Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi
Ekrem Sarıkçıoğlu
FAKÜLTE KİTABEVİ
BAŞLANGIÇTAN
GÜNÜMÜZE DİNLER TARİHİ
4-
Türkiye'de Dinler Tarihi İle İlgili Eserler
ORTA
DOĞU TARİH ÖNCESİ DİNLERİ
2-
Tarihi Buluntular Ve Yorumları
3-
Vahdaniyet Tezahürleri Politeizme Tepkiler
Mürüvvet
Kurnan, Hacettepe Üni.
4-
Amonefis Ve Reform Teşebbüsü
7-
Ölümden Sonraki Hayat Tasavvurları
1.
4- Kült Yerleri Ve Mabetleri
2.
4- Ölülerle İlgili Adetleri
1-
Eski Kuzey Arabistan Dinleri
1.
2- Tanrı Tasavvurları Ve İnançları
1.
4- Vahdaniyet Tezahürleri Ve Politeizme Tepkiler
1.
2- Ölümden Sonraki Hayat Tasavvurları
4.
3- Ölümden Sonraki Hayat Tasavvurları
5.
1- Tanrı Ve Tabiatüstü Kuvvetler
5.
2- Ölümle İlgili Tasavvurları
6-
Eski Amerika Dindarlığının Güncel Tezahürleri
1-
Geleneksel Türk İnanç Ve İbâdetlerinin İsmi
3-
Tabiat Kuvvetleri Ve Manevi Güçler
6-
Ölüm Ve Ölü İle İlgili İnanışlar
1.
1- Sâbiîlerle İlgili Araştırmalar
1.
8- Ahir Zaman Ve Mehdilik Tasavvurları
1.
9- Kıyamet Ve Ahiret Tasavvurları
1.
11- Cemaat Üyeliği Ve Rahiplik
2.
4- Kainat Ve İnsan Tasavvurları
2.
6- Ahir Zaman, Mehdilik Ve Kıyamet Tasavvurları
1.
3- Karma (Misilleme Kanunu)
1.
9- Hinduizmin Gelişmesi Ve Yeni Akımlar
1.
9. 1- Transzendental Meditasyon
1.
10- Hinduizm'in Diğer Dinlere Bakışı
2.
2- Neo-Sannyas Bhagawan Shree Rajneesh Hareketi
3.
4- Kurtuluş Ve Hidayet Öğretisi
5.
4- Hidayet Ve Kurtuluş Öğretileri
5.
5- Ölüm Sonrası Hayat Tasavvurları
5.
8- Budizm'in Ana Cereyanları
5.
10- Tibet Budizm'i Veya Lamaizm
5.
11. 1- Çan-Tsung (Zen) Mezhebi
5.
11. 2- Tsing-To (Jodo) Mezhebi
4-
Japon Milli Dini (Şintoizm)
7-
Sun Myung Moon Ve Birlik Hareketi
5-
Yeşû B. Nûn Ve Hâkimler Devri
7.
1- Hz. İlyas (Elia, Elijah)
10-
İsrail Oğulluğundan Yahudiliğe
12-
Yahudilikte İnanç Temelleri
16-
Yahudi Mistisizmi (Tasavvufu)
19-
Yahudiliğin Diğer Dinlere Bakışı
3.
3- Hz. İsa'nın Tebliğ Alanı
3.
4- Dünyadan Ayrılışı Ve Değerlendirmeler
4.1-
Tanrısal Devlet Yankıları
6-
İlk Cemaat Ve Ayrılıkların Ortaya Çıkışı
6.
1- Putperest Kökenli Hıristiyanlar Sorunu
6.
2- Havari Kavramındaki Anlaşmazlıklar
6.
3- Cemaat İdaresindeki Anlaşmazlık
6.
4- Komünyon Konusundaki Ayrılıklar
6.
5- İsa'nın Şahsı Konusundaki Ayrılıklar
6.
6- İsa'nın Geliş Gayesindeki Anlaşmazlıklar
7- Yahudi Hıristiyanlar Veya Ebionitler
8-
Yahudi-Hıristiyanların İnanç Meseleleri
2-
Hıristiyan İnançlarının Gelişmesi
5- Konstantin
Ve Hıristiyanlığın İmparatorluk Dini Olması
6-
İsa'nın Varlığı Hakkındaki Doktrin Kavgaları
7-
Hıristiyanlıkta İnanç Esasları
7-
2. İsa Ve Tenleşme (Incarnatio)
7.
8. 3- Peygamber Ve Kutsal Kitaplar
8-
Kilise Gizemleri (Sacramentum)
8.
2- Güçlendirme (Confirmatio)
8.
5- Barışma (Tövbe, Günah Çıkarma)
8.
7- Efkaristiya (Komünyon, Eucharistia)
13-
Katolik Ve Ortodoks Kiliselerin Ayrılması (Skizma)
14-
Papalığın Dünya Hakimiyeti Ve Politik Çöküşü
18-
Reform Hareketleri Ve Martin Luther
19-
Günümüzün Büyük Kiliseleri
1.
1- Diğer Hıristiyan Cemaatlerle İlişkileri
1.
3- Siiryanilerin İnanç Ve İbadetleri
2.
1- Ermeni Kilisesinin Gelişmesi
5.
1- Nestoryanizm'in Zayıflaması
BAĞIMSIZ
HIRİSTİYAN MEZHEPLERİ
2-
Hür Protestanlar (Serbest Kilise)
4-
Hür Kardeşler (Freier Brüderkreis)
6-
Kutsal Askerler (Salvation Army)
7-
Kuveykırlar (Dostlar Cemaatı)
8-
Pfingst Cemaatı (Hıristiyan Cemaatı
Birliği)
9-
Katolik Havariler (Irvingianlar)
10-
İsa Mesih İmparatorluk Kardeşliği
12-
Hıristiyan İlimleri Cemaatı (Christian Science)
15-
Swedenborgianlar (Yeni Kilise)
17-
Tanrı Kilisesi (Armstrong Kilisesi)
18-
Monoteist Kilise Hareketleri (Teslissiz Kiliseler)
18.
3- İsa Mesih Havariliği (Apostelamt Jesu Chtisti)
19-
Afrika Mesihçi Hareketleri
19.
1- Nazareth Baptist Kilisesi
6-
Ufoloji, Uzay Gemileri Mezhebi
3.
2- Melekler Ve Fizik Ötesi Varlıklar
4- Diğer Dinlerin Mehdi Ve Mesih İnançlarına
Bakışı
10-
İslam'dan Ayrılan Yeni Dinler (Veya Mezhepler)
2-
İslam Alemindeki Gelişmeler
4-
Hıristiyanlığın Diğer Dinlere Dogmatik Bakışı
4.
3- Hinduîzm'e Ve Budizm'e Bakışı
5-
İslam'ın Diğer Dinlere Bakışı
7-
Diyalog Üzerindeki Kuşkular
Ekrem Sarıkçıoğlu,
1943 İsparta doğumludur. Liseyi İsparta'da okumuş ve Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi'nden (1966) mezun olmuştur. Doktorasını M.E.B. bursu ile
gittiği Almanya Nürnberg-Erlangen Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde (1971)
Dinler Tarihi alanında yapmıştır. Doçentliğe Atatürk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesinde (1977), profesörlüğe Ondokuzmayıs Üniversitesi İlahiyat
Fakültesinde (1983) yükselmiştir. 1985-1994 döneminde dekanlık görevinde
bulunmuştur. Sarıkçıoğlu, halen Kasım 1998 tarihinde tayin edildiği İsparta
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyeliği görevini
sürdürmektedir. 1999-2002 yıllarında S.D.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
görevinde bulunmuş, 2003 tarihinden itibaren de Dekanlık idari görevini
yapmaktadır.
Tel: (0246)218 26 21.
Yayına sunduğumuz bu
kitabın Birinci Baskısında, bir zamanlar inananlarına ümit ışığı olmuş ve bu
gün taraftarları kalmayarak tarihin karanlıklarına gömülmüş ölü dinler ile,
günümüz milyonlarca insanının hayatını yönlendiren yaşayan dinlere yer
vermiştik. Yine 1930'lardan önce dinler hakkında yazılmış kitapların ağırlığını
teşkil eden, dinlerin kökenleri ve din duygusunun ortaya çıkışı ile ilgili
felsefî, pozitivist teorilere güncelliğini kaybetmesi sebebiyle yer
vermemiştik. Bu teorilerle ilgili spekülasyonlar iki asra yakın bir süre
tartışılmış, bilimsel bir gelişme gösterememiş; din aleyhtarlarının
spekülasyonları olmaktan ileri gidememiştir. Ayrıca bu teorilerin tartışma
yerinin Din Felsefesi olduğu şüphesizdir. Bu sebeple çoğu dinler tarihi
kitaplarında rastlanan ilgili teorilere İkinci Baskıda da yer vermedik.
Dinler Tarihi dersleri
esnasında öğrencilerimin sorularından ve karşılaşılan tartışmalardan, Kur'an'da
isimleri geçen peygamberlerin yaşadıkları zaman ve çevrelerin bilinmediği,
tarihi akış içinde dinler tarihi konularıyla irtibatlandırılamadığını gördük.
Bu eksikliği gidermek amacıyla Kur'an'da adı geçen peygamberlere yaşadıkları
coğrafi çevre ve zaman içinde yer vermeya çatıştık. “Vahdaniyet Tezahürleri”
başlıkları altında özetle ele aldık.
Okuyucunun kendi
inançları ile anlatılan konular arasında bağlantı kurabilmesine yardımcı
olabilmek için zaman zaman İslâmî görüş te açıklamalara değindik.
İslamiyet başlıklı
bölümde, İslam inanç ve ibadet konularına diğer dinleri ve onların etkileriyle
Müslümanlar arasındaki tartışmaları dikkate alarak yer verdik. Bazı
Müslümanların zihinlerindeki problemlerin çözümüne ışık tutmaya çalıştık.
“Dinler Arası
İlişkiler ve Diyalog” konularının günümüzde yoğun bir biçimde gündeme gelmesi,
İslam'ın diğer din ve mezheplere, diğer din ve mezheplerin de İslam'a bakışları
ve yaklaşımlarına değinmeğe ihtiyaç duyduk.
Kitabın Birinci
Baskısında ele alınan konulardan bazı kısımların içeriğini, yine
öğrencilerimden ve meslektaşlardan gelen istekler üzerine genişlettik. Ayrıca
günümüzde yaşayan dinlerin önemli tarihî mezhepleri yanında, Avrupa'da ve
Türkiye'de aktif misyon faaliyetleri sürdüren, güncel mezhep veya dinsel
görünümlü akımlarına da yer verdik. Dipnot ve Htaratürle ilgilenenlere daha
geniş bilgi kaynaklarının yofunu göstermek istedik.
Herbir bölüme o
bölümde geçen tarihi ve coğrafi isimleri gösteren haritalar yerleştirdik.
Konuların İslamla karşılaştırılmaları
esnasında yararlandığımız Kur'an âyetlerinin tercüme ve meallerinde Süleyman
Ateş'in “Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meâli” isimli eserinden yararlandık ve ayet
meallerini iktibas ettik, dipnotlarda tekrar tekrar gösterme ihtiyacını
duymadık.
Okuyucularımıza takdim
ettiğimiz 3. Baskıda gözden kaçan maddi hataları düzeltmeye çalışmakla
birlikte, kitabın genel karakterinde köklü bir değişiklik yapma ihtiyacı
hissetmeden kapalı bulduğumuz bazı kısımlara yeni ilaveler yaparak berraklık
kazandırmaya çalıştık.
Genel Dinler Tarihî
kitaplarındaki konuların özel uzmanlarınca yazılmalarının gereğini hissetmemiz
nedeniyle Gnostik ve Bâtınî dinlerden olan Sâbiîlik ve Manihaizm'i, sayın Doç.
Dr. Şinasi Gündüz'e; "Mısır Dinini'1 sayın Doç.Dr. Mürüvvet Kurhan'a özel
araştırma alanları olması sebebiyle, teliflerini kendilerine bıraktık. Yazma
nezaketinde bulundukları için kendilerine müteşekkirim. Ayrıca sayın Gündüz'e
tashih ve tenkitlerindeki yardımlarından dolayı da teşekkür ediyorum.
İsparta, 2000 Prof.
Dr. Ekrem Sarıkçıoğlu
Tarihte ve günümüzde
yaygın anlamda herhangi bir dini benimsemeyen insanlara rastlanmakla birlikte,
dini olmayan hiçbir topluma rastlanmaz. Bu gerçek bize, dinin toplumlar ve
insanlar için tabii bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor. İnsanlığın yaşadığı sürece
var olduğu gibi, bundan sonra da var olmaya devam edecektir. İşte, insanlığın
kopmaz bir parçası olan dinleri ve içeriklerini kendine araştırma konusu edinen
İlim dallarından birisi Dinler Tarihidir. Vasıflayıcı metoduyla, belirli bir
dinîn savunmasını üzerine almış Kelâm ve Din Felsefesi gibi ilimlerden
ayrılmakla birlikte, onlara İhtiyaçları olan malzemeleri ulaştırır. Tarihsel ve
filolojik metotlardan faydalanarak çeşitli ülke ve milletlerin, küçük veya
büyük toplumların din ve inançlarını inceler. Çeşitli dînler arasındaki
tarihsel İlişkileri açıklamaya çalışır.
Bu çalışmalar
esnasında, bazı bilim adamları dînleri' sınıflama ve gruplandirma girişiminde
bulunmuşlardır. Bazı Batılı Bilginler dinleri “Kurucusu Olan Dinler” ve “Geleneksel
Dinler” diye gruplandırırken, bazıları da “Millî
Dinler” ve “Evrensel
Dinler” diye gruplandırmışlardır.
[1] İslâm
Bilginleri ise, dinleri “Hak Dinler” ve “Batıl Dinler” veya “Vahye Dayanan
Dinler” ve “Tabii Dinler” diye, ikili guruplara ayırmışlardır. Bu
smıflanıalarda ahlâk, erdemlilik vs. gibi manevî değerler üzerine bina olan ve
Tek Tanrıya inanan dinleri “Hak Dinler”, bu özellikleri taşımayanları da “Batıl
Dinler” olarak İsimlendirmişlerdir. Birinci kısma “Milel”, ikinci kısma “Nihal”
adını vermişlerdir. Bunun en güzel örneği Şehristânî ve Bağdâdî'nin el-Müel
ve'n-Nihal isimli eserleridir.
Bütün bu sınıflama
gayretleri, değerli bilimsel araştırmalar olmakla beraber, yapılan hîç bir
sınıflama, henüz bütün dinleri içine alabilecek bir çözüme ulaşamamıştır.
Dinlerden bazıları, ya sınıflamaya uymamakta veya sınıflamadışında kalmaktadır.
Bu sebeple, dînlerle ilgili sınıflamalarda din bilginleri arasında birlik
sağlanamamıştır. Buna rağmen biz öğretim yönündeki kolaylığı ve sadeliği
düşünerek, coğrafî bölgelere göre dinleri açıklamaya çalışacağız ve bu arada
tarihsel akışı da göz önüne almaya gayret edeceğiz. Bu sınıflama ve
sıralamalardan aslında kendimiz de tatmin olmamakla beraber, daha başka bir
çözüm yolu bulamadığımız için, günümüzde en çok tercih edilen bu yoldan biz de
yürüyeceğiz!
Konuya geçmeden önce
İslâm Alemi'nde, Batı'da ve Ülkemizdeki Dinler Tarihi çalışmalarına kısaca
değinmenin genç araştırıcılar için yararlı olacağı kanaatındayım.
İslâm âleminde, din
felsefesi, tasavvuf ve dinler tarihi alanları birbiri içinde ele alınmıştır.
Bununla beraber, dinler ilminin felsefî bölümü marifetullah, kelâm ve tasavvuf
adları altında incelenirken, İslâmiyet dışındaki çeşitli dinlerle ilgili
çalışmalar da başlamıştır. Abbasiler devrinde İbn Mukaffa (723-759), Eski İran
dini ve mitolojisi hakkındaki eserleri Arapça'ya tercüme etmiştir. Bu sırada Hint
dinleri efsanelerine ait bazı eserler de tercüme edilmiştir. Keldânî'lerle
ilgili çalışmalar yapılmış, “Kitab-ı Mezâhib ul-Keldâniyyin fi'1-Asnam”, “Kitab-ı
Esrar ul-Kevâkîb” ve “Kitab’ul-Karâbîn” isimli eserler Arapça'ya
çevrilmişlerdir. Saîd Feyumî, hicri 330 yılında Tevrat'tan bazı kısımları
Arapça'ya çevirdikten sonra bu konularda açıklamalar ve tefsirler yazmıştır.
Yahudilerin Talmud isimli meşhur kitapları yanında bazı şer'î kitapları da
tercüme edilmiştir.”
[2]
Daha ilk zamanlarda
başlayan Hıristiyan mezhepleri ve Sâbil'lik hakkındaki araştırmalar
genişleyerek Çin, Hint ve Eski Mısır dinlerine kadar uzanmıştır. İslâmiyet
dışındaki dinlerden bahseden İlk kitap Kur'an olmakla birlikte, bahsettiği
konulara kısa ve işaretle değinerek ayrıntılara girmemiştir. Fakat bu haliyle
Müslümanların diğer dinlerle ilgilenme ve araştırmalarına kapı açmıştır.
Gerçek anlamda ilk
Dinler Tarihini Ebu Mansur Bağdâdî'nin (ö. 1037) “El-Fark beyne'1-Firak” ve Ebû
Nasr Mutahhir ibn Tâhir el-Makdîsî'nin (ö.l.340) “Kitabu'l-Bed'i
ve't-Tarih" adlı eserinde görmekteyiz. İkincisinde Çin, Hind, Tibet, İran,
Türk, Yahudi, Hıristiyan ve Sâbiî dinleri hakkında Önemli bilgiler
verilmektedir. Yine aynı yüzyılda Ebu Muzaffer Tahir b. Muhammed Esfarânî (ölm.
1078) ve Kâdî Ebu Bekr el-Bâkillâî (ölm. 1013) tarafından milel ve nihale dâir
eserler yazılmıştır.
Hicrî 4. yüzyılda
Kurtubalı Ebu Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm'ın (944-1064) “Kitabu'1-Fasl
fi'1-Milel ve'1-Ahvâî ve'n-Nihal” adlı dört ciltlik eseri, bu konuda
yazılanların en önemlisidir. Birinci ve ikinci ciltlerde sofistler ve çeşitli
felsefî mezheplerden, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan bahsetmiş, Tevrat ve
İncil'deki tahribatları ispata çalışmıştır. Üçüncü ve dördüncü ciltlerde ise,
İslâm Mezhepleri hakkında bilgi vermiştir. Ama bu eser, daha sonra Ebu'1-Feth
Muhammed Şehristânînin (ölm.h.548) yazdığı “El-Müel ve'n-Nihal”e nazaran metot
bakımından zayıftır. Şehristânî, Ebu Mansur Bağdâdî'nin eserinden faydalanmış,
İslam Mezheplerinden, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan başka, Sâbiîlik ve Hint
dinleri hakkında değerli bilgiler vermiştir.
[3]
Yalnız, bu eserlerde modern ilmî metotları aramak haksızlık olur. Birer tarihî
kaynak olmaları yönünden kıymetlidirler. Müslümanlarla temasta bulunan
milletlerin dinleri hakkında kendilerine ulaşan bilgileri yansıtırlar.
Ne yazık ki İslam'ın
ilk zamanlarındaki bu bilimsel çalışma ve gelişmeler, Orta Çağ skolastiğinin
İslam dünyasını da etkisi altına almasıyla, yavaşlamış ve durmuştur. Kur'an'ın
açtığı ilim ve araştırma kapısı diğer din ve tabiat bilimlerinde de görüldüğü
üzere bir süre sonra kapanmıştır.
M.Ö. 5. yüzyılda
Heredot, incelediği milletlerin dinleri üzerinde de merakla durmuştu. Çiçeron,
Salluste, Lucien ve Pulutarch gibi antik yazarlar da tanrılarla ilgili yazılar
yazmışlar; genellikle Roma ve Yunan dinlerinden bahsetmişlerdi.
Orta Çağ'da ise tek
hakikatin Hıristiyanlık olduğu inancıyla, Batılılar diğer dinlerle ilgilenmeyi
lüzumsuz gördüler. Ancak sömürgecilik ve aktif misyonerliğin doğmasından sonra,
diğer dinlere karşı ilgi başladı. Lord Herbert de Charbury ve Anthony Collius
gibi bazı âlimler çeşitli dinleri sınıflamaya çalıştılar.
Aydınlanma Devri'nde
tabii ilimler alanındaki gelişmeler, özellikle canlı ve cansız varlıkların en
küçük birimlerine inerek onların temel yapıları hakkında elde edilen başarılar,
din bilimlerinde de benzer çalışmaların yapılarak, din ve inançların temel
elementlerine inilebileceği, dinlerin doğuşu ve gelişmeleriyle ilgili yapının
izlenebileceği düşüncesini çağrıştırdı. Araştırma alanı olarak, henüz diğer
kültürlerle ve dinlerle karışmamış ilk ve saf inanç elementlerinin İlkel
Toplumlarda bulunabileceği kanaatini güçlendirdi. Araştırma alanı olarak, “İlkel
Toplumlar” seçildi. Bu yönde elde edilen bazı bilgiler araştırmacıları
ümitlendirdi ve çalışmalarını hızlandırdı.
Kongo ve Amazon
havzaları başta olmak üzere dünyamn çeşitli bölgelerindeki İlkel toplumlar ve
inançları araştırılmaya başlandı. Bazı bölgelerde rastlanan, totem, tabu, mana,
ruh, büyü, şaman (medizienman) vs. gibi kavramlar tabii ilimlerdeki atom ve
hücre örneğinde algılandı, üzerlerinde heyecanla duruldu. Ancak bütün bu
çalışmalar bazı dini kavramların daha İyi algılanma ve yorumlarından öte
gidememiştir.
Modern,
karşılaştırmalı din araştırmaları ise, yaklaşık bir asır önce MaxMüller ile
başladı. Müller, Avrupa müsteşriklerini toplayarak din ilminin önemini
kendilerine anlattı. Yapılan çalışmalarda kutsal kitaplar tercüme edilerek ilim
âleminin istifadesine sunuldu. Max Müller'in “Mukayeseli Mitoloji” İsimli
eseri, 1856 da yayınlandı ve bunu 1870 yılında “Dinlerin Esası ve Gelişmesi”
hakkındaki ders notları takip etti. Bu ilk araştırmalar, diğer dinleri anlama
arzusunu kamçıladı ve büyük ilgi topladı.
1896-1898 yıllarında
Hollandalı Tiele'nin “Elements of the Science” ismiyle yayınlanan ders notları,
dinler tarihî gelişmelerinin güzel bir örneğidir. Keşfettiği hususlar, yalnız
dinler tarihi için değil, etnoloji , sosyoloji ve psikoloji için de önemlidir.
Bundan kİsa bir zaman sonra Paris, Brüksel ve Roma Üniversiteleri ders
programlarında dinler tarihi dersleri görülmeğe başlandı. Tylor'm “Primitive
Culture” (1871), Emile Durkheim'ın “Les formes elementaires de la vie religieuse
(1912)” ve Wilhelm Wundt'un “Völkerpsychologie (1906)” ismiyle yayınlanan
eserleri, din iimindeki gelişmelerin somut örnekleridir.
Dinler tarihi
araştırmalarının ikinci aşamasında pozitivist düşüncelerle birlikte, filolojik
ve tarihî hakimiyet kendini göstermektedir. Değerlendirme metodu, yerini
tasvire bırakmıştır. Ölçü ve kıymetler, psikolojik, sosyolojik ve tarihsel
yönlerden açıklanmaya başlanmış, geçmişteki ve zaman muzdaki dinlerin
araştırılmasında büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Uzmanlaşmalarda ileri
gidilmiş ve objektiflik en yüksek kanun olarak hedeflenmiştir. Ancak, ilk
devirlerdeki araştırıcıların hatası ayrıntıları ihmal etmeleriyken, ikincilerin
hatası ayrıntılara aşırı kıymet vermeleri olmuştur. Bu devrin en büyük ismi,
Ernest Kenan'dır.
Birinci Dünya savaşı,
Dinler tarihi sahasında da kuvvetli değişiklikler meydana getirmiştir. Her ne
kadar filolojik, tarihî ve tenkidi araştırmalar yapıldı, pozitivist metot pek
çok yerde devam etti ise de, tarihçilik devri sona ermiştir. Dinler tarihinin
üçüncü safhası diyebileceğimiz günümüzde, artan uzmanlaşmalar üzerine
çıkabilmek, dinî tecrübe varlığının derinliklerine nüfuz edebilmek ve son
metafizik özelliklere ulaşabilmek hedef haline gelmiştir. Bu gelişmelerin
neticesi, dinin fenomenolojik araştırmalarında büyük ilerlemeler
kaydedilmiştir. Max Scheler, Rudolf Otto, Jean Hering ve Gerardus van der Leeuw
tarafından geliştirilen din fenomenolojisi, dinin bütün konularını filozofik,
teolojık, psikolojik ve metafizik teorilerden uzak, sistematik ve nesnel bir
şekilde inceleme yolunu açmıştır.
[4]
Sosyal etkileri de “Dinlerarası Diyalog"da kendini göstermiş, toplumsal
barış için ümit verici çalışmaların başlamasına katkıda bulunmuştur.
İslâm âleminde âdet
olduğu üzere Türkiye'de de yazılan pek çok tarih kitaplarında yazarlar Hz.
Adem'den başlayarak, zamanlarına kadar geçen olaylardan bahsederlerdi. Bu genel
tarihlerde yer alan Peygamberler Tarihi ve dolayısıyla diğer dinler hakkında
verilen bilgilerin, bugünkü anlamda dînler tarihi ile pek ilişkisi yoktur. Bu
hal, 19. yüzyıla kadar devam etmiştir. Nihayet, ıslahat hareketleri içinde
kurulan Darü'l-Fünunfedebiyat Fakültesinin 1874 yılı programında “Tarih-i Umumi
ve İlm-i Esatiri'1-Evvelin” dersinin bulunduğu görülür.
İkinci Meşrutiyet'ten
sonra, 1911 de Şer'iye ve Ulûm-ı Edebiye müderrislerinin toplanarak aldıkları
kararda; Ulûm-ı Şer'iye dersleri arasında, 6 saat “Tarih-i Din-i İslâm ve
Tarih-i Edyan” dersleri birlikte yazılmıştır. 1914 yılında ise, Ulûm-ı Şer'iye
şubesinin Darü'l-Fünun dahilinde bulunmasına lüzum görülmeyerek 1. Abdülhamid
adına inşa edilen “Medresetü'l-Mütehassisîn”e bağlanan
Medresetü'l-Mütehassisîn'de “Tarih-i Edyan” derslerinin bulunduğu görülür.
Cumhuriyetten sonra
din eğitimi, İstanbul İlahiyat Fakültesi'ne bırakılmıştı. Burada, “Türk Dinleri
ve Mezhepleri Tarihi” ve “Dinler Tarihi” dersleri de okutuluyordu. Ama, Enstitü
de fazla ömürlü olamadı ve 1936 da kapatıldı. Türkiye'de fetret devrine giren
dîn eğitimiyle birlikte, dinler tarihine de ara veriliyordu. Bu durum, 1949'da
Ankara Üniversitesine bağlı bir İlahiyat Fakültesinin açılmasına kadar devam
etti. Eğitim programlarına dinler tarihi dersleri de kondu. Daha sonraları
açılan İmam Hatip Okulları, Yüksek İslâm Enstitüleri ve İlahiyat Fakülteleri
programlarında da bu derse yer verildi.
[5]
Tespit edilebilen en
eski eser, Şemseddin Sami'nin 1878 yılında yayınlanan “Esatir” isimli
kitabıdır. Bu kitapta, Japon, İskandinav, Amerika ve Eski Avrupa Efsaneleri yer
almaktadır. Eser, mitoloji ile ilgili olmakla beraber, dinler tarihine
yakınlığı sebebiyle anılmaya değerdir. Doğrudan doğruya dinler tarihini kendine
konu alan ilk eser ise, Ahmed Mithat Efendinin 1911 yılında yayınlanan
"Tarih-i Edyân"ıdır. Eser, Çin, Japon ve Hint dinlerini ihtiva eder.
1912-1915 yıllarında yayınlanan Mahmud
Esad b. Emin Seydişebrî'nin Tarih-i Edyan'ı ise, dinler tarihine giriş
mahiyetindedir. Özellikle dinlerin doğuşları hakkındaki teorilerden ve ilkel dinlerden
bahseder. M. Şemseddin'in 1919 yılında yayınlanan Tarih-i Edyan'ı ise, özellikle
ilkel dinler üzerinde durmaktadır. Kısaca Çin ve Japon dinlerine de değinir.
Hilmi Ömer (Budda)'nın 1935 yılında İstanbul'da yayınlanan “Dinler Tarihi”,
Hint ve Çin dinlerinden bahseden değerli bir eserdir. İçerik zenginliği
bakımından henüz aşılamamıştır. Eserin ikinci cildinin yayınlanacağı planlanmış
ise de gerçekleşemediği anlaşılmaktadır. Tarihteki belli başlı tüm dinleri ilk
olarak kendine konu alan eser, Ömer Rıza Doğrul'un 1949 yılında yayınlanan “Yer
Yüzündeki Dinler” isimli kitabıdır; Geniş halk kitlelerine sade bir dille ilk
bilgileri vermesi bakımından faydalıdır.
1950'den sonra gelişen
dini hayata ve din eğitimi ihtiyacına paralel olarak “Dinler Tarihi” ile ilgili
çalışmalar ve yayınlarda da gelişmeler olmuş, sayılan artmıştır. Piyasada
bulunabilen günümüz çalışmalar arasında ders kitabı ve el kitabı olabilecek en önemli
bir çalışma merhum Günay Tümer ve Abdurrahman Küçük'ün birlikte hazırladıkları “Dinler
Tarihi”, (Ankara, 1993, 472 sayfa) isimli eseridir. Tarihi dinlerin günümüz
mezheplerine, mesihçî, sentezci yeni dini akımlara yer vermesi, Misyonerlik ve
Dinler Arası Diyalog gibi dinler arası sorunlara değinerek Dinler Tarihini
güncelleştirme girişimlerine katkıda bulunmuştur. Yine Mehmet Aydın'mn “Din
Fenomeni”, Konya 1993, isimli çalışması, dinleri kendi mensuplarının dilinden öğretmeye
özen göstermesi, metot bakımından ülkemiz için yeni bir yaklaşımdır.
Bunlar dışında
ülkemizde yaşayan çeşitli din mensuplarının kendi inanç ve ibadetlerini
cemaatlarına veya çevrelerine anlatabilmek için hazırladıkları, irili ufaklı
telif veya tercüme çalışmalarının sayıları da her geçen gün artmakta, ülkemiz
din bilimleri çalışmalarına yardımcı olmaktadır.
Literatür:
1- Cari
Klemen, Die Religionen der Erde, C.I, München 1966, s.7-41.
2- Firuzan
Kmal, Eski Anadolu Tarihi, Ankara 1962, s. 32-52.
3- Sedat
Veyis Örnek, 100 soruda İlkellerde, Din, Büyü, Sanat, Efsane, İstanbul 1971.
Dinler Tarihi'ni,
dinlerin başlangıcından itibaren ele almak istersek, dinin ne zaman ortaya
çıktığı sorusu hatırımıza gelir. Buna olumlu bir cevap vermek pek mümkün
değildir. Çünkü düşünen insanla beraber dinin de tarih sahnesine çıktığı
görülmektedir. Ancak düşünen insanın dünyada nerede ve ne zaman ilk olarak
göründüğü sorunu tarih boyunca insanların meraklarını dâima meşgul etmiştir.
Günümüz tabiat tarihi, antropoloji ve arkeoloji bilimleri de bu konuyla
yakından ilgilenirler ve bilimsel verileri değerlendirmeye, yorumlamaya
çalışırlar. Kur'an da "De ki: Yeryüzünde gezin, bakın yaratmaya nasıl
başladı, sonra Allah, son yaratmayı da yapacaktır... " (Ankebut,20)
buyurarak bu yöndeki araştırmaları teşvik etmektedir.
Tabiat Tarihçileri
tespit edilebilen en eski insan benzeri veya insansı varlıkların fosil
örneklerinin içerdiği radyoaktif potasyuma göre hesaplanan[6]
yaşlarını günümüzden 1,5-2 milyon yıl kadar öncelere götürürler ve üzerlerinde
çeşitli yorumlar yaparlar. Ancak bu fosil örneklerinin temsil ettikleri
paleolitik türler tarihin karanlıkları içinde kaybolmuş, soyları devam
edememiştir.
[7]
Bilim adamları,
günümüz insan soyununj atalarını “Homo Sapiens Sapiens” ismini verdikleri örnek
köke dayandırırlar. Fosil örneklerin yaşlan toprak altında kalan dişlerde
biriken florin İçeriğine göre hesaplanır.
[8]
Bunlar, Dördüncü Buzul Devrinden, yaklaşık 40 bin yıldan beri yeryüzünde
görülen, çeşitli renklerdeki günümüz insanlarının atalarıdır. Medeniyetin
kurucuları, ziraatın, hayvancılığın ve âlet yapımının kâşifleri bu insanlar
olduğu düşünülür.
[9] Genetik bilginlerinin
yaptıkları hesap ve tahminler de Antropologların hesaplarını doğrulamaktadır.
İnsandaki genetik değişmelerin hesaplarından hareketle bu neticeye
varmaktadırlar.
[10] Bölge olarak da ilk
insanlığın Doğu Afrika'dan (Sudan-Habeşistan) dünyaya dağıldığı
kanaatındadırlar. Adem ve Havva rivayetlerinin de yaklaşık aynı bölgelerle
irtibatlandırılması manidardır.
Bu konuda Tevrat'la
Kur'an arasında ayrılıklar vardır. Kur'an'da yaratma emrinin yaratılışın
başında mı, ortasında mı, sonunda mı olduğu belli değildir. Tevrat'a göre,
başlangıçta hiç bir şey yoktu, boşluk, karışıklık ve karanlık hakimdi. Allah önce
ışığı yarattı ve karanlıktan ayırdı. Böylece gün ve gece oldu. Bu yaratma
fiilinin meydana geldiği ilk günde oldu, ancak Güneş ve Ay henüz
yaratılmamıştı. Bu durumda gece ve gündüz nasıl meydana geldi sorusu cevapsız
kalıyor. İkinci günde sema, üçüncü gün kuru ile yaş, kara ile deniz birbirinden
ayrıldı. Halbuki bunların ayrılabilmesi için daha önce yaratılmış olması
gerekiyordu! Daha sonra bitkiler de belirlendi. Dördüncü gün Güneş, Ay ve
yıldızlar yaratıldı. Beşinci gün sularda ve havada yaşayan hayvanlar, kanatlı
kuşlar yaratıldı. Altıncı gün Allah “Adem'i kendi suretinde yarattı” ve yedinci
gün dinlendi.
[11] Bu haberler Kur'an'da
yoktur. Kur'an'a göre Allah yorulmaz ve dinlenmeye de ihtiyacı yoktur. Ancak
Kur'an da yaratılışın altı zamanda olduğunu söylüyor. Ayrıca bir şeyin
olmasını istediği an “Ol” demesinin
yeterli olduğu beyan ediliyor. Bu iki ifade ilk bakışta tezat gibi görünüyorsa
da, “Ol der ve olur” sözü Allah'ın kudretini, altı zaman sözü ise, geçmişte
alemi nasıl yarattığının haberi oluyor. Zaman İfadelerinde kullanılan “Yevm”
kelimesi Kur'an'da çeşitli manalara
gelir. Bazı ayetlerde 12 saat, yani gece ve gündüz veya 24 saat bir gündür.
Yİne Allah'ın yanında bir “Yevm”in insanların bin senesine mukabil olduğu
söyleniyor. Başka bir ayette “Gün”ün karşılığı elli bin sene olarak
gösteriliyor. Bunlardan “Yevm”
kelimesinin anlamını insani ölçülerle sınırlamanın mümkün olmadığı, ancak
alemin altı zaman sürecinde yaratıldığı anlaşılıyor.
Tevrat insanın
yaratılışı hakkında “Tanrı Adem'i kendi suretinde yarattı” diyor. Kur'an'da
böyle bir ifade yoktur. Kur'an;
“Zatına benzer hiç bir şey yoktur”
[12] ayetiyle
Adem'in ve oğullarının Tanrı'nın suretinde yaratıldığı görüşünü reddediyor.
Ancak Tevrat ayetine paralel bir Hadis rivayeti sebebiyle Tevrat'ın bu ifdesi
Müsliimanlarca görme, işitme vs. gibi Tanrı'mn “Kendi sıfatında” yaratıldığı seklinde
yorumlanmıştır. Kur'ana;
“Adem'in yasak ağaçtan yediği”
[13] haberi
vardır ki, buna göre, ağaçlar ve bitkiler Adem'den önce yaratılmış
olmalıdırlar. Yine “Siz ikiniz ondan bol
bol yeyiniz, fakat “Şecereye” yaklaşmayınız”
[14] ifadeleri
daha önce ağaç ve üzerinde bittiği toprağın varlığı anlamlarına geliyor. Daha
sonra da insanın “Nutfeden”
[15] yaratıldığı
ifadelerinden Kur'an'ın insanın biyolojik tarihine değil, yaratılışındaki bazı
safhalara işaret ettiği sonucu çıkıyor. Bunlar Allah'ın Adem'i bir anda
yaratmış olmasına engel olmadığı gibi, safhalar halinde yaratmış olmasına da
engel değildir. Ancak aşağıdaki ayetler, ilk insanın safha safha yaratılmış
olabileceği anlamını güçlendiriyor. Ayrıntılar bilinmemekle birlikte, tabiat
bilimcilerinin ve tabiat tarihçilerin çalışmalarıyla bazı Kur'an ayetleri arasındaki
ilgi hayret vericidir. İstikbalde yapılacak bilimsel çalışmaların konuya daha
berrak ışık tutacağı şüphesizdir:
“İnsanı yaratmaya çamurdan başladı.”
[16]
“Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi.”
[17]
“İnsan üzerinden,
henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? (Yani insan
üzerinden öyle uzun süreler geçti ki henüz kendisi, anılan bir şey değildi.
Topraktan süzüle süzüle çeşitli merhalelerden geçerek uzun zamanı aşarak
nihayet nutfe haline geldi).”
[18]
“Oysa O, sizi aşama aşama yarattı”
[19]
“Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfledi”
[20]
“Sonra onun neslini bir Özden, hakir bir su(yun
tizün)den yaptı”
[21]
“Sizi ondan (yani yerden) yarattık yine oraya
döndürürüz ve sizi bir kez daha ondan çıkarırız”
[22]
“Ki, siz, mutlaka tabakadan tabakaya bineceksiniz!”
[23]
Yukarıdaki ayetlerin
yorumunda İhvan us-Safa risalelerinin yazarları, İbn Miskaveyh vs. gibi İslam
alimleri insanın tekamülle yaratıldığını söylemişler, ancak bilimsel temele
yerleştirememişlerdir.
[24]
Günümüz müfessirlerinden Süleyman Ateş de;
“Onu düzenle(yip insan şekline koydu)ğum ve ona
ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın”
[25] ayetindeki
“Zaman, süre, feizâ” anlamından, Adem'in zaman süreci içinde yaratıldığı
kanaatına varmaktadır. Dinler için önemli olan Allah'ın yaratma fiilinin
inananlarca kabulüdür. Nasıl yaratıldığı, mahiyetinin ayrıntıları, bilimsel
araştırılması ve yorumlan ile günümüzde Fen Bilimleri yakından ilgilenmektedir.
İslam'ın “Ehl el-Kitab”
olarak isimlendirdiği Yahudi, Sabii, Hıristiyan ve İslâm dinlerince de genel
görüşe göre, ilk İnsan, diğer bir ifade ile günümüz insan soyunun ilk atası Hz.
“Adem”dir. Allah yeryüzünü insan soyunun yaşayabileceği bir duruma getirdikten
sonra Adem ve Eşini arza indirmiştir.
[26]
Günümüzün naklî bilgileri ışığında bu inişin mahiyeti ve tarihini belirlemek
henüz güçtür. Bazı müslüman düşünürler Kur'an'ın El'araf suresinin 2. Ayetinde;“Sizi evvela yarattık, sonra size suret
verdik” ve Meryem 58. ayetinde “İşte
bunlar, Allah 'in kendilerine nimetler verdiği peygamberlerinden Adem'in
zürriyetinden, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrahim ile İsmail'in neslinden,hidayete
erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir”, ifadesindeki peygamberlerin
Adem soyundan geldiğini vurgulamasını, Adem soyu dışında da insanların
olabileceği işareti kabul ederek Adem öncesinde de Allah'ın başka bir insan
soyu yarattığının nakli delili şeklinde yorumlamışlardır.
[27] Yine
Kur'an'daki adem kelimesinin bazı ayetlerde Hz. Adem anlamında özel isim, bazı
ayetlerde insan anlamında cins isim olarak kullanıldığını ifade ederek
yorumcuların ve düşünürlerin dikkatini çekmişlerdir. Bilimsel araştırmaların da
gelişmesiyle gelecekte konunun daha da açıklığa kavuşacağı şüphesizdir.
Tevrat'da Hz. Adem'in
eşinin ismi, ilk kadın olarak “Havva”dır. Kur'an'da isim zikredilmez. Tanrı
emrini çiğnemeleri sebebiyle bu çiftin cennetten çıkarıldığı rivayet edilir:
“Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde
kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır”,
[28] denir.
Ceza olarak içinden çıkarıldıkları “Bahçe” anlamındaki Cennetin dünyada veya
dünya dışında olup olamayacağı konusunun tartışmaları devam etmektedir.
Kur'anı Kerim Hz.
Adem'in dünya hayatından, başka bir ifade ile cennet dışındaki hayatından
bahsetmez. Ancak daha önce O'na eşyanın;
“Bütün isimlerinin öğretildiği”
[29]
söylenir kî, buradan Hz. Adem'in tabiat veya başka şeyler hakkında bilgi sahibi
olduğu anlaşılıyor. Tevrat, Adem oğullarından Kabil'in çiftçilik, Habil'in
hayvancılık yaptığını ve iki kardeşin aralarındaki anlaşmazlığı haber veriyor.
[30]
Kur'an ise, isim zikretmeden bu iki kardeş arasında ortaya çıkan kıskançlık,
kavga ve öldürme olayına işaret ediyor.
[31] Bu
rivayetleri Peygamber Adem'in yaşaması muhtemel çağlara işareti bakımından
değerlendirmek mümkündür. İnsanlığın ziraata ve hayvancılığa geçtiği devirlere
işaret eden deliller sayılabilir. Günümüz arkeolojisinin bilinen keşifleriyle
tarihiendirmek de mümkündür.Kur'an'da Hz. Adem'in oğullarından “Şif”den söz
edilmez. Müfessirlerin bu konudaki açıklamaları tamamen Tevrat ve Talmud
haberlerine dayanır.
[32]
İlk insanla ilgili
diğer dinlerin görüşleri ise, her dinin kendi yapısına göre farklılıklar
gösterir. Efsanevi yaratıcılara dayandırılır. İnsanın bir yaratıcı tarafından
yaratıldığı ve insanlığın da ondan türediği düşüncesi dinler arası yaygın,
ortak bir inançtır. Örneğin Eski Yunan'da Zeus “Pandora”yı, Eski Türklerde
Karahan “Kişiyi” yaratmıştır.
[33]
Tarihin yazısız
devirlerinde yaşayan toplumların inançları hakkındaki sualler çok eski
devirlerden kalma arkeolojik buluntularla, bu buluntuları günümüz ilkel
toplumlarının inanç ve âdetleriyle karşılaştırılması ve yorumlanmasıyla
cevaplandırılmaya çalışılır.
Çeşitli bölgelerde
üzeri taşlarla örtülü tarih öncesi devirlerden kalma iskeletleri kemikleri bulunmuştur. Bunlardan bazılarının
çömelık, mSbnvonal şekilde gömülmüş oldukları ve bugünkü ilkel kavimlerdekt ölü,
1 şekillerine benzediği görülür. Van Tilki Tepe mezarlarında olduğu W bazen bu
iskeletlerin bulunduğu çukurlar kırmızı renklidir, cesetlerin girine kırmızı
bir sıvı veya kırmız, bakır dioksit serpilmiştir. Cesedin fümesinden sonra
kemiklerin üzerinde bu kırmızı maddelerin kalmasının özel bir şekilde
gömüldüğünün açık delilleridir. Mezolitik ve Neolitik ve yeni Taş)
devirlerinden kalma kafataslarının batı yönüne dönük olduğu görülür. Daha
sonraki devirlerde de görüldüğü gibi, sanki vücut kendinden ayrılan ruhuna,
güneşin battığı yerde bulunduğu tasavvur edilen ölüler âleminin yolunu
gösteriyor gibidir. Yine Taş Devrinde görülen ve Tunç devrinde yaygın hale
gelen ölülerin yakılması âdeti, cesede bağlı olmayan bir ruhun bulunduğuna ve
ölümden sonra yaşad.ğına dâir bir inançla ilgili olmalıdır. Tunç devrinde
rastlanan cesetlerin üzerlerinin taşla
bastırılması, çömelik cesetlerin sıkıca bağlanmaları, küpleri içine katılmaları veya bazı uzuvlarının
kırılmaları, koparılmaları gibi âdetler, ölülerden korkulduğunun açık
delilleridir. Bu türlü gelenekleri, günümüzde bazı ilkel kabilelerde de
görmekteyiz. Ölülerden, hastalık veya tabiat üstü kuvvetlerle ilişkileri olduğu
tasavvurlanyla da kaçılmış,korkulmuş
olabileceği ihtimali üzerinde de durulabilir. Fakat elimizde yeterli kanıtlar
yoktur. Cesetlerin sakatlanması, bağlanması vs. gibi işlemler ölülerden
korkulduğunun, kötülüklerinden emin olma girişimlerinde bulunulduğunun açık
görüntüleri olmalıdır.
Bazı ilkel kabilelerde
de görüldüğü gitti, cesetlerin kırmızıya boyanması, ölülerin dostluğunu
kazanma, insan üstü güçlerinden yararlanma gayretlerine yönelik olabilir.
Kırmızı boya, kanın yerine geçiyor olmalıdır. O zamanlar kan, içinde özel bir
kuvveti içeren bir sıvı sayılmalı ve bu hayatsal gücün ölülere yardımda
bulunabileceğine inamlmalıdır. Taş Devri'ndeki bazı gelenekler, ölülerin
tasavvur edilen özel gücünden faydalanılmağa Çalışıldığını da göstermektedir.
Örneğin kırmızıya boyanmış alt çene kemiğinin muhafaza edilmesi vs, gibi.
Hatta, gücünün taşıyıcıya geçmesi için tarih öncesi devirlerin insanı, onu
beraberinde taşımış da olabilir. Onu, kendisine güç kazandıracak bir muska
(amulet) olarak görmüş olabilir.
ndisine güç
kazandıracak bir muska (amulet) olar yoksa düşüncesi iskelet sahibine hakaret
etmek değildir.
Ölünün gömülmesinde,
cenaze ile beraber ölünün hayatında taşıdığı bazı aletler ve ziynet eşyaları da
gömülmüştür. Bunlar, sahiplerine uğur getiren, musibetlerden koruyan, gizli
kuvvetlerle yüklü muskalar olmalıdır. İlk zamanlar sadece süs eşyaları olarak
kullanılırlarken, sonradan kendilerine tabiat üstü kuvvetler isnat edilmiş
olmalıdır. Taş Devri mezarlarında hayvan dişlerine ve kıymetli taşlara
rastlanmıştır. Altın ise, Neolitik (Yeni Taş) Devirde ortaya çıkmaya başlar.
Tunç Devri'nde, kutsal sayılan mineral, bitki ve hayvan nesneleri tunç kaplarda
veya deri torbalar içinde ölülerin yanına konmaktadır. Ölü, hayatta iken
bunları taşımış, kullanmış olmalıdır. Taş ve Tunç devirlerinde ölünün yanına
günlük hayatta işe yarar hiç bir kıymeti olmayan küçük taş veya tunç
baltaların, heykelciklerin vs.nin konduğu da görülür. Muhtemelen bunlar, muska
cinsinden, büyülü güçlerine inanılan eşyalar olmalıdırlar.
Mezarların önlerindeki
toprakların kullanılmış olması ise, daha sonraları ölülerin çeşitli şekillerde
kutsaîlaştırılmış ve kendilerine hürmet edilmiş veya mezar başında dinsel
âyinler yapılmış olabileceği ihtimallerini ortaya koymaktadır.
Taş Devri sonlarından
kalma bazı mağaralarda av sahnelerini gösteren kabartmalara rastlanmıştır.
Bunlar süsten daha çok, avlamayı düşündükleri hayvanlara karşı yapılmış birer
büyü olmalıdırlar. Yine, Güneş'e ve Ay'a benzer kabartmaların bulunması,
Güneş'e ve Ay'a hürmetin, tazimin olabileceği kanaatini uyandırmaktadır. Bronz
Devri'nâ&n itibaren sık sık Güneş'i temsil den şekillerin bulunması ona
karşı daha önce de bir tazimin olabileceği kanaatini kuvvetlendirmektedir.
Fakat tarih öncesi insanın, insan suretindeki ulûhiyetlere inanıp inanmadığı konusunda
kesin bilgimiz pek yoktur. Gerçi bazı mezarlardan küçük insan figürleri çıkarılmıştır,
ama bunların tanrılar olarak tazim edildiklerini ispat etmek güçtür, ölünün
kendisi de resmedilmiş olabilir. Ancak bulunan figürlerin çoğunun kadın oluşu,
göğüs ve karın kısımlarının olağan üstü bir şekilde, abartılarak belirtilmiş
olması, bunların yüksek varlıklar olarak düşünülebileceği ihtimalini
kuvvetlendirmektedir. İdol ismi de verilen bu figürlerin, basit heykelciklerin,
her hangi bir felâket veya hastalıktan kurtulmak maksadıyla büyü veya adak
olarak kullanılmış olmaları da muhtemeldir. Burdur Hacılar Nahiyesi ve Konya
Çatal Höyük kazılarında ortaya çıkan kadın figürleri Geç Paleolitik ve Neolitik
Devirlerde “Büyük Ana” yatandığını gösteren nesnel örneklerdir. Tokat Horoz
Tepede bulunan Tunç devrine ait çocuğunu emziren bir ana heykelciği, Kalkolitik
Çağda idollerle temsil edilen Büyük Ana (Ana Tanrıça) kültünün devamını
gösterdiği gibi; Çorum Alaca Höyük ve Tokat Horoz Tepe boğa ve geyik
heykelcikleri de, bazı kutsal hayvanlara inanıldığını, onlara tazim edildiğini
göstermektedir Ancak biz, tarih öncesi insanların tanrılarını nasıl tasavvur
ettiklerini, bilgi yetersizlikleri sebebiyle kesin olarak bilemiyoruz .
Mezarlara konan eşyalar, muhtemelen “Yeraltı Tanrılarına” sunulan çeşitli
hediyeler de olabilirler. Mezarlarda bulunan sığır, köpek, keçi ve koyun
kemikleri mezar başında kesilen ölüye kurban geleneğinin varlığına işaret
olabilir.
Tarih öncesi devirde
ölümden sonraki hayata, Ulu Tanrı'ya ve yüksek varlıklara inancın olduğu
muhakkaktır. Ancak mücerret inanç ve düşünceleri günümüze ulaştıracak yazı vs.
gibi vasıtalar henüz icat edilmediği için kesin yorumlar yapmak güçtür.
Olmadığını iddia etmek haksızlık olur. Çok tanrıcılık kalıntıları şeklinde
belgeler bırakan bu çağlarda Ulu Tanrı ve vahdaniyet inancını tebliğ eden
peygamberlerin de gelmesi muhtemeldir. Kutsal kitapların rivayetleri örneklerle
doludur. Hz. Adem ve İdris bunun ilk örnekleridir. Hz. İdris'in Tevrat'daki
ismi Henoh'dur.
[34] Kuran;
“O çok doğru bir peygamberdi, onu yüce bir yere
yükseltmiştik”
[35] buyurarak
övgüyle anar. Ne zaman ve nerede yaşadığı hakkında tarihi bir belge bulmak
mümkün değildir. Ancak torununun Hz. Nuh olduğu yolundaki Tevrat haberleri
dikkate alınırsa, Kuzey Arabistan'da İrem bölgesinde (Lût Gölünün güney
batısında) 4. bin yıl sanlarında, yaşamış olması muhtemeldir.
[36]
Eski çağların Orta
Doğu kültürlerinin taşıyıcıları dil ve ırk yönünden farklıdırlar. Aralarındaki
kültür birliği ve kökler Sümerlİlere kadar inen Mezopotamya etkisidir.
Sümerlilerce geliştirilen çivi yazısı çoğu Batı Asya kültürlerince, özellikle
dînî alanlarda kullanılmıştır. Verimlilik, bereket ve büyü kültleri ve
tasavvurları çeşitli isimler altında günümüze kadar gelmiştir. Bölgenin Kur'an'da
adı geçen Peygamberlerin de yaşadıkları, faaliyetlerini sürdürdükleri, çoğu kez
karşı çıktıkları çevreler olması; hâlen aramızda yaşayan bâtıl inançlara kaynak
teşkil etmeleri; bizim de üzerinde yaşadığımız coğrafî çevreler olmaları;
önemini bir kat daha artırmaktadır. Günümüz politeist inançlarının kökenlerine
de ışık tutan en eski yazılı belgeleri içerdiği gibi, Eski Arabistan çok
tanrıcılığı ve putperestliğine de ışık tutması bakımından Eski Mezopotamya din
ve kültürlerinin bilinmesi İslam tarihi için de çok değerlidir.
19. Yüzyıl başlarına
kadar bilgilerimiz Heredot, Strabo, Alexandır Polyhistor vs. gibi Eskiçağ
tarihçilerinin haberlerine ve Bâbil'deki Bel Rahibi Berossos'un (m. ö.260)
eserlerinden kalma bazı bilgilere dayanıyordu. Ayrıca, Kitab-ı Mukaddes'in
haberleri de bazı açıklamalar getiriyordu. Çivi yazısının çözülmesi, ilim
dünyasına geniş ufuklar açtı. G. Grotefend'in ilk defa, Farsça çivi yazılarını
okumayı başarmasından sonra, Elam ve Bâbil çivi yazıları da çözüldü. Bölgenin
kültür hayatı kısmen aydınlandı. Yapılan arkeolojik kazılarda Mezopotamya'nın
dîni ve kültürüyle ilgili çok zengin bir malzeme ortaya çıktı. Bilhassa
Asurbanibal'ın (m.ö.668-626) kendisine kadar gelen edebi eserleri ve çivi
yazısı ürünü kitabeleri Ninova Saray kütüphanesi için kopya ettirmesi ve
bunların elimize geçmiş olması, bilgilerimizi zenginleştirdi. Bugün, bu
kütüphanenin büyük bir kısmı Londra British Müzesinde saklanmaktadır.
Bölgenin kültür
taşıyıcıları, henüz kökleri belli olmayan, ancak dillerinin Türk Dili yapısına
yakın olması sebebiyle bölgeye kuzeydoğudan geldikleri tahmin edilen
Sümerlilerdi. Burada ziraat ve ekonomide yüksek bir kültür kurmuşlardı.
Arkeolojik kazılarda, bunlarla ilgili yaklaşık 250 bin kadar çivi yazılı tablet
bulunmuştur. Çivi yazısı, m. ö. 3500
yıllarında ortaya çıkmış olmalıdır ve insanlığın bilinen en eski yazısıdır.
Önce resim yazısı şeklinde başlayan bu yazı zamanla gelişerek şematik çivi
yazısı haline gelmiş ve heceleri ifâde eder olmuştur.
Sümerliler'in
inançlarıyla ilgili en eski delillerin ortaya çıkmasını arkeolojiye borçluyuz.
Yaratılışla ilgili Sâmî efsanelerin kaynağı da yine Sümerlilerdir. Hatta, Sâmî
edebiyatının meşhur Gılgamış ve Tufan efsaneleriyle ilgili bir kısım muhtevaya
da Sümerce metinlerde rastlanır.
Bu medeniyetin kökleri
m. ö. 4500-4000 yıllarına kadar iner. Yapılan kazılarda bu devirlerden kalma
çok sayıda Ana Tanrıça ve boğa figürlerine rastlanmıştır. Sümerliler buraya m.ö.
3500 yıllarında gelmişler ve yüksek bir kültürü oluşturmuşlardır. Bölgenin
hâkim dili Sümerce olmuştur. M.ö. 3000 yıllarına gelindiğinde bölgede en az 12
şehir devleti kurulmuştu. Kiş, Uruk, Ur, Nippur, Lagaş, Larsa vs. bunlardandı.
Devletlerin her biri surlarla çevrili bir şehir ve çevresindeki köy ve
arazilerden oluşuyordu. Şehrin merkezinde birer tapmak bulunuyordu. Şehrin
idaresi önceleri halkın elinde iken, şehirler arası savaşlar krallıkların
doğmasına sebep olmuştu. Günümüze ulaşan bir belgedeki Sümer krallar listesine
göre, Tufandan önce sekiz kral yaşamıştı. Şehir devletlerini birleştiren ilk
kral Kiş hükümdarı E tana'dır (m.ö. 2800). Şehirler arası mücadeleler sonunda
zayıflayan Sümer, önce Elâmlıların (m.ö.y. 2530-2450), sonra daAkadların (m.ö 2234-2279)
saldırılarına uğramış ve istila edilmiştir. Sümerlİler zaman zaman bağımsızlıklarını
kazandılarsa da Sümer medeniyeti en son ihtişamını 3.Ur sülalesi zamanında
yaşamıştır. İlk kral Ur-Nammu bilinen en eski kanun derlemesini hazırlatmıştır.
Amorilerin Mezopotamya'yı ele geçirmeleriyle m.ö.1900 den sonra özgün
kimliklerini kaybetmişlerdir. Fakat dilleri dinsel metinlerde yaşamaya devam
etmiştir.
Literatür:
1- Eduard
Meyer, Geschichte des Altertums, c. 1-2, Stuttgart 1954, s.453-463.
2- Helmer
Ringgren, Religions of the Ancient Near East, London 1973, s.1-46.
3- F.Heiler,
Die Religionen der Menschheit, Stuttgart 1959, s.178-186.
4- H.Schrn Ökel,
“Sümer Dini”, Çev. Turhan Özdemir, İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 19, s.
197-217 ve c. 21, s.367-390.
Sümerce'de ulûhiyet
İçin kullanılan deyim “Dingir” aynı zamanda “Gök” anlamına da gelir. Eski
Türkçe'deki “Tengiri” kelimesini hatırlatır. Hiyeroglifinde kullanılan işaret
“Gök” manasında “An, anu” şeklinde telaffuz edilir. “Yüksek, ulu” anlamını da
içerir. An Sümer-Bâbil ilâhlar meclisinin başıdır. Allah anlamındadır.
Onun hiç bir putu ve
heykeli olmamıştır. Mekânı gök kubbenin en üst katmdadır. Diğer ilâhlar ona
saygı gösterirler, onu ziyaret ederler. Mabedinin Uruk'dakiadi E-an-na (Gök
Evi) dir. Her şeyin sahibi ve diğer ilâhların atası sayılır.
[37] “Ulaşılması
mümkün olmayan uzaklarda oturur ve güncel dini hayatta görülmez. Ancak
yaratılış efsanesine göre, An, Kive
kâinat Tanrıça ve ezeli-ebedi varlık Nammu
tarafından yaratılmışlardı.”[38]
Karısı sayılan “Kî”
(Sâmice Antu, Enki) yer tanrıçası veya yerin kendisi kabul edilirdi. Daha
sonraları yerini İnanna'ya bırakmıştır. Anlil, An'ın oğlu, fırtına ve havanın
tanrısıdır. Atmosferin hâkimidir. Nippur şehrinin ilâhı sayılmıştır. Bu üç ilâh
(An, Anlil, Enki) Sümer panteonunun başında bulunurdu. Diğer ilâhlar daha aşağı
kademelerde sayılırdı.
İnanna, An'ın kızı ve
Uruk şehrinin saygın tanrıçasıydı. Daha sonraları An'ın karısı olarak da
yorumlanacaktır. Batı Asya, Yunan ve Roma sanatında yaygın olarak görülecek
ismine İştar, Afrodit, Venüs olarak sık sık rastlanılacaktır. İnanna (İştar)
Dumuzi (Temmuz) motifi bütün bölgelerde görülecektir. Tüm Orta Doğu ve Ak Deniz
havzasını etkileyecek büyük tanrılar da ortaya çıkacaktır. Bunlar Güneş İlâhı
Utu, Ay İlâhı Narma, Savaş Tanrısı Ninurta, Yeraltı Tanrısı Nergal ve karısı
Ereşkigal idiler. Tanrılar ilgili tabiat gücünün idarecileri sayılırlardı.
Fakat tabiatla özdeştirilmezlerdi. İlâhlar arası ilişkiler insan aileleri ve
akrabalıkları gibi tasavvur edilirdi. Bu ilişkiler çeşitli yorumlarla
anlatılırlardı. Çeşitli yüzyıllarda yapılan yorumlarda, ülkeler ve
imparatorluklar arasında ilâhlarla ilgili çeşitli görüşler türemiştir. Bâbil,
Yunan ve Roma panteonlarında (tanrılar meclislerinde) değişik isimlerle
anılmalarına sıkça rastlanır. Örneğin Ninhursak, kültü Anadolu'dan Roma'ya kadar
yaygınlık kazanacak Ana Tanrıça Kübele'nin (Sibel'in) öncüsüdür.
Şehir devleti aynı
zamanda “Tanrı Ülkesi” sayılırdı. Şehir işlerinin idaresi, ziraat işlerinin
organizasyonu mabette yapılırdı. Mabet, aynı zamanda devletin idare ve taht
merkezi idi. Mabetlerin yanında Sümerlilere has kutsal yapılar olan Zikkuratlar
da görülür. Bunlar, merdiven şeklinde yükselen piramit kulelerdir. Meşhur Bâbil
kulesinin ilk örneklerini teşkil ederler.
Ayinlerde en büyük
vazife râhîp krala düşerdi. Kendisine âyin esnasında diğer rahipler yardım
ederlerdi. İnanna-Dumuzi âyinlerinde rahibeler de yer alırlar, kutsal fahişelik
görevlerini yerine getirirlerdi. Bu davranışlar ülkede bereketin yaygınlaşması
için âyinin bir parçası idi. Bitki ve hayvan kurbanlarının sunulduğu takdis
edilmiş su ve buhurun kullanıldığı âyinler, İslâm'dan önce Araplarda Kabe
tavaflarında görüldüğü gibi, çıplak olarak yerine getirilirdi.
Sümerlilerde ölümden
sonra ruhun yaşadığına dâir inançlarının olduğu, mezarlarına koydukları
eşyalardan anlaşılır. Ruh, yeraltı âlemine, yeraltında bulunduğuna inanılan
Habur nehrini geçerek giderdi. Bazı görevli ruhlar da, ona refakat ederlerdi.
Fakat bu ölüler âlemi, dönüşü olmayan neşesiz bir yer sayılırdı. Bunun için
Sümerliler dualarında, uzun ömür, sağlıklı hayat isterlerdi.
Literatür:
1- Helmer
Ringgren, Religions of the Ancient NearEast, London 1973, s. 49-121.
2- Cari
Clemen, Die Religionen der Erde, c. I, s.42-61.
3- F.Heiler,
Die Religionen der Menschheİt, s. 178-197.
4- Mehmet
Taplamacıoğlu, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Ankara 1966, ss. 82-90.
m.ö. 2600 yıllarından
beri, Sami soydan bazı kavimlerin Mezopotamya topraklarına göç ederek, pek çok
şehir devletleri kurduklarını biliyoruz. İlk Sami hakimiyeti, I. Sargon'un (m.ö.2350)
Akad Devleti'ni kurması ile başladı. Sümer, Ur şehrinin 3. hanedanı 2. Sami
ayaklanmasıyla yıkıldı. m.ö. 2000 yıllarında Kenan göç dalgalarıyla Güney
Mezopotamya'da İsin ve Larsa hakimiyetleri kuruldu. Önce bir Doğu Kenan
hanedanı Babil'i başkent yaptı, onun en meşhur hükümdarı Hamurabi idi. Babilin
bu ilk hanedanı m.ö. y.1530 da son buldu. Bu zamanlarda Anadolu Hindu-Cermen
bir halkın idaresinde idi. Zağros dağlarından güneye inen Kassitler
Mezopotamya'nın karışık durumundan istifade ederek hakimiyetlerini kurdular.
Ancak üstün Babil medeniyetinin etkisi altında kaldılar. Bölgenin kuzeyinde
Asur imparatorluğu güçlenirken, selefleri Hurri ve Mitanni'lerin tesirleri de
devam ediyordu. Gelişen Asur devleti kısa zamanda tüm bölgeye hakim oldu, bir
süre için Mısır'ı dahi (m.ö.681-612) istila etti. m.ö. 625-538 de Aramilerin
Kaide hanedanı ortaya çıktı. Bu devletler yüzyıllar boyunca dünyanın hakim
devleti rolünü oynadılar. Sami olmayan Sümer kültürüyle, Sâmi kavimlerin kültür
ve inançlarının karışımından yeni sentezler ortaya çıktı ki, biz bu suretle
Bâbil ve Asur dinlerinden söz edebiliyoruz.
Babil ve Asur dini çok
tanrılı bir görünüm arz eder. Bâbil, başlangıçta pek çok şehir devletlerinden
ibaretti. Din de pek çok tabiat ilâhlarının mahalli kültlerinden gelişmişti.
Her bir kült yeri, kâinatın sureti ve en yüksek ilâhın kendi makamı olduğunu
iddia ediyordu. Başlangıçta 600'ün üzerinde hürmet gören ulûhiyet vardı.
Sonraları bunlar birbirleriyle karışarak hakim şehrin koruyucu ilâhları olarak
kabul edildiler. Böylece Kral Hamurabi (m.ö.1728-1686), Babil'i başşehir
yaptığında İmparatorluğunun dînî merkeziliğİne de yükseltti. Bâbil şehrinin
ilâhı Marduk ilâhlar meclisinin başına geçti. Diğer ilâhların hakimiyeti Marduk
karşısında çözüldü. Astrolojik sistem rahiplerin gayretleriyle Marduk'a
atfedildi. Tevrat'ın haber verdiğine göre
[39] Bâbil'de
yapılan ve göklere ulaştığı söylenen kule de, Marduk şerefine yapılmıştı.
Arkeolojik kazılar neticesinde, bu kulenin sadece 90 m. yüksekliğinde olduğu
anlaşılmıştır. Daha sonra, Asurlular da kendi bütün ilâhlarını Marduk'da
birleştirdiler.
Tanrı Asur'a tazim ve
tapma, Kral Sanharib (m.ö.705-681) zamanında yaygınlaştı. Tanrı Asur,
Asurlulann yaratılış mitolojisinin anlatımında bahar ve ekinoksta (gece ve
gündüzün birbirine eşit olduğu gün) başlanan yeni yıl bayramının baş şahsiyeti
olmuştu. Tevrat'ın bildirdiğine göre Hz. İbrahim'in terk ettiği Kalde'nin Ur
şehrindeki Sümerlilerden kalma mavi sakallı Ay ilâhı Nannar'dı. Bu ilâh
Harran'da Sin İsmiyle anılmıştı. Akadlarm nizamı ve adaleti koruyan güneş ilâhı
Şamaş'a kuzeyde Nippur ve güneyde Larsa şehirlerinde ibâdet edilmişti. Şamaş,
Nannar-Sin'in oğlu sayılıyordu kî, aya İbadetin ne kadar eski olduğunun bir
işaretidir. Gök ilâhı Anu'ya eski bir şehir olan Uruk'da hürmet ve İbâdet
edilirdi. Bundan başka Ea (Sümerce: Enki) tatlı su okyanusunun, Nergal yeraltı
dünyasının ve ölüler âleminin ilâhları sayılırdı.
Bu dindeki dikkat
çeken hususlardan biri, büyük ilâhlar üçlülüğünün (teslis'İn) ortaya çıkmasıdır.
Yalnız bu ilâhlarda, ebedî kurtarıcılık özelliği yoktur. Panteonun başında üç
kozmik ulûhiyet vardı. Gök tanrısı Anu (Sümerce: An) idi, Helenistik devirde
Zem ile özdeşleştirilmişti. Tanrıların başı ve tüm ilâhların atası ve hakimi
idi. Diğer ilâhlar ondan sudur etmişti. Bir nevi vahdet dinlerindeki Allah
kavramını ifade ediyordu. Yerin ve dağların ilâhı Ellil İdi, onun proto tipi
Sümer hava tanrısı Enlil idi. Suların ilâhı, rabbi ise Ea (Sümerce:Enki) idi.
Sümerlilerdeki gibi hikmetin, yeminin kuruyucusu ve insanların dostu sayılırdı.
Yeraltı âleminin ve suların hakimi sayılırdı. Daha sonraları da hareket ve
dönüşün semavî üçlülüğü, güneş (Şamaş), ay (Sin), yıldızlar (İştar) birliği
ortaya çıktı. Güneş ilâhı Şamaş, Sin'în oğlu sayılır. Batı Samilerince çok
hürmet edilen, adaletin koruyucusu bir ilâhdı. Susa harabelerinde bulunan
Hamurabi Kanunları Şamaş adına yapılmıştı. Yaklaşık 300 paragraftan oluşuyordu.
Seleflerinden I. Sargon gibi, O da kendinin beklenen Mehdi olduğuna ve bu
kanunlarla dünyadaki adaleti gerçekleştireceğine inanıyordu. Yine Sin'in kızı
ve Şamaş'ın kız kardeşi sayılan İştar (Sümerce:İnanna) Sabah ve Akşam
yıldızının (Venüs Gezegeninin) temsilcisi idi. Verimlilik ve duyusal aşkın Ana
tanrıçasıydı. Pek çok verimlilik ilâhını kendinde birleştirmişti. İştar Arbela
şehrinin tanrıçası idi, adına meşhur bir tapmak yapılmıştı. Sonraları
Ninova'nın da tanrıçası olmuştu. Asurlular tarafından av ve savaş ilahesi, aynı
zamanda aşk tanrıçası ve ana tanrıça sayılması nüfuzunun yaygınlaşmasına sebep
olmuştu. Kendisine yapılan ibâdetlerde kutsal fahişelik de bulunmakta idi.
Bu semavi üçlülüğe Hz.
İbrahim'in karşı çıktığını, ona karşı mantıki gerekçeler ileri sürdüğünü Kur'an
[40] onaylıyor.
Doğup batan ve geçici şeylerin tanrı olamayacağını vurguluyor.
Temmuz (Sümerlilerde
Dumuzi, Fenike ve Yunan'da Adonis) İştar'ın oğlu ve sevgilisi sayılırdı.
Zamanla kuvvetlenerek bitkiler ilâhı karakterini almıştı. Güzün çürüyüp ölen ve
baharda tekrar dirilen tabiatın ebedi tekrarında kendini gösterirdi. Temmuz her
sene yaz güneşinin kavurucu sıcaklarında parçalanır ve ölürdü. Aynı şekilde
bitkiler de onunla beraber sararır, solardı. Oğlunu kurtarmak isteyen annesi
İştar, cehennem yolculuğu ile dönüşü olmayan Ereşkigal ülkesine giderek ölüm
kaderini bozmak isterdi. Bu durum Mısırlıların Öziris mitolojisinde de taklit
edilmiştir. Elimizde bulunan Temmuz'a ait ilâhiler, bitkiler ilâhının dünyadan
ayrılması üzerine ruhanilerle cemaat arasında karşılıklı hitaplarla, kadınların
acı çığlıklarıyla söylenen mersiyelerden ibarettir. Bu ibâdetlere Yahudi
peygamberlerinden Hezekiyel de şahit olmuştu.
[41] Temmuz
daha sonra rahiplerin gayretleriyle Eanın oğlu sayılmış ve Mardukla
birleştirilmiştir.
Bâbü'in diğer meşhur
tanrıları olarak yağmur ve zenginlik dağıtan fırtına tanrısı Adad, Asurtularm
savaş ve av tanrısı Ninurta, Amorilerin Tevrat'da anılan mahsulün koruyucusu
Dagon zikredilebilir. Marduk'un oğlu Nabu da insanların kaderlerini levhalar
üzerine yazan ilâhi kâtipti.
Bütün bu ilâhlar ilk
zamanlarda efsanevi kahraman veya başlangıçta şahıslaştırılan tabiat kuvvetleri
idiler. Monoteist dinlerdeki melek inancının, ilahlaştırılması olarak da
yorumlamak mümkündür. Fakaf daha sonraları insanî şekillerde tasvir ve tasavvur
edildiler veya sembolik olarak vücutlaştmldılar. Bütün bu ilâhların kültleri
kendilerinde gizli kuvvetlerin bulunduğu sanılan âyinlerle birleştirildi. Bu
ibâdetler yeminli özel rahipler tarafından idare ediliyordu.
Bilinen kâinat, gök,
yer ve yeraltı bölgelerine ayrılıyordu. Zikredilen ilâhların üçlülüğü de
kâinatın bu nizamına uymuştu. Fakat, Eski Mezopotamya'nın temel
tasavvurlarından biri bütün semavî ve dünyevî olayların birbirine eşitliği
düşüncesi idi. Bilhassa yıldızlar, ilâhların gizli bir yazısı olarak tasavvur
edilmekte ve onun okunuşu, mânâlandmlması insanlar için mümkün olmakta idi.
Bundan dolayı Bâbilliler daha ilk zamanlarda yıldızların hareketi hakkında bazı
bilgiler geliştirmiş ve yıldızların hareketini büyük bir kesinlikle hesap
etmişlerdi. Aynı şekilde haftanın yedi gün, senenin 365 gün olarak hesap
edilmesi onlara dayanır. Haftanın yedi günü tanrılara atfedilmişti. Marduk-Jüpiter
(perşembe), Nabu-Merkür (çarşamba), Nergal-Mars (salı), Ninurta-Satürn
(cumartesi), İştar-Venüs (cuma) idi, bu beş gezegene ilâveten pazar Şamaş'a (güneşe),
pazartesi Sin'e (aya) atfedilmişti. Mitolojiler gezegenlerin ilâhlarla ilgisini
ve onların karakterini yansıtır. Bu Mezopotamya kültüm daha sonra Yunan ve
Romalılar tarafından benimsenmiştir. Tanrılar dünyaları çoktan tarihe karıştığı
halde, bugün dahi müneccimlerin kehaneti eski Mezopotamya mitolojilerine
dayanır.
Eski Mezopotamya'da
metafizik ve ruhsal varlıklarla ilişki kurmak, çeşitli büyü ve sihir
yöntemleriyle onlardan faydalanmak, dünyevî arzular için onları yönlendirmek
sanatı din adamlarının görevlerinden sayılıyordu. Bir kimseye veya eşyaya
olumsuz etkiler için Kara Büyü olabileceği gibi, ondan kurtulmaya, hastalıkları
iyileştirmeye yönelik Ak Büyü de olabilirdi. Kökleri Sümer Akad metinlerine
kadar inen gizemli faaliyetler, tüm Orta Doğu ve Akdeniz çevresindeki politeist
sistemleri etkilediği gibi, Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanları da etkilemiştir.
Bu konuda pek çok kitaplar yazılmış ve dinlerin yasaklamalarına rağmen
insanların ilgisi önlenememiştir. Aradan binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen
Mezopotamya kökeni ve etkisi hâlâ kendini göstermektedir. Kur'an'da Hârut ve
Mârut isimli varlıkların Babil'de halkı uyararak sihri öğrettiği anlatılır.
[42] Çok
sayıdaki arkeolojik literatür de Kur'an'm bu işaretini doğrular.
[43]
Eldeki metinlerde iyi
amellerin karşılığının dünyada görüleceği, kötü amellerin karşılığının da
cezalandırılacağı anlatılmaktadır. Fakat, ahirette ki karşılıktan nadiren söz
edilmektedir. İnsanın ölümden sonra vardığı yer, dünyanın batı tarafmdadır.
Yedi sur ve yedi kapı ile çevrilidir. Buraya Tanrıça Ailatu hükmeder. Dönüşü
olmayan neşesiz bir yerdir. Ölüler tozlarla kaplı, karanlık bir yerde
otururlar. Arkalarından içki ve yiyecek kurbanı yapılmadığı müddetçe, bulanık
su içerler ve toprak parçaları yerler. Bilhassa (lömülmeyenlerin ve arkasında
nesil bırakmayanların durumu çok fenadır. Ancak harpte ölenlerin durumu biraz
daha iyidir ve bunlar temiz su içerler. Diğer taraftan bazı metinlerde,
ölülerin girişte Anunakis tarafından muhakeme edildiklerinden de bahsedilir.
Ölüler âlemine giden
ölüler, orada yarasalar gibi kanattan bir örtü taşırlar. İçinde bulundukları
âlem ise, karanlık ve üzeri yok edici bir tozla kaplıdır. Bu toz İştar'ın “Cehennem
yolculuğunda” dediği gibi, oranın sakinlerinin yiyeceğidir.
[44]
Başka bir yeraltı dünyası tasvirinde ölüler âlemi, dünyanın gece tarafı olarak
gösterilir. Buranın reisi ölümdür. Ölüm, karanlık ve cinlerle dolu bir devlet
sarayında oturur ve emrindeki cinlere emirler verir. Onlar da geceleyin bütün
dünya üzerine dağılarak, insanlara uğursuzluk ve fenalık saçarlar.
Sistematik politeizmin
en eski örneğini gördüğümüz Mezopotamya'da, “Yüce tanrı” tasavvurlarına Sümer
Gök Tanrısı “An”da rastlarız. Ancak ona zevce ve çocuk isnatlarıyla, rahip
spekülasyonlarıyla sistematik bir politeizmin çiçekleri açmıştır. Önceleri
insan aileleri örneğinde tasavvur edilen ilâh ailelerinin suretleri
yapılmıyordu. Zamanla suretleri ve putları da yapılmaya başlandı. Bu gelişmelere
tepki gösteren maddî ve tarihî vesikalar yoktur. Bu konudaki en eski bilgiler
naklî rivayetlere dayanır. Bunlar Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an haberleridir.
Tevrat'ın Tekvin kitabına göre coğrafî bölge olarak Hz. Nuh'un Tufan sçnrası
Ur'a yerleştiği anlatılır. Tufan'dan kurtulan aile ve kabile mensuplarıyla
birlikte bu bölgeye gelip yerleşmiş olmalıdır. Daha sonra da tebligatını
sürdürdüğünde şüphe yoktur. Çünkü torunlarından Hz. İbrahim dedesinin taşıdığı
vahdaniyet bayrağını taşımaya devam edecektir.
Hz. Nuh'un
torunlarından Azer' in oğludur. Babası Azer (Tevrat'ta Tarah), annesi Karnebo
kızı Emseta'dır.[45] Başka rivayetler de
vardır. Doğumuyla ilgili bir kehanetten dolayı Nemrut'un kötülük yapmasından
korkulduğu için çocukluğu babasının yanında değil, şehirden uzakta yaşayan
büyük dedesi Nuh'un yanında geçmiştir. Talmud rivayetlerine göre Hz. Nuh
öldüğünde İbrahim henüz 15 yaşında idi. Yine Nuh'un yanında yetişmiş ve ondan
ilk eğitimini almıştı. Daha sonra babası Azer'in yanına, Nemrut'un da yaşadığı
şehre, muhtemelen Ur'a geldiğinde 40 yaşlarının üzerinde olmalıdır. Çünkü
buradan hicreti esnasında 50 yaşlarında olduğu rivayet edilir. Ur'da
Allahın varlık ve
birliğini tebliğ ederek, çok tanrıcılığa ve putlara karşı çıkmıştır. Ancak daha önce, muhtemelen
Ur'a ilk geldiği zamanlarda babasını ve çevresindeki insanların yıldıza, aya,
güneşe taptıklarını görünce bir ara acaba kavmimin İnancında bir doğruluk var
mı? diye düşünmekten kendini alamamış, önce yıldızın sonra ay ve güneşin de
Allah yanında tanrı olabileceğini düşünmüş, hepsinin sırayla batıp gözden
kaybolduklarını görünce,
“Ey kavmim, ben sizin (Allah'a) ortak koştuklarınız
şeylerden uzağım, ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim
ve artık ben O(na) ortak koşanlardan değilim!”
[46]
demiştir. Tarihi araştırmalar da Hz. ibrahim'in bu ifadelerini onaylıyor. Allah
kavramını ifade eden kelimenin An, En, olduğunu; İştar'ın (yıldızın) kızı, Sin
(ay) ve Şamaş'ın (güneşin) oğulları sayıldığını ortaya koyuyor. Kutsal kitaplar
Nemrut'un onu ateşe attırarak cezalandırmak istediğini, ancak ateşin
yakmadığını, bir mucize olarak ateşten kurtulduğunu anlatırlar. Ateş mekanının
açık alan değil, bir bina olduğu;
“Haydin, dediler, bunun için bir bina yapın ve bunu
ateşe atın”
[47] ifadesinden
anlaşılıyor. Talmud, kardeşi Haran'ın da İbrahim'le birlikte ateşe atıldığını,
Allah'a güvende bir an şüpheye düşmesi sebebiyle yandığını söyler.[48]
İbrahim'in alevler arasından canlı ve sağlam olarak çıkması
serbest bırakılmasına yol açar.
Ancak üzerindeki baskılar taşıyamayacağı kadar ağır olmalı
kî, ailesiyle birlikte Mezopotamya'yı terk etmek, göç etmek zorunda kalır. Hz.
İbrahim karısı Sara'yı, yeğeni Haran oğlu Lût'u alarak beraberindekilerle
birlikte önce zamanın merkezi şehri ve konaklama yeri Harran'a, oradan da
Filistin bölgesine, Lût gölünün batısına göçer.
Hz. İbrahim'i ateşe
attıran Ur şehri hükümdarının kim olduğu hakkında kesin bilgimiz yoktur. Nemrut
kelimesi “Sultan, kral, melik, hükümdar” anlamındadır. Özel isim değildir.
Batılı Araştırıcılar Tevrat'ın rivayetlerinden hareketle onun Hamurabi veya
onun soyundan birisi olabileceği kanaatındadırlar. Bu sebeple Hz. İbrahim'in
yaşadığı zaman hakkında m.ö. 20.17. yüzyıllar arasında çeşitli rakamlar
verirler.
[49] Kanaatımizca ise, Nemrut
Akad Devletinin kurucusu I. (m.ö.y.2350) olabilir. Kur'an işaretlerinden
hareket edersek, Nemrut'un 1 Sargon olma ihtimali daha kuvvetlidir. Sami
birliğini sağlayan ilk büyük hükümdardır. Hz. İbrahim'in Filistin
bölgesine göçünden sonra ise, tebliğini kendi ailesi içinde sürdürdüğünü,
hükümdarlardan uzak kalmaya çalıştığım görüyoruz.
[50]
Hz. İbrahim'in
soyundandır. Yahudilerin Babil'e sürgün edilmeleri üzerine ailesi de sürgüne
gönderilenler arasında bulunuyordu. Asurluların Ninova halkını irşat için
görevlendirilmişti. Yahuda kralı Ozıyas ve İsrail kralı 2. Yerobeam (m.ö.785 )
zamanının sonlarına doğru Galüe de dünyaya gelmiştir. Kur'an'ın çeşitli
sûrelerinde adı geçer.
[51]
Kendisine atfen onuncu kürenin ismi “Yunus” dur. Zünnun ve Sahib ul-Hud olarak
da anılır. İslamî literatürde künyesi Yunus b. Matta, Tevrat'da Zablon
kabilesinden Amittay oğludur. Şehir halkı sözünü dinlemeyince öfkelenip
Tanrısal izni almadan şehri terk etmek istemiş ve bir gemiye binmişti. Gemi
batma tehlikesi geçirince, suya atılacak günahkârın tespitinde kur'a ona
çıkmıştı ve Dicle nehrine atılmıştı. Rivayete göre kendini yutan balığın
karnında bir süre (rivayetler 4 dakikadan 40 güne kadar çeşitli süreler
verirler) kalmış ve daha sonra balık onu kıyıya atmıştı. Hatasını anlayıp
pişman olan Yunus (a.s.) tekrar Ninova'ya dönerek tebligat görevini
sürdürmüştür.
[52] Bu defa tüm şehir halkı
kendisini ve tebliğini kabul etmiştir.
[53]
m.ö. y. 600 yıllarında
Eski Ahid'de kendisine atfedilen Yunus Kitabı henüz yazılı veya sözlü olarak
tespit edilmemişti. Kitabın anlatım malzemesinin kaynağı problem olarak
görülür. Sözlü rivaystlerin bilinmeyen bir müellifçe toplanıp üzerinde
çalışılması muhtemeldir. Destan dünyanın çeşitli bölgelerine yayılan
Yahudilerle taşınmış ve bölgesel şekillere dönüşmüştür. Bu sebeple Eski Yunan
ve Hint hikayelerinde de paralel efsanelere rastlanır.
[54]
m.ö. VI. yüzyıl
başlarında yaşamıştır. Yahuda devletinin yıkılıp halkı Babil'e sürüldüğünde (m.ö.597)
halkı arasında idi. Nippur yakınlarında Kebar kanalı üzerindeki Tel-Abib'e
yerleşti. Evli idi ve karısı y. 587 de Kudüs kuşatması esnasında ölmüştü.
İsrail Oğullarını ve çevresindekileri çok tanrıcılığa karşı korumaya çalıştı.
Peygamberliği m.ö. 592 yılında başlar. 571 de halen hayatta idi. Ümit vaazları
vererek inananların maneviyatını güçlü tutmaya çalıştı. Kitab-ı Mukaddes'in “Hezekiel
Kitabı”nda şahsı ve çalışmaları hakkında geniş bilgi vardır. Yahudilerin Babil
esaretinden kurtuluşundan sonra kavmiyle birlikte Filistin'e döndüğü ve
görevini orada sürdürdüğü rivayet edilir. Kitabının ortaya çıkışı ise, m.ö. y.
3. yüzyıl olduğu kanaati yaygındır.
[55]
Müslüman müfessirler
Bakara Suresinde (259) anlatılan olayda, ören yerine yolu düştüğünde önündeki
harap binalar karşısında şaşkınlıkla “Allah, bunu böyle öldükten sonra nasıl
diriltecek?” dediği için ölen ve yüz yıl sonra tekrar dirilerek, ölüm ve haşri
yaşayan hikmet sahibi kişinin Hezekiel (a.s.) olduğu kanaatindedirler.
[56]
m.ö.VI. yüzyılda Babil
sarayında yaşamıştır. Yahuda kabilesindendi.
[57]
Nabukednazar'ın
Kudüs'ü kuşatması (m.ö.606)[58]
sonunda esir olarak küçük yaşta Babil'e götürülmüştü. Zekâ ve üstün
yetenekleriyle sarayın dikkatini çekti. Kendisine hikmet ve rüyaları anlama
yeteneği verilmişti. Medler'in ülkeyi fethinden sonra da Darius kendisine saygı
gösterdi. Onu vezir tayin etti. Hz. Danyal çevresini aydınlatmaya çalıştı. Fars
kralı Kurus'un 3.saltanat yılına (m.ö.536) şahit olduğu rivayet edilir. Ne
zaman ve nerede vefat ettiği bilinmez.[59]
Kur'an'da ismi anılmamakla birlikte, Müslümanlar arasında şöhret bulmuş,
sevilen bir peygamberdir. Tarsus'da ismini taşıyan bir makamı vardır.
Eski Ahid’de yer alan
kitabında Hz.Danyal’ın yaşadığıaltı hikaye anlatılır.Bunlardan “ben” üsluplu
olan Kitab’ın 2. kısımın m.ö.605 ten önce Babil’e götürülen Danyal tarafından
yazıldığı iddia edilir.İçinde bazı rüya ve vizyonların bulunması Yahudi ve
Hıristyanlar tarafından ahir zaman hakkındaki kehanetleri olarak
algılanır.Metin tahilil ile ilgili araştırcıların kanaati kitabın m.ö.32.Yüzyıllarda
ortaya çıktığı yönündedir.
[60]
Literatür.
1- Barguit
P., Les textes des Sarcophages egyptiens du Moyen Empire, Paris, 1986.
2- Budge
Wallis E.A, The Gods of the egyptians, 2 Vol, New York, 1969.
3- Daumas
Françoİs, La Civilisation de l'Egypte pharaonique, Paris, 1967.
4- Dunand
françoise -Zivie- Coche Christiane, Dieuxet Hommes en Egypte, Paris, 1991.
5- Erman
Adolphe, des Pharaons, Paris 1939.
6- Faulkner R.,
ithe Anrient Egyptian Piramid texts, 2 Vol Oxford 1969.
7- Hornung
Erik, les Dieux de l'Egypte, Paris 1986.
8- Kolpaktchy
Gregoire, le livre des Mort des anciens egyptiens, Paris 1991.
9- Jacq
Christıan, Nefertiti et Akhenaton, Paris 1990.
10- Lalouette
Claire, Textes sacres et textes profanes de l'ancienne Egypte, Paris 1987.
11- Leveque
J., Sagesses de l'Egypte ancîenne, Paris 1983.
12- Montet
Pierre, L'Egiypte eternelle, Paris 1970.
13- Moret
Alexandre, le Nil et la civilisation egyptienne, Paris 1929.
14- Rachet
M.F. et Guy, Dictionaire dela civilisation egyptienne, Paris 1970.
15- H.J.Schoeps,
Religionen Gütersloch 1964, s.78-93.
16- Traunecker
Claude, les Dİeux de t'Egypte, Paris 1991.
17- Helmuth
von Glasenapp, Die nichtchristlichen Religionen, Frankfurt 1957, s.25-37.
18- Talat S.
Halman, Eski Mısır Şiiri, İstanbul 1972.
19- E. A.
Wallis Budge, The Book of the Dead, New-York.
Firavunlar ülkesi
Mısır, Dünya tarihinde en-Eski yazılı metin ve belgelerin ortaya çıktığı, inanç
tarihiyle ilgili en eski metinlerin Mezopotamya'dan sonra bu bölgede bulunması
pek çok yönden önemlidir. Ayrıca Kur'an'da adı geçen Peygamberlerden Hz.Yusuf (m.ö.
XIV.yy.) ve Hz. Musa'nın yaşadıkları çevreler ve Firavunlarla ilişkileri olması
bakımından da Müslümanların ilgi alanıdır. Piramitleriyle, hayvan şeklindeki
tanrılarıyla ve resim yazılarıyla Eski Yunanlılar tarafından sırlar ülkesi
olarak görülmüştü. Ancak yazarlardan Heredot, Josephus, Porphurius, Piodor
kendi ilanlarıyla Mısırlılarınkini karşılaştırdıklarında çoğu kere yanlış
hükümlere varmışlardır. Mısır yüzyıllar boyunca meçhul ve harikalar diyarı
olarak kaldı. Nihayet 1799 yılında Napolyon'un Mısır seferi sırasında
Rosette'de üzerinde üç çeşit yazı bulunan bir kitabeye rastlandı. Bu kitabe,
1822 yılında Fransız J.F.ChampolIion tarafından doğru olarak mânâlandınldı ve
dolayısıyla hiyeroglif yazısı çözülmüş oldu. Bundan sonra, eski Mısırlılar
hakkındaki bilgilerimiz birdenbire arttı ve Eski Mısır ilmi doğdu. Günümüz Batı
Üniversitelerinde bu alanda araştırma ve öğretim yaptİran bölümler vardır.
Eski Mısır'da Nil
boyunca yaşayan göçebe kabileler Neolitik Çağ'dan itibaren (m.ö.5000-4000)
yerleşik hayata geçtiler. Toplumun gelişmesi sonucu kabileler şehir
devletçiklerini ve vilayetlerini kurdular. Tarihi devirlerde Yukarı Mısır'da ve
Delta bölgesinde (Aşağı Mısır'da) krallıklar ortaya çıktı ve vilâyetler
krallıklar etrafında birleştiler. Nehen Kralları Öteki devletlere
hakimiyetlerini kabul ettirerek Mısır'ın siyasi ve kültürel birliğini
sağladılar. Bu gelişme yazılı tarihe geçişi kolaylaştırdı. m.ö. 3100
dolaylarında Aşağı ve Yukarı Mısır kral Menes tarafından birleştirildi. Menfis
adıyla yeni bir başkent kuruldu.
İlk taş piramit
grubunun yapımı 3.Sülalenin (m.ö.2686-2613) ikinci firavunu Coser zamanında
gerçekleşti. Keops, Kefren ve Mikerinos'un muhteşem piramitlerinin yapımı ise
4. Sülale dönemine (m.ö.y.2613- y.2494) rastlar. Eski dünyanın en güçlü 2-3 devletinden
biri olarak yaşayan Mısır, Önce Asurluların sonra da m.ö. VI. yy. da Perslerin
saldırılarıyla yıkıldı. M.ö. 332 yılında Büyük İskender Mısır'a girdi ve
Makedonya hakimiyetini başlattı. Dış hakimiyetlerden zaman zaman kurtulan Mısır
Müslümanlar gelinceye kadar Romalıların hakimiyetinde kaldı.
Hiyeroglif yazısının
kökleri m.ö.3100 yıllarından öncelere kadar giden resim yazısından gelişmedir.
Sümer resim yazısından esinlenerek geliştiği tahmin edilir. Ancak farklı bir
gelişme göstermiş, Mezopotamya'da çivisel stilize şekle dönüşürken, Mısır'da
resimsel sembolleri oluşturmuştur. M.ö. y. 2686, y. 2613 yıllarında büyük
gelişme göstermiş ve m.s. 2. ve 3. yüzyıllarda Hıristiyanlığın yayılmasına
kadar kullanılmıştır. Bilinen en son hiyeroglif kitabesi m.s. 394 yılından
kalmadır.
Hiyeroglifin
çözülmesinden bu yana pek çok kazılar yapılmış, piramitlerde, mezar taşlarında,
mabed duvarlarında, sandukalarda ve papirüs sayfaları üzerinde değerli metinler
bulunmuştur. Hikâye, şiir ve masallar yanında bilhassa ahlâk kaidelerini içeren
Hikmetler Kitabı zikre değerdir. Yine ölülerin mezarlarmdaki hayatlarını
gösteren ve âhiret için ölülere bilgi vermek gayesiyle mezarlara konmuş veya
yazılmış metinler bulunmaktadır. Bunlarda; ölünün yeni hayatı nasıl kazanacağı,
Tanrı Öziris gibi tekrar nasıl dirileceği öğretilmektedir. Piramitlerin
duvarlarına yazılan Piramit Metinleri ve tabutların kenarlarına yazılan Tabut
Metinleri ünlü ölüler Kitabı'nın ilk basamakları ve öncüleridir. Bu kitapta yılanlara
ve devlere karşı ölenlerin kendilerini nasıl savunacakları öğretilir. Bunun
için büyülü formüller ve sözlere yer verilir. Özellikle, insanların hesaba
çekilişleri resimlerle gösterilir. Bu kitap, elde bulunan dünyanın en eski
kutsal kitabıdır.
Eski Mısırlılar, çoğu
milletlerin aksine, dünyayı erkek, göğü dişi olarak tasavvur etmişlerdi.
Dünyanın yaratılışı hakkında Piramit Metinlerinde “İnsanlar ve Tanrılar yok
iken, ölüm mevcut değil iken, ezeli karmaşa okyanusunda karalar ve sular meydana
geldi” deniliyor. Güneş Tanrısı ve diğer varlıkların çıkışı hakkında ise,
sayısız mitolojiler anlatılıyor. Genellikle, Mısırlılar gökyüzüne bir okyanus
gözüyle bakarlardı. Güneş, ay ve yıldızlar da bu okyanusta gemilerle
dolaşırlardı. Güneş akşamleyin dünyanın altındaki karanlık bir nehirden geçerek
her sabah doğu tarafından yeniden görünürdü.
Takvim ile ilgili
çalışmaları da vardı. Büyük bir ihtimalle m.ö. 3. bin yılda bir takvim
bulmuşlardı. Bu takvim Siriyus yıldızının görülmesiyle başlıyordu. Yılı 365 gün
olarak hesap etmişlerdi.
Yıldızlar ve tabiat
kuvvetleri, bitkiler, hayvanlar ve ölüler âlemi, çok eski zamanlardan beri
kaderin hakimleri olarak görülürdü. Muhafazakârlık Mısırlıların özelliği idi.
Animizm ve ruhçuluk gibi en eski kült şekilleri burada uzun zamanlar yaşamıştı.
Eski hayvan kültlerini kaldırmayarak, müşahhas 1 aştıran tanrı tasavvurlarına
bağlamışlardı. Tanrılarını insan vücutlu, hayvan başlı olarak resmetmişlerdi.
İzis inek boynuzlarıyla, Horus şahin başıyla, ölüler ilâhı Anubis çakal başıyla
resmedilmişlerdi. Bu da, uzun zamanlar yabancıların hayretlerine sebep olmuştu.
Büyük bir kayadan yontulmuş yirmi metre yüksekliğindeki Giza Sfenks'i insan
yüzlü ve hayvan vücutlu idi.
Kutsal sayılan hayvan
türlerinin seçiminde, daha çok mahalli kültlerin tesiri görülür. Meselâ, timsah
tanrılarına hemen Nil kenarlarında, aslan tanrılarına çöl kenarlarında
rastlanır. Bununla birlikte, Mısırlılar'da totemizm, yani İnsanın veya klânm
özel bir hayvan türüyle kendini aynı sayma inancına rastlanmaz. İbâdet edilen
boğa, inek, kedi, yılan ve timsahlar ilgili tanrının vücutlaşmış şekli olarak
tasavvur edilirdi, Mısır'ın ilâhlar dünyası, Babilliler'inkinden pek farklı
değildi. Önemlerine rağmen burada da Nil nehri, ay veya yıldızlar bizzat tanrı
sayılmamışlardı.
Güneş İlâhının önemi
büyük olmuştur. İsim ve şekillerine çok rastlanır. Mısır dininin merkezinde yer
almıştır. Güneş ilâhı için en eski ve en yaygın isim Re'dir. V. Sülale
zamanında (m.ö.2500) en yüksek ilah olarak kendisine ibadet edilmişti. Daha
sonraki Helyopolis ilahiyatında ise “Re”, ilâhların dedesi ve aynı zamanda her
bir firavunda yeniden vücutlaşan “İlâhî hükümdar” olarak kabul edilmişti.
Çeşitli mitolojiler, Güneş ilâhı Re'nin gündüz gemisiyle gök okyanusu üzerinde
seyahat ettiğini ve akşamleyin batıda gece gemisine binerek büyük yeraltı
okyanusundan doğuya, güneşin doğduğu yere gittiğini, ölülerin de bu esnada O'nu
ilahilerle, methiyelerle selamladıklarını anlatırlar. Kahire yakınlarındaki
Helyopolis şehri, Re'nin en büyük kült yeriydi. Bir tepe üzerinde, göğün
altında kendisine dua edilirdi. Çoğu mühür taşları ve muskalarda resmedilen ölü
böceği, sadece ölüm ve tekrar doğuşun sembolü değil, aynı zamanda, Güneş
Tanrısı Re'nin de nadir sörünen sembolüydü. Başlangıçta mahalli güneş tanrıları
olan pek çok tanrılar zamanla Re'de birleşmişlerdi. Tanrı kral Horus bunlardan
biriydi. Yeni devletin muhteşem tanrısı olmuştu. Yine Teben şehrinin mahalli
tanrısı Amon, Teben'in başşehir olmasından sonra “Re” ile birleşerek, “Amon-Re”
namıylabin yıl boyunca Yeni İmparatorluğun ünlü bir tanrısı olmuştu.
Amon-Re kültünün baş
rahibi, firavundan sonra devletin en yüksek şahsiyeti olarak görülürdü. Mabedi
ise, zengin harp ganimetleriyle doluydu. En fazla politik nüfuz sahipleri de,
yine Amon-Re rahipleri idi. Sanat tarihi bakımından çok Önemli olan bu eski
güneş kültü kalıntıları, bugün halen Karnak köyündedir.
Güneş ilâhlarının
yanında, bilhassa ilk devirlerden gelen yaratıcı tanrı Ptah, önemli bir yer
alır. Ptah'a eski başşehir Memfıs'te hürmet ve ibâdet edilmişti. Ptah daima
insan suretinde resmedilen tek ilâhtır. Bilhassa sanatkârların koruyucusu idi.
Daha sonraları sırlarla dolu, mezar ve ölüler ilahı Sokar ve Öziris'le
kaynaşmıştı. Karısı, aslan başlı savaş ilahesi Zehmet'ti., İnsanlara, bulaşıcı
hastalıkları gönderirdi. Bazen Ptah'la beraber aynı sayılmıştı. Kutsal Apis
boğasının esas kült yeri ise, Memfis'ti. Kültü geç zamanlara kadar kuvvetle
yayılmış ve devam etmişti. Bazen ona Serapis ismi altında da hürmet edilirdi.
Günümüze kadar, pek çok siyah boğa mumyası bulunmuştur.
Tanrıçalar arasında en
önemli yeri izis alır. Mısır dininin son zamanlarında şöhreti artarak, tanrılar
dünyası içinde en yüksek mevkii almıştı. Bilhassa kültü, imparator Kaligula
zamanında bütün Roma İmparatorluğuna yayılmış, hatta Pompei'de bir İzis mabedi
bulunmuştu. Meryem Ana suretinde görüldüğü gibi, İzis oğlu Horus'un bakıcısı
olarak kucağında bir çocukla resmedilir. Şefkatli ana olarak çok sevilir.
Hıristiyanlıktaki Meryem Ana kültüyle yakın ilişkisi hemen göze çarpar. Yine,
kocası Öziris de önemli bir yer alır. Hakkındaki mitolojiye göre, Öziris
kardeşi Seth tarafından hileyle bir tabutun içine kapatılarak öldürülür.
Tabutuyla beraber Nil sularına atılan ceset Suriye'deki Biblos'a sürüklenir.
Diğer bir habere göre de vücudu parçalanarak bütün ülkeye saçılır. Fakat karısı
îzis onu ölüm çığhklarıyla arar. Nihayet oğlu Horus'un Seth ile yaptığı savaşta
kaybettiği gözünü ona ilâç olarak vererek Öziris'i hayata kavuşturur. Bundan
sonra Öziris yer altı dünyasının hükümranı olur. Horus ise, dünyanın hükümdarı
ve bütün firavunların atası veya firavunlar onun inkarnasyonu ve vücutlaşmış
şekli sayılır.
Öziris'in ölümü; eski
çağda tabiatın ölümü ve onun dirilmesi, tabiatın yenilenmesi olarak
manalandırılmıştır kî, Mezopotamya'da Temmuz'a, Suriye'de Attis'e ve Adonis'e
benzer. Oziris bitkiler tanrısı karakterinde görülür. Yunan Sır dinlerinde de
önemli rol oynamıştır. Eski Mısır'da pek çok kült ve tanrıların arasında
yükselerek, Mısır'ın millî ilahı olmuştur. Hatta kültü Mısırlı tüccarlar ve
tayfalarla bütün Ak Deniz havzasına yayılmış, Tuna ülkelerine kadar
ilerlemiştir.
Eski Mısır tanrıları
arasında, inek tanrısı Hator da önemli bir yer işgal ederdi. Resimlerini, iki
inek boynuzu arasındaki güneş kursu temsil ederdi. Kadınların ve serbest aşkın
tanrıçası sayılırdı. Tanrıça Basted kedi başlı, kadın vücutlu olarak
resmedilmişti. Eğlence tanrısıydı. Kendisine müzik ve dansla ibadet edilirdi.
Basted kedi suretinde göründüğü için, kedi Mısır'ın kutsal hayvanlarından
sayılmış ve mumyalanarak gömülmüştü. Kazılarda pek çok özel kedi mezarlıklarına
rastlanmıştır. Aslan başlı Mut ise, Teben'de gök ve güneş tanrıçası iken,
zamanla harp tanrıçası sayılmıştır.
Hz. Musa'dan bir buçuk
asır kadar önce, muhtemelen Hz. Yusufun Mısır'da bulunduğu sıralarda 18.
sülaleden genç kral 4. Amonefis (m.ö. 1377-1358), dini bir reformatör olarak
ortaya çıkmıştı. Bütün Mısır tanrılarını kaldırarak, hepsinin yerine tek tanrı
ve canlı olarak gökteki Aton dediği güneş kursunu yerleştirmek istemişti.
Yaptığı iş bir nevi monoteizm, yani tek tanrıcılık idi. Kendisine de Eknaton
(Aton hoşlandı) unvanını vermişti. Fakat, Amon rahiplerinin tepkisi üzerine
devletin başkentini Teben'den Orta Mısır'daki Teli el-Amarna şehrine taşımıştı.
Zamanında hayvan başlı insan figürleri ve diğer tanrı isimleri ortadan
kaybolmuş, Öziris ismi dahi âbidelerden silinmişti. Ayinlerde Eknaton'un şair
olarak güneşe dair yazdığı ilahiler okunmuştu. Ölüm ve tanrının adaleti
hususlarında ise, Eknaton bir açıklamada bulunmadı. Ancak, Eknaton'un reform
hareketi rahipler tarafından zındıklık olarak görüldü ve Asya'daki bazı
toprakları kaybetmesi, kendisine kızan tanrıların cezası olarak yorumlandı.
Ölümünden sonra yerine
geçen oğlu Tutanhamun, babasının yolundan gitmeyerek eski başşehir Teben'e geri
döndü. Tanrı Amon-Re'yi tekrar eski yerine oturttu. Bundan sonra Amon-Re büyük
tanrı, diğer tanrılar da Tanrısal yardımcılar olarak görüldü. Genç yaşta ölen
Tutanhamun'un cesedi, müteşekkir rahipler tarafından altın bir tabuta kondu ve
mücevherlerle doldurularak gömüldü.
Hz. Yusuf (m.ö. 14.
yy.) Yakub (a.s.)'ın hanımlarından Rahel'den Harran'da doğdu. Annesi Filistin'
e gelirken kardeşi Bünyamin'in doğumunda öldü. Ailenin küçük oğlu ve yetim
oluşu sebebiyle babası ona diğer kardeşlerinden daha çok ilgi gösteriyordu.
Dedesi İshak (a.s.) da biraz fazla ilgi göstermiş olabilir. Bunda
sevimliliğinin de etkisi olmalıdır. Ancak bu, kardeşlerinin kıskançlığına ve
düşmanlığına sebep oldu. Ondan kurtulmak için planlar hazırlamaya başladılar.
Önce öldürmeyi düşündülerse de, sonradan onu bir kuyuya atmak suretiyle
kurtulmanın yolunu seçtiler. Babalarına da kurtların parçaladığını söylediler.
[61] Onu
bulan Medyenli kervancılar Mısır'a götürdüler ve Firavunun memurlarından
Potifar'a köle olarak sattılar. Yusuf efendisine sadakatla hizmet ederken
iftiraya uğradı ve ihanetle suçlandı. Hapse atıldı. Ancak Firavunun gördüğü bir
rüyayı doğru yorumlamasıyla hapisten kurtuldu. Firavunun güvenini kazanarak
ambar memuru oldu.
Bölgede başlayan
kıtlık sebebiyle buğday almaya Mısır'a gelen kardeşleriyle karşılaştı ve babası
ve tüm ailesinin Mısır'a göçmesini ve yerleşmesini sağladı. Böylece İsrail
oğullarının Mısır hayatı başlamış oldu.
[62] Hz.
Yusuf 110 yaşlarında vefat etti ve Mısır âdetlerine göre mumyalanarak gömüldü.
[63] Hz.
Yusufun Mısır'a gelmesi muhtemelen IV. Amonefis zamanına rastlamahdir.
Tell-el-Amarna'da keşfedilen Tutu isimli bir adamın türbesinde, onun kralın baş
hizmetçisi, taahhüt işlerinin takipçisi, hazinelerinin kontrolcüsü ve Sami
ırktan olduğu yazılıyor.[64] Bu
bilgiler Hz. Yusufa atfedilen tüm görev ve özellikleri yansıtıyor. İsim
farklılığı Mısır dili ve isim değişiminden olabilir. Tutu Hz. Yusufun
Mısır'daki ismi olmalıdır.
IV. Amonefis'in Hz.
Yusuf gibi vahdaniyeti savunması, politeizmle mücadele etmesi ve puta
tapıcılığı yasak etmesi ve bu yönde reformlara girişmesi ve bu yöndeki
ısrarlarını başka bir yolla açıklamak
mümkün değildir. Nitekim Kur'an'da Hz. Yusuf un Mısır'da tebliğden
vazgeçmediğine, kendisine inananların olduğuna işaret ediyor.
[65]
Gelecekte ortaya çıkacak yeni bilgiler ve belgeler konuya daha da açıklık
getirecektir.
Devlet sisteminin
üzerine kurulduğu teokratik Mısır krallığı, dünyanın en eski teşkilâtıdır.
Firavun, güneş ilahının oğlu olarak henüz hayatta iken bir tanrı sayılırdı.
Ancak firavunlara karşı yapılan resmî ibâdet, Ölümlerinden sonra başlardı. O,
yaşayan güneş veya dünyadaki güneşin sureti olarak adlandırılırdı. Tanrısal
tabiatlarını koruyabilmek için kendi kız kardeşleriyle evlenmeleri şarttı.
Helyopolİs ilahiyatına göre ise, tanrı Amon-Re saltanat sürmekte olan her bir
firavunun suretini alırdı. Mabette ise firavun, baba tanrının karşısındaki
yegane Tanrısal varlıktı. Çeşitli âyinleri ve kurban merasimlerini idare
etmekle yükümlü idi. Bu sebeple rahipler onun vekili sayılırlardı.
Rahipler devlet
memurları şeklinde, bütün ülkeye dağılmışlardı. İlâhlarına efendiler gibi
hizmet ederlerdi. Sabahleyin mabedin kapısını açarak tanrılarını
uyandırırlar,
üzerlerine muhteşem örtülerini örterler, yiyecek sunarlar ve şereflerine güzel
kokular tütsülerlerdi. Merasimlerde tanrı resimlerini taşırlardı.
Mısırlıların âhiret
tasavvurlarını piramitler deki kitabelerden ve papirüs metinlerinden
anlamaktayız. Mısırlılar ölen kişinin mezarda yaşamaya devam ettiğine
inanıyorlardı. Bu sebeple mezarlara yiyecek, içecek koyuyorlar, belirli
zamanlarda kurban sunuyorlardı. Henüz Eski İmparatorluk zamanında görülen, ölüyü
yağlama, mumyalama vs. gibi işler ölümden sonraki hayatla ilgilidir.
Mısırlılara göre insan, beş kısımdan meydana geliyordu: Bir vücut, birisim, bir
ah (gölgesi), bir ba ve bir ka idi. Zikredilen son üç kavramı tarif etmek,
açıklamak çok zordur ve şimdiye kadar yapılan açıklamalar tartışmalıdır. Büyük
bir ihtimalle binlerce yıl boyunca değişikliklere uğramış olmalıdır. Ah,
Tanrısal kuvvettir. Tanrısal aydınlanma âyininden sonra insana geçer. Ba, kuş
şeklinde tasavvur edilen bir çeşit ruhtur, göğe çıktığı gibi mezardaki
mumyaları da ziyaret eder, çeşitli suretlere girebilir. Ka, koruyucu peri
olarak tasavvur edilen hayat kuvvetinin şahıslaştırılmasıdır. Ka insanla
beraber doğar, fakat ölümünden sonra da mevcudiyeti devam eder ve ölülere
sunulan yiyeceklerle kendini doyurur.
Ölenin cesedine
gösterilen ihtimam, çok eski devirlerden beri gelen ve Yeni imparatorluk
devrinde kemâle ulaşan mumyalama âdeti, açıkça ölülerin mezarda yaşamaya devam
ettiği inancını göstermektedir. Yalnız buradan, Ölülerin başka bir dünyada
yaşamaya devam ettiği inancının varlığına hükmetmek biraz zordur.
Öte dünya tasavvuru
hakkında da çeşitli telakkilerle karşılaşılmaktadır. Başlangıçta, Mısırlılar
ölülerin uzak bir ülkede ikâmet ettiklerini sanıyorlardı. Daha sonraları ise,
dünyadan ayrılanların gökte oturduklarına ve bir merdivenle yukarı çıktıklarına
İnandıklarını görüyoruz. Burada ruhlar Güneş Tanrısıyla beraber, onun gemisiyle
dünyayı dolaşıyorlardı.
Diğer bir görüşe göre
de, Öziris'in yeraltı dünyasına gidiyorlardı. “Ölüler Kitabı”nda tasvir
edildiği üzere, orada, ölünün muhakemesi yapılırdı. Öziris tahtına oturur,
hakikat tanrıçası Maat ölüyü içeriye getirir, ölünün kalbi atmaca başlı Horus
ve çakal başlı Anubis tarafından tartılır, kâtip Tanrı Thot’da neticeyi yazarak
Öziris'e bildirirdi. Ölü, Öziris'in çevresindeki 42 hakimin Önünde hiç bir
kötülük etmediğine dair itirafta bulunur, eğer söylediği hakikate uyuyorsa
rahmete kavuşurdu. Burada monoteizm olmamakla beraber, üstün bir tanrı anlayışı
da görülüyordu. Hüküm giyenlerin cehennem azaplarını tasvir eden bazı resimler
ise, geç devirlerden kalmadır. Kendilerine gönderilen peygamberlerin
tebliğlerinin kalıntıları olabilir.
Literatür:
1- Hikmet
Tanyu, Dinler Tarihi Araştırmaları, Ankara 1973, s.98-120.
2- U.
Bahadır Alkım, Anatolien I, Genf 1968.
3- James
Mellaart, Excavation at Hacılar, Edinburg 1970.
4- C.I-II.
F. Kınal, Eski Anadolu Tarihi, Ankara 1962.
5- Tahsin
Özgüç, Öntarihte Anadolu tdeollerinin Anlamı. Dil ve Tarih Coğrafya Fak. Der. c.
II, s. 1.
6- Ankara
1943.
7- Tahsin
Özgüç, Die Bestattunsbrauche im vorgeschichtlichen Anatolien, Ankara 1948.
8- Ekrem
Akurgal, Anadolu Kültür Tarihi, 9. Baskı Ankara 2000.
Anadolu'nun tarih
öncesi devirleri, tarihin karanlıklarından başlayarak Hititler'e (m.ö. 2000-1660)
kadar sürer. Ancak, Hititler'in komşularından öğrendikleri çivi ve hiyeroglif
yazılarım kullanmaya başlamaları İle Anadolu tarih çağına girer. Hitit
kaynaklarından öğrendiğimize göre Hititler öncesi halka “Hattiler” deniyordu.
Dilleri de hattice idi. Anadoluya Hatti Ülkesi deniyordu. Bu isim Hititlerce de
kullanılmaya devam edilmiştir. Tarih öncesi devirler hakkındaki bilgilerimiz
ise, tamamen jeoloji ve arkeoloji ilimlerinin bize ulaştırdığı keşiflere
dayanır. Çeşitli bölgelerde yapılan kazılardan, Kabataş Devri'nden beri
Anadolu'da insanın yaşadığı görülmektedir. Bu konuda Ankara çevresinde,
Antalya, Burdur ve İsparta yakınlarında, Kars dolaylarında, Gaziantep ve
Adıyaman bölgelerinde, Antakya havalesinde Bafra ikiztepe'de yapılan
kazılardaki keşifler bize ışık tutmaktadır.
Kabataş ve Yontma taş
devirleriyle ilgili buluntulardan, o çağların inanışlarıyla ilgili bilgiler
edinmek şimdilik pek mümkün olamamaktadır. Dinsel yorumlara imkan veren
keşifler, Neolitek (Yenitaş) devirlerle başlamaktadır. Bu hususta bize İlk
ışığı Çatalhöyük kazıları tutmuştur. Radyo-karbon metoduyla yapılan
tarihlemelere göre, xıı. tabaka m.ö. 6800 yıllarına kadar inmektedir. I. tabaka
da m.ö. 5700 yıllarına kadar gelmektedir. III-X tabakalar arasında bol miktarda
rastlanan kült odalarında pişmiş kilden yapılmış Ana Tanrıça heykelcikleri,
boğa başı ve boynuzlan, kadın göğsü rölyefleri bulunmuştur. Ana Tanrıça, genç
kadın, doğuran kadın ve yaşlı kadın olarak tasvir edilmiştir. Heykelciklerden
birinde Ana Tanrıça iki aslanın koruduğu bir taht üzerine oturmuş, ölüm ve
hayatın sahibi olarak bir insan kafasını ayakları altına almış şekilde tasvir
edilmiştir. Tanrıça heykelleri genellikle insan şeklinde (antropomorf)
süratlendirilmiştir. ÇatalhÖyük'de ortaya çıkan Tanrıça heykellerinin
benzerlerine ve daha gelişmiş örneklerine Burdur Hacılar ilçesi kazılarında da
çok sayıda rastlanmıştır. Ancak Hacılar m.ö. 5700-5600 yılları ve daha sonrası
olarak tarihlendirilmektedir. Bu arada Hacılarda, Çataihöyük'de oiduğu gibi Ana
Tanrıçanın eşi olarak genç ve yaşlı şekillerde tasvir edilmiş erkek
heykelciklerine de rastlanmıştır. Hacılara yakın bir bölge olan İsparta
havalesinde ortaya çıkan Ana tanrıça sembolleri henüz Tunç çağına ulaşmaktadır.
Kazıların ilerlemesiyle daha da eskilere inmesi muhtemeldir. Bafra İkiztepe
kazılarında da Tunç çağından kalma pişmiş topraktan yapılmış Ana tanrıça
figürlerine çok sayıda rastlanmıştır. Samsun Arkeoloji Müzesinde
sergilenmektedirler. Van bölgesinde Kayaaltı “Yedi Salkım” mağara resimlerinde
de çok sayıda Ana Tanrıça, güneş, geyik figürlerine rastlanmıştır. Tarihleri
günümüzden 15.000 yıl öncelere kadar götürülmektedir.
[66]
Filistin Bölgesinde İrem şehri çevresinde Nuh tufanı olurken, Anadolu'da da
politeizmin ve putperestliğin ne derece yaygın olduğunun işaretleridir.
Genellikle eski
yerleşim yerlerinin kült odalarında bulunan, özellikle cinsel organları
belirli, çıplak kadın heykelciklerinin tapınmak için, dinsel maksatla
yapıldıkları şüphesizdir. Bunların kesin örneklerine tarihi devirlerde bol
miktarlarda rastlamaktayız. Taş-Bakır (Kalkolitik) devrine ait buluntularda,
Ana Tanrıça tasvirleri daha da ağırlık kazanmaktadır. Ancak, bu arada erkek
uluhiyet tasvirleri yavaş yavaş terk edilmekte, heykelcikler, tabiilikten
sembolikliğe doğru ilerlemekte, stilize edilmektedir. Ana Tanrıça inancı,
hayatın çeşitli sahalarında görülmekte, vazolar ve seramikler üzerinde Ana
Tanrıçayı sembolize eden kadın göğüslerine rastlanmaktadır. Bu kanaatimizi m.ö.18.
yüzyıla ait Kayseri, Kültepe Karum'da bulunmuş Ana Tanrıça göğüs tasviri de
desteklemektedir. Kaplar, vazolar üzerindeki ana Tanrıça sembolleri kap içine
konan yiyecek ve içeceğe bereket kazandırması, korunması dileğiyle yapılmış bir
amulet (muska) da olabilir. Yine bazı toprak kaplar üzerine boyalı içice
daireler, ağırşaklar üzerindeki dairesel geometrik şekiller Ana Tanrıça
kültünü, verimlilik kültünü yansıtan stilize göğüs sembolleri olmalıdır.
Neolitik ve Kalkolitik
devirlerde gördüğümüz bu Ana Tanrıça inançları, komşu ülkelere nazaran Anadolu'da
daha çok gelişerek tarihi devirlerdeki meşhur Kübele kültünü hazırlamıştır.
Ancak bu İnancın dışında ilkel kavimlerde gördüğümüz, sureti yapılan ilahlar
dışında mücerret olarak düşünülen, yaratıcı, sonsuz kuvvet ve irade sahibi bir
tanrı tasavvuru olup olmadığını bilemiyoruz. Geç devirlerde, Hititler öncesi
Koloniler devrinde ise, komşu ülkelerin dini inançlarına paralel tanrı
tasavvurlarının Anadolu'da da görülmeğe başladığına, Mısır ve Mezopotamya'daki
gibi ana, baba ve oğuldan oluşan tanrı ailelerinin ortaya çıktığına, her
tanrıya belirli bir kudret ve vazife verildiğine şahit oluyoruz.
Bazı hayvan türlerinin
kutsallığına dair çeşitli örnekleri, dinler tarihinde görmekteyiz. Anadolu'da
yapılan kazılarda da bazı hayvanlara değer verildiği anlaşılmaktadır.
Konya-Çumra ilçesi Çataihöyük'de kült odaları duvarlarında boğa başı ve
boynuzlarına, leopar resimlerine rastlanmış, bazı rölyeflerde Ana Tanrıça bir
boğa veya koç başı doğurur şekilde tasvir edilmiştir. Yine, Erken Bronz
Devri'ne ait Denizlli-Çivril ilçesi Beycesultan'da ve Bafra İkiztepe'de boğa
rölyefleri ve stilize boğa boynuzları bulunmuştur. Bunlardan Suriye ve Mısır'da
olduğu gibi, boğanın verimlilik tanrısı sembolü veya verimlilik tanrısının
kutsal hayvanı olarak anlaşıldığı görülmektedir. Hatta boğanın erkek, geyiğin
dişi uluhiyetleri temsil ettiği de zannedilmektedir. Yine Erken Kalkolitik çağ
olarak tarihlenen Eskişehir-Bozöyük arası Demircihöyük'de bol miktarda sığır
başlarının düzenli olarak gömülü bulunması,
[67] daha
sonraları Frigya bölgesinde bol miktarda ortaya çıkması,
[68]
sığıra özel bir dini anlam verildiğine şüphe bırakmamaktadır.
Çatalhöyük VII.
tabakada bulunan bir kült odası duvarında bir cesede hücum eden akbaba
tasvirine rastlanmıştır ki, bu akbabanın ölümle veya ölüler ilâhı ile
ilişkisinin olabileceğini hatırlatmaktadır. Ancak, bunun tek tasvir olarak
kalması, dinsel anlamını genelleştirme imkanı vermemektedir.
Kalkolitik Devir
Anadolu insanı, Çumra Çatalhöyük, Yozgat Alişar, Haymana Ahlatlıbel, Eskişehir
Demircinöyük, Bafra İkiztepe ve diğer bazı kazı yerlerinde bulunduğu gibi,
tanrı ve kutsal hayvanları temsilen, pişmiş kilden veya taştan idoller
yapmıştır. İlk zamanlar bunlar daire veya kare vücutlu iken, zamanla insan
şeklini almışlardır. Bu idollerin herhangi bir musibet veya hastalıktan
kurtulmak için, kurban, adak veya büyü maksadıyla kullanılmış olabilecekleri
düşünülür. Arkeoloji uzmanı Tahsin Özgüç, kadın figürlerinin Ana Tanrıça
kültüyle birlikte
evin, ailenin koruyucu tanrılarını temsil etmiş olabileceğini, sıhhat, bereket
ve emniyeti korumaya yarayan büyülü kuvvetleri ihtiva eden bir çeşit muska
vazifesi gördüğünü, insanı nazardan, şer kuvvetlerden koruyan nesneler
olabileceğini ileri sürmektedir.
Çatalhöyük'de tespit
edilen kült odası duvarlarındaki el ve ayak izleri, parmak izleri resimleri,
stilize edilmiş boğa başı, çift yüzlü balta resimleri de, koruyucu sihirli
güçlere sahip semboller olabilir. Yine kült odası duvar resimlerinden birinde
leopar kürküne bürünmüş dans eden kalabalığın bulunması, bunlardan birinin
davula benzer bîr alet çalması, bir kısmının akrobatik hareketler göstermesi,
bazılarının ellerinde ok ve yay bulunması, Şamanizm'in kült ve av danslarını
hatırlattığı gibi, resimde boğa, geyik, domuz, ayı, kurt ve köpek suretlerinin
bulunması, tasvirin bir av büyüsü olabileceği ihtimalini de ortaya koymaktadır.
Tarih öncesi devirlere
âit mezar ve mezarlıkların ortaya çıkarılması bize devrin insanlarının
inançları hakkında bazı ip uçları vermektedir. Bu devirlerde ölen çocuklar,
genellikle evin içine, zeminin altına veya ocağın yanına gömülüyorlardı.
Çocukların evin içine gömülmelerinin sebebi, onların evlerine doymadan
ayrılmaları ve evdeki hayatlarına ruhen devam ettikleri inancı olabilir. İstisna
olarak, Samsun Tekkeköy ve Sandıklı Kusura'da çocukların evin dışına
gömüldükleri de görülmektedir.
Ölülerin cesetleri
çürüyünceye kadar, gömüldüğü yerde bırakılıyor ve daha sonra, ölü evlerine
kaldırılıyorlardı. Ölünün cesedi çürüyünceye kadar, ruhunun cesedi başında
kaldığına inanılıyor olmalıdır. Toprak, küp ve sandık mezarlar 2. veya 3. bir
ölü için de kullanılabiliyordu. O zaman eski ölünün kemikleri kenara
itiliyordu. Bu husus, hemen hemen bütün kültür bölgelerinde aynıdır. Belki de
bunlar, mekan darlığından ortaya çıkan aile mezarlarıdır. Zaman ve mekana bağlı
olmayan ahiret tasavvurlarıyla de ilgili olabilirler. Batı Anadolu'da oda
mezarlarına m.ö. 1200 yıllarına kadar sürekli bir şekilde rastlanır.
Anadolu mezarlarında,
ölülerin şahsi malları da görülür. Bunlar, bıçak, bilezik, küpe, balta, kirman
ve ölünün hayatında kullandığı kültür nesneleridir. Küpe ve bilezikler ölüden
çıkarılmadan, ölüyle birlikte gömülmüşlerdir. Çorum Alacahöyük'de içine bir
çengele et takılmış küp ve kemik kalıntılarına rastlanmıştır. Bu, ölüye sunulan
kurbanın bazı kısımlarının ölüye takdim edilmiş asındandır. Tarih öncesi,
Anadolu insanı ölümden sonra yaşadığına, yeyip tieine aletlerini kullanmaya devam ettiğine
inanıyordu. Tokat Horoztepe'de mezar eşyaları arasında sistrum ve çalpara gibi
müzik aletleri de bulunmuştur. Bu beple yiyecek ve içecek hediyelerinden de
istifade ettiğine inanılıyor, lüzumlu yaları cesediyle birlikte mezara
gömülüyordu. Mezar çevrelerinde bulunan sığır, köpek keçi, koyun kemikleri mezar başında yapılan
kurban merasimlerinin varlığını da göstermektedir.
Anadolu'da, 2. bin
yıllarına kadar halk tapınma yeri olarak, ya tabiatta kendileri için kutsal
bildikleri bir alanı, açık havayı seçiyorlar, ya da oturdukları evin bir
odasını ibâdet için ayırıyorlardı. Bu son uygulamadan kült odaları ortaya
çıkmıştır. Bunun açık örneği, Çatalhöyük'de 3-10. tabakalar arasında bulunan
40'i aşkın kült odasıdır. Bundan, Neolitik Çağda hemen her evin tapınmak için
kullandıkları bir kült odası olduğu anlaşılmaktadır. Bu geleneğin devamını,
Kalkolitik Devir Hacılar ilçesinde de görüyoruz.
Beycesultan kült
mahallerinin bir oda şeklinde değil, sağlı sollu olmak üzere, iki odadan
teşekkül ettiği görülür. Bu şekilde, üç çift mabet bulunmuştur. “İkiz Kült
odaları” diye de isimlendirilen bu yapılar, ufak değişiklikler ile birlikte
Bronz Çağı sonlarına kadar önemini yitirmemiştir. Beycesultan ikiz kült odaları
üç kısımdan oluşur: Giriş, mihrap, din görevlileri odası. Bronz Çağı
Anadolu'sunda, çeşitli yerlerdeki kazılarda da benzeri mabetciklerin yapıldığı
görülür. Bu sebeple, Beycesultan dini yapılarının önemi büyüktür, daha sonraki
mabet yapılarına örnek teşkil etmektedir.
Literatür:
1- Firuzan
Kınal, Eski Anadolu Tarihi, Ankara 1962, s.204-226.
2- Eduart
Meyer, Geschichte des Altertums, c.1-2.
Stuttgart 1954, s.713-719.
3- F.Heiler,
Die Religionen der Menschheit, s.193-197.
Anadolu'da ilk defa
yazıyı kullanan, inanç ve ibadetleriyle ilgili en eski yazılı belgeler
bırakanlar Hititlerdir. Kendilerine “Nesili”, dillerine de “Nesice” diyorlardı.
Hitit kelimesi ise, Tevrata dayalı, Avrupa Gülerinden alınmadır. Çorum
Boğazköy'de ortaya çıkarılan Hitit devlet arşivi vesikalarının, dörtte üçü
dinsel metinlerdir. Bunlar, mabet talimatnameleri, bazı hastalıklara karşı
büyülü sözler ve işlenen günahlara kefaret için sunulan kurban yöntemlerinden
bahseden yazılardır. Bir de tanrıları tasvir eden metinler vardır ki, bilhassa
tanrı heykel ve kabartmaların inin tanınmasında en büyük rolü oynarlar.
Mezopotamya politeizminin Batı'ya taşınmasında köprü rolü oynamışlardır.
Hatuşas (Boğazköy)
arşivinin verdiği bu dinsel belgelerin dışındaki arkeolojik malzemeler, dinsel
metinlerin verdiği bilgileri tastık etmekte veya tamamlamaktadır. Bunların
başında, yazılı kaya açık hava mabedi duvarlarındaki tanrı tasvirleri gelir.
Burada, hemen her tanrı kendi sembolüyle gösterilmiş ve elleri üzerine Hitit
hiyeroglifi ile adları yazılmıştır. Ancak Hitit hiyeroglifi tamamen
okunamadığından, bazı noktalar henüz meçhul kalmaktadır.
Bugüne kadar yapılan
araştırmalardan anlaşıldığına göre, Anadolu'nun ilk tarihî milleti olan
Hititlerin (yaklaşık m.ö. 1850-700) dini çok tanrılı bir dindir. Esasen bir
metinde “Binlerce tanrıdan” söz edilir. Bunun sebebi, Hititlerin kendi
tanrılarının dışında bir zamanlar Anadolu'da yaşamış diğer kavimlerin
tanrılarına da tapmış olmalarıdır. Bu sebeple Hitit tanrılar meclisinde Hani,
Luvi, Hurri, Mitanni tanrıları yanında, Sümer, Akad, Asur tanrıları gibi komşu
ülkelerin tanrıları da yer almış ve Hitit panteonu kozmopolit bir karaktere
bürünmüştür.
Mezopotamya
tanrılarından gök, yer ve okyanus tanrılarını temsil eden Anu, Enlil ve Ea
üçlüsü Hititlerde de saygı görmüştür. Yine ay, güneş, yıldız tanrıları Sin,
Şamaş, ve İştar üçlüsü de Hitit panteonunda yer almıştır. Bunlardan başka,
tanrı Asur'a ve Mezopotamya'daki Kiş şehrinin baş ilahı Zababa'ya, daha
Proto-Hatti'ler zamanından beri tapınılmış idi.
Kültepe devrinde
Anadolu'nun yerli kavimlerinden olan Hattilerin tanrılarına da tapıldığı,
Hattice dualardan ve tanrı isimlerinin anılmasından anlaşılmaktadır. Bunlardan
en önemlisi, “Arinna şehrinin Güneş Tanrıçası” unvanıyla anılan Vuruşemu ile
oğlu Telipinu, kızı Mezullaş ve torunu Zintuhu uluhiyetleridir.
Luvi tanrılarına
gelince, bazıları hâlâ tartışma konusudur. Hititlerin tazim ettikleri en önemli
Luvi tanrısı, fırtınanın hakimi sayılan Dattaş'tır.
Mitanni asıllı
tanrılara, daha çok “Yeni Devlet” vesikalarında rastlanır. Bilhassa,
Hurri-Mitanni kültürünün tesirinde kalan Kuzey Suriye bölgesine Hititler hakim
olduktan sonra, bu yeni cereyanın tesirine kapılmışlardır. Hİnd-Avrupa asıllı
Mitanni tanrılarının İndra, Mitra, Varuna gibi Hint asıllı tanrılar olduğu
görülür.
Hititler özellikle
Hurri kavminin dinine büyük ilgi göstermişlerdir.
Nitekim, Hitit
metinlerinde yüzlerce Hurri tanrısının ismi zikredilmektedir. Hatta,
Hurrilerin baş ilahı Teşup ile zevcesi
Hepat da Hitit tanrılar meclisinin baş ilahları olmuşlarıdır.
Hitit milli
tanrılarına gelince, en önemlisi fırtına tanrısı Teşup, zevcesi baş tanrıça
Hepat, deniz tanrısı Aruna, ocak tanrısı Haşşaş, güneş tanrısı Utu, ateş
tanrısı Pahhur, pınar tanrısı Şuppihılia, aşk ve harp tanrıçası Lelvani, atalar
tanrısı Şuinaş'tır.
Bu tanrılardan,
Hititlerin de, Romalılar gibi ocak ve atalar kültüne, Babilliler gibi ateş ve
güneş kültüne sahip olduklarını anlıyoruz. Bir metinde, “Yerin ve göğün kralı,
yukarı ve aşağının hakimi, hüküm veren, kahraman kral Şamaş” denilmektedir ki,
bu Hititler arasında Mezopotamya'dan gelen güneş kültünün de çok büyük rol
oynadığını göstermektedir.
Gerek yazılı metinler,
gerek kabartmalar, Hititlerin tanrılarını insan şeklinde tasavvur ettiklerine
şüphe bırakmamaktadır. Tanrı efendi, insan köle rolündedir. Nasıl ki, köle
efendisine yalvarır, bir isteğini rica yoluyla dile getirirse, insan da,
tanrısına dileklerini aynı şekilde yalvararak dile getirir, efendi de ona ihsan
ve lütufta bulunur. Diğer taraftan, Hititlerin ölen krallarına “Tanrı oldu”
demeleri, krallarının da kutsallığına inandıklarını gösterir. Yİne tanrılarını
insanlar gibi tasavvur ederek, onların da maddi, manevi ihtiyaçlara sahip
olduklarına, evleri, aşkları ve intikamları, çocukları olduğuna inanırlar.
Eldeki kaynaklar, Hititlerin
toplu ibadetlerini göstermiyor. Fakat, kral ve kraliçenin çeşitli bayram ve
kurban merasimleri esnasında yaptıkları ibadetlere büyük yer vermektedir.
İbadetlerin ilk şartı temizlikti. Tanrıların evine, yanı mabede girebilmek, dua
edebilmek, kurban sunabilmek için evvela temiz olmak lâzımdı. Tanrılarla
insanların ruhu ayrı olmadığı için, onlar da insanlar gibi her gün yemeğe,
içmeğe muhtaçtılar. Tanrıların yiyecek ve içeceklerine domuz ve köpek gibi
murdar hayvanların yaklaşması, dinen haram sayılırdı. Temizliğe riayet
edilmediği için, eski krallardan Hantili, tanrılar tarafından krallıktan
azledilmişti. Mezopotamya kavimler indeki zanlı kimselerin suçlu olup
olmadığını suya atmak suretiyle tespit usulü Hititlerce dinsel anlamda
kullanılıyordu. Yani, bir kimsenin günahkâr olup olmadığını anlamak için suya
atılır, batarsa suçlu ve günahkâr, batmazsa günahsız ve temiz sayılırdı.
Tanrılara muhtaç
oldukları yiyecek ve içecek sunulduktan sonra, hizmet karşılığı olarak uzun
ömür, sağlık ve refah, savaşta zafer vs. gibi insanî dileklerde bulunulurdu.
Mesela bir kraliçeye rüyasında görünen tanrı “Kalbinde yaşattığın kocana bir
asırlık ömür veriyorum”, diye müjde vermiş ve kraliçe de ona “Eğer kocam
yaşarsa sana yağ, bal ve meyve vereceğim”, diye vaatte bulunmuştu. Hititler
adak kurbanlarından başka, günahlarının affı için kefaret kurbanları da
sunarlardı. Kurban, her türlü gıda maddesinden olabilirdi. Kanlı kurbanların
ise sığır, keçi ve koyundan olduğunu yazılı metinlerden ve kabartmalardan
anlıyoruz. Suriye'de yaygın olarak gördüğümüz insan kurbanı âdeti, Hititler
arasında da vardı. Ancak, komşularında olduğu kadar yaygın değildi.
Hititler, tanrıların
iradelerini öğrenmek için çeşitli usullere baş vururlardı. Şimşek çakması,
yıldırım çarpması, kuşların uçması gibi tabii hadiseler tanrı iradesinin
tezahürü sayılırdı. Falda kullanılan deyimlerin Akadca oluşundan, falcılığın
Anadolu'ya Babil'den geldiği anlaşılmaktadır. Kahinler kuş falına bakarak kuşun
uçuş istikametine veya diğer hareketlerine göre yorumda bulunurlardı. Bazen
rahip, mabette istihareye yatmak suretiyle rüyalarını krala tefsir ederdi.
Hititler kötü ruhların
ve perilerin varlığına inanırlar, şerlerinden korkarlardı. Büyü yapmak ise,
yasaktı ve cezası ölümdü. Ancak, büyünün karşısında karşıt büyü yaparak, eski
büyüyü çözmeye izin verilirdi.
Hititler öncesi
devirlerde üç türlü ölü gömme tarzı vardı. Eski Hitit devleti zamanında
ölülerin yakılmadan gömüldükleri, Alişar ve Boğazköy buluntuları ile
anlaşılmıştır. Bu arada ölülerini küp mezarlara veya taş sandık mezarlara gömme
adetlerine de rastlanmıştır. Yeni Hitit devleti zamanında ise, aynı şekilde küp
mezarlara veya taş sandık mezarlara ölü gömme adetleri vardı. Ancak cesetler
yakıldıktan sonra küplere veya taş sandıklara konurdu. Kazılarda bulunan bu
mezarların hediye bakımından fakir oluşlarından, halka ait mezarlar olduğu
anlaşılmaktadır. Şimdiye kadar Yeni Devlet zamanından kalma kral mezarlarına
rastlanmamış olması, Hitit krallarının cesetlerinin de yakılmış olabileceği
kanaatini kuvvetlendirmektedir.
Yazıhkaya civarındaki
Bağlarbaşı ve Mankayası mevkiindeki kayalıklarda yapılan araştırmalar, hem
iskeletli mezarların bulunduğunu hem de bir ölü yakma detini gösteren küp
mezarlarının varlığını ortaya koymuştur. Arkeolojik deliller Eski Hitit devleti
zamanında ise, ölenlerin gömüldüğünü, Yeni Hitit devleti zamanında ise, kral
ailesinin ve Hitit büyüklerinin yakılmakla beraber, halka ait ölülerin
gömüldüğünü göstermektedir. Ölüleri yakma âdetleri ve mezarların hediye
bakımından fakirliği, bu milletin ölümden sonrası bir hayata, kendilerine has
bir şekilde inandıkları kanaatini kuvvetlendirmektedir. Mezopotamya dinlerinde
olduğu gibi zayıf bir öte dünya inancı olabileceği gibi, Hinduizme benzer özel
bir ruh ve tenasüh inancı da olabilir.
Hitit mimarisini en
güzel bir şekilde aksettiren binalar, Boğazköy'de ortaya çıkarılan mabetlerdir.
Bunlardan başka, Yazıhkaya açık hava mabedinde ve Alacahöyük'te yapılan
kazılardan anlaşıldığına göre, mabetler, belirli bir yöne ve belirli bir şekle
göre inşa edilmemiştir. Genellikle arazinin durumu ve ihtiyaca göre bir plan
tatbik edilmiştir. Hitit mabetlerinin hususiyeti, orta yerde müstakil bir
şekilde uzun bir salonun etrafında küçük bir oda vardır ki, burası en kutsal
bir yer sayılırdı. Mabetlerin pencereleri derin şekilde açılır ve damlan düz
olurdu.
Literatür.
1- Hartmut
Gese, Die Religionen Altsyriens, Altarabiens und der Mandâer, Stuttgart 1970, s.7-232.
2- Helmer
Ringgren, Religions of the Ancient Near East, London 1973, s.124-175.
3- Eduart
Meyer, Geschictte des Altertums, c. 1-2,1954, s. 399-414.
Bugünkü Arabistan
yarımadası İle doğuda Fırat nehri, kuzeyde Anadolu ve batıda Akdeniz'in
çevrelediği geniş bölgenin eski inançlarını tespit çok güçtür. Bu sebeple bu
geniş bölgeyi Kuzey Arabistan, Güney Arabistan ve Orta Arabistan olarak üç
kısımda ele alacağız.
Eski Kuzey Arabistan
dinlerinden gayemiz batıda Akdeniz, doğuda Fırat nehri, Güneyde Akabe Körfezi
ve Arabistan Çölleri, kuzeyde Toros dağlarının çevrelediği bölgedir.
Konumuzu aydınlatan
yazısız kaynaklar, arkeolojinin bize sunduğu mabetler, kült yerleri ve çeşitli
kült aletleri gibi, ifade güçleri sınırlı malzemelerdir. Ayrıca tanrı resim ve
heykelleri, mühürler ve üzerinde dini motiflerin yeraldığı süslü paralar da,
birer zengin kaynak teşkil ederler.
Yazılı kaynaklar ise,
Bronz Devri ortalarında görülmeye başlar.
Bunların en eskisi,
Mısır dilinde ve m.ö. 19. yüzyıl ortalarından kalmadır. Yine Akadca diplomatik
haberleşme mektupları, Asur kralları tarafından yazdırılan kitabeler, kuzey
komşuları Hıtitlerle yaptıkları anlaşmaları içeren Hititçe metinler ve
kuzeybatı Sami dili olan Ugaritçe metinler pek çok bilgiyi ihtiva ederler.
Bunlar ilahiler, dualar, efsaneler, yeminler, tanrı üsteleri, mabet idaresine
ait talimatnamelerdir. Demir devrinde Kenan ve Aram dillerindeki kitabelere
rastlanır. Özellikle bina takdisi ile ilgili yazılan, anlaşma ve mezar
kitabelerini, tanrı resimlerini ve duaları içerirler.
Fenike kitabelerine
ise, m.ö. 1000 yıllarından sonra rastlanır. Suriye dillerindeki bu metinler, m.ö.
1. yüzyıla kadar görülmeye devam ederler. Daha sonraları yerlerini Yunanca ve
Latince metinlere bırakırlar.
Bölgenin Tevrat ve
Kur'an'da adı geçen peygamberlerin ve kültürlerin yaşadığı yerler olması
dolayısıyla tarihi üzerinde durmakta yarar vardır. Suriye ve Filistin mağara
bulgularında insan hayatıyla ilgili Paleolitik ve Mezolitik devirlerden
kalıntılara, delillere çok miktarda rastlarız. Paleolitik devrin sonlarına
doğru, Neandertal akrabalarına, Homo Galilensis'e Kuzey Filistin ve Karmel
bölgesinde rastlanır. Bilhassa iyi korunmuş 9. bin yıldan kalma Mezolitikum'a
Natuf-Vadisi kültünde (Kudüs'ün kuzey batısı) şahit olunur. Natuf insanı, ince
uzun yüzlü, yaklaşık bir buçuk metre boyunda idi. Daha sonraları bu tipe
Mısır'da, Gezer ve Biblos'da Sami-Hami en eski halkın temsilcileri olarak sıkça
rastlanacaktır. Temelde toplayıcılıkla geçinen bu insanlar sonraları tarıma da
geçmişlerdir. Artık mağaraların dışında da kalıntılarına sıkça rastlanır.
Suriye-Filistin Bölgesi Neolitik belgelerine 8. bin yıllarından itibaren
rastlıyoruz. Taş evlerden ve çevre duvarlarından oluşan sabit yerleşim yerleri
zamanın özelliğini yansıtır. Hayvan avcılığı yanında hayvan yetiştiriciliği de
yapılır. Önce keçi, sonra koyun ve domuz, daha sonra da sığır çoğalır. Köysel
yerleşim yerlerinde yaşayan insanların ana geçim kaynağı ziraattır. Bu kültür
Ugarit'de, Amig Ovasında (bilhassa Teli el-Cude'de) dir. Biblos ve Eriha'da da
tespit edilmiştir. Keramik'in keşfi üzerine 6.binin ikinci yarısında toprak
kaplar yaygınlık kazanır ve Keramik Neolitik'i görülür. Yine bunlarla Kuzey
Suriye'nin Güney Anadolu ile ilişkisi tespit edilir.
Ürdün Geçiti'nde
Neolitikle aynı zamanda Megalit kültürde ortaya çıkar ve doğudan batıya
yaygınlaşır. Bazı dikili taşlar (menhir), mezar odaları (dolmen) Taş daireler
(Cromlechs) yerleşik ve ziraatla uğraşan halka ait olmalıdır. Çünkü böyle
kültürler Megalit çağa giriyor. Geri kalan Suriye-Filistin bölgesinde Neolitik
çiftçi kültürü yaygındır.
5. bin yıl
ortalarından itibaren artan yoğunlukta bakır kullanımı görülüyor. Yine de sert
ve keskin taşlar kullanılmaya devam ediyor. Bu taşbakır devri 4. bin yılın
sonlarına kadar devam ediyor. Başlangıcında halk değişiklikleri de olmalıdır.
Belirli bir fakirleşme de görülür. Biblos'da bir süre Taş-Bakır devri yerleşimi
kesilir. Sonra kuvvetli bir Mezopotamya keramik akımı başlar. Gelişmiş çiftçi
kültürlerinde rastlanan boyama görülür. El-Ubed eşyalarını ihtiva eden
tabakada, çömlekçi çarkının kullanımı tespit edilir. Fakat boyama geriler.
Ürdün nehrinin öte tarafında sulama kültürü, buğday, arpa, zeytin ve incir
ziraatı kendini gösterir. 4. Bin yıl ortalarında Mezopotamya Uruk kültürü
benzeri gelişmeler olur. Şehir ve sulama kültürü, küçük krallıklar zamanında
olmalı. Muhtemelen Taş-Bakır devrinden erken Bronz devrine geçişte Güney ve
Orta Suriye'de Sami kavimlerin rolü hesap edilebilir.
4. bin yıl sonunda
Bronz devri başlar. Bronz , bakır ve kalayın bir karışımıdır. Bakıra göre daha
çok sertlik gösterir. Bu devirde çok fazla kullanıma girmiştir. Arkeoloji ve
tarih ilimleri bunu daha alt sınıflara ayırırlar. Erken Bronz devri
Suriye-Filistin bölgesinde 3. bin yılı kapsar. Artık Lübnan'dan Mısır'a 1
.Sülale zamanında kereste ihracı başlar. Mısır'ın ana ithal limanı Biblos'tur.
Mısırlıların Biblos'ta ki varlıkları 2. ve 3. sülale zamanlarına kadar
vesikalara dayanır. Biblos şehir tanrıçası Hator ile özdeşleştirilmiştir. 4. Bin
yılda Mezopotamya'nın Suriye üzerinden Mısır'a tesiri de görülür. Akad
hanedanının kurucusu Sargon Akdeniz sahillerine ulaşır. Bu fetihler için o
tanrı Dagon'a teşekkür eder.
[69]
Erken Bronz devrinde
Orta ve Güney Suriye'de Batı Samilerin Kenan diyaleği teşekkül etmelidir. Yer
isimlerinin hemen hepsi Sami dilindedir. Örneğin Eriha, Batı Sami Ay tanrısına
göre isimlendirilmiştir ki, Samiler öncesi bir halkın delilidir. Fenike büyük
şehirleri Tirus, Sidon, Beyrut, Biblos (Gebal) vs. gibi Sami isimler taşırlar.
Orta Bronz devrinin
başında (m.ö.2100-1600) pek çok yerde yerleşim bölgelerinin yıkıldığı görülür.
Bu Kuzey Suriye (meselâ: Amik ovası) için de geçerlidir. Bu ancak yeni göç
dalgalarıyla açıklanabilir. Buna Mezopotamya'da Amurru halkı deniyor. Eski
Mezopotamya sülaleleri bu Amurru göçlerine bağlanabilir. 12. sülale zamanında
Mısır Kuzey Suriye'ye kadar tesirini genişletir. 18. yüzyılda Biblos kral
mezarları isminden yerli sülaleler biliniyor. Orta Bronz devrinde Mısır
zayıflıyor. m.ö. 17. ve 16. yüzyıllarda Hiksoslar bir süre Suriye, Filistin ve
Mısır'a hakim oluyorlar. Bu arada güney Kafkaslardan gelen Hurriler kuzey
Suriye'ye nüfuz etmeye başlıyor. Ardından Hititler geliyor. Orta ve Geç Bronz
devirlerinde (m.ö. 1600-1200) Suriye bir süre Mısır ve Hitit rekabeti arasında
kalıyor. III. Tutmosis m.ö. 1480'li yıllardan itibaren Suriye'ye seferler
düzenleyerek Mitanni tesirindeki ayaklanmaları bastırıyor. Halefi II. Amenofıs
de seferleriyle Mısır hakimiyetini pekiştirir. m.ö. 15. yüzyıl ortalarından
itibaren kuzey Suriye'de Hitit imparatorluğunun baskısı görülmeğe başlar.
Bilhassa III.-IV. Amenofıs zamanlarında Mısır, Suriye üzerindeki hakimiyetini
tamamen kaybeder. Konuyla ilgili bilgiler Ugarit arşivlerinde belgelenmektedir.
[70]
m.ö. y. 1200
yıllarında kuzeyde Demir devrinin başlamasıyla Suriye'de büyük değişiklikler
görülür. Denizden gelen göçler Anadolu'yu ve Suriye'yi etkiler. Filistin ve
Fenike şehirleri istila edilir. Kara tarafından da Arami göç dalgaları Kenan ve
Filistin arasındaki boş bölgelere yerleşir. Doğu Ürdün'e Ammonitler, güneyine
Moabitler ve Lût Gölünün güney batısına Edomitler yerleşir. Küçük küçük şehir
devletleri kurulur. Sonraları orta bölgedekiler Şam krallığının üyeleri
olurken, kuzeydekiler Hama Krallığına bağlanırlar. Ancak güçlü şehir devletleri
bağımsızlıklarını sürdürürler. İsrail Oğulları Filistlerin tesir alanına
girerler, bu durumlardan Hz. Davud zamanında tamamen kurtulacaklardır. Bu
devirler Akdeniz havzasında Fenike kolonileri kurulur. Kartaca'nın kuruluşu
rivayetlere göre m.ö. 814 olarak tarihlendirilir. Bu koloniler Tirus şehir
tanrısı Melkart'm bölgeleri sayılırdı. Kıbrıs, Anadolu'nun güney sahilleri,
Rodos, Girit, Mısır'da Memfis'de kurulan koloniler vasıtasıyla Mezopotamya ve
Suriye dinsel kültürleri Batıya ulaşır. Daha sonraları bölge ana hatlarıyla
Yunan ve Roma hakimiyetlerine girer.
[71]
Tarih öncesi devirlere
ışık tutan çeşitli kazılarda bol mücevherlerle gömülmüş toplu mezarlarla
beraber, embriyonal şekilde gömülmüş ferdi mezarlar da ortaya çıkmıştır.
Bunlar, ölüm sonrası ile ilgili tasavvurlara sahip olduklarını göstermektedir.
Yine, tarihi m.ö. 7000 yıllarına kadar uzanan kutsal bir bina Yeriho'da
bulunmuş ve içinde balçıktan yapılmış hayvan heykellerine, göğsünü kollarıyla
kapatan bir kadın heykeline rastlanmıştır ki, Bronz devrinde karşılaşılan
verimlilik tanrıçalarını hatırlatmaktadır. Bu türlü Cilalı Taş (Neolitik)
devrinden kalma idollere diğer yerlerde de rastlanır. İdollerden bazıları baba,
bazıları da anne ve çocuk tasvirleridir. Bunlardan o zamanlar verimlilikle
ilgili tanrı ailelerinin varlığına inanıldığı kanaati çıkarılabilir. Bulunan
hayvan heykelleri de, bu tanrıların kutsal hayvanları olabilirler.
m.ö. 3. Bin yılda
tanrıça Ba'lat'ı görüyoruz. m.ö. 1400 yıllarından kalma Ugarit metinlerinden
anlaşıldığına göre, panteonun başında tanrı El bulunmaktadır. Bu isim, aynı
zamanda tanrılar için kullanılan genel bir isimdir. Bütün Sami dillerde vardır.
Mezopotamya'da El isminde bir uluhiyetin varlığı m.ö. 26. yüzyıldan kalma
belgelerde vesikal aşın ıştır. Yani 3. bin yıl ortalarında Sargon öncesi
metinlerde şahit olunur. Mezopotamya'nın en eski Samüerinde de El en yüksek
tanrıdır. Ugarit metinlerde El açıkça tüm ilâhların üstünde ve ilâhlar
meclisinin başında görülür. İlâhlar meclisi toplantılarında elçiler El ile
konuşurlar. Diğer ilahlar ona gelir, önünde secde eder ve onu tazim ederler. El
Astar'ı çökerttiği ve Baal'i öldürdüğü gibi diğer ilâhlara dahi istediğini
yapabilir.
[72] Bir ilahı krallığa
getirebilir. Baal krallığını kurabilmek, içinde bir saray yapabilmek için onun
iznine muhtaçtır. Onu ölümden uyandırma iznini Anat'a o vermiştir. Yine Anat'a
Akhat'ı öldürme iznini de El vermiştir. Keret ve Daneî'i kendisi takdis etmiş,
Keret'in hastalığında şifa vermekte tüm ilahların aciz kalması üzerine, yalnız
El ona şifa vermiştir.
Ancak El diğer
tanrılarda görülen aktif mücadeleyi sevmez, pasif sükûneti tercih eder. Fakat
her şeyi taşıyan, idare eden odur. Tanrıların varlığı da ona bağlıdır. O,
değişen dünyanın ardındaki kutsal dünyadır. Hükümdarlık unvanı tanrılar
arasında yalnız El için kullanılır. Ezeli hükümdar olarak vasıflandırılır. O
hükümdarlığını Baal gibi sonradan kazanmış değildir. O ebedî hâkimdir. Bu
hakimiyeti, tanrılara da şâmildir. Yaratıcılığın ifadesi Boğa ile sembolize
edilir. El bütün insanların yaratılmışların hakimidir, yaratıcısıdır. Bunun
için ona insanlığın atası, yaratılmışların yaratıcısı da denir. Tanrılar
meclisindeki tüm ilahların atası sayılır.
Tanrı El'in karısı
Ugarit metinlere göre Asirat'tır. Bu tanrıça Hitit rivayetlerinde Elkunirşas'ın
karısı Aşertu'dur. Mezopotamya'da Amurru'un karısı olarak geçer. Genellikle
bütün tanrıların annesi olarak tazim edilir. Diğer tanrılardan Asirat'm
oğulları olarak bahsedilir. El'in karısı olarak Elat (ellat) ismiyle de anılır.
Verimlilik tanrıçası olarak da tazim görür. Sidon ve Tirus'da meşhur kült
yerleri vardır.
Dagon, tanrı El
başkanlığındaki Tanrılar Meclisi üyelerindendir. İlk olarak Amirit'ler
öncesi devirlerden kalma
eski Akad metinlerinde görülür.
Akad hükümdarlarından Sargon ve Naramsin Kuzey Suriye'yi fethedebildikleri
için, tanrı Dagon'a şükrederler. Dagon'a tazim Hamurabi devrinde zirveye
ulaşmıştı. Sümer panteonunun büyük tanrılarından Enlil ile aynı sayılmıştı.
Eski Ahid'e göre, Filistin bölgesinde de baş tann olmuştu. Efsanede Dagon,
tahıl ve pulluğun bulucusu sayılıyordu. Topraktaki yaratıcı gücü temsil
ediyordu.
Baal, Sami dillerde
Rab, mülk sahibi, efendi manalarına gelir. İkinci bin yıl ortalarından kalma
bir Hitit anlaşma metnin de “Lübnan ve Suriye Dağları” hakimleri olarak
kullanılır. Hava tanrısı olarak şöhret bulmuştu. Önceleri Baal Hadad olarak
kullanılırken, sonradan “Hadad” İsmi kullanılmaz olmuştur. Hava tanrısı Hadad
Mezopotamya'da Adad, Addu, Haddu ve Dada gibi isimlerle bilinir. Baal kültü
bütün Suriye bölgesinde yaygın olduğu gibi, 2. Amenofıs (m.ö. 15. yy. hn
2.yarısı) zamanında Mısır'da Memfıs bölgesinde denizcilerin koruyucu patronu
olarak da tazim görmüştü. Kur'an'da İlyas Peygamber kavmini “En güzel yaratanı bırahpta Baal adlı puta
mı tapıyorsunuz!” diye uyarmıştı.
[73]
Ugarit metinlerin büyük bir kısmını tanrı Baal ile ilgili çeşitli efsane
metinleri teşkil eder. Kültü çok yaygındı. Baal Harran ay tanrısı Sin'in bir
tezahür şeklidir. Yani sıfat olarak kullanılır. Bunun yanında belirli bir
tanrının adı olarak da sıkça kullanılır. m.ö. 19 yüzyılda Dagon'a atfedilen
Özellikler ona atfedilmişti. Kuzey Suriye ve Kuzey Mezopotamya'da kültü çok
yaygındı. Fenike papirüslerinde de ismi sıkça zikredilir. Temmuz-İştar efsanesi
ona da teşmil edilmişti. Boğa ile de temsil edilir oldu. Yüce tanrı El'e karşı
gelmesi üzerine yakalanıp, El huzuruna çıkarılır, ancak kız kardeşleri Anat ve
Astarte 'nin şefaatıyla kurtulur.
[74]
Ugarit metinlerde
ayrıca İştar ile aynı sayılan Astarte isimli tanrıçadan başka, Baal kızları
olarak Pidray , Talay, ve Arsay İsimli tanrıçalara da rastlanır. Güneş Şamaş
olarak büyük tanrıçalar arasında sayılır. Gök ve yer isimlerine tanrılar olarak
da rastlanır. Yıldızlar, güneşin efendisi sayılır. Astarte Akşam Yıldızı olarak
kabul edilir. Kültü bir zamanlar Ur'a ve Harran'a yayılan Ay tanrısı da
Yarih'tir.
M.ö. 2. bin yıllarda
kült işlemlerinin yüksek yerlerde yapıldığı gibi, yerleşme merkezlerinde de
bunun için mabetler inşa edildiğine şahit oluyoruz. Yüksek kült yerleri, kurban
sunmak için yapılmış bir çeşit mihraplardı. Mabetler ise, kurban yakma mihrabı
ile onu çevreleyen avludan ibaretti. İçerde tanrıların ikamet yeri olarak
putların yer aldığı bir oda bulunurdu. Sonraları bu oda, üç bölmeli bir salon
şeklini almıştı. Ön salon, ana salon ve en geride de, en kutsal salon
bulunuyordu. Mabedin etrafı yüksek bir duvarla çevrilirdi. Orta salonda kurban
olarak sığır, keçi, güvercin ve diğer hayvanlar kesilirdi. Yine hububat
kurbanları da burada takdim edilirdi. Bilhassa, adak kurbanları büyük önem
taşırdı. Eski Ahid'ten
[75]
anlaşıldığına göre insan kurbanlarının varlığı da görülmektedir. Moab'lar
felaket zamanlarında ilk doğan çocuklarını kurban ederlerdi.
[76]
Adrammelek ve Anammelek putları için Aramiler ve Samarya'ya yerleşen Asurlular
da çocuk kurbanında bulunurlardı, felaket zamanlarında en çok sevdikleri
çocuklarını gizlice kurban etmekten çekinmezlerdi.
[77]
Kült işlerinde, yani
ibadet ve ayinlerde hükümdar büyük rol oynardı. Merasimlerin pek çoğu, saray
çevresinde yapılırdı. Kralın yanında baş rahip bulunur ve gerektiğinde ona
vekalet ederdi. Rahipler beyaz keten bir elbise giyerler ve kazınmış başlarına
bir örtü bağlarlardı. Hizmet sürelerinde, her türlü cinsel hayattan uzak
dururlardı. Ayrıca kahinlik hizmetlerini de yürütürlerdi. Kült işlerinde mabet
şarkıcıları da hizmet ederler, saygı görürlerdi.
Fenikeliler her sene
ölen ve dirilen bitki tanrısı için ayin düzenlerlerdi. Biblos'daki Baalat
(Afrodit) mabedinde Adonis merasimleri yapılırdı. Adonis şenliklerine kutsal fahişelikte
bağlanırdı. Mısır tesiriyle bu Öziris şenliği olarak tefsir edilirdi. Bugün
ismine Nehr İbrahim denen, Adonis nehri kaynağında bir Afrodit mabedi vardı.
Burası Adonis'in ölüm yeri sayılırdı. Adonis'i domuz suretine giren Ares
yaralayarak öldürmüştü. Mabette kutsal bir havuz bulunur ve bu havuza kurbanlar
atılırdı. Nehrin her yıl belirli mevsimlerde kırmızıya dönüşmesi, Adonis'in
ölümcül yaralanmasının ilanı sayılırdı. Daha sonraki devirlerde bu kült,
Roma'ya kadar yayılmıştır.
Kitab-i Mukaddes ve
Kur'an'daki vahdaniyet tarihinin pek çok kahramanı bu bölgede yaşamıştır.
Yukarda değindiğimiz arkeolojik tarihi belgeleri geride bırakan çok
tanrıcılığa, putperestliğe karşı Allah'ın birliğini savunan peygamberlerin çoğu bu bölgede
yaşamış, çevrelerine hidayet ve medeniyet yolunu göstermeğe çalışmışlardır. Bu
mücadeleyi dikkate almadan evrensel dinleri ve gelişmeleri anlamak mümkün
değildir.
Hz. İdris hakkındaki
haberler çok sınırlıdır. Kur'an'da ve Tevrat'da onun “Yüce bir makama”
yükseltildiğinden haber verilir.
[78]
Tevrat'taki ismi “Henoh veya Enoh”dur. Yaşadığı yer ve zamanla ilgili elimizde
hiç bir bilgi yoktur. Ancak Hz. Nuh'un dedesi olduğu hakkındaki Tevrat rivayeti
dikkate alınırsa, Hz. Nuh ile aynı bölgede, yani Filistin'de yaşamış olabileceği söylenebilir. Talmud'ta züht ve
takvası ile ilgili rivayetler vardır.
[79]
Kavmine hikmetli
sözlerle konuştuğu ve yaşadığı bölgeye barışı ve adaleti getirdiği anlatılır.
[80] m.ö.
4.bin yıl ortalarında veya ikinci yarısında yaşamış olmalıdır.
Tevrat ve Kur'an'da
büyük peygamberler arasında anılan Hz.Nuh hakkındaki bilgiler çok sınırlıdır.
Anne ve babasının isimlerine Kur'an'da rastlanmaz. Yahudiliğin 2. Derecedeki
kutsal kitabı Talmud'a göre babası Lemeh, annesi Hz. İdris'in oğlu Elişhu'nun
kızı Aşmua'dır.
[81]
Kur'an ve Tevrat'a
göre Hz. Nuh, kavmine Allah'ın varlığı ve birliğiyle ilgili ilahi emirleri
tebliğ etmiştir. Çok tanrıya inanan kavmi ve ileri gelenleri onu delilikle
itham ve öldürmekle tehdit etmiştir. Ancak tehdidin bir hükümdar veya benzeri
bir idari otorite tarafından yapıldığına dair işaret olmaması, yaşadığı bölgede
henüz bir devlet ve hükümdar otoritesi olmadığını ortaya koymaktadır. Yani
Mezopotamya ve Mısır dışında bir bölgede yaşadığını da dolaylı olarak
anlıyoruz.
Kutsal kitaplarda Hz.
Nuh'un dünyanın hangi bölgesinde yaşadığı ve Tufan olayının nerede geçtiğine
dair açık bîr habere rastlanmaz. Tevrat ve Talmud haberlerinde Hz. İbrahim'in
Tufan sonrası Hz. Nuh'un çiftliğinde Mezopotamya'nın Ur şehrinde doğduğu, Hz.
Nuh'un yanında büyüdüğü ve torunu olduğu rivayet edilir.
[82]
Tevrat Ehli bu haberlere dayanarak Tufan olayını Mezopotamya'da aramış; Hz. Nuh'un
Tufan öncesinde de aynı bölgede yaşamış olabileceği ihtimalini düşünmüştür.
Ayrıca Gılgamış Destanının da burada doğuşu ve Ur'da yapılan arkeolojik
kazılarda rastlanan bir su baskını izi, Tufan kalıntısı ve işareti sayılmak
istenmiştir.
[83] Ancak Mezopotamya'nın
kuzey taraflarında aynı ize rastlanmaması, araştırıcıların ısrarlarını biraz
zayıflatmışsa da kanaatlerini değiştirmemiştir. Geleneksel Kur'an müfessirleri
de genelde Tevrat Ehlinin kanaatlerine olumlu bakmıştır. Spekülasyona açık konu
hakkında yapılan günümüz yayınlarında da benzeri görüşler tekrar edilmektedir.
Kanaatimizce,
Kur'an'ın politeist Nuh kavminin putlarından bahsederken Vedd, Suva, Yagus,
Yeuk ve Nasr gibi put isimlerini sayması
[84] ve
bu isimli putların Orta ve Güney Arabistan'a kadar uzanan geniş bir bölgeye
yayılmış olması, Hz. Nuh'un Arabistan yarım adasında yaşamış olabileceğini
hatıra getirirse de, bu isimlerin güneş, ay ve yıldızlan sembolize eden
Mezopotamya ilahlarının mahalli isimleri olduğunun keşfi,
[85] bu
ihtimaliyeti ortadan kaldırmıştır.
Kur'an'daki en
kuvvetli mekân işareti, yok olan Nuh kavminin topraklarına
[86] AD
kavminin mirasçı
[87]
olduğu ve AD'ın merkezinin de “İrem”
[88]
şehri olduğu haberidir. İrem'den Tevrat'da da söz edilir.
[89]
Dolayısıyla İrem'in Hz. Nuh'un ve kavminin de yaşadığı yer olduğu
anlaşılmaktadır. Orta Çağ alimleri sözlü rivayetlere dayanarak İrem'in yerini
Yemen'de Umman Denizi sahilinde, tarihî şehir kalıntılarında aramışlardır.
Günümüzde gelişen Tevrat Arkeolojisi araştırmaları ise, bu yerleşim yerinin
Batı Şeria'da Lût gölünün güneybatısındaki “Edom”un merkezi olduğu
kanaatindedir . Karısı Naamah ve oğullarından biri Nuh'a inanıp gemiye
binmedikleri için Tufanda Ölmüşlerdi. Nuh kendisine inanan oğullan, gelinleri
ve diğer müminlerle Tufan sonrası bölgeyi terk ederek Mezopotamya'nın Ur
kentine yerleşmiş olmalıdır. Çünkü torunu İbrahim orada doğmuş ve kendisi de
Tevrat haberlerine göre Ur yakınlarında ölmüştür.
Hz. Nuh'un yaşadığı
devirle ilgili açık bir belge yoktur. Tevrat haberlerine göre, Hz. Nuh'un
torunu Azer'in oğlu İbrahim Tufan'dan 292 yıl sonra doğmuş ve büyük dedesi
Nuh'un (a.s.) yanında büyümüştür.
[90]
İbrahim 15 yaşında iken de vefat etmiştir. Bu haberden hareketle Tufan'la ilgili
bir tarih tesbiti yoluna gidilmiş ve Süryanî
rahip Aziz Günel Nuh'un gemisinin m.ö. 2347 yılında Kardo (Cûdî) dağına
oturduğunu hesap etmiştir.
[91]
Batılı ilâhiyatçılar da Tevrat'a dayanarak Tufan olayının m.ö. 22. veya 21.
yüzyıllar da olabileceğini düşünmüşlerdir.
[92]
Ancak Kur'an'ın gemi
yapılırken “Tahta ve çivi” kullanıldığını ifade etmesinden
[93] Nuh'un
maden devrinde, muhtemelen Erken Bronz Çağında yaşadığı anlaşılmaktadır.
Kanaatimizce bu tarih y. m.ö. 2650 civarları olmalıdır.[94]
Kur'an'ın haber verdiği İrem bölgesinin bu yıllarda birdenbire İnsandan yoksun
kalması, önceki halkının ufak yapılı sonra gelenlerin uzun boylu, iri vücutlu
oluşları bu ihtimaliyeti artırmaktadır.
Geminin oturduğu yere
işaret eden “Cûdî” kelimesi de özel isim değil, sıfat isim olarak kabul
edilirse, “Bereketli, münbit yer” anlamına gelir ki,[95]
Nuh'un
“Ya Rabbi beni bereketli bir yere indir”
[96] duasıyla
örtüşür, duanın kabulüne işaret eder.
Yine Kur'an
ayetlerinden tufanın mahalli ve Nuh kavmiyle sınırlı olduğu berrak bir şekilde
anlaşılır ki, konuyla ilgili son zamanlarda yapılan yayınlardan, ilgili
ayetlerin farkedildiği müşahede edilmektedir.
Yine Tevrat
haberlerine göre ilk defa kendisine şeriat verilen peygamber Hz. Nuh'dur. Buna
göre yakın akraba evliliği, leş ve kan yenmesi, kan dökülmesi yasak edilmiştir.
Tüm bitki ve hayvanların yenmesi helal kılınmıştır.[97]
Nuh kavminin yok olmasından
sonra boşalan bölgeye “Ad” kavminin yerleştiğine Araf: 7/69 ayeti işaret
ediyor. Yine Ad kavminin merkezi şehrinin de yüksek sütunlarla süslü irem
olduğunu söylüyor.
[98]
Müfessirler Ad kavminin diğer lakabı olan “Ahkâf (kum tepeleri) kelimesinden
hareketle, İrem'i kum tepeleri çokça bulunan çeşitli bölgelerde, özellikle
Yemen'de aramışlardır.
[99]
Muhtemelen îbranilerin atası olarak bilinen Eber'le aynı kişi olabileceği on
üzerinde durmuşlardır.
[100]
Günümüz Arkeoloji ise İrem'i eski Edon bölgesinde, Lût gölünün güney-batısmda
bulmuştur. Kanaatimizce bu tespit Hûd: 11/89 daki Hz. Şuayb'm sözlerine de
uygundur. Anılan kum tepelerini bölgede çok miktarda bulmak da mümkündür.
Hûd kavmi de Nuh kavmi
gibi putlara tapıyordu. Politeistti. Allah'ın birliğiyle ilgili tebliğleri
kabul etmiyordu. Toplumda adalet değil, zorbalık hakimdi. Putlarına işaret
olarak yol kavşaklarına ve yüksekçe yerlere (Hermes sütunları veya Phallus
denen) ağaç veya taş sütunları dikiyordu. Kur'an bunu Şuara suresi 128,129 da
Hz. Hud'un “Siz her yol üzerine bir
işaret yapıp boş şeylerlemi uğraşıyorsunuz? Sanki ebedi kılınmak umuduyla, bir
takım anıtlar da mı ediniyorsunuz?” sözleriyle tenkit ettiğini haber verir.
Bunun üzerine Allah Hz. Hud ve kendisine inanan çok az kimse dışındaki tüm Ad
kavmini bir kış mevsiminde, bir hafta süren soğuk ve şiddetli fırtına ile
cezalandırmıştı.[101]
İrem'in bulunduğu Beerşebe bölgesinde yapılan arkeolojik araştırmalara göre bu
boylu boslu, iri vücutlu insanlar yaklaşık m.ö. 2600 yıllarında gelmiş
olmalılar. Kuzeyden geldikleri tahmin edilmektedir.[102]
Kur'an'ın;
“Size yaratılışta onlardan ziyade boy bos (ve kuvvet)
verdi.”
[103]
ayetini açıklamış ve belgelendirmiş oluyor. Arkeoloji yine bu insanların kısa
bir süre sonra yaklaşık m.ö. 2200 sona erdiklerini ve arkalarından yeni göç
dalgalarının bölgeye geldiğini söylüyor ki[104],
dolayısıyla bu bilgiler Hud kavminin felâket çağına da işaret olabilir.
Kendilerine “Ashab-ı
Hıcr” da
[105] denen Samud kavmine
[106]
Salih (a.s.) peygamber olarak gönderilmişti. Tevrat'da bahsi geçen Nuh'un
torunlarından Arpahsad oğlu “Saleh” ite aynı kişi olabilir.
[107] Akad
dilinde “İbadet eden, dua eden” anlamına gelir. Samud kavminin oturduğu bölge
bazı ayetlerde;
“Bağlar ve pınarlar içinde, ekinlerin ve meyvesi
yumuşak, hoş hurma ağaçlarının içinde, bir de dağlardan ustalıkla evler
yontulmuş..”
[108] hoş
bir yer olarak tasvir edilirken, diğer taraftan bir devesinin içtiği suyu dahi
tartışma konusu yapacak kadar kurak, su kıtlığı çekilen bir bölge olarak tasvir
ediliyor. Anılan kuyu suyunun bir gün deveye, diğer gün komşuların hayvanlarına
tahsis edilmesi, nöbetleşe su içmeleri,
[109]
bedevilerin devenin içtiği suyu çok bularak deveyi kesmeleri
[110] Hz.
Salih'in bölgenin kısmen çöl veya çöl ile iç içe bir bölgesinde yaşadığı
hissini veriyor. Ayet küçük bir vaha ve çevresini hatırlatıyor. Kavmin yaşadığı
alan geniş bir bölgeye yayılmış olmalı ki, bazı kısımlarının bağlık ve bahçelik
olduğu da anlatılıyor.
Ancak bölgenin neresi
olabileceği konusunda daha önce çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Hz.
Salih'in Filistin'de Petra bölgesinde yaşamış olabileceği kanaatında olanlar
olduğu gibi, güneyde Yemen bölgesinde yaşamış olabileceğini düşünenler vardır.
Geleneksel rivayetlere dayanan genel kanaat Suudi Arabistan'ın kuzey-batısında
Madain Salih kasabasında yaşamış olabileceği doğrultusundadır. Tayma şehrinin
110 km. güneybatısına düşer. Sakinleri bedevilerdir, su ihtiyaçlarını
kuyulardan karşılarlar.
[111] Her
ne kadar bölge eski bir yerleşim yeri ve m.ö. 5. yy-darı kalma belgelere
rastlanmışsa da henüz Samud kavmine işaret olabilecek bir belgeye rastlanmamış
veya henüz arkeoloji 3. bin yıla kadar inememiştir.
Mevcut bilgilere göre,
bölgede Ay, Güneş ve Venüs yıldızı üçlüsüne ve Arabistan'ın diğer bölgelerinde
de tapılan putlara tapınılıyordu.
[112] Mü'min:
40/30-31 ayetlerinde bölgede yaşamış milletlerden Nuh, Ad ve Samud kavimlerinin
ardarda zikredilmeleri, Hz. Şuayb'm kavmini önceki bölge halklarının başlarına
gelenlerle uyarması,[113]
özellikle ayette Ad kavminden sonra onların bölgeye hükümdarlar yapıldığı
haberi?
[114] Ad kavmi topraklarına
Salih kavminin mirasçı olduğu kanaatini güçlendirmektedir. Şuarâ: 26/147-149 da
bölge tasvir edilirken “Bahçelerde, çeşme başlarında?, Ekinler ve yumuşak
tomurcuklu güzel hurmalıklar arasında?, Dağlardan ustalıkla evler yontuyorsunuz”
ifadeleriyle anlatılması, toplumun ana yerleşim yerinin yeşillik ve verimli bir
yer olduğu kanaatini de veriyor. Bu tasvirler Madain Salih bölgesi tasvirlerine
pek benzemiyor. Burası yani Hicr Lût gölünün güney ve güneybatısındaki İrem
merkezli bölgeleri olabilir. Nitekim Kur'an'da Salih kavmi için anlatılanlar,
Ad'tan sonra onları hükümdarlar yapması, ovalarında köşkler, dağlarında evler
yapmaları[115], verimli ve havadar
topraklara, en azından Ad kavmi topraklarına veya yakınlarına sahip olmuş olabileceklerini
gösteriyor. Ayrıca A'raf suresinde Nuh, Hud, Salih ve Lût peygamberlerin ve
kavimlerin ardında zikdilmesi aynı bölgeye gönderilen peygamberler oldukfarı
ihtimalini de kuvvetlendiriyor.
[116]
Hz. Salih'le birlikte
Kur'an'ın dişi devesine de yer vermesinin sebebi, kanaatımızca o zamanlara
kadar vahşi hayat süren devenin ehlileştirilmesinde Hz. Salih'in öncülük rolü
üstlenmesi olabilir. Çünkü günümüz arkeolojisine göre devenin ehlileştirilmesi m.ö.
12. yy.dan sonradır.
[117]
Kervanlarda kullanılması ise, m.ö. VIII. yy .dan sonradır.[118] Bu
bilgiler Hz. Salih'e niçin karşı çıktıklarını ve bir kayaya sıkışmış olarak
bulduğu dişi deve yavrusunu özenle koruma ve ehlileştirme gayretlerini
yadırgamalarını anlamamıza yardımcı oluyor.
Hz. Salih'in kavmi,
bölgenin diğer halkları gibi putlara tapıyorlardı. Politeist idi. Hz. Salih'in
vahdaniyet çağrısını kabul etmediler.
[119]
Kendisine çok az kişi inandı. İnanmayanlar onu bir gece baskını ile öldürmek
istedi ve ölümle tehdit etti.
[120]
Önce devesini kestiler. Bunun üzerine Allah'ın gazabına uğrayan bu kavim
korkunç bir deprem,
[121]
gürültü
[122] “Ve yıldırımlarla”
[123] yok
oldu.
Hz. Salih m.ö. 3. bin
yılın ikinci yarısında Hz. Hud'tan sonra ve Hz. İbrahim'den önce Filistin
bölgesinde yaşamış olmalıdır. Ancak kesin bir tarih ve yer göstermek eldeki
bilgiler ışığında mümkün değildir.
Hz. İbrahim Harran
üzerinden Filistin topraklarına doğru beraberinde hanımı, kardeşi oğlu Lût ve
sürülerine bakan hizmetlilerle birlikte ilerler. Yol üzerinde konakladıkları her
yerde mescitler yapar. Önce batı Filistin'e yerleşir, daha sonra Sina'da Mısır
hakimiyetinde ki topraklara giderse de Mısır uç beylerinin davranışlarından
hoşlanmaz geri döner. Tevrat'a göre Lut gölünün batısına yerleşir. Ancak kuzeni
Lût'un çobanlarıyla kendi çobanlarının otlak yüzünden kavga etmeleri üzerine
onun Sodom'a gitmesine izin verir. 86 yaşlarında iken karısının cariyesi
Hacer'den oğlu İsmail, 100 yaşlarında da Sara'dan İshak doğar. Sara ve Hacer
arasındaki anlaşmazlık üzerine oğlu İsmail ve Hacer'i Mekke'ye götürdüğü
rivayet edilirse de, kanaatımca bu misyon gayesiyle, vahdaniyeti yaymaya
yöneliktir. Bu sırada İshak henüz 4, İsmail 18 yaşlarındadır. Hz. İbrahim
delikanlı oğlunu ve annesini alarak Mekke bölgesine gelir ve oğlu İsmail ile
birlikte Kabe'yi inşa eder ve bu bölgenin emniyetli bir yer olması için Allah'a
dua eder.
[124] Kur'an'ın bu haberleri,
Tevrat'ın verdiği bilgiler ışığında İsmail'in 18-20 yaşlarında ve babasına
yardım edecek yaşta olduğunu onaylıyor. İsmail'in bebekliği ve Hacer'le ilgili
anlatılan abartılı efsanevi olaylar, Filistin bölgesinde Hz. İbrahim'in yakın
ç6vresınde henüz Mekke'ye göçmeden önce olmalıdır.
Sara'nın 127
yaşlarında Hebron yakınlarında ölümü üzerine (T kvin XXIII, l)Hz. İbrahim
Keture isimli bir hanımla daha evlenir ve ondan altı çocuğu olur.
[125]
Büyüyüp olgunluk yaşlarına gelince, vahdaniyeti yaymaları için İsmail'de olduğu
gibi, onları da çevre bölgelere gönderir.
[126]
Yanında sadece İshak kalır.
175 yaşlarında öldüğü
zaman, karısı Sara'nın yanına, Makpela mağarasına gömülür.
[127]
Kur'an'da “İbrahim
Dini'den” söz edilir. İbrahim'in Yahudi veya Hıristiyan olmadığı vurgulanır.
[128]
Kur'an ve Tevrat ışığında Hz. İbrahime baktığımızda:
1- Allah'tan
başka tanrı kabul etmez, Güneş, Ay, Yıldızlar vs. gibi varlıkların uluhiyetini,
çocuk isnadını ve putlarla temsillerini reddeder.
[129]
2- Kur'an'a
göre ahirete ve haşre inanır.
[130]
Tevratta ahiret inancı ile ilgili açık bir ifadeye rastlanmaz, ancak Sara'nın
ve kendisinin merasimle gömülmeleri ve ilahi adalet düşüncesi Ahiret inancının
olduğunun işareti sayılabilir.
3-
Peygamberliğe inandığı gibi, kendisinin de bir peygamber olduğu şuurunda idi.
Kur'an ve Tevrat bu konuda hem fikirdir.
[131]
4-
Meleklerin varlığına ve bunlardan bazılarının Allah'ın mesajını peygamberine
getirdiğinin şuurunda olduğuna Kur'an ve TeVrat şehadet eder.
[132]
Hz. İbrahim'in
ibadetleri hakkında Kur'an ve Tevrat işaretlerine bakacak olursak şunları
tespit edebilirz:
1- O mabet
yapmayı seven bir kişidir. Kur'an'da
“Kaabe'yi yaptığı ve insanları hacca davet ettiği”
[133]
Tevrat'ta kurban sunakları (mezbahlar) yaptığı
[134] ve
kurban sunduğu
[135]
anlatılır.
2- Namaz
kılar
[136] Tevrat bunu secde ettiği
şeklinde
[137] ifade eder.
3-
Yoksulları doyurur, insanlara iyilik eder.
[138]
Tevrat ise bunu insanlara Allah'ın yolunu tutmalarını, adaletle ve barışla
hareket etmelerini tavsiye ettiği şeklinde beyan eder.
[139]
4- Allah'la
yaptığı ahit gereği sünnet olmayı kendi ailesine ve İnananlara emreder.
[140]
5- Şeriat
olarak Nuh kanunlarına tâbidir. Zamanında yaşanan olaylardan Lûtîliğin,
[141] kan
yemenin,
[142] katlin,
[143]
ana-baba bir kardeşlerin evlenmelerinin yasaklığı
[144]
anlaşılıyor. Henüz mirasla ilgili bir hüküm de yoktur. Çünkü kendi servetinin
tamamını Sara'dan doğan oğlu İshak'a bırakırken, ikinci hanımı Ketura'dan ve
kölelerinden doğan çocuklarına hediyeler vermekle yetiniyor.
[145]
Hz. İbrahim'in kardeşi
Haran'm oğludur. Onunla birlikte Filistin'e göç etmiştir. Bir müddet Hz.
İbrahim'le birlikte yaşamış, ancak sürülerinin otlağı konusunda Hz. İbrahim'in
çobanlarıyla kendi çobanlan arasında anlaşmazlıklarının ortaya çıkması üzerine
ayrılarak Lüt Gölünün güney batısına Sodom'a yerleşir.
[146]
Hatta bir ara komşu şehir devletleriyle yapılan savaşta esir düşer ve Hz.
İbrahim tarafından kurtarılır.
[147]
Hz. Lût da
çevresindeki politeist insanları Allah'ın birliğine inanmaya, haram fiillerden
uzak durmaya davet eder. Ancak alay edilir ve ölümle tehdit edilir.
[148]
Bunun üzerine Allah'ın gazabına uğrayan şehre korkunç sesle, gökten kükürtlü
ateş yağarak tüm şehir ve yaşayanlar ölürken, Lût ve iki kızından başka geride
kimse kalmaz.
[149]
Kur'an Hz. Lût'un inanmayan karısının da felâkete uğrayanlar arasında olduğunu,
yalnız kendsine inananların kurtulduğunu söyler.
[150]
Kur'an'ın âlim ve
sadıklardan olacağını müjdelediği ve bereketler verdiğini ifade ettiği
[151]
İshak (a.s.) Hz İbrahim'in Sara'dan doğan oğludur. Bu sırada Sara 90, İbrahim
100, İsmail henüz 14 yaşlarında idi.[152]
Doğumunun 8. günü babası kendisini sünnet etmişti. Bu sırada İbrahim (a.s.)
Hebron yakınlarında oturuyordu. Tevrat'a göre kurban edilmek istenen oğul da
İshak'tır.
[153] Sâffat suresi
[154] de
kurban edilmek istenen oğulun müjdelenen oğul olduğuna işaret eder. Bununla
birlikte İslâm âlimlerinin çoğu kurban edilenin Hacer'den doğan ilk oğul İsmail
(a.s.) olduğunu savunurlar.
[155] İshak
(a.s.) Suriye'de Fırat nehri kenarında yaşayan amcası Nahor'un torunu Rebekka
ile evlenir.
[156] Bu sırada 40 yaşında
olan Hz. İshak'ın (a.s.) 60 yaşlarına geldiğinde İkiz çocukları olur ve önce
doğana Esav, sonra doğana Yakub ismini koyar.
[157]
İlerleyen zaman içinde
ülkede kıtlık baş göstermesi üzerine bir süre babasının da yerleştiği
Filistîler bölgesinde Gerar'a göçer. Orada hem ziraat, hem hayvancılıkla
uğraşır, zenginleşir. Ancak çobanlarıyla bölge halkı arasında su meselesinden
anlaşmazlık çıkınca, ayrıldığı Beerseba'ya geri döner. Orada bir mabet yapar,
inancını çevresine tebliğe çalışır. Çevre beyleriyle anlaşmalar yaparak barış
İçinde yaşamaya çalışır. Oğullarından Yakub'uh kardeşi Esav ile anlaşmazlığı
sebebiyle Yakub dayısının yanma kaçar ve orada evlenir. Bir süre sonra Yakub
çocuklarıyla Hebron'a baba ocağına geri döner. Oğulları ve torunlarıyla
birlikte hayatını sürdüren Hz. İshak 180
yaşlarında vefat eder. Oğulları tarafından toprağa verilir.
[158]
Hz. İshak'ın ikiz
oğlundan ikincisidir. m.ö. 2. bin yılın ortalarına yakın bronz çağında yaşamış
olmalıdır. Tefekkürü ve hikmeti seven bir mizaca sahiptir. Tevrat onu
kurnazlıkla vasıflandırır. Kurnazlığıyla kardeşi Esav'm ilk doğum hakkını satın
almış ve babasına varis olarak kendini takdis ettirmiştir.
[159]
Kardeşi kırlarda dolaşıp avlanmaktan hoşlanırken, o dedesi İbrahim'in (a.s.)
yanında evde kalmayı, onu dinlemeyi ve eğitimi tercih ediyordu. Hz.îbrahim'in
vefatında henüz 15 yaşlarında idi. Kardeşiyle olan anlaşmazlıklarında da ona
hediyeler vererek, güzel sözler söyleyerek gönlünü almasını, olayları lehine
çevirmesini bilmişti.
[160]
Ailesinin tavsiyesi üzerine Harran'daki dayısı Laban'ın yanma giderek onun
kızları Lea ve Rahel ile evlenmişti. Bir süre orada kaldıktan sonra hanımlarını
ve çocuklarını alarak Hebron'a babası yanına geri dönmüştü. Yolculuğu esnasında
dedesi gibi o da konak yerlerinde mescitler yapmış, ailesini ve çevresini
politeizmden korumaya çalışmıştı. Beytlehem yakınlarına geldiklerinde karısı
Rahel'i Bünyamin'in doğumunda kaybetmişti.
[161]
Hz. Yakub'un lâkabı
İsrail idi. 12 oğlu olmuş ve bunlar daha sonra İsrail Oğullarının 12 boyunun
soy ataları olmuşlardır.
Nihayet Yakub babası
İshak'ın yanına Hebron'a ulaşır ve birlikte yaşamaya başlarlar. Babası vefat
ettiği zaman kardeşi ile birlikte yanında bulunuyordu ve babalarını birlikte
Makpela mağarasında toprağa verdiler. Büyük kıtlık oluncaya kadar Hebron'da
kaldı. Daha sonra oğlu Yusuf un daveti üzerine Mısır'a göçtü, ömrünün son 17
senesini Mısır'da geçirdi ve 147 yaşında öldü.
[162]
Vasiyeti üzerine mumyalanarak Filistin'e götürüldü ve atalarının yanına Makpela
mağarasına gömüldü.
[163]
Efsanevî bir kişiliği
olan Hz. Eyyub'un kimliği hakkında fazla bilgi yoktur. Eski Ahid'deki manzum “Eyyub
Kitabı” ve hikmetli sözleriyle meşhur olmuştur. Sabır ve şükrün sembolüdür.
Yaşadığı rivayet edilen Uz şehrinin Galile'nin kuzeydoğusuna düşen Basan
bölgesinde olduğu kanaati hakimdir. İslâm âlimlerinin çoğu da bu görüşe
katılırlar. Bu sebeple Hz. Eyyub'un Şam taraflarında yaşadığını kabul
etmişlerdir. Samda onun adına bir türbesi dahi vardır.
[164] m.ö.
14. yüzyıldan kalan ve Basan'da bulunan Akadca bir metinde A-ya-ab (Eyyub)
isminde bir prensten bahsedilmesi onun Eyyub olabileceği ihtimaliyetini
güçlendirmiştir.
[165]
Buna karşın günümüz Yahudi araştırıcılarının genel eğilimi Uz şehrinin Lût
gölünün güneybatısındaki Edom bölgesinde Kirbet el-İts olduğu yönündedir.
İslam bilginleri onu
peygamberler sırasında Hz. Yusuftan sonraya yerleştirirler. Kur'an'da ismi dört
sûrede anılır ve sabrın, şükrün örnek şahsiyeti olduğu vurgulanır.
[166]
Ancak tarihi şahsiyeti hakkında bilgi verilmez. Yahudi kaynaklarına dayalı
olarak onun Hz. İshak'ın soyundan, annesinin veya karısının Hz. Lut'un
kızlarından olduğu ileri sürülmüştür. Fakat elimizde sağlam bir bilgi yoktur.
Ancak Hz. İbrahim'in Sara'dan sonra evlendiği hanımlarından olan çocuklarının
soylarından olması da muhtemeldir, Şeref isimli oğlunun Kur'an'da Zü'1-Kifl
ismiyle anıldığı ve övüldüğü, Şam havalesinde tevhid inancını yaymaya çalıştığı
rivayet edilir.
[167]
Tevratta Zü'1-Kifl ismi geçmez.
Sina Yarımadasında,
Akabe körfezi ile Humus vadisi arasında bulunan Medyen ve Kızıl Deniz ile
Medyen arasında yaşayan Eyke halklarına peygamber olarak gönderilmişti. Tatlı
dilli bir zattı. Allah'ın vahdaniyeti yanında alışverişte, ölçüde hile
yapmamaları, eksik tartmamaları, âhiret gününden korkmaları hususunda kavmini
uyarmıştı.
[168] Kendine inananlara karşı
yapılan zulümlere ve tehditlere, şirke zorlamalara karşı mücadele etti. Din ve
inanç hürriyetini savundu. Nuh, Hud, Salih ve Lut kavimlerinin başına gelenleri
anlatarak kavmini uyardı.
[169]
Uyanlara aldırmayan Medyen halkını şiddetli bir deprem
[170] Eyke
halkını da şiddetli bir sıcak ve ateş yağmuru yok etti.
[171]
Hz. Şuayb'ın Medyen'de
yaşaması dolayısıyle, İslam bilginleri Medyen'de yaşayan ve sâlih bir kişi olan
Hz.Musa'nın kayın pederi rahip Yesrun
[172] ile
Şuayb'ı aynı kişi saymışlardır. Konunun açıklığa kavuşabilmesi için elimizde
yeterli belge yoktur.
Literatür.
1- Maria
Höfner, “Die Vorİslamİschen Religionen Arabiens”in: Die Religionen Altsyriens,
Altarabiens und der Mandaer, Stuttgart 1970, s. 234-402.
Güney Arabistan
dinlerinin en tipik örneğini, Saba'da buluruz. Saba, Güney Arabistan'ın en eski
devleti olduğu kadar, en fazla kaynak malzemenin de bulunduğu bir yerdir. m.ö. 400
yıllarına kadar bu ülkeyi kendilerine Mukarrib denen hükümdarlar idare etmişti.
Kur'an'da ve Eski Ahid'te adı geçen Saba melikesi Belkıs'ın
[173] m.ö.
935 yılında ölen Hz. Süleyman ile ilgili hikâyesi dikkate alınırsa, Belkıs'ın
Hz. Süleyman'ın çağdaşı ve m.ö. 10. yüzyılda yaşadığı anlaşılmaktadır.
Keşfedilen tarihi belgeler henüz m.ö. 10. yy.a ulaşmamaktadır. Belkıs'ın Kuzey
Arabistan'da yaşamış “Saba” isimli bir kavme mensup Arap kraliçesi olabileceği
ihtimali üzerinde duranlar da vardır. Güneşe taptıkları haber verilmekle
birlikte bu inanç tüm Orta Doğu için geçerlidir, mahalli bir özelliği ortaya
çıkarması bakımından yeterli değildir. Bilmen tarihi ilk Saba hükümdarı Yisa
Amar (m.ö.720) dır. Asur hükümdarı 2. Sargon'a hediyeler gönderdiği rivayet
edilir. Diğeri, 1. Karibul-Vatar (m.ö.695) dır. Her ikisi de, Asur tarih
yazarlarınca anılırlar. Mukarrib unvanı, “Rahip kral” manasına gelir. 2. Karib
ul-Vatar'dan sonra, bu unvan kelimesinin yerini “Melik” kelimesi almıştır. Pek
çok belgeler eski devletin teokratik bir devlet ve imparatorluk, tanrısının da
ülkenin tek hakimi olduğunu, hükümdarın tanrının yeryüzündeki vekili
sayıldığını gösterir. Bu inanç, 2. Karib ul-Vatar zamanında zayıflamış ve
sonraları sadece bir teoriden ibaret kalmıştır.
Kitabelerde en çok
zikredilen tanrı isimleri Astar, Almakah, Zat-Himyan, Zat-Badan, Havbas ve
Sama'dır. Nadiren Vedd ve Başam isimlerine de rastlanır.
Almakah, Saba
devletinin ve ülkenin tanrısıdır. Başlangıçta Saba kavminin tanrısı olup,
Saba'nın imparatorluk haline gelmesiyle, onun da imparatorluk tanrılığına
yükselmiş olması muhtemeldir. Ay ile yakından ilgisi görülür. Tanrılar
protokolünde ise, üçüncü yeri alır. İlk yeri alan ise, sulama ve ziraatle
ilişkisi görülen Astar'dır. Mezopotamya'daki Iştar ve Kenan Ulardaki Astarte
ile aynı olduğu hatıra gelebilir. Yalnız, Astar onların aksine erkek olarak
tasavvur edilir. Sonraki devirlerde, kendisine Zu-Farat ve Zu-Ziban unvanları
da verilmiştir. Venüs yıldızı ile de ilişkili olduğu görülür. Bu gezegen bazen
Sabah Yıldızı, bazen Akşam Yıldızı olarak tasavvur edilir.
Zat-Himyan ve
Zat-Badan ise güneşle ilgili tanrıların isimleridir. Astar, Almakah ve
Zat-Himyan, Venüs, Ay ve Güneş tanrılarıdır. Bu üçlü tanrı grubu, resmi Saba
teslisi sayılabilir. Bu teslis literatürde Ay-baba, ve Güneş-anne ve Yıldız-oğul
olarak görülür. Bununla Sabahların ay, güneş ve venüs yıldızına taptıklarım
söyleyebiliriz. Kur'an'da özellikle güneşe taptıklarının haber verilmesi, eski
çağlarda görülen Ana Tanrıça inancının ve kültünün Saba'da çok yaygın olduğunun
da bir işareti olmalıdır.
Bunlardan başka
Havbas, Sama, Basanı ve Vedd isimli tanrılar da zikredilebilirler. Havbas
ismine m.ö. 7. yüzyıldan başlayarak m.s. 3. yüzyıla kadar gelen kitabelerde
rastlanır. Ay tanrısı olarak telakki edilen Vedd “Dostluk ve sevgi” manasına
gelir. Main devlet tanrısıydı. Geç devirlerde Katabarrkitabelerinde sık sık
rastlanan keçi suretindeki Başam ay ile ilişkili idi.. Kadın tanrıçalardan
Zat-Gadran (bol su veren) ve Zu-Samavî m.ö. 4. yüzyıldan itibaren görülmeğe
başlar. Gök Tanrıçası Zû-Samavî Suriye bölgesindeki Baalşamin'i hatırlatır.
Güney Arabistan'ın
Kataban ve Hadramavt gibi bölgelerinde de Ay, Güneş, Yıldız tanrılarına Saba'dakilerin
aynı veya değişik isimlerle tapılırdı. Bölgenin esas inancı Saba'dakinden
farklı değildi. Tanrıların insan suretindeki tasvirlerine ise, eski devirlerde
rastlanmaz. Putlar genelde hayvan suretlerinde tasvir edilirlerdi, insan
kurbanları ise bu bölgede pek görülmez. Ancak kehanet ve fal çok yaygındır.
Güney Yemen'de ölüler
kayalara oyulan odacıklara gömülürdü. Mezar hediyesi olarak ölülerin yanma
çeşitli mücevherler, mühürler, muskalar ve mutfak e§yaları konurdu. Figür ve
rölyeflere de rastlanır. Bunlardan, ölümden sonraki bir hayata inandıkları
anlaşılmaktadır.
Literatür.
1- Kur'an-ı
Kerim. İbn al-Kalbî, Putlar Kitabı, Çev. Beyza Düşüngen (Bilgin), Ankara 1969.
2- Neşet
Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahüiye Çağı, Ankara 1971, s.102-112.
Orta Arabistan'la
ilgili malzeme Güney Arabistan'dakinden çok daha azdır ve yetersizdir. Halkın
hayat ve inancıyla ilgili fazla bir belgeye rastlanmaz. Ancak, en önemli kaynak
Kur'an-ı Kerim ve İbnul-Kelbi'nin “Kitabu'l-Asnam” isimli eseridir. Bunlar
vasıtasıyla, Cahiliye Çağı Arap inancı ve adetleri hakkında bilgi sahibi
oluyoruz.
Dünyanın çeşitli
yerlerinde ve zamanlarında yaşamış ve halen yaşamakta olan çok tanrıcı ve
putperest kavimlerin çoğunda görüldüğü üzere, Hîcaz bölgesinde de çok tanrıya
inanılmakla birlikte, bunların üzerinde mutlak güç ve kudret sahibi yüce bir
varlığa da inanılıyordu. Bu yüce varlığın ismine “Allah” diyorlardı. Ancak
Allah'ı çok uzaklarda pasif bir tanrı olarak tasavvur ettikleri için, günlük
işlerinde çevrelerinde putlarını gördükleri, Allah'la aralarında şefaatçi
olduklarına inandıkları, düşük derecedeki ilahlara tapıyorlardı. Yüce Allah'ı
ise, büyük tehlikelerde, güçlerinin sınırlı olduğuna inandıkları İlahlarından
ümit kestikleri zamanlar hatırlıyorlardı. Bu durumu Kur'an şöyle açıklar:
“Denizde boğulma korkusunun şiddeti size geldiği
zaman, Allah 'tan başka taptığınız bütün putlar hatırınızdan kaybolur. Yalnzı
O'na dua edersiniz. Fakat Allah sizi kurtarıp karaya çıkarınca da yüz
çevirirsiniz”
Ayrıca müşriklere,
arzın ve üstündeki varlıkların, göklerin ve Arş'ın, mülkiyet ve hazinelerinin
kimin olduğu sorulduğunda da “Allah'tır” derlerdi. Allanın varlığını inkar
etmezlerdi. Allah'tan başka, daha pek çok Tanrısal varlıkların mevcudiyetine de
inanırlardı. İsimlerini Lât, Menat, Uzza, Hübel vs. olarak adlandırdıkları bu
ilahların tabii kaya, ağaç, heykel vs. şeklindeki putlarla müşahhaslaştırdıklarından,
kendilerine “Putperest” de denmiştir. Bunlardan Menat, Lât ve Uzza'yı dişi
telakki edip Allah'ın kızları diyorlardı. Bunlar bütün Arabistan'da hürmet
görürlerdi. Hübel erkek sayılırdı. Bu tanrıları içinde en eskisi Menat idi.
Putu büyük bir taştı, Mekke ile Medine arasında, Kudayd denen bir mevkide
bulunurdu. Bilhassa Evs ve Hazrec kabileleri tazim ederlerdi. Ama, kültü bütün
Araplar arasında yaygındı.
Lât, kültü Orta ve
Kuzey Arabistan'da yaygındı. Merkezi kült yeri Tâifde vr Putu beyaz bir granit
taştı ve bugünkü Taif Camii yerinde bulunuyordu, olduğu verimli dere, onun
arazisi sayılırdı. Lâfın mücevher taşlarla, altın ve “Müşle, tütsü ve
kumaşlarla dolu bir cabcab'ı (puta yapılan takdimelerin konduğu bir kuyu)
vardı.
Üç tanrıçadan en genci
Uzza, güçlü, kuvvetli manasına gelir. Kültü, bütün Arabistan'a yayılmıştı. Kült
yeri Mekke'de, Nahle deresinde üç samura ağacı idi. Buraya Gatafan Kâbesi de
denirdi. Putun bu ağaçlarda oturduğuna inanılırdı. İslam'ın gelişinden sonra
Hz. Muhammed'in emriyle ağaçları kesilmiş, evi de yıkılmıştır.
[174]
Arabistan'ın kuzey bölgelerinde, Uzza ile Venüs gezegeni arasında ilgi kurulurdu.
Bu üç tanrıça dışında Kur'an'da Nuh kavminin;
“Tanrılarınızı bırakmayın, ne Vedd'i ne Suva'ı ne de
Yegus'u, Yeûk'u ve Nasr'ı bırakmayın”
[175]
dedikleri Vedd (ay), Suva, Yagus, Yauk ve Nasr (güneş) isimli tanrılar da
zikredilir. Bunlar, önceleri kabile tanrıları olmalıdır. Bu tanrılara, Güney
Arabistan'da da rastlanır.
[176]
Orta Arabistan'ın
meşhur tanrılarından birisi, Hübel'dir. Putu insan suretinde idi ve Kabe'de
bulunuyordu. Kuzeyde Muaz bölgesinden getirilmişti. Putu önündeki susuz kuyu
cabcab vazifesi görürdü ve önünde fal okları atılırdı.
Kabe'de bulunan İsaf
ve Naile putları, Huzaa ve Kureyş kabilelerince tazim görürdü. Kureyş'in hürmet
ettiği tanrılardan Menaf, Kuzey Arabistan'da Zeus ile aynı sayılırdı. Ayrıca
Ruda, Şems, Kuzah ve diğer başka tanrılara tapıldığı olmuştur.
Politeistler putlarına
Allah'a ibadet eder gibi tapınırlar, sevgi beslerler, onlar için kurban
sunarlardı. Kurbanların en önemlisi deve idi. Koyun ve sığır da makbul
sayılırdı. Kurbanı herkes sunabilirdi. Kurban hayvanının eti, ya toplu bir
ziyafetle tüketilir veya vahşi hayvanlara bırakılırdı. Kurban hayvanının kanı
ise, tamamen akıtılırdı. O tanrının hissesi sayılırdı. Sürüde ilk doğan hayvan
da kurban edilirdi. Kurbanın kemiklerinin kırılması ise, yasaktı. Çünkü
kemikler sağlam kalırsa, kurban hayvanının tekrar dirileceğine inanılıyordu.
Yine bazı hayvanlar
sürüden seçilerek,
sürünün bereketi için tanrıya hediye edilir ve serbest bırakılırdı. Artık bu
hayvanlara dokunulmaz, çalıştırılmaz ve kesilmezdi. Tanrıya vakfedilen dişi
hayvanların sütü ise tamamen misafirlere ve fakirlere ayrılırdı. Bu türlü
hayvanlar, ya sürüde bırakılır veya bir kült yerine verilmesi tercih edilirdi.
Kült yerleri ise,
yerleşik halka aitti. Bu ziyaret yerlerinde kült taşları veya bir kült evi
bulunurdu. Bunlar Kabe gibi birer bina idiler, mabet değillerdi. Ayrıca, her
bir putun kutsal bölgesi vardı ve buna himâ denirdi. Hima içinde avlanılması ve
ağaçlarından kesilmesi yasaktı. Burada, yalnız tanrıya bağışlanan hayvanların
otlamasına izin verilirdi. Sürüden bir hayvanın tesadüfen veya yanlışlıkla o
bölgeye girmesi halinde de geri alınamazdı. Artık o, tanrının hissesine düşmüş
sayılırdı.
Putlar ise, acayip
şekillerdeki taşlardı. Rivayete göre, yalnız Vedd ve Hübel putları olmak üzere,
iki tanrının putu insan suretinde idi. Bunlar Araplara dışarıdan gelmişlerdi.
Araplar, önceleri bu şekildeki tanrı suretlerini bilmiyorlardı. Kült taşlarına,
ansab veya asnam derlerdi. Bir kült yerinde, ekseriya pek çok asnam bulunurdu.
Putlar önünde kurban kesilir ve kanı puta sürülür veya serpilirdi. İbâdet
olarak putun veya kült taşının etrafında dolaşılır, tavaf edilir, okşanıp
öpülür, üzerine elbise, silah vs. asılırdı. Puta verilen hediyeler, putun
yanındaki cabcab denen bir mağara veya çukura konulurdu.
Bu durumu İslamiyet
öncesi Arapların ve diğer Sami kavimlerin bilgi ve kültür noksanlığına verenler
olabilir. Onların çağımızda da dünyanın ileri ve medeni ülkelerinde bu türlü
inançların yaygın olduğunu hatırlamaları gerekir. Konu kültür problemi
değildir. İlkel bir kişi dahi, bir taş dikmekle, bir taş yığmı meydana
getirmekle veya bir heykel yontmakla yeni bir tanrı yarattığını iddia etmez,
düşünmez. Dünyada hiç kimse taşa taş olarak tazimde bulunmaz. Önünde huşu
duyulan bir taş varsa, o taşa tanrının geldiğine, onda ilahi ruhun ikamet
ettiğine veya onu tanrının ruhlandırdığına inanıldığı içindir. Artık o taşta
tanrının vücutlaşmış olduğuna, onunla ilişki kuran kimsenin, Tanrı ile ilişki
kurduğuna inanılır, onunla konuşulur, önünde huşu duyulur. Kutsal taş ve
bulunduğu yer, Tanrının insanlarla ilişki kurduğu ,biatlara cevap verdiği bir
mekan olur.
Genellikle putlardan
söz edildiğinde bir tanrı resmi veya heykel tasavvur edilir. Özellikle Eski
Yunan ve Roma gibi plastik sanatlarda ilerlemiş milletlerin dinlerinde hayal
ettikleri heykel ve kabartmalar şeklinde ortaya koydukları örnekler düşünülür.
Putların kutsallığı fiziki görünümlerinden gelmez. Onlarda ilahi ruhun, ilahi
gücün bulunduğuna, içlerinde oturduğuna inanmaları, onları kutsallaştırır.
Özellikle Araplar, çevrelerinde plastik sanatların çok ilerlemiş olmasına
rağmen, hlarım şekillendirme ihtiyacını duymamışlardır. Suriye'den getirilen
Hübel putu Vedd putu dışındaki putların
hemen hepsi kaba bir taş sütunu veya kaya İçlinde idi Uzza putu üç ağaçtan ibaretti. Mekke'nin
fethinden sonra kesilerek kültüne son verilmiştir. Cidde sahilindeki Sa'd putu,
uzun bir kaya parçasıydı. Fals tu kara
dağların ortasında kırmızı bir burundu.Uzaktan bakıldığında insan görünümünü
andırırdı. Putlara taş olarak değil, içinde varlığına inandıkları ilahi “Üçten
istifade için taparlardı. Ondan yardım beklerlerdi.” Hatta Kur'an'ın açıkladığı
gibi, bazıları Biz onlara (putlara) ibadet etmiyoruz, ancak bizi Allah'a daha
fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz derlerdi. Allah katında şefaatçi olduğuna
inanır, dünyevî kazanç, zenginlik, sıhhat, uzun ömür beklerlerdi.
[177]
Hz. İbrahim'in karısı
Saranın cariyesi Mısır asıllı Hacer'den doğan oğludur. Tevrat'a göre, İsmail
doğduğunda Hz. İbrahim 86, İshak doğduğunda 100 yaşında idi. Sara'nın
kıskançlıkla Hacer'i ve İsmail'i evden çıkarmasını Hz. İbrahim'e söylediğinde
İsmail en az 18-20 yaşlarında olmalıdır.
[178]
Ancak İsmail ve annesinin evden uzaklaştırıldığında İsmail'in henüz bebek
olduğu rivayetine Tevrat'ta rastlanır.[179]
Tevrat, İsmail ve annesinin Hz. İbrahim'in biraz uzağında Sina'nın güneyine
Paran çölüne yerleştiklerini anlatır.[180]
Kur'an'm haber verdiği Hz. İbrahim karısı ve oğlunu çok uzaklara bugünkü
Mekke'ye getirmesi ise 15-20 yaşlarında iken olmalıdır. Çünkü İsmail ile
birlikte Kabe'yi inşa etmesi İsmail'in babasına yardım edecek yaşta olduğunu
gösterir. Bir müddet sonra da kalbi hüzünle dolu olarak:
“Rabbımız, ben çocuklarımdan birini senin Beyt-i
Haram'ının yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Namaz kılsınlar diye (böyle
yaptım). Sen de insanlardan bir takım gönülleri onları sever yag ve onları
çeşitli meyvelerle besle ki onlar şükretsinler”
[181] duasıyla ayrılır.
İsmail, çevredeki
göçebelerden Cürhüm kabilesinden bir kızla evlenir. Annesi Hacer burada vefat
eder. Hz. İbrahim'in oğlunu ziyaret için bir kaç defa geldiğine dair hikayeler
de anlatılır.
[182]
“Bir zamanlar İbrahim'e Beytin yerini açıklamıştık..”
[183] ifadesinden
Hz. İbrahim'in Hacer ve İsmail'i Allah'ın emriyle, bir görev için Filistin'den
getirdiği ve Kabe'nin inşaat yerini kendisine işaret edildiği anlaşılıyor.
Burada Hz. İsmail'in Mekke ve çevresinden geçen kervanlara, göçebelere Allah'm
birliğini tebliğ etmiştir. Olayın iki eşin kıskançlık anlaşmazlığına bağlanması
Hz. İbrahim'in peygamberliğine aykırı düşer ve basite indirgemek olur. Nitekim
Sara'dan sonraki evliliğinden doğan oğullarını da olgunluk yaşlarına ulaşınca
bölgenin çeşitli yerlerine yerleşmeleri için göndermiştir. Hedef muhtemelen
vahdet inancını yaymak olmalıdır. Burada Hacer'in annelik duygusuyla seçimini
oğlu İsmail'den yana yaptığı ve ondan ayrılmadığı anlaşılıyor.
Hz. İsmail 137 yaşında
vefat ettiğinde
[184]
annesi Hacer'in kabri yanına, yani Kabe'nin Hıcr'ına gömülür.
Arap yarımadasında,
özellikle Hicaz bölgesinde politeistler arasında yaşayan, kendilerine “Hanif” denen
kimseler de vardı. Bunlar ne Yahudi ne de Hıristiyan olmadıkları halde Allah'ın
varlığına ve birliğine inanırlar ve dualarında Allah'a yönelirlerdi. Hz.
İbrahim dinini yaşattıklarına inanıyorlardı. Kendilerini tebliğle görevli
hissetmemekle birlikte, vahdaniyet inançlarını sürdürmeye çalışıyorlardı.
Kur'anda bunlara işaretler vardır.
[185]
Bunların Hz. İsmail'in dinini yaşatmaya çalışan müminler olmaları da
muhtemeldir.[186]
Eski Avrupa dinleri
deyince hatırlarımıza günümüzde taraftan pek kalmamış Avrupa kıtasının eski
dinleri; başta Eski Yunan Dini olmak üzere, Roma, Cermen, Kelt ve Slav kavimlerinin
inançları ve günümüze ulaşan kalıntıları gelir. Özellikle en görkemlileri
geride bıraktıkları putları ve mabetleriyle sanat dünyasını süsleyen Yunan ve
Roma dinleridir.
Literatür:
1- Hans-Joachim
Schoeps, Religionen, Gütersloh 1964, s.137-153.
2- H.von
Glasenapp, Die Nichtchristlichen Religionen, s.131-143.
3- F.
Heiler, Die Religionen der Menschheit, s. 452-484.
Eski Yunan dini, eski
Babîl ve Mısır dinleri gibi çok tanrılı bir dindir. Yâni Zeus'a aynı zamanda
Roma'nın Apollon'u, Mısır'ın Amon-Re'si, ve Kuzey Arabistan'ın El'i olarak
tapınılabilir. Bütün bu dinlerde tanrıların birbirleri arasındaki
mücadelelerine inanılır ve mitolojileri anlatılır. Mitolojiye yükselen tarih
öncesi devirleri yansıtır.
İsrail Oğullarının
Mısır'dan çıkarak, Hz.Musa komutasında Filistin'e, Kenan İline akın ettikleri
zamanlarda îyon'lan ve Akalan izleyen Dor'lar (m.ö. 12. yüzyılda) Yunanistan'a
akın ettiler ve bu ülkede kuvvetli bir kültürü hazır buldular. Fakat, önceki
kavimlerden kendi dini tasavvurlarına neleri kattıklarını bilemiyoruz. Daha çok
Girit Adası ve Anadolu kültürünün kuvvetli etkileri görülmekle birlikte, bu ada
dünyasının ve kültürünün çıkışı henüz yeterince açıklanamamıştır. Ancak, Suriye
ve Anadolu ile ilişkilerinin güçlü olduğu da şüphesizdir.
Yunan dini ve
ibâdetleri ile ilgili bilgilerimiz genelde arkeolojik kaynaklara dayanır.
Bunlar, arkeolojik kazılar neticesinde bulunan mabet, tanrı resimleri, kurban
hediyeleri, kitabeler, taş ve
tuğladan yapılmış heykeller, üzeri dinsel resimlerle süslü kaplardır.
Yine, Eski Çağ yazarlarının sayısız haberleri; mitolojik hikâyeler ve
efsaneler; Hıristiyan yazarların putperestlerin inanç ve İbâdetlerini
tenkitleri dolayısıyla anlattıkları haberler de bize ışık tutmaktadır.
Eski Yunanlılar,
tanrılarım insan varlığının en üstün suretleri olarak görüyorlardı. Tanrılar
göğün uzaklarında bir yerde oturuyor, dünyaya hükmediyorlardı. Özellikle,
Tesalya'daki 3000 metre yüksekliğinde ekseriya bulutlarla kaplı olan Olimpos
dağının tepesinde oturdukları tasavvur edilirdi. Tanrıların ve insanların
babası, gök tanrısı Zeus burada hüküm sürerdi. O, hak ve adaletin, dünya
nizamının ve kaderin koruyucusu idi. Homer'e göre O, insanlarla doğrudan
doğruya ilişki kurmayan, elçileri vasıtasıyla görüşen tek tanrıydı. Zeus'un bu
şekilde yüceltilmesi politeist dinlerin pek çoğunda olduğu gibi, Yunanlılarda
da henoteizm'e karşı bir meylin varlığını göstermektedir. Bu yüceltmede,
tanrıların bir kısmı Zeus'un bünyesinde kaybolmuş ve bazıları da Zeus'un
çeşitli isimlerinde yaşamaya devam etmiştir.
Gök Tanrısı olarak
tabiatın nizamım Zeus elinde tutmaktadır. O içinde bulunulan zamanı ve geleceği
bilir. Yeminin kutsiyetini, misafirin ve mültecinin hakkını korur. O yine,
evin, ailenin ve devletin koruyucusudur. Onun en meşhur bayramı, dört senede
bir defa yapılan, bütün Yunan şehir ve kabilelerinin katıldıkları Olimpiyat
şenlikleri idi. Şenlikler esnasında kan dökmek, kesinlikle yasaktı. Arapların
“Haram aylar” benzerinde görüldüğü gibi, bu zamanda bütün Yunanistan'da sulh
hüküm sürerdi. Homer'e göre, ilk Olimpiyat oyunları m.ö. 776 yılında
Yunanistan'da başlamıştı. Ancak, bin yıldan fazla bir zaman kesintisiz devam
eden bu oyunlar, Hıristiyanlığın hakimiyeti ile, m.s. 393 yılında kral
Theodosius'un saltanat zamanında durdurulmuştu. m.ö. 460 yılında Olimpiya'da
tamamlanan, 22 metre yüksekliğindeki Zeus mabedi çok meşhurdu ve içinde
tanrının altın ve fıldişinden yapılmış putu bulunuyordu. Zeus'un zevcesi Hera
idi. Şerefine, genç kızların katıldığı, özel oyun ve yarışlar düzenlenirdi.
Olimpiya'nın en eski mabetlerinde, Heranın putu da bulunurdu.
Zeus'un, tabiat ve
kehânet tanrısı olarak Kuzey Yunanistan'da bir meşe koruluğunda tâzİm edilen
Dodenanın kült yeriyle de İlişkisi bulunmaktaydı. Bazen, verimlilik tanrısı
olarak bir boğa suretinde temsil edilirdi. Mitolojiye göre, boğa suretine
girerek, Fenike Kralının kızı Avrupa'yı deniz üzerinden Girit adasına; bir kral
oğlu olan genç ve güzel Gânymed'i de Olimp dağına aynı şekilde kaçırmıştı.
Ganymed Olİmp dağında Zeus'un emriyle tanrılar sakisi olmuştu. Zeus hakkındaki
tasavvurlar, onun ölen ve tekrar dirilen bitki tanrılarıyla da yakından alâkalı
olduğunu göstermektedir.
Önemi bakımından
Zeus'la mukayese edilebilecek diğer bir tanrı ise, ahmet tanrısı ApoIIon'dur.
Önce Anadolu'da dehşet saçan zâlim bir tanrı olarak ortaya çıkmış, daha sonra
da tamamen Yunan ruhuna uymuştu. Onun ana kült yeri, daha önce bir yılan
tanrısı kültünün bulunduğu Delphi idi. îkiyüzün üzerindeki kült isimlerinden
anlaşıldığına göre, Apollon da, pek çok tanrıyı bünyesine almıştı. Güzellik,
müzik ve ahengi kendisinde vücutlaştırmış ve kültü, bütün Yunanistan ve
Anadolu'ya yayılmıştı. Yay, org ve defne onun ululuk işareti idi. Her dört
senede bir defa Apollon adına Delphi'de oyunlar düzenlenirdi. Mabedinin içinde,
dünyanın ortası sayılan göbek taşı bulunurdu. Bunun üzerindeki üç ayaklı bir
kürsüye kadın bir kâhin oturarak, gelecekten haber verirdi. Bu sebeple devlet
işleri, koloni kurmalar ve günlük işlerle ilgili konularda tavsiye için Apollon
mabedine gidilirdi. Harp, salgın hastalıklar veya kötü mahsul durumlarında
tanrının öfkesini bertaraf için gerekli kefaretler orada tespit edilirdi.
Olimpos dağının
tanrılar meclisi kadın üyelerinden yer tanrıçası ve Zeus'un zevcesi Gaya da
önemli ilâhlardan sayılırdı. Zeus'un diğer zevcesi Hera, aynı zamanda
kadınların ve evliliğin koruyucu tanrıçasıydı. Atina şehrinin koruyucu
tanrıçası Athena ise başlangıçta bir fetişe bağlı olarak Akropolis'e girmişti.
Bir şehir tanrıçası olmasına rağmen, Yunanistan'ın pek çok yerlerinde kutsal
sayılmıştı. Zeus'un kızı Pallas Athena, bir harp tanrıçası idi. Aynı zamanda
harp arabasının, kavalın, pulluğun ve dokuma tezgâhının bulucusu sayılırdı. Her
sene şerefine şenlikler tertip edilir, müzik ve jimnastik yarışmaları
yapılırdı.
Posaydon, Zeus'un
kardeşi ve deniz tanrısıdır. Yunan öncesi bir tanrıdır. Yer Tanrıçasının kocası
da sayılır. Sarayı denizin derinliklerinde bulunur. Onun en büyük kült yeri
Korint'teki İsthmos'da idi. Her sene Şerefine araba koşuları yapılırdı.
Ekseriya kısrak suretinde tasvir ve tanzim alırdı. Kanatlı gök kısrağı Pegasos,
Posaydon'un zürriyetinden sayılırdı.
Zeus'un diğer kardeşi,
yeraltı dünyasının tanrısı sayılan Hades'tir. üzerinde hükümranlığını
sürdürdüğüne inanılır. Bu merhametsiz ve yenilmez tanrıya kurban olarak kara
koyun sunulur ve bu esnada eller yere vurulurdu. Kültü bütün Yunanistan'a
yayılan önemli tanrılardan biri de, Hermes idi. Zeus'un oğlu ve tanrılar elçisi
olarak tasavvur edilirdi. Süratin temsilcisi ve ruhların yöneticisi sayılırdı.
İnsanların ruhlarını Hades'e götüren o idi. Yine rüyaları gösteren, insanların
gözlerine sopasıyla dokunarak uyutan ve uyandıran da o idi. Çoban kavalının ve
rebabın kâşifi de yine Hermes sayılırdı. Perilerin ve güzellik tanrıçalarının
musiki korolarını, o idare ederdi. Sırlı bir varlığı bulunmakta idi. Orta
Doğu'da Hızır tasavvurunda da görüldüğü gibi, ümit edilmedik bir şekilde, ümit
edilmedik bir zamanda birdenbire İnsanların karşısına çıkıverir, yardım ederdi.
O, yolların, seyyahların ve tüccarların, fakat aynı zamanda hırsız ve
hilekârların da koruyucu patronu idi. Bu çeşitli özelliklere sahip olan Hermes
bereket ve çobanlar tanrısı olarak da saygı görürdü. Yol kavşaklarında şerefine
dikilen phallus sütunları kutsal sayılırdı. Bunun için bütün Yunanistan'da
yollara ve meydanlara dikilmiş "hermen" İsimli bu taş sütunlar
erkeklik ve hayat gücünün de sembolü idiler. Güreş okullarının ve halk
hizmetine açık binaların girişlerinde Hermes sembolleri bulunurdu.
Yukarıda zikrettiğimiz
ilâhlardan başka, Eski Yunan dininde önemli rol oynayan diğer ilâhlar da vardı.
Bunlardan Ares, kaba kuvvetin tanrısıydı. Savaştaki vahşet ve çılgınlığın
temsilcisiydi. Artemis, av tanrıçasıydı. Kendisine periler refakat ederlerdi.
Afrodit, güzellik ve aşk tanrıçasıydı. Mitolojiye göre, Kıbrıs'da deniz
köpüğünden oluşmuştu. Korint'de onun kültü, Babil'inlştar kültünün etkisinde
kaldığı hatıra gelen kutsal fahişelikle birleşmişti. Kocası Hefaistos ve oğlu
aşk tanrısı Eros'tu. Kurban ateşi ve ocak tanrısı Hestiya'dır. Çoban tanrısı
Pan, rüzgâr tanrısı Aydos, karısı ve sabah kızıllığı tanrıçası Eos ve ay
tanrısı Helana önemli tanrılardandı.
Homer'in anlattığı
eski Yunan tanrıları, Aristo'nun da ifâde ettiği gibi ölümsüz insanlardı.
Ahlâkî bakımdan, insanlardan pek üstün değillerdi. Sadece insanlardan kuvvetçe
üstünlerdi. Tanrılar da insanlar gibi sevişirler, öfkelenirler, sevinirler, acı
çekerler, kin tutarlardı. Her işlerinde gizli bir maksatları bulunurdu. Bu
sebeple kendilerine güven duyulmazdı. Dünyada otururlardı. İstedikleri zaman,
İstedikleri kuvvetleri de yoktu.
Kralların Zeus'un
soyundan geldiğine, onları Zeus'un kral seçtiğine inanılırdı. Krallar, Zeus'un
yeryüzündeki temsilcileri olarak âyinleri idare etmekle yükümlü idiler. Aynı
zamanda, baş rahip sayılırlardı. Ancak Firavunlar da görüldüğü gibi, açık bir
ulûhiyet iddiasında bulunmazlardı. Zeus adına, hak ve adaleti tesis etmeye
çalışırlardı.
Çok eski tasavvurlara
göre ölüler, evlerinin yakınında, mezarlarda vasamaya devam ederlerdi veya
belirli bir zaman sonra dünyaya tekrar geri dönerlerdi. Bu inancın yanında,
ölenlerin, gölgelerin yaşadıkları, yeraltında bir Ölüler alemi bulunmakta idi.
Artık dünya yüzüne çıkamadıkları için, üzüntü içinde hayatlarını sürdürürlerdi.
Yalnız seçkinler ve kutsallar “Eıysium” denen ve dünyanın batı kenarında
bulunduğu tasavvur edilen, kutsallar adasına giderler ve orada ölümsüz olarak
yaşarlardı. Ölümden sonra, âhirete inanmayanlar da eksik değildi. Odyssee'de
Achilleus: “Günlük bir işçi hayatı sürmeyi, fakir bir çiftçinin tarlasında
boğaz tokluğuna çalışmayı, hiç bir hayatın olmadığı ölüme seve seve tercih
ederim” demişti ki, mevcut zayıf âhiret inancını kabul etmeyenlerin de
varlığına işaret etmektedir.
Eski Yunanlıların
âhiret inancına olan ihtiyaçlarını sır dinleri müşahhas tasvirlerle gidermeye
çalışmıştır. Buna göre: günahkârların yeraltında bir cehennemde
cezalandırılacağı, iyilerin ise Tanrısal bir dünyada, yani kutsallar Adası'ında
mükâfatlandırılacağı telkin edilmiştir. Daha sonraki devirlerde, Orfikler
tarafından hazırlanan ruh tasavvurlarına göre, ruh cesedin yok olmasından sonra
serbestçe yaşamaya devam ederdi. Vücut ruhun mezarı İdi, ruh vücuttan
kurtulduktan sonra, gerçek hayata kavuşurdu. Onlara göre insanlar, bir kısır
döngü çemberinden ibaret olan ruh göçü (tenasüh) içinde bulunurlardı. Kurtuluş,
ancak tenasüh çemberinden kurtulmakla olurdu. Meşhur filozoflardan Pythogoras,
Empedoklas, Eflatun gibi bazıları da Orfikler'in bu inancında idiler.
Orphik ekollerin
politeizme karşı çıktığı bilinir. Özellikle Xenophanes çok tanrıcı inançlara,
mitolojik tanrı tasavvurlarına karşı mücadele eder. Homer ve Hesiod'u tenkit
eder. Bunların insanlıkla ilgili olan bütün kötü şeyleri tanrılara da mal
ettiklerini, tanrıları insan kılığında tasarlayıp, hırsızlık, zina, aldatma
gibi bütün kötü şeyleri yapabileceklerini tasarladıklarını söyler ve devam
eder: “Eğer, öküzler ve aslanlar da resim yapabilselerdi, kendi tanrılarını
öküz ve aslan şeklinde çizerlerdi. Nitekim, her ulus da kendi tanrısına kendi
sıfatlarını verecektir. Böylece, zenciler, tanrılarını yassı burunlu ve siyah
kıvırcık saçlı olarak tasarlayacaklar, buna karşılık, Kuzey Trakyalılar, mavi
gözlü ve sarı saçlı bir tanrı düşüneceklerdi” der.
[187]
Xenophannes'e göre,
gerçekte Tanrı, bu sıfatların hepsinden uzaktır. Bunlardan hiçbiri Tanrı 'ya
mal edilemez. Tanrı birdir, sonsuz ve hareketsizdir. Ne doğar, ne ölür, ne de
değişir. Bununla birlikte, Tanrı, alemdeki bütün değişmeleri ve bütün
hareketleri idare eder. Kendisi hiçbir vakit hareket etmeyen ve yer
değiştirmeyen bu Tanrı, her şeyi duyar ve görür. Xenophanes, başka Tanrıların
varlığını da kabul eder. Ama, bütün bu Tanrıların üstünde onların hepsine
birden hakim olan bu tek ve güçlü Tanrı'yı koyar. Bundan dolayı, Xenophanes'in
tek tanrıcılığı daha tam bir monoteizm değildir. Çünkü alemi İdare eden bu tek
Tanırdan başka, bu tek Tanrı'ya bağlı olan başka tanrıların varlığını da kabul
eder.
[188]
Heraklit'e göre alemi
idare eden prensip Logos ile Tanrı aynı şeydir. Tanrı, alemin içinde bulunan,
alemi düzenleyen ve idare eden prensibin, yani, logos'un kendisi olarak göz
önünde tutulur. Logos alemin her noktasına nüfuz etmiş, bütün bölümlerinin
içine işlemiştir. Hatta ferdi ruhlar, dünya ruhu olan Logos'tan birer parça,
birer bölümdürler. İnsan ölünce ruhu bütüne kavuşur. Alemdeki olguları
düzenleyen tanrı, aynı zamanda alemin içindedir. Bu görüşüyle Heraklit,
monoteist ve panteist bir görüşü savunmuştur.
[189]
Parmenides'e göre ise, bu alem ve Tanrı birdir, aynıdır. Varlığın kendisidir.
Geleneksel Yunan dinine karşı çıkanlardan biri de Anaxagoras'tır. Tapınılan
tanrıların aslında taş kütlelerinden başka bir şey olmadıklarını söylemiştir.
Bundan dolayı tanrılara karşı saygısızlıkla suçlanmış ve ülkesinden sürgün
edilmiştir.
[190]
Literatür.
1- H.J.Schoeps,
Religionen, s. 156-164.
2- H.von
Glasenapp, Die nichtchristlichen Religionen, s. 58-268.
3- F.
Heiler, Die Religionen der Menschheit, s. 484-500.
Romalıların dini,
hakimiyetlerine aldıkları ülkelerin çeşitli kült elementlerin karışımından
gelişmiştir. Temel esasları, krallar devrinden başlayarak İmparatorluk
Devri'nin geç zamanlarına kadar, kült ve dinî merasimlerde kendini korumuştur.
İtalya yarımadasında çok eski devirlerden beri Hindu-Cermen ve Lâtin kavimleri
oturuyor, ziraatla meşgul oluyorlardı.
Yine, Anadolu'dan
Orta-İtalya'ya geldiği zannedilen ve dilleri bugün halen bir bilmece olan
Etrüsükler de bu yarımada da oturmuşlardı.
Etrüsüklerin dini,
Roma dini üzerine kuvvetle tesir etmişti. Bilhassa cok gelişmiş ölüler kültü ve
âhiret inançları, halen muhafaza edilen mezar ve duvar resimleriyle süslü
metropollerden (ölü şehirlerinden) anlaşılmaktadır. Yine Etrüsüklerce kuş
uçuşlarının gözetilmesinden, kurban hayvanlarının bağırsak ve karaciğerlerinin
incelenmesinden, tanrıların istekleri ve istikbal anlaşılabilirdi.
Latinler, Sabinler vs.
gibi kavimler ise genellikle şehirlerde otururlardı. Bu şehirlerin en önemlisi.
Roma idi. Her kavmin kendisine has bir kültü vardı ve en önemli kült, Jüpiter
Latiaris'inki idi. Roma şehrinin, Lâtin'lerin politik önderliğini almasından
sonra (m.s. 4. yüzyıla kadar), Jüpiter'in kültü gelişmiş ve ihtişamlı
merasimlerle kutlanmıştı. Önemli İlahlardan biri de Ay Tanrısı Diana idi. Bütün
Lâtin'ler tarafından sayılır, hürmet görürdü. O'nun en meşhur kült yeri,
Aricia'da Nemi Gölü kenarındaki bir koruluk idi. Kültü, İmparatorluk Devrinde
de devam etmişti.
Eski Roma dini, aile
ve devlet kültü üzerine bina edilen bir halk dini örneğiydi. Bu sebeple Romalılar,
kendilerine has bir dinin yaratıcısı sayılmazlar. Dinsel ihtiyaçlarını,
başkalarından almak durumunda kalmışlardı. Buradaki yabancı dindarlık
elementlerine bakılırsa, Roma dinine üç büyük akımın olduğu görülür. Bunlar; m.ö.
8. yüzyılda Etrüsük, 6. yüzyılda Yunan ve 3. yüzyılda Helenistik-Doğu
dalgalarıdır. Ancak bu dinletin karışımı, Roma dini tarihinin henüz başında
Etrüsük ve Lâtin elementlerinin birbirine karışmasıyla başlamış ve bugünkü “Eski
Roma Dini” olarak isimlendirdiğimiz din ortaya çıkmıştır.
m.ö. 753 yıllarından
bize ulaşan rivayetlere göre, Romulus ve Romus ikiz kardeşler tarafından
kurulan Roma şehrinin en eski ve yüksek tanrılar üçlüsü Jüpiter, Mars, Quirinus
idi. Bu tanrıların her biri özel bir kült rahibine sahipti. Rahipler kült
derecelerinde, kraldan sonra en yüksek mevkii alırlardı. Jüpiter tipik bir
Hindu-Cermen tısıydı. Daha sonraki devirlerde Zeus'la eşit tutulmuştu. Işık
tanrısı olarak kabul biliyordu ve dolunay günleri O'na atfedilirdi. Çünkü, o gün
güneşin batmasıyla yer ve göğün ışığı sönmüyordu. Yine aynı günde Jüpiter
rahipleri Roma kalesinde kendisine beyaz bir koyun kurban ederlerdi. Burada
ancak kahinler için serbest olan bir meydan vardı. Kâhinler buradan göğün
durumunu, kuşların uçuşunu gözetlerler, Jüpiter'in gelecek hakkındaki
düşüncelerini ve arzularını öğrenmeğe çalışırlardı. m.ö. 509 yılında kalenin
güney uçunda, büyük bir Jüpiter mabedi bina edildi ve daha önce burada Jüpiter
Feretrius'un mabedi bulunuyordu. O, bir şimşekle suçluları öldürmüştü. Jüpiter
rahipleri anlaşmaların koruyucuları sayılırlardı. Yine burada, eski bir fetiş
(kutsal sayılan bir taş) bulunuyordu. Anlaşmalar bu taşın yanında yapılır, bu
esnada da bir domuz okla öldürülmek suretiyle kurban edilirdi. Manası: “Nasıl ki
ok domuzu öldürdüyse, anlaşmayı ve vazifelerini Roma halkı tutmazsa, aynı
şekilde onları da Jüpiter öldürecektir” demekti. Zeus'un zevcesi Hera olduğu
gibi, daha sonraları, Jüpiter'in zevcesi de Juno olmuştur. Romalılar atalarının
inançlarını tamamen bırakıncaya kadar sadık kaldıkları en yüksek tanrı, Jüpiter
optimus, maximus (en byüyük, en iyi) idi. Onun önünde halk titrerdi. Hatta
Antiochuse Epiphanes gibi bir yabancı kendi başşehrinde bir mabet yaptırarak,
O'nun kültünü yaymaya canla başla gayret etmişti. Jüpiter'e karşı yalnız
Yahudiler, kendi inançlarını ve Allah'ın üstünlüğünü savunabilmişlerdi. Fakat,
bu direnişleri fayda vermemiş, Hadrian zamanında Kudüs'teki Süleyman Mabedi
yıkıntıları üzerine Roma baş tanrısı Jüpiter'in mabedi bina edilmişti. Hıristiyanlığın
hakimiyetine kadar bu mabet ayakta kalmıştı.
Jüpiter gibi, diğer
bir tanrı da Mars idi. O, halk tanrısı ve halkın, şehrin, mahsulün
koruyucusuydu. Şehir duvarı dışında Mars Meydanı'nda adına bir mihrap
yapılmıştı. Beş senede bir defa halk, manevi temizlik için O'nun ibâdet ve
âyinlerine katılırlardı. Ekin tarlalarındaki kutsal temizlik işleri, yine O'nun
ismiyle yapılırdı. Mars bayramında atlar, silâhlar ve savaş boynuzları
temizlenirdi. İbâdet esnasında tanrıyı mihrapta duran bir mızrak temsil ederdi.
Rahipleri silâhlar kuşanarak tılsımlı danslar yapar, Romanın zaferini,
düşmanların mahvını sembolize ederlerdi. Yine, namına her sene pek çok defalar
at yarışları düzenlenirdi.
Üçüncü tanrı Quirinus
ise pek meşhur değildir. Muhtemelen, ilk zamanlarda Mars gibi bir rol oynamış
ve daha sonra da Mars'la kaynaşmış olmalıdır.
Diğer Eski Roma
tanrıları ev ve tarlanın koruyucuları idiler ve âyinler eski ziraat kültünü
aksettirirdi. Tanrıça Tellus ekin toprağının, tanrıça Ceres ekinin ve mahsulün
koruyucu tanrıçalarıydı. Tellus'a baharda (15 Nisan) ekin esnasında güzel bir
inek kurban edilirdi. Birkaç gün sonra da (19 Nisan), Ceres için şenlikler
yapılırdı. Flora ve Ops mahsulün koruyucularıydılar . Hakikatte her bir ziraat
bölgesinin koruyucu özel bir tanrısı vardı. Bu tanrıların isimlerini, eskiden
kalma dua listelerinden öğrenmekteyiz.
Faumıs, sürülerin
tanrısı ve geyiklerin koruyucusuydu. Onun Lüperdi nammdaki rahipleri sürülerin
kurtlardan korunması için etrafı törenlerle dolaşırlar ve merasimlere katılanlara
kurbanın derisinden kesilmiş sırımlarla vurarak kutsarlardı. Dokundukları
sürüde ve tarlada verimin artacağına inanılırdı. Bu tabiat tanrıları listesine,
daha pek çoklarını da dahil edebiliriz. Mesela: Etrüsük'lerin verimlilik
tanrısı Satürn (Chronos), ki namına 17 Aralıkta şenlikler yapılır ve o gün için
bir deliler kralı seçilerek bir nevi karnaval tertip edilirdi. Su tanrısı
Nepton (Posaydon), Ateş Tanrısı Vulkanus (Hephaistos) Yunan karakteriyle
kendilerini gösterirler.
Roma dini için ev ve
aile tanrılarının bulunması onun özelliklerindendir. Yanus ev kapısının
tanrısıdır. İlkel inançlarda görüldüğü gibi, Romalılarca da ev kapısı gizli bir
kuvvet taşıyıcı siydi. Daha sonraları Yanus her bir şeyin başlangıcının tanrısı
oldu. Harp zamanlarında mabedi açılır, sulh zamanlarında kapanırdı. Vesta,
evdeki ocak ve ocak ateşinin tanrısıydı. Bunun için evde yapılan bütün
bayramlar ocak kenarında yapılırdı. Yemin ve adaklar da alevlerin dinen temiz
olduğu anda yapılırdı. Devletin büyük bir aile olarak tasavvur edilmesinden
sonra Yanus ve Vesta gibi tanrılar da devlet tanrıları arasına girdiler. Yanus
rahipleri, rahipler sınıfının en üst tabakasını teşkil ettiler. Vesta'nın
rahibeleri ise altı bakire kızdan ibaretti. Bunlar, devletin ocak ateşini
devamlı yakmakla görevliydiler ve yüksek bir dereceye sahiptiler. Penatlar ve
Larlar da ev tanrılarındandı. Yine ölen ataların ruhlarına hürmet de, ev
kültlerine dahildi. Çeşitli zamanlar, kurban kesilerek onların hoşnutlukları
kazanılmaya çalışılırdı.
Nihayet, Genius üreme
gücü ve koruyucu ruh sayılırdı. Başlangıçta O Şahıslaştırılmış tenasül
kuvvetiydi. Her bir erkek Genius'a ve her bir kadın Yuno'ya sahipti. Daha
sonraları, Genius koruyucu ruh olarak kabul edildi. Eski Roma tanrılarının bir
kısmı da (sadakat, devlet refahı vs. gibi) bazı kansız, mücerret tasavvurların
vücutlaştınlmasından meydana geliyordu. Bazen mahalli yerlerin özelliklerine
göre çeşitli tanrı tasavvurları da göze çarpıyordu. Meselâ, bataklık
kenarlarında Febrİs isimli bir ateş tanrıçası takdis edilirdi. Fazilet, sadakat
v.s. gibi ilk zamanların tanrıları sonradan imparatorun vasıfları olarak ilan
edilmiş ve imparatorun şahsında kaybolmuştu.
Romalıların ruhsal ve
Coğrafya ufuklarının, m.ö. 6. yüzyıldan sonra genişlemesiyle, tanrılarının ilgi
ve etki alanı da ziraat, çobanlık ve harplerin dışına çıkarak gelişti. Pek çok
yabancı tanrılar zamanla Roma'ya girdiler. Fethedilen ülkelerin tanrıları,
şeklen getirilerek Romalıların geniş hoş görüleriyle Mabette devamlı bir yer aldılar.
Fakat bu, sadece dini hoşgörülük değil, tamamen bilerek izlenen, din politikası
idi. Bu yabancı tanrılar, mabetteki yerli tanrılara refakat ederken, bir müddet
sonra bunlar da esas yerli tanrılardan sayılmaya başlandılar. Jüpiter, Mars ve
Quirinus'tan teşekkül eden üçlülük yerini 6. yüzyılda Jüpiter, Juno Regİna ve
Minerva'nın yeni üçlülüğüne bıraktı. Delfi'de bulunan Apollon kültüyle ilgili
kehanet kitapları, Roma'ya getirilerek Jüpiter Mabedi'nin bodrumuna kondu.
Apollon için, 15 kişiden ibaret özel bir rahipler teşkilatı kuruldu.
Bununla, artık Yunan
tanrıları Roma'ya girmeye başladı. Topluma sunulan ilk Yunan tanrıları, yarı
tanrılar veya Herkül ve Zeus'un çocuklarından Caster ve Pollox gibi efsanevî
kahramanlardı. Bunlar için, şehir merkezinde bir mabet kurulmuştu. Apollon
adına, 431 yılında Roma'da özel bir kült yeri inşa olundu ve halkın koruyucu
patronu olarak kendisine hürmet edildi. Artemis, İtalya'nın eski tanrılarından
Diana ile birleştirildi. Sıhhat ilâhı Asclepios'un kutsal hayvanı, yılan idi.
Hekimlerin taşıdıkları yılan simgesi buradan gelmektedir. 217 yılında ise
Yunanlıların on iki Olimpik ilâhlar sistemi resmen Roma devlet kültüne kabul
edildi. Yerli tanrılarla birleştirildi. Bundan sonra resmi dolarak aşağıdaki
tanrılar birbirine eşit sayılıyordu:
Zeus-Jüpiter,
Hera-Juno, Posaydon-Nepton, Athena-Minerva, Ares-Mars, Afrodit-Venüs,Apollon-Apello, Artemis-Diana, Hephaîstos-Vulcanus,
Hestia-Vesta, Hermes-Mercurius, Demeter-Ceres.
Artık Yunan
tanrılarının da Atina'da Agora isimli serbest meydanda olduğu gibi, Roma'da
Forum meydanında altınla kaplı heykelleri bulunuyordu. Bu suretle Doma
tanrılarının da mitolojileri gelişerek çehre ve renic sahibi oldular. m.ö. III.
yüzyıldan itibaren ise, Doğu tanrıları da Roma'ya nüfuz etmeye başladı. İsa'nın
doğum yıllarında kültleri önemli rol oynadı. Dinlerin karışımı için en mühim
tarih m.ö. 204 yılıdır. Çünkü II. Pön Savaşı'ndan sonra Roma'nın etrafındaki
tehlikelerin artmasıyla Magna Mater'in küitü Roma'ya getirildi. Tanrıça Kübele
(Sibel) nin siyah taşı devlet hesabına Firigya'dan Roma'ya taşındı. m.ö. 191
yılında adına mabet yapıldı. Kübele'ye, Magna Mater ismi altında ibadet edildi,
massa kültüyle ilgili olarak kadınlar tarafından rağbet gören Sır Dinİeri'nin
kan vaftizi büyük rol oynamıştır.
Cumhuriyet döneminin
son zamanlarına doğru dinde genel bir düşüş görülür. Buna, Yunanlıların dini
tenkitlerinin Roma'ya da nüfuz etmesi sebep olmuştur. Örneğin, Çiçero gibi bazı
yazarlar halkın tanrılara olan inançlarını sarsmaya çalışmışlardır. Mabetler
yavaş yavaş eski ihtişamlarını kaybetmeye, kült âyinleri ihmal edilmeye, dini
takvimlerde karışıklıklar görülmeye başlanmıştır. İmparator Avgustos bu
çöküntüyü Önleyebilmek için (m.ö. 12) rahiplerin önemli memuriyetlerini de
üzerine almış, yeni mabetler yaptırmıştır. Sezar ve Avgustos'uiı Tanrısallığı
ilân edilmiş ve dolayısıyla imparator kültünün geliştirilmesine çalışılmıştır.
Bundan sonra kurbanlar imparator resimleri önünde Genius'a kesilmiştir.
Jüpiter, imparatorluğun baş tanrısı ilân edilmiş ve diğer milletlerin baş
tanrıları da kendi aralarında eşit sayılmışlardır. Yine bu devirde İzis,
Serapis, Adonis vs. gibi Doğu tanrıları Roma'ya girmeye devam etmişlerdir. m.ö.
160 yılında, Caligula zamanında Mısır'dan alman İzis takdisi devlet kültü
olarak kabul edilmiş ve m.s. 38 yılında kendisine özel bir mabet İnşa
edilmiştir.
Yabancı Sır Dinlerinin
Roma'nın eski diniyle karışması; Romalılarda, derin hayat problemlerini ifade
ve anlama özlemini doğurmuştur.
Literatür.
1- H. von
Glasenapp, Die nichtchristlichen Religionen, Frankfurt am Main 1963, s.
122-130.
2- H.J. Schoeps,
Religionen, Gütersloh 196l, s. 118-130.
Cermenler, dil
bakımından Keltler'e ve İtaliklere en yakın olan Hindu-Avrupaî bir halk
gurubudur. İsimlerinin Keltler'den mi, Cermenler'den mi geldiği konusu henüz
doyurucu bir şekilde açıklığa kavuşturulamamıştır. Kelime m.ö. 80 yılında
Poseydonyos'da görülmektedir. Cermenler, Güney İskandinavya ve Kuzey Almanya
olan yurtlarından yayılmışlardır. Çeşitli tasavvurlara sahiptiler ve belirli
ortak bir dinleri olmamıştır. Biz burada, aralarındaki ortak ve genel
esaslardan bahsedeceğiz.
Cermen dinleri
hakkındaki en eski haberler, Eski Çağ yazarlarından Cesar, Strabo, Tacutus,
Ammianus Mercellinus, Jordanes ve Prokop'da bulunmaktadır. Daha sonra,
Hıristiyan misyonerlerinin faaliyetleri, putperestlik âdetlerine karşı kanunlar
ve benzerleri hakkındaki haberler takip etmektedir. Bu hususta ekseriya Runen
Metinleri (eski Cermen yazısıyla yazılmış metinler) ve büyülü sözler önemli bîr
yer tutarlar.
Cermen inancının en
eski delilleri, İsveç ve Norveç'teki Taş ve Bronz devirlerinden kalma, kaya
resimlerinde kendini göstermektedir. Banların, ölülerle ilgili âdetleri ve ruh
inançları, bazı ihtimallerle tespit edilebilmektedir. Genellikle Cermen boyları
hakkındaki kaynaklar az olmakla beraber, “Edda” ve “Sagas” adındaki eserlerde
Eski Cermenler hakkında kıymetli dokümanlar vardır. Ancak, bazı konularda
anlatılan Tanrı mitolojilerinin, ne derece bütün Cermen boyları için geçerli
sayılabileceği sorusu, cevapsız kalmaktadır. Bununla beraber, Cermen dinleri
hakkındaki ana kaynak yine de Edda'dır.
Kâinat, üçü
yeraltında, üçü yeryüzünde ve üçü de gökte olmak üzere dokuz âlemden meydana
gelir. Yeraltında: Niflheim(sis ülkesi) kî, burada soğuk ve ölüm karanlığı
hakimdir.
2- Niflhel
(Tanrı Hel'in ülkesi) ki, burada yeraltı tanrısı Hel ikâmet eder. Yaşlılık ve
hastalıktan ölenler, buraya gelirler.
3- Siyah
Alfenheim ise, esmer cücelerin ikâmetgâhıdır. Yeryüzünde:
1- Midgard,
ortadaki insanların dünyasıdır.
2-
Jötunheim, orman devlerinin ülkesidir.
3-
Vanenheim, belirli Tanrısal varlıkların ülkesidir. Gökte ise:
1-
Muspelheim, başkanları Surtur olan ve alevler saçan “Ateş Devleri”nin
ülkesidir.
2- Işık
Alfenheim, ışık dostu olan ruhların ikâmet yeridir.
3- Asgard,
tanrılar ülkesidir. Burada tanrılar şatolarında otururlar. Yer ile göğü ise
Bifröst İsimli bir köprü bir birine bağlar.
Cermenler'in en önemli
tanrıları Frey, Ziu, Donar ve Wodan'dır. Tacitus bunları Mars, Jüpiter ve
Merkür ile aynı saymıştır. Bunların en eskisi, Gök Tanrısı Ziu (Tyr) dır. Eski
Saksonlar'da, Saxnot ismiyle adlandırılır. Hukuki ve kutsal hayatın
temsilcisidir. Batı ve Kuzey Cermenler de ise, tamamen harp tanrısıdır.
Donar, fırtına ve
verimlilik tanrısıdır. İzlanda köylerinin en sevimli ulûhiyetidir. Aynı
şekilde, Normanlar ve Vikingler onun kültünü geliştirmişlerdir. Kültü,
Hıristiyanlık devirlerinde de uzun zamanlar yaşamıştır. Mitolojinin, içki
düşkünü ve çiftçilerin koruyucu tanrısı olarak vasıflandırdığı bu tanrı,
devlere veya Midgard yılanlarına karşı harp ederek, koruyuculuk yapardı.
Donar'ın silahı çekiçti. Çekicini devlere karşı fırlattığında, şimşekler
çakardı. Bu sebeple; çekiç ve balta şekilleri, Kuzey Avrupa muskalarında sık
sık sihirli bir işaret olarak kullanılırdı.
Wodan, harp ilâhıdır.
Aynı zamanda, yazı ve büyünün üstadı sayılır. Bölgelerde Odin ismiyle anılır.
Kaynaklarda tek gözlü, başında fötr sırtında mavi palto taşıyan, bir ihtiyar
olarak tasvir edilir. Silâhı ktir Sekiz ayaklı, büyülü atı Sleipnir, O'nu
havalarda taşır. Omuzunda dığı iki karga da, çeşitli uçuşlarında gördüklerini
O'na fısıldayarak haber verirler.
Frey, kadın
tanrılardan, verimlilik ve aşk tanrıçasıdir. Ayrıca, iki cinsiyetli Nerthus ve geleceği
gören tanrılar annesi ve Odin'in karısı Frigg büyük rol oynar.
Cermenlerin dini, çok
tanrılı bir dindir. Tek tanrı inancına hiç bir bölgede rastlanamamıştır.
Cermen kavimleri bir
rahipler sınıfı ve teşkilâtı bilmiyorlardı. Kurban takdimini herkes kendisi
yapabilirdi. Ancak önemli âyinleri, bölgenin dünyevî yöneticileri yerine
getirirdi. İbâdet işleri, daha ziyade kutsal korularda ve takdis edilmiş
yerlerde icra edilirdi. Sonraları, evlerde, kurban salonlarında yapılmaya başlanırdı.
Nadir olarak, insan kurbanı da görülürdü. Bilhassa insan, Tanrı Odin için
kurban edilirdi. Strabo'nun anlattığına göre, Kimbernler'de beyazlar giymiş ak
saçlı rahibeler, savaş esirlerinin başlarına çiçekler takarak, büyük bir bakır
kazanın yanına götürürler ve başlarını kazanın kenarı üzerine tutarak,
boyunlarını keser ve kanlarını kazana akıtırlardı. Kazanlara akan bu kanlara
bakarak da, istikbalden haber verirlerdi. Adam von Bremen, Upsala'da baharın
ekinoks (gece ile gündüzün birbirine eşit olduğu gün) zamanında, gece ve gündüz
dokuzar kişi kurban edildiğini ve sonradan cesetlerinin bir koruluğa asıldığını
anlatır.
[191]
Alman halk inançlarına
göre, sayısız su kaynaklan, dağlar, ormanlar, evler, ruhlar ile ilgili,
cücelerin, perilerin devlerin bulunduğu yerlerdi. Bu varlıklar, insanlara karşı
çoğunlukla müspet davranırlar, otların, taşların, yazı sözlerin büyülü
kuvvetlerini öğretirlerdi. Upsala'daki kült yerlerinden anlaşıldığına göre,
Cermenler sonraki devirlerde, mabet ve tanrı resimleri de yapmışlardı.
Cermen tanrıları,
Odin'in başkanlığında bir tanrılar ailesi olarak, dünyanın zirvesindeki Asgard
denen ülkede yaşarlardı. Ancak, onların ülkesi de insanlarınkine benzerdi.
Cermenlere göre, tanrılar insan suretinden yükselmiş, sihirli kuvvetlere sahip
varlıklardı. Onlar da var olma ve yok olma kaderinin hakimiyeti altında
bulunurlardı. Bu sebeple, ebedî değillerdi. Tanrı Odin (Wodan), felâket zamanım
öğrenebilmek için, Dev Mimir'e bir gözünü, harp tanrısı Ziu Fenris kurdunu
bağlayabilmek İçin, sağ elini kurban etmek zorunda kalmıştı. Tanrılar, kendi
kaderlerini ve yokluğa doğru gittiklerini bilirler, ama onu güçleri yetip
değiştiremezlerdi. Kâinatın mahkûmu olduğu kaderi planlayan ve tatbik eden üç
kader tanrıçasıydı. Bunlar dev bir dişbudak ağacı üzerinde oturan: Urd (olmuş),
Werdandi (oluyor) ve Skuld (olacak) isimli ilâhlardı. İnsanlar ve tanrıların
hayat ipliklerini eğirir ve dokurlardı.
Cermenlere göre, ölüm,
insanları daha önce yaşamış ailelerinin yanına götüren bir vasıta idi. Ölen
kişi, mezar tepeciklerinde daha önce ölmüş aile fertlerine kavuşarak, dünyadaki
hayatlarını toplu olarak devam ettirirlerdi. Ölüler âleminin hâkimi, Tanrıça
Hel idi. O'nun ülkesine Göll isimli bir nehir üzerinde bulunan ve bir kız
tarafından korunan, altın köprüyle varılırdı. Suçsuzlar, Hel'in ülkesinde
cezasız, fakat neşesiz bir hayat sürerlerdi. Günahkârlar ise, diğer ölülerin
yanında Cehennem köpeği Garm tarafından işkence görür, içinde kılıçlar bulunan çamur kuyularına düşerek yaralanır, acı
çekerdi. Harpte ölenlerin kaderleri ise, başkaydı. Onlar, şeref salonlarına giderek, savaş oyunlarıyla
eğlenirler, ölüm yaralarının derecesine göre, tekrar tekrar gençleşerek sıhhat
bulurlardı. Heidrun Keçisinin sütü ise, onlara ebedi bir hayat bahşederdi.
Şehrimnir isimli erkek bir domuz da, yenildikten sonra her defasında yeniden
dirilerek, onları etleriyle beslerdi. Oradaki şarkıcı ve çalgıcılar da, onları
eğlendirirler, bitmeyen günlerin neşe ile geçmesini sağlarlardı.
Tanrı Baldurs'un
ölümünden sonra, dünya dâima kötüye gidecek, ahlâk günden güne çökecek,
kardeşler birbirlerini vuracaklardır. Kardeş çocukları, soy bağlarını
koparacak, zina ve harpler çoğalacak, hiç bir erkek diğeriyle barışık olmayacaktır.
Artık Kıyamet gününden önce, Fenris Kurdu ve Midgard Yılanı bağlarını koparacak
ve dünyayı kaplayan son bir harp olacaktır. İşte o zaman, güneş kararmaya
başlayacak, dünya denizin içine çökecek, yıldızlar gökten düşecek, yeryüzünü
duman ve ateş kaplayacak, muazzam bir sıcaklık, göklere yükselecektir. Fakat,
her şey yok olduktan sonra, dünya yeniden denizden yükselecek, yeni bir hayat
başlayacaktır. Tanrılar ise, ida Meydanı denen geniş bir alanda toplanacaklar
ve önceki devirlerden kalma altın levhaları bularak kaybettikleri gerçekleri
öğreneceklerdir. Bütün musibetler, rahmete çevrilecek ve altından yapılmış
saraylarda oturarak, hayatlarının tadını çıkarmaya devam edeceklerdir.
Literatür.
1- H.von
Glasenapp, Die nichtchristlichen Retigionen, Frankfurt anı Main 1963,
s.231-235.
2- HJ. Schoeps,
Religionen, Gütersloh 1961, s. 131-133.
3- F.Heiler,
die Religionen der Menschheit, Stutigart 1959, s.542-551.
Keltler, Hindu-Avrupaî
milletler arasında, kelime hazinesi ve kültür bakımından, Cermenlere en yakm
olanıdır. Yunan ve Roma yazarları, anıtlar üzerindeki kitabeler, paralar, eski
İzlanda ve Welsh literatürleri, Keltler hakkında gerekli bilgileri
ulaştırmaktadır. Keltler, m.ö.600 yıllarında Batı ve Orta Avrupa'da hâkimiyet
sağlamışlardı. Beşinci yüzyılda büyük göçlerle, büyük bir kısmı Küçük Asya'ya,
diğer bir kısmı da Batı'ya, İspanya ve Portekiz'e kadar uzanmışlardı. Fakat
bugüne kadar Keltler, ancak Galya ve Britanya adasında, özellikle İrlanda,
Welsh ve İskoçya'da kendilerini koruyabilmişlerdir. İrlanda ve Welsh, Kelt dili
ve kültürimün ana merkezi olmuştur. Kıta bölgesinde ise, Sezar'ın Galya'ya
yaptığı seferlerle Keltler çabucak Lâtinleştirilmişlerdir.
Yaşadıkları bölgelerde
bulunan kitabelerde pek çok Kelt tanrı isimleri rivayet ediliyorsa da, bu
tanrıların çoğunun yüzleri tasvirlerinde belirli değildir. Keltler'in dini
hakkında en eski rivayet Aristoteles, Cesar, Lucan, Lukian, Casjus Dio ve diğer
Eski Çağ yazarlarının eserlerinde, Hıristiyanlık devrinde de, Gregor von Tours
gibi kilise yazarlarının hatıratlarında, azizlerin efsanelerinde bulunmaktadır.
Kelt efsanelerine, şiir Ve tercümeleriyle ilk ilgiyi uyandıran 1760 yılında
İskoçyalı James Macpherson'dur. III. Yüzyıldan beri gelen İrlanda efsanelerini
İskoçya'ya taşımıştır.
Kelt dinî hakkındaki
kaynaklan, yukarda zikredilenler başta olmak üzere, çeşitli kitabeler, anıtlar,
kabartmalar ve tanrı resimleriyle kaplı paralar, teşkil ederler. Bunlara,
İrlanda'da bulunan 12. yüzyılda toplanmış Leinsler Kitabı'nı, 14. yüzyıldan
kalma Welsh dilinde, bir el-yazması olan Mabinogion v.s. gibi kitapları ilâve
edebiliriz. Bu metinler, yarı mitolojik kaynak sayılırlar. Çünkü tanrılar, bu
eserlerde kral, kahraman veya büyücü konumundadırlar. Yine bazı Kelt şiirleri
de, bu konuda bilgi vermektedir. Yalnız bunlar, Keklerin dinlerinin tarihini
yazmaya yetecek kadar değildir. Ancak, çeşitli haberlerden toplu bir dînî
tasavvur meydana getirilmeye çalışılmaktadır.
Keklerden, dünyanın
yaratılışı hakkındaki hiç bir haber gelmemektedir. Kek rahiplerine Druid denir.
Druidler'in iddialarına göre, güneşi, ayı, dünyayı ve göğü kendileri
yaratmışlardır. Kelt rahiplerinin bu iddiaları gibi, Brahmanlar da, kendileri
kutsal kurbanı yerine getirmezlerse, güneşin doğmayacağım iddia ederlerdi. Halk
efsanesine göre, dünyanın pek çok kısımları (nehirler, denizler, kaynaklar,
tepeler, ormanlar vs.) ulûhiyetin yerine geçen büyük bir dev tarafından
yaratılmıştı. Druldlere göre, ruhlar ve gök yok edilmeyecek varlıklardır.
Ancak, bir zaman gelecek, yeryüzüne su ve ateş hakim olacaktır. Fakat, gök hiç
bir zaman çökmeyecektir. Yeraltı dünyası hakkındaki tasavvurlarına göre ise,
orada korkunç hiç bir şey yoktur, mesut bir ikâmet yeridir. Bazı tepelerin
içinde, peri sarayları bulunur ve oralara ancak seçkinler girebilirler.
Kutsallar adası Avalonis ve Periler ülkesi Emain bunlardandır. Galya'daki
kitabelerde Keklerin Harp tanrıları üçlülüğü görülür. Bunlar: Halk Kralı
Teutates, Esus ve Şimşek tanrısı Taranis'tir. Bunlardan başka, verimlilik
tanrısı Dağda; el sanatları tanrısı Lug tüm Kelt ülkelerinde tanınan
ilâhlardır. Lug, Lyon ve Leiden gibi şehir isimleriyle bugün dahi adını
yaşatmaktadır. Dagda'nın kızı Brigit,
şiir ve hakimlik sanatının tanrıçası
sayılırdı. At tanrıçası Epona
da meşhur ilâhlardandı. Kültü Roma İmparatorluğu içlerine kadar
yayılmıştı.
Kült işleri ise,
teşkilatlı falcılar sınıfının elinde bulunuyordu. Britanya'da çıkan, Druidler
denen yüksek rahipler, özel bir sınıfı teşkil ederlerdi. Hatta, tarikatlar dahi
kurmuşlardı. Kurbanlar, ekseriya kutsal korularda, kutsal ağaçların altında
veya kutsal su kaynaklarında, Druidler afından sunulurdu. Keklerin geç
devirlerinde. Roma mabetleri göz önüne narak
mabetler yapılmıştı. İrlanda'da ise Kelt mabetlerine 5. yüzyıldan nra
rastlanır. Romalılar'ın haberlerine göre, Keltler'de insan kurbanı da yaygındı.
Tarihçi Caesar'ın anlattığına göre, insan kurbanım, salgın hastalık ve harp
zamanında yapıyorlardı. Zira “'Tanrılar Sultanı” insanların havatı için, insan
takdim edilmedikçe, sükûnet bulmuyordu. Plinius ise, Keltler'de yamyamlık
olduğunu iddia etmektedir. Romalılar'ın geniş hoş görülerine rağmen, Druidleri
sıkı takibinin sebebi bu olabilir.
Keklerin tanrı inançları
hakkında pek bilgi verilmiyor. Bununla beraber, büyü ve Panteizmle karışık, pek
çok mahalli koruyucu tanrılara inandıklarına şahit olunmaktadır. Ülkenin tabiat
ruhları ile kaplı olduğuna, druidlerin yağmur yağdırma vs. gibi, gizli
kuvvetlerle ilgili, büyülü sözleri ve yemin formüllerini bildiklerine
inanılırdı. Geç zamanlarda, eski tanrı inançlarına, perileri, cüceleri, kutsal
kaynakları, bazı ağaç ve taşları da ilâve etmişlerdi.
Kekler, ruhun
ölümsüzlüğüne ve tenasühe inanıyorlardı. Fakat, bunun dünyadaki iyi ve kötü amellerin
karşılığına göre olup, olmadığı belli değildir. Kekler, hayata Çemenlerden daha
çok ümitle bakarlar. Çünkü, Cermenlerde kaderden kurtuluş yoktur. Tanrıların da
insanların da sonları karanlıktır. Ama, Keltler'de ölüm, uzun yaşamanın
merkezidir. Bu sebeple, onlafda ölüm korkusu yoktu, kolayca intihara dahi
gidiyorlardı. Özel bjr ölüler ülkesinin, Batı'da bir adada olduğu, kabul
ediliyordu. Bazıları da, bu Öte dünyanın, suların altında bir olduğuna
inanıyorlardı. Cehennem inancı ise mevcut değildi.
Literatür:
1- F.Heiler,
Die Religionen der Menschheit, s. 552-561.
2- HJ.Schoeps,Religionen,
s.133-136.
3- H.Von
Giasenapp, Die nichtchristlichen ligionen, s.283-286.
4- İbn
Fadlan Seyahatnamesi, Çev. R. Şeşen, İstanbul 1975,
5- Slavlar
da Kekler gibi, Avrupa kavimlerindendir. Volga ve Dinyeper nehirleri arasında
otururlardı. Doğu Slavları: Ruslar, Ukraynalılar, Kır. Güney Slavları: Hırvatlar,
Sırplar ve Bulgarlar'dır. Batı Slavları: Çekler, Slovenler, Lehler
(Polonyalılar) Sorbenler ve Keşubenler olmak üzere çeşitli boylara ayrılırlar.
Slavlar hakkındaki en
eski haber, 6. yüzyılda yaşamış Bizans tarihçisi Prokebun'un, eserinde Got
savaşını anlatırken, kısaca Slav dininden de bahsetmesiyle görülür. Onuncu
yüzyılda Rusya'yı ziyaret eden, İbn Fadları da Seyahatnamesinde Slavlar'm dini
hakkında bilgi verir. Ayrıca, kahramanlık destanlarından, masallardan ve eski
âdetlerden de Slavlar'in dinleri hakkında bilgi edinilmeğe çalışılmaktadır.
Verilen haberlere
göre, Slavlar, Anten isminde, her şeyin yaratıcısı bir varlığa inanıyorlardı.
Bu, iyi ve güzel tanrının karşısında, diğer dinlerde olduğu gibi, kötü ve menfi
bir varlık da bulunuyordu. Fakat bu, prensipleşmiş bir dualizm değildi. Doğu
Slâvlarmdaki Henoteizm, baş tann Perun idi. Perun, gök, şimşek ve fırtına
tanrısı sayılırdı. Nowgrad'da onun adına söndürülmeden yakılan bir ateş vardı.
Kült putu, ağaçtan idi. Önünde kurbanlar kesilirdi. Kiev'deki putu, altın ve
gümüşten yapılmıştı. Mabedi, 988 yılında kral Wladimir’in Hıristiyanlığı
kabulünden sonra yıkılmıştı. Doğu Slavları'nda, bundan başka ateş tanrısı
Svaro'nun oğlu, güneş ve kurban tanrısı Pazbog bulunmaktaydı. Tanrıçalara ise,
pek rastlanmaz. Ayrıca, rüzgâr ve harp tanrısı Stribo, av ve hastalık tanrısı
Hors, ziraat ve ticaret tanrısı Mkos gibi, tanrıların da olduğu
zikredilmektedir. Ay, kader ve ölüler tanrılarının bulunduğuna, ruhlara,
vampirlere, perilere inandıkları da rivayet edilmektedir.
Eski haberlere ve Arap
seyyahlarının verdikleri bilgilere göre: Slavlar, ziraatla ilgili kültleri ve
idollere tapma âdetleri yanında, ölülere ait âyinlere büyük önem verirlerdi.
Cesedi yakma âdeti, yaygın idi. Bu esnada, ölüye pek çok hediyeler takdim
edilirdi. İbn Fadlan, cesedin yakılması sırasında, ölüye refakatçi olarak
karısının veya kölesinin de kurban edildiğini, âhirette lâzım olacağına
inandıkları eşyalarla birlikte, onları da yaktıklarını haber veriyor.
Ölü ruhlarına saygı,
uzun zaman devam etmiştir. Ruhlar, çok basit, tehlikeli ve acayip şekillerde
tasavvur edilmiştir. Vampir ve kurt şeklinde dolaşan ruhlar olduğu gibi,
gizlice rahmet veya felâket getiren ev ruhları da vardı. Ev ruhları ekseriya,
cüceler şeklinde tasavvur edilirdi. Sularda boğularak ölen çocukların ruhlarından
ise, su cinleri ve perileri oluştuğuna inanılırdı.
Literatür.
1- H. von
Glasenapp, Die nichtchristlichen Religionen, s.37-45.
2- F.Heiler,
Die Religionen der Menschheit, s. 97-107.
3- Walter
Krickeberg, Die Religionen des alten Amerika, Stutigart 1961.
Amerika kıtası
tarihinde de eski yüksek kültürlere rastlanır. Bu kültürlerin bazıları, eski
çağlara kadar gerilere gittiği gibi, bazıları da Orta Çağ Avrupa Tarihine
paralel bulunur. Meksika'da Tolteklerin ve Azteklerin yüksek kültürü, Guatemala
ve Yukatan'da Mayaların devleti, Kolumbia'da Çibçalar, Peru ve Bolivya'da
İnkalar görülür. Ancak, Orta ve Güney Amerika'nın İspanyollar tarafından zaptı,
hepsinin de acıklı sonunu hazırlamış ve tarih sahnesinden silinmiştir.
İlk defa Eski Amerika
dinlerinden bahsedenler, istilacı kuvvetlerle ülkeye gelen, çoğunluğunu
rahiplerin teşkil ettiği, İspanyol ruhanîleridir.
Yine, yarıkan
Kızılderililerin ve idare memurlarının yazdıkları tarihler de halkın dinî
durumunu aydınlatırlar. Özellikle, kuvvetli gözlemcilerin haberlerini, son
yılların arkeolojik kazılarıyla yapılan araştırmalar tasdik etmektedir. Yine,
Azteklerin ve eskilerin anlattıkları haberleri vesikalandırmaktadır.
Ayrıca, dinler tarihi
için kıymetli bir eser olan, Kiçe kavminin “Popul Vuh” (Nasihatlar Kitabı)
isimli kutsal kitabı, 1530 yılında Hıristiyanlığı kabul etmiş bir Kızılderili
tarafından ana dilinde, fakat Lâtin harfleriyle kaydedilmiştir. Bu kitabı,
Dominikahlar mezhebinden Francisco Ximenez, aslından veya kopya bir nüshasından
1700 yılında İspanyolca'ya tercüme etmiştir. Bu kitap, dünyanın ve insanların
yaratılış efsanelerini, tanrılar tarihini ve ilk devirlerin kahramanlarını ve
nihayet Kiçe Kavminin hükümdarlar tarihini, ihtiva eder. Eser, Eski Amerika
Kültürü için en kıymetli dokümanlardan biridir.
Güney Amerika'nın
Anden bölgesi kültür kavimleri ise, meramlarını ifâde edebilmek için, yazı
yerine düğümlü iplik sistemi kullanıyorlardı. İpliğin düğüm şekli, rengi,
uzunluğu, mânâ ve sayı ifâde ediyordu.
İspanyolların 1521
yılında Meksika'yı zapt etmeleriyle, burada yaşayan Aztekler devleti de çökmüş
ve kaybolmuş oldu. Azteklerin isimleri, mitolojik ülkelerinin ismi olan
Aztlan'dan gelir. Dilleri, Nahua halkına âit bir dil gurubuna dahildir. Bunlar,
m.s. 14. yüzyılda Meksika platolarında askerî monarşilerini kurmuşlardı. Kültür
bakımından, kendilerinden daha önce burada bir devlet kuran, Toltekler'e
bağlıydılar. Gelişmiş bir matematik ilmi üzerine bina edilen tarihleri
bulunmaktaydı. Kâinat tasavvurlarına göre, dünya ezelî bir denizden çıkmıştı.
Yeryüzünün altında, dokuz yeraltı âlemi vardı, üzerinde ise, dokuz veya onüç
gök tabakası dururdu. Dünya, daha önce geçirdiği dört büyük tabiat felâketiyle,
dört defa yıkılmış ve son bulmuştu. Bu felâketler, “Güneş” adı verilen
devirlerle isimlendirilirlerdi. Birincisi, “Su Güneşi”dir ki, tufanla dünyanın
her tarafını suların kaplaması ile: ikincisi, “Kaplan Güneşi” dir ki,
kaplanların güneşi ve yeryüzündeki canlıları yemesiyle; üçüncüsü, “Ateş Güneşi”dir
ki, gökten ve volkanlardan gelen ateşin yeryüzünü tamamen yakmasıyla;
dördüncüsü, “Rüzgâr Güneşi”du ki, fırtına ve kasırgaların bütün canlıları yok
etmesiyle son bulmuştu. Şimdiki dünya devri ise, en sonuncudur, depremlerle son
bulacaktır. Ancak, daha önceki felâketlerde nrılar, yeni bir dünya görmeyi arzu
etmişler, dünyayı yeniden onarmışlardı. Bu yıkılan dünyanın onarımına yardım
etmeyecekler ve dünya bir daha yenilenmeyecektir.
Azteklere göre, göğün
en üst katında tanrı Tonacatecutli karısıyla beraber otururdu. Ana rahmine
çocuk ruhlarını gönderen onlardı. Hakimiyetleri altında, sayısız tanrılar, yarı
tanrılar, eski devirlerin kahramanları, iyi ve kötü cinler, tabiat ve ata
ruhları bulunurdu. Mabetlerde, yalnız tanrılara ibâdet edilirdi. Rahipler,
itina ile düşünülmüş ve tecrübe edilmiş merasimleri, öğrenmek zorunda idiler.
Aztek ve Toltek ülkelerinde, öncelikle Ketsalkovatl (Kanatlı Yılan) olmak
üzere, Tezcatlipoce ve Huitzilopochtli'ye bölgenin büyük mabetleri
atfedilmişti. Efsaneye göre; Ketsalkovatl, bakire Kimalman'ın semavî bir zümrüt
taşını yutmasından sonra doğmuştu. Efsanevî Tollan devletinin rahip kralı idi.
Tollan ve Toltek ülkelerine çeşitli sanat ve kültürleri öğreten o idi. Rakip
ilâhların entrikalarıyla, ülkesini terk ederek uzaklara gitmişti. Ketsalkovatl,
Azteklerin son zamanlarında fırtına ve gece göğünün hakimi bir tanrı olarak
tasavvur edilirdi. Uzak bir gelecekte, dünyaya geri döneceğine inanılırdı. Bu
sebeple, İspanyol komutanı Cortez'in gelişini, Ketsalkovatl'ın geri dönüşü
zannederek İspanyolları dostça karşılamışlardı. Yanıldıklarını anladıkları
zaman ise, iş-işten geçmişti. Ketsalkovatl'ın rakibi, gece ve harp tanrısı,
Tezkatlipoce idi. Korkunç bir yüze sahip, büyük bir büyücü ve entrikacı olarak
tasavvur edilirdi. Başka bir harp tanrısı sayılan Huitzopoçtli, Azteklerin
milli tanrısı idi. Yer tanrıçası Tlazolteotl, gökten düşen tüyle dolu, yumuşak
bir top vasıtasıyla Huitzilopoçtli'ye hamile kalmıştı ve onu silahlarıyla
birlikte doğurmuştu. Diğer önemli tanrılardan: Tonaliuh, güneş tanrısı; Tlaloc yağmur
ve Tlazolteotl yer tanrı asıydı. Bunlardan başka, verimlilik, ateş, yıldız vs.
gibi pek çok tabiat varlıklarını temsil eden tanrılar da vardı. Ölüler âleminin
hakimi dokuz yeraltı dünyasının da hükmedicisi Mictlantecutü idi. Kültü, göğün
büyük bir itina ile gözetlenmesiyle hazırlanan takvimlere göre, tespit
edilirdi. Şerefine yapılan sayısız bayramlardan başka, doğum ölüm vs. gibi
insan hayatının önemli hadiselerinde âyinlerle tazim edilirdi. İbadetler, mabet
ve özel kült yerlerinde dua, sadaka ve kurban sunmakla yapılırdı. Yeni doğan
çocuk, maddi kirlerden ve manevî şer kuvvetlerden korunmak için su ile
yıkanırdı. Manevi temizlik için, oruç tutulur, cinsi faaliyetlerden uzak
durulur ve asketik yollarla tövbe edilirdi. Aztekler'de insan kurbanı yaygın bir
gelenekti. Periyodik olarak, ateş tanrısına insan kurbanı sunulurdu. Bu
kurbanlar sayesinde, güneş ve ayın hareketlerine devam edebildiklerine
inanılırdı. İnsan kurbanının sunulduğu, “Tlacatecco” adı verilen mihraplarda,
un, bal ve çocuk kanından büyük bîr put yapılır, sonra da kurban olarak, ortası
oyularak, hazır bulunanlar tarafından yenirdi. Kurbanlar, daha ziyade harp
esirleri ve çocukları arasından seçilirdi. Kurbanlık kişiyi dört kişi sıkıca
tutar ve bu esnada, rahipler de taş bıçaklarıyla göğsünü yararak çalışan
kalbini dışarı çıkarırlardı. Rivayetlere göre, yamyamca ziyafetler de eksik
olmazdı. Kurbanlık için, özel surette beslenen gençler kızartılarak yenirdi.
Rahipler, hiyararşik
olarak teşkilatlanmışlardı. Manastırlarda evlenmeden yaşarlardı. Kendilerini
hadım etmeleri, kulak ve dilden kan aldırmaları, rahipliğe giriş şartlarmdandı.
İnsanların ölümden
sonraki kaderleri ise, ölüm şekillerine bağlı idi. İhtiyarlık ve hastalıkla
ölen erkek ve kadınlar, yeraltı dünyasına giderlerdi. Boğularak veya ateşli bir
hastalıktan ölenler, yıldırım çarpmasına uğrayanlar, yağmur tanrısı Tlaloc'un
doğuda bir dağ üzerinde bulunduğu tasavvur edilen, cennetine giderlerdi. Bunun
için, ölülerini yağmur tanrısının rengi sayılan mavi ile boyayarak gömerlerdi.
Harpte ölenler, kurban edilenler ve doğum esnasında ölen kadınlar, güneş
tanrısının gökteki cennetine ulaşırlardı. Yani ölümden sonra dünya hayatının
karşılığı sayılan ceza ve mükâfat yoktu.
Kaynaklardaki önemli
haberlerden biri de, Tezcoco Kavmi prenslerinden Nezahualcoyotl (oruç tutan
Koyotl) adında birinin, Tevrat'taki Süleyman Meselleri'ne benzer destanlar
yazmış olmasıdır. Yaptırdığı dokuz katlı mabette, kâinatın yaratıcısı,
görünmeyen bir tanrıya iman ve ibâdet edilmesini savunmuş, kanlı kurbanları
kaldırmıştı.
Mayaların dinine genel
olarak bakılırsa, pek çok hususlarda, Aztekler ile aynı oldukları göze çarpar.
Hiyeroglif yazıları ve kutsal top oyunları benzerlik gösterir. Yalnız Mayalar,
Aztekler gibi, zalim ve kan dökücü değillerdi. İnsan kurbanı çok nadir
görülürdü. Genellikle, bitki ve hayvan kurbanında bulunurlardı. Panteonlarının
zirvesinde yüksek ve pasif tanrı Hunabku bulunurdu. Aktif tanrı İtzamna, güneş
tanrısı ve kült kahramanı sayılırdı. Azteklerİn Ketsalkovatlına benzeyen tanrı,
Kukulkan idi. Takvim ve ilimlerin kâşifi, mahsulün koruyucusu, o idi. Ayrıca,
yağmurun, zelzelenin, yıldızların da tanrıları vardı. Yeraltı dünyasının
hâkimi, Hunahpu idi. Maya platolarının efsanesine göre, ülkeyi denizden o
yükseltmişti ve hayatın bütün ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra da insan oğlunu
mısır bitkisinden o yaratmıştı.
Kült bakımından da
Azteklere benzerdi. Kurban olarak meyve, çiçek, hindi ve köpek takdim
ederlerdi. İnsan kurbanı nadirdi. Ancak belirli zamanlarda, kutsal saydıkları
derin bir kuyuya, bakire kızları kurban olarak atarlardı. Azteklerde ki sibi,
top oyununu da biliyorlardı. Mabedin geniş avlusu, aynı zamanda futbol sahası
sayılırdı.
İnkalar, bugünkü
Peru'da yaşamışlardır. Devletleri 1532 yılında İspanyol komutanı Pizarro tarafından
zapt edilinceye kadar, ayakta durmuştu. Topraklarının büyük bir kısmı, İnka'nın
yâni devletin malıydı. Her bir erkek vatandaş, belirli bir yaşa kadar, bu
topraklarda çalışmakla ve askerlik hizmetiyle yükümlü idi. İhtiyaç sahipleri,
lüzumunda devlet deposundan tahıl, pamuk ve diğer ihtiyaçlarını, temin
ederlerdi. İhtiyarlıklarında ise, ihtiyaçları tamamen devlet tarafından
karşılanırdı. Devlet başkanı İnka, Güneş'in torunu sayılırdı. Efsaneye göre,
onun selefi Manko Kapak, kız kardeşi karısıyla birlikte Titicaca gölünde bir
mağarada görünerek, kuzey-batıya çekilmiş ve insanlara çeşitli aletlerin
yapımını ve kullanılmalarını öğretmiş, Kuzko'da (Cuzco) bir devlet kurmuştu.
Bunlardan son altı hükümdar tarihen belgelenmiştir.
İnkalar'a göre, tanrı
Virakoça dünyanın yaratıcısı sayılırdı. Hakkındaki güzel ilâhiler, inananların
dindarlığını göstermektedir. Kuzko'daki (Cuzco) Güneş Mabedinde, güneş tanrısı
înti ve şimşek tanrısı Kokeilla ile beraber bir arada bulunurdu. Üç altın put
İle temsil edilirdi. Ayrıcı deniz, ay ve önemli yıldızların da kendilerine has
tanrıları vardı. Dini merasimler mabetlerde yapılırdı. Kurban olarak çiçek
yiyecek ve içecek, giyecek sunulur ve banlar ateşe atılarak yakılırdı. Bazen,
Lama hayvanı da kurban olarak ateşte yakılırdı. İnka'nın tahta çıkması ve ya
ölmesi, yahut bulaşıcı hastalıkların, kıtlıkların baş göstermesi gibi, önemli
olaylarda, çocuk ve yetişkin kimseler de kurban edilebilirdi. Dini hizmetleri,
çeşitli derecelerdeki rahipler ve manastırlarda yaşayan rahibeler yerine getirirlerdi.
İnka, esas karısı olan, kız kardeşi dışındaki diğer karılarını, bu rahibeler
arasından seçerdi.
ölülerini mumyalayarak
gömerlerdi. Ruhların, derin bir deniz üzerinde bulunan, kıldan yapılmış bir
köprüyle, “Dilsizler Evine” gittiğine inanırlardı. Sahilde yaşayanlar ise,
ruhların köpek balıkları tarafından Guano adasına taşındıklarına inanırlardı.
Nacaragua gölü ile
Ekvator arasında yaşarlardı. Yüksek kültüre sahip Anden kavimlerinden idiler.
Kutsal şehirleri olan Suamoy (Soğamoso), seçimle gelen bir rahip kral
tarafından idare edilirdi. Hintlilere benzer kast sistemleri vardı. Rahipler,
makamlarını anaerkil bir usulle miras bırakırlardı. Yüksek sınıfı, sırayla
savaşçılar, tüccarlar, sanatkârlar ve çiftçiler teşkil ederlerdi. En aşağı
sınıf paryalardı. Kanunların tatbikçisi, aynı zamanda ulûhiyeti de kabul
edilen, hükümdardı.
Çibçalar arasındaki
bir rivayete göre, insanlar her şeyin anası Baçve (Bachue)'nin kutsal Iguagua
gölünde görünen, bir erkek çocuktan hâmile kalmasıyla meydana gelmişlerdi.
Sonra Baçve insanlığın atası olan o kişiyi, yılan suretine sokarak, göle
salıvermişti. Diğer bir rivayete göre de, ilk ata Kaziken, erkekleri san
topraktan, kadınları da içi boş bitki saplarından yaratmış ve kendisi de, güneş
ve ay olarak, göğe çıkmıştı. İnsanlara medeniyeti öğreten de, yine Baçve idi.
Gizli bir şekilde ortadan kaybolmuştu.
Eski Amerika yerlileri
tarafından yapılmışlardı. “Teotihucan” adı verilen medeniyete âit (m.ö. 200.
m.s. 700 ) büyük kalıntılardı. Kat kat beş taraçadan oluşuyordu. 60 metreyi
aşanı en yüksek olanıdır. Daha küçükleri de vardır. Maya yurdunda (Chiapas
Eyaleti) diğer piramitlerde olmayan ve bir ölü odası, taş bir lahiti bulunan,
duvarları kabartmalarla süslü, “Kitabeler Mabedi” adında bir piramit daha
vardır. Meksika piramitlerinin tepesinde bir tapınak kaidesi ve tabanı bulunur.
El-Castillo piramidi ise dokuz katlı ve muhteşem görünümdedir.
Eski Amerika
yerlilerinin katliamlardan kurtulabilenler sömürgeciler tarafından tarıma
yaramayan çöl ve dağlara doğru sürüldüler. Geçim kaynakları ellerinden alınan
halkın bir kısmı açlık ve hastalıkla kırıldı. Ortak kültürlerinden günümüze
ulaşanlar: Turistler için gösterilen kült dansları ve dans esnasında giyilen
elbise modelleri, üzerlerindeki işlentilerdir. Sürüldükleri Missisippi ve
Misouri nehirlerinin gerilerinde, Teksas ve Yeni Meksika çöllerinde, Kanada
sınırlarında varlıklarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Genelde
Hıristiyanlaştırılmış olmakla birlikte, ortalarında aralanndan “Ruhlar Dansı”
ismiyle bir hareket ortaya çıkmış Çenmüzde “Peyote Kültü” ismiyle devam
etmektedir.
Peyote, Kızıl
Derililerin değişen hayat şartlarında gelişmiş dini şuurun üdür Ruhlar
Dansında, mehdi-mesih beklentileri ve ümitleri vardır. Buna bir lütufla dolu
olarak gelecek bir liderin, kendilerine cennet hayatını atacağına inanırlar. Bu
lider ve yöneticiyi Tanrı'nın bir an önce göndermesi için Kült dansları
yaparak, ata ruhlarıyla ve Tanrısal alemle ilişki kurmaya çalışırlar. Zaman
aralarında Gökle ve Ata Ruhlarıyla ilişki kurduğuna inandıkları liderler de
Bunlar genelde, eğitimli, istiğrak durumuna çabuk geçebilen yetenekli
kişilerdir. Rüya ve istiğrak yollarıyla ruhsal gök seyahati yapan bu kişilerin
bazıları dağlarda inziva hayatı yaşarlar. Bu mehdi rolündeki kutsal kişilerin
güç gösterilerinde eski kült tababeti ve şifa dağıtma eylemleri büyük rol
oynar. Bazen yaptıkları efsunlarla savaşçılarına Beyazların kurşunlarının da
değmeyeceğini söylemişlerdir.
[192]
Ayrıca savaşlarda şehit düşenlerin, Müstakbel Mehdilerin gizemli güçleriyle
tekrar hayata döneceğine, kabilelerine geri geleceğine inanırlar.
Peyote Kültü aktif
mehdi-mesih hareketlerinin Beyazlarca bastın İmasından sonra başlamıştır.
Peyote havuç, turp vs. gibi depo köklü bir kaktüs bitkisidir. Uyuşturucu
özelliği vardır. Bundan yiyen insanlar istiğrak ve vecd haline girip olağanüstü
sesler duyar, suretler görürler. Bu onlar için kutsal bir bitkidir. Peyote Kült
mensupları kiliselerine önceleri “Church ofthe First Born” adını vermişleri.
Bugün ise, “Native American Church” adını kullanırlar. Peyote bitkisi
uluhiyetle insanları birleştiren bir vasıta olmuştur. Hatta Kitabı Mukaddesin
günahkar Eski Dünya mensupları için olduğunu, kendilerinin ise, Tanrısal vahye
peyote vasıtasıyla doğrudan doğruya ulaştıklarını, Kitabı Mukaddesin kendileri
için olmadığını söylerler. Kilise ayinleri Peyote merasimleriyle birleşmiştir.
Eski Hıristiyanlık öncesi inanç ve geleneklerle Hıristiyanlığın sentezinden
ortaya çıkmış yeni bir dini cereyan görünümündedir.
[193]
Literatür.
1- Ünver
Günay-Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, İstanbul Ocak
Yayınları, 1997, 406.
2- Hikmet
Tanyu, Türklerin Dini Tarihçesi, İstanbul 1978.
3- Abdülkadir
İnan, Şamanizim, Ankara 1954.
4- Abdülkadir
İnan, Eski Türk Dini Tarihi, İstanbul 1976.
5- İbrahim
Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Ankara 1980.
6- S. Buluç,
Şamanizm, İslam Ansiklopedisi (maddesi). W.Radlof, Sibiryadan, c.I kitap 2,
İstanbul 1956.
7- Bahaeddin
Ögel, Türk Kültür Tarihi, Ankara 1962.
8- Bahaeddin
Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara 1971.
9- Hans
Findeisen, Schamanentum, Stuttgart 1957.
10- Mircea
Eliade, Schamanismus, Stuttgart.
Türklerin İslam dinini
kabul etmelerinden önce Budizm, Hinduizm, Maniheizm, Mecusilik, Musevilik ve
Hıristiyanlık gibi dinlere de girdiklerini görürüz. Ancak bunlar topluca değil,
bazı boyların geleneksel inançları dışındadaki bu dinlerden bazısını
benimsemesi şeklinde olmuştur. Toplu haldeki benimseme sadece İslam'a girişte
görülür. Saydığımız dinler dışında halkın tarih öncesi devirlerden beri
inandığı, geleneksel halk dini diyebileceğimiz, Eski Türk Dinidir, Bu konuda
yeterli araştırma ve bilginin varlığından söz etmek güçtür. Mevcut bilgiler
ışığında konu yorumlanmaya çalışılır. Konu hakkında bugüne kadar yapılan
çalışmaların başında Ü. Günay ve H.Güngör'ün hazırladıkları “Başlangıçtan
Günümüze Türklerin Dinî Tarihi” gelmektedir.
m.ö. 2. yüzyılda,
Hunlar ve diğer Türk kavimlerinde, geleneksel olarak yaygın bir Gök Tanrı
inancının varlığı görülür. Tevrat kökenli teoriler, Türklerin soy tarihini Hz.
Nuh'un oğullarından Yafes'e (y. m.ö.2500) dayandırırlarsa da arkeolojik
belgeler daha öncelere gitmekte, tarilfin karanlıklarında kökler
kaybolmaktadır. Oğuz Han'ın putlara ibâdetin baş düşmanı olduğu, putperestliği
savunan babasını bertaraf ederek, yönetimi ele aldığı rivayetleri de kökte
monoteizme ulaşma arzuîarının parıltılarıdır. Soyut bir kavramın yazısız
devirde belgelerine ulaşmak kolay değildir.
Günümüzde ulaşılan
etnolojik bilgiler ve tarihi belgelerle kesin sonuçlara ulaşmak mümkün
görünmüyor. Arkeolojik ve etnolojik belgeler genelde politeizme götürürken,
Orhun Abideleri gibi geç devir yazılı kaynaklarda monoteist izlere de
rastlanmaktadır. Türklerin geleneksel dini tarihinde aydın zümrenin inançları
ile halk tabakalarının inançlarını birbirinden ayırarak iki ayrı sonuca varmak
mümkündür. Ancak, bugüne kadar yapılan araştırmaların çoğunluğu, Türk halk
inançları ile ilgili folklorik araştırmalardır. Aydın tabakanın inançları ile ilgili
araştırmalar, hemen hemen yok gibidir. Tabii, bunun gerçek sebebi, malzeme ve
kaynak kısırlığı olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Bizim de aşağıda
verebileceğimiz bilgiler, genelde Türklerin geleneksel halk inançlarıyla
ilgilidir. Ancak, tarih boyunca çeşitli Türk boylarının, Budizm'i, Hinduizm'i,
Mecusîliği, Maniheizm'i, Hıristiyanlığı, Yahudiliği ve sonunda İslam dinini
kabul etmeleri sebebiyle, muayyen bir dinden bahsetmek de doğru değildir.
Günümüz Türk halk inançlarında bu dinlerin etkilerini ve izlerini bulmak da
mümkündür. Burada sınırlı sayfalar arasında “Geleneksel Türk Dini'” üzerinde
ana hatlarıyla duracağız, ilgi kurdukları evrensel dinlerle ilişkileriden
kısaca bahsedeceğiz.
m.ö. 5. yüzyılda
yaşamış olan Heredot'un, İskitlerin ölü gömme âdetleri hakkında vermiş olduğu
bilgileri, son zamanlarda Orta Asya ve Altay Dağlarında yapılan kazılar da
onaylıyor. Bu arkeolojik keşiflerde ortaya çıkarılan mezarların ve içindeki
eşyaların tarihi, m.ö. 3000 yıllarına kadar inmektedir. M.s. 4. yüzyıldan kalma,
Çin kaynakları ve 18. yüzyılda Orta ve Kuzey Asya'yı dolaşan Radlof un görüp
anlattıkları da, hemen hemen tarihî ve arkeolojik bilgilere paralellik
göstermektedir.
Türklerin geleneksel inanç
ve ibâdetlerinden bahsedilirken, Batılı Etnologların etksinde “Şamanizm”
deniliyordu. Literatürde “Şaman”, “İlkel büyücü” mânasına geliyor. Kelimenin
aslı Tunguzca'dır. Yakutça karşılığı “Oyun” veya “Udayan”dır. Altay Türklerinde
“Kâm” veya “Gam”dır. Ayin ve ibâdetlerle ilgili işleri yöneten kimseye verilen,
“Şaman” isminden türetilen “Şamanizm” deyimi gerçekte Geleneksel Türk Dininin
gerçek ifâdesi değildir. Hatta, Çarlık Rusya'sı zamanında, Türk boylarından bir
gurup Rus Çarına giderek, dinlerinin Samanlık olmadığını, bu tâbirin kendileri
için kullanılmamasını İstemişlerdi. Fakat Batılı Misyoner ve Etnologlar, bu
yanlış ve İstenmeyen deyim üzerinde özellikle durarak, dünya literatürüne genel
bir ıstılah olarak “Şamanizm” kelimesini yerleştirmişlerdir.
Kitabımızın birinci
baskısında “Eski Türk Dini” deyimini kullanmıştım, Ü. Günay ve H. Güngör
beylerin yeni çalışmalarında “Geleneksel Türk Dini” deyimini kullanmaları beni
tekrar düşünmeye şevketti. Tarih boyunca içinde evrensel dinlerin de bulunduğu
çeşitli dinleri benimsemiş olmaları ve onlardan daha rahat ayrılabilmesi için
Günay ve Güngör'ün tekliflerini daha yerinde buldum ve onlara uydum.
Eski Türklerde
ulûhiyet inancı henoteizm'di. Yâni kâinatı ve her şeyi yaratan, ulu bir
tanrının varlığına inanılmakla beraber, kendisine kadın ve çocuklar da isnat
ediliyordu. Diğer bir ifade ile, pek çok Tanrısal varlıklar kabul edilmekle
beraber, bunlar arasında kudret sahibi bir baş tanrıya inanılmaktaydı.
Türklerde “Tarın” kelimesi, eskiden hem “Gök” hem de “İlâh” anlamına
kullanılıyordu. Büyük bir ihtimalle: komşuları Çinlilerde görüldüğü üzere, bir
zamanlar “Gök Tanrı'ya” da tapmış olmalıdırlar. Gök Tanrı'nın göğün en üst
katında, karısıyla birlikte oturduğuna inanıyorlardı. Sonraları, Tengiri
kelimesi ile ifâde edilen, gök ve ilâh mefhumlarının bir birine karışmaması
için, ulûhiyet başka isimlerle adlandırılmış olmalıdır. Nitekim, Altay Türkleri
bu ulu varlığa Ülgen, Ülgön (ulu) veya Bay Ülgen (zengin ulu) adını
vermişlerdir. Tatarlar “Kuday”, Yakutlar “Tanara”, Çuvaşlar “Tura” veya “Tora” adını
kullanırlardı. Bunlara ilaveten Türk kavimlerin Idİ, Ugan, Çalab, Bayat vs.
gibi terimlerini de zikretmek mümkündür.
[194]
Genelde, Tanrı göğün
en üst katında karısı Umayla beraber oturan, insan şeklinde bir varlık olarak
tasavvur edilirdi. Abakan Türkleri, Gök Tanrının çadırından bile bahsederlerdi.
Altay Türkleri'ne göre, Bay Ülgen altın kaplı bir sarayda, altın bir taht
üzerinde otururdu. İnsanları, ovaları, ormanları, ateşi, güneşi, ay ve
yıldızları, gök kubbeyi yaratan, idare eden, kaderi belirleyen, dâima Bay
Ulgen'di. İnsan oğluna yine çocuk veren o idi. Her şeye gücü yetmekle birlikte,
yalnız iyilikten hoşlanırdı.
Orhun Kitabelerinde de
Türk hakan ve beyleri, dâima kendilerini ve milletlerini koruyan Gök Tanrı'ya
şükrederlerdi. Başardıkları işlerden bahsederken, “Tanrının inayetiyle” demeyi,
ihmal etmezlerdi. Yine; tanrı adını, tek başına, diğer tanrı ve ruhlarla
karıştırmadan zikrederlerdi. Bu da bize, onlarda hâkim, Ulu Tanrı inancının ne
derece gelişmiş olduğunu göstermektedir.
Altay Türklerine göre,
Ulu Tanrı Ülgen'in yedi veya dokuz oğlu, dokuz kızı ve bir çok yardımcı ruhları
vardı. Ülgen'in Oğulları: Karşıt, Pûra-Kan, Yayık-Kan, Burça-Kan, Karakuş,
Paktı-Kan, Er-Kan idiler. Her boy, bunlardan birini kendi boyunun koruyucu ruhu
sayardı. Ülgen'in kızlarına toplu olarak Ak Kızlar yâni, “İffetli Kızlar”
denirdi. İyi ruhlar zümresine giren bu kızlar, âyin esnasında kamlara ilham ve
heyecan verirlerdi. Onları temsil eden, oyuncak biçimindeki bebekler, kâmın cübbesinde
asılı dururdu. Ülgen'in yardımcı ruhları ise, elçilik vazifesini görürler ve
dünyaya en yakın semada otururdu. Bunlardan; Yayık, Suyla, Karlık ve Utkuçu
isimli tanrılar panteonun ileri gelen ruhlarmdandı. Lebed Türklerine göre, Bay
Ülgen'in dört oğlu vardı: Pırçak-Kan, Töz-Kan, Kara-Kan ve Suylap'tı.
Sonuncunun oğlu, Sarı-Kan'di. Pirçak-Kan'm oğlu Kırgız-Kan'dı. Kargaşan Irmağı
kenarında yaşayan Lebed Türklerİ'nİn koruyucu ruhu sayılır. Kara-Kan'dan başka,
bütün diğer tanrılar insanlara iyilik ederdi. Kara-Kan ise, tanrılar âleminden
ayrılarak yeraltına, karanlık âleme çekilmişti. Ölülerin hâkimi olan Erlik,
Kara-Kan'ın oğluydu. Erlik'in de, Ulap ve Kölök admda iki oğlu vardı. Bütün bu
Tanrısal varlıklar, yerin altında karanlık bir dünyada yaşarlardı. Bunların
hepsine birden Aza denirdi. Azaların emrinde şeytanlar vardı ve bunlar
vasıtasıyla insanlara eziyet ederler, kurban isterlerdi.
Eski Türkler gök, yer
ve yeraltı âlemlerinin bazı ruh topluluklarıyla, manevi güçlerle dolu olduğuna,
her bîr yerin manevî sahipleri bulunduğuna inanırlardı. Gök Tanrı insanlarla
ruhlardan oluşan elçiler vasıtasıyla konuşurdu. Şaman'a gök seyahatmda ruhlar
refakat ederlerdi. Ayrıca, tabiattaki her bir varlığın sahibi bir ruh vardı. Hiyerarşik
olarak vazife yaparlardı. Bütün nehirlerin, denizlerin, göllerin, dağların,
tepelerin içinde veya üzerinde yaşayanların koruyucu ruhları vardı.
Güneş, ay, yıldız, gök
gürültüsü, şimşek gibi tabiat kuvvetleri semavi ruhlar şeklinde tasavvur edilmekteydi.
Hunlarm güneşi ve ayı ululadıkları Çin kaynaklarında zikredilir. Yine modern
etnolojinin verdiği bilgilere göre Yakutlarda bu kült devam etmektedir. Güneş
ve ay iki kardeş telakki edilir ve onlara Tanrısal güçler izafe edilirdi. Bazı
kahramanların güneşin ve ayın lutruyla türediğine inanılıyordu. Aynı şekilde
yıldızlar ve gezegenler de kutsallaştınlırdı. En önemlisi Venüs vani sabah yıldızı
idi.
[195]
Türklerde dağ kültü,
Gök Tanrı kültüyle ilgilidir. Hunların eski vatanı olan, Yen-si-yan ve
Şan-din-şan sıra dağlarındaki Han-Yoan dağı, Hunlarm her yıl üzerinde Gök
Tanrıya kurban kestikleri dağdı. Hun hakanları, Çin ile yaptıkları antlaşmaları
Hun Dağı denilen, bir dağın tepesinde kurban keserek ettikleri yeminlerle
onaylarlardı. Türkler, dağları tanrı makamı olarak görürlerdi. Yüksek dağ
tepelerinin göklere yakın görünmesi, bu inancın yerleşmesine sebep olmuş
olmalıdır. Bu sebeple, Orta Asya dağlarının çoğu, Türkçe veya Moğolca mübarek,
kutsal, büyük ata, büyük hakan anlamlarına gelen, sıfat isimlerle anılırlardı:
Han Tanrı, Buztağ Ata Kayrakan vs. gibi.
Her kabilenin
kendisine mahsus kutsal bir dağı olduğu gibi, kabilelerden kurulan büyük
birliklerin de müşterek kutsal dağları vardı. VII. yüzyılda bütün Türk
kabileleri ve Gök Türk imparatorluğuna katılmış yabancı boylar için, Ötüken
dağının ve ormanlarının kültleri olduğunu, Gök Türk ve Uygur kitabelerinden
anlıyoruz. Bu kutsal mahallerde, Gök Tanrı'ya, Yersu'ya (yerin ve suların
tanrısına) ve ecdat ruhlarına tazim edilirdi. Orhun Irmağı kaynaklarında ve
çevrelerinde bulunan dağların da, Hunlar zamanından beri, çeşitli Türk
kavimlerince kutsal sayıldığı, kült yerleri olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Günümüz Altay
boylarının da kutsal dağları vardır. İlâhîlerinde ortak olarak zikrettikleri
Altay sıra dağlarıdır. Türkler için dağlar, göller, ırmaklar hep ruhlarla dolu,
canlı varlıklardır. Kendilerinden bahsedildiğinde dağlardan mı, sulardan mı,
yoksa coğrafî İsim taşıyan insan oğlundan mı, bahsedildiğini anlamak güçtür.
Bütün bu nesneler, duyan, evlenen, çoluk çocuk sahibi olan varlıklardır. Ruh
bizzat dağ, dağ bizzat ruhtur.
Türkler eskiden beri
ateşe saygı göstermişler ve ateşte kutsal bir ruhun olduğuna inanmışlardır.
Altaylılar bu ruha “Ot ezi” (ateş sahibi); Yakutlar aynı mânâda “Ot iççite”
derlerdi. Ateşin gökten geldiği, Türk boylan arasında yaygın bir inançtı. Onda
temizleyici bir kuvvet gördükleri, tarihen sabittir. Ateşin, insanı
kötülüklerden, kötü ruhlardan, hastalıklardan koruyan bir özelliği olduğu
inancı, çeşitli vesilelerle yapılan merasimlerden anlaşılmaktadır. Ateşi,
gelecekten haber veren bir vasıta olarak da kullanırlardı. Onu, canlı bir
varlık olarak tasavvur ederler ve ona karşı saygıda kusur etmemeğe
çalışırlardı. Altay ve Sibirya Türklerinde ateşe kurban sunulması, yeni
evlilerin ateşe merasimle yağ dökmeleri, yiyecek ve içecekten ateş ruhuna da
bir pay ayırmaları âdetti.
Ateşin, gökten ülgen
tarafından gönderildiğine inanılırdı. Ateşe karşı, kötü söz söylenmezdi. Küfür
etmek, ateşi su ile söndürmek, ateşe tükürmek, ateşle oynamak kesinlikle
yasaktı, Ateşe bakıp, kehanette bulunmak eski bir gelenekti. Senenin belirli
günlerinde büyük bir ateş yakılır, kurban sunulur, dualer okunur, daha sonra da
bu ateşin alevlerine bakılırdı. Alevler yeşilimsi olursa, yağmur ve berekete,
iyi mahsul alınacağına; kırmızı renkte olursa, salgın hastalıklara; siyah
olursa hükümdarın ölümüne işaret sayılırdı.
Karagas'lara göre,
ateş ıslık çalarsa uzaktan bir yolcu geleceğine işaretti. Ancak ateş gece ıslık
çalarsa iyi değildi, şeytanın yakına geldiğinin işaretiydi. O zaman şeytanın
uzaklaşması için, kutsal sayılan ardıç otundan bir parça ateşe atılırdı.
Yakutlar ocakta külün
kıpırdadığını görürlerse, uog kuta oynyûr (çocuk ruhu oynuyor) derler, ateşin
ailede bir çocuk olacağını haber verdiğine inanırlardı. Bir şey düşünürken ateş
ıslık çalarsa, o şeyin olmayacağına hükmederlerdi.
Ateşin temizleyici
gücünden yararlanmak, kötü ruhları kovmak için, VI. yüzyıl Batı Göktürkleri,
ülkelerine gelen yabancı elçileri ateş arasından geçirirler, elçilerin
beraberinde getirmeleri muhtemel kötü ruhları engellemek, büyülerini bozmak
isterlerdi.
Ölmüş ataları tazim ve
onlar için kurbanlar sunma adeti, geleneksel Türk inancının önemli yanlarından
birini oluşturur. Hunlar her yıl mayıs ayının ortalarında atalarına kurban
sunarlardı. Göktürkler ve Uygurlar da Hunlar gibi, kutsal dağlar üzerinde
toplanarak Tanrıya ve atalara kurban sunarlardı. Hatta ölülerini kıymetli
eşyaları ile birlikte gömerlerdi. Altaylılardaki “Töz” ismi verilen suretlerin
atalar kültüyle ilgili olduğu da bilinmektedir. Hatta hayvan kültlerinin
varlığına da şahit oluyoruz. Bunlar şahin, kartal, tavşancıl, sungur, çakır
gibi kuşlardır. Göktürklerde kurttur. Göktürk ve Uygur hükümdarlarının bayraklarında
“Kurt başı” bulunurdu. Bunun yerini Kırgızlarda “İnek”, Altay ve Sibirya
mitolojilerinde kartal almıştı.
[196]
Yeraltı âlemi,
genellikle korkunç ve kötü ruhların yaşadığı yerdir. Altaylılar, bunlara “Kara
töz, habis ruh, kara neme” gibi isimler verirler. Yeraltında yaşadığına
inanılan, korkunç şekillerde tasavvur edilen, ayna, ada, yör vs., gibi ruhlar
da vardır. Kötü ruhların başında, Yeraltı Dünyasının hakimi sayılan, Erlik Kan
gelir. İrle Kan veya İl Kan, Erlen Kan da, Erlik Kan'm diğer isimlerinden
başkası değildir. Altaylılara göre, Erlik Kan, yeraltınm en alt katında, kara
çamurdan veya kara demirden yapılmış bir sarayda, kara taht üzerinde, saltanat
sürer. Yeraltında, kıyılarında korkunç canavarların yaşadığı bir ırmak da
bulunur. Büyük felâketleri, salgın hastalıkları gönderen, yine Erlik Kan'dır.
Bunlarla o, kendisine kurban gönderilmesi için şantajlara girişir. Şaman
dualarında Erlik Kan, Kayra-Kan (Kesici Han) olarak da anılır. Çünkü Altaylılar
iplik gibi tasavvur edilen ruhu onun kestiğine inanırlar. İnsanların canını
alan Erlik, onları yeraltına götürür, orada sorguya çektikten sonra, köle
olarak kullanır. Erlik'i temsil eden put veya tasvirler yapılmaz.
Erlik'in, yedi veya
dokuz oğlundan bahsedilir. Bunlar: taş bilekli Bay Bahadır, Kanış; bakır
bilekli Kerey Kan, Uçar Kan, Yabaş Kan, Kömür Kan, Şedey Kan'dır. Yeraltı ve
yerüstündeki bütün kötü ruhları, onlar idare ederler. Şaman yeraltına inerken
ona yol gösterirler. Babaları ile şaman arasında aracılık yaparlar. Bazen,
koruyucu ruh olarak da tazim edildikleri görülür. Altay boyları, Erlik ile
oğullarına zayıf, hatta hasta hayvanları kurban ederler. Ekseriya; bunlar
adına, kara boğa veya inek keserler, hiç bir zaman at kurban etmezler.
Erlik'in, sekiz veya
dokuz kızı vardır. Bunların belirli vazifeleri yoktur. Oyun oynar, dans
ederler, yeraltına kurban götüren şamanı kandırıp, babalarına götürülen,
kurbanı elinden almağa çalışırlar. Dualarda; kara yüzlü, kara saçlı ve
şehvetperest varlıklar olarak tasvir edilirler.
Yeraltında ölü
ruhlarının bulunduğuna da inanılır. Lebed'ler, aza dedikleri, kötü ruhun
baskısı altında bulunan kimseyi kurtarmak için, kara renkli bir hayvan kurban
ederler. Teleütler, ölünün ruhunun, kırkı çıkıncaya kadar mezarlıkta
yaşadığına, ara sıra evine gelmek istediğine inanırlar ve bunlara “Üzüt”
derler. Gerek aza, gerek üzüt' ün kasırgada dolaştığına inanılır. Erlik Kan
emrindeki bu ölü ruhları, yaşayanların ruhlarını kapmak isterler, hastalık
saçarlar.
Altay Türklerine göre,
insan ruhu (kut) doğmadan önce ölçte bulunur. Teleütler, çocuğa ruh veren Enem
Yayuçı'nın göğün dördüncü katında yaşadığını söylerler. Denildiğine göre,
çocuğun ruhu kırmızı bir kurt şeklinde anne vücuduna girer. Çocuğun ne kadar
yaşayacağım, Doğum ilahesi tayin eder. Onlara göre, üçüncü kat gökte oturan ve
hayvan yavrularına can veren, Ermen Kan adında başka bir ilahe daha vardır.
Altaylılara göre, Ülgen, çocuğun doğması için, oğlu Yayık'a emir verir. Yayık
da, göğün beşinci katında bulunan ve dişi olarak tasavvur edilen, gökteki “Süt
ak kol” (süt akı göl)den ruhu alarak ana rahmine kor ve hayatı boyunca ona
yardımcı olur. Yakutlara göre, çocuğun ruhu bir kuş şeklinde gökten inerek,
anne karnına girer.
Tarihî kaynaklar her
yıl düzenli olarak yapılan resmi dini törenlerden söz ederler. Hunlar yılın
beşinci ayında Gök Tanrıya ve Yer-Su'larına kurban sunarlardı. Yine her yıl
başında Türk boylarının beyleri hükümdarın karargahındaki tapınakda toplanarak Tanrı'ya
ibadet ederlerdi. İbadetin merkezini kurban merasimi teşkil ederdi. En makbul
kurban at kurbanı idi. Sığır ve davar İkinci derecede gelir. Doğan güneş ve
geceleyin ay ululanırdı. Kansız takdimelerde (saçılarda) şarap, pirinç, buğday,
darı, süt gibi gıda maddeleri sunulurdu.
[197]
Eski Türklerde, dinî
âyin ve kurban merasimlerini yöneten, ruhlarla insanlar arasında aracılık
yapan, kişiler vardır. Bir çeşit din görevlisi özelliğindeki bu kişilere, “Kâm”
denir. Tunguzlar, bunlara “Şaman” derler. Kâmlar, çeşitli ruhlarla ilişki
kurmasını bilen kişilerdir. Normal insanlar, ruhların hangi tabiatta, hangi
huyda olduklarını, nelerden hoşlandıklarını bilemezler. Onların, hangi cins
kurbanlardan memnun kalacaklarını tayin edemezler. Ancak, kâm veya şamanlar ata
ruhlarından aldıkları kuvvet ve ilham ile bütün bunları bilirler. Bir yandan
iyi ruhların insanlar için faydalı, hayırlı tesirlerini devam ettirmelerini
sağlamağa, diğer yandan da çeşitli çarelere baş vurarak, kötü ruhların zararlı
faaliyetlerini önlemeğe çalışırlar. Kâm, bu maksatla düzenlediği âyinlerde,
ruhlar ile temasa geçip onları hoşnut ederek, istenilen neticeyi almaya gayret
eder.
Kâmların istikbalden
haber verdiklerine de inanılır. Mervizî, Kırgızlardan bahsederken şöyle diyor:
“Her sene belli bir
günde bir adam getirilip başına şarkıcılar, çalgıcılar ve bunlara benzer
insanlar toplanır. Bunlar eğlenmeğe başlarlar. Meclis hoş bir hal alınca
bahsedilen adam bayılır. Sar 'a tutmuş bir kimse gibi yere düşer. Bu halde iken
yeni senede olacak olaylar sorulur. O da senenin bolluk mu, yoksa kıtlık mı,
yağmurlu mu, yoksa kuraklık mı, hulâsa yeni senede neler olacaksa haber verir.
Onlar bu kimsenin söylediklerinin doğru olduğuna inanırlar”
[198]
Altay kabilelerine
göre kâmlık ailede irsen intikal eden ve bilhassa çocukluk çağında sar'a
nöbetleri ile gelen bir hastalık sayılır. Belirli bir eğitim görmekle herkes
kâm olamaz. Kamlık fıtrî ve adeta kaçınılmaz bir kader meselesidir. Sayısız
örnekler kamlık kabiliyetinin patolojik olduğunu gösterir. Radlofa göre kâmlık
nöbetleri beklenmedik bir zamanda gelir. Aday Önce kendinde büyük bir yorgunluk
hisseder, vücudu kasılıp titrer ve bu hali esnemeler takip eder. Göğsü daralır,
bir takım acayip sesler çıkararak ağlar, gözleri döner. Bir müddet sonra
sıçrayıp ayağa kalkar, deli gibi dönmeğe başlar ve nihayet ağzından köpükler
saçarak yere yıkılır, vücudu duygusuzlasın Bu ızdıraph haller bir müddet devam
eder. Nihayet günün birinde davulunu alıp çalmağa başlar, sakinleşir, kendine
gelir. Kâm olmaktan kaçınan kimsenin delireceğine veya genç yaşta öleceğine
inanılır.
Kâmlar, genellikle
zeki, hayâl perest ve şâir ruhlu insanlardır. Ayin esnasında büyük bir vecd
içinde kendisinden geçip göklere çıktığını veya yeraltı âlemlerine indiğini ve
buralarda gördüğü garip varlıkları, olayları ayrıntılarıyla anlatır. Ancak,
ayıldıktan sonra hiç bir şey hatırlamaz. Kamların, ak veya kara kamlar olarak,
ikiye ayrıldıklarından bahsedilir. Birinciler, yalnız göğe ve başta aydınlık
âleminin hâkimi olan Ülgen ile ilgili, iyi ruhlarla teması sağlar. İkinciler
ise, yalnız yeraltının korkunç ruhunu temsil eden Erlik ve ona bağlı ruhlarla
ilgili âyinleri düzenler. Bu iki çeşit kâm veya şaman, kıyafet, bakımından da
birbirlerinden ayrılırlar. Ak kâmlar, kara kâmlara göre, daha sade ve
gösterişsiz giyinirler. Kadınlar ise, yalnız kara şaman olabilirler.
Eski Türkler, hastalık
gibi, ölümü de kötü ruhların bir eseri sayarlardı. Altay Türklerine göre,
yeraltı dünyasının hâkimi olan Erlik, yeryüzüne gönderdiği Aldaçı'lar
vasıtasıyla, insanların ruhunu yakalatarak hayatlarına son verdirirdi. Yakutlar
da, ölümü insan ruhunu kötü ruhların kapması ile açıklarlar. Tasavvurlarına
göre, ölümü meydana getiren ruhlar, ya ailenin ölmüş fertlerine veya yabancı
Ölülere ait ruhlardır. Ölüm halinde, ruhun bir kuş şeklinde uçup gittiği de
tasavvurlar arasındadır. Bunun yansımalarını Orhun Kitabeleri'nde de görürüz.
Ölülerin etrafında cereyan eden her şeyi duyduklarına ve gördüklerine de
inanılır.
Altay Türklerine göre,
zaman geçtikçe insan oğulları azalacak, günah işlemekten çekinmeyecekler. İyi tanrı
Ülgen, bu günahkâr topluluktan uzaklaşacak. Tanrı Erlik yeryüzüne çıkacak,
kötülükleri teşvik edecek. Bundan rahatsız olan tanrı Ülgen yeryüzündeki
insanları kendi taraflarına kazanabilmek için, kötü karekterli oğlu Erlik ile
savaşacaktır. Sonunda Ülgen galip gelecek ve yeryüzüne tek başına hükümran
olacaktır. Daha sonra da, bütün ölüleri dirilterek haşir gününü başlatacaktır.
Eski Türk dininde,
ölen için duyulan acı, çeşitli şekillerde ve bazı merasimlerle ifâde edilir.
Hunlar, adetleri üzerine saçlarını keserlerdi. Kahramanlar için göz yaşı
dökmez, yüzlerini yaralayarak kan akıtırlardı. Çin kaynaklarına göre,
Türk'lerde aile fertleri, Ölünün bulunduğu çadırın kapısı önünde ağlayıp feryat
ederken, yüzlerini bıçakla yaralayıp kanlı göz yaşları dökerlerdi. Orhun
Kitabelerinde, Bumin Kağan ile kardeşi Kül Tikin'in ölümü münasebetiyle, komşu
kabilelerden gelenler arasında yasçı kimselerin bulunduğundan bahsedilir. Yas
merasiminde bulunan kimselerin, matem alâmeti olmak üzere, kulak ve saçlarını
kesmeleri âdetti. Kirgızlarda ölünün gömüldüğü gün, dul kalan zevcesi İle
kızları saçlarını keserlerdi. Hunların, kesilen saçları diğer kıymetli
eşyalarla birlikte, mezar içine koydukları kazılardan anlaşılmaktadır. Nitekim,
Urga civarında Noyin-Ula'da bulunan bir Hun mezarında, ipek örtüye sarılı 17
saç Örgüsü bulunmuştur. Kırgızlar, matem işareti olarak, ölenin atının kuyruğu
ve yelesini keserlerdi.
Çin kaynaklarına göre,
milâdi 1. asırda Moğolistan'ın kuzeyinde oturan Hunlar, kabile reislerini
sırmalı elbiseler içinde gömerlerdi. Yine Çin kaynakları, miladi 5-8. asra
kadar Gobi Çölünün kuzeyinde, Kara İtiş havalesinde yaşayan Türklerin ölüyü atı
ve eşyaları ile birlikte yaktıklarını kaydederler. Yine aynı kaynaklardan
öğrenildiğine göre, Yenisey'in yukarı taraflarında yaşayan Dubo'lar, ölüyü bir
tabuta yerleştirdikten sonra, dağların tepesine veya ağaçların üstüne
koyarlardı. Göktürklerde, ölen hakan veya beyin mezarına, hayatta iken
öldürdüğü düşman sayısınca taş heykeller dikmek âdetti. Bunlara balbal denirdi.
Bundan maksat, balbalın temsil ettiği kişinin, ölüler dünyasında, ölene hizmet
etmesini sağlamaktı. İbn Fadlan'ın anlattığına göre, Hazarlar ile Oğuzlarda
ölüyü nehir yatağına gömmek adetti. Bunun için, yönü değiştirilen ırmak
yatağında, dayanıklı malzemelerle bir mezar hazırlanır ve ölü buraya
gömüldükten sonra, sular eski yatağına çevrilirdi.
Mervizî, Kırgızların
ölülerini yaktıklarını haber veriyor: “Onlar ateşin ölüleri temizlediğini ve
günahlardan arıttığını sanırlar. Bu yakma âdeti, onlar arasında eskiden vardı.
Fakat, Müslümanlarla komşu olduktan sonra, ölülerini gömmeğe başladılar”,
diyor. 8. yüzyılda Orta Asya'yı dolaşan Plano Carpini'nin verdiği bilgilere
göre, Türklerde bir bey ölünce gizlice gömülürdü. Ölünün önüne et, süt vs. gibi
yiyeceklerle donatılmış bir masa konur, ayrıca ölünün atı da bütün takımıyla
beraber mezara gömülürdü. Yine mezarın başında bir at kesilip yenildikten
sonra, ölenin arabası ve evi tahrip edilirdi. Mezarın basma sırığa geçirilmiş
bir at dikmek âdetti. Bütün bu merasimlerin gayesi, öleni gittiği yeni âlemde
kullanacağı canlı, cansız çeşitli eşyalarla donatmak ve yeni hayatını
kolaylaştırmaktı.
1924-25 yıllarında,
Rus arkeologlar tarafından Selanga nehri havzasında, Noyan-Ula dağlarındaki
kurganlarda yapılan kazılarda, Hun prenslerine âit mezarlar ortaya
çıkarılmıştır. Hun prensleri, genellikle yüksek dağlara gömülmekte idi.
mezarlarının içine dolan kar suları çabucak donar ve asırlarca erimeden
kalırdı. Bu sebeple, ölüyle birlikte gömülen kumaşlar, ağaç eserler ve hatta
cesetler, konserve olmuş şekilde, çürümeden, zamanımıza kadar gelebilmişlerdi.
Mezarların dış kısmı, piramit şeklinde taş ve toprakla yükseltiliyordu. Mezarın
iç kısmı, genellikle iki kısımdan meydana gelirdi. Mezar çukurları yavaş yavaş
derinleşir ve bir dehlize girilirdi. Bu dehlizden, tabutun konduğu bölüme
geliniyordu. Tabut, bu iç hücrede açılan bir kuyuya gömülüyordu. Bu hücre, muntazam
kesilmiş kalas ve kütüklerle kapatılıyordu. Bazı tabutların kapaklarında ipek
kumaş kalıntılarına rastlanmıştır. Bundan, tabutların ipek kumaşlarla
kaplandığı anlaşılmaktadır. Mezar koridorlarında, matem alâmeti olarak, yağlı
kumaşlara da rastlanmıştır. Yine, mezarlarda at takımları, ipekli elbiseler, ev
eşyaları bulunmuş ve hatta bir vazoda çay kalıntıları görülmüştür. Bu
mezarlarda atlar, insanlara mahsus odaların dışına gömülüyorlardı. Pazarcık
kurganlarında, bol miktarda donmuş at cesetlerine rastlanmıştır.
Türklerin diğer
dinlerle ilişkileri çok eskilere gitmektedir. Budist misyonerleri m.s.2.yy.dan
itibaren Türk ülkelerinde görülmeğe başlar. Daha sonraki tarihlerde Mecusi,
Hıristiyan, Musevi, Mani dinlerinin Türkler arasında yayıldıklarına şahit
oluyoruz. Yine Çin dinlerinden Konfüçyanizm ve Taoizm'in Türkler üzerinde
etkileri de şüphesizdir.
m.ö.6. yy.da
Hindistan'da doğan Budizm, 3.yy'dan önce Baktriya ve Gandhara'ya daha sonra da
Orta Asya'ya gelmiştir. 3. ve 4. yy.da Taşkent ve Merv'de Budist mabetleri
bulunuyordu. Özellikle Çin'e doğru uzanan kervan yolları boyunca kurulan
manastırlar asırlarca faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Hotan ve Miran, Tumşuk ve
Kuça şehirlerinde kurulan “Vihara” denen manastırlarda “Toyin” denilen rahipler
misyonlarını sürdürmüşlerdir. Günay ve Güngör'e göre, “Buhara şehri aslında
adım bu manastırlardan almakta(dır). İslam dünyasında medreselerin kurulmasında
ve Selçuklular zamanında onların bütün İslam memleketlerine yayılmasında bu
Budist Viharaların etkisi olmuştur”.
[199]
Türkler arasında daha çok Budizm'in Mahayana ve Lamaizm kolları yayılmıştır.
İhtişam devirleri İslam'ın gelişine kadar sürmüş, daha sonra yerini hızla
İslam'abırakmıştır. Lamaizm kolu ise Moğolistan ve bazı Türk boylan arasında
etkisini hala sürdürür.
Mecusiliğin Türkler
arasında ne zaman yayılmağa başladığını tarihen tespit güç olmakla birlikte,
Zerdüşt'ün (m.ö.630-553) Amuderya nehri sahillerinde büyüdüğünü, ilk
vahiylerini aldığını dikkate alırsak Türklükle yakın ilişkisinden söz etmek pek
hayali olmaz. Daha sonra Pers bölgesine göç ettiyse de, ölümü ülkesinde
Zerdüştiliğin yayılmasından rahatsız olan Turan ülkesi hükümdarı Arcataspa
elinde olmuştur. Bütün bunlar Mecusilikle Türkler arasındaki ilişkilerin henüz
Zerdüşt'ün hayatında başladığı ihtimalini ortaya koyuyor. İslam öncesinde başta
Buhara ve Semerkant'da Mecusî mabetleri vardı ve Mâveraünnehir'de Mecusilik
hakimdi.[200] Etkilerinin Orta Asya'da
da olduğu ve Budizmle rekabet ettiği kaynaklardan anlaşılıyor.
Türkçe metinlerde “Üç
Odki Nom” ve “İki Yıldız” isimleriyle anılır. Kurucusu Mani (216-277) henüz
hayatında iken dünyanın dört bir bucağına misyonerler göndererek dininin
yayılmasına itina göstermiştir. Bu arada İran'la komşu durumundaki Türk
illerine de misyonerlerin gitmesi tabiidir. Bunların başında Sogdlu tüccarlar
geliyordu. Uygurlardan Bögü Kağan (759-779) Maniheizmi devlet dini olarak kabul
etmiş, etrafa misyonerler göndermiştir. Uygurların kabul ettiği “Dinâveriye”
mezhebi, Maniheizmin hilafet merkezi olarak BabiPi değil, Semarkand'ı kabul
ediyordu. Babil'i hilafet merkezi kabul edenlere “Dinderân” deniyordu. “Bia”
adı verilen mabetlere Türkler “Tengrilik” veya “Çaydan” diyorlardı. 10. yy. dan
itibaren bu dinin mensuplarına Türkistanda “Acarf” deniyordu.
[201]
Hıristiyanlığın Orta
Asya'daki varlığı ile ilgili bilgiler 4.yy'dan öncelere gitmemektedir.
İlişkiler genelde Doğu Kiliseleriyle olmuştur. Başta Nesturyanizm gelir.
Özellikle Baykent, Buhara gibi ticaret yolu çevresinde kurulan yerleşim
yerlerinde görülür. Henüz 332 yılında Merv'de bir Hıristiyan Piskoposluğuna
rastlanır. 7. Ve 8. Yüzyıllara ait, Orta Asya ve Urallardaki Hıristiyan
eserleri Karluklara aittir. Aynı yüzyılda Nesturilik Kırgızlar, Uygurlar,
Naymanlar, Kereitler ve Hımlar arasında da yayılmıştı. Talaş şehri
müslümanlarca fethedildiğinde oradaki büyük kilise camiye çevrilmişti. Daha
sonraki devirlerde Hıristiyanların hızla İslam'a geçtiklari görülür. 15. yy.
dan sonra haklarında bilgi bulmak zorlaşır.
[202]
Bizans Melkit
kilisesinin misyon faaliyetleri de diğerlerinden geri kalmaz. İpek Yolu
üzerinde ve Maveraünnehir de misyon merkezleri kurulur ve Çin'e kadar
misyonerler gönderilir. Ancak Nesturîler kadar başarılı olamamışlardır. Esas
başarılarını Doğu Avrupa ve Balkanlarda göstermişlerdir. Hatta Hıristiyanlığı kabul eden Türk boyları
milli benliklerini dahi kaybederek, Slavlaşmış veya çevre milletlerin içinde
kaybolmuşlardır. Bulgarlar, Kumanlar, Kıpçaklar, Uzlar vs. bunun örnekleridir.
Milli benliklerini kaybetmeden günümüze ulaşabilenler Gagauzlar (Gök
Oğuzlar)dır. Ortodoks Hıristiyanlardır. Dillerini muhafaza etmeyi
başarmışlardır. Hatta 14. yy.da Dobruca'da Balık Bey liderliğinde bir devlet
dahi kurmuşlardı. Halen Moldavya cumhuriyetine bağlı olarak yaşarlar.
[203]
Türkler arasında
Museviliği kabul edenler Hazarlar olmuştur. Mesudi, bunu halife Harun Reşid
(768-809) zamanına götürmektedir. Yahudi kaynakları ise, olayın 7. Yüzyıldan
itibaren başladığını, Bizans'taki Yahudi baskılarından Hazarlara sığman
Yahudilerin büyük rol oynadıklarını söylerler. Mezhep bakımından Museviliğin
Karai koludur. Tevrat dışında kutsal kitap kabul etmezler. Bölgedeki Selçuklu
hakimiyetiyle tarih sahnesinden çekilmişledir. Halkın büyük bir kısmı da İslamı
kabul etmiştir. Geride kalanlar Moğol istilasında Kırımda toplanmışlardır.
Sovyet İhtilalinden sonra diğer inananlar gibi sıkıntılara maruz kalmışlardır.
Dini terminolojilerinde sinegog yerine Kenasa, Hahambaşı yerine “Gahan”, “Gazan”;
Yehova yerine Tenkri isimlerini kullanırlar. Azerbaycan'daki Musevi kolonilerin
tarihi 7-10. yüzyıllara uzanır. Orada “Dağlı Yahudiler” ismini alırlar. Baku ve
Guba'da sayıları yoğunlaşır.
[204]
Literatür:
1- W. Hınz,
Zarathustra, Stuttgart 1961.
2- Avesta,
Die Heiligen Bücher der Parsen, Übersetzt von Fritz Wolf, Strassburg 1910,
Tıpkı Basım: Berlin 1960.
3- H.von
Glasenapp, Die nichtchristlichen Religionen,s. 288-300.
4- F.
Heiler, Die Religionen der Menschheit, s.419-438.
Mecusiliğin kurucusu
Zerdüşt'tür. Kelimenin aslı “Zarat-Uştra”dır. Bunun Latinceleşmiş şekli “Zaratustra”,
Yunancalaşmış şekli “Zoraaster”dir. Kurduğu dine de Zoraastrianizm veya bu
dindeki tanrı için kullanılan Ahura-Mazda ismine İstinaden,
"Mazdaizm" veya ülkeye atfen “Parsizm” denir. Kur'an bu din için
“Mecûs”
[205]
deyimini kullanır. İbadetlerinde kullandıkları ateş yakma adetinden dolayı, “Ateşperest”
olarak da İsimlendirilirler.
Kurucusunun ismi,
Zarath (güzel, doğru) ve Uştra {develer) kelimelerinin terkibinden meydana
gelir. “Güzel develere sahip olan” anlammadır. Halk etimolojisi, Zerdüşt ismini
“Yaşayan yıldız” olarak manalandırır. Efsaneye göre, kendisine dağılmakta olan
bir yıldız çarparak onu göğe çıkarmış ve bir sebeple kendisine “Yaşayan yıldız”
anlamına “Zaratustra” ismi verilmiştir.
Mecusilik hakkındaki
bilgileri biz çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz. Batı dünyası uzun zamanlar
ikinci el haber olan Yunan ve Latin yazarlarının eserlerinden yararlanmıştır.
Oxford'Iu alim Thomas Hyde, 1700 yılında “Historia religionis veterum Perserum,
eorumque Magarum” isimli bir eser yazmış ve bu kendisinden sonraki yazarlara
kaynak olmuştur. Hyde göre Zerdüşt, İsa tarafından da sözü edilen bir
peygamberdi. Ezra (Üzeyir a.s.) ve diğer Yahudi peygamberleri, kendisinden
faydalanmışlardı. Hyde'nin bu eseri, Voltaire ve Lessing'e de kaynak olmuştu.
Fakat 18. Yüzyıl ortalarına kadar bu dinin Kutsal Kitabı Avesta kesin olarak
bilinmiyordu180. Nihayet 7 Kasım 1754 tarihinde genç bir Fransız alimi olan
Anquetil Duperron, Parsiliğe meyletmiş bir Fransız askeri rolünde,
Hindistan'daki Parsiler arasına girmeyi başardı ve onlardan ders gördü.
Sonunda, bazı kitapları ve bu arada Avesta'yı da, iki mendil ve iki gömleğine
doldurarak Fransız Doğu Hindistan Cemiyetine kaçırmaya muvaffak oldu. Daha
sonra, Avesta'yı Fransızca'ya tercüme ederek 1771 yılında Paris'te yayınladı.
Bu suretle ilim dünyası Mecusiliğin ana kitabına, temel kaynağına ulaşmış oldu.
Zerdüşt'ün ölümünden
sonra ortaya çıkan, kutsal kitabın ismi Avesta'dir. Apasîak kelimesinden
türemiştir. Genellikle “Esas metin” olarak tercüme edilir. Başlangıçta, Apastak
yalnız sözlü rivayet olarak anlaşılmış olmalıdır. Bunun Ermenice avandem
(anlatmak, rivayet etmek) kelimesinden türemiş olabileceğini iddia edenler de
vardır. Kutsal kitabın Gata'lar bölümünün Zerdüşt'e kadar, gerilere inme
ihtimali büyüktür. Diğer bölümler, daha geç devirlerde meydana gelmiştir.
Avesta, eski İran diyaleğinde yazılmıştır. Bu diyaleğe Avestacada denir. Eski
Hint diliyle akrabalığı vardır. Bugünkü Farsça diyalektler arasında en fazla
Afgan diyaleğine yakındır.
İran rivayetlerine
göre, Ahamenidler zamanında sahih sayılan bir Avesta metni mevcuttu. Bize
ulaşan Avesta metnine ise, bir takım ilâveler yapılmıştır. Ahamenidler
devrindeki metin, Farsların Büyük İskender'le yaptığı savaşlar esnasında
kaybolmuştu. Sasanİler devrinde kutsal yazılar tekrar toplanmaya çalışıldı ise
de, Müslümanların İran'ı fethi sırasında tekrar yaralar aldı. Mevcut metin ise,
pek çok güçlüklerden kurtulabilen, çeşitli düzeltmelerden geçerek günümüze
ulaşabilen kısımlardır. Zerdüşt'le ilişkisini tespit ve sıhhatini kontrol çok
güçtür.
Avesta ifade ve
muhteva bakımından anlaşılması çok zor kitaplardan biridir. Daha ilk zamanlarda
Avesta'yı anlama problemleri doğmuş ve şerhlerinin ortaya çıkmasına sebep
olmuştur ki, bu şerhlere “Zend” (ilim) adı verilir. Zamanla Zend ve Avesta'mn
birleşmesinden, “Zend-Avesta” meydana gelmiştir.
İslâmî rivayetlerde
Avesta'mn 10. yy. da Bağdat'ta görüldüğü haber verilmektedir. Fakat bugün 21
kitaptan meydana gelen Kutsal Kitabın 19. Kitabı olan Videvdat (cinlerden
korunma kitabı), tam olarak elde bulunmamaktadır. Günümüzde mevcut el
yazmalarının en eskisi 13. yy. dan kalmadır ve Hindistan'da korunmaktadır.
Farsça olanlar İse, 17. Yüzyıldan daha öncelere gitmezler. Eldeki matbu kitap
ise, yaklaşık 500 sayfa civarında olup, bir harabe manzarasını gösterir.
Ana kısmını 72
bölümden meydana gelen ve ibadet kitabı olarak kabul edilen, Yasna teşkil eder.
Yasna'nın 28-34 ve 43-51 bölümlerinden meydana gelen 16 bölüme Gata'lar denir
ki, Zerdüşt'e kadar gerilere gittiğinde uzmanlar ittifak halindedir. İfade ve
şekil yönünden, Hindu-Cermen devrini aksettiren Atharva-Veda ile paralellik
gösterir.
Yerli rivayetlere
göre, Zerdüşt Arya ülkesi denen bir bölgede yaşamıştır. Burası, genellikle
kabul edildiği gibi, İran'ın doğuşudur. Gataların haber verdiği coğrafî ve
iktisadî şartlar, bu bölgenin hayvancılıkla geçinen dağlık bir bölge olduğunu
gösterir. Yaştlardan çıkartabildiği kadarıyla, Zerdüşt'ten önce bu bölgede
yaşayan halk, çok sayıdaki tanrılara tapıyor, nehirlere, dağlara ve göllere
sığır ve koyun kurbanında bulunuyordu. Mabetleri yoktu. Dua ve kurban
hizmetleriyle meşgul olan, rahipler vardı ve zenginlerin hediyeleriyle
geçiniyorlardı. Hintlilerin Mitra'si büyük hürmet görüyordu. Soma içkisinin
yerini, bunlarda Haoma almıştı. Bu, tanrıların da içtiğine inanılan, kült
rahiplerinin bol bol içtikleri, sarhoş edici, kutsal bir bitki suyuydu. Zerdüşt
böyle bir çevrede doğup büyümüştü. Ancak nerede ve ne zaman doğduğu, uzun
zamanlar münakaşa konusu olmuştur. Bazılarına göre, Zerdüşt yaklaşık m.ö. 1000
yıllarında veya Ahamenidler devrinde yaşamıştı. Yunan yazarları ise, onu çok
eski devirlere götürmüşler ve Eflatun'dan 6000 sene önce yaşadığını iddia
etmişlerdi. Bir kısmı da, onun m.ö. 2000 yıllarında yaşadığı kanaatında idi.
İran kaynaklarına göre ise, Zerdüşt Büyük İskender'den 258 sene önce yaşamıştı
ki, ekseri tarihçiler bu rakamı kabul ederler. Yani Zerdüşt'ün m.ö. 6. Yüzyılda
Ahamenidle/ devrinde yaşadığı kanaatindalar. Farsça çivi yazılarından ve Yunan
rivayetlerinden öğrenilen, Büyük Daryus'un babası Viştaspa (m.ö. 621-581) ile
Yasna 51,16 da zikredilen Zerdüşt'e inanan hükümdar Viştaspa'nın aynı kimse
olduğu kanaati, bu görüşleri kuvvetlendirmektedir. Buna göre, Viştaspa,
Zerdüşt'ün dinine girerek onda büyük bir imparatorluğun kurulması için gerekli
enerjiyi görmüş olmalıdır. Bu hesapla Zerdüşt'ün m.ö. 630 yılında Horasan
bölgesinde doğduğu anlaşılmaktadır.
Zerdüşt'ün annesi
Dugdova, babası Poyruşaspa'dır. Spitama soyuna mensup oldukları söylenir.
Zerdüşt, beş kardeşten üçüncüsüdür. Yedi yaşına gelince, babası onu zamanın
adetleri gereğince bir mürebbiye verir. Onbeş yaşlarına gelince, yaşıtlarına
göre onun çok daha gelişip olgunlaştığı dikkati çeker. Yirmi yaşlarında çevre
bölgelerde seyahatler yapmaya başlar. Babası oğlunu evlendirmek için bir kız
beğenirse de, adetlerine muhalif olmasına rağmen, Zerdüşt evleneceği kızı
görmekte ısrar eder, görür ve öyle evlenir. Ancak bu hanımın ismini bilmiyoruz,
fakat ondan Zerdüşt'ün işatyastra adında bir oğlu ve üç kızı olduğu rivayet
edilir.
Yirmi yaşlarından
sonra, Zerdüşt'te büyük ruhsal değişiklikler olur. Sık sık dağlara ve ıssız
yerlere çekilerek kendine has bir inziva hayatı sürmeye çalışır.
Tahminen otuz-kırk
yaşlan arasında, bir bahar bayramında, Daitya (Amu-Derya?) nehri kenarında
Vohu-Manah isimli bir melek kendisine görünür ve Ulu Tanrı Ahura-Mazdanın
vahyim getirdiğini müjdeler. Bu hadisenin m.ö. 600 yılı mart ayma rastlaması
muhtemeldir ve kral Hüsrev'in doğum zamanına da rastlar. Rivayete göre,
Peygambere çağn Zerdüşt'tün uzun bir inziva hayatından sonra olmuştur. Bu
esnada o, yakındaki bir dağda bulunan mağarada tefekkür ve ibadetle meşgul idi.
Ondaki iç buhran, onun Tanrısal alemle ilişki kurmasıyla son bulmuştu ve
kendisine görünen melek ona peygamberlik vazifesini getirmişti. Kendi ifadesine
göre o, meleği görmekle kalmamış aynı zamanda iç kulağı ile onun öğrettiklerini
öğrenmişti. Artık daha sonraları da melekle ilişki ömrünün sonuna kadar devam
edecektir.
Zerdüşt'ün Vohu-Manah
ismini verdiği melek isminin, kelime manası “İyi ruh, iyi duygu, iyi düşünce”
anlamındadır. Zerdüşt melekle karşılaşma olayını şöyle anlatır:
“İyi ruhla kendimi
kaybettiğimde, kimsin, kime aitsin? diye bana sordu. Onun birinci sualine, ben
Zerdüşt'üm, yalancıların hakiki bir düşmanıyım, fakat doğru insanların da güçlü
bir destekleyicisi olmak isterim, dedim,”
[206]
Zerdüşt' ün
peygamberliğe çağrılışından sonra, bu vazifeye nasıl başladığını bilmiyoruz.
Parsilerin rivayetlerine göre o, on yıl kadar bir süreyle kendi memleketinde
vahiy edilenleri anlatma ve öğretme faaliyetlerinde bulundu. m.ö. 600-590
yılları arasında, bu çalışmalarının hiç bir olumlu sonucunu görmedi. Memleketi
Bakteriya'da başarı kazanamadı ve kendi soyundan sadece Madyomanha'yı kendisine
inandırabildi. Nihayet, kendi halkının düşmanlığı karşısında tek çıkar yolun
ülkesini terk etmek, hicret etmek olduğunu anladı. Muhtemelen m.ö. 590 yılı kış
mevsiminde doğuya doğru yola çıktı. Zerdüşt bu konudaki ruhsal durumunu şöyle
anlatır:
“Hangi çevre beni
gizler?
Beni gizleyecek nereye
gitmeliyim?
Başlangıçtan Günümüze
Dinler Tarihi
Asaletten ve
rahiplikten uzaklaş tınlıyorum,
Kendilerine hizmet
ettiğim vatandaşlarım beni rahat bırakmıyor.
Hattâ ülkemin yabancı
hakimleri bile!
Ey her şeyi bilen
Rabbim, artık
Seni nasıl memnun
edebilirim?”
[207]
Burada Zerdüşt'ün
içinde bulunduğu sıkıntıları ve şikâyetlerini görüyoruz. Muhtemelen O, m.ö.
590 Ocak ayında geceleyin yola çıkar. Kışın soğuğunda Horasan dağlarına doğru
ilerler. Yol üzerinde ülkenin ileri gelenlerinden birinin kapısını çalarsa da,
kabul edilmez. Peygamberin hicret yolu belli değildir. Ancak, doğuya ilerlemeye
mecbur kalır ve beraberindekilerle Kavi Viştaspa'nın ülkesine sığınır. Burada
kendisine yalnız iltica hakkı verilmekle kalınmaz, aynı zamanda dinini tebliğe
de izin verilir.
Ancak bir süre sonra
burada da huzuru kaçar. Yerli din adamlarının kuvvetli muhalefetiyle
karşılaşır. Rivayete göre, rahipler kendisine otuzüç sual yöneltirler ve
bunların tartışmaları günlerce devam eder. Hatta hükümdar Kavi Viştaspa da
toplantılara katılır ve tartışmalardan etkilenir. Muhalifleri Peygambere
büyücülük ve sihirbazlık isnat ederler. Zerdüşt zindana atılır, aç bırakılır.
Bu sıkıntı ve baskılardan hükümdarın sevdiği atını tedavi ederek kurtulur.
Rivayetlerden
anlaşıldığına göre, Zerdüşt Horezm'e gelmiş ve bu ülkede iki sene çeşitli
vaazlarda bulunmuş ve inancını kökleştirmiştir. Ülkenin asillerinden bazılarını
dinine kazanmıştır. Bunların başında Fraşa-Oştra gelmektedir. Onu ve kardeşi
Camaspa'yı, Zerdüşt doğru inancın koruyucuları olarak över. Yine rivayete göre,
Kraliçe Hutavsa Zerdüşt'ün vaazlarından etkilenerek kocası Viştaspa'nın da bu
dine girmesine vasıta olur. Hükümdarın kardeşi Zayravaray ve Prens Spentodaîa
da ünlü müminler arasında sayılır. Bu arada ülkenin ileri gelen kadınlarından
biriyle de evlenir.
Viştespa'nın yeni dini
kabulünden sonraki otuz senede, Zerdüşt vaazlarına devam eder. Ancak şöhreti
ülkenin sınırlarını aşmış, komşu ülkelerde de huzursuzluk ve muhalefet sesleri
yükselmeğe başlamıştır. Hızla yayılmaya başlayan yeni din, ailelerin
bölünmesine sebebiyet vermekte, bazıları ülkelerini terk ederek Viştaspa'nın
ülkesine göç etmekte idiler. Buna son vermek isteyen Turan ülkesi hükümdarı
Arcataspa, Viştaspa'nın ülkesine hücum eder. Zerdüşt, Arcataspa kuvvetleri
tarafından yakalanarak m.ö. 553 yılında 77 yaşında iken öldürülür.
Zerdüşt, kendisini
tebliğ hizmetine çağıran tanrıyı “Ahura-Mazda” diye adlandırıyordu. İsmi, “Her
şeyi bilen Rab” olarak tercüme edebiliriz. Gatalarda, tanrı isminin her iki
kısmı, Ahura ve Mazda kelimeleri ayrılmayan bir bütün teşkil ederler. Kelime
olarak Ahura “Rab”, Mazda, “Her şeyi bilen, hakim” manalarına gelir. Doğrudan
doğruya tanrı kelimesi ise, Gatalarda hiç geçmez. Zerdüşt Yasna 44/3-6 da,
Ahura-Mazda'yi tasvir ederken, şöyle der:
“Güneşi ve yıldızlan
kim yörüngesine oturttu?
Ay'ı hemen kendine
alıp kaybediveren kimdir?
Dünyayı onun
aşağısında tutan, kimdir?
Gök kubbeyi
düşürtmeyen kimdir?
Sular ve bitkileri
tutan kimdir?
Rüzgârı ve bulutları
koşmaya sevk eden kimdir?
Uykuyu ve uyanıklığı
yaratan hangi Yaratıcıdır?
Sabah, öğle ve akşam
vazifedeki.
Sorumluluk şuurunu
uyandıran kimdir?
Ey hâkim-i mutlak,
Seni ezel ve ebed
olarak ruhumla buldum”
Zerdüşt, Ahura-Mazda
adını verdiği Allah'ı “Gerçek nizam ve fiiliyatın yaratıcısı ve rabbi” olarak
sıfatlandırır. Varlıklara hayır ve şerri takdir eden O'dur. Her şeyi bilen ve
gören, iyiliğe iyilikle, kötülüğe kötülükle karşılık veren O'dur. Ancak iyi ve
kötüyü kader olarak, önceden takdir etmemiştir. Bu sebeple kader değişebilir.
İyi ve kötü kuvvetler mücadelesinde insan iradesi serbesttir. Tanrının bütün
varlıkları yarattığı günden beri yalancılar da doğrular gibi, fiillerinde
serbesttir. Geç devir Avesta yazılarında ise, Ahura-Mazda'nın sadece iyi ve
temiz varlıkları yarattığı, kötü ve temiz olmayan varlıkları ise, şeytanî
kuvvet Ehriman'm yarattığı ifade edilir. Ahura-Mazda'ya özel bir vücut isnat
edilmez. Onun ateşten bir varlık olduğu, bir nur, bir alev olduğu şeklinde
tasavvur edilir.
Ahura-Mazda'nın
elçilik hizmetini yürüten melek Vohu Manah'tan başka, Gatalarda Sraoşa (itaat)
adında bir meleğin varlığından da söz edilir. Bunlar dışında mahiyetleri pek
belirli olmayan, anlaşılamayan, manevi varlıkların mevcudiyetleri de dikkati
çekmektedir. Bazı araştırıcılar, Ameşa Spentas adındaki yedi kutsalın,
kendilerine ait vücutları olmayan, birer kavram olduğunu; gerçekte ise
bunların, Ahura-Mazda'nın sıfatları olduğunu İddia ederler. Avesta'nın geç
devir yazılarında ise, Ameşa Spentas baş melek olarak gösterilir. Spenta
Mainyu, kutsal ruh olarak, Ahura-Mazda'dan ayrı vasfedilirken, bazen tanrı'nın
İsimlerinden biri olarak görülür. Manevi varlıklardan Yazata'lar, iyilik
varlıkları arasında sayılırlar. Bunlar arasında Mitra ve Verasragna gibi
Zerdüşt öncesi İran halk dininin ilahları da vardır.
Nihayet bütün
canlıların semavi resimleri sayılan Fravaşilerden de söz edilebilir. Bunları
Eflatun'un ideleriyle de karşılaştırmak mümkündür. Aynı zamanda, koruyucu
melekler olarak da kabul edilirler. Bunlardan başka, kötü güçler, şeytanî
varlıklar da bulunmaktadır. Aka Mainyu (kötü ruh) ve Aşme (ölüm sarhoşluğu)
bunlar arasındadır. Kötü varlıkların başında Angra-Mainyu, diğer adıyla Ehriman
bulunur. Emrindeki şer kuvvetler, dünyayı kaplamıştır. Zamanla sayıları
artmaktadır. Bu şer kuvvetler, genellikle Zerdüşi öncesi politeist İran'ın
ilâhlarıdır. Zerdüşt, bunların anlamlarını ters çevirerek, kötü ruhlar olarak
vasıflandırmıştır. Sonraki devir Avesta yazılarında ise, İranlılar,
düşmanlarını Ehriman'in hizmetindeki şer kuvvetler olarak görmüşlerdir. Meselâ,
Yunanlılar, Romalılar, Türkler ve Araplar, şeytanın askerleri olarak
vasıflandırılmışı ardır.
Zerdüşt dünyadaki
çeşitli hadiselerin kaynağını yukarıda bahsettiğimiz hayır ve şer kuvvetlerin,
yani meleklerin ve şeytanların faaliyetleri olarak görmüştür. Ona göre, Tanrı
Ahura-Mazda ve emrindeki melekler bütün canlıları iyiliğe ve güzele sevk
ederken, Angra-Mainyu Ve emrindeki şeytanlar da kötülüğe ve yanlış yola sevk
etmektedirler. Dünyada bu iki kuvvet, mutlak hakimiyeti sağlamak için
birbirleriyle mücadele halindedirler. Bu kuvvetler, yalnız ahlâkî değil,
metafizik olarak da anlaşılırlar. Pozitif bir kuvvetle, negatif bir kuvvet,
yaratıcı bir kuvvetle, yıkıcı bir kuvvet ezelden beri karşı karşıya
bulunmaktadırlar. Bunlar, çok vakit ezelde Zaman Tanrısından (Zervan'dan,
Dehr'den) çıkan “İkizler”; Ahura Mazda, Angra Mainyu olarak da gösterilirler.
Bazen, aydınlık ve karanlık olarak yan yana getirilirler. Aydınlığın efendisi
Tanrı Ahura-Mazda, karanlığın efendisi Şeytan Angra-Mainyu sayılır. Bu zıt
kuvvetlerin mücadelesinde, nihâî zafer Ahura-Mazda'nın olacaktır. Onun mutlak
hakimiyeti, güneş gibi aydınlık olacaktır. Bu sebeple, Mazdaistler (Mecusiler)
ideal temizlik ve aydınlığın sembolü olarak, ateş yakarlardı. Kendilerine ateş
yakan anlamına Asravan denirdi.
Onların bu geleneği
Müslümanların dikkatini de çekmiş ve onları Ateşperest olarak vasıflandırın
ıslardır.
Mecusiliğe göre,
yaratılıştan kıyamete kadar zamanın süresi her biri üçerbin sene devam eden,
dört devreden meydana gelen 12.000 senedir. Muhtemelen, 12 sayısı burç ve
ayların sayıları ile ilgili olabilir. Başlangıçta, Zervan'dan meydana gelen
ikiz varlıktan biri olan Angra-Mainyu, Ahura-Mazda'yı kıskanarak ezelde
saldırmışsa da, başarı gösterememiştir. Aradaki düşmanlık devam edip gelmiştir.
Bundan sonra da Tanrı Ahura-Mazda ve Angra-Mainyu arasında başlayan savaş 9.000
sene sürecektir:
1- Devrede
(1-2.999) senelerinde) Ahura-Mazda melekleri, iyi ruhları ve Fravaşileri, yani
canlıların ezeli ruhsal suretlerini yaratır. Bütün bunlar, yalnız sonsuz bir
gelecekte mevcutturlar.
2- Devrede
(3.000-5.999 yıllarında) sonsuz yaratılış
maddeye dönüşür. Maddeye dönüşen ilk insan Gayomart ve hayvanlar
aleminin ilki boğa ruhu, olgun ve günahsız bir hayat sürmeye başlarlar.
Angra-Mainyu, birinci devredeki ilk hücumunun boşa gittiğini ve nihai zaferi de
Ahura-Mazda'nın kazanacağını görerek tekrar yeni bir saldırıya geçmek ister. Bu
defada, Ahura-Mazda galip gelir.
3- Devrede
(6.000-8.999 senelerinde) Angra-Mainyu dünyaya girer, ilk insanı ve ilk boğayı
öldürür. Fakat ilk insan ve boğa kaderlerini önceden hissederek, ölümlerinden
önce nesillerini bırakmayı ihmal etmemişlerdir. Bu arada Angra-Mainyu'nun yarattığı
devler ve cinler de, dünyayı doldururlar, yeryüzüne yayılırlar. Yeryüzünde iyi
ve kötü birbirine karışır.
4- Devrede (9.000-12.000 yıllarında) insanlara
yardım etmek için Ahuda-Mazda Zerdüşt'ü gönderir. Tanrı, onun ruhunu henüz
ikinci devrin başında yaratmıştı ve o zamandan beri sonsuz âlemde ruhen
yaşıyordu. Zerdüşt'ün içinde yaşadığı bu dünyaya tebliğinin tesiri on asır
sürecektir. Daha sonra, zamanın ilerlemesiyle dünyanın umumî ahlâkî durumu da
kötüleşecektîr. Nihayet Zerdüşt'ten sonraki ikinci bin yılda, yine Zerdüşt'ün
zürriyetİnden bir peygamber gelecek ve bu durum üçüncü bir yılda da tekrar
edecektir. Ancak üçüncü bin yılda gelen ve bir çeşit mehdi diyebileceğimiz
teblîğcinin ismi Saoşyant olacak ve dünyaya hakim olarak yeryüzünü şer kuvvetlerden
temizleyecek, Zerdüşt'ün tebliğini yenileyecek, dünya Zerdüşt müminleri ile
dolacaktır. Bin yılın sonunda ise, hakimiyeti Ahura Mazda'ya teslim edecek ve
bu suretle dünya son bulacaktır.
Zerdüşt'ün koyduğu
ibadet şekli hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. Bugün Parsilerin yaptığı ibadet
şekillerini, Zerdüşt'e dayandırma imkânı yoktur. Dine yeni girenlerin cemaata
nasıl alındığı hakkında bir şey bilmiyoruz. Günümüzdeki inananlar, manevî
bağlılık alâmeti olarak bir kuşak kuşanırlar. Zerdüşt'ün dinî reformunun ana
sembolü, her türlü kanlı kurbanın reddidir. Karanlık mağaralarda yapılan
Mitra'ya ibadet yerine, temiz ve gün ışığında yapılan ibadetler konmuştur.
Geniş bir meydana kurulan mihrap önüne ateş yakılır ve eller havaya kaldırılarak
dua edilir, Zerdüşt hayvan kurbanını kaldırarak, kurban yerine ateş yakma
âdetini koymuştur. Bu ateş, Ahura-Mazdanın ateşi olarak vasıflandırılır.
Açık meydanlarda
kurulan ateş mihrapları, zamanla gelişerek “Ateşgede” denen büyük mabetlerin
ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Genellikle âteşgedeler, kare şeklinde açık bir
avlu ve buna bitişik, üzeri kubbeyle örtülü boş bir odadan ibarettir. Bu odada
kutsal ateş yanar. Cemaat ise açık avluda toplanır ve ibadet eder. Eskiden
mabetler gün ışığına kapalı, kutsal ateşin yandığı binalardı. Ateşe hiç bir
insan eli değmezdi. Ateşi koruyan rahipler nefesleriyle ateşi kirletmemek için
,ağız ve burunlarını modern cerrahlar gibi örterlerdi. Ateşi maşa ve kürekle
karıştırırlar, üzerine takdis edilmiş odunlar koyarlardı.
Zerdüşt vaazlarında
sık sık yakında meydana gelecek bir hesap gününden haber veriyordu. Yalnız, bu
hesap günü Mazdaist olmayanlar içindi. Çünkü, ölümün 4. günü sabahı ruh ahirete
gider. Eğer mümin ruhu ise, Sraoşa tarafından gök cennetine götürülür. Kafir
ruhu ise, dünya ile ahıreti birleştiren Sinvant Köprüsü (ayrılık köprüsü, sırat
köprüsü) denen bır geçidin altında kurulu cehenneme düşer. Köprünün ortası bir
kılıcın ağzı gibidir. Mümin geçerken genişleyip 15 mızrak eninde rahat bir yol
olur ve mümini ebedi ışık cennetine ulaştırır. Kâfir ruh geçerken köprü dikine
genişleyerek üzeri kıldan
ince, kılıçtan keskin
olur ve imansız ruhu cehennemin sonsuz derinliklerine
düşürür. Hatta köprü başında bekleyen melekler, mümin ruha kılavuzluk edip
cennete götürürken, imansız ruhu cehenneme iter.
Bizim cehennem olarak
isimlendirdiğimiz mekana, Zerdüşt “Yalan Evi” veya “Yalan Yeri” der. Bu yer
yeraltında bulunan üstü kubbemsi bir mekân olarak tasavvur edilir. Kötü
kişilerin, kötü varlıkların yeri burasıdır. Sakinlerine takdim edilecek
yiyecekler çirk ve pisliktir. Karanlık, ızdırap ve gürültüyle dolu bir yerdir.
Müminlerin gidecekleri
yer ise, cennettir. Zerdüşt buraya “Övgü Evi” der. Buraya ilk giren Tanrı'dır.
Zerdüşt burada ümmeti ile birlikte mükafatlandırılacaktır. Sevabı ve günahı
eşit olanlar ise, cennet ve cehennem arasında bir yerde (arâsatta) kıyamet ve
hesap gününe kadar bekleyecektir.
Ferdi ruhun dünyadan
ayrılışından sonra karşılaştığı ferdi muhakemeden başka, bir de Haşir gününde
genel muhakeme tasavvur edilir. Buna göre, zaman olgunlaşınca, dünyanın ömrü
dolunca, yani Zerdüşt'ten sonra gelen üçüncü bin yılda Mehdi Saoşyant gelecek
ve bin yıllık çalışmadan sonra hakimiyeti Tanrı Ahura-Mazda'ya devredecektir.
Bundan sonra haşir başlayacak, ölenler eski vücutlarına tekrar kavuşacaklar ve
hesap meydanında toplanacaklardır. Orada herkesin kendi yaptıkları, amelleri
kendilerine görünecek, haklılar haksızlardan ayırt edilecektir. Tanrı yanında
Kutsal Ruh ve Mehdi Saoşyani olduğu halde, Tanrısal mahkemesini kuracak,
Tanrısal adalete göre iyiyi ve kötüyü ateşle birbirinden ayıracaktır. Cehenneme
gidenler üç gün boyunca eziyet görecek, cennettekiler de onları seyredecektir.
Bundan sonra herkesi içine alan büyük bir ateş gelecek, müminlere ılık bir süt,
kafirlere erimiş bir maden tesiri yapacaktır. Ateş insanlardaki temiz olmayan
kalıntıları tamamen yakıp temizleyecektir. En sonunda, bütün insanlar Tanrı
Ahura-Mazda'nın cennetine gireceklerdir.
Mecusiliği günümüzde
yaşatmaya çalışan İran'da ve Hindistan'da dini guruplar vardır. İran'dakiler
dağınık ve sayıları da çok azalmıştır. Küçük bir azınlıktırlar. Kendilerine “Gabriler”
denir. Hindistan'dakilerdaha derli-topludur ve kendilerine “Parsiler” denir.
Bombay ve Bombay'ın kuzey bölgelerinde, Karnataka ve Karaçi illerinde toplu
halde bulunurlar. Müslümanların İran'ı fethinden sonra İslam idaresinde yaşamak
istemeyenlerin bu bölgelere göç ettiği tahmin edilmektedir. Geçimlerini daha
çok ticaret ve zanaatla kazanırlar. Ölülerini mezarlık olarak Dahnıa veya “Sessizlik
Kuleleri” adı verilen yerlere koyarlar. Buraları yaklaşık 12 ayak yüksekliğinde
silindir biçimindeki binalardır. Damına çıplak cesetier yanyana sıralanır.
Zamanla cesetler akbabalar tarafından yenir veya kurur. Etten sıyrılan
kemikler, kulenin zemin katına konur. Yabancıların mezarlıklarına girmelerine
izin vermezler. Komşuları gibi ölülerini yakmamalarının veya gömmemelerinin
sebebi ateşi ve toprağı kirletmemek içindir. Ancak İran'dakiler komşularının
etkisiyle ölülerini toprağa gömerler. Toplam nüfuslarının yaklaşık 300.000
kadar olduğu tahmin edilmektedir.
Doç. Dr. Şinasi Gündüz
Ondokuzmayıs Üni. Samsun
Literatür:
1-
K.
Rudolph, Gnosis the Nature and Hİstory of an Ancient Religion, Edinburgh
(1983).
2- G.
Quispel, Gnostik Studies, (2 cilt) İstanbul (1974).
3- G.
Filoramo, A History of Gnosticism, Oxford (1990), s.20-14.
4- W.
Foerster, Gnosis, I. Patristic Evidence, Oxford (1972).
5- H. Jonas,
The Gnostic Religion, Beacon Hill (1958).
Gnostisizm'in tarifini
yapmak genellikle zordur. Bununla birlikte, tanrı, alem, insan, kurtuluş ve
bilgi gibi konularda kendine has açıklamalar getiren dinî-felsefî bir akım
olduğu söylenebilir. m.ö. 5. ve 4. Yy.Mardan itibaren çeşitli Ortadoğu
toplumlarında yaygın olarak görülür. Her ne kadar bazı bilim adamları “Gnostik
Din” başlıklı eserler yayınlamışlarsa da gnostisizm kendi başına bir din
değildir. Çeşitli dinî gelenekler içerisinde doğal bir gelişim ya da kültürel
etkileşim sonucu oluşan bir akımdır. Yahudilik ve Hıristiyanlık içerisinde
gnostik inanç ve öğretileri temsil eden ekoller olduğu gibi, tamamıyla gnostik
karaktere sahip Sâbiîlik ve Maniheizm gibi dinî gelenekler de mevcuttur. Bu
arada Ortadoğu kökenli gnostik inanç ve öğretilerle Hint geleneği arasında da
çeşitli konularda dikkate değer benzerlik ve paralellikler vardır.
Suriye, Mezopotamya,
Mısır, Filistin, Ürdün ve Anadolu'da İslam hakimiyeti öncesi dönemlerde yaşayan
yerli halkın inanç ve 'düşünce yapısı incelendiğinde çeşitli gnostik akımların
izlerine rastlanır. Örneğin Maniheizm ve Sabiilik bunlardandır. Yine İslam
öncesi dönemde Hıristiyanlık ve Yahudiliğin sapık mezhepleri olarak bilinen
Elkesailer, Valentinianlar, Setianlar, Mağariler, Kukiler, Esseniler,
Bardaisancılar ve Simoncular gibi irili ufaklı birçok akım gnostik inanç ve öğretileri
içerirler. Ayrıca Hermetistler, çeşitli sır dinleri mensupları, Yahudilik ve
Hıristiyanlık içerisinde yer alan çeşitli mistik-hareketler de gnostik inanç,
öğreti ve hayat tarzını yansıtırlar. Kısaca islam öncesi dönemde gnostisizm, bu
yörenin bir alt kültürü konumundaydı ve farklı dil, din ya da cemaat mensubu
olan insanların efsanelerini, inançlarını ve İbadetlerini şekillendiriyordu.
Bütün gnostik inanç ve
öğretilerin temelinde dikkat çekici üç unsur bulunur:
1- Hayat ve
ışık tasavvurlarına dayalı bir yüce varlık inancı.
2- Zıt
prensipleri ifade eden bir dualizm anlayışı.
3- İnanılan
yüce varlığın dışında olan ve yaratıcı tanrı tasavvurunu ifade eden demiurg
düşüncesi.
Hayat ve ışık küİtü
bütün gnostik akımların dinsel yapılarında yer verdikleri önemli bir
özelliktir. Yüce varlığa verilen isimler arasında “Hayat”, “Yüce Hayat”, “İlk
Hayat”, “Nur”, “Işık”, “Işık Kralı” ve “Yüce Işık” gibi isimler oldukça dikkat
çekicidir. Gnostiklere göre "Hayat", düzen, huzur ve verimliliğin
kaynağı ve varoluşun sırrıdır. Çoğunlukla ilahi alem bir “Hayat Ağacı”
tiplemesiyle tasvir edilir. Hayat Ağacı'nın özünde varlığı tam olarak
bilenemeyen ve tanımlanamayan yüce tanrı bulunur; yüce tanrı etrafında yer alan
ve bir bakıma Hayat Ağacı'nın dallan ve yaprakları gibi düşünülen ilahi
varlıklar ve alemler ise, bu yüce varlığın tezahürlerinden veya tecellilerinden
ibarettir. Böylelikle tanrının bîr ismi olarak kullanılan Hayat, gnostİklerce
sık sık “Bilinemez”, “Kavranamaz” ve “İfade edilemez” olarak nitelenir.
Gnostik öğretinin arka
tarafında madde-mânâ, aydınlık-karanlık, ruh-beden ve dünya-öte dünya gibi
değerler arasında var olduğuna inanılan katı bir dualizm bulunur. Gnostikler
genelde alemi, ışık alemi ve karanlık alemi şeklinde ikiye ayırırlar. Işık ya
da nur alemi iyiliği, hakikat ve gerçeği temsil ederken karanlık ve zulmet
alemi kötülüğü, yalanı ve gerçek olmayanı temsil eder. Işık alemiyle karanlık
alemi arasında bitmek tükenmek bilmeyen sürekli bir mücadele ve çekişme vardır.
Madde ve maddi olan her şey, yani içinde yaşadığımız dünya, bedenlerimiz ve bu
dünyaya ait olan her şey kötülük alemine aittir ve dolayısıyla bizatihi
kötüdür. Ruh ve ruhsal olan varlıklar ise ışık alemine aittir ve yapısı gereği
iyidir. Kötülük alemiyle iyilik alemi ya da ışık ile karanlık veya nur ile
zulmet arasındaki bu mücadelede başarılı olacak olan, iyilik, yani ışık veya
nurdur. Genel hayatın sonunda kötülük ve zulmet, ışık tarafından dizginlenerek
tahakküm altına alınacak ve onun emrinde olan madde ve maddi alem yok
edilecektir. Genel hayatı temsil eden insan açısından da asıl olan, iyilik
alemine ait olan ruhsal varlığına değer vermek ve kötülüğe ait olan maddi
yapısına, yani bedenine ve bedenin istek ve arzularına boyun eğmemektir.
Gnostik inanç ve
öğretilerin temelinde yer alan dikkat çekici özelliklerden bir diğeri ise
Demiurg düşüncesidir. Maddeyi ve maddi unsurları kötülük ve karanlıkla
özdeşleştiren gnostikler, maddenin varlığının yüce tanrıdan kaynaklanmadığını,
onun yaratıcısının başka bir varlık olduğunu kabul ederler. Yüce tanrıdan başka
bir varlık olan bu yaratıcı güce Demiurg denir, ismi Yunanca demiourgos (halk
için çalışan) teriminden türetilen Demiurg, evreni ve insanın maddi varlığım
yaratan güçtür. Demiurgun temel karakteristik özellikleriyle ilgili benzer
düşünce kalıpları ortak olmakla birlikte gnostik gelenekler arasında Demiurgun
kaynağı, nitelikleri ve faaliyetleri konusunda farklılıklar da mevcuttur.
Gnostik sistemlerin
insan anlayışı oldukça dikkat çekicidir. Gnostik düşüncede insanın yapısıyla
ilgili bir üçlülüğe (triolojiye) yer verilir. Buna göre insan üç unsurdan; ruh,
beden ve nefsten oluşur. İnsanı oluşturan bu üç unsurdan ruh köken itibarıyla
ışık alemine aittir. O, ilahi takdir gereği kötülük alemine ait olan yeryüzüne
ve kötülüğün bir parçası olan bedene düşmüş ya da atılmış bir varlıktır, bir
cevherdir. Öte yandan beden ve nefs ise yapıları gereği kötü tabiatlı ve
süflidirler; zira bunlar kötülük alemine aittirler. Işık alemiyle karanlık alemi
arasında ezelden beri mevcut olan mücadelenin bir aşamasında ruh, kötülük ve
karanlığı yenmek ve tahakküm altına alabilmek gayesiyle yüce ışık tanrısı
tarafından ışık ve nur aleminden karanlık alemine, yani maddi aleme indirilmiş
ve beden içerisine konulmuştur. Gnostiklere göre, beden içerisinde ruh,
hapishanedeki bir tutsak gibidir. Zira, ruhu çepeçevre kuşatan beden, onu elden
kaçırmamak amacıyla tutsak etmiştir ve onun iyilik ve ışığının dışa aksetmemesi
amacıyla da elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Ruh ise maddi aleme ve bedene
atılmış olmaktan hiç memnun değildir. O, kendi asıl vatanı olan ilahi aleme
geri dönebilmek, yükselebilmek için yanıp tutuşmakta ve bunun özlemini
çekmektedir. Işık ve iyilikle ezeli-ebedi mücadelesinde bir ışık unsuru olan ruhu
tutsak etmiş olan kötülük, ruhun kaçmasını engellemek için bedeni ve her türlü
dünyevi arzu ve ihtirası temsil eden nefsi kullanmaktadır. Kısacası ruhun bu
dünyadan kaçışı beden ve nefs ile engellenmeye çalışılmaktadır.
Hidayet, sütlî madde
alemine düşen ruhun tekrar ilahi aleme yükselmesidir. İlahi âlemin bir parçası
olan ruh ölüm süzdür. Ölüm, ancak süflî olan maddi varlıklar ve -insan söz
konusu olduğunda- beden için geçerlidir. Hidayet kutsal bilgi ile başlar. Ancak
bu bilgi kazanılan, alınan, ulaşılabilen bir bilgi değil, verilen, bahşedilen
ve bağışlanan bir bilgidir. Duyu ve algılarımıza dayalı tecrübe dünyamıza ait
verilerle bu bilgi kavranamaz, anlatılamaz ve ifade edilemez. Ruh, gerekli
şartları yerine getirerek bu bilgiyi almaya hak kazanırsa Yüce Kurtarıcı
tarafından bu bilgi kendisine ilham edilir. Kendilerine bu bilgi bağışlanmış
kişilerin bunu dışa aksettirmeleri, İfşa etmeleri büyük suçtur.
Gnostik düşünceye göre
ruhun, bu bilgiye doğrudan vakıf olma veya kendi kendine ulaşabilme imkanı yoktur.
Bu durumda ruh, yüce tanrının gerçekliğiyle ilgili bu kutsal, gizli bilgiyi
kendisine getirmekle görevli olan bir kurtarıcıya, bir aydınlatıcıya ihtiyaç
duyar. Bu kurtarıcı, yüce tanrı tarafından bilgiyi almaya hazır durumda olan
ruhlara ilahi bilgiyi iletmekle görevlendirilmiştir. Kurtarıcı ya da mürşidin
çarpıcı özelliği, süflî alemde irşat edici olarak görevlendirilmeden önce
bizzat kendisinin de ilahi takdir gereği bu kötü alemde yaşamayı, burada
kurtuluşun yolunu aramayı ve nihayet kurtarıcı bilgiye vakıf kılınarak süflî
alemden kurtarılmayı tecrübe etmiş olmasıdır. Yerinde bir ifadeyle o, bizzat
kendisi kurtarılmış olan bir kurtarıcı, irşat edilmiş olan bir mürşittir.
Mürşitsiz hidayet ve kurtuluş olmaz.
Literatür:
1- Şinasi
Gündüz, Son Gnostikler. Sâbiîler İnanç Esasları ve İbadetleri, Ankara (1995).
2- Aynı
yazar, “Kur'an'daki Sâbiîlerin Kimliği Üzerine Bir Tahlil ve Değerlendirme”,
Türkiye 1. Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, Samsun (1992).
3- Aynı
yazar, The Knowledge of Life, Oxford (1994).
4- E.S.
Drower, The Mandaeans of Iraq and İran, Oxford (1937).
5- K.
Rudolph, Die Mandaer, (2 cilt) Göttingen (1960-1961).
6- Aynı
yazar, Thegonie, Kosmogonie und Anthropogonie in den mandaischen Schriften,
Göttingen (1965).
7- E.M. Yamauchi,
Mandaic Incantation Texts, NewHaven (1967).
Günümüzde toplara
nüfusları 20.000'i geçmeyen Sâbiîler, genellikle güney Irak'ta Fırat ile
Dicle'nin birleştiği bataklık bölgelerdeki küçük yerleşim merkezlerinde
yaşarlar. Ayrıca Basra ile Bağdat gibi büyük şehirlerde gümüş ve altın
işlemeciliği yapan Sâbiîlere rastlamak mümkündür. Bundan başka İran'da Karun
nehri boyunca yer alan yerleşim merkezlerinde de az sayıda Sâbiî yaşamaktadır.
Arap komşularınca
Sâbiî (Subbi ya da Subbâ) diye adlandırılmalarına rağmen Sâbiîler, gerek kutsal
kitaplarında gerekse kendi aralarında kendilerine bu ismi vermezler. Onlar
kendilerini Mandenler (arifler, bilenler) ya da Nasuralar (kutsal öğretileri
koruyup gözetenler) olarak adlandırırlar. Manden ismi, Sâbiîler arasında cemaatın
bütün üyeleri için kullanılırken, Nasura İsmi daha ziyade rahipler ve cemaatin
diğer ileri gelenleri İçin kullanılmaktadır. Ayrıca onlar, ataları için de
Nasura ismini kullanırlar. Öte taraftan Sâbiîlerin dili olan Mandencenİn bir
fiil kökünden türetilen ve “Vaftiz olan (gusül eden)” anlamına gelen “Sâbiî”
terimi, Sâbiîlerin en göze çarpıcı ibadetlerinden birisi olan sık sık vaftiz
olmaları dolayısıyla komşularınca onlara bir isim olarak verilmiştir.
Kur'an'da üç yerde
[208] isimlerinden
bahsedilen Sâbiîlerin kim oldukları ve nerede yaşadıkları konusu, erken
dönemlerden itibaren birçok İslam aliminin ilgisini çekti. Miladî 9. asrın ilk
yarısına kadar yaşayan İslam alimleri, Sâbiîlerin güney Irak'ta yaşadıkları ve
kendilerine mahsus belirli bir dinlerinin olduğu gibi bazı değerlendirmeler
yaptılar. Bu ilk dönem İslam alimlerinin değerlendirmeleri oldukça yüzeysel ve
dış gözleme dayalı olmakla birlikte genellikle doğruydu. Halife Me'mun dönemi,
Sâbiîlerin kim oldukları konusunda günümüze kadar gelen spekülasyon ve yanlış
değerlendirmeler açısından bir dönüm noktası oldu. Bu dönemde, o zamana kadar
Sabitlikle hiçbir ilgisi olmayan, çevrelerinde “Putperestler” ve “Harranîler”
gibi adlarla tanınan ve geleneksel Asur-Babil politeizmini (gök cisimlerini ve
onlar,ı sembolize eden putlara tapınmayı) devam ettiren Harranlılar, Sâbiî
adını aldılar. Bu adı almalarının nedeni, Halife Me'mun'un ölüm tehdidinden
kurtulmaktı. Zira Me'mun, onların putperest yapılarını İslam devletinde zimmî
(anlaşmalı) statüsüyle yaşamalarına mani olarak görmüş ve onları, ya Müslüman
olmaları ya da Kur'an'da adı zikredilen gruplardan birine girmeleri konusunda
tehdit etmişti. İnançları konusunda sıkışan putperestler “Sâbiî” ismine
sığındılar. Harranlı putperestlerin böylelikle Sâbiî ismini almalarından sonra,
birçok Harranlı bilgin (ünlü Sabit ibn Kurrâ ve İbrahim ibn Hilâl gibi) Sâbiî
adı altında Bağdat gibi merkezlerde meşhur oldu ve bunların bazıları kendi
inançlarım (Sâbiîlik adı altında) hararetle savundular. Bu arada gerçek
Sâbiîler ise dinlerinin bir gereği olarak inançlarını dışa vurmamaları ve bilim
ve edebiyat gibi sahalarda herhangi bir varlık gösterememeleri nedeniyle bir
bakıma unutuldular. Dolayısıyla bu dönemden ibaren İslam alimleri eserlerinde
Sâbiîlik adı altında Harran politeizmine geniş yer verdiler. Diğer yandan
el-Bağdadî, Bîrunî ve İbn Nedim gibi bazı İslam alimleri, Sâbiîleri “Harran
Sâbüleri” ve “Vâsıt Sabitleri” diye ikiye ayırarak, güney Irak'ta yaşayanları
kasteden Vâsıt Sabitlerinden “Gerçek Sabitler” olarak bahsettiler. Ayrıca
bunlar, Harranliların aslında Sabit olmadıklarını, Sabit ismini sonradan
aldıklarını açıkça ifade ettiler. Bununla birlikte Sâbiîlik konusundaki bu
karmaşa sonraki dönemlerde de devam ederek günümüze kadar geldi. İslam kültürü
açısından hiç de yabana atılmayacak bir öneme sahip olan bu din ve cemaat
hakkında, yakın zamanlara kadar Müslümanlar tarafından ilk elden kaynaklara
dayalı bir çalışma maalesef yapılamadı.
Öte yandan Batılılar,
Sabitlerle oldukça erken bir dönemden (16. yy) itibaren ilişki kurdular. İran
ve Irak'ta faaliyet gösteren -başta Cizvit misyonerleri olmak üzere- çeşitli
batılı araştırıcı ve misyonerler, ilk zamanlar “Vaftizci Yahya Hıristiyaniarı”
adını verdikleri Sabitlerle ilişki kurarak, onların kutsal kitaplarını kendi
ülkelerine götürmeye ve bu dinle ilgili bilgi vermeye başladılar. Önceleri
gözlem ve gezi notlarından öteye geçmeyen bilgiler, 19. yy'in sonları ve 20.
yy'in ilk yarısından itibaren yerini Sabitlerle ilgili oldukça ciddi çalışmalara
bıraktı. Sabit literatürünün neredeyse tamamı çeşitli Batı dillerine çevrildi
ve onlarla ilgili birçok eser yazıldı. Sabitlerle ilgili önemli çalışmalar
yapan modern araştırmacıların başında M. Lidzbarski, E.S. Drower, K. Rudolph ve
JJ. Buckley gelmektedir.
Her ne kadar Sabitler,
kendi dinlerinin Hz. Adem'le birlikte başlayan bir “İlk-din” olduğunu iddia
etseler de Sabitliğin tarihçesi günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce başlar.
Sâbiîlik m.ö. son iki yüzyıl içerisinde Filistin-Ürdün bölgesinde mevcut olan
heterodoks Yahudi akımları içerisinde filizlenir. Bu tarihte Kudüs'teki ana
cemaat tarafından temsil edilen, resmi Yahudilik anlayışına karşı çıkan birçok
cemaat mevcuttu. “Kumran Cemaatı” olarak da bilinen Esseniler, Vaftizciler ve
Nasuralar, bunlar arasında en önemlileriydiler. Sâbiîlik açısından özellikle
Nasuralar dikkat çekicidir. Zira kutsal kitaplarında Sabitler, Filistin'deki
atalarından Nasuralar olarak bahsederler ve onların Yahudilerle olan
mücadelelerini anlatırlar. Nasuralar ekolü, resmi Yahudilik anlayışına karşı
çıkan gruplar arasında en önemlisiydi. Bu nedenle Yahudiler, o dönemde kendi
içlerinden ortaya çıkan her yeni hareketi Nasuralardan olmakla suçladılar.
Nitekim o dönemde Hz. İsa ve cemaatı da onlar tarafından ilk zamanlar Nasuralar
ismiyle isimlendirildiler.
Sabitler tarafından “Büyük
bir önder” ve “Bir ışık peygamberi” olarak adlandırılan Hz. Yahya da büyük
ihtimalle Nasuralar cemaatıyla ilişki içerisindeydi. Hz. İsa'nın çağdaşı olan
Yahya, Yahudi toplumunun bir üyesi olarak doğmuştu. Ancak sonradan bir
peygamber olarak Yahudiliğe karşı çıkmış ve Kudüs dışında kendi cemaatını
kurmuştu. Hz. İsa, risaleti öncesi zaman zaman, yaşça kendisinden büyük olan
Hz. Yahya'nın vaazlarını dinlemeye gelirdi; hatta bir defasında bizzat onun
eliyle gusül abdesti aldı. Yahya'nın faaliyetleri resmi Yahudi teşkilatını
telaşlandırmıştı. Böylelikle onlar, Roma'nın bölgedeki valisi olan Herodos
Antipas'ı çeşitli gerekçelerle Yahya aleyhine kışkırttılar ve neticede Yahya
tutuklandı. Birçok eziyet ve işkenceden sonra Hz. Yahya, başı kesilmek
suretiyle idam edildi ve taraftarları sıkı takibat ve katliama tabi tutuldu. Bu
katliam olayına Sabitler kutsal kitaplarında geniş yer verirler. Ginzanın
ifadesine göre Yahudiler, başta 365 ileri gelen olmak üzere binlerce Nasurayı
(Sabitlerin atalarını) katlettiler. Katliamdan kurtulanlar ise, zamanın Arsakid
kralı himayesinde kuzey Mezopotamya'ya doğru kaçtılar. Sâbiî kutsal kitapları
bunların sayısının 60.000 civarında olduğunu vurgular. Bir müddet sonra
Nasuralar-Sâbiîler buradan güney Mezopotamya'ya göç ederek yerleştiler.
Mecusiliğin İran'da resmi din olarak kabul edildiği m.s. 3. yy'ın ilk yarısına
kadar Sabitler bu bölgede altın çağlarını yaşadılar. 7. yy'da Irak'ın
Müslümanlarca fethedilmesi üzerine, diğer yöre halkı gibi Sabitler de zımmi
statüsüyle islam hakimiyeti altına girdiler.
Bu tarihi süreç
içerisinde Sabitler, değişik inanç ve kültür mensubu çeşitli halklarla komşuluk
ilişkileri içerisinde yaşadılar. Doğal olarak zamanla bu geleneklerden çeşitli
alanlarda etkilendiler. Kendi temel Yahudi kültürleri yamsıra İran dinlerinden
(ölü ile ilgili bazı törenler, ayin yemekleri ve yıldızlarla ilgili çeşitli
tasavvurlar konusunda olduğu gîbİ), Babil-Asur dininden (sihir ve büyü
formülleri vb) ve Hıristiyanlıktan (Pazar gününün kutsallığı gibi) çeşitli
unsurları aldılar. Ancak Filistin'deki katliam ve takibat nedeniyle Yahudilere
karşı birçok polemik geliştirdiler ve zamanla Yahudilikten iyice uzaklaştılar.
Oldukça zengin bir
dini literatüre sahip olan Sâbiîlerin kutsal kitapları iki ana grupta toplanır:
Yazılı metinler ve sır metinleri.
Yazılı metinler kendi
aralarında temel kitaplar, esoterik (gizli) özelliğe sahip metinler, divan,
şerh ve tefsirler, astrolojik metinler, büyü ve sihir yazmaları şeklinde
çeşitli gruplara ayrılabilir. Sâbiî kutsal kitapları arasında en önemli yeri
oluşturan temel kitapları Ginza, Draşia d Yahya ve Kolasta'dır. İki ana kısma
(Sağ Ginza ve Sol Ginza) ayrılan ve “Hazine” anlamına gelen Ginza yaklaşık 600
sayfadan oluşur. Adem'in Kitabı diye de adlandırılan bu kutsal kitap, çeşitli
dualar, teoloji, mitoloji, ölüm ve ölüm sonrası hayat ve benzeri konuları
ihtiva eder. Draşia d Yahya (Yahya'nın Öğretileri), adından da anlaşılacağı
gibi büyük ölçüde Yahya'yı, onun hayatı ve öğretilerini konu alan bir kitaptır.
Kolasta (Kolleksiyon ya da Övgü) ise gusül, ayin yemekleri ve benzeri
ibadetlerle ilgili dua ve uygulamaları konu alan günlük ibadet kitabıdır.
Yalnızca rahipler ve rahip adaylarınca kullanılmasına izin verilen gizemli
kitaplara Alf Trisar Şualia (Bin oniki Soru), Alma Rişaia Rba (Büyük İlk Alem)
ve Alma Rişaia Zuta (Küçük İlk Alem) örnek olarak verilebilir. Bu eserler
çoğunlukla ilahiyat konularıyla çeşitli mitolojik tasavvurları ele almaktadır.
Divan, şerh ve tefsirler çeşitli konularla müstakil olarak ilgilenen
kitaplardır. Astrolojik metinler ise gelecekle ilgili kehanette bulunma,
eksorsizm (kötü ruhları ve cinleri kovma) ve doğum, ölüm, yeni yıl ve evlenme
gibi durumlarda ilgili kişinin ve günün ad, saat ve tarihiyle ilgili -ebced
hesabına benzer yollarla- çeşitli astrolojik hesaplar yaparak ilgili olayları
yorumlama konusunda bilgiler veren metinlerdir. Bunların en önemlisi Sfar
Malvaşia (Burçlar Kitabı)'dır. Sâbiî sır metinleri ise çeşitli dönemlerde
hastalık, kara büyü, sihir, bela, afet ve benzeri kötülüklere karşı çanak,
çömlek gibi eşyalar üzerine ya da metal veya papirüs sayfalara yazılan kısa
muskalar ve sihir metinleridir.
Sâbiîler kutsal
kitaplarının, yaratılışta yüce Tanrı tarafından ilk insan Adem'e vahy
olunduğuna inanırlar. Sâbiî literatürü üzerinde yapılan çalışmalar, bu
literatürden bir kısmının m.s. 2. ya da 3. yüzyılda derlendiğini ortaya
koymaktadır.
Sâbiî kutsal
metinlerinin yazılı olduğu dil Aramcanın doğu lehçelerinden birisi olan
Mandencedir. Günlük hayatta Arapça konuşan Sâbiîler, bu dili anlamadan sadece
ibadet dili olarak kullanırlar. Bu dili okuyup yazabilme ayrıcalığı ise
yalnızca rahiplere aittir.
Sabitlerin tanrı
tasavvurlarının temelinde gnostik bir dualizm mevcuttur. Bu dualizme göre bir
tarafta ışık ve nur alemi, diğer tarafta ise karanlık alemi bulunur. İşık
aleminin başında “Yüce Hayat” “Kudretli Ruh” ve “Yüceliğin Efendisi” gibi
isimler de verilen Malka d Nhura (Işık Kralı) bulunur. Malka d Nhura, en üstün
niteliklerle mücehhez ve bütün eksikliklerden münezzeh olan yüce varlıktır.
Ginza'daki şu ifade onu en iyi şekilde tanımlar:
“Sana hamd olsun!
...kudreti dışa taşan ve sonsuz olan Gerçekliğin Tanrısı, bitmek bilmeyen saf
Nur ve yüce Işık; merhametli, bağışlayan, rahim (müşfik) ve şefkatli (yüce
varlık); bütün inananların kurtarıcısı, bütün iyiliğin sahibi, kudretli,
akıllı, (her şeyi) bilen, gören, hikmet sahibi olan ve her şeye gücü yeten
(varlık); yukarı, orta ve aşağı ışık alemlerinin hepsinin sahibi, izzetin yüce
siması, saltanatında bir ortağı olmayan ve tahtını paylaşacak bir şeriki
bulunmayan sonsuz ve görünmez (varlık).”
Işık aleminde yüce
varlık Malka d Nhura'nın etrafında sayısız nurani varlık bulunur. Uthria
(zenginler) ve Malkia (krallar) diye adlandırılan bu varlıkların görevi, Malka
d Nhura'yı takdis ve teşbih etmektir. Işık alemi ve bu alemin varlıkları
kötülükten tamamıyla münezzehtirler. Bu alem yokluk, eksiklik, fanilik ve
yanlışlık gibi sıfatlardan da tamamıyla uzaktır. Sâbiî kutsal kitaplarında,
yönlerden kuzeyde olduğuna inanılan Işık aleminin düzen, varlık ve verimliliği
sembolize eden Hayat (Hiia) prensibinden oluştuğu ifade edilir. Böylelikle
hayat prensibi bütün Sâbiî ilahiyatına baştan sona hakimdir.
Öte yandan dualizmin
diğer kanadını oluşturan karanlık alemi de ışık alemi gibi benzer bir
yapılanmaya sahiptir. Işık aleminin hayat prensibinden oluşmasına karşılık,
karanlık alemi yokluk, eksiklik ve düzensizliği sembolize eden kaos ya da Kara
Su'dan oluşmuştur. Yönlerden güneyde olduğuna inanılan bu alemin başında zaman
zaman Ur ya da “Büyük Canavar” diye de adlandırılan Malka d Hşuka (Karanlık
Kralı) bulunur. Malka d Hşuka, karanlık alemindeki sayısız kötü varlığın
yaratıcısı ve yayıcısı olarak nitelenir. Birçok olağanüstü nitelik ve güçlere
sahip olan bu varlık, kötü ve karanlık vasıfların tümüne sahiptir. Ginza'da
onun, aslan başlı, ejderha gövdeli, kartal kanatlı ve kaplumbağa sırtlı korkunç
bir surete sahip olduğu, dudaklarının kalınlığının yaklaşık 800.000 km olduğu,
nefesinin demiri erittiği ve bir bakışıyla dağları sarstığı belirtilir. Buna
rağmen, yüce Işık Kralı karşısında yer alması nedeniyle onun bir aptal ve
sersem olduğu vurgulanır.
Malka d Hşuka'nın
etrafında sayısız kötü varlık, devler, şeytanlar, kötü ruhlar, canavarlar ve
benzeri varlıklar bulunur. Bu varlıklara ilaveten karanlık alemi içerisinde bir
de düşmüş ışık varlıkları vardır. Bunlar kötü varlıklarla işbirliği ya da ezeli
bir takdirin (kaderin) bir tezahürü olarak karanlık alemine atılmış varlıklardır.
Bunların başında Ruha isimli bir dişi figür gelir. Ruha, özellikle alemin ve
insanın yaratılışı mitolojisinde kötü varlıkları harekete geçirmesi konusunda
Malka d Hşuka'yı kışkırtan bir varlık olarak nitelenir. Ayrıca ışık alemiyle
karanlık alemi arasında bîr bakıma aracı varlıklar olan Yuşamin, Abatur ve
Ptahü (maddi alem ve insanın yaratıcısı) gibi figürler de karanlık alemine
atılmış varlıklar arasındadır.
Sâbiî ilahiyatına göre
Malka d Nhura gibi Malka d Hşuka da ezeli ve ebedidir. Dünyanın sonunda bütün
kötü varlıklar yok edilecek, ancak karanlık ve kaos prensibiyle karanlık
tanrısı Malka d Hşuka varlığını ebediyen sürdürecektir. Bununla birlikte bunlar
Malka d Nhura tarafından kendi kabuklan (alemleri) içine hapsedileceklerdir.
Sâbiîlerin kainatın ve
yeryüzünün oluşumu ile ilgili tasavvurları baştan sona mitolojiyle iç içedir.
Buna göre, kainat yaratılmadan önce karanlık alemiyle ışık alemi birbirinden
tamamen ayrı idiler, Karanlık alemi, yapısı gereği kaos ve düzensizlik halinde
Kara Su'dan oluşmuştu; hayat ve verimlilik unsurları taşımıyordu. Bu sebeple
Karanlık Kralı, ışık alemi varlıklarını ele geçirip tutsak etme planlan
kurmakta idi. Durumdan haberdar olan Işık Kralı ise buna karşı çeşitli
tedbirler almıştı. Nitekim, ışık elçisi Manda d Hila'yı özel görevle gizlice
karanlık alemine göndermişti. Yanındaki kutsal silahlarıyla Karanlık Kralı'nı
yakalayıp zincire vurmuştu. Ancak sonradan ışık aleminde yaşayan bazı ışık
varlıkları, kendilerinin dışındaki alemleri ve varlıkları merak ederek ışık
alemiyle karanlık alemi arasındaki perdeleri aralayıp Kara Su'ya (karanlık
alemine) bakmışlar. İşte onların bu merakı ışık aleminden düşüşün ya da
atılışın başlangıcı olmuş.
Kainatın yaratılışı
açısından özellikle Yuşamin, Abatur ve Ptahü'in düşüşleri çok önemlidir. İkinci
Hayat, Üçüncü Hayat ve Dördüncü Hayat olarak da adlandırılan bu üç varlık, ışık
alemiyle karanlık alemi arasında bir bakıma temas kurma ve aracılık yapma
görevini üstlenirler. Bir başka açıdan bu
üç varlık, yaratılışla ilgili karanlık alemine düşüşün üç aşamasını
oluştururlar. Yuşamin ve Abatur, düştükleri karanlık alemin sınırlarında
kendilerine ait bir dünya kurmak isterlerse de başarılı olamazlar. Nihayet
Abatur, kendi aleminin perdesini aralayarak Kara Su'ya bakar ve o anda Kara
Su'da kendi sureti
yansır. Bu yansımadan
Dördüncü Hayat olarak adlandırılan Ptahi! oluşur. Ptahü
ker.disir.de bulunan ışık parçacı ki arıyla Kara Sular içinde kendisine ait bir
dünya yaratmaya çalışır; ancak bunda başarılı olamaz. Daha önceden karanlık
alemine atılmış olan ve Ptahil'in bu çalışmalarını gören Ruha, Karanlık Kralı
büyük canavar Ur'la işbirliği yapar, onun zincirlerini çözer ve ikisi birlikte
Ptahil'e dost görünerek onu maddi alemi yaratma işinde teşvik ederler. Zira,
niyetleri Ptahil'in yaratacağı dünyaya sonradan hakim olmaktır. İlk girişiminde
başarılı olamayan Ptahü, Işık Kralı'na yardım etmesi için yalvarır. Bu arada
ileriye dönük planlarını gerçekleştirme yönünde dişi figür Ruha ile Karanlık
Kralı birleşirler ve bundan kötü varlıklar olan 7 gezegenle 12 burç doğar.
Ptahil'in yalvarmaları karşısında Işık Kralı ona hayat nurunu verir ve Ptahü
bununla kara sularda dünyayı yaratır. Bu dünyanın maddi yönleri Kara Sudan,
hayat ve verimlilik taşıyan yönleri ise Hayat Nurundan oluşur. Bu yaratılış
tamamlandığında kötü güçler kara suyla birleşen hayat nurunun (ışık varlığının)
kaçmaması için bu dünyanın etrafına kendi çocukları olan 7 gezegen ve 12 burcu
yerleştirirler. Böylelikle Ptahil'in dünyası tamamıyla gözetim altına alınmış
olur. Kötü güçler bununla da kalmayıp hileyle dünyayı Ptahil'in elinden alır ve
onu cinler, devler ve şeytanlar gibi sayısız kötü varlıkla doldururlar.
Görüldüğü gibi
dünyanın yaratılışı olayında yaratıcı güç, üce Işık Tanrısı değil, düşmüş ışık
varlığı olan demiurg Ptahil'dir. Sâbiî literatüründe dünyanın yaratıhşıyla
ilgili nadiren monistik (dünyayı yaratanın yüce Tanrı olduğu şeklinde)
yaklaşımlara da rastlanmaktadır. Ancak bunların Sâbiîliğe sonradan adapte
edilmiş olduğu kuvvetle muhtemeldir.
Sabitlerin insanın
oluşumu ve yapısı ile ilgili tasavvurları, kainatın ve dünyanın yaratılışı
rnitolojisiyle bir bütünlük arz eder. Yarattığı dünyanın kötü güçlerce ele
geçirilip doldurulduğunu gören demiurg Ptahü, hiç olmazsa dünyada kendisine
vekalet edecek bir varlık oluşturmak ister ve insanı yaratmayı planlar. Ancak,
kötü güçler yine onu kandırmayı başarırlar ve onunla bu konuda da işbirliği
yaparlar. Böylelikle insanın maddi yönünü oluşturan ceset, Ptahil-tarafından
yaratılır. Ancak bu yaratma işi başarısızlıkla sonuçlanır; zira yaratılan
varlık hayat unsurundan yoksun, dolayısıyla cansızdır. Ona can vermek için kötü
güçler türlü yollar denerler, fakat bir türlü başarılı olamazlar. Sonunda
Ptahil, yüce Işık Tanrısına yalvarır ve kendisine yardım etmesini ister. Bu
seslenişe cevap olarak İşık Kralı, insanın ruhunu ışık aleminden yeryüzüne
indirir ve bir ışık elçisi (Manda d Hiia) aracılığıyla cansız bedene
yerleştirir. Bunun üzerine insan (Adem) ayağa kalkar ve konuşur.
Sâbiî inancına göre
Adem, İnanan bir insandır. Zira yüce Tanrı insanı kötü varlıkların eline
bırakmamış; ruhun bedene konuluş anından itibaren onu eğitmesi için Manda d
Hiİa'yı ve onu korumaları için de üç ilahi muhafızı (Hibil, Sitil ve Anuş)
yeryüzüne indirmiştir. Böylelikle İlahi yolu tanıyan ilk insan yüce Işık
Krah'na itaat eden bir varlık haline gelmiştir. Ayrıca Adem'in yeryüzünde
yalnız kalmaması amacıyla Havva da yaratılmıştır. Öte yandan Sâbiî kutsal
metinlerinde Havva'nın yaratılışı ve yapısı konusunda zaman zaman farklı
yaklaşımlara da rastlanmaktadır. Dünyanın süfli yapısı nedeniyle insanın Adem
ve Havva olarak ikiye ayrıldığı şeklinde görüşlerde mevcuttur. Adem'le
Havva'nın evliliklerinden üç erkek ve üç kız dünyaya gelmiş ve bunlar vasıtasıyla
insanlık çoğalmıştır.
Görüldüğü gibi
Sâbiîlere göre insan madde ve ruhtan oluşan iki farklı unsurdan meydana gelir.
Ceset maddi varlığı itibarıyla kötülük ve karanlığı, ruh ise iyilik ve nuru
temsil eder. Ceset varlık itibarıyla bu süfli aleme aittir; ruh ise takdir
gereği ilahi ışık aleminden bu süfli dünyaya indirilerek cesede konulmuştur.
Sâbiî düşüncesine göre
süfli bedene yerleştirilen ruh, bu durumdan hiç de memnun değildir. O, bu süfli
dünyadan kurtulmak ve kendi mekanı olan ışık alemine tekrar yükselmek için
çırpınıp durmaktadır. Diğer yandan kötü ve karanlık güçler ise ele geçirdikleri
bu ışık varlığını elden kaçırmamak için birçok önlem almış ve onu çepeçevre
kuşatmışlardır. Onlar bir taraftan mal mülk ve çeşitli dünya nimetleriyle,
diğer taraftan ise hırs, şehvet, kıskançlık ve diğer pek çok nefsî istek ve
arzuyla ruhu bu dünyaya bağlamaya çalışırlar. Bu durumda ruh, beden içerisinde
bir hapishane hayatı yaşar.
Sâbiîlere göre
kurtuluş yalnızca ruh için geçerlidir; zira beden bu süfli dünyaya aittir.
Ruhun kurtuluşu ise beden hapishanesinden ve dünyadan kurtulmasına bağlıdır.
Kurtuluş için ruhun gerekli olan şeyleri yapması, yani doğru inanç ve
ibadetlere bağlanması gerekir. Ancak bu bile kurtuluş için yeterli değildir.
Zira Sâbiî düşüncesine göre kurtuluşun tek yolu ilahi kurtarıcı bilgiye (buna
manda, yani “Hikmet” ya da “Kutsal bilgi” denir) sahip olmaktır. Bu bilgi İse
kazanılan veya öğrenilen bir bilgi değil, bahşedilen, verilen bir bilgidir. Bu
kurtarıcı bilgiye sahip olmak için insanın yapması gereken şey, bu bilgiyi
alabileceği uygun ortamı hazırlamaktır, işte bu da doğru iman ve ibadetlerle
mümkündür. Doğru inanç ve ibadetleri izleyen bir ruha kurtarıcı bilgi ilahi
kurtarıcı (İng. redeemer) tarafından iletilir. Bu bilgiye sahip olan ruh, bu
süfli alemden tamamıyla temizlenerek ilahi nur alemine, yüce Işık Kralı'nın
katma yükselir. Böylelikle kurtuluş gerçekleşmiş olur.
Sâbiîler, kurtuluşun
ilk örneğinin ilk insan Adem'in şahsında gerçekleştiğine inanırlar. Yaratıldıktan
sonra Adem, kötü varlıklardan uzak durmuş, yüce Işık Kralı'na yönelmiş ve
kurtuluş için yalvarmıştır. Buna mukabil kendisine Manda d Hiia vasıtasıyla
kurtarıcı bilgi gönderilmiş, böylelikle Adem'in ruhu ışık alemine yükselmiştir.
Adem'in şahsında cereyan eden bu kurtuluş modeli, bütün Sâbiîler için bir
örnektir.
Sâbiîler, ilk insanın
yaratılışından kıyamete kadar dünyanın yaşının 480.000 yıl olarak hesaplarlar.
Bu süre 4 döneme ayrılır. Adem'in yaratılışıyla başlayan ilk dönem 216.000 yıl
sürer. Bu dönem sonunda insanlık kılıç ve hastalıkla yok edilmiş, ancak bundan
bir çift kurtulmuştur. 156.000 yıl süren ikinci dönem sonunda da ateş ile
insanlar yok edilmiş; yine sadece bir çift kurtarılmıştır. Toplam 100.000 yıl
süren üçüncü dönem sonunda ise insanlar bu defa su (tufan) ile yok edilmişler
ve bu olaydan sadece Nuh ve ailesi gemiyle kurtarılmışlardır. Şu an içinde
bulunduğumuz son dönem ise bu son tufanla başlayıp kıyamete kadar devam edecek
olan son 8000 yıldır.
Sâbiîlere göre
dördüncü dönemin son 2000 yılı, yani Nuh'tan 6000 yıl sonra Kudüs' ün
kuruluşuyla başlayarak dünyanın sonuna kadar devam edecek olan süre ahir zamanı
temsil eder. Ahir zaman kötülük, zulüm, fitne ve savaşların gittikçe arttığı bir
dönemdir. Bu dönemde Sâbiîler aleyhine zulüm ve takibat yoğunlaşır. Ayrıca bu
dönemde tabii denge de bozularak altüst olur; kıtlık, kuraklık, doğal
felaketler ve çölleşme yaygınlaşır. Bu dönemde pek çok şey ters yüz olur
(efendilerin hizmetçi ve hizmetçilerin efendi olması gibi). Bundan başka salgın
hastalıklar ve çeşitli belalar insanları kasıp kavurur. İşte bu dönemin
sonlarında dünyanın sonunun iyice yaklaştığını gösteren çeşitli işaretler
görülecektir. Bunların başlıcalan gökten bir yıldızın okyanusa düşmesi, yedi
denizde kırmızı suların akması ve bundan içenlerin kısır kalması ve son olarak
büyük bir fırtınanın çıkmasıdır. Bu işaretlerden sonra ahirzaman kahramanı ve
mehdi diyebileceğimiz Praşai Sıva (“Son savaşçı” ya da “Son kral”) ortaya çıkar
ve yeryüzüne hakim olur. Mehdinin döneminde bütün ahlaki kötülüklere son
verilir; savaşlar, fitneler ve zulüm kaybolur. Ayrıca doğal düzen de bu saadet
döneminden olumlu olarak etkilenir. Öyle ki hiç kış olmaz. Böylelikle mehdi
Praşai Siva dönemi bir altın çağ olur. Mehdinin hükümranlığı dünyanın sonuna
kadar devam eder.
Sâbiîler yeryüzü
hayatı sonunda genel bir kıyametin olacağına inanırlar. Buna göre yeryüzündeki
hayatın sonunda önce havanın zehirlenmesiyle bütün canlılar yok edilecek; sonra
da yeryüzünün kendisi ve yeryüzünü çevreleyen gezegenler ve burçlar yok
edileceklerdir. Kıyamet sonrası ruhlar için genel bir hesap yapılacaktır, ancak
bu hesap yalnızca günahkar ruhlar için yapılacaktır. Zira dünya hayatında
insanlar öldüğünde ruhları dünyayı çevreleyen ve bir bakıma gözetim evi
görevini ifa eden 7 gezegenden sırasıyla geçerek Abatur'un terazisine ulaşır ve
oradan ışık alemine doğru yükselirler. Ölen kişi eğer inanan bir kimseyse bunun
ruhu şimşek hızıyla bu gözetim evlerini geçer ve ışık alemindeki cennete (Munai
Kuşta'ya) ulaşır. Ancak ölen kişi inanmayan ya da günahkar olan bir kimseyse
bunun ruhu bu gözetim evlerinde takılır ve işkenceye tabi tutulur. İşte genel
hesapta kıyametle birlikte yeryüzünden kurtarılan günahkar ruhlarla daha
önceden yeryüzünden ayrılmakla birlikte günahkarlıkları nedeniyle gözetim
evlerinde alıkonup eza ve işkence çeken ruhlar, Abatur'un terazisinde
tartılarak yargılanacak ve günahlarını çekmek üzere bir çeşit cehennem olan Suf
Denizi'ne atılacaktır. Günahları sona erdiğinde bu ruhlar,da tekrar ışık
alemine alınacaktır. Sâbiî inancına göre Sâbiî olmayanların ruhları
günahlarının çokluğu nedeniyle ebediyen Suf Denizi'nde kalacaktır.
Ayrıca Sâbiîler,
kıyamet esnasında kötülük tanrısı Malka d Hşukanın yakalanarak ebediyen kendi
kabuğuna hapsedileceğine inanırlar. Bu arada Yuşamİn, Abatur ve Ptahil gibi
düşmüş ışık varlıkları da tekrar ışık alemine kabul edileceklerdir.
Sabitlerin yaşantısı
dini kurallarla baştan sona disiplin altına alınmıştır. Onlar ibadetlerin,
kişiyi kurtuluş için gerekli olan ortama ileteceğine inanırlar ve bu nedenle
ibadetlerin uygulanmasına çok önem verirler. Sâbiî ibadetleri arasında en
önemli olanı vaftizdir. Masbuta, tamaşa ve rişama şeklinde üç çeşit vaftiz
vardır. Tam vaftiz olarak da adlandırılan masbuta, rahip gözetiminde bir
akarsuya dalıp çıkmak şeklinde yapılan bir boy abdestidir. Bu vaftizin her
Sâbiî tarafından haftada en az bir kere Pazar günü yapılması zorunludur. Tamaşa
ise dini kirlenmeler sonrası bir Sâbiînin rahibe gereksinim duymaksızın kendi
başına nehre üç kez dalıp çıkması şeklinde yaptığı gusüldür. Üçüncü vaftiz türü
olan rişama, İslam'daki normal abdeste benzer bir yıkanmadır. Vaftizin mutlaka
bir akarsuda ya da akarsudan açılan kanallarda yapılması gerekir. Sâbiîler
akarsulan ilahi ışık alemiyle ilişkili olarak görür ve onları “Hayat suyu” diye
adlandırırlar. Öte yandan durgun sulan ise pek hoş karşılamazlar. Haftada en az
bir kez vaftiz olmadan başka dinî gün ve bayramlarda, evlilik, doğum, ölüye
dokunma, ciddi hastalık ve bir yolculuktan dönme gibi durumlarda ve kavga,
yalan söyleme ve küfretme gibi günah sayılan şeyler akabinde de vaftiz olurlar.
Sâbiî ibadetleri
arasında çeşitli nedenlerle tertiplenen ayin yemekleri, törenleri de önemli yer
tutar. Bunlardan en önemli olanı masikta adı verilen törendir. Bu tören ölen
bir kişinin ruhunun gözetim evlerinden (7 gezegenden) hızla geçerek ışık
alemine ulaşması için yapılır. Rahip gözetiminde çeşitli özel yemekler
hazırlanır ve bunlar vaftiz, dua ve benzeri ayinler eşliğinde yenilir. Ölüm
olayı dışında ata ruhlarını anma, rahipliğe giriş töreni ve mabedin
temizlenmesi gibi sebeplerle de ayin yemeği merasimleri düzenlenir.
Sâbiîlerde rükûlu ve
secdeli bir namaz olayı yoktur. Ancak kuzeye dönerek yapılan günlük dua ayini
vardır. Sâbiîler günün belirli saatlerinde (Ginza'ya göre 3 kez gündüz, 2 kez
gece) yüce Işık Kralı'na dua ederler.
Sâbiîler ayin
yemeklerine hazırlık aşamasında güvercin ve koç kurban ederler. Bu kurbanlar
ayrı bir ibadet şekli olmaktan ziyade ayin yemeği törenlerin bir parçasıdır.
Kurban hayvanı ancak bir rahip tarafından kesilebilir. Rahip kurban sırasında
kuzeye döner ve elinde küçük bir değnek tutar. Kesim sonrası bu değneği hayat
suyu adım verdiği nehre atar.
Sâbiîlikte yiyip
içmeme şeklinde bir oruç söz konusu değildir. Bunun yerine Sâbiîler eli, dili,
kalbi, kulağı ve diğer organları kötülükten uzak tutmak şeklinde bir oruca
davet edilirler.
Sâbiîler, yılın
çeşitli gün ve saatlerini uğursuz (mbattal) olarak adlandırır ve o zamanlarda
iş yapmamaya, dışarı çıkmamaya gayret ederler. Öte yandan belirli günlerde de
bayram yaparlar. Bayramlar arasında en önemli olanı bir çeşit bahar bayramı
olarak kutladıkları beş günlük Panja ya da Parvania bayramıdır. Bu bayram, ayın
hareketlerine göre hesaplanan Sâbiî takviminin son ayı ile yeni yılın
başlangıcı arasında oluşan beş günlük ara zamanda kutlanır. Bu süre zarfında
duaların kabul olunacağına ve günahların affolunacağına inanılır. Ayrıca
Sâbiîlerin Dihba Rabba, Dihba Hnina ve Dihba Daimana adını verdikleri diğer
çeşitli bayramları da vardır.
Bazı gnostik dini
geleneklerin aksine Sabitlikte dünyaya önem vermemek ya da dünyadan el etek
çekme tarzında bir asketik yaşantıya yer verilmez. Her ne kadar dünyanın kötü
güçlerce yaratılan bir yer olduğuna inansalar da Sâbiîler evlenme, çocuk sahibi
olma veya iş kurma gibi hususlara oldukça önem verirler.
Sâbiîlikte toplum
içinde kastlar ya da birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış sınıflar mevcut değildir.
Bununla birlikte toplumda dini ayin ve törenleri idare eden rahipler grubu
vardır. Sâbiîlikte teorik olarak vücutça kusursuz ve sağlam olan ve soyunda bir
zındıklık ya da dinden dönme olayı olmayan herkes rahip olabilir. Ancak
pratikte rahiplik babadan oğula geçen bir meslek şeklinde algılanmaktadır.
Rahip olacak kişinin evli olması ideal olarak görülen bir durumdur. Rahipler
görev öncesi dönemde uzun müddet bir rahip gözetiminde (ona yardımcı olarak)
adaylık veya öğrencilik dönemini yaşarlar. Daha sonra düzenlenen bir rahipliğe
giriş töreniyle rahip olurlar. Sâbiîlikte rahiplik hiyerarşik yapı açısından
dört gruptan oluşur. Rahiplikteki en üst tabakaya riş ama adı verilir. Bu görev
bir bakıma bütün Sâbiî toplumunun da liderliği demektir. Günümüzdeki Sâbiîlerin
bir riş ama'sı bulunmamaktadır. Ganzibra'lık ise yöresel baş rahiplik görevine
tekabül etmektedir. Normal rahiplere tarmida, yardımcı rahiplere ise aşganda
adı verilmektedir.
Sâbiî rahipleri, her
Sabimin dini tören ve ayinlerde giymek zorunda olduğu rasta'ya (beyaz ayin
elbisesine) ilaveten giyim kuşamlarını rahipliklerinin nişanı olan bazı
şeylerle tamamlarlar. Bunlar arasında en önemli olanı sağ elin küçük parmağına
takılan altın bir yüzük, zeytin dalından yapılan ve törenlerde sağ elle tutulan
uzunca bir asa, ağzı ve burnu kapatacak şekilde başa sarılan sarık ve saçları
bağlamak üzere başa bağlanan bir kurdeledir. Yalnızca rahiplere has olan bu
şeylerin uygun şekilde giyilmesi ya da taşınması bir rahip için çok önemlidir.
Bu nesnelerden yüzükle asa rahibin ölümünde kendisiyle birlikte gömülür.
Sâbiî cemaatı
içerisinde Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir dine kabul töreni yoktur. Sâbİî bir
ailede doğan herkes cemaatin doğal üyesi kabul edilir. Kutsal kitaplarda açık
bir ifadeye rastlanmamakla birlikte dışarıdan bir kimsenin (Sâbiî bir anne
babadan doğmuş olmayan bir kişinin) Sâbiî olması mümkün değildir.
Her Sâbiînin bir
dünyalık ismi, bir de gizli dini ismi olmak üzere iki ismi vardır. Dini isimler
çocuğun doğumunda rahiplerce çeşitli astrolojik hesaplamalar yapılarak tespit
edilir. Dışarıya karşı Sâbiîler dünyalık isimlerini kullanırlar; kendi
aralarında ve ibadetleri esnasında ise asıl isimleri olan dini isimlerini
kullanırlar. Sâbiî cemaatının gizlilik prensibine riayet etmesi çok önemlidir.
Dinin herhangi bir kuralı ya da bir öğretisinin dışarıya (Sâbii olmayanlara)
aktarılması büyük günah -hatta küfür- olarak görülür. Her Sâbiî kutsal elbisesi
olan beyaz rastasını giymek zorundadır. Zira rastasız olarak ölmek, ölüm
sonrası büyük cezalara maruz kalmak demektir. Dolayısıyla genellikle Sâbiîler,
dış elbiselerinin altına rastalannı da giyerler. Sâbiîliğin bu katı ve taviz
vermez yapısı cemaat arasında dine ilgisiz kalma ya da din değiştirme
hadiselerinin giderek artmasına neden olmaktadır.
Sâbiî mabetlerine
mandi adı verilir. Mandi, genellikle bir nehir kenarında kuzeye doğru yapılmış,
güney tarafında bir kapı bulunan penceresiz, küçük ve basık bir kulübeden
ibarettir. Bu yapının güneyinde nehirden bir kanalla açılan ve diğer bir kanalla
nehre tekrar bağlanan küçük bir vaftiz havuzu bulunur. Mandi içerisinde
herhangi bir döşeme ya da tezyinat bulunmaz; burada herhangi bir ibadet de
yapılmaz. Mandi bir bakıma ışık aleminin yeryüzündeki bir sembolü olarak
telakki edilir. Rahiplerin dışında diğer cemaat üyelerinin buraya girmeleri
yasaktır; rahipler ise yalnızca belirli zamanlarda mandi içine girebilirler.
Dolayısıyla esasen mandinin bir mabet olduğunu söylemek bile çok zordur. Zira
o, mabetten ziyade bir kült kulübesi mahiyetindedir.
Literatür:
1- S.N.C.
Lieu, Manichaeism, Manchester University Press (1985).
2- J.P.
Asmussen, Manichaean Literatüre, New York (1975).
3- L.
Cinillo, A. Roselli (ed.), Codex Manichaicus Coloniensis, Merra Editare Cosenna
(1986).
4- The
Cologne Mani Codex, tr. By R. Cameron, A.J. Dewey, Scholars Press (1979).
5- K.
Rudolph, Gnosis, Edinburgh (1983), s.326-342.
Manihaizm, MS 3.
Yüzyılda Mani tarafından kurulmuş olan gnostik bir dini gelenektir. Gelişmiş
bir misyonerlik teşkilatına sahip olması nedeniyle, kîsa zamanda kendi doğuş
mahalli olan Güney Iran ve Mezopotamya sınırlarını aşarak Mısır, Anadolu,
Avrupa ve Asya içlerine kadar ulaşan Manihaizm, 4. yüzyılda birçok bölgede
Hıristiyanlığın en büyük rakibi konumuna geldi. 8. yüzyılda (762/63' te) Bögü
Han' in bir genelgesiyle Doğu Türkistan'da Uygurların resmi dini oldu. Ancak 6.
yüzyıldan sonra Batıda, 12. yüzyıldan sonra da Asya'da gerilemeye başlayan
Manihaizm, Mezopotamya ve İran'ın m.s. 7. yüzyılda Müslümaniarca
fethedilmesiyle doğduğu bu bölgede zamanla yok oldu. Günümüzde mensubu kalmamış
olmasına rağmen, İslam hakimiyeti öncesi dönemde Ortadoğu'da etkin olan ve
inanç esasları ve gnostik hayat anlayışı açısından oldukça dikkat çekici olan
bir dindir.
Manihaizm'le ilgili
kaynaklar başlıca 2 grupta toplanabilir. Birinci grup, Manihaizm'in ilk el
kaynaklarından olan Manihaist yazmalardan oluşur. İkinci grup ise Manihaizm'le
ilgili bilgi veren çeşitli ikinci el kaynaklardır. Kendisi de önceleri bir
Manihaist olan St. Augustin gibi çeşitli kilise babaları ve İbn Nedim ve
el-Biruni gibi İslam alimleri bunlar arasında sayılabilir.
m.s. 216'da Güney
İran'da doğan Mani, Hıristiyanlarca sapık sayılan Elkesai mezhebine mensup bir
aile içerisinde yetişti. Babasının ismi Patik, annesinin ismi Meryem idi.
Kaynaklar Mani'nin doğum yeri hakkında görüş birliğine varamazlar. Ancak
Biruni, Mani'nin doğum yerinin, Mardinû köyü olduğunu haber verir. Mani'nin
yetiştiği yöre ve civarında Mani'nin de mensubu olduğu Hıristiyanlığın Elkesai
mezhebi yanısıra, Sabitlik ve Mecusilik gibi inanç sistemleri de yaygındı ve
bunlar Mani'nin düşünce sisteminin oluşmasında çeşitli^ şekillerde etkili
oldular. Manihaist metinlere göre Mani henüz 5-6 yaşlarındayken, ağaçların
kendisinin önünde eğilip yüceliğine şahadet etmeleri gibi çeşitli tecrübeler yaşıyordu.
12 yaşındayken Mani, “İkizim” adını verdiği, “Kutsal Ruh” olarak da yorumlanan
ilahi bir elçi vasıtasıyla çeşitli ilhamlar aldı. Yaklaşık 20 yaşında bu İlham
alma tecrübesi tekrar başladı ve bundan sonra Mani, inanç sistemini
şekillendirmeye ve bunu etrafa yaymaya başladı. İlk tebliğini babasına ve diğer
aile büyüklerine yaptı ve onları kendi dinine kazandı. Kral I. Şapur zamanında
Mani'nin hareketine oldukça geniş bir tolerans gösterildi ve bu sayede o, başta
İran olmak üzere çeşitli yörelerde dinini yayma fırsatı buldu. Nitekim I.
Şapur'a olan minnet borcunu, ona atfen yazdığı Şapuragan isimli eserle bir
bakıma ödemeye çalıştı. Zerdüşt ve Mani taraftarlarının birbirlerine karşı olan
rekabeti Şapur'un 30 senelik saltanatı süresince fiili bir durum yaratmadı.
Mani öğretisini yaymak için
İmparatorluk sınırlan içinde
seyahatlar yaparak cemaatlar kurdu.
Öğrencilerini Doğuya,
Batıya göndererek misyon çalışmalarını genişletti. Horasan Maniheizmin merkezi
oldu. I. Şapur sonrası dönemde Manihaizm'e gösterilen tolerans bir müddet devam
etti. Ancak I. Behram döneminde (274-277) buna son verildi. Özellikle
imparatorluğun Mecusi baş rahibi Kartir'in yayınladığı bir genelgede yer alan,
Mecusilik dışında aralarında Manihaizm'in de bulunduğu bütün dinlerin takibat
altına alınmasıyla, Manihaistlere karşı yoğun bir sindirme kampanyası
başlatıldı. Nihayet Mani yakalandı, zindana atıldı ve 26 günlük zindan hayatı
sonrası 216'da başı kesilmek suretiyle öldürüldü. Cesedi taraftarlarınca
Ktesifpon'a gömüldü.Mani'nin öğrencileri, dinlerini tebliğ için gittikleri
yörelerde onun misyonunu başarıyla temsil ettiler. Onu, Mecusilere “Zerdüşt'ün
manevi oğlu” (Saoşyant), Budistlere “Geleceğin Buddha'sı” (yani Mahraya) ve
Hıristiyanlara “Paraklit” diye isimlendirerek anlattılar.
Mani, dinsel inanç ve
öğretilerini bizzat kendisi kaleme alan ender din kurucularından birisidir. O,
eserlerini zaman zaman resim ve figürlerle süslemiş, böylelikle düşüncelerini
resim ve şekillerle de anlatma yoluna gitmiştir. Eserlerinin büyük bir bölümünü
Aramcanın doğu lehçesiyle yazan Mani, öğretilerini 7 kitapta bir araya
getirmiştir. Bunlar:
1- Hayat
İncili.
2- Hayat
Hazinesi.
3-
Pragmateia.
4-
Sırlar
Kitabı.
5- Devler
Kitabı.
6- Mektuplar.
7- İlahiler
ve Dualar.
Bunların dışında o,
kendisini himaye eden I. Şapur'a atfen Pehlevi dilinde yazdığı Şapuragan isimli
eserinde de yukarıdaki 7 kitabında ifade ettiği inanç ve öğretilerini
özetlemiştir. Ancak Mani tarafından yazılan bu kitaplardan hiçbiri bütünüyle
günümüze kadar ulaşamamıştır. Yakın zamanlara kadar bu literatürle ilgili
bilgileri çeşitli Kilise Babalarının, Süryani ve Arap yazarlarının eserlerinden
öğrenebilmekteydik. Ancak 20. yy'ın başlarından itibaren yapılan çeşitli
araştırma ve kazı faaliyetleri sonucu Mani'nin talebeleri ve diğer Manihaist
yazarlar tarafından yazılan binlerce sayfalık yazılı dokümanlar bulundu. Doğu
Türkistan'da yer alan Turfan bölgesinden Cezayir'e kadar çok geniş bir
bölgedeki çeşitli yerleşim merkezlerinde bulunan ve Kıptice, Süryanca, Uygurca,
Çince, Farsça ve Latince gibi dillerde yazılmışlardır.
Batılılarca Dublin,
Berlin ve Köln gibi merkezlere götürülen bu literatür, Günümüzde gerek Mani ve
gerekse Mani'nin yazdığı kitapların içeriğiyle ilgili en önemli kaynak
konumundadır.
Bütün gnostik dinlerde
olduğu gibi Manihaizm'de de bir gnostik dualizm fikri mevcuttur. Bu dualizm,
birbirine zıt iki asli prensip ve bu prensiplerin birleriyle olan ilişkilerine
dair üç zaman tasavvuruna dayalıdır. İki asli prensip, ışık ve karanlık ya da
iyilik ve kötülüktür. Nitelik olarak birbirinden tamamen farklı karakterlere
sahip olan bu prensiplerin her ikisi de başlangıçsız ve sonsuzdur. Işık
dünyasına hakim olan yüce ışık (nur) Tanrısı "Yüceliğin Babası', 'Işık
Aleminin Krair veya kısaca “Tanrı” diye adlandırılır. Bazı metinlerde ondan,
İran geleneğine uygun tarzda Zarvan ismiyle de bahsedilir. Mani bu yüce varlığı
şöyle tanımlar: “O hayat sahibidir ve sonsuza değin yaşayan, her şeyden önce
var olan ve her şeyden sonra da var olacak olandır. Her şey onun varlığına
bağlıdır ve onun gücüyle yaşayacaktır.” Yüce Tanrı, uluhiyet, nur, güç ve
bilgiden oluşan 4 kudrete sahiptir. Kendisinin başka ışık alemleri de (12 aeon,
ışık alemi) vardır. Hava, rüzgar, ışık, su ve ateşten oluşan beş unsurdan
müteşekkil olan ışık alemi, ayrıca beş ilahi niteliğe de sahiptir. Bunlar akıl,
düşünce, idrak, bilgi ve temkinden(?) ibaret olup aslında yüce varlığın
niteliklerinin bir açılımından ibarettir. Ayrıca bu alem sevgi, İman, sadakat,
iyilik ve hikmet niteliklerine de sahiptir. Yüce Tanrı ile birlikte tüm ışık
alemi bir “Hayat ağacı” olarak da tasvir edilir.
Öte yandan karanlık
alemi de ışık alemine benzer, ancak onun tam aksine bir yapılanma gösterir. Bu
alemin de başında bir yüce varlık olan karanlık kralı ya da tanrısı bulunur.
Karanlık tanrısı, bazen yılan başlı, ejderha vücutlu, kuş kanatlı, balık
kuyruklu ve yabani hayvan ayaklı bir canavar olarak da tanımlanır. Onun
etrafında sayısız kötü varlık ve 5 zulmet alemi bulunur. Bunlar duman, ateş,
rüzgar, su ve karanlıktır. Aynı zamanda karanlık tanrısının birer niteliği olan
bu alemlerin her birinde kötü varlıklar ikamet eder ve bir kötü yönetici
(arkon) bulunur. Işık aleminin aksine tamamıyla olumsuz niteliklerle donatılmış
durumdaki karanlık alemini baştan sona "ölüm zehiri" olan bir duman
kaplamıştır. Ayrıca bu alemde maddeyi sembolize eden ve'sayisız dallarından
savaş, şiddet, kin ve her türlü kötülük fışkİran bir “Ölüm ağacı” mevcuttur. Bu
iki asli alemden ışık alemi, mekan olarak kuzeyi, doğuyu ve batıyı kaplarken,
karanlık alemi güneyi kaplar. Bunlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir
zıtlık ve çekişme söz konusudur.
Bu iki alemin
birbirleriyle olan münasebetleri açısından zaman, Mani tarafından üç kısımda
ele alınır. Bunlar ışık ve karanlık arasındaki çekişmede bir bakıma pasif
mücadelenin söz konusu olduğu geçmiş ve gelecek zamanlarla, aktif bir
mücadelenin yaşandığı şimdiki zamandır.
Geçmiş zaman, ışık ve
karanlık alemlerinin birbirlerinden kesin olarak ayrılmış oldukları devirdir.
Bir başka ifadeyle, her iki alemin birbirinin sınırlarına tecavüz etmeksizin
kendi mekanlarında bulundukları, birbirlerine karşı pasif bir mücadele
yürüttükleri asli durumu içeren bir zamandır. İçinde bulunduğumuz zamanı da
kapsayan şimdiki zaman ise, birbirine zıt bu iki prensibin, yani ışık ile
karanlığın yer yer birbirine karıştığı ve aralarındaki mücadelenin aktif olarak
sürdüğü devirdir. Üçüncü zaman olan gelecek zaman ise, bu aktif mücadele
sonunda her iki tarafın tekrar kendi sınırlarına çekilmeleri suretiyle
geçmişteki asli konumun tekrar sağlanacağı devirdir.
Manihaizm'e göre
ışıkla karanlık arasındaki aktif mücadele, kaos ve verimsizlik özelliklerine
sahip olan karanlığın (huşuk), hayat ve düzen niteliklerine sahip olan ışık
alemini ve ışık varlıklarını ele geçirebilmek amacıyla ışık alemine karşı
saldırıya geçmesiyle başlar. Bu amaçla karanlık güçler ışık alemi sınırlarına
gelirler. Yüce ışık tanrısı ise karanlığın bu saldırısını bertaraf edebilmek ve
onu tekrar kendi mekanına hapsedebilmek, ezeli pasif konumuna döndürmek için üç
aşamalı bir planı yürürlüğe koyar. İçinde yaşamakta olduğumuz şimdiki zamanı da
içeren bu plana göre, Yüce Işık Tanrısı, üç safhanın her birinde karanlığa
karşı mücadeleyi yürütmek üzere, kendisinin tezahürlerinden başka bir şey
olmayan üç iıahi varlık yaratır.
Birinci safhada yüce
Işık Tanrısı önce “Yüce Ruh” ya da “Hikmeti yaratır” undan ise “Hayatın Anası”
zuhur eder. Hayatın Anası da mütecaviz karanlık güçlere ^Şi savaşması için İlk
İnsan' ı (Anaş Kadmi, Hürmüz) yaratır ve onu 5 unsurla donatır. Aynı zamanda
İlk İnsan' in elbiseleri ve silahlan olarak da adlandırılan bu beş unsur ateş,
rüzgar, su, ışık ve havadır. Manİhaistlerin İlk İnsan olarak adlandırdıkları bu
mitolojik varlık, insanlığın babası olan Adem değil, İlahi bir varlıktır. İlk
İnsan, yanındaki silahlarıyla birlikte savaşmak üzere karanlık alemine iner;
ancak savaşta yenilerek tutsak edilir ve elindeki silahları karanlık güçlerce
(arkonlarca) yutulur. Böylelikle aktif mücadelenin ilk safhası karanlığın
zaferiyle sonuçlanır. Ancak Maniheistler, İlk însan'm bu yenilgisinin aslında
bir mağlubiyet olmadığını, fakat ilahi takdir gereği karanlığa verilen bir yem
olduğunu ifade ederler. Bir Manihaİst metinde bunun, vahşi aslanı yakalamak ve
sürüsünü ondan emniyete almak için bir kuzuyu yem olarak vermek suretiyle ona
tuzak kuran çobanın durumuna benzediği ifade edilir. Zira çoban, böylelikle
aslan kuzu için geldiğinde onu yakalayacak ve sonra da yaralanan kuzunun
yaralarını sararak tekrar iyileştirecektir.
İkinci safhada Işık
Alemi açısından öncelikli olarak yapılması gereken şey, bu ilk sıcak çarpışma
sonucunda karanlık aleminde esir edilen mitolojik ilk insan ve onun beş
silahının kurtarılması işidir. Bunun için yüce ışık tanrısı “Yüce Mimar” ya da “Hayat
Ruhu” adı verilen kurtarıcı varlığı yaratır. Bu kurtarıcı varlığın İran geleneğindeki
ismi Mitra'dır. Bunun da yanında “Işık Ademîleri” adı verilen beş oğlu ya da
silahı vardır. Böylelikle Hayat Ruhu, ilk insan'ı kurtarabilmek için
faaliyetlere başlar ve ona çağrıda bulunur. İlk insan bu seslenişe karşılık
verir ve böylelikle karanlık aleminden kurtularak ışık alemine döner. Bu
kurtuluş motifi, daha sonraki dönemde kurtulmak isteyen herkes için de bir
prototip bir model teşkil eder. Bu kurtuluştaki “Seslenme ve buna karşılık
verme” motifi tüm gnostik geleneklerin kurtuluş doktrinlerinde önemli bir yer
tutar. Bu şekilde İlk İnsan' in kurtarılmış olması ışık güçleri açısından bir
başarıdır; ancak kurtarma işi henüz tam olarak gerçekleşmemiştir. Zira arkonlar
tarafından yutulan ilk insan'ın beş silahı hâlâ karanlık aleminde tutsaktır.
Bunları da kurtarabilmek amacıyla Hayat Ruhu (Kutsal Ruh) karanlık alemi
İçerisinde kozmosu oluşturmaya başlar. Bunun için o, kötü arkonlarca yutulmuş
ışık parçacıkları vasıtasıyla yıldızlan, yeryüzünü ve gökyüzünü yaratır.
Böylelikle kozmos ışık ve karanlık unsurlarından meydana gelmiş olur; zira onun
hareketsiz maddi yönü karanlık unsurlardan, hayat taşıyan ruhsal yönü ise ışık
unsurlarından teşekkül etmiştir. Daha fazla ışık saçan güneş ve ay gibi
varlıklar daha fazla ışık parçacıkları taşımaktadır. Bu kozmik alemdeki ışık
unsurlarının kurtarılabilmesi için Yüce Işık Tanrısı kötülük ve karanlığa karşı
aktif mücadelesinin üçüncü ve son safhasını yürürlüğe koyar.
Üçüncü safhada “Üçüncü
Elçiyi” yaratır. Onun vasıtasıyla semavi bir çarkı büyük bir su çarkı gibi
döndürerek dünyadaki ışık kısımlarını aya ve güneşe çıkarır.
Her ayın ilk yarısnda
çıkarılan ışık kısımları, bir ışık sütunu halinde göğe yükselir . bu suretle
dolunay meydana gelir. Ayın ikinci yansında ise, bu ışık kısımları “Neşe” ve
oradan da “Işık Cennetine” gönderilir. Samanyolu ışık sütunu olarak tasavvur
edilir. Bu hususun ölenlerin ruhları olarak da, tasavvuruna rastlanır.
Bu kurtuluş
mekanizmasında “Üçüncü Elçi”, kötü arkonların yutmuş oldukları ışık unsurlarını
kurtarabilmek amacıyla arkonlar arasında dolaşır ve kendisini onlara cazibeli
bir kadın ve çekici bir erkek suretinde gösterir. Onun bu görüşünden erkek ve
dişi arkonlar etkilenirler. Böylelikle erkek arkonların karalara dökülen
menisinden bitkiler dünyası, denize dökülenlerden ise bir deniz canavarı
oluşur. Dişi arkonlardan düşen düşüklerden ise yeryüzündeki ifritler meydana
gelirler. Bu ifritler yeryüzündeki bitkileri yiyerek döllenir ve böylelikle
hayvanlar alemini oluştururlar. Bu şekilde arkonlardan yeryüzüne düşen her
varlıkta da karanlık unsurları yamsıra ışık parçacıkları da bulunur. Işık
parçacıkları en fazla bitkilerde bulunur. Ayrıca daha az olmak üzere
hayvanlarda ve ifritlerde de ışık unsurları mevcuttur.
Olayların bu şekilde
ışık alemi lehine geliştiğini ve kendi kontrolünden çıktığım anlayan Karanlık
Tanrısı kendi aleminde tutsak ettiği ışık unsurlarını kaybetmemek amacıyla son
bir atak yapar ve “Üçüncü Elçi”ye karşılık, yeryüzünde kendi emrinde çalışacak
bir varlık yaratmaya karar verir. Bunun için iki seçkin ifrit olan Aşkalun
(Saklas “Aptal”) ve Namrael (ya da Nebroel) görevlendirilir. Bunlar diğer
karanlık varlıklarda kalan son ışık unsurlarını da kendilerinde toplarlar ve
sonra birleşirler. Onlardan “Üçüncü Elçi”nin erkekle dişi suretine benzer
şekilde olan ilk insan (Gehmurd) çifti, yani Adem ve Havva doğar. Görüldüğü
gibi, bütün gnostik sistemlerde olduğu gibi Manihaizm'de de insanın yaratıcısı
yüce tanrı değil, kötülük güçleridir. İnsan vücudu cinlerin bedensel
görünüşüdür. İnsanlardaki Şehvet ve vücut cinlerden insanlara kalan bir
mirastır.
ilk insan çifti olan
Adem ve Havva'nın karanlık güçlerince yaratılması üzerine yüce ışık tanrısı
Adem'e gerçeği anlatmak ve ona kurtuluşun yolunu öğretmek üzere ilahi elçi “Muhteşem
İsa'yı” gönderir. Muhteşem İsa, Adem'e ilahi çağrıyla gelir ve Adem bu çağrıya
müspet cevap verir. Daha sonra muhteşem İsa, Adem'e kurtarıcı ilahi bilgiyi
getirir, böylelikle Adem, kendi mahiyeti ve ilahi alemle ilgili hakikati
kavramış olur ve kurtuluşu hak eder. Dolayısıyla karanlığın süfli planı bir kez
daha alt edilmiş olur. Öte yandan Adem ile Havva'daki ışık unsurları aynı
oranda değildir. Havva'da daha az ışık parçacıkları mevcuttur. Adem, kendisini
bu süflî dünyaya bağlayacağı için Havva'yla cinsel ilişki kurmaması konusunda
İsa tarafından uyarılır ve ilk zamanlar buna riayet eder. Ancak kendisinde ışık
unsurlarını daha az bulunduran Havva, Adem'den ilgi göremeyince babası kötü
arkona ilgi duymaya başlar ve onunla birleşir. Bu birleşmeden Kabil doğar.
Sonra Kabil annesiyle birleşir ve bundan da Habil doğar. Bu uygunsuz
birleşmelerin biri diğerini takip eder ve daha sonra bir arkon (Sindid),
Havva'ya kendisiyle birleşmesi konusunda Adem'i sihirle nasıl kandıracağını
öğretir. Böylelikle Havva tarafından kandırılan Adem de kendisini tutamayarak
Havva'yla birleşir ve bu birleşmeden Şit doğar. Şifi Adem'in kendisi yetiştirir
ve ona hakikati öğretir. Adem'in oğlu olan Şit bütün gnostik toplumlarca
Adem'in gerçek oğlu ve gnostiklerîn atası olarak kabul edilir. Kötü arkon Sindid,
Adem'i kandırarak yeniden birleşmesi için tekrar Havva'yı kışkırtır. Adem yine
Havva'ya aldanır; ancak bu defa Şit, Adem'i ikaz eder ve onu kendisiyle
birlikte doğuya, ışık alemine gelmeye davet eder. Böylelikle ölümü sonrası Adem
ve onun nesli ışık alemine yükselir. Diğer yandan Havva ve onun nesli ise
cehenneme gider.
Bu şekilde kötü beden
içerisinde ışık alemine ait olan ruhun hapishane hayatı yaşadığı İnsanlık
üremeye ve çoğalmaya devam eder. Ancak Adem'in kurtuluşu onun soyundan gelen
bütün insanlık için bir örnek, bir model teşkil eder. Adem'den kaynaklanan
insanlığın kurtuluşu için Muhteşem İsa, bütün ışık elçilerinin babası olarak
kabul edilen “Işık Zihni'ni” (Manuhmed) görevlendirir. Işık Zihni, 5'li
niteliğiyle kurtarılacak olan her insana manen gelir. Ruh, onu bu 5'li
özelliğinden tanır ve onun davetine icabet eder. Diğer yönden kurtuluşu hak
etmeyen ve dolayısıyla Işık Zihni tarafından uyarılmamış olan ruh ise kurtuluşu
hak edene ya da son hesap gününe kadar yeryüzünde tekrar tekrar doğar. Dolayısıyla
Manihaizm'de sınırlı bir reinkarnasyon (ruh göçü) düşüncesi vardır. Buna göre
ruhun reinkarnasyona tabi olması bir yönden onun kötülük ve karanlıktan bir
temizlenme sürecidir; diğer yönden ise bu ilahi elçi tarafından uyarılmayı hak
etmeyen ruha beden hapishanesinde tekrar tekrar kalma cezasının verilmesidir.
Kurtuluş \için ruhun,
öncelikle gerekli hazırlıkları yapması, süflî maddi dünyadan ve bedenin istek
ve arzularından uzak durması gerekir. Bu arada kendi yapısını bilmesi ve
kurtuluş için bir özlem duyması şarttır. Daha sonra ilahi elçinin davetine
icabet etmeli ve onun gösterdiği yola girmelidir. Ancak bu sayede o, ilahi elçi
tarafından getirilen kutsal bilgiye vakıf olarak kötü beden ve maddi alemden
soyutlanabilir.
Mani, çeşitli
zamanlarda ilahi elçilerin (Paraklit) insanlara kurtuluş yolunu öğretmek üzere
yeryüzünde yaşadıklarına ve kendisinin bu Işık elçilerin sonuncusu olduğuna
inanır. Kendisinden önce yaşamış olan Zerdüşt, Buddha ve İsa gibi bütün
şahsiyetler insanlara kendisinin de tebliğ ettiği kurtuluş yolunu öğretmek
üzere gelmişlerdir. Kendisi ise son elçidir. Kendisinden sonra başka bir elçi
gelmeyecek; ancak yalancı elçiler zuhur edeceklerdir. Maniheistler, son ışık
elçisi olan Mani'nin yeryüzünden ayrıldıktan sonra doğrudan ışık alemine
gitmediğine, yükselişte ilk durak olan ayda yeryüzündeki son ışık nüvesinin de
kurtuluşuna kadar beklemekte olduğuna ve oradan ruhlara yol göstermeyi
sürdürdüğüne inanırlar.
Mani'ye göre, ruhların
yeryüzü ve beden hapishanesinden kurtularak ışık alemine yükselmelerine paralel
olarak dünyada zulüm ve şiddet artacak, kötülük çoğalacaktır. Zira, yeryüzünde
tutsak olarak yaşayan ışık unsurları birer ikişer burayı terk ettikçe
yeryüzünde daha az ışık unsuru kalacak, dolayısıyla onlardan kaynaklanan iyilik
ve barış da azalacaktır. Mani'ye göre ahir zamanda yalancı peygamberler zuhur
edecektir. Ayrıca “Yalancı Mithra” (deccal) ortaya çıkacak ve insanları
saptırmaya çalışacaktır.
Ahir zamanda son ışık
parçacığının da kurtuluşunun yakın olduğu bir dönemde dünyanın sonunun
yaklaştığının habercisi olan büyük bir savaş zuhur eder. Bundan itibaren
dünyaya yalnızca günah ve kavga egemen olur. Daha sonra ışık elçisi İsa Mesih,
ikinci kez yeryüzüne gelir ve insanları yargılamaya başlar. Bunun için o,
dünyanın tam ortasına oturur ve iyiyi kötüden ayırır. Bu ayırıma göre o ana
kadar henüz yeryüzünden ayrılmamış olan Maniheİstler ona katılarak onun sağ
tarafına oturur ve kazananlardan olurlar. Onun solunda yer a^an günahkarlar ise
cehenneme atılırlar. Bu arada ona katılmış olan inananlar meleklere
dönüştürülür. Daha sonra İsa Mesih, Samanyolu şeklinde tezahür etmiş olan ilahi
varlığa ve evreni ayakta tutan 5 ışık ruhuna yerlerinden ayrılmaları için
işaret eder. Onların bir anda ayrılmaları üzerine bütün kainat yüzüstü çöker ve
1468 yıl sürecek olan büyük bir ateş çıkar. Işık elçisiyle birlikte geride
kalmış olan son ışık unsurları da ilahi ışık alemlerine yükselirken, savaşı
kaybeden karanlık gücü ve taraftarları ışık alemine karşı bir daha benzer bir
tecavüzde bulunmamaları için, kendileri için hazırlanmış büyükçe bir çukura
atılırlar ve çukurun deliği büyükçe bir kayayla kapatılır. Böylelikle iyilikle
kötülük arasındaki aktif mücadele dönemi tamamlanmış ve geçmiş zamandaki ışık
ve karanlığın birbirlerinden ayrı olarak varlıklarını sürdürdükleri asli konuma
tekrar dönülmüş olunur.
Mani'nin öğretilerine
göre, ruhun yeryüzü ve beden hapishanesinden kurtulabilmesi için kendi
saflığına zarar verecek ve tutsaklığını devam ettirecek olan bazı fiillerden
uzak durması, çeşitli dini ayinleri yerine getirmesi gerekir. Bu nedenle
Maniheistler “Beş Emir” ve “Üç Mühür” kuralına uymakla yükümlüdürler. Uyulması
gereken beş emir arasında oruç, dua ve sadakaya devam etmek, yalan söylememek,
herhangi bir canlıyı öldürmemek ve et yememek, temizlik ve saflığa dikkat
etmek, mala mülke önem vermeyip fakirliği gözetmek ve alçakgönüllü ve mütevazi
olmak yer alır. öte taraftan üç mühür ise eline, diline ve duygularına (ya da düşüncene
veya beline) hakim olmak prensibidir. Ağzın mührü, kötü söz söylememeyi, et
yememeyi ve içki içmemeyi gerektirir. Mani'ye göre, ette bitkilerden daha az
ışık nüveleri bulunur. Her ne kadar hayvanlar bitkilerle beslenseler de
yedikleri bitkilerde var olan ışık zerrelerinin bir kısmı hayvanların
vücutlarından kaçarlar. Kalan diğer kısım ise hayvanların cinsel birleşmeleri
nedeniyle ete dönüşür. Dolayısıyla Mani, taraftarlarını bitkisel diyet
uygulamaya çağırır. Bitkilerdeki ışık miktarı da türden türe değişiklik arz
eder. Bitkiler içerisinde en fazla ışık unsuru salatalık, kavun ve karpuz gibi
sebze ve meyvelerde bulunur. Öte yandan insanı sarhoş etmesi ve yüce ışık
tanrısını düşünmekten alıkoyması nedeniyle içki içmek de yasaktır. Elin mührü
ise, inanan kişiyi madde içerisinde tutsak olan ışık unsurlarına zarar verecek
herhangi bir davranışta bulunmaktan alıkoyar. Bunun için Manİhaistlerce ideal
olan bir davranış tarzı hiç bîr hayvanı öldürmemeyi, hiç bir bitkiye zarar
vermemeyi, hatta toprağı sürmemeyi ve hasat yapmamayı öngörür. Hatta dindar bir
Manihaist bir ota basmamalı, bir ekini çiğnememelidir. Sudaki ışık unsurlarını
kirletebileceği endişesiyle yıkanma dahi hoş görülmez. Son olarak gönlün ya da
belin mührü ise evlenmemeyi ve cinsellikten uzak durmayı gerektirir. Zira
Manihaizm'e göre, maddi varlığın devamını sağlayan ve yeni bedenlerin
oluşmasına imkan veren evlenme kötü arkonların adetini taklit etmeden
ibarettir; dolayısıyla hoş görülmez.
Manihaizm'in bu katı
kurallarına uyma açısından Manihaist cemaat iki gruba ayrılır: Seçkinler ve
dinleyiciler. Tam anlamıyla bu kurallara uyum gösterenler elit bir tabaka olan
seçkinlerdir. Halkın ekserisini oluşturan dinleyiciler ise bu kuralların çoğuna
(özellikle evlenmeme, toprağı ekip-biçmeme gibi kurallara) tam olarak riayet
etmez. Bu durumda Mani'nin öğretisine göre, kurallara tamamen riayet eden
elitler öldüklerinde temizlenmiş olarak doğrudan ışık alemlerine yükselirler.
Öte taraftan kurallara riayet etmeyen kimseler ise elitler tabakasından
birileri olarak doğuncaya kadar reinkarnasyon sistemine tabi olur ve yeryüzünde
tekrar tekrar doğarlar. Onların yaşantılarında elitlere yaptıkları hizmetler ve
dini öğretiyi destekleme konusunda gösterdikleri tutum, bir sonraki
doğumlarında daha iyi birisi olarak bedenleşmelerini sağlayacaktır. Diğer
taraftan bunların yalnızca şu 10 kurala riayet etmeleri Manihaizm'e mensubiyeti
devam ettirmeleri için yeterlidir: Tek evlilik yapmak, zinadan, yalandan,
hırsızlıktan, riyakarlıktan, putperestlikten, sihirden, hayvanları öldürmekten
ve din konusunda herhangi bir şüpheden uzak durmak ve son olarak elitlere
hizmet etmek.
Manihaistlerin günlük
dua (namaz) ve oruç uygulamaları da vardır. Buna göre seçkinlerin günde 7 vakit
kuzeye yönelerek'dua etmesi şarttır. Dinleyiciler ise yalnızca 4 vakit dua
edetler. Dua esnasında yüce ışık tanrısına hamd ve onu tespih içerikli çeşitli
metinler ve ilahiler okunur. Ayrıca yılın değişik zamanlarına serpiştirilmiş
birçok oruç günlerine de riayet etmek şarttır. Seçkinler, 30 günü Berna kutlamaları
öncesine denk düşen yılın son ayında ardarda olmak üzere, toplam 100 gün oruç
tutarlar. Bu arada Pazar günleri tutulan haftalık oruç da buna dahildir. Bundan
başka en önemli ayinlerden bir diğeri ise günlük olarak düzenlenen, seçkinlerin
genel yemeğinin düzenlenmesidir. Bunu düzenlemekle sorumlu olan dinleyiciler,
yemek için salatalık, kavun, karpuz, çeşitli meyve suları ve buğday ekmeği
temin ederler. Bu hizmetleri karşılığında günlük olarak günahlarının kefaretini
ödemiş sayılırlar. Ayrıca haftalık olarak yapılan tövbe ve günah itirafı
törenleri de vardır. Bu arada yılda bir kez cemaat halinde tövbe ayini de
yapılır. Son olarak, dinleyicilerin gelirlerinin 7'deyada 10'da birini cemaat
için vermeleri dini bir görev olarak telakki edilir.
Manihaistlerin
kutladıkları çeşitli kutsal gün ve bayramlar da vardır. Bunlar arasında en
önemlisi Bema bayramıdır. Bema, bir bayramdan ziyade bir yıllık anma töreni
görünümündedir. Mani'nin Şubat ya da Martta ıstırap çekerek Öldürülmesi
anısına, oruç ve yıllık tövbe ayı olan yılın 12. ayının nihayetinde bu seremoni
düzenlenir. Bu tören için bir bakıma ışık elçisi Mani'yi temsil eden beş
basamaklı bir kürsü (bema) hazırlanır ve üzerine Mani'nin resmi asılır. Daha
sonra Mani için çeşitli ilahiler, dualar ve methiyeler okunur. Bundan başka
musafaha yapma ve kutsama törenleri de yapılır. Ayrıca Maniheistler ölüler için
anma törenleri de düzenlerler.
Manihaizm, oldukça
gelişmiş bir hİyerarşik toplumsal yapı öngörür. Buna göre genel olarak cemaat,
dinin katı asketik kurallarına sıkı sıkıya bağlı olan seçkinler ve bu kurallara
uymamakla birlikte seçkinlere hizmet etmeyi temel gaye edinen dinleyiciler
olmak üzere iki gruba ayrılır. Seçkinler, tutsak ışık unsurunun kurtuluşu için
çaba gösteren dünyevî elçiler olarak görülürler; zira onlar yedikleri
yiyeceklerdeki ışık unsurlarını tasfiye eder ve yemekten sonra geğirerek
onların serbest kalmalarına yardımcı olurlar. Yemeğe başlamadan önce seçkinler,
yiyecekleri yemeğin elde edilişinde ve hazırlanmasında kendilerinin bîr
sorumlulukları olmadığını da vurgulayan bir başlama duası yaparlar ve bununla
asketik yaşantı sürmeyen dinleyicilerin hata ve günahlarından sorumlu
tutulmamayı amaçlarlar. Manihaizm'de her ne kadar dinleyiciler, dînde kabul
edilmeyen dünyevi bir yaşam sürüyor ve dini öğretilere tam olarak riayet
etmiyor olsalar da onların cemaat içinde oynadıkları rol önemli ve değerli
görülür. Zira, ışık unsurlarının kurtarılması işiyle uğraşan seçkinlerin
yaşamlarını sürdürmelerine yardım etmek ve buna uygun ortam sağlamakla onların
da ışığın kurtarılışı görevinde aktif rol oynadıkları kabul edilir.
Manihaist cemaat
içerisinde vaaz, dini öğretileri talim, cemaatı temsil etme, ayinleri idare
etme gibi işleri doğal olarak seçkinler grubuna dahil olanlar yürütürler. Öte
yandan seçkinler grubu içerisinde de bir takım hiyerarşik yapılanma söz
konusudur. Bu şu şekilde sıralanır:
1- Mani'nin
vekili oıarak cemaatı yöneten bir lider.
2-
Havarileri temsilen 12 öğretici.
3- 72
piskopos.
4- 360
kişilik yaşlılar grubu.
Üstten alta doğru
sıralanan bu dört grubu sade seçkinler ve onları da dinleyiciler kitlesi takip
eder.
Literatür:
1- Cari
Ciemen, Die Religionen der Erde, München 1966, c, l,s. 108-166.
2- Helmuth
von Glasenapp, Die nichtchristlichen Religionen, s. 147-173.
3- F.Heiler,
Die Religionen der Menschheit, s.368-418.
4- Shankara,
Tefrik Etme Hazinesi, İstanbul 1976.
5- Upanişadîar,
derleyen M.Ali Işın, İstanbul 1976.
6- Ö. R.
Doğrul, Yeryüzündeki Dinler Tarihi, s. 73-78, 97-105.
7- Ramayana,
Çev.Ö .R. Doğrul, İstanbul, 1975.
8- H. J.
Schoeps, Religionen, s. 169-186.
9- H.Glasenapp,
Die Religionen Indiens, Tübingen, 1943.
10- Ömer
Hilmi (Budda), Hind Dinleri, İstanbul 1935.
11- Reller,
627-648.
12- F.W. Haack,
82-91.
Tarih boyunca Hint
Yarım Adasında doğmuş ve gelişmiş dinlere Hint Dinleri denir. Bunların genel
karakterleri birbirlerine benzemekle birlikte, tarihî gelişmelerin veya
kurucularının da etkisiyle kendilerine has özellikleri, özel gelişmeleri
vardır. Başta Hint yarımadasının geleneksel dini Hinduizm gelir. Bunu Budizm,
Yogaizm, Caynizm ve bunlara bağlı mezhep ve akımlar takip eder.
Günümüzdeki çok
tanrıcı inançların en renkli temsilcisidir. Köy mabetlerinde bazen sayıları
yüzleri bulan putlarıyla dikkati çeker. 200 milyonu aşan Hintli Müslümanlarla
içice yaşarlar. Hindu, Müslümanların Indus Nehri'nin etrafında oturan halka
verdikleri isrnin Farsça'sıdır. Tamamen coğrafî bir deyimdir. Halkın inanç ve
düşünce sistemini ifâde için “Hinduizm” deyimi kullanılır. Genel olarak kullanılan
Brahmanizm kelimesi ise, Tanrı Brahman'dan değil, Hint rahipler sınıfı
Brahmanlardan gelmektedir. Biz Hinduizm ve Brahmanizm tâbirlerinden, en eski
Vedalar Devri'nden bugüne kadar gelen, Hintlilerin duyuş, düşünüş, inanış ve
hayat tarzlarınf anlıyoruz. Hindular ise kendi dinlerini anlatmak için “Sanâtana
Dharma” (Ebedî Düzen) deyimini kullanırlar.
Bu günkü Hinduizm'in
meydana gelişinde şu veya bu şekilde hizmetleri olan siyah, sarı ve beyaz
ırklardan çeşitli halkların rolü vardır. Hindistan'ın en eski sâkinlerinin, kuzeyden
gelen milletlerle karışarak kaybolmuş, Afrika ve Malenezya
asıllı zenciler (Negrolar) olmaları muhtemeldir. Sarı ırkı, Kuzey Hindistan'ın
Mon-Khmer milletleri temsil ederler. Beyaz ırk için de binlerce yıl önceden
kuzeyden göç eden, bugünkü Dravidlerin selefleri düşünülür. Belki de Akdeniz
Havzası'nın eski milletleriyle bir yakınlıkları olabilir. Tahminen m.ö. 1500
yıllarında İranlılarla akraba, Hindu-Avrupaî dil ırkından Aryalar Hindistan'a
göç etmişlerdi. Aryaların, Hint kültürünün yaratıcıları olduğu hakkında, XX.
yüzyıl başlarında bazı iddialar ortaya konuldu ise de, 1921-22 yıllarında
Mohenco-Daro (Sind'de) ve Harappa (Pencab'm güneyi) bölgelerindeki kazılar,
Aryaların göçünden evvel m.ö. 2500 yıllarında, Indus Bölgesi'nde çok gelişmiş
bir şehir kültürünün varlığını ve Aryaların çok üstün bir kültürle karşılaşmış
olduğunu ortaya koydu. Ama maalesef, arkeolojik bilgi kaynaklarının henüz
yeterince çözülememesi sebebiyle, hangi kavmin Indus Kültürü'nü yarattığını ve
hangi dili konuştuğunu bilemiyoruz. Yalnız Anadolu kültürüyle bazı ilişkileri
olduğu şüphesizdir. Bu, o zamanlar gelişen milletlerarası dünya kültürü olarak
vasıflandırılabilir. Orada bulunan sanat eserleri, mühürler ve amuletler
(muskalar) Indus halkının bugünkü Hindulara benzeyen resim kültürüne (bir tanrı
tasviri Yoga gibi oturan Şiva'yı hatırlatmaktadır) sahip olduklarını; timsah,
yılan, boğa gibi kutsal hayvanlara, incir ağacı ve allus taşı (linga) gibi
nesnelere taptıklarım; gamalı haç'ı (svastİka) sembol olarak kullandıklarını
göstermektedir. Muhtemelen m.ö. 1500 ve 1250 yıllarında kuzey batının dar
geçitlerinden Pencab'a göç eden Aryalar bu eski kültürü yıkarak Doğu'ya doğru ilerlemiş;
fakat bu arada kuvvetli bir şekilde yerli kültürün tesiri altında kalmışlardır.
Böylece Hinduizm, yerli kavimlerle Arya'ların inanç karışımlarından yeni bir
sentez olarak ortaya çıkmış olmalıdır.
Hindu'ların dinsel
yazılarının başında Sanskritçe yazılmış Vedalar gelir. Veda, kelime olarak “Bilgi,
ebedî hikmet” anlamındadır. m.ö. 1250 ve 800 yılları arasında çıkan dinsel
metinlerin büyük bir mecmuasıdır. Henüz m.ö. V. yüzyılda dilinin grameri
üzerinde çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bu dil bugün de tahsilli Hintli'
lerin dinsel dilidir. Vedalar literatürü dört metin gurubundan meydana gelir:
Kurban ilâhilerini
bilmek mânasına gelir ve çoğu dört satırlık 1028 ilâhiden oluşan on kitaptan
meydana gelir. Büyük bir kelime hazinesiyle tanrıları, bilhassa tanrılar kralı
Indra'yı kurban yemeğine davet eder. Rigveda, m.ö. 1500 yıllarında Hindistan'a
göç eden Aryalar'ın çeşitli sosyal durumlarını da gösterir.
Melodiler vedası
mânasına gelir. Rahipler kurban esnasında müzikse! bir şekilde, ahenkle
okuyarak, kurbana refakat ederler.
Muayyen kurban
sözlerinin vedasıdır. Bazı kısımları nesir, bazı kısımları, manzum yazılmış
kurban sözleri ve dualardan teşekkül eder. Rahip, bu duaları kurban esnasında
mırıldanarak okur.
Sihirli sözler
vedasıdır. Brahmanlar hayatın çeşitli durumlarında okumak zorundadırlar. 6000
beyitlik 731 ilâhiden oluşan büyük bir mecmuadır. Önceki kitaplara nazaran daha
geç devirlerde yazılmıştır.
Brahmana İse, daha
sonraları rahipler tarafından yazılarak kutsal kitaplar arasına katılmıştır.
Genel olarak kurbandan ve öğrenciler için yazılmış hikmet ve ilahiyatla ilgili
meselelerden bahseder.
Upanişadlar, Vedalar
literatürünün sonuncusudur. Ağırlık merkezini kurban tekniği ve hidayete
ulaştırmadaki yorumu teşkil eder. Ancak Upanişadları Vedalardan saymayıp
Brahman ve Hint dîninin ikinci derece kitaplarından kabul edenler de vardır.
Burada kurban hâkimiyeti, bir kurtuluş tasavvufuna, kurtuluş mistiğine dönüşür.
Upanişadlar'a göre insan ruhlarının (Atman), kâinat ruhuyla (Brahman) birleşmesinden
mevcudat meydana gelmiştir. Ebedî mutluluğun da gayesi bunu bilmektir.
Atman-Brahman mistiğine göre insan ve kâinat birleşerek harika bir aydınlarıma
şeklinde ebedî mutluluğa ulaşır. Bütün Vedalar literatürü Rîshis'lerin (ilk
devirlerin kutsal kâhinlerinin) aldığı vahiy ve ilham (Shuriti) olarak kabul
edilir. Genellikle ezelî varlığın, yâni Tanrı Brahman'ın nefesi olarak görülür.
Bazıları ise, Vedaların bir tanrı tarafından vazedildiğine veya ezelden beri
mevcut bir varlık olduğuna inanır.
Mahabharata ve
Ranıayana adlı iki büyük efsane de Vedalara dahildir: Birincisi, 100.000
Sanskritçe beyitle Kuruş ve Pendus Kabileleri arasındaki savaşın hikâyesidir.
Bu arada pek çok eğitici ve öğretici şiirleri de içerir. Bunların en meşhuru
Bhagavadgita, ulular şarkısı mânasına gelir. Ekseriya söylendiği şekliyle “Gita”
Mahabharata'nın 6. Kitabını teşkil eder. Tanrı Vişnu, Ulu Krişna olarak dünyevî
surette görünür ve efsanede belirtilen büyük savaştan Önce kahraman Aryuna'ya,
tanrı, dünya ve ruhun varlığı üzerine bilgiler verir. Aryuna, harp alanında,
muhalifleri arasında akrabalarını ve dostlarını görerek harp etmek istemez;
fakat arabasını idare eden Tanrı Vişnu O'nu, savaş vazifesini yerine getirmesi
için ikna eder. Sözlerini şu esasa dayandırır: "Geçici olan yalnız
insanların vücutlarıdır, ruhları ise ölümsüzdür: Bhagavatgita'ya göre, tanrı
kendini dünyaya yaymıştır. O, her şeydir ve her şeydedir. Aynı zamanda kâinatın
hâkimidir. Kendini, severek Tanrı Krişna-Vişnu'ya teslim edenlere, Tanrı da
rahmetiyle meyil eder, cevap verir.
Kitabın şahsi
dindarlığı desteklemesi, Avrupa ve Hindistan'daki birçok kimseler için önem
taşımaktadır. Meselâ, Mahatma Gandi şöyle diyor: “Eğer hayal kırıklığına
uğrarsam, Bhagavaîgita 'yi açarım; bir beyit buradan, bir beyit şuradan okurum
ve büyük ıstıraplar içindeyken, hemen gülmeye başlarım”.
Ramayana, efsanevî bir
şehzade olan Rama'nın hayat hikayesini 24.000 beyitle anlatır. Buna göre,
Rama'nın karısı Sita, Devler Kralı Ravana tarafından Seylan (Lanka) Adası'na
kaçırılır. Rama da, okyanus üzerine köprüler kuran maymunlar ordusunun
yardımıyla, karısı Sita'yı kurtarmaya muvaffak olur. Eserdeki 18 Purana (eski
hikâyeler) efsanevî muhtevasıyla, dünyanın yaratılışından, ibâdetlerden ve
hikmetlerden bahseder. En meşhur Purana “Bhagavata”, Krişna Destanı'yla büyük
bir tesire sahiptir.
Yukarda bahsettiğimiz
kitaplardan başka çeşitli mezheplerin muhtelif kutsal yazıları da vardır. Ancak
bunlar, bütün Hindular tarafından kabul edilmezler. “Tantra” (metin) ve “Ağama”
(rivayet) ismi altında toplanan yazılar, birinci bin yılın sonlarında ortaya
çıkmıştır. Manu'nun Kanun Kitabı ve diğer efsanevî eserler de Smriti'den
(vahiyden) sayılır. Bu muazzam literatür, eski aydınların dili olan Sanskritçe
İle yazılmıştır. Ancak, 1400 seneden beri Hinduizm'in literatür üretimi yavaş
yavaş Sanskritçe'den uzaklaşmıştır. Şairler, çeşitli yeni Hint dillerini tercih
etmektedirler. Bu dillerin en önemlileri Hintçe, Bengalce, Marathca ve
Gucaratca'dır. Bu dillerde yazılan Tanrılar Tarihi, geniş bir çevrenin
faydasına sunulmuştur. Bu eserler Sanskritçe literatürün bir devamı
mahiyetindedir. Buna karşılık Arya olmayan Dravid dillerde (Kanarace, Telegu,
Tamil ve Malayanca) yazılmış literatürün bir kısmı da, m.ö. I. bin'de kaleme
alınmıştır. Her ne kadar Sankritçe literatürden etkilenmiş olsalar da, dil ve
İçerik yönünden bağımsız bîr özellik sergilerler.
Hinduların
tasavvurlarına göre kâinat ebedîdir; fakat onu teşkil eden dünyalar (Tanrı
Brahman'da, yâni Brahman-Yumurtasında) devamlı bir değişiklik halindedirler.
Periyodik olarak meydana çıkar, devam eder ve yok olurlar. Dünyanın ne şekilde
ve nasıl yaratıldığı uzun zaman sonra nasıl yok olacağı konusunda, her bir ekol
ve mezhep ayrı bir görüşe sahiptir. Bunlar, dünyanın teşekkül ettiği
elementlere, Tanrı'dan çıkış şekillerine göre, çeşitli görüşler
geliştirmişlerdir. Dünya, Tanrı tarafından idare edilir. Tanrıyla var olan bir
cevherden veya ebedî atomlar yumağından meydana gelmişlerdir. Her bir dünyanın
toprağında, denizlerle çevrili kıtalarında, insanlar ve hayvanlar yaşarlar.
Yeraltı dünyasının üst katlarında cinler (demonlar) oturur. Yeryüzünün üzerinde
ise, birbiri üzerinde duran semavî ikâmetgâhlar bulunur.
Dört yüzlü
Brahman'dan, bir çayıra kadar bütün canlılar, ezelden beri var olan, maddî
vücuda bürünmüş, Ölümsüz ruhlara sahiptirler. İyi ve kötü amellerin karşılığına
binaen işleyen bir prensibe göre, bir varlıktan diğer bir varlığa dolaşmak
zorundadırlar. Ekseri mezheplerin kabul ettiği, ulu ve ebedi tanrı Işvara
dışındaki diğer tanrılar da dahil, bütün varlıklar, bu genel kâinat kanununa
tabidirler.
Bu tasavvurlara göre,
her bir kâinat sisteminde bir Ateş Tanrısının, bir Indra'nın vs. nin var olduğu
kabul edilir. Eğer ilâhî varlıklarda bulunan ruhların amelleri, bulundukları
seviyeye uygun değilse, karşılığı olarak tekrar yeryüzünde doğarlar. Onların
yerlerini ise, uygun karmaya sahip, başka ruhfar alarak aynı vazife ve
yetkilere sahip olurlar. Dünyanın doğrrrasmda ve batmasındaki süreli
değişiklikler ise, milyonlarca sene süren belirli bir tarihî turnede meydana
gelirler.
Ölümlü tanrıların en
çok yaşayanı Brahman'dır. Hayatı, yüz Brahma senesidir. Bu 311.041.000.000.000
insanî sene karşılığıdır. Hayatının sonuna ulaşınca dünya sistemi de bozulur.
Yokluk gibi anlaşılmaz ve hissedilmez bir cevher olur. Yine bu kadar uzun
yıllar mutlak sükunette kaldıktan sonra, yeni bir dünya, yeni bir Brahman
doğar. Brahman'ın hayatında da birbirini takip eden beşeri günler ve geceler
gibi zaman değişiklikleri olur. Bir Brahma gününün sona ermesiyle, dünyanın bir
kısmı yok olur ve dünya sisteminin sadece aşağı kısımları °u yokluğa girer.
Yeni Brahma gününün doğmasıyla da dünya sisteminin üst taraflarında kısmi bir
yaratılış başlar. Bir Brahma günü bir “Kalpa”dır ki, 1000 büyük dünya yaşını
ihtiva eder. Bir dünya yaşı (Mahayuga) ise 320.000 x 4 insan yaşıdır. Yani
büyük bir dünya yaşı Krita, Treta, Dvapara ve Kali olarak adlandırılan
devirlerin toplamından meydana gelir ve sırayla 4, 3, 2, 1 bin (Tanrı Yılını)
aksettirir, Yugalar (dünya devirleri), süreklilik ve kalitelerine göre
muhteliftirler. Birinci Yuga, devirlerin en uzunudur. Bu devirde, umumi bir
saadet vardır. İnsanlar adaletli ve hakikat peresttirler. Bunu takip eden her
bir Yuga1 da devamlı bir fenalaşma görülür ki, en sonunda, yani Kali-Yuga'da
ahlakta olduğu gibi, her şeyde düşme olur; tabiat ve insan hayatındaki bu düşüş
zirveye, en derin noktasına ulaşır. Nihayet tekrar mesut bir dünya yaşı başlar
ki, zamanla kendini takip edecek kötü devirlere meydanı bırakmak zorundadır. Bu
dört yuganm her birinde, kendinin onda biri kadar süren sabah kızıllığı ve
akşam kızıllığı bulunur.
Bugün biz, m.ö. 17
Şubat 3102'de Krişna'nın ölümüyle başlayan bir Kali Yuga'mn Sabah Kızıllığı'nda
bulunuyoruz. Mahabharata'da tasvir edilen harpler, bizim Kalpa'mızm
Dvapara-Yugası'nda, Rama ve Ravananın maceraları, Treta-Yuga'sında meydana
gelmiş olmalıdırlar.
Hindular, bu muazzam
zaman hesabına alışıktırlar. Metafizik bilgileri, yâni tarihî kahramanlarının
binlerce yıl önce yaşadıklarını kabul ettikleri gibi, kutsal yazılarının da tasavvur
edilemeyecek kadar çok eski devirlerde vahiy olduğuna, Mahabharata ve Ramaya
yazarlarının anlattıkları hadiseleri, bizzat yaşadıklarına inanırlar.
Anlattığımız Hint dünya görüşü, ekseri Hindular tarafından kabul edilir.
Anlattıklarımıza zıt mezhep ve ekol görüşlerine de rastlamak mümkündür.
Hinduizm'in zıtlıklar
üzerindeki son hakikat inancı, hidâyet inancı nedir? O, ebedî bir kâinat
kanunun hakim olduğu, adına “Karma” denen, bir kâinat nizamının varlığına
inançtır. Karma, ahlâkî bir kâinat nizamıdır. Bu hayatta işlenen ameller, Karma
kanununa göre canlının kaderine tesir eder ve tekrar vücut bulmasında rol
oynar. Bunun sonucu olarak, bütün canlılar kendi durumlarını, kendi amelleriyle
kazanırlar. Eğer iyi bir canlının durumu kötüye gidiyorsa, o, daha önceki
varlığında işlediği kötü amellerinin karşılığını görmektedir. Eğer kötü ameller
İçindeki bir varlığın durumu da iyiye gidiyorsa, o da daha önceki amellerin
kazancından hâla istifâde ettiği mânâsına gelir. Karma, otomatik ve
merhametsizce işleyen, daha önceki varlık şeklinin mükâfatı ve mücazatı olarak
tesir eden, bir karşılık nizamıdır. Böylece karma kanununun kararı ile,
yeryüzündeki bütün kaderler, insanın serbest iradesi ortadan kalkmadan, çeşitli
şekillerde ortaya çıkarlar. Karma için, müspet veya menfi tesir edecek amellere
de, canlının kendisi karar verebilir. Yâni Karma, herhangi bir varlığın dünya
hayatının toplu bir neticesidir. Hayat muhakemesinin kendisi, başlangıçsız ve
sonsuzdur. İnsan, sonu olmayan bir tenasüh zincirinde seyahat edip durur. Bu
sebeple ölüm, bir korku vasıtası, bir yokluk değil, bir varlıktan diğerine
geçiştir. Binaenaleyh Karma, tenasüh (ruh göçü) inancına bağlı olarak, Hint
düşüncesinin büyük idarecisidir. Upanişadlar Devri'nden beri görünür. Her bir
Hintli iyi amellerle tekrar dünyaya gelişinde, iyi bir vücut kazanmaya,
gelecekteki hayatını emniyet altına almaya gayret eder. Aksi takdirde, şimdiki
günahları sebebiyle, tekrar doğuşunda bitki veya hayvan olarak dünyaya
gelmekten korkar. Hatta onun doğduğu kast (sosyal sınıf) dahi, amellerinin
neticesidir.
Hinduizm, dünyanın ve
mevcudun sonunu tanımaz. Bu açıdan, tarihî olaylar Hindulara göre, geçmişin
değerlendirilmesi değil, ebedî olarak devam eden şimdiki zamanın yansımasıdır.
Sansara Çarkının, yâni tekrar doğum ve ölüm girdabının dönmesi, hiç bir zaman
duracak değildir. Bütün yaşayan varlıkların ezelden beri süre gelen kaderleri,
sadece maddî örtü ve şekillerinin değişmesinden ibarettir. Ruhları, ölümsüz ve
ebedîdir. Karma kanunu ile iyi ve kötü davranışlarına göre ilâhî, beşerî,
hayvanı veya nebatî vücutlar alırlar.
Hinduizm kurulmuş bir
din değil, tarihî gelişmelerin ortaya koyduğu bir dindir. İslâmiyet gibi
belirli inanç sistemi yahut Budizm gibi açıkça çizilen bir hidayet yolu yoktur.
O'nda fetişizm (hayvan kültü, meselâ, inek Ganj Bölgesi'nde kutsal sayılır),
politeizm, panteizm, henoteizm gibi çeşitli dinsel rîayatın tezahürleri yan
yana görülür. Hinduizm, birbiri üzerine tarihlenmiş dinsel görünümlerin bir yumağı
gibidir. O'nda tenakuzların, yüksek veya basit görüşlerin, çeşitli adaletlerin
yan yana bulunması sebebiyle O, “Bütün dinlerin bir ansiklopedisi” olarak
isimlendirilir.
Hinduizm'in belirli
esaslarının, öğretilerinin veya tasavvurlarının tespit edilemeyişi, O'nun bir
özelliğidir. Bu sebeple büyük bir dînî tolerans göze çarpar. Bu dinde kutsal
varlıkların sayısı sınırsızdır. Kurtuluş yollan da pek çoktur. Et yiyen veya
vejeteryan olan Hindular yanında, şehvet şenlikleri yapan, gayet sıkı asketik
bir hayat süren Hindular da vardır. Hinduizm'de Pahların sayısı da çoktur.
Eskiden dört başlı Brahma'nın, dünyanın meydana gelişinde büyük rol oynadığı
tasavvur edilirken, sonradan bir çeşit dünya ruhu olarak kabul edilmiştir. Tanrı
Şiva ve Vişnu'nun itibarları
eski devirlere göre artarak büyük tanrılar sınıfına girmişlerdir.
Eskiden Şiva, diğer adıyla Rudra (kırmızı) korkunç bir ilâh sayılıyordu. Zâlim
ve şehvet perest olarak kabul ediliyordu. Verimlilik tanrısı olarak da sembolü
phallus ve hayvanı boğa idi. Oğlu kabul edilen Ganeşa, yağmur ve bitkiler
tanrısı sayılıyordu.
Hintlilerce hürmet
edilen ve kendisine tabiat üstü kuvvetler veya belirli kutsiyetler atfedilen
varlıkların başında, tabiatın çeşitli görüntüleri gelir. Yer-ana, bazı dağlar
(Kaylasa, Himalaya), acayip şekillerdeki taşlar (mesela, Şiva'nın phallusunu
yani erkeklik uzvunu hatırlatan) ve bazı nehirler (Gani, Yamuna vs.) kutsal
sayılırlar. Aynı şekilde özel bitkiler (incir ağacı, tulsistaude vs.) ve
hayvanlar (maymun, timsah, yılan vs.), bilhassa kimsenin öldürmeye mezun
olmadığı inekler kutsaldırlar. Bazı mezhepler, cemaat başkanlarına uluhiyet
atfederek tazimde bulunurlar. Ölmüş kahramanlara ve azizlere de yardım için dua
edilir. Köylüler genellikle, kuvvetleri sadece çevresine tesir ettiğine inandıkları,
mahallî köy ulûhiyetlerine (Gratna-Devatas) kurban sunarlar. Cinlerin
(Rakshasa, Bhıtta vs.) varlığına da inanır ve onlardan korkarlar. Panteonun
yüksek varlıklarına geçiş, yüksek tanrılara toplu halde refakat eden
Gandharvalar (semavî müzisyenler), Apsaralar (güzel periler) ve Yakshalar
(hazine ruhları) gibi yarı Tanrısal varlıklarla olur. Hastalıkları getiren ve
götüren (mesela, aşı tanrıçası Shitala gibi) pek çok tanrıçaların da varlığına
inanılır.
Vedalar Devri'nde
önemli rol oynayan pek çok tanrılar, bugün önemlerini kaybetmişlerdir.
Kendilerine nâdir olarak dua edilir. Tehlikede olanların yardımına koştuğuna
inanılan Ashvin, dostluğun koruyucusu sayılan Mitra, yollar tanrısı Pushan ve
sanat tanrısı Vishvakarman bunlara örnek olarak gösterilebilir.
Tanrıların belirli
tabîi varlıkları idare ettiklerine inanılır. Surya güneşin; Soma ayın; Vayu
rüzgârın; Varıma suyun; Indra yağmurun; Ağni ateşin; Yama ölüler âleminin;
Kubera da emrindeki hazinelerin hâkimidir.
Vedalar'da İndra,
harpçilerin semavî örneğidir. Agni ise, tanrıların kurban rahibidir. Bugün bir
yay ve çiçekten bir okla, bir papağanın üzerine binmiş olarak tasvir edilen
Kama, Vedalar'daki aşk tanrısıdır. En sevilen tanrılardan biri de Ganesha'dır;
fil başlı, iri vücutlu bir erkek suretindedir. Binek hayvanı faredir.
Kendisine, engelleri, müşkülleri ortadan kaldırması İçin dua edüir. Bundan
dolayı Ganesha'ya atfedilen bir dua ve O'nun resimleri pek çok Hint
kitaplarının başını süsler. Harp tanrısı Skanda'dır, kendisine Karttikeye yahut
Subrahmanya da denir ve Dravidler Bölgesi'nde pek çok taraftarı bulunur.
Panteonun zirvesinde
üç büyük tanrı vardır: Brahma, Vişnu ve Şiva. Brahma, dünyanın yaratılışını,
Vişnu muhafazasını, Şiva da yıkılışını sembolize eder. Fakat bu tasavvur,
tamamen felsefi bir düşüncedir; dinsel hayatta pek etkisi olmaz. Genelde
zannedildiği gibi Brahma, Brahmanizm'in en yüksek tanrısı değildir. O ancak,
Ulu Tanrı Işvara'nın emriyle dünyaya şekil veren usta (Demiurg) dur. Eski
literatürde rastlanmaz. Yaratıkların efendisi Prayapati ve diğer yaratıklarla
ilgili eski mitolojiler kendisine atfedilmiştir. Seyahatlarını bir kaz üzerine
binerek yaptığına inanılır. Karısı Sarasvati ise bilgeliğin tanrıçasıdır. Kült
yerlerinin çok az olması, Hinduların gönüllerinde O'nun pek yerinin olmadığını
göstermektedir.
Hinduların en yüksek
tanrıları Vişnu ve Şiva'dır. Pek çok semavî varlıklar ruh göçüne mahkum
oldukları halde, taraftarları onların ebedî ve Karmanın dışında kaldıklarına
inanırlar. Vişnu'dan, Vedalarda da bahsedilir. Yalnız O'nun disk, lotos, midye
ve gürz taşıyan ve kartalı Gradu'ya binmiş vaziyette seyahatini gösteren
suretlerine nadiren rastlanır. Ekseri resimleri, dünya ejderi üzerindeki
istirahatını tasvir eder vaziyettedir. Güzellik ve tarih tanrıçası olan karısı
Lakshmi (Shrİ) genellikle kocasının ayaklarına masaj yapar vaziyettedir.
Vişnu'nun, insanlığı kurtarmak için, musibetleri yok etmek için, insan veya
hayvan suretinde çeşitli defalar yeryüzüne indiğine inanılır. Balık suretine
girerek insanlığın 2. atası Manu'yu tufandan kurtarması, âhir zamanda Kalki (Mehdi)
olarak geleceği haberleri bu efsanelerdendir.
Şiva, Vedalarm fırtına
tanrısı Rudra ve Aryalar öncesi pek çok tanrıyla birleştirilir. Üzerine beyaz
küller serpilmiş bir yahut beş başlı münzevî (asket) olarak veya insan
kafataslarından bir zincir olarak tasvir edilir. Sembol olarak dört elinde bir
kanat, bir yay ve bir davul taşımaktadır. O, bir tarafta phallus (Hnga)
semboliyle de büyük atadır. Nihayet O, Yogahk eden bir askettir. Karısı Parvati
(Dağkızı)'dir. Şiva, merhamet ve kurtuluş getiren bir varlık olarak da tasvir
edilir. Karısı Parvati, ekseriyetle Durga namıyla da adlandırılır. Hem yumuşak
hem de vahşi bir tabiata sahiptir. Cinlere karşı koyabilen bu müthiş savaşçının
merhametini kazanmak için eskiden kendisine kurban sunulurdu.
Diğer taraftan bütün
canlı varlıklara yiyecek temin eden merhametli bir anne olarak da saygı görür.
Tanrılar hakkındaki
görüşler çeşitli ekollere ve mezheplere göre değişir. Karmamimanza ve klasik
Sankya Öğretilerine göre istisnasız bütün tanrılar ruh göçüne tabidir. Bu
sebeple en yüksek kâinat prensibi, Karmanın mukabele kanunudur. Bütün iyi ve
kötü fiiller otomatik olarak mükafatını da, cezasını da görür. Hindularm bir
kısmı ise, monoteisttir. Çünkü, İshvara isimli kâinatın ebedî bir Rabbi'ne ve
diğer yüksek varlıkların O'nun fani hizmetçileri ve memurları olduklarına
inanırlar. Dünya ve Tanrı'nın ilişkileri ise çeşitli şekillerde düşünülür.
Hindularm inanç
sistemleri kısaca Mahatma Gandhİ'nin Amentüsünde özetlenebilir:
“Ben kendimi bir
Sanatani Hindu diye isimlendiriyorum. Çünkü ben Vedalara, Upanişadlara,
Puranalara ve Hindu yazılarının hepsine ve avaîaralara (Vlûhiyetin çeşitli
varlıklar içinde inkarnasyonu), tenasühe (reinkarnasyona) inanıyorum, Benyine
Veda anlayışı içinde varnashrama'ya ( Hint sisteminin kast ve hayat
kademelerine) inanıyorum. Geniş anlamda ineğin korunmasına inanıyorum. Putlara
tazimi de reddetmiyorum”[209]
Gandhi'nin amentüsünü
şöyle sistemleştirebiliriz:
1- Hinduizm
dışındaki kutsal yazılar da dahil, tüm kutsal yazılara.
2- Çeşitli
Tanrısal tezahürlere.
3- Tekrar
doğum (reinkarnasyon) tasavvuruna.
4- Sosyal ve
dinsel kast sistemlerine.
5- Hayat
kademeleri tasavvurlarına.
6- İnsan
dışı kutsal yaratıklara (ineğe saygı vs. gibi).
7- Putlara
(tanrı suretlerine) tazim ve imandır. Bütün bunlar Hint kutsal yazılarının da
içeriğini yansıtırlar.
Bütün Hindu'larda
görülen ortak sembol, “Om” kelimesinin süslü, Sanskritçe yazısıdır. Bütün
dinsel metinlerin başında yer alan bu birbirine bağlı “A, u, m” harfleri,
Brahma'yı veya Vişnu, Şiva, Brahman üçlülüğünü ifade eder. Bu hususta pek çok
tefsirler yapılır.
Veda'lara mensup
Aryalar, üzerinde görünmeyen tanrıların oturduklarına inandıkları, önlerine
otlar saçılmış, açıktaki kurban banklarında, tanrılarına dua ederlerdi.
İbadetlerinin muhtevasını tanrılar adına yakılan ateş, zahire, pasta, kesilmiş
hayvan ve soma içkisinin takdimi teşkil ederdi. Bugün Vedalar devrindeki gibi
kurbanlar sunulmakta ise de, Epen ve Purana'lar Devri'nden beri bazı
değişiklikler olmuştur. Mabetlerde, Tanrıyı temsil eden sembol ve suretler
önünde, bir takım hareketler yapılır. İlâhiler söylenmesi, putların yıkanması,
yağlanması, süslenmesi, ışıkların değiştirilmesi, tütsülerin yakılması,
bitkisel yiyeceklerin ve çiçeklerin hediye edilmesi semavî varlıkları hoşnut
edeceğine inanılır. Hayvan kurbanı bugün yalnız Durga gibi bazı tanrılara
yapılır. Bayramlarda, tanrı resim ve heykelleri muhteşem arabalar üzerinde
merasimlerle şehrin veya köyün sokaklarında gezdirilir. En meşhur bayram Divali'dir.
Bu bayramda evler ve caddeler Lakshmi'nİn şerefine lâmbalarla donatılır. Holi
Bayramı'nda ise Hindular birbirlerine kırmızıya boyanmış sular serperler.
Sayısız tanrı bayramlarından başka kutsal yerlere yapılan ziyaretler ve hac
seferleri de Hindularm hayatlarında önemli rol oynarlar. Hacılar, kutsal
sularda, bilhassa Benares, Mathure ve Allahabad vs. gibi yerlerde banyo
yaparlar.
Bir Hindu'nun bütün
hayatı, doğumundan ölümüne kadar muayyen merasimleri yerine getirmeye bağlıdır.
Riyazet ve hadımlıK, adakların yerine getirilmesi ve meditasyon, kalbin
aydınlanmasına, iyi bir karmanın kazanılmasına yardım eder. Vedalar Devri'nde
ölenlerin cesetleri kısmen gömülür, kısmen yakılırdı. Bugün ise asketlerin
dışında (onlarınki diz çökmüş bir vaziyette gömülür.) bütün cesetler yakılır.
Dulların yakılması hiçbir vakit genel bir kaide olmamıştır. Ancak 1829 yılanda
İngilizler gelinceye kadar prenslerin saraylarında bu adet sık sık tekrar
edilirdi. Bütün yasaklara rağmen, bugün dahi arada sırada dulların yakılma adetine
rastlanmaktadır. Bu dinî merasimin sonunda kadının kocasıyla gökte
birleşeceğine inanılır. Dulların yakılması yerine tekrar evlenmemeleri tavsiye
edilir.
Hinduizm, bir
peygamberlik müessesesi tanımaz. Onlar için kaideler, adetler, Kast vazifeleri
imandan da ilahiyattan da, önemlidir. Dinin, iman ve amel kısmını tespit edecek
Papalık vb. gibi otoriter bir dini müessese yoktur. Ekseriyetle, sayısız
mahalli ilahlara hürmet edilir. Bilhassa köylerde onlara pirinç, meyve vs. gibi
yiyecekler kurban olarak takdim edilir. Büyük ilahlar, süslenmiş mabetlerde
resim ve heykeller şeklinde bulunurlar. Her sabah çan sesleriyle
uyandırılırlar, giyindirilirler ve
takdim edilen kurbanlarla doyurulurlar. Bayramlarda,
arabaların üzerine oturtularak caddelerde dolaştırılırlar.
Hinduların, atadan
evlada miras kalan ve Brahmanlar denen rahipler sınıfı vardır. Bu sınıfa mensup
olanların sayısı bir hayli yüksek olmasına rağmen (15 milyon), ancak küçük bir
kısmı mabed ve din hizmetlerinde çalışırlar. Diğer çoğunluk ise çeşitli dünyevî
mesleklerle meşgul olur. Ayrıca değişik tarikat ve mezhep manastırlarında
yaşayan rahipler, serbest münzeviler ve asketler de (sadhu, sannyasİ) halkın
hizmetlerinde bulunurlar.
Hintliler için Karma
Doktrini, bütün canlılar arasındaki farklılığın yegane sebebidir. Hepsi de
ezelden beri bağlı oldukları kaderin mahkumudurlar. Çünkü bütün Hindu
mezheplerinin inandıkları ebedi kainat kanunu (karma), tanniardan başlayarak
bitkilerde sona eren canlıların derecelenmesini, sınıflara ayrılmasını
zorlamaktadır. Yine bu kanun, dinde olduğu gibi Hinduların cemiyet
sistemlerinin de temelini teşkil eden Kast Sistemi'nin sabit kalıplarını
kurmuştur. Kast, aynı işle meşgul olan, atadan miras kalan hakları, vazifeleri
ve adetleri ile birbirine sımsıkı bağlanan şahıslar gurubudur. Bir Kast
seçilemez, ancak onun içinde doğulur, muhafaza edilir. Aynı Kastın üyeleri ile
evlenilir ve aynı Kastın üyeleri ile yine, aynı sofraya oturulur. Bu, adece
inanç meselesi değil, ayn, zamanda bir iktisadi meseledir de. Meslekler ona-ayrılmıştır
Bilhassa temiz sınıflardan rahipler, askerler ve çiftçiler g.b, yukarıdan g°
Kastın menfaatleri büyüktür. En üst sınıf rahipler B rahmanlardır, vazifelen
dini Uçrevler ve öğretmenliktir. Yiyecek, banyo ve diğer insanlarla
münasebetlerinde dini fertiklerini koruyabilmeleri için, çok sıkı yaz.lı
emirleri bulunmaktadır, ikinci finemli sınıf, Kshatriya denen muharipler,
askerler sınıfıdır. Bu sınıfa krallar ve devlet memurları dahildir. Fiziki
kuvvetlerini yükseltmekle, artırmakla yükümlüdürler, üçüncü sınıf, Vaishya
denen çiftçiler ve sanatkarlar sınıfıdır. Çalışma alanlar,, çobanlık,
çiftçilik, ticaret vs. gibi mesleklerdir.
Bu üç yüksek Kastta
doğanlara bir nevi ikinci doğum sayılan bir merasim yapılır Bu sebeple, iki
kere doğanlar da denir. Bunların haricindeki Shudra denen ekseriyet ise,
muhtelif mesleklerde çalışarak iki kere doğanlara hizmetle yükümlüdürler. Yine
bu Kastlar kendi aralarında, mesleklere itibar edilen temizlik derecelerine
göre, pek çok bölümlere ayrılırlar. Bir kısmı dince temiz sayılmayan Paryalar
(Dokunulmazlar) olarak görülürler. Mesela, balıkçılar ve kasaplar gıb.
canlılar, öldürenler, çanak çömlek yapanlardan daha aşağı sayılmaktadırlar. Hmt
cemiyetinin en aşağı gurupları ise, “Pancam” denen beşinci bölümlerde toplanır
ki, üyeleri şehir temizlikçileri, tuvalet temizlikçileri, yankesiciler vs. gibi
temiz sayılmayan meslek sahipleridir. Hindu olmayanların sınıfı ise, pepsinden
aşığıdır. Zira, onların hiçbir Kastı yoktur.
Hinduların dünya görüşüne
göre, bu Kast hiyerarşisi tamamen kainatın ebedi kanununa ait bir yapıdır. Her
Kastın kendisine has düğün, nişan merasimlen, yeme, içme, giyinme ve meslek
kaideleri vardır. Bir Kast sistemine karşı gelmek, o kimsenin Kasttan
çıkarılmasına, dolayısıyla varlığının yok olmasına sebep olabilir. Tabu ki,
teknikleşme ve endüstrileşme, modern Hind'in Kast varlığını sarsmıştır. Mesela,
yemek kaidelerine riayet, ancak köylüler arasında hayatını sürdürür. Hint
anayasası 1949'da gelişmeye aykırı olduğu gerekçesi ile nüfuslar. 70 milyonu
bulan Parya ile Kastı olmayanlar sınıfını yasakladı. Fakat, evlenme
meselelerinde Kast sistemim çok sıkı olarak tatbik ederler.
Bir kimse ölünce, ruhu
yeni bir varlık olarak görünmeyen ince bir vücuda bürünür. Eğer buna hemen
muvaffak olamazsa, hayalet (Preta) olarak etrafta dolaşır ve açlığım
akrabalarının ölüler için sunduğu kurbanlarla gidermeye çalışır. Eğer amelleri,
davaramşlan çok kötüyse, ruh göçü dünyada da olabilir veya birlerce yıllık Cehennem
hayatı buna ara verebilir, iyiler, amellerinin karşılığı olarak, kısa yahut
uzun bir müddet semavî alemde yaşarlar. Ruh göçü çemberinden kurtulanların
durumları ise muhtelif şekillerde tasavvur edilir. Vishnuist ve Shivaist
sistemlerin ekserisine göre, onlar, dünya üstü bir alemde, tanrının huzurunda
ebedi olarak yaşarlar. Sankhya, Nyaya-Vaisheshika ve Mimansa mezhepleri ise,
ferdi ruhun dünyadan tamamen ayrı, özel bir hayat yaşadığını tasavvur ederler.
Shankara'ya göre ise, ferdi ruh, tamamen çözülerek küllî ruhda kaybolur.
m.s. VIII. ve IX.
yüzyıllarda aydın sınıf arasında eski Veda metinlerinin yeniden yorumlanması
filozof ve reformatör Shankara tarafından yapıldı. O'na göre Brahma, bir
uluhiyet, şahıs olmayan bir birlikti. Bu görüş Ortodoks Brahmanlar arasında
büyük rağbet gördü. Shiva'ya tapanlar ise Shankaranın kendisi ana tanrıça
Shakti'ye tapmasına rağmen, Shankara'yı Şiva'nın bir inkarnasyonu olarak
gördüler. Shankara ilmi, aşağı ve yüksek olmak üzere ikiye ayırır. Aşağı ilim,
dünyayı hakikat olarak kabul etmektedir. Yüksek ilim ise, dünyanın bir hayal
olduğunu ve yalnız ruh tarafından idare edildiğini kabul etmektedir. Yüksek
İlim derecesine ve Brahma'ya yalnız Veda tahsili ve tefekkürle ulaşılabilir.
Diğer bir reformatör
de, Shankara'dan 200 sene sonra gelen, Ramanuya'dır. O'na göre Brahman,
Vişnu'nun vücutlaşmışıdır. İlahi sevgi ve teslimiyetle uluhiyet ve semavi
güzellik görülebilir, ulûhiyete ulaşılabilir.
Çağımızın yeni düşünce
akımları ve misyon faaliyetleri Hinduizm'in içinde yeni hareketlerin doğmasına
sebep olmuştur. Hindistan dışında misyon faaliyetlerini yaymakla dikkatleri
üzerlerine çekmektedir. Bunlardan en önemlileri Tranzendental Meditasyon ve
Hare Krishna hareketleridir.
Literatür.
1- Reller,
591-608.
2- Friedrich
W. Haack, 183-215.
3- J.Lahnemann,74-78.
Hindu rahibi Maharishi
Mahesh Yogi tarafından 1958 de Madras'da “Ruhsal Yenilenme Hareketi” ismiyle
meditasyon tekniğine dayanan dini bîr hareket olarak kurulmuştur. Manevi
temellerini tüm dünyaya yaymayı hedefler. “Maharishi Mahesh Yogi” İsmi dini bir
üstünlük ve makam unvanıdır. Maharishi “Büyük Önde”, “Büyük Kâhin” manasınadır.
Mahesh, özel ismidir, Yogi, Hindu yoga temrinlerini ifade eden bir unvandır.
Kurucusunun esas adı, Mahesh Prasad Warma'dır.
Maharishi Mahesh Yogi
programını hocası Guru Dev unvanlı Swami Brahmananda Saraswati'ye dayandırır.
Guru Dev, Shankaranın (yaklaşık m.s. 800) manevi mirası Shankaracharya'nın
temsilcisi idi. Bhagavad Gita'nın doğru tefsiri konusunda ortaya çıkan
tartışmalarda Maharishi kendi tercümesi ve yorumuyla meşhur oldu. Bu tefsir “Eski
Bilginin Yeniden Canlandırılması” sayıldı. Hint dini tarihinin en büyük
otoritelerinden Shankara'ya dayanan bu din felsefesinin “Transzendental
Meditation”un ardında Advaita-Öğretisi bulunur. Meditasyon tekniğinin kökünde
de Mantra-Meditasyon ve Tantrizm vardır. Dini görüşün temelinde insanın içinde
bulunan Tanrısalı ortaya çıkarmaktır. Buna göre:
1- Yoga yolu
mutlakla kaynaşmaktır. Dünyadan kopmak değil, şuurlu aktif hayat yolunu
seçmektir.
2- İnsan
şuurunun derinliklerindeki sınırsız, yaratıcı güce inançtır. Batı ilerici
tasavvurlarla yoğrulmuş, Hint dini rivayetlerinin yorumudur.
Maharishi Mahesh Yogi
yaklaşık 1918 de doğmuş, fizik eğitimi görmüştür. Daha sonra Guru Dev'in
öğrencileri arasına katılmış, hocasının 1953 de ölümü üzerine Himalayalarda iki
sene inzivaya çekilmiş ve daha sonra inziva hayatını bırakarak Güney
Hindistan'a göçmüş ve vaaz ve konferanslarına başlamıştır. 1959 yılında aktif
misyon faaliyetini hızlandırmış, dünyanın çeşitli ülkelerine misyon
seyahatlanna başlamıştır. Kendi ülkesi Hindistan'da fazla ilgi görmemekle
birlikte Birleşik Amerika ve Avrupa'da daha çok taraftar bulmuştur. 1976 da
A.B.D. de “Transzendental Meditation” taraftarlarının sayısı milyonu aşmıştı.
Maharashi ruhsal
yenilenmeyi vurgularken yeni “Bilimsel” görünümlü açıklamalarını da
artırmıştır. Trans. Med. ile Komünist daha iyi bir komünist, Hıristiyan daha
iyi bir Hıristiyan olur, diyordu. Dini ve dünyevi görüşlerinin ardında Hinduizm
büyük rol oynar. 1973 de A.B.D. de özel “Maharishi International University” kurmuştur.
Tanrı Brahma'ya yönelik meditasyonlarla yeryüzündeki cinayetleri, trafik
kazalarını, savaşları, felâketleri ve kıtlıkları azaltacağı sulh ve huzuru
artıracağı savunulur.
Her ne kadar dini
grupların tepkisini çekmemek için ayrı bir dinsel faaliyet olmadıklarım
söylerlerse de, 19.10.1977 tarihli New Jersey Mahkeme kararı onları yeni bir
din olarak görmüş ve tescil etmiştir. Dünya Aydınlanma Devrinin başladığını
savunurlar ve bunun için bir “Dünya Hükümeti ve Başkanı”LI tayin etmişlerdir. “Siddhi-Programm”
denen bir teknikle, uçmak, görünmez olmak, duvarlar içinden geçmek gibi “Olağanüstü
yeteneklere” ulaşılabileceğini ileri sürerler. Sistem Hint Din Felsefesi
üzerine kurulmuştur.[210]
" Yeni Mezhep üyelerinin eski dinlerinden ayrılmalarını istemez. Ancak
zaman içinde eğiterek, kendi temel felsefesini yerleştirmeye çalışır. Ayinleri
Guru Dev'in resmi önünde, yapılır. Çiçek ve meyve kurbanları sunulur. Kişiler
manevi, büyülü güce, Brahma'ya ulaşmaları için yönlendirilir. Kötü karmanın
bertaraf edilmesi, iyi karmanın toplanması İçin, fert olumlu hareketlere
yönlendirilir. Pek çok ulusal ve uluslararası teşkilâtları vardır. Hinduizm'in
bir mezhebi olduklarım göstermemeğe çalışırlar, gizlerler. Bilimsel bir
programın ürünü oldukları intibaını vermeğe çalışırlar. Kâinat tasavvurlarını
Hint Felsefesi oluşturur.
Hint Krishna
mezhebinin Batı'daki uzantısıdır. İnancın merkezini Tanrı Vişnu'nun meşhur
avatarası Krishna'nın tazimi teşkil eder. Krishna her şeyin yaratıcısı olduğu
gibi, bütün canlılarda da mevcuttur. Hareket uluhiyet yolunun açıcısı sayılır.
"Bhakti" tanrıya teslimiyet demektir. Tarihi Krishna hareketinin
devamıdır. Bengalli rahip Sri Caitanya (1486-1534) kadar gider. Günümüz
temsilcisi ve kurucusu Guru Swamİ Prabhupoda (1896-1977) dır. Kalkuta
Üniversitesinde İngiliz Dili, Felsefe ve Ticaret öğrenimi tahsil etmiş, 1926 da
mezun olmuştu. Bir ara ticaret ve fabrika idareciliği yaptı. Üstadı
Bhaktisidanta Sarasvvati'nin kendisini Tanrı Krishna inancını Batı'da yaymakla
görevlendirmesi üzerine 1965 de 70 yaşlarında New York'a geldi. Monoton bir
şarkı söylemeğe başladı:
“Hare Krishna, hare
Krishna,
Krishna Krishna, hare
hare,
Hare Rama, hare Rama,
Rama Rama hare
hare...”
New York’da (1966 da)
misyon merkezini kurdu. Dünya aydınlanma devrinin başladığını söyledi. Mezhebin
temel felsefesi Hinduizm'e dayanır. Ortaya konan yol, saf, dinsel bir sistemden
çok, insanın şahsına sunulan sükûn, heyecan ve stresten uzaklaşma, sabır ve
dayanıklılık ve zekanın güçlendirilmesi yönünde teknik sunma görünümdedir.
İmtihan korkusu, aşk ızdırabı ve aile içi kavgalardan bunalan gençlere sığınak
teşkil eder. Prabhupoda diğer Hindu Guruları gibi, Vedaların vahiy olduğuna
inanır. Dini liderler, Krishna'nın kendisi veya Brahma veya Norada ve
Yasudeva'nın efsanevi suretleri sayılır. Vyasa, çeşitli zamanlarda kutsal
vahiyleri hayata geçiren Kutup-Guru sayılır. Aynısı Narada için de geçerlidir.
Her ikisi de Tanrısal hidayetin taşıyıcılarıdır. Krishna'nın ihtişamını tebliğ
ederler.
Günümüz, Ahir zamanın
kötü devri “KaliYuga”dır. Kendisi de bir nevi Hindu Mehdisi'dir. Swami
Prabhupada ve öğrencileri kendilerinin ne Hindu ne de Hintli, ne de başka bir
millet olmadıklarını, tebliğlerinin bağımsız, ancak tüm dinlerin temel
hakikatlerinin bir ifadesi olduğunu, söylerler. Yazılarının muhtevası Hint-Veda
muhtevasıdır. Açıklamalarına göre:
1-
Tevrat, İncil, Kur'an vs.
gibi dünyanın kutsal kitapları mutlak hakikatları içerirler. Ancak
Vedalar dünyanın en eski vahiy belgesidir. Bilhassa Bhagavat-Gita Tanrı
sözlerinin kendisidir.
2- Tanrı
veya Krishna ezelidir, her şeyi bilen her yerde hazır ve nazır, kadir ve tüm
mahlûkata hayat ve zürriyet verendir. Tüm kâinatın gücünü elinde tutandır.
3- İnsan
Tanrının ruhsal varlığından bir parçadır, bu sebeple fani değildir.
4- Tüm
insanlar kardeştir. İnsanlığın ortak babası Tanrı’dır.
5-
Yemekten önce tüm yiyeceklerimizden Tanrı'ya kurban olarak sunulabilir.
Şu anda insanlık Kali
Yuga'nın (Ahirzaman kötülüklerinin doruğa ulaştığı bir devrin) içinde,
Tanrı'dan uzak ve kargaşa halinde yaşamaktadır. Kurtuluş Yolu Tanrı'yı
bulmaktan, isimlerini düşünmekten geçer. Hare Krishna şarkısını söylemekle,
ruha ezeli şuur dolar. Bu sevgi ve kulluk teslimiyetidir. Bununla tekrar
doğum-ölüm çarkı, tenasüh durur, ruh saadete kavuşur. Kâinatın sahibi,
yaratıcısı Tanrı, Krishna'dır. Tüm Hint panteonu Ondan doğmuştur. Indra,
Varuna, Agni, Rudra, Brahma'nın kendisi yarı ilah olarak Onun yarı ilah
dereceleridir. Tüm varlığın içeriği, kendisi Krishna'dır. Saadetin
muhtevasıdır. Krishna maddenin dokunmadığı, ulaşamadığı varlıktır. Maddeye iman
cehaletten (Avidya) ortaya çıkar. Bu avidya bir illizyondur, maya'dır, göz
aldanması ve yanılgıdır. İnsanı karmanın içine sürükler. Kurtuluşa yalnız Vidya
(ilim ve aydınlanma) ile ulaşılır. İlim, Krishna tarafından kendini arayan
insana, ferdin tanrısı olarak vahiy edilir.
Buna sevgi ve
teslimiyetle ulaşılır. Ruh maddeden kurtulur ve ferdi tanrı karşısında ebediyen
yaşar. Böylece Shankara'nın mutlak monizmi ve Sankyanın gayri şahsi dualizmi
reddedilir. Krishna şarkısının tekrar tekrar söylenmesiyle tüm insanlığın yolu
açılır. Ancak burada bir Guru'nun önderliğine, şeyhliğine ihtiyaç vardır. O
Kurtuluş Yolunu sağlamlaştırır. Gurular, Krishna'nın görünen lütufîandır.
Tanrının kutsallarıdır. Krishna onların ağzından konuşur. Onların sözleri
gerçektir, hatasızdır.Amerika ve Batı Ülkelerinde mabet merkezleri her geçen
gün yaygınlaşmaktadır. Ana Merkezleri Los Angeles'tadır,
[211]
sağlarlar. Vejeteryan bir hayat sürerler.
Hinduizm'in diğer
dinlere bakışını iki ana gurupta toplayabiliriz. Dogmatik, Uzlaşmacı ve
Çoğulcu. Bunları Hinduların diğer dinlere yaklaşımında eş zamanlı olarak görmek
mümkündür. Ancak bu yaklaşım tarzları eşit oranda temsil edilmezler. Ağırlık
dogmatik yaklaşımdadır:
1- Dogmatik
Hindu düşüncesinde dinsel çoğulculuğun temelini “Sanatana dharma” anlayışı
teşkil eder. Buna göre, kendi sistemlerini, ezeli-ebedi yol, fıtri, evrensel
din olarak görürler.O yeryüzündeki bütün inanç sistemlerini kapsayan bir üst
yapı, evrensel din veya din ötesi bir sistemdir. Diğer
dinler ise, Hinduizm'in içinde
yer alan, Şivacılık, Vişnuculuk, Tantrizm
vs. gibi birer mezheptirler. Ancak Vedaları tanımayanlar,
kabul etmeyenler ise, "zındıklardır.
2- Uzlaşmacı
ve çoğulcu tutum temsilcilerinden Ramakrishna (1836-1888) yer yüzündeki pek çok
dini geleneğin mevcudiyetini, Tanrı'nın insanlara bir lütfü ve inayeti olarak
görür ve insanları en yüce gayeye, Tanrısal İdrake ulaştıracağına inanır.
İbadet sistemleri ayrı dahi olsa, dini sistemlerin gayesinin aynı olduğunu
söyler. Ramakrishna'dan sonra gelenler diğer dinleri müspet, fakat kurtuluşa
ulaştırmada yetersiz sistemler olarak yorumlarlar.
Vivekananda'ya göre,
dünyadaki bütün din kurucuları Hz. İsa, Hz.Muhammed vs. Tanrı'nın birer
avataralandır. Her biri Tanrı tarafından
oluşturulan değişik
dini sistemlerdir. Gandhi'ye göre ise, dinlerin özünde bir farklılık söz konusu
değildir. Farklılık sadece bu hakikati algılamaya çalışan kişinin gözündedir.
Bütün peygamberler hürmete layıktırlar. Önemli olan ruhun kurtuluşudur. İnsan
ibadet edeceği tanrıyı
seçme hürriyetine sahiptir.
[212]
Literatür:
1- James
Hewitt, Yoga, London 1970.
2- Sophy
Hoare, Yoga, İstanbul 1978.
Yoga, psiko-teknik yaratıcı
bir irade terbiyesidir, “Antreman” anlamına gelir. Huzur ve sükûnete götürecek
yüksek bilgiye ulaşmak gayesi ile, bütün ruhsal kuvvetlerin tefekkür, vecd ve
istiğrakla bir noktaya toplanmasını, düşüncenin belirli noktalara
yoğunlaştırılmasını öğretir. Şuur ve duyguların en yüksek hallerine ulaşmada
vasıta olarak kullanılır. Yoganın bir sistem olarak kurulduğu tarih tespit
edilmemekle beraber, çok eski zamanlardan beri varlığını, Indus bölgesinde
yapılan kazılarda ortaya çıkan Yoga pozisyonundaki bir tanrı heykeli İspat
etmektedir. Yapılan açıklamalara göre, bu heykel m.ö. 2500 yıllarında Indus
Vadisinde oturan Aryalar öncesi halkın Yoga temrinleri yaptıklarını göstermektedir.
Veda'larda da tanrıların ve hikmetli kişilerin ruhsal konsentrasyon sayesinde
çeşitli gizemli eylemleri yapabilme gücünü kazandıkları bildirilmektedir. Daha
sonraki devirlere âit literatürde Yoga ile İlgili fikirler daha da gelişmiştir.
Yoga Hindulara has bir düşünce ve teknik değildir. Gelişmesinde Caynist ve
Budistlerin de büyük hissesi vardır. Bu metotlu tefekkürle Hindular, Vişnu ve
Şiva İle bağ kurmayı veya Mücerret Mutlakla bir olmayı arzu ederken; Caynist ve
Budistler de hidayet ve kurtuluşlarını bu teknikte görürler.
Yoga sisteminde,
Sankhya (Shanklıya) felsefesinin kozmoloji, fizyoloji ve psikolojiye dâir
görüşleri benimsenmiştir. Yalnız Yogayı Sankhya'dan ayîran özellik, Sankhya'
nın ateist görüşünü reddetmesi ve kurtuluşa kavuşturan bilgiye varmak için en
etkin çarenin vecd ve istiğrak olduğunu kabul etmesidir. Yoga sisteminin şahsî
bir tanrıya yönelmekteki gayesi, Tanrı'ya inananları memnun etmek içindir.
Yogaya göre, Tanrı'nın varlığı ezelî ve ebedî olan insan ruhlarından
farksızdır. Tanrı ile insan arasındaki fark, madde ile ilişkilerindedir.
Tanrı'nın madde ile ilgisi kurtulmuş ruhlardaki gibi tamamen kesilmiş değildir.
Böyle olsaydı Tanrı'da şuur bulunmazdı. Ancak O, aşağı maddenin unsurlarından
temizlenmiş, saf ve asil bir cevherle birleşmiştir. Bunun için O, yüksek kudret
ve hikmet sahibidir. Tekrar doğum, günah ve sevap işleme özelliğinden
yoksundur.
Bu sistemi
açıklayan kitaplar, düşüncenin
bîr nokta üzerine nasıl
toplanabileceğini; duyguların duyulara sebep olan konulardan nasıl çekilip,
âtıl hale getirilebileceğini; dış
dünyanın tesirlerine tâbi olan
düşüncenin nasıl İptal edilebileceğini
ve atman üzerine nasıl toplanabileceğini ayrıntılarıyla anlatmışlardır. Yoga
temrinleri düzenli yapıldığı takdirde, insanı tabiî eğilimlerinden kurtaracağı,
hidayet bilgisine ulaştıracağı, güçlükleri
ortadan kaldıracağı, ifade edilir. Yükseklere çıkabilen veya derinlere
inebilen istiğrak, fikirlerin başka konulara yönelmesini önler. Yoga
eğitimi, mensuplarının geçmesi gerekli
bir sıra safhalardan ibarettir. Bunlar arasında “Asana” denen nefes alıp
vermeyi saymak, nefesi tutup gözleri belirli bir noktaya -mesela burun ucuna,
göbeğe vs. yedikmek gibi çeşitli hareketler vardır. Şuuru kaybetme temrini olan
Yoganidra da (Yoga Uykusu'nda) hayatın söndüğüne inanılır. Halbuki bu hİpnotik
uykudan başka bir şey değildir. Yine “Trataka” adı verilen, gözlerin küçük bir
noktaya dikilmesi neticesinde, vücut tahta parçası gibi sertleşmektedir. Bu
yollarla Yoga temrinlerini yapan kimse, yüksek bilgilere ulaşır. Yüksek ruhsal
kuvvetlerle açlık ve susuzluk duygulan söner, sivri uçlu şeylerle vücut
yaralanmaz, vücut görünmez olur, eter içinde dolaşabilir. Nihayet ruh, maddeden
tamamen ayrılarak, şuur altında yeni karma toplayan ruhsal kuvvetler yok olur.
Yoga ilmi, Budizm'in ve Caynizmin düşünce sistemlerine de temel olmuştur.
Hinduizm'in klasik
Yogası “Yoga Sutra” isimli eserdeki 194 veciz sözle tespit edilmiştir. Bu
metnin yazan, hakîm Patanjaü sayılır. Eserin, hangi tarihte yazılmış olduğu
bilinmemektedir. Genellikle Hintliler, bu kitabın yazarı Patanjali ile m.ö. 2.
yy'da yaşamış gramerci Patanjali'nin aynı kişi olduğunu kabul ederler. Bununla
beraber, Yoga Sutra'nın MS: 420 yıllarına doğru yazılabileceğini ve bu kitabın
yazarı Patanjali'nin gramerciden ayrı bir kimse olduğunu iddia edenler de
vardır. Bugünkü Yoga Sutra'da Budist düşüncelerinin izlerine de rastlanır.
Sutra'nın daha eski bir metne dayanıp dayanmadığı tartışma konusudur.
Bir çok sistemlerde
olduğu gibi, Yoga sisteminde de reform teşebbüsleri olmuştur. 1861 yılında Shiv
Dayal Singh, Kâbir'den mülhem olarak dinler üstü bir mistik öğretmiş ve özel
bir Yoga geliştirmiştir. Kendisine tâbi “Radlıasvamis” isimli cemaatı bugün
Kuzey Hindistan'da yaşamaktadır.
Yeni bir Yoga
öğretisini de Bengalii Aurobindo Ghosh (1872-1950) etrafında pek çok talebe
toplayarak öğretmiştir. Bunda o, Hint ve Batı düşüncelerinin senteziyle insanı
metafizik kabiliyetlerle donatma yolunu aramıştır.
“Ananda Marga”yı
Türkçe”ye “Saadet Yolu” diye tercüme edebiliriz. Cemaat 1955 de Hindistan'in
Bihar Eyaletinde kuruldu. İnsanlığın sosyal ve ruhsal ilerlemesine katkıda
bulunmak iddiasındadır. Kurucusu Prabhata Ranjana Sarkar'dır. Taraftarları
kendisine “Margîc” derler. 1921 de orta halli bir ailenin oğlu olarak doğdu.
Kalkuta'da liseye gitti ve babasının ölümüne kadar “Gazete Yazarı” olarak
çalıştı. Tantra-Yoga-Meditasyon grubuna girdi. Eski Yoga tekniğini
geliştirebilmek için, çağdaş psikoloji ve sosyoloji ile ilgilendi. Kendini “Uluhiyetin
Tezahürü” (Taraka Brahma) olarak açıkladı. Mezhep, Yoga ve Meditasyon
temrinleriyle ferdi ve cemiyeti ahlaken yükselterek saadete ulaştıracağını
savunur. Dünyada 2,5 milyon kadar taraftarının olduğu tahmin edilmektedir.
Hindistan, Amerika ve Avrupa'da taraftarları vardır.[213]
Hindistan'da Poona'da
şehrinin mutena semtlerinden Koregaon Park'da Ashram Vakfı binaları vardır. Bu
binalar, Krishna Evi, Zerdüşt Evi, Lao Tzu evi'dir ve cemaatın üniversel ruhunu
temsil' ederler. Ashram (dergâh) üyelerinin yaklaşık 4/5 Batılı, 1/5 yerli
halktandır. “Bhagwan Shree Rajneesh Movement” denen bu cemaatın lideri Tanrı
benzeri şahsiyet olarak kabul edilir. Rajneesh Chandra Mohan 1931 de Madhya
Pradesh Eyaletinde doğdu. 21 yaşında bir “Aydınlanma” yaşadı. Tanrının
kendisini ona açtığını, vahiy ettiğini hissetti. Üniversitede Felsefe tahsili
ederken 1957 de üniversite eğitimini bıraktı. Gazeteciliğe başladı. Ülkeyi
dolaştı. Meditasyon tekniklerini öğrendi. 1966 dan sonra gezici vaiz olarak
Hindistan'ın büyük şehirlerinde dolaşmaya başladı. 1969 da öğrencilerinin
himayesinde Bombay'da kendi Ashram'ını kurdu. Onun Tantra-ayinleri halkın
dikkatlerini çekmeye başladı. 70'li yıllarda çoğunluğu Amerikalı öğrenciler
olan ziyaretçiler tarafından aranmaya başlandı. Vaazlarını Hintçe ve İngilizce
yaptı. Bir süre sonra halkın tepkisi üzerine Bombay'dan sürüldü. 1974 de
Üniversite şehri Poona'ya yerleşti. Açık dergâhını (ashrarnını) kurdu. Batı
Psikolojisinin karşısına Tantra-Yoga mezhebini alternatif olarak koydu.
Taraftarlarına göre o üstattır, Şiva'nın avatarası, düşük derecedeki
tezahürüdür, insan görünümünde tanrıdır. Taraftarlarına göre O aynı zamanda bir
peygamber, bir Guru'dur. Modern Psiko-Teknik uzmanı olarak, Tantra, Zen ve
Sufizm gibi çeşitli mistik yollan birleştirmiş, Doğu-Batı sentezini
gerçekleştirmiş, insanları kozmik varlık şuuruna ulaştırmıştır. Taraftarları
Batı ülkelerinde yaygınlaşmaktadır.
[214]
İstanbul'da da küçük bir cemaatlarının olduğu bilinmektedir. Dünyadaki
taraftarlarının sayısı 300.000 kadar tahmin edilir.
Literatür.
1- Ö. Hilmi
Budda, Hint Dinleri, İstanbul 1935.
2- Helmuth
von Glasenapp, Die Religionen Indiens, Tübingen 1943.
3- H.Von
Glasenapp, Die nichtchristlichen Religionen, s. 114-120.
Caynizm'in kurucusu
olan Cayna (Jaina) savaşçılar ve prensler sınıfı olan Kşatriya kastındandır.
Kendisine muzaffer anlamına Cina, büyük kahraman anlamına Mahavira adı
verilmiştir. m.ö.VI. yüzyılda yaşayan Cayna perhiz ve riyazatla geçen bir ömür
sürmüş ve üzerine hiç bir şey giymemiştir. Öğretisini, mensup olduğu asiller ve
halk arasında yaymaya çalışmış pek çok taraftar ve mürit kazanmıştır. Rivayete
göre 72 yaşlarında Pâvâ isimli yerde ölmüştür
Mahavira'nın yaptığı
vaazlar önce sözlü olarak rivayet edilmiştir. m.ö.300 yıllarında Pataliputra da
toplanan bir konsil kaybolan metinleri toplamaya çalışmış, bir kısım metinleri
toplamayı başarmışsa da, rivayetlerin büyük bir kısmının kaybolmasını
önleyememiştir. Sözlü rivayetlerden kalanlar, Mahavira'nın ölümünden 980 sene
sonra Vallabhi'de toplanan Beyaz Giyenler Konsili tarafından “Siddhanta” isimli
bir kitapta bir araya toplanmıştır. Eser Prakrit dilindedir. İçinde rahiplerin
uyması gereken kaideler, Caynizm'in öğretileri ve efsaneler yer alır.
Caynistler bunların m.ö. y. m.s. VIII. yüzyıllar arasında tespit edildiğini
kabul ederler. Tenkitçi tarihsel eserlere göre de, eserin en eski metinleri m.ö.
III. yüzyıla kadar gerilere gitmektedir.
Caynizm'in “Hava
Giyenler” mezhebi ise, Beyaz Giyenler mezhebinin bu kutsal kitabını gayri sahih
(apokrif) sayarak kabul etmezler. Onlar için, kaybolan kitapların yerini dört
büyük üstatlar grubunun meydana getirdiği “Vedalar” isimli esef almaktadır.
Caynistlerin dünya tarihini, kâinat tasavvurlarını, felsefelerini, ahlak ve
ibadet hakkındaki görüşlerini ihtiva etmektedir. Her iki mezhebin sahih
saydıkları kitaplardan başka, pek çok ilahiyat, hikaye ve ahlâk kitapları da
vardır.
Buda'nın çağdaşı ve
Buda gibi bir prens olan Tima (Cayna) da asketizmi kendisine kurtuluş yolu
olarak seçti. Ebeveyninin Ölümünden sonra evini, karısını ve çocuklarını terk
ederek rahipliğe girdi. Bir sene sonra üzerindeki elbiseyi de atarak çıplak
dolaşmaya başladı. Nehir kenarındaki bir ağaç altında 12 sene süren tefekkürden
sonra Ruh GÖçü'nden (Samsam) kurtuluş yolunu buldu. Bu şekilde o, bir Jina
(muzaffer), Tirtankara (geçit açan), Mahavira (Kahraman), Bagavat (kemale
ermiş, kâmil) kişi oldu. Bundan sonra o, çeşitli şeref isimleriyle anılır.
Vaazlarıyla halkı aydınlatmaya çalışmış, etrafına çeşitli halk kesimlerinden
rahip ve rahibeler toplanmıştır. Yaklaşık 30 sene süren manevi yaşantıdan sonra
m.ö. 527 de Parapuri'dç öldü. Avrupalı araştırıcılara göre, m.ö. 447 veya 467
yılma rastlar. Onun nirvanaya girişi Caynist takvimin başlangıcı sayılır.
Cemaatı zamanla Bihar ve Orissa'da yayılmıştır. Sonraları rahiplerden bir kısmı
üstadın koyduğu çıplak gezme adetini bıraktılar. Böylece, tarikat cemaatı ikiye
ayrıldı: Dig-ambara (Hava Giyenler) ve Svetambara (Beyaz Giyenler). m.s. I.
yüzyılda diğer dini meseleler sebebiyle iki mezhep arasında nihai ayrılık
meydana geldi.
Caynizm çeşitli
hükümdarlar himayesinde I. binin ikinci yarısında Kuzey Hindistan'da, Dekkan'da
ve Güney-Hindistan'da, II. binin başlarında Gucarat'da yayılarak ihtişam
devrine ulaştı. Ancak Budizm'in ve sonra da İslam'ın Hindistan'da yayılmasıyla
geriledi. Günümüzde 2 milyon kadar Caynist olduğu tahmin edilmektedir.
Caynistlere göre, bu
dine uyanlar ölümsüz ve ebedidirler. Bu alemin kurucusu yoktur. Alem muazzam
büyüklüktedir ve etrafında bir boşluk vardır. Bu alemin ortasında dairevi,
yuvarlak biçimde dünya bulunur. Dünyanın ortasında da Dünya Dağı vardır.
Denizler ve kıtalar bu Dünya Dağı'nın etrafında dairevî olarak dizilmişlerdir.
Yerin altında ise, yeraltı alemi bulunur. Burada cinler ve periler, şer
varlıklar yaşarlar. Onun da altında Cehennem Bölgesi ve içinde de ağır cezalı
olanlar bulunur. Cezalan bitinceye kadar burada kalırlar. Yeryüzünde ise, kat
kat sıralanmış gökler alemi bulunur. Bu çeşitli katlarda güçlerine göre,
Tanrısal varlıklar otururlar. Tanrıların arasında uzun ömürlüleri bulunmakla
beraber, sonunda onlar da fanidirler. Gökler aleminin üzerinde bir alem daha
vardır ki, burası sırrı merci'dir. Burada kurtulmuşlar otururlar. Bu makam, tekrar
dünyaya gelme zahmetinden kurtulanlar içindir. Alem ebedi ve yaratılmamıştır.
Buradaki nizamlar değişmez, ne büyür ne küçülür, ne de parçalanır. Dünya ebedî
olan canlı ve cansız varlıklardan teşekkül eder. Cansız varlıklar mekan,
hareket, sükûnet, zaman ve maddedir. Canlı varlıklar ruhsal varlıklardır.
Sonsuz derecede çokturlar, bütün dünyaya nüfuz ederler, karada, suda, ateşte,
rüzgarda, bitkilerde, hayvanlarda, cehennem varlıklarında, insanlarda ve
tanrılarda vücutlaşırlar. Ruhlar, varlık bakımından birbirlerinden tamamen
bağımsızdırlar, fakat birbirlerine tesir edebilirler. Her biri yaratılmamış ve
parçalanmaz bir birliğe sahiptirler. Her bir ruh tabiaten sınırsız çoklukta
özelliklere ve kabiliyetlere sahiptir. Her şeyi bilir, sınırsız enerjisi vardır.
Zevk ve ızdıraplar dışma çıktığında kutsiyet durumunda bulurlar.
Cansız varlıkların,
yani ruhsal olmayan varlıkların en önemlisi maddedir. Madde duyularla
kavranamayan, parçafanamayan, sonsuz sayıdaki atomlardan meydana gelir. Atomlar
genişleyebilir, büzülebilİr ve böylece büyük veya küçük mekanları doldurabilir.
Her bir atom, koku, renk ve tat duyarlığına sahiptir. Kendi kanunlarına göre
biriyle veya diğeriyle birleşir küme meydana getirirler. Bu suretle dünyanın
çeşitli fenomenleri ortaya çıkarlar.
Madde ruha nüfuz
edebilir ve ruhda derîn değişikliklere sebep olabilir. Ruha nüfuz edebilen
madde, ruhun külli İlmini ve sınırsız enerjisini örter ki, artık ruhun tanıma
gücü çok zayıflaşır, kuvveti azalır. Kendi tabiatının özelliklerini kaybeder,
fani vücuda bürünür, arzu ve ızdırablarla şaşırır. Kendinde belirli bir kader
teşekkül eder ve bu onun dört varlık şeklinden birinde, yanı hayvan, insan,
semavî varlık veya cehennem! varlık olarak, belirli bir zaman süresince var
olmasını zorunlu kılar. Ruha nüfuz eden maddeler onda, bütün Hint felsefesinin
kabul ettiği sırlarla dolu cevheri şeyi, oluşu ve canlıların varlığına karar
veren “Karma” yi meydana getirir.
Ruh ve karma
cevherinin ilişkisi, başlangıçsız ve sonsuzdur. Ne zaman ki, bir ruh faaliyet
halindedir, o zaman onun işgal ettiği mekanda bulunan madde kısımları ona nüfuz
ederler ve tozların yağ sürülmüş vücuda yapışıp kaldıkları gibi, madde
unsurları da ruha yapışıp kalırlar. Alınan maddeler ruhda karmanın belirli
şeklini alır ve karmaya göre vücudun çeşitli kısımlarını meydana getirir.
Karmanın şekli, ruha dolan maddenin devamı ve geleceği ise, ruha nüfuz eden
maddenin meydana getirdiği amellerin ahlâkî kalitesine bağlıdır. İyi ameller
iyi karmayı, kötü meller kötü karmayı yaratırlar. Karmanın teşekkülünden sonra
kendi icraatını yapması, onun kendini tüketmesine sebep olur. Fakat her an, her
hareket yeni karmanın teşekkülüne de sebep olur, tükenen yerini yenisi alır.
Böylece başlangıçsız ve sonsuz olarak varlık zinciri birbirini takip eder
gider.
Cayna öğretisinin
gayesi, Hintlilerin bütün metafizik sistemlerinde olduğu gibi ruhu, doğum ve
ölüm çarkının ebedi dönüşünden, girdabından kurtarmaktır. Ruhu, sansara
(samsara)'nın değişmezliğinden, tekrarından bıkkınlığından, karmaşıklığından
kurtarmaktır. Bu hedefe ulaşmak bütün ruhlar için mümkün değildir, çünkü pek
çok ruh tabiaten abhavyas, yani kendisinde kutsiyete ulaşma yeteneği ve bilgisi
yoktur. Doğum ve ölüm çemberinde ebediyen döner durur. Fakat özel kabiliyete
sahip ruhlar, sayısız vücutların sonunda “Kemâlâtın sükûnetine” (siddhi,
nirvana) ulaşabilirler. Kendi benliklerini olgunlaştırmaya çalışarak kirli
maddeden ruhu ayırmayı, ruhu kurtarmayı arzu ederler. Burada iki önemli husus
vardır: Birincisi, yeni karma maddesinin ruha nüfuz etmesini önlemek, ikincisi,
ruhda ki mevcut karmayı imha etmek zarureti. Karmaya karşı müdafaa ve karmayı
parçalama şartı, beş yasağa bağlıdır. Bunlar: öldürmemek, “Çalmamak, yalan
söylememek, iffetsiz yaşamamak, hırsla fazla mal sahibi olmaya çalışmamaktır.
Her şeyden önce sıkı bîr disiplin, güçlüklere sabır, nefsin öldürülmesi, tahsil
ve tefekkür gerekmektedir. Kısaca, kutsallık yolunu açan, çeşitli suretlerdeki
iç ve dış asketizmdir. Sadece, dünyayı tamamen terk edebilen, zihinlerini bütün
dünyevi şeylerden çevirebilen, kurtarabilen rahip ve rahibeler, kendi
nefısleriyle yaptıkları çetin mücadeleler sonunda kemalâta ulaşabileceklerini,
samsaradan kurtulabileceklerini ümit edebilirler.
Küllî bir ilim sahibi
olarak, bir kavalin olarak, yeryüzünde ızdırapsız ve arzusuz bir halde
karmasının son kalıntılarını tüketinceye kadar tlolaşan ruh, kirlerini atmış su
kabağının daima su üzerinde kaldığı gibi, hiç bir maddi güçlükle karşılaşmadan
dünyanın zirvesine kadar yükselir. Kainatın zirvesinde şemsiye şeklinde duran,
muhteşem sırr-ı merci'de (Ishatpragbhâra) vücutsuz, görünmez bir surette ikâmet
eden kutsalların yanına ulaşır. Bunlar, en son varlıklarının üçte ikisi
oranında mekân genişliği işgal ederler. Artık orada sonsuz ve ölümsüz,
eksilmeyen saadetleri tadarlar. Hiç bir zaman sansaranm girdabına düşmezler.
Külli ilim ve güçlerine rağmen, dünyevi şeylerle meşgul olmadan, dünyaya sırt
dönmüş olarak sükûnetle yaşarlar.
Cayna cemaatının
ruhanî yönetimi rahip ve rahibelerin ellerindedir. Rahipler gibi halk da günlük
belirli ibadetleri yerine getirirler. İbadet esnasında Tirthankaralar üzerine
ilahiler söylerler, tefekkür ve tövbede bulunurlar. Belirli hareketleri yerine
getirirler. Hİç bir canlı varlığı ine itmemeğe gayret ederler ve bundan dolayı
bitkisel gıdalarla beslenirler. Sarhoş edici içkiler kullanmazlar, çünkü
Caynalar'a göre sarhoşluk veren şeylerde canlı varlıklar bulunur. Ağızlarına
bir canlının kaçmasından korkarak, karanlık bastıktan sonra yemek yemezler.
Hatta titiz asketler, havada bulunan canlıları kazara yutmak endişesiyle,modern
cerrahlar gibi devamlı olarak ağızlarını bir örtüyle kapatırlar. Caynist
cemaatların kurduğu, bütün hayvanların bakıldığı ve tedavi edildiği Cayna
Hastaneleri meşhurdur. Dindar Caynalar açlıktan ölmeye büyük değer verirler.
Caynalar, semavî
dünyalarda pek çok tanrıların varlığına inanırlar. Fakat bunlar daha önce de
işaret edildiği gibi, ruh göçüne mahkûmdurlar. İnsanlara kurtuluş yolunda
yardım edemezler. Tirthankaralar da nirvanaya girdikten sonra, dünyevi
hadiselere tesir edecek güçte değillerdir. Buna rağmen kendilerine geniş bir
kült İthaf edilmiştir. Yanı Caynalar, Tirthankaralar'ı düşünmekle, onları
takdis etmekle, ruhun yükseleceğine aydınlanacağına inanırlar ve onlara bol bol
hürmet ederler. Muhteşem Cayna mabetlerinde duran heykelleri takdis ve tazim
ederler. Önlerinde İlâhiler okurlar, meyve ve sebze kurbanı sunarlar. Önlerine
lâmbaler ve tütsüler korlar, putları yıkarlar, yağlarlar ve çiçeklerle
süslerler. Yine Tirthankaralar'm yaşadığına inanılan yerleri ziyaret ederler.
Parasnath Dağı, Shatrunjaya, Girnar ve Abu meşhur ziyaret dağlarındandır.
Dünyevi istekler için de Tirthankara ve tanrılara dua edilir, hatta bazı
Caynalar Bhayron, Hanuman, Ganesha gibi, Hindu Tanrılarına da dua ederler.
Mabetlerindekİ ibadetler, rahipler tarafından değil, halk tarafından idare
edilir. Bazen, Brahmanların ücretle Cayna mabetlerinde çalıştıklarına
rastlanır.
Literatür.
1- G.Tümer-A.
Küçük, Dinler Tarihi, 2.Baskı Ankara 1993,s.100-106.
2- Abdurrahman
Küçük, Sihizm, A. Ü.ilahiyat Fak. Der. Cilt 28, 1986, s. 391-417.
3- Huzeyfe
Sayım, Sih Dini'nin Kurucusu Guru Nanak 'w Hayatı ve Öğretileri, (Yüksek Lisans
Tezi) Kayseri 1986, 100 sayfa.
Sihizm, İslam ve
Hinduizm karışımı dinsel bir harekettir. Günümüzde yaklaşık 6-7 milyon
taraftarının olduğu tahmin edilmektedir. Taraftarlarının çoğunluğu Hindistanda
yaşamakla birlikte, Hint kökenli taraftarlarıyla başta İngiltere ve Kanada
olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerine dağılmışlardır.
Kurucusu Nanak, Lohor'
un güneybatısına 60 km. uzaklıktaki, şimdi Nankana Sahib adını taşıyan, Tal
vandi köyünde 1469 da doğdu. Çocukluk ve gençlik çağları köyde geçti. Evlendi
ve iki oğlu oldu. Yüksek sayılabilen bir kasta mensuptu. Çocukluğunda
geleneksel Hindu eğitimi aldı. Genç yaşta köyünden ayrılarak Sultanpur şehrine
gitti ve orada Müslüman bir idarecinin hizmetinde çalıştı. Boş zamanlarında
inzivaya çekilip, derin düşüncelere dalardı. Rivayete göre birinde “Yaratıcı,
korku ve düşmanlıktan uzak, doğmamış, zâtı ile var olan, yüce Tanrı'yı” idrak
etti. Onu vaaz etmekle görevli olduğunu hissetti. 1500 yılına doğru Sultanpur'u
terk edip, “Tek ve gerçek olan Tanrı” hakkındaki düşüncelerim vaaz etmeğe ve
dolaşmaya başladı. Vaazlarıyla şöhret buldu, çeşitli dinlere mensup kutsal
yerleri, bu arada Mekke'yi de ziyaret etti. Hindu ve Müslümanlarla tartışmalara
girişti.
Hayatının sonlarını
kendisine hediye edilen, Kartapur köyünde geçirdi ve 1539 yılında 70 yaşlarında
öldü. Geride iki oğlu ve çok sayıda öğrenci taraftar (sih) bırakarak Dünyadan
ayrıldı.
İslam'in Hindistan’a
yayılmasından sonra, mensuplarının birbirlerine olan ilgisi, Tanrı'nın
birliği-çokluğu tartışmaları, meşhur hükümdar Kabir'in (1435-1528) teşviki,
Ekber Şah'ın (1542-1605) monoteizm etrafında dinleri birleştirme gayretleri, bu
yönde faaliyet gösteren Nanak'ın etkisini artırdı. Nanak, bir din kurma
iddiasında bulunmamakla birlikte, politeizmi, puta tapıcılığı ve kast sistemini
kaldırarak İslam ve Hinduizm arasında bir uzlaşma aramıştı. Bu uzlaşma
hareketi, yeni bir sentezi ortaya koydu. Sih hareketini ortaya çıkardı.
İslam'ın vahdaniyet, Tek Tanrı inancıyla, Hint felsefesinin “Maya”, “Nirvana”,
“Tenasüh” tasavvurlarını birleştirdi. Hinduizm'in “Avatara” (tanrının tenasühü)
inancını reddetti.
Nanak, ölümünden önce
sadık öğrencilerinden “Angad”ı halefi ve havarisi olarak görevlendirdi.
Ölümünden sonra, Hint etkisiyle benimsedikleri tenasüh tasavvur!arıyla, onun
ruhunun halifesi “Angad”a geçtiğine, yeni halife ve gurularda Nanak' in ruhunun
tezahür etmeğe devam edeceğine, inanmaya başladılar. Cemaat ikiyüz yıla yakın
bir süre, Nanak' in ruhunu taşıyan gurularca idare edildi. Bu silsile, X. Guru Govind Sing'in 1708 de ölümüyle son buldu..
Nanak ve ona tabi
olanlara, önce “Nanakpanthi”, sonra da “Sih” (sa'nskritce çırak, öğrenci) adı
verildi. Kendileri ise, cemaat ve inançlarını “Gurmat” deyimiyle ifade ederler.
Nanak ölümünden önce,
Angad'ı halife seçmişse de, öğrencilerinden bir kısmı ona değil, Nanak'ın oğlu
Sri Chanda'ya uymayı doğru buldular ve “Udasis” cemaatını oluşturdular. Sakal
ve sarığı terk etmekle geleneksel Şili'lerden ayrıldılar. Angad görevi
sürdürdüğü 1552 yılına kadar Nanak'ın şiirlerini toplamıştı. Pencap'da
kullanılan “Gurmukhi” isimli kutsal metin Angad'a dayanır. 3. Guru “Amar Das” (ölm.1574)
dır. Doğum ve evlilikle ilgili Sih adetlerinin törenleşmesinde katkıları
olmuştur. Sİh cemaatmdaki önemli gelişmeler 5. guru Arjun'un zamanında
olmuştur, Arjun daha önce Amritsar'da yapımına başlanan Altın Mabed'i (Harimandir'S)
tamamlatmış, kutsal kitap “Adi Grand”ı, toplatmıştır. 1606 da ölümü üzerine
yerine oğlu Hargobind (ölm.1664) 6. guru olarak Sihlerin başına geçmiştir.
Rangh Singh
(1780-1830) zamanında bir Sİh krallığı kumlduysa da, 1849 da İngilizlerce yıkılmıştır.
1947 de Hindistan'ın bağımsızlık cereyanlarına Sihler de katılmış, Pencap'da
bir Sih Eyaleti kurulması gerçekleştirilmiştir.
Sihler Allah'ın
varlığına ve birliğine İnanmakla birlikte, onun ölümlü insan tarafından yeterince
kavranamayacağı kanaatindadırlar. İnsanların anlayabilmesi için, Allah onlara
akıl ve anlayış vermiştir. Her yerde hazır ve nazırdır. Her şeyde görülebilir.
Sihler arasında adı “Nam” dır. Kurtuluş, dünya ve değer verilen şeylerin boş ve
aldatıcı “Maya” olduğunu kavramakla başlar. Aksi halde ruh, tekrar doğum ve
ölüm çemberinden kurtulamaz. Kutsal kitapları “Adi-Granth” (Granth Sahip)dir.
Granth, kitap anlamınadtr. Çeşitli vezinlerde manzum olarak yazılmıştır. Büyük
bir kısmı Gurmukhi harfleriyle eski Hinci dilinde yazılmıştır. Yaklaşık orta
boy 1200 sayfadır. Zeyli Dasam Granth'tır. Canlıların fiillerinin gelecek
hayattaki hallerine tesir edeceğine (karma'ya) ve ruh göçünei.
İbadetleri sadedir.
Tanrı'ya yönelik dualar, bir nevi abdest sayılabilecek yıkanmalar ve Amritsar
şehrine “Hac” için gitmekten ibarettir. Günlük ibadet, Adi Granth'ı okumak ve
dua etmektir.
Ölülerini Hindular
gibi yakarlar. Dul kalan kadın ve erkeklerinin evlenmelerine izin verirler.
Sigara ve şarap içmezler. Cinayet
cezalarını paraya dönüştürürler.
Askerliğe, ziraata, sanata
büyük değer verirler.
Diğer din mensuplarına saygıyla
bakarlar.
Kökleri Hint Sankya
felsefesine dayanması nedeniyle günümüz materyalist düşünürlerin ilgi
gösterdiği bir yol olması yanında, bir süre İslam öncesi Türklerin milli dini
olması, mistik metotlarının Tasavvuf da kullanılması sebebiyle milli ve dini
kültürümüz bakımından önemlidir. Kurucusunun ismi Huda'dır, “Uyanmış,
aydınlanmış” anlamına gelir. Budizm de, Buda'nın kurduğu inanç sisteminin,
dinin adıdır. Sistem ve kurucusunun hayatı hakkında pek çok tartışmalar vardır.
Genellikle Buda'nın ölümü m.ö. 483 olarak kabul edilirse de bu hususta m.ö. 652
veya 353 veya 252 yıllarında öldüğüne dair Hint-Budist rivayetleri de vardır. Günümüzde
yaklaşık 250 milyon taraftarı olduğu hesap edilir.
Eski Çağda bir kaç
Yunanlı Hindistan'da Brahmanlara, Şramana denen Budist rahiplerinin varlığını
biliyordu. Bu Şramana kelimesini Samanayoy (Pali Dilinde Samana) olarak
kullanmışlardı. Budist rahiplerinin Baktriya ve İran'a kadar geldikleri de
kaydedilir. Yine Kilise Babalan Buda ve öğretisinden haber verirler.
Kur'an Buda'dan
doğrudan doğruya bahsetmemekle birlikte bazı Müslüman araştırıcılar “Zü'1-Kifl”
kelimesini Buda'nın doğum yeri Kapilavastu ile mukayese ederler ve zü'l-kif
kelimesindeki besleyici veya gıda manalarından hareketle Buda'nın babasının
ismi Suddhodana (saf, temiz olan gıda) ile bağlantı kurmaya çalışırlar.
Bazıları da Tin süresindeki “Tin” (incir) kelimesinden hareketle, Buda'nın
altında vahyini aldığı incir ağacına işaret olduğunu ileri sürerler.187
İslam'la Buda arasında köprüler kurmaya çalışırlar.
XVII. yüzyıldan
itibaren Avrupa'nın Güney ve Doğu Asya ile artan ilişkileri sonucu haberler
çoğalmaya başlar. Ancak ilk bilimsel araştırmalar 19. yüzyılda başlar.
Sinologlar, Tibetistler ve Hindologlar bu konuda büyük rol oynamışlardır.
Hatta, 1882 yılında Londra'da “Pali Text Society” kurulmuş ve senelerce
tetkikli metin ve tercüme yayınlarında bulunmuştur. Üyelerinden en meşhurları,
T.W.Rhys ve H.Oldenberg'dir. 20. yüzyıl başlarından itibaren ise, Sanskritçe
metinlere eğilinmiş ve Th. Stcherbatsky, O. Rosenberg ve Belçikalı L.de la
Vallee'nin çalışmaları ile büyük mesafeler alınmıştır. Müslümanların
çalışmalarında ise, bu konuda fazla bir şey görülmez. Hint Dinlerine karşı
büyük ilgi duyan Birunî dahi, Budistlerin hiç bir kitabına ulaşamamaktan
yakınır.
Buda'nın hayatını,
diğer din kurucularında olduğu gibi, belirli bir devirde yaşamış ve bir inanç
sistemi kurmuş kimse olarak ele alırsak, bununla sadece Budist olmayanların,
Buda hakkındaki görüşlerini aksettirmiş oluruz. Budistler ise, Buda'ya iki ana
yönden bakarlar:
Bir insan olarak Buda
muhtemelen m.ö. 563-483 yıllarında Kuzey Hindistan'da yaşamıştır. Yaşadığı yer
"Taraf adındaki bataklık ve ormanlarla kaplı, havası nemli bir bölgedir.
Bu konudaki ilk tarihi belge, 1896
yılında
bulunmuştur ve Kral
Aşoka'nın m.ö. 250 yıllarında diktirdiği bir âbidedir. Üzerinde “Burada ulu
(zat) doğdu yazısı vardır. Yine aynı bölgede, 1898 yılında “Piprâvâ” denen
yerdeki bir mezarlıkta bulunan kaplardan birinde, eski dil ve yazı ile, “Bu kap
Şakya soyundan Ulu Buda 'nın kutsal eşyasıdır ve Sukiti 'nin ve kardeşlerinin,
oğullarının ve kadınlarının vakfıdır”, ibaresi bulunmuştur. Bu belgeler bize,
Buda'nın doğup büyüdüğü bölgeye işaret etmektedir.
Babası Shuddhodana
Kosala Krallığına bağlı küçük bir beyliğin hâkimiydi. Eski metinlerde “Raca”
diye bahsedilir. Beyliğin baş şehri, Kapilavastu idi. Annesinin isminin Maya
olduğu ve doğumundan yedi gün sonra öldüğü rivayet edilir. Sülalesinin ismi,
Şakya'dır; bu sebeple kendisine, “Şakya Soyunun İnzivacısı” unvanı verilmiştir.
Şahsi ismi Siddharda (başardı, gayesine ulaşmış) veya aynı anlamda
Sarvarthasidha'dır. Aile ismi Gautama'dır. Buda kelimesi ise, bir isim değil,
O'nun sıfatıdır. Çünkü O, Bodhi'yi (derin bilgiyi) kazanmıştır. Artık o
uyanmış, gerçeği tanımıştır. Kendisine “Kemalâta ermiş” anlamına “Tathagata” da
denir.
Prens Siddharta,
varlıklı ve idareci bir ailenin oğlu olarak yetişmiş ve zamanın en iyi
eğitimini görmüştür. Evlenme çağına geldiğinde, kuzeni Yaşodhara ile evlenmiş
ve Rahula isminde bir oğlu olmuştur. Henüz 29 yaşında ailesinin karşı çıkmasına
rağmen, dünya hayatına sırt çevirerek Uruvela Ormanında inzivaya çekilmiştir.
İnsanın varlığı ve gayesi probleminin baskın düşüncesi altında, bulunduğu
hayattan tatmin olmamıştır. Önce, problemin çözümü için meşhur Brahmanları
aramış ve onları takip etmiştir. Brahmanlar onu tatmin edememiştir. Bunun üzerine,
hidayet ve kurtuluş bilgisini kazanabilmek için, riyazet hayatına başlamıştır.
Nefsine yaptığı senelerce süren işkenceden sonra, umduğunu bulamayan
Siddhartha, bu yolu da terk ederek, “Bodhi Ağacı” ismi verilen bir incir ağacı
altına gelmiş ve tefekküre başlamıştır. Yedi senelik bir arayıştan sonra, dünya
hayatının sırrını çözdüğünü, tenasüh çemberinden kurtulmanın yolunu bulduğunu,
ilan etmiştir.
Artık bundan sonra,
gezici vaiz olarak ülkede dolaşmaya, vardığı hakikatları açıklamaya başladı.
Pek çok öğrenci kazandı, öğretisini etrafa yaydı, itirazlara cevap verdi.
Kendisine sevgi ve hayranlıkla biat edenler olduğu gibi, kıskançlık ve
düşmanlıkla öldürmeye teşebbüs edenler de olmuştur. Kurduğu tarikatı ve
çalışmaları kontrol ve idare etti. Daha sonra kendisine ailesi de tâbi oldu.
Tebliğ sahası ise, kendi küçük ülkesi ile batı ve güney komşuları olan, Magadha
ve Kosala bölgeleri idi; merkezinde Patna ve Benares bulunan, 81. ve 87.
meridyen daireleri arasındaki bölgeye, tekabül ediyordu. Rivayete göre, Buda 80
yaşlarında Kuşinagara'da ağaçlar altında ölmüştür.
Buda ile ilgili
bilgiler,daha ilk zamanlarda efsanelerle süslenmiş; efsane ve tarihi gerçekleri
birbirinden ayırmak çok güçleşmiştir. Zaten, Buda'mn fiziki varlığının Budistler
için fazla önemi yoktur. O ilahi alemden haber getiren bir peygamber değildir.
O kendi içinde keşfettiği kurtuluş yolunu aydınlatan, “Öğreti çarkını” harekete
geçirendir. Çünkü Buda, şahsında hakikati bulmanın bir örneğidir. Herhangi bir
Budist, Buda'yı şahsi bir varlık olarak düşünebilir. Fakat ilahiyatçılar
Buda'yı şahıs olarak tasavvur etmeyi kabul etmezler. Onlara göre, Buda,
aydınlanmış, çeşitli zamanlarda, çeşitli varlık ve şahsiyetler içinde dünyaya
gelmiş, ezelî tipin bir örneğidir. O'nun ferdi karakteri Önemli değildir.
Tenasühe inanan Budistlerce, Buda'nın m.ö. 563 yılında ilk defa dünyaya
gelmediği inancı gayet tabiidir. Nasıl ki diğer ruhlar, pek çok defalar dünyada
doğdular; hayvan, insan ve tanrı olarak yaşadılarsa, Gautama da çeşitli zamanlarda,
çeşitli yerlerde yaşamış, bütün canlıların ortak kaderini tatmıştır. Bir
Buda'nın ruhsal kemalâtına tek bir hayat kâfi gelmez, ancak yüzyıllar boyunca
pek çok defalar dünyaya gelerek yavaş yavaş olgunluğa erişir. Bu seyahat,
tasavvur edemeyeceğimiz kadar uzundur. Alışılagelen hesaplara göre bu sonsuz üç
devirden (Mahakalpa’dan) daha uzundur. Sene olarak hesap edilirse, yaklaşık 3 x
1056 eder. İşte bu zaman boyunca Buda, faziletlerin bütün çeşitlerini yerine
getirmiştir. Elle yapılan pek çok Buda heykelleri, bu olgunluğun uzun
hazırlıklarını simgeler. Efsâneler, Buda'nın çeşitli hayatlarında, dünyanın ve
kötülerin efendisi Mara ile mücadelelerini, Buda'nın zenginliklerini, dünyevî
hakimiyeti nasıl feda ettiğini anlatırlar.
Buda'nın öğretisi
ferdi bir açıklama olsaydı, vazifeler yükleyen bir otorite de olmazdı.
Hakikatte O, Gautama'nın şahsında gizlenmiş, Buda tabiatının ruhsal
prensibinden ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple Budistler, Buda'ya ruhsal prensip
gözüyle bakar ve O'na Tathagatha derler ve O'nun dharma-vücudundan bahsederler.
Buda'yı tarihsel vücudundan ayırır, yeryüzünde her zaman görünen veya aynı
öğretiyi açıklayan, sayısız Tathagathalar zincirinin sonsuz halkalarından biri
olduğu gerçeği üzerinde dururlar. Bu sebeple Tathagatha, varlık bakımından bir
gurubun cüzüdür. Budist sanatı, yedi Tathagatha'yı yâni Şakyamuni ve altı
selefini, altında aydınlandıkları, hakikate kavuştukları yedi ağaçla temsil
eder. Mathura ve Aganta'da, yedi Budalar insan şeklinde tasvir edilirler ve
pratikte birbirinden ayırt edilmezler.
İnsanî vücudunu ise,
O'nun hakiki şahsiyetini örten tesadüfi bir vücut olarak görürler. Bu görünen
vücut arkasında, normal ölümlülerin vücudundan ayrı, inanç gözüyle görülebilen,
anlaşılabilen diğer bir varlığının olduğunu kabul ederler.
Budistler buna, “Bozulmayan
vücut, saadet vücudu vs.” gibi isimler vermişlerdir. Bu aydınlanıp yükselen
vücutta, 32 tane büyük, 80 tane küçük, Budalık işareti vardır. Özellikle, 32
işaret listesi bütün mezheplerce kabul edilir. Bu sebeple Budanın resimleri ve
heykelleri hiç bir vakit O'nun gerçek insani vücudunu göstermez, Onlar,
Buda'nın aydınlanıp yükseldiği kabul edilen vücudunun tasvirleridir. Bu vücut,
normal insan vücudu gibi sınırlanmış değildir. Bir hardal tanesi büyüklüğündeki
bir mekânda hareket edebildiği gibi, üç adımda Indra'nın göğüne çıkabilir.
Batılı araştırıcıların tarihî Buda üzerinde durmaları ise, yalnız kendi
görüşlerini aksettirir. Budist inananlarının inançlarını yansıtmaz. Budistler,
tarihi Buda'ya değil, onun ilerisindeki aydınlanmış Buda'ya önem verirler.
Buda, gezici vaiz
olarak öğretisini tebliğe çalışmıştır. Fakat, kendisi bir kitap bırakmamıştır.
Vaazlarını, o zamanlar konuşulan Maghadi diyaleğinde (bugünkü Bihar diline
yakın) yapmıştır. Budistler, Buda'nın vaazlarının Pali-Kanon ismindeki kitapta
toplandığını, bunların önce orijinal şekliyle 400 sene kadar sözlü olarak
rivayet edildikten sonra yazı ile kayda geçirildiğini kabul ederler. İlmî
araştırıcılar ise, buna şüphe ile bakarlar. Çünkü, Pali dilinin Magadhi dili ile
aynı olmadığı, yine Buda'mn konuşmaları Pali diline çevrilse dahi, o kadar uzun
zaman süreyle aslını koruyamayacağı kanaatmdadırlar. Bununla beraber
Pali-Kanon'nun çekirdeğini Buda'nın sözlerinin teşkil ettiği de şüphesizdir.
Pali-Kanon büyük sayıdaki kitaplardan meydana gelir. İçinde pek çok tekrarlar
vardır. Eser, Pitaka (sepet) denilen üç bölüme ayrılır: Bunlar, Vinaya-Pitaka
(Tarikat Disiplini Sepeti), Sutta-Pitaka (öğreti Sepeti) ve Abhidhama-Pitaka
(Skolastik İnanç Felsefesi Sepeti)dir. Sonuncunun geç devirlere ait olduğu
şüphesizdir. Budistlere göre O, Buda tarafından tanrılar için açıklanmış bir
hakikat kitabıdır, İnsanlar için değildir.
Kutsal sayılan geç
devirlere ait yazılar ise, çeşitli şekillerde izah edilmektedir. Mesela, “Prajnaparamita-Sutra”
(Kâmil imandan Metinler) Buda'mn kendisi tarafından vahiy edildiği, fakat bunu
ashabının anlaması zor olduğu İçin yeraltında ejderhalar sarayında saklandığı,
zamanın olgunlaşması üzerine büyük bilgin Nagar Juna tarafından yeraltından yeryüzüne
çıkarıldığı, söylenir ve buna bütün Budistler inanır. Yine, geç devirde ortaya
çıkan ve Buda'ya isnat edilen kitapların ise, Buda'nın maddi vücudundan değil,
O'nun manevî, tabiat üstü vücudundan ortaya çıktığı iddia olunur.
Buda'mn vecizeleri
diyebileceğimiz Sutralar üzerine bina edilen, isimlerini bilmediğimiz,
sistematik eserlere de Shastra denir. Budizm'in toplu literatürü çok geniş bir
muhtevadadır. Meselâ, Tripitakanın “Taisho Issaikyo” adı verilen Japonca
tercümesi, 2184 eseri içeren bir mecmuadır ve her biri 1000 sayfalık 55 ciltten
oluşur.
Genellikle, Buda'nın
öğretisinin ateizm olduğu, hatta Budizm'in hiç bir tanrıyı tanımaması
sebebiyle, din sayılamayacağı iddiaları vardır. Buna karşı olanlar da, Tanrı
inancının bir din için mutlak zaruret olmadığını, dolayısıyla Budizm'in
tanrısız bir din olduğunu, iddia ederler. Konunun açıklığa kavuşması için, önce
tanrı kavramları üzerinde durmaya ihtiyaç vardır.
Bütün dinlerde insanın
dışında üstün bir güç tasavvuru vardır. Bu bazen kâinatı yaratan ferdi Tanrı,
bazen fert olmayan ise fert üstü telakki edilen ulûhiyet veya “Kâinat kanunu”,
nihayet tanrılar gurubu veya tanrılardan pek açıkça ayırt edilmeyen melekler
gurubudur. Bu görüşler açısından, yaratıcı bir Tanrı'mn varlığı konusunda Buda
açıkça bir tavır almamıştır. Konuyu tartışmamıştır ve Budistler de, kâinatı
kimin yarattığı konusunda ilgisiz görünürler ve konunun kendilerine bir fayda
getireceğine de inanmazlar. Onlarca hidayet ve kurtuluş, dünya ve
ızdıraplarından kurtulmaktır. Tenasüh çemberinden kurtulmaktır. Hatta kurtuluşu
bulmuş, Nirvana'ya kavuşmuş olan ruhun, Brahman ilahiyatına göre, kâinatı
yaratan Brahma'dan çok üstün olduğu görüşünü savunurlar. Budistlerce Brahma,
gururla dolu ve kendi kendine, “Ben Brahma'yım Büyük Brahma'yım, Tanrıların
sultanıyım, ben yaratılmadım, kâinatı ben yarattım, kâinatın efendisi benim,
ben yaratabilirim, değiştirebilirim doğrultabilirim, ben her şeyin atasıyım”
diyerek, gururlanır. Tathagata ise, böyle çocukça düşüncelerden, sözlerden uzak
durur. Bu telakki ile Budistler, tanrıyı reddetmezler, ancak tanrıya karşı ilgi
de göstermezler.
Mistik rivayetlerdekİ
ulûhiyet sıfatları ile Nirvana mukayese edilirse, muhteva bakımından arada pek
fazla bir fark olmadığı görülür. Budizm'de Nirvana'nın kozmik bir faaliyeti
yoktur, dünya tanrının dünyası değildir. Dünya, bizim hırsımızdan ortaya
çıkmıştır. Bu sebeple, dünyevî her şeyi reddederler. Diğer yönden Budistler,
Nirvana'nın ebedî, zevalsiz, hareketsiz, ihtiyarlığa ve ölüme duçar olmayan, doğurmayan,
doğrulmayan, kadir ve bir sığınma mercii, selâmet yeri, en doğru ve en yüksek
hakikat, güzel ve iyi, gizli ve anlaşılmaz olduğunu söylerler ve inanırlar.
Bazen, Buda da Nirvana'nın şahislaşmış vücudu olarak telakki edilir ve dinî
hislerin objesi olur.
Budizm, politeizme
karşı çok müsamahalıdır. Her bir kaynak, her bir ağaç, nehir, hayvan vs.
kendinde bir ulûhiyet saklar. Yine, hastalık ve yangın gibi felâketlerden,
sahiplerini koruduklarına inanılır; ruhsal varlıkların mevcudiyetine inanılır.
Bu sebeple de, pek çok koruyucu ve yardım edici olduğu tasavvur edilen
ulûhiyetlere dua edilir. Tanrılara dua etmeye itiraz edilmez, çünkü Budist
ilâhiyatçılar bunları halkın ihtiyacı olarak görürler.
Genellikle
Budistler'de monoteizm tasavvuru yoktur. Ancak, Nepal ve Tibet'teki bazı
mezhepler, İslâmiyet'le denge kurabilmek için, Allah yerine kadir, âlim ezelî,
ebedî bir Buda'yı koyarak, Buda'nın varlığı ve meditasyonuyla kâinatın
yaratıldığını ileri sürerler.
Budistlerce, her şeyi
idare eden yegâne kuvvet karmadır. Ebedi “Kâinat kanunu”dur ve fiiliyata karşı
mukabele şekliyle kendini gösterir. Tanrıya inanan dinlerdeki Tanrı'Hin
Budizm'deki karşıtı, bu prensiptir diyebiliriz. Ebedî bir tanrıya inanılmamakla
beraber, karma'ya tâbi ve fâni olan Brahma ve Indra gibi ulûhiyetlere inanılır.
Bilhassa halk tarafından dünyevî zenginlikler için, kendilerine dua edilir;
fakat bunların kainat ve hidayet meselelerinde, hiç bir tesirleri yoktur.
Mahayana ve Vacrayana mezhepleri, Hindu adetlerine olan eğilimleri dolayısıyla
tanrılara büyük Önem verirler ve kült işlemlerinde bulunurlar. Buna karşı,
Seravada mezhebine mensup Siam ve Kamboçya'da bu işleri Budist olmayan
Brahmanlar yerine getirirler.
Buda'nın
düşüncelerinin Hint din felsefesiyle yakın bağlara sahip olduğu şüphesizdir.
Buda'nın yetiştiği çağlarda çoğu tanrılaştırılmış tabiat kuvvetleri olan Veda
Tanrıları, kuvvetlerini kaybetmeğe başlamışlardı. Yeni bir manevi güç aranıyor
ve bu güç iki kavram ve isimde toplanıyordu. Atman ve Brahman. Brahman, kutsal
sözlerdeki kuvvet, kurbanlardaki tabiat üstü büyüklüktü ve nihayet kainatın
yaratıcısı ve taşıyıcısı oldu. Atman ise, şahsiyete hakim “Ben” tasavvuru
olarak, kainata hakim ve kainatta da mevcut “Ben” tasavvurunu doğurdu. Zamanla,
her ikisi de bir birine yaklaşarak, ayrı iki açıdan bakılan aynı mutlak güç
olarak görüldüler. Tanrı fikri burada kayboldu, kuvvet fikri ağır bastı.
Tanrı fikrinin
zayıfladığı Buda öncesi Hindistan'da, kurtuluş ve hidayet fikirleri önem
kazanmaya başladı. Varlık, ruhsal bir prensibin maddeye bağlanması, maddeye
sarılması olarak düşünülüyordu. Neticesi ızdıraptı. Duyular hayatı da, ızdırap,
hayal ve şaşkınlık olarak görülüyordu. Hastalık, ihtiyarlık, ölüm gibi dünyevî
eksiklikler, ruhsal prensibin madde içindeki ezikliğinin deliliydi. Artık, bu
bağ ve ızdıraptan kurtulma arzusu, günden güne canlanıyordu. Ölüm ise, canlıyı
dünyadan kurtaramıyordu, çünkü tenasüh buna mani oluyordu. Vücudun yok oluşu,
yeni bir vücudun var olmasını zorunlu kılıyordu. İnsan, bir hayvanda, bir
bitkide, yeniden vücut bulabilirdi. Ruhun, bir vücuttan diğer vücuda, bir
varlıktan diğer varlığa, ebedi olarak dolaşması, acı bir esaret anlamından
başka bir şey değildi. Bu doğum ve ölüm okyanusundaki şaşkınlığa “Sansara”
denir. Ruhun, insan ve hayvan vücutları arasındaki yerini, ahlâkî davranışlar
belirler. Bu tasavvura “Karma” (amel, iş) denir. Karma, bir hayatın bütün
amellerinin yekûnudur, daha sonraki vücuda etkisidir. Artık burada, ilâhî bir
hüküm görülmez. Karma'nın mahkemesi tabiat kanunu gibidir. İşte bu Karma
tasavvuru da varlıktan, vücuttan kurtulma yollarını arama düşüncesini
kuvvetlendirdi. Verilen cevaplar iki yönde toplanıyordu: Birincisi, Yoga yolu
idi ki, fiziksel ve ruhsal denemelere dayanıyordu. İkincisi, varlıkların gerçek
yönünü tanımaya, bilmeye yönelikti. Burada varlığın mahiyeti tanınıyor.
Maddenin hile ve kurnazlıklarla ruhu nasıl esareti altına aldığı öğreniliyor,
ruhu bu esaretten kurtarma yolları aranıyordu.
Yukarda zikrettiğimiz
bu ortam içinde yetişen Buda, bulduğu kurtuluş ve hidayet yolunu, dört kutsal
hakikat olarak aşağıdaki vaazıyla ilan etmişti:
“Ey Rahipler: Burada
iki aşırılık var, teslim olmak zorunda olmadığı dünyayı reddetmemek. Hangileri
mi? Biri duyuları sevindiren, aşağı, kaba, kötü, asaletsiz ve gayesiz zevklere
teslimiyet; diğeri kendini ızdıraplı, asaletsiz ve gayesiz nefsi işkenceye
teslim etmek. Evet, Ey rahipler, Tathagata burada her iki aşırılıktan da uzak
durdu, gözü açan, aklı aydınlatan Orta Yolu tanımaya gitti. Bu yol sükûnete,
tanımaya, aydınlanmaya, Nirvana'ya götüren yoldur. Fakat bu nedir ey rahipler!
Tatagata 'yi aydınlığa götüren, gözünü açan, anlayışını berraklaştıran ve
sükûnete, tanımaya, aydınlanmaya Nirvana'ya götüren orta yol nedir?
Bu asil, sekiz kısımh
yoldur, yani: doğru görüş, doğru istek, doğru konuşma, doğru fiil, doğru hayat,
doğru irade, doğru düşünce (sati), doğru tefekkür (samadhi)dir. Evet,
Tatagata'yı aydınlanmaya götüren, gözü açan ve anlayışı berraklaştîran ve
sükûnete, tanımaya, aydınlanmaya, Nirvana'ya götüren Orta Yol budur, ey Askerler!
Ey Rahipler,
ızdıraplar hakkındaki asıl gerçek şudur: Doğum ızdıraptır, yaşlılık ızdıraptır,
hastalık ızdıraptır, ölüm ızdıraptır, sevilmeyenle birlikte olmak ızdıraptır,
sevilenden ayrılmak ızdıraptır, arzu ettiğine ulaşamamak ızdıraptır, kısaca
bunlar ızdırabın beş varlık sebebidir.
Ey rahipler,
Izdırapların kaynağı hakkındaki asıl hakikat şudur: zevk ve ızdıraba bağlı,
burada-şurada zevk arayan, yani oluş ve yok oluş peşinde koşan duyusal zevkler
arayan, Tekrar Doğumlara götüren hırstır.
Ey rahipler,
Izdıraplan Bastıran asıl hakikat şudur: Tüm ızdırapsızlıklarda bu hırsın
bastırılmasıdır. Bu hırstan vazgeçmek, reddetmek, geçip gitmesini sağlamaktır,
barındırmamaktır.
Ey Rahipler, Izdırabı
Bastıran Yolun asıl hakikati şudur: Aynı şekilde bu sekiz kısımh yoldur. Yani:
Doğru bakış, doğru konuşmak, doğru fiil, doğru hayat, doğru azim, doğru
düşünce, doğru tefekkürdür”
[215]
Öğretinin temelini
oluşturan bu vaaz daha sonralan şöyle geliştirilmiştir:
Birinci Hakikat. Izdırabın ne olduğudur. Buda'ya göre doğum, hastalık, yaşlılık ve ölüm
ızdıraptır Nefret edilenle beraber olmak da, sevgiliden uzak olmak da
ızdıraptır Arzu edilene, istenilene ulaşamamak da ızdıraptır Kısacası dünyaya
sarılmak ızdıraptır
Bazen bize zevk veren
şeyler, diğerlerine ızdırap verebilir. Genelde zevklerimiz karşısındakör
oluruz. Halbuki, başkalarının ızdıraplanna ortak olabildiğimiz ölçüde,
hissettiğimiz acıların alanı da genişler. Mesela, kızarmış bir güvercin
lezzetlidir, fakat bu lezzet bizde güvercinin hislerini unuttuğumuz nispette
devam eder. Eğer biz kendi arzularımız için, bir başkasının saadetini
yıktıysak, bizdeki başarı ve üstünlük sevinciyle beraber, şuur altında bir
suçluluk hissi de duyarız.
Sevindirici olmakla
beraber, kaybetme korkusu ve muhafaza endişesine bağlı olan şeyler de kişiye
ızdırap verirler. Budistler buna “Dönüş ızdırabı” derler. Mesela, çok sevdiği
mücevherlerinin çahnabileceği korkusuyla uykularını kaçîran kimseler gibi.
Ancak, kendini bu his bağlarından kurtarabilenler korkuyu atar, manevi saadete
kavuşurlar.
Dünyevi zevkler
gönlümüzün derin arzularını susturmaya yeterli olamazlar. Her ne kadar
kendimizi tatmin etmeye çalışsak da, hayalin sonsuzluğunda gerçek tatmine
ulaşamayız. Zevklerin geçiciliği duyumsuzluğa yol açar, ruhu da rahatsız eder.
İkinci Hakikat.
Izdırapların Kaynağı Meselesi. Izdırabın kaynağı, canlıları doğumdan doğuma
sürükleyen zevk ve ızdırapların refakat ettiği, yaşama arzusudur, yani zevkleri
tatmin etme arzusudur. Hayata karşı sevgi, susuzluk ve yaşama isteğidir. Ağır,
ızdıraplı hastalık duruaılarında dahi, biraz daha çok yaşayabilmek için büyük
fedakârlıklar da bulunuruz.
Üçüncü Hakikat,
Izdırapların Kaldırılması Meselesi. Varlığın ızdırap olduğunu tanıyarak, his ve
duygularla beslenen yaşama arzusunu dindirmektir. Nasıl ki, lâmbanın alevi yağ
gelmeyince, beslenemeyince sönerse, hayat ve “Ben” denen şey de, yaşama
arzularının dindirilmesiyle sona erer. Fakat nefsi arzular, kin ve hayranlık
gibi, insanın üç büyük eksikliği, insani zafiyetleri yeniden meydana çıkarır ve
hayat alevini yeniden yakar. Bütün yaşama istekleri, Karmanın ağırlığını daima
artİran nefsin, hayata olan susamış lığından gelmektedir. Böylece hayat
ebediyete doğru, ebedi bir tekrarla akıp gitmektedir. Buna karşı Skandhas'ı
(dünyanın ve hayatın ızdtrap olduğunu) tanımak, dünya bağlarını zayıflatır.
Yaşamaya karşı olan susamışlık ise, dünyanın dört temel fenalığını, yani
şehvanî zevkleri, varolma zevklerini, yanlış inanç ve cehaletleri kaldırmakla
giderilir, dindirilir.
Dördüncü Hakikat.
Izdırapları Kaldırmaya Götüren Yofun ne olduğudur. Bunlar, sekiz kutsal yoldur:
Doğru |
inanç, |
Doğru |
istemek, |
Doğru |
konuşmak, |
Doğru |
hareket, |
Doğru |
yaşamak, |
Doğru |
karar, |
Doğru |
düşünmek (sati), |
Doğru |
tefekkürde
bulunmaktır |
Yukarda anlatılan dört
kutsal gerçekten birincisi, bize büyük bir yük yüklemez. Fakat diğerleri,
nefsimizin tepkisiyle karşılaşır. Normal olarak, biz ızdırablarla meşgul olmayı
pek sevmeyiz. Onları, his perdemizin ardına atmaya çalışırız. Onlarla meşgul
olmanın, hayatı çekilemez hale getireceğine inanırız. Hatta, onları doğrudan
doğruya ifade etmekten kaçınarak, kapalı bir şekilde anlatmaya çalışırız. Bu
sebeple ölüm, cinsi hayat, hastalık, sindirim hayatı vs. ile ilgili kavramların
pek çok çeşitli, kapalı ifade şekillerine her dilde rastlarız. Mesela, ölümle ilgili
ifadelerde, insan ölmez, son nefesini verir, ebedi uykuya dalar, dünyadan
ayrılır, yaratıcısına döner, öte tarafa gider, Hakk'ın rahmetine kavuşur vs.
ölüm gerçeği ile karşı karşıya gelmek, alışılmamış bir sıkıntıyı ifade eder,
gerçeği dolaylı şekilde ifade etmeye çalışırız. Üzücü olaylar karşısında
gerçeği görmemek için, gözlerimizi kaparız. Cesede bakmaktan sıkılırız,
yüzümüzü çeviririz. Başka bir ifade İle, hayatın tadını alabilmek için,
ızdırablardan uzak kalabilmek için, avcıyı gören deve kuşu misali, başımızı
kuma sokarız, gözlerimizi kapatırız. Buda da, sözünü dahi etmekten kaçtığımız
bu gerçeklerin, dünyadaki her şeyin izdirap olduğunu söylüyor. Bu hakikatları
anlamanın çok zor olduğunu anlatabilmek için, şöyle bir misal veriyor:
“Çok uzaktan bir biri
ardınca atılan iki oku, bir anahtar deliğine isabet ettirmek çok zordur. Yüz
kısma bölünmüş bir kıl tanesini, yine o kadar çok bölünmüş başka bir kıl
tanesine tesadüf ettirmek ve delmek daha zordur. Fakat, dünyadaki her şeyin
ızdırap olduğu hakikatim anlamak, bunlardan çok daha zordur”.
Bilhassa halk için beş
ahlâkî yasak vardır: “Canlı varlıkları öldürmekten uzak duracağım;
Jsmetsizlıkten uzak duracağım; Verilmeyeni almaktan uzak duracağım; Yalandan
uzak duracağım; Tüm uyuşturucu ve sarhoş edici maddelerden uzak duracağım”.
[216]
Daha sonra rahipler
bunlara beş yasak daha ilave etmişlerdir. Bunlar:
“Zamansız yemekten
uzak durmak; dans, şarkı, müzik ve sahne oyunculuğundan uzak durmak; her türlü
süsten ve çelenklerle, güzel kokularla ve kremlerle süslemekten uzak durmak;
yüksek ve büyük yataklara yatmaktan uzak durmaktır.”
[217]
Budizm kast
sınıflarını kabul etmez. “Nehirlerin denize döküldükten sonra isimlerini
kaybettikleri gibi, Buda'nın tarikatına girişten sonra da kastlar isimlerini
kaybederler” derler. Rahipler için öngörülen fakirlik, halka teşmil edilmez.
Halkın ticareti, çiftçiliği, askerliği, servetini artırma ve hırsızlardan
koruma gayretleri küçük görülmez. Ancak
kârda ve zararda şaşırmamak veya sevinmemek gerektir, derler.
Budizm, ruhların
çeşitli varlık şekillerinde tekrar tekrar vücut bulduklarını öğretir. Kötü
amellerde bulunanların ruhları, ölümden sonra kötü karmalarıyla uzun zaman
cehennem azabı görürler ve daha sonra da yer yüzünde yeni bir vücutla doğarlar.
İyi amellerde bulunanlar ise, Tanrılar Aleminde ikâmet etme mükafatını
kazanırlar. Kemalatlarma göre, gök tabakalarından birine giderler, bir müddet
orada yaşarlar. Bilge kişiler ise, tanrılar dünyasının zevkli hayatına da önem
vermezler, çünkü semavî varlıkların da bir gün gelip, dünyanın ızdıraph
hayatına geri döneceklerini bilirler. Tanrıların da saadet hayatları geçicidir.
Gerçek saadet ise, ızdırablardan nihâî kurtuluşla, yalnız Nirvana'ya ulaşmakla
olur.
Nirvana nedir? Nirvana
kelime olarak “Sönmek, dinmek” manasına gelir. Hinayana Mezhebi'nin görüşüne
göre, henüz bu dünyada üç büyük yükten, kin, hırs ve boş ümitlerden
kurtuluştur. Bunu gerçekleştiren kutsal kimse ölümüyle, varlığını teşekkül
ettiren sebeplerin bütün çeşitlerini imha etmiş olur. Tekrar vücut bulma
imkanlarını ortadan kaldırmış olur. Bu durumda Nirvana, bir yokluk demektir.
Nirvaiia'yi boş bir mekanla mukayese edenler de vardır. Fakat bu izafî bir
yokluktur, mutlak değildir. Ona ulaşabilenler, ifadesi mümkün olmayan dünya üstü
zevklere kavuşabilirler.
Mahayana Mezhebi ise,
Nirvana'yı bir lâmbanın sönüşüyle karşılaştırır ve Hinayana Mezhebi'nin
görüşünü, kalitesiz bir Nirvana olarak vasıf eder. Önemli olan Bodhisaiva'nın
ulaştığı yüksek ve gerçek Nirvana'dır ki, bu hareketli bir durumdur,
hareketsizlik değildir, der. Bu duruma yükselmiş kutsal kişi cehaletten,
ızdırablardan ve Karma'dan kurtulmuş olur; bütün canlıların saadeti için ebedî
olarak çalışır.
Budizm, ferdi
kurtuluşu öğreten bir sistemdir. Genel kurtuluşu mümkün görmez; çünkü
varlıkların sayısı sınırsız derecede büyüktür. Fert, ancak sayısız varlık
durumlarından geçerek, yavaş yavaş kendisini ve dünyayı terk ederek kurtuluşa
ulaşabilir, yani Nirvana'ya kavuşabilir. İslam'da olduğu gibi, bir haşır ve
hesap günü tanımaz.
Budistler arasında en
büyük ayrılık rahiplerle, normal hayat süren halk arasındadır. Rahiplik,
Budizm'in çekirdeğini teşkil eder. Esasında yüksek hedefe yönelik şartlara,
ancak rahipler uyabilir. Rahipler, toplu halde veya münzevî olarak yaşarlar. Rahipliğe
“Sangha” denir. Sangha, tabii olarak Budist cemaatının bir kısmını teşkil eder.
Aradaki oran çeşitli zamanlara ve ülkelere göre değişmektedir. Mesela Çin'de m.s.
450 yıllarında 77258 rahip ve rahibe varken, 75 sene sonra m.s. 525 yılında 2.000.000
olmuştur. Seylan'da m.s. 450 yılında yalnız 2500 rahip varken, bu rakam 3901
yılında 7300 olmuştur.
Rahipler, Budizm'in
üstün sınıfını teşkil ederler. Kelimenin açık ifadesiyle, yalnız bunlar hakiki
Budistlerdir. Rahip olmayanlarla rahipler arasındaki hayat farkının uzlaşması
mümkün değildir. Her ne kadar rahip olmayanın daNirvana'ya ulaşabileceği ifade
edilirse de, arkasından ya tarikata girmesi veya hayatı terk etmesinin zorunlu
olduğu ilave edilir. Rahip olmayan bir kimse mevcut hayatıyla, ancak daha önceki
hayatında rahip hayatı yaşadıysa, Nİrvana'ya ulaşabilir. Fakat, Mahayana
Mezhebi daha ileri giderek, rahip olmayanın da gayretiyle müstakbel Buda
olabileceğini kabul eder. Yalnız, bu kimsenin dağ başında haydutlar arasına
düşmüş, korkudan titreyen ve bu durumdan kurtulmak isteyen birisi gibi, nefsi
hayattan nefret etmesi, kurtulmaya çalışması gerekir.
Manastır hayatı,
Hinayana kaideleri ile tespit edilmiştir. Tabir, “Vinayati”den (kötülükten
iyiliğe, kargaşadan düzene götürmek anlamından) gelmektedir. Rahipler ,
Hinayana kaidelerini yerine getirmeye çalışırlar. Manastır nizamı, “Pratimoksha”
kaidelerinde tespit edilmiştir. Çeşitli mezhepler, bu kaidelerin sayısını 227
ve 253 arasında verirler. Bunlar, çeşitli kaynaklarda bir birine yakın olarak tekrar
edilirler. Prati-moksha kelimesi “Günahlardan dönmek veya techizatlanmak ve
zırh” anlamlarına gelir.
Rahip hayatının üç
temel esası: fakirlik, bekârlık, sükûnettir. Rahiplerin hiç bir malı yoktur.
Yalnız kendilerinin geniş ve uzun, yünden yapılmış bîr entari, bir sadaka tası,
bîr iğne, bir tespih, iki haftada bir defa başını kazıyabilmesi için bir ustura
ve küçük hayvancıkları içme suyundan süzebilmesi için bîr filtre taşımasına
izin verilmiştir. Başlangıçta elbiseleri, köylerin süprüntülüklerinden toplanan
çaputların bir birine yamanarak, safranla boyanmasıyla yapılırdı. Daha
sonraları, entarilik kumaşlar mümin halk tarafından sadaka olarak verilmeye
başlandı. Nazarî olarak rahipler evsiz, yurtsuz yaşamak zorundadırlar.
Önceleri, onların ormanlarda, göğün altında, bir ağaç dibinde yaşamaları
isteniyordu. Ancak sonraları manastırlarda, mabetlerde, evlerde ve mağaralarda
yaşamalarına istenmeyerek izin verildi ve yeni hayat tehlikelerle dolu, lüks
hayat olarak vasıflandırıldı. Yiyeceklerini ise, sadece dilenmekle temin
ederler. Para sahibi olmaları uzun zamanlar boyunca yasaktı. Tarikatın
kurulmasından sonra, bir kaç Vaisheli bu kaideyi bozmaya teşebbüs ettiler. Bu
husus, tarikat içerisinde tehlikeli bir krize sebep oldu. Önceleri kaide lehine
karar verildi ise de, sonraları rahiplerin para, toprak vs. gibi mülk sahibi
olmalarına önem verilmedi.
Tarikattaki sadaka
taşı, Buda'mn ulviyet işaretidir. Pek çok heykeller Buda'yı sadaka taşıyla
gösterirler ki bu, onun dünyevi hakimiyetten içtinap uzak durduğunun sembolüdür.
Pek çok Budist büyüğü de, haleflerine otorite teslimlerinin alameti olarak,
sadaka toplamak için kullandıkları çanaklarını vermişlerdir. Rahipler, geçim
kaynaklarının dilencilik olduğuna inanır ve hiç bir aşağılık duygusuna
kapılmazlar. Bunun tembellik, miskinlik olduğu hissini duymazlar. Bilakis,
nefsi körlettiğine ve tefekkür temrinlerine yardım ettiğine inanırlar. Yine,
ikramın en yüksek bir fazilet olduğunu, sadaka kabulünün ise, sadaka
sahiplerine kazanç sağladığına inanırlar. Dilencilik sebebiyle çok kere
aşağılayıcı olaylarla da karşılaşırlar. Kendilerine dazlak kafa vs. gibi
hakaretler de
eksik olmaz. Ancak
onlara göre gururu sindirmenin en güzel yolu dilenciliktir. Yine, az bir şey ile
yaşamayı, bununla memnun olmayı, ümitsizlikleri ve öfkeyi sindirmeyi
öğrenirler. Dilencilerin dünyevî mallara karşı olan kayıtsızlıkları,
sakinlikleri, faziletli davranmaları; pek çoklarının bu dine girmesine neden
olur ve müminleri güçlendirir.
İlk zamanlardan itibaren
kadınlar tarikatı da kurulmuştur. Rivayete
Buda dadısı Mahapajapati ve
öğrencisi Ananda'nın ısrarına dayanamayarak kadınlar tarikatının
kurulmasına izin vermiştir.
[218]
Bekârlık, rahiplik
hayatının temelini teşkil eder. Bir rahibin yolda karşılaştığı kadınlar ve
rahibeler karşısındaki davranışları kesin kaidelere bağlanmıştır. Kaide dışı
ilişkiler, tarikattan atılmaya sebep olur. Bekaret (Brahmacarya), en yüksek
idealdir, ölüm tehlikesinde dahi, bundan vazgeçilmesine izin verilmez. Ancak
Tantra Mezhebi daha hoş görülü bakar ve rahiplerinin evlenmelerine izin verir.
1200 yılında kurulan Shin Mezhebi de rahiplerine evlenme izni vermiştir.
Mezhebin korucusu Shonim Shinran evlenmiş, diğer insanlar gibi yaşamıştır.
Sulh ve sükûnet,
Caynizim gibi hiç bir canlıyı incitmemeyi emreder ve iki temel esasa dayanır:
Birincisi, tüm canlıların bir birine akraba oldukları inancıdır. Bu inanç,
tenasüh öğretisiyle kuvvetlendirilmektedir. Bugün bir canlı varlık bir insansa,
yarın bir tavşan, sonra bir güve, daha sonra tekrar bir at vs. olabilir. Kim
bir hayvana kötü davranırsa, belki bir zaman sonra kendisi de, o hayvanın kötü
durumuna düşebilir. Ölmüş annesine veya en iyi bir arkadaşına kötü davranmış
olabilir. Başkaları ile aynı hissi duya-i bilelim ki başkaları da bizim
duyduklarımızı duysunlar. Biz hissetme faziletimizi geliştirirsek, başkalarına
fenalık yapma hissini duymayız. Nasıl ki biz, kendi kendimize fenalık
yapmazsak, diğerlerine de yapmayız. Kendimize olan sevginin sınırlarını
genişleterek, başkalarını da kendi şahsiyetimiz içine sokmuş, bizi başkalarından
ayıran duvarları yıkmış oluruz.
Budizm'in bu tutumu,
insani ilişkilerin gelişmesine de büyük tesir etmiştir. Burma gibi, Budizm'in
tamamen yerleştiği ülkelerde insanların iyilik severliği ve dostluğu bütün
gözlemcilerin dikkatini çekmektedir.
Hatıra şöyle bir sual
geliyor: Acaba küçük hayvanları dahi öldürmekten çekinmeleri telkin edilen
Budistler arasında, dinsel kavgalara rastlanmıyor mu? Ne yazık ki, insan,
dünyanın her yerinde aynıdır. Budizm'in öğretisinin bir dogma değil, bir yol,
bir felsefe olmasına rağmen, diğer dinlerde olduğu gibi hoş görüsüzîüklere
rastlanmaktadır. Öğretisi dogmatik olan dinlerde, doğmanın dışına çıkan sapık
sayılır. Aralarındaki aşırılıklar kısmen makul sayılabilir. Fakat öğretisi bir
yol, bir metot olan görüşün, mutlak olarak doğruluğunu veya yanlışlığını
savunmak çok güçtür. Bununla birlikte Budizm'in yayılmasında en büyük rolü
hükümdarlar ovnamış ve zor kullanmışlardır. Hatta rahipler, hoşlarına gitmeyen
devlet başkanlarını tahttan indirmişlerdir. m.s. 900 yıllarında Tibet'te hüküm
süren Lang Darma, bir rahip tarafından öldürülmüştür. Resmi Tibet tarihleri,
katili “Hükümdarına merhamet ederek, günahlarının çoğalmasına mani olduğu için”
överler. Suçlamak yerine, bu hareketinden dolayı katil rahibi kutsal insanlardan
sayarlar. XI. yüzyılda Burma Kralı Anuruddha, komşu ülkenin kralı Thatan'da
bulunan kutsal yazıyı ele geçirebilmek için, komşu ülkeye harp ilan etmiştir.
Yine Burmalılar 1930 yılında, Saya San başkanlığında İngilizlere karşı
ayaklanmışlar ve mücadeleye başlamışlardır. Vietnam ve Kamboçya savaşlarını
hatırlayarak, misalleri daha da çoğaltmak mümkündür.
Budizim'de Tanrı'nın
varlığı ve ona ibadet kpnusunda bir şey söylenmemesine rağmen, koyduğu ahlaki
prensipler ve daha sonra gelişen kültlerle bir ibadet kültürü de gelişmiştir.
Önce Buda'nın hatıralarını saklayan stupalar ve sonra da Buda'nın ve azizlerin
heykellerinin konduğu pagodalar ortaya çıktı. Buda'ya saygı ve tapınma Buda
heykeline çiçekler, giysiler, süsler sunmak ve müzikal methiyeler okumakla
olur. İbadet ferdi yapılır. Pagodaya girildiğinde Budanın heykeline tazimde
bulunulur. Tütsü ve mum yakılır. İşlenen günahlara için tevbe edilir. Evlerde
ise, Buda heykelinin veya resminin bulunduğu bir köşe vardır. Dualar burada
yapılır.
Budistler genelde
ölülerini yakarlar. Ancak bu genel bir uygulama değildir. Çocuklar ve fakir
kimselerin cesetleri gömülür. Zengin aileler ise ölülerini yakarlar. Acılı
aileler için teselli ve inançla ilgili telkinler yapılır.
Budizm, günümüzde iki
büyük ana mezhebe ayrılır: Bunlar, Hinayana ve Mahayana mezhepleridir.
Hinayana'da “Eski Hikmet Mezhepleri” göze çarpar. Bunlar, Buda'nın Nirvana'ya
ulaşmasından, takriben 200 sene sonra ortaya çıkarak, iki yönde gelişmişlerdir.
Doğu Hindistan'da Therevadin mezhebi ki, bugün hâlâ Seylan, Burma, Siyam
(Tayland)'da hakim mezhep durumundadır. Diğeri de Mathura, Gandhara ve Keşmir'in
merkezi olduğu Batı'da 1500 yılı boyunca gelişen Servastivadin'dir. Daha pek
çok mezhepler ortaya çıktıysa da, haklarında fazla bilgimiz yoktur.
Mahasanghika, m.ö. 250 yıllında Magadha ve Güney Hindistan'da “Eski Hikmet
Mezheplerinden ayrı olarak, bir Budist mezhebi kurmuşsa da, Budizm'in
Hindistan'da kaybolması üzerine, bu mezhep de tamamen ortadan kalkmıştır.
Mahasanghikanın
liberal yönü, yeni bir mezhep olan, Mahayana ismi altında gelişmiş ve yaklaşık
400 yıllarında kendi içinde çeşitli yollara ayrılmıştır. m.s. 150 yıllarında
Nagarjuna tarafından kurulan Madhyamika Mezhebi, kurtuluşu, hikmetin tatbikinde
görmüştür. Madhyamika'ya yakın başka bir mezhep ise, kurtuluşu Buda ve
Bodhisattva'ya (Budist Mehdisi'ne) imanda görmektedir.
Sankhya-yoga felsefesi
tesiriyle m.s. 400 yıllarında Asanga tarafından kurulan Yogacara Mezhebi ise,
kurtuluşu derin tefekkürde ve istiğrakta görür. Hinduizm'deki Tantra'nın
gelişmesiyle, m.s. 500 yıllarında Budizm'in majik bir şekli olan, Vajrayana
(Elmas Araba) Mezhebi kurtuluşu ve aydınlanmayı büyüsel temrinlerde görür.
Bilhassa Nepal, Tibet, Çin, Japonya, Java ve Sumatra'da yaygındır. Ayrıcı,
Mahayana'mn mahalli elementlerle birleşmesinden de, pek çok mezhepler
doğmuştur. Çin ve Japonya'da Han ve Amidizm, Tibet'te Nuing-Ma-Pa önemli
mezheplerdendir.
Budizm, her ne kadar
rahiplik hareketi ise de, bir dinin yaşayabilmesi için geniş halk kitlelerine
ihtiyacı vardır. Daha önce gördüğümüz gibi, rahiplerin yaşayabilmeleri de
inanan halk tabakasına bağlıdır. Geçimlerini kendileri kazanamazlar, halkın
sevgi ve sadakasıyla yaşarlar. Yine, halkın da kurtuluş yoluna girebilmesi için
kendilerini sorumlu tutarlar. Öğretinin (Dharma'nın) başkalarıyla da
paylaşılması gerektiğine inanırlar. Bu sebeple, kuvvetli bir misyoner faaliyeti
vardır. Kral Aşoka, örnek bir hükümdar olarak, gerçeği başkalarına da tanıtmak
için konışu ülkelere, misyonerler göndermişti. Buda henüz hayatta iken
havarilerinden Puma kendisini Sronaparanta adındaki barbarlar ülkesine misyoner
olarak göndermesi için, Üstad'tan izin ister. Buda, Onu bu düşünceden
vazgeçirmeye çalışır ve aralarında geçen aşağıdaki konuşmadan sonra O'nun
misyoner olarak gitmesine izin verir:
“Buda: Sronaparanta
halkı vahşidir, zor kullanır ve zalimdir. Birbirlerine hakaret etmek, iftira
etmek ve diğer insanları töhmet altında bırakmak onların karakterindendir. Eğer
sana kötü ve kaba sözlerle hakaret ederler, iftira ederler ve töhmet altında
bırakırlarsa, ne yaparsın?
Puma: Böyle bir
durumda Sronaparanta halkının hakikaten iyi ve sevimli olduklarım düşünürüm.
Çünkü beni dövebilir ve taşlayabilirlerdi de.
Buda: Seni döver ve
taşlarlarsa ne yaparsın?
Puma: Böyle bir
durumda, onların iyi ve sevimli insanlar olduklarını, benim üzerime kırbaç ve
silahla yürümediklerini düşünürüm.
Buda: Eğer üzerine
kırbaç ve silahla yürürlerse ne yaparsın?
Purna: Onların sevimli
ve iyi insanlar
olduklarını ve beni öldürmediklerini düşünürüm.
Buda: Purna, seni Öldürürlerse ne yaparsın?
Purna: Böyle bir
durumda, yine de onların iyi ve sevimli insanlar olduklarım, fazla zahmet
vermeden beni bu kötü cesetten ve vücuttan kurtardıklarını düşünürüm.
Vücutlarından utanan nefret eden rahiplerin kendilerini bir silâhla
öldürdüklerini, zehirlediklerini, astıklarını veya bir uçuruma attıklarını
biliyorum.
Buda: Purna, büyük bir
cesaret ve nezaket kabiliyetine sahipsin. Sronaparanta ülkesinde yaşayabilirsin.
Oraya git ve öğret, dilediğin gibi serbest ol.
[219]
Bazıları Hinayana'nın
Mahayana kadar misyon faaliyetlerinde bulunamadığını iddia ederler. Fakat bu
teşhis, isabetli değildir. Hinayana da Mahayana gibi Seylan'a, Burma'ya,
Tibet'e, Çin'e, Cava ve Sumatra'ya kadar yayılmıştır. Çin'de ve Tibet'te
Mahayana'nın tutunması ise, bu mezhebin o bölge halklarına daha uygun
olmasındandır. Mesela, Tibet Kralı o zamanlar Keşmir ve Orta Asya'da yaygın
olan Hinayana mezhebinden Sarvastivadin'i, 750 yıllarında Tibet'te davet etti.
Fakat, halkın ekseriyeti büyüyle ilgili bir din arzu ettikleri için,
Sarvastivadin Tibet'te başarılı olamadı.
İmparator ve kralların
himayesi olmasaydı, Budizm'in Asya'daki zaferi de mümkün olmazdı. Hint
hükümdarlarının en büyüklerinden biri olan Kral Aşoka (m.ö. 274-236), Budizm'i
Hindistan'a, Seylan'a, Keşmir ve Gandhara'ya yaymıştır. Hatta, zamanın Yunan
saraylarına misyonerler göndermiştir. Daha sonraları Budistler, Kuzey
Hindistan'da hakim olan İskit Hükümdarı Kanişka'nın (m.s. 78-103) himayesini de
görmüşlerdir. Bengal idaresinde bulunan Harshavardha'na (606-647) ve Pala
Sülalelerinin imkanlarından istifade etmişlerdir. Hindistan dışında ise, Çin
İmparator ve İmparatoriçelerini, Moğol Hanlarını, Japonya'da ileri gelen devlet
adamlarını Budizm'e kazanmışlardır.
Pek çok devlet adamı
da politik sebeplerle Budizm'i desteklemiştir. Mungka Han, Budistleri himaye
ettiği kadar, Nesturi Hıristİyanları ve Taoistleri de himaye etmiştir. Ona
göre, bütün dinler bir elin parmaklan gibi idi. Kubilay Han, Nestoryanizm'e
Öncelik tanımakla beraber, Budizm'e de meyil göstermiştir. Kral Kanişka
bastırdığı paraların bir tarafını İran ve Hint tanrıları ile süslerken, diğer
tarafına da ayakta duran Buda resimleriyle süsletmiş ve altına Yunan harfleri
ile Boddo ve Boudo kelimelerini yazdırmıştır. Gupta kralları, Budizm gibi
Vişnuİzm'e de yardım etmişlerdir. Hükümdarların, her şeyden önce
hakimiyetlerini sürdürme gayretinde bulundukları şüphesizdir. Budizm'e karşı
kolaylık göstermelerinin sebebi az veya çok inançları yanında hakimiyetlerini
düşünmeleridir. Çünkü Budistler, dünyada bir sükûnet isterler, dünyayı
isteyenlere de kolaylık sağlarlar. Dünyanın ızdirap yeri olduğu, fenalıkların
düzelti I meleri gerektiği görüşüyle, idarecilerin kusurlarını Örterler, tenkitte
bulunmazlar. Hatta, kendilerine yardım eden kralları, Bodhisattva olarak
görürler. 1326 yılından kalma bir Uygur yazısında, Cengiz Han, Bodhisattvanın
en son doğumu olarak vasıflandırılır. Moğol rivayetlerine göre, Kubilay Han bir
Cakravartin, bir kutsal kişidir. Seyyahlar, Moğol ve Tibet hükümdarlarını
genellikle “Yaşayan Buda” olarak anlatırlar.
Tibet'e VII. yüzyılda
ayak basan Budizm'in Mahayana Mezhebi, Tibet'te özel bir gelişme gösterdi. Daha
önce burada, Animizm'e ve Şamanizm'e dayanan, hatta bugün de memleketin
kuzeyinde ve güneyinde yaşayan, “Bon Dini” bulunuyordu. Himalayalarm bu dağlık
ülkesinde yaşayan insanlar, kendilerini görünmeyen kuvvetlerin tehdidinde
görüyor, büyücülere, cincilere kurtarıcı olarak inanırlar ki, zamanla bunlar,
Budist rahipleri olmuşlardır. Tibet'te Mahayana Mezhebi'nİn Mantra yahut
Tantrizm denen bir kolu gelişmiştir. Kült ayinleri, yemin formülleri ve büyülü
sözlerle dolu bir takım merasimler önem kazanmıştır. “Tantra” kelimesi dokumada
kullanılan çözgü ipliği için kullanılır. O görünmeyen, kendisiyle uygun
temrinlerin yapıldığı gizli “Formül” sayılır. Bu mezhebe “Elmas Araba” da
denir. Burada önemli olan Mantra'nın kıraatidir: Duyularla anlaşılamayan
sırlar, gizemli sözlerle metinlerin gücünden ortayaçıkar. İslam'daki murakabe
tasavvurunda olduğu gibi vücut, ses ve ruh birlikte etki gösterirler.
Temrinlerde vücudun durumu da çok önemlidir. Tantrayana'da meditasyon dört
kademeli olarak yapılır:
1- Eşyanın
boşluğu.
2- Mantra
(mesela: Om mani padme hum) konularını düşünmek.
3- Kendini
kurtarıcı yerinde ve suretinde tasavvur etmek.
4-
Kurtarıcıyla (Buda, Bodhisattva) bir ve beraber olma üzerine meditasyonudur.
Dua, duacı ve dua edilen birbiri içinde kaybolur.
Mezhep zengin
literatüre sahiptir. Hint dilindeki pek çok metinler Tibetçe'ye tercüme edilmiş
ve rahiplerin tefsirleriyle muazzam kutsal yazılar yığını ortaya çıkmıştır ki,
yaklaşık 300 cildin üzerindedir. Bu kutsal kitaplar serisi m.s. 1300 yıllarında
son şeklini almıştır. Lama denen Tibet rahiplerinin teşkilatı özel bir gelişme
göstermiştir. Çünkü burada rahipler, diğer Budist ülkelerindeki
meslektaşlarından ayrıdır. Sadece dini işlerle değil siyasetle de uğraşırlar,
dünyevî bir otorite olarak önemli hükümet makamlarını ellerinde tutarlar.
Halkın yedide biri ruhaniler sınıfına dahildir. 3000 manastırla memleketin
iktisadi hayatına ruhaniler hakim olurlar. Bu sebeple Tibet'e “Rahipler Cenneti”
de denir. Başlangıçta rahiplerin evlenmeleri yasak değildi, bu sebeple idareci
rahip sülâleleri meydana gelmişti. Fakat XV. yüzyılda reformatör Tsung-khapa
(1356-1418) nın gayretiyle, rahiplik İşareti olarak sarı bir elbise giymeleri
ve yardımlar için bir çanak taşımaları mecbur kılınarak, alkol içmeleri,
evlenmeleri ve bilhassa büyücülükle uğraşmaları yasak edildi. Ayrıcı, Lama'ya
iman da bunlara ilave edildi . Bu suretle “Sarı Mezhep” ortaya çıktı. Buda'nın
öğretisi yeni bir istikamet aldı. Buda'nın halefleri, Dalaylamalarm ölüm
saatinden sonra doğan çocuklar arasında aranmaya başlandı. Bulunan çocuk yeni
vücutta görünen, evvelki kutsal zat, yani Dalaylama İdi. Dalaylamalar,
Tsung-khapa zamanından beri Tibet'tin başşehri Lhasa'da taht sürmektedirler.
Yeni Lama ise, çok
nadir bir sistemle erkek çocuklar arasından aranır. XV. yüzyıldan beri Lamaizm'in
yahut Tibet Budizm'inin başı, ne sultanlarda olduğu gibi kan mirasıyla, ne de
Papalıkta olduğu gibi seçimle başa gelir. Burada ölçü inkarnasyonun ruhsal
mirasıdır. Buradaki güçlük Buda'nın hakiki inkarnasyonunu, hakiki halefini
tanıyabilmektir. Bütanıma ve bulma yüzyıllardan beri aynı kaidelerle
olmaktadır. Son Lama için büyük Lama'nın ölümümden 49 gün sonra Kumbum
Manastırı'nın 40 km. doğusunda Çin'e ait bir köylü evinde doğan halefi hakkında
da şu bilgi verilir: “Şimdiki ziyaret 6 Haziran 1935 de doğan Pabo Dongrub'a
yapıldı. Çocuk içeri girenleri dikkatle karşıladı ve “Sera Lama” diye bağırdı,
hizmetçi kılığına girmiş seyahat gurubunun idarecisine koştu. Hiç çekinmeden
13. Dalaylama'dan kalan tespihe sarıldı. Ertesi gün rahipler esas kıyafetlerini
giyerek geldiler ve çocuğu kaideye göre imtihana çektiler. O, önce Dalaylama
tarafından kullanılan tespihi bir birinden farksız dört çeşit tespih arasından
bir kere daha bulmak zorunda idi. Yine, çocuk Dalaylama'nın hizmetçilerini
çağırmak İçin kullandığı davulunu, aynı şekilde yapılmış pek çok davulun
arasından, kesinlikle tanıdı. Yine aynı şekilde, çocuk eski Dalaylama'nın
bastonunu, gümüş ve fildişi süslü diğer yeni bastonlara göz dahi gezdirmeyerek,
aldı. Çocuğun vücudu da muayene edildiğinde, Buda'nın inkarnasyonu olduğunu
ispat edecek işaretler bulundu: Büyük kulakları ve dört kollu tanrı
Patmapani'yi tasvir eden ikinci bir çift kol yerleri bulunmakta idi”
[220]
Çocuğun Tibet'e
geçirilebilmesi işi Çiang Kay Şek Hükümeti'ne yüksek bir meblağ ödemekle
çözümlendi. Kurtarma ücretleri yapılan görüşmelerde yükselmesine rağmen, 1939
da çocuk Çin'i terk edebildi ve Şubat 1940'da Lhasa'da merasimle tahta
oturtuldu. Aynı zamanda yapılan merasimlerle “Mukaddes, Hatip, Mutlak Hakikat,
Doktrin Hakikati, Büyük Okyanus, Büyük Zafer Mücevheri” vs. gibi unvan ve
isimleri de aldı.
Burada, Şamanizm ve
Budizm öncesi tasavvurlar görülmektedir. Dalaylama bir halife ve “Yaşayan bir
Tanrı'dır”. O, kurtarıcı Buda'dır. Dünya ve ahiret arasında aracılığı, rahiplik
hizmetleri gibi görevleri yanında, Tibet Hükümeti'nin politikasını da
yürütmektedir. Ona yardımcı olarak Taçilhumpol Manastırı'nda oturan Pançen Lama
yahut Rinpoçe bulunmaktaydı. O da yine, Dalaylama gibi aynı yolda bulunur ve
Buddha Amitabhanın inkarnasyonu sayılır. Pançen Lama, Tibet'in ikinci adamı ve
en büyük alimi olarak ruhanî bir hayat sürer. Zamanla Dalaylama Lhasa'daki
tahtmda Tibet'in en yüksek dünyevi hakimi olurken, Pançenlama da daha ziyade
dinî işleri üzerine almıştır.
Tibet'teki son
gelişmeler ise, durumu tamamen değiştirmiştir. Kızıl Çin'in Tibet'e
hakimiyetinden sonra, Pançen-Lama, Komünizm taraftarı olarak politik
hakimiyetini sürdürürken, XIV. Dalaylama memleketi terke mecbur kalmış ve bugün
Hindistan'da mülteci olarak yaşamaktadır.
Lamaizm'in tanrılar
panteonunu saymak çok yorucu bir iş olurdu. Tanrılar, tanrıçalar ve çeşitli
dinlerin kült şekilleri, eski Boh Dini'nin çıplak, çirkin dev figürleriyle
kaynaşmış olan, dini bir karışım göze çarpar. Dua reçeteleri, tespihler, büyü
kağıtçıkları, dua bayrakları, kutsal formüllerle yazılmış kağıtlar, mabetlere
asılmış veya gelip geçenler tarafından çevrilen dua formülleriyle dolu büyük
çarklar, bu dinin şekil ve ihtişamını bir kat daha artırmaktadır. Dua çarkları
rüzgarla veya gelip geçenlerin hareketleriyle döndükçe, Lamaizm'in meşhur dua
formülü olan “Om Mani Patme Hum” ibaresi söylenmiş olmaktadır. “Om” ve “Hum”
gizemle dolu büyülü sözlerdir. “Mani”, mücevher yani Buda ve “Patme” de lotus
çiçeği olarak manalandırıhr. Bu sözleri sihir ve cinsel anlamlarla tefsir
edenler de vardır.
Eski rivayetlere göre,
Mahayana Budizm'i m.s. 61 yılında ilk defa Çin'e gelmiş ve hatta VI. yüzyılda
Çin'in devlet dini olmuştur. Çin Budizm'i, Kur'an'dan 700 misli daha fazla
muhtevası olan kutsal yazılar külliyatı yaratmıştır. Büyük bir kısmı
Sanskritçe'den tercüme edilmiş, Mahayana yazılarıdır. Eski Çin'deki 10 Budist
mezhebinin kurulmasına da bu muazzam literatür sebep olmuştur. Halkın arasında
en fazla yayılan, pratiğe önem veren “Çan-tsung” (Japonca, Zen) ve “Tsingto”
(Japonca, Jodo) mezhepleridir.
Tefekkürle iç
aydınlanma yoluna yönelmiştir. Kökleri VI. yüzyılda Hint mistiklerinden
Bodhidarma'ya kadar uzanır. Rivayete göre bu zat, dokuz sene bir duvarın önünde
tefekkürle oturmuştur. “Kendi kalbine bak, orada Buda'yı bulacaksın” sözü, Onun
meşhur sözlerindendir. Zen Mezhebindeki söylentiye göre Buda bir gün,
doktrinini açıklamak, tefsir etmek yerine, altından bir çiçeği dinleyicilerine
karşı kaldırmış ve çiçek gülümsemiştir. Fakat bunu, tebessüm den genç bir
rahipten başkası görememiştir. Meğer buradaki gizem kelimelerde değil, çiçeğin
kendini derinden müşahede etmesinde imiş.
İlmİ metotlar hakikati
aramak için bir nesnenin durumuna çeşitli yönlerden bakarlar. Mesela bir çiçeği
araştinyorlarsa, onu botaniksel, kimyasal ve fiziksel yönlerden incelerler,
analizlerini yaparlar, nasıl ve ne olduğunu anlamaya çalışırlar. Ancak tüm
objeyi çeşitli bağlantılar içinde anlamaları imkansızdır. Zen metodunda ise
araştırıcı objenin içine girmeye ve ona objenin içinden bakmaya çalışır. Çiçeği
tanımak demek çiçeğin kendisi olmak, çiçek olarak açmak, güneşte ve yağmurda
sevinmek demektir. Böyle yapabilirsek o zaman çiçeklerle konuşur, onun tüm
gizliliklerini, sevincini ve acılarını, tüm hayatını tanıyabiliriz. Bu yöntemle
yalnız kâinatın gizliliklerini değil, kendi Ben'ini, hayatı boyunca kendinden
uzakta duran kendini takip eden veya kendinin takip ettiği dualizm İçinde
bölünmüş Ben'i nesne ve gölgesi olarak tanıyabiliriz. Çiçeği tanıdığımız gibi
Ben'i de tanıyabiliriz.
Zen yaratıcı gücün
kaynağına inmeye ve oradan hayatı içmeye çalışır. Yenİ bir şey bulmak içini
ilim adamları öldürürken, sanatkarlar denerken, Zen objenin içinde yaşayarak
gerçeği görmeye çalışır. Meditasyonla kurtuluş şuuruna ulaşmaya çalışır.
Kurucusu Hintli Bodhİdarma 520' de Çin'e gelmiştir. Görüşleri daha sonra Kore
ve Japonya'ya da yayılmıştır. Temrinleri dik oturma, nefesin düzenlenmesi ve
ruhsal konsantrasyona dayanır. Zen'i yaşayan kişi oturur, oturur, oturur.
Klasik “Lotos oturuşunda” bağdaş kurulur ve bu esnada dizler yere yaslanır. Bu
esas üzerinde vücut dik tutulur, baş hafifçe eğilir, gözler açık tutulur ve
yere bakılır, eller kucakta durur. Müntesip bu halde nefesini kontrol etmeye ve
düzenlemeye çalışır. Bir ritimle nefes alış verişini sayar. Birden ona kadar
her sayışını tekrar eder. Dikkatler nefes alışverişi üzerine yoğunlaşır. Sonra
düşünceye, resimlere ve topluma çevrilir. Daha sonra da kişi kendi içine
inmeye, derin ruhsal konsantrasyona çalışır.
Çin Budistieri'nin %60
ı Tsingto mezhebine mensuptur. Burada Buda, gökte saltanat süren ölçüsüz bir
ışıktır. Semavî Buda, Cennetin yahut ebedi ışığın efendisi ve müminlerin
kurtancısıdır. Yüzyıllardan beri Uzak-Doğu'nun sayısız ruhanî ve rahibelerinin
dua ettikleri, kendisine sığındıkları Rahman ve Rahim olan Tanrı'dır. Arhat
(aziz), veli) olmak istemeyen halk için Ona inanmak yeterlidir. O, müminlerin
semavî kurtancısıdır, müminin artık ne asketik hayata, ne de iyi amellere
ihtiyacı vardır. Judo Mezhebi, bir rahmet dini olmak yolundadır. Buda,
kendisine inanan müminlerin ölümlerinden sonra Cennetine de alacaktır. Artık
burada Budizm'in Nirvana Doktrini ile pek ilişkisi kalmamıştır.
Literatür.
1- Ekrem
Sankçıoğlu, “L.Ron Hubbard ve Sayentoloji” Ondokuzmayıs Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, sayı 1-2.
Kurucusu ve hareketin
öncüsü Amerikalı Lafayette Ron Hubbard'tır. 1911 de Tilden'de (Nebraska-A.B.D.)
doğdu. Hıristiyan bir ailenin çocuğu olmakla birlikte, deniz subayı olan
babasının Uzak Doğuya tayini üzerine, lise eğitimini bırakarak O da ailesiyle
birlikte gitti. Çeşitli ülkeleri gezdi. Budist öğretmenlerden dersler aldı ve
Budizm'i öğrendi ve benimsedi. Ülkesine dönüşünden sonra orta öğretimini
bitirdi ve mühendislik tahsil etti. Esa*s yeteneğini yazarlığında gösterdi.
Geçimini Bilim-Kurgu hikaye ve senaryoları yazarak kazanmaya başladı. İkinci
Dünya savaşında katıldığı Deniz Kuvvetlerinde yaralandı. Kaldırıldığı hastanede
Psikoanalizci hekimlerle tanıştı ve kendisi de ruhsal rahatsızlıkların çözümü
konularında teoriler üretti. Taraftarlarıyla kurduğu cemiyet 1954 de dinsel bir
harekete dönüştü.
Budist metafizik ve
Pisikoanalist görüşlerin temelini oluşturduğu yeni sentezleriyle kendini Budanın
halefi ve Budizm'in Mehdisi “Maytreya” olarak hissetti. Ortaya koyduğu sistem
ve metotla, insanların ruhen yükselerek Tanrı Mertebesi'ne (OT)
ulaşılabileceğini, tenasüh girdabından kurtulabileceğini ileri sürdü. Başta “Daianetics”
olmak üzere kurtuluş sistemiyle ilgili 30 un üzerinde kitap yazdı.
Hubbard'a göre, ezelde
madde alemi yok iken, sonsuzluk içinde yalnız ruhlar vardı. Derin tefekkürleri
neticesi, madde, enerji, mekan ve zaman gibi fiziksel unsurlar ortaya çıktı. Bu
unsurları ruhlar, kainatı yaratmada malzeme olarak kullandılar. Tarih olarak bu
olay 70 x I084 trilyon yıl önce başladı. Ruhlar kendilerine oyuncak edindikleri
fiziksel nesnelerle oynarken, ruh ve fizik alemi ilişkisi yaklaşık 70-74
trilyon yıl önce başladı. Bu aradakendiyarattıkları maddeye bulaşmaya, madde
tarafından yutulmaya başlandılar. Oynadıkları oyunun içine düşerek kendi
tabiatlarını ve köklerini unuttular. Ruhlara özgü yeteneklerini kaybettiler.
Sahip oldukları vücutlarından başka olmadıklarına da inanmaya başladılar.
Böylece ruhların tenasühü de başladı ve sürüp gitmektedir. Kurtuluş insanın
varlığını ve geçmişini hatırlayarak, tanıyarak “Dianetics” ismini verdiği
psikoanalist metotlarla kurtulmaya çalışmasındadır. Maddeden arınmış ezeldeki
saf ruh halini tekrar kazanmasıdır. Bu bir çeşit tanrılık mertebesidir.
Hubbard, İslam'ın
anladığı manada bir “Tanrı” İnancı tanımaz. Tanrılık dediği husus “Maddeden
temizlenmiş, tenasühten kurtulmuş, saf ruh halidir” Budist hidayet felsefesine,
yeni bir yorum getirerek, Buda'nın duğu “Dört Kutsal Hakikat” yerine “Daianetics”
ismini verdiği psikoanalizci metodu koymuştur. Hubbard 1986 yılında ölmüştür.
Sayentoloji mezhebi
dünyanın çeşitli ülkelerinde görüşlerini yaymaya çalışmaktadır. Karşılaştığı
engelleri hukukî boşluklardan faydalanarak aşmaya çalışmaktadır.
Coğrafi bir deyim
olarak doğu ve güney-doğu Asya ülkelerinden olan Çin, Japonya, Kore, Vietnam ve
Okyanusya Adalarında yaşayan insanların din ve inançlarına Uzak Doğu Dinleri
diyoruz. Aralarında kendilerine özgü önemli etkileşimlerin de olduğu dikkati
çekmektedir. Bu geniş bölgenin inançlarını, öğretimde kolaylık olması
bakımından, bîr gurup olarak inceleyeceğiz. Bölgede Budizm'in etkinliği
sebebiyle de bazen bizim ayrı bir gurup olarak Hint Dinleri içinde
incelediğimiz konuların Uzak Doğu Dinleri içinde de yer aldığına şahit
olacağız.
Çin Halk Dini,
Konfüçyanizm'in ve Budizm'in
bir karışımıdır. Yaklaşık bir milyara yakın insanın dinîdir. Kökleri
eski zamanların efsanevî karanlıklarında
kaybolur. Tasavvurların ana hatları yer, su ve havada bulunduğuna
inanılan ruhlara, büyülü kuvvetlere tazim ve hürmet etmek, aynı zamanda dua, kurban vs. yoluyla
dostluklarını kazanarak
şerlerinden korunmaktır. Ruhlara ve
onların etkilerine inanç,
eski Çin kültürünün kalıntıları ve mirasıdır.
Toplumdaki ideal ahlâk elementleri, Konfüçyüs'ün öğretilerinden, mistik
tasavvurlar Laotse'nin derin öğretilerinin yüzeysel etkilerinden gelmektedir. m.s.
I. yüzyılda Mahayana Budizm'inin Çin'e ayak basmasından sonra, mahalli inançlar
ve öğretilerle birleşmiş ve kendisine has yeni mezhepler oluşturmuştur.
Çin'in toplu bir
inancına tarih boyunca rastlanmaz. Dindar halk kitlesi, beraber bir hayat
hissi, belirli merasimler, atalara hürmet gelenekleriyle, çevre ve insanın
içten birliği şuuruyla birbirlerine bağlanırlar. Her bir Çinli hayatını
kâinatın âhengine uydurmaya gayret eder. Çünkü kâinatın ahengi, kendisine dua
edilen ulûhİyetlerden, tek tek insanlardan daha önemlidir. İnsan bu ahengi
idare eden kuvvetlere derin tefekkürle ulaşabilir. O Tao'dur ve sırdır, Tao, “Yin
ve Yang” denen pasif dişi ve aktif erkek elementin uyumlu birliğidir. Bunlar
dairesel şekilde birbirine girmiş, kâinatın ezelî kuvvetleridir. Aralarında
hiçbir düşmanlık ve zıtlık yoktur, her yerde beraber ve ahenkle görülürler.
Dişi Yin ve erkek Yang, yeri ve göğü temsil ederler ve her ikisi de dünya
nizamı için gereklidir. Müspet ve doğru yolda devam edildiği sürece İyidirler.
İnsan kötü yola saparsa, gök ve yer öfkelenir, bitkiler yetişmez olur.
Kâinat nizamının
kaynağı sayılan Tao kavramına çok eski Çince yazılarda da rastlanır. Ancak
kelime, filozof Laotse ile kozmik nizamın ana kavramı olarak Çin düşüncesinin
merkezine itilmiştir. Çin düşüncesinde insanla tabiat arasındaki ahenk dâima
bîr özlemdir. Dağlara ve nehirlere hürmet, bu değişen ilişkilerin tezahürüdür.
Çin köylerinin
girişinde, yerin verimliliğini temsil eden, bir toprak duvar bulunur. Baharda
bu duvar, tabiatın verimliliğinin artması için yapılan, dans ve şarkılarla
kutlanan törenlerin merkezi olur. Güzün ise, burada hasat bayramı yapılır.
Bugün dahi Çin çiftçileri kurban sunarak, dinsel âyinler yaparak, Su ve Yer
Tanrılarının merhametlerini, ihsanlarını
kazanmaya çalışırlar.
Herkes göğe ibâdet
edebilir, fakat gök kültü daha çok göğün oğlu sayılan imparator tarafından
uygulanırdı. İmparator, gök ve halk arasında ki aracı olarak, politik ve dinî
vazifeleri yapardı. Kış dönümünün (23 Eylül) gecesinde Gök Mabedinde kurban
sunardı ve bu yılın en önemli ibâdeti sayılırdı. Bu devlet kültü 1911 de Mançu
Sülalesinin tahttan indirilişine kadar sürdü. Nihayet ruhlara ve cinlere iman
yanında, cemiyetin çekirdeği olan aile ve atalara hürmet, Çin halk dininde önemli
bîr yer alır. Her bir aile atalarının ruhlarına, kendi koruyucuları olarak
hürmet eder. Evlerinin güney batı köşesinde, ölülerine hizmet için kutsal bir
köşe bulunur. Bu âdet m.ö. 1776-1122 yıllarında hüküm süren Şang Sülâlesi
zamanından beri devam eder. Ataların İsimleri, her bir evin atalar listesinde
yazılıdır.
Literatür
1- Lao-Tzu,
Taoizm, 2. Baskı, Ankara 1963.
2- H.von
Glasenapp, Die nichtchristlichen Religionen, s.110-114.
3- F.Heiler,
Die Religionen der Menschheit, s.117-127.
Çin'de dinî
spekülasyonun zirvesine Güney Çinli düşünür Laotse erişti. Tarihen şüpheli
kaynakların bildirdiğine göre, Laotse m.ö. 604 de Çin'in Çu devletinin, Ku
bölgesinde, Çüyen köyünde dünyaya gelmiştir. Kendi adı Erh, aile adı Li'dir. Çu
Sülâlesinden bir prensin arşivcisi ve tarihçisi oldu. Bİr çocuğu ve birçok
torunları oldu. Fakat O, saray hayatından ve devlet işlerinden çabuk bıkarak,
Han Kvan Bölgesinde bir dağın yamacındaki bir kulübeye yerleşti. Orada
senelerce yaşadı ve küçük bir kitap yazdı. Sonunda, seksen yaşının üzerinde
İken, kulübesini terk ederek Batıya doğru gitti ve bir daha görünmedi. Çin kaynakları
onun Hotan'a gittiğini ve orada Öldüğünü rivayet ederler.
[221]
Laotse hakkında fazla
bilgimiz olmamakla birlikte, geriye bıraktığı bilinen kitap, dünyanın en zor
anlaşılan kitaplarından biridir. İçinde kîsa kîsa işlenmiş, Tao ve Te hakkında
seksenbir yazı bulunur. İfadede ki kapalılık, onun ne olduğu sorusuyla başlar. “Tao”
kavramı yaklaşık “Varlık esası,
istikâmet, yol, kâinatın içinde hareket ettiği yol” mânalarına gelebilir. “Site”
ise, “İyi amel, fazilet” demektir. Fakat bu fazilet tâbiri genel bir sözdür.
Bundan ne kastediliyor, pek belli değildir.
Tao-Te-King, “Fazilet
yolu, kâinat kanunu ve onun tesiri” anlamına gelir. m.s. 664 de kutsal kitap
olarak kabul edilmiş ve T'ang sülalesi imparatorlarından Ming Huang 719 da ona
bir tefsir yazmıştır. Eski zamanlarda gök her şeyin hakimi sayılırdı. Daha
sonraları ahlaki manayı da içine almıştır. Mistik ve panteist bir düşünür olan
Laotse'nİn öğretisinin anlaşılabilmesi, çekirdek kelime Tao'ya bağlıdır. Tao
nedir? Sorusuna cevap bulmak gerekir. Laotse kitabında buna şu cevabı verir: “Yer
insanların normudur, Gök yerin normudur, Tao Gök'ün normudur, Tao'nun normu ise
onun kendi hayatıdır.” Tao fiilsiz ve ebedîdir. Bu sebeple onun yaşadığı hiçbir
şey yoktur. Varlıkların hiçbir şey yapmaması, yânî sükûneti, onların işi
yapmasına daha çok yardım eder. Ona göre evrenin çıktığı ilk prensip Tao'dur. O
ezelidir, ebedidir, her yerde vardır, ancak bilinmez ve isimsizdir. Her şey
ondan gelir, bütün yaratıkların anasıdır, esasıdır. Nitekim Koreli Peygamber Moon
onu “Tanrı” olarak vasıflandırın ıştır.
Hayatın gayesi sükûnet
olmalıdır. İnsan duygusuyla harekete geçmeden önce Wuwey (hiçbir şey yapmamak)
ve Puhyen (hiçbir şey söylememek) ve Huwu'ya (denge durumuna) ulaşmalıdır. Bu
vaziyette hayat her bakımdan ideal ve güzel olur. Çünkü tabiat kanunları
kuvvetlidir. İnsan kendi tabiatının gelişmesi dahilinde her şeye yardım
etmelidir; fakat ona müdahale etmemelidir. Tabiat kesin olarak İyİ ve güzeldir.
İnsanların yaptığı şeyler tabiatın meydana getirdikleri yanında adi ve basit
kalır. O halde Wuwey fiilsiz tesirdir. Su, Tao'nun suretlerinden biridir. Kavga
etmez, en aşağı yeri alır. Bununla beraber, o çok önemlidir. Aslında her şey
kendiliğinden olur, ayrıca güç harcamaya gerek yoktur. İcraat düzenli oluşma da
zarar verir ve Tao, çöküntüye uğrar. Böylece akıl ve adalet meydana çıkar ki,
bu da insanlar arasındaki nifak ve gerginliği artırır.
[222]
Laotse'de ki ahlâk
anlayışı tamamen menfidir. Mutlak sükûnet ve rahatlık içinde arzu ve İstekleri
terkederek dünyaya sırt çeviren bir hayat tarzı ile insanın kendini Tanrıya
teslim etmesi ve onunla birleşmesi esasına dayanır. İnsana, varlıklar içinde
özel bir yer tanınmaz. Bilakis hayat bağlarından çözerek, Tao'nun
derinliklerine düşürmek ister. Tao'yu tanımaya ise, ne teorik âlimlik, ne de fiilî
dünya hikmeti fayda verir. Laotse diyor ki, “Pencereden bakmadan gök yolu
görülür. Evden çıkmadan dünya tanınır. Evden ne kadar uzaklaşılırsa, o kadar az
tanınır. Bu sebeple hikmet sahibi gitmeden, görmeden ve bir şey duymadan bütün
eşyayı tanır”. Laotse'ye göre dünyadaki bütün fenalıklar, ihtiraslar,
karışıklıklar hep öğrenilen şeylerden gelir;
“İhtirasları uyandıran
şeyleri öğrenmektense, kendini dinlemeli ve bu şekilde içini, kalbini okuma
yolunu bulmalıdır. Ancak o zaman ezeli erginliğe varılır. Bunun için insan
mümkün olduğu kadar sükunete ve huzura erişmeğe çalışmalıdır. Bunun biricik
çaresi de bir şey yapmamak” (Wuweı)dır.
[223]
Ona göre insan ancak
manevi faziletleriyle insandır. İdeal insan ise, iyi, lütufkar, sadık, dürüst
ve her hale kendim uydurmaya çalışan alçak gönüllü bir kimsedir. Bazı düşünürler
bunun açıklanmasında, “İnsanın biri manevi, diğeri maddi iki tabiatı olduğu
gibi, biri iyiliğe, diğeri de fenalığa çevrilmiş iki yönelimi vardır. İyiliğe
yönelimini geliştirmek insanın en önemli vazifesidir” şeklinde açıklamalar
yapmışlardır.
[224]
Tao'yı takip eden
kimse en iyi bir hükümdardır. Şeref ve zenginlikten dolayı gurur duymak çok
aşağı bir davranıştır. Bunlardan kendini çeken kimse semanın yolunu bulur. Maddi
hayata kıymet vermenin doğru bir şey olmadığını kabul eder. Bunun için halkın
çok fazla arzu edecekleri şeyleri göstermek ve onları başkalarını düşük
gösterecek şekilde takdir etmek ideal bir insanın yapamayacağı şeylerdir.
Yalnız kendini görenler akıllı değillerdir. Kendileriyle iftihar edenler bir iş
göremezler. Bunları kimse sevmez.
Taoizm'de Devlete
müspet vazifeler düşmez, harp tenkit edilir, maddî ilerleme küçümsenir. Pek çok
memuriyet ve müesseseler lüzumsuz görülür. Tao'nun Devleti, sessiz ve
kendiliğinden yürümelidir. Belirli bir İdeal, müspet bir hedef olmamalı, bir
sükûnet ve hareketsizlik durumu izlenerek, Tao'yu tanımaya çalışılmalıdır.
Laotse'deki en yüksek saadet, ruhsal bir durumdur. “Devleti yönetenler halkın
ihtiraslarım ve arzularını tahrik ve teşvikten çekinmelidirler. Bunun için
büyük adamlar halkın midelerini doldururlar, kalplerini, kafalarını
boşaltırlar; iradelerim zayıflatırlar, kemiklerini kuvvetlendirirler ve onları
daima bilgisiz bırakırlar.”
[225]
Laotze'nin halkın bilgisiz kalmasını istemesi onları aşağı görmesinden değil,
halkın huzur ve sükun içinde yaşamasının ancak bu yolla gerçekleşeceğine
inanmasmdandır.
Lao-tse'den bazı
öğütler:
“İç hayatımızı keşfe
çalışmak, çok konuşmaktan daha iyidir!” k.5.
“Kendine kıymet
verdiği kadar, dünyaya da kıymet veren kimseye herkes güvenir. Kendini sevdiği
kadar memleketim de severse, herkes ona saygı gösterir.” L13.
“Herhangi bir kimsenin
dünyayı elde etmek istediğine ve neticede bunu yaptığına şahit oldum Fakat,
gene tamamiyle muvaffak olmadığını gördüm. Dünya ruhtan bir kap gibidir.
Yapılamaz. Yapanlar onu harap ederler. Elde edenler kaybederler.” k. 29.
Literatür:
1- EzraPound,
Konfüçyüs, Çev. Ahmet Yücel, İstanbul 1981.
2- Thomas
Cleary, konfüçyüs, (Çev. Sibel Özbudun), İstanbul (tarihsiz), 192s.
3- Rudolf Wrede,
Worte des Konfuzius, München. H.von Glasenapp, Die nichtchristlichen
Religionen, s. 108-110.
4- D.Howard
Smith, Confucius, England 1974.
5- F.Heiler,
die Religionen der Menschheit, s.112-117.
Dinin kurucusu Kuzey
Çinli Konfüçyüs (Kungtse) de, kendini Laotse gibi hiçbir vakit Tanrısal bir
kuvvetin elçisi olarak hissetmedi. Fakat O'ndan ayrıldığı taraf, Konfüçyüs'ün
fiiliyata yönelmiş bir politikacı olmasıdır. Tenkitlerinde, fiili icraatı hedef
tutar. Rivayetlere göre Konfüçyüs, babasının
vali olduğu Çe-Fo'da (bugünkü
Şantung ilinde) Laotse'den yaklaşık elli sene sonra (m.ö.550)
doğdu. Üç yaşında iken babasının ölümü ve ailesinin fakir düşmesi sebebiyle
güçlükler içinde büyüdü. Hayat sıkıntılarına rağmen spora zaman ayırdı.
Kendisinin iyi bir ok atıcısı olduğu söylenir. 15 yaşından sonra da öğrenime
ilgi duymuş ve hayatı boyunca bu ilgisini sürdürmüştür. 17 yaşlarında memuriyet
alarak çiftlik idaresine başlamıştır. Boş vakitlerinde hırsla eski kaynaklan ve
rivayetleri tahsile koyulmuştur. Annesinin isteği üzerine 19 yaşında evlenmişse
de bu evliliği ona mutluluk getirmemiştir. Bu sebeple kendisini ailesine bağlı
hissetmemiş, orta yaşlardan sonra ailesinden uzak kalmıştır. Gönlünde oğlundan
çok öğrencilerine yer ayırmıştır. Ailesinin geçimini prens saraylarında özel
dersler vererek kazanmıştır. Uzun süre yaşadığı Lu da huzursuzlukların
yoğunlaşması üzerine şehri terk etti. Yakın dostlarından birinin eyalet
beyliğine gelmesi üzerine Çungtu şehrine vali tayin edildi ve hayatı boyunca
Öğrettiklerini tatbik etme fırsatı buldu. Görevdeki başarısı onu Adalet
bakanlığına gelmesini sağladı. Ancak bu görevde beklenen başarıyı gösteremedi,
yıprandı ve üç yıl sonra görevi bırakarak ülkeyi terk etti. O zamanlar 54
yaşlarında idi. Kendisine sadık öğrencileriyle diyar diyar dolaştı ve dersler
verdi. Komşu ülkeler kendisine yüksek görevler teklif ettilerse de o bunları
kabul etmemiştir. Çünkü onun reform planlarını tatbik etmeyi kabul
etmemişlerdir. Uzun yıllar süren muhacerat hayatından sonra öğrencilerinden
birinin Lu da yüksek bir makama gelmesi, yaşlı üstadı memleketinde yeni bîr
görev için ümitlendirdiyse de bu olmadı. Konfüçyüs kendini edebi çalışmalara
verdi. Çin tarihi ve eski şiirle ilgili vesikaları topladı. Oğlunun ve sevdiği
öğrencilerinin ölümüne şahit oldu. Bunların üzüntüleriyle y. m.ö. 479 da 71
yaşlarında öldü. Çu-Fu şehri yalçınlarına gömüldü. Kendisine saYgı gösteren
öğrencileri zamanın gelenekleri üzere mezarının yanına bir kulübe inşa ederek
27 ay üstatlarının yasını tuttular. Gösterişsiz sade mezarı günümüzde de
ziyarete açıktır.
[226]
Konfüçyüs, görüşlerini
canlı bir örnek olarak sözleriyle yaymıştır. Ondan nakledilen sözler
öğrencileri tarafından daha sonraları yazıyla tespit edilmiştir. Önemli
eserlerinden biri eski Çin belgelerinin mecmuasıdır. Büyük hükümdar ve Çalışkan
memurların hayatlarından ve çalışmalarından örnekler verilir. Halkın tarihi
rivayetleri onun için diğer milletlerin din kurucularının Tanrısal vahiyleri
rolünü oynar. Bu sebeple o, kendi tebliğ ve hizmetlerini “Eski hikmetleri
nakletmek ve yenilerini ortaya koymamak da” görür. Onun için bu mecmua edebi
çalışma ve ders aracı olmaktan öteye tarihi bir abidedir. Onun ahlak felsefesi
ve politik reform fikirlerinin dayanağı ve tarihi temelleridir. Bunlar: “Bahar
ve Güzden Hatıralar”, “Vesikalar Kitabı” (Şu-KingA “Değişmeler Kitabı” (T King),
“Şarkılar Kitabı” (Şi-King), ve en önemlisi “Konuşmalar Kitabı” (Lun-Yü)dır.
[227]
Öğrencilerinden 3. neslin tespit ettiği bu kitapta, Üstat ve sözlerinden
hatıralar bulunur. Yaklaşık yirmi kitaptan meydana gelir. Elde bulunanlar m.s.III.
yüzyıldan kalmış ve üzerinde bir takım düzeltmeler yapılmıştır.
Konfüçyüs'ün meşhur
eseri Lun-Yü'nün dağınık mozayiğinden anlaşılan fazilet ve vazife ahlakıdır.
Dinsel bir karakter taşımaz. Onda günah ve suç, mükafat ve ceza, Tanrısal vahiy
ve kutsal elçilik kavramları görülmez. Diğer dinlere göre tebliğinin mahiyeti
“İnsanın tanrı karşısındaki tutumu ve görünümüdür”. Bütün metafizik düşünceleri
aşan berrak ve faydaya yönelik Çin varlığına uymaktadır. Bununla birlikte onun
öğretiminde zamanlan aşan bîr güç ve etki vardır. Ona felsefe de denebilir, din
de. Hayatın her alanına nüfuz etmiş ve o ruhla şekillenmiştir.
Konfuçyüs, büyük din
kurucuları arasında Konfuçyüs gelenekleri yenileyen ve kendini Tanrısal gücün
elçisi saymayan, öte dünyadan bahsetmeyen tek kişidir. O kendisine görev
duygusu veren, Göğe ve Ruhlara inanıyordu. Öğretisi din olarak
nitelendirilmekle birlikte, bu din onun ahlaki tekliflerinin temeli değildir.
Bu bir nevi filozofun aklıyla ortaya koyduğu bir vazife ahlakıdır. Bizim
ilgilendiğimiz dinsel problemlerle o ilgilenmemiştir. Dinî meseleler üzerine
konuşmaktan kendini uzak tutmaya çalışmıştır. Halkının geleneksel dini
inançlarını değiştirmeye de çalışmamıştır. Geleneklerin devamında metafizik
olayların, ruhların ve cinlerin etkisi olduğu, insanın görevinin onlarla uyum
içinde yaşamak, onlara saygı göstermek ve kadere karşı sızlanmamak, şikayet
etmemek olduğu düşüncesinde idi. Bu sebeple Konfuçyüs metafizik problemler
üzerinde fikir yürütmeyi kendi vazifesi olarak görmemiştir. Onun öğretisi
pratik hayat felsefesi idi.
[228]
Konfuçyüs felsefesini
metafizik temellere dayandırmaktan uzak dursa dahi, zamanının mistik
metafiziğini, yani zamanının tabiat felsefesi Tao'yu reddetmiyordu. Tao
kelimesi, yol anlamındadır. Her şeye hakim gizli güç anlamındadır. O her şeyin
kendisine döndüğü yol anlamındadır. Yerde ve gökte tüm olayların uyumluluğudur.
Konfüçyüs'ün ilgisi ve çalışması insan topluluklarının “Tao”su ideal yol İdi.
Bu yönde tao, ahlaki prensip, dünyevi güç, toplumu idare eden, geliştiren
kuvvettir. İnsanların ve toplumun mutluluğu Tao'ya bağlıdır. Tao'nun tutumu her
bir iyi hükümetin tutumuna bağlıdır. Hükümet iyi ise, o da iyidir. Tao'nun
yaygınlığı veya kaybı kaderdir, bunda insanın etkisi yoktur. Tao'nun etki
yolları musiki, ritim ve toplumsal yaşama kâidelerindendir.
Konfüçyüs'ün
öğretisine göre Tao, insan toplumlarında iki şekilde kendini gösterir. Biri
musiki de, diğeri Li'de, yani birlikte yaşama kaidelerinde. Konfuçyüs için her ikisi
de gizem dolu güçlerdir. Cemiyet hayatını kendilerine özgü bir biçimde etkiler
ve yönlendirir. İnsanları ahenkle yetiştirir. Onlar yozlaşırlarsa, devlet de ve
toplumda düzensizlik başlar, onlar korunmalı ve ayarlanmalıdırlar. Bu görev
adaletin büyük koruyucusu imparatora aittir. Adalet ve kanunilik de “Tao” özel
olarak yoğunlaşır.
Li (literatürde sıkça
söylendiği gibi, ahenk veya merasim) toplum hayatı İçin musiki ile daha çok
anlam kazanır. Konfuçyüs bundan yalnız insanlarla ilişkide görünen zahiri şekli
değil, aynı zamanda insanlahn iç tutumunu ve sağ duyularını da anlar. Li
yeryüzündeki kanuniliğin en yüksek ifadesidir, kainat kanunları için insani
dengedir. Li geleneklerin ve adaletin içeriğidir. Elbisede, konuşmada ve yüz
ifadesinde ki güzelliktir. Li'ye saygı ile İnsan sağduyu ve doğru düşünceye
ulaşır. İhtiyaç duyulan hazır sistem ataların geleneklerine uyumdur. Bu
insanlara saadet ve memnunluk verir. İnsan hayatı olmadan ahenk olmaz, ölüler
gömülmez, gök tazim edilmez. Merasimlerden taviz verilirse, halk kaybeder,
toplum kötüye gider. Eski devirlerde halkın mutlu ve memnun oluşunun sebebi
merasimleri korumasındadir. Bunun için Konfuçyüs birinci vazifesini atalardan
kendilerine miras kalan merasimleri, gelenekleri evveliyattaki şekliyle
öğretmek olarak görür. Li'nin tahsili ile insandaki fıtri iyilik canlı tutulur.
Eğitim ve öğretimsiz fıtri iyilik, kötü alışkanlıklar içinde kaybolur. Bu
sebeple Konfüçyüs'e göre iyilik öğrenilebilir. Dış şekli korumaya çalışan doğru
iç tutuma ulaşır. Doğru düşüncenin sağ duyunun ifadesi, zahiri iyiliktir.
İyinin
öğrenilebilirliği görüşünde olan Konfüçyüs halkına ideal bir insan örneği
olmuştur. Kendisine yönelen Çinlilerin gözünde O yüksek bir İnsandır. Asil ve
iyilik özelliklerine sahiptir. Konfüçyüs kendinde Tao'nun, kainat nizamının
gerçekleştiği, ahlaki düzen şuurunun yaşandığı bir insandır. O ulu kişidir.
Ölçü ve dengenin sahibidir. Arzu ve eğilimlerinin efendisidir. Hakimidir.
Kendinde, sağ duyusunda iyiliği ve ahlaki tutumu birleştirmiştir. Yorucu ve
sabırlı çalışmalarıyla, kendini sürekli yetiştirmekle ahlâkî olgunluğa
ulaşmıştır.
[229]
İnsanın ahlâkî
olgunluğu, kemalâti kendisi için bir gaye değil, diğer insanların da olgunluğa
ulaşmaları için bir vasıtadır. Bu sebeple Konfüçyüs'ün ortaya koyduğu sistemde
insanın fert olarak değeri üzerinde fazla durulmaz. İnsanın esas değeri
toplumsal varlık oluşundandır. Topluma sunulabilen özellikler fazilettir.
Toplumu çözücü, dağıtıcı şeylerin hepsi yüktür. Bu yönden bütün ahlaki değerler,
karşılıklılık esasına dayanır. Konfüçyüs bunu “Öğretinin Yekünü” olarak
nitelendiriyor. İnsanlar arasındaki ilişkiyi mütekabiliyet (karşılıklılık)
esası tespit eder. Lun Yü de “Kendin için istemediğini, başkasına yapma”,
denir. Bu karşılıklılık prensibinin en güzel meyvesi İnsan sevgisi veya
insalcıllıktır. Konfüçyüs'ün konuşmalarındaki karşılıklılıktır, neticedir.
[230]
Haksızlık ve kötülüğe sevgi ile karşılık vermek yerine, adaletle mukabele
prensibi vurgulanır. Ancak kin ve intikam duygularına da kapılar kapalıdır.
Lun-Yü de kötülüğün kötülükle değil, kötülüğün iyilikle, merhametle yok
edileceği söylenir.
Adalet ve
karşılıklılık olmadan insan kemâlâtı düşünülemez. İnsanlarla ilişki de dikkat
edilmesi gereken üç önemli fazilet ortaya çıkar: Adalet, dürüstlük ve saygı.
Konfüçyüs için bilgi ve cesaret, şahsiyetin olgunlaşmasında kaçınılmaz
gerekliliktir. Kim bu fazilet ve erdemlilik vazifelerini çiğnerse, günün
birinde cezasını çekeceği, günahkâr da olmaz.
Çünkü Konfüçyüs'de “Günah”
kavramı yoktur. Günah Konfüçyanizme yabancıdır. Hata yapan, yanlış yapan kişi,
tekrar doğru yola girerse, düzeni yerine getirmiş Tao'yu tamamlamış olur. Bu
yeterlidir. Tanrıyla uzlaşma, onun rızasını kazanma vs. gibi kavramlar
Konfüçyanizm'de yoktur. Doğruluk ve görevlerin yerine getirilmesi karşılığında
bir mükafat görüşü de yoktur. İyilik, bir mükafat, bir karşılık için değil, iyi
olduğu için yapılır. Onun mükafatı kendi içindedir.
[231]
Mütekabiliyet
prensibinin yerine getirilmesinden filizlenen görevler, toplumu geliştirir.
Konfüçyüs'ün devlet öğretisi bu noktada yerini alır. Onun için üç toplum şekli
vardır: aile, dostlar, devlet. İnsan topluluklarının fazileti ve ondan
filizlenen görevler özel ifadelerini aile, dostluk ve devlet çevresinde
bulurlar.
Konfüçyüs'ün devlet
temeline koyduğu ailenin anlamı, hayat çevresinde de en önemli vazife ve en
büyük dindarlıktır. O merasim kaidelerine göre yaşanır. Aileyi güçlendirici
samimi itaatten evladın atalarına borçlu olduğu ölüler kurbanına kadar her şeyi
içine alır. Açıkça görüldüğü gibi, karı-koca ilişkisi değil, baba ve çocuklar
arası, baba ve oğul arası bir ilişkidir. Kızlar soyu devam ettirmedikleri, ve
atalara kurban sunma görevleri olmadığı için, aile de hesaba katılmazlar.
Zamanın adetlerine uygun olarak, vazifelerinin yerine getirilmesinde kadın
erkeğe tabidir. Baba ölürse, anne en büyük oğluna ve genç kardeşler büyüklerine
itaat ederler. Bu telakkiye göre karı-kocanın görevi çocuk sahibi, özellikle
erkek çocuk sahibi olmaktır. Bu görevi yerine getiremeyen eşler,
ayrılabilirler. Bu açıdan erkelerin sadakatinin ahlaki anlamı pek yoktur.
Konfüçyüs'ün tabiatına
uyan, aileden çok değer verdiği husus, dostlar çevresidir. Burada da esas
karşılıklı vazife ve dürüstlüktür. Dostların karşılıklı yardımseverliği
tabiidir. Bu konuda Konfüçyüs fazla bir şey söylemeye gerek duymaz. Dostlar
çevresindeki doğru tutumlar, merasim ölçüleri içinde belirlenmiştir. Dostluk,
aile gibi devletin temellerinden biri sayılır.
[232]
Aile ve dostluk
çevresinin düzeni iyi olmazsa, düzenli bir devlet ve iyi bir hükümet de olmaz.
Devlet hayatında doğru yönetim en önemli rolü oynar. Bunun için Konfüçyüs
tebaanın vazifeleriyle değil, idarecilerin vazifeleriyle ilgilenir. Çünkü
hükümet iyi ise, halk da itaat eder. Bunun için yönetici önder, Tao'yu kendinde
gerçekleştiren ve onun kanunlarını tatbik eden ulu kişi olmalıdır. Hislerine
göre hareket eden, gayretsiz kişinin gözünde büyük menfaat düşünceleri vardır
ki, o kişi yönetilmeye daha layıktır. O kişiye yöneticilik verilmemelidir, O
kişi yöneticiliğe uygun değildir. Tüm yönetimlerin ağırlık noktasında iyi örnek
olmak vardır. Kanunlar ve ceza sadece yüzeysel itaate sevk eder, başarıyı
sürekli kılmaz. Buna karşı iyi örnek, her şeyi etkileyici bir güçtür. “Hükümdarın
ahlaki otoritesi rüzgara benzer, halkın varlığı da çimenlere benzer, çimenler
üzerlerinde dâimi esen rüzgara boyun eğdiği gibi, halk da ahlaki otoriteye
boyun eğer.” Lun Yüderki: “Şahsiyet gücüne hakim olan kişi, kutup yıldızı
gibidir. O yerinde sabit durdur, diğer yıldızlar onun etrafında dolaşırlar”
Yalnız ahlaki olgunluk iyi örnek olabilir. Bunun için ahlâkî yüksek olgunluk
göğün seçtiği hükümdar, içindir. İyi bir idarenin ilk şartıdır. O Tao'nun,
kainat düzeninin vücutlaşmasıdır, bu sebeple düzen içindeki İnsan Tao'sunun
âyinesidir. Hükümetteki Tao'yu kullanmak da onun vazifesidir. Bu vazife
merasimlerini ve musikiyi teşvikle, desteklemekle olur. Bilhassa Li merasimi,
onun elindeki en zengin alettir. Onu iyi kullanırsa, halk mutlu olur, bu
tamamen idareye, hükümete bağlıdır. Bu hükümdarın gayesi olmalıdır. Konfüçyüs'e
göre, hükümdar sınırsız hakimdir ve kendi mülkü gibi tüm ülkelere hükmeder.
Yozlaşan otoriter ve sert rejimi yumuşatır. Tao'ya bağhlığıyla ve temel
prensipleriyle tebaasını rahatlatır. Devlet hayatında bu, hükümdarın halkın
isteklerin yerine getirmesi, hesaba katması demektir. İdareci ve idare
edilenler arasındaki ilişki de en önemli istektir. Konfüçyüs güvene, devletin
tüm güç vasıtaları üzerinde bir yer verir. Hükümdar ülkesine manevi gücüyle
hakim olur, pratik idaresinin maddi gücü yeterli değildir. Bunun için memurlar
ferdi isteklerine göre değil, yetenek ve karakter özelliklerine göre
seçilmelidir. Memur ve halk ilişkilerinde karşılıklılık esasları üzerine karar
kılınır. Memurlar da zeka, pratik yetenek ve hükümdara sadakat ve samimiyet
olmalıdır. Bütün bu kaidelere dikkat edilirse, cemiyet çarkı aksamadan,
kaymadan çalışır. Devletin Tao'su düzenli olur. Aksi halde hükümdar kutsal
hükümranlığı, göğün oğlu liyakatine lâyık olamaz.
Görüldüğü üzere,
Konfüçyüs'ün devlet düzeni görünen bir otorite ve kanun üzerine bina
edilmemiştir. O iyi örneklik ve karşılıklık temelleri üzerine oturmuş bir ahlâk
öğretişidir.
Konfüçyüs'ün gayesi
birlikte olduğu insanları, çevreyi bu öğretisiyle değiştirmekti. İnsanlığın
manevi tarihinde dinsel bir inanca dayanmadan ayakta kalabilmeyi başarması
dikkate değer bir tezahürdür. Bunun kökleri Çin tarihinin, Konfüçyüs öncesi
yaratıcı devirlerine kadar gitmekte ve görülmektedir. Konfüçyüs'ün ölümsüz
hizmeti zamanında çökmekte olan bu değerleri ve prensipleri, bir öğreti haline
getirmiş olmasıdır. Böylece eski cemiyet düzenini kurtarmıştır. Onun öğretisi
kamil orta sınıf insanlar tarafından ölçü alınmış ve hiç bir zaman
çiğnenmemiştir. Felsefe ve vecde dayalı kutsallıkları reddederek, sağlam insan
anlayışını temel almış, azizlere, evliyalara, efsane kahramanlarına yer
vermemiştir. Bu öğreti, Çin'in soy mirasıdır. Aşırı nüfus kargaşasını ve
çöküntüyü önlemiştir.
[233]
Devletin vazifesi,
halka bu yönde yardımcı olmak ve halkı yetiştirmektir. Bu esas üzerine devlet
hayatının temel prensibi uygulanmış olacaktır. Konfüçyüs, tanrıların ve
ruhların varlığı hakkındaki düşünceleri reddetmiştir. Bu sebeple bazıları, Onun
yerinin dinde değil, felsefe tarihinde olduğunu söylemiştir. Konfüçyüs, ölümden
sonraki hayata da pek ilgi göstermemiştir. Öğrencilerinden birinin bu husustaki
sorusunu: “Eğer insan hayatı henüz taniyamazsa, ölümü nasıl tanıyabilir?”
diyerek cevapsız bırakmıştı. Fakat dine karşı çekingen durumuna rağmen, dinsel
merasimlere de katılmaktan geri durmamıştır. Ona göre fazilet üçtür: Bunlar
sıra ile: göğün yönetimine, büyük insanlara ve kutsal kişilerin sözlerine
hürmettir. Bu, eski dinin Konfüçyüs'teki bir kalmtısıdır. Tabii olarak
Konfüçyüs, hayatında ve ölümünün ilk devirlerinde pek hürmet görmedi. Ne zaman
ki Çin Hükümdarı, Onun ahlâk görüşünü devlet dini yaptı ve kendisini yavaş
yavaş ilâhlaştırdı, O zaman Konfüçyüs'e tazim başladı. Yazıları, m.ö. 140
yılında okul kitapları arasına katıldı ve kendisine hürmet resmen ilân edildi.
M.S. I. yüzyılda Konfüçyüs için devlet okullarında ilk defa kurban kesildi.
Gelenek VI. yüzyılda genelleşti. VII. yüzyılda kendisine “Üstad-ı Kebir” unvanı
verilerek şerefine bir mabed yapılması emredildi ve öğrencilerinin levhası
yapıldı, XI. yüzyılda “Prenslik” ve “Evliyalık” unvanları verildi. XIII.
yüzyılda Chu-Lisi admda birinin, Budizm karşısında
Konfüçyanizm'igeliştirmesiyle, Konfüçyanizm devlet öğretisine yükseltildi ve
1906 yılma kadar devam etti.
Konfüçyanizm'in resmî
tanrılarına bazı şahsiyetler de ilave edilmiştir. İmparator istediği insanı,
efsanevî bir dahîyi tanrılığa yükseltebiliyordu. Böylece XIV. yüzyılda eski bir
yıldız ruhu, “Literatür Tanrılığına” yükseltildi. Aynı şeklide, daha önce de
halkın hürmet ettiği, “Şehir Duvarı Tanrısı”nın tanrılığı tasdik edildi. XVI.
yüzyılda ise, tarihî bir kahraman “Harp Tanrılığına” yükseltildi.
1911'de Mançu
Sülalesi'nin çökmesiyle, o zamana kadar devam eden imparatorluk kültü sona
erdi. Meşhur Gök Mabedi bir müzeye çevrildi. Mao Çe-Tung ise,
partisindeki arkadaşlarına Marx
ve Lenin'i öğrendikleri gibi Konfüçyüs'ü de öğrenmeleri için
uyarmıştı.
Literatür
1- F.Heiler,
DieReligionen derMenschheit, s.135.
2- H.von
Glasenapp, Die nichtchristlichen Religlonen, s. 268-274.
3- Ernst
Benz, Neue Religionen, Stuttgart 1971.
Şinto kelimesi “Tanrılar
Yolu” anlamına gelir. Japonların yerli dinlerine verdikleri isimdir. “Shin,
Shen” (tabiat ruhu), “To, tao” (yol) manasınadır. Arı Japonca'da “Kami no miçi”
olarak ifade edilir.
Japon dini hakkındaki
bilgilerimiz, Yezuit Misyonerlerinin XVI. ve XVII. yüzyıllarda Japonya'ya
gitmeleri ve orada uzun yıllar kalmalanyla başlamıştır. Şinto tarihi üç devrede
incelenir: İlk devir efsanevî zamanlarda başlar, Budizm'in Japonya'ya giriş
tarihi olan 552 yılında sona erer. İkinci devir ise, Budizm ve Sintoizm'in
birbirleriyle mücadele zamanı olan IX. yüzyıla kadar sürer. Bu devirde Budizm
elementleri ve fikirleri Şintoizm'e nüfuz eder. Üçüncü devir ise, imparatorluğun
1868 ıslahatına kadar devam der. Çünkü, 1392 senesinden beri İmparatorun
otorite ve hakimiyeti taht kumandanlarının (Şogunlarm) elinde idi. Yine bu
tarihte Şintoizm'i ve Budizm'i birbirinden ayırarak, “Saf bir Şinto” yahut
"Reformlaştırılmış Şinto meydana getirilmek istendi ve resmî devlet dîni
olarak ilan edildi. Ancak o hareket, halkı gerektiği gibi tatmin edemediği
için, pek çok Şinto mezhebinin doğmasına yol açtı.
Japonların, Çin
Yazısını kabulünden önce kendilerine has bir yazıları yoktu ve daha önceki devirlere
ait bilgiler sözlü rivayetlere dayanıyordu. İlk olarak 712 yılında, eski efsane
ve tarihî rivayetler “Koçîki” isimli eserde toplandı. 720 yılında da ilk
İmparatorluk tarihi olan “Nihongi” yazıldı. IX. ve X. yüzyıllarda tespit edilen
din ve devlet kültüyle ilgili mecmualar ise, 927 yılında 50 kitap halinde
yayınlandı. Bunların en önemlisi “Engişiki”tir.
Ekseri milletlerde
olduğu gibi, Şintoistler için de dünya, birbiri üstünde duran üç tabakadan
oluşur. Gök, yer ve yeraltı. Her üç tabakada da tanrılar oturur. Ancak, yeraltı
âleminde ekseriyetle ölüler ve devler bulunur. Çin kültürü tesirindeki
yaratılış efsanesine göre, başlangıçta yumurta şeklinde bir kütle varmış. Bu
kütlenin ince hafif kısımlarından gök, kaba kısımlarından yer meydana gelmiş.
İlâhlar ise, kendi kendilerine meydana çıkmışlar. Nihayet, Tanrı İzinagi ve kız
kardeşi İzinami diğer tanrıların teklifi ile bir asma köprü üzerinde durarak,
mücevher bir mızrakla şekilsiz çamur kütlesini katılaşıncaya kadar karıştırmışlar.
Mızraklarını kaldırdıklarında, ucundan damlayan çamur bir adayı meydana
getirmiş. Daha sonra, izinagi ve kız kardeşi izinami bu adaya yerleşerek orada
evlenmişler. Bu evlilikten sekiz Japon adası, Güneş İlâhı Amaterasu ve bir sıra
ilahlar doğmuş. Diğer tanrılar hakkında da pek çok efsaneler anlatılır: Gök
Tanrıçasının yeğeni Ninigi, Japon imparatorluk alâmetlerini (ayna, kılıç, ve
mücevher iplik) kendi yanında bulundurmakta imiş. O, Kyuşu Adasına inerek orada
bir dağ tanrısının kızıyla evlenmiş. Onun daha sonraki neslinden Cimmu-Tenno,
Tanrısal savaşçıların hükümdarı meydana gelmiş. Ninigi, kavmini Kyuşu'dan
doğuda ki Yamato'ya götürmüş ve orada ilk “İnsan hükümdar” olmuş. Ninigi,
bugünkü hükümdar sülâlesinin de kurucusu sayılır. Japon tarih yazarları,
Ninigi'nin tahta çıkış tarihi olarak, m.ö. 660 yılını gösterirler.
Bu efsaneler,
Şintoizm'de birleşen iki elementi gösterir: Bir tarafta, ilkel kavimlerin
efsanelerinden farkı olmayan, basit bir tabiat dininin günümüze kadar gelişi;
diğer tarafta Japon İmparatorluğunun kuruluşunun kozmik olayların merkezine
itilişi ve tanrılar katına yükseltilişi. Bu bağ, yüksek kültüre sahip bir
halkta, bugüne kadar yaşayan en eski tabiat dininin Şİntoizm olduğu hakikatini
ortaya koyuyor. Dini, en içten bir tasavvurla İmparatorluğa bağlıyor ve
hükümdarına kutsiyet kazandırıyor.
Şintoizm'de tanrılar
ve ruhların sayısı, içinden çıkılamayacak kadar çoktur. Bununla beraber, seksen
yahut sekizyüz Kami'den (ilâhtan) söz edilir. Panteonun zirvesinde Güneş
Tanrıçası Amaterasu bulunur. Fakat bu, hiçbir zaman kâinatın umumî hükümdarı
değildir; O sadece Gök Ülkesini idare eder. Dünyanın idaresi ise, daha çok bir
tanrılar meclisinin elinde bulunur. Amaterasu'nun en büyük kült yeri Isa'dedir
ve tanrılık simgesi aynadır. Ay Tanrısı Tsukiyonıi, bugün sahnede pek görülmez.
Onun rolünü kısmen fırtına ve deniz tanrısı Susanowo almıştır. Tehlikeli bir
tanrı ise, Ateş Tanrısı Atago'dur. Ana kült yeri Kyoto'da, Atago Dağındadır.
Japonların ahşap evleri ekseriya ateşten yok olduğu için ateş, saadet veren bir
kuvvet olmaktan ziyade, yıkıcı bir güç olarak görülür. Eski zamanların gıda
tanrısı Inari ise, bugün Pirinç Adam olmuştur. Tilki, onun kutsal hayvanı
sayılır. Bu sebeple mabedinde tilki beslenir veya tilki heykelleri bulunur. Bu
mühim tanrılardan başka, pek çok da muayyen yerlerin, yolların, tabiat
kuvvetlerinin çeşitli mesleklerin tanrıları vardır. Hatta kapı, mutfak, ocak
vs. gibi evin her bir kısmının, özel tanrıları olduğuna inanılır. İlk
devirlerde Phallus kültü de çok yaygındı. Ayrıca, kutsal dağlara ve hayvanlara
da hürmet edilmekte idi. Hele ölen bazı hükümdarların Panteona alınmasıyla,
Panteon çok daha genişlemiştir. Tanrılaştınlan hükümdarlardan devletin kurucusu
Cimmu ve 1912 de ölen İmparator Meyci'ye ve bilhassa Ocin'e çok hürmet edilir.
Büyük devlet adamlarından ve kumandanlarından da tanrılaştırılanlar vardır.
Karnilere (İlâhlara)
ibadet, dua okumakla, pirinç ve pirinç şarabı kurban etmekle olur. Artık bugün
hayvan kurbanları pek yoktur. Ayrıca, çok nadir ve kendi arzularıyla
kendilerini kurban edenlerin dışında insan kurbanlarına da rastlanmaz. Meselâ,
General Nogi ve Karısı, İmparator Meyci'nin kabre gömüldüğü gün, kendilerini “Harakiri”
ile öldürerek kurban etmişlerdir. İbâdetler, ya evlerde ya da kümbete benzeyen
“Miya” tabir edilen mabetlerde yapılır. Mabetler ekseriya basit, tahta
evciklerdir. Bir dua salonu ve bir de ana salondan teşekkül ederler. Mümin, dua
salonu Önünde el çırparak tanrının dikkatini çeker ve duaya başlar. Ana salonda
bir perdenin arkasında, örtülü bir kese içinde saklı “Şintay” (tanrının
vücudu), yâni tanrıyı temsil eden semboller (ayna, silah, yastık yahut benzeri
şeyler) bulunur. Tanrıların mabet binaları ve resimleri eski Şinto'da
bulunmakta idi, daha sonraları Budizm'in tesiri ile büyük kutsal binaların
yapılması adet oldu. Şinto mabetlerinin önünde bir veya daha fazla “Toru” denen
tahta, taş veya madenî, üstü açık özel kapılar bulunur. İbâdet için kutsal
dağlar, mabetler de ziyaret edilir. Ziyaretçiler bu esnada beyaz elbise ve
hasır şapka giyerler. Cünüplük hali gibi durumlarda, temiz su ile vücudun
yıkanması (gusletmek) icap eder.
İbadetlere, rahipler
önderlik ederler. Bunların evlenmelerine engel yoktur. Ekseriya, vazifeleri
kendilerine atalarından miras kalmıştır. İbadet esnasında siyah bir fatör
şapka, beyaz bir cüppe giyerler ve baston taşırlar.
Eski rivayetlere göre
Şİntoizm, yüzeysel bir öte dünya inancına sahipti. Ölen kimsenin ruhunun
yeraltı dünyasına gittiğine inanılır, ancak çok üstün şahsiyetler dünyada
yaşamaya gizli olarak devam ederler. Bazıları göğe çıkmaya muvaffak olur.
Şintoizm'de iyi ve kötü davranışların karşılığını görme inancı yoktur. Ancak
diğer kavimlerde olduğu gibi, Şintoizm'de de ataların, nesillerini koruduklarına
inanılır. Bugünkü görüşe göre ise, Ölen herkes “Kami” (tanrı) olur.
Şintoizm'in 1868
yılında yaptığı reform hareketleri ile, Budizm'in geriletİlmesi, Şintoizm'in
devlet dini olması planlandı. Fakat çok geçmeden, 1889 da din hürriyeti ilan
edildi. 1900 senesinden itibaren de Şintoizm'in bir devlet kültü olduğu, hangi
dinden olursa olsun, her Japon'un bu külte dahil olabileceği iddia edildi.
Bununla, milli hisler ve imparatorun otoritesi kuvvetlendirilmek istendi. 1945
yılında Devlet Şinto'su ve Japon politikası arasındaki bağîar Amerikalılar
tarafından çözüldü, 1946 yılında da İmparator, Tanrfnın oğlu olduğu iddiasından
vazgeçti. Devlet Şintosu yerini sekülarizasyon ve laikiiğe bıraktı. Ortaya
çıkan boşluğu yeni dinler ve akımlar doldurmaya çalıştı. Mesela Soka-Gakkay,
Japon Parlementosundaki sandalyaların çoğuna sahiptir. Günümüzde ağırlığını
hissettiren siyasi ve sosyal bir gerçektir.
Yeni akımların bir
kısmı geçen yüzyılda doğmuştur. Tenri-Dini ve Omoto-Dini bunlardandır. 1945
sonrası hızlı gelişme göstermişlerdir. Şintoizm devlet dini iken Budizm ve
Hıristiyanlık devlet kontrolünde idi. Din ve devlet idarelerinin ayrılması,
yeni din hürriyetinin gelmesi bir sıra yeni cemaatların toplum önüne çıkmasına
yol açtı. Önceden 34 olan cemaat sayısı, 1946 dan sonra geçen sürede 400
üzerine çıktı.
[234] Bu
cemaatları ortak isimler etrafında toplamak zordur. Her birinde kendine özgü
yeni gelişmeler vardır.
Yeni dinlerin göze
çarpan özellikleri, “Hepsinin de yeni bir Tanrısal vahye dayanması ve
kurucularını bu vahyin taşıyıcıları hatta Tanrısal İnkarnasyonu saymalarıdır.
Bu gerçek yeni dinlerin başarı temelini teşkil eder. Her din Tanrısal
tecrübenin güncelliğine değinir. Yeni bir hidayet klavuzunu tebliğ eder. Japon
toplumundaki ataerkil yapıya rağmen vahiy taşıyıcıları arasında bir sıra
kadınların da olması dikkate şayandır. Tenri-Dini kurucusu Miki Nakayama bir
marangozun karısı idi. 1838 de tanrıların kendini hizmete çağırdıklarım ilan
etti. Onun büyük torunu Zene Nakayama bugün sayıları üç milyonu aşan müminlerin
lideridir. Aynı şekilde Omoto-Dini de Gök Tanrı ve kainatın yaratıcısının vahiy
taşıyıcısı Nao Deguchi'ye dayanır ve torunu günümüzdeki cemaatın başkanıdır.
Taraftarlarının sayısı bir milyonun üzerindedir.
Diğer din
kurucularından bazıları Tanrısal vahiylerini Buda'nın yeni hidayet yoluna
dayandırırlar. Örneğin Issay-Şu'nun kurucusu Baba Kakuşun bunlardan biridir.
Yine Yasaka Kakusho, Budist Shingon Ekolü lideri Kobo Daishi'nin vahyine
dayanır. Aynı şekilde Nempo-Shinkyo'nun kurucusu Ogura Raigan mezhebini Amida
Buddha tezahürüne dayandırır. Bazıları da vahiylerini tazim edilen geleneksel
Japon tanrılarına dayandırırlar. Örneğin “Dans Edenler Dini” denen cemaatın
kurucusu Kitamura Sayo, bir erkek ve bir kadın uluhiyetin kendisini yeryüzünde
Tanrısal Hakimiyeti kurmakla görevlendirildiğini iddia etmektedir. Başka bir
kısmı da kendilerinin İnsanlarla ruhlar arasında aracı oldukları ve insanlara
doğru yolu göstermek için görevlendirildikleri iddiasındadırlar.
[235]
Dinlerin dayandıkları
köklere göre, vahiy tasavvurları da değişmektedir. Genelde semavi alemin elçisi
durumundaki yeni vasıtalar, üstün gücün günümüz ihtiyaçlarına göre önerdiği
uygun yeni çözümlerini insanlara getirdikleri kanaatindadirlar.
Yeni dinlerin önemli
bir yönü, dinsel hidayet ile bedensel sağlık ve şifa arasında içten bir
ilişkileri olmasıdır. Yeni hidayet elçileri, hidayete ulaşmanın yolu olarak
yalnız manevi hidayeti değil, aynı zamanda ruhsal ve bedensel şifa da
dağıttıklarını vurgularlar. Yeni dinlerde şifa dağıtma mucizeleri çok
yaygındır. Maddi ve manevi şifa, insan beden ve ruhunun yenilenmesi olarak
telakki edilir. Tanrısal alemle ilişki içinde bulunduğunu iddia eden bu
şahısların şaşırtıcı, hayret verici işlerine şahit olunur.”
[236]
Bu yeni dinlerde
sosyal ahlak da vurgulanır. Şifa ve hidayetle birlikte, fakirlik ve savaşların
getirdiği sosyal çöküntülerin çözümleri beklenir. Bu dinlerin büyük bir kısmı
pasif tutum sergiler. Cemaat içi sosyal ahlak faaliyetleri çok kuvvetlidir, bu
yönde en modern vasıtaları kullanırlar. Örneğin Tenri ve Omota dinleri çocuk
yuvalan, yetimhaneler, hastaneler, dinlenme evleri vs. gibi tüm sosyal
alanlarda tesisler kurmada birbirleriyle yarışırlar. Dîni tesislerde dikkati
çeken özellik, eski Japon büyük ailesinde fertlerin sosyal koruyuculuğu ve
emniyeti aile içinde sağlanırken, modern endüstrileşme ile birlikte yıkılan
büyük ailenin yerini dini cemaatların almasıdır. Burada fertler yalnız manevi
doyum değil, aynı zamanda cemaat içi sosyal dayanışma ve sevgi bulmalarıdır.
[237]
Tarikatlarda görüldüğü gibi, dini liderin temsilciliğinde ruhsal ve idari
idealler yaşanır.
Yeni dinler sadece
Kutsal Yazılar ve Kutsal kitaplar şeklinde tezahür etmez, yeni vahiy ve
şahsiyetler, manevi kuvvetin temsilcileridir. Bu liderler cemaat içindeki maddi
ve manevi sorunların çözümünde büyük rol oynarlar. Henüz hiyerarşik sistemler
teşekkül etmemiştir. Cemaat ve lider arasındaki ilişki tabiidir.
Lidere gösterilen
yüksek saygı ve
sevgi, fertlerin özel
sorunlarını lidere
götürmelerine, liderin de onlarla ilgilenmesine engel değildir.
Bu sosyal hareket,
ahir zaman beklentilerine de bağlıdır. Temel hedef yalnız İnsanın yenilenmesi
değil, toplumun da yenilenmesidir. Canlı bir gelecek beklentisi vardır ve bu
beklenti açlık, sefalet ve savaşlar gibi tüm sosyal felaketlerin bertaraf
edilmesi ve ideal toplumlarının kurulmasıdır. Bu gaye için ideal toplumun
yaşayacağı yeni cemaat şehirleri kurulmaktadır. Dindarlık ölçüsü cemaat
içindeki sevgi ve saygıdaki başarıdır.
[238]
Cao-Dai Vietnam
dilinde Ulu Tanrı'nın ve aynı zamanda 19. yy. başlarında ortaya çıkan yeni
dinin adıdır. Kısa zamanda iki milyonun üzerinde taraftar kazanmıştır. Cao-Dai
eski dinleri birleştirerek çeşitli dinlerde vaad edilen hidayet devrini
başlattığını, hidayet yolunu açtığını söyler. Dış görünüşüyle Katolik kilisesi
ve Budist rahipliğinin hiyerarşik yapısını, Konfüçyanizm'in ahlakını, Taoizm'in
kainat tasavvurunu yansıtır. Evrensellik iddiasındaki bu yeni dinin mesihçi
özelliği, dünyanın çeşitli bölgelerinde görülen yeni akımlarla paralellik
gösterir. Önemli özelliği ruhçu görüşünün ağırlığını hissettirmesidir. Asya'nın
çeşitli bölgelerinde rastlanan geleneksel ruhçuluktaki ata ruhlarına ve ölmüş
kişilerin ruhlarına tazim ile Fransız Allan Kardec'e dayanan Batı kökenli “Bilimsel”
ruhçuluğunun sentezidir.
[239]
Fransız sömürge memur
ve subayları yoluyla Vietnam'a ulaşan Batı tipi ruhçu görüşlerin yerli ruh
İnançlarıyla karışımından yeni bir akım doğmuştur. Akımın temsilcisi ve
peygamberi Phuvan-Chieu'dir. Tanrı Cao-Dai'dan vahiy aldığını, kendisini
Vietnam halkına irşat için gönderdiğini iddia etmiştir. Daha sonra vahiy ve
risalet Levan -Trung da devam etmiştir. Trung alkol ve diğer uyuşturucuların,
et ve balık gibi hayvansal gıdaların yasak olduğunu, bitkisel gıdalarla
beslenmenin gereğini açıklamıştır.
[240]
Caodai 1926 da yeni
bir din olarak resmen kabul edilmiş ve ilk mabetleri Tay-Ninh de açılmıştır.
Vatikan'a benzer dinsel hakimiyetlerini sürdürdükleri sembolik bir bağımsız
bölgeleri (kampusları) vardır. 1953 de yayınlanan ilmihallerine göre, dünya her
geçen gün kötüye gitmekte ve kıyamete doğru yaklaşmaktadır. Cao-Dai tüm
peygamberlerin birliğini, varlığını haber verdikleri Ulu Tanrı'dır.
Peygamberler birbirlerinin tebliğini tamamlayıcılardır. Bedenin ölümünden sonra
ruhlar müteakip vücutlarda yaşamaya devam ederler. Reinkarnasyon ölçüsü Hint
Karma sistemindeki iyi ve kötü davranışların karşılığı olarak gelecek
vücutlarda etkisini gösterir. Yeniden doğuş yalnız dünyada değil, diğer
yıldızlarda ve gezegenlerde de olabilir. Ruhlar aracılar vasıtasıyla diğer
insanlarla konuşabilirler. Kültsel seanslarla yeni vahiyler alınabilir. Vahiyde
zaman ve mekan sınırlaması yoktur. Ancak istismarlara karşı önlem olarak, ferdi
seanslara izin verilmez. Geçerli olan mabette, ruhban sınıfının ayin esnasında
ilahi alemle kurduğu bağlantı ve alman vahiydir.
[241]
Koreli Sun Myung Moon
tarafından 1954 de kurulan “Kutsal Ruh” Derneği ile hareket başlamıştır.
Hareketin gayesi Hıristiyanları ve tüm dünya dinlerini “Beklenen Mesih” cemaatı
olarak kendi ilkeleri esasında birleştirmektir. Bu “Birleştirme” hem dünyevî ve
hem dinidir. Sistemin temel esasları “İlâhî Prensipler” isimli kutsal
kitaplarında açıklanmıştır. Moon, dinlerin “Mesih” olarak beklediği manevi
liderdir. Dünya kardeşliğini kurmak için görevlendirilmiştir. İsa'nın yarım
bıraktığı görevi tamamlayacaktır.
[242]
Hareketin kurucusu Sun
Myung Moon 1920 de Kuzey Kore'de Sangari'de doğdu. Moon 10 yaşlarında iken
ailesi Taoizm'i bırakarak'Hıristiy anlığı kabul etmişti. Öğretide de bu iki
dinin temel prensiplerinin etkileri göze çarpar. Mühendislik tahsili yaptı. 16
yaşlarında yaşadığı İsa Mesih vizyonunu ve bu görevin kendisine geçtiğini
hissetmesi üzerine meditasyonuna devam etti, aldığı vahiy ve ilhamlar ışığında
25 yaşlarında “Unification Prensipleri” adı altında sunulan öğretinin
temellerini hazırladı.[243]
1951 de görevini tebliğe başladı. Yeni dünyanın hakimi olacak mesih'e vaad
edilen yakında gerçekleşecekti. Resmi hareket 1954 de başladı.
İnsanlar arasındaki
ayrılık, ırkçılık duygularını ortadan kaldırabilmek için Moon, “Melez”
evlilikleri teşvik eder. Çeşitli alanlarda Uluslar arası teşkilatlar kurar. O
cemaatın “Babası” sayılır. Kendisinin ilk üç evliliği başarılı olmamıştır.
Fakat 4. Eşi ile birlikte o “Gerçek Ebeveyn”dir. Kıydığı nikâhla kurulan
aileler de “Gerçek aile”dir. Doğacak çocuklar, günahsız çocuklardır. O
insanlığı şeytanın hakimiyetinden kurtaracak yolu bulmuştur ve onu tebliğ
etmektedir. Havva'nın şeytanla yaptığı “Zina” ile başlayan günah “Kabil” ile
devam etmiştir. İnsan soyunun gerçek atası “Şeytan” olmuştur. Şimdi Moon'un
kurduğu “Gerçek aile” ve onun takdis ettikleri yeni aileler ile şeytan
hakimiyeti ve günah sona erecektir.
Moon'a göre, Eski ve
Yeni Ahid devirlerinin geçerlik süresi dolmuş, II. Mesih devri başlamıştır.
İnsanlar doğru inanç ve ahlâki davranışlarla olgunluğa ulaşacaklardır.
“Beden bir kez
işlevini tamamlayıp, öldüğünde, görünmez olan, ancak belli bir olgunluğa
erişmiş ruh, fizik ötesi bir boyutta varlığım sürdürmeye devam eder,” Fiziki
bünyenin gayesi ruhun gelişimine yardımcı olmaktır.
[244]
"Beden işlevini tamamlayarak öldüğünde, bir daha asla bir madde bütünü
oluşturmamak üzere, yapısını oluşturan temel elemanlara ayrılacağı yer olan
toprağa döner. Beden öldüğü anda, ruh ondan ayrılarak, beden sınırlaması
olmaksızın, ruh dünyasındaki sonsuza dek sürecek varlığına başlar. Bu boyuta geçmiş ruhun, hem ruh dünyasındaki diğer ruh varlıklarla,
hem de halen fizik dünyada fizik bedenleri içinde bulunan insanların ruh
benlikleri ile iletişim kurabilme yeteneği vardır.
[245] “Yaratılış
amacı olan bu mükemmelliğe, yeryüzü yaşamları süresince ulaşamayan insanlar,
ruh dünyasında bir beden ayrıcalığı bulunmadığından, çabalarını halen
yeryüzünde fizik bedenleri içinde yaşayan insanlarla işbirliği yaparak
sürdürmek durumundadırlar. Ne var ki ruhun, bu yeni boyutta, seviyesini direkt
olarak yükseltmesine yardımcı olacak canlılık elemanlarını sağlayan beden
avantajından yoksun olması, onun seviyesini yükseltebilmek için, yeryüzüne
kıyasla çok daha fazla çaba harcamasını zorunlu kılar dürüst insanlara yardım
ederek, çokzaman alan dolaylı yollarla istifade edebilir.”
[246] "Bedenin Ölümü sonrasında, pek çok
kişinin yanlış yorumladığı gibi, ne bedenini terk eden ruhun sihirli bir
değişimle artık hiç bir sorumluluk taşımadan cennette yaşayacağı, ne de,
ruhunun düşük olması nedeni İle cehennemde sonsuza dek kalma laneti ile yüzyüze
kalacağı iddiası doğru değildir. Kendine merkezli hayatlar yaşayarak, başkaları
üzerinde kuran düşük seviyeli ruhlar, oluşum aşamasının altındaki ruhsattık
alanı olarak adlandırılan ceben nemde yaşarlar. Cehennem alanının yakınlarında,
cennet diye adlandırılan yerde ise, Tanrı'ya inancı olan, ya da doğru değerlere
bağlı kalarak bilinçli yaşamlar süren ve bağlı bulundukları grup ve kültürlere
göre gruplandırılan ruhlar yer alır.
[247] “Tanrı
'nın ideal dünyasında cehennem diye bir yer yoktur ve kişi, bir kez, O'nunla
(Tanrıyla) mutlak birliğe ulaştığında, o'nun sonsuz ve tükenmez sevgi egemenliğinde
yaşamanın zevkine varır.”
[248]
Yani olgunluğa ulaşan
ruhlar ölümden sonra Tanrı katına yükselir. Yanlış inanç ve davranışlarla
olgunluğa ulaşamayan kişilerin ruhları ise dünyada hayalet olarak, bedensiz ruh
olarak dolaşmaya, ızdırap çekmeye devam eder. Fiziksel hayatlarında kurtuluşa ulaşamayan
ruhlar, ölümlerinden sonra fiziksel varlıklara olumlu yardımlarda bulunarak,
salih amellerini, sevaplarını artırabilirler, kemalâtlarmı yükselterek,
Tanrı'ya kavuşabilirler. Tanrı'ya kavuşmanın sembolik ifadesi cennet, Tanrı Man
uzak kalıp yükselme sıkıntısı çekmenin sembolik ifadesi cehennemdir. Müşahhas
bir cennet ve cehennemin varlığı kabul edilmez. İslam'da görüldüğü gibi
kıyamet, hesap günü ve haşir inancı da yoktur.
[249]
Hz. İsa mesihlik
görevinde başarılı olamamıştır, Hz. Muhammed ise, “Gerçek ebeveynlerin gelişine
hazırlık yapmakla yükümlü bir peygamber olarak insanlığa yollanmıştır.
[250]
II. Mesih tarafından
Tanrı'nın yeryüzündeki hakimiyetinin tesis edilmesiyle, “Altın Devir” başlamıştır.
Uluslararası çeşitli varış örgütleriyle çalışmalar sürdürülmektedir. Tanrı
tarafından seçilmiş kişi, vazifesini bitirince, Tanrı onu insanlığa duyuracak
ve insanlık onu izleyecektir.
Tanrı'nın varlığı ve
mahiyeti Çİn Tao inancındaki gibi “Yin ve Yang” denen dişi ve erkek
prensiplerle anlatılır. Buna göre, Tanrı'nın varlığı Yin ve Yang tâbir edilen
dişi ve erkek prensiplerin ahenkli birliğinden meydana gelir. Yani Tanrı iki
cevherden oluşan mürekkep bir varlıktır. Ancak bu özellikler arasında bir
bölünme söz konusu değildir. Mükemmel bir uyum içindedir.
[251]
Kâinat ve içindeki varlıklar da Eski Yunan ve İslâm felsefelerin de anlatıldığı
üzere O'nun varlığından sudur etmişlerdir; taşıdıkları negatif ve pozitif
özellikler Tanrı'nın iç yapısını yansıtırlar.
“İnsanların ruhsal
tabiatları, Tanrı 'nın içsel özelliklerinin, bedenleri ise yine Tanrısal dışsal
özelliklerin mükemmel birer yansımasıdır... atomlardan insana değin tüm
yaratılış, Tarın'nın gerçek tabiatına benzemek ve bu benzerliği bütünlemek için
gereken çabaları, yani varoluş amaçlarını yerine getirmek üzere yaratılmış
bulunmaktadır”
[252]
“Her erkek, Tanrı'nın maskulin özellikleri, her kadın eminin özellikleri
yansıtıp, mükemmel bir şekilde Tanrı 'yi ifade etmek durumundadır”.
[253]
Hareket çeşitli
alanlardaki teşkilâtlanma ve ticarî şirketlerle maddî ve manevî etkisini kuvvetlendirmeğe
çalışmaktadır. Kore, Japonya ve A.B.D. başta olmak üzere, dünyanın çeşitli
ülkelerinde misyon merkezleri kurmuş, kendini tanıtma ve taraftar kazanma
çalışmalarını sürdürmektedir. İstanbul'da da bir misyon merkezleri vardır.
Okyanusya adaları,
Malenezya, Yeni Gine ve çevre bölge yerlilerinin yeni mesihci hareketlerine
Batıhlarca “Kargo-Kültü” ismi verilmiştir. Kargo kelimesinin temel anlamı “Gemi
Yükü”dür. Bölgedeki sömürge hakimiyetlerine karşı ayaklanan yerlilerde görülen hareketler
de cennetin ve ata ruhlarının doğu'da olduğu, içi zenginliklerle dolu saadet
gemileriyle bir gün geri gelecekleri; refah ve manevi kurtuluş getirecekleri
düşüncesi vardır. Cennet tasavvurları, ahir zaman ve atalar kültleriyle de
birleşmiş, gemilerin ve refah getiren yüklerinin dini yorumları “saadet ve
kurtuluş gemilerine” dönüşmüştür. Geçen yüzyıl sonlarında bu gemilerin
beklentisi ve yükleri olan pahalı Avrupa mallarının yerlilere parasız,
karşılıksız sunulacağı tasavvurları yaygınlaşmıştır. Batılılara ve misyonerlere
karşı ortaya çıkan yerli ayaklanmaları dini karaktere de bürünmüştür.
Yeni hareketin
peygamberlerinden biri Ndugomoi idi. Fici de yerli bir rahip aüesindendi.
[254]
Eski kabile tanrılarından vahiy aldığını; eski güzel günlerin (Altın Çağın)
yaklaştığını, tanrının ve ata ruhlarının kendilerine yardım edeceğini
söylüyordu. Vahyin müjdesi ebedi hayat ve saadetti. Yaşlılar gençleşecek,
ölümsüz hayata kavuşacaktı. Kafirler ise, ebedi cehenneme gidecek veya en iyi
ihtimal müminlerin hizmetçileri, köleleri olacaklardı. Batı mallarını Tanrı ve
Ata ruhları getirip, dağıtılacaktı. Bu mesih çağı müjdelerinde dini hidayet ve
ahiret, sosyal hedefler ve politika birleştirilmişti. İstilacılara ve
sömürgecilere karşı bir tepki idi.
[255]
Harekette beklenen mesih, Tanrısal ikizlerdi ve yerli dilinde Yahve ve İsa'nın
karşılığı olan Natirikaumoli ve Nakausambaia idiler. 1885 de meydana gelen
ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldı. Benzeri bir hareket de Kuzey Gine'de
Mambu isimli bir yerli tarafından 1937 de başlatıldı. Mambu kehanetin yakında
başlayacağını, gerçek olacağını söylüyordu. Ahir zaman beklentisi, refah ve
zenginlik müjdeleniyordu. 1938 de yakalanan Mambu hepse atıldı. Ayaklanma da
1939 da bastırıldı. Benzeri hareketler bölgenin çeşitli yerlerinde zaman zaman
görülmeye devam etti.
[256]
Literatür
1-
Yahudilikte
Kavram ve Değerler, Haz. Suzan Alalu, Klara Arditi, Eda Asayas vd. Gözlem
Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş. İstanbul 1997, 302 s.
2- Ali Sayı,
Hz.Musa, İstanbul 1992, 322 s.
3- Hikmet Tanyıt,Tarih
Boyunca Yahudiler ve Türkler, İstanbul 1977.
4- (Ahmet
Çelebi) Yahudilik, İstanbul 1978.
5- Günter
Lanczkowski, Heilige Schriften, Stuttgart 1956, s.20-27.
6- Cari
Clemen, Die Religionen der Erde, C.1II, s.7-55.
7- H. von
Glasenapp, Die Nichtchrisülichen Religionen,,Frankfurt 1963.
8- F.Heiler,
Die Religionen der Menschheit, s.652-636.
9- H.J.Schoeps,
Religionen, s.239-263.
10- Türkiye
Başhahamlığı, İbrani Din Bilgisi,İstanbul, 1992,60 s.
11- Nisİm
Behar, İbrani Tarihi, İstanbul 1979, 200 s.
12- Mehmet
Aydın (Der.veÇev.), Din Fenomeni, Konya 1993.
13- Ahmet
Hikmet Eroğlu, Osmanlı Devletinde Yahudiler (Dini ve Sosyal Durumu XVI-XIX.
Yüzyıllar),Seha Yayınları, Ankara 1997 y. 250 s.
14- Abdurrahman
Küçük, Dönmeler ve Dönmelik Tarihi, İstanbul 1979.
15- Isidore
Epstein, Judaisın, G.B.1979.
16- Rolandde
Vaux, The Early History oflsrael, Landon 1978, c.I-1I.
17- Zafer
ül-İslam Han, Yahudilik'de Talmud'un Mevki ve Prensipleri, Çev.M.Aydın,
İst.1981, 90 s.
Yahudilik yaşayan
dinlerin en eskilerinden biridir. Kendi halinde din mi, ırk mı, millet mi
olduğu pek belirli değildir. Dinler tarihinde kendine has bir yere sahiptir.
Irk ve din İçice girmiştir, birbirinden ayırmak çok zordur. Tevrat'daki Balam
hikâyesinde “İşte ayrıca oturan bir kavimdir ve milletler arasında
sayılmayacaktır”, ifâdesi YuhudiIİğin durumuna ışık tutmaktadır.[257] Bu
özel durumu modern bir deyimle ifâde edilirse, Yahudiliğin genelde aynı
biyolojik soya ve dînî cemaata sahip ırk ve inanç birliği olduğu, söylenebilir.
Dünyada yaklaşık 15-20 milyon kadar Yahudi olduğu tahmin edilmektedir. Bunların
3 milyon kadarı İsrail'de, 6 milyon kadarı A.B.D.de, diğerleri de küçük azınlık
cemaatları olarak dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşamaktadırlar.
Rivayete göre, Allah
Hz. İbrahim'e vaadi gereği onun soyundan gelen bu kavmi, dünya milletleri
arasından seçmiş ve Sînâ Yarımadasına götürmüş, kendine muhatap edinmiş ve
Tevrat'ı vermiştir.
Hz.Yakub'un 12
oğlundan 4.'nün adı Yuda veya Yahuda idi ve Yahuda kabilesinin soy atası oldu.
Daha sonraları Hz.Süleyman'ın ölümünden sonra ikiye ayrılan devletin güney
krallığına Yahuda ismi verildi. Bâbil sürgünü sonrası bu kabile ve krallık
mensupları için kullanılmaya başlandı, zamanla gene! bir isim haline geldi.
Hz. Yakub'un lâkabıdır.
“Tanrıyla uğraşan” anlamına kendisine “İsrail (Yisrael) adı verilmiştir.”
[258]
Daha sonra kabîle ve Hz. Süleyman sonrası kuzey devletinin de ismi oldu.
Günümüzde 1948'de Filistin'de kurulan İsrail Cumhuriyeti'nin de adıdır. Tebalan
da İsrailli veya İsrâilî olarak isimlendirilmektedir. Kur'an'ı Kerim'in çeşitli
âyetlerinde de “Benî İsrail” (İsrail Oğulları) kelimesi sıkça geçer. Yahudiler
kastedilir.
Bu kelime “İbrim”
kelimesinden türemiştir. m.ö.XIV. yüzyılda Kenan'da (Filistin'de) yaşayan “İbri”
veya “Hibri” isimli kabilelere dayanır. Çivi yazısı metinlerde “Hapiri” olarak
geçer. Önce İsrail Oğullan İle anlaşmalar yapmış ve sonra da, “Eber” isimli bir
soy atasına bağlanarak onlarla karışmıştır. Aynca Yahudilerin kendileri de
yabancılar tarafından “Ürdün nehrinin öte tarafında oturanlar” anlamına “İbrim”
(Eber) olarak adlandırılmışlardır. Tevrat'ın diline verilen isim de, “İbranca”da
bu kökten türemiştir.
Yahudî dîninin
kurucusu olarak bilinen Hz. Musa'ya mensup olanlar anlamına kullanılır.
Günümüzde her dört
terim de aynı mânâda kullanılır. Hıristiyan ülkelerde yaşayanlara “Aşkenazim”,
İslam ülkelerinde yaşayanlara “Sefardin” deyimi kullanılır. İsrail Devleti'nin
kurulmasından önce bölgede 65.000 Yahudi varken, Aşkenazim ve Sefardin
Yahudilerinin göçleriyle nüfus hızla artmış ve İsrail'in nüfusu bugün yaklaşık
3 milyonu bulmuştur. En fazla nüfus yoğunluğu A.B.D.'dedir ve sayıları 6
milyonu bulur. Onu Rusya ve Fransa takip eder.
Hz.Mûsâ, Yahudi
dînînin kurucusu sayılır. Bu sebeple bu dîne Musevîlik de denir. Genel görüşe
göre, Hz.Mûsâ m.ö. 1250 yıllarında yaşamıştır. İsmi çeşitli şekillerde
açıklanır. Tevrat'ın Huruç bölümüne göre, “Sudan çıkarılmış” anlamına gelir.
[259]
Muhtemelen İbranca Moşe kelimesi, Eskî Mısır dilinde “Tanrı verdi” anlamına
gelen bir kelime olabilir.
Tevrat rivayetlerine
göre, Mûsâ (a.s.) Levî Kavmindendir. Annesi Yohebed, babası Amran'dır. Beşinci
batından Hz. İbrahim'in torunudur. Mısır'da doğmuştur. O zamanlar İsrail
oğullarından doğacak bir çocuğun Mısır'a hâkim olacağı kehâneti üzerine Firavun
erkek çocukların öldürülmesini emretmişti.
[260]
Musa'nın annesine de çocuğunu teslim etmemesi ve emzirmesi, tehlike sezerse
nehre bırakması ilham edildi.
[261]
Yaklaşık üç ay kadar emziren annesi onu bir sepetin içine yerleştirerek nehrin
kenarına bıraktı. Nehirdeki sepet (sandık) Firavun'un kızı tarafından görüldü
ve getirildiğinde içinde bir çocuk bulundu. Çocuğun sevimliliği karşısında
öldürülmeye kıyılamayıp, evlâtlık olarak sarayda büyütülmesine karar verildi.
[262] Kararı
Firavun'un karısı da destekledi.
[263] Bu
suretle Mûsâ bir prens gibi, o zamanki dünyanın en güçlü imparatorluklarından
birinin sarayında çağının en üstün eğitimini alarak, idareci ve komutan olarak
yetiştirildi. Yazıyı ve çağının ilimlerini öğrendi. Hikmet-i İlâhiye ona
dolaylı yoldan istikbalde verilecek vazifede ihtiyacı olacak eğitimi aldırttı.
Gençlik çağma
erişince, bir gün şehirde dolaşırken angaryada çalışan bir Yahudi'ye bir
Mısırlı'nın kötü davranışına dayajıamıyarak attığı tokat üzerine, Mısırlı
ölmüş, kendisinden öc alınacağı endişesiyle korkuya kapılıp kaçmıştı. Kendisini
bulamamaları için Medyen tarafına gitti
[264] ve
Kur'an'a göre, orada ihtiyar, sâlih bir zatın, Tevrat'a göre, rahip Yesro'nun
kızı Zippora ile evlenerek çobanlığa başladı.
[265] İslâmî
litaratür bu zatın Hz. Şuayb olabileceği üzerinde durmuş ve Hz. Şuayp'le
özdeştirmiştir. Medyenli sâlih zatın kızından Hz.Mûsâ'nın Gerşenı ve Eliezer
isimli iki oğlu olmuştur.”
[266]
Medyen'de ulaştığı 40 yaşına kadar Hz.
İbrâhîm soyundan gelen,
İbrâhîm inancındaki akrabalarıyla yakınlık kurmuştur.
[267]
Âdil ve sâlih kişinin kayın pederi oluşu onu Medyen'de de ön plana çıkardı.
Doğa hayatının yollarını, iklimini, yaşama
kaynaklarını öğrendi. Muhtemelen sarayda öğrenemediği vahdaniyeti
öğrendi. Mısır'daki soydaşlarını, ailesini düşünme fırsatı buldu. Günün birinde
çölde soğuk bir gece parlayan bir çalı gördü ve ısınmak, bir parça kor getirmek
için gittiğinde ilâhi hitaba muhatap oldu. Peygamberlik görevine çağrıldı.
[268] İlâhi
emirle ailesiyle birlikte Mısır'a geri dönmek için yola çıktı. Kendisindeki
ifâde güçlüğünden çekinerek, kardeşi Harun'u da yardımcılığına istedi ve duası kabul
oldu. Mısır hükümdarı Firavun'u
vahdaniyete davetle, halkını kölelikten kurtarmakla görevlendirildi.
[269]
Tekrar Firavun'un
sarayına geri döndü ve aldığı vazife gereği Firavun ve çevresindekileri
vahdaniyete davet etti ve kavmini Mısır'dan çıkarmak için izin istedi. Firavun
bir ara izin verme eğilimi gösterdiyse de sonradan kararından caydı. Hz. Musa,
peygamberliğine kanıt olarak mucizeler gösterdi. Fakat kabul edilmedi ve
sihirbazlıkla itham edildi. Siyasi güç ve devleti ele geçirmek isteğinde
olmakla itham edildi.
[270]
Çünkü Firavun onları serbest bıraktığı takdirde, ülkenin iş gücünü
kaybedeceğine, yapılmakta olan işlerin
yarım kalacağına ve ülkenin zarar göreceğine inanıyordu. Diğer
bir tehlike de, Mısır'dan ayrılan İsrail Oğullarının Mısır'ın kuzeyindeki
düşmanlarıyla işbirliğine girişerek, Mısır'ı güç durumda bırakabileceği idi.
Kendisine izin verilmeyince Hz. Mûsâ, İsrail Oğulları'nı Mısır'dan çıkarma
işini gizliden gizliye yürütmeye başladı ve gizlice Mısır'ı terketme
teşebbüsünde bulundular. Süveyş sahillerine vardıklarında Firavun'un da
kendilerine ordusuyla yaklaşmakta olduklarını gördüler. Bu kritik anda, Hz. Musa'nın
mucizesi olarak, Kızıldeniz yarıldı ve İsrail Oğullan'na yol verdi. Hz. Mûsâ
ile beraberindekiler Kızıldeniz'fn verdiği geçit sayesinde kurtuldular. Onları
takip eden Firavun ve askerleri (m.ö. .1224) ise, denizin dalgaları içinde
boğuldular. Mısır'a yaklaşık 70 kişi
olarak giren İsrail Oğıılları'nın 220 sene sonraki çıkışlarında yüz
binleri buldukları tahmin edilir.
İsrail Oğulları'na
baskı yapan Firavun (m.ö.1301-1234) II.Ramses'dir.
Yahudilerin Mısır'dan
ayrıldıkları sırada hükümdar olan Firavun ise, II.Ramses'in oğlu Minfıtan (m.ö.1290-1224)dır
ve Hurûc olayı m.ö.1224 yıllarına rastlamalıdır.
[271]
İsrail Oğulları'nın
Hz.Mûsâ etrafında toplanmaları, O'nun bir peygamber olduğuna inanmalarından çok
kendilerini Mısırlıların köleliğinden kurtaracak bir kumandan, bîr lider olarak
gördükleri içindi. Mısırdaki rahatlıklarını kaybedip çölde yoksulluğa düşünce,
Hz.Mûsâ ve kardeşi Harun'a çıkışarak: “Keşke Mısır'da et kazanlarının başında
otururken ölseydik. Siz bu kadar cemaatı öldürmek için mi bu Allah'ın belası
çöle getirdiniz?” diyorlardı.
[272]
Filistin'e (Kenan
İline) doğru ilerlerken Sînâ'da Hz.Mûsâ, Allah'ın emriyle kabilesinin arasından
ayrılarak işaret edilen dağa çıktı. Bu dağ genelde Tûr-i Sînâ olarak anılıyorsa
da, aslında “Tûr” dağ anlamında cins isimdir. Özel İsim değildir. Sînâ dağı
demektir. Bu Sînâ yarımadasındaki dağın en yüksek olanı mıdır, başkası mıdır,
ayırdetmek güçtür. Ancak günümüzde “Sina Dağı” isimli yarımadanın güneyinde bir
dağ vardır. Horeb Dağı olarak da bilinir. Bu ilâhi emirle gidilen dağın
yüksekliklerinde 40 gün süreyle oruç ve diğer ibâdetlerle bekledi, Allah'ın
emir ve tavsiyelerini aldı. Kendisine kavminin uyması gereken inanç ve davranış
esasları on hüküm hâlinde (on emir) verildi. Bunlar:
1- Allanın varlığına
ve birliğine inanmak.
2- Put
yapmamak ve putlara tapmamak.
3- Allanın
ismini lüzumsuz yere anmamak.
4- Cumartesi
gününün kutsiyetine saygı gösterip, hiç bir iş yapmamak ve dinlenmek.
5- Anne ve
babaya saygı göstermek.
6-
Öldürmemek.
7- Zina yapmamak.
8- Çalmamak.
9- Yalancı
şahitlik yapmamak.
10- Hiç
kimsenin evine, barkına, karısına, hizmetçisine, öküzüne, eşeğine, yâni malına
ve canına göz dikmemek idi.
[273]
Ancak Hz. Musa'nın
dağdaki kalış süresi uzaymca, kavmi Harun'a gelerek. “Haydi, bize yol gösteren
ilâhlar yap, çünkü bizi Mısır'dan çıkaran bu adam, Mûsâ hâlâ dönmedi. Başına
neler geldiğini bilmiyoruz” dediler. Tevrat'a göre Harun,
[274]
Kur'an'a göre, Sâmirî adında biri,
[275]
kabiledeki altınları toplayarak bunlardan dövme bir buzağı yaptı ve İsrail
Oğulları'nın bu buzağıya tapmasını sağladı. Kur'an'a göre Hz. Harun, buna engel
olmak istedi ise de mâni olamadı. Uyardı, dinleyen olmadı. Hz. Mûsâ döndüğünde
kardeşinin yakasına yapışıp azarladı,
[276]
öfkesinden elindeki tabletleri yere çarptı. Kırılan tabletler sonradan tekrar
yazıldı. Kur'an ise, Musa'nın levhaları öfkeyle yere attığını, ancak öfkesi
geçtikten sonra levhaları geri aldığını söyler.
[277]
Tekrar yazıldığından bahsetmez. Bu durum Mısır'da uzun süre kalan kavmin Mısır
dînî etkisinde kaldığını açıkça gösteriyordu. Hz. Musa'nın aralarından kısa bîr
süre ayrılması onların nasıl geriye döndüklerinin açık delilidir. Hz. Harun'un
aralarında bulunması dahi buna engel olamamıştır. Bu durum Hz. Musa'nın yönetim
gücünü de göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Hz.Mûsâ kavmini alarak
Filistin'e doğru ilerlemeye başladı. Ancak kavmin buzağıya tapma hatası
Allah'ın gazabına sebep oldu. Tövbelerini Allah kabul ettiyse de, bu defa da
kavmin ileri gelenleri Musa'nın Filistin topraklarına geçme isteğine itiraz
ettiler. Bu isyan onların 40 yıl süreyle çöllerde sıkıntı içinde dolaşmalarına
sebep oldu. Bu sürede şeriatın diğer hükümleri de İsrail Oğulları'na tebliğ
edildi. Bu çöl ve göçebe hayatı içinde Hz.Mûsâ
120 yaşında Nebo dağında vefat etti.
Cesedinin Allah
tarafından gömüldüğü ve mezarını kimse bulamadığı rivayet edilir.
[278]
Kısaca Hz.Mûsâ,
Allah'la İsrail halkı arasındaki antlaşmanın yapıcısı ve İlâhî dînin kurucusu
bir peygamber; halkını Mısır boyunduruğundan kurtarması ve millî hayatın
kurucusu olmasıyle, bir lider ve bir kânun yapıcısıdır.
Kur'an,
“Kardeşi Harun'u da bir peygamber olarak ihsan ettik,
biraderi Harun'u da maiyetine vezir yaptık”.[279] buyurarak onun Musa'nın yardımcısı olduğunu haber
verir. Sâmiri'nin buzağı yapmak için halkı kışkırttığı olayda da, Samiri'ye
değil kendisine uymaları, buzağıya tapmamaları konusunda kavmini uyarmıştır.
Ancak kavmin arasında ayrılık çıkarmamak, daha büyük bir fitneye sebep olmamak
için fazla ses çıkarmadığını kardeşine îtiraf etmiştir.
[280] Hz.
Harun kardeşinden üç yaş daha büyüktü. Sayılar kitabında, 123 yaşında Hor Dağı
tepesinde öldüğü ve gömüldüğü anlatılır.
[281]
Hz.Mûsâ ve kardeşi
Harun'un çağdaşı kabul edilir. Tevrat'da bahsi geçmez. Hakkındaki bilgiler
folklorik ve efsanevîdir. Tarihsel bilgi yoktur. Müslümanlar Kur'an'ın
bahsettiği Hz.Mûsâ ile buluşan Hikmetli Kişinin[282]
Hızır olduğu kanaatindadır. Ancak âyette Hızır ismi geçmez. Mûsâ ile buluşan
Hikmet Sahibi kişi, olayların iç yüzünü kavrama ve değerlendirme yeteneğine sahiptir.
Hz. Mûsâ ile buluşma yerleri “Mecmau '1-Bahreyn”, yâni iki denizin birleştiği
yerdir.
[283] Bu yerin Sînâ
sahillerinde Kızıldeniz'e veya Ak Oeniz'e açılan suyu tatlı bir göl ile denizin
birleştiği bir yer olabileceği gibi, büyükçe bir nehrin denize döküldüğü
[284] bir
yer de olabilir. Yolculuk yapılan denizde korsan tehlikesinden söz edilmesi,
buluşma yerinin açık denize açılan bir sahil olduğu ihtimalini
kuvvetlendirmektedir.
Sonraki asırlarda
Hızır ismiyle şöhret bulacak sâlİh kişinin peygamber değil, Allah'ın velî bir
kulu olduğu kanaatında olanlar davardır.
[285]
Onun kıyamete kadar yaşayacağı, ölümsüz olduğu hakkındaki yorumlar ise, eski
Yunan dinindeki Hermes mitolojilerini hatırlatmakta; Kur'an'ın;
“Senden önce hiç bir insana ebedî yaşama
vermedik...Her nefis ölümü tadacaktır...” âyetlerine ters düşmektedir.[286]
Hz.Mûsâ'dan sonra
İsrail Oğullan'nın başına Yûşâ b. Nûn (Yeşû b. Nûn) geçti. Yûşâ, Musa'nın en
yakın dostlarından biriydi. Ölmeden önce O'nu İsrail Oğulları'nın başına başkan
olarak seçmişti.
[287]
Yûşâ İsrail Oğulları'nın başına geçtikten sonra, Ürdün nehrinin kuzey doğusuna
yöneldi. Daha sonra da Ürdün nehrini geçerek, Filistin topraklarına yerleşmek
için hazırlıklara başladı. Nehri geçtikten sonra istila ettikleri ilk şehir
Eriha oldu. Yûşâ daha önce iki casus göndermiş ve bunlar Rahab isimli fahişe
bir kadının evinde gizlenmişlerdi. îsrâil Oğulları, Eriha'yı aldıktan sonra,
şehirdeki bütün insan ve hayvan, canlı ne varsa öldürdüler. Casusları saklayan
kadın ve ailesi kendilerine verilen söz üzerine bu katliamın dışında tutuldu.
[288]
Bunu diğer şehirlerin fethi ve Yûşâ'nın saltanatı tâkip etti.
Yûşâ bin Nûn'un
ölümünden sonra da Hz.Musa'nın siyaseti devam ettirildi ve İsrail Oğulları'nın
idarecileri halkın ileri gelenleri tarafından seçilmeğe başlandı. Bazen
kadınlar da bu makama gelebİliyordu. Halk onikİ kabîle halinde yaşıyordu.
Aşiret idaresi hâkimdi. Aşiretlerin ileri gelenlerinin oluşturdukları bir
meclisleri vardı. Aralarından seçtikleri bir hakem kabileler arası anlaşmazlıkları
çözüyordu. Önemli işlerde bütün kabîlelerin ileri gelenleri hakemin
başkanlığında toplanıyor ve problemlerini görüşerek çözüme götürüyorlardı. Bu
devir yaklaşık üç asır sürmüştür. Halk göçebelikten yerleşik hayata,
çadırlardan küçük köylere geçmeye, tarımı ve diğer zanaatları öğrenmeye
başlamıştır.
Ancak Hâkimler veya
diğer adıyla Hikmetli Kişiler Devri rüşvet v.s. gibi yolsuzlukların
yaygınlaşması ve komşu ülkelerin baskısı, harplerin doğurduğu problemler
üzerine, İsrail Oğullan da komşu ülkelerdeki gibi bir otorite, mutlak emir ve
komuta sahibi bir hükümdar İstemeye başlamışlardır
Kur'an bu durumu şöyle
açıklar:
“Musa'dan sonra İsrail Oğullarının ileri çelenlerini
görmedin mi? Peygamberlerine (izâ kâlû li nebîyyin lehum) bize bir hükümdar gönder.
(Onun önderliğinde) Allah yolunda savaşalım, demişlerdi.”
[289]
Bunun üzerine Rahip ve Hakîm Samuel, Savl'u (Tâlût'a) krallığa takdis etti ve
toplumun idaresini kendisine bıraktı. Yukardaki âyetin Yahudilerin “Hakîm”
tâbir ettikleri Hz. Musa'nın halifeleri için “Nebî” ifâdesini kullanması
[290]
sebebiyle, Müslümanlarca Yûşâ b. Nûn'dan rahip Samuel'e kadar tüm hakîmler,
hikmetli kişiler “Nebî, Peygamber” sayılmışlardır. Peygamber unvanı ile
anılmışlardır. Kur'an da açıkça zikredilmeseler dahi bazı zatların peygamberler
tarihlerinde “Peygamber” olarak anılmalarının sebebi bahsettiğimiz âyettir.
Hikmetli Zatlar
(hakîmler veya nebîler) devrinde rüşvet v.s. gibi yolsuzlukların yaygınlaşması
ve sürekli harplarin doğurduğu problemler üzerine, İsrail Oğulları da komşu
ülkelerde olduğu gibi, başlarına bir otorite, hükümdar istediler. Rahip
Samuel'in Tâlût'u (Savl'u) hükümdar seçmesi üzerine îtirazlar yükseldi.
“Nasıl olurda O'nun gibi soylu olmayan halktan bîri
bize melik ve kumandan olur. Asıl bizler kumandanlığa lâyıkız. Hem Ona mal-mülk
de verilmiş değildir”, dediler”.
[291]
Samuel (a.s.);
“Onu sizin üzerinize Allah seçti ve Ona ilimde ve
cesarette maddî ve manevî bir inkişaf verdi”
[292] diyerek İtirazları kabul
etmedi.
Tâlût (Savl) komşu
putperest Filİstîler üzerine yürüdü. Kendine güvenenlerle nehri geçti ve
düşmanlarını mağlub etti. Bu savaşta henüz delikanlı yaştaki Dâvud Câlut'u
(Golyat'ı) zekâsıyla yendi.
[293]
Üstün zekâ ve savaş yeteneğiyle dikkatleri üzerine çekti. Savl'un komşu
kabilelerle yaptığı bir savaşta ölümü Üzerine Dâvûd tahta geçti.
[294]
Hz. Dâvûd Yahudilerce
İsrail Oğulları'nın büyük bir hükümdarı olarak bilinir, fazilet ve hikmeti
kabul edilmekle birlikte bir peygamber olarak görülmez.
Bu konuda Müslüman ve
Yahudiler farklı görüşlere sahiptirler. Kral Savl'un (Tâlût'ua) ölümü üzerine
İsrail Oğulları'nın ikinci hükümdarı olmuştur. Yaklaşık m.ö. 1006-966
yıllarında saltanat sürmüştür. Kurduğu ordusuyla ülkesinin sınırlarını güneyde
Mısır'dan kuzeyde Toroslar'a kadar genişletmiş ve Kudüs'ü başkent yapmıştır.
İçinde Hz.Musa'dan kalan Tevrat ve diğer kutsal emanetlerin saklandığı
Tâbutu's-Sekîne'yı buraya nakletmiştir. Daha sonra oğlu Süleyman tarafından
genişletilecek olan mabedi yaptırarak, Tâbûtu's-Sekîne'yi de buraya yerleştirmiştir.
İsrail Oğulları'nın yüzyıllar boyu unutamadığı ihtişam devrini açmış, Kudüs'ün
etrafını surlarla çevirterek, şehrin güvenliğini sağlamıştır.
Dâvud Beytlehem'de
sekiz kardeşin en küçüğü olarak fakir bîr ailede dünyaya gelmişdi. Kırmızı
benizli, sarışın, sevimli bir çocuktu. Annesi dindar bir hanımdı. Evin küçüğü
olarak babasının sürüsünü otlatmakla görevlendirilmişti. Bir gün sürüsüne
saldıran bir aslanı, daha sonraki günlerde de bir ayıyı zekâsıyla kaçırmasını
bilmiş ve sürüsünden hiç bir kayıp vermemişti. Mûsiki yeteneği vardı ve güzel
ud çalardı. Bu yeteneği ona Hükümdar Savl'un sarayının kapısını aralamıştı.
Daha sonra da Savl'un silâhtarlığına yükseldi. Filistîlerle yapılan savaşta,
zekâ ve cesaretiyle çocuk yaşta olmasına rağmen, meşhur komutan ve silâhşor
Golyat'ı öldürerek İsrail Oğulları'nın galibiyetini sağladı.
[295]
Savl'un damadı ve komutanı oldu. Davud'un kısa zamanda halk arasında şöhretinin
artmasından endişelenen Hükümdar, onu bertaraf etmek, ondan kurtulmak istediyse
de Dâvud kaçarak kurtuldu. Savl'un tüm
düşmanca davranışlarına karşı, o saygıda kusur etmedi. “Allah'ın
hükümdarlık verdiği ve takdis ettiği kimseye el kaldırılmaz” diyerek,
saygısızlık edenleri de cezalandırdı.
[296]
Eski Ahid'in Mazmurlar
kitabı (Zebur) kendisine atfedilir. Çeşitli dini törenlerde ondan parçalar
okunur. 150 mazmurdan meydana gelir. Hikmetli sözleriyle kavmine doğru yolu
göstermeye çalıştı, güzel örnek oldu. “Hikmetin başı Allah korkusudur vecizesi
Zebur ayetlerindendir”
[297]
Tevrat şeriatına tâbi oldu. Güzel sesiyle meşhurdu.
[298]
(İslama göre, Allah ona demircilik ve zırh yapma sanaatını öğretmişti.
[299] Bu
haber ve işaretlerden İsrail Oğulları'nın Hz. Dâvûd zamanında Demir çağma
girdiğini ve yaşadığını anlıyoruz. Çünkü demir bu yüzyıllarda henüz yeni keşfedilmiş
bir madendi. Onun çağdaşları arasında hikmet ve tebliğ sahibi kişilerden,
Lokman Hekim de zikredilir.
Hz. Lokman: Oğluna
verdiği öğütler ve dînî bilgiler sebebiyle Peygamber olabileceği ihtimâli
üzerinde durulmuştur. Halk arasında hekimlik yönü meşhur olmuştur.
[300]
Hakkında tarihî bilgi olmayan bu zatın Nebiler devrinde yaşadığı ve Hz.Dâvûd'a
yetişerek onunla görüştüğü rivayetler arasındadır. Hakkında anlatılan hikmetli
sözlerin, Batılı filozof Ezop'unki (Aesopos) ile sık sık karıştırılması
sebebiyle, onunla özdeştİrenler de vardır.
[301]
Hz. Davud'un ölümünden
sonra yerine oğullarından Betseba'dan doğan Süleyman geçti. Kardeşlerinin en yeteneklisi
idi. Nitekim Kur'an;
“Biz Davud'a Süleymanı ihsan ettik”
[302]
buyurarak onun yeteneğine işaret etmekte, onu övgüyle anmaktadır. m.ö. 966-926
yıllarında saltanat sürmüştür. İslâm inancına göre, Allah Ona da babası gibi
hem hükümdarlık, hem de peygamberlik ihsan etmiştir. Yahudiler ise, O'nu yalnız
hükümdar olarak görürler. Bu noktada Yahudilik İslâm'dan ayrılır.
[303]
Kur'an'a göre, Allah Ona cinlere hükmetme ve hayvanların dillerini anlama
yeteneği vermiştir. Bu yeteneğinden dolayı sihir yapmakla suçlanmıştır.
[304]
Saraylarını ve bahçelerini havuz ve heykellerle süslemesi,
[305]
Firavun'un kızlarından biriyle evlenmesi, muhafazakâr halkın ve aleyhtarlarının
onu putperestlikle, şariatı çiğnemekle suçlamalarına sebep olmuştur. Ârâmî
bölgesini ve Edom'u kaybetmesi, İsrail halkınca Tanrı'nın cezalandırması
şeklinde yorumlanmıştır.
Zamanındaki toprak
kayıplarına rağmen, ülkedeki ticaret güçlenmiş, halk zenginleşmiş, Kudüs îmar
edilmiş, saraylar ve köşklerle süslenmiştir. Babasının yaptırdığı mabedi
yıktırarak yerine çok daha büyük ve ihtişamlı meşhur Süleyman Mabedini
yaptırmıştır.
Saba melikesi
Belkıs'la ilişkisinden Kur'an ve Eski Ahid haber veriyorsa da, konuyla ilgili
vahiy dışı tarihi belgelere henüz ulaşılamamıştır. Eski Ahid'in Süleyman
Meselleri bölümü ona dayanan ilahilerdir.
Hz. Davud'un zamanında
ülkenin sınırlarını genişletmesi, İsrail Oğullarını çevredeki putperestlerle
içice yaşamaya şevketti. Hz. Süleyman'ın bazı araştırıcılara göre m.ö.920'de,
bazılarına göre m.ö.935 yılında ölümü üzerine ülke Kuzey ve Güney olarak ikiye
ayrıldı. Oğullarından Rehobeam, Güneyde Yahuda devletinin kralı olduğunu ilan
etti. Kudüs'ü başkent edindi. Yahuda ve Bünyamin kabileleri kendisine biat
ettiler. Ancak, O'nun şiddet taraftan olması sebebiyle, İsrail Oğullarının
Kuzeydeki 10 kabilesi O'na biat etmeyerek, kardeşi Yerobeam'ı kendilerine kral
seçtiler. Kuzeyde kurulan bu devletin ismi İsrail ve başşehri Şekem idi.
Devletin ikiye
bölünmesi toplumun dînî hayatını da sarstı. Kuzey'in kralı Yerobeam, halkının
Kudüs mabedîne eğilim gösterebileceği endişesiyle iki altın buzağı yaptırarak
Dan ve Bethel'deki eski putperest mabetlerine yerleştirdi. Halkını putlara
tapmaya teşvik etti.
[306]
Bunların İsrail Oğulları'm Mısır'dan çıkaran tanrılar olduğunu ilan etti. Haccı
bu putlara yönlerdirmeğe çalıştı. Tevrat'ı yürürlükten baldırdı. Monoteist
Krallık putperstliğe dönüştü.
[307]
Komşu ülkelerle
yapılan savaşlarda zayıflayan krallık otoritesinin yerini komutanlardan Omri
aldı ve kral oldu. Saltanatını (m.ö. 878-871) müteakip yerine oğlu Ahab geçti.
Ahab Fenike prenseslerinden İzabel ile evliydi. Hükümdarlığı sırasında (m.ö. 871-852)
karısının da etkisiyle putperest Baal kültünü hâkim kılmaya çalıştı.
Vahdaniyeti savunan pek çok din adamını öldürtürken, Baal rahiplerini
ödüllendirdi. Kur'an'ın pek çok peygamberin ölümüne sebep olduğuna işaret
ettiği olaylar, bu zamanlarda meydana gelmiştir. m.ö. 722 de Krallık
Asurlularca yıkılmakla birlikte, inananlar için acılı günler Babil esaretiyle
devam etti. Burada yaşayan Yahudiler Mezopotamya'ya sürülürken yerlerine Asur
topraklarından getirilen kavimler yerleştirilmiştir. Rivayetlere göre bu
kavimler arasında Kuta şehrinden getirilip yerleştirilen halk da vardır. Daha
sonra bunlar Yahudiliği benimsemiş ve kendilerine Samiriler denmiştir.
[308]
Samiriler ise kendilerinin sürgüne gitmeyen dağınık İsrail Oğullarının
kalıntıları olduğu görüşündedirler.
[309]
Güneydeki Yahuda
kralları da kısa zamanda putperestliğe meyletmiş, Tevrat terkedilmiştir. Bazı
krallar Musa inancını ortadan kaldırmak için gayret göstermiştir. Örneğin m.ö.
841 de tahta geçen Ahazya Tevrat'tan Allah'ın kutsal isimlerini çıkartmış ve
yerlerine put isimlerini koydurtmuştur. Kral Ahaz (m.ö. 736-716) ve Kral
Menasseh (m.ö. 687-642) Tevrat okumayı yasaklamış, Tevrat nüshalarını tahrip
ettirmiştir.
[310]
Politeizmin teşvik
edildiği bir zamanda Kral Ahab (m.ö. y. 874-853) ve Ba'al putuna karşı halkını
ve dînini korumaya çalıştı.[311]
Kur'an'ın ifadesiyle;
“O en güzel Yaradam, sizin de, evvelki atalarınızın da
Rabbi olan Allah'ı bırakıp da Ba'al'e mi tapıyorsunuz?”
[312]
diyerek, düştükleri hatayı anlatmaya çalıştı. Çoğu kez kralın şerrinden gizleniyor, öldürtmesinden çekiniyordu.
Halkına gizli gizli tebligatta
bulunuyor ve mucizeler gösteriyordu.
[313]
Kral Ahab'ın ölümünden
sonra yerine geçen Ahasya ve Yoram'a karşı da mücadelesini sürdürdü ve Ba'al'e
tapmamalarını telkin etti.
[314] Bir
gün Ahasya'nın durumuyla ilgili kehânet bilgisi edinmek üzere elçisini
Ekron'daki Ba'al-Sebub mabedine gönderdiğini öğrenince, Elçinin yoluna çıktı ve
“İsrail'de Allah yok mu da, Sen Ba'al-Sebub'a gidiyorsun?” dedi ve elçiyi geri
dönmeye ikna etti.
[315]
ilâhi emirle kendisi de Kral'ın yanına gitti ve aynı soruyu Krala da sordu.
Bunun üzerine Kral kendi geleceğini sorunca, “Yattığın yataktan kalkmadan,
öleceksin” dedi. Henüz Hz. İlyas'ın sözü sona ermeden, kral öldü ve çevresindekiler
de bu mucizeye hayretle şahit oldular.
[316]
Eski Ahid, Hz. İlyas'ı
hayatının sonunda gökten inen alevli bir arabanın üzerine alarak göklere
götürdüğünü rivayet eder.
[317]
Benzeri rivayetin Hz. İdris için de olması sebebiyle, bazı tefsirciler onların
ahir zamanda dünyaya geri dönecekleri yorumunda bulunmuşlardır.
Hz. Eliyasa (Elisa,
Elisha), Hz.İlyas'm Karmel dağındaki mucizelerini seyreden gençler arasında idi.
Onunla karşılaştıktan sonra yanından ayrılmadı.
[318] Hz.
İlyas'ın ölümünden sonra görevini üstlendi ve diğer şakiriler de kendisine biat
ettiler.
[319] Öğrencileriyle Ürdün'den
Yeriha'ya, Bethel'e ve oradan Karmel dağına, Samarya'ya döndü.”
[320]
Çevre topluluklara ve Şam'a seyahatlar yaptı. Mucizeler göstererek insanları
Allanın birliğine davet etti. Allanın adıyla hastaları iyileştirmek, çorak
kuyuyu tatlandırmak ve bazı kehânetlerde bulunmak gibi mucizeler gösterdi.
Ba'al'e karşı Allah'ın varlığını ve birliğini savundu, tebliğini sürdürdü.
Komutanlardan Yehu'yu (m.ö.845-817) krallığa takdis ederek Ba'al taraftarlarını
bertaraf etmeğe çalıştı. Kral Yoas zamanında vefat etti.
[321] İsmi
saygı değer peygamberler arasında anılır.
[322]
m.ö. 8. y.y. da Yahuda
krallığında, Kudüs'te yaşamıştır. Yahuda krallarından Uzziya, Yotam ve Hizkiyanın
çağdaşıdır. Yoksulların ve kimsesizlerin yanında yer almıştır. m.ö.742 de
Mabette gördüğü bir rüya ile peygamberlik görevine çağrılır.
[323]
Kur'an da ismi geçmez, ancak Eski Ahid'den vahdaniyetin savunucularından olduğu
anlaşılmaktadır. Şeklî ibâdetten çok, kalp temizliği ve hayırlı işlere, topluma
hizmete ağırlık verir. Ahlâkî değerlere sarılmayı tavsiye eder. Asur
saldırılarını ve başarılarını Allah'ın İsrail Oğulları'nı cezalandırması olarak
yorumlar. Yahudilerin putperestlerle karışmamaları, Allanın birliğine
sarılmalarını tavsiye eder ve uyarır.
[324]
Eski Ahid'deki Yeremya
kitabının yazarı sayılır. Peygamberliğe çağrı Kral Yoşiya'nın hükümdarlığının
13. yılında, yâni m.ö. 627-626 da güney devlet Yahuda'da başlamıştır. Putlara
tapılmasın! ve sosyal adaletsizlikleri tenkit eder, halkı tövbeye çağırır.
Günahların kaynağını insanın kalbinde ve irade zayıflığında arar. Mısır'da
kendi halkının taşlamaları ile öldüğü rivayet edilir. Kur'an'da ismi geçmeyen
Yahudi peygamberlerindendir.
Kur'an'da geçen
[325] zü'1-kifl
kelimesi müfessirlerce özel isim olarak algılanmış, sağlam delilleri olmadığı
halde Hz.Eyyb' un oğlu Şeref (Bişr); Elyasa'nın (as.) amcaoğlu veya İlyas,
Yeşu, Zekeriya, Hezekiel peygamberlerle özdeştirilmistir. Bunlardan birinin
sıfatı olarak da yorumlanmıştır. Uzak Doğu Müslümanları ise, Buda ile
özdeştirmeye çalışmışlardır.
Bazı çağdaş
müfessirler ise, zü'1-kifl ibaresinin özel isim olmadığı, (bir şeyden veya bir
kişiden) sorumlu oldu, kendim adadı, anlamındaki keffele, özellikle bu fiilin
tekeffele (bir şeyi yapmayı) tekeffül etti üzerine aldı, türevinden, “Kendini
adayan” manasında bir kelime olduğu kanaatındadır.
[326]
İsrail Oğulları'nın
bölünmeleri, sosyal adaletsizlikler, kralların tüm tebaayı memnun etme ve
putperestliği hoş görmeleri dînî ve sosyal alanda sarsıntılara sebep oldu.
Ahlâkî çöküntüler kuvvetlendi. m.ö. 721 yılında İsrail devleti Asur Kralı 2.
Sargon tarafından yıkıldı. İsrail'in son kralı Hosea b. Elia'yı aile ve
yakınlarıyle birlikte Mezopotamya'ya gönderdi. Bölgeye de kendi adına hükmeden
bir vali tayin etti. m.ö. 608 yılında ise, Firavun ordusuyla beraber Yehuda'ya
yürüdü ve bölgeyi işgal etti. Daha sonra da Asur hâkimiyetine girmiş İsrail
topraklarını zaptetti. Ancak Asurlular üzerinde daha önce hâkimiyet tesis etmiş
olan Bâbil kralı Buhtunnasır, Firavun'un bu davranışını onaylamadı, o
toprakların kendisine Asurlulardan geçtiğini söyliyerek, hak iddia ettiği
Filistin topraklarını geri almak üzere eski İsrail topraklarına yürüdü ve geri
aldı. Bu arada Yahuda topraklarına da yürüdü, Kudüs'ü yağma etti, yakıp yıktı.
Böylece yaklaşık bİrbuçuk asır sonra (m.ö.586) Yahuda devleti de
Bâbillilertarafından tarih sahnesinden silindi. Ülkeyi yerle bir eden
Buhtunnasır (II. Nabukadnezar), İsrail Oğulları'nı esir olarak Bâbil'e götürdü.
Genel rivayetlere göre, Filistin'de hiç bir Yahudi kalmadı, bazı araştırıcılara
göre de çiftçi ve sanaatkarlar bırakılarak, sadece idareci sınıf sürgün edildi.
[327] Bu
olaylara Kur'an aşağıdaki uyarılarla
değinir:
“Kitab'da İsrail oğullarına şu hükmü verdik. Siz o
ülkede iki kere bozgunculuk yapacaksınız ve çok böbürleneceksiniz (zorbalık
edeceksiniz)! Birincisinin zamanı gelince üzerinize çok güçlü kullarımızı
gönderdik, evlerin aralarına girip (sizi) araştırdılar. Bu yapılması greken bir
vaad idi. Sonra tekrar size, onları yenme imkanı verdik ve sizi mallarla,
oğullarla destekledik ve savaşçılarınızı çoğalttık. İyilik ederseniz kendinize
iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, o da kendi aleyhinizedir.” [328]
Bu esaret devrinde
halkın ve dînîn yok olmaması için, peygamberlerin ve uyarıcıların ortaya
çıktığını görüyoruz Bunların başında Mezopotamya'da Hz. Yunus ve Hz. Danyal
peygamberlerin uyarıları meşhurdur. Dine sızan yabancı unsurlardan yanlış
inançlardan korumak için tebliğ ve irşatlarını sürdürmüşlerdir.
Sıkıntılı devir m.ö.538
yılında Fars kralı Kurus'un (Hüsrev'in) Bâbil'i istilâ etmesine kadar sürdü.
Böylece eski İsrail ve Yahuda topraklarına da hâkim olmuş oldu. Yahudileri
serbest bırakarak eski ülkelerine geri dönmelerine izin verdi. Böylece Kurus'un
hâkimiyeti altında Filistin'de hürriyet devri başladı. Fakat Yahudilerin bir
kısmı Mezopotamya'daki hayata uymuşlardı, orada nesilleri çoğalmış, kazançlı
işleri Öğrenmişleridi. Bu sebeple Kudüs'e dönmekte tereddüt gösterdiler. Büyük
bir kısım, Mezopotamya ve Mısır'da kalmaya karar verirken, vatan hasreti
duyanlar Dâvûd soyundan Sarubabel'in liderliğinde geri döndüler. Bundan sonra
Mısır ve Bâbil'de bazı Yahudi kolonileri de yaşamaya devam etti. Filistin'den
uzakta Sinegogları etrafında toplanan bu cemaatlara “Diyaspora” adı verildi.
İbadet ve şeriat da kısmen Yahuda bölgesinden ayrılmışlardır. Babil etkisine
kendilerini açmışlardır. Kurban âyininin yerini Tevrat kıraati ve dua almıştır.
Melek, şeytan v.s. gibi manevî varlıklar yanında Ahir zamanla ilgili
tasavvurlar da Mecusi etkisinin olduğu varsayılır.
Filistin'e geri
dönenler Kurus'un yardımıyle yeniden mabedlerini yaptılar. Ancak kendileri geri
dönmekle birlikte eski devletleri geri dönmemişti. Siyasi bakımdan Fars
hâkimiyetinde yaşamaya devam ettiler.
Dİn ve kültün
tamircileri dini lider ve başrahip Ezra ve vali Nehemia idi. Önceki devirlerin
taharet kaidelerini, büyük bir enerji ile yeniden tatbike çalıştılar. Yahudilerden
yabancılarla evlenenler, “Kutsal nesillerini” putperestlerle karıştırmış
oluyorlardı ki, karılarını ve çocuklarını terketmek zorunda idiler. Yine
dinlenme günü olan Sabat (cumartesi) öyle sıkı tatbik ediliyordu ki, Kudüs
kapısı Sabat'ın başladığı cuma günü akşam karanlığından başlayarak Cumartesi
gününün sonuna kadar kapalı kalıyor ve her türlü ticarî faaliyet
engelleniyordu.
m.ö. 330 da Büyük
İskender Filistin'e yürüdü ve bölgenin idaresi İskender'e geçti. O'nu
Ptolemelerin idaresi takip etti. Yahudiler Pers ve Yunan hâkimiyetlerinde yarı
bağımsız idiler. Nihayet Seloykiyalılar hükümdarı 4. Antokyos'un aşırı
baskısına dayanamayan Yahudiler, m.ö. 169 yılında isyan ederek, Yudas
Makkabî'nin başkanlığnda bağımsızlıklarına kavuştular. Makkabîler veya Hasmonîler
denen bu devletin başına m.ö. 37 yılında Romalıların yardımıyla Herodes geçti.
O, daha önceki mabedi de muhteşem bir şekilde yeniledi. Halefleri ise, devleti
Roma hâkimiyetinden koruyamayarak Roma'ya bağlı yaşamaya devam ettiler.
Bu çağlarda Yahudilerin
cemaat işlerini m.ö. 3.yy. da kurulan ve Sanhedrin ismi verilen Yüksek Yahudi
Meclisi idare ediyordu. 70-71 kişiden oluşan bu meclis, m.ö. 63. m.s.70 yılında
Mabedin yıkımına kadar Mabed'te toplanıyordu. Daha sonra 5. yüzyıla kadar da
Filistin'in çeşitli şehirlerinde toplanmaya devam etmiştir.
[329]
Hz. Ezra (Üzeyir a.s.)
m.ö. 5-4. y.y.da yaşamıştır. Bâbil esaretinden dönen Yahudi toplumuna yeniden
dînî kurulları öğretmeye çalışmış, dağılmış Yahudiliği bir cemaat haline
getirmeye gayret etmiştir. Başarılarından dolayı halkın gözünde 2. Mûsâ
sayılacak kadar önem kazanmıştır. Hakkındaki bilgiler Eski Ahid'in Ezra ve
Nehamya kitaplarına dayanır. Günümüz araştırıcıları Ezra'nın (a.s.) m.ö. 397 de
Kudüs'e döndüğü görüşündedirler. Göç sonrası Yahudiler arasında genel bir ahlâk
çöküntüsü vardı. Toplumu korumak için yabancılarla ve putperestlerle evliliği
yasaklamıştı. Fars devletinin resmi temsilcisi durumunda idi. En büyük hizmeti
Eski Ahid kutsal metinlerini derlemesi ve redaksiyonu olmuştur. Onun bu büyük
hizmetleri sebebiyle kendisine aşırı sevgi ve güven gösterildiğini,
yüceltildiğini ona uluhiyet atfedildiği şeklindeki Kur'an'ın mecazi ifadesinden
[330] anlıyoruz.
[331]
Günümüzde de Hz. Ezra hizmetleriyle yûceltilmekle birlikte, onu ilâhlaştıran ve
tazim eden hiç bir Yahudi cemaatı bilinmiyor.
İsrail Oğulları din
tarihinin yaratıcılık devri Babif sürgünüyle sona etmişti. Sürgün sonrası
devir, taklit devridir. Peygamberlerin yerini rahiplik düzeni doldurmaya
çalışır. Aktif rol rahiplerdedir. Artık cemaat başkanı yüksek rahiplerdir.
Yüzyıllar boyunca cemaat politik olaylardan uzak tutulmuştur. İlk defa
Makkabeliler devrinde halk kendini gösterir. Rahiplerin düşünce ve çalışma
ağırlığını cemaatın manevi hayatı, özellikle Tevrat hukukunun açıklanması
teşkil eder. “Tevrat” kavramı başlangıçta rahibin taharet konusundaki sorulara
verdiği kısa cevaplardı, fetvalardı.
[332] Bu
Musa devrindeki Yahve isteğinin, vahyinin güncel kısalfadesi sayılıyordu. İlk
olarak Sürgün Devri sonrası bu Tevrat Şeriatı cemaata ferahlık yerine, yük
olmaya başladı. Artık dindar kişinin yolu, Allah'ın iki tarafını çitle
çevirdiği dar bir patika olarak tasavvur ediliyordu. Dindarların görevi bu dar
yolda kalabilmek ve şeriat çitinin dışına çıkmamaktı. Tüm hayat dini kanunlarla
sınırlandırılmıştı. Hayatın her noktası dini kanunlarla eksiksiz örtülmüştü.
Hayat hukukçuların yorumladığı, takdir ettiği kanun, fetva ve içtihatlara
uymaktı.
[333] Dini kanunları çiğnemek
laneti çekerken, ona uymak rahmeti garantiliyordu. Lanet ve rahmet sözcükleri
çok yaygınlaştı. Hz. Musa devrinde de amellerin karşılığının görüleceği
düşüncesi şüphesiz vardı, ancak bu tüm davranışların tadat edildiği, kanun
hükümleri değildi. Şimdi ise alimlerin içtihat ve fetvaları dogma haline
gelmişti. Tarihi gelişmeler her bir davranışın günah-ceza-tövbe-kurtuluş
şemasını çiziyordu. Artık misilleme inancı, inanç esaslarının merkezlerinden
biriydi. Allah mutlak surette dindarı mükafatlandırmak, günahkarı cezalandırmak
zorunda idi.
[334]
Sürgün sonrası önem
kazanan kavramlardan biri de Yahve Cemaatı şuuruydu. Yahve (Allah) şuurunun
kendisi zamanla uzaklara, sonsuzluğa itildi. Onun ismini anmak yerine “Rab”
kelimesinin kullanılması yaygınlık kazandı. Yahve ismi “İsmi Azam” olarak ağıza
alınmaz veya anmaya cesaret edilemez oldu. Artık onun olaylara doğrudan doğruya
müdahalesi yerine, emirlerini yerine getirmek üzere onun tarafından yaratılan
aracı kuvvetler tasavvuru ağırlık kazandı. Bilhassa Tanrı'nın semavi
hükümranlık sarayında emrine hazır melekler olumlu icraatlarda bulunurken,
olumsuz, sevilmeyen icraatlar, Tanrı karşıtı şeytana bırakıldı. Şüphesiz
önceleri de şeytan inancı vardı, ancak eskiden bu “Ruh” olarak etkisini
sürdürürken, maddi etkiden uzakken, şimdi kötülüğün yaratıcısı ve Allah'ın rakibi
olma görevini üstlenmişti. Ancak bu tasavvur monoteist inancı zedeleyecek kadar
ileri götürülmedi.
[335]
Sürgün sonrası ağırlık
kazanan konulardan biri de , olayların arkasındaki hedefi görmek, tanımak
anlamındaki “Hikmet” kavramıydı. “Hikmet” kavramı ilahiyat içine alındı ve
müşahhaslaştırıldı. Bazen Kitab-ı Mukaddes ile bazen Allah'ın yaratıcı
kelamıyla özdeşleştirildi. Bazen de şüpheli ve anlaşılamaz durumlar ardındaki
bilinmez, görülmez hedef oldu.Cemaat önderleri tarihi olayları Allah'ın hidayet
ve kutsallık dolu icraatları olarak değerlendirirken, diğerleri Allah'ın önemli
icraat alanları olarak saydılar. Bazen dünyevi hedeflerin, bazen de ahiret
hedeflerinin vasıtası olarak değerlendirildi.
[336]
Mesihliğini (Mehd il
İğini) îlan eden Bar Kohba'nın, m.s. 135 yılında başarısızlıkla sona eren
ayaklanmasından sonra, Roma İmparatorluğu'nda Yahudi takibatları başladı ve m.s.
636 yılında bölgeye müslümanların gelmesine kadar devam etti. Müslümanlar,
onları Ehl-i Kitap sayıyor ve Hz.Muhammed'in de onlardan çıkan peygamberler
zincirinin son halkası ve dînîn tamamlayıcısı olduğuna inanıyordu. Haçh
Seferleri sırasında Yahudilerin durumu tekrar kötüleşti ise de, Haçlıların
mağlubiyetiyle bu durumuzun sürmedi.
Orta Çağ'da ise,
Avrupa'daki Yahudilerin kaderleri, ülkelere ve idarecilere göre çok çeşitli
olmuştur. En muhteşem devirlerini, Endülüs Emevileri zamanında yaşamışlar,
büyük hekimler, matematikçiler ve Mûsâ ibn Meymun (Maymomdes) 1136-1204) gibi
filozoflar yetiştirmişlerdir. Ancak Müslüman hâkimiyetinin sona ermesi ile Yahudilerin ihtişamları da son bulmuştur. Takibatlara ve zorla
Hıristiyanlaştırma baskılarına muhatap olmuşlardır. Bir kısmı Endülüs'ten göç etmek,
bir kısmı da Hıristiyanlığı kabul etmek suretiyle (Maronitler gibi) canlarını
kurtarabilmişlerdir. Almanya'ya ilk defa m.s. 321 yılında Kral Konstantin'in izniyle
girmişlerdir. Fakat haçlı seferleri sırasında ve daha sonraları durumları çok
kötüleşmiştir: Kilisedeki İsa'nın vücudu sayılan komünyon ekmeğini çaldıkları,
çeşmeleri zehirledikleri ve Hıristiyan çocuklarını ibâdet gayesiyle
Öldürdükleri iddiasıyla, haklarında özel kanunlar çıkarılmış ve acıklı
takibatlara uğramışlardır. Bu sebeple, Almanya'da oturan pek çok Yahudi ailesi,
başta Polonya olmak üzere Doğu Avrupa ülkelerine göç etmek zorunda
kalmışlardır.
Yahudilerin büyük bir
kısmı Rusya'da bulunmaktadır. Fakat çoğu Rusya'nın yerli halklarındandırlar.
Sami ırktan değillerdir. Bunlardan Hazar Türkleri 740 yılında Yahudiliği kabul
ve muhafaza ettiler. Bunlara Kafkaslardaki Dağlı ve Gürcü Yahudileri de ilâve
edebiliriz.
[337]
Hindistan'daki
Yahudiler ise, çeşitli göç gruplarına göre üçe ayrılırlar:
1- Siyah Yahudiler. Hintlilerle karıştıkları için bu isim verilmiştir. Milâdın 1.
yüzyılında Mezopotamya'dan gelmiş olabilecekleri tahmin edilmektedir.
2- Beyaz Yahudiler. İkinci mabedin Titus tarafından yıkılmasından sonra Hindistan'a
gelmişlerdir. Fakat bu hususta her iki grubun da elinde sağlam delil yoktur.
Haberler rivayetlerden ibarettir. Hint Kast sistemi tesiriyle, iki komşu sokakta
oturmalarına rağmen bir birbirleriyle ne aynı sofraya otururlar, nede
aralarında evlenirler.
3- Benî İsrail.
Bombay'da oturmaktadırlar. 1500 yıllarında Yemen'den veya İran'dan geldikleri
rivayet edilir.
Yahudilerin Çin'de
Kayfung-Fu da XII. yüzyıldan beri havraları vardır. İrandan veya Hindistandan
göç etmiş olabilecekleri rivayet edilir.
Amerikaya ise, henüz
Kolomb'la beraber gitmişlerdir. İspanya Kralının 2 Ağustos 1492 tarihli emrine
göre, Yahudiler ülkeyi terketmek zorunda idiler. Aynı ne 3 Ağustos'da ise,
Kolomb hareket etmişti. Fakat daha sonraki devirlerde İspanyol ve Portekiz
Amerikasında, 1650 yıllarından beri Yahudilerin yaşamakta oldukları tarihen
bilinmektedir.
Yahudilikte
kalıplaşmış iman kaideleri yoktur. Bununla beraber, bazı inanç prensipleri
tesbit edilmiştir. Ancak şekillenmiş bir sistem ortaya çıkmamıştır. İnanç
meselelerinde son sözü söyleyecek bir otorite, bir makam yolftur. Yahudilerin
inancı daha çok günlük ibâdetlerde ve hayatta kendini gösterir. Önemli olan
Tevrat'da bildirilen şeriatın yaşanmaya çalışılmasıdır.
Yahudiliğin en büyük
iman esası, Allah'ın varlığına ve birliğine imandır, inanç bir tarafta
putperestlikteki çok tanrıcılığa, diğer tarafta Hıristiyanlığın inancına
karşıdır. Varlık ve birliğine inanılan Tanrı görülemez, resim ve heykelle
tasvir edilemez. İnsan veya hayvan şeklinde, ay veya güneş gibi tabii varlıklar
halinde tasavvur edilemez. Hiristiyanlarda olduğu gibi Tanrı'nın bir insanda
inkarnasyonu da kabul edilmez. Tanrı kendini yalnız yaratmasıyla ve
Peygamberlerine vahyettiği sözleriyle anlatır. Tanrı ve insanlar arasında,
Peygamberler dışında bir aracı da düşünülmez.
Yahudiler,
kendilerinin Tanrı tarafından üstün bir millet olarak seçildiklerine, yeryüzündeki
diğer insanlardan Tanrı katında daha Üstün olduklarına inanırlar. Tanrı ve
İsrail Oğulları arasındaki bu bağ, Hz. İbrahim'le
[338] yapılan
anlaşmaya dayanır. Ayrıca, bu anlaşma Sina'da Hz. Mûsâ vasıtasıyla da tastik
edilmiştir. Dünya durdukça devam edecektir. İşareti, yeni doğan çocuğun sünnet
edilmesidir. Bununla çocuk, ilâhi vaad'ın mirasçısı olur. Bu anlaşma hiç bir
vakit bozulmaz, günah işleyen Yahudi halkı tövbe ederse, tekrar anlaşmaya
bağlanmış olur. Ancak bu günahlar sebebiyle, Tanrı onları cezalandırır. Bâbil
Esareti, Romalıların ikinci Mabedi yıkmaları (m.s.70) ve yeryüzüne dağılmaları
hep ilâhi cezanın sonuçları olarak yorumlanır.
Yahudi filozofu Mûsâ İbn
Meymun (1135-1204) Yahudilerin iman esaslarım, İslâmiyet'deki “Amentü'ye”
benzeterek, 1180 yıllarına doğru onüç madde halinde şöyle formüle etmiştir:
"Bütün kalbimle
inanıyorum ki;
1- Allah,
var olan her şeyi yaram ve onlara O hükmeder.
2- Allah
birdir ve ondan başka Allah yoktur.
3- Allah ilk
ve son Yaratıcıdır.
4- Allah
ibâdete layık tek yaratıcıdır ve ondan başka ibâdete layık yoktur,
5-
Peygamberlerin bütün sözleri hakikattir.
6-
Öğreticimiz Mûsâ bütün peygamberlerin en büyüğüdür.
7- Elimizde
olan Tevrat Allah tarafından Musa'ya verilmiştir.
8- Tevrat
değiştirilmemiş ve Yaratıcıdan bir başka da gönderilmemiştir.
9-
İnsanların yaptıkları ve düşündüklerini Allah bilir.
10- Allah
emirlerini tutanları mükafatlandırır, emirlerini yerine getirmeyenleri
cezalandırır.
11- Allah
Mesihi (mehdiyi) gönderecektir ve gecikse dahi, geleceğini her gün beklemekte
ısrar ediyorum.
12- Allah'ın
istediği bir tarihte ölüler dirilecektir.
13- Allah'ın
bedeni yoktur ve hiç bir şekilde tasvir edilemez. Bütün methiye ve dualar
yalnız Allah'adır”
[339]
Eldeki kaynaklara
göre, ilk zamanlarda âhirete imanın varlığına dâir bilgiler bizlere
ulaşamamıştır. Bu sebeple eski Yahudilik'te âhirete inancın olmadığını iddia
edenler vardır. Kutsal kitapta iyi ve kötü amellerin karşılığı için bir
âhiretten bahsedilmemesi bu yönde şüphelere yol açmıştır. Ancak, amellerin
karşılığı olarak, gelecak neslin mükâfatlandınlacağı şeklinde cevaplar
veriliyordu. Ölüler ise, dünyanın içinde “Şeol” denen bir yaraltı dünyasında
yaşıyorlardı. Tevrat'ta da ebediliğe ve âhirete dair açık bir âyet yoktur.
Ancak Bâbil esaretinden sonra, İran tesiriyle Yahudiler arasında kıyamet ve
haşir İnancının ortaya çıktığı kanaati hâkimdir. İyiler için ebedî mükâfattan,
kötüler için de ebedî cezadan bahsedilmeye başlanmıştır. Ancak, eski Yahudi
mezheplerinden Saddukîler bu inancı Tevrat'ta bulamadıkları için kabul
etmezlerdi. Kabbala isimli meşhur tasavvufî eserin taraftarları ise, ayrıca ruh
göçüne (tenasühe) inanırlar. Mîlad yıllarında görülen Essenîler gibi
mezheplerde cennet ve cehennem inancı vardı. Daha sonraki asırlarda tüm
Yahudilerce bu inançların benimsendiği görülür.
Kur'an Hz. Musa'ya
âhiret inancıyla ilgili bilgi verildiğini açıklayarak
[340] günümüz
Yahudilerinin bu konudaki inançlarım Hz. Musa'ya dayandırır. Tarihî bakımdan
İsrail Oğulları için Eski Mısır ahiret inancı da meçhul değildi. Bunu m.ö. 6.
Yüzyıla kadar gerilere çekip, Babil esaretine ve Mecusi etkisine bağlamanın ne
derece sağlıklı olduğu tartışmaya açıktır. Daha önce de ahiret tasavvurları
hakkında bilgileri vardı. Tanrının seçkin kulları oldukları düşüncesiyle
günahlarının karşılığını kısa süreli çekeceklerine dair inançlarını İslam
tenkit eder.[341]
Yahudilik'te Tanrı
tarafından yaratılmış ve O'nun emrinde olan manevî varlıklar olduğuna da
inanılır ki, bunlar meleklerdir. Bir takım derecelere ayrılırlar, başta Mîkâil,
Cebrail, Uriyel ve Rafael (İsrafil) gelir. Cennetin kapıcısı Kerubim'du.
Cenneti ateşli bir kılıçla bekler. Serafim de büyük meleklerden sayılır.
Meleklerin faaliyetleri ise çeşitlidir. Bir kısmı Tanrı'nın tahtı altında
bulunup, Tanrı'ya hizmet ederler. Baş meleklere, tabiat kuvvetleri ile ilgili
bir takım vazifeler emanet edilmiştir. Mesela, Mikâil Yahudileri korumakla
görevlidir ve göğü idare eder. Cebrail, vahiy taşıyıcısı ve ateşin
koruyucusudur. Uriyel, havanın ve yıldızların reisidir. Rafael de mucizevî bir
hekimdir Melekler, kanatlı insanlar şaklinde tasavvur edilmişler. Bu düşüncenin
Yunanlılardan Yahudüer'e geçmesi muhtemeldir. Çünkü eski inançlarına göre,
melekler gökten yere inebilmeleri için merdiven kullanırlardı.
Melekler, Tanrı'ya mutlak
itaat ederler. Mesela, Yahova'nın emrini yerine getirebilmek için bir melek
70.000 insanı veba ile yok etmişti.
[342]
Asur karargahında bir melek bir gecede 185.000 insanı öldürmüştü.[343]
Eğer bir kimse ölürse ona ölüm meleği kılıcını vurmuştur. Onun için evde
bulunan bütün sular boşaltılmalıdır: Çünkü ölüm meleği kirlenen kılıcını
bunların İçinde yıkar. Geç devirlerde dualizmin tesiriyle ölüm meleği, şeytanın
özel bir tezahürü olarak düşünülmeye başlanmıştır. Şeytan, sayısızkötü
meleklerin reisi olarak kabul edilir. Kabbala'ya göre, Şeytan Romanın koruyucu
patronudur. Eski devirlerde iyi ve kötünün Tanrı tarafından yapıldığına
İnanılırken, sonraki devirlerde bütün kötülüklerin şeytanî kuvvetler tarafından
yapıldığı yazıimaktadır. Davud'un nüfus sayımı yaptığı hakkındaki hikâyede,
Allah öfkelenerek Davud'u yapılması günah olan nüfus sayımına teşvik etmiş, “Git,
İsrail ve Yahuda”yı say demişti.
[344]
Cinler de, Tanrı'nın
gazabına uğramış melekler olarak kabul edilirler. Onların tabiat üstü
kuvvetlerine karşı, ancak tılsım ve büyü yardım edebilir. Kabbala'ya göre, ölü
ruhları da cinler gibi canlılara girer, onları tutabilir, deli edebilir.
Tanrı insanları
aydınlatmak ve ilâhî bilgiyi ulaştırmak için, İsrail Oğulları arasından kendine
peygamberler seçmiştir. En önemli yer, Hz. Mıısâ'ya veri- lir. Eski Ahid'de
ismi geçen tüm peygamberlere İnanılır, bunlar Hz. Nuh ile başlar Malahi ile son
bulur. Kur'an'da hem peygamber hem hükümdar olarak anılan Dâvûd ve Süleyman'ı
yalnız hükümdar olarak kabul ederler, bu konuda Müslümanlar'dan ayrılırlar.
Nebîlere Allah'ın vahiyde bulunduğuna inanırlar. Genelde nebîler, dînî ve
dünyevî merasimlerden uzak yaşarlardı ve şekilci geleneklere pek bağlılık
göstermezlerdi. En çok üzerinde durdukları husus doğru yoldan ayrılanların
yanlış yolda olduklarını kendilerine uyarmaktı. İnsanlara hatalarını
söylerlerdi. Nebîler mabed ve kurban işleriyle ilgilenmezlerdi. Onları tâyin
eden dünyevî bir otorite de yoktu. Belirli bir eğitimleri olduğu söylenemez.
Ekseriya kahinleri tenkit ederlerdi. Ahlâkî ve vicdanî kurallara sıkı sıkı
bağlı kalırlardı.
Yahudiliğin saygı
duyduğu kutsal kitaplar Tanah ve Talmud'tur:
Tanah kelimesi
İbranca'da Tora (Tevrat), Nevüm (Peygamberler), Ketuvirn (Mukaddes Yazılar) adlı
kitapların baş harflerinin birleşiminden meydana gelmiş özel bir isimdir. Bu
kitaplar yaklaşık Kitab-ı Mukaddes'in Eski Ahid kısmını meydana getirirler.
Tevrat, Kitab-ı Mukaddes'in birinci kısmına, Hz. Musa'ya indirildiğine inanılan
bölümüne verilen isimdir. Neviim, Hz.Mûsâ sonrası peygamberlere indirildiğine
inanılan kısımdır. İki bölüme ayrılırlar: Birinci kısmı, İlk Peygamberlerdir.
Bu kısımda Hz. Musa'nın ölümünden sonra İsrail Oğullannın Allah tarafından vaad
edilen topraklara yerleşmeleri, krallığın kuruluşu, kralların idare ve
davranışları, aynı zamanda putperest kavimlerle yaptıkları savaşlar anlatılır.
İlk Peygamberler, Yeşua, Şoftim (Hâkimler), Samuel ve Melahim (Krallar)dir.
İkinci kısım Son Peygamberlerdir: Peygamberlerin putperestlerle mücadeleni ve
öğütleri, dînî telkinleri anlatılır. Bunlar, Yezaya, Yeremiya, Hezekiyel, Oşea,
Yoel, Amos, Ovedya, Yona, Miha, Nahum, Habakuk, Tsefanya, Hagay, Zaharya ve
Malahi’dir. Ketuvim: Yazılar demektir. Bunlar, Mazmurlar ve Süleyman
Meselleri'div. Hz. Dâvûd ve Süleyman'a dayandırılırlar. Ahlâkî ve güzel sözleri
içerirler. Şir Aşirim (Neşideler Neşidesi), bu kitap da Hz. Süleyman'a
atfedilir. Kohelet. felsefi bir eser sayılır ve Hz. Süleyman'a atfedilir. Ruf.
Hâkimler zamanında cereyan eden bir olayı hikâye eder. Ester. Musevilerin
Kraliçe Ester tarafından planlanmış bir katliamdan kurtarılışını anlatır. \yov:
Hz. Eyüb'ün hazin ve ibret verici hikâyesini anlatır. Eha: Kudüs'ün yıkılışını
ve Yeremiya'nın üzüntülerini dile getirir. Dantel: Bâbil sürgünü yaşayan
Danyeli, Mabedin yıkılışını, gördüğü rüyetleri anlatır. Ezra ve
Nehemya:Yahudilerin Bâbil esaretinden dönüşü, Kudüs'ün ve mabedin yeniden inşa
edilişini anlatır. Divre Ayarnim: Musevî tarihini özetler. Bütün bu kitaplar
toplu olarak Eski Ahid ismiyle de anılırlar. Bölümlere ayrılışı ve kitapların
sayısı bakımından H iristi yanlardan ayrılırlar. Kilise 39 kitap sayarken,
Yahudiler 24 kitap sayar ve tertibinde Kiliseden ayrılırlar.
Eski Ahid'in orijinal
metin dili /branca, Batı Sami dillerindendir. Önemli diyalekleri Kenanca,
Fenikece ve Ugaritçe'dir. Arapça'da olduğu gibi İbranca'da da sesli harfler
yazılmaz. Zamanların ifâdesinde fakirlik göstermesine rağmen, aksiyon ve kavram
zenginliği çok yüksektir. Yazı, kare şeklindedir ve sağdan sola doğru ilerler. Yanlış
okunmasının önüne geçmek için, sesli harflerin eksikliği (Arapçadaki
harekelerin yeri) noktalama işaretleriyle giderilir.
Eski Ahid yaklaşık
1000 sene içerisinde ortaya çıkmıştır. Ancak, kitabın sınırlandırma işlemi, m.s.90
yılında toplanan Yemnia konsilinde yapılmış, bugünkü yazılar seçilerek tesbît
edilmiştir. Tam metin tesbiti ve tashihi ise, m.s. 100 yıllarında yapılmış
olmalıdır. Yazıların sıhhati konusundaki tartışmalar yüzyıllardan beri devam
etmektedir.
[345] Cemaatın sahih saymadığı
yazılar kitaba alınmamıştır. Fakat bunlar Eski Ahid'in Yunanca tercümesinde
(Septuaginta) muhafaza edilmişlerdir. Bunlar: III. Ezra, Makkabîler, Tobit,
Yudis, Maneses'in Duası, Danyal ve Ester, Barah, Yeremiyanın Mektubu, İsa Sirah
ve Süleyman Meseleleri'dir.
Talmud: Eski Ahid
yanında, hahamların nesilden nesile naklettikleri rivayetler de vardır. Bu
rivayetler mecmuasına Talmud ismi verilmiştir. m.s.150 yıllarında Yudas isimli
bir haham, kendilerine kadar rivayetle gelen haberlerin ve dînî esasların
kaybolmasından korkmuş, onları “Mişna” isimli bir eserde toplamıştı. Mişna, “Tekrar
edilen şeriat” mânâsına gelir. Çünkü Tevrat'ın tekrarı, şeriatın açıklaması ve
yorumu sayılır. Daha sonraki senelerde, Filistin ve Bâbil hahamları Yudas'm
tesbit ettiği esere bir çok ilâveler yaptılar. Miladi 216 yılında Yahuda isimli
bir âlim bu ilâvelerin ve sözlü rivayetlerin tamalanmasını sağladı ve Mişna
kelimesi, Yudas'm zamanından Yahuda'ya kadar gelen, bütün yazılan ifâde eder
oldu.
Mişna'nın anlaşılması
bazı okuyucular için zorlaşmca, Yahudi âlimleri O'na bir çok haşiyeler ve
şerhler yazdılar. Bu şerh ve haşiyelere “Gemara” ismi verildi.
İşte Talmud, Mişna ve
Gemara isimli eserlerin toplamından meydana gelir. Yahudi dînî ve terbiyesinin
öğreticisi durumundadır. Kendisinde, Filistin, hahamlarının ilâve ve şerhleri
bulunan Mişna'ya Kudüs Taîmudu, Bâbil hahamlarının şerhleri bulunan Mişna'ya
Bâbil Talmudu denir. Yahudilerin ekseriyeti Talmud'u Allah tarafından
indirilmiş bir vahiy kitabı olarak, kabul ederler ve O'nu Tevrat'la aynı değerde
tutarlar. Talmud'u kabul etmeyenleri gerçek Yahudi saymazlar.
Talmud, muhteva
bakımından modern millet meclislerinin hayatî ve önemli sorunlar hakkında
aldıkları kararlara benzer. Ancak burada sözü edilen insanlar, Yahudilerdir.
Kanun, Öğreti, Kitab-ı Mukaddes tefsiri, vaaz, tarih anlatımı ve kısa hikâyeler
birbiri içinde mozayik görünümündedir. Günlük hayatın sorunları hakkındaki emir
ve yasaklar, Kitab-ı Mukaddes ve sözlü şeriat rivayetlerine uygun olarak tesbit
edilir. Aksi halde, ilâhi emir sayılmaz. Bu hususta Talmud şöyle der:
“Kim bir farzı yerine
getirirse bir şefaatçi, kim bir farzı çiğnerse, bir davacı kazanır. Tövbe ve
hayırlı işler ilâhi cezaya karşı birer şemsiyedir”.
[346]
Şerİ hayat
kaidelerinin süresi bitmez ve sona ermez. Talmud'un kapanışı yaklaşık 500
yıllarıdır. Bir çeşit Yahudi Protestanı sayılabilecek Karâiler 8. yüzyılda
Kitab-ı Mukaddesi yegane dînî kaynak saymak istediler. Bu akım Orta Çağda İbn
Meymun'un Mişna-Tevrat kodifikasyonunu ve Schulchan Aruch'un (1565) Yahudi
İlmihali yazmasına yol açtı.
Talmud muhtevası
Halaha ve Haggada olarak iki guruba ayrılır. Halaha'dan Talmud'taki haram,
helal, farz vs. gibi kaideler anlaşılır. Hahamların hesabına göre 613 Tevrat
hükmü vardır, bunun 248'i farzlar (emirler) ve 365'i haramlar (yasaklandır. Haggada
ise, ahlâki ve hikmetli sözlerin, efsanelerin, vaazların ve sembollerin
hikâyelerini anlatan kısımlardır. Halaha şeriat ve dînî hukukla insanı
sıkıştırırken, Haggada öğütleri, hikmetli söz ve hikayeleriyle rahatlık ve
ferahlık verir. Her ikisi de Tevrat ve geçmişi günümüze bağlamak ister.
Ahabya ben Mahalel der
ki:
“Üç şeyi bilirsen,
günah işlemezsin, nereden geldiğini, nereye gittiğini ve kimin huzurunda hesap
vereceğini! Nereden geliyorsun? Kokan bir damladan! Nereye gidiyorsun? Toz, top
rak, kurt ve böceklerin bulunduğu bir yere! Kimin önünde hesap vereceksin? İsmi
saygıyla anılan, Sultanlar Sultanının!”
[347]
Rabbi Hanina da der
ki:
“İdarenin iyiliğine
dua etki, onlardan korkmayasın, aksi halde, birbirlerini diri diri yutarlar.”
Rabbi Yakab der ki:
“Bu dünya gelecek
dünyanın bekleme odasıdır, kendini bekleme odasında süsle ki, salona almasın!
Yine dedi ki, tövbe ve hayırlı işlerle geçirdiğin bir saat, gelecek dünyanın
tüm hayatından daha hayırlıdır, gelecek dünyanın bir saati, bu dünyanın tüm
hayatından daha saadet vericidir.”
Sumuel de der ki:
“Düşmanın düşerse,
sevinme ve sendelerse hoşnut olma ki, Rabbin de görüp öfkesini sana çevirmesini”
[348]
Yahudilikte ve daha
sonra Hıristiyanlıktaki Mesih (Mehdi) tasavvurunu ifâde eden “Mesih” kelimesi,
İbranca (ha) Maşlah ve Aramca meşiha kelimesinin Arapça şeklidir. Kelime, “Yağ
sürülmüş, mesh edilmiş, temizlenmiş” anlamlarına gelir. Başlangıçta mesih
deyimi, İsrail kralları için kullanılırken, sonradan başrâhip ve rahipler için
de kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü krallar tahta çıkarken, rahipler de
tâyinlerinde kutsal yağla mesh ediliyorlardı. Bununla onlara özel bir güç ve
kutsiyetin geçtiğine inanılıyordu. Hatta sonraları Nebîler de mesh edilmeye
başlanmışdır.
Bâbil esaretinden
sonra bu tâbir, âhir zamanda tanrı tarafından yeryüzüne gönderilecek bir
peygamber veya dînî bir lider için kullanılmaya başlandı. Daha önce Yahudiler
arasında, görülmeyen bu kavrama, Sümerliler zamanından beri şahit olunur. I.
Sargon (m.ö.2350 yılları) ve Hammurabi (m.ö.1728-1686) kendilerinin mehdi-mesih
olduklarına inanıyorlardı. Yeni kavrama göre, zamanın ilerlemesiyle yeryüzünde
dinsizlik ve ahlâksızlık yayılacak, insanlarda utanma hissi azalacak, pahalılık
artacak, saygı kalmayacaktır. Tabii ve sosyal felâketler de birbirini
kovalayacaktır. İnsanları savaş ve hastalık saracaktır. Dünyanın verimi azalıp
ülkeler çöle dönüşecektir. Kudüs harabeye dönüşecek, sürülerin otlak yeri
olacaktır. Mesihin gelmesi yaklaştığında ise, güneş kararacak, Ürdün nehrinin
suları kana dönüşecek ve bir cihan harbi olacaktır. Hahamların hesabına göre,
Mesih m.s. 240 veya 471 yılında gelecek ve saltanatı 400 sene sürecekti. Fakat
bu sürenin 2000 sene süreceğine inananlar olduğu gibi, 70 veya 40 sene
süreceğini söyleyenler de vardı.
Yine geleneksel
tasavvura göre, Mesih gününde çöllerden sular fışkıracak, bozkırlardan dereler
akacaktır. Çöller, cennetin Eden bahçelerine dönüşecektir. Ayın ışığı güneşinki
gibi parlak olacak, güneşin ışıkları ise, şimdikinin yedi kat daha fazlası
olacaktır. Ağaçlar devamlı meyve verecek, yeryüzü bitkilerin aromatik
kokularıyle dolacaktır. Yeryüzünde vahşi hayvan kalmayacak, aslanla kuzu
cennette olduğu gibi dost olacak, çocuklar yılanlarla oyuncak gibi
oynayacaktır. Sinek ve böcekler kimseyi ısırmayacaktır. Ayı ve aslan sığır gibi
ot yiyecektir. Mesih, Tanrı Evini (mabedi) Kudüs'te Sion tepesi üzerinde
kuracaktır. İlâhi rahmetle Kudüs, sahil şehri olacaktır. Etrafını 12 kapısı
bulunan ateşten bir sur çevirecektir. İçeri girmek isteyen düşmanları yok
edecektir. Şehir, inci ve mücevherlerle süslenecektir. Dağılmış cemaat burada
toplanacak ve tozlar içinde muazzam bir ihtişam yükselecektir. Caddeler evler,
surlar mücevherlerden inşa edilecektir. Şehir genişleyerek Şam kapılarına
ulaşacaktır.
Yahudilerce Mesih,
Davud'un soyundan gelecek, Betlehem'de doğacaktır. Doğum günü mabed yıkılacak,
doğumu Mikâil îlan edecektir Tanrı'nın yeryüzündeki vekili olarak Yahudilere ve
Yahudi olmayanlara hükmedecektir. Bir dünya imparatoru olarak Yahudilere Tanrının
rahmetini, küfürbazlara da lanetini ulaştıracaktır. Âdil bir hükümdar olarak
Dâvûd tahtından ülkeyi idare edecek, ülkesinin sınırlarını denizlerden
denizlere ulaştıracaktır. Roma'yı fethedecek, Mısırlılarla, Arapları vergiye
bağlayacak, ülkesini ilâhi kanunlara göre idare edecek, bütün insanları sulh ve
refah içinde yaşatacaktır. Tevrat'ı bütün milletlere öğretecektir. İnsanların
kalpleri imanla dolacaktır. Harbi yeryüzünden kaldırıp, kılıç ve mızrağı ziraat
aletlerine dönüştürecektir. Devrinde mesud olmayan kimse kalmayacak, hatta
hadımlara dahi evlenme ve çocuk sahibi olma imkânı sağlanacaktır. Kudüs'ü
kuşatacak olan Yecüc ve Mecüc'ü, Allah hastalık, ateş ve dolu ile imha edecek,
leşlerini vahşi hayvanlar temizleyecektir.
Dünyanın saltanatı
dünyanın 6 bin'İnci yılında sona erecek ve yeryüzünde hiç bir canlı
kalmayacaktır. 7 bin'inci yılda ise kıyamet kopacaktır. Sonra da haşir ve hesap
günü gelecektir.
[349]
Yahudi halkı, İkinci
Mabed'in yıkılmasıyla içinde Tanrı'nın dâima hazır bulunduğuna inandığı
mukaddes mahallini kaybetmişti. Mabetle birlikte kurban ibâdeti de, tamamen son
bulmuştu. Ancak bu darbe, büyük mabet dışındaki havralar vasıtasıyla atlatıldı,
bua ve toplantı yerleri olan havralar, büyük mabedin yedekleri olarak görüldü.
Havralarda da, “Kutsal mekan” (aron hakkodeş) bulunuyordu. Buralar, Kudüs'e
yönelik ve kıymetli bir perde İle örtülüdür. İçerde bir sandığın içinde, rule
halindeki Tevrat metni saklanır. Sandığın önünde de “Ebedi lâmba” (ner tamid)
yanar. Kudüs mabedinin yedi kollu şamdanı da havralarda yer alır. İbâdet
esnasında en muhteşem an, Tevrat rulelerinin işlemeli bohçalar içerisinden
çıkarılması ve haham tarafından kürsü üzerinde merasimle okunmasıdır.
Yahudiler'de ibâdet
yalnız cemaatla olmaz, aile içinde de devam eder. Rahiplik işlerini aile babası
yerine getirir. Evlerde giriş kapısı ardında nıezuzâ denen, uzun silindir bir
kutu içine rule halinde konmuş, Tevrat âyetlerinin yazıldığı bir metin bulunur.
Bu metinde Tanrı'dan başka ilâhlara tapmanın haram olduğunu ifâde eden sözlerin
bulunduğu, Tesniye, VI,4-9 ve XI,13-21. âyetleri yazılıdır. Eve girişte ve
çıkışta bu ruleye parmakla dokunulur ve dokunan parmaklar öpülür. Dindar
Yahudi, cemaatle yapılan ibâdete katılamazsa, üzerine farz olan ibâdetini kendi
başına yapar. İbâdet esnasında “Talik” denen bir kemer takar ve başını da
örterek Kudüs istikametine yönelir. Kudüs, Yahudiliğin hblesidir.
Yahudiler'de serbest
dualar dışında günde üç vakit farz namaz diyebileceğimiz ibâdetler vardır:
Sabah (şaharît), İkindi (minhâ) ve akşam (maarîb) ibâdetleridir. Cumartesi ve
bayram günleri de bunlara öğleden önce (mûsaf) ibâdeti ilâve edilir. Pazartesi
ve perşembe günleri tövbe duaları yapılır. Aramca Kaddiş ismi verilen cenaze
duaları ise, haftanın belirli günlerinde, cenaze olmasa dahi ansızın
gelebilecek ölümlere hazırlık için okunur.
Peygamberlik
felsefesine göre, günah ve ceza ancak tövbe ve dua ile ortadan kalkar. Şekli
ibadetten çok, ihlasla, samimiyetle, Allah'a dönüş rahmet kapılarını açar. Her
fırsatta Allah'ı düşünüp ona dua etmek ilâhi rahmete kapı açar. Hıristiyanlıkta
olduğu gibi rahip vasıtasıyla günah çıkarma yoktur.
Tarihteki felâketli
günlerin yıl dönümlerinde ve Tövbe Günü'nde (Kipur gününde) oruç (Tânit)
tutulur. Bunlar, Kudüs'ün kuşatılması, Kudüs'ün işgali, Mabedin yıkılışı,
Yahudi liderlerinden Gedalya'nın katledilmesi ve 13 Adar (12. ay) günleridir.
[350]
Yahudilerin değişmez
bir takvimleri vardır. Buna göre, takvimleri dünyanın yaratıldığı günden
itibaren başlar. Bu yaratılış, m.ö. 7 Ekim 3761 tarihinde olmuştur. 1958 den
itibaren ise, Yahudi yılı 5719 olarak başlatılmıştır. Takvimde kamerî sene
kullanılır. Bir yıl, her biri 29-30 gün süren 12 aydan ibarettir. Ancak, Güneş
takvimine göre ortaya çıkan fazla günler birikimi, bazı yıllara 13. bir ay
ilâvesi ile boşaltılmış olur. Bu yıllara Geçiş Yılı veya Ara Yılı denir. Fazla
aya da Adar Sanı denir. Ayların isimleri, Bâbil esaretinden beri hiç bir
değişikliğe uğramamıştır. Bunlar: Nîsan, İyyâr, Sîvân, Tammuz, Ab, Elûl (yeni
yılın başı), Tişri, Marheşvan, Kislev, Tebet, Sebat, Adar (mart) aylarıdır.
[351]
Yahudilerin üç büyük
bayramı, eski tabiat bayramlarının kalıntılarıdır. Bu bayramlarda Yahudi
halkının tarihi, şimdiki zamanda yaşanmış olur. Bunlardan sekiz gün süren Pasah
(Hamursuz) bayramı (15-22 Nisan) ilk mahsul bayramıdır. Mısırdan ayrılışın,
kurtuluşun hatırasıdır. Dua ve Tevrat kıraatıyla dolu bayram ziyafetinde,
yemeğe mayasız ekmek ve acı odlarla (maror) başlanır. Bu Mısır'daki köleliğin
acı hatırasıdır. Şarap kadehi, kurtuluş ve sevinç işareti olarak dört defa
boşaltılır. Sivan'ın 6. ve 7. günleri kutlanan Şabuos ise, On Emrin iniş
bayramıdır. Sînâ'daki vahyin hatırası olarak kutlanır. 15 Tişri'de kutlanan
Sukot (Çardak) bayramı ise, İsrail Oğullarının çöldeki hayatlarının
hatırasidır. Halk o zamanlar çadırlarda yaşadıkları için o gün, yapraklı ve
çiçekli dallardan bir kulübe yaparlar ve çevresinde Tevrat'ın ilgili âyetlerini
okuyarak bayramı kutlarlar. Bu bayramlara ilâveten, 25 Kislef de başlayan Hanuka'yı
(Kandil Bayramını) sayabiliriz. Makkabîlerin, putperest Suriye kralı
Antiyohus'a zaferinin ve İkinci mabedin takdisinin hatırasıdır. Sekiz gün
sürer. Diğer bir bayram da Pûrîm (Şeker) bayramıdır, 14 Adar'da kutlanır. Fars
kralı Ahasvar'ın (m.ö.485-461) başrahibi Haman'ın (Kur'an'da adı geçenle ilgisi
yoktur) öldürülmesinin bayramıdır. Rivayete göre, Harnan Fars İmparatorluğu
içerisinde yaşayan bütün Yahudileri öldürtmek istemiş, ancak kendisinin
öldürülmesiyle planlanan katliam önlenmişti. Bu bayramda fakirlere hediyeler
dağıtılır, dostlara ziyafetler verilir.'Ertesi gün de oruç tutulur. Ayrıca,
Yeni Yıl (Roş Haşşânâ) ve, Barışma Günü (Yom Kippûr) bayramları da kutlanır.
Sabat, yâni cumartesi
günü diğer iş günlerinden ayrılır. O gün sükûnet ve dinlenme günü ve
bayramıdır. Sabat, cuma günü hava kararmadan 45 dakika önce dua ve ibâdetlerle
başlar, her türlü iş durur. Mesela sigara içmek, yazmak, paraya el sürmek vs.
gibi her türlü fiil ve iş yasaktır.
Yahudilerde erkek
çocuklar, doğumlarının sekizinci günü sünnet olurlar ve o gün kendilerine isim
konur. Ön derinin ayrılması, Tanrı ile Hz. İbrâhîm arasındaki anlaşmanın
görünen işareti sayılır. Bir çocuk 13 yaşını doldurmasıyla “Bar mızva” (ergin) olmuş sayılır ve bir dua
kemeri kuşatılarak dînî cemaata alınır. Bu tarihten itibaren çocuk, Tanrı
katında dînî emirlerden sorumlu sayılır.
Ailevî hayatta ise, en
önemli hadise evlenmedir. m.s. 1000 yıllarına kadar birden fazla kadınla
evlenmeye izin veriliyordu. Ancak daha sonra, haham Herşem ben Yudanın
gayretleriyle bu izin kaldırılmıştır. Evlilik işareti olan nikâh yüzüklerini ise,
sağ ellerinin İşaret parmaklarında taşırlar.
Ölülerini toprağa
gömerler. Kadınlar cenaze merasimlerine katılmazlar. Dînî bakımdan, adet gören,
lohosa olan kadınlar ve bazı hastalık sahibi kişiler temiz sayılmazlar. Ölü bir
hayvana veya insana dokunmak da taharetin bozulmasına sebep olur. Dindar bir
Yahudinin bir ölünün bulunduğu yerde dahi bulunması doğru sayılmaz. Bu manevi
kirlerden İslam'daki abdest gibi özel dinsel yıkanmalarla temizlenilir.
En fazla dikkat edilen
hususlardan biri yiyecekler hakkındaki kurallardır. Dînî değerlendirmelere
göre, bazı hayvanların etleri helâl, bazılarının ki haram sayılır. Bunlardan
tırnağı yarık olmayan ve geviş getirmeyen dört ayaklı hayvanların et ve
sütleri, dînî kurallara aykırı kesilen hayyvanların etleri; domuz eti, sürüngen
ve böcek etleri; pullan ve yüzgeçleri bulunmayan balıkların etleri; et ile
birlikte bulunan sütlü yiyecekler haram sayılır. Çift tırnaklı ve geviş getiren
hayvanlar helâldir, ancak deve istisna edilir. Yine helal hayvanların da atar
damarı ve çiği iç yağlan haram sayılır. Bazı hastalık ve yaralanmalar da
hayvanın yenmesine engel teşkil ederler.
Dâvûd Yıldızı ismi
verilen içİçe girmiş iki üçgenin meydana getirdiği, altı köşeli yıldız,
Yahudiliğin iki önemli sembolünden biridir. Bu yıldız, aslında pek çok ülke
insanları arasında rastlanan, sihirli bir işarettir. İlk defa m.ö. VII.
yüzyılda Sidon'da bir İbranî mühürü üzerinde görülmüştür. Muhtamelen o,
başlangıçta bir tanrı işareti olmalıdır ve Bar Kohba isyanında da sembol olarak
kullanılmıştır. Daha sonraları bu altıgen yıldız Kabbala'nın bir işareti
olmuştur.
Menora, Yahudiliğin
sembol olarak kullandığı yedi kollu şamdandır. Rivayete göre, İsrailliler çölde
dolaşırken, kutsal çadırın ve mukaddesatın aydınlatıcısı olarak
kullanmışlardır. Bugün İsrail Cumhuriyeti'nin devlet armasıdır.
Çeşitli dinlerde
görülen, derin dindarlık tezahürü mistisizm, tabiatüstü âlemden söz eder ve o
âlemle ilişki kurulabileceğini, o âlemden çağrıya muhatab olunabileceğini
düşünür. Süjeobje bölünmüşlüğünü geride bırakan üst bilginin varlık
tecrübelerini yansıtır. Temelinde kapalı, kozmolojik sistemlerin ve pek çok
gelişme safhalarının bulunması anlaşılmasını zorlaştırır. Yine ümit edilen
mesih beklentileriyle de yakından ilgilidir.
Mistisizmin kökleri,
Kutsal Kitab'ın içinde aranır. Yansımaları peygamberlerde (Mûsâ, İlyas, Elişa
ve diğerlerinde) görülmeğe çalışılır. Tekvin'deki Yaratılış rivayetlerine ve
mabetteki İşaya vizyonuna, Ezekiyel'deki mucizevî araba tasvirlerine göre,
kâinat ve ulûhiyetin tabiatı üzerine doktrinler ortaya konur. Eski Ahid'e
dayalı bu dindarlık, Talmud dindarlığında devam ettirilir. İkinci Mabed'in
yapımından sonra, Farizalılar çevresinde de mistik spekülatif görüşler vardı.
Daha sonraları Helen ist-Gnotik tasavvurların Yahudi spekülasyonlarına
karıştığı görülür. Hezekiyel'in “Kudret Arabası” (merkaba) vizyonu, 5. 6. yüzyıllar
mistisizminde “Allah'ın Tahtı'nı istiğrak ve vecd halinde görme, duyma”
düşüncesinden filizlenmiştir.
Muhtemelen Eski Çağ
gnostik çevrelerden kaynağım alan ve “Kabbala” ismi altında toplanan eski
rivayetler, 13. yüzyılda İspanya'dan Güney Fransa'ya kadar yayılan manevî
harekete, Yahudi mistiğine güç katmıştır. Ana malzeme kapalı bir Aramca ile
yazılan “Zohar” (Nur, İhtişam) kitabı idi, Rabbi Simon bar Yohay tarafından 2.
yüzyılda yazılmıştı. Ancak bu eser pek bütünlük içinde olmayan, ritmi
hedefleyen “Midraş” şeklinde bir Tevrat tefsiri idi. İçindeki pek çok kısım
1305 de ölen Kabbalist Guadalajara'lı Moşe ben Şemtob de Leon tarafından
yazılmıştı. Zohar ilk defa 1558'de Cremona ve Mantua'da basılmıştır.
Yahudi mistiğinin ana
konusu görünen sema üzerindeki ezeli ışık ve yaratılış öncesi varlıktır.
Ulûhiyetten doğan 10 sema âlemi öğretisine göre, dünyevî her şeyin içine nüfuz
eden semavî ışık kıvılcımlarının tekrar çıkarılması, yâni ruhun kurtarılması
faaliyetidir. İkincisi de Tevrat'daki derin anlamların sayılar mistiği ile
ortaya konmasıdır. Sayılar ve harfler mistiğinin ana kaynağı Kabbala
bölümlerinden “Yaratılış Kitabı” (Sefer Yetsira)'dır. 3. ve 6. yüzyıllarda
ortaya çıkmıştır. Ana esas 10 temel rakam ve İbrani alfabesinin 22 harfidir.
Her ikisi birden 32'yi “Hikmet Yolunu” meydana getiriyordu. Allah kendini “Harfler”
işaretiyle tasvir ediyordu. Buna göre Kutsal Kitab'ın sözlerine sembolik
anlamlar veriliyordu. Çünkü Tevrat'ın anlattığı tarihi olaylar ve kanunlar
sadece Tanrısal kelâmın elbisesi ve bedenidir. Onların ruhunu anlamaya sadece
mistik düşünce fırsat verir.
[352] Bu
arada sihir ve karşıt sihir konulan da “Pratik Kabbala” konulan içinde idi.
Kabbala'nın son hedefi, son gizliliğin manen tanınması, bilinmesi, ezelî
surette yaratılan insanın tanrıyla mistik birliğidir, bu dua konsentrasyonu,
vecd ve istiğrak ile olurdu.
Yine 12. yüzyıl
Kabbala metinlerinden Sefer habâhir Yahudi mistiğinin gelişmesinde etkili oldu.
Bununla Yahudiliğe ruh göçü (gilgul) kavramı girdi. 13. yüzyılda yazılan Sefer
hatemuna, Allanın sıfatlarının mistik yorumunu yapıyordu. Nur Kitabı çok önem
kazandı.
Özellikle 17. yüzyıl
Avrupa Yahudiliğinin manevî hayatı Kabbalist mistik Moses Cordoveros
(1522-1570) ve İsaak Lurjas (1534-1572) da zirveye ulaştı. 17. yüzyıl boyunca
Talmudist okul eğitimi yeterli görülmedi ve büyük değişiklikler beklendi. Ancak
bütün gelişmeler Yahudi Gettosu içindeki dar bir çevrede kaldı ve çözüldü.[353]
Sabatay Sevi 1626
İzmir doğumlu bir Yahudi mutasavvıfıdır. Etrafındaki müritlerinin sayısının
artması ve toplum içindeki başarısı onda mesihlik duygularını ortaya çıkardı.
Selanik'de bir ziyafet esnasında Tanrıdan ilk sudur eden kız sayılan Tevrat ile
birleştiği şuuruna vardı. Kabbalistlerin kurtuluş senesi olarak hesap ettikleri
5408 (=1648) de Sabatay Sevi, ilk defa MesihÜğini ilan etti. Kendisi ve
taraftarları için beklenen mesih yılı 1666 da gerçek olacaktı. Yıl geldi, fakat
beklenen olmadı, ancak Mesih, Sultan kuvvetlerinin eline düştü. Ya mesihlik
iddiasından vaz geçecek veya hayatından idi. O birinciyi seçti ve Müslüman
olduğunu açıkladı. Kargaşalı geçen müteakip 10 yıllık hayatının sonunda öldü.
Sevi'nin ölümünden
sonra mistik mesihci hareket Yakob Frank ve kızı Eva'da tekrar doğdu ve Fransız
devrimine kadar sürdü.
Merkaba mistiğinden
gelişti. Hassid başlangıçta Makkabîler devrinin aşırı dindarları için
kullanılırken, kelime (İbranca, dindar) mistikler ve Üstadlarma teşmil edildi.
Dindarlık, riyazatın ve tanrı sevgisinin adı oldu. Hİnt Yoga metotlarını
hatırlatan derin tefekkür, meditasyon gelişti. İstiğrakla peygamberlik
sırlarını temaşaya kapı açıldı. Vecd bir anda hem kendi benliğini tanıma, hem
de kendini unutma olarak açıklandı. Tanrıyla mistik birlik hedeflendi. Harfler
mistiği, Tanrı isimlerinin mistik öğretisini temellendirdi. Zohar (İhtişam, Nur
Kitabı) Kabbalistlerin Tevrat ve Talmud'tan sonra en önemli kitabı oldu.
Kabbalist sistem Filo
ve Yeni Eflatunculuğa dayanır. Tanrı kavramlarına göre, Tanrı görülemez,
tanınamaz, tarif edilemez. Yaratılış görüşleri de, Sudur nazariyesiyle
ifâdesini bulur: Taht, Basiret, Adalet, Hikmet, Lütuf, Kuvvet, Büyüklük, ihtişam,
Hâkimiyetvs- Bütün bunlar “İlk İnsan”da insanın samavi suretinde toplanmıştır.
Manevî âlemden kâinatın yaratılışı, Allah'ın kürsüsü (tahtı), ondan da mürekkeb
âlem, melekler ve kötü ruhlar, onlardan da maddî âlem, görünen dünya sudur
etmiştir. Kabbala'da üç çeşit Ruh tasavvuru vardır: Aklî Ruh (neşema) yanında
“Hissi ruh, nefs” (ruah) ve “Nebati ruh” (nefes). İnsan ruhu, yüksek âlemden
çıkan ilk varlık gücüdür, geldiği yere tekrar dönmeyi özler. O tekrar eden
inkarnasyonlarla kemâle ulaştıktan sonra, dünyevî varlıklara bağlı kalmaktan
kurtulabilir. Doğumların çemberi (gilgul) özellikle Amsterdam'lı Manessa ben
îsrael (1604-1657) öğretmiştir.. Kötülüğün temelinin Tanrısal cevherlerin
uzaklaştırılması, Tanrı rahmetinin kavranamamasında görülür. Tanrıya yükselme
dua ve ibâdetle olur, İbâdetle ruh, manevî bir süre Tanrı ile birleşir ve
yaratıcı güce yükselir. Ruh Tanrı ile mistik birliğe gider. Kutsal Yazılar, sembollerle
yorumlanır, harflerine, kelimelerine ve isimlerine gizli ilâhi sırlar
atfedilir.
Kabbalist mistik
şeriat dînînin karşısındadır. Bu sebeple Talmudcuları küçük görürler. ZoharMa
Mişna cariye, Kabbala da hanımefendi olarak tasvir edilir. Talmud eğitimi, sert
ve verimsiz bir kaya ile mukayese edilir, kırılsa da küçük taşları ortaya
koyar, buna karşı Kabbala taze ve kaynayan bir gözedir, denir.
[354]
Hassidîzm, şer'î
hükümlerin katılığım kırarak, manevî, ruhsal alana yol açtı ve geniş bir
çevreye yayıldı. Sabataycı, Frankenci hareketler birleşti. Hassidizm kurucusu,
18. y.y.ın en önemli temsilcisi Rabbi İsrael ben Elizer (1700-1760) sayılır.
Vaaz ve mistik yorumlarıyla şöhret bulmuş ve “Baal şem Tov” (Kutlu Adın
Efendisi) unvanını almıştır. Samimi bir kalb dindarlığını savunur. İnsanlar
kalblerindeki sevgiyle Allah'a kulluk ederse, bölünmüş dünya yeniden bütünlüğe
kavuşabilir. Şer, iyinin en aşağı kademesi olarak görülür.
2. Dünya Savaşı
sırasında çok sayıda Yahudinin öldürülmesinde büyük darbe almıştır. Günümüzde
ABD ve İsrail'de taraftarları vardır. Filozof Martin Buber (doğ. 1878)
hareketin yeni yorumcularındandir.
[355]
Fransız Devrimini
takiben Yahudilere “Sürgünler” gözüyle bakılmaması anlayışı gelişti ve
vatandışlık hakları tanınmaya başlandı. 1848'de Almanya'da, 1858'de
İngiltere'de, 1870'de İtalya'da medeni haklara kavuştular. Bu gelişmeler
karşısında Yahudiler ilk defa dînî hayatlarında değişiklikler yapmayı düşünmeye
başladılar. Daha önce dış dünyaya karşı kapalı tutumlarını değiştirerek,
Getto'larını açtılar.
[356]
Gettoların açılması Avrupalı Yahudiler için büyük bir devrim niteliği
taşıyordu. Ancak bu ihtiyaç yalnız dış getto için değil, iç getto için de
geçerli idi. Dînî liberalleşme ihtiyacı 19. ve 20 . yüzyıllarda devam etti. Bu
gelişmeler dışarda “Antisemitizm” denen tepkileri doğururken, Yahudiler
arasında, Ortodoks, muhafazakar ve liberal doğrultuların, şeriat, İbâdet vs.
gibi dînî kavramların tartışılmasına, yeni yorumlara yol açıyordu. Önce
liberalizmin ve Sionizrn'in aşırı akımları, çevrelerindeki değişik inançlarla
varlık şekillerini karşılaştırmaya başladılar. Sorunlarının çözümünü Avrupa
Milliyetçi akımlarna paralel olarak “Milli Hak” istemekle milli bir devlet
kurmakla çözülebileceği ümidi dini ve siyasi akım olan Siyonizm'i güçlendirdi.
Dînî gruplaşmalar da buharlaştı.
19. ve 20. yüzyılda
gelişen dinde modernleşme hareketlerine karşı çıkan cemaattir. Yüzyıllar
boyunca süre gelen gelenekselliği savunurlar. Tevrat, Talmud ve diğer klasik
eserleri ve geleneksel görüşlerini her türlü tenkitten uzak tutarlar. Kutsal
kitapların ve şeriatın yeniden yorumlanmasına karşı çıkarlar, bunu dinden
uzaklaşma olarak değerlendirirler. Yiyecek ve ibâdetlerle ilgili yasaklara
bağlılıklarını sıkı sıkıya sürdürürler. Günümüzde İsrail Devleti'nin de resmi
mezhebidir.
[357]
Fransız Devriminin
etkileri Moses Mendelssohn'un (1729-1786) eserleri vasıtasıyla gelenekselliği
sürdüren cemaata nüfuz edebilmişti. Esas etkisini Amerika Yahudileri arasında
gösterdi. Bunlar:
1- Ahireti
ve Yeniden dirilmeyi kabul etmezler.
2- Şahsi bir
Mesih beklemezler.
3-
Yahudiliği bir millet değil, cemaat olarak değerlendirirler.
4-
Geleneksel şeriatı bütünlüğüyle değil de, modern hayata sağladığı uyum
ölçüsünde seçmeci bir yaklaşımla kabul ederler.
5- Tevrat ve
Talmud'u bütünüyle bağlayıcı görmezler ve Tanrısal kaynağını tartışırlar.
6- Sabat ve
Kaşer kurallarına itina göstermezler.
7-
Yahudiliğe ihtida hareketlerine sınır koymazlar.
8- Havrada
kadın-erkek birlikte otururlar.
9-
İbâdetlerini bulundukları ülkenin dilinde yaparlar.
[358]
Reformcu Yahudiliğe
tepki olarak doğmuştur. Ortodokslardan farkları, ibâdetlerini İbranca yerine
İngilizee yapmalarıdır. Eski Yahudi şeriatını reddetmezler, ancak
değişebilirliliğini kabul ederler. Havrada kadın erkek yanyana otururlar. Dış
evliliğe karşıdırlar.
Muhafazakar Yahudi
cemaati içinde Amerikalı Yahudi Mordacai Kaplan'ın öncülüğünü yaptığı “Yeniden
Yapılanmacı” bir akım daha doğmuş ve reformistlerin görüşlerine
yaklaşmışlardır.
[359]
Tarihte Yahudilerle
Türklerin karşılaşmaları 70 yılındaki Romalılara karşı ayaklanma sonrasında, 2.
Mabed'in yıkılması ve Yahudilerin dünyanın dört bucağına sürülmesiyle birlikte
olması muhtemeldir. Tarihi karşılaşma ise, m.s.8. yüzyılda Hazar Türklerinin
Yahudiliği kabul etmesiyle başlamıştır.
[360]
Bunların bir kısmının 10. yüzyılda İslâm'ı kabul ettikleri bilinmektedir.
Türklerin Anadolu'ya gelişlerinden sonra da daha önce Bizans İmparatorluğu içine
dağılmış Yahudi topluluklarıyla da karşılaşmış olmaları şüphesizdir. Nitekim
Orhan Gazi Bursa'yı zaptettiğinde orada bir Yahudi cemaatı bulmuştu ve
kendilerine Sinegog yapma izni vermişti.
[361]
Balkanların fethinden sonra da Edirne ve Selanik Yahudi kolonilerinin merkezi
durumuna gelmişti. İstanbul'un fethinde de Rabbani ve Karai olmak üzere iki
ayrı Yahudi cemaatıyla karşılaşıldı. Daha sonra da İstanbul'a Yahudi göçlerine
izin verildi. Devlet kademelerinde Hekim ve Tercüman olarak çalıştılar.
Avrupa'daki baskılar karşısında göçenler ve kaçanlar Osmanlı'ya sığındılar.
1492 İspanyol Yahudi göçmenlerinin
200-500 bin kişi arasında olduğu tahmin edilmektedir.
[362]
imparatorluğun çeşitli bölgelerine yerleştirilmişlerdir. Daha sonraki
devirlerde de Osmanlı topraklarına Yahudi göçleri devam etmiştir.
Sabatay Sevi'nin
Mesihlik iddiası (1648) bir ara havayı gerginleştirdiyse de, Devletin gücü ve
S. Sevi'nin iddiadan vaz geçmiş ve taraftarlarıyla İslâm'ı kabul etmeleri
sorunu çözmüştü. Ancak bu zorunlu ihtidanın, gerçek bir ihtida olmadığı, bir
süre zahiren Müslüman olmakla birlikte, gerçekte eski inançlarını devam
ettirdikleri rivayet edilir ve bu guruba tarihte "Dönmeler" denir.
İsIamiyetİ gerçekten kabul edip etmedikleri tartışmaları günümüzde dahi zaman zaman
gündeme getiriliyorsa da,
[363]
Tanzimattan buyana din ve inanç hürriyetinin hakim olduğu Türkiye'de fertlerin
inancını gizlemesini gerektirecek bir durum söz konusu değildir. Bu
vatandaşlarımız gereksiz itham ve tartışmalardan üzüntü duymaktadırlar.
[364]
Yahudilerin Osmanlı
Devletindeki idari problemleri, Haham Basılan vasıtasıyla, Tevrat ve Halaha'ya
göre, Bet-Din adı verilen mahkemelerde çözümleniyordu. Bir Yahudi ile arasında
anlaşmazlık olan MüslÜmanın veya Hıristiyanın müracaatı üzerine anlaşmazlıklara
da bakabiliyordu.
[365]
Ticari ihtilaflar dışında Müslüman komşularıyla ilgili anlaşmazlıklara pek
rastlanmaz. 19. ve 20. yüzyıllarda Siyonist akımlarla ilgili siyasi faaliyetler
devleti rahatsız etmişse de halka yansımamıştır.
Osmanlı Yahudileri çok
dilli bir topluluktu. Lisanları geldikleri yere, yaşadıkları bölgeye,
yaptıkları işe, hatta sayılarının çok veya az oluşuna göre değişiyordu.
Genellikle Sefaradlar İspanyol Yahudicesi (Ladino), Eşkenazlar Yiddiş,
Müstaribeler ise Arapça konuşuyorlardı.
[366]
Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı 25.000 kadar Yahudi'nin Türkiye de yaşadığı tahmin edilmektedir.
İstanbul'da oturan tarihî Haham Başılığa bağlıdırlar. Ankara, İzmir ve İstanbul
başta olmak üzere bazı büyük şehirlerde havraları ve küçük cemaatları bulunur.
îsrâİl devletinin kurulmasından sonra büyük bir kısmının göç etmesi sebebiyle,
ülkemizdeki sayıları her geçen yıl biraz daha azalmaktadır. Ancak son
zamanlarda bu göçlerin durduğu gözlenmektedir.
Halaha'ya göre Yahudi
olmayanlar, “Nûhîler” ve “Putperestler” olarak iki kısma ayrılırlar. Nûhîler,
Hz.Nuh'un tevhid esasına dayalı yedi temel kanununu benimseyen kimselerdir. Bu
esaslar:
1- Putlara
tapmamak.
2- Küfürden
kaçınmak.
3- Zinadan,
özellikle yakın akraba zinasından uzak durmak.
4- Adalete riayet
etmek.
5- Kan
dökmemek.
6- Hırsızlık
yapmamak.
7- Eti
kanıyla birlikte yememek (canlı hayvandan et koparmamaktır). Maimonides'e göre
bunları yerine getirenler “Yan muhted” sayılırlar ve her iki dünyada kurtuluşa
ulaşırlar. Yaptıkları işe göre, amellerine göre kutsiyet kazanırlar. Kurtuluşa
ulaşırlar.
İslam ve Hıristiyanlık
Nûhî dinlerden sayılır. Monoteizmin yayılmasına hizmet etmişlerdir. Ancak bir
Yahudi'nin İslam veya Hıristiyanlığa geçmesi büyük günah sayılır, çünkü
Yahudilikten çıkan bir Yahudi kendisini tanrı'ya ve halkına bağlayan “Ahid”i
bozmuş olur.
Yahudilik Müslümanları
Nûhî saymakla birlikte, İslamı Yahudilikten çalıntı sayar. Hz. Muhammed'i
peygamber olarak kabul etmez, ancak arada ciddi yakınlığın olduğunu kabul eder.
İbadethanelerine suret sokmamak, domuz eti yememek, sünnet olmak iki dinin
ortak noktalarındandır. İslam'ın Yahudiliğe yakınl ığını Hıristiyanlıktan daha
çok görürler. İkinci gurup sayılan müşrikler ve putperestler için ise, hiç bir
kurtuluş ümidi kabul edilmez.[367]
Bugün 6 milyara
yaklaşan dünya halkının yaklaşık 1,5 milyarı Hıristiyanlığa inanmaktadır.
Avrupa'nın %90'nı bu dinin mensuplarıdır. Türkiye'de ise 1960 nüfus sayımında
yaklaşık 230.000 Hıristiyan sayılırken, 1965 'de bu rakam 206.000'e düşmüştür.
Bu durum yurtdışı işçi göçleri ve Batı sosyal hayat ve zenginliğinin
dindaşlarını kendine çekmesi, Batılıların da kapılarını dindaşlarına
açmasıyla
açıklanabilir. Günümüzde bu rakamın yaklaşık 110 bine düştüğü tahmin
edilmektedir.
[368] Bu
evrensel dinin
değerlendirilme konusu tarihte ve günümüzde çeşitli mezheplerce değişik
açılardan ele alınması sebebiyle, genel bir anlatım içinde sunulması, karşımıza
büyük güçlükler çıkarmaktadır. Ortaya konan her bir değerlendirmenin karşıt
görüşü de vardır. Her hangi bir mezhepte karşımıza çıkabilir. Birileri çıkıp,
bir Hıristiyan olarak biz böyle inanmıyoruz, bizim görüşümüzü aksettirmiyor,
diyebilir. Bu sebeple biz
değerlendirmelerimizde, ifadelerimizde büyük mezheplerin ana hatlarıyla
görüşlerini yansıtmaya çalışacağız.
Hıristiyanlık
günümüzden yaklaşık 2.000 yıl önce yaşayan Nasırah İsa'nın çevresinde gelişen
bir dindir. Hareketin doğuşu Yahudilikteki Mesiyanizm ümit ve inancına dayanır.
Hz. İsa da İsrail Oğulları'nı istikbalde bahşedilecek Tanrı Krallığına
hazırlamak üzere tebliğine başlamıştı. Onun tebliğleri ve varlığı dünyadan
ayrılmasından sonra cemaata giren Paulus'un karizmatik yorumlarıyla yeni bir
yön kazanmış ve bugünkü Hıristiyanlığın temellerini oluşturmuştur.
Hıristiyan kelimesi,
Yunanca kökenli “Hıristos” (mesih) kelimesinden filizlenir ve Mesih'e bağlı olanlar
anlamındadır. İbranca'sı “Meşiah”dir, “Yağlanmış, takdis edilmiş” mânasındadır.
Çünkü krallar ve din görevlileri mesleğe başlarken yağ ile mesh ve takdis
olunurlardı. Müstakbel kurtarıcılığına inanılan, kral olacak, tebliğcİ ve
müjdeci İsa da “Mesih” unvanıyla isimlendirilmişti.
İsa'nın dünyaya
geldiği zamanlar Filistin'in resmi temsilcileri, ülkeye hakim olan Romalılardı.
Hukukî ve dinî Yahudi otoritesi ise, Kudüs'teki Sanhedrium (Yüksek Meclis) idi.
Yahudiler, İmparatorluğun çeşitli yerlerine yerleşmişler; Roma ve Yunan
dillerini benimsemişlerdi. Aramca bilmeyen, taşradan gelecek hacılar için
Kudüs'te özel Helenistik havralar bulunuyordu. İdare memurlarının resmi dili
Latince idi. Zamanın Yahudilerinin çoğu da meslekî ve ticarî sebeplerle, Yunan
konuşma dilini biliyorlardı. 250 seneden beri ise, ülkenin halk dili Aramca
idi. İbranca sadece Tevrat'ta ve havradaki ibadetlerde kullanılıyordu. Zamanın
pek çok Yahudilerinde görüldüğü üzere, Hz. İsa da en az üç dil biliyor
olmalıdır.
Halkın içindeki bazı
guruplar ise, Mesih'e ve getireceği 1000 yıllık politik hürriyete inanıyor,
gelecek sulh devrini bekliyorlardı. Hatta, İsa zamanında siyasî, millî bir
yeraltı ordusu da Roma'mn yabancı hükümranlığına karşı ayaklanmak istiyordu.
Roma valisi Herodos'un ölümünden, 66 yılındaki Kudüs'ün tahribine kadar,
Zelot'lar denen bu yeraltı'teşkilatının sık sık ayaklanmalarına şahit
olunmuştur. İsa'nın talebeleri arasında da ihtilalci partiye mensup Simaon
adında birisine rastlanır.
Zamanın meşhur dini
gurupları ise: Saddukiler, Fariziler, Esseniler'di. Saddukiler, hakim zengin
zümreye mensuptular. Bütün yeniliklere muhalefet ederlerdi. Tevrat'ın dışındaki
kutsal sayılan yazıları kabul etmezlerdi. Yine Ölülerin haşri, ahiret, kader
inancı gibi hususları, ispat edilemeyeceği ve delillerin yetersizliği
bahaneleriyle kabul etmezlerdi. Fariziler ise, Tevrat yanında gelen sözlü
rivayetlerin doğruluğunu, günlük hayattaki haram ve helal hakkındaki kaidelerin
geçerli olduğunu savunurlardı. Bunlar, sadece dini ilericiliğin değil, aynı
zamanda gerçek dindarlığın da temsilcileri idiler. Farizalıların aşırı gurubu
ise, Esseniler'di. Küçük manastırlarda yaşarlardı. Temizlik kaidelerini gereği
gibi tutabilmek için, diğer Yahudilerden ayrılarak köylere çekilmişlerdi.
Aralarındaki manevi kardeşlik ve sevgi bağları neticesinde gelecek olan,
Tanrısal Mesih devleti içinde yer almayı düşünüyorlardı.
Dinsel ağırlıklı
akımlar yanında, milliyetçi duyguları öne çıkaran mesihçi akımlar da vardı.
İsa'nın tebligata geçtiği zamanlar Zelotlar diye anılan bu akım mensuplarının
ayaklanma teşebbüsleriyle doludur. Tarihçi Yozefus bunları yanlış
değerlendirerek, eşkıyaların ayaklanması olarak ifade etmişti. Ancak iddialar
apaçık Mesihçilik idi. Yeni bir devrin müjdeciliği idi. Kur'an'da kendilerinden
övgüyle sözü edilen Hz. Zekeriya ve oğluYahya da benzeri müjdeciler
görünümündedirler.
Hz. Zekeriya, m.ö. 1.
yüzyılda Kudüs mabedinde rahip olarak yaşamıştır. Kur'an onun Yahudilere
gönderilen Peygamberden olduğunu beyan eder. Yahudilerce Peygamber olarak kabul
görmez. Yahya Peygamberin (Vaftizci Yahya veya diğer adıyla Yohanna'nın)
babasıdır. Çok yaşlı iken Allah O'na Yahya'yı ihsan etmiştir.[369]
Efsaneye göre, Filistin valisi Herodes'in zulmünden kurtulmak için kaçıp bir
ağaç kavuğuna saklanmış ise de, Herodes'in askerleri kendisini bularak ağaçla
birlikte ikiye bölmüşler ve şehit etmişlerdir. Halep'de makamı vardır.
Hıristiyanların Eski Ahid'e kattıkları Zekeriya Kitab'ı onun adını taşır.
Hz.Meryem'in mürebbisi ve teyzesinin kocası idi.
[370]
Hz.Yahya, Zekeriya
peygamberin ve karısı Elizabet'in oğludur. Yahudilerce peygamberliği kabul
edilmez. Hıristiyan ve Müslümanlara göre Tevrat'a kuvvetle sarılmış, henüz
çocuk yaşta Allah o'na hikmet vermiştir.[371]
İsrail Oğulları'nı irşat için öğütler vermiş, takva hayatını sürdürebilmek için
çoğu kez ıssız çöllerde yaşamayı tercih etmiştir. Hz.İsa'nın çağdaşıdır. 28
yıllarında hayatta idi. Hıristiyan rivayetlerine göre, İsa'yı görünce müstakbel
görevini tanımış ve onun beklenen Mesih olduğunu anlamıştır. Onu Ürdün nehrinde
vaftiz etmiştir. Ancak onun gelecekten bahsetmesi ve idareye ters düşmesi, kral
Herodes Antipos'un üvey kızıyla evlenmesine karşı çıkması üzerine başı kesilerek
şehit edilmiştir. Mezarının Samarya'da olduğu rivayet edilir. Taraftarlarını
vaftize davet etmesi sebebiyle Hıristiyanlarca “Vaftizci Yahya” lakabıyla
anılır. Kıyamet ve haşrin yakınlığını haber vermiş, halkın tövbe etmesini
tavsiye ederek, onları vaftiz etmiştir. İslâmî tâbirle bir çeşit boy abdesti
aldırmış, manevi temizlik yaptırmıştı.
Hz. Yahya'nın tebliği
mesianizmden ayrı tutulamaz. Tiberius'un 15. yılında, yani 28 senelerinde
hayatta idi. Esseniler gibi, Helenizm'in şehir kültüründen kaçmıştı. Vaazları
ve vaftizi ile diğer dindarlardan ayrılıyordu. Allah'ın yaklaşan gününü ilan
ediyordu. Artık balta ağacın köküne dayanmıştı. Büyük gün kendiliğinden
gelecekti. Mesih hakimlik hizmetini yürütecek, başağı sapından ayıracaktı. Bir
nevi kıyamet ve haşir günü olarak da yorumlanabilecek korkunç günün öncesindeki
tek çare, tövbe etmek .ve vaftiz olmaktı. Ben su ile vaftiz ediyorum, fakat o
ateş ile vaftiz edecek diyerek, bir ateş dalgasıyla dünyanın yenileneceği
hakkındaki, Yahudi bekleyişinin yaklaştığım müjdeliyordu. Kur'an
[372] onun
Hz. İsa'nın risaletini müjdeliyeceğini babası Zekeriya'ya da bildirildiğini
beyan eder.
Hz. Yahya'nın vaftizi
bir çeşit boy abdesti idi; tövbe ve günahların affı içindi ki, bugüne kadar
Yahudilikte görülen, putperestlerin Yahudiliğe girişlerindeki su banyosundan
farklıydı. O ne bir sihir, ne de sembolik bîr işti. O, yalnız istikbaldeki
olaylara kefaret edecek, Tanrı ile mümin arasındaki sembolik bir antlaşma idi.
Onun cemaatına Nasuralar denir. Filistin bölgesindeki karışıklıklar ve baskılar
nedeniyle ülkelerini terketmek zorunda kalmışlardır. Daha sonraları bunlar
Sabiiler adıyla Mezopotamya ve diğer yerlerde tarih sahnesine çıkmışlardır.
Hıristiyanlığın
kurucusu sayılan Hz. İsa, bugün dünyanın pek çok ülkesinin kullandığı müadî
takvimin başlangıcında Filistin'in Nasaret kasabasında Roma Valisi Herodes
zamanında, bir Yahudi ailesinde doğdu.
Kutsal Kitapların rivayetlerine
göre, annesi Meryem İsrail Oğullarından İmran isimli salih bir zat ve karısı
Hanna' dan yaşlılık çağında doğmuştu. İmran ismi Kur'an'daki bir surenin de
adiy olmuştur. Gençliklerinde çocukları olmayan bu aile, yaşlılıklarında olan
çocuklarını henüz doğmadan, Allah'a şükür için mabede adamışlardı. Çocuğun
doğumunda kız olduğunu gören Hanna “Faz erkek gibi olmaz kî” diyerek biraz
üzülmüşse de, bu vadini yerine getirmiş, Meryem adını verdikleri çocuklarını
bebeklik çağı geçince, rahibe olması için mabede teslim etmişlerdi. Meryem'in
teyzesinin kocası olan Hz. Zekeriya çocuğun eğitim ve ihtiyaçlarıyla
ilgileniyordu.
[373]
Meryem genç kızlık devresine ulaşınca bakımını kimin üstleneceği konusu gündeme
gelmiş, tartışmaların çözümü için açılan kurra Marangoz Yusuf'un şansına
düşmüştü.
Artık Meryem'le aynı
zamanda amcası oğlu olan Marangoz Yusuf ilgilenmeye başlamıştı. Günümüz
HıristİyanlarıncaApokrif sayılan Yakub İnciline göre, Meryem henüz 16
yaşlarında iken bir gün kuyudan su çıkarmaya gittiğinde gaipten bîr ses
duymuştu; bu ses uLütuf bulmuş selâm sana, kadınlar arasında bereket bulmuş,
Allah seninle olsun”, diyordu. Etrafına bakmdığında kimseyi görememişti.
Korkarak evine girmiş; bir süre sonra önünde bir melek görünmüş ve hamile
kalacağını söylemişti. “Rabbin gücü seni gölgeleyecek” demişti.
[374]
Bir süre sonra
Meryem'in bakımını üstlenen amcası oğlu, yaşlı Marangoz Yusuf onun hamileliğini
fark eder. Durumu kendisiyle konuşur, fakat Meryem'in söyledikleri onu tatmin
etmez. Ertesi günü durumu akrabalara açıklamak isterse de, gece gördüğü rüya
onu bu düşüncesinden geri çevirir; aile şerefini korumak için, nişanlanıp
evlenmeye karar verir ve evlenir.
[375]
Çocuğun doğumu yaklaşınca, Hz.İbrahim ve Hz.Musa için anlatılan hükümdarın
egemenliğini sona erdirecek bir çocuğun doğacağı kehaneti İsa için de
öngörülür. Doğacak çocuğu ölüm tehlikesinden korumak için, Yusuf ve Meryem
vahiy üzerine Mısır'a kaçmak üzere yola çıkarlar. Bebek yolculuk esnasında
ailenin geceleyin sığındığı bir ahırda doğar.
İsa'nın doğumunda
etrafın mucizevi olarak aydınlanması üzerine, gecenin karanlığında duruma şahit
olan çobanlar aydınlanan ahıra doğru koşarlar ve hayvanların yemliğinde yatan
bebek İsa'yı görürler. Bebeği selamlayarak Tanrı'ya şükrederler.
[376]
Ayrıca üç hakim kişinin de yıldızları takip ederek bebeği buldukları ve saygı
gösterdikleri de anlatılır. Taharet gününün sona ermesinden sonra çocuğun
Kudüs'e kurban takdimi ve sünnet için götürüldüğü, Mabet'te sünnet edildiği ve
bu sırada Simeon adında hikmet sahibi bir kişinin bebeğin istikbalini tanıdığı
ve övücü şeyler söylediği anlatılır.
[377]
Daha sonra Mısır'a
giden aile bir süre orada kalır. Vali Herodos'un ölümü ve tehlikenin
geçmesinden sonra Filistin'e Nasara'ya geri döner.
[378]
Yolda yiyecek ve içecek zarureti ile karşılaişınca, mucizevi olarak yanlarında
bir dere ve taze meyveli hurma ağacı oiuşuverir ve ihtiyaçlarını karşılarlar.
[379]
Meryem'in İsa'ya Yusuf
la nikahlanmadan önce hamile kaldığı rivayetleri sebebiyle günümüzün ekseri
mezhepleri Yusuf'u biyolojik baba olarak kabul etmezler.
[380]
Markos İnciline göre, İsa'nın dört erkek, en az İki ya da üç kız kardeşi
vardır: “Meryem'in oğlu ve Yakub'un, Yoses'in, Yahuda 'nın ve Simon'un kardeşi,
dülger, budeğilmi? Kardeşleri bizimle burada değil mil
[381] ayetinde
anılan kişiler Yohanna'ya göre (XIX,25) İsa'nın kardeşleri değil, kuzenleridir.
Ancak bu konuda da mezhepler arası görüş farklılıkları vardır. Protestan
mezhebi bu evliliği gerçek evlilik ve İsa'nın babasını da Yusuf sayarken,
Katolik mezhebi bu evliliğin formalite bir evlilik olduğunu, Yusuf la Meryem'in
iki kardeş gibi bir evde yaşadıklarını, İsa'ya isnat edilen erkek ve diğer kız
kardeşlerinin manevi kardeşler olduklarını savunur. Kur'an İsa'nın doğumu
konusunda Katolik mezhebinin görüşüne paralel, İsa'nın babasız olarak Meryem'de
yaratıldığını, Meryem'in de iffetli bir hanım olduğunu; Adem'i annesiz ve
babasız yaratan için, onu babasız yaratmanın çok daha kolay olduğunu söyler.
[382]
Ancak İsa'ya hamileliğinden sonraki nikah ve diğer kardeşler konusunda olumlu
veya olumsuz bir görüş beyan etmez.
Hz. Meryem ve İsa
hakkında Kur'an'da haber verilen bilgilerin bir kısmı Hıristiyanların sahih
saydıkları, resmi İndilerde yoktur. Bu haberlerden bazılarına Kilisenin apokrif
(uydurma) saydığı İbrani Tomas ve Yakub İndilerinde rastlanır.
[383]
Batılılar buniara “Çocukluk İnciüeri” derler,
günümüze çok az nüshaları ulaşabilmiştir.
Hz. İsa'nın delikanlılığa
geçiş ve eğitimi konusunda ne İndilerde ne de başka kaynaklarda hiç bir bilgi
yoktur. İlk haber 12 yaşma geldiğinde ailecek Kudüs'e Fısıh Bayramı için
gittiğidir; bir süre orada kalırlar, dönüş zamanı gelince İsa'yı bulamazlar.
Ararlar ve ancak üç gün sonra onu mabette rahiplerle tartışırken bulurlar.
[384]
Kilisenin uydurma saydığı İbrani Tomas İncili'nde bazı mucizevî haberler de
anlatılır ve bunların bir kısmına Kur'an'da da işaret edilir. Örneğin 5 yaşında
bir derenin kenarında çamur oynarken, 12 serçe figürü yaptığı ve özellikle de
günün cumartesi oluşu sebebiyle babası (sayılan) Yusuf a şikayet edildiği,
Yusuf un çocuğun yanına gelip azarladığında, İsa'nın “Gidiniz” sözü üzerine
serçelerin gerçek kuşa dönüşerek ve bağrışarak uçup gittikleri, çevredekilerin
şaşırdıkları beyan edilir.
[385]
Yine henüz 5 yaşında iken, çevrenin en meşhur öğretmenleriyle onları şaşırtıcı
tartışmalara giriştiği,
[386]
çocuk yaşta ölüleri dirilttiği, körü ve abraşı iyileştirdiği haberleri
anlatılır. mutabakat yoktur.
[387]
İndiler arasında bu
konuda tam bir İncillerdeki ikinci gurup haber, Hz.Yahya'nın kendisini Ürdün
nehrinde vaftizi ve İsa ile karşılaşma sahnesidir.
[388]
İncil rivayetlerine göre, vaftiz esnasında Kutsal Ruh güvercin şeklinde gelip
onun başına konmuş ve gökten “Benim sevgili oğlum budur, ondan hoşnudum” diyen
bir ses işitilmiştİr. Ayrıca Yahya da: “Ben sertin tarafından vaftiz olunmaya
muhtacım, sen bana mı geliyorsun? diyerek (İsa'nın) önüne geçmek” istemiş ve
beklenen mesİhin o olduğunu söylemiştir.
[389] Bu
olay İsa'da Mesihlik şuurunun doğmasında ilk etken rolü oynamış olmalıdır.
İsa'nın tebliğ
görevine başlaması Hz. Yahya'nın tutuklanmasından sonradır. Gezici vaiz olarak
tebliğ bayrağını açmıştır. Bu sıralarda 30 yaşlarında olduğu tahmin
edilmektedir. O da selefi gibi, insanların günahlarından tövbe etmelerini
istiyor ve Ahir Zamanda kurulacağına inandıkları Tanrısal Krallık in yakında
gerçekleşeceğini, ona hazırlık gerektiğini haber veriyordu.
[390]
Kendisine sadakatle bağlanmış Havarileriyle insanları çevresine topluyor, gelecek
günlerden bahsediyordu. Kendisine gelen vahyin kendisi veya başkaları
tarafından yazılması, kaydedilmesi için her hangi bir gayret göstermiyordu.
Tevrat'a bağlılığını ifade ediyor, ancak yeni bir kitaptan bahsetmiyordu.
İbadet ve davranışlar yönünden tamamen Yahudi toplumunun bir üyesi idi.
Vaazlarında ve davranışlarda ahlâkî derinüliği ve gelecekte kurulacak Tanrısal
Devleti vurguluyordu. Bu sırada kendisinden mucize bekleyenlere, halk arasında
yaygın hastalıkları tedavi ederek”.
[391] az
bir yiyecekle büyük kalabalıkları doyurarak
[392]
deliller gösteriyordu. Tebliğleriyle ilgili en meşhur hitabeti Zeytin Dağı
vaazıdır:
“Ne mutlu ruhta fakir
olanlara, çünkü göklerin meîekutu onlarındır, Ne mutlu yaslı olanlara, çünkü
teselli edileceklerdir, Ne mutlu halim olanlara, çünkü onlar yeri (dünyayı)
miras alacaklardır. Ne mutlu salaha acıkıp susayanlara, çünkü onlar
doyurulacaklar. Ne mutlu merhametli
olanlara, çünkü onlara merhamet edilecek. Ne
mutlu yüreği temiz olanlara, çünkü
onlar Allah'ı görecekler. Ne mutlu sulh
edicilere, çünkü onlar
Allah Oğulları (olarak) çağrılacaklar.
Ne mutlu salah uğrunda eza çekmiş olanlara, çünkü göklerin meîekutu onlarındır.
Benim uğruma insanlar
size sitem edecekleri,
eza eyleyecekleri ve size karşı yalan yere her türlü fenalığı
söyleyecekleri zaman, size ne mutlu! Sevinin ve meserretle coşun, çünkü
göklerde karşılığınız büyüktür. Çünkü sizden önceki peygamberlere de böyle eza
ettiler. Sanmayın ki, ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmaya geldim, ben yıkmaya
değil, fakat tamam etmeğe geldim. Çünkü doğrusu size derim: Gök ve yer geçip
gitmeden, her şey vaki oluncaya kadar, şeriatten en küçük bir harf veya bir
nokta bile yok olmayacaktır. Bundan dolayı bu en küçük emirlerden birini kim
bozar ve insanlara öylece öğretirse, göklerin melekutundan kendisine en küçük
denilecektir ve onları kim yapar ve öğretirse, göklerin melekutunda kendisine
büyük denilecektir. Zira size derim ki, salahınız Yazıcılar ve
Farisilerinkinden ziyade olmazsa, göklerin melekutuna hiç girmeyeceksiniz-İşittiniz
ki, eski zaman adamlarına denildi “Katletmeyeceksin”, ve kim katlederse, hükme
müstahak olacaktır. Fakat ben size derim: Kardeşine kız.an her adam hükme
müstahak olacaktır ...kim ahmak derse, cehennem ateşine müstahak olacaktır. İmdi,
takdimini mezbahta arz ederken, kardeşinin sana karşı bir şeyi olduğu hatırına
orada gelirse, takdimini orada mezbahın önünde bırak ve git, önce kardeşin ile
barış ve o vakit gel, takdimini arz et. Hasmınla yolda beraber iken onunla
çabuk uyuş da hasmın seni hakime, hakim de seni memura vermesin ve zindana
atılmayasın. Doğrusu sen mangırı ödeyinceye kadar oradan çıkmazsın.
Zina etmeyeceksin
denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam
zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Ve eğer sağ gözün sürçmene sebep
oluyorsa, onu çıkar ve kendinden at, çünkü senin için azandan birinin yok
olması, bütün bedenin cehenneme atılmasından iyidir. Ve eğer sağ elin sürçmene
sebep oluyorsa, onu kes ve kendinden at, çünkü senin için azandan birinin yok
olması bütün bedeninin cehenneme gitmesinden iyidir. Ve kim karısını boşarsa,
ona boş kağıdını versin, denilmiştir. Fakat ben size derim ki, zinadan başka
bir sebeple karısını boşayan adam onu zaniye eder ve kim boşanmış kadınla
evlenirse, zina eder.
Ve yine eski zaman
adamlarına: Yalan yere and etmeyeceksin ve andlarım Rabbe ödeyeceksin,
denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Hiç and etmeyin, negök üzerine,
çünkü o Allah'ın tahtıdır. Ne yer üzerine, çünkü onun ayaklarının basamağıdır.
Nede Yerusalim üzerine, çünkü o, büyük kralın şehridir.
Göz yerine göz, diş
yerine diş, denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Kötüye karşı koyma, ve
senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekinize çevir. Ve eğer biri seninle
mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse, ona abam da bırak Ve kim seni
bir mil gitmeğe zorlarsa, onunla iki mil git Senden dileyene ver, senden ödünç
isteyenden yüz çevirme.
Sen komşunu sevecek ve
düşmanından nefret edeceksin, denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim:
Düşmanlarınızı sevin, ve size eza edenler için dua edin ki, siz göklerde olan
Babanızın çocukları olasınız. Zira o güneşini kötülerin ve iyilerin üzerine
doğdurur ve salih olanlar ile olmayanların üzerine doğdurur, ve salih olanlar
ile olmayanların üzerine yağmur yağdırır. Çünkü eğer sizi sevenleri severseniz
ne karşılığınız olur? Yalnız kardeşlerinizi selamlarsanız, fazla ne yapmış
olursunuz? Putperestler de öyle yapmıyorlar mı?.
İmdi sadaka verdiğin
zaman, ikiyüzlü adamların insanlardan hürmet görmek için, havralarda yaptıkları
gibi, önünde boru öttürme. Doğrusu size derim: onlar karşılıklarım aldılar.
Fakat sadaka verdiğin zaman, sol elin sağ elinin ne yaptığım bilmesin de ,
sadakan gizli olsun, gizlide gören Baban da sana ödeyecektir.
Dua ettiğin zaman da
ikiyüzlüler gibi olmayın, çünkü İnsanlar kendilerini görsünler diye, havralarda
ve köşe başlarında durup dua etmeği severler. Doğrusu size derim: onlar
karşılıklarını aldılar. Fakat sen dua ettiğin zaman kendi iç odana gir ve
kapını kapayarak gizlide olan Babana dua et, gizlide gören Baban sana
ödeyecektir. Dua ederken putperestlerin ettiği gibi boş tekrarlar yapmayın,
zira onlar sanırlar ki, çok söylemeleriyle işitilecekler. Bundan dolayı onlara
benzemeyin, çünkü babanız nelere ihtiyacınız olduğunu siz ondan dilemeden önce
bilir.
Ve oruç tuttuğun
zaman, ikiyüzlüler gibi surat asmayın, zira onlar oruç tuttuklarım insanlar
görsünler diye suratlarını asarlar.
Yeryüzünde kendinize
hazineler biriktirmeyin ki, orada güve ve pas yiyip bozar, ve orada hırsızlar
delip girerler ve çalarlar. Fakat kendinize gökte hazineler biriktirin ki,
orada ne güve ne de pas yiyip bozar, ve hırsızlar orada ne delerler ne de
çalarlar.
[393]
Hz. İsa'nın
vaazlarının dinleyicileri ve takipçileri her geçen gün artı- yordu. Şeriatın
geleneksel ve şekilsel tatbiki tenkit ediliyor, onun manevi içeriğine ve ihlâsa
dikkat çekiliyordu. Bu konular Yahudi Yüksek Meclisini (Sanhedrium'u) rahatsız
ettiği gibi, yakında kurulacak Tanrısal Krallıktan söz etmesi de Roma Valisini
rahatsız ediyordu. Doiayısiyle bundan hem Sanhedrium hem de devlet
endişeleniyordu.
İsa'nın tebliği iki
ana konuda yoğunlaşıyordu: Mesiyanizm ve Şeriat.
İsa'nın elçiliğinin
temel içeriği, Tanrısal görevle gelecek Mesih hakimiyetinin artık kapının
önünde hazır olduğu haberiydi. İsa müjdesinde, “Sizin gördüğünüz şeyleri gören
gözlere ne mutlu. Çünkü size derim ki, çok peygamberler ve krallar sizin
gördüğünüz şeyleri görmek istediler, göremediler ve işittiğiniz “Fakat ben
Allah'ın parmağıyla cinleri çıkarıyorum, bu halde Allah'ın Melekutu (Devlet ve
hakimiyeti) üzerinize gelmiştir” diyerek, kendini mucizeleriyle savunmaya
çalışıyordu. Kendinin beklenen Mehdi (Mesih) olduğuna işaret ediyor, 'Ve kim
bende sürçmezse, ona ne mutlu” diyordu. Bahsedilen mucizelerin tarihi hakikati
sorusunu, bir karara bağlamak mümkün değildir. Ancak İsa'nın bîr kurtarıcı
olarak Filistin'de kurulacak Tanrısal Mesih devletinden haber vermesi birinci
derecede tebliğ hedefini gösterir.
İsa'ya göre, dünyayı
değiştirmek Tanrı'nın vazifesiydi. Onun yaptığı şey ise, yaklaşan Tanrısal
Devleti ve Hesap Gününü müjdelemesiydi. Fakat vazifesi, yalnız müjde ve
tebliğle bitmiyordu. O'nun varlığı ahir zamanın bir işareti ve beklenen günün
bir vasıtasrydı. Bundan dolayı O, etrafındaki küçük bir gurupla Kudüs'e
giderek, Mabed'i, kutsal olmayan şeylerden temizlemek için, işgal etmişti.
Oradaki satıcıları ve dilencileri kovup çıkarmıştı. Yine, cemaat
rivayetlerinden anlaşıldığına göre, Paskalya Bayramım adamlarıyla kutlarken
durumu aydınlatıcı bir konuşma da yapmış ve gelecek Paskalyayı Tanrısal
Devlet'de birlikte kutlayacaklarını haber vermişti.
Tanrısal Devlet ve
hakimiyet ne idi? O, acıklı olayların beklendiği, ahir zamanda meydana gelecek,
kıyamet Öncesi 1000 sürecek bir İhtişam ve cennet hayatının başlangıcıydı.
Önce, milli Yahudi politikacılarının tasvir ettiği ümitler hakikat olacak,
yabancı hakimiyetler yıkılacak, Davud Krallığı tamir edilecek ve bütün
Yahudiler mukaddes topraklarda toplanacaktı. Bu sebeple, Mesih ve Ahir Zamandan
haber veren yazılarda, Ahir Zamanın olağan üstü hadiselerini ve Mesih
faaliyetlerini tasvir eden, özel bir literatür gelişmişti. Mesih'in gelişi,
haşir, insanların kalplerinden kötülük eğilimlerinin ve acılarının çıkarılışı,
peygamberlerin vaad ettiği yeni kalplerin takılması vs. gibi olağanüstü olaylar
bekleniyordu. Böylece, Tanrısal Kral, yani Mesih yeryüzüne hakim olacak, öVun
ismi ve arzusu, yegane İsim ve arzu olacaktı. Değişen dünyanın tfu hali, bir
nevi günahsız dünyanın Cennetteki başlangıcı olacaktı.
Yahudiler arasındaki
çeşitli fikir akımları, İsa zamanında birbirine karışmıştı ve bunları
birbirinden ayırmak çok güçtü. Eğer İsa, gelmekte olan Tanrısal Hakimiyetten
bahsediyor ise, O, bunların hepsini beraber düşünüyordu. Fakat, zaman ve mekan
tesbiti gibi bir ayırımı ve özleştirmeyi kabul etmiyordu. İlahi hakimiyetin
birdenbire, gece dolaşan bir hırsız gibi, ansızm gelivereceğini ve o anı
çağdaşlarının yaşayacağını, haber veriyordu. Fakat bütün bu bekleyişlerin hiç
bîri gerçekleşmedi. Özellikle Havariler Cemaatının beklediği gibi, henüz kendi
hayatlarında İsa'nın dünyaya geri dönerek, vaad edilenleri gerçekleştireceği
hesabı, bir netice vermedi. Havari Petrus, Her şeyin sonu yaklaştı, Yohanna,
son saattir, Paulus, Rab Yakındır diyerek, hayatları boyunca cemaatlarını sakinleştirmeye
ve ümit vermeye çalıştılar. Zamanımıza kadar aradan uzun yıllar geçmesine, hiç
bir değişiklik olmamasına rağmen, milyonların gönlüne yerleşen îsa, hala
müjdelenen Tanrısal Mesih devletini kuracak kişi sayılmaya ve beklenmeye devam
etmektedir.
Müslümanlar Hz.
İsa'nın bu “Tanrısal devlet ve hakimiyeti” konusundaki haberlerini, ahir zaman
ve kıyametin yaklaşması, ahiret hayatı müjdeleri olarak anlarlar. Konunun
içeriğinin yorumunda Hıristiyanlardan ayrılırlar. Hıristiyanlığa paralel bazı
hadis kitaplarındaki rivayetlerin de zayıf veya uydurma olduğu kanaatmdadirlar.
Kıyamet ve Haşir öncesi, ölümün ortadan kalktığı 1000 yıllık Mesih saltanatı
diye bîr durum kabul etmezler. Hz. İsa'nın mesih ismini de makam ve görev ismi
değil, ona verilmiş özel bir isim olarak anlarlar.
İncil yazarlarından
Matta, sıhhatında şüphe edilemeyecek bir sözü rivayet eder. Büyük bir
ihtimalle, Hz. İsa'nın en eski sözlü rivayet mecmualarından alınmış olmalıdır: “Sanmayın
ki ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmaya geldim, ben yıkmaya değil, bilakis
tamamlamaya geldim” Bu sözün kaderi Eski Kilise'de çok yönlü oldu. Aşırıya
kaçmaksızın, bütün Hıristiyan inanç tarihinin bu cümlenin tefsirleri üzerine
bina edildiği söylenebilir. Eski kiliseler de bu cümleyi anlamaya çalışmışlar,
Ebionitler hariç hiç biri Eski Ahid şeriatını takip etmemişlerdir. Marsiyon bu
cümleyi yalanlama ve Hz. İsa'nın sözü olmadığını söyleme cesaretini
göstermiştir.
Bu cümlenin tefsir
tarihi çok önemlidir. Çünkü, İsa Mesih Kilisesinde Yahudi şeriatının geçerli
olup olmadığı, tamamen bu cümlenin anlaşılmasına ve kabulüne bağlıdır. Bu cümle
ile Hıristiyanlığın, Yahudiliğe bağlanması muhtemeldi. Kilise bu soruya her
zaman geçerli olabilecek, karmaşık bir çözüm yolu buldu. Buna göre İsa, Eski Ahid
kanunlarını kısaltarak muhafaza etmiş ve yenilemişti. On Emir etrafında ibadet
ye merasim kanunları devam ederken, ahlak kanunları gelişmiş oluyordu.
Anlaşıldığı kadarıyla Hıristiyanlık, daha çok İsa'nın tutumunu kendisine
prensip edinmiş, lâfza bağlı kalmamıştır.
O halde, Matta
İncİl'indeki “Bilakis tamamlamak için geldim”, sözünü nasıl anlamalı idi? “Eski
Ahid'de denildi, fakat ben size diyorum ki” sözüyle, İsa Hz. Musa'ya karşı
olmuyor muydu? Yahut, yeni bir şeriatın esaslarını mı vermek istiyordu? Veya
Eski Ahid kanunlarının ağırlığını, tatbikat imkansızlığını mı söylpmek
istiyordu?
Sorunun cevabına
kısmen Zeytin Dağı vaazı ışık tutar: O, dinleyicilere Allah'ın arzularını
Öğretmek ve eskiden bilinen Tevrat Kanunlarını esas gayesine götürmek
istiyordu. Gayesi, şeriatı bir takım fazlalıklarla ziyadeleştirmek ve tatbikini
güçleştirmek değildi. Günlük hayatın alışılmış kanunları ötesinde, Allah'ın
hakiki isteklerine dikkat çekmek istiyordu. İsa, ne şeriatı ziyadel eştin yor,
ne de ruhtan uzak şekilsel tatbikini teklif ediyordu.
Hz. İsa'nın şeriatla
ilgili tebliğine Kur'an da ışık tutar, nitekim Tevrat'tan Önümde bulunanı
doğrulayıcıyım. Size haram kılınmış olanın bir kısmını sîze helal yapacağım
demektedir
[394] ki, bu ayet İsa'nın
Şeriatın ağırlığını hafifletmek ve Zeytin Dağı vaazında açıkladığı şeriatın
içeriğine, ahlakî kalite ve samimiyet getirmek İsteğini yansıtmakta, şekilsel
hukuk kuralları yerine, içten gelen dindarlığı, ihlası, takvayı öne alma
gereğini vurgulamaktadır.
Hz. İsa'nın elçiliği
daha çok Yahudilere yönelikti. Arada sırada Yahudi olmayanların isteklerini
yerine getirmekle beraber, hizmetinin ağırlık merkezi Yahudilerdi: “Ben İsrail
evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim”
[395] ,
sözüyle bunu ifade ediyordu. Tanrısal devleti müjdelemek için, havarilerini
yalnız Yahudilere gönderiyor ve onları açıkça uyarıyordu: “Milletler yoluna
gitmeyin ve Samirileri'in şehirlerinden hiç birine girmeyin, fakat daha çok
İsrail Evinin kaybolmuş koyunlarına gidin ve giderken, Göklerin Melekutu
(Tanrısal Devlet) yakındır diye vaaz edin” diyordu. İndilerin haberleri de,
İsa'nın hayatı boyunca Yahudilik sınırlan içinde kaldığını göstermektedir.
Günümüz Hıristiyanlanna göre, göklere yükselen İsa sonradan talebelerinin diğer
milletlere mensup halklar arasında da vazife yapmalarını onlara vahyetmişti: “Bütün
dünyaya gidin, İncil'i bütün varlıklara vaaz edin”, demişti. Putperestler
arasındaki misyon çalışmaları Paulus'un cemaata girmesinden sonra başlamıştır.
Başlangıçta ilk hedef Yahudiler'di, daha sonra tebliğ çalışmalarının ağırlığı,
Filistin dışındaki Yahudileri Hıristiyanlığa kazanma yoluna çevrildi. Bu arada
putperest misyonuna yer verildi.
Kanaatimızca Hz.
İsa'nın başlangıçtaki sınırlı hareketi, çekirdek cemaatını Yahudilerden kurmak,
daha sonra bu merkez cemaat etrafındaki tebliğ çemberini genişletmek olmalıdır.
Tebliğinin kendi milletince daha kolay anlaşılabileceğini ümit etmiş olmalıdır.
Yoksa Tanrının görevlendirdiği bir elçinin insanlar arasında ayırım yapması
düşünülemez. Nitekim Kur'an:
“Allah, kemlilerine Kitab verilenlerden 'onu mutlaka
insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!” diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü
arkalarına attılar...” buyurarak görevin yalnız bir millete, kabileye değil,
tüm insanlığa tebliğ olduğunu vurguluyor. Başlangıçtaki sınırlandırıcı yorum ve
rivayetlere açıklık kazandırıyor. Diğer milletlere tebliğ görevini
sürdürmeyerek, Tevrat'ı Yahudi kavmine has kılan anlayışı tenkit ediyor.
Dolayısiyle İncildeki sınırlayıcı ayetlerin özel şartlarda geçerli
olabileceğine işaret ediliyor.
Hz. İsa'nın cumartesi
yasağına rağmen hastaları tedavi etmesi, şeriatın zaruret hallerinde
yumuşatılabileceğine işaret etmesi, geleneksel Yahudiliğe karşı gelmek demekti.
İsa şekilsel dindarlık aleyhinde konuşuyor, Yahudi Meclisi görüşlerine pek
itibar etmiyordu. Etrafına toplanan kalabalıklara vaaz ediyor, yeni yorumlar
yapıyordu. Bu davranışlar idareci çevrede hoşnutsuzluk yarattı. Özellikle
Mesİhlik iddiası, bu hoşnutsuzluğu daha da artırdı. Henüz tebliğe başlayalı üç beş
sene kadar olmuştu ki, tutuklanarak daha fazla güçlenmesinin önüne geçilmek
istendi. Rivayetlere göre, 12 Havarisinden bîri olan Yahuda İşkariyot'un
yardımıyla yakalandı ve kararı önceden verilmiş Yahudi Yüksek Mahkemesinde
yargılandı. İdama mahkum edildi. Hükmün infazı için, Roma Valisi Pontius
Pilatus'a teslim edildi. Yine idam cezasına çarptırılmış iki eşkıya ile
birlikte çarmıha gerilerek idam edildi.
[396] İndilerde
bu sahneler acıklı bir şekilde tasvir edilirler.
Yine İndilerin
tasvirine göre, haça gerilerek ölen İsa'nın cesedi, annesi ve şakirtleri
tarafından teslim alınarak cuma günü akşam öncesi gömüldü. Cumartesi gününü
sükunetle geçiren annesi ve şakirtler Pazar günü sabah erkenden kabir
ziyaretine gittiklerinde, kabrin açılmış, üzerine sarılmış kefen bezlerinin
etrafa atılmış ve cesedin de olmadığını gördüler. Endişe ile cesedi ararken,
İsa kendilerine göründü ve Allah'ın yanına çıkacağını söyledi. Daha sonraki
günlerde de (İsa) yakınlarına ve şakirtlerine görünmeye, mesajlar vermeye devam
etti.
[397] Daha sonra İsa'nın Hz.
İdris ve İlyas gibi göğe yükseldiğine ve Tanrı'nın yanma oturduğuna inanılır.
Kur'an ise, İsa'nın
çarmıha gerilmediğini ve işkence ile öldürülmediğini, İsa'nın yerine ona ihanet
edenin İsa'nın suretine dönüşmesi sebebiyle İsa zannıyla idam edildiğini,
[398] Allah'ın
Onu kendine yükselttiğini haber verir.
[399]
Yine Kur'an onun vefat ettiğini söyler, ancak Hıristiyan kökenli yeni
Müslümanların yorumlarıyla gelişen rivayetler ve ona bağlı tefsirler,
uzlaştırıcı yeni görüşler ortaya koymuşlardır. “Tanrı katına yükseltilmesiyle”
ilgili ayetler ve Meryem suresi 15. Ayetteki “Diri olarak kaldırılacağı gün”
ifadesi İsa'nın haşir günü dirileceği yerine, Kıyamet öncesi dirileceği
yününde, Hıristiyanlık paralelinde yorumlanmıştır.
“Tanrı katma yükselme” Hz. îdris, Hz. İlyas ve Hz.
Yahya için de kullanılmasına rağmen, kimse bu peygamberlerin de Ahir Zamanda
geri döneceğini, savunmaz!”
[400] Çünkü Hıristiyanlıkta da böyle bir iddia
yoktur.
Hz. İsa'nın Meryem'e “Kutsal
Ruh” vasıtasıyla getirilip, Meryem'in babasız hamile kaldığı hakkındaki İncil
haberleri
[401] ve vaftizde “Allah'ın
ruhunun güvercin gibi inip üzerine geldiğini gördü ve işte göklerden bir ses
dedi: Sevgili Oğlum budur, ondan razıyım” [402] “Sen
Allah'ın Oğlu isen”
[403] ve
yine bazı havarilerin ona uluhiyet atfetmesi ve ölümden dirildiği haberleri
bazı mezheplerin İsa'yı Tanrısal varlık olarak görmesine ve yorumlanmasına
tsebep olmuştur. Günümüzde Katolik, Ortodoks ve bazı Protestan mezhepleri onu,
insan şeklinde dünyada yaşamış ve üç Tanrısal şahıstan biri olarak kabul
ederler. Bu konuda Hıristiyan ilahiyatında “Kristoloji” tabir edilen bir bilim
dalı doğmuştur. İsa'nın uluhiyet ve beşeriliği sorununu ve iki cevherin birbiriyle
ilişkisi konularını açıklamaya çalışır. Hıristiyan inanç tarihi bunun
tartışmalarıyla doludur. Günümüzde Tanrı'nın Birliği konusu bazı mezheplerce
Tanrı'nın İsa'da inkarnasyonu(avatarası); Kutsal Ruh konusu da Tanrı'nın
gücünün tezahürü şeklinde yorumlanmaya çalışılır.
Hıristiyanlar İsa'nın
ölümden dirildiği, Tanrı katına yükseldiği haberlerine dayanarak, onun Mesihlik
görevini tamamlamadan ayrıldığını, tekrar geri dönerek Tanrısal Mesih devletini
kuracağını düşünürler ve inanırlar. İlk zamanlar dönüş günlük beklenirken,
zamanla yerini haftalık bekleyişe ve pazar gününe bırakılmıştır. Aradan
yüzyılların geçmesi üzerine artık bekleyiş, her yıl bilinmeyen bir Paskalya
bayramına kalmıştır. Büyük kiliseler beklenen paskalyanın tarihini Allah'a
bırakırken, günümüz yeni dini akımları İsa'nın geleceği hakkında yakın zaman
kehanetlerinde bulunurlar. Verilen rakamlar gerçekleşmeyince bir gerekçe
bularak gelişin yakın bir zamana ertelendiğini cemaatlarına duyururlar.
Cemaatlarının “Tanrısal Devlet” heyecanını canlı tutmaya çalışırlar. Bu
tasavvurlar müslümanları da etkilemiş, İsa'nın öldürülmediği, Tanrı katma
yükseltildiği yolundaki Kur' an ifadesi, Hıristiyanlık paralelinde rivayet ve
yorumlarla Hıristiyan tasavvurlarına yaklaştınImıştır Yorumlar Mehdi
tasavvurlarıyla birleşerek Hz. İsa'nın ölmediği, göklerde yaşadığı, Ahir
Zamanda Şam'daki Beyazminare'den dünyaya inerek, kurulacak Mehdi devletinde yer
alacağı, icraatında Mehdiye yardımcı olacağı yönünde yorumlar gelişmiştir: Ali
İmran, 55 ve Maide, 117 ayetlerinde verilen “Ey ha, ben seni öldüreceğim, bana
yükselteceğim” ve “Sen beni vefat ettirince onları gözetleyen sen oldun”
meallerindeki açıklamaları belirtilen “İsa'nın öldüğü, fakat öldürülmediği”
şeklindeki ifadeler dikkate alınmamış, Hıristiyanlık etkili sentezci görüşler
yaygınlık kazanmıştır.
[404]
İsa'nın haber verdiği
ve şakirtlerinin de göreceklerini müjdelediği Tanrısal Devletin ve Ahir Zaman
olaylarının meydana gelmemesi, ilk cemaatı hayal kırıklığına uğrattı. Haber
verilen devrin, Havariler zamanında meydana geleceği kanaati zayıfladı. Ancak,
İsa'nın ölüm ve haşir ile ilgili haberler, Ahir Zamanla ilgilendirilerek
yorumlanmaya devam etti. Haftanın ilk günü (Pazar), haşir günü, “Rab Günü”
olarak kabul edildi. Yine, İsa'nın geri dönmesi ve olağan üstü değişiklikler,
pazar gününde bekleniyordu. İsa, ölümden dirildiği gibi, yine bir pazar günü
dünyaya geri dönerek olağan üstü devri açacak, bir nevi ahiret hayatını
başlatacaktı. Bu sebeple, her gün yapılan “Rabbın Ziyafeti” (Komünyon) ayini,
sonraları “Rab gününe” (pazara) bırakıldı. Bu ayin, İsa'nın dönmesi için bir
davet, bir rica ve tekrar cemaatla birleşmesinin bayramı sayılıyordu. Ancak,
beklenen günün çok uzaması sebebiyle İsa'nın dönüş günü, zamanla senede bir
güne, Paskalya bayramına bırakıldı. Bu inancın, 3. Yüzyıla kadar bütün
canlılığıyla yaşadığı kaynaklarca sabittir. Yaklaşan günün işareti olarak, bazı
yeni yorumlar da ortaya çıktı. Güneşin kararması, Mabet perdesinin yırtılması,
zelzele, mezarların açılması ve ölülerin haşri gibi ahir zaman alâmetlerini^
İsa'nın ölümü esnasında meydana geldiği ve artık kıyametin yaklaştığı
söyleniyordu.
Yahudi isyanları
sebebiyle meydana gelen sıkıntılı olaylar, mabet Perdesinin yırtılması, kutsal
yerlerin tahrip edilmesi, ahir zamanın açık alameti sayılıyordu. Ama, haşir
durdurulmuştu. Nikodemus İncili'nin yazarı Kudüslü Küril (Cyrill) ve Epifanyüs
(Epiphanius), hadiseyi daha da canlı bir şekilde tasvir ediyorlardı. Bunlara
göre, halen yaşamakta olan Kudüslüler, 10-15 sene önce ölen akrabalarının
mezardan kalkışlarına ve dirilişlerine şahit olmuşlardı. Artık ölmüş babalar,
kardeşler sokakta birbirleriyle karşılaşıyor ve şaşkınlıkla birbirlerine, “Sen
şuraya gömdüğümüz filan ve filan değil misin?” şeklinde sorular soruyorlardı.
Daha sonraki yüzyıllarda, Amfilokiyus İkoniyum gibi, bazı Hıristiyan yazarlar,
İsa'nın haşriyle beraber azizlerin umumi haşrini yalanlıyor ve haşir olanların
sayısını sadece 500 kişiyle sınırlandırıyordu.
Karışıklığın kaynağı,
Kilisenin zaman hesabında idi. II. Yüzyılda yazılan Barnaba Mektubu'nun
şahadetine göre, daha ilk devirlerde Yahudilerin zaman teorisi Hıristiyanlarca
kabul edilmişti. Tekvin'deki yaratılışın altı günde olduğu rivayeti, eski dünya
yaşının dünya hesabıyla 6000 yıla tekabül ettiği şeklinde yorumlanıyordu. 7.
bin yılın başlaması ise, Ahir Zamanda mesihle başlayacak rahmet devrinin,
Tanrısal Devletin başlangıcı kabul ediliyordu. Bu hesap, Tanrının dünyayı altı
günde yaratıp, yedinci günde istirahata çekilmesini temsil ediyordu.
Hıristiyanların bu teoriyi kabul etmesi, Ahir Zaman alâmeti olarak yorumlanan;
İsa'nın ölüm hadisesini, dünyanın yaratılmasından sonraki 6000 yılın içine
yerleştirilmesini gerektiriyordu. Adamantiyus, 6000'nin içine İsa'nın ölüm
yılını değil, doğum yılını dahil ediyordu. Zaten 6000'nin sonu, dünyanın sonu
olarak kabul ediliyordu. Ancak, beklenen devrin yüzyıllarca geriye kalması,
İsa'nın ölümünü 6000'e dahil etme gayretlerini geçersiz kıldı.
Bu mesele, daha
Havariler zamanında da cemaatı rahatsız etmişti. Vaad edilen Tanrısal Devlet'in
gelmemesi, bazılarının vaftiz edilmelerine rağmen ölmeleri üzerine
Paulus, önceden ölen
müminlerin yaşayanlardan farklı olmayacağını, ancak onların yakında
geleceği vaad edilen güne kadar mezarlarında bekleyeceklerini, İsa'nın geldiği
gün dirilerek yaşayanlarla beraber olacaklarını söylemişti.
Neticede Sositheus,
Simon Magus, Yudas Galileus ve Montanus gibi, yeni mesihler ortaya çıkmıştı.
Cemaatın hayatı bir hayli karıştı. Montanistler sadece kıyametin yaklaştığını
değil, aynı zamanda Semavi Kudüs'ün Firikya'da kurulacağım haber vererek, oraya
toplanmaya başladılar. Ailelerinden ayrıldılar. Hippolit (Hippolitus) iki
mesihten bahseder: Biri Suriye'de, diğeri Pontus'da (Kuzey Anadolu'da).
Bunların teşvikiyle halk tarlalarını ve işlerini bırakarak, mallarını dağıtır,
çöle çekilerek ümit edilen Tanrısal Devleti beklemeye başlar. Hatta, Kilise
Babaları vaazlarında, “Eğer söylenenler meydana gelmezse, artık Kitaba da
inanmayın ve dilediğiniz yolu seçin” diyorlardı. Tabii, bu pervasızca sözler
sonucu cemaatın bir kısmı dağıldı. Ümitlerini kaybeden halk: “Biz bunları
babalarımız zamanında da duyduk, bakın biz ihtiyarladık, fakat ortada
vaadlardan hiç bir şey yok” diyorlardı. Bazıları alayla, “Vaad edilenler nerede?
Her şey ataların uyudukları zamandan beri aynı değil mi?” diyorlardı. Bunun
üzerine, o günün gelmesi için kiliselerde dua edilmeye başlandı. Zamanla bu
ümitsiz konudan ve bekleyişlerden vazgeçildi. Ancak, III. Yüzyılda Firikyah
Montanus ve iki kadın peygamber tarafından, konu tekrar canlandırıldı. Mesih'in
pek yakında geleceği müjdelendi. Buna göre, Pepuza da (Firikya'da) bir yere,
Semavi Kudüs inecekti. Montanus çabucak taraftar buldu ve yankıları bütün
kiliseyi çınlattı. Başlangıçta bu hareket, ilk kilisedeki kıyamet bekleyiş ve
konuşmalarının yenilenmesiydi. Müjdelenen günü karşılamak için, halk sıkı bir
asketik hayat sürmeğe başladı ve sonradan bu cereyan bir mezhep halini aldı.
Daha sonra Montanus, kendinin Yohanna İncilinde müjdelenen Paraklet olduğuna
inanmaya başladı. Afrikalı meşhur Tertulien dahi 202 yıllarında beş sene bu
harekete katılmış ve hizmet etmişti. Nihayet Kilise, bu sorumsuz hareketlere
engel olmanın gereğine inandı ve bu sebeple Yohannanın Ahir Zamandan bahseden
yazıları dışında, hiçbir kehanet yazısını Yeni Ahid'e almadı.
[405]
Kilisenin görüşünden ayrılanlar zındıklıkla suçlandı, Kilise dışında bırakıldı.
Günümüzde büyük kiliseler bu konu üzerinde pek durmazlar. Ancak Yahova
Şahitleri vs. gibi küçük kilise ve mezhepler konuyu bütün canlılığı ile
yaşamaya devam ederler.
Hz. İsa, içinde doğup büyüdüğü
Yahudi cemaatının bir üyesi olarak Tanah'ı (Eski Ahid'i) kutsal kitap olarak
görmüş ve ona yorumlarıyla derin anlamlar kazandırmaya çalışmıştır. Vaaz ve
tebliğlerinin kaynağı Eski Ahid'ti. Bu sebeple günümüz Hıristiyan kutsal
yazılarının ilk bölümünü Eski Ahid oluşturur, ikinci bölümünü ise, İsa'nın
ölümünden sonra ortaya çıkan, İsa ve vaazları hakkındaki rivayetleri içeren,
Yeni Ahid teşkil eder.
Hz. İsa hayatta iken
kendine gelen ayetleri veya aldığı vahiyleri ne kendisi bir yere kaydetmiş, ne
de başkalarına kaydetmeleri için emir vermişti. O kendinden önceki kutsal
kitaplara bağlı, ancak onlara yeni yorumlar getiren bir ıslahatçı, bir öğretmen
görünümünde idi. Talebelerinin Yahudilerce dışlanması ve takibatlar, cemaat
içinde yeni bir grup oluşmasına yol açtı. Yargılanıp, İdam edilmek istenmesi
ise, İsa Mesih gurubunun Yahudi cemaatından tamamen uzaklaşması ve kopmasına
zemin hazırladı. Bu yeni cemaat üyelerinin üstatları Hz. İsa ile ilgili vaaz ve
hayat hikayelerini kaydetmeye başlamaları, onun ölümünden yaklaşık 25-30 sene
sonradır. Bu kadar geç kalınmasının iki temel sebebi olabilir: Birincisi, o
zamanın şartlarında kendinin yazmaya veya yazdırmaya fırsat bulamaması; ikincisi,
beklenen Mesih devletinin çok yakında geleceği ümidi ile, bir şeyler yazıp
geriye bırakmaya ihtiyaç duyulmaması olabilir. Nitekim kendinden sonra da
talebeleri Üstatlarının çok kİsa bir zaman sonra geri döneceği ümidiyle,
Üstatlarını yazıyla anlatma ihtiyacını hissetmemişlerdir. İsa'yı ve öğretisini
öğrenmek isteyen yeni cemaat üyelerine ve çocuklarına, hatıralarını ve
duyduklarını sözlü olarak anlatmayı tercih etmişlerdir.
İsa'nın bir türlü geri
dönmeyişi, cemaat içinde vaftiz olan kimselerin ölmeye ve canlı şahitlerin
azalmaya başlaması cemaat ileri gelenlerini harekete geçirmiş, çeşitli
bölgelerde ve ülkelerde İsa'yı ve vaazlarını anlatan risaleler yazılmaya
başlanmıştır. Yazarlar istisnasız ya “Havariler” gibi İsa'yı şahsen tanımış
olan, ya “Tâbiûn” gibi onu izleyenlerin ilk kuşağını oluşturan şakirtlerdir.
Hıristiyanlar Yeni Ahid'in bütün yazarlarının İsa'nın hayatının görgü tanıkları
olduğunu iddia etmezler. Yeni Ahid yazarlarını "peygamber" de
saymazlar, ancak yazılarını Allah'ın ilhanlıyla yazdıklarını kabul ederler.
[406]
Bunlara İnciller ve Havari Mektupları denir. İncil Arapça'da müjde, iyi haber
anlamına gelir. İnciller yazılmadan önce
ağızdan ağıza bir süre nakledildi. Zamanın ilerlemesiyle İsa
Mesih cemaatının büyümesi, yeni görüş ve meşrep ayrılıklarının ortaya çıkması
yeni cemaatların kendi indileri ve büyüklerinin mektupları etrafında
toplanmalarına ve kayıtlarına yol açtı. Her cemaatın kendi İnanç ve görüşlerini
yansıtan İncil ve mektuplar ortaya çıktı.
Ancak şu hususu
vurgulamak gerekir ki: “Hıristiyanlar İsa'nın bir kitap, bir İncil getirdiğini
kesinlikle savunmazlar”.
[407] Bu
konuda Müslümanlardan farklı düşünürler. Onlara göre, İsa'nın kendisi Meryem'in
vücudunda etekemiğe bürünmüş, insan olmuş tanrı kelamıdır. Dolayısıyla O
Tanrı'nın insanlara vahyidir. Hz. Musa'da vahiy “Tevrat Kitabına” dönüştüğü
gibi, Hıristiyanlık'ta İsa'nın şahsına dönüşmüştür. Vahyin mesajı İsa'nın
hayatı ve vaazlarıdır. İncil ismi verilen eldeki kitaplar Müslümanların
anladığı gibi Tanrı'nın İsa'ya vahyi sayılmaz. Onlar ilk devir şakirtlerinin
gördükleri veya duyduklarının yazılı kayıtlarıdır. Yaklaşık 60-150 yılları
arasında cemaatların İncil yazarlarına “Bize İsa'yı ve olayları anlatın”
demeleri üzerine onlar da kendilerine kadar gelen rivayetleri, haberleri top- layıp,
kaleme almışlardır. Kendileri nasıl inandılarsa, o şekilde yazıp
anlatmışlardır. Müslümanların anladığı anlamda Vahiy değillerdir. Ancak
Hıristiyanlar İncil yazarlarının Tanrı'nın ve Kutsal Ruhun lutfu ve himayesi
altında bulunduklarına inanmaları sebebiyle, bu yazıların doğruluğuna
yazarlarına vahyedildiğine inanırlar ve güvenirler.
Miladın 2. yüzyılında
Kilise Büyüklerinden Marsiyon'un kendine has görüşlerini yansıtan bir kutsal
yazılar mecmuası hazırlaması ve kendi derlediği yazılar dışındaki İncil ve
Mektupları uydurma ilan etmesi, Roma kili- sesini harekete geçirmiştir.
Marsiyon'u zındıklıkla dışlarken, kendisi de çeşitli görüşlere ve mezheplere
zemin oluşturan İncİlleri ve Mektupları “Sahihler ve Uydurmalar” (Kanon ve
Apokrifj olarak ayırma ve değerlendirme ihtiyacını hissetmiştir.
Bunlar üçüncü yüzyılın
başından beri, Yunanca yazılan 4 İncil, 27 risale veya mektuplardır. Kilisece, “Havarilerden
geldiği ve sahih olduğu” kabul edilir. Bunların İlkini Matta, Markos, Luka ve
Yohannanın dört İncil'i teşkil eder. Bir takım ayrılıklara rağmen, bunlardan ük
üçünün ana meselelere bakışı birbirine yakındır. Bu sebeple
ilk üç İncil'e 150 yıldan beri Sinoptik İnciller (Birlikte Bakan
İnciiier) denir. Metin araştırma ve tertiplerinden, Markos İncili'nin Matta ve
Luka İndilerinin de kaynağı olduğu ve bu üçünün de yine İsa'nın sözlerini
ihtiva eden bilinmeyen bir kaynağa dayandığı tespit edilmiştir. Bu üç Sinoptik
İncil, zaman bakımından 4. İncil Yohanna'dan öncedir. Dil ve içerik karşılaştırmaları
bunu gösterir. Fakat hepsi de, bize verdikleri haberlerden, zikrettikleri
nesillerden, felaketlerden çok daha sonra yazılmışlardır. Tarihi muh- tevaları
ise, daha ilk zamanlarda kaybolmuştur. Verilen haberler, İsa'nın talebelerinden
ağızdan ağıza gelen, sözlü rivayetlere dayanır.
İnciller kaynak
olmaları bakımından, ne modern, ne de eski çağ hayat hikayeleriyle
kıyaslanabilir. Yazarları, kahramanlarını nasıl düşünüyorlarsa
soruşturmalarında nasıl öğrendi ve inandı ise, o şekilde tasvire çalışmışlardır.
Bu bakımdan, rivayetler bizi birinci derecede ilgilendiren, tarihi İsa'nın
hayat hikayesi ve tarihi olayların bilgisi değildir. Sinoptik İndilerin
yazarları, kendilerine kadar gelen ve içinde İsa'nın da sözleri bulunan
rivayetleri, toplu halde bize ulaştırmışlardır. Yohanna ise, bu rivayetler
üzerinde kendisi ayrıca çalışarak, yorumlarıyla birlikte İncilini
hazırlamıştır.
a- Markos
İncili, Hıristiyan araştırıcıların genel kanaatına göre, İndilerin ilkidir.
Muhtemelen miladi 63-70 yılları sonunda mabedin tahribinden önce Romalı
müminlerin isteği üzerine
İncilini Yunanca yazmıştır.
Yazarın esas adı Yuhanna'dır. 12
havariden biri değildi. Yahudi bir aileye mensuptu. Bilgileri havarilerden
almış olmalıydı. Mısır'da misyon faaliyetlerini sürdürürken, putperestlerin
entrikalanyla öldürülmüştür. Markos'un havarilerden Petrus ile birlikte isa'nın
uluhiyetinİ kabul etmediği bildirilir.
[408]
Matta ve Luka Jncillerini hazırlarken Markos İncilinden yararlandığı tahmin
edilir. Bunların yanında İsa'nın sözlerini ihtiva eden başka bir mecmuada
bulunmalıdır. Bu güne kadar henüz açıklığa kavuşturulamayan bu kaynağı Luka da
kullanmıştır. Ayrıca özel riva- yetlere de sahip olmalıdır.
[409]
b- Matta
İncili'nin yazarı 12 Havariden biridir. Hz. İsa'ya bağlanmadan önce Kafemahum
ilçesinde (Celil vilayetine bağlı) vergi memuru idi. İsa'ya bağlandıktan sonra
ondan ayrılmadı. Ölümünden sonra da Hıristiyanlığı yaymak için çeşitli ülkelere
geziler yaptı. Miladi 62 veya 70 yılında Habeşistan'da bir ok darbesi sonucu
şehit oldu. İncilini 60'h yıllarda İbranca veya Süryanca yazdığı, kimliği
bilinmeyen biri tarafından Yunanca'ya çevrildiği tahmin edilir.”
[410] İsa'nın
Şeriatı kaldırmak için değil, geliştirmek için geldiğini vurgulamasıyla
dikkatleri çekmiştir.
c- Luka
İncili yazarının mesleği hekimlik idi. O, aynı zamanda Yeni Ahid'in 5. kitabı “Resullerin
İşlerinin”de yazarıdır. Kitaplarını 60-80 yıllan arasındaki dönemde Yahudi
asıllı olmayanlar için Yunanca yazdığı kabul edilir. Bu sebeple yazılarında
müşrikleri cezp edici hikayeleri sergiler. Antakya'da Yahudi asıllı bir aileden
gelmiştir. Özel kaynağı ile birlikte kendinden önceki iki İncili de
kullanmıştır. En önemli kaynağı, üstadı Paulus'tur, kendisine yardımcılık
etmiştir. Romalı olduğu görüşünde olanlar da vardır.
[411]
d- Yuhanna
İncili kendinden önceki üç İncil'den farklıdır. Onlar “Tanrısal Devlet”
üzerinde dururlarken, Yohanna İsa'nın
Tanrısallığını vurgular. İncil yazarının havari Yohanna değil, II. yüzyılda
yaşayan Filozof Yohanna olduğunu ileri sürenler vardır. Yazar Yeni Eflatuncu
görüş etkisinde, İsa'yı “Logos”la özdeşleştirir. İncilini 90-110 yıllarında
Efes veya Antakya'da yazdığı tahmin olunur.
[412]
Ancak bir kısım tarihçiler yukarıdaki İndilerden hiç birinin 3.asırdan önce
mevcut olmadıkları kanaatındadırlar. Bu dört İncilin varlığından ilk bahseden
kişi, m.s. 209 da Aryus'dur. Daha sonra Klemen Alexandriyanus (m.s. 216) dört
incilin kabul edilmesinin gereğini belirtir.
[413]
e-
Resullerin Mektupları, Yeni Ahid'in İndilerden sonraki bölümüdür. 22 mektuptan
oluşur. Birincisi “Resullerin işlerif'”. Luka'ya nispet edilir. 14 mektup
Paulusa, geri kalanlarından biri Yakub'a, ikincisi Petrus'a, üçüncüsü
Yohanna'ya ve biri de Yahuda'ya aittir. Bu 22 mektuptan başka, “Yohanna'nın
vahyi” adını taşıyan bir bölüm daha yer alır. Mektuplar genelde vaaz ve öğreti
içerirler. Ancak bunlarda Hz. İsa'nın Tanrılığı şuurlu bir şekilde vurgulanmaya
çalışılır.
Mektup yazarları
arasında isminden en çok söz edilen 12 mektupla Paulus'dur. Bugünkü kiliselerin
babası sayılan enerjik bir zattır. Tarsus'da bir Yahudi ailesinden doğmuş,
putperest çevrede yetişmiştir. Önce İsa düşmanlığı yaparken, İsa'nın ölümünden
sonra vizyonel bir aydınlanma ile İsa'nın risaletini kabul etmiş, yaptığı
yorumlarla İsa'nın Tanrılığını savunarak Hıristiyanlığa yeni bir yön vermiştir.
İsa'nın ölümüyle Eski Ahid şeriatının kefaret olarak nesih edildiğini,
kaldırıldığım savunmuş, kendini Hıristiyanlığın merkezine getirebilmiştir.
Mektup yazarlarından
Yakub, balıkçı Zebedin'in oğludur. Yohanna'nın kardeşidir. Havarilerdendir. Yahudi
liderlerin nefretini kazanması sebebiyle 62 yılında recim edilerek öldürülmüştür.
Yahuda, Matta
İncili'nde adı geçen Taddeus'tur. Yakub'un küçük kardeşidir. Misyoner olarak
gittiği İran'da şehit edilmiştir.
[414]
Petrus'un asıl adı
Saman'dır. Hz. İsa'nın havarilerindendir. Balıkçılıktan misyonerliğe geçmiştir.
65 yılında Roma'da haça gerilerek öldürülmüştür. Petrus ve öğrencisi Markos'un
İsa'nın Tanrılığı hakkındaki iddiaları kabul etmediği rivayetler arasındadır.
[415]
Hıristiyanlarca,
İndilerin hiç biri Hz. İsa'ya hayatında iken gelmiş bir vahiy olarak kabul
edilmez. Mektuplar da dahil Yeni Ahid'in tüm yazılarının İsa ve Kutsal Ruhun
ilhamıyla müelliflerine yazdınldığına inanılır. Allah kendini ve isteklerini bu
yazılarda açıklamıştır. Buradaki ilham, kelime ve cümle veya metin ilhamı
değil, konu ve içerik ilhamıdır.
Hıristiyanlığın sahih
sayarak Yeni Ahid'e aldığı metinlerin dışında, sahih saymadığı, uydurma kabul
ettiği bazı İndiler ve mektuplar da vardır. Bunların en meşhurları Ebionitler,
İbraniler ve Barnaba İncilleridir. Bu İnciller, bugünkü Hıristiyanlığın aksine,
Allah'ın birliğini, İsa'nın Allah'ın kulu ve resulü olduğunu, Tanrı olmadığını
savunurlar. Ebionitler İncilinden bazı parçalar günümüze gelebilmiştir. Bütıin
olmadığı için bu konuda geniş açıklama yapmak güçtür. Eldeki Barnaba İncili 20.
yüzyılın ilk yarısında iki ingiliz bilgini olan Londsdale ve Laura Ragg
tarafından İngilizce'ye çevrilmesinden buyana sayısız tartışmalara ve
incelemelere sebep olmuştur.
[416]
Yakub İncili, 63 veya 66 yıllarında Romalılarca şehit edilen İsa'nın kardeşi
Yakub'a dayanmaktadır. Hz. Meryem'in babası İmran ve annesi Hannanın çocuk
hasretleri ve Meryem'in doğusuyla başlar, büyümesi, Hz. Zekeriya'nın himayesine
mabede verilişi, evlilik zamanı gelince evleneceği erkekler arasında kur'a
çekilişi, marangoz Yusuf'un şansına düşüşü, Kutsal Ruhla hamile kalışı ve
İsa'nın doğumu hikayeleri, Kur'an'ın Ali İmran. 3/33-48 ve Meryem: 19/2-35
ayetlerine paralel ve daha ayrıntılı olarak anlatılır.
[417]
ibrani Tomas incili, Hz. isa'nın çocukluğu ve mucizeleri ile ilgili
anlatılanları ve Hz. Yahya hakkındaki haberleri içerir. Al-i Imran ve Meryem
Surelerindeki haberlere paralel bilgiler verir.
[418] Bu
iki İncil'e Hıristiyan bilginlerince “İsa'nın Çocukluk İndileri” denir. İbrani
Tomas İncilinden başka, ayrı bir “Tomas İncili” daha vardır. Mısırda 1945
yılında bulunmuştur. Hz.Isa'dan sözler nakleder.[419]
Petrus incili, 1886/87 de Yukarı Mısır'da bulunmuştur. Pilatus'un el yıkama
sahnesiyle başlar, İsa'nın ölümü ve haşriyle son bulur.
[420]
Filip İncili, 1945 de Nag Hammadi metinleri arasında Mısır'da bulunmuştur. Hz.
İsa'nın sözlerini içerir. Hayat hikayesine yer vermez. Gnostik düşüncenin
etkisi kendini hissettirir.
[421]
Aynı paralelde, sahih
sayılan Yeni Ahit mektupları yanında, sahih sayılmayan Petrus'un, Paulus'un,
Yuhannanın, Andreas'ın yaptıklarını hikaye eden kitaplar da vardır. Bunlar
muhtemelen 2. yüzyılın sonuna aittirler. Ayrıca Kiemens'in ve Barnabanın
yazdığı ilk iki mektuptan, Paulus'a atfedilen diğer iki mektuptan başka da
mektuplardan söz edilir. İlk Hıristiyan cemaatınca bunlar sahih sayılmadığı
veya Yeni Ahid'e kabul edilmedikleri için, daha sonraki Hıristiyanlarca da
sahih sayılmazlar.
[422]
Hz. İsa'nın yeni bir
din kurmak için ortaya çıkmadığı muhakkaktır. Fakat Kilise, O'nun hayatı ve
davranışlarının bir neticesi olmuştur. O, İnsanlara yaklaşan Tanrısal Devletten
bahsediyordu. Elçinin başlangıçtaki dinleyicileri, ilk cemaatın çekirdeğini
meydana getiriyordu. İlk Hıristiyan cemaatı, İsa'nın ölümden dirilişine imanla,
yeni bir Mesih hareketinin nasıl meydana geldiğine şahit olmuştu. Çeşitli
çevrelerden toplanan ilk Kudüs Cemaatı, Havariler Tarihi'nin haberlerine göre.
Kutsal Ruh'un, Paskalya Bayramında inmesiyle, yabancı dillerde konuşmaya
başlamışlardı. İlk cemaat için bu, onların Ahir Zaman cemaati olduklarının
işareti idi. Zaten, Yahudilerin bekleyişlerine göre, Ruh'un Ahir Zaman'da
İneceği vaad edilmişti. Ancak, Yahudilerin şüphe vereddi, İsa Mesih cemaatinin
Yahudilerden ayrılmasına ve bağımsız bir kilisenin kurulmasına sebep oldu.
Ardınca da, İlk Hıristiyanlar arasında çarmıha gerilen ve tekrar dirilen İsa
Mesih elçiliğinin Filistin sınırları dışına, bütün dünyaya taşınmasının
zorunluluğu şuuru ortaya çıktı. Henüz İsa'nın ölümünden 4 yıl geçmişti ki,
Paulus'un Hıristiyanlığı kabul etmesi, cemaate yeni bîr hareket ve kuvvet
kazandırmakla birlikte, yeni doğmuş Hıristiyan cemaatı arasına, değişik düşünce
ve yorum tohumlarının da atılmasına sebep oldu. Yeni yorumlarla karşılaşan
cemaat üyeleri farklı iki temel görüş etrafında toplandı. Bu istikbalde meydana
gelecek ikiye bölünmenin bir İşareti idi.
İsa'nın aralarından
ayrılah az bir süre geçmişti ki cemaat içindeki huzursuzluğu giderebilmek ve
eski birliği sağlayabilmek için, m.s. 48/49 yıllarında havariler ve İsa'nın
yakınları toplanarak meseleleri müzakere zorunluluğunu hissettiler. Meşhur
Havariler Konsili'ni toplayarak görüşmelere başladılar. Ayrılık ve tartışma
konuları açıkça ortaya kondu. Hatta Paulus'un Korintlilere Mektubundan
Galilea'da özel bîr Hıristiyan gurubun oluştuğu anlaşılmaktadır. Muhtemelen
Paulus'dan önce de putperestlikten dönenlerle, Yahudilikten dönenler arasında
bazı görüş ayrılıkları olmuştu. Çünkü aynı ırk ve inançtan olup da, sonradan
Hıristiyanlığı kabul edenlerin, önceki inanç ve ibadet tasavvurlarının
tesirinde kendi aralarında kapalı bir birlik teşkij etmeleri tabii idi.
Kur'an'ın Hz. İsa ve geliş gayesi hakkındaki görüşlerinin daha iyi
anlaşılabilmesi bakımından bu guruplaşma ve ayrılıkların temellerinin ne kadar
derinlere gittiğini ve bu ayrılıkların neler olduğuna değinmekte yarar vardır.
Hıristiyan Kilise tarihlerinde bu konuya pek yer verilmez veya belirli bir
bakış açısıyla gözlerden uzak tutulmaya çalışılır. Bu sebeple araştırmalar da
sınırlıdır.
Eski bir Hıristiyan
aleyhtarı olan Paulus, Şam yolundaki vizyonunda bulutlar arasında İsa'yı görmüş
ve Hıristiyanlığı kabul etmişti. Artık bundan sonra O, kendisinin putperestlere
hidayet yolunu göstermesi için, İsa tarafından görevlendirilmiş olduğunu
hissediyordu. Putperestlerin Hıristiyanlığa girişinde ortaya çıkacak problemler
üzerinde duruyordu. Zaten daha önce de, putperestlerin Yahudiliği kabulünde
ortaya çıkan problemler, Yahudilik'de münakaşa edilmişti.
Başta gelen mesele,
putperestlikten Yahudiliğe giren bir kimsenin ne derece Musa kanunlarından
sorumlu olduğu idi. Yahudi asıllı Hıristiyanlar, daha önce de bildikleri çözüm
yolunu (putperestlikten Yahudiliğe girenlerde olduğu gibi), kendilerine örnek alıyorlardı.
Eğer Paulus meselenin üzerine gitmese, bu normal bir çözüm yolu idi. Fakat
Paulus diğer havarilerin aksine, putperestlikten dönenler için her türlü şer'i
teklifi reddediyordu. Hatta Galatya'da ki cemaat, sünnet meselesinde
anlaşmazlığa düşmüştü. Yahudi asıllılar, putperestlikten gelenlerin de sünnet
olmaları gerektiğini savunuyorlardı. Paulus ise, bunun Yahudi Şeriatinın
boyunduruğu altına girmek olacağını, İsa'nın geliş gayesine ters düşeceğini,
iddia ediyordu. Bu şeriat meselesi, yeni Hıristiyan cemaatı içerisinde ilk
ihtilaf kıvılcımı oldu. Bir kısmı, kurtuluşu iman ve amelde (şeriatta) görerek
“Sünnet olmak, Mesih üyeliğinin mührüdür” diyordu. Bu fikri savunanların
başında Havari Petrus ve Hz. İsa'nın kardeşi Yakobus geliyordu. Diğer kısım ise,
kurtuluşu yalnız imanda görüyor, ameli lüzumsuz buluyordu. Nihayet, konsil
vasıtasıyla uzun tartışmalardan sonra cemaat arasında bir anlaşmaya varıldı ve
putperestlikten dönenlerin en azından Nuh kanunlarına uymaları gerektiği kabul
edilerek, sünnet olmayabileceklerine karar verildi. Ancak Musa Şeriatmdaki dört
hususu da kabul etmeleri gerekiyordu. Bunlar: Putlara kesilen veya kesilmeden
önce ölen hayvanların etinden yememek, yakın akrabalar ile evlenmemek ve gayr-i
tabii cinsi ilişkilerde bulunmamaktı. Bu kanun, Eski Ahid'in Levüiler
bölümünün, 17-18. ayetlerinden alınıyordu. Fakat Nuh kanunundaki esaslardan,
küfür, hırsızlık, kan dökmek ve adaletsizlik yasakları bildiride
zikredilmiyordu. Bunlara uyulması tabii görülmüş olmalıydı.
[423]
Havariler İsa ile
birlikte aynı sofrada yemişler içmişler, Hz.İsa'nın vaazlarım dinlemişlerdi.
İsa havarilerini bizzat kendi seçmişti. Paulus'un Hıristiyanlığa girişinden
sonra ise, Paulus'un yeni yorumlarıyla cemaat içinde görüş ayrılıkları
doğmuştu. Burada, Paulus'un havariliğinin hukukiliği tartışılıyordu.
Havarilerce, Hz. İsa henüz hayatta iken, kendilerini en yakınları olarak
seçmişti. Onlar da üstatlarıyla beraber yemişler, içmişler, vaazlarını
dinlemişlerdi. Paulus'unki ise vizyona (vecd halindeki bir görüntüye)
dayanıyordu. Kabul edilse dahi, bu sadece dünyadan ayrılan üstatla karşılaşma
idi. O rüya gibi bir şey idi. İsa'nın dünyevi hayatını görüp tanımamıştı. Bu
sebeple, İlk Hıristiyan cemaatında Apostolos (havarilik) meselesi ihtilafa
sebep oluyordu. Her hangi bir kimsenin, her hangi bir zamanda Paulus gibi,
havariliğini iddia etmesi halinde, havariliğin ölçüsü ne olacaktı ?[424]
Havariler cemaatı,
İsa'nın şahsıyla İlgili olarak bir cemaat İdaresinden, cemaat başkanlığının
gereğinden bahsederken; Paulus bu ihtiyacı duymuyordu. Cemaat idaresini,
ölümden dirilen İsa'nın ruhunun yapacağını iddia ediyor ve cemaat kontrolünü
İsa 'nın Ruhuna bırakıyordu. Tabii ki havarilerce, Paulus'un bu görüşü yadırganıyor,
cemaat hayatı için tehlikeli görünüyordu. Bu sebeple İsa'nın kardeşi Yakub'un
manevi otoritesine saygı gösteriyorlardı.
Kudüs Cemaatınca,
İsa'nın son akşam yemeğinin hatırası devam ettiriliyordu. Pauîus Hıristiyanlığa
girişinde, bu uygulamayı hazır bulmuştu. Ama ona yeni bir anlam getiriyordu.
Komünyon ayinindeki ekmeği, İsa'nın gerçek eti ve şarabı da, gerçek kanı olarak
yorumluyordu. Komünyon ayinine katılan kimsenin manen olduğu gibi, maddeten de
İsa ile birleştiğini iddia ediyordu. Halbuki havarilerce bu, sadece bir
hatıradan ibaretti.
İsa'nın havarileri
kendisini peygamberler zincirinin son halkası olarak görürken, Paulus O'nun
normal bir insan olmadığını, Tanrının ilk yaratığı ve oğlu olduğu görüşünü
savunuyordu. Yahudi kökenliler için bu iddia küfrün ve sapıklığın en büyüğü
idi. Eski Helen ve Gnostik kültürle yoğrulmuş putperest kökenliler için ise,
tabii ve akla uygundu.
[425]
Paulus'a göre İsa,
şeriatı kaldırmak için gelmişti. Çünkü Şeriat günahların kaynağı idi. Şeriat
olmasa, günah da olmazdı. Tanrı, Adem'den beri devam edip gelen, ezeli günaha
ve şeriat yüzünden işlenen diğer günahlara kefaret olarak, kendi oğlunu dünyaya
göndermiş ve kurban etmişti. Artık O'nun kurbanıyia ezeli günah ve şeriat
kalkmıştı. Ölümden dirilen Yeni Mesih devrinde şeriat ve günah yoktu.
Paulus'a karşı diğer
havariler ise, Matta İncili'nde ifade edildiği gibi, İsa'nın şeriatı kaldırmaya
değil, eksikliklerini tamamlamaya geldiğini savunuyorlardı.
Bu suretle, Paulus'un
etrafında toplanan putperest kökenli Hıristiyanlarla, İsa'nın kardeşi Yakub'un
etrafında toplanan Yahudi kökenliler arasındaki ayrılıklar genişliyordu. İkiye
ayrılan cemaatın kollan, kendi içinde gelişiyor ve guruplar arası uçurum
kapanmaz hale geliyordu. Bunlardan: Cemaatın çoğunluğunu Yahudi kökenli
Hıristiyanların meydana getirdiği ve başlarında İsa'nın kardeşi Yakub'un
bulunduğu cemaata tarihte “Yahudi Hıristiyanlar veya Ebionitler” denecektir.
Ancak fazla gelişemeyerek zamanla tarih sahnesinden silinmişlerdir. Bu isim,
Yahudi kökenli Hıristiyanlan değil, bir mezhebi işaret etmektedir. Paulus
etrafında genişleyen gurup ise, her geçen gün biraz daha büyüyerek, bugünkü
dünya Hıristiyanlığının tohumu ve temeli olmuştur.[426]
Geniş bir ifade ile
Yahudi-Hıristiyan, Yahudi kanından olan bütün Hıristiyanlardır. Fakat bir
gurubun veya mezhebin tarifi olarak, bu isim çeşitli anlamlara gelebilir. Bu
isimden gaye, bir zamanlar putperestlikten dönen Paulus taraftarı
Hıristiyanların büyük kilisesi yanında, ayrı bir gurup teşkil etmiş ve onlardan
ayrılmış, özel kaderleri olan bir guruptur. Özellikle, Paulus teolojisi üzerine
bina olan kiliselerce, zındıklıkla itham edilmişlerdir. Artık bu isim, Yahudi
kökenli bir gurubu değil, bir mezhebi işaret etmektedir. Büyük Kilise'de kalmış
Yahudi kökenli kimseler için, bu isim söz konusu değildir. Bunlara Ebionitler
de denir.
Meşhur kilise
tarihçisi Epifanyus, Yahudi-Hıristiyanlarm çıkışını Kudüs'ün fetih yıllan
olarak tarihlendiriyor. Başlangıçlarını ise, hemen İsa'nın ölümünden sonraki
ilk Kudüs cemaatına kadar götürürler. Havariler Konsili diye adlandırılan 40/41
veya 48/49 yıllarındaki genel toplantıda, Paulus sebebiyle ortaya çıkan
görüşler, ilk cemaatta bir Yahudi-Hıristiyan gurubunun varlığını
göstermektedir. Bunlar, daha sonraki yüzyıllarda tarih sahnesinde kîsa bir süre
görülecek Yahudi-Hıristiyanların, yani Ebionitlerin ataları sayılabilirler.
Çünkü, bu gurup bir müddet sonra Paulus'u zındıklıkla suçlamıştır. Havariler
Konsilindeki tartışma sorusu, din değiştireceklerin yeni Hıristiyan cemaatında
Yahudi adetlerine uyup veya uymayacakları idi; çünkü havariler hidayeti amele
bağlı görüyorlardı. Fakat, hareket noktalan kendini kabul ettiremedi. Konsil,
Paulus ve taraftarlarına tavizler vermek zorunda kaldı. Cemaatın başkanı olarak
Hz. İsa'nın kardeşi Yakub bulunuyordu, paulus'la aynı fikirde olmamakla
beraber, cemaatın tehlikeye düşmemesi için uzlaştırıcı bir yol takip ediyordu.
Yakub'un ölümüyle Hıristiyanlar arasında bölünmeler başladı. Daha sonraları
Yakub, Yahudi-Hıristiyan efsanesinin kahramanı olmuştur. Onu bir vejetaryen,
bir riyazetçi olarak gösterirler. Rivayete göre O, cemaatının günahlarının affı
için, Mabette o kadar uzun süre kalmıştır ki, dizlerinin derisi deveninki gibi
kat kat olmuştur. Bu aşırı dindarlığından dolayı O, bir nevi Paraklet olarak
görülmüştür.
[427]
Yakub'un şehit ediliş
tarihi hakkında farklı iki haber vardır. Biri, 62/63 senesini, diğeri 66
senesini gösterir. Ebionit rivayetleri, Yakub'un ölümünü, kendi dağılışlarının,
göçlerinin başlaması olarak gösterirler. Yahudilerin başına gelen 70 senesi
felaketini, Yakub'un öldürülmesine bağlarlar. Aynı zamanda bunu, Tanrının
Yahudilere gönderdiği bir ceza olarak tefsir ederler. Yakub'un ölümü ise,
Ebionitlerin hicretleri takip etmiştir. Çünkü, 70 senesinde meydana gelecek
felaketlerin yaklaşan gölgeleri, Yahudilerin düşmanlığı, Paulus taraftarlarıyla
olan iç çekişmeler, onların anavatanları olan Kudüs'ten ayrılma kararını
hazırlamış olabilir.
Ebionitler, henüz harp
çıkmadan Kudüs'ü terk ettiler. Hicret 66/67 senelerinde Doğu Ürdün'e yapıldı.
Hicret hedefi, putperest Pella veya diğer ismiyle Dekapolis idi. Artık
Ebionitler, uzun zaman bu sapa gölgede sükunetle yaşayacaklardır. İkinci ana
yerleşme merkezleri ise, Kohba şehridir. Burası, Pella'dan sonra kurulmuş
olmalıdır. Muhtemelen, bugünkü yerinin Tel el-Amarna olabileceği kanaati
hakimdir. Pellanın 30 km. kuzeyine düşer. Daha sonraları Halep ve Şam
bölgelerine de yayılmışlardır. IV. yüzyıla kadar suları bol Ürdün yaylalarında
veya çöl kenarlarına giren Doğu Ürdün'de yaşamışlardır. Peila'da ilk Katolik
piskoposluktan V. yüzyılda söz edilecektir.
Yahudi-Hıristiyanlann,
Yahudilerle ilişkileri pek iç açıcı değildir. Yahudiler onları ihanetçiler
olarak görüyorlardı. Hatta harpten sonra, onları Havra'daki ibadetlerinden de
uzaklaştırmaya başladılar. Artık, Yahudi Cemaatının dışında sayılıyorlardı.
Haham Samuel, Sanhedrium'un teklifi üzerine zındıklara lanet duasını yazmıştı.
Yahudiler onları, milletlerine ihanetle suçlarken, Romalılar da onları
Yahudilerden ayırmıyor ve yedek isyancılar olarak görüyorlardı. Hatta,
Trayan'ın 10. senesinde, yani 107 senesinde politikaya karıştırılmış bir
şikayet üzerine, yaşlı piskoposlarını vali Atticus çarmıha gerdirmişti.
135 yılında meydana
gelen Bar-Kohba isyanına kadar Ebionitlerin 15 piskoposları birbirini takip
etmiş olmalıdır. Fakat bunlar hakkında fazla bilgi sahibi değiliz. Üç buçuk
sene süren isyanın sonunda, Kudüs'teki Yahudi-Hıristiyan cemaatı fiilen son
bulmuştur. Bundan sonra cemaatın başına geçen piskoposun ismi, Markos'tur ve
Yahudi asıllı değildir. Tabii ki, Ebionitler Bar-Kohba isyanına
karışmamışlardır. Fakat, hainler olarak hem Romalıların hem de Yahudilerin
takibatlarına uğramışlardır ve Kudüs cemaatları son bulmuştur. Doğu Ürdün'de
ise, varlıkları 450 yılma kadar bağımsız olarak sürmüştür. Daha sonra görüş
ayrılıkları ve bölünmelerle güçleri zayıflamış ve tarih sahnesinden
kaybolmuşlardır.
Ancak, Salman-ı
Farisi'den nakledilen bir rivayetin, bize Yahudi Hıristiyanların sonu hakkında
ışık tutabileceği düşünülebilir. Bu rivayete göre, Salman-ı Farisî henüz
Hıristiyan iken, üstadına kendisinin ölümünden sonra kime tabi olması
gerektiğini sorar. O da kendisi dışında Hak Dine mensup kimse kalmadığı için,
Allah'ın bir peygamber göndermesinin muhtemel olduğunu söyler ve eğer
görebilirse ona tabi olmasını tavsiye eder.[428]
Salman-ı Farisi'nin İslam'a girişi ve İslamiyet'le Yahudi-Hıristiyanlar
arasındaki büyük paralellik bu zatın en son Yahudi-Hıristiyan mümini
olabileceği İhtimalini uyandırmaktadır. Bu zat, İslamiyet'ten az önce, yani
550-600 yıllan arasında vefat etmiş olabileceğine göre, Yahudi-Hıristiyanların
bu tarihlere kadar varlıklarını koruyabildikleri tahmin edilebilir.
Yahudi-Hıristiyanların
İsa ve Havarilerine dayanan en eski Hıristiyan mezhebi olması ve özellikle
vahdaniyet konusundaki hassasiyetleri, inançlarının Kur'an'da ki İsa ve
Hıristiyanlık görüşlerine paralellik göstermesi, bazı görüşlerini vurgulamamızı
gerektirmektedir. Aksi halde Kur'an'ın ortaya koyduğu vahdaniyet
silsilesi içinde bugünkü
Hıristiyanlığı anlatmakta zorlariınz.
Yahudi-Hıristiyanlarca
İsa'dan sonra cemaat başkanı, Katolik Kilisesinin iddia ettiği gibi Petrus
değil, İsa'nın kardeşi Yakub'tur. Çünkü Petrus, Yakub'a vaazları ve
faaliyetleri hakkında senelik rapor verirdi. Bu durum, Yakub'un, Petrus'un
amiri olduğunu gösterir. Yahudi meclisini takliden kurulmuş idari
teşkilatlarına göre, Yakub'un başkanlığında 70-72 kişilik bir meclisleri vardı.
Cemaat işleri burada görüşülürdü. 40/41 yılında toplanan Havariler Meclisinde
de , toplantı başkanlığını Yakub yapmıştı. Bu toplantıda Yahudi baş rahibi
Kayfas'a karşı, cemaatın sözcülüğünü Yakub yapmıştı. İlk cemaatta İsa'nın
halefi Petrus veya Paulus değil, Hz. İsa'nın kardeşi Yakub idi.
Yahudi Hıristiyanlarca
Hz. İsa, 12 havarisini henüz sağlığında seçmişti. Onlara “Havari” unvanını
vermişti. Onlarla beraber yemiş, içmiş, dolaşmıştı. Buna karşı, Paulus'un Şam
yolunda yaşadığı istiğrak ve vizyon kendisine havarilik yetkisini ve unvanını
vermez. Bu sebeple, Paulus'un ölümden dirilen İsa'nın kendisini putperestlere
misyoner ve havari tayin ettiğini kabul etmezler. istiğraktaki görevlendirmenin
habis bir ruh, şeytan tarafından yapıldığını söylerler. Öğretim, istiğrakla
değil, peygamberin şahsından olur derlet. Hatta, Yahudi-Hıristiyan olarak
gösterilen Petrus, Paulus'a şöyle der: "Mesele hayalle olacaktı da, Üstat
bizimle senelerce neden dolaştı? Onun sana göründüğüne nasıl inanalım? Hem sen
onun düşmanıydın, onun aksine düşündüğün halde, o sana nasıl görünür? Peki sen
onun bir saatçik görünüşüyle her şeyi öğrendiğini, havari olduğunu söylüyorsun,
o zaman onun konuşmalarını söyle, üstatla beraber bulunmuş havarilerle
tartışma, onları sev! Eğer sen hakikate yönelmek istiyorsan, önce bizden İsa 'yi
öğren ve bizim yardımcımız ol. “Bu tartışmalardan daha ilk zamanlar Paulus' la
havariler arasında görüş ayrılıkları olduğunu anlıyoruz.”
[429]
Yahudi-Hıristiyanlarca
Hz. İsa, Hz. Musa tarafından müjdelenen, onun gibi bir “Peygamber”edir. Her
ikisi de, bazı mucizeler göstermişlerdir, ancak İsa, peygamberden de öte, aynı
zamanda Mesih'tir. O ölümden kalkmıştır ve geri gelecektir. Tanrısal devleti
kuracaktır.
İsa, Musa
şeriatının ıslahatçısı olarak
gelmiştir. Kurban kültünü kaldırmıştır. O şeriatın
savunucusudur. Şeriatı ruhuna uygun tatbik etmek istemiştir. Kutsal Kitap'taki
değişiklikleri, vahiy olmayan unsurları temizlemek istemiştir. O vahye muhatap
bir insandır, peygamberdir. Ancak Tanrı Oğlu vs. gibi ulûhiyet isnatları
şirktir, büyük günahtır. Komünyon ayini, bir hatıradan ibarettir.
[430]
Hz. İsa'nın dünyadan
y.33 yılında ayrıldığı rivayet edilir. Bu olaydan 4 yıl sonra da Paulus cemaata
katılır. Hz. İsa'nın geliş gayesi ve dünyadan ayrılışı konularına getirdiği
yeni yorumlar ve karizmatik yeteneğiyle çevresinde guruplaşmalar başlar. Bazı
kaynaklara göre 40/41, bazılarına göre de 48/49 yıllarında toplanan
"Havariler Meclisi" tartıştığı konularda bağlayıcı kesin kararlara
varamaz. Zaten liderleri ölmüş ve kendileri de takibat altında olan bir
guruptur. Meclisin dağılmasından sonra ikna olmayan her iki görüş mensupları
kendi yollarında yürümeye devam ederler. Zamanın Yahudi toplumu da mesİyanİzm
ve diğer akımlarla, Romalıların siyasi baskılarıyla çalkantı halindedir. Bu
toplumsal çalkantılar her iki gurubu kendi içlerinde birbirlerine yaklaştırıp,
dayanışmalarını artırması gerekirken, birbirlerinden de uzaklaşmalarına engel
olamadı. Yaklaşan Yahudi İsyanının belirtilerini gören Yahudi-Hıristiyanlar
Kudüs'ten ayrılıp Doğu Ürdün'e göç ederken; Paulus'un liderliğindeki putperest
kökenliler, köşeye çekilmek yerine İmparatorluğun çeşitli bölgelerine
yayılarak, misyon faaliyetlerini sürdürdüler. Her geçen gün sayıları ve güçleri
biraz daha arttı.
İlk bağlantı
noktaları, henüz tamamen kendilerinden kopmadıkları Akdeniz havzasına yayılmış
Yahudi Havraları idi. Yeni mesaja rağbet, Putperestler arasında Yahudilerden
daha fazla oldu. Mitra kültü inananları ve felsefe^ğitimİ alanlar daha çok ilgi
gösterdiler. Sır dinlerinde öğretildiği gibi^ kurtarıcıya ve kurtuluş yollarına
hasret ve arzu, zamanın genel özelliği İdi. Bilhassa sahipsizler, ezilenler,
köleler yeni öğretiyle insanlık şerefine ve eşitliğe ulaşacaklarına
inanıyorlardı. Bu durum, kadınlar için de aynı idi. Kutsal kitapta ifade
edildiği gibi, “Ve Yahudi, ne Yunanlı vardır. Ne de erkek ve dişi vardır. Çünkü
Mesih-İsa da hepiniz birsiniz,” Putperest dünya kendi aralarında bilmediği,
görmediği yardımlaşmayı, sevgi bağlarını Hıristiyanlıkta buluyordu. Bu da,
putperestleri Hıristiyanlığa çeken başka bir unsur oluyordu.
Hıristiyanlık, antik
dünyanın küçümsediği fazileti vaaz ediyor ve yeni bir şeyler getiriyordu.
İlgisini iç hayata, ruha yöneltmişti. Hayatın hedefini, ölüm ötesindeki dünyaya
çevirmişti. Klasik kültürün temsilcileri için, tasavvur edilemeyen ve korkunç
olan bu şeyler, halk kütlelerini kendine çekti ve taraftar buldu. Devletle
araları açılan pek çok Hıristiyan, bu heyecanla Hıristiyanlıklarını gizleyemedi
ve inançları uğruna canlarını feda etti.
Asıl adı Saul'dır. m.s.
5-15 yıllarında Tarsus'da Yahudi bir aileden doğdu. Hz. İsa'nın ölümünden y. 4
yıl sonra bir istiğrak yaşantısıyla İsa'yı bulutlar üzerinde gördü, onun
hitabına mazhar oldu ve Hıristiyanlığı kabul etti. Ancak yeni harekete
getirdiği yeni yorumlarla İsavîliği bir Yahudi mezhebi olmaktan çıkararak, ayrı
bir din, ayrı bir yol haline getirdi.
Paulus'un cemaata
girmesine kadar İsa'nın Havarileri birlikte yaşadıkları İsa'nın vaazlarını, hal
ve hareketlerini kendilerine esas alıyor, Yahudilik sınırları içinde bazı fikri
konularda yeni yorumlarla hayatlarını sürdürüyorlardı. Eğer Paulus cemaata
girmeseydi belki de Hıristiyanlık Yahudilik içinde reformist bir mezhep ve grup
olarak hayatını sürdürecekti. Paulus'un cemaata girmesiyle İsa'nın uluhiyeti
dile getirildi. Yaşayan İsa'nın hayatı değil, ölen ve ölümden dirileri İsa'nın
yorumları ortaya çıktı. Bu yorumlar vurgulanarak günümüz Hıristiyan
mezheplerinin de temellerini oluşturan esaslar meydana geldi.
Bu değişim ve gelişimin
mimarı Paulus'tur. Yaşayan İsa'nın hayatını inançlarının merkezlerine koyan
Yahudi kökenli Hıristiyanlar zamanla tarihten silinirken, Paulus'un
yorumlarıyla gelişip, büyüyen Hıristiyanlık dünyayı kaplamış, günümüz
Hıristiyan mezheplerinin temellerini oluşturmuştur. Bu sebeple Paulus günümüz
Hıristiyanlığının kurucusu sayılabilir. Yeni Ahid'in yaklaşık üçte birini onun
mektupları oluşturur ve sahih sayılan indilerin değerlendirilmesinde de onun
görüşleri önemli rol oynamışdır. Hıristiyanlığın en eski metinleridir.
Paulus doğum yeri
Tarsus'da putperest kültür içinde büyümüştü. I. Gamelyel zamanında Kudüs'de
hahamlık öğrenimi görmüştü. Önceleri aşırı bir Ferisi olarak İsa
taraftarlarının aleyhinde çalışırken, yaşadığı istiğrak olayından sonra
Hıristiyanlığı benimsemiş ve kendini putperestlerin misyonuna adamıştı.
Getirdiği yorumlarla cemaat içinde kargaşa yaratmış, 40/41 yıllarında toplanan
Kudüs Havariler Meclisinde Tevrat kanunlarının putperest kökenli Hiristiyanlara
uygulanmaması gerektiğini kabul ettirmişti. Yine komünyonun İsa'nın Tanrısal
bedenini oluşturduğu, ezeli günahı kaldırdığı, putperestler havariliği ile
görevlendirildiği vs. gibi ana doktrinler ona dayanır. Zamanın cemaat başkanı
sayılan İsa'nın kardeşi Yakub ve
Yahudi kökenli Hıristiyanların İhtilafları sebebiyle misyon merkezi olarak
Antakya'yı seçmiş, çalışmalarını putperestler üzerinde yoğunlaştırmıştır.
Çalışmalarında Suriye, Anadolu, Yunanistan, Kıbrıs, Roma seyahatlerinde
bulunmuştur.
Ancak çalışmaları hem
Yahudilerce, hem de Romalılarcazararlı görülerek m.s. 67 yılında Ostia'da başı
kesilerek şehit edilmiştir.
Hıristiyanlığın
putperestler arasında hızla yayılması, Paulus görüşlerinin de gelişmesine ve
hakimiyetine yol açarken, Yahudi kökenliler günden güne zayıflayıp tarihten
silindiler. Paulus'a göre vaftiz, Mesih'in vücudunda müminlerin hakiki yer
alması, Mesih'in ölüm ve haşirinde de kutsal varlık olarak hisse sahibi
olmasıydı. O, bu hususta şöyle diyordu:
“Bilmez misiniz ki,
Mesih-İsa'ya vaftiz olanlarımızın hepsi, onun ölümüne de vaftiz olunduk. Şimdi
onunla beraber vaftiz vasıtasıyla ölüme gömüldük, ta ki Baba'nın izzetiyle
Mesih Ölülerden kıyam ettiği gibi, biz de böylece hayat yeniliğinde yürüyelim.
Çünkü ölümün benzeyişinde o 'nunla birleşmiş olduksa, kıyamın benzeyişinde de
olacağız.”
[431]
Suyla yapılan vaftiz
işlemi, Hıristiyanlara ' İsa'nın yanında olmalarını, Kutsal Ruh'u almalarını
garantiliyordu. İsa Mesih'le beraber ölmüş, İsa ile gömülmüş ve yine onunla
beraber ölümden kıyam etmiş oluyorlardı.
İsa'nın Veda Yemeği de
kutsal sayılmıştı. İsa'nın son yemeğini sakinleriyle beraber yemesi,
Hıristiyanlığın kutsal davranışlarından, ibadetlerinden biri olarak sayılmış ve
yerleşmişti. Bu meselede en büyük hisse yine Paulus'undur. Paulus ona, ilahlaşan
Mesih ile ziyafet cemaatının birleştiği anlamını vermiştir. Artık, “Akşam
Yemeği misafirleri” göklere yükselen İsa'nın sofra arkadaşları oluyor ve
İsa'nın vücudundan bir parçayı kendi vücutlarına almış sayılıyorlardı. Ruhen de
olsa, onun etini yiyorlar, kanını İçiyorlardı. Paulus yîne, “Kutsadığımtz
bereket kasesi, Mesih'in kanına iştirak değil midir? Bir ekmekten hissedarız”
diyordu. Hıristiyanlıktaki kurtuluş yahut kurtarma cevheri olan İsa,
taraftarlarının da ölüm ve haşirlerine tesir ediyordu. Zaten, Mesih kültünün
kutsal hedefi de, bu olmaktadır. Bu tasavvur daha da ileri gidiyordu. Eğer,
kutsal Akşam Yemeği'nde hakikaten İsa'nın et ve kanı müminler tarafından
yeniliyor ve içiliyorsa, o zaman ekmek ve şarap Mesih'in bedensel varlığının
devamı oluyordu. Helenistik inanç ve düşünce tarzına da bağlanabilen bu inanç,
eski kilise de çabucak teşekkül etmişti ve Antakyah Ignatius da büyük Kilise
Babalarından öyle öğrenmişti. Buna göre ayin esnasında, elementlerin içinde
varlığına inanılan tanrı, kurban ediliyordu. Çünkü, rahibin yaptığı Komünyon
Ayini bir kurban merasimi idi. Çarmıhtaki kurbanın benzeriydi ve tanrıyla
barışmaktı. Bu görüşe Martin Luther itiraz etmiş, yanlış anlama olarak
vasıflandırmıştır.
Putperestler ve
Gnostik din taraftarları
Hıristiyanlığa girdikçe,
Hıristiyanlığın yorumlanmasında, yeni
mânâlar kazanmasında büyük rol oynuyorlardı. Eski dinleriyle İlgili bazı
düşüncelerini yeni dinlerine katıyorlar ve bazı meseleleri eski din ve
kültürlerinin etkisinde yorumluyorlardı. Zaten Hıristiyan cemaatı putperest ve
Gnostik mezheplerle iç içe yaşıyordu. Paulus ilahiyatı da, bu gelişmelere imkan
hazırlıyordu. Bu şartlar içinde Paulus'u en iyi anlayan Marsiyon'du. Marsiyon'a
göre, dünyayı yaratan Ulu Tanrı değil, ondan ayrı bir varlık, Eski Ahid tanrısı
Demiurg'tu. Kanun ve yasa koyucusu, baskıcı, kötü nitelikli bir tanrıydı.
İsa'nın Babası değildi. Yeni Ahid tanrısı ise, İsa Mesih'ti. Işık aleminin
ilahı, merhametli, iyi niyetli idi. Bu dualizm, onu mantıki olarak
dünyanın reddine, asketik ahlaka yönlendirdi. Fakat Marsiyon'un,
Paulus'un yolunda aşırı gidişi, Kilisece yadırgandı ve 144 yılında
Kiliseden çıkarıldı. Marsiyon'un, “İsa'da yabancı tanrının göründüğü” dünyanın "Yahudi
Tanrısı tarafından yaratıldığı" görüşleri Kilisece “Şeytanın eseri” olarak
ilan edildi. Hıristiyanlığı Eski Ahid'ten ayırmak istemesi ve Eski Ahid' i
reddi ise, zındıklık olarak vasıflandırıldı. Bunun üzerine Marsiyon yeni bir
kilise kurdu. Sıkı asketik hayat anlayışına ve vücuda karşı olan menfi tutumuna
rağmen, büyük bir başarı kazandı. Batı'da 150-190 yılları arasında, Doğu' da
IV.yüzyıla kadar, Katolik ve Ortodoks kiliseleri için büyük bir tehlike oldu.
Nihayet imparatorun zındıklar hakkındaki kanunuyla, Marsiyon Kilisesi tarihten
silindi.
Marsiyon, Katolik
Kilisesi için büyük bir mana ifade eder. Çünkü onun, üzerinde çalışılmış bir
Luka İncilini, Havariler Tarihi'ni ve
Paulus Mektuplarını Kilise'nin kutsal kitapları olarak ilan etmesi üzerine,
Katolik Kilisesi de kendi kutsal kitaplarını tespit etmek zorunda kaldı. Roma
Kilisesinin ilk havariler sembolü de, iman esasları olarak formüle edildi ve
Vaftiz Şahadeti olarak ibadet diline girdi. Dolayısıyla, “Yeni Ahid” yazıları
ve “Vaftiz Şahadeti", Marsiyon'un tahrikiyle resmiyet kazanmıştır.
Marsiyon'a galibiyet ise, Büyük kilisenin istikbalde önüne çıkacak muhalif cereyanlara
karşı gücünü artırdı. Ancak gnostik etkilerden kendini kurtaramadı.
Hıristiyanlığın
İmparatorluk içinde gelişmeye başlaması tepkilerin de yükselmesine sebep oldu.
Aslında Roma İmparatorluğu bütün dinler ve inançlar hakkında büyük bir hoşgörü
sahibiydi. En azından Yahudilere gösterilen hoşgörü Hıristiyanlar için de
geçerli olabilirdi. Müsamahasızlığın kökünde yatan sebep, ne imparator Kültü
için kurban kesmemeleri, ne de Roma Tanrılarına ibadetten kaçınmaları idi. Bu
sorunlara bir formül bulunabilirdi. Çözümsüz görünen problem Hıristiyanların
kendi inançlarının hakimiyetini istemeleriydi, bu devletle Hıristiyanlar
arasında bir uçurum meydana getiriyordu. Uzun zamanlar gizlenen sabır ve
hukuksal durum, III. yüzyılda İmparator Dakyanus ve Valerian dönemlerinde
İmparatorluğa yayılan feci takibatlarla ortaya çıktı ve Hıristiyanlar çok büyük
kayıplar verdiler. İslam müfessirleri de Kur'an'ın Kehf suresinde sözü edilen
Mağara Ehliyle (Ashab-ı Kehf le) ilgili anlatılan olayların Dakyanus zamanında
meydana geldiği kanaatındadır.[432]
Nevşehir dolaylarındaki yeraltı şehirlerinde rastlanan kilise kalıntıları da
takibat zamanlarında inananların buldukları çözüm yollarının tarihi
kalıntılarıdır. Zulümler yalnız roma imparatorluğunda değil, zaman zaman başka
ülkelerde de olmuştur.
Mesela Buruc (85/4)
suresinde zulme uğradığı beyan edilen “Ashab-ı uhdud” da Yemen'de Himyeri kralı
Yahudi Zûnüvas zamanında (5.yy.) Yahudiliğe dönmeleri için ateş dolu hendeklere
canlı canlı'atılan Necran Hıristiyanlarının kaderlerine işaret eder.
[433]
Hıristiyanlara,
dünyaya düşmanlık ve insanları küçük görme isnat ediliyordu. Takdis
işlemlerinin ise, ahlâk dışı âyinler olduğu zannediliyor ve üzerlerine her
türlü iftiralar atılıyordu. Çaresiz bir azınlık olarak, kendilerine her türlü
aşağılama reva görülüyordu. Daha sonraki resmi makamların susması ise, eski
tanrıların cezası ve intikamı olarak yorumlanıyordu. Tertulian umumi kin ve
öfkeyi şöyle anlatır:
“Eğer Tiber Nehri
surlar üzerinden dökülse, eğer Nil tarlaları sulamasa, hava değişmese, zelzele,
kıtlık yahut bir salgın hastalık olsa, devamlı surette Hıristiyanlar aslanların
önüne, deniyor!” Bu takibatlara kİsa bir süre ara verildiyse de, İmparator
Diocletian (Dakyanus) zamanında (284-305), imparatorluğun yeniden düzenlenmesi
ve kuvvetlendirilmesi gayesiyle, tekrar Hıristiyan takibatları başladı. 303
yılındaki üç emirnameye göre: Kiliseler yıkılmalı, Kutsal Kitaplar toplanmalı
ve ruhaniler zindana atılıp öldürülmelidir”, deniyordu. Bu takibat iki sene
sürdü. Sayısız şehitler verildi. Ama bir safhaya kadar geldî ve durdu.
Hıristiyan yazarlar bunu “Dalgalar Petrus'un kayalarında parçalandılar”,
şeklinde ifade ederler. Zamanla Hıristiyanların sayısı gittikçe arttı, Kilise
toplantıları kuvvetlendi ve takibatların da, artık tesiri kalmadı. 313 yılında
İmparator Konstantin'in, rakipleri Licinius ve Maxentius'u yenmesinden sonra,
serbestlik fermanı ilan edildi. Bu imparatorluk merkezli kiliseye Apostolik (Havarisel)
kilise de denmiştir.
Konstantin 313 yılında
hakimiyeti ele almakla ve Hıristiyanlara din hürriyeti tanımakla birlikte
kendisinin Hıristiyanlığı kabulü ölüm döşeğinde (m.s. 337) olmuştur. Zamanında
imparatorluğun çökme ve gerileme işaretleri görülüyordu. Yeni inançla
Konstantin Roma İmparatorluk dünyasına yeni bir güç ve ruh girdiğine
inanıyordu. Bu sıralarda imparatorluğunun toplam nüfusu 80 milyon kadardı. 310
yılında yaklaşık bunun %25'i Hıristiyan idi. Fakat, dengesiz bir şekilde
dağılmışlardı. Bir kaç eyalette (Anadolu'da) halkm yarısından çoğu
Hıristiyanlığı benimsemişti. Mısır, Roma, Aşağı İtalya ve İspanya'da göze
çarpan faal bir kilise cemaatı azınlığı teşekkül etmişti. Galya (Batı
Britanya), Germanya vs. gibi diğer bölgelere de Hıristiyanlık adımlarını atmaya
başlamıştı. Doğu Hıristiyanlığının gelişmesinde ise, Konstantin'in din
politikasının oynadığı rol büyüktür. Hoşgörü fermanı ile bütün dinler hürriyete
kavuşmuşlardı. Fakat İmparatorluğun bunu takip eden politikası, sosyal
kanunları, Hıristiyanlığın resmen imparatorluğa girmesine sebep oldu. Kilise
makamlarına alışılmamış yetkiler verildi. Konstantin'in gayelerinden biri de
Doğuda Roma'ya alternatif diğer bir başşehir kurmaktı. Başarılı da oldu. Yakın tarihe kadar kendi
ismiyle (Konstantinepolis) adlandırılan bu başşehir İstanbul'du. Putlara kurban
yasak edildi. İstanbul'daki piskoposluk makamı İmparatora bağlandı.. Kendisi
ekseriya burada oturuyordu. İmparatorun Roma'dan uzakta olması, Papalığın geniş
yetkiler kazanmasına sebep oldu. İstanbul Patrikliğine göre daha çok gelişti.
Doğu ve Batı arasındaki farklı siyasi şartlar sebebiyle, kiliseler arasında da
farklı gelişmeler oldu.
İmparator, İstanbul'da
muhteşem bir kilise inşa ettirdi. Daha sonra Jüstinyen (483-565) bu kilisenin
yerinde Ayasofya'yı (537) yaptırmıştır. Genel görüşe göre, kilise binaları
Hıristiyanlık inancını bütün dünyaya göstermeliydi. Böylece Kudüs'te Mezar
Kilisesi (İsa'nın gömüldüğüne inanılan mezar üzerine yapılan kilise), Roma'da
Kurtarıcı Kilisesi ve efsaneye göre, Petrus'un şehit edildiği Neron' un sirk
meydanında eski St. Petrus-Bazilikası inşa edildi. İmparator onu, Roma Devleti
tarafından öldürülen Hıristiyanların hatırasına yaptırmış ve bununla Roma piskoposlarının
putperest devlete karşı zaferlerini kanıtlamıştır. Bu olay gelecek devirlerde
Papaların nüfuzlarının artması için bir gerekçe olarak kullanılacaktır.
Böylece Hıristiyanlık,
IV. yüzyılda diğer dinler ve kült şekilleriyle beraber sayılırken, İmparator
Büyük Teodosius zamanında (3 80 yılında), İmparatorluğun yegane dini oldu.
Putperestlik Teodosius tarafından yasaklandı ve devlete ihanet olarak, ilan
edildi. Bu suretle, putperest kültleri çabucak günlük hayattan silindi. 529
yılında İmparator Jüstinyen tarafından Atina'daki Eflatun Akademisi de
kapatılarak, bu gelişme onaylanmış oldu.
Hıristiyanlığın IV. ve
VII yüzyıllar arası, takibi güç inanç kavgalarıyla doludur. Bunların hepsi de,
başlangıçtan o zamanlara kadar gelişen, Hıristiyan büyüklerinin görüşlerine ve
Kutsal Kitab'a dayanırlar. Bunlara, dogmatik tartışmalar da denir. Bu sebeple
önce, dogma nedir? sorusu üzerinde duralım. Dogma, Kilise tarafından vaaz
edilen, özel tabirle formüle edilmiş bir inanç cümlesidir. Özel tabirle formüle
edilmişten maksat, kutsal yazılardan alınmış, felsefi veya ilmi dille ifade
edilen bir iman esasıdır. Dogmayı teşkil eden çalışma, inanç sahasındaki Kilise
ilminin, yani teolojinin vazifesidir. Birbirleriyle güreşen fikirlerin yerini
hakikat almalıdır. Bu ise Kilise de, yani Piskoposlar Meclisinde meydana gelir,
çünkü onların istişarelerinde “Kutsal Ruhun” hazır olduğuna inanılır. Bu
sebeple teolojik ve dogmatik çalışmalar, Katolik Kilisesinde henüz
kapanmamıştır. Vatikan Konsili, 1870 yılında Havari Petrus'un halefi olarak
Papa'nın “Layuhti” (hata işlemez) olduğu dogmasını, 1950 de Meryem'in cesediyle
beraber miraç ettiği dogmasını ilan etmiştir. Fakat dogma formüllerinin, yani
iman esaslarının tespit ve ifadesinin en muhteşem devri IV. ve V. yüzyıllardır.
En başta gelen konu,
Hıristoloji, yani İsa Mesih'in mahiyeti meselesiydi. Çünkü, Tanrı Bir'dir
denilmesine rağmen, İsa'nın ve Kutsal Ruh'un da Tanrı oldukları, İsa'nın hem
Tanrı hem insan olduğu söyleniyordu. Bir Tanrı'da üç Tanrısal şahsın durumunu
açıklamak, İsa'nın ve Kutsal Ruh'un Tanrıyla olan ilişkisini çözmek mantıken
çok güçtü. Diğer taraftan, Mesih'in “Baba” tabir ettiği Tanrıyla eşitliği ve
aynı zamanda ondan ayrılığı üzerinde duruluyor, politeizme, şirke düşmeden bu
çelişkilerden kurtuluş yolları aranıyordu.
İskenderiyeli Aryus
(ö. 336), İsa'nın Tanrı olmadığını, sadece Tanrısal kuvvetlerle donatılmış ve
tanrı tarafından oğul kabul edilmiş bir yaratık olduğunu ileri sürmüştü. Daha
önce de, Antakya piskoposu Samosatalı Paulus (m.s. 260'tan sonra), İsa ile
Tanrı ilişkisini, insandaki akıl ve kalp ilişkisine benzetmişti. Buna göre,
tarihi İsa üstün bir insandı, ancak Tanrı'nın özel bir rahmeti İle, Tanrısal
Ruh (Logos), O'nun vücudunda mabette oturur gibi oturmuştu. Aynı Tanrısal Güç,
tarihi İsa'nın dışında, dünyanın yaratılışında da etkin rol oynamıştı. Ona göre
bu Tanrısal Ruh tarihi İsa ile birleşmiş ve onda ikamet etmişti. Tarihteki
diğer peygamberlere hulul ettiği gibi, Ona da hulul etmişti. Fakat Samosatalı
Paulus, İsa'daki iki tabiattan söz etmiyordu. İskenderiyeli Dionisyus (ölm.265)
Logosun Tanrı' nm düşük derecede tezahürü olduğu ve bu sebeple Tanrı'nın
mahluku olarak kabul edilmesi gerektiği kanaatında idi. Roma Piskoposu
Dionisyus ( 259-269) ise, “Oğul İsa'nın ezeli olduğunu, Baba ve Oğul arasında
cevher farkı olmadığım' söylüyordu. Logos'un, Baba Tanrı ile mahluk dünya
arasında bir vasıta olduğunu, bir vahiy sureti olduğunu, Baba'ya benzediğini
iddia edenler de vardı. Bu tartışmaların sonucu olarak, Meryem'e de Tanrıyı
Doğuran vasfı veriliyordu. Burada “Meryem”, cisim dünyası ile görünmeyen
Tanrısal alemin birleştiği sırlı bir mekan olarak görülüyordu. Onda dünyevi ve
semavi İki cevher birleşmişti. Buna karşı Antakya ekolünde, İsa'nın insan
olduğu görüsü, iddia ediliyordu.
İşte, Antakya Ekolünün
temsilcilerinden olan Aryus, İsa'nın yani Lagos'un Tanrısal cevherden olduğu
görüşünü tenkit ediyordu. İsa, Tanrı'nın bir evlatlığı kabul edilebilirdi ama,
evladı olamazdı. Tanrı, yoktan var ettiği mahlukatgibi, Onu da sonradan
yaratmıştı. Varlık bakımından Tanrı'dan ayrı idi Cevher bakımından Yaratıcısına
yabancı İdi ve birbirlerine benzemiyorlardu Belki cevher bakımından meleklerle
mukayese edilebilirdi. Buna karşı, İskenderiye'de 319 yılında toplanan bir konsİl,
Aryus'un görüşlerini reddetti. İskenderiye Piskoposu Alexander, meseleyi daha
da büyütünce İmparator Konstantm iki tarafın arasını bulmak gayesi ile 325
yılında İznik Konsili'ni toplantıya çağırdı. Bu toplantıda 318 piskoposun hazır
olduğu rivayet edilir. Neticede İman esasları şöyle formüle edildi:
“Biz biliyoruz ki,
Tanrı birdir, doğurulmamıştır, görülmez ezelîdir, yalnız gerçek, yalnız
ölümsüzdür, yalnız bilen, yalnız iyi, yalnız kudret sahibi, her şeyin hakimi ve
idarecisidir.
Tahavvül etmez değişmez,
adil ve aynı zamanda iyidir.
Şeriatın ve
peygamberlerin ve Yeni Ahid'in Tanrısıdır, zaman öncesi devirde bir oğlu
olmuştur, onun vasıtasıyla O, zamanları ve her şeyi yaratmıştır.
Ve Tanrı, bütün
mevcudatın sebebidir, yalnız kendisinin menşei yoktur, fakat Oğul, Baba 'dan
zamansız olmuştur ve zaman öncesinde yaratılmış ve yerleşmiştir, O olmadan önce
yoktu, fakat zamansız bütün varlıklardan önce olmuştur, yalnız Babadan
olmuştur.
Çünkü O ebedi veya
vasıtalı ebedi değildir veya Baba 'dan aynı olmamıştır, aynı zamanda Baba'nın
varlığı ile aynı değildir, bazılarının söylediği gibi, olmamış ezeli güç değil,
bilakis her şeyden önce bir birlik ve bir menşedir; böylece bütün varlıkların
öncesi Tanrı'dır.
[434]
İznik Konsilinde ki bu
formüle edilmiş ifade, taraftarları tatmin etmedi. Aryus'un muhaliflerinden
İskenderiye Piskopos Yardımcısı Athanasius (295-373), Logos'un yaratılmadığı,
Baba Tanrı ile aynı cevhere sahip olduğu, ebedi oğul olduğu görüşünü savunmaya
devam etti. Nikomedyalı Piskopos Euseb de II. İznik Konsili'nde (327 sonunda)
gurupları birleştirici bir formül buldu: Buna göre, uluhiyet, tezahür eden
Baba, Oğul ve Ruh arkasında gayri şahsi bir varlık idi. Bu görüş Konsilce kabul
edildi. Ancak tartışmaların ardı gelmediği için 362 de İskenderiye'de, 381'de tekrar
İznik'de, 431 deEfes'de yeni konsüller toplandı. Meryem'in, hakiki tanrıyı
doğurduğu görüşü ise, 431 yılında toplanan Efes Konsilinde kabul edildi.
Mesih'in iki tabiata sahip olduğu görüşü de, zihinlere takılan meselelerdendi. Tanrı'nın
insan olduğu sırrı ise, Monofizitlerin (İsa'nın tek tabiata sahip olduğunu
savunanlar) ve Nesturilerin (Diofızitlerin) itirazına uğradı. Bunun üzerine,
451'de Kadıköy'de (Kalkedon) bir konsil daha toplandı. Aldıkları karara göre,
konu şöyle formüle ediliyordu: "İttifakla bir ve aynı oğul, efendimiz İsa
Mesih'in kamilen Tanrılığını ve kamilen insanlığını... iki tabiatın, birbirine
karışmamış ve tahavvül etmemiş, ayrılmamış ve tecrit edilmemiş, her ikisi de
bir şahısta bir araya gelmiştir…”
[435] Bu
karar, istikbaldeki diğer konsüllerin de temelini teşkil etmiş, ancak yeni yeni
mezheplerin çıkmasını önleyememiştir.
Hıristiyanlığın inanç
esaslarını kavramak dinler tarihinin en zor konularından biridir. Hareket
noktası Yahudilik ve İslam'dan farklıdır. Bu dinlerde Tevrat veya Kur'an'nın
tebliğ içerikleri dinlerin merkezlerini teşkil ederken, peygamberlerin
kendileri bu vahiylerin dışında kalır. Onlar vahyin güncel yorumcuları olarak
değerlendirilir. Hıristiyanlıkta ise, vahiy ve kelam İsa'nın ete ve kemiğe
dönüşmüş varlığıdır. İsa'nın kendisi vahiy ve kelâmdır. O, Kur'an ve Tevrat
gibi bir vahiy kitabı getirmemiştir. O Tanrısal emirleri, istekleri kendi
hayatında söz ve davranışlarıyla (kâl ve hâl ile) insanlara tebliğ etmiştir. Bu
sebeple Hıristiyanlarca İsa'nın vaazlarından daha Önemlisi, İsa'nın oluşumu,
doğumu, hayatı, idamı, daha sonra da ölüler aleminden dirilip kaldırılması,
tekrar dünyaya geri dönmek üzere Tanrı'nın yanma oturmasıdır. Hatta ölümü ve
ölümden dirilen İsa'nın yorumu, doğum ve hayatından, vaazlarından çok daha
önemlidir. Bunların yorumları Hıristiyan inanç esaslarının temellerini
oluşturur. Bu sebeple, Hıristiyanların İsa'ya ve tebliğine bakışlarıyla,
Müslümanların Hz.Muhammed ve tebliğine bakışları arasında büyük ayrılıklar vardır.
Her dinin kendi yorumu, yalnız kendi bakış açısını ve görüşünü yansıtır. Karşı
tarafın görüşlerini yansıtmaz. Hıristiyanların bakış açılarına göre,
Hıristiyanlık “İnsanlığı kurtarmak için semadan yeryüzüne inmiş mücessem bir
tanrı tarafından kurulmuş yegane dindir. ... bütün alem için geçerlidir.”
[436]
Hıristiyanlığın bir
bütün olarak anlatımı da yine çok zordur. Tanrının üçlü birliği (tek cevher üç
varlık) ve bu birliği meydana getiren Tanrı, İsa ve Kutsal Ruh'un birbirlerine
karşı durumları ve değerlendirilmeleri, tarihte ve günümüz mezhepleri arasında
farklı farklıdır. Sık sık çelişkili ifadelere rastlanır. Bazen karşılaştıkları
kişilere misyon gayesi ile söylenen ve Kilise cemaatinin görüşlerini
aksettirmeyen sözler, daha da fazla karmaşaya yol açar. Bu sebeple konunun
hassasiyetini fazlaca hissettiğimiz hususlarda Katolik Kilisesinin Türkçe
yayınladığı kitapların kendi
ifadelerini özetleyerek veya aynen iktibas ederek yansıtmaya çalışacağız:
Hıristiyanlar, Yahudi
ve Müslümanlar gibi Allah' in tek olduğunu söylerler. Ancak bu birlik üç
Tanrısal varlığın cevher ve mahiyet birliğidir. Baba olarak ifade edilen Tanrı
Allah'tır. O ebedi, her şeye muktedir, her şeyi bilen, evreni ve evrenin
içerdiği her şeyi yaratma gücünde olan, her yerde hazır ve nazır, hayatı ihsan
eden, merhametli ve bağışlayıcıdır. Her şeye üstün Rab, kıyamette tüm
insanlığın adil yargıcı, ebedi mükafatı veya cezayı veren tek varlıktır.[437]
Ancak yaratma işini İsa'ya havale etmiş, kainat İsa vasıtasıyla yaratılmıştır.
[438]
İslamiyet bu hususta Hıristiyanlıktan ayrılır, yaratma işinin tanrı dışında bir
başka varlık tarafından yapılabileceğini Tanrıya acizlik ve ortaklık isnadı
sayar ve taşaronluğu reddeder.
[439]
Yine haşir ve hesap gününün hakimi olmakla birlikte, insanları yargılama
yetkisini İsa'ya vermiştir, insanları uyandıracak ve yargılayacak olan da
İsa'dır.
[440]
Allah'a “Baba” adını
vermeleri geleneği, “Allah'a Baba, Yahudi Kavmine de Allah oğulları diyen
Yahudilerden Hiristiyanlara geçmiş bir tabirdir. Davud'un Mazmurlarmın birinde
Tanrı Yahudi Kavmine şöyle der:
“Sen benim oğlumsun,
ben seni bugün tevlit ettim.” Hoşea Peygamberde ise Tanrı:
“Oğlumu (Yahudi
Kavmini) Mısırdan çağırdım” der. İsa bu tabire daha samimi, daha içten bir
anlam vererek şakirtlerine Tanrıya Abba demelerini öğretti. Abba bir sevgi
sözcüğüdür, tıpkı bir ailede çocuğun babasına verdiği ad (İngilizce Daddy,
Arapça Ab, Fransızca Papa) gibi”
[441] Bu
modern yorumlara karşı, geleneksel görüşte, İsa Tanrı'dan doğma tanrıdır
(I.Yuh.3,9; 5,5). Tanrı'nın evlatlığı (Adoptianizm) değil, onun gerçek oğludur.
Tanrı İsa'nın gerçek babası sayılır. Bu konu ilk devirlerde uzun tartışmalara
konu olmuş, bir grup îsanın tam bir insan olduğunu, vaftiz esnasında Tanrı'nın
sevgisinden dolayı evlatlık olarak kabul edildiği ileri sürülmüşse de, bu görüş
muhafazakarlarca sapıklık olarak değerlendirilerek reddedilmiş, İsa'nın
Tanrı'nın gerçek oğlu olduğu, Tanrı'dan doğma Tanrı olduğu kabul edilmiştir.
Günümüz
Hıristiyanlığının %95'i de Tanrı'nın İsa'nın gerçek babası olduğuna, sadece
manevi değil, yapîsal bakımdan da, mahiyet bakımından da beraber olduklarına
inanır.
İkinci temel inanç “Tenleşme”
(vücut bulma) olgusudur. Tanrının yaratılmamış olan ezeli mesajının
tenleştiğine ve İsa olarak aramızda yaşadığına inanırlar. Diğer bir deyimle,
Mesaj veya Kelam, İsa'nın insanlığında vahiy edildi de denebilir. Daha önce de
ifade edildiği gibi, Hıristiyanlarca İsa bir kitap getirmemiş, Tanrı vahyine
vücut vermiştir, Tanrı vahyinin kendisidir. İsa, vahyin kendisidir. Yohanna
İncili'nde “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı.
Başlangıçta O, Tanrı'yla birlikteydi” (1,1-2) denir. Hıristiyanlıkla İslam
arasındaki temel farklılıklardan biri bu anlayış ve yorum ayrılığıdır.
Hıristiyanlar, İsa'nın
Tanrı gücü ile, kendini Tanrıya adamış bir bakire olan Meryem'den doğduğuna
İnanırlar. Ancak Meryem'in Tanrfnın zevcesi olduğu, ya da bir Tanrısal “Tohum”"un
Meryem'de döllendiği gibi bir tasavvurları da yoktur. Hıristiyanlar için “İsa
Tanrı gücü (Aziz Ruh) sayesinde rahime düşmüş ve Bakire Meryem'den doğmuştur.”
“İsa günah dışında her
yönüyle tam bir insandı, ama aynı zamanda Tanrı Kelamı ile birleşmişti. İsa
'nın da bilgi ve bilinci, her insanda olduğu gibi, yaşamı süresince edindiği
deneyimler ve diğer insanlarla ilişkileri sayesinde genişledi”
“Katoliklerle
Ortodokslar Meryem'in tüm hayatı boyunca bakire kaldığına inanırlar. Bu
nedenle, İsa 'nın bedeni anlamda kız veya erkek kardeşlerinin olması imkansız
görüldüğünden, İncil'de kullanılan “Kardeş” sözcüğüne Meryem'le Yusuf'un
genişletilmiş ailesi anlamını verirler. Aile sözcüğünü gerçek anlamında kabul
etme eğiliminde olan bir çok Protestan'a göre ise, İsa Bakire Meryem 'den doğm
ustur, ancak İsa doğduktan sonra Meryem'le Yusuf un başka çocukları olmuş
olabilir.”
[442]
Hıristiyanlar İsa'ya
Tanrı Oğlu sıfat ve unvanını verirler. İsa'nın ezeli ve yaratılmamış olduğuna inanırlar.
“Tanrı tüm evreni Mesih İsa 'da, Mesih İsa'nın aracılığıyla ve Mesih İsa için
yaratmıştır,”
[443] derler.
“İsa Peder değildir. O'nu peder göndermiştir...İkisi ayrı kişilerdir. Ama
sonsuza dek bir aradadırlar...Özleri ve asılları aynı olduğu için, dünyayı
yaratan sonsuz sevgi, bilgelik ve güç her ikisinde de var olduğu için Onlar
birdir.”
[444]
“Katolik İnancına
göre, İsa gerçekten Tanrı'dır. O, ebedi Peder'in ebedi Kelamı ve Oğludur.
Hıristiyan inancının verdiği Müjde, işte budur. Gücü ve sevecenliği tüm
yaratılışın ayakta kalmasını sağlayan, her şeye yeten alemlerin Rabbi'dir.
Kutsal Üçlü Birliğin oluşturduğu ebedi sevgide ebedi Kelam veya Oğul, Peder
'den çıkmakladır. Oğul'u ezelden beri Peder 'in biricik Oğludur. Tabiat ve öz
olarak Oğul olan tek bir kişi vardır. O da Tanrı'nın kendi Oğludur. Kilise,
İsa'nın diğerleri gibi evlatlığı kabul edildiği için değil, aynı özden olduğu
için Tanrı 'nın oğlu olduğunu bildirir. İsa, “İçinde Tanrı'yi yaşatan bir insan
değildir” ama “Tanrı'nın biricik öz Oğludur. O, Tanrı'nın biricik öz Oğludur ve
sonsuza dek var olacak Peder'i ile özü aynıdır.”
[445]
İnsanoğlu, sıfatı daha
Önce Danyal kitabında Ahir zamanda gök yüzünden gelecek ve Tanrısal devlette
hükmetme yetkisinde olacak kişi için kullanılır. Aynı zamanda Mesih umudunu da
ifade eden bu isim, Hıristiyanlarca İsa'ya atfedilir ve onda gerçekleştiğine
inanırlar. İsa, Tanrı olduğu gibi, aynı zamanda kamil bir insandır:
“Görünmez Allah'ın
suretidir... O, her insan gibi elleriyle çalıştı. Her insan gibi aklıyla
düşündü. Her insan gibi Özgür iradesini kullandı ve insan gibi yüreği ile
sevdi. Bakire Meryem O'nu doğurdu. O bizden biriydi, ama günah işlemedi... O,
çarmıha gerildiği zaman insanlığını açıkça belirtti. Gerek fiziksel gerekse
ruhsal yönden büyük acı çekti. O'nu kamçıladılar ve çarmıha gerdiler. Gerçekten
öldü. Bizler için giydiği insan giysisini, asla çıkarmadı. Isa 'nın insan oluşu
son derece Önemlidir. Çünkü O 'nda insan tabiatı en soylu biçimde belirir ve
insan yaşamı için en mükemmel örnektir.”
[446]
Ancak, "İsa, bir
insan kişiliğine sahip değildir. Burada “Kişi” sözcüğü tam anlamı ile “Bağımsız
akıllı varlık” anlamında kullanılır. İsa, Tanrı'nın Oğlu olan kişiden ayrı bir
varlık değildir. Demek istediğimiz şudur: İsa bölünmüş değildir. İsa denilen
Tanrı'nın ebedi Oğlundan ayrı olan insani bir kişi yoktur. Ezelden beri ve
sonsuza kadar Tanrı'nın Oğlu olan kişi İsa'dır”.
[447]
Rab, Hıristiyanların
İsa'ya verdikleri unvan ve sıfatlardan biridir. Hıristiyanlar bu yetki ve
otoritenin İsa'ya Tanrı tarafından ölümden diriltildiği an verildiğine
inanırlar. Bu unvan İsa'nın Tanrı ve insanlar arasındaki tek aracı olduğu
hakkındaki Hıristiyan inancına işaret eder. Özellikle Paulus mektuplarında Rab
sıfatı sıkça kullanılır. Yine Hesap Gününde Yargıç olarak Tanrı'nın sağına
oturmak üzere yeniden dünyaya geleceğine olan inançlarını ifade eder.
Mesih-Hıristus,
İsa'nın ikinci adı olmuştur. İbranca mesias sözcüğünün Grekçe'si, Hıristos'dur.
Yahudilere vaad edilen bu kişinin İsa olduğuna inanılır. Onun için
"Mesih" adı da kullanılır.
Katoliklerin kendi
ifadeleriyle:
“Mesih İsa, gerçek
insan ve gerçek Tanrı 'dır. O ezeli ve ebedi ilahi Kelamdır. O, “Tanrının tek
Oğludur. O ezelden beri Peder'den çıkmaktadır, Tanrı 'dan gelen Tanrıdır. Peder
ile aynı özdedir”
“Cennetten gelmiş ve
Tanrısal niteliklerini koruyarak insan olmuştur. İnsanlarla yaşamış ve nasıl
yaşanacağım sözlerle değil, kendi hayatı ile onlara anlatmıştır. Bizler için
acı çeken, ölen ve görkemli biçimde yeniden dirilmiş olan Kurtarıcımızdır...
Gökte ve yeryüzünde, görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler ve
yönetimler, her şey Onda yaratılmıştır. Her şey Onun aracılığıyla ve Onun için
yaratılmıştır. Evreni ayakta tutan O'dur. Bizler Onun sayesinde varız”
[448]
Hıristiyanlığın bu
inancından İslam
[449] ayrılır
ve Allah'ın yaratılışta kimseyi yardımcı tutmadığını ve yanında kimseyi
bulundurmadığını söyler.
Tanrı Kelamı, İsa'ya
Tanrı Kelamının yerleştiği manasında kullanılır. Tanrısal kelamın İsa'da
bedene, ete-kemiğe dönüştüğüne, yaşamak için her insan gibi gayret
gösterdiğine, beslendiğine, bir aile içinde bulunduğuna, ancak hiç günah
işlemediğine inanılır. İsmet sıfatının gerçek sahibi olduğuna inanılır.
“Yeryüzünde yaşadığı
sürece hiç günah işlememiştir. Petrus, O, günah işlemedi ve Onun ağzında hiç
hile bulunmadı, diye yazmıştır. Kuşkusuz. Mesih jsa 'yi tanıyınca, Onun Tanrı
ve Tanrı 'nın Oğlu olduğunu anlayınca, Onun günah işlemediğini anlarız. Çünkü
Onun kişiliğinin Tanrısal bir onuru vardır”.
“İncil, Mesih İsa'yı
baştan çıkarmak isteyenler olduğunu bildirir. Ama O, kötülükten her zaman uzak
durmuş, içerden gelen şehvet uyandİran ve bedensel varlığının istekleri yoktu.
Şeytan da ona dışarıdan sataştı. Ama Onun insan yüreği her zaman Peder'in
isteğine uyardı.”
[450]
Hz. İsa için Rabbin
Kulu, Kurtarıcı, İyi Çoban, Yol, Gerçek, Hayat sıfat ve unvanları da
kullanılır.
Hıristiyanlık, Tanrı
ve İsa ile birlikte, uluhîyetin üçüncü varlığı olarak Kutsal Ruha inanır.
Kutsal Üçlü Birliğin (Teslis'in) bir ferdidir. Bu üçlü birlik Uluhiyeti
oluşturur. Üçlü Birliğin gizemi, yani Tanrının üç şahısta tezahürü kavramı
henüz açıklanmış değildir. İncil çağına dek, bu sır gizli kalmıştır. Paskalya
Bayramı sırrında ve Paskalyadan elli gün sonraki Pentekost Bayramında, Kutsal
Ruh'un ayrı Tanrısal bir kişi olduğu belirlenmiştir.
“Kilise, Allah 'a ve
İsa'ya imanım belirttiği gibi, Kutsal Ruha da imanını belirtir. Pederle Oğul,
birbirlerini sonsuz bir aşkla sever. Bu aşk her ikisinde tam anlamıyla belirir.
Sonsuza dek her ikisinde de tamamen eşittir. Pederle Oğul 'dan türeyen bu
sevgi, bir kişidir. Ezeli ve ebedi Kutsal Ruhtur.”
[451]
Kilise, Kutsal Ruh'a içtenlikle dua eder. Özellikle Paskalya Bayramından elli
gün soıjraki Pentekost Bayramında ve güçlendirme ayininde, Kutsal Ruh'a olan
bağlılık açıkça görülmektedir. O, kiliseye hayat veren güçtür. Kutsal Ruh
aracılığıyla, Mesih İsa'nın armağanları Kilise'ye sunulur. Kişilere ise, Kutsal
Ruh vaftizle gelir. Kişinin ruhunda yaşamaya başlar. Kişiyi kutsar. Başkalarını
etkileme de ancak kutsal Ruh'un yardımıyla olur. Konserde üyelere doğruyu
gösteren Kutsal Ruh'tur. Kutsal Ruh'un görevi, ikinci Vatikan Konsilinde de
belirtilmiştir.
[452]
Hıristiyanlığın ilk
yüzyıllarında dini metinleri kaleme alan yazarlar, Kilise ile Kutsal Ruhun
birbirinden ayrılamayacağını ısrarla belirtirler. “Kilisenin olduğu yerde, Tanrı
'nın Ruhu da vardır ve Tanrı'nın Ruhu nerede varsa, orada Kilise vardır”
derler. Bugün de Kutsal Ruh'un Kiliseye hayat verdiğine, varlığını sürdürmesini
sağladığına inanırlar.
[453]
Kutsal Ruh, Allah'ın ve İsa Mesih'in Tanrısal ruhları olarak da
vasıflandırılır.
[454]
Bazen Tanrı ve bazen
Tanrısal varlık olduğuna inanılan, İsa'dan sudur ettiği söylenen bu Varlığın,
Tanrısal Güç olduğu söylenir ve “Kutsal Ruh” adı verilir. Bu kavramı,
Müslümanlar Hıristiyanlardan farklı anlarlar. Müslümanlarca Kutsal Ruh, büyük
melek Cebrail'in diğer bir adıdır. Örneğin, Meryem'e İsa'yı müjdeleyen varlığın
adı, Hıristiyanlarca Ruh iken, Müslümanfarca Cebrail'dir. Hıristiyanlar Kutsal
Ruh'un yaratılmadığına, Uluhiyetin üç varlığından biri olduğuna inanırlarken,
Müslümanlar Cebrail'in yaratıldığına, Allah'ın mahluku olduğuna inanırlar.
“Üçlü Birlik” terimi Kutsal
Kitab'ın hiçbir yerinde geçmez. Bu terim Hıristiyanlık tarihinde ilk defa 180
yılında Antakyalı Theophilus tarafından kullanılmıştır. Bununlabirlikte Üçlü
Birlik kavramının dayandığı temeller Yeni Ahid'te mevcuttur ve en açık
ifadesini Matta İncilindeki vaftiz formülünde bulur. Peder, Oğulve Kutsal Ruhun
adına vaftiz edinl, denir. Hıristiyanlıktaki bu Üçlü Birlik inancının tasavvuru
hakkında kesin bir şey ifade etmek çok zordur. Tarihi rivayetlerde genelde üç
Tanrısal varlığın üç ayrı şahıstan meydana geldiği, aralarındaki birliğin,
varlıklarını meydana getiren “Cevher birliği” olduğu yönündedir. Bir nevi
karnında ikiz bebeği olan hamile anne gibi düşünülebilir. Görünüşte tek kişi,
gerçekte üç kişi olduğu gibi.
“İncil'e göre tek
Allah 'ta üç kişilik, şahsiyet, ya da, daha doğrusu, şahıs veya kişi vardır;
birincisine Peder, ya da Peder Allah denir; ikincisine ise Kelâm, ilahi Kelam
ya da Oğul, üçüncüsüne ise Kutsal Ruh denir; böylece ne üç Tanrı ne de bir üç
deniyor; fakat bir tek Allah 'ta üç şahıs ya da, daha teknik bir terim olan, üç
uknum vardır, denilmektedir”
[455]
Son zamanlarda
geleneksel yorumdan bazı ilahiyatçıların uzaklaştığı, Tanrı'nın Birliğine gölge
düştüğü kanaatıyla, Üçlü Birliği farklı yorumladıkları göze çarpmaktadır: Buna
göre, Tanrı kendini İsa'da oğul olarak, Kilise'de sevgi ve Ruh olarak
göstermiştir. Bu insanların anlayış sınırlarını aşan Bir'in, aynı varlığın
inkarnasyonu (avatarası) şeklindeki çeşitli tezahürleridir. Buna psikolojik
modern yorum da diyorlar. Fakat ilahiyatçıların çoğunluğu, geleneksel tarzdaki
inançlarını sürdürmekle birlikte halk, büyük çoğunluk fiiliyatta “Semavi Babam”
tabir edilen Tanrrya inanırlar.
Hıristiyanlar Meryem'e
“Tanrı Anası” (Theotokos) unvanı vermişlerdir. Ancak hiç bir Hıristiyan, Meryem'in Tanrı'nın zevcesi olduğu iddiasında bulunmaz.
İsa'nın Tanrısal cevhere sahip olduğuna inanmaları ve Meryem'in İsa'nın annesi
olması sebebiyle de ona “Tanrı Anası” unvanı vermişlerdir. Tanrının özel lûtfu ile
Meryem'in hiç bir günah işlemediğine inanılır.
Bir çok Hıristiyan,
özellikle Katolik ve Ortodokslar Meryem'e atfedilen kutsal yerleri (Anadolu'da
Efes ve Filistin'de Nasıra gibi) ziyaret ederler. Kiliselerde Meryem'in
resimlerine yer verirler, Meryem heykellerine saygı gösterirler. Kendi
hidayetleri için şefaatçi olmaya çağırırlar.
Yeryüzü hayatı sona
erince Meryem'in, göğe yükselerek Oğlu ile beraber olduğuna inanılır. Kendisi
Ruh ve bedeniyle göğe yükselmiştir. Yeni Ahid'te Meryem'in Göğe yükselmesi ile
ilgili kesin bir bilgi yoktur. Bu inanç, Katolik Kilisesinin Meryem'in
kutsallığı ve onuru ile ilgili öğretisine dayanır.
[456]
Hıristiyanlar, Hz.
Adem ve Havva'nın cennette “Yasak meyveyi” yeme hatası ile ezeli günah
işlediklerin ve bu günahın onlara ve çocuklarına ölüm getirdiğine, ayrıca
günahın da miras olarak zürriyetlerinde devam ettiğine inanırlar. Bu “Ezeli
günahtan” insanlığın kurtulması için Tanrı önce Eski Ahid şeriatını tebliğ
etmiştir. Ancak bu yükün ağırlığını kimse taşıyam&mış, kimse Şeriatı
kamilen tatbik edememiş ve günahtan kurtulamamıştır.
Bunun üzerine Tanrı
ezeli ve Tanrısal varlık olan Kelâmını İsa'da “Kendi suretinde” vahiy etmiş,
göstermiştir. İsa, Tanrı'nın emrini, isteklerini insanlara hayatı boyunca
tebliğ etmiş, insanların anlayışsızlığı yüzünden idam sehpasına gönderilmiştir.
O da Tanrı'ya mutlak itaat için, geçmiş ve gelecek tüm insanların günahlarına
“Kefaret” olarak kendini çarmıhta kurban etmiştir. Tanrı'nın insanları günahtan
kurtarmak için niçin böyle bir plan yapıp tatbik ettiğini, bu yolu seçtiğinin
sırrı anlaşılamaz. Ancak Tanrı, bu yolu özgür iradesiyle seçmiştir. Bu kefaret
kurbanı ile, tüm Yahudi şeriatı ve ezeli günah nesli olmuş, kalkmıştır.
Bu sebeple, İsa'ya
inananlar her hangi bir hukuk kuralına (şeriata) ve davranışa bağlı olamadan,
yalnız inançları ve sevgiyle kurtuluşa ulaşacaklardır.
Hıristiyanlar, idam
edilen ve ölen İsa'nın, Tanrı'nın lutfu ile ölümden dirildiğine inanırlar. Bu
dirilme ile Tanrı, İsa'nın üstlendiği görevi, tüm yaptıklarını ve hayat tarzını
onaylamıştır. İsa'nın ölümü ve dirilişi günaha ve Ölüme karşı kazanılan bir
zaferidir. Bununla İsa'nın günaha ve ölüme giden yolu yıktığına inanılır. Ölüme
kadar uzanan bu teslimiyet, ölümü de yenerek, ölümden kalkışın yolunu açmıştır.
Bu sebeple,
Hıristiyanların evlerinde, okullarında, İsa'nın vücudunu taşıyan çarmıh
suretleri görülür. Çarmıh tüm Hıristiyanlar için inancın temel simgesidir.
İsa'nın ölümü, sadece
Yahudilerle değil, tüm insanlıkla Tanrı arasında yapılan yeni bir anlaşmanın
(Yeni Ahid'in) doğuşu, yeni devrin başlangıcı sayılır.
Müslümanların
Hıristiyan inanç sistemini anlamaya ve öğrenmeye çalışırken, kendi inanç
temelleri içindeki paralel konuların da cevaplarını aramaları tabiidir. Her ne
kadar, Hıristiyan İlmihal kitaplarının inançla ilgili bölümlerinde ele
alacağımız konulara değinilmiyorsa da, merak edilen bir boşluğu gidermekte
yarar vardır.
Hıristiyan İnançlarına
göre, İsa Mesih'in dünyaya dönüp Tanrısal Devleti kurmasından sonra Mesih
saltanatı başlayacak ve yaklalşık 1000 yıl sürecek saadet devri sonunda
Adem'den buyana tüm insanlar haşir olacak ve İsa'nın hakimliğini yaptığı bir
hesap günü başlayacaktır. Herkes inanç ve davranışlarının hesabım verecektir.
Suçlu bulunan Hıristiyanlar hataları nispetinde süreli bir ceza görecekler ve
arındırma, temizleme işlemine tabi tutularak (Alm. Fegfeuer) günahlarından
kurtarılacaklardır.
[457]
Bundan sonra, Hıristiyanlar kurulacak cennete alınıp, ebedi mükafatla
sevindiril irken, bazılarına göre, Hıristiyan olmayanlar (putperest, Müslüman
vs.) daha önce yaşamış hayvanların kaderleri gibi, bir daha dirilmemek üzere
toprak olurken, bazılarına göre de ebedi cehennemle cezalanacaklardır.
[458]
Katolik ve Ortodoks
mezheplerince melek konusu inanç objesi olmakla birlikte, Protestanlarca
değildir. İslam'ın melek ve şeytan inancıyla yakınlık vardır. Hıristiyanlarca
da melek, Tanrının emirlerini mutlak uygulayan, Tanrı tarafından anlayış ve
serbest irade ile donatılmış vücutsuz ruhlardır. Zaman ve mekan üstü varlıklardır.
Şeytan ve cin (demon) ise, Tanrı'dan kopmuş onun gazabına uğramış kötü
ruhlardır. Asi melekler de denebilir. Bu noktada Hıristiyanların melek
inançlarıyla, İslam'ın Cin İnancı arasında bîr paralellik olduğu görülür. Çünkü
İslam'da melekler, Tanrı'ya mutlak itaat eden varlıklardır, kendi irade ve
inisiyatifleri yoktur. Mahiyet itibariyle de nurdan yaratılmışlardır.
Hıristiyanlıkta mahiyetten söz edilmez. Ancak Tanrı'ya itaati veya isyanı seçme
yeteneğinde olduğu görülür.
Hıristiyanlığın
peygamberlik görüşü İslam'dan biraz farklıdır. Eski Ahid'teki tüm peygamberleri
kabul ederler. Ayrıca Yeni Ahid yazarları ve havariler için peygamber deyimi
kullanılmamakla birlikte, yaptıkları işleri bir nevi peygamberlik olarak değerlendirirler.
Hz. Muhammed'e Arap
Milletinin bir bilge kişisi gözüyle bakarlar ve manevi yönünü kabul etmezler.
2. Vatikan Konsili kararlarında İslam'a karşı bazı yumuşamalar göze çarpmakta
ve bu arada, İslam'da İbrahim dinine has bazı hakikat kıvılcımları bulunduğu
İfade edilmekte ise de, Kur'an ve Hz. Muhamnıed'in vahiyle ilişkileri kabul
edilmez. Peygamberler ve Kutsal kitaplar, Eski Ahid ve Yeni Ahid'le
sınırlandırılır. Eski Ahid ve Yeni Ahid arasındaki farklılıkları çelişkileri
Yeni Ahid ışığında yorumlamaya giderler. Ölçü daima Yeni Ahid'tir.
Yukarda da
bahsedildiği gibi, Yeni Ahid'in içeriğinden olan İnciller, Mektuplar ve
Kitaplarla Kur' an' m haber verdiği İnciller arasında bir ilişki yoktur.
Hıristiyanlar Müslümanların tasavvur ettikleri şekilde hiç bir İncil
tanımazlar. Onlara göre Tanrı kelamı yazı ve kitaba değil, ete ve kemiğe
dönüşmüştür. O da İsa'dır. Yeni Ahid'deki yazılar ise, havarilerin ve diğer
şakirtlerin vahiy veya ilhamla yazdıkları, İsa ve zamanın olaylarını yansıtan
hatıralardır. Yorumlardır.
Kısaca, Kur'an'ın
İsa'ya indiğim haber verdiği İncil, dünyada mevcut değildir. Müslümanların
tasavvurlarındaki bilgiler, günümüz Hıristiyanlığını yeterince tanımamaktan
kaynaklanan hatalardır. Müslümanların inançlarındaki İsa ve indiler hakkındaki
tasavvurlar, yine Müslümanlara özgü inançlardır. Hıristiyan mezheplerinden
günümüzde taraftarları kalmamış Yahudi-Hıristiyanlann (Ebionitlerin) görüş ve
düşüncelerini yansıtır.
Hıristiyanlar ölümden
dirilen İsa'nın cemaatle birlikte yaşadığına, ölmeden önce yaşadığı gibi, hâlâ
cemaatle birlikte yaşamaya devam ettiğine, ibadeti, hizmeti, şifa vermeyi,
açları doyurmayı, bağışlamayı, cefa çekmeyi ve ölmeyi sürdürdüğüne inanırlar.
İsa'nın bu görünmez eylemleri Kilisenin gizemli (sakrament) ayinlerinde görünür
hale gelir. Diğer bir deyimle, bir Hıristiyan bu ayinlere katılmakla manen
ölümden dirilmiş İsa ile birlikte olduğuna ve birlikte yaşadığına inanır.
[459]
Hıristiyanlar için
başlıca gizemler Vaftiz ve Efkaristiya gizemleridir. Bu iki esas gizeme ek
olarak Ortodokslar ve Katolikler beş gizem daha kabul ederler. Bunlar:
Güçlendirme, Evlilik, Ruhbanlık, Barışma, Hasta Yağlama Gizemleridir.
Protestanların çoğu Vaftiz ve Efkaristiya gizemlerini kabul etmekle birlikte,
diğer gizemlere aynı değeri vermezler. Quaker' ier ve Selamet Ordusu gibi bazı
Protestan kiliselerinde ise, gizem inancı yoktur. Gizemleri kısmen İslamdaki
farzlarla karşılaştırmak mümkündür.
Birinci gizemdir ve
diğer gizemlerin kabulü için temel şarttır. Hıristiyanlığa giriş bu işlemle
olur. Hıristiyan inanç ve ibadetlerini kabul etmiş sayılır. Bir defa yapılır.
Vaftiz ayini, İslam'daki boy abdesti gibi bir tür yıkanma işlemidir. Bununla
yeni dine giren kişinin hayatının daha önceki devrinde işlediği tüm günahlardan
kurtulduğuna, affedildiğine inanılır. Bazı kiliseler vaftiz olacak kişinin
başına su serperler. Genelde vaftiz işlemi Paskalya kutlamaları sırasında
yapılır.
Hıristiyanlığa giriş
ayininin ikinci bölümünü oluşturur. Bununla Kutsal Ruh gücünün yeni mümine
bağışlandığına inanılır. Yetişkin bir Hıristiyan olarak, üstlendiği tüm
sorumlulukları yerine getirmeye çağrılır. Kiliseye kabul edilen kişi ergin ise,
vaftiz ve güçlendirme ayinleri iki bölümde aynı anda yapılır. Küçük çocuksa,
ergenliğe girdiği, 13-16 yaşlarında yapılır. Piskopos veya rahip, adayın alnına
biraz kutsal yağ sürerek “Allah'ın armağanı olan Kutsal Ruh seni simgelesin.
Rab seninle beraber osun”, der. Kutsal yağ, Kutsal Ruh'un simgesi sayılır.
Genellikle Missa
(komünyon) ayini esnasında yapılır. Yeni evlenecek olanlar için bazı özel ve
genel dualar yapılır. Evlenecek iki kişi ana sunak önünde durur, yanlarında da
iki şahit bulunur. Rahip nikahın önemi ve ciddiyetine dair bir konuşma
yapabilir. Evlenecek olanlara evlenme kararlarını serbest iradeleriyle alıp
almadıklarını sorar. Olumlu cevap alınca, nikahı kıyar, dualar okunur ve
sonunda yeni çift ve şahitler evlenme defterini imzalarlar.
Hıristiyanlarca
evlilik, Tanrı'nın insanlığa sevgisini simgeleyen bir yaşam halidir. Karşılıklı
sadakat ve yarar duyguları ile, çocukların doğabileceği ve Hıristiyan inancında
yetiştirilebileceği bir ortam hazırlamayı taahhüt eden iki kişinin sevgi
birliğidir. Hayat boyu sürdürme taahhüdü vardır. Eşler hayatta olduğu sürece,
boşanma ve tekrar evlenme özellikle Katoliklerde kabul edilmez.
Bu ayinle kişi,
hayatını Hıristiyan topluluğuna adamayı vaad eder. Bunlar: Rahip, piskopos, ve
diyokos takdisleridir. Papalık, patriklik vs. ise, kilisenin özel görevleridir.
Gizemsel anlam taşımazlar.
[460]
Takdis olan kişi lâiklikten çıkmış, ruhban sınıfına girmiş sayılır.
Hıristiyanlar
günahlarından dolayı pişmanlık duyduklarında Tanrı'nın kendilerini
bağışlayacağına inanırlar. Günah çıkarma ayinine baş vururlar. Tarih boyunca
farklı şekillerde olmuştur. Bazen öze! itiraf, bazen de toplu halde yapılır.
Ayinde papazın aracı kılınmasının sebebi, Yuhanna İncİlindeki (XX,23) “Kimin
günahlarını bağışlarsanız, onlar bağışlanmış olur, ve kimilerinkini
alıkoyursanız alı konmuş olur” ifadesine dayanır. Yani Papaz, bu ayinde İsa
tarafından görevlendirilmiş, yetkili kılınmış sayılır. Kişinin günahının
papazca kabulü ile, Tanrı tarafından bağışlandığına inanılır.
Hıristiyanlar
Tanrı'nın İsa'yı hastalan iyileştirmek veya ölüme hazırlamak için gönderdiğine
inanırlar ve ağır hastalık ve ölüm anlarında İsa'nın yanlarında olduğunu
düşünürler. Bununla kendilerini zor anlarında yalnız hissetmezler. Hastalara
yağ sürme işlemi, toplu halde veya özel olarak yapılır. Toplu halde yapılırsa
hasta olan kişiler cemaatla birlikte kilisede toplanırlar, kîsa bir duadan
sonra İncil'den parçalar okunur, rahip bir vaaz ile bu gizemin manasını
açıklar. Dualar yapılır. Özel şekilde yapılırsa, merasim kısa yapılır ve hasta
kişinin alnına ve ellerine kutsal yağ sürülür.
[461]
Hıristiyan inancının
ve ibadetinin temel taşlarındandır. “Eucharistia” şükretmek demektir. İsa'nın
ölmeden önce, şakirtleriyle paylaştığı son akşam yemeğini yenileme, tekrar etme
ayinidir. Bu ayinde İsa'nın etini ve kanını temsil eden ekmek ve şarapla kendi
vücudunu şakirtleriyle bütünleştirdiğİne inanılır. Ayinde kullanılan ekmek ve
şarabın manen İsa'nın eti ve kanı olduğuna inanılır. Katolikler bu ayini her
gun tekrar ederken, Ortodokslar pazar ve bayram günleri icra ederler.
Protestanlarca ayda bir veya yılda dört defa kutlamaları yeterlidir.
Her dinde olduğu gibi,
Hıristiyanların da mezhep ve ülkelere göre değişen bazı ibadetleri vardır.
Hıristiyan
İbadetlerinin en önemli ve en yaygın olanıdır. İki ana bölümden oluşur. Birinci
bölümde vaaz edilir ve Kutsal Kitap'tan kısımlar okunur ve bunlarla ilgili
güncelleştirilen açıklamalarda bulunulur. İkinci kısım, ayin kısmıdır. Rahip
günün anlamına göre değişik renklerde kıyafetler giyer. Örneğin Noel ve Paskalyada
beyaz, normal pazar ayinlerinde yeşil, ölüler için yapılan da siyahtır. Ayinde
ilahiler okunur, haç çıkarılır, dua ve tövbe edilir. Mihrap (sunak) yanında
duran rahip tarafından, kutsanacak ekmek ve şarap Allah'a sunulur. İlahiler ve
şükran duası okunur. Ekmek ve şarap dualarla kutsanır. Bazı dua ve ilahilere
cemaat da iştirak eder. Kutsanan ekmek ve şarap cemaata dağıtılır Bitiş
duasiyla ayin son bulur.
En basit ve yaygın bir
dua türüdür. Katoliklerde mümin sağ elini ilk önce alnına, sonra göğsüne, sonra
sol omzuna ve nihayet sağ omzuna götürür. Bunu yaparken şu sözleri söyler: “Peder,
Oğul ve Kutsal Ruh 'un adıyla. Amin” İşaretin sırası mezheplere göre
değişebilir.
En yaygın dualardan
biridir. İslamdaki Fatiha Suresinin önemine sahiptir. İçeriği şudur:
"Göklerdeki
Pederimiz, Adın yüceltilsin, Hükümranlığın gelsin. Göklerde olduğu gibi,
yeryüzünde de senin isteğin olsun. Günlük ekmeğimizi bu gün de bize ver. Bize
kötülük edenleri bağışladığımız gibi, sen de bağışla suçlarımızı. Bizi günah
işlemekten koru ve kötülüklerden kurtar.”
[462]
Sabah ve akşam
duaları, yemekten önce ve sonra yapılan dualar, tespih duaları vs. sayılabilir.
Günlük duaların kilisede yapılması daha makbuldür. İbadet vakitleri cemaatın
durumuna ve iklime göre ayarlanır. Kutsal kitaptan parçalar ve ilahiler okunur.
Haftalık Pazar ibadet ve duaları Hıristiyanların hayatlarında önemli bir yer
işgal ederler. Temizliğe itina gösterirler. Katoliklerce bu ibadete katılmak
zorunludur. Yıllık dua ve ibadetler de dini bayram ve kutsal günlerde
yapılanlardır.
Hıristiyanların sene
boyunca bir çok bayram ve kutsal günleri vardır. Bunlar üç gruba ayrılırlar:
Noel ve Paskalya Bayramı Devreleri ve olağan pazar günleri. Noel ve Paskalya
Bayramlarından önce birer hazırlık süreleri vardır. Bayram günlerinden sonra da bu süre devam eder.
Dini takvim günlük
işlerde kullanılan Güneş takvimine pek uymaz. Dini sene Noel bayramından önceki
dördüncü pazar gününde başlar. Bu pazar gününde, Noel Bayramına bir hazırlık
olan Küçük Perhiz ya da Noel Perhizi veya Bekleyiş (Almanca Advent, Fransızca
Avent) devresi başlar. Dört pazar gününü içine alır. Bu sürede Hıristiyanlar
kendilerini İsa Mesih'in doğum günü olan Noel bayramına hazırlarlar. Perhiz
yaparlar, oruç tutarlar, kendilerini biraz daha çok dua ve ibadete verirler.
Noel 25 Aralıkta kutlanır. Ortodoks kiliselerde ise 6 Ocakta kutlanır.
Kiliselere ve yörelere göre kutlama şekilleri farklılık gösterir. Rivayete
göre, bir ahırda doğan ve yemliğe konan İsa'nın hatırasına, ahır ve yemlik,
bebek İsa, Meryem ve Yusuf, öküz, merkep ve bir kaç koyun, kuzu tasvirleri
yapılır. 6 Ocak'da doğudan gelen hikmet sahibi müneccimlerin heykelleri ilave
edilir. Süsleme olarak 16. ve 17. yüzyıllardan itibaren çam ağacından süsler de
konmaya başlamıştır. Almanya'dan yayılan Noel Çamı adeti pek çok ülkelere
yayılmıştır. Bayram dolayısıyla çocuklara da öze! hediyeler verilir. Noel'i
takip eden pazar, aileye ithaf edilir. 6 Ocak veya 2-8 Ocak arası Pazar
gününde, doğudan gelen müneccimlerin gelişleri anılır ve buna Epifanya Bayramı
denir. Bu bayramı takip eden Pazar günü, İsa Mesih'in Vaftiz bayramıdır.
Böylece Noel devresi sona erer ve normal Pazar günleri başlar.
Kül Çarşambası ile
başlar ve Pentokost bayramı ile son bulur. Bu günlerin belirli tarihi yoktur.
Paskalya gününün tarihine bağlı olarak hesap edilir. Paskalya Katolik
kilisesinde ilk dolunaydan sonraki ilk pazar gününde kutlanır. Bu 22 Mart ile
25 Nisan arasında bir güne tesadüf edebilir. Kül Çarşambası, Paskalya bayramına
bir hazırlık devresi olan Büyük Oruç süresinin başlangıcıdır. Kül Çarşambası,
Paskalyadan önceki yedinci haftanın çarşamba gününe rastlar. Bu İsa'nın tebliğ
hayatına başlamadan önceki, çöle çekilip kırk gün boyunca oruç tutmasının ve
çektiği acıların hatırasıdır. Bu oruç devresinin ilk gününde, Komünyon ayini
esnasında küller takdis edilir ve müminlerin alnına ya da kafasına serpilir.
Acı çekme ve üzüntü ifadesidir. Bu sürede Orta Çağda sıkı oruç kuralları
uygulanmıştı. Günümüzde ise, büyük şehirlerde Kül Çarşambasından önceki
günlerde her çeşit eğlence ve çılgınlık düzenlenmektedir. Orta Çağda oruç
öncesi ziyafetler verilir, daha sonra Paskalya Bayramına kadar etli yemek
yenmezdi. Ziyafet son etli yemek olurdu ve ziyafete "Etlere Veda"
manasına "Carne Vale" denirdi. Günümüzde bu âdet dinle ilgisi olmayan
çılgın eğlencelere dönüşmüştür.[463]
Paskalya bayramı öncesi haftaya Kutsal Hafta veya Büyük Hafta denir. Perşembe,
Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri Özel ayinler yapılır. Paskalya Bayramı, İsa
Mesih'in ölümden dirilişinin hatırasına kutlanır. Bunu 40 gün sonra İsa'nın
göklere çıktığı inancıyla isa'nın Miracı bayramı kutlanır. Eğer 40. gün pazara
tesadüf etmezse, pazara ertelenir. Paskalyadan elli gün sonra da Kudüs'te
toplanan havariler üzerine Kutsal Ruh'un inişi anısına Pentokost Bayramı
kutlanır.
Yılın olağan pazar
günlerinin bir özelliği yoktur. Ancak bunlardan Üçlü Birlik, Efkaristiya, İsa
Mesih Krallığı bayramları biraz daha özenle kutlanır. Bunlar dışında Kiliselere
ve ülkelere göre değişen, Aziz Bayramları da vardır. Sayılan pek çoktur.
Kiliseler bu hususta özel takvimler hazırlarlar.
Kilise kelimesi
Yunanca “Ekklesia” kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin kökeni “Toplamak” veya
“Toplantı” manasına gelir. Buna göre, Kilise kelimesi “Hıristiyan Cemaatının
toplantısı” manasındadır. Yani, Kilise Hıristiyanların toplandığı yer veya bina”
manasına gelir. Ancak bina ve yer anlamı dışında çok daha önemli bir manası
daha vardır. O da cemaatın kendisidir. Hıristiyan topluluğudur. Diğer bir ifade
ile “Mezhep” anlamına da kullanılır. Biz burada birinci mana, yani kutsal bina
anlamı üzerinde duracağız:
Hıristiyan ibadet
yerleri çeşitli boylarda, büyük veya küçük, çeşitli mimari üsluplar da olabilir.
Küçük kiliselere “Şapel”, büyük kiliselere “Katedral” denir. Mimari üslupları
da mezheplere göre bazen değişiklik gösterir. Örneğin, Ortodoks kiliseleri
çoğunlukla kubbelidir. Batı da ise, gotik, barok vs. üsluplardadır. Diğer
binalardan ayİran, yanlarındaki bir veya daha fazla çan kuleleridir. Bu
kuleler, kilisenin yerini gösterdiği gibi, ayin saatini de çan sesleriyle ilan
ederler. Köy kiliseleri genelde bir holü, bir salonu andırırlar. Mimarî
üslupları da yoktur. Büyük kiliseler yapıldıkları çağın ve bölgelerin
özelliklerini yansıtırlar. Büyük kiliselerin ana giriş kapısı önünde bir
sundurma veya revak bulunur. Bu revaklar azizlerin heykelleri veya İncil'den
alınan İsanın hayatını anlatan kabartma veya heykellerle süslenmişlerdir.
Kiliseye girince
karşılaşılan büyük salonun iki tarafında sandalye veya sıralar bulunur. Koridor
salonun karşısına varmadan biter. Bu boşluğa Koro Yeri denir. Koridorun
bulunduğu yere sahan veya gövde denir. Sahan kısmı genelde üç sıra sütun
çıkıntilarıyla bölünür. Giriş kısmında ise, iki tarafta, duvarda veya ilk
sütunlarda, ya da ilk sıraların birisinde asılı olarak birer okunmuş, kutsanmış
su kabı vardır. Bu kaplarda, isimlerinden belli olduğu gibi okunmuş su bulunur
ve kiliseye giren müminler sağ elini bu suya batırıp parmaklarının ucunu
ıslatır, sonra bu eli İle haç çıkarır. Bu davranışla İbadet yerine girdiğini,
Allah huzuruna geldiğini ifade eder. Daha ilerde, duvarın yanında ya da köşe de
bir veya iki günah çıkarma hücresi görülür. Ayrıca Giriş kısmının bir tarafında
ya bir vaftiz kurnası veya bir vaftiz odası bulunur. Girişin karşı duvarı, yani
salonun ön kısmı içeri doğru kavisle bir oda şeklini alır. Bu kısma “Apsis,
altar” denir. Bu kısma Ortodokslar “İkonostaz” derler. Bu kısmın uçundaki duvar
önünde, büyük ve süslü bir sunak daha bulunur. Sunağın arkasında duvarda büyük
bir haç, bir heykel veya bir tablo resim bulunur. Bu ana sunağın ortasında,
heykel veya haçın altında küçük bir dolaba benzeyen kutsal ekmek ve şarabın
bulunduğu dolap bulunur. Genelde güzel bir kumaşla örtülüdür. Bazı kiliselerde,
bu muhafaza dolabı, koro yerinin sağ tarafındaki duvarın içinde saklanır.
Apsise ilerlerken
salonun iki yanında, duvarlara asılı on dört tablo vardır. Genelde İsa'nın
çektiği ızdırapları dile getirirler. Bu levhaların bulunduğu kısma “Haç Yolu”
denir. Dindar Hıristiyanlar her tablo başında durarak tasvirleri düşünür ve dua
ederler. Haç Yolunu takip edip onu tamamlarlar. Özellikle Paskalya öncesi,
Perhiz ve Oruç sürelerinde çok rağbet görür.
Sunak, Kilisenin en
önemli unsurudur. Kilisenin koro bölümünde, kilisenin her tarafından kolayca
görülebilen bir yerindedir. Eski kiliselerde sunaklar, birer masadan ibaretti.
Daha sonraki devirlerde görkemli hale getirildiler. Genellikle üzerlerinde iki
mum bulunur. Bu mumlar Komünyon (Missa) ayini ve diğer merasimler esnasında
yanarlar. Sunak daima beyaz bir örtüyle örtülür.
Haç, İsa'nın ölümünü
ve insanın ezeli günahtan kurtuluşunu simgeler. Genelde iki çeşittir.
Birincisi, İsa'yı asılı olarak gösterir. Genelde Katolik ve Ortodokslarda
görülür. İkincisinde, İsa'nın tasviri ve heykeli yoktur. Simge sadece dört
çıplak koldan ibarettir. Protestanların haçları da böyledir. Birincisinde, haç
üzerinde küçük bir levha ve INR1 harfleri bulunur. Mânası: “Nasıralı İsa,
Yahudilerin Kralı”, yani Latince lesus Naz,arenus Rex ludaeorum kelimelerinin
baş harfleridir. Şekillerine göre isimleri de değişir. Örneğin, Antonius Haçı
büyük T harfi şeklinde, yani üst kolu yoktur. Andreas Haçı dört çapraz
kolludur, yani X harfi şeklindedir. Yunan Haçı ise, bütün kolları eşit
uzunlukta + şeklindeki haçtır. Rus haçının üç yatay kolu vardır, bu üç kolun
ortasındaki daha uzundur.
[464]
İlk Hıristiyan
kilisesi, kardeşçe birbirine bağlanan münferit cemaatlardan meydana geliyordu.
Daha İncil'lerin çıkış devirlerinde (m.s. 50-150) havari, öğretmen, cemaat
reisi (piskopos) ve yardımcıları (diakonlar) gibi bazı vazife ayırımlarının
yapıldığı görülür. Henüz sabit bir teşkilat, sınırlanmış görevler ve
yönetmelikler yoktu. Kilise kendini, Kutsal Ruh'un idaresindeki Mesih
vücudunun, Mesih varlığının devamı olarak görüyordu. Fakat Kutsal Ruh'un nerede
ve ne zaman, kimde bulunacağının belirlenmesi gerekiyordu, bu da Kilise idi.
Vazife taksimatı ise, henüz I. yüzyıl sonlarında Roma'da yapılmıştı. Piskoposluk
makamı, başlangıçta Kilise nezaret (muhafaza) memuriyeti idi. Daha sonra,
cemaat idareciliğini de eline aldı. Onun vekilleri, kilisedeki cemaatı idare
eden papazlar oldular. Piskopos bütün papazlara çağrıda bulunabiliyor ve onlara
memuriyetler verebiliyordu. Vaftiz, günah çıkarma, ibadet yönetimi, cemaata
alma ve cemaattan çıkarma gibi bütün işler onun idaresine girmişti. Böylece
otoriter bir kilise teşkilâtının temelleri atıldı. Rahipler tarafından idare
edilen papazlık bölgelerini ilk âefa IV. yüzyıldan itibaren görürüz. Diakonluk
makamı ise, başlangıçta komünyon âyini ve hasta bakıcılık hizmetleri olarak
görülür ve havariler zamanına kadar iner. Yaklaşık m.s. 250 yıllarından sonra
baş diakonluk ve onu takiben küçük kilise memuriyetlerine rastlanır. Bunlar,
önce Roma'da tatbik edilmişlerdir. Piskoposlar ve papazlar için evlenme yasağı
eski bir kaide olarak vardı. Ancak başlangıçta bir kimse evli olarak
piskoposluk veya papazlık görevini üslendiyse, ailevi hayatını devam ettirirdi.
Evlenme yasağı ilk olarak ikinci Lateran Konsilinde (1139) kondu. V. yüzyıldan
itibaren Kilise görevlileri, görev işaretleri olarak başlarının tepesini
yuvarlık bir şekilde tıraş ettirmeye de başladılar ki, buna “Tonsur” denir.
Ruhaniler ve cemaat
arasındaki kesin ayrılık, 95 yıllarında ortaya çıktı. Kilisedeki Rabıta
(Sukzesion) öğretisinin gelişmesi ile bu ayrılık kuvvetlendi.
[465]
Çünkü Kilise hizmetleri için Mesih havarilerini, havariler de piskopos ve
diakonları tâyin etmişlerdi. Yani her bir görevli İsa'nın elçisi ve vekili
oluyordu. Artık piskoposlar, Havarilik ve yüksek rahipliğin üç büyük
salahiyetine sahip oluyordu. Dinin ve cemaatin koruyuculuk yetkileri
piskoposlara veriliyordu. Görevlilerin tayin yetkisi onlara bırakılıyordu.
Üzerlerinde bulunduğuna inanılan Kutsal Ruh'un ikramı, makama yapılan kutsama
işleminden geliyordu. Bu ikram hayat boyu devam ediyor, kayıp olmuyordu. Bu
sebeple Katolik'lere göre, bir ruhani görevinden hiç bir zaman alınamaz. Bu öğreti,
Kilise babalan tarafından sağlamlaştırılmış, temellendirilmiş ve
geliştirilmiştir. Böylece teşkilatlı bir Kilise doğmuştur.
II. yüzyıldan beri
Kilise'de ki birlik şuuruyla, genel meseleleri görüşmek üzere piskopos
toplantıları yapılır. 250 yıllarından itibaren, tekrar eden eyalet konsüllerine
de rastlanır. Bu konsillerde, İmparatorluğa bağlı ilgili eyaletin bütün
piskoposları toplanırlar. Toplantı, eyalet başkentinde (Metropol'da) yapılırdı.
Başkent piskoposu, metropolit olurdu ve eyalet piskoposları üzerinde hukuki
idareciliğe sahipti. Piskoposlar topluluğu tarafından idare edilen Kilise,
zamanla kendinin yegane kutsiyet kaynağı olduğu iddiasında bulundu. Bu suretle
Kilise, Antik Devir Roma'sında çeşitli milletleri aynı cemaat İçinde birbirine
bağlayan ve kaynaştİran teşkilat oldu.
Hıristiyan mezhepleri
arasında en fazla tartışılan sorunlardan biri, Roma Piskoposunun,
İmparatorluğun diğer piskoposları üzerindeki otoritesinin ne zaman tanındığı
meselesidir. Roma Piskoposu Viktor 190-191 yılında Anadolu Kilisesi'ni büyük
Paskalya Bayraraı'nın tarihi konusunda Roma'dan ayrıldığı gerekçesiyle,
Kiliseden çıkarmakla tehdit etmişti.
Fakat Katoliklere göre
ise, Roma piskoposunun yani Papa'nın otoritesinin başlangıç tarihi çok öncelere
gitmekte ve Kilise'nin ilk teşekkülüyle birleştirilmektedir. Halifeliğine ise,
İsa Mesih havari Petrus'u Matta İncil'inde ifade edildiği gibi: “Sen benim
Kilisemi kuracağım kayasın” diyerek işarette bulunmuştu. Bu söz Roma'daki
Petrus kilisesinin iç kubbesine altın levhalar üzerine yazılmıştı ve
kiliselerin genel idaresini ve mutlak otorite hakkını vermişti. Sonradan
zındıklıkla itham edilen Ebionitler ise Petrus'un halifeliğine itiraz ederek,
İsa'nın halefinin kardeşi Yakub olduğunu, Petrus'un Yakub'a raporlar sunduğunu
söylemişlerdir. Ancak Kudüs'te Yakub'un otoritesi yanında, Roma'da Petrus'un
cemaat idaresindeki nüfusunun artmış olabileceği düşünülebilir. Hakikatte ise,
Petrus'un 63 yılında şehit edilmesinden sonra, halefi olan Roma Piskoposu Romanın
diğer kiliseleri üzerindeki otoritesini savunmuştur. Tüm itirazlara rağmen, zamanla
üstünlüklerini kabul ettirdikleri de bir gerçektir. Makamını Petrus'un makamı
ile aynı sayan ve birleştiren ilk piskopos Calix (221-227) idi. 3.yüzyıl
sonunda durum öylesine gelişmişti ki, Roma Başpiskoposu “Papa” olarak, İsa'nın
yeryüzündeki vekili ÇVicarius Christ) olarak, din esasları hakkında kendisinin
karar verebileceğini iddia ediyordu. Yani bundan sonra, inanç meselelerinde ve
Kilise idaresindeki en yüksek makamdı. Petrus makamının dogmal aştın İması ve
O'nun halefleri meselesi, Roma papalık düşüncesinin muhtevası oldu.
Skizma (ayrılma)
deyimi, iki Hıristiyan grup arasında temelde doktrine dayanmayan bir bölünmeye
işaret eder. Doğu ve Batı Kiliseleri arasındaki ayrılık yüzyıllar boyunca süren
bir gelişmenin ürünüdür. Roma Kilisesi, Hıristiyan kiliselerinin birlikte
hareket eden dünya piskoposları tarafından yürütülmesi ve piskoposlar
topluluğuna Roma piskoposu olan Papa'mn başkanlık etmesi gerektiğini
savunuyordu. Özellikle Romanın ilk imparatorluk merkezi olması sebebiyle
Piskoposunun da diğer eyalet piskoposlarından önde olması gerektiği kanaatında
idi. İstanbul Kiliselerinin kanaatına göre ise, Hıristiyanlığın 5 eski merkezi,
Kudüs, Antakya, Roma, İskenderiye ve İstanbul eşit yetkiye sahipti. Kilisede
yetki konusundaki bu görüş farkına rağmen 9. yüzyıla kadar kısmi bir birlik
sürdü. İstanbul Patriği Fotius zamanında ilk geçici ayrılık meydana geldi. Daha
sonraki yüzyıllarda Kiliseler kâh barıştılar, kâh ayrıldılar. İstanbul ve Roma
arasındaki kesin kopma 1054 yılında oldu. Dil, kültür ve halkların karakterleri
bakımından Doğu ve Batı birbirinden ayrıldı. Papalar Avrupa'da otoritelerini
sürdürürken, krallar taçlarını onların ellerinden giyerlerken ve yine onların
elleriyle vaftiz olurlarken, Bizans'taki gelişmeler başka yönde oldu. Burada
Hükümdarlar kiliseye hükmettiler. Patrik, kralın bir nevi saray piskoposu oldu.
Kralların hareketlerini tenkit edemezlerdi. Yalnız onları alkışlamak ve dua
etmek zorunda idiler. Roma'da ise, dünyaya nüfuz etmek Kilise'nin bir özelliği
olmuştur. Böylece, değişik görünüşte İki Kilise gelişmiş ve bugüne kadar devam
etmiştir.
Doğu kilisesindeki pek
çok husus Roma'dan eskidir. İnançları IV-IX. yüzyıllar arasındaki konsil
kararlarına bağlı kalarak, fazla bir değişiklik göstermemiştir. Bu
muhafazakarlık kendisine “Ortodoks” unvanına hak kazandırmıştır. Ortodoks
kilisesinde dindarlık, Tanrı'nın dünyaya yakınlığını simgeleyen külttür. Kim bu
kültü, nizamına uygun yerine getirirse Ortodoks sayılır. 726 yılında Bizans'ta
çıkan aziz resimlerinin takdisi hakkındaki kavgalar, Doğu ve Batının arasındaki
uçurumu daha da derinleştirmiştir. İkonalar, Tanrısal suretlerin ve hadiselerin
vahiy edilen resimleri olarak kabul edilmiş, bunlara ibadet ve saygı tavsiye
edilmiştir. Mesih'in, meleklerin ve azizlerin ikonalarıyla süslü kilise iç
duvarları, mihrabı salondan ayırmıştır. 1054 yılında patrik hakları konusunda
ortaya çıkan anlaşmazlık ise, iki Kilisenin birbirinden tamamen ayrılmasına
sebep olmuştur.
İnanç bakımından “Credo”
yani iman düsturunda yer alan filiogue (“ve Oğlun”) sözcüğünden dolayı, bir
farklılık da girmiştir. Katolikler ve Protestanlar bu deyimi kullanmakla,
Kutsal Ruh'un, birlikte hareket eden Pederden ve Oğuldan geldiğine işaret
ederler. Ortodokslar ise, ilk ifade şekli uyarınca, Kutsal Ruh'un Tanrı'dan
geldiğine inanır ve bu deyimi kullanmazlar.
Papalık, dünya
hakimiyetinin başlangıcında ve gelişmesinde, bütün Orta Çağ boyunca Kilise
hukuku sahasında, inanılmış iki sahte evrak büyük rol oynamıştır. Biri VIII.
yüzyıldan kalmadır ve Konstantin tarafından bahsedildiği iddia edilmektedir.
Buna göre İmparator, Roma'mn üstünlüğünü tasdik etmekte ve Papa'ya kendi
hakimiyeti yanında Roma, İtalya ve bütün Batı eyaletlerinin dünyevî hâkimliğini
de vermektedir. Papanın, Batı Roma İmparatorluğunu tanıyan, tarihi öne alınmış
bu ferman, Frank kralı Pippi'nin İtalya'nın içişlerine karışmasına ve bir
kilise devleti kurulmasına (756) sebep olmuş, Papa'yı 1100 sene dünyevî politik
kuvvet yapmıştır.
Kilise hukukunun
kaynağındaki diğer sahte evrak, IX. yüzyıldan kalmadır. Buna “Pseudoisidor
Buyruğu” denir. Buna göre piskoposlar, memleketlerinin ne metropoli, ne de
dünyevî hükümdarlarıdır. Böylece Roma'da oturan Papanın politik hükümranlığı
temellendirilmiş, Papa'nın merkezî hükümranlığı lehine kararlı olarak
piskoposların makamları zayıflatılmıştır. l.Nikolaus (754-814), “Pseudoisidor'u,
Papanın genel piskoposluğu için bir dayanak olarak değerlendirmiştir. Büyük
Kari (768-814), Kilise üzerine bir hakimiyete sahip olmuş ve Papa'yı bir eyalet
piskoposu derecesine düşürmüşse de, bu geçici olmuş ve hakiki durumu
değiştirememiştir.
Fakat Papalık, Roma
asilzadeleri karşısında zor duruma düştükçe sırtını Alman hükümdarlarına
dayamıştır. Büyük Otto'ya 962 yılında, daha sonra da haleflerine Batı
İmparatoru unvanını vermişti. Güçlü Alman hükümdarlarından biri olan III.
Heinrich (1039-1056), Sutri Konsilinde (1046) Papalığı yıkılmaktan kurtarmış ve
bir Alman'ı Papalığa getirmişti. Bundan sonra Papalık, çeşitli hükümdarların
baskısından kurtulmak için mücadele etti. Bu mücadele, Cluny Manastırı'ndan
yayılan reform fikirleriyle, yozlaşmış rahipliğe ve rüşvetle Kilise
makamlarının dünyevi (laik) kimselere verilmesine (simonie) karşı, yapıldı.
Çünkü, piskoposların ve manastır baş rahiplerinin tayini Alman krallarının
salahiyetine girmekle, devletin dine karışması zirveye ulaşmıştı.
Papa VII. Gregor
(1037-1085) dünyayı, Augustin'in “Tanrı Devleti” idealine çevirmek istiyordu.
Bu sebeple, Kilise'nin idaresini rahiplere verdi. Ruhban olmayan kimselerin
Kilise makamlarına tayinini yasaklayarak (1075), genç kral IV. Heinrich ile
mücadeleye girişti. Kral Heinrich, Alman piskoposlarınm Worms Konsili'nde
Papa'yı azlettirdi. Fakat ülke dindarlarının Papa'nın yanında yer alması
üzerine, bu mücadele kralın aleyhine gelişti ve Papa, Alman kralım azlederek
aforoz etti. Bunun üzerine kralın çevresi kendini terk etti. Aforoz, IV.
Heinrich'nin 1077 de yalınayak karlar içinde, Cannosa'daki Papa'nın sarayına
giderek, kendisine diz çöküp yalvarmcaya kadar devam etti. Fakat VII. Gregor da
muzaffer olarak kalmadı ve sürgünde acı bir şekilde öldü. Piskoposların tayini
hakkındaki Papa-Kral mücadelesi 1122 yılında, kralın aday göstermesi ve Papanın
tayini ile son buldu. Piskoposluk yüzüğünü ve asasını Papa, “Zepter” denen
hükümranlık simgesi asayı da Kral, takdisten sonra makam sahibine hediye
ediyorlardı.
Papalık, sınırsız bir
kuvvete ve bunun şuuruna sahipti. Dünya ve Kilise'nin efendisiydi. Sadece,
Petrus'un halefi değil, İsa ve Tanrı'nın yeryüzündeki vekiliydi. Makamı ile
ilgili meselelerde günahsız ve lâyuhti (yanılmaz) idi. Her şeyi düzenleyen ve
idare eden O idi; fakat O, hiç kimse tarafından yönetilemezdi. İmparator ve
prensler Papa'nın hakimiyetinde idiler. Ona ayak öperek, atının eğerini tutarak
biat ediyorlardı. O,
onları azledebilir ve
bratlarını kabul
etmeyebilirdi. Papalar bu sebeple, makam alameti olarak, “Tiara” denen üç tuğlu
tacı XIV. yüzyıldan beri giyerler.
Papalığın dünyevî
hakimiyeti, Alman İmparatorluğunun parçalanmasıyla zirveye ulaştı. Alman
krallığına seçimini onaylamayan Papa'ya karşı İtalya'ya yürüyen Konradin,
mücadeleyi kaybedince 1268 de Napoli'de başı kesilerek idam edildi. Papa VIII.
Bonifaz (1294-1303), Thomas Aquino'nun sözlerine dayanarak bütün yaratık
ruhlarının kurtuluşları için Roma'daki Papa'nın emri altına girmek zorunda
olduklarını ilan etti. Bununla, dünyevi politik saha kastediliyordu. Fakat
VIII. Bonifaz'ın halefi, milli birliğine kavuşan Fransa'ya boyun eğmek zorunda
kaldı ve 1309-1377 yılları arasında politik güçleri alınmış Papalar, Fransız
Avignon'ünda hüküm sürmek zorunda kaldılar. Ama bu, dini saha da değildi. 1336
yılındaki Papalık Fermanı, Papa'nın Alman kralının seçimindeki rolünü ortadan
kaldırıyordu. Papalığın, Avignon ve Roma'da olmak üzere ikiye ayrılması (37
sene Papalar Roma ve Avignon'da oturdular) Konstanz Konsilfyle (1414-1418) sona
erdi. Diğer bir konsil Bazel'de, Kilise üyeleri üzerinde reform yapmak
istemişse de, başarılı olamamıştır.
Dindarlık yalnız
seçkin ruhlara değil, Komünyon ve Passion (İsa'nın öldürülmesi ve dirilmesi)
tasavvurlarıyla, Meryem aşkıyla bütün Katolikliğe nüfuz etti ve yeni
şekillerini meydana getirdi. Fakat eski Kelt, Roma ve Cermen putperest dinleri
de kuvvetli etkilerini uzun zaman gösterdiler. Evliyaların dünyevî hayatlarında
temas ettikleri şeylerin kültü, geniş bir alana yayılmıştı. Evliyaların
(azizlerin) ahlakî üstünlüklerine saygıdan ziyade, religuinlerin (kutsal
kalıntıların) gizli kuvvetine saygı, dua ve onlara temasla gizli kuvvetlerinden
istifade yoluna gidiliyordu. Meselâ onlarla pek çok kimselerin maddeten temas
edebilmesi için, azizlerin kemikleri küçük parçalara bölünerek paylaşılıyordu.
Azizlerin hakiki yahut tasavvur edilen vücutlarının kalıntılanndaki gizli
güçlerin, temas ettikleri şeylere de geçmiş olduğuna inanılıyordu. İsa'nın
çocukluk kundağı, dikenli idam ağacı, asası ve kuşağı, Meryem'in elbiseleri,
Roma'ya getirildiğine inanılan Platus'un mahkeme binasının merdiveni ve
Loreta'ya melekler eliyle indirildiğine inanılan kutsal ailenin (mesih
ailesinin) evi, hürmet ve dua vasıtası olan kutsal şeylerdendi. Halk bunlara
dokunmakla gizli, büyülü kuvvetlerinden istifade ettiği gibt, dünyevî
ihtiyaçlarında da onların sahipleri olan evliyaları, bizzat yardıma
çağırıyordu. Artık bunlar, Hıristiyanlık öncesi tanrıların yerlerini alıyordu.
Bir at üstünde yakılarak şehit edilen Laurentius, ateş ve ateşli hastalıkların
koruyucusu ve ekmekçilerin piri sayılıyor; kendisine atfedilen sahada yardıma
çağrılıyordu. St. Wendel ve St. Leonhard hayvan hastalıklarının, St. Ottila ve
Klara göz ağrılarının yardımcıları, hekimleri sayılıyorlardı. St Petrus, hava
azizi idi. Azizlerin heykelleri, eski devirlerin putları gibi öpülerek dua ve
takdis ediliyordu. En makbul kurban, dua edenin kilisede yaktığı büyük veya
küçük mumdu. Eski Cermen ve Kelt tanrılarının yerlerini bir sıra evliyalar
aldıkları gibi, eski kutsal yerler, koruluklar, kaynaklar vs. Hıristiyanların
kutsal ziyaret yerleri olmuşlardı. Aslında buralar, putperestlerin tabiat
kültleriyle ilgili yerleriydi. Sayısız efsanelerle de suretlerin ve kutsal
yerlerin evveliyatı, tabiat üstüne yüceltilmektedir. Bu, sadece halkın
dindarlığından kalmamış, resmi Kilise'ye de nüfuz etmiştir. Putperestlerin
tanrı suretleri ile şehrin sokaklarında dolaştıkları gibi, şimdi de azizlerin
kutsal kalıntıları (religuinleri) ayinler yapılarak sokaklarda
dolaştırılıyordu. Putperestlerin kısrak kutsamaları yerine, atların kutsanması
yapılıyordu. Putperestlerin kurbanının yerini komünyon almıştı. İçki kurbanının
yerini, şarap takdisi almıştı. Kilise, bunların sadece putperest manalarıyla
mücadele etmiş; bunları Hıristiyan küllüyle tevil ederek, Hıristiyanlaştırmaya
çalışmıştır. Eski dinin rahibeleri olan kâhin ve falcı kadınlar, cin ve şeytanlar
olarak vasıflandırılmışlardı. Büyü ve falcılıkla meşgul olanlar ise, Engizisyon
Mahkemeleri ile feci şekilde öldürülmüşlerdir.
Zındıklıkla mücadele
ve Engizisyon: Orta Çağda Kajolik ilkelerinden ayrılma, laneti gerektiren bir
günah sayılıyordu. Bundan sonra Kilise, zındıkların takibatında devlet
kuvvetini yardıma çağırdı. Böylece Engizisyon teşkilatı ve zındıkların takibatı
korvu.su ilk defa 1184 yılında Verona Konsili kararları esasına dayanarak
meydana çıktı ve IV. Lateran Konsili'nde (1215) tasdik edildi. Papa 9. Gregor,
1231 yılında Papalık Engizisyonunu kurdu. Bu teşkilatta çalışanlar, X)ominikan
ve Franziskan tarikatlarının mensuplarıydı. Şüpheliler, çeşitli işkencelere
tabi tutularak suçlarını itirafa zorlanıyorlardı. Malları devletleştiriliyor,
zindana atılarak veya yakılarak cezalandırılıyorlardı. Cezaların tatbikinden
önce, başlarına alay taçları ve elbiseleri giydirilerek, bir eşeğin üzerinde
şehrin sokaklarında dolaştırılıyordu. Engizisyon, bilhassa XV. yüzyılda İspanya'da,
XVI. yüzyılda Hollanda ve İtalya'da büyük faaliyet göstermiştir. Orta Çağ
ilahiyatı bunu desteklemiştir. Eski putperest dinin rahibeleri cadı ve şeytanın
karıları sayılıyor, zındıkların feci kaderini tadıyorlardı. Papa VIII. Inozenz
1484 yılında yayınladığı fermanla, cadıların yakılmasını emretmişti. Bu vahşet,
aydınlanma ve reformasyon devrinin etkileriyle son bulmuştur.
Tatmin olmayan dindar
halkın ihtiyaçlarından, kısmen de yüzyılların baskısından patlamış bir halde,
yeni cereyanlar ortaya çıktı ve kilise kültünün birliğini zamanla bozdu. Haçlı
Seferleri ve Papalık emperyalizminin yayılması, aslında onun çöküşünü
hazırladı. Papa, Avigon'a iltica etmek zorunda kaldı. Rönesans papaları,
Papalık Hükümeti Teşkilatıma mâlî ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, ruhanî
makamları rüşvetle dağıtıyor, parayla satıyorlardı. Bu da, Papalığın manevi
otoritesinin çabucak yıkılmasına sebep oldu. Kilise idaresindeki irtikap ve
ahlâksızlıklara, yüksek Kilise makamlarının dünyevîleşmesine karşı Savonarola
(1452-1498) gibi büyük vaizler karşı çıktılar. Savonarola 1498 yılı Şubatı Oruç
vaazında şöyle diyordu:
“Fenalıklar Roma'dan
çıkıyor ve bütün hudutları aşıyor. Onlar, Türklerden ve Araplardan daha
fenalar. Roma'ya bakarsanız bütün kilise ve vakıfların rüşvetle kazanıldığını
görürsünüz. Ayrıca bir cesaretle çocukları ve kardeşleri için binlerce günaha
giriyorlar. Korkunç bir hırsa sahipler ve para uğruna her şeyi yapıyorlar.
Çanlarında hırs çınlıyor; papazlar, kilise korolarına, memuriyetlerine, akşam
dualarına para için gidiyorlar. Ayinleri satıyorlar; kısacası, ayinleri ve her
şeyi para uğruna yapıyorlar ve sonra da aforozla korkutuyorlar. Akşam olur
olmaz biri oyuna, diğeri metresinin yanına gidiyor. Cenaze merasimine ise,
orada ziyafetin bulunması sebebiyle gidiyorlar. Ölü için bolca dua edecekleri
yerde, bolca yiyorlar, içiyorlar ve gevezelik ediyorlar...”
[466]
Burada zikredilen
yozlaşmalar, çoktan meydana çıkmış olan içteki çözülmeleri yansıtmaktadır.
Ahlaki bozuklukların tenkidi, yüzyıllardan beri sürüp gelmekte idi. Yaklaşık
1176 senesinde Waldensler, havariler devrinin mütevazı Hıristiyanlığını tatbike
çalıştılar. Fakat yapılan özel Haçlı Seferleriyle feci takibatlara uğradılar.
Onların kalıntıları, bugün halen Yukarı İtalya'da yaşamaktadırlar. 1383-84
yılında Oxford'da ilahiyat profesörü olan John Wiclif, Deccal 'm, Papa olduğu
teşhisinde bulundu. Normal Ölümünden sonra zındıklıkla lanetlenen Wiclif in
kemikleri, defninden 44 sene sonra mezarından çıkarılarak Papanın emriyle
yakıldı. Wiclif in, Johannes Hus'a (1370-1415) ve Praglı Hieronymus'a yazdığı
mektupların tesiriyle “Hussitler ve Böhmenli Kardeşler Hareketi” meydana
çıkmıştır.
Johannes Hus,
manastırların mal-mülk sahibi olmasına, kilise hizmetlilerinin
dünyevileştirilmesine karşıydı. Kilise memuriyetlerinin ehil kimselere
verilmesini istiyordu. Fakat bununla o, Katolik Kilisesi'nin müspet bir
teşkilat olduğu görüşüne karşı gelmiş oluyordu. Hus görüşlerini savunmak için
gittiği Konstanz Konsili'nde imparatorun himayesine rağmen tutuklandı ve
zındıklık isnadıyla meydan ateşinde yakıldı. Çünkü, “Allah'ın düşmanı” olan
zındıklara karşı zor kullanmak caizdi. Zındıkların ve sapıkların zararını
önlemek ve günahlarından temizlemek için, 1231 yılından beri Engizisyon
Teşkilatı vardı. Suçlu görülenler bu vasıtayla ateşe atılıyorlardı. BÖhmen
Kilisesi'nin serbestliğini istediği için, meydan ateşinde şehit edilen Hus,
Çeklerin milli kahramanı olmuş ve fikirleri uğruna 1420-1436'da Hussitler
Savaşı meydana gelmiştir.
Diğer taraftan Orta
Çağda, dindarlığın arttığı da görüldü. Alman Dominikalılar tarikatı başkanı
Üstat Eckart (m.1327) ve öğrencisi Johann Tauler’e (ö. 1361) göre, Hıristiyan
dindarlığının hedefi bir “İç aydınlanma” olarak Tanrı'nın ruhda tezahürü
olmalıydı. Buna, dünyadan uzak durmak, ruhsal sükûnet ve tevekkül
ulaştırabilirdi. Hollandalı Thomas von Kempen'in (1380-1471) bu hususta
Imitatio Christi (Mesih'e Benzeme) adlı kitabı yazdığı söylenir. Almanya'da ise
1400 yıllarında yazılmış, yazarı bilinmeyen Hıristiyan tasavvufu ile ilgili bir
kitabı Luther “Theologİadeutsch” ismiyle 1516 yılında yayınlamıştır.
Antik dünyayı örnek
alan Rönesans ve Hümanizm, XIV. yüzyıldan itibaren İtalya'dan çıkarak yayılmaya
başladı. Rönesans?kültür tarihi ile ilgili bir terimdir. Antik kültürün tekrar
doğuşunu ve sanatın tekrar çiçeklenmesini gösterir. Hümanizm ise, eski dillerin
tahsilini ve şehirli halkın İçine kadar yerleşen eğitimi gösterir.
“Kaynaklara inelim”
çağrısında ise, her şeyden önce Kitab-ı Mukaddes'i aslından tahsil etmeye
yönelindi. Yaklaşık 1450 yıllarında meydana çıkan matbaa sayesinde, ilim ışığı
herkesin eline Yunanca, Almanca birer Yeni Ahid vermeyi mümkün kıldı. En büyük
Alman hümanizmi, Roma'dan kopmaktı. Kilise'nin, Roma'dan kurtulması ve kendi
millî benliğinin teşekkülü için ilk çağrıyı yapan büyük bir ihtimalle, şövalye
Ulrich von Hutten (Ö.1523) olmuştur. Hümanizme karşı olanlar için, meşhur “Kara
Adamlar Mektubu”mı yayınlayanlardandı. Bunda O, “Ey asır, ey ilim, o bir hayat
zevkidir. İlim, çiçek açıyor, yağmur gibi ruhlar yağıyor,” diyerek sesleniyordu.
Hıristiyanlıkla hümanizm kültürünün uzlaştmlmasma Johannes Reuchlin (Ö.1522) ve
bilhassa Erasmus von Rotterdam (1465-1536) gayret etmişlerdir. Fakat Erasmus'da
din, hümanizm oluvermişti. Kilise, yanlışlıkla Erasmus'la mücadele etmiş ise
de, Erasmus hiç bir vakit Katoliklikten ayrılmamıştır. Hümanizm ve Rönesans,
Yeni Çağı açmış ve Reformasyon'un gelişmesine çok tesir etmiştir. “Kaynaklara
dönelim” parolasıyla reformasyon, Hümanizmi kendisine örnek almıştır. Hümanizm,
eğitim hareketiydi, Reformasyon gibi dinî bir patlama değildi. Bununla beraber
Hümanizmin muhtevası Reformasyon oldu. Erasmus'un Hıristiyan hümanizmi,
reformasyon tarafından benimsendi, fakat reformasyon hümanizmi geliştiremedi,
ondan ayrılarak yeni bir yol aldı.
[467]
Reform hareketlerini
başlatan Augustin tarikatı rahiplerinden Martin Luther'dir (1489-1546). 31 Ekim
1517 de Wittenberg saray kilisesi kapısına 95 maddelik meşhur bildirisini
asması, hareketin kıvılcımı olmuştur. Reformasyon ateşinin tüm çevreyi sarması,
zamanın olgunlaştığının işaretidir. Kilisenin günahları bağışlaması, bunu
kağıtlar üzerinde makbuzlaması, dinin mâli bir oyuncak yapılması,
yozlaştırıİması halkın öfkesine ve tepkisine yol açıyordu kî, gerilimin ne
derece arttığı ve yaygınlaştığının bir kanıtıdır.
Haber, sıçrayan bir
kıvılcım gibi bütün Almanya'ya yayıldı. Tartışmalar önce kendi tarikatında
sonra da diğerlerinde başladı. Dominikahlar tarikatının Roma'daki tepkisi, O'nu
zındıklıkla ithama ve mahkemeye götürdü. Papa'nın aforoz yazısını ise, Martin
Luther halkın önünde yakarak cevap verdi. Peter Waldes, Wiclif, Hus gibi
düşünürleri meydan ateşine götüren bu emirnamenin yakılması, aforozdan çok daha
şiddetli etki yaptı. Luther, kendi yanmadan, Papanın buyruğunu yakan ilk
insandı. Eyalet Beyi Friedrich von Sachsen'in isteği üzerine Luther, Worms
Meclisinde imparator tarafından sorgulandı. Papa ve KonsiPin yanılmazlığı
aleyhindeki yazılarını yalanlaması ve reddetmesi teklifini kabul etmedi.
Dönüşünde Kursachson'lu süvariler tarafından yapılan bir baskınla kaçırıldı ve
Watburg'a getirildi. Luther orada çatışmalarını sürdürdü. Hareket XVI. yüzyılda
en fırtınalı zamanlarını yaşadı. Şövelya Franz von Sickingen'in Trier
Prenslerine karşı giriştiği Pfaffen Savaşı (1522-23), Prenslerin baskısından
usanan “Köylüler Ayaklanması” (1525), eski Alman cemaat hürriyetlerinin
istenmesi, Protestan teklifleri olarak yerleştirilmek istendi. Luther, bunları
büyük bir sempatiyle destekledi. Köylülerin yenilmesine rağmen reformasyon, ne
bir imparatorluk ne de bir halk hareketi olabildi.
Martin Luther, kendisi
de bir rahibe oian Katerina von Bora ile evlenerek tasavvuru dahi güç bir
ihtilali gerçekleştirdi. Sapık sayılan bir rahibin, yine bir rahibe ile
evlenmesi Orta Çağ için düşünülmesi dahi çok günah sayılan bir olaydı.'
İmparator V. Kari,
yeni çıkan zındıklığı, kökünden kazımak istediyse de, başarılı olamadı. Speyer
Meclisinde (1529) protesto edilmeleri sebebiyle “Protestanlar” olarak
isimlendirildiler. İnançlarının tanınmasını istediler ise de bu, ancak 1530
yılında Augsburg Meclisi'nde kabul edildi. Can güvenliği sebebiyle meclise
gelmeyen Luther'in görüşlerini Philipp Melanchthon (1497-1560) savundu.
Başlangıçta Katoliklerle anlaşmayı temin etmek gayesiyle Augsburg İnanç
Formülünü de (Augsburgische Bekenntnis-Confessio Augustana) Melanchthon
düzenlemişti. Buna göre piskoposluk, Sakrament düzeni ve ibadet metni
(liturgie) Eski Kilise'nin prensiplerine göre sabit kalıyordu. Fakat birlik
temin edilemedi. İmparatorluk Meclisindeki duruşmaların sonunda Almanya'da iki
yeni parti meydana çıktı. Protestan bölgeleri inançlarını bastırmak isteyenlere
karşı bir teselli olarak, 1531 şubatında "Schmalkald Anlaşmasında
birleştiler. Bununla Protestanlık politik bir parti oluyor ve İmparator da
ateşkese rıza göstermek zorunda kalıyordu.
Münavebeli harp
yıllarından sonra, Schmalkald Savaşı'nda (Mühlberg Savaşı, 1547), Protestanlık
neredeyse kaybetmek üzere iken Augsburg İmparatorluk Meclisinde, din hürriyeti
ve eyalet beylerinin İmparatora karşı serbestiyetleri sağlandı. İmparatorluk,
din hürriyetinin ana maddesini tespit ediyordu: Ülke kime aitse, dine de o
karar verecekti. Bu karar Almanya'daki Katolikliği kurtardı. Bununla
Protestanlık en büyük hedefine kavuştu. Dini bir mesele, papazsız ve konsilsiz
Alman makamları tarafından çözülüyordu. Fakat bunlar modern anlamdaki din
hürriyetinden uzaktı. Prensler ve eyalet beyleri serbesttiler. Yalnız Augsburg
Meclisi'nde Calvinizm ve bazı mezhepler korunmamıştı. Halktan bir kimse eyalet
beyinin inancını kabul etmezse, göç etmek hakkına sahipti. Bütün bu önlemler
Otuz Sene Harplerinin çıkmasını engelleyemedi.
Dinler Tarihi
bakımından Luthefin kıymeti, 95 maddelik bildirisinin ilk maddesinden
tanınabilir. O şöyle diyordu:
“Eğer İsa Mesih
diyorsa; Tövbe ediniz, ilâhi devlet yakındır, onunla O, müminlerin bütün
hayatlarının tövbe olduğunu söylemek istiyor. Ne papazların Kilise 'nin
rahmetiyle günah çıkarmaları, ne de herhangi bir vekalet ve makamın rahmetin
yolunu tıkayabilmesi mümkün olur. Daha çok bu, insanın mümin olarak yaşamasına
bağlıdır. O zaman bütün hayatı tövbe olur, kadir Tanrı, kendi teklifi
karşısındaki ferdi amellerine göre değerlendirmez. O, ferdi doğrudan doğruya
bir günahkar olarak kabul eder ve rahmetiyle muamele eder. Fert Tanrı 'yi
seçemez, ama görünmeyen Tanrı ferdi seçer, faydasız kulunu hizmetine yarar bir
alet yapar. İnsan, inanca yahut inançsızlığa sahip değildir, ancak inanç ve
inançsızlık insanda meydana gelir. Hiçbir zaman Hıristiyanlık inancı bir kimsenin
garantili malı değildir. Rabb'im sana inanıyorum, Sende benim inançsızlığıma
yardım et!”.
[468]
Luther'e göre hidayet,
tamamen Tanrı'nın lutfunda ve inançtadır. Tanrı'nın adaleti insan tarafından
arzu ile yahut salih amelle, takdisle teklif edilen bir ayin özelliğiyle
kazanılamaz. O öyle bir adalettir ki, ancak inanabilenin hediyesinde ifadesini
bulur. Bu hak verme (adaleti gerçekleştirme tecrübesi) yalnız başına
reformların kalbini teşkil eder. Bu, Luther için tekrar bulunan İncil'dir.
Paulus Mektuplarının tahsilinden öğrenilir. Hidayet, Tanrı'nın kazanılmadan
verdiği bir rahmettir ve inançla ilahî vaade ulaşılır. Çünkü, Mesih'in kefaret
olarak ölümü bütün günah cezalarını örtmüştür. Hidayet edilen kimse, papazların
takdisi ve azizlerin aracılığı olmadan Tanrı'ya serbestçe ulaşır. Bununla
Luther, Papa'nın yanılmazlığını ve Konsülleri reddeder ve öğretinin yegane
temelinin Kutsal Yazılar olduğunu savunur.
Reformasyon, kurtuluş
ve halkın teşkilatı olarak Orta Çağ Kilisesi'nin kısıtlamalarını kaldırdı ve
kurtuluş aracılığım ferdin kendine bıraktı. Orta Çağın takdis ve dogma dininin
yerini, aracısız Tanrı ile ilişki dini aldı. Tanrı ile insan arasındaki
rahipler hiyerarşisi kaldırıldı. İnanç vasıtasıyla kurtuluş da, Tanrı'nın bir
fiili olarak görüldü ve Kilise'nin etkisi reddedildi.
Alman halkı için İse,
Kitab-ı Mukaddes' i tercüme ederek herkesin yararına sundu. Bu arada Alman yazı
dilinin gelişmesine tesir etti. Kendi ifadesine göre, Luther'in bazen İbranca
bir kelimenin Alrnanca'daki karşılığını senelerce aradığı olmuştur. Luther'İn
tercümesi olmadan bugünkü Almanca düşünülemez. 1517-1520 yılları arasında,
yaklaşık 30 bin civarında Kitab-ı Mukaddes satıldığı tahmin edilmektedir. Bu
zamanda tanesi 1,5 Gulden, yani bir at fiyatında idi. Yine,Luther'in “İlâhiler
Kitabı” ile Protestan Kilisesi, müzikli kilise olmuştur. Luther' in korosunda
inanç, dua ve methiye kuvvetli kelime ve melodilerle birleşerek özel bir
bütünlük meydana getirmiştir. Luther'in büyük ve küçük ilmihalleri ise, yeni
bir metotla yazılmış iyi bir eğitim aracı olmuştur. Katolik Kilisesi onu “Catechismus
Romanus’la taklit ederek, kendi ilmihalini hazırlamıştır.
Günahkar insanın
rahmet sahibi bir Tanrı'yı nasıl bulabileceği, kurtuluşa nasıl erişebileceği
sorusu ile meşgul olan Martin Luther yanında, Zürichli reformcu Huldrich
Zwingli de (1484-1531) aynı problemle ilgilenmiş ve daha ahenkli bir çözüm yolu
bulmuştur. İsviçre'nin politik durumu ve Zvvingli'nin hümanist kökeni,
meseleleri Luther'den daha pratik ve akılcı bir şekilde ortaya çıkarmasına
yardımcı olmuştur. Zwingli'ye göre, komünyon ayininde Mesih fiziki değil, ruhen
bulunur. Ayin bir hatıra ve simgedir. Bu konuda, Zwingli ve Luther 1529'daki
Marburg dini görüşmesinde uzlaşmak istedilerse de, kendilerine engel olunması
sebebiyle, başarı gösterememişlerdir.
Zwingli, reformasyon
ve hümanizmi birleştirmek istiyordu. 1531 yılında İsviçre'deki bir iç savaşta
taraftarlarıyla beraber Protestanlık uğruna öldürülmesi bu isteğine fırsat
vermedi. Luther'e göre, Zvvingli'nin öldürülmesi, bir papaz olarak onun eline
kılıç almasının cezasıydı. Protestan bölgelerinde onun bu hareketi, politik
Hıristiyanlığa ve Hıristiyan politikacılarına örnek olmuştur.
Calvin, ikinci neslin
reformcusudur. Akılcı ve sertliğiyle hukuk kökenli oluşu dâima dikkati çeker.
Ülkesinden sürüldükten sonra Bazel'de 27 yaşında Hıristiyan Din Dersleri
(Institutio Religionis Christianae) isimli kitabını neşretti. Hayatının sonuna
kadar Protestan öğretisini sistemli bir şekilde sunmaya çalıştı. Tanrısal
kuvvet ve değişmeyen arzuyu, reformların en önemli fikri beyanı olarak
açıklamak istedi. Augustin'in kader hakkındaki öğretisini işleyerek geliştirdi.
Yani hidayetin ve küfrün yahut hidayete ulaşamamanın kaynağını Tanrı'nın
değişmez kararında buldu. Calvin'in Anglo-Sakson taraftarları O'nun bu kader
Öğretisinden ayrılmışlardır. Onlara göre dünyevî saadet ve refah Tanrı'nın
hidayetini ispat eder. Modern Kapitalizmin köklerinden birinin bu noktada
bulunduğunu iddia edenler de vardır.
Luther için iyi
ameller ve meyvaları, imanın işaretiydi. Calvin için ise, ilâhî seçkinliğin
işaretidir. Calvin, Genf de kuvvetli ve disiplinli bir cemaat kurdu. Ona göre,
Tanrısal Devlet getirilebilirdi. Calvin'in kendisi, bu şehir devletinin başıydı
ve cemaatının hayat düzenini elinde tutuyordu. Bu durum, Luther'e kısmet olmadı
ve O hayatı boyunca Wittenberg'de bir vatandaş olarak kaldı.
Günümüz
Hıristiyanlarının büyük çoğunluğunu, Katolik, Ortodoks ve Protestan
Mezheplerinde toplandığını, bunların dışında tarihten gelen veya Reformasyon
sonrası ortaya çıkan görüş ayrılıkları sonucunda yeni teşekkül etmiş mezhepler
bulunduğunu görürüz:
Kilise Teşkilatlarının
en büyüğü, Roma Katolik Kilisesidir. 1970 istatistiklerine göre, dünyada
yaklaşık 613 milyon mensubu vardır. Bunun 226 milyonu Lâtin Amerika'da, 250
milyonu Batı Avrupa'da, geri kalan rakamın %24'ü Kuzey Amerika, %14'ü Afrika ve
diğer ülkelere dağılmış durumdadır. Arap Dünyasında %19, Asya'da %4 oranında
mensubu olduğu tahmin edilir.
[469]
Vaftizi Katolikliğin ölçüsü kabul edersek, mensuplarının çoğu Kiliselerinin
öngördüğü işleri yapmaktan uzaktırlar. Ancak nikâh ve cenaze merasimleri gibi
olaylarda mezhep şuurları belirginleşir.
Katoliklik manevi bir
hayat yolu değildir. O bir kilise ve Hıristiyanlığın ortaya koyduğu tarihi bir
teşkilattır. Belirgin özelliği “Otorite ve idari yapısıdır”. Katolik Kilisesi,
Papalık etrafında'çevrelenmiş merkezi bir birliğe sahiptir. Papa, piskoposluk
bölgelerindeki idarecileri tayin eder. Bunlar bekâr ve kendini bu işe adamış
papaz sınıfı ile desteklenir. Dünyada yaklaşık 268.000 (keşiş olmayan) papaz
olduğu hesaplanmaktadır. Dağılımları ülkelere göre değişmektedir.
Katoliklere göre
Kilise, İsa Mesih'in vücududur. Yani mümin Hıristiyanların görünen
birliğidir. Kilise, İsa'nın yaşayan vücudu
olarak O'nun vekili Papada ve sınırlı bir şekilde piskoposlarda vücutlaşmıştır.
Bütün Hıristiyanlığı ilgilendiren inanç ve ahlaki meselelerde Papa lâyuhtidir.
Kilise kutsaldır. Kutsal öğreti ve kutsal gizemleriyle (sakramentleriyle)
insanları kurtuluşa yöneltir. Cemaat hiyerarşik derecelenmiş ruhaniler ile sade
halk olmak üzere iki sınıfa ayrılır. Ruhaniler Mesih'in koyduğu kutsal
sakramenti idare ederler. Dağıttığı Kutsal Gizemle müminleri Mesih'in vücudu
ile birleştirmekte ve inananların manevi kurtuluşlarına hizmet etmektedirler.
Trient Konsili'nde Sakrament in yedi sayısı tespit edilmiştir. Bunlar: vaftiz,
güçlendirme, nikah, ruhbanlık, tövbe, hasta yağlama, ejkaristiya’dır.
Sakramentlerin İsa tarafından konduğuna inanılır. Gizemlerin tesiri, gizemin
dağıtıcısına ve kabul edene bağlı değildir.
Reformasyon'dan bu
yana tarikatların sayısı artmıştır. Çoğu misyonerlik ve eğitim faaliyetleriyle
meşgul olurlar. Kendi içinde yenileşme ve modernleşme düşünceleri de
gelişmektedir. Bu hareketi Trente Konsili'yle başlatırlar. II. Vatikan Konsili
bu hareketi daha da belirginleştirmiştir. Konsiller temel inanç ve hareketleri
çağın anlayışına göre yorumlarlar. Papa'nın başkanlığında toplanan konsiller
bir nevi istişari role sahiptirler. Papa'nın dogmatik kararlar alma yetkisi
vardır. 3854 yılında Papa Pİus IX. “Meryem'in İsa'ya bakire olarak hamile
kaldığını”, 1950 yılında da Papa Pius XII. “Meryem'in cismen göğe çıktığını”,
inanç esası olarak ilan etmiştir.
Papa'nın seçicisi olma
şerefi Kardinallere aittir. İki kısımdırlar. Birinci kısmı, piskoposlukların
başında bulunan kardinal unvanlı ruhanilerdir. Diğerleri Papalığın yönetim
işlerinde Papa'ya yardımcı olanlardır. Günlük işleri organize ederler. Bir nevi
papalık teşkilatının bakanlarıdır.
Vatikan Konsilinden
buyana Katolik Kilisesinde 15 Patrik, 1340 Başpiskopos ve doğrudan doğruya
Vatikan'a bağlı 70 yüksek kilise memuru, 12 havari idareci ve hepsinin başında
Papa bulunur.
Mezhebin başlıca
özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:
1- Dinî
başkan, Papadır. Papa, İsa'nın vekili, Petrus'un halefidir.
2- Papa,
yanılmaz otoritedir. Roma, diğer Kiliselerin ruhani merkezidir ve hepsinden
üstündür.
3- Kilise,
evrenseldir (Katolik kelimesi, evrensel anlamına gelir), onun dışında kurtuluş
yoktur. Kilise, Kutsal Ruh tarafından sevk ve idare edilmektedir. İncil'in
yorumu Kilise eliyledir.
4- Kutsal
Ruh, Baba ve Oğul'dan çıkar.
5- İsa'da,
ilâhî ve insanî iki tabiat vardır.
6- Gelenek
kabul edilir.
7- İsa gibi
Meryem de günahsızdır, aslî suçtan uzaktır. Meryem, Tanrı yanında şefaat da bulunabilir.
O, göğe yükselmiştir.
8- Azizler
de Tanrı katında sözcü olur, şefaatte bulunabilir. Onların resimleri ve kutsal
emanetlerine saygı gösterilir. Adlarına hemen her gün âyin düzenlenir.
9- İnsan
aslî suçun içindedir. Kötülüğe temayül,
günaha sevk eder. Günahtan kurtulma önemlidir. Bu günah çıkarma
hücresinde, papaza itiraf şeklinde olur. Ergenlik çağma giren her Hıristiyan'ın
yılda en az bir defa günah çıkartması 1215'de toplanan Lateran Konsilinde
karara bağlanmıştır.
10-
Sakramentler (gizemler) yedi tanedir. Ruhban sınıfı evlenemez. Ruhban sınıfı
dışında olanlardan evlenenler boşanamaz. Kilisede yapılmayan nikah, sahih
sayılmaz. Boşandıktan sonra evlenme zina kabul edilir. Vaftiz, su dökülerek
yapılır. Vaftiz olmadan ölen, cehennemlik sayılır. Efkaristiya Ayininde ekmeğe
maya katılmaz. Efkaristiya'da
konfırmasyon (güçlendirme âyini), ilk komünyondan sonra her hangi bir
vakitte yapılır.
11- Yirmibir
konsil ve kararlarını kabul ederler.
12- Cuma
günü et ve yağlı yiyecekler yemezler. Boğulmuş hayvanların etini ve kanını
mubah görürler.
13- Son
yargı gününü, cenneti, cehennemi ve a'rafı kabul ederler.
14- Ayin
dili Latince'dir. (1965'deki II. Vatikan Konsili'nde değişik dillerde
yapılmasına izin verilmiştir)."[470]
Dünyada yaklaşık 300
milyon Protestan'ın varlığı kabul edilir. Avrupa'da 110 milyon, Kuzey
Amerika'da 130 milyon, Afrika'da 22 milyon, Asya'da 12 milyon, Avustralya ve
Güney Amerika 10'ar milyon mensubu olduğu kabul edilir.
Protestan mezhepler
arasında ortak veya ayrıldıkları noktalan araştıran yeterince çalışma yoktur.
Bu sebeple hepsine hitap edebilen bilgiler vermek çok zordur. Genelde, kilise
yapıları çeşitlidir. Cemaata önem verirler. İsa 'nın bedeninin şekillendiği yer
cemaattir. Bu müşahhas cemaata itina Protestan kilisesinde süreklilik gösterir.
Kilisenin evrenselliği gözden ırak tutulmaz. Aralarındaki çeşitlilik ve bazen
kopukluk, birlik özlemini doğurmuş ve Gençler Birlikleri kurmuşlardır. Bu
özlemler günümüz Kiliseler Birliği ruhunun doğmasına ve gerçekleşmesine yol
açmıştır. Katolik ve Ortodokslardan ayıran özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Papa vs.
gibi bir otorite kabul etmezler. Hıristiyanlık hakkında bilgi sahibi her kesin
değerlendirme yapabileceği görüşündedirler.
2- Kilisenin
Kutsal Kitap yorum yetkisi yoktur. Her Hıristiyan Kutsal Kitabı yorumlayabilir.
İbadet ve vaazlar Kutsal Kitaptan çıkarılır.
3- Kutsal
Gizemlerden (sakramentlerden) yalnız
vaftiz ve komünyonu kabul ederler. Komünyon bazılarınca sadece bir
hatıradan ibarettir.
4- Kilise görevlilerinin
günah çıkarma yetkisini kabul etmezler.
5-
Anglikanlar dışındaki mensuplar haç çıkarmazlar..
6- İbadet ve
ayinlerini ana dillerinde yaparlar.
7- A'rafa ve
ebedi cezaya inanmazlar.
8-
Katoliklerin Meryem inançlarına katılmazlar.
9- Evliyaları
(azizleri) kabul etmezler ve onlar için özel âyinler yapmazlar.
10- Teslis
bütün Protestanlarda vardır. Ana konularda diğer Kiliselerden farkları yoktur.[471]
160 milyon vaftizli
taraftarıyla üç büyük kiliseden biridir. Hıristiyanlığın ilk devirlerine
sadakatıyla şöhret bulmuş mezheplerin başında Ortodoks Kiliseler gelir. Bunlar,
Kral Konstantin'in kurduğu Bizans İmparatorluk Kilisesinin mirasçılarıdır.
Kendilerine has özel inançları vardır. Küçük ayrıntılar dışında ibadet ve hukuk
sistemleri de aynıdır. Ancak, mensuplarının milliyetlerine göre idari bakımdan
bağımsız Kiliseler meydana gelmiştir. Genellikle dillerinin eski şekilleriyle
veya kısmen modern şekliyle ibadetlerini yaparlar. İdari yönden birbirlerine
karşı tamamen bağımsız olan bu kiliseler “Autokephal” olarak vasıflandırılırlar
ve başlarında bulunan kişiye "Patrik" derler. Bilhassa İstanbul
Patriği, tarihi durumuyla aralarında en itibarlısıdır. Autokephal kiliselerin
başhcaları İskenderiye, Antakya, Kudüs ve İstanbul patriklikleridir. Bunlara
İlâveten, Kıbrıs, Gürcü, Bulgar, Sırp, Rus, Rumen, Yunan ve Arnavut
kiliselerini de sayabiliriz. Çoğu, yüzyıllar boyunca devlet kilisesi olarak
faaliyet göstermişlerdir. Kilisenin en büyük makamı, piskoposlar meclisidir
Doğu-Batı Kiliseleri
arasındaki ayrılık XI-XIH. yüzyıllar arasındaki bir gelişmenin sonucudur.
1204'de Dördüncü Haçlı Seferi İstanbul üzerine oldu. İstanbul yakılıp yıkıldı.
İkonlar, kutsal kâseler parçalandı. Rahipler asıldı. Patriklik tahtı üzerinde
fahişelere şarkı söyletildi. Papa'nın atadığı Latin Patrik halkı
Latinleştirmeye çalıştı. Bütün bu olaylar Doğu Kilisesini Batı'dan tamamen
kopardı, uzaklaştırdı.
Osmanlı hakimiyetinden
sonra, Kilise içi ayinlere ağırlık verildi. Rusya'nın etkisiyle dine milli
duygular da karışmaya başladı ve “Dinsel Milliyetçilik” doğdu. Hıristiyan
cemaatın hukukî sorumluluğunun İstanbul Patriğine verilmesi, Slav ve Araplar
aleyhine Helenizm'in himayesine yol açtı. Bu durum Rus halkının “Üçüncü Roma”
olarak “Moskova Patrikliği” tasavvurlarını doğurdu.
[472]
Osmanlı Devletinin
zayıflaması Milli Kiliselerin teşekkülünü hızlandırdı. 1850 de Yunan Kilisesi,
İstanbul Patrikliğince resmen tanındı. 1879 da bağımsızlığını kazanan Sırp
Kilisesi 1922 de Patrikliğe yükseldi. 1860 da istiklalini ilan eden Bulgar
Kilisesi 1945 de İstanbul Patrikliğince tanındı ve 1953 de de Patrikliğe
yükseldi, 1960 da da İstanbul Patrikliğince resmen tanındı. Rus kilisesi ise,
1917 ihtilali sonrası zor günler yaşadı. Yeni rejime uymaya çalışan yeni
hareketlerin doğmasına yol açtı. 1943-1959 yılları arasında Kilise, Parti ve
Devletten bağımsız olmak istediyse.de Kruşçev zamanında devletin baskısı arttı,
22.000 kiliseden 15.000'i, 68 manastırdan 60'ı, 8 papaz okulundan 5'i
kapatıldı. Bu baskılar Kruşçev'in ölümünden sonra biraz hafifledi.
[473]
Günümüzde tekrar din hürriyetlerine kavuşmuşlardır.
İstanbul Patrikliği
içindeki bu tarihi sarsıntılara karşı, dağılan kiliseyi toplamaya
çalışmaktadır. 1948 de kurulan “Kiliseler Birliği” konseyinde Anglikan ve
Luthercilerle birlikte “Hıristiyan Birliği” hareketinin kurucusu olmuştur.
1966'dan beri “Kiliseler Birliği Konseyi” üyesidir. Diğer Doğu kiliselerinin
buraya üyeliğini teşvik etmektedir. Diyalog ve Ortodoks kiliseler arasındaki
bölünmeleri ortadan kaldırma ve birleştirme çalışmalarını sürdürmektedir. Son
yıllarda Ortodoks ve Katolikler arasında diyalog girişimleri sürdürülmekte;
Papa ve Patrik arasında karşılıklı ziyaret ve görüşmeler devam etmektedir.
Ortodoks Kiliseler,
inançla ilgili konularda piskoposlar meclisi kararlarını geçerli sayarlar.
Tarihteki yedi Konsil kararları emredici güçtedir. İznik ve İstanbul Konsilleri
kararları iman esasları arasında yer alırken, diğerleri ilahiyatla ilgili
düşünceler olarak kabul edilir. Kutsal Kitap yanında, Kilise Babalarının
yazıları da ikinci derecede saygınlığı olan yazılardır. Ortodoks Kiliselerde
layuhti bir otorite yoktur. Mukaddesatın varlığı, tesiri ve sayısı, Kilisenin
durumu ve Meryem konularında bir doğma bulunmaz. İlahi varlık ve hidayet sırrı
konusunda, bunların kavranılamayacağı ve ifade edilemeyeceği kanaatındadırlar.
İbadetleri, ruhsal ve mistik karakterdedir. Sır Kilisesi olarak, Antik dinlerin
mirasçısı görünümündedirler. İkonalar ise, göksel suretlerin vücutsuz ruhlarını
tasvir ederler. Bu sebeple önlerinde secde edilir, öpülür, okşanır ve tazim
edilirler. Cemaat, İsa ile. Meryem ile, melekler ve evliyalar ile birlikte
ibadet etmiş olduğuna inanır. Çocuklar vaftiz edilmekle veya organlarının miron
yağıyla yağlanmasıyla, şeytani kuvvetlere karşı korunmuş, mühürlenmiş sayılır.
Dini işlerde kullanılan yağ, su, ayrıca nikah, rahipliğe giriş, cenaze takdis
edilirler. İbadetleri sabah, gündüz, akşam ve gece vakitlerinde yapılır. Bu
esnada, İsa'nın cemaata gelişinin sembolü olarak Kutsal Kitaptan parçalar
okunur. Kutsal Ekmek ve Şarap dağıtılır. Advent, Paskalya, Havari ve Meryem
oruçları adıyla çeşitli zamanlarda'oruç tutarlar.
Ortodoks Kiliseler,
kendi içlerinde bazt mezhepler de ayrılmışlardır. Balkanlar ve Rusya'daki
Ortodoks kiliseler bir grup oluştururken, İslam Ülkeleri içinde asırlardır
yaşayan Milli Kiliseler de, ayrı bir grup oluştururlar.
Ortodoksları diğer
Kiliselerden ayîran başlıca hususlar özetle şunlardır:
1- Ruhani
başkanları Patrik veya Başpiskoposlardır.
2- Papa'nın
üstünlüğünü kabul etmezler.
3- İlk yedi
konsil dışındaki konsülleri ve kararlarını kabul etmezler.
4- İkonalara
hürmet ve tazimde bulunurlar.
Papazlar evlenebilir.
Keşişler, piskoposlar ve Patrikler evlenemezler. Boşanmaya bazı şartlarla izin
verilir.
Doğu Roma (Bizans)
İmparatorluğu içinde 3. ve 4. yüzyıllarda gelişen Hıristiyanlık içi inanç
meselelerinde ortaya çıkan anlaşmazlıklar sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bizans
İmparatorlarının ve İstanbul Patriklerinin siyasetlerinin de bu gelişmelerde
etkisi vardır. Bunlar Süryanî, Ermeni, Kıptî ve Habeş Kiliseleri ile Nesturi ve
Maronit Kiliseleridir:
Literatür:
1-
Bertold
Spuler, Die Morgenlandischen Kirchen, Leiden 1964, s. 170-216.
2-
Bertold
Spuler, Gegenwârtslage der Ostkirchen, Frankfurt 1968, 279-287.
3-
Hanna Dolapönü,
Tarihte Mardin, İstanbul 1972, 208 s.
4-
Kemal
Özbay, Süryaniler, Kadim Süryaniler ve Türkiyedeki Durumları, İstanbul 1975, 30
s.
5-
Mithat
Sertoğlu, Süryani Türklerinin Siyasi ve İçtimai Tarihi, İstanbul 1974, 88 s.
6-
P.Samuel
Akdemir, Dini Kurallarımız, İstanbul 1972, 96 s.
7-
Saliba
Şamun, Antakya ve Doğu Sayın Patriki Kadesetli Mar Iğnatiyos 3. Yakub'un
Hindistan Süryani Kilisesine Resuji Ziyaretleri, İstanbul 1965, 188 s.
8-
Hanna
Aksöz, Şammasların Rütbeleri, Mardin 1960, 8 s.
9-
Aziz Günel,
Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır 1970,446 s.
10- Mehmet
Çelik, Süryani Kadim Tarihi, İstanbul 1987,296 s.
Hıristiyanlık daha ilk
devirlerde, Roma İmparatorluğunun pek çok yerinde olduğu gibi, Akdeniz ve
Mezopotamya arasındaki bölgede de yayılmıştı. Isa 'nın varlığı ve tabiatı
konusunda çıkan görüş ayrılıklarında İskenderiye Patriği LKüril'in “Monofizitlik”
ismi verilen görüşlerini benimsemişlerdi Kürü'e göre, İsa Mesih'in ilâhî ve
insanî tabiatlarının birleşmesinden sonra, İsa Mesih sadece ilâhî tabiatın
taşıyıcısı olmuştu. Zamanın akışında Mısır halkı Monofizitizm'e uygun
düşünüyordu. Suriye bölgesinde Yunanca konuşanlar İstanbul Patrikliğinin
görüşlerini benimserken, Süryanca konuşanlar Mısır halkı gibi Monofizitizm'e
eğilim gösteriyorlardı. Dilleri ayrı olmasına rağmen Ermeniler de İstanbul
yerine Mısır ve Suriye halklarıyla aynı kanaati paylaştılar. Dil ve ırk
ayrılıklarına rağmen 'nanç birliği bu üç kiliseyi birbirine yaklaştırdı. Ancak
zamanın Kudüs Patriğinin
(istanbul'a yakın
oluşu, Monofizitizm'in Filistin'de kuvvet bulmasını önledi. Bizans
İmparatorluğuna Rum Ortodoksluğunun
hakim olması Monofizitler üzerindeki baskıları artırdığı gibi diğer bölgelere
de yayılmasını önledi. Ortodokslar, Monofizit papaz takdislerini de engelledi
ve Monofızİtizm'i çıkmaza soktular.
Bu sırada,
Gassanİlerden bir Arap Prensi olan V. Haris, İmparatorla görüşerek İmparatorluk
sınırlarının Sasani'lere karşı daha iyi korunabilmesi İçin, Suriye
Monofizitierinin birleşmesi ve teşkilatlanması gereği hakkında, İmparatoru
(552) ikna etti, Theodor ve Yakub Bardayos isimli iki piskoposun takdislerini
sağladı. Bunlardan Yakub Yunanca, Süryanca ve Arapça'yı çok iyi biliyordu ve
çok hareketli idi. Çökmekte olan Monofizit Kilisesinin teşkilatlanmasını
sağladı. Suriye ve Mısır bölgeleri Monofizitleri için, iki patrik, 27 piskopos
ve 100.000 papaz takdis etti. Verdikleri izne pişman olan Bizans İmparatorları
Yakub'un yakalanması ve öldürülmesi için, çok uğraştılarsa da başarı
gösteremediler. Yakub'un bu teşkilatçı ve hayat verici faaliyetleri, Suriye
Monofizit Kilisesinin Yakubîlik adını almasına sebep oldu. Bundan sonra,
Süryanî kilisesi Yakubîler lakabıyla da anılmışdır.
Mısır ve Suriye'nin
Müslümanların hakimiyetine girmesi, Yakubîlerİ sevindirmiş ve Müslümanları
kurtarıcılar olarak karşılamışlardır. İslam İmparatorluğu içinde serbestçe
dolaşma, problemlerini serbestçe tartışma imkanını bulmuşlardır. Ortodokslar,
Nesturiler ve Ermenilerle İlişkileri kuvvetlenmiştir. Ancak bu mezheplere ve
İslam'a karşı inançlarını savunmada güçlüklerle de karşılaşmışlardır.
Bizans'taki İkonalara
tazim problemi Yakubîlerce ilgi görmemiştir. Bunda. İslam'daki surete tazim
yasağı ve İlgili kelâmı tartışmaların da rolü olmuş olabilir. Ayrıca, İkona
düşmanlığı sebebiyle, Bizans'tan kaçarak İslam ülkesine sığınan Hıristiyanların
da etkisi olabilir.
Ermeniler de Monofizit
olmalarına rağmen, bazı inanç konularında Yakubîlerden ayrılıyorlardı. Bu
ayrılık, Ermeni'lerin Halikarnaslı Yulian'ın etkisiyle Aftartodoketizm
[474]
kabul ederken, Yakubîlerin Pîartolatrizm
[475]
kabul etmelerinden ileri geliyordu. Bu sebeple Ermeniler, Süryanileri
kendilerinden saymazIardı. 726 yıllarından sonra aralarında bir yaklaşma oldu
ise de, ibadetle ilgili meselelerde de ayrılıkların ortaya çıkması,
birleşmelerini önlemiştir.
Süryanileri en çok
sarsan kendi içlerindeki ihtilaflar olmuştur. Bu ihtilaflardan sarsılanlar
huzuru İslamiyet'i kabulde buluyorlardı. Ayrıca Suriye'nin kısa bir süre
Bizans'ın eline geçmesi, Patrikliğin 975 yılında Müslümanların hakimiyetinde
olan Malatya'ya nakline sebep oldu. Haçlı Seferlerinden sonra da, manastır
merkezleri Bar Savma'nın 1148 yılında Haçlılarca yağmalanması, Süryanileri
İslam'a daha çok yaklaştırdı. Bunu, 1295 de İlhanlıların ve daha sonra da
Timur'un seferleri zayıflamalarını hızlandırdı. Mardin ve Musul'daki ekseriyet
azınlığa düştü.
Yakubilerİn çöküşünde
Katolik Kilisesinin de rolü büyüktü. Henüz Haçlı Seferleri sırasında
Katolikliği kabulleri için yoğun baskılar yapmış, ancak etkili olamamiştı.
Siyaset daha başanlı oldu. 1662 yılmdaHalep Fransız Konsolosu vasıtasıyla Papa
taraftarı Andreas Akıcıyan patrik seçildi. Süryanilerle Papalık arasında
temaslar başladı. Akıcıyan'nın ölümü, ilişkileri bir süre durdurdu ise de, Mikaîl
Karve isimli Patriğin gayretleriyle, 1760 yılında tekrar başladı, Katoliklere
yaklaşma girişimleri kuvvetlendi. Roma, Süryani kilisesine maddi yardımlar
vasıtasıyla daha da yaklaştı. Hatta 1830 yılında siyasi baskılarla Katolik
Süryanilerin Osmanlı Devletinin ayrı bir milleti olduğu, Padişaha kabul
ettirildi. Böylece, Monofizit Süryani Kilisesi resmen ikiye bölünmüş ve bir
kanadı Roma'ya bağlanmış oldu. Katolik Süryanilerin Patriği Halep'ten
Antakya'ya taşındı. Dürzi isyanı üzerine de Mardin'e geldi. I. Dünya Savaşı
sonrası da Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulması üzgrine, Rusya ve
İngiltere'ye yakınlığı sebebiyle, Beyrut'a taşınmayı uygun buldu.
Bugün Türkiye'de 40'a
yakın köy Süryanca konuşmaktadır. Süryani Kadim Kilisesi, tarihi Monofizit
geleneği sürdüren küçük bir guruptur. 30 bin kadar cemaat taraftarının çoğu
Mardin ve İstanbul çevresinde yaşarlar. Suriye Şam Patrikliğine bağlıdırlar.
Türkiye'de Baş Rahiplerle idare edilirler. 1934 yılına kadar Süryani Kadim
Patriği Türkiye'de Mardin Deyruzzeferan manastırında oturmuştu. Ancak,
ölümünden sonra yeni Patrik “Antakya Patriği” unvanıyla Şam'da seçilmiştir.
Protestanlığı kabul
eden Süryaniler de eski cemaatlarından ayrılmışlar, dağınık olarak yaşamayı
tercih etmişlerdir.
Süryanilerce, kilise
İsa Mesih tarafından kurulmuş ve ebedidir. Haram ve helali mensuplarına
öğreterek, Tanrının rahmetine kavuşmalarını sağlar. Antakya ve İskenderiye
Patrikleri aynı seviyededirler. Patrikler kiliselerinin baş idarecileridir ve
Havari Petrus'un Antakya'daki makamının halefidirler. İsa'nın Petrus'a verdiği
salahiyet, Patriğin şahsında değil, Kilisede devam eder.
Süryanilerce kutsal
gizem (sakrament) sayılan hususlar tartışmalıdır. 13. yüzyılda kararlaştırılan
sayıma göre, gizemlerin sayısı beştir, daha sonra iki daha ilave edilmiştir:
Vaftiz, Miron Yağı Takdisi, Komünyon, Kehnüt (ruhanilik), Tövbe ve İtiraf,
Hasta Yağlama, Evlenme.
İbadetleri:
toplu ve ferdi olarak yapılan dualar, Haç çıkarmak ve haçı öpmek, saygı
göstermek, ayinlere katılmaktır.
Literatür:
1-
Abdurrahman
Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler, Ocak Yayınlan, Ankara 1997, 312 s.
2- B.Spuler,
Die Morgenlandi senen Kirchen, s.122-150.
3- Necla
Başgün, Türk-Ermeni Münasebetleri, İstanbul , 180 s.
4- Sadi
Kocaş, Tarih Boyunca Ermeniler ve Türk-Ermeni İlişkileri, Ankara 1967.
5- Esat
Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, 2.Baskı İstanbul 1987.
Hıristiyanlığın, daha
ilk zamanlarda yayıldığı bölgelerden biri Ermenistan'dır. Ermeni Kilisesi rivayetlerine
göre, henüz ilk devirlerde Adday (Thaddeus) ve Bartholomeus'un misyon
çalışmalarıyla, Hıristiyanlık ülkenin çeşitli bölgelerine girmiştir. Tarihi
belgeler, Ermenistan'daki ilk Hıristiyan cemaatın kuruluşunu 3. yüzyıl olarak
gösterir. M.s. 230 ve 301 yıllarında takibata uğradıkları haberleri vardır.
Hıristiyanlıktan önce bu bölgede Mecusilik yaygındı.
Ermeni Kralı
Tridates'in Hıristiyanlığı kabulü Hıristiyanlığın gelişmesinde bir dönüm
noktası oldu ve bundan sonra Hıristiyanlık halk arasmda süratle yayıldı.
Tridates, akrabası Gregor'u da 302 yılında Kilisenin başına Patrikliğe
(Katolikos'luğa) tayin etti. Gregor'un başarılı çalışmalarından dolayı, bu
kiliseye “Gregoryan” kilisesi de denir. Gregor, oğlu Rustak'ı piskoposluğa
tayin etti. Aştişat'taki Mecusi mabedinin yerine Kilise merkezini kurdu.
Ülkenin çeşitli yerlerinde Süryanca ve Yunanca eğitim yapan okullar kurarak,
Hıristiyanlığın öğretilmesine çalıştı. Tarihte Hıristiyanlığı ilk defa devlet
dini haline getirenler Ermeniler olmuştur. Bu sebeple Hıristiyan dünyasında
özel itibar görürler.
367 yılında Pers'lerin
istilasiyla Ermeni Krallığı yıkılmış ve halkının çoğu İran ve Mezopotamya'ya
sürülmüştür. Bu olağanüstü sıralarda Büyük Nerses'in yerine geçen oğlu I. İslak
(Sahag) 387-390 da âlim bir keşiş olan Mesrop ile birlikte milli Ermeni
Alfabesini hazırlamıştır.
Ermeni Alfabesinin
hazırlanmasından sonra, Yunanca ve Süryanca dini eğitim yerini halk dili
Ermenice'ye bıraktı. Kilise dili Ermenice oldu. Yunanca konuşan bir kısım halk
başlangıçta tepkiyle karşıladı ise de, Bizans sempatizanhğı ithamından
kurtulmak için Yunancayı çabucak terk etti. Kitab-ı Mukaddes 433 yılında
Süryanca Peşitta ismi verilen tercümeden Ermenice'ye çevrildi. 432 ve 435
yıllarında Aştişat'da toplanan dini meclisler, Efes konsili kararlarını Ermeni
Kilisesi için kabul ettiler. Fars'ların baskıları karşısında da Efes Konsili
kararlarına sıkı sıkıya bağlandılar. Tevin'de 506/507 ve 552 yıllarında
toplanan dini meclislerle de Monofizitliği resmen benimsediler. 640-653
yıllarında Müslümanların hakimiyetine girerek, Bizans'ın etkisinden ve
baskısından kurtuldular.
Katalikosluk merkezi
Tevin, Müslümanların hakimiyet sınırlan içine girmesine rağmen Katalikos'un
dini faaliyetlerine hiç dokunulmadı, halk serbestçe inanç ve İbadetlerini
sürdürmeye devam etti. 893 yılında Tevin şehrinin şiddetli bir depremle
yıkılması, Katalikosluğun Valarşabat'a, daha sonra da Van Gölü içindeki Akdamar
Adası'na taşınmasına sebep oldu. Çevrede Müslümanların yoğunlaşması cemaatın
azalması üzerine, Patriklik 992 yılında Kars yakınlarındaki Ani'ye taşındı.
Anİ'de zengin bir kilise hayatıyla birlikte, güzel bir mimari de gelişti. Ancak
1045 yılında Bizans'ın eline geçmesi ve Katolikosun İstanbul'a sürgün edilmesi,
Ani'deki gelişmeleri önledi. Selçukluların Anadolu'ya gelişleri de idareci
zümreyi memnun etmedi. Halkın muhalefetine rağmen, dinî merkez Bizans
hakimiyetindeki Amasya'ya daha sonra da Yukarı Fırat bölgesinde Rum Kalesi'ne
taşındı. Kilise idarecilerinin bu davranışları Ermeniler arasında bölünmelere
yol açtı, Monofızit Ermeni halkının Monofızit Süryani kilisesine daha çok
yakınlaşmasına sebep oldu.
Haçlı seferleri
sırasında Ermeniler, Sasanilerce yıkılan devletlerine yeniden kavuşmak ümidiyle
Papalığa yaklaştılar. 1198 yılında II. LeO Ermenistan Kralı olarak takdis
edildi. Maraş ve havalesinde “Küçük Ermenistan Krallığı” adıyla bir devlet
kurularak Papalığa bağlandı. Ancak 1248 yılında Papalığın Ermenileri Katolikleştirme
isteği, Papalıkla Ermeniler arasındaki ilişkileri kopardı. 1344 de halk İsyan
etti. Bir süre sonra da “Küçük Ermenistan Krallığı” Memluklarca yıkılarak Roma
ile ilişkileri ve bağlan tamamen koptu.
Fatih Sultan Mehmed'in
İstanbul'u fethinden sonra 1461 yılında Bursa Ermeni Piskoposu'nu yeni başkente
Patrik tayin etmişti. Cemaatın iç meselelerinde de ona İdari yetkiler vermişti.
Patrik, Ermenilerin dini ve milli lideri durumuna getirilmişti. Ancak aynı
mezhepteki Süryani ve Kıpti kiliselerine karışamıyordu. Bu sıralarda Kara Koyunlu
Beyliği içinde Ecmiazin'de, Memluklu hakimiyetindeki Kudüs'te Ermeni
patriklikleri kurulmuştu. Her İslam devletinde, Ermeni cemaatından sorumlu
birer Patriklik vardı.
17. yüzyıla kadar
siyasi yönden sakin yaşayan Ermeniler, Erivan'ın 1724 yılından sonra sık sık
Türkler ve İranlılar arasında el değiştirmesi, İran'daki iç kavgalar ve Osmanlı
Devleti'nin zayıflamaya başlaması gibi sebeplerle, bağımsızlık ümitlerini
Kafkas'larda güçlenmekte olan Rusya'ya bağladılar. Ruslar da 1770 yılında
Petersburg'da ve Moskova'da birer Ermeni Kilisesinin yapımına izin vererek
Ermenilerin kalplerini kazanmaya çalıştılar. 1800 yıllarından sonra Ruslar,
İran ve Osmanlı Devletleri içindeki Ermeni Patriği seçimlerine karışmaya
başladılar. 1829 da Ecmiazin Patrikliği Rus hakimiyet bölgesine girdi. Bu
suretle, Ermenilerin yoğun olduğu bölge ve çoğunluk Rus hakimiyetinde yaşamaya
başladı. Hayat şartlarının maddi yönden düzelmesi, XIX. yüzyılda 96.000
Ermeni'nin Anadolu'dan Rusya'ya göç etmesini teşvik etti.
Bunda, Ermeni cemaatı
arasındaki iç huzursuzluklarının da rolü vardır. Çünkü içlerindeki Katolik,
Protestan ve Ortodoks misyon faaliyetleri, tarihi Gregoryan-Monofizit
Patrikliğin cemaatini koruma gayret ve baskıları, dış devlet müdahaleleri vs.
gibi etkenlerin rolü büyüktür. Yine, 1730 yılında İstanbul'da kurdukları matbaa
ile bol miktarda Ermenice kitaplar yayınlanıyor ve milliyetçi duyguları
kuvvetlendiriliyordu. Avrupa devletlerinin baskısıyla 1847 de İstanbul'da
bağımsız dinî ve sivil Ermeni Meclisi'nin kurulmasına izin verildi. 1860 da '”Ermeni
Müh Meclisi” Osmanlı Hükümetince resmen kabul edildi. Bundan sonra dünyevi
memuriyetlere de kendi memurlarını kendileri tayin edebiliyorlardı. Aralarında
bu gelişmeleri daha da ileri götürmek
isteyen silahlı teşkilatlar
kuruldu. Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan Devleti kurma girişimleri başladı.
[476]
Mücadeleler özellikle Doğu Anadolu'da iç savaşlara dönüştü. Müslüman ve Ermeni
cemaatları içine düşmanlık tohumları atıldı. 1917 ayaklanmasıyla maddi desteğin
geri çekilmesi, mücadelelerin Türklerin galibiyetiyle sonuçlanmasına fırsat
verdi. Kaybedilen iç savaş, Doğu Anadolu Ermenilerini göçe zorladı. Batı ve
Orta Anadolu'da ise, siyasi olaylara karışmayan Ermeniler geleneksel
hayatlarını sürdürmeye devam ettiler. Bugünkü sayıları yaklaşık 50.000
kadardır. Cemaatin büyük yoğunluğu İstanbul çevresinde toplanmıştır.
Geleneksel Gregoryan
Kilisesi, Süryani ve Kıpti Kiliseleri gibi Monofizit bir kilisedir.
Patriklerine “Katolikos” unvanı verilir. Komünyon ayinindeki ekmek ve şarabın
İsa'nın etine ve kanına dönüştüğünü, Kilisece günahların bağışlanabileceğin!
kabul etmezler. Zina dışında boşanmaya izin vermezler. İkonaları, eski
putperest adeti sayarak reddederler ve evlerinde kutsal suretler
bulundurmazlar.
Literatür.
1- Mustafa
Erdem, “Kıpti Kilisesi üzerine Bir.Deneme”, A.Ü. İlahiyat Fak. Der.,sayı 35.
2- B.Spuler,
die Mor geni andischen Kirchen, s. 151-188.
Mısırlı
Hıristiyanların rivayetleri, Hıristiyanlığın Nil bölgesindeki yayılışını,
Havariler devrine kadar götürür. İncil yazarlarından Markos'un ilk önemli
misyonerlerden olduğunu söyleyerek, Orîu İskenderiye Patriklerinin ilki
sayarlar. 1945 yılında Nag Hammadi'de bulunan el yazmalarından Ebionitler
İncili'nin Nil Bölgesinde 70 yıllarında bilindiği anlaşılmaktadır. Mısırda
Yahudi-Hıristiyan cemaatının izleri, “İbraniler İncili, Mısırlılar İncili,
Tomas İncili” gibi İndilerin varlığından anlaşılmaktadır. Mısır'daki ilk
Hıristiyan Elçinin “Barnaba” olduğu rivayeti de vardır. Burada büyük Hıristiyan
bilginleri yetişmiştir.
İsa'nın tabiatı ile
ilgili tartışmalarda, İskenderiye patriği I.Küril'in Monofizit görüşün babası
sayılması, Mısır' in bu görüşü benimsemesine de Yol açmıştır. 639-642 yılları
arasında ülkenin İaiaııi hakimiyetine girmesi, Monofızit Mısırın Bizans
baskısından kurtulmasına fırsat vermiştir. Yunan asıllıların Mısırı terk
etmeleri, Monofızit görüşün Kiliseye hakimiyetini daha da kolaylaştırmıştır.
Hatta Mısır kiliselerinde Yunanca konuşulması 706 yılında yasaklanmış ve ibadet
tamamen Kıptice'ye dönüşmüştür. Aynı devlet içinde bulunmaları Suriye
kilisesiyle kardeşlik bağlarını daha da güçlendirmiştir. Arapça aralarında
hızla yayılmış, Kıpticenin yerini almıştır. Kıptice yazılmış en yeni
elyazmasının tarihi 1395'tir. Halk dili olarak da yerini 17. yüzyılda tamamen
Arapça'ya bırakmıştır. Bugün Kıptice yalnız kilisede ibadet dili olarak
kullanılır.
Osmanlıların
zayıflaması Batılı Misyonerlere Mısır'ın kapısını açmıştır. 1741 de bir gurup
Katolikliğe geçmiştir. Katolik ibadet kitapları Kıptice basılmıştır.
Napolyon'un Mısır seferi, Avrupa'nın etkilerini daha da kuvvetlendirmiştir.
Ancak Protestan, Anglikan ve Katolik misyonerler arasındaki rekabet, geleneksel
kilisenin cemaatını korumak istemesi, cemaat içi huzuru da bozmuştu. Günümüzde
1,5 milyon kadar mensupları vardır. Genelde şehirlerde yaşarlar ve zengin
sosyal bir sınıf teşkil ederler. 1956 yılında, İslam'ı kabul edenlerin sayısı
10.000'i bulmuştu. Roma'ya bağlananların sayısı 1957 sayımlarında yaklaşık
75.000 kadardı.
Hıristiyanlık
Habeşistan'a IV. yüzyılda ulaşmıştır. Rivayete göre, Tiros'da bir deniz kazası
sonucu satılan esirler arasında Frumeııtios ve Aydesios isimli iki kardeş de
vardı. Bunlar hükümdarın sarayına getirildiler ve saray hizmetlerine alındılar;
zamanla hükümdarın güvenini kazandılar. Hatta, Ebrahe veya Ezana ismiyle anılan
hükümdarı Hıristiyanlığa kazandılar. Hükümdar Hıristiyanlığın yayılmasını
teşvik etti. Bu zamanda Habeşler Güney Arabistan'da Farslarla uğraşıyorlardı ve
Bizans'tan kendilerine destek istemiş de olabilirler. 1955 de 8 milyon
Hıristiyan sayılmıştır.
Rivayete göre,
Aydesios uzun süren çalışmalardan sonra ülkesi Suriye'ye döndü ve kendisini
rahip olarak takdis ettirerek tekrar Habeşistan'a geldi ve misyon çalışmalarını
sürdürdü. Frumentios ise Mısır Kilisesiyle ilişki kurarak, Habeşistan Piskoposu
olarak takdis edildi. Bu suretle Habeş Kilisesi Monofizit Mısır Kilisesine
bağlanmış oldu. Habeşistan'da Hıristiyanlığın kolayca yayılmasında orada
bulunan Yahudi cemaatlarının rolü de olabilir.
İkinci Dünya Savaşı
sonrası Batıyla yapılan anlaşmanın en önemli maddelerinden biri, Batılı
Misyonerlerin ülkede serbest çalışmalarına izin verilmesi idi. 1955 yılında
37.000 kadar Habeşli Katolik sayılmıştır.
[477]
Hıristiyanlığın, İran
ve Mezopotamya gibi Ortadoğu ülkelerinde nasıl yayıldığı konusunda ayrıntılı
bilgiye sahip değiliz. Miladi 3. yüzyılda Mezopotamya'da Arâmî kilisesinin
ortaya çıktığı görülür. Çünkü bölgede İranlılardan çok Aramlar yaşıyordu. Her
ne kadar İranlılar, Mecusîliği devlet dîni ilan ederek, Hıristiyanlığa ve
Manihaizm'e karşı korumak istedilerse de, kendi gücünü kaybetmiş olan
Mecusîliğin çöküşüne, yapay destekler fayda vermedi. Zaten, İslâm'ın 7.
yüzyılda İran'a kısa zamanda hakim oluşu bunu kanıtlamaktadır.
Sasanî İmparatorluğu
içerisinde yaşayan Hıristiyanlar arasında, Bizans'ta sürüp giden, İsa'nın
zâtıyla ilgili tartışmalar pek ilgi görmedi. Ancak İstanbul Patriği Nestoryus'a
bağlı Antakya Ekolünün görüşleri bütün Orta Doğu'da, özellikle Aramca konuşan
bölgelerde tesirini gösterdi. Nestoryus 382 yılında bugünkü Maraş dolaylarında
doğmuştu ve Antakya'da öğrenim görmüştü. Daha sonra intisap ettiği rahiplikte,
üstün belagat ve zekâsıyla yükselerek, Patriklik makamına getirilmişti.
Yetiştiği Okulun görüşlerini geliştirmeğe çalıştı. Buna göre; Meryem'e “Vanrı
Anası” (Theotokos) denmemeli idi, O sadece Tanrı 'nın insanî tarafını
doğurmuştu, bu sebeple Ona “Mesih Anas” (Kristotokos) denmeliydi. Halbuki daha
önce Hıristiyanlar arasında ve ibadetlerde “Tanrı Anası” deyimi kullanılıyordu,
cemaat buna alışmıştı. Nestoryus yeni formüle ifadesiyle alışılmış, kabul
edilmiş bir kanaata karşı çıkmış oluyordu. Yine Nestoryus, İsa Mesih'in
inkarnasyonunda iki tabiatlı özelliğini ve bütünlüğünü muhafaza ettiğini
savunuyordu. Bu suretle ne logos İsa'nın insanî tabiatında kayboluyor, ne de
insanî tabiat ilâhlaşiyordu. Yani her iki tabiat yan yana, fakat birbiriyle
yakın ilişki içinde bulunuyordu. Nestoryus bunu şöyle ifade etti:
“Logos, Meryem 'den
doğan insanda, sadece ikâmet etti, onunla yakından birlik halinde bulundu.
Tabiatların bu yan yana bulunuşu, biri diğerini sıkıştırmadan, şahsiyet birliği
şeklinde oldu”.
[478] Bu
görüşlerinden dolayı Nestoryus diofizitlikle (iki tabiatçıhkla) suçlandı,
Patriklikten azledilerek sürgüne gönderildi ve 451 yılında Mısır'da öldü. İran
ve Mezopotamya Htristiyanlannca benimsenen görüşleri Çin'e kadar yayıldı.
Taraftarlarına Nesturîler denir.
Nestoryanizm diofizit
inanca sıkı sıkıya bağlıdır. İsa'yı Tanrı'nın evlat edindiği, Tanrı'nın iki
oğlu olduğu (İsa ve Kutsal Ruh) hakkındaki görüşleri reddederler. Logos ve
insanoğlunun bir cevherde birleştiği görüşünü, Monofizit ve sapık görüşler
olarak değerlendirirler. Meryem'e, Theotokos (Tanrı Anası) tabirinin kullanılmasından
çekinirler. İsa hakkında, 612 yılında “İki tabiat, iki cevher, bir şahıs”
şeklinde ifadesini bulan formülü, resmen kabul ederler. Ruhların, “İlk
varlıklar” (Preexistenz) olduğu görüşünü de şiddetle reddederler.
Nestoryanizm'e göre, her bir ruh Tanrı tarafından doğrudan doğruya yaratılır ve
hamileliğin 40. günü ceninle birleşir. Ölümden sonra haşire kadar “Ruhlar
uykusuna” girer. Adem'in Cennette işlediği günahın, zürriyetine de “Günah
mirası” olarak kaldığı, görüşünü de reddederler. Hidayetin yalnız kendi
kiliselerinde bulunduğunu, diğer mezheplerin sapık olduğunu kabul ederler.
Havari Petrus'un halefinin Papa değil, kendi Patrikleri “Katolikos” olduğuna
inanırlar.
Nestoryanizm, her ne
kadar geniş bir alana yayılmış ise de, bir devlet dini olamamıştır. Türk,
Moğol, İran saraylarına kadar nüfuz etmekle birlikte, geniş kitlelere etken
olamamıştır. 13. yüzyılda Moğol ve Türk'lerin Batıya ilerlemeleri sırasında,
ordu içerisindeki çok sayıda Nestoryanist Hıristiyan varlığı, Abbasi
Hakimiyetindeki Nestoryanistlere kuvvet vermişse de, bu geçici bir parlama
şeklinde olmuş ve kısa bir zaman sonra hemen hepsi İslam'ı kabul etmiş,
yerlilere pek faydası olmamıştır. İslam'ı kabulde yerli Hıristiyanlar da âdeta
Moğol ve Türk askerleriyle yarışmışlardır. Nihayet sayıları çok azalan
Nestoryanistler, Timur istilâsı sırasında dağlık Hakkari bölgelerinde
toplanmışlardır.
Bu çöküşü durdurma
gayesiyle Piskopos Yohanna, Papalıkla temasa geçmekte ve Papa'nın üstünlüğünü
kabulde mahzur görmedi. Kendisi Papa tarafından Doğu Patriği tayin edildi.
Osmanlı Hükümeti bunu, siyasî bir hata kabul ederek tutukladı, buna üzülen
Yohanna 1555 yılında öldü. Ancak onunla birlikte Vatikan'a bağlananlar, bu
olaydan sonra da eski mezheplerine geri dönmediler. Katolikliği kabul eden bu
Nestoryanist Hıristiyanlara “Kaideliler” denir. Eski, geleneksel tarihi
inançlarını koruyan, Diofizit Nestoryanistlere “Asurlular” denir.
O zamanlardan beri,
Batı Süryanîleri arasında iki mezhep ve iki patrik bulunur. Kendilerine
Kaideliler de denen, Katolik Nestoryanist-lerin 1833 yılında 50.000 kişi
oldukları tahmin edilmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası, Kaideliler Patriği
Bağdat'ta oturmağa başlamıştır. 1957 sayımlarına göre, 176.000 kişi olarak
hesap edilmişlerdir.
Asurlu'ların
Patrikleri dâima “Simon” unvanı taşırlar. 1834 yıllarından sonra bölgeye
Amerikan misyonerlerinin girmesi, tarihi Nestoryanist cemaatın çöküşünü
hızlandırmıştır. Bazıları Katolik, bazıları Anglikan Kilisesine girmiştir. Rus
misyonerlerinin çalışmaları daha başarılı olmuş, 1835 yıllarında 3000 kişilik
bir gurup Osmanlı topraklarını terk ederek, Kafkasya'da Rus hakimiyetindeki
topraklara göçmüştür. Sonraları bunları başka guruplar da takip etmiştir. I.
Dünya Savaşına Osmanlıların girmesi, Rus sempatizanlarının Müslümanlara karşı
taşkınca hareketleri, yaklaşmakta olan iç harp rüzgarlarının artması, Rusya'ya
olan göçleri artırmıştır. Ancak 1917 da Çarlık Rusya'sının yıkılışı, Türklerin
Kurtuluş savaşını kazanmaları, Asurluları ortada bırakmış, ne Rusya'da
yerleşebilmişler, ne de Türkiye'ye geri dönebilmişlerdir. Çözümü, İngiliz
istilası altındaki Kuzey Irak topraklarına” dönme de bulmuşlardır. Ancak,1933
yılında Iraklı Müslümanlarla aralarında çıkan iç savaşlar, pek çok Asurlunun
Suriye, Kıbrıs ve Amerika'ya göçlerine yol açmıştır. Patrikleri halen
Chikago'da oturmaktadır. Dünyadaki toplam sayılarının 100.000 kadar olduğu
tahmin edilmektedir.
[479]
Bizans İmparatorluğu
içindeki Hıristiyanlığın temel inançlarını tespit çalışmalarında, İmparator
Herakleyos (610-641) Süryanî ve Ermeni liderleriyle görüşerek, u İsa'nın insanî
hareket gücü fenergeya) hiçbir vakit Tanrısal güce muhalif olamaz, isa'nın
insanî arzusu da hiç bir vakit Tanrısal arzuya karşı olamaz, İsa da iki arzu
gücü bulunmakla birlikte, gerçekte İsa sadece tek arzuya sahiptir formülünü ilân
etti. İsa'daki uarzu gücü” konusu bu açıklama ile, İsa'da bir enerji
bulunduğunu savunan “Monergizm” görüşü reddediliyor, iki tabiat görüşü
vurgulanıyordu.
İmparatorun teklifini
Filistin bölgesindeki bir gurup Hıristiyan kabul etmişti. Bu görüşün
taraftarları genelde, Hama ve Humus arasında bulunan Aziz Maron Manastırında
yaşayan rahiplerdi. Daha sonraları “Monotheletizm" denen bu görüşlerini
bırakmışlar, ancak kendilerini meşhur rahip Yohannes Maron'un şakirtleri saymaya
devam etmişlerdir. Niçin bir cemaat oluşturduklarını açıklayamazlar. Genelde,
Lübnan'ın ovalık bölgelerinde yaşarlar. Kendilerine has Patrikleri vardır, Roma
ile birleşerek Katolikliği kabul etmişlerdir. İbadetlerini Süryanca yaparlar.
1952 yıllına göre
sayıları Suriye ve Lübnan'da yaklaşık 400.000, Mısırda 13.000 idi. Günümüz
Lübnan devletinde yaşayan Hıristiyanların en kalabalık gurubunu Maronitler
teşkil ederler.
[480]
Batı ülkelerinde
yaygın Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliseleri gibi Hıristiyanlığın ana
Kollarına tepki olarak veya dinsel problemlere getirdikleri farklı yorumlarla
yeni yeni mezhep ve cemaatlar oluşmaktadır. Farklılıklar bazen inançla ilgili,
bazen de İbadetlerle ilgili değişik yorumlara dayanır. İlk devirlerdeki
safiyete ve cemaat hayatına dönmekşuuruyla ortaya çıkmışlardır. Dünya Kiliseler
Birliği ile ilişki içindedirler veya ilişkiye müsait akımlardır. Bunlara
İslam'daki mezhep veya cemaat anlamında “Kilise” deyimi kullanılır. Yeni
kiliseler isimlerini kurucularından veya üzerinde durdukları ana konulardan
alırlar. Küçük cemaatlarını büyütebilmek, güçiendirebilmek için yoğun
propaganda ve misyon çalışmalarına önem verirler.
İngiliz
Puritanistlerin devamıdırlar. Kitab-ı Mukaddes'i inanç ve hayatlarının temeli
sayarlar. 16. yüzyıl sonlarında cemaatlarını Devlet Kilisesinden bağımsız
saymışlar, “Kutsallar Cemaatı” adıyla aralarında bir birlik oluşturmuşlardır.
Devletin baskıları ve takibatları sonucu bazı üyeleri İngiltere'yi terk
etmiştir. Cemaatın ileri gelenlerinden John Smyth 1608 de AmsterdanVa
yerleşmişti. Burada “Kutsallar Cemaat!” müminlerinin Hz. İsa sünneti olarak
İncil örneğinde vaftiz olmaları gerektiği şuuruna ulaştı. Cemaat üyelerinden
bazıları Smyth'den ayrılarak Thomas Helwy yönetiminde (1611-12) tekrar İngiltere'ye
döndüler. Benzeri “Vaftiz” eyleminde bulunan Mennonitlerle karışmamak için
kendilerine “Vaftİzciler” anlamında “Babtistier” ismini vermişlerdir. Zamanla
bu hareket Avrupa ve Amerikanın çeşitli ülkelerine de yayılmıştır.
Cemaat hayatının
temelini Pazar ibadetleri teşkil eder. İbadet içeriğini belirleyen kesin bir
metin yoktur. Vaazlarının merkezini Kitabı Mukaddes'ten alınan metin ve muhteva
oluşturur. İbadetlerinde Kitabı Mukaddes'ten metinler okunur. İlahiler
söylenir.
[481] Komünyon ayini ekseriya
ayda bir yapılır. Ayinde bölünen ekmek tabii ekmektir ve cemaat üyeleri sırayla
birer parça alırlar, şarap kadehinden de yudumlarlar. Ancak bunu bir sakrament
değil, bir hatıra olarak algılarlar. Hafta içinde de çeşitli toplantılar
düzenlerler. Cemaat içinde görev yapan papazın ücreti ve diğer masrafları
cemaat tarafından karşılanır. Cemaat mensupları birbirlerine “Kardeş” dîye
hitap ederler. En yüksek İdari organları Cemaat Meclisidir. Senede bir toplanır.
Günümüzde Protestan
Kiliseler Birliği üyesidirler. Hz. İsa'yı Tanrı'mn Oğlu, Dünyanın kurtarıcısı
ve Efendisi sayarlar. Vaftizin çocuklara değil, ergenlik çağına girmiş
inananlara gerekli olduğunu, iman ve vaftizin birbirinden ayrılamayacağını
savunurlar. Kilisenin ve devletin ayrılığı prensibini benimserler. Kilise'de
ruhani İnsan otoritesini kabul etmezler.' 1975 tahminlerine göre dünyada
yaklaşık 35 milyon Babtistin var olduğu sanılmaktadır.
[482]
Ortaya çıkışlarını
Pietizm hareketine dayandırırlar. Tarih sahnesine çıkışları 1816 da Genfde
Robert Haldane (1764-1842) etrafında toplanmalarıyla görülür. Fransa ve
İsviçre'de 1849, Almanya'da 1854 yıllarında resmen kurulmuşlardır. Cemaatlerini
Yeni Ahid'e göre düzenlemek idealindedirler. Ruhani sınıfı kabul etmezler.
Cemaatın her üyesi aynı zamanda ruhani sayılır. Dini ayinlerini cemaat içindeki
eğitimli kişiler yönetirler. Cemaat hizmetlerinde yaşlılar daha çok görev
alırlar. Çocuk vaftizini reddetmezler, ancak ergenlik yaşı vaftizini tercih
ederler. Vaftizi çimdirerek yaparlar. Dini bakımdan halk ve devletten bağımsız
olmak isterler. Gerçek bağımsızlığın Tanrı'ya
ve onun sözlerine bağlanmaktan geçtiğine inanırlar.
[483]
Dini bilgileri vaaz
eden ve dini hizmetleri yöneten görevlileri vardır. Cemaat düzeni yerel
şartlara göre değişir. Her cemaatın bir cemaat listesi vardır ve harcamalar
cemaat arzusuna göre yapılır. Her mahalli cemaat kendi düzeninde diğerinden
bağımsızdır. Diğer cemaat üyeleriyle gönül birliğiyle bağlanırlar. Bulundukları
ülkeler içinde “Serbest Protestan
Cemaat Birlikleri” oluşturmuşlardır. Bir çeşit mahalli cemaatlar federasyonu
mahiyetindedirler. Bu üst birlikler cemaatları koruma, yaz okulları açama,
yayın ve misyon faaliyetlerinde bulunma vs. gibi faaliyetleri sürdürürler. 1960
tahminlerine göre dünyada 300.000 civarında üyeleri vardır. Protestan Kiliseler
Birliği üyesidirler.
[484]
Hareket 18. yüzyılda
İngiltere'de doğmuştur. Kurucuların başında John Wesley (1703-1791) ve kardeşi
Charles (1707-1788) gelir. Oxford Üniversitesinde “Kutsallar Kulübü”
mensuplarının İbadet zamanlarına ve prensiplerine bağlılıkları sebebiyle
bunlara “Metodistler” denmiştir. Aslında Wesley ayrı bir cemaat kurmak veya
cemaat olmak niyetinde değildi. Ancak din anlayışındaki yorumlarıyla farklı bir
cemaat haline gelmişlerdir. Çeşitli ülkelere dağılan Metodist kiliseler 1968 de
aralarında birlik kurmuşlar; Protestanlık ruhunda gelişmişlerdir. Kutsal Kitabı
inanç ve hayatlarının temeli sayarlar. Hayatlarını Hıristiyan ahlakı üzerine
kurma özlemi içindedirler. Kiliselerinde Papaz olmayanlar da vaaz edebilir.
1967 tahminlerine göre, Avrupa ve Amerika'ya dağılmış 20 milyon kadar üyeleri
vardır. Dünya Kiliseler Birliği üyesidirler.
[485]
İngiltere'de liberal
eğilimliler arasında doğmuştur. Avrupa ve Amerika'ya da yayılmışlardır. Kutsal
Yazıların otoritesini inançlarının temeli sayarlar. Kitab-ı Mukaddes
tenkitlerinim tümünü reddederler. Kendilerini ıTanrı Çocukları" sayarlar.
Vaftizi çimdirme şeklinde yaparlar ve bunu İsa'ya bağlılığın temeli sayarlar.
Ruhban sınıfını kabul etmezler. Komünyon ayinini bir sakrament (gizem) değil,
bir hatıra olarak kabul ederler. Kıyamet öncesi 1000 yıllık saltanat için, Hz.
İsa'nın “Mesih” olarak gökten döneceği günü beklerler. Cemaatlarının yoğunluğu
günümüzde, Almanya'dadır. Sayıları yaklaşık 20.000 kadardır.
[486]
Reformasyon
hareketlerinin Vaftizci cereyanlarıyla ortaya çıktıkları kabul edilir. Kuruluş
günü olarak 25 Ocak 1525'i kabul ederler. Kendilerini “En Eski Hür Protestanlar”
olarak adlandırmayı tercih ederler. İsa'nın takipçileri olduklarını söylerler.
Silahlarının “Tanrı Kelamı, Inciller ve sevgi” olduğunu vurgularlar. Askerlik
yapmayı kabul etmezler. Devlet ve Kilise ayırımını savunurlar. “Mennonif ismini
Katolik rahip Menno Simons'a (1496-1561) mensubiyetlerinden alırlar. Yemin
etmeyi kabul etmezler, dünyevî gayeler için Allah'a söz vermenin gereksizliğini
savunurlar. Vaftizle sulh cemaatına girdiklerine ve günahlarının affedildiğine
inanırlar. Modern dünyaya karşı kapalı bir hayat sürerler. Sayısal olarak
cemaat ağırlığı Amerika Birleşik Devfetlerindedir. 1975 sayımına göre dünyanın
çeşitli bölgelerine yayılmış yaklaşık 60.000 misyonerleri vardır. Çalışmalarını
Hıristiyan yardım kuruluşları ismi altında yaparlar. Dünyada yaklaşık 550.000
Mennonit olduğu tahmin edilir. Kiliseler Birliği üyesidirler.
[487]
Kendilerini mezhepler
üstü bir hareket olarak görürler. Kuruluş İngiliz asıllı Witliam Booth'a (1829-1912)
dayanır. “Kutsal Askerler” ismi 1878 de verilmiştir. Bundan sonra her geçen gün
askeri sıfatları daha çok benimsemişlerdir. Sokaklarda vaaz etmeyi ve Kitabı
Mukaddes'i yaymayı en büyük hizmet sayarlar. Kilise gizemlerine itibar
etmezler. Çocuk vaftizi yerine ebeveynlerin “Çocuk yetiştirme sorumluluğunu,
Teslis'i ve Günah Çıkarmayı” vurgularlar. Sabit bir İbadet metinleri yoktur.
İbadet toplantılarında dua eder, ilahiler söylerler. Halkın dikkatini
çekebilmek için cadde ve kalabalık yerlerde serbest toplantılar düzenlerler.
Cemaat içi kadın-erkek eşitliğine saygı gösterirler. Alkollü içkileri, sigarayı
ve devlet memuriyetine girmeyi haram sayarlar. Bunlarla savaştıklarını
söylerler. 1978 de yaklaşık 2,5 milyon üyeleri (askerleri) vardı. Merkezleri Londra'dadır.
Protestan Kiliseler Birliği üyesidirler.
[488]
Kurucuları W. Booth
vaazlarını şehrin sefalet bölgelerinde davul ve trampetler eşliğinde yapıyordu.
İlk mensupları fahişeler ve ayyaşlardı. Etkili vaazları yanında yaptığı
düzenlemelerle sefalet içindeki halka yiyecek dağıtırdı. Daha sonra alkol
bağımlılarını ve fahişeleri kurtarmak için yurtlar kurdu. Kimsesiz çocuklar,
genç kızlar ve ihtiyarlar için koruma evleri açtı. Deneyimlerindeki
başarılarıyla çeşitli ülkelerde hastane, poliklinik, okullar açılmasına, sosyal
yardım müesseseleri kurulmasına öncülük etmiştir.
[489]
17. yüzyılda
İngiltere'de siyasi ve dinsel mezhep kavgaları sebebiyle ortaya çıkmışlardır.
Hareketin kurucusu George Fox (1624-1691) dur. Fox Kitabı Mukaddes'i şahsına
gelen vahiy kabul eder ve onun bir defalık değil sürekli olduğunu vurgular. Her
insanda bir “İç ışık” bulunduğunu, Tanrı'nın yüksek kulelerde, görkemli
binalarda değil, her yerde, özellikle İnsanların kalplerinde bulunduğunu
söyler. Cemaat ruhçu ve mistik özelliğe sahiptir. Belirli bir inanç sisteminden
söz etmezler. “Dostluğu” vurgularlar. Temel Hıristiyan ilkelerine bağlıdırlar.
İlk Hıristiyanlık ruhunu tekrar canlandırmaya çalışırlar. Diğer din saliklerine
de hoşgörüyle bakarlar. Ancak Hıristiyan olmayanı Kuveykır (dost) saymazlar.
Tanrı'nın doğrudan doğruya insan kalbinde ortaya çıktığına inanırlar. Formüle
ibadeti, sakramenti, rahiplik ve din görevliliğini kabul etmezler. Aralarında
tefekkür toplantıları yapıp, Kutsal Ruh'un ilhamını beklerler. Askerlik
yapmayı, yemin etmeyi kabul etmezler. Ekümenik Kiliseler Birliği üyesidirler.
1969 da yaklaşık 200.000 üyesinin olduğu tahmin edilmiştir. Vaftiz ve Komünyon
ayinlerini bırakmışlardır.
[490]
20. yüzyılın
Hıristiyan dindarlık hareketi sayılır. Hareketlerini “Ahir zaman uyanışı”
olarak değerlendirirler. Kutsal yazıların ilhamını savunurlar. 1000 yıllık
Mesih saltanatı için, İsa'nın çok yakında geri geleceğine inanırlar. Hizmetsiz
inanç hayatının mümkün olmadığını, Mesih cemaatının Tanrıya kendini adayanların
cemaatı olduğunu söylerler. Çocuklarını çeşitli pazar ve yaz okullarıyla
eğitirler. Aralarında güçlü bir sosyal yardım anlayışı hakimdir. Komünyonu
İsa'ya sevginin deliü sayarlar. Tüm fertlerin katılımına gayret gösterirler.
Protestan Kiliseler Birliği üyesidirler. Dünyada yaklaşık 65-75 bin üyesinin
olduğu tahmin edilmektedir.
[491]
Katolik-Havariler
Kilisesine genelde “Irvingianlar” da denir. Hareketin kurucusu İngiliz Edward
Irwing (1792-1834) dir. dünyanın sonunun ve mesih gününün yaklaştığını ilan
etmiş ve yeni havarileri hizmete çağırmıştır. Fransız ihtilâli “Kıyamet Alâmeti”
olarak kabul edilir. Kilisenin genel inançları Anglikan kilisesi
paralelindedir. 1000 yıllık mesih saltanatı için, İsa'nın yakında geri
geleceğine inanırlar. Bunun için Kilise Teşkilatının "Havariler
Zamanındaki" gibi olması gerektiğini savunurlar. Komünyon ayinindeki ekmek
ve şarabın, İsa'nın gerçek eti ve kam olduğunu kabul etmezler, onları sembol
olarak algılarlar. Dünyada 100.000 kadar taraftarlarının olduğu tahmin edilir.
[492]
Kurucusu Abram
Pojak'dır. Yahudi asıllı bir aileden 1900 yıllarında Rusya'da doğmuştur.
Almanya'ya göçtükten sonra Hıristiyanlığa ilgi duymuş ve Hıristiyan olmuştur.
1935 de Kudüs de “Yahudi-Hıristiyan Birliğini” kurmuş, hareketi Avrupa'ya
taşımıştır. 1963 de Möttlingen'de ölmüştür. Cemaatın liderliğine meşhur basın
kralı Albert von Springer getirilmiştir.
Ahir zamanın geldiği,
yakında olağanüstü olayların görüneceği görüşündedirler. İsa Mesih'in kuracağı
Tanrısal Devleti beklerler. Sayıları bilinmiyor. Kiliseler Birliği'ne sempati
duyarlar.
[493]
Mezhebin tarihi NewYork'lu
William Miller'in (1782-1849) 1833 de Babtist Kilisesinde vaızlığa başlamasına
dayandırılır. İlk zamanlarına “Miller Hareketi”de denir. Hz. İsa'nın yakında
geleceğini vurgulayan, Mesihci bir hareket olarak doğmuştur. Miller 1843 de
İsa'nın geri döneceğini hesaplamıştı. Tanrı ile konuştuğunu, kendisine
insanları uyarma görevinin verildiğini iddia ediyordu.
Adventist Dergisini
yayınladı. İddialarıyla binlerce kişi Mesih İsa'yı beklemeğe başladı. 1844 de
de İsa'nın geri gelmemesi, cemaatı huzursuzluğa sevk etti. Ancak kehanet yeni
yorumlarla süresiz ertelendi. Miller 1849 da öldü. Cemaatın bir kısmı, İsa'nın “Ruhen”
geri döndüğüne, rahmet devrini başlattığına inandı ve 1844'ü Büyük günün
başlangıcı saydı. Yeni lider ve yorumlarla cemaat ve akım günümüze kadar
gelmiştir.
Adventistler Kitab-ı
Mukaddes'i ilk “Kutsal kitap” olarak kabul ederler. İsa'nın da yaratıldığına,
ancak İsa'da ve Kutsal Ruh'da Tanrısal ruhun bulunduğuna inanırlar. Ölen
Hıristiyanlar, gökte İsa ile beraber yaşarlar. Zaman gelince hepsi birlikte
geri döneceklerdir. Yani ölümden uyanacak, 1000 yıllık Mesih Devletinin
ihtişamını yaşayacaklardır. Tütün ve sarhoşluk veren şeyleri haram sayarlar.
[494]
1976 tahminlerine göre dünyada yaklaşık 3 milyon taraftarı hesap edilir.
Amerikalı Mary Baker
Eddy (1821-1910) isimli bir hanım tarafından 1879 da kurulmuştur. 1883 den
itibaren "Christian Science Journal" isimli aylık bir dergi
yayınlamaya başlamışlardır. Mezhep ilk toplantısını 1888 de Chicago'da
yapmıştır. Mary Baker Eddy'nin Science and Health isimli kitabının Allah'ın saf
vahyi olduğuna inanırlar. Hıristiyanlık içindeki görüşlerinin temelini bu kitap
teşkil eder. Hz. İsa'yı “Tanrı Oğlu” kabul ederler. Tanrının İsa ile cevher
birliğine, ancak “Tanrısal tezahürlerin ve ferdiyetlerinin sayısız varlığına”
inanırlar. Dünyanın çeşitli ülkelerinde üyeleri vardır. Dünya Kiliseler Bjrliği
toplantılarının gözlemci üyesidirler. Amerikan Protestan Kiliseler Birliği ile
diyalog halindedirler.
[495]
Kurucusu Alexandre
Freytag (1870-1947)'dır. Günahsız bir hayatın sonunda ölüm olmayacağına
inanırlar. Bitkisel gıdalarla beslenmeye, İsa'nın ahirzamanda başkanlığını
yapacağı Adalet Devleti'nin kurulmasına çalışırlar.
Diğer kiliselerle
ilişki kurmazlar. Yaklaşık 70.000 üyesinin olduğu tahmin edilir.
[496]
Kurucusu Amerikalı
Joseph Smith (1805-1844), İsa'nın ilk kilisesini yeniden kurmakla
görevlendirilmiş bir “Peygamber” olduğunu hissediyordu. “Mormon Kitabı” (The
Book of Mormon) isimli Eski ve Yeni Ahid'e paralel kutsal bir kitap ortaya
koydu. Cemaatın büyük bir kısmı 1845 de Utah Eyaleti “Büyük Tuz Gölü” vadisine
göçtü ve orada Salt Lake City'yi kurdu.
Mormonlar Allah'ı
insan suretinde, insan ölçülerinde, et ve kemikten bir varlık olarak tasavvur
ederler. Tanrı'nın insan ve ruhlardan oluşan çocuklar içinden, kendine bir eş
seçtiğini de söylerler, Yahudilikteki Tanrı Yahve'yi "İsa Mesih"Ie
özleştİrİrler. İsa Mesih Tanrı'nın çok sayıdaki oğullarının en yaşlısıdır.
Diğerlerinin en büyük kardeşidir. Kazançlarının %10'nu kilise vergisi olarak
öderler. Alkol, sigara, et, çay, kahve ve sigara, sohbet haram sayılır.
Dünyanın çeşitli ülkelerine yayılmışlardır. Ağırlık Amerika'da dır. 50 milyon
kadar üyelerinin olduğu tahmin edilmektedir.
[497]
Mezhebin kurucusu
tabiat filozofu Emenuel Swedenborg (1688-1772) dur. Gördüğü rüya ve vizyonlarla
1744 de Londra'da ilk cemaatını kurdu. Swedenborg'un vahiy aldığı ve
görüşlerinin vahye dayandığı kabul edilir. Buna göre, tabiat ve kainat yoktan
değil, kendiliğinden ortaya çıkmıştır. İnsanın cennetlik veya cehennemlik
olması kendi elindedir. Melek ve cinleri Allah yaratmamıştır. Onlar iyi veya
kötü İnsan ruhlarıdır. Yaşayan İnsanlara da tesir ederler. Kendilerine özgü
tefsirleri vardır. Yeni ve Eski Ahid'in bazı yazılarını uydurma (apokrif)
sayarlar. İsa'nın Tanrı'nın inkarnasyonu olduğu görüşündedirler, Bu sebeple
teslis 'i kabul etmezler, Tanrı'nın birliğine inanmakla birlikte, İsa ve Kutsal
Ruhu Tanrı'nın değişik tezahürü sayarlar. İsa'nın miracının maddi değil, ruhen
olduğuna inanırlar. Ruh göçünü kabul ederler. Ebedi kurtuluşta iman yanında
amelin de rol aldığına inanırlar. İsa'nın tekrar döneceği görüşünü kabui
etmezler. Avrupa ve Amerikanın çeşitli ülkelerine dağılmış yaklaşık 60.000
üyenin olduğu tahmin edilir.
[498]
Cemaat kurucusu
Charles Taze Russell'(1852-1916)'dir. Hareket noktaları İsa'nın yakında
gelerek, Ahirzaman Tanrısal Devletini kuracağı ve 1000 yıl sürecek saltanatına
başlayacağı beklentisidir. Sık sık verilen ve çıkmayan kehanetlerini yeni
yorumlarla değiştirirler ve bekleme heyecanını canlı tutarlar. Kilise'nin
teslis görüşünü ve ruhun ölümsüzlüğünü kabul etmezler. Evrim teorisini
reddederler. Aktif misyon faaliyetleriyle dünyanın çeşitli ülkelerine
yayılmışlardır. 5 milyon kadar taraftarlarının olduğu tahmin edilir.[499]
Mezhebin kurucusu
Herbert W. Armstrong (1893-198?) Adventist ve Britanya İsrail Hareketi
çevrelerinin etkisinde, eklektik bir görüşe sahipti. Cemaat Ahir Zaman
beklentisi ve hesabı içindedir. Darvinizm'i Kitab-i Mukaddes yoluyla çürütmeye
çalışırlar. Güçlü bir misyon teşkilatları vardır. Çeşitli dergi ve okuyucu
sayısından yaklaşık 4 milyon taraftarının olduğu tahmin edilir. Dünyanın
çeşitli ülkelerinde basın-yaym yoluyla aktif misyon faaliyetlerini sürdürürler.
Klar und Wahrs dergileri Türkiye'de de en çok dağıtılan misyon
dergilerindendir.
[500]
Hıristiyanlığın
başlangıcında Ebionitlerde, sonra da Vlonarşianizm ve Aryaynizmde görüldüğü
gibi, Hıristiyanlık tarihinde teslisi kabul etmeyen, tanrının Üç şahısla
açıklanmasına karşı çıkan görüşlerin reformasyonla yeniden filizlendiğini
görüyoruz. Reformcu kilise hareketleri arasında teslisten uzaklaşan, İsa'yı
tanrı değil, peygamber ve İnsan sayan akımların varlığına da rastlıyoruz.
Bunlar büyük kiliselerce sapık sayıldıkları için, bugüne kadar Kiliseler
Birliğine kabul edilmemişlerdir.
Literatür:
1- İsmail
Yılmaz, Uniteıyanizmin doğuşu ve Bunu Etkileyen Dini Faktörler, Bursa 1994
(basılmamış doktora tezi); Bilal eBaş, Bir Hıristanhk Mezhebi Olarak
Aryüscülük, (basılmamış Yüksek Lisans tezi) İstanbul 1999.
Kainat düzeninin
Allah'ın birliğine bağlı olduğu, İsa Mesih'in ilahlaştırılamayacağı; Tanrı'nın
Adem ve soyuna olan öfkesini dindirmek için İsa'nın kendini kurban ettiğine
inanmanın, merhametli Tanrı'ya karşı yapılmış bir iftira olduğu görüşleriyle
kimlik bulun Üniteryan akımının öncüsü Michael Servetus (1511-15539, Engizisyon
Mahkemesince diri diri yakılarak şehit edilmiştir. Yankı bulan fikirleri,
İngiltere'de John Bidle (1615-1662); Samuel Clark (1675-1729), Thomas Emlyn
(1663-1741), James Martineau (1805-1900); Amerika'da William Ellary Channing
(1780-1842) tarafından geliştirilmiştir. Paralel gelişmeler Polonya'da
FaustusSocinus (1615-1662), Macaristan'da Francis David (1510-1579) öncülüğünde
geliştirilmiştir.
Üniteryanlar Allah'ın
Bir olduğuna ve kainat düzeninin birlik prensibine göre işlediğine, mecazi
olarak bütün insanların Tanrı'nın çocukları sayılabileceğine inanırlar ve diğer
kiliselerin teslis öğretisine karşı çıkarlar. Hz. İsa'nın Marongoz Yusufla
Meryem'in çocukları olduğuna inanır, “Mucizevi doğumu” kabul etmezler. Allah'
in her dönemde, insanlara doğruyu bildirmek için peygamberler gönderdiğine ve
İsa'nın da bu zincirin önemli bir halkası olduğuna inanırlar. Ezeli günah
doktrinlerini de kabul etmezler ve bunu Tanrı'ya iftira olarak kabul ederler.
Kutsal ruhu ise, insan ruhunun derinliklerine Allah'ın yerleştirdiği bir ilham
aracı olarak yorumlarlar. Ancak ahiret inançları berrak değildir. Sistemlerinin
temelini İndilerin oluşturduğunu vurgularlar. Toplu ibadetleri, ferdin
şuurlanmasmayol açan olumlu davranışlar olarak görürler. Vaftiz ve Evharîstiya
gizemlerini kabul etmekle birlikte, vaftizi, Allah'ın çocuk ihsanına bir şükür,
Evharistiyayı da İsa'nın mesajlarını hatırlatan, kişilerin dini ve ahlaki
hayatını geliştiren bir “Ayin” olarak yorumlarlar.
Reform hareketleri
esnasında Kilise'nin Teslis inancına tepki olarak doğmuştur. Çeşitli gruplara
ayrılmışlardır. İngiliz, Alman ve Amerikan Üniteryan kiliseleri vardır. Ortak
inançları: Teslis'in reddi ve Allah'ın birliğine imandır. Rasyonalizmi
dogmatizmin önüne koymuşlardır. İsa sonrası Kilise yorumlarına değil, tarihi
İsa'ya ve onun hayatına değer verirler, Hz. İsa'nın bir insan ve Allah'ın
peygamberi olduğuna inanırlar. Aralarında ibadet farklılıkları vardır. Çeşitli
ülkelere dağılmış bir milyona yakın Üniteryan olduğu tahmin edilir. Ağırlık
Amerika ve İngiltere cemaatlarındadır.
[501]
Kurucusu Jacob
Lorber'e (1801-1864) dayanır. Cemaat Almanya'da doğmuştur. Lorber Allah'tan
vahiy aldığını iddia ediyor ve buna “Allah'ın Kâhyalığı, Vekilliği” diyordu.
Ölümüne kadar da her gün kendisine vahiy geldiğini iddia etmiştir. Vahiy veya düşüncelerini
yazılarında kaydetmiştir. Böylece 25 ciltlik kutsal yazılar külliyatı ortaya
çıkmıştır. Geçimini ise, keman ve musiki dersleri vererek kazanmış; 1864 de
Graz'da bekâr ve yoksul olarak ölmüştür.
Lorber duyduğu
seslerin, aldığı vahiylerin İsa Mesih'ten geldiğini söylüyordu. Külliyatının 10
cildinin ismi “Groj’le Evangelium Johannisdır. İsa'nın hayatını tasvir eder.
Muhtevada İndilerden farklı teferruata rastlanır. Tabiat ve ölüm sonrası ile
ilgili konulara yer verilir. Ölümünden sonra dostları Külliyatını
yayınlamışlardır.
Lorber"e göre
İsa, tamamen “İnsan"dır. Diğer kilise mensuplarının İsa'nın uluhiyeti
iddiaları doğru değildir. İsa faziletiyle "Tanrısal Nura” kavuşmuştur.
Taraftarları gayr-ı resmi bir cemaat gorünümündedirler. Teslis 'i kabul etmezler.
Cemaat üyeleri çeşitli kiliselere üye olmakla birlikte, Lorber'in eserleri
etrafında toplanırlar. Dünyada 45.000 kadar taraftarının olduğu tahmin edilir.
[502]
Hareket
Hıristiyanlığın havarilik rufıunu yeniden canlandırmak gayretiyle 1902 de
doğmuştur. Cemaat İdarecisi Havari Ephraim (ölm. 1923) idi. Kutsal yazılara ve
Havarilik düşüncesine dayandıklarını söylerler. Dinin anlaşılmak için değil,
hissetmek için olduğunu, söylerler. İsa'nın “Tanrı Oğlu” olduğu tezini kabul
etmezler. Kiliseler Birliği İle ilgileri yoktur. Taraftarlarının çoğu
Almanya'da yaşarlar.
[503]
Günümüz Afrika'sındaki
gelişmelerle eski sömürge hakimiyetlerinin bağımsız devletlere dönüşmesi,
dinsel bakımdan da çeşitli gelişmeleri beraberinde getirmiştir. 16. Yüzyılda
başlayan Batılı misyon faaliyetleri çeşitli Hıristiyan mezheplerini de buraya
taşımış ve fılizlendirmişti. Daha önce bölgede Müslüman tüccarlar vasıtasıyla
organize olmadan tesadüfen yayılmış İslam da vardı.
Bugün Hıristiyanlık
öncesi ilkel Afrika halk dini kalıntılarının yeniden canlanması yanında,
siyasi-milli duyguların hareketlendiği, sömürgeciliğe karşf tepkiler görülür.
Bu arada Afrika kabile ve cemaatları içinde yeni bir dinin kurucusu, vahiy
taşıyıcısı görünümünde Siyah Mehdi hareketi de görülür. Yeni mezheplerin çoğu
beyaz misyon cemaatlarının çözülmesiyle ortaya çıkan hareketlerdir.
Sömürgecilerle misyon kiliselerinin yakınlığı ne kadar çoksa, ayrılma şuurları
da o kadar kuvvetlidir. İlk grupsal kopmalar Paris Misyon Kilisesinde 1872’de
başlamıştır. Bunda ırk ayrımlarının rolü büyüktür.
[504]
1911 de İsaiah
Shembe'nin kurduğu Nazareth Baptist Church Afrika'nın etkili mezheplerindendir.
Shembe, Zulu kabilelerinden Natal boyuna mensuptu. 1870 de bugünkü
Oranje-Bağımsız Bölgesinde doğmuştu. O ne okula gitti, ne de resmi dil
İngilizce'yi öğrendi. Daha sonra mesih olarak gönderildiği şuuruna ulaştı.
Vaazlara başladı. Okyanus sahilinde hasta tedavicisi ve Cin çıkarıcı olarak
faaliyet gösterdi.
[505]
Shembe daha çocukken
de gaipten sesler duyuyordu. Bir fırtına esnasında şimşekler içinde kendisine
hitap gelmişti. “Ahlaksızlığı Bırak!” deniyordu. Daha sonraları da şimşek
vasıtasıyla vizyonlar görmeğe devam etti: Yerde yatan insan veya meleklerden
bir kalabalık gördü. Çürümekte ve kokuşmakta olan kendi cesedini gördü. İlk
vizyonunda “Ahlaksızlığı bırakmas” emri kendisine verildi. “Yahova bana
tedavinin ilaçla değil, sözle yapılmasını vahiy etti.” diye hasta tedavisine
başladı. İsaiah Shembe vaaz etti, hastalara şifa dağıttı, cinleri kovdu.
Cemaatı Pazar yerine Cumartesiyi kutsal sayıyordu. Shembe'nin ruhsal
yetenekleri yanında, teşkilatçılığı, mükemmel şairlik ve musiki yetenekleri de
vardı. İkiyüzün üzerinde kendi şiirini bestelemişti. Bunlar elçiliğinin ve
öğretisinin Zulu dilindeki ifadeleri idi. Kendisine akan mal ve zenginliğe
değer vermedi, eskiden olduğu gibi basit kulübesinde yaşamaya devam etti.
Kendisinden sonra vasiyeti üzerine 1904 doğumlu 2. Oğlu Johannes Galilee Shembe
cemaat idaresini üstlendi.
[506]
Johannes iyi eğitim
görmüş, üniversitede okumuş, bir lisede öğretmen olmuştu. Babasının ölümünden
sonra yerini aldı. O, babasının yazdıklarından ilhamını alarak görev yaptı.
Beyaz Mesih'ten beklediklerini bulamayan Afrikalılar yönlerini siyah mesihe
döndürmüşlerdi. Siyah Mesih'in günlük hayatında, bedensel varlığında hidayet
yolunu görmüşlerdi. Nazareth Cemaatına göre, Shembe beklenen Mesih'in
kendisiydi. Göklerin anahtarı ondaydı. O hidayet kapısının anahtarı ve sahibiydi.
Sadık müminlere kapıyı açacaktı.
[507]
1921 de Simon Kimbangu
tarafından kurulan İsa Mesih Kilisesine göre, peygamber Kimbangu 1951 de 30
yıllık hapis hayatından sonra ölmüştür. Kendisinin ölümden dirildiğine Tanrının
yanına oturduğuna inanılır. O müminlerin ruhlarında yaşamaya devam etmektedir
ve istikbalde bedensel varlığıyla da geri gelecektir.
[508]
Afrikalı mesihler
peygamberlik ve dinsel tebliğleri yanında, şifa dağıtırlar. Özellikle cinleri
vücuttan kovduklarına inanılır. Beyazların ilaçlarını kullanmalarını, beyaz
hekimlerin tedavilerini yasaklamıştı. Bu İsaiah Shembe cemaatına kabul
şartlarından biriydi. Nazaret Cemaatı sağlık aşısının ilaç sayılamayacağı
gerekçesiyle aşı olmayı 1944 sonrası kabul etmiştir. Şifa merasimlerinde kaynak
suları ve banyoları önemli rol oynar. Zulu geleneklerinde rüya ve vizyon vahiy
sayılır. Meleklerin veya kutsal ruhun mesajı sayılır. Rüyada görülen ışık,
parlak elbise, nehir ve su manevi mesajlar olarak yorumlanır. İnananların en
büyük arzusu rüyada İsa'yı ve Tanrı'yı parlak elbiseler içinde görmektir. Çok
kadınla evlilik, sınırlı ölçüde serbesttir. İbadetlerde şarkılar, ilahiler ve
dans önemli yer alır. Beyazlarca putperestlik sayılmasına rağmen, dans
siyahların vazgeçilmez gerekliliğidir. Kadın ve erkekler kendi cins 5% yaş
gurupları arasında geleneksel milli kıyafetleriyle dans ederler. Simon
Cemaatınca ilaç, tütün, alkol, kahve, domuz eti yasaktır.
[509]
Bu mezhepler
Hıristiyanlıkla doğrudan doğruya ilişkileri olmamakla birlikte, Hıristiyanlığın
Doğu Felsefeleriyle sentezlerinden veya Hıristiyanların çoğunlukta olduğu Batı
Ülkelerinde doğup gelişmişlerdir:
Teozofi Cemiyetinin
ana prensibi “Hiçbir din hakikatten daha üstün değildir” sözünde ifadesini
bulur. 1875 de Nevv York'da kurulmuştur. Kurucusu Helena Petrowna Blavatsky
(1831-1891) isimli Rus asıllı bir hanımdır. Batı Avrupa ve Amerika'da pek çok
seyahatler yapan Blavatsky, ruhçuluk deneyimleri üzerine konferanslar
vermiştir. Cemiyetin merkezi 1879 da Hindistan'a taşınmış, Blavatsky de
Budizm'e girmiştir. Tibet'de Malıatma ile ilişki kurmuş, görüşlerini “Gizli
Öğreti”, “Kosmogenis”, “Anthrogenesis” ve “Esoterik” isimli kitaplarla
açıklamıştır. 1897 de “Uluslararası Theosophie Kardeşliği1' birliğini
kurmuştur.
İnançlarına göre,
Teozofi Bütün dinlerin hedefi, meyvesi, çekirdeği ve varlığıdır. Teozofi ile
"Tüm dünya tanrının kilisesi olacaktır”. Kurtuluş insanın kendi içindedir.
Her görünen varlık, fiziki dünyada vücutlaşmış olan mutlak varlığın bir
sembolüdür. Düşüncenin bedenleşmesidir. İnsanın varlığı da önceki karmasının
meyvesidir. Karmanın taşıyıcısı ve deposu insanın kendi şahsiyetidir. İnsan
evrim yoluyla Tanrı oluncaya kadar reenkarnasyon çemberi içinde dolaşmaya devam
edecektir. Teozofıstler Yeni Eflatunculuğun sudur nazariyesini, Hint dinlerinin
karma ve reinkarnasyon görüşlerini benimserler. İnsanın hedefi ve kurtuluşunun
yavaş yavaş maddeden sıyrılarak saf ruh haline gelmek olduğunu söylerler.
Avrupa ve Amerika'da yayılan cemaat üyelerinin kesin sayısı bilinmemektedir.
[510]
Özel kültleri yoktur. İbadetleri Blavatsky'nin anılması, resim, müzik vs.
merasimlerinin dinsel karakterle icra edilmesidir. Grup meditasyonu önemli rol
oynar.
“Anthroposophie
Cemiyeti" 1913 de kurulmuştur. Kuruluşu ve tarihî Rudolf Steiner'le
(1861-1925) yakından ilgilidir. İnsanın varlığı hakkında tabiat ve duyular üstü
alemden alman kâmil bilginin insanlığı aydınlatacağına inanılır. Ruhun varlığı
konusunu araştırmadan uzak dururlar. Ruhsal tasavvurları tefekkürle anlamaya
çalışmanın daha doğru olduğunu savunurlar. Meditasyona büyük değer verirler;
manevi aleme yönelmekle, manevi duyumlara ve ilhama ulaşılabileceğine; ölüm ve
doğum ilişkisini ve kozmolojiyi anlayabileceğine; ilhamın tanrının okunamayan
yazısı olduğuna inanırlar. Steiner'e göre, înciller birer kehanet kitabıdır,
inananları Mesih'e götürür. İncil yazarları hikmet sahibi kişilerdir. Yohanna,
kozmik insan İsa'nın şuurluluk ruhunu; Markos, duygu alemini; Matta düşünce
alemini tasvir etmişlerdir. Yine Hıristiyanlıktaki inanç ve ibadet konularını
teozofık yollarla açıklamaya çalışırlar. İsa'nın ruhunda Zerdüşt'ün ve Buda'mn
da tezahür ettiğini anlatırlar. Yeni cemaat için, Mezhep saliklerinin
bulundukları eski dinden veya mezhepten ayrılmaları gerekmediğini söylerler. Bu
sebeple akımın taraftarları çeşitli dinler içinde dağınık olarak yaşarlar.
Kendi aralarındaki ilişkilerini dernek üyeliği şeklinde sürdürürler. Almanya'da
20.000 üyesinin olduğu tahmin edilir.
[511]
Gizemli, sembolik ve
mistik düşünceye açık bir harekettir. Kökleri 16 ve 17. yüzyıllara kadar iner.
Simya, Kabbala, Paracelsus (1493,-1541) felsefeleri dinde büyük rol oynar.
Mistiker ve Teozoflarm mezhebe katkıları büyüktür. Tabiattaki Tanrısal
işaretlerden hareketle tanrının tanınabileceği görüşüne ağırlık verirler.
Skolastik ilimleri kabul etmezler. Felsefe ve ilahiyat, iman ve bilgi arasında
bir sentez ararlar. Tarihi gelişmeler esnasında cemaat yeni yorum ve ekollere
ayrılmıştır. Avrupa'daki en eski gurubunu Masonlar oluşturur. Yeni hareketler
olarak:
a- Antiquus
Mysticus ordo rosae crucis, 1916 da gazeteci ve psikolog H.Spencer Lewis
(1883-1936) tarafından Nevv York'da kurulmuş ve Avrupa'da da yayılmıştır.
b- Heindel
Rosenkreuzer Cemaatı, Max Heindel (1865-1919) tarafından Almanya'da
kurulmuştur. İkinci dünya savaşından sonra cemaat Darmstadt'da Georg Vollmer
(ölm.1971) tarafından tekrar hayata geçirilmiştir.
c- Lectorium
Rosicrucianum, Jan van Rijckenborgh (Ölm. 1968) tarafından kurulmuştur. 1936
den beri merkezleri Haarİenr dedir. Avrupa'da şubeleri vardır,
Bu mezhep taraftarları
“Transfiguration” (değişim) kavramını çok kullanır. İnsan varlığını inanç,
davranış ve takdis ile değiştirmeyi hedef edinmişlerdir. Tanrısal gücün insanın
içinde olduğuna, bunun uyandırılması ve aktif hale getirilmesi gerektiğine
inanırlar. İnsanın kendini idraki, ilahi aleme girişin başlangıcıdır, derler.
Takdis eylemleriyle hayvani kısımlardan kurtulup temizlenmeyi, bilgi ve
tefekkürle Tanrısal güce ulaşmayı, Tanrısal ruhla bütünleşmeyi arzu ederler.
Manevi mertebelerden geçerek insanın da tanrılaşacağına inanırlar. İsa Mesih'i
de bu açıdan değerlendirirler. Varlıklarını çeşitli Hıristiyan mezhepleri
içinde sürdürürler. Özel kursları ve okulları üyelerini eğitmeyi amaçlar.
Amerika ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde dernek ve misyon merkezleri vardır.
[512]
1963 yılında Avusturya
Linz şehrinde Welt Spirale (Kâinatı Yenileme ve Geliştirme Ahlak Cemaatı)
olarak resmen kuruldu. Kurucusu Leopold Brandstatter (1915-1968) çeşitli
dinlerden malzeme alan sentezci bir yapıya sahiptir. Ona göre kâinattaki bütün
varlıklar görünüşlerindeki farklılıklara rağmen, Tanrısal kaynaktan sudur
ederler, aynı köke sahiptirler. Farklılık ve varlık çeşitliliği bir yanılgıdır.
Lâtif cevherlerden en kabasına kadar çeşitli kademelerde yer alan varlıkların
en üst kademesi, Tanrısal alemdir. Manevi alemdir. Kainat ve insan yedi kattan
meydana gelir. İnsanın benliğinde madde dışında latif madde ve prensipler de
vardır. Ancak Tanrısal kıvılcımlara sadece insan sahiptir. Tüm hayatın ve
karmanın asimilatörü insandır. Karma ve reinkarnasyon sayesinde insanda
gelişmeler olur.
Kâinat içinde oluşumun
ve yok oluşumun hareket ettiği spiral bir yapı vardır. Yukardan aşağı sudur
eden, boşalan hayat, tekrar tekrar alt kısımlara ayrılır. Maddenin içine doğru
çöker, pek çok aldatıcı görünümlere ulaşır. Kainatın logos'u, Musa'yı ve İsa'yı
öğreten Tanrıdır. Venüs'ün logos'u ise, kainatın annesidİr. Tanrı da aslında
bir insandır. Güneşin ve Saman Yolunun logosu olabilmek için, kişi kendi
kemalâtını geliştirmeye çalışmalıdır.
Şuurun yüksek
kademelerine ulaşmak için, bir üstadın (şeyhin) kılavuzluğuna ihtiyaç vardır,
ki bu Tibet'deki Sambala şehrindeki üstattır. Onlar inkarnasyon içinde yaşarlar
ve vazifelerini yerine getirirler. Bunlar Krişna, Buda, İsa, Muhammed,
Konfüçyüs, Laotze, Zerdüşt, Psagor, Eflatun, Süleyman, Origenes ve Jakob Böhme
vs. de tezahür etmişlerdir. Manevi makamlardan “Budalık makamı” 7. makamdan da
üstte 8. makamdır. Günümüz Sambala hakimi Üstat Morya'dır.
İslam'ın ve
Yahudiliğin inandığı Allah inancı bunlarda yoktur. Cemaat mensupları Batı ve
Orta Avrupa'da yayılmışlardır. Cemaatlarına has bir ibadet biçimleri yoktur.
Çeşitli din ve mezhepler içinde varlıklarını sürdürürler.
[513]
Ruhların varlığı ve
tezahürlerine inancın kökleri çok eskilere dayanır. Hemen hemen bütün dinlerde
vardır. Ölümden sonra yaşama, ahiret, ruhlar alemi vs. gibi ruhla ilgili
tasavvurlar dinlere zenginlik kazandırır. Ancak ilmin rasyonalizme ve insanın
elementer varlığına yönelmesi, ruh kavramına da mantıki, akılcı, tecrübi bir
temel arama eğilimini geliştirdi. Tabii ilimlerdeki metotlardan yararlanma, ruh
kavramı araştırmalarına bazı ilkeler koyma eğilimlerini doğurdu. Yani
spiritualizm insan düşüncesi ve inancındaki modern bir gelişme ve dünyevileşme
ürünüdür. Bir tarafta dünyeviieşme, maddilesine yönüne karşı bir protest, diğer
yönde dünyevi düşüncenin kabul edilebilir unsuru olmak, model göstermek
yöntemiyle kabul edilebilirlik ve kuvvetlenmek arayışıdır.
1848 yılında
yayınlanan Ludwig Feuerbach'ın “Hıristiyanlığın Varlığı” isimli kitabında, “Ebedi
hayata inanan kimse, bu hayatı ve değerini kaybeder. Veya daha çok değer
kaybetmiş olur. Semavi hayata inanç, bu hayatın değersizliğine ve yokluğuna
inançtır” denir. Aynı şekilde 1848 de Kari Marx da “Ahireti yalanlamak, burayı
kabul etmek anlamına gelir. Ahiret'te ki daha iyi bir hayatı yalanlamak dünyevi
hayatı tam bir yenilemek ve daha iyi bir teklifle bağlanmaktır”, demişti.
Feuerbach'm 1848 de dünyevi düşüncenin ahiret inancını düşman ilanı, Spirizmin
de doğumuna yol açtı. Olay bir teoriden çok, fenomen olarak başladı. Amerika
Birleşik Devletlerinde Rochester yakınlarında Hydesvilli'de oturan Metodist bir
çiftçi olan John Fox'un iki küçük kızı Leah (10) ve Kate (12) geceleyin
evlerinde kapı çalınması, duvar vurulması vs. gibi bir gulyabani sesi
işitirler. Çocuklar bu “Gürültücü ruhla” oyun kabilinden başarılı temaslar
kurarlar. Olayın duyulması üzerine Rochester aydınlarından bir araştırma gurubu
kurulur. Tıklama veya tıkırdama sesleri alfabeye dönüştürülerek ruhla
haberleşme sağlanır. Fox'm evinde yaşayan ruh, daha önce tüccar olarak
yaşadığını, öldürüldüğünü ve bodruma gömüldüğünü söyler. Bodrum kazıldığında
bir iskelet bulunur. Daha sonra Andrew Jackson Davis (1826-1910) “The
Philosophy of Spiritual Intercourse” isimli bir kitab yayınlar. Kitapta ruhlar
aleminden gelen haberler ve onlarla iletişim teknikleri üzerinde durulur.
Masayı tutma, otomatik yazma, derin trance vs. yöntemlerle spiritizme İlgi
duyanların sayısı 1885 de 2 milyonu bulduğu tahmin edilir. Amerika'da doğan bu
hareket Avrupa ülkelerinde de taraftar bulmaya başlar. 1882 de İngiltere de “Society
for Psychical Research” kurulmuş ve bunlar arasında ünlü kimyager, fizikçi,
psikologlar yer almıştır. Bu cemaatı diğer ülkelerde kurulan yeni cemaatlar
takip etmiştir. Araştırma cemiyetleri kurulmuş, büyük bir literatür ortaya
çıkmıştır. 1960 da üye sayılarının 100 milyon üzerinde oldukları tahmin
ediliyordu.
Spiritistler çok yönlü
bir faaliyet gösterirler: Yaptıkları toplantı ve oturumlarda, medyumlar
vasıtasıyla ölen yakınlarıyla ve öte taraf ruhlarıyla konuşurlar, öte dünya ve
kader hakkında bilgi edinmeye çalışırlar. Ruh hekimliği, ve tedavi yöneticiliği
yaparlar. Şifa veren güçlerin hastaya nüfuzuna çalışırlar, bazen kansız
amaliyatlar yaparlar. Uzaktan tedavilerde bulunurlar. Bazı medyumlar astral
seyahatlarda bulunduğunu, çok uzakları ziyaret ettiğini söyler. Hatta öte
dünyaya girip, sakinleriyle konuştuğunu iddia edenler de vardır.
Ancak Spiritizm'de bir
inanç ve görüş birliğinden söz etmek mümkün değildir. Çeşitli dinlerin ve halk
inançlarının nüfuzuyla geniş bir tasavvur ufku açılmıştır. Hıristiyan
ülkelerdeki akımlarla diğer ülkelerdeki akımlar arasında farklılıklar vardır.
Bu sebeple bir spirutaîizmden değil, çeşitli spİrİtualist akımlardan söz
edilir:
Spiritizm ile “Spiritualizm”i
birbirinden ayırmak gerekir. Aimanca'da “Spiritizm”den emprik-sistematik Öte
dünya araştırması anlaşılır. Ana konusu ölümden sonra öte dünyada hayatın devam
edip etmediği, araştırmasıdır. Bu gaye için Parafenomen gözlenir veya çağrılır,
kaynağı ve doğruluğu kontrol edilir.
Spiritizm bu gayede
bilimsel çalıştığı iddiasındadır. Medyum vasıtasıyla ölünün, ölüm tecrübesi ve
dünyadaki yaşantısı öğrenilmeye çalışılır.
Spiritualizm ise öte
dünya araştırma verileri üzerine bina edilen bir kainat görüşüdür. Bilgilerini
ruhların haberlerinden toplar. Medyumun deneyimine bağlı kalır, kainat hakkında
ve insanın iç dünyası hakkında kanunlar ortaya koyar. Tanrının varlığını
anlamaya çalışır.
Spiritizme göre madde
dünyası büyük bir hakikatin, küçük bir kısmıdır. “Latif madde” gizli bir kainat
gücü olan manyetizmle mukayese edilebilir. Günümüz spiritualizmi atom fiziği
kavramlarını sıkça kullanır. O ışık gibi neşet eden bir cevherden müteşekkildir.
Ondan tüm kainat meydana gelir. Kainat, "kaba maddeir materyal sıkışmış,
yoğunlaşmış ışıklardır, en küçüğü atomik kısımlardır. Latif maddeli dünya ise,
astral veya eter dünyası olarak da isimlendirilir. İnsan ise üç kısımdan
meydana gelir: Fiziki vücut, astral vücut ve ruh. Astral vücut fiziki vücudun
sadık bir refakatçısıdır. Duyma ve hissetme özelliklerimiz, organlarımız
bunlardandır. Bir de hastalanmayan, yaşlanmayan ve ölmeyen kısım vardır ki, bu
fizikî vücudun dışındadır. Bu ruhlardan özel bir mekândır. Bu değişmez,
bozulmaz bir cevher ve sonsuz bir hayattır. Bu ruhlar Allah tarafından
yaratılmışlardır. Dünya hayatı ruhların kemalât yolu üzerindeki bir durak, bir
istasyondur. Bu noktada ruhun inkarnasyonu tasavvuru konunun içine girer. Karma
öğretisi ile de süreklilik açıklanır, ölüm ise dünya sahnesinde bir halden
diğer hale geçiştir.
Astral âlem dünyadaki
manzaralara benzer. Dağlar, vadiler, sular, hayvanlar, ağaçlar, çiçekler,
şehirler vs. Ama orada bir cehennem ve ateş, su, çamur, karanlık, işkence
vardır. Ancak burası ebedi değildir. Ceza sürelidir. Ruhlar alemi ise her türlü
güzelliğin bulunduğu bir yerdir. Dünyadaki güzellikler orada da devam eder.
Spiritizm materyalizmi
ve materyalist ideolojileri kesinlikle reddeder. Tabii ilimleri yüzeysellikle
değerlendirir. Dinleri ise, kendi ölçülerine göre değerlendirir ve yorumlar. Bu
yönde “Hıristiyan Spiritizmini” temsil eden gurup ve dernekler kurulmuştur.
Ancak geleneksel kiliselerin görüşleri Spirİtistlere kapalıdır. Bunlar Kitab-ı
Mukaddes üzerinde pek durmazlar. “Kutsal Ruh” kilisenin kabul ettiği gibi
uluhiyetin bir parçası değil, ruhlar aleminin bir üyesidir. Hıristiyanlıktaki
Tanrısal Devlet de “Allah'ın Ruhlar Dünyası” olarak anlaşılır. Vaftiz ve
komünyon ayinleri ruhun kılavuzluğuna giriş olarak yorumlanır.
Spiritistler mensubu
oldukları dinlen tenkit etmekle birlikte, onları terk etmezler. Kendi
görüşlerine göre yorumlamayı tercih ederler. Pek çok taraftarları olmakla
birlikte sayılarını tahmin güçtür.[514]
Literatür:
1- Ernst Benz,
Neue Religionen, Stuttgart 1971, ss. 112-124.
Ufoloji mezhebi yeni
dinler arasında en dikkate şayanıdır. Öğretilerinin ve hidayet beklentilerinin
konusu Ufolardır. Mezhep mensupları kendilerine “Planetarienler” derler. Ufo, Unknown
fiying Object, deyiminin kısaltılmışıdır. Bilinmeyen uçan nesne anlamına gelir.
Yıldızlarda yaşayan varlıkların gezegenler arası uçuşlarında dünyamıza yaklaşan
vasıtalar, uzay gemileri olarak değerlendirilir. Mezhep son yıllarda hızla
yayılmış Amerika ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde cemaatlar teşkil etmiştir.
Haklarında çeşitli dergi ve gazete- lerde çok sayıda haberler yayınlanmıştır.
Akımın kökleri 16. Yüzyıla uzanır, yeni tabiat felsefeleriyle gelişir.
Çeşitli tabiat
araştırıcısı ve ilahiyatçıların uzayda, yıldızlarda ruhsal ve bilgisel yönden
dünyadakilerden daha üstünlüğe ulaşmış varlıkların bulunduğu, yaşadığı
tasavvurlarına dayanır. Bu düşüncenin öncüsü Alman Pietistlerinin başı
Friedrich Christoph Oetinger idi. İlk defa modern tabiat felsefesiyle
Hıristiyan kozmolojisini ve Ahir Zaman beklentisi ve Ahireti bekleme
tasavvurlarını birleştirmiştir. Yayınladığı yazıları büyük yankılar uyandırmış,
İlahiyat felsefesi ve Pietizme büyük etki yapmıştır. Astronomların “Gezegenlerin
sakinleri” hakkındaki görüşlerinin gelişmesine yardımcı olmuştur.[515]
Konuyu halk seviyesine indirgeyen, Fontenelle'dir. O zamanın astronomi
bilgilerim kullanarak yıldız sakinlerinin ruhsal ve bedensel yapıları hakkında
görüşler ortaya koymuş, onların da bize benzediğini, ancak bizden daha üstün
yeteneklere sahip olduklarını, insandan başka bir varlığa benzemeyeceğini
tasavvur etmiştir.
[516] Bu
konular daha sonraki devirlerde çiçekler açacak Bilimkurgu romanlarının
tohumları olmuş ve onlara ortam hazırlamıştır.
1938 da Amerika'da bir
radyo istasyonunun “Marslıların İstilası” isimli bir tiyatro oyunu yayınlaması, öyle inandırıcı
olmuştu ki, halk paniğe kapılıp bazıları intihara teşebbüs etmişti. Uzay
tekniğinin gelişmesi ruhsal endişelere yol açtı. 1947 de bir amatör pilot,
uzaylılar filosu gördüğünü iddia etti. Gazeteler de bu ve benzeri uçan cisim,
uçan daire haberlerini artırdılar. Bunun üzerine Amerikan Hava Kuvvetleri bir
araştırma komisyonu kurarak konuya el koymak zorunda kaldı. Görünen gök
cisimlerinin Amerikan Uzay araştırmaları için yapılan deneylerde kullanılan
araçlar olduğunu açıkladı. Spekülasyonlar azalmakla birlikte, inananları ikna
edemedi. 1952 de bir emekli deniz binbaşısı Donald E. Keyhoe'nün “Fiying
Saucersfrom outer spac” isimli kitabı yeni bir şoka sebep oldu. George Adamski
isimî biri, Ufo inananlarının baş havarisi oldu ve tasavvurları dini kimliğe
büründürdü. Venüslülerle konuştuğunu iddia etti, vaazlara başladı. Aslında
Adamski, bir meşrubat büfesi işleten ve büfesinin çatısında kurduğu küçük bir
teleskopla yıldızları seyreden bir amatör idi. O peygamber ve vahiy alıcısı
olarak kabul edildi. Etrafına toplananlarla kurulan cemaatte dinsel bir hava
oluştu.
[517]
Buna göre, dünyadaki
bazı büyük yapıların, örneğin Mısır Piramitlerinin yapımındaki plan ve
teknolojide uzaylıların çalıştığı iddia edilir. Diğer yönden Ahirzaman
beklentileriyle birleştirilen zaman tasavvurları ve gelişen atom teknolojisiyle
insanlığın ve dünyanın kendini imha edeceği kehanetinde bulunulur. Beklenen
atom patlamalarına karşı kurtuluş yolu, diğer yıldız sakinleriyle ilişki kurup,
felaket zamanında uzay gemileri ile başka gezegenlere veya yıldızlara gitmek
olarak görülür.
[518]
Ruhsal gezegen yolculuklarında' İsa benzeri şahıslarla karşılaştıkları
söylenir. Zaman zaman felaket ve kıyamet kehanetle rinde bulunulur. Zamanı
gelip gerçekleşmeyince de Allah merhamet etti, felaketi erteledi denir.
[519]
Türkiye'de de yankı bulan Erich von Dâniken' in ve benzeri yazarların bilim
kurgu kitapları cemaatın inançlarını etkileme de büyük rol oynarfer. Mart 1997
de Hale-Bopp kuyruklu yıldızının görülmesi üzerine Kaliforniya Rancho Santa
Fe'de 39 kişi uzun yol kıyafetleri ve yiyecekleri yanlarında olmak üzere toplu
intihar etmişler, kuyruklu yıldız ardındaki gizlenen uzay gemilerine
ulaşabilmek, yıldızlarda kurulu Cennete varabilmek için vücutlarından
kurtulmayı tercih etmişlerdi.
Günümüzde yaklaşık bir
buçuk milyarın üzerinde insanın inanç dünyasına hükmeden İslamiyet, Allah'ın
birliğine inanmak, O'na gönülden teslim olmak ve Ondan gelen emirlere boyun eğmek
temellerine dayanır. Dünyanın tüm ülkelerine yayılmış olmakla birlikte yoğunluk
Endonezya'dan Atlas Okyanusuna kadar olan geniş alandadır. Azınlık cemaatları
halinde dünyanın diğer ülkelerine de yayılmıştır. Bu, inananlar cemaatinin
temeli Hz. Muhammed'in hayatında atılmış, O'nu izleyen devlet teşkilâtı içinde
kurumlaşmıştır.
Hz.Muhammed, Arabistan
Yarımadasının Mekke şehrinde Kureyş Kabilesi'ne mensup oldukça fakir bir
ailenin çocuğu olarak, yaklaşık 570 yılında dünyaya geldi. Henüz, doğumundan az
önce babası Abdullah'ı, altı yaşlarında da annesi Amine'yi kaybetti. Öksüz ve
yetim kalan Muhammed'in bakımını amcası Ebu Tâlib üstlendi. Peygamber olduktan
sonra da Onu Mekkeli muhaliflerine karşı fedakarca ve korkusuzca savunmaya
devam etti.
Hz. Muhammed'in
peygamberlik görevine başladığı 40 yaşından Önceki hayatı hakkında fazla bilgi
sahibi olunmamakla birlikte, o'nun "Muhammed ul-Emin" lakabını alacak
kadar dürüst ve üstün ahlâklı olduğu, 25 yaşlarında kendisinden daha yaşlı ve zengin,
dul bir hanım olan Hz. Hatice ile evlendiği bilinmektedir. Hz. Hatice'nin
ölümüne katlar da başka hiçbir kadınla evlenmemiştir. Hz. Hatice öldüğü zaman,
kendisi 50 yaşlarında bulunuyordu.
Hz.Muhammed, kendisine
peygamberlik görevi gelmeden önce, Mekke toplumunun içinde bulunduğu sosyal
çöküntüden sıkılarak, zaman zaman Mekke yakınlarındaki Hira Mağarası'na
çekilir, burada derin düşüncelere dalarak günlerini geçirirdi. Bu tefekkür ve
ahlâkî tecrübeler, kendisine peygamberlik görevi verilmesiyle zirveye ulaştı. Yeni
dini tebliğe önce kendi ailesi ve yakın çevresinden başladı. Özellikle şehrin
hayatını denetim altında tutan azınlık bîr gurubun şiddetli muhalefetiyle
karşılaştı. Muhalefet büyüdü, ithamlar ağırlaştı. Peygamberin tebliği her geçen
gün biraz daha çok engellenmeğe çalışıldı. Hayatının tehlikeye düşmesi ve
tebliğin çıkmaza girmesi üzerine, hayatını ve tebliğini Mekke dışında
sürdürebileceği yerler aramaya başladı. Mekke'ye hac için gelen diğer şehir ve
kabile mensuplarıyla ilişki kurdu. Özellikle Medinelilerden bir grup, Ondaki
liderlik vasfını ve tebliğindeki yüceliği fark ederek İslamı kabul ettiler;
peygamberin içinde bulunduğu sıkıntıyı görerek Medine'ye davet ettiler.
Dikkatli ve gizli görüşmelerden sonra alınan kararlar üzerine, Peygamber
Mekke'yi miladi 622 yılında gizlice terk etti ve Medine'ye göçtü. Hz.
Muhammed'in bu göçüne “Hicret” denir. Bu göç kararında Mekkelilerin suikast
hazırlıklarının da rolü olmuştur. Olay, daha sonra Hicrî takvimin de başlangıcı
sayılmıştır.
Medine'ye varışından
sonra, Mekkeli muhacirlerle Medineli Müslümanlar arasında gerçek bir
kardeşliğin sağlanmasını başardı. Ancak Mekkeliler, Hz.Muhammed'in hicretinden
sonra da Müslümanlara karşı olan düşmanca tutumlarını sürdürdüler ve
aralarındaki gerginlik kİsa sürede arttı. Mekkeliler Suriye'den gelen zengin
bir kervanın Müslümanlarca tehdit edildiği haberinin kendilerine ulaşması
üzerine, yaklaşık 1000 kişilik bir ordu toplayarak Hicretin 2. yılında Medine
üzerine yürüdüler. Müslümanlar kendilerini savunmak için, Mekkelilerİ, 300
kişiyle Bedir mevkiinde karşıladı ve büyük bir yenilgiye uğrattılar. Bu başarı,
Müslümanların çevre kabileler arasındaki itibarlarını da artırdı. Ancak
Mekkelilerin düşmanlığı, bu savaşla sona ermedi, Uhud ve Hendek savaşlarıyla da
gerilim devam etti. Nihayet, Hz.Muhammed'in Hicri 8. yılda (m. 629) barışçı
yollarla Mekke'yi fethederek Kabe'yi putlardan temizlemesiyle, bu durum son
buldu. Bundan sonra da, Hz.Muhammed faaliyetlerini Medine'de sürdürmeye devam
etmiş, lakin ömrü vefa etmemiş, 8 Haziran 632 de, 63 yaşında, arkasında
evrensel bir din ve Kitap bırakarak vefat etmiştir.
Müslümanlar için
Kur'an, Allah'ın kelâmını içeren bir kitaptır. Allah, elçisi Hz. Muhammed'e
vahiy yoluyla 23 senede kısım kısım indirmiştir. Peygamber, kendisine gelen
Tanrısal sözleri, buyrukları (ayetleri) bir taraftan “Vahiy kâtipleri” ismi
verilen, okuma-yazma bilen yakınlarına dikte ettirerek yazıyla kaydettirirken,
diğer taraftan da müminlerin ezberlemelerini tavsiye ederek korunmasını
sağlamıştır. Kur'an, “Sûre” ismi verilen 114 bölüme ayrılır. Sûreler arasında,
uzunluk bakımından bir eşitlik yoktur. Mekke'de vahiy edilen ilk sûreler en
kısa olanlardır. İfade bakımından da son derece derin ve güçlüdürler. Medine'ye
hicretten sonra bu üslûp, yeni doğan cemaat devletinin yönetimi için gerekli
hukukî muhteva ile daha kolay anlaşılır sade bir üslûba dönüşmüştür.
Kur'an her şeyden önce
dinî ve ahlâkî ilke ve öğütler kitabıdır. Medine'de bir İslâm devleti kurma
işlemi sırasında vahiy edilen, önemli hukuki sözleri de içerir. En önemii
husus, kadınlar ve köleler konusunda genel ıslahata yönelik buyruklardır.
Kadına lam bir kişilik sağlanmış, karı-kocanın birbirinin elbiseleri,
koruyucuları olduğu vurgulanmıştır. Sayısız kadınla evlenme sınırlanmış ve
âzami sayı dörde indirilmiştir. Tek kadınla evliliğe doğru gelişmeyi sağlayacak
kısıtlamalar getirilmiştir. Kölelik müessesesi ıslah edilmiş, kaldırılması
fazilet yolu olarak gösterilmiş, köleleri hürriyete kavuşturmak için, her türlü
hukukî ve ahlâkî ortam hazırlanmaya çalışılmıştır. "Köle azad etmek"
büyük bir erdemlilik olarak övülmüş ve teşvik edilmiştir. Ancak dünyada devam
eden savaşlar ve savaş esirliği, Kur'an'm beklediği ve gösterdiği hedefi
yüzyıllar boyunca geciktirmiş, zamanın olgunlaşması beklenmiştir.
Sınırlı sayıdaki
hukuki ayetlerle toplumu evrensel hukuk düzenine sokmak istemiş, önerdiği ceza
teklifleriyle alt ve üst sınırlan göstermiştir. Örneğin katil olayında en üst
ceza kîsas, en alt ceza tazminat ve aftir. İki uç arasındaki ayrıntılar hakime
bırakılmıştır. Olayların ahlaki boyutlarına ağırlık verilmiştir.
İnanan bir Müslüman'dan
beklenenler, Kur'an da özetlenmiştir:
“Bu, kendisinde asla şüphe olmayan ve daha önceki
kitaplarda Allah 'in inzal edeceğim vaat buyurduğu kâmil kitabtır. Ahirete zarar
verecek şeylerden korunan takva sahipleri için yol göstericidir. O takva
sahipleri kî, gayba inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz
azıklardan harcarlar, yedirirler. Yine o kimseler kî, Sana ve Senden evvelki
peygamberlere indirileft kitaplara inanırlar ve âhirete ise şüphesiz yakînen
inanırlar. İşte onlar, Rab'lerinden olan hidayet ve doğru yol üzerindedirler ve
bunlar azabdan kurtulup sevaba erenlerdir.”
[520]
İslâm' a göre Allah,
azîz ve âlim, âdil ve kadir, âlemlerin rabbi dir. Gökleri ve yeri, hayatı ve
ölümü yaratan, ezelî, ebedî bir İlâh'dır. Canlılara rızk veren, kâinattaki
küçük veya büyük her hâli ve işi bilen O'dur. Kullarının gözcüsü, yetimlerin
koruyucusu, yoldan çıkanların mürşidi, felâkete uğrayanların kurtarıcısı ve
affedicisi, merhamet edicisidir. O doğmamış ve doğurulmamıştır. Tektir, eşi ve
benzeri yoktur.
Allah varlığını,
bilgisini ve gücünü, yaratıklarmdaki harikalarla, onlara verdiği yeteneklerle
gösterir. İnsan yapısı O'nu doğrudan doğruya, beş duyu ile kavramaya uygun
değildir. Nitekim Hz. Musa. O'nu gözleriyle görmekte ısrar edince, O'nun karşı
dağdaki bir anlık tezahürüne dayanamayıp, bayılmıştır. Eski Ahid'in
[521] aksine
İslama göre, İnsan varlığının, ne uyanıkken, ne de uyurken, ne de rüyada
Tanrı'yı görmesi mümkün değildir.
Yarattığı mahluklara
dönüşebileceği, onlarda müşahhaslaşabileceği ve tecrübe edilebileceği,
görülebileceği yönündeki put, avatara vs. gibi tüm görüş ve tasavvurları
reddeder, kabul etmez. Yine kendi yaratığı olan melek veya cinlerin veya
herhangi bir başka varlığın (Demiurg'un) Allah'ın yaratıcılığına yardımcı
olması, Allah'ın takdir ve icraatına müdahale etme tasavvurları kabul edilmez.
Kur'an
[522] bunları “Ben onları ne göklerin, yerin,
yaratılmasında ve ne de kendilerinin yaratılmasında hazır bulundurmadım; yoldan
saptırıcıları (kendime) yardımcı tutmuş da değilim”, buyurur ve bu
cümlesiyle Hıristiyanlıktaki “Kainatı Hz. İsa'nın yarattığı hakkındaki"
İznik Konsili kararlarını”
[523] da
reddeder.
Politeistlerin
tasavvur ettikleri gibi her hangi bir fiziki görünümle müşahhaslaşan Tanrı'nın
bir veya daha çok zevce edinebileceği, onlardan oğulları ve kızları
olabileceği, yani kendi varlığından her ne suretle meydana gelirse gelsin, daha
alt derecede Tanrılar veya Tanrısal varlıklar oluşabileceği görüşlerini de
kabul etmez. Hulul, inkarnasyon, avatara vs. gibi tarihin veya günümüzün bu
yöndeki tüm tasavvurlarını reddeder. Bu türlü tasavvurları politeizm olarak
değerlendirir. Melekler vs. gibi metafizik veya fizikî varlıklara uluhiyet
isnadım da kabul etmez.
Allah'ın insanlarla
veya başka varlıklarla ilişki kurabilmek veya bir İcraatını başka varlıkların
şerrinden koruyabilmek için, mahlûkatı içinde kendini gizlemesini, her hangi
bîr varlık şeklinde görünmesini, avatarasmı da (inkarnasyonunu) kabul etmez.
Bunu Tanrı'ya yapılan acizlik ve zayıflık isnadı olarak değerlendirir.
Allah'ın sıfatlan
yaratıklarında da tezahür eder, ancak o sıfat ve özellik kendisi veya
kendisinin bir cüzi olamaz. Bu sebeple Hinduizm ve Hıristiyanlıktaki gibi kısmî
avatara
[524] ve inkarnasyon
tasavvurlarını kabul etmez. O kelâmıyla, düşüncesiyle istediğini yaratır. Ancak
yarattığının kendisi veya cüzü olmaz. Bu sebeple ezelî ve ebedî Tanrısal oğul,
Tanrısal varlık tasavvurlarını kabul edilmez. Örneğin Kur'an muhtevası ve sözleri,
Tanrı Kelâmıdır. Ama ne Tanrı, ne de Tanrı'dan bir kısımdır. Nasıl kî, tabiat
olaylan ve varlıklar O'tuhi sâni sıfaünm, yaratıcıhğHiiiî görünttoıüdür sözü de
kelâm sıfatının görünümüdür, fakat Tanrı değildir. Dolayısıyla bazı Hıristiyan
grupların- ileri sürdüğü gibi Logos'un (Tanrısal kelâmın) ulûhiyeti görüşü de
kabul edilmez. Yanlış inançlar olarak değerlendirilir.
Hinduizm veya benzeri
sistemlerdeki Allah'ın (İşvara'nın) çok uzaklarda olduğu, yaratıkları
duyabilmesi için, ara Tanrısal varlıklara, kutsal kişilere ihtiyaç olduğu
Jasavvurlan da kabul edilmez. İslam'a göre, Tanrı İnsana veya diğer yaratıklara
kendilerinden daha yakındır, her hangi bir ağaçtan düşen kuru yapraktan dahi
haberdardır. Tanrının varlıkları duyabilmesi İçin bir aracıya ihtiyacı yoktur. Tanrı
dışında Tanrısal özelliğe sahip hiç bir varlık ve aracı yoktur. Tanrı dışındaki
tüm varlıklar onun yaratığıdır.
Panteizmin, Tanrı'nın
tabiatın tüm içine yayıldığı, eşyanın benliğinde yayılmış olarak bulunduğu
görüşünü de kabul etmez. İslam'a göre, Tanrısal güç her yerde ve her zaman
hazırdır. Canlı veya cansız tüm yaratıklar, yaratılışlarında kendi varlıklarına
verilen veya yerleştirilen emirlere, programlara, tabiat kanunlarına uyarlar.
Ama Tanrı'nın kendisi tabiat veya tabiat kanunlarının, eşyanın, mahlûkatın bir
cüzi, parçası değildir. O mahlukatından, eşyadan bağımsızdır.
Bazı Doğu Asya
dinlerinde görülen, Ying ve Yang'dan, yani erkek ve dişi iki cevherden, iki
güçten oluştuğu tasavvur edilen Tanrı veya Tao İnancını da kabul etmez. Çünkü
bununla Tanrı'mn varlığı iki ayrı varlık ve cevherin sentezinden oluştuğu
varsayımı ortaya çıkar ki, yeni bir tip dualizm'î oluşturur. Vahdaniyet iki
ayrı cevhere bölünmüş veya iki şahsa ayrılmış olur. İki cevherin sentezinden
oluşmuş tek varlık halinde tasavvur edilse dahi, bu ve benzeri tasavvurlar
kabul edilmezler. Nitekim, geç devir Parsizm'de ortaya çıkan ve Tanrı' dan
ezelde sudur ettiğine İnanılan Ehriman ve Angramainyu düalizmini de İslam kabul
etmez.
Allah'ın varlığının
mahiyeti, ancak kendisinin bildiği, kendisinin dışında hiç bir mahlûkatın
kavrayamayacağı bir sır olarak kabul edilir.
İslam din adamlarının
(haham, rahip vs.) Tanrı adına hükümler vermelerini, onların içtihatlarını
bilimsel görüş değil de Tanrısal vahiy gibi algılanmasını, papalarda olduğu
gibi yanılmazlıklarını (layuhtilik) kabullenmeyi de onları Tanrı edinmek olarak
değerlendirir, Tanrı'ya eş koşmak olarak kabul eder. Nitekim Kur'an;
“Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de
kendilerine Rab edindiler...”
[525] diyerek
Allah adına kurallar koymaya, hükümler vermeye yetkili görmek de onları Tanrı
edinmek, onlara tapmak sayılır. Bu ayeti şaşkınlıkla karşılayan sahabelere
Peygamber “Allah’ı helal kıldığını haram
derler, siz de haram tammazmıydmız? Allah 'in haram kıldığım helal derler, siz
de helal saymazmıydiniz, işte bu onlara ibadettir” buyurarak ayete açıklık
getirmiştir.[526]
Fizikî âlemin dışında
ruhsal hayat sahibi varlıkların bulunduğuna inanılır. Bunlar melekler ve
cinlerdir. Kur'an, insanın topraktan, cinlerin ateşten yaratıldığını beyan
etmiştir. Meleklerin ise neden yaratıldıklarını açıkça bildirmemiştir. Ancak
Peygamberden gelen bir haberde, meleklerin ışıktan yaratıldığı
nakledilmektedir.
[527]
Meleklerin tabiatları insanlardan farklıdır. Yaratılış cevherleri ayrıdır.
Gözle görünmezler, ancak istedikleri şekle girip görünebilme
kabiliyetindedirler. Kendi arzularına göre hareket etmezler. Allah'ın
emirlerine mutlak olarak boyun eğerler. Yorulma ve usanmaları yoktur. Yemezler,
içmezler ve cinsiyetleri de yoktur.
Melekler Tanrının
vahyini peygamberlere getirirler. Müminlere de işlerinde yardımcı olurlar,
doğru yolu gösterirler. Hayat süreleri dolan canlıların ölürken ruhlarını
alırlar. İnsanların affı İçin dua ederler. Yaratıkların iyi ve kötü her türlü
davranışlarım kayıt ederler. Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail, isimleri
Kur'an'da zikredilen büyük meleklerdendir.
Hiristiyanlarda “Kutsal
Ruh” İsmiyle anılan ve Uluhİyetin bir parçası veya tanrıdan doğan Tanrısal
varlık veya Tanrısal sıfat, Tanrısal güç tasavvurlarını İslam kabul etmez.
İslam'a göre “Kutsal Ruh”, melek “Cebrail”in diğer adıdır. Tanrı ve Tanrısal
varlık değil, diğer melekler gibi Allah'ın yaratığıdır. Üst dereceli bir
melektir. Genelde Peygamberlere vahiy taşıyan görevli olarak bilinir. Meleklere
Tanrısallık isnadı, İslam'a göre şirk ve politeizm sayılır. Tanrı'nın oğlu veya
kızı olarak da vasi ilandın İmal arı İslam'a aykırıdır.
İslam' m melek
tasavvuru, Hıristiyan ve Yahudilerinkinden biraz farklıdır. İslâm'ın melek
İnancında, melekler Allah'a mutlak itaat eden, isyan etme özelliği olmayan
varlıklar iken, Hıristiyan ve Yahudilerde, Allah'a karşı gelme özelliği olan,
serbest irade sahibi varlıklardır. Nitekim “Şeytan” onlara göre, âsi bir
melektir. İslâm'a göre ise Şeytan (İblis) ateşten yaratılmış ve cin zümresinden
bir varlıktır. İsyan etmezden önce, meleklerle birlikte Allah'ın hizmetinde
iken, Adem'in yaratılışını kıskanarak Tanrısal emri tutmamış ve lanetlenmiştir.
Meleklerden mahiyet bakımından da farklıdır.
Cin ve Demon inancında
da İslam diğer dinlerden ayrılır. İslam dışı dinlerde “Kötü ruh” (demon)
tasavvuru vardır. Onlara göre, kötü ruhlar inançsız, doğal olarak kötülükleri
yaymaya çalışan, negatif karakterli ruhsal varlıklardır. Öunların iyilik
özellikleri yoktur. İnsanları kandırmak, kötü yola sevk etmek vs. onların
işidir. Bir nevi şeytanın askerleridir. Yardımcılarıdır. İslam'a göre ise, Kötü
Ruhlar Cin Sınıfının inançsız zümresidir. Allah onları da dumansız ateşten
yaratmış ve kendilerine iyiyi kötüyü seçme iradesi vermiştir. Fakat
imansızlıkları sebebiyle, inançsız insanlar gibi şer yolunu seçmişlerdir. Tüm
cin ve İnsan sınıflan gibi hesap gününde yaptıklarından sorumlu tutulacaklar,
hesaba çekileceklerdir. İnsanlar gibi mükâfat veya ceza göreceklerdir. Hepsi de
Allah'ın denetimi altındadırlar. Allah'ın izni olmadıkça hiç bir şey
yapamazlar. Allah onları da karar ve davranışlarında belirli ölçülerde sınav
için serbest bırakmıştır. İnsanlar gibi, dişileri ve erkekleri vardır. Halk
inancında dişilerine “Peri” denir.
Müslüman Hint
bilginleri, putları ve suretleri yapılan, kendilerine tapınılan, Hinduizm'in
ilahlarını “Cin” ve cinlerin tezahürü olarak değerlendirmişlerdir.
[528]
İslam çeşitli
dinlerdeki, “Gulyabâni”, “Hortlak” vs. gibi kötü ruh tasavvurlarını da kabul
etmez. İslam'a göre, ölen varlığın “Ruhu” görevli melekler tarafından
mahiyetini insanların bilmediği ve kavrayamadığı, ancak İslam Alimlerinin “Ruhlar
âlemi” olarak isimlendirdiği Tanrı
katında bir yere götürülür.[529]
Serbest dolaşmasına izin verilmez. Haşir güntine kadar orada tutulur.
“Rabbim beni dünyaya geri gönder de yararlı işler
yapayım diyen ruhların da ricaları kabul edilmez. Dünyaya geri dönmelerini
engelleyen bir perde (berzah) bulunur.”
[530]
“Her şey Allah'ın mutlak denetimi altındadır. Ancak
ruhlar aleminde ruhun dünyadaki tutumuna göre, hesap günü öncesinde de, manen
mükafatlandırdığı[531] veya
cezalandırıldığı kabul edilir.”
[532]
“Hârut ve Mârut isimli melekler de âsi değil, Allah'a
teslim olmuş varlıklardır. Ancak Bâbil'de
bazı insanlara ruhsal etkileme .yöntemlerini öğretmişler,
onlar da başkalarına öğretirken, kötüye kullanılmamasını uyarıyorlardı.
Kur'an'a göre büyü ve sihir de dünyadaki sınavın bir parçasıdır. Allah'ın izni
olmadan büyü ile hiç kimseye zarar verilemez.”
[533]
Kitaptan maksat,
peygamberlerin ümmetlerine Allah'dan getirdikleri emir ve tavsiyeleri içeren
yazılı metinlerdir. Bunlardan: Tevrat, Zebur (Mazmurlar) ve İncil, Kur'an'da
adı geçen kitaplardandır. Müslümanlar bu kitaplara ve ismi Kur1 an'da
zikredilmeyen diğer vahiy kitaplarına teorik olarak inanırlar. Çoğu kez elde
mevcut olanlar da safiyetlerini koruyamadıkları gerekçesiyle müminlerin günlük
hayatına doğrudan etkileri olmaz. Ancak bilimsel yönden Kur'an tefsirlerinde
kendilerinden yoğun bir şekilde yararlanılması sebebiyle dolaylı olarak
etkileri görülür.
Tevrat ve Zebur'un
Varlıkları konusunda Ehli Kitapla ihtilâf olmamakla birlikte, sağlıkları
konusunda tartışmalar devam eder. Ancak Hıristiyanların anladıkları vahiy ve
İncil tasavvurları ile Müslümanların inandıkları vahiy ve İncil tasavvurları
arasındaki ayrılık büyüktür. Hıristiyanlara göre, Tanrısal kelam ve vahiy, Hz.
İsa'da et ve kemiğe dönüşmüş ve İsa kendisinden sonra Tevrat ve Kur'an gibi
ayrıca bir vahiy kitabı bırakmamıştır. Elde bulunan ve “İncil” diye bilinen ve
isimlendirilen kitaplar Havarilerin, şakirtlerin veya onlara inananların Kutsal
Ruh'un ilhamıyla “İsa ve hayatı hakkında anlatılan haberleri topladıkları,
kaydettikleri kitaplardır”. Müslümanların inandıkları gibi bir “İncil”
yeryüzünde yoktur.
Müslümanların
geleneksel görüşlerine göre, Hz. İsa'ya “İncil” ismi verilen bir vahiyler
muhtevası verilmiştir. Ancak İsa kendisine gelen vahiyleri yazıyla kaydetmediği
veya şakirtlerine dikte ettirmediği için kaybolmuştur. İncil isimli mevcut kutsal
yazılara İsa'ya gelen vahiylerden bazı parçaların girmesi muhtemeldir.
Ancak bu görüşlerle,
Kur'an'ın
[534] haber verdiği İsa'nın Tanrı'mn
Meryem'e bıraktığı “Kelamı” oluşunu ve henüz çocukken Tevrat'ın, İncil'in ve
hikmetin
[535] öğretildiği;
konuşmalarıyla büyükleri ikna edici açıklamalar da bulunduğu âyetlerini
açıklamak zordur. Kanaatımızca pek çok mahlukata, hayatlarında ihtiyaçları
olacak bilgi ve yeteneği yaratılışlarında benliklerine yerleştiren Allah, Hz.
İsa'ya da henüz yaratılışının başında Tevrat ve İncil bilgilerini, yani vahyini
yerleştirmiş, Onu vahiy bilgileriyle yaratmış olmalıdır. Bu sebeple o
çocukluğundan itibaren hayatı boyunca ilahi vahyin ışığında konuşmuş ve
davranmıştır. Söz ve hareketleri vahyin dışa açılımı ve insanlara dolaylı
tebliği olmuştur. Ancak İncil'in vahyi Tevrat ve Kur'an vahyinden farklı olduğu
görülmektedir. Hıritiyanlarm da ifade ettiği gibi, İsa'nın hal ve
hareketlerini, sözlerini anlatan İnciller vahye dayalı kitaplar olmalıdır.
Bununla birlikte Hadisler de olduğu gibi, bunları sonradan kaydedenler ve
anlatanlar kendi beşeri yeteneklerine göre, anlayıp ifade edebildikleri için,
Hadislerde olduğu gibi bilimsel ölçülerle değerlendirmeğe açık olmalıdır.
Allah'ın mutlak birliği ilkesine zıt olmamalıdır. Aykırılıklar rivayet ve yorum
hatası olarak değerlendirilmelidir.
Günümüz Hıristiyanları
Yeni Ahid'in içeriğini oluşturan İncil ve Havari Mektuplarının hepsim Kutsal
Ruh'un vahyi, ilhamı sayar ve ilâhi gerçeği yansıttığına inanırsa da,
Müslümanlar için ilk zamanların olaylarını yansıtan "Tarihi
Vesikalar"dır. Nitekim günümüz kuşelerinin sahih kabul ettiği resmi
înciller dışında başka İnciller de vardır. Bunlardan Ebionitler ve îbraniler indileri
gibi bazıları İsa' nın bir Peygamber ve insan olduğunu savunur. Özellikle
Bamaba İncili Hz. Muhammed'e açık bir şekilde işaret eder. Resmi İnciller
Paulus Hıristiyanlığının temsilcisi görünümündedir. İçlerinde Hz. İsa'dan ve
havarilerinden rivayet edilen veya kalan hakikat kıvılcımlarının olduklarından
da şüphe edilemez. Muhtevadaki hikmetli sözler ve hakikatler bunların
göstergeleridir.
Kur'an'm, kendinden
Önceki Kutsal Kitapları '”Doğrulayıcı” (musaddakunj olarak geldiği yönündeki
âyetleri ise, iki anlamda algılanır: Birincisi, Kutsal kitapların içerdiği
Kur'an'a paralel, Kur'an'la aynı muhtevalı ifade eden ayetleri için Kur'an “Tasdik
edici, onaylayıcı”dir. İkincisi, Ehl-iKitabın aralarında çelişkiye düştükleri
önemli konularda probleme ışık tutan, hataları doğrulayan, yanlışlıkları
düzeltendir. NitekimNahl Suresi 64. Ayette: “Biz
sana Kitabı indirdikki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara (Ehl-i Kitab
'a) açıklayasın ve inanan bir kavim için, (o Kitab) yol gösterici ve rahmet
olsun” buyrulur. Kur'an'la çelişkiye düşen, Kur'an'a karşıt Kutsal Kitap
âyetleri ise, zamanla veya tercümeler esnasında tahrif edilmiş, değişmiş olarak
kabul edilir. O zaman Kur'an onlar için "tasrih edici, düzeltici"dir.
Bu sebeple Kitab-ı Mukaddes'le çelişkilerde, ihtilaf konularında Kur'an esas
alınır ve Kitabı Mukaddes'İn âyetleri Kur'an'a göre yorumlanır. Bu konuya ışık
tutan ayette:
“O peygamberlerle beraber gerçekleri içinde taşıyan
Kitap indirdi. Oysa kendilerine kitab verilmiş olanlar, kendilerine açık
deliler geldikten sonra, sırf aralarında kıskançlıktan ötürü o (Kitab hakkı)nda
anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle inananları, onların
üzerinde ihtilaf ettikleri gerçeğe iletti” [536] denir.
Bu ifadelerden, Kur'an'ın Kitab-ı Mukaddes'deki ve yorumlarındaki ihtilaf
konularına doğrulayıcı olarak ışık tuttuğu kabul edilir.
Kutsal Kitab'a sahip
oldukları kabul edilen dinlerin mensuplarına “Ehlul-Kitab” (kitap sahipleri)
denir. Ehlul-Kitab deyiminden birinci derecede İbrahim Dini geleneğine sahip,
Yahudi, Hıristiyan ve Sabii'ier anlaşılır. Ancak bu kavram sonradan hemen hemen
"kutsal kitaplarının vahye dayandığı iddiasında olan, tüm kitap sahibi din
mensublarına” teşmil edilmiştir. Bu anlayış, teorik olarak fıkıh kitaplarında
yer bulmasa da, güncel hayatta Mecusİler, Maniheistler ve hatta politeist Hint
dinleri mensupları, hukuken “Ehlul-Kitab” muamelesi görmüşler ve dinlerine
müdahale edilmemiştir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Müslümanlar bu dinlere
ve kitaplara saygı göstermekle birlikte, kendi inanç sistemleri içinde yer
vermemişlerdir. Vahiy ve Tanrısal kaynak iddiaları ciddiye alınmamıştır.
Allah, emirlerinin ve
insanlar için gerekli gördüğü ahlâki öğütlerin tebliği ve beyanı için insanlar
arasından bazılarını seçerek, insanlara elçi olarak gönderir. Bu kişilere “Peygamber”
denir. Peygamberler üstün ahiak ve fazilet sahibi kimselerdir. Allah'ın
emirlerini insanlara tebliğ ederler. Hata yapacak olurlarsa, Tanrı kendilerini
uyarır. Bu sebeple hatada ısrar etmezler. Doğru ve sadık, üstün yetenekli
kişilerdir.
Kur'an her millete
peygamber gönderildiğini haber vermekle birlikte, bunlardan sadece Arabistan ve
çevresine gönderilen bazılarının isimlerini inanç ve ahlak önderleri olarak
açıklar. Bunlar: Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, ibrahim, Lût, ismail, İshak,
Ya'kub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, îlyas, Elyesa,
Zü'l-kifl, Yunus, Zekeriya, Yahya, İsa ve Muhammed (a.s.)dır. Bir de Üzeyir,
Lokman, Zü'l-karneyn isimleri geçer ki, bunların peygamber mi veli mi oldukları
tartışma konusudur.
Ahlâkî öğütleriyte
veya kurdukları dinî-felsefî sistemleriyle peygamberler gibi davranışlar
sergilemiş veya dinler kurmuş, insanlığa yön vermiş düşünürler de vardır. Buda
ve Konfüçyüs bunun örnekleridir. Ancak bu büyüklerin yaptıkları işi Tanrı'dan
aldıkları bir görevle, vahiyle yaptıklarına dâir elimizde belge yoktur.
Hayatları gözden geçirildiğinde, kendilerinden önceki dinleri veya düşünce
ürünlerini, ahlâkî zenginlikleri tahsil ederek, topluma ve insanlığa hizmet
için ürettikleri düşünceleri insanlık yararına kullanmak istedikleri anlaşılır.
Ancak Tanrısal bilgilerin tebliğcisi, öğreticisi oldukları hakkında bilgi
sahibi olunmadığı gerekçesiyle ne kabul edilirler, ne de reddedilirler. İslam
onları resmen peygamber saymaz. Nitekim adını zikrettiğimiz her iki filozof da
Tanrıdan ve vahiyden hiç bahsetmemişlerdir. Buda, Hint düşünce ve kültüründeki
ruhun sonsuz tenasüh acılarından canlıları kurtarmanın yollarını aramıştır.
Konfüçyüs de ahlâkî bir toplumun nasıl oluşabileceğini öğretmeye çalışmıştır.
Müslümanlarca bu şahsiyetler peygamber değil, insanlık tarihinin yetiştirdiği
büyük düşünür ve din filozoflarıdır.
Tarih boyunca
insanlığın sevgisini ve saygısını kazanmış önder ve düşünürlerin peygamber olup
olmadıkları ihtimalleri, günümüze ulaşan eserleri incelenerek değerlendirilmeye
çalışılır. Meselâ Zerdüşt kendisine bir meleğin vahiy getirdiğini, tek Allah'ın
varlığını öğrettiğini ve diğer insanlara da öğretmekle görevlendirildiğini
açıklamıştır. Allah'a eş koşulan ilâhların cinler olduğunu ilan etmiştir.
Ahiret ve hesap gününden bahsetmiştir. Bu haliyle Peygamber olma ihtimali
kuvvetle muhtemeldir. Ancak kurdukları sistemleri İslam'a uymayanlara
peygamberlik ihtimali verilmez.
Müslümanlar, Hz.
Muhammed'den sonra dünyaya gelip Peygamberlik iddiasında bulunanlara şüpheyle
bakarlar. Kur'an, Hz. Muhammed'in ahir zaman peygamberi, “Hâtemü'l-Enbiya”
olduğunu ifade eder. Bu ibare, hem kendinden öncekilerin onaylayıcısı, hem de
sonuncusu anlamını taşır. “Hâtem” (sonuncu) kelimesini, yalnız “Hatem”
(onaylayıcı) olarak yorumlamak isteyen düşünceler kabul görmezler.
İslâm'ın zaman
tasavvuru bir noktada başlayıp, diğer noktada son bulan bir doğrultu
şeklindedir. Bu sebeple, zaman ve talih geri alınamaz, tekrar edilmez. insan da
bu geri dönüşü olmayan zaman akışı içinde dünyaya gelir, yaşar, ölür.
Canlıların tâbi olduğu bu hayat süreci gibi bu dünyanın da bir ömrü vardır.
Yaratılışla başlayan tarih, “Kıyamet” dediğimiz, her şeyin yıkılışıyla son
bulacaktır. Bu sürecin bilgisi ve takdiri Allah katmdadır. Ondan başka kimse
bilemez. Yine zamanını Allah'ın bildiği bir süreden sonra, dünya bir başka
yerküreye, gökler de başka göklere dönüştürülerek[537]
haşir gününe hazırlanacak ve tüm canlılar, özellikle insanlar, dünyada
yaşadıkları bir defalık hayatın hesabını vermek üzere yeniden
canlandırılacaklardır. Dünyadaki vücutlarına benzer vücutlara kavuşacaklar.
Serbest iradeleriyle yaptıkları tüm davranışların hesabını verecekler, muhakeme
edileceklerdir. Bu Tanrısal muhakemeden sonra, suçlu bulunanlar cezalarını
çekmek üzere “Cehennem” denen ceza yerine, affa uğrayanlar ve mükâfata lâytk
görülenler de, mükâfat yeri “Cennete” gönderileceklerdir. Kur'an'daki Cennet ve
cehennem anlatımları insanların anlayabileceği, abartılmış dünyevî tasvirler
şeklindedir. Anlatımların gerçek mahiyetlerini ancak Allah bilir. Ahiret alemi
için, naklî bilgiler dışında bilgi kaynağı yoktur.
Ölüm, Allah'ın
emrindeki elçilerin canimin hayatını, canını almasıyla olur, Kur'an'da
“Sonra o (canlar) gerçek Tanrıları olan Allah'a
döndürülüp götürülürler”
[538]
buyrulur.
Canlıların dünyevî
hayatlarının sona ermesiyle, haşirle başlayacak âhiret hayatları arasındaki
sürede hayat cevherlerinin (ruhlarının) nerede, nasıl vakit geçirecekleri
bilinmez. Kur'an bu konuda;
“Onlar gerçek Tanrı'ları Allah'a döndürülüp
götürülürler” buyurur
[539] daha
fazla bir açıklamada bulunulmaz. Gene de âlimler bu yere “Bekleme mahallî”
anlamına “Arasat” veya mahiyeti bilinmeyen bir kavram olan "âlem-i
ervah" (ruhlar âlemi) demişlerdir. İslâm açısından bu yerin nasıl ve
nerede olduğu bilinmez. Buna rağmen ilâhiyatçılar çeşitli görüşler ve düşünceler
üretmiş, bunlar üzerinde tartışmalar yapmışlardır.
İslâm, çeşitli
dinlerde ölümden sonra ruhun gittiği ve haşir gününe kadar bekleyeceği yer
olarak ortaya konan çeşitli görüşlere saygı duyar. Onları ne kabul eder, ne de
reddeder. Ancak fiziksel vücutlarını kaybetmiş ölü ruhlarının hayalet, hortlak
vs. gibi serbestçe dolaştıkları, kötülerin, şeytanca hareket edenlerin
günahlarını çoğalttıkları, iyilik yapıp hayrı destekleyen ruhların sevap
kazanmaya devam ettikleri, kemaiâtlarmı artırdıkları yolundaki görüşleri kabul
etmez. İslam'a göre günah veya sevap kapısı ölümle kapanır, ancak hayatta iken
hayırlı evlât yetiştirenlerin, faydalı kitap yazanların ve insanlığın yararına
hayırlı eserler bırakanların, geride bıraktıkları hayırlı işlerden
yararlanıldığı sürece “Sadaka-i câriye” olarak ölü ruhlarına sevap veya
insanlığa günah yolunu açanların açtıkları günahın işlendiği sürece, günah
kazanmaya devam edeceğine inanılır. İlgili ruh da görevli meleklerce Allah'ın
dilediği yere götürülür. Ölümle fizik ötesi gerçeği anlayan ruhların;
“Ah keşke bir daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da
şimdi onların (bizi kötülüğe sevkedenlerin) bizden uzak durdukları gibi biz de
onlardan uzak dursaydık.”
[540]
şeklindeki dünyaya geri dönme istekleri kabul edilmez. Ölü ruhlarının yaşayan
insanların konuşmalarını duydukları, ancak onlara cevap veremedikleri yolundaki
haber ve tasavvurları da Kur'an kabul etmez, Fatır suresi 22. Ayet;
“Dirilerle ölüler bir olmaz. Allah dilediğine
dilediğine işittirir; yoksa sen kabirlerde bulunanlara işittirecek değilsin”
buyurarak ölülerin işitmediğini beyan eder.
Yine vücudu terk eden ölü
ruhunun, kemâlat devresini tamamlayıncaya, Tanrısal hoşnutluğu kazanıncaya
kadar, başka bir bedene girdiği görüşü, yânı tenasüh ve reinkamasyon kabul
edilmez. Kur'an'ın Mü'minûn Sûresi 100. Ayette dünyaya tekrar geri dönmek
isteyen ve yeni bir hayat arzu eden kişi için “Hayır, bu onun söylediği, “Olmayacak” bir laftır, önlerinde, tâ
dirilecekleri 'kıyamet' gününe kadar, 'geriye dönmelerini engel olan' bir perde
vardır” ifadesi kullanılır ki, bu ayet reinkamasyon düşüncesini açıkça
reddeder.
Budizm'de olduğu gibi,
ruhun Nirvana'ya (yokluğa veya mutlak sükûna) girdiği görüşünü de kabul etmez.
İslam'a göre, her ruh, hesap gününü bekleyecek, hesap günü sonunda vadedilen
mükâfata kavuşturulacak veya cezaya çarptırılacaktır. Allah'ın iradesi dışına
çıkmak, cennette veya cehennemde ölmek yoktur. Ölebilmek de mümkün değildir.
Yine bazı Hint dinleri tasavvurlarında olduğu gibi, ruhun şu anda mevcut bir
cennet veya cehennemde mükâfat veya ceza gördükten sonra, tekrar dünyaya geri
dönerek çeşitli hayat kademelerinde yeniden dünya hayatını sürdüreceği inancı
da, İslam'da kabul görmez.
Bu konu çeşitli
dinlerde olduğu gibi, Müslümanlar arasında da en çok tartışılan sorunlardandır.
Kader, Allah'ın ezelde mahrukatın, ileride yapacağı İyi veya kötü şeyleri
bilmesidir. Zamanı gelince, ezeli ilmine uygun olarak eşyayı ve olayları
yaratması da kazadır. Bazı dinlerin “Allah yalnız iyiyi yaratır, takdir eder”,
görüşüne karşı İslam hayrın da, şerrinde yaratıcısının Allah olduğuna inanır.
Ancak insana verilen akıl nimeti sayesinde İyiyi veya kötüyü seçme hürriyeti,
serbestiyeti sayesinde, insanın hayatı boyunca yaptığı iyi veya kötü tüm
davranışlarından sorumlu kendisidir. İnsanın irade sınırları içindeki seçimi
insana, fiilin yaratılışı ise Allah'a aittir. Bununla birlikte Allah istikbâlde
kimin ne yapacağını, ne yaptığını bilmesi külli ilim sıfatı gereğidir.
Mehdi ve Mesih
kavramları temelde aynı tasavvurun değişik kültürlerdeki ifâdeleridir. Ahir
Zamanda, kıyamet öncesinde tüm insanlığa doğru yolu, Allah'ın hoşnut olduğu
yolu gösterecek, evrensel dini öğretecek, tanrının gönderdiği veya göndereceği
görevli kişilere verilen isimlerdir. Her dinin ilâhiyatçısı bu tasavvuru kendi
inanç sisteminin sınırlan içinde şekillendirmiştir.
Kur'an'a göre, çeşitli
dinlerin, özellikle Yahudi ve Hıristiyanların bekledikleri ahir zaman
hidayetçisi, mesih “Muhammed” a.s. dır. Nitekim Ehl-i Kilab'ın sağ duyu
sahipleri onu “Kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar”. Hz. Muhammed'in
unvanlarından biri de “Ahir zaman peygamberi”, “Hâtemü'l-Nebiyyîn”dir. Geldiği
günden beri “Evrensellik, sonluk” beyanında bulunmuştur. Risâlet tarihinde Hz. Musa'ya
paralel bir görev ve icraat da bulunmuş tek kişidir. Getirdiği şeriatın
evrenselliği, kurduğu devletin siyasî otorite sahibi oluşu, ordulara komuta
edişi, savaşması vs. bunun işaretleridir. Bu özellikler Budizm ve Taoizm
dışındaki kehanetlerin ortak özelliğidir.
Hıristiyanlar arasında
yaygın olan İsa'nın tamamlamadan gittiği, görevini geri dönerek bin yıllık bir
saltanatla tamamlayacağı görüşü, İslam'a göre kabul edilmez. Çünkü Hz. İsa,
Yohanna İnciline göre, bu görevi tamamlamak işini Paraklet (Ahmed) isimli bir
kurtarıcının yapacağını haber vermiştir. Kur'an'a göre de, İsa a.s. çarmıha
gerilmemiş, Allah onu İşkenceli bir ölümden kurtarmış, acı çektirmeden vefat
ettirmiştir. O da diğer peygamberler ve insanlar gibi ölmüş ve haşir gününü
beklemektedir. Yohanna İncil'inin (Bölüm 16) haber verdiği, görevi tamamlamaya
gelecek Parakletos Hıristiyanların yorumladığı gibi “Yardımcı veya Kutsal Ruh” değil, Hz. Muhammed'dir. Nitekim kelimenin
çeşitli anlamları arasında “Ahmed” (hamd eden) anlamı da vardır. Kur'an'a göre,
basiret ve hikmet sahibi Ehl-i Kitap alimleri Onu kendi oğulları gibi açıkça
tanırlar.
Hıristiyan
rivayetlerine göre, Hz. İsa'nın haber verdiği ölümün kalkacağı, daha önceki ölülerin
dirileceği, mevcut tabiatın değişeceği “Tanrısal devlet ve hakimiyetten”
Müslümanlar “Haşir ve ahiret gününü” anlarlar. Bazı Müslümanların kitaplarında
kehanette bulunulan Kıyamet Öncesi yaşanacağı ileri sürülen kısa süreli “Mehdi
Saltanatı” Kur'an dışı ve İsrailiyat etkili haberler olmalıdır. Mehdi-Mesih
devrinde ortaya çıkacağı tasavvur edilen tabii ve toplumsal değişiklikleri
Kur'an, Kıyamet öncesi değil, Kıyamet sonrası kurulacak yeni dünya ve ahiret işareti
olarak değerlendirir:
“O gün yerküre başka bir yerküreye dönüştürülür.
Gökler de öyle”
[541]
buyurarak, Ehl-i Kitab'ın Mesihle ilgili mucizevi tasavvurlarını, Kıyametle
ortaya çıkacak alemin yeniden yapılanması ve Haşir sonrası bir âlemin veya
ahiret âleminin başlangıcı olarak kabul eder.
Hint Müslümanları,
Hinduizm'in mehdisi Kalki ve Budizm'in mehdisi Maytreyanın kelime anlamlarının
da “Hamd eden” anlamlarını taşıdığı, Muhammed (as.)'a İşaret ettiği
kanısındadır. Yâni Ahir zamanda ekseri dinlerin beklediği evrensel dinin
tebliğcİsi Hz. Muhammed'dir. Hidayetçi ve yol gösterici olarak gelmiş, görevini
yapmış, kendisinden sonra da İslâm'ı ve Kur'an'ı bırakmıştır.
İslam'ın Şii mezhebine
göre Mehdi-Mesihe iman şarttır. İman esaslarmdandır. Ancak Sünnî İslâm, imamiyenin
12. İmam Mehdi-i muntazar beklentisi ve inancını, siyasal bir tasavvur ve
değerlendirme olarak görür. Hadis kitabi arı ndaki rivayetleri Peygamber sözü
değil, onun adına uydurulmuş siyasal sloganlar, zayıf rivayetler olarak
değerlendirir. Kur'an'da bu konuda her hangi bir âyet olmaması nedeniyle de,
imanla ilgisi olmayan, sosyal ve kültürel bir tasavvur olarak kabul eder.
İslâm'a göre kişinin
hidayete ulaşması, yâni Tanrı'nın hoşnutluğunu kazanmasının temeli, Allah'ın o
kişiye doğru inancı lütfetmesi ile birlikte, kişinin akıl ve vicdanının sesini
dinleyerek hakikati bulmaya çalışması, onu kabul etmesiyle başlar. Kur'an'm
önerdiği ahlâkî davranışları ve. ibâdetleri yerine getirmek, yasaklardan
(çirkin ve adîl olmayan davranışlardan) uzak durmak, emirlere uymak manevî
kazançları artırır. İbadet ve güzel davranışlar inancın güçlenmesine yardımcı
olduğu gibi, Allah'a daha çok yaklaşmayı, onun hoşnutluğunu kazanma imkanlarını
sağlar. Güzel ve ahlâki davranışlar hidayet yolunda daima doğru inancı
tamamlar. Bilinçsiz davranışların (inançsız amelin) hidayete katkısı olmadığı
gibi, güzel davranışlarla bütünleşmemiş iman da hidayeti garanti 1 eyemez.
Ancak mutlak hüküm rahibi yalnız Allah'tır. Kararında kimseye karşı da sorumlu
değildir. Günahkârı affedebilir de, affetmeyebilir de. Allah'a eş koşan veya
yalanlayanın affolma şansı yoktur. Son karar Allah'ındır. Kararından kimseye
sorumlu değildir.
Bu görüşleriyle İslâm,
amelsiz inancı savunan dinleri tasvip etmediği gibi, imansız ameli de öne
çıkaran dinleri onaylamaz. İman ve amel (davranışlar) bütünlüğünü ve dengesini
vurgular. Hint dinlerinin ortaya koyduğu “Karma” ve ahlâk sistemlerini hidayet
için yetersiz bulduğu gibi, Hıristiyanlığın ve bazı Budist mezheplerin amelsiz
imanla hidayete ulaşılabileceği hakkındaki görüşlerini de onaylamaz.
İslam'a göre tüm
varlıkları yaratan Allah, yaratıkların en mükemmeli olarak insanı yaratmıştır.
Ona verdiği akıl ve sağ duyu yardımıyla kendisini tanımasını, emrettiği ahlâkî
davranışlara uymasını istemiştir. Ancak bu dünya hayatının “İnsanlar için” bir
sınav yeri olması sebebiyle, insanları kendi iradelerinde serbest bırakmıştır.
Her kişi kendi şahsi inanç ve davranışlarından sorumludur. Ancak başkalarını iyiye
veya kötüye yönlendiren kimseler de bu hareketlerinin karşılıklarını
görecekler, sebep oldukları iyilik ve kötülükten hisseder olacaklardır.
Bu sebeple, İnsanları
bir dine veya inanç sistemine zorlamak İslam'a göre doğru değildir. Kalben
benimsenmeyen, zorla kabul ettirilen din, geçerli değildir. İnançlı ve bilgili
Müslümanların vazifesi yalnız doğruyu ve iyiyi tebliğdir. İnansın veya
inanmasın tüm insanlara âdil ve ahlâkî davranmaktır. Başkalarının inancına
saygı göstermektir. Gerektiğinde doğru ve güzeli anlatmaktır. Ancak İslam aynı
saygıyı ve hoş görüyü karşısındaki diğer din ve inanç sahiplerinden de bekler.
Aksi halde zamanın şartlarına göre, adalet ve misilleme yöntemleriyle, kendini
ve diğer Müslümanları savunma hakkı ve görevi doğar. Bu sebeple İslam'ın
yayıldığı ve hakim olduğu tüm ülkelerde, vahdaniyetten politeizme ve tanrı
tanımaz inançlara kadar bütün inanç sahiplerine, vatandaşlık görevlerini yerine
getirdikleri sürece din ve vicdan hürriyeti tanınmıştır. Devlet idareleri dinî
ve şer'î hukuk uygulamalarına rağmen yüzlerce tanrıya inanan veya puta tapan
insanlara, örneğin bazı Hint dini mensuplarına ve mabetlerine dokunulmamış,
maddi veya manevi baskı uygulanmamıştır. Bazı idarecilerin hukuk dışı
davranışları ise, istisna veya komşu ülkelerin yanlış davranışlarına
misillemelerdir.
İslam'a göre Allah,
yarattığı canlı veya cansız tüm varlıklara yaratılışlarında temel emirlerini
vermiş “İsteyerek veya istemeyerek gelin”
buyurmuş ve buna karşı, tüm varlıklar “İsteyerek” geldik cevabını
vermişlerdir. Çağdaş tabiat ilimlerinin “Tabiat Kanunu” dediği prensipler
Allah'ın canlı-cansız tüm varlıklarda görünen Tanrısal emirleridir. Tabiatla
uğraşan, tabiat olaylarını açıklamaya, incelemeye, anlamaya çalışan ilim
adanılarmın yaptıkları da Allah'ın tabiatta görünen “Müşahhas ayetlerini”
anlamaya, yorumlamaya çalışmaktan ibarettir. İlahiyatçılar Tanrının sözel
âyetlerini, vahiylerini anlamaya ve yorumlamaya çalıştıkları gibi, tabiat
ilimleriyle uğraşanlar da Tanrı'nın maddi ve fiilî âyetlerini anlamaya,
yorumlamaya çalışırlar. Ancak bazıları bunu bilinçli olarak yaparlar, bazıları
ise bilinçsizce. Övgüye değer olan, bilinçli yapılanlardır.
Allah'a karşı
vazifelerinin idrakında olan insanın, buyrulan emirlere uyması, onları yerine
getirmeye çalışması, kendisine sunulan nimetler karşısında teşekkürü ibadettir.
Genelde bunlar: namaz, oruç, zekat, hac vs. gibi Kur'an'da belirtilen ahlâki ve
hukuki emirlere uyulması, saygı gösterilmesidir.
Namaz (salât) kelime
olarak “Dua” anlamındadır. Ancak bu duadan kasıt “Resmî, şekilsel” duadır.
Zamanları ve prensipleri Kur'an'da belirtilirken, uygulanışı peygamber
tarafından hayatı boyunca müminlere gösterilmiş ve öğretilmiştir. İnsanı kötü
işlerden ve uygunsuz davranışlardan koruyucu bir ibadettir. Allah'a tazim ve
ona şükürdür, duadır. Günahlardan pişmanlık duyup af dilemektir. Her Müslüman
tek başına veya toplu halde yerine getirebilir. Mümin, namazla doğrudan doğruya
yaratıcısının huzuruna çıkmış ve kulluk vazifesini yerine getirmiş sayılır.
Resmî olmayan, serbest
dualar, müminlerin her zaman ve her yerde kalplerinden geldiği gibi, Allah'a
yakarmaları, ricada bulunmaları, her türlü dünyevî ve uhrevî isteklerini dile
getirmeleridir. Bunun yeri ve zamanı, şartlan yoktur. İnsana şah damarından
yakın olan Allah kendisine yönelen gizli veya açık, sesli veya sessiz her
hitabı her an duyar, haberdar olur. Bu iki dua çeşiti “Salat” (resmi dua,
namaz) ve “Dua” deyimleriyle Kur'anda da birbirinden ayrılmıştır.
Oruç, Ramazan ayı
süresince müminlerin sabahleyin henüz güneş doğmadan önce başlayıp, akşam güneş
batıncaya kadar süren her türlü yeme, içme vs. gibi bedensel ihtiyaçlarından
uzak durmak, bunlarla ilgili güçlü arzulara sabır etmektir. Gayesi, arzu ve
ihtirasları, duyuları ve hayvansal hisleri kontrol altında tutmayı öğretmektir.
Ancak bu ibadet bedensel kuvvetleri elverişli olanlara emredilmiştir. Sağlığı
elverişli olmayanlar, hastalar, yolcular, lolıosa ve hayızh kadınlar, sonradan
uygun duruma kavuştuklarında, tutamadıkları günler sayısınca oruçlarını
tutarlar. Kimlerin oruçla yükümlü oldukları, kimlerin olmadıkları nasıl
tutulacağı vs. gibi şartların ayrıntıları, ilmihal kitaplarında anlatılır.
Oruç Kur'an'ın da
işaret ettiği gibi İslam'dan önce gelen dinlerde de vardır. Ayrıntılarda
farklılıklar olmakla birlikte, Yahudilikte Behor ve Teşa-Beav, Hıristiyanlıkla
Paskalya oruçları bunun örnekleridir.
Zekat, Müslümanların
ihtiyaç fazlası, zenginliklerinden belirli oranda toplumdaki ihtiyaç sahibi
kişilere ve içinde yaşadıkları devlete pay ayırmalarıdır. Mâlî bir ibadet
türüdür. İslâm'dan önceki dinlerde bu gönüllü yardımlar şeklinde idi. Kur'an
İse, her ferdi kendinden daha fakir yakınlarına ve komşularına yardım etmesi
için, malından bir hisse vermeğe mecbur kılmıştır. Bunun miktarı Kur'an'da
belirtilmemekle birlikte, Peygamber kırkta bir, yani %2,5 oranında bir
uygulamada bulunmuştur. Günümüze kadar da süregelmiştir. Ayrıca Ramazan ayının
sonunda, her aile reisi kendisi ve aile fertleri adma, Ramazan ayında kendi
evinde oturan ve oruçlarını açan misafirleri adına Fıtır Sadakası adıyla mali
yardımda bulunur. Uygulama ayrıntıları İlmihal kitaplarında anlatılır.
Hac, sağlığı ve mâlî
durumu müsait olan müminlerin ömürlerinde bir defa, Haram Aylar içinde Kabe'yi
ziyaret etmeleri ve ona bağlı diğer şartları yerine getirmeleri ile ilgili
bedensel bir ibâdettir. Haram Aylar Zu'1-Ka'de, Zu'1-Hicce, Muharrem ve Recep
olmak üzere dört aydır. Peygamber hac gününü Zu'1-Hicce'nin 9. Günü Arafat'da
vakfe ile başlatmıştır. Ancak dünya nüfusunun artması ve yolculuk imkanlarının
kolaylaşması gibi sebeplerle artan hac isteklerinin karşılanması, milyonlarca
hac misafirinin bir anda Mekke' de barındırılması her yıl biraz daha
güçleşmektedir. Zaruretlere binaen gelecekte hac ibadetleri sayısının Haram
Aylar içinde artırılması mümkündür.
Diğer dinlerde de
Kutsal Yerleri ziyaret şeklinde ibadetler vardır. Ancak İslam'daki gibi farz ve
zorunlu değildir.
Yukarda kısaca
anlatmaya çalıştığımız ibadetler zamanı ve yeri belirli, herkes için geçerli
resmi ibadetlerdir. Bunların dışında resmi olmayan, ibadet niyetine yapılan
davranışlar da vardır.
İslam, inananların
hidayete ulaşabilmeleri, Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilmeleri için, Kur'an'ın
açıkladığı ahlaki ve hukuki kurallara uymayı emreder. Zerre kadar yaptığı
iyiliğin de, zerre kadar yaptığı kötülüğün de, yani ahlâk ve hukuk dışı
davranışın karşılığını göreceğine, hesap günü sorgulanacağına inanır. Ceza
hükümleriyle ilgili beyanlarda alt ve üst sınırları çizilmiş, evrensel adaletin
esasları konmuştur. Örneğin ölüme sebebiyet vermede üst sınır kısas iken alt
sınır aftır. Kısasla af arasındaki geniş karar alanı taraflara ve hakime
bırakılmıştır. Müslümanlar bunlara uymak zorundadır. İnançlarında kusur olmasa
dahi, bu davranışlarının karşılığını gördükten, cezalan varsa çektikten sonra
Tanrı katına ulaşabilecekleridir. İnanca bağlı davranışlar, imanın
tamamlayıcısı sayılır. Kur'an bunları şöyle özetler:
“De ki, geliniz size Allah 'in haram kıldığı şeyleri
beyan edeyim: Allah 'a hiç bir ortak koşmayınız. Ebeveyninize iyilik ediniz.
Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyiniz. Biz, sizin ve onların da
rızkını veririz. Zina gibi kötü şeylerin açığına da gizlisine de yanaşmayın.
Allah 'in muhterem kıldığı nefsi haksız yere öldürmeyin. İşte bu yasaklara
riayet etmeyi, Allah size tavsiye etti, olur kî düşünür ve akıl erdirirsiniz.
Yetimin malına, bulûğ çağına varıncaya kadar, malını en güzel şekilde
koruyup çoğaltmak hizmetinden başka bir surette yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı
tam ve denk getirin. Biz herkese gücünün yettiğini teklif ederiz. Söz sahibi
olduğunuz zaman, davacı veya davalı hısım ve akrabanız dahi olsa, hep adaleti
gözetin. Allah'a karşı verdiğiniz sözlerinizi, yemin ve adaklarınızı yerine
getirin. İşte Allah, iyi düşünesiniz diye size bunları emretti”
[542]
İslam kültürü içinde
doğduğu halde, İslam toplumundan ve Kur'an'dan ayrılan yeni akımlar da vardır.
İslam toplumunca benimsenmeyen bu cereyanlar uluslararası hukukun dinlere
tanıdığı insan hak ve hürriyetlerinden daha çok faydalanabilmek, ayrıldıkları
cemaat üyelerinin duygusal baskılarından kurtulabilmek için yeni ve ayrı bir
din olduklarını ifade ederler.
Şii-İsmailiye mezhebi
kökenli Fatımî hanedanından Halife el-Hakim b. Emrillah (996-1021) ve veziri
Hamza b. Ali'nin kurduğu dini bir akımdır. İsimlerini mezhebin yaytcısı
Anuştekin Dürzi'den (ölm.1019) alırlar.
Mezhebin inancına
göre, el-Hakim insan şeklinde görünen tanrıdır. Tanrı onda tecessüm etmiştir. O
hem ruh ve hem de bedendir. Ölümü görünüştedir.Gerçekte ölmemiştir. Fitne ve
bozgunculuk yüzünden gizlenmiştir. İnsanlar günahlarına tövbe edip fitne ve
bozgunculuğa son verdikleri zaman tekrar ortaya çıkacaktır.
[543] Wizirî
Hamza b. Ali de Tanrı'nın ilk yüce yaratığıdır. Kainat onun cevherinden
yaratılmıştır. O, aklı küllidir. Allah'ın nurundan yaratılmıştır.
[544]
Cennet ve cehennem vs. gibi ahiret inançlarını ve geleneksel ibadetleri kabul
etmezler. İslam da dahil diğer dinlerin tüm inanç ve ibadetlerini reddederler. “Halavat”
adını verdikleri mabetlerini ıssız yerlerde kurarlar. Sigara ve şarabı haram
sayarlar. Cemaat çoğunluğu Lübnan'dadır. Suriye, Ürdün ve İsrail'de de
taraftarları bulunur.
“Ahmediye” veya “Mirzaiya”
olarak da bilinen Kadıyaniliğin kurucusu Mirza Gulam Ahmed (1839-1908)tir.
Hindistan'ın Kadıyan şehrinde 19. Yüzyıl sonlarında ortaya çıkmıştır. Kadıyan
Pencap eyaletinin Gurdaspur bölgesindedir. Başlangıçta İslam savunucusu olarak
gazetelerde yazdığı yazılarla şöhret bulan Gulam Ahmed, şöhretini Berahini
Ahediye isimli eseriyle güçlendirdi. Onun keramet ve kehanetlerinden söz edilir
oldu. O vahyin kesilmediğini “Hz. Muhammed'e eksiksiz uyan kişinin onun dış ve
iç bütün bilgileriyle donanacağmı, sezgiye dayanan bilgilerinin Peygamberin
bilgisini andırdığını, bu yolda pek çok ilham aldığını bildirdi.”
[545]
Cihadı, barışçıl yöntemlerle yapılacak bir savaş olarak yorumladı.
Mücedditliğini ilan etti ve taraftarlarından bir cemaat oluşturdu. Bir süre
sonra da Hz. İsa'nın ölmediğini, inançlarını yaymak için Keşmir'e geldiğini ve
burada 120 yaşlarında ölerek Srinaga'da gömüldüğünü söyledi. Ahir zamanda
gelmesi beklenen mesİh, Hz. İsa değil, Muhammed ümmetinden ona benzeyen birisi
olacaktı. Yani Mehdi ve mesih ayrı kişiler değil, aynı kişi olacaktı ve o da
kendisi idi.
[546] Bir süre sonra da vahiy
aldığını, nebi ve resul olduğunu, ancak yeni bir din ve şeriat getirmediğini
söyledi.
[547] Peygamberliği şeriatlı
ve şeriatsız olarak iki guruba ayırıyordu. Hz. Muhammed şeriat getiren
peygamberlerin sonuncusu idi, ancak şeriatsız peygamberlik devam ediyordu ve
kendisi Muhammed'in kısmi reinkarnasyonu idi.
[548]
Cebrail'in kendisine tann'dan vahiy getirdiğini, söylüyordu. Yine “Bu aciz,
Allah katından şu ümmete sözcü olarak geldi. Sözcü her manasıyla da peygamber
demektir. Her ne kadar tam bir nübüvvete sahip değilse de, cüzi bir nübüvvete
sahiptir”, diyerek durumunu güçlendirmeye çalıştı.[549]
Hindular için de kendisinin Tanrı Krişnanın (Kürşan) avatarası (bedenleşmiş
görünüşü) olduğunu açıkladı.
1908 de Ölümünden
sonra cemaatında “Nebilik” sorununda .anlaşmazlıklar çıktı. Cemeat Lahor ve
Kadıyan kollan biçiminde ikiye bölündü. Kadıyan kolu kendilerine ikinci halife
ünvaniyle Gulam Ahmed'in oğlu Mirza Besirüddin Mahmud Ahmed'i (1889-1965)
başkan seçtiler. Merkezlerini 1947 de Rabva'ya taşıdı. Gulam Ahmad'in
Nebiliğini kabul etmeyenler, Mevlana Muhammed Ahmed'in önderliğinde “Ahmediye
Encümen-i İşaat-ı İslam” adıyla bir örgüt kurarak çalışmalarına devam ettiler.
Kadıyaniler
çalışmalarını dünyanın çeşitli bölgelerinde aktif misyon faaliyetleriyle
sürdürürler. Toplam sayılarının 5-10 milyon kadar olduğu tahmin edilir.
[550]
Doğuşu 19. Yüzyıl
başlarına kadar gider. İlk safhaya “Bâbîlik” denir, Babiiiğe göre peygamberlik
hakikati, daha önceki peygamberlerde olduğu gibi, Hz. Muhammed'te de ortaya
çıkmış ve onun soyunda devam etmiştir. 12. İmamın gizlenmesiyle risalet de 1000
yıl süreyle gizlenmiş ve zamanı gelince Ahmed el-Ahsâî de (ölm.1826) sonra da
öğrencisi Kâzım Reştî de (ölm. 1843) ve Bab Mirza Ali Muhammed de devam
etmiştir. Mirza Ali “El-Beyan” isimli eserinin vahye dayandığını iddia etmiş ve
bu kitabında İslam'ın ibadet ve hukukla (muamelat) ilgili hükümlerinin zamanın
İhtiyacı gefeğİ ilga edildiğini iddia etmiştir. Görüşleri İslam'a aykırı
bulunmiisıyla 1850 de idam edilmiştir.
Öğrencisi Mirza
Hüseyin Ali (1817-1892) hocasının görüşlerini geliştirerek kendisine “Bahâullah”
unvanını verdi. Çeşitli kitap ve risaleler yazdı. Meşhurları el-İkan ve Kitab
ul-Akdes'tir. Vahye dayandıklarına inanılır. Bu kitaplardan her gün bir miktar
okumak vaciptir. Mirza Hüseyin AH Bahai Dininin kurucusu sayılır. Bahâîliğe
göre, Kainatın yaratıcısı Ulu Tanrı gizlidir, onun isim ve sıfatları elçileri
vasıtasıyla tanınır. Tanrı, Bahaullah da zuhur etmiş ve Tanrısal sıfatlan
Bahaullah da görünmüştür. O hem Tanrı, hem de
tanrının kendisi vasıtasıyla
insanlara ulaştığı, vahyin taşıyıcısı peygamberdir. O aynı zamanda “Mehdi”
ve Hıristiyanların beklediği “Mesîh”tir.
[551]
Dünya dinlerini birleştirmek için gelmiştir. Evrensel bir öğreti vaaz
etmiştir. Buna göre:
Kur'an ve hukuki
hükümleri Mirza Ali Muhammed'in risaletiyla ilga edilmiştir. İbadet ve diğer
emirler 15-70 yaşları arasındaki kimseler için geçerlidirler, diğerlerine farz
değillerdir.
[552] ibadet ferdidir.
Cemaatle ibadet yoktur. Kıble Bahaullah'ın Akka'daki Bahaullah'ın mezarıdır.
Bahai yılı her biri 19 gün süren 19 aydan meydana gelir. 2-21 Mart günleri oruç
ayıdır. Yeni yıl 21 Mart da, Nevruz'la başlar. Hac, Bab'm Şiraz'da ki ve
Bahaullah'ın Bağdat'daki evlerinin ziyaretidir.
[553]
Bayram günleri Bahai tarihinin önemli yıldönümleridir ve bu günlerde çalışmak
haramdır. Toplam sayıları 9 gündür. “Meşarık-ı Ezkar” İsimli mabetleri vardır.
Diğer dinleri birleştirmek gayesiyle, her türlü mabette o dinlerin
mensuplarıyla birlikte ibadet etmekten çekinmezler. Dünya birliği için her
müridin uluslar arası bir dili öğrenmesi gerektiğine İnanırlar. Bu sebeple
Esperonto'yu desteklerler. Siyasetten uzak durmayı tavsiye ederler. Ancak “Siyaset
Allah'ın ayetlerinden bîr ayettir” diyerek, uygun zamanda siyaset yapmak
gereğine de işaret ederler.
[554]
Cemaat idaresinde ve kitapların yorumunda en yüksek makam “Umumi Adalet Evi”
teşkilatıdır. Üyeleri seçimle tayin edilirler. Yeri, Akka'da Bahaullah türbesi
yanındadır.
[555] Türkiye'deki cemaat
merkezleri İstanbul'da “Türkiye Bahaileri Ruhani Mahfilin”dir.
Tarihteki ve günümüzdeki
dinler ve mezhepler arası savaşlar insanlığın kalplerini sızlatan
görüntülerdir. İnsanlar yalnız yaratıcılarına karşı sorumlu olmaları
gerekirken, bazı insanların veya grupların kendi doğrularını başkalarına Allah
adına zorla kabul ettirmeğe çalışmaları, küçülen dünyamızda büyük
huzursuzluklara yol açmaktadır. Sosyal ilişkilerin siklaştığı günümüzde,
insanlık dışı acıların tekrar tekrar yaşanmaması için, manevî liderlerin
aralarındaki farklılıkları ve sorunları karşılıklı görüşme ve anlayışlarla
çözümlemeye çalışmaları doğal bir davranıştır. İslamın temelinde ki, “Dinde zorlama yoktur” ilkesi de bu
doğrultudaki çalışmaları desteklemektedir. Dİnlerarası karşılıklı hoşgörü ve
anlayışı geliştirme çalışmaları günümüzde “Dinlerarası Diyalog” ismi altında
sürdürülmektedir.
Diyalogun sözlük
anlamı, iki veya daha fazla kişinin sorunlarını karşılıklı görüşüp,
konuşmasıdır. Dİnlerarası Diyalog da, dinleri temsil eden cemaatların
aralarındaki sorunları temsilcileri vasıtasıyla karşılıklı görüşüp konuşmaları,
çözüme ulaştırma eğilim ve gayretleridir. Başka bir anlatımla, benzer tür
malları üreten ve pazarlayan firmaların, mallarını pazarlarken, birbirleriyle
kavga etmeden, birbirleri aleyhine propaganda yapmadan, mallarını özelliklerini
tanıtarak, satışlarını artırmaya çalıştıkları, aralarında çıkan sorunları
karşılıklı görüşme ve uzlaşmalarla çözümledikleri gibi, dini cemaatların da
kendilerini çeşitli yöntemlerle birbirlerine anlatmaları, kendilerini
tanıtmaları, taraftar kazanma, cemaatlarını genişletme eğilimlerinde
bulunmaları esnasında birbirlerini kötülemeden, düşmanca ve kışkırtıcı tavırlar
içine girmeden, karşılıklı konuşmalarla birbirlerini anlama, aralarındaki
anlaşmazlıkları çözümleme çalışmalarıdır.
Çünkü binlerce yıl
süren tarih tablosuna baktığımızda, dinler ve inançlar arası sıcak ve soğuk
kavgaların insanlığa felaketler ve acılar, nefret ve kin dışında bir şey
getirmediği şuuru her geçen gün biraz daha kuvvetlenmektedir. En büyük etken de
birbirlerini tanımamalarıdır. Küçülen dünyamızda insanların dostça ve barış
içinde yaşayabilme yollarının başında birbirlerini yeterince tanımaları,
diyalog halinde olmaları ihtiyacı kendini göstermektedir. Aynı odada yaşasa
dahi, birbirleriyle konuşmayan iki kışının birbirlerini tanımaları, dost
olmaları beklenemez. İnsanlar karşılıklı konuşmalarla birbirlerinin duygu ve
düşüncelerini anladıkları derecede, aralarında gönül köprüleri kurulur. Ortak
sorunlarını birlikte çözme eğilimleri belirir. İnanç ve vicdana bağlı ahlaki
değerleri, yıkıcı akımlara karşı daha güçlü koruyabilmek için, gençliğin daha
iyi yetişmesine katkıda bulunabilmek için, inanan insanların el birliği
yapmasına ihtiyaç vardır. Eğer dinler iyiliği, ahlakı, güzelliği, refahı,
adaleti tavsiye ediyorlarsa, aynı gayede bir araya gelip güç birliği yapmalarından,
sorunlarına birlikte çözüm yolları aramaktan daha tabii ne olabilir?
Diyalog çalışmaları
önce Hıristiyan mezhepleri arasındaki anlaşmazlıkları karşılıklı görüşmelerle
çözüme götürmek şeklinde başlamıştır. Daha sonra bu deneyimlerden elde edilen
olumlu sonuçlardan hareketle, inanan insanlar olarak Hıristiyan clmayan dinlere
karşı da karşılıklı anlayış ve görüşmelerle ortak çözümler üretmek
girişimlerinde bulunmuşlardır. İnsanlar arasında inanç kavgalarına son vermek,
ayrı dinler ve inançlardaki fertlerin, toplumların yan yana barış ve dostluk
içinde yaşamalarının yollarını aramaya başlanmıştır.
Diyalogun yöntem ve
sınırları konusundaki araştırma ve çalışmalar, çeşitli dinlere mensup ilim
adamları ve din görevlileri tarafından sürdürülmektedir. Tarihçesi çok yenidir.
1964. Vatikan Konsili'nden sonra söz edilmeye başlanmıştır. Bazı olumlu
ilerlemelerin de kaydedildiği söylenebilir. Örneğin son zamanlarda Batılı İslam
uzmanlarının İslâmiyet hakkında yazdıkları kitaplarda, önceleri olduğu gibi,
İslâmı çarpıtmak, yanlış anlatmak ve kötülemek için bahaneler aramak yerine,
Müslümanların inanç ve tasavvurlarını tasvir etmek, inananları oldukları gibi
yansıtmak, anlatmak eğilimleri kendini göstermektedir. Objektiflik oranında
eskiye göre bazı olumlu ilerlemeler de göze çarpmaktadır.
Diyalog düşüncesinin
ortaya çıkmasında İkinci Dünya savaşı sonrası ortaya çıkan İnsan hakları, din
ve vicdan özgürlüğü kavramları aki gelişmelerin olumlu etkileri yanında,
dünyada gelişen ulaşım ve haberleşme vasıtalarının, turizmin değişik inançtaki
insanları yanyana getirmesi, Avrupa'da ki Türk İşçileri örneğinde olduğu gibi
çeşitli göçlerle bir araya gelen insanların ve okullarda aynî sınıfta öğrenim
gören farklı dinlere mensup öğrencilerin birbirlerini tanıma eğilimleri, aynı fabrikada
çalışan işçiierin karşılıklı insancıl ilişkileri, işçi ve öğrenci akımları,
farklı din mensupları arasındaki evlilik sayılarının artması, ticarî, askerî,
dinî ve kültürel ilişkilerin yoğunlaşması, diyalog düşüncesinin gelişmesine
yardımcı olmaktadır. Bu ilişkilerin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi,
karşılıklı hoşgörü ve iyi niyet esaslarına bağlıdır. Hemen her dinin hakimiyet
alanında, diğer din mensuplarının olduğu gibi, İslam'ın hakim olduğu bölgelerde
Hıristiyan azınlık cemaatlar ve Hıristiyanlığın hakim olduğu bölgelerde de
Müslüman azınlık cemaatler bulunmaktadır. Aynı sokakta komşuluk ilişkileri
içinde olan bu ayrı din mensuplarının birbirlerini anlamaları, iyi İlişkiler ve
barış içinde yaşamalarını zorunlu kılmaktadır.
Katolik kilisesi
diyalog konusunu daha iyi yürütebilmek İçin Vatikan'da “Hıristiyan Olmayanlar
Sekreterliği” ismiyle bir birim kurdu ve başına Hıristiyanlık dışı dinler
konusunda uzman kişileri getirmek suretiyle çalışmalarını sürdürdü. 1964 yılında
kurulan Sekreterlik, onu takip eden 10 yıl içinde fazla gelişme gösteremedi.
Çünkü diyalog çalışmalarının tabandan gelmesi bekleniyordu. İlk teşebbüs
çeşitli bölgelerdeki mahalli kiliselere bırakılmıştı. Bu beklentinin pek
verimli olmadığı görüldü. Bunun üzerine yöntem değişikliğine gidildi.
Çalışmalar üst seviyede ve merkezde başlatıldı. Diyalogu üstten tabana doğru
yayma yöntemi daha etkili oldu. Örneğin Sekreterlik başkanı Kardinal Pignedoli
1974 yılında Suudi Arabistan Kralı Faysalı; daha sonra Kahire İslami
Araştırmalar Yüksek Meclisini ziyaret etti; ilişkilere hareketlilik kazandırdı.
İslam dünyasında ilk tepki Libya'dan geldi. Başbakan Abdusselam Callud, İtalya'yı
ziyareti sırasında Vatikan'ı da ziyaret ederek, Papa VI. Paul ile görüştü, daha
sonra da Şubat 1976 da Libya'nın Trablus şehrinde İslam-Hıristiyan Diyalogu
isimli bir seminer düzenlendi. Bu seminere iki tarafın 12 şer kişilik
kdnuşmacıları yanında çeşitli ülkelerden gözlemciler de katıldı; Türkiye'yi de
yedi kişilik bir heyet temsil etti.
[556]
Daha sonraki yıllarda Vatikan temsilcilerinin islam Ülkelerindeki ziyaret ve
temasları devam etti; yapılan çalışmalar yayınlarla desteklendi. Türkiye'de bu
çalışmalara katıldı, bu gaye için 1987 ve 1988 yıllarında Ankara Üniversitesi
ile Roma Pontifical Gregorian Üniversitesi arasında karşılıklı sempozyumlar
düzenlendi.
Vatikan bünyesinde
kumlan Hıristiyanlık Dışı Dinler Sekreterliği ve yan kuruluşları çalışmalarını
sürdürmektedir. “Bulletin”, “İslamochristiana” vs. gibi dergilerle konu
güncelleştirilmekte, kamu oyu oluşturulmaktadır. Bunlara ilaveten “Saint-Siega
Sekreterliği” veya “Kilise Ökumenik Konseyi” gibi kuruluşların işbirliğiyle
diyalog çalışmaları yoğunlaştırılmaktadır. 1971 de merkezi Cenevre'de “Zamanımızın
İnanç ve İdeolojileri ile Diyalog Komisyonu” ismiyle yeni bir birim ve buraya
bağlı “İslâm Alt Komisyonu” kurulmuştur. Bu teşkilâtlar çeşitli İslâm
Ülkelerinde toplantılar düzenleyerek aktif faaliyetlerini sürdürmektedir.
Katolik Hıristiyanlar
yanında Ortodoks Hıristiyanlar da 1984 yılından itibaren Müslümanlarla
Diyalog" çalışmalarına katılmışlar ve bu yönde çeşitli ülkelerde
toplantılar düzenlemişlerdir.
[557]
Temaslar devam etmektedir.
Müslüman ülkelerde
yaşayan Gayrı Müslimlere İslam Hukuku gereği ilk zamanlardan beri din ve vicdan
hürriyeti tanınmıştı. Hıristiyan ülkelerdeki zorla Hıristiyanlaştırma
çalıştırmalarına karşı dahi bîr misillemede bulunulmamıştı. İspanyadaki
Müslümanlara yapılan zorlamalardan rahatsız olan Yavuz Selim misilleme yapmak
istemişse de, başta Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi olmak üzere İslam
Hukukçuları “Zulme zulümle karşılık verilmez” gerekçesiyle karşı çıkmışlardı.
Gayrı Müslimlerin cemaat içi problemlerinin çözümü, geleneksel dini hukukları
içinde kendi din adamlarına bırakılmıştı. Devlete karşı din ve dünya işlerinin
sorumlusu Patrik, Baş Haham vs. gibi cemaat liderleri idi. Bu üst düzey cemaat
liderleri, örneğin Osmanlı Devletinde Kadı Asker'in teklifi ile atanıyordu.
Devlet protokolunda İlmiye Sınıfı içinde yer alıyorlardı. Ülkede yaşayan
çeşitli din mensupları yanyana yaşamakla birlikte, aralarında diyalog yoktu.
Her cemaat kendi içinde, komşusuna kapalı bir hayat yaşıyordu. Cematlar veya
dinler arası misyon faaliyetlerine cemaatlar arası ahengi bozar endişesiyle
İzin verilmiyordu. Kendi vicdanının sesiyle İslam dışı dinler arasındaki din ve
mezhep değiştirmelere ise müdahale edilmiyordu.
Cumhuriyet döneminde
gayri müslİm cemaatların liderleri ve idareleri devlet teşkilatı dışında
bırakıldı. Din, vicdan ve kültürel hürriyetleri Lozan anlaşmasıyla garantiye
alındı. Cemaatları Bağımsızdır. Devlet, yalnız cemaat meclislerince seçilen
başkanları onaylar ve güvenlik dışında hiç bir konuda müdahalede bulunmaz.
Kendi üyelerinin eğitim ve öğretimleri de Osmanlı Devletinde olduğu gibi kendi
cemaatlarına bırakılmıştır. Müslümanlarla bu cemaatlar arasında dini yönden
ciddi bir diyalog henüz gerçekleşmemiştir. Zaman zaman münferit,
gayrı resmi teşebbüslerin olduğu
gazete haberlerinden
öğrenilmektedir.
Batı'da Hıristiyan
mezhepler arası başlayan diyalogun, Kiliseler Birliğini doğurması; iktisadi iş
birlikteliğinin Avrupa Ortak Pazarını ve sonra da siyasi birliğe yönelen Avrupa
Birliğini doğurması gibi olumlu örnekler Müslümanları da benzeri birlikler
oluşturma düşüncesine sevk etmiştir. 1945 da kurulan Arap Birliği çalışmaları
1969 da İslam Ülkeleri Konferansına dönüşmüş, İlk toplantı Rabat'da
yapılmıştır. Her yıl başka bir İslam ülkesinde olmak üzere siyasi, ekonomik ve
kültürel düzeylerde toplantılar sürdürülmektedir. Ancak bu ilişkilerin Batı'dan
farkı, diyalogun cemaatlar ve dini liderler arasında değil, siyasi liderler ve
devletler arasında oluşudur.
Suudi Arabistan
Devleti öncülüğünde 1962 de Mekke'de kurulan Dünya İslam Birliği ise, dünyanın
çeşitli yerlerindeki Müslüman topluluklarına dini ve kültürel yardımı
hedeflemektedir. Bu girişimlere rağmen Müslümanlar Maurice Borrmans'ın
ifadesiyle henüz “Tarihi değerlendirme tarzlarında, birlik kavramına bakış
açılarında, ibadet etme biçimlerinde, haklarını bildirmede beraber olmaktan
uzaktırlar.”
[558] İslam alemini oluşturan
Müslümanların yaklaşık %9'nu oluşturan Şülerle, %0,25 i oluşturan, Umman,
Zengibar ve Kuzey Afrika'da dağınık yaşayan Haricilerle Sünniler arasında henüz
hiç bir diyalog ve birlik teşebbüsü yoktur.[559]
Bunda İslam ülkelerindeki cemaat mensuplarının ait oldukları devletlerin siyasi
otoritelerine bağımlılıklarının rolü büyüktür. Cemeatler siyasi idarelerinin
izin verdiği ölçüde birlik oluşturabilirler, dış ülkelerdeki cemaatlerle
irtibat kurabilirler. Gelişen dünya şartlarına ayak uydurabilir, faaliyette
bulunabilirler. Siyasi otoritelerin dine bakışları ise, ülkeden ülkeye göre
değişmekte ve aralarındaki ilişkiler siyasi hesaplarla daha da karmaşık hale
gelmektedir. Müslüman ülkelerdeki din ve vicdan hürriyeti anlayışlarının
zamanla gelişmesi, din ve devlet ilişkileri arasındaki sorunları da
çözülebileceği ümidini vermektedir. Günümüzde Müslüman Cemaatlar arası
ilişkiler ve sorunların çözüm arayışlarında yetkili temsilci bulma güçlüğü de
her an kendini hissettirmektedir. Tarihî ve siyasî engeller dışında Müslüman
cemaatlar aralarmda büyük ayrılıklar olmamasına rağmen, henüz iç barışa yönelik
diyalog çalışmaları başlatılamamıştır. Burada Müslümanların tarihten
kaynaklanan, devlet idaresi ve siyaseti dışına çıkamamalan, siyaset dışı
bağımsız birlikler kuramamaları zaafiyeti, önemli rol oynamaktadır.
Müslüman halkın resmi
temsilciliği olan Diyanet İşleri Başkanlığı, Hıristiyan dünyasında gelişen
diyalog çalışmalarını başlangıçta, uzaktan dikkatle takip etmeyi uygun
bulmuştur. Bazı İslam ülkelerinde Katolik Kilisesi ile yapılan diyalog
toplantılarına
[560] sadece
gözlemci olarak katılmıştır.
Konuya devlet
yöneticileri de ilgi göstermiş, Turgut Özal diyalogu yararlı bularak Ankara
Üniversitesi ile Roma Gregoryan Üniversiteleri arasında yapılacak bir anlaşma
ile ortak sempozyumlar düzenlemelerini teşvik etmiştir. 1987 Roma'da ve
Ankara'da düzenlenen bu toplantılara ilahiyat fakültelerinden öğretim üyeleri
davet edilerek, aktif katılımları sağlanmıştır. Bu ilk resmi toplantılarda
geçmişteki hatalar yerine, geleceğin güzellikleri ve ortak alanlar üzerinde
durulması dile getirilmiştir.
10-15 Eylül 1989 da
Ürdün Kraliyet İslam Medeniyeti Araştırma Enstitüsü ve Papalık Dinlerarası
Diyalog Konseyi birlikte İstanbul'da ortaklaşa bîr “Modern Toplumda Din Eğitimi”
konulu sempozyum düzenleyerek Türk kamuoyunun ilgisini artırmaya
çalışmışlardır.
Resmi kurumlar
arasında başlayan bu ilişkiler, sivil cemaatların da ilgisini çekmiş, basın-yayın
organlarında aleyhte ve lehte tartışmalar gündeme gelmiştir. Konuya olumlu
yaklaşan cemaat önderlerinden Fethullah Gülen Papa II. John Paul'u 9 şubat 1998
de ziyaret ederek kendisine ülkesinin kültür sembolü olarak ipek bir hah hediye
etmiş, farklı kültürlerin zenginliklerine hoş görüyü vurgulamıştır. Papa da
kendisine Aziz Paulus portresi hediyesi ile karşılık vererek Hıristiyanlığın
babası sayabileceğimiz Aziz Paulus'a ve teolojisine saygıya dikkati çekmiştir.
Gülen cemaatı düzenlediği bilimsel ağırlıklı toplantılarla bu yöndeki
çalışmalarını sürdürmektedir.
Diyalogun karşısındaki
cemaatler ise, Diyalogu akıllı bir misyon oyunu olarak değerlendirmiş, geçen
asırların acı tecrübelerini dile getirerek bu oyundan uzak durulmasının
yararlarını savunmaya başlamışlardır. Hatta
diyalog faaliyetlerine katılan cemaat önderlerini ve İlahiyat Fakültesi
öğretim üyelerini İslam'a ihanet ve basit çıkarlar uğruna inançlarını satma
gafletinde bulunmakla suçlamaktadırlar.
Diyalogla ikinci büyük
resmî adım, İstanbul Büyükşehir belediyesinden gelmiş, 10-12 Ekim 1997 de
düzenlediği “I. Uluslararası Diyalog Konferansı” ile konuya katkıda bulunmak
istemiştir.
Diyanet İşleri
Başkanlığı da 1997 den itibaren konuya aktif katılmayı uygun bulmuş ve
Başkanlık içinde “Dinlerarası Diyalog ve Araştırmalar Merkezi” kurmuştur. 23-27
Kasım 1998 de II. Din Şurasının bölümlerinden birini bu tarihi konuya ayırmış,
Hz. İsa'nın 2000. doğum yıldönümü kutlamalarına “Hoşgörü Yılı” ismi altında
katılmayı uygun bulmuştur. İstanbul'da, Tarsus'ta ve İzmir'de bilimsel ve
tanıtıcı toplantılar düzenlemiştir. 10-11 Mayıs Tarsus toplantısına ülke
içindeki çeşitli dinlerin cemaat temsilcileri davet edilmiş, toplantıya
Katolik, Ortodoks ve diğer Hıristiyan mezheplerinin temsilcileri yanında Haham
baş ılık da katılmıştır. Toplantının ortak sonuç bildirisi merasimle
imzalanmış; diyalog ve gayesi ile ilgili düşünceler aşağıdaki gibi
vurgulanmıştır:
“Dinlerarası
sorunların çözüm yolu her dinin doğru anlatılması yanında, diğer dinlerin de
objektif öğretilmesinden geçmektedir. Biz dini temsilciler olarak bu alanda
üzerimize görevlerin düştüğü bilinci içerisinde yanlışlıkların giderilmesi için
müşterek çaba harcama kararlılığında olduğumuzu vurgulamak isteriz.”
Bu dinlerarası
diyalog; dinleri birleştirme veya bir potada eritme faaliyeti değil, tüm
farklılıkları koruyarak herhangi bir zorlamaya gitmeden hoşgörü ve anlayış
içinde ortak meseleleri konuşma, müzakgre etme ve işbirliği yolları arama
gayretidir.
[561]
Literatür:
1- Baki Adam, Katolik
Kilisesinin Kurtuluş öğretisi Açısından Diğer Dinlere Bakışı, Ankara 1997
(Henüz yayınlanmamıştır). Adnan Aslan, “Batı Perspektifinde dini Çoğulculuk
Meselesi”, İslami Araştırmalar Dergisi, sayı 2, 1998, ss. 143-163.
2- Mehmet
Aydın, Diyalog Açısından İlahi Dinlerin Birbirlerine yaklaşımı, SÜ. İlahiyat
fak. Der.Sayı X, (2000), ss. 16-24.
Hıristiyanlığın
konuyla ilgili temel görüşünü yansıtabilmek için, katolik Mezhebini örnek
alırsak,her mezhebin kendini hidayetin mutlak temsilcisi gördüğü gibi,
Katolikler de K.enJiierini kurtuluşun gerçek temsilcisi olarak görürler.
Ortodoks ve Prote&tarî kıli.Seieı»İni dahi kurtuluş için yeterli bulmazlar.
Bu sebeple misyonerlik çalışmalarını diğer Hıristiyan mezhepleri içinde de
sürdürürler. Bu iki bin yıla yakın sürdürülen temel görüşte 2. Dünya Savaşı
sonrası bazı yumşamalar görülmüştür. İkinci Vatikan Konsili (1962-1965) sonrası
diğer dinlerin ve kiliselerin de insanlığın manevi kuruluşundaki rolü hakkında
olumlu gelişmeler kaydedilmiştir. Bununla birlikte kurtuluşun yegane vasıtası
Kendisi olduğu, merkezi görüşünden hiç bir uzaklaşma olmamıştır. Misyonun
çağdaş metotlarla devamı benimsenmiştir. Konsil Hıristiyanlık dışı bazı
dinlerin isimlerini zikretmiş, taşıdıkları değerlei i takdir etmiştir. Ancak bu
onların kendi bütünlükleri içinde doğruluklarının tanındığı anlamına gelmez. Bu
konudaki uzman ilahiyatçıların yaklaşımları üç gurupta toplanabilir.
a- Kilise
Merkezli, Dışlayıcı Geleneksel Yaklaşım. Buna göre, Hıristiyanlık dışındaki
dinler insan uydurmasıdır. İnsanlığın kurtuluşuna vasıta olamaz. Kurtuluş
yalnız İsa Mesih'in aracılığıyla Kilise'de kazanılır. Bu görüşe dayanak olarak
Yeni Ahidde ki, “Hiç kimse Oğulu tanımadan Baha'yı tanıyamaz ve Baba'yı bilmeden
de Oğulu bilemez ve ancak Oğul istediğine kendini bildirecektir”
[562] “Yol
ve hakikat benim, ben vasıta olmadıkça Baha'ya (Tanrı) kimse ulaşamaz”
[563] sözleridir.
Bu ifadeler ışığında Protestan kiliselerde dahil, Hıristiyanlık dışında
kurtuluş olmadığı yönündedir. İddialarını şöyle açıklarlar: diğer dinler
arasında Hıristiyanlık, semadan insanlığı kurtarmak için yeryüzüne inmiş
mücessem bir Tanrı tarafından kurulmuş tek dindir. Tanrı kendini Mesih yoluyla
bu dinle vahyetmiştir. Ayrıca dinler asıl itibarıyla insani değil İlahidir.
İnsanların onlar hakkında hüküm vermesi doğru olamaz. Hem bu dünyada daima
cezayı hak eden insanlar olacaktır. Herkesi kurtarmak gayretiyle hakikat tahrip
edilmemelidir.
b- Çoğulcu
Yaklaşım. Buna göre bütün dinler Tanrı'ya götüren eşit vasıtalardır. Farklı
dinlerin tanrı bilgisi ve tecrübesinde farklı metotlar vardır. Geleneksel
yaklaşım “İsa Mesih” merkezli temel görüşten hareket ederken, çoğulcu yaklaşım “Tanrı”
merkezli temel görüşten hareket eder. Bütün dinler tek Tanrısal gerçeğe giden
kurtarıcı yollardır. Mensuplarının iddiasına rağmen, hiçbiri diğerinden ne daha
üstün ne de daha az değerlidir.
[564]
Savunucuları azınlık durumundadır. Temsilcilerinden Hintli Katolik Raimundu
Panikkar'a göre, Mesih beşeri, ilahi ve kozmik realitenin toplamını ifade eden,
yaşayan bir semboldür. Kurtarıcı Mesih, Hıristiyanlığın İsa Mesihiyle
sınırlandırılmamahdır. O gizli bir şekilde insanlığın manevi tarihinde her
zaman vardır. İsa Mesih, Krişna, Buda, Rama ve diğerlerinde de tarihin değişik
zamanlarında bedenleşmiş olarak tarih sahnesine çıkmıştır.
[565]
Bu görüşün diğer bir
temsilcisi John Hick, “Hak Bizatihi” “The Real an sich” ile dinlerin farklı
Tanrı kavramları arasındaki ilişkiyi, kant'in numen -fenomen ayrımını
kullanarak açıklamaya çahlşır. Ona göre Hak Bizatihi (the Real an sich) numen
alanıdır ve yani bizim tecrübemizin dışındadır. Dolayısıyla, Hak Bizatihi
hakkında hiçbir müsbet ve menfi nitememe yap im ayacağı m iddia eder”
Hick, hak Bizatihi'nin
birincisi Yahudilik, Hıristiyanlık ve islamiyet gibi semİtik dirilerde ortaya
çıkan müşahhas, diğeri İse hinduizim ve Budizm gibi dinlerde zuhur eden
müşahhas olmayan (the impersonae of the real) iki ayrı tezahürü olduğunu
söyler. Bütün bunlar, Hick'e göre, “Mutlak” ve “Aşkın” numenal varlığın fenomenal
yansımaları olduğu için bu “Dinlerin her biri doğrudur ve bunlardan birine
inanan kurtuluşa erecektir.”[566]
c- Kapsayıcı
veya Uzlaştırıcı Yaklaşım. Tanrının evrensel kurtarma iradesiyle, kurtuluşun
sadece İsa Mesih ve Kilise'de olduğu görüşünü uzlaştırmaya çalışan bir
görüştür. Buna göre, Tanrı'mn tezahürü diğer dini geleneklerde de vardır.
Kurtuluş bu gelenekleri de kapsar. Hıristiyanlık dışı dinlerde de tanrıya
götüren işaretler, manevi zenginlikler vardır. Ancak insanlığı kurtuluşa
götürmekte yetersizdirler. İsa Mesih bunları tamamlar, mükemmel hale getirir.
Daha önce Eski Ahid'i Yeni Ahid'le tamamladığı gibi, Asya dinlerindeki Krişna
ve Buda tasavvurlarını da “Tanrı-İnsan İsa” tasavvuru mükemmelleştirir.
[567]
Kari Rahner'e göre,
Hıristiyanlık dışı dinlere mensup olanlar, aslında isimsiz, gizli
Hıristiyanlardır. Kurtuluşun gelişmesi tanrının inayetiyledir. Bu inayet
sonunda İsa Mesih'e bağlanır. Şu anda yeryüzünde yaşayan Hıristiyan inancı
dışında kalan, vaftiz olmayan ve kiliseye intisap etmeyenlerin kurtulamayacağı
anlayışı sürdürülmemelidir. Misyonerlik, incil'in ve Hıristiyan inancının
mesajına tam uyulması, daha iyi Hıristiyan olunmasının sağlanması için
yapılmalıdır.
[568]
Aslında bu görüş, geleneksel dışlayıcı Görüşün yumuşatılmış bir ifadesi
görünümündedir. Diyalog uzmanlarından H. Küng bu yaklaşımı hem diyalogu
engelleyici, hem de Kilise'yi kimlıksizleştireceği endişesiyle tenkit
etmektedir. Ancak sunduğu tanrı merkezciliği İsa Mesih'e bağlamakla kendisi de
K. Rahner'le aynı noktaya gelmektedir.
[569]
Bu görüşler Katolik
Kilisesinde geleneksel misyon anlayışını surgulamaya ve yeni yaklaşımlar
aramaya sevk etmiştir. Bunlar: inancı açıklama, inkültürasyon, kurtuluş ve
bağımsızlık hareketlerine katılma yöntemleridir, İnancı açıklama, tebliğ ve
diyalog, en geçerli ve yaygın misyon metodudur. İnkültürasyon metodu, Hindular
ve geleneksel kabile dinleri mensupları arasında uygulanmaktadır. Kurtuluş ve
bağımsızlık hareketlerine katılma ise, Marksist ideolojilerin hakim olduğu
bölgelerde ön plana çıkmaktadır.
[570]
Hıristiyanlık
Yahudilik içinde doğmuş bir dindir. Yahudiliği Hz. İbrahim'in mirasçısı olarak
görmekle birlikte, Yahudilerin düştükleri hatalardan dolayı seçilmişlik
mirasının Hıristiyanlığa geçtiğine inanırlar. Hz. İsa bir Yahudi olan Meryem'den
doğmuş, Yahudi toplumu içinde büyümüşdü.. Eski Ahîd kurallarına göre hareket
etmişti. Bu sebeple İsa öncesi Yahudiliği ve Kutsal kitabını Allah'ın hidayet
planının bir parçası olarak görmüşler, Eski Ahid'i kendilerine göre
yorumlayarak Yeni Ahid'le birlikte günlük hayatlarına sokmuşlardır. Ancak Hz.
İsa'yı kavminin çoğunluğunun reddetmesi, muhakeme etmesi, idamına sebebiyet
vermesi dolayısıyla İndilere yansıyan olumsuz hava, yüzyıllar boyunca
nesillerine de teşmil edilmiş, katı bir Yahudi düşmanlığına dönüşmüştür. Yahudi
olmayan Hıristiyan'ların kilisede hakimiyet kazanmaları olumsuz bakışı daha da
kuvvetlendirmiştir. Tüm Yahudiler “Günahkar” ve “Tanrı katır” sayılmışlardır.
[571]
Kurtuluşları ise, ancak İsa Mesih'e tabi olmakla mümkündür. Aksi halde yeryüzünde
dolaşıp durmaları, diyardan diyara sürülmeleri alın yazılardır. Eski Ahid
şeriatı da İsa ile birlikte nesh edilmiştir.
Kilisenin bu
geleneksel görüşü II. Dünya Savaşından sonra yumuşamaya başlamış, II. Vatikan
Konsİlİ kararlarında ifadesini bulmuştur. İsa'nın ölümünden daha sonraki
devirlerde yaşayan Yahudilerin sorumlu tutulmamaları ve lanetlenmemeleri
gerektiği yorumu getirilmiştir. Hıristiyan ülkelerde okutulan ders
kitaplarındaki Yahudi aleyhtarı ifadelerin kaldırılma ve sevgiyle yaklaşım
çalışmaları başlatılmıştır. Ancak ebedi kurtuluş yolunun Hıristiyanlıkta
olduğu, Hıristiyanlığı kabul etmekle kurtuluşa ulaşabilecekleri görüşünden de
taviz verilmemiştir.
Kilise'nin İslam'a ve
Müslümanlara bakışı Yahudilere bakışından farklıdır. Kitab-ı Mukaddes'te
Müslümanlarla ilgili dogmatik, tarihi bir ifadenin bulunmaması, onlara hareket
ve yorum kolaylığı sağlamakta, ilişkileri kolaylaştırmaktadır. Buna rağmen II.
Vatikan Konsiline kadar hiç bir Konsil kararında Müslümanlardan söz edilmemişti.
Bu İslam ve Müslümanlar hakkında hiç bir değerlendirme olmadığı anlamına da
gelmez.
Hıristiyanlarla
Müslümanlar arasındaki ilk temas, Necranlı Hıristiyanların Medine'ye gelerek
Hz. Muhammed'le tartışmalarına (m.s.631) kadar gerilere götürülebilir ve ilk
diyalog sayılabilir. Aradaki ciddi tartışmalar, Müslümanların Hıristiyan
topraklarına girmeleriyle başlamıştır. İlk anda İslam'ı sapık bir Hıristiyan
mezhebi zannetmişler, ciddiye almamışlardır. Daha sonraları bu hatadan çabuk
vazgeçmiş, savunma gayretine düşmüşlerdir. Bu gayretle Hz.Muhammed'i şehvet
düşkünlüğüyle, sahte din kurmakla, şeytanın temsilcisi olmaca itham etmişler,
İslam'a reddiyeler yazmışlardır. “Kilise dışında kurtuluş yoktur” doğmasıyla
ebedi kurtuluş programında İslam'a yer vermemişlerdir.
II. Vatikan Konsili Müslümanlar için
önemlidir. İlk defa Müslümanlardan söz edilmiş, inanç, ibadet ve ahlak
sistemleri hakkında olumlu ifadeler kullanılmıştır. Ancak bu ifadeler İslam'ın
ebedi bir kurtuluş vasıtası olarak görüldüğü anlamına gelmez. Çünkü Konsilde
İslam'dan değil, Müslümanlardan söz edilmiş, Hıristiyan inancına çağrılarak
kurtarılmaları gereken halklar arasında bırakılmışlardır.
Yakın zamanlara kadar
Hıristiyanlıkla Hint dinleri arasında bir rekabet söz konusu olmamıştır. Ancak
Hinduizm'in ve Budizm'in Batı'ya nüfuz etmeye başlaması, bu dinler üzerine daha
ciddi eğilmelerine yol açmıştır.
a-
Hıristiyanlıkla Hinduizm'in karşılaşması Hz İsa'nın havarilerinden Mar
Thomas'ın Hindistan'da ki misyon faaliyetlerine kadar gerilere götürüfebilir.
Bu ilk Hintli Hıristİyanlara “Thomas Hıristiyanlar” denir. Hıristiyanların
güçlü akımı 16. Yüzyıldan sonra sistemli misyon ve sömürgecilik hareketleriyle
başlamıştır. II.' Vatikan Konsili misyon metotları içine konan “İnkültürasyon”
çalışmalarının merkezi Hindistan'dır.
[572] Hinduizmle Hıristiyanlık uzlaştınlmaya
çalışılmaktadır. Konsil kararında Hinduizm ve Budizm'den övgüyle söz
edilmiştir. Saygı, diyalog, misyon, inkültürasyon ve “Mesihie tamamlama”
kavramlarıyla İyi ilişkiler kurulacak,
sonra da o dinlerde ve kültürlerdeki manevi ve ahlaki değerler
korunarak, Hıristiyan öğretisi aşılanarak
geliştirilecek ebedi kurtuluşları tamamlanacaktır. Bu plan dahilinde
onlardan “Putperestler”
olarak söz edilmeyecektir. Böylece
Hinduizm gerçek Tanrf ya yönelişin bir yolu sayılmıştır. “Hinduizm artık,
Yehova'nın Musa'yla olan ahdinden önceki Kozmik Vahyin bir ürünüdür.
Misyonerliğin amacı Hinduizm'de ki gizli Mesih'i ortaya çıkararak, Hinduları,
onların kurtuluşu için kanını döken İsa'nın ahdine ortak yapmaktır”.[573] Bu
yeni yorumun adı “Tamamlama Teolojisi”dir. İlahiyatçılar tarafından “Tarın'nın
bedenleşmiş kelamı Mesih” inancının karşılığı Hinduizm'de aranmış ve sonuçta
Vişnu'nun avatarası olan Krişna inancınm Hıristiyanlıktaki Mesih inancına denk
. düştüğü sonucuna varılmıştır. Krişna aynı zamanda tanrı Vişnu'nun vahyidir.
Tanrı Hindistan'da kendini Krişna olarak vahy etmiştir. Bhagavat-Gita'nın iyi
haberini getirmiştir. Hint kökenli Raimundu Panikkar, aradaki farklılıkları “Kozmik
Mesih” teorisiyle açıklamaya çalışır. Kozmik Mesih insanlığın din tarihinde
mevcuttur. Krişna, Rama ve Buda'nın bedenlerinde değişik zamanlarda dünyayı
aydınlattığı gibi, Nasıralı, İsa Mesih'te de aydınlatmıştır. Bu arada Hıristiyanlığa
uygun Hint dua ve dini deyimleri de Hıristiyan deyimleri yerine kullanılarak
Hindu misyonuna köprüler kurulmaya çalışılır.
[574]
b-
Hıristiyanlığın Budizmle ilgili görüşleri de inkültürasyon programı içinde
sürdürülür. II. Vatikan Konsili kararlan arasında Budizmle ilgili de güzel
şeyler söylenmiştir. Hinduizmle ilişkilerde olduğu gibi, Buda'nın daMesih
olduğu söylenir. Buda'nın öğretileri Hıristiyanlık açısından yorumlanarak,
Budizm'in aslında tanrısız din olmadığı iddia edilir. Entelektüel Budistler Hıristiyanlıkla
diyalog toplantıları düzenlemekle birlikte, geleneksel Budistler “Diyalog”
yaklaşımına şüphe ile bakarlar.
[575]
İslam düşünürlerinin
diğer dinlere bakışını anlayabilmek için konu ile ilgili değişik görüşlerini
tek bir çatı altında toplamak mümkün değildir. Bunları biz üç ana grupta
toplayabiliriz.
1-
Muhafazakar Görüş: Buna göre, kurtuluş yalnız İslam'dadır. İslam dışında
hidayet yoktur. Ayette açıkça belirtildiği üzere:
“Allah katında din İslam'dır. Allah nezdinde tek (hak)
dîn, (insanın) O'na teslimiyetidir”
[576] İslam
en geçerli ve saf haliyle Hz. Muhammed'e vahyedilmiştir ve bu vahiy başta “Kuran”
olarak tüm orij inalliğiyle günümüze kadar korunmuştur. Tün insanlık eski vahiy
taraftarları da dahil İslam'a uymakla yükümlüdürler. Nasıl ki yeni bir kanun
konunca, daha önceki kanunları yürürlükten kaldırır. Aynen öyle, en son vahiy
dini İslam da kendinden önceki vahiy dinlerinin geçerliliğini yürürlükten
kaldırmıştır. Yani Yahudi, Hıristiyan vs. gibi eski vahiy dini taraftarları da
İslam'a uymakla yükümlüdürler.
2- Liberal
Görüş: Bu görüşe göre, Kurian' m yukarda adı geçen ayet deki İslam
muhafazakarların anladığı gibi, yalnız Hz. Muhammed'in peygamberliği İle sınırlı
değil, o Adem'den beri adları ister kutsal kitaplarda anılsın veya anılmasın
çeşitli milletlere gönderilen hidayet elçilerine vahyedilen evrensel inanç ve
ahlak sisteminin adıdır. Adına “İslam” denen evrensel vahye inanan herkes
hidayet bulur. Bunlar:
a- Allah'ın
varlığına ve mutlak birliğine eş koşmadan, oğul kız zevce isnat etmeden
inanmak.
b- Ahirete
ve ilahi adalete inanmak.
c- Tüm canlı
ve cansızlarla olan ilişkilerde
adalet ve doğruluktan ayrılmamak.
Bu ölçüleri benimseyen
ve onları hayatında yaşayan inanç ve davranış sahipleri Allah katında lütuf bulacaklardır.
Nitekim Kur'an;
“(Bu ilahi kelama) iman edenler ve Yahudi itikadına
uyanlar ile Sâbiîler ve Hıristiyanlardan Allah'a ve âhiret gününe, inanıp,
doğru ve yararlı fiillerde bulunanlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.”
[577] diyor.
Nasıl ki Müslümanların Yahudi ve Hıristiyan dinlerinin vahiy kökenli olduğuna
inanmaları, kitaplarına ve ibadetlerine saygı göstermeleri; hatta onlarla
evlenerek çocuklarını onlara emanet etmeleri Müslümanlıklarına bir eksiklik
getirmiyorsa; eski vahiy dini mensuplarının da Hz. Muhammed'e ve İslam'ın hak
din olduğuna inanmaları, saygı göstermeleri, geleneksel dinlerinin gereklerini
yaşamaları, hidayet ehli olmalarına engel değildir.
3- Vahiy
Dinleri Dışındakiler: Kendilerine peygamber tebliği ulaşmamış insanların durumu
da tartışılmış; onların da kendi akılları ışığında Tanrı'nın varlığını ve
birliğini bulmakla yükümlü oldukları, adalet ve güzel davranışlar içinde
yaşamaları gerektiği, aksı takdirde sorumlu olacakları üzerinde durulmuştur.
Papalık ve Kiliseler
Birliği kendi içinde gerçekleştirdiği diyalogtan sonra, ikinci diyalog adımım
yakın dinler, kendileri gibi kökleri Hz. İbrahim'e dayanan Yahudilik ve İslam'a
doğru atmıştır. Çünkü İnsan nedir? Hayatın anlamı nedir? Sevap ve günah nedir?
Acıların kaynağı ve amacı nedir? Gerçek mutluluğa ulaşan yol hangisidir? Ölüm
nedir? Ölümden sonra yargılanma ve kıyamet nedir? Varlığımızı kuşatan son ve
gizem nedir? sorunlarında üç dinin yaklaşımları birbirine yakındır. Diyalogun
başarı ümidini kuvvetlendirmektedir. Maurice Borrmans'a göre, resmi makamlar
gelişmelere ayak uyduramasa, bürokratik engeller olsa dahi, dinler arası
evlilik oranlarının artması ve kan bağlılıkları, artan komşuluk ilişkileri ve
Batı Avrupa'da gelişen din ve vicdan hürriyetinin atmosferinde oluşan Müslüman
cemaatlerle Kiliseler arasındaki diyalog gayri resmi olarak kısmen devam etmektedir.
Birlikte yaşayan, birbirini kabullenen, anlayan, paylaşan, birlikte riske
atılan insanların diyalogları tabiidir. Ancak ilerlemelerin kaydedüebilmesi,
karşılıklı derin bilgî ve dürüstlüğe, samimiyete bağlıdır. HiFİstiyanların
kendi paylarına düşen görev İslam Kültürü, İslam Din bilimi, mistik özelliklere
ciddi bir şekilde eğilmelerini gerektirdiği gibi, Müslümanların da Hıristiyan
kültürünün içeriğini, din bilimlerini ve gelişimini, mistisizmini kavraması
gerekmektedir. Böylelikle diyalogun tarafları, heryönüyle karşımdakilerin
ruhani zenginliklerini, kendilerine çizdikleri yolu tanıyacaklardır.
Hıristiyanların İslam'ı tanıması müslümanların kabullendiği şekilde, müslümanların
Hıristiyanlığı tanıması da, Hıristiyan'ın kabullendiği şekilde olmalıdır. Yanlış
tanıma, yanlış anlama, yanlış kabul görme kaygıları en aza indirilmelidir.
Diyalogtaki cesaret ve güvenin başında tarafların birbirini iyi tanıması
gelmektedir. Karşısındaki tarafından aldatılmak endişesi diyalogu başarısızlığa
götürür.
Tanrının ve İsa'nın
mahiyeti konusunda ki büyük ayrılıklar sebebiyle, diyalogun inanç
meselelerinden önce, dinlerdeki ahlaki değerler üzerinde birlik sağlamaları
daha kolay görünmektedir. Her İki din için de, dünya insanlar içindir. İnsan
hayatına ve analığa saygı gerekir. Kürtajı, intiharı, gönüllü ölümü ret,
yeniden dirilmeyi beklemek her iki dinin ortak değerleridir. Cinsel eğitim,
anne ve çocukları koruma, yıkılan ailelere yardımcı olma konularında birlikte
çalışılabilir. Farklı dinden oluşan evliliklerde, iki dinin aile değerlerini
geliştirerek ailenin korunmasına çalışmak yararlı olur. Bu arada Hz. İbrahim'e
kadar inilerek temel inançlarda saflaşmaya, İbrahim inancında yakınlaşmaya
gitmek, ayıran unsurları keşfetmek yararlı olur. Tarafların birbirlerini kendi
inançlarına kazanma gayreti ise, teşebbüsleri faydasız kılar. Misyon hedefli,
ideolojik ve sosyolojik manevralar veya karşısındakini İnancında şüpheye
düşürme gayretleri diyalog için en büyük hata olabilir.
Tarihte yapılan
hatalar veya onların araştırılmasj onları yeniden canlandırmak için değil, aynı
hatalara tekrar düşmemek için, tedbirli olmak için yapılmalıdır. Cemaatlar
arası sağırlar diyalogu, sorunları ertelemekten başka işe yaramaz. Bu sebeple
samimiyetle fert vetoplumların mutluluklarını engelleyen sorunları tespit ve
çözüm arayışları insanlığa yarar getireceğinde şüphe yoktur. Bu herkes için
yararlı olacaktır. Zenginlik, yoksulluk, lüks ve sefahat, sağlık ve hastalık
vs. gibi dengesizlikler insanlar arası birliği, ahlakı bozan unsurlardır.
Savaşların kaldırılmasına, ihtiyaç sahiplerine yardıma birlikte çalışılabilir.
Her iki cemaatın birlikte çalışmalarıyla bunların üstünden gelinebilir. Sanat
ve kültürel konularda ortak düşünce ve duygular geliştirilebilir.
Müminler kendilerini
sorgulayacağın aynı Tanrı olduğu, zaman içinde peygamberleri vasıtasıyla
insanlarla konuştuğu bilincindedirler. Anlaşmazlıklarda, doktrinel
tıkanıklıklarda hükmü tanrıya bırakarak, ortak anlaşma ve iyilik noktalan
aranmalıdır. Hıristiyanlar da, Müslümanlar da Peygamberlerin gönderilmesini
insanlara karşı Tanrının merhametinin delili olarak görürler. Tanrısal mesajı
Müslüman Hz. Muhammed'de, Hıristiyan Hz. İsa'da bulur. Müslümanların birlik
şuuru ümmet kavramında müşahhasİaşırken, Hıristiyanlarınki Kilise kavramında
müşahhaslasın Tanrıya giden yolda rakip değil, birbirine yardımcı olabilirler.
Resmî ve serbest dualar her İki dinde de vardır, her iki cemaatın müminleri
aynı tanrıya dua ederler. Her dinin kendi kitabına bağlı olmaları da
yadırganacak bir husus değildir. Birbirlerine saygı göstermeleri gerekir.
Manevi deneyimlerinden istifade edebilirler. Nihayet ölümde birleşilecektir.
Yüzyılların tarihi polemikleri ise, ortak şuurla, sabırla, sevgiyle aşılabilir.
Karşılıklı suçlamaları bırakmak, bir yerde başlangıç olabilir. Sabır ve samimiyet
diyalogun anahtarı olabilir.
[578]
Konu ile İlgili
çalışmalarda bulunan aydınlarımız da, diyalogun başarrı şansını kısaca şu
temeller üzerinde görmektedir:
Müslüman taraf önce
kendi kutsal metinleriyle ve guruplarıyla Kur'an'ın evrenselliğini sınırlamadan
bir uzlaşmaya varmalı ve kendi içindeki diyalogu tamamladıktan sonra ikinci
adım olarak Müslüman olmayanlarla diyalogunu sürdürmelidir.
[579]
Diyalogta doktrinel
alandan uzak durulmalı, diyaloğun merkezini fakirliğe, bilgisizliğe,
adaletsizliğe, sosyal ızdıraplara ve dengesizliklere, savaşlara karşı iş
birliğine çekmeli; insan haklarının, refahın adaletin yaygınlaştırılmasında
yardımlaşma öne çıkarılmalıdır.
[580]
Globalleşen dünyamızda
barış ve mutluluğu yakalayabilme yolunun “Global ahlakın” ortaya konmasıyla gerçekleşeceği;
dolayısıyla diyalog merkezi çalışmalarının evrensel ahlakı yakalamaya yönelik
olması gerektiği yönündedir.
[581]
Diyaloga çeşitli
Hıristiyan mezheplerinin sahip çıkması, müslümanları ve diğer din mensuplarım
memnun etmekle birlikte bazı endişe ve şüpheleri de beraberinde getirmiştir.
Özellikle Katolik Kilisesi'nin tarihte diyalog kurduğu Hıristiyan
Cemaatlarından bir süre sonra Katolikliği kabul etmelerini istemesi, Süryani,
Ermeni ve Kıpti Kiliselerinin bölünme ve zayıflamalarına sebep olması, tarihin
tekrar edip etmeyeceği endişesini beraberinde getirmektedir. Modern bir anlayış
kazanan “Misyonerlik” faaliyetlerinde “Diyalogun” yeni bir yöntem olup olmadığı
şüphesini gündeme getirmektedir. Bunun birkaç sebebi vardır:
1- Diyalogun
temelini oluşturan II. Vatikan Konsili “Müslümanları” bir realite olarak kabul
etmekle birlikte, İslam'ı hak dinler arasında görmekten çekinmiş, İslam'ın
Hıristiyanlığa, Hz.İsa'ya ve İncil'e yaklaşımına eşit olabilecek bir adım
atamamıştır. Hz.Muhammed'in peygamberliğini kabul etmediği gibi, Kur'an'ın
vahiy kaynaklı oluşunu da kabul etmemiştir. İslam'ın İsa'ya, Yahya'ya, Meryem'e
ve Hıristiyanlığa gösterdiği hoş görü, sevgi ve saygıyı henüz İslam'a
gösterememiştir. Bu da Kiliselerin İslam'a bakış açıları ve Misyon
faaliyetlerinde yeterli bir yumuşama eğilimi bulunmadığı; Müslümanlara daha
sempatik görünerek, savunma engellerini aşmada yeni bir vasıta ve metot
olabileceği izlenimini vermektedir. Bunu İslamo-Christiana dergisindeki bir
makale “Burada söz konusu 'diyalog1
misyonerliğe bir alternatif değil, bizzat şartlara uygun misyonerliktir”
[582]
diyerek, hedefe açıklık kazandırmakta, en azından diyalog çağrısında
bulunanların bir kısmının gerçek düşüncesini yansıtmaktadır. Yine başka
yorumlar da II.Vatikan Konsili'nden sonra Katolik Kilisesinin Misyon yolu
olarak “Diyalog” yöntemini seçtiği belirtilmektedir.
[583]
Ortodoks Kilisesi de “Diyalog”u
başlatmış olmasına rağmen, başta Yunanistan ve Sırbistan'ın Müslümanlara
sürdürdükleri baskıları azaltmamaları, geleneksel tutumlarında yeterli bir
yumşama olmadığını göstermektedir. Bu tür fiili örnekler ilgililerin
dİyalogtaki samimiyetinde kuşkular uyandırmaktadır.
2- Diyalog
konusunda Kiliselerin görevlendirdiği kişilerin, aktif misyon uzmanı oluşları,
Diyalogun “Yeni bir Misyon metodu” olabileceği şüphesini de beraberinde
getirmektedir. Nitekim Vatikan'ın Türkiye'de bulunan tarihi kilise ve
arazilerin mülkiyetini
kuvvetlendirmektedir.
[584]
Vatikan'a devrini
istemesi, olumsuz şüpheleri Bütün bu kuşkulara rağmen, Hıristiyan yöneticilerin
bu yönde olumlu adımlar atmaları, yetersiz de olsa, gelecek için ümit
vermektedir. Kökünde insanî ve ahlâkî değerler taşıdığı da hissedilmektedir. En
azından dinlerarası soğukluğu giderici, aktif düşmanlık etkenlerini frenleyici
olması bakımından olumlu bir adım olarak görülmektedir. Nitekim bu tarihlerden
sonra Batı da İslâm hakkında yazılan kitaplarda eskiye göre daha olumlu
ifadeler kullanıldığı dikkati çekmektedir. İftira ve yıkıcı yorumlar yerlerini
Müslümanları tasvire, İslam'ı Müslümanların anladıkları şekliyle anlatmaya
yönelmektedir ki, sayıları az da olsa, bunları olumlu gelişmeler olarak
görmemek mümkün değildir.
Genelde her dinde az
veya çok tebliğ (misyon) eğilimi vardır. Dinler kendilerini, mensuplarını
koruyabilmek için tebliğe önem verirler. Tebliğ iç ve dış tebliğ (iç veya dış
misyon) olarak ikiye ayrılır. İç Tebliğ, dine mensup kimselerin kendi dinleri
hakkındaki bilgilerini artırmak, dışarıdan gelen yanıltıcı akımlara karşı korumaya
yönelmektir. Dış tebliğ ise, mevcut cemaatın dışındaki insanlara dini anlatmak,
tanıtmak suretiyle, diğer dinlere mensup kişileri kendi inanç sistemi hakkında
bilgilendirmek, hatta onların sevgisini kazanarak, cemaat üyelerinin sayısını
artırmak, en azından muhalefet ve düşmanlık duygularını ortadan kaldırmaktır.
Dinler bu hizmetleri, vazgeçilmez birer zaruret olarak görürler. Bundan
vazgeçmezler. Vaz geçmelerini beklemek de doğru değildir. Aksi halde
kendilerini inkâr etmiş olurlar. Yolların kesiştiği bu noktada dinlerarası
diyalogdaki tavır ne olmalıdır, sorusu gündeme gelmektedir!
Genelde Dış Misyonu
bırakma konusunda karşılıklı bazı güvenceler verilse dahi, bu takiyyeden ileri
gitmez. Nitekim Batılı Misyonerlerin Müslümanlara verdikleri konferanslarda
resmi inançlarını olduğu gibi, inandıkları gibi anlatmak yerine, Müslümanların
hoşuna gidecek şekilde değiştirerek veya farklılıkları gözardı ederek
anlattıklarına, resmi inançlarını gizlediklerine sıkça rastlanmaktadır.
Halbuki din salikleri
inançlarını olduğu gibi, saklamadan başkalarına anlatmalı. Aldatma, baskı
yapma, gizleme vs. gibi yollara baş vurulmamalıdır.
Müminler ortak
değerlerini bildikleri gibi, farklılıkları da bilmelidirler. Çünkü hiçbir dinde
Allah'ın sevgisini kazanmak düşüncesiyle de olsa, onun adına hakikati gizlemek
veya yalan söylemek doğru değildir. Dindar kişiler inançlarını samimiyet ve
doğruluk esasları ışığında muhataplarına anlatmalı, Tanrı adına olsa dahi, hile
ve yalana baş vurulmamalıdır. Kur'an bu konudaki metotlarını şöyle açıklıyor:
“Davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol..”
[585]
“(Ey Muhammed), sen hikmetle, güzel öğütle Rabb 'inin
yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele eder”[586]
“İçlerinden zulmedenleri hariç, Kitab Ehliyle ancak en
güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size
indirilene de inandık. Tanrımız ve Tanrınız birdir ve biz O'na teslim olanlarız”
[587] ikna
olmazlarsa kızmadan, öfkelenmeden, her hangi bir baskı yapmadan “Sizin dininiz
size, benim dinim banadır” (Kâfirun, 109/6) diyerek İnsani dostluk ilişkilerini
sürdürmelidir. Dinlerin gayesi, yollar ve vasıtalar farklı da olsa Tanrı'ya
ulaşma gayretidir. Neticede onu değerlendirecek olan yine Tanrıdır. İnsanlar
Tanrı adına da olsa yalana ve aldatmaya baş vurmamalıdır!
Günümüz dinlerarası
diyalog çalışmaları yanında, yine dinler arasında barışın hakim olabilmesi ve
tüm inanan insanların inançlarından dolayı mağdur olmamaları, herhangi bir
baskıya uğramamaları içirt “Dünya Dinler Parlementosu” ismiyle bir kuruluş da
çalışmalarını sürdürmektedir. Konuya ışık tutması, güncel bir haber olması
bakımından, ilgili bir gazete makalesinden iktibası yararlı buluyorum:
Dünya Dinler
Parlamentosu'nın (QDP) Hazırlık Konferansı 11-13 Kasım (1997) tarihlerinde
Chicago'da yapıldı. 1999 yılında Güney Afrikanın Cape Town şehrinde toplanması
kararlaştırılan DDP 'nin gündeminin tartışıldığı toplantıya bütün din ve
inançları temsüen çok sayıda bilim ve din adamı katıldı. Türkiye 'den benim
katıldığım toplantı üç gün devam etti.
Bilindiği gibi DDP
'nin ilk toplantısı 1893 yılında yine Chicago'da yapılmaştı. İkincisi ise tam
yüz yıl sonra 1993 yılında yine Chicago'da yapıldı. Bu toplantıya çeşitli din
ve inançtan 850 civarında kişi katılmış ve Global Dünya Ahlakı BeyannamesVni
kabul etmişti.
DDP'nin Başkanı
Dr.Hovard Sulkin, yaptığı açış konuşmasında, 20. yüzyılın I. ve II Dünya
Savaşları 'nin yanında irili ufaklı birçok savaşa sahne olduğunu, bu savaşlarda yaklaşık olarak 200 milyona
yakın insanın hayatını kaybettiğini vurguladı ve şöyle devam etti.
20. Yüzyıldaki
bilimsel ve teknolojik gelişmelerin başta çevre sorunları olmak üzere birçok
soruna neden olduğunu, bu nedenle insanlığın yeni bir yüzyıla girerken bir kez
daha manevi geleneklere ve dine yöneldiği görülmektedir. 21. Yüzyılın barış,
hoşgörü sevgi yüzyılı olması için bütün dinlere ve bunların müntesiplerine
büyük sorumluluk düşmektedir. Komünist Rusya'da bütün açıklığıyla görüldüğü
gibi bir dini inancı şiddet ve güç kullanarak yok etmek mümkün değildir. Ayrıca
tarihte yaşanan din savaşlarından da ders alarak 21 Yüzyılı medeniyetler
savaşına sahne etmek isteyenlere fırsat verilmemelidir. Bu nedenle hepimize
büyük görevler düşmektedir. Farklılıklarımızı koruyarak, manevi
geleneklerimizden aldığımız güçle insanlığın sorunlarına çare, dertlerine
derman olmalıyız.
İlk kez DDP 'nin
toplantılarına katıldığımız için Türkiye adına açılış oturumunda özel olarak
söz verildi. Kısaca, Anadolu 'nun değişik medeniyetlere, dinlere ve kültürlere
beşiklik ettiğini, bu nedenle bu toplantının amaçlarına önemli katkılarda
bulunabileceğini dile getirerek konuyla ilgili Mevlana ve Yunus Emre'den
örnekler verdim.
Daha sonra 12 grup ve
4 oturum olarak devam eden toplantılarda 1999 da toplanacakparlementonun
gündemi ve diğer ilgili konular tartışıldı. Aşağıdaki hususlarda öncelikle
dinlere, medya kuruluşlarına, eğitim kurumlarına, iş dünyasına ve hükümetlere
çağrıda bulunulmasına karar verildi.
1- Bütün
dinler dürüstlükle kendi tarihlerini gözden geçirerek dinlerarası sebep
oldukları tüm şiddet, zulüm, adaletsizliklerden dolayı açıkça özür dilemek.
2-
Dinlerarası tüm anlaşmazlık ve sorunların barışçıl yollarla çözüme
kavuşturulmasına bağlı olmak.
3-
Dinlerarasında ve nesiller boyu sürecek bağışlama ve hoşgörü esaslarını
öğretmek.
4- Bütün
varlıklarla ilgili bakış açısını derinleştirmek ve hepsine birden hitap etmek.
5- Özellikle
fakir ve mağdur insanlara vurgu yaparak, global bir ahlak bilinci için
çalışmak.
6- Sahip
oldukları inançların bireysel ve toplumsal alanlarda, günlük hayatta ve her yerde
yaşanmasına ve tezahürüne çalışmak.
7-
Dünyamızın kaynaklarının sınırlı olduğu bilincinden bizleri uzaklaştıran her
türlü hiyerarşiyi ve bencilliği kınamak.
8- Diğergam
ve merhametli olma faziletlerini bizzat yaşayarak, bu konuda başkalarını
eğitmek.
[588]
Adam, Baki. Katolik
Kilisesinin Kurtuluş Öğretisi Açısından Diğer Dinlere Bakışı, Ankara 1997
(Henüz yayınlanmamıştır).
Adam, Baki.
Yahudiliğin Dini Açıdan Hıristiyanlığa ve islam 'a Bakışı, II. Türkiye Dinler
Tarihi Sempozyumu, 8-9 Kasım 1996.
Adam, Baki. Yahudi
Kaynaklarına Göre Tevrat, Seba Yayınları, Ankara 1997, 1768.
Adolphe, Erman. Des
Pharaons, Paris 1939.
Akdemir, Samuel. Dini
Kurallarımız, İstanbul 1972, 96 s.
Aksöz, Hanna.
Şammasların Rütbeleri, Mardin 1960, 8 s.
Akurgal, Ekrem. Anadolu
Kültür Tarihi, 9. Baskı Ankara 2000.
Alalu, Suzan, Klara
Arditi, Eda Asayas, Teri Basmacı, Fani Ender, Beki Haleva, Dalya Maya, Ninet
Pardo, Sara Yanarocak, Yahudilikte Kavram ve Değerler, Gözlem Gazetecilik Basın
ve Yayın a.ş. İstanbul 1996.
Alberti, Leyla,
P.Xavier Jacob, P. Luigİ Iannitto, Nilay Hıdıroğlu (Derleyenler). Hıristiyan
İnancı, Türkiye Katolik Kilisesi Yayınları, İstanbul 1994.
Albright, W.F. The
Archaelogy of Palestine, London, 1949. Alexandre, Moret. Le Nil et la
civilisation egyptienne, Paris 1929. Alkım, U. Bahadır. Anatolien I, Genf 1968.
Apokrif Petrus İncili.
(Ter. E. Sarıkçıoğlu), Ondokuzmayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Sayı 7, Samsun 1993.
Aslan, Adnan. “Dinlerde
Mutlak Hakikat Kavramı” İslam Araştırmaları Dergisi, sayı 1, 1997, s.175-188.
Aslan, Adnan. “Batı
Perspektifinde Dini Çoğulculuk Meselesi”, İslami Araştırmalar Dergisi, sayı 2,
1998, s.143-
Asmussen, J.P.
Manichaean Literatüre, New York (1975).
Atay, Hüseyin.
Kur'an'a Göre Araştırmalar, C. I-IV, Ankara 1993-1995.
Ateş, Süleyman. Yüce
Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, C.I-XI, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998-1991.
Ateş, Süleyman.
Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali, Ankara.
Avesta, Die Heiligen
Bücher der Parsen, Übersetzt von Fritz Wolf, Strassburg 1910, Tıpkı Basım: Berlin
1960.
Aydemir, Abdullah.
İslamî Kaynaklara Göre Peygamberler, Ankara 1992.
Aydın, Mahmut,
Dinlerarası Diyalogda Teoriden Pratiğe Geçiş: Küresel bir Ahlaka Doğru, Hoşgörü
Yılı ve İnanç Turizminde göller Bölgesi Sempozyumu, 7-8 Eylül 2000 İsparta.
Aydın, Mehmet. Din
Fenomeni, Konya 1993.
Balders, Günther. “Der
Bund Evangelisch-Freikirchlicher Gemeinden in Deutschland”in: Hans Motel,
Glieder an Einem Leib, Konstanz 1975.
Barnaba İncili. (Çev.
Mehmet Yıldız), Kültür Basın Yayın Birliği, 3. Baskı, İstanbul tarihsiz.
Barguit, P. Les textes
des Sarcophages egyptiens du Moyen Empire, Paris, 1986.
Başaran, Ayşe. Tıbbi
Biyoloji, 4. Baskı Bilim Teknik Yayınevi, 1996.
Başgün, Necla.
Türk-Ermeni Münasebetleri, İstanbul, 180 s.
Behar, Nişim, ibrani
Tarihi, istanbul 1979, 200 s.
Benz, Ernst. Neue
Religİonen, Stuttgart 1971.
Bernard, Albertı. “Katolik
Mezhebi”, in: M. Aydın, Din Fenomeni, Konya 1993.
Borrmans, Maurice.
Müslümanlarla Hıristiyanlar Arasında Diyaloga Yönelişler, İstanbul 1988.
Bucaille, Maurice.
Tevrat, înciller ve Kur'an, (Ter. M. Ali Sönmez), Konya 1979.
Budda, Ö. Hilmi. Hint
Dinleri, İstanbul 1935.
Budge, EA. Wallis. The
Gods of the Egyptians, 2 Vol, New York, 1969.
Budge, E.A. VVallis.
The Book of the Dead, Bell Publishing Com. NewYork 1960.
Buluç, Sadettin.
Şaman, İslam Ansiklopedisi, c. XI, ss.310-335.
Cameron, R.-A.J.
Dewey. The Cologne Mani Codex, tr., Scholars Press 1979.
Carus, Paul. Buda'nın
Öğretisi, (Çev.Teoman Uçkun), İstanbul 1984.
Childe, V. Gordon.
Doğu'un Prehistoryası, (Çev. Şevket A.Kansu), 2. Baskı Ankara 1971.
Christian, Jacq.
Nefertiti et Akhenaton, Paris 1990.
Cinillo, L. - A.
Roselli (ed.). Codex Manichaicus Coloniensis, Merra Editare Cosenna 1986.
Claire, Lalouette.
Textes sacres et textes profanes de l'ancienne Egypte, Paris 1987.
Claude, Traunecker.
Les Dieux de l'Egypte, Paris 1991.
Clemen, Cari. Die
Religİonen der Erde, C.I-4, München 1966.
Clement, Olivier. “Ortodoks
Mezhebi”in: M. Aydın, Din Fenomeni, Konya 1993.
Çağatay, Neşet. İslam öncesi
Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara 1971.
Çelebi, Ahmet.
Yahudilik, Çev. M. Büyük Çınar ve Ö. F. Harman, İstanbul 1978.
Çelik, Mehmet. Süryani
Kadim Tarihi, İstanbul 1987, .296 s.
Davis, John D. The
Westminster Dictionary of the Bible, Philedelphia, 1944.
Demirsoy, Ali. Kalıtım
ve Evrim, Ankara 1984.
Doğrul, Ömer Rıza.
Yeryüzündeki Dinler Tarihi, 3. Baskı İstanbul 1963.
Dolapönü, Hanna.
Tarihte Mardin, İstanbul 1972, 208 s.
Drower, E.S. The
Mandaeans of Iraq and İran, Oxford 1937.
Eliade, Mircea. Die
Religlonen und das Hellige, Salzburg, 1954.
Eliade, Mircea.
Schamanismus und arehaisehe Ekstasetechnik, (Fransızcadan Almancaya Ter. (nge
Kück), Zürich und Stuttgart tarihsiz.
Epstein, İsidore.
Judaism, G.B. 1979.
Erdem, Mustafa.
Hz.Adern, Ankara 1993.
Erdem, Mustafa. “Kıpti Kilisesi üzerine Bir Deneme”, A.Ü.
İlahiyat Fak. Der. sayı 35. Eroğlu,
Ahmet Hikmet. Osmanlı
Devletinde Yahudiler (Dini
ve Sosyal Durumları), Seba
Yayınları, Ankara 1997, 252 s.
Erzen, Afif. Doğu
Anadolu ve Urartular, Ankara 1992.
Faulkner R. The Ancient
Egyptian Piramid Texts, 2 Vol Oxford 1969.
Filip İncili. (Ter. E.
Sarıkçı oğlu), Ondokuzmayıs Üni. İlahiyat Fak. Der. Sayı 6, Samsun 1992.
Filoramo, G. A History
of Gnosticism, Oxford (1990).
Findeisen, Hans.
Schamanentum, Stuttgart 1957.
Foth, Peter. “Die
Mennoniter’in: Hans Motel, Glieder an Einem Leib, Konstanz 1975, s. 50-92.
Foerster, W. Gnosis,
I. Patristic Evidence, Oxford 1972.
François, Daumas. La
Civilisation de Egypte pharaonique, Paris, 1967.
Françoise, Dunand -Zivie-Coche
Christiane. Dİeuxet Hommes en Egypte, Paris 1991.
Gese, Hartmut. Die
Religionen Altsyriens, Altarabiens und der Mandaer, Stuttgart 1970.
Geldbach, Erich.
Freikirchen, Göttingen 1989, ss. 172-181.
Glasenapp, Helmuth
von. Die Religionen Indiens, Tübingen 1943.
Glasenapp, Helmuth
von. Die Nichtchristilichen Religionen, Frankfurt am Main 1963.
Glasenapp, Helmuth
von. Die Religionen Indiens, Tübingen 1943.
Goodblatt, David. “Sanhedrin”,
The Encyclopedia of Religion, C.Xm, New York, 1987.
Gregoire, Kolpaktchy.
Le livre des Mort des anciens egyptiens, Paris 1991.
Günay, Ü.H.Güngör.
Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Kayseri 1997.
Gündüz, Şinasi. Son
Gnostikler. Sabitler, İnanç Esasları ve İbadetleri, Ankara 1995.
Gündüz, Şinasi. “Kur'an'daki
Sabitlerin Kimliği Üzerine Bir Tahlil ve Değerlendirme”, Türkiye 1. Dinler
Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, Samsun 1992.
Günel, Aziz. Türk
Süryaniler Tarihi, Diyarbakır 1970, 446 s.
Güngören, İlhan. Buda
ve Öğretisi, İstanbul 1981.
Haack,
Friedrich-Wilhelm. Die neven Jugendreligionen, c. I-TJ, München 1980.
Halman, Talat S. Eski
Mısır Şiiri, İstanbul 1972.
Harman, Ömer-Faruk. “Danyal”,
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ans.,VIII, 480-481.
Heiler, Fridrich. Die
Religionen der Menschheit, Stuttgart 1959.
Heller, Bernard. “Lokman”,
İsi. Ans. C. VII İstanbul 19.
Hewitt, James. Yoga,
London 1970.
El-Heysemi, Nureddin
Ali b. Ebi Bekr. Mecmu-uz-Zevaid ve Menbau'l-Fevaid, C.9. 2. baskı, Beyrut
1967.
Hınz, W. Zarathustra,
Stuttgart 1961.
Hoare, Sophy. Yoga,
İstanbul 1978.
Hornung Erik. Les
Dieux de l'Egypte, Paris 1986.
Höfner, Maria -
Hartmut Gese, Kurt Rudolph. “Dle
vorislamische Religionen” Arabiens: Die Religionen Altsyriens, Altarabiens und
der Mandaer, Stuttgart 1970.
İbn al-Kalbî. Putlar
Kitabı, (Çev. Beyza Düşüngen, Bilgin), Ankara 1969.
İbn Fazlan
Seyahatnamesi. (Çev. Ramazan Şeşen), İstanbul 1975.
İbrani Din Bilgisi.
(Haz. Türkiye Hahambaşılığı), İstanbul 1992.
İbraniler İncili.
(Çev. Ekram Sarıkçıoğlu), Ondokuzmayıs Üni. I. Türkiye Dinler Tarihi
Sempozyumu, 24-25 Eylül 1992 Samsun.
İbrani Tomas İncili.
(Çev.E.Sarıkçıoğlu), Türkiye I. Dinler Sempozyumu,
24-25 Eylül 1992, Samsun, s. 23-42.
İnan, Abdülkadir.
Şamanizim, Ankara 1954.
İnan, Abdülkadir. Eski
Türk Dini Tarihi, İstanbul 1976.
Jacob, P.Xavier.
Hıristiyan Kiliseleri ve İbadet Yerleri, İstanbul 1994.
Jonas, H. The Gnostic
Religion, Beacon Hill 1958.
Jonas, H. The
Knowledge of Life, Oxford 1994.
Kadıyanilik, in: Ana
Britannica, c. XII.
Kafesoğlu, İbrahim.
Eski Türk Dini, Ankara 1980.
Kamhi, Jak V.500. Yıl
Vakfı (Raporu), (İstanbul) 1992.
Kınal, Firuzan. Eski
Anadolu Tarihi, Ankara 1962.
Kiefel, Wilhelm. “Die
Heilsarmee”in: Hans Motel, Glieder an EinemLeib.
Klemen, Cari. Die
Religionen der Erde, C.I, München 1966.
Koca, Sadi. Tarih
Boyunca Ermeniler ve Türk-Ermeni ilişkileri, Ankara 1967.
Kodaman, Bayram (Çev.
Yayma Haz.). Türkler-Ermeniler ve Avrupa, SDÜ.
Yayınları İsparta
1994. Korfmann, Manfred. Demircihüyük, Türk Arkeoloji Der., XXIV-1, XXV-2,
Ankara 1981. Köylü,
Mustafa. Kurtuluş Teolojisine İslami Bir Yaklaşım, Hoşgörü Yılı ve İnanç
Turizminde göller
Bölgesi Sempozyumu, 7-8 Eylül 2000 İsparta.
Krickeberg, Walter.
Die Religionen des Alten Amerika, Stuttgart 1961.
Kuzgun, Şaban.
Hz.Ibrahim ve Haniflik, Ankara 1985.
Kuzgun, Şaban. Hazar
ve Karatay Türkleri, Ankara 1985, 272 s.
Kuzgun, Şaban. Dinler
Tarihi Dersleri, C.I, Kayseri 1993.
Kuzgun, Şaban. Dört
İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, İstanbul 1991.
Küçük, Abdurrahman.
Dönmeler ve Dönmelik Tarihi, İstanbul 1979.
Küçük, Abdurrahman.
Sikim, A.Ü.İahiyat Fak. Der. Cilt 28, 1986, s. 391-417.
Küçük, Abdurrahman.
Ermeni Kilisesi ve Türkler, Ocak Yayınlan, Ankara 1997, 312 s.
Küng, Hans-Joseph van
Ess. Christentum und Weltreligionen, İslam, München 1987.
Lâhnemann, Johannes.
Weltreligionen im Unterricht,
(Teil I, Femöstliche Religionen), Göttingen 1986.
Lanczkowski, Günter.
Heilige Schriften, Stuttgart 1956.
Lao-Tzu, Taoizm, 2.
Baskı, Ankara 1963.
Leveque, .T. Sagesses
de lTîgypte ancienne, Paris 1983.
Lieu, S.N.C.
Manichaeism, Manchester University Press 1985.
Mehmet Şemseddin (Günaltay),
Tarih-i Edyan, Dersaadet (İstanbul) 1338(1919).
Meissner, “Wolfgang. LiDer
Christliche Gemeinschaftsverband”, in: Hans Motel, Glider an Einem Leib,
Konstanz 1975, s.248-263.
Mellaart, James.
Excavation at Hacılar, C. I-H, Edinburg 1970.
Mensching, Güstav. Die
Religİon, München, tarihsiz. Michel, Thomas. Hıristiyan Tanrıbilimine
Giriş,İstanbul 1992. Muhammed Ebu Zehre,Hıristiyanlık Üzerine Konferanslar,
İst. 1978.
Meyer, Eduard.
Geschichte des Altertums, C.l-2, Stuttgart 1954.
El-Mevdudî, Ebûl A'la.
Kadıyanilİk Nedir?, (Arap. Çev. Ahsen Batur), ihya Yayınları, İstanbul 1975.
Motel, Hans-Beat.
Glieder an einem Leib, Konstanz 1975.
Muhsin Abdülhamid,
İslama Yönelen Yıkıcı Hareketler, (Çev. M.Saim Yeprem, Hasan Güleç), Ankara
1973.
Nuthmann, “Curth. Die
Religiöse Gesellschaft der Freunde”, in: Hans-Beat Motel, Glieder an Einem
Leib, Konstanz 1975, s.264-271.
Ögel, Bahaeddin. Türk
Kültür Tarihi, Ankara 1962.
Ögel, Bahaeddin. Türk
Mitolojisi, Ankara 1971.
Ömer Hilmi (Budda).
Hint Dinleri, İstanbul 1935.
Örnek, Sedat Veyis.
100 Soruda İlkellerde, Din, Büyü, Sanat, Efsane, İstanbul 1971.
özbay, Kemal.
Süryaniler, Kadim Süryaniler ve Türkiye'deki Durumları, İstanbul
1975, 30 s. Özdemir,
ibrahim. Dinler Arası Diyalog, Zaman Gazetesi, 24 Ocak 1998.
Özgüç, Tahsin,
öntarihîe Anadolu İdeallerinin Anlamı, Dil ve Tarih Coğrafya Fak. Der. C.H,
Ankara 1943.
Özgüç, Tahsin. Die
Bestattunsbrauche im vorgeschichtlichen Anatolien, Ankara 1948.
Özşuca, N. Bahai Dini,
Ankara 1967.
Pierre, Montet.
UEgiypte eternelle, Paris 1970.
Pound, Ezra.
Konfüçyüs, (Çev. Ahmet Yücel), İstanbul 1981.
Quispel, G. Gnostik
Studies, (2 cilt) İstanbul 1974.
Rachet, M.F. et Guy.
Dictionaire dela civilisation egyptienne, Paris 1970.
Radloff, W.
Sibiryadan, (Çev. Ahmet Temir), C.I kitap 2, İstanbul 1956.
Ramayana, (Çev.
Ö.R.Doğrul), İstanbul, 1975.
Reller, Horst.
Handbuch religiöse Gemeinschaften 2.Baskı Gütersloh 1979.
Ringgren, Helmer.
Religions of the Ancient Near East, London 1973.
Rudolph, Kurt. Gnosis,
the Nature and History of an Ancient Religion, Edinburgh 1983.
Rudolph, Kurt. Die
Mandâer, (2 cilt) Göttingen (1960-1961)
Rudolph, Kurt.
Theogonie, Kosmogonie und Anthropogonie in den Mandâischen Schriften, Göttingen
1965.
Sarıkçıoğlu, Ekrem.
L.Ron Hubbard ve Sayentoloji, Ondokuzmayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, sayı 1-2.
Sarıkçıoğlu, Ekrem.
Kur'an'a göre Müşrikler, Putperestler, İslami Araştırmalar Dergisi, sayı 1,
Temmuz 1986.
Sarıkçıoğlu, E. Kur'an
ve Arkeoloji İşığında Uz, Nuh ve Tufan Olayına Yeni Bir Yaklaşım, İslami
Araştırmalar Dergisi, Cilt 9, sayı, 1-4, Ankara 1996.
Sayı, Ali. Hz.Musa,
İstanbul 1992, 322 s.
Sayım, Huzeyfe. Sih
Dini'nin Kurucusu Guru Nanak'ın Hayatı ve öğretileri, (Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi) Kayseri 1986, 100 sayfa.
Schmökel, H. “Sümer
Dini”, (Çev. Turhan Özdemir), ilahiyat Fakültesi Dergisi, C.19, s.197-217 ve c.21,
s.367-390.
Schoeps, Hans Joachim.
Das Judenchristentum, Bern 1964.
Schoeps, H.J.
Religionen, Gütersfoh 1961, 1964.
Schoeps, H. Joachim.
Theologie und Geschichte des Judenchristentums, Tübingen 1949.
Schvceizer, Eduard.
Jesus Christus, München-Hamburg 1968.
Sellin, Emst- Georg
Fohrer. Einleitung in das Alte Testament, 10. Baskı, Heidelberg 1965.
Sertoğhı, Mithat.
Süryani Türklerinin Siyasi ve İçtimai Tarihi, İstanbul 1974,88 s.
Es-Seydişehri Mahmud
Esad. Tarih-i Edyan, İstanbul 1912-1913.
Shankara. Tefrik Etme
Hazinesi, (Çev. Mehmet Ali işim), Dergah Yay. İstanbul 1976.
Smith, D.Howard.
Confucius, England 1974.
Spuler, Bertold. Die
Morgenlandischen Kirchen, Leiden 1964.
Spuler, Bertold. Gegenwartslage
der Ostkirchen, Frankfurt 1968.
Starr, Cecie -Ralph
Taggart. Biology, the Unity and Dİversity of Life, 5. Baskı, California 1989.
Şamun, Saliba. Antakya
ve Doğu Sayın Patrİki Kadesetli Mar Iğnatiyos 3. Yakub'un Hindistan Süryani
Kilisesine Resuli Ziyaretleri, İstanbul 1965, 188 s.
The Talmud, (Çev.
H.Polano), London and New York 1978, 372 sayfa.
Tanyu, Hikmet. Türkiye
'de Dinler Tarihinin Tarihçesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1961.
Tanyu, Hikmet. Tarih
Boyunca Yahudiler ve Türkler, İstanbul 1977.
Tanyu, Hikmet. Dinler
Tarihi Araştırmaları, Ankara 1973.
Tanyu, Hikmet.
Türklerin Dini Tarihçesi, İstanbul 1978.
Taplamacıoğlu, Mehmet.
Din Sosyolojisi, 2. Baskı, Ankara 1975.
Taplamacıoğlu, Mehmet.
Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Ankara 1966.
Tatar, Burhanettin.
Felsefi Hermenötik Açısından Dinlerarası Diyalogun İmkanı Sorunu, Hoşgörü Yılı
ve İnanç Turizminde Göller Bölgesi Sempozyumu, 7-8 Eylül 2000 İsparta.
Terrin, Samuel. Job,
The Encyclopedia of Religion, VIII.
Thomas
İncili. (Ter. Ergün Arıkdal), İstanbul 1988.
Tomas İncili. (Çev.
E.Sarıkçıoğlu), Ondokuzmayis Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 4,
Samsun 1990.
Turan, Ahmet. İslam
Mezhepleri Tarihi, Samsun 1993.
Tümer, Günay-Abdurrahman
Küçük. Dinler Tarihi, 2. Baskı Ankara 1993. Upanişadlar. (Der. M. Ali Işın),
İstanbul 1976.
Uras, Esat. Tarihte
Ermeniler ve Ermeni Meselesi, 2. Baskı İstanbul 1987.
Vaux, Roland de.
israil Oğullarının Mısır'a Yerleşmesi ve Yusuf Kıssası, (Çev. Sıddık Yüksel),
Ondokuzmayıs Üni. İlahiyat Fak. Der.sayı 3, Samsun 1989.
Vaux, Roland de. The
Early History of Israel, London 1978, c.I-II. Voigt, H. Die
Evangelisch-Metodische Kirche, in: Hans-Beat Motel, Glieder an EinemLeib, s.
174-218.
Wach, Joachim.
Vergleichende Religionsforschung, Stuttgart 1961.
Weaver, Robert
F.-Philip W. Hedrick, Genetics, Iowa 1989.
Werner, Martin. Dİe
Entstehung des Christlichen Dogmas, 2.Baskı Tübingen 1941.
Wöhrle, Wilhelm -
Heinz Adolf Ritter. “Der Bund Freier Evangelischer Gemeinden in Deutschland”in:
Hans Mothel, Glider an Einem Leib, ss.218-237.
Wrede, Rudolf. Worte
des Konfuzius, München, tarihsiz. Yakub İncili. (Çev. Ekrem Sarıkçıoğlu),
Türkiye I. Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, 24-25 Eylül 1992, Samsun,
ss.6-22.
Yamauchi, E.M. Mandaic
Incantation Texts, New Haven 1967.
Yazır, Elmalılı
M.Hamdı, Hak Dİni Kur' an Dili, Zaman Feza Gazetecilik, İstanbul
tarihsiz, c. IV. Zaferül-İslam
Han. Yahudilik'de Talmud'un Mevki ve Prensipleri, (Çev. M. Aydın), İstanbul
1981, 90 s.
Zbinden, Ernst.
İslam'da ve Eski Orta Doğuda Cin ve Ruh İnançları, (Ter. Ekrem Sarıkçıoğlu),Yeni
Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1996, 225 s.
[1] G.Menching, Die Religion, München, tarihsiz, ss.58-64;
Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, 2. Baskı, Ankara 1975, ss. 85-91; Mehmet
Şemseddin, Tarih-i Edyan, Dersaadet 1338, ss. 26-34.
[2] Mahmud Esades-Şeydişehri, Tarih-i Edyan. istanbul
1912-1913, s.2.; M.Şemseddin, Tarih-i Edyan, Dersaadet 1338, s. 17.
[3] M. Şemseddin, 18.
[4] Joachim Wach, Vergleichcnde Religionsforschung,
Stuttgari 1961.
[5] Bkz. Hikmet Tanyu Türkiye'de Dinler Tarihinin
Tarihçesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1961, s. 109 vd.
[6] Ayşe Başaran, Tıbbi Biyoloji, 4. Baskı Bilim Teknik
Yayınevi, 1996, s. 402.
[7] Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara 1984,
s.750-765.
[8] Ayşe Başaran, Tıbbi Biyoloji, s. 406.
[9] Demirsoy, s.766-781.
[10] Robert F.Weaver-Philip W. Hedrick, Genetics, Iowa
1989, s.526 v.d.; Cecie Starr-Ralph Taggart, Biology, the Unity and Dîversity
of Life, California 1989, 5.Baskı, s.702 vd.
[11] Tekvir: 81/11, 26.
[12] Şura: 26/11.
[13] Araf: 7/22.
[14] Araf: 7/19, Bakara: 2/36.
[15] el-Hac: 22/5.
[16] Secde: 32/7.
[17] Nuh: 71/17.
[18] Kur'an, İnsan Suresi, 1; Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerim
ve Yüce Meali, Ankara, s. 577.
[19] Nuh: 71/14, Ateş, 570.
[20] Secde: 32/9.
[21] Secde: 32/8.
[22] Taha: 20/55; Ateş, 314.
[23] İnşikak: 94/19; Ateş, 589.
[24] Muhammed Hamidullah, Dinler Tarihi Konferansları, 3
Nisan 1977 Erzurum.
[25] Hicr: 15/29.
[26] Nisa: 4/l; Araf: 7/24.
[27] Amiran Kurtkan, Sosyolojik açıdan Tasavvuf ve Laiklik,
Kutsun Yayınevi İstanbul 1977, s. 69-77.
[28] Bakara: 2/36; Araf: 7/24.
[29] Bakara: 2/31, 33.
[30] Tekvin, IV,2-4.
[31] Mâide: 5/27, 31.
[32] Tekvin,IV,l-26; V,l-6; The Talmud, H.Polano, London
and New York 1978, 372 sayfa, s.15-22.
[33] Bkz. Mustafa Erdem, Hz.Adem, Ankara 1993, s.1-12.
[34] Tekvin,V,18-19.
[35] Meryem: 19/56-57.
[36] Günümüz Arkeolojik araştırmaları İrem şehrinin Eski
Filistin'in Edom bölgesinde olduğunu ortaya koymuştur. Bkz. John D.Davis, The
Westminster dictionary of the Bible, Philedelphia, 1944, s.267.
[37] M.Eliade, Die Religionen und das Heilige, Salzburg,
1954, s.92-94
[38] Eyüp Ay, İlahi Mesajın Kadim Medeniyetlerdeki
İzdüşümleri, İslami Araştırmalar, IX, 1996, s. 189.
[39] Tekvin, ll.
[40] En'am: 6/76, 78.
[41] Hezekiyel: 8, 14.
[42] Bakara: 2/102.
[43] Ernst binden, Eski Orta Doğu ve İslam Ülkelerinde Cin
İnancı, İstanbul 1996, 225, s.
[44] H.J.Schoeps, Die Religionen, s. 73.
[45] The Talmud, 31.
[46] Enam: 6/76, 79.
[47] Saffat: 61/97.
[48] Talmud, 39-41.
[49] R.de Vaux, 257-263.
[50] Hz. İbrahim'in daha sonraki hayatı için Kuzey
Arabistan Dinlen bölümüne bakınız.
[51] Kur'an, VI,86; XXI,84; XXXVI1,139-148; LXIII,48.
[52] Eski Ahid, Yunus Kitabı; 2.Krallar. 14,25; Kur'an.
Enbiya: 21/87, Kalem: 68/88; Saffat: 61/139-148; el-Kalem: 68/48-50; ve Yunus
Suresi.
[53] Yunus: 10/98.
[54] Ernst Sellin, Georg Fohrer, Einleitung in das Alte
Testament 10. Baskı, Heidelberg 1965, s.485 vd.
[55] Sellin-Fohrer, 442-458.
[56] S.Ateş, Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali,42.; Kitab-ı
Mukaddes, Hezekiel Bab 37,1-14. 9.
[57] Daniel, I,3-7.
[58] Ö.Faruk, Harman, İsl Ans.,VIII,480-481.
[59] Aynı eser ve yer.
[60] Sellin-Fohrer,518-527.
[61] Tevrat, Tekviıı,XXXVIII
[62] Tekvin, XXXIX-IIIL
[63] Tekvin.L (Bölüm 50).
[64] R. de Vaux, İsrail Oğullarının Mısır'a Yerleşmesi ve
Yusuf Kıssası", Ondokuzmayıs Üni. İlahiyat Fak. Der. Sayı: 3, Samsun 1989,
s. 176-177.
[65] Yusuf: 12/40; Yine Firavun'un adamlarından biri şöyle
der: evvelce Yusufda size apaçık burhanlar getirmişti. O vakit de onun size
getirdiği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Hatta o vefat edince dediniz
ki, Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez"'.(el-Mü'minun:
23/34). Bu nakli haberleri arkeoloji tamamlamış oluyor.
[66] Afif Erzen, Doğu Anadolu ve Urartılar, Ank.1992, s.
10-12.
[67] Manfred Korfmarın, Demircihüyük, Türk Arkeoloji Der.,
XXV-1, Ankara 1981,s.l45.
[68] M.Korfmann, Aynı eser, XXIV-2, s.47.
[69] Hartmut Gese, s. 12.
[70] Hartmut Gese, s. 15.
[71] Hartmut Gese.s. 18-19
[72] Hartmut Gese, s. 95.
[73] Saffat: 61/125.
[74] Hartmut Gese, 51-59.
[75] Eski Ahid, Genezis, 22, Hakimler, 11,30.
[76] 2. Krallar, 3, 27.
[77] 2. Krallar, 17, 31.
[78] Kur'an XIX, 58; Tevrat, Tekvin V, 24.
[79] The Talmud, ss. 17-18.
[80] The Talmud, s. 19.
[81] The Talmud, trans. H.Polano, London, New York 1978, s.
22
[82] Tevrat, Tekvin, XI, 26; Talmud, 31 vd.
[83] V. Gordon Childe, Doğu'un Prehistoryası, çev. Şevket
A.Kansu, 2. Baskı Ankara 1971, s. 113 vd., 131.
[84] Nuh: 71/23.
[85] Maria Höfner, “Die vorislamische Religionen Arabiens”,
Die Religionen Altsyriens, Altarabiens und der Mandaer, von Hartmut Gese, Maria
Höfner, Kurt Rudolph, Stuttgart 1970.
[86] A’raf: 7/69.
[87] Fecr: 89/7.
[88] Tevrat, Tekvin, 36, 43; 1 .Tarih 1,54.
[89] John D.Davis, The Westminster Dictionary of The Bible,
Philadeiphia 1944, s. 267.
[90] Tekvin,XI,10-32.
[91] Aziz Günel, Türkiye Süryaniler Tarihi, 29. - Bekir
Aksoy, 91.
[92] Maurice Bucaille, Tevrat İnciller ve Kur'an, ter.
M.Ali Sönmez, Konya 1979, s.61.
[93] Kamer: 54/13.
[94] E. Sarıkçıoğlu, Kur'an ve Arkeoloji Işığında Hz.Nuh ve
Tufan Olayına Yeni Bir Yaklaşım, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 9, sayı,
1-4, 1996, s.201 vd.
[95] Sarıkçıoğlu, aynı makale, s. 202 vd
[96] Müminun: 23/29.
[97] Tekvin, 9/2, 6.
[98] Fecr: 89/7, 8.
[99] "Ahkâf, T.Diyanet Vakfı İsl. Ans.I,549.
[100] Muhammed Esad, Kur'an Mesaj, Meal Tefsir, İşaret
Yayınları, 1998, s.244.
[101] el-Hakka: 69/7.
[102] Roland de Vaux, The Early History of Israel, London
1971, s.53.
[103] A'raf:7/69.
[104] Vaux,55.
[105] Hıcr: 15/ 80, 82.
[106] A'raf: 7/ 73; Tevbe: 9/61.
[107] Tekvin, X, 24; XI,13-15.
[108] Şuara: 26/147, 149.
[109] Kamer: 54/28; Şems: 91/13.
[110] Şems: 91/ 14.
[111] F.S.Vidal, Al-Hıcr, E.I.IV,365
[112] Daha fazla bilgi için, Bkz. Maria Höfner, H.Gese,
K.Rudolph, Die Religionen des alten Arabiens,s.373-382.
[113] Hud: 11/89.
[114] A’raf: 7/74.
[115] A’raf: 7/74.
[116] A’raf: 7/59, 84.
[117] W.F. Albright, The Archaelogy of Palestine, London,
1949, s.206 v.d.
[118] R.de Vaux, The Early History of Israel, London 1978.
c.I. s. 223 v.d.
[119] Hud: 11/62.
[120] Neml: 27/48-49.
[121] A’raf: 7/78.
[122] Hud: 11/67; Hicr:15/83; Kamer: 54/31.
[123] Fussilet: 41/13, 17.
[124] Bakara: 2/127; Nur: 24/35.
[125] Tekvin, XXV, l.
[126] Tekvin, XXV, 6 v.d.
[127] Tekvin, XXV, 7-10.
[128] Bakara: 2/132; Al-i İmran: 3/67.
[129] Bakara: 2/126, 128,131; En'am: 6/74, 78, 81; İbrahim:
14/35; Şuara: 26/81;Meryem: 19/44-46; Ankebut: 29/17; Sâffat: 38/86; Müntehine:
60/4; Tekvin,12/7; 15/1-21; 17/1; 18/1-22; Talmud, ss.36-42.
[130] Şuara: 26/81,85, 87; Ankebut: 29/25.
[131] Bakara: 2/126; Hadid: 57/26; Tekvin, 12/7; 15/1-21;
17/1; 18/1-22.
[132] Hicr: 15/51, 58; Zariyat: 51/24, 34; Tekvin: 16/7, 13;
18/1-22; 19/1.
[133] Bakara: 2/127; Hacc: 22/27.
[134] Tekvin, 12/7-8; 13/18.
[135] Tekvin, 22/5.
[136] İbrahim: 14/40.
[137] Tekvin: 22/5; Nur: 24/52.
[138] Nisa: 4/25; Enbiya: 21/73.
[139] Tekvin, 18/19.
[140] Tekvin, 17/10, 14.
[141] Tekvin, 18/8.
[142] Tekvin, 19/1.
[143] Tekvin, 19/4-6.
[144] Tekvin, 20/12.
[145] Tekvin, 25/2-6.
[146] The Talmud, 46.
[147] Tekvin, XIII-XIV.
[148] Kamer: 54/36.
[149] Tekvin, XIX; The Talmud, 48-51.
[150] et-Tahrim: 66/10.
[151] es-Saffat: 38/112. v.d.
[152] The Talmud, 57; Tekvin,XXI,5
[153] Tekvin, XXII.
[154] Sâffat: 38/101-102
[155] Şaban Kuzgun, Kur'an'a göre Hz. İbrahim, s.73-78.
[156] Tekvin, XXIV.
[157] Tekvin, XXV,20; XXV,25 v.d.
[158] Tekvin, XXV,28.
[159] Tekvin, XXVII.
[160] Tekvin, XXXIII.
[161] Tekvin, XXX,24; XXXV,18.
[162] Tekvin, Nil, 28.
[163] Bkz. Tekvin, 49 v.d. bölümler.
[164] Abdullah Aydemir, İslami Kaynaklara Göre Peygamberler,
Ankara 1992, s. 98.
[165] Samuel Terrin, Job, The Encyclopedia of Religion, VIII, 97.
[166] En-Nisa: /163; En’am: 6/84; Enbiya: 21/83-84; Sad:
38/41, 44.
[167] Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, C.6,
s.474.
[168] Kur'an, II,85; XI,84.
[169] Kur'an, XI,89.
[170] Araf: 7/91.
[171] Sad: 38/12-13; Kaf: 50/14.
[172] Çıkış: 111,1.
[173] Bkz. Kitab-ı
Mukaddes, 1. Krallar, X,l-13; 2.Tarihler, IX,l-I2; Neml: 27/22-44; Sebe:
32/15, 18.
[174] İbn al-Kalbi, Putlar Kitabı, Çev. Beyza Düşüngen, Ank.
1969, s.32-36.
[175] Nuh: 71/23.
[176] Bkz. Yukarda Hz. Nuh'un yaşadığı bölge konusuna.
[177] Bkz. Ekrem Sankçıoğlu, Kur'an'a Göre Müşrikler,
Putperestler, İslami Araştırmalar Dergisi, Temmuz 1986.
[178] Tekvin,XVI,16;XXI,5-11;Talmud, 52 v.d.
[179] Tekvin,XXI,14-20.
[180] Tekvin,XXI,21
[181] İbrahim: 14/
37.
[182] Talmud, 53 vd
[183] (Hac,26)
[184] Tekvin, 25/17.
[185] Al-i İmran: 3/ 60; Rum: 30/ 30, En’am: 6/ 79, Yunus:
10/ 105.
[186] Şaban Kuzgun, Hz.İbrahim ve Haniflik, Ankara 1985,
s.148 vd.
[187] Kamuran Birand, İlk Çağ Felsefe Tarihi, s. 17.
[188] Birand, 17-18.
[189] Birand, 19.
[190] Birand, 24.
[191] Glasenapp, 128.
[192] Ernst Benz, Neue Religionen, Stutgart 1971, s.68-72.
[193] Benz, s.71-81.
[194] Ünver Günay-Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze
Türklerin Dini Tarihi, İstanbul l997, s. 35.
[195] Günay-Güngör, 45.
[196] Günay-Güngör, 52-54.
[197] Glinay-Güngör, 62-64.
[198] Ramazan Şeşen, İbn Fadlan Seyahatnamesi, İstanbul
1975, s. 99.
[199] Günay-Güngör. 111.
[200] Günay-Güngör,128.
[201] Günay-Güngör, 129-136.
[202] Günay-Güngör, 142-147.
[203] Günay-Güngör, ss. 148-153.
[204] Günay-Giingör, ss.161-167.
[205] El-Hac: 22/17.
[206] Yasna, 43,47.
[207] Yasna, 46,1.
[208] Bakara: 2/62,
Maide:5/69, Hac: 22/17.
[209] Lahneman, s.l9.
[210] H.Reller, 591-608. Friedrich W. Haack,183-215.
Lahnemann, 78-85.
[211] RelIer,627-648. F.W.Haack,82-91.
[212] Ali İhsan Yitik, Hinduizm'in Diğer Dinlere Bakışı, II.
Türkiye Dinler Tarihi Sempozyumu, 8-9 Kasım 1996.
[213] Reller, 707-729; Haack, 216-246. Lahnemann, 78-85.
[214] Reller, 730-743; Haack, 128-146. Lahnemann, 85-93.
[215] Johanncs Lâhnemann, Weltreligionen im Unterricht, Teil
I, Femöstliche Religionen, Göttingen 1986, s. 165.
[216] Lâhnemann, s.166
[217] Lâhnemann, s.l66.
[218] Lahnemann, s. 168.
[219] E. Conze, Der Buddhismus, s.66.
[220] Schoeps, Religionen, s.208.
[221] Lao-Tzu, Taoizm, s. 10 vd. 5.
[222] Lao-Tzu,s.l4.
[223] Lao-Tzu, Taoizm, (Çev.Mukaddere N.Özerdim,) 2.baskı
Ankara 1963, s. 9.
[224] Lao-Tzu, s. 15.
[225] Lao-Tzu, 16.
[226] Rudolf Wrede, Worte des Konfuzius, München, tarihsiz,
s. 13-19; Thomas Cleary Konfüçyüs, (Çev. Sibel Özbudun) İstanbul (tarihsiz),
192 s.
[227] Wrede, 21-24.
[228] Wrede, 25-27.
[229] Wrede, 29 vd.
[230] Wrede, 31
[231] Wrede, 32
[232] Wrede, 34.
[233] Wrede, 37.
[234] Ernst Benz, Neue Religionen, Stuttgart 1971, 18.
[235] Ernst Benz, s.19.
[236] Benz, 5.20.
[237] Benz, s.21.
[238] Benz, s.22.
[239] Benz, s.25.
[240] Benz, s.26-28.
[241] Benz, 29-42.
[242] Kwak-Cromwell, 233-241
[243] Chung Hwan Kwak-Thomas Cromwell, Unification
Prensiplerinin Özü, Sun Myung Moon'un Öğretisinin Esasları, yer ve zaman
belirsiz, s.3.
[244] Kwak-Cromwell, 41.
[245] Kwak-Cromwell, 52.
[246] Kwak-Cromwell, 56-57.
[247] Kwak-Oomwe, 56.
[248] Kwak-Oomwe, 57
[249] Kwak-Cromwell, 233 vd.
[250] Kwak-Cromwell, 213.
[251] Kwak-Cromwell, 13.
[252] Kwan-Cromwell, s. 19 vd.
[253] Kwan-Cromwell, s.20.
[254] Benz, 129.
[255] Bcnz, 130.
[256] Benz, 131-133.
[257] Sayılar, XXIII, 9.
[258] Tekvin, XXXII, 22-32.
[259] Çıkış, II,10.
[260] Bakara: 2/49.
[261] el-Kasas: 28/7.
[262] Çıkış, 11,5-10.
[263] el_Kasas: 28/9.
[264] Tâha: 20/40; Kasas: 28/22-28.
[265] el-Kasas: 28/ 25-26; Çıkış, II,21; 111,1
[266] Çıkış, II,22; XVIII,3,4.
[267] Çıkış, XVlII,10-12.
[268] el-Kasas: 28/29, 32.
[269] el-Kasas: 28/34-35.
[270] Taha: 20/63; Yunus: 10/75. 78, 87; el-Mümin: 40/26.
[271] Ahmet Çelebi, Yahudilik İstanbul 1978, s. 45.
[272] Huruç ,XVI, 2-3.
[273] Hunıç, XX, 1-17; Tensiye V, 6-21.
[274] Huruç, XXXIl, l-6.
[275] Taha: 20/87.
[276] Taha: 20/88 v.d.
[277] A’raf: 7/150-154.
[278] Tesniye, 34,6.
[279] Meryem: 19/53; Furkan: 25/35.
[280] Taha: 20/92, 94.
[281] Sayılar, XX, 20-29; XXX, 37-39; Tesniye,XXXIII, 50.
[282] el-Kehf: 18/60, 82.
[283] Kasas: 28/7.
[284] Kasas: 28/7.
[285] Tecrid Tercümesi, IX,145.
[286] Enbiya: 21/34-35.
[287] Sayılar, 28,15,20.
[288] Yeşu,VI. Bölüm.
[289] Bakara: 2/246.
[290] Bakara: 2/247-248.
[291] Bakara:2/247.
[292] Bakara: 2/247.
[293] Bakara: 2/249, 251; I.Samuel, XVII,50-51.
[294] Fazla bilgi için Eski Ahid'de II. Samuel, I-IV.
bölümlere bakınız.
[295] I. Sam. XVII,51;Bakara: 2/ 251.
[296] I.Sam. XXlV,7 v.d. XXVI,11 v.d.
[297] Mazmurlar, 111,10.
[298] Nisa: 4/163, Enbiya: 21/79, Sebe: 34/10.
[299] Enbiya: 21/80, Sebe: 34/11.
[300] Lokman: 31/12, 19.
[301] Ateş, Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali, s.411-412.;
Bernard Heller, "Lokman", Isl. Ans. VII,66.
[302] Sad: 38/30.
[303] Enbiya: 21/79.
[304] Bakara: 2/102, 20,.81-82; Neml: 27/4-43; Sebe: 34/12.
[305] Sebe: 34/13.
[306] I.KralIar, XII,28-31; XIV, 23-24.
[307] Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Ankara
1997, s. 82.
[308] Baki Adam, 83.
[309] Baki Adam, 99.
[310] Baki Adam,83 vd.
[311] Fazla bilgi için bkz. I, Krallar,XVII-XVIII.
[312] Saffat: 27/124.
[313]I.Krallar XVII, 27-46.
[314] II.Krallar, I,l-18
[315] II.Krallar 1,9-18.
[316] II.Krallar 1,9-18.
[317] Il.Krallar, II,Il.
[318] IKrallar, XIX,21.
[319] II.KralIar, II,15 v.d.
[320] I.Krallar.II, 19-25.
[321] II. Krallar, XIII,20.
[322] Enbiya: 21/ 86 ve Sad: 38/48-49. Fazla bilgi için Bkz:
l. Krallar, XIX,16-19, II.Krall.,1-18.
[323] Eski Ahid, Işaya VI,8.
[324] Fazla bilgi için Eski Ahid, İşaya Kitabına Bkz.
[325] Enbiya: 21/85 ve Sad: 38/48.
[326] Muhammed Esad, Kur’an Mesajı, Meal - tefsir, s. 562.
[327] Ahmet Çelebi,Yahudilik, Çev. M.Büyük Çınar ve
Ö.F.Harman, İstanbul 1978, s. 68.
[328] İsra: 17/4,7.
[329] David Goodalatt, "Sanhedrin", The
Encyclopedia of Religion, New York, 1987. C.XIII, p. 61.
[330] Tevbe: 9/30.
[331] Nitekim Kuran Tevbe: 9/11. Ehli Kitap
"Hahamlarını ve Papazlarını ilâh edindiler" ifadesiyle de, bazı din
bilginlerini aşırı yücelttiklerini ifade etmişti ki, Hz. Müzeyir'e karşı
Yahudilerin gösterdiği aşırı güven ve otoritesini tenkit için olabilir!
[332] Heiler, 589
[333] Heiler, 589
[334] Heiler, 590.
[335] Heiler, 592.
[336] Heiler, 593.
[337] Fazla bilgi için Bkz. Ü Günay, H.Güngör, Başlangıçtan
Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Kayseri 1997.
[338] Tekvin,17,9 vd.
[339] İbrani Din Bilgisi, Haz. Türkiye Hahambaşılığı,
İstanbul 1992, s.20-21. Schoeps, Religıonen, 243 vd.
[340] Tâhâ: 20/15.
[341] Bakara: 2/80-8l.
[342] 2.Sam, 24,15.
[343] Kral. 19,35.
[344] 2.Sam, 243,l.
[345] Fazla bilgi için bkz. Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına
Göre Tevrat, Seba Yayınları, Ankara 1997, 176 s.
[346] Schoeps, 253
[347] Schoeps, 253
[348] Schoeps, 253
[349] Fazla bilgi için Bkz. Ekrem Sarıkçıoğlu, Dinlerde Mehdi
Tasavvurları, Samsun 1997.
[350] Fazla bilgi için bkz. Haz. Suzan Alalu, Klara Arditi,
Yahudilikte Kavram ve Değerler, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş. İstanbul
1996, s. 76.
[351] Yahudilikte Kavram ve Değerler, ss. 9-73.
[352] Mehmet Aydın (Ter. ve Der.), Din Fenomeni, Konya 1993,
111.
[353] Schoeps, 254.
[354] F.Heiler, Die Religionen der Menschheit,632.
[355] Heiler, 633.
[356] Getto, genelde Orta Çağ Hıristiyan ülkelerde
Yahudileri Hıristyanlardan ayıran özel tecrit ve yerleşim bölgeleridir. Kuzey
Afrikada buralara “Mellah”, Rusya'da “Yerleşim Bölgesi” denirdi, M.Aydın ,Din
Fenomeni, s.108.
[357] Günay Tümer- Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, 2.
Baskı Ankara 1993, s. 213.
[358] Tümer-Küçük, s.214 v.d. M.Aydın , Din Fenomeni, s.116.
[359] Tümer-Küçük, s.216 v.d.
[360] Şaban Kuzgun, Hazar ve Karatay Türkleri, Ankara 1985,
272 sayfa; Şaban Kuzgun, Dinler Tarihi Dersleri, C.l, Kayseri 1993, s.71 v.d
[361] Jak V.Kamhi, 500. Yıl Vakfı (Raporu), 1992, s.6
[362] Abdurrahman Küçük, Dönmeler Tarihi, s.40-56.
[363] Küçük,80 vd.,262vd.
[364] Ilgaz Zorlu,
Evet, Ben Selanikliyim, Türkiye
Sabetaycılığı, 6. Baskı İstanbul 1999, 176 s
[365] Ahmet Hikmet Eroğlu, Belgeler Işığında Osmanlı
Devletindeki Yahudilerin Dini ve Sosyal Durumu, Ankara 1996, (Basılmamış
doktora tezi) s. 218.
[366] Ahmet Hikmet Eroğlu, Belgeler Işığında, s.218.
[367] Baki Adam, Yahudiliğin Dini Açıdan Hristiyanlığa ve
İslam'a Bakışı, II. Türkiye Dinler Tarihi Sempozyumu, 8-9 Kasım 1996.
[368] Stephan Teplan, "Christen in der Türkei",
Weltbild (30 Januar 1998) Nr.3. Bu sayı 30.000 Katolik, 1000 Protestan, 15.000
Süryani, 60.000 Ermeni, 3.000 Rum Ortodoks, 1.000 Serbest Kilise taraftarları
olarak tahmin edilmektedir.
[369] Ali İmran: 3/38, 41; Meryem: 19/5, 11; Enbiya: 6/90.
[370] Bkz. Eski Ahid, Zekeriya Kitabı.
[371] Meryem: 19/3, 11,13, 15. İbraniler İncili, Çev.Ekrem
Sarıkçıoğlu, Ondokuzmayıs Uni. I. Türkiye Dinler Tarihi Sempozyumu, Samsun
1994.
[372] Al-i İmran: 3/39.
[373] Yakub İncili, (çev. E. Sarıkçıoğlu), Türkiye 1. Dinler
Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, 24-25 Eylül 1992, Samsun, s. 9-14; Ali
İmran:3/ 35-44.
[374] Yakub İncili ,Xl,3. Luka İncili, 1,26-38.
[375] Yakub İncili ,XII-XVIII., Matta 1,19-23; Luka,
1,27-38.
[376] Luka, 11, 15-21.
[377] Luka, 11,25-35.
[378] Matta, II.
Bölüm.
[379] İbrani Tomas İncili, XX, Türkiye I. Dinler Tarihi
Araştırmaları Sempozyumu, 1992; Meryem: 19/ 24-26
[380] Matta İncili, 1,18-20.
[381] Markos,VI,3.
[382] Ali İmran: 3/56 vd.
[383] Bkz. Hıristiyanlarda Çocukluk İncilleri ,Türkiye I.
Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, Samsun 1902, s.5-42.
[384] Luka, 11,41, 52; İbrani Tornam İncili, XIX. Bölüm
[385] İbrani Tomas İncili/fürkiye 1. Dinler Tarihi
Araştırmaları Sempozyumu, 24-25 1992, Samsun, 25.; Ali İmran: 3/49.
[386] Ali İmran: 3/46; İbrani Tomas încili,Ill-VIIl.
Bölümler.
[387] İbrani Tomas İncili, IX-X, XVN~XV1II. Al-i İmran:
3/49.
[388] Matta, III. bölüm.
[389] Matta, III, 13-16; Markos, I ,9-11; Luka, III, 21-22.
[390] Matta, IV,17; Markos,l,14.
[391] Matta, V.
bölüm.
[392] Matta, XIV, 15-21.
[393] Matta,V,3-VI,20.
[394] Ali İmran: 3/50.
[395] Matta, 15/24.
Aynı muhtevayı Kur'an
“Onu İsrail Oğullarına
peygamber olarak gönderecektir”
(Âli İmran: 3/ 49) buyurarak onaylar. Ancak
İsrail Oğullarından başkasına gönderilmedi savını Kur'an kabul
etmez. Musa'nın da İsa'nın da tüm insanlığa tebliğde bulunmaları emredildiği
vurgulanır. Âli İmran: 3/187.
[396] Matta, XXVI-XXVII; Markos, XV-XVl; Luka, XXIII; Yohanna, XIX.
[397] Markos, XVI; Luka, XXIV; Yohanna, XX-XXI.
[398] Al-i İmran: 3/55; Mâide: 5/l17.
[399] Nisa: 4/157 vd.
[400] Meryem: 19/15, 33. Onbeşinci ayette aynı ifade Yahya
(a.s.) için kullanılmasına rağmen. Yahya'nın göğe yükseldiğini kimse iddia
etmez.
[401] Matta: 1,18.
[402] Matta 111,16-17.
[403] Matta, IV,3, 6.
[404] Hüseyin Atay, Kur'ana Göre Araştırmalar,I, Ankara
1993, s. 49.
[405] Fazla bilgi için bakınız. Martin Werner, Die
Entstehung des Christlichen Dogmas, 2. Baskı Tübingen 1941, ss. 61-79, 83-105.
[406] T.Michel, 32
[407] T.Michel.39 v.d.
[408] Muhammed Ebu Zehre,Hıristiyanlık üzerine konferanslar,
lst. 1978, 79; Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Ist.
1991,s. 146.
[409] Eduard Schweizer, Jesus Christus, München-Hamburg
1968, s. 12.
[410] M.Ebü Zehre,73.
[411] Kuzgun, 149.
[412] E.Zehre, 85 v.d.; Ş.Kuzgun.150 v.d.
[413] M. Ebu Zehre,s.70.
[414] M. Ebu Zehre, 114.
[415] M. Ebu Zehre, 113.
[416] Thomas Michel, Hıristiyan Tanrı
bilimine Giriş, İstanbul 1992,s.43. Ayrıca Türkçe tercümesi
için Bkz. Barnaba İncili, Çev. Mehmet Yıldız, İstanbul tarihsiz, Kültür
Basın Yayın Birliği 3. Baskı.
[417] Bkz. Yakub İncili, (Çev. Ekrem Sarıkçıoğlu,) Türkiye
I. Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, 24-25 Eylül 1992, Samsun,s. 6-22.
[418] Bkz. İbrani Tomas İncili, (Çev. E. Sankçioğlu) Türkiye
I. Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, 24-25 Eylül 1992, Samsun, s. 23-42.
[419] Bkz. Tomas İncili, (Çev, E. Sarıkçıoğlu) Ondokuzmayıs
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 4, Samsun 1990, s.13-25. Diğer
bir tercüme: Thomas İncili, (Ter. Ergün Arıkdal) İstanbul 1988.
[420] Bkz. Apokrif Petrus incili, (Ter. E. Sarıkçıoğlu)
Ondokuzmayıs Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi. Sayı 7, Samsun 1993, s.
3-6.
[421] Bkz. Filip İncili, (Ter. E. Sarıkçıoğlu) Ondokuzmayıs
Üni. İlahiyat Fak. Der, Sayı 6, Samsun
1992, ss. 1-20.
[422] Thomas Michel,s.42 v.d.
[423] Hans Joachim Schoeps, Das Judenchristentum, Bern 1964,
s.22 vd.
[424] H.Joachim Schoeps, Theologie und Geschichte des
Juıdenchristentums, Tübingen 1949, ss.71-146.
[425] Schoeps, Judenchris.,53 vd.; Fazla bilgi için Bkz.
H.J.Schoeps, Theologie und Geschichte des
Judenchristentums, Tübingen 1949, 400 s.
[426] Schoeps, Judenchris., 63 vd.
[427] Schoeps, Judenchris.,23 vd.
[428] Nureddin Ali b. Ebi Bekr el-Heysemi, Mecmu-uz-Zevaid
ve Menbau'l-Fevaid, C.9. 2. baskı, Beyrut 1967, s.333 v.d
[429] Schoeps. Judenchris., 42.
[430] Schoeps, Judenchris., 66.
[431] Paulus. Romalılara mektup, VI,3-4.
[432] Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c.V,
İstanbul 1990, s. 293.
[433] S. Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağ., C.X, s. 396.
[434] Alfred Adam, Lehrbuch der Dogmengeschichte, c.I
Gütersloch 1965, s.224.
[435] Adam, Lehrbuch., s.336 vd.
[436] A. Aslan,s. 177.
[437] Thomas Michel, Hristiyan Tanrı Bilimine Giriş,
İstanbul 1992,s. 56. Katolik İlahiyat profesörü olan yazar, halen Vatikan'da
yüksek bir görevde vazifelidir.
[438] Yuhanna I,3; İbranilere mektup I,2; Koloseliler I,
15-17
[439] Ra'd: 13/16; Furkan: 25/2; A’raf: 7/54, İsra: 17/111.
[440] Yuhanna V.21,27, 28-29.
[441] T.Michel, 56.
[442] Michel,57 v.d.
[443] Hristiyan İnancı, (Türkiye Katolik Kilisesi
Yayınları), İstanbul 1994, s. 49
[444] Hristiyan İnancı, s.73.
[445] Hristiyan İnancı, s.73.
[446] Hristiyan İnancı, s.71.
[447] Hristiyan İnancı, s.75.
[448] Hristiyan İnancı, (Türkiye Katolik Kilisesi Yayınları,
Derleyenler: Leyla Alberti, P.Xavier Jacob, P. Luigi Iannitto, Nilay
Hıdıroğlu), İstanbul 1994, s. 31 v.d.
[449] Kehf: 18/51.
[450] Hristiyan İnancı, s. 77.
[451] Hristiyan İnancı, s. 118
[452] Hristiyan tnancı,s. 122.
[453] Hristiyan İnancı, s. 119.
[454] Xavier Jacob, Sorabilir miyiz?, İstanbul 1992, s. 13.
[455] Xavier Jacob, Sorabilir miyiz?, İstanbul 1992, s. 12.
[456] Hristiyan İnancı, s.172.
[457] P. Oskar Simmel, R. Stahlin, Christliche Religion,
Frankfurt 1964, s.77-78.
[458] İslam bu kısa süreli arındırma cezası inancına itiraz
ederek “onları ateş, bize birkaç günden fazla dokunmaz, derler. Deki (onlara):
“Allah 'tan söz mü aldınız... “ Bakara: 2/80. diyerek son hükmün Tanrı'da
olduğunu vurgular.
[459] Thomas Michel, Hristiyan Tanrıbilimine Giriş, İstanbul
1992, s.88
[460] T.Michel,92.
[461] P.Xavier Jacob, Hristiyan Kiliseleri ve İbadet
Yerleri, İstanbul 1994, s.35.
[462] P.Xavier Jacob, Hristiyan Kiliseleri ve İbadet
Yerleri, İstanbul 1994, s. 15.
[463] P, Xavier Jacob, s.24.
[464] P.Xavier Jacob, s. 16 v.d.
[465] Sukzesion Kilise ruhanileri için takdis ve tayin
zincirinin sürekliliği, Hz.İsa'dan köy papazlığına kadar inen, manevi
görevlendirme bağıdır.
[466] Schoeps, Religionen, s. 336 vd.
[467] Schoeps, Religonen, s.338.
[468] Schoeps, Reli gitmen, 342 vd.
[469] Albert
M.Bernard, “Katolik Mezhebi”, Din Fenomeni, Neşr. M.Aydın, Konya 1993 s.
133.
[470] G.Tümer-A.Küçük, Dinler Tarihî, Ankara 1993, s.
270-271.
[471] G.Tümer-A.Küçük, Dinler Tarihi, s.273.
[472] Olivier Clement, “Ortodoks Mezhebi”, Din Fenomeni,
(Neş. M.Aydm), s.208
[473] O.Clement,s.221.
[474] Aftartodoketizm, İsa'nın insanî vücudunun diğer
insanlarla aynı olmasına rağmen, ebedi ve çürümez olduğu görüşüdür. Yulianizm
de denir.
[475] Ptartolatrizm, Severus'un temsü ettiği, İsa'daki
insanî tabiatın varlığının geçici ve fani olduğunu savunan görüştür, geçici
vücuda tazimde bulunanlar manasına muhaliflerince söylenmiştir.
[476] Bkz. Bayram Kodaman (Çeviren ve yayına Hazırlayan),
Türkler Ermeniler ve Avrupa, SDÜ. Yayınları İsparta 1994.
[477] B.Spııler, Die Morgenlândischen Kirchen, s.191-200.
[478] A. Adam. Dogmengeschichle, C.I, Gütersloh 1965, s.326.
[479] B.Spuler, Die Morgenlândischen Kirchen, Leiden 1964,
s.2-51.
[480] B.Spuler,s.99-105.
[481] Gunthcr Balders, “Der Bund Evangelisch-Freikirchlicher
Gemeinden in Deutschland”, in: Gliederd an Eincm Leib, Hrsg.: Hans-Motel,
Konstanz 1975, s.l 17 vd.
[482] H.Reller, Handbuch Religiüse Gemeinschaften, s.27-45.
[483] Bkz. H.Reller.46-66; Erich Geldbach, Frcikirchen,
Göttingen 1989, ss. 181-190.
[484] Wühelm Wöhrle-Heinz Adolf Ritter, “Der Buntt Freier
Evangelischer Gemeindcn in Dcutschland“,
in:
Glider an Einem Leib, Hrg. H.Motel, ss.218-237.
[485] H.Reller,67-83. Geldbach, ss. 199-206. H.Voigt,
"Die Evangelisch-Metodische Kirche", in:Glideran Einem Leib, ss.
174-218.
[486] H.Reller, 86-94.
[487] H.Reller, 95-I05. Peter Foth, "Die Mennonitein,
in: Glieder an Einem Leib, Hrsg.
H.Motel, ss.50-92. Erich Geldbach, Freikirchen, Göttingen 1989, ss.
l72-181.
[488] H.Reller,106-115. Erich Geldbach, ss.207-211.
[489] Wilhelm Kiefcl, “Die Heilsarmen”, Glieder an Einem Leib,
s.241-242.
[490] H.Reller,l 16-131. G.Tümer-A.Kuçük,292 v.d.: Curth
Nuthmann, Die Religiöse Geselîschaft der Freundc”, in:Glieder an Einem Leib,
ss.264-271. E.Geidbach,ss.224-231.
[491] H.Rcller,132-147. VVolfgang Meissner“der Christliche
Gemeinschaftsverband”in: Glider an Einem Leib, ss.248-263. E.Geldbach,
ss.217-223.
[492] H.Reller, 159-169.
[493] H.Reller, 192-205.
[494] H.Reller, 231-249.
[495] H-Reller,
301-315.
[496] H.RelIer, 373-380.
[497] H.Reller, 381-392.
[498] H. Reller, 402-417.
[499] H. Reller, 441-453. Tümer- Küçük, s.348-350. Fazla
bilgi için Bkz. H.Tanyu, Yahova Şahitleri, Ankara 1973.
[500] H. Reller, 470-488.
[501] H.Reller, 428-440
[502] H.Reller, 170-182.
[503] H.Reller, 250-272.
[504] Benz, 143.
[505] Benz, 144.
[506] Benz, 145.
[507] Benz, 146 vd.
[508] Benz, 148.
[509] Benz, 151-156.
[510] H.Reller, 491-505.
[511] H.Reller, 506-533.
[512] H.Rcller, 534-556.
[513] H.Reller, 557-573.
[514] H.Reller, 574-590
[515] Emst Benz, 115.
[516] Emst Benz, 116.
[517] Benz, 118-120.
[518] Benz, 122
[519] Benz, 122-124.
[520] Bakara: 2/2,5.
[521] İşaya, 6,l-5
[522] Kehf: 18/51.
[523] Adam, c.I, 224.
[524] Zuhruf: 43/15.
[525] Tevbe: 9/31.
[526] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Zaman
Feza yayıncılık, İstanbul tarihsiz, C.4, s.317 vd. .
[527] Müslim,Zühd, bâb:10.
[528] Nisa: 4/117. Ernst Zbinden, İslam'da ve Eski Orta
Doğuda Cin ve Ruh İnançları, Yeni Ufuklar Neşriyat, s.72, 154.
[529] En'am: 6/62
[530] Mü'minun: 23/99-100.
[531] Al-i İmran: 25/169.
[532] Fazla bilgi için Bkz. Ernst Zbinden, islam'da ve Eski
Ortadoğuda Cin ve Ruh İnançları, İstanbul 1997, 200 s.
[533] Bakara: 2/102.
[534] Nisa: 4/171.
[535] Mâide: 5/110.
[536] Bakara: 2/213.
[537] İbrahim: 14/48; Tâhâ: 20/55
[538] En'am: 6/61-62.
[539] En'am: 6/62
[540] Bakara: 2/167.
[541] İbrahim: 14/48.
[542] En'am: 6/151-152.
[543] A. Turan, İslam Mezhepleri Tarihi, Samsun 1993, s. 79.
[544] A. Turan,79.
[545] Kadıyanilik, Ana Britanika, XII,374.
[546] Ebûl A'la el-Mevdudî, Kadıyanilik Nedir?, (Arap. Çcv.
Ahsen Batur), İhya Yayınlan. İstanbul 1975, s. 24
[547] el-Mevdudî, 24 vd.
[548] el-Mevdudî, s. 37-39.
[549] el-Mevdudî,48.
[550] Kadıyanilik. Ana Britanika. XlI.374-375.
[551] Muhsin Abdülhamid, İslama Yönelen Yıkıcı Hareketler,
(çev. M.Saim Yeprem, Hasan Güleç), Ankara 1973, s. 173,176, 220.
[552] N.Özşuca, Bahai Dini, Ankara 1967, s.20-40.
[553] N. Özşuca. 40-41
[554] M.Abdullhamid, 215-238.
[555] Özşuca, 20.
[556] Tümer-Küçük, 400.
[557] Tümer-Küçük, 405 vd.
[558] Maurice Borrmans, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında
Diyaloğa Yönelişler, İstanbul 1988, s. 20.
[559] Borrmans,21.
[560] 11-17 Kasım 1974 Tunus'dave 1-6 Şubat 1976 Libya'da
olduğu gibi.
[561] İnanç ve Hoşgörü
Çağında Dinler Toplantısı, Tarsus
Deklarasyonu, 10-11 Mayıs Tarsus.
[562] Matta, II,27.
[563] Yuhanna 14/6.
[564] B. Adam,
Katolik Kil.,19.
[565] Baki Adam, Katolik
Kilisesinin Kurtuluş Öğretisi Açısından Diğer Dinlere Bakışı, Ankara
1997, s. 18.
[566] A.Aslan, “Batı Perspektifinde Dini Çoğulculuk Meselesi”
İslam Araştırmaları Dergisi, s.2, 1998, s.I57.
[567] B.Adam, Katolik Kil., 21 vd.
[568] B.Adam, Katolik Kil., 22 vd. A. Aslan. Batı
Perspektifinde Dini Çoğulculuk Meselesi, 5.151 vd.
[569] B.Adam, Katolik Kil., 25.
[570] B.Adam, Katolik Kil, 27.
[571] B.Adam, Katolik Kil., 39-42.
[572] B.Adam, Katolik Kil., 71.
[573] B.adam, Katolik Kil, 73-74.
[574] B.Adam, Katolik Kil.. 75.
[575] B.Adam, Katolik Kil., 89 vd.
[576] Al-i İmran: 3/19.
[577] Maide: 5/69.
[578] Borrmans, s.50-140.
[579] Burhanettin Tatar,”Felsefı Hermenötik Açısından
Dinlerarrası Diyalogun İmkanı Sorunu”, Hoşgörü Yılı ve İnanç Turizminde Göller
Bölgesi Sempozyumu, 7-8 Eylül 2000, SDÜ Yayınları 2001, ss.
[580] Mustafa Köylü, “Kurtuluş Teolojisine İslami Bir
Yaklaşım”, Hoşgörü Yılı ve İnanç Turizminde Göller Bölgesi Sempozyumu, Ispara
7-8 Eylül 2000. (Matbaa hatası olarak değerli tebliğin basımı gözden kaçmıştır.
Sayın köylü'den özür dileriz.)
[581] Mahmut Aydın, Dinlerarası Diyalogda Teoriden Pratiğe
geçiş: Küresel Bir ahlaka Doğru, Hoşgörü Yılı ve İnanç turizminde Gölle Bölgesi
Sempozyumu, 7-8 Eylül 2000, SDÜ Yayınları İsparta 2001
[582] Tümer-Küçük,413,421.
[583] Tümer-Küçük,414.
[584] Vatikan Toprak İstiyor, Akit Gazetesi, 23 Mayıs 2000.
[585] Şura: 42/15.
[586] Nahl: 16/125.
[587] Ankebut: 29/46.
[588] İbrahim Özdemir, Dünya Dinleri Parlementosu, Zaman
(Gazetesi), 24 Ocak 1998, s. 2.