Başarı Allah'tandır. [508]
Beşinci Hüküm:
Hacamatçının kazancının habis [kirli)liği. Geçimini kan alarak veya kan
çıkararak sağlayan herkes bu hükme dahildir. Tabib, kehhal (göz hekimi) ve
baytar lâfız olarak da, mâna olarak da bu hükme dahil değildir. Hz.
Peygamber'in (s. a.) hacamatçının kazancının habîs olduğuna hükmettiği ve
sahibine, o kazancını devesine veya kölesine yedirmesini emrettiği bilinmekte[509] öte
yandan kendisinin hacamat yaptırdığı ve ücretini ödediği de sahih yoldan
nakledilmektedir.[510]
Bu iki rivayeti bir arada
düşünmek birçok fakih için problem teşkil etmiş ve bazıları Hz. Peygamber'in
(s. a) ücret vermesiyle birinci rivayetin mensuh olduğunu zannetmişlerdir.
Tahavî, bu görüşe sahip olanlardan biridir. Kûfeli'lerin köpek satmayı ve
parasını yemeyi mubah görmelerini dellillendirirken şöyle demiştir: Hz.
Peygamber (s. a) önce köpeklerin öldürülmesini emretmiş, sonra
"Köpeklerden bana ne!" demiş, daha sonra da av köpeği ve çoban köpeği
için ruhsat vermiştir. O zamanlar köpeklerin satışı ve onlardan yararlanmak haram
idi. Onları öldüren, üzerindeki bir farzı eda etmiş oluyordu. Sonra bu hüküm
neshedildi, onlarla avlanmak mubah kılındı. Böylece satışının caiz olması
hususunda diğer yırtıcı hayvanlar gibi sayıldı. Bu konunun bir benzeri de Hz.
Peygamber'in (s.a} hacamatçının kazancını yasaklaması ve "Hacamatçının
kazancı habistir." buyurması, sonra da ona ücretini ödemesidir. İşte bu
davranışı yasaklamasını ve haram kılmasını neshetmiştir.
Bu izah için
söylenebilecek en basit söz, onun delilsiz bir iddia olduğu ve dolayısıyla
kabul edilemeyeceğidir. Bizzat hadis-i şerifde bu iddiayı geçersiz kılacak
ifade varken, bu izah yoluna nasıl gidilir? Hz. Peygamber (s.a) köpeklerin
öldürülmüsini emretmiş, sonra "Köpeklerden onlara ne!" demiş, daha
sonra da av köpeği için ruhsat vermiştir.
îbn Ömer der ki:
Rasûîullah (s.a.) av köpeği veya çoban köpeğinin dışındaki köpeklerin
öldürülmesini emretti.'[511]'Abdullah
b. Muğaffel de şöyle der: Rasûlullah (s.a.) bize köpekleri öldürmeyi emretti.
Sonra "Köpeklerden onlara ne!" buyurdu. Daha sonra da av ve çoban
köpeği için ruhsat verdi.[512] Her
iki hadis de Müslim'in Sahih'inde mevcuttur. Bu da göstermektedir ki, av ve
koyun köpeği için ruhsat verilmesi, öldürülmelerinin emredilmesinden sonradır.
Rasulullah'm (s.a.) parasını haram kıldığı köpek, beslenmesine izin verdiği
köpektir. Öldürülmesini emrettiği köpeğin değil, bu köpeğin parasının habîs
(kirli) olduğunu haber vermiştir. Zira öldürülmesi emrolunan köpek hayatta
kalmaz ki onun parasının hükmünün bilinmesine ihtiyaç olsun. Aynı zamanda alınıp
satılması gibi bir âdet de gelişmemiştir. Halbuki beslenmesine izin verilen
köpek böyle değildir. Onun parasının hükmünün bilinmesine olan ihtiyaç,
diğerinden daha şiddetlidir.
Bu konuyu açıklayan
hususlardan biri de şudur: Hz. Peygamber (s.a.), insan nefsinin arzu etmesi
sonucu uğrunda para harcanan dört şeyi zikr etmiştir kî, bunlar zina eden
kadın, kâhin, hacamatçı ve köpek sahasıdır. Nasıl olur da hadisin son kısmı
âdeten alınıp satılmayan köpeklere hamlonulur da alınıp satılması âdet olan
köpekler hariç tutulur? Bu, imkansızlığı apaçık olan bir durumdur. Konu böylece
açıklanınca, yukarıda benzetilen konuda zikredilen hacamatçının aldığı ücretin
habîs olmasının nesholunduğu şeklindeki ifadenin fasit olduğu ortaya çıkmış
oldu. Hatta o konudaki nesih iddiası daha uzak bir iddiadır.
Hz. Peygamber (s.a.)
hacamatçıya ücretini vermesine gelince, bu davranışı "Hacamaççinin kazancı
habistir." sözüyle çelişmez. Çünkü "verilmesi habistir"
dememiştir. Ücretinin verilmesi ise ya vacip, ya müstehap ya da caizdir. Habisliği
ise alana nisbetle ve alamn da yemesine nisbetledir. Bu durumda onun kazancı
habîs olur. Tabiî bundan dolayı haram olması gerekmez. Hz. Peygamber (s.a.)
soğan ve sarmısağı habîs diye adlandırdığı halde, yenilmeleri mubahtır. Hz.
Peygamberin (s.a.) ücretini vermesi, değil o ücretin yenmesinin güzel olmasını,
helâl olmasını bile gerektirmez. Zira Rasûlullah (s.a.) bir hadisi şerifte:
"Ben bir adama bir ihsanda bulunurum, o da bu ihsan, koltuğunun altında
bir ateş parçası olarak çıkar. [513]buyurmuştur.
Hz. Peygamber müellef-i kulûba, zengin oldukları halde zekât ve ganimet
malından vermekteydi. Bundan maksat İslâm'a sarılma ve itaat edilmesi
gerekenlere her halükârda itaat etmelerini sağlamaktı. Bu şahısların
yanlızca ihsan edildikleri zaman itaat
etmeleri helâl değildir, bilâkis gerektiği her yerde karşılıksız olarak bu
bağlılığı göstermeleri vaciptir.
Şeriat prensibleri
arasında şu husus herkesçe bilinir. Bir sözleşme ve itaat konusu, taraflardan
biri için caiz, müstahap veya vacip olurken, diğer taraf için mekruh veya haram
olabilir. Bu durumda itaat etmesi veya bir şeyler yermesi gereken tarafa
vermesi vacip olurken, alan tarafa da o şeyi alması haram olur.
Kısacası, hacamatçının
ücretinin habisliği soğan ve sarımsağın habîs sayılması gibidir. Ancak birinin
kokusu habîs (pis), diğeri ise ise kazancı sebebi ile habistir.
"Kazançların en
güzeli ve en helâli hangisidir?" diye sorulacak olursa şöyle cevap
verilir: Bu konuda fakihlerin üç görüşü vardır:
1) Ticaret
yoluyla elde edilen kazanç.
2) Hacamat
vb. gibi âdî işlerin dışındaki el işleri.
3)
Zirâat.
Bu görüşlerin her
birini diğerine üstün kılacak aklî ve naklî delililer zikredilebilir. Fakat en
çok tercihe şayan olan, Rasûlullah'ın (s.a.) kazancına vesîle kılman ganimet
alanların kazancı ve Şâri'in lisanı üzere onlara mubah kılınan şeylerdir.
Kur'an-ı Kerim'de bu kazancın övgüsü başka kazançlardan daha sık gelmiş, bu
kazanç yolunu seçenler de başkalarının görmediği övgüye lâyık görülmüşlerdir.
Bu yüzden Allah Teâlâ yaratılmışların en hayırlısı nebi ve rasûllerin sonuncusu
olan Hz. Muhammed (s.a.) için bu kazancı seçmiştir. Rasûlullah'ın (s.a.) bu
konuda şöyle buyurduğunu görmekteyiz: "Kıyametin önüsıra kılıçla gönderildim,
tâ ki ortağı bulunmayan tek Allah'a ibadet edilsin. Rızkım mızrağımın
gölgesinde kılınmıştır, zillet ve aşağılanma da emrime karşı çıkanlar içindir,
"[514]' Bu, izzetle, şerefle ve
Allah düşmanlarını kahrederek alınan bir nzık olup Allah'a en sevgili gelenidir.
Başka birinin kazancı buna denk olamaz.
Allah en iyi bilendir. [515]
Buhârî'nin Sahih'inde
îbn Ömer'in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) erkek hayvana dişiyi dölletme
ücretini yasaklamıştır.[516]
Müslim'in Sahih'inûe
Câbir'den gelen rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.), erkek hayvanın çiftleşmesinin satışını
yasaklamıştır.[517]
İkinci hadis
birincinin açıklaması mahiyetindedir. Hayvan çiftleşmesinin ücretinin satış
olarak isimlendirilmesi ya burada esas maksadın hayvanın erlik suyu olması ve
paranın bizzat o su karşılığında ödenmesidir ki, alış-verişin hakikati da
budur, ya da hayvanın o iş için kiralanması bu şekilde adlandırılmıştır. Çünkü
o bir muâvaza (bedelli) akdidir ki, bu da beyu'l-menâfi' (menfaatlerin
satışı)dır. Âdet gereği, o günkü insanlar erkek hayvanı çiftleşmesi için
kiralıyorlardı. İşte yasaklanan da budur. Bu konuda yapılan sözleşme ister
kiralama ister alış-veriş olsun bâtıldır. İmam Ahmed, Şafiî, Ebu Hanife ve
arkadaşlarının da içinde bulunduğu âlimlerin çoğunluğu da bu görüştedir.
Ebu'1-Vefâ b. Âkîl der
ki: Bana göre caiz olma ihtimali vardır. Çünkü o, erkek hayvanın menfaatleri ve
dişi hayvanın üzerine çıkması konusunda yapılan bir sözleşmedir ki, esas
menfaat bu olup, erlik suyu buna tâbi olarak gelir. Genellikle de erkek hayvanın
dişisi üzerine çıkmasından sonra bu su meydana gelir. Bu durumda çocuğun
karnına süt gitmesi için bir süt anne ile yapılan sözleşme gibi mütâlâa edilir.
Bir kimse bir arazi kiralasa ve orada da bir kuyu bulunsa, kuyudaki su araziye
tâbi olarak anlaşmaya girer. Umûmî bir kaide olarak malûmdur ki, asıl için
hoşgörülmeyen bazı şeyler tâbi durumda olduğu zaman hoşgörülebilir.
İmam Mâlik'ten bu
akdin caiz olduğu nakledilmiştir, ama arkadaşları meseleyi tafsilatlı olarak
zikretmişlerdir. elCevâhir[518]
adlı eserin müellifi "Şâri'in yasaklaması yönünden akdin fasit olması
bâbı"nda der ki: Bunlardan biri de erkek hayvanın çiftleşmesinin
satışıdır. Buradaki yasak, erkek hayvanın dişisini gebe bırakması için
kiralanmasına hamlolunur ki, sözleşme fasittir. Çünkü bu elde olmayan bir
durumdur. Şayet erkek hayvanın dişisi üzerine belli sayıda çıkması üzerine
anlaşılırsa bu caizdir. Çünkü bu malûm hem de mümkün olan bir durumdur.
Doğru olan,
bu konunun mutlak olarak haram
kılınması ve sözleşmenin de her
halükârda fasit olmasıdır. Ancak burada bu ücret alana haram olur, verene
olmaz. Çünkü veren, malını ihtiyaç duyduğu mubah bir konuda harcamıştır. Tıpkı
hacamatçı meselesinde ve süpürgecinin ücreti konusunda olduğu gibi bundan men
olunmazlar. Hz. Peygamber (s.a.) alışmış oldukları erkek hayvanı çiftleşmesi
için kiralamayı onlara yasak etmiş, bunu da "çiftleşmesinin satışı"
olarak isimlendirmiştir. Onun sözünü, o gün için geçerli bir âdet olandan başka
bir mânaya hamletmek ve Hz. Peygamber'in (s.a.) nehyetmekten kastettiği o günkü
uygulamayı açıklamasız bırakmak caiz değildir. Herkesçe bilinmektedir ki,
hayvanı kiralayanın amacı onun dişisi üzerine belli sayıda çıkması değil, bunun
sonucu ve semeresidir. Parayı bunun için ödemektedir. Konunun haram
kılınmasının çeşitli illeti (yani bu hükme etki eden sebepler) vardır:
1) Üzerinde
sözleşme yapılan konu, teslimi elde olan bir şey değildir. Bu yönüyle kaçan
köleyi kiralamaya benzemektedir. Çünkü bu durum tamamen erkek hayvanın isteğine
ve şehvetine bağlıdır.
2) Sözleşmeden maksat, hayvanın suyudur. Bunun
ise, tek basma anlaşma konusu olması caiz değildir. Çünkü cinsi ve miktarı
meçhuldür. Süt annenin durumu böyle değildir. Zira o bir insanın iyiliğini
(baknnını) üstlenmiştir ki, buna hiçbir şey kıyas edilmez. Denebilir ki —Allah
en iyi bilendir— bu konuyu
yasak etmek şeriatın
güzelliklerinden ve
kemâlindendir. Çünkü erkek hayvanın suyunu para ile satmak ve bunu sözleşmeye
konu yapmak akıllı insanlar nezdinde çirkin bulunmuş, bunu yapanlar da gözden
düşmüşlerdir. Allah Teâlâ kullarının özellikle müslümanlann fıtratını
(yaratılışını), güzelin ve çirkinin ölçüsü kılmıştır. "Müslümanların güzel
olarak gördükleri şey Allah katında da güzel, çirkin buldukları şey ise Allah
katında da çirkindir. "[519]
Bütün bunların
yanısıra hayvanın erlik suyunun hiçbir kıymeti yoktur ve karşılığında bir şey
beklenen nesnelerden değildir. Bu sebeple bir kimsenin erkek hayvanı başka
birinin dişi hayvanının üzerine çıkıp onu gebe bıraksa, doğacak yavru dişi
hayvan sahibinin olur. Çünkü erkek hayvandan ayrılan sadece sudur, onun da
hiçbir kıymeti yoktur. Her yönüyle mükemmel olan bu şeriat çiftleşmenin bir
bedel karşılığında satılmasını haram kılmıştır ki, neslin çoğalmasına ihtiyaç
duyulan böyle bir konuda insanlar meccânen bu imkândan yararlansınlar. Tabiî,
erkek hayvan sahibinin zararına sebep olmamak esastır. Şeriatın
güzelliklerinden biri de bu imkânın meccânen olmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.):
"Aygırın ve süt kovalarının ödünç olarak verilmesinin onların
haklarından sayıldığını'[520]
buyurmuştur. Bu konu, karşılıksız olduğu takdirde yasaklanması, insanlara zarar
verecek haklardandır. Bu yüzden şerîat bu hakkın karşılıksız olarak
kullanılmasını gerekli görmüştür.
Soru: Dişi hayvan
sahibi erkek hayvan sahibine bir hediye verse veya ikramda bulunsa onu alabilir
mi?
Cevap: Eğer gizli bir
şart koşma veya bedel isteme şeklinde olursa, . alması helâl olmaz. Değilse
almasında bir beis yoktur. İmam Ahmed ve Şafiî'nin arkadaşları derler ki: Erkek
hayvan sahibine, kira ücreti olarak değil, hediye veya ikram olarak bir şey
verilmesi caizdir. Arkadaşlarımız bu konuda Enes'in (r.a.) Hz. Peygamber'den
(s.a.) rivayet ettiği şu hadisi delil olarak zikretmişlerdir: "îkram
olarak verilirse bir mahzuru yoktur," el-Muğni müellifinin kaydettiği bu
hadisin kim tarafından tahric edildiğini ve durumunu bilmiyorum.
Îbnu'l-Kâsım'ın rivayetine göre İmam Ahmed bunun aksine hükmetmiştir.
Kendisine: "Yasaklanmış olsa da hacamatçıya verildiği gibi verilemez
mi?" diye sorulduğunda şöyle demiştir: Hz. Peygamber'den (s.a.) hacamatçıda
olduğu gibi, bu meselede herhangi bir şey verdiğine dair bir bilgi
ulaşmamıştır.
Arkadaşlarımız İmam
Ahmed'in sözünün zahiri mânasına hamledilmesi veya te'vîl edilmesi konusunda
ihtilaf etmişlerdir. el-Kâdî zahirî mânasına hamledip, aklın da bunu
gerektirdiğini, ancak bunun hacamatçıda terkedilip geri kalan konularda kıyasın
gerektirdiği hal üzere kaldığını söylemiştir. Ebu Muhammed de el-Muğntde: İmam
Ahmed'in sözü takvaya hamledilir, haram kılma yönüne değil. Caizdir demek
insanlara şefkat ve kıyasa uygunluk bakımından daha evlâdır, demektedir. [521]
Müslim'in Sahihinde
Câbir'den (r.a.) şu hadis nakledilmiştir: "Rasûlullah (s.a.) suyun fazlasını
satmayı yasaklamıştır."'[522]
Yine aynı kaynakta ve
aynı sahâbîden şu rivayet gelmektedir: Hz. Peygamber (s.a.) erkek hayvanın
çiftleşmisini satmayı, suyu ve zirâat yapmak için araziyi satmayı yasakladı.
Rasûlullah (s.a.) işte bunları yasakladı.'[523]
Buhârî ve Müslim'in
Sahih'lerinde Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis de şöyle: Hz.
Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Sonuç otun menedilmesine varacağı için suyun
fazlası yasaklanmaz." Aynı hadis şu lâfızla da rivayet edilmiştir:
"Suyun fazlasını başkasından esirgemeyin, zira sonunda otu menetmiş
olacaksınız." Buhârî'nin bazı yollardan yaptığı rivayet ise şu şekilde:
"Suyun fazlasını başkasından esirgemeyin, zira sonunda otun fazlasını
menetmiş olacaksınız."[524]
Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde Amr b. Şuayb —babası — dedesi yoluyla Hz. Peygamber'den (s.a.) şu hadis rivayet
edilmektedir: "Kim suyunun ve otunun fazlasını başkasından menederse,
kıyamet gününde Allah da ondan fazlını (ihsanını) meneder."[525]
İbn Mâce de Sünen'inde
Ebu Hureyre'den (r.a.) Hz. Peygamberin (s.a.) şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "Üç şey başkasmdan esirgenmez: Su, ot ve ateş."'[526]
Yine aynı kaynakta İbn
Abbas (r.a.) yoluyla gelen bir rivayette Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle söylediği
kaydedilmektedir: "Müslümanlar üç şeyde ortakdırlar: Su, ateş ve ot.
Bunların parası da haramdır."[527]
Buhârî'nin Sahihinde
Ebu Hureyre'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Üç şahıs vardır ki, Allah kıyamet gününde onlara bakmaz, onlan temize
çıkarmaz ve onlar için çok elîm bir azap vardır. (Birincisi) yol üstünde
ihtiyacından fazla suyu olan ve bunu başkalarından men eden kimse, (ikincisi)
devlet başkanına yalnız dünya metâı için bîat etmiş olup devlet başkanı ona
dünyalık verirse hoşlanan, vermezse öfkelenen kimse, (üçüncüsü) satılık malını
ikindiden sonra (pazara) çıkaran ve: Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a
yemin ederim ki, ben bu mala şunu şunu verdim, diyen ve (bu yemininden dolayı)
müşterinin kendisini tasdik ettiği kimsedir: Daha sonra Rasûlullah (s.a.):
"Hakikat Allah'a olan ahidlerine ve yeminlerine bedel, az bir bahayı satın
alanlar..."[528]
âyetini okudu.
Ebu Davud'ın
Sünen'inde Büheyse'nin şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Babam
Peygamber'den izin istedi. (Kendisine izin verilince) ona yaklaşmaya başladı.
Sonra dedi ki: "Ey Allah'ın Peygamberi! Menedilmesi helâl olmayan şey
nedir?" Hz. Peygamber (s.a.): "Su." dedi. (Babam tekrar):
"Ey Allah'ın Peygamberi! Menedilmesi helâl olmayan şey nedir?" diye
sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Tuz." dedi. (Babam üçüncü defa):
"Ey Allah'ın Peygamberi! Menedilmesi helâl olmayan şey nedir?" diye
sordu. Hz. Peygamber (s.a.) de buyurdu ki: "Hayır yapman senin için
hayırlıdır. "[529]
Allah suyu insanlar ve
hayvanlar arasında müşterek olarak yaratmış, onların hepsinin içeceği
kılmıştır. Suyun başında bulunsa da, orada ikamet etse de, hiç kimse diğerinden
daha özel olamaz. Ebu Ubeydln zikrettiğine göre Hz. Ömer (r.a.) şöyle
buyurmuştur: [530]"Yoldan geçen, su
başında ikamet edenden daha çok hak sahibidir."'[531]'
Ebu Hureyre de:
"Yolcu ilk içendir." demektedir.
Ancak suyu kırbasına
veya herhangi bir kabına dolduran kimse hadiste zikredilmemiştir. Bu durumda su
da mülk edinilen, sonra satılmak istenen odun, ot ve tuz gibi mubah mallar
gibidir. Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: "Sizden birinizin ipini
alması, sırtında odun getirip satması, böylece Allah'ın, onun izzet-i nefsini
koruması, verseler de vermeseler de insanlardan dilenmesinden daha hayırlıdır.[532]' Bu
hadisi Buhârî rivayet etmiştir.
Hem Buhârî'nin hem de
Müslim'in Sahihlerinde Hz. Ali'den (r.a.) şu hadis rivayet edilmiştir:
"Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber bana, Bedir savaşı ganimetlerinden yaşlı
bir deve düştü. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.) bana yaşlı bir deve daha verdi.
Bir gün üzerlerine satmak maksadıyla izhir (Mekke aynğı) yüklemek için her ikisini
de Ensâr'dan bir adamın kapısı önünde çökerttim..."[533]
Sonra hadisi söyledi. Bu, mubah olan alınıp sahiplenildikten sonra satılan ot
ve odun hakkındadır. Aynı şekilde balık ve diğer mubah şeyler de böyledir.
Yasaklama getirilen hususlar bunlar değildir. Aynı zamanda herkesin müşterek
olarak kullandığı büyük nehirlerin suyu da yasaklanan şeylerden değildir. Çünkü
onların başkalarından men edilmesi mümkün değildir. Yasaklanan şeyler
şunlardır: [534]
Bunlardan biri, mübâh
bir yerde toplanan yağmur sulandır. Bu sular herkesin hakkı olup, hiç kimse,
biri diğerinden daha çok hak sahibi değildir. Ancak ileride inşaallah
anlatılacağı gibi, bulunduğu yerin suya yakın olması halinde bir istisna
vardır. Bunun dışında bu çeşit suyun satılması ve başkalarından yasaklanması
helâl değildir. Yasaklamaya kalkışan, Allah'a âsî olup, O'nun azabına
çarptırılır ve rahmetinden mahrum kalır. Çünkü o başkalarını kendine ait
olmayan bir nimetten mahrum bırakmıştır.
Soru: Bir kimse
kendisine ait olan bir arazide kuyu açar veya çukur kazar ve suyu orada
toplarsa o suya sahip olabilir mi?
Cevap: Onun bu suya
başkalarından çok hak kazandığında şüphe yoktur. Bir kimsenin kendi arazisinde
su çıktığı, ot ve maden bulunduğu zaman, onun ve hayvanlarının içeceği
miktardan fazla da olsa, başkalarına vermek mecburiyetinde değildir. İmam
Ahmed'in fetvası bu şekildedir. Bu durum Hz. Peygamberin (s.a.) tehdit ettiği
konuya girmez. Çünkü o suyun fazlasını yasaklayan kimseyi tehdit etmiştir.
Sözkonusu durumda fazlalık yoktur. [535]
Kendi ihtiyacmdan,
hayvanlarının ve ziraatinin ihtiyaç duyduğu miktardan artar, kendisi gibi bir
insan veya onun hayvanları ihtiyaç içinde olurlarsa, suyu karşılıksız olarak
verir. Her bir kimse suya gelip hem kendisi içer, hem de hayvanlarını
sulayabilir. Ne sahibi buna engel olabilir ne de di|er insanların ücret ödemesi
gerekir. Peki kuyudan-su çekmek için gerekli olan ip, kova ve makara gibi
âletleri de meccanen vermeli mi, yoksa karşılığında ücret alabilir mi? tmam
Ahmed'in arkadaşlarının ihtiyaç halinde bir eşyanın ödünç verilmesinin vacip
olması konusunda iki ayrı görüşleri vardır. Bunlar içerisinde delil yönünden en
açık olanı vacip olmasıdır.
îmam Ahmed bu hükmün
ancak açık alanlar için geçerli olduğunu, bina gibi kapalı yerlerde su varsa,
oraya sahibinin izni olmaksızın girilemeyeceğini söylemiştir. Suyun fazlasının
başkasına ziraat için de verilmesinin gerekip gerekmediği konusunda da iki
görüş vardır. Her iki görüş de İmam Ahmed'den rivayet edilmektedir.
Birincisi: Gerekmez.
Bu aynı zamanda İmam Şafiî'nin görüşüdür. Çünkü ziraî mahsulün kendisinde bir
hürmet (yani helak olmaya terkedümesinin haram olma durumu) yoktur. Bu yüzden
de, hayvanların aksine, sahibinin ziraî mahsulü sulaması vacip değildir.
İkincisi: Gerekir. Bu
görüş sahipleri daha önce geçen hadislerle, onların umûmuyla ve Abdullah b.
Ömer'den gelen şu rivayetle delil getirmişlerdir: el-Vehat'taki arazisinin
işlerini yürüten kâhyası kendisine bir mektup yazarak arazisini suladığını ve
suyun arttığını, bunun da otuzbin dirheme istendiğini bildirdi. Bunun üzerine
kâhyasına cevap yazan Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle dedi: "Kendi sıran
geldiğinde arazini sulayınca suyu senden sonra gelene ver. Bunu yaparken en
yakından başla. Ben Rasûlullah'm (s.a.) suyun fazlasının satılmasını
yasakladığını işittim.[536]
Bu görüşün sahipleri
derler ki: Ziraat mahsullerini sulamamak onları helak etmek demektir. Bu ise
hayvanları helak etmek gibi haramdır. "Gerekmez" diyenlerin
"Kendisinde bir hürmet yoktur." sözlerinin cevabı ise:
"Sahibinin hürmeti vardır." şeklindedir. Malının helakine sebep olmak
caiz değildir. Sonra sizin "hürmetinin olmadığı" yolundaki iddianızı
kim kabul eder? Ebu Muhammed el-Makdisî der ki: Hürmetinin olmadığını söylemenin
men edilmesi ihtimal dahilindedir. Çünkü malı zayi etmek yasaklanmıştır. Telef
edilmesi haram kılınmıştır. Bu ise, hürmeti olduğunu gösterir.
Soru: Arazisinde veya
evinin içinde bulunan bahçesinde bir kuyu ya da kaynak suyu olsa bu su, o
araziye veya bahçeye tâbi olarak onun malı sayılır mı?
Cevap: Kuyunun kendisi
ve kaynak suyunun bulunduğu yer onun malıdır. Suya gelince, o konuda İki görüş
vardır ki, bu görüşler İmam Ahmed'den ve îmam Şafiî'nin arkadaşlarından da
nakledilmiştir:
Birincisi: Onun malı
sayılmaz. Çünkü o su toprağın altından akıp onun toprağına çıkıyor. Bu haliyle
aynen, onun toprağına, akan ırmak gibidir.
İkincisi: Onun
malıdır.
"Biri arazi
sahibi, diğeri de su sahibi iki kişi ziraat işinde ortaklık yapsalar çıkan
mahsul ikisi arasında paylaştırılır mı? sorusuna tmam Ahmed:
"Paylaşmalarında bir mahzur yoktur." diye cevap vermiş, Ebubekir de
bu görüşü tercih etmiştir.
Sahipli arazilerde
bulunan katran, petrol (metindeki "naft" kelimesi, kitabın
müellifinin yaşadığı asn gözönüne alarak düşünmeli), mumya ve tuz gibi sıvı
madenler de su hükmündedir. Aynı şekilde bir kimsenin arazisinde biten otlar
için de, su için zikredilen iki görüş geçerlidir. Hanbelî mezhebinde kabul
edilen görüşe göre bu su kimsenin malı olmaz. Yukarıda sayılan madenler de
öyle. İmam Ahmed der ki: Suyun satışını kesinlikle hoş bulmuyorum. el-Esrem der
ki: Ebu Abdullah'a şöyle bir soru sorulduğunu duydum: "Bir kavmin
bulunduğu bölgede bir nehir vardı ve hisselerine göre anlaşma gereğince biri
bir gün, biri iki gün arazilerini suluyorlardı. Bir gün benim sıram geldiğinde
suya ihtiyacım olmazsa, onu para karşılığında kiraya vereyim mi?" Ebu
Abdullah dedi ki: "Bilmiyorum. Ancak Hz. Peygamber (s.a.) suyun
satılmasını yasaklamıştır." Ona: "Satmıyor, yalnızca kiraya veriyor."
denildiğinde şu cevabı
verdi: "Konuyu hoş göstermek için hîle yapıyorlar. Bu dedikleri satıştan
başka nedir?"
İnsanların suyun
kullanılmasında ortak olduklarını gösteren hadisler de satışının yasak olduğunu
gösteren açık bir delildir. İmam Ahmed'e sorulan mesele, Şam bölgesinde yaşayan
insanların sıkça karşılaştıkları meselelerden biridir. Arazilerin ve bahçelerin
nehir suyundan bir payı bulunuyor, sahipleri o payı alıyor ve üzerine evler
veya dükkanlar yapıp suyunu kiraya veriyorlardı. İmam Ahmed bu konuda önce
duraksadı. Sonra Hz. Peygamber'in (s.a.) suyun satışını yasakladığını
söyleyerek cevap verdi. "Bu bir kiralamadır." denince de: "Bu
hile yollu bir adlandırmadır, lâfzı hoş gösterir, ancak sözleşmenin esası
satıştır. Şeriatın esasları bu bu suyun satışını yasaklamıştır. Su sahibinin
yalnızca, arazisini sulamakta öncelik hakkı vardır. Suya ihtiyacı kalmayınca
onu pazara çıkarması caiz değildir. Çünkü ondan sonra gelen ihtiyaç sahibi o
suya daha lâyıktır. Bu tıpkı bir madenin yanında konaklayıp ordan ihtiyacı
kadarını alan kimse gibidir ki, o adamın geri kalanını satması caiz
değildir."
Aynı şekilde herhangi
bir yere önceden gelip oturan kimse, orada oturduğu sürece, orada oturmaya
başkalarından daha çok hak sahibidir. Oraya ihtiyacı kalmayınca kiralamak
isterse caiz olmaz. Sahipsiz bir araziye başkalarından önce hayvanlarını
götüren kimse de, hayvanları orada bulunduğu sürece daha çok hak sahibidir.
Oradan ayrılacağı zaman, kalan otlan satmaya kalkışırsa, bu onun hakkı
değildir. Su da aynen böyledir. Toprağından ayrılınca onun o suda hiçbir hakkı
kalmaz ve aynen arazisinde yetişmeyen ve kendisine ait olmayan ot durumunda
sayılır.
Soru: Sizin verdiğiniz
örneklerle bu mesele arasında fark vardır. Zira su kendi arazisinden çıkmakta
ve o arazinin menfaatlerinden biri olmakta ve diğer menfaatleri gibi onun malı
sayılmaktadır. Verdiğiniz örneklerde zikri geçen hiçbir mal onun malı değildi.
O örneklerde ancak yararlanma (intifa*) ve öncelik hakkı sözkonusu idi.
Cevap: Bazılarının
suyun satışına cevaz vermelerine ve onu arazisine ait haklardan bir hak olarak
kabul etmesine sebep olan espri budur. Bu anlayıştan dolayı, arazisini içindeki
su ile birlikte pazarlayabileceği gibi, sadece suyunu da pazarlayabilir,
denilmiştir. Bu görüşe şu cevap verilir: Arazisinin hakkı, yararlanma konusundadır,
yoksa Allah'ın insanlar arasında ortak olarak ihsan etmiş bulunduğu suyun
mülkiyeti konusunda değildir. Aynı zamanda ona yararlanmada öncelik
tanınmıştır. Şeriatın esasları, hikmeti ve kamu yararım gözetmesi de bu
görüşü gerektirmektedir. Buna göre bir kimse
izinsiz olarak arazisine girip suyundan alsa o suya sahip olur. Çünkü o aslen
mubah olan bir şeydir ve arazisinde bir kuş yuva yapmış, bir ceylan oraya
girmiş veya bir balık kenara vurmuş da o da girip onu almış gibi sayılır.
Soru: Arazi sahibi
başkasının arazisine girmesine engel olabilir mi, başkasının oraya izinsiz
girmesi caiz inidir?
. Cevap: Bazı
arkadaşlarımız bir şey almak için izinsiz olarak girmenin caiz olmadığım
söylemişlerse de, bu görüşün ne Şârfin ne de îmam Ahmed'in sözünde bir dayanağı
yoktur. Bilâkis îmam Ahmed sahipli bir arazide hayvan otlatmanın caiz olduğuna
fetva vermiştir. Başka bir maksatla girmek ise yasaktır. Doğru olan görüş, bir
kimsenin, alması mümkün olan şeyleri almak için girmesinin caiz olmasıdır.
Çünkü genellikle arazinin sahibini bulup izin istemek imkân dahilinde
olmayabilir. Bazen su içmeye, hayvan sulamaya veya otlatmaya ihtiyaç olduğu
halde sahibi bulunmayabilir. Mal sahibinin izni olmaksızın girmeyi
yasaklasaydık hayvanlar zarar görürdü.
Aynı zamanda böyle bir
izinin faydası da yoktur. Çünkü arazi sahibinin araziye girimeyi men etmeye
hakkı yoktur. Bilâkis buna imkân vermesi vaciptir. Netice itibarıyla arazi
sahibinin giriş izni vermediği düşünülse bile, o dinen haram olan bir iş yapmış
olur ve girişi men etmeye kalkışması da helâl olmaz. Bu durumda oraya girişin
izine bağlı olmasının herhangi bir faydası yoktur.
Şâri'in kendisine
tanıdığı bir hakkı ancak oraya girmek suretiyle alabilecekse, o kimse bu konuda
şer'an izinli sayılır. Ancak arazi sahibinin ailesi ve harîm-i ismetini korumak
gibi bir endişe ile başkasının izinsiz girmesini yasaklaması halinde, izinsiz
girilmesi caiz olmaz. Sahrada olan araziye veya içinde kuyu bulunan metruk bir
eve izinli yada izinsiz girilmesi mümkündür. Allah Teâla: "İçinde kendinize
ait bir şeylerin bulunduğu oturulmayan bir eve girmenizde herhangi bir sakınca
yoktur."[537] buyurmaktadır. Âyette
günah olmadığı bildirilen giriş, izinsiz giriştir. Çünkü daha önceki âyet
başkalarının evlerine izin istemeden sessiz sedasız ve ev halkına selam vermeden
girilmesini yasaklamıştı.[538]'
Ayet-i kerîmede geçen"el-isti'nâs" kelimesi izin isteme anlamındadır.
Selef âlimlerinin bazüan bu kelimeyi "el-isti'zân" şeklinde
okumuşlardır. Daha sonra insanların kendilerine ait olan şeyleri almaları için
meskûn olmayan evlere izinsiz girmelerinin günah olmadığı bildirilmiştir. Bu da
gösteriyor ki başkasına ait boş ev veya araziye, su ya da ot gibi şeylerden
hakkı olanı almak için girmek caizdir. Kur'an nassının zahiri budur.
İmam Ahmed'in
fetvasının muktezası da böyledir. Basan Allah'tandır. [539]
Soru: Su kuyusunun
veya kaynağının satışı konusunda ne dersiniz, caiz midir?
Cevap: İmam Ahmed der
ki: Kuyunun veya kaynağın suyunun fazlasının, bulunduğu yerde satılması
yasaklanmıştır. Kuyunun ve kaynağın bizzat kendisinin satılması ise caizdir ve
satın alan oranın suyu üzerinde daha çok hak sahibidir. îmam Ahmed'in bu sözünü
sünnet de doğrulamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.): "Kim Rûme kuyusunu satın
alır ve o sayede müslümanları rahatlatırsa cennete hak kazanır."[540]'
buyurmuştur. Hz. Osaman (r.a.) bu kuyuyu Hz. Peygamber'in (s.a.) emriyle bir
yahudîden satın alarak suyunu sebil yapmıştı. Yahudi o suyu satmaktaydı.
Hadiste, belirtildiğine göre Hz. Osman kuyunun yansını oniki bine almış ve
sonra yahudîye şu teklifte bulunmuştur: İster bir gün sen ve bir gün ben
alayım. İstersen bir kova senin için, bir kova da benim için koyalım. Yahudi de
bir gün kendisi, bir gün de Hz. Osman için olmasını kabul etti. Bunun üzerine
Hz. Osman'a ait olan günde herkes iki günlük ihtiyacını almaya başladı. Yahudi
bu durum karşısında: "Kuyumun düzenini bozdun, gerisini de satın al."
dedi. Hz. Osman da diğer yarısını sekiz bine aldı. Hadiste anlatılan bu olay
kuyunun satılmasının ve alınmasının, suyunun sebil edilmesinin, çekilmiş ve
ihraz edilmiş suyunun satılmasının veya sırayla taksim edilmesinin, kuyu
sahibinin kuyunun suyu üzerinde daha çok hak sahibi olduğunun ve mülk
edinilmemiş ama hak edilmiş şeylerin taksim edilmesinin caiz olduğunu göstermektedir.
Bu noktada şu soru
sorulabilir: Size göre su, mülkiyet altına alınamazsa ve herkesin ihtiyacı olan
miktan alma hakkı var ise, Hz. Osman kuyunun tamamını satın alıp sebil edinceye
kadar yahudî o suyu nasıl kontrolü altında tutabildi? Şayet: Kuyunun kendisini
satın alıp mülk edinmiş, suyu da kuyuya tâbi olmuştu, derseniz, karşınıza bir
başka problem çıkar ki ö da şudur: Siz bir kimsenin, başkasına ait olan
araziye, su ve ot almak için girmesinin caiz olduğuna karar vermiştiniz.
Yahudînin kuyusuyla ilgili mesele ise şu iki husustan birine delâlet
etmektedir: Ya yahudî kuyuya mâlik olarak suya da mâlik olmuştur, ya da
başkasının arazisine, alınması mubah olan şeyleri almak için bile olsa izinsiz
girilmesi caiz değildir.
Cevap: Her şeyden önce
soru çok kuvvetlidir. Son iki ihtimalden birini kabul eden kimse bu konuyu delil olarak
kullanabilir. Her ikisini reddeden ise şöyle cevap verir: Soruda zikredilen
olay İslâm'ın ilk yıllarında Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye yeni geldiği
zaman ve birçok konudaki hükmün karar bulmasından önce cereyan etmiştir. O
sıralar yahudîler Medine'de güç ve otorite sahibi idiler. İslâm hükümleri
onlara uygulanmıyordu. Hz. Peygamber (s. a.) geldiği zaman onlarla banş yapmış
ve ellerinde olan hiçbir şeye dokunmayıp öylece bırakmıştır. Daha sonra şerl
hükümler istikrar buldu, yahudîlerin —Allah onlara lanet etsin— gücü ve
otoritesi kalmadı ve serî hükümler onlara da uygulandı. Kuyu kıssasının siyakı
bu olayın Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye yeni gelmiş bulunduğu günlerde olduğunu
göstermektedir. [541]
Kimseye ait olmayan
topraklardan çıkan büyük nehirler ve benzeri akarsular ise, hiçbir şekilde
mülkiyet altına alınamazlar. Bir kimsenin arazisine girseler, bu giriş
sebebiyle onun malı sayılmazlar. Tıpkı oraya giren bir kuş gibidirler. O kuşu
herkes avlayabilir ve alabilir. Şayet arazisinde suyun toplanacağı bir yer
yapmışsa ve su orada toplandıktan sonra araziden dışan çıkıyorsa, bu aynen kuyu
suyunun fazlası gibi sayılır. Şayet araziden çıkmıyorsa, o zaman arazi sahibi o
suyu içmek veya hayvanına içirmek konusunda daha çok hak sahibi sayılır ki,
bunun da hükmü daha önceki anlatılanlann hükmü gibidir.
el-Muğnîde îbn Kudâme
şöyle demektedir: Şayet havuzdaki su az ise ve oradan dışarı çıkmıyorsa en
uygun olan —ileride yağmur suları bahsinde zikredeceğimiz gibi— arazi sahibinin
o suya mâlik olmasıdır.
Daha sonra der ki:
Yağmur sularının toplanması için hazırlanmış yerlere gelince, bunun suyuna
mâlik olunması evlâdır. Ölçüsü malûm olduğu takdirde satılması da caizdir.
Çünkü kimseye ait olmayan (mubah) yağmur suyu, onun için hazırlanan bir yerde
toplanmıştır. Bu durumda sahibinin izni olmadan o sudan alınması caiz değildir.
Hem delile, hem de
mezhebe uygun olmadığı iddiası ile bu görüşe itiraz edilmiştir. Mezhep konusuna
gelince: İmam Ahmed der ki: Kuyu ve kaynak sulannm fazlasının, bulunduklan kuyu
ve kaynaklarda satışı yasaklanmıştır. Kuyu suyunun kuyudan aynlrnadığı
bilinmektedir. Bu durumda kuyu, suyun toplanması için yapılmış havuz gibidir,
aralarında herhangi bir fark yoktur. Suyun satışının men edildiğine dair İmam
Ahhmed'in vermiş olduğu fetva daha önce geçmişti. Delil ise, daha önce
zikrettiğimiz nasslar ve Buhârî'nin rivayet ettiği hadiste Allah'ın azabıyla
tehdit edilen üç şahıstan biri olarak
zikredilen şu ifadedir: "Fazla suyu olan ve onu yolcudan esirgeyen
kimse..." Bu ifadede suyun o kimseye ait bir arazide bulunmasıyla,
sahipsiz bir arazide bulunması arasında bir ayırım yapılmamıştır. Hadisteki
"İnsanlar üç şeyde ortaktırlar..." sözünde de bu ortaklığın
gerçekleşmesi için bulunduğu yerin de ortak olması şart koşulmamıştır.
"Yasaklanüması helâl olmayan şey nedir?" sorusuna cevap olarak
"Su." denilen hadisde de, bu suyun sahipsiz bir yerde olması şart
koşulmamıştır. Evet işte akıl ve nakil bakımından bu meseledeki delilin gereği
budur. [542]
Sünen ve Müsned'de
Hakîm b. Hizâm'dan şu hadis nakledilmiştir: Yâ Rasulullah! dedim. Adam bana
geliyor ve benden elimde mevcut olmayan bir şeyi satmamı istiyor. Ben de ona
satıyor, sonra pazardan satın alıyor (ve ona veriyor)um. Rasulullah (s.a.)
bunun üzerine buyurdu ki: "Yanında olmayan şeyi satma"[543]
Tirmizî bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.
Sünen'de İbn Ömer
(r.a.) yoluyla gelen buna benzer bir hadis daha vardır ki mânası şöyledir:
"Borç (se^f) ve alış-veriş,. bir satışta iki şart ve teslim alınmayan
malın kârı helâl değildir. Yanında olmayan şey de satılmaz."[544]Tirmizî
bu hadis için hasen-sahih demiştir.
Her iki hadis de Hz.
Peygamber'in (s.a.), kişinin yanında bulunmayan şeyi satmasını yasakladığı
konusunda ittifak etmişlerdir. Hz. Peygamber'den (s.a.) bize gelen hadis işte
budur. Bu satışta aldatmaca söz konusu olabilmektedir. Çünkü bir insan elinde
olmayan belli bir şey satıp
sonra da onu almak veya müşterisine teslim etmek için pazara giderse, o malı
bulmak ve bulamamak hususunda tereddüde kapılır. Bu da kumara benzeyen bir
aldatma sayılmış ve yasaklanmıştır.
Bazı kimseler bu
satışın, satılan mal mevcut olmadığı için yasaklandığını zannederek
"Mevcut olmayan şeyin satışı sahih olmaz." demişler ve bu konuda Hz.
Peygamber'in (s.a.) mevcut olmayan malın satışını yasakladığına dair bir de
hadis rivayet edilmiştir. Bu hadis herhangi bir hadis kitabında görülmemiştir.
Gözüken şu ki bu hadis yukarıdaki hadisin mânâ ile rivayet edilmesinden
ibarettir. Ancak o hadisle bunun aynı manâya geldiğini zannedenler hatâ
etmişlerdir. Hakîm ve İbn Ömer (r.a.) yoluyla rivayet edilen hadiste satışı
yasaklanan şeyin gayr-ı mevcut olması gerekmez. Şayet gerekiyorsa o da gebe
hayvanın karnındaki yavrunun yavrusunu satmak gibi hususî bir gayr-ı mevcuttur
ki, vücut bulması konusunda tereddüd ve dolayısıyla bir aldatma vardır.
Mevcut olmayan şey
(yânî ma'dûm) üç kısımdır: Zimmette vasfedilmiş, nitelikleri belirlenmiş olan
ma'dûm. Her ne kadar Ebû Hanife âkit esnasında genel anlamda vücut bulmuş
olması gibi bir şart koşuyorsa da, bunun satışı ittifakla caizdir. İşte bu
selemdir ki, ileride inşallah zikredilecektir.
İkincisi: Mevcuda tâbi
olan ma'dûm. Ma'dûm olan kısım mevcuttan çok olsa da sonuç değişmez. Bu da iki
çeşittir. Bu çeşitlerden birinde ittifak, diğerinde ihtilâf edilmiştir. İttifak
edilen çeşit, bir meyve ağacından tek bir meyvenin ortaya çıkmasından (büdüvvü
salâhı) sonra o meyvelerin satılmasıdır. İnsanlar bu sınıfın satışının caiz
olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bunlardan bir tanesinin ortaya çıkması
halinde diğer meyveler akit esnasında henüz ortada olmasalar da satış caizdir.
Ancak bu satış ortaya çıkan meyveye tâbi olarak gerçekleşmiştir. Bazen ma'dûm
mevcuda bitişik olabileceği gibi, bazen de ayrı ayrı bulunabilir ve bazdan
henüz yaratılmamış olabilirler.
ihtilâf edilen,
içlerinden bazıları olgunlaştığı zaman karpuz ve acur gibi şeylerin
satılmasıdır. Bu konuda iki görüş vardır: Birincisi: Bostan tarlasını toptan
satmak caizdir. Müşteri ise âdet olduğu gibi mahsul olgunlaştıkça parti parti
alır. Bu durum bir meyvenin ortaya çıkmasından sonra hepsinin satılması
gibidir. îki görüş içerisinde sahih olan ve ümmetin uygulamaya esas aldığı görüş
budur ki, bundan müstağni kalmalan mümkün değildir. Ne Kur'an ne hadis ne icmâ
ne de sahih bir kıyas bu uygulamayı yasaklamıştır. İmam Mâlik ve Medine ehli
ile iki içtihadından birine göre İmam Ahmed, bu görüşü benimsemişler.
Şeyhülislâm İbn
Teymiye de bu görüşü tercih etmiştir.
Toptan satılmasına
karşı çıkıp, parti parti satılmasının gerektiğini söyleyenlerin bu sözü hem din
hem de örf açısından sağlıksızdır ve uygulaması da genellikle imkânsızdır.
Mümkün olsa bile büyük güçlüklerle karşılaşılır. Bu da anlaşmazlığa ve kavgaya
yol açar. Müşteri büyük küçük hepsini almak ister, özellikle küçükler
büyüklerden daha güzelse onlan bırakmak istemez. Satıcı ise buna razı olmaz. Bu
konuda geçerli olan bir örf de yoktu. Bazen tarla çok büyük olur ve müşteri
olmuş mahsulü tüketemeden yeni bir parti ortaya çıkabilir ve satılan kısımla
yeni yetişen birbiriyle kanşabilir, arasını ayırmak da güç olur. Aynı zamanda
tarla sahibinin her istediği zaman müşteri bulması ve sözleşme yapması da çok
güç bir iştir. Böyle olan bir uygulamayı şeriat emretmez. Zira bu ne mümkündür,
ne de meşrudur. Şayet insanlar buna zorlansalar mallan bozulmaya, menfaatleri
muattal kalmaya mahkûm olur. Sonra bu uygulama her bakımdan birbirinin aynı
olan iki grubu farklı muameleye tâbi tutmak demektir. Acur gibi şeylerin ortaya
çıkması meyvelerin ortaya çıkması gibidir. Diğer kısımların sonradan yetişmesi
her iki grup için de aynıdır. Henüz yaratılmamış olanı yaratılmış olana tâbi
kılarak değerlendirmek her iki grup için de birdir. Bütün bunlara rağmen iki
grubun arasını ayırmak birbirinin aynı olan iki şeyin arasını ayırmak gibidir.
Parti parti
satılmasının hem güç hem de fasit bir yol olduğunu gören bu şahıslar derler ki:
Bu olumsuzluklann giderilmesinin yolu mahsulü aslı ile (yani kökleriyle)
birlikte satmaktır. Onlara denir ki: Size göre toptan satış fasit ise, bu satış
mevcut olmayanı satmak demekse ve aldatmaya yol açıyorsa, hiçbir kıymeti
olmayan köklerin satışıyla bu olumsuzluk giderilemez. Kıymetinin olduğu
söylense bile, mahsûle ödenen paraya nisbetle çok azdır. Müşterinin kökleri
almak gibi bir maksadı da yoktur. Bunun için para da ödemez. Sonra kökleri
satmanın her iki tarafa sağladığı yarar nedir ki, böyle bir şart koşulsun.
İncir ve dut gibi, zaman içerisinde peyderpey olgunlaşan meyveleri köküyle —ki
bunlar işe yarar— satma gibi bir şart bulunmadığına göre, acur ve karpuz gibi
şeyleri hiç işe yaramayacak kökleri ile beraber satmak nasıl şart koşulabilir.
Burada amaç ma'dûm olanı mevcut olana tâbi kılarak satmaktır. Ma'dûmun herhangi
bir tesiri yoktur. Bu tıpkı kiralama konusunda, menfaat üzerine yapılan akit
gibidir. Akit konusu olan menfaat henüz ortada yoktur. Çünkü o menfaatin bir
defada vukubulması mümkün değildir. Şeriatların temelinde kulların menfaat ve
maslahatlannın gözetilmesi ve kendileri için mutlaka gerekli olan şeylerin
kısıtlanmaması vardır. Onların maslahatları, ancak böyle
olursa tamamlanır.
Üçüncüsü: Hâsıl olup
olmayacağı bilinmeyen, satıcısının da bu konuda emin olamadığı ve müşterinin
durumunu tehlikeye sokacak olan ma'dûmdur. Şârl'ln satışını yasakladığı sınıf
budur, ama bu yasaklama ma'dûm olması dolayısıyla değil, aldatmaca bulunması
dolayısıyladır. Hakîm b. Hizam ile İbn
Ömer (r.a.) hadisinde zikredilen şekil
bu gruptandır. Satıcı elinde olmayan ve teslim etmeye imkan bulamayacağı bir
malı. onu pazardan alıp müşteriye teslim etmek düşüncesiyle satarsa, bu kumara
benzer ki, iki tarafın da böyle bir sözleşmeye ihtiyacı yoktur. Dişi devenin
karnındaki yavrunun yavrusunu satmak da bu sınıftandır. Bu yasaklama sadece yavrunun
yavrusuna has değildir. Şayet devenin, ineğin veya cariyenin karnındaki yavruyu
da satsa, cahiliye âdetlerinden olan bir satış olur. Bir grup âlim selem
satışının elde olmayan şeyin satışının yasaklanmasından tahsis edildiğini
zannetmişlerse de öyle değildir. Çünkü selem zimmette garanti edilen, sabit
olan ve yerinde teslimine imkân bulunan bir satıştır. Bu satışta bir aldatmaca
veya tehlike sözkonusu değildir. Bilâkis bu, malı, müsellem ileyhin zimmetinde
kılmaktır ki, onun da yeri geldiğinde o malı vermesi vaciptir. Bu bir mânada
malın karşılığı olan parayı müşterinin zimmetinde bekletmek gibidir. Birinde
garantili olan para müşterinin zimmetinde, diğerinde de garantili olan mal
satıcının zimmetinde bulunmaktadır. Elde olmayan şeyi satmak başka, bu ise daha
başka şeylerdir. Şeyhimizin bu hadis üzerinde faydalı bir açıklamasını
görmüştüm. Burada onu naklediyorum: Şeyhimiz İbn Teymiye der ki: Bu hadis
üzerinde çeşitli görüşler vardır. Bir görüşe göre bu hadisten maksat bir
kimsenin başkasına ait olan muayyen bir malı satması, sonra o malı sahibinden
alarak müşteriye teslim etmesidir. Buna göre hadisin mânası: "Mal olarak yanında bulunmayan şeyi
satma." demek olur. Bu
tefsir İmam Şafiî'den nakledilmiştir. İmam Şafiî, peşin
olan selemi caiz görmüştür. Bazen müsellem ileyhin elinde satmış olduğu şey
bulunmayabilir. İmam Şafiî, bunu malların (a'yân) satışına hamletmiştir ki,
zimmetteki satış ister peşin, ister veresiye olsun o satış içinde
değerlendirilmesin.
Başkaları ise derler
ki: Bu görüş çok zayıftır. Çünkü Ha*kîm b. Hizam başkasına ait olan bir malı
satmıyordu ki, sonra gidip ondan satın alsın. Kendisine gelenler de filanın
evini veya kölesini istiyoruz, demiyorlardı. Yapılan şu idi: İnsanlar geliyor
ve şöyle şöyle bir yiyecek veya elbise istiyoruz, diyorlardı. O da: Olur,
vereyim, diyor, satışı yapıyor ve şayet istenen mal kendisinde yoksa gidip
başkasından alıyordu. Uygulama böyle idi. Bu sebeple demişti ki: "Bana gelip, bende olmayan malı
istiyorlar." Yoksa "Benden,
başkasına ait olan malı istiyorlar." dememiştir. İsteyen, muayyen bir mal
değil, o cinsten herhangi bir mal istemektedir ki, yenilecek, giyilecek ve
binilecek şeyler için o cinsten bir mal istemek o gün için geçerli olan
âdetlerdendi. Alıcının maksadı ister aynısı, ister daha iyisi olsun belli bir
şahsa ait mala sahip olmak değildir. Bu yüzden İmam Ahmed ve bir grup âlim
ikinci görüşü benimseyip şöyle demişlerdir: Hadis, umûmî olarak elde olmayan
bir şeyin zimmette satışından yasaklanmasını gerektiriyor. Bu duruma göre, bir
kimsenin, yanında olmayan malı, selem akdi ile satması da yasaktır. Ancak
ecelli selemin caiz olduğuna dair hadisler vârid olmuş ve bu hüküm peşin ı
selem için geçerli kalmıştır.
Üçüncü görüş
—görüşlerin en açığı budur —: Hadis-i şerif ne müeccel olan selemi, ne de peşin
olan selemi yasaklamıştır. Bu hadisle kastedilen şey, sahibi olmadığı ve
teslimine de imkân bulamaycağı malı zimmette satması ve o mala sahip olmadan
önce ondan kâr sağlaması, sonra onu temin edip müşteriye teslim edebilmesidir.
Buna göre hadis, malın hazır olmaması durumunda, peşin selemden men etmektedir.
Çünkü zimmetinde peşin bir şey gerekmekte, ondan kâr etmekte, ama onu vermeye
muktedir olmamaktadır. Satın almaya gittiğinde, belki o malı bulabilir, belki
de bulamayabilir Bu ise bir aldatmaca ve tehlike demektir. Selem peşin ise,
malın peşin olarak teslimi vaciptir. Halbuki o, buna muktedir olmadığı halde,
ilerde onu satm almak ve ele geçirmek düşüncesiyle satış yapmakta ve kâr
sağlamaktadır. Belki de aldığı işi, malı satın alacağı kimseye devretmiş ve
kendisi hiç bir şey yapmamış, bâtıl yoldan kazanç sağlamıştır. Bu durumda,
selem peşin olur, müsellem ileyh de malı hemen vermeye muktedir olursa, bu
caizdir. İmam Şafiî'nin dediği . gibi, müeccel selem caiz olursa, peşin selemin
caiz olması daha evlâdır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hadisinden maksadın bu olması, konuyu i» açıklayan hususlardandır. Daha
önce geçtiği gibi, soru soran şahıs, mutlak bir şeyin zimmette satışını
sormuştur. Şayet mutlak olan bir malın satışı caiz olmazsa, elde bulunmayan
muayyen bir malın satışının menedilmesi daha evlâdır. Zimmetteki şeyin satışını
sorduğu zaman, onun peşin olarak satışını sormuştur. Çünkü,'Malı satayım, sonra
gidip onu alayım ' demiştir. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Yanında olmayan
şeyi satma." buyurmuştur. Peşin selem mutlak anlamda caiz olmasaydı, şöyle
buyururdu: 'Bu satışı yapma.' Malı yanında bulunsa da bulunmasa da, cevabı bu
olurdu. Bu görüşün sahibi der ki: Zimmette olan şeyi, satmak teslim edeceği şey
yanında olsa bile, caiz değildir. Şayet teslim edeceği mal yanındaysa, o
durumda ancak muayyen bir şey satıyor ve zimmette satış
yapmıyor demektir. Hz, Peygamber (s.a.)
bunu mutlak olarak yasaklamayıp, yalnızca: "Yanında bulunmayan şeyi
satma." buyurunca, O'nun — her ne kadar ikisi de zimmette satış ise de—
elinde bulunan ve teslimine muktedir olabileceği şey ise böyle olmayan şeyin
arasını ayırdığı anlaşılmıştır.
Bu konu üzerinde
düşünen kimse doğru olanın, üçüncü görüş olduğu sonucuna varacaktır.
Soru: Müeccel satış
zaruret dolayısıyla caizdir. —Bu beyu'l-mefâlîstir.— Çünkü satıcı, yanında
hemen teslim edecek malı olmazsa, bir müddet sonra teslim etmek üzere satış
yapmak ihtiyacını duyar. Peşin satışa gelince, malı müşterinin görme imkânı
olduğundan, sözkonusu malm niteliklerini belirterek zimmette satış yapmaya
gerek yoktur. Zira satıcı mutlak bir mal değil, yanında bulunan muayyen bir mal
satmaktadır.
Cevap: Selemin kaide
dışı bir uygulama olduğunu kabul etmeyiz. Aksine, malın vâde ile teslimi,
paranın vâde ile ödenmesi gibidir. Her ikisi de insanların maslahattan
gereğidir.
Satış esnasında ortada
olmayan malın satışı konusunda üç görüş vardır: Bir grup, İmam Şafiî gibi —ki
ondan gelen meşhur rivayet budur—, mutlak malın satışım caiz görmekte,
nitelikleri sayılmış muayyen bir malın satışını caiz görmemektedir. İkinci
grup, İmam Ahmed ve İmam Ebu Hanife gibi, nitelikleri sayılmış muayyen malın
satışını caiz görmekte, mutlak malınkini caiz görmemektedir. Her iki çeşit
malın da satışının caiz olduğunu söylemek daha isabetlidir. Bu konuda İmam
Şafiî'ye , onun başkasına söylediği gibi, şöyle denilir: Nitelikleri
belirtilmiş mutlak bir malı zimmette satmak caiz ise, aynı şekildeki muayyen
bir malın satışının caiz olması daha evlâdır. Çünkü mutlak maldaki aldatma,
belirsizlik ve tehlike oranı muayyen maldan daha çoktur. Mutlak bir buğdayı,
niteliğini belirterek satmak caiz ise, muayyen bir buğdaya niteliğini
belirterek satmak daha evlâdır. Hatta müşteri malı gördüğü zaman muhayyer olma
kaydı olsa bile, muayyen malı niteliğini belirterek satmak, yine caizdir.
Ashâb-ı kiramdan nakledilen bu görüşü, Ebu Hanife ve iki rivayetten birinde
İmam Ahmed de benimsemiştir. İmam Ahmed'in arkadaşlarından el-Kâdî ve diğerleri
satış lafzıyla yapılan peşin selemi caiz görmüşlerdir.
Konunun hakikati
şudur: Şu veya bu lâfız arasında fark yoktur. Zira sözleşmelerde, mücerret
lâfızlara değil, sözleşmelerin hakikatına, ruhuna ve amacına itibar edilir.
Teslim alınması geciken mevcut malların satışı, para önceden ödeniyorsa
"selef diye adlandırılır. Müsned'de Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edildiğine
göre O (yani Hz. Peygamber)meyveler ortaya çıkmadan (büdüvvü salâhından) önce
bir bahçenin selem yoluyla satışını yasaklamıştır. Ortaya çıktıktan sonra:
"Bu bahçeden on vesk tbir Ölçü birimi, altmış sa' veya bir katır yükü
karşılığında kullandır.) hurmayı sana selem yoluyla sattım.1* derse, caiz
olur.Bu tıpkı "ortada yığılmış olarak (çec halinde) bulunan hurmadan on
vesk satın aldım" demesinin caiz olması gibidir. Fakat paranın ödenmesi,
hurmaların olgunlaşmasına kadar geciktirilir. Paranın ödenmesinde acele
edilirse, buna "selef* denilir. Çünkü selef, önceden geçip giden şeydir.
Sâlif ise mütekaddim, yani geçip giden demektir. Allah Teâlâ'nm: "Böylece
onları geçmişin karanlıklarında bırakıp
sonradan gelenlere ibret örneği kıldık. "[545]
buyurduğu âyet-i kerimesinde bu kelime bulunmaktadır. Araplar önceden geçip
gidenleri sâlife diye adlandırırlar. Hz. Peygamber'in (s.a.): "
Salih selefimiz Osman b. Maz'un'a
yetiş.".[546] sözünde bu anlamda bir kullanış vardır. Ebu
Bekir es-Sıddîk (r.a.): Tek başıma kalıncaya kadar onlarla savaşacağım."
anlamına gelen kinayeli ifadesinde boyun kelimesi yerine sâlife kelimesini
kullanmıştır.
Selef kelimesi, hem
borç, hem de selem anlamlarına gelmektedir. Çünkü borç veren kimse, borç
vermede, önce davranmış demektir. Hadis-i şerifte: "Alışveriş ve borç
helâl değildir." ve "Hz. Peygamber (s.a.) bir adamdan ödünç olarak
genç bir deve almış, borcunu öderken onun yerine altı yaşında seçkin bir deve
vermiştir."[547]
buyurulmuş ve bu hadislerde selef kelimesi ve ondan türeyen şekilleri
kullanmıştır. Yanında bulunmayan şeyi satan kimsenin maksadı, kâr etmekten
başkası değildir. O bir tüccardır. Başkasına, önceden parasını alarak bir mal
satar, sonra gidip aynı paraya o malı alırsa, o kimse hiçbir fayda sağlamadan
boşa yorulmuş olur. Aynı zamanda bunu yapan kimse, başkasına güvenmiş ve ona:
"Bana para ver, sana şu malı alayım," demiştir. Bu durumda, o da
güvenilir kimsedir. Bir şahsın belli bir ücretle mal satıp o parayı alması,
sonra gidip aynı para ile o malı hemen satın almasına gelince, akıllı bir
insandan böyle bir davranış beklenmez. Evet, şayet bir tüccarın paraya
jihtiyacı varsa, önceden parayı alarak, sattığı malı buluncaya kadar o
parayı çalıştırır ve ondan yararlanırsa, işte
bu müeccel selem ^uygulamasında olabilir. Beyu'I-
mefalîs diye adlandırılan alış-veriş şekli
budur. Çünkü o tüccar,
iflas etmiş biri olarak paraya muhtaçtır. Sattığı mal da, o anda elinde yoktur.
Fakat bir yerden geleceğini beklediği şeyler vardır ve buna binaen zimmette
satış yapar. Bu ancak ihtiyaç dolayısıyla yapılır. Bunun dışında böyle bir şey
yapılmaz. Ancak hemen parayı ticaret yoluyla kullanmak maksadı veya bu yolla
selem dolayısıyla kaybettiğinden daha çok kâr sağlayacağı düşüncesi müstesna.
Parayı peşin alarak malım satan kimse, daha ucuza mal vermekte, alıcı taraf da
malını ilerde teslim alarak, hemen teslim almaya nazaran daha ucuza aldığını
bilmektedir. Yoksa bir alış-verişte bulunması beklenmezdi. Çünkü hiçbir fayda
sağlayamazdı. Parayı önce vermekle dînî yönden bir mükâfaat bekliyor olsaydı,
bu parayı borç olarak verirdi. Malı, teslim alma vaktine göre, daha ucuz olarak
aldığım zannetmeseydi selem sözleşmesi yapmazdı. Müeccel selem çoğunlukla,
satıcı durumdaki kimsenin ihtiyacından dolayı yapılır.
Peşin seleme gelince,
şayet mal satıcının yanmdaysa, belki paraya ihtiyacı vardır ve malını bazen
göstererek, bazen da niteniklerini belirterek satar. Şayet elinde mal yoksa,
böyle bir muamele ile ticaret yapmayı ve kâr etmeyi amaçlamış, belli bir fiata
malı satıp, daha ucuza almayı planlamıştır.
Sonra bu tahmini belki
düşündüğü gibi gerçekleşir, belki de gerçekleşmez ve o malı ancak daha pahalı
bir fiyatla temin edebilir ve tabiî ki pişmanlık duyar. Şayet daha ucuza temin
ederse ve umduğu fiattan alma imkânı olursa selem konusu olan şeyi alıcıya
takdim eder. Aksi durumda ise zarar eder ve teslim edemez. Bu ise kumar ve
tehlike demektir. Tıpkı kaçan bir köleyi ve deveyi değerinden düşük bir fiatla
satmak gibidir. Ele geçerlerse satıcı, ele geçmezlerse müşteri pişman olur.
Aynı şekilde gebe bir hayvanın yavrusunun yavrusunu {habelü'l-habele} veya gebe
hayvanın ceninini [melâkîh) ya da erkek hayvanın sulbünde, yani menisinde
tasavvur edilen şeyi [medâmîn) vb. satmak da böyledir. Çünkü bunlar belki vücud
bulur, belki bulmaz. Yanında bulunmayan şeyi satan kimse, kumar ve şans oyunu
gibi, temini mümkün olabilecek ve olmayabilecek cinsten şeyler satan kimse
gibidir.
İki türlü tehlike
vardır. Birincisi: Ticarî tehlikedir ki bu, satmak ve kâr etmek düşüncesiyle
bir malı almak ve bu hususta Allah'a tevekkül etmektir. İkincisi: Bâtıl yoldan
kazanç sağlamaya sebep olan şans oyunlarıdır ki, Allah ve Rasûlü bu çeşit
kazancı haram Jalmıştır. Bunlar mülâmese ve münâbeze satışları, gebe hayvanın
ceninini veya cenininin ceninini satmak yada erkek hayvanın sülbündekini
satmak, ortaya çıkmadan önce meyveleri satmak gibi şeylerdir. Bu çeşit
satışlarda bir taraf
aldatmış ve zulmetmiş, diğer taraf da zulme uğramıştır. Satmak için mal alan
tüccarın durumu farklıdır. Sonradan fiatların ucuzlaması yalnızca Allah'tandır.
Bu satıcı zulme uğramış gibi şikayette bulunmaz. Yanında bulunmayan şeyi satmak
ise, kumar ve şans oyunu gibidir. Çünkü o kimse yanında bulunmayan bir malı
satarak kâr etmeyi amaçlamıştır, müşteri ise onun malını önce satıp, sonra
başkasından satın aldığını bilmemektedir. Birçok insan bu durumu bilse, o
kimseden alış-veriş yapmaz. Bilakis gider onun satın aldığı yerden alır. Bu
risk ticaret riski değil, teslim edemeyeceği malı satmakta acele davranma
riskidir. Tüccar bir malı satın aldığı zaman onun mülkiyetine girer ve bu
merhaleden sonra ticaret riski sözkonusu olur ve Allah Tealamn şu ayetinde
helâl kıldığı ticarî yoldan satışını yapar: "Aranızda karşılıklı rızaya
dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı bâtıl (haksız ve haram
yollar) ile yemeyiniz.[548]'
Allah en iyi bilendir. [549]
Müslim'in
Sahihinde Ebu Hüreyre (r.a.) yoluyla
gelen şu hadis y"er almaktadır: Rasûlullah (s.a.) taş atımı satışı ile
aldatma satışım yasak etti.[550]
Yine Ebu Hureyre'den
BuHarî ve Müslim'in Sahfh'lerinde Rasûlullah'm (s.a.) mülâmese ve münâbezeyi
yasak ettiği rivayet edilmekte ve Müslim'de ilave bulunmaktadır:
"Mülâmeseye gelince o, alıcı ile satıcıdan herbirinin hiç düşünmeden diğerinin
elbisesine dokunması, münâbeze ise herbirinin
elbisesini diğerine atması ve hiçbirinin
arkadaşının elbisesine bakmaması
(şeklinde yapılan satış) tır."[551]
Buhârî ve Müslim'in
Safttfı'lerinde Ebu Saîd'in şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Rasûlullah
(s.a.) bizi iki çeşit satış ve iki çeşit giyinişten nehyetti. Satışta mülâmese
ile münâbezeden nehyetti. Mülâmese bir kimsenin gece ya da gündüz başkasının
elbisesine eliyle dokunması ve onu ancak bu şekilde kontrol etmesidir. Münâbeze
ise, iki kimsenin elbiselerini birbirlerine atması ve bakmadan, nza göstermeden
bunun satış sayılmasıdır.[552]
Taş atımı satışı,
beyu'l-hıyâr ve beyu'n-nesîe kelimelerinde olduğu gibi masdarm nev'ine izafeti
cinsinden olup beyu'l-meyte ve beyu'd-dem terkiplerinde olduğu gibi masdann
mefulüne izafeti cinsinden değildir.
Yasak edilen satışlar
bu iki kısımda mütâlâa edilmektedir. Bu sebeple taş atımı satışı şöyle tefsir
edilmektedir: Şu taşı at, hangi elbisenin üzerine düşerse o, şu kadar dirheme
senin olsun. Arazi satışında attığı taşın düştüğü yere kadar olan mesafeyi,
tane ile satılan şeylerde avucuna aldığı taş sayısınca o maldan satın almak
şeklinde açıklanmıştır. Satıcının da avucuna taş alıp, avucumdaki her taş için
bir dirhem isterim demesidir. Ya da satıcı veya alıcıdan birinin eline bir. taş
alıp, "Bu taş ne zaman düşerse satış vacip olsun." demesi de bu
cinstendir. Diğer şekilleri şunlardır: Alış verişte bulunan iki kişiden biri
eline bir taş alır ve: "Bu taşı ne zaman sana atarsam bu alış-veriş vacip
olsun." der. Veya bir kişi eline taş alıp koyun sürüsünün içine dalar ve:
"Bu taş hangi koyuna değerse o senin olsun." der. Bu şekillerin
hepsi, bâtıl yoldan mal yemeye yol açtığı, beraberinde aldatmaca ve kumara
benzeyen risk taşıdığı için fasittir. [553]
Garar satışı kelimesi,
beyu'l-melâkîh ve beyu'l-medâmîn kelimelerinin terkibi gibi, masdann mefulüne
muzaf olması şeklindedir. Aldatma kelimesinin Arapçası olan
"el-garar", satılan malın bizzat kendisini İfade etmektedir ve
el-kabz ve es-selb kelimeleri, el-makbûz ve el-meslûb anlamına geldiği gibi,
mefûl mânasında fiildir, yani kendisiyle aldatılan, demektir. Bu çeşit satışın
örnekleri şunlardır: Müşteriye teslim imkânı olmayan kaçak köleyi, parlayıp
kaçmış atı, havadaki kuşu, dalgıcın bir defada dalıp çıkaracağı miktardaki
inciyi, ağaçta veya devesinin karnında olan şeyleri, Zeyd'in onun için razı
olacağı veya ona hibe edeceği ya da ona miras kalacak şeyi satmasıdır. Bu ve
benzeri şeylerin elde edilip edilemeyeceği ve teslim edilip edilemeyeceği
bilinemediği gibi, hakikati ve miktarı da belli değildir. Gebe hayvanın
yavrusunun yavrusunu satmak da bu cins satışlardan sayılır ki, Buhârî ve
Müslim'in Saftih'lerinde Hz. Peygamber'in (s.a.) bunu nehyettiği rivayet
edilmiştir. [554] Bir görüşe göre,
yukarıdaki gibi (yani yavrunun yavrusunu satmak) yorumlanan bu satış şekli,
ikinci görüşe göre müddet olarak yorumlanmıştır. Yani alış-veriş yapıp teslim
için gebe hayvanın yavrusunun doğması ve onun da gebe kalmasına kadar beklemek,
demektir. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Her iki şekil de
aldatmadır. Üçüncü görüş ise olgunlaşmadan önce üzüm bağını satmaktır. Müberred
böyle söylemekte ve Arapçası olan in ortasındaki harfin, sükûn ve fetha ile
okunacağını belirtmektedir. İbn Ömer'e gelince, o bu satışı müddet olarak
yorumlamış ve Mâlik ve Şafiî de bu görüşü kabul etmiştir. Ebu Ubeyd ise ceninin
cenini olarak açıklamış, Ahmed
de bu görüşü benimsemiştir.
Garar satışlarından
biri de beyu'l-melâkîh ve medârnîndir. Saîd b. el-Müseyyeb ve Ebu Hureyre
(r.a.) yoluyla gelen bir hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.) medâmîn ve melâkîhi
yasak ettiği belirtilmiştir. [555] Ebu
Ubeyd der ki: Melâkîh karınlarında bulunan ceninler, medâmîn ise erkek
hayvanların bellerinde bulunan şey (meni)dir. Cahiliye Arapları dişi devenin
karnında bulunan yavrusunu ve erkek hayvanın bir veya birkaç yıldaki
çiftleşmesini satıyorlardı. Şair der ki:
"Belde bulunan
medâmîn, erkek hayvanların kambur sırtlarında bulunan suyudur."
Bu satışlardan biri de
beyu'l-mecr'dir. Hz. Peygamber (s.a.) bu satışı yasak etmiştir.[556]
İbnu'l-Arabî der ki: el-Mecr, dişi devenin karnındaki (cenin), faiz, kumar ve
müzâbene'dir. [557]
Garar satışlarından
bir diğeri, mülâmese ve münâbezedir. Bu kelimelerin açaklaması, aynı hadis-i
şerifte geçmektedir. Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den (r.a.) gelen rivayete
göre iki çeşit satış yasak edildi: el-Mülâmese ve el-münâbeze. Mülâmese bir
kimsenin alıcı ile satıcıdan her birinin hiç düşünmeden diğerinin elbisesine
dokunması (ile), münâbeze ise her birinin elbisesini diğerine atması (şeklinde
yapılan satışjdır.[558]
Buhârî ve Müslim'in
Sahihlerinde Ebu Saîd'den şu rivayet gelmektedir: Rasûlullah (s.a.) bizi iki
çeşit satıştan ve iki çeşit giyinişten nehyetti. Satışta mülâmese ile münâbezeyi
yasak etti. Mülâmese bir kimsenin
gece veya gündüz, eliyle başkasının elbisesine dokunması, onu ancak bu şekilde
kontrol etmesidir. Münâbeze ise: İki kişinin elbiselerini birbirlerine atması
ve bakmadan, rıza göstermeden bunun satış sayümasıdır. [559]
Mülâmese satışı şöyle
de açıklanmıştır: Satıcı der ki: Bu elbiseyi sana, ona ne zaman dokunursan şu
kadar paraya senin olmak üzere sattım. Münâbezede ise şöyle der: Hangi elbiseyi
bana atarsan onu şu fiata kabul ediyorum. Bu da mülâmese ve münâbezenin bir çeşididir.
İmam Ahmed'in sözünün zahirinden anlaşılan budur. Bu satış cinsinde aldatmanın
olduğu açıktır ve sözkonusu nehyin illeti alış-verişin şarta bağlanması değil,
bilâkis İllet, aldatma ve tehlike (yüksek nisbetteki risk)dir. [560]
Turp, şalgam, patates,
soğan vb. gibi yer altında büyüyen bitkilerin satışı, aldatma satışlarından
değildir. Çünkü onlar tecrübe ile sahiplerinin bilebileceği niteliktedirler.
Dış görünüşleri, toprak altında kalan kısımların nasıl olduğunu gösterir. Bu
halleriyle dışına bakılıp içi bilinen çec (tahıl yığını) gibidirler. Yine de
bir aldatma olduğu takdir edilse bile, bu aldatma insanların kesin olarak
ihtiyaç duydukları genel maslahatlarının yanında hafif kalır ve hoşgörülür.
Alış-verişi menetmeyi gerektirmeyecek ölçüdedir. Meselâ bir hayvanı, evi veya
dükkanı bir seneliğine kiralamakta da aldatma vardır. Çünkü bir sene dolmadan
hayvan ölebilir, ev yıkılabilir. Aynı şekilde hamama girmek, bir su kabının
ağzından su içmek de böyledir. Çünkü insanların yapısındaki farklılıktan dolayı
kullanılan ve içilen su miktarı da değişir. Selem satışı, ölçüsü bilinmeyen
büyük yığınların (çec) satışı, yumurta, nar, karpuz, ceviz, badem, fıstık gibi
içi görülemeyen maddelerin satışı için de aynı durum geçerlidir, ama her sebep
alış-verişi haram kılmaz. Aldatma basit veya kaçınılmaz ise, sözleşmenin sıhhatine engel olmaz. Bir
binanm temel duvarlarında, bir hayvanın iç organlarında veya ortaya çıkan bir
mahsulün en son beliren kısımlarında belirebilecek aldatmaların önüne
geçilemez. Hamam ve su kabından su içme konusundaki aldatmalar basittir. Bunlar
kaçmılabilecek ölçüdeki aldatmaların aksine, alış-verişe engel olmazlar.
Rasûlullah'm (s. a.) yasak ettiği çeşitler de bunlardır. Bunlara eşit ölçüde
olanlar da aynı hükümdedirler ve sözleşmenin sıhhatine engel teşkil edenler bu
çeşitlerdir.
Bu konu böyle
bilinince, yer altında gelişen ürünlerin satışı hususunda şu iki mesele
anlaşılmış olur. Birincisi: Bu aldatma basittir ve kaçınılması mümkün değildir.
İkincisi: Bu çeşit ürünlerin ekili bulunduğu büyük tarlalardaki ürünün satışı
için bir defada hepsini toplamak şart koşulsa, bu hem büyük bir güçlük, hem de
olgunlaşmamış bir kısım ürünün telef olması demektir ki şeriat böyle bir şeyi
emretmez. Toplanan partilerin ayrı ayrı satılmasında da hem satıcı, hem de
alıcı açısından büyük güçlükler ve sıkıntılar vardır. Sâri" böyle bir
hükmü vacip kılmaz ve insanların maslahatları bu yolla karşılanmaz. Hatta bu
şekildeki satışı menedenler bile fiilen işin içine girdikleri zaman başka bir
yol bulamamışlar ve ürünlerini topraktayken toptan satmak zorunda kalmışlardır.
Buradaki aldatma ne Rasûlullah'ın (s.a.) yasakladığı ne de ona benzer bir
aldatmadır. [561]
Miski misk kedisi
içerisinde satmak da aldatma satışlarından değildir. Bilâkis bu, ceviz, fıstık,
badem ve hindisten cevisi gibi yenecek kısmı içinde olan şeyler gibidir. Onun
kılıfı, dış etkenlerden koruyan, kokusunu ve nemliliğini muhafaza eden bir
görev görmekte ve böylece kalması, onu değiştirmek ve hile yapmak gibi
durumlardan uzak tutmak için daha yararlı olmaktadır. Misk kedisi içerisinde
bulunan misk, çıkarılmış olanından daha makbul sayılmış ve tüccarlar
alış-verişlerini bu şekilde yapagelmişlerdir. Nerdeyse tam olarak cinsini ve
miktarını bilebilmekte, bu konuda ihtilâfa düşmemektedirler. O halde bu aldatma
değildir. Çünkü aldatma, vücut bulup bulmamak arasında gidip gelmek demektir. Bir
başka kaideye göre, anlaşılması gizli kalmış ve kendisi bilinemeyen şeydir. Ama
bizim konumuza giren hususlar ne dil ne de şeriat açısından aldatma diye
adlandınlamazlar. Kim bir satışı haram sayar ve onun
aldatma satışı olduğunu iddia ederse,
ondan bunun ya dil ya da şeriat açısından aldatma diye adlandırılan sınıfa
girdiğini belirtmesi istenir. Miskin misk kedisi içerisinde satılmasına cevaz
vermek İmam Şafiî'nin arkadaşlarının iki görüşünden biri ve delil açısından
daha çok tercihe şayan olanıdır. Bu satışı men edenler ise, onu hurmanın içinde
çekirdeği, tavuğun karnında yumurtayı, memede sütü ve kapalı bir kabın içinde
yağı satmak gibi kabul etmişlerdir. Halbuki her iki çeşit arasındaki fark
açıktır.
Onlara karşı çıkanlar
ise bu satışı, ceviz, badem ve fıstığı kabuğu ile satmak gibi kabul
etmişlerdir. Çünkü bu şekildeki satış maslahata daha uygundur. Şüphesiz bu
benzetme birinciden daha uygundur ve Şâri'in yasak ettiği satışlardan olmadığı
gibi o mânada olduğu da söylenemez. Çünkü ne lâfız, ne de mâna olarak Şâri'in
yasaklaması, bu çeşidi içine almaz.
Kabın içerisinde yağın
satılması konusunda şöyle bir tafsilat vardır: Şayet müşteri kapağı açıp
üzerinden yağı görür, cinsini ve niteliğini anlarsa, bu şekildeki satış
caizdir. Ancak dıştan görebildiği çecin satışı gibi sayılır. Eğer bu şekilde
göremez ve niteliklerini bilmezse, satış caiz olmaz. Çünkü bu aldatma sayılır.
Yağın cins ve vasıfları değişiktir. Yumurta, ceviz, badem ve misk gibi kabıyla
yaratılmış da değildir. Bu sebeple onların sınıfından sayılması doğru olmaz.
Memedeki sütün
satışına gelince, Ahmed, Şafiî ve Ebu Hanife'nin arkadaşları bunu
menetmişlerdir. Halbuki bu konuda tafsilata ihtiyaç vardır: Şayet satıcı,
yalnız memede bulunan ve görüleni satarsa caiz olmaz. Hayvanla birlikte
satılması caizdir. Çünkü yalnız başına sütün, olduğu gibi, müşteriye verilmesi
mümkün değildir. Zira satılan miktar bilinemez. O her ne kadar kapta bulunan
bir süt gibi görünse de, satıldığı zaman o anda memede bulunmayan— damarlarda
bulunan — süt de gelir ve ayrılamayacak şekilde memede bulunan ve satılan süte
karışır. Şayet Taberânî'nin eî-Mu'cem'inde[562] İbn
Abbas yoluyla rivayet ettiği"Rasûlullah (sa.a.) sırtta bulunan yünün ve
memedeki sütün satılmasını yasak etti." hadisi sahih ise, hamledileceği
mâna —inşaallah— budur. Belli bir koyundan alacağı belirli ölçüdeki sütü satsa
veya o koyunun belli bir kaç günlük sütünü satsa bu caiz olmaz. Çünkü meyvenin
ortaya çıkmadan önce satılması mesabesinde olur ki caiz değildir. Özellikleri
belirtilmiş mutlak sütü zimmette satsa ve şu koyundan veya bu inekten olmasını
şart koşsa şeyhimiz (İbn Teymiye) bunun caiz olduğunu söylemiş ve Müsned'Ğe
bulunan ç,u hadisi delil getirmiştir: KHz. Peygamber (s.a.) bir bahçenin
ürününün selem yoluyla satışını yasak etti." Ortaya çıkınca satıcı:
"Bu bahçeden on vesk hurmayı selem yoluyla sana verdim." derse caiz
olur. Bu tıpkı çec halindeki hurmadan, "Ben şu yığından on vesk satın
aldım." demesenin caiz olması gibidir. Fakat paranın ödenmesi mahsulün
olgunlaşmasına kadar geciktirilir. [563]
Koyun, inek ve devenin
belirli bir müddet sütünü almak için ücre ödenmeye gelince, iukahanın çoğunluğu
bunu caiz görmemişlerdir Şeyhimiz
caiz olduğunu söylemiştir. Bu
görüşü bazı âlimlerin benimsediğini nakletmiş ve kendisi
bu konuda müstakil bir eser telif etmiştir. Şeyhimiz der ki: Bir kimse koyun,
inek veya deve gibi bir hayvanı belli bir ücretle ve yemi sahibine ya da
kindisine ait olmak üzere sütünü almak için kiralarsa, bu kiralama âlimlerin
iki görüşünden en açık olanına göre süt annede olduğu gibi caizdir. Bu muamele
hem aliş-verişc hem de kiralamaya benzemektedir. Bu yüzden bazı fakihler bu
konuyu alış-veriş bahsinde ele alırken, bazıları da kiralama bahrinde ele
almaktadırlar. Şayet süt, kiraya tutanın yemi ile hâsıl oluyorsa, bu durum ağaç
kiralamaya benzer. Eğer hayvanı yemleyen onun sahibi ise ve müşteri yalnızca
kendisi için takdir edilen sütü alıyorsa bu tam bir alış| veriş sayılır. Sütü
mutlak olarak alıyorsa bu da alış-veriş kabul edilir; Çünkü sütün sahibi, sütü
getirip müşterisine tam olarak vermektedir^ Süt anne konusunda durum tamamen
tersinedir. Çünkü süt anne çocuğa süt emzirmektedir. Bu Hz. Peygamber'in (s.a.)
yasak ettiği aldatm satışları sınıfına dahil değildir. Çünkü aldatma, var
olmakla olmamah arasında gidip gelmedir. Bundan dolayı da satışı yasak
edilmiştir.
cinsindendir. Bâtıl
yoldan mal yemeye vesile olduğu için Allah Teâlâ onu haram kılmıştır. Aynı
zamanda Allah'ın haram kıldığı zulüm gibidir. Evet bu muamele, iki taraftan
birinin malı ortada bulunur, diğerininki ise varlık ile yokluk arasında şüpheli
bulunursa, caiz olmayan bir muameledir. Kaçak kölenin, ürküp kaçmış hayvanın,
gebe hayvanın yavrusunun yavrusunun satışı hep bu sınıftandır. Çünkü bu mallar
belki müşteriye ulaşır, belki de ulaşmaz. Ona ulaşacak şeyin miktarı da belli
değildir. Ama satılan şeyler, arazi ve hayvan kiralamak gibi, süt annenin sütü
gibi, hayvan sütü ve tanm ürünlerinin satışı gibi, bütün bunların miktarı ve
diğer özellikleri âdeten biliniyorsa, hepsi aynı sınıftan sayılırlar ve
caizdirler.
Sonra müşteri âdet
üzere olan miktarı alabilirse bir mesele kalmaz. Şayet bir eksilme olursa, o
miktarın karşılığı kiracıdan düşülür. Bu tıpkı, âfete uğrayan satış malının
bedelinin belli bir oranda düşülmesi (vadu'l-cevâih) gibidir. Aynı zamanda
diğer alış-verişlerde malın bir kısmı müşterinin eline geçmeden telef olursa
yine böyle muamele yapılır.
Soru: Kira
sözleşmesinin konusu menfaat (yararlanma)lardır. Mallar değildir. Bu sebeple
yemek için yiyecek ve içmek için su kiralamak sahih olmaz. Süt annenin
kiralanması da menfaate binâendir ki, o da çocuğu kucağa alması ve ona meme
vermesidir. Süt bu sözleşmeye zımnen ve tâbilik durumunda girer. Bir evi kiraya
verirken o evin kuyusunda biriken suyun da aynı sözleşmeye girmesi gibi
sayılır. Asıl için hoşgörülmeyen bazı şeyler tâbi durumda olurlarsa
hoşgörülebilirler.
Cevap: Bu itiraz bir
kaç yönden cevaplanabilir:
Birincisi: Kira
sözleşmesinin yalnızca menfaat üzerine yapılacağını menetmek. Çünkü bu ne
Kur'an ve hadisle ne de icmâ ile sabittir. Bilâkis ashâbm, bunun aksine
uygulamalarda bulunduğu bildirilmektedir. Sahih olan bir rivayete göre Hz. Ömer
[r.a.) Üseyd b. Hudayr'm bahçesini üç seneliğine kiraya vermiş ve ücretini alıp
onunla borcunu kapatmıştı. Bahçeden maksat hurmadır. Bu ise meyvesini almak
için ağacı kiraya vermek demektir. Mü'minlerin halifesi olan Hz. Ömer'in görüşü
bu şekildedir ve ashâbtan herhangi bir kimsenin ona karşı çıktığı da
bilinmemektedir. İmam Ahmed'in arkadaşlarından Ebu'1-Vefâ b. Akıl ve Şeyhimiz
de bu görüşü tercih etmiştir. Sizin kira sözleşmesi ancak menfaat üzerine
yapılır, sözünüz kabul edilemez ve delil ile de sabit değildir. Sizin en çok
yapabileceğiniz şey, ihtilaflı olan konuyu, yenmek için ekmeğe ve içmek için
suya kıyaslamanızda*. Bu ise çok fasit kıyaslardan biridir. Çünkü ekmek yenilir ve yerine
yenisi gelmez. Hjllbuki süt ve kuyu suyu böyle değildir. Çünkü onların yerine
yenisi geu||i Bu yönüyle de menfaat mesabesinde sayılır.
İkincisi: Ürünler
vakıf ve ariyet (iğreti verme) vb. konularda menfaat ve fayda gibi
değerlendirilirler. Buna göre ağacı olan kimse, tıpkı ürününden yararlanılması
için arazisini vakfeden kimse gibi, meyvesinden yararlanılması içen ağacını
vakfedebilir. Bir hayvanı, bir evi veya bir süt hayvanını iğreti olarak vermek
caiz olduğu gibi, bir ağacı iğreti vermek de caizdir. Bütün bunlar, onların
ürününü ya da faydasını teberru etmektir. Bir kimsenin evini orada oturacak
birisine vermesi, bir başkasının hayvanını ona binecek birine, ağacını onun
meyvesini alacak bîrine, arazisini ekecek birine, koyununu onun sütünü içecek
birine vermesi mesabesindedir. Bütün bu faydalar, teberru sözleşmeleri
hükmündedirler. Faydalanılan malın aslı vakıf yoluyla bu tür faydaya tahsis edilmiş
olsa da (muhabbes) olmasa da sonuç değişmez. Aynı zamanda ortaklık sözleşmesi
hükmüne de girerler. Çünkü bir kimse koyununu, ineğini veya devesini bir
başkasına, sütünden veya doğacak yavrularından bir kısmını ona vermek
karşılığında onlara bakmak ve hizmetlerini görmek için verse, bu anlaşma İmam
Ahmed'den gelen iki rivayetten en sahih olanına göre sahihtir. Aynı şekilde
kira sözleşmesi hükmüne de girerler.
Üçüncüsü: İki çeşit
mal vardır: Birinci çeşidi, yerine yenisi gelmeyen ve gidince bütünüyle gidendir.
İkinci çeşidi yavaş yavaş tükenen ve tükenen kısımların yerine yenisi gelendir.
İşte bu çeşit, menfaatlerle yerine yenisi gelmeyen mallar arasında bir derece
sayılır. Bu durumda hangi kısma benzediğine bakılır ve onun gibi kabul edilir.
(Bu gözle bakıldığında) bu çeşidin menfaatlere benzemesinin daha kuvvetli
olduğu bilinmekte ve dolayısıyla o kısımdan sayılması evlâ olmaktadır.
Dördüncüsü: Allah
Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de süt annenin kiralanması konusunda hükmünü bildirmiş ve
süt annenin aldığı şeyi ücret diye isimlendirmiştir. Bizim şeriatımızda
Kur'an'da hakkında nass bulunan kiralama yoktur, ancak süt annenin kiralanması
müstesnadır ki, o da şudur: "Sizin için çocuğu emzirirlerse onlara
ücretini verin, aranızda uygun bir şekilde anlaşın."[564]
Üstadımız der ki: Kiralamanın ancak menfaat üzerine olacağı vehmine kapılan
bazı kimseler, buradaki kiralamanın kıyasa aykırı düştüğünü zannetmişlerdir.
Halbuki öyle değildir. Bilâkis
kiralama, mal olsun menfaat olsun, aslı bakî kalmak kaydıyla kendisinden yararlanılabilen
her şey üzerine yapılabilir. Nasıl bu mallar vakfedilebiliyor ve iğreti
verilebiliyor, insanlar karşılıksız olarak yararlanabiliyorsa, aynı şekilde
kiracı da ondan, bedelini ödeyerek yararlanabilir. Süt annenin sütünden aslı
bakî kalarak yararlanmak mümkün olunca, herhangi bir menfaati kiralamanın caiz
olması gibi, onu da kiralamak caiz olmuştur. Bu, kıyasın ta kendisidir. Zira
Allah nasıl bazı menfaatleri peyderpey yaratryor ve onlann aslı bakî kalıyorsa,
aynı şekilde bazı mallan da peyderpey yaratıyor ve onlann aslı da bakî kalıyor.
Beşincisi:
Sözleşmelerde asıl olan, Allah ve Rasûlü'nün haram kıldıklannın dışındaki
esaslan yerine getirmenin vacip olmasıdır. Çünkü müslümanlar, helâli haram,
haramı da helâl kılan şartlann dışındaki bütün şartlara riayet ederler.
Sözleşilen veya şart koşulan hususlarda Allah ve Rasûlü'nün haram kıldığının
dışında hiçbir şey haram olmaz. Bu konuyu menedenlerin (menettikleri şeyin)
haram kılındığına dair gösterebilecekleri hiçbir nass yoktur. Ancak kıyas
deliline tutunmaktadırlar, fakat yaptıkları kıyasta asıl ile fer' arasında
kıyaslamayı önleyecek bir fark olduğu bilinmektedir. (Kıyası) caiz görenlerin
yaptığı kıyas, fer'in asla eşit kılınmasına daha yakındır. Bu konuda ise, bunun
imkânı yoktur.
Basan Allah'tandır.
Altıncısı: Bu
kiralamayı menedenler süt annenin kiralanmasının cevazımn Kur'an ve icmâ ile
sabit olduğunu, bu kiralamadan esas maksadın da bir maddî varlık olan süt
olduğunu görünce, bu kiralamanın cevazım izah için hem emzirenin hem de
kiralayanın geçersizliğini bildikleri hileli bir ifade kullandılar ve dediler
ki: Süt anne ile yapılan sözleşme yalnızca, onun çocuğu kucağına alması ve ona
meme vermesi üzerine yapılmıştır. Süt ise tâbi durumundadır. Halbuki Allah ve
bütün akıllı kimseler bilmektedir ki, ne mesele böyledir, ne esas maksat, süt
annenin çocuğu kucağına almasıdır ve ne de o kadını tutmak için yapılan
sözleşmenin konusu budur. Örf, hakikat ve şeriat açısından bunun böyle olmadığı
bilinmektedir. Şayet, süt anne çocuğu bir başkasının kucağında veya beşiğinde
emzirse bile ücretini almayı hak ederdi. Esas maksat sadece meme vermek
olsaydı, sütü olmasa da memesi olan her kadın tutulabilirdi. Gerçekten fasit
olan kıyas ve ruhsuz olan fıkıh budur. Bütün bunlardan sonra nasıl olur da süt
anne tutmanın (kiralamanın) kıyasa aykın olduğu söylenir ve sahih olan kıyasın
böyle olduğu iddia edilebilir?
Yedincisi: Hz.
Peygamber (s.a.), keçiyi ve koyunu sütü için iğreti vermeyi tavsiye etmiş, buna
teşvik etmiş ve bu iyiliği yapacak kimsenin nail olacağı sevabı zikretmiştir.[565]
Bunun ne bir satış, ne de bir hibe olmadığı bilinmektedir. Zira ma'dûm ve
meçhul olan bir şeyin hibe edilmesi caiz değildir. Bu ancak tıpkı binilmesi
için hayvanın iğreti verilmesi gibi, sütü için koyunun ödünç verilmesidir. Bu
ise ondan yararlanmanın mubah olduğunu göstermektedir. Her iki uygulama da,
şer'î yönden birdir. İğreti verme yoluyla yararlanması caiz olan şeyden,
kiralama yoluyla da yararlanılabilir. Çünkü her ikisinin geliş yolu birdir.
Aradaki fark sadece birinin teberru şeklinde olması, diğerinin de bir bedel
karşılığında olmasıdır.
Sekizincisi: Harb
el-Kirmâni'nin el- Mesaû'indc yaptığı şu rivayettir: Saîd b. Mansûr — Ubâb b.
Ubâd — Hişam b. Urve ve babası yoluyla gelen habere göre, Üseyd b. Hudayr altı
bin dirhem borcu olarak vefat etmiştir. Bunun üzerine Ömer b. el-Hattab (r.a.)
alacaklılan çağırmış ve onun arazisini alacaklılara iki seneliğine vermiştir.[566] Bu
arazide ağaçlar ve hurma bulunmaktaydı. Medine bahçelerinde daha çok hurma
bulunmaktadır ve boş (ağaçsız) arazisi çok azdır. Hz. Ömer'in bu uygulaması
meyvesini almalan için ağaçlan kiraya vermek demektir. Kim bunun İcmâ'a aykın
olduğunu iddia ederse, bilgisizliğindendir. Bilâkis bunun caiz olduğu hususunda
icmâ edildiğini söylemek daha uygundur. Hz. Ömer (r.a.) bunu Medine-i Münevvere'de
Ensâr ve Muhacirlerin huzurunda yapmış ve olay her tarafta duyulmuş, buna
rağmen kimse karşı çıkmamıştır. Bilâkis kabul ve ikrar ile karşılamışlardır.
Halbuki, Hz. Ömer bile yapsa, bundan daha basit şeylere karşı çıkıyorlardı.
Meselâ. İmrân b. Husayn ve diğerleri temettü haccı konusuna karşı çıkmışlardı[567]' Bu
olaya ise kimse karşı çıkmadı. İnşaallah bunun tam
bir kıyas olduğunu, bunu menedenlerin bu
olayı mutlaka dikkate almaları gerektiğini ve onların caiz olmayan birçok
hilelere başvurduklarını açıklayacağız.
Dokuzuncusu: Ziraat
yapılan bir araziden, kira sözleşmesiyle elde edilen mahsul, her mal gibi bir
maldır ve o mal, kiracının ürettiği bir üründür. Kiracının topraktan yararlanma
konusunda bundan başka bir maksadı yoktur. Şayet tarımdan başka bir yararlanma
kastı sözkonusu olsa bile bu, asla tâbi bir kasıttır.
Soru: Üzerinde
sözleşme yapılan şey toprağı sürmenin, ekmenin ve hasat etmenin yarandır. Mal
bu yararın sonucu olarak ortaya çıkar. Meselâ, bir kimse kuyu kazmak için
birini kiralar, kuyudan da su çıkarsa üzerinde sözleşme yapılan konu su değil
iştir.
Cevap: Toprağı
kiralayan kimsenin elde edeceği ürünün dışında bir maksadı yoktur. İş (yani
çalışma) ise başka bir amaca hizmet eden vesiledir. Kiracı, mücerred çalışmadan
hiçbir yarar sağlayamaz. Bilâkis o (iş veya çalışma) yorgunluk ve sıkıntıdır.
Maksadı yalnız ve yalnız çalışması ve sulaması sayesinde Allah'ın yaratacağı
mahsulü almaktır. Her iki konu arasında hükümlere illet teşkil etmeyecek
geçersiz farklardan başka bir fark yoktur. Sizin kiralamayı kuyu kazmaya
benzetmeniz fasit bir benzetmedir. Bilâkis kuyu kazmanın benzeri, araziyi
sürmek, ekmek ve sulamak için bir çiftçi tutmaktır. Şüphe yok ki, sütü için
hayvan kiralamayı, mahsulü için arazi kiralamaya benzetmek tam bir kıyastır ve
—daha önce de geçtiği gibi— yemek için ekmek kiralamaya benzetmekten daha
sahihtir.
Onuncusu: Mahsulünü
almak için arazi kiralamanın aldatma ve risk durumu, sütü için hayvan
kiralamanmkinden daha çoktur. Çünkü tarıma etki edecek âfetler ve engeller
sütünkinden çoktur. Buna rağmen bu durumlar arazinin kiralanmasında hoş
görülürse, (yani kiralama için şer'î bir engel teşkil etmezse) sütü için hayvan
kiralamada hoş görülmesi daha evlâdır. [568]
Memedeki sütün satış
sözleşmesi huusunda üç görüş vardır:
1- Gerek satış, gerekse kiralama olarak bunu
menetmek. Şafiî ve Ebu Hanife bu görüştedirler.
2- Hem
satış, hem de kiralama olarak cevaz vermek.
3- Satışına
değil ama, kiralamasına cevaz vermek. ÜstadımızılJHn,) tercihi de budur.
Memedeki sütün
satışını meneden iki hadis vardır:
Birincisi: Ömer b.
Merrûh hadisidir ve zayıf bir hadistir. [569]
Hubeyb b. ez-Zübeyr — İkrime — İbn Abbas yoluyla rivayet edilen bu hadis
şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.) hayvanın sırtındaki yünün, sütteki yağın ve
memedeki sütün satışını yasak etti." Bu hadisi Ebu İshak, İkrime ve İbn
Abbas yoluyla onun {İbn Abbas'm) sözü olarak veya yağ konusunu zikretmeksizin
rivayet etmiştir. Hadisi Beyhakî ve diğerleri de rivayet etmişlerdir.
İkincisi: İbn
Mâce'nin, Hişâm b. Ammâr — Hatem b. İsmail — Cehdam b. Abdullah el-Yemânî —
Muhammed b. İbrahim el-Bâhilî — Muhammed b. Zeyd el-Abdî — Şehr b. Havşeb ve
Ebu Saîd el-Hudrî yoluyla yaptığı şu rivayettir: "Hz. Peygamber (s.a.)
doğuruncaya kadar hayvanların karınlarında bulunan şeyin, ölçü ve tartı ile
olmaksızın memelerde bulunan şeyin, kaçmış bulunan kölenin, taksim edilinceye
kadar ganimetlerin, ele geçirilinceye kadar zekât mallarının ve dalgıcın bir
defada çıkardığı şeyin satışını yasak etti."[570]'
Fakat bu hadisin isnadı ile delil sabit olmaz. Hayvanların karınlarında bulunan
şeyin satışının yasaklanması, melâkîh (hayvanların sulbünde bulunan şey)in ve
medâmîn (karınlarında bulunan şey)in satışının yasaklanmasıyla, kaçmış bulunan
kölenin satışının yasaklaması ise — o, kaçak olduğu bilmen bir köledir—aldatma
satışının yasaklanmasıyla sabit olmuştu. Ganimetlerin paylaştırılmcaya kadar
satışının yasaklanması, bir kimsenin yanında bulunmayan bir şeyi satmasının
yasak edilmesinin hükmü içindedir, çünkü o bir aldatma ve tehlike (riziko) ihtiva
eden satıştır. Ele geçirilemeyen zekat mallarının satışı da böyledir. Şayet Hz.
Peygamber (s. a.) bir yiyeceği, müşteriye inktikal ettiği, mülkiyetine girdiği,
onun olduğu ve başkasının malı olmak
ihtimali kalmadığı halde yine de ele geçirilmeden önce satışını yasak ederse,
ganimet ve zekat mallarının ele geçmeden önce satışının yasak edilmesi daha
evlâdır. Dalgıcın bir defa da çıkaracağı şeyi satışında aldatma bulunduğu
konusu ise apaçıktır.
Memedeki sütün
satışına gelince, şayet muayyen olursa, satılan malı aynen teslim etmek mümkün
değildir. Eğer özellikleri belirtilmiş bir sütün zimmette satışı ise, bu,
şuradaki çecden on avuç satmaya benzer. Bu çeşit satışın iki yönü vardır: Itlak
yönü ve tayin yönü. İkisi arasında bir çatışma da yoktur. Bu satışın caiz
olduğunu İmam Ahmed'in rivayet ettiği şu hadis göstermektedir. Hz. Peygamber
(s.a.) bir bahçe (de bulunan meyve) yi, ortaya çıkmadan (büdüvvü salâhından)
önce selem yoluyla satmayı yasakladı. Buna göre süt veren koyunun sütünü belli
bir ölçüyle selem yoluyla satarsa caizdir. Bu satış "Ölçü ve tartı ile
olmazsa, memedeki şeyin satışını yasak etti." sözünün hükmüne girer. Bu
ise, ister mutlak isterse muayyen olsun, ölçü ve tartı ile olursa satışına izin
var demektir. Çünkü (mutlak veya muayyen diye bir) tafsilat zikretmemiş, ölçü
ve tartının dışmda da bir şart koşmamıştır. Muayyen olması şart olsaydı
zikrederdi.
Soru: Koyunun sütünü
belli sayıdaki günler için Ölçüsüz ve tartısız satsa ne dersiniz?
Cevap: Yukarda
zikredilen hadis sahih ve sabit ise ölçüsüz ve tartısız satılması caiz olmaz.
Şayet hadis sabit değilse, koyunun sütü de bilinmekte ise ve âdeten
değişmiyorsa (belli sayıda) günler için satılması caiz olur. Âdetine binaen
verilen hüküm ölçü ve tartının yerini tutar. Eğer süt durumu değişiyor, bazen artıyor,
bazen eksiliyor, bazen da kesiliyorsa, bu aldatma sayılır ve caiz olmaz.
Kiralama ise böyle değildir. Çünkü süt onun mülkiyetinde ve hayvanı yemlemesi
sonucu meydana gelir, tıpkı kendi mülkü olan araziyi sulayarak mahsul meydana
gelmesi gibidir. Bunda herhangi bir aldatma yoktur. Evet, şayet süt âdetin
aksine eksilir veya kesilirse, bu kiralamadan beklenen bir menfaatin
noksanlaşması veya tamamen ortadan kalması mesabesindedir ki, bundan dolayı
kiracıya ya sözleşmeyi feshetme hakkı doğar, ya da eksilen meanfaat oranında
kira ücretinden düşülür. Bu, mezhebin (Hanbeli mezhebi) usulüne göre yapılacak
bir kıyasla vanian sonuçtur. İbn Akîl ve el-Muğnî müellifi der ki: Kiracı
(herşeye rağmen kiraladığı malı) elinde tutmayı tercih ederse, ücretin tamamını
ödemesi gerekir. Çünkü o, eksikliğe
razı olmuştur. Bundan dolayı da ücretin tamamını ödemesi gerekir. Doğru olan
ise, menfaatten eksilen oranın ücretten düşürülmesidir. Çünkü kiracı tam
ücreti, eksiksiz ve kusursuz bir menfaat karşılığında vermektedir. Böyle
olmadığı takdirde, tam ücret ödemesi gerekmez.
Onların: "Kiracı
menfaati eksik olarak kabul etti. Bu durum satılık bir malı kusurlu olarak
kabul etmek gibidir." sözlerine iki yönden cevap verilebilir:
Birincisi: Müşteri
kusurlu olan malı, kusurunun bedelini almak kaydıyla kabul ederse, (Hanbelî)
mezhebinin zahirine göre bu onun hakkıdır. Kusurlu olan malın bedelini alarak o
malı kabullenmesi, (o bedeli alma) hakkını düşürmez.
İkincisi: Şayet malı
geri verme hakkı olan kimse, onu elinde tutarsa, ona söz konusu bedel ödenmez,
desek bile bundan dolayı kira için geçerli olan bedeli eksiltme hakkı düşmez.
Çünkü kiracı sözleşme yapılan konunun bir kısmından yararlanmaştır. Bundan
dolayı onu olduğu gibi geri vermesi mümkün değildir. Aynı şekilde kalan
menfaati geri vermesi halinde zarara uğrayabilir veya bu imkânı bulamayabilir.
Bundan dolayı da her şeye rağmen kiraladığı nesneyi elinde tutmak zorunda
kalabilir. Buna rağmen ondan ücreti tam olarak almak ve onu, ancak sözleşmeyi
feshederek zararını telafiye zorlamak, ona zarar vermek demektir. Özellikle
ekim, dikim (alanı), bina kiralayanlar veya yolculuk için hayvan kiralayan ve
yolda hayvanda bir ânza ortaya çıktığını gören kimse için bu durum daha da
zordur. Doğru olan hüküm şudur: Geri verme hakkı ve imkânı olan bir müşteri,
satın aldığı malı elinde tutarsa ona, o malın kusurundan dolayı bir bedel
ödenmez, ama kiralamada bu bedel ödenir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) tarım ürünü alan müşteriden, ürünün tabiî âfetten zarar görmesi halinde,
zarar gördüğü orandaki ücretin düşürülmesine ve geri kalanının alınmasına
hükmetmesi de bu konuyu açıklamaktadır. Zira ürünün tamamı bir seferde
olgunlaşmaz, bu yüzden de hepsini birden toplamak âdet olmayıp peyderpey
toplanır. Bu durum aynen kiralama hadisesindeki gibidir. Hz. Peygamber (s.a.)
musarrât (çok gözükmesi için bir müddet sütü sağılmayan hayvan) konusunda
müşteriyi, hayvanı geri vermek veya bundan dolayı herhangi bir tazminat
istemeden öylece kabul etmek arasında muhayyer bırakmış, âfete uğrayan ürün
konusunda ise, zararının telafi edilmesi ve böylece ürünü elinde tutması
hükmünü vermiştir. Aradaki fark bizim zikrettiğimiz husustur.
Kiralama da ürünün satışına daha çok
benzemektedir. Bu benzerliğe itibar edildiği ise, Şârî'in, ücret satıcının
eline geçmeden önce âfete uğrayan mahsulün bedelini düşürmesinde açığa
çıkmıştır.
Soru: Menfaatleri
etkileyen musibetlerin, ücretten düşürülmeyeceği konusunda âlimler ittifak
etmişlerdir.
Cevap: Bu o-bâbdan
değildir. Kim böyle olduğunu zannederse, bu onun kuruntusudur. Üstadımız der
ki: Bu, satın alman üründe olduğu gibi âfete uğrayan malın zararından telâfi
edilmesi babından değildir. Bilâkis bu sözleşme ile amaçlanan menfaatin telef
olması veya elden çıkması bâbındandır. Âlimler hayvan kiralayan bir kimsenin
onu teslim almadan önce ölmesi halinde, ücretini ödemesinin gerekmeyeceği
misalinde olduğu gibi, kiralamada da sözkonusu menfaat, elde edilemeden önce
telef olursa, ücret ödenmesinin gerekmeyeceğinde ittifak etmişlerdir. Bu durum,
bir çecden belli bir ölçüde mahsul satın alınması, fakat alınan miktarın teslim
alınmadan ve çecden ayrılmadan telef olması mesabesindedir. Şüphe yok ki, bu
durumdaki bir mal satıcının garantisindedir. Bu yüzden arazi kiralayan kimse
âfet sebebiyle ziraat yapmaya imkân bulamazsa kira ücreti ödemesi gerekmez. Şayet
ziraat yapar, mahsul yetişir, ama sonradan tabiî bir âfet gelerek hasat imkânı
bulamazsa, bu durumda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bir grup (yukarıda zikri
geçen) ürün ve menfaat meselesi gibi kabul etmiş, başka bir grup ise bu iki
meseleyi ayrı ayrı ele almıştır. Menfaat ve ürün meselesiyle bu konuyu ayn ayrı
ele alanlar derler ki: Ürün, üzerinde sözleşme yapılan şeydir. Aynı şekilde
menfaat de öyledir. Bu konuda ise ekilen mahsul, üzerinde sözleşme yapılan şey
değildir. Sözleşme yapılan şey menfaattir. O da elde edilmiştir. İki konuyu
eşit olarak ele alanlar ise derler ki: Kiralamadan maksat üründür. Bu maksat
hâsıl olmadan önce tabiî bir âfet gelirse sözleşme ile amaçlanan şey ele
geçmeden önce telef olmuş demektir. Gerçi kira bedelini ürün için değil, ürün
elde etmesine yarayacak bir menfaat için ödemişse de, ürünü hasat edemeden
tabiî bir âfet meydana gelir ve mahsule zarar verirse, üzerinde sözleşme
yapılan menfaat de bundan kurtulamaz ve bu menfaat de telef olmuş sayılır. Bir
arazinin menfaatinin işin başında telef olmasıyla, sonunda telef olması
arasında bir fark yoktur. Tabiî âfet ekimden sonra olur ve oradan yararlanma
imkânını ortadan kaldırırsa, bunun önce veya sonra olması arasında bir fark
olmadığı bilinmektedir. [571]
Hayvanın sırtındaki
yünün satılmasına gelince, bunu yasaklayan hadisin sahih olduğu sabit olursa,
onu kabul etmek vacip olur ve ona aykırı bir şey söylemeye imkân yoktur. İmam
Ahmed'den bu konuda değişik rivayetler gelmiştir. Bir rivayete göre bunu
menetmiş, başka bir rivâyete göre de hemen kırkılması şartıyla cevaz vermiştir.
Bu görüşün açıklaması şöyledir: Hayvanın üstündeki yün, teslimi mümkün olan
malûm bir maldır. Bundan dolayı ağaçtaki hurma gibi satışı caizdir. Koyunun
üzerinde bulunan ve satılan yün Üe sonradan büyüyecek olan (ve satışa dahil
olmayan) kısmın birbirine karışması ihtimali, hemen kırkılmasıyla bertaraf
edilmiş olur. Bu arada büyüyen kısım tesbit edilemeyecek kadar azdır. Diğer
yandan hemen kırkılması şart koşulmazsa, bu durumda da peyderpey toplanan hurma
gibi olur. Alınması zamanında uzamış olsa bile, bunun doğru bir açıklaması
vardır. Son noktada bu, var olan şeye tâbi olan, yaratılmamış ma'dûmun (mevcut
olmayanın) satışı demektir. Bir meyvenin henüz yaratılmamış kısımları gibidir
ve mevcut olan kısmına tâbidir. Yünün alınması için belli bir vakit tayin
edilirse, bu da meyveyi olgunlaşma zamanında toplama mesabesindedir.
Bu konuyu şu husus
daha iyi açıklamaktadır. Bu satışı menedenler, hayvanın yününü diğer
organlarına kıyas etmişler ve demişlerdir ki: Yün hayvana bitişiktir. Bundan
dolayı, diğer organları gibi tek basma satışı caiz değildir. Bu ise çok fasit
bir kıyastır. Çünkü, diğer organları hayvana zarar vermeden müşteriye teslim
etmek imkânsızdır.
Soru: Bununla memedeki
süt konusu arasındaki fark nedir ki, buna cevaz verdiğiniz halde ona cevaz
vermediniz?
Cevap: Memedeki sütte
müşterinin malı ile satıcının malı birbirine çabucak karışır. Çünkü süt hayvan
sağıldıkça hızla meydana gelir. Yün ise böyle değildir.
Allah en iyi bilen ve
hükmedendir. [572]
[1] Buhâri, 68/26 : Müslim, 1500. Ebu Hureyre'den.
[2] Buhârî, 97/12.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 6/11-12.
[3] Buhârî, 44/6 ve daha başka yerler ; Müslim, 1457 ;
Muvatta, 2/739.
[4] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/12-13.
[5] Buhâri, 64/52.
[6] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/13-18.
[7] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/18-19.
[8] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/20.
[9] Buhâri, 62/17 ; Müslim, 1459. el-Müdlicî: Müdlic b.
Mürre b. Abdimenâf b. Kinâne*ye nisbet olmaktadır. Kâiflik ilmi bunlarla,
Esedoğullanna ait bulunuyor ve Araplar bunu böyle kabul ediyorlardı. Hâfiz İbn
Hacer şöyle der: Kâiflik, sahih olun kavle göre sadece onlara has değildi.
Yezid b. Hânın, ferâiz babında Saîd b. Müseyyeb'e ulaşan sahih bir rivayette,
Hz. Ömer'in de kâlf olduğunu bildirir ve olayı'zikreder. Bilindiği üzere Hz.
Ömer, ne Müdliclidir, ne de EsedoğuHarındandır. O KureyşUdir. Abdürrezzak'ın
Musormefinde (13837), İbn Sîrin'in Hz. Ömer'in kâif olduğunu itiraf ettiği
rivayeti vardır.
[10] Bu lâfız Ahmed'e aittir (2131). Ayncabk. Ebu Davud,
2256 ; Tayâlisi, 2667. Buharî'nin lâfzı: "Eğer Allah'ın kitabının
liân hükümleri infaz edilmemiş olsaydı, benimle bu kadın arasında bir macera
vardı." şeklindedir.
[11] Buhâri, 3/50; Müslim, 313.
[12] Buhâri, 60/1.
[13] Râvilerl sikadır. Ancak Süleyman b. Yesâr, Hz. Ömer'e yetişememiştir. Bununla birlikte, biraz
sonra gelecek el-Esrem rivayeti ile güçlenmektedir.
[14] Muvatta, 2/740. Râvileri sikadır. Ancak hadis
munkaü'dır.
[15] Belki de yazarın muradı, hadis her iki tariki ile de yani Süleyman b. Yesâr tariki ve Saîd b. el-Müseyyeb tarikiyle de
son derece sahihtir, seklindedir.
[16] Bu mülâhaza doğru olmaktan uzaktır. Çünkü müşâhadeler
gösteriyor ki, cenin hamile kadının rahatlığı ve fazla besin alması, hareket
etmemesi neticesinde şişman olmaktadır, isterse hamilelik boyu kocası hiç
cimâda bulunmasın.
Hayvanların gebe iken
çiftleşmeden uzak durmaları da bunun bir delilidir. Çünkü Yüce Allah onların
tabiatına sadece çoğalmak için çiftleşme arzusunu yerleştirmiştir. Zira
çiftleşme cismi zayıf düşürür ve kuvvetini azaltır. Oysaki hayvan insanlığın
hizmetine âmâde kılınmıştır, insanı ise, Allah, hikmetle tasarrufta bulunması
için kendi
aklıyla başbaşa
bırakmıştır.
[17] Uzun bir hadisin parçasıdır. Bk. Buhâri (Fethu'1-Bârî) , 6/344, 348 ; Müslim, 2550 ; Ahmed, 2/436.
[18] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/20-27.
[19] Ebu Davud, 2264 ; Ahmed, 3416. Senedi zayıftır.
[20] Ebu Davud, 2265, 2266. Senedi hasendir.
[21] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/27-29.
[22] Ebu Davud, 2269 ; Nesâî, 6/183 ; Ahmed, 4/374. Senedi
zayıftır.
[23] Ebu Davud, 2269 ; Nesâî, 6/183 ; Ahmed, 4/374. Senedi
zayifhr
[24] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/29-32.
[25] Buhâri, 53/6. Müslim'de yoktur. Tirmİzî, 1905 ; Ebu
Davud, 2278; Ahmed, 720, 931 ; Beyhakî, 8/6. Hz. Ali'den. İmam Ahmed (2040),
îbn Abbas'tan da pu mânada rivayette
bulunmuştur.
[26] Buhâri, 53/6. Müslim'de yoktur. Tirmİzî, 1905 ; Ebu
Davud, 2278; Ahmed, 720, 931 ; Beyhakî, 8/6. Hz. Ali'den. İmam Ahmed (2040),
îbn Abbas'tan da pu mânada rivayette
bulunmuştur.
[27] Tirmizî, 1357 ; Ebu Davud, 2277 ; İbn Mâce, 2351 ;
Nesâi, 6/175, 176 ; Şâfîî, 2/422 ; Ahmed, 7346 ; Abdürrezzak, 12611 ; Beyhakî,
8/3 . îbn Hibbân (1200), Hâkim ve îbnu'l-Kattân, sahih kabul etmişlerdir.
[28] Tahrici bir Önceki hadiste geçti. Tirmizî'nin sözü
Önceki hadisin rivâyetiyle ilgilidir. Çünkü onun tahric ettiği hadis bir
öncekidir. Bu ise Ebu Davud ve Nesâî'nin lâfzıdır.
[29] Nesâî, 6/185. Abdulhamid, babası ve dedesi
bilinmemektedirler.
[30] Ebu Davud, 2244. Senedi hasendir.
[31] Muvatto, 2/767,768 ; Beyhakî, 8/5. Râvtleri sikadır.
Ancak Kasım b. Muhammed, Hz. Ömer'e yetişmemiştir.
[32] Musannef, 12601. '
[33] Musannef, 12600.
[34] Musannef, 12598.
.
[35] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/33-37.
[36] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/37-39.
[37] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/39-52.
[38] Abdürrezzâk, 10304.
,
[39] Buhari, 55/25 ; Müslim, 2309.
[40] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/52-55.
[41] Buharı, 23/93 ; Müsltm, 2658 .
[42] Ebu Davud, 2244 ; Nesâî, 6/185 .
[43] Sevrî'nin onu zayıf bulması, görüşünden dolayı idi.
Yahya b. Saîd ise onu bir defasında zayıf bulmuş, bir defasında da sika
bulmuştur. Onu İbn Maîn, Ahmed, Ebû Hatim, Nesâî, İbn Adiy, îbn Sa'd, es-Sâcî
de sika bulmuşlardır. I3u durumda hadisi hasen mertebesinden daha aşağıda
değildir. Bu yüzden de el-Hâfız onun hakkında Takrib'de "Sadûktur, ama
vehimde bulunmuştur." demiştir. Hadis daha önce de geçtiği gibi hasendir.
[44] Beyhakî, 8/5. Senedinde İbn Lehîa vardır ve o zayıftır. Onun şeyhi
Ömer b. Abdullah da zayıftır.
[45] Ahmed, 5/412 , 413,
Tirmlzi, 1283 ; Dârimî, 2/227, 228.
Senedi hasendir. Hâkim, (2/55) hadisi sahih kabul etmiş ve Zehebî de one
katılmıştır.
[46] Râvileri sikadır. Musannef, 12606 .
[47] Musannef, 12609 ; Beyhakî, 8/4 . Ibn Ebi Hatim
.Umâre el-Cermfyi zikretmiş onun
hakkmda herhangi bir cerhte
bulunmamıştır.
[48] RâvÜeri sikadır. Kaynaklan daha önce geçmişti. .
[49] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/55-62.
[50] Daha önce geçmişti. Hadis hasendir. Hadisin İmam
Ahmcd'e nisbet edilmesi, müellif tarafından yapılmış bir hatadır. Çünkü hadisi
o rivayet etmemiştir.
[51] Buhari (Fetuh'1-Bâri), 5/47: Ahmed, 2/474 ; Ebu Davud,
3519 .
[52] Buhari, 49/4 ; Müslim, 1501 .
[53] Abdurrezzâk,12616;îbnMâce, 2352.
[54] Hasen bir hadistir. Ahmed ve Ebu Davud rivayet
etmişlerdir. Daha Önce geçmişti.
[55] Tahrim. 98/6.
[56] Buhâri, 4/40 .
[57] Tahrid daha önce geçmişti.
[58] Ebu Davud, 2278, 2279, 2280.
[59] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/62-85.
[60] Müslim, 1218.
[61] Buhâri (Fetfıu'I-Bâri), 4/338, 339; Müslim, 1714.
[62] Ebu Davud, 2144.
[63] Bakara, 2/233.
[64] Müslim, 1662.
[65] Müslim, 1661.
[66] Buhâri [Fethu'l-Bânj, 9/439, 440.
[67] Mâide, 6/89.
[68] Taberi, Tefsir, 17/7. Senedi sahihtir.
[69] Mâide, 6/89.
[70] Mâide, 6/89.
[71] Mücadele, 67/4.
[72] Bakara, 2/196.
[73] Buhârî (Fethu't-Bâri) 4/141.143. Müslim, 1111.
[74] Haccâc ve el-Hâris zayıftırlar. Rivayet Taberi'nin
Te/sirlndedir. (7/21) Aynca bkz. İbn
Kesir, 2/89.
[75] Leys, îbn Ebî Süleym'dir ve zayıftır.
[76] Taberi, 7/17. Senedi sahihtir. Süyûtî,
ed-Dürrül-mensur, 2/313.
[77] Muakkad: Bir nevi Hecer bürdesldir. Zahrânî: Usfân ile
Mekke arasında bulunan Merru'z-Zahrân İşi elbiselerdir. Bahreyn taraflarında
bulunan Zahrân'a nisbet
olduğunu söyleyenler de vardır.
[78] Beyhakî, 10/56.
[79] Yahya b. Ishâk , el-Becelî'dir ve o
"leyyinu'l-hadîs" (hadiste gevşek)tir.
[80] Kişi İhramda iken bir sıkıntıya maruz kalırsa,
İhramdan çıkar ve keffâret verir.
[81] Buhâri {FethuVBârÜ, 4/14 ; Müslim, 1201.
[82] Mâİde, 6/95.
[83] Beled, 90/12.
[84] İnsan, 76 /8.
[85] Buhâri (Fethu'l-Bâri), 8/407.
[86] Buhâri,9/110 ; Müslim, 1365 Müslimdeki lafzı şöyle: Hz. Peygamber
evlenmişti. "Kimin yanında yiyecek bir şey varsa onu getirsin."
buyurdu. Bir sofra serdi. Kimisi keşk getirdi, kimisi hurma, kimisi de
tereyağı getirdi. Bunlardan
"hays" yaptılar. Hz.
Peygamberin düğün ziyafeti bu olmuştu.
[87] Mâide.,6/89.
,
[88] Bakara, 2/196.
[89] Hadis sahicileri ile birlikte sahih olmaktadır. Bk.
Ebu Davud, 3535 ; Tirmizî, 1264 ;
Dârimi, 2/264 ; Dârakutnî, 303 ; Hâkim, 2/46.
[90] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/87-99.
[91] el-Mühezzeb, eş-Şirâzî'ye (Ö.476) , el-Hâvî,
Ebu'l-Hasen el-Mâverdîye (Ö. 450), eş-Şâmil, ibnuVSabbâğ'a (ö. 477), en-Nihâye,
Imâmu'I-Haremeyn el-Cüveynî'ye, [Ö. 478), et-Tehzîb, el-Beğavi'ye (ö. 516),
el-Beyân, Ebu'1-Hayr el-Yemenî eş-Şâfiîye (ö. 558), ez-Zehâir, Ebu'l-Meâlî
el-Mahzûmî'ye (ö. 550) aittir.
[92] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/99-104.
[93] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/105-106.
[94] Buhârî (Fethu'l-Bârî), 9/439, 440.
[95] İsnadı hasendir. Hadisi tahrici için bkz. Ahmed,
9611,7727; Dârakutnî, 3/295, 296.
[96] Dârakutnî, 3/297. Senedi hasendir.
[97] Dârakutnî, 3/297.
[98] Dârakutnî, 3/297.
[99] Müslim, 1608(134).
[100] Talâk, 65/ 7.
[101] Bakara, 2/233.
[102] Talâk, 65/7.
[103] Müslim, 1478.
[104] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/106-116.
[105] Müslim, 1480.
[106] Müslim, 1480 (37).
[107] Müslim, 1480 (38).
[108] Müslim, 1480(41).
[109] Ebu Davud, 2290.
[110] Müslim, 1480 (42J.
[111] Müslim, 1480 (42).
[112] Müslim, 1480 (48).
[113] Nesâî, 6/144. İsnadı sahihtir.
[114] Dârakutnî, s.434 ; Nesâî, 6/144. Müellifin de ifade
ettiği gibi isnadı sahihtir-;
[115] Talâk, 65/1-3.
[116] Talâk.65/6.
[117] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/116-121.
[118] Talâk, 65/1.
[119] Müslim, 1480 (46).
[120] Buhâri [Fethul-Bânj, 9/421, 422 ; Müslim, 1481 (52).
[121] Buhari [Fethu-lBâiil, 9/422 ; Müslim, 1481 (54).
[122] Buhari (Fethu't-Bön), 9/422.
[123] Buharî [Fethu'l-Bânl, 9/422.
[124] Musannef, 12023 ; Müslim, 1480(40).
[125] el-Leys'in katibi Abdullah b. Salih zayıftır.
[126] Ebu Davud, 2294. Râvilert sikadır.
[127] Nesâî, 6/209.
[128] el-MuhaM, 10/297, 298. RavÜeri sikadır; ancak hadis
munkaüdir.
[129] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/122-124.
[130] Bk. Muvatta, 2/59] ; Ebu Davud, 2300 ; Tirmizî, 1204 ;
İbn Mâce, 2031 ; Dârimî, 2/168 ; Ahmed, 6/370, 420 ; Nesâı, 6/199 ; Şafiî,
Risdie,(1214) ; Tayâlisî, (1664). Sened^ sağlamdır. İbn Hibbân (1332) ; Hâkim
(2/208) ve Zehebî sahih bulmuşlardır.
[131] Tam olarak rivayeti için bkz. Müslim, 2942.
[132] Buhâri, 7/4 ; Müslim,367.
[133] Nisa, 4/20.
[134] Bkz. îbn Kesir,
Tefsir, 1/467. Hadis hakkında
"İsnadı iyi ve sağlamdır (ceyyid kavî)" demiştir. Halbu ki, senedinde
Mücâlid b. Saîd vardır ve o sağlam değildir. Ömrünün sonuna doğru durumu
değişmiştir.
[135] Zümer, 39/30.
[136] Buhâri, 79/13 ; Müslim, 2153.
[137] Buhâri, 96/13.
[138] Nisa, 4/11.
[139] Nisa,
4/24.
[140] Talâk, 65/1.
[141] Talâk, 65/2.
[142] Talâk, 65/6.
[143] Talâk, 65/6.
[144] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/124-133.
[145] Ebu Davud, 514O. Küleyb b. Menfaa'dan iki kişi rivayet
etmiştir. İbn Hibbân om bulur. Diğer râvileri ise zaten sikadır. Hadisin ayrıca
şahidi vardır. Bk. Ebu Davud, Ahmed, 5/3, 5 ; Tirmizî, 1897.
[146] Nesâî, 5/61.
[147] Buhari, 78/2 ; Müslim, 2548.
[148] Tirmizî, 1897 ; Ebu Davud, 5139. Senedi hasendir. Az
önce geçmişti.
[149] Buhari [Fethu'l-BârÜ, 9/444, 445 ; Müslim, 1714. Hz.
Âişe'den.
[150] Ebu Davud, 3530 ; Ahmed, 2/179 ; İbn Mâce, 2292.
Senedi hasendtr.
[151] Ebu Davud,
3528, 3529 ; Ahmed, 6/202, 203. Senedi hasendir İbn Hibbân, (1091) sahih kabul eder.
[152] Nesâî, 5/69, 70. Râvileri sikadır.
[153] Nisa, 4/36.
[154] îsrâ, 17/26.
[155] Bakara, 2/ 233 .
[156] Musannef, 1218 ; Taberi, 2/500. "Akile'1 , baba tarafından olan asabe ve
akrabalardır.
[157] Bkz. Taberi, 2/500,501 .
[158] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/133-141.
[159] Buhâri, 67/20 ; Müslim, 1444.
[160] Buhari, 52/7 ;
67/20 ; Müslim, 1447. '
[161] Buhari, 67/22 ; Müslim, 1445.
[162] Mâlik, Muvatta, 2/602,603 ; Tirmizî, 1149 . isnadı sahihtir.
[163] Müslim, 1450 .
[164] Müslim, 1451.
[165] Müslim, 1451 (14).
[166] Müslim, 1452. Bu hadisin mânası hakkında şöyle
demişlerdir: Süt hakkında indirilen ilk âyette süt hükmünün on defada emmek ile
sabit olacağı bldirihniştir. Sonra bu âyet süt hükmünün beş defa emmekle sübut
bulacağım bildiren âyetle neshedilmlştir. Bilahare beş defa âyetinin tilaveti
de neshedilmiş, fakat hükmü kalmıştır. Ancak son nesih o kadar gecikmiş ki,
Rasûlullah'm (s.a.) vefatında sahabeden
bazıları bunu duymadıkları için âyeti hâlâ Kur'an diye okurlarmış. Tilâvetin
ne=,hedildiğini duyunca artık onu okumaz olmuşlar.
[167] Buhari,67/21 ; Müslim, 1455.
[168] Tirmizî, 1152
isnadı sahihtir.
[169] Dârakutnî, 4/178. Bazıları ibn Abbas'ın kendi sözü
(mevkuf) olarak rivayet etmişlerdir. Beyhaki (7/462), mevkuf olarak yapılan
rivayeti sahih kabul etmiştir.
[170] Ebu Davud, 2059, 2O60 ; Ahmed, 1/432(4114). Senedinde
Ebû Mûsâ el-Hilâli ve babası bulunmaktadır. Onların her ikisi de meçhuldürler.
Ancak Abdürrezzak (13895) ye Beyhald
(7/461) hadisi başka bir yoldan da
tahric etmişlerdir.
[171] Müslim, 1453 (26, 27).
[172] Müslim, 1453 (29).
[173] Ahzâb, 33/5.
[174] Ebu Davud,2061 ; Musannef, 13887 . Râvileri sikadır.
İsnadı sahihtir.
[175] Fahl: Emilen sütün kendi cimasından oluştuğu koca (süt
baba) olmaktadır.
[176] Bunu Buhâri
(Feth,9/132), İmam Ahmed b.
Hanbel -- Yahya b. Saîd -- Süfyan -Habib -- Saîd - ibn Abbâs
tariki İle rivayet etmiştir.
Buharî'njn Sahihinde, İmam Ahmed'den sadece burada rivayeti söz
konusudur. Bkz. Musaniief, 13965, 10770 , 10765.
[177] Furkan, 25/54.
[178] Nisa, 4/24.
[179] Buhari, 67/24 ; Musannef, 10770, 10771.
[180] Ahzâb, 33/53.
[181] Nisa, 4/23.
[182] Nisa, 4/23.
[183] Nisa, 4/24.
[184] Musannef, 10834. Senedi, Ibn Hacer'in de dediği gibi
(Feth.9/136] sahihtir . Süyûtî de ed-Dürrü'l-Mensûr, 2/136 "da zikretmiş
ve aynca tfan Ebî Hatime de nisbet ederek, senedinin sahih olduğunu
söylemiştir.
[185] Musannef, 10835.
;
[186] Arapça'da bu ismin kökü terbiye etmek, beslemek,
büyütmek anlamıhdadır.
[187] Buhari, 67/20.
[188] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/143-155.
[189] İmam Şâfıî, tahric etmiştir.
[190] Sahihtir. Tahrici az önce geçmişti.
[191] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/155-158.
[192] Burada adamın yakını bir kadının zikredilmesi daha
gerekmektedir. Aksi takdirde birer kere emzirmiş olmaları durumunda beş defa
emmiş olma şartı tahakkuk etmeyecektir.
[193] Müslim, 2550.
[194] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/159-161.
[195] Buhârî, 52/4 ; 53/14 ; Ebu Davud, 3603, 3604 ;
Tirmizî, 1151 ; Nesâî, 6/190 . MüsÜm rivayet etmemiştir. Müellifin bir zühulü
olmalıdır.
[196] Müslim, 1450,1451.
[197] Muğnî, 7/537.
[198] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/161-167.
[199] Muvatta, 2/604.
[200] Muvatta, 2/177 . Haberin raürsel olduğu açıktır. Çünkü
Urve, Ebû Huzeyfe'ye yetişmiş
değildir Ancak o, Hz. Âişe ve Hz.Peygamber'in diğer eşlerini, Sehle bt.
Süheyl'i görmüş ve onların büyük çoğunluğundan
rivayette bulunmuştur. Ebu
Davud, (2061) mevsûl olarak rivayet etmiştir.
[201] Musannef, 13883.
[202] Bk. Beyhakî,7/459, 461; Musannef,7/458,463.
[203] MuhaHd,10/17.
[204] Bakara, 2/133.
[205] Müslim, 2316.
[206] Ahzâb, 33/5.
[207] Bakara, 2/233.
[208] Ebu Davud, 2061 ; Musannef, 13887 . Râvîleri sikadır,
isnadı sahihtir.
[209] Yûnus, 10/36.
[210] Buhâri, 73/1; Müslim, 1961.
[211] Musannef, 13888 . Râvfleri sikadır.
[212] Bu iddia kabul edilemez. Hadisin isnadı muttasıldır ve
Buhari ve Müslim'in şartlarına uygun olarak da sahihtir. Hadis oıtoritelerinden
birçoğu tarafından sahih olduğu belirtilmiştir. Çünkü Fâtıma bt. el-Münzir,
Ümmü Seleme vefat ettiğinde on dört yaşında bulunuyordu. Kaldı ki hadisin
şahidi de bulunmaktadır . Bk. İbn Mâce, 1946. Senedi sahihtir .
[213] Buhâri, 3/18.
[214] îsnadı sağlamdır.
[215] Dârakutnî, 4/172 . Râvîleri sikadır.
[216] Muvatta, 2/603 . İsnadı sahihtir.
[217] İsnadı sahihtir. Bk. Musannef, 13903.
[218] Dârakutnî, 4/173.
[219] Ebu Davud, 2059, 2060 ; Ahmed, 1/432 (4114).
[220] Musannef, 13895
; Beyhakî,7/461 . Râvîleri sikadır.
Ayrıca bk. Muvatta, 2/607.
Senedinde inkıta vardır.
[221] Musannef, 13898 . Cüveybir, gerçekten zayıftır.
[222] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/167-182.
[223] Talâk, 65/4 .
[224] Fâtr, 35/ 15 .
[225] Muvatta, 2/590 ; Buhari, 65/2 .
[226] Bakara, 2/ 228 .
[227] Talâk, 65/4 .
[228] Bakara, 2/234 .
[229] Talak, 65/4 .
[230] Talâk, 65/4 .
[231] Bakara, 2/234 .
[232] Bakara, 2/234 .
[233] Talâk, 65/4.
[234] Hz. Ali'nin sözünü, îbn Hâtiırç; İbn Abbâsın sözünü de Buhâri [Feth), 8/50 ;
1485 rivayet etmişlerdir.
[235] Talâk,65/4.
[236] Muvatta, 2/589 ; Nesâi, 6/191, 192. isnadı sahihtir.
[237] Şafiî, 2/402 ; Buhâri {Feth), 9/414 ; Müslim, 1484.
[238] Talâk, 65/4.
[239] Bakara, 2/234.
[240] Talâk, 65/4.
[241] Buhâri (Feth).B/145 .
[242] Talâk, 65/4.
[243] Bakara. 2/234 .
[244] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/183-188.
[245] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/189.
[246] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/189-190.
[247] Musannef, 10987.
Darâkutnî , Zeyd b. Refî' i zayıf bulmuştur. Nesâî İse onun sağlam
olmadığım söyler.
[248] Musannef, 11000 . Ömer b. Râşid zayıftır.
[249] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/190-192.
[250] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/192.
[251] Bakara, 2/ 228 .
[252] " Muteuâtı'" mânâsının husulü ve doğruluğu
hârici ya da zihnî sütün fertlerine eşit olarak taalluk eden küllidir. Mesela
insan ve güneş kelimeleri gibi. İnsan kelimesinin hâriçteki, güneş kelimesinin
de zihindeki bütün
fertlerine ıtlakı eşit
derecede sahih olmaktadır.
[253] Sahih bir hadistir. Bk. Ahmed, 1/84, 118, 119, 152,
331, 4/368, "372, 5/347 ; 4/419 ; îbn Mâce, 1!6, 121; Tirmizi, 3714 .
[254] Ebu Davud, 297 ; Tİrmizî, 126 ; tbn Mâce, 625 . Hadis
sahihtir.
[255] Bakara, 2/228 .
[256] Talâk, 65/4.
[257] Ebu Davud, 2189; îbnMâce, 2080; Tirmizî, 1182.
[258] İbn Mâce, 2079. Senedi zayıftır. Ancak İbn Ömer'in
kavli oimak üzere sahihtir. Bk.
Muvatta, 2/574 .
[259] İbn Mâce, 2088 . İsnadı sahihtir.
[260] Ahmed, 2542, 3405 .
[261] 6/186.
[262] Ebu Davud, 2229 ; Tirmizî, 1185 . Ravilcri sikadır.
[263] Tirmizî, 1185. İsnadı sahihtir.
[264] Hadis sahihtir. Bk. Ahmed, 3/62,87; Ebu Davud, 2157 ;
Hâkim,2/195. şahidleri için Bk. Ahmed,4/108 ,128; Ebu Davud, 2158 ; Tirmizİ,!
131; 1564.
[265] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/192-201.
[266] "Mâni' ortadan kalktığında, memnu geri
döner."
[267] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/202.
[268] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/202.
[269] Talâk, 65/ L
[270] Âyetlerin anlamlan: "Kıyamet gününde doğru
teraziler kurarız " (Enbiyâ, 21/47) ; "Güneşin batıya yönelmesi
anında ... namaz kıl." (Isrâ, 17/78)
[271] Buhâri (Feth), 8/500, 9/301, 306 ; Müslim, 1471.
[272] Bakara, 2/ 228.
[273] Talâk. 65/1.
[274] Talâk,65/1 .
[275] Şâfü, Ümm;. 5/209 ; Şafiî, Risale, 568 ; Müslim,
1471 (14)
[276] Şâfü, Ûmm, 5/209 ; Ahmed, 2/405 ; Muvatta, 2/576,577.
İsnadı sahihtir.
[277] Şâfü, Ûmm, 5/209 ; Ahmed, 2/405 ; Muvatta, 2/,577 .
îsnadı sahihür.
[278] Şafiî, Ûmm, 5/209 ; Ahmed, 2/405 .
[279] Şâfü, Ümm, 5/209 ; Ahmed, 2/405 ; Muvatta, 2/,577 .
îsnadı sahihtir.
[280] Şafiî, Ümm, 5/209 ; Ahmed, 2/405 . îsnadı sahihtir.
[281] Şafiî, Ümm, 5/210 ; Muvatta, 2/ 576 . îsnadı sahihür.
[282] Şafii, Ümm, 5/209 ve devamı.
[283] Beyt için bakınız, Dtuânu'l-A'şâ,9l ; Taberi,
2/444,445 .
[284] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/202-206.
[285] Beyt Lüceym b. SaVa ya da Deysem b. Tânk'a aittir. Bk.
Ferrâ, Meânfl-Kur'an, 1/215; el-Kâmil, 2/414.
[286] Bakara, 2/197.
[287] Bk. Müslim, 1218.
[288] Muvatta,l/62 ; Şafiî, 1/38 ; Efau Davud,274 ; Nesâî,
1/182,183 : îbnMâce,623 . İsnadı sahihtir.
[289] Bakara,2/228 .
[290] Talâk, 65/4. .
[291] Ebu Davud, 2189 ; İbn Mâce, 2080 ; Tirmizî, 1182 .
[292] Dârakutnî, 444 .
[293] Dârakutnî, 441.
[294] Şafiî, 2/404 ; Muvatta, 2/578 .
[295] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/206-215.
[296] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/215.
[297] Talâk, 65/1 .
[298] Talâk, 65/1 .
[299] Enbiyâ, 21/47 ve Âl-i İmrân, 3/25.
[300] Enbiyâ, 21/47 .
.
[301] İsrâ, 17/78. .
[302] Kiyâme, 56/18.
[303] Kiyâme, 56/18.
[304] Bu genelleme doğru değildir. Çoğu kere, kadının
özellikle de Hz. Aişe gibi fakih ve muhaddis olması durumunda, doğru kadın
tarafında olabilmektedir. Zerkeşî'nin, "Müstedrekâtu Âişe
Ale's-Sahâbe" adlı kitabını mütalaa edenler bu sözümüzün doğru olduğunu
göreceklerdir.
[305] Hz.Ömer'i kasdetmektedir. Bk. Ahmed, 2/53, 95 ;
Tirmizî, 3683 ; tbn Hibbân, 2175. İsnadı sahih olan bu hadisin şahidleri için
yine Bk. Ahmed, 2/401, 5/145, 165 , 177 ; Ebu Davud, 2962 ; tbn Mâce. 108 .
[306] Muvâfakât-ı Ömer'le ilgili olmak üzere Bk. Buhâri
{Feth'l-Bân), 8/ 128 ; Müslim, 2399. Konuyla ilgili Süyûtî'nin manzum
"Katfu's-semer fi muvafakati Ömer" adlı bir eseri bulunmaktadır ve
"el-Hâvî" adlı eserinin birinci ciidi içerisine onu dercetmiştir.
(1/377).
[307] Buhâri [Fethu'l-Bân), 1/164 ; Müslim, 2361. îbn Ömer
anlatır: R^sâiullah'ı (s.a.) şöyle derken işittim: Uyurken bana bir bardak süt
getirildi. Ben onu içtim ve hatta kanıklığın tırnaklanma cereyan ettiğini
görüyordum. Sonra benden artakalan kısmı
Ömerb. el-Hattâb'a verdim." Ashâb:
"Bunu neyle
yordunuz? Ya Rasûlallah!" diye sordular, "tlimle!..." buyurdu.
[308] Buhâri (Feth'I-Bârî),7/40, 41; Müslim,2398 .Merfû olarak rivayet edilen bu Hz.Âişe
hadisinde: "Sizden önceki ümmetlerde ilâhî teyide (ilhama)
maıihar olmuş kimseler olurdu. Eğer ümmetim içerisinde de onlardan
varsa, şüphesiz Ömer b. el-Hattab onlardandır." buyrulmuştur.
[309] Tekvîr, 81/17.
[310] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/215-226.
[311] Sırasıyla; Tevbc, 9/36 ; Kchf, 18/25 ; Bakara, 2/196 ;
Hâkka,69/7.
[312] Nlsâ, 4/ 11.
[313] Nür, 24/6.
[314] Bakara, 2/197 .
[315] Kölelik hürlerle ilgili ahkâmı yanya indirmektedir.
[316] Ebu Davud, 280 ; Nesâî, 1/183,184. Senedinde Münzir b.
el-Muğire vardır. Bu zat Sadece Ibn Hibban tarafından sika bulunmuştur. Ebü
Hatim onun meçhul olduğunu söyler. Dolayısıyla isnâd, müellifin dediğinin
aksine zayıf olmaktadır.
[317] Hakim, 1/175 ; Ahmed, 6/464 .
[318] Bk. Beyhakî,
Sünen, 1/332 . Hafız Îbn Hacer, et-Tafcrib'de "Zayıftır."
demiştifl
[319] Ahmed, 6/129, 420, 464.
[320] Ebu Davud, 297 .
[321] Ebu Davud, 280; Nesâi, 1/183,184.
[322] Ebu Davud, 281.
[323] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/226-235.
[324] Bakara, 2/228.
[325] Bakara, 2/234.
[326] Talâk, 65/4.
[327] Abdürrezzak, 12875. (İsnadı sahihtir). :
[328] Abdürrezzak, 12872 ; Beyhakî, 7/425. (İsnadı
sahihtir).
[329] Abdürrezzak,
12879 (Râvileri sikadır, ancak
munkatı'dır. İbrahim, îbn Mes'ûd'dan işitmemiştir).
[330] Bakara, 2/228-229.
,
[331] Bakara, 2/230.
[332] Bakara, 2/234.
[333] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/235-240.
[334] Talâk, 65/4.
[335] Metinde bu şekildedir ve yanlıştır. Çünkü Ebu
Hanife'ye göre en uzun hamilelik sûresi İki yıldır. Bk. Hidâye, 2/36.
[336] Nur, 24/60.
[337] Şûra, 42/28.
[338] Yusuf, 12/110.
[339] Hûd, 11/36.
[340] Yusuf, 12/18.
[341] Ahmed, 3/469 ; ibn Mâce, 4165. Senedde geçen Sellâm b.
Şurahbil'i İbn Hibbân'dan başkası sika saymamıştır. Diğer râvüeri sikadır.
[342] Talâk, 65/4.
[343] İbn Kesir, 4/308. Senedi mürseldir. Bk. Câmiul-Beyân,
28/141.
[344] Talâk, 65/4.
[345] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/240-247.
[346] Ahmed, 6/29 ; Ebu Davud, 5149 (Senedinde en-Nahhâs b.
Kasımlardır, zayıftır),
[347] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/247-249.
[348] Azhâb, 33/49.
[349] Bakam 2/228.
[350] Bakara, 2/232.
[351] Bakara, 2/231.
[352] Bakam 2/222.
[353] Enam, 6/128.
[354] Bakara 2/234.
[355] Bakara 2/229.
[356] Ahzâb, 33/49.
[357] Ebu Davud, 2232, Dârakutnî, 414 ; Ahmed, 1/361.
Râvüeri sikadır. Ebu Davud, 2232, Dârakutnî, 414 ; Ahmed, 1/361. Râvüeri
sikadır.
[358] Îbn Mâce, 2077. İsnadı sahihtir. Bûsîrî, Zeuâid'inde
onu sahih görmüştür.
[359] Sahihtir. Daha
önce geçti.
[360] Muhammed b.Abdullah b. Hasan el-Basri b. el-Lebbân
el-Farazi e?-Şâflî (v. 402/1011). Biyografisi şu kaynaklarda yer alır : Siyeru
A'iâmi'n-Nübelâ, 11/93 ; Târîhu Bağdâd, 5/472 ; Şezerâtu'z-Zeheb, 3/164.
[361] Daha önce senedinin sahih olduğu belirtilmişti.
[362] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/249-260.
[363] Senedi hasendir. MuctebdTda6/186'dayer alır.
[364] Nesaî, 6/186, 187; İbn Mâce 2058. İsnadı kuvvetlidir.
[365] Ebu Davud, 2229 ; Tirmizi, 1185 ; Beyhakî, 7/450. Tirmİzı'nin dediği gibi, senedi sahihtir.
Abdürrezza (11858), Ma'mer —Amr b. Müslim —îkrime senediyle mürsel olarak
rivayet eder.
[366] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/260-261.
[367] Mâlik, 2/591 ; Ebu Davud, 2300 ; Tirmizî, 1204 ; İbn
Mâce, 2031 ; Dârimî, 2/168 ; Ahmed, 6/370, 420 ; Nesâi, 6/199 ; Şafiî,
er-Risöle, 1214 ; Ebu Davud ct-Tayâlisî,
Müsned, No: 1664. Senedi güçlüdür. İbn
Hibbân {1332) ve Hâkim (2/208) hadisi sahih
saymışlar, Zehebî de buna muvafakat etmiştir. Hâkim, hadisin sahih
olduğu sözünü Muhammed b. Yahya
ez-Zühelî'den nakietmiştir.
[368] Ahmed, 3/86. Hafız İbn Hacerin et-Tehzîb'de dediği
üzere senedi ceyyiddir.
[369] Abdürrezzak, 12054. Senedi sahihtir.
[370] Abdürrezzak, 12051. Senedi sahihtir.
[371] Bakara, 2/234.
[372] Abdürrezzak, 12059. Senedi sahihtir.
[373] Abdürrezzak, 12056 ; Beyhakî, 7/436. Senedi sahihtir.
[374] Abdürrezzak, 12060. Râvileri sikadır.
[375] Abdürrezzak,
12050; Bcyhakî, 7/435.
[376] Râvileri sikadır. İbn Hazra, el-Muhallada (10/285)
Kadı İsmail b. İshak — Ali b. el-Mcdinî — İbn Uyeyne senediyle kaydetmiştir.
[377] Râvileri sikadır.
[378] Râvileri sikadır. Hunâsıra, Kmnesrin hizasında çöl tarafında Halep kasabalarından küçük bir
beldedir.
[379] Râvileri sikadır.
[380] Râvileri sikkadır.
[381] Bakara, 2/240.
[382] Bakara, 2/240.
[383] Ebu Davud, 2301 ; Nesâî, 6/200 ; Buhâri, 68/50.
[384] Râvileri sikadır.
[385] Abdürrezzak, 14071. Râvileri sikadır.
[386] Abdürrezzak, 12067.
Müseykc'nin hali bilinmemektedir. Oğlundan başka
bilinmiyor. Hadisin diğer râvileri kaydetmiştir.
[387] Abdürrezzak, 12064; Saîd b. Mansûr, Sünen, No:1367.
Senedi sahihtir.
[388] Kavileri
sıkadır.
[389] Abdürrezzak, 12068 ; Said b. Mansûr, 1337 ; Beyhaki,
Sünen, 7/436 . Senedi sahihtir.
[390] Abdürrezzak, 12070. Senedinde meçhul bir râvi vardır.
[391] Kavileri sikadır.
[392] Abdürrezzak, 12079.
[393] Abdürrezzak, 12080.
[394] Abdürrezzak, 12077. Kavileri sikadır; ancak müellifin
de dediği gibt hadis mürseldir.
[395] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/261-272.
[396] Deve tezeği atmakla ne kasdedildiğinde ihtilâf
edilmiş, kimileri böyle yapmakla kadm, iddeti deve tezeği gibi attım, demek istiyor
demişler; kimileri, kadm, bekleyişinin ve bu bekleme sırasında basma gelen
belanın attığı o deve tezeği mesabesinde olduğunu söylemek ister ve böylece bu
işi değersiz gördüğünü ve kocasının hakkına saygı gösterdiğini ifade eder
demişler ve kimileri de böyle bir şeye bir daha dönmeme^ İçin uğur getirsin
diye tezek attığını söylemişlerdir. Bk. Şevkâni, Neylul-Evtâr, 6/330.,
[397] Mâlik, Muvatta, 2/596, 598 ; Buhâri, 68/46 : Müslim,
1486, 1487, 1488, 1489. 274
[398] Buhâri, 68/47, 76/18; Müslim, 1488.
[399] Buhâri, 68/48, 49, 6/12 ; Müslim, 938 (2/1127).
[400] Ebu Davud, 2304 ; Nesâî, 6/203, 204. Senedi sahihtir.
[401] Ebu Davud, 2305 ; Nesâî, 6/204. Senidendeki Muğîre b.
Dahhâk'ı ibn Hibbân'dan başkası sika saymamıştır. Ümmü Hakîm ile onun annesinin
hali bilinmemektedir. Abdulhak el-tşbilî el-Ahkâm adlı eserinde Ebu Davud'dan
aktarmış ve: "Bu haddisin maruf bir senedi yoktur." demiştir.
[402] Hadisin râvüeri
sikadır. Ancak mürseldir.
Çünkü Abdullah b. Şeddâd
Allah Rasûlü'nden (s.a.) hiçbir şey işitmemiştir.
[403] Haccâc b. Ertât, çok hata ve tedlîs yapan biri
olarak tanınır ve burada da mu'an'an
rivayette bulunmuştur.
[404] Buhâri, 72/12 ; Müslim, 2075.
[405] Müslim, 2597.
[406] Müslim, 2537.
[407] Mâlik, 2/599. Senedi sahihtir.
[408] Şafiî, el-Omm, 5/232.
[409] Aynı yer; küçük değişikliklerle.
[410] Tehzibu'l-kemâl, 57, 58.
[411] Abdürrezzak, 12115; Beyhaki, 7/440.
[412] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/272-288.
[413] Nisa, 4/24.
[414] Müslim, 1456.
[415] Müslim, 1441. Nevevî diyor ki: "Helâl olmadığı
halde onu nasıl mirasçı yapabilir? Helâl olmadığı halde onu kendisine nasıl
hizmetçi yapabilir?" sözünün anlamı şudur: Kadının doğumu bazen altı ay
gecikebilir. Bu durumda çocuğun, esir
alan bu kimsenin olması da, ondan
önceki kimseden olması da muhtemel olur. Esir alan kimseden olması durumunda,
çocuk onun olur ve birbirlerine mirasçı olurlar. Ondan başkasından olması
durumunda ise, aralarında
akrabalık bulunmadığı için birbirlerine mirasçı olamazlar, hatta cariyenin
sahibi olan şahıh o çocuğu kendisine hizmet ettirebilir. Çünkü kölesidir. Şu
halde hadisin anlamı şöyle oluyor:
İhtimâl ki, cariyeyi alan kimse çocuk kendisinden olmadığı için onu
rrj-irasçı kılması helâl olmadığı halde, onu kendisine oğul edinip mirasçı
kılmaktadır. Oysa, çocuğun diğer mirasçılarla birlikte mirasçı olması ve
onların haklarını daraltması helâl olmaz. Yine ihtimal ki, çocuk kendisinden
olduğu için köle olarak kullanması helâl olmadığı halde onu mülk ediniyor, köle
gibi kullamyordur. Tabiî bu ihtimaller,: cariye gerek şimdiki efendisinden,
gerekse öncekinden olması
muhtemel bir müddet
içinde çocuk doğurduğunda söz
konusu olur. Böyle bir durumda, bu sakıncadan korkarak kişinin o cariye ile
cinsî ilişkiye girmekten kaçınması farzdır. Bk. Şerhu Müslim, 10/15.
[416] Tirmizî, 1564 ; Ahmed, 4/127. Senedi, şahitlerle
birlikte düşünüldüğünde hasendir.
[417] Ahmed, 3/62, 87; Ebu Davud, 2157 ; Dârimi, 2/171.
Senedi hasendir. Hâkim (2/195) sahih olduğunu söylemiştir.
[418] Tirmizî, 1131 ; Ebu Davud, 2158 ; Ahmed, 4/108. Senedi
sahihtir.
[419] Buhâri, 34/111 ; tbn Ebî Şeybe, Abdullah —Nâfi' — Ibn
Ömer senediyle mevsül olarak rivayet etmiştir. "Bakirenin istibrâsı
beklenilmez." cümlesini
Abdürrezzak (12906), Eyyub — Nafl' — Ibn Ömer senediyle mevsûl olarak rivayet
etmiştir.
[420] Abdürrezzak, 12903.
[421] Abdürrezzak, 12904.
[422] Kâif: Kıyafet masdanndan türetilmiş isimdir. Kıyafetin
anlamı şudur: Bir kadın, bir çocuk dünyaya getirip de bir kaç erkeğin o çocuğun kendisinden olduğunu
iddia etmesi durumunda, uzuvlardaki ortak özellikler ve benzerliklere, huy
bakımından birbirine yakın hususiyetlere vs. hallere bakarak çocuğun kendisine
en yakın özellikler gösteren adamın olduğuna hükmetme bilgi ve tecrübesine
denir. Bu işte bilgi ve tecrübesi olan adama da "kâif' denir. Geniş bilgi
için bk. Dr. Enver Mahmud Debûr, Isbâtu'n-neseb bi tarîki'1-kıyâfe
fi'1-fıkhı'1-îslâmî, Kahire 1985.. Not: Bu eserin c.3, s. 183-184 de
"ebe" diye tercüme ettiğimiz kelime, "kâiT olacaktır,
düzeltiriz.
[423] Abdürrezzak, 12884, 12896.
[424] Yukanda geçti.
[425] Senettaki Ali B. Zeyd b. Ced'ân zayıftır, Eyyub b.
Abdullah el-Lahrnî meçhuldür.
[426] Buhârî, 64/61 ; Ahmed, 5/259.
[427] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/288-294.
[428] Bakara, 2/234.
[429] Bakam, 2/228.
[430] Ebu Davud, 2308. Senedi zayıftır. Senette geçen Matar
el-Verrâk, çok hata yap olduğu için zayıf râvidir.
[431] Bir çok kimse onu zayıf saymış ve zayıflığının
sebebinin de cok hata yapan biri olduğundan kaynaklandığını belirtmişlerdir.
Müslim'in onun rivayeti delil olarak alması da, bu ilimle uğraşan herkesin
malumu olduğu üzere,- Müslim'in onu sika bulduğu anlamına gelmez.
'
[432] Muvatta, 2/593 ; Abdürrezzak, 12870. Senidi sahihtir.
[433] Nisa, 4/12.
[434] başlar başlamaz istibrâsı tamam olur diyor. Onlar
burada, âyette geçen "kuru"' kelimesi
Bakara, 2/234
[435] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/294-298.
[436] Hadis sahihtir. Ahmed [4/108, 109) ve başkaları
rivayet etmiştir. Yukarıda geçti. ,
[437] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/298-301.
[438] Sahihtir. Yukanda geçti.
[439] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/301-304.
[440] Süneni Beyhakî 7/423.
[441] Divânu'l-Hüzeliyyîn, 2/93.
[442] Yukanda geçti.
[443] Yukanda geçti.
[444] Sahihtir. Yukanda geçti.
[445] Ebu Davud, 286, 304 ; Nesâî, 1/185. Senedi hasendir.
îbn Hibbân (1338) ve Hâkim (1/174) sahih saymışlar, Zehebî de buna muvafakat
etmiştir. Îbn Hazm da sahih olduğunu söylemiştir.
[446] Buhârî,6/6.
[447] Buhâri, 6/24.
[448] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/304-311.
[449] Zayıfür. Yukarıda geçti.
[450] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/311-313.
[451] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/313-314.
[452] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/314-316.
[453] Buhârî, 34/112; Müslim, 1581.
[454] Buhârî, 34/101 , Müslim, 1582.
[455] Beyhakî, Sünen, 6/13 ; Ebu Davud, 3488. MüelHfln de
dediği gibi isnadı sahihtir.
[456] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/319-320.
[457] Müslim, 2003 ; Ebu Davud, 3679 ; Tirmizİ, 1862 ; Nesâî, 8/297 ; İbn Mâce, 3390 ; Ahmed, 2/16, 29, 31, 105, 134, 137.
Hadis ibn Ömer'den rivayet edilmiştir.
[458] Buhârî, 74/2. İbn Ömer'den gelen rivayete göre Hz.
Peygamber (s.a.) minberde ayağa
kalkmış ve şöyle demiştir: "Şarabın
haram kılındığını bildiren (âyet) indi.
Şarap beş şeyden yappüıyor: Üzüm, hurma, bal, buğday, arpa. Şarap aklı
ve şuuru Örten içkidir."
[459] Şafiî tahric etmiştir: 2/177, 178 ; Müslim, 1587 ; Ebu
Davud, 3349 ; Tirmizİ, 1240 ;Nesâî, 7/274, 275. Hadis Ubâde b. Sâmit'ten
rivayet edilmiştir.
[460] Hadis sahihtir. Ahmed, 5/342 ; Ebu Davud, 3688 ; ibn
Mâce, 4020 ; ibn Hibbân, 1384. Hadis Ebu
Mâlik el-Eş'ari yoluyla rivayet edilmiştir. Senedinde ibn Hibbân'dan başkasının sika kabul
etmediği Mâlik b. Ebu Meryem el-Hakemî bulunmaktadır. Bunun dışındaki râvileri
sikadır. Ahmed b. Hanbel'in Mûsned'inde (5/318) ve İbn Mâce'nin Sûnen'inde
(3385) ibn Muhaynz, Sabit b. es-Semt ve Ubâde b. es-Sâmit yoluyla gelen bir
şâhld bulunmaktadır. Müsned'in lâfzı şöyledir: "Ümmetimden bir grup,
şarabı başka isimlerle adlandırmaları sebebiyle helâl göreceklerdir." ibn
Hacer'in Ferhu'I-Börfde ifade ettiği
gibi senedi ceyyiddir (10/44). Fakat Nesâî (8/312) ve Ahmed b. Hanbel (4/237)
yine İbn Muhayriz'den başka bir vecihten aynı hadisi tahric etmişlerdir. Orada
"Sahâbi olan birinden" ifadesi bulunmaktadır ve senedi sahihtir, ibn
Mâce "de (3384) ve Ebu Nuaym'm el-HiIye'sinde (6/97)
aynı hadisin Ebu
Ümâme hadisinden bir
şahidi daha bulunmaktadır.
Şâhidlerdeki senedi hasendir. Üçüncü şâhid de Jbn Abbas yoluyla gelmekte ve
Taberânînin el-Kebir'inde (3/114/2) yer almaktadır ve hasendir.
[461] Müellif bu konuda herhangi bir şey zikretmemiştir ve
kitabın orjinal nüshalarında böyle bir ilâveye rastlanmamıştır. Büyük bir
ihtimalle bu konuda daha çok bilgi vermeye riâyet etmiş ise de, daha sonra bazı
engeller sebebiyle buna imkân bulamayıp yazdığı kadarıyla yetinmiştir.
[462] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/320-322.
[463] Ahmed, 2/232, 265, 490 ; Ebu Davud, 3842. İsnadı
sahihtir.
[464] Buhâri, 72/30.
[465] Buhârî, 60/19 ; Müslim, 2981. İbn Ömer'den
nakledildiğine göre topluluk Rasûlullah (s.a.) ile birlikte el-Hıcr'a yani
Semûd kavminin toprağına inmişler, oranın kuyularından su çekmişler ve o su ile
hamur yoğurmuşlardır. Rasûlullah (s,a.) çektikleri suyu dökmelerini, hamuru da
develere yedirmelerini ve onlara dişi devenin gittiği kuyudan su çekmelerini
emretmiştir. .
[466] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/322-325.
[467] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/325-326.
[468] Buhârî, 25/62 ; Müslim, 362.
[469] Nahl, 16/80.
[470] Ebu Davud, 2858 ; Ahmed, 5/218 ; Tirmizî, 1480 ;
Dârlmî, 2/93. Ebu Vâkıd el-Leysî yoluyla rivayet edilmiştir ve senedi
sahihtir. Hâkim de
(4/124) bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir, tbn Mâce'de (3216) ve
Hâkim'de îbn Ömer yoluyla gelen başka bir hadisten şâhid bulunmaktadır. Yine
Ibn Mâce'de (3217), Temim hadisinden ikinci bir şâhid bulunmakta ise de, bu
hadisin senedi zayıftır, Üçüncü bir şâhid de Hâkim'de yer almakta ve Ebu Saîd
yoluyla gelmektedir.
[471] Bu hadîs: Tlrnaklan, kanı ve kılı gömünüz, çünkü onlar
mevtedir." şeklindedir.
[472] Ahmed, 1/247, 293 ; Ebu Davud, 3488. Senedi
kuvvetlidir.
[473] Yasin, 36/78.
[474] Sûyûtî bu hadisi
ed-Dürrü'l-Mensûr'da (5/269) zikretmiş ve Ibn Mürde^eyh'e nisbet
etmiştir. Bk. Ccuntul-Beyân, 23/30 ; İbn Kesir, 3/581 ; Müstedrefc, 2/429.
[475] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/326-332.
[476] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/332-333.
[477] Enam, 6/145.
[478] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/333-334.
[479] RâvÜeri sikadır. Emval s. 62.
[480] Emval s. 62.
[481] LeyszayıftfrveHz. Ömer'i görmemiştir. Emval, s. 63.
[482] Abdullah b. LehTa zayıftır. Emval, s. 63, 64.
[483] RâvÜeri sikadır. Emval s. 64.
[484] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/334-337.
[485] Buhârî, 34/113 ; Müslim, 1567.
[486] Müslim, 1569.
[487] Ebu Davud, 3479 ; Tirmizî, 1279. Tirmizî bu hadisin
isnadında ıztırâb olduğunu söylemiştir. Aynı hadis A'meş, bazı arkadaşları ve
Câbir yoluyla rivayet edilmiş, A'meş'in bu hadisi rivayeti hususunda tereddüt
etmiştir. Ancak, Müslim'in rivayet ettiği hadis de aynı mânadadır.
[488] Müslim, 1567. Fakihlerin çoğunluğuna göre hacamatçının
kazancı helaldir. Bu konuda gelen yasak tenzih ve bayağı kazançlardan kaçınma
anlamındadır. (Bk. Fethu'l-Bârî, 4/377).
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 6/339.
[489] Tirmizî, 1281. Senedinde Ebul-Mühezzim vardır. Adı
Yezîd b. Süfyan'dır ve metruktür.Câbir yoluyla Hz. Peygamberden (s.a.) benzeri
bir rivayet daha gelmişse de onun da isnadı sahih değildir.
[490] Nesâî, 7/309. Râvileri sikadır. Ancak isnadında Ebu'z-Zübeyr'in
tedlîsi sözkonusudur.Nesâî sahih olmadığını, münker olduğunu söylemiştir.
[491] Yahya b. Eyyûb üzerinde ihtilâf edilmiştir. Müsennâ
zayıftır. Hadis Muhallâ'da{910,11) yer almaktadır.
[492] Bu hadiste cehalet ve inkıta' vardır.
[493] eş-Şimr, Ibn Nümeyr'dir ve zayıftfr. Hüseyin b.
Dumeyra'yı Mâlik yalanlamışüTJ Ebu
Hatim onun hadisinin metruk, kendisinin de
çok yalancı olduğunu, Ahmed hiçbir kıymetinin bulunmadığını, İbn Mâîn sika ve
güvenilir olmadığını, Buhârî ise hadisinin münker, kendisinin zayıf olduğunu
söylemişlerdir.
[494] Râvileri sikadır.
[495] Râvileri sikadır.
Müsned, 1/235. İsnadı sahihtir.
Muhalla, 9/10. İbn Ebî Şeybe'ye nisbet edilmiştir.
[496] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/339-344.
[497] Mâlik, 1/23 ; Ahmed, 5/303 ; Ebu Davud, 75 ; Tirmizî,
92 ; Nesâî, 1/55 ; tbn Mâce, 367. Hadisi Ebu Katâde'den rivayet etmişlerdir,
isnadı sahihtir. Tirmizî, îbn Hüzeyme, Ibn Hibbân (121), Hâkim (1/159, 160)
sahih olduğunu söylemişlerdir, Beyhakî de aynı görüşü, Buhâri, Dârakutni ve
Ukaylfden nakletmlştir.
[498] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/344-345.
[499] Câbir hadisinden ittifakla rivayet edimiş ve daha önce
geçmiştir.
[500] Buhâri, 34/106. Ebu Hureyre'den rivayet
edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ buyurur ki: Üç sınıf insan vardır ki,
kıyamet gününde ben onlann hasmıyım. Biri benim adıma yemin edip sonra yeminini
bozar. İkincisi hür bir insanı satıp parasını yer. Üçüncüsü bir işçiyi ücretle
tutar, onu çalıştırıp işini yapünr da ücretini ödemez." Bu hadisin
senedinde Yahya b. Selim et-Tâifî vardır. îbn Hacer onun için et-Takrib'de
doğru ama hafızası zayıftır, demiştir.
[501] Nür, 24/33.
[502] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/345-352.
[503] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/352-355.
[504] Dîvânu Alkame, s. 37. Lisânu'1-Arab ( >) maddesi.
Bu beytin Dabi" el-BürcÜmi'ye alt olduğu rivayet edilmektedir.
[505] Ahmed, 2/429 . Ebu Hureyre hadisinden, isnadı sahihtir. Hâkim (1/58) de sahih
olduğunu söylemiştir.
[506] Nûr, 24/4O.
[507] Buhâri, 78/117 ; Müslim, 2228. Aişe (r.a.) hadisinden.
[508] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/355-358.
[509] Şerhu's-Sünne (8/18)'de geldiği gibi İmam Mâlik, Ebu
Mus'ab'dan rivayet etmiştir. Ebu Davud, 3422 ;
Tirmizî, 1277 ; İbn Mâce, 2166 ; Ahmed, 5/436 . îbn Şihab ez-Zührî — tbn
Mahîsa (Benî Hârise'den) ve babası yoluyla gelen hadisten, tsnâdı sahihtir. îbn
Hacer Fethu'l-Bdrfde (4/377),
râvîlerinin sika olduğunu söylemiştir. Aynı konuda Ahmed, 3/307, 381, Câbir b. Abdillah'tan
bir rivayette bulunmuştur ve isnadı sahihtir Aynı kaynakta Rafî b. Hadîc'den de
bir rivayet vardır, 4/141.
[510] Malik, elMuvatta, 2/974 ; Buhârî, 34/39 ; Müslim,
1577. Ebû Taybe Rasûlullah'tan (s.a.) kan aldı. Rasulullah(s.a.) da ona, bir
ölçek hurma verilmesini emretti. Sahiplerine de onun haracının bir kısmını
indirmelerini emretti.
[511] Müslim, 1571.
[512] Müslim, 270 ; Ebû Dâvûd, 74.
[513] Ahmed, 3/4, 16. Ebû Saîd el-Hudrî hadisinden. Senedi
sahihtir.
[514] Buhâri, 37/21.
[515] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/359-361.
[516] Buhârî, 37/21.
[517] Müslim, 1565, 35.
[518] Müellifi Camâluddin Abdullah b. Muhammed Abdullah b.
Necm b. Şâs b. Nlzâr el-Cüzâmî es-Sa'dı el-Mısrî'dir. Yaşadığı asırda Mâliki
mezhebinin şeyhi olarak kabul edilmiş, fazilet ve marifet sahibi bir kimse
olarak tanınmıştır. Ömrünün sonlarına
doğru hacca gitmiş ve fetva verme işini bırakmıştır. Dimyat'ta H. 616 senesinde vefat etmiştir. Bu eserini Gazzâlî'nin el-Vecîz adlı
eserinin tertibine uygun
olarak hazırlamıştır, tbn
Hallikân der ki: Eser, onun ilim ve
fazilette ulaştığı noktayı göstermektedir. Mısır'daki Mâlikîler güzelliği ve
faydası dolayısıyla bu eseri elkitabı yapmışlardır. (Bk. Vefeyâtu'l-A'yân, 3/61
; el-Bidâye, 13/86 ; Şezerötu'z-Zeheb, 5/69)
[519] Bu söz İbn Mes'ûd'a ait olup, Müsned'de rivayet edilmiştir. (1/379). Merfû
olarak rivayeti sahih değildir.
[520] Müslim, 988. Câbİr {r.a.] hadisinden.
[521] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/361-364.
[522] Müslim, 1565.
[523] Müslim, 1565, 35.
[524] Buhârî, 42/2 ; Müslim, 1566.
[525] Ahmed, 2/179, 183, 221. Senedi hasendir.
[526] tbn Mâce2473. İsnadı sahihtir. Busîri de ez-Zevâid'de
sahih olduğunu söylemiştir (vr.173).
[527] ibn Mâce, 2472. Senedinde Abdullah b. Harâş vardır ki
metruktür. Ancak bir Önceki hadis ve Taberânî'nin hasen bir senetle rivayet
ettiği hadis bu babta yeterlidir. Taberânî'nin hadisi et-Telhîs'de (3/65) İbn
Ömer'den rivayet edilmiştir ve şöyledir: "Müslümanlar üç şeyde ortakür:
Su, ot ve ateş." Ebu Davud, 3477. Ebu Hidâş Hıbbân b. Zeyd eş-Şer'abî ve
bir sahâbî yoluyla yaptığı rivayette şöyle demektedir: "Rasûlullah (s.a.)
ile beraber üç kere savaşa katıldım. Onu şöyle söylerken duyuyordum:
"Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Ot, su ve ateş." Râvileri sikadır.
[528] Âli îmrân, 3/77.
[529] Buhâri, 42/6.
[530] Ebu Davud, 1669. Ravilerinden bazıları meçhuldür.
Emval, s. 374.
[531] Emval s. 375.
[532] Buhârî, 24/51. Zübeyr b. Avvâm hadisinden.
[533] Buhârî, 42/12 ; Müslim, 1979. '
[534] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/365-367.
[535] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/367-368.
[536] Ebu Ubeyd, Emval, s. 379, 380. el-Vehat Tâif in
köylerinden biridir. Abdullah b. Amr el-Âs'ın orada büyük bir üzüm bağı
bulunmaktaydı. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde rivayet ettiğine göre Muâvfye
orayı ondan almak istemiş, fakat Abdullah b. Amr bunu reddetmiş, hatta onunla
savaşmayı büe göze almıştı.
[537] Nûr,24/29.
[538] Nûr,24/27.
[539] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/368-372.
[540] Ttnnizî, 3714 ; Nesâî, 6/235 ; Beyhakî, 6/168 ;
Şerhus-sûnne, 8/289.
[541] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/372-373.
[542] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/373-374.
[543] Tirmizi , 1232, Ebû Dâvûd, 3503, Neseî, 7/289, îsnâdı
sahihtir.
[544] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6628, 6671, Ebû Dâvûd, 3504, Neseî, 7/288, Tayâlisî,
2257, Ibn Mâce, 2188. Senedi hasendir. Tirmizî de hasen—sahîh olduğunu
söylemiştir.
[545] Zuhruf, 43/56.
[546] Mecmau'z-zevâid, 9/302
[547] Mâlik, 2/680, Buhâri, 40/56, Müslim, 1600.
Rasulullah'ın (s.a.) âzadlısı Ebû Râfi'inin rivayet ettiğine göre, Rasulullah
(s.a.] bir adamdan ödünç olarak genç bir deve almış, sonra kendisine sadaka
malı bir takım develer gelmiş ve Ebû Râfi'a o zatın devesini ödemesini emir
buyurmuştu. Ebû Râft' dedi ki: Develerin içinde altı yaşındaki seçkinden
başkasını bulamadım. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ona
onu ver, çünkü insanların en hayırlısı borcunu en güzel şekilde ödeyenlerdir.
"
[548] Nisa, 4/29.
[549] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/375-383.
[550] Müslim, 1513.
[551] Mâlik, Muvatta, 2/266 ; Buhârî, 34/3 ; Müslim, 1511.
[552] Buhârî, 77/20, 21 ; MüsÜm, 1512.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 6/385.
[553] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/386.
[554] Mâlik, 2/653, 654 ; Buharı, 34/61 ; Müslim, 1514.
[555] Hcyscmî, el-Mecma'da (4/104) zikretmiş, Bezzâr'a
nisbct etmiştir ve Salih b. Ebu'i-Ahdar dolayısıyla illetli olduğunu
söylemiştir. Aynı babda îbn Abbas'tan Taberâni'nin el-Kebir'inde ve Bczzâr'm
rivayet ettiği bir hadis vardır. Onda da İbrahim b. İsmail Ebu Hubeyre vardır
ve bu şahıs zayıftır. Abdürrezzak (14138) ise, İbn Ömer'den rivayette
bulunmaktadır. Hadis iki şahidi sebebiyle sahihtir.
[556] Beyhaki, 5/341. Senedinde Musa b. Ubeydetu'r-Rebezî
vardır ve zayıfbr.
[557] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/386-387.
[558] Müsüm, 1511.
[559] Buhârî, 34/62, 63 ; Müslim, 1512.
[560] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/387-388.
[561] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/389-390.
[562] Asıl nüshada îbn Mâce'nin Sünen'inde şeklindedir. Bu
müellifin bir hatasıdır. Hadis Taberânî'dc Hafs b. Ömer el-Havdî — Ömer b.
Ferrûh — Habib b. cz-Zübeyr — İklime — İbn Abbas yoiuyla gelmektedir. Dârakutnî
(2/295) ve Beyhakî (5/340) Ömer b. Ferrûh'tan nakletmişlerdir. Dârakutnî der
ki: Vekî, Ömer b. Ferrûh'tan irsal etmiş, sonra Vekî ve Ömer b. Ferrûh yoluyla
mürsel olarak tahric etmiş, ibn Abbas'ı zikretmemiştir. Beyhakî der ki: Hadisin
merfü rivayeti yalnızca Ömer b. Ferrûh tarafından yapılmıştır ki, bu şahıs
kuvvetli değildir. İbn Türkmânî bu konuda şöyle der: Bu Ömer el-Kattâb diye
bilinmektedir. Bildiğim kadarıyla, Beyhaki'nin dışında hiç kimse onu
cerhetmemiştif. Buharı de onu
Törih'inde zikretmiş, ama
hakkında herhangi bir değerlendirmede bulunmamıştır. İbn Adiy zayıf olduğuna temas etmezken,
İbn Maîn ve Ebu Hâtûn sika olduğunu söylemişler, Ebu Davud da onu kabul
etmiştir. Isnaddaki diğer râviler sikadır.
[563] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/390-392.
[564] Talâk, 65/6.
[565] Buhârî, 51/33. Abdullah b. Amr hadisinde merfû olarak
şu rivayet gelmiştir: "Kırk haslet vardır ki bunların en
yükseği sağılan keçi menîhası, yani
hediyesidir. Hayırseverlerden bir kişi bu kırk hasletten birini, onun
sevabını umarak ve va'd olunan mükâfaatı tasdik ederek işlerse, muhakkak Allah
bu haslet sahibini bu iyiliği sebebiyle cennete sokar."
Ebu Hureyre'den gelen
merfu hadiste de şöyle buyurulmaktadır: Sütü bol olan deve ve yine böyle bol
sütlü koyun ne güzel menîha ve hediyedir. Bu hayvanlardan her biri bir kap
sabahleyin, bir kap akşamleyin süt getirir.
[566] Kavileri sikadır. Ancak Urve b. ez-Zübeyr, Ömer'i
görmemiştir. Bk. el-tsâbe, (183).
[567] Buhârî, 25/36 ; Müslim, 1226. İmran b. Husayn'dan şu
rivayet gelmiştir: "Rasûlullah (s.a.) hac ve umreyi birleştirdi. Sonra bu konuda âyet
nazil olmadı ve Rasûlullah da bunu yasaklamadı. Bir adam da kendi reyi ile
dilediği şeyi söyledi." Müslim'deki hadis böyledir. Buhâri'deki ise
şöyledir: "Bizler Rasûlullah zamanında temettü haccı yaptık. Kur'an da
(temettuun cevazı hakkında) indi. Bir adam da kendi reyi ile dilediği şeyi
söyledi."
[568] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/393-398.
[569] Beyhakî'den başkasının onu zayıf bulmadığı, ibn
Maîn, Ebu Hatim ve Ebu Davud'un ise, onu
sika kabul ettikleri geçmişti.(Bk. 1 nolu dipnot).
[570] İbn Mâce, 2196. Muhammed b. ibrahim el-Bâhilî ve şeyhi
meçhuldür. Şehr b. Havşeb ise zayıftır.
[571] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/399-402.
[572] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
6/403.