Hz. Abdullah İbn-i Ömer (R.Anh)
Hz. Abdullah Bin Süheyl (R.Anh)
Hz. Abdullah İbn-i Abbâs (R.Anh)
Hz. Abdullah Bin Amr Bin El-As (R.Anh)
Hz. Abdurrahman Bin Avf (R.Anh)
Hz. Büreyde İbn-i Husayb (R.Anh)
Hz. Câbir Bin Abdullah (R.Anh)
Hz. Ca'fer Bin Ebi Talıb (R.Anh)
Hz. Cerir Bin Abdullah (R.Anh)
Rasûlüllah (sav)'in
sünnetine harfıyyen riayet etmeye çalışan hassas bir şahsiyettir. İkinci halife
Hz. Ömer (r.a.)'in oğlu ve mü'minlerin annesi Hz. Hafsa'mn ana-baba bir
kardeşi, fâkih ve muhaddis sahabedir. Ebû Abdurrahman künyesi ile tanınan
Abdullah'ın annesi Zeynep bnt. Maz'un el-Cümeyhî'dir.
Abdullah b. Ömer'in,
peygamberliğin üçüncü yılında doğduğu kaydedildiği gibi onun nübüvvetten bir
yıl önce dünyaya geldiği de söylenmektedir. [1]
Babasıyla birlikte,
küçük yaşta İslâm'a girdi ve yine babası ile birlikte Medine'ye hicret etti.
Tamamıyla İslâm toplumunda ve İslâm terbiyesiyle yetişti. Yaşı küçük olduğu
için Bedir ve Uhud gazalarına Hz. Peygamber (sav) tarafından katılmasına müsâde
verilmedi. [2] Ancak onsekiz yaşlarında
iken Hendek gazvesine ve daha sonra Hz. Peygamber (sav) zamanında meydana gelen
bütün savaşlara katıldı. Mekke fethinde, Mûte savaşında, Tebük seferinde ve
Veda Hacc'ında bulundu.
Abdullah b. Ömer (r.a.),
İslâm devleti bünyesinde meydana gelen anlaşmazlıklarla ortaya çıkan ve
birbirleriyle mücadele eden gruplara karışmadı, tarafsız kaldı ve devlet
kadrolarında vazife almadı. Zira oğlunu hilâfete aday göstermesini tavsiye eden
sahabelere Hz. Ömer: "Bir evden bir kurban yeter" demişti. Babasından
sonra başa geçecek halifeyi seçmeye görevli olan şûrâ'ya sadece müşavir olarak
katıldı. Hz. Ömer oğluna şûrâ'ya katılmasını ancak aday olmamasını tavsiye
etmişti. [3]
Hz. Osman (r.a.)
zamanında, İbn Ömer, devlet işlerine müdahalede bulunmuyordu. Bir gün Hz.
Osman, İbn Ömer'e kadılık yapmasını, müslümanlar arasındaki hukukî
anlaşmazlıkları hâlletmesini teklif edince özür dileyerek, kadılık vazifesini
kabul etmemiş, Rasûl-i Ekrem (sav)'in bir sözünü hatırlatmıştı;
Hz. Peygamber (sav)
buyurmuşlardır ki;
"Kadılar üç çeşittir. Birincisi câhillerdir.
Bunların yeri Cehennemdir. İkinci zümre âlimleridir, fakat dünyaya meyilleri
vardır, ilimleri ile amelleri bir değildir, bunlarda Cehennemliktir. Üçüncü
zümre ise hem âlim, hem de dünyaya meyli olmayanlardır.”[4] Hz. Osman, Hz. İbn Ömer'e dedi ki:
“Ama, senin baban Hz.
Peygamber (sav) zamanında kaza işleri ile uğraştı ve kadılık yaptı."
“Evet, doğrudur, fakat
babam bir mesele ile karşılaşınca Rasûi-i Ekrem'e müracâat eder, müşküllerini
halletmede zorluk çekmezdi. Çünkü Rasûl-i Ekrem müşkil bir mesele ile
karşılaşınca onun da müşküini vahiy hallederdi. Şimdi Rasûl-i Ekrem aramızda
yok ki problemlerimizi ona götürelim. AHah şimdi bizim yardımcımız olsun."
Hz. Osman da bu
hususta Hz. İbn Ömer'e fazla ısrarda bulunmadı. Hz. İbn Ömer (r.a.), hükümet ve
devlet işlerinden uzak kalmasına rağmen hak yolunda cihâd edip İslâm
fetihlerine katıldı. Nitekim Hicret'in yirmiyedinci yılında Afrika'da Tunus,
Cezayir, Merakes seferine katılmıştı.
İbn Ömer Hicret'in
otuzuncu senesinde Horasan ve Taberistan fetihlerinde bulundu ve onun
Taberistan fethinde bir Dihkan'ı öldürdüğü bilinmektedir. Ancak hükümet ve
devlet işlerine müdahale hususunda çok ihtiyatlı davranıp, daima uzak kalmayı
tercih etti.
Hz. Osman'ın
şehâdetinden sonra ilmî yüceliği, kahramanlığı ve mücahidliği Hz. Ömer'in oğlu
olması sebebiyle halîfe olması işlendiyse de kabul etmedi. Hz. Ali (r.a.)
tarafında yer aldı. Dahilî olaylara karışmadı. Siffın olayından sonra da
halifelik tekliflerini reddetti. Muâviye (r.a.) zamanında 569 yılında Hz. Peygamber'in güvenini
kazanmış ve bayraktarlığını yapmış olan Halid b. Zeyd Ebu Eyyub el-Ensâri ile
İstanbul surları önlerine kadar gelip, İstanbul'un ilk muhasarasına katıldı.
Onun devlet bür /esinde ve İslâm toplumunda meydana gelen iç karışıklıklar
sırasında temkinli davrandığını görmekteyiz. Fakat Sıffîn'de Hz. Ali'ye
muhalefet edenlere ve Abdullah b. Zübeyr'i Kabe'de muhasara edip şehid edenlere
karşı savaşmadığına pişman olduğunu bizzat kendisi ifade etmiştir. [5]
Haccac'a karşı savaşmadıysa bile onun zulmünden asla çekinmeden islâmî ahkâmı
çiğnemesine karşı susmayıp onu gerektiğinde sert bir şekilde uyarmıştı. Hattâ
onun bu gibi uyarılarına kızan Haccac b. Yusuf, Abdullah'ı öldürtme yollarını
aramıştı.
Nihayet hicretin
yetmişdördüncü yılında Abdullah b. Ömer seksendört veyahut seksen beş yaşında
iken vefat etti. [6]Başka rivayetlerde de onun
seksenaltı yaşında vefat ettiği kaydedilir. [7]
Hac mevsiminde adamın
biri ucu zehirli bir mızrak ile Abdullah b. Ömer'i ayağından yaraladı. Vücûdu
zehirlendi. Bu zehirlenme vefatına sebep oldu. Bir rivayete göre yukarıda
söylediğimiz gibi bu yaralama Haccac b. Yusuf un tertibi idi. İbnü'l-Esir'in
kaydına göre, Haccac b. Yusuf minberde hutbe okuyordu. Hutbe'de Abdullah İbn
Zübeyr'e ağır sözler söylemiş ve bazı ithamlarda bulunmuş, onun Kur'ân-ı
Kerim'i tahrif ettiği iddiasını ortaya atmıştı. İbn Ömer (r.a.) düşünmeden ve
çekinmeden Haccac'a bağırıp: "Yalan söylüyorsun, bunu ne İbn Zübeyr
yapardı, ne de senin bu işe gücün yeter!..." demişti.
İbn Ömer'in halkın
toplu bulunduğu bîr yerde böyle sert konuşmasından Haccac fena halde bozulmuş,
ona kin besleyip çok kızmıştı. Açıktan açığa ona bir şey yapamayacağından
gizlice ve hainlikle intikam almayı düşünmüştü. [8] Ancak
İbnü'l-Esir Haccac'ın hutbe meselesini başka türlü anlatmaktadır. Ona göre,
Haccac hutbeyi çok uzatmış, o kadar uzatmıştı ki, ikindi namazına vakit
daralmıştı. Bu ara İbn Ömer (r.a.), "Güneş seni beklemiyor" diye
ihtarda bulunmuştu. İkinci bir rivayete göre, İbn Ömer'in onu beklemeyip kıymet
vermemesine Haccac'ın canı sıkılmış, firavunluğu tutmuştu. Fakat Emevi hükümdarı
Abdülmelik b. Mervan'm korkusundan İbn Ömer'e karşı gelemiyordu. Bu meselenin
iç yüzünün bu şekilde olduğu anlaşılmaktadır.
Peygamber efendimiz
mescide çıktıklarında buyurdu:
“Yâ Sümâme, yanında ne var, gönlünden ne geçiriyorsun,
benden ne bekliyorsun?”
Sümâme cevap verdi:
“İçimde hayır ümidi
var. Çünkü sen affedicisin. Eğer beni öldürecek olursan, bir caniyi öldürmüş
olursun. Öldürmez de affedip, beni bağışlarsan, iyilik bilen, ni'mete şükreden
birisine ihsan etmiş olursun. Eğer benden kurtuluş fidyesi olarak mal
istiyorsan, işte malım. İstediğin kadar al.”
Resûlüllah efendimiz,
üç gün üst üste gelerek aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine
âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimiz yine yüksek merhametini gösterdi ve
Sümâme'nin hayâl bile edemiyeceği bir şekilde buyurdu ki:
“Artık Sümâme'yi
salıveriniz!”
Bu emir üzerine
Ashâb-ı Kirâm onu serbest bıraktı. Sümâme bırakılıp, serbest kalınca, gönlüne
İslâmiyetin sevgisi düştü. Hemen Kelime-i Şehâdet getirdi. Rasûlullah
efendimize bey'at etti.
Rasûlullah efendimiz
ona, hemen gidip gusletmesini emretti. Sümâme hemen gidip gusledip, sonra
mescide girdi. Resûlüllah’ın huzurunda şunları söyledi:
“Vallahi, akşamleyin,
yanma geldiğim zaman, bana senin yüzünden daha çok kızdığım bir yüz yoktu.
Fakat sabah olunca, senin şehrin bana, en sevimli şehir oldu. Vallahi
akşamleyin, senin dînin, bana en sevimsiz din idi. Sabahleyin en sevimli bir
din olmuştur.”
Böylece dünün azılı
bir müşriki Peygamberimizin engin merhameti sayesinde Müslüman olmuş hidâyete
kavuşmuştu. İslâm harp hukuku insanîdir. İslâm'in harp hukukunun amacı;
insanları ifsad etmek değil, ıslah etmektir.
Hz. Sümâme hicretin
altıncı yılında Rasûlüllah’ın huzurunda Müslüman olduktan sonra Peygamber
efendimize:
“Yâ Rasûlallah! Ben
umre yapmak için giderken süvarilerin beni yakalamıştı. Şimdi ne
buyuruyorsunuz?” diye arzetti.
Rasûlullah onu dünya
ve âhiret saâdetiyle müjdeleyip, umresini yapmasını emretti.
Hz. Sümâme, Mekke'ye,
telbiye ederek girmişti. Bunun üzerine müşrikler onu yakaladılar, neredeyse
boynunu vuracaklardı. Fakat o sırada birisi:
“Bırakınız onu! Siz
yiyecekleriniz hususunda Yemâme halkına muhtaçsınız. Ona bir şey olursa
hepimiz aç kalırız,” dedi. Bunun
üzerine müşrikler Sümâme'yi serbest bıraktı. Sonra müşriklerden birisi ona
dedi ki:
“Demek, dinden çıktın
ha!” Hz. Sümâme şöyle
karşılık verdi:
“Hayır, ben dinden
çıkmadım. Bilâkis ben hak din olan İslâmiyeti kabul ettim. Muhammed
aleyhisselâmı ve Onun getirdiklerini tasdik ettim. Vallahi Allahın Rasûlünden
izinsiz buğday alamıyacaksınız. Siz Ona tâbi olmadıkça, Yemâme'den
faydalanamıyacaksınız!”
Sümâme umresini
yaptıktan sonra Yemâme'ye gitti. Yemâme halkının, Mekke'ye erzak göndermelerine
mâni oldu. Bu yüzden müşrikler çok sıkıntıya düştüler. Müşrikler bu sebeple
Rasûlullaha mektup yazıp, çektikleri sıkıntıları ve erzak gönderilmesine
müsâade edilmesini istediler. Hattâ, Ebû Süfyân Medine'ye kadar gelerek,
Peygamber efendimize:
“Alemlere rahmet
olarak gönderildiğini söylüyorsun,” diyerek bu hususta müracaatta bulunup,
hallerini uzun uzun anlattı.
Rasûlullah,
müşriklerin bu talepleri üzerine Yemâme halkının, Mekkelilere, yiyecek
göndermelerine mâni olmaması için Sümâme'ye mektup gönderdi. Hz. Sümâme bu emre
uyarak, engel olmaktan vazgeçti.
Resûlüllah efendimizin
vefatından sonra, Sümâme bin Üsâl ve onunla beraber olanların dışında bütün
Yemâme halkı İslâm’dan çıkıp, mürted olmuşlardı. O sırada Sümâme bin Üsâl
Yemâme'de bulunuyordu.
Halkı, Peygamberlik
dâvasına kalkışan Müseyleme'ye tabi olmaktan, onu desteklemekten alıkoymaya
çalıştı. Onlara dedi ki:
“Ey Hanîfeoğulları!
İslâmdan dönüş, nursuz, çok karanlık bir iştir. Evrensel hadis muallimlerindendir.”
Çok hadîs bilmesine rağmen
büyük titizliğinden çok az rivayette bulunurdu. Abdullah b. Ömer'den Nâfı ve
İmam Mâlik b. Enes'in rivâyetleriyle gelen hadisler en sağlam rivayetler olarak
değerlendirilmekte ve bu rivayet zincirine "Altın Zincir" adı
verilmektedir. Abdullah b. Ömer'den hadis öğrenimi görenler arasında başta
Abdullah b. Abbâs olmak üzere Câbir b. Abdullah, Saîd b. el-Müseyyeb, Said b.
Cübeyr, Abdullah b. Keysân, Hasan-ı Basrî, Nâfi, Mücâhid, Tâvûs, Enes b. Sîrin
gibi meşhur muhaddisler ve oğullarından Hamza, Bilâl, Abdullah ve Ubeyduîlah
vardır. İbn Ömer bu hadis ilminden dolayı çok hadis rivayet eden Muksirûn
sahabeler arasında yer almaktadır.
Abdullah İbn-i Ömer (r.a.),
Rasûlüllah (sav)'den birşey işittiği zaman ne eksik ve ne de fazla, lafızları
tam olarak muhafaza ederdi. Abdullah İbn-i Ömer (r.a.), Rasûlüllah (sav)'in her
hareketini, takip edilmesi gereken bir sünnet olarak değerlendiriyordu. [9]
Abdullah b. Ömer
(r.a.)'ın, muhaddisliğinin yanı sıra fakîh bir sahabe olduğu da bilinen bir
husustur. İbn Ömer Ömrünü Medine'de geçirmiş ve fıkıh üzerinde çalışmıştır,
Medine'nin fıkıh âlimlerinin birçoğu fetvalarında İbn Ömer'in bilgisinden
faydalanmışlardır. Ehl-i Sünnet'in dört imamından biri olan İmam Mâlik'in
fıkhı, Abdullah İbn Ömer'in fetvaları ile doludur. İmam Mâlik'in dediği gibi,
Abdullah b. Ömer fıkıh âlimlerinin başında gelenlerdendi. Eğer İbn Ömer'in
fıkıhtaki fetvaları toplansa büyük bir eser meydana gelir. Nitekim, Mısır'h
âlim M. Revvâs Kalracı "Mevsû'atu Fıkhı Abdullah b. Ömer” [10]
adıyla bir eser vücûda getirmiştir. İslâm fıkıh ulemâsının en ileri
gelenlerinin bildirdiklerine göre, islâmî meselelerde İbn Ömer (r.a.)'in
sözleri ile amel etmek yeterlidir.
Abdullah b. Ömer (r.a.)
uzun bir ömür sürdüğünden peygamberimizden sonra altmış yıl müddetle fetva vermiştir.
Ancak fetva verme konusunda çok ihtiyatlı hareket ederdi. Şahsiyet olarak;
iyilik etmeyi, .sadaka vermeyi, hayır yapmayı, hele köle azad etmeyi çok
severdi. Sağlam karakterli, iyi ve güzel huylu olup, kötülüklerden kaçınırdı.
Her yaptığı işi Allah rızası ıçra yapardı. Kendi yüzük taşında: "Allahû Teâlâ'ya, Allah için hâlis ibâdet etti." ibaresi
yazılıydı. Dünya malına, dünya zevklerine hiç gönül vermezdi. Sahâbe'den Câbir
b. Abdullah (r.a.): "Ömer ve oğlu Abdullah'dan başka içimizde dünyaya
meyli olmayan kimse yoktur." derdi.
İlimde imamlığa
yükselen muhaddis ve tabiînin büyüklerinden olan Nâfi, Abdullah b. Ömer'in
azatlısıdır. Nâfı köle iken İbn Ömer onu onbin dirheme satın alıp, "Seni
Allah rızası için azat ettim" diyerek kölelikten kurtarmıştır.
Kölelerinden ibâdet edeni gördükçe hemen onu âzad ederdi.
"İbâdeti
göstermelik yaparak âzad olmak isteyenler olursa ne yaparsınız?" diye ona
sorulduğunda Abdullah b. Ömer (r.a.)'ın
"Hayr için
aldanmaktan iyi şey var mıdır?" buyurdukları meşhurdur. İmam Nâfı,
Abdullah b. Ömer (r.a.) için:
"Her zaman
dualarında belirttiği gibi bin köle âzad ettikten sonra vefat etti."
demişti. Çoğu zaman sırtındaki kaftanını çıkarıp gördüğü bir fakire verirdi.
Abdullah b. Ömer'in
evinde misafir eksik olmazdı. Akşam yemeklerini yalnız yediği nadirdir. Mutlaka
misafiri olur, olmazsa arar bulurdu. Kendisi de dostlarının evinde üç günden
fazla misafir kalmazdı. Evinde en zarurî ihtiyacını karşılayan eşya
bulundururdu. Cuma'dan önce mutlaka yıkanır, abdest alır, güzel kokular
sürünürdü. Her namaz için abdest alır, geceleri çok namaz kılardı.
Abdullah'ın oğlu
Hâlid'in âzad ettiği Ebû Gâlib şöyle anlatır:
"Abdullah b. Ömer
(r.a.) Mekke'ye geldiğinde sık sık bize misafir olurdu. Geceleri teheccüd
namazı kılardı. Bir gece sabah namazı yaklaştığı zaman bana
"Kalkıp namaz
kılmayacak mısın? Kur'an'ın üçte birini de okusan yeter." dedi.
"Sabah yaklaştı,
kısa zamanda Kur'ân'ın üçte birini okuyup yetiştiremem" dedim. Bana
dönerek:
"İhlâs sûresi
Kur'ân'ın üçte birine eşittir." dedi.
İmam Nâfı'nin
naklettiğine göre, Abdullah b. Ömer mûsikîyi sevmezdi. Teganni ve saz
seslerine kulaklarını tıkardı. Bir gün birisi yanma yaklaşarak:
"Abdullah, Allah
için seni çok seviyorum" dedi. Abdullah da
“Ben de Allah için
seni hiç sevmiyorum. Çünkü sen ezanı tegann ederek, şarkı söyler gibi
okuyorsun" buyurdu.
Allah'tan başka
kimseden korkmazdı.. Kötülüğe karşı hep iyiliklı karşılık verirdi. Zeyd b.
Eşlem şu olayı anlatır: Adamın birisi yol Abdullah
b. Ömer'e sövüp saymaya başladı. Abdullah evinin kapısına varıncaya kadar onu
sabırla dinledikten sonra adama dönerek,
"Ben ve kardeşim
Asım kimseye sövmeyiz" dedi. Çünkü Abdullah b. Ömer (r.a.) tam bir
medeniyet muallimiydi. Medeniyet muallimleri, kötülüğü iyilikle defederler.
Çok az yemek yerdi.
Hele acıkmayınca hiçbir sey yemezdi. Bir gün dostlarından birisi ona hazım
kolaylaştırıcı bir ilâç hediye etmek istedi. O dostuna şu cevabı verdi:
“Ben hiçbir yemekten
karnımı doyururcasina yemedim. Hazım ilâcına ihtiyacım olacağını
zannetmiyorum."
Bu kadar tok gözlü
olmakla beraber aynı zamanda son derece müstağni bir kişi idi. Kimseden bir şey
istemezdi. Herkes ona hizmet etmek ister, fakat o asla kabul etmezdi. Bir ara
Abdülaziz b. Harun ona haber gönderip ihtiyaçlarının ne olduğunu bildirmesini
istemiş, İbn Ömer (r.a.) onun davranışına karşı şu cevabı vermişti:
“Siz, geçimleri size
ait olanların, geçimlerini üzerinize almış bulunduğunuz kimselerin
ihtiyaçlarını temin ederseniz daha iyi olur.”[11]
Ancak İbn Ömer (r.a.)
bir şey hediye edildiğinde onu geri çevirmezdi. Nitekim Muhtar mal ve mülkünün
bir çoğunu İbn Ömer'e hediye etmiş, o da kabul eylemişti.
"Bize hediye
edilenleri biz de hediye eder, Hak yolunda dağıtırız." demişti. Ve bütün
hediyeleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştı.
Hz. Muaviye (r.a.)
tarafından ihtiyaçlarını karşılamak için bir miktar para gönderildi. Fakat İbn
Ömer bunu kabul etmemiş,
"Benim imanım
sizin paranızdan daha değerlidir " demişti. [12]
Hz. Abdullah İbn-i
Ömer (r.a.), helal lokma hassasiyetini taşıyan bir kimseydi. Bu hsusuta
müslümanları şöyle uyarmıştır:
"Namaz kılmaktan
yay gibi, oruç tutmaktan çivi gibi olsanız da haram ve şüpheli şeylerden
kaçınmazsanız, Allah o ibadetlerinizi kabul etmez.” [13]
Hz. Abdullah İbn-i
Ömer (r.a.), Allah için sevmeyi ve Allah için buğzetmeyi ibadetlerinin kabul olma şartı gibi
görüyordu. Nitekim şöyle diyordu:
"Ömrüm boyunca
oruç tutsam, hiç uyumadan geceyi ibadetle geçirsem, malımı parça parça Allah
yolunda infak etsem ve bu hal üzere ölsem, fakat gönlümde Allah'a itaat
edenlere karşı bir sevgi, isyan edenlere karşı da bir nefret duygusu
taşımazsam, bütün bu yaptıklarımdan fayda göremem.”[14]
Abdullah b. Ömer'in
yaşayışı her türlü gösterişten uzak idi. O bu hususta mükemmel bir örnektir.
Bir oturuşta binlerce dirhem para dağıtmış olan bir zâtın bütün ev eşyası bir
halı veya kilim ve bir de yataktan ibaret idi. Bunların bütün kıymeti yüz
dirhem tutmazdı.
Abdullah varlıklı
olmakla beraber yaşayışı işte bu kadar sâde idi. Cuma günleri hariç, güzel koku
kullanmazdı. Yalnız cuma günü iyi elbise giyerdi. Bir gün Cuma'dan sonra
yolculuğa çıkması gerekti. Güzel elbiselerini giymişti. Bu elbiseyi eve
gönderip değiştirdi ve normal elbiselerini giydi.
İbn Ömer şekil ve
şemâli hususunda babası Ömer'e çok benzerdi. Uzun boylu ve esmerdi. Sakalı
ağardığı zaman koyu sarıya boyardı. Zira sakalının rengi de koyu sarıydı.
Ebû Seleme b. Abdullah
şöyle demiştir:
"Abdullah İbn
Ömer vefat etti. O fazilette babası Ömer'e çok benzerdi. Hz. Ömer kendisinin
benzerlerinin çok olduğu bir zamanda yaşamıştı. Fakat Abdullah İbn Ömer ise kendisinin
bir benzeri bulunmayan bir dönemde yaşamıştı.”[15]
Abdullah İbn-i Ömer (r.a.),
pratik hayatında Rasûlüllah (sav)'in sünnetine uygun hareket etmeye çok önem
verirdi. O, adeta günlük hayatında herşeyi Rasûlüllah (sav)'in hadislerine
göre yapmaya çalışıyordu. Rasûlüllah (sav)'in siretinin ve sünnetinin sahih
olarak müslüman nesillere ulaşmasında çok büyük katkıları olmuştur. Kitab ve sünnete
bağlı müslüman kimliğinin adeta müşahhas bir sembolüdür. Rasûlüllah (sav)'in
sahih sünnetini müslüman kimliğinin hem yapıcısı ve hem de koruyucusu kabul
etmek, Abdullah İbn-i Ömer (r.a.)'ın fıkhını şekillendiriyordu. O, Rasûlüllah
(sav)'ın çağlarüstü everensel yorumu olan sünneti,
İslâmî hayatın olmazsa olmaz şartı olarak fıkhetmişti. Abdullah İbn-i Ömer (r.a.),
Rasûlüllah (sav)'in hadislerinin pratik tercümanıdır. Sünnet, Müslümamn
müslümanlığının varlık ve sağlık sebebidir. Kişinin müslümanlığının sahihliği,
Rasûlüllah (sav)'in sünnetine olan uygunluğu miktarmcadır.
Rasûlüllah (sav)'in
sahih sünneti olmadan Allah'ın dini yaşanamaz. Allah'ın dinini Allah'ın
muradına uygun şekilde yaşamanın yolu, Allah'ın dinini insanlığa tebliğ edip
öğreten Hz. Muhammed (sav)'in sünnetine ittibadır. Sünnete ittibanın olmadığı
yerde din de olmaz. Abdullah İbn-i Ömer (r.a.), Rasûlüllah (sav)'in sahih
sünnetini devre dışı bırakanların dinsiz kalacakları tehlikesini haber
vermiştir. Böyle bir tehlikenin içine düşmemek için her davranışında sünnete
uygunluğu aramış ve fiilen sünnete riayet etmiştir.
Rasûlüllah (sav)'in
sünnetine uyma hassasiyetini hayata taşımayanların müslümanlıkları şüphelidir.
Şek ve şüphelerden arındırılmış olan müslümanlık, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine
uygunluk arzeden müslümanlıktır. Rasûlüllah (sav)'in sahih sünnetini,
müslümanlıklarımn standardı haiine getirmeyenlerin müslümanlıklan sakattır.
Rasûlüllah (sav)'in sahih sünnetini hayata taşıma hassasiyeti, sahabe fıkhının
en mümeyyiz göstergesiydi. Dolayısıyla Rasûlüllah (sav)'in sünnetini hayata
taşıma hassasiyetini hayatlarının vazgeçilmezi yapanlar, sahabe yolunda olanlardır.
Abdullah bin Süheyl
ilk Müslüman olanlardandır. İkinci Habeşistan hicretine kadar Müslümanlığını
gizledi. Sonra Habeşistan'a hicret eden kafileye o da iştirak etti.
Habeşistan'dan dönüşünde, babası tarafından hapsedilip, işkence yapılmış,
Müslümanlıktan vazgeçmeye zorlanmıştı. Bu yüzden çok şiddetli eziyet ve
sıkıntılara mâruz kaldı. Çaresiz kalarak babasının sözüne uymuş gibi göründü.
Aslında, istemiyerek îmânını gizlemişti.
Peygamberimizin ve
Müslümanların çoğunluğu Medine'de bir araya gelmişler, gün geçtikçe güçlenmekte
ve durumlar! iyiye doğru gitmekteydi. Mekke müşrikleri bunu bir türlü
hazmedemiyorlar ve en kısa zamanda, Müslümanları ve İslâmiyeti yok etmek
istiyorlardı. Bu yüzden Bedir Muharebesine büyük bir intikam hırsıyla
hazırlanmışlardı. Bu Abdullah bin Süheyl'in işine yaramıştı. Bedeni müşrikler
arasında ama, ruhu Rasûlüllah (sav) ve Müslümanlarla beraberdi. Şirk ve küfür
ordusu arasında bulunmak istemiyordu ama, Rasûlüllah (sav)'e kavuşmak için bir
müddet sabredecekti.
Bu arada, babası
kendisini zaman zaman kontrol ediyor, fakat Abdullah bin Süheyl, iç dünyasında
olup bitenleri, ruhunda yaşadığı ve tattığı lezzeti, babasına ve
etrafındakilere asla hissettirmiyordu. Günler böylegeçti. Babası, onda anormal
bir durum, İslâmiyete dâir bir belirti görmediğinden, artık onun hakkında
şüphesi kalmamıştı. Hâlbuki o, onların kirli ve insanlıktan uzak dünyasından,
Rasûlüllah (sav)'ın Cennet misâli huzurlarına, onun mübarek sohbetlerine,
Müslümanların o saadet ve mutluluk dünyasına nasıl kavuşacağının plânlarını
yapmaktaydı.
Abdullah bin Süheyl,
sanki başka âlemde yaşamakta, müşriklerden çok çok uzaklarda bulunmaktaydı.
Onun durumundan, kimsenin haberi yoktu. Müşriklerin, Müslümanlardan birkaç
misli fazla olan küfür ve şirk ordusu, Bedir'e varmış, bütün teçhizatı
yerleştirmiş, muharebeye hazır duruma gelmişti. Karşılıklı tek tek vuruşmalar
bitmiş, iki ordu birbirine girmişti. Harp iyice kızışmıştı. Abdullah bin Süheyl
için tam zamanı idi. İslâm ordusu saflarına geçebilirdi. Fırsatı kaçırmadı ve
Müslümanların saflarına katıldı. Böylece, günlerden beri hayâli ile yaşadığı
dünyanın içine girmişti. Şimdi başka bir hava teneffüs etmeye başlamıştı. Bu,
ruhlara hem gıda ve hem de şifa olan bir hava idi. O, Allahû Teâlâ'nın
sevgilisinin yanında, onunla yan yana cihâd ediyordu. Ne büyük saadetti.
Kıyamete kadar hayırla, duâ ile anılacakların arasına girmişti.
Cihad atmosferinde
müslümanlann safına katılmak, hareketi ve bereketi garantilemektir.
Babası Süheyl, onun bu
hareketine çok kızmış ve ağır Saflar söylemişti. Abdullah ise babasına,
"Allahû Teâlâ bunu benim hakkımda çok hayırlı kıldı" diye cevap
verdi. Abdullah bu esnada 27 yaşında idi.
Abdullah bin Süheyl
artık yerinde duramıyordu. Asianlar gibi, şirk ordusunun üzerine atıldı. Sanki
önceki Süheyl değildi. İman insanı değiştirir. Pasifliği harekete dönüştürür.
Diğer Sahâbe-i kiram gibi o da kahramanca savaştı. Sonunda müşriklerin şirk
ordusu perişan oldu. Abdullah'ın babası da esîr düşmüş, daha sonra fidye ile kurtulmuştu.
Abdullah bin Süheyl (r.a.),
Bedir'den sonra Uhud ve Hendek gazalarına katılmış, Hudeybiye antlaşmasında da
hazır bulunmuştur. Fakat bu antlaşma sırasında gördüğü manzara, onun kalbine
bir hançer gibi saplanmış ve çok üzülmüştü. Çünkü bu antlaşmada, Mekkeîi
müşrikleri, babası Süheyl temsil etmiş ve antlaşmaya "Allah’ın
Rasûlü" ifâdesinin yazılmasına itiraz ederek demişti ki:
Biz senin Rasûlüllah
(sav) olduğunu kabul etseydik seninle savaş-mazdık." Onun bu kaba
hareketleri Abdullah'ı çok üzmüştü. Resûlüllah Efendimiz, onun bütün şartlarını
kabul etmişti. Antlaşma imzalanmadan önce olan bir olay da, bütün Müslümanları
üzmüş, Rasûlüllah Efendimiz de mahzun olmuştu.
Çünkü, Abdullah bin
Süheyl'in küçük kardeşi Ebû Cendel Müslüman olmuştu. Bu yüzden Mekke'de zincire vurulup,
hapsedilmişti. Ancak bir yolunu bulup kaçmış, Hudeybiye antlaşması imzalanırken,
kendini Rasûlullah (sav)’ın mübarek ayaklarının dibine yatarak demişti ki:
“Beni kurtar yâ
Rasûlallah!"
Fakat müşriklerin
temsilcisi olan babası Süheyl oğlunu orada görünce, Ebû Cendel'i boynundan
tutup dedi ki:
“Yâ Muhammedi
Antlaşmamız üzerine bana geri çevireceğin insanların ilki budur!"
Resûlullah efendimiz,
onu teslim etmek istememişti. Bunun üzerine Süheyl diretti:
“O zaman antlaşmayı
imzalamam!"
Ancak Rasûlüllah (sav)
bu antlaşmanın yapılmasını, birçok sebepten dolayı istiyorlardı. Bütün
taleplere rağmen, müşrikler tekliflerinden vazgeçmedi.
Ebû Cendel'in,
babasına teslim edilirken söylediği sözler, bütün Müslümanların gözlerini
yaşartmıştı. Başlangıcı Müslümanların aleyhine gibi görünen Hudeybiye
antlaşması, daha sonra, Müslümanların lehine netice vermiş, Allahû Teâlâ
Kur'ân-ı Kerîmde bu antlaşmayı, Feth-i Mübîn diye vasıflan d irmiş tır. Ebû
Cendel hazretleri de, bilâhare kurtulmuş, sağ salim Medine'ye dönmüştür.
Hudeybiye
antlaşmasından iki sene sonra, Abdullah bin Süheyl (r.a.) Mekke'nin fethinde de
bulundu. Mekke fethedilmiş, öldürülecek olanların listesi yapılmıştı. Bunların
arasında, Abdullah bin Süheyl'in babası da vardı. Babasına dayanamamıştı.
Babasının
Öldürülmemesi için teşebbüste bulundu. Durum Rasûlüllah (sav)’e arz edildi.
Rasûlüllah efendimiz Hz. Abdullah'ın bu istirhamını kabul etti. Babasına bir
emannâme verildi. Daha sonra babası Süheyl bin Amr Müslüman oldu. Sahâbelik
şerefine nail oldu. O kadar ihlâslı bir Müslüman oldu ki, Rasûlüllah (sav)'ın
âhirete teşrifleri sırasında konuşmaları ile, birçok kimsenin, dinden
dönmesine mâni oldu.
Abdullah bin Süheyl (r.a.),
Yemâme'de Cevaş muharebesinde şehîd olmuştu. Hz. Ebû Bekir, Kureyş ve Mekke'nin
ileri gelenleriyle birlikte, oğlunun
şehâdetinden dolayı, babası Süheyl'e taziyede bulunmuşlardı. Oğullarına her
türlü işkenceyi daha önce yapmış olan Süheyl dedi ki:
“Keşke ben de şehîd
olsaydım. Rasûlüllah efendimiz bana, şehîdin, ailesinden 70 kişiye şefâ'at
edeceğini bildirdi. Ben oğlumun benden önce kimseye şefâ'at etmiyeceğini
umuyorum.”[16]
Allah yolunda şehadet,
kul hukuku müstesna diğer günahlar için keffarettir. Allah yolunda yapılan
çalışmalar için de bir berekettir. Her şehid, ümmet toprağına ekilen bir
tevhidi şuur tohumudur.
Her şehadet, binlerce
dirilişe davetiyedir. Allah yolunda şehadet, hem mükâfat ve hem de şefaattir.
Allah bizleri şehidierin şefaatinden mahrum eylemesin.
Rasûlüllah (sav) özel
duasına mazhar olmuş bir sahabedir. Hz. Muhammed (sav)'in amcası Abbâs
(r.a.)'ın oğludur. Kesin olarak ne zaman doğduğu bilinmemekle birlikte onun
Hicret'ten üç yıl kadar önce, Müslümanlar Mekke'de Şi'b-î Ebi Tâlib'te
ekonomik ve sosyal kuşatma ve baskı altındayken doğduğu bilinmektedir. Annesi
Ümmü'l-Fadî Lübabe binti el-Haris olup Mü'minlerin annesi Meymune'nin kız
kardeşidir. Ümmü'l-Fadl, kadınlar arasında Hz. Hadîce'den sonra İslâm'a
girenlerdendir.
Babası Hz. Abbâs,
Abdullah doğar doğmaz onu Hz. Peygambere götürmüş, Rasûlüllah (sav) de onu
kucağına alarak:
"Allah’ım! Onu dinde fakîh kıl. Kitabın
açıklamasını ona öğret" diye dua
etmişti. İslâm'ın yayıldığı ve hâkim olduğu Medine toplumunda büyüyen Abdullah
tam bir İslâmî terbiye ve biîgi almıştı. Abdest almayı ve namaz kılmayı bizzat
Hz. Peygamberden öğrenmişti. Gençliğinde de Peygamber efendimiz tarafından
birkaç kez başı okşanarak:
"Allah'ım! bütün ilim ve hikmeti bu başa ver, ona
te'vil ve tefsir'i öğret Allah'ım!: İnsanoğluna verdiğin her ilim ve hikmeti
bunun göğsünde topla” [17] gibi güzel dualara mazhar olmuştur. Abdullah sürekli
olarak Rasûlüllah (sav)'ın yanında bulunmuş ve ondan büyük ölçüde feyz ve bilgi
almıştır.
Hz. Abdullah (r.a.)
Hicretin sekizinci yılma kadar ailesiyle birlikte Mekke'de kalmıştı. Mekke
fethi gününde, Huneyn ve Tâif gazvelerinde ve Veda Haccı'nda Rasûlüllah (sav)
ile birlikte bulunmuştu. Mekke fethinden sonra o da ailesiyle birlikte
Medine'ye hicret etmişti. Birinci Halîfe Hz. Ebu Bekr'in ve ondan sonra Hz.
Ömer'in sohbetlerinde bulunmuş ve birçok sahabeden ders ve bilgi almıştı.
Üçüncü Halîfe Hz. Osman'ın şahsma çok bağlı olup onun zamanında devlet kademelerinde
görev almış, Abdullah İbn Ebi's-Serh ile birlikte Afrika seferine ve daha sonra
da 'doğuda yapılan Taberistan fethine katılmıştı. Hicretin 35. yılında Hacc
emirliği yapmıştı.
Hz. Osman (r.a.)'ın
şehâdetinden önce evinin etrafında nöbet bekleyen büyük sahabelerin
çocuklarıyla birlikte bulunmuş ve Halîfe'yi isyancılara karşı korumaya çalışmıştı.
Daha sonra Hz. Ali (r.a.)'nin hilâfeti sırasında da aynı şekilde devlet
kademelerinin önemli mevkilerinde bulunmuştu. Cemel ve Sıffin savaşlarında Hz.
Ali (r.a.)'nin yanında yer alan İbn Abbas, Hakem Olayı'nda da Ebu Musa
el-Eş'arî (r.a.) ile birlikte Hz. Ali'yi temsil etmişti. Hz. Ali (r.a.) onu
birkaç defa elçi olarak görevlendirmiş ve Hakem Olayı'ndan sonra da Basra
Valiliğinde bulunmuştu. Bu sırada bölgede isyan eden Haricîlerin bu isyanını
bastırmış ve asayişi korumuştu. Basra valiliği sırasında kendisine atılan bir
iftiraya dayanamayıp görevinden ayrılarak Mekke'ye gitmiş ve ömrünün sonuna
kadar burada ilimle uğraşmıştır.
Hz. Muaviye (r.a.)'nin
vefatından sonra Hz. Ali (r.a.) ve oğlu Hz. Hüseyin (r.a.)'in taraftarları
tarafından Kûfe'ye davet edilince kendi gitmediği gibi, bu davete icabet etmek
isteyen Hz. Hüseyin (r.a.)'i de ikaz ederek gitmekten alıkoymaya çalıştı, fakat
bunda bir türlü başarılı olamadı. Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye gitmek üzere yola
çıkıp Kerbelâ'da şehid edilmesi Abduliah b. Abbâs'ı bir hayli üzdü ve
üzüntüsünden gözlerini kaybetti. Nihayet 68/687 yılında Taif te yetmiş
yaşındayken vefat etti.
Abdullah İbn Abbas (r.a.)
İslâm tarihinde siyâsî faaliyetlerinden çok, ilmî ve sağlam şahsiyeti ile
tanınır. Asr-ı Saadette yaşının küçük olmasından dolayı Rasûlüllah (sav)'ın
evine ve özellikle teyzesi olan Hz. Meymune'nin hücresine rahatça girip çıkar,
diğer ashabın bilmediği ve ilk anda öğrenme imkânı bulamadığı konulan
öğrenirdi. Bunun için o naklettiği hadis, tefsir, ve fıkıh ilmine vukufu ile
tanınır. Kur'ân, tefsir, fıkıh'ın yanı sıra Arap edebiyatı sahasında geniş bir
bilgiye sahipti. Abdullah İbn Mes'ud, Onun için:
"O, Kur’ân-ı
Kerim'in tercümanıdır, müfessirlerin sultanıdır" demiştir. İlminin
genişliğinden dolayı zamanında o, "Ümmetin âlimi, ilim deryası" gibi
lâkaplarla anılırdı. Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği bir hadiste Hz. Peygamber
(sav)'in İbn Abbas'ın ilmini övdüğü ifade edilir. Abdullah İbn Ömer (r.a.)
kendisine sorulup da bilemediklerinin İbn Abbas'tan sorulmasını ve cevabın
kendisine de bildirilmesini isterdi. Verdiği fetva ve cevaplarından dolayı onu
daima takdir ederdi.
Abdullah İbn Abbas (r.a.)
İslâmî anlayış ve edebinden dolayı yaşlı sahabelerin
bulunduğu toplantı yerlerinde onlar konuşup bir konuda fikir belirtmeden o asla
konuşmaz ve söz almayı pek uygun görmezdi. Yaşının küçüklüğünü ileri sürüp
yaşlı sahabelerle bir arada bulunmasını güzel bir davranış olarak görmeyenlere
karşı Hz. Ömer (r.a.) bir gün onu da çağırmış ve Nasr sûresinin tefsiri
konusunda neler düşündüğünü sormuştu. Abdullah'ın yaşının küçüklüğünden dolayı
bu gibi meclislere katılmasını uygun görmeyenlerin Nasr sûresinin tefsiri
konusunda herhangi bir düşünceleri olmayınca Abdullah İbn Abbas (r.a.) bu
sûrede Rasûlüllah (sav)'ın ecelinin yaklaştığını işaret eden ifadelerin
olduğunu söylemiş ve Hz. Ömer (r.a.) de onu tasdik etmişti. Ashâb yanında
yaşının küçüklüğünden dolayı İbn Abbas'ın konuşmaktan çekindiğini hisseden Hz.
Ömer (r.a.) ona şöyle demişti:
"Yaşının küçük oluşu konuşmana engel
olmasın, haydi konuş dinleyelim." Böylece Abdullah İbn Abbas yaşlı ve
ileri gelen sahabelerle hep bir arada oturup kalkmış ve onlardan çok şey
öğrenmişti.
Müslüman, hakperest
insandır. İnsanların yaşlarını bilgilerine ölçü yapmaz. Bir çocuktan da gelse
doğruyu, hak olanı kabul eder.
Abdullah İbn Abbas (r.a.)
kendisine sorulan sorular için önce Kur'an-ı Kerim'e bakar cevap bulamazsa
Rasûlüllah'tan bu konuda bir bilginin olup olmadığını araştırır, sonra Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ömer'in içtihadlarına ve açıklamalarına bakıp onları esas alır,
aksi halde kendi içtihadıyla meseleye çözüm getirirdi. İbn Abbas (r.a) Hz.
Peygamberden, sahabeden gelen ve kendi içtihadıyla oluşan tefsir bilgilerini
bir kitap haline getirmiş değildir. Bize kadar intikâl etmiş bulunan ve İbn
Abbas'a ait olduğu söylenen "Tenviru'l-Mikbâs min Tefsir İbn-i Abbas"
isimli tefsirin ona ait olup olmadığı araştırılması gereken bir konudur.
Abdullah ibn Abbas'ın tefsîr'e dair rivayetleri ilim adamlarımızdan Firûzâbâdî
tarafından derlenip bir araya getirilmiş ve yukarıdaki isimle yayınlanmıştır .
İbn Abbas'ın son
derece disiplinli ve muntazam çalışma sistemi vardı, işlerini titizlikle belli
bir plan dahilinde düzenlerdi. Bu planına önce kendisi aynen uyardı. Haftanın
belirli günlerinde geniş halk kitlesine dînî ilimlerle ilgili dersler, dînî
ilimler dışında Arap dili, şiiri ve edebiyatı üzerinde etraflı konuşmalar
yapardı.
Hz. Osman devrinde
yaptığı ilmî çalışmaların yanında Afrika seferine,
İslâm ordusu adına
elçilik vazifesiyle katılmıştır. Afrika'daki Bizans genel valisi Georgios ve
adamlarıyla ilmî tartışmalar yapmıştır. Georgios ve etrafındakiler O'nun akıl,
zeka, fikir kuvvetini ve ilim kudretini görerek:
"Bu insan
Arapların en derin âlimidir." sonucuna varmışlardır.
Komutan, elçilik ve
valilik gibi devletin üst düzey siyasi görevlerinin yanında ilminin üstünlüğü
ve derinliğiyle Ashab-ı Kiram, Hz. Ömer ve Hz. Osman tarafından çok iltifat
gördü. O bu iltifatlar karşısında daima tevazu gösterdi. Çok övüldüğü
zamanlarda alçak gönüllülüğü elden bırakmaz ve: "Bana bu nimeti ihsan
eden Allah'tır. Rasûluüah (sav) benim için dua ederek ilim ve hikmet niyazında
bulunmuşlardır" diye konuşurdu.
İslâm tarihinde,
Garibü'l-Kur'ân Arap diliyle nazil olan Kur'ân-ı Kerim'deki Arapça olmayan,
Araplarca duyulmamış, bilinmeyen, civar dillerden alman kelimeler hakkında
açıklamalar, bunlar hakkında en sahih rivayetler İbn Abbâs'a dayanır.
Müşkilü'l-Kur'ân Kur'ân-ı Kerim'in derinliklerine inme, bulma, çözme ve
güçlükleri giderme konusunu da ilk ele alan yine İbn Abbâs'tır. Peygamber
Efendimiz'den 1660 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Fıkıh ilminin temelini
oluşturan kişilerdendir; ciltler dolduran fetvaları fıkıh ilminin en kuvvetli
temellerindendir.
Mekke'de yetişen
birçok fakîh onun vasıtasıyla yetişmiştir. Bu sebepten "Mekke Tefsir
Mektebi"nin kurucusu İbn Abbâs'tır denilir.
Tabiinden Ebû Salih (rh.a.):
İbn Abbas'ın ilim meclisi ile bütün Kureyş iftihar etse değer" dediği ve
onun derslerinde tefsir, hadis, fıkıh, lisan, şiir, edebiyat, takrir gibi
konularda herkesi doyuracak cevaplar verildiği kendinden sonra da kabul
edilmektedir. Kendi zamanında ünü devlet sınırlarını aşmıştı.
İbn Abbâs'tan ilim
öğrenen, Hadîs rivayet eden pekçok âlim yetişmiştir. Başta kendi oğulları,
Muhammed İbn Abdullah, Ali İbn Abdullah, yeğeni Abdullah İbn Ubeydullah ve
Abdullah İbn Ma'bed, Abdullah İbn Ömer, Şa'be İbn Hakem, Merved İbn Mahreme,
Ebu't Tufeyl, Ebû İmame İbn Sehl, Said İbn el-Müseyyeb vs. Kendisi de yüce Peygamberimizden,
Hz. Abbâs'tan, annesi Lübâbe'den, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.)'dan,
Hazreti Abdurrahman İbn Avfdan, Hz. Muaz
İbn Cebel'den, Hz. Ebû Zerr el-Gifarî'den bizzat işiterek hadis-i şerif rivayet
etmiştir. Rivayetleri; Kütüb-ü Sitte'de yer almaktadır. [18]
Abdullah İbn-i Abbas (r.a.)
tefsir ilminde deha idi. O kendi fıkhını öncelikli olarak Kur'an'a dayandırıyordu.
Bakınız şöyle diyor: "Devemin ipini kaybetsem Kur'an'da bulurum! [19] Abdullah
İbn-i Abbas (r.a.), bu sözüyle Kur'an fıkhına ne kadar aşina olduğunu nazara
vermiştin
Hz. Abdullah İbn-i
Abbas (r.a), müsîümanlann cemaatine yapışır ve müslümanların kardeşliğini çok
önemserdi. Nitekim bir sözünde şöyle diyordu:
"Din kardeşinin
bedenine sinek konduğu zaman kendisinde bir sıkıntı hissetmeyen onun dinde
kardeşi değildir.”[20]
Hz. Abdullah İbn-i
Abbas (r.a.)'ın fıkhı, kardeşlik fıkhı idi. Abdullah İbni Abbas (r.a.)'dan
rivayet edilmiştir:
"Kendisi Mescid-i
Nebevî'de itikaf'ta bulunuyorken ona bir adam gelip selâm verdi ve oturdu.
İbn-i Abbas (r.a.);
“Ey falan seni
üzüntülü olarak görüyorum" dedi. Adam:
"Evet, doğrudur.
Ey Peygamberin amcası oğlu... Falanın bende hakkı var, fakat bu kabir sahibinin
hakkı için onu yerine getiremiyorum" dedi. İbn-i Abbas (r.a.):
“İstediğin takdirde bu
meselende konuşabilirim. Uygun bulduğun takdirde konuş" dedi. Adam diyor
ki:
“İbn-i Abbas (r.a.)
ayakkabılarını giyip mescidden çıktı. Kendisine;
"Sen itikafta olduğunu
unuttun mu?” dedim. O,
“Hayır (gözyaşları
içinde) fakat durum şöyledir, kısa bir zamandır, aramızdan giden şu kabrin
sahibinden şöyle duymuşumdur:
“Kim bir kardeşinin
ihtiyacını gidermeye çalışır onda muvaffak olursa onun için on yıllık itikattan
daha hayırlıdır. Kim de Allah için bir gün itikafa girerse Allah onunla
cehennem arasına her biri doğu ile batı arasındaki mesafeden daha geniş üç
hendek kor.”
Diğer bir rivayette
de: "Her bir hendek doğu ile batı arasındaki .mesafeden daha
geniştir"
İbn-i Abbas (r.a.),
vakti; zikir, oruç ve namazla geçirmek sayılan ve Allah indinde yüce bir kıymeti olan itikafı bir rekâtı
diğer mescidlere göre bin rekat sayılan bir mescidde, bir müslümanın ihtiyacı
için terketmeyi tercih etmiştir. İşte İbn-i Abbas (r.a.)'in fıkıh ilmi, yardım
isteyen bir müslümanın yardımı için böyle bir ibadeti terketmesini gerekli
kılmıştır. İşte İbn-i Abbas (r.a.)'ın Rasûlüllah (sav)'den almış olduğu ilim
budur. [21]
İslâm'da tefsir hareketinin, Hz. Peygamber'den sonra en meşhur şahsiyeti
olarak karşımıza çıkan Abdullah b. Abbas, Hz. Muhammed'in amcasının oğludur.
Künyesi Ebu'l-Abbbas'tır. Haşimîlerin Mekke'de kuşatıldığı yıl doğduğu
söylenir. Annesiyle beraber, babasından önce Müslüman olmuştur. Hz. Osman zamanında
hac emiri idi. Hz. Ali döneminde de onun sefirliğini yapmıştır. Taifte 68 687
de vefat etmiştir. İslamî ilimlerdeki malumatının çokluğundan dolayı "Hıbr
en büyük âlim" unvanını almıştır. [22] Hz.
Peygamber'in vefat ettiği sene on, on üç veya on beş yaşında olduğu rivayet
edilir.[23] Tercümanu'l-Kur'an"
unvanı verilen Abdullah, Rasûlüllah'tan 1660 hadis rivayetinde bulunmuştur.[24] Hz.
Peygambere yakınlığı sebebiyle, onun sevgisini kazanan Abdullah b. Abbas, onun
duasına da mazhar olmuştur. Kendisinin vermiş olduğu habere göre Rasûlüllah,
onu kucaklamış, alnını okşamış ve
"Ey Allah'ım! Abdullah'a hikmeti ve Kıır'an'ın
te'vilini öğret" diye dua etmiştir.[25] Hz.
Peygamberin duası bereketiyle büyük bir âlim olan İbn Abbas'a, ilminin
çokluğundan dolayı "el-Bahr Engin bilgi sahibi" denilirdi. [26] Böyle yüksek meziyetler sahibi olan Abdullah b.
Abbas, sahabenin tabakalarına göre onuncu tabakada yer alır. Bu tabakada, Hudeybiye anlaşması ile
Mekke'nin fethi arasında hicret edenler vardır. [27] Bu
açıklamayı yapmaktan kasıt; onun bilgisinin çoğunun Peygamber'den alınmak
yerine sahabeye dayandığını göstermek içindir. Hz. Muhammed (sav) vefat
ettiğinde o çok genç yaşta olduğundan dolayı, bilgisinin tamamını
Rasûlüilah'tan alamamıştır. Sahabenin büyüklerinden 'istifade etmiştir. İbn
Abbas'ın sahabeden hocaları diyebileceğimiz insanlar şunlardı: Hz. Ömer b.
Hattab, Ubey b. Ka'b, Hz. Ali ve Zeyd b. Sabit'tir.
[28]
Direkt Hz. Peygamber'den almış olduğu Kur'an bilgisinin ne kadar olduğunu
bizzat kendisinin rivayeti olan şu haberden öğreniyoruz:
Ben on yaşında iken
Kur'an'm el-muhkem kısmını okumuş olduğum halde Rasûlüllah vefat etti.[29]
Mufassal gurubu, muhkem diye adlandırıyordu ki, Hucurat sûresinden itibaren
başlamaktadır.
Hz. Muhammed'in
irtihalinden sonra kendisini Kur'an'a ve Kur'an ilimlerini anlamaya veren İbn
Abbas, bu yolda büyük bir mesafe kat etmiştir. Lafzî anlamda Kur'an okumak
yerine, manayı kavramaya ayrı bir önem vermiş ve şöyle demiştir: "Kim
Kur'an'ı okur da tefsirini güzel yapamaz ise, böyle birisi, hızlı hızlı şiir
okuyan bedevî gibidir.”[30] Bu
meyanda, kendisine Kur'an'ı üç günlük sürede hatmettiğini söyleyen kişiye şu
açıklamayı yapmıştır: Bakara sûresini düşünerek ve tertil üzerine (bir gecede)
okumam, senin söylediğin gibi tüm Kur'an'ı okumamdan daha sevimlidir.[31]
Kur'an'ı anlamakla beraber, anlamaya yardımcı olan ve insana şevk veren
dinlemeyi de önemseyen İbn Abbas; "Allah'ın Kitabından kim bir ayet
dinlerse, kıyamet günü onun için dinlemiş olduğu ayet nur olur.”[32]
diyerek mü'minieri Kur'an'ın çağrısına kulak vermeye davet etmiştir.
Kur'an'ı anlama ve
Kur'an'la hayata anlam verme hususunda "Hıbru'l-Ümme ve Bahru'l-Ümme"
unvanlarını alan Abdullah b. Abbas, [33]
öğrendiklerini insanlarla paylaşmış ve çok değerli öğrenciler yetiştirmiştir.
Bunlardan ikisi çok meşhurdur. Mücahid b. Cübeyr (ö: 104/722) ve İkrime (ö:
107/725). Mücahid, tüm Kur'an'ı baştan sona üç defa Abdullah b. Abbas'a
arzettiğini ve bilmediği konulan ona sorarak öğrendiğini haber vermektedir.[34]
Yetişmiş olduğu ortam ve Kur'an bilgisi hakkında yapmış olduğumuz bu
açıklamadan sonra, onun Kur'an fıkhını şu başlıklar altında toplamak konunun
ehemmiyeti açısından önemlidir:
1. Kur'an-ı
Kerim'i her şeyin önünde tutup, onun önüne hiçbir şeyi geçirmemek: Abdullah b.
Abbas, hüküm verirken ve hayatın sorunlarına çözüm ararken önce Kur'an'a
müracaat etmiştir. Kendisine bir mesele sorulunca, Kur'an'da tam olarak
karşılığı var ise onunla karar verir.
Kur'an'da yoksa
Rasûlüllah'ın sünneîiyîe hükmeder, onda da yoksa Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in
içtihatlarına bakar, onlarda da bir karşıla yoksa kendi reyi ile görüş beyan
ederdi. [35] İbn Abbas'da var olan bu
anlayış daha önce geçtiği gibi, aşağı-yukarı tüm sahabenin ortak fıkhıdır.
2. Hayatı
ayetlerle anlamlandırma; ayetlerden olaylara delil getirme: Müslümanlar zaman
zaman belirli konuları tartışmışlardır. Tartışmalarda nasslardan delil getirmek
hem meselenin çözüme kavuşturulması hem de delil getirenin nasslara vukûfıyeti
açısından önemlidir. İlmî bir münazaranın yapıldığı bir toplantıda bazı
insanlar
"Hz. Peygamber'in
diğer peygamberlere üstünlüğü nedir?" diye sorduklarında, Abdullah b.
Abbas, yerinde bir açıklama yapmış ve hemen şu ayetleri okumak suretiyle
Rasülüllah'ın üstünlüğüne delil getirmiştir:
"Diğer
peygamberlerle ilgili olarak Allahû Teâla şöyle buyuruyor:
“Biz hiçbir peygamberi, onlara gerekli açıklamaları
yapmaları için kavminin dilinden
başkasıyla göndermedik.”[36] Hz. Muhammed'le ilgili buyruğu ise şudur:
“(Ey Muhammed) Seni tüm insanlara elçi olarak
gönderdik.”[37] Allah onu cinlere ve insanlara elçi olarak
göndermiştir.[38] İbn Abbas, bu ayetler vasıtasıyla Hz.
Muhammed'in üstünlüğünü ortaya koymuştur.
Ayetle istişhad
çerçevesinde İbn Abbas'tan naklen anlatılan şu olay da önemlidir. Abdullah b.
Abbas der ki: "Kur'an'ı okuyup, içeriğini hayatına katan kimseyi Allah,
dünyada ve ahirette de saptırmayacağını garanti etmektedir." Bu sözüne
delil olarak hemen şu ayeti okumuştur:[39]
“Kim benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve
huzursuzda olmaz.”[40] Örneklerde görüldüğü gibi, İbn Abbas, kendi
fetvalarına veya meydana gelen olaylara ayetlerle delil getirerek meseleleri
izah etmiştir.
3. Ayetleri
yorumlamada eski Arap şiirinden faydalanma: Şiirden istifade etmek suretiyle
ayetleri tefsir etme, Abdullah b. Abbas'ın dile hakim olduğunun da ispatıdır.
Ona Kur'an'dan bir şey sorulduğunda kadim Arap şiirlerinden bir şiir okuması.[41]
Kur'an'daki kapalı
sözcükleri açıklama bakımından ehemmiyetlidir. "Çünkü sözcükler o toplumun
kültürünü, insanlar arasındaki davranış biçimlerini,
tepki tarzlarını ve hitap yollarını göstermektedir.[42]
Sözcüklerin böyle önemli bir görevi yerine getirmesinden dolayı O, bilinmeyen
Kur'an sözcüklerinin şiirde aranmasını tavsiye etmiştir. Çünkü şiir Arab'ın
divanıdır.[43] Bu tavsiyeyi yaptıktan
sonra bir bedeviyi çağırmış ve "Haraç" nedir, demiştir. Bedevi de,
"darlık-güçlük" cevabını vermiştir.[44] İbn
Abbas, "Fatır" sözcüğünün anlamım, evinin yakınında bir kuyunun
kazılmasıyla ilgili bedevilerin münakaşasını duyana kadar yeterince
kavrayamadığım belirtmiştir. Biri diğerine "Ene fatartuha" deyince
O, "fatara" kelimesinin "İlk defa yapmak, yaratmak"
anlamına geldiğini öğrenmiştir.
[45]
4. Sübjektif
yaklaşıma karşı olmak:
“Kur'an-ı Kerim'in geliş amacı, "sorumluluk
bilinci taşıyan" insanlara mutlak doğruyu göstermektir.”[46] O, herhangi bir ideolojiyi veya hayatın yorumlanmasında
vahye karşıt olan dünya görüşlerini tasdik etmek için gönderilmemiştir. Kur'an
ayetleriyle ilgili yorum yapanlar, Kitab'ın geliş gayesini her zaman gözetmek
zorundadırlar. Aksi halde, Kur'an'ın yol gösterici hiç bir özelliği kalmaz.
Tarihin her döneminde
insanlar kendi düşüncelerini etkin hale getirebilmek için mücadele
etmişlerdir. Bu mücadele esnasında insanlar zaman zaman hakikat çizgisinden
saptıkları gibi, bazen de şahsî fikirlerini herhangi bir ölçü koymaksızm
vahiyle payandalamak istemişlerdir. Bu anlayış sahabe döneminde de zuhur
edebilmiştir. İslâm'a yeni giren ve din bilinci yeterli olmayan kişiler,
sahabenin büyüklerinin gösterdiği hassasiyeti göstermemiştir. Kur'an konusunda
yeterli hassasiyeti göstermeyerek şahsî düşüncelerine vahiyle destek arayan
insanlar; adeta ayetleri çarpıştırmışlardır. Kur'an'm geliş gayesini iyi
kavrayan İbn Abbas, bu tip insanlara şu tavsiyeyi yapmıştır: "Kur'an'ın
bir kısmını bir kısmına vurmayın. [47]
böyle yapmak şüphesiz kî; kalplerde (Kur'an'a karşı) şüpheler meydana getirir.[48]
Sübjektif bir anlayışı öne çıkarıp ayetleri buna göre yorumlamak, zor
durumlarda manayı tahrife bile götürebilir. Bu durumu bilen İbn Abbas böyle bir
anlayışa şiddetle karşı çıkmıştır.”
5. Meydana
gelen yeni olaylara Kur'an merkezli yeni çözümler üretmek; içtihadı yaklaşım:
Abdullah b. Abbas sahabe içerisinde Allah'ın kitabını en iyi anlayanlardan,
şiir, ensab ve eyyamu'l-Arabi Arapların tarihinde meydana gelen önemli
olayları çok iyi bilenlerdendi. Ayrıca Tevrat ve İncil'e de vakıftı. [49] Onun
bu konularda da otorite olması kendine güvenini artırdığı gibi, yeni olaylara
çözüm bulmada, içtihadı yeteneğinin tamamlanmasına yardımcı olmuştur. Bu özelliklerinden
dolayı ufku açık bir sahâbî olarak O, Kur'an-ı Kerim'e sürekli İşlerlik
kazandırmıştır. Bu çerçevede şöyle bir açıklama yapmıştır: "Bir devenin
diz bağlama zinciri kaybolsa onu Allah'ın kitabında bulurum.[50] Bu
sözüyle İbn Abbas, hayatın derinlik ve genişlik alanında ayetlere işlerlik
kazandırıp Kur'an'ı ak-tüelleştirmeyi kastetmiştir. Kur'an'ın hayatın tüm
sorunlarına cevap verebilecek durumda olduğunu ortaya koymuştur. Fakat, bu
sorunlara cevap verebilecek olan insanın kendisidir. Dolayısıyla O, ehliyetli
insanlara, Kur'an'la hayat arasında bağ kurmaları konusunda rehberlik etmiştir.
Nüzul ortamıyla ilgili
geniş bir bilgi birikimine sahip olan [51] ve
yerine göre ayetlerin kapalılıklarını açıklamakta [52]
mahir olan Abdullah b. Abbas, içtihadı bilgisi sayesinde birçok fıkhı
meseleleri çözmüştür. Öyle ki Hz. Ömer, karşılaştığı zor fıkıh meselelerinin
çözümü için onu çağırma ihtiyacı duyar, başkasını çağırmazdı. Birçok sahabenin
başvuru kaynağı olan İbn Abbas, ilmî hüviyetinden dolayı kendisine verilen
unvanlara layık olmuştur. [53]
Abdullah b. Abbas, büyük bir ilmî şöhrete sahiptir. Tefsir kitapları ondan
yapılan nakillerle doludur. Bizim anladığımız kadarıyla, elimizdeki en eski
tefsir çalışmalarından olan Taberî'nin Câmiu'l-Beyan'ındaki rivayetlerin
yaklaşık, yüzde altmış beş veya yetmişi İbn Abbas'a aittir. Gerçekten Kur'an
fıkhının oluşmasında Abdullah İbin-i Abbas (r.a)'ın rolü büyüktür.
Kur'an'ın fıkhı,
fıkhın başıdır. Allah'ın kitabını anlamayan bir kimsenin din adına anlayacağı
her hangi bir şey yoktur. Çünkü fıkıhta, Kur'an'ın Allah'ın muradına göre
anlaşılması, her şeyden öncedir. Esasen fıkıh; Rasûlüllah (sav)'den sadır olan
sahih sünnetin örnekliğinde ve önderliğinde Kur'an'ın Allah'ın muradına göre
anlaşılması ve uygulanması için gösterilen çaba ve gayretin adıdır.
Ashabın ileri gelen
fakihlerinden ve aynı zamanda Abâdile'den (yani dört Abdullah'dan) olan bir
sahabedir. Ebu Muhammed veya Ebu Abdurrahman künyesiyle tanınan Abdullah, Amr
b. As'ın oğlu idi. Annesi de Râita (Reyta) binti Münebbih'tir. Abdullah, babası
Amr b. el-As'dan önce müslüman oldu ve onunla birlikte Hicri yedinci yılda
Medine'ye hicret etti.
Abdullah b. Amr (r.a.),
Hz. Peygamber (sav)'in meclislerine devam ederdi. Onun tanındığı özelliklerden
biri, Rasûlullah'ın sözlerini ezberlemek ve kaydetmekti. Ashâb, Abdullah'ın
her şeyi yazdığını görerek, onu, bundan vazgeçirmek istemişler ve ona şöyle
demişlerdir:
"Sen
Rasûlullah'tan işittiğin her şeyi yazıyorsun. Halbuki Allah Rasûlü, gazap ve
hoşnutluk hallerinde de söz söylemektedir." Bunun üzerine tereddüde düşen
Abdullah, durumu Hz. Peygambere anlatınca Rasûlullah, onu dinledikten sonra
şöyle buyurdu:
"Yaz, çünkü canımı kudret elinde tutan yüce
Allah'a yemin ederim ki, ağzımdan haktan başka bir şey çıkmamıştır.”[54]
Abdullah b. Amr, gece
ve gündüzünü Allah yoluna vakfeden sahabelerdendi. Bütün vaktini oruç ve
namaza adamıştı. Abdullah bu haliyle ilgili olarak şunları anlatır:
"Babam, beni
Abdullah b. Abbâs'ın kızı Umre ile evlendirdi. Fakat ben hep namaz ve oruçla
vakit geçirdiğimden eşimle ilgilenememiştim. Bir ,gün babam, gelinini ziyarete
geldi. Beni nasıl bulduğunu sormuş, eşim ona şu cevabı vermişti:
"Kocam,
erkeklerin en şerefi iler in den d ir, fakat bizi arayıp sorduğu yok..." Babam, zevcemin bu
sözlerinden üzülerek, beni arayıp sordu ve şöyle dedi:
"Oğlum, sana,
Kureyş'in en şereflilerinden bir kadın aldım. Sen ise şöyle yaptın, böyle
yaptın!.." Daha sonra da, Rasûlüllah'a giderek beni şikâyet etti.
Rasûlüllah, babamı dinledikten sonra beni çağırdı. Hemen yüce huzurlarına
vardım. Hz. Peygamber (s.a.s.):
“Sen gündüzleri oruç mu tutarsın?”
“Evet, ya Rasûlüllah!”
“Geceleri namaz mı kılarsın?”
“Evet, ya Rasûlüllah!”
Bunun üzerine Rasûlüllah şunları söyledi:
“Fakat ben, oruç tutar ve yerim; namaz kılar ve
uyurum, zevcelerimle de ilgilenirim. Benim sünnetim budur. Benim sünnetimden
ayrılan benden değildir."
Rasûlüllah bana:
“Sen Kur'an'ı ayda bir kere hatmet!...” dedi. Ben de:
"Fakat ben
kendimi daha kuvvetli hissediyorum" dedim.
"O halde on günde bir kere hatmet" buyurdular.
"Fakat ben daha
fazla da okuyabilirim" dedim.
“O halde üç günde bir hatmet", buyurdular. Sonra
oruca değinen Hz. Peygamber:
“Ayda üç gün oruç tut!" dedi. Ben,
"Daha fazla
tutmaya gücüm yeter." dedim.
Ancak Rasûlüllah, daha
fazlasına müsâade etmedi. Ben ise daha fazlasını rica ettim. O zaman müsâade
buyurdu. Ne var ki.ben daha fazla tutmakta ısrar ettim. Sonunda Allah Resulü
şöyle buyurdular:
“Orucun en faziletlisi, kardeşim Davud (a.s.)'ın
orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi."
Bunu da ilâve ettiler
"Her abîdin, ibadet için atılımlar duyduğu anlar
vardır. Fakat bunu bir bezginlik takip eder. O zaman insan ya sünnete doğru
gider, ya bid'ate. Bezginlik anında sünnete doğru giden hidayete ermiş
demektir. Başka bir yola giden ise helak olur.”[55]
Bu hadis-i şerifin
râvisi der ki: Abdullah b. Amr, bütün hayatını Rasûlüllah'ın bu tavsiyeleri
çerçevesinde geçirdi. İhtiyarlığında bile, aynı. şekilde hareket etti. Bazen de
günlerce oruç tutar, sonra orucunu bozar ye şöyle derdi:
"Rasûlüllah'dan
bu hâl üzere ayrıldım. Bu hâli bırakıp başka bir hâle girmek istemem."
Abdullah b. Amr, Hz.
Peygamber (sav) devrinde birçok gazaya katıldı. Genellikle süvarilerle birlikte
hareket ederdi. Son derece cömert, eli açık bir adam olduğundan, eline geçen
her şeyi dağıtır ve herkesi memnun ederdi. Onun cihada katıldığını gösteren
hadîsler pek çoktur. Bunlardan, onun, gazaya çıkan mücahidleri hazırlama
görevini yürüttüğünü de anlıyoruz.
Amr b. Haris ez-Zebîdi
diyor ki: Bir gün Abdullah b. Amr b. el-Âs'a sordum:
“Ya Eba Muhammedi Biz
öyle bir yerdeyiz ki, burada bir dirhem ve dinar namına para yoktur. Bütün
malımız davarlarımızdan ibarettir. Bunları değiştirerek alış-veriş yapıyoruz.
Bir ineği, bir müddet
için koyun karşılığında alıyoruz. Yahut bir deveyi birkaç inek karşılığında
veriyoruz. Deve karşılığında at ve kısrak alıyoruz. Fakat bunların hepsi
zamanla kayıtlıdır. Bunda bir zarar var mı?”
“Tam adamını buldun,”
dedi.
"Rasûlüllah bir
gün yanımda bulunan develere askerleri bindirerek, bir tarafa sevketmemi emir
buyurdu. Develerin askerlere yetmeyeceğini gördüm. Rasûlüllah'a vararak, bazı
askerlerin bineksiz kaldıklarını söyledim. O zaman Rasûlüllah, bana şu cevabı
verdi:
"Sadakalardan gelen erkek develer karşılığında
dişi develer satın al ve askerlere binek temin et!.. " Ben de bir erkek deve karşılığında üç dişi deve
satın alarak, bütün askere binek sağlamış oldum. Daha sonra Rasûlullah,
sadakalara ait olan develerin bedelini ödedi."
Asr-ı Saadet'ten
sonra, Abdullah b. Amr'ın katıldığı en önemli cihad
Yermük'tür. Abdullah'ın babası Amr b.
el-Âs, bu cihad hareketinin kumandanlarından
biriydi. Abdullah bu savaşta büyük yararlıklar göstermişti.[56]
Kendisi Amr b. As'ın
oğlu olduğundan, tabii olarak babasının hareket çizgisini takip etmişti. Ne var
ki, Abdullah'ın babasının yanında bulunması, Muâviye (r.a.)'i körü körüne
desteklediği anlamına gelmez. Çünkü o, sonuna kadar tarafsızlığını koruyan
büyüklerdendi. Kendisi babasıyla birlikte Muâviye (r.a.)'nin tarafında
bulunmasına rağmen, Sıffın'da savaşa katılmadı. Hiçbir müslümanın kanını
dökmedi ve hiçbir zaman bir müslümana karşı silah çekmedi.
Sıffm'da Ammâr b.
Yâsir'in şehîd olması üzerine, Hz. Abdullah'dan gelen şu rivayet her şeyi
açıklamaktadır:
Hanzala b. Huveylid
şöyle anlatır: "Muaviye'nin yanındaydım. Ammâr'ın kesik başı için
birbiriyle tartışan iki adam geldi. Bunlar, birbirleriyle Ammâr'ı ben
öldürdüm, diye çekişiyorlardı. Abdullah, onlara şu sözleri söyledi:
“İçinizde onu öldüren
kimse sevinsin! Çünkü Rasûlullah:
"Ammâr'ı azgın bir topluluk öldürecektir." buyurmuştur.”[57]
Abdullah'ın bu hadisi rivayet etmesi Muâviye (r.a.)'i endişelendirmiş ve
Abdullah'a şöyle demişti:
“O halde, sen niçin
bizimle berabersin?” Abdullah:
“Babam beni, bir gün
Rasûlullah'a şikâyet etti. Rasûlullah da bana şöyle emretti:
"Baban hayatta oldukça ona itaat et ve onu dinlememezlik
etme." İşte bunun için sizinle
beraberim. Fakat asla savaşa katılmam!” [58]
Aynı olayı, Abdullah
b. Haris de naklediyor ve diyor ki: "Ben, Abdullah b. Amr ve Muâviye ile
birlikte yürüyordum. Abdullah, babası Amr b. el-As'a bakarak dedi ki: Rasûlullah'ın
şu sözleri söylediğini duydum:
“Ammâr'ı azgın bir topluluk katledecektir!.” Bunun üzerine Amr b. el Âs Muâviye'ye bakarak:
"Duydun mu ne
dediğini?" dedi. Bunun üzerine Hz. Muâviye (r.a.):
"Ammâr'ı biz mi
öldürdük? Onu buralara getirenler öldürdü!" dedi.” [59]
Bütün bu sahih
rivayetlerden anlıyoruz ki, Abdullah b. Amr fitneye
karışmayıp, müslüman kanı dökmedi. Hattâ
müslümanların birbiriyle uğraşmasını, birbirlerine saldırmalarını daima
üzüntüyle karşılayıp bu hareketleri
kötülemekten geri durmadı. [60]
Bu iki olay,
Abdullah'ın yalnız bir mecliste değil, birçok topluluklarda bildiğini
söylemekte tereddüt etmediğini göstermektedir. Nitekim bir gün Abdullah ile Ebu
Saîd el-Hudrî ve Hz. Hüseyin (r.a.) Mescid-i Nebevî'de bulundukları sırada,
Sıffîn olayı hatırlanmış ve söz konusu edilmişti. Ebu Saîd Abdullah’a,
"Sıffın harbinde
Şamlılarla bulunmasının ne gibi bir hikr mete dayandığını" sordu.
Abdullah'ın verdiği cevap şuydu:
“Ben Sıffın savaşma
katılmadım. Çünkü böyle bir savaşa katılmak bizim Allah Rasûlü'nden aldığımız
terbiye ve hidayete aykırıydı. Fakat Rasûlullah bana, "Babana itaatsizlik etme!" buyurmuştu. İşte bunun için
babamın yanından ayrılmadım. Ancak asla savaşa katılmadım ve hiçbir müslümana
silah çekmedim."
Abdullah b. Amr hicri
altmışbeş'inci yılda yetmişiki yaşındayken Mısır'ın Füstat şehrinde vefat etti
ve oraya defnolundu.
Abdullah (r.a.) ashâb
arasında ilim ve faziletiyle tanınırdı. Arapça'nın yanı sıra İbrani'ce ve
Süryânice bilirdi, Böylece Tevrat ve İncil'i de okuyup, tetkik etme imkânı bulmuştu.
Hz. Ebu Hureyre (r.a.) Abdullah'tan bahsederken; Abdullah'ın daha fazla hadis
bildiğini, zira onun hadisleri yazdığını, fakat kendisinin yazmadığını
söylemektedir. [61]
Abdullah
Rasûlüllah'dan duyduklarını yazarak bu hadisleri bir arada toplayan bir kitap
meydana getirmişti. Bu kitaba "es-Sahifetü's-Sadıka" adı verilirdi.
Kendisine bir şey sorulduğunda buna bakarak cevap verirdi.
Ebu Kubeyl şunu
rivayet ediyor: Abdullah'ın yanında bulunuyorduk. Kendisine bir soru soruldu:
"Hangi şehir daha
önce fetholunacaktır? Kostantiniyye mi, Roma mı?.." Abdullah, soruyu
dinledikten sonra bir sandık getirdi, içinden bir kitap çıkarttı ve ona bakarak
şu cevabı verdi:
"Bir gün
Rasûlullah'ın çevresinde oturmuş yazı yazıyorduk. Derken Rasûlullah'a bir soru
soruldu:
"Şu iki şehirden
hangisi daha evvel fetholunacak; Kostantiniyye mi, Roma mı?" Allah Rasûlü,
şu cevabı verdiler:
“Önce Herakl'in şehri (Kostantiniyye yani İstanbul)
feth olunacaktır."[62]
Abdullah b. Amr
Rasûlüllah'tan yediyüzyirmiiki hadis rivayet etmiştir. Bunlardan on yedisini
Buhârî ve Müslim müştereken rivayet ederler. Ayrıca ondan Buhâri'de sekiz,
Müslim'de yirmi kadar hadîs kaydedilmiştir. Çok hadîs rivayet ettiği için
Muksirundan sayılmaktadır.
Abdullah b. Amr bizzat
işiterek Rasûlullah'tan hadis-i şerif rivayet ettiği gibi, Hz. Ömer'den,
Abdurrahman b. Avf dan, Muaz b. Cebel'den, Ebû'd-Derdâ, gibi birçok sahabeden
hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de, Enes b. Mâlik, Ebû Umâme, Sehl b.
Hanif, Abdurrahman b. Haris b. Nevfel, Mesrûk b. Ecdâ, Sâid b. el-Müseyyeb,
Cübeyr b. Nüfeyr, Sabit b. îyâd el-Ahnef, Kayseme b. Abdurrahman el-Ca'fı,
Humeyd b. Abdurrahman b. Avf, Zîr b. Hubeys, kendi oğlu Muhammed, Tavus, Salih
b. Keysân, Âmir b. Surâhil, Sa'bî, İbn Ebi Müleyka, Urve b. Zübeyr, Abdurrahman
b. Cübeyr, İkrime, Ebû Seleme b. Abdurrahman, Ebû Zur'a b. Amr b. Cerir,
Ebu'z-Zübeyr el Mekki, Amr b. Dinar Hasan-ı Basri ve daha pek çok âlim hadis
rivayet etmiştir.
Abdullah'ın ders halkaları
son derece genişti. Hadis öğrenimi görmek isteyenler uzak ve yakın diyarlardan
gelerek ondan ders okurlardı.
Naha âlimlerinden biri
der ki: İlya mescidine giderek, bir cemaatle birlikte iki rekât namaz kıldım.
Derken adamın biri geldi. Bana yakın bir yerde namaza durdu. Herkes bu adamın
yanına koştu. Meğer bu zat, Abdullah b. Amr b. el-As'mış, O, namazdan sonra
oturup, halka ders vermek istedi. Fakat Muâviye'nin oğlu Yezid'in elçisi
gelerek onu çağırdı. Bunun üzerine Hz. Abdullah, cemaate bakarak:
"Bu adam (Yezid)
benim size Allah Rasûlü’nün hadislerini öğretmemi istemiyor. Halbuki ben Allah
Rasûlü’nden şunu işittim:
"Ya Rabbi şu dört husustan sana sığınırım: Fayda
vermeyen ilimden, huşua varmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan
duadan.”[63]
Rasûlüllah (sav)'in
hadislerini öğrenmek, onlara uygun bir İslâmî hayat ortaya koymak, sahabelerin
vazgeçilmez müşterekidir. Sahabenin fıkhında Rasûlüllah (sav)'in hadisleri
öncelikli tercihlerdendirler. Rasûlüllah (sav)'in hadislerini Kur'an
ayetlerinden sonra tercihlerinin öncelikleri
haline getirmeyenler, lehvel hadisle/laf eğlencesiyle meşgul olurlar. Bunun
için Abdullah b. Amr b. el-Âs hadisleri önemsemiş ve her fırsatta onları İslâm
ümmetine öğretmeye çalışmıştır.
Abdullah'ın
talebeleri, onu son derece sever, etrafında oturup ders dinlerlerken,
birisinin gelip, bu dersi bozmasını istemezlerdi. Bir gün adamın biri,
Abdullah'ı görmek istedi. Bunun için de safları yararak ilerlemesi gerekti.
Talebeleri hemen bu adamı durdurmak istemişlerse de, Abdullah:
"Bırakınız
gelsin" deyince adam safları yara yara Hz. Abdullah'ın yanına varıp;
“Bana, Rasûlullah'dan
dinleyerek ezberlediğin bir söz söyle!” dedi. Abdullah b. Amr bu adama şunları
söyledi:
Rasûlüllah (sav)'ın
şöyle buyurduğunu ondan dinledim:
"Müslüman, müslümanlar, onun dilinden ve elinden
emin olduğu kimsedir. Muhacir, Allah'ın yasakladığı her şeyden uzak olan
kişidir."
Abdullah (r.a.)'ın
ilminden en çok istifade eden şehirlerden biri de Basra idi. Basra'da,
herkesten önce oranın valileri derslerine koşarlardı. Onun rivayetlerinden
ümmet istifâde etmiştir. Ümmete hayırlı olmak, hayırlı ümmetten olmanın
gereğidir. Kendi ilminden insanları istifade ettirmeyen alimde hayr yoktur.
İnsanlara hayırlı olmak için çalışmak, sahabe fıkhmdandır. Sahabeler,
Rasûlüllah (sav)'den öğrendikleri İslâm'ı yaşayarak diğer insanlara öğrettiler.
Rasûlüllah (sav)'in kendilerine öğrettiği hayırlı amelleri ümmet içinde
işleyerek hayırlı olmaya çalıştılar. Hayırlı insan, hayır işleyendir. Hayır
işleyen başkasını da hayırdan istifade ettirendir. Abdullah b. Amr (r.a.)
şöyle rivayet ediyor:
Bir gün Allah Rasûlü,
Hz. Sa'd'ı abdest alırken gördü ve ona şöyle dedi:
"Sa'd, bu ne israf!..” Hz. Sa'd:
“Ya Rasûlüllah, abdestte
de mi israftan sakınacağız?” dedi. Rasûlüllah buyurdular:
"Akan bir nehir önünde olsanız bile suyu israftan
sakınınız."
Bir gece rüyamda,
parmağımın birinde yağ, birinde bal gördüm. İkisini de yalıyordum. Sabah
rüyamı Allah Rasûlüne arzettim. Buyurdular:
"Sen iki kitabı; Kur'an-ı da Tevrat'ı da okursun." Ben, her ikisini de okudum.
Rasûlullah'a sordular:
“Hicret nedir?” Allah
Rasûlü cevap verdiler:
"Hicret, gizli ve açık her fenalığı terketmektir,
namazı kılmak ve zekatı vermektir. Böyle yaparsanız, her nerede olursanız olun
muhacirsinizdir.”[64]
Her yerde muhacir
olmak mümkündür. Kişi ister Daru'l harb'de yaşasm ve isterse Daru'l İslam'da
yaşasın, Allah'ın haram ettiklerini terkettiği, onlardan uzaklaştığı oranda
mucahirdir. Kalbindeki imanm bir gereği olarak haramlardan uzaklaşan her mü'min
erkek ve kadın, mekân ve zaman farkı olmaksızın bir muhacirdir.
Abdullah b. Zeyd
radıyallahu anh "Sâhibü'l-Ezân" lakabıyla tanınan bir sahâbi... İslâm'ın
şiarı, en büyük alâmeti olan "Ezân-ı Muhammedi"nin okunuşunu rüyasında
öğrenen bir yiğit. Rasûlullah (sav) efendimizden ezan ile ilgili hadis-i şerifi
rivayet etmekle meşhur olmuş bir iman eri.
O, Medine'li olup
Hazrec kabilesine mensuptur. Akabe'de Rasûlullah (sav)'e bey'at ederek islâm'la
şereflenen Medine'li ilk müslümanlardandır. Babası Zeyd İbni Sa'lebe'dir.
İki Cihan Güneşi
efendimiz Medine-i Münevvere'ye teşrif edince, Ensar ile Muhaciri birbiriyle
kardeş ilân etti. Sonra ashâbıyla birlikte İslâm'ın ilk müessesesi olan mescidi
inşâ etti. Hicretin birinci yılında "Mescid-i Nebevi" tamamlandıktan
sonra müslümanların ibadete nasıl çağrılacağı konusu gündeme geldi. Namaz
vakitleri nasıl duyurulacaktı?
Fahr-i Kâinat (sav)
efendimiz bu konuda ashabının fikirlerini almak üzere onları topladı ve
istişarede bulundu. Onlara ibâdet vakitlerini halka duyurmak için ne yapılması
lâzım geldiğini ve müslümanların cemaate, camiye nasıl çağrılması gerektiğini
sordu. Namaz vaktinin girdiği nasıl ilân edilmeli? diyerek ashabına sorular
yöneltti. Teker teker onların görüşlerini aldı. Herkes bir fikir beyân
ediyordu. Kimi namaz vakti cami üzerine bayrak dikelim dedi. Kimi çan çalalım,
boru öttürelim dedi. Kimisi de ateş yakalım dedi. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz
bu görüşlere iltifat buyurmadı. Çan çalma hristiy ani arın, boru sesi yahudilerin,
ateş yakmak da mecûsîlerin âdetleriydi. Bu sebeble bu görüşler hüsnü kabul
görmedi. Edasıyla, sedasıyla ve manasıyla gönüllere hoş gelecek, kulakları okşayacak
ve imanları coşturacak bir çare bulunmalıydı. Bir müddet sabredilmeliydi. Allah
(c.c) her şeye kadirdi. Görüşler henüz bir fikir üzerinde birleşemeden toplantı
dağıldı. Müzâkereler birkaç gün devam etti.
Abdullah b. Zeyd (r.a.)
bir gece rüyasında değişik kelimelerle bir takım sözler işitti. Bu işin
gerçekleştiğini gördü. Sabah erkenden iki Cihan Güneşi efendimizin huzuruna
geldi ve rüyasını heyecanla anlattı. Rüya şöyle idi:
Üzerinde iki kat (alt
ve üst) yeşil elbise bulunan biri yanıma geldi. Elinde bir de nâkus (çan)
vardı. Ona:
“Elindeki çanı satar
mısın?" dedim. O da:
"Ne
yapacaksın?" diye sordu. Bende:
"Namaz
vakitlerini bildirmek için çalacağım" dedim. O kişi bana:
"Ben sana daha hayırlısını
tarifedeyim." dedi. Kıbleye karşı durdu ve yüksek sesle
"Allahu
Ekber" diye başlayarak ezanı bütünüyle okudu. Sonra biraz durdu; ezan
cümlelerini bir daha okudu.
Aynı kelimeleri tekrar
etti. Sonuna doğru iki defa "Kad kâmetis salâh" dedi. Bu cümleyi
ilâve etti.
Abdullah.b. Zeyd (r.a.)
bu şekilde rüyasını anlatınca Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz:
"Bu sâdık bir rüyadır. Hak, gerçek bir rüyadır.
Onu Bilâl'e öğret. Onun sesi seninkinden daha gürdür." buyurdu. Ezan'da geçen, cümleleri, sözleri Bilâl (r.a.)'a
öğretmesini buyurdu. O da Bilâl (r.a.)'e aynı kelimelerle bugün okunmakta olan
ezanı öğretti.
Bilâl-i Habeşi (r.a.)
mescidin yakınında bulunan yüksek bir yere çıktı ve ilk ezanı okudu. Hz. Ömer (r.a.)
ezan sesini işitince koşarak Rasûlüllah (sav) efendimizin huzuruna geldi ve:
"Ey Allah'ın
Rasûlü! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah için, onun gördüğünün aynısını
ben de gördüm. Ama bu benden önce geldi." dedi. Bu kelimeleri aynen
rüyasında duyduğunu söyledi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz:
"Allah'a hamdolsun hakkı bildirdi." buyurdu.
İki sahabenin
rüyalarının aynı olmasından dolayı Allahû Teâlâ'ya hamdetti. Böylece kıyamete
kadar devam1 edecek olan ulvî bir davet şekli meydana geldi. Bu şeref Abdullah
b. Zeyd (r.a.) için büyük saadet oldu. Bundan sonra "sâhibü'l-ezân"
diye şöhret buldu.
Ne güzel âhlâk-i
hamide!.. İstişare!.. Müzâkere!.. Fikrini almak!.. Fikrini sormak!.. İslâm'ın
şiarı, en büyük alâmeti ezan konusunda bunu .tatbik etmek... Değişik
fikirlerden rahmet beklemek... Hepimize en canlı örnek... Ne rahmet!.. Ne
bereket!..
İslam'ın Medine'de
devlet haline gelmesinden sonra ezan gündeme gelmiştir. Yani müslümanlar
istiklale kavuştuktan sonra ezan okunmuştur. Dolayısıyla Ezan, İslâm ümmetinin
müşterek evrensel istiklal marşıdır. Ezân'a karşı saygısızlık, bir bütün olarak
İslâm ümmetine karşı saygısızlıktır. Ezan şeairi İslâm'dandır. Yani İslâm
dininin vazgeçilmez şiarlarındandır.
"Sâhibü'l
ezan" Hz. Abdullah b. Zeyd (r.a), hicretin ikinci yılında Bedir
muharebesine iştirak etti. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Mekke fethi günü
Hazrec kabilesinin Hârisoğulları kolunun bayrağını taşıdı. Veda Haccında
bulundu. Hac esnasında elinde bulunan hayvanlarını fakirlere sadaka olarak
dağıttı. Kendisine sâdece bir kısrak koydu. Cömertti. Kendisi sıkıntı ve
zaruret içinde yaşamayı tercih eder, mallarını Allah yolunda infak ederdi.
Fahr-i Kâinat (sav)
efendimizden ezan hadisini rivâyetiyle tanınan Abdullah İbni Zeyd (r.a.) altı
hadis-i şerif rivayet etti. Hicretin 22. senesinde Hz. Osman (r.a.) devrinde
64 yaşlarında iken Medine'de vefat etti. Cenaze namazını halife Hz. Osman (r.a.)
kıldırdı. Cenâb-ı Hak'dan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin. [65]
Abdullah İbni Zeyd (r.a.),
müslümanların müşterek evrensel istiklal marşı olan ezan'ı Rasûlüllah (sav)'in
örnekliğinde ve önderliğinde haber veren bir sahabedir. Yani müslümanların
gündemine tevhid'e çağrıyı taşımıştır. Her gün belli aralıklarla insanları
tevhid'e çağırmak, şirk'ten, küfürden, tuğyandan sakındırmak, sahabe
fıkhmdandir. Sahabelerin Rasûlüllah (sav)'in örnekliğinde ve önderliğinde
okudukları ezan, evrensel çağta küfre, tuğyana, isyana karşı bir direniş
çağrısıdır. Biz bundan anlıyoruz ki, sahabenin fıkhı, kıyam ve direniş
fıkhıdır. Sahabeler, Allah'ın arzında hüküm ve hakimiyet hakkının sadece Allahû
Teâlâ'ya ait olduğunu haykırmışlardır.
Bütün zamanlarda ve
mekânlarda geçerli olan anın vacibinin bu olduğunu öğretmişlerdir. Ezan, bunun
en öenmlidir delilidir. Günde beş defa okunan ezanla genelde bütün insanlığa,
özelde ise Müslümanlara gerçek
kurtuluşun adresininin Allah'ın hükmüne ve hakimiyetine dönmek ve teslim olmak
olduğu hatırlatılır. Ezan, ilahi nizam hesabına beşeri sistemleri, kanun ve
yasaları paydos etme çağnsıdır. Sahabeler, müşriki rejime paydos diyen ve
paydoslarını evrensel hale getiren kahramanlardır. Onların fıkhı, kahramanlık
fıkhıdır. Kahramanlık fıkhı, Allah'ın hükmü ve hakimiyetinin önüne geçirilen
bütün hüküm ve hakimiyet çeşitlerini açık, aleni bir şekilde reddetmektir.
Cahili hüküm ve hakimiyet çeşitlerini toptan reddetmeyenler, sahabelerin
fıkhından bir şey anlayamazlar.
Rasûlüllah (sav)'in
hayatta iken Cennetle müjdelediği on sahabeden ve ilk müslümanlardan biridir.
Kureyş kabilesinin Zühreoğullarmdan Hâris'in oğlu olup Câhiliyye devrinde asıl
adı Abdulkâ'be veya başka, bir görüşe göre Abdu Amr idi.
Hz. Peygamber (sav)'in
Erkam'ın evindeki faaliyetlerine başladığı günlerde İslâm'a giren
Abdurrahman'a bu ismi Rasûlüllah (sav) vermiştir. Ebû Muhammed künyesi ile
tanınan Abdurrahman'm annesi Şifâ binti Avf b. Adi'l-Hâris b. Zühre b. Kilâb
idi.
Rivayete göre
Abdurrahman Fil Olayı'ndan yaklaşık yirmi yıl sonra dünyaya gelmişti.
Abdurrahman b. Avf (r.a.) ilk müslümanlardan olmasından dolayı Kureyş'in zâlim
tutumuna dayanamayan ashâb ile birlikte Habeşistan'a yapılan iki hicrete de
katılmıştı. Nihayet Rasûlüllah (sav), ashabı Medine'ye hicret etmeye teşvik
edince, o da diğer ashâb ile birlikte hicret etmişti.
Hz. Peygamber (sav)
Medine'de Ensâr ile Muhacirler arasında kardeşlikler ilân edince Abdurrahman
b. Avf ile Ensâr'dan Sa'd b. Rabî'i kardeş ilân etmişti Ensâr'ın ileri
gelenlerinden Sa'd b. Rabî' 'Din kardeşi' Abdurrahman'a şunları söylemişti:
"Benim bir hayli
malım vardır. Bunun yansını sana veriyorum. Ayrıca iki eşim vardır. Bunlardan
birini boşayacağım, iddeti bitince onu nikâhlarsın." Bu büyük âlicenaplık
karşısında Abdurrahman b. Avf kardeşine şunları söylüyordu: "Cenâb-ı Allah
malını ve aileni sana mübarek eylesin. Senin bu davranışına karşı Allah ecrini
versin. Sen yalnız bana çarşının yolunu göster, benîm için yeterlidir."
Abdurrahman b. Avf (r.a.)
ticaret hayatını çok iyi bilen Kureyş içinde büyüdüğü için bu işin tam bir
uzmanı olarak Medine çarşısında alışverişe başlamış
ve Allah ona büyük servet vermiştir. Abdurrahman bu ticarî ha-yatını şöyle
anlatır:
"Cenâb-ı Allah
bana öyle bir nimet verdi ki, bir taşı bile bir yerden kaldırıp başka yere
koyduğumda sanki altın oluveriyordu." Samimiyet ve sadakattan
ayrılmazsanız, hakettiğiniz, nasibiniz olan dünya da gelir sizi bulur.
Abdurrahman b. Avf (r.a.)
Hz. Peygamber (sav)'in bütün gazvelerine katılmış ve ilk îslâm cihad
hareketinden en güze! şekilde nasibini almıştı. Ashâb'tan Muğîre b. Şu'be
(r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) çıktığı gazvelerin
birinde yolda konaklamışken Ashâb'ın bulunduğu yerden biraz uzak bir noktaya
çekilip hacetini defederek abdest alıp döndü. Rasûlüllah (sav) ashabının yanma
vardığında ashâb Abdurrahman b. Avf in arkasında namaza durmuştu. Muğîre hemen
gidip Abdurrabman'a Rasûlüllah(sav)'ın geldiğini haber vermek istediyse de
Rasûlüllah (sav) buna engel olmuş ve Abdurrahman'ın arkasında namazını
kılmıştı. Böylece Hz, Peygamber'in ilk defa arkasında namaz kıldığı kişi
Abdurrahman b. Avf (r.a.) olmuştur.
Daha sonra da
bilindiği gibi, Rasûlüllah (sav) hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekr'in
arkasında'namaz kılmıştı. İbn Sa'd Tabakâtu'l-Kübrâ adlı eserinde bu seferin
Tebük seferi olduğunu kaydetmektedir. [66]
Rasûlüllah (sav)
Abdurrahman b. Avfı ashâbtan yediyüz kişilik bir askerî kuvvetle H. 6 yılı Şaban
ayında Dûmetu'l-Cendel'e göndermişti. Abdurrahman, Hristiyanlarm hüküm sürdüğü
bu bölgeye gelip onları İslâm'a davet etmiş, büyük bir kısmı buna yanaşmadığı
halde bölgenin ileri gelen kabile reislerinden el-Asbağ b. Amr el-Kelbî
Hris-tiyanken İslâm'a girmişti. Abdurrahman da el-Asbağ'ın kızı Tumâzar ile
evlenmiş ve ondan oğlu Ebû Seleme dünyaya gelmişti.
Yine İbn Sa'd'ın
ifâdesine göre Hz. Peygamber (s av) ashâb içinde ipek giymeyi yalnız
Abdurrahman'a müsaade etmişti. Zira Abdurrahman b. Avf in vücudunda bir kaşıntı
vardı. Hz. Peygamber'in vefatından sonra bir gün Medine'de bir heyecan ve kalabalık
meydana gelmişti. Bunun sebebini soran Hz. Aişe (r.anha)'ya ,Abdurrahman b.
Avf’ın kervanının şehre yaklaştığı söylenince Hz. Aişe (r.anha) şöyle demişti:
Rasûlüllah (sav) şöyle
buyurmuştu:
"Abdurrahman sırattan geçerken düşer gibi oldu
ama düşmedi." Hz. Âişe'nin bu
sözlerini haber alan Abdurrahman beşyüz deve olduğu söylenen bu kervanını
sırtındaki yüklerle birlikte tamamen Allah rızası için bağışlamıştı. Develerin
sırtındaki malların develerden çok daha değerli olduğu kaydedilmektedir.
Ashabın en
cömertlerinden biri olduğu bilinen Abdurrahman b. Avf’ın birçok gazvede ve
özellikle Tebük gazvesinde Allah yolunda büyük infâklarda bulunduğu
bilinmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber'in vefatından sonca Nâdiroğulları
mahallesinde sahip olduğu arazisini kırkbin dinara satarak Rasûlüllah (sav)'ın
zevcelerine dağıtmıştı. Hz. Âişe'ye payı getirildiğinde bunu kimin gönderdiğini
sormuş, Abdurrahman b. Avf (r.a.)'m gönderdiği söylenince şöyle demişti:
"Hz. Peygamber (sav),
"Benden sonra Allah'ın sabırlı kulları size karşı
şefkatli davranacaktır. Allah, Abdurrahman b. Avf a Cennet pınarlarından kana
kana içmeyi nasip etsin"
buyurmuştu.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.)
vefatından önce hilâfete Ömer b. el-Hattab'ın geçmesi hususunda Abdurrahman'ın
görüşünü sormuş o da şöyle demişti:
"Ömer (r.a.)
senin düşündüğünden daha iyidir. Fakat otoriterliği fazladır." Hz. Ebû
Bekir (r.a.) de şöyle karşılık vermişti:
"Ömer'in sertliği
benim yumuşaklığımdan kaynaklanıyor. İşleri üzerine alırsa bu sertliği
kaybolur. Bir gün ben adamın birine çok kızmıştım. Ömer ise çok yumuşak
davranmıştı. Ben yumuşak davransam o çok sertleşiyor."
Hz. Ömer'in hilâfeti
sırasında büyüyen devlet ve genişleyen sınırlar karşısında işlerin daha rahat
çözülmesi için oluşturulan devlet şûrasında Abdurrahman b. Avf in önemli bir
yer aldığını görüyoruz.
Yeni fethedilen Irak
arazisinin gaziler arasında paylaşılması veya devlete bırakılması hususunda
ortaya çıkan iki görüş vardı. Hz. Ömer (r.a.) ashabın diğer ileri gelenleriyle
birlikte bu toprakların paylaşılmamasından yana iken Abdurrahman b. Avf,
Bilâl-i Habeşi ile birlikte buna muhalif olup fethedilen yerlerin
paylaşılmasından yana idiler. İstişare, ashâb-ı kirâm'ın ahlâkıdır. Onlar,
şûrâ'yı idarelerinin esası haline getirmişlerdi. Ümmetin işlerini şûra ile
yürütüyorlardı.
Hz. Ömer (r.a.) şehid
edildiğinde yarım kalan namazın tamamlanması için Abdurrahman
görevlendirilmişti. Nihayet Hz. Ömer'in tedâvî edilmeşinin zor olduğu ve
ecelinin yaklaştığı anlaşılınca yeni seçilecek halîfenin belirlenmesi için
kurulan şûrâ'da Abdurrahman b. Avf da yer almıştı. Şûrada bulunanlardan Zübeyr
b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Sa'd b. Ebi Vakkas haklarından feragat edince
Şûrâ'da halîfe adayı olarak üç kişi kalmıştı. Hz. Ali, Hz. Osman ve Abdurrahman
b. Avf. Abdurrahman da bu husustaki hakkından feragat edince adaylar ikiye
düşmüştü. Abdurrahman bu hususta ashabın ileri gelenleriyle uzun görüşmeler
yapmış ve Hz. Ali ve Hz. Osman'dan karara uyacaklarına dair kesin söz aldıktan
sonra bu konudaki kanaat ve kararı Hz. Osman (r.a.)'a bey'atin yararlı olacağı
hususunda toplanınca, hilâfete Hz. Osman (R.a.) getirilmişti.
Abdurrahman b. Avf (r.a.)
artık bir hayli yaşlanınca Hz. Osman devrinde çok sakin bir hayat yaşamış ve
nihayet hicretin 32. yılında Medine'de vefat etmişti. Cenaze namazını Hz. Osman
(r.a.) kıldırmış, onu kabrine götürürken Hz. Ali (r.a.) şöyle demişti:
"Ey Avf’ın oğlu!
Güle güle ebedî hayata git Sen bu fânî hayatın en güzel günlerini gördün. Bu
revnaklı hayat bulanmadan Ahirete göçüyorsun" Sa'd b. Ebi Vakkâs (R.a.) da
onun cenazesini taşırken:
"Ey koca
dağ" diyerek Abdurrahman'm seciyesindeki sağlamlık ve metaneti ifâde
etmişti.
Sahabe birbirini
hayırla yadeden hayırlı nesildir. Bizden önce ölmüş müslümanları hayırla anmak,
sahabe sünnetini ihya etmektir.
Abdurrahman, el-Bakî’
kabristanında medfundur. Medine'de vefat ettiği kesin olarak bilindiği halde
Siirt ili Pervari ilçesi yakınında bir mezarın ona izafe edilmesi halkın
yakıştırmasından başka bir şey değildir. Abdurrahman b Avf (r.a.), Hz.
Peygamber (sav)'den çok hadis duymuş fakat titizliğinden dolayı bunların
hepsini nakletmekten çekinmiştir. Hadis mecmualarında ondan altmışbeş kadar
hadis nakledilmektedir.
Hz. Peygamber (sav)'in
vefatından sonra söz konusu olan mirasının mirasçılara taksim edilemeyeceğine
dair Hz. Ebû Bekir'in rivayet ettiği hadisi kendisi de aynen rivayet etmişti.
Aynı şekilde Suriye ve civarında çıkan veba hastalığı ile ilgili alman 'tedbir'e
dair hadisi Abdurrahman (r.a.) rivayet etmişti:
"Bir yerde veba olduğunu haber alırsanız oraya
gitmeyin. Veba
sizin
bulunduğunuz yerde olursa ondan kaçmak için de oradan başka yere gitmeyiniz.” [67]
Hz. Abdurrahman b. Avf
(r.a.), Müslümanların huzur ve selâmeti için gayret etti. Zengin bir
müslümandı. Mallarının bir çoğunu ticaret yoluyla elde etmişti. Allah yolunda
yapmış olduğu infakın sınırı alabildiğine genişti. Bakınız bir seferde Allah
yolunda 700 deve ve yükleri 2000 dinar, 200 ûkiyye altın, bir seferinde, 40.000
dirhem gümüş, bir başka sefer için 40.000 dinar altın, Cihad için 500 at verdi.
Yine bir başka sefer 1500 deveyi cihadda kullanılmak üzere verdi. Çok güzel bir
arazisi vardı. Bu araziyi 40.000 dinara satıp Peygamber efendimiz (sav)'in
annesi Âmine'nin akrabaları olan Zühreoğulları'na, fakirlere ve validelerimize
dağıtıyordu. Yine 30.000 köleyi hürriyete kavuşturduğu rivayet edilmiştir. [68]
Hz. Abdurrahman b. Avf
(r.a.), Allah yolunda malı ve cam adamanın yolunu ve şeklini bize öğreten örnek
şahsiyettir. Esasen bütün sahabeler, Allah yolundaki adayısın nişaneleridir.
Allah yolunda sahabeleri tanımayanlar, yarı yolda kalırlar. Hz. Abdurrahman b.
Avf (r.a.)'in hayatı, Allah yolundaki adayış adayları için bir imkândır.
Hz. Abdurrahman b. Avf
(r.a.), İslâm ümmetinin zenginleri için bir aynadır. İslam ümmetinin
zenginleri, Abdurrahman b. Avf (r.a.) aynasından kendilerine bakmalıdırlar.
Ellerindeki servetin ne kadarını Allah yolunda infak etmişledir? Abdurrahman
b. Avf (r.a.) ticareti, mal kazanıp Allah yolunda infak etmek için yapıyordu.
O, infaklarım pazarlamıyordu. Onun tek amacı, Allah rızasıydı. Çünkü dünyada en
büyük zenginlik, Allah yolunda mal infak ederek Allah'ın rızasına nail
olmaktır.
Hz. Abbâs Bin Ubâbe (r.a.)'ın
hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Abbâs Bin Ubâbe (r.a.)'ın
fıkhında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Abbâs Bin Ubâbe (r.a.)'ın
vefatı nasıl oldu? İzah ediniz.
Hz. Abbâs İbn
Abdulmuttalib (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Abbâs İbn
Abdulmuttalib (r.a.)'ın fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Abbâs İbn
Abdulmuttalib (r.a.)'ın hangi görevlerde bulunmuştur? Bilgi veriniz.
Hz. Abdullah bin Cahş
(r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Abdullah bin Cahş
(r.a.)'ın fıkhı ve rivayet ettiği hadisler hakkında ne biliyorsunuz? İzah
ediniz.
Hz. Abdullah bin Ebû
Bekir (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Abdullah bin Ebû
Bekir (r.a.)'ın fıkhı hakkında neler
biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Abdullah bin
Huzafe (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz
Hz. Abdullah bin
Huzafe (r.a.)'ın fıkhı hakkında ne biliyor sunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Abdullah bin
Mes'ud (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? İzah ediniz.
Hz. Abdullah bin
Mes'ud (r.a.)'ın fıkhı hakkında neler
biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Abdullah İbn
Revaha (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? İzah ediniz.
Hz. Abdullah İbn Revaha
(r.a.)'ın fıkhı hakkında neler biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Abdullah İbn
Revaha (r.a.)'ın hayatı hakkında neler biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Abdullah bin Selâm
(r.a.)'ın fıkhı nasıldır? İzah ediniz.
Hz. Abdullah bin Selâm
(r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.
Hz. Abdullah bin Ümm-i
Mektûm (r.a.)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Abdullah bin Ümm-i
Mektûm (r.a.) hangi görevlerde bulundu? Bilgi veriniz.
Hz. Abdullah bin
Zübeyr (r.a.)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Abdullah bin
Zübeyr (r.a.)'ın cihadı hakkında bilgi veriniz.
Hz. Abdullah bin Ömer
b. el-Hattâb (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Abdullah bin Ömer
b. el-Hattâb (r.a.)'ın fıkhı hakkında neler biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Abdullah bin
Süheyl (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Abdullah bin
Süheyl (r.a.)'ın fıkhı hakkında
bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.
Hz. Abdullah İbn Abbâs
(r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.
Hz. Abdullah İbn Abbâs
(r.a.)'ın Kur'an fıkhı nasıldı? Bilgi veriniz.
Hz. Abdullah bin Amr
bin el-As (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Abdullah bin Amr
bin el-As (r.a.)'ın fıkhı ve siyasi dehası hakkında ne biliyorsunuz?
Açıklayınız.
Hz. Abdullah bin Zeyd
(r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? İzah ediniz.
Hz. Abdullah bin Zeyd
(r.a.)'ın fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Abdurrahman bin
Avf (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Abdurrahman bin
Avf (r.a.)'ın fıkhı ve intakı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Ammar İbni Yâsir (r.anh)
Hz. Amir Bin Füheyre (r.anh)
Hz. Amr Îbni Âs (r.anh)
Hz. Amr İbnu Cemuh (r.anh)
Hz. Âsim Bin Sabit (r.anh)
Hz. Berâ' İbn Âzib (r.anh)
Hz. Bilal-i Habeşi (r.anh)
Hz. Büreyde İbni Husayb
(r.anh)
Hz. Câbir İbn Abdullah
(r.anh)
Hz. Ca'fer B. Ebi
Talib (r.anh)
Hz. Cerir İbni
Abdullah (r.anh)
Hz. Dihye-i Kelbî (r.anh)
Hz. Dırar İbni Ezver (r.anh)
Hz. Ebân B. Said B.
El-As (r.anh)
Hz. Ebû Dücâne (r.anh)
Hz. Ebu'd-Derdâ (r.anh)
Hz. Enes B. Mâlik (r.anh)
Hz. Es'ad B. Zurâre (r.anh)
Rasûlüllah (sav)’e
okurdu.[69] Übey
ashabın en alimlerindendi. Tabiinin büyük bilginlerinden olan Mesruk (663/683)
şöyle derdi:
"Rasûlüllah
(sav)'in ashâbıyla görüştüm. İlimlerinin şu altı kişiye dayandığını gördüm:
Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Übey b. Ka'b ve Ebu'd-Derdâ.”[70]
Übey b. Ka'b, Kur'an-ı
Kerîm'i en iyi okuyan sahabîlerden idi. Peygamber Efendimiz (sav)
"Ümmetimin en iyi okuyanı Übey'dir.”[71] buyurmuştur. Bu sebeple Seyyidü'l-Kurra okuyucuların
efendisi lakabıyla tanınmıştı. Kur'an-ı Kerîm'i sekiz gecede hatmederdi.
Rasûlüllah (sav)'in zamanında Kur'an'ı cem ederek ona arzeden sayılı sahabîlerden
biri idi. Nitekim Enes b. Malik,
"Rasûlüllah (sav)
zamanında Kur'an'ı dört kişi hıfzetmiş olup hepsi de ensardandı. Bunlar: Übey
b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Ebû Zeyd ve Zeyd b. Sabit'tir.”[72]
demiştir.
Übey b. Ka'b,
Rasûlüllah (sav)'in ashabına Kur'an'ı kendilerinden öğrenmelerini tavsiye
ettiği dört kişiden biridir. Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle rivayet edilmiştir:
Rasûlüllah (sav)'in şöyle buyurduğunu işittim:
"Kur'an'ı dört kişiden alın (öğrenin). Abdullah
b. Mes'ud'dan, Rasûlüllah (sav) önce bunu zikretti, Ebu Nuzeyfe'nin mevlası
Salim’den, Muaz b. Cebel'den ve Übey b. Ka'b'dan.”[73] Bu dört sahabîden Muaz ile Übey ensardan, Abdullah b.
Mes'ud ile Salim ise muhacirlerdendir.
Rasûlüllah (sav) Übey
b. Ka'b'ı, Kur'an-ı Kerim'i iyi bilen bir sahabe olması sebebiyle öğretmen
olarak tayin etmişti. Mescid-i Nebevi'de Kur'an-ı Kerîm'i öğretirdi. Aralarında
Ebu Hureyre ve İbn Abbas'ın da bulunduğu bir çok sahabenin hocalığını
yapmıştır. O, Kur'an-ı Kerîm'i öğretmesi karşılığında her hangi bir maddi şey
de almazdı. Nitekim ondan şöyle rivayet edilmiştir: "Muhacirlerden birine
Kur'an öğretmiştim. Bu zat bana bir yay hediye etti. Ben bunu Rasûlüllah (sav)
'e anlatınca:
"Onu alırsan ateşten bir yay almış olursun" buyurdu. Ben de yayı sahibine geri verdim.”[74]
Übey b. Ka'b,
Kur'an'ın lafızlarının eda keyfiyetini, kıraat vecihleriyle ilgili
hususiyetlerini öğrenmeye özen gösterirdi. Allahû Teâlâ, Peygamber Efendimiz
(sav)'e Übey'e Kur'an okumasını emretmiştir. Enes b. Malik (r.a)'dan şöyle
rivayet edildi: Rasûlüllah (sav) Übey b. Ka'b'a:
"Allah bana Lemyekünillezîne keferü suresini sana
okumamı emretti" buyurdu. Übey
"Allah benim
adımı da andı mı?" dedi. Peygamber Efendimiz (sav)
"Evet" deyince Übey b. Ka'b sevincinden ağladı.[75] Bu
hadis-i şerif sahabe içerisinde Übey b. Ka'b'ın faziletine işaret ettiği gibi,
onun kıraat ilmindeki yerine de işaret etmektedir.
Übey b. Ka'b, kıraati
bizzat Rasûlüllah (s.a.v)'den almıştır. O, Hz. Ömer'e
"Ben Kur'an-ı
Kerîm'i daha taze iken bizzat Cebrail (a.s)'dan alan zattan aldım"
demiştir. [76]
Kur'an-ı Kerîm'e karşı
duyduğu rağbet ve arzu Übey b. Ka'b'ın faziletini artırmış, bu sebeple
Rasûlüllah (sav)'ın takdirini, ashabın saygısını kazanmıştır.
Übey b. Ka'b aynı
zamanda Rasûlüllah (sav) zamanında fetva veren az sayıda sahabeden biridir.
Muhammed babası Sehl'in şöyle dediğini nakletmiştir:
"Rasûlüllah (sav)
zamanında fetva veren, üçü muhacir ve üçü ensardan olmak üzere altı kişi idi.
Muhacirlerden olanlar Ömer, Osman, Ali; ensardan olanlar da Übey b. Ka'b, Muaz
b. Cebel ve Zeyd b. Sabit'tir.”[77]
Übey b. Ka'b,
Rasûlüllah (sav) zamanında idarî görevlerde de bulunmuştur. Rasûlüllah (sav)
onu Belî, Uzre ve Benî Sa'd kabilelerinin zekâtlarını toplamak üzere
görevlendirmişti. Übey b. Ka'b bu görevi esnasında karşılaştığı bir vakıayı
şöyle anlatır:
"Rasûlüllah (sav)
beni Belî, Uzre ve Benî Sa'd b. Huzeym b. Kadâa kabilelerinin zekatlarını
toplamak üzere gönderdi. Onların zekâtlarını topladım. Nihayet onlardan sonuncu
adamın yanına vardım. İçlerinde bu adamın evi ve köyü Medine'de Rasûlüllah
(sav)'e yakın olanı idi. Bu adam bana bütün malını topladı. Ben de zekât olarak
almaya henüz iki yaşına girmiş bir dişi deveden başkasını bulamadım. Kendisine
onu alacağımı söyledim. Mal sahibi,
"Bunun sütü de
yok, yük taşımak için de elverişli değil. Allah'a yemin ederim ki senden önce
zekât toplamaya gelen ne Rasûlüllah'a ve ne de onun elçisine mahmdan sütü
olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan bir deveyi vermedim. İşte genç,
semiz dişi deve. Onu al." dedi.
Ben ona, "Bana
emredilmeyen şeyi almam. İşte Rasûlüllah (sav) sana
Onlara manevî kuvvet, ruhî direnç
verirdi. Bir ziyaretinde Ammar (r.a.), Resûl-i Ekrem (sav) Efendimize:
"Yâ Rasûlallah
işkence son haddine vardı." dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz de ona:
"Sabret ey Ebü'l-Yekzan! Sabrediniz direnin ey
Yâsir ailesi!.. Sizin randevunuz/Size vadedilen yer Cennettir." buyurdu. Onlara yüce hedefler göstererek acılarına,
dertlerine ortak oldu.
Yine birgün Resûl-i
Ekrem (sav) Efendimiz, Ammar (r.a)'ın yanına uğradı. Ateşle dağlayarak ona azap
ettiklerini gördü. Mübarek eliyle başım sıvazladı ve:
"Ya Rab!.. Bu ateşi İbrahim'e berd ü selâm buyurduğun
gibi Ammar'a da serin ve zararsız eyle." diye dua etti.
Ne dehşet verici, ne
yürek dağlayan bir hadise!.. Hangi yürek dayanabilir buna?.. Amma ilâhî irâde
böyle... Kader çerçevesi böyle çizilmiş... Bir mücâdele vermek gerekiyor...
Allahû Teâlâ kulunda bu gayreti görmek istiyor... Buyuruyor ki:
"Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli
etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” [78]
"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden sadece iman
ettik demeleriyfe bırakılacaklarını mı sandılar?” [79]
Yâsir ailesi gün
geçmezdi ki işkenceye tâbi tutulmasın. Müşrikler, Sümeyye hatunu iki devenin
arkasına bağlayarak yerlerde sürüklediler. Ebu Cehil ve avânesi, kamçı vurarak
işkence ettiler. O gün anne ve babası ikisi birden şehadet şerbetini içti.
Tenleri kızgın çölde kaldı. Ruhları ise Cennete uçtu.
İslâm'in ilk şehidleri
olarak tarihe geçen Yâsir ailesi kıyamete kadar gelecek mü'minlere bu
davranışlarıyla tükenmeyen bir şeref, bir asalet bıraktılar. Onlar
"şehadet ailesi" idi. Geride gelenlere örnek oldular.
Ammar (r.a) kendine
yapılan zulüm ve cefaya direnmeğe devam etti. Birgün yine ona aklını
kaybedesiye, soluğu kesilinceye, derileri soyuluncaya kadar çok ağır işkence
yaptılar. Putlarını hayır ile yâd etmedikçe bırakmayacaklarını söylediler. O da
ölümden kurtulmak için onların istedikleri şekilde Lât ve Uzza lehinde
zarûreten konuşmak zorunda kaldı. Müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz
doğruca Rasûlüllah (sav) efendimizin huzuruna vardı. Başından geçenleri ağlayarak
anlattı. Efendimiz ona:
"Bu sözleri söylerken kalbini nasıl buldun?" diye sordu.
O da:
"Kalbimde Allah'a
imanda en ufak bir değişiklik olmadı." dedi. Bu cevap üzerine Efendimiz
(sav):
"Ammar'ı başından ayağına kadar iman kapladı,
iman kemiklerine işledi."
buyurdu.
Gözyaşlarını mübarek
elleriyle sildi. Kalbde iman yerleştikten sonra diliyle zarurete binaen
söylemenin imana zararı olmadığını hatta yine işkenceye uğrarsa aynı sözleri
söyleyebileceğini ona şu âyet-i kerime ile müjde verdi:
"Kalbi imanla dolu olduğu halde inkâra zorlanan
müstesna, inandıktan sonra Allah'ı inkâr edip gönlünü kafirliğe açanlara
Allah'ın gazabı vardır. Büyük azâb da onlar içindir.” [80]
O, ilk önce
Habeşistan'a daha sonra Medine'ye hicret etti. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz
onu Huzeyfe İbni Yeman (r.a) ile kardeş ilan etti. M.escid~i Nebevi'nin
inşâsında büyük gayretler gösterdi. İkişer ikişer kerpiç taşıdı. Efendimiz onu
yüzü gözü toz içerisinde görünce:
"Vah Ammar!.. Vah Ammar!.. Seni âsî bir topluluk
öldürecek, sen onları cennete, onlar ise seni cehenneme davet edecekler." buyurdu.
Ammar (r.a) Bedir'den
itibaren bütün gazvelerde bulundu. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Yemame
savaşında kulağı kopmuş sallanırken o yiğitçe savaşmağa devam etti. Dağılmak
üzere olan orduyu:
"Ey müslümanlar!..
Cennetten mi kaçıyorsunuz? Ben Ammar İbni Yâsir'im. Bu tarafa gelin." diye
haykırarak toparladı. Hz. Ömer (r.a) zamanında Kûfe'ye vali olarak gönderildi.
Hz. Ali (r.a) devrinde Sıffın'de 93 yaşlarında çarpışırken şehid düştü. Hz. Ali
(r.a.)'ın kıldırdığı cenaze namazından sonra oraya defnedildi.
O, uzun boylu, kara
yağız, ela gözlü ve geniş omuzluydu. Son derece sâde ve nezih yaşadı. Hiçbir
namazını kazaya bırakmadı. 62 hadis-i şerif rivayet etti. Buhari'de geçen bir
rivayeti şöyledir:
"Üç şeyi nefsinde toplayan kimse imanın tamamını
elde etmiş olur.
1- Kendi
aleyhine de olsa insafı elden bırakmamak,
2- Herkese
selâm vermek.
3- Fakir iken
bile sadaka vermek."
Cenab-ı Hak Ammar İbni
Yâsir (r.a)'in azim ve sebatını bizlere de lütfedip şefaatine nail eylesin.
Amin. [81]
Hz. Ammar İbni Yasir (r.a.)'den
bize miras kalan fıkıh, ikrah fıkhıdır. Ehl-i tevhidi inancından vazgeçirmek
için zorlama ve horlama, ehl-i küfrün karakteridir. Onlar, sürekli insanları
Allah'ın yolundan alıkoymak için uğraşırlar. Muvahhidler ise imanlarında
direnirler. İşte Hz. Ammar İbni Yâsir (r.a.), Allah yolunda meşakkat mektebinin
mezunudur. Etine ve kanına karışan imanı uğrunda şehid olmuştur. Direnerek
randevsu cennete gitmiştir. Şunu unutmayalım ki; küfre karşı iman hesabına
direnişin mükâfatı cennettir. Biz müslümanlar küfür cephesi karşsında dilenerek
değil, direnerek varoluruz.
Lafın dostu, çilenin
yabancısı dâva adamı olamaz. Dâva adamı, Hz. Ammar İbni Yasir (r.a.) gibi
inancını etiyle ve kanıyla besleyen insandır.
Âmir bin Füheyre hazretleri,
Tufeyl bin Abdullah'ın çobanıydı. Nice yıllar herşeylerini kaybedip,
insanlıklarını unutmuş kimselere hizmet'etti. Ama bütün hizmetlerinin
karşılığı, sadece karın tokluğuydu. Belki karınlar toktu, fakat ruhlar açtı.
Günler böyle
ızdıraplar içinde geçip gitti. Nihayet beklenen İslâm güneşi, Mekke'de doğdu ve
etrafa yavaş yavaş ışıklarını saçmaya başladı. İslâmla müşerref olanlar, Onun
ma'nevî lezzetini tattılar. Tadını alan bir daha onu bırakamadı. İnsan, kalbe
giren bu ilâhî aşktan ayrılabilir miydi? Bu ilâhî aşka tutulanlardan biri de
Âmir bin Füheyre hazretleriydi. Fakat köleydi ve sözde efendisi vardı. Kalbinde
duyup, vücudunun bütün zerrelerinde hissettiği îmân lezzetini aç ıkl ayam
azdı.
Âmir, "Bu vücut
mutlaka birgün toprak olacak, nefsin elinde bir oyuncak olan bu beden mutlak
çürüyecek, öyleyse bu dünyada bu kadarcık işkenceye dayanıversin" diye
düşündü. Bu düşünce zinciri akıp gitti. Artık Âmir bin Füheyre hazretleri, yüce
dînin emirlerini;yerine getirmeye başladı. Kınayanın kınamasından; kızanın
kızmasından çekinmedi. Bu yüzden çeşitli işkencelere mâruz kaldı.
Bilâl-i Habeşî ile
birlikte ağır işkencelere uğratılmış, kızgın güneş altında saatlerce
bekletilmişti. Bütün bu işkencelere rağmen îmânından zerre kadar ta'vîz
vermemiş, hak dînden geri dönmemişti. Bilâhare Hz. Ebû Bekir, onu satın alarak
âzâd etti.
Bu sırada müşrikler
iyice azıttılar. Müslümanlara her türlü işkenceyi, ezâ ve cefâyı yapmaktan geri
durmadılar. Nihayet İlâhî izin geldi. Allahû Teâlâ'nın Rasûlü, en yakım Hz. Ebû
Bekir ile Mekke-i Mükerremeden Medîne-i Münevvereye hicret edeceklerdi. Bu
emirle iki sâdık dost yola çıktılar.
Sevr mağarası önüne geldiklerinde Mekke çalkalanmakta, her taraf aranmaktaydı.
Rasûlullah (sav)'e yardımcı olanın canı tehlikedeydi.
Bütün bunlara mukabil
Amir bin Füheyre hazretleri, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e ait sütlü davarları uygun
vakitlerde mağaranın önüne getirdi. Peygamber efendimiz ve Hz. Ebû Bekir'in
yiyecek ve içeceğini temin etti. Böylece onlarla beraber hicret etme şerefine
de kavuştu.
Rasûlullah efendimiz,
Mekke'den Medine'ye hicret eden Müslümanları birbirine kardeş yaptığında, Amir
bin Füheyre'yi de Ensâr'dan Haris bin Evs ile kardeş yaptı.
Âmir bin Füheyre
hazretleri, Bedir ashabından oldu. Hicretten sonra, Medine'de bir araya gelen
Müslümanlar, gittikçe artarak kuvvetlenmekteydi. Bu vaziyet, müşrikleri iyice
endişelendirdi. Nihayet Müslümanlarla müşrikler arasında Bedir ve Uhud gibi
savaşlar oldu.
Amir bin Füheyre
hazretleri bu savaşların her ikisine katılmak saadetine kavuştu. Her iki savaşta
da Müslümanlar az olmasına rağmen, kendilerinden kat kat fazla olan düşmanı
mağlûb ettiler. Bununla beraber müşrikler boş durmadılar.
Hicretin dördüncü
senesi, Necd Şeyhi Ebû Berâ, Medine'ye gelip, Rasûlullah (sav)'e müracaat etti.
Kabilesine dînî bilgilen öğretmesi için muallimler istedi. Yetmiş kişilik bir
heyet hazırlanıp gönderildi.
Yetmiş kişilik
muallimler heyeti, Bi'r-i Maûne'de kuşatıldılar. Müslümanlar çepeçevre
kuşatıldıklarını anlayınca kılıçlarına sarıldılar. Ancak düşman çok
kalabalıktı. Ebû Berâ'nın kardeşinin oğlu Amir'in tertiplediği bu alçakça
hareket neticesinde, Ümeyye oğlu Amr'm dışında oradaki Müslümanların hepsi
şehîd oldu.
İslama hizmet etmek
için giderken, uğradıkları saldırıda, şehîd olanlar arasında yer alan, Amir bin
Füheyre'nin vaziyeti daha bir başkaydı.
Şehîd edilişi
sırasındaki gördükleri hâdiseyi, müşriklerin, kısa akil-larıyla anlamaları,
kavramaları zordu. Azgın müşriklerin, sırtından saplamış oldukları mızrak,
göğsünü yarıp çıkmıştı. Kanlar fışkırmaktaydı. Bu kan, alelade bir insan kanı
değil, Resûl-i Ekrem (sav)'in müsaadesiyle İslâm'ı ve Kur'ân-ı Kerîm’i
öğretmek için yola çıkmış bir sahabenin mübarek kanıydı. Cebbar bin Sülmâ
anlatır:
Müslümanlardan, beni
İslâm dînîne da'vet eden birine, arkasından mızrağımı sapladım. Mızrağımın
demirinin onun göğsünden çıktığını gördüm. Bu esnada kendisinin, "Vallahi
kazandım" dediğini işittim.
Kendi kendime,
"Adamı öldürdüğüm
halde, kazandığı ne acaba" dedim.
Mızrağımı çıkarıp Dahhâk bin Süfyân'a gittim. Amir'in sözünü naklettim. Dahhâk,
"Onun maksadı,
Cenneti kazandım demektir" dedi
ve Müslüman olmamı tavsiye etti. Ben de Müslüman oldum. Müslüman olmama
Amir'den işittiğim söz ve kendisinin göğe yükseltilmesi oldu."
Görüldüğü gibi,
sahâbe-i kiram nezdinde şehadet bir kazançtır. Şehadet, geride kalanlara bir
tevhid çağrısıdır. Tarih, şehadet çağrısıyla imana gelenlere de tanıklık
etmektedir. Şehadet, aynı zamanda Rabbani bir yükseliştir. Nitekim Cebbar ve
oradaki müşrikler, Amir bin Füheyre hazretleri şehadet şerbetini içtiği zaman,
onun semâya doğru kaldırıldığını görmüşlerdi. Böyle garip hâller olup, Amir bin
Füheyre hazretlerinin ruhu da Cennete uçup gitti. "Kurtuldum" sözünü
duyan Cebbar da müşrik topluluğu içinde tek îmâna gelen kimse oldu.
Allahû Teâlâ'nın
hikmetidir ki, hâdise neticesinde birisi şehîd olmuştur, diğeri ise hidâyete
ermiştir. Amir bin Füheyre şehîd olduğu sırada 40 yaşındaydı. Bi'r-i Maûne'de
müşrikler tarafından kuşatılan İslâm irşâd ekibi şehîd olacaklarım anlayınca,
dediler ki:
“Yâ Rabbî! Rasûlullah
efendimize durumumuzu haber verecek, burada senden başka kimsemiz yoktur. Selâmımızı
ona ulaştır yâ Rabbî! Yâ Rabbî! Rasûlün vasıtasıyla kavmimize haber ver ki:
"Biz Rabbimize kavuştuk. Rabbimiz bizden hoşnut oldu ve bizi de hoşnut
kıldı."
Rableri onlardan razı
oldu. Cebrail aleyhisselâm gelip durumu Rasûlüllah efendimize bildirdi ve dedi
ki:
Onlar, Rablerine
kavuştular, Rableri onlardan razı, hoşnut oldu ve onları da hoşnut kıldı."
Rasûlüllah efendimiz
Cebrail aleyhisselâmın bildirmesi üzerine;
"Ve aleyhisselâm" buyurdular ve hutbeye çıkarak, müşriklerin,
Müslümanlara yaptığı bu ihaneti, Ashâb-ı güzînin bu şekilde pusuya
düşürülmesini, onların şehîd olduklarını Medîne'de Ashâb-ı kirama bildirdiler. [82]
Biz Allah'ın arzında
Allah'ın dinine yardımcı olursak, Allahü Teâla esen rüzgarları bizim için
postacı kılar. Gidemediğimiz yerlere sesimizi, davtimizi ulaştırır.
Samimiyetten taviz vermeyenler, Rabbani ikramlara ererler.
Sahabe, takvası
cihadına sermaye olan nesildir. Yani sahabeler, takvaları miktarınca cihad
etmişlerdir. Sahabe, sesini, mesajını, takvasıyla, cihadıyla dünyaya duyuran
ehl-i keramet olan bir nesildir. Allah için çalışan, Allah yolundadır. Allah
yolunda olan da, Allah'ın ikramlarıyla müşerefftir.
Amr İbni Âs
radıyallahu anh akıllı, bilgili ve siyasette dahî bir devlet adamı...
"Mısır fâtihi" unvanıyla meşhur bir sahabedir. Atak bir kişiliğe
sahip zekî, fedakâr ve yiğit bir komutan...
O, Kureyş kabilesinin
Sehm koluna mensuptur. Müslüman olmadan önce Mekke'nin ticaret ve siyaset
hayatında önemli bir yeri vardı. Habeşistan Hükümdarı Necâşî ile dost idi.
Mekke'li müşrikler Habeşistan'a göç eden müslümanların iadesi için onu
Necâşi'ye elçi olarak gönderdi.
Onun İslâm'la
şereflenişi Mekke fethinden önce oldu. Şöyle ki: "Hendek savaşından sonra
İslâmiyet üzerinde düşünmeğe başladı. Ailesi, kabilesi hep müslümanların
aleyhinde idi. Fakat o eskisi gibi müslümanlara karşı durmuyordu. Hatta
kendisini kınayanlara: "Aldanıyorsunuz." diye cevap veriyordu. Birgün
çarşıda gezerken Halid İbni Velid ile karşılaştı. Fikrini ona açtı. Halid de
aynı düşünce içerisinde olduğunu söyledi. Birlikte Medine'ye Rasûlüllah (sav)
efendimizin huzuruna geldiler. İki Cihan Güneşi efendimiz onları görünce
sevinçten gözleri parıldadı. Ashabına dönerek:
"Mekke size ciğerparelerini attı..." buyurdu. Birlikte kelime-i şehadet getirerek İslâm'la
şereflendiler. Amr İbni As, Fahr-i Kâinat (sav) efendimize, önceki yaptıkları
günahların af edilip edilmeyeceğini sordu. Rasûl-i Ekrem (sav) efendimiz de:
"İslâm öncekileri saymaz..." buyurdu.
Amr İbni Âs (r.a.)
bey'at ettikten sonra aklını, dehâsını, becerisini ve cesaretini İslâm'ın
hizmetine verdi. Ömrünü hep savaş meydanlarında geçirdi. Fetih üstüne fetihler
gerçekleştirdi. Birgün iki Cihan Güneşi efendimize;
"Yâ Rasûlallah!
Bunca zaman İslâm'ın aleyhinde çalıştım. Bundan sonra İslâm'a girdiğim belli
ola..." dedi. Efendimiz de:
“Yakında, yakında.." buyurdu. Kısa
bir zaman sonra Amr İbni As'a:
"Ey Amr! Silâhını kuşan, elbiseni giy, hemen
yanıma gel" diye haber gönderdi.
Huzura geldiğinde Efendimiz ona:
"Ey Amr! Seni askeri birliğin başında bir yere
göndermek isterim. Senin için zenginlik dilerim. Allah sana selâmet versin,
çok sâlih mal ile dön." buyurdu.
O da:
"Ya Rasûlallah!
Ben mal için değil, cihada katılmak, yanınızda bulunmak için, müslüman oldum"
dedi. Bunun üzerine efendimiz:
"Ey Amr! Sâlih mal, sâlih kimsede ne
güzeldir." buyurdu.
Müslümanlığının
şuurunda olmak, kişiyi maceraperestlikten ve menfaatperestlikten kurtarır.
Maceraperest olup menfaatçılığa kaçanlar, kendi müslümanlıklarmın şuurunda
olmayanlardır. Amr İbni As (r.a.), kendi müslümanhğının şuurunda olan bir
kimsedir. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz onu babasının dayıları olan Beliy
kabilesi üzerine üçyüz kişilik bir kuvvetle gönderdi. Zâtüsselâsil denilen
yerde konaklayıp dinlendiler. Burada diğer kabilelerin birlik olup kendilerine
karşı büyük hazırlık yaptıklarını öğrendi. Medine'den yardımcı kuvvet istedi.
Efendimiz, Ebû Ubeyde
İbni Cerrah (r.a.) komutasında Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.anhüm)'in de bulunduğu
ikiyüz kişilik bir kuvvet şevketti. İki Cihan Güneşi efendimiz Ebû Ubeyde'ye
anlaşmazlığa düşmemelerini, birlikte hareket etmelerini tenbih etti. Beşyüz
kişilik kuvvetle Amr İbni As Beliy kabilesinin yurtlarını bastı. Düşmanlar
dağılıp kaçışmaya başladı. Mallarını alarak selâmet ve ganimet içerisinde
Medine'ye döndüler.
Zâtüsselâsil
seriyyesinden sonra Amr İbni Âs (r.a.) kendi kendine: "Rasûlüllah'ın
yanında benim yerim daha üstün olmasa herhalde beni Ebû Bekir ve Ömer'in basma
kumandan yapmazdı.” diye bir duyguya kapıldı. Bunu test etmek istedi.
Rasûlüllah (sav) efendimizin huzuruna vardı ve
“Yâ Rasûlallah!
Halkın, sana en sevgilisi kimdir?" diye sordu. Fahr-i Kâinat (sav)
efendimiz:
"Âişe'dir" buyurdu.
"Erkeklerden
kimdir?" dedi.
"Âişe'nin babası" buyurdu.
"Ondan sonra
kimdir?" dedi.
"Ömer" buyurdu. Bir kaç kez soru ve cevap şeklinde karşılıklı konuşma devam
etti. Nihayet kendi isminin en sonraya bırakılmasından korkarak sustu.
Amr İbni Âs (r.a.)
Mekke fethine iştirak etti. Huneyn'de bulundu. Suva ve Benî Hüzeyl
kabilelerinin putlarını parçaladı. İki Cihan Güneşi efendimiz onu bir mektupla
Umman hükümdarına elçi gönderdi. İslâm'ı tebliğ neticesinde Umman hükümdarı
müslüman oldu. Umman'a valî tayin edildi. Rasûlüllah (sav) efendimizin vefatına
kadar bu vazifede kaldı. Sonra Medine'ye döndü. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e bey'at
merasiminde bir konuşma yaptı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) onu küçük bir birliğin
başında Filistin bölgesine gönderdi. Ecnadin ve Yermük savaşlarına katıldı. Hz.
Ömer (r.a.) devrinde Filistin'i tam hâkimiyeti altına aldı. Kudüs'ü fethetti.
Fakat halk şehri Halîte Ömer'e teslim etti.
O, Mısır fethinin
stratejik açıdan zarurî olduğunu, Filistin ve Suriye bölgesinde mağlub olan
Bizans kumandan ve askerlerinden bir kısmının Mısır'a kaçtıklarım ve her an o
taraftan bir tehlike gelebileceğini Hz. Ömer (r.a.)'a anlattı. Mısır'ın fethine
halifeyi ikna etti. 640 M. tarihinde dört bin kişilik bir kuvvetle sınır
kasabası Feremâyı aldı. Zübeyr îbni Avvam (r.a.)'ın kumandasında 5000 kişilik
takviye kuvvetin yardımıyla Aynişems'te güçlü Bizans ordusunu imha etti. Daha
sonra İskenderiye'yi alarak Mısır'a hâkim oldu. Bu başarılarından dolayı
"Mısır fâtihi" unvanı verildi. Mısır'a vali oldu.
O, Mısır'da idarî ve
iktisadî düzenlemeler yaptı. Fustat şehrini kurdu. Kendi adıyla anılan camiyi
inşa etti. İlk defa bu camiye minare yaptırdı. Firavunların yaptırdığı eski
kanalı yeniden açtırarak Nil nehri ile Kızıldeniz'i birbirine bağladı. Hicaz'a
yirmi gemi yükü erzak gönderdi. Hz. Osman (r.a.) zamanında Mısır valiliğinden
alınarak Medine'ye getirildi. Hz. Ali (r.a.) zamanında vuku bulan Sıffın ve
Hakem olaylarında halife ile birlikte hareket edemedi. Muâviye (r.a.)'nin
valisi sıfatıyla tekrar Mısır'a döndü. Hz. Ömer (r.a.) onun devlet idaresindeki
kabiliyetini takdir ederek "Amr dünyada kaldıkça hep idareci
olmalıdır" derdi. Kişinin kabiliyeti, beceri ve başarısı hangi alanda ise
o alanda görev yapmalıdır veya görevlendirilmelidir. Kişinin kabiliyetinin
bulunmadığı bir alanda görev yapmaya kalkışması veya böyle bir alanda
çalışmakla görevlendirilmesi, İslâm ümmetinin hayrına değildir.
Hz. Amr İbni Âs (r.a.),
Rasûlüllah (sav)'den hadis de rivayet etmiştir. 40 küsur hadis-i şerif rivayet
eden Amr İbni Âs (r.a.) son hastalığında ziyaretine gelip hatırını soranlara
şöyle derdi:
“Ben İslâm'dan önce
büyük hatalar işledim. Rasûlüllah (sav)'e en sert kişilerden oldum. Eğer
müslüman olup Rasûlullah (sav)'in affına mazhar olmasa idim mutlak
cehennemliktim. Allah'a hamdolsun ki ona bey'at edip, teslim oldum. İslâm eski
yaptıklarıma bakmadı." Hz. Ali
(r.a.)'a yaptıklarından da nadim olarak:
"Ya Rabbi Senin
rahmetin olmazsa halim nice olur?" diye sızlanırdı. 658 m. tarihinde tevbe
istiğfar ederek, kelime-i tevhidi söyleyerek ruhunu teslim etti. Cenab-ı Hak
şefaatlerine nail eylesin. Amin. [83]
Sahâbe'nin hayat
seyri, yürek fethinden ülkelerin fethine doğru olmuştur. Onlar hem yürekleri
ve hem de ülkeleri fethetmişlerdir. Yüreklerin ve ülkelerin fethi hususunda
sahâbe-i kiram, örnek modeldir. Feth bilgisi, sahabe fıkhmdandır.
Hz. Amr İbnu Cemuh (r.a.),
Allah yolunda çocuklarıyla şehadet yarışma katılan bir sahabedir. Amr İbnu
Cemuh, cahiliyede Yesrib'ileri gelenlerinden, Celemeoğullarının efendilerinden,
Medine cömertlerinden, karakter sahibi biriydi. Cahiliye devrinde soylu
kişilerin evlerinde put bulundurma adeti vardı. Bunu her sabah ve akşam puttan
uğur dilemek, törenlerde kurban kesmek, saygı duruşunda bulunarak felaket
anlarında sığınmak vb. şeyler için yaparlardı. Amr'ın putu da Menat idi. Onu
kaliteli bir ağaçtan yapmıştı. Saygıda kusur etmez, ona en güzel kokuları
sürerdi.
Mus'ab İbnu Umeyr (r.a.)'ın
Medine'ye davetçi olarak gelmesinden kısa bir zaman sonra insanların bir çoğu
İslâm'a girdiler. O sırada altmış yaşını geçmiş olan Amr İbnu Cemuh'un oğulları
Muavvez, Muaz, Hallad ve eşi Hind de ondan gizli bir şekilde iman ettiler.
Kocası ve ondan başka
birkaç kişinin dışında kimsenin şirkte kalmadığını gören Hind (r.a.) sevip
saydığı kocasının şirk üzere kalmasını asla isteyemezdi. Amr İbnu Cemuh ise
çocuklarının atalarının dininden çıkıp Müslüman olmalarından korkuyordu.
Karısına:
"Hind, çocukları
sakın şu Mus'ab'la görüştürme" dedi. Kadın:
"Olur ama o
adamın anlattıklarını oğlun Muaz'dan dinlemek ister misin?" dedi. O:
"Vay be haberim
yokken Muaz da mı dinden çıktı?" diye sordu. Hind:
"Hayır, Mus'ab'ın
bazı toplantılarına katılıp söylediklerinden bazılarını öğrenmiş" cevabını
verdi. Amr:
"Muaz'i bana
çağır" dedi. Muaz babasının huzuruna gelip ona Fatiha suresini okuyunca,
aralarında şu konuşma geçti:
“Bu söz ne kadar
şahane, ne kadar güzel. Bütün sözleri böyle mi?”
“Hepsi birbirinden
güzel babacığım! Sen de ona bey'at eder misin? Halkın tamamı ona bey'at etti.”
“Menat'a danışmadıkça
bir şey yapmam. O ne derse öyle yaparım.”
“Babacığım Menat
konuşmaz ki onun dili ve aklı yok. O sadece bir ağaç.”
“Sana söyledim ona
danışmadan atalarımın dininden vazgeçmem.”
Derken Amr ağaçtan
yontma putun huzuruna geçip saygıyla fikrini sordu. Cevap alamayınca da onu
kızdırdığım zannedip bir kaç gün öfkesinin dinmesini beklemeye karar verdi. Bu
esnada çocukları da düşünmeye başladılar. Derken putu alıp Selemeoğullarının
tuvalet çukurlarından birine attılar.
Amr buna çok
hiddetlendi arayıp putu buldu. Temizleyip kokular sürdü ve aynı yerine koydu.
Aynı durum günlerce tekrar etti derken en son gün Amr, Menafin boynuna kılıcını
astı ve:
"Ey Menat!
Bunları sana kimin yaptığını bilmiyorum. Eğer sen de hayır varsa işte kılıç
kendini koru" dedi. Ancak aynı durum o gece de tekrarlanınca artık onu
tuvalet çukurundan çıkarmadı ve:
"Vallahi sen ilah
olsaydın bir tuvalet çukurunda olmazdın" dedi ve İslâm'a girdi. Amr
İslâm'ı tanıdıkça cahiliyede geçen dakikaları için pişmanlık gözyaşları
döküyordu. Artık o da iman ve İslâm'ın fedakâr bir hizmetçisi her mü'min gibi,
davanın yılmaz bir bekçisiydi.
Uhud savaşı için
cihada çağrı yapıldığında üç oğlu gibi Amr İbnu Cemuh da cihad için
hazırlanmaya başladı. Halbuki Amr (r.a.) o anda çok yaşlı ve bir ayağı tamamen
sakat idi. Bu yüzden çocukları onun mazur olduğunu anlatıp cihada katılmamasını
istediler. Bunun üzerine baba oğullarını şikâyet için Rasûlüllah (sav)'in
huzura çıktı ve:
"Ey Allah'ın
Rasûlü, şu benim oğullarım topal olduğumu bahane ederek beni bu hayırlı işten
alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben topallığımla cennete girmek istiyorum"
dedi. Rasûlüllah (sav) oğullarına:
"Ona engel olmayın. Herhalde Allah (c.c.) ona
şehitlik verecek" buyurdu.
Ordunun hareket vakti
gelince Amr (r.a.) hiç dönmeyecekmiş gibi hanımına veda etti, sonra kıbleye
yönelip şöyle dua etti:
"Allah'ım! Bana
şehitlik ver. Beni şehitliği kaybetmiş olarak aileme döndürme."
Savaşın kızışıp
müşriklerin Rasûlüllah (sav)'i kuşattığı sırada o tek ayağı üzerinde sıçrayarak
cihada devam ediyordu. Oğlu Hallad'la beraber Rasûlüllah (sav)'i koruyan
mü'minlerin ön safında çarpışırken bir taraftan da:
"Ben cenneti
istiyorum, ben cenneti istiyorum" diyordu. Derken ikisi de şehid olup
cenneti garantileyenlere katıldılar. [84]
Eski cahiliyye ile
çağdaş cahiliye putperstîikte müşterektirler. Çağdaş ve çağdışı cahiîiyenin
pulculuktaki benzerliği tartışmadan varestedir. Bu iki cahiliyenin tüm
safhalarında ciddi benzerlikler olduğu gibi putçulukta da benzerlik vardır.
Ancak önceki cahiliye hem teori hem pratikte tapınma kastıyla putçuluk
yapıyordu. Günümüz cahiliyesi ise tapınma düşüncesi taşımadığını söylese de
yaptığı tapınmadır. Bir diğer fark da şu:
Eski cahiliye o günün
iikel şartlarında inanarak putlara tapıyordu. Günümüz cahiliyesi ise inanmadığı
halde inadına putçulukta ısrar ediyor. Çok daha kötüsü ise günümüz
cahiîiyesinin, geçmişin cahiliyesinin tam tersine başkalarını da putçuluğa
mecbur etmeleridir. Sonuç olarak günümüz
cahiliyesi çok daha şedit, daha dayatmacı, daha vahşi ve dolayısıyla daha
ilkeldir.
Cahiliyye devrinin
adetlerinden birisi de, evde heykel bulundurma adetidir. Günümüzde mütedeyyin
aileler de dahil olmak üzere nicelen vitrinlerinde kedi, köpek, at, noel baba
ve benzeri heykeller bulundururlar. Bu cahiliye adeti kesin haramdır. Zaten
tapınma kastıyla olursa şirk olur. Kabartma olmayan tam boy canlı resimleri ise
mekruhtur. Yalnızca kız çocukların oynadığı bebekler müstesnadır. Bunlar
çocukta annelik duygu ve şefkatini geliştirdiğinden cevaz verilmiştir.
Müslüman insanın azad
kabul etmez sorumluluklarından birisi de, insanları anne, baba, kardeş, akraba
ayrımı yapmadan İslam'a davet etmektir. Davet ve davetçilik, mü'min insanın
kesinti kabul etmez faaliyet alanıdır. Davet ve tebliğ cihadın en müessir ve
günümüzde en mümkün olan kısmıdır. O yüzden asla ihmal edilmemelidir.
Mus'ab'ları bekleyen Amr'lar gibi günümüzde yüz milyonlarca insanın davet ve
tebliğ beklediği sırada Mus'ab yolunun yolcuları olması gerekenlerin
ihmalkârlık ve tembellikleri affı zor bir hatadır.
Davette davetçilerin
yardımlaşması, davet ahlâkından dır. Aile boyu davetçilik ve davetçilikte
dayanışma içerisinde bulunmak sahabe sünnetinden sayılır. Amr İbnu Cemuh (r.a.)'ın
ailesinde bu örneği net olarak gördüğümüz gibi aslında diğer ashâb da böyleydi.
Anneler, babalar, çocuklar, kısaca ailenin her ferdi İslâm'ın davetçisi, davet
yolunda diğerlerinin yardımcısı ve tamamlayıcısıydı. Biz de bu yönde kendimize
çeki düzen vermeliyiz. Davetçilikte birbirimizle yardimlaşmahyız. Birimizin
ikna edemediğini diğerimiz ikna edebiliriz.
Davetçinin davetinde
hikmet, siyaset ve sır sahibi olması gerekir. Hikmet, gerekeni gerektiği
şekilde gereken zaman ve zeminde ifa etmektir. Amr'ın müşrik olduğu ve İslâm'a
kininin olduğu sırada, hanımı Hind'in çocuklarının sırrını koruduğunu ve
imanlarını açıklamayı da hikmet ve siyasetle yaptığını görmekteyiz. Tabii
hikmet ayrı şey dâvadan taviz verme ve olur olmaz anlarda İslâm'ın gerçeklerini
eğip bükme ayrı şeydir. Hikmetle tavizi iyi anlayıp birbirine karıştırmamak
gerekir.
Cahiliyye insanı
basiretsizdir. Şirk ve cehalet inadı insanı kör, sağır ve ahmak eder. Öyle ki
şirk inadına tapılan taş, tahta, tunç ve benzeri nesnelerden yapılan putların
kendilerine bir fayda veya zarar verebileceği zehabına kapılır. Bazen de tüm
uyarı ve gerçeklere rağmen bu konuda ısrar edecek kadar ahmaklaşır. İnsan şirk
ve cahiliyeye bulaşmayıversin, asır yirminci de olsa otuzuncu da olsa yine aynı
körlük ve sağırlık devam eder. Günümüz cahiliyesinin geçmiştekinden bir farkı
da tevhid yolunu her vesileyle tıkayıp tahammül etmeyişi ve herkesi aynı körlük
ve sağırlığa icbarıdır.
Putlardan,
heykellerden yardım dilemek, ahmaklıktır. Kendini koruyamayan putlar,
başkalarının haklarını elbette koruyamaz. Aynı mesajı İbrahim (a.s)'ın putları
kırması kıssasında da net olarak görürüz. Özellikle son asır yalnızca putların
ve putlaştırılanlarm kendilerinin değil aynı zamanda onların yıllarca insanlara
dayattığı fikir ve sistemlerin de ne denli kof, neticesiz ve insanlık için baş
belâsı olduğunu iyice gün yüzüne çıkarmıştır. Komünist Rusya güdümündeki nice
ülkelerde heykellerin boynuna ipler bağlanıp yıkıldı. Ama putçuluk hala
tamamıyla yıkılamadı. Bazı ülkelerde ise hem putlar, hem de putçuluk
saltanatını devam, ettiriyor.
Ruhlarda putperstliğin
yıkılması, putların yıkılmasından daha önemlidir. Çünkü ruhlarda putperstlik
devam ettiği müddetçe putlar ve putlara tapanlar varolmaya devam edeceklerdir.
Ruhlarda devam eden
putperstliğin semeresini görmek heran mümkündür. Bakınız ülkemizde yıllarca
nurlu lakabıyla anılan, çok yetkili biri çıkıp Kur'an'm iki yüz otuz küsur
ayetinin bugün işlevinin olamayacağını iddia ediyor ve hemen akabinde de
"Allah'ın işine karışanı Allah (c.c.) çarpar" diyorsa bu çağımızdaki
fikri çelişkileri ve sapmaları anlamamıza yeter.
İnsanları Allahû
Teâla'ya davet kesintiyi kabul etmez. Davet ve tebliğde ısrar etmek esastır.
Amr İbnu Cemuh (r.a.)'ın hanımı ve çocuklarının davette ısrar edişlerinin
örneğini açık olarak görüyoruz. Her sahabenin işi ve mesleği ne olursa olsun
önce en mükemmel bir davetçiydi. Onlar davetin hakkını verdiklerinden dolayıdır
ki kısa sürede İslâm o kadar geniş coğrafyaya yayılmıştır. Onların
mirasyedileri olan bizler ise, evlerimizin içine dahi İslâm'ı hakkıyla
yerleştiremiyoruz. En yakınlarımız olan akraba, komşu ve arkadaşlarımıza karşı
dahi davet ve tebliğin hakkını veremiyoruz.
Allah yolunda şehadet
yarışı, ashâb-ı kiram'ın hayatında görülen bir erdemliktir. Bizler normal
hizmetlerde yarışamıyoruz, sahabeler şehid olma hususunda yarışmışlardır.
Müslümanların
sorumluluklarından birisi de örnek aile ve örnek anne ve baba olmaktır. İslâm
adına çocuklarına numune-i imtisal olamayan anne ve babalarda hayr yoktur.
islâm adına örnek
aile, mukaddesleri adına bedel ödeyen ailedir. Mukaddesat uğrunda bedel ödeme
örneğini Amr İbnu Cemuh (r.a.)'ın ailesinde görüyoruz. Bu Örnek ailenin tüm
bireyleriyle davet hizmetinde koşturduğunu görmekteyiz. Cihada çağrı
yapıldığında ise yetmişlik ve üstelik gayet sakat ve mazur olan baba da dahil
aile bireylerini cihad meydanında görüyoruz. Bu örnek aile hizmet yarışında
öylesine gayretlidir ki savaş kızışıp dâva liderinin hayatı tehlikeye
düştüğünde onun uğrunda canlarını feda ederek dâva uğrunda bedel ödemekten de
çekinmemişlerdir. İşte onlar ve işte biz. Can bir yana dâva uğrunda mallarımızdan
fedakârlıkta dahi çok geride kalan bizlerin hali gerçekten çok hazindir.
Müslüman insan için
Allah yolunda Cihad ve Şehadet aşkı, en mükemmel enerji kaynağıdır. Cihad ve
şehadet aşkını kaybedenler, Allah yolunda Allah davasına hizmet edemezler.
Şehadet, müslümanlarda
bir özlemdir. Şehadet, her sahabenin duasıydı. İmanı kavrayan her mü'minin de
rüyası olmalıdır. Sadece kuru kalabalıklar oluşturan tembel ve pısırık sağlamlardansa
Amr İbnu Cemuh (r.a.) misali topal yiğitler yeğdir ve bugün onlara çok ihtiyaç
var. Yalnızca Filistin, Keşmir ve Çeçenistan'da değil her yerde o yiğitlere
ihtiyaç var. Rabbim o yiğitlerin hayatıyla hayat bulanlardan eylesin. Müslüman
bedeni olarak sakatta olsa, cihaddan, cihad etmekten ve şehadet arzusundan ve
talebinden vazgeçemez. Cihad meydanında dağınıklığın yaşandığı o zor anlarda
Amr İbnu Cemuh (r.a.)'ı görenler anlatıyor: "Tek ayağının üzerinde
sekiyor, akıllara durgunluk verecek bir azim ve enerji ile savaşıyor;
"Cennet azmiyle doluyum. Cennet hasretiyle yanıyorum", diyordu.” [85]
Sahabe, sevabta
cenneti bulan nesildir. Tabiî ki, sevdası sevab olana cennet cevap olur!
Hz. Âsim bin Sabit,
Rasûlüllah (sav)'i görmüş ve ona iman etmiş bir İslam inkılapçısıdır. Ashâb-ı
Kirâm'ın muhâriblerden olan Âsım'ın, babası Sabit, künyesi Ebû Süleyman'dır.
Annesi Şemûs binti Ebî Âmir'dir. Doğum tarihi belli değildir. Asım, hicretten
önce îmân etmiştir. Ensârdan, yanı Medînelidir. Asr-ı saadette kütür ve şirk
karanlıklarından kurtulup, İslâm nûmna kavuşanların hayatlarında, tamamen bir
değişiklik oluyor ve eski hayatlarıyla alâkalı her şeyi terk ediyorlardı.
Müslüman olmadan önceki hayatlarını hatırlatan bir hâdise onlara büyük bir
ızdırap veriyordu. Bu durum Akabe bey'atmdan önce Müslüman olan Medîneli Âsim
bin Sâbit'te de kendini göstermişti.
Âsim Müslüman olduktan
sonra, hiç bir müşrike dokunmamaya ve müşriklerden hiçbirini de kendine
dokundurmam aya karar vermişti. Bu kararında sabit olması için de devamlı
olarak Allahû Teâlâ'ya duâ ediyor, yalvarıyordu.
Âsim bin Sâbİt Bedir
savaşına katılmış, büyük kahramanlık göstermişti. Peygamber efendimiz, Bedir
gazasının gecesinde Ashâb-ı kirama nasıl harp edileceğini, harpte hangi usûlü
takip edeceklerini sordu. Âsim bin Sâbit eline yayı ve oku alarak dedi ki:
“Yâ Rasûlallah, Kureyş
kavmi 100 metre veya daha yaklaştıkları zaman yayla okları kullanırız.
Kureyşliler, bize taş yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman taşla
mücâdele ederiz. Mızrak yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman, mızrak
kırılıp parçalanmcaya kadar mızrakla mücâdele ederiz. Kırılınca mızrağı
bırakır, kılıçlarımızı sıyırır ve kılıçla çarpışmaya tutuşuruz."
Peygamber efendimiz
(sav) bunu beğendiler ve buyurdular ki;
“Harbin îcâbı budur. Bu tarzda çarpışılması lâzımdır.
Çarpışan
ve
vuruşan Asim'm çarpışması gibi çarpışsın!"
Bedir harbi bu şekilde
yapıldı ve meleklerin de yardımıyla Allahû Teâlâ zafer ihsan eyledi. Âsım bin
Sabit bu gazada Kureyş'in ileri gelenlerinden Ukbe bin Muayt'i öldürdü. Bu
Ukbe Mekke'de Peygamberimizi boğmaya kalkmış ve hayatına son vermek için
çalışmış azılı müşriklerden idi.
Peygamberimizin
hicreti üzrerine:
“Ey Kusvâ
(Peygamberimizin devesinin adı) adındaki devenin binicisi! Hicret edip bizden
uzaklaştın. Fakat pek yakında beni atlı olarak karşında göreceksin. Mızrağımı
size saplayıp onu kanınızla sulayacağım. Kılıçla hiç örtülü yerinizi
bırakmayacağım,” ma'nâsma gelen beytler söyledi.
Peygamberimiz onun bu
sözlerini işitince:
“Allah’ım! Onu yüzü koyun, burnunun üzerine düşür!” diyerek duâ etti.
Ukbe bin Ebi Muayt,
Bedir'de Cureyş ordusunun yenildiğini anladığı zaman, kaçıp kurtulmak için
atını sürdü. Fakat hayvan hiçbir şey yokken birden ürkmüş ve Onu yere vurmuştu.
Rasûlullah’ın duası gerçekleşmişti. Abdullah bin Seleme de onu esir etmişti.
Peygamberimiz Âsim bin
Sâbit'e Ukbe'nin cezalandırılmasını emretti. Ukbe dedi ki:
“Yazıklar olsun sana
ey Kureyş cemâ'atı. Şunlar arasında neden bir tek ben cezalandırılıyorum?”
Peygamberimiz buyurdu:
“Allah ve Rasûlüne olan düşmanlığından dolayı
cezalandırılıyorsun.”
“Yâ Muhammedi
Kavminden.herkese yaptığını bana da yap. Onları öldürürsen beni de öldür.
Onlara emân verirsen bana da emân ver. Onlardan kurtulmaları için para alırsan,
onlar gibi benden de al. Yâ Muhammedi Sen beni öldürürsen, küçüklere kim
bakacak?
Onları Allah'a bırak.
Ey Âsim git onun cezasını ver!”
Asım bin Sabit gidip
Ukbe'nin cezasını verince Peygamberimiz buyurdu ki:
“Vallahi; Allahı, Rasûlünü ve Kitabını inkâr eden,,
Peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senden daha kötü bir adam bilmiyorum.”
Âsim bin Sabit,
Uhud'da da bulundu ve Rasûlüllah (sav)'ın has okçularından idi. Bu savaşta
Rasûlüllah (sav)'ın yanından bir an bile ayrılmayan, O'nunla beraber sebat
eden bahtiyarlardandı. Bu gazada müşriklerin sancaktarlarından Müsâfi bin
Talhâ ile kardeşi Haris bin Talhâ'yı ok ile öldürdü.
Bunların anneleri
Sülâfe binti Sa'd, Hz. Âsım'ın kafatasından şarap içmeyi nezrederek yemîn etti
ve Onun başını kendisine getirene yüz deve vermeyi vaad etti.
Uhud savaşında bazı
yakınları ölen müşrikler de, Müslümanlardan bunların intikamını almak
istediler. Alçakça bir plân hazırladılar. Hemen de plânı tatbike koydular. Bu
maksatla bir heyet Medîne'ye giderek Rasûlullahm huzuruna çıkıp ricada
bulundular:
“Yâ Rasûlallah! Bizim
kabilelerimiz, İsîâmiyeti kabul ettiler. Yalnız Kur'ân-ı Kerîm öğretmenine
ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İsîâmiyeti, Kur'ân-ı Kerîm'i öğretecek kimseler
yollar mısınız?”
Sevgili Peygamberimiz
kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsim bin
Sabit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî
Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târik, Muattib bin
Ubeyd de bulunuyordu.
Bu öğretmenler
kafilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl kabilesi
topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konakladılar...
Bu sırada yanlarında
bulunan Adal ve Kare kabilesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından
ayrıldı. Hemen Lıhyanoğularına gidip haber verdi.
Çok geçmeden kafilenin
etrafı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkıya oradaydı. "Bize öğretmen
lâzım!" diyenler, çekip gittiler. O güzide Müslümanları, eşkiyâ ile karşı
karşıya bıraktılar...
Lıhyanoğulları
mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple,
"Teslim olun!
Canınızı kurtarın!" teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri onları
Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekkeli
müşrikler kendilerine demişlerdi ki:
“Yakaladığınız her
Müslüman için, değerinden fazla para öderiz!”
Bunu Müslümanlar da
duymuşlardı. Âsim bin Sabit, Mersed bin Ebî Mersed ve Hâlid bin Ebî Bükeyr:
“Hiç bir zaman
müşriklerin ne sözlerini, ne de akidlerini kabul ederiz, diyerek müşriklerin
tekliflerini reddettiler.” Asım
bin Sabit dedi ki:
“Ben hiçbir zaman
müşriklere el sürmemeye ve müşriklerden hiçbirini de kendime dokundurmamaya
karar vermiştim. Onların sözlerine kanarak kâfirlere teslim olmam.”
Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti:
“Allahım! Peygamberini
durumumuzdan haberdâr et!”
Allahû Teâlâ, Hz.
Âsım'ın duasını kabul buyurdu ve Resûlüllah efendimiz onlardan haberdar oldu.
Asım bin Sabit
müşriklere haykırdı:
“Biz ölmekten
korkmayız! Çünkü dînimizde basiretliyiz. Ölünce şehîd olur Cennete gideriz!”
Müşriklerin ileri gelenlerinden Süfyân
bağırdı:
“Ey Asım, kendini ve
arkadaşlarını zayi etme, teslim ol!” Asım bin Sabit ok atmak suretiyle cevap
verdi. Ok atarken:
“Ben güçlüyüm hiç
eksiğim yok. Yayımın kalın teli gerilmiştir. Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir.
Mukadderatın hepsi başa gelicidir. İnsanlar er-geç Allahû Teâla'ya rücû edicidir.
Eğer ben sizinle çarpışmazsam anam üzüntüsünden aklını kaybeder, ma'nâsmda
şiirler söylüyordu.”
Hz. Asım'ın sadağında
yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince birçok
müşriği mızrağıyla delik deşik etti. Öyle bir an oldu ki mızrağı da kırıldı.
Hemen kılıcını sıyırdı, kınını kırıp attı. Bu, "Ölünceye kadar
döğüşeceğim, teslim olmayacığım" manâsına gelirdi. Sonra da şöyle duâ
etti:
“Allahım! Ben bugüne
kadar senin dînini koruyup hıfzettim, sakladım. Senden bu günün sonunda, benim
etimi, vücudumu koruyup, hıfzetmeni niyaz
ediyorum. Çünkü Uhud'da öldürdüğü iki kardeş olan Haris ve Müsâfi’ bin
Talhâ'nın anneleri Hz. Âsım'ın kafatasından şarap içmeye yemîn etmiş ve
kafasını getirene yüz deve vermeyi vaad etmişti. Müşrikler bunu biliyorlardı.”
Âsim bin Sâbit'in ve
diğer Ashabın Allah Allah nidaları, dağları inletiyordu. İkiyüz kişiye karşı
on mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yaklaşanlar yaptıklarının cezasını
görüyorlardı. Asım bin Sabit en sonunda iki ayağından yaralanıp yere düştü.
Kâfirler, Âsim bin Sâbit'ten o kadar korkmuşlardı ki yere düşünce bile
yaklaşamadıkları için uzaktan ok atarak şehîd ettiler.
O gün orada mevcut
bulunan on sahabeden yedisi şehîd oldu, üçü esir edildi. Lıhyanoğulları Sülâfe
binti Sa'd'a satmak için Âsim bin Sâbit'in başını kesmek istediler. Fakat
Allahû Teâlâ, Hz. Âsim bin Sâbit'in duasını kabul buyurdu ve mübarek cesedine
müşrikler el süremediler.
Allahû Teâlâ bir arı
sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsim bin Sâbit'in üzerinde durdular. Hiç bir müşrik
yanına yaklaşamadı.
“Bırakın akşam olunca
arılar onun üzerinden dağılır, biz de başını alırız,” dediler.
Akşam olunca Allahû
Teâlâ hiç bulut yok iken bir yağmur gönderdi. Görülmemiş bir yağmur yağdı. Sel
geldi ve Âsim bin Sâbit'in cesedini alıp götürdü. Cesedin nerede olduğu
bilinemedi. Ne kadar aradılarsa da bulunamadı. Bunun için müşrikler Âsim bin
Sâbit'in hiçbir yerini kesmeye muvaffak olamadılar.
Lıhyanoğulları, Hubeyb
bin Adî ile Zeyd bin Desinne'yi Mekkelilere sattılar. Onlar da bu iki sahâbîyi
asarak şehîd ettiler.
Arıların, Âsım'ı
korudukları hâdisesi zikredildiği zaman Hz. Ömer buyurdu ki:
“Allahû Teâlâ elbette
mü'min kulunu muhafaza eder. Âsim bin Sabit, sağlığında müşriklerden nasıl
korundu ise Allahû Teâlâ da ölümünden sonra onun cesedini muhafaza edip
müşriklere dokundurmadı."
Bunun için Âsim bin Sabit
anılırken, "Hamiyyü'd- Debr Anların koruduğu kimse" diye anılırdı. [86]
Bu dünyada Allahû Teâla'nın
dinine sahip çıkanlara Allahû Teâla da sahip çıkar. Allahû Teâla'nın sahip
çıktığı kimselere, münkir ve müşrik zorbaların gücü yetmez. Allahû Teâla
dostlarına ikramda bulunur. Onun ikramı ve yardımı muhteliftir. Yeter ki mü'min
onun ikramına layık olsun.
Ensar'dan olan bir
sahabedir. Babası Âzib olup Hâriseoğulları'ndandır. Künyesi Ebu Ammare'dir.
Nesebi, Berâ' b. Âzib b. Adiy b. Ceşm b. Mecdia b. Harise b. Haris b. Hazrec b.
Amr b. Mâlik b. Evs'tir.
Hicret'ten önce
müslüman oldu. Uhud savaşından itibaren bütün gazalarda bulundu. Sıffın'de Hz.
Ali tarafında yer aldı. Rasûlullah'ın ashabından Medine'ye ilk gelenler Mus'ab
b. Ümeyr ile İbni Ummi Mektum'du. Bu zatlar Berâ'nın da bulunduğu Medineliler'e
Kur'an okuyorlardı. Rasûlüllah (sav)'ın bir gazvesine katıldı. Veda haccından
önce Berâ, Hz. Hâlid b. Velid ile birlikte Yemen'e gitti. Daha sonra oraya gönderilen
Hz. Ali (R.a.) ile geri döndü. Hz. Ali'nin hilafeti sırasında Kûfe'de
bulunuyordu. Hicret'in yetmişüçüncü yılında orada vefat etti. Muhammed b.
Mâlik, onun parmağında altın yüzük taşıdığını naklederek onunla olan konuşmasını
anlatır:
"Herkes itiraz
ederek niçin altın yüzük taktığını sorduklarında Berâ1 cevaben Bir gün
Rasûlüllah (sav) ganimet dağıtırken elindeki altın yüzüğü bana verip,
"Âl bunu, Cenâb-ı Hak ile Rasûlü'nün sana taktığı
bu yüzüğü parmağında taşı"
buyurdular. Şimdi siz ne diye bana Rasûlüllah (sav)'ın parmağıına taktığı bu
yüzüğü çıkar diyorsunuz?" dedi.
Berâ b. Âzib (R.a.)'in
rivayetine rağmen, İslâm alimleri erkekler için altın yüzük takmanın haram
olduğuna kail oldular. Yine erkek ve kadın için altın ve gümüş; kaplarda, yazı,
süs vasıtalarında kullanmak mezheb imamlarının ittifakı ile caiz değildir.
Meselâ; altın ve gümüş kaplarda yemek, içmek, abdest almak, kokulanmak caiz
olmadığı gibi, altın ve gümüş
saatleri, kalemleri, büro malzemelerini kullanmak da caiz değildir. Evleri ve koltuk
takımları gibi eşyayı altın veya gümüşle süsleme de caiz olmaz. Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur:
“Altın ve gümüş kaplardan içmeyiniz, bunlarda yemek
yemeyiniz. Şüphesiz bunlar dünyada müşriklere, âhirette de size aittir.”[87]
“Gümüş kaptan içen kimse, ancak karnına cehennem
ateşini yudumlamış olur.”[88]
Şâfıî ve Hanbelîlere
göre ise, bu kapları mücerred edinmek de meşru görülmemiştir. Çünkü edinme
bunları kullanmaya sebep olur. Ancak zaruret veya ihtiyaç sebebiyle bazı âlet
ve edevatı altın veya gümüşle kaplamak, yaldızlamak, diş tedavisinde kullanmak
caizdir.[89] İpekli giymek, altın
yüzük takmak erkeklere caiz görülmemiştir. Rasûlüllah (sav):
"Altm ve ipek ümmetimin kadınları için helâl,
erkekleri için ise haramdır"
buyurur. [90] Hz. Ali, Hz. Peygamber
(sav)'in altın yüzük takmayı yasakladığını [91] İbn
Abbas ise Rasûlüllah'ın bir adamın elinde altın yüzük gördüğünü, bunu
çıkardıktan sonra;
"Sizden biriniz elinde ateşten bir parçayı
taşımak istiyor" buyurduğunu
nakleder.[92] İslâm uleması, Berâ b.
Âzib (R.a.)'den gelen rivayeti şöyle değerlendirmiştir: Altm yüzük kullanmanın
haramlığına kail olan fukahâ bu Berâ b. Âzib (R.a.)'den gelen hadise karşı iki
türlü cevap veriyorlar:
1) Mubah
olan nass ile haram olan nass tearuz ettiğinde haramın tercih edilmesi bir
asıldır.
2) Rivayet olunan
Berâ b. Âzib vakıası, altın yüzük kullanmanın haram edilmezden evvel cereyan
etmiş bir hadisedir. Fakat ikinci cevab, birinci kadar kuvvetli değildir. Çünkü
Berâ Hazretlerinin parmağmdaki altın yüzük çok görülerek kendisinden bunun
niçin kullanıldığının sorulması bunun kable tahrim/haram olunmadan önce değil
belki haram olmasından sonra cereyan etmiş bir .hadise olduğuna delalet eder. Birinci
cevap ise kuvvetlidir. [93] Yani
İslâm'da erkeklerin altın yüzük kullanmaları haramdır.
Sahabelerin kendi arkadaşları Berâ b.
Âzib (R.a.)'i sorgulamalarının sebebi de, İslâm'da erkeklerin altın yüzük
takmalarının haram olmasıdır.
Berâ b. Âzib (R.a.),
Resûl-i Ekrem (sav) ile birlikte 15 sefere iştirak etmek şerefine nail olmuştur.
[94] Onun
hayatı cihad etmekle geçmiştir. O, ashâb-ı kiram'ın faziletlilerindendir. Rasûlüllah
(sav)'in hadis-i şeriflerini neşr ve tamime gayret ederdi. Berâ b. Âzib (R.a.),
Hz. Peygamber'den 305 hadîs rivayet etmiştir. Bunlardan yirmiikisi Buhârî ile
Müslim tarafından rivayet edilip muttefekun aleyhtir;
Berâ b. Âzib (R.a.),
Rasûlüllah (sav)'in hadislerini dikkat ve titizlikle rivayet edenlerdendi.
Kendisi Rasûlüllah (sav)'den rivayet ettiği hadisleri dikkatle tetkik ederdi.
Bir gün Resûl-i Ekrem (sav)'den şu duayı öğrenmişdi. Rasûlüllah (sav) ona:
"Gece yatacağın zaman abdest al, sağ tarafına yat
ve şu duayı oku" buyurmuş, ondan
sonra duayı da talim etmişdi. Duâ şudur:
"Ya Rabbi! Bütün mukadderatımı sana teslim etmiş,
bütün işlerimi senin kudretine bırakmış, varlığımı sana dayamış, bunu sana
muhabbetim ve senden korkum yüzünden yapmış bulunuyorum. Ya Rabbi! Senin
indirdiğin kitaba inandım ve gönderdiğin Peygambere İman ettim.” [95] Hz.Berâ b. Azim (R.a.) bu duayı Rasûlüllah (sav)'den
dinledikten sonra onu tekrar etmiş, yalnız duanın sonundaki Nebi yerine Rasûl
kelimesini kullanmış. Rasûlüllah (sav) de ona Rasûl yerine Nebî kelimesini
tekrar ettirmiştir. Hz. Berâ b. Âzib (R.a.)'in Rasûlüllah (sav)'in hadislerini
rivayet etme hususunda ne kadar ihtiyatlı ve dikkatli davrandığını onun şu
beyanatından anlamak mümkündür. Hz. Berâ der ki:
Biz bütün hadis-i
şerifleri Rasûlüllah (sav)'den duyardık. Bazan arkadaşlarımız bize onun
hadislerini naklederlerdi. Çünkü bazan bu sıralarda biz hayvanlara çobanlık
ederdik. [96] Onun için Hz. Berâ
(R.a.), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Bilâl ve Hz. Âzib Allah hepsinden
razı olsun hadis rivayet etmiştir. Tabiin neslinden Berâ b. Âzib (R.a.)'a
öğrencilik eden bir çok kimse vardır. Onun meclisinde yalnız hadis-i şerifler
irad olunmaz, bundan başka Kur'an ayetleri, fıkıh meseleleri de mevzubahis
olurdu. Bir gün Hz. "Berâ b. Âzib (R.a.) meclisinde;
"Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” [97] ayeti kerimesi mevzu bahis olunmuştu.
Mecliste bulunanlardan
bir zat, şu suali sordu:
“Müşriklere hamle eden
bir adam kendisini tehlikeye atmış olur mu?" Hz. Berâ b. Azib (R.a.) cevab
verdi:
“Hayır, biz Allah
yolunda cihad etmekle memuruz. Fakat ellerimizle kendimizi tehlikeye atmaktan
maksad, para hapsetmek hususunda tehlikeye atılmaktır.” [98] Berâ
b. Âzib (R.a.)'ın ahlâk ve âdatına hakim olan esas sünnete ittiba idi.
Rasûlüllah (sav)'in yaşantısına özel bir önem veriyordu. Çocuklarına da aynı
duyguları aşılamaya çalışıyordu. Berâ b. Azib'in oğlu Yezid naklediyor:
"Bir gün babam
bizi topladı, geliniz oğullarım, size Rasûlüllah (sav) nasıl abdest alırdı, onu
göstereyim, dedi. Çünkü sizinle bundan sonra ne kadar kalacağımı
bilemiyorum"
Hz. Berâ b. Azim
(R.a.), bütün oğullarını topladıktan sonra su getirtmiş, abdest almış ve
çocuklarına:
“İşte Rasûlüllah (sav)
böyle abdest alırdı. Rasûl-i Ekrem, abdest aldıktan sonra hanesine girmiş,
namaz kılmış sonra mescide çıkmış, namazın kılınmasını emretmişti Ezan okunmuş,
öğle namazını kılmıştık. Hatırımda kaldığına göre, Rasûlüllah (sav) Yasin suresinden
âyetler okumuşlardı. Daha sonra bize ikindi, akşam, yatsı namazını kıldırmışlardı.
İşte Rasûlüllah (sav) böyle abdest alır, böyle namaz kılardı.” [99]
Görüldüğü gibi, Ashâb-ı Kiram, aile içinde sünnet muallimidir. Dolayısıyla
sahabelerin yolunda gidenler, Rasûlüllah (sav) 'in sünnetini ve siretini
tatbikaîlı olarak çocuklarına öğretmeye çalışan sünnet muallimleridir.
Çocuklarını Rasûlüllah (sav)'in siret ve sünneti ile tanıştırmayan ve onlara
öğretmeyenler, Ashâb-ı Kirâm'ın yolundan ayrılanlardır.
İslâm ümmetinin
evrensel istiklal marşını müslümanlara okuyan bjr İslâm inkılapçı sı dır. Hz.
Peygamber'e ilk İman edenlerden biri ve sonradan ona müezzin olan sahabedir.
İslâm tarihinde unutulmaz yeri olan Bilâl-i Habeşî, aslen Habeş'lidir. Anasının
adı Hamâme, babasının'adı Rebah, künyesi Abdullah'tır.
Bilâl, İslâm'ın ilk
tebliğ yıllarında Ümeyye b. Halefin kölesiydi. İslâm'ın ortaya çıktığı yıllarda
bir çok kimse, soy ve soptarınm yüksekliğine, şirk toplumu içindeki
nüfuzlarına bakarak kavim ve kabile taassubuna düşmüş, İslâm'a cephe almış ve
sapıklıkta kalmışlardı. Bilâl b. Rebah gibi kimseler de zayıf ve acizliklerine
rağmen hak davete uyup şirkten kurtulmuşlardı. İşte Bilâl b. Rebah (r.a.) İslâm
davetine ilk icabet edenlerden biriydi.
Hz. Bilâl (r.a.),
yanında köle olarak bulunduğu Ümeyye b. Haleften habersiz geceleri Kur'an
öğrenmeye gidiyordu. Geceleri Kur'an öğrenmeye gitmeden önce Kabe'ye uğrar
oradaki putlara tükürür, inkâr ettiğini söyler öyle giderdi. Çünkü putları inkâr
etmeden iman sahih olmadığı gibi, Kur'an eğitimi de sahih olmaz. Putları,
Tağutları reddetmek, inkâr etmek, Allah'a imanın ilk rüknüdür. Bu rükün
gerçekleşmeden Allah'a iman gerçekleşmez.
Ümeyye b. Halef,
kölesi Bilâl'in müslüman olduğunu anladıktan sonra, onu İslâm'dan çevirmek için
yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir
yanardağ kesildiği anda, Bilâl'i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, göğsüne
kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi:
"Muhammed'e
küfret; Lat ve Uzza'ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece
kalacaksın."
Bilâl'in kızgın kumlar
üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında
saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu sözler dökülürdü:
"Allahu Ahad,
Allahu Ahad", Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü.[100]
Mü'min kişi imanının kuvveti oranında kâfirlerle ve kâfirlerin işkenceleriyle
muhatab olur.
O, geçim için, makam
ve mevki için başka ilâhlara sığınmazdı. O biliyordu ki hüküm Allah'a aittir,
rızık Allah'a aittir. Öldürmek ve yaşatmak Allah'ın elindedir. Geçici dünyanın
çıkarları için put ve tağutları tasdik etmek ve bu arada imandan bir cüz de
Allah'a ayırmak iman için yeterli değildir. Tam ve kâmil anlamda hükmün,
öldürmek ve diriltmenin Allah'a ait olduğunu rızık verenin yalnız Allah
olduğunu, Allah'ı bütün sıfatlarıyla tanıyıp ona göre iman etmedikçe ve bu
uğurda gelecek sıkıntı ve ezalara katlanmadıkça imanda kemâle ulaşmanın mümkün
olmadığını biliyordu. Bilâl, rızık ve ölüm korkusu taşımıyordu. Yalnız
Allah'tan korkuyor ve yalnız ondan ümid ediyordu. îman en büyük güçtür. O gücü
elde eden bütün kâinata meydan okuyabilir. Allahû Teâla'ya giden yol en doğru
yoldur. Arifsen sen de kalbini imanla doldur!
Ehl-i küfrün işkence
ve baskıları karşısında mü'min insanı ayakta tutan güç, mü'min insanın
kalbindeki imanıdır.İşkence altında kıvranan Bilâl (r.a.)'a rastgelen Varaka b.
Nevfel,
"Vallahi ey
Bilâl, Allah birdir, Allah birdir. " der, sonra da müşriklere dönerek:
"Siz onu bu
yüzden Öldürürseniz, biz onu, kendimize örnek alırız." derdi.[101]
Bilâl'in efendileri
olan Mekkeli müşrikler onu, çoluk çocuğun oyuncağı yapmışlardı, ona işkence
edenlerden biri de Ebu Cehil'di. Ama Bilâl'e yapılan işkenceler sırasında
gösterdiği sabır ve tahammül hepsini şaşkına çevirirdi. Nasıl oluyor da bu
derece ağır işkencelere katlanabiliyordu.
Ümeyye b. Halefin
Bilâl'e yaptığı işkencelere çok üzülen Hz. Ebû Bekir (r.a.) ona bu işkenceden
vazgeçmesini söylemiş o da;
"Onun ahlâkını
bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir" demişti.
Bunun üzerine Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) ona şu cevabı vermişti:
"Benim yanımda
senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir.
İstersen onu al ve bunu bana ver." Ümeyye bu teklifi kabul edip öteki köleyi
aldı ve Hz. Bilâl'i Hz. Ebû Bekir'e verdi. Başka bir
rivayette
Hz. Ebu Bekir'in
onu yedi ukiyeye
satın alıp azat ettiği kaydedilir. [102]
Bilâl'ı Rasûlüllah'ın
yanına götürüp azat etmiş ve Bilâl işkenceden kurtulmuştu. Elbette bu Allah'ın
bir takdiridir. Bilâl Hz. Ebû Bekir'e bu sebeple borçlu değildir. İki mümin de
görevlerini yapmışlar. Allah da onlara ecrini vermiştir. Hz. Ömer şöyle der:
"Efendimiz Ebu Bekir, yine efendimiz
Bilâl'i azad etti.” [103]
Bilâl daha sonra diğer
ashâb ile birlikte Medine'ye hicret etti. Orada Sa'd b. Hayseme'ye misafir
oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Bilâl'e de Abdullah
b. Abdurrahman el-Has'amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde
sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer devrinde Şam'da bulunduğu sırada maaş
olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu. [104]
Bilâl, Rasûlüllah
(sav)'in müezzini olarak tanınmaktadır. Ve sık sık ezanı Bilâl'e okuttururdu.
Hatta sabah ezanındaki (Namaz uykudan hayırlıdır) ibaresini Bilâl ezana eklemiş
Rasûlüllah (sav);
"Bilâl, bu ne güzel söz!" diye onu tasvip etmişti. [105] Hz.
Bilâl, Rasûlüllah'ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl,
Mekke'de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye'yi görmüş ve
şöyle bağırmıştı:
"İşte küfrün
başı!.." Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslümanlar derhal onun
ve oğlunun etrafını sararak İkisini de öldürmüşlerdi. Resul-i Ekrem Mekke'nin
fethi ardından Kabe'ye girerken has müezzini Hz. Bilâl'ı yanlarında bulundurmuşlardı.
İbn Ömer, bu vakıayı şöyle nakleder ve der ki:
"Resul-i Ekrem,
Mekke'nin fethi gününde, Mekke'nin yüksek tarafından bir deve üzerinde geldi.
Üsame b. Zeyd, Bİlâl ve Osman b. Talha da yanlarmdaydılar. Resul-i Ekrem Kâbe
içinde uzun bir müddet kaldılar, sonra çıktılar. Arkasında müminler içeri
girmek için birbiriyle yarış etti. İlk giren bendim. Bilâl, kapının arkasındaydı.
Bilâl'e Rasûlüllah'ın nerede namaz kıldıklarını sordum, yerini gösterdi. Ne var
ki Bilâl'e, Allah Rasûlü'nün kaç rekat namaz kıldıklarını sormayı unuttum.”[106]
Rasûlüîlah (sav),
Kabe'yi putlardan temizledikten sonra müezzinilah'a gelen mektupları kendisi
okuyor, cevap gerekiyorsa yazıyordu. Bu arada asıl görevi olan vahiy
kâtipliğini de sürdürüyordu. [107]
Müslümanlara lazım
olan ilimleri öğretecek bir müslüman bulunmazsa ve bu ihtiyaç hissedilen gayr-i
müslimlerden öğrenmekten başka çare yoksa o zaman gayr-i müslimlerden
öğrenilebilir. Herhe kadar müslüman bir insan için gayr-i müslimlerden ilim
öğrenmek zehir içmek kadar zor da olsa dinen öğrenmesi caizdir. Ancak
müslümanların ihtiyaçlarının olduğu ilimleri tesbit etmekte müslümanların
başındaki Cematü'l Müslim'inin imamının görevidir. Rivayete göre yaşının küçük
olması nedeniyle Zeyd, Bedir ve Uhud savaşlarına katılmamıştır. Katıldığı ilk
savaş Hendek savaşı olup, savaşa hazırlık kabilinden, müsîümanlar Medine'nin
etrafında hendek kazarlarken Zeyd, çıkan toprağı taşıma işinde yardım ediyordu.
Resûlüllah (sav) O'nu bu durumda görünce:
"Ne kadar iyi bir çocuk" diyerek takdir ifadelerini dile getirmiştir.
İbn Abdi'l-Berr,
"el-İstîâb"da zikredip, sahih kabul etmediği bir habere göre; Tebük
seferinde, Benî Mâlik b. en-Neccâr'ın bayrağını Umâre b. Hazm taşıyordu.
Resûlüllah, bayrağı ondan alıp Zeyd b. Sâbit'e verdi. Bunun üzerine Umâre:
"Ey Allah'ın
Resulü! Hakkımda sana herhangi birşey mi ulaştı?" diye sorunca,
Resûlüllah;
"Hayır, lâkin Kur'ân'a öncelik vardır: Zeyd de
Kur'ân'ı senden daha çok ezberlemiştir" şeklinde cevap verdi. [108]
Zeyd b. Sabit, ashâbm
en âlimlerinden biriydi. Sadece Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemekle kalmamış, mirasla
ilgili feraiz İlmini de çok iyi öğrenmişti. Öyle ki, ashâb arasında bu ilmi
O'ndan daha iyi bilen yoktu. Resûlüllah (sav), ashabına
: "Feraizi en iyi bilen Zeyd'dir" diyordu. İmam Şâfıî de, feraiz hususunda onun rivayet
ettiği hadisle amel etmiştir. [109]
Gerek Hz. Ömer,
gerekse Hz. Osman, Medine'den ayrıldıkları zaman Zeyd b. Sabit'i vekil
bırakırlardı. Hz. Osman, O'nu ziyade seviyordu. Zaten kendisi de Osman
taraftarıydı ve bu halife devrinde beytülmâla bakmakla görevlendirilmişti.
Yermük günü de ganimetleri taksim işini Zeyd üstlenmişti. [110]
Zeyd'in vefat tarihi
konusundaki rivayetler arasında tam bir mutabakat olmamasına rağmen, büyük bir
ihtimalle
Zeyd ten; İbn Ömer,
Ebu Saîd, Ebu Hüreyre, Enes, Sehl b. Huneyf ve Abdullah b. Yezîd el-Hutamî gibi
sahabeler rivayette bulunmuşlardır. Tabiînden de; Saîd b. el-Müseyyeb, Kasım b.
Muhammed, Süleyman b. Yesâr, Ebân b. Osman, Büsr b. Said ve Zeyd'in iki oğlu,
Harice ile Süleyman ve başkaları rivayet etmişlerdir.[111]
Sahabeler, sadece
mallarını değil zekâlarını da İslâm için kullanmışlardır. Zeki olan
çocuklarını îslâmî eğitim ve öğretim kurumlarından alıp küfrî eğitim
kurumlarına emanet edenler, sahabenin izinden ayrılıp küfre adaklar armağan
edenlerdir. Sahabeler kulluk kitabları Kur'ân'ı öğreniyorlardı. Başkalarına da
Kur'ân'ı öğretiyorlardı. Sahabenin fıkhında Kur'an okumak, Kur'ân'ı anlayıp
başkasına öğretmek ve O'nun ahkâmlarını hayata geçirmek, medeniliğin en önemli
şartıydı.
Kulluk kitabı Kur'an’dan
habersiz yaşamak, bir gericilik ve mürtecilik alametidir. Kur'an eğitim ve
öğretimini yasaklayanlar da, Ebû Cehil döneminden bu yana devam edip gelen
mültecilerdir.
Rasûlüllah (sav)'in
bütün sahabeleri medeniydi. Çünkü onlar Kur'an ile aydınlanmışlardı. Kur'an ile
aydınlanmak, ebediyen karanlıktan kurtulmaktır. Kur'an karanlıksız, karanlık
ise Kur'an'sızdır.
Rasûlüllah (sav)'ın
evinin ihtiyaçlarım sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.
Hz. Bilâl'in doğruluk
ve ahlâkı, İslâm'a bağlılığı bütün çağdaşları tarafından aynı derecede takdir
edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahı bir köle değil, ashâb'ın ileri
gelenlerinden ve İslâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan mü'minlerden
biriydi. Hz. Bilâl, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına
doğru saçlarının çoğu beyazlasın işti. Hz. Bilâl (r.a.), İslâm'ın köleliğe
karşı gerçekleştirdiği inkılabın adeta sembolüdür. İslâm dininin köleler için
ne yaptığını görmek isteyenler, Hz. Bilâl (r.a.)'in hayatına baksınlar.
İslam köleliğe giden
bütün yollan kapatmıştır. Sürekli köle azad etmeye teşvik etmiştir. İslâm dini
köleliği haram etmiş, sadece savaş halinde kabul etmiştir. Bu İslâm'la ve
müslümanlarla savaşan kâfirlerin gücünü ve kuvvetini kırmak içindir. Savaşın
neticesinde elde edilen köleleri Halife-i Müslimin isterse azad edebilir.
İslâm dini kölelere
ordunun bayrağını teslim etmiştir. İşte Zeyd b. Harise (r.a.) ve onun oğlu
Usame (r.a.)'a savaşta ordu bayrağını teslim edilmiştir. İslâm köleleri
hürriyete kavuşturmuştur. Kölelerden komutanlar, idareciler ve medeniyet
mimarları yetiştirmiştir. İşte Bilâl Habeşî (r.a.) de bu medeniyet
mimarlarından birisidir.
İslâm'ın bütün zaman
ve mekânlarda şiarı kölelik değil hürriyettir. Hz. Bilâl (r.a.), köleliği
hürriyete dönüştürmenin sembolüdür. Bir insana renginden ve kavminden dolayı
değil, imanından dolay değer verilir.
Hz. Bilâl (r.a.),
vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasmdaki zevk ile
mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun
hastalığını gören zevcesi, teessüründen "ah ne acı" dedikçe, Bilâl:
"Oh! ne tatlı!." diyordu. Hevlaniye kabilesine mensub olan vefakâr
eşi Hind Bilâl (r.a.) gözlerini kapattı ve başını göğsünün üzerine koydu. Bilâl
(r.a.)'in hanımı ağlayıp dövünerek bağırdı:
"Eyvah ne kadar
acı!.." Bilâl (r.a.) son nefesleriyle mücadele ederken mırıldandı:
"Hayır, aksine ne
mutlu bana!..Yarın kavuşuyorum dostlarıma; Muhammed ve Ashabına!" diyordu.
[112]
Büreyde İbni Husayb
radıyailahu anh cihad aşkıyla dolu bir sahabedir, islâm'ı yaymak için
Medine'den kalkıp Horasan bölgesine kadar giden ve orada vefat eden bir
yiğit... Rasûlüllah (sav) efendimizle ilk karşılaşmasında zorlama olmadan
kendi isteğiyle gönlünü İslâm'a açan bir bahadır... Efendimizi öldürmeye
giderken onun nuruyla dirilen bir kahraman...
O, Eşlem kabilesinin
Sehmoğulları koluna mensuptu. Ebû Sehl veya Ebü'l-Husayb künyesiyle anıldı.
İslâm'la şereflenmesi şöyle oldu: "İki Cihan Güneşi efendimiz Medine-i
Münevvere'ye hicret etmek üzere Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) ile Mekke'den
ayrıldığında müşrikler sevgili Peygamberimizi yakalayıp öldürene büyük
vaadlerde bulundu. Bu haber Mekke ve çevresinde süratle yayıldı. Büreyde de bu
mükâfatlara kavuşmak isteğiyle kendi arazilerinden geçen insanları durdurup
kimliklerini sorardı.”
Bir gün karşısına
Allah Rasûlü ile yâr-i gâri mağara arkadaşı Hz. Ebu Bekir Sıddık çıktı. Rasûl-i
Ekrem (sav) efendimiz ona
"Sen kimsin?" diye sordu.
"Büreyde"
dedi. Efendimiz arkadaşı Ebû Bekir'e dönerek;
"İçimiz serinledi", buyurdu. Sonra
"Kimlerdensin?" dedi.
"Eşlem
kabilesinden" dedi. Efendimiz yine arkadaşlarına dönerek:
"Selâmetteyiz." buyurdular. Tekrar
"Eslem'in hangi kolundan?" diye sordu.
"Sehm
kolundan" dedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz:
"Yâ Ebâ Bekir senin nasibin çıktı." buyurdular. Büreyde bu tatlı konuşmalardan ve o nurlu
insanlardan etkilenmişti.
"Ya sen
kimsin?" dedi. Sevgili
Peygamberimiz:
"Allah'ın Rasûlü Muhammed." diye cevap verince Büreyde'nin gönlü İslâm'ın nuruyla
aydınlanıverdi. Kendiliğinden:
"Eşhedü enlâ ilahe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû
ve Rasûlüh" diyerek İslâm'la şereflendi. Adamlarıyla birlikte peşinde
namaz kıldı.
İman davetçisi, aynı
zamanda bir yürek fatihidir. Muhatabının gönlünü kazanamayan hiçbir şeyini
kazanamaz. İnsanları İslâm'a kazanmak, yürekleri kazanmakla mümkündür. Bu
nedenle yürekleri fethedecek gül gibi, sümbül gibi kelimeleri bulup
kullanmalıyız.
Resûl-i Ekrem (sav)
efendimiz ertesi gün hicret yolculuğuna devam etti. Büreyde (r.a.) O'nun
Medine'ye bayraksız girmesini içine sindiremedi ve:
"Ya Rasûlallah!
Medine'ye sancak olmadan gitmeniz uygun değildir." dedi. Başındaki sarığı
çözüp mızrağına bağladı ve arazilerinden çıkıncaya kadar onlara muhafızlık
yaptı. Bir süre sonra o da hicret ederek Medine'ye yerleşti.
Büreyde (r.a.) Bedir
ve Uhud gazvelerinde bulunamadı. Fakat, Rasûl-i Ekrem (sav) efendimizle
birlikte on altı gazveye iştirak etti. Çok önemli hizmetlerde bulundu. Müreysî
Gazvesinden önce istihbarat görevlisi olarak düşmanın savaş hazırlıklarını
tesbit etti. Savaştan sonra da esirlerin muhafazasına memur edildi.
Hudeybiye'ye giden İslâm ordusuna kılavuzluk yaparak orduyu Mekke keşif
kollarının takibinden kurtardı. Mekke'nin fethi sırasında Eşlem kabilesine ait
iki sancaktan birini o taşıdı. Sevgili Peygamberimiz onu Eşlem ve Gıfar
kabilelerine zekât âmili olarak gönderdi.
Hz. Büreyde (r.a.),
hizmet mevsiminin hizmet eriydi. Her hizmetin bir mevsimi vardır. Hizmetleri
mevsiminde yapmayanların hezimetleri kaçınılmazdır. Bundan ötürüdür ki, Hz.
Büreyde (r.a.) İslâmî her hizmete hazırdı. Mekke fethinden sonra iki Cihan
Güneşi efendimiz onu Hz. Halid komutasında Yemen taraflarına gönderdi.
Efendimizin rahatsızlığının son zamanlarında Üsâme (r.a.) kumandasında Şam
tarafına giden orduda sancaktarlık yaptı. Hayber'in fethine katıldı. Surlarda
açılan gedikten içeri dalan kahramanlar arasında yer aldı. Hatta o sırada
Büreyde (r.a.)'in üzerinde kırmızı bir elbise bulunuyordu. Kendisi bu elbiseden
farkedilmişti. O, sonradan İslâm'ın güzellikleriyle gönlünü doldurdukça bu
hareketini tevâzuya aykırı buldu. Zira şöhret âfetti. Hizmette esas dikkat
çekmemekti. Büreyde (r.a.) İslâm'a girdikten sonra bu halinden daha'büyük bir
günahını hatırlamadığını anlatır.
O, iki Cihan Güneşi
efendimizin bir sefer sırasında konakladıkları yerde kalan bazı eşyayı sırtına
koyduğunu ve kendisine "yük devesi" diye iltifat ettiğini nakleder.
Ne irfan! Ne incelik! Ne dikkat! Ne titizlik! Ne muhabbet ve ne teslimiyet!
Allah için olan her şey onun kabulüydü. Onun teslimiyeti ve sadakati böylesine
güzeldi. İslâm tümüyle güzellikti...
İslâm'a teslim olan
müslümamn hayatı bir güzellikler yumağıdır. Müslüman insandan güzellikten
başkası da beklenmez. Eğer müslüman insandan güzellikten başkası meydana
geliyorsa, arıza var demektir. Sahabe güzelliklerin başında cihadı bilirdi.
Çünkü cihad, alemi fitneden, fesad ve şirkten temizlemektir. Dolayısıyla Allah
yolunda cihad en büyük güzelliktir. Bundan ötürüdür ki, sahabe cihad ile
hayatını güzelleştirmiştir.
Büreyde (r.a.)'ın
gönlü o derece cihad aşkıyla doluydu ki, at sırtında düşmana saldırmaktan daha
güzel bir hayat şekli olmadığını söylerdi. Ömrünü hep cihad aşkıyla geçirdi.
Zaman zaman:
"Benim damarlarımda
cihad kanı akmaktadır. Hayatım at sırtında geçer" derdi. Arkadaşlarını hep
hayırla anardı. Fitne fesat çıkarmak isteyenlere karşı:
"Benim kılıcım
müslümana karşı kınından çıkmaz." derdi. Müslümanlar arasında çıkan
olaylara karışmadı. Hiç kimseye taraftarlık etmedi. Bir gün birisi ona Hz. Ali,
Osman, Talha ve Zübeyr (r.anhüm) hakkında fikrini sordu. O da ellerini açarak;
"Cenâb-ı Hak
Ali'ye rahmet eyleye, Osman'a, Talha'ya, Zübeyr'e rahmet eyle..." dedi.
Müslüman, diri olsun,
ölü olsun müslümanların hayrını isteyen hayırlı insandır. Müslümanlara karşı
terk-i silah, sahabenin en büyük şiarıdır. Müslümanlara karşı zalim olmaktansa
mazlum olmak daha iyidir. Bu aynı zamanda sahabenin Rasûlüllah (sav)'den
öğrendiği bir mirastır.
Rasûl-i Ekrem (sav)
efendimizin dâr-ı bekâ'ya irtihaîlerinden sonra sahabenin çoğu hasretine
dayanamayarak uzak bölgelerde cihada katılmış ve İslâm'ı yaymak için etrafa
dağılmışlardı. Büreyde (r.a.) da Hz. Ömer (r.a.) zamanında Basra'ya yerleşti.
Hz. Osman (r.a.) zamanında Horasan tarafına gönderilen orduya iştirak etti.
Orada İslâm'ı yaymak için çalıştı. İnsanları tek tek Allah'a çağırdı. Onlara İslâm'ı
ve Kur'an'ı öğretti. Ömrünü bu şekilde dini tebliğ ile geçirdi. Bu bölgede en
son vefat eden sahabe oldu.
Yezid bin Muâviye
döneminde 63 hicrî 682 milâdî senede vefat eden Büreyde İbni Husayb (r.a.)
Rasûl-i Ekrem (sav) efendimizden 164 hadis rivayet etti. Buharî'de bir,
Müslim'de onbir rivayeti bulunmaktadır. Bir rivayeti şöyledir:
"Kim Kur'an-ı Kerim'i okur, onu dünya kazancı
için vâsıta yaparsa, kıyamet gününde, yüzü, etten soyulmuş bir kemikten ibaret
olarak Arasat meydanına gelir."
Cenab-ı Hak, bizleri
de Büreyde (R.a.) gibi gönlü cihad ruhuyla dolu kullarından olmayı ve O'nun
şefaatlerine ermeyi nasib eylesin, Amin.[113]
Sahabenin fıkhı,
eihadda cenneti salık veren bir fıkıhtır. Çünkü sahabeler, cenneti eihadda
aramışlardır. Daha doğrusu sahabeler için cennete giden yol eihadda geçiyordu.
Cihadı cennete giden yol bilip bu yolda yürüyenler, sahabe fıkhını ihya
edenlerdir.
Cabir b. Abdullah b.
Amr, b. Haram, b. Ka'b, b. Ganem, b. Seleme. Künyesi Ebû Abdullah olan Câbir
Hazrec kabilesindendir.
Câbir'in babası,
ikinci Akabe bey'atinde müslüman olmuş ve Haramoğulları nakipliğine tayin
edilmişti. Kâfirler Uhud gazasında onu, burnunu ve kulaklarını keserek işkence
ettikten sonra şehit ettiler. Dokuz kızı vardı, bunlara Câbir baktı. Hz. Câbir
babasının şehadetini şöyle anlatır: "Babam Uhud'da şehit oldu. Kız
kardeşlerim bana bir deve vererek git babamızın cenazesini bu deveye yükle
getir ve onu Selemeoğıılları kabristanına göm dediler. Deveyi alarak gittim.
Yanımda birkaç adam da vardı. Rasûl-i Ekrem babamı cihad meydanından taşıyarak
aile kabristanına götürmek istediğimi haber aldılar. O, Uhud'da oturuyordu.
Beni huzurlarına çağırarak dedi ki: Nefsimi elinde tutan Cenâb-ı Allah'a yemin
ederim ki; Abdullah arkadaşları ile birlikte gömülecektir. Rasûl-i Ekrem'in bu
sözü üzerine ben de babamı taşımaktan vazgeçtim ve onu Uhud şehitleri ile birlikte
gömdüm.[114] Rasûîüllah (sav)
Câbir'e,
"Sana bir müjde vereyim mi? Allah babanı
diriltti. Ve kendisine perdesiz doğrudan doğruya hitap etti. Halbuki şimdiye
kadar hiçbir kimseye böyle hicabsız söylediği olmamıştır" buyurdu.
Babası şehit olunca
ardında bıraktığı borçlarını Câbir ödeyemedi ve Rasûlüllah'a giderek,
"Ya Rasûlallah!
Babam Uhud günü şehit olduğunda bana borç bıraktı. Alacaklılar beni sıkıştırıyorlar.
Bana Yardım ediniz de borcumun bir miktarını gelecek yıla ertelesinler."
dedi. Rasûlüllah (sav)
"Hay hay, öğleye doğru size gelir, alacaklıları
görürüm" dedi. Rasûlüllah (sav)
Câbir'in evine gitti. O istirahat ederken Câbir onun için bir koyun kestirdi.
Rasûlüllah uyanınca Câbir'e
"Bana Ebû Bekir'i çağır" dedi. Rasûlüllah (sav) ve yanındaki ashabı yemek
yediler. Yemekten sonra Rasûlüllah (sav) gitmek üzere ayağa kalkınca Câbir'in
zevcesi ona
"Ya Rasûlallah,
bana ve kocama dua et" diye yalvardı. Rasûlüllah da:
"Cenâb-ı Hak seni ve kocanı mağfiretine nail
etsin" buyurdu. Mü'min kadın
kocasının dünya ve âhiret saadeti için gayret gösteren kadındır. Hakeza mü'min
erkekte hanımının dünya ve âhiret saadeti için çalışır. Birbirlerinin dünya ve
âhiret saadeti için çalışmayan erkek ve kadınlarda hayr yoktur.
Rasûlüllah daha sonra
alacaklıları çağırmış ve onlardan Câbir'e mühlet vermelerini istemiş, onlar
mühlet vermeyince Rasûlüllah Câbir'e hurmalarını ölçüp onlara vermesini
buyurmuştur. Câbir, hurmalanyla babasının borçlarını ödedikten sonra kendisine
de bir miktar hurma kalmıştır. Bunu Rasûlüllah'a aktarırken karısına dönüp
"Ben sana
Rasûlüllah'ı rahatsız etmemeni tenbih etmemiş miydim?" deyince karısı
"Rasûl-i Ekrem
benim evime gelir de, ben ondan bana ve kocama dua etmesini nasıl
istemem?" demiştir. Câbir,
"Biz, Rasûl-i
Ekrem'in himmet ve imdadı ile borçtan kurtulduk" demiştir. Rivayete göre
Câbir, Bedir ve Uhud savaşlarından başka bütün Cihad hareketlerine katılmıştır.
Câbir, Enmar gazasında Rasûlüllah'ın hayvanının üzerinde namaz kıldığını
rivayet etmektedir. Hendek savaşında da Rasûlüllah ile ashabının tam üç gün aç
kaldıklarını, hendek kazan bazı sahabelerin rastladıkları kayayı yerinden
oynatamadiklarını nakleden Cabir şöyle der: "Rasûl-i Ekrem'e bir kaya
parçasına tesadüf ettiklerini söylemişler. Hz. Peygamber de onlara
"Siz bu kaya parçasının üzerine biraz su
serpiniz" buyurdu. Su serpildi,
sonra Rasûl-i Ekrem kazmayı eline alarak besmele çektikten sonra kazma ile
kayaya üç defa vurunca kaya tuzla buz oldu. Bu sırada dikkat ettim, Rasûl-i
Ekrem karnına (açlıktan) bir taş bağlamıştı."
Dâva önderi, dâva
arkadaşlarını borç yükü altında bırakmayan kimsedir. Dâva arkadaşlarının
borçlarıyla da ilgilenen kimsedir. Şunu bilelim ki; gerçek dâva önderi, dâva
arkadaşlarına her hangi bir lekenin "gelmesini istemeyen kimsedir.
Hz. Câbir, Siffin
vakasında Hz. Ali tarafında yer aldı. Ancak, Hz. Ali'nin şehit edilmesinden sonra Muaviye'ye bey'at
etti. Ömrünün sonlarında gözleri görmez oldu. Medine'de doksanüç yaşında öldü.
Câbir, Rasûlüllah'tan
bin beş yüzden fazla hadis rivayet etmiştir. Elli sekizi Buhâri ve Müslim'de
mevcut olup müttefekun aleyhtir. Ashâb arasında Câbir İbn Abdullah isminde iki
kişi daha vardır: Biri Câbir İbn Abdillah İbn Rebâh; diğeri Câbir b. Abdillah
er-Râbisî'dir. [115]
Hz. Câbir'in
Rasûlüllah'tan önemli rivayetleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: İstihare
hadîsi: "Rasûlüllah Kur'an'dan bir sure öğretir gibi (büyük küçük)
işlerimizin hepsinde bize istihare (duasını) öğreterek şöyle buyurdu:
"Sizin biriniz bir işe kalben azmettiğinde o
kimse farz değil (istihare niyetiyle nafile olarak) iki rekat namaz kılsın. (Namazdan)
sonra şöyle dua etsin: Ya Rab hakkımda hayırlısını bildiğin için senin dergâh-ı
inayetinden bana hayırlısını bildirmeni dilerim. Ve hayırlı olana gücün
yetiştiğinden lutfundan bana güç vermeni dilerim. Ya Rab, hayırlı olanın bana
gösterilmesini ve takdirini senin o büyük fazl ve kereminden dilerim. Allah'ım
senin her Şeye gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen her Şeyi bilirsin,
halbuki ben bilmem. Muhakkak sen Şuurumuzdan uzak olan her şeyi de pek yakından
bilirsin. Ya Rab, bilirsin ki bildiğinde hiç şüphe yoktur Şu azmettiğim iş
dinim, dünya ve âhiretim için hayırlı ise, benim için onu kolaylaştır. Sonra
işlemeye kudret bahşettiğin ve bana nasip kıldığın bu işi, mübarek eyle. Yine
şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için şer ise, bu işi benden beni de
bu işten uzaklaştır. Ve hayır nerede ise o hayrı bana takdir eyle. Sonra
nefsimi bu takdir buyurduğun hayrı kabul etmeye razı kıl.”
Hz. Câbir
"istihare eden mü'minin duada bu iş diye geçen yerlerde hacetini adıyla
anmasını" söylemiştir.
Hz. Câbir'in rivayet
ettiği diğer hadislerden bazıları şunlardır:
"Sizin biriniz farz namazı mescidinde kıldığında dönüp
evine gelerek sünnet, müstehap, kaza namazlarını evinde kılmak suretiyle evini
de namazın feyz ve bereketinden nasibdar kılsın. Cenâb-ı Hak onun namazından
evinde bereket yaratır.”
Bir kere yanımızdan
bir cenaze geçmişti de Rasûlüllah (sav) cenaze geçtiği için kıyam etmişti. Biz de
ayağa kalktık. Ve,
“Ya Rasûlallah bu bir
Yahudi cenazesidir” dedik. Rasûlüllah,
“Bir cenaze gördüğünüzde (müslim olsun, kâfir olsun)
kıyam ediniz. Çünkü ölüm, korkunç bir şeydir” buyurdu.
Ey Câbir dikkat et.
Sana Kur'an'da nazil olan en büyük sureyi bildiriyorum. Bu, Fâtiha-i
Şerîfe'dir. Zira onda her derde karşı bir şifa vardır.
Rasûlüllah (sav)
zamanında biz, at eti yerdik.
Ezan ile beraber
ticaret haram olur. Hutbe (cuma hutbesi) esnasında da söz söylemek haramdır. Söz
söylemek hutbeden sonra helâl olur. Ticaret de namazdan sonra helâl olur.
Rasûlüllah'ın
mescidinde bir hurma kütüğü vardı. Hz. Peygamber, hutbe esnasında ona
dayanırdı. Kendisi için minber yapıldığında bu kütükten gebe develerin
iniltisine benzer sesler çıktığını İşittik. Hz. Peygamber minberden inip de
elini üzerine koyunca sustu. O sırada kütük susturulan çocuk gibi hafif hafif
inliyordu. Susturduktan sonra
"O, yanında edildiğini işittiği zikrullah için
ağladıydı" buyurdular.
Bir defa biz Rasûl-i
Ekrem (s.a.s) ile birlikte Cuma namazı kılarken Şam tarafından yiyecek yükiü
bir kervan geldi. Cemaat birer birer kafileye doğru yönelip oniki kişi
kalıncaya kadar hep dağıldılar. O zaman şu ayet nazil oldu:
"Onlar bir ticaret yahut bir eğlence buldular mı
hemen oraya koşup dağılıyor ve seni ayakta hutbe irad ederken bırakıp
savuşuyorlar. Onlara de ki, namaz ve niyazları mukabili olarak Allah katında
saklı duran sevap, eğlenceden de ticaretten de daha hayırlıdır. Allah rızik
verenlerin en hayırlısıdır.”
"Benden evvel hiç bir kimseye verilmedik beş şey
bana verilmiştir: Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmak ile
zafere erdim. Yeryüzü bana mescid kılındı. Onun için ümmetimden namaz vakti
gelip çatmış her kim olursa olsun namazını kıhversin. Ganimet bana helâl
edildi. Halbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir. Bana şefaat verildi.
Bir de her peygamber özellikle kendi kavmine gönderilirken ben bütün insanlara gönderildim." [116]
Rasûl-i Ekrem (sav)
efendimiz öğleni (zevalden sonra) gündüzün sıcağında; ikindiyi henüz güneş
(beyaz ve) tertemiz iken; akşamı güneş battığında; yatsıyı da gâh erken gâh geç
kildırirdı. Cemaati toplanmış bulduğunda acele eder, gecikmiş bulduğunda tehir
ederdi. Sabah namazını ise onlar, yahut Rasûlüllah karanlıkta kılarlardı."
Hz. Peygamber (sav)
sarımsağı kastederek Her kim bu yeşillikten yerse mescidlerimize, yanımıza
gelmesin buyurdu."
Hz. Câbir (r.a.)
Medine'de ölen son sahâbîdir. Hadis, tefsir ve fıkıh'da önemli bir yeri vardır.
Muttaki veya facir, herkesin Cehennem'e gireceğini, fakat ateşin müttakileri
yakmayacağını, Allah'ın onları ateşten kurtaracağını bildirerek, Meryem
suresinin on yedinci ayetinin tefsirine açıklık getirmiştir. Yine o şu hadîsi
bildirmiştir: İnsanlar Allah'ın dinine fevc fevc girdiler, ondan fevc fevc
çıkacaklar.
Kitleleri imana davet
ederek İslâm'a kazandırmaya çalışmak, sahabenin en önemli uğraşlarından
birisiydi. Sahabeler kitle psikolojisini çok iyi biliyorlardı. Onlar muhatab
oldukları kişilerin ve toplumların sosyal dokularını keşfederek kendilerine
yaklaşıyorlar ve Allah'ın dinini tebliğ ediyorlardı. Allah'ın dini adına
yapılan tebliğ çalışmasının başarıya ulaşması için bu şarttır.
Kişinin sosyal
dokusunu keşfetmeden kendisine tebliğde bulunmak, meçhul bir tarlaya çok
kıymetli bir tohumu ekmeye benzer. Doğrulan doğru bir zamanda en uygun
mekânlarda doğruya muhtaç olanlara ulaştırmak, sahabenin izinde gitmektir.
İslâm'a hizmet
meselesinde mü'minlerin birbirlerinin iyiliklerini takdir etmeleri, sahabe
fıkhındandır. Çünkü sahabeler, takdir duygusuyla hareket etmişlerdir. Hz. Câbir
(r.a.)'ın, "Biz, Rasûl-i Ekrem'in himmet ve imdadı ile borçtan
kurtulduk" sözünden bunu anlıyoruz. Allah yolunda birbirlerinin
arasındaki faziletleri takdir etmek yerine tekzib edip ketmedenler, yarı yolda
geri dönüp birbirleriyle kavgaya tutuşurlar. Faziletleri unutmayıp takdir
etmek, tebliğ çalışmasında selameti garantilemektir.
Mü'minlerin kendi
aralarında birbirlerinin doğrularını, iyiliklerini, faziletlerini takdir
etmeleri, iyiliklerin, erdemlerin ve erdemlilerin sayılarım çoğaltmalarıdır.
Siz size iyi niyetlerle yapılmış bir iyiliği inkâr ettiğiniz andan itibaren
muhatabınızı değil, kendinizi bitirmiş olursunuz. İyiliklerin ve iyilerin
dünyasında kaybolanlar, kötülüklerin ve kötülerin dünyasında nefes alırlar.
Zor günün sözleşmesine
sahip çıkan ashâb-ı Rasûl'den biridir.. Hz. Peygamber'in amcası Ebû Tâlib'in
oğlu. Ebû Tâlib'in Tâlİb, Akîl, Câ'fer ve en küçükleri Hz. Ali olmak üzere dört
oğlu vardı. Hz. Cafer, Rasûlüllah (sav) daha Erkam'ın evine girip İslâm'ı
yaymaya başlamadan önce müslüman olmuş; ikinci Hicret kafilesine katılarak
hanımı Esma binti Üveys ile birlikte Habeşistan'a hicret etmişti. [117]
Habeş muhacirlerinin
sayısı sekseniki erkek ve on kadına ulaştı. Daha sonra bunlardan otuzdokuz
kadarı, bazı Kureyş büyüklerinin İslâm'a girdiği haberi üzerine Mekke'ye geri
döndü. Fakat bu haberin asılsızlığı ortaya çıkınca, bazıları gizlice bazıları
da Mekkeli müşrik akrabalarının himayesi altında, Mekke'ye girebildiler. [118]
Kureyş müşrikleri,
muhacirleri Habeşistan'dan geri çevirmek üzere Abdullah b. Ebi Rabîa ile Amr b.
el-As'ı değerli hediyelerle Habeşistan'a gönderdiler. Elçiler Habeş Necâşîsi
nezdinde müslümanları kötüleyince, Câ'fer b. Ebi Talib müslümanların temsilcisi
olarak konuştu ve müşriklere üç soru sorulmasını istedi:
1) Biz
Kureyş'in köleleri miyiz?
2) Mekke'de
bir cinayet mi işledik ki, zorla iade edilmemizi istiyorlar?
3) Mekke'de
mal gasbettik de, üzerimizde başkalarının haklan mı vardır?
Kureyş elçileri bütün bu
sorulara olumsuz cevap verdiler. Ancak, puta tapmayı bırakıp İslâm dinine girmelerinin suç olduğunu
bildirdiler. Bunun üzerine Necaşî, Câ'fer'e İslâm dini ile ilgili sorular
sordu. Hz. Câ'fer, İslâm'ın getirdiği iman, ahlâk ve fazilet esaslarından söz etti.
Necaşî'nin isteği üzerine Meryem Suresi'nin baş tarafından okumaya başladı.
Ankebut ve Rûm surelerini de okudu. Bu sırada Necaşî'nin gözlerinden yaşlar
akıyordu. İstek devam edince, Hz Cafer Kehf sûresini okudu. Necaşî, kendisini
tutamayarak "Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki, Musa da,
İsa da aynı mesajla gelmiştir" dedi. Hz. Muhammed'in bir peygamber
olduğuna kanaat getirdi. Bunu açıkladı ve Müslümanları himaye etti. [119]
Câ'fer b. Ebi Tâlib ve
arkadaşları hicretin yedinci yılında Habeşistan'dan Medine'ye döndüler. Bu
sırada Hz. Peygamber Hayber gazvesinde bulunuyordu. Hayber ganimetlerinden
Habeşistan'dan gelenlere de pay verildi.[120]
Hz. Câ'fer, Hicret'in
sekizinci yılında vuku bulan Mûte gazvesine katıldı ve orada şehit düştü. Mûte,
Şam'a yakın bir köy olup, halkı Gassanîlerden ve Rumlar'dan oluşuyordu. Hz.
Peygamber, Haris b. Umeyr'i Şam'a, Gassânî hükümdarına elçi olarak göndermişti.
Mûte'den geçerken, vali Şurahbil b. Amr tarafından yakalandı ve Hz. Muhammed'in
elçisi olduğu anlaşılınca da şehit edildi. Hz. Peygamber olaya çok üzüldü.
Düşmana karşı bir ordu hazırlanmasını istedi. Üç bin kişilik bir ordu
hazırlandı. Allah Rasûlü öğle namazından sonra, orduya Zeyd b. Hârise'yi
komutan tayin ettiğini o şehit olursa yerine Câ'fer b. Ebi Tâlib'in, o da şehit
olursa yerine Abdullah b. Revâha'nm geçmesini bildirdi. [121]
Allah yolunda cihad
edenler plansız ve programsız olamazlar. Sahabeler planlı ve programlı
kimselerdi. Onlar Allah yolundaki şehadet-lerini bile planlarına dahil
etmişlerdi. İslamî çalışmaları yürüten öncüler, yedek plan ve projelere sahip
olmak mecburiyetindedirler.
Düşman hıristiyan Arap
ve Rumlardan oluşan büyük bir ordu toplamıştı. Ebû Hüreyre şöyle der:
"Mute savaşında ben de bulundum.
Müşrikleri gördüğümüz
zaman onların sayı, silâh, at, atlas, ipek, altın vb. bakımından bizimle
karşılaştırılamayacak, karşılarında durulamıyacak derecede olduklarını gördük.
Gözüm kamaştı. Çarpışma başlayınca, baş kumandan Zeyd b. Harise, Hz.
Peygamber'in sancağını elinde tutarak ilerledi. Vücudu Rumlar'm mızraklanyla
delik deşik oluncaya kadar çarpıştı ve sonunda şehit oldu.[122]
Zeyd b. Harise şehit
düşünce, Câ'fer b. Ebi Talib sancağı aldı. Zırhını giyerek atma bindi. Düşmanın
ortalarına kadar ilerledi. Kurtulamayacağını anlayınca, önce attan inerek,
atını düşmanın yararlanamaması için saf dışı etti. O düşmanla çarpışırken,
"Cennet de, ona yaklaşmak da ne güzeldir. Onun şerbetleri tatlı ve
soğuktur" diye mırıldanıyordu. Bu sırada düşman tarafından vurulup, bir
eli kesildi. Sancağı diğer eline aldı. O da vurulup kesilince, sancağı
koltuğunun altına kıstırdı. Aldığı yaralarla yere düştü ve şehit oldu.[123]
Abdullah b. Ömer der
ki:
"Câ'fer b. Ebi
Tâlib'i şehitler arasında aradık. Bedeninde doksandan fazla mızrak, ok ve kılıç
yarası bulduk.” [124] Hz.
Cafer'in iki kolunun da kesilmesi üzerine, şehadetinden sonra Rasûlüllah ona
Cennet'te iki kanat takıldığım haber vererek şöyle buyurmuştur:
"Cafer'i, Cennet'te meleklerle birlikte uçarken
gördüm.”[125] Bundan sonra, kuş gibi kanatlanıp Cennet'te uçtuğu
hadisle sabit olan Câ'fer'e "çok uçan Cafer" anlamında "Câfer-i
Tayyar" lâkabı verilmiştir.
Câfer-i Tayyar olup
cennete uçmak için önce Tağutlardan, azmanlardan Allah'a firar etmek gerekir.
Allah'a firar edenler, cihad meydanında biraraya gelirler. Çünkü Allahû Teâla
kendisine firar eden mü'minlere cihadı emreder. Dolayısıyla Müslümanların
topluluğu, cihad meydanında cennete uçanların topluluğudur.
Kendilerini cihaddan
çalanlar, cennette buluşamazlar. Çünkü kalben terki cihad, bir alâmeti
nifaktır. Bu dünyada cihad ederek cennete gitmek mümkün olduğu gibi, cihadı
terk ederek cehenneme gitmekte mümkündür.
Cihad, Allah'ın
rızasını kazanıp cennette gitmek isteyenlerin uğraşıdır.
Allah'ın rızasına
sevdalanmış olanlar, cihada koşanlardır. Cihada koşmak, Allahû Teâla'ya koşmaktır.
Cihad, küfür, şirk, tuğyan adına harekete geçen müstevli harbi ve mürtedlerin
saldırıları karşısında bir selamet kalesidir. Allah yolunda cihad üzere
hayatlarını devam ettirtenler, kendilerini tehlikenin içine atanlar değil,
kendilerini tehlikeden kurtaranlardır. Bizi maddi ve manevi tehlikelerden cihad
kurtarır. Cihad, kişinin kendi imanının adamı olmaya gayret etmesidir.
Rasûlüllah (sav)'in
ikramına nail olan sahabedir. Cerir b. Abdullah el-Becelî radıyallahu anh yüzünde
melek nişanesi bulunan, yakışıklı bir yiğit... Cahiliye devrinde "Yemen'in
Kabe'si" diye bilmen Zülhalesa tapınağını yıkan bir kahraman.Yemen
aşiretlerinden Becîle kabilesinin reisi...
Ebu Amr künyesiyle
anılan Cerir hicretin 10. yılı Ramazan ayında kavminden 200 kişiyle birlikte
Medine'ye gelerek İslâm'la şereflendi.
O, uzun boylu, nûrâni
yüzlü ve son derece yakışıklı bir kimseydi. Hz. Ömer (r.a) onun hakkında:
"Cerir İbni
Abdullah bu ümmetin Yusufudur." derdi. Onun İslâm'a gelişini Rasûlüllah (sav)
ashabına önceden haber verdi. Bir gün hutbe okurken:
"Size şu taraftan hayırlı bir kimse geliyor.
Yüzünde melek nişanesi vardır."
buyurdu. Cerir İslâm'a girişini şöyle anlatıyor:
"Medine'ye
gelince devemi çökerttim. Heybemi açıp yeni elbisemi giydim ve Mescide girdim.
O sırada Rasûlüllah (sav) hutbe okuyordu. Kendisine selâm verdim. Cemaat beni
göz ucuyla süzüyordu. Sonra Resûl-i Ekrem (sav) bana:
"Ey Cerir! Ne için geldin?" diye sordu. Ben de:
"Ya Rasûlallah!
Sana bey'at etmeğe geldim. Şartların nedir?" dedim. Bunun üzerine
Rasûlüllah (sav) bana hitaben:
"Ey Cerir! seni Allah'tan başka ilâh
bulunmadığına ve benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadete, âhiret gününe,
kadere inanmaya, farz olan namazları kılmaya, farz olan zekâtı vermeye, her
müslüman için hayırhah olmaya, iyilik düşünmeye, samimi davranmaya kâfir ve
müşriklerden uzak durmaya ve başınızdaki idarecilere itaat etmeye davet
ediyorum." buyurdu. Ben de bu
şartları kabul ederek Rasûlüllah
(sav)'ın elini tuttum ve bey'at ettim. Yanımdakiler de aynı şartları
kabullenerek hep birlikte İslâm'la şereflendik.
Ashâb-ı Kiram,
Rasûlüllah (sav)'e bey'atlı nesildir. Sahabeler, bey'atsız geçen günü
cahiîiyyeden sayıyorlardı. Bunun için sahabeler imandan sonra hemen bey'at
ediyorlardı. Bey'at, zor günün sözleşmesine Peygamber (sav)'in huzurunda imza
atmaktır. İşte sahabeler, zor günün imzasına sahip çıkan bahtiyarlardır.
Cerir b. Abdullah (r.a)
müslüman olduktan sonra Resûl-i Ekrem (sav)'in kendisini her gördüğünde
gülümsediğini söyler. O, Efendimizle çok az bir zaman beraber olmasına rağmen,
tebessümlerine ve iltifatlarına sık sık mazhar oldu. Birgün iki Cihan Güneşi
efendimiz mescidde ashâbıyla oturuyordu. Cerir b. Abdullah (r.a) içeri girdi.
Ona yer açılmadığını gören Efendimiz Cerir'e ridâsını çıkarıp attı ve:
"Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!" buyurdu. Cerir alıp oturdu ve:
"Ey Allah'ın
Resulü! senin bana ikram ettiğin gibi Allah da sana ikram buyursun."
diyerek teşekkür etti. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav) efendimiz
çevresindekilere dönerek:
"Size bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü
geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve saygı gösterin." buyurdu.
Cerir-i Becelî (r.a)
yine birgün Efendimizin yanında bulunuyordu. Dışardan yalın ayak, abalarını
başlarına geçirmiş, çıplak bir takım kimseler geldi. Fahri Kâinat (sav)
efendimiz onların fakir ve yoksul hallerini görünce yüzünün rengi değişti.
İçeri girdi ve Bilal'e ezan okumasını emretti. Namazdan sonra cemaata dönerek
şöyle bir hitabede bulundu:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz! Herkes yarın
(âhiret günü) için ne gönderdiğine bir baksın. Allah'tan korkunuz! Çünki, Allah
ne yaparsanız hakkıyla haberdardır." (Haşr sûresi: 18) ayetini okudu. Sözüne devamla;
"İnsan dinarından, dirheminden elbisesinden,
buğdayından, kuru hurmasından sadaka vermelidir" buyurdu.
Bu inci tanesi sözleri
dinleyen ashabın hepsi bir şeyler getirmeğe başladı. Yiyecek ve giyeceklerden
iki küme oluştu. Ensar'dan bir adam da .bir kese getirdi. Resûl-i Ekrem (sav)
efendimizin yüzü gümüş gibi parlıyordu. Sevincini şu ifadelerle dile getirdi.
"Her kim İslâm'da güzel bir çığır açarsa, o
çığırda gidenlerin sevaplarının aynısı ona da verilir.”
“Her kim de kötü bir çığır açarsa o çığırda gidenlerin
vebali de ona aid oldu" buyurdu.
Resûl-i Ekrem (s.a)
efendimiz Cerir'i gördükçe
"Zülhalesa ne oldu?" diye sorardı. Cahiliye döneminde burası
"Yemen'in Kâbesi" olarak bilinirdi. Bu tapınağın ayakta durmasına
gönlü razı değildi. Beytullah'a rakip gösterilmesinden daima huzursuzluk duyan
iki Cihan Güneşi efendimiz bu tapmağı yıkmak üzere bir seriyye hazırladı.
Cerir'i de seriyye kumandanı olarak görevlendirdi. O da kabilesinden 200
kişiyle bu tapınağı" tahrip ederek yıktı. Ebû Ertat ve Husayn İbni
Rebia'yı Medine'ye müjdeci olarak gönderdi. Daha sonra Cerir b. Abdullah (r.a)
Medine'ye döndü. Sevgili Peygamberimiz onu görünce:
"Yıktın mı onu?" dedi. Cerir de:
"Seni hak din ile
Peygamber gönderen Allah'a yemin ederim kî, onun üzerinde olanları tutup
öldürdük. Zülhalesa'yı da ateşe verip yaktık." dedi. Bunun üzerine Fahr-i
Kâinat (sav) efendimiz Ceriri tebrik etti.
Rasûlüllah (sav) ve
O'nun ashabı cahiliyye mabedlerini yıkıp ateşe vermişlerdi. Müslümanların
kıblesine ve kabesine alternatif olarak ileri sürülen tüm cahiliyye mabedlerini
yıkıp ateşe vermek, Peygamber (sav) ve Ashabının faaliyetlerini devam ettirmek
anlamına gelir. İslâm ümmetinin kıblesiyle oynayanlara, Rasûlüllah (sav) ve
ashabı hayat hakkı tanımamıştır.
Cerir b. Abdullah (r.a)
veda haccında Resûl-i Ekrem (sav) ile birlikte bulundu. Efendimiz onu Medine'ye
döndüklerinde Himyerilerin emiri Zülkelâ ile yahudi olduğu rivayet edilen Yemen
krallarından Zû Amr'ı İslâmiyet'e davet etmek üzere gönderdi. Her İkisiyle de
görüşen Cerir (r.a) onların İslâm'a gelmelerine vesile oldu. Birlikte Medine'ye
doğru yola çıktılar. Fakat yan yolda Sevgili Peygamberimizin dâr-ı bekâ'ya
irti-hali haberini aldılar. Zülkeiâ ile Zû Amr ziyareti gerçekleştiremeden geri
döndüler. Cerir b. Abdullah (r.a) ise Medine'ye gitti.
O, dört halife
devrinde de güzel hizmetlerde bulundu. Hz. Ebû Bekir (r.a) onu Has'am ve Becile
kabilelerinden irtidat edenlerin üzerine gönderdi. İsyanları bastıran Cerir (r.a)
yeni emir alıncaya kadar Necran bölgesinde bekledi. Irak'ta yapılan çeşitli
harplere katıldı. Sonra Hz. Halid Ibni Velid'e yardım etmek üzere Yemame'ye gitti.
Hz. Ömer (r.a) zamanında Celûla savaşlarına katılan Cerir (r.a) oraya yerleşti.
Hz.
Osman döneminde Küfe
valisi Mugire'ye bağlı olarak süre Hemedan valiliği yaptı. Daha sonra Saîd İbni
As kumandasmdâ zerbaycan fetihlerine katıldı. Hz.Osman (r.a) Fırat kenarındaki
bir kısım toprakları ona verdi. Karkisiya şehrinde uzlete çekilen ve yüze yakın
hadis rivayet ettiği söylenen Cerir b. Abdullah (r.a) 674 m. tarihinde vefat
etti. Cenâb-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin. [126]
Sahabeler, İslâm
cemaatinin mensuplarıdır. Onlar, Allah yolunda kendilerine verilen görevleri
meşru hududlar dahilinde yerine getirenlerdir. Dolayısıyla Allah yolunda meşru
olan her göreve hazır olmak gerekir. Bir sahabe yeri geldiğinde valilik yapmış,
yeri geldiğinde savaşta bir nefer olarak savaşmış ve yeri geldiğinde emir
olarak savaşta görev yapmıştır. Ama sahabe nesli her ne yapmışsa Allah için
yapmıştır. Allah için yapması gerekeni ertelemeden yapmıştır. Sahabe kendisine
Allahû Teâla tarafından nasib edilen her görevin hakkım vereerek yapmıştır.
Ertelenen İslâmî hayatın sahabe fıkhında yeri yoktur. Sahabe fıkhı, ertelenen
İslâmî hayatı mahkûm eden bir fıkıhtır. Çünkü sahabeler, bugün yapılması
gerekenleri yarına bırakmayan zahid ve mücahid kimselerdir.
Cebrail (a.s)'in
suretine girdiği sahabedir. Dıhye-i Kelbî ticâretle meşgul olup, çok zengindi.
Kabilesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlüllah efendimizi severdi.
Ticaret için Medine'den ayrılır, her dönüşünde Rasûîüllah (sav)'ı ziyaret eder
ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamberimiz bunlara kıymet vermez ve;
“Yâ Dıhye, eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et!
Cehennem ateşinden kurtul,” buyurur,
onun îmân etmesini isterdi. Dıhye ise, zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz
onun hidâyet bulması için duâ ederdi.
Bedir gazasından sonra
bir gün Cebrail aleyhisselâm, Dıhye'nin îmân edeceğini Rasûlüllah’a haber
vermişti. îmânla şereflenmek için huzuru saadetlerine girince, Resûlüllah
efendimiz üzerindeki hırkasını Dıhye'nin oturması için yere serdi.
Dıhye-i Kelbî,
Rasûîüllah (sav) efendimize hürmeten Hırka-i saadeti kaldırıp, yüzüne gözüne
sürdükten sonra, başının üzerine koydu. Rasûlüllah (sav)ın duaları bereketiyle
kalbinde îmân nuru doğmuş ve öylece Rasûlüllah (sav)'e gelmişti.
Cebrail aleyhisselâm
çok defa Rasûlüllah (sav)'ın huzuruna, onun suretinde gelirdi. Reaûlüllah
efendimiz, Ümeyyeoğullarından üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu ki:
“Dıhye-i Kelbî Cebrail'e, Urve bin Mes'ûd-es-Sekâfı İsâ'ya,
Abdülüzzi ise Deccâl'a benzer.”
Hicretin beşinci senesinde,
Rasûlüllah Benî Kureyza seferine gitmeden önce Medîne'nin yakınında bir mevki
olan Savreyn'de Ashâb-ı kiramdan bir cemâ'ate rastladı ve onlara sordular:
“Kimseye rastlamadınız mı?”
“Yâ Rasûlallah, biz,
Dıhye-i Kelbî'ye rastladık. Eyerli beyaz bir katır üzerine binmişti. O katırın
üzerinde atlastan bir kadife vardı.”
Bunu işitince,
Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:
“O Cebrail'dir. Kalelerini sarssın ve kalblerine korku
versin diye Benî Kureyza'ya gönderildi.”
Dıhye-i Ketbî Rumca'yı
iyi bilirdi. Rasûlüllah efendimiz, onu Bizans'a sefir olarak gönderdi.
Rasûlüllah efendimiz Bizans Kayseri Heraklius'u İslam’a da'vet için bir mektup
yazdırdı. Bu mektubu yazdırdığı zaman Ashâb-ı kiramdan ba'ziları dediler ki:
“Yâ Rasûlallah! Rum
taifesi mührü olmayan bir mektubu okumazlar.”
Bunun üzerine
Resûlüllah efendimiz emretti; gümüşten bir mühür kazdırıldı. Mührün üzerinde
birinci satırda Muhammed, ikincide Resul, üçüncü satırda Allah yazılı idi.
Mektubu bu mühürle mühürledi ve Dıhye'ye verdi. Dikkat edilirse, Hz. Muhammed
(sav) lüzumu halinde resmi formalitelere de riayet etmiştir. Ancak bu resmi
formalitelere riâyet İslam'ın temel esaslarına ters düşmeyecek ve İslam'ın
öngürdüğü maslahatlara hizmet edecektir.
Hz. Dıhye, mektubu
Bizans Kayserine sunması için, Busrâ'daki Gassân emîri Hâris'e başvurdu. Haris
de, Dıhye'yi Heraklius'a götürmesi için Adiy bin Hâtem'i vazifelendirdi.
Adiy bin Hâtem de
Dıhye'yi alıp, Kudüs'e götürdü. Bu sırada Heraklius da Kudüs'te bulunuyordu.
Heraklius; eğer İranlılar üzerine galip olurlarsa, Humus'tan Kudüs'e kadar
yürüyeceğini adamıştı. Heraklius, Iran ordularını yenince adağını yerine
getirmek için; Humus'tan yaya olarak yola çıkmış, yoluna halılar serilmiş,
kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs'e ulaşmış, adağını yerine getirmişti.
Dıhye, Heraklius'tan
sonra Kudüs'e vardı ve Heraklius ile görüşmek için temaslarda bulundu.
İmparatorun adamları kendisine dediler ki:
“Kayser'in huzuruna
çıktığın zaman başını eğip yürüyeceksin ve yaklaşınca da yere kapanıp secde
edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de aslâ başını yerden
kaldırmayacaksın.” Bu
sözler, Dıhye'ye ağır geldi ve onlara şunları söyledi:
“Biz Müslümanlar,
Allahü Teâlâ'dan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde
etmesi, insanın yaratılışına terstir.” Bunun
üzerine Kayser'in adamları dediler ki:
“O hâlde Kayser,
getirdiğin mektubu hiçbir zaman kabul etmez ve seni huzurundan kovar.”
Bizim Peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâm başkasının, kendisine değil secde etmesine; önünde
eğilmesine bile müsâade etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa; ona
ilgi gösterir, huzuruna alır, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü
alır. Bunun için Ona tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir.
Dıhye-i Kelbî'nin,
Rum Kayser'inin huzurunda
eğilmeyeceğini belirtmesi üzerine, orada bulunanlardan biri dedi ki:
Madem ki Kayser'e
secde etmeyeceksin, o hâlde üzerine aldığın vazifeyi yerine getirebilmen için
sana başka bir yol göstereyim. Kayser'in, sarayının önünde dinlendiği bir yer
var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar, oraları dolaşır. Orada bir minber
vardır. Onun üzerinde herhangi bir şikâyet veya yazı varsa, önce onu alır okur,
sonra istirahat eder.
Sen de şimdi git,
hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce, seni çağırtır. O
zaman vazifeni yerine getirirsin.
Bunun üzerine Hz.
Dıhye mektubu söylenen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı. Tercüman,
Rasûlüllah (sav)ın mektubunu okumaya başladı.
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allanın Rasûlü
Muhammed'den Rumların büyüğü Heraklius'a" diye başlandığını görünce, Heraklius'un kardeşinin
oğlu Yennâk, kızıp tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu. Adam yere
düştü. Bu sırada Rasûlüllah (sav)'in mektubu da tercümanın elinden düştü.
Heraklius, kardeşinin oğluna ne yaptığını sordu. O da dedi ki:
“Görmüyor musun?
Mektuba hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdar
olduğunu söylemeyip, "Rumların
büyüğü Heraklius'a" demiş. Niçin "Rumların hükümdarı" diye
yazmamış ve senin isminle başlamamış? Onun mektubu bugün okunmaz.” Bunun
üzerine Heraklius şöyle cevap verdi:
“Vallahi sen, ya çok
akılsızsın veya koca bir delisin. Senin böyle olduğunu bilmiyordum. Ben daha
mektubun içinde ne olduğuna bakmadan, yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma
yemin ederim ki, eğer O, söylediği gibi Rasûlullah ise, mektubuna benim
ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye anmakta
haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim, hükümdarları değilim.”
Sonra Yennak'ı dışarı
çıkarttı.
Hıristiyan âlimlerinin
reisi ve kendisinin müşaviri olan Uskuf isimli kimseyi çağırttı ve mektup
okundu. Mektubun devamı şöyleydi:
“Allahû Teâlâ'nın hidâyetine tâbi' olana selâm olsun.
Bundan sonra; ben seni İslama davet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın!
Allahû Teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün
Hıristiyanların vebali senin üzerinedir. Ey kitap ehli, sizin ve bizim aramızda
bir olan söze gelin; Allahû Teâlâ'dan başkasına ibâdet etmeyelim ve O'na hiçbir
şeyi ortak koşmayalım. Allahüû Teâlâ'yı bırakıp ba'zılarımız ba'zılarını Rab edinmesinler.
Eğer bu sözden yüz çevirirlerse "Şâhid olunuz, biz Müslümamz!"
deyiniz."
Rasûlullah (sav)'ın
mektubu okunurken Heraklius'un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektup
bitince dedi ki:
Hz. Süleyman'dan sonra
ben böyle "Bismillâhirrahmânirrahîm"
diye başhyan bir mektup görmemiştim.
Heraklius, Uskuf a bu
mes'eledeki fikrini sordu. O da dedi ki:
Vallahi O, Mûsâ ve İsâ
aleyhimesselâmın bize geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Zaten biz Onun
gelmesini bekliyorduk.
Sen bu hususta ne
yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?
Ona tâbi olmanı uygun
görürüm.
Ben senin dediğin şeyi
çok iyi biliyorum. Fakat Ona tâbi olup, Müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem
hükümdarlığım gider, hem de beni öldürürler.
Bundan sonra Dıhye ve
Adiy bin Hâtem'i çağırttı. Adiy dedi ki:
“Ey hükümdar, davar ve
develer sahibi Araplardan olan şu yanımdaki zât, memleketinde vuku bulan
şaşılacak bir hâdiseden bahsediyor.”
Memleketlerindeki
hâdise ne imiş, sor bakalım. Hz. Dıhye bu soru üzerine dedi ki:
“Aramızda bir zât
zuhur etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tâbi
olmaktadır. Bîr kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku
bulmuştur.”
Bundan sonra
Heraklius, Peygamber efendimiz hakkında araştırma yapmaya başladı. Şam valisine
emir verip Peygamber efendimizin soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını
emretti.
Bu arada kendisinin
dostu olan ve İbranice bilen Roma'daki bir âlime de mektup yazıp, bu mes'eleyi
sordu.
Roma'daki dostundan,
bahsettiği zâtın âhır zaman Peygamberi olduğunu bildiren bir mektup geldi. Bu
arada Şam valisi, ticâret için Şam'a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların
içinde Ebû Süfyân da vardı. Vali, Ebû Süfyân'la yanındakileri Şam'a götürüp,
Heraklius'un yanına çıkardı.
Bu sırada Heraklius
Kudüs'te bir kilisede idi. Vezirleriyle beraber oturmuş ve başına tacını
giymişti. Heraklius, Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar Mekkeliyi burada kabul
etti. Peygamber efendimiz hakkında ba'zı sorular sorup cevabını aldıktan sonra,
tekrar sordu:
“O size neyi
emrediyor?” Ebû Süfyân hiç gizlemeden
şu cevabı verdi:
“Yalnız bir Allaha
ibâdet etmeyi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrediyor, atalarımızın taptığı
putlara tapmaktan bizi men ediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, fakirlere
yardım etmeyi, haramlardan sakınmayı, ahde vefayı, emânete hıyanet etmemeyi,
akrabayı ziyaret etmeyi emrediyor.”
Heraklius, kilisede
Ebû Süfyân'a sorular sormuş ve cevaplarını almıştı. Rasûlullah (sav)'ın mübarek
mektubu okunmuş, Rum papazları arasında gürültüler çoğalmıştı. Zîrâ Kayser'in
İslâmiyete meyletmesinden korkuyorlardı. Kayser, Ebû Süfyân ve yanındaki
Kureyşlilerin dışarı çıkarılmasını emretti.
Daha Müslüman olmamış
olan Ebû Süfyân, Peygamberimizin da
vâsini başarıyla sonuçlandıracağına inandığını, burada yeminle söylemiştir. Hz.
Dıhye, o mübarek güzel yüzü ile Heraklius'un karşısına geçip, tatlı sesi ile
dedi ki:
“Ey Kayser beni sana,
Humus'tan Haris adlı bir kimse gönderdi ki, o, senden hayırlıdır. Allahû
Teâlâ'ya yemîn ederim ki, beni ona gönderen zât, yani Resûlüllah ise, hem
ondan, hem de senden daha hayırlıdır.
Sözlerimi
alçakgönüllülükle dinleyip, verilen nasîhatleri kabul et! Çünkü alçakgönüllülük
edersen nasîhatları anlarsın. Nasîhatları kabul etmezsen insaflı olamazsın.”
Heraklius dedi ki:
“Devam et!
Öyle ise ben seni, Mesih'in kendisine
namaz kılmış olduğu Allaha da'vet ediyorum. Seni, önceden Musa'nın, ondan sonra
isa'nın geleceğini müjdeleyip haber verdiği şu Ümmî Peygambere îmâna da'vet
ediyorum. Eğer bu hususta bir şey biliyor, dünya ve âhıret saadetini kazanmak
istiyorsan, onları gözlerinin önüne getir. Yoksa âhıret saadetini elinden
kaçırır, dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin
Rabbin olan Allah, zâlimleri helak edici ve ni'metleri değiştiricidir.”
Heraklius,
Peygamberimizin mektubunu okuyunca, öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra
da şöyle dedi:
“Ben, ne elime geçen
bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup
öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm. Sen bana hakikati düşünüp
buluncaya kadar mühlet ver.”
Heraklius daha sonra
Hz. Dıhye'yi yanma çağırıp başbaşa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti. Dedi ki:
“Ben biliyorum ki seni
gönderen Zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhır zaman
Peygamberidir. Yalnız ben Ona uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum.
Onların içinde en
büyük âlimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır ki,
Dağatır derler. Seni ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbidir. Eğer o
iman ederse, bütün hepsi ona uyup îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı
ve i'tikâdımı açığa vururum.”
Bundan sonra Heraklius
bir mektup yazdı ve Hz. Dıhye'ye verip, Dağatır'a gönderdi.
Hz. Dıhye,
Heraklius'un mektubu ile beraber Resûlullah’ın da bir mektubunu Dağatır'a
götürdü. Zaten Rasûlullah efendimiz Dağatır'a ayrıca mektup yazmıştı. Dağatır,
Peygamberimizin mektubunu okuyup, vasıflarını işitince;
Vallahi senin sahibin,
Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Biz Onun sıfatlarını tanıyoruz.
İsmini de kitaplarımızda yazılı bulduk, dedi ve îmân etti.
Bundan sonra Dağatır
evine gitti ve her pazar yaptığı vaazlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar
bağınyorlardı:
“Dağatır'a ne oluyor
ki, o Arabla görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz!”
Dağatır üzerindeki
siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz bir elbise giydi ve eline asasını alıp
kiliseye geldi. Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp dedi ki:
“Ey Hıristiyanlar!
Biliniz ki bize Ahmed'den mektup geldi. Bizi hak dîne da'vet etmiş. Ben açıkça
biliyor ve inanıyorum ki, O, Allahû Teâlânın hak peygamberidir.”
Hıristiyanlar bunu
işitince, hepsi Dağatır'ın üzerine hücum ettiler ve onu döverek şehîd ettiler.
Hz. Dıhye gelip,
durumu Heraklius'a haber verdi. Heraklius da bunun üzerine dedi ki:
“Ben sana söylemedim
mi? Dağatır, Hıristiyanlar katında benden daha sevgili ve azîzdir. Eğer
duysalar beni de onun gibi katlederler.” Heraklius Humus'taki köşkünde,
Rumların büyüklerini çağırtıp, kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek
bir yere çıktı ve onlara dedi ki:
“Ey Rum cemaatı!
Sizler saadete, huzura kavuşmayı ve hâkimiyetinizin temelli kalmasını, Hz. İsa'nın
söylediğine uymak istermisiniz?”
“Ey bizim
hükümdarımız, bunları elde etmek için ne yapalım?”
“Ey Rum cemaatı, ben
sizleri hayırlı bir iş için topladım. Bana vîuhammed'in mektubu geldi. Beni
İslâm dînine davet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz,
kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğunuz ve alâmetlerini bildiğimiz
Peygamberdir. Geliniz Ona tâbi olalım da lünyada ve âhırette selâmet bulalım.”
Bunun üzerine herkes
kötü sözler söyleyip homurdanarak dışarı çıkmak için kapılara koştular. Fakat
kapılar kapalı olduğu için bir yere demediler. Heraklius Rumların bu
hareketlerini görüp, İslâmiyetten öyle kaçındıklarını anlayınca,
öldürülmesinden korktu ve;
“Ey Rum cemâ'ati,
benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dîninize olan bağlılığınızı
ölçmek içindi. Dîninize bağlılığınızı ve beni ;evindiren davranışınızı şimdi
gözlerimle gördüm,” dedi.
Bunun üzerine Rumlar
Heraklius'a secde ettiler. Köşkün kapıları açıldı ve çıkıp gittiler. Heraklius,
Hz. Dıhye'yi çağırıp olanları anlattı. Bahşişler, hediyeler verdi.
Peygamberimize bir mektup yazdı. Mektubu ve hazırlattığı hediyeleri Hz. Dıhye
ile Peygamberimize gönderdi.
Heraklius, Müslüman
olmak istemişse de, makam ve ölüm korkusundan îmân etmedi. Peygamberimize yazdığı
mektupta şöyle diyordu:
“Hz. İsâ'nın
müjdelediği Allah'ın Rasûlü Muhammed'e Rum hükümdârı Kayser'den, Elçin
mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet derim ki sen Allanın hak Rasûlüsün. Zaten biz seni
İncil'de yazılı bulduk ve Hz. İsa seni bize müjdelemiş idi. Rumları sana îmân
etmeye da'vet ittim. Fakat îmân
etmeye yanaşmadılar.
Onlar beni
dinleselerdi muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında
bulunup, sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzu ediyorum."
Hz. Dıhye, Heraklius'tan
ayrılıp Hismâ'ya geldi. Yolda Şenar vadisinde Huneyd bin Us, oğlu ve adamları
Hz. Dıhye'yi soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar. Bu mevkide
Dübey bin Rifae bin Zeyd ve kavmi, İslâmiyeti kabul etmişlerdi. Hz. Dıhye
bunlara geldi. Bunlar Hüneyd bin Us ve kabilesinin üzerine yürüyüp Dıhye'den
aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar.
Daha sonra Efendimiz
Zeyd bin Hâris'i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. O beldede olanların hepsi îmân etti.
Bu mes'ele böylece kapandı.
Hz. Dıhye Medine'ye
gelince, evine uğramadan hemen doğruca Rasûlullah (sav)ın kapısına gitti. İçeri
girdi ve bütün olanları anlattı. Peygamberimize Heraklius'un mektubunu okudu.
Onun için bir müddet
daha saltanatta kalmak vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların
saltanatı devam edecektir, buyurdu.
Heraklius daha sonra
da Peygamberimize îmân ettiğini bildiren mektup yazmış ise de Resûlullah
efendimiz;
Yalan söylüyor.
Dîninden dönmemiştir, buyurdu.
Heraklius
Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altından yuvarlak bir
kutunun içerisinde muhafaza etti. Heraklius ailesi bu mektubu saklamışlar ve
bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektup ellerinde bulunduğu sürece
saltanatlarının devam edeceğini söylerler ve buna inanırlardı. Hakîkaten de
öyle olmuştur. İslâm kumandanlarından onu görmek isteyenlere:
Bize baba ve dedelerimiz, "Bu mektup
elinizde kaldıkça saltanat bizden gitmeyecektir" diye tenbîh etmişlerdir
demişlerdir.
Dıhye-i Kelbî Eshâb-ı
kiramın büyüklerinden ve sima olarak en güzellerindendir. İsmi; Dıhye bin
Halîfe bin Ferve bin Fedâle bin Zeyd İmrü'l-Kays bin Hazrec olup, Dihyet-ül
Kelbî diye meşhur olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir.
Bedir gazası dışındaki
Rasûlüllah’ın bütün gazvelerine iştirak eden Hz. Dıhye, Hz. Ebû Bekir'in
hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük savaşında
bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam'ın fethinden sonra oraya yerleşti ve
Muzze'de oturdu. Hz. Muaviye zamanında, Şam'da 672'de vefat etti. [127]
Rasûlullah (sav)'in elçiliğini
yapmak, sahabe nesline nasip olmuştur. Onlar, Rasûlullah (sav) tarafından
temsilci olarak başka kavimlere gönderilmişlerdir. Dolayısıyla Rasûlullah (sav)'in sünnet ve
siretini hayata dönüştürerek diğer
insanlara ulaştırmak, sahabe fıkhını idrak etmektir. Çünkü sahabelerin hayatı,
Rasûlüllah (sav)'in hayatının bir yansımasıdır. Müslüman olarak içinde
yaşadığımız toplumda ne kadar Rasûlüllah (sav)'in sünnetini hayata taşırsak, o
kadar Rasûlüllah (sav)'in temsilciliğini yapmış oluruz.
[1] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, Kahire 1286, 111, 230.
[2] Buhârî, Megâzi, 6.
[3] İbnü'l- Esîr, ef-Kâmil fi't Tarih, 111, 65 vd.
[4] Ebû Dâvud, Akdiye, 2.
[5] İbn Abdül Berr, el-istiâb, II, 345.
[6] İbn Sa'd, Tabakat, IV, 187.
[7] İbnü'i-Esir, Üsdü'l-Gâbe, I V, 230-231.
[8] İbn Hallikân, Vefayatü'l Ayan, II, 242.
[9] Es-Sünnetü Nebeviyye ve Menhecüha Fi Bina'il Ma'rifeti
ve'l Hadare (Yusf El- Kardavi:2/1004-1005.
[10] Abdullah b. Ömer'in Fıkıh Ansiklopedisi Beyrut/1986.
[11] İbn Sa'd, Tabakat, IV, 174.
[12] İbn Sa'd, Tabakat, IV, 182.
[13] İhyau Ulûmi'd Din/İmam Gazali/Ter: Ahmed Serdaroğlu,
C:2, Sh;238-239, İst/1973
[14] İhyau Ulûmi'd Din/İmam Gazali/Ter: Ahmed Serdaroğlu,
C:2, Sh:401, İst/1973
[15] El-İsabe/İbn-i Hacer; Üsdü'l Ğabe/İbn-i
Esir;El-İstiab/İbn-i Abdi Berr; Hilyertü'l Evliya/İsfehani;el-Müsned/Ahmed b.
Hanbel; Hayatü's Sahabe/Yusuf Kândehlevi.
[16] El-İsabe/İbn-i Hacer; Üsdü'l Ğabe/İbn-i
Esir;El-İstiab/İbn-i Abdi Berr; Hilyertü'l Evliya/İsfehani; Suverun Min Hayalü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref’at el-Başa: 1/160-200, Beyrut/ty.; Hayatü's Sahabe/Yusuf
Kândehlevi.
[17] Buhâri, Vudû, 10; Müslim, Fadailu’s-Sahabe, 138.
[18] El-İsabe/İbn-i Hacer; Üsdü'l Ğabe/İbn-i Esir;El-İstiab/İbn-i
Abdi Berr;Hilyertü'l Evli-ya/İsfehani;Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman
Refat el-Başa: 1/160-200, Beyrut/ty.; Hayatü's Sahabe/Yusuf Kândehlevi.
[19] Hak Dini Kur'an Dili/. M. Hamdi Yazır, C:7, 4662,
İst/1971
[20] Tenbihu'l Muğterin/İmam Şarani/Ter: Ömer Temizel,
Sh:290, İst/1971.
[21] Hizburrahmanın Ahlâkı/Muhammed Gazali/Ter: C. Candan,
Sh:202-204, Konya/1985.
[22] İslâm Ansiklopedisi, 1, 26-7
[23] İbn Kesîr, el-Bidaye, VIII, 299; Cerrahoğlu, Tefsir
Usulü, s. 241.
[24] Turgut, Tefsir Usulü, s. 227.
[25] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 180; İbn Mace, 1, Mukaddime II,
no: 166, I. 58; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakki'în, I,15.
[26] İbni Kayyım, İ'lâmu'l'Muvakki'în, I,15; Hallaf, İslâm
Teşrî Tarihi, s. 33..
[27] Nisâbûrî, Marifetü'l-Ulûmi'l-Hadîs, s. 23-4.
[28] Sâbûnî, et-Tıbyan fî Ulûmi'l-Kur'an, s. 112.
[29] İbni Kesîr, Fedâilu'l-Kur'an, s. 130.
[30] Nahhas, Meâni'l-Kur'an, I, 42.
[31] İbn Mübarek, Kitabu'z-Zühd, Had. No: 1393, s. 420.
[32] Abdurrezzak, Musannef, Fedâil, III, 373.
[33] Kasımı, Kur'an’ı Anlamak, s. 17.
[34] Taberi, Câmiu'l-Beyan, I, 65.
[35] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 181; Darimî, ', Mukaddime 20,
I. 59.
[36] İbrahim: 14/4
[37] Sebe: 34/28
[38] Darimî, 1, Mukaddime 8, s. 26; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid,
VIII, 254-5
[39] Taberî, Câmiu'l-Beyan, VIII, 469
[40] Taha: 20/123
[41] İbni Ebî Şeybe, Musannef, VII, 177.
[42] Aksan, Türkçe'nin Gücü, s. 159
[43] Zerkeşî, el-Burhari, I, 368
[44] Taberî, Câmiu'l-Beyan, IX, 193
[45] İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, V, 3433; Zehebî, et-Tefsir
ve'l-Müfessirûn, I, 35
[46] Bakara: 2/2
[47] Bireysel düşüncelerinizi desteklemek için ayetleri
çarpıştırmayın.
[48] İbn Ebî Şeybe, Musannef, Fedâil, VII, 188; Ebû
Abdurrahman, Kitabu's-Sünne, I, 134.
[49] Hailaf, İslâm Teşri Tarihi, s. 34.
[50] Kettanî, et-Terâtibu'l-İdariyye, III, 3.
[51] Hanbelî, Usûlü Fikhı'l-İslâmî, s. 48.
[52] Ahmed, I, 273; Nahhas, Meâni'l-Kur'an, I, 131.
[53] Turgut, Tefsir Usulü, s. 228.
[54] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 158.
[55] Buhâri, Savm, 55, Nikâh, 89, Teheccüd, 20; Müslim,
Sıyâm, 192; Nesâi, Sıyâm, 76; İbn Hanbel, II, 194, 198
[56] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Câbe, 111, 234
[57] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 252
[58] Ahmedb. Hanbel, II, 166
[59] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 252, İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,
111,311
[60] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 252.
[61] Buhâri, ilim, 39
[62] Ahmed b, Hanbel, Müsned, II, 176
[63] Nesâi, îstiâze, 18,21, Tirmizî, Deavât, 68; İbn Mâce,
Dua, 2; Ahmed b. Hanbel II, 167, 198.340.
[64] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 158-226 arasında yer alan
Abdullah b. Amr b. el- Ass'ın Müsnedi.
[65] El-İsabe/İbh-i Hacer; Üsdü'l Gabe/İbn-i Esir;El-İstiab/İbn-i
Abdi Berr; Hilyertü'l EvIi-ya/İsfehani;Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman
Ref’at el- Başa: 1/160-200, Beyrut/ty.; Hayatü's Sahabe/Yusuf Kândehlevi.
[66] İbn Sa'd Tabakât, 111, 129.
[67] Buharı, Tıp 3, Müslim, Selâm, 92, 93, 98, 100
[68] El- İstiab Fi Ma'rifeti'l Ashâb/İbn-i Abdi'l Berr:
2/396; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî: 2/154; Hilyetü'l Evliya:l/98-100;
El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani: 2/416-417;Suverun Min
Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başâ: 4/40-56, Beyrut/ty.
[69] Zehebî, Siyer, I, 280.
[70] İbnü't-Kayyim, i'lâmu'l-Muvakkiîn, I, 16.
[71] Zehebî, Siyer, I, 392.
[72] Buharı, Menakibu'l Ensar 17; Tirmizî, Menâkib 33.
[73] Buharı, Menakibu'I-Ensar,l6.
[74] İbn Mace, Ticarât, 8.
[75] Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 21.
[76] Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 117.
[77] İbn Sa'd, aynı eser, II, 350.
[78] Âl-i imran: 3/142.
[79] Ankebût: 29/ 2.
[80] Nahl: 16/ 106.
[81] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-
İsabe Fi temyizi Sahâbe/îbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty.
[82] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe
Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahabe/Abdurrahman Ref'at el- Başa Beyrut/ty.
[83] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü't Evliya;
El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-İ Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at e!- Başa, Beyrut/ty
[84] Hayattt's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyetü'l Evliya;
El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty.
[85] Siretü İbn-i Hişam: 2/90-91; Siyeru A'lami'n
Nübelâ/Zehebî: 1/252-255; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-
Başa: 1/143-146, Beyrut/ty.
[86] Siretü İbn-i Hişam: 2/17İ; El- Bidayi Nihaye/İbn-i Kesir:
4/22; Suverun Mir. Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref’at el- Başa: 6/21-33,
Beyrut/ty; Hilyetü'l Evliya: 1/110-111
[87] Buharı, Eşribe, 28; Ekime, 29; Libâs 27; Müslim,
libâs, 4, 5
[88] Buharı, Eşribe, 27; İbn Mâce, Eşribe,17; Mâlik,
el-Muvatta', Sifatü'n-Nebî, 11; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, 1, 255
[89] bk. İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VIII, 81, 82; el
Meydânı, el-Lübâb, 1V,159 vd; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1, 75, 78; eş-Şirâzî,
el-muhezzeb, I, II vd; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edületüh, Dımaşk
1405/1985, III, 506 vd
[90] Buhârî, libâs, 38, Cenâiz, 2, Hibbe, 28; Nesâî, Zînet,
40, Tatbik, 7; İbn Mâce, libâs, 19
[91] Ebû Dâvud, libâs, 8, Hâtem, 3; Tirmizî, Salât, 80, Libâs,l2
[92] ez-Zeylaî, Nasbü'r-Râye, IV, 225, 235
[93] Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih
tercemesi/Zebidî/Ter ve Şerh: Kâmil Miras: 4/287-288, Ankara/1980
[94] El- Müsned/Ahmed b. Hanbel: 4/292.
[95] El-Müsned/Ahmed b. Hanbel: 4/293.
[96] El-Müsned/Ahmed b. Hanbel: 4/283.
[97] Bakara: 2/195.
[98] El-Müsned/Ahmed b. Hanbel: 4/303.
[99] El-Müsned/Ahmed b. Hanbel: 4/288.
[100] İbn Sa'd, Tabakat, III, 232
[101] İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi't-Târih, II, 66
[102] İbn Sa'd, Tabakat, III, 232
[103] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l- Gabe, 1,209
[104] İbn Sa'd, Tabakat, III, 234
[105] Avnu'l-Ma'bud, Şerhu Sünen-i Ebî Dâvud, 111,185; İbn
Mâce, Ezan, 1, 3
[106] Buhârî, Megâzî, 49
[107] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, II, 358; İbn
Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 538; Îbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 579.
[108] İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 537; İbnü'l-Esîr, a.g.e.,
II, 278
[109] İbnü’l-Esîr, a.g.e., II, 279; el-Askalânî, a.g.e.,
III, 23
[110] İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e.,
II, 538; II, 538; el-Askalânî, a.g.e., III, 23
[111] İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; el-Askalânî, a.g.e.,
III, 23; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 540; İbn Sa'd a.g.e., II, 360
[112] İbn Sa'd, Tabakat, III, 238-239.
[113] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahabe/Abdurrahman Ref’at el-Başâ, Beyrut/ty.
[114] Buhârî, II, 584.
[115] Tezkiretü'l-Huffaz, I, 37
[116] Cuma: /11.
[117] İbn Sad, Tabakât, Beyrut, 1376/1957, IV, 34; İbn
Abdilber, el-İstiâb, Kahire (t-y), I, 242
[118] İbn İshak, es-Sîre, Mısır 1355/1936, II, 3-10.
[119] İbn İshak, es-Sîre, I, 356-362; Ahmet b. Hanbel, H. no:1740,
4400; İbnû'l Esir el-Kâmil, Mısır 1301, II, 37-38; İbn Haldun, Tarih, Mısır
1355/1936, II, 178; İbn Kayyim, Zâdü'l Meâd, Mısır (t.y), I, 301.
[120] Buhârî, Sahîh, İstanbul 1329, V, 80; Müslim, Sahîh,
(Nşr. M. F. Abdülbâki), 1375/1956, IV, 1946
[121] İbn Sa'd, Tabakât, II, 128; İbn İshak, es-Sîre, IV, 15.
[122] İbn İshak, es-Sire, IV,19- 20; İbnü'l Esir, el-Kâmil,
II, 236
[123] İbn İshak, es-Sîre, IV, 20; İbn Sa'd, Tabakât, IV, 38;
Buhârî, Sahîh, V, 87
[124] İbn Sa'd Tabakât, IV, 38; Buhârî, Sahih, V, 87
[125] Tirmizî, Menâkıb, 69.
[126] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty.
[127] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayalü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty.