Hz. Muğîre-Tebni Şu'be (R.Anh)
Hz. Muhammed Bin Mesleme (R.Anh)
Hz. Nuaym İbn-Î Mes'ûd (R.Anh)
Hz. Nu'man Bin Mukarrîn (R.Anh)
Hz. Osman Ibn-I Maz'un (R.Anh)
Hz. Sa'd Bin Ebı Vakkas (R.Anh)
Hz. Sa'd Bin Ebı Ubade (R.Anh)
Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız
Beklenmektedir
Hz. Salım Mevla Ebu Huzeyfe (R.Anh)
Hz. Talha Bin Ubeydullah (R.Anh)
Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız
Beklenmektedir
Hz. Ukayl Bin Ebî Talıb (R.Anh)
Hz. Ukbe Ibn-I Amir El-Cuhenı (R.Anh)
Hicretin ikinci
yılında Bedir savaşı başlayacağı sırada, Peygamberimiz Ashabın ileri
gelenlerini toplayıp onlarla istişare etti. Henüz Müslümanlar çok azdı.
Harp için hazırlıkları
yok sayılırdı. Maddî imkânları azdı. Önce Hz. Ebû Bekir'in ve Hz. Ömer'in
fikirlerini aldı. Onlardan herbiri:
"Hiçbir hizmet ve
fedâkârlıktan geri durmayız," diyerek, Rasûlullah (sav)'ın dilediği gibi
hareket etmesini istediler. Hz. Mikdâd şöyle konuştu:
"Ey Allahın
Rasûlü! Cenâb-ı Hakkın emirleri ne ise, bize bildir. Biz, size itaat ederiz.
Yahudilerin, Hz. Musa'ya söyledikleri gibi, "Sen, Rabbinle beraber git de,
düşmanlarla savaş!.. Biz burada, seni bekleyicileriz" demiyoruz. Biz
hepimiz, senin sağında, solunda, önünde, arkanda harp etmeye hazırız.
Bu sözleri işiten
sevgili Peygamberimizin mübarek yüzleri aydınlandı. Çok memnun oldular. Çünkü
kuvvetli bir müşrikler ordusu üzerlerine geliyordu.
Onun, bu feragat ve
şecaat misâli özlerinden son derece memnun olan Peygamberimiz, ona dua etti.
Hz. Mikdâd'ın
söyledikleri çok tesir etti. Diğer Ashâb da, onun gibi konuştular. Böylece,
İslâmın ilk harbi ve ilk zaferi gerçekleşti.
Bedir savaşında büyük
bir kahramanlık gösteren Mikdâd bin Esved, bu savaşta İslâm ordusunda süvari
idi. Bunun için kendisine, Rasûlüllahın süvarisi denilirdi.
Hz. Mikdâd, ok
atmakta, binicilikte son derece mahir bir yiğitti. Bedir'deki kahramanlıktan
siyer ve hadis kitaplarında anlatılmaktadır.
Hz. Mikdâd,
Müslümanlığı kabul eden ilklerdendir.
Bir gün Hz. Mikdâd ve
iki arkadaşı, iyice yorgun ve aç idiler. Sonunda, Efendimize gittiler. Avluda,
3 keçi bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz onları, perişan hâlde görünce buyurdu
ki:
Şunları sağınız da, sütleri
paylaşınız!
Sevinerek öyle
yaptılar ve açlıktan kurtuldular. Sonraki günlerde de, aynı şekilde hareket
etmeye başladılar. Her akşam hâne-i saadete, Peygamber Efendimizin huzur
verici evlerine gelirler, kendilerine ayrılan odaya girmeden önce, keçileri
sağarlar, karınları doyuncaya kadar içerler, Peygamber efendimizin paylarını da
ayırırlardı.
İki cihanın Sultam,
şayet onlardan sonra gelirlerse, uyanık olanların duyacağı, fakat, uyuyanları
uyandırmayacak bir sesle; selâm verirler, gece namazlarım kılarlar, süt
kabındaki kendi paylarına ayrılan sütü içerlerdi.
Bir akşam Peygamber
efendimiz, Ensara davetli idiler. Hz. Mikdâd, "Nasıl olsa orada, izzet ve
ikram edilecekler. Evdeki sütü içmeye, ihtiyaç duymayacaklar!" diye
düşündü.
İşte o duygularla,
Peygamber efendimizin süt payını da içiverdi. Ama içtiği anda, pişman oldu ve,
"Peki şimdi, ne olacak? Biraz sonra Peygamber efendimiz gelip, sütlerini
içmek isterlerse. Sütü bulamayınca da üzülürlerse..." diye düşünmeye
başladı.
Yattığı yerde, bir
türlü uyuyamıyordu. Üzerinde, bir örtü vardı. Başım örtse, ayaklan; ayaklarını
örtse, başı açıkta kalıyordu.
Nihayet Peygamber
efendimiz teşrif ettiler. Her zamanki gibi yavaşça selâm verip, gece
namazlarını kıldılar. Süt kabına baktılar. Tabiî kap bomboştu!..
Hz. Mikdâd'ın yüreği,
hızlı hızlı çarpıyordu. Peygamber efendimiz ellerini kaldırdılar ve;
"Yâ Rabbî! Bize yedirenlere, Sen de yedir.
İçirenlere, Sen de içir!" diye
dua ettiler.
Kulaklarına inanamıyan
Hz. Mikdâd, sevinçle üzerindeki örtüyü attı. Yavaşça doğrulup, keçilerin
bulunduğu yere vardı.
Az önce onları
sağmıştı, fakat, "Hangisinde süt bulursam, biraz alayım da, Peygamber
efendimize takdim edeyim" diye karar verdi.
Hayretle gördü ki,
keçilerin hepsi de sütlüydü... Hemen sağdı. icap tamamen dolmuş, üzeri süt
köpükleriyle süslenmişti.
Dökmeden getirdi.
Kâinatın Efendisine dedi ki:
"İçiniz yâ
Rasûlallah!"
Peygamber efendimiz
hayretle sordular:
"Yâ Mikdâd! Sizler bu gece, süt içmediniz mi? O
tekrar ricada bulundu:"
"İçiniz, yâ
Rasûlallah!"
Sevgili Peygamberimiz alıp
içtiler. Sonra da süt kabını, kendisine uzattılar. Artan kısmı da, o içti.
Büyük lezzet ve haz duymuştu. Peygamber efendimizden artan sütün, harareti
söndürücü olduğunu hissedince güldü.
O zaman Resûl-i Ekrem
sordular:
"Ne oldu yâ Mikdâd?"
O da, bütün
yaptıklarını ve üzüntüsünü bir bir anlattı. İki Cihan Güneşi tebessüm ettiler
ve buyurdular ki:
"Bu hâl, Cenâb-ı Hakkın bizlere rahmetidir.
Allahû Teâlâ'ya şükredelim!"
Hz. Mikdâd, uzun
boylu, iri; fakat yakışıklı bir zât idi. Bir arkadaşının akrabâsıyla evlenmek
istedi. Nedense arkadaşı razı olmadı. O da durumu, Peygamber efendimize
bildirdi.
Çok kırıldığını
anlayan sevgili Peygamberimiz, kendisini memnun etmek istediler. Öz amcalarının
kızı, Hz. Dıbaa ile evlenmelerini sağladılar. Bu sayede, Allahû Teâlâ'nın
Rasûlüyle akrabalık şerefine erişmiş
oldu.
Hz. Mikdâd bütün
müşküllerini Peygamber efendimize sorarak hallederdi. Bir gün Peygamber
efendimize sordu:
"Yâ Rasûlallah!
Ben bir kâfirle dövüşürken, o, bir kolumu kesse, sonra da, ağaç arkasına
sığınıp, "Allah rızâsı için, Müslüman oldum" dese, onu öldürmek,
benim için caiz midir?"
Peygamber efendimiz
buyurdular ki:
"Hayır! Onu öldürme!"
Fakat o, benim kolumu
kestikten sonra Kelime-i Şehâdet getirmiş bulunuyor. Böyle olduğu hâlde, onu
öldürmiyeyim mi?
Allah'ın Rasûlü tekrar
buyurdular ki:
"Onu öldürme! Çünkü, Müslüman olduktan sonra
öldürürsen, onun "şehâdet" getirdikten önceki hâline dönersin. O da
senin, onu öldürmenden önceki hâline döner."
Hz. Mikdâd, Peygamber
efendimizin vefatlarından sonra da gazadan gazaya koştu. Kılıç kullanması ve ok
atması kadar, hafızlığı da mükemmeldi. Savaş meydanlarında mücâhidleri,
Kur'ân-ı Kerîm okuyarak da coşturuyordu.
Hz. Ebû Bekir devrinde
yapılan, Ecnadin muharebesinde akılları şaşırtan işler başardı. Yüzlerce hafız-ı
Kur'ânı etrafına toplamış, İslâm askerlerine heyecan ve şevk veriyordu.
Hz. Ömer zamanında,
Mısır seferi açıldı. Oraya giden İslâm kumandanı, Halîfeden yardım istedi. Hz.
Ömer, ona gönderdiği mektupta şunları yazdı:
Sana yardım için, dört
Müslümanı yolluyorum! Çünkü onların her biri, bin askere bedeldir. Haydi, Allah
yardımcınız olsun.
Bin kişiye bedel"
Müslümanlardan biri de, Hz. Mikdâd (R.a.) idi. Evvel Allah, sonra onların
yardımıyla; bereketli Nil vadisi fethedildi. Mısır'ın karanlık topraklan, İslâm
ışıklarıyla nûrlandı.
Peygamber efendimizin
Medine'ye hicretlerinden 24 yıl sonra idi. Hâinin biri, halîfe Hz. Ömer'i
hançerledi. Hayatından ümit kesildi. Yerine geçecek halîfeyi bildirmesini
istediler. O da en kıymetli akı Müslümanı seçti. Onların hepsi sevgili
Peygamberimiz tarafından Cennetle müjdelenmiş kimselerdi...
Halîfe daha sonra, Hz.
Mikdâd'ı çağırdı. Kendisine;
"Ey Rasûlüllah'ın
süvarisi! Beni kabrime koyar koymaz, sen de, bu 6 Müslümanı bir eve topla!
Aralarından birini halîfe seçmedikçe onları bırakma," emrini verdi.
Hz. Ömer'in bu derece
güvenini kazanan Hz. Mikdâd, vazifesini eksiksiz yerine getirdi. Hz. Osman
(R.a.), halife seçildi.
Bir müddet sonra
Halifenin huzuruna, bazı işadamları geldiler. İşlerini anlatırken, Hz. Osman
'ı, yüzüne karşı övmeye başladılar. O zaman Hz. Mikdâd, yerden bir avuç toprak
aldı. Övücülerin yüzlerine fırlattı.
Niçin böyle yaptığını
soranlara da buyurdu ki:
Çünkü Rasûl-i Kibriya;
"Yüzünüze karşı sizi övenlerin yüzlerini, toprakla bulayınız"
buyurmuşlardı.
Hz. Mikdâd, Hz. Ebû
Bekir'in halifeliği sırasında mürtedlerle yapılan savaşa katılmıştır. Hz. Ebû
Bekir, Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin bir araya getirilip toplanması için kurduğu
heyete Hz. Mikdâd bin Esved'i de almıştır.
Hz. Mikdâd gittiği her
yerde, Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerif öğretmeye gayret ediyordu. Mısır'da
iken adamın biri, onun yüzüne bakıp, "Resûl-i Ekremi gören, bu gözlere ne
mutlu!" deyiverdi. Hz. Mikdâd biraz da üzülerek şunları söyledi:
Sizleri bunu söylemeye
sevk eden nedir? O devirde yaşasaydınız, Rasulüllah'a karşı tavrınızın ne
olacağını biliyor musunuz? Atlaha yemîn ederim ki, Rasûlüllah efendimiz,
kendisine uymayan ve tasdik etmeyen pek çok kavimle karşılaşmıştı. Hâlbuki
Allahû Teâlâ'nın sizi bu devirde yaratması sebebiyle, Rasûlüllah (sav)ın size
getirdiklerini tasdik ederek, yalnız Allah'ı biliyor ve ona îmân ediyorsunuz.
Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti."
İnsanların
azgınlıkları sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Rasûlüllah efendimiz,
insanların puta tapmaktan başka hiçbir şey tanımadıkları câhiliyet ve vahşet
devrinin en şiddetlisinde gönderilmiştir. O Kur'ân-ı kerîmi getirdi, onunla
hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı. O kadar ki; bir kimse, kalbine îmân
yerleştikten sonra, îmân etmeyen babasının, çocuğunun veya kardeşinin küfürde
olduğunu görüyor ve karşı duruyordu.
Kimsenin Cehenneme
gitmesine katiyyen sevinmezdi ve îmân etmesini arzular, bunun için çırpınır,
Cehennemden kurtulmasını isterdi. Bu hususta Allahû Teâlâ Kur'ân-ı kerîmde
Furkân sûresi 74. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle duâ etmeyi emretti:
"Ey yüce Rabbimiz! Hanımlarımızdan ve
çocuklarımızdan gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet."
Hz. Mikdâd 653 yılında
70 yaşlarında hastalandı. Çok geçmeden Hakkın rahmetine, Rasûlü'nün hasretine
kavuştu. Hz. Osman (R.a.) buyurdu ki:
Ey Müslümanlar!
Sevgili Peygamberimiz bizlere bildirdiler ki:
"Allahû Teâlâ, Ashabımdan 4 kişiyi çok sevdiğini;
benim de, onları sevmemi emir buyurdular. Onlar: Ali, Mikdâd, Selmân ve Ebü
Zer'dir."
Cenaze namazını
bizzat, Hz. Osman (R.a.) kıldırdı. Hz. Mikdâd'ın doğum yeri olan Behrâ, Arab
Yarımadası'nın güneyindedir. Kabilesi diğer kabilelerle, kan davası içinde idi.
Bu yüzden önce Kinde taraflarına, sonra da Mekke'ye geldi. Mekke'de, kendisini
çok seven Esved bin Abd-i Yegus, Hz. Mikdâd'ı evlâd edindi. Asıl babasının ismi
Amr olduğu hâlde, Esved'in oğlu olarak anındı.
Hz. Mikdâd ilk
Müslümanlardandır. Müslüman olduğunu gizlemeyen yedi mücâhidden biri oldu.
Mekkeli müşrikler, Peygamber efendimize îmân edip, putlara tapınmaktan vazgeçerek
Müslümanlığı yeni kabul edenlerin hepsine eziyet ve işkence etmeye başladılar.
İslâmiyeti kabul eden
Hz. Mikdâd ve diğer kimsesiz Müslümanları yakalayıp, elbiselerini soydular.
Demirden zırhlar giydirerek güneşin altında, kızgın kumların üzerine yatırarak
saatlerce, hatta günlerce, işkenceleri artırarak devam ettiler.
Müslümanları her
gördükleri yerde yakalayıp hapsediyorlar, akla ve hayâle gelmedik işkenceler
yapıyorlardı. İşkenceler, sonunda dayanılmaz bir hâl alınca, diğer
Müslümanlarla beraber Habeşistan'a hicret etmelerine izin verildi. Mikdâd bin
Esved de, Habeşistan'a hicret eden ikinci kafilenin içinde yer aldı.
Peygamberimizin Medine'ye hicretine kadar orada kaldı. Buradan Medine'ye döndü.
Mikdâd bin Esved
Medine'ye gelince, Rasûlüllah efendimiz, onu haber toplaması için Meke'ye
gönderdi. Çünkü Peygamberimiz Mekke'deki müşriklerin durumunu araştırıp,
Müslümanlar için ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu. Nitekim daha önce Utbe
bin Cezvan da, bu maksatla Mekke'ye gönderilmişti.
İşte bu sıralarda
Mekkeli müşrikler, birkaç koldan Medine'ye akın için hazırlanmışlar, keşfe
çıkmışlardı. Hz. Mikdâd ile Hz. Utbe de bunların arasına sokularak beraberce
ilerlediler. Rasûlullah efendimiz de tam bu sırada Ubeyde bin Hâris'i keşif
için göndermiş olduğundan, bunların ikisi hemen ona iltihak ederek, Medine'ye
döndüler.
Hz. Mikdâd cesur,
gözüpek ve fedakâr bir Müslümandı. Bütün önemli hâdiselerde, ona vazife
verilirdi. Hileyle esir ve şehid edilen, Hz. Hubeyb'in mübarek cesedi,
müşriklerin elindeydi. Bunu istemeyen Efendimiz, Hz. Ebû Zer ile Hz. Mikdâd'ı
vazifelendirdi. Her hususta, Kur'ân-ı Kerîme ve sevgili Peygamberimize uygun
hareket ederdi. Kur'ân-ı Kerîmi baştan başa ezberlemişti. Hafız idi. Çünkü
Resül-i ekrem buyurmuştu ki:
"Kur'ân-ı Kerîm'e sarılınız! Çünkü o şefâ'at eden
ve şefaati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır. Kim
Kur'ân-ı Kerîm'in emirlerine uyarsa, Kur'ân-ı Kerîm, onu Cennete götürür."
Kim de Kur'ân-ı
Kerîmin emirlerine sırt çevirirse, Cehenneme gider. Kur'ân-ı Kerîm en hayırlı
yolu gösterir. Güzellikleri sayılamaz. Alimler ona doymazlar. O hakikate
ulaşmak için Allanın sağlam ipidir. Dosdoğru yoldur. Cinlerin Kur'ân-ı Kerîmi
duydukları zaman, hayretten, "Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete
düşüren bir Kur'ân dinledik ve hemen inandık ve artık Rabbimize hiçbir şeyi
ortak koşmayacağız" dedikleri hakikattir."
Hz. Mikdâd bin Esved,
herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşurdu. Ancak işlerin neticesine
bakarak hüküm verirdi. Bu hususta kendisi şöyle bildiriyor:
Ben, bir adamın sonunu
görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylememi Çünkü buna dâir
Rasûlüllah'tan bir şey sorulmuştu da, şu cevâbı vermişti:
"İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!"[1]
Kur'an-ı Kerim'i hayat
rehberi edinenler, O'nun uğrunda her türlü bedele katlanmayı göze alanlardır.
Kur'an'a bağlılık, bir insanı tanımada en önemli kriterdir. Kur'an'a sarılmayan
ve bağlı kalmayanlar, her hangi bir değer ifade etmezler. Sahabe nesli her şeye
rağmen hüsn-i hatimeyi/güzel sonu esas alırlardı. Son nefeste imanla gitmeyi
çok önemsiyorlardı. Son nefeste imanla gitme hassasiyeti, bir sahabe
hassasiyetidir.
Ensârın ileri
gelenlerinden bir sahabedir. Adı, Muaz b. Cebel b. Amr b. Evs el-Ensâri
el-Hazrecî'dir. Künyesi, Ebu Abdurrahman"dır. On sekiz yaşında müslüman
olmuştur. Peygamber Efendimiz'le birlikte bütün savaşlara katılmıştır.
Rasûlüllah (sav) onu Muhacirinden Abdullah b. Mes'ud ile kardeş yapmıştı.
Muhammed b. Sa'd: Muaz, uzun boylu, beyaz tenli, güzel dişli, iri gözlü, çatık
kaşlı ve kıvırcık saçlıydı" diye tanımlamıştır.
Hz. Peygamber
kendisini çok seviyor ve zaman zaman: "Ey Muaz seni seviyorum" demek
suretiyle bu sevgisini açığa vururdu. Ashâb arasında da, yüz güzelliğinin
yanında, yumuşak huyluluğu, hayası, cömertliği ile tanınıyordu. Onu Hz. Ömer de
çok seviyordu. Muaz hakkında şöyle dediği rivayet edilir: "Analar bir daha
Muaz gibisini doğuramaz. Eğer Muâz olmasaydı Ömer helak olurdu, şayet Muaz
benim hilafetim zamanında yaşamış olsaydı onu kendimden sonra halife tayin
ederdim ve Rabbim bana onu niçin halife tayin ettiğimi sorduğunda da: Ya Rabbi,
senin Rasûlün'ü, Alimler kıyamet gününde bir araya geldiklerinde Muâz, bir ok
atımı (veya bir taş atımı) onların önünde olacak" derken işittim, diye
cevap verirdim" demiştir. [2]
Hz. Muâz, sünnete de
son derece bağlıydı. Bir gün peygamber (sav) mescidin kıble duvarında tükrük
görmüş ve bunun üzerine:
"Her biriniz namazına durduğu vakit şüphesiz
Rabbi ile münâcât eder (söyleşir). Rabbi, kendisi ile kıblesi arasındadır. O
halde hiç
biriniz
kıblesine karşı tükürmesin. Mutlaka tükürmesi gerekirse, ya sol tarafına veya
sol ayağının altına tükürsün... " buyurmuştur.
Bunun üzerine Muâz
(r.a): "İslâmiyet'i kabul ettiğim günden beri sağ tarafıma tükürmüş
değilim (çünkü sağ tarafta insanın sevaplarını yazan melek vardır)" demiş
ve bu hareketiyle Rasûlüllah'a ne kadar bağlı olduğunu göstermiştir. [3]
Muâz b. Cebel'in diğer
bir özelliği de Kur'ân'ı ezbere bilmiş olması ve onu güzel okumasıdır. Bunun
için Sevgili Peygamberimiz:
"Kur'ân'ı dört kişiden öğrenin: Abdullah b.
Mes'ûd, Ubey b. Kâ'b, Muaz b. Cebel ve Ebu Hüzeyfe'nin âzadhsı Salim" buyurmuştur.
Aynı zamanda Hz.
Peygamber zamanında Kur'ân'ın toplanmasında emeği geçenlerdendir. [4]
Muâz (R.a), yaşayışında
zühd ve takvaya da büyük önem verirdi. Geceleri teheccüd namazı kılar ve namaz
sonunda: "Allahım! şu anda gözler uykuda ve gökte yıldızlar parlamış
durumda. Sen ise, diri, her an yaratıklarını gözetip duransın... Rabbim bana
dünya ve âhirette hidâyet nasib et! şüphesiz Sen vaadinden dönmezsin" diye
duâ ederdi. [5]
İbn Mes'ûd, Muaz (R.a)
hakkında: "Şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen bir kimse idi;
Allah'a şirk koşanlardan olmadı" demiştir. Bunun üzerine ona, bu sizin
söyledikleriniz Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim hakkında söylenmiştir[6]
denildiğinde: "Muaz da böyleydi; hayrı biliyor, ona uyuyor, Allah'a ve
Rasûlü'ne itaat ediyordu" cevabını vermiş ve onu İbrahim (a.s)'e
benzetmiştir. [7]
Muaz (R.a), Sahâbe'den
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer vs.'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden
hadis rivayet edenler arasında Enes b. Malik, Mesruk, Ebu't-Tufeyl, Esved b:
Hilâl, Ebu Müsîim el-Havlânî, Abdullah b. Kays ve Abdullah b. Ganem gibi zevat
gelmektedir. Rivayet ettiği hadislerin toplamı ise sâdece yüz elli yedidir. [8]
Hz. Muaz, aynı zamanda
sahabenin fakihlerinden olup dinde vukuf (ince anlayış) sahibiydi. Daha
Rasülüllah'ın sağlığında fetva vermeye başlamıştı.
Hz. Peygamber onun hakkında: "Ümmetim
içerisinde helâl ve haramı en iyi bilen Muaz b. Cebel'dir" demiştir.[9]
Peygamber Efendimiz onu, İslâm'ı anlatıp öğretmek ve Kur'an-ı Kerim'i
ezberletmek üzere, Hicretin dokuzuncu yılında Yemen'e göndermişti. Yolculuk
öncesi Hz. Peygamber'le aralarında geçen konuşmayı Muaz (R.a) şöyle anlatır:
"Allah Rasûlü beni Yemen'e gönderirken şöyle dedi: "Sana bir mesele sorulduğunda ne ile hükmedeceksin?" Ben:
"Allah'ın
kitabmdakilerle" diye cevap verdim.
"Eğer Allah'ın kitabında bulamazsan ne ile
hükmedeceksin?" dedi."
"Allah Rasûlü'nün
hükmettiği ile, dedim.
"Eğer onda da bulamazsan?" dediğinde:
"Kendi reyimle
içtihad ederim, diye cevap verdim. "Bunun üzerine Allah Rasûlü:
"Nebisini, razı olduğu şeyde başarılı kılan Allah'a hamdolsun" dedi.
Ve Yemenlilere, size ashabımdan ilmi ve dini en iyi bilen hayırlı bir kimseyi
gönderiyorum diye bir de mektup yazdı. [10]
Rasûlüllah (sav), Muaz
b. Cebel (R.a.)'a şu tavsiyelerde bulundu:
"Ey Muâz! Ehl-i kitap olan bir topluma
gidiyorsun. Cennet'in anahtarı nedir? diye sorarlarsa: "Lâ ilahe
illallah'ür" de. Yâ Muâz, dâima alçak gönüllü ol, hilimle hükmet. Cenab-ı
Hak, sende samimiyet görürse yardımını ihsan eder, muvaffakiyet verir. Eğer
içtihâddan âciz kalırsan meseleyi tahkik edinceye kadar hüküm verebilmek için
bekle, yahut meseleyi bana büdir. Nefsinin arzularına uymaktan çekin. Nefsin
arzuları insanı Cehennem'e götürür. Halka merhamet ve şefkatle muamele et.
"Yâ Muâz! Onları Allah'tan başka İlah olmadığına ve benim Allah'ın Rasulü
olduğuma şehadete çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, Allah'ın kendilerine bir
günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse,
zenginlerden alınıp fakirlere verilmek üzere, kendilerine zekâtın farz kılındığını
bildir.[11] Ve şu mübarek
sözleriyle vedâlaştı: "Ey Muaz! Belki bu son görüşmemiz olabilir. Allah
seni dinde başarılı kılsın ve sana hidâyet nasib etsin; önünden, arkandan,
sağından, solundan, yukarıdan veya aşağı tarafından gelebilecek her türlü belâ
ve musibetlerden korusun. Senden, insanların ve cinlerin kötülüklerini
uzaklaştırsın. Ey Muaz, belki mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin" Bunun üzerine Muâz (R.a), üzüntüsünden ağlayarak
ayrıldı. Netice Allah Rasûlü'nün tahmin ettiği gibi oldu.
Muaz, Hz. Ebu Bekr'in
halifeliği döneminde Yemen'den döndü. Kalan ömrünü Şam'da geçirdi ve Ürdün'de
Taun hastalığından, henüz genç sayılabilecek bir yaşta otuz sekiz yaşında vefat
etti. [12]
Muaz bin Cebel (R.a.),
zaman zaman şu çağrıyı yapardı. "Otur bizimle, bir saat iman edelim
seninle! İbn-i Revaha (R.a.) bu sözü aldı ve Ebû Derda (R.a.)'ın elini tutarak
"Gel bir saat iman edelim. Zira kalb iyice kaynadığı zaman tencereden daha
çok alt üst olur" dedi. Bunları iki sahabeden aldık. Bu nasihatlar davet
fıkhı hakkındadır. Bununla İslam davetçisini her vazu nasihatta oturmaya, iman
üzerine tefekküre, nefsini, ilmini ve azmini mütâlaaya çağırıyoruz.[13]
İman, bütün ölçülerin başıdır. İmanın ölçüsüne uymayan hiçbir şey mü'mini
bağlamaz.
Muâz bin Cebel
(R.a.)'ın sahabelere yönelik "Gelin bir saat iman edelim" çağrısının
bir manası da, "Gelin seçilmiş bîr iman saatinde
buluşalım" demektir. İman terbiyesi,
bir zarurettir. İşte Muâz bin Cebel (R.a.)'in çağrısı, itina edilmiş, özen
gösterilmiş, iman terbiyesinden geçirilmiş, diri ve duru bir İslâmî hayatın
çağrısıdır.
Meşhur Arap
dâhilerinden Mugire der ki: Biz Araplar içinde, dinine son derecede bağlı ve Lât
putunun hizmetçisi bir kavimdik. Kavmimizin Müslüman olduğunu görecek oisam
bile, onlara tabi olmayacağımı sanırdım. Mâlikoğullarından bir heyet, Mısır
meliki Mukavkıs'a gitmek ve hediye sunmak üzere hazırlanmışlardı.
Onlarla birlikte ben
de, gitmek üzere hazırlanmıştım. Amcam Urve bin Mes'ûd'a danıştım. Gitmekten
men etti ve dedi ki:
Kardeşlerinden hiç
kimse senin yanında değil!
Ben, onun sözünü
dinlemedim. "Mutlaka gideceğim!" dedim. Onlarla birlikte yola çıktım.
Nihayet, İskenderiye şehrine vardık.
Mukavkis, bana baktı
ve birisine, kim olduğumu ve ne istediğimi öğrenmesini emretti. O kimse, benden
sordu. Ben de kim olduğumu ve kendisini görmeye geldiğimi haber verdim. Bunun
üzerine Mukavkis, kiliseye indirilmemizi ve orada ağırlanmamızı emretti. Ağırlandık.
Sonra, Mukavkis bizi
çağırdı. Mâlikoğullarının liderine baktı. Onu, yakınına getirtti. Birlikte
oturdular. Sonra, ona sordu:
"Bütün bunlar,
Mâlikoğullarından mıdırlar?"
“Evet! Ancak, bîr tek
kişi müttefiklerdendir.”
Sonra beni gösterdi.
Oradaki cemaatten, Mukavkis'a en önemsiz olanı ben idim. Sonra aralarında şu
konuşmalar geçti:
“Sizinle benim aramda
bulunan Muhammed ve Ashabının, sizi takiplerinden nasıl kurtulabildiniz?”
“Onlardan korkumuzdan
ötürü, deniz yolunu tercih ettik!”
“Onun, sizi kabule davet
ettiği şey hakkında ne yaptınız?”
“Bizden hiçbir kimse
Ona tabi olmadı!”
“Niçin tâbi olmadı?”
“O, şimdiye kadar ne
atalarımızın, ne de hükümdarların tutmamış olduğu, sonradan çıkma bir din
getirdi bize! Biz, atalarımızın tuttukları dine bağlıyız!”
“Onun davetini, kavmi
nasıl karşıladı?”
“Ona, kavim'in
gençleri tabi oldular ve Onu, kavminden ve başka Araplardan olan muhaliflerine
karşı korudular. Aralarındaki çarpışmada bir kere kavmi, bir kere de O yenildi!”
“Siz, Onun kabule
davet ettiği şeyleri, bana dosdoğru haber verir misiniz?”
“O, atalarımızın yapa
geldikleri ibâdeti bırakmaya ve kendisine hiçbir şeyi şerik koşmadan bir Allaha
ibâdet etmeye, bizi davet ediyor. Namaz kılmaya ve zekât vermeye davet ediyor!”
“Namaza ve zekâta mı
dediniz? Bunlar için vakit ve adet belli edilmiş midir?”
“Geceli gündüzlü her
gün, sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde olmak üzere, beş kere
namaz kılarlar.
Her yirmi miskal
doldukça, altından kırktabirini, beş deveyi buldukça bir koyun zekât verirler!
Bütün malların zekât nisablarını bildirdiler.”
Mukavkis, Mâlikoğullarının
namaz vakitleri ve zekât nisabi hakkında verdikleri bilgiler üzerine,
sorularına şöyle devam etti;
“Onun, almış olduğu
zekâtı, nereye koyduğunu, nerelere harcadığını biliyor musunuz?”
“Yoksullara
veriyor. Hısım ve akrabayı görüp
gözetmeyi, verilen sözde durmayı emrediyor. Faizi, zinayı, içkiyi ve Allahtan
başkası adına kesilen kurbanın etinden yemeyi yasaklıyor!”
Onların bu cevapları
üzerine Mukavkis dedi ki:
“O halde, O, bütün
insanlara gönderilmiş bir Peygamberdir! Eğer O, Kiptîlere ve Rumlara gelmiş, erişmiş olsaydı, onlar,
Ona tabi olurlardı. Çünkü, isa bin Meryem, onlara bu hususta emir vermişti.
Kendisinden önce gönderilmiş olan Peygamberler de, Onu tarif etmişler ve
sıfatlarını bildirmişlerdir. Şu'be
Neticede zafer Onun olacak, kendisine kimse karşı koyamayacak, dînini,
ayakların bastığı her yere eriştirecek, kavmi Onu, mızrakları ile koruyacaktır!”
Mâlikoğulları dediler
ki:
“Bütün halk, Onun
dînine girmiş, Onun yanma toplanmış olsalar da, biz, Onun dînine girmeyiz,
yanına varmayız!”
Mukavkis hayretinden
başım salladı ve aralarında şu konuşma geçti:
“Siz boştasınız ve
oyalanıyorsunuz. Peki, Onun, kavmi arasındaki soyu sopu nasıldır?”
“O, kavminin soy sop
yönünden en üstünü ve seçkinidir.”
“Mesih yani Hz. İsa ve
bütün Peygamberler de, böyle, mensup bulundukları kavimlerin soy sop yönünden
üstün ve seçkinleri arasından seçilip gönderilmişlerdir. Onun, sözlerindeki
doğruluğu nasıldır?”
“Doğru sözlülüğünden
dolayı Ona Emîn adı takılmıştır.”
“Bakınız şu işinize!
Aranızdaki işlerde doğru ve doğru sözlü olan bir kimsenin, Allaha karşı yalan
söyleyebileceğini mi sanıyorsunuz? Ona tâbi olan kimlerdir?
Gençlerdir!”
“Mesîh ve daha önceki
Peygamberlere ilk tabi olan, bağlananlar da, gençlerdi! Tevrat sahibi olan Medine Yahudileri, Ona
karşı ne yaptılar, nasıl davrandılar?”
“Ona aykırı
davrandılar. O da, üzerlerine yürüyüp onları öldürdü ve
esir etti. Her tarafa dağıldılar.”
“Onlar kıskançlık
yapıyorlar, Onu kıskanıyorlardı.”
Mâlikoğulları,
hediyelerini Mukavkis'in önüne koydular. Mukavkis, sevindi ve adamlarına, onların alınmasını, kendilerine bahşişler
verilmesini emretti. Bahşiş verilirken onların bâzısını bâzısına üstün tuttu.
Bana gelince,
kıstılar. Söylemeye değmez az ve ehemmiyetsiz bir şey verdiler. Sonra
Mukavkis'in huzurundan çıktık.
Hz. Muğire diyor ki:
Mukavkis'tan işittiğimiz sözlerden, Muhammed aleyhisselâma karşı rezil rüsva ve
süklüm püklüm olduk. Kendi kendimize, "Yabancı hükümdarlar bile Onu tasdik
ediyorlar da, bizler, Onun akrabası ve komşuları olduğumuz ve dâvetçisi
evlerimize kadar geldiği hâlde, Onun yanma uğramryoruz!" dedik.
Yerlerimize döndük.
İskenderiye'de
oturduğum müddetçe, girmedik kilise bırakmadım. Karşılaştığım bütün Kibtî, yâni
Mısır halkından ve Rum din adamlarından Muhammed aleyhisselâmm sıfatını sordum.
Bunlardan biri de, Ebû
Guseym kilisesi reisi Kibtî papazı idi. Kibtîler onun rızâsını ve duasını almak
için yanına gelirlerdi. Ben, ibâdete ondan daha düşkün bir kimse görmemiştim.
Kendisine dedim ki:
“Peygamberlerden,
gelmeyen kim kalmıştır? Bana haber ver!”
“Olur! O,
Peygamberlerin sonuncusudur, Onunla, İsa bin Meryem arasında, Peygamberlerden
hiç kimse yoktur. İsa Peygamberin, kendisine uymayı bize emretmiş olduğu
Peygamber, Odur!”
“O Peygamber, ümmîdir
ve Araptır. Onun ismi, Ahmed'dir, Kendisi, ne uzun, ne de kısa boyludur. Onun
gözlerinde biraz kırmızılık vardır.”
Kendisi, ne çok beyaz,
ne de esmerdir. Saçını uzatır, elbisenin kalınca olanından giyer, yemeklerden
bulduğu ile iktifa eder, kılıcını boynunda taşır, kendisiyle çarpışmaya
kalkmadıkça, kendiliğinden, kimse ile çarpışmaz.
Onun yanında,
kendilerini Ona feda eden, Onu, kendi evlâtlarından ve babalarından daha çok
seven Eshâbı bulunacaktır.
“O, Selem ağaçlarının
yetiştiği yerden, Harem'den çıkacak, bir Harem'e gelecek, çorak ve hurmalık bir
yere hicret edecektir. İbrahim aleyhisselâmm dîninde bulunacaktır!”
“Bana, Onun sıfatını
biraz daha açıklasan olur mu?”
“O, kendisinden önceki
Peygamberlerde bulunmayan birtakım haslet ve imtiyazlarla, kendisi mümtaz kılınmıştır.
Her Peygamber, yalnız kendi kavmine gönderildiği halde, O, bütün insanlara
gönderilecektir!”
“Bütün yeryüzü Ona
mescid ve temiz kılınacaktır. O, namaz vaktini nerede idrâk ederse, orada namazını kılacaktır.”
Hâlbuki kendisinden
önceki Peygamberler, namazlarını, kiliseler ve havralardan başka yerlerde
kılamazlardı! Hz. Mugire diyor ki:
“Onun ve başkalarının
bütün bu söylediklerini aklımda tuttum.”
Mâlikoğulları,
ailelerine hediyeler satın aldılar. Sevinçli idiler. Onlardan hiç kimse de,
bana hiçbir fedâkârlıkta bulunmadılar.
Yola çıktılar ve
yanlarına da, içki aldılar. İçki içiyorlardı. Her türlü rezaleti yapıyorlardı.
Taife dönünce,
kavmime, Mukavkis'in beni hor, hakîr gördüğünü haber verecekler diye,
Mâlikoğullarını öldürmeyi tasarladım. Irak'ta Bassak nehri yanında bulunduğumuz
sırada, yalandan hastalandım ve başımı bağladım. Bana, "Neyin var?"
diye sordular.
Ben de, "Başım
ağrıyor!" dedim. Şaraplarını ortaya koydular ve beni
çağırdılar. Onlara dedim ki:
Başım ağrıyor, ben,
içemeyeceğim. Fakat, sizinle oturur, size içirebilirim.
Hiç itiraz etmediler.
Oturdum, onlara içirdim. İçtikçe iştahlandılar ve daha çok içtiler. En sonunda
sarhoş bir hâlde sızıp kaldılar.
Ben de, onların
üzerlerine çöküp, hepsini öldürdüm. Yanlarında bulunan bütün malları alıp,
Medine'ye geldim. Peygamberimizi, mescidde Eshâb-ı kiramla birlikte otururken
buldum. Üzerimde yolcu elbisesi vardı. Kendisine, İslâm selâmı ile selâm
verdim. Hz. Ebû Bekir bakınca, beni tanıdı. Bana dedi ki:
Urve'nin kardeşinin
oğlusun galiba?
Ben de, "Evet!
Allahtan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Rasûlullah olduğuna şehâdet
ediyorum!" dedim. Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:
“Allaha hamdolsun ki, seni hidâyete kavuşturdu, İslâmiyete
ulaştırdı.” Hz. Ebû Bekir sordu:
“İskenderiye şehrine
emniyet ve selâmetle vardınız mı?”
“Evet!”
“Seninle birlikte
bulunan Mâlikoğulları ne yapıyorlar, nasıllar?”
“Onlarla bizim
aramızda olan, bâzı Araplar arasında olan şeydir. Biz, şirk dînindeydik. Onları, öldürdüm. Elbiselerini soyup Rasûlüllah efendimize
getirdim. Beşte birini çıkarsın, yahut onlar hakkında ne yapmayı uygun
görürse, öyle yapsın. O, müşriklerden bir ganimettir. Ben, artık Muhammed
aleyhisselâmı tasdik eden bir Müslümamın!” Rasûlullah
efendimiz buyurdu ki:
“Senin Müslümanlığını kabul ettim. Fakat, onların
mallarından ne bir şey, ne de beşte bir alırım. Çünkü, o, bir gadrdır, yâni
zulümle, hileyle alınmıştır. Gadrde ise, hayır yoktur!”
Peygamber efendimiz
böyle buyurunca, dedim ki:
“Yâ Rasûlallah! Ben,
ancak kavmimin dîninde bulunduğum sırada onları öldürmüş, sonra da, Müslüman
olup, şimdi huzurunuza gelmiş bulunuyorum!”
Rasûlullah efendimiz
tekrar buyurdu ki:
“İslâmiyet, kendisinden önce olup bitenleri düşürür,
siler!”
Mukavkis'in
söylediklerini, Kibtî, yani Mısırlı ve Rum din adamlarına sorduğum soruları ve
onlardan işittiklerimi Peygamber efendimize haber verdim. Resûlullah efendimiz
çok memnun oldu ve bunları, Ashabının da işitmelerini istedi. İki, üç gün de,
onlara anlattım.
Hz. Muğire, Müslüman
olduktan sonra, Peygamberimizin yanında bulunup, Ona hizmet etti. Seriyyelerde
kumandanlık ve mücahitlik yaptı. Bey'at-i Ridvânda bulundu. Hudeybiye
antlaşmasında Peygamberimizin yanında olup, hizmetindeydi.
Mekke'nin fethine,
Huneyn gazasına ve Tebük seferine katıldı. Tâif'te, kabilesi İslâmiyet ile
şereflenince, amcası Urve şehîd edilip, Sakîfliler de zulüm, işkence ve
tecâvüze uğradı.
Sakîfliler durumu
Rasûlullah'a arz ettiler. Sakîf temsilcileri, Medine'den ayrıldıktan iki veya
üç gün sonra Hz. Mugîre, eline,
bir balta aldı. Rabbe'nin üzerine çıktı. Kendi kavim velcabîlesi olan
Muattiboğulları, Urve bin Mes'ûd gibi vurulur, öldürülür korkusuyla
silahlanarak Hz. Mugîre'nin yakınında, dikilmiş duruyorlardı.
O sırada, Ebû Süfyân
da oraya geldi. Müşrik kadınları gelip başlarını 3çniışlar, erkeklerinin,
kılıçla çarpışmaksızın, Rabbe'yi, Müslümanlara teslim ettiklerine yanıyorlar,
ağlıyorlardı. Köleler, çocuklar, erkekler, perıç kızlar gelmişlerdi. Herkes,
Lât'ın yıkınından dolayı endişeli bulunuyordu.
Hz. Mugîre, elindeki
balta ile, Lâfa bir darbe indirdi. Ebû Süfyân dedi
ki: Vah vah sana! Eyvahlar olsun sana!
Hz. Mugire titrer gibi
yaparak arkasının üzerine yıkıldı. Tâif halkı, birden çığlık kopardılar.
Dediler ki:
“Allah, Mugire'yi
rahmetinden uzak etsin! Rabbe, onu öldürdü!”
Hz. Mugire'nin yıkılıp
düştüğünü görmelerine çok sevindiler. Dediler ki:
“Sizlerden, ona
yaklaşmayı, onu yıkmaya kalkışmayı göze alabilecek kim var? Vallahi, ona güç
yetirilemez! Hayır! Siz, Rabbe'nin, kendisini ^uyamayacağını, savunamayacağını
sanıyordunuz! İşte o, kendisini korumuş ve savunmuştur!”
Mugire, bir müddet o
hâl üzere kaldıktan sonra, silkinip oturdu. Sonra tâif halkına seslendi:
"Ey Tâifliler!
Araplar, "Arap kabileleri içinde sizlerden daha akıllı bir kabîle
yoktur" derlerdi. Meğer, Arap kabileleri içinde sizden daha ahmak bir
kabile yokmuş!
Yazıklar olsun size!
Lât ve Uzzâ dediğiniz nedir ki? Şu taşlar gibi birer taştırlar! Taştan,
kerpiçten ibarettirler! Onlar, kendilerine kim tapıyor, kim tapmıyor
bilemezler!
“Yazıklar olsun size!
Lât, hiç işitir mi? Hiç görür mü? Hiçbir yarar veya zarar verir mi? Geliniz,
Allahın affına ve lütfuna sığınınız! Ona ibâdet ediniz!”
Hz. Mugîre,
Tâiflilere, putların hiçbir şey yapamadıklarını belirttikten sonra,
yamndakiîerle birlikte Rabbe'yi yıkmaya, taşlan, birer birer yere indirmeye
devam etti. En sonunda, onu yerle bir edince, Tâifliler şaşırıp kaldılar.
Lât'ın kapıcısı ve
bakıcısı olan Aclân bin Attâb, Mâlikoğullarındandı. Ondan sonra bu hizmeti,
oğulları görmekte idi. Lât'ın bakıcısı diyordu ki:
Göreceksiniz ki,
temeline inilince, temel öyle bir kızacaktır ki, o kızgınlıkla, onları yerin
dibine batıracaktır!
Hz. Mugire bunu
işitince, temelini de kazmaya başlayıp, adam boyunun yansına kadar kazdı.
Temeline kadar indi. Orada bulunan, altın ve gümüşleri çıkardı.
Putun bulunduğu
yerdeki mallar, bir araya toplanınca, Hz. Mugire, Ebû Süfyân'a dedi ki:
“Rasûlullah efendimiz,
bu maldan, Urve ile Esved'in borçlarını ödemeyi sana emretmişti.” Bunun
üzerine, onların borçlarını ödediler.
Hz. Mugire, Tâif'i
küfür karanlığından nura kavuşturup, Mekke'ye, Rasûlullahın yanına döndü. Veda
haccına katıldı. Rasûlullahın âhirete teşriflerinde teçhiz ve tekfinde vazife
aldı. Peygamberimiz kabre indirildikten sonra, üzerine toprak atılırken
yüzüğünü düşürdü. Hz. Ali'ye durumu arz edip, kabirden yüzüğünü almak istedi.
Müsaade verilince, kabre inip, yüzüğünü alırken, Peygamberimizin ayaklarını
sıvazladı. Böylece Rasûlullahın mübarek bedenine son defa elini süren kişi
oldu.
Bundan dolayı,
"Rasûlullahtan son ayrılan insan benim" derdi.
Kureyşli müşrikler,
Benî Sakîf kabilesi reisi olan amcası Urve bin Mes'ûd'u elçi olarak gönderdi.
Urve, konuşma esnasında cahiliyye âdetinde olduğu gibi, Peygamberimizin
sakalını tutup, okşamak istedi.
Hz. Mugire, amcası
Urve'ye kılıcının ucuyla müdâhale ederek, Resûlüllahın mübarek sakalına
dokunmaktan menetti. Amcası, onun Rasûlullah'a olan sevgisi, muhabbeti ve
bağlılığı karşısında hayrete düştü.
Hz. Mugîre, Hz. Ebû
Bekir'in hilâfetinde, yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemetül-Kezzâb
ve dînden dönen mürtedler üzerine gönderilen orduda vazife aldı. Yemâme
harbinde mürtedlere, Şam ve Yermük'de de Rumlara karşı savaştı. Yermük'de bir
gözü yaralandı.
Hz. Ömer'in
hilâfetinde Irak'ta yapılan fetihlere de katıldı. İran'daki Sâsânî
İmparatorluğunun sonunu getiren Kadisiye Meydan Muharebesi öncesinde,
Müslümanların sefirliğini yaptı. Zulüm üzerine kurulan İran Sâsânî kumandanlık
sarayının şaşaası ve kumanda heyetinin süslü elbiselerine karşı, Mugire'nin
sâde kıyafeti ve vakarlı hâlini gören İran kumandanları şaşırdılar.
Hz. Mugire, Sa'd bin
Ebî Vakkâs tarafından sefir olarak gönderilmişti. İranlılar, sert konuşup,
Müslümanları korkutacaklarını zannettiler. Söz sırası Mugire'ye gelince, o,
büyük bir cesaretle konuşmaya başladı ve şöyle dedi:
İ”slâmiyet'in
esaslarına göre, herkes Allahu Teâlâ indinde bir kul olarak eşittir. Hiç
kimsenin diğerine karşı bu hususta bir imtiyazı yoktur.”
Mugire hazretlerinin
bu sözlerini dinleyen İran heyeti, şaşkın bir vaziyette birbirlerine bakıp, ne
söyleyeceklerini ve ne yapacaklarını şaşırdılar ve telâşa düştüler. Telâşı ve
şaşkınlığı daha çok artan İran Başkumandanı Rüstem, yakut, inci ve elmaslarla
süslü olan kılıcını Hz. Mugire'ye göstererek dedi ki:
“Sefir hazretleri,
bu kılıç çok
insanlar tarafından birçok
kere öpülmüştür.”
Bu söz karşısında
büyük bir dahî olan Hz Mugire şöyle cevap verdi:
“Senin kılıcını öpenler,
yaltakçılık yaparak kılıcını değil, onun kınını öpmüşlerdir.”
Sonra kendi kılıcını
göstererek dedi ki:
“Bu kılıç ondan daha
keskin ve daha çok bilenmiştir.”
Bu görüşmelerden sonra
anlaşmaya varılamadı ve yapılan Kadisiye Meydan Muharebesinde, Müslümanlar
galip geldi. Bu savaşta, Hz. Mugîre büyük bir kahramanlık göstermiştir. Mugire
hazretleri bir kadınla evlenmek istemişti. Peygamber efendimiz Mugîre'ye
buyurdu ki:
“Onu gördün mü?”
“Hayır yâ Rasûlallah.”
“Onu gör! Zira birbirinizi görmeniz, aranızdaki
muhabbeti artırır.” Hz. Mugire
buyurdu ki:
"Bir kimse evine
girdiği zaman selâm verirse, şeytan, "Artık, benim burada duracak bir
yerim kalmadı" der.
Sofraya oturup yemek
yemeye başladığı zaman, Allahû Teâla'nın adını anarsa, yâni Besmele-i şerîfeyi
söylerse, şeytan bu sefer de, "Benim burada ne duracak yerim, ne de
yiyecek bir şeyim kaldı" der.
Su içeceği zaman,
Allahü teâlânın adını anarsa, şeytan bu sefer de şöyle der: "Artık burada
benim için ne durak, ne yemek, ne de içmek kaidi." Şeytan, bundan sonra
eli boş olarak çıkar gider.
Hz. Mugire, dâhi olup,
teşkilâtçı bir Sahabeydi. Zekâ ve aklını, meşhur dâhilerden Halîfe Hz. Muâvıye
de takdir ederdi. Büyük meseleleri üstün görüşüyle hemen hâlledip, en sıkışık
durumlarda bile bir çıkar yol bulurdu.
Dini ilimlere vakıf ve
tedbir sahibiydi. Pek çok talebe yetiştirip, bunlara dînî ilimleri öğretip,
hadis-i şerif rivayet etti. Yüzotuzüç hadis-i şerif rivayet etti.
Vefatına kadar Küfe valisi
kaldı. Kûfe'de 670 senesinin Şaban ayında, yetmiş yaşında taundan vefat etti. [14]
Müslüman insan, inancı
dairesinde meşru olan her vazifeyi icra etmeye hazır olan insandır.
Bedir savaşından sonra
Mekkeli müşriklerin ölüleri hakkında ağıtlar, şiirler söyleyerek müşrikleri
kışkırtan, Peygamberimize ve Müslümanlara dit uzatarak fitne çıkartan, hattâ
Peygamberimize suikast tertiplemeye kalkışan Kâ'b bin Eşref adlı bir Yahadi
zengini vardı. Peygamber efendimiz Ashâb-ı Kirama buyurdu ki:
“Kâ'b bin Eşrefi kim öldürür?” Çünkü o, Allah ve Rasûlüne eza
etmiştir.
Muhammed bin Mesleme
dedi ki:
“Yâ Rasûlaliah! Ben
onu senin için öldürür, onun sesini kısarım.” Bunun üzerine Rasûlullah
efendimiz şöyle buyurdu:
“Gücün yeterse bu işi yap!”
Bunun üzerine Muhammed
bin Mesleme, evine döndü. Sonra Ebû Naile, Abbâd bin Bişr, Haris bin Evs, Ebû
Abs ve İbni Cerîr'in yanına gidip, meseleyi onlara açtı. Hepsi uygun görerek,
"Beraber öldürürüz" dediler.
Bundan sonra, birlikte
Peygamber efendimize gelerek dediler ki:
“Yâ Rasûlallah! İzin
buyurursanız, biz Kâ'b ile konuşurken, sizinle ilgili olarak onun
hoşuna gidecek bazı
sözler söylemeliyiz.”
Peygamber efendimiz,
onlara buyurdu ki:
“Bu hususta istediğinizi söylemeniz size helâldir.”
Elfaz-ı küfür, yani
küfrî sözler sadece ikrahı mülci karşısında söylenmezler. Bozan ikrahı mulci
olmadığı halde de sırf İslâm'ın ve müslümanları maslahatına uygun olarak bir
tağutu veya tağuti bir mahkemeyi ortadan kaldırmak için de söylenebilirler.
Nasıl ki, Muhammed b.
Mesleme (R.a.) ve arkadaşlarının Allah ve Peygamber düşmanı Ka'b b. Eşrefi
öldürmek için söyledikleri sözler ikrahı mulci karşısında söylenmemışlerse aynı
şekilde bugün de küfrü ve harbi kâfirleri ortadan kaldırmak için elfaz-i küfür
söylenebilir. Ancak burada dikkat edilecek en önemli nokta, Muhammed b. Mesleme
(R.a.) ve arkadaşları, müslümanların hem peygamberleri ve hem de imamları olan
Hz. Muhammed (sav)'den izinli olmaları ve Ka'b b. Eşrafı öldürmekten başka bir
şey ile meşgul olmamalarıdır. Bugün istilâ altındaki İslâm topraklarında böyle
bir maslahata binaen elfaz-ı küfür kelimeleri kullanmak suretiyle küfrî
kurumları ve harbi mürted ve kâfirleri ortadan kaldırmaları için müsiümanların
harb emirlerinden izin almaları ve aldıkları görevin dışına çıkmamaları
gerekir. Çünkü Muhammed b. Mesleme (R.a.) ile arkadaşlarının durumlarında bunu
görüyoruz.
Muhammed bin Mesleme
ve arkadaşları, aralarında istişare yapıp bir plân hazırladılar. Bundan sonra
Muhammed bin Mesleme, Kâ'b bin Eşrefin yanma giderek dedi ki:
“Şu Muhammed, bizden
sadaka istedi. Bize çok vergi yükledi. Onun için senden ödünç bir şey almak
için geldim. O sizi daha da
bıktıracak.”
İşte ona bir defa
uymuş bulunduk. Ona tabi olmakta devam edeceğiz. Bakalım sonu ne olacak? Şimdi
sen bize biraz ödünç hurma ver.
“Evet vereyim, fakat
bana bir şeyi rehin vermelisiniz.” Muhammed bin Mesleme ile yanındakiler sordu:
“Ne istersin?”
“Kadınlarınızı rehin
isterim!”
“Kadınlarımızı sana
nasıl rehin verebiliriz? Sen yakışıklı birisin. Kadın gönlü, meyledebilir.”
“O zaman oğullarınızı
rehin verin!”
“Onları da rehin
veremeyiz. Onlardan birine, bir iki deve yükü hurmaya karşılık rehin olundu
diye sövülür ki, bu bizim hiç unutamıyacağımız bir leke olur. Fakat sana
silâhımızı ve zırhımızı rehin verebiliriz.”
Kâ'b bu teklifi kabul
etti. Onlara, ne zaman geleceklerini de bildirdi.
Muhammed bin Mesleme,
belirtilen gece Kâ'b'ın kalesinin yanına gitti. Beraberinde, Kâ'b'ın süt
kardeşi Ebû Naile de vardı. Kâ'b onları kaleye çağırmıştı.
Kâ'b gelenleri
karşılamak için aşağı inerken Kâ'b'ın karısı dedi ki:
“Bu saatte nereye
gidiyorsun?”
“Gelenleri karşılamaya
iniyorum.”
“Bu durum bana pek iyi
gelmiyor. Sanki bana kan dökülecek gibi geliyor.”
“Yok yok zannettiğin
gibi değil, onlar Muhammed bin Mesleme ile süt kardeşim Ebû Nâile'dir. O iyi
bir gençtir. Geceleyin, kılınç vuruşmasına bile çağırılsa, hiç tereddüt etmeden
gelir. Böyle birisidir.”
“Yine de sen aşağı
inme! Onlarla konağın damından konuş!”
“Yiğite yaraşan,
çarpışmaya, süngülenmeye davet edilse bile icabet etmektir.”
Kâ'b böyle söyledikten
sonra aşağı indi.
Muhammed bin Mesleme,
bu arada üç kişiyi kaleye soktu. Bunlar Ebû Abs, Haris bin Evs, Abbâd bin Bişr
idi. Muhammed bin Mesleme arkadaşlarına dedi ki:
“Kâ'b gelince, ona
saçını koklayacağımı söyler, başını tutup koklarım. Siz, benim, Kâ'b'ın başını
iyice yakaladığımı gördüğünüz zaman,
kılıçlarınızla, Kâ'b'a vurunuz. Böylece "Harb hiledir" hadîs-i
şerifine uygun hareket etmiş oluruz.
Kâ'b bin Eşref, güzel
giyinmiş bir şekilde güzel koku saçarak, onların yanma gelmişti. Muhammed bin
Mesleme, Şimdiye kadar böyle güzel koku koklamadım" diyerek Kâ'b'ın yanına
vardı. Kâ'b gururlanarak cevap verdi:
Dünyanın en güzel
kokularını kullanırım. Muhammed bin Mesleme dedi ki:
“Güzel kokulu saçını
koklamama izin verir misiniz?”
Kâ'b, müsâade ettiğini
söyledi. Muhammed bin Mesleme, onun başını yakalayıp, arkadaşlarına seslendi:
“Allah ve Rasûlüllah
düşmanına vurunuz!”
İlk kılıç
vurulduğunda, Kâ'b şiddetle bağırdı, ancak ölmedi. Bunu gören Muhammed bin
Mesleme hançeriyle Kâ'b'ın karnını göbeğinden kasığına kadar yırttı. Kâ'b, öyle
bir çığlık kopardı ki, çevrelerindeki evlerden bu feryadı duymayan kalmadı.
Kâ'b yere yıkılıp öldü.
Fedaîler bundan sonra
oradan süratle uzaklaştılar. Yahudiler kaleden inip bir müddet onları takip
ettilerse de, yolu şaşırarak bulamadılar. Mücahidier, Medine'ye girdiklerinde,
Rasûlüllah efendimiz namaz kılmıştı. Mücahidlerin tekbîr seslerini işitince,
kendileri de, tekbîr getirdiler. Muhammed bin Mesleme, Resülüilah efendimize,
Kâ'b'ın öldürüldüğünü haber verdi. Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:
“Muradınıza erdiniz. Fedailer de;”
“Evet yâ Rasûlallah!
Allahın ve Resûlüllahın bir düşmanı daha hak ettiği cezayı buldu,” dediler.
Kâ'b'ın öldürülmesi,
hicretin üçüncü yılının Ramazan ayında oldu. Bedir savaşından sonra Benî Nâdir
Yahudileri, Peygamberimizi yurtlarına da'vet edip, suikast yapmak
istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz onların bu tutumunu öğrendi.
Muhammed bin Mesleme'yi çağırarak buyurdu ki:
“Nâdiroğulları Yahudilerine git! Onlara,
"Rasûlüllah beni size; 'Yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte
oturmayınız! Siz bana bir suikast plânı kurdunuz! Size on gün süre tanıyorum.
Bu müddetten sonra, buralarda sizden
kim görülürse, boynu
vurulacaktır' emrini bildirmek
üzere gönderdi" de!
Bu emir üzerine
Muhammed bin Mesleme, Nâdiroğulları Yahudilerinin yurduna varınca, onlara dedi
ki:
Musa aleyhisselâma
Tevrat'ı indirmiş olan, Allah aşkma doğru söyleyiniz: Muhammed aleyhisselâm Peygamber olarak
gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldiğim ve şu meclisinizde bana
Yahudiliği teklif ettiğiniz zaman ben
size, "Vallahi ben asla Yahûdî olmam" demiştim. O zaman siz de bana
cevaben, "Senin dîninden başka din yoktur. Senin anladığın, istediğin,
duyup işittiğin Hanîf dîninin aynısıdır! Size gelecek olan Peygamber, hem
şeriat sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi
Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrama bürünecek, bedeni yumuşak ve
kuvvetli, kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu zaman hikmet konuşacaktır"
dememiş miydiniz?
Yahudiler bunu itiraf
etmelerifre rağmen İslâmiyeti kabul etmemişlerdi. Muhammed bin Mesleme ayrıca
Resûlüllahın emrini onlara bildirdi. Bunun'üzerine Nâdiroğulları yüklerini
toplayıp, topraklarını terkederek yurtlarından oldular ve ihanetlerinin
cezasını gördüler. Hayber gazvesinde, Hayber kalelerine yapılan hücumlarda
Muhammed bin Mesleme en önde bulunuyordu. Henüz Hayber fethedilmemişti.
Muhammed bin Mesleme dedi ki:
“Yâ Rasûlallah! Bugün
çok üzgünüm. Yahudiler kardeşim Mahmûd bin Mesleme'yi şehîd ettiler.”
Bunun üzerine
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
“Düşmanlarla karşılaşmayı istemeyiniz. Allahtan sağlık
ve afiyet dileyiniz. Çünkü siz, onlardan başınıza neler geleceğini
bilemezsiniz. Düşmanla
karşılaştığınız zaman, "Allahım! Bizim
de Rabbimiz, onların da Rabbi
sensin. Hepimiz senin kudretin altındayız. Onları öldürecek, ancak sensin"
diye dua ediniz, ondan sonra oturunuz. Sizi sardıkları zaman tekbîr getiriniz.
Ey Muhammed bin Mesleme! Sana müjde! Yarın, inşaallah, kardeşini öldüren
öldürülecek ve Yahudi savaşçıları, kaçacaklardır."
Şehidler ailesini
teselli etmek, Peygamber (sav)'in sünnetindendir. Muhammed b. Mesleme (R.a.)'ın
hayatı muharebe meydanlarında geçti. Hz. Osman ve Hz. Ali'nin halifelikleri
sırasında artık ihtiyarlamış olduğundan, Medîne'de sakin bir hayat yaşadı. Hz.
Muâviye (R.a.)'nin halifeliği sırasında yetmişyedi yaşında iken, 664 yılında
Medine'de vefat etti, Bakî kabristanına defnedildi. [15]
Sahabe, hayatını
Allah'ın dinine adamıştı. Din için her türlü fedakârlıkta bulunuyorlardı.
Bazan tebliğci, bazan de savaşçı oluyorlardı. Onlar Allah'ın razısını kazanmayı
dünyalar kazanmaya tercih etmişlerdi. Allah'ın rızasını kazançların en mühimi
kabul etmek, bir sahabe anlayışıdır. Yani sahabe fıkhıdır.
Ashab-ı Kiram'in ileri
gelenlerinden Künyesi Ebâ Muhammed'dir. Mekke'nin zengin ailelerinden olup,
yakışıklı ve güzel giyinen bir gençti. Anne ve babası onun üzerine titrerdi.
Özellikle, Mekke'nin en zenginlerinden sayılan annesi, oğluna güzel elbiseler
giydirir ve güzel kokular sürerdi. Mekkelilerle onu hayranlıkla seyrederlerdi.
Bir defasında Hz. Peygamber de onun hakkında şöyle buyurmuştu:
"Mekke'de Mus'ab b. Umeyr'den daha güzel giyinen,
daha yakışıktı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim."[16]
Allah'a yemin olsun ki
Mus'ab b. Umeyr'in veya müslümanların arasındaki lakabıyla
"Mus'abu'l-Hayr"ın hikâyesi, en ilginç hikayedir. İslâm'ın rengini
verdiği, Muhammed (sav) in terbiye ettiği kimselerden biridir.
Mus'ab, Mekke'de o
günün şartlarına göre zenginlik ve ihtişam içinde yaşarken, Hz. Peygamber
(sav)'in insanları İslâm'a davet ettiğini öğrendi. Mekke bütün problemlerini,
uğraşlarını bir tarafa bırakmış, sadece Allah Rasûlü ve O'nun getirdiği din ile
meşgul oluyordu. Refah içindeki bu genç de insanlar içinde bununla en çok
ilgilenenlerdendi.
Gençliğine rağmen
meclislerin vazgeçilmez insanı olan Mus'ab, her mecliste bulunması istenen bir
şahsiyet olmuştu. Sözlerinin güzelliği ve aklının üstünlüğü kendisine bütün
kalbleri ve kapıları açıyordu.
İşitti ki, Allah'ın
Elçisi ve O'na inananlar Kureyş'in erişemeyeceği ve eziyet edemeyeceği
uzaklıkta bir yerde toplanıyordu. Burası Safa tepesinde Erkam'm eviydi. Hiç
tereddüt ve duraksama göstermeksizin bir akşam Daru'l-Erkam'a gitti.
Orada Allah'ın elçisi
vardı. Ashâbıyla karşılıklı oturmuşlar, onlara Kur'an okuyor, onlarla beraber
Allah için namaz kılıyorlardı.
Mus'ab adeta yerinde
duramıyordu. Rasûlüllah'ın kalbinden fışkırıp, dudaklarından akan ayetler,
kulaklara ve günüllere yollanıyordu. Öyle ki Musa'b'ın gönlü, o akşam dolu dolu
olmuştu. Öylesine huzurla dolmuş ki, sanki yerden kopup kanatlar üzerinde
uçuyordu. O sırada Allah Rasûlü mübarek sağ ellerini uzattılar ve kalbi çarpan
gencin omuzuna dokundular. İşte o an okyanus derinliğindeki sakinliğe ermişti.
İman nuruyla aydınlanan ve İslâm ile şereflenen genç, adeta olgunlaşmış,
hayatının akışı değişmişti
Mus'ab'ın annesi
Hunnas binti Malik, korkunç güçte bir şahsiyete sahipti. Mus'ab müslüman
olduğunda, yeryüzünde korktuğu yegâne kimse annesiydi. Bütün Meleke ileri
gelenleri ona baskı yapsalar veya üzerine gelselerdi, ona daha hafif gelirdi.
Annesinin düşmanlığı bütün bunların yanında güç yetirilemeyecek
korkunçluktaydı. O anda hemencecik düşündü ve Ailah'm hükmü yerine gelinceye
kadar müslümanlığını gizlemeye karar verdi.
Daru'l-Erkam’a artık
sürekli gidip geliyor, Resûlüllah'ın dizi dibine oturuyordu. İman ettiği ve
imanını annesinden gizlemekle öfkesinden kurtulduğu için son derece mutluydu.
Fakat özellikle bu günlerde Mekke'de bir sırrın gizli kalması imkânsızdı.
Kureyş'in gözü, kulağı inananların üzerinden eksik olmuyordu.
Daru'l-Erkam'a
gizlilikle giren Osman b. Talha ilk olarak Mus'ab! gördü. Bir seferinde de onu
Muhammed (sav) gibi namaz kılarken gördü. Adeta çöl rüzgarları birbiriyle yarış
etti de hemen haberi Musa'b'ın annesine yetiştirdiler. Mus'ab, annesi,
kabilesi ve bütün Mekke uluları huzurunda dimdik durmuş, Hak'ka olan kesin
bağlılığını ve sebatım onlara Kur'an'dan ayetler okuyarak gösteriyordu.
Allah Rasûlü Kur'an'la
onların kalplerini yıkıyor; hikmet, şeref, adalet ve takva ile dolduruyordu.
Annesi Kur'an okuyan Mus'ab'ı susturmak için harekete geçtiyse de Onun
güzelliği, yumuşaklığı karşısında pek bir şey yapamadı. Annelik duygusu ağır
bastı, dövmek ve işkence etmek gibi şeylerden vazgeçti. Ama ilahlarına dil
uzatmasından dolayı da başka bir cezalandırma usûlüne baş vurdu. Böylelikle
Mus'ab'ı evinin direklerinden birine bağladı, kapıyı da üzerine kilitledi. Bu
durum müslümanlardan bir kısmının Habeşistan'a hicret haberini alıncaya kadar
sürdü.
Bunu duyar duymaz
çareler aramaya koyulan Mus'ab, bir gün annesi ve muhafızını gaflete getirip,
Habeşistan'a muhacir olarak gitti.
Habeşistan'a hicret
eden ilk kafileye katılıncaya kadar hapiste tutulan Hz. Mus'ab, hicret imkânı
çıkınca, dînini daha rahat bir şekilde yaşayabilmek için Habeşistan'a hicret
etti. Habeşistan dönüşünde Hz. Mus'ab'ın durumu tamamen değişmiş ve bu nazlı
delikanlının yerini, kalbi İslâm ve imanla dopdolu iradesi güçlü kuvvetli,
metin bir genç almıştı. Annesi ondaki bu kararlılık ve metaneti görünce, üzerindeki
baskısını biraz hafıfletmek zorunda kaldı.
Habeşistan'da diğer
muhacir kardeşleriyle birlikte bir zaman kaldılar, sonra tekrar Mekke'ye
döndüler. Rasûlullah'ın emri üzerine ikinci defa Habeşistan'a hicret ettiler.
Mus'ab için Habeşistan
da Mekke de eşitti. Her yer ve zamanda imanı tecrübesini arttırarak
sürdürüyordu. Muhammed (sav)'in tavsiye ettiği ibadetleri yaparak hayatının
rengini koruyordu. Rabb'ine olan yakınlığı arttıkça kalbi artıyordu.
Bir gün Rasûlüllah'ın
etrafında oturan müslümanların yanına gitti. Ansızın onu gören müslümanlar
şefkatle başlarını kaldırıp baktılar, sonra bakışlarım indirdiler, bazılarının
gözleri yaşarmıştı. O'nu eski, döküntü bir elbise içinde görmüşlerdi. Halbuki
onun imandan önceki hayatı refah ve bolluk içindeydi. Allah Rasûlü bakışlarını
ona çevirdi ve mübarek dudaklarından şu sözler döküldü; "Mus'ab'ı böyle
görüyorum. Onun kadar ailesinin bolluk içinde gark ettiği kimse yoktur
Mekke'de. Ama o; bütün bu boîluğu ve varlığı Allah ve Rasûlü'nün sevgisi uğruna
terk etti."
Annesi onun dinini
terk etmesinden dolayı ma! varlığından faydalanmayı yasakladı. Oğlu bile olsa
ilahlarını terkeden, onların aleyhinde konuşan bir kimseye asla yiyecek
vermezdi.
Son olarak annesi,
Habeşistan dönüşü onu tekrar hapsetmek istedi. Hapsetmeye yardımcı olan herkesi
öldüreceğine dair yemin edince annesi onun ne kadar kararlı olduğunu bildiği için
bıraktı. Hem annesi hem kendisi bu esnada ağlıyorlardı. Bu son veda anı;
annenin küfürde aşılacak direnişini, oğlun da imanda şaşılacak sebatını
sergiliyordu. Anne oğlunu evinden kovdu ve şöyle haykırdı:
"İstediğin yere
git. Artık ben senin annen
değilim." Musa'b annesine yaklaştı ve:
"Ey anneciğim!
Sana yardımcı olmak istiyorum ve senin adına endişe ediyorum! Allah'ın bir
olduğuna ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet getir."
dedi. Annesi cevaben:
"Parlayan yıldıza
yemin olsun ki, senin dinine asla girmem. Aklım zayıf, görüşüm kıt değil."
Böylelikle Musa'b
rahatı ve bolluğu bir tarafa itip, eski elbiselere ve bir gün tok birçok gün aç
kalmaya razı oldu. Çünkü onun ruhu yüce inanç aydınlığı ve Allah'ın nuruyla
dopdolu olmuştu. Adeta o başka bir insan olmuş, gözü cilalanmış, ruhu
aydınlanmıştı.
Bu sırada Birinci
Akabe Beyati olmuş ve Medinelilerden bir grup İslâm'ı kabullenmişti.
Kendilerine İslâm'ı anlatmak ve diğerlerine de tebliğ yapmak için
Rasûlüllah'tan bir muallim öğretici istediler. Hz. Peygamber de bu önemli görev
için Hz. Mus'ab b. Umeyr'i görevlendirdi. Hz. Mus'ab onlara hem namaz
kıldıracak, hem Kur'an öğretecek, hem de diğer insanlara İslâm'ı anlatacaktı ve
yeni kimseleri İslâm'a davet edecekti. Böylece Medine'ye ilk hicret eden
sahabe Mus'ab b. Umeyr oluyordu. Medine'de ilk cuma namazını da Mus'ab b.
Umeyr kıldırdığı kaynaklarda ifade edilir.[17]
Mus'ab b. Umeyr (R.a.), İslam'da ilk elçi ve ilk muallimdir. Aynı zamanda ilk
Cuma namazını kıldıran cuma imamdır.
Hz. Rasûlüllah (sav),
Mus'ab b. Umeyr (R.a.)'ı görevlendirirken O, Ensar'a İslâm'ı öğretecek,
başkalarının da Allah'ın dinine girmelerini sağlayacak ve Medine'yi büyük
hicret günü için hazırlayacaktı. Halbuki yaşça, makamca, Allah Rasûlü'ne
yakınlık bakımından ondan daha önde olanları vardı ashâb içinde. Ama Allah
Elçisi Mus'ah'u'l-Hayr'ı tercih etmiş, onu seçmişti. En ağır yükü, ona
bırakıyor, hicret yurdu olacak olsa Medine'de İslâm'ın geleceği ellerine teslim
ediliyordu. Az bir zaman sonra bütün bir dâva adamları, savaşçılar, mücahidler
orada bulunacaktı.
Mus'ab Allah'ın
kendisine bahşettiği üstün akıl ve yaratılışla emaneti yüklendi. Onun zühdü,
yüceliği ve ihlası ile karşılaşan Medine ehli dalga dalga İslâm'a girdiler.
Mus'ab Medine'ye geldiğinde Akabe'de Allah Resûlü'ne bey'at eden 12 kişi vardı.
Onlar da Allah ve Rasûlü'ne icabet .edeli ancak bir kaç ay olmuştu. Bir sonraki
hac mevsiminde yapılan Akabe bey'atmda Medine'liler Mekke'ye Rasûlüllah ile
buluşmak için temsilciler gönderdiler. Mus'ab'ın önderliğinde gelen
müslümanların sayısı yetmiş
kişiydi. Mus'ab dehası ve zekasıyla Allah Rasûlü'nün ne kadar isabetli bir
tercih yaptığını ispatlamıştı.
Mus'ab verilen elçilik
görevini tam olarak ifa etmişti. Böylelikle, Mus'ab b. Umeyr (R.a.), Allah 'a
davetçi, Allah’ın diniyle insanları hidayete çağıran mübeşşirdi. Kendisine
inandığı Allah Resulü gibi sadece Hakk'ın rızasını düşünüyordu. Es'ad b.
Zürare'nin yanında misafir olarak kalıyordu. İkisi birlikte kabileleri, evleri,
toplantı yerlerini, dolaşıyorlar, yanlarında bulunan Allah'ın kitabından
insanlara okuyorlar, onları "Allah, tek bir ilahtır." kelime-i ilâhisine
davet ediyorlardı. Öyle durumlar meydana geliyordu ki davet esnasında, eğer
zekası ve ruh yüceliği olmasa hem kendisi hem de beraberinde olanlar helak
olabilirdi.
Bir gün vaaz ederken
ansızın Usayd b. Hudayr çıka geldi. Bu adam Mekke'nin ileri gelenlerindendi.
Kızgınlık ve öfke ile, kavmi arasında dine fitne çıkarsa, ilahlannı terke
çağıran ve daha önce hiç duymadıkları, alışmadıkları bir tek İlah'tan söz eden
kişiye doğru yürüdü.
Onların ilahları hep
belli yerlerde duruyordu. Bir kimse ilahlarına ihtiyaç duyduğunda yerini
biliyordu, o tarafa yönelir ve o ilah ta onun zararını giderir, duasını kabul
ederdi. Muhammed'in İlahına gelince Mus'ab'ın davet etmiş olduğu bu İlah'ın ne
yeri belliydi ne de bir kimse O'nu görebiliyordu.
Mus'ab'la oturup
sohbet eden müslümanlar Usayd'ın ansızın gelişini görmemişlerdi, fark
ettiklerinde dağıldılar, sadece Mus'ab dimdik ayakta kalmış ve onu yumuşaklıkla
İslâm'a çağırıyordu. Usayd geldi, önünde durdu ve şöyle dedi: "Sizi
bölgemize getiren nedir? Zayıf akıllı kimseler mi? Eğer hayatta olarak çıkmak
istiyorsan derhal buradan ayrıl.
Mus'ab ise bütün vakar
ve yumuşaklığım koruyarak: "Oturup dinlemez misin? Eğer davamızı
beğenirsen Kabul edersin. Eğer beğenmezsen, istediğin şeyi sana zorla kabul
ettirmeğe çalışmayız."
Usayd, akıllı ve zeki
bir kimseydi. Mus'ab'ın sadece kendinde olanı sunma gayretini gördü ve Mus'ab
onu sadece dinlemeye çağırıyordu. Eğer kabul ederse ne âlâ değilse Mus'ab onun
bölgesini terk edecek, başka bir kimse, bölge ve kabileye zarar ziyan
vermeksizin gidecekti.
Usayd, tamam diyerek
kılıcını yere koydu ve oturdu. Daha Mus'ab Kur'an'dan
az bir ayet okuyup tefsir etmişti ki, Usayd'da bir takım değişikliklerin
olduğu görülmeye başladı. Mus'ab daha sözünü bitirmeden Usayd "Ne doğru ve
ne güzel bir söz! Bu dine girmek isteyen ne yapmalıdır?" dedi. Bunun
üzerine Musa'b ona yöneldi ve sadece elbise ve bedenini temizler, Allah'tan
başka ilah olmadığına dair şahadet getirirsin" dedi.
Usayd, az bir süre
onlardan ayrıldı ve tertemiz su damlaları saçlarından dökülür bir vaziyette
yanlarına geldi: Allah'tan başka İlah olmadığına, Muhammed (sav)'in Allah'ın
Rasûl olduğuna şahadet ederim." diye inancını ilân etti.
Haber, ışık hızıyla
Medine'ye yayıldı. Sa'd b. Muaz, Mus'ab'a geldi, dinledi ve müslüman oldu.
Sonra onu Sa'd b. Ubade'ye okudu, o da İslâm nimetine erdi. Medine ehli
birbirlerine "Usayd b. Hudayr, Sa'd b. Muaz ve Sad b. Ubade müslüman
olmuşlar biz ne duruyoruz. Haydi Mus'ab'a gidelim ve iman edelim..."
diyorlardı.
Mus'ab b. Umeyr (R.a.)
insanların kalblerini kan ile değil, Kur'an ile fetheden bir yürek fatihidir.
Yürek fatihleri İnsanları ve ülkeleri kan ile Kur'an ile fethederler.
Mus'ab b. Umeyr
(R.a.), yapmış olduğu faaliyetlerle Medine İslâm devletine zemin hazırlamıştır.
Bir yıl sonra Mekke'ye, hac mevsiminde yanında yetmiş kişi ile geîen Mus'ab b.
Umeyr, Hz. Peygamber (sav)'e İslâm'ın Medine'deki hızlı yayılışının müjdesini
verirken şöyle demişti: "İslâm'ın girmediği ve konuşulmadığı ev
kalmadı." Başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün müslümanlar bu habere çok
sevindiler. İslâmî davet ve tebliğin sınırı hususunda sahabenin fıkhı, İslam'ın
girmediği ve konuşulmadığı tek bir evin kalmamasıdır. Dolayısıyla davet ve
tebliğ faaliyetlerinde Mus'ab b. siretinden hayatlarına izler taşımak
isteyenler, yaşadıkları yörede, beldede İslâm'ı bütün evlere aslına ve usûlüne
uygun bir şekilde götürmelidir ve hane sahipleriyle İslâm'ı konuşmalıdırlar.
İslâm'ı içinde yaşadıkları toplumun gündemi haline getiremeyenler veya gündemde
tutmayanlar, İslâm devletine sahip olamazlar.
Mus'ab b. Umeyr
(R.a.), Mekke'ye dönüşünde yine inancının kavgasını vermeye devam etti.
Mus'ab'in Mekke'ye döndüğünü haber alan
annesi onu tekrar hapsetmek istedi. Ancak
Mus'ab bütün bunlara karşı olgun bir müslüman tavrını takınarak imanında
direndi ve annesini bundan vazgeçirdi. Onun annesini İslâm'a daveti bir sonuç
vermediği gibi annesi de Mus'ab'ı yolundan döndürememişti.
Hz. Peygamber (sav)'in
yanında iki ay kadar kalan Mus'ab b. Umeyr, Hicretten on iki gün önce Medine'ye
vardı. Hz. Peygamber (sav) onu Sa'd b. Ebî Vakkas (R.a) ve Ebû Eyyûb el-Ensârî (R.a)
ile kardeş ilan etmişti.[18]
Bedir savaşında muhacirlerin sancağı onun elindeydi. "Rasûlüllah'ın
bayraktan" olarak ün yapmıştı. Bedir savaşında elde edilen esirler
hakkında halife Ömer (R.a.), Rasûlullah (sav)'e: "Bunların hepsini öldürelim,
üstelik herkes kendi akrabasını bizzat öldürsün." demiştir. Aynı savaşa
Mus'ab b. Umeyr (R.a.)'ın öz kardeşi Ebu Aziz bin Umeyr de esir düşmüştü.
Ensar'dan bir sahabenin onu bağladığını gördüğünde Mus'ab bin Umeyr (R.a.), Onu
bağlayan sahabeye, "Onu sıkıca bağla, çünkü annesi çok zengindir. Bu
yüzden sana oldukça fazla miktarda fidye verir" der. Bunun üzerine kardeşi
Ebu Aziz: "Hani sen benîm kardeşimdin. İkimizin annesi bir değil mi?"
dedi. Bunun üzerine Mus'ab bin Umeyr (R.a.): "Şimdi sen benim kardeşim
değiİsin. Benim kardeşim, seni bağlayan kimsedir" diye cevap verdi. [19]
Görüldüğü gibi, Mus'ab bin Umeyr (R.a.) tam bir iman adamıdır. Mus'ab (R.a.)
bizzat pratiğiyle akide/iman bağının neseb/akrabalık bağından daha kuvvetli
olduğunu ortaya koymuştur.
Uhud savaşında da
sancak yine onun elindeydi. Savaş esnasında müslümanların gerilediğini gören
Mus'ab b. Umeyr, atını sağa sola doğru sürüyor ve yüksek sesle şu ayeti
okuyordu:
"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce
birçok peygamberîer gelip geçmiştir."[20]
Bu ayetin Uhud gününe
kadar nazil olmadığı ve o gün indirildiği rivayeti, Hz. Mus'ab'ın Allah katındaki
değerini ifade eder.[21] Uhud
Gazvesinde İslâm ordusunun sancağını taşıyan Mus'ab b. Umeyr'in önce sağ kolu
kesildi. Hemen sancağı sol eline alarak savaşa devam etti. Fakat ardından sol
eli de kesildi. Bu defa vücuduyla sancağa sımsıkı sarıldı ve yukarıdaki ayeti
okumaya devam etti. Sonunda müşriklerin bir mızrak darbesiyle şehid oldu.
Sancağı hemen Sııveybit b. Sa'd ve Ebû'r-Rûm b. Umeyr adi sahabeler aldılar.
Hz. Mus'ab şehid
olarak yerde yatarken, günün sonlarına doğru, Hz. Peygamber (sav) Mus'ab'ı
elinde sancakla gördü ve "ileriye git ey Mus'ab!" diye emretti. Fakat
o kişi geri dönerek "Ben Mus'ab değilim" deyince Hz. Peygamber onun
Mus'ab kılığında savaşan Allah'ın meleklerinden biri olduğunu anladı.[22] Uhud
savaşında Ashab-ı Kiram'ın ileri gelenlerinden birçok kimse şehid oldu. Hz.
Mus'ab b, Umeyr de şehidler arasındaydı. Hz. Peygamber (sav)'in ne kadar
üzüntülü olduğu yüzünden okunuyordu. Mus'ab'ın mübarek na'şmınn başucunda
oturarak, Uhud şehidleri hakkında nazil olduğu bildirilen şu ayeti okudu:
"Mü'minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah'a
verdikleri sözde sadakat ettiler. Kimi adağını ödedi şehid oldu. Kimi de (şehid
olmayı) bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler."[23]
Sonra Hz. Peygamber
diğer sahabelere, şehidlere yaklaşıp selam vermelerini söyledi ve verilen
selamların şehidler tarafından almacağmı ifade ettiler. [24]
Hz. Mus'ab şehid
edildiğinde kırk yaşlarında idi. Bir zamanlar zenginlik ve refah içinde
yaşayan bu değerli insanı kefenleyecek bir örtü dahi bulunamamıştı. Hz.
Peygamber, yanma geldiğinde Mus'ab b. Umeyr eski bir hırkanın içinde saçları
dağılmış, vücudu ise kılıç ve mızrak darbeleriyle parçalanmış bir durumda
yatıyordu. Hz. Peygamber üzüntülü bir halde şunları söyledi: "Seni Mekke'de
gördüğümde, senden daha güzel giyinen, senden daha yakışıklı kimse yoktu. Şimdi
ise, kefen olarak sarılmış hırkadan başın dışarıda kalıyor." Sonra onun
için de bir kabir açtılar ve o mübarek sahabeyi de Uhud şehidleri arasına
defnettiler. Allah yolunda canını feda eden bu aziz şehid sahabe için Ashâb-ı
Kirâm'dan Habbab (r.a) şunları anlatıyor:
"Biz Hz.
Peygamberle birlikte Medine'ye yalnız Allah rızası için hicret ettik. Artık
mükâfatını Allah'tan bekleriz. Arkadaşlarımız arasında bu nimetlerden tatmadan
âhirete gidenler vardır ki Mus'ab b. Umeyr bunlardan biridir. Ö Uhud günü şehid
olmuştu da, kendisini saracak bir kefen dahi bulamamıştık. Yalnız şehidin bir
kaftanını bulmuş ve bu aziz şehidi ona sarmaya çalışmıştık. Ancak başını
örterken ayaklan açılıyor, ayaklarını kapatırken de başı açığa çıkıyordu. Bu
yoksulluk karşısında Hz. Peygamber bize şehidin başını örtmemizi ve ayaklarının
üstüne de ızhır denilen kokulu ottan koymamızı emretti.[25]
Nuaym İbni Mes'ûd
(R.a.) uyanık, zeki bir genç sahabedir. Olaylar karşısında güçlük çekmeyen,
harbin hile olduğunu bilen bir kahraman... Hadiseleri kavrayışta ve çözümlemede
becerikli bir yiğit... O, Hendek harbi esnasında İslâm'la şereflendi. İsmi
Nuaym olup Gatafan kabilesindendir.
Müslüman olmadan önce
para ve eğlenceye düşkün bir kimseydi. Arzu ve isteklerini tatmin için Necid
çöllerinden kalkar Yesrib'e gelirdi. Benî Kureyza yahudileriyle sıkı ilişki
içindeydi. Mekke vadileri İslâm nuruyla aydınlandığı sıralarda o, gününü gün
ediyordu. Zevk ve eğlencelerine engel olmasından korktuğu için yeni din
İslâm'dan şiddetle uzak durmağa çalışıyordu. Fakat Allahû Tealâ onun gönlünü
Ahzab günü İslâm'ın nuruna hazırladı. O , Hendek gazvesinde kendine yeni bir
sayfa açtı. "Harb hiledir" düstûrunun şaheser bir hikâye kahramanı
oldu. İslâm'a girişi şöyle gerçekleşti:
Hicretin beşinci
senesiydi. Medine'li müslümanları, dışardan Kureyş ve Gatafan kabileleri,
içerden Benî Nâdir ve Benî Kureyza yahudileri kuşatıp yeni dinin kökünü kazımak
istediler. Rasûl-i Ekrem (sav) Efendimiz de o günlerde Medine'de Benî Kureyza
yahudileriyle bir barış antlaşması imzalamıştı. Benî Nadir'in ileri gelenleri
Benî Kureyza'yı kışkırtmaya başladılar. Bu defa felâketin Müslümanların başına
geleceğini söylediler. Yaptıkları anlaşmayı bozmalarını israr ettiler. Onlar
da Mekke ve Necidden iki ordunun geldiğini görünce antlaşmayı bozdular.
Bu haber Müslümanların
arasına yıldırım gibi düştü. Kureyş ile Gatafan kabileleri Medine'yi kuşatmış
halka gelen erzak yolunu kesmişlerdi. Benî Kureyza da içerden Müslümanların
arkasında hazırlık yapıyordu. Fitne
ortalığı kaplamıştı. Münafıklar
boş durmuyordu.
İçlerinde
gizlediklerini açığa vurup şöyle diyorlardı: "Muhammed bize, Kisrâ ve
Kayser'in hazinelerine sahip olacağımızı vadediyor. İşte bugünkü durumumuz.
Bizler ihtiyaç için tuvalete gitmekten bile korkar hale geldik... Kalplerinde
hastalık olanlar ortalığı bu şekilde fitneye verdiler. Beni Kureyzâ'nın
yapacağı baskında kadınlarına, çocuklarına ve evlerine zarar geleceğini
düşünerek guruplar halinde ayrılmaya başladılar. Bu kuşatma yirmi gün kadar
sürdü. Her iki tarafta da açlık, sefalet başgösterdi. Atları, develeri ölmeye
başladı. Soğuktan askerler dahi kırılmaya yüz tuttu,
Rasûl-i Ekrem (sav)
efendimiz devamlı Rabbine sığınarak: "Allah'ım!
Senden bana vadettiğin yardımı istiyorum!... Allah'ım! Senden bana vadettiğin
yardımı istiyorum..." diye dua ediyordu. Bu duayı gece gündüz tekrar
edip duruyorken bir gece yansı Gatafan kabilesinden Nuaym'ın gönlüne bir
kıvılcım düştü. Sabaha kadar onu uyku tutmadı. İçinden bir ses ona: "
Yazıklar olsun sana Nuaym !.. Seni Necid gibi uzak yerden getiren sebep nedir?
Senin gibi akıllı birisine sebepsiz yere harb etmek yakışır mı? Sen onunla ne
gasbedilmiş bir hakkı geri almak için ne de tecavüze uğramış bir ırzı korumak
için savaşıyorsun. Sen bilinmeyen bir sebeble onunla harb etmeye
geldin!..." diyerek sesleniyordu. Kendi kendine bir iç muhasebesi yapan
Nuaym gece karanlığında kalkıp Rasûlüllah (sav) efendimizin yanma gitti. O gün
müslümanlar çok zor günler yaşıyorlardı. Yani zor duruma düşmüşlerdi. Allah
(cc) bunu şöyle dile getiriyor: " Onlar size yukarınızdan ve aşağnınzdan
gelmişlerdi.. Nuaym b. Mesud (R.a.), o zaman henüz müşrik olduğu halde gelip,
Beni Kureyza ile müşrik düşman ordusu arasında yapılan antlaşmayı Rasûlüllah
(sav)'e haber verdi. Rasûlüllah (sav), Nuaym'a: "Belki de onlara böyle
davranmalarını biz emretmişiz" dedi. Rasûlüllah (sav), bu sözüyle, sanki
bu aramızda olan antlaşmanın gereğidir. Böylece düşman ordusunu her taraftan
kuşatacağız, demek istiyordu. Nuaym çıkıp gittiğinde Hz. Ömer (R.a.): "Ya
Rasûlülah! Beni Kurayza'nın işini halletmek, senin hakkında yayacakları bir şeyden
(yalan söylüyor deyip tutturmalarından) daha kolaydır" dedi. O zaman
Rasûlüllah (sav):
"Savaş hiledir, ya Ömer!" buyurdu.
Rasûlüllah (sav)'in
Nuaym'a bu sözü söylemesi, aralarında birliğin bozulmasına ve tefrikaya düşüp
yenilmelerine sebep olmuştu.[26]
Başka bir rivayete göre, Nuaym b. Mesud (R.a.) Azhab savaşında geceleyin gizli olarak Rasûlüllah
(sav)'ın yanına gitti. Rasûl-i Ekrem (sav) Efendimiz ona:
“Nuaym İbni Mes'ud sen misin?" dedi. O da:
"Evet
benim." dedi.
"Bu saatte gelmene sebeb nedir" dedi. Bunun üzerine Nuaym, Kelime-i Şehadet getirdi
ve şunları söyledi:
"Ya Rasûlallah !
Ben Müslüman oldum. Yalnız kavmimin bundan haberi yok. Şimdi bana dilediğini
emret dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz
de ona:
"Kavmine git ve düşmanımızın gayret ve gücünü
zayıflat. Çünkü harp hiledir."
buyurdu.
İslâm düşmanlarını
hezimete uğratmak için savaşta yalan söylemek caizdir. Düşmanın gücünü
zayıflatacak, birliğini dağıtacak sözleri velev ki yalan da olsa tesbit edip
yaymak, harb 'in hile olması sebebiyle caizdir. Bu aynı zamanda psikolojik
savaştır Rasûlüllah (sav), Nuaym b. Mes 'ud vasıtasıyla düşmana karşı
psikolojik savaşı başlatmıştır. Zamanın ve mekânın şartları dikkate alınarak
düşmana karşı psikolojik savaş verilmesi gerekir.
Nuaym b. Mes'ud, aynı
zamanda müslümanların düşman içindeki casuslarıdır. Dolayısıyla İslam'da
casuslar, casusluk fıkhına riayet ederek casusluk edebilirler. Nuaym b. Mes'ud
(R.a.), ne şekilde casusluk edeceğini Rasûlüllah (sav)'den öğrenmiştir.
Nitekim Nuaym İbni Mesûd (R.a.) Fahr-i Kâinat (sav) Efendimizi memnun edebilmek
için kabileler arası diplomasi trafiğine başladı. Her kabilenin kabul edeceği
tarzda fikirler üretti. Önce Benî Kureyza'ya gitti ve onlara:
"Burası sizin memleketiniz.
Mallarınız, çoluk çocuğunuz ve kadınlarınız var. Başka bir yere gidecek haliniz
yok. Ama Kureyş ve Gatafan öyle değil. Harbi kazanırsa ganimet bilirler.
Kazanamazlarsa güven içinde memleketlerine dönerler" diyerek onları
vazgeçirmeğe çalıştı. Hatta onların eşrafından bazı adamları yanlarına alarak
rehin tutmalarım teklif etti. Oradan çıktı Kureyş ve Gatafan'a geldi. Onlara
da:
"Beni anlaştığım
ve Kureyş ile Gatafan eşrafından bîr çok adamlar alıp ona teslim
edeceğini" söyledi. Benî Kısreyza'yı denemek için Ebû Cehi oğlu İkrime
gönderildi. İkrime onlara vardığında:
"Burda eğlenip
durmamız uzadı. Artık bizde usandık. Yarın çarpışmağa karar verdik."
dedi. Onlar:
"Yarın
Cumartesidir. Biz o gün hiçbir iş tutmayız. Sonra yanımızda rehin kalmaları
için sizden ve Gatafan eşrafından yetmiş kişiyi bize vermedikçe sizinle
birlikte harb etmeyiz. " cevabını verdiler.
İkrime kavmine döndü
ve duyduklarını anlattı. Onlar da hep bir ağızdan: "Vay aşağılık
maymunlar!.. Vallahi bizden
rehine olarak bir koyun bile isteseler yine vermeyiz." dediler. Nuaym
(R.a.) bu şekilde düşmanları birbirine düşürdü. Aralarındaki anlaşmaları
bozmada başarılı oldu. Gece yarısı bir de şiddetli rüzgâr çıktı. Fırtına
çadırlarını başlarına yıktı. Kazanlarını devirdi. Ateşlerini söndürdü. Perişan
bir vaziyette karanlıkta çekip gitmek zorunda kaldılar.
Sabah olunca,
müslümanlar, düşmanların kaçıp gittiğini gördü ve:
"Kuluna yardım
eden Allah'a... Askerini aziz kılan... Kabileleri tek basma yenen Allah'a hamd
olsun..." dediler. O günden sonra Nuaym İbni Mesûd (R.a.) Resûl-i Ekrem
(sav)'in güven kaynağı oldu. O'nun verdiği hiçbir vazifeyi aksatmadı. Onunla
birlikte harblere katıldı. Onun önünde sancak taşıdı.
Mekke fethi günü Ebû
Süfyan İbni Harb, müslüman askerleri'ni seyretmek üzere durduğunda, Gatafan'ın
sancağını taşıyan bir adamı gördü ve yanındakilere:
"Bu kim? "
diye sordu. Onlar da:
"Nuaym İbni
Mesûd..." dediler. Bunun üzerine Ebû Süfyan şunları söyledi:
"Hendek savaşında
bize yaptığı neydi!... O, Muhammed’in en büyük düşmanıyken şimdi onun önünde
kavminin sancağını taşıyor..." Allah her zaman mü'minlerin
yardımcısıdır... Yeter ki gönlümüzü O'na tam verelim. Dinde muhlisler olarak
yaşayalım. Göz yaşlarıyla samimi dualara devam edelim. Allahû Teâla bu dualar
hürmetine nice Nuaym'ler çıkarır... Cemel vakasında vefat ettiği rivayet edilen
Nuaym İbn.Mesûd (R.a.)'m şefaatlerini niyaz ederiz.[27]
Hz. Ömer (R.a.),
Ashâb-ı Kiramı toplayıp sordu: "Ben bir ordu teşkil edip, İran üzerine
göndermek istiyorum. Bu husustaki görüşünüz nedir?"
Çeşitli fikirler ortaya
atıldı. Ashâbdan birisi şunu teklif etti:
"Şam ve Yemen
ordusu tamamen İran hududuna hareket etsin. Sen de Mekke ve
Medine halkı ile
Basra ve Küfe
tarafına git, bütün Müslümanları kâfirlerin üzerine gönder!"
Hz. Ali kalkıp fikrini
beyân etti:
"Ey mü'minlerin
emîri! Şam askerini İran'a gönderirsen,
Rumlar onların çoluk çocukları üzerine saldırır. Yemen askerini gönderirsen, o
zaman Habeşliier bu tarafa geçer. Bu bölgeyi yalnız bırakırsan, etrafımızdaki
Araplar isyana kalkışır, arkadan vurup, senin önündeki işini unutturur."
Bunlar yerlerinde
kalsın. Basra halkı üç kısma ayrılsın. Bir kısmı çoluk çocukların muhafazasında
kalsın. Bir kısm da ehl-i zimmetin yanı müslüman olmiyan, haraç ve cizye veren
teb'aların/vatandaşların muhafazası için, ihtiyat olarak bulunsun. Üçüncü kısmı
ise, Küfe askerine yardım için hareket etsin. Acemler seni sınırda görürlerse,
mü'minlerin emîri, Arapların kumandanı diyerek, daha fazla bir hırs ve istekle
saldırırlar. Sayılarının çokluğuna gelince, biz şimdiye kadar sayı çokluğu ile
savaşmadık. Aîlahû Teâlanm yardımı ile iş gördük, zafer kazandık.
Hz. Ömer bu görüşü
uygun bulup, dedi ki:
"Bu iş için Irak
kumandanlarından birini seçiniz, smırm işlerini ona
bırakayım!"
Danışma heyetinde
bulunanlar:
"Sen askerin durumunu
daha iyi bilirsin. Çünkü sen onlarla görüştün. Durumlarına vakıfsın. Onları iyi
tanıyorsun, diye arz ettiler."
Bunun üzerine Hz.
Ömer, Nu'man bin Mukarrin el-Müzenî'yi kumandan olarak tayin etti.
Nu'man bin Mukarrin,
bir miktar Küfe askeriyle Cundişâpûr ve Sûs kolunda idi. Hz. Ömer ona yazılı
bir emir göndererek, etrafındaki askeri yanma toplayarak, Nihavent üzerine
hücum etmesini emretti.
Küfe kumandanına da,
halkı Allah yolunda harbe teşvik edip, onları Nu'man bin Mukarrin'in emrine
göndermesini yazdı. Bölgedeki kumandalara, Ahvâz askeriyle, Fâris ve İsfahan
hududunda bekleyip, o taraflardan Nihavent'in yardımını kesmelerini emretti.
Nu'man bin Mukarrin
Hz. Ömer'in emrettiği şekilde ordusu ile hareket etti. Bu orduya, Küfe'den
Huzeyfe bin Yemân kumandasındaki kuvvetle, Mugire bin Şu'be kumandasındaki
Medine'den gelen kuvvetler de katıldı. Nu'man bin Mukarrin'in yanında 30 bin
civarında asker toplandı. İran ordusu ise 150 bin kadardı. İran başkumandanı
Fîrûzan'dı.
Nu'man bin Mukarrin'in
ordusunda Cerir bin Abdullah Becelli, Mugire bin Şu'be gibi büyük zâtlar,
Tuleyha bin Huveylid, Amr bin Ma'dikerib gibi bin kadar kahraman vardı.
Nu'man hazretleri,
Tuleyha ile Amr'i keşif için Nihavent'e gönderdi. Bunlar kimseye rastlamayıp,
geri döndüler. İslâm ordusu ile Nihavent arası, yirmi saatten fazla idi. Bu
mesafede tehlikeli bir durum olmadığı anlaşılınca, Nihavent'e yüründü.
Bir çarşamba günü, iki
ordu birbiriyle karşılaştı. Numan bin Mukarrin tekbîr alınca, bütün İslâm
ordusu tekbîr aldı. Tekbîr sadâsından her taraf inledi. Tekbîr sesleri, İran
ordusu üzerinde derin bir korku meydana getirdi. Nu'man bin Mukarrin
kumandasındaki İslâm ordusu ile Nihavent yakınlarında putperest İran ordusu
arasında harp başladı. İran ordusu, etrafını hendek ve birçok engellerle
sağlamlaştırmıştı. İranlılar, istediği zaman siperlerinden çıkış yapıp, sonra
geri dönebiliyorlardı. Bu yüzden muharebeden bir netice al mamı yordu.
Bir ara İran ordusu
siperlerinden çıkıp, İslâm ordusunun yakınlarına kadar geldi ve, ok atmıya başladılar. Müslümanlardan
yaralananlar oldu. O gün cum'a idi. Nu'man hazretleri İslâm ordusuna:
Mü'minlerin emîri
minbere çıkıp, hutbede Müslümanların zaferi için dua edinceye kadar hücuma
geçmeyiniz, emrini verdi.
O zaman, Mugire bin
Şu'be, Nu'man hazretlerine dedi ki:
“Durumu görüyorsun.
Yakınımıza kadar geldiler. Bize doğru yürüyüşe geçtiler. Ok atıp, bizden
ba'zılarını da yaraladılar. Hemen hücuma geçelim.”
“Evet doğrudur. Sen
menkıbeler sahibi bir kimsesin. Fakat ben Resûlullahın savaşlarında bulundum.
Günün ilk saatlerinde savaşmazsa, güneşin
sıcaklığı kaybolup rüzgârın
esmesine, Allahû Teâlâ'nın yardımının gelmesine kadar savaşı
geciktirirdi.”
Bundan sonra, Nu'man
bin Mukarrin atına binip, askeri dolaştı. Her sancağın yanında durup, onları harbe
teşvik edip, coşturdu. Sonra dedi ki:
“Ben sancağı üç defa
sallayacağım. İlk salladığımda herkes ihtiyacını giderip abdest
tazelesinler. İkincisinde
harbe hazır hale
gelsinler. Üçüncüsünde hepiniz
hücuma geçiniz. Ben bile olsam,
birisi şehîd düşerse, kimse onun yanında
toplanmasın. Hiç kimse hücumdan geri durmasın!” dedi.
Sonra şöyle duâ etti:
“Allahım!
Müslümanların zaferi kazanması yolunda Numan'a şehîdlik ihsan eyle . Zaferi
müyesser kıl!”
Bütün İslâm ordusu,
"âmin" dedi.
Hz. Numan bayrağı üç
defa salladı. Sonra İslâm ordusu hücuma geçti. Savaş başlamıştı. Çetin bir
savaş oldu. Müslümanların birisi yere düşmüştü. Bu, İslâm ordusunun kumandanı
Nu'man bin Mukarrin idi.
Nu'man bin Mukarrin:
“Üzerime bir elbise
örtünüz, beklemeden düşmanın üzerine saldırınız, bu halim sizi korkutup,
gevşetmesin,” buyurdu.
Numan bin Mukarrin
yere düşünce, bayrağı Huzeyfe bin Yemân aldı. Bu sıradaki manzarayı Hz. Ma'kil
bin Yesar şöyle anlatır:
Numan bin Mukarrin
yaralanıp düşünce, yanma geldim. Kimse, kimse ile oyalanmasın, velev ki ben bile
olsam, sözünü hatırlayınca orada beklemedim. Yalnız, belli olması için bir
işaret koydum. Düşman, kumandanları öldürüldüğü zaman onun başına toplanır,
savaşla ilgileri pek kalmazdı.
Nihayet İran ordusu
kumandanı, kendine ait boz katırından düşmüş, karnı yarılmıştı. Bu vesile ile
Allahû Teâlâ Müslümanlara zaferi müyesser kılmış, İran ordusu hezimete
uğramıştı. Savaş bitmişti. Nu'man bin Mukarrin'in yanma gittim. Vefat etmek
üzere idi.. Su getirip, yüzünü yıkadım. Bana sordu:
“Sen kimsin?”
“Ma'kil bin Yesar'ım.”
“Müslümanlar ne
yaptılar?”
“Allahû Teâlâ zaferi
müyesser kıldı”.
"Elhamdülillah!
Bu zaferi Hz. Ömer'e yazınız."
Hz. Nu'man bin
Mukarrin bundan sonra kelime-i şehâdet getirip şehîd oldu.
Nu'man bin Mukarrin'in
şehâdeti ve Müslümanların zaferi haberi Medine-i Münevvereye geç gitmişti. Hz.
Ömer, İslâm ordusunun muzaffer olmass için devamlı dua ediyordu. Medine
âlimlerinden yaşlı bir zat şöyie anlattı:
Medîne'ye bir Bedevî
geldi ve sordu:
“Nihavent ve İbni
Mukarrin'den haberiniz var mı?”
“Niçin soruyorsun?”
“Hiç, soruyorum işte!”
Bu durum Hz. Ömer'e
haber veriidi. Hz. Ömer, onu çağırdı ve dedi ki:
Nihavent ve İbni
Mukarrin hakkında konuşman, bir şeyleri bildiğini gösterir. Bildiklerini bize
anlat.
Bedevî anlatmaya
başladı:
“Ey mü'minlerin emîri!
Ben falancayım. Malımla, servetimle, çoluk çocuğumla
Allah ve Rasûlü için hicret etmek üzere yola çıkmıştık. Falanca yerde
konakladık. Oradan ayrıldığımız zaman, ansızın bir benzerini görmediğimiz,
kırmızı bir deve üzerinde bir adamla karşılaştık. Nereye gittiğini sorunca,
Irak'tan geldiğini söyledi.” Bunun üzerine, oradaki Müslümanların durumlarını
da sorunca şöyle dedi:
Düşmanları ile
muharebe ettiler. Allahû Teâlâ'nın izni ile, düşman mağlup oldu. Nu'man bin
Mukarrin şehid düştü. Vallahi Nu'man'ı da. Nihavent'i de bilmem.
Hz. Ömer muharebenin
hangi Cuma olduğunu, bilip bilmediğini sordu. Bedevî, hangi Cum'a olduğunu
bilmediğini, fakat, falanca gün göç ettik, falan gün, falan yere indik,
diyerek, harbin yapıldığı vakti bildirdi. O bunları anlatınca, Hz. Ömer
buyurdu ki:
“O gün Cumadır.
Herhalde, haber getirip götüren biri ile karşılaşmışsın. Onların böyle
postacıları vardır.”
Sonradan alınan
haberlerden, Nihavent muharebesinin Bedevinin bildirdiği günde yapıldığı
anlaşılmıştır. Hz. Ömer'e Nu'man bin Mukarrin'in şehâdet haberi gelince,
mescidde minbere çıktı. Müslümanlara, Nu'man bin Mukarrin'in şehâdet haberini
verip ağladı.
Abdullah bin Mes'ud
şöyie buyurdu:
“İmanın ve
münafıklığın birçok yerleri, evleri vardır. Mukar-rinoğullarının evi, imanın
konakladığı evlerden birisidir.”
Şehidlik gibi yüksek
bir makama kavuşan Nu'man bin Mukarrin, Müzem kabilesindendir. Künyesi Ebû
Amr'dır. Kardeşleri, Suveyd bin Mukarrin ile Nuaym bin Mukarrin ile birlikte
Hudeybiye antlaşmasından önce Müslüman olmuştur. Kardeşleri de Nu'man gibi
askerlik ve kahramanlık bakımından meşhur sahabelerdendir.
Nu'man bin Mukarrin
Rasûlüllah ile beraber Mekke'nin fethine ve Huneyn gazvelerine katılmıştır.
Veda Haccı'nda da hazır bulunmuştur.
Rasûlüllahın
vefatından sonra, halîfe olarak Hz. Ebû Bekir seçilmişti. Bu sırada ortada
büyük bir irtidat yanı dinden çıkış hareketi başladı. Hz. Ebû Bekir bu fitneye
gereken cevabı verdi.
Nu'man bin Mukarrin bu
irtidat fitnesine karşı verilen mücâdelede de bulundu. Böylece irtidat fitnesinin, büyümesine meydan
verilmiyerek büyük bir felâketin önüne geçilmiş oldu. Nu'man bu hizmetlerine
Hz. Ömer'in hilâfeti devrinde de devam etti. Onun hizmetleri, Irak ve İran
taraflarında da çok oldu. 642 yılında Nihavent'te şehîd oldu. [28]
Sahabelerin fıkhında
mürtedlerle barış sözleşmesi yapılmaz. Çünkü dinde mürtede hayat hakkı yoktur.
İrtidat, İslâm toplumu için şirk kadar tehlikelidir. İrtidadın içine düşmek,
şirkin, küfrün, tuğyanın içine düşmektir. İrtidadın bir anlamı da, din adına
din ile alay etmektir. Dolayısıyla irtidada ve mürtedlere karşı müsamahakâr
davranmak, dinsiz kalmak ve dinsizliği din edinenler tarafından idare olunmak
için yeterli bir sebebtir. Bu nedenle sahabeler, mürtedliğe karşı kesintisiz
bir savaş vermişlerdir. Sahabelerin fıkhı, irtidad ve mürtedlere karşı
kesintisiz savaş fıkhıdır.
Hz. Ömer'in hilafeti
zamanı idi. İslâm adaleti altında müslümanlar, bir taraftan altın devirlerini
yaşarken, diğer taraftan da İslâm orduları, dört bir cephede yeni fetihler
yapıyor, zaferler kazanıyor ve İslâm topraklarını genişletiyorlardı.
Sâd b. Ebî Vakkas'ın
kumandası altındaki 34 bin kişilik İslâm ordusu, Acem topraklarına dayanmıştı.
Resul-i Ekremin duasının gerçekleşmesine çok az bir zaman kalmıştı. İran Kisrası
Resuî-i ekremin mektubunu parçalamış, Rasûlullah efendimiz de, "Ya Rabbi, nasıl o benim mektubumu
parçaladrysa, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et" diye dua
etmişti.
Bu dua gerçekleşmiş,
İran Kisrası, oğlu tarafından hançer ile öldürülmüş, şimdi sıra mülkünün
parçalanmasına gelmişti. İran Kisrası Yezd-i Cürd'ün kumandanı Rüstem, İslâm
ordusuna karşı hazırlıklarını tamamlamıştı. İslâm ordusunun 34 bin mevcuduna
karşılık, İran ordusunun 80 bin yedeği yanında 120 bin mevcudu vardı. Bu
mevcudun 30 bini, kaçmaması için zincirlerle birbirine bağlanmıştı.
İslâm ordusu,
dinimizin emrine uyarak, elçiler göndererek, önce düşmanını İslâm dinine davet
ediyordu. Bunun için Rüstem'e de birkaç defa elçi gönderilmişti. Rüstem her
seferinde reddetmişti.
Rüstem'in yanına giden
ikinci elçi de Ribî bin Âmir idi. Rüstem'in yanına vardığında, hiç görmediği
şatafatlı bir manzara ile karşılaştı. Rüstem'in bulunduğu yer, nakışlı yastıklar,
kadifeden halılar, inci ve yakutlar ve daha birçok zinetlerle süslenmişti.
Rüstem, altından yapılmış bir
koltukta oturuyor, etrafındaki insanlar bir köle gibi kendisine hizmet
ediyorlardı.
Ribî'nin ise eski bîr
kıyafeti, eğri bir kılıcı, yer yer eğilmiş bir kalkanı ve çelimsiz bir atı
vardı. Ancak gördüğü şatafat Ribî bin Amir'i hiç mi hiç cezbetnıemişti. Bütün
bu gördüklerine karşılık, onun da sarsılmaz bir imanı, yıkılmaz bir şecaati ve
cesareti vardı. Halılarla örtülü yere varınca, atından indi ve hemen oraya atım
bağladı. Silahı, zırhı üzerinde ve miğferi başında idi. Ona, "Silâhını
bırak" dediler. O da şu cevabı verdi:
“Beni böyle kabul
ederseniz ne âlâ, yoksa döner giderim.”
Orada bulunanlar, bu
çelimsiz insandan çıkan cesurane sözler karşısında şaşırıp kalmışlardı.
Rüstem, "Bırakın onu" dedi. Ribî ilerledi ve Rüstem'in yanına yaklaştığında,
mızrağını yere sapladı. Yerde ise ipekli yastıklar vardı. Mızrağın keskin ucu,
ipek yastıkları delip geçti. Etrafındakilerin fevkalâde değer verdiği bu süslü
yastıkların, Ribî için hiçbir ehemmiyeti yoktu. Onun tek düşündüğü, elçilik
vazifesini, İslâmın izzetine uygun bir şekilde yerine getirebilmekti. Ribî,
süslü yastıklara aldırmayıp yere oturdu. İslâm elçisi Ribî bin Amir'in,
huzurunda mızrağını yere saplamasından sonra, Rüstem dedi ki:
“Ne diyorsan, anlat
bakalım!” Ribî şöyle cevap verdi:
Allahû Teâlâ, dilediği
kimseleri, kula kulluktan kendisine kulluğa, dünya sıkıntılarından feraha
çıkaralım, bâtıl dinlerinin zulmünden kurtarıp İslâm adaletine ulaştıralım
diye, bize bir Peygamber gönderdi. Kim bu dini kabul ederse, bizden olur, biz de
döner gideriz. Kim de kabul etmezse, Allah'ın vaad ettiğine kavuşuncaya kadar
onunla savaşırız.
“Allah'ın vaad ettiği
nedir?”
“Kâfirlerle savaşırken
ölen için cennet, geride kalanlar için ise zafer vardır.”
“Söylediklerini
dinledim. Bu mevzuu düşünmemiz için bize mühlet verir misin?”
“Evet, istediğiniz
mühleti veririz.”
“Kaç gün mühlet
verirsiniz?”
“Bir veya iki gün
ancak mühlet veririz.” Bunun üzerine Rüstem dedi ki:
“Hayır. Âlimlerimiz ve
reislerimizle mektuplaşmamız için bu vakit az olur.”
Onun bu cevabı üzerine
Ribî dedi ki:
“Peygamberimiz
düşmanla karşılaştığımız zaman, üç günden fazla mühlet vermememizi emretti.
Düşün ve adamlarına sor, bu mühlet içinde şu üç şıktan birini tercih et:
Müslüman olmak, cizye vermek ve harb etmek.
Rüstem tekrar sordu:
“Sen onların efendisi
misin?”
“Hayır, müslümanlar
birbirlerine kuvvet veren tek vücut gibidir.”
Rüstem bunun üzerine
adamlarını topladı ve dedi ki:
“Bu adamın sözlerinden
daha kıymetli ve kabule şayan bir söz duydunuz mu?”
Adamları, Rüstem'in bu
sözlerine şiddetli bir şekilde karşılık verdiler:
“Kendi dinini bırakıp,
onun söylediklerine meyletmekten Allah seni muhafaza etsin! O adamın
elbiselerini görmedin mi? Böyle elbiseler giyen adamın sözlerinde ne olabilir
ki?”
Bunun üzerine Rüstem,
adamlarına dedi ki:
“Yazıklar olsun size!
Siz elbiselere mi bakıyorsunuz? İnsanın şahsiyeti elbiseleri ile değil, akıl,
kabiliyet ve konuşması iledir. Bunlar zaten yiyecek ve elbiseye önem
vermiyorlar. Onlara göre önemli olan, akıl ve kabiliyettir.”
Kısa bir zaman sonra,
Ribî gibi elbise giyenlerden müteşekkil 34 bin kişilik İslâm ordusu, süslü
elbiseler ve zinetler içerisinde bulunanların 200 bin kişilik ordusuna galip
gelmiş ve İslâm orduları Medayin'e girerek, Resuli Ekremin duasının
gerçekleşmesine şahit olmuşlardı. İslâm ordusundan, çok az kimse şehit olurken,
İran ordusu 120 bin kişi zayiat vermiş,
geri kalanları da yaralı olarak firar etmişlerdi. [29]
Sahabeler, Rasûlüllah
(sav)'in yetiştirdiği inkılabçılardır. Sahabeler, Allah'ın dinini Allah'ın
düşmanları karşısında net bir şekilde savunuyorlardı. Cahiliyye düzenine
meydan okuyorlardı. Kendi dâvalarının hedefini açık bir şekilde düşmanlarına
bildiriyorlardı. Düşman kula kullukta karar kılmıştı. Sahabe ise Allah'a kullukta
karar kılmıştı. Allah'a kullukta karar kılanlar, kula kulluğa hayat hakkı
tanımazlar. Şayet tanıyorlarsa, Allah'a kulluk dâvasına ihanet ediyorlar
demektir. Cahiliyye ehli karşısında "Sizin dininiz size bizim de dinimiz
bize" diyerek net tavır ortaya koymak, sahabe sünnetindendir.
Osman bin Talhâ,
Mekke'de Kabe Kayyımlığı ile vazifeliydi. Sülâlesi câhiliye devrinde Kabe'nin
hicâbet vazifesini yapardı, yanı kapı anahtarını taşırdı. Peygamber efendimiz,
hicretten önce Osman'ı da bizzat îmâna daavet etti. Osman:
Yâ Muhammedi Sen
kavminin dînine aykırı davranmış ve ortaya yeni bir dîn çıkarmış bulunuyorsun.
Doğrusu, benim sana tabi olacağımı ümit etmen şaşılacak şeydir, diyerek imana
gelmedi. Atalar dini, tarih boyunca Allah'ın dinine girmeye hep engel olmuştur.
Atalar dinini inkâr etmeden Allah'ın dinine girmek mümkün değildir.
Bir defasında
Rasûlüllah efendimiz, iman edenlerle birlikte Kabe'ye girmek istemişlerdi.
Osman Kabe'ye de sokmak istemediği gibi sert de davrandı. Fakat Rasûlüllah
efendimiz onun bu hareketini sükûnetle karşılayıp,
şöyle buyurdu:
“Ey Osman! Ümit ederim ki, bir gün sen beni, bu
anahtarı nereye isterseniz koyarsınız, kime isterseniz verirsiniz diyeceğin bir
mevkide de göreceksin!”
O zaman Kureyş
mahvolmuş, kıymetten düşmüş olur.
“Hayır! Asıl o zaman,
Kureyş yaşayacak ve kiymetlenecektir.”
Osman bin Talhâ, Uhud
harbine müşriklerin safında katıldı. Babası, kardeşleri ve akrabası
öldürülünce, Kabe'nin hicâbet vazifesi tek başına üzerinde kaldı. Mekke'nin
fethinden altı ay önce Amr bin As ve Hâlid bin Velid ile birlikte Medine-i
Münevvereye gelerek, Müslüman oldu. Fetihten önce îmâna gelen Muhacirlerin
derecelerine kavuştu.
Mekke'nin fethine
katılıp, Rasûlüllahın yanında bulundu. Kabe'nin .anahtarını Rasûlüllaha
arzetti, beraber girdiler. Burada Rasûlüllah efendimiz iki rekat namaz kıldı.
Beyt-i şeriften çıkarken, Rasûlüllah efendimiz,
Nisa sûresinin, "Allahû Teâlâ size
emânetleri ehline vermenizi emreder" meâlindeki 58. âyet-i kerimesini
okuyup, anahtarı Osman bin Talha'ya ve amcasının oğlu Şeybe'ye verdi. Ona buyurdu
ki:
“Ey Ebû Talhâ evlâdı! Ceddinizden kalma olan emâneti
sizde payidar ve baki olmak üzere alınız. Bunu zâlim olmaksızın hiçbir kimse
sizden alamaz.”
Sonra, "Sana
vaktiyle söylemiş olduğum şey
gerçekleşmedi mi?" buyurarak Hicretten önceki sözlerini de hatırlattı. O
da dedi ki:
Evet, şehâdet ederim
ki, sen hîç şüphesiz Rasûlüllahsın. Rasûlullah efendimiz o gün şöyle bir hutbe
okudu:
Vaadi, sözü hak olan,
kuluna yardım eden, kendinden başka kulluğa müstahak bir ilâh bulunmayan Allahû
Teâlâya hamdolsun. Dikkat ediniz! Câhiliye devrinde değer verdiğiniz her türlü
âdet ve kan dâvası ayağımın altındadır. Bunlardan Kabe'ye hizmet etmek ve
hacılara su dağıtmak müstesnadır.
O günden itibaren
hicâbet vazifesi, Osmanlı devletinin sonuna kadar, Osman bin Talhâ'nın
sülâlesinde kalmıştır. İslam'da emanetin ehiine verilmesi, idare sisteminin
vazgeçilmez unsurudur. Hukuk, Emanet, Ehliyet ve Liyakat, İslamî idare
sisteminin değişmez alâmetleridir. Bu meselelerde arızalı bir idare sisteminin
İslamî sayılması mümkün değildir. İşte Hz. Osamn b. Talha (R.a.) hakkıyla
emanete riayet etti. Mekke'nin fethinden sonra Rasûlüllah efendimiz ile Huneyn
gazasına katıldı. Rasûlüllahın vefatından sonra Mekke-i mükerremeye döndü.
Kâbe-i muazzamadaki licâbet vazifesine devam etti. Dört Halife devrinde
gazalara katıldı. Hz. Muâviye'nin hilâfeti devrinde 662 senesinde Mekke-i
Mükerremede erat etti.[30]
İnsanlar arasında hak
ile hükmedip emaneti ehline vermek, sahabenin İdare tarzıydı. Sahabeler, emanet
ve ehliyet sahibi kimselerdi. Emanet ve ehliyet
sahibi olmayanalar, İslâmî
idarede görev alamazlar. Sahabe anlayışmdan ve yaşayışından anladığımız budur.
Hz.Osman İbni Maz'un
(R.a.), Medine'de vefat eden ilk Muhacir sahabedir. Bakî kabristanlığına
defnedilen ilk muhacirdir. O, ilk müslümanlardandır. Rasûlullah sallallahu aleyhi
vesellem efendimiz Dâru'l-Erkam'a yerleşmeden önce İslâmla şereflendi. Câhiliye
döneminde de temiz yaratıhşh, ağırbaşlı bir insandı. O dönemde de hiç içki
içmedi. "Aklı gideren, benden aşağıdakileri bana güldüren bir şeyi
içmem" derdi. Onun İslâm'a girişi Ahmed İbni Hanbel'in Müsned'inde şöyle
anlatılır:
"Rasûlullah
sallallahu aleyhi vesellem bir gün Mekke'de evinin yanında oturuyordu. Osman
İbni Maz'un da oradan geçiyordu. Rasûlullah (sav)'e bakıp tebessüm etti. İki
cihan Güneşi Efendimiz de ona: "Biraz
oturmaz mısın?" buyurdu. O da karşısına oturdu. Konuşurlarken Resûl-i
Ekrem (sav) Efendimize bir hal oldu. Sanki karşısında birisi ona bir şeyler
anlatıyor, Efendimiz de anladım dercesine başını sallıyordu. Bu hal bir müddet
sonra geçti. Osman bu hali merak etti ve Efendimize sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.)
efendimiz kendisine Allah'ın elçisi Cebrail'in geldiğini ve Nahî Sûresi 90.
âyet-i celileyi indirdiğini söyledi. Meâlen:
"Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya
vermeyi emrediyor. Zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktanda
nehyediyor. Size böylece öğüt veriyor ki, benimseyip tutasiniz."
Bu hadise Osman îbni
Maz'un'un gönlünde iman nurunun parlamasına vesile oldu. Oracıkta İslâm'a
giriverdi. İslâm'ın ilk günlerinde Osman'ın bu hareketi Fahr-i Kâinat (sav)
efendimizi pek memnun etti. Ailesine de İslâm'ı anlattı ve onlar da müslüman
oldular. Diğer müslümanlar gibi o da müşriklerin ezâ ve cefâlarına mâruz kaldı.
Ama imanından hiç taviz vermedi. Sonunda Habeşistan'a hicret etti.
O, hicret eden ilk
gurubun başkanıydı. Habeşistanda inançlarını daha rahat bir şekilde yaşama
imkânı bulan ilk muhacirler her an Mekke'den haber bekliyorlardı. İki cihan
Güneşi Efendimizden ayrı kalmalarına çok üzülüyorlardı. Bir ara Kııreyş'in
İslâm'a girdiği haberini aldılar. Bunun üzerine müslümanlar Mekke'ye geri
dönmeye başladılar. Ancak Mekke'ye yaklaşınca bu haberin yalan olduğunu öğrendiler.
Aralarında istişare ettiler ve herkes bir dostunun himayesine girmek süreliyle
Mekke'de kalmağa karar verdiler. Kimi himaye edecek birini buldu, kimi de
gizlice Mekke'ye girdiler. Osman İbni Maz'un (R.a.) Veiid bin Mugiyre'nin himayesine
girmişti. Fakat inanan bir insan için müşrik birinin himayesinde olmak
hazmedilir şey değildi. Bu yüzden hepsinin gönlü huzursuzdu.
Osman İbni Maz'un
(R.a.) bu durumun acısını kalbinde hissetti ve bunu imandan taviz vermek olarak
kabul etti. Birgün kendisini: "Vallahi benim arkadaşlarım Allah yolunda
eziyet ve sıkıntı çekerken, bir müşriğin himayesinde rahat ve emniyet içinde
yaşamam benim için büyük bir eksikliktir diyerek iç muhasebeye tabi tuttu.
Sonra kalktı Velid bin Mugire'ye geldi ve ona:
"Ey Ebû
Abdişşems! Artık senin himayeni kabul etmiyorum." dedi. Velid:
"Niçin ey
Kardeşimin oğlu!" dedi. O da:
"Ben artık
Allah'ın himayesini kabul ediyorum. Ondan başkasının himayesine girmek istemiyorum."
diye cevap verdi. Velid:
"Öyleyse bunu
Kabe'ye git ve orada açıkla." dedi. Birlikte Kabe'ye gittiler. Osman İbni
Maz'un (R.a.) orada:
"Ben Allah'dan
başkasının himayesinde bulunmayı sevmiyorum. Onun için Velid'in himayesini
artık kabul etmiyorum." diye ilân etti ve Velid'in himayesinden çıktı.
Münkir ve müşriklerin
iradesi ve icazetiyle Allahû Teâla'ya kulluk edilmez. Allahû Teâla'ya kulluk
etmenin rükünlerinden birisi de, münkir ve müşriklerin iradesini ve icazetini
toptan reddetmektir.
Bir gün o,
Kureyşlilerin toplandığı yere gitmişti. Lebid şiir okurken: "Şüphesiz
Allah'tan başka her şey bâtıldır." dedi. Osman İbni Maz'un da: "Doğru
söyledin." dedi. Lebid: "Her nimet mutlaka yok olacaktir."
mısrasını okurken Osman (R.a.) Yalan söyledin, cennet nimetleri ,yok
olmaz." dedi. Lebid Kureyşlüere sitemle: "Sizin meclisinizde böyle
kimseler olmazdı. Ne oldu size?" dedi. Bu sırada Abdullah İbni Umeyye
adındaki müşrik Osman İbni Maz'un (R.a.) 'in gözüne şiddetli bir yumruk
vurdu. Velid yeğenine: "Himayemi
reddetmeseydin böyle olmazdı." dedi. Bunun üzerine o da: "Vallahi,
Allah yolunda bu sağlam gözüm de ötekinin akîbetine uğrasa gam yemem. Şüphesiz
ben senden daha güçlü birinin Mmâyesİndeyim. Bana ne kadar eziyet etseler de bu
yolda yürüyeceğim." dedi. Sa'd İbni Ebî Vakkas (R.a.) da o meclisdeydi.
Kardeşine yapılan bu zulme dayanamadı ve o da bu kâfirin suratına müthiş bir
yumruk indirdi. Abdullah İbni Ümeyye'nin yüzü gözü kanlar içerisinde kaldı.
Lâyık olduğu cezayı buldu.
Osman İbni Maz'un
(R.a.) Mekke'de kaldığı müddetçe belâ ve musibetleri sabırla karşıladı. İki
cihan Güneşi Efendimiz Medine'ye hicret izni verince, kardeşleri, zevcesi Havle
binti Hakim ve oğlu Sâib ile beraber Medine'ye hicret etti. Sevgili
Peygamberimiz onu Ebu'l-Heysem ile kardeş yaptı. O, dünyaya hiç değer vermedi.
Geceleri namaz kılar, gündüzleri oruç tutardı. Her şeyi bırakıp Allah'a
yönelen âbid, zâhid bir kişiydi. Birgün o, Rasûl-i Ekrem (sav) efendimiz
ashabıyla otururken mescide girdi. Üzerinde post parçasıyla yamanmış bir elbise
vardı. Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz ona hüzünlü hüzünlü baktı ve şöyle dedi:
"Sizden birinizin
giderken gelirken bir başka elbise giydiği, önüne bir tabak konulup başka bir
tabağın kaldırıldığı, Kabe'nin örtüldüğti gibi evlerinizi örttüğünüz gün siz
nasil olursunuz acaba?"
Bu inci danesi sözleri
dinleyen Osman İbni Maz'un (R.a.) daha zâhidâne bir hayat sürmeye başladı. O
kadar ki meşru nimetlerden kaçmaya kadar vardı. Bunun üzerine iki cihan Güneşi
efendimiz ona:
"Ben senin için güzel bir örnek değil miyim?
Gözlerinin, bedeninin, ailenin senin üzerinde hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı
zamanda yat ve uyu, oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allah Teâlâ beni
ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi." buyurdu.
Bundan sonra o, hayatı
terkedip inzivaya çekilen abidlerden değil, aksine hayati güzel amellerle,
Allah yolunda cihadla dolduran örnek hayat âbidlerinden oldu. Sahabenin yolu
ruhbanlık değil, cihad idi.
Hak yolunda yılmadan
çalışan, hayırlı işlerde devamlı fedâkârlıklar gösteren Osman İbni Maz'un
(R.a.) hicretten otuz ay sonra ebedî aleme göçtü. O sırada müslümanların henüz
bir kabristanı yoktu. Efendimiz Medine etrafına çıktı ve Bakî ile emrolundum
buyurdular. Osman İbni Maz'un (r.a.) Medine'de ilk vefat eden sahabî ve Bakî
kabristanlığına defnedilen ilk
muhacir oldu. Zevcesi kabri başında: "Ey Ebâ Sâib! cennet sana afiyet
olsun." dedi. Sevgili Peygamberimiz de: "Allah ve Rasûlünü severdi, desen kâfi idi" buyurdu. Teçhiz ve
tekfin hazırlığı sırasında iki cihan Güneşi Efendimiz alnından öperken
gözyaşlarını tutamadı ve "Ey Ebû
Sâib!.. Allah sana rahmet etsin!. Dünyadan çekip gittin... Ama ne sen ona
iltifat ettin, ne de o sana..." buyurdu. Defnedildikten sonra da:
"O bizim ne iyi selefimizdir..."
dedi ve kabrinin başına bir taş dikti. Ondan sonra birisi vefat edince
"nereye defnedelim" diye sorulunca Rasül-i Ekrem (sav) efendimiz
"Selefimiz Osman İbni Maz'un'un
yanına" cevabını verirlerdi. Kızı Rukiyye vefat ettiğinde de: "Bizim hayırlı selefimiz Osman'a kavuş..."
buyurarak devamlı onu anardı. Cenab-ı Hak şefaatlerine nail eylesin. Amin. [31]
Müslüman, İslâm'ın
kendisine kazandırdığı izzete leke düşürmeyen kimsedir. Şartlar ne kadar zor
olursa olsun, müslüman arkasında gelenlere hayırlı izler bırakan kimsedir.
Hayırlı ümmete mensub olmanın gereği, hayırlı işlerde hep önde olmaktır.
Sabit İbni Kays (R.a.)
gür sesli ve güzel konuşan bir sahabedir. Rasûlüllah (sav) efendimizin hatibi
olmakla tanınan bir yiğit. Konuşmasıyla dinleyenleri hayran bırakan bir
hatip... Savaş meydanlarında ise cengâverliğiyle meşhur bir kahraman...
O, Yesrib'in sayılı
kişilerindendi. Hazrec kabilesine mensuptu. Hicretten evvel müslüman oldu.
Mekke'li genç davetçi Mus'ab (R.a)'ın güzel sesiyle okuduğu Kur'an ayetlerini
dinledi. Bundan etkilendi ve gönlünü İslâm'ın nuruna açtı. Kelime-i şehadet
getirerek İslâm'a girdi.
O, iki Cihan Güneşi
Efendimiz'i Medine-i Münevvere'ye hicret ettiği zaman, büyük bir süvari
gurubuyla karşıladı. Onun önünde durarak son derece beliğ bir konuşma yaptı.
Şöyle ki:
Ya Rasülallah! Biz
canlarımızı, çocuklarımızı ve kadınlarımızı koruduğumuz gibi seni
koruyacağımıza söz veriyoruz. Buna karşılık bize ne var? Bize neyi
vaadediyorsunuz?" dedi. Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz bu samimi karşılama
ve suâle karşı tek kelime ile: "Cennet. diye cevap verdi. Orada bulunanlar
bu cevaptan çok memnun oldu ve birlikte: "Kabul ettik Ya Rasülallah!..
Razıyız Yâ Rasülallah!.." diye sevinçlerini bildirdiler.
Ne güzel vaad!.. Ne
güzel cevap!. Kendisine tâbi olanlara Allah'ın rızası ve cennetini müjdelemek.
Ashab bu halis niyet ve maksatlarla başka şeylere değer vermediler. Gel-geç
sevdalara kapılmadılar. Fâni lezzetlerle telezzüzü terkedip ebedi hayat için
çalıştılar.
Resûl-i Ekrem (sav)
efendimiz arap şair ve hatipleri geldiğinde hatiplere karşı Sabit İbni Kays
(R.a)'i şairlere karşı da Hassan İbni Sabit (R.a)'i görevlendirirdi. 630 m.
senede Beni Temim'den bir heyet geldi.
Fahr-i Kâinat
(sav)'den izin alarak övünme yarışı yapmak istediler. Efendimiz de:
"Hatibinize izin verdim. Konuşsun." buyurdu Utarid isminde bir hatip
ayağa kalktı. Zengin olduklarını iyi işler yaptıklarını, halkın en güçlüsü en
faziletlisi olduklarını sayıca çok ve savaşa çabuk hazırlandıklarını, sayıp
döktü. Sonunda da; Bizim gibi faziletlere sahip olanınız varsa çıksın da
görelim? dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz Sabit İbni Kays (R.a)'a cevap
vermesini emir buyurdu, Sabit kalktı ve şöyle cevap verdi:
"Hamd Allah'a
mahsustur. Ben O'na hamd ederim, O'na iman eder ve O'ndan yardım isterim. O'na
güvenir, O'na dayanırım. O birdir. Eşi-benzeri yoktur. Gökde ve yerde ne varsa
hepsini yaratan ve yaşatan O'dur. O'nun ilmi her şeyi içine almıştır. Gizli ve
açık her şeyi bilir. Yarattıklarının en hayırlısını Peygamber olarak gönderdi.
O insanların en doğru sözlüsüdür. Soyu en asil soydur. Emindir. En cömerddir.
Her bakımdan insanların en üstünüdür. Allah Teâlâ ona kitabını indirdi. O
insanları Allah'a iman etmeye çağırdı. Biz bu daveti kabul ettik. O'na tabi
olduk. Bu daveti kabul edenler kavmimizin en hayırlıları oldular. Bu davete
karşı gelenlerle biz cihad edeceğiz, inananların canlarını ve mallarını
koruyacağız. Allah'a hamdolsun ki bizleri dininin yayılmasına vasıta kılıp,
Rasûlünün yardımcıları olarak şereflendirdi. Ben bunları söylüyorum. Allah'dan
kendim ve bütün mü'minler için afv ve afiyet dilerim."
Temim heyetinin şâiri
kalktı şiirini okudu. Buna karşı da Hassan İbni Sabit cevap verdi. İslâm hatip
ve şâirinin hutbe ve şiirleri karşısında Beni Temim'in reislerinden Akra İbni
Habis Peygamber efendimiz için: "Bu zât muvaffak olmuştur. Vallahi onun
hatibi ve şairi bizimkinden daha kuvvetlidir. Ses ve sedaları, mânâları daha
güzeldir. Bu zat Allah tarafından korunuyor." diyerek hakkı kabul etti.
Kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu. Sevgili Peygamberimiz ona: "Bundan önceki halin sana zarar vermez."
buyurdu Reislerinin peşinden Temim halkı da akın akın İslâm'a girdi.
Sabit İbni Kays (R.a) Rabbinden
çok korkan, onun gazabını çekecek her şeyden uzak duran bir muttaki mü'mindi.
Birgün Resûl-i Ekrem (sav) onu, korkudan titrerken gördü. "Neyin var Yâ Sabit!" dedi. O da:
"Mahvolmaktan korkuyorum." dedi. Efendimiz:
"Niçin Ya Ebâ Muhammed!" dedi. Sabit
(R.a) da:
"Allahû Teâlâ,
yapmadıklarımızla övülmeyi
istemememizi emretti. Halbuki ben kendimi övülmeyi seviyor görüyorum. Allah
bize büyüklenmeyi yasakladı ama ben kendimi beğendiğimi zannediyorum."
diye cevap verdi! Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz onun korkusunu
şöyle gidermeğe çalıştı:
"Sabit! Övülmüş olarak yaşamaya, şehid olmaya ve
Cennet'e girmeye razı olmaz mısın?"
dedi. Bu müjdeyle onun yüzü aydınlandı. Gülerek:
"Evet isterim Yâ
Rasûlallah!" dedi. Efendimiz:
"İşte bunlar senin için var" buyurdu.
Yine o: "Ey iman edenler! Seslerinizi
Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi
Peygambere yüksek sesle bağırmayın. Yoksa farkına varmadan, işledikleriniz boşa
gidiverir" [32]ayeti nazil olunca evine çekildi. Rasûlüllah'ın
mescidine gelmedi. Kendini, yaptıklarım boşa mı gidiyor diye hesaba çekti.
Yanına gelenlere bu sebepten gelmediğini söyledi. Efendimiz bunu haber alınca
ona adam gönderdi ve:
"Git ona şöyle söyle. Sen cehennemlik değilsin.
Cennetliksin." buyurdu.
Ne hassasiyet!... Ne
derinlik!... Ne iman!... Ne sevgi!. Allah'ım bizleri de böyle hassas anlayışlı
ve titiz davranışh eyle!...
Cennete sevdalanmış
olanların yolu şehadete uğrasa yollarını değiştirmezler. Sahabe nesli için en
büyük mutluluk, cennetlik bir insan olabilmektir.
Sabit İbni Kays (R.a)
Hz. Ebû Bekir (R.a) devrinde Yemâme savaşma katıldı. Müseyleme üzerine
gönderilen orduda Ensar'lı askerlerin kumandanıydı. O gün kefenini giydi.
Hanut yağı sürerek bedenini kokuladı ve meydana atıldı. Müslümanların
hamiyetlerini kabartan, müşriklerin de korkularını çoğaltan bir vuruşmaya
girdi. Şiddetli darbeler aldı. Fakat düşmanın da gücünü kırdı. Orada şehid
düştü. Cenâb-ı Hak şefaatlerine nail eylesin. Amin. [33]
Sahabe, cihadı cennete
giden yol olarak bellemişlerdi. Onlar, cennete cihad yoluyla ulaşmaya
çalışıyorlardı. Sahabe fıkhında, cihad bir külfet değil, bir nimettir. Onlar,
Allah yolunda Allah düşmanlarına karşı savaşmayı cihad noktasında tahdisi nimet
biliyorlardı. Çünkü cihad olmasaydı, müslümanlar bir ömür boyu kâfirlerin
esareti altında inlemeye mahkûm olacaklardı. Cihad, kendi başına bir çıkıştır,
bir kurtuluştur. Bu kurtuluş yolunu önümüze koyan Allah'a sonsuz hamdü senalar
olsun.
Sa'd b. Ebî Vakkas
Malik b. Vuheyb b. Abdi Menaf b. Zühre. Babası Malik b. Vuheyb'dir. Malik'in
künyesi Ebî Vakkas olup, Sa'd bu künyeye nisbetle İbn Ebî Vakkas olarak
çağrılırdı. Rasûlullah (sav)'in annesi Zuhreoğullarından olduğu için, anne
tarafından da nesebi Rasûlullah (sav) ile birleşmektedir. Sa'd'ın annesi Hamene
binti Süfyan b. Ümeyye'dir. Sa'd (R.a), ilk iman edenlerden bindir.
Kendisinden yapılan
rivayetlere göre o İslâmı üçüncü kabul eden kimsedir. Ancak, Hz. Hatice, Hz.
Ebu Bekr, Hz. Ali ve Zeyd b. Harise'den sonra müslüman olmuşsa beşinci müslüman
olmuş oluyor. Sa'd (R.a), müslüman olduğu gün henüz namazın farz kılınmamış
olduğunu ve o zaman on yedi yaşında bulunduğunu söylemektedir.[34]
Sa'd (R.a) İslama
girişine sebep olan olayı şöyle anlatır: "Müslüman olmadan önce rüyamda
kendimi hiç bir şeyi göremediğim karanlık bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu
ve ben onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce bu aya kimlerin uymuş olduğuna
bakıyordum. Onlar, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebî Talib ve Ebû Bekir'di. Onlara ne
kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; "Bir saat
kadardır" dediler. Araştırdığımda öğrendim ki, Rasûlullah (sav) gizlice İslâm'a
davette bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında rastladım. İkindi namazını
kılıyordu. Orada İslâmı kabul ettim. Benden önce bu kimselerden başkası imân
etmemişti.[35]
Sa'd'ın müslüman
olduğunu öğrenen annesi, buna çok üzülmüş ve oğlunu atalarının dinine döndürebilmek için çareler
aramaya başlamıştı. Sa'd'a, eğer girdiği dinden dönmezse, yemeyip içmeyeceğine
dair yemin etmişti. Sa'd, annesine, bunu yapmamasını, çünkü dininden dönmeyeceğini
söyledi. Yeminini uygulamaya koyan annesi, bir zaman sonra açlık ve susuzluktan
bayılmıştı. Ayıklığında Sa'd ona; "Senin bin tane canın olsa ve bunları
bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim" demişti.
Onun kararlılığım
gören annesi yemininden vazgeçmişti.[36] Sa'd
(R.a) annesine çok düşkündü ve ona bir zarar gelmesini asla kabul edemezdi.
Ancak imanla alakalı bir konuda Rabbine isyan edip başkalarının heva ve
heveslerine de tabi olamazdı. Sa'd (R.a) ve benzerlerinin karşılaşacağı bu
gibi durumları çözümlemek ve iman edenleri rahatlatmak için Allah Teâlâ şu
âyet-i kerimeyi göndermişti:
"Bununla beraber eğer, hakkında bilgi sahibi
olmadığın bir şeyi bana ortak koşmak için seninle uğraşırlarsa, o zaman onlara
itaat etme. Dünya işlerinde onlara iyi davran."[37]
Sa'd (R.a), Medine'ye
hicrete kadar Mekke'de kalmıştır. Dolayısıyla müşrikler tarafından uğradıkları
bütün saldırı ve işkencelere diğer müslümanlarla birlikte Mekke dönemi boyunca
muhatab olduğu muhakkaktır. Mekke'de müslümanlar, Mekke zorbalarının
saldırılarından emin olmak için ibâdetlerini gizli ve tenha yerlerde ifa
ediyorlardı.
Bir gün Sa'd (R.a)
arkadaşlarıyla birlikte ibâdet ederlerken müşriklerden bir grup onlara
sataşarak İslâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı. Sa'd eline geçirdiği
bir deve sırt kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini
yaralayarak kanlar içerisinde bırakmıştı. İşte İslâm 'da Allah için ilk
akıtılan kan budur. [38]
Sa'd (R.a) kardeşi
Ümeyr (R.a) ile Medine'ye hicret ettiği zaman, kan davası yüzünden Mekke'den
kaçıp buraya yerleşmiş olan diğer kardeşleri Utbe'nin evinde kalmaya başlamışlardı.
Muahat olayında Rasûlullah (sav), Sa'd'ı Mus'ab b. Umeyr ile kardeş ilân
etmişti. Başka bir rivayete göre de kardeş ilân edildiği kimse Sa'd b.
Mu'az'dır.[39]
Medine'ye hicretle
birlikte İslâm devlet olmuş ve kendini tehdit eden güçlere karşı askerî
faaliyetler başlamıştı. Bu çerçevede Mekke kervanlarına yönelik askerî
birlikler (seriyye) sevkediliyordu. İlk seriyye, Hicretin yedinci ayında Mekke
kervanının yolunu kesmek için otuz kişiden oluşan Hz. Hamza komutasındaki
seriyyedir. Sa'd (R.a)'da bu ilk askerî birliğe katılanlardandır (İbn Sad, aynı
yer) Bir ay sonra Ubeyde b. Haris komutasında gönderilen seriyye Kureyş
kervamyla karşılaştığında ilk oku Sad b. Ebî Vakkas (R.a) atarak çatışmayı
başlatmıştı. Mekke'de Allah yolunda ilk kan akıtan kimse olma şerefi Sa 'd
(R.a) 'a ait olduğu gibi, yine Allah yolunda ilk ok atma şerefi de böylece ona
nasip olmuştur. Sa'd (R.a) şöyle demektedir: "Araplardan Allah yolunda ilk
ok atan kimse benim.[40]
Aynı yılın Zilkade
ayında Rasûlüllah (sav), Sa'd b. Ebî Vakkas'i yirmi kişilik bir askerî birliğe
komutan tayin ederek el-Harrar mevkiine göndermişti. Bu seriyyenin gayesi de
Mekkelilere ait kervanı vurmaktı. Ancak kervan bir gün önceden bu yerden
hareket etmiş olduğu için, bir çatışma çıkmamıştı. Rasûlullah (sav), sadece
seriyyeler göndermekle yetinmiyor, bizzat ordusunun başına geçerek seferler
düzenliyordu. Bunlardan biri olan ve II. Hicrî yılın Rebiu'l-Evvel ayında
gerçekleştirilen Buvat gazvesinde, ordu sancağını Sa'd taşımaktaydı.[41]
Peşinden tehlikeli bir görevle Mekke ile Taif arasındaki Nahle mevkiine keşif
maksadıyla gönderilen Abdullah b. Cahş seriyyesine katılan Sa'd b. Ebî Vakkas
(R.a)'m bütün cihad faaliyetlerine aktif bir şekilde iştirak ettiği
görülmektedir.
Bedir savaşında müşrik
süvari birliğinin komutanı olan Sa'id b. el-As'ı öldürüp kılıcını Rasûlüîlah
(sav)'e getirmişti. O, Zülkife adındaki bu kılıcı ganimetlerin dağıtılışında
Sa'd'a vermişti.
Uhud savaşında,
müşriklerin üstünlüğü ele geçirdiği ve müslümanlarm paniğe kapılarak dağıldığı
esnada Rasûlüllah (sav)'ın yanından ayrılmayıp gövdelerini siper ederek onu
korumaya çalışan bir kaç kişiden birisi Sa'd b. Ebî Vakkas (R.a) idi. O,
cesaretinden hiç bir şey kaybetmeden ok atmaya devam ediyordu. Sa'd (R.a) ok
atmakta mahirdi ve hedefini şaşırmıyordu. Rasûlüllah (sav) ona ok veriyor ve
şöyle diyordu: "At Sa'd Anam babam
sana feda olsun."[42] Rasûlüllah (sav),
övgü, rıza ve hoşnutluğu ifade eden bu kelimeleri, ana ve babasını
bir arada zikrederek başka hiç kimse için
kullanmamıştır.[43]
Sa'd (R.a)'ın Uhud
günü gördüğü hizmet ve gösterdiği kahramanlık gerçekten çok büyüktü. Onun bu
günde tek başına bin ok attığı rivayet edilmektedir. [44]
O, Hendek, Hudeybiye,
Hayber, Mekke'nin fethi ve diğer gazvelerin tamamına katılmıştır.[45]
Rasülüllah (sav)'m
vefatından sonra Hz. Ebu Bekir (R.a)'a bey'at eden Sa'd (R.a), Hz. Ömer
döneminde aktif olarak devlet idaresinde görevler almıştır. Bu dönemde onun en
önemli görevlerinden birisi, asrın emperyalist süper güçlerinden birisi olan
İran İmparatorluğunu çökerten Kadisiye ordusunun kumandanlığıdır.
Bizansa yönelik askerî
faaliyetler sürerken, İran topraklarına da seferler yapılıyordu. Hz. Ebû Bekir
(R.a) döneminde İranlıların elinde olan Irak'ın büyük bir bölümü fethedilmişti.
Hz. Ömer (R.a) iş başına geçtiği zaman İran'a karşı kapsamlı ve netice alıcı
bir askerî sefer düzenlenmesi için çalışmalara başladı. Yapılan istişareler
sonucunda Sa'd b. Ebî Vakkas'ın hazırlanan orduya komutan tayin edilmesi
kararlaştırıldı. Havâzin kabilelerinden zekât toplamak için bu bölgede bulunan
Sa'd, Medine'ye çağrılarak ordu ona teslim edildi. Sa'd ordusuyla Irak'a doğru
yürüyüşe geçerek Kadisiye mevkiinde karargah kurdu. İran şahı, müslümanlara
karşı savaşmak üzere ünlü komutanı Rüstem'i görevlendirmişti. Yapılan savaşı
müslümanlar kazanmış ve İran toprakları İslâm tebliğine açılmıştı. Sa'd hasta
olduğu için bizzat savaşa iştirak edememiş ve yüksekçe bir yerden, savaşan
orduyu idare etmişti. Kadisiye, İslâm ordularının kazandığı en parlak ve kesin
zaferlerden biri olarak tarihe geçmiştir.
Daha sonra Sa'd (R.a),
Celula'ya yönelmiş ve burasını fethetmişti.[46]
Celula'nın fethi bölgede büyük bir ihtida hareketini (İslam'a giriş hareketini)
de peşinden getirmişti. Daha sonra İran İmparatorluk merkezi olan Medâin iki
aylık bir kuşatmadan sonra düşmüş, büyük meblağlarda ganimet ele geçmiş ve
Kisra III. Yezducerd buradan Hulvan'a kaçmıştı. Sa'd b. Ebî Vakkas, bir ordu göndererek
sulh yoluyla burayı fethetmişti. Yezducerd ise İsfahan bölgesine kaçarak orada
tutunmaya çalışmıştır.
Sa'd (R.a), Medâin'e
yerleşerek, fethedilen toprakların idarî yapısını oluşturmaya çalıştı.
Medâin'in havası, askerlerin sıhhatini olumsuz yönde etkilediği için, Hz. Ömer
(R.a)'in onayı alınarak yerleşime ve ordunun askerî stratejisine uygun bir
konumda olan Küfe, ordugâh şehir haline getirildi. Sa'd bölge valisi olarak
Kûfe'de üç buçuk yıl kalmıştır. O, tekrar toparlanıp kaybettikleri yerleri geri
almak için hazırlıklara girişen İranlıların hareketlerini takip ediyor ve
gerekli askerî önlemleri almaya çalışıyordu. Ancak tam bu sıralarda Kûfe'de bir
topluluk, Hz. Sa'd'ı ganimetleri adil dağıtmadığı ve gaza işlerinde gevşek
davrandığı yolunda iddialarla Hz. Ömer (R.a)'a şikâyet etti. Ayrıca onun namaz
kıldırış tarzını da beğenmiyorlardı. Hz. Ömer (R.a) meseleyi inceletmiş;
yapılan şikayetlerin asılsız olduğunu anlamış olmakla birlikte, maslahatı
gözeterek onu geri çağırmıştı.[47]
Hz. Ömer (R.a), kendisinden
sonra halife seçimini gerçekleştirmek için altı kişilik bir şûra oluşturmuştu.
Sa'd (R.a) da bunlar arasındaydı. Hz. Ömer (R.a)'in vefatından sonra halife
tayini için müzakereler başladığı zaman Sa'd, Abdurrahman b. Avf lehine
adaylıktan çekildiğini açıklamıştır.
Hz. Osman (R.a),
halife seçildiği zaman; Ömer (R.a)'in vasiyetine uyarak Sa'd'ı Küfe valiliğine
tayin etti. Ancak, bu seferki Küfe valiliği de fazla sürmemiştir. O, hazineden
borç olarak almış olduğu bir miktar parayı geri ödemekte zorluk çekince, hazine
emini Abdullah İbn Mes'ud tarafından Halifeye şikâyet edilmiş; bu şikâyet
üzerine Osman (R.a), onu Kufi; valiliğinden azletmişti. Bunun üzerine Sa'd
(R.a) Medine yakınlarındaki Akik vadisinde bulunan çiftliğindeki evine
yerleşmiş ve ziraatle uğraşmaya başlamıştır.
Sa'd (R.a), Hz. Osman
(R.a)'ın şehid edilişiyle başlayan fitne ve ihtilaflardan tamamen uzak kalmaya
gayret etmiştir. O, müslümanlar arasında kan dökülmesinden çok rahatsız oluyor
ve taraflardan kendisine gelen teklifleri geri çeviriyordu. O, ümmetin üzerinde
anlaştığı bir halife ortaya çıkıncaya kadar kendisine hiç bir şeyden
bahsedilmemesini istemişti. Sa'd (R.a), gruplar arasında verilen mücadelelerde
kimin haklı kimin haksız olduğunun açıklığa kavuşturulmasının mümkün olmadığını
bildiği ve haksız yere bir müslümanın kanını akıtmaktan çekindiği için böyle
davranıyordu. O, kendisine gelenlere şöyle diyordu: "Bana, iki gözü, dili
ve iki dudağı olan ve şu kâfirdir, şu
mü'rnindir diyen bir kılıç getirilinceye kadar asla kimseyle savaşmanı."[48]
Sa'd (R.a), güçlü bir
kişiliğe ve siyasî desteğe sahip olduğu halde, riyaset çekişmelerinin içine
girmekten ömrünün son günlerine kadar kaçınmıştır. Oğlu Ömer ve kardeşinin oğlu
Haşim gidip ona; "Yüz bin kılıç sahibi var ki, hepsi seni hilafet için en
liyakatli adam tanıyor" dediklerinde
onun buna verdiği cevap şu olmuştu:
"Bu sizin yüz bin
kılıcınızdan daha kuvvetli tek bir kılıç, mü'mine çekilince onu kesmeyen,
kâfire karşı sıyrılınca onu kesen kılıçtır."[49]
Onun bu anlamlı
sözleri, müslümanların birbirlerine zarar vermelerine karşı ne kadar hassas
olduğunu ifade etmektedir.
Sa'd (R.a), Hicrî 55
yılında ikâmet etmekte olduğu Medine'nin dışındaki Akik vadisinde vefat
etmiştir. Onun vefat tarihi hakkında, 54 ila 58 tarihleri arasında değişen
farklı rivayetler bulunmaktadır. [50]
Sa'd (R.a)'ın cenazesi
Medine'ye on mü kadar uzaklıkta olan Akik vadisindeki evinden alınarak
Medine'ye getirilmiş ve Mescid-i Nebi de kılınan namazdan sonra, Bakî
mezarlığına defnedilmiştir.[51]
Cenaze namazını Emevilerin Medine valisi Mervan b. Hakem kıldırmıştır.
Rasûlullah (sav)'ın zevceleri de namaza iştirak etmişlerdi. [52]
Sa'd (R.a), vefat
edeceğini anladığı "zaman yünden mamul cübbesini getirtmiş ve ölünce
onunla kefenlenmesini vasiyet etmişti. Bunun sebebi olarak, Bedir gününde
müşriklerle kaişılaştığı zaman onu giymekte olduğunu ve bundan dolayı bu cübni
çok sevdiğini söylemiştir."[53]
İbnül Esir'in kayaettiği, Sa'd (R.a)'ın oğlu Âmir'den nakledilen rivayete göre
Sa'd (R.a) Muhacirlerden en son vefat eden kimsedir. [54]
Sa'd (R.a), Ashabın
seçkinlerinden biri olup sağlığında Cennetle müjdelenen on kişi arasındadır.
Yine tarihe şûra olayı olarak geçen ve Hz. 'Osman (R.a)'ın halife seçilmesini
gerçekleştiren Hz. Ömer (R.a)'in oluşturduğu altı kişilik şûranın rçinde
bulunmaktaydı. O, ilk iman eden birkaç kişiden
biri olarak Mekke döneminin sıkıntılarına Rasûlullah (sav)'ın yanından
ayrılmayarak göğüs germişti. Kıyamete kadar devam edecek olan cihad hareketi
için, müslümanları taciz eden kâfirlere saldırarak ilk kanı akıtan odur. Yine Medine
döneminin başlarında kâfirlere karşı ilk oku atan kimse olma şerefi de ona
aittir. Sa'd (R.a), Rasûlullah (sav)'ın bütün gazalarına, katılmış, Bedir'de
büyük yararlılıklar göstermiştir. Allah yolunda, islâm dışı nizamları yok etmek
için canını feda etmeye her zaman hazır olduğunu pratik bir şekilde ortaya
koymuştur. Uhud gününde müslümanlar dağıldığı zaman Rasûlullah (sav)'ı
canlarını feda etme pahasına sonuna kadar korumaya çalışan bir kaç kişiden biri
de odur. O, müşriklerin Rasûlullah (sav)'ı öldürmek için yaptıkları hamleleri,
attığı oklarla sonuçsuz bırakmıştı. İşte Rasûlullah (sav) bu kritik anda onun
gösterdiği sebat ve yararlılıktan dolayı onu başka hiç bir kimseyi övmediği bir
şekilde "Anam babam sana feda olsun, At"[55]
diyerek övmüş ve bunu defalarca tekrarlamıştı. Ve yine onun için dua ederek
şöyle demişti: "Allahim! Sa'd dua ettiği zaman onun duasını kabul et Bu
dua çerçevesinde Sa'd (R.a)'ın yaptığı bütün dualar gerçekleşmekteydi."[56]
Sa'd (R.a), Rasûlullah
(sav)'ı korumak ve ona gelebilecek zararları engellemek için sürekli gayret
içerisinde bulunmaktaydı. Aişe (R.an) şöyle anlatmaktadır: "Rasûlullah
(sav) Medine'ye gelişinde bir gece uyuyamadı ve; "Keşke ashabımdan Salih bir zat bu gece beni korusa" dedi.
Biz bu durumda iken dışarıdan bir silah hışırtısı duyduk. Rasûlullah (sav);
"Kim o?" dedi. Gelen zat;
"Sa'd b. Ebi
Vakkas'ım" karşılığını verdi. Rasûlullah (s.a.s), ona;
"Neden buraya geldin?" diye sorduğunda Sa'd, şöyle cevap verdi:
"İçime Rasûlüllah
(sav) hakkında bir korku düştü de onu korumak için geldim". Bunun üzerine
Rasûlullah (sav) ona dua etti ve sonra da uyudu.[57]
İşte Rasûlullah
(sav)'ın kendisi için duyduğu endişeyi Allah Teâlâ bu seçkin insanın kalbine
ilham etmiş ve onu Rasûlünü korumak için harekete geçirmişti. Buradan, Sa'd
(R.a)'ın, İslâm davasını yüceltmek ve düşman güçlerin ona karşı komplolarım
engellemek için o kadar büyük bir Özveriyle çalıştığı açıkça anlaşılmaktadır.
Onun Rasûlullah (sav)'e karşı 'duyduğu sevginin sınırsızlığı, Uhud'da olduğu
gibi daha sonraları da onu kendi nefsini feda ederek korumaya sevketmiştir.
Sa'd (R.a), hakkında
âyet nazil olan sahabelerden biri olma şerefine de sahiptir. O, "Benim
hakkımda dört âyet nazil olmuştur."[58]
demektedir. Bu âyetlerden bir tanesi, Mekkeli müşriklerin Rasûlüllah (sav)'den
"yanındaki, ona iman etmiş güçsüz
kimseleri kovmasını istemeleri üzerine nazil olan, Allah rızasını dileyerek
akşam sabah ona dua eden kimseleri kovma" ayetidir. [59]
Sa'd (R.a), devrin
putperest-müşrik süper güçlerinden biri olan İran İmparatorluğunu çökerten ve
böylece İslâmın kitlelere tebliği önündeki büyük engellerden birisini ortadan
kaldıran İslâm tarihinin en önemli savaşlarından biri olan Kadisiye savaşının
komutanıydı. O, kendisine verilen görevi hakkıyla yerine getirip, Kisranın
saraylarını ve hazinelerini ele geçirmiş ve yapılacak fetih hareketlerine yeni
bir boyut kazandırmıştı. Böyle güçlü bir askerî yeteneğe ve siyasî güce sahip
olmasına rağmen; bu, onun sade ve zahidâne yaşayışına hiç bir tesirde
bulunamamıştı. Her zaman, ümmetin gerçek temsilcileri olan idarecilerin verdiği
görevleri hakkıyla yerine getirmeye çalışmış, bu görevlerden azledildiği zaman
kalbinde hiç bir eziklik ve kırgınlık hissetmeden köşesine çekilmiştir. Şunu
söylemek mümkündür ki; Sa'd (R.a), İslâm binasının sağlam temeller üzerine
oturtulmasındaki temel taşlardan birisidir.
Sa'b bin Ebî Vakkas
(R.a.), Allah yolunda aç kalmış, sussuz kalmış, ama mücadeleden kalmamıştır.
Bizzat Sa'd bin Ebî Vakkas (R.a.) anlatıyor: Bir gece Mekke'de, Rasûlüllah
(sav) ile beraber dışarı çıkmıştık.küçük abdestini yaparken, yerde birşey
olduğunu hissettim. Bir de ne göreyim: Bir deve derisi parçası! Hemen aldım,
yıkadım. Sonra ateşe tuttum. Daha sonra iki taş arasında ezdim. Ağzıma bir
parça ondan alıyor, bir yudum su içiyordum. Bunu yedikten sonra üç gün idare
ettim.[60] İşte
sahabeler bu şartlar altında Allah yolunda mücadele ettiler. Onların
mücadelesi dünyayı elde etme mücadelesi değildi. Onlar dünyada âhireti
kazanmaya çalışıyorlardı.
Sa'd (R.a) Man çok
sayıda hadis rivayet edilmiştir. Ondan, İbn Ömer, İbn Abbas, Cabir b. Semure,
Sâib b. Yezid, Aişe (R.a), Said İbn Müseyyeb, Ebu Osman en-Nehdî, İbrahim b.
Abdurrahman b. Avf, Kays b. Ebi Hazm ve diğerleri hadis rivayet etmişlerdir.
Ayrıca, Amir, Mus'ab, Muhammed, İbrahim ve Aişe'de babalan olan
Sa'd (R.a)dan hadis rivayetinde
bulunmuşlardır.[61] O hadis rivayeti konusunda
çok itimat edilenlerden birisidir. Rasûlüllah (sav)'e atfedilen hadisler
hakkında çok titiz ve hassas davranan Hz. Ömer (R.a)'in oğluna söylediği;
"Oğlum, Sa'd, Rasûlûllah'dan bir rivayette bulundu mu, artık o meseleyi
bir başkasına sorma" sözü onun bu konudaki güvenilirliğini açıkça ortaya
koymaktadır.[62] Sa'd (R.a), orta boylu,
güçlü, büyük kafalı, sert elli bir vücud yapısına sahip olup, sempatik bir
kişiliği vardı. [63]
Sa'd (R.a), sekiz
evlilik yapmış olup; bu evliliklerinde, on yedisi kız, on yedisi de erkek olmak
üzere otuz dört çocuğa sahip olmuştu.[64] Sa'b
bin Ebî Vakkas (R.a), bu çocuklarına sahip çıkmış, onlara Rasûlüllah (sav)'in
sünnetini ve siretini öğretmiştir. Nitekim Sa'b bin Ebî Vakkas (R.a.) şöyle
diyor:
"Biz Rasûlüllah
(sav)'in gazvelerini/savaşlarını çocuklarımıza, tıpkı Kur'an'dan
bir sûre öğretir
gibi öğretir ezberletirdik."[65]
İçtimai tufanlar
karşısında kurtuluş gemisi olarak Rasûlüllah (sav) in sünnetine sığınmak,
sahabe fıkhındandır. Sahabe neslinin fıkhında Rasûlüllah (sav)'in sünneti,
Kur'an'ın pratiğidir. Dolayısıyla sahabeden hayatlarına izler taşımaya
çalışanların Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ve siretine sarılmaları esastır. Bu
esastan taviz verenler, sahabenin yolundan ayrılanlardır.
Sa'd bin Ubâde, ikinci
Akabe bey'atında Müslüman oldu. O da bu bey'atte, Peygamberimizle görüşüp,
kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım
edeceklerine söz veren Sahabelerdendi. Bu bey'atte seçilen 12 temsilciden biri
de Hz. SaM bin Ubâde'dir. Çok zengin ve cömert idi. Peygamber efendimiz
Medîne-i Münevvereye hicret ettiğinde, Hz. Hâlid bin Zeyd'in evinde yedi ay
misafir olmuştu. Sa'd bin Ubâde hazretleri, Peygamberimize bu misafirliği
sırasında her gün yemek göndermiştir. Hicretin ikinci yılında yapılan ve ilk
gazve olan Ebvâ gazvesinde, Hz. Sa'd bin Ubâde Medine'de vekil olarak
görevlendirildi.
Peygamberimiz Bedir
savaşı yapılmadan önce müşavere heyetini topladığında, Sa'd bin Ubâde
hazretleri de bu heyette bulunmuştur. Bedir ve Uhud savaşlarına katılmıştır.
Uhud savaşında Peygamberimiz Hazrec kabilesinin sancağını Sa'd bin Ubâde
hazretlerine vermiştir. Bu savaşta düşman karşısında büyük bir sebatla savaşmıştır.
Müreysi gazasında
ensarın sancağı onun tarafından taşınmıştır. 627 yılında vuku bulan Gared
gazvesinde, orduya erzak olarak on deve yükü hurma vermiştir. Onun bu hizmeti
üzerine Peygamberimiz,
"Allahım Sa'd'a ve Sa'd ailesine rahmet
eyle!" diyerek duâ etti ve
buyurdu ki:
"Sa'd bin Ubâde ne iyi kimsedir." Hazrec kabilesinden olanlar da dediler ki:
"Yâ Rasûlallah!
Sa'd bin Ubâde aramızda büyüğümüzdür. Babası da öyle idi."
Kuraklık ve kıtlık
yıllarında halkı doyururlar, yolda kalanlara da yardım ederlerdi. Misafirleri
ağırlarlar, musibet ve ihtiyaç zamanlarında yardım yaparlar, kabileleri
yurtlarına göçürürlerdi.
Bunun üzerine
Peygamberimiz buyurdu ki:
"Cahiliye devrinde en ileri olanınız, İslâmiyette
de en ileridir."
Hendek savaşı
yapılmadan önce, Peygamberimiz istişare için Sa'd bin Mu'âz ve Sa'd bin
Ubâde'yi çağırmıştı. Bu istişare sırasında, Peygamberimizin emirlerine uymakta
en ufak bir tereddüt göstermeyeceklerini ve müşriklerle savaşmaya, canlarını
feda etmeye hazır olduklarını belirtmişlerdir.
Bu sırada
gösterdikleri sebat ve düşmanla çarpışma hususundaki kararları karşısında,
Peygamber efendimiz çok memnun olmuştur. Hendek savaşma da katılan Sa'd bin
Ubâde hazretleri, bu savaşta ensârın sancağını taşımıştır.
Hendek savaşından
hemen sonra yapılan Benî Kurayza gazasında bütün orduya yiyecek vermiştir.
Hudeybiye antlaşmasında ve Bey'at-i Ridvânda bulundu. Hayber gazvesindeki
ordunun kumandanlarından birisi de Sa'd bin Ubâde idi. Mekke'nin fethinde de
bulundu. Bu sırada sancaklardan birini de o taşıdı. Bundan sonra vuku bulan
Huneyn gazvesinde Hazrec kabilesinin sancağını taşıdı.
Sa'd bin Ubâde
hazretleri, vefat edinceye kadar canıyla ve malıyla devamlı hizmette ve cihadda
bulunmuştur. Medine civarında pek çok arazisi, bağı ve bahçesi vardı. Evi,
Medine'nin kenar mahallesinde idi. Mescid-i Nebiye uzak olduğu için, orada bir
mescit yaptırmıştı.
Hz. Sa'd bin Ubâde,
sülâlece cömert bir ailedendi. Dedesi, "Et ve yağ isteyen, Düleym'in evine
gelsin" diye nida ettirir ve gelenlere et ve yağ dağıtırdı. Düleym vefat
edince, oğlu Ubâde de aynı şekilde nida ettirir ve gelenlerin ihtiyaçlarını
görürdü.
Hz. Sa'd, dedelerinden
beri sürüp gelen bu cömertliklerini, Müslüman olduktan sonra daha çok
artırmıştır. Allahim, bana cömertlik yapabileceğim mal ver" diye dua
ederdi.
Kale şeklinde bir evi
vardı. Orada ikâmet ederdi. Burada hergün büyük ziyafetler verirdi. Herkes oraya gidip, yer içerdi.
Ashâbı Kiram
içinde Ashâb-ı Suffa denilen
kimsesiz, yoksul
Müslümanlardan hergün 80 kişiye yiyecek
ve içecek verirdi.
Rasûlullah efendimiz
hicret edince de, Peygamberimize her gece et, süt ve tereyağı veya yemek
gönderirdi.
Annesi vefat edince,
Peygamberimize gelip dedi ki:
"Yâ Resûlallah!
Annem öldü. Ona ne iyilik yapabilirim?" Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"Su sadakası iyidir. Zira sadaka vermek, Allahû
Teâla'mn gadabını yumuşatır. İnsanı azâbdan kurtarır. Eceli gelmemiş olan
hastanın şifâ bulmasına sebep olur."
Bunun üzerine Hz. Sa'd
bin Ubâde Medine'de bir kuyu açtırdı. "Sikâye-i âl-i Sa'd" adını
verdiği bu su kuyusunu Müslümanların istifadesine sundu. Arap kabileleri
içinde ensârdan olan Evs ve Hazrec kabilesinin İslama çok büyük hizmetleri
olmuştur. Savaşlarda çok şehit vermişlerdir. Sa'd bin Ubâde ve Sa'd bin Mu'âz
bu kabilelerin en ileri gelenlerinden idi.
Her ikisinin de
İslâmiyete hizmetleri ve Müslümanlar için gösterdikleri fedakârlıkları,
akıllan şaşırtacak derecede idi. Bu uğurda feda etmedikleri hiçbir şeyleri
kalmamıştı. Mallarıyla, canlarıyla hizmet ettiler. Sa'd bin Mu'âz
Peygamberimiz hayatta iken şehit olmuştur. Onun vefatından sonra, Ensâr
arasında en önde gelen zat, Sa'd bin Ubâde olmuştur. O da dâima İslâmiyete
hizmet etmiş, Medîneli Müslümanları İslâm dini için fedâkârlık ve hizmet etmeye
teşvik etmiştir.
Hz. Sa'd bin Ubâde,
Hz. Ebû Bekir'in halifeliği sırasında Medine'de ikâmet etti. Sonra Şam
tarafında Havran'a gitti. Ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. 635 senesinde
orada vefat etti. Guta kasabasında defnedildi. Sa'd bin Ubâde hazretleri,
Peygamberimizden bizzat işiterek hadis-i şerif rivayet etmiş ve hadis-i şerif
öğrenmekle meşgul olmuştur. Rivayetleri, meşhur hadîs kitaplarından olan
Kütüb-i sittenin dördünde yer almıştır. [66]
Sahabe, Allah yolunda
fedakârdı. Sahabe Allah yolundaki fedakârlığının hesabını tutmuyordu. Çünkü
Allah yolunda yaptıkları fedakârlıkların hesabını tutanlar, Allah'ın dinine
hizmet edemezler. Fedakârlıkta hasbilik sahabe sünnetindendir. Allah için
yapmış olduğumuz bir fedakârlığın karşılığını insanlardan beklemeyelim. Allahû
Teâla, rızasını kazanmak amacıyla yapılan fedakârlıkları karşılıksız bırakmaz.
Muhamnıed
aleyhisselâmm bi'setinin onuncu yılı başlarında Medine'den gelen 12 kişi,
Peygamberimizle görüşüp Müslüman oldular. Birinci Akabe bey'atı denilen bu
görüşmeden sonra, Peygamber efendimiz, Kur'ân-ı Kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek
üzere, Mus'ab bin Umeyr'i Medine'ye gönderdiler.
Mus'ab bin Umeyr
Medine'de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin Müslüman olmasını sağladı.
Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa'd bin Mu'âz'm teyzesinin oğlu olan Es'ad bin
Zürâre'nin evine yerleşmişti. Bu sebeple Sa'd bin Mu'âz, o zaman Araplar
arasında akrabaya karşı hakaretten kaçınmak âdet olduğu için bu işe mani olma
teşebbüsünde de bulunamadı. Ancak bir kabile reisi olarak bu işe de el koymak
istiyordu. Bu maksatla kabilesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr'a dedi
ki:
"Sen, işini iyi
bilen, kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın! Zayıflarımızın
inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan
bu adamı, yanımıza gelmekten
men et! Es'ad bin Zürâre akrabam olmasaydı, bu işi
kendim hallederdim. "
Bunun üzerine Üseyd
bin Hudayr, mızrağını alıp, Mus'ab bin Umeyr'in bulunduğu eve gitti. Oraya
varınca:
"Sizi, bize
getiren sebep nedir? Zayıflarımızın inançlarını mı bozacaksınız? Eğer,
hayatınızdan olmak istemiyorsan yanımızdan
ayrılıp gidersin," dedi.
Mus'ab bin Umeyr, ona
yumuşak bir sesle dedi ki:
"Hele biraz otur, sözümüzü dinle! Beğenirsen kabul
edersin, beğenmezsen dinlemekten yüz çevirirsin."
"Yerinde bir söz söyledin."
Mus'ab bin Umeyr ona,
Kur'ân-ı Kerim okudu. İslâmiyeti anlattı. Onun tatlı konuşması, insanın kalbine
işleyen sözleri ve hoş sesiyle okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetleriyle, kendinden
geçen Üseyd bin Hudayr:
Bu, ne kadar güzel, ne
kadar yüce söz. Bu dine girmek için ne yapmak lâzımdır, dedi.
Ne yapması lâzım
geldiğini anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, kelime-i şehâdet söyliyerek Müslüman
oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu hâlde Mus'ab bin Umeyr'e döndü ve;
"Arkamda bir adam
var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o Müslüman olursa, Medine'de
onun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz," diyerek kalkıp süratle
gitti. Doğruca Sa'd bin Mu'âz'ın yanına vardı. Sa'd bin Mu'âz onu görünce:
"Ne yaptın yâ
Üseyd?"
Üseyd bin Hudayr, Sa'd
bin Muâz'ın Müslüman olmasını çok arzu ettiği için şöyle cevap verdi:
Mus'ab bin Umeyr ile
konuştum, bir fenalığını görmedim. Yalnız duyduk ki, Hâriseoğulları, teyze
oğlun Es'ad'ın böyle bir kimseyi evinde barındırmasından kuşkulanarak teyzenin
oğlunu öldürmek için harekete geçmişler.
Bu sözler Sa'd bin
Mu'âz'a çok dokundu. Çünkü birkaç sene önce yapılan bir savaşta, Hâriseoğullarını
yenip, Hayber'e sığınmaya mecbur etmişlerdi. Bir sene sonra da affedip,
memleketlerine dönmelerine izin vermişlerdi. Buna rağmen onların böyle bir
tavır takınmaları düşüncesi Sa'd bin Mu'âz'ı çok kızdırmıştı.
Halbuki işin aslında
böyle bir hareketleri yoktu. Üseyd bin Hudayr böyle bir hileye başvurarak, Sa'd
bin Mu'âz'ın teyzesinin oğlu Es'ad bin Zürâre'ye, dolayısıyla Mus'ab bin
Umeyr'e zarar vermesini önlemek istedi. Böylece onların tarafına geçmesini ve
nihayet müslüman olmasını temin
etmek gayretinde idi. Sa'd bin Mu'âz, Üseyd bin Hudayr'ın, Hâriseoğullarının,
teyzesinin oğlu Es'ad bin Zürâre'ye zarar verecekler demesi üzerine, hemen
yerinden fırlayıp, Es'ad bin Zürâre'nin yanına gitti.
Oraya varınca baktı
ki, Es'ad bin Zürâre ile Mus'ab bin Umeyr, son derece huzur ve sükûn içerisinde
oturup, sohbet ediyorlar. Yanlarına yaklaşıp dedi ki:
"Ey Es'ad,
aramızda akrabalık olmasaydı, sen bu adamı elimden kurtaramazdın. Sen
memleketinden çıkarılmış şu yabancı
adamı, zayıflarımızın inançlarını bozmak için mi çağırdın?"
Bu sözlere Mus'ab bin
Umeyr yumuşak bir şekilde cevap verdi:
"Ey Sa'd, hele
biraz dur, oturup bizi dinle, anla, sözlerimiz hoşuna giderse ne âlâ, eğer
sözlerimizi beğenmezsen, biz bunu sana tekliften vazgeçeriz. Bizi bırakır
gidersin."
Sa'd bin Mu'âz bu
yumuşak ve tatlı sözler üzerine:
"Yerinde bir söz
söyledin," dedi ve oturdu.
Mus'ab bin Umeyr, Sa'd
bin Mu'âz'a önce İslâmiyeti anlattı. İslâmiyetin esaslarını açıkladı. Sonra
tatlı ve güzel sesiyle Kur'ân-ı Kerim'den bir miktar okudu. O okudukça Sa'd bin
Mu'âz'ın hâli değişiyor, kendinden geçiyordu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belagatı
karşısında kalbi yumuşadı ve büyük bir tesir altında kaldı. Kendini tutamayıp dedi
ki:
"Yemîn ederim ki
ben, şimdiye kadar, hiç bilmediğim bir şeyi dinledim. Siz bu dîne girmek için
ne yapıyorsunuz?"
Mus'ab bin Umeyr hemen
ona Kelime-i şehâdeti öğretti. O da,
Eşhedü enlâ ilahe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasûlüh, diyerek Müslüman oldu.
Sa'd bin Mu'âz
Müslüman olmaktan duyduğu huzur ve sevinç içerisinde yerinde duramaz oldu.
Üseyd bin Hudayr'ı yanına alıp, kavmmin toplandığı yere gitti.
Abdüleşheloğullarına hitaben dedi ki:
"Ey
Abdüleşheloğulları! Beni nasıl tanırsınız?"
"Sen bizim
reisimiz ve büyüğümüzsün, biz sana tâbiyiz."
"O hâlde hepinize
haber veriyorum. Ben müslüman olmakla şereflendim. Sizin de Allahû Teâla'ya ve
O'nun Rasûlüne imân etmenizi istiyorum. Eğer îmân etmezseniz sizin
hiçbirinizle konuşmayacağım, görüşmeyeceğim."
Abdüleşheloğulları,
reisleri Sa'd bin Mu'âz'ın Müslüman olduğunu ve kendilerini de İslama da'vet
ettiğini duyarduymaz hep birlikte Müslüman oldular. O gün akşama kadar, Medine
semâlarını Kelime-i şehâdet ve tekbîr sedâlanyla çınlattılar.
Bu hadiseden kısa bir
müddet sonra bütün Medine halkı, Evs ve Hazrec kabîleleri İslâmiyeti kabul
edip, îmân ettiler. Her ev İslâm nuruyla aydınlandı. Sa'd bin Mu'âz ve Üseyd
bin Hudayr, kabilelerine ait bütün putları kırdı.
Bu durum sevgili
Peygamberimize bildirildiğinde çok memnun oldu. Mekkeli Müslümanlar sevince garkoldular.
Bu sebeple o seneye sevinç yılı denildi.
Sa'd bin Mu'âz İkinci
Akabe bey'atında bulunup, Rasûlullaha bey'at etti. Bu bey'atte bulunanlar
Rasûlullah (sav)'ı canları gibi koruyacaklarına ve gerekirse bu hususta
mallarını ve canlarını feda edeceklerine söz verdiler.
Sa'd bin Mu'âz,
Medine'nin ileri gelenlerinden ve reislerinden olduğu için, Mekke'ye gidip,
Kabe'yi tavaf ederdi. Müşrikler bu sebeple ona dokunamazlardı. Bu
ziyaretlerinden birinde Ebû Cehil karşısına çıkıp dedi ki:
Siz bizim dinimizden
ayrılanları himaye ettiniz. Onlara her yardımda bulundunuz. Eğer burada seni
himayesine alanlar olmasaydı seni
öldürürdüm. Dönüp çocuklarına kavuşamazdın.
Sa'd bin Mu'âz, Ebû
Cehil'in bu tehditli sözleri karşısında ona şu cevabı verdi:
"Eğer böyle bir
şeye kalkışırsan, Medine yakınından geçen ticaret yolunu keser, seni bir daha
oralara ayak bastırmam."
Bunları söylerken sesi
öyle güdüyordu ki, yanında bulunan Ümeyye bin Halef yavaşça dedi ki:
"Sesini biraz
alçalt, bu kişi bu vadinin meşhuru."
Bunun üzerine Sa'd bin
Mu'âz daha gür bir sesle konuştu:
"Yemîn ederim ki
Rasûlullah, bize senin katlonulacağını haber verdi."
"Mekke'de mi
öldürüleceğim?"
"Orasını bilmem."
Ebû Cehil bu şekilde
Sa'd bin Mu'âz'dan öldürüleceği haberini aldığı için, Bedir Savaşında Mekke'den
çıkmamak istemiş, çevresinin ayıplaması üzerine Bedir'e gelmişti. Nihayet
Peygamberimizin buyurduğu gerçekleşip, Ebû Cehil Bedir savaşında katledildi.
Sa'd bin Mu'âz, Bedir
Savaşına katılarak, Bedir Ashabından olmakla da şereflendi. Bedir Savaşı
başlamadan önce, Peygamberimiz Mekkeli müşriklerin bir ordu hazırlayıp,
Medine'ye doğru harekete geçtiklerini haber alınca, bir danışma meclisi kurup,
Ashâb-ı Kiram ile istişare yaptı. Onlara, fikirlerini sordular. Ba'zıları
dediler ki:
"Biz kervan için
yola çıkmıştık. Onların kâr etmesine, mâni olmamız elzemdi. Çünkü kazanacakları
parayla, bize karşı ordu hazırlayacak idiler!. Eğer savaştan önceden haberimiz
olsaydı; daha hazırlıklı hareket ederdik."
Resûl-i Ekrem
efendimiz de buyurdu ki:
"Kervan, sahil yolundan savuşup gitmiştir. Şu Ebû
Cehil ordusu ise bize doğru gelmektedir."
Bunun üzerine Evs
kabilesi reisi, Sa'd bin Mu'âz ayağa kalkarak şunları söyledi:
"Yâ Rasûlallah!
Bizler, Allah 'a ve son Peygamberi olan Sana, îmân ettik. Allah tarafından sana
tebliğ edilen İslâm'ın, hak dîn olduğuna kalbden inandık, doğruladık. Senin
emirlerini dinlemek ve itaat etmek üzere, söz verdik. Teminat verdik. Seni hak
Peygamber olarak gönderen Yüce Allah'a yemîn ederim ki, bize şu denizi gösterip
içine dalsan; Seninle birlikte denize dalarız. Hiç birimiz, geri kalmayız.
İslâm düşmanlarıyla çarpışmayı da, seve seve kabul ederiz. Savaştan, geri
dönmeyiz. Düşman 'karşısında sabır ve sebatla savaşırız.
İşte, Cenâb-ı Hakka
yalvarıyorum:
"Ey Yüce Allahım!
Bize öyle hizmetler nasîb eyle ki; gayretlerimizi görünce, Rasûlünün göz
bebekleri dahî gülsün! Yâ Rasülallah! Artık bizleri, cenâb-ı Hakkın lütfü ile,
istediğin yere götür."
Sa'd bin Mu'âz'ın bu
sözleri üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:
"Öyle ise, Allanın lütuf ve bereketine doğru
yürüyünüz! Cenâb-ı Hak kat'î olarak, ya kervanı, ya Kureyş ordusunu va'ad
buyurmuştu. Vallahi ben, Kureyşlilerin ölüp düşecekleri yerieri şimdiden
görüyorum."
Bedir savaşından sonra
Uhud savaşma da katılan Sa'd bin Mu'âz, gösterdiği cesaret ve kahramanlıkla
Eshâb-ı kiram arasında çok sevildi. Bu savaşta oğlu Amr şehîd oldu.
Uhud savaşında
Peygamber efendimiz yaralanmıştı. Sa'd bin Mu'âz, Sa'd bin Ubâde ile birlikte
Peygamberimizin yaralarını sarıp, tedavi etti.
Sa'd bin Mu'âz
müşriklerle yapılan Hendek savaşına da katıldı. Bu savaşın yapıldığı sırada,
sağlam kalelerden olan Hâriseoğulları kalesinde Sa'd bin Mu'âz'ın annesiyle
birlikte bulunan Hz. Âişe şöyle anlatmıştır:
O gün şiddetli bir ses
duydum. Baktım ki, Sa'd bin Mu'âz, yanında yeğeni ile savaşa gidiyordu.
Kılıcını kuşanmış gür sesie şiirler okuyordu. Bunu işiten annesi dedi ki:
"Oğlum koş,
arkadaşlarına yetiş, geri kalma!"
Hendek harbinde; Sa'd
bin Mu'âz büyük bir kahramanlık göstererek savaşıyordu. Savaş sırasında İbni
Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok atardamara isabet
edip, çok kan kaybına sebep oldu. Hz. Sa'd, yaralı bir hâlde, etrafındakilerin
kanı durdurmak için uğraştıklarını görerek, durumunun ciddî olduğunu anladı ve
şöyle duâ etti:
"Yâ Rabbî, Kureyş
harbe devam edecekse bana ömür ihsan eyle. Çünkü senin Resulüne eziyet eden,
O'nu yalanlayan bu müşriklerle savaşmaktan hoşlandığım kadar başka bir şeyden
hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa, beni şehîdlik mertebesine
yükselt. Fakat, Benî Kureyza'nın akıbetini görmeden ruhumu kabzetme."
Peygamber efendimiz
bir çadır kurarak, Sa'd bin Mu'âz'ı oraya yatırttı. Eslemoğulları kabilesinden
Rafıde'yi de O'nun tedavisine memur etti. Hz. Sa'd, orada yattığı sırada
Peygamberimiz sık sık yanına gelip, halini sorardı.
Peygamberimiz Hendek
savaşı sona erince, derhal Benî Kureyza Yahudilerinin üzerine hareket emri
verdi. Benî Kureyza Yahudileri Peygamberimizle anlaşma yaptıkları hâlde Hendek
savaşının en kritik anında, müşrikler tarafına geçmişler, Müslümanları arkadan
vurmaya kalkmışlardı. Sa'd bin Mu'âz böyle yapmamaları için onları ikâz
etmişti. Fakat dinlememişlerdi. Bu sebeple Hendek savaşından hemen sonra Benî
Kureyza Yahudileri kuşatma altına alındı.
Bu kuşatma bir ay
sürdü. Sonunda teslim oldular. Haklarında verilecek hüküm için Sa'd bin Mu'âz'ı
hakem olarak istediler.
Onların, bu isteği
üzerine Peygamberimiz Sa'd bin Mu'âz'ı yattığı çadırından getirtti. O,
Yahîdîlere dedi ki:
"Ne hüküm
verirsem razı mısınız? Evet
razıyız."
Bunun üzerine Sa'd bin
Mu'âz, Benî Kureyza erkeklerinin boynunun vurulmasına hükmetti.
Sa'd'ın verdiği bu
hüküm, Yahûdîlerin elinde bulunan kitaplarına tıpa tıp uyuyordu. Bu hüküm
gereğince erkeklerin boynu vuruldu. Kadınları ve çocuklar esir alınıp,
mallarına el konuldu. Benî Kureyza'dan ba'zı erkekler ise Müslüman olup,
kurtuldular. Sa'd bin Mu'âz bu hükmü verince Peygamberimiz buyurdu ki:
"Onlar hakkında, Allanın ve Resulünün hükmüyle
hükmettin."
Sa'd bin Mu'âz
hazretleri Hendek savaşında ağır bir yara almıştı. Yarası ağırlaşıp, durumu
şiddetlenmişti. Peygamber efendimiz, yanına gelip onu kucakladı ve:
"Allahım, Sa'd, senin rızân için senin yolunda
cihâd etti. Resulünü de tasdik etti. Ona kolaylık ihsan eyle,"
buyurarak duâ etti.
Sa'd bin Mu'âz,
Peygamber aleyhisselâmm bu sözlerini duyunca gözlerini açıp şöyle fısıldadı:
"Yâ
Resûlallah! Sana selâm ve hürmetler
ederim. Senin, Allahü teâlânm peygamberi
olduğuna şehâdet ederim."
Cebrail aleyhisselâm,
Peygamber efendimize gelip dedi ki:
Yâ Rasûlallah! Bu gece
senin ümmetinden vefat edip de vefatı melekler arasında müjdelenen kimdir?
Bunun üzerine
Peygamber efendimiz hemen Sa'd bin Mu'âz'ın hâlini sordu. Evine götürüldüğünü
söylediler. Peygamber aleyhisselâm yanında Ashâb-ı Kirâm'dan ba'zıları olduğu
hâlde Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gitti.
Yolda süratli
gitmeleri sebebiyle Eshâb-ı kiram dediler ki:
Yorulduk yâ
Resûlallah.
Bunun üzerine,
Peygamber efendimiz:
"Melekler Hanzala'nın cenazesinde bizden önce
bulundukları gibi Sa'd'ın da cenazesinde bizden önce bulunacaklar. Biz önce yetişemeyeceğiz," buyurarak hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı.
Peygamber efendimiz,
Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gelince, onu vefat etmiş olarak buldu. Baş ucuna
durup, Sa'd bin Mu'âz'ın künyesini söyleyerek buyurdu ki:
"Ey Ebû Amr! Sen reislerin en iyisi idin. Allah
sana saadet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin. Allaha verdiğin sözü yerine
getirdin. Allah da sana va'dettiğini verecektir."
Eşlem bin Haris şöyle
anlatmıştır:
İçerde Sa'd bin Mu'âz'ın
cenazesi yalnızdı. Başka kimse yoktu. Rasûl aleyhisselâm adımlarını gayet geniş
açarak evin içinde yürüyordu. Bu durumu görünce yavaşladım. Durmamı işaret
edince de durdum. Sonra da geriye döndüm. Rasûl aleyhisselâm içerde bir müddet
durdu. Sonra dışarı çıktı. Çıkınca dedim ki:
"Yâ Rasülallah,
niçin öyle yürüdünüz?"
"Böylesine kalabalık bir mecliste bulunmadım,
melekler dolmuştu. Meleğin biri beni kanadı üzerine aldı da ancak öyle
oturabildim."
Sonra, Sa'd bin
Mu'âz'ın lâkabını söyleyerek:
"Sana afiyet olsun yâ Ebâ Amr! Sana afiyet olsun
ya Ebâ Amr! Sana afiyet olsun yâ Ebâ Amr," buyurdu.
Onun vefatı Rasûl
aleyhisselâmı ve Ashâb-ı Kiramı çok üzdü. Gözyaşı döküp ağladılar. Cenazesinde
bütün Ashâb-ı Kiram toplandı. Peygamber aleyhisselâm cenaze namazını kıldırdı,
cenazesini taşıdı. Ashâb-ı Kiram, Sa'd bin Mu'âz'ın cenazesini taşırken dediler
ki:
"Yâ Rasülallah!
Biz böyle kolay taşınan cenaze görmedik." Bunun üzerine Peygamber
aleyhisselâm buyurdu ki:
"Sa'd'ın cenazesine yetmiş bin melek indi.
Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalık hâlde inmemişlerdi. Sa'd bin Muâz defnedilirken birisi
kabrinden bir avuç toprak almıştı. Sonra onu evine götürünce o toprak misk
oldu. Cenazesi kabre indirilirken Peygamber aleyhisselâm kabri başında oturup,
mübarek gözleri yaşardı."[67]
Hayatı hüsn-ü hatime
ile yani güzel bir son ile noktalamak, sahabelerin en önemli arzususydu.
Hayatın evveli iman, sonu yine imandır. İman üzere yaşamak ve imanlı olarak
ölmek, en büyük kazançtır. Bu kazanca sahib olanalar, cennetlik olanlardır.
Öyleyse müslümanca yaşamak ve müslümanca ölmek için gayret göstermeliyiz.
İmanımızı zulme, küfre, şirke bulaştırmamanın kavgasını vermeliyiz. îmanda
emniyete erenler, imanlarınm zulme ve şirke bulaştırmayanlardir.
İmanı korumak, hayatı
korumaktır. Hayat iman ile kurtulur. İmansız kalan, hayatın çıkmazlarında
boğulur. Sahabe sürekli hayatını kendi imanının atmosferinde tutmaya
çalışmıştır. İmanın atmosferinden çıkan hayat, başlı başına bir belâdır.
Sahabeler bu belâya bulaşmamak için imanlarını korudular ve hayat boyu
imanlarının atmosferinde ömürlerini geçirdiler.
Sa'd bin Rebî'
hazretleri, Ashâb-ı Kiramın büyüklerindendir. Rasûl aleyhisselâmın bi'setinin
onbirinci senesinde, Akabe mevkiinde Medineli on iki kişi ile buluştu. Bunlardan
birisi de Sa'd bin Rebî' idi.
Burada Peygamber
efendimize, "Allahû Teâlâ'ya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık
yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, kimseye iftira etmemek, hiçbir
hayırlı işe karşı çıkmamak" hususunda
bey'at ettiler. Söz verdiler. Peygamber efendimiz de onlara buyurdu ki:
"Verdiği sözde duranın, ücret ve mükâfatına
Allahû Teâlâ garanti vermiş, onlara Cenneti hazırlamıştır. Kim insanlık îcâbı,
bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyada cezaya uğratilırsa, bu ona keffâret
olur! Kim de yine bunlardan insanlık icabı birini işlerse, yaptığı o şeyi
Allahû Teâlâ gizler, açığa vurmazsa, onun işi Allahû Teâlâ'ya kalır. Dilerse
onu bağışlar, dilerse azaba uğratır."
Ayrıca, "Gerek
sıkıntı ve darlıkta ve gerekse rahatlık zamanında söz dinlemek ve itaat etmek,
başta gelir. Rasûlüllah, bizzat, onların üstünde bir tercihe sahip olup, ona
karşı itaatli olacaklar." söz verdiler.
Hz. Sa'd, Bedir ve
Uhud gazalarında bulundu. Uhud'da büyük kahramanlıklar gösterdi. Vücudu delik
deşik oldu. Uhud muharebesinde, bir ara, müslümanlar arasında karışıklık
başladı. Hz. Sa'd o zaman, gevşeklik göstermedi. Ashâb-ı kirama Akabe
bey'atında, canlarını feda edeceklerine dâir verdikleri sözü ve yemini hatırlattı.
Muharebe sona erip, Kureyş müşrikleri çekilip gitmişlerdi. Rasûl aleyhisselâm
sordu;
Sa'd bin Rebî'nin ne
durumda olduğunu, canlılar arasında mı, yoksa ölüler içerisinde mi olduğunu, tesbit edip, bana kim
haber getirir? Bir ara onu şu tarafta görmüştüm.
Ensârdan bir zât dedi
ki:
"Bu işi ben
yaparım, yâ Rasûlallah."
Haber getirmeye giden
Muhammed bin Mesleme veya Ubeyy bin Ka'b'dan birisi idi. Resûlüllah efendimizin
işaret buyurduğu tarafa gitti. Vadide yatan şehîdler arasında, seslenerek
dolaştı. Fakat cevap alamadı. Bu defa seslendi:
"Ey Sa'd, beni
sana Rasûlüllah gönderdi!"
O zaman Sa'd
hazretleri inliyerek kımıldandı. Haber için gelen zât da dedi ki:
"Resûlüllah,
senin sağlar mı, yoksa şehidler arasında mı olduğunu, araştırıp, kendisine
haber vermemi emretti."
Bunun üzerini Hz. Sa'd
şu cevâbı verdi:
"Ben artık ölüler
arasmdayım! Rasûlüllaha selâmımı arz et ve "Sa'd bin Rebî'
ümmetine doğru yolu
göstermek için rehberlik yapan Peygambere verilecek mükâfatların en
üstünü ile, Allahû Teâlâ seni mükâfatlandırsın diyor" de Kavmin
Ensâr'a da selâm söyle! Onlara da, "Sa'd bin Rebî' size, Akabe gecesinde,
Rasûl aleyhisselâmı korumaya dâir söz verip, yemîn etmediniz mi? Vallahi
hayatta bulunduğunuz müddetçe, Peygamber efendimizi iyi korumayıp, ona bir
zarar gelirse, sizin için, Allahû Teâlâ'nın yanında gösterebileceğiniz hiç bir
mazeret yoktur, diyor" de! Bunları söyledikten bir müddet sonra da vefat
etti. [68]
Sahabe, Allah'ın
arzında Ensarullah'tır. Yani Allah'ın dâsâsma hizmet eden hizmetkârdır. Sahabe
fıkhında Ensarullah olmak, en şerefli rütbedir. Bu rütbeye Allah yolunda cihad
ederek Rasûlüllah (sav)'in sünnetlerini ihya ederek ulaşır.
Saîd bin Amir
hazretleri, Yermük savaşından sonra Abbâs bin Ga-nem'den boşalan Humus
valiliğine tayin edildi. Vali olmayı pek istemiyordu, ancak Hz. Ömer'in emrine
itâ'at ederek Humus'a geldi.
Valiliği zamanında çok
dikkatli ve âdil hareket eden Hz. Saîd, son derece fakir bir hayat yaşadı.
Herkes bu hayatına şaşırıp, hayret ediyordu. Hz. Ömer, Şam'a teşrif ettiği
zaman oradan Humus'a geçti. Humus'ta fakirlerin bir listesinin çıkarılmasını
isteyen Hz. Ömer, fakirlerin içerisinde Saîd bin Amir hazretlerinin ismini
görünce çok şaşırdı. Listeyi hazırlayanlara sordu:
"Saîd bin Amir'i
niçin listeye yazdınız? "
Valimiz fakirdir,
devamlı "Rüşvet alan da veren de
Cehennemdedir" hadis-i şerifini okur ve en küçük bir hediyeyi dahî
kabul etmez. Hz. Ömer, Saîd bin Âmir'e bin dirhem tahsis etti. Hz. Saîd, bin
dirhem ile hanımına geldi ve dedi ki:
"Hz. Ömer bize şu
gördüğün bin dirhemi göndermiş."
Ondan bir miktar
parayla yiyecek ve katık alıp, kalanını saklayalım, ileride lâzım olur. Saîd
hazretleri hanımına şöyle dedi:
"Ben bundan çok
daha iyisini sana söyleyeyim mi? Biz bu malı çok iyi bir şekilde kullanacak,
işletecek bir kimseye ortaklığa verelim. Onun kâr ve gelirinden de yeriz."
Hanımı, razı oldu:
"Peki, öyle
olsun."
Saîd bin Amir
hazretleri bu parayla yiyecekler, iki deve, iki köle satın aldı. Köleleri azâd
ederek hürriyetine kavuşturdu. Aldıklarım Humus'taki fakirlere ve ihtiyaç
sahiplerine dağıttı. Kendine çok az birşey dışında
birşey kalmadı. Bir müddet sonra hanımı
kendisine dedi ki:
"Malı ortaklığa
verdiğin kimseden paranın kârım al ve onunla şunları şunları satın al."
Saîd hazretleri sustu.
Ertesi gün evine döndüğü zaman istedikleri şey olmayınca hanımı aynı istekleri
yine tekrarladı. Saîd hazretleri yine sustu. Birgün sonra hanımı hâlleri ve
sözleri ile Hz. Saîd'i çok üzdü. Saîd hazretleri ertesi gün eve hiç gelmedi.
Akrabalarından birisi hanımına gelerek dedi ki:
"Sana ne oluyor
ki kocana eziyet ediyorsun. O malının tamamını fakirlere dağıttı. Kadın üzüldü ve ağladı." Sonra Saîd
hazretleri geldi ve şöyle buyurdu:
"Allahû Teâlâ'nın
razı olduğu birşey, dünya ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetlidir.
Eğer Allahû Teâlâ'nın razı olduğu iyilik, hayırlardan birisi gökyüzüne lâmba
gibi asılsaydı, onun nuru, yeryüzünü aydınlatır ve onun parlaklığı yanında
güneş sönük kalırdı."
"İşte seni bu
iyilikler için terkeder, senden ayrılırım. Fakat senin için bu hayırları ve
İyilikleri terkedemem. Her hal üzere hayır ve hasenat yaparım." Fakirlik
ve sıkıntı içinde olduğu hâlde, parayı kendisi için harcamadığını soranlara
şöyle buyurdu:
Rasûl aleyhisselâmdan
işittim buyurdular ki:
"Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene
önce Cennete girerler. Zenginlerden biri kendini onların arasına atar ve
Cennete girmek ister. Melek onun elini tutar, fakirler arasından çıkarır ve,
"bekle, henüz senin Cennete girme zamanın gelmedi" der. Beşyüz sene
onu kıyametin kızgın sıcağında hesap yerinde tutarlar. Malının hesabını verir,
sonra Cennete girer."
Hz. Ömer zamanında,
Humus valisi olan, Saîd bin Âmir, Müslüman, gayrı müslim herkes tarafından çok
sevilirdi.
Hz. Ömer, Saîd bin
Âmir hazretlerinin, herkes tarafından çok sevilen bir kimse olduğunu öğrenince
Humuslulardan bir cemaata sordu:
“Peki valinin hiç
kusuru yok mudur?”
Onlar da bazı
kusurları olduğunu söyleyip dört tanesini zikrettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer,
Saîd hazretlerini hemen Medîne-i Münevvereye çağırdı ve aralarında şu konuşma
geçti:
“Yâ Saîd, senin ba'zı
kusurların varmış. Bunların aslı nedir?”
“Bunlar neymiş, ya
Ömer?”
“Vazifene sabah
namazından hemen sonra değil, kuşluk vakti geliyormuşsun. Geceleri insanlar içerisine
hiç çıkmaz, görünmezmişsin. Haftada bir gün evine çekilir hiç kimseyi kabul
etmezmişsin. Ashâb-ı Kiramdan, Hubeyb hazretlerinin şehid edildiği söylenince
bayılıyor, kendinden geçiyormuşsun.”
Bunun üzerine Hz. Saîd
(R.a.), şu cevâbı verdi:
“Yâ Emir-el mü'minin!
Anlatılanlar doğru. Şimdi bunları sana izah edeyim:”
1- Vazifeme
ancak kuşluk vakti gelebiliyorum. Çünkü hanımım hastadır. Evde bütün
hizmetleri kendim yapıyorum. Hamur yoğurur, ondan ekmek yapar, pişirir, abdest
alır öyle çıkarım. Geç kalışım bundandır.
2- Geceleri
insanların içerisinde görünmeyişimin sebebi; gündüzleri halkın hizmetleriyle
meşgul olurum. Geceleri de Allahû Teâlâ'ya hizmet ve kulluk için ayırdım.
Böylece gündüzleri yaptığım işlerin, verdiğim hükümlerin muhasebesini yapar,
yanlış kararlarım varsa düzeltirim.
3- Haftada
bir gün evime çekilip hiç kimse ile görüşmememin sebebi, başka giyecek elbisem
olmadığından, yıkadığım elbiselerim kuruyuncaya kadar kimseyi kabul edemiyorum.
4- Hubeyb
hazretlerinin şehâdetini hatırlayınca bayılmamın sebebi anlatılacak şey
değildir. Çünkü Mekke müşrikleri Hubeyb hazretlerini asarlarken yanlarında
idim. Belki mâni olabilirdim, fakat o zaman henüz îmân etmemiştim. Seyirci
kaldım. Onun gösterdiği cesaret ve celâdeti hatırladıkça, ne kadar kuvvetli bir
îmâna sahip olduğunu daha iyi anlıyorum. Niçin mâni olmadım diye üzüntümden
bayılıyorum.
Bunun üzerine Hz. Ömer
(R.a.):
“Yâ Saîd, Allahû
Teâlâ'nın korkusu seni ne kadar yüceltmiş, ümmette faydalı hâle getirmiş, dedi
ve gözyaşı döküp ağladı.”
Sonra, Saîd bin Amir
(R.a.), Hz. Ömer (R.a.) 'dan rica etti:
“Yâ Ömer, bundan sonra
beni valilikten affet.”
Hz. Ömer bunu kabul
etmeyip yine vali olarak bırakmıştır. Hz. Saîd bin Âmir, İslâmın koruması ve
emniyeti altında bulunan gayrı müslimlere karşı yumuşak davranır ve çok ilgi
gösterirdi. Şam'daki zimmîler onun bu yüksek tavrından çok memnun idiler. Bir
defa Hz. Ömer (R.a.), onun zimmîler tarafından çok sevildiğini haber aldı ve
oradakilere sordu:
“Neden ahali bu kadar
ona muhabbet gösteriyorlar?”
“O, halkın dert
ortağıdır da ondan.”
Hz.Ömer bu duruma
sevindi ve memnuniyetini belli etti.
Saîd bin Amir, muhacir
olan Ashâb-i Kiramdan oiup, Hayber'in fethinden önce Müslüman oldu. 641yılmda
Rakka'da vefat etti. [69]
Müslümanların
idarecisi müslümanların dert ortağıdır. Aynı zamanda müslümanların en sade
olarak yaşayanıdır. Sahabe fıkhında müslümanların idarecisi müslümanların
beyefendisi değil, hizmetçisidir. Müslümanların dert ortağı olmayan onların
idarecisi olamaz.
Hayattayken Cennetle
müjdelenen on sahabeden biridir. Babası Zeyd b. Amr olup, nesebi Ka'b da
Rasûlüllah (sav) ile birleşmektedir. Künyesi Ebul-A'ver'dir. Ebu Tür olarak da
çağrılırdı.[70] Annesi Fatıma binti
Ba'ce'dir. Babası Zeyd, Mekke müşriklerinin dinlerini akıl dışı bularak cansız
putlara tapınmanın anlamsızlığı karşısında gerçek dine ulaşmak için araştırma
yapmaya başlamış ve bunun için Suriye taraflarına giderek Yahudi ve Hıristiyan
âlimleriyle görüşmelerde bulunmuştu. Ancak onların verdikleri dini bilgiler
Zeyd'i tatmin etmemişti. Zeyd'in bu durumunu gören bir papaz ona, şirkten ve
hurafelerden uzak, Hz. İbrahim (a.s)'in dini olan Hanifliğe tabi olmasını
tavsiye etmişti. Zeyd, Hanifliğin ne olduğunu öğrendiği zaman aradığı dini bulduğunu
anlamış ve Mekke'ye dönmüştü. O, Kabe'ye yönelerek ibâdet eder, Mekke'de
İbrahim'in dini üzere bulunan tek kimse olduğunu Kureyş müşriklerine karşı
iftihar ederek söyler ve onların putlar adına kurban kesmelerini ayıplardı.
Zeyd, İsmail (a.s)'in neslinden bir peygamberin geleceğini öğrenmişti.
Arkadaşı Amr b. Rabî'a'ya kendisinin bu peygambere kavuşamayacağını
zannettiğini, eğer ona ulaşırsa kendi selamını ona iletmesini söylemişti. [71]
Zeyd, Rasûlüllah (sav)'m Peygamberlikle görevlendirilmesinden önce vefat etti.
Said, babası Zeyd'in
kendisine telkin ettiği hanif dininin bilincinde olarak yetişmişti. Rasûlüllah
(sav), İslâm dinini tebliğe başladığı zaman, onun çağırdığı dinin babasının
söylediği prensiplerle aynı olduğunu gördü ve ona tabi olmakta gecikmedi.
Rivayetlere göre o, Rasûlüllah (sav)'ın az sayıdaki ashâbıyla Erkam'ın evinde
gizlice toplanmaya başlanmasından önce iman etmiştir. Doğum tarihi kaynaklarda
zikredilmemektedir. Ancak, onun Hicri 50 veya 51 yılında öldüğü zaman yetmiş
yaşını aşmış olduğu [72]
gözönünde bulundurulursa Hicretten yirmi beş yıl önce doğmuş olabileceği
söylenebilir. Said (R.a) Hz. Ömer'in kızkardeşi Fatıma ile evli idi. Hz. Ömer
(R.a) da Said'in kızkardeşi Atîke ile evli bulunmaktaydı.[73] Hz.
Ömer, onların yeni dine girdiklerini öğrendiği zaman son derece kızmış ve yaptıklarının
hesabını sormak için hemen evlerine gitmişti. Ancak olay Ömer (R.a)'in iman
etmesi sonucunu doğuracak bir şekilde gelişmişti.[74]
Medine'ye hicret
edildiği zaman Said, Rifaa b. Abdu'l-Munzir (R.a)'in evinde misafir olmuştur.
Muâhât olayında bir rivayete göre Ebu Lübabe başka bir rivayete göre de Rafı'
b. Malik ile kardeş ilan edilmişti.[75]
İbnül-Esîr ise, Ubey b. Ka'b ile kardeş ilan edildiğini kaydetmektedir. [76]
Saîd b. Zeyd, Bedir
savaşı hariç, Uhud, Hendek ve Rasûlullah (sav)'in diğer bütün savaşlarına
katılmıştır.
Rasûlullah (sav), Said
ile Talha b. Ubeydullah (R.a)'ı, Suriye taraflarına giden Kureyş kervanının
dönüşü hakkında bilgi toplamak ve bu bilgileri hızlı bir şekilde Medine'ye
ulaştırmakla görevlendirdi. Böylece, Ebu Süfyan'ın başkanlığındaki bu kervan
Suriye dönüşünde yakalanabilecekti. Said, Talha ile birlikte el-Havra denilen
yere kadar gitmiş ve kervanın dönüşünü beklemeye başlamıştı. Ancak onların bu
kervanın dönüşü hakkındaki haberi Medine'ye ulaştırmadan önce Rasûlullah (sav)
başka kaynaklardan gerekli bilgileri almış ve Medine'den Ensar ve Muhacirlerden
oluşan ordusuyla yola çıkmıştı. Onlar Medine'ye Bedir savaşının vuku bulduğu
gün ulaşabildiler. Rasûlüllah (sav)'ın, kervanın yolunu kesmek için Medine'den
ayrılmış olduğunu gören Said ve Talha derhal ona katılmak için Bedir'e doğru
yola çıktılar. Onlar Turban denilen yere geldikleri zaman Bedir'den dönmekte
olan Rasûlullah (sav)'le karşılaştılar. Bedir savaşma fiilen iştirak edememiş
olmalarına rağmen Rasûlullah (sav) onları savaşa katılmış sayarak ganimetten
diğer mücahitler gibi pay vermişti.[77] Said
(R.a), Hz. Ömer zamanında Suriye bölgesinde sürdürülen askeri harekâtlara
katılmış; Dımaşk muhasarası ve Yermük savaşında bulunmuştur. [78]
Said (R.a), ömrünün
son günlerini, Medine'nin dışında bulunan Akik vadisindeki çiftliğinde geçirdi
ve burada yetmiş yaşını geçmiş olduğu halde Hicri 50 veya 51 yılında vefat
etti. Abdullah İbn Ömer onun öldüğünü öğrendiği zaman doğruca Akik vadisindeki
evine gitti ve cenazesiyle ilgilendi. Said (R.a)'in cenazesi Medine'ye taşındı
ve Sa'd b. Ebî Vakkas tarafından yıkandı. Medine'de defnedilen Said (R.a)'in
cenaze namazını İbn Ömer kıldırdı ve onu mezara Sa'd b. Ebi Vakkas ile birlikte
indirdi.[79] Onun Medine'de vefat
etmiş olduğu kesin olarak bilinmekle beraber, Kûfeliler, Muaviye döneminde
Kûfe'de vefat ettiğini ve cenazesinin Küfe valisi olan Mugîre b. Şu'be
tarafından kıldırıldığını iddia etmişlerdir. [80]
Said (R.a), Hz. Osman
(R.a)'ın şehid edilmesiyle.başlayan fitne olaylarına şahid olmuştur. O, ümmetin
içine sürüklendiği fitne belasından ve kendini bilmez bazı kimselerin ileri
gelen ashabdan bazılarına dil uzatmalarımdan aşırı derecede ızdırap duymuştur.
Said (R.a), bir gün Küfe camiine gitmiş, orada Muaviye'nin Küfe valisi Mugîre
b. Şu'be'yi, etrafında Kûfeîilerden bir takım insanlarla otururken görmüştü.
Mugîre ona saygı göstererek yanma oturtmuştu. O esnada bir adam birilerini kastederek
kötü sözler sarfetti. Said, Mugîre'ye; "Bu adam kime küfrediyor" diye
sorduğu zaman; "Ali b. Ebi Talih'e" cevabını alınca son derece üzüldü
ve Mugîre'ye;
"Mugîre, Mugîre!
Rasûlullah (sav)'ın Ashabı senin önünde sövülüyor ve sen buna susuyor ve bir
harekette bulunmuyorsun öyle mi? Ben Rasûlullah (sav)'ı; "Ebu Bekir
Cennettedir, Ömer Cennettedir, Ali Cennettedir, Osman Cennettedir, Talha
Cennettedir, Zübeyr Cennettedir, Abdurrahman b. Avf Cennettedir. Sa'd b. Ebi
Vakkas Cennettedir" derken duydum dedi ve şunu ekledi; "Bunların dokuzuncusunu
da gerekirse sayarım". Ertesi gün Kûfeliler etrafını sarmış ve dokuzuncu
kimsenin kim olduğunu söylemesi için çok ısrar etmişlerdi, Bunun üzerine o;
"Dokuzuncu benim, onuncu da Rasûlullah (şavktır" dedi ve sonra da
etrafındaki insanlara bakarak sahabelerin İslâm'daki seçkin konumlarım;
"Bir kimsenin, Rasûlüllah (sav) ile bir arada bulunarak yüzünün
tozlanması, sizin herhangi birinizin Hz. Nuh kadar yaşasa bile, bu müddet
zarfında amellerinden daha hayırlıdır" sözüyle vurgulamıştır. [81]
Onun hakkında
kaynaklar şöyle bir olay zikretmektedir: "Erva adındaki bir kadın, Medine
valisi Mervan b. Hakem'e giderek Said b. Zeyd'in kendi arazisine tecavüzde bulunduğunu şikayet etti.
Mervan, memurlarını Akik vadisindeki çiftliğinde bulunan Said (R.a)'a
göndererek şikayet konusu olayı soruşturdu. Said (R.a) gelenlere; "Ona
haksızlık ettiğimi zannediyorsunuz değil mi? Rasûlüllah (sav)'in şöyle dediğini
duydum:
"Haksız yere her kim bir karış toprağı gasbetse,
kıyamet gününde yedi kat yerin dibinde dahi olsa o toprak boynuna
dolanır". Sonra şöyle ekledi: "Allahım
bu kadın yalan söylüyorsa gözleri kör olmadan canını alma ve kuyusunu ona mezar
yap".
Rivayet edildiğine
göre bu kadın, daha sonra kör oldu ve evine yürürken kuyuya düşerek öldü. Bu
olaydan dolayı Medineliler birisine kızdıkları zaman ona, "Allah seni Erva
gibi kör etsin" diyerek beddua etmekteydi. [82] Said
(R.a)'dan bazı hadisler rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi, Cennetle
müjdelenen on kişi hakkında olanıdır. Abdullah b. Zalim el-Mazinî, Said b.
Zeyd'den şöyle rivayet etmektedir:
"Muaviye Küfe'den
ayrıldığı zaman, Mugîre b. Şu'be'yi vali tayin etmişti. Hatipler minberlere
çıkarak Ali (R.a)'a hakaretlerde bulunuyordu. Ben Sâid b. Zeyd'in yanındaydım.
O, kızdı ve kaiktı. Benim de elimden tutmuştu. Ben de ona uydum, o bana;
"Şu nefsine zulmeden adamı görüyor musun? Cennet ehlinden olan bir adama
lanet edilmesini emrediyor. Ben şahitlik ederim ki dokuz kişi vardır ki onlar
Cennettedirler. Onuncusuna da şahitlik etsem günah işlemiş olmam" dedi. Ve
sormam üzerine şöyle devam etti; "Rasûlüllah (sav) (sarsılan Hira dağına);
"Hira, yerinde dur! Senin üzerinde
nebi, sıddık ve şehidden başkası bulunmuyor" dedi ve arkasından
Cennetle müjdelediği sahabileri saydı.[83]
Sa'd b. Habib, Sa'îd
b. Zeyd'in de aralarında bulunduğu, Cennetle müjdelenmiş kimselerin isimlerini
zikrederek şöyle demektedir: ''Onlar her zaman savaşta Rasûlüllah (sav) 'in
önünde, namazda ise arkasında durmuşlardır [84]
demektedir.
Mescide devam etmek ve
cihad ibadetini iştahla ihya etmek, sahabe neslinin en önemli
hassasiyetlerindendir. Onlar için mescid- kışla ayrılmazlığı esastı.
Hz. İkrime b. Ebî
Cehil (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. İmrân b. Husayn
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.
Hz. Kâ'b bin Züheyr
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Ka'b bin Mâlik
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Mikdad bin Esved
(R.a)'in hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.
Hz. Mûaz b. Cebe
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Mugire-tebni Şu'be
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.
Hz. Muhammed bin
Mesleme(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında neler biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Mus'ab İbni Umeyr
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.
Hz. Nuaym İbni Mesûd
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Nu'mân bin
Mukarrin (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Ribi bin Âmir
(R.a)'m hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz1 nelerdir? Anlatınız.
Hz. Osman bin Talhâ
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Osman İbni Maz'un
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsuınuz? Anlatınız.
Hz. Sabit İbni Kays
(R.a)'m hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.
Hz. Sa'd b. Ubâde
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildiklerimiz nelerdir? Anlatınız.
Hz. Sa'd b. Mu'âz
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında neler biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Sa'd b.
Rebî'(R.a)'ın hayatı ve fıkhı neler biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Saîd b. Âmir
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz.Saîd b. Zeyd
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında neler biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Salim Mevlâ Ebû
Huzeyfe (R.anh)
Hz. Seddat İbni Evs
(R.anh)
Hz, Sehl bin Hanîf
(R.anh)
Hz. Sehl bin Sa'd
(R.anh)
Hz. Seleme bin Hişâm
(R.anh)
Hz. Seleme İbni Evka
(R.anh)
Hz. Sevbân (R.anh) Hz.
Selman el- Farisî (R.anh)
Hz. Süheyb-i Rumi(R.anh)
Hz. Sümâme bin Üsâl
(R.anh)
Hz. Süraâka bin Mâlik
(R.anh)
Hz. Talha b.
Ubeydullah (R.anh)
Hz. Tufeyl bin Amr
(R.anh)
Hz. Ubâde bin Sâmit
(R.anh)
Hz. Salim Mevlâ Ebû
Huzeyfe (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Ha Seddat İbni Evs
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Sehl bin Hanîf
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Sehl bin Sa'd
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Seleme bin Hişâm
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Seleme İbni Evka
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Sevbân (R.a)'nı
hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Selman el- Farisî
(R.a)'m hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Süheyb-i
Rumi(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Sümâme bin Üsâl
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Süraâka bin Mâlik
(R.a)'m hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Talha b.
Ubeydullah (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Tufeyl bin Amr
(R.a)'m hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Ubâde bin Sâmit
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Ebû Bekir
zamanında Müseylemet'ü! Kezzab'a karşı yapılan Yemâme gazasında Muhacirlerin
sancaktan Hz. Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe idi. Sâlim'in sancağı taşıması
dolayısıyla tehlikeye hedef olacağını gören Ashâb dediler ki:
Senin başına bir zarar
gelmesinden korkarız. Fakat o buyurdu
ki:
“Eğer ben sancağı
taşımayacak olursam Kur'ân-i Kerîm ehlinin en bedbahtı olurum.”
Harp sırasında Beni
Hanîfe kabilesi, sancağı düşürebilmek için sancağın bulunduğu yere ve
sancaktar Sâlim'e çok şiddetli bir hücum yaptılar. Sâlim'in sancak tutan
kolunu azılı kâfirlerden birisi çok şiddetli bir kılıç darbesiyle kesti. Salim,
"Allah..." diye öyle bir haykırdı ki, harp
meydanı inledi.
Fakat sancak yere
düşmeden diğer eliyle tuttu. Bir kılıç darbesiyle diğer kolu da kesildi. Fakat
İslâm sancağı yine yere düşmedi. Çünkü Salim vücudu ve kesik kollan ile sancağa
sarılmıştı. Kâfirlerin bütün şiddetli darbelerine rağmen sancağı asla yere bırakmadı.
Sanki Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe'ye vurulan her kılıç darbesi onun sancağa biraz
daha sıkı yapışmasını ve durduğu yerde daha kuvvetle dik durmasını sağlıyordu.
Ne zaman ki İslâm
askeri yetişti ve sancağı aldılar, o zaman Salim (R.a.) yere düştü. Salim
kâfilerin en şiddetli kılıç darbeleri altında:
“Muhammed bir Rasûl’den başkası değildir.”[85] âyeti kerîmesini okuyordu. Ashâb-ı Kiram ona
yetiştikleri zaman bu âyeti okuduğunu işittiler. Yere düşünce Ebû Huzeyfe'yi
sordu. Şehîd olduğunu öğrenince buyurdu ki:
Beni de onun gibilerin
yanına götürün! Vasiyetini yaptı ve 633 senesinde şehâdet mertebesine erişti.
Ebû Huzeyfe ile beraber birini başı diğerinin ayağının yanında olduğu hâlde
defnettiler. Malının bir kısmını kölelerin azâd edilmesi için, üçte birini beytülmâle,
üçte birin de ehline bırakmıştı.
Hanımı ve çocukları
kendileri için vasiyet edilen malı almamışlar, onları da
beytülmâte bırakmışlardır. Onun ilim ve irfanı Ashâb-ı Kiram tarafından kabul
ve tasdik edilmekle beraber Hz. Ömer'in, husûsî bir muhabbeti ve hürmeti vardı.
Hatta yerine halîfe tayin etmek istemişti. Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe, Mekke'den
diğer Muhacirlerle çıkıp Medine'ye gelinceye kadar Muhacirlere imâm oldu.
Bir gün Rasûlüllahın
yanında Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe'nin ismi zikredildi. Peygamber efendimiz
buyurdu ki:
“Muhakkak ki Salim, Allahû Teâlâ'yi çok sever. Eğer
Allahû Teâlâ'dan korkusu olmasaydı yine sevgisinden dolayı Allahû Teâlâ'ya
isyan etmez, günâh işlemezdi.”
Peygamberimiz yine bir gün buyurdu ki:
“Kıyamet günü birçok kimseler Tehâme dağı gibi
sevâblarla gelirler. Allahû Teâlâ onların amellerini boşa çıkarır ve onları
şiddetli bir şekilde Cehenneme atar.”
Bu dehşetli durumdan ürperen Salim dedi ki:
Ananı babam sana feda
olsun yâ Rasûlallah; biz o kavmi nasıl tanıyacağız? Seni hak Peygamber olarak
gönderen Allahû Teâlâ'ya yemin ederim ki, ben onlardan olmaktan çok korkuyorum.
Ey Salim onlar namaz
kılarlar, oruç tutarlar, fakat kendilerine haramdan bir şey teklif edildiği
zaman Allahû Teâlâ'dan hiç korkmadan o haramı İşlerler. Allahû Teâlâ da
onların amellerini, ibâdetlerini kabul etmez. [86]
Allah korkusu, Allah
sevgisindendir. Allah'tan korkmayanlar, Allah'ı sevmeyenlerdir. Allah'tan
korkmak, Allah'ın hududlanm ihlal etmekten çekinmektir. Allah'ın hududlarmı
ihlal etmeyi içlerine sindirenler, kalblerinde Allah'ın sevgisi silinenlerdir.
Sahabe fıkhından bunu anlıyoruz.
Seddad İbni Evs Allah
korkusundan kalbi ürperen, devamlı vücudu titreyen ve derin tefekküre dalan bir
yiğit... Gece yattığı zaman ilâhi rahmetin enginliğini düşünen ve ilâhi azabın
şiddetini de unutmayan bir zâhid...
O, Medineli
müslümanlardandır. Hazrec kabilesinin Neccar koluna mensuptur. Rasûlullah (sav)
efendimizin şairi Hassan'ın yakın akrabası. Babası Evs İbni Sabit, Akabe'de İslâm'la
şereflendi. Bedir harbine iştirak etti. Uhud'da şehid oldu. Annesi Harime de
müslümandı. Seddat böyle güzel bir muhitte, müslüman bir aile ocağında yetişti.
Geniş bir ilme sahipti.
Ubâde İbni Sâmit (R.a)
onun, ilmî konularda herkesin kendisine başvurduğu zahir ve batın ilimlerine
vakıf bir ilim eri olduğunu söyler. Seddat (R.a)'ın ilmi ve hilmini
"Mecmeu'l-bahreyn" olarak tavsif eder.
O, yumuşak huylu, açık
sözlüydü. Ağzından lüzumsuz bir söz çıkmazdı. Bir defasında ağzından bir söz
kaçmıştı. Zaman kaymetmeden şu açıklamayı yaptı; "İslâm'a girdiğim günden
beri sözlerimi dikkat ederek söylemeğe çalıştım. Fakat bu söz nasıl oldu
ağzımdan kaçtı. Onu aklınızda tutmayın." dedi. Riyadan, gösterişten de
çok sakmırdı. Namazlarından sonra duâ ve istiğfarı çok yapardı. Sık sık
tefekküre dalardı. Allah korkusuyla kalbi ürperir ve: "Ya Rabbi! Cehennem
ateşini düşündükçe uykum kaçıyor." derdi. Saman üzerindeki tane gibi
sabahlardı.
O, son derece halim
selimdi. Kalbi rakik; yufka yürekli ve gözü yaşlıydı. Birgün ağlarken görüldü.
Kendisine: "Niçin ağlıyorsun?"
diye soruldu. O da:
"Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem'in bir hadisini hatırladım da onun için
ağlıyorum," dedi. Rasûlüllah (sav) bu hadisinde:
"Ümmetim için şirk ve gizli şehvetten
korkuyorum." buyurdu. O zaman
ben:
"Ya Rasûlallah!
Ümmetin senden sonra şirke düşecek mi?" diye sordum. Resûl-i Ekrem (sav):
“Evet,”
dediler. Gerçi onlar güneşe, aya ve puta tapmayacaklar, fakat işlerinde
riyakârlık yapacaklar. (Allah için değil de ondan başkalarının rızası için
hareket edecekler) Gizli şehvet ise şudur: Onlardan biri, oruç tutar, oruçlu
olur. Sonra şehvete sebeb bir şeyi görür ve orucunu bozar" buyurdu.
Seddat b. Evs (R.a)
İslâm'ın emir ve nehiylerine uymakta çok titizdi. Hayatında tatbik eder, taviz
vermezdi. Çevresine de Allahû Teâlâ'nın emir ve yasaklarını güleryüzle, tatlı
diîle anlatırdı. Her fırsatta tebliğ vazifesini unutmazdı. 50 kadar hadis-i
şerif rivayet etti. Râvilen arasında Şam'ın en güzide ricali vardı. Oğullan,
Ya'lâ ve Muhammed ile Mahmud bin Lebid, Mahmud bin Rebi Abdurrahman bin Ganem,
Beşir bin Ka'b bunlardan bazılarıdır. Onun rivayet ettiği hadislerden bir kaç
tanesi şöyledir:
Ebü Es'as es-Sağani
rivayet ediyor: "Şam Cami-i şerifine gitmiştim. Orada Seddat İbni Evs ile
karşılaştım. Bir yere gidecekti. Nereye gideceğini sordum. O da; Hasta bir
arkadaşını ziyaret edeceğini söyledi. Ben de kendileriyle gelebileceğimi
söyledim. Beraber gittik. Oraya varınca hastaya durumunun nasıl olduğunu sordu.
Hasta: "Nimet içerisinde olduğunu" söyledi. Bunun üzerine Seddad:
"Günahlarının affedildiğini sana müjdelerim. Çünkü Resûl-i Ekrem sallallahu
aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu işittim." dedi ve Efendimizden
duyduğu hadis-i kudsîyi nakletti:
"Allahû Teâlâ buyurur ki: Mü'min olan kullarımdan
birini imtihan ettiğim zaman, o bu imtihanı hamd ile karşılarsa, anasından doğduğu
günki gibi günahlarından temizlenmiş olur." buyurdu.
Seddat b. Evs (R.a)
iki Cihan Güneşi efendimizden ayrılmazdı. Yaşı küçük olduğu için savaşlarda
bulunamadı ise de onun muhabbetiyle hep beraberdi. Birgün bir arada iken, Fahr-i
Kâinat (sav) efendimiz: "Yanımızda yabancı birisi var mı?" diye
sordu. Biz de: "Yok Ya Rasûlallah
dedik. Kapının kapatılmasını işaret ettikten sonra: "Ellerinizi
kaldırınız, Lâ ilahe illallah deyiniz." buyurdu.
Bir müddet bu şekilde
kelime-i tevhide devam etti. Sonra mübarek ellerini
indirdi ve; "Sana hamd olsun yâ
Rabbi! Beni bu kelime ile gönderdin. Bana onu emrettin. Bana, onunla cenneti
vaadettin. Sen vaadinde hulf etmezsin. Vaadinde duran yalnız sensin."
buyurdu. Bu sözlerden sonra bize:
"Sizi müjdelerim Allahû Teâlâ sizi mağfiret
buyurdu. Hepinizi bağışladı."
dedi.
Birgün o yine Fahr-i
Kâinat (sav) efendimizden hadis naklediyordu. Onun şöyle buyurduğunu işittim.
"Kim riya ile namaz kılar, oruç tutar, sadaka
verirse, o Allah Teâlâ'ya ortak koşmuş olur." buyurdu demişti. Avf İbni Mâlik ona:
"Böyle bir adamın
amelinden halis olanı ayrılarak kabul olunmaz mı?" diye sordu. Seddad
(R.a) da şu hadis-i kudşiyi nakletti:
"Müşrik olan insanın çoğundan da, azından da
Zat-i Kibriya müstağnidir."
Yine rivayet ettiği
hadislerden bir tanesinde: "Ey
insanlar Dünya, hazır bir meta'dır. Ondan iyiler de kötüler de yer. Âhiret
haktır. Orada Allah Teâlâ hükmeder. Ey insanlar! Sizler âhiret adamı olunuz.
Ahireti düşünüp ona hazırlanınız. Dünya adamlarından olmayınız. Ahiretî unutup
dünyaya dalanlardan olmayınız. Siz, Allah'dan korkarak amel yapınız. Biliniz
ki, amellerinize göre arz olunursunuz. Allah Teâlâ'ya mutlaka kavuşacaksınız.
Kim zerre miktarı hayır yaparsa, onun karşılığını görür. Kim de zerre kadar
kötülük işlerse onun karşılığını görür. Cezasını çeker."
Seddad İbni Evs (R.a)
ömrünün sonlarına doğru Şam, Filistin, Beytül Makdis ve Humus'ta bulundu. Bu
havalide ilimle uğraşanlar hep ona müracaat ederdi. 58. hicri yılında yetmiş
beş yaşlarında iken Kudüs'te vefat etti. Cenab-ı Hak şefaatlerine nail etsin.
Amin. [87]
Sahabenin İslâm
anlayışının merkezinde tevhid ve ihlas vardır. Onlar kendilerini insanlara
değil, Allahû Teâlâ'ya beğendirmeye çalışıyorlardı. Onlar âhireti kazanmakla
dünyayı kazandıklarına da inanıyorlardı. Bunun için bütün mesailerini âhireti
kazanmaya sarfediyorlardı. Kazanılan dünyayı âhireti kazanmaya vesile ve vasıta
kılmak, sahabe fıkhmdandır.
Sahabe nesli kelime-i
tevhid eğitiminden geçmiş ve Peygamber (sav)'in
takdirini kazanmış bir nesildir.
Dolayısıyla kelime-i tevhid
eğitimine önem vermek, sahabeden hayata
izler taşımaktandır. Kelime-i tevhid eğitimini ne kadar yaygmlaştırırsak, o
kadar sahabeden hayata izler taşımış oluruz. Tevhidi anlamanın derdinde olan
sahabenin izinde olur.
Uhud gazasında bir ara
Müslümanlar geri çekilir, dağılır gibi oldular. Bu sırada hiçbir şey
düşünmeyen, sadece Peygamberimizi düşünen Sehl bin Hanîf, parçalanıp ölünceye
kadar, O'nu korumaya canla başla çalıştı. Bu aşk ve heyecanla vücudunda birçok
ok yarası bulunmasına rağmen, savaşa devam ediyordu. Savaşın en şiddetli anında
Peygamberimizi bularak etrafındaki müşriklere karşı ok atmaya başladı. Hatta
müşriklerin dikkatlerini dağıtmak ve kendi üzerine çekmek için gür sesi ile
ortaya çıkarak müşriklere:
“Sehl'i nişan alınız.
Oklarınızı ona atınız. Belki onu bu yüzden daha kolay vurursunuz,” diyerek
elinde bulunan oklar bitinceye kadar onlarla savaştı. Bu haliyle onu gören
Peygamberimiz de buyurdu ki:
“Sehl'e ok yetiştiriniz. Çünkü o, Sehl'dir, rahat, iyi
ok atar.”
Ve o gün Sehl
müşriklerden birçoğunu öldürdü.
Sehl bin Hanîf, Hendek
gazası hazırlıklarında ve hendek kazmada hiç durmadan akıllara durgunluk veren
gayretle çalıştı. Bu gazada müşriklere çok ok atmış, Peygamberimizin sevgisini
daha çok kazanmıştı. Hendek savaşından hemen sonra Beni Kureyza gazasına
katılarak onların üzerlerine yürüdü. Burada da büyük kahramanlıklar gösterdi.
Daha sonra hicretin altıncı yılında yapılan Hayber gazasına katıldı. Hicretin
sekizinci yılında yapılan Mekke fethine katılarak, hemen bunun ardından Huneyn
gazasına işitirak etmiştir.
Hicretin dokuzuncu
yılında, Peygamberimiz Tebük savaşı hazırlığına başlayınca, bütün Ashabı
yardıma çağırdı. Peygamberimizin teşviklerinin sonunda bilhassa zengin olanlar
çok miktarda yardım ettiler. Bu hâli gören Sehl bin Hanîf çok duygulandı. Fakir
olduğu ve Peygamberimizin bu yardım da'vetine katılamadığı için çok üzüldü.
Hemen eve gidip çocuklarının ihtiyaçları
için ayırmış olduğu iki ölçek hurmayı getirerek Peygamberimize teslim etti ve
dedi ki:
Ey Allahû Teâlâ'nın
Rasûlü! Bundan başka evde yiyecek hiçbir şeyimiz yoktur. Bu benim ve kızımın
yardımlarıdır. Kabul buyurunuz ve bize bereketle dua ediniz.Peygamberimiz Sehl
bin Hanîf'in getirdiği hurmaları bizzat kendi mübarek elleriyle diğer
hurmaların üzerine koyup bereketle duâ etti.
Bu hali gören,
İslâmiyeti kalben kabul etmeyen münafıklar, "Allahû Teâlâ'nın Sehl bin
Hanîf in iki ölçek hurmasına ihtiyacı yoktur" diyerek onun bu istek ve
arzusunu ayıplayarak kınamışlardı. Hatta Seh! bin Hanîf'in Allahû Teâla'ya ve
Peygamberimize karşı olan samimî duygu içerisindeki davranışını hafife alarak,
Medîne şehrinin sokaklarında alay konusu ettiler. Sokakta onu gördükleri zaman
ona bakarak güldüler.
Münafıkların bu
davranışları üzerine; Allahû Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in Tevbe sûresinin yetmiş
dokuzuncu âyet-i kerîmesini indirdi. Burada meâlen buyuruldu ki:
"Sadaka hususunda bağışlarda bulunan mü'minlerle,
bir türlü gücünün yettiğinden başkasını bulamayan fakirlerle başka türlü
eğlenenler yok mu? Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıklı
bir azâb vardır."
Allahû Teâlâ bu âyet-i
kerîme ile Seh! bin Hanîf ve diğer Ashâb-ı Kiramın samimî hareketlerini övdü.
Münafıkları ise susturdu.
Sehl bin Hanîf, dört
halîfe döneminde çeşitli yerlerde valilik yapmıştır. En son Hz. Ali, onu Fars
vilâyetinin genel valiliğine tayin etti. Burada da ahlâk ve fazîleti ile
İslâmiyete çok hizmetleri oldu. Kûfe'de 659'da vefat etti. Oraya defnedildi. [88]
Sahabe fıkhı; intak ve
inkılab fıkhıdır. Allah yolunda malını, mesaisini intak etmeyen ve inkılabçı
olamayanlar, sahabe fıkhından birşey anlayamazlar.
Sehl bin Sa'd çok genç
yaşta olduğundan Peygamberimizle hiçbir savaşa katılamadı, ama ondan, çok ilim
öğrendi. Hz. Sehl'in babası Sa'd bin Mâlik, Bedir savaşında çok yararlıklar
gösterdi. Müslümanlar arasında kahramanca savaşırken ansızın yemiş olduğu bir
darbe ile şehîd oldu. Peygamberimizin duasını alarak, "Ashâb-ı Bedir"
sıfatını kazandı. Bu sırada Sehl bin Sa'd sekiz yaşlarında idi. Peygamberimiz
yetim kalan Sehl'e Bedir savaşında kazanılan ve dağıtılan ganimetlerden
babasının hissesini ayırarak verdi.
Seh! bin Sa'd, Uhud
savaşı sırasında yaşı küçük olduğu için Uhud savaşma da katılamamıştı. Diğer
yaşı küçük sahabeler gibi Medine'de kalmıştı. Ancak Peygamberimiz yaralandığı
haberi Medine'ye ulaştığı zaman, herkes gibi O da çok üzülmüştü.
Bu arada
Peygamberimizin sevgili kerimeleri Hz. Fâtıma'nın, babasının yaralanma haberini
duyar duymaz hemen O'nun yanına koştuğunu ve yardım etmeye başladığını, Sehl
bin Sa'd, şöyle bildirmektedir:
Rasûlullah efendimizin
Uhud savaşında yaralandığı haberini duyduğumuz zaman çok üzüldük. Kızı Hz.
Fâtıma'nın bir kalkan içinde su getirerek Peygamberimizin yaralarından akan
kanları temizlediğini, bir hasır parçasını yakarak küllerini Peygamberimizin
yaralarının üzerine sürdüğünü
bizzat gördüm.
Sehl bin Sa'd, Hendek
savaşına da yaşı küçük olduğu için katılamadı. Çünkü bu sırada on-onbir
yaşlarında idi. Fakat hendeğin kazılmasında sahabelere çok yardımcı oldu. Bütün
sahabelerin hizmetlerinin hepsine koşardı. Ayrıca hendek kazımında da yardımcı
olur, Peygamberimizin yanından hiç ayrılmazdı. Her an O'nun hizmetinde
bulunurdu.
Sehl bin Sa'd,
Hendek'te gördüklerini anlatırken der ki:
Hendek'te
Peygamberimiz ile hep beraber idim. Onlar hendek kazılır, biz küçük yaştakiler
omuzlarımız üzerinde toprak taşıyorduk. Buırada Rasûlullah (sav)'in şöyle duâ
buyurduğunu işittim:
“Yâ Rabbi! Bütün hayat, âhiret hayatıdır. Muhacir ile
Ensarı mağfiretine (afvına) nail eyle."
Sehl bin Sa'd,
Peygamberimizin bir emjr Ve isteği olduğu zaman .emen yerine getirir, hiç bir
zaman gecîktirmezdi. O'nun bu durumunu Hz. Sehlin oğlu Abbâs şöyle
anlatmaktadır;
Peygamberimiz hutbe
okuyacağı zaman hurma ağacından bir direğe aslanır öyle okurlarmış. Bir gün
Resûl-i Ekrem buyurur ki:
“Artık cemaat çoğaldı, bir şey yapılsa da üzerine
otursam.”
Bunu duyan babam [89]
hemen, okun yaydan fırladığı gibi kalkmış ve gitmiş.
Kısa bir zaman sonra
minberin direklerini getirmiş. Yalnız babamın getirdiği bu direklerin
kendisinin veya bir başkasının hazırladığı hakkında bilgim yoktur.
Daha sonra Sehl bin
Sa'd'a, Peygamberimizin minberi hakkında suaî sorulduğunda şöyle cevap
vermiştir:
“Ben minberin hangi ağaçtan,
hangi tarihte, hangi gün yapıldığını, hangi gün kurulduğunu, Peygamberimizin
ifa defa minherden hangi gün fııttbe
okuduğunu ve oturduğunu bilirim.”
Sehl bin Sa'd,
Peygamber efendimizin cömertliğini, kendi ihtiyacı olan bir malı isteyen
herkese verdiğini şöyle anlatmaktadır:
Kadının birisi
Peygamberimize gelir, yanında getirdiği ve kendi eli ile dokumuş olduğu güzel
bir elbiseyi uzatarak der ki Ey Allahû Teâlâ'nın Rasûlü, bunu sizin için bizzat
kendi elimle pokudum, ne olur onu kabûl ediniz.
Peygamberimizin de bu
şekilde bir elbiseye ihtiyacı vardı. Bu hediyeyi kabûl ederek içeri girdi ve hemen giydi. Daha sonra
dışarı çıktı. Bu sıra Peygamberimizin ziyaretine gelenlerden birisi, bu
elbiseyi görerek:
“Ey Allahû Teâlâ 'nın
Rasûlü! Bu ne kadar güzel bir elbise, bunu bana verseniz,”dedi.
Peygamberimiz hemen
içeri girerek elbiseyi çıkardı ve isteyen sahabeye verdi. Diğer ziyaretçiler,
elbiseyi isteyen adama sitem ederek:
“Hiç de iyi etmedin,
Peygamberimizin bu elbiseye çok ihtiyacı vardı. Sen onu istemekle doğru bir
hareket yapmadın. Bilirsin ki, Hz. Peygamber kendisinden birşey istiyenleri hiç reddetmez ve geri çevirmez,” dediler.
Elbiseyi isteyen kişi
ise şöyle cevap verdi;
“Ben bu elbiseyi
giymek için istemedim. Aksine, o benim öldüğüm zaman kefenim olacaktır.”
Sonra öldüğü zaman bu
elbiseyle kefenlendi ve gömüldü. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Mü'minin; iman sahibine karşı vaziyeti, bir kafanın vücuda karşı
vaziyeti gibidir. İman sahibinin her derdi diğer bir mü'mine ızdırap verir.
Nasıl ki kafanın her derdi bütün vücudu üzüntüye uğrattığı gibi.”
Sehl bin Sa'd diyor
ki:
Birgün birisi
Peygamberimize gelerek dedi ki:
“Ey Allanın Rasûlü! Allahû
Teâla'nın ve insanların, beni sevecekleri bir
işi bana öğretir misin?”
Bunun üzerine,
Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:
“Dünyadan yüz çevir ki, Allahü Teâlâ da seni sevsin.
İnsanların eline bakma ki, onlar da seni sevsin.”
Sehl bin Sa'd şöyle
anlatıyor:
Peygamberimiz, birgün
bir topluluğa dünyanın boş, gerçek hayatın âhirette olduğunu anlatmak için onları
bir koyun ölüsünün başına götürerek buyurdu ki:
Şu gördüğünüz koyun
ölüsünün, sahibi yanında bir kıymeti var mı? Eshâb-ı Kiram:
“Onun bir kıymeti
olmadığı için onu buraya attı, diye arz ettiler.” Bunun üzerine Peygamberimiz
buyurdular ki:
“Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâlâ'ya yemîn
ederim ki, dünya, koyunun sahibi yanında olan kıymetinden ziyâde Allahû feâlâ
katında değerli değildir. Eğer dünyanın Allahû Teâlâ katındair sivrisinek
kanadı kadar kıymeti olsaydı, Allahû Teâlâ ondan dünyadan kâfire bir yudum su
içirmezdi.”
Hz. Sa'd, Ensarın
Hazrec kabilesi kulundandır. Babasının ismi Sa'd in Mâlik olup, hicretten önce
Müslüman olmuştur. Sa'd, dört halîfe levrinde çeşitli savaşlara katıldı.
Gittiği şehirlerde yeni Müslüman olanara dîn bilgilerini öğretti. 712 yılında
Medine'de vefat etti. [90]
Her sahabe aynı
zamanda dininin iyi bir muallimidir. Sahabeler nerede alurlarsa olsunlar,
kendilerini İslâm dinini başkalarına öğretmekten sorumlu kabul ediyorlardı.
Bunun için ellerine geçen her fırsatı değerlendirip Allah'ın dinini insanlara
öğretiyorlardı. Dolayısıyla sahabenin fıkhından pay almak İsteyenler, bütün
imkânlarını seferber ederek Allah'ın kitabından tek bir ayeti de biliyorlarsa
onu hemen insanlara öğretmelidirler.
Muhacir bir sahabedir.
Rasûlüllah (sav) ile birlikte İslâm inkılab çalışmalarına katılmıştır. Mekke
ufuklarını aydınlatan hidâyet nuru, kalb ve gönüllere yansıyınca, İslâmiyetin
şifa bahşeden berrak menbaına her geçen gün birkaç kişi daha yanaşıyor, o âb-ı
hayata dalarak yudumluyor, ruhlarını paslandıran cehalet ve zulüm kirlerinden
kurtularak huzura kavuşuyorlardı.
İnsanlık, o sıralar o
kadar zavallılaşmış ve gülünç bir hâle düşmüştü ki, her türlü aşağılıkları
işliyorlardı. İşte onları, şirkin, küfrün ürkütücü pençesinden alıp,
İslâmiyetin munis ve şefkatli sinesine, merhametli kucağına da'vet eden yüce
Rasûl, insanlığın hakîkî kurtarıcısı olduğunu ispat ediyordu.
İslâmiyet sayesinde
insanlar arasında o kadar kuvvetli, sağlam bir yakınlık ve kardeşlik kurulmuştu
ki, küfür cephesinde kalanlarla, îmân safında bulunanlar arasında daha önce
mevcut olan kan bağı akrabalık münâsebetlerinden hiçbir eser kalmamıştı. Müşrik
baba, mü'min oğlunu en büyük düşman biliyor, îmânsız kardeş, İslâmiyeti seçen
kardeşini en azılı hasım olarak görüyordu.
Bu ibretli tablo
Hişâm'ın beş oğlu arasında çok açık bir şekilde müşahede ediliyordu. Seleme ile
Haris Peygamber efendimizin yanında yer alırken, aynı babadan gelen Ebû Cehil,
Âs ve Hâlid nasîbsiz güruhunun elebaşısıydılar.
Büyük kardeşi
Seleme'nin îmân ettiğini duyunca, Ebû Cehil’in hısımlığı hasımlığa çevrilmiş, kendi ailesinden bir ferdin, Peygamber
efendimizin safına geçmesini hiç
hazmedememişti. Onu vazgeçirmek için her türlü yola başvurdu. Fakat bütün
çabaları boşa çıktı. İmanın ulvi hazzını tadan kimsenin, tekrar dönüp küfrün
zehirini ağzına alması mümkün müydü?
Hz. Seleme, zalim
kardeşinin hareketlerine daha fazla tahammül edemedi. Habeşistan'a hicret etti.
Böylece her ne kadar yer ve yurtlarından ayrı düşmüşler ise de can ve dinleri
emniyette idi. Bu Müslümanlar hicret bedeli üç ay olmuştu. Receb, Şaban ve
Ramazan aylarını orada geçirmişlerdi. Kulaklarına şöyle bir haber geldi:
"Mekkeliler iman
etti, Velîd bin Mugîre Müslüman oldu."
Bunun üzerine kendi
aralarında, "Bunlar Müslüman olduktan sonra Mekke'de Müslüman olmayacak
kim kaldı? Bize kendi kavim ve kabilemiz arasında yaşamak daha iyidir"
diyerek bir kısmı geri dönmeye karar verdi. Fakat Mekke'ye yaklaşıp da
duydukları haberin asılsız olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğradılar.
Mekke'ye, gelişigüzel girmek mümkün değildi. Mekke'ye girmek demek, müşriklerin
reva görecekleri eza ve cefaları peşinen kabul etmek demekti. Böyle bir
tehlikeyi savuşturmak için ekserisi Mekke'de bulunan akraba ve yakınlarının himayesine
girmeyi düşündüler. Böyle olunca bir çeşit mülteci gibi kabul edileceklerdi.
Nitekim bir kısmı öyle yaptı.
Bazıları da himayeye
girmediler ve Mekke'ye gizliden girerek uzun müddet geldiklerini sezdirmediler.
Fakat bunların bir kısmı, bir süre gizlendüerse de müşrikler tarafından
yakalandılar. İşte, Seleme bin Hişâm, Velîd bin Velîd, Hişâm bin As, Abduilah
bin Süheyl ve daha birkaç sahabe bu tutulup hapsedilen Müslümanlardandı.
Uzun müddet en
yakınları tarafından işkenceye tabi tutulan ve zulmün her türlüsüne mâruz kalan
Hz. Seleme, İyas ve Hişâm Medine'ye hicret emri çıkınca bile esaret zincirinden
kurtulamadı. Hattâ bu yüzden Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına da katılamadı.
Öz kardeşi Ebû Cehil, Hz. Seleme bin Hişâm'i işkenceden işkenceye sokuyordu.
Yoruluncaya kadar dövüyor, türlü hakaretler ediyor, aç susuz bırakarak günlerce
acı ve ızdırap içine atıyordu.
Bütün bu zulümleri
yapmasındaki maksadı, '"Belki tahammülsüz kalır da, dininden
vazgeçer" düşüncesinden ortaya çıkıyordu. Halbuki Hz.
Seleme'de kâinata meydan okuyacak kadar
kuvvetli bir iman; bitip tükenmez bir Rasûlüllah sevgisi vardı.
Uzun yıllar îmânında
en ufak bir tereddüde kapılmadan, usanıp bıkmadan, sabır ve azim içinde, reva
görülen işkencelere aldırmadı.
Bu iman fedailerinin
acıklı hâlini bilen, onların çektiği sıkıntıyı kendi ruhunda da hisseden
Resûl-i Ekrem efendimiz, bir ay müddetle her sabah namazında şu duayı tekrar
ederdi:
“Allahım, Velîd bin Velîd'i kurtar! Allahım, Seleme
bin Hişâm'ı kurtar! Allahım, Iyaş bin Rebia'yı kurtar! Allahım, mü'minlerin
zayıf olanlarını kurtar!"
Mekke müşriklerinin
elinde bulunan bu üç sahabe birbirlerinin amca çocuklarıydı. Mugîre üçünün de
dedesiydi. Velîd bin Velîd, Müslüman olup Mekke'ye gidince hapsedilmiş, Iyaş
bin Rebia hicret esnasında Ebû Cehil tarafından kandırılarak götürülüp
işkenceye tâbi tutulmuştu. Bu üç sahâbî de bir aradaydı. Üçünü birbirlerine
bağlamışlardı.
Hz. Velîd bir
fırsatını bularak kaçıp Medine'ye geldi. Peygamber efendimiz, Velîd'e diğer
kardeşleri Seleme ile Iyaş'ın durumunu sordu. Hz. Velîd, onların ayaklarının
birbirine bağlı bulunduğunu, şiddetli azâb ve işkence içinde kıvrandıklarını
haber verdi.
Peygamberimiz, bu
mağdur Müslümanları müşriklerin ellerinden kurtarmak istiyordu. Bunun için bir
defasında sordu:
Bunları kim kurtarıp
Medine'ye getirir? Hemen ayağa kalkan Hz. Velîd dedi ki:
“Onları ben kurtarıp
size getiririm, yâ Rasûlallah!”
Mekke'ye giden Hz.
Velîd gizlice şehre girdi. Mahpuslara yemek götüren bir kadından Hz. Seleme ile
Hz. Iyaş'ın bulundukları yeri öğrendi. Geceleyin oraya varan Velîd,
bağlandıkları ipi kesti, onları devesine bindirerek Mekke'den çıkardı.
Mazlumların
kaçtıklarını öğrenen müşrikler peşlerine düştülerse de, onları ele geç iremediler.
Hz. Velîd kurtardığı iki arkadaşıyla birlikte Medine'ye geldiğinde yürümekten
ayak parmaklan parçalanmış, kanlar içinde kalmıştı. İki mümtaz sahabenin
kurtulduğunu öğrenen Peygamberimiz çok sevinmişti.
Hz. Seleme artık
rahattı. Peygamberimizin vefatına kadar Medine'de kaldı. Hz. Ebû Bekir'in
hilâfetinde Suriye seferine katılan mücâhidler arasında yer aldı. Hz. Ömer'in
halifeliği sırasında vuku bulan Mercu's-Sufr savaşında, Hicretin 14. senesi
Muharrem ayında şehîd düştü.[91]
Sahabe imanı
miktarınca küfrün karşısında direnmiştir. Bazan azimeti ve bazan de ruhsatı
kullanmıştır. Ama hiçbir zaman imanından ayrılmamıştır. Allah yolunda
sahabenin canı çıkmış ama imanı çıkmamıştır. Dolayısıyla sahabe fıkhından pay
almak alanlar, Allah yolunda bütün servetlerinden, şirin canlarından vaz
geçtikleri halde, bir nefes alıp verecek kadar imanlarından ayrılmayı kabul
etmeyenlerdir.
Seleme İbni Ekva
(R.a.) sayılı arap okçularından... Sahabe arasında şecaat ve cesareti ile
şöhret kazanmış bir yiğit. Ok ve mızrak atışıyle, ata binişiyle usta bir
süvari... Yaya olarak düşmanı takip eden piyadelerin kahramanı. O, hicretin 6.
senesinden önce İslâm'la şereflendi. Çoluk çocuğunu Mekke'de bırakıp Medine'ye
hicret etti. Rasûlullah (sav)'den aldığı nurla gönlünü yıkadı ve orada hiçbir
şirk kalıntısı bırakmadı. İslam'a ihlasla sarıldı. Kahramanlıkda, cömertlikte,
hayır işlerde yarışan bir cihad eri oldu. Seleme (R.a.) Medine'ye geldikten
sonra bütün gazvelere katıldı. İlk önce Hudeybiye gazvesine iştirak etti. Bu
gazvede cesaret ve secaatiyle kendini gösterdi. İslam tarihinde mühim bir yeri
olan Rıdvan bey'ati de bu gazvede gerçekleşti. Seleme (R.a.), burada Efendimize
iki defa bey'at etti. Bu tarihi hadise şöyle oldu:
Sevgili Peygamberimiz
ve ashabı hicretin altıncı yılında Kabe'yi ziyaret maksadıyla yola çıkmıştı.
Kureyş buna engel oldu. Rasul-i Ekrem (sav) efendimiz onlara, savaşmaya değil
ziyarete geldiğini Umre yapmak istediklerini haber vermek üzere Osman İbni
Affan (R.a.)'i gönderdi. Kureyşliler Osman (R.a.)'a: "İstersen sen beyti
tavaf et fakat hepinizin girmesine yol yok" dediler. Hz. Osman (r.a.) da:
"Rasûlullah (sav) tavaf etmedikçe ben tavaf edemem." dedi. Bunun
üzerine Osman (R.a.)'ı tutuklayıp göz hapsine aldılar. Dönüşü gecikince ashab
telaşa düştü. Bu arada onun öldürüldüğü haberi yayıldı. Bunun üzerine iki cihan
Güneşi efendimiz: "O kavimle
çarpışmadan gitmeyiz." buyurdu. Sahabeden ölünceye kadar savaşmak ve
kaçmamak üzere bey'at aldı. Ashâb teker teker gelip bey'at ettiler. Seleme
(R.a.) kendi bey'atını şöyle anlatıyor:
Ben Rasûlüllah'a
ağacın altında bey'at ettim. Ölünceye kadar savaşmak ve kaçmamak üzere. Sonra
bir kenara çekildim seyrediyordum, Bey'at edenler azalınca Rasûl-i Ekrem (sav)
bana:
"Seleme! Sana ne oluyor da bey'at
etmiyorsun?" dedi. Ben de:
"Ya Rasûlallâh
bey'at ettim, dedim.
"Yine bey'at et!" buyurdu.
"Tekrar koştum
bey'at ettim."
Bey'at tekrarı da
sahabenin yaptığı icraatlardan bindir. Bey'atı tekrar etmeyi isteyen bizzat
Rasülüllah (sav)'dır.
Muhtelif vesilelerle
üç kere bey'at eden Seleme (R.a.) Rasûlüllah (sav) ile birlikte yedi gazveye
katıldı. O, piyadelerin kahramanı idi. Nerde biri gözetlenecekse onu gözler, nerede
biri takib edilecekse onu takib eder yakalardı. Rasul-i Ekrem (sav) efendimiz
Hudeybiye dönüşünde konaklarken Seleme'ye gözcülük vazifesi vermişti.
O, ok ve mızrak atmakta
da ustaydı. Onun savaş tekniği bu günkü gerilla savaşlanndaki usûle benzerdi.
Düşmanı kendisine saldırdığında onun önünden çekilir, düşman geri çekildiğinde
veya dinlenmek üzere durduğunda süratle ona saldırırdı. O, bu usulle Zû Kared
gazvesinde ve bazı seriyyelerde düşman kuvvetlerini tek başına püskürtmeyi
başardı. Onun şecaat ve kahramanlığı Zû Kared gazvesinde daha bariz bir şekilde
görüldü. Şöyle ki:
"Rasûl-i Ekrem
(sav) efendimizin sağmal ve doğurmaları yaklaşmış yirmi devesi Gabe-Zû Kared
mevkiinde otlatılıyordu. Burası Gatafan kabilesinin mıntıkası idi. Seleme
(R.a.) sabahları erkenden, develerin sütlerini efendimize getirmek üzere at
ile buraya gelirdi. Birgün Gabe dağının eteklerine vardığında Abdurrahman İbni
Avf (R.a.)'ın kölesi onu gördü ve koşarak yanma geldi. Çok heyecanlıydı.
Kendisi anlatıyor: Ne oldu sana? dedim. O da: Rasülüllah (sav)'ın çobanı Zerr
şehid edildi, develeri de götürüldü! dedi. Kim götürdü diye sordum. Gatafan
oğulları dedi. Bu hadiseden çok müteessir oldum. Hiç vakit kaybetmeden, derhal
Medine'ye haber ulaştırdım. Yardımcı kuvvet gönderilmesini istedim. Kendim de
tek başıma Gatafanoğullarının peşini takib ettim. Süratle onlara yetiştim.
Hemen yayıma ok yerleştirip onlara ok yağdırmaya başladım. Okları atarken de:
"Ben Ekva'ın oğluyum! Bugün alçakların .öleceği gündür!" diyor onları
oyalıyordum. Vallahi onlara, durmadan ok atıyor ve onlan öldürüyordum. Bana
yönelip de öldürmediğim hiçbir atlı yoktu. Dağ yolu daraldı. Müşrikler boğazın dar geçidindeyken ok
yetişmez oldu. Dağın üzerine çıktım
onlara tekrar atmaya başladım. Baskıncı müşrikler güneş batmadan önce Zû Kared
denilen sulu bir vadiye saptılar. Çok susamışlardı. Su içmek istediler. Onları
orada da tedirgin edip uzakîaştırdım. Bu arada Rasûlüllah (sav) sahâbeleriyle yetişti.
Onlarla birlikte peşlerini takibe başladım.Yaya olarak tek başıma baskıncılara
o kadar yaklaşmıştım ki; ashab ordusunu arkamda göremiyordum. Sabahdan akşama
kadar kaçmaktan yorulan müşrikler beni arkalarında görünce çok şaşırdılar.
Nihayet develeri bırakarak kaçmak zorunda kaldılar. İşte o gün Rasûl-i Ekrem
(sav) efendimiz ashabına: "Süvarilerin
en iyisi Ebu Katade, piyadelerin en hayırlısı Seleme İbni Ekva'dır"
buyurdu.
Müslümanların askeri
becerilerini gözetleyip takdir etmek, onları bu yönde teşvik etmek,
müslümanların başındaki emirin görevidir. Seleme (R.a.)'ın kahramanlikları her
gazvede görülürdü. Sakif ve Hevazin gazvelerinde bir adam İslâm ordugâhına
gelmiş işbirliği yapmayı tekül" ediyordu. Sonra sıvışıp gittiği
anlaşıldı. Seleme onu takip elti ve yakalanacağı sırada vuruşarak onu öldürdü.
Devesini, silahım eşyasını alıp getirdi. Hadise Rasûl-i Ekrem efendimize
arzedilince alınan ganimetlerin hepsinin Seleme'ye ait olduğunu söyledi ve onu
bu şekilde taltif buyurdu. O, Hz. Ebu Bekir (R.a..)'in başkanlığında Beni Kilab
seriyyesinde de bulundu. Tek başına yedi aileyi dağıtan Seleme (R.a.) çoluk-çocuk,
kadın-erkek hepsini toplayıp esir alarak getirdi. Hz. Ebu Bekir (R.a.) kadın ve
çocukları niçin getirdin deyince müslüman esirlerin kurtarılması için dedi.
Müşriklerle anlaşma yapıldı ve onlar da serbest bırakıldı.
O, cömertlikte de
kahramandı. Allah için istendiğinde, olduğundan daha fazla verirdi. Halk onun
bu özelliğini bildiği için; "Allah rızası için senden istiyorum."
derdi. Seleme (R.a.) da "Allah rızası için istemeyen ne için ister
ki?" diye onların gönüllerini hoş eylerdi. Tanımadıklarına bile ikramda
bulunurdu. Kendisinden bir şey isteyen kimseyi reddetmezdi. Herkese de böyle
öğüt verirdi.
Seleme İbni Ekva
(r.a.) 77 hadis rivayet etti. Hz. Osman (R.a.)'m şehadetinden sonra Rebeze'ye
yerleşti. Hicretin 74. yılında Medine'ye ziyaret için geldiğinde vefat etti ve
sevgilisinin toprağına defnedildi. 'Rabbimizden şefaatlerini niyaz ederiz.
Amin. [92]
Sahabe, Allah için
sever, Allah için buğzeder, Allah için kötülüklerden nehyeder, Allah için
iyilik işlemeye insanları teşvik eder, Allah için isteyene verir ve Allah için
hareket edenin yanında yer alırdı. Sahabe fıkhı, bir manada hayatı bütünüyle
Allah için kılmaktır. Daha doğrusu hayatı Allah için kılmanın bilgisidir.
Sahabelerin sevgileri, buğzleri, infakları, emretmeleri ve nehyetmeleri bizim
için birer örnektir.
Hz. Sevbân aslen
Yemenliydi. Esîr olarak satılıyordu. Peygamberimiz esaret parasını vererek onu
satın aldı, sonra da serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Fakat Hz.
Sevbân, engin şefkat deryası olan Resûl-i Ekrem'e bir anda ısınmıştı. Ondan
ayrılmak istemedi. Bunu farkeden Peygamberimiz, kendisine şu teklifte bulundu:
“İstersen ailenin
yanma dön, onlarla yaşa; istersen bizimle, Ehl-i beytimizin arasında bulun.”
Bu, Hz. Sevbân'ın dört
gözle beklediği bir teklifti. Hiç düşünmeden, Kâinatın efendisiyle beraber
kalmayı kabul etti.
Hz. Sevbân, böylece
Peygamber efendimizin ve ailesinin hizmetinde bulunmak şerefine erdi.
Peygamberimizin husûsî hizmetkârlık vazifesini de yürüttü. Akıllı, dirayetli ve
zeki bir insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en
mükemmel şekilde istediklerini yerine getirirdi. Bir gün Müslümanlar Resûlullahın hizmetçisi Sevbân'a
bir hadîs-i şerîf nakletmesini rica ettiler: Hz. Sevbân dedi ki:
Resûl-i ekrem
efendimiz buyurdular ki:
"Bir Müslüman Cenâb-ı Hakka bir secde ederse,
Cenâb-ı Hak onun makamını bir derece yükseltir ve günahlarını affeder."
Eshâb-ı Suffa'dan olan
Hz. Sevbân, Resûl-i Ekrem'den sonraki ilim, fazilet ve fetva sahibi kimseler
arasında sayılmaktadır. Geniş bir ders halkası ve talebeleri vardı. Hz. Sevbân,
Resûl-i Ekreme, hizmet ve tazimde öyle bir derecede idi ki, Müslümanlar bunu
kelimelerle izah etmekte âciz kalırlardı.
Resûl-i Ekreme olan bu
sevgi ve bağlılığından dolayı defalarca zarar görmüş, hattâ yaralanmıştı.
Nitekim bir gün, bir Yahûdî gelerek, Resûl-i Ekreme, "Esselâmü aleyke yâ
Muhammedi" demişti. Orada bulunan Hz. Sevbân (R.a.), "Niçin, yâ Rasûlallah,
demedi" diye Yahudiyîe dövüşmüş ve yaralanmıştı.
Hz. Sevbân (R.a.),
"Peygamberimizin ismini, yalnız başına söylemeyi günâh kabul ederim"
derdi. Hz. Sevbân (R.a.), Peygamber aşkını hayata dönüştürmenin pratik
modelidir.
Hz. Sevbân, Peygamber
efendimizin söz ve emirlerini bütün gönlüyle, pür dikkat dinler ve bunlara
titizlikle uyardı. Bir defasında Resûl-i ekrem Sevbân'a;
“Kimseden bir şey isteme ve suâl sorma!” diye buyurmuşlardır.
Bundan sonra, Hz.
Sevbân (R.a.), ömrünün sonuna kadar kimseden bir şey istememiş ve kimseden bir
şey sormamıştır. Hattâ son zamanlarında, atına binmek veya atından inmek
hususunda kendisine yardım etmek isterler, fakat o reddederdi.
Hz. Sevbân'ın
bildirdiği bir hadîs-i şerifte buyuruldu ki:
"İhlâs sahibi olanlara müjdeler olsun! Bunlar
hidâyet kandilleridir. Onların üzerinden bütün karanlık fitneler kalkar."
Hz. Sevbân (R.a.) her
işte müslümanların maslahatını göetirdi. Hz. Sevbân (R.a.) buyururdu ki:
"Bir Müslümana
faydası dokunan veya bir Müslümanm zararını kaldıran yalan hariç, her yalan
günâhtır."
Hz. Sevbân (R.a.),
Rasûlullah'tan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayanamayan bir Peygamber aşığıydı.
Çeşitli hizmetler dolayısıyla bazan Rasûlullah'tan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün
perişan bir halde Resûl-i Ekrem'in huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu
zayıflamış, simasında hüzün ve keder belirtilen noktalanmıştı. Onu bu vaziyette
gören Peygamberimiz, hâlini sordu:
“Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?”
Hz. Sevbân derdini
şöyle anlattı: Ne hastalığım, ne de ağrım var. Hiçbir şeyim yoktur, yâ
Rasûlallah! Biz huzuruna gelip gittikçe cemâline
bakıyor, yanında oturuyor, sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim
zamanlar muhabbetim artıyor, sana kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum. Sonra
âhıreti hatırlıyorum ve orada sizi görememekten korkuyorum. Çünkü siz Cennet'te
diğer Peygamberlerle beraber yüksek makamlarda bulunacaksınız. Ben ise Cennet'e
girsem bile senin derecenden aşağı makamlarda bulunacağımdan dolayı, sizi
orada görememekten endişe ediyorum."
Bunun üzerine Nisa
sûresinin 69-70. âyet-i kerîmeleri nazil oldıu Bunlarda meâlen buyuruldu ki:
"Allahû Teâlâ ve
Peygamberlere itaat edenler, işte bunlar, Allah Teâla'nın kendilerine ni'met
verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdir.
Bunlarsa ne güzel birer arkadaştır!
İşte İtaatkârlara
yapılan bu ihsan Allahû Teâla'dandır. Her şeyi bilici olarak Allahû Teâlâ
kâfidir."
Bu âyetleri duyan Hz.
Sevbân (R.a.) sevincinden uçacak gibi oldu.
Hz. Sevbân, çok sadık,
Peygamberimize candan bağlı, fazîlet yönünden örnek bir Sahabe idi.
Hz. Sevbân (R.a.),
Resûl-i Ekrem (sav)'in her zaman yanında hazır bulunup, hizmet edenlerdendi. Bu
bakımdan, Peygamber efendimizden pek çok istifâde etmiş ve ilim bakımından pek
yüksek bir dereceye kavuşmuştur. Nitekim 124 veya 127 hadis rivayet etmişti.
Çok hadis-i şerif ezberleyip neşredenler arasına girmişti.
Hadisleri iyi
ezberlerdi. Ezberlediği hadisleri yaymayı farz bilirdi. Haîk, hadis ilmindeki
derecesini bildiklerinden, daima ondan hadîs-i şerif sorar öğrenirlerdi.
Bildirdiği hadislerin bazılarında buyuruldu ki:
"Bir zaman gelecek, ümmetimden bir kısmı
müşriklere katılacak. Onlar gibi putlara tapacak. Yalancılar çıkacak.
Kendilerini Peygamber sanacaklar. Hâlbuki, ben Peygamberlerin sonuncusuyum.
Benden sonra Peygamber gelmeyecektir. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar,
her zaman bulunacaktır. Onlara karşı olanlar, Allahın emri gelinceye kadar,
onlara zarar veremeyecektir.
Biliniz ki en hayırlı ameliniz namazdır. Yalnız kâmil
mü'min abdestli durur.
Kim Ramazandan sonra altı gün oruç tutarsa, bütün sene
oruç tutmuş gibi olur. Kim bir iyilik yaparsa, ona, bunun on katı
verilir."
Hz. Sevban (R.a.), rivayet
ediyor: Rasûlullah (sav) buyurdu:
"Yakında milletler yemek yiyenlerin çanağına
eğilerek toplandıkları gibi sizin aleyhinize toplanacak, birleşecektir." buyurdu. Bir
kişi:
Biz o gün sayıca az mı
olacağız? dedi.
Rasûlullah (sav):
"Belki siz o gün çok olacaksınız. Fakat siz selin üzerinde taşıdığı çor
çöp gibi dağınık olacaksınız, Allah sizin korkunuzu düşmanlarınızın kalbinden çıkaracak,
Allah sizin kalbinize vehni atacak." buyurdu.
Bir kişi: "Ya
Rasûlullah! Vehn ne demektir?" dedi. Rasûlüllah (sav): "Dünyayı sevmek, ölümü sevmemek,"
buyurdu. [93]
Sahabe fıkhı, zor
zamanların ve dar zeminlerin fıkhıdır. Sahabeler, Allah yolunda her türlü
zorluğu ve meşakkati göğüsleyen cengaverlerdir. Onlar bizzat Rasûlullah (sav) Men
cengaverlik, kahramanlık dersini almışlardır. Dolayısıyla sahabe fıkhından pay
almak isteyenler, Allah'ın dini uğrunda başa gelecek her türlü musibet ve
belâya katlanmalıdırlar. Allah yolunda meşakkatlere katlanmayanlar, sahabe
fıkhından nasiblenemezler.
Seçkin ve meşhur
sahabelerden biri. İran asılı olup, İsfehan'ın Cayy kasabasında doğmuştur. Bir
rivayete göre de doğum yeri Râmehürmüz'dür. Doğum tarihi hakkında bilgi
bulunmamaktadır. Selman (R.a)'ın müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b.
Buzahsan'dır. Müslüman olduktan sonra Selman ismini almıştır. Künyesi Ebu
Abdullah'tır. Ona nesebi sorulduğu zaman; "Ben; Selman İbni İslâm'ını"
demiştir.[94]
Selman (R.a)'ın babası
Mecusîliğe aşın bağlı olan bir köy ağası (Dikhan) olup büyük bir çiftliğe
sahipti. Onun evinde bir ateşgede vardı ve onda ateşin sönmeden sürekli
yanmasını sağlama işiyle Seîman (R.a) ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan
sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu, kendisine bir zarar gelmesin diye eve
kapatmıştı. Bu arada Selman (R.a), Mecusîliğin gerçek bir din olup olamayacağı
hakkında düşünmeye başladı. Ancak o kendi deyimiyle, bir köle gibi eve
hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek haberdar değildi ve bu yüzden
Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanından yoksun bulunmaktaydı.
Bir ara babası, işleri
yoğunlaşmca onu tarlalardan birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte
taraftan onu, kendisi için her şeyden değerli olduğunu söyleyerek işini
bitirince gecikmeden eve dönmesi için uyardı. Bölgede az da olsa Hıristiyan
bulunmaktaydı. Yola çıkan Selman (R.a), bir kilisenin yanından geçerken, içerde
ibâdet edenlerin durumu dikkatini çekti ve içeri girerek onları izlemeye
başladı. O, evde hapsedilmiş olduğu için bu insanların dini hakkında hiç bir
bilgiye sahip değildi. Selman (R.a) tarlaya gitmekten vazgeçerek, büyük bir
merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve bu dinin Mecusîlikten daha
hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin kaynağının nerede olduğunu
sormuştu. Onunla ilgilenen hristiyanlar, dinleri hakkında onu bilgilendirmişler
ve bu dinlerinin kaynağının Suriye de olduğunu söylemişlerdi.
Selman (R.a), eve
dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu bulmak için adamlar göndermişti.
Eve dönen Selman (R.a), başından geçen olayı babasına anlattı. Babası ise ona,
gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve atalarının dininin, karşılaştığı
dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi. Selman (R.a) babasına karşı çıkarak,
hristiyanlığın kendi dinlerinden üstün olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı.
Babası, onun bu durumundan telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti.
Selman (R.a),
kilisedeki Hıristiyanlarla irtibat kurarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan
hazır olduğu zaman, kendisine haber vermelerini istedi. Böyle bir kervan hazır
olduğu zaman, kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana
katılarak Suriyeye gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan
Hristiyanlığın esaslarını öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi.
O, insanları sadaka vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları
yerlerine sarf etmeyerek kendisi için biriktiriyordu.
Bu rahib ölünce,
Selman (R.a), onun yerine geçen rahibe tabî oîdu. Bu kimse zühd ve takva sahibi
bir zattı. Ona büyük bir sevgiyle bağlanan Selman (R.a), ölümü yaklaştığı
zaman; kendisine kimi tavsiye edebileceğini sordu. Rahip ona, tabi
olunabilecek tek kişiyi tanıdığın!, onun da Musul'da bulunduğunu söyledi.
Selman (R.a), Musul'a gidip, bu kimseye tabî oldu. Onun ölümü yaklaştığı zaman
da ondan yine kimin gözetimine girmesi gerektiği hususunda tavsiye istedi. Bu
zat ona, üzerinde bulundukları itikadta hiç kimseyi tanımadığını, ancak,
Nusaybin'de bulunan bir âlime tabî olabileceğini söyledi.
Selman (R.a) doğruca
Nusaybine gitti. Nusaybin'deki rahibin yanında bir müddet kaldıktan sonra, onun
da ölüm döşeğine yattığını gören Selman (R.a), yine kime uyabileceğini sordu.
Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve onun Rum diyarında,
Ammuriye'de bulunduğunu söyledi. O ölünce Selman (R.a), Ammuriye'ye gitti.
Ammuriye'de bir müddet
kaldıktan sonra burada yanında kaldığı rahibin ölümü yaklaştığı zaman ondan da
kime tabi olacağı konusunda vasiyette bulunmasını istedi. Bu kimse ona,
yeryüzünde tabi olunabilecek bir kimsenin var olduğunu bilmediğini söyledi ve
şöyle ekledi:
Ancak bir peygamberin
gelmesi yakındır. O, İbrahim'in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından
hicret edip, içinde hurma bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere
gidecektir. Onun peygamber olduğunu belirten alâmetleri vardır: O, hediye
edilen şeyleri yer, sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında
da nübüvvet mührü bulunmaktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gidip ona katılmayı
başarabileceğine inanıyorsan bunu yap.[95]
Selman (R.a), burada
bir müddet kaldıktan sonra, Kelb kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan,
ülkesi hakkında bilgi aldı ve bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden
çıkması gerektiğine kanaat getirerek, kendisini bir ücret karşılığında birlikte
götürmesini istedi. Selman (R.a)'ın teklifini kabul eden Kelbli Arap onu yanına
alarak Hicaz'a doğru yola çıktı. Ancak, Vadil-Kura'ya geldiklerinde bu kimse
Selman (R.a)'a ihanet etti ve onu köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura'da
hurmalıkları gören Selman (R.a), kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye'deki
rahibin kendisine tarif ettiği yerin burası olmasını arzuluyordu. Vadil-Kura'da
bir müddet kaldıktan sonra, efendisinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları'ndan
bir kimse tarafından satın alınarak Medine'ye götürülen Selman (R.a), burays
görünce, hocasının kendisine bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı.
Rasûlüllah (sav)
Mekke'de peygamberlikle görevlendirilip Medine'ye hicret edene kadar köle
olarak hurma bahçelerinde çalışmış ve sürekü meşgul tutulduğu ve serbest olarak
kimseyle konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlüllah
(sav) Küba'ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec'in ona iman etmesine
kızıyor ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selman (R.a), hurma bahçesinde bir
ağacın tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden birisi gelmiş ve ağacın altında oturan
Selman (R.a)'m sahibine[96]
"Allah Benu Kayle'ye lanet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mekke'den bu gün
gelen bir adamın etrafında toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna
inanıyorlar" dedi.
Selman (R.a) şöyle
demektedir: "Ben kendi kendime; "Bu kesinlikle o peygamberdir"
dedim. Öyle bir titremeye başladım ki; ağacın altında duran sahibimin üzerine
düşeceğim korkusuna kapıldım. Süratli şekilde ağaçtan aşağı inip; "Ne
diyor? Bu haber nedir?" diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli
bir yumruk attı ve; Bundan sana ne!
işinin başına dön" diye bağırdı. Ben ona; "Sadece duyduğum bu haberin
ne olduğunu anlamak istemiştim" dedim. Akşam olunca Selman (R.a), biriktirmiş
olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Küba'da bulunmakta olan Rasülüllah (sav)'ın
yanma gitti ve ona; "Senin salih bir kimse olduğunu duydum. Yanınızda
ihtiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin halinizi duyduğum zaman, bunları
size vermemin daha iyi olacağını düşündüm" dedi ve getirdiklerini
Rasûlüllah (sav)'m yanına koydu. Rasûlüllah (sav), ashabına;
"Yiyin" dedi. Ancak kendisi bunlardan yemedi. Selman (R.a),
sadaka kabui etmediğini gördüğü zaman kendi kendine; "Bu alâmetlerin
biridir" dedi. Daha sonra Rasülüllah (sav) Medine'ye geçti. Seİmân (R.a)
tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlüllah (sav)'ın yanına gitti ve
getirdiklerinin sadaka olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek
istediğini söyledi. Onun sahabeleriyle birlikte bunlardan yediğini görünce
ikinci alametin de onda var olduğuna kani oldu. Bir zaman sonra Seiman (R.a)
tekrar Rasûlüllah (sav)'m yanma gitti. Rasûlüllah (sav) ashâbıyia birlikte
oturmaktaydı. O, onlara selam verdikten sonra, Rasûlüllah (sav)'ın etrafında
dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlüllah
(sav) ridasını kaldırdı. Seiman (R.a), Rasûlüllah (sav)'ın sırtındaki mührü
gördüğü zaman Ammuriye'deki rahibin kendisine bahsettiği mührün aynısı
olduğunu anladı ve onu öperek ağlamaya başladı. Rasûlüllah (sav) onu yanma
oturtarak halini sordu. Selman (R.a), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen
olayları anlattığı zaman, Rasûlüllah (sav) ve orada bulunan sahabeler bunu
hayretler içerisinde dinlemişlerdi. [97]
Selman (R.a),
Rasûlüllah (sav)'e geldiği zaman Arapçayı meramını anlatacak ölçüde bilmiyordu.
Onunla Farsçayi bilen bir tercüman aracılığı ile konuşmuş olduğu rivayet
edilmektedir. [98]
Selman (R.a)'ın
İsfahan'daki köyünde başlayan ve müslüman olup kölelikten kurtuluncaya kadar
başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel, İbn Sa'd, İbnul-Esir ve diğerleri,
onun kendi anlatımıyla İbn Abbas'dan rivayet etmektedirler. İbn Sa'd'ın Kurre
el-Kindî'den naklettiği başka bir rivayette ise Seiman (R.a)'ın bu kıssası
farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, İslâm'a ulaşan yolculuğu esnasında,
Hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms'a gittiği; yine buradan tavsiye
üzerine Kudüs'e ulaştığı; burada kendisine tarif edilen zatı bulup ondan ilim
tahsil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve önceki
rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz'a doğru hareket ettiği
ve sonunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine'de bir kadına
satıldığı nakledilmektedir. [99]
İbnul-Hacer, Selman
(R.a)'m müslüman olana kadar hakkında nakledilen kıssaların birbiriyle
farklılıklar arzettiğini, bunların arasını te'lif etmenin güç olduğunu
söylemektedir. [100]
Selman (R.a),
Hicret'in beşinci yılına kadar köle olarak yaşamıştır. Bundan dolayı o, Hendek
savaşından önceki gazalara iştirak edemedi. Uhud savaşı öncesinde Rasûlüllah
(sav) ona, efendisiyie mükâtebede bulunmasını söyledi. Selman (R.a), bunun
üzerine efendisine giderek onunla, üçyüz hurma fidanı temin edip dikmek ve kırk
ukiye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla anlaştı. Bunun üzerine Rasûlüllah
(sav), Sahabelere:
"Kardeşinize yardım edin " dedi. Sahabeler güçleri miktarmca fidan temin ederek
üç yüz tane fidanı ona verdiler. Rasûlüllah (sav), ona: "Selman, git çukurlarını kaz. Dikmeye sıra geldiği zaman onları sen
dikme, bana haber ver. Onları kendi ellerimle yerlerine koyayım" dedi.
Selman (R.a), çukurların kazılma işini Sahabelerin yardımıyla bitirdi.
Rasûlüllah (sav), bahçeye giderek bütün fidanları yerine koydu. Bu fidanlardan
hiç bir tanesi kurumamıştı. Daha sonra, Rasûlüllah (sav) Selman (R.a)'ı yanına
çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukiye altını ödemesi için ona
yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi verdi. Selman (R.a): "Bu benim
ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?" demekten kendini
alamadı. Rasûlüllah (sav) ona,
"Ey Selman! Allah onunla senin borcunu
karşılayacaktır" dedi. Selman
(R.a) şöyle demektedir: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki,
onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim." Artık böylece Selman
(R.a) hürriyetine kavuşmuş oluyordu. [101]
Selman (R.a)'ın
katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte
oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete
geçtikleri zaman, Rasûlüllah (sav), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı
vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini
engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça
güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selman (R.a), Rasûlüllah
(sav)'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin
etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk" deyip hücuma açık
bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü.[102] Bu
görüş Rasûlüllah (sav) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması
için faaliyete geçilmişti. Selman (R.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde
oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (R.a)'ı sahiplenerek,
"Selman bizdendir" dediler. Bunun üzerine muhacirler; "Hayır Selman
bizdendir" demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (sav); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir"
diyerek onu ehl-i beytine dahil etmiştir. [103]
Selman (R.a), daha
sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (sav) ile birlikte bulunmuştur. Mekkeli
müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği
gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma
usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hendeği geçmeyi denedilerse de
başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hendeğin rolü o kadar büyük olmuştur ki,
bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.
Selman (R.a),
Rasûlüllah (sav)'ın yanından vefat edinceye kadar ayrılmadı. Hz. Ebu Bekir
(R.a)'in Halifeliği zamanında da Medine'de bulunmuştur.
Ömer (R.a) devrinde
İslâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (R.a) da bu
orduya katıldı. Selman (R.a) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun
durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Parsların
İslâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı.
İranlılar, Kadisiye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar
Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey
bulamadılar. Sa'd b. Ebî Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş
güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu
topluca, suları kabarmış bir şekilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (R.a)'ın
yanında Selman (R.a) bulunmaktaydı. Sa'd (R.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın
dostlarına yardım edeceğini, dinini üstün kılacağım ve Allah Teâlâ'ya isyan
eden bir topluluğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin
ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (R.a)'a, Selman (R.a) şöyle
demekteydi:
"İslâm
yepyenidir. Allah, karalan nasıl müslümanların emrine vermişse, denizleri de
onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki müslümanlar nehre
nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır."
Gerçekten Selman
(R.a)'ın dediği olmuş ve müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya
geçmişti [104] İranlı askerler dehşet
içerisinde, onların nehri geçişleri ne bakıyorlar ve kendi kendilerine;
"Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları
değildir demekteydiler."[105]
İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler.
Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (R.a)'dı. O, surun önüne
geldiği zaman, İslâmın emrettiği şekilde onları üç defa müslüman olmaya, kabul
etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (R.a) onlara şöyle diyordu:
"Ben de aslen
sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyorum. Eğer müslüman olursanız
bizi kardeşlerimiz olarak aynı haklara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez,
dinîniz de kalmak isterseniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul
etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız.[106]
Selman (R.a),
meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek
için, "Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor" diyerek [107]
ikna etmeye çalışıyordu. Selman (R.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine
onlara üç gün düşünmeleri için
mühlet verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler
ve böylece Kisra'nın muhteşem sarayı müslümanların eline geçmiş oldu. [108]
Daha önce
Behuresirdekileri de o İslâm'a davet etmişti. Ancak buradakiler, cizye vermeyi
de reddedince savaşılarak mağlup edilmişlerdi. [109]
Sa'd (R.a) Medâin'de
karargah kurmuştu. Ancak buranın havası, İslâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim
değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri değişmişti. Bu durumu öğrenen Ömer
(R.a), Sa'd'a haber göndererek, müslümanların yaşamalarına uygun bir yer tesbit
edilmesi için SeSinan (R.a) ile Huzeyfe (R.a)'ı görevlendirmesini istedi. Bu
yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını engelleyecek bir nehrin
bulunmamasını özellikle vurguladı. Bölgede araştırmalarda bulunan Selman (R.a)
ve Huzeyfe (R.a), sonunda Küfe üzerinde karar kıldılar ve burada ordugah şehri
inşa edildi. (17/638) [110]
Selman (r.a) İran'ın fethi için devam eden askerî harekâtlarda aktif olarak rol
almıştır.[111]
Selman (R.a), Hz. Ömer
(R.a) döneminde Medâin valiliğinde bulunmuştur. Selman (R.a), Hicri 36 yılında
Medâin'de vefat etmiştir.[112]
Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman
(r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, (35) veya 37 yılında vefat ettiği rivayet
edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylenmektedir.[113] İbn
Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (R.a)'den,
İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (R.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki
rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini,
dolayısıyla Selman (R.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği
görüşünü ileri sürmektedir.[114]
Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta
ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu
söylemektedirler.[115] İbn
Hacer, Zehebî'nin rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl
kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir [116] ki,
gerçeğe yakın olan da budur. Selman (R.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda
Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarmdadır. Onun bulunduğu
yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının
içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.
Selman (R.a), ilim,
fazilet ve zühd bakımından Ashabın en önde gelen simalarından birisi olup,
Rasûlüllah (sav)'e yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Aişe (R.anha), şöyle
demektedir:
"Bir çok geceler
Selman (R.a) Rasûlüllah (sav) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o kadar
sürerdi ki Rasûlüllah (sav) hanımlarından birinin yanına bile girmezdi."[117]
Rasûlüllah (sav), Hendek savaşı esnasında onun ehl-i beytinden olduğunu ilân
etmişti. Hz. Ali (R.a) onun hakkında; "Ona evvelkilerin ve sonrakilerin
ilmi verilmiştir. Onda bulunan bu ilme ulaşılamaz" demiştir. Başka bir
zaman da: "O bizim ehl-i beytimizdendir. Aranızdaki konumu Lokman Hekim
gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir" demiştir.
Muaz (R.a) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selman (R.a)'ın da bulunduğu
dört kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hakkında yapılan övgüler
Rasûlüllah (sav)'in söylediği; "Selman
ilme doyuruldu."[118]
Sözüne dayandırılmaktadır. Selman (R.a), Ebu'd-Derdâ' (R.a)'ın gece boyu namaz
kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup hazırlanan
yemekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar etmiş ve ona; "Üzerinde
gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma; bazen
namaz kıl, bazan ara ver"[119]
Ebu'd-Derdâ' bu durumu Rasûlüllah (sav)'e ilettiği zaman o; "Selman senden daha âlimdir" dedi ve
bunu üç kere tekrarladı. [120]
Hz. Ömer (R.a), ona
büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer
(R.a), duyduğu bir endişesini dile getirerek Selman (R.a)'a şöyle sormuştu:
"Ben bir melik (kral) miyim, yoksa halife miyim?". Selman (R.a) ona
şöyle karşılık verdi; "Eğer sen müsîümanların toprağından bir dirhemden az
veya fazla bîr para alır, sonra onu, haksız bir şekilde sarfedersen, sen halife
olmayıp bir melik olursun."[121]
Hz. Ömer (R.a), fey
gelirlerini taksim ederken, Selman (R.a)'a dört bin dirhem hisse ayırmıştır.
Bazı kimseler, Halifenin oğlu (Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farsh
ise dört bin dirhem alıyor" diyerek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler:
"Selman, Rasûiüllah (sav) ile Abdullah'ın katılmamış olduğu bir çok savaşa
katılmıştır" diyerek cevapladılar. [122]
Başka bir rivayette,
Ömer (R.a), Fey gelirlerinden müslümanlara maaş bağlamak için Divanul-Atâ'yı
tesis ettiği zaman, Sahabeler için İslâm'daki öncelikleri ve katıldıkları
savaşları göz önüne alarak bir gruplandırma yaptığı; Selman (R.a)'ı, Hasan
(R.a), Hüseyin (R.a) ve Ebu Zerr ile birlikte olmadıkları halde Bedir ehlinden
sayarak alacakları miktarı beş bin dirhem olarak kararlaştırdığı
bildirilmektedir. [123] Rasûlüllah
(sav) şöyle buyurmuştur: "Cennet üç
kişiyi özler. Ali, Ammar ve Selman."[124]
Selman (R.a), son
derece mütevazı ve kanaatkar bir hayat yaşamıştır. O, Medain'de vali bulunduğu
ve çoğu devlet memurlarından fazla gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son
derece sadeydi. O, köle olduğu zaman nasıl giyinir ve nasıl gezer idiyse Medain
valisi olduğu zaman da aynı hal üzere devam etmişti. O, eline geçen parayı
tasadduk eder ve kendi emeğiyle ürettiği şeylerden başkasını yemezdi.
Tanımayan birisinin,
onun vali olduğunu anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Suriye
tarafından gelen bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selman'ı
çağırarak yüklerini taşımasını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına
aldı ve adamla birlikte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, "Bu
validir" dediklerinde adam; "seni tanımıyordum" diyerek özür
diledi. Selman (R.a) ona, "Hayır bunları evine kadar götüreceğim"
diyerek yoluna devam etti. [125]
Bazı kimselerin
giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve hafife almalarına karşı hiç bir
tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç asker yanından geçerlerken, onu
göstererek; "Emiriniz budur" diyerek gülüyorlardı. Selman (R.a)'ın
yanındaki adam ona, "Ey Ebu Abdullah! şunlarm 'ne dediğini görüyor
musun?" dedi. Selman (R.a) ona şöyle dedi:
Onları bırak. Hayır ve
şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi
becerebilirsen onu ye de, iki kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve
sıkışık durumdaki kimselerin duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allahû
Teâlâ arasında perde yoktur.[126]
Selman (R.a) çok cömert bir kişiliğe sahipti. Eline geçen her şeyi fakirlere
bölüştürürdü. [127]
O, hiçbir zaman sadaka
kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline geçen parayla hemen et alır ve onu pişirerek,
hadis ehlini çağırır ve birlikte yerlerdi.[128]
Selman (R.a), ölüm
döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden Medain valisi Sa'd b. Malik ve Sa'd b.
Mes'ud onu ağlarken buldular. Neden ağladığını sorduklarında o şöyle cevap
vermişti: "Rasûlüllah (sav) bizden bir ahid aldı. Hiç birimiz onu
koruyamadık. O bize şöyle demişti:
"Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun
azığı kadar olsun."
Onun ilmi ve takvası
diğer sahabeleri de etkilemekteydi. Zira onu ziyarete giden Sa'd b. Ebî Vakkas,
kendisine nasıl davranması gerektiği şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti. [129]
Selman (R.a), sık
saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Onun Medain'de Bukeyre adında bir hanımı vardı.
[130]
Selman (R.a), Medine'deyken Hz. Ömer (R.a)'in kızını ondan istediği, fakat, Amr
b. el-Âs'ın bu konuda Selman (R.a)'ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği
nakledilmektedir. [131]
Ancak onun ailesi hakkında açık rivayetler bulunmamaktadır.
Sufıler, Selman
(R.a)'ı Ashabul-Suffe ile birlikte tasavvufun kurucularından biri olarak kabul
ederler. Bir çok tarikat silsilesi ona dayandırılmaktadır. O, Rasûlüllah
(sav)'m berberliğini yaptığı için Fütüvvet teşkilatına bağlı berberlerin piri
olarak kabul edilmekteydi.
Selman (R.a)'ın sahip
olduğu haklı şöhreti, bütün müslümanların ona karşı içten bir sevgi duymalarına
sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını büyük bir sevgiyle anarlar. Ehli
beytten sayılması, Şiilerin ona karşı farklı bir ilgi göstermelerine sebep
olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbelâ'dan sonra onun mezarını ziyaret etmeyi
ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt hakkında rivayet olunan
hadislerin çoğunu ona isnad ederler. Gulat-ı Şia ekollerinde ise o, ilahî sudur
sırasında Ali (R.a)'den hemen sonra yer alır. Nusayriler ise onu, üç gizli
harften biri kabul ederler.
Nusayriîiğin teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayrı
Ali'yi, mim Muhammed (sav)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism
(Muhammed) bab ise Selman'dır. Buna göre o Nusayri teslis akidesinin kapısı
(bab) olup, üçüncü had'dir. Dürziler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna,
Peygamberin Kur'an'ı ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları
inanç sistemlerinde diğer birkaç sahabe ile birlikte Selman (R.a)'ı temel unsur
olarak kullanmışlar ve ona çeşitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin
gerçekte mutedil Şia ile alakalan yoktur. Zira muhtevalarındaki inanç prensipleri
gözönüne almdığı zaman İslâmî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir
inanç sistemi meydana getirdikleri görülecektir. Oysa ki, Selman-i Farisi (R.a.)'in
ömrü putperstlere karşı savaşmakla geçmiştir.
Selman, İslâm'a
mensubiyetin beraberinde getirdiği şerefin sembolüdür. İslâm teslim olup
müslümanlara mensub olmak, başlı başına bir şereftir. Sahabe fıkhında kavim ve
kabile değil, İslâm önplandadır. Müslümana şeref kazandıran kavmi veya kabilesi
değil, dinidir.
Kâbe-i muazzamanın
güneyinde, yüksekçe bir yerde, Hz. Erkam'ın evi bulunuyordu. Kabe'ye güney
tarafından gelmek isteyen bu evin önünden geçmek durumunda idi. Ev yüksekte
olduğundan Kabe rahat olarak görünürdü. Ayrıca Hz. Erkam, Mekke'nin ileri
gelenlerinden, itibarı çok olan bir zât idi ki, herkes kendisine hürmet ve
ikram ederdi.
Bu gibi sebeplerden
dolayı, Peygamber efendimiz ve diğer Müslümanlar burada toplanırlar, emniyetli
bir yer olduğu için ibâdetlerini rahat yaparlardı. Yeni Müslüman olmak
isteyenler de bu eve gelir, Müslüman olmakla şereflenirdi. Bunun için, bu eve
Daru'l-İslâm ve Dâru'l-Erkam gibi isimler verilmişti. Daru'l Erkam, İslam
cemaatının teşkilatlanma merkezdir. Daru'l İslam ise, İslam devletinin
teşkilatlanma merkezdir. İslam devleti, İslam cemaatının son aşamasıdır.
Bir gün Hz. Ammâr bin
Yâsir, Hz. Erkam'ın evinin önünde Hz. Süheyb bin Sinan'a rastladı. O'na sordu:
“Burada ne yapıyorsun?”
“Sen ne yapıyorsun?”
“Ben içeri
gireceğim ve Hz. Muhammed'in sözlerini dinleyip bildirdiği
dine gireceğim. Müslüman olacağım.”
“Ben de aynı maksatla
buraya geldim.”
İkisi de aynı maksatla
geldiklerini söyleyince, beraber içeri girdiler. O sırada Peygamber efendimiz
de orada bulunuyordu. Müslüman oldular, akşama kadar orada kaldılar. Akşamdan
sonra evlerine gittiler.
Mekkî toplumlarda
teşkilat gizli, tebliğ açıktır. Mekkeli müşrikler, müslümanların kendilerini
neye davet ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Ama müslümanların nerede ve ne
şekilde teşkilatlandıklarını bilmiyorlardı. Rasûlüllah (sav)'in gününde Daru'l
Erkam'daki müslümanlar teşkilat yapılarını bir sır olarak saklıyorlardı.
Peygamber efendimiz,
îslâmiyeti tebliğden önce de Hz. Süheyb bin Sinan ile konuşurlar ve
birbirlerini severlerdi. Süheyb bin Sinan, Abdullah bin Ced'an'ın azadlı kölesi
idi. Müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmeyen yedi mücahid Sahabeden biri
idi.
Hz. Süheyb, Müslüman
olduğunu açıkladıktan sonra Mekke'li müşriklerin, şiddetli hücum ve
işkencelerine mâruz kaldı. Müşrikler daha çok, kimsesi olmayan zavallılara
işkence ederlerdi. Hz. Süheyb, Mekke'de akrabası, dayanağı olmayan bir zât
olduğu için, müşrikler kendisine çok zulmederler, konuşamıyacak hâle
getirinceye kadar döverlerdi. Demir gömlek giydirirler, en sıcak günde, güneş
altında tutulur, üstüne de yük bindirirlerdi.
Bir gün, Hz. Habbâb ve
Hz. Ammâr'la birlikte giderlerken, Kureyş müşriklerinden bazıları ile
karşılaştılar. Müşrikler bunları görünce:
İşte Muhammed'e tâbi
olan kimseler, diye alay ettiler ve ba'zı uygunsuz sözler söylediler.
Hz. Süheyb onlara
cevaben buyurdu ki:
“Evet! Allahû Teâlâ'nın
Peygamberine tâbi olan, Onunla beraber bulunmaktan zevk alan kimseler biziz.
Hz. Muhammed'e biz inandık, siz inanmadınız. Biz O'nun söylediklerinin,
bildirdiklerinin hepsinin doğru olduğunu kabul ettik. Siz yalanladınız. Bütün
üstünlük ve faziletler İslâmiyette, bütün zillet ve felâketler de
müşrikliktedir. Müslümanlıkta aşağılık, müşriklikte üstünlük yoktur.”
Hz. Süheb (R.a.) böyle
söyleyince inanmıyanlar üzerine saldırdılar. Hz. Süheyb bin Sinan'ı dövdüler.
Öyle ki, konuşamayacak hatta ne söylediğini bilemiyecek hale geldi.
Hz. Süheyb (R.a.)
bütün bu işkencelere tahammül ediyordu. Yapılan eziyetler onun için, hak yolda
sabır ve sebat için bir teşvik oluyordu, imânı kat kat artıyor, müşriklerin onu
hak yoldan döndürme gayretleri boşa
gidiyordu.
Hz. Süheyb (R.a.),
Mekke'de kendi gayretleriyle büyük bir servet elde edip hayli zengin oldu.
Medine-i Münevvereye hicret edeceği müşrikler tarafından haber alınınca yolu
kesildi. Dediler ki:
“Sen Mekke 'ye fakir
olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin, hem
bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz.”
Hz. Süheyb, onlara
buyurdu ki:
“Ey müşrikler. Beni
iyi tanırsınız ki, çok iyi ok atarım. Eğer üzerime gelirseniz, ok çantamdaki
okların hepsini size atarını ve sonra kılıcımı çekerim. Bunlardan biri elimde bulundukça bana birşey
yapamazsınız, kendiniz bilirsiniz.”
Fakat Hz. Süheyb'in,
Peygamber efendimize olan muhabbeti, bağlılığı ve O'na kavuşmak arzusu ve
Medine-i Münevvereye gidip ibadetlerini rahatça eda edebilmek isteği o kadar
çoktu ki, yanında bulunan bütün mallarının ve alacaklarının, Peygamber
efendimizin sevgisi yanında hiç kıymeti yoktu. Bu sebeple hiç vakit
kaybetmemek, bunlarla oyalanmamak için onlara dedi ki:
Yanımdaki ve Mekke'de
bulunan mallarımı size verirsem önümden çekilir misiniz, yolumu açar mısınız?
Hak ve hakikatlerden
nasibi olmayan müşriklerin de arzusu buydu. Hemen kabul ettiler. Hz. Süheyb (R.a.),
yanında bulunan bütün mallarını verdi, Mekke'deki mallarının da yerini tarif
edip müşriklerin elinden kurtuldu ve hiç parasız olarak yoluna devam etti.
Hatta başka bir rivayette üzerindeki elbiseleri de iç elbiseleri hariç aldılar.
Buna rağmen o yoluna devam etti.
Mekke ile Medine
arasındaki yolda binbir zahmet, tahammülü mümkün olmayan güçlüklerle
karşılaştı. Fakat sevgili Peygamberimize kavuşmanın heyecanı ile bütün
sıkıntılardan zevk alarak yoluna devam etti. Peygamber efendimiz,
beraberlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olduğu hâlde Hz. Külsüm bin Hedm'in
hanesine misafir idiler. Önlerinde de ev sahibinin getirdiği yaş hurmalar
vardı. Hz. Süheyb Peygamber efendimizin huzuruna geldiğinde gözü ağrıyordu.
Yolda çok acıkmış ve susamıştı.
Bu sebeple Peygamber efendimizin önlerinde hazır bulunan taze hurmalardan
yemeye başladı. Hz. Ömer (R.a.):
“Yâ Rasûlüllah!
Süheyb'i görüyor musunuz, hem gözü ağrıyor, hem yaş hurma yiyiyor,” dedi.
Peygamber efendimiz de
Hz. Süheyb'e lâtife ile buyurdu ki:
“Gözlerinde rahatsızlık var, yine de hurma yiyorsun.” Hz. Süheyb de cevaben dedi ki:
“Yâ Rasûlallah!
Gözümün birisi sağlamdır. Onun hakkını yiyorum.”
Peygamber efendimiz ve
orada bulunanlar, bu cevap hoşlarına gittiğinden tebessüm ettiier. Sonra
Süheyb başından geçenleri anlattı:
“Yâ Rasûlallah,
Mekke'den, Medine'ye hicret etmek için yola çıktığım zaman, müşrikler beni
yakaladılar. Onlara bütün servetimi teklif ettim. Onlar da kabul ettiler. Bütün
malımı vererek kendimi ve ailemi kurtararak huzurunuza geldim.”
Peygamber efendimiz
buyurdu ki:
“Süheyb kazandı, Süheyb kazandı, Ebû Yahya kazandı!
Satış kârlı çıktı. Satış kârlı çıktı.”
Sonra Hz. Süheyb
hakkında nâzil olan:
"İnsanlardan bir kısmı, Allahû Teâla'nın rızâsını
isteyerek O'na ibâdet yolunda kendini ve malını feda ederler."[132] mealindeki âyet-i kerîmesini okudular.
Hz. Süheyb-i Rumî,
nişan almakta ve ok atmakta çok mahir idi. Başta, Bedir, Uhud ve Hendek olmak
üzere bütün gazalarda bulundu. Çok büyük gayret ve kahramanlıklar gösterdi.
Buyurdu ki:
“Her zaman, Rasûlüllahın
yanında bulundum. Bütün bey'âtlerde, bütün gazalarda ve seferlerde hep yanlarındaydım.
Hiç bir zaman Rasûlüllah ile benim aramda bir düşman bulunmamıştır. O'na bir
zarar gelmemesi için kendi vücudumu siper ettim.” Bu durum, O âhirete irtihâl
edinceye kadar devam etti.
Bir gün Hz. Ömer
kendisine takıldı:
“Yâ Süheyb! Oğlunun
adı Hamza olduğu halde, Ebû Yahya yani Yahya'nın Babası diye tanınırsın. Rumî
olduğun hâlde, Arabım dersin. Bir de çok harcıyorsun. Niçin?”
Hz. Süheyb gülerek, şu cevabı verdi:
“Ebû Yahya künyesini, bizzat Rasûlüllah efendimiz verdiler. Soyum Nemr neslindendir
ama, Rumların eline esir düşmüşüz. Çok harcamama gelince, çok harcıyorum ama,
hep Allah yolunda sarf ediyorum. Zîrâ sevgili Peygamberimizden duydum, buyurdu
ki:”
"Sizin hayırlınız, selâmı güzelce alıp veren. Bir
de, çokça ikram eden kimsedir."
Hz. Ömer, Hz. Süheyb'i
çok severdi. Hz. Ömer (R.a.), Ebû Lü'lû kâfiri taraflıdan yaralanınca, yerine
geçecek halîfeyi seçmek için şûra ehlini tayin edip, yeni halîfe seçilinceye
kadar Hz. Süheyb 'in kendisinin yerine vekil olması ve cenaze namazım
kıldırması için vasiyet etti.
Hz. Süheyb, üç gün
müddetle cemaate namazları kıldırdı. Bu mukaddes vazifeyi büyük bir ihtimam ve
hassasiyetle yerine getirdi. Hz. Ömer'in cenaze namazını da kıldırdı. Bu esnada
gösterdiği dikkat ve itina ile
herkesin takdir ve tasvibini kazandı.
Hz. Süheyb, herkese
iyilik eder, çok yemek yedirirdi. İkram ve ihsanları çok idi. 70 yaşında,
658'de Medine-i Münevverede vefat etti. Baki kabristanına defholundu.
Orta boylu, buğday
tenli, kırmızı benizli, saçları sık ve siyah, yakışıklı bir zât idi. Çocukları
Habib, Hamza, Sa'd, Salih, Seyfı, Ubbâd, Osman ve Muhammed'dir.
Rasûlüllah efendimiz
Süheyb'i çok severdi. Buyurdu ki:
“Bir kimse Allaha
ve Ahiret gününe inanıyorsa, bir
ananın evlâdını sevmesi gibi Süheb'i sevsin.”
Süheyb'in babası, Nemr
soyundan Sinan, anası Kuayd kızı Selma'dır. Hep birlikte Übülle şehrinde
yaşıyorlardı. Dedesi, Musul civarındaki bu şehrin Hâkimi idi.
Günün birinde,
Bizanslılar hücum ettiler. Çok kimseyle birlikte, Küçük Süheyb de esir düştü.
Uzun müddet, Rumların elinde kaldı. İşte bu yüzden, Süheyb-i Rumî olarak
anılmıştır.
O'nu, Mekkeli Abdullah
bin Ced'an satın aldı. Bir müddet sonra da, iyi hareketlerinden dolayı âzâd
etti...
Hz. Süheyb, orta boylu,
kırmızı yüzlü, çok cömert ve latifeyi seven bir zât idi. Resûlullahın
hadîslerine büyük önem verir, hata ederim endişesiyle hadisleri nakletmezdi.
Niçin nakletmiyorsun diyenlere buyurdu ki:
Vallahi ben
Rasûlüllahın hadîslerini hile bile nakletmiyorum. İsterseniz gelin size
Peygamber efendimizin savaşlarını ve yanlarında bulunduğum sırada gördüğüm
şeylerin hepsini anlatayım. Fakat, "Peygamber efendimiz şöyle
buyurdu" demeye gelince, ben onu yapamam. [133]
Sahabe nesli, rastgele
Rasûlüllah (sav)'den hadis rivayet etmemiştir. Rasûlüllah (sav)'in söylemediği
bir sözü Rasûlüllah (sav)'e nisbet etmeyi, sahabe nesli Peygamberi inkâr
cümlesinden saymıştır. Dolayısıyla sahabe fıkhında uydurma hadislerin yeri
yoktur.
Hicretten sonra
Medine'de İslâmiyet hızla yayılıyordu. İslâm güneşi gittikçe daha fazla insanı
hidâyet nuru ile aydınlatıyordu. Peygamber efendimiz çevre kabilelere elçiler
gönderiyor, onları İslâmiyete da'vet ediyordu. Onlardan gelen elçileri kabul
ediyordu.
Bir gün Sümâme bin
Üsâl da Rasûlüllahın ziyaretine geldi. Sümâme, Basra Körfezi yakınlarında
yaşayan Yemâme kabilesinin reisi idi. Asıl maksadı Rasûlullah (sav)'ı öldürmekti.
Nitekim Rasûlüllahın
huzurunda iken, Peygamber efendimize saldırmaya teşebbüs etti. Ancak Eshâb-ı
kiram araya girerek buna mâni oldu. O kargaşa esnasında Sümâme kaçmaya muvaffak
oldu. Rasûlüllah efendimiz onun yakalanarak cezalandırılması için emir verdi ve
yakalanması için duâ etti.
Hicretin altıncı yılı
başlarında, Sümâme bin Üsâl, umre için yola çıkıp, Medine yakınlarına gelmişti.
Rasûlüllahın süvarileri onu burada yakalayıp, Peygamberimize getirdiler.
Yakalayanlar onu tanımıyorlardı. Peygamber efendimiz onlara buyurdu ki:
“Siz bunun kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, Sümâme
bin Üsâl'dir. Ona iyi esir muamelesi yapınız. Kendisini incitmeyiniz!”
Sümâme, mescide
habsedildi. Rasûlüllah kendi evine geldiklerinde, mübarek hanımlarına:
“Sizde yemek olarak ne varsa toplayıp Sümâme'ye
gönderin!” buyurdular.
Böylece Sümâme'ye
yiyecek gönderdikleri gibi iyi muamelede bulundular. Ancak Sümâme'yi bulunduğu
yerden bir tarafa ayırmadılar.
Peygamber efendimiz
mescide çıktıklarında buyurdu:
“Yâ Sümâme, yanında ne var, gönlünden ne geçiriyorsun,
benden ne
bekliyorsun?”
Sümâme cevap verdi:
İçimde hayır ümidi var. Çünkü sen
affedicisin. Eğer beni öldürecek olursan, bir caniyi öldürmüş olursun. Öldürmez de affedip, beni
bağışlarsan, iyilik bilen, ni'mete şükreden birisine ihsan etmiş olursun. Eğer
benden kurtuluş fidyesi olarak mal istiyorsan, işte malım. İstediğin kadar al.
Resûlüllah efendimiz,
üç gün üst üste gelerek aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine
âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimiz yine yüksek merhametini gösterdi ve
Sümâme'nin hayâl bile edemiyeceği bir şekilde buyurdu ki:
“Artık Sümâme'yi salıveriniz!”
Bu emir üzerine
Ashâb-ı Kiram onu serbest bıraktı. Sümâme bırakılıp, serbest kalınca, gönlüne İslâmiyetin
sevgisi düştü. Hemen Kelime-i Şehâdet getirdi. Rasûlullah efendimize bey'at
etti.
Rasûlullah efendimiz
ona, hemen gidip gusletmesini emretti. Sümâme hemen gidip gusledip, sonra
mescide girdi. Resûlüllahın huzurunda şunları söyledi:
“Vallahi, akşamleyin,
yanına geldiğim zaman, bana senin yüzünden daha çok kızdığım bir yüz yoktu.
Fakat sabah olunca, senin şehrin bana, en sevimli şehir oldu. Vallahi
akşamleyin, senin dînin, bana en sevimsiz din idi. Sabahleyin en sevimli bir
din olmuştur”.
Böylece dünün azılı
bir müşriki Peygamberimizin engin merhameti sayesinde Müslüman olmuş hidâyete
kavuşmuştu. İslâm harp hukuku insanîdir, islâm 'in harp hukukunun amacı;
insanları ifsad etmek değil, ıslah etmektir.
Hz. Sümâme hicretin
altıncı yılında Rasûlüllahın huzurunda Müslüman olduktan sonra Peygamber
efendimize:
“Yâ Rasûlallah! Ben
umre yapmak için giderken süvarilerin beni yakalamıştı. Şimdi ne
buyuruyorsunuz?” diye arzetti.
Rasûlullah onu dünya
ve âhiret saâdetiyle müjdeleyip, umresini yapmasını emretti.
Hz. Sümâme, Mekke'ye,
telbiye ederek girmişti. Bunun üzerine müşrikler onu yakaladılar, neredeyse
boynunu vuracaklardı. Fakat o sırada birisi:
Bırakınız onu! Siz
yiyecekleriniz hususunda Yemâme halkına muhtaçsınız. Ona bir şey olursa
hepimiz aç kalırız, dedi.
Bunun üzerine
müşrikler Sümâme'yi serbest bıraktı. Sonra müşriklerden birisi ona dedi ki:
“Demek, dinden çıktın
ha!”
Hz. Sümâme şöyle
karşılık verdi;
“Hayır, ben dinden
çıkmadım. Bilâkis ben hak din olan İslâmiyeti kabul ettim. Muhammed
aleyhisselâmı ve Onun getirdiklerini tasdik ettim. Vallahi Allahın Rasûlünden
izinsiz buğday alamiyacaksınız. Siz Ona tâbi olmadıkça, Yemâmeden faydalanamıyacaksınız.”
Sümâme umresini
yaptıktan sonra Yemâme'ye gitti. Yemâme halkının, Mekke'ye erzak göndermelerine
mâni oldu. Bu yüzden müşrikler çok sıkıntıya düştüler. Müşrikler bu sebeple
Rasûlullaha mektup yazıp, çektikleri sıkıntıları ve erzak gönderilmesine
müsâade edilmesini istediler. Hattâ, Ebû Süfyân Medine'ye kadar gelerek,
Peygamber efendimize:
“Âlemlere rahmet
olarak gönderildiğini söylüyorsun,” diyerek bu hususta müracaatta bulunup,
hallerini uzun uzun anlattı.
Rasûlullah,
müşriklerin bu talepleri üzerine Yemâme halkının, Mekkelilere, yiyecek
göndermelerine mâni olmaması için Sümâme'ye mektup gönderdi. Hz. Sümâme bu emre
uyarak, engel olmaktan vazgeçti.
Resûlüllah efendimizin
vefatından sonra, Sümâme bin Üsâl ve onunla beraber olanların dışında bütün
Yemâme halkı İslâmdan çıkıp, mürted olmuşlardı. O sırada Sümâme bin Üsâl
Yemâme'de bulunuyordu.
Halkı, Peygamberlik
dâvasına kalkışan Müseyleme'ye tabi olmaktan, onu desteklemekten alıkoymaya
çalıştı. Onlara dedi ki:
“Ey Hanîfeoğulları!
İslâmdan dönüş, nursuz, çok karanlık bir iştir. Bundan sakınıp, uzak kalınız. Son
Peygamber Hz. Muhammed aleyhisselâmdır. Ondan sonra Peygamber gelmiyecek, Ona
ortak da olmıyac aktır.”
Sonra Mü'min sûresinin
ilk üç âyetini okudu ve:
“Ey Yemâme halkı! İşte bu Allahû Teâlâ'nın kelâmıdır,” dedi.
Yemâme halkı onun bu
nasîhatlarını dinlemedi. Onlar Müseyleme'ye uymakta birlik hâlinde idiler. Bu
sırada, Alâ bin Hadramî komutasında bir İslâm ordusu, Bahreyn'e doğru gidiyordu.
Yemâme tarafına da uğradı. Sümâme bunu duydu. Orada bulunan Müslümanlarla
birlikte Alâ bin Hadramî'nin ordusuna iştirak ettüer.
Temim kabilesinden de
bir hayli asker katılıp, Alâ'nin ordusu iyice kuvvetlendi. Alâ bin Hadramî, bu
ordu ile, Hatam komutasındaki mürted ordusu ile çarpışmaya başladı. Nihayet,
bir gece müşrik ve mürtedlerin sarhoş oldukları bir vakitte İslâm ordusu gece
baskını yaptı. Müşrik ve mürtedler perişan olup, bir kısmı öldürüldü, bir kısmı
esir edildi. Diğerleri kaçtılar. Müslümanlar harbi kazandılar. Hz. Sümâme bu
savaştan dönerken yol kesiciler tarafından şehîd edildi.[134]
Sahabe nesli,
insanlara Allah dini adına nasihatte bulunuyordu. Nasihat aynı zamanda bir
peygamberler mirasıdır. Sahabeler ise, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'den öğrendikleri
peygamberler mirasının varisliğini yapmışlardır.
Peygamber efendimize,
Peygamberlik görevinin 13. senesinde, Kureyş müşrikleri, Peygamber efendimizin
vücudunu ortadan kaldırmak için kesin karar almışlardı. Bu hususta ısrarlı
idiler. Bunun üzerine Allahû Teâla, Habibine hicret etmesi için izin verdi.
Rasûlüllah efendimiz Hz. Ebû Bekir'e, beraber hicret edeceklerini bildirince,
Hz. Ebû Bekir'in gözlerinden sevinç yaşları aktı. Çünkü Kâinatın efendisiyle
böyle bir yolculuk yapmak, herkese nasip olmazdı. Hz. Âişe validemiz
buyurmuştur ki:
O güne kadar, bir
kimsenin, sevincinden dolayı bu derece ağladığına şahit olmamıştım.
Rasûlüllah efendimiz
ile Hz. Ebû Bekir hicret için yola çıktıktan sonra, müşrikler arzularını yerine
getirmek için, Peygamberimizin hâne-i saadetlerine uğramışlardı. Fakat,
Peygamberimizi evde bulamayınca, şaşkına döndüler. Derhal her tarafı aramaya
başladılar. Ancak Mekke'de olmadığını anlayınca, dışarıda aramaya karar
verdiler. Bunun için herşeylerini ortaya koydular.
Peygamber efendimizle,
Hz. Ebû Bekir'i öldürene veya esir edene çok miktarda mal ve para vereceklerini
vaadettiler. Miktarını da 100 deve olarak bildirdiler.
Bu haber, Sürâka bin
Mâlik'in bağlı olduğu Müdlicoğulları arasında da yayıldı. Sürâka bin Mâlik iyi
iz takibi yapan birisiydi. Bu yüzden bu haberle yakından ilgilendi.
Bir salı günü Sürâka
bin Mâlik'in oturduğu bölge olan Kudeyd'de, Müdlicoğulları toplantıda
bulunuyorlardı. Bu toplantıya Sürâkabin Mâlik de katılmıştı. O sırada Kureyş'in
adamlarından biri gelip, Sürâka'ya dedi ki:
"Ey Sürâka!
Vallahi ben az önce, sahile doğru giden üç kişilik bir yolcu kafilesi gördüm.
Onlar herhalde Muhammed ile arkadaşıdır."
Sürâka, durumu anladı.
Ancak, ortada çok fazla miktarda mükâfat vardı. Bunu kendisi elde etmek
istiyordu. Onun için başkasının bundan haberdar olmasını istemiyordu. Bu
yüzden, ortada önemli bir şey yokmuş gibi
konuştu:
"Hayır, o senin
gördüğün kimseler, filân kişilerdir. Biraz önce geçmişlerdi. Onları biz de
gördük."
Sürâka bin Mâlik biraz
daha orada kaldı. Dikkat çekmeden evine geldi. Hizmetçisine, atını ve silâhını
alıp vadinin arkasında kendisini beklemesini söyledi. Kendisi de kargısını
almış, ucunun parlaklığının, başkalarının dikkatlerini çekmesini önlemek için
de, kargının ucunu aşağıya çevirmişti.
Müşriklerin bâtıl bir
âdetleri vardı. Bir işi yapmadan evvel, oklarla fala bakarlardı. Sürâka da
yanına aldığı çantadan fal oklarını çıkardı. Peygamber efendimiz ile arkadaşına
zarar verip veremeyeceğini, fal oklarından anlayacaktı.
Sürâka oklarla fala
baktığında, oklar, Hz. Muhammed ve arkadaşına zarar veremeyeceğini
gösteriyordu. Sürâka'nın buna çok canı sıkıldı. Fakat bütün düşüncesi
vaadedilen yüz deveyi almaktı.
Yüz deveyi almak
askıyla yanan Sürâka, başka bir şeye aldırmadan atma bindi. Falının ters
göstermesi bile, onu bu takibinden vazgeçiremedi. Atını koşturmaya başladı.
Fakat Sürâka'nın atı tökezlenerek yere düştü ve kendisi de yuvarlandı. Acaba
yanlış mı fala baktığını öğrenmek için, tekrar birkaç defa daha aynı işi yaptı.
Netice hep aynı
çıkıyordu. Muhammed ve arkadaşına zarar veremeyecekti. Buna rağmen, yine
yoluna devamda ısrar etti. Aldığı bir haber üzerine Rasûlullahm ve Hz. Ebû
Bekir'in izlerini yine buldu.
Nihayet Sürâka
yaklaşmıştı. Artık onları iyice görebiliyordu. Hatta, o sırada Rasûlullahın
okuduğu Kur'an-ı Kerimi dahi işitiyordu. Fakat Resûl-i Ekrem efendimiz
arkalarına hiç bakmıyorlardı.
Hz. Ebû Bekir arkasına
bakınca, Sürâka'yi görüp, telâşa kapılmıştı. Peygamber efendimiz ona,
mağaradaki gibi buyurdular:
"Üzülme, Allahû Teâla bizimle beraberdir!"
Sürâka yanlarına iyice
yaklaşınca, Hz. Ebû Bekir, ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz, ona niçin
ağladığını sordu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir şöyle cevap verdi:
“Vallahi kendim için
ağlamıyorum. Sana bir zarar gelirse diye ağlıyorum.”
Sürâka, Peygamber efendimize
saldırabilecek kadar yaklaşmıştı ki, seslendi:
“Yâ Muhammed! Seni,
bugün benden kim koruyacak?” Resûl-i Ekrem efendimiz de buyurdu ki:
“Beni Cebbar ve Kahhâr olan Allahû Teâla korur.”
O sırada Sürâka'nın
atının iki ön ayakları, dizlerine kadar yere battı. Bundan kurtulup, tekrar
saldırmaya teşebbüs edince, atının ayakları yine yere saplandı. Atını bu
durumdan bir türlü kurtaramadı. Başka yapacağı hiçbir şey yoktu.
Bunun üzerine çaresiz
kalan Sürâka, âlemlere rahmet olarak gönderilen şefkat ve merhamet sahibi
Rasûlüllaha yalvardı:
“Yâ Muhammed! Bu işin,
senin sebebinle olduğunu anladım. Dua et de kurtulayım. Bundan sonra sana asla
zarar vermem. Senin peşine düşenlere de senden hiç bahsetmeyeceğim.”
Bütün olgunlukları ve
iyi ahlâkı kendisinde toplayan, üstün ahlâk ve yaratılış üzere olan Peygamber
efendimiz, onun bu dileğini kabûi etti ve Allahû Teâla'ya şöyle duâ etti:
"Yâ Rabbî! Eğer o sözünde doğru ve samîmi ise,
onun atını kurtar. "
Allahû Teâlâ bu duayı
kabul buyurdu. Sürâka bin Mâlik'in atı bir hayli çaba sarfettikten sonra
ayağını çukurdan çıkarabilmişti. Bu sırada atın ayağının çıktığı yerden, ateş
dumanı gibi birşey göğe doğru yükseliyordu. Bu manzarayı gören Sürâka hayretler
içerisinde kaldı.
Rasülüllah efendimiz
ile arkadaşları, Sürâka'nın atım kurtarmasını beklediler. Sürâka, bütün bu olup
bitenleri dikkatle düşünüyordu. Anladı ki, Hz. Muhammed bu hadiselerde dâima
korunuyordu. Bütün bunları gördükten
sonra Sürâka dedi ki:
“Yâ Muhammed, ben
Sürâka bin Mâlik'im, benden asla şüpheniz olmasın! Size söz veriyorum. Bundan
sonra beğenmediğiniz hiçbir işi yapmayacağım.”
Bunları söyledikten
sonra, Kureyş müşriklerinin, kendilerini yakalayanlara çok mükâfat
vereceklerini ve yapmak istedikleri şeyleri tek tek haber verdi.
Bu sırada Sürâka,
onlara yol azığı ve binek deve vermek istediyse de, Peygamberimiz kabul etmedi
ve buyurdu ki:
“Ey Sürâka! Sen İslâm
dinini kabul etmedikçe, ben de senin deveni ve sığırını arzu etmem, istemem.
Sen bizi gördüğünü gizli tut, hiç kimsenin bize yetişmesine meydan verme yeter.”
Allahû Teâlâ dileyince
herşey oluyordu. O'na hâlis bir şekilde güvenilip, rızâsı yolunda yürüyünce,
akıllara durgunluk veren hâdiseler meydana geliyordu. Resûlullahı öldürüp,
büyük mükâfatlara kavuşma hırsıyla, kükreyen bir aslan misâli yola çıkan
Sürâka, şimdi munis, uysal, bir çocuk oluvermişti.
Her şeye kadir olan
Allahû Teâlâ, Habibine zarar vermemesi için Sürâka'nın kalbini iyiliğe doğru
çevirmişti. Elbette Allahû Teâlâ, Habibini yalnız bırakmayacaktı. Çünkü O,
insanlara merhamet için, onların dünyada ve âhirette ebedî saadet ve mutluluğa
kavuşması için gönderdiği Peygamberiydi.
Peygamber efendimiz,
ayrılmadan önce, Hz. Ebû Bekir'e, Sürâka'nm bir isteği olup olmadığım sormasını
emir buyurdular. Hz. Ebû Bekir sorunca, Sürâka dedi ki:
“Sizinle benim aramda
emannâme olacak bir yazı verir misiniz?”
Peygamberimiz
emannâmenin verilmesini emretti. Hz. Ebû Bekir, hicrette yanlarında bulunan
Âmir bin Füheyre'ye bu emanname'yi yazdırıp, Sürâka'ya verdi. O da alıp
çantasına koydu.
Sürâka bundan sonra
izini takip ederek geri döndü. Karşılaştığı bu durumları yolda kimseye
anlatmadı. Ebû Cehil, onun eli boş döndüğünü görünce, Müslüman olduğunu zannetti. Söylediği
şiirlerle onu kötüleyip herkesin gözünden düşürmeye çalıştı.
Sürâka şair birisiydi.
Onun için Ebû Cehil'e şiirle şöyle cevap verdi:
Ey Ebû Cehil! Ben
Muhammed'e iyice yaklaşmış, saldırmak üzereyken, atımın ayaklan birdenbire yere
batıverdi. Sen eğer bu hâli görmüş olsaydın şüphesiz, Muhammed'in apaçık
Peygamber olduğunu anlardın.
Sen söyle, artık buna kim
dayanabilir? Senin yapacağın, Kureyşlileri ona saldırmaya teşvik değil, bilâkis
buna mâni olmandır. Ben inanıyorum ki, Onun davet ettiği İslâmiyet bir gün
yerleşip, her tarafa yayılacaktır. Öyle olacak ki, herkes ona karşı gelmeyi
değil, Onunla sulh içerisinde yaşamayı isteyecektir.
Müslüman! öldürmeye
gelen müslümanda dirilir. Müslümanda dirilen Allah için zorbalara karşı
direnir. Sürâka, bundan sonraki senelerde, İslâmiyetin hızla ilerlediğine,
karşısına çıkan küfür ve şirk engellerini bir bir aştığına şahit oluyordu.
Sürâka anlatır:
Tâif'ten Cirâne'ye
indiği sırada, Rasûlüllah efendimizle buluştum. Müslümanlar; Rasûlüllah (sav)'in
önünde, aralıklı olarak; birbirlerinin ardınca, takım takım gidiyorlardı.
Ensardan, otuz-kırk kişilik bir süvari birliğinin arasına girince, onlar,
mızraklarını bana dürtmeye ve, "Sen, ne istiyorsun?" demeye
başladılar. Beni, tanımadılar. Ben, Rasûlüllah efendimizi görünce, tanıdım.
Sesimi işiteceği kadar, yanına yaklaştım. Hicret sırasında, Hz. Ebû Bekir'in,
benim için yazmış olduğu emannâmeyi, iki parmağımın arasında tutarak kaldırdım
ve dedim ki:
“Ya Rasûlallah! Bu,
benim için yazdırdığın yazıdır! Ben, Sürâka bin Mâlik'im.” Rasûlüllah efendimiz
buyurdu ki:
“Bugün, verilen sözde durma ve sözü yerine getirme
günüdür. Yanıma, yaklaş!”
Hemen, yanma yaklaştım
ve Müslüman oldum. Rasûlüllah efendimize soracağım bir şeyi, hatırlamaya çalıştımsa
da, hatırlayamadım. Onun yerine başka bir meseleyi sual ettim:
“Ya Rasûlallah! Kendi
develerim için doldurduğum havuzlarımın etrafını,
yitik develer sararlar. Havuzumdan, onları da sularsam, bana ecir ve sevap var
mı?”
Resulullah efendimiz
buyurdu ki:
“Evet! Her susamış canlıyı sulamakta, ecir ve sevap
vardır!” Sonra Peygamber efendimiz
tekrar bana buyurdular ki:
Ey Sürâka! Kisrânın
bileziklerini kollarında görür gibi oluyorum. Ben, "Krallar kralı Kisrâ
bin Hürmüz'ün mü?" diye hayretle sordum.
Rasulullah efendimiz
buyurdu ki:
"Evet, Kisrânın!"
Aradan uzun zaman
geçmişti. Hz. Ömer devrinde, ülkesi fethedilen Kisrânın kürk ve bilezikleri
Medine'ye getirilmişti. O sırada Hz. Sürâka bin Mâlik de Medine'de idi.
Hz. Ömer (R.a.) bu
gümüş bilezikleri Sürâka bin Mâlik'e verdi.
Sürâka, bu bilezikleri
bileğine takmış çok geniş olduğu için, bilezikler dirseklerine kadar uzanmıştı.
Sürâka bu sırada
Resul-i Ekrem'in seneler önce buyurduğu mübarek sözü hatırlayıp, bu mucize
karşısında ağladı.
Sürâka'nin bileğinde
bu bilezikleri gören Hz. Ömer (R.a.) de buyurdu ki:
"Kisrânın iki
bileziğinin, Müdlicoğullarından biri olan Sürâka bin Mâîik'in bileklerine
takıldığı günü bize gösterdiği için, Allahû Teâlâya şükürler olsun.
zamanında vefat etti."[135]
Her müslümanın konumu
ve mevkii gereği İslâm için yapacağı bir hizmet vardır. Müslümanların zaferi,
hayatın bütün alanlarında müslümanların üstlerine düşeni yapmakla gerçekleşen
zaferidir.
Talha b. Ubeydullah b.
Osman b. Amr b. Sa'd b. Teym b. Mürre b. Katb b. Lüeyy b. Gâlib el-Kurasî et-Teymî.
Künyesi, Ebu Muhmmed'dir.
Talha, Cennetle
müjdelenen on kişiden biri, İslâm'a giren ilk sekiz kişiden ve Hz. Ebû Bekir
aracılığıyla müslüman olan beş kişiden biridir. Ayrıca, halife seçimini
gerçekleştirmeleri için oluşturulan altı kişilik Ashâb-ı Şura arasında yer
almış meşhur bir sahabedir. Annesi, es-Sa'be bint Abdillah b. Mâlik
el-Hadramiyye'dir. [136]
Rivayete göre, Talha
b. Ubeydullah, Busra panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki bir manastırın
rahibi: "Sorun bakayım, bu panayır halkı arasında, ehl-i Harem'den bir
kimse var mı?" diye seslenir. Talha da:
"Evet var! Ben
Mekke halkındanım" diye cevap verir. Bunun üzerine rahip:
"Ahmed zuhur etti
mi?" diye sorar. Talha:
"Ahmed de
kim?" der. Rahip:
"Abdullah b.
Abdulmuttalib'in oğludur. Bu ay O'nun çıkacağı aydır. O, peygamberlerin
sonuncusudur. Haremden çıkarılacak; hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret
edecektir. Sakin onu kaçırma" der.
Rahibin söyledikleri Talha'nın
kalbine yer eder. Oradan alelacele ayrılarak Mekke'ye döner ve yakında herhangi
bir olayın meydana gelip gelmediğini sorar. Abdullah'ın oğlu Muhammedü'l-Emîn'in
peygamberliğini ilan etmiş olduğunu ve Ebû Bekir'in de O'na tabî olduğunu
öğrenir. Hemen Ebû Bekir'in yanma vararak rahibin anlattıklarını haber verir.
Sonunda her ikisi birlikte Rasulullah (sav)'a giderler. Talha oracıkta müslüman
olur.[137]
Birçok müslüman gibi,
Talha b. Ubeydullah da İslam'a girdikten sonra müşriklerin eziyetlerine maruz kalmış, ama yolundan
dönmemiştir. İslâm'ın azılı düşmanlarından Nevfeî b. Huveylid, Talha'nın müslüman
olduğunu duyunca, Ebû Bekir'le onu bir iple biribirlerine bağlamış, uzun süre
iplerini çözmemiş, Teymoğulları da bu duruma seyirci kalmışlardır. [138]
Talha ile Zübeyr
müslüman olunca, Rasûlüllah (sav) onları kardeş ilan eîti. Hicretten sonra da
Medine'de, Talha ile Ubeydullah b. Ka'b'ı, başka bir rivayete göre ise Talha
ile Saîd b. Zeyd'i kardeş ilan etmişti.
Talha, Bedir savaşma
iştirak etmemesine rağmen Rasûlüllah (sav) kendisine ganimetten pay vermiştir.
Kimi rivayetlere göre, bu sırada ticaret için Şam'da bulunuyordu. Akla daha
yatkm olan bir başka rivayete göre ise, Kureyş kervanı hakkında bilgi toplamak
üzere, Rasûlüllah (sav) tarafından Şam yoluna gönderilmişti. Nitekim, dönüşte
Talha'nın ganimetten pay istemesi bunu gösteriyor. [139]
Bedir'den sonraki
birçok savaşa katılmıştır. Uhud günü Peygamber (sav)'i kahramanca müdafaa
etmiş, O'na bir şey olmasın diye atılan oklara, indirilen kılıç darbelerine
karşı vücudunu siper etmiştir. Sonuçta birçok kılıç ve ok yarası almış, aldığı
yara neticesi bir kolu çolak kalmış, yine Resulullah'ı müdafaadan geri
durmamıştır. [140]
Hz. Osman'ın şehid
edilmesinden sonra, müslümanların büyük bir kısmının Hz. Ali'ye bey'at
ettiğini biliyoruz. Bu bey'atte bulunanlardan biri de Talha b. Ubeydullah'tır.
Ancak, bey'atten kısa bir süre sonra, Talha ile Zübeyr İbnü’l-Avvam'ın, Hz.
Ali'ye karşı çıkan Hz. Âîşe'nin yanında yer almışlardır. Neticede ez-Zübeyr,
Hz. Ali'ye karşı çıktığına pişman olarak savaş meydanını terketmiştir. Talha
ise mücadeleye devam etmiş, nihayet Cemel günü [141]
Mervan b. Hakem tarafından öldürülmüştür. Vefat ettiği zaman tahminen 60-64
yaşlarındaydı.[142]
Talha, Peygamber
Efendimizin bacanağıydı. Hanımlarından dört tanesi Rasûlüllah (sav)'in
zevcelerinin kız kardeşleriydi. Bunlardan Ümmü Gülsüm, Hz. Âîşe'nin; Hamne,
Zeynep bint Cahş'ın; el-Fâria, Ümmü Habibe'nin
ve Rukiyye, Ümmü Seleme'nin kızkardeşi idi. [143]
Talha b. Ubeydullah'ın,
onbiri erkek, ikisi kız olmak üzere onüç çocuğu vardı. Erkek çocukların
herbirine bir peygamber ismi vermişti. Bunlar: es-Seccâd diye bilinen ve Cemel
vak'asında babasıyla birlikte öldürülen Muhammed, İmran, Musa, Ya'kub (Harre
günü öldürüldü), İsmail, İshak, Zekeriyyâ, Yusuf, îsâ, Yahya, Salih idi.
Kızları ise Aişe ve Meryem idi. [144]
Talha, doğrudan
Resulullah (s.a.v.)'dan rivayette bulunduğu gibi, Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer'den
de hadis nakletmiştir. Kendisinden de, oğulları; Yahya, Musa ve İsa ile Kays b.
Ebi Hâzim, Ebu Seleme b. Abdirrahman, el-Ahnef, Mâlik b. Ebî Amir ve başkaları
rivayet etmişlerdir. [145]
Talha; orta boylu,
geniş göğüslü, geniş omuzlu ve iri ayaklı idi. Esmer benizli, sık saçlı fakat
saçları ne kısa kıvırcık ne de düz ve uzundu. Güler yüzlü, ince burunlu idi.
Saçlarını boyamazdı. Yürüdüğü zaman sür'atli yürür, bir yere yöneldiği vakit
tüm vücudu ile dönerdi. [146]
Ashabın
zenginlerindendi. Zengin olduğu kadar da cömertti. Cömertliği sebebiyle
kendisine "el-Fayyâd" denirdi. Vefat ettiği zaman, miras olarak bir
hayli gayri menkul, nakit para ve değerli eşya bırakmıştır. Rivayete göre gayrı
menkullerinin tutarı otuz milyon dirhem, nakitlerinin tutarı iki milyon ikiyüz
dirhem ve ikiyüz bin dinar idi. Sadece Irak'tan gelen yıllık geliri yüzbin
dirhem civarındaydı.[147]
Sahabe nesli, tertip
ve düzen nesliydi. Onların hayatını şekillendiren din disipliniydi. Çünkü
sahabe nesli, önce kendi hayatlarının sonra da dünyanın din ile disiplin altına
alınması için çalışıyordu. Din disiplinini hayata taşıdğımız miktarınca sahabe
izindeyiz.
Tufeyl bin Amr, meşhur
bir şairdi. Misafirperver ve cömert bir insan olduğu için, herkes tarafından
sevilirdi. Yemen taraflarında mamur ve verimli bir beldede oturan Devs
kabilesine mensuptu.
Peygamberimiz,
Mekke'de îslâmiyeti açıkça yaymaya başladığı yıllarda, gece gündüz insanlara
nasîhat veriyor, onları İslâm dinine davet ediyordu. Mekke'li müşrikler ise,
Rasûlullahın bu gayretini boşa çıkarmak için hiç durmadan uğraşıyorlardı.
Hattâ dışarıdan
Mekke'ye gelenleri Peygamberimizle görüştürmemek için, ellerinden geleni
yapmaktan geri durmuyorlardı. İşte böyle bir zamanda Tufeyl bin Amr, bir iş
için Mekke-i Mükerremeye gelmişti. Bunu gören müşriklerin önderleri, hemen onun
yanma gittiler ve dediler ki:
Ey Tufeyl! Sen meşhur
bir şairsin, sözüne güvenilir, akıllı bir insansın. Biliyorsun, aramızdan çıkan
Abdülmuttalib'in Yetimi, putlarımızı kötülüyor, bizi kendi dinine çağırıyor.
Babayı oğlundan, kadını kocasından ayırıyor, akrabaları birbirlerine düşman
ediyor.
Onun sözünü işiten
oğul babasına bakmıyor. O'na tabi oluyor. Artık kimse birbirini dinlemeyip,
müslüman oluyor. Korkarız ki, bizim başımıza gelen bu ayrılık belâsı, seninie
kavminin başına da gelir. Sana nasihatimiz olsun, O'nunla sakın konuşma. Ne
O'na bir söz söyle, ne de O'nun sözlerini dinle. Anlattıklarına kulak asma! Çok
dikkatli ol. Burada daha fazla da kalma. Hemen çekip git!
Bundan sonrasını
Tufeyl bin Amr şöyle anlatıyor:
Bu sözü o kadar çok
söylediler ki, artık O'nunla konuşmamaya, O'nun sözünü asla dinlememeye kara
verdim. Hatta Kabe'ye girdiğim zaman, ne olur, ne olmaz belki sözlerini duyarım
endişesiyle kulaklarıma pamuk bile tıkamıştım.
İnsanları Allah
yolundan alıkoymak, münkir ve müşriklerin en büyük karakterleridir. İnsanları
Allahû Teâla'ya davet eden davetçileri karalamakta müşrik ve münkirlerin
adetidir.
Ertesi gün, sabahleyin
Kabe'ye gittim. Gördüm ki, Rasûlullah efendimiz Kabe'nin yanında durmuş namaz
kılıyordu. Ona yakın bir yerde durdum. Cenab-ı Hakkın hikmeti olarak Kur'ân-ı
Kerimden okuduklarından bazısı kulağıma gitti. İşittiğim sözleri, o kadar güzel
buldum ki, kendi kendime:
"Ben, iyiyi
kötüyü ayırd edemiyecek bir adam değilim. Hem de şâirim. Bunun söylediklerini
ne diye dinlemiyeyim? Sözlerini güzel bulursam Onu kabul ederim, güzel gelmezse
terk ederim" dedim.
Ve bir tarafa
gizlenip, Rasûlullah efendimiz namazını kılıp evine dönünceye kadar orada
bekledim. Evine girinceye kadar peşinden gittim. Evine girince, ben de girdim.
Yâ Rasûlallah! Ben bu
diyara geldiğimde senin kavmin, senden uzak durmamı istediler. Beni, o kadar
korkuttular ki, ben de senin sözünü işitmemek için kulaklarıma pamuk tıkadım.
Ama Allahû Teâlâ'nın hikmeti olacak ki, bana senin okuduklarını işittirdi.
Onları pek güzel buldum. Bana yolunuzu anlatır mısınız?
Rasûlullah efendimiz,
bana İslâmiyeti anlattılar, Kur'ân-ı Kerîm okudular ve îmân etmemi istediler.
Vallahi ben bu zamana
kadar, böyle güzel söz, böyle âdil bir din işitmemiştim. Huzurunda hemen
Müslüman oldum. Sonra:
Yâ Rasûlullah! Ben,
kavmimde sözü dinlenen itibarlı bir kimseyim. Onlar benim sözümden dışarı
çıkmazlar. Gidip onları da, İslâm dinine davet edeyim. Dua ediniz de, Allahû
Teâlâ benim için bir alâmet, bir keramet buyursun! Böylece o alamet, kavmimi
İslâmiyete da'vet ederken bana bir kolaylık, yardım olsun! dedim.
Mü'min insandaki
insanları Allahû Teâla'ya davet etme aşkı, imandan gelir. Tufeyl bin Amr R.anh
bu talebi üzerine Rasûlullah (sav) efendimiz:
“Ey Allahım! Onun için bir âyet, alâmet yarat!” diye dua buyurdu.
Bundan sonra Mekke'den
çıkıp kendi beldeme döndüm. Karanlık bir gecede, kavmimin oturduğu su başına
bakan tepeye vardığım zaman, hemen
alnımda kandil gibi bir nûr peyda oldu. Çıra gibi ışık vermeye başladı. O zaman
dua edip:
“Allahım! Bu nuru
alnımdan başka bir yere naklet! Devs kabilesinin câhilleri görüp de, dininden
döndüğü için Allah, onun alnında ilâhi bir ceza olarak bunu çıkardı,
sanmasınlar!” dedim.
O nur, hemen elimdeki
kamçının ucuna gelip kandil gibi asıldı. Kabilemin yurduna yaklaşıp da,
yokuştan aşağıya inmeye başladığım sırada orada bulunanlar, elimdeki kamçının
başında kandil gibi parlayan, etrafa ışık saçan nuru birbirine gösteriyorlardı.
Bu vaziyette yokuştan aşağıya inip evime geldim. Yanıma ilk önce, ihtiyar olan
babam gelip, beni bu hâlde gördü. Bana olan sevgisinden dolayı boynuma sarıldı.
Babam çok yaşlıydı. Ona dedim ki:
“Ey babacığım! Eğer
evvelki hal üzere kalırsan, ne ben sendenim, ne de sen bendensin”
“Sebebi nedir?, Ey
oğlum!”
“Ben, artık Muhammed
aleyhisselâmin dinine girip Müslüman oldum.” Bunun üzerine babam da:
“Oğlum, ben de senin
girdiğin dine girdim. Senin dinin benim dinim olsun,” deyip hemen Kelime-i
Şehâdet getirerek Müslüman oldu. Bundan sonra İslâm dininden bildiğimi ona
öğretttim. Sonra yıkanıp temiz elbiseler giydi.
“Daha sonra yanıma
hanımım geldi. Ona da aynı şeyleri söyledim. O da kabul edip Müslüman oldu.”
Sabah olunca Devs
kabilesinin içine çıktım. Bütün Devslilere İslâmiyeti anlattım. Onları da bu
dîne girmeye davet ettim. Fakat onlar, bu daveti kabullenmede ağır davrandılar.
Hatta kaş göz hareketleri yaparak benimle alay etmeye başladılar. Faiz ve
kumara düşkünlüklerinden beni dinlemediler. İslâmiyete. uymaktan kaçındılar.
Allaha ve Peygamberine âsi oldular.
Bir müddet sona
Mekke'ye gelip kavmimin durumunu Rasûlullaha anlatarak:
“Yâ Rasûlullah! Devs
kabilesi Allaha âsi oldular. İslama girmeleri için yaptığım da'vetimi kabul
etmediler. Onların aleyhinde beddua et de, helak olsunlar,” dedim.
Herkese şefkat ve
merhameti çok olan Peygamberimiz, ellerini açıp kıbleye dönerek:
“Yâ Rabbi! Devs halkına doğru yolu göster de, onları
İslâm dinine getir,” diye dua
buyurdu. Bana da:
“Kavmine dön! Onları güleryüzle ve tatlı dille
İsîâmiyete da'vet etmeye devam et! Kendilerine yumuşak davran!” buyurdu.
Hemen dönüp
memleketime geldim. Devs halkını İslama davetten hiç boş kalmadım. Hz. Ebû
Hureyre de dahil bir çok kimse Müslüman oldu.
Tufeyl bin Amr,
Peygamber efendimiz, Hayber'de bulunuduğu sırada, Devs kabilesinden kendisine
tâbi olup, Müslümanlığı kabul edenlerle birlikte Medine'ye geldiler. Sayılan
70 veya 80 civarındaydı.
Rasûlullah efendimizden,
ordunun sağ kanadında yer almalarım rica ettiler. Kendilerine "Yâ
Mebrûr" sözünü savaş parolası yapılmasını istediler. Peygamberimiz de bu
isteklerini kabul etti. Ordunun sağ kanadının kumandanlığını Tufeyl bin Amr
yürüttü. Hayberdeki ganimetlerin hepsinden pay aldılar.
Tufeyl (R.a.); Yâ
Rasûlullah! Beni, Huzâa ve Devs kabilelerinin putu olan Zülkeffeyn'e gönder de,
onu yakayım!" dedi.
Resûlullah efendimiz,
bu putu yakıp, yok etmek için Onu görevlendirdi ve buyurdu ki:
“Zülkeffeyn'in işini bitirdikten sonra, kavminle
beraber İslâm ordusunu desteklemek üzere Taife gelip, bize yetişeceksin!”
Tufeyl bin Amr, derhal
Devs kabilesinin putunu yakmak üzere hareket etti. Putun, Bulunduğu yere gelip
onu yıktı, kırdı ve içine ateş doldurup yaktı.
Devs kabilesi,
Zülkeffeyn putu yakılıp orada tapılacak bir şey kalmayınca, hepsi birden
İslâmiyetin bütün emirlerine tam olarak uymaya söz verip, Müslüman oldular.
Puta tapmaktan vazgeçtiler.
Ondan sonra Tufeyl,
kendi kabilesinden 400 kişi a!arak acele yola çıktı. 4 gün sonra Tâif'te
Peygamber efendimize yetişti. Yanında, ağır savaş aracı olarak Debbâbe ile
mancınık da götürdü.
Hz. Ebû Bekir
zamanında Mekke ve Medine'nin dışında birçok kabile dinden ayrılmaya
başlamışlardı. Hz. Ebû Bekir, bunların üzerine yürüdü. Hepsini mağlup etti. Yalancı
peygamberlik iddia eden Tuleyhâ adındaki kimsenin üzerine, Hz. Tufeyl bin Amr
gönderildi.
Tufeyl bin Amr, Mekke'nin
fethinde de Rasülullahın maiyetinde bulundu. Peygamberimiz Mekke'nin fethinden
sonra Huneyn'de Hevâzinlileri bozguna uğratıp Tâif üzerine yürümek istediği
sırada, oğlu Amr ile giderken bir rü'yâ gördü. Rüyasında, başı tıraş ediliyor,
ağzından kuş uçuyor ve bir kocakarı onu karnına sokuyor, oğlu da onu arıyordu.
Bu rüyasını
arkadaşlarına anlattı. Onlarda:
“Hayırdır inşaallah,”
dediler.
Bu rüyayı kendim şöyle
yorumladım:
Başın tıraş edilmesi,
başın kesilmesi demektir. Ağızdan kuşun çıkması ruhun çıkmasıdır. Kocakarının
karnına alması, toprağın içine gömülmektir. Oğlumun beni araması da savaşta
yaralanacağına ve sonradan O'nun da şehid olacağına alâmettir. Ben şehid
olacağımı umuyorum.
Gerçekten, Tufeyl bin
Amr hazretleri Yemâme savaşında şehîd oldu. Oğlu da bu savaşta ağır yaralandı.
Yermuk savaşında da şehîd oldu. [148]
Sahabe neslinde cihad
sevda, şehadet ise özlemdir. Onlar Kur'an uğrunda kan vermeyi, kurban olmayı
esirgemediler. Kur'an kansızdır. Ama dinin hayata hakimiyeti kurbansız
değildir. Yüzlerce yıldız batmadan sabah olmaz. Gündüzü karanlıkta kalanlara emanet
edenler, karanlığa karşı direnerek gözden kaybolanlardır.
Rasûlüllah efendimiz
hicretten sonra Medine'de, Yahudilerle antlaşma yapmışlardı. Buna göre
Yahudiler, Müslümanlara saldırmayacaklar, onların düşmanlarına yardım
etmeyeceklerdi!
Buna rağmen, Yahudiler
sözlerinde durmadılar ve Müslüman kanı dökmekten çekinmediler. Medineli
Yahudiler, üç kabile hâlinde yaşıyorlardı. Kureyzâ, Nâdir ve Kaynukaoğullan.
En cesurları, Kaynuka Yahûdîleriydi. Pek sağlam bir kalede oturuyorlardı.
Kuyumculuk ve tefecilikle geçinirlerdi.
Müslümanların Bedir
zaferinden sonra, hepsi de hırslarından kuduracak hâle geldiler. Bir Müslüman
kadınına saldırmaları üzerine, Rasûlüllah efendimiz Yahûdîlere, bu kadar
şımarmamalarını, aradaki antlaşmaya saygılı olmalarını, aksi davranışları devam
ederse; Bedir günü, Müslümanlara eziyet eden Kureyş müşriklerinin başına
gelenlerin, onlara da gelebileceğini ihtar ettiler. Yahudiler işi, daha da
ileri götürerek dediler ki:
Savaşmasını bilmeyen
kimselere yanı Kureyş 'e karşı kazanılan zafer, önemli değildir. Şayet
Müslümanlar bir gün bizlerle çarpışırlarsa,
o zaman harb etmenin tadını öğrenirler!
Artık onlara, bir ders
gerekliydi. Peygamber efendimiz Ashâb-ı Kirama hareket emrini verdiler.
Kaynukaoğulları, o çok sağlam kalelerine çekildiler. Müslümanlar da 15 gün
müddetle, onları muhasara ettiler. Sonunda kaçacak delik bulamayan Yahudiler,
teslim olmaya mecbur kaldılar. Sevgili Peygamberimizden eman dileyip,
merhametine sığındılar. Sevgili Peygamberimiz her zaman olduğu gibi, Eshâbıyla
istişare ettiler. Yahudilere, nasıl bir ceza verilmesini, Ashabına da sordular.
Münafıkların başı İbni Selül, söz aldı:
Yahudilerle benim,
anlaşmalarım vardır. Ben, onların dostlu euııu bırakamam!.. deyince, Hz. Ubâde
bin Sâmit de söz istedi ve dedi ki:
Yâ Rasûlüllah! Benim
Kabilem de Yahudilerle dostluk anlaşması yapmıştır. Fakat onlar, bütün
sözlerini; ayaklar altına aldılar.
Antlaşmalarını bozdular. Artık bundan sonra benim, Allah ve Peygamberinden başka
dostum yoktur. Allah ve Rasûlüne sığınıyor, emirlerini bekliyorum.
Sevgili Peygamberimiz
ikisine de ayrı ayrı bakarak buyurdu ki:
“Ey İbni Selül! Kendin için seçtiğin Yahudilerin
dostluğu senin olsun! Ubâde'nin seçtiği, Allah ve Resulünün dostluğu da, Onun
olsun!”
Bunun üzerine,
Kur'ân-ı Kerîm'in Mâide sûresi, 51. âyeti nâzü oldu. Meâlen şöyledir:
"Ey îmân edenler! Sizler, Yahûdî ve
Hıristiyanları dost edinmeyin. Zîrâ onlar ancak, birbirlerinin dostlarıdırlar.
Sizden kim, onları dost edinirse; onlardan sayılır. Allah, zâlimleri doğru yola
eriştirmez."
Peygamber efendimiz
onlara karşı, pek merhametli davrandılar. Kaynukaoğullarımn, canlarını
bağışladılar. Sâdece, Medine'den çıkarılmalarını emrettiler. Bu vazifeyi de,
Hz. Ubâde'ye verdiler. O da bu vazîfeyi hakkıyla yapmıştır.
Ubâde bin Sâmit
hazretleri, şöyle anlatır:
Ben birinci Akabe'de
hazır bulunanlar içindeydim. Oniki kişi idik. Resûlullah efendimiz ile şunun
üzerine bey'at ettik ki:
“Allahû Teâlâ'ya hiçbir şeyi ortak koşmayalım,
hırsızlık etmiyelim, zina yapmayalım, çocuklarımızı öldürmeyelim, dillerimizle
yalan söyleyerek iftira etmeyelim, herhangi bir iyilik hususunda O'na asi
olmayalım.”
Bundan sonra,
Peygamberimiz buyurdu ki:
“Eğer ahdinizde, sözünüzde durursanız sizin için
Cennet vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz sizin işiniz Allahü
teâlâya aittir, dilerse azâb eder, dilerse affeder.”
Ubâde bin Sâmit,
bîsetin 12. senesi hac mevsiminde Mekke'de yapılan ikinci Akabe bey'atinde de
bulunan Hazrec kabilesinin oniki temsilcisinden biridir. Bî'atte dedi ki:
“Yâ Rasûlallah! Allah
yolunda hiçbir kınayıcımn kınaması beni tutmamak, yolumdan alıkoymamak üzere,
sana bey'at ediyorum.”
Ubâde bin Sâmit'in
annesi de İslâmiyet ile şereflenip, çok kimsenin Müslüman olmasına vesile oldu.
Hicretten sonra Mekke'den göç eden Müslümanlardan Ebû Mersed ile kardeş oldu.
Hz. Ümmü Hıram ile evlendi. Nikâhını Rasûlüllah efendimiz kıydı.
İslâm güneşi
parladıkça, Medine'ye hicret edenler de çoğalıyordu. Muhtaç olanları sevgili
Peygamberimiz, bazı ailelerin yanına misafir ediyorlardı. Kabiliyetli olanlara,
Kur'ân-ı Kerim öğretilmesini de istiyorlardı.
Onlardan biri, Hz.
Ubâde'nin misafiri oldu. Kur'ân-ı Kerimi iyice öğreninceye kadar yedi, içti,
ağırlandı. Ayrılık vakti gelince O da, Hz. Ubâde'ye bir karşılık vermek istedi.
Elinde, çok güzel bir yay tutuyordu. Hem ağacı, hem kirişi, hem işçiliği
fevkalâde idi. Dedi ki:
“Bana verdiğin
emeklere karşı, lütfen bu yayı kabul et!”
Hz. Ubâde vaziyeti
Peygamber efendimize arzetti. Allahü teâlânın Resulü buyurdu ki:
“Eğer o yayı kuşanırsan; omuzların arasında bir ateş
közü taşımış olursun.”
Böylece öğrenmiş
oluyoruz ki, ba'zı şeyler, bilhassa, Kur'ân Kerim öğretilmesi; yalnız Allah
rızâsı için yapılmalıdır. Karşılığında, herhangi bir şey almak, doğru değildir.
Ubâde bin Sâmit şöyle
anlatır:
Birgün hasta idim.
Peygamber efendimiz, Ensârdan ba'zı zâtlarla beni görmeye geldi. Rasûlullah
efendimiz, şehîdlerden bahsederek;
“Şehîdlerin kim
olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu.
Herkes susmuştu.
Rasûlüllah suâli üç defa tekrarladı. Beni kaldırdılar. Şöyle cevap verdim:
“Şehîd, İslâmiyet! kabul eden, hicret eden, sonra Allah yolunda ölendir.”
Bunun üzerine
Resûlüllah şöyle buyurdu:
“O zaman ümmetimin şehidleri çok az olur. Allah
yolunda ölen şehîddir. Denizde boğulanlar şehiddir, karın ağrısından ölenler şehiddir, lohusalıktan
ölen kadın şehiddir.”
Ubâde bin
Sâmit, talebelerinden Sanabic'in hastalığına üzülüp,
ağladığını görünce:
“Ne ağlıyorsun, eğer mahşerde sana şehâdet etmeme ve
şefâ'at etmeme müsâade edilirse, şehâdet ve şefâ'at ederim.”
Bu Resûl-i Ekrem den
işittiğim bir hadîstir. Size şimdi de Resûl-i Ekrem'in diğer bir hadîs-i
şerîfini rivayet ediyorum. Resûl-i Ekrem efendimiz buyurdu ki:
"Kim ki Allahtan başka tapacak bir ma'bûd
bulunmadığına, Muhammed aleyhisselâmın, Rasûlullah olduğuna şehâdet ederse,
onun cesedi Cehenneme haram olur."
Ubâde bin Şâmil şöyle
anlatır: Birgün bir zât Peygamber efendimize. gelerek sordu:
“Yâ Resûlallah,
amellerin en üstünü nedir?”
“Allahû Teâlâ'ya îmân ile O'nu tasdik, O'nun yolunda
cihaddır.”
“Yâ Rasûlallah, daha
kolayı yok mu?”
“O hâlde, sabırlı ve iyilik sever ol!”
“Yâ Rasûlallah, daha
da kolayını istiyorum.”
“O hâlde, Allahû Teâla sana ne kısmet etmiş ise ona
razı ol!” Başka bir zamanda da
Resûlüllah efendimiz o'na şöyle buyurdu:
“Ben sizin benden sonra şirke düşeceğinizden korkmam.
Sizin için korktuğum mala meyi ve rağbet etmenizdir.”
Birisi Ubâde bin
Sâmit'e dedi ki:
Ben harb ederken
Allahû Teâla'nın rızâsını murâd ettiğim gibi, başkalarının beni övmesini de
isterim.
Bunun üzerine Ubâde
hazretleri buyurdu ki:
“Sana bundan kâr yok”.
Adam üç kere aynı sözü
tekrar edince, Ubâde hazretleri, şu hadîs-i şerifi okudu:
"Allahû Teâlâ buyuruyor ki: Ben ortaklıktan
müstağni olanların en müstagnîsiyim. Kim ki benim için amel eder ve başkasını
da bu amele katarsa, hissemi o ortağıma devrederim."
Ubâde bin Sâmit,
Ashâb-ı Kiram'in en faziletlerinden biri idi. Peygamber efendimiz zamanında
Kur'ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiş, ayrıca bir de Kur'ân-ı Kerîm yazmıştı. Buyurdu
ki:
"Cehennemin yedi kapısı vardır; üçü zenginler,
üçü kadınlar, birisi de fakirler içindir."
"Yapacağın işin sonunu düşün, salâh ve iyilik ise
onu yap. Azgınlık ise ondan vaz geç."
Allahû Teâla'nın
rızası için yaşayan Peygamber efendimiz, vazifelerini tamamladıktan sonra; bu
dünyadan ebedî âleme göçtüler. Birinci halîfesi, Hz. Ebû Bekir de ömrünü
tamamladı. Arkasından, Hz. Ömer halîfe seçildi. Onun zamanında İslâm orduları,
büyük fetihler yaptılar.
Hz. Amr İbni As
kumandasında bir ordu, Mısır seferine çıktı. Epeyce zaman geçmesine rağmen,
zafer haberi gelmiyordu. Nihayet bir mektup geldi. Mısır için, yardım
isteniyordu!..
Bunun üzerine Hz. Ömer
de, bir mektup yazdı:
"Ey Amr! Şunu bil
ki Cenâb-ı Allah, hiçbir millete doğru niyetli olmadıkça, yardım etmez. Sana
yardım için, dört Müslüman gönderiyorum. Bildiğim kadarıyla bunlardan her
biri, bin kişiye bedeldir.
Mektubumu aldığın
zaman, askerlerini topla. Onlara güzel bir şekilde hitâb et. Yolladığım dört
Müslümam, onlara tanıt. Askerlerine evvelâ niyetlerini düzeltmelerini; sonra
da, düşman karşısında sabır ve sebatla savaşmalarını söyle."
Cuma günü, zevalden
sonra hücum emrini ver. Çünkü o saatte, dualar kabul olunur ve Allanın rahmeti
yağar. Bütün mücâhidler yüksek sesle Tekbîr getirip, Allahû Teâla'dan yardım
dilesinler. Sonra da, hücuma kalksınlar!"
Mısır Başkumandanı bu
mektubu alır almaz, askerlerini topladı. Önce Halîfenin yazdıklarını, saygıyla
okudu. Sonra da şöyle konuştu:
Ey mücâhid gaziler.
Emîr-ül Mü'minîn, Ömer bin Hattâb hazretlerinin; bizlere yardım için yolladığı
bahadırları, işte sizlere tanıtıyorum:
Bu zât: Cennetle
müjdelenmiş, 10 büyük Müslümandan, sevgili Peygamberimizin öz halasının oğlu,
Zübeyr bin Avvâm'dır.
Şu kahraman;
"Rasûlüllahın süvarisi" ve Bedir savaşını yaşayan kahramanlarından,
Mikdâd bin Esved'dir. Bu genç ise; Peygamber efendimizin dualarına mazhâr olan,
meşhur Mesleme bin Muhalled'dir.
Sonuncu Müslüman da;
hem âlim, hem hafız, hem cengâver ve de Akabe Bey'atınm reislerinden, Ubâde bin
Sâmit hazretleridir.
Bu konuşmadan sonra
mücâhidler gerçekten coştular. Hz. Ömer'in dediklerini aynen yapmaya
başladılar. Mübarek Cuma vaktinde, herkes güzelce abdestlerini aldı. Namazlarım
kıldılar ve zafer için, Cenab-ı Hakka dua ettiler. Sonra da tekbîrlerle, hücuma
geçtiler. İşte bu îmânlı hücumlar sonunda, dualar nihayet kabul oldu. Mısır
topraklarına da, İslâm güneşi doğdu.
Hz. Ubâde, dirayetli,
üstün kabiliyetli bir kimseydi. Hz. Ebû Bekir, hilâfeti zamanında Bizans Kralı
Herakliyus'a elçi olarak Haşim bin Âs ile Ubâde bin Sâmit'i gönderdi.
Bu iki zât, Şam'a
uğradıktan ve uzun bir yolculuktan sonra İstanbul'a vardılar. Boyunlarında
kılıçları olduğu halde atlarının üzerinde kralın sarayına kadar yaklaştılar.
İstanbul halkı onları hayret ve hayranlıkla seyrediyordu. Hayvanlarından
inerken;
Lâ ilahe illallahü
vallahü ekber, deyince, sarayın, hurma ağacı gibi sallandığını gördüler. Kralın
huzuruna çıktılar. Kral kendilerine,
Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkında bir hayli suâl sordu. Aralarında şu
konuşmalar geçti:
“Sizin yanınızda en
büyük kelâmınız nedir? Lâ
ilahe illallahü vallahü ekber'dir.”
“Siz evinizde,
memleketinizde bunu söylediğiniz zaman evleriniz sarsılıp, tavanlarınız üzerlerinize çökmüyor mu?”
“Hayır, biz bu sözün
hiçbir zaman öyle yaptığını görmedik. Ancak senin yanında gördük. O, bize
öğütten başka birşey değildir.”
“Vallahi mülkümden
çıkmaktan nefsim hoşlansaydı size tâbi olurdum; ölünceye kadar da sizin hakîr
bir köleniz olmayı isterdim.”
Kral, bu itiraftan
sonra elçileri kıymetli hediyelerle gönderdi. Hz. Ubâde 655 yılında yetmişiki
yaşlarında iken Remle'de hastalandı. Çok sevilen ve sayılan bir sahabe olduğu
için, bütün mü'minler ziyaretine koşuyorlardı. Hasta yatağında bile, Peygamber
efendimizin hadis-i şeriflerini ve mübarek Kur'ân-ı Kerîm âyetlerini açıklıyor;
güzel nasihatlerde bulunuyordu. Bir keresinde oğlu Velid dedi ki:
“Babacığım! Bana da
bir nasîhatta bulunur musun? Fakat lütfen en önemlisi hangisiyle, onu
söyleyiniz.”
“Beni yatağımda
doğrultun, oturayım!” Dediğini yaptılar. Sonra şunları söyledi:
“Oğlum! Eğer sen,
kaderin hayrına ve şerrine inanmazsan; İmânın tadına eremezsin.”
“Fakat Babacığım,
kaderin, hayrını ve şerrini nasıl anlıyabilirim?”
“Şöyle inanmalısın ki:
kaderinde olmayan şey, seni asla bulamaz. Kaderinde yazılı olandan da, asla
kaçamazsın.” Hz. Ubâde'nin hastalığı
ziyâdeleşti. Vefat edeceğini anlayınca dedi ki:
“Ne kadar akrabam,
azatlı, hizmetli ve komşularım varsa; toplayıp getirin!”
Hepsi gelince, onlara
dedi ki:
“Sanıyorum bugün;
dünyadaki son günüm, âhiretteki ilk gecem olacaktır. Bazılarınızı, elimle veya
dilimle incitmiş olabilirim. İşte şimdi bana, kısas yapın. Çünkü bu dünyada
kısas yapmazsanız, yemin ederim ki öbür dünyada, hakkınızı benden alacaksınız.”
Etrafındakilere
helâlleşti. Sonra son vasiyetini yaptı:
Ruhumu teslim eder
etmez, hepiniz kalkıp güzelce abdest alın. İkişer rekat namaz kılıp; hem
kendinize, hem de şu garip Ubâde 'ye dua edin. Çünkü cenabı Hak, yüce kitabında
"Sabır ve namazla, Allaha
sığının/yardım dileyin!" buyurmuştur. Daha sonra hiç bekletmeden, beni
kabrime götürün. [149]
Sahabeler sade bir
hayat yaşamışlardır. Hayatlarında şetafete yer vermedikleri gibi,
cenazelerinin defn işleminin de şetafetli olmasına müsaade etmemişlerdir.
İnanmış insanlann eliyle dualarla âhiret uğurlanmayı arzulamişlardır.
Unutmayalım, Müslümanın hayatı da ölümü de Allah içindir.
Hz. Salim Mevlâ Ebü
Huzeyfe (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Seddat İbni Evs
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Sehl bin Hanîf
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Sehl bin Sa'd
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Seleme bin Hişâm
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Seleme İbni Evka
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Sevbân (R.a)'ın
hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Selman el- Farisî
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Süheyb-i
Rumi(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Sümâme bin Üsâl
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Süraâka bin Mâlik
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Talha b.
Ubeydullah (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Tufeyl bin Amr (R.a)'ın
hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Ubâde bin Sâmit
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Ukayl b. Ebî Tâlib
(R.anh)
Hz. Ukbe İbni Âmir el
Cuhenî (R.anh)
Hz. Umeyr İbni Vehb
(R.anh)
Hz. Übeyb b. Ka'b
(R.anh)
Hz. Üseyd bin Hudayr
(R.anh)
Hz. Üsame b. Zeyd
(R.anh)
Hz. Vahşî (R.anh)
Hz. Velîd bin Velîd
(R.anh)
Hz. Zeyd bin Desinne
(R.anh)
Hz. Zeyd b. Harise
(R.anh)
Hz. Zeyd b. Sabit
(R.anh)
Hz. Zübeyr b. El-Avvam
(R.anh)
Hz. Ukayl b. Ebî Tâlib
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Ukbe İbni Âmir el
Cuhenî (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Umeyr İbni Vehb
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Übeyb b. Ka'b (R.a)'ın
hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Üseyd bin Hudayr
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Üsame b. Zeyd
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Vahşî (R.a)'ın
hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Velîd bin Velîd
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Zeyd bin Desinne
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek ..
Hz. Zeyd b. Harise
(R,a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Zeyd b. Sabit
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Zübeyr b. El-Avvam
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz; Ukayl
Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib'in dört oğlundan ikincisidir. Başlangıcından
beri İslâm'a yakınlık duyuyordu. Ancak, Mekke'deki sosyal durumdan ve Mekkeli
müşriklerin Müslümanlara yaptığı işkenceleri görüp çekindiğinden, bu
düşüncesini açığa vuramadı.
Hz. Ukayl, Mekke
müşrikleri baskı yaptıkları için, Bedir savaşında istemeyerek onların yanında
yer aldı. Müslümanlar onu esir aldılar. Kendisi fakir idi. Kurtuluş fidyesini
ödeyecek durumu yoktu. Bundan dolayı, onun fidyesi, amcası Abbâs bin
Abdülmuttalib tarafından ödendi.
Hz. Ukayl'in İslâm'ı
kabul edişi, Hudeybiye anlaşmasından sonra olmuştur. Müslüman olan Ukayl, Mûte
gazasına iştirak etti. Ancak dönüşünde uzun süren bir hastalığa yakalandı ve bu
sebeple Mekke, Huneyn ve Tâif gazalarına iştirak edemedi.
Daha sonra, tekrar
Mekke'ye yerleşti. Ancak, zaman zaman Rasûlullahı ziyaret eder, hizmette kusur
etmezdi. Bu bakımdan Resûl-i Ekremden birkaç hadis-i şerif rivayet etmiştir.
Hz. Ukayl, Müslüman
olmadan önce fakir idi. Müslüman olup, hicret ettikten sonra daha da
fakirleşti. Rasûlullah efendimiz bu durumu görünce, Hayber seferinden sonra,
kendisine yıllık bir maaş bağladı. Başka geliri olmadığından, geçimini yalnız
bu maaşla temin ediyordu.
Ukayl bin Ebi Tâlib,
Peygamberimizi çok severdi. Her fırsatta Resûlullaha olan bağlılığını ve
sevgisini gösterdi. Rasûlüllah efendimiz de onu severdi. Ukayl hazretlerine
buyurdu ki:
“Yâ Ukayl! Ben seni iki cihetten seviyorum. Birincisi,
yakın akrabam olduğun için, ikincisi, amcamın seni sevdiğini bildiğim için.”
Hz. Ukayl, Rasûlüllahın
kıymetli sünnetine uymakta çok dikkatli ve titiz idi. Çevresindekilere,
cahiliyye âdetlerinden uzaklaşmalarını tavsiye ederdi. Nesepler, soylar
üzerinde geniş bir bilgiye sahipti.
Cahiliyye devrine
dâir, örf ve âdetler, meşhur günler, hikâye ve destanlar hakkında da derin
bilgisi vardı. Bu yüzden komşu kabileler arasında hürmet ve saygı görürdü. Bu
konuda sorulan suâllere geniş ve doyurucu cevaplar verirdi.
Müslüman olduktan
sonra, cahiliyye devrine ait âdetlerini iyi tanıdığından, neleri terkedeceğini
de gayet iyi biliyordu. Çünkü şerri, günahı, haramı bilmeyenin, tanımayanın,
harama düşme ihtimali her zaman mevcuttur. Ama tanırsa, ondan kendisini
muhafaza etmesi mümkündür.
Ukayl hazretleri hazır
cevap bir zat idi. Yüz küsur sene yaşamıştır. Yezid ile olan anlaşmazlıkta Hz.
Hüseyin'in tarafını tutarak, bu konuda önemli rol almıştır.
Bid'at sahiplerinden
uzak dururdu. Bildirdiği bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Bid'at sahipleri
ile birlikte bulunmayınız! Onlarla birlikte yiyip içmeyiniz! Onlardan kız alıp
vermeyiniz!"
Ukayl hazretleri,
Câfer-i Tayyar hazretlerinden on, Hz. Ali'den yirmi yaş büyük olup, üçü de aynı
anadandır. Künyesi Ebû Yezid'dir. 680 tarihinde vefat etti.[150]
Cahiliyye adetleriyle,
bid'atlerle mücadele sahbenin en önemli uğraşlarındır. Onlar bid'atleri mezara
gömmüşler, sünnetleri ise ihya etmişlerdir. Sahabe fıkhında sünneti ihya edip
ittiba etmek, bid'atlerle mücadele miktarıncadır.
Hz.Ukbe İbni Âmir
el-Cuhenî (R.a.) Kur'an-ı Kerim'i güzel okuyan bir Kur'an hafızı... Gecenin
seher vakitlerinde kalkıp Mevlâ ile konuşurcasına huşu ile Kur'an tilâvet eden
bir âşık... Kendi el yazması Kur'an'ı bulunan bir ilim eri...
O, Rasûl-i Ekrem (sav)
efendimizin Medine-i Münevvere'ye hicretinden sonra İslâm'la şereflendi.
Müslüman oluşunu kendisi şöyle anlatıyor:
"İnsanlardan
uzak, çöllerde küçük sürülerimin peşinde hayatımı geçiriyordum. Mekke'de yeni
dinin ve son Peygamberin geldiğini daha sonra Medine'ye hicret edeceğini
duydum. Kısa bir zaman sonra da Medine'ye teşrif ettiği müjdesini aldım. Bütün
Medine'li müslümanların sevinç haberleri geliyordu. Ben de sürülerimi bırakıp
Medine'ye koştum. Huzuruna vardım ve:
"Ya Rasûlallah!
Ben size bey'at edeceğim" dedim. Sevgili Peygamberimiz:
"Sen kimsin?" dedi. Ben de:
"Ukbe İbni Âmir
el-Cuhenî'yim" dedim. Bana:
"Sence hangisi daha iyi. Bedevi bey'ati mi, yoksa
hicret bey'ati mi?" dedi. Ben
de:
"Hicret bey'ati
yapmak istiyorum." Yani, Medine'de kalmak üzere bey'at ediyorum dedim.
Muhacirlerle beraber yanında bir gece kaldım. Ertesi gün küçük sürümün yanına
döndüm."
Ukbe (R.a)'ın gönlüne
İslâm ışığı girmişti, fakat o sevgiliden ayrı kalışı yeni gelen vahiyleri
duyamaması ona çok zor geliyordu. Kendi ifadesiyle şöyle bir çare bulmuştu:
"Biz oniki arkadaştık. Sürülerimizi otlatmak için Medine'den uzakta
kalıyorduk. Arkadaşlarla aramızda: "Biz de hiç iş yok. Yeni gelen vahyi
öğrenmek ve Rasûlüllah (sav)'ın sohbetinde bulunmak için hergün birimiz
Medine'ye gitse, sürüsüne burada
kalanlar baksa diye anlaştık. Ben sürüleri bırakmaktan korkuyordum. Siz gidin
ben sürünüze bakayım. Geldiğinizde, dinlediklerinizi ve öğrendiklerinizi sizden
alırım" dedim. Bir müddet böyle nöbetleşe devam ettik. Sonra o sevgilinin
yüzünü görememek, huzurunda bulunamamak canıma tak etti ve kendi kendime:
"Yazıklar olsun
sana! Sen bu sürüler yüzünden mi Rasûlullah (sav)'ın sohbetinde bulunmayı terk
ediyorsun. Gelen vahyi direk onun ağzından duymak, aracısız, ondan almaktan bu
sürüler mi seni alıkoyuyor?" dedim. Gafletten uyanarak kendime geldim ve
koyunlarımı bırakıp Rasûlullah (sav)'ın yakınında bulunmak için Medine'ye
hicret ettim. Mescid'de yatıp kalktım.
Ukbe (R.a) gölge gibi
Rasûlullah (sav) efendimizi takip etmeğe başladı. Yolculukda hayvanının
yularını tuttu. Ona hizmeti zevk haline getirdi. Efendimiz de Ukbe'yi çoğu kere
terkisine alırdı. Bu sebebten ona Rasülüllah'ın redifi diye isim verildi.
Kendisi şöyle anlatıyor.
Birgün Rasûlullah
(sav) efendimiz bana: "Ukbe! Sana,
şimdiye kadar benzeri görülmeyen iki sûreyi öğreteyim mi?" dedi. Ben
de:
"Evet Ya
Rasûlallah!" dedim. Bunun üzerine iki Cihan Güneşi efendimiz bana
"Felâk ve Nas" sûrelerini okudu. Namaz vakti girince imam oldu ve o
iki sûreyle namazı kıldırdı. Daha sonra: "Ey Ukbe! Yatarken bu sûreleri daima oku!" buyurdu.
Ukbe (R.a) Allah'ın
sevgilisine yakın olmanın ve ona hizmet etmenin bereketini, hayatında gördü.
Kur'an, hadis, fıkıh ve ferâiz ilminde güzide şahsiyet oldu. Ashab arasında
ilim ve cihad eri olarak anıldı.
O, Kur'an okumak ve
öğretmekten büyük zevk alırdı. Birgün Resûl-i Ekrem (sav) efendimizden:
"Ya Rasûlallah!
Hûd ve Yusuf sûrelerini bana okur musunuz?" diye ricada bulundu. Efendimiz
okudu Ukbe dinledi. Daha sonra öğrendiği şekilde etrafına okudu ve öğretti.
O, Kur'an-ı Kerim'i
çok güzel okurdu. Sahabe onun tane tane okuyuşunu dinler, kalpleri ürperirdi.
Bilhassa geceleri ortalık sakinleşince yüksek sesle, Mevlasıyla konuşurcasına
âyetleri tefekkür ederek hûşû ile okur gözleri yaşlarla dolardı.
Hz. Ömer (r.a) onu
birgün çağırıp şöyle dedi "Ey Ukbe! Bana biraz
Kur'an oku!" O da: "Hay, hay,
Ey ermru'l-mü'minin" dedi ve bir miktar Kur'an okudu. Ukbe (r.a)'m tatlı
tatlı okuyuşunu hûşû ile dinleyen Hz. Ömer (r.a) gözyaşlarını tutamadı ve
sakalını ıslatıncaya kadar ağladı.
Evet!. Kur'an böyle
bir kitaptır. Onu huşu ile dinlemek kalbleri ürpertir... Gönülleri yumuşatır.
Gözyaşlarını akıtır. Çünkü kâmil mü'minlerin gıdasıdır Kur'an. Allah'ım!.
Bizlere de o yüce kitabın derinliklerine dalabilmeyi, onu okumak okutmak ve
dinlemeyi zevk haline getirebilmeyi nasib
et!.
Tilavetü'l Kur'an,
Ashâb-ı Kirâm'ın en önemli hassasiyetlerinden biridir. Kur'an onların ruhuna
gıda, kalblerine cila, hayatlarına şifa olmuştu. Ukbe (R.a) kendi elleriyle
yazdığı bir Kur'an bıraktı. Yakm zamana kadar Mısır'da kendi adıyla bilinen
cami'de muhafaza edildi. Fakat kaybolan kültür hazinelerimiz arasında maalesef
o da kayıplara karışıp gitti.
O, Hz. Ömer (R.a)
devrinde Şam'ın fethinde bulundu. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Komutan Ebu
Ubeyde (R.a) halifeye müjdeyi ulaştırmak üzere onu gönderdi. Hz. Muaviye
(R.a.) devrinde Mısır'da valilik yaptı. Onun emriyle Rodos adasının fethi için
gönderilen orduya kumandan oldu.
Ukbe (R.a) askeri
bilgileri öğrenmekten zevk alırdı. Kendisi de mükemmel ok atardı. Halkı da bu ise
teşvik ederdi. Bir defasında Hz. Halid b. Velid (R.a)'a Resûl-i Ekrem (sav)
Efendimizin: "Cenab-ı Hak bir ok
için üç kişiye cennet nasib edecektir" hadisini hatırlatmıştı. Bunun
için ok atmak hususunda büyük gayret sarfederdi.
İlim ve cihada çok
önem veren Ukbe (r.a) 55 hadis-i şerif rivayet etmiş ve 58. hicri senede
Mısır'da vefat ettiği bildirilmiştir. Cenab-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz
ederiz. Amin. [151]
Sahabenin hayatında
ilim-cihad, cihad-zikir ayrılmazlığı vardı. Onlar ilim halkasından kalkıp cihad
cephesine koşuyorlardı, cihad cephesinden zikir meclislerine intikal
ediyorlardı. Sahabe fıkhında hayat bir bütün olduğu gibi, hayatı disipline
etmek için Allah katından gelen din de bir bütündür.
Dinin sahası dışında kalan her hangi bir hayat alanı bırakmıyorlardı. Onlar
din içinde bir hayat inşa etmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla hayat içindeki
dinden vaz geçip din içindeki hayatta karar kılmak ve bunun için mücadele etmek
sahabe fıkhından pay almaktır.
Hz. Umeyr İbni Vehb (R.a.)
Resûlüllah (sav) efendimizin kendisine göstermiş olduğu açık mucize karşısında
hayrette kalan ve derhal gönlünü İslâm'a açan bir yiğit...
O, İslâm'la
şereflenmeden önce Kureyşin azılılarındandı. Cesur, keskin görüşlü bir yiğitti.
Bedir Gazvesinde müşrikler safında yer aldı. Kavmi onu müslümanların sayısını
öğrenmek ve arkalarında yardımcı kuvvetleri olup olmadığını araştırmak üzere
seçip gönderdi. Kavmine döndüğünde gördüklerini sanki bir müslüman gibi
nakletti, şöyle ki: "Ey Kureyş topluluğu!.. Onların sayıları azdır.
Arkalarında yardımcı kuvvetleride görünmüyor. Fakat onların herbirini ölüme
susamış kişiler olarak gördüm. Sizlerden birini öldürmedikçe onlardan birisinin
öldürülmesi mümkün değildir. Onların sayısı kadar sizden de ölen olacaksa
hayatın ne tadı kalır? Ona göre kararınızı veriniz... " dedi.
Bu sözlerden Kureyş'in
bazı ileri gelenleri etkilendi. Savaş yapmadan Mekke'ye dönmeyi bile
gönüllerinden geçirdi. Fakat "Kureyş'in şeytanı" diye bilinen Ebu
Cehil'in kin, kibir ve gururu baskın çıktı. Harb ateşi yakıldı. Başlarına gelen
belaya ne kendisi ne de kavmi engel olamadı. Kureyş hezimete uğrayarak geri
döndü. Umeyr İbni Vehb'de yara-bere içerisinde güç belâ Mekke'ye döndü. Oğlu
esir olarak Medine'de kaldı. Zamanla Umeyr'in yaraları iyileşti. Ama İslâm'a
düşmanlığı daha bir koyulaştı. Kendisinin Rasûlüllah'a ve ashabına yaptığı ezâ
ve cefalar aklına geliyor ve oğluna işkence yapılmasından korkuyordu.
Bir gün amcazadesi
Safvan İbni Ümeyye ile Kabe'de Hicir mevkiinde oturmuş hasbıhal ediyorlardı.
Bedir felâketinden ve esirlerden bahsediyorlardı. SafVan "Bedir'den sonra
hayatın tadı tuzu kalmadı." dedi. Umeyr de: Gerçekten öyle. Bundan sonra yaşamaya değmez.
Şayet şu borçlarım olmasa, çoluk çocuğumu geçindirmek düşüncem bulunmasaydı,
Medine'ye varır, Muhammed'i öldürürdüm. Oğlumun ellerinde esir olması da bu iş
için iyi bir bahanedir." dedi.
Safvan çok zengindi.
Bedir'de kaybettiği yakınlarının intikamını almak istiyordu. Umeyr'in bu sözlerini
fırsat bildi ve ona: "Umeyr. Eğer Muhammed'i öldürürsen, senin bütün
borçlarını öderim. Çoluk çocuğuna da benimkilerle birlikte ölene kadar bakarım.
Malım onların hepsine yeter" dedi. Umeyr'in istediği de buydu. Peki Öyleyse
dedi. Fakat bu anlaşmamızı gizli tut! Sakın kimseye söyleme diye tenbih etti.
Umeyr kılıcını bileyip
zehirledi. Devesine binip Medine'nin yolunu tuttu. Mescid-i Nebevî'nin kapısına
yakın bir yerde devesini indirdi. Hz. Ömer (r.a) onun devesinden inip, kılıcını
kuşanmış olarak Mescide doğru gittiğini görünce: "Bu, Allah düşmanı Umeyr'dir.
Buraya mutlaka bir kötülük yapmak için gelmiştir" dedi. Kendisi derhal
Rasûl-i Ekrem (sav) efendimizin huzuruna geldi ve durumu arz etti. İki Cihan
Güneşi Efendimiz:
"Onu bana getirin." buyurdu. Hz. Ömer (R.a) geri dönüp Umeyr'in yanına
geldi. Yakasından tuttu. Boynundaki kılıcı sımsıkı yakalayarak Rasûlüllah'ın
huzuruna götürdü. Efendimiz Umeyr b. bu halde görünce: "Onu serbest bırak
Ömer!... Sen geri dur! Sen de yakın gel
ey Umeyr!... Yaklaş ya Umeyr! buyurdu.
Sonra aralarında şu konuşma geçti. Efendimiz ona:
"Ey Umeyr! Buraya niçin geldin?" dedi. O da
"Oğlum elinizde
esir. Bir iyilik edip onu bırakasınız diye geldim" dedi.
"Boynundaki şu kılıç ne oluyor?"
"Öyle kılıç olmaz
olsun! Bize ne faydası dokundu ki... Bedir'de bir fayda verdi mi?" dedi.
Efendimiz tekrar: "Bana doğru söyle!
Buraya niçin geldin?" diye sordu. O da: Sadece bunun için geldim"
dedi. Aldığı bu cevaplardan sonra Fahri Kâinat (sav) efendimiz ona:
"Peki öyleyse Hicir'de Safvan İbni Ümeyye ile yaptığınız
anlaşma neydi? Orada, Bedir'de kuyuya atılan kimselerden bahsettiniz. Sonra
sen, borcum ve şu çocuklarım olmasaydı, gider Muhammed'i öldürürdüm, dedin.
Safvan da borcunu ödemeyi, çocuklarına bakmayı üstlendi. Sende kalkıp geldin.
Fakat Allahü Teâlâ yapmayı düşündüğün işe izin vermeyecektir." buyurdu.
Umeyr bu bilgiler
karşısında hayretler içerisinde kaldı. Renkten renge girdi. Ürkek ürkek,
kekeleyerek: "Bu konuyu sadece Safvan'la ikimiz
konuşmuştuk. Yammızdabaşka biri yoktu.
Vallahi, kesin olarak inandım ki, sana bu haberi ancak Allah getirmiştir.
Anlıyorum ki, sen Rasûlüllahsın. Müslüman olmam için beni sana gönderen Allah'a
hamdolsun..." dedi. Peşinden kelime-i şehadet getirerek İslâm'la
şereflendi.
İki Cihan Güneşi
Efendimiz ashabına: "Kardeşinize
dinini ve Kur'an'i öğretin. Esirini,de salıverin." buyurdu, Kısa
zamanda dinini iyice öğrenen Umeyr Rasûl-i Ekrem (s.a) efendimizden izin alarak
Mekke'ye döndü.
Safvan İbni Umeyye
Mekke'de Kureyş'in toplantılarına katılıyor ve "Yakında Bedir acılarınızı
unnulturacak bir haber vereceğim!" diye ilan ediyordu. Umeyr'in dönüşü,
gecikince merak edip yolcu kafilelerinden onu sormaya başladı. Onun İslâm'a
girdiğini duydu. Ama inanamıyordu. Onun İslâm'a girişi ve Mekke'ye dönüşü büyük
bir hadise oldu. İslâm'ı yaymak için çok çalıştı. Birçok müşrik onun sayesinde
İslâm'ın nuruna kavuştu. Mekke fethinden sonra da Safvan'in müslüman olmasına
vesile oldu. Uhud'dan evvel Medine'ye hicret etti. Bütün gazalarda bulundu. Hz.
Ömer (R.a) devrinde Amr İbni As (R.a)'a gönderilen yardımcı kuvvetlerin birinde
komutanlık yaptı. İskenderiye fethinde büyük yararlılıklar gösterdi. Diğer
bazı şehirlerin fethinde de bulunan Umeyr İbni Vehb (R.a) Hz. Ömer (R.a)'in
hilafetinin son zamanlarında vefat etti. Cenâb-l Hak şefaatlarına nail eylesin.
Amin. [152]
Müslümanları öldürmeye
gelenler onlarda dirilir. Müslümanların tarihi ile insanlık tarihi bunun
şahididir. Sahabeler İslâm'ı o kadar diri ve duru bir şekilde yaşamışlar ki,
onlara düşmanlık edenler onları gördüklerinde İslâm'a teslim olmaktan
kendilerini ahkoyamamişlardır. Sahabe nesli, İslâm'ı insanlığın müşterek cazibe
noktası haline getirmiş olan bir nesildir.
Sahabe-i Kiramın
büyüklerinden biri olup Rasûlüllah (sav)'ın vahiy kâtiplerindendir. Übey
(R.a)'in babasının adı Ka'b, annesinin ismi Suheyle'dir. İki künyesi vardir:
Ebu'l-Münzir ve Ebu't Tufeyl. Medineli olup Hazrec kabilesinin Neccaroğulları
kulundandır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
Übey b. Ka'b'ın Müslümanlığı
kabul etmesi Rasûlüllah (sav)'ın Medine'ye hicret etmesinden önce, Akabe
biatlarında olmuştur. Übey b. Ka'b ikinci Akabe bey'atında Rasûlüllah (sav)'e
biat eden yetmiş kişi içerisinde idi. Rasûlüllah (sav) Medineli Müslümanlar
arasında yapmış olduğu kardeşlik antlaşmasında Übey b. Ka'b ile Aşerei
Mübeşşere[153] den Said b. Zeyd'i
kardeş yaptı. Übey, Rasûl-i Ekrem ile Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün
muharebelere katıldı. Uhud muharebesinde kendisine bir ok isabet etmiş,
Rasûlüllah (sav) ona bir tabib göndermiş, tabib okun girdiği yerdeki daman
keserek üzerini dağlamiştı. Bu suretle Übey b. Ka'b bu arızadan kurtulmuş oldu
.[154]
Übey b. Ka'b cahiliyye
döneminde de okuma yazma bilen az sayıdaki kimselerden biri idi.[155]
Rasûlüllah (sav) Medine'ye hicret edince, orada, Ensar içerisinde yazılarım ilk
yazan Übey b. Ka'b olmuştur. [156]
Yazdığı yazıların sonuna "filan oğlu filan yazdı" diyenlerin de ilki
idi. [157]
Şu halde Medine
döneminde Rasûlüllah (sav)'a gelen vahyi ilk yazan Übey b. Ka'b olmuştur. Übey
b. Ka'b olmadığı zaman Zeyd b. Sabit yazardı. Peygamber Efendimiz (sav) ilahi vahyi
Cebrail (a.s)'dan aldığı zaman, Übey b. Ka'b onu daha yazının ıslaklığı
üzerinde iken ezberler, Rasülüllah
(sav)e okurdu. [158]
Übey ashabın en alimlerindendi. Tabiinin büyük bilginlerinden olan Mesruk
(663/683) şöyle derdi: "Rasülüllah (sav)'in ashâbıyla görüştüm.
İlimlerinin şu altı kişiye dayandığını gördüm: Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b.
Sabit, Übey b. Ka'b ve Ebu'd-Derdâ. [159]
Übey b. Ka'b, Kur'an-ı
Kerîm'i en iyi okuyan sahabîlerden idi. Peygamber Efendimiz (sav) "Ümmetimin en iyi okuyanı Übey'dir."[160] buyurmuştur.
Bu sebeple Seyyidü'l-Kurra (okuyucuların efendisi) lakabıyla tanınmıştı.
Kur'an-ı Kerîm'i sekiz gecede hatmederdi. Rasûlüllah (sav)'in zamanında
Kur'an'ı cem ederek ona arzeden sayılı sahabîlerden biri idi. Nitekim Enes b.
Malik, "Rasülüllah (sav) zamanında Kur'an'ı dört kişi hıfzetmiş olup hepsi
de ensardandı. Bunlar: Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Ebû Zeyd ve Zeyd b.
Sabit'tir.[161] demiştir.
Übey b. Ka'b, Rasûlullah
(sav)'in ashabına Kur'an'ı kendilerinden öğrenmelerini tavsiye ettiği dört
kişiden biridir. Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlüllah(sav)'in
şöyle buyurduğunu işittim: "Kur'an'ı
dört kişiden alın (öğrenin). Abdullah b. Mes'ud'dan" Rasûlüllah (sav)
önce bunu zikretti, Ebu Nuzeyfe'nin mevlası Salim den, Muaz b. Cebel'den ve
Übey b. Ka'b'dan. Bu dört sahabîden Muaz ile Übey ensardan, Abdullah b. Mes'ud
ile Salim ise muhacirlerdendir.
Rasülüllah (sav) Übey
b. Ka'b'ı, Kur'an-ı Kerim'i iyi bilen bir sahabe olması sebebiyle öğretmen
olarak tayin etmişti. Mescid-i Nebevi'de Kur'an-ı Kerim'i öğretirdi. Aralarında
Ebu Hureyre ve İbn Abbas'ın da bulunduğu bir çok sahabenin hocalığını
yapmıştır. O, Kur'an-ı Kerim'i öğretmesi karşılığında her hangi bir maddi şey
de almazdı. Nitekim ondan şöyle rivayet edilmiştir: "Muhacirlerden birine
Kur'an öğretmiştim. Bu zat bana bir yay hediye etti. Ben bunu Rasülüllah (sav)
'e anlatınca: "Onu alırsan ateşten
bir yay almış olursun" buyurdu. Ben de yayı sahibine geri verdim. [162]
Übey b. Ka'b,
Kur'an'ın lafızlarının eda keyfiyetini, kıraat vecihleriyle ilgili
hususiyetlerini öğrenmeye özen gösterirdi. Allahû Teâlâ, Peygamber Efendimiz
(sav)'e Übey'e Kur'an okumasını emretmiştir. Enes b. Malik (r.a)'dan şöyle
rivayet edildi: Rasûlullah (sav) Übey b. Ka'b'a:
"Allah bana Lemyekünillezîne kefeni
suresini sana okumamı emretti" buyurdu. Übey
"Allah benim
adımı da andı mı?" dedi. Peygamber Efendimiz (sav)
"Evet" deyince Übey b. Ka'b sevincinden ağladı.[163] Bu
hadis-i şerif sahabe içerisinde Übey b. Ka'b'ın faziletine işaret ettiği gibi,
onun kıraat ilmindeki yerine de işaret etmektedir.
Übey b. Ka'b, kıraati
bizzat Rasülüllah (s.a.v)'den almıştır. O, Hz. Ömer'e "Ben Kur'an-ı
Kerîm'i daha taze iken bizzat Cebrail (a.s)'dan alan zattan aldım"
demiştir. [164]
Kur'an-ı Kerim'e karşı
duyduğu rağbet ve arzu Übey b. Ka'b'ın faziletini artırmış, bu. sebeple
Rasûiullah (sav)'in takdirini, ashabın saygısını kazanmıştır.
Übey b. Ka'b aynı
zamanda Rasülüllah (sav) zamanında fetva veren az sayıda sahabeden biridir.
Muhammed babası Sehl'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Rasülüllah (sav)
zamanında fetva veren, üçü muhacir ve üçü ensardan olmak üzere altı kişi idi.
Muhacirlerden olanlar Ömer, Osman, Ali; ensardan olanlar da Übey b. Ka'b, Muaz
b. Cebel ve Zeyd b. Sabit'tir."[165]
Übey b. Ka'b,
Rasülüllah (sav) zamanında idarî görevlerde de bulunmuştur. Rasülüllah (sav)
onu Belî, Uzre ve Benî Sa'd kabilelerinin zekâtlarını toplamak üzere
görevlendirmişti. Übey b. Ka'b bu görevi esnasında karşılaştığı bir vakıayı
şöyle anlatır:
"Rasülüllah (sav)
beni Belî, Uzre ve Benî Sa'd b. Huzeym b. Kadâa kabilelerinin zekatlarını
toplamak üzere gönderdi. Onların zekâtlarını topladım. Nihayet onlardan sonuncu
adamın yanma vardım. İçlerinde bu adamın evi ve köyü Medine'de Rasülüllah
(sav)'e yakın olanı idi. Bu adam bana bütün malını topladı. Ben de zekât olarak
almaya henüz iki yaşma girmiş bir dişi deveden başkasını bulamadım. Kendisine
onu alacağımı söyledim. Mal sahibi, "Bunun sütü de yok, yük taşımak için
de elverişli değil. Allah'a yemin ederim ki senden önce zekât toplamaya gelen
ne Rasûlüllah'a ve ne de onun elçisine malımdan sütü olmayan ve yük taşımaya da
elverişli olmayan bir deveyi vermedim. İşte genç, semiz 'dişi deve. Onu
al." dedi.
Ben ona, "Bana
emredilmeyen şeyi almam. İşte Rasülüllah (sav) sana
yakın, istersen ona gider, bana söylediklerini
anlatırsın. Şayet o, kabul ederse, eder, etmezse reddeder" dedim. Adam:
"Bunu
yapacağım" dedi ve benimle çıktı, bana vermek istediği deveyi de aldı.
Rasûlüllah(sav)'e gelince:
Yâ Rasulüllah, malımın
zekâtını almak için elçin geldi. Malımı topladım. O, sütü olmayan ve yük
taşımaya da elverişli olmayan henüz iki yaşına girmiş bir deveyi seçti. Ben
kendisine alması için genç, semiz bir dişi deve gösterdim, almaktan imtina
etti. İşte o deveyi getirdim, al ya Rasûlullah" dedi. Peygamber Efendimiz
(sav); "Senin üzerine borç olan Übey
b. Ka'b'in ayırdığı devedir. Sen kendi rızanla daha iyisini vermek istersen,
onu kabul ederiz ve Allah bundan dolayı sana ayrıca mükafat verir,"
buyurdu. Adam:
"Ben de bu
maksatla onu getirdim, buyur al, yâ Rasıılullah!" dedi.
Hz. Peygamber (sav)
devenin alınmasını emretti ve malının bereketlenmesi için dua etti. [166]
Übey b. Ka'b'ın,
Rasûlullah (sav)'in vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında da
mühim görevler yaptığını görüyoruz. Hz. Ebû Bekir mühim bir mesele ile karşı
karşıya gelip çözümünü Kur'an ve sünnette bulamadığı zaman ashâbın seçkin
alimlerini toplar, onlarla istişarede bulunurdu. Übey b. Ka'b da Hz. Ebû
Bekir'in danışma meclisi üyelerinden idi. Aynı zamanda Hz. Ebû Bekir döneminde
fetva vermekle görevli meşhur fakihlerden biri idi.[167] Bu
dönemde onun Kur'an'm cem'i için kurulan komisyonda görev aldığını da görüyoruz.
Übey b. Ka'b, ikinci
halife Hz. Ömer'in de teveccühünü kazanmıştır. Hz. Ömer, Übey b. Ka'b'a çok
hürmet eder, ondan yararlanır ve ona Seyyidü'l-Müslimin (Müslümanların ulusu)
derdi.[168] Hz. Ömer'in hilafeti
döneminde onun şura meclisinde çalışır ve kabilesi Hazrec'i temsil ederdi. Aynı
zamanda fetva işleri ne de bakardı. Hz. Ömer bir zaman halka hitabında şöyle
demiştir:
"Kur'an'dan
sormak isteyen Übey b. Ka'b'a gelsin, feraizden sormak isteyen Muaz'a, mal
isteyen de bana gelsin. Çünkü Allah beni hazinedar ve dağıtıcı kıldı."[169]
Hz. Ömer zamanında
teravihi cemaatle ilk kıldıran da Übey b. Ka'b olmuştur. Hz. Peygamber (sav)
zamanında, onun vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekr, daha sonra kısmen de
Hz. Ömer zamanında teravih namazı cemaatle değil, münferid olarak kılınmıştır.
Bir defa Hz. Ömer mescide gidince halkın dağınık bir şekilde teravih namazı
kıldıklarını gördü. Kimi tek başına kılıyor, kimi küçük bir cemaat oluşturmuş
kılıyorlardı. Hz. Ömer bütün halkı bir tek imamın arkasında toplamayı düşündü
ve ertesi gün Übey b. Ka'b'ı teravih imamı tayin edip cemaati onun arkasına
topladı. Böylece teravih namazı cemaatle kılınmaya başlandı. [170]
Hz. Ömer, hilafeti
zamanında fetva işleri üzerinde hassasiyetle durur, ancak bu işe ehil olanların
fetva vermesine müsade ederdi. Onun zamanında ancak Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b.
Cebel, Abdurrahman b. Avf, Übey b. Ka'b, Zeyd b. Sabit, Ebu Hureyre ve Ebu'd-Derdâ
gibi tayin ettiği zatlar
fetva verirdi. [171]
Übey b. Ka'b, Hz. Ebû
Bekir döneminde olduğu gibi Hz. Ömer döneminde de danışma meclisi üyesi idi.
Çeşitli konularda fikri alınır, görüşlerine değer verilirdi.[172]
Übey b. Ka'b tefsir
sahasında da ashabın önde gelenlerinden biri olup Medine tefsir ekolünün reisi
olarak kabul edilmiştir. Celaleddin es-Suyutî (ö. 911/1505) tefsir sahasında
meşhur olan sahabelerin on kişi olduğunu belirtmiş, bunlar içerisinde de
kendilerinden en çok tefsir rivayet edilenlerin Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ud,
Abdullah b. Abbas ve Übey b. Ka'b olduğunu belirtmiştir.[173]
Übey b. Ka'b vahiy
kâtibi olması sebebiyle Rasûlullah (sav)'in fiil ve hareketlerine muttali bir
sahabî idi. Kütüb-i Sitte'de kendisinden altmış küsur rivayet edilmiştir. Bakiy
b. Mahled (ö. 276/889)'in Müsned'inde Übey b. Ka'b'ın yüz altmış dört hadisi
vardır. Bunlardan üçü hem Buhari'de ve hem de Müslim'de vardır. Ayrıca Buhari
üç hadisi tek başına rivayet etmiş ,yedi hadisi de yalnız Müslim rivayet
etmiştir.[174] Übey b. Ka'b in rivayet
etmiş olduğu "hadislerden birinin anlamı şöyledir: Rasûlullah (sav) şöyle
buyurdu:
“Ademoğlunun bir vadi dolusu malı oisa, bir ikincisini
ister. İki
vadi
dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü de ister. Ademoğlunun içerisini topraktan
başka bir şey doldurmaz. Allahu Teâlâ ise tevbe edenin tevbesini kabul eder.”[175]
Übey b. Ka'b'm vefat
tarihi ihtilaflıdır. El-Vakidî der ki, "Bir kısım hadiseler onun Hz.
Ömer'in hilafeti döneminde olduğuna delalet etmektedir.
Yakınları ve
başkalarının onun Medine'de hicri 22 senesinde öldüğünü söylediklerini gördüm.
Hz. Ömer "Bugün Müslümanların ulusu öldü" demiştir. Onun Hz. Osman'ın
hilafeti döneminde hicri 30'da öldüğünü söyleyenler de olmuştur. Bize göre bu
daha doğrudur. Çünkü Hz. Osman (R.anh) ona Kur'an'ı cem etmesini emretmiştir.[176]
Sahabenin fıkhında
Kur'an; ruhun gıdası, kalbin cilası, hayatın da şifasıdır. Sahabe Kur'an'sız
gün geçirmemiştir. Kur'an öğrenmek isteyenlerin adresi olmak, sahabenin
fıkhından pay almış olmanın alâmetidir. Sahabenin fıkhına göre her müslümanın
evi bir Kur'an kursudur ve Kur'an kursu da olmalıdır.
Medine'ye İslâmiyeti
öğretmek için gelen Mus'ab bin Umeyr Medine'de fevkalâde bir gayretle çok
kimsenin müslüman olmasını sağladı. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa'd bin
Mu'âz'ın teyzesinin oğlu olan Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşmişti. Bu
sebeple Sa'd bin Mu'âz, o zaman Araplar arasında akrabaya karşı hakaretten
kaçınmak adet olduğu için, bu işe mani olma teşebbüsünde de bulunamadı.
Ancak bir kabile reisi
olarak bu işe de el koymak istiyordu. Bu maksatla kabilesinin ileri
gelenlerinden Üseyd bin Hudayr'a dedi ki:
“Sen, işini iyi bilen,
kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın! Zayıflarımızın inançlarını
bozmak için mahallemize
gelmiş olan bu adamı, yanımıza
gelmekten men et! Es'ad bin Zürâre akrabam olmasaydı, bu işi kendim
hallederdim.”
Bunun üzerine Üseyd
bin Hudayr, Mus'ab bin Umeyr'in bulunduğu eve giderek dedi ki:
“Sizi, bize getiren
sebep nedir? Zayıflarımızın inançlarını mı bozacaksınız? Eğer, hayatından
olmak istemiyorsan yanımızdan ayrılıp gidersin.”
Mus'ab bin Umeyr, ona
yumuşak bir sesle cevap verdi:
“Hele biraz otur,
sözümüzü dinle! Beğenirsen
kabul edersin, beğenmezsen dinlemekten yüz çevirirsin.”
Mus'ab bin Umeyr ona,
Kur'ân-ı Kerim okudu. İslâmiyeti anlattı. Onun tatlı konuşması, insanın kalbine
işleyen sözleri ve hoş sesiyle okuduğu
Kur'ân-ı Kerîm âyetleriyle, kendinden geçen Üseyd bin Hudayr dedi ki:
“Bu, ne kadar güzel,
ne kadar yüce söz. Bu dîne girmek için ne yapmak lâzımdır?”
Ne yapması lâzım
geldiğini anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, Kelime-i Şehâdet söyliyerek müslüman
oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu hâlde Mus'ab bin Umeyr'e şöyle dedi:
“Arkamda bir adam var.
Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o müslüman olursa, Medine'de onun
kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz.”
Sonra kalkıp süratle
gitti. Doğruca Sa'd bin Mu'âz'ın yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi.
Bunu gören Sa'd
şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanına koştu. Sert ve kızgın bir
tavırla konuşmaya başladı.
Mus'ab bir Umeyr, ona
da gayet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik
konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı.
Mus'ab bin Umeyr, ona
da İslâmiyeti anlattı ve Kur'ân-ı Kerîmden bir miktar okudu. Kur'ân-ı Kerîm
okunurken Sa'd'ın yüzü birdenbire değişiverdi. O da orada müslüman oldu.
Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve rahatlığın şevkiyle derhal kavminin yanma
gidip, onlara müslüman olduğunu söyledikten sonra sözlerini şöyle tamamladı:
Hepiniz îmân etmedikçe
sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!
Bunun üzerine kavmi
hep birden İslâmiyeti kabul etti. O gün kabilesinden iman etmedik kimse
kalmadı.
Üseyd bin Hudayr bütün
güç ve kuvvetini, maddî ma'nevî imkânlarını İslâm uğrunda kullandı. Medîneli
Müslümanlardan 75 kişi ile ikinci Akabe bey'atına katıldı. Peygamberimizin bu
Müslümanlar içerisinden seçtiği on iki temsilciden birisi de Üseyd bin
Hudayr'dır.
Hz. Üseyd, Rasûlüllah
efendimizin bütün savaşlarında yer aldı. Canını ve varlığını bu yola adadı. Uhud savaşında Evs
kabilesinin sancağı Hz. Üseyd'de idi. Bu savaşta cesaret ve şecaat örnekleri
gösterdi. Yedi yerinden ağır bir şekilde yaralandı.
Mücahidler Medine'ye
döndükten hemen sonra, Peygamber efendimiz, müşriklerin geri dönüp Medine'ye
baskın yapma ihtimalini göz önünde tutarak, Hz. Bilâl'e, "Rasûlüllah
düşmanınızı takip etmenizi emrediyor!" diye seslenerek müslümanlara
duyurmasını emretti.
Dertlerini
unutturdu.Bu sırada Üseyd yaralarını tedavi ettirmek istiyordu. Rasûlullah'm
da'vetini işitince dedi ki:
“İşittim, Allah'ın
Rasûlünün emrine boyun eğiyorum!”
Sonra Üseyd bin
Hudayr, silâhını eline aldı. Yaralarının tedavisine ehemmiyet vermeyerek
Peygamberimizin yanına geldi. Hazır olduğunu söyledi. Cihâd da'veti ve
Rasûlullah'ın emri, ona, bütün dert ve yaralarını unutturmuştu.
Uhud savaşından sonra
bir gün Mekkeliler Peygamber efendimizi öldürmesi için bir bedeviyi kiralık
katil tuttular. Bedevi Medine'ye gelerek Peygamber efendimizin bulunduğu yeri
öğrendi. Peygamber efendimiz bu sırada Abdülesheloğullarının yanında idi.
Ashâb-i Kiram
Peygamberimizin mübarek sohbetini tatlı tatlı dinlerken, bedevi girdi.
Peygamberimiz adamın durumundan şüphelenmişti. Buyurdu ki:
“Şu adamın niyeti kötü. Suikastte bulunmak istiyor.” Az sonra bedevi yaklaşarak sordu:
“Abdülmuttalib'in
torunu hanginizdir?” Peygamberimiz;
“Abdülmuttalib'in oğlu benim,” diye karşılık verdiler.
Bedevî, kötü maksadını
gerçekleştirmek üzere Resûlüllaha doğru ilerlerken, Üseyd bin Hudayr eteğinden
tutarak hızla çekti. Bir anda bedevinin, elbisesi içerisinde gizlediği hançeri
ortaya çıktı. Hz. Üseyd, adamın yanına vararak onu te'sîrsiz hâle getirdi.
Bedevî, "Canımı bağışla, yâ Muhammed!" diye bağırıyordu.
Peygamber efendimiz
bedeviye buyurdu ki:
“Bana doğrusunu söyle, buraya niçin geldin? Eğer doğrusunu söylersen doğruluk
sana fayda verir. Yalan söylersen bu senin için iyi olmaz. Yapmaya kalkıştığın
işten zâten haberim var.”
Bunun üzerine bedevî,
kendisinin müşrikler tarafından kiralandığını itiraf etti. Alemlere rahmet
olarak gönderilen Peygamber efendimiz, kendisini öldürmeye gelen bedeviye;
Ben seni serbest
bırakıyorum. Nereye gitmek istersen git, yahut senin için bundan daha hayırlı olanı
tercih et! buyurarak onu İslâma da'vet etti.
Bedevî Peygamberimizin
bu âlicenaplığı karşısında, hiç tereddüt etmeden:
Allah'tan başka ilâh
yoktur. Sen de muhakkak Allah'ın Resulüsün, diyerek Müslüman oldu.
Hendek savaşının
uzaması üzerine Resûlüllah efendimiz, çeşitli kabilelerden meydana gelmiş olan
müşrik ordusunu zayıf düşürerek morallerini bozmayı plânladı. Bunun için,
Gatafanların kumandanı Uyeyne bin Hisn ile Haris bin Avf'a şöyle bir haber
gönderdi:
Müslümanları
muhasaradan vazgeçip, yurtlarına döner giderlerse, kendilerine, Medine'nin
yıllık meyve mahsûlünün üçte birini veririm. Fakat onlar üçte bire razı olmadılar ve mahsûlün
yarısını istediler. Peygamberimiz daha fazla vermeyince, sonunda buna razı
oldular. On kişilik bir heyetle Peygamberimizin huzuruna geldiler.
Ne hakla ayaklarım uzatıyorsun
Onlar Resûlüllahla görüşürlerken Üseyd
bin Hudayr bir vesileyle Peygamberimizin yanma girdi. Uyeyne bin Hisn'in
Rasûlullahın karşısında ayağını uzatarak saygısız bir şekilde oturduğunu
gördü. Bu saygısızca davranışa tahammül edemedi ve sert bir şekilde çıkıştı:
“Topla ayaklarını!
Rasûlullahın önünde ayaklarını ne hakla uzatıyorsun? Eğer Resûllahın huzurunda
olmasaydın, vallahi şu mızrağımı sana saplardım.”
Gatafan kumandanının
ne maksatla geldiğini öğrenince de Peygamberimize hitaben son derece saygılı
bir şekilde dedi ki:
“Yâ Rasûlallah! Bu,
Cenâb-ı Haktan gelen bir emir ise onu yerine getiriniz. Eğer bu işin altında
ulvî bir gayeniz varsa, dilediğinizi yapın. Ona da bir diyeceğim yoktur. Şayet
bunlardan başka, bize zarar gelmemesi için buna başvuruyorsanız, vallahi bizini
onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur. Onlar ne zaman bizden birşey
koparmayı umdular ki, şimdi umabilsinler.”
Üseyd bu sözleriyle,
Allah Rasûlünün yapılmasını arzu ettiği bir işi, nefsi istemese de teslimiyetle
kabul edeceğini ortaya koyarak, Resûlüllaha olan bağlılığını açık bir şekilde
göstermiş oldu. Diğer taraftan, bu sözler, onun, Allah ve Rasûlünün yolunda her
türlü tehlikeyi göze alacağının ve müşriklere hiçbir şekilde tâviz vermeye
yanaşmayacağının da bir ifadesiydi.
Üseyd bin Hudayr'ın bu
konuşması Rasûlüllahı sevindirdiği gibi, orada bulunan Sahâbîleri de gayrete
getirdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Gatafanlılarla anlaşmaktan
vazgeçti.
Uyeyne bin Hisn ile
Haris bin Avf, son derece ümitsiz ve üzüntülü olarak oradan ayrıldılar. Ashabın
ihlâs, sabır ve metanetlerini, Peygamberimizin emirlerine göre hareket etmekten
vazgeçmeyeceklerini görünce, Medine'yi
hiçbir şekilde ele geçiremeyeceklerini anladılar. Karargâhlarına gittiler.
Kabilelerinden
neticeyi soranlara da şöyle itirafta bulundular:
Meseleyi halledemedik.
Biz, son derece basiretli, ileri görüşlü ve Peygamberleri uğrunda canlarım seve
seve feda edebilecek bir kavim gördük. Biz de mahvolduk, Kureyşliler de
mahvoldular. Kureyşliler Muhammed'e birşey
yapamadan dönüp gidecekler. Muhammed de Benî Kurayza Yahûdîlerinin üzerine
düşecek. Gebersinler, Cehenneme gitsinler. Muhammed bize Yahudiler gibi
zp.arlı değildir. Böylece
Peygamberimizin düşündüğü gerçekleşmiş oldu. Gatafanlılar muhasaradan
vazgeçerek yurtlarına döndüler.
Üseyd bin Hudayr,
Mekke'nin fethine de katıldı. Hz. Ebû Bekir ile birlikte Peygamberimizin hemen
yanıbaşında yer aldı. Huneyn ve Tebük savaşlarında Evs kabilesinin
sancaktarlığını yaptı.
Peygamber efendimizin,
"Ne iyi kimsedir!" şeklinde methine mazhar olan Üseyd bin Hudayr'ın
sesi çok güzeldi. Bu sesini Kur'ân-ı kerîm okumakla süslerdi. Okumaya
başladığı zaman bambaşka bir âleme giderdi.
Bir gece hurma
sergisinde Bakara sûresini okuyordu. Yanında bağlı bulunan alı birden şahlandı.
Hz. Üseyd okumayı kesti, at sakinleşti. Tekrar okumaya başladı, at yine
şahlandı. Üseyd sustu, at da sakinleşti. Üseyd tekrar okumaya başladığında at
yine şahlandı. Ondan sonra da artık okumaktan vazgeçti.
Atının yanına gitti,
başım kaldırdı, semâya baktı. Birden şaşırdı. Çünkü, başının üzerinde gölgeye
benzer bir sis içinde kandiller gibi birçok parıltılar gördü. Daha sonra bu
gölge tabakası, içinde ışık manzûmesiyle birlikte semâya çekilip gitti ve
görünmez oldu.
Hz. Üseyd, sabah olur
olmaz hemen Peygamberimize koştu ve durumu anlattı. Rasûlullah efendimiz
buyurdu ki:
“Ey Hudayr'ın oğlu! Bilir misin, onlar nedir?”
“Hayır, yâ Rasûlallah!”
“Ey Üseyd, onlar meleklerdi. Senin Kur'ân-ı Kerîm
okuyan sesine gelmişlerdi. Sesini dinliyorlardı. Eğer okumaya devam etseydin,
sabaha kadar seni dinlerler, insanlar da kendilerini seyrederlerdi. Onlar
insanlardan gizlenmezlerdi.”
Üseyd bin Hudayr,
ilimden bir hakikat öğrenebilmek için, ba'zan geç saatlere kadar Rasûlüllahla
sohbet ederdi. O meseleyi öğrenmeden rahat edemezdi.
Hz. Üseyd, Kur'ân-ı kerîm
okumak ve dinlemekten, Rasûlüllahın sohbetinde bulunmaktan o derece huzur
duyuyordu ki, adetâ bunlar ondan bir parça olmuştu. Bir sözünde, bu durumunu
şöyle ifâde eder:
Bütün arzum, ömrümü üç
hâl üzere geçirmek ve bu hâllerden hiçbir zaman
ayrılmamaktır. Bunlar: Kur'ân-ı kerîm okuduğum veya dinlediğim zamanki
hâlim. Rasûlüllah (sav)'m hutbesini, konuşmasını dinlediğim zamanki hâlim ve
bir cenazeyi gördüğüm zamanki hâlim.
Bir gün, yine bir arkadaşıyla
birlikte Rasûlullahın sohbetinde bulunmuşlardı. Huzurdan ayrıldıklarında
ortalık iyice kararmıştı. Ellerindeki baston ışık vermeye, yollarını
aydınlatmaya başladı. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra ışık ikiye ayrıldı. Her
biri kendi bastonunun aydınlığında yürüyerek evlerine gittiler.
Hz. Âişe-i Sıddîka
buyurur ki: Ensârdan üç zât var
ki, fazilet yönünden hiç kimse, onların üstünde sayılmazdı. Bunların üçü de
Abdülesheloğullarından olup, Sa'd bin Mu'âz, Üseyd bin Hudayr ve Abbâd bin Bişr
idi. Hz. Üseyd, Hicretin
20. yılında, Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında vefat etti. Cenaze namazını Hz.
Ömer kıldırdı. [177]
Sahabe nesli, hayırlı
işlerin takibçisidir. Hayrda yarışmak, birr ve takvada birleşip yardımlaşmak,
sahabenin sürekli üzerinde bulunduğu bir hâldir. Sahabenin izinde gitmek
istiyorsak başka bir ifadeyle sahabenin fıkhından nasiblenmek istiyorsak, hayr
işleyelim, hayırlı işleri takip edelim, hayırlı hizmetlerde müslümanlara ortak
olalım, hayrda yarışanları destekleyelim, birr ve takvada kardeşlerimizi
yardımsız bırakmayalım.
[1] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suvenın Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[2] İbn Sa'd, Tabakât, III, 583-590
[3] Sahih-i Buharî, Tevridi Sarih Tercemesi, 11, 353-354
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 190; Tecrid Tere, IX,
401; X, 22
[5] İbnü'l-Esir, Üsdül-Gâbe, V, 194-197
[6] en-Nahl: 16/120
[7] Üsdü'l-Gâbe, V, 397
[8] ez-Zehebî, Tezkiratü'l-Huffız, 1,19-22; Nevzat Âşık,
Sahabe ve Hadis Rivayeti, s. II7
[9] Tecrid Tercemesi, I, 84
[10] İbn Sâ'd, a.g.e., III, 583-590
[11] Buhari, Zekât
[12] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref at el- Başa, Beyrut/ty
[13] İhya-u Fıkhu'd Dave/Muhammed Ahmed Er-Raşid: 1/5-6,
Beyrut/1989
[14] Hayatis Sahabe/M. Yusuf Kândehievî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverıın Min Hayalü's
Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty.
[15] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; 'Hilyetül Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sabnbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[16] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut 1960,111, 116
[17] İbn Sa'd, a.g.e., III, 318
[18] İbn Sa'd a.g.e., Eli, 120
[19] Tefhimu'l Kur'an/Mevdudî/Ter: Heyet: 6/ S69, İst/1987
[20] Ali İmrân: 3/144.
[21] İbn Sa'd, a.g.e., 111,120,121
[22] İbn Sa'd, a.g.e., II, 121
[23] el-Ahzab: 33/23.
[24] İbn Sa'd, a.g.e., III, 121
[25] Buharı, Cenâiz 27; İbn Sa'd, a.g.e., III, 121
[26] Siyer-i Kebir/İmam Muhammed/İmanı Serahsi, Ter: Said
Şimşek: 1/137, İst/1980
[27] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[28] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
el-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahabe/Abdurrahmarı Ref'aî el- Başa, Beyrut/ty
[29] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehtevî; Hüyelü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahabe/Abdurrahman Ref at el- Başa, Beyrut/ty
[30] Hayaîü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahabe/Abdurrahman Ref'at Başa, Beyrut/ty.
[31] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî: 2/274-275;
Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani:2/464;
Siyerul A'lâmi'n Nübelâ: 1/153-160; El-Müstedrek/Hakim: 4/209-210; Suverun Min
Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el-Başâ, Beyrul/ty
[32] Hucurat Suresi: 49/2.
[33] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty
[34] İbn-i Sa'd, Tabakâtül-Kübrâ, Beyrut (t.y), III, 139
[35] İbnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 368
[36] Üsdül-Gabe, aynı yer
[37] Lokman: 31/15.
[38] Üsdü'l-Gâbe, II, 367
[39] İbn Sa'd, a.g.e., III, 139-140
[40] İbn Sa'd, aynı yer
[41] Taberi, Tarih, Beyrut 1967, II, 407
[42] Müslim, Fezâilü's-Sahabe, 5; İbn Sa'd, a.g.e.,
111,141; İbnül-Esîr, el-Kâmil,i't-Tarih, Beyrut 1979, II, 155
[43] İbn Sa'd, aynı yer
[44] Üsdül-Gâbe, II, 367
[45] İbn Sa'd, a.g.e., 111, 142
[46] H 16
[47] Asr-ı Saadet, I, 432 vd
[48] İbn Sa'd, a.g.e., 111,143; Üsdül-Gâbe, II, 368
[49] Asn Saadet, I, 436
[50] Üsdül-Gâbe, II, 369
[51] İbn Sa'd, 111,148
[52] Üsdül-Gâbe, aynı yer
[53] Üsdül-Gâbe, aynı yer
[54] Üsdül-Gâbe, aynı yer
[55] Müslim, Fezailu’s-Sahabe, 5
[56] Üsdül-Gâbe, II, 366-369; İbn Sa'd, 111,139 vd
[57] Müslim, Fedâilu's-Sahabe, 5
[58] Müslim, Fedailu's-Sahabe, 5
[59] el-Enam: 6/52; Müslim, Fedailu's-Sahabe, 5; diğer
âyetler şunlardır: el-Enfal: 8/1; Lokman: 31/15; el-Maide: 5/9.
[60] Hüyetu'l Evliya ve Tabakatü'l Esfiya: 1/93
[61] Üsdül-Gâbe, II, 369
[62] Asrı Saadet, I, 437-438
[63] Asrı Saadet, I, 440; farklı bir rivayet için bk.
Üsdü'l-Gâbe, II, 368
[64] Asr-ı Saadet, 1,441
[65] Terbiyetü'l Evlad Fi İslam Abdullah Nâsıh Ulvan,
Suriye/ 1981
[66] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at
el- Başa, Beyrut/ty
[67] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[68] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyetü'l Evliya;
El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahabe/Abdurrahman Refat el-Başa, Beyrut/ty
[69] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'i Askaİani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[70] İbnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 387
[71] İbn Sa'd, Tabakâtül-Kübra, Beyrut (t.y), III, 379
[72] İbnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 389
[73] İbnül-Esir, a.g.e., II, 387
[74] bk. Ömer İbnel-Hattab mad
[75] İbn Sad, III, 382
[76] Üsdül-Gabe, II, 387
[77] İbn Sa'd, III, 382-383
[78] İbnül-Esir, a.g.e., II, 388; İbn ül-İmad el-Hanbelî,
Sezerâtu'z-Zeheb, Beyrut (t.y), 1, 57
[79] İbn Sa'd, ili, 384; İbnül-Esir, II, 389
[80] İbn Sa'd, III, 381
[81] Ahmed b. Hanbel, I, 187
[82] İbn Hacer el-Askalanî, el-İsabe fi Temyizi's-Sahabe,
Bağdat (t.y), 11, 46; İbnül-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 388; ayrıca bk. Ahmcd b.
Hanbel, 188-189
[83] Ahmed b. Hanbel, I, 189; İbnül-Esir, a.g.e., II, 389;
Sa'd b. Zeyd'in rivayet ettiği diğer hadisler için bk. İbn Hanbel, I, 187
[84] İbn Hacer, el-Askalanî, a.g.e., II, 46
[85] Âl-i İmrân Suresi: 3/144.
[86] Hayalü's Sahâbe/M. Yusuf KAndehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahabe/Abdurrahman Refat et- Başa, Beyrut/ty
[87] Hayatti's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l
Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min
Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty
[88] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayattı's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[89] Sehl bin Sa'd
[90] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetti'l
Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min
Hayatü's Sahabe/ Abdurrahm an Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[91] Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf
Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l
Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[92] Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf
Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun
Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat
el- Başa, Beyrut/ty
[93] Süneni Ebu Davud/ Kitabü'l Melahim/ 5, Beyrııt/ty.
Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman
Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[94] İbn Sa'd Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), IV, 75;
İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 417; İbn Hacer el-Askalani, El-İsâbe, Bağdat
(t.y.), 11, 62
[95] Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, IV, 77-78;
İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, H, 417-4İ8
[96] Evs ve Hacrec'i kastederek
[97] İbn İshak, es-Sîre, Nesr: M. Hamdullah, İstanbul 1981,
66; Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 77-79; İbmil-Esîr,
Üsdül-Gabe, II, 418-419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut
(t.y), I, 351-352; Ahmed b. Hafız el-Hakemî, el-Kısasul-İslâmiye, (muhtemelen)
Riyad 1976, 1,187-189
[98] Diyarbekrî, a.g.e., I, 352
[99] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler için bk.
el-Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd
[100] Askalanî, a.g.e., II, 62
[101] Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV
79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Gabe, II, 419; onun azad edilmesi
hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekri, a.g.e., I, 469
[102] Taberi, Tarih, II, 566
[103] Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83
[104] Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbn ul-Esîr, el-Kâmil
fi't-Tarih, II, 511-512
[105] Taberi, II, 514
[106] Taberi, a.g.e., IV, 14
[107] İbn Hanbel, V, 444
[108] Taberi, a.g.e., IV
[109] Taberi, aynı yer
[110] Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbnul-Esir, el-Kamil
fıt-Tarih, II, 527-528
[111] Taberi, IV, 305; İbnül-Esir, et-Kâmil fıt-Tarih, III,
132
[112] İbnul-İmad, Sezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer,
a.g.e., II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, a.g.e., VI,! 7
[113] İbnul-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 421
[114] İbn Hacer, a.g.e, II, 63
[115] el-Askalanî, a.g.e., II, 62; Îbnül-Esîr, Tarih, ü,
287; Üsdül-Gabe, 421
[116] İbn Hacer, aynı yer
[117] İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 420
[118] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85
[119] bunları naille olan ibâdetleri için söylemiştir
[120] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85-86
[121] Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbnul-Esir, el-Kamil
fıt-Tarih, II, 527-528
[122] İbn Sa'd, IV, 86
[123] Taberi, a.g.e., ili, 614
[124] Tirmizi, Menâkib, 34
[125] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 88; buna benzer diğer bir olay
için bk. aynı yer
[126] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 87-88
[127] İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, II, 42
[128] İbn Sa'd, IV, 9
[129] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 90-91
[130] İbn Sa'd, IV, 92
[131] İbn Abdirrabbih, İkdu'l-Ferid, Beyrut 1949, VI, 90
[132] Bakara Suresi: 2/207.
[133] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireü İbn-i Hişam;
Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; ililyettil Evliya; El-İsabe Fi temyizi
Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref at
el- Başa, Beyrut/ty
[134] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam;
Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi
Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at
el- Başa, Beyrut/ty
[135] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam;
Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi
Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at
el- Başa, Beyvut/ty
[136] İbn Hişam, "es-Sîretü'n-Nebeviyye", I, 251,
Mısır 1955; el-Askalânî, "el-İsâbe fî Temyizi's-Sahabe", III,
290;İbnül-Esîr, "Üsdü'l-Gabe fî Ma'rifeti's-Sahâbe", III, 85 vd. 1970
[137] İbn Sa'd/'et-Tabakâtü'l Kübrâ", 111, 215, Beyrut;
el-Askalânî, a.g.e., III, 291
[138] İbn Hişam, a.g.e., I, 709; el-Askalânî, a.g.e., ili,
291; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 10, 86
[139] İbn Sa'd, a.g.e., III, 216; İbnü'l-Esîr, a.g.e., III,
86
[140] İbn Hişam, a.g.e., II, 80; İbnü'l Esir, a.g.e., III,
86; el-Askalânî, a.g.e., III, 291
[141] h. 36
[142] İbn Hişam, a.g.e., 1,251; İbn Sa'd, a.g.e., 111, 224;
İbnü'l-Esir, a.g.e., 111, 87; el-Askalânî, a.g.e., 111, 292; İbn Cerir,
Tarîhü'l-Ümemi ve'l Mülûk, XI, 50' Beyrut
[143] el-Askalânî, a.g.e., İH, 292
[144] İbn Sa'd, a.g.e., III, 214; İbn Hişam,.a.g.e., 1,-307
[145] İbn Sa'd, a.g.e., III, 219; el-Askalânî, a.g.e., 111,
290
[146] İbn Sa'd, a.g.e., 111, 219; el-Askalânî, a.g.e., 111,
291
[147] İbn Sa'd, a.g.e., 111, 221 vd.; İbnü'l-Esîr, a.g.e.,
111, 85. Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M.
Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l
Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başâ, Beyrut/ty
[148] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişapı;
Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi
Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/ Abdurrahman Refat
el- Başa, Beyrut/ty
[149] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam;
Hayatü's Sahibe/M. Yusuf Cândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi
Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at
el- Başa,. Beyrut/ty
[150] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam;
Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kandehlevî; Hiiyelü'l Evüya; El-İsabe Fi temyizi
Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat
el-Başa, Beyrut/ty
[151] Siyeru A'lamu'n Nubeiâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam;
Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehievî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi
Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat
el-Başâ, Beyrut/ty
[152] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam;
Hayalü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi
Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at
el-Başa, Beyrut/ty
[153] Cennetle müjdelenen on kişi
[154] bk. Müslim, Selam, 73-74
[155] İbn Sa'd, Tabakat, I, 498
[156] İbn Seyyidi'n-Nas, II, 3! 5
[157] İbnü'l-Esir, Üsdu'l-Gabe
[158] Zehebî, Siyer, I, 280
[159] İbn ü'l-Kayyim, İ'lâmu'l-Muvakkiîn, I, 6
[160] Zehebî, Siyer, 1, 392
[161] Buharî, Menakibu'l Ensar 17; Tirmizî, Menâkib 33
[162] İbn Mace, Ticarât, 8
[163] Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 21
[164] Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 117
[165] İbn Sa'd, aynı eser, II, 350
[166] Ahmed b. Hanbe!, Müsned, V, 142
[167] İbn Sa'd, Tabakat, II, 350
[168] Tecrid X, 22
[169] Zehebî, Siyer I, 394
[170] Buharı, Teravih, I; Tecrid-i Sarih Tere, IV, 75-76
[171] M. Siblî, Asr-ı Saadet, Tere. Ö. Rıza, Doğrul, İst.
1974, VI, 369
[172] İbn Sa'd a.g.e, II, 350; M. Siblî, a.g.e., IV, 334
[173] bk. Suyutî, el-İkten, II, 187
[174] Zehebi, Siyeru A'lami'n-Nübela I ,402
[175] Tirmizî
[176] İbn Sa'd, Tahikat, m, 502; Zeheb, I, 400
[177] Siyenı A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam;
Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi
Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at
el- Başa, Beyrut/ty