Cennetlik bir adam...
Bazı insanlar
Cennet'de dbğsalar, orada gelişip büyüseler ve sonra dünyanın süsü ve nuru
olmak için dünyaya getirilselerdi; Ammar, annesi Sümeyye ve babası Yâstr
mutlaka bunlardan olurlardı!...
Fakat niçin,
«doğsalar, gelişip büyüseler v.s.» diyoruz... Yâsir ailesi gerçekten
Cennetliklerden iken niçin böyle bir faraziyede bu-
Rasûlüllah (s.a.v.) :
«— Sabrediniz, ey
Yâsîr ailesi... Allah'ın size va'dettiği Cen-net'tir» dediğinde, onları sadece
teselli etmiyor, aksine bildiği bir hakikati ikrar edip gözüyle gördüğü bir
gerçeği te'yîd ediyordu...
Ammar'ın babası Yâsîr
ibn-i Amir, bir kardeşini arayıp, sormak için Yemen'deki köyünden çıktı...
Mekke'de ikâmet etmek
hoşuna gitti ve Ebû Huzeyfe ibnu'i-Mu-ğîre ile anlaşarak oraya yerleşti.
Ebû Huzeyfe O'nu
Sümeyye bint-i Hayyât adındaki bir cariyesiy-le evlendirdi...
Bu mübarek evlilikten, Allah onlara Ammar'ı verdi..
Allah'ın kendilerine
hidâyet verdiği doğru kişilerin sânına uygun olarak onların müslümanlığı erken oldu...
Yine erkenci doğru
kişilerin sanma uygun olarak, ontar da Ku-reyş'in işkence ve terörlerinden yeteri kadar
nâsiblerini aldılar!!...
Kureyş, mü'minlerin başına kötü şeyler gelmesini beklerdi.
Eğer mü'minler kavmin
şerefli ve güçlü kimselerindense, onları tehdit ve korkuyla terkederlerdi. Ebû
Cehil o mü'minlerden birisiyle karşılaştığında: «Senden daha iyi oldukları
halde sen atalarının dinini terkettin. Aklını başından alacağız... Şerefini
alt üst edeceğiz... Ticaretinde zarara uğratacağız. Malını yok edeceğiz»»
derdi. Daha sonra, şiddetli bir sinir
harbine girişirlerdi.
Eğer mü'minler
Mekke'nin zayıf, fakir ve kölelerinden olu lan ateşin üstüne koyarlardı.
İşte Yâsîr ailesi bu
takımdandı...
Onlara işkence edilme
işi Mahzum oğullarına havale edilmişti. Hepsini, Yâsîr'i, Sümeyye'yi ve
Ammar'ı, her gün, Mekke'nin kızgın kumlarına götürürler ve onlara işkence
Cehenneminden her türlüsünü uygularlardı!!!...
Bu işkencede
Sumeyye'nin payı çok ağır ve korkunçtu: Şimdi ondan söz etmiyeceğiz...
İnşallah; yüce fedakârlığı ve büyük azmiyle birlikte, ondan, benzerlerinden ve
ebedî günlerdeki kardeşlerinden bahsedeceğimiz bir fırsat doğar.
Şimdi mübalağasız
olarak, şehîd Sumeyye'nin o sırada, başından sonuna kadar bütün beşeriyete
tükenmeyen bir şeref lütfeden bir davranış; güzelliği gitmeyen bir asalet
vakfetmiş olduğunu söylemekle yetinelim!.
Bîr davranış ki o
kadından; bütün devirlerde mü'minlere ve bütün zamanlarda şeref sahibi
insanlara yüce bir anne örneği vermiştir.
Rasûlüllah (s.a.v.)
Yâsîr ailesine işkence edildiğini bildiği yer giderdi...
O günlerde karşı
koyacak ve işkenceyi önleyecek çarelerden, hiçbirine sahip değildi...
Bu, Allah'ın
dilemesiydi...
Yeni din —Yani Hz.
İbrahim'in dini olan Hânif— Muhammed'in bayrağını kaldırdığı din, geçici bir
ıslâh hareketi değildi... inanan insanların hayat yoluydu.
Bu inanan insanların,
dinin yanında bütün kahramanhklarıyla, fe-dakârlıklarıyla ve tehlikeleriyle
tarihini bırakması gerekiyordu.
Bu şerefli müdhiş
fedakârlıklar; din ve âkidenin yok olmayan bir sebat ve eskimeyen bir ebedilik
olduğunu lütfeden sağlam temellerdir.
Bunlar, mü'minlerin
kalplerini dostluk, gıpta ve sevinçle dolduran köprülerdir.
Bunlar, gerçek dini,
doğruluğunu ve büyüklüğünü idrak eden, nesillere yol gösteren meş'âlelerdir.
Böylece İslâm için
fedakârlıklar yapılması ve kurbanlar verilmesi gerekiyordu.
Kur'ân-ı Kerîm bu
manâyı, müslümanlara birçok âyette açıklamıştır.
O şöyle buyurur:
«Andolsun, biz
kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, inandık deyince, denenmeden
bırakılacaklarını mı sanırlar?»
(Ankebût/2)
«Yoksa içinizden Allah
cihâd edenleri ve sabredenleri belirtmeden Cennet'e gireceğinizi mi
sanıyordunuz?» [ÂI-i İmran/142)
«Allah elbette
doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır.»
(Ankebût/3)
-Allah, içinizden
cihâd edenleri; Allah'tan, Peygamberinden ve inananlardan başka sırdaş
edinmeyenleri ortaya çıkarmadan sizi kendi halinize bırakacak mı
zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır.» (Tevbe/16)
«Allah, İnananları
sizin durumunuzda bırakacak
değildir, temizi pisten ayıracaktır». (Âl-i İmran/179)
«İki topluluğun
karşılaştığı günde başınıza gelen, Allah'ın izniy-ledir. Bu
inananları belirtmesi içindir...» (Âl-i îmran/166-167)
Evet... Böylece
Kur'ân, kendisini taşıyıp okuyanlara; fedakârlığın, imanın özü olduğunu,
haksızlıklara, azim, sabır ve sebatla karşı koymanın en güzel ve en şahane iman
faziletlerini meydana getirdiğini öğretti...
Allah'ın dini,
kaidelerini koyuyor, temellerini atıyor ve misâllerini veriyor. Onun, bu yüce
iş için, inananlarından, dostlarından ve ona sadâkat gösterenlerden ilerdeki
mü'minlere örnek olan bir grubu seçerek, varlığını ortaya koyması ve kendini
temize çıkarması fedakârlıkla olması gerekiyordu.
Sümeyye, Yâsir ve
Ammar, fedakârlık, azim ve sebatlarıyla, İslâm'ın yüceliğinin ve ebediliğinin
vesîkasını vermek için İslâm'ın seçtiği mübarek ve yüce grupdandı...
Biz, Rasûlüllah
(s.a.v.) her gün, sebat ve kahramanlıklarını selâmlamak üzere Yâsîr ailesinin
yanına giderdi, demiştik. Onlar, da-yanılamıyacak işkencelerle karşılaşırken,
onların bu durumlarına merhamet ve şefkatinden dolayı Resûlüllah'ın (s.a.v.)
yüce kalbi erirdi.
Bir gün, onları ziyaret ettiğinde, Ammâr seslendi: «Ya
Rasûlallah! İşkence son haddine vardı». Peygamber Es.a.v.) de ona şöyle
seslendi:
«— Sabret...
Ebû'l-Yakzan...
Sabrediniz Yâsîr
ailesi...
Size va'dedilen
Cennet'tir...» Arkadaşları, Ammar'ın
gördüğü eziyetleri birçok
konuşmalarında tarif etmişlerdir:
Amr ibnu'I-Hakem şöyle
der:
«— Ne dediğini bilmez
hale gelinceye kadar Ammâr'a işkence
ediliyordu».
Amr ibn-i Meymun da
şöyle der:
«—Müşrikler Ammâr
İbn-i Yâsîr'i ateşte yakarlardı. Rasûlüllah (s.a.v.) ona uğradığında, eliyle
başını sıvazlayıp: «Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız olduğun gibi
Ammâr'a karşı da serin ve zararsız ol» derdi.
Sırtına ağır gelse de,
gücünü kırsa da bütün bu şiddet Ammar'ın ruhuna asla ağır gelmemişti...
Ölüm, Ammâr'ın aklına
hiç gelmemişti. Ancak, cellâtlarının suç işlerken ve azgınlık yaparken bütün
dehalarını kullandıkları o gün müstesna... O gün, ateşle dağlamaktan tutun,
kızgın taşlar altında, sıcak kumların üzerine yatırmaya kadar... Soluğu
kesilinceye, derileri ve yaraları sayuluncaya kadar suyun içine daldırmaya
kadar her türlü işkenceyi yapmışlardı.
Çünkü o gün bu
şiddetin baskısı altında aklını kaybetmişti. Ona tanrılarımız hakkında güzel
şeyler söyle, deyip birşeyler söylemeye başlamışlardı. O da şuursuz olarak
söylediklerini tekrar etmişti.
O gün, işkence
bittikten sonra biraz kendine gelince, söylediği şeyleri hatırladı ve aklı
başından gitti. Bu yanılgı gözünün önünde canlandı ve onu bağışlanmayan ve
keffareti olmayan büyük bir hatâ olarak gördü. Birçok zaman, günâh işlemiş
olmak duygusu onu müşriklerin ickencesinin, o günâh yanında merhem ve lütuf haline
geldiği bir işkenceye düşürdü...
Eğer Ammâr bu
duygularından dolayı birkaç saat bırakılsaydı mutlaka duyguları onu öldürürdü.
O vücuduna gelen
şiddete dayanıyordu, çünkü ruhu yüksekti. Ama şimdi yenilginin ruhuna
ulaştığını zannederek üzüntü ve korkusu onu ölüme yaklaştırmıştı...
Fakat yüce Allah bu
olayı azametli bir şekilde bitirmeyi murâd etti...
Vahiy Ammâr'îa
tokalaşmak üzere mübarek sağ elini uzattı ve şöyle fısıldadı:
Kalk ey kahraman...
Sana ne azarlama var, ne de güçlük...
Rasûlüllah, (s.a.v.)
Ammâr'îa karşılaştığında onu ağlar bir halde buldu. Eliyle gözyaşlarını silerek ona:
«— Kâfirler seni
yakalayıp suya hatırdılar. Sen de şöyle şöyle dedin??.»
Ammâr hüngür hüngür
ağlayarak:
'— Evet, ya Rasûlellah!» diye cevap verdi. Rasûlüllah (s.a.v gülümseyerek ona şöyle
dedi:
«— Eğer yine
gelirlerse, onlara bu söylediklerinin aynısını söyle!!...»
Sonra şu âyet-i
kerîmeyi okudu:
«Gönlü imanla dolu
olduğu halde, zor altında olan kimse müstes nâ, inandıktan sonra Allah'ı inkâr
edip, gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından bir gazab vardır, büyük azab
da onlar içindir.» (Nâhl/106)
Ammâr'ın içi
rahatladı. Artık vücûduna yapılan işkenceden dolayı
hiçbir acı duymadı ve
artık hiçbir acıyla karşılaşmadı...
Onun ruhu ve imanı
kazanmıştı.., Kur'ân bu mübarek işte ona garanti vermişti. Artık bundan sonra ne olursa olsun!..
Ammar cellâdlanna
yorgunluk çökünceye ve onlar, onun azmi karşısında rezil bir şekilde
vazgeçinceye kadar direndi!..
Peygamberlerinin
hicretinden sonra müslümanlar Medine'ye yerleştiler. Müslüman toplum orada
hızla teşekkül etmeye ve kendini tamamlamaya başladı.
Ammar bu müslüman ve
inanan toplumda yüce bir mevkiy hip oldu!...
Rasûlüllah {s.a.v.)
onu çok severdi. Ashabına onun imanı ve hi-dâyetiyle iftihar ederdi...
Onun hakkında Rasûlüllah
(s.a.v.) şöyle buyurur :
«— Ammâr,
kemiklerindeki iliklere kadar imanla doludur».
Halid ibnu'S-Velîd'le Ammâr arasında geçen
bir anlaşmazlıktan dolayı Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
«— Kim Ammâr'a
düşmanlık ederse, Allah'a düşmanlık etmiş olur. Yine kim Ammâr'a kızarsa, Allah
da ona kızar...»
Artık, İslâm kahramanı
Halîd ibnu'l-Velîd'in, özür
dileyerek ve güzel affını umarak
Ammâr'a koşmaktan başka çaresi yoktu!..
Rasûlüllah (s.a.v.) ve
ashabı, Medine'ye geldikten sonra Mes-cid'i inşâ ederlerken Hz. Ali bir şiir
söylemişti. Hz. Ali ve müslümar lar bu şiiri tekrar eder dururlardı. Şiir
şöyleydi :
«Mescidler yapıp
oralarda ayakta ve oturarak ibâdet edenler, Toz topraktan kaçtığı görülenlerle bir olmaz».
Ammar mescidin bir
köşesinde çalışıyordu. Sesini yükselterek şiiri tekrar etmeye başladı...
Ashâbdan biri Ammâr'ın kendisine lâf dokundurduğunu zannetti ve Ammâr'a bazı
sözler söyledi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) kızıp :
«— Ammâr kim, onlar
kim?...
O, onları Cennet'e
davet ediyor, onlar ise onu Cehennem'e davet ediyor...
Şüphesiz Ammâr, benim
ashâbımdandır...»
Rasûlüliah (s.a.v.)
bir müslümanı bu derecede seviyorsa, onun imanı, gayreti, dostluğu, ruh
yüceliği, vicdan ve ahlâk güzelliği en son noktaya ve olgunluğun zirvesine ulaşmış
olması gerekir!
İşte Ammâr böyleydi...
Allah, onun îman ve
hidâyetini en mükemmel ölçekle ölçmüştü. O, Rasûlüllah'm (s.a.v.) imanını örnek
oîarak verdiği, ashabı arasında nümûne olarak gösterdiği hidâyet ve iman
derecelerine ulaşmıştı. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurur:
«— Benden sonra iki
kişiye, Ebû Bekr ve Ömer'e uyunuz... Ammâr'ın yolunda gidiniz...»
Ravîler onu şöyle
tarif etmişlerdir:
«Boyu uzun, gözleri
elâ ve geniş omuzluydu. O, insanların en çok susanlarından ve en az
konuşanlarındandı...»
Bu, sükût eöer\ eiâ
gözlü geniş göğüslü; vücudu, hayret uyandıran azminin ve benzersiz yüceliğinin
vesikasını taşıdığı gibi kendisine yapılan korkunç işkencelerin izlerini
taşıyan bu dev insanın hayatı nssıi geçmişti?...
Bu samimi dost, sadık
mü'min ve göz kamaştıran fedainin hayatı nasıl geçmişti?
O, öğretmeni ve
peygamberiyle birlikte bütün olaylarda, Bedir'de, Uhud'da Hendek'te ve
Tebûk'te... ve geri kalan hepsinde bulunmuştur.
Rasûlüllah (s.a.v.)
Refik'i A'lâ'ya gidince bu dev insan ordudaki vazifesine devam etmiştir...
Müslümanlar, İranlılar
ve Bizanslılarla karşılaştığında, bundan önce de kalabalık mürted ordularıyla
karşılaştığında, Ammâr, yiğit, güvenilir, kılıcının isabet etmediği vaki
olmayan bir asker olarak; muttaki ve kendisini Allah'tan hiçbir isteğin
alakoymadiği yüce bir.mü'min olarak daima ilk saflardaydı...
Emîrulmüminin Ömer
İbnu'l-Hattab, sonunu seçen kimsenin dikkat ve inceliğiyle müslümanların
valilerini seçtiğinde, gözleri devamlı kesin bir güven içinde Ammâr İbn-i
Yasir'in üzerinde geziyordu...
Böylece, Ammâr'a koştu
ve onu Küfe'ye valî yaptı! Onunla birlikte İbn-i Mes'ud'u da Beytulmale tayin
etmişti...
Hz. Ömer, Küfe halkına
yeni valilerini müjdeleyen bir mektup yazdı :
«— Size Ammar İbn-i
Yasir'i emir olarak, İbn-i Mes'ud'u da öğretmen ve vezîr olarak gönderdim...
Onlar asillerdendir,
Muhammed'in ashabından ve Bedir savaşına katılanlardandır».
Ammar valiliği
esnasında, kendisine tahammül etmek dünya'ya rağbet edenlere ağır gelen bir
şekilde hareket etti. Nihayet onun aleyhinde birleştiler veya birleşmek
üzerelerdi...
Valilik onun
tevâzusunu, takvasını ve zühdünü artırmıştı...
«— Küfe emiri olduğu
sırada, Ammâr ibn-i Yasir'in acur satın alıp onlan bir iple bağladığını ve
sırtına yükleyip evine götürdüğünü gördüm!..»
Yine Küfe emiri olduğu
sırada, Yemâme savaşında mürtedlerin kılıçlarıyla kesilmiş olan kulağı
yüzünden onu ayıplamak üzere halktan birisi ona : «Ey kulağı kesik!» der.
Elinde otorite olan emir, kendisine hakaret eden kimseye.
«— Sen kulaklarımın en
hayırlısına hakaret ettin... O Allah yolunda kesilmişti!.» diye cevap verir...
Evet... O kulağı,
Ammâr'ın şerefli günlerinden bir gün olan Yemâme gününde Allah yolunda
kesilmişti... Bu dev insan, ölümü hiçe sayarak Müseylemetü'i-Kezzâb'ın ordusu
içine kafalar biçmek ve onlara ölümler yağdırmak üzere bir fırtına gibi
atılmıştı...
Müslümanlarda bir
gevşeme gördüğünde, saflar arasında korkunç çığlığını atıyor, onlar da ok gibi
fırlıyorlardı.
Abdullah ibn-i Ömer
(r.a.) şöyle der ;
«— Yemâme gününde
Ammâr ibn-İ Yâsir bir kayanın üstüne çıkmış : «Ey müslümanlar! Cennet'ten mi
kaçıyorsunuz? Ben Ammâr ibn-i Yâsirim. Bana gelin» diye haykırırken gördüm.
Onun bir kulağı kopmuş sallanırken o da şiddetli bir çarpışma yapıyordu...»
Evet, doğru Peygamber
ve mükemmel öğretmen Hz. Muhammed'in büyüklüğünden şüphe eden kimse, o
peygambere ve ashabı olan bu örnekler karşısında durup kendisine şunu sorsun:
Bu yüce modelin ortaya çıkmasına yüce bir peygamber ve öğretmenden başkasının
gücü yeter mi?
Onlar Allah yolunda
bir savaşa katıldıklarında ona zaferi değil ölümü arayan kimse gibi
atılırlardı!!
Onlar halife ve hakim
olduklarında Halife, yetimlerin koyunlarını sağar ve yetimler-için hamur
yoğururdu!!...
Nitekim Ebû Bekir ve
Ömer öyle yaparlardı!!...
Onlar vali
olduklarında, Ammâr'm yaptığı gibi yiyeceklerini iple bağlayarak sırtlarında
taşırlardı... Veya Selman'ın yaptığı gibi maaşlarından feragat ederek örülmüş
hurma yaprağından çeşitli eşyalar ve sepetler yapmak üzere otururlardı!!...
Şimdi, onları ortaya
çıkaran dîne ve onları eğiten peygambere din ve peygamberden önce onları tam
bunun için seçen, onları tam bunun için hidayete ulaştıran ve onları insanlar
için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetin öncüleri yapan yüce büyük Allah'a
saygı gösterelim.
Sırların ve kalplerin
dilinde uzman olan Huzeyfe İbnu'l-Yeman Allah'la buluşmaya hazırlanıp ölüm
sekeratıyla uğraşıyordu. Yanında oturan arkadaşları şöyle sordular :
«— İnsanlar ihtilâfa
düştüklerinde, bizim kime başvurmamızı tavsiye edersiniz?...
Son sözünü söylemek
üzere Huzeyfe onlara şu cevabı verdi :
«— İbn-i Sumeyye'ye
sarılınız. O, ölünceye kadar haktan ayrılmaz...»
Evet... Ammar, hakkın
döndüğü yere hakla birlikte dönüyor... Şimdi de onun mübarek eserlerine
dönüyoruz. Yüce hayatının izlerini inceliyoruz. Geliniz, büyük bir olaya
yaklaşalım...
Fakat güzelliği,
azameti, cesareti, olgunluğu, fedakârlığı, sebatı, üstünlüğü ve güçlülüğü
içinde bu olayla yüzyüze gelmeden önce, geliniz, bu hadiseden önceki, onun
haberini veren ve hazırlığını yapan başka bir hadiseyi görelim.
Bu olay, müs I
umanların Medine'ye yerleşmelerinden sonra olmuştu. Hz. Peygamber ve ashabı,
Rablerinin rızası için saç ve başları dağı-mk bir halde, toz-toprak içinde,
mescid inşa etmeye kalktılar... İnanan kalpleri neşe ve sevinçle dolup
Rablerine hamd ve şükür için tutuştu.
Hepsi sevinç, ve
ümitle çalışıyorlar... Taş taşıyorlar, harç karıyorlar, duvar yapıyorlardı...
Orada bir grup, burada
bir grup...
Mübarek ufuk, neşeli
sesleriyle söyledikleri şu nağmeyi tekrar edi-
«Nebi çalışırken biz
oturursak, bizim bu yaptığımız kaybolmuş bir ameldir».
İşte böyle okuyup
terennüm ediyorlardı...
Daha sonra başka bir
nağmeyi terennüm eden sesleri yükseldi:
«— Ya Rabhi! Gerçek
hayat ahiret hayatıdır. Ensar'a ve Muhacirlere merhamet et».
Bir üçüncü nağme daha :
«— Mescidier inşa
edip, orada, ayakta vg oturarak ibadet edenlerle, Tozdan topraktan kaçtığı
görülenler bir olmaz».
İşte Allah'ın arı
kovanları çalışıyor... İşte Allah'ın askerleri, onun
sancağını taşıyorlar ve onun binasını
yükseltiyorlar...
Allah'ın temiz, emin elçisi
de onlarla birliktedir. O, koca koca taşlan taşımaktadır. O, en zor işle
meşguldür... Terennüm eden sesleri, hoşnut ve itaatkâr gönüllerinin
memnuniyetini anlatmaktadır... Üstlerindeki gök, onları taşıyan yere gıbta
etmektedir... Güzel hayat en güze!
bayramlarından birine şahid
olmaktadır!..
Ammâr ibn-i Yasir de
kutlanmakta olan bayramdadır. Ağır taşları yontulduktan yerden konulacakları
yerlere taşımaktadır.
«Hediye edilmiş
rahmet» Allah'ın Rasûlü Muhammed onu görür ve
büyük bir şefkatle ona yaklaşıp
mübarek eliyle başındaki tozları
silker, Allah'ın nurunun doldurduğu
bakışlarla sakin ve inanan yüzü bir süre düşündükten sonra bütün ashabının
ortasında:
«— Vah yazık, İbn-i
Sumeyye'ye!. Onu âsi bir topluluk öldürecek,..» Dibinde çalıştığı bir duvar
yıkıldığında Hz. Peygamber'in verdiği bu haber bir defa daha tekrarlanır.
Arkadaşlarından birisi onun öldüğünü zanneder, bunu Rasûlüllah'a haber vermeye
gider, ashab haberin tesiriyle korkuya kapılır... Fakat Rasûlüllah (s.a.v.)
huzur ve güven içinde:
«— Ammâr ölmedi...
Ammâr'ı asi bir topluluk öldürecek...»
Acaba bu topluluk
kimlerdir??. Ne zaman, nerede??..
Ammâr bu haberi, büyük
Peygamber'inin sahip olduğu basiretin doğruluğunu çok iyi bilen bir kimse
olarak dinledi...
Fakat o hiç irkilmedi.
O müslüman olalıdan beri, gece ve gündüz her an ölüme ve şehidliğe adaydı...
Günler ve yıllar
geçti...
Rasûlüllah (s.a.v.)
Refik-i A'lâ'ya gitti. Arkasından Hz. Ebü Bekr (r.a.) ona kavuştu. Daha sonra
da Hz. Ömer (r.a.) onlara kavuştu..
Halifeliğe «İki Nur
sahibi» Osman İbn-i Affan geçti...
İslâm'ın aleyhindeki
tertipler her türlü yola başvuruyor, harpte kaybettiklerini haksızlık ve
fitneyi uyandırmak suretiyle kazanmaya çalışıyorlardı...
Hz Ömer'in şehid
edilmesi, İslâm'ın saltanat ve tahtlarını yıktığı bu ülkelerden sam yeli gibi
Medine'ye doğru esmeye başlamış olan bu tertiplerin elde ettiği ilk başarıydı.
Hz. Ömer'in şehîd
edilmesi, bu tertipleri çalışmalarına devam etmeye teşvik etti. Böyiece bu
tertipler fitneler çıkarıp onları İslâm ülkelerinin çoğunda da uyandırmış
oldu...
Belki Hz. Osman,
işlere gereken önemi vermeyip gerekli alâkayı göstermedi. O!an oldu ve Hz.
Osman (r.a.) şehid edildi. Müslümanlara fitne kapıları açıldı... ve Hz.
Muaviye, halifelikte hakkı olduğu konusunda yeni halife Hz. Ali (Kerremallahü Vechehu) ile
mücadeleye
girişti...
Sahabe'nin eğilimleri
çoğaldı... Bir kısmı ibn-i Ömer'in şu sözü-nü şiar edinerek :
«— Kim «Hayye
alâ's-salâh» derse ona cevap veririm... Kim «Hayye ale'l-felâh» derse ona cevap
veririm...
Kim «haydi müslüman
kardeşini öldürmeye ve malını almaya» deı se, «hayır» derim...» İhtilâftan
elini çekip evine kapandı. Bazıları da Hz, tvluaviye'ye meyletti... Bir kısmı
da, biat sahibi ve müslümanların halifesi Hz. Ali'nin yanında yer aldı...
Acaba Ammâr o gün nerede
durmaktaydı?.
RasûlülEah'ın,
(s.a.v.) hakkında :
«— Amınâr'm yoluna
uyunuz» dediği adam nerede durmaktayc
Rasûlüllah'm (s.a.v.)
hakkında :
«— Kim Ammâr'a düşman
olursa, Allah da ona düşman olur», dediği adam nerede durmaktaydı?
O, Rasûlüllah'ın; {s.a.v.)
evine yaklaşırken sesini duyup da : «—
Hoş geldin, temiz ve temizlenmiş kişi, ona izin verin» dediği kimsedir.
O, sırf taraf tutmak
üzere değil, hakkı kabul etmek ve sözünü tutmak üzere Ali İbn-i Ebî Talib'in
yanında yer almıştır.
Hz. Ali, müslümanların
halifesidir, ona biat edilmiştir. O halifeliği, ona lâyık olarak almıştır...
Hz. Alî bundan önce ve
sonra Hz. Harun'un (a'.s), Hz. Musa (a.s.) yanındaki derecesi neyse, onu da
Rasûlüllah'ın (s.a.v.) yanındaki dereceye getiren meziyetlerin sahibiydi...
Döndüğü yere hakla
birlikte dönen Ammâr, basiretinin nuruyla ve ihlasıyla bu mücadeledeki yegâne
hak sahibine uymaktadır. O gün inancına göre İmam Ali'den (r.a.) başkası hak
sahibi değildi. Böylece Ammâr onun yanındaki yerini almıştı...
Ali (r.a.), onun
yardımına belki o gün benzerine sevinmediği bir şekilde sevindi. Hakkın büyük
şahsiyeti Ammâr kendisine koştuğu ve onunla birlikte olduğu sürece hak üzerinde
olduğuna inancı arttı...
Ve korkunç Sıffîn günü
geldi...
İmam Ali fr.a.),
önleme sorumluluğu üzerinde olan ve bir isyan olarak kabul ettiği tehlikeli
işle karşılaşmak üzere çıktı.
Ammâr da onunla
birlikte çıktı... Ammâr o gün 93 yaşına ulaşmıştı... 93 yaşında. Ve savaşmak
için çıkıyor.
Evet, savaşmanın
sorumluluk ve görev olduğuna inandığı sürece. O, 30 yaşındakilerden daha
şiddetli ve daha şahane dövüştü!...
Devamlı susup az
konuşan bu adam. eğer dudaklarını kımıldatırsa sadece sununla kımıldatıyordu:
— Fitneden Allah'a
sığınırım».
«— Fitneden Allah'a sığınırım».
Rasûîüllah'in (s.a.v.)
vefatından az sonra bu kelimeler onun devamlı duasf oimuştu...
Günler geçtikçe onun
bu cümleye düşkünlüğü ve fitneden Allah'a sığınması artıyordu...
Sanki günleri
yaklaştıkça onun temiz kalbi ortaya çıkacak tehlikeyi seziyordu..,
Tehlike ortaya çıkıp
fitne alevlenince İbn-i Sumeyye yerini biliyordu. Siffîn gününde,
yardımlaşmanın gerekli olduğuna inandığı bir hak davaya yardım etmek için
—Daha önce de dediğimiz gibi
— 93 yaşındayken
kılıcını alarak yerini almıştı...
Bu savaştaki görüşünü
şöyle açıklamıştı:
«— Ey insanlar!..
Osman'ın (r.a.) öcünü
istediklerini ileri süren şu topluluğa doğru bizimle birlikte yürüyünüz.
Vallahi, onların maksadı Osman'ın öcünü almak değildir. Fakat onlar, dünyanın
tadını almışlar, ondan faydalanmak hoşlarına gitmiştir. Onlar anlamışlardır ki
hak, onlarla dünyalık arzu ve isteklerine engel olmaktadır.
İslâm'da onların;
müsiümanların kendilerine itaatini ve onların idaresine girmelerini gerektiren
bir öncelikleri yoktur. Onların kalpleri, kendilerini Hakk'a uymaya sevkeden
Allah korkusunu da bilmez...
Onlar, Osman'ın
kanının öcünü istemek iddiasıyla insanları kandırırlar... Aslında onlar zorba
kimseler ve saltanat süren kimseler olmaktan başka birşey istemezler...»
Sonra sancağı eliyle
tutup dalgalanmak üzere başların üstüne kaldırdı ve insanların içinde şöyle haykırdı :
«— Canım elinde olana
yemin olsun... Ben Rasûlüllah'ın {s.a.v.) yanında bu sancakla savaştım. İşte
ben, bugün de onunla savaşıyorum...
Canım elinde olana
yemin olsun. Eğer onlar, bizim en son ocağımızı da yenseler, anlardım ki, biz
Hakk üzerindeyiz, onlar da bâtıldadırlar...»
Bunun üzerine,
insanlar Ammâr'a tabi oldular. Onun sözlerinin doğruluğuna inandılar.
Ebû Abdirrahmân
es-Sülemî şöyle der ;
«— Ali (r.a.) ile
birlikte Sıffîn'de bulunduk. Ammâr ibn-i Yâsîr'in (r.a.) Sıffîn'in hiçbir
köşesinde ve vadisinde durmadığını gördüm. Ancak Muhammed'in ashabının sanki
o, bayraktanymış gibi Ammâr'ı peşinden
gittiklerini gördüm!...»
Ammâr, savaşta
çarpışırken kendisinin o savaşın şehîdlerinden biri olduğuna inanıyordu...
Rasûlüllah'ın (s.a.v.)
verdiği haber, gözlerinin önünde büyük harflerle parlıyordu:
«Ammâr'ı asî bir
topluluk öldürecek...» . Bu yüzden, sesi savaşın ufkunda şu nağmeyle çınlıyorc
«— Bugün dostlara kavuşacağım». Muhammed'e ve arkadaşlarına kavuşacağım!!»
Sonra Hz. Muâviye ve
yanındaki emevîlerin tarafına doğru bir bomba gibi atılır ve kahredici yüksek
çığlığını atar:
«Onun (Kur'ân'm)
inmesi üzerine sizinle dövüşmüştük. Bugün onun te'vîlinden dolayı sizinle
dövüşüyoruz.
Öyle bir dövüş
yapıyoruz ki, o, yoluna dönünceye kadar, başları uyudukları yerden ayırıyor ve
dostu dostundan ayırıyor».
Bu şiiriyle o, şunları
kastediyordu:. Hz. Peygamber'in ilk ashabı —ki Ammâr'da onlardandı— dün
başlarında şirkin bayrağını taşımış olari ve müşrik ordularını yöneten Ebû Süfyân
olduğu halde Emevî-lerle savaşmışlardı.
Dün, onlarla
dövüşmüşlerdi. Kur'ân-ı Kerîm onlara, açıkça Err lerle dövüşmeyi emrediyordu. Çünkü onlar müşrikti...
Bugün ise, her ne
kadar müslüman olmuşlarsa da, Kur'ân-ı Kerîm kendilerine açıkça onlarla savaşmayı
emretmiyorsa da Ammâr'ın [r.a.) hakkı araştırmadaki gayreti, Kur'ân'tn gaye ve
meramlarını anlayışı, gasbedîlmiş hakkın sahiplerine iadesine, azgınlık ve
fitne ateşi ebedî olarak sönünceye kadar onlarla savaşmaya inanıyordu...
Böylece o, dün Emevîlerle,
dîne ve Kur'ân'a küfrettikleri için dövüştüklerini kastediyordu...
Bugün ise, onlarla
dinden sapmalarından, Kur'ân-ı Kerîm'i iyi tefsir ve te'vîl etmediklerinden,
âyetlerini ve meramlarını kendi istek ve gayelerine uydurmaya
çalışmalarından dolayı savaşıyorlardı!.»
O 93 yaşındaydı. Yüce
hayatındaki savaşların sonuncusuna katılıyordu. Savaşa gitmeden önce hayata,
Hakk'ta sebat etme konusundaki son dersini vermiş, hayata yüce, şerefli ve
öğretici davranışlarının sonuncusunu bırakmıştı...
Hz. Muâviye'nin
adamları mümkün olduğu kadar Ammâr'dan uzak durmaya çalışmışlardı. Öyle ki
kendi kılıçları onu öldürmesin de, insanlar onların asî topluluk olduklarını
bilmesinler.
Ancak, sanki tek
başına bir orduymuş gibi savaşan Ammâr'ın cesareti onlara, akıllarını
kaybettirmişti. Hz. Muâviye'nin askerlerinden bazıları onu öldürmek için fırsat
gözlüyorlardı. Nihayet buna imkân bulduklarında onu öldürdüler.
Hz. Muâviye'nin
ordusunda birçok yeni müslüman vardı... Bunlar, İslâm'ın Bizans ve Acem'in
hâkimiyetinden kurtardığı birçok ülkedeki İslâm fethinin davulları çalması
üzerine müslüman olmuşlardı. Bunların çoğu Hz. Muâviye'nin isyanının ve Hz.
Ali'ye (r.a.) biat etmemesinin sebep olduğu iç harbin yakıtı idiler. Onlar
harbi iyice alevlendiren yakıt ve yağ oldular...
Eğer işler, ilk
müslümanların ellerinde olsaydı, bu tehlikeli ihtilâf barışla bitebilirdi...
Fakat mesele, içinden çıkılmaz bir hale gelince ona, İslâm'ın sonu kendilerini
ilgilendirmeyen birçok el karıştı. Bu eller savaş ateşini körükleyîp iyice tutuşturmaya
başladı.
Ertesi gün Ammâr'ın
şehîd edildiğinin haberi yayıldı. Müslümanlar çok önce, Medine'de mescidi
yaparken Rasûlüllah'm (s.a.v.) verdiği
şu haberi birbirlerine
nakletmeye başladılar :
cek...»
Sümeyye'nin oğluna vah
yazık! Onu âsî bir topluluk
öldüre-İnsanlar şimdi anlamışlardı, kimin âsî topluluk olduğunu... Am-mâr'ı
şehîd eden topluluğu... Onu Hz. Muâviye'nin topluluğundan başkası
öldürmemişti.
Hz. Ali'nin
arkadaşlarının buna inancı arttı...
Hz. Muâviye'nin
taraftarlarının içine şüphe girmişti. Bazıları isyana ve Hz. Ali'ye katılmaya
hazırlanıyordu...
Hz. Muâviye olayı
duyar duymaz bunun gerçek olduğunu ve Ra-sûlüllah'ın [s.a.v.) Ammâr'ı âsî bir
topluluğun öldüreceğine dair bir gerçeği haber verdiğini halk arasında yaymaya
çıktı... Fakat Ammâr'ı öldüren kimdi? Daha sonra yanındaki insanların arasında
şöyle haykırdı :
«Onu ancak evinden
çıkarıp buraya savaşmaya getirenler öldürmüştür...»
Kalplerinde bu aceleci
te'vile sevgisi olan bazı kimseler buna inanıp aldandılar. Çarpışmanın seyri
malum vaktine kadar devam etti...
Ammâr'ı Hz. Ali
kucağına alıp namazını kıldıkları yere götürdı ve üzerindeki elbiseleriyle birlikte gömdü... .
Evet, temiz kanına
bulanmış elbiseleriyle... Dünyanın bütün ipek ve atlasları içinde Ammâr
tipindeki büyük bir şehîde ve velîye kefen olmaya lâyık olanı yoktu.
Müslümanlar hayret
içinde kabrinin başında durdular!!...
Çoktan beri Ammâr,
savaş alanında onların arasında memleketine hızla götürülürken içi sevinçle
dolu olan bir kimse gibi şunu terennüm ediyordu :
«— Bugün dostlara
kavuşacağım, Muhammed'e ve arkadaşlarına kavuşacağım!»
Bugün, bildiği ve
beklediği bir randevudan dolayı mı onlarla birlikteydi?!.
Arkadaşları
birbirlerine sormaya başladılar...
Birisi arkadaşına
şöyle dedi ; «— Medîne'de o günün akşamını hatırlıyor musun? Biz,
Rasûlül-lah'la (s.a.v.) birlikte oturuyorduk... Birden Rasûlüllah'm [s.a.v.)
yüzü neşeli bir hal alıp :
«Cennet Ammâr'a özlem duymaktadır» demişti. Bir arkadaşı ona :
— Evet» deyip o gün
orada bulunan bazı kimseleri de saymıştı.. Onların içinde Âli, Selman ve Bilâl
de vardı...
Evet, Cennet Ammar'ı
özlemişti...
Evet, bütün
sorumluluklarını yerine getirinceye ve son görevini yapıncaya kadar mühlet
istediğinden Cennet'in ona hasreti uzamıştı.
O, ciddiyetle
sorumluluklarını yerine getirmiş ve sevinç içinde görevlerini yapmıştı.
Onun, Cennetlerin
ortasından kendisine seslenen özlem çağrısına cevap verme zamam gelmemiş
miydi?..
Evet... Onun bu
çağrıya cevap verme zamanı gelmişti... İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil
midir?... Böylece mızrağını atıp gitti...
Kabrinin toprağı,
arkadaşlarının elleriyle düzeltilirken ruhu oradaki mesut sonuyla, Ammar'a
özlemi uzun süren ebedilik Cennet'le-riyle kucaklaşıyordu. [1]