Muaviye'nin Halifelik Dönemi (Hicri: 41-60)
Muaviye Hicretten 17 yıl önce dünyaya geldi. Mekke'de Hicretten önceki olayların çok azını ancak bilirdi. Bedir Savaşı sırasında 20 yaşında olmasına rağmen müslümanlara karşı düzenlenen orduya katılmadı. Çünkü kardeşleri Hanzala ve Amr bu savaşa katılmışlardı. Onlardan birincisi savaş sırasında müslümanlar tarafından öldürülmüş, diğeri ise esir alınmıştı.
Racî Olayında Mekke'li müşrikler tarafından kaçırılan müslü-man öğretmen Hubayb Bin Adiy'in idam edilmesi sırasında Mu-aviye'de hazır bulunmuştu. Müşrikler Hubayb'ı sehpaya çıkarıp bağladıkları sırada onlara şöyle beddua etmişti:
"Allah'ım! Biz senin elçinin mesajlarını insanlara iletmekten başka bir şey yapmadık. (Suçsuz olduğumuz halde) bize reva görülen bu zulmü şu anda O'na da bildir. (O'nu durumumuzdan haberdar et.) Allah'ım (şu zalimleri) ekinin biçilnıesi gibi biç, O'nları gebertip yok et; O'nlardan hiç kimseyi bırakma Yarabbi!"
Muaviye diyor ki:
"O gün idamı seyretmek üzere toplananlar içinde babam Ebu Süfyan'la birlikte ben de hazır bulundum. Babam Hubayb'm yaptığı bedduanın dehşetiyle beni yere yatırmaya çalıştığını hatırlıyorum. Çünkü halkın şöyle bir inancı vardı: Bir kimseye beddua edildiği zaman, yere yatarsa sözde ona tesir etmezdi.
Muaviye Hendek kuşatması sırasında da müşriklerle beraber bulunmuştu. Kasırganın estiği ve Allah'ın askerlerinin o gün İslam düşmanlarının başına getirdiği felaketin dehşetini müşrik ordu-sundaki herkes gibi o da yaşamıştı. O gün hiç bir şeyleri yerinde duramıyordu, ne bir ateş yanabiliyor, ne de bir çadır devrilmeden durabiliyordu. O sırada Hz. Rasulullah Huzeyfetü'bnü'l-Yeman'ı çağırarak O'na:
- Ey Huzeyfe! Git şu düşman karargâhına gizlice gir ve bak bakayım ne yapıyorlar? Fakat tekrar bize dönünceye kadar hiç bir şey konuşma! diye talimat verdi. Hz. Peygamber (sav)'in bu emri üzerine o da gidip bizzat Ebu Süfyan'in çadırına kadar girdi. (Karanlığın ve fırtınanın meydana getirdiği korkunç ortamdan müslümanlann istifade edebileceği endişesiyle) Ebu Süfyan ayağa kalkarak şöyle sesleniyordu:
"Ey Kureyşliler! Herkes yanmdakini yoklasın bakalım!" Huzeyfe diyor ki:
"Sağımdaki adamın elini tuttum, 'O'na sen kimsin?' diye sordum. Bana, 'Ben Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye'yim' dedi. Sonra da solumdaki adamın elini tuttum ve O'na da kim olduğunu sorunca O da bana, 'Amr Bin El-As'ım' dedi. (Herkes kendi derdine düşmüştü, kimsenin kimseden haberi yoktu.)
Muaviye Hudeybiye barışının akdedildiği yıl müslüman oldu. Fakat müslümanlığmı gizliyordu. Öyle görünüyor ki babası Ebu Süfyan, O'nun bu durumunu biliyordu. Herhalde bundan dolayıdır ki (diğer oğlu Yezid'i kasdederek):
- Benim oğlum senden daha hayırlıdır, çünkü O benim dinime bağlıdır, derdi.
Fetih yılı gelip çatınca Hz. Peygamber (sav) Mekke'ye zaferle girdi, Kureyşliler de müslüman oldular. Bunun üzerine Muaviye artık müslümanlığmı açıkça ortaya koydu ve Hz. Peygamber (sav)'e iltihak etti.
Muaviye Hz. Peygamber (sav)'le birlikte Huneyn Savaşı'na ve Taif Kuşatması'na katıldı. Bu sırada elde edilen savaş ganimetlerinden Hz. Peygamber (sav) O'na yüz deve ve kırk okka gümüş verdi. Hissesine ayrılan gümüşü, Hz. Bilal Bin Rabbah (Bilal-i Habeşi) tarttı. Muaviye o gün için Müellefe-i Kulub (kalbi İslama ısmdı-rılmaya çalışılanlar)'dan sayılmıştı. Sonraları güzel bir İslamî hayat sergiledi. Hz. Peygamber (sav)'in kâtiplerinden biriydi.
Muaviye Hz. Peygamber (sav)'den 163 hadis rivayet etmiştir. Sahabüerden, İbnu Abbas, îbnu Ömer, Îbnu'z-Zübeyr, Ebu'd-Der-da Cerir Bin Abdullah El-Büceli ve En-Nu'man Bin Beşir; Tabiilerden de, Said Bin El-Müseyyeb ve Hamid Bin Abdurrahman kendisinden hadis nakletmişlerdir.
Ebu Süfyan ailesiyle birlikte müslüman olduktan sonra Medine'ye intikal etmişlerdi ve Hz. Peygamber Muaviye ile Medine'li El-Huttat BinYezid El-Mucaşii'yi kardeş ilan etmişti.[1]
Hz. Peygamber (sav) Muaviye için:
"Allah'ım! O'nu hidayete erdir ve başkalarının da hidayete ermelerine vesile kıl" diye duada bulunmuştur. [2]
Tirmizi Ebu îdris El-Holanî'den şunu naklediyor:
"Hz. Ömer, Umayr Bin Saad'ı Homs Valiliğinden azledip yerine Muaviye'yi atayınca halk:
"Bak hele -Ömer- Umayr'ı görevden alıp yerine Muaviye'yi tayin etti!'" diye dedikodu yaptılar. Bunun üzerine Umayr böyle söyleyenlere:
"Sakın ha Muaviye hakkında iyilikten başka bir şey konuşmayın. Çünkü ben Hz. Peygamber'in O'na: 'Allah'ım! İnsanları O'nun öncülüğünde doğru yola şevket!' diye dua ettiğini duydum."İmam Ahmed de Müsned'inde El-Irbâd Bin Sariye'nin şunları söylediğini naklediyor, diyor ki:
"Hz. Peygamber (sav) 'den Muaviye için:
- Allah'ım! Muaviye'ye kitap ve hesabı öğret, O'nu azaptan koru, dediğini duydum."[3]
Bin Ebi Şeybe veTaberanî'nin AbdülmelikBin Umeyr'den rivayet ettiklerine göre Muaviye şöyle derdi:
"Hz. Peygamber (sav) bana:
- Ey Muaviye! Bir gün insanların başına geçecek olursan onlara iyi muamelede bulun. (Adil davran) dediği günden beri daima, halife olmak ümit ve arzusuyla yaşadım. Şu da bilinen bir husustur ki Hz. Peygamber (sav) Muaviye'den razı ve hoşnud olarak vefat etmiştir.
Hz. Ebu Bekir, Ebu Ubeyde Amir Bin El-Cerrah, Anır Bin EI-As, Şurahbil Bin Hasene ve Yezid Bin Ebu Süfyan'm sevk ve komutası altında Şam'a dört ayrı ordu sevk etmişti. Bu ordulardan her biri yaklaşık yedibin savaşçıdan oluşuyordu. Bunlar cepheye hareket ettikten sonra cihada katılmak üzere Hz. Ebu Bekir'e yeniden birçok müracaatlar oldu. Bunun üzerine toplananları Şam'a sevk ederken başlarına Muaviye'yi komutan olarak tayin etti ve kendisine, biraderi Yezid'in ordusuna katılması konusunda talimat verdi. Muaviye de başında bulunduğu kuvvetle hareket ederek gidip nihayet Yezid'e iltihak etti. Bu sevk ve komuta, Muavi-ye'nin fetih faaliyetlerinden üstlendiği ilk görevdir. Muaviye, biraderi Yezid'in sancağı altında YermukSavaşı'na ve Dımışk'ın fethine katıldı.
Hz. Ömer'in devrinde de Yezid Bin Ebu Süfyan, kardeşi Muaviye komutasında Lübnan sahillerine bir hamle düzenleyerek bu bölgenin fethini gerçekleştirdi.
Suriye toprakları içinde fethedilmemiş yer olarak sadece Kayseriye (Bugünkü Rakka) ve Kudüs kalmıştı. Hz. Ömer bizzat Kudüs'e gelerek şehri barışla aldı. Barış yapıldıktan sonra Kudüs halkının bir kısmı, vaktiyle ahalisinin Bizanslılara deniz yoluyla yardım ettiği Kayseriye'ye çekildiler. Bunun üzerine Emirülmüminin Hz. Ömer, Yezid Bin Ebu Süfyan'a, Kayseriyeyi fethetmek üzere kardeşi Muaviye'yi bir kuvvetin başında görevlendirmesini emretti. Muaviye aldığı talimat gereği bu belde üzerine yürüdü. Bizans kuvvetleri Muaviye karşısında yenik düştüler ve surlarına sığındılar, İslam askerleri şehri bir süre kuşattıktan sonra Allah Teala nihayet fethini onlara müyesser kıldı.
Hicretin 18'inci yılında Amvas Vebası diye Öldürücü bir salgın vuku buldu. Aralarında tanınmış şahsiyetlerden Ebu Ubeyde Amir Bin El-Cerrah ve Yezid Bin Ebu Süfyan'm da bulunduğu bir çok müslüman zevat vefat ettiler. Yezid bu (hastalığı sırasında) yerine kardeşi Muaviye'yi görevlendirmişti. Vefat edince Hz. Ömer O'nu Şam'a vali tayin etti, bir süre sonra Ürdün, Filistin ve Homs'u da O'nun idari bölgesine ilave etti. Çünkü bu sırada Ürdün Valisi Şurahbil Bin Hasene de yakalandığı Amvas vebası sonucu hayatını kaybetmişti. Filistin Valisi Amr Bin El-As Mısır'ı fethetmek için sefere çıktığı, Ayad Bin Ganem'den sonra, Umeyr Bin Saad da Homs Valisiyken öldüğü için bütün bu bölgeler, yani tüm Suriye toprakları böylece Muaviye'nin idaresi altına girmiş oldu.
Hz. Ömer bu sıralarda (bölgeyi denetlemek için) Şam'ı ziyaret etti. Muaviye'nin kendisim merasimle karşıladığını ve merasimle döndüğünü görünce bu yeni adeti garipseyen Hz. Ömer O'na:
"Ey Muaviye! Bu ne saltanat, bir kortejle geliyor, bir benzeriyle de dönüyorsun! Hem sonra duydum ki evinde oturuyormuş-sun, işleri ve dertleri olanlar da senin kapında kuyruk oluyorlarmış, bu ne meseledir!" diyerek ihtarda bulununca Muaviye şu cevabı verdi:
"Ya Emirelmüminin! Düşman bu bölgede bize çok yakındır. Aramızda (büyük ihtimalle) casusları da vardır. Bu sebeple ey efendimiz! İstiyorum ki (bu merasimlerle) İslam'ın heybetini görsün, bizden çekinsinler." (Sade, basit ve tabii bir yaşam tarzına alışık olan) Hz. Ömer (yapmacık ve gösterişten ibaret olan hiç bir tutum ve davranışı onaylamadığı halde) Muaviye'nin bu sözleriyle az çok ikna olmuş gibi şunları söyledi:
"Bu çok akıllı bir adamın oyunlarına veya düşmanını yanıltabilecek yetenekte birinin hilelerine benziyor!" Muaviye Hz. Ömer'in çok iyi ikna olmadığını tahmin ederek, öfkesini üzerine çekmemek için bu sefer de şöyle dedi:
"Ya Emirelmüminin! Sen nasıl arzu edersen emret istediğin gibi davranayım.
Bunun üzerine Hz. Ömer:
"Yazıklar olsun sana! Ben seni ayıpladığım bir hususta seninle münakaşa etmiş değilim ki! Fakat beni öyle bir mevkide bıraktın ki sana bu işi yap mı diyeyim yoksa yapma mı diyeyim bir türlü bilemiyorum."
Muaviye bir ara Bizans topraklarına akınlarım sürdürürken onların, dayanma güçlerini esasen denizdeki kuvvetlerine borçlu olduklarım, karadan yönelttikleri tehditlerin haddizatında önemli olmadığım, ancak sahildeki şehirlerin Bizans saldırılarına daima maruz bulunduğunu, dolayısıyla Bizansı deniz yönünden de durduracak bir İslam bahriye gücüne şiddetle ihtiyaç oluğunu anladı. Bu projesini gerçekleştirmek için önce Emirülmüminin Hz. Ömer'den izin almak istedi. O'na şu mesajı yolladı:
"Ya Emirelmüminin! Şam'daki topraklarımızda sınıra o kadar yakın bir köyümüz varki bu köyün halkı, Bizans topraklarındaki köpeklerin ve horozların seslerini rahatça duyuyorlar. Bunlar Homs kıyılarından bir kıyı karşısında bulunuyorlar. (Bu kadar yakında bulunan düşmanın tehlikesini bertaraf etmek için) bu kez de onların üzerine izin verirsen denizden yürümek istiyorum."
Hz. Ömer Muaviye'ye izin vermeden önce Amr Bin El-As'a bir mesaj yollayarak çok yabancısı olduğu deniz hakkında kendisini aydınlatmasını istedi. Amr Bin El-As da yolladığı mesajda şöyle diyordu:
"Deniz hayatı öyle bir şeydir ki, üzerinde, küçücük insanların koskocaman bir yaratığa bindiklerini gördüm. Yukarıda sema, aşağıda ma, (yani su) -artık basıp gezilecek toprak yoktur- Enginlerde rüzgar binip de (çalışınca kürekler) korkudan delinir gibi olur yürekler. Veya bazen hareketlenince korkunç dalgalar, akıllarını oynatacak olur insanlar, yan yatarsa batar, kıyıya çıkıp kur-tulursa sırtındaki insanları tehlikeye atar."[4]
Hz. Ömer, pek de yabancısı olduğu deniz hakkındaki bu canlandırmayı okuduktan sonra hemen Muaviye'ye şu mesajı yolladı: "Hayır! Hz. Muhammed'i insanlığa hak elçi olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki hiç bir müslümam katiyyen denize bindirmem. Bir müslümanm hayatı benim için Roma servetinin tümünden daha değerlidir. Sakın ola ki bana bir daha böyle bir teklifte bulunmayasın! Bak artık seni uyarmış da bulunuyorum. Vaktiyle Ala' El-Hadramî'nin başına gelenleri biliyorsun.'[5] Ki ben esasen O'nu uyarmıştım da..."
Hz. Ömer Muaviye'den hoşnud olarak vefat eti. O'nun yerine geçen Hz. Osman da Muaviye'yi bulunduğu görevde bıraktı.
Muaviye bu dönemde Bizans topraklarına bir sefer düzenledi. Bir kuvvetin başında Ammuriye'ye (Yani bugünkü Ankara'nın bulunduğu yere) kadar ulaşabildi. Beraberinde Ubade Bin Samit, Ebu Eyyub El-Ensarî, Ebuzer El-Ğifarî ve Şeddad Bin Evs gibi Ra-sulullah'm sahabileri de vardı.
Halife Hz. Osman Şam'daki Valisi Muaviye'ye Habib Bin Mes-leme El-Fehri'yi Ermeniye üzerine göndermesini emretti. Bunun üzerine komutasına verilen bir ordunun başında hareket eden Habib, sayısı seksen bini aşan bir düşman ordusuyla yüzyüze geldi. Bu durumdan endişe duyarak Muaviye'yi bir mesajla haberdar etti. Muaviye de durumu Halife'ye bildirdi. Bunun üzerine Hz. Osman O sırada Küfe'deki Valisi Said Bin El-As'a bir mesaj yollayarak Habib Bin Mesleme'ye destek kuvvet göndermesini emretti. O da Selman Bin Rabia komutasında altıbin kişilik bir kuvveti Habib'in imdadına gönderdi. Bu sayede îsîam ordusu düşmanın hakkından gelme imkanını buldu.
Muaviye bu kez de yeni halife Hz. Osman'a baş vurarak bir İslam deniz gücü oluşturmak konusundaki isteğini tekrarladı ve onayını alıncaya kadar da ısrar etti. Ancak Halife O'na:
"Halkı, ne seçerek, ne de kura çekerek askere al. Onları muhayyer bırak. Kim gönüllü olarak gelirse onu al götür ve kendisine de yardımcı ol."
Nitekim Muaviye de öyle yaptı ve bahriye gücünün basma komutan olarak Abdullah Bin Kays EI-Harisî'yi tayin etti. Gemiler ise Suriye sahillerinde Akka, Sur ve Trablus'ta inşa ediliyordu.
Muaviye, Hicretin 28'nci yılında da Kıbrıs Adası'na bir sefer düzenledi. Ahalisini yılda yedibin dinar haraca bağladı. Bu sefer sırasında Mısır halkı Abdullah Bin Saad Bin Ebiserh komutasında Muaviye'ye destek oldular. Ancak bütün kuvvetlerin genel komutasını Muaviye bizzat yürütüyordu. Gaziler arasında Rasulullah'm sahabilerinden El-Mikdad Bin Amr, Şeddad Bin Evs, Ebuzer El-Ğifarî ve Ubade Bin Samit ile hanımı Ümmü Haram da bulunuyorlardı.
Muaviye Şam'da vali bulunduğu sıralarda Hicretin 31'nci yılında müslümanlarla Bizanslılar arasında Zatü's-Savarî adıyla meşhur deniz savaşı cereyan etti. islam ordusundaki piyade birliklerinin başında Busr Bin EbiArtaa vardı. Müslümanlar bu savaşta büyük bir üstünlük elde ettiler.
Neden sonra Kıbrıs müslümanlarla olan antlaşmasını tek taraflı olarak bozdu. Bunun üzerine müslümanlar tarafından büyük bir hamle düzenlenerek adaya cebren girildi. Sonra Muaviye oni-kibin kişilik bir asayiş gücü hazırlayarak adaya nakletti. Bu kuvvetteki görevliler tarafından adada camiler inşa edildi ve bunlar Ye-zid'in dönemine kadar burada kaldılar.
Muaviye, bundan sonra, yaz savaşçılarından ibaret bir askeri kuvvetin başında Bizans üzerine bir sefer düzenleyerek Malatya yakınlarında bulunan Hosn'ul-Mar'a (Kadın Kalesi) ne kadar ulaştı.
Ancak bu olaydan sonra müslümanlar iç sorunlarıyla meşgul oldular. Bu sebeple fetih faaliyetleri durdu ve düşmanları da onlara göz dikmeye başladı. Bu sıralarda Hz. Osman da haksız yere şe-hid edildi.
Bunun üzerine Hz. Ali'ye bey'at edilerek Hilafet makamına getirildi. İlk iş olarak bütün valileri görevden aldı. Bütün valiler talimatın gereğini yerine getirirlerken Muaviye, Bizanslıları bir fırsat bekleyişi içinde görerek, Şam'ı terketmenin mümkün olamayacağı gerekçesiyle önceleri (bey'at etmemekte kararlı olduğunu hissettirmeden sadece) işi ağırdan aldı. Ta ki (sahabilerin hepsi Hz. Ali'nin hilafetini oybirliği ile kabul etmedikleri, asilerin Medine'de idareye el koydukları ve kendilerine hakettikleri cezanın uygulanmadığı gerekçeleriye şahsi içtihadda bulunarak kendisini haklı görmesine rağmen) Halife'ye baş kaldırmış sayıldı. Bu sebeple de Halife ile Şam Valisi arasında savaşlar cereyan etti. Ancak bu esnada Hz. Ali Halife, Muaviye ise Emir unvanlanyla tanınıyorlardı.
Nihayet bu savaşlar ve mücadeleler, Hz. Ali'nin bir harici tarafından girişilen bir suikasd sonucu şehid edilmesinden sonra son buldu. Şu varki aynı anda suikasde maruz kalan Şam Valisi Muaviye ile Mısır Valisi Amr Bin El-As kurtuldular.
Bunun üzerine müslümanlar Hz. Hasan'a, babasının şehid edilmesinden sonra bey'at ederek O'nu halife seçtiler. Dolayısıyla Muaviye yine idareye baş kaldırmış Asî hükmünde kaldı.
Ta ki kısa bir süre sonra (sırf müslümanlar arasındaki husûmet ve fitneler son bulsun diye) Hz. Hasan Hilafet makamından istifa edinceye kadar. Bundan sonra ancak Muaviye, artık meşru Halife sayılabildi.
Bu hadise Hicretin 41'nci yılında cereyan ettiği için bu yıla Am'ul-Cemaa (birlik ve beraberlik yılı) denildi.
Çünkü beş yıl kadar devam eden anlaşmazlıklar ve iç çekişmelerden sonra müslümanlar nihayet birliklerini yeniden temin etmeye muvaffak olmuşlardı. [6]
Muaviye'nin halifelik dönemi, Hz. Hasan'ın, müslümanların kanının dökülmemesi ve birliklerinin bozulmaması amacıyla hilafet makamından istifa ettiği Hicretin 41'nci yılından itibaren başladığı kabul edilir. Ve O'nun vefat ettiği Hicretin 60'mci yılı Recep ayma kadar devam eder. Böylece bu süre ondokuz yıldan üç ay kadar fazladır. Muaviye halife olmadan Önce ise Emîr unvanıyla tanınıyordu.
Bu hilafet dönemi, gerçekten müslümanlar için hayırlı olmuştur. Çünkü bu dönem içinde anarşi ve iç savaş son bulmuş, düşman vaktiyle müslümanlara bıraktığı büyük merkezleri yeniden elde etme ümidini tamamen kaybetmiştir. Çünkü müslümanlar bu dönemde güçlerini tekrar dışarıya yöneltme imkanını bulmuş, cihad faaliyetleri yeniden canlanmış ve fetihler gerçekleştirilmiştir. Özellikle Bizanslılar, kaybetmiş bulundukları toprakları yeniden ele geçirmek konusundaki ümitlerini tamamen yitirmişlerdir.
Muaviye, halka çok iyi bir muamelede bulundu. Kıyıda kenarda terkedilmiş bulunanları kendine yaklaştırdı, uzakta olanları da dinledi ve birliği temin etmeye çok önem verdi. Ezcümle, Hz. Ha-san'dan ne istediyse esirgemedi, Adullah Bin Abbas'a güven verdi ve O'nunla temasını sürdürdü. Keza Kays Bin Saad'a aynı muamelede bulundu. Çünkü bu zat kırkbin kişilik bir ordunun başında komutandı.Vaktiyle Hz. Ali O'nu Azerbaycan üzerine sefere göndermişti. Hz. Ali şehid edilip, Hz. Hasan da Hilafet makamından çekilince Kays Bin Saad'ı bu ordunun başına komutan olarak tayin edip, şartlarını kabul etmesi için Muaviye'ye karşı savaşmak
üzere aralarında sözleştiler. Muaviye, Kays'a haber göndererek O'na Allah'dan korkması yolunda nasihatler yaptı. Kendisine gönderdiği mesajda şöyle diyordu:
"Artık kimden emir alıp da benimle savaşıyorsun? Taraftarı olduğun zat bile işte artık bana bey7at etmiş bulunmaktadır!"
Ne varki önceleri Kays yumuşamak istemedi. Ancak Muaviye, O'na altına mührünü bastığı boş bir kağıt göndererek:
"İstediğini bu kağıda yaz, bu kağıda yazacaklarının hepsi senindir" diye not etti. O sırada Muaviye'nin yanında hazır bulunan Amr Bin El-As ise Muaviye'ye:
"Sakın bu kağıdı O'na göndereyim deme, O'nunla mücadele
et" diye kendisini uyarıyor, O'na akıl veriyordu. Fakat Muaviye:
"Acele etme, aslında biz onları öldürünceye kadar onlar Şam halkından çok insan öldürürler. Ondan sonra da yaşasak kaç para eder! Onun için yemin olsun ki onlarla çarpışmaya ben hiç gerek görmüyorum", dedi.
Muaviye, altını mühürleyip gönderdiği boş kağıdı alınca Kays o zamana kadar, telef ettikleri can ve mallara karşılık sorumlu tutulmamak üzere kendisi ve beraberinde bulunanlar için önce can güvenliği istedi. Muaviye'nin gönderdiği kağıtla herhangi bir mal isteğinde bulunmadı. Muaviye de Kays'in talebini kabul etti. Bu suretle Kays, Muaviye'nin idaresini tanıyarak itaati altına girdi.[7]
Muaviye, keza Ziyad Bin Ebih'i kendine yaklaştırdı. Ziyad daha önce Hz. Ali'yi destekleyenlerdendi ve Horasan Valisiydi. Hz. Ali vefat edip Hz. Hasan da hilafet makamından istifa edince .Ziyad Horasan'da Muaviye'nin idaresini tanımamakta direndi. Ta ki Muaviye O'nu razı edip kendisine yaklaştırıncaya kadar. Sonra da O'nu işbaşına getirdi ve kendisine kardeş ilan etti. Böylece, öyle bir gün geldi ki Muaviye'nin hiç bir muarızı kalmadı, herkes O'nun idaresine uydu ve ordusunun saflarına girdi. Dolayısıyla fetih faaliyetleri İslam Devletinin ilk zamanları gibi yeniden canlandı. Ubade Bin Samit, Ebu Eyyub El-Ensari, Abdullah Bin Zübeyr, Abdullah Bin Abbas, Abdullah Bin Ömer, Abdullah Bin Amr, Şeddad Bin Evs ve daha birçok sahabi bu dönemde mücahitlerin ön saflarında yerlerini aldılar. Aynı zamanda bazı sahabiler Muavi-ye'nin devlet işlerinde görevler aldılar. Aralarından bazıları eğer farklı kanaat ve görüşlerinden dolayı ayrı kaldı iseler de bunların sayısı azdı. Artık bir sorun olabilecek durumda da değillerdi. Nitekim hiç bir toplumda iktidarın karşısından zıt görüşlüler tamamen yok olmaz. Bu dönemde de karşıt görüşlü bir kamp olarak az sayılarda Hariciler vardı. Fakat Muaviye zamanında pek büyük etkileri yoktu. Sadece bir miktar fitneci anarşist ve heveslerine kapılan gruplar mevcuttu. Bunların ana merkezleri başta Küfe, sonra da Basra idi. Karışıklıkları daha çok idarenin yumuşadığı zamanlarda ortaya çıkıyordu. İdare biraz sıkılaşmca gizleniyorlardı. Onun için bilhassa bu iki kentin daima sıkı yönetimle idare edildiği meşhurdur. Buradaki valiler zaman zaman şiddet ve baskı uygulamak zorunda kaldıkları için aynı zamanda birer zulüm örneğini oluşturmuşlardır, İdarecilerin bu zalimane gidişatları sebebiyle zaman zaman halkın onlara karşı baş kaldırıp hamleye geçtiği de ayrı bir gerçektir.
Irak halkı vaktiyle Hz. Ali'den desteklerim çektiler, ta ki şehid edildi. Keza aynı tutumu Hz. Hasan'a karşı da gösterdiler. Ta ki o da Hilafet makamından istifa etti. Bir zaman sonra O'nun amcası-oğlu Müslim Bin Ukayl'ı düşmanlarına teslim etmiş öldürtmüşlerdi. Keza Hz. Hüseyn'i davet ettikten sonra O'na karşı silah kullandılar. Hz. Hüseyn'in torunu Zeyd Bin Ali ile beraber idareye baş kaldırdılar, ancak Zeyd'i ortada yalnız başına bırakıp etrafından dağıldılar ve hep böyle yaptılar, hep böyle davrandılar. Iraklıların bu düşük ahlakından dolayıdır ki (Hz.Ali'nin dava arkadaşlarından Hucr Bin Adiyy) de şehid edildi. Katili meçhul kaldığı için de Halife Öldürttü diye suçladılar.
Muaviye döneminde çeşitli dedikodular ortaya atıldı. Bunlardan bazıları Hucr Bin Adiyy1 in öldürülmesi ile ilgili söylentiler, Zi-yad Bin Ebih'in iddiaları ve Halife'nin zaman zaman devlet hazinesinden şahsi tasarrufla çıkar sağladığı yolundaki dedikodulardır. Belki de genelin menfaati için devlet hazinesinden bazı harcamalarda bulundu. Bazı kimseler de bunu devlet hazinesi üzerinde şahsi tasarruf olarak gördü. En nihayet, oğlu Yezid için halktan bey'at almasıyla ilgili olarak ileri geri konuşuldu. Yukarıda ilk sayılan hususlar Muaviye ile Rabbi arasında kalan özel meselelerden sayılmıştır. Bu hadiselerden dolayı, isterse Allah (cc) O'nu bunlardan ve ilgili içtihadından sebep sorguya çeker, hesabım sorar dendi. Ancak oğlunu yerine geçirmek için halktan onay almasının karşısına bazı sahabiler ve çocukları çıktılar. Çünkü bu makam ve görev tüm müslümanları ilgilendiren devlet başkanlığı makam ve görevidir. Bütün bunları bir tarafa koyacak olursak Muaviye'nin hilafet süresi esasen müslümanlarm birlik ve beraberliğinin gerçekleştiği, Fetih hareketlerinin yeniden yayıldığı ve şeriatın hakim olup, halkın mutlu yaşadığı bir dönemdir.[8]
îslam Devleti (İdari teşkilat bakımından) başlıca birkaç vilayetten oluşurdu. Bu vilayetlerin bazıları da, vilayetten küçük birkaç emirlikten meydana gelirdi. Bunların içinde bazı vilayetlerin özel bir yeri ve önemi vardı. Zaman zaman bu önem daha da ar- -tardı dolayısıyla bu konumdaki bir vilayete birkaç emirlik bağlanırdı. Veya tam aksine, bağlı emirliklerinden bazısralınınca önemini biraz kaybederdi. Bazen de bir vilayet, kazandığı stratejik bir özellikten dolayı ya da cihad ve savaş faaliyetlerine sahne olduğu için önem kazanırdı.
Muaviye döneminde önemli vilayetlerin en ünlüleri şunlardı:[9]
Fethedildiği tarihten beri Şam'ın idaresini Yezid Bin Ebu Süf-yan üstlenmişti. Hicretin 18'nci yılında AmvasVebası'na yakalanarak ölünce Hz. Ömer, bu vilayetin idaresini Muaviye'ye (biraderi Yezid'e daha önce verdiği gibi) havale etti. Muaviye halife oluncaya kadar hep buranın Emiri (valisi) olarak kaldı. Burası O'nun ağırlık merkeziydi. Halkı ise O'nun taraftarlarıydılar. Onların desteğine dayanarak hasımlarıyla mücadele etti. Bütün işlerinde O'na daima bağlı kaldılar, itaat ettiler.
Şam (genel anlamıyla Suriye) Arap yarımadasının kuzeyinden Toros zirvelerine kadar, Batıda Akdeniz'den Fırat kıyılarına kadar olan toprakları ve aynı zamanda Arap yarımadasının da bazı kısımlarını içine alır.
Şam'ın sahip olduğu önem esasen O'nun bütün Emevilere merkez olmuş olmasından ileri gelmektedir. Ayrıca Müslümanların Bizanslıları kontrol edebildikleri noktalar buradaydı. Yaz ve kış akıncıları devamlı burada bulunurlardı. Sahillerinde gemiler inşa edilir ve Bizans'a karşı yapılan savaşlar için filolar yine bu kıyılardan hareket ederdi. Şam merkezine bağlı birkaç emirlik vardı. Başta Halid Bin Velid'in oğlu Abdurrahman'm emirliğini yaptığı Homs Emareti bunlardandı. Ayrıca Kınnesrin, Antakya, Trablus ve El-Cezire de Şam'a bağlı birer emaretti.
Şam Vilayetinde Halife'yi hiç bir zaman üzecek bir hadise cereyan etmedi. Bilakis her konuda burası O'nun için bir destek ve dayanaktı.[10]
Bu vilayetin taşıdığı önem, Irak'ın kuzeyine, Kürtlere, Azerbaycan'a, Lân memleketlerine ve (kuzeydeki) dağlık bölgeye karşı girişilen savaşların burada organize edilmesinden kaynaklanmaktaydı. Aynı zamanda Emevi idaresine karşı zaman zaman başka!-dıranların ağırlık merkezi buradaydı. Keza Emevi idaresine karşı kin besleyen Hariciler burada otururlardı. Hülasa Küfe halkı, idare yumuşadıkça yöneticileri eleştirmeyi ve şartlar el verirse iktidarı devirmeye girişmeyi adet haline getirmişlerdi. Ancak idare sert-leşince de dize gelirlerdi. Dolayısıyla bu vilayetin valileri emsalleri arasında en katı ve en çok baskı kullanan idarecilerdi. Bu sebeple buranın halkı evlerine kapanır, kendisini destekleyeceklerine dair söz verdikleri kimseleri, idareden şiddet gördükçe yalnız bırakıp ortalıktan çekilirlerdi. Nitekim (Sıffin ve Cemel vakalarında Hz. Ali'ye taraf olanların başında bulunan) Hucr Bin Adiyy, Vali Ziyad Bin Ebih zamanında Kufe'de otururken şehid edildi. O'nun öldürülmesi yönetime karşı çok büyük nefret uyandırdı.
Emevilerin ağırlığı hissedilince, Kufe'de bulunan, Hz. Ali'nin iki oğlu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, amcazadeleri Abdullah Bin Cafer'i de yanlarına alarak şehri terkedip Medine'ye doğru yola çıktılar. Peşlerinden Hicretin 41'nci yılında Muaviye hemen Kufe'ye girdi ve Amr Bin El-As'm oğlu Abdullah'ı buraya vali tayin etti. Fakat Abdullah daha buraya varmadan Muaviye O'nu azledip bu kere Muğire Bin Şu'be'ye şehrin idaresini teslim etti. El-Muğira Hicri 50 yılında vefat edinceye kadar Küfe Valisi olarak kaldı. Halka kurnaz bir politikayla yumuşakça muamele etti.
Küfe El-Muğira'nın vefatından sonra Ziyad Bin Ebih'in idaresine tabi oldu. Ziyad, altı ay Kufe'de altı ay da Basra'da otururdu. O'nun idari bölgesine ayrıca Yemame de ilave edildi. (HzAli'nin arkadaşı) Hucr Bin Adiy de O'nun Valiliği döneminde öldürüldü. Ziyad Hicretin 50'nci yılında ölünce Kufe'yi iki yıl kadar Abdullah Bin Halid Bin Üseyyid idare etti. Sonra O'nun yerine Dahhak Bin Kays El-Fahri tayin edildi. O da azledildiği Hicri 58 yılma kadar devam etti. Sonra Muaviye'nin yeğeni {kızkardeşi Ümmül Ha-kem'in oğlu) Abdurrahman Kufe'ye vali oldu. O'ndan sonra da En-Nu'man Bin Beşir bu görevi üstlendi ve Muaviye vefat edinceye kadar da bu görevde kaldı.[11]
Burası da Irak'ın önemli merkezlerindendir ve Kufe'ye yakındır. Doğu fetihleri buradan yönetilirdi. Buraya Fars (İran), Horasan ve Sicistan Emirlikleri bağlıydı. Esasen Basra'nın taşıdığı önem de buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü saha olarak vilayetlerin en genişiydi ve buraya bağlı emaretlerin emirlerini bizzat Basra Valisi tayin ederdi. Her ne kadar halife nadiren bu emirleri kendisi tayin ediyor ya da belli zevatın tayin edilmesini emrediyor
idiyse de genellikle bu yetkiyi bizzat Basra Valisinin kendisi kullanıyordu. Nadiren de bu Emirlikler, Basra'dan ayrı bir statü kazanırlardı.
Hz. Hasan'ın Hilafet makamından istifa etmesinden sonra Basra'ya Humran Bin Ebban hakim olmaya çalıştı. Fakat Muaviye Busr Bin Ebi Artaa'yı üzerine göndererek bölgeyi aldı. Aynı yılın sonunda da Busr Bin Ebi Artaa'yı azlederek yerine Abdullah Bin Amir'i atadı. O da hicri 44 yılına kadar burada kaldı ve azledildi. Yerine Ziyad Bin Ebih Basra Valiliğini üstlendi. Küfe Valisi Eî-Mu-ğira Bin Şa'be vefat edince Küfe ile birlikte Bahreyn, Yemame ve Umman da O'nun idari bölgesine bağlandı. Ondan sonra Ziyad, Kufe'ye intikal ederek Basra'ya, Sumra Bin Cundub El Fezari'yi naib olarak tayin etti. Kendisi ise altı ay Kufe'de altı ay da Basra'da otururdu.
Ziyad Hicri 53 yılında ölünce Sumra Bin Cundub, Basra'ya bu sefer asaleten vali oldu. Altı ay sonra da O'nun yerini Abdullah Bin Amr Bin Gıylan aldı. Sonra Hicri 55 de azledilerek yerine Ubeydul-lah Bin Ziyad atandı. Ubeydullah bundan önce Horasan Valisiydi. Muaviye ölünceye kadar burada kaldı.[12]
Horasan genellikle Basra'ya bağlıydı ve emirleri de hep Basra valileri tarafından tayin edilirlerdi. Burası cihadın merkeziydi. Hz. Hasan, Muaviye lehinde Hilafet makamından çekildiği sırada Ziyad Horasan'daydı. Orada "Ziyad Kalesi" adıyla meşhur müstahkem mevkiye sığınarak Muaviye'ye karşı önceleri direndi. Fakat Muaviye O'nu razı edince Şam'a geldi. O sırada Abdullah Bin Amir Basra valisiydi.
Abdullah Horasan'a (Yani Ziyad'ın yerine) Kays Bin Heysem'i O'ndan sonra da Abdullah Bin Hazim'ı (yönetici olarak) gönderdi. Fakat Ziyad (bu kez Muaviye tarafından) Basra Valiliğine tayin edilince Horasan'a Hicri 44 yılında TufayI Bin Amr EI-Yeşkuri'yi O'ndan sonra da El-Hakem Bin Amr El-Ğifari'yi Emîr olarak gönderdi. Bu zat Hicri 50 yılında ölünceye kadar bu görevde kaldı. Ondan sonra Ziyad Horasan'a, Er-Rabi Bin Ziyad El-Harisi'yi tayin etti. Bundan önce Horasan Valisi olan El-Hakem kendi yerine Enes Bin Ebi Nas'ı tayin edip durumu da Ziyad'a yazılı olarak bildirmişti. Fakat Ziyad Enes'i görevden alarak yerine Huleyd Bin Abdullah El-Hanefî'yi tayin etti. Huleyd görevini teslim alalı henüz bir ay geçmişti ki yine Ziyad'ın buraya emir olarak tayin ettiği Er-Rai' Bin Ziyad El-Harisi çıkageldi. Aynı zamanda, El-Hakem Bin Amr El-Gıfari'ye yardımcı olmak üzere yine Ziyad tarafından görevlendirilmiş bulunan Galib Bin Fudala El-Leysi de Horasan yolunu tuttu. Er-Rabi' Hicri 53 yılında ölünce yerini oğlu Abdullah aldı. Fakat bir ay bile geçmeden ölünce O'nun da yerine Huleyd Bin Abdullah El-Hanefi geçti.
Hicri 54 yılında da Horasan Valiliğini Ziyad'ın oğlu Ubeydullah üstlendi. Ertesi yıl Basra Valiliğini alınca bu kez Horasan'a Eşlem Bin Zer'a'yı atadı. Hicri 57 yılında Horasan Valisi Hz. Osman'ın oğlu Said idi. Sonra azledildi ve yerine Ziyad'ın oğlu Ab-durrahinan tayin edildi.
Basra'ya tabi olan Emirlikler Sicistan ve Kirman Emirlikleriydi. Sicistan'ın en ünlü Emiri Abbad Bin Ziyad, Kirman'ınki ise Şu-reyk Bin El-A'var'dır. Bunlar Ubeydullah Bin Ziyad tarafından tayin edilmişlerdi.[13]
Medine-i Münevvere vilayetlerin en önemlisi ve Hilafetin ağırlık merkeziydi. Çünkü gerek muhacirlerden gerekse Ensar'dan sa-habiler ve çocukları burada otururlardı. Ve Medine halkı bey'atini vermedikçe devlet başkanı seçilemezdi. Çünkü Erbabı Hallü-akd'in (yani Şura üyelerinin) bir kısmı Medine'de bulunurlardı. Halk onlara itaat eder ve onların kanaatlerine göre hareket ederdi.
Medine Valiliğini, Hz. Ali'nin hilafet döneminde Kussem Bin Abbas üstlenmişti.Fakat Hz. Ali O'nu Mekke'ye göndererek yerine, vaktiyle Şam'a tayin ettiği, fakat Muaviye'nin süvarileri tarafından geri çevrilen Sehl Bin Huneyf'i atadı. Hz. Hasan Hilafet makamından istifa edip Medine'ye dönünce, artık Medine halkı da Muavi-ye'ye bey'at etti. Bunun üzerine Muaviye Medine Valiliğini Mer-van Bin Hakem'e verdi. O da Hicri 49 yılında azledilinceye kadar bu görevde kaldı. Yerine (Hz. Osman zamanında Küfe Valisiyken azledilen) Said Bin El-As vali tayin edildi. Sonra yerine Hicri 54 yılında tekrar Mervan atandıysa da Hicri 58 yılında yeniden azledildi ve O'ndan sonra Medine Valiliğini El-Velid Bin Utba Bin Ebu Süfyan teslim alarak Muaviye ölünceye kadar bu görevde kaldı.
El-Cezire vilayeti ve bu vilayete bağlı bölgeler ise pek önemli değildi. Çünkü stratejik noktalar üzerinde bulunmuyorlardı. Buna ilaveten, merkezden uzak bir bölgeydi. El-Cezire'nin doğusunda bulunan Bahreyn ve Umman, keza ortasında bulunan Yemame vilayetleri zaman zaman Basra'ya bağlanırlardı. Bazen de pek ünleri olmayan valiler tarafından idare edilirlerdi. Çünkü bu bölgelerin de pek şöhreti yoktu. Yemen için de aynı şey sözkonusuydu.
Bu arada bir de Mekke-i Mükerreme vilayeti vardı. Buranın valiliğini Halid Bin El-As Bin Hişam El-Mahzumî üstlenmişti. Bu, vaktiyle Hz. Ali'nin, Mekke'ye vali olarak tayin ettiği zattır. Sonra görevinden alınıp yerine Kussem Bin Abbas tayin edildi. Ancak iktidar Muaviye'nin eline geçince tekrar Halid Bin El-As Bin Hi-şam'ı Mekke Valiliğine getirdi. Taif de Mekke'ye yakın olduğu için bazen bu iki şehri bir vali idare ederdi bazen de her ikisi Medine'ye bağlanırlardı.[14]
Hz. Ömer döneminde, fethettiği günden beri Mısır Valiliğini Amr Bin El-as yapıyordu. O'nu Hz. Osman azledinceye kadar da bu görevde kaldı. Yerine Abdullah Bin Saad Bin Ebi Serh'i tayin etmişti. Hz. Ali halife seçilince buraya Kays Bin Saad Bin Ubade'yi gönderdi. Kays Mısır'a Hz. Ali'nin valisi sıfatıyla girince Abdullah Bin Saad Bin Ebi Şerh direnmeden görevini teslim ederek ayrıldı. Her ne kadar Mesleme Bin Muhallid, Busr Bin Ebi Artaa ve Muaviye Bin Hudeyc'in de aralarında bulunduğu bir grup yeni valiye karşı olumsuz bir tavır koyarak bir kenara çekilip O'nun idaresini bir çeşit boykot ettiyseler de {yeni vali) Kays, Mısır halkına iyi bir muamelede bulundu ve bu boykotçu gruba dokunmadı. Fakat Vali Kays'ın bazı taraftarları O'nun bu direnişçilere karşı zor kullanmasını istiyorlardı. Bu yolda Halife'ye de yazı gönderdiler. Ta ki bu doğrultuda O'na emir de geldi. Fakat Kays yine de kendi görüşünü tercih ederek tarafsız davranmaya çalıştı. Bunun üzerine azledilerek yerine Hz, Ebu Bekir'in oğlu Muhammed tayin edildi. Mu-hammed bu boykotçularla fiili mücadeleye girişti, ancak yenik düştü. Bu sefer de Halife Hz. Ali O'nu görevden alarak yerine El-Eşter En-NahYyı vali tayin ettiyse de görevini teslim almak üzere gelirken yolda öldü.
Bu durum Hz. Ali'nin, (azlettiği bir önceki Vali) Muhammed'i görevinde bırakmaya mecbur etti. Muhammed ise bu direnişçilere karşı silahlı mücadeleye girişirken Mısır halkı O'nun bu hareketini doğru bulmamışlardı. Halktan destek görmeyince de (Muavi-yenin adamı olan) Amr Bin El-As'a yenilerek öldürüldü. Bunun üzerine Amr Bin El-As, Muaviye tarafından Mısır'a vali tayin edildi. Böylece Mısır, Hz. Ali'nin idaresinden kopmuş oldu.
Amr Bin El-As ise, Hicri 43 yılında ölünceye kadar Mısır'da vali olarak kaldı. O'ndan sonra Hicri 44 yılma kadar Utba Bin Ebu Süfyan, O'ndan sonra da Hicri 47 yılma kadar Amir Bin Abs Bin Malik El-Cüheni, Mısır Valiliğini üstlendiler. Daha sonra bu göreve {Mısır'dan sonraki) Kuzey Afrika bölgesinin Emirliğini Ukba Bin Nafi El-Fehri'ye veren Muaviye Bin Hudeyc, Amir Bin Abs'ın yerini aldı.
Bin Nafi, daha Önce Barka Emiriydi. Halife'nin emrine binaen Mısır Valisi O'nun tayinini yaptı. Hicri 50 yılındaysa Muaviye Bin Hudeyc, Mısır ve Afrika Valiliğinden alınarak yerine Mesleme Bin Muhallid tayin edildi. Muaviye'nin bu yeni valisi Mesleme, {Bir önceki vali tarafından Kuzey Afrika Valiliğine getirilmiş bulunan) Ukba Bin Nafi'i de azlederek yerine (vaktiyle kölesi olan) Ebuİ-Muhacir'i atadı. Hem Mesleme hem de bu Ebu'l-Muhacir, Muaviye ölünceye kadar görevlerinde kaldılar.[15]
Muaviye Devrinde Fetih faaliyetleri Afrikamn batısında, Atlas Okyanusu'nda Akdeniz kıyıları boyunca Toroslara, oradan da Kafkas ülkelerine, Maveraünnehr, Taharistan ve Afganistan'a kadar olan geniş bir alan üzerinde cereyan ediyor, buradan da Sind bölgesine ve Hind Okyanusu sahillerine kadar uzanma eğilimini gösteriyordu, îslam Devleti bu kadar geniş bir saha üzerine yayılmış olmakla beraber fetihler sadece iki ana cepheyi kapsıyordu:
1- BATI CEPHESİ: Bizans topraklarım içine alan bölgeler.
2- DOĞU CEPHESİ: İslam Devletinin kuzeydoğusunu içine alan ve üzerinde çeşitli putperest toplumların yaşamakta olduğu bölgeler.
1- Batı Cephesi, gerek Afrika'nın kuzeyi gibi karada, gerekse o zaman Rum Denizi olarak bilinen Akdeniz'de Roma'nın hakim olduğu alanları kapsıyordu. Sonra müslümanlar gelip onlarla bu hakimiyet konusunda mücadele vermeye başladılar.
Daha önce de gördüğümüz gibi, İslamiyet doğduğu sırada o devrin iki süper gücü olan Roma ve Pers imparatorlukları birbirleriyle sürekli bir mücadele içindeydiler. İslam zuhur edince her iki devlet de bu yeni çağrının karşısında durmaya onu engellemeye çalıştılar. Fakat müslümanların ilk başlarda giriştikleri hamleler sayesinde Pers Devleti, sürekli İslam cihadının bir sonucu olarak zeval bulmuş ortadan kalkmıştı. Ancak Roma Devleti, topraklarının geçit vermez özelliği ve genişliği yanında, denizde de sahip olduğu üstünlük sayesinde varlığını devam ettirebiliyordu. Fetihlerin başlangıcında müslümanların elinde bir deniz gücü yoktu. Bu sebeple Muaviye bu kez hem karadan hem denizden Roma'nın (Bizansın) kalbine doğru büyük kuvvetler sevketmeye başladı. Bu harekatla asıl amaç Bizans ordularını iç kesimlerde meşgul etmek, dolayısıyla Bizans'a bağlı diğer ülkeleri aynı zamanda fethetme imkanını kolaylaştırmaktı. Çünkü bu manevralarla zaman içinde düşmanın gücü zayıflayacak, Bizans esasen toprak kaybetmekle de gücünü kaybetmiş olacaktı. Böylece topraklarının geriye kalan kısımlarının da fethedilmesi mümkün hale gelecekti
Bu düşünceden hareketle Batı'da üç cephe açılmıştı.
A- Rum İlleri: Burası, bugün Anadolu veya Türkiye olarak bilinen topraklardır. Müslümanlar bu topraklara kadar ulaştılar ve Akdeniz'de Mersin'den Kuzeydoğuya doğru, Ermeniye engebelerinde Karadeniz'e yakın bölgelere kadar ilerleyerek TorOvS eteklerinde durdular. Buralarda her iki taraf da kaleler ve müstahkem noktalar oluşturdular. Bunların en ünlüleri; Mersin El-Masisa, Maraş, Malatya, El-Hades, Zabatra, Harşana ve Aynzarba'dır. Bu noktalarda akınlar hiç eksik olmazdı. Bazı akınların peşinden müslümanlar ileriye doğru mesafeler alırlardı. Fakat çok geçmeden mücahitler tekrar gerideki serhadlarma ve kalelerine hemen dönerlerdi. Muaviye bu cephelerde yaz ve kış akınlarını sürdürecek ayrı ayrı kuvvetler tertip etmiş bulunuyorlardı. Bundan amaç düşmanın gücünü daima meşgul etmek ve onu yorgun düşürmek için akınları fasılasız olarak sürdürmek ve sonunda müslümanların otoritesi karşısında onu dize gelmeye mecbur etmekti. Yaz ve kış akınlarına mahsus ayrı ayrı ordular bulundurmanın bir sebebi de ordulardan biri bir mevsim boyu savaşırken diğerinin de aileleri yanında bu süre içinde istirahat etmelerini temin etmekti. Muaviye döneminde bu cephede ün kazanmış komutanlar şunlardı:
Halid Bin Velid'in oğlu Abdurrahman, Hicretin 43'ncü yılında bir kış akıncı ordusu başında (Konstantiniye'ye) İstanbul yakınlarına kadar ulaşan Busr Bin Ebiartaa, Malik Bin Hubayra, Ebu Ab-durrahman El-Kiyaî, Abdullah Bin Kays El-Fezarî, Fudala Bin Ubeyd El-Ensarî, Bizans topraklarında vefat eden Süfyan Bin Avf El-Ezdî, Abdurrahman Bin Ümm'il-Hakem Es-Sakafî, Cünade Bin Ebiümeyye El-Ezdî, Maan Bin Yezid Es-Selemi, Muhammed Bin Malik» Malik Bin Abdullah El-Hus'umî, Abdullah Bin Karz El-Buceli ve Amr Bin Murra El-Cüheni... Bu akınlardan asıl amaç, Konstantiniye'yi (İstanbul'u) almaktı. İslam akıncı orduları bazen İstanbul yakınlarına kadar ulaşabiliyor, bazen de Ammuriye'ye (Bugünkü Ankara)ya kadar ancak gelebiliyorlardı.
Hicretin 50'nci yılında Muaviye İstanbul üzerine hem karadan hem denizden büyük bir hamle düzenleyerek kara ordusunun komutasını Süfyan Bin Avf El-Ezdi'ye verdi.
Oğlu Yezid'i de komuta heyeti içine koydu, fakat Yezid bu hamleyle beraber çıkmadı. Donanmayı ise Busr Bin Ebi Artaa komuta ediyordu. Nihayet Bizans'ın merkezi kuşatıldı ve iki taraf arasında çarpışmalar cereyan etti. Bu çarpışmalar esnasında müs-lümanlar büyük kayıplara uğradılar. Bunun üzerine Muaviye oğlu Yezid komutasında arkadan bir takviye güç gönderdi. Bu sırada Yezid'le birlikte büyük sahabüerden Ebu Eyyub El-Ensarî (Eyüp Sultan), Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, Hz. Zübeyr Bin El-Avam'm oğlu Abdullah ve Hz. Abbas'm oğlu Abdullah da bulunuyorlardı. Takviye güçlerin, orduya ulaşmasıyla birlikte askerin morali artttı, bu sebeple kuşatma harekatı, daha da şiddetlenmeye başladı.
Müslümanlar her ne kadar Konstanüniye'yi fethedemediyseler de Bizans'a büyük sayılarda kayıplar verdirdiler. Bu savaşta Ebu Ey-yup El-Ensari ve Abdülaziz Bin Zerrare El-Kilabi şehid oldular. Bu iki zat savaşçılara moral veren ekibin başında görev yapıyorlardı.
Hicri 53 yılında Konstantiniye tekrar müslümanlarca kuşatıldı. Bu kez de kara ordusunun komutanı Fudala Bin Ubeyd El-Ensarî idi. Donanmayı ise Abdullah Bin Kays El-Harisi ve Cünada Bin Ebi Ümeyye sevk ve idare ediyorlardı. Ayrıca Şam Filosu da Yezid Bin Şecere Er-Ravahi'nin komutasında bulunuyordu. Bu kuşatma Hicri 57 yılma kadar devam etti. Konstantiniye, İslam donanmasını darmadağın eden bir kasırga sebebiyle son anda fethedilmekten kurtulabildi. O sırada Bizans'a Avrupa'dan özellikle Bulgarya'dan gelen imdat güçlerin de rolü oldu.
B- Deniz Cephesi, Muaviye Suriye emirliğini teslim aldığı günden beri hep denizden de Bizanslılarla mücadele etmeyi arzu ediyordu. Hz. Osman O'na bu konuda müsaade eder etmez sahil şehirlerini korumak ve bu bölgeyi Bizans donanmasının zaman zaman yaptığı baskınlara karşı korumak için derhal harekete geçti. Daha Önce O'nun Hicri 28 yılında Kıbrıs'ı nasıl fethettiğini görmüştük. H. 33 de bu bir daha tekrarlandı. Zatüssavari Savaşında da Bizanslılara karşı üstünlük elde etmiş, aynı zamanda Sicilya'ya bir keşif harekatı düzenlemiş ve Rodos'a savaş açmıştı. Muaviye, kara ve deniz kuvvetleri arasında çok dakik bir entegrasyon sistemi kurmuştu. İslam Donanmasının ünlü komutanları şunlardı:
Busr Bin Ebiartaa, Malik Bin Hubayra Es-Sukûnî, EI-Munzir Bin Züheyr, Halid Bin Velid'in torunu Halid Bin Abdurrahman, Fudale Bin Ubeyd El-Ensârî, Yezid Bin Şecere Er-Rahavî, Ukba Bin Nafî, Cünade Bin Ebi Ümeyye El-Ezdî ve diğerleri...
İlginç bir nokta daha vardı ki bu komutanlardan kimisi bazen kara ordusunun bazen de donanmanın sevk ve idaresine bakardı. Yani bu konuda belli bir ihtisas yoktu. Sadece mümindeki manevi ruh O'nun nerede olursa olsun cihad yapmasını temin ediyor, başarıya ulaşmasına vesile oluyordu. Keza şu hususu da bilmemiz lazımdır ki denizlerde savaşmak sadece sahil çocuklarıyla sınırlı kalmamış, artık tüm müslümanlar hem denizde hem de karada savaşma yeteneğini kazanmışlardı. İster hiç deniz görmemiş çöl çocuğu olsun, ister tüm hayatını deniz kıyısında geçirmiş ve bu gibi yerlerde çalışma alışkanlığını kazanmış kimseler olsun hemen tüm mücahidler her türlü savaş becerisine sahip olmuş, nasıl davranacağını gayet güzel öğrenmişlerdi. Bu yolda her şeylerini de feda ediyorlardı.
Örneğin, Hicretin 48'nci yılında, Mısır İslam ordusunu Malik Bin Hubayra Es-Sukûnî komuta ediyordu. Medine İslam ordusunu ise, EI-Munzir Bin Züheyr idare ediyordu. Bütün İslam ordularının başında da (Genel Komutan olarak) Halid Bin Velid'in torunu Halid Bin Abdurrahman bulunuyordu. Bilindiği üzere bu komutanların çoğu Arap yarımadasının, yani iç kesimlerin ve sahraların çocuklarıdır.
Muaviye, Akka'da bir tersane kurmuştu. Yemen'den ve Arap Körfezi'nin sahillerinden getirttiği, bu sanatın uzmanlarını burada topladı. Suriye engebelerinde bulunan ormanlardan bu iş için gerekli malzemeyi temin etti ve Sur ile Trablus limanlarını onardı. Akka'da olduğu gibi buralarda da gemiler inşa ediliyordu. Keza Hicretin 54'ncü yılında Muaviye, Mısır'ın Er-Ravda adasında da bir tersane yaptırdı. İslam savaş gemileri, hacimlerinin büyüklüğü, (fonksiyonlarına göre) farklı yapıları, büyük istiab haddine ve büyük miktarlarda, malzeme, silah ve asker taşıma gücüne sahip olmakla ayrı bir özellik taşıyorlardı.
Muaviye, fethettiği Akdeniz adalarını korumak ve buralarda îslamı yaymak için bu adalara müslüman Araplardan kitleler yerleştirmek üzere bir plan kurmuştu.
Bu plan çerçevesinde Hicri 48 yılında müslümanlar Sicilya'ya bir çıkarma yaptılar. Keza Hicri 49 yılında Komutan Fudâla Bin Ubeyd El-Ensarî, Cerba Adasını fethetmeyi başardı. Fudâla bir kış akıncı birliği başında, aynı yıl içinde de bu ada üzerine yürümüştü. Hicretin 50'nci yılında da Konstantiniye kuşatıldı.
Buharî, Melhan kızı Ümmü Harem'den naklen Hz. Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Ümmetimden denizde savaşacak ilk ordu, Allah'ın mükafatına hak kazanmışlardır. Keza, Kayser'in kentine (Bizans İmparatorunun merkezine) ümmetimden ilk sefer düzenleyenlerin günahları mağfiret olunmuştur.[16]
Konstantiniye Kuşatması Hicri: 53-57 yılları arasında tekrar 4 yıl daha devam etti.
Hicri 53 yılında Cünade Bin Ebi Ümeyye El-Ezdi, Rodos Adasını fethetti. Muaviye, adanın korunması için buraya müslüman bir kitle yerleştirdi.
Hicri 55 yılında Girit Adası fethedildi. Bu tarihten iki yıl sonra da Konstantiniye'yi, yeniden kuşatmaya hazırlık olmak üzere Ege Adaları fethedildi.[17]
C- Afrika Cephesi, Amr Bin El-As, Hz. Ömer döneminde, Hicretin 20'nci yılında Mısır'ı fethettikten sonra -Kuzey Afrika'da- Batıya doğru ilerlemiş Trablus'a kadar ulaşmıştı. Fakat Hz. Ömer O'nun daha fazla ilerlemesine müsaade etmemişti. Ancak Amr Bin El-As, bu kez Abdullah Bin Zübeyr'i -aynı doğrultuda- ilerlemekle görevlendirmiş, o da gidip Mısrata'yı fethetmişti.
Amr Bin El-As'ın görevlendirdiği komutanlardan Ukba Bin Nafi, Zuveyîe'yi, Busr Bin Ebiartaa da Veddan'ı fethetmişlerdi.
Amr Bin El-As, sonra Ukba Bin Nafi'i bir muhafız birliğinin başında Barka'yı korumakla görevlendirdi. Halife'nin emrine binaen Abdullah Bin Saad Bin Ebi Serh'i de Said bölgesine Emîr olarak tayin etti.
Hz. Osman hilafet makamına seçilince Afrika'da fetih faaliyetlerinin devam ettirilmesine izin verdi ve yeni valisi Abdullah Bin Saad Bin Ebiserh'i tasarlanan hedefe doğru gönderirken O'na, içinde Hz. Ali'nin iki oğlu Hasan ve Hüseyn'in, Hz. Abbas'ın oğlu Abdullah'ın, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın, Hz. Zübeyr Bin El-Avam'm oğlu Abdullah'ın ve Amr Bin El-As'ın oğlu Abdullah'ın da bulundukları bir takviye gücünü Medine'den yola çıkardı. Bu takviye ordusu Barka Emiri Ukba Bin Nafi'a katılarak Trablus'a girdiler ve Kayrevan yakınlarında Bizans Kuvvetlerini yenerek Gafsa'yı fethettiler.
Neden sonra Afrika, müslümanîarla yapmış olduğu antlaşmayı bozdu. Bunun üzerine Abdullah Bin Saad Bin Ebi Şerh buraya bir sefer düzenleyerek yeniden fethetti. Ukba Bin Nafi de Barka Emiri olarak kaldı. Çok kere Berberiler, müslümanîarla yapmış oldukları antlaşmalarını tek taraflı olarak bozuyorlardı. Bu sebeple müslümanlar da onların üzerine tekrar yürüyerek yeniden fethetmek durumunda kalıyordu. Hilafet Muaviye'nin eline geçince Amr Bin Ei-As buraya yeniden vali olarak geldi. Vaktiyle Hicretin 38'nci yılında buraya gelmişti. Mağrib'in idaresini de Muaviye Bin Hudeyc üstlenerek Hicri 41 yılında Binzert'i fethetti.
Hicri 45 yılında da Kamunniye'ye (bugünkü Kayrevan'mn bulunduğu mevkiye) girdi. Fetih faaliyetlerinde görevlendirmiş bulunduğu komutanlardan Abdullah Bin Zübeyr de gidip aynı yıl içinde Susa'yı fethetti. Sonra Muaviye Bin Hudeyç Mısır'a döndü ve Mağrib'in idaresini bu kez Ruvayfî' Bin Sabit üstlendi. Ukba Bin Nafi ise Barka'da kalarak bu arada Sirt ve Gadames'i fethetti. Keza elden çıkmış bulunan Veddan'ı yeniden alarak Fezzan (Fi-zari) a girdi ve Fizan'm güneyine (Kavar)a ulaşarak buradan Gadames ve Gafsa'ya girdi. Sonra Kayravan şehrini kurdu, aynı zamanda Sudan memleketlerinden Kur'u da ele geçirdi.[18]
Hicretin150'nci yılında ise Mısır'ın idaresini Mesleme Bin Mu-hallid üstlenerek Ukba Bin Nafi'i Mağrib emirliğinden aldı. Yerine, Dinar Ebulmuhacir'i tayin etti. Orta Mağrib'e kadar ulaştı. Muaviye döneminde Afrika'da kaydedilen gelişmeler bunlardı. Böylece müslümanlar birçok bölgeleri -ellerinden çıktıkça- yeniden fethetmeye muvaffak oldular.
2- Doğu Cephesi, Şark Cephesi derken, bu bir tek cepheden ibaret değildi. Bu cephe de Batı Cephesi gibi birkaç değişik mevki ve yönden oluşuyordu. Çünkü bu değişik noktalar birkaç ayrı milletlerin toprakları üzerinde bulunmaktaydı. Bu topluluklar, Batıdaki Hıristiyanların aksine putperest idiler. Örneğin -O devirde-Kuzeydeki çeşitli Kafkas topluluklarının -ki bunların en tanınmışları Lan halkıdır- keza kuzey doğuda Türklerin putperest olduklarını görüyoruz. Aynı zamanda doğuda Taharistan ve Sicistan halkları ile Güney doğudaki Sind Bölgesi halkı da putperest idiler.
Müslümanlar Hicri 41 yılında Lan memleketlerine sefer düzenleyerek Hicri 43 yılında da Sicistan Bölgesinde Ruhhac'ı fethettiler. El-Hakem Bin Amr El-Ğıfârî Hicretin 45'nci yılında Taharistan'da Kaykan Bölgesine girerek büyük miktarda ganimetler elde ettil. Keza müslümanlar Hicri 55 yılında da Kuhistan'a girdiler. Ubeydullah Bin Ziyad nehri aşarak Buhara tepelerine kadar ulaştı.
Müslümanlar Hicri 44 yılında da El-Muhalleb Bin Ebu Sufra komutasında Sind memleketlerine doğru fetih seferlerine çıktılar. Hicri 47'de Ğor dağlarına yürüdüler. Bu esnada El-Muhalleb, El-Hakem Bin Amr El-Ğifari'yle beraberdi. Doğu bölgesinin halkları da zaman zaman antlaşmalarını bozuyorlardı. Tabi bu gibi durumlarda müslümanlar tekrar onlarla mücadele etmek için geri dönüyor ve yeniden topraklarını istila ediyorlardı. O bakımdan bu bölgedeki memleketlerin müslümanlar tarafından defalarca tekrar tekrar yeniden fethedildiğini görüyoruz. Bu hal uzun zaman böyle devam etti. Fakat El-Velid Bin Abdilmelik döneminde artık nihai bir şekilde İslam otoritesine boyun eğdiler.
Hariciler, Hz. Ali'yi Sıffin'de durdurmaya mecbur eden ve Tahkim denilen, Muaviye ile mevcut anlaşmazlığı hakemler aracılığıyla gidermeyi reddeden farklı siyasi görüşe sahip bir kampın mensupları idiler. İşte böyle bir tutum izlediler. Ta ki Hz. Ali'nin ordusunda ihtilaf çıkmaya başladı. Ordu Kufe'ye dönünce sayıları 12 bin kişiyi bulan bir bölümü Küfe yakınlarında Harura adıyla bilinen bir köyde odaklandılar. Bu sebepledir ki Haricilere öteden beri Harûrîler adı da verilmektedir. Haricîler burada toparlandıktan sonra başlarına yönetici olarak Şebib Bin Rib'i Et-Temîmi'yi, kendilerine namaz kıldırmak üzere de Abdullah Bin El-Kevaa El-Yeşkuri'yi seçtiler. Hz. Ali önceleri Haricîlerle münazaralarda bulundu. Onları sözle ikna etmeye çalıştı. Bunun üzerine hepsi Kû-fe'ye tekrar döndüler. Fakat yine de (Tahkim)i protesto mahiyetinde "Allah'dan başka hakem olmaz!" sözünü tekrarlayıp duruyorlardı. Bu sözü, Haricilerden biri olan Urva Bin Ediyye, El-Eş'as El-Kindi'ye Siffin olayından sonra "Tahkim" belgesini okuduğu sırada itiraz ederek söylemişti.
Tahkim yapılıp, Hz. Ali ve taraftarları bu sırada alman kararı reddedince, Hariciler, O'nu bu kararı behemehal kabul etmesi konusunda zorladılar. Ve:
"Tahkimi aslında sen istedin, aleyhinde karar alınınca da şimdi bunu kabul etmiyorsun!" diye kendisini suçlayıp itirazda bulundular. Peşinden de bu haricilerden 4 bin kişi toplanarak Me-dâin'e doğru yürüdüler. Başlarına Abdullah Bin Vehb Er-Rasi'yi seçmişlerdi. Medain'e varınca Hz. Ali'nin buradaki idarecisi Abdullah Bin Habbab'ı öldürdüler. Bu durumda Hz. Ali onların üzerine yürümek zorunda kaldı. Bu nedenle de Şam üzerine düzenlemeyi tasarlamış bulunduğu seferini erteledi. Hz. Ali Haricileri caydırıp onları tekrar kendi safına kazandırmak için çok çabaladı. Çünkü, Hariciler, O'nun elçilerini öldürüyor, O'nu da (Haşa!) kâfir olmakla suçluyorlardı. Bu gelişmeler sebebiyle Hz. Ali Nehravan denilen mevkide Haricilerin üzerine yürüdü. Onların başında bulunan Abdullah Bin Vehb Er-Rasi, Harkus Bin Züheyr Es-Sâdî ve diğer liderlerini öldürdü. O günkü hadisede Haricilerden on kişi hariç, hiç kimse kurtulamadı. Hepsi tepelendi. Fakat daha sonra Hz. Ali bu adamlardan Abdurrahman Bin Mulcem adında birinin giriştiği suikast sonucu şehid oldu. Aynı gün yine bu adamlardan iki kişinin ayrı ayrı giriştikleri suikast neticesinde (Şam Valisi) Muaviye isabet alarak yaralandı. Mısır Valisi Anır Bin El-As ise rahatsızlığı sebebiyle Sabah Namazını kıldırmaya gelemediği için kurtulurken yerine gönderdiği kadısı Harice Bin Huzafe bu komploya kurban gitti. Mesele şundan ibaretti: Haricilerden üç kişi, ümmetin o sıralarda içinde bulunduğu belaların sebebi olarak gördükleri, İslam büyüklerinden Hz. Ali'yi Muaviye'yi ve Amr Bin El-As'ı ortadan kaldırmak üzere aynı saatlerde gerçekleştirecekleri bir suikast planı üzerinde anlaşmışlardı.
Vaktiyle Hz. Ali döneminde Haricilerden beşyüz kişi Şehr Zur denilen yerde toplanarak ayrı bir kamp oluşturmuşlardı, Hz. Ali şehid edilip, Hz. Hasan da Muaviye lehinde Hilafet makamından çekilince, bu kez Muaviye daha henüz Kufe'den ayrılmadan, Haricilere fırsat vermemek için En-Nuhayliyye mevkiine kadar onları takip etmek üzere indi. Şehr Zur'da Farva Bin Nevfel El-Eşca'î öncülüğünde direnen bu beşyüz kişilik Haruriler:
"Şimdi artık kendisiyle savaşmanın meşruluğundan ve gerekliliğinden kuşku bulunmayan düşmanımız (Muaviye) üzerimize gelmiş bulunuyor. Haydin hep birlikte ona karşı mücadeleye koşalım!" dediler ve başlarında bulunan Farva komutasında gelip Kûfe'ye girdiler. Muaviye, üzerlerine Şam halkından oluşan bir süvari birliği gönderdi. Hariciler bu birliği hemen bozguna uğrattılar. Bunun üzerine Muaviye Küfe halkına;
"Bakın, haince tutum ve davranışlarınızdan vazgeçmedikçe benim güvenime mazhar olamazsınız!" dedi. Bu sözden etkilenen Küfe halkı çıkıp Hariciler'le silahlı mücadeleye giriştiler. Hariciler Kûfe'lilere:
"Yazıklar olsun size, bizden ne istiyorsunuz! Muaviye aynı zamanda hem bizim hem de sizin müşterek düşmanımız değil mi? O halde bırakın O'nunla mücadele edelim. Eğer O'nu bertaraf edebilirsek sizi düşmanınızdan kurtarmış oluruz, yok eğer o bizi ortadan kaldıracak olursa bu takdirde de siz bizden kurtulmuş olursunuz" dediler. Fakat Kûfeliler:
"Hayır ne olursa olsun sizinle savaşacağız!" diye direttiler. Kûfelileri ikna edemeyen Hariciler, onlara şu cevabı verdiler:
"Allah Nehravan'daki kardeşlerimize rahmet eylesin, O'nlar sizin ne mal olduğunuzu biliyorlardı!" Sonra Eşca' Kabilesi, kendi adamlarından, Haricilerin başında bulunan Farva Bin Nevfel'i aldılar. Onlar da başlarına Tay Kabilesinden Abdullah Bin Ebi'I-Har'rı lider seçtiler. Kufe'liler Haricilerle silahlı mücadeleye girdiler ve onların tümünü öldürdüler.
Nehrevan olayından sonra kurtulup yarası iyileşen Harici liderlerinden Hayyan Bin Zabyan Es-Selemî Hicretin 42'nci yılında, görüşlerini paylaşan bir grup Hariciyle birlikte Rey'e doğru yola çıktılar. Hz. Ali onları affetmişti. Bunlar 400 kişi kadar idiler. O'nlar henüz orada bulunurlarken Hz. Ali'nin ölüm haberim aldılar. Bunun üzerine Hayyan Bin Zabyan, sayıları yirmiyi bulmayan yandaşlarını çağırarak, Allah'a hamdü senada bulunduktan sonra şunları anlattı:
"Ey Müslüman kardeşlerim! Haber almış bulunuyorum ki kardeşleriniz Murad'ın Biraderi Mülcemoğlu El-Cemaa Mesci-di'nin ravakları karşısında sabaha doğru Ali'nin yolu üzerinde beklemiş ve Kayyım sabah namazına çağırırken O (Ali) evden çıkıncaya kadar Mülcemoğlu pusuya yattığı yerde beklemiş. Ali camiye girerken üzerine atılarak başım kılıçla yaralamış. Ali ise isabet aldıktan sonra ancak iki gün daha yaşayabilmiş, sonra ölmüş."
Bu adamı dinleyen bedbahtlardan Salim Bin Rabi'a EI-Absi,
Hz. Ali'yi şehid edene, bu sırada şöyle dua etti:
"Allah Ali'nin boynunu vuranın (sağ) elini kesilmekten muhafaza buyursun. (Eli dert görmesin!) Orada bulunan diğer Hariciler ise Hz. Ali'nin öldürülmesinden dolayı sevinerek Allah'a hamd etmeye başladılar. (Allah'ın selamı ve rahmeti Hz. Ali'nin üzerine olsun, bu adamlardan ise Allah razı olmasın Allah onlara rahmetiyle muamele buyurmasın!..)
Sonra Hayyan arkadaşlarına şöyle hitab etti: "Allah'a and olsun ki bu dünyada hiç kimse kalmayacaktır. İnsanoğlunun üzerinden geceler, günler, yıllar ve aylar geçer, ancak eceli gelir gelmez, mutlaka Ölümü tadacaktır. İyi arkadaşlarından ayrılacak ve ancak beceriksiz ve aciz insanların, kaybından dolayı ağladıkları (şu değersiz ve geçici) dünyayı arkalarında bırakacaklardır. Bu dünya esasen, O'na karşı hırs ve üzüntü içinde olanlara daima zararlıdır. Öyleyse haydin bizimle beraber şehrimize gidelim. Kardeşlerimizi hayırlı ameller işlemeye ve kötü fiillerden sakınmaya davet edelim. Onları, parçalanmış olan kamplara karşı cihada çağıralım. Şu bir gerçek ki: Başımızda zalim idareciler bulunduğu, hidayet yolu terkedildiği ve kardeşlerimizin katilleri ellerini kollarını sallayarak güven içinde dolaşıp toplandıkları müddetçe öcümüz yerde kalmışken biz böyle oturup olayları seyretmekle hiç bir zaman mazur sayılamayız. O halde gidip onlarla mücadelemizi yapalım. Eğer Allah onlara karşı bize zafer ihsan edecek olursa bundan sona hedefe daha çabuk ulaştırıcı, Allah'ı hoşnut kılacak en doğru yolda yürürüz. Bu suretle de Allah Teala mü'minler topluluğunun göğüslerini serinletecek, gönüllerine su serpecek ve sevindirecektir. Yok eğer bu uğurda öldürülecek olursak bu kez de zalimlerden ayrılmak bize sükûnet ve rahatlık verecektir. Bizden önce davamız uğrunda canını feda edenleri örnek almalıyız."
Hayyan'm bu konuşmasını dinleyen arkadaşları O'na:
"Söylediklerinin hepsini aynen kabul ediyor, ortaya koymuş bulunduğun görüşünü beğeniyor, onaylıyoruz. Dolayısıyla bizi al, şehrimize götür. Biz daima seninle eleleyiz, gösterdiğin yolda yürümeğe ve emrine uymaya razıyız" karşılığını verdiler. Bunun üzerine Hayyan hareket etti, arkadaşları da O'nunla birlikte Kû-fe'ye doğru yollandılar.
Nihayet Küfe ye vardılar ve Muaviye gelinceye kadar da orada kaldılar. Muaviye, Kûfe'ye Muğire Bin Şu'be'yi vali tayin etti. Mugire, barış ve sükûneti seven biriydi. Halka karşı çok güzel muamelede bulundu. (Bir hadise çıkarmadıkça) kötü niyetli olarak bilinen insanları takip altına almadı. Zaman zaman O'na başvurup:
"Filanca Şiiler gibi düşünüyor, falanca da Haricilerin görüşünü benimsiyor" diye ihbarda bulunanlara şöyle derdi:
"Allah Teala siz (insanların) birbirinizden farklı düşünmesini takdir buyurmuştur. Ve hesap günü, kullarının arasında ihtilafa düştükleri konularda hükmünü verecektir."
Küfe halkı Vali Muğira'ya karşı güven duymaya başladılar. Bu arada Hariciler de birbirleriyle buluşuyor ve Nehravan'da arkadaşlarının uğradığı sonu hep konuşup anıyorlardı. Böyle oturup seyirci kalmanın korkaklık demek olduğuna, Ehl-i Kıble'ye (müslü-manlara) karşı cihadda ise fazilet ve sevap bulunduğuna inanıyorlardı.
Bu arada Hariciler 3 kişi etrafında toplandılar. Bunlar:
El-Müstevred Bin Ullefe Et-Temimi, Hayyan Bin Zabyan Es-Selemi ve Muaz Bin Cuven Bin Husayn Et-Taî idiler. Bu üçüncüsü Hz. Ali'nin Nehravan olayında öldürdüğü Zeyd Bin Husayn'ın amcası oğluydu. Muaz ise, öldürülen Hariciler arasından kurtulup, daha sonra Hz. Ali'nin kendilerini affettiği gruptan biriydi.
Bunlar liderlerden Hayyan Bin Zabyan Es-Selemi'nin evinde toplanarak başlarına kimi seçeceklerine dair görüşmelerde bulundular.
El-Müstevred onlara şöyle dedi:
"Ey Müslümanlar ve ey Müminler! Allah size sevdiğiniz sonucu göstersin ve sevmediğinizi de sizden uzaklaştırsm. Kimi isterseniz başınıza onu seçiniz. Gözlerdeki hıyaneti ve gönüllerdeki gizli niyetleri bilen Allah'a yemin ederim ki başınıza kim seçilecek olursa benim için hiç farketmez! Dünya şerefi artacak değildir. Bu dünyada ebediyyen yaşamak da mümkün değildir. Biz sadece ebediyyet evi olan cennette ebedi kalmak istiyoruz."
Bundan sonra sözü alan Hayyan ise şöyle konuştu:
"Bana gelince, liderlikte gözüm yoktur. Ben gerek senden, gerekse diğer bütün kardeşlerimin her birinden razıyım. (İçinizden kim seçilirse seçilsin hepsi benim için makbuldür.) Dolayısıyla bakın içinizden kimi isterseniz onu aday gösterin. O'na ilk defa ben oyumu vereceğim."
Hayyan'dan sonra Muaz kendisinden önceki iki lidere hitaben şöyle konuştu:
"Siz ikiniz müslümanlann efendisiyken, dindarlıkta salih amel işlemekte ve saygınlıkta diğerlerinden daha soylu olduğunuz halde siz böyle derseniz (onlara öncülük yapmaktan kaçınırsanız) müslümanlara kim öncülük edecektir? Herkes bu işin üstesinden gelemez ki! Hepsi fazilette aynı dereceye sahip olsalar bile, bu kez aralarından savaş ve mücadele sistemini daha iyi bilen, fıkıhta (hukuk ve adalet konularında) daha geniş bilgiye sahip bulunan ve taşıdığı sorumluluğun en çok idrakinde olan birinin seçilmesi gerekir, ki işte Allah'a hamd olsun sizler bu işin başına getirilmeye ehil kimselersiniz. O halde biriniz bu görevi üstlensin.
Fakat El-Müstevred ile Hayyan O'na:
"Bu işi sen üzerine al, seni layık görüyoruz. Allah'a hamd olsun, dininde ve görüşünde kâmil bir kimsesin" dediler. Muaz onlara: "İkiniz de yaşça benden daha büyüksünüz, onun için ikinizden biri bunu kabul etsin" diye itirazda bulundu. Bu sırada hazır bulunan Haricilerden bir grup şu görüşü beyan ettiler, dediler ki: "Üçünüzü de ehil görüyoruz. O halde kendi aranızdan birini siz seçin."
Buna rağmen bu üç şahıstan her biri diğerini aday göstererek:
"İdareyi sen üstlen, ben senden memnunum ve bu liderlikte gözüm yoktur" diyerek birbirlerine, karşılıklı olarak teklifte bulundular.
Tartışma böyle uzayınca Hayyan Bin Zabyan, El-Müstevred'e dönerek şöyle dedi
"Muaz Bin Cüveyn demin bize: 'İkiniz de benden yaşlısınız, onun için ben başınıza geçmem' demişti. Şimdi ben de O'nun, bize söylediğinin aynısını sana diyorum. Sen benden yaşça daha büyüksün. Binaenaleyh senin önüne geçmem. Öyleyse ver elini sana önce ben bey'at edeyim."
Hayyan'ın bu teklifi üzerine El-Müstevred elini uzattı. Önce Hayyan, sonra Muaz, daha sonra da diğer Haricilerin tümü O'na bey'at ederek, Cemaziyelahir ayında O'nu kendilerine lider seçmiş bulundular. Bunun üzerine gerekli hazırlıkları tamamlayarak, Hicri 43 yılının, Şaban Ayının ilk haftasında hareket etmek üzere tetikte bulunmaları konusunda Haricilere talimat verdi. Onlar da hazırlıklara girişedursunlar, bu haber Küfe Valisi Muğire Bin Şu'-be'ye ulaştı. Haricilerin Hayyan Bin Zabyan'ın evinde toplanıp gizlice görüştüklerini ve isyanı başlatmak üzere çıkmaya hazırlanmış bulunduklarını haber aldı. Bunun üzerine polislerini gönderip onları yakalatarak getirdi. Kendilerine:
- Niye müslümanların idaresine baş kaldırıyorsunuz. Sizi buna zorlayan nedir, söyler misiniz, diye sorunca:
- Kesinlikle böyle bir maksadımız yoktur, diye inkar ettiler. Fakat Vali Muğira:
- Bilakis yalan söylüyorsunuz. Hakkınızda ihbar almış bulunuyorum. Hem sonra toplantı halinde yakalanmış olmanız bu haberi kanıtlamaktadır, diye itirazda bulundu. Bu kez de:
- Bu evde toplanmamızın esas sebebi Hayyan Bin Zabyan bize Kur'an okutuyordu. Biz O'nun evinde bir araya geliriz, o da bize Kur'an okutur, diye cevap verdiler. Bu iddiaya rağmen vali Muğira:
- Atın şunları hapse, diye emretti. Bir yıl kadar tutuklu kaldılar. Arkadaşları bunu duyunca dikkatli ve tedbirli davranmaya başladılar. Arkadaşlarından El-Müstevred Bin Ullefe çıkıp Hıyra'ya giderek izini kaybetmeye çalıştı. Bu sırada arkadaşları O'na uğramaya başladılar. Fakat gelip gitmeleri sıklaşmca El-Müstevred onlara:
- Gelin yerimizi değiştirip buradan uzaklaşalım. Çünkü farkınıza varılmasından hiç emin değilim, dedi.
Vali Muğira bu durumu haber alınca onlarla görüşerek şöyle dedi:
- Bakın, ey adamlar! Biliyorsunuz ki ben cemaatiniz için hâlâ esenlik istiyorum ve başınıza kötü şeyler gelmesine engel olmaya çalışıyorum. Fakat böyle hoşgörülü davranmamın, aranızdaki ahlaksızları şımartmasından da vallahi çekmiyorum. İçinizdeki olgun ve ölçülü olanlardan elbette ki endişe etmiyorum, ama Allah'a yemin ederim ki cahil ve ahlaksız kişinin günahına, olgun ve ölçülü insanın kurban gideceğinden korkuyorum. Öyleyse bakın ey adamlar! Kurunun yanında yaş da yanmadan bela başınızda umumî bir hal almadan gelin aranızdaki kötülere önceden engel olun. Haber almış bulunuyorum ki içinizden bazı kimseler şehirde ikilik ve karışıklık çıkarmak istiyorlar. Allah' a yemin ederim ki onlar bu şehirde Arap mahallelerinden birinde karışıklık (çıkarmak üzere) baş kaldıracak olurlarsa onların, gelecek nesillere ibret olacak şekilde köklerini kazıyacağım. Öyleyse pişman olmadan önce aklınızı başınıza alın. Bakın ben şuracıkta açıkça gerekçemi ortaya koyuyor ve maazeretimi beyan ediyorum! (Bu uyarıdan sonra artık ne yaparsam mazurum.)
Muğire Bin Şu'be bu ikazdan sonra Haricilerin elebaşılarını çağırtarak onlara da şunu söyledi:
- Bakınız, olup bitenleri biliyorsunuz, dediklerimi de duydunuz. O halde herbiriniz lider olarak, yandaşlarının bana karşı baş kaldırmalarına engel olsun. Aksi halde kendisinden başka ilah bulunmayan Allah'a yemin ederim ki bildiğiniz tutumumu bırakıp size karşı hiç tahmin edemeyeceğiniz bir tavır içine gireceğim. Siz de sevdiğiniz durumdan çıkıp hiç de arzu etmediğiniz hallere düşeceksiniz. Artık benden söylemesi. Kimse kendisinden başkasını suçlamasın. Bir söz vardır, derler ki: Önceden uyaran kişi sonradan ne yaparsa mazurdur."
Vali Muğıra'nın bu konuşmasından sonra aşiret reisleri aşiretlerine dönüp, onlardan Allah ve îslam aşkına fitneyi körüklemek isteyen veya birlik ve beraberlikten ayrılmak arzusunda olan kimi tanıyorlarsa onu ihbar etmeleri çağrısında bulundular.
Bu haber Haricilerin elebaşısı olan El-Müstevred Bin Ullefe'ye ulaştı. O sırada Beni Abdikays Kabilesine mensup birinin evinde bulunuyordu Oradan hemen ayrıldı. Vali Muğira bunu haber alarak Mu'kıl Bin Kays Er-Riyahî komutasında üzerlerine 3 bin kişilik bir kuvvet gönderdi. Hariciler bunu öğrendiler. Gönderilen kuvveti peşlerinde yorgun düşürdükten sonra tekrar üzerlerine dönmek gibi bir plan kurdular. Mu'kıl, Haricilerin böyle bir plan kurduklarını hemen fark etti ve üzerlerine önce üçyüz kişilik bir öncü birliği gönderdi. Öncüler Haricileri izleyerek nihayet karşılaştılar. Basra'nın Kuzey doğusunda El-Mezar denilen yerde iki taraf çarpışmaya başladılar. Fakat her iki taraf da sayı olarak üçeryüz kişiden ibaret oldukları halde (Devletin) öncü kuvvetleri Haricilerin karşısında tutu nam adıl ar. îşte bundan sebeptir ki Basra Valisi Abdullah Bin Amir peşlerine 3 bin kişilik bir kuvvet daha saldı. Hariciler, üzerlerine gönderilen kuvvetlerin çokluğunu görünce bu sefer de Basralı kuvvetlerden uzak mesafede bulunan ve (kısa vadede onlardan istifade imkanını elde edemeyecek olan) Mu'kıl Bin Kays ve beraberinde bulunan kuvvetlerle çarpışmak üzere yönlerini Kû-fe'ye doğru çevirdiler. Fakat Kûfeliler Haricileri kovalayarak nihayet onları kıstırıp beş altı kişi hariç hepsini öldürdüler. Başlarındaki liderleri El-Müstevred Bin Ullefe öldürüldüğü gibi (Küfe kuvvetlerinin komutam) Mu'kıl Bin Kays tüm arkadaşları da mübareze (denilen teke tek dövüş) de hayatlarını kaybettiler. Bu olaydan sonra Hariciler etkilerini nisbeten yitirdiler.
Ziyad Bin Ebih Basra'ya vali tayin edilince içine O'na karşı bir korku girdi. Ancak bu sırada aralarından Sehm Bin Galib El-Heci-mi adında biri, Ehvaz 'da isyan ederek bir fitne çıkardı. Sonra da dönüp saklandı ve güven istedi. Fakat Ziyad O'na güven vermedi. Bilakis yakalayıp O'nu Hicri 46 yılında öldürerek ibret için asıp teşhir etti. Keza aynı yıl ayrıca Hatiym adıyla tanınan Yezid Bin Malik El-Bahili de yönetime karşı baş kaldırdı. Ziyad O'nu da yakalayarak Bahreyn'e sürdü. Sonra da geri dönmesi için kendisine izin verdi, ancak O'na,
"Şehirden ayrılmayacaksın," diye uyanda bulunarak Müslim Bin Amr'dan da O'nu gözetim altında bulundurmayı garanti etmeşini istediyse de Müslim, bunu reddederek Vali Ziyad'a:
"Sadece, evinden ayrılacak ve geceyi başka yerde geçirecek olursa sana haber veririm/' dedi ve bir gün de Ziyad'a gelerek:
"El-Hatıym bu gece evinde değildi," diye ihbarda bulununca vali hemen emir çıkararak O'nu idam etti ve cesedi Bahile'ye atıldı.
Hicri 50 yılında da yine Basra'da: Biri Zahhaf Et-Tai, diğeri ise Karib El-Ayadi adında iki harici yanlarına aldıkları 70 kişi ile birlikte bir isyan çıkardılar. Fakat hem kendileri hem arkadaşları yakalanıp öldürüldüler. Vali Ziyad Haricilere karşı çok sertti. Basra'ya Sumra Bin Cundub'u tayin eder. O'na da Haricilere karşı sert davranmasını emrederdi. Bu sayede birçok Harici öldürüldü.
Basra Valisi Ziyadoğlu Ubeydullah da Haricilere karşı sert muamelede bulundu. Onların büyük bir kısmını hapsetti. Hapsedi-lenlerden daha çok sayıda da Harici öldürüldü. Onun öldürdüğü Hariciler arasında Urva Bin Ediyye ve kardeşi Mirdas Bin Ediyye vardı. Vaktiyle birincisini azarlamış O'na nasihat etmeye çalışmıştı. Ayrıca Ebu Bilal adıyla tanınan ikincisi ise Basra'da Bin Ziyad'in hapsinde tutuklu bulunduğu sırada firar ederek Ehvaz'a gidip orada isyan çıkardı. Kaçarken arkadaşları öldürülmüş kendisi ise kurtulmuştu. Mirdas adındaki bu adamın etrafında Ehvaz'da 40 kişi daha toplanarak O'na katıldılar. Bin Ziyad bunların üzerine, başlarına Bin Hosn Et-Temimi'yi görevlendirdiği 2000 kişilik bir kuvvet gönderdi. Fakat Asık denilen mevkide çarpışan bu iki kuvvetten Hariciler diğerlerine karşı üstünlük elde ettiler. Bu başarıyı aralarından biri şu deyişlerle dile getiriyordu:
Sözde siz mi ikibin, müminsiniz ki hayret! Asık'da topunuzu, gebertti kırk cengâver Yalandır dediğiniz gerçek değildir elbet, Gerçek imanlı biziz mümindir Haricîler, Siz büyük topluluğa karşı Allah'tan nusret Kazanan küçük grup, bizleriz işte bizler.[19]
Hariciler çöl bedevileriydiler. Dolayısıyla katı, anlayışsız ve iman ettikleri davaya son derece bağlı kimselerdi. Kafalarına yerleşmiş bulunan düşünceden başka hiç bir şeyle ne ikna olurlardı, ne de bu düşünceyi kolaylıkla değiştirmek mümkündü. Sonra bunlar, müslümanlarm İslamı aslından uzaklaştıran çok şeyler yapmış bulundukları kanaatindeydiler. Bu sebeple de Hz. Osman'ı ve Hz. Ali'yi, büyük yanlışlıklar yapmış ve dinden çıkmış olmakla suçluyorlardı. Hariciler halka da bir kısmı mümin diğer kısmı da kâfir olmak üzere iki grup olarak bakıyorlardı. Onlara göre, bir üçüncü grup yoktu. Dolayısıyla kendileri gibi düşünmeyen her mümine kâfir gözüyle bakıyor, onun, tövbe etmesi ve Hz. Osman'la Hz. Ali'nin icraatından teberri etmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu sebeple müslümanlar bu adamların elinden çok büyük belalar çektiler. Çünkü bunlar müslümanlarm kanını helâl görüyor, büyük bir saldırganlık ve fedakârlıkla savaşıyor, mücadele ediyorlardı. Öldürüldükleri takdirde şehid olacaklarına inanıyorlardı. Giriştikleri savaşlarda çok acılar tattılar, ibadetleri (Allah'a karşı samimiyet ve bağlılık bakımından) huşu ve devamlılıkta hayranlık uyandıran eşsiz örnekler teşkil ederdi. Bu konuda birçok rivayetler mevcuttur. Keza şiirleri cesaret (kahramanlık) ve atılganlık övgüle-riyle doludur. [20]
Muaviye; müslümanlarm, halife olması için birini beğenerek seçmesini, onlara bırakmaktansa yerine bir veliahd tayin etmeyi daha uygun buldu. Toplum eğer sahabiler gibi kaliteli, faziletli ve olgun insanlardan oluşuyorsa elbetteki işi onlara bırakmak en doğru seçenekti. Ancak çoğunluğu anlaşmazlığa düşmüş, birbirlerine girmiş, birbirleriyle savaşmış olan bu devrin insanları nerede, sahabiler neredeydi? {Bu iki kuşak arasında artık çok büyük farklar vardı.) Sonra Muaviye düşündü, baktı ki Hz. Ebu Bekir de daha önce yerine Hz. Ömer'i seçmiş ve her şey tabii bir şekilde yürümüş işler yolunda gitmişti. Ondan sonraki halife Hz. Osman ise yerine birini tayin etmediği için de fitneler çıkmış, ortalık karışmıştı. Sonra Muaviye Hilafet için ideal bir merkez olabilecek bir mevki düşünürken Şam'ın bu konuda en iyi bir yer olduğunu gördü. O halde hilafet merkezi. (Ona göre) burada kalmalıydı. Çünkü halkı görüş birliği içindeydi, serhadlere ve stratejik noktalara en yakın bir yerdi. Taraftarları ve gücü de hep burada bulunuyordu. Dolayısıyla yeni halife emir ve talimatlarını buradan en kolay bir şekilde gerçekleştirebilirdi. Irak ise bir anarşi odağıydı. Buranın halkı daima şiddet ve baskıyla ancak hizaya getirilebilirdi. Mısır'a gelince, kim olursa olsun hükümdar ya da Emir sıfatıyla buraya tam manâsıyla hakim olabilirdi. Buraya nazaran Şam halkım ancak kıvrak bir siyasetle yaranmak ve onlara sıcak yaklaşmakla idare etmek mümkündü. Medine'ye gelince burası esasen devletin ağırlık merkezini oluşturuyordu. Geri kalmış (henüz hayatta bulunan) sahabiler ve onların çocukları burada yaşıyorlardı. Bey'at ancak burada alınabilirdi. Dolayısıyla Halife burada alacağı oylarla ancak meşru bir iktidar elde edebilirdi. Medine kimi desteklerse o, ancak güçlenebilir, kimi de reddederse çok zorluk çeker, yorulur ve direnişle karşılaşırdı. Hem sonra sahabilerin ve çocuklarının ihtilafa düşmesi ümmetin birlik ve beraberliği üzerinde ters etki yapabilirdi. Dolayısıyla en doğrusu bey'atın her şeyden önce Medine'den alınması gerekiyordu. Bu iş, Medine halkının hür iradesine de bırakılamazdı. Çünkü böyle yapılacak olursa, daha önce de yaşandığı gibi ihtilaf çıkacaktı. Bu nedenle Halife'nin Şam'da seçilmesi ve orada kalması kararlaştırıldı.
Muaviye, Şam halkı gibi (yakınlık bakımından) yabancı bir muhit içinde bulunduklarına bakıp bir an düşününce, oğluna karşı babalık psikolojisiyle duygulandı. Özellikle Yezid yapayalnızdı. Çünkü kardeşi Abdurrahman henüz küçükken ölmüştü. Diğer kardeşi Abdullah ise geri zekalıydı. Belki de Muaviye (başkalarının etkisiyle hareket ederek böyle bir karar alma yoluna gitti.) Belki halktan biri bu işi O'nun gözünde süsledi, o da babalık duygusuyla o şahsın havasına uyarak bu doğrultuda yürüdü. Nitekim tarih kitapları El-Muğire Bin Şu'be'nin bu süslemeyi yaptığına (yerine oğlu Yezid'i seçme tavsiyesinde bulunduğuna) işaret etmektedir.
El-Muğire Bin Şu'be ise Hicri 50 yılında ölmüştü. Her halükârda Muaviye'de bu teklife muvafakat etmişti. Ne varki Yezid daha çok gençti. Emaret ve Hilafet Sarayı'nda yalnız büyümüştü. Sosyal tecrübesi noksandı. Babası her ne kadar O'nun bu konuda tecrübesini artırmak maksadıyla kendisini bir kuvvetin başında İstanbul Seferine gönderdiyse de -ki bu konuya daha önce de dokunmuştuk- fakat ordusunda bazı sahabiler ve sahabi çocukları bulunmasına rağmen yine de yeterli derecede, tecrübe kazanamamıştı. Ancak O'nun (hükümdarlık tahtına oturtulması konusundaki tasan Halife tarafından hazırlanmıştı. Dolayısıyla O'nun için bey'at almak üzere başta Medine halkının muvafakatini almak kolaydı. Çünkü Irak ve Mısır'da sadece üst düzey yöneticilerin onayım almak yeterliydi. Şam'da ise iş garantideydi.
Hicretin 50'nci yılında Muaviye oğlu için halktan bey'at istedi Bunun üzerine Şam halkı O'na hemen bey'at eti. Ondan sonra Muaviye Medine'deki Valisi Mervan'a bir mesaj yollayarak onlardan da bey'at almasını emretti. Fakat muhalefetle karşılaştı. Hicretin 51'nci yılında Hacca giderek bu sırada yazılı bir davetname hazırladı. Öldüğü takdirde yerine oğlu Yezid'i seçmiş bulunduğuna ve Yezid'in kendi veliahdı olduğuna dair kararını halka karşı okudu. Beş kişi hariç halkın tümü O'na bey'at konusunda güven oyu verdiler.
Bu muhalif beş kişi ise, Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyn, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, Hz. Zü-beyr'in oğlu Abdullah ve Hz. Abbas'ın oğlu Abdullah idiler. Muaviye bu zevatın hepsiyle konuştu. Fakat her birisi O'na aynen şu cevabı verdi:
"Senden sonra eğer ümmet oybirliği ile birini seçer de benden başka hiç kimse kalmayacak olursa işte o zaman ben de oyumu o şahsa veririm."
Hicri 60 yılında Abdullah bin Ziyad Basra'dan beraberinde bir heyetle birlikte Şam'ı ziyaret ediyordu. Muaviye bu esnada Yezid için onlardan bey'at aldı. Sonra hastalanınca oğlu Yezid'i yanma çağırarak O'na şu öğütlerde bulundu:
"Bak yavrum! Tepeceğin uzun yolları (esasında senin yerine adeta) ben teptim, her şeyi senin için yoluna koydum, düşmanları senin önünde dize getirdim. Arapların boynunun karşısında büktüm. Sana milleti yekvücut hale getirdim. Sana amade olmuş bulunan bu makam üzerinde Kureyş'ten dört kişi hariç kimsenin seninle kavga edeceğinden artık korkmuyorum. Onlar da: Ali'nin oğlu Hüseyin, Ömer'in oğlu Abdullah, Zübeyr'in oğlu Abdullah, Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman'dır.
Muaviye Hicri 60 yılının Recep ayında ölüm döşeğindeyken Yezid yanında yoktu. Özel muhafızlarının komutanı olan Dahhak Bin Kays El-Fehri ile Müslim Bin Ukba El-Murri'yi yanına çağırarak onlara vasiyetini bildirdi ve benim bu vasiyetimi Yezid'e iletin dedi. Muaviye bu vasiyetinde şöyle diyordu:
"Oğlum Yezid! Hicaz halkına sahip ol. Onlar senin kökündür. (Yakınların ve akrabalarındır.) Onlardan sana başvuranlarla ilgilen. Uzak olanlarını da ihmal etme. Irak halkına karşı uyanık ol. Senden her gün bir vali değiştirmeni isteyecek olsalar bile. Bu isteklerini yerine getir. Bir valinin görevden alınmasını, sana karşı yüzbin kılıcın çekilmesine tercih ederim. Şam halkına da bak, onlar senin içeriden destekçilerin ve sırdaşlarındır. Düşmanından sana bir tecavüz gelecek olursa onların desteğinden yararlan. Fakat işini bitirince Şam halkını hemen memleketlerine tekrar geri getir. Çünkü yabancı diyarda uzun zaman kalırlarsa onların ahlâkını kaparlar. Ben Kureyşliler içinde sadece üç kişiden çekiniyorum. Onlar da, Ali'nin oğlu Hüseyin, Ömer'in oğlu Abdullah ve Zübeyr'in oğlu Abdullah'tır."
Nihayet Muaviye vefat etti. Dahhak Bin Kays da namazını kıldırdı. Yezid o sıralarda Hıvareyn denilen bir yerdeydi. Gelinceye kadar babası defnedilmişti. Mezarının başına gelerek o da üzerinde namaz kıldı. Muaviye Dımışk'da Babülcabiye ile Babussağir arasında defnedilmiştir.
Muaviye yüce bir sahabi idi. Her ne kadar Halife Hz. Ali yönetimine baş kaldırmış ve oğlu Yezid'i (henüz hayattayken) yerine geçirerek (İslamın siyasi düzenine) aykırı hareket etmiş olduğunu görüyor isek de daha önce zikrettiğimiz hadisler O'nun faziletlerini kanıtlamak bakımından yeterlidir. O, bu davranışları göstermekle beraber bulunduğu bu iki içtihaddan dolayı sevaba dahi nail olacaktır.
Bazı özelliklerine gelince, ilk defa oturarak hutbe irad eden, bayram namazından önce ilk defa hutbe okuyan, Bayram Namazı için ilk defa ezan okutturan, tekbirlerin sayısını ilk azaltan Muaviye'dir. Keza (görevlendindirdiği) bir uyarı memurunun huzuruna girerek:
"Ya Emirelmüminin Allah'ın selamı rahmet ve bereketi üzerine olsun. Haydi namaza Allah sana rahmet buyursun," diye uyarılan ilk hükümdar, İslam tarihinde postayı ilk ihdas eden, resmi belgeleri mühürlemek üzere ilk divanı kuran, camide hünkâr mahfelinde devlet başkanı olarak ilk namazı kılan, Kâbenin eski örtülerini ilk kaldirtan yine Muaviye'dir. Daha Önce Kabe'ye, üst üste örtü giydirilirdi. Yine ilk defa veliahd seçerek yerine iktidarını teslim edeceği birini bırakan Muaviye'dir.
Muaviye ölünce, Dahhak Bin Kays ellerinin üzerinde Muavi-ye'nin kefeniyle minbere çıkarak Allah'a hamdü senada bulunduktan sonra halka şöyle hitap etti:
"Muaviye Arap milletinin dayanağıydı. Arapları birleştiren de O'dur. Allah Teala O'nu sebep kılarak fitneyi kesti. O'nu kullara başbuğ kıldı ve ülkelerin fethedilmesine O'nu vesile yaptı. Ne varki Muaviye artık ölmüş bulunmaktadır. İşte kefenlerini görüyorsunuz. O'nu bu bezlere saracak ve mezarına koyacağız. Kendisini artık ameliyle başbaşa bırakacağız. Ondan sonraki hayat, Kıyamet gününe kadar artık berzah alemidir. İçinizden O'nu görmek isteyen varsa gelsin ve ilk tekbir esnasında görsün.[21]"
[1] Birinci Hicret yılı içinde, Hz. Peygamber'in camünın yapımı üzereyken Resulullah, Mekke'li muhacirlerle Medine'li Ensar ı Eneslik'in evinde toplayarak, biri Mekke'li diğeri Medine'li olmak üzere onları ikişer ikişer kardeş ilan etti. Buna "Muahat" olayı denir. Muaviye de işte bu sırada u-Huttat ilekardeş itan edildi. (Mütercim)
[2] Tirmizi; Menakıb babı
[3] Tarih'ul Hulefa (İmam Suyuti)
[4] Yani, savaşçılar kıyıda deniz tehlikesinden kurtulup gemiden çıkınca bu kez de karada düşmanla yüzyüze gelirler
[5] Bu zat vaktiyle Halife'den izin almadan deniz yoluyla İran'a sefer düzenlemişti. Eğer gönderilen imdad güçleri zamanında ulaşmış olmasaydı, emrindeki kuvvetler tamamen yok olacaktı
[6] İbn-ül Esir, El~Kamil tere, c. 3, s. 412-416; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere c 8, s. 39-40, 202-241
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/315-324.
[7] ibn-ülEsir, El-Kamil tere, c. 3, s. 416-417
[8] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/324-327.
[9] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/327.
[10] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/327-328.
[11] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/328-329.
[12] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/329-330.
[13] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/330-331.
[14] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/331-332.
[15] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/332-333.
[16] Feyzulkadir: Hadis No: 2811
[17] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 3, s. 427, 432, 447, 460, 462, 465-466, 468, 478, 493, 494, 497, 501, 503, 515-516; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 8, s. 46-47, 52, 58, 60, 62, 104, 109, 118, 138-139, 141, 144, 165, 198
[18] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 8, s. 82
[19] Bakara Suresi'nin 249 uncu ayetine işaret edilmektedir (Mütercim)
[20] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 3, s. 417-420, 424-425, 427-428, 432-443, 461, 470, 518-521; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 8, s. 42, 46-48
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/336-356.
[21] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/356-360.